Doğan diye,
dönüp tekrar padişaha gelen doğana derler. Yolunu kaybeden kör
doğandır. Bir doğan, yolunu kaybetti, bir viraneye düştü, Baykuşların
arasıda kaldı. O rıza nurundandı, baştanbaşa nurdu; fakat kaza ve
kader çavuşu, gözünü kör etti; Gözüne toprak saçtı, onu yoldan
sapıttı, viranede baykuşlar arasına uğrattı.
Padişahtan ayrı
düşmesi şöyle dursun, baykuşlar arasına uğrattı. Padişahtan ayrı
düşmesi şöyle dursun, baykuşlar, başına vurmağa, güzelim kanatlarını
yolmaya başladılar. Baykuşlar arasına Kendinize gelin; doğan yerinizi,
yurdunuzu almaya geldi” diye bir velveledir düştü. Mahalle köpekleri
gibi hepsi de kızgın, korkunç bir halde garip doğanın başına üşüşüp
hırkasını çekiştirmeye başladılar.
Doğan, “ Ben baykuşlara layık mıyım?” Baykuşlara bunun gibi yüzlerce
virane bağışladım. Ben burada kalmak istemem, padişaha dönmek isterim.
Tasalanıp kendinize kıymayın. Ben burada durmam vatanıma giderim. Bu
harabe, sizin gözünüze hoş bir yer görünüyor, bana değil. Benim naz
ettiğim yer, padişahın koludur” diyordu.
Baykuş ise “
Doğan sizi evinizden, barkınızdan etmek için hileye sapıyor. Hile ile
bizi yurdumuzdan ayırmak, yuvamızdan etmek niyetinde. Bu hileci tokluk
gösteriyor ama Tanrı hakkı için bütün harislerden beterdir. Hırsından
balçığı pekmez gibi yer. Ayıya kuyruğunuzu kaptırmayın. Bizim gibi saf
kişileri yoldan çıkarmak için padişahtan, padişahın elinden dem
vurmakta.
Bir kuşcağız,
hiç padişahla düşüp kalkar mı? Bir parçacık aklınız varsa dinlemeyin
bu sözü, O, padişahın cinsinden mi, vezirin cinsinden mi? Hiç
sarımsakla badem helvası yenir mi? Padişah, adamlarıyla beni arıyor
demesi de hilesinden, fendinden. Bu, kabul edilmeyecek bir malihulya.
Bu, olmayacak bir laf, ahmak aldatmak için kurulmuş bir tuzak! Kim
buna inanırsa ahmaklığından inanır .
Zayıf bir kuşcağızın padişahla ne münasebeti olabilir? En aşağı bir
baykuş , onun beynine vursa ona padişahtan yardımcı gelecek ha! Hani,
nerede?” demekteydi. Doğan dedi ki: “ benim bir tüyüm bile kopsa
padişah, baykuş yuvasının kökünü kazır. Baykuş kim oluyor ki? Bir
doğan bile beni incitir, gönlümü kırar, bana cefa ederse,
Padişah; her yokuşta her inişte doğan başlarından harmanlar yapar,
tepeler yüceltir. Benim bekçim, onun inayetleridir. Nereye varırsam
padişah arkamdadır. Hayalim, padişahın gönlündedir. O, bensiz duramaz.
Padişah beni uçurunca onun ziyası gibi gönül yücelerinde uçarım. Ay
gibi güneş gibi uçup gök perdelerini aşarım.
Akılların
aydınlığı, benim fikrimden; göklerin halk edilmesi, benim yüzümdendir.
Öyle bir doğanım ki Hüma bile bana hayran olur. Baykuş kim oluyor ki
sırımı bilsin. Padişah, benim kurtulmam için zindanı açtı, Yüz
binlerce mahpusu azadetti. Bir zamancağız beni baykuşlara hemdem etti
de benim yüzümden baykuşları doğanlaştırdı. Ne mutlu o doğana ki
uçuşuma uyar, talihi yar olur da sırrımı anlar. Bana yapışın da doğan
olun, baykuşsanız bile doğanlaşın! Böyle bir padişaha sevgili olan
nereye düşerse, düşsün, nasıl olur da garip olur.?
Padişah kimin
derdine derman olursa o, ney gibi feryat eder, sessiz sedasız kalmaz.
Ben mülk sahibiyim, başkasının sofrasına oturup yemeğimi yemiyorum.
Padişah, uzaktan benim davulumu döven “İrcii” sesidir. Benimle davaya
girişenlerin rağmine şahidim, Tanrıdır.
Padişahın
cinsinden değilim, haşa bunu iddia etmiyorum. Fakat onun tecellisiyle,
onun nuruna sahibim. Cins oluş, sade şekil ve zat bakımından değildir.
Su, nebatta toprağın cinsinden sayılır. Rüzgar, ateşi yaktığı,
yanmasına yardım ettiği için rüzgarın cinsi demektir. Nihayet
şarap,tabiata neşe verdiğinden onun cinsidir. Cinsimiz, padişah
cinsinden olmadığı için varlığımız onun varlığına büründü, yok oldu.
