Meryem oğlu İsa, sanki bir
aslan kanını dökmek istiyormuş da ondan kaçıyormuş gibi bir dağa
kaçıyordu. Birisi, ardından koşup dedi ki: “ Hayrola peşinde kimse
yok, neden böyle kuş gibi kaçıyorsun?” İsa, öyle hızlı koşmaktaydı ki
acelesinden cevap bile vermedi. Adam, bir müddet İsa’nı peşinden
koştu.
Ardını bırakmayıp bağırmadı
bağırdı: “ Allah rızası için bir an olsun dur. Neden kaçıyorsun. Merak
ettim. Ardında be aslan var, ne düşman. Ne bir şeyden korkmana lüzum
var, ne bir şeyden ürkmene sebep! O tarafa doğru neden koşuyor, kimden
kaçıyorsun a kerem sahibi?”
İsa dedi ki: “ Bir ahmaktan
kaçıyorum. Yürü, benim yolumu kesme, kendimi kurtarayım!” adam dedi
ki: “ Körün gözlerini, sağırın kulağına açan Mesih sen değil misin?
İsa “ Evet, benim” dedi. Adam “gayb afsunlarına me’va olan. O afsunu
ölüye okuyunca ölüyü, av bulmuş aslan gibi sıçrayıp dirilten padişah
sen değil misin!” dedi.
İsa “ Benim” dedi. Adam dedi
ki: “ A güzel yüzlü, topraktan kuşlar yapan sen değil misin?!” İsa. “
Evet benim” dedi. Adam “ Peki, öyleyse ey tertemiz ruh, dilediğini
yaparken kimden korkuyorsun? Alemde bu kadar mucizelerin varken senin
kullarından olmayan kim?”
İsa dedi ki . “Teni eşsiz
örneksiz yaratan, canı ezelden halk eden Tanrının tertemiz zatına ant
olsun. Onun pak zatiyle sıfatları hakkı için felek bile yenini,
yakasını yırtmış, ona aşık olmuştur. O afsunu, o ism-i Azam’ı köre
okudum, gözleri açıldı; sağıra okudum, kulakları duydu.
Taş gibi dağa okudum, yarıldı
göbeğine kadar hırkasını yırttı! Ölüye okudum dirildi. Hiçbir şey
olmayan vücudu bulunmayan şeye okudum, meydana geldi,bir şey oldu!
Fakat ahmağın gönlüne yüz binlerce kere okudu, fayda vermedi. Mermer
bir kaya kesildi, ona tesir bile temdi. Adeta kuma döndü, ondan bir
şey bitmesine imkan yok!”
Adam, “ Tanrı adının köre,
sağıra ölüye tesir edip de ahmağa tesir ermemesinin hikmeti ne? Onlar
da illet, bu da illet. Neden onlara tesir ediyor da buna tesir
etmiyor?” dedi. İsa dedi ki. “ Ahmaklık, Tanrı kahrıdır. Hastalık,
körlük, kahır değildir, bir iptiladır. İptila, acınacak bir illettir,
ona kul da acır, Tanrı da.
Fakat ahmaklık öyle bir
illettir ki ahmağa da mazarrat verir, onunla konuşan da! Ahmağa
vurulan dağ, Tanrı mührüdür. Ona bir çare bulmanın imkanı yok!” İsa
nasıl kaçtıysa sen de ahmaktan kaç! Ahmakla sohbet, nice kanlar döktü!
Hava,suyu yavaş, yavaş çeker, alır ya ahmak da dininizi böyle çalar,
böyle alır işte.
Kıçının altına taş koymuş
adamın harareti nasıl gider, o adam nasıl soğuk alırsa ahmak da sizden
harareti, aşkı iştiyakı çalar, size soğukluk verir! İsa’nın kaçışı
korkudan değildi. O zaten emindi, fakat size öğretmek için kaçmıştı.
Zemheri rüzgarları alemi doldursa bile o parlayıp duran güneşe ne gam?
Hatırıma Seba’lıların
hikayesi geldi. ahmaklık yüzünden seher yeli, onlara veba kesilmişti.
Seba, çocuklardan duyduğun masallardaki gibi pek büyük bir şehirdi.
Hani çocuklar masal söylerler ya fakat masallarında nice sırlar, nice
öğütler vardır. Görünüşte saçma şeyler söylerler ama sen onları masal
sanma sakın!
Bütün viranelerde define
aramaya koyul! Seba şehri, pek büyük, pek azametli bir şehirdi.
Büyüklüğü bir tepsiden fazla değil! Pek ulu, pek geniş, pek uzun, pak
kocamandı, bir soğan kadar! On şehir halkı oraya toplanmıştı; fakat
hepsi de yüzleri yıkanmamış üç kişiden ibaret!
Orada sayısız adam vardı ama
hepsi yalnız ölmüş hayvan eti yiyen o üç ham adam! Canana ulaşamayan,
sevgiliye kavuşmaya çalışmayan can, binlerce bile olsa yarım tenden
ibarettir. Üç kişinin birisi pek uzakları görürdü, fakat gözü kör,
Süleyman’ı görmezdi de karıncanın ayağını görürdü!
Öbürü pek keskin işitirdi,
fakat sağır! Adeta bir defineydi. İçinde yarım arpa kadar bile altın
yok! Üçüncüsü çırılçıplak, edep yeri açık bir adamdı. Elbisesinin
etekleri uzun! Kör dedi ki: “ İşte bak, şuracıktan atlılar gelmekte.
Onların hangi kavimden olduklarını ve kaç kişiden ibaret
bulunduklarını görüyorum.”
