Bir padişah ucuza iki köle satın aldı. Onlardan birisiyle bir iki söz
konuştu. Köleyi anlayışlı, zeki ve tatlı sözlü buldu. Zaten şeker gibi
dudaktan ancak şeker şerbeti zuhur eder. Ademoğlu dilinin altında
gizlidir. Bu dil, can kapısına perdedir. Bir rüzgar esti de kapıyı
kaldırdı mı evin içinde ne varsa görürüz.
O evde
inci mi var, buğday mı altın hazinesi mi var, yoksa yılan akreple mi
dolu? Yoksa içerde hazinemi var da kapısında yılan beklemekte? Çünkü
altın hazinesi bekçisiz olmaz. Köle, düşünmeden öyle söz söylemekteydi
ki başkaları beş yüz defa düşünür de ancak öyle bir söz söyleyebilir.
Sanki
içinde deniz var, deniz de baştanbaşa söyleyen incilerle dolu. Ondan
parlayan her incinin nuru, Hak ile Batılı ayırır. Kuran’ın Nuru da Hak
ile Batılı zerre,zerre fark eder, bize gösterir. O incinin nuru,
gözümüzün nuru olsaydı suali de biz sorardık,cevabı da biz verirdik.
Gözünü eğrilttin de onun için ayı iki gördün. İşte bu bakış, şüpheye
düşüp sual sormaya benzer.
Gözünü
doğrult da aya öyle bak ki tek göresin. İşte cevabı da bu! Düşünceni
doğrult, iyi bak. Çünkü düşünce de o incinin pırıltılarındandır.
Kulaktan gönüle doğan her cevaba göz; onu bırak, cevabı benden duy
der. Kulak vasıtadır, vuslata erense göz; Göz hal sahibidir, Kulaksa
dedikoduda!
Kulağın
duygusu sıfatları tebdil eder, halbuki gözlerin apaçık görgüsü,
mahiyetleri bile değiştirir. Ateşin varlığını sözle bildin, bu varlığa
sözle yakin hasıl ettinse pişmeyi iste, sözde kalma. Yanmadıkça o
bilgi,aynel yakin değildir. Bu ya kini istiyorsan ateşe dal. Kulak
hakikate nüfuz ederse göz kesilir. Yoksa söz kulakta kalır, gönüle
tesir etmez. Bu sözün sonu gelmez. Geri dön de padişah o kölelere ne
yaptı,onu anlat.
Padişah
o köleciği zeki görünce öbürüne “beri gel”diye emretti. Buradaki
sevgiye ve acımaya delalet eden “ceğiz” eki küçültme, horlama için
değildir. Nitekim ana oğula “yavrucuğum” derse bu horlama sayılmaz.
İkinci köle padişahın huzuruna geldi. Ağzı kokuyordu,dişleri de
kapkaraydı. Padişah, onun sözünden pek hoşlanmadı ama nesi var, nesi
yok diye sırlarını aramaya koyuldu.
“ Bu
şekilde, bu pis kokulu ağzıyla biraz ötede otur; fakat o kadar da
ileri gitme. Çünkü seninle uzaktan konuşmak gerek. Benimle düşüp
kalkamazsın, benimle bir yerde oturamazsın. Biraz ötede dur da senin o
ağzını bir tedavi edelim. Sen güzelsin. Ben hünerli bir doktorum. Bir
pire için yepyeni bir kilim yakılmaz ya. Sana da büsbütün göz yummak
doğru değil. Bütün ayıplarınla beraber otur, iki üç hikaye söyle de
aklın nasıl bir göreyim dedi.
O zeki
köleyi de “ Haydi git yıkanıp arın” diye hamama yolladı. Huzurundaki
köleye “Aferin sen akıllı bir adamsın, Hakikatte yüz köle değersin,
bir değil. Kapı yoldaşın, hakkında kötü şeyler söyledi, fakat sen hiç
de öyle değilsin. O hasetçi herif, az kalsın bizi senden soğutuyordu.
Senin hakkında, hırsızdır, doğru adam değildir, münasebetsiz
hareketlerde bulunur, ahlaksızdır, lanettir,şöyledir, böyledir
demişti.” Dedi.
Köle
dedi ki: “ O daima doğru söyler. Onun gibi doğru sözlü adam görmedim.
Doğru söyleme yaradılışında vardır. Ne dese, aslı yok diyemem. O iyi
düşünceli adamı ben körü bilmem, kusuru üstüme alırım doğrusu.
Padişahım, olabilir ki o bende bazı ayıplar görmüştür de ben onları
kendimde görememişimdir. Herkes önce kendi kusurunu görseydi halini
ıslah etmekten gaflet eder miydi? Halk kendisisinden gafildir babam
gafil. Onun için birbirlerinin kusurlarını görürler.
