İsa ile
bir ahmak yoldaş oldu. Gözüne yol üstünde ölü kemikleri erişince, “
Yoldaş ölüleri diriltmek için okuduğun o yüce adı, bana da öğret de
bir iyilikte bulunayım, o adı okuyup kemiklere can vereyim” dedi.
İsa dedi
ki : “sus Bu senin sözünün harcı değil! Nefesin yağmurlardan daha arı,
duru olması o nefes sahibinin melkelerden daha idrakli bulunması
lazımdır. Adem ömürlerce yandı, yakıldı da arındı; felekler hazinesine
emin oldu. Sende sağ eline bir sopa aldın ama senin elin nerede,
Musa’nın eli nerede” O ahmak “ Benim sırlara kabiliyetim yoksa o adı
bu kemiklere sen oku” dedi.
Bir sofi
seyahate çıktı, döne dolaşa bir gece bir tekkeye konuk oldu. Bir
hayvanı, vardı ahıra bağladı. Kendisi dostlarla, sofanın baş köşesine
geçip oturdu. Arkadaşlarıyla murakabeye daldı. Murakabede sevgilinin
huzuru, adamın önünde bir defter haline gelir (Tanrının manevi
huzuruna varılır, bütün hakikatler o huzurda okunur) Sofinin defteri,
harflerin yazılmasından meydana gelen karalama değildir. Ancak kar
gibi bembeyaz ve temiz gönüldür. Alimin azığı ve sermayesi, kalemden
meydana gelen eserlerdir. Sofinin azığı ve sermayesi nedir? Ayak
izleri!
Sofi; av
peşine düşen, ceylanın ayak izlerini görüp onları izleyen avcıya
benzer. Bir müddet ceylanın ayak izleri işe yarar. Ondan sonra ise
esasen ahudaki misk kokusu, yolu gösterir. Bu izlere, bu izlemeye
şükreder de yol alırsa nihayet o adım atma o yol alma yüzünden
muradına ulaşır. Misk kokusunu duyup bir konak yol almak iz,izleyerek
yüz konaklık yol almadan yüz konaklık yolu dönüp dolaşmadan daha
iyidir. Ay ışıkların doğusu olan gönül yok mu? O gönül, ariflere
“kapıları açılmıştır” sırrıdır.
Sana
duvardır ama onlara kapı. Sana taştır ama azizlere inci! Senin aynada
açıkça gördüğünü pir, hem de daha önce bir kerpiç parçasında görür.
Pir olanlar o kişilerdir ki bu alem yokken onların canları, kerem
denizinde vardı. Bu tene düşmeden önce nice ömürler geçirdiler,ekmeden
önce meyveler devşirdiler! Nakıştan, suretten evvel canlandılar,deniz
yarılmadan inciler deldiler!
Tanrı,
alemi ve ademi yaratma hususunda meleklerle müşavere ederken onların
canları, boğazlarına kadar kudret denizine dalmış bulunuyordu.
Melekler,buna mani olmak istedikleri zaman, gizlice meleklere ıslık
çalıyorlar,onlarla alay ediyorlardı.
Bu nefsi
Küll’ün ayağı bağlanmadan onlar her yaratılacak şeyin suretini
biliyorlardı. Feleklerden önce Zuhal yıldızını, tanelerden önce Ekmeği
görmüşler; Akılsız, gönülsüz fikirlerde dolmuşlar, askersiz, savaşsız
galip gelmişlerdi. O apaçık anlayış,onlara nispetle düşünüştür. Yoksa
haddi zatında, bu sırdan uzakta kalanlara göre görüşün ta kendisidir.
Düşünüş; geçmişe, geleceğe dairdir. Bu ikisinden de kurtulunca müşkül
hal olur
“Ruh
üzümden şarabı,yoktan varı görür” Onlar da Keyfiyete düşecek olan her
şeyi keyfiyetsiz görmüşler,madenden önce sağlamla kapı fark
etmişlerdir. Üzüm yaratılmadan önce şaraplar içmişler, muhabbet
sarhoşu olmuşlardır. Onlar, sıcak temmuz ayında kışı, güneşin
ziyasında gölgeyi görür.
