Sahabeden biri
hastalandı, o hastalık yüzünden zayıfladı, iplik gibi inceldi. Mustafa
halini hatırını sormaya geldi. Çünkü Peygamberin huyu tamamıyla lütuf
ve keremden ibaretti. Hasta halini, hatırını sormaya gitmekte fayda
vardır. Faydası da gene sanadır. Birinci faydası şudur; O hasta adam
bir kutup, bir ulu şah olabilir.
Mademki inatçı
adam, gönlünün iki gözü de yok, odunu ödağacından ayırt edemezsin.
Alemde hazineler var. Beyhude üzülme, yorulma yalnız hiçbir viraneyi
de definesiz bilme. Her dervişe ne olur, ne olmaz diye mülazemette
bulunadır, bir nişane buldun mu da artık onun etrafında adamakıllı dön
dolaş! Mademki sende o can gözü yok, her vücutta define var san! Kutup
olmasa bile belki bir yol dostudur, padişah değilse bile bir atlı
askerdir. Kim olursa olsun ister yaya, ister atlı yol dostlarıyla
buluşmayı, onların halini sormayı hatırlarını ele almayı lazım bil.
Hatta o adam
düşman bile olsa yine iyidir. Çünkü ihsan yüzünden düşman bile adama
dost olur. Dost olmasa bile hiç olmazsa kini azalır. Çünkü ihsanda
bulunmak kine adeta merhemdir. Bundan başka daha nice faydaları var
ama ey iyi adam, sözü uzatmadan korkuyorum. Sözün hülasası şu:
Topluluğa dost ol. Hatta bir dost bulamazsan put yapan amad gibi
taştan bir yont, onu sev! Zira kalabalık ve kervan halkının çokluğu
yol vurucuların belini kırar, onları kahreder.
Tanrıdan Musa’ya
şu hitap geldi “Ey koltuğundan ayın doğduğunu gören! Seni Tanrılık
nurunun doğusu haline getirdiğim halde ben ki Tanrıyım hastalandım da
niçin halimi hatırımı sormaya gelmedin?” Musa “ Tanrı” sen kusurdan
münezzehsin. Bu ne remizdir, Yarabbi, bunu bildir” dedi. Bunun üzerine
Tanrı, yine “ Hastalığımda kerem edip niçin halimi sormadın?” buyurdu.
Musa “ Yarabbi, senin bir noksanın olamaz. Aklım şaştı, bu sözün haki
katını anlat” dedi. Tanrı “ Evet, has ve seçilmiş bir kulun
hastalanmıştı. İyice bir bak hele o, benim.
Onun özür
serdetmesi benim özür serdetmemdir. Onun hastalığı benim
hastalığımdır” buyurdu. Tanrı ile oturup kalkmak isteyen kişi veliler
huzurunda otursun. Velilerin huzurundan kesilirsen helak oldun gitti.
Çünkü sen küllü olmayan bir cüzüsün. Şeytan birisini kerem
sahiplerinden ayırırsa onu kimsiz kimsesiz bir hale kor, o halde de
bulununca başını yer, mahvedip gider. Topluluktan bir an bile ayrılmak
bil ki şeytanın hilesinden ibarettir.
Bir bahçıvan ,
bahçesine iç tane hırsızın girdiğini gördü. Bu üç kişinin birisi bir
şerif, bir tanesi de bir sofi idi. Üçü de hafif meşrep ve vefasız
kimselerdi. Bahçıvan kendi kendine “Bunlara karşı söyleyeceğim nice
sözler, bunları ilzam için getireceğim yüzlerce deliller var. Fakat
bunlar, bir topluluk. Topluluksa kuvvettir,tek başıma bu üç kişinin
hakkından gelemem, önce onları birbirinden ayırmak lazım. Her birisini
öbüründen ayırayım. Ondan sonra birer ,birer saçlarını, sakallarını
yolarım” dedi. Hile edip arkadaşlarıyla arasının açmak üzere sofiyi
yola vurdu. Sofi gidince öbür iki arkadaşıyla yalnız kaldı.
Sofiye “ Eve
git, bu arkadaşlar için bir kilim getir” dedi. Fakihe “ sen fakihsin,
bu da ünlü bir şerif. Biz senin fetvanla ekmek yemekte, senin bilgi
kanadında uçmaktayız. Bu da bizim şehzademiz sultanımız. Seyit ve
Mustafa’nın soyundan, sop undan. Bu pisboğaz, bu hasis sofi kim oluyor
ki sizin gibi padişahlarla düşüp kalkıyor. Gelince onu savın gitsin.
Siz de tam bir hafta benim bahçemde, çayır çimenliğimde kalın. Hatta
bağ da nedir ki? Canim bile sizin.
Siz benim sağ
gözüm mesabesindesiniz” dedi. Onları vesveselendirip kandırdı. Ah
arkadaştan ayrılmamak gerek. Sofi gelince onu davdılar. Bu sefer
bahçıvan koca bir sopayla ardından seğirtti. Dedi ki : “ Ey köpek sofi
demek sen cüret edip benim bağıma giriyorsun ha! Sana bu hususta
Cüneyt mi yol gösterdi, Bayezid mi? Bu sana hangi şeyhin, hangi
pirinden kaldı? Sofiyi yalnız bulunca bir iyice dövdü, adeta yarı
canlı bir hale koydu, başını yardı. Sofi “ benim nöbetim geçti.