Ben
kendi yüzümü göremem de senin yüzünü görürüm; sen de benim yüzümü
görürsün. Kendi yüzünü görmeye muktedir olanın nuru, halkın nurundan
artıktır. O ölse bile nuru bakidir. Çünkü görüşü, Tanrı görüşüdür.
Kendi yüzünü, gözünün önünde apaçık bir surette gören nur, bildiğimiz
nur değildir. Padişah “Şimdi o senin ayıplarını söylediğin gibi sen de
onun ayıplarını söyle, Ki benim dostum olduğunu, memleketimde emin bir
vekilim bulunduğunu ve beni sevdiğini bileyim” dedi.
Köle
dedi ki; “Padişahım, o benim iyi bir kapı yoldaşımsa da kusurlarını
söyleyeyim: Kusuru. Sevgi, vefa, insanlık, doğruluk, zeka ve
dostluktur. En ehemmiyetsiz kusuru cömertlik, düşkünlere yardım
etmektir. Ama nasıl cömertlik? Canını da verir. Tanrı bu can
bağışlamaya karşılık yüz binlerce can ihsan eder. Bunu görmeyen kişi
nasıl cömert olabilir? Eğer görseydin nasıl olur da can vermeden
çekinir, bir can için bu kadar tasalanırdın? Su kenarındayken suyu
sakınan, esirgeyen, ancak ırmağı görmeyendir.
Peygamber “Kıyamet gününde verilecek karşılığı yakinen bilen, Bire on
karşılık verileceğini anlayan kişinin cömertliği artıp durur, bu çeşit
adam, türlü, türlü cömertlikler icabeder.” Dedi. Cömertlik bütün
karşılıkları görmedir. Şu halde karşılığı görüş, korkunun zıddıdır.
Nekeslik de karşılıkları görmedir. İnciyi görmek, denize dalan dalgıcı
sevindirir.
Eğer
cömertliğe karşılık verilecek olan şeyleri herkes görseydi dünyada
kimse nekes olamazdı. Çünkü hiçbir kimse karşılıksız bir şey
bağışlamaz. Şu halde cömertlik gözden gelir, elden değil. İşe yarayan
görüştür, gözü açıktan başkası kurtulamaz. Arkadaşımın bir kusuru da
kendisini görmemesidir. O, kendisinde kusur arar durur. Kendi ayıbını
söyler, kendi ayıbını arar. Herkesi iyi bilir, herkesle dosttur da
kendisiyle dost değildir.” Padişah “ Arkadaşını övmede ileri gitme.
Onu överken kendini övmeye kalkışma. Çünkü onu imtihana çekersem
ilerde utanırsın” dedi.
Köle
dedi ki; “ Hüküm ve kudret sahibi, bağışlayan ve acıyan Ulu Tanrıya
andolsun
Peygamberleri, ihtiyacı olduğundan değil de fazlından, kereminden
gönderen, Aşağılık topraktan, yüce padişahlar yaratan, onları
topraktan yaratılmış mahlukatın tabiatlarından arıtan, gök ehlinin
derecelerinden üstün kılan, Ateşten saf bir nur yaratıp onunla bütün
nurları parlatan, Nurlara doğan nurları aydınlatan nuru yaratan, Adem
peygamberin feyz alıp marifete eriştiği aydın ziyayı meydana getiren,
Adem’den bitip şiş’in devşirdiği nuru, Adem’in görüp Şis’i yerine
halife ettiği nuru.
Nuh’un
feyz aldığı, can denizi havasında inciler yağdırdığı nuru halk edene
andolsun. İbrahim’in canı o nurlardan Nurlandı da pervasızca ateş
şulelerine koştu, ateşe atıldı. İsmail, onun ırmağına düştü de o
yüzden parlak bıçağın önüne baş koydu, boyun verdi. Davud’un canı onun
şulelerinden hararetlendi de ondan dolayı elinde demir yumuşadı,
eridi. Süleyman, onun vuslatından süt emdi de cinler periler onun için
fermanına tabi oldular.
Yakup,
onun kaza ve kaderine teslim oldu da ondan oğlunun kokusuyla gözü
açıldı, aydınlandı. Ay yüzlü Yusuf, o güneşi gördü de rüya tabirinde o
kadar uyanık hale geldi. Asa, Musa’nın ellinden su içti de o yüzden
Firavununun saltanatını bir lokma etti. Meryem oğlu İsa, merdivenini
buldu da dördüncü kat göğün üstüne çıktı. Muhammed, o mülkü, o nimeti
buldu da hemencecik ayı ikiye böldü.
Ebubekir,
tevfika mazhar oldu da öyle bir padişahın müsahibi oldu, öyle bir
padişahı candan tasdik etti. Ömer, o maşuka aşık oldu da gönül gibi
hakkı batılı ayırt etti. Osman, o apaçık görüşün ta kendisi oldu da
feyizli bir nura nail olup Zinnüreyn oldu. Mürteza, onun yüzünden
inciler saçtı da can vadisinde Tanrı aslanı kesildi.