Üzümün
gönlünde şarabı,tamam yoklukta bütün varlığı müşahede ederler. Gök,
onların işret meclislerinde ancak onların cömertliğiyle bu sırmalı
libası giyer. Onlardan iki dostu bir arada gördün mü bil ki onlar hem
birdir, hem altı yüz bin! Onların sayıları dalgalar gibidir. Onlar
rüzgar,zahiren çoğaltır. Halkın can güneşi, halkın pencerelere
benzeyen bedenlerinde mahcup olan kişi şüphededir.
Çokluk,
ruhu Hayvanidedir, Ruhu insani ise birdir. Hak onlara madem ki
nurundan saçtı, Hakkın nuru artık ayrılmaz . Yoldaş bir müddet
usanmayı bırak da o güzelin tek benini sana anlatayım Onun güzelliği
anlatılmaz, iki alem de nedir? Onun yüzündeki benim aksi! Onun güzel
benini anlatmaya başladım mı söz, tenimi yarmak, parçalamak istiyor.
Ben bu harmanda bir karınca gibi memnun geçinip gidiyorum,hatta kendi
cirmimden kendi haddimden fazla yük çekmekteyim
O
aydınlığın bile hasedettiği güzel, beni bırakır mı ki söylenmesi lazım
ve farz olan sırları söyleyeyim. Deniz köpüklenir, köpükle örtülür,
köpüğü ileri sürer. Sonra da köpüğünü çeker, açılır, kendisini
gösterir.
Şimdi
dinle, hikayenin içyüzünü anlatmama ne mani oldu? Dinleyenin gönlü
başka bir yere gitti. Hatırına o konuk olan sofinin hali geldi.
Boğazına kadar o sevdaya daldı. Onun için bu sözü bırakıp ona başlamak
hali anlatmak için o hikayeyi söylemek icap ediyor. Fakat ey aziz
sofiyi,suret sofisi sanma! Ne vakte kadar çocuklar gibi cevize,üzüme
düşüp kalacaksın?
Oğul,
bizim cismimiz cevizle üzümdür. Ersen bu ikisinden de geç! Eğer sen
geçmezsen Tanrının lütfu Tanrının keremi seni dokuz kat gökten
geçirir. Şimdi hikayenin zahirini dinle, fakat taneyi samandan ayır
ha!
O zevk
ve huzur dileyen sofilerin zikir ve mürakabeleri, vecit ve şevkle sona
erince. Konuğa yemek getirdiler. Konuk o zaman hayvanı hatırladı,
Hizmetçiye”Ahıra git, hayvana saman ve arpa ver ”dedi. Hizmetçi dedi
ki :“ la havle... Bu ne fazla söz! Eskiden beri bu işler benim işim.”
Sofi “önce arpayı ısla.
Çünkü
eşek karttır,dişleri sağlam değil” dedi. Hizmetçi “ Lahavle Ey ulu
bunu niye söylüyorsun? Bu hizmet usulünü, hep benden öğrenirler” dedi.
Sofi “önce semerini indir,sırtına da ilaç koy” dedi. Hizmetçi “Lahavle
ey hakim, benim senin gibi yüz binlerce konuğun geldi; Hepsi de
yanımızdan razı olup gittiler.
Konuk
bizim canımızdır,bizdendir” dedi. Sofi “suyunu ver ama ılık olsun”
deyince hizmetçi “ Lahavle. Artık beni utandırıyorsun” dedi. .Sofi
“Arpaya az saman karıştır” dedi. Hizmetçi “ Lahavle. Bu sözü kısa kes
artık” dedi. Sofi “Yerini süpür, taş toprak kalmasın. Islaksa biraz
kuru toprak serp” dedi.
Hizmetçi
“Lahavle a babam, lahavle de Bir işe yolladığın ehil kişiye az söyle!
Dedi. süpür, taş toprak kalmasın. Islaksa biraz kuru toprak serp”
dedi. Hizmetçi “Lahavle a babam, lahavle de Bir işe yolladığın ehil
kişiye az söyle! Dedi. Sofi “Eşeğin sırtını tımar et” dedi.