Varlığımız
kalmayınca da tek olarak onun varlığı kaldı. Ben onun atının ayağı
önünde toz gibiyim, toz gibi! Can da, canın nişaneleri de toprak oldu.
Toprakta onun ayak izi var.” Bu izi bulmak için ayağı altında toprak
ol ki başı dik kişilerin tacı olasın. Sizi şeklimin aldatmaması için
sözümü dinlemeden şarabımı için, mezemi yiyin. Nice kişiler var ki
suret, onların yolarını kesti. Surette kastettiler, Allah’a çattılar.
Bu can da,
bedenle birleşmiştir ya. Fakat hiç can bedene benzer mi? Göz nuru iç
yağıyla eş olmuştur, gönül nuru bir katre kanda gizli. Neşe ciğerin
kızılındandır, gam karasında, akıl bir mum gibi beynim içinde. Bu
alakadar keyfiyetsiz bir tarzdadır. Akıllar, bu keyfiyetsizliği
bilmede acizdir. Külli can, cüzi cana alakalandı; can ondan bir inci
alıp boynuna koydu. Meryem nasıl gönüller alan Mesih’e gebe kaldıysa
can da onun gibi koynuna aldığı o inciden gebe kaldı.
Fakat o Mesih,
kuru ve yaş üstünde, yeryüzünde seyahat eden Mesih değildir.
O,Mesih’in şanı seyahatten yücedir. Can, canlar canından gebe kaldı ya.
İşte cihan, böyle candan gebe kalır. Cihan da başka bir cihan doğurur.
Bu mahşer de başka bir mahşer gösterir. Kıyamete kadar söylesem,
saysam bu kıyameti anlatamam.
Bu, sözler, mana
bakımından “ Yarab” nidasına benzer. Harfler, bir tatlı dudaklının
nefesini avlamağa tuzaktır. Kulun “Yarab” sözüne Tanrının “Lebbeyk”
cevabı geldikten sonra, nasıl olur da “ Yarab” demekte kusur eder?
Fakat bu “ lebbeyk” öyle bir “Lebbeyk” tir ki onu işitemezsin ama
baştan aşağıya kadar bütün vücudunla tadabilirsin.
Bir ırmak
kıyısında yüksek bir duvar vardı. Duvarın üstünde dertli bir susuz
duruyordu. Suya erişmesine o duvar maniydi. Susuz adam, adeta su için
balık gibi çırpınmaktaydı. Birden suya bir kerpiç parçası attı. Suyun
sesi bir göz gibi kulağına geldi. O ses, tatlı bir sevgilinin sesi
gibiydi. O ses, adamı şarap gibi sarhoş etmişti.
O minhetlere
düşmüş adam, suyun temiz sesinden hoşlanıp duvardan kerpiç kopararak
suya atmaya başladı. Su sanki “Ey adam, bana taş atmadan ne fayda elde
ediyorsun ki?” diye bağırmaktaydı. Susuz dedi ki. “ Ey su,, iki fayda
var. Onun için ben bu işten el çekmem. Birinci fayda şu: su sesini
duymak, susuzlara rebap dinlemek gibi.
Su sesi
İsrafil’in sesine benziyor. Ölü bile bu sesten hayat bulmada. Yahut bu
ses, bahar günlerindeki gök gürültüsü sesini andırıyor. Bu ses
yüzünden bağlar, bahçeler, ne kadar güzelleşiyor, Çiçeklerle dolar.
Yahut yoksula zekat zamanını geldiği söylenmiş, Mahpusa kurtuluş
müjdesi verilmiş gibi. Muhammet’e Yemen’den gelen ve ağızsız söylenen
Rahman nefesine.
Yahut asilere
şefaate gelen Ahmed’in, Yahut da zayıf Yakub’un canına erişen güzel ve
latif Yusuf’un kokusuna benziyor. Öbür faydası da duvardan koparıp
tertemiz suya attığım her taş, her kerpiç parçası, Yüksek duvarı biraz
daha alçaltıyor, her defasında duvar biraz daha inmiş oluyor. Duvarın
alçalması, suya yaklaşmama sebep olmakta. Duvardaki o taşları,
kerpiçleri koparmak “Secde et de yaklaş” ayetindeki yakınlığı mucip
olan secdedir. Duvarın boynu yüksekken bu baş indirmeğe manidir. Bu
toprak bedenden kurtulmadıkça Abıhayata secde edemem. Duvar
üstündekilerden en fazla susuz kimse, taşı, topacı en çabuk koparıp
atan da odur.
Suyun sesine en
fala aşık olan duvardan en büyük taşı koparıp atar. O adam, suyun
sesinden, adeta boğazına kadar şaraba batmışçasına neşelenir. Yabancı
kişi ise kerpicin suya düşünce bluk diye çıkardığı sesten başka bir
şey duymaz. Ne mutlu o kişiye ki gençlik çağını ganimet bilir de
borcunu öder. Kudretli olduğu günlerde sıhhatli, güçlü, kuvvetli
bulunduğu zamanlarda bu işi başarır. Çünkü gençlik çağı,
yemyeşil,terütaze bir bahçe gibi esirgemeksizin meyvaları yetiştirir.