Fakat
arkadaşlar, bir iyice sıranızı gözetin. Beni ağyar bildiniz. Fakat
bilin ki bu kaltanbandan daha ağyar değilim. Benim yediğimi siz de
yiyeceksiniz. Bu çeşit şerbet, her aşağılık kişiye layıktır. Bu alem
dağdır, senin sözlerin, yine ses vererek sana gelir” dedi. Bahçıvan
sofiden kurtulunca yine o çeşit bir bahane kurdu. Şerife “ Ey şerif,
eve git de kuşluk öğünü için, yufka ekmeği pişirmiştim, evin kapısını
vur.
Kaymaza söyle, o
yufka ekmeğiyle kazı getirsin” dedi. Şerif gidince, fakihe dedi ki: “
Ey işi yerinde güneş görmüş her şeyi anlar bilir adam, den fakihsin,
bu meydanda. O şerif, manasız bir iddiada bulunuyor. Anasının ne iş
ettiğini kim bilir ki? Karıya ve karı işine gönül bağlıyor, hem
kadınlar nakıs akıllıdır diyor, hem de onlara itimat edemiyorsunuz.
Zamanede nice ahmaklar,
Ali’ye peygambere nispet iddia
ederler.” Zinadan ve zina edicilerden olan herkes, Tanrı mensupları
için işte bu zanda bulunur. Dönen ve bu yüzden başı dönmüş olan kişi
elbette evi de kendisi gibi döner görür. O edepsiz bahçıvanın
söylediği sözler kendi haliydi. Evladı Resulden o işler, uzaktır. O
bahçıvan mürtetlerin dölü olmasaydı Peygamber hanedanı hakkında böyle
söyler miydi?
Afsunlar, okudu,
fakih de bunları dinledi. Bunun üzerine o sitem kar fakih şerifin
ardından gidip, “ Ey eşek, bu bağa seni kim davet etti? Hırsızlık sana
Peygamberden mi miras kaldı? Aslan yavrusu, aslana benzer, sen söyle
bakayım, peygambere ne yüzden benziyorsun?” dedi. O zalim herif,
şerife, harici Al-i Yasin’e ne yaparsa onu yaptı.
Hatta şeytan ve
gul Al-i Resul’e Yezid ve Şimir nasıl kin tutarlarsa o da öyle kin
tuttu, öcünü aldı . şerif, o zalimin zulmünden harap oldu, fakihe “
Ben sudan çıktım Ayağını tetik bas şimdi yapayalnız kaldın davula
benze boyuna karnına tokmak ye! Şerifliğimi bir tarafa bırak. Hatta
tut ki arkadaşlığa da layık değilim, fakat sana karşı bu çeşit bir
zalimden de aşağı değilim ya” dedi.
Bahçıvan ondan
da kurtulup fakihe geldi ve dedi ki: “ Ey fakih! Ne fakihi, ey her
sefih kişinin bile arlandığı herif! Ey eli kesilecise, bağlara gir de,
caiz midir? Emir var mı bile deme. Fetvan bu mu senin? Böyle bir
ruhsatı Vasit’temi okudun? Yoksa bu mesele Muhit’te mi var?” fakih “
Vur, vur, hakkın var. Fırsat ele geçti. Dostlardan ayrılanın layığı
budur” dedi.
Hastanın
hatırını soruş, dostluğu, birliği temin etmek içindir. Bu birlik bu
dostluk da yüz türlü sevgi doğurur. Naziri olmayan Peygamber, hastayı
dolaşmaya hatırını sormaya gidince o sahabeyi ölüm halinde gördü.
Velilerin huzurundan uzaklaşırsan hakikatte tanrıdan uzaklaşırsın.
Yoldaşlardan ayrılmanın sonu bile gam olursa padişahlardan ayrılık
nasıl olur da ondan daha aşağı olur. Her an durma padişahların
gölgesini ara bul ki o gölgede güneşten de iyi bir hale gelesin.
Sefere çıkarsan bu niyetle çık, oturuyorsan yine bundan gafil olma!
Ümmet Şeyhi
Bayezid, hac ve umre için yola düşmüş, Mekke’ye doğru koşa, koşa
gidiyordu. Hangi şehre varıyorsa önce o şehirdeki azizleri arıyor, bu
şehirde basiret sahibi, gönül gözü açık kim var diye dolaşıp
araştırıyordu. Tanrı “ Sefer esnasında nereye varırsan önce bir er
araman gerek” dedi. Hazine elde etmeye çalış, çünkü kar, zarar, işin
ardından gelir, sen bunları feri bil.