Cüneyd,
onun askerinden yardıma nail olunca eriştiği mertebeler sayıdan üstün
oldu. Bayezid onun ihsanına yol bulunca Tanrıdan “ Kutbül Arifin”
adını duydu. Kerhi, onun harimine bekçi olunca aşk halifesi oldu,
nefesleri tanrı nefesi haline geldi. Edhemoğlu, atını sevinçle o
tarafa koşturunca adil sultanların sultanı oldu.
Şakik, o
ulu yolun meşakkati yüzünden güneş gibi aydınlatıcı bir reye, her şeyi
gören bir göze erişti. Daha nice yüz bin gizli Padişahlar var ki o nur
aleminde yüceliğe sahiptirler, makamları vardır. Tanrı her yoksul,
onların adlarını anmasın diye gayretinden adlarını gizledi. O nura ve
denizde balıklar gibi yaşayan nuranilere andolsun. O nura ve
denizi,denizin canı desem de layık değil.
O aleme
yeni bir ad aramaktayım. O Tanrıya andolsun ki bu da ondandır, o da
ondan. İçler, hakikatler, ona nispetle kabuktur, zahirdir. Andolsun o
Tanrıya ki kapı yoldaşım ve dostum, bu benim sözlerinden yüz kat daha
üstündür. Ardadaşımın evsafından bildiklerimi söyledim, fakat, ey
kerem sahibi inanmıyorsun; ne diyeyim.? Padişah dedi ki : “ Şimdi
artık kendi halinden bahset. Ne vaktedek şunun, bunun halini
anlatacaksın? Söyle bakalım,senin neyin var, ne elde ettin, deniz
dibinde ne inciler getirdin?
Ölüm
günü, bu duygun kalmaz. Can nurun var mı ki gönlüne yar olsun? Mezarda
bu göze toprak dolar. Mezarı aydınlatacak nurun var mı? Bu elin,
ayağın gidince canının uçması için kolun kanadın var mı? Bu hayvani
can kalmayınca yerine koymak için baki bir cana sahip misin? Şart,
iyilik etmek değil, iyilikte gelmek, bu iyiliği Tanrıya götürmektir.
İnsanlıktan mı bir cevhere sahipsin, eşeklikten mi? Bu arazlar yok
olunca nasıl götüreceksin ki? Bu namaz ve oruç arazlarını Tanrıya
nasıl ileteceksin ki? Çünkü araz, iki zaman zarfında baki kalmaz, yok
olup gider, bir anlıktır. Arazları götürmeye imkan yoktur. Fakat
cevherden hastalıkları giderirler. Bu suretle de cevher, bu hastalık
arazlarından kurtulur, değişir. Perhiz yüzünden hastalığın geçmesi
gibi. Perhiz arazı, çalışmalarıyla cevher olur; acı ağız perhizle
tatlılaşır. Ziraatla topraklar ekinle, başakla dolar. Saç ilacı, örgü,
örgü saç bitirir. Kadını nikahlamak arazdı, mahvolup gitti.
Fakat o
arazdan bize evlat cevheri meydana geldi. Atı deveyi çiftleştirmek
arazdır. Bundan maksat da yavru cevherini elde etmek. Bostan ekmek
arazdır, Bostanda biten mahsul cevheridir. Zaten maksat da budur.
Kimya ile uğraşmayı da araz bil, eğer o kimyadan bir cevher elde
ettiysen onu getir. Aynayı cilalamak da arazdır. Fakat bu arazdan
tertemiz bir ayna cevheri meydana gelir. Şu halde “ Ben ibadette
bulundum” deme, o arazlardan elde edileni göster, ürkme. Senin o
köleyi övmen de arazdır. Sus, koçun gölgesini kurban etmeye kalkışma!”
Köle
dedi ki : “Padişahım, araz tebeddül etmez dersen bu söz, akla ancak
ümitsizlik verir. Padişahım araz gider de bir daha geri gelmezse bu,
kulu ancak meyus eder. Eğer arazlar başka bir şekle tebeddül
etmeseydi, başka bir şekle bürünüp var olmasaydı iş batıl olur, sözler
manasız bir hale gelirdi; Bu arazlar başka bir varlık suretine bürünüp
başrolur. Her şey, neye layıksa o şekle tebeddül eder. Sürünün çobanı,
sürüye layık kişidir. Mahşerde her arazın bir sureti vardır,her araz
suretinin de bir nöbeti. Kendine bak, sen de araz değil miydin,
anandan, babandan hasıl olmadın mı ve bir maksat uğrunda birisiyle eş
değil misin?
Evlere
köşklere bak. Bunlar mühendisin tasavvura tından ibaretti. Güzel
olarak gördüğümüz sofası hoş. Tavanı, kapısı mükemmel olan filan ev
,(mühendisin zihnindeydi) Mühendisin zihnindeki o araz, o düşünce
aletleri hazırladı, ormanlardan direkleri getirdi 8ev yapılıp meydana
çıktı.) Her hünerin aslı, esası, hayalden,arazdan düşünceden başka
nedir ki? Dünyanın bütün cüzülerine, fakat gararsızca bak; arazdan
başka bir şeyden meydana gelmemiştir.