Genç adamın kuvvet ve şehvet çeşmeleri akıp durur. Bedenin zeminini
onlarla yeşertir.
Gençlik, mamur,
tavanı adamakıllı yüksek, dört duvarı sapasağlam bir eve benzer. Ne
mutlu o kişiye ki ihtiyarlık günleri gelip çatmadan, boynunu liften
yapılmış iple bağlamadan. Toprak çoraklaşıp akmadan, kaymadan işini
başarmıştır. Çünkü çorak yerden güzel nebatat asla yetişmez. İhtiyarın
gücü, kuvveti kesilir, şehvet suyu akmaz olur. Kendisinden de
faydalanmaz, başkalarına da faydası dokunmaz.
Kaşları eyer
kuskunu gibi aşağı düşer, gözü yaşarır, görmez olur. Yüzü buruşur,
kertenkele sırtına döner. Söz söyleyemez, tat alamaz olur, dişleri bir
şey kesmez bir hale gelir. Gün geçip gitmiş, akşam çapı gelip
çatmış,leş gibi beden topallamakta, yolsa uzun. İş görülecek yer yıkık
iş işten geçmiş. Kötü huyların kökleri kuvvetlenmiş, onu kökünden
söküp çıkarma kuvveti de azalmış!
Bu iş, o tatlı
sözlü, fakat kötü huylu adamın yol üstüne diken dikmesine benzer.
Yoldan geçenler ona darılmaya başladılar, bu dikenleri sök diye bir
hayli söylediler, fakat fayda etmedi. Her an o dikenler çoğalmakta,
halkın ayağı dikenler yüzünden kanamaktaydı.
Halkın elbisesi
dikenlerden yırtılmakta, yoksulların ayakları paramparça olmaktaydı.
Vali ona “Mutlaka bunları sök” dedikçe. “ evet, bir gün sökerim”
diyordu. Bir müddet “yarın, yarın” diye vade verip durdu. Bu müddet
için de diktiği dikenler kökleşti, kuvvetlendi. Vali bir gün “ Ey
va’din de durmayan, beri gel, emrettiğimiz işi sürüncemede bırakma”
dedi. Adam dedi ki: Babacığım, bir hayli gün var, bugün olmazsa
yarın!”
Vali “ Hayır,acele davran, işi savsaklama. Sen bu işi yarın görürüm
diyorsun ama şunu bil ki gün geçtikçe, O dikenler daha ziyade
yeşeriyor, dikeni sökecek de ihtiyarlayıp aciz bir hale geliyor. Diken
kuvvetlenmekte, büyümekte, diken sökecekse ihtiyarlamakta, kuvvetten
düşmekte. Diken her gün, her an yeşerip tazelenmekte.
Diken her gün
perişan bir hale gelmekte, kuruyup kalmakta1 O daha ziyade
gençleşiyor, sen daha fazla ihtiyarlıyorsun. Çabuk ol, zamanını
geçirme” dedi. Her kötü huyunu bir diken bil; dikenler kaç keredir
senin ayağını zedelemekte. Nice defalardır kötü huyunu bir diken bil;
Dikenler kaç keredir senin ayağını zedelemekte. Nice defalardır kötü
huydan perişan bir hale düştün. Fakat duygun yok ki. Pek
duygusuzlaştın.
Çirkin huyundan
başkalarını ,zarara soktuğundan başkalarına mazarrat verdiğinden,
gafilsen hiç olmazsa kendi yaraladığını bilirsin ya. Sen hem kendine
azapsın, hem başkalarına! Ya baltayı al, ercesine vur, Ali gibi bu
Hayber kapısını kopar. Yahut bu dikeni gül fidanına ulaştır,
sevgilinin nurunu nara kavuştur? Da onun nuru senin ateşini söndürsün,
vuslatı, dikenini gül bahçesi haline getirsin.
Sen cehenneme
benziyorsun, o ise mümindir. Mümine ateşi söndürmek imkanı var .
Mustafa, cehennemin sözünü naklederek buyurdu ki: “ Cehennem,
korkusundan mümine yalvararak, “Padişahım, çabuk geç, Nurun, ateşimi
söndürecek” der.
Şu halde ateşi
helâk eden, müminin nurudur. Çünkü bir şeyi zıddından başka bir şeyle
gidermek imkansızdır. Adalet gününde ateş, nurun zıddıdır, zira, ateş
kahırdan meydana gelmedir, nur, ihsan ve fazıldan. Ateşin şerrini
defetmek istiyorsan ateşin gönlüne rahmet suyunu saç! O rahmet suyunun
kaynağı mümindir.
Abıhayat , ihsan
sahibinin pak ruhudur. Nefsin ondan kaçmakta. Çünkü sen ateştensin, o
su ırmak suyu. Ateş, sudan söndüğündendir ki sudan kaçmaktadır. Senin
duygun, fikrin hep ateşten. Şeyhin duygusu ve fikri ise o güzel nur.