Biri buğday elde
etmek için ekin ekerse sonunda saman da elde eder. Fakat saman ekersen
buğday elde edemezsin ki. İnsanların gözbebeği olan insanı ara
insanların gözbebeği olan insanı, insanların gözbebeğini! Hac zamanı
gelince Kabe’yi ziyaret etmeye niyetlen. Oraya vardın mı Mekke’yi de
görürsün. Miraçtan maksat dostu görmektir.
Yeni bir mürit
günün birinde bir ev yaptırdı. Pir gelip evini gördü. Şeyh, o yeni
müridini, o iyi düşünceli kişiyi imtihan etmek maksadıyla dedi ki? “
Yoldaş, eve niçin pencere açtın?” o da şöyle cevap verdi “ ışık gelsin
diye” şeyh “ O feridir. Şunu niyaz etmek gerek: Bu pencereden ezanı
duyasın” dedi. Bayezid, seferde vaktin Hızır’ı olan kişiyi bulmak için
uğraşmakta, böyle bir er araştırmaktaydı. Vücudu hilal gibi incelmiş
bir pir gördü; onda erlerin halini, kalini buldu.
Pirin gözü
görmüyordu, fakat gönlü güneş gibiydi. Adeta rüyasında Hindistan’ı
görmüş bir file benziyordu gözünü yummuş, uyumakta .Gözünü açarsa
nasıl olurda görmez? Şaşılacak şey! Rüya deyince şaşılacak şeyler
açığa çıkar. Gönül uykuda pencere kesilir. Uyanık olduğu halde güzel
rüya gören ariftir.
Sen onun bastığı
toprağı gözüne sürme gibi çek. Bayezid o pirin huzuruna varıp oturdu,
halini sordu ; onun hem fakir hem de aile etrafı çok olduğunu anladı.
Pir “ ey bayezid nereye gidiyorsun gurbet pılı pırtısını nereye kadar
çekip sürüyeceksin” dedi. Bayezid “ hac mevsimi Kabe’ye gidiyorum”
diye cevap verdi. Pir dedi ki : “ yol masrafı olarak yanında ne var?”
Bayezid “ İki yüz dirhem gümüşüm var. Ridamın ucuna sımsıkı bağladım
işte” deyince Pir “ Etrafımda yedi kere tavaf et. Bu tavafı hac
tavafından daha makbul bil. O dirhemleri de ey cömert kişi bana ver.
Bil ki hac ettin
muradın hasıl oldu. Umre ettin ebedi ömre nail oldun, saf bir hale
geldin, Safa’ya koştun, Saiy erkanını yerine getirdin. Canın gördüğü
Hak hakkı için ki o, beni kendi evinden daha üstün daha makbul
etmiştir. Kabe her ne kadar onun lütuf ve ihsan evidir ama benim
vücudum da onun sır evi Tanrı Kabe’yi kurdu ama kurdu kuralı ona
gitmedi .Halbuki bu eve benim vücuduma o ebedi diri olan
Tanrıdan başka kimse
gelmedi. Beni gördün ya bil ki Tanrıyı gördün; doğruluk Kabe’sinin
etrafında tavaf ettin. Bana hizmet, Tanrıya itaat etmek, onu övmektir.
Sakın hakkı benden ayrı sanma. Gözünü iyi aç da bana öyle bak ki
beşerde Tanrı nurunu göresin” dedi. Bayezid, o nükteleri dinledi,
altın bir küpe gibi kulağına taktı. Bu yüzden derecesi yükseldi,
fazileti arttı. Hakikat yolunun sonuna erişmiş olan Bayezid, artık
ondan sonra bir son tasavvur edilemeyecek olan bir makama vardı.
Peygamber, o
hastayı görünce halini hatırını sordu, o hakiki dosta iltifatlarda
bulundu. Adam, peygamberi görünce dirildi, sanki o anda yeniden
yaratılmıştı. Sahabe “ hastalık beni bu bahta eriştirdi, bu sultan
sabah çağında beni dolaşmaya geldi. Bu suretle bana sıhhat erişti,
saltanatına bir hudut olmayan bu padişahın kademi bereketiyle
iyileştim. Ne güzel, ne mübarek ağrı sızı.
Ne mutlu, ne
kutlu hastalık hararet, dert ve gece uykusuzluğu! İşte Tanrı bana bu
kocalığımda lütuf ve kereminden böyle bir hastalık, böyle bir illet
verdi. Arka ağrısı ihsan etti de her gece yarısı uykudan uyandırdı.
Bütün gece manda gibi uyuyamayayım diye Hak, lütfetti, bana dertler
ihsan etti. Bu sınıklıktan da padişahların merhameti coştu. Cehennem
de beni tehdit etmeden vazgeçti, sukut etti” dedi.
Ağrı, sızı ve
hastalık hazinedir. Rahmetler ondadır. Deri yırtıldı mı iç tazelenir.
Kardeş, karanlık yere soğuğa, gama kırıklığa ve hastalığa sabretmek,
Abıhayat kaynağı ve sarhoşluk kadehidir. Çünkü yücelikler, hep
aşağılıktadır. Baharlar güz mevsiminde gizlidir, güz mevsimi de
baharda.
Kaçma ondan!