Önceki
fikir, sonun da fiile gelir. Dünyanın kuruluşunu ezelden beri böyle
bil. Meyveler, gönülde evvelce vücuda gelir de sonunda fiile çıkar.
İşe girişip de ağaç diktin mi ilk harfi,sonunda okudun demektir. Gerçi
dal, yaprak ve kök evveldir ama onların hepside meyve için vücut
bulur. Feleklerin dimağı olan o baş da bunun için en sonunda “ Levlak”
sırrına mazhar oldu.
Bu
sözler arazların nakline ait bahislerdir. Bu aslan ve tuzak, hep bunun
içindir. Bütün alem,esasen arazdı. “ Hel Eta” suresi, bu manayı izah
için geldi. Bu arazlar neden doğar? Suretlerden. Ya bu suretler neden
vücuda gelir? Düşüncelerden. Bu cihan, Akl-ı Küll’ün bir düşüncesinden
ibarettir. Akıl, padişaha benzer, suretler de peygamberlere. İlk alem,
imtihan alemidir.
İkinci
alem şunun bunun yaptıklarının mükafat ve mücazatını görme alemidir.
Padişahım, kulun hain olsa o araz yani hainliği, zincir ve zindan
olmakta. Yerinde ve değerinde bir hizmette bulunsa, savaşta bir
yararlık gösterse o araz da bir hil’at şeklinde temessül etmekte. Bu
arazla cevher kuşla yumurtadır; bu ondan olmakta, o bundan doğmakta
Padişah,
köleye “ Tut ki dediklerin doğru, hepsini kabul ettim. Fakat
arazlardan bir cevher doğmadı ki” dedi. Köle “ Bu iyi ve kötü dünyası,
gayp alemi haline gelsin,iyilik ve fenalık apaçık bilinmesin diye akıl
onları gizlemiştir. Çünkü fikrin şekil ve suretleri meydana çıksaydı
kafir ve mümin,yalnız Tanrıyı zikreder, başka bir söz söyleyemezdi.
Eğer iyilik ve kötülükten meydana gelen suretler gizli olmayıp da
meydana bulunsaydı küfür ve iman,apaçık meydana çıkar,aklında
yazılırdı. O takdirde nasıl olurdu da bu alemde put kalır, puta tapan
bulunurdu?
Nasıl
olur da kimsenin kimseyle alay etmeye mecali kalırdı.? O vakit bu
dünyamız kıymet kesilirdi. Kıyamette kim suç işleyebilir” dedi.
Padişah “ Tanrı bütün mücazatı gizledi, gizledi ama avamdan gizledi,
kendi haslarından değil. Ben bir emiri tuzağa düşürmek dilersem
emirlerden gizlerim, fakat vezirden gizlemem.
Hak bana
işlerin mükafat ve münacazaatını, amellerden yüz binlerce sinin
büründüğü suretleri gösterdi. Ben bilirim ama sen de bir nişane ver.
Ay, bulurla örtülse de bana gizli değildir” dedi. Köle madem ki olanı
,biteni olduğu gibi biliyorsun; beni söyletmeden kastın ne? Deyince.
Padişah “ Dünyayı izhar etmekteki hikmet, Tanının ilmindekileri izhar
etmektir. Bildiğini izhar etmedikçe alemdeki zahmet ve meşakkatleri
belirtmez.
Senden
bir kötülük yahut iyilik meydana gelmeksizin hatta bir an bile
duramazsın. Bu amelleri izhar etme zarureti, sırrının, açığa çıkması
içindir. Nasıl olur da ipliğin ucunu gönlün çekip durduğu halde iplik
eğirme aletine benzeyen tenin işlemez? Tasalanman, dertlenmen;
gönlünün o çekişine, isteğine alamettir.
O işi
yapmamak da sana açıkça can çekişmedir, ölümdür. Bu alem de daimi
olarak doğurur, o alem de. Her sebep anadır, eser çocuğunu meydana
getirir. Eser doğdu mu ondan da şaşılacak sebepler doğması için sebep
hakline gelir. Bu sebepler, nesilden nesli yürür gider. Fakat görmek
için adamakıllı aydın bir göz lazım dedi” dedi. Padişah, onunla
konuşurken söz buraya gelince o köleden bir alamet gördü mü , görmedi
mi? Bilmem.
Hakikati
arayan o padişahın, köleden bir nişan, bir alamet görmesi, hiç de
umulmayacak bir şey değil. Fakat gördüğünü söylemek için bize izin
yok. Öbür köle hamamdan gelince padişah, onu da huzuruna çağırdı.