Sağır “ Evet, ben de
seslerini duydum, gizli açık ne söylüyorlarsa işittim” dedi. Çıplak “
Benim korkum da şundan: gelirlerse elbisemin eteğini keserler!” dedi.
Kör dedi ki: “ İşte bak, yaklaştılar. Hadi onlar gelip çatmadan, bizi
yakalayıp dövmeden, bağlamadan biz kaçalım.”
Sağır dedi ki: “ Hakikaten
dostlar, gürültü gittikçe yaklaşıyor, haydin! Çıplak, eyvahlar olsun,
dedi. Gelirlerse tamah ederler, elbisemi alırlar, ben hiç emin
değilim! Şehri bırakıp çıktılar, koşa, koşa bir köye geldiler. O köyde
semiz bir kuş buldular, kuş pek semizdi, vücudunda zerre kadar et
yoktu, öyle arıktı ki!
Ölmüş bir kuştu, karalgarın
gagalamasından kemikleri bile incelmiş, ipliğe dönmüştü. aslanların
avlarını yemesi gibi o kuşu yediler üçü de tok filler gibi semirip
şiştiler. Üçü de üç tane besili, semiz ve büyük file döndüler. Üç genç
de öyle şişmanladı ki şişmanlıktan aleme sığamaz oldular!
Bu kadar şişmanlıkta, bu
koskocaman kelleyle, kulakla, bu iri yedi endamla beraber kapının
çatlağından süzülüp geçtiler! Ölüm de halka görünmez, ölümün yolu da
gizlidir. Ölüm de göze gelmez. Acayip bir çıkış yeridir. İşte bak,
kervanlar birbiri ardına ulanmış, o kapının gizli çatlağından geçip
gitmede! Fakat o çatlağı arasan göremezsen. Pek gizlidir ama ondan
bunca kişileri geçirdiler, gelin evine güvey götürür gibi götürdüler.
Sağır, istektir, dilektir.
Bizim ölümümüzü duydu da kendi ölümünü duymadı, kendi görünüşünü
görmedi. Kör d hırstır. Halkın ayıbı zerre kadar göremez, fakat gene
de alemin ayıbını arar! Çıplak, elbisesinin eteğini kesecekler diye
korkuyor ama çıplak adamın eteğimi olur ki kessinler!
Dünyaya kapılan da hem
müflistir, hem de korkmakta, halbuki hırsızlardan hiç de korkmaması
lazım. Zaten dünyaya çıplak geldi, çıplak gidecek böyle olduğu halde
hırsızlardan korkusundan yüreği kan olmakta. Fakat hayattayken bunca
feryad-ü figan etti. Ağlayıp sızladı ya.
Ölürken kendiside bu
korkusuna şaşar güler. O zaman zengin hiçbir pulu olmadığını zeki
hiçbir hüneri bulunmadığını anlar. Hayattaki bu korku, eteğine saksı
kırıkları doldurup da kendisini mal sahibi sanan, onları
kaybedeceğinden korkan, onların üstüne titreyen çocuğun korkusuna
benzer.
O saksı kırıklarından bir
parçasını bile alsan ağlamaya başlar; geri verirsen de sevinir.
Gülmeye koyulur. Bilgi elbisesini giymedikçe çocuğun ağlamasına da
ehemmiyet verilmez, gülmesi de. Ahmak da eğreti malı kendisinin sanır
da onun üstüne titrer. Hay aşağılık adam hay!
Uykuda kendisini mal sahibi
görür, çuvalını hırsız çalacak diye korkar! Fakat kulağı çekildi de
uyandı mı kendi korkusuyla kendisi alay eder. Bu cihanın aklına, bu
alemin bilgisine sahip olan alimlerin korkusu da buna benzer.
Hünerlere fenlere sahip olan bu akıllılara tanrı kuran’ da “ Onlar bir
şey bilmezler” dedi.
Her biri kendisinde bilgi var
zannına kapılır. Da birisi çalacak diye korkuya düşer. Zamanımı
alıyorlar der. Halbuki bir fayda, bir kar elde eden kişinin zamanı
zaten onda yok! Halk beni işimden, gücümden alıkoydu der. Ama canı ta
boğazına kadar işsizliğe, güçsüzlüğe dalmıştır.
Çıplak adam elbisemi sürüyüp
duruyorum. Eteğimi onların pençesinden nasıl kurtaracağım der! Alim de
bilgilerin yüz binlerce çeşidini bilirde zalim herif kendisini bilmez.
Her cevherin haysiyetini bilir de kendi cevherine gelince bir eşeğe
döner! Be hey alim, sen ben caiz olan şeylerle caiz olmayanları
bilirim dersin ama kendin caiz misin, işe yarar mısın, yoksa bir
kocakarı mısın? Bundan haberin yok!
Bu yerinde doğru şu yerinde
değil eğri bunu biliyorsun ama sen doğru musun, eğri mi? Bir de iyice
bak! Her kumaşın değeri nedir? Biliyorsun da kendi değerini
bilmiyorsun. Bu ahmaklıktır. Yomlu yıldızlarla yomsuz yıldızları
biliyorsun. Fakat sen yomlu musun, yoksa cem cenabet biri misin? Buna
bakmıyorsun bile?
Bütün bilgilerin ruhu budur
bu. Mahşer günü ben kimim, ne hale geleceğim; demen bunu bilmen gerek!
Din usulünü bildin ama kendi aslın kendi mayan iyiyse bir de ona bak,
onu bil! Seni için bu iki usulden kendi aslını bilmeme daha iyidir ey
ulu kişi!