Bilgili biri,
hikayenin yollu “Hindistan’da bir ağaç vardır. Meyvesini yiyen ne
ihtiyarlar, ne ölür!” der. Bir padişah bunu duyar, doğru sanıp o ağaca
ve meyvesine aşık olur. Bu ağacı bulmak, meyvesini getirmek üzere
divan adamlarından bilgili birisini Hindistan yollar. Adamcağız
yıllarca Hindistan’da o ağacı arar, tarar.
Bulmak için
şehir, şehir gezer ne ada bırakır ne dağ bırakır, ne ova bırakır! Kime
sorduysa “ Bu ne arıyor, deli mi, ne?” diye güler, alay eder. Niceler
alaya alıp döverler, niceler istihza edip “Akıllı, senin gibi zeki ve
temiz kişinin bu arayışında elbette bir esas var, hiç boş olur mu?”
derler.
Ona alay yollu
ettikleri bu rivayet de ayrı ir tokat hatta bu eni konu tokattan da
beter! Bazıları alaya alıp “ Ey ulu kişi pek korkunç, pek geniş bir
iklim olan filan iklimde, falan ormanda yemyeşil bir ağaç vardır. Pek
yüce, pek korkunç her dalı koskocaman” derler. Padişah adamı, kimden
ne duyarsa aramak için gayret kemerini kuşanır.
Orada nice
yıllar gezip tozar. Padişah da ona mallar yollar durur. Gurbet
diyarında bir hayli zahmetlere uğrar, nihayet aciz kalır. Ne
maksudundan bir eser görünür, ne de sözden başka bir şey! Ümit ipi
üzülür, aradığını aramaz olur, usanır. Padişah yanına dönmeye niyet
eder, ağlıya, ağlıya yola düşer.
Meğerse o
nedimin ye’se kapılıp geriye döndüğü memlekette kerem sahibi
kutuplardan alim bir şeyh varmış. Nedim ümitsiz bir halde “ önce onun
tekkesine gideyim de oradan yola düşeyim. İstediğimi bulamadım, ümidim
kesildi. Bari duası yoldaşım olsun” der. Gözleri yaşlı bulut gibi yaş
döke, döke Şeyhin huzuruna varır. “ şeyhim,acımanın, esirgemenin tam
zamanı. Ümidim kesildi lütfedecek an, bu an!” der.
Şeyh “
Ümitsizsen bile söyle. Matlubun ne? Neye yüz tutun?” diye sorar.
Nedim. “ Bir padişahım var, beni bir ağaç aramak üzere gönderdi. Ama
nasıl ağaç? Alemde bulunmaz bir şey. Meyvesi, abıhayatın aslı.
Yıllardım aradım bir nişanesini bile bulamadım, ancak bu sarhoşlar,
benimle eğlendiler, beni alaya aldılar. İşte o kadar!” der. Şeyh
gülümser de der ki: “Ey saf adam, bu ağaç, ilim sahibindeki ilimdir.
Pek yüce, pek
büyük ve etrafa yayılmış bir ağaçtır o1 hatta ağaç da ne demek her
tarafı kaplayan deniz gibi Abıhayattır! Sen surete kapılmış yolunu
yitirmişsin. Manayı elden bıraktığın için onu bulamıyorsun. Ona gah
ağaç derler, gah güneş. Gah deniz adını takarlar, gah bulut! Hulasa
öyle şeydir ki yüz binlerce eseri var En aşağılık hassası, sahibine
ebedi bir hayat bağışlamasıdır.
Tektir ama
binlerce eseri, nişanesi var. O bire sayısız adlar gerek. Bir adam
senin baban olur ama başka birisinin de oğludur. Birisine düşmandır,
onun hakkında kahırdan ibarettir. Diğer birine lütfeder, iyilikle
bulunur, onca iyidir. Bir tek adam olduğu halde bak, yüz binlerce adı
var. Bir vasfını bilen öbüründen amadır, öbür vasfını bilmeyebilir.