“Sıhhatler olsun,daimi afiyetler olsun. Ne de latif, ne de zarif, ne
de güzelsin. Yazık, öbür kölenin söyleyip durduğu kötü huyların da
olmasa ne olurdu?
O zaman
yüzünü gören neşeye dalardı. Seni görmek, cihana malik olmaya değerdi”
dedi. Köle dedi ki: “ padişahım, o dinsizin hakkımda söylediklerini
bir parçacık anlat!” Padişah “ Önce iki yüzlülüğünü anlattı. Ona göre
sen görünüşte bir deva, fakat haki katta bir dertmişsin”dedi.
Köle,
dostunun kötülüğünü bu suretle padişahtan duyunca derhal, kızgınlık
denizi köpürdü. Ağzı köpüklendi, yüzü kızardı, onun aleyhinde bulunma
dalgasına düştü, bu dalgalar, hadden aştı. Dedi ki : “ o evvelce
benimle dost tu. Kıtlıkta kalmış köpek gibi hayli pislik yemişti.” Çan
gibi durmadan onun aleyhinde bulunmaya başlayınca padişah, elini
ağzına götürüp “ kafi” dedi. “ Bu sımamayla onu da anladım, seni de.
Senin canın kokmuş onun ağzı. Ey kokuşuk canlı, uzak otur. O amir
olsun, sen onun memuru ol!”
Ulular
bunun için “ Dünyada insanın rahatı, dilini korumasındandır” dediler.
“ riya ile tespih, külhanda biten yeşilliğe benzer” mealinde bir hadis
vardır, bunu böyle bil ey ulu kişi! Güzel ve iyi suret, bil ki kötü
huyla beraber olunca bir kalp akça bile değmez! Bil ki zahiri suret
yok olur, fakat mana alemi ebedidir, kalır. Testinin suretiyle ne
vaktedek oynayıp duracaksın? Testinin nakşından geç, ırmağa suya yürü.
Suretini gördün ama manadan gafilsin. Akıllıysan sedeften bir inci
seç, çıkar. Alemdeki bu sedefe benzeyen kalıpların hepsi can
denizinden diriyse de, Her sedefte inci bulunmaz, gözünü aç da her
birinin içine bak1 Onda ne var bunda ne var? Onu anla çünkü o değerli
inci nadir bulunur.
Surete
talip olursan (bu şuna benzer) bir dağ, görünüşte büyüklük bakımından
lalin yüzlerce mislidir. Senin elin, ayağın,saçın, sakalın da gözünden
yüzlerce defa daha büyüktür. Fakat iki gözün, bütün azadan daha
kıymetli olduğu meydandadır. Gönlüne gelen bir tek düşünce yüzünden de
yüzlerce cihan, bir anda baş aşağı devrilir gider. Padişahın cismi,
surette birdir ama yüz binlerce asker, arkasından koşar.
Fakat o
tertemiz padişahın şekli ve sureti de gizli bir fikre mahkumdur. Gör
ki bu sayısız halk, bir tefekkür yüzünden yeryüzünde akıp giden sel
gibidir. Halk, o düşünceyi küçük ve ehemmiyetsiz görür ama sel gibi
cihanı suya boğar ,alıp götürür.
Alem de
her hünerin fikirle kaim olduğunu, Evlerin, köşklerin,
şehirlerin,dağların, sahraların, nehirlerin hep onda meydana
geldiğini, Denizdeki balığın denizin vücuduyla yaşadığı gibi yerin de
denizin de, güneşin de, göğün de fikirle diri bulunduğunu madem ki
görmektesin. Neden kör gibisin, neden ahmaklık ediyorsun, neden sence
ten Süleyman gibi oluyor da fikir karınca gibi?
Gözüne
dağ, büyük görünüyor da fikri fare gibi küçük, dağı kurt gibi büyük
sanıyorsun. Alem, gözünde pek korkunç, pek büyük görünmekte. Buluttan,
gökten,gök gürlemesinden ürküp korkuyor,tir, tir titriyorsun. Halbuki
ey eşekten aşağı kişi, fikir aleminden emin ve gafilsin, bir taş gibi
o, cihandan haberin yok!
Çünkü
suretten ibaretsin, akıldan nasibin yok. İnsan huylu değilsin, bir
eşek sıpasısın! Bilgisizlikten gölgeyi adam görüyorsun da insan o
yüzden sence bir oyuncaktan ibaret, değersiz bir şey. O fikir, o hayal
örtüsüz bir surette kol kanat açıncaya kadar dur.
O zaman
dağları yumuşak pamuk gibi görürsün, bir de bakarsın ki bu soğuk,
sıcak yeryüzü yok oluvermiş! O zaman ezeli ve ebedi hayata ve
muhabbete sahip olan Tanrından başka ne göğü görürsün ne yıldızı! Bir
misal, ister doğru olsun, ister yanlış doğrulukları aydınlatsın da.