Onun nur suyu ateşe damladı mı ateşten cız ,cız sesi çıkmaya başlar. O
cızladıkça sen ona “ Öl, bit” deki bu nefis cehennemin sönsün. Sönsün
ki senin gül bahçeni yakmasın, senin adalet ve ihsanını söndürmesin.
O söndükten
sonra ne dikersen biter. Laleler , ak güller, marsamalar çıkar. Yine
doğru yoldan alabildiğine gidiyoruz. Hocam, dön ger, yolumuz nerede?
Şunu anlatıyorduk. Hasetçi adam, senin eşeğin topal, konak yeri de
adamakıllı uzak. Yıl geçti, ekin vakti değil. Yüz karanlığından, kötü
işten başka da mahsul yok.
Ten ağacına kurt
düştü. Onu söküp ateşe atmak lazım. Yolcu kendine gel, kendine vakit
geçti, ömür güneşi kuyuya doğruldu. Bu iki günceğizinde olsun,
kuvvetin varken kocalığını hak yoluna sarf et. Elinde kalan şu
kadarcık tohumu olsun ek de bu iki anlık müddetten uzun bir ömür
bitsin. Bu aydın çırağ sönmeden kendine gel de hemen fitilini düzelt,
yağını tazele. Yarın yaparım deme. Nice yarınlar geçti.
Ekin zamanı
tamamıyla geçmesin,agah ol! Nasihatımı dinle: Ten , kuvvetli bir
bağdır. Yeniyi istiyorsan, eskiden soyun! Dudağını yum, altın dolu
avucunu aç. Ten nekesliğini bırak, cömertliği ele el. Cömertlik,
şehvetleri, lezzetleri terk etmedir. Şehvet yüzünden düşen
kalkmamıştır. Bu cömertlik, cennet selvisinin bir dalıdır. Yazıklar
olsun böyle bir dalı elinden bırakana. Bu heva ve hevesi bırakma,
sapasağlam bir iptir.
Bu dal, canı
göğe çeker. Ey güzel yollu cömertlik dalı seni yukarı çeke çeke aslına
eriştirdi mi? güzellik Yusuf’un, bu alem kuyu gibidir. Bu ip de tanrı
emrine sabretmedir. Ey Yusuf, ip sarktı, iki elinle yapış. İpten gafil
olma, vakit geçiyor. Tanrıya hamdolsun ki bu ipi sarkıttılar, fazıl ve
rahmeti birbirine kattılar.
Bu ipe yapış da
yeni bir can alemi apaşikar, fakat görünmez bir alem göresin.
Hakikatte yok olan şu cihan var gibi görünmekte, hakikatte var olan
cihan da adamakıllı gizlenmede. Rüzgar esti mi toz toprak görünür,
uçup savrulur, rüzgar görünmez. Toz toprak kendisini gösterir, rüzgara
perde olur. Zahiren iş işleyen, hakikatte işsizdir, deriden ibarettir.
Gizli olan içtir; asıl odur. Toprak, rüzgarın elinde bir alete benzer.
Asıl toprağı yüce ve tabiatı yüksek bil. Toprağa mensup gözün bakışı
da toprağa düşer. Rüzgarı gören göz başka bir çeşittir. Atı at bilir,
at, atın eşitidir.
Binicinin
ahvalini de binici bilir. Duygu gözü arttır, binici Hak nuru. Binici
olmadıkça at, zaten işe yaramaz ki. Şu halde ata terbiye ver, kötü
huyunu terk ettir. Yoksa padişah onu kabul etmez. Atın gözüne yol
gösteren, padişahın gözüdür. Padişahın gözü olmadıkça at, bir şet
göremez. Atların gözleri, ottan, otlaktan başka bir yerde değildir.
Onları buralardan başka nereye çağırsan “ gelmem, niye geleyim”
derler.
Tanrı nuru,
duygu nuruna binmiştir de ondan sonra can, Tanrıya rağbet etmiştir.
Binici olmayan at yol gitmeyi ne bilir? Doğru ve ana caddeyi bilmek
için padişah lazım. Nuru, binici olan duyguya doğrul. O onur, duyguya
ne güzel bir sahiptir. His nururunu benzeyen, tanrı nurudur. Bu
suretle “Nur üstüne nur” ayetinin manası zuhur eder.
His nuru adamı
yere çeker, Hak nuru Kevser ırmağına götürür. Çünkü duygularla idrak
edilen alem, çok aşağılık bir alemdir. Tanrı nuru bir denizdir, duygu
ise bir çiğ tanesi gibi. Fakat duyguya binmiş olan meydan da değildir,
iyi eserlerinden, güzel, sözlerinden başka bir şey görünmez. Duyguya
mensup olan nur bile, kesif ve cismani olmakla beraber gözlerin
karasında gizlidir.