Gama yoldaş o, vahşetle ünsiyet kesbet. Ölümünden uzun bir ömür
isteyip dur! Nefsinin “ Bu kötü” dediğine kulak asma. Çünkü onun işi
hep zıddınadır. Onun dediğinin zıddını yap. Alemde peygamberlerin de
vasiyetleri böyledir. Sonun da az pişman olasın diye yapacağın işlerde
müşaverede bulunmak vaciptir.
Ümmet “ Kiminle
meşveret edelim?” dediler de peygamberler “ Mukteda olan akılla” diye
cevap verdiler. Hatta soran adam “ İyi ama ya hiçbir tedbiri isabetli
aklı olmayan bir çocuk, yahut kadın gelirse onunla da meşverette
bulunalım mı? Deyince, Peygamber, “ onunla da meşverette bulun, fakat
ne derse onun zıddını yap, ona aykırı yola git” dedi.
Nefsini kadın
bil, hatta kadından da beter. Çünkü kadın cüzüdür, nefsinse şerrin
küllü! Nefsinle meşveret edersen o aşağılığın dediğine uyma, aksini
yap; Hatta sana namaz kıl, oruç tut diye emretse bile, nefis
hilecidir, o emriyle bile sana bir hile kuracaktır. Yapacağın işte
nefsinle meşveret etmek ve ne derse aksini yapmak kemaldir. Onunla
başa çıkamaz, onun inadına karşı koyamazsın; yürü bir dost kazan
onunla uzlaş! Akıl, başka bir akıldan kuvvet bulur.
Şeker kamışı,
şeker kamışından kemal kazanır. Ben nefsimin hilesinden neler gördüm
neler. Sihriyle akıl ve temyizi bile giderir. Sana yeniden yeniye
vaitlerde bulunur da binlerce kere bozar. Ömrün, sana yüzlerce yıl
mühlet verse nefis, her gün yeni bir bahane bulur, sana mani olur;
soğuk vaitleri sıcak bir surette söyler.
O öyle bir
sihirbazdır ki insanı kıskıvrak bağlar. Ey hak ziyası Hüsamettin, gel
bu çoraklıkta sensiz ot bitmiyor. Bir velinin gönlünün kırılması
yüzünden nefse uyanların önüne bir perde çekilmiştir. Bu kazaya
yapılacak ilacı yine kaza bilir. Halkın aklı kazaya pek şaşkındır.
Yola düşmüş bir kurt gibi olan o kara yılan, ejderha kesilmiştir.
Fakat ejderha da yılan da senin elinde asa kesilir, ey Musa’nın canını
bile sarhoş eden, ey Musa’yı bile kendisinden geçiren! Tanrı; sana “
Onu al, korkma, ejderha elinde asa haline gelecek” hükmünü vermiştir.
Ey padişah, haydi, Yedi Beyzayı göster.
Kara gecelerden
yepyeni bir sabah meydana getirir. Bir cehennem yandı alevlendi. Ona
üfür ey nefesi, denizin nefesinden üstün ve artık olan! Deniz,
hilebazdır, sana bir köpük gösterir; cehennemdir, sana bir hararet
izhar eder. Onun için de özüne ehemmiyetsiz görünür, bu suretle onu
zebun görürsün, hışmın tepreşir. Nitekim kalabalık askerde peygamberin
gözüne pek az göründü.
De peygamber,
tehlike görmeksizin onlara hücum etti. Eğer fazla görseydi çekinirdi.
Ey Ahmet o bir inayetti ve sen onun ehliydin. Yoksa gönlün kötüleşir
bozulurdu. Tanrı o, zahiri ve Batıni savaşı ona da ehemmiyetsiz
gösterdi, Eshabına da. Bu suretle de kolay şeyi ona kolaylaştırdı,
güçten de artık yüz çevirmez oldu. Düşmanı ona ehemmiyetsiz göstermek
kutlu bir şeydi.
Çünkü ona dost
olan yol yordamı öğreten tanrıydı. Fakat zafer için yardımcısı Tanrı
olmayan kişiye gelince, ona tavşan bile erkek aslan görünür. Vay
uzaktan yüzü bir görünürde gururlanarak, savaşa girişirse! Zülfikar
bir harbe gibi, erkek aslan da bir kedi gibi görünür de, ahmak,
yiğitçesine savaşa girişir, bu hileyle pençeye düşer. Bu suretle ateşe
tapanlar, ateşgedeye kendi ayaklarıyla gelmiş olurlar. O iş sana bir
saman çöpü gibi görünür. Hemencecik onu üfler, yerinden uçururum
sanırsın.
Halbuki kendine
gel, o saman çöpü dağları bile, yerinden söker. Onun yüzünden alem
ağlamaktadır., o ise gülmekte1 Bu ırmak suyunun dibindeki topuk da
görünür ama Uc-ibn-i unuk gibi yüzlercesi onda boğulup gitmiştir! Kan
dalgası, misk tepesi deniz gibi kuru toprak görünür. Kör firavun da o
denizi kuru gördü de erlik gösterip içine at sürdü. Fakat içine
dalınca denizin dibini boyladı. Firavunun gözü nasıl olur da görür?