Hizmetçi
“ Lahavle. Baba, artık utan.!” Dedi. Bunu deyip eteğini sıkıca beline
doladı. “işte gittim,önce arpa,saman getireyim”dedi. Gitti ama ahır
aklına bile gelmedi. Yalnız sofiyi aldattı. Birkaç hazelenin yanına
gitti, Sofinin sözlerine gülmeye onunla alay etmeye koyuldu.
Sofi
uzun zaman yolculukta bulunduğundan gözlerini yumup daldı,rüya görmeye
başladı: Eşeği bir kurda sataşmıştı. Kurt, sırtından, oyluğundan onu
paralıyordu Uyanıp “Lahavle. Bu ne biçim saçma rüya, Acaba o şefkatli
hizmetçi nerede ki?” dedi.
Yine
daldı. Bu sefer eşeğini yolda giderken gah, bir kuyuya, gah bir çukura
düşüyor gördü. Türlü , türlü kötü rüyalar görüyordu. Rüyasında bazen
Fatiha suresini, bazan Karia suresini okuyordu. “ çare ne ? Dostlar
kalkıp gittiler. Bütün kapıları da kapadılar” dedi. Yine “O
Hizmetçiceğiz, bizimle tuz ekmek yemedi mi ki ?
Ben ona
lütuftan başka ne yaptım, yumuşak sözlerden başka ne söyledim? Aksine
o bana neden kinlendi ki? Her düşmanlığa bir sebep olur. Yoksa aynı
cinsten oluş insanı vefakar eder” diyordu. Sonra tekrar “ lütuf ve
ihsan sahibi adem iblise bir cefada bulundu mu ki?
İnsan
yılana, akrebe ne yaptı ki onlar,daima insanı sokmak öldürmek
isterler. Kurdun huyu yırtıcılıktır. Bu haset de nihayet yaradılışta
vardır demekte”, Sonra yine “ Böyle kötü zanna düşmek hatadır. Neye
kardeşim hakkında böyle bir zanda bulunuyorum?” Diye söylenmekteydi,
Yine dönüp diyordu ki: “ Bu kötü zanna düşmek de bir tedbire
sarılmaktır. Şüpheye düşmeyen muvaffak olur mu?” Sofi vesvese
içindeydi. Eşeğe gelince öyle bir haldeydi ki düşmanların cezası da,
dilerim böyle olsun!
Zavallı
eşek; taş toprak içinde,semeri tersine dönmüş, kuskunu kopmuştur. Yol
yürümekten ölmüş, bütün gece yemsiz gah can çekişmekte,gah ölüm haline
gelmekteydi. Bütün gece “Yarabbi,arpadan vazgeçtim, bir avuçcağızdan
da az saman olsa” diye sayıklıyordu. Hal diliyle “Ey şeyhler,bir
merhamet edin,bu ham ve edepsiz hizmetçinin elinden yandım” diyordu. O
eşeğin çektiği eziyeti duyduğu azabı ancak karada uçan kuş,sele
kapılırsa çeker duyar!
Nihayet
biçare eşek açlık illetinden o gece seher çağına kadar yan üstü yattı.
Gündüz olunca, hizmetçi gelip hemen semerini düzeltti,sırtına vurdu.
Eşekçiler gibi birkaç sopa indirdi. O köpek hizmetçiden ne umulursa
eşeğe onu yaptı. Eşek dayağın,şiddetinden sıçradı,kalktı. Dili yok ki
halini söylesin!
Sofi
merkebe binip yola düzülünce merkep,her an yüzüstü düşmeye başladı.
Halk,merkep düştükçe onu kaldırmaya koyuldu. Herkes onu hasta
sanıyordu. Birisi kulağını burmakta,öbürü yara var mı diye damağını
yoklamakta, Diğeri nalında taş aramakta, bir diğeri de gözünü puslu
görmekteydi. Sofiye “ Ey Şeyh, bu ne hal? Dün,şükür olsun,bu eşek
kuvvetlidir demiyor muydun?” dediler. Sofi (Geceleyin “lahavle” yiyen
eşek, ancak böyle gider. Merkebin azığı geceleyin “lahavle”
olur,Geceleyin tespih çeker durursa gündüzün de secde eder) dedi.