Öfkenden sen
duygu nurunu bile görmüyorsun, dine mensup nuru nasıl görürsün? Duygu
nuru, bu kadar kesafetiyle beraber gizli olursa ap-arı olan bir ışık
nasıl olur da gizli olmaz? Bu cihan, gayp rüzgarının elinde bir saman
çöpüne benzer,tamamıyla acizdir. Gayp aleminin dileği,
Onu gah
yüceltir, gah alçaltır. Gah doğrultur, gah kırar. Gah sağa götürür,
gah sola gah gül bahçesi haline kor, gah diken haline. El gizlidir,
yazı yazan kalemi gör. At oynayıp seyirtmekte, binici meydan da değil.
Fırlayıp giden oka bak, yay gizli. Canlar meydan da canların canı
görünmüyor. Oku kırma. O padişah okudur. Yaydan çıkan ok değildir, her
şeyi bilenin şastından atılmıştır.
Hak, “ Ma
remeyte iz remeyte” dedi. Tanrının işi, bütün işlere örnektir
misaldir. Kendi kızgınlığını kır, oku kırma. Senin kızgın gözün sana
sütü kan gösterir. O kanlara bulanmış, senin kanınla ıslanmış oku alıp
öp de padişaha götür. Meydanda olan acizdir, bağlanmıştır, zebundur.
Görinmiyense pek kuvvetti ve galip.
Biz avlardan
ibaretsiz, kimin böyle bir tuzağı var? Çevganın önünde toplardan başka
bir şey değiliz, çevganı idare eden nemde? Yırtıyor, dikiyor, nemde bu
terzi? Üflüyor, yakıyor, nemde bu ateşi yakan? Bir an içinde sıddıkı
kafir eder, bir an içinde zındıkı zahit. Onun içindir ki ihlas sahibi,
varlığından tamamıyla halas olmadıkça tuzağa düşmek tehlikesindedir.
Çünkü yoldadır, yol kesicilerse sayısız.
Ancak tanrı
amanında olan kurtulur. Aynası tamamıyla arınmayan, henüz ihlas
sahibidir. Kuş tutmayan henüz avla meşguldür. Fakat ihlas sahibini
Tanrı ihlas makamına ulaştırırsa ihlas sahibi kurtulur, emniyet
makamına varır. Hiçbir ayna yoktur ki ayna olduktan sonra tekrar demir
haline gelsin. Hiçbir ekmek yoktur ki tekrar harmandaki buğday şekline
dönsün.
Hiçbir üzüm
tekrar dönüp koruk olmaz. Hiçbir olmuş meyve tekrar turfanda haline
gelmez. Piş, ol da bozulmadan kurtul. Yürü, Burhan-ı Muhakkık gibi nur
ol.
Kendinden
kurtuldun mu tamamıyla burhan olursun. Kul yok oldu mu sultan
kesilirsin. Bunu apaçık görmek istersen Salahaddin gösterdi, gözleri
görür bir hale getirdi, açtı. Tanrı nuruna sahip olan her göz, fakrı
onun gözünden dersler verir. Şeyh. Tanrı gibi aletsiz işler görür.
Müritlere sözsüz dersler verir. Gönül onun elinde mum gibi yumuşaktır.
Mührü, gönle gah ayıp, gah şeref damgasını basar.
Mumunda ki
mühür,bir yüzüğe alamettir. Onu hatırlatır ya asık o yüzük de ki nakış
kimin alametidir, kimi hatırlatmaktadır? O nakı ş, efkarının her
halkası, öbürüne geçmiş, bu suretle birbirine zincirlenmiş olan o
Zerger’in fikrini anlatır.
Gönül dağlarında
ki bu ses kimin? Bu dağ, gah sesle dopdolu gah bomboş ve sessiz. Ev
sahibi, nemde olursa olsun hakim ve üstat dır,yaptığı iş yerli
yerindedir. Bu gönül dağı, onun sesinden hali kalmasın! Dağ vardır,
sesi iki misli aksettirir. Dağ vardır yüz misli. Dağ; o ses den ,o
sözden yüz binlerce halis ve saf kaynaklar sızdırır. Fakat dağdan o
lütuf kesildi mi sular kaynakların da kan kesilir.
O kadehi kutlu
padişahlar padişahı yüzünden tur dağı lal haline geldi. Dağın
cüzzüleri canlandı akıllandı, ey halk biz bir taştan da aşağı mıyız ki
ne candan bir çeşme coşmakta ne beden yeşiller giymiş ruhanilere
katılmakta. Onda ne bir iştiyak sahibinin sesi var, ne sakinin bir
yudum şarabının neşesi! Nemde hamiyet ki böyle bir dağı; keserle,
çapayla, neyle olursa kökünden yıksın.