Kim, bu ad doğru ad diye isme yapışır. Onu arasa senin gibi
ümitsizliğe düşer, perişan olur. Niye bu ağacın adına yapışırsın da
dili damağı acı talihsiz bir hale düşersin? Addan geç, sıfatına bak da
sıfatlar, seni zata ulaştırsın. Halkın ihtilafı addan meydana gelir.
Fakat manaya ulaşınca rahatlaşırlar.
Adamın biri,
dört kişiye bir dirhem verdi, adamlardan birisi “Ben bu parayı
“engur’a” vereceğim” dedi. Öbürü Araptı, la dedi, “Ben “İnep” isterim
herif, engür istemem” üçüncü Türk’tü, “ Bu para benim “ dedi, “ Ben
inep istemem, üzüm isterim” dördüncüde Rum’du, dedi ki: “Bırak bu
lafları biz İsrafil isteriz”
Derken savaşa
başladılar. Çünkü adların sırrından gafildiler. Ahmaklıktan
birbirlerini yumruklamaya koyuldular. Bilgisizlikle dolu, bilgiden boş
adamlardı bunlar. Sır sahibi, yüzlerce dil bilir, kadri yüce birisi
orada olsaydı, onları uzlaştırırdı. Onlara “ Ben bu bir dirhemle
hepinizin isteğini yerine getiririm.
Gönlünüzü
gıllügışsız bana teslim edin. Bu bir dirheminiz, sizin istediğiniz
şeylerin hepsini yapar. Bir dirheminiz dört muradı da yerine getirir,
dört düşman da uzlaşır, birliğe ulaşır, bir olur. Sizin sözleriniz
savaşa, nifaka sebep olur. Fakat benim sözüm, sizleri birleştirir.
Siz susun
dinleyin de konuşma hususunda diliniz ben olayım. Sizin sözünüz yüz
türlüdür, eseriyse ancak savaş ve kızgınlıktan ibaret. İğreti
hararetin tesiri yoktur. Fakat insanın kendisinden olan hararet
müessirdir. Sirkeyi ateşte ısıtan da yiyince yine bürudeti arttırır.
Çünkü o hararet, iğretidir. Asli tabiatında bürudet ve keskinlik
vardır.
Oğul, pekmez buz
tutsa da yine yiyince ciğerdeki harareti fazlalaştırır. Şu halde
şeyhin riyası, bizim ihlasımızdan daha yeğ. Çünkü o riya basiretten
meydana gelmedir,bu ihlas körlükten! Şeyhin sözü, insana cemiyet-i
hatır verir, hasetçilerin nefesi ise tefrika. Süleyman, tanrı
tecellisine uğrayınca bütün kuşların dillerini öğrenmiş oldu.
Onun adalet
devrinde ceylan, kaplanla uzlaşmış, savaşı bırakmıştı. Güvercin
doğanın pençesinden emindi, koyun kurttan çekinmiyordu. Süleyman,
düşmanlar arasında meyancılık etti, bütün kuşların arasında birlik
husule geldi. sen bir karıncaya benzersin, tane toplamak için koşup
durmaktasın. Fakat behey azgın, Süleyman buracıkta, sen ne arıyorsun?
Tane arayana
tane, tuzaktır. Fakat Süleyman arayan hem Süleyman’ı bulur, hem taneyi
elde eder. Bu ahir zamanda kuşlara bir an bile birbirlerinden aman
yoktur. Devrimizde de Süleyman var, bizi sulha kavuşturur, zulmümüzü
giderir. “Hiçbir ümmet yoktur ki aralarında bir korkutucu olmasın”
ayetini oku. Tanrı “ Hiçbir ümmet bulunamaz ki içlerinde bir Tanrı
halifesi, bir himmet sahibi bulunmasın” dedi.