Göz Tanrı yüzüyle görür. Hak, nerede her ahmağın sırdaşı olacak?
Şeker görünür
ama o gık demeden öldüren zehir kesilir. Yol sanır, fakat yol gösteren
esas, esasen gul sesinden ibarettir. Ey felek, ahır zaman fitnelerine
pek sıkı sarıldın, nihayet bir an mühlet ver! Sen bizim kastımıza
çekilmiş keskin bir hançersin; bizi hacamat etmek için zehirli bir
hacamat aletisin.
Ey felek,
Tanrının merhametinden merhamet öğren. Yılan gibi, karıncaların
gönlünü yaralama Bu yapının üstünde senin çarkını döndüren hakkı için.
Kökümüzü söküp çıkarmadan biraz da başka türlü dön, merhamete gel.
Emriyle önce dadılığımızı yaptığın, fidanımızı sudan, topraktan
bitirdiğin Tanrı hakkı için seni saf yaratan sen de bu kadar meşaleler
meydana getiren padişah hakkı için.
O seni o kadar
mamur ve baki bir hale soktu ki Dehri nihayet senin evveline evvel yok
sandı. Şükrolsun ki senin evvelini bildik. Peygamberler sırrını
söyledi. İnsan olan bilir ki o sonradan yapılmalıdır. Fakat evde ağ
kuran örümcek ne bilsin! Sivrisinek ne bilir, bu bağ kimin? Baharın
doğar, kışın ölür. Tahta içinde sınık bir halde doğan kurt tahtanın
fidanlık halini bilir mi?
Bilse,bilse o
vakit mahiyeti itibariyle akıl sahibi olur, isterse sureti kurt olsun.
Akıl, kendini renk, renk, çeşit,çeşit gösterir, ama peri gibi o
suretlerden fersahlarca uzaktır. Hatta peri de nedir ki? Melekten bile
üstündür. Fakat sen sinek kanatlısın da onun için aşağılarda
uçuyorsun. Gerçi aklın, seni yüceliklere çekmekte; ama taklit kurşun
aşağılıklarda yayılmakta.
Taklitten doğan
bilgi canımızın vebalidir, iğretidir. Bizse o bizim malımızdır diye
oturup kalmışız. Bu çeşit akıldansa cahil olmak daha iyi. Deliliğe
vurmak daha yeğ! Faydanı nede görüyorsan ondan kaç. Zehir iç,
abıhayatı dök! Seni öveni söv, kazancını, sermayeni müflise borç ver!
Eminliği bırak, korku yerine var. Namusu terk et, apaçık rüsvay ol!
Ben uzun uzadıya ilerisini düşünen aklı denedim. Bundan böyle
divaneliğe vuracağım!
Peygamber, o
hastayı dolaştı, o ağlayıp inleyen zavallının halini
hatırını sordu. Sonra
dedi ki : “ acaba sen bir çeşit dua mı ettin, bilmeyerek bir zehirli
aş mı yedin? Hele bir hatırla bakayım, nefsin, hilesinden coşunca ne
çeşit duada bulundun?” Hasta “ Hiç hatırıma gelmiyor. Himmet et de
Hatırlayayım” dedi.
Mustafa’nın nur
bağışlayan huzuru hürmetine duayı hatırladı. Her yanı aydınlatan
Peygamberin himmeti, ona hatırlayamadığını hatırlattı. Hakla batıl
arasını ayırt eden aydınlık, gönülden gönüle açılmış olan pencereden
parladı. Dedi ki : “Ya Resulellah, bir hezeyandır ettim, şimdicik
duamı hatırladı.
Daima günaha
giriftar olup duruyordum. Denize düşenin yılana sarılması gibi önüme
ne gelirse sarılıyordum. Sen suçluları çok şiddetli azaplarla tehdit
etmiştin. Istıraba düştüm, çarem kalmadı. Bağ pek sıkı, kilit
kapalıydı. Ne sabredebiliyordum. Ne kaçacak, kurtulacak yer vardı. Ne
tövbe etmeye bir ümidim kalmıştı, ne dayanmama imkan. Elemden Harut!la
Marut gibi ah ederek dedim ki : Ey yaratan Tanrım Harut’la Marut
tehlikesinden kurtulmak için Babil Kuyusunu dilediler.
Gürbüz, akılı,
hatta sihirbaza benzer, her şeye muktedir oldukları halde onlar bile
ahret azabını o kuyuda çekmek istediler. İyi de ettiler, tam yerinde
bir işti. Dumandan çekilen zahmet ateşe nispetle elbette kolaydır,
ehemmiyetsizdir. Ahiret azabını tavsife imkan yoktur. Onun yanın da
dünya azabının ehemmiyeti olamaz. Ne mutlu o kişiye ki savaşır,
çabalar, bedenine azap eder.
O cihanın
azabından kurtulsun diye bu azap çekme ibadetine katlanır. Ben de,
Yarabbi, bana o azabı hemencecik burada çektir de, O alemde rahat
edeyim diye dua edip durmaktaydım. İstek kapısının halkasını bu
suretle çalışıyordum. Derken bu hastalığa tutuldum. Canım zahmetten
aramsız bir hale düştü.