Belki cüzülerine
bir ay parıltısı vurur, belki ay ışığı, ona yol bulur! Kıyamette
dağlar yerlerinden sökülecek. Senin bir davranmanda ne vakit böyle bir
keremde bulunacak? Bu kıyamet, o kıyametten nasıl olur da aşağı
sayılır? O kıyamet yaradır, bu merheme benzer. Bu merhemi gören
yaradan kurtulmuştur. Bu güzelliği gören kötü kişi bile ihsan
sahibidir. Ne mutlu o çirkine ki güzele eş arkadaş oldu, vah eşi kış
olan gül yüzlüye! ölmüş ekmek cana eş olunca dirilir, canın ta kendisi
olur.
Kara odun ateşe
eş olur, karanlığa gider, baştan başa nur kesilir. Ölmüş eşek tuzluya
düşünce eşekliği, murdarlığı bir tarafta kalır. Tanrı gününün rengi
Tanrı boyasıdır. Onda her şey bir renge boyanır. Birisi küpe düşse de
sen, ona kalk desen neşesinden “ Beni kınama. Küp benim der.”
O “ Ben küpüm”
demek “ ben, Hakk’ım”demektir. Demir demirdir ama ateş rengine girmiş,
o renge boyanmıştır. Demirin rengi, ateşin renginde mahvolmuştur.
Sukut eder gibi görünmekle beraber ateş olduğundan da dem vurmaktadır.
Madendeki altın gibi kızarınca sözü, ağızsız, dudaksız “ Ben ateşim”
sözüdür.
Ateşin rengiyle,
ateşin tabiatıyla ululanmıştır da der ki. “ ben ateşim ,ben ateş! Sen
şüpheye düşşen de ben ateşim, istersen bir tecrübe et, elini sür. Ben
ateşim, eğer şüphe ediyorsan bir an olsun yüzünü bana koy!” Ademoğlu,
Tanrıdan nurlanırsa seçilir de meleklerin mescudu olur. Cani melek
gibi azgınlıktan ve şüpheden kurtulan kişi de alemde secde eder.
Ateş nedir demir
nedir? Dudağını yum. Bu benzetişte bulunanla alay etme. Ayağını denize
pek basma, denizden çok bahsetme dudağını ısırarak susup kıyısın da
dur! Benim gibi yüzlercesi bile denize tahammül edemezler. Fakat yine
de denizde boğulmaktan korkmuyor, ona dalmadan duramıyorum. Canım da
denize feda olsun, aklım da. Canın da kan diyetini bu deniz vermekte,
aklın da. Ayağım oldukça denizde yürürüm, ayağım kalmazsa yine su
kuşları gibi denize dalarım. Huzur da bulunan bi edep kişi huzurda
bulunmayan kişiden daha hoştur. Halka da eğridir ama nihayet kapıda
değil mi?
Ey teni
bulaşmış, pislenmiş kişi, havuz kenarında dön dolaş. İnsan, havuzun
dışındayken nasıl temizlenir? Havuzdan uzak düşen kişi nasıl temiz
olur? O adam batın temizliğinden bile uzak düşmüştür. Bu havuzun
temizliğinin haddi yoktur. Cisimlerin temizliği ise pek az bir
miktarda olabilir. Çünkü gönül havuzdur ama gizli. Bu havuzun, denize
gizli bir yolu var. Senin muayyen miktarda ki temizliğin yardım ister.
Yoksa sayılı şey, harcandıkça azalır. Su, pis adama “ Bana koş der”
Pis adamsa “ Sudan utanıyorum der.”
Su der ki: “ Bu
utanma, bensiz nasıl zail olur, bu pislik, bensiz nasıl temizlenir?”
Bulaşık ve pis adam; sudan utanır, gizlenirse bu utanma, “Haya, imana
manidir” sözünün tahakkukuna sebep olur. Gönül, ten havuzunda çamura
bulandı ama ten, gönül havuzunda arındı. Oğul, gönül havuzunun
çevresinde olan, ten havuzundan sakın!
Ten deniziyle
gönül denizi birbirine bitişiktir, fakat aralarında bir berzah var,
birbirlerine karışmazlar. İster doğru ol, ister eğri. O gönül havuzuna
doğru gel, geri kalma. Padişahların huzurunda can tehlikesi var ama
himmetleri yüce kişiler can korkusu yüzünden padişahtan çekinmezler.
Padişah, şekerden daha tatlı olunca canın tatlılığına gitmesi de daha
hoş, daha doğru.
Ey beni kınayan,
sen sağ esen ol. Ey selamet arayan, sen beni bırak! Benim canım
ocaktır, ateşten hoşlanır, ocağa ateş yurdu olmak yeter. Bana ocak
gibi aşka yanmak düştü. Bundan kör olansa zaten ocak değildir.
Azıksızlık azığı sana azık olursa baki olan can bahçen güllerle,
süsenlerle dolar. Başkasının korktuğu şeyler, sana emniyet verir. Su
kuşu denizden ,kuvvet bulur, ev kuşuysa perişan olur.
Ey tabip, ben;
yine divana oldum. Sevgili, ben yine kara sevdalara uğradım.
Zincirinin halkalarından her halkanın başka, başka fenleri var. Her
halka başka bir delilik vermede. Her halkanın eseri, başka, başka
fenler. Onun için her an başka deliliklerim var. Darbı meseldir.
