Bir gemide bir
derviş vardı. Erliği kendisine arka yastığı yapmış, ona dayanmıştı.
Gemide bir kese altın kayboldu. Herkesi aradılar. Birisi onu da
gösterip, “ Bu uyuyan yoksulu da arayalım” dedi. Para sahibi derdinden
onu da uyandırdı. “ Bu gemide bir kese kayboldu. Herkesi aradık, bu
arayıştan sen kurtulamazsın. Hırkanı çıkar, soyun da senin hakkında
kimsenin şüphesi kalmasın” dedi.
Derviş “Yarabbi,
şu aşağılık kişileri, kulunu töhmet altına alıyorlar, fermanını
eriştir” dedi. Dervişin gönlü dertlenir dertlenmez hemen denizin her
tarafından yüz binlerce baş çıkardı. Her birinin ağzında bir inci
vardı. Ama ne inci? Her tanesi bir memleket haracı. Tanrıdan geliyor,
elbette eşi bulunmaz. Derviş gemiye birkaç inci atıp fırladı, havayı
adeta kendisine bir taht edip oturdu.
Padişahlar gibi
tahtının üstüne bağdaş kurup kuruldu. O havanın yücesin de, gemi de
onun önünde! Dedi ki: “Yürüyün, gidin. Gemi sizin Hak benim, yoksul
bir hırsız sizinle bir arada olasın! Bakalım, bu ayrılıktan kim ziyan
eder? Ben hoşum, Hak’la çift, halktan tek! O, beni hırsızlıkla töhmet
altına alır ne yularımı bir gammaza verir!”
Gemidekiler
dediler ki: “ Ey ulu, sana bu yüce makamı ne yüzden verdiler?” derviş,
“Yoksulu töhmet altına almak, hor hakir bir şey için Hakk’ı incitmek
yüzünden. Haşa bu yüzden değil. Ululara tazim ettiğinden çünkü ben,
yoksullar hakkında hiç kötü zanna düşmedim. Onlar öyle latif, öyle
nefesleri hoş kişilerdir ki onları ululamak için Tanrıdan “ Abese”
suresi geldi.
Onların
yoksulluğu, dünyayı dönüp dolaşma yüzünden ve dünyalık için değil.
Hak’tan başka hiçbir şey olmadığından onlarda yokluğu, yoksulluğu
kabul etmişlerdir. Nasıl töhmet altına alabilirim ki Hak, ondan
yedinci kat göğe kadar hazinelerine emin etmiştir” dedi. Töhmetli
duygudur; latif nur değil. Nefis sofestai olmuştur, vur nefsin
kafasına! Çünkü hakikati kötekle anlar delil getirmekle değil.
Mucize görür,
aydınlanır. Sonradan der ki: o bir hayaldi. Hakikat olsaydı o gördüğüm
şaşılacak şey gece gündüz gözümün önünde dururdu. Halbuki o temiz
gözlerde mukimdir, hayvan gözüne karin olmaz. O şaşılacak şey, o
mucize, bu duygudan utanır çekinir. Tavus kuşu, hiç dar bir kuyuya
girer mi? Sakın bana, çok söylüyor deme. Ben yüzde birini söylüyorum,
söylediğim de pek cüzi, muhtasar!
Sofiler, bir
sofiyi kınayıp tekke şeyhinin yanına gelerek, Şeyhe “ Ey ulumuz, medet
bu sofiden öcümüzü al”dediler. Şeyh “ sofiler, şikayetiniz neden” diye
sorunca birisi “ bu sofinin üç kötü huyu var; söze başladı mı çan gibi
susmak bilmez, boyuna söyler. Yemeğe girişti mi yirmi kişinin
öğününden fazla yemek yer.
Yattı mı uyudu
mu Eshabı Kehf’ benzer” dedi. Sofiler, bu üç huy, yol ehline yaraşmaz
diye şeyhin huzurunda savaşa giriştiler. şeyh o fakire yüz çevirip
dedi ki: “ Ne halin olursa olsan, o halde itidali koru. “ işlerin
hayırlısı orta hallidir” diye haberde bile var vücuttaki ahlat itidal
yüzünden faydalı.