Zikrinden,
evradımdan kaldım. Kendimden de haberim yoktu, iyiden, kötüden de
Yüzünü görmeseydim, ey kutlu, ey kokusu güzel ve mübarek Peygamber ;
Hayat kaydından tamamıyla sıyrılacaktım. Bana padişaha lütfedip
derttaş oldun da bu gamdan kurtardın” peygamber “ ne yaptın? Sakın bir
daha bu duada bulunma. Kendi kökünü kendin kazıp sökme.
Ey zayıf
karınca, senin ne takatin var ki böyle bir yüce dağı yüklenmeye
kalkışıyorsun” dedi. Adam dedi ki : “ Sultanım, tövbe ettim. Bir daha
böyle bir cürette bulunmam, böyle bir laf etmem” bu cihan bir çöldür,
sen Musa’sın. Biz de günahımız yüzünden çölde iptilalara uğramış
kişileriz. Yılarcadır yol görüyoruz, fakat sonun da yine ilk konakta
esiriz. Musa’nın kavmi bir hayli yol aldıkları halde sonunda yine
kendilerini ilk adım attıkları yerde buldular. Musa’nın gönlü bizden
razı olsaydı, bu çöle bir yol, bir uc bulunurdu.
Fakat bizden
tamamıyla usanmış olsaydı hiç yemeğimiz gökten gelir miydi? Bir taş
parçasından kaynaklar coşar mıydı çölde canımızı kurtarabilir miydik?
Hatta bundan vazgeçtik, yemek yerine üstümüze ateş yağar, konduğumuz
bu konakta alevlenir, yanardık. Musa, bizden hem hoşnut, hem değil gah
dostumuz, gah düşmanımız. Hışımı; pılımızı, pırtımızı ateşlemekte
hilmi belaya siper olmakta. Nasıl olur da hem hilimle muamele eder,
hem hışımla? Fakat ey aziz Tanrı, bu senin lütfundan, bu lütuf, az
görülmüş, bir şey değil ki. Adamın karşısında bulunan kimseyi yüzüne
karşı medhetmesi hoş bir şey değil. Onun için Musa’nın adını mahsus
anıyorum. Yıksa değil Musa kim olursa olsun senin karşında başka
birinden bahsetmem yaraşır mı?
Bizim
ahitlerimiz yüzlerce binlerce defa bozuldu. Fakat senin ahdin dağ gibi
, yerinden bile oynamıyor. Bizim ahdimiz saman çöpüne benzer, her
çeşit rüzgara karşı zebundur. Senin ahdinse dağ gibi, hatta yüzlerce
dağdan da kuvvetli. O kuvvet hakkı için ey renklere sahip olan, bizim
renkten renge girişimize bir acı!
Kendimizi de
gördük, rüsvay oluşumuzu da Padişahım, bizi fazla imtihana çekme. De
ey kerem sahibi ve yardımı istenen Tanrı, öbür ayıplarımızı, öbür
kötülüklerimizi gizli bırak. Sen cemalde, kemalde sonsuzun; biz
eğrilikte sapıklıkta sonsuz! Şu bir avuç aşağılık kişililerin
kötülükteki sonsuz lütfunla, cemal ve kemalinle ört.
Aman
elbisemizden zaten bir tek iplik kaldı. Bir şehirdik, tek bir
duvarımız yerinde. Ey sahibimiz, şu kalanı koru, şu kalanı koru da
Şeytan, tamamıyla sevinmesin. Bizim hatırımız için değil, suçluları
yine arayıp kayırdığın o kadim lütfun hakkı için Yarabbi. Mademki
kudretini gösterdin, merhametini de göster ey et ve yağ parçalarına
merhametler ihsan eden Tanrı. Eğer bu dua gazabını arttırıyorsa ulu
Tanrı sen bize bir dua öğret.
Nitekim adem
cennetten çıkınca ona tövbe etmeyi nasibettin de kötü Şeytandan
kurtuldu. Şeytan da kimdir ki Ademden üstün olsun, böyle bir düzenle
oyunu kazansın, onu alt etsin. Bunların hepsi de hakikatte Adem’in
faydasını temin etti. Şeytanın hilesi, düzeni, o hasetçiye lanet
edilmesine sebep oldu. Şeytan, bir oyunu gördü de iki yüz oyunu
göremedi. O yüzden kendi evinin direğini kendisi kesti.
Gece vakti
başkalarının ekinini ateşlemek istedi, fakat yel, ateşi kendi ekinine
sürdü. Lanet, Şeytana bir gözbağı oldu, bu yüzden hileyi düşmanı olan
Adem’e ziyan sandı. Lanet dediğin de işte insanı böyle ters görünüşlü
yapar. Hasetçi, kendini görür, beğenir, kindar bir hale gelir. Nihayet
kötülüğün, sonunda dönüp kötülükte bulunana geleceğini, ona ziyan
vereceğini anlamaz.