Padişah,
lütfüyle bir köleyi bütün adamların içinden seçmiş, onlardan üstün
etmişti. Elbisesinin pahası, kırk emirin maaşına bedeldi. Onun
kazandığı kadir ve kıymetin onda birini, hatta yüz vezir bile
görmemişti. Talihin yaverliği, bahtının müsait oluşu yüzünden
yücelmiş, adeta bir Eyaz olmuştu.
Padişah
da sanki zamanın Mahmut’uydu. Ruhu padişahın ruhîyle birdi. Bu ten
aleminden önce de o iki ruh, birbirine eş olmuş, birbirine aşina
olmuştu. Zaten iş, tenden önce olan iştir. Sonradan meydana
gelenlerden geç! İş arifindir, Çünkü arif, şaşı değildir. Gözü, ilk
ekilen şeyleri görür.
Buğday
mı ekildi, arpa mı? Gece, gündüz gözü ondadır. Gece, neye gebeyse onu
doğurur. Bunu menetmek için yapılan hileler, başvurulan tedbirler
havadan ibaret! Tanrının takdirini, kendi tedbirinden üstün gören
kişi, nasıl olur da kendi tedbirleriyle gönlünü avutabilir? Aklına
tedbirine güvense tuzak içinde olduğu halde tuzak kurar, fakat canına
andolsun, ne bu kurtulur,ne o! Yüzlerce çayır, çimen bitse de, dökülse
de sonun da yine Tanrının ektiği çıkar!
Ekilmiş
ekinin üstüne ekin ekerler ama bu ikincisi fanidir, ilki doğrudur,ilki
yerindedir. İlk ekin kemal bulur, seçilip toplanır. İkinci tohumsa
bozulur, çürüyüp gider. Sevgilinin huzurunda tedbirini terk et;
filvaki tedbiri de onun tedbirinden, onun kaderinden doğmadır ya!
Hakk’ın yücelttiği iş ne yarar.
Nihayet
biten, ilk ekilendir. Madem ki sevgiliye esirsin, ey aşık ektiğini
onun için ek! Hırsız nefsin etrafında dolaşma, onun işine bulaşma. Bir
iş, Hakk’ın işi değil mi? Hiçtir hiç! Kıyamet günü gelmeden, gece
hırsızı, mal sahibinin yanında rüsvay olmadan bu işten vazgeç.
Hilelerle, tedbirlerle çalınmış olan malın vebali adalet günü çalan
adamın boynunda kalır. Yüz binlerce akıl, bir araya gelip onun
tuzağına aykırı bir tuzak kurmak isterler, kurarlar da.
Kurdukları tuzağı pek kuvvetli pek yerinde ve kafi bulurlar ama bir
çöp parçası rüzgara nasıl dayana bilir? Eğer sen “Şu halde varlığın ne
faydası var?” dersen senin bu sualinde fayda var mı inatçı adam?
Sualinde fayda yoksa bu abes ve faydasız suali niye dinleyeyim? Eğer
bir çok faydaları varsa neden bu cihan faydasız olsun öyle ise?
Cihan,
bir cihetten faydasız başka bir cihetten faydalarla dopdoludur. Sana
faydalı olan şey, bana faydasızsa mademki sence faydalı, onun
yapmaktan geri durma. Yusuf’un güzelliği kardeşlerince
abesti,lüzumsuzdu. Fakat bütün bir aleme faydalıydı. Davud’un sesi
kadar güzeldi ama güzel sesten anlamayanlar dinlemek istemezlerdi. Nil
nehrinin suyu, abıhayattan daha hoştu, daha feyizliydi.
Fakat
nasipsiz ve münkir olanlara kandı. Şehitlik, mümin için hayattır,
münafık için ölüm ve çürüme! Alemde bir sürü halkın mahrum olmadığı
bir nimet var mı? Söyle. Şekerden öküze, eşeğe ne fayda var? Her canın
başka bir gıdası vardır. Fakat o gıda, gıdalanan kişiye arızî ise ona
nasihat etmek de onu doğru yola getirmek demektir.
Birisi
hastalık dolayısıyla toprak yemeyi sevse toprağı,kendisine gıda sanır
ama, asıl gıdasını unutmuş, hastalık yüzünden alıştığı gıdaya yüz
tutmuştur. Şerbeti bırakmıştır da zehir yemektedir. Hastalık yüzünden
alıştığı gıda kendisine tatlı gelmiştir. İnsanın asli gıdası tanrı
nurudur, ona hayvan gıdası layık değil!
Fakat
gönül, hastalık yüzünden bu gıdaya düşmüştür; gece gündüz bu suyu
içmekte, bu toprağı yemektedir. Bu gıdayı yiyen kişinin yüzü
sapsarıdır. Ayağı tutmaz kalbi helacana uğrar. Nerede yol, yol olan
göklerin gıdası nerede bu? O, gıda devletin has kullarına mahsustur.
O, boğazsız aletsiz yenir. Güneşin gıdası, arş nurundandır,
hasetçinin, Şeytanın gıdası ferş dumanından!