Bunların biri
herhangi bir arızî sebeple fazlalaştı mı insanın bedeninde hastalık
meydana gelir. Yoldaşına pek yüklenme çok söz söyleme, onu pek övme,
çünkü bu, nihayet ayrılığa sebep olur. Musa’nın sözü, kendince
haddindeydi ama o iyi dosta fazla geldi. o fazlalık da Hızır’la
arasının açılmasına sebep oldu. Musa’ya “ Haydi git sen çok
söylüyorsun gayri ayrılık gelip çattı! Musa, sen ne fazla
konuşuyorsun, git uzaklaş yahut da benimle olunca kör dilsiz kesil.
Yok eğer gitmez,
inadına oturursan hakikatte de bence gitmiş, benden ayrılmış
sayılırsın” dedi. Mesela namazda ansızın yellensen , biriside sana git
yeniden aptes al dese, gitmez orada kakılır kalır namaz kılmaya devam
edersen istediğin kadar eğil bükül yat kalk be şaşkın, zaten namazın
gitti. Yürü seninle eş olanların, sözünü sohbetini susamışçasına
sevenlerin yanına var.
Bekçi uyuyanlara
göredir. Balıkların bekçiye ne ihtiyacı var? Çamaşırcıya elbise
giyenler muhtaçtır. Çırçıplak canın ziyneti tanrı tecellisidir. Ya
çıplakları bırak, bir yana çekil yahut onlar gibi elbiseden vazgeç!
Yok eğer tamamıyla soyunamıyorsan bari elbiseni azalt da orta halli
ol!”
Fakir, o şeyhe
ahvalini anlattı, suçuna özürler diledi. Şeyhin sualine, Hızır’ın
cevapları gibi güzelce, doğruca cevaplar verdi. Nitekim Kelimin
suallerine Hızır’ın Alim Tanrıdan verdiği cevaplarlarla; Musa’nın
müşkülleri halloldu. Hızır Musa’ya her müşkülü için anlatılamayacak
derecede miftahlar verdi.
Dervişe
Hızır’dan mirastı, o da şeyhin suallerine cevap vermede himmet etti.
Dedi ki : “Orta yol hikmetse de bu orta hallilik de nispidir. Su
deveye göre azdır, fakat fareye göre deniz gibiydi. Birisinin dört
ekmeğe ihtiyacı olurda iki, yahut üç tanesini yerse bu, orta bir
yiyiştir. Fakat dördünü de yerse bu yiyiş, orta bir yiyiş değildir ki.
O adam, kaz gibi hırsına esir olmuştur. Birisinin on ekmeğe iştahı
olsa da altısını yese bu orta sayılır.
Fakat benim elli
ekmeğe ihtiyacım var, senin altı yufkaya müsavi değiliz ki. Sen on
rekat namaz kılınca usanırsın, ben beş yüz rekat namaz kılsam usanmam.
Birisi, ta Kabe’ye kadar yaya gider, öbürü mescide varıncaya kadar
kendisinden geçer. Birisi o kadar cömerttir ki gönlü bulanmadan canını
bile verir, öbürü bir dilim ekmek verebilmek için can çekişir.
Bu orta halli
oluş, sona göredir, önü, sonu olan şeye nispetledir. Bir şeyde evvel,
ahir olmalı ki ortası tasavvur edebilsin. Sonsuz şeyin önü, sonu nasıl
olur önü sonu olmayanın ortası nasıl bulunur? Tanrı “ Deniz mürekkep
olsa biterdi de Rabbimin kelimeleri bitmezdi” dedi. Kimse Tanrı
tecellisinin evvelini ahirini göremedi.
Hatta yedi deniz
tamamıyla mürekkep olsa gene biteceğini umma. Bağ, orman baştanbaşa
kalem olsa bu söz, yine eksilmez. O, mürekkebin o kalemlerin hepsi
biterde sonu olmayan bu söz yine kalır. benim halim uyuyan adamın
haline benzer. Gören sapık, beni uyuyor sanıyor. Halbuki bil ki gözüm
uyur, gönlüm uyanıktır. Bil ki işsiz güçsüz gibi duruyorum ama işimde
var, gücüm de!
Peygamber “
Gözlerim uyur ama Tanrı lütfüyle kalbim uyumaz” dedi. Senin gözün
açık, kalbi uyuyor; benim gözüm uyuyor, gönlüme kapı açılmış! Gönlün
ayrı beş duygusu var, gönül duygusuna iki cihan da pencere. Sen kendi
zayıflığınla bana bakma sana gece çağı ama o gece, bana kuşluk vakti.