O halife,
onların gönüllerini o kadar birleştirir gibi saflıktan hiçbir
gıllügışları kalmaz. Hepsini ana gibi birbirini esirger bir hale
getirir. Onun için Müslümanlara “Tek bir nefis” demiştir. Onlar Tanrı
resulü yüzünden tek bir nefis oldular, yoksa her biri, öbürüne tam bir
düşmandı.
Medinelilerin
iki kabilesi vardı, birine evs, öbürüne Hazrec denirdi. Adeta bir
kabile öbürünün kanına susamıştı. Mustafa’nın yüzünden o eski kinleri
İslam ve saflık nuruyla mahvoldu. Önce o düşmanlar, bağdaki üzümler
gibi kardeş oldular. “ Şüphe yok, söz bundan ibaret; Müminler
kardeştir” nasihatıyla da bu nefesle de kardeşliği bıraktılar,tek bir
ten oldular.
Üzümlerin
suretleri kardeştir. Fakat sıktın mı tek bir üzüm suyu olur. Korukla
üzüm birbirine zıttır ama koruk, olgunlaşınca güzelleşir, tatlılaşır,
iyi bir dost olur. Koruk halinde kalan üzüme Tanrı ezelden kafir
demiştir. Değil kardeşim değil. Artık o tek bir nefis olamaz.
Azgınlıkta menhus bir mülhitten ibarettir. Ondaki gizli şeyleri bir
söylesem alemde fikirler fitneye düşer, karmakarışık olur.
Kör gavurun
sırrının anılmaması daha iyi. Cehennem dumanın İrem bağından uzak
oluşu daha hoş! Ne de olsa üzüm olmaya kabiliyetli korukların
gönülleri, ehli dilin nefesleriyle birdir. Hepsi üzüm olmaya koşarsa,
sonunda ikilik kalkar, kin ve savaş kalmaz. Hepsi de üzüm olup
derilerini yırtarlar da birleşirler, vasıfları da birlik olur.
Dost, düşman
ikiliktedir. Fakat hiçbir olan, kendisiye savaşır mı? Aferin Üstat
Aklı Küll’e yüz binlerce zerreye birlik bahşetti. Yerde topak, topak
dağınık topraklara benzerlerken testici, hepsini de birleştirdi, bir
testi yaptı. Gerçi suyla toprağın birleşmesi, nakıştır, can, buna
benzemez. Fakat burada apaçık bir misal getirsem korkarım aklın
karışır. Süleyman şimdi de var ama biz uzağı görme neşesiyle onu
göremiyoruz.
Uzağa bakış,
insanı kör eder. Sarayda uyuyanın sarayı görmediği gibi. Biz ince
sözlere dalmışız, onlarla uğraşıp duruyoruz. Düğümleri çözme sevdasına
tutulmuşuz. Düğümleri bağlayıp çözdükçe şüpheye düşmeyi, cevap vermeye
kalkışmayı uzatıp gideriz. Tuzağın bağını gah çözüp bağlayan, bu
suretle bu işte maharet kazanan kuş gibi.
Böyle kuş
sahradan, çayırdan mahrumdur, ömrü düğümü açıp çözmede harcolur gider!
Filvaki hiçbir tuzağa zebun olmaz ama günden güne kanatları tutulur,
uçmaz olur. Bağ çözüp bağlamakla az uğraş da kanatların tutulmasın,
uçmadan kalmayasın. Yüz binlerce kuşun kanadı kırıldı da yine o
arızalı yerlerdeki tuzakları gidermedi.
Kuran’da onların
ahvalini oku haris adam: “Bütün şehirlerde gezip dolaştılar, her
tarafı elde ettiler” bak hele “ Bir kurtuluş var mı?” Türk, Rum ve
Arabın kavgasından engur ve inep şüphelerine düşmekten başka bir şey
çıkmaz. Manevi dilleri bilen Süleyman gelmedikçe bu ikilik kalkmaz.
Kavgacı kuşlar, hepiniz doğan gibi şehriyatın şu davulunu duyun!