Kendisini mat
edecek şeylerin hepsini aksine görür. Halbuki mat olan kendisidir,
kendisi ziyan eder! Çünkü kendisi bir hiçten ibaret olduğunu görse,
yarasının öldürücü ve şiddetli olduğunu bilse, böyle görüş, böyle
biliş ,adamın gönlünü dertlendirir. Dert de onu hicaptan çıkarırdı.
Anaları doğum ağrısı tutmasa çocuk doğmaya hiçbir yol bulamaz. Bu
emanet gönüldedir, gönülde gebe.
Bu nasihatlerse
ebeye benzer. Ebe “ Kadının ağrısı yok, ağrı lazım, ağrı çocuğa
yoldur” der. Dertsiz kişi yol vurucudur, dertsizlik “Enel Hak- ben
Hakk’ım” demektir. Bu “ene” sözünü vakitsiz söylemek, lanete
düşmektir, “ Ene” yi vaktinde söylemek rahmettir. Mansur’un “ Ene”
deyişi, şüphe yok ki rahmetten ibarettir, fakat Firavunun “ Ene”
deyişine bir bak, lanetin ta kendisi!
Hulasa vakitsiz
öten her horozun ibret için başını kesmek gerekir. Baş kesmek nedir?
Dünyada nefsi öldürmek, nefsin dileklerini terk etmek. Bu da
öldürülmekten kurtulsun diye akrebin iğnesini çıkarmak gibidir. Taşla
tepelenme belasından kurtulsun diye yılanın zehirli dişini sökersin ya!
Nefsi, pirin gölgesinden başka hiçbir şey öldürmez. O nefis öldürenin
eteğine sımsıkı sarıl. eteğini sıkıca tuttun mu , bu, Tanrı tevfikidir.
Sende beliren her kuvvet, onun seni çekişinden dileyişinden meydana
gelir. “ Ma remeye iz remeyte” iyi bil. Canın nesi varsa canlar
canındandır. Elini tutan, yükünü yüklenen odur. Her an, her nefes o
anı, o nefesi ondan um! Onun feyzine geç mazhar olduysan gam yeme.
Bilirsin ki ihmal etmez, imhal eder. Tanrı rahmeti geç erişir ama
adamakıllı erişir, seni bir an bile huzurundan ayırmaz, her an
seninledir. Bu vuslatın, bu muhabbetin şerhini duymak istersen
adamakıllı düşünerek “Vedduha” suresini okuyuver! Eğe sen kötülükler
de ondandır dersen öyledir ama bundan onun kemaline noksan mı gelir
ki?
Bu kötülük
ihsanı da onun kemalindendir. Dinle ulu kişi, sana bir misal
getireyim: Meselâ ressam iki türlü resim yapar. Güzellerin
resimleriyle,çirkin resimleri. Yusuf’un yaratılışı güzel hurinin
resmini de yapar, ifritlerin, çirkinliğine delil olamaz, bilakis
üstatlığına delildir. Çirkini gayet çirkin olarak yapar, o derecede ki
bütün çirkinlikler, onun etrafında döner, örülür.
Bu suretle de
bilgisindeki kemal meydana gelir, üstatlığını inkar eden rüsvay olur.
Eğer çirkinin resmini yapmayı bilmezse ressam, nakıstır. İşte bu
yüzden Tanrı hem kafirin yaratıcısıdır, hem müminin. Bu yüzden küfür
de Tanrılığına Şahittir, iman da. İkisi de ona secde eder. Fakat bil
ki müminin secdesi dileyerektir. Çünkü mümin, Tanrı rızasını arar,
maksadı onun rızasını almaktır.
Kafir de
istemeyerek Tanrıya tapar ama onun maksadı başkadır. Padişahın
kalesini yapar amam beylik davasındandır. Kale, onun malı olsun diye
isyan eder, fakat nihayet kale, padişahın eline geçer. Müminse o
kaleyi padişah için tamir eder, makam sahibi, mevki sahibi olmak için
değil. Çirkin, “ Ey çirkini de yaratan padişah, sen güzeli de
yaratmaya kaadirsin, çirkini de” der. Güzel de “ Ey güzellik padişahı,
beni bütün ayıplardan arıttın” der.
Peygamber, o
hastaya dedi ki: “ Sen, şunu söyle; Tanrı, sen bize güçlükleri
kolaylaştır. Dünya yurdunda bize iyilik ver, ahiret yurdunda da.
Yolumuzu gül bahçesi gibi latif bir hale getir, ey yüce Tanrı,
konağımız zaten sensin” Müminler mahşerde derler ki; “ Ey melekler,
cehennem müşterek bir yol değil miydi?
Mümin de oraya
uğrayacaktı, kafir de. Fakat biz bu yolda ne duman gördük, ne ateş.
İşte burası cennet, emniyet yurdu. Peki o aşağılık uğrak nerede?”
Melekler derler ki: “ Hani geçerken filan yerde gördüğümüz o yemyeşil
bahçe vardı ya. Cehennem, o şiddetli azap yurdu, işte orasıydı. Fakat
size bağlık, bahçelik, yeşillik bir yer oldu. Siz, bu cehennem huylu,
kötü suratlı, ateş meşrepli nefsi.