İnsanların çoğu insan yiyicidir. Onların selam vermelerine pek emin
olma! Hepsinin de gönlü Şeytan evidir. İnsan şeytanının lafına pek
kulak asma! Şeytanının ağzından çıkan “Lahavle”’ye kanan kişi, savaşta
o eşek gibi tepesi üstüne düşer. Dünyada Şeytancın şeytanlığına uyan;
dost yüzlü düşmanın hürmetine, hissîne kanarsa. O eşek gibi arıklıktan
ve sersemlikten İslam yolunda, Sırat köprüsünün üstünde tepe taklak
gelir.
Kötü
dostun işvelerine kulak verme; yeryüzünde tuzak gör,emniyetle yürüme.
Yüz binlerce “ Lahavle” okuyan Şeytana bak; ey adem, iblisi gör,bak
nasıl yılanda gizlenmiş! Dostun postunu yüzmek için kasap gibi sana
“Ey can, ey sevgili” diye hitabe der. Bu suretle postunu yüzmek ister.
Düşmanların afyonunu tadan kişinin vay haline! Ağlatıp inleterek
kanını dökmek için kasap gibi ayağın baş kor,sana hitaplarda bulunur.
Aslanlar gibi avını kendin avla. Yabancının yaltaklanmasını da!
Aşağılık
kişilerin hürmetini, hatır saymasını, o hizmetçinin hürmeti ve hatır
sayması gibi bil. Kimsesizlik, Adam olmayan kişilerin işvesinden
iyidir. İnsanların arazisine ev kurma, kendi işini,gör yabancı kişinin
işini değil! Yabancı kişi kimdir? Senin toprak bedenin. Senin gama,
eleme düşmen de onun yüzündendir.
Tene
yağlı, ballı şeyleri verdikçe cevherini,hakikatini semirmiş
göremezsin. Teni miskler içine yerleştirsen yine ölüm gününde pis
kokusu meydana çıkar. Miski tene sürme, gönüle sür. Misk nedir? Ululuk
sahibi Tanrının adı. O münafık miski tene sürer de ruhu külhanın ta
dibine sokar. Dilin de Tanrı adı canındaysa imansız düşüncesi yüzünden
pis kokular!
Onun
zikretmesi külhanda biten yeşilliğe, aptes bozulan yerde yetişen gül
ve süsene benzer. O yeşillik orda ariyettir. O gülün yeri oturulan
işret edilen yerdir. Temiz şeyler temizlere aittir; pislere de pis
şeylere... kendine gel! Kin yüzünden yol azıtanlara kin tutma. Çünkü
onların kabirlerini de kin tutanların yanına kazarlar.
Kinin
aslı cehennemdir. Senin kinin o küllün cüzcüdür, dinin de düşmanı.
Mademki sen cehennemin cüzcüsün; aklını başına al cüzü küllünün
yanında karar eder. Ey adı sanı duyulmuş kişi! Cennetin cüzcüysen
zevkin de cennet gibi ebedidir. Acı mutlaka acılara katılır. Batıl söz
nasıl olur da Hakka ulaşır?
Kardeş,
sen ancak o düşünceden, o ruhtan ibaretsin. Mütebaki varlığın
bakımındansa kemik ve deriden başka bir şey değilsin. Düşünceden,
manevi varlığın gülse, Gül bahçesisin; dikense külhana layıksın. Gül
suyu isen seni başa sürer, koyuna serperler; sidik gibiysen dışarı
atarlar.
Koku
satanların tabaklarına bak her cinsi kendi cinsinin yanına korlar.
Cinsleri, kendi cinsleriyle karıştırır, bu uygunluktan bir güzellik,
bir süs meydana getirirler. Fakat mercimek,şeker arasına karışırsa
onları birer, birer ayırırlar. Tablalar kırıldı,canlar döküldü de
iyiyi, kötüyü birbirine karıştırdılar.
Tanrı,
bu taneleri ayırıp tabağa koysunlar diye kitaplar verdi, peygamberler
gönderdi. Peygamberler,gelmeden önce hepsi bir görünmekteydi. Mümin,
kafir, Müslüman, çıfıt. zahiren hepsi birdi. Alemde kalp akçala sağlam
akça bir yürümekteydi. Çünkü ortalık tamimiyle geceydi, biz de gece
yolcularına benziyorduk. Peygamberlerin güneşi doğunca “Ey karışık,
uzaklaş! Ey saf, beri gel” dedi.