Tanrı,
şehitler için “ Onlar rızıklanırlar” buyurdu. O, gıda için ne ağız
vardır, ne tabak! Gönül, her dosttan bir gıda ile gıdalanır, her
bilgiden bir lezzet alır. Herkesin yüzünden bir şey yemekte, her
buluştuğundan bir şey almaktasın. Yıldız, yıldızla kıran etti mi
mutlaka her ikisine uygun bir şey doğar. Erkekle kadının buluşmasından
çocuk doğduğu gibi taşla demirin birleşmesinden de kıvılcım meydana
gelir.
Toprağın, yağmurla kıranı, meyvaları, yeşillikleri, çiçekleri bitirir.
İnsan, yeşilliğe baksa gönlü hoşlanır,gamı gider, neşelenir. Canımız
neşelenirse bizden iyilikler, ihsanlar doğar. Güzelce, dilediğimiz
gibi gezdik, eğlendik mi karnımız acıkır iştahımız artar. Rengin
kızarması karanlıktandır.
Kan da
hoş ve gül renkli güneştendir. Renklerin en güzeli kırmızı renktir. O
renk de güneştendir, güneşten meydana gelir. Zuhale karin olan her yer
çoraklaşır, oraya ekin ekilemez. Bir şeyin bir şeyle
birleşmesi,kuvvetin halindeki fiili meydana çıkarır; Şeytanın
münafıkla birleşmesi gibi.
Bu
manalara, dokuzuncu kat gökten yüce derecesiz, dereceler, mekansız
yücelikler vardır. Halkın makamı. Derecesi ariyettir. Fakat emir alemi
olan Melekut diyarının makam ve derecesi aslidir. Halbuki halk, makam
ve derece için aşağılıklara katlanır,bayağı hallere düşer, yücelik
ümidiyle horluktan lezzet alır,hoşlanır!
On
günlük yücelik için zilleti çekerler, gam ve gussa ile boyunlarını iğ
gibi ipince bir hale korlar. Nasıl oluyor da benim bulunduğum yere, bu
yücelikten aydın güneş olduğum mekana gelmiyorlar?
Güneşin
doğduğu yer, kapkara bir burçtur. Bizim güneşimizse doğu yerlerinden
dışarıdır! Onun doğduğu yer, zerrelerine nispetle doğu yeridir.
Halbuki zatı ne doğar. Ne dolunur! Onun arta kalan zerreleri olan
bizler de iki cihanda gölgesiz bir güneşiz. Ne şaşılacak şey! Böyle
olduğu halde yine Şemsin etrafında dönüp dolaşmaktayım. Buna sebep
deyini Şemsin ışığı, aydınlığı! Şems, hem sebepleri, vesileleri
meydana getirmede hem de sebepler, vesileler ona erişememekte!
Yüz
binlerce defa ümidimi kestim. Kimden mi? Şemsten. Buna inanır mısınız?
Ben güneşten ümidimi keseyim, balık suya sabretsin! Bu sözüme inanma
sakın! Ümitsizliğe düşersem ümitsizliğimde güneşin işidir, onun
tecellisidir ey Hasan! Sanat, nasıl olur da sanatkardan ayrılır? Hiç
var olan,varlıktan başka bir yerde oylar mı? Bütün varlıklar bu
bahçede yayılır.
İster
Burak olsun ister Arap atları, ister eşek! Fakat bu hareketlerin bu
denizden olduğunu görmeyen, her an yeni bir mihraba yüz çevirir. O,
tatlı denizden acı su içe, içe nihayet o acı su, gözünü kör etmiştir.
Deniz “ Ey kör, benden sağ elinle su iç de gözün açılsın” der. Burada
sağ el, hüsnü zandır. Çünkü iyinin, kötünün nereden geldiğini hüsnü
zan bilir.
Ey
mızrak, seni bir döndüren var. O yüzden bazan dümdüz dikilmekte, bazan
iki kat olmuş gibi eğilmektesin. Şemseddin’in aşkıyla tırnağımız yok
ki. Yoksa bu körün güzünü açardık! Ey hak ziyası Hüsameddin, sen
hasetçinin gözünün körlüğüne rağmen hemen yürü, onun illetini tedavi
et! Senin ilacın çabucak tesir eden ululuk tutyası, eseri mutlaka
görülen karanlıklar dağıtıcı bir ilaçtır. O ilaç, bir körün gözüne
konsa yüzyıllık zulmeti derhal giderir.
Hasetçiden başka bütün körleri tedavi et! Fakat seni inkar eden
hasetçiyi tedavi etmek. Hatta, sana kasteden ben bile olsam, bırak,
can çekişip durayım, sakın can bağışlama. Güneşe has ededen güneşin
varlığından incinen kişi yok mu? Ah, işte sana devası olmıyan illet. O
adam kördür, kör! İşte sana ebediysen kuyunun ta dibine düşmüş kalmış
bir kişi! O ezeli güneşi yok etmek ister, fakat söyle, bu muradı nasıl
olur da yerine gelir, imkan var mı?