Delilikler; fen fen , çeşit çeşittir. Hele böyle ulu bir beyin
zincirine bağlanmış kişide olursa! Bağımı, öyle bir divanelik kopardı
ki bütün divaneler bana nasihat verirler.
Bu çeşit
delilik, zünnunun Mısri’nin de başına geldi. Onda yeni ,yeni
coşkunluklar, cezbeler meydana gelmekteydi. coşkunluğu adeta göğün
üstüne erişecek bir dereceyi buluyor, ciğerler acısı bir hale
geliyordu. Kendine gel ey çorak toprak, kendi coşkunluğunu bu işe
sahip olan temiz kişilerin coşkunluğu ile bir tutma! Halk onun
deliliğine tahammül edemez bir hale geldi.
Ateşi, adeta
halkın sakalını tutuşturmaktaydı. Avamın sakalına ateş düşünce onu
körlüklerinden, inatlarından tutup bağladılar. Halk, bu yolda
umumiyetle dara düşse de yine yuları geri çekmeye imkan yoktur. Bu
padişahların hepsi halk dan can korkusuna düştüler. Çünkü bu güruh
kördür, padişahların da nişanı yok! Hüküm külhaniler eline geçince
nihayet zünnun zindanına düştü. Bir tek ulu padişah, tek başına atına
binmiş, gitmekte ardına düşen, ona uyan yok. Böyle bir eşi bulunmaz
inci, çocukların eline düşmüş kadrini bilen anlayan yok. İnci de nedir
ki? Bir katrada gizlenmiş bir deniz bir zerreye sığmış güneş! Öyle bir
güneş ki kendisini zerre gösterdi de yavaş, yavaş yüzünü açtı.
Bütün
zerreler,onda yok oldu. Alem onun yüzünden sarhoş oldu, onun yüzünden
kendisine geldi. Fakat kalem, bir gaddarın elinde oldu mu şüphe yok.
Mansur, dara çekilir. Bu hüküm, bu hükümet, kötü kişilerin elinde
oldukça elbette peygamberleri öldürmek lazım. Yol azıtmış kavim,
aptallıklarından peygamberlere “ Biz, sizi şom bilmekteyiz. Bize sizin
yüzünüzden kötülük geliyor” dedi.
Hıristiyanların
cehaletine bak ki asılan bir Tanrıdan medet ummaktadır. Çünkü onlarca
İsa’yı Yahudiler asmıştır. Peki iş böyleyse ona kim imdat etsin? O
padişahın yüreği, onların yüzünden kan olunca “ Sen, onların içinde
oldukça Tanrı onlara azap göndermez” hükmü nasıl olur da sürüp gider?
Hain kalpazandan, halis altınla kuyumcu, daha fazla korkar. Yusuflar,
çirkin kişilerin hasedinden korkup gizlenirler. Güzeller, düşman
korkusundan ateş içinde yaşarlar.
Yusuflar,
kardeşlerinin hilesi yüzünden kuyuya düşmüşlerdir. Çünkü o kardeşler,
hasetlerinden Yusuf’u kurtlara verip dururlar. Hasetten Mısır
Yusuf’unun başına neler geldi? Bu haset, pusuya yatmış büyük bir
kurttur. Hulasa halim Yakub, Yusuf’a bir şey yapmasın diye bu kurttan
daima korkar. Zahiri kurt, Yusuf’un etrafında dönüp dolaşmadı. Fakat
bu haset, işlediği işle kurtları da geçti!
Bu haset kurdu,
Yusuf’u yaraladı da “ biz onu elbiselerimizin başında bırakmış,
gitmiştik, kurt kapmış diye tatlı sözlerle özür serdetti. Bu hile, yüz
binlerce kurtta bile yok Hele dur, bak, bu kurt sonunda nasıl rüsvay
olur! Ondan dolayı herkesin yaptığı kötülüğün zararını göreceği gün
hasetçiler, muhakkak kurt şeklinde haşredileceklerdir.
Hırsla dolu
aşağılık ve haram yiyici kişi, o sayı günü domuz şeklinde, zina
edenler,avret yerleri kokarak, şarap içenler, ağızları kokarak
dirilirler. Gönüllerin duyduğu o gizli koku, mahşerde açığa çıkar,
duyulur. İnsanın varlığı bir ormana benzer. O deme agahsan çekin bu
varlıktan çekin! Vücudumuzda binlerce kurt, binlerce domuz. Temiz,
pis, güzel, çirkin binlerce sıfat var.
Herhangi huy
galipse hüküm onundur. Maden de altın bakırdan fazlaysa o maden altın
sayılır. Vücudunda hangi huy galipse o huyun suretine göre haşredilmen
gerekir. İnsan da bir an olur, kurtluk zuhur eder, bir an olur, ay
gibi Yusuf yüzlü bir güzel haline gelir. İyiliklerle kinler gizli bir
yolda gönüllerden gönüllere gidip durmaktadır. Hatta insandan öküzle
eşek bile bilgi sahibi olur, akıllanır,hüner elde eder. Serkeş at,
rahvan bir hale gelir, alışır. Ayı oynar, keçi de selam verir.