Sana zindan,
fakat o zindan bana bahçe gibi. Meşguliyetin ta kendisi bana istirahat
hali. Senin atağın balçıkta, bana balçık gül kesilmiş sana yas, bana
düğün, dernek davul zurna ! seninle yeryüzünde oturup duruyorum ama
Zuhal yıldızı gibi yedinci kat göğün üstünde koşup durmaktayım.
Seninle oturan ben değilim, benim gölgem. Mertebem düşüncelerden
üstün.
Çünkü ben
düşüncelerden, vesveselerden geçtim, onların dışında koşup
gezmekteyim. Ben endişelere hakimim, mahkum değil. Usta binaya
hakimdir. Bütün halk, endişelere, vesveselere mahkumdur. O yüzden
hepsinin gönlü hasta, hepsi gamlı, gussalıdır. Onların arasından çıkıp
kurtulmak istersem kendimi mahsustan endişeli gösteririm.
Ben yücelerde
uçan bir kuşum, endişe sinek! Sinek nasıl olurda beni elde edebilir?
Ayakları kırık olanlar da benimle buluşsunlar konuşsunlar diye göğün
yücelerinden kasten aşağıya inerim. Aşağılık sıfatlardan usandım mı
melekler gibi uçuveririm. Benim kanadım, kendinden çıkmadır. Vücuduma
iki kanat yapıştırmadım ben.
Cafer-i
Tayyar’ın kanadı kendindendir, Cafer-i Tarrar’ın kanadı ise iğreti.
Tatmayan adama göre bu, davadan ibarettir. Fakat makamı yüce kişilere
göre dava değil, manadır. Bu söz,kargaya göre laftan, kuru iddiadan
ibarettir. Nitekim sineğe göre dolu tencere ile boş tencere birdir.
İçinde lokma gevher olduktan sonra çekinme muktedir olduğun kadar ye!
Şeyhin biri bir
gün, halkın kötü zannını gidermek için leğene kustu, leğen inciyle
doldu. Bu suretle o basiret sahibi pir, halkın az akıllılığına acıyıp
ancak akılla anlaşılır inciyi gözle görülür inci haline getirdi. Fakat
midende temiz de pis murdar bir hale geliyorsa boğazını kilitle,
anahtarı da sakla. Lokma, kimde ululuk nuru haline gelirse ne dilese
yesin ona helal!
Eğer benim
canıma aşina isen bilirsin ki şu manalı sözüm boş dava değildir. Gece
yarısında bile senin yanındayım; kendine gel geceleyin korkma; ben
senin adamımım, hısmınım dersem, bu iki iddia da eğer hısımlarının
sesini tanırsan sence doğrudur. Yanında olmak da, hısmın bulunmak da
idiadır ama iyi anlayan kişiye göre ikisi de manadan ibarettir ve
doğrudur.
Senin yakından
gelişi de şehadet eder ki bu nefes, bir sevgilinin yanından gelmekte.
Hısımların seslerindeki tat da o hısmın doğruluğuna şahittir. Fakat
Tanrı ilhamına mazhar olmayan ve bilgisizliğinden yabancı sesiyle
akraba sesini birbirinden ayırt edemeyen ahmağa göre, bu adamın sözü
davadan ibarettir. Bu ahmağın bilgisizliği, inkarına sebep olur. Fakat
gönlünde Tanrı nurları olan akıllı, anlayışlı kişiye göre bu ses,
mananın ta kendisidir ve doğrudur.
Bu şuna benzer:
Arapça bilen birisi, Arapça “Ben Arapça bilirim” dese, onun Arapça
bilirim demesi davadır ama Arapça söyleyişi de manadır, davanın
ispatıdır. Yahut bir katip, kağıdın üstüne “ Ben katibim, yazı
okuyabilirim, yüce bir kişiyim” diye yazsa, bu yazı filvaki davadır
ama yazılan şeyde davanın doğruluğuna şahittir.
Yahut da bir
sofi “ Dün akşam rüyada birisini gördün ya hani omuzun da seccade
vardı işte o benim. Rüyada sana nazardaki feyizleri anlatmıştım.
Onları kulağına küpe et. O sözü aklına rehber yap, sözlere uy” dese,