Padişah beylerinin hikayesi,o ebedi sultan
kölelerinin has köleye hasetleri. Söz, sözü aça, aça hayli geri kaldı.
Yine o hikayeye başlamak, onu tamamlamak gerek. İkbal sahibi ve bahtlı
melek bahçıvan nasıl olur da ağacı ağaçtan fark etmez? Acı ve kötü
ağaçla bire yedi yüz meyve veren meyveli ağacı.
Nasıl olur da
bir görür, ikisini de yetiştirmek için zahmet çeker, hele gözü her
şeyin sonunu görüp dururken buna imkan mı var? O iki ağaç, filvaki
şimdi görünüşte bir görünüyor ama ağaçlardan maksat ne? Meyve vermek
değil mi? Tanrı nuruyla gören, sondan önden agah olan şeyh; Ahiri
gören gözü tanrı uğrunda yummuş menzile ulaşma hususunda sonu gören
gözü , açmıştır. O hasetçiler, kötü ağaçtır.
Yarattıkları
acı, bahtları kötüdür. Hasetten coşarlar,ağızları köpürür durur.
Gizlice hileler kurarlar. Bu suretle has kölenin boynunu vurmak,
dünyadan kazımak dilerler. Canı padişahın canı olan kişi nasıl fani
olur? Birisinin gönlünü tanrı korursa o adam nasıl yok olur? Padişah o
sıralara vakıftı, fakat Ebubekr-i Rebabi gibi ses çıkarmıyordu.
Yaratılışları kötü, ahlakları fena kişilerin gönüllerini görüyor, o
testicilerle gizlice alay ediyordu. Hileciler hile düzüp
koşuyorlar,padişahı çömleğe sokmak istiyorlardı. O kadar büyük bir
padişah, a eşekler, nasıl bir çömleğe sığar? Padişah için bir tuzak
ördüler ama nihayet bu hileyi de ondan öğrendiler. Ne kötü talebedir o
talebe ki hocasıyla baş koşar, onunla kendisini bir görür. Hem de
hangi hocayla? Huzurunda gizli, aşikar bir olan cihan hocasıyla. Onun
gözü, Tanrı nuruyla bakmakta, bilgisizlik perdelerini yırtıp
yakmaktadır. O talebe eski kilim gibi paramparça, delik deşik olmuş
gönülleri bir perde yapıp o hakimin önüne gerer. Halbuki o perde bile
yüzlerce ağzıyla ona gülüp durur.
Her ağzı hocaya
bir delik olmuştur. ( deliklerden talebenin gönlünü seyreder durur.)
Hoca , talebeye der ki; “ Ey köpekten de aşağı olan, bana hiç mi vefan
yok? Haydi beni kuvvetli, müşküller halledici bir hoca farz etme, tut
ki senin gibi bir talebeyim, senin gibi gönül gözüm kör. Fakat canına,
gönlünün yardımı da mı dokunmadı? Sana ben olmadıkça bir feyiz bile
akmıyor.
Şu halde
görüyorsun ya, gönlüm, senin bahtının tezgahı. Be doğru düzen olmayan,
bu tezgahı niye kırarsın? Çakmağı gizlice çakıyorsun dersen kalpten,
kalbe pencere yok mu ki? Gönül nihayet senin fikrini de pencereden
görür andığın şeye şahadet eder. Tut ki kereminden yüzüne vurmuyor,
yüzünü yerlere sürtmüyor, ne söylersen gülüp “ Evet, evet” diyor.
Fakat senin
hilene, Huda’na gülmüyor. Kötü huyuna, yaptığın şeylere gülüyor. Hile
edenin göreceği, bulacağı karşılık hileden ibarettir. Büyük testiyi
vur kır, küçük testiyi al iç, işite layığın bu! Eğer o senden razı
olur, bu yüzden gülerse sana yüz binlerce gül açılır. Gönlün senden
razı olursa bil ki o. Hamel burcunda bir güneş kesilir. O yüzden hem
gündüz güler hem bahar.
Çiçeklerle
yeşillikler birbirine karışır. Yüz binlerce bülbülle kumru ötüşmeye
başlar; sessiz cihanı sesle doldurur. Ruh yaprağını sararmış bir halde
görüyorsun da padişahın gazabından yine haberin yok. Padişahın güneşi
itap burcunda olunca yüzleri kebap gibi karatır. O Utar idin
sahifeleri , bizim canımızdır; o sayfalardaki beyazlık, karalık, bizim
mizanımız. Sonra ruhları; sevdadan, acizlikten kurtarsın diye tekrar
kırmızı ve yeşil bir ferman yazar. Hulasa ilkbaharın yazıp çizdiği
şeyler de kavsikuzah gibi kırmızı ve yeşil sayılır”.
|