Aranızdaki ihtilafı bırakın da ruhunuzu her yandan şadedin. Nerede
olursanız olun, yüzünüzü o tarafa dönün.
O Süleyman, sizi
kendine teveccühten men etmedi ki. Fakat kör kuşlarız, terbiyeden
hayli uzağız. O Süleyman’ı bir an bile tanımadık gitti! Baykuşlar gibi
doğanlara düşmanız hulasa viranelere de kalmışız. Bilgisizliğimiz,
körlüğümüz son derece. Bu yüzden de Tanrı azizlerini incitmeye
kastediyoruz. Süleyman’dan aydınlanan kuşlar, nasıl olur da suçsuz,
sebepsiz bir kuşun kanadını yolarlar?
Kanadını yolmak
şöyle dursun, onlar, acizlere yem verirler. O kuşlarda aykırılık ve
kin yoktur. Hoş kuştur onlar hoş kuş! Onların hüthütüleri kutlulamak
üzere yüzlerce Belkıs’ın yolunu açar; Kargaları surette kargadır,
hakikatte himmet doğanı “ Mazaga” sırrına mazhardır onlar. Leylekleri
“lek, lek “ der ama şüpheye birlik ateşini salar, güvercinleri,
doğanlardan korkmaz. Hatta, doğan, o güvercinlerin önünde baş kor.
Bülbülleri, insana vecit ve halet verir; gülistanları, kendi
gönüllerindedir.
Duduları, şeker
kaydında değildir. Ebedi şekeri, kendi içlerinde bulurlar. Tavusların
ayakları bile, bakılsa öbür tavusların kanatlarından daha güzel
görünür. Hakan kuşlarının kuru bir sesten ibaret kuş dilleri nerede,
Süleyman kuşlarının söyledikleri kuşdili nerede? Sen ne bilirsin
kuşların seslerini? Bir an olsun Süleyman’ı görmedin ki!
İnsana sesi neşe
veren o kuşun kanadı meşrıktan da hariç mağripten de. Her ahengi,
kürsi’den ta yere kadar bütün alemi doldurur. Azameti yeryüzünden Arşa
kadar bütün cihanı istila eder. Bu Süleyman’a uymayan kuş, karanlığa
aşıktır. Yarasaya benzer. Ey kötü yarasa, Süleyman’a alış da ebediyen
zulmette kalma. Oraya doğru bir arşın gitsen arşın gibi ölçü kutbu
kesilir, her tarafı ölçer biçersin. Irgalaya bocalaya topal ,topal
bile olsa o tarafa sıçradın mı topallıktan da kurtulursun, sakatlıktan
da!
Seni tavuk
yetiştirdi, kanadının altında büyüttü. Sana dadılık etti ama sen yine
kaz palazısın. Anan o denizin kazıdır. Ancak dadın toprağa mensuptu,
dadın bu kuruluğa tapardı. Gönlündeki denize olan meyil yok mu o
tabiat, sana anandan mirastır. Fakat kuruluğa olan meylin de dadından
geçme. Bırak dadıyı, onun reyi kötü isabetsiz! Dadıyı karada
bırak,yürü kazlar gibi mana denizine koş, dal denize!
Anan seni sudan
korkutursa sakın sen korkma, hemen denize koş! Sen kazsın, karada da
yaşarsın, denizde de. Kümeste hayvanları gibi kokuşuk kümesli bir
hayvan değilsin ya. Sen “Kerremna” hükmünce bir padişahsın ki hem
karaya ayak atabilirsin, hem denize! “ Ve hamelnahüm fil berri vel
bahri” hükmüne mazharsın. Canını karadan kurtar, denize yürüt.
Melekler için
karaya yol yoktur. Hayvanların da denizden haberleri yok. Sen, ten
itibarıyla hayvansın, can bakımından melek. Bu suretle hem yerde
yürürsün,hem gökte. Bu suretle, ben de zahiren sizin gibi insanım ama
hakikatte gönlüm vahye kabiliyetli. Bu toprağa mensup kalıp, yer
üstüne düşmüş ama bu çeşit adamın ruhu, o güzelim gökte çark uruh
durmakta. Yavrum, biz umumiyetle su kuşlarıyız, dilimizden de ancak
deniz anlar.