Rengi
göz ayırt edebilir; lali, taşı göz bilebilir. İnciyi, süprüntüyü göz
anlar. Onun için çerçöp göze batar. Bu kalpazanlar, gündüze aşıktır.
Çünkü gündüz,kuyumcu ve sarraf,altını fark etsin diye altına aynadır.
Kırmızı yüzle sarı yüzü gündüz gösterdiğinden Tanrı kıyamete gün
lakabını taktı. Hakikatte gündüz, velilerin sırrıdır. Gündüz onların
aylarına nispetle gölgelere benzer. Gündüzü,Tanrı erinin sırrının aksi
bilin; gözü örten akşamı da onun ayıp örtücülüğünün aksi.
Tanrı
onun için “Vedduha” buyurdu. “Vedduha”, Mustafa’nın gönlünün nurudur.
Tanrı kuşluk zamanını sevdi derler ya. Bu söz de, kuşluk çağı, onun
aksi olduğundandır. Yoksa fani olan şeye yemin etmek hatadır. Böyle
olduğu halde fani şeyin Tanrının sözüne girmesi layık olur mu?
Halil “
Ben fani olanları sevmem” dedi Halil böyle derse Ulu tanrı nasıl olur
da fani şeyi diler, sever? “Velley!” den maksat yine Mustafa’nın ayıp
örtücülüğü, toprağa mensup olan cismidir. Bu kuşluk çağının güneşi o,
gökten doğdu da gece gibi olan tene “seni Rabb’in terk etmedi” dedi.
Belanın ta kendisiden vuslat meydana geldi; “ Sana darılmadı da” sözü
de o tatlılıktan zuhur etti. Esasen her söz bir halete alâmettir. Hal
ele benzer, söz de alete.
Kuyumcunun aleti, kunduracının elinde kuma ekilmiş tohuma döner.
Çiftçinin yanında kunduracının aleti, köpeğin, önünde saman,eşeğin
önünde kemik gibidir. “Enel Hakkı” sözü, Mansur’un ağzında nurdu.
“Enallah”Sözü, Firavunun ağzında yalan! Sopa, Musa’nın elinde
doğruluğuna şahit oldu, sihirbazın elindeyse bir şeye yaramadı. İsa,
bu yüzden yoldaşına Tek Tanrının o yüce adını belletmedi. Çünkü bilmez
de alete noksan bulur. Taşı, toprağa vur. Hiç ateş çıkar mı? Elle alet
taşla demire benzer. Çift olması gerek ki ateş çıksın. Çifti olmayan,
aleti bulunmayan Tek Tanrıdır. Sayıda şüphe olabilir, Fakat Tanrıda
şüphe yoktur.
İki
diyenler,üç diyenler daha fazla diyenler, bir olduğunda mutlaka
ittifak ederler. Şaşılık gidince hepsi birleşir; iki üç diyenler de
bir derler. Onun meydanında bir topsan, ona bir diyorsan durma,
çevgehanının etrafında dön dolaş! Top padişahın elinin darbesiyle
oynarsa, kemale ermiş olur.
Ey
şaşı; bunları can kulağıyla dinle, gözüne kulak yoluyla ilaç ver!
Temiz söz, hakikatten uzak olan gönüllerde karar etmez, nurun aslına
dek gider. Çarpık ayakkabı, nasıl çarpık ayağa uyarsa Şeytanın afsun
ve efsanesi de doğru olmayan gönüllere uyar. Hikmeti istediğin kadar
tekrarla. ona ehil değilsen hikmet, senden ne kadar uzak! İster yaz,
beller. İster bahset, söyle! O, Ey inatçı senden yüzünü çeker,
gizlenir; bağlarını koparır, kaçar. Fakat sen okumasan da hakikat ilmi
senin yanıp yakıldığını görürse elinde,alışmış kuş haline gelir. Tavus
kuşu, nasıl köylü evinde olmazsa, hakikat ilmi de her aceminin malı
olmaz.!