Köpeğe insanın
huyu geçer, nihayet çoban olur, av, avlar yahut sürüyü korur. Eshabı
Kehf’in köpeğine onlardan öyle bir huy sirayet etti ki sonunda Tanrıyı
aramaya koyuldu. Kalb de her an bir çeşit şey baş gösterir. İnsan
bazan şeytanlaşır, bazan melekleşir. Bazan tuzak kesilir, bazan
yırtıcı hayvan! Aslanların bildiği o acayip ormandan, gönüller
tuzağına gizli bir yolu bulunan o meşelikten, içten içe hırsızlık et,
can mercanını çal1 Ey köpekten aşağı, ariflerin gönüllerinden o
mercanı elde et.! madem ki hırsızlık ediyorsun, bari latif inciyi çal!
Mademki hamallık ediyorsun, bari yüce bir yük yüklen!
Dostlar Zünnunun
bu işinde düşünceye daldılar, zindana gittiler, bu hal hususunda
konuşup fikirlerini söylemeye başladılar: Dediler ki “Bunu herhalde
kasten yapıyor. Bunda bir hikmet var. O bu dinle bir kıbledir, bir
delildir. Ona delilik hükmetsin, o çaldırsın imkan mı var? Böyle bir
şey onun deniz gibi hudutsuz aklından ne kadar uzak! Haşa delilik
bulutu, onun ayını örtsün. Böyle bir şey onun ulu makamının kemalinden
değildir.
O halkın
şerrinden bir bucağa sindi. Akıllılardan utandı da divane oldu. Tane
tapan sersem akıldan usanmış da bu yüzden mahsus kendisini deli
göstermiştir.” Maden de der ki: “ yiğit , beni bağla öküz kuyruğundan
yapılma kamçı ile başıma sırtıma vur. Fakat deşeleme! Kamçı yarasından
hayat bulayım.
Musa’nın öküzü
yüzünden dirilten maktul gibi dirileyim. Öküz kuyruğundan yapılma
kamçının açtığı yaradan iyileşeyim, Musa’nın mucizesiyle dirilen o
öldürülmüş adam gibi canlanayım. O öldürülmüş adam öküz kuyruğu
kamçısının açtığı yaradan dirildi. Bakır gibi kimya yüzünden altın
oldu. Sıçrayıp kalktı, sırları söyledi, kanını dökenleri gösterdi.
Beni bumlar
öldürdü, bu fitnenin tohumunu bunlar ekti diye açıkça söz söyledi. Bu
ağır beden de öldürüldü mü sırları bilen ruh varlığı dirilir. O adamın
canı cenneti de görür, cehennemi de bütün sırları da tanır, bilir.
Kanlı şeytanları, hile ve hud’a tuzağını ve şeytanlıkları gösterir.
Kuyruğunun açacağı yara yüzünden can kurtulsun diye öküz kesmek, yol
şartlarındandır. Sen de tez öküz nefsi tepele de gizli ruh dirilsin,
akıllansın.
Onlar, ahvali
anlamak üzere zünnun’un yanına yaklaşınca Zünnun onlara bağırdı: “
Hey, kimlersiniz? Sakının!” Onlar, edepli, edepli “ Biz dostlardanız.
Buraya canla başla hal hatır sormak için geldik. Nasılsın ey hünerli,
marifetli akıl denizi? Akıllı olduğun halde niye kendini deli
gösteriyorsun, bu ne bühtan? Güneşe külhanın dumanı erişir mi? Anka,
kargaya zebun olur mu? Bizden çekinme, şunu anlat.
Biz seni
sevenleriz. Bize bu işi etme. Sevenleri, kendinden uzaklaştırmak
yaraşmaz. Onlardan işi gizlemek onları hileyle aldatmak doğru
değildir. Padişahım, sırrı açığa vur. Ey ay yüzlü, yüzünü bulutla
gizleme. Biz seni seviyoruz,sana sadıkız, aşıkız. İki alemde de
gönlümüzü sana verdik” dediler. Zünnun, sövüp saymaya başladı,
delicesine saçma sapan sözler söyledi. Sıçrayıp onlara taş topaç
yağdırmaya, sopa sallayıp fırlatmaya koyuldu. Hepsi yaralanıp ezilmek
korkusundan kaçtılar.
Zünnun,
kahkahayla gülüp başını salladı. Dedi ki: “ Şu dostların heva ve
hevesine bak. Dostlara bak! Hani dost olanların nişanesi? Dostlara
zahmet can gibi sevimlidir. Dosta, dostun zahmeti ağır gelir mi?
Zahmet içtir, ruhtur. Dostluksa onun derisine benzer.
Dostluk nişanesi
beladan, afetlerden, minhetlerden hoşlanmak değil midir? Dost altın
gibidir. Belada ateşe benzer. Halis altın, ateş içinde saf bir hale
gelir”