Hulasa Süleyman
denizdir, biz kuşlara benzeriz ebede kadar Süleyman’da seyredip
duruyoruz. Süleyman’la gel , ayağını denize bas ki su Davud’a olduğu
gibi sana da yüzlerce zırh yapsın. O Süleyman. Meydan da herkesin gözü
önünde. Fakat haset kıskançlık göz bağıcı ve büyücü. O bizim önümüzde
bizse cahillikten, uykudan, herzevekillikten onu görmemekte, ondan
meyus olmaktayız. Gök gürlemesi, susuzun başını ağrıtır.
Bilmez ki kutlu
bulutlardan rahmet yağdıracak! Onun gözü akar suda. Gökten yağan
rahmet suyunun zevkinden haberi bile yok! Himmet atını sebebe doğru
sürdü de bu yüzden müsebbipten mahrum kaldı. Fakat müsebbihi apaçık
gören cihan sebeplerine gönül kor mu?
Çöl ortasın da
bir zahit vardı. Abbadiye kabilelerine mensup olanlar gibi ibadete de
dalmış, kendisinden geçmişti. Hacılar civar şehirlerden gelip oraya
ulaştılar, o kupkuru yerde bir zahit gördüler. Zahidin yeri
kaskatıydı. Fakat kendisinin mizacı yumuşak. Çölün samyeli, adeta ona
ilaç kesilmişti. Hacılar onun yalnızlığına ,o afetler içinde selamette
oluşuna şaştılar. Kum üstünde namaza durmuştu. Kum öyle bir kumdu ki
hararetinden tenceredeki su bile kaynar, coşardı.
Halbuki dersin
ki o,sanki bir yeşillikte bir Gülistanda, yahut,Burak’a Düldüle
binmiş! Yahut da ayağının altında ipekli örtüler, kumaşlar var samyeli
ona sabah rüzgarından daha hoş! O namaz kılarken hacılar beklediler.
Zahit, uzun bir fikre dalmış, kendisinden geçmişti. Neden sonra
istiğraktan ayıldı, kendisine geldi, hacıların içinde gönül gözü açık
birisi, gördü ki zahidin elinden, yüzünden sular damlamakta, elbisesi
aptes suyundan ıslak. “ Bu su nereden?” diye sordu. Zahit , elini
kaldırıp “gökten” diye cevap verdi.
Adam, “ Kuyu” ip
yokken ne vakit istesen su bulabilir misin? Hemen yağmur yağar mı? Ey
din sultanı, müşkülümüzü halleder hallet de yakına erelim. Sırlarından
bir sırrı bize de göster de bellerimizden zünnarları kesip atalım”
dedi. Zahit, gözlerini göğe kaldırarak dedi ki: “Yarabbi, hacıların
duasına icabet et. Ben gökten rızık aramaya alışmışım, sen bana gökten
kapı açtın.
Ey Lamekan
aleminden mekan izhar eden, ey “Rızkınız göktedir” sırrını ayan
eyleyen!” Zahit, bu münacattayken hemen su sömüren fil gibi bir latif
bulut peyda oldu. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı,
derelerde, mağaralarda gölcükler meydana geldi. bulut, tulumlar gibi
gözyaşı döküyordu.
Hacıların
hepsi matralarını açtı. İçlerinden bir bölük halk o şaşılacak şeyler
yüzünden bellerindeki zünnarları kestiler. Bir bölüğünün de bu hayret
edilecek şey yüzünden yakını arttı. Tanrı, doğru yolu daha iyi bilir.
Bir bölüğüyse bu kerameti kabul etmeyip hamhalat bir halde ebedi nakıs
olarak kaldı, söz de burada bitti.