Çalışıp
çabalayıp tertemiz bir hale getirdiniz; Tanrı için ateşi söndürdünüz:
Şulelenip duran şehvet ateşini takva yeşilliği hidayet nuru haline
soktunuz; Hırs ateşiniz hilim, bilgisizlik karanlığı ilim oldu; Hırs
ateşini attınız; o ateş diken gibiydi, gül bahçesine döndü. Mademki
siz kendinizdeki bütün ateşleri bizim için söndürdünüz, bu suretle de
zehir, bal haline geldi.
Madem ki ateşe
mensup olan nefsi bir bahçe yapıp oraya vefa tohumları ektiniz.,
Oradaki zikir ve tespih bülbülleri, yeşillikte, ırmak kıyısında güzel
bir tarzda ötüşmeye koyuldular. Tanrıya çağırana icap ettiniz, nefis
cehennemine su serptiniz. Bizim cehennemimiz de size yeşillik, gül
bahçesi, ağaçlık haline geldi.” Oğul ihsanın karşılığı nedir? Lütuf,
ihsan ve en değerli sevap. Siz biz kurbanız, varlık, iyilik
vasıflarına karşı faniyiz: Kalleşsek de divaneysek de o sakinin, o
kadehin sarhoşlarıyız; onun hükmüne, onun fermanına baş koymakta,
tatlı canımızı ona peşkeş sunmaktayız. Sevgilinin hayali,
gönüllerimizde oldukça işimiz, kulluk ve can vermedir demediniz mi?
Nerede bir bela
çırağı uyandırdılarsa orada yüz binlerce aşığın canını yaktılar. Evin
içinde ki aşıklar, sevgilinin cemali çırağına pervanedirler. Gönül,
seninle nurlanan yere belalardan sana siperlerden olanların meclisine,
Sana canların da yer verenlerin seni şaraplarla dopdolu bir kadeh
haline getirenlerin yanına git! Onların canlarında yurt kur;; Ey aydın
dolunay, gökyüzünde mekan tut!
Onlar sana
sırları belirtmek için Utarit gibi gönül defterini açarlar. Madem ki
yerin yurdun yok, bildiklerin yanına var, ay parçasıysan kamil ve
tamam bir aya yüz vur! ne? . Cüzcün küllünden çekinmesi de ne oluyor?
Muhalifle bu kaynaşma da Cinse bak, bir nev’ile karışınca o cinsin
nev’i olmuş Gaypları gör, ayn’ın nuru ile ayn kesilmiş.!
Be akılsız, karı
gibi işvelendikçe yalana işveye kalkıştıkça nasıl üst olacaksın?
Halkın seni öğrenmesini, sana yaltaklanmasını, halkın tatlı ve
kandırıcı sözlerini alıyor, altın gibi cebine indiriyorsun! Sana
Padişahların sövmesi, vurması, sapıkların övmesinden daha iyidir .
Padişahların tokadını ye de aşağılık kişilerin balını yeme. Bu suretle
er olanların ikbali yüzünden sen de bir er ol. Çünkü onlardan hilat
gelir, devlet gelir. Onlar, ruhun penahında cesedi, can haline
getirirler.
Nerede bir
çıplak, bir yoksul görürsen bil ki bir kamilden kaçmıştır. Gönlünün
dilediğini yapmak, o kör, o kötü ve sermayesiz gönlün istediğini
yerine getirmek için bir üstattan firar etmiştir. Eğer ustanın
dilediğine uysaydı kendisini de bezerdi akrabasını da . Dünyada kim
ustadan kaçarsa devletten kaçar, bunu böyle bil. Ten kazancında bir
sanat öğrendin, din sanatına da bir el ur!
Dünyada elbisen
var, zenginleştin; fakat bu alemden gidince nasıl edeceksin? Ahiret
için de bir sanat öğren ki mağfiret kazancını elde edesin. O cihan da
pazarla, kazançla dolu bir şehirdir. Zannetme ki kazanma yalnız bu
alemdedir ve bu kazanç kafidir! Ulu Tanrı “ Bu cihanın kazanç, o
kazancın yanında çocuk oyuncağıdır” dedi.
Hani bir çocuk,
öbür çocuğun üstüne yürür, onunla konuşuyor birleşiyor gibi
hareketlerde bulunur ya. Çocuklar, dükkancılık oynarlar ya fakat zaman
geçirmeden başka ellerine bir şey girmez. Gece gelip çatar, çocuk
evine aç döner, Öbür çocuklar giderler, tek başına kalakalır. Bu alem
oyun yeridir, ölüm de gece. Geri döner gidersin, fakat kese bomboş,sen
de yorgun argın!
Bu serkeş herif,
din kazancı, aşktır, gönül cezbesidir, hak nuruna kabiliyettir. Bu
aşağılık nefis, senden fani kazanç ister. Fakat niceye bir aşağılık
şeyleri kazanıp duracaksın, bırak artık, yeter.! Aşağılık nefis eğer
senden yüce bir kazanç dilese bile bu dilekte hile ve düzen vardır.
|