Çölde bir Arap kervanı susuzu
kalmış, yağmur susuzluktan kırbalarında bir damlacık olsun su
kalmamıştı. Bütün kervan, o çöl ortasında bunalmış, ölüm haline
gelmişti. Ansızın o iki dünyanın imdadına yetişen Mustafa, onların
imdadına erişmek üzere yola çıka geldi. çölde, o sarp ve sonsuz yolda,
o kızgın kumların üstünde bunalıp kalmış olan o kalabalık kervanı
gördü.
Develerinin dilleri,
ağızlarından çıkmış, adamlar, taraf, taraf kumlara serilmiş kalmıştı!
Bu hali görünce acıdı. “ Kalkın, bir kaçınız derhal o kum yığınına
doğru koşun! Orada zenci bir köle kırbayla beyine su götürüyor. O
zenci deveciyi devesiyle beraber ister istemez tutup bana getirin”
dedi.
Birkaç kişi kalkıp kum
tepesine doğru koştular. Bir müddet sonra hakikaten dediği gibi, zenci
bir kul gördüler, kırbasını doldurmuş, devesine binmiş, beyine su
götürüyordu. Zenciye “ Şu tarafa insanların iftihar edecekleri zat,
Kainatın hayırlısı olan Peygamber seni çağırıyor” dediler. Adam “ Ben
onu tanımıyorum, o da kim?” dedi.
“ Ay yüzlü, şeker huylu
Muhammed” dediler. Nasılsa öylece anlattılar, öylece övdüler. Zenci “
O galiba bir şair olacak. Bir kısım halkı sihirle zebun etmiş ona
yarım arşın bile yaklaşmam ben” dedi. Nihayet herifi yakalayıp zorla
çeke, çeke o tarafa sürüklemeye başladılar. Zenci bağırıp çağırıyor,
sövüp sayıyordu.
Zenciyi Azizin yanına
getirdikleri zaman Peygamber, “ Su için, mataralarınızı, kırbalarınızı
da doldurun “ dedi. Hepsini o bir tek kırbadan kandıra, kandıra
suvardı. Hem adamlar, hem develer o bir kırbadan kana , kana su
içtiler. Kölenin kırbasından herkes kırbasını, matarasını doldurur.
Gökyüzündeki bulut bile
hasedinden şaşırdı kaldı! Bunu kim görmüştür? Bir tek kırbadan bunca
cehennemin harareti sönsün? Kim görmüştür bunu? su dolu bir tek
kırbadan bunca kırba ağzına kadar dolsun! Kölenin kırbası zaten bir
vesileden hakikati örten bir sebepten ibaretti. Peygamberin emriyle
ihsan dalgaları, asli denizden coşup köpürmekte, kopup gelmekteydi!
Su kaynayınca buhar haline
gelir, havaya çıkar havadaki buhar da soğuyunca su olur, öyle mi?
Doğrusu şu; yaradılış bu hükümlerden hariç olarak sebepsiz, illetsiz
yokluktan sular coşturmada. Sen çocukluğundan sebepleri görüyor,
bilgisizliğinden sebeplere yapışıyorsun. Sebepleri görüyor da
müsebbipten gaflet ediyorsun.
Bu hakikati örten, müsebbibin
yüzünü gizleyen sebeplere ondan meyletmektesin sen. Sebepler gitti mi
başına vurmağa başlar, aman yarabbi demeye koyulursun. Tanrı da sana “
Hadi yürü, sebebe git ne acayip şey, sen beni, yarattığım sebepler
için andın ha!” der. O vakit kul “ Bundan böyle hep seni göreceğim,
sebebe, o laftan ibaret saçma şeye bakmayacağım artık” der ama,Tanrı “
Seni tekrar sebep alemine göndersem yine sebebe yapışırsın. Senin için
bu, a tövbesinde durmayan ahdi çürük adam! Fakat ben bu işe bakmam,
rahmetim boldur. Rahmet etrafında dönüp dolaşırım, herkese rahmet
ederim ben! Senin kötü ahdine bakmam, mademki şimdi bana niyaz
ediyorsun, keremimden sana ihsan eder, muradını veririm” der.
Evet kafile halkı Peygamberin
mucizesine hayran oldu. “ Ya Muhammed, ey deniz huylu Peygamber, bu
ne? Küçücük bir kırbayı sebep ittihaz ettin, Arab’ı da suya gark
ettin. Kürdü de!
Ey köle, şimdi kırbanın dolu
olduğunu da gör de şikayet edip iyi kötü söylenme” dediler. O zenci
köle, Peygamberin, bu mucizesine hayran oldu, imanı Lamekan aleminden
doğmaktaydı. Gökten akan bir çeşme gördü o kırbası onun coşkunluğuna
bir vesile onun hakikatine bir örtüydü.
Gözünden bütün örtüler, bütün
sebepler yırtılıp sıyrıldı. Böylece gayb çeşmesini görmeye başladı.
Göz pınarları doldu, efendisini de unuttu, durağını da. Elsiz ayaksız
kaldı, yola gitmeye ne eli vardı, ne yağı. Tanrı ruhuna bir titremedir
saldı. Mustafa iş görmesi için tekrar onu o alemden çekti de dedi ki.
“ Kendine gel, ey faydalanmak isteyen yürü.
Şaşırıp kalacak zaman değil.
Asıl şaşılacak şey daha ileride. Şimdi öyle durma; davranıver bakalım;
çevik bir yola düş!”mübarek eliyle kölenin yüzünü sıvazladı, onu kutlu
bir hale getirdi. O kölenin o Habeş oğlunun yüzü bembeyaz oldu; gecesi
ayın on dördü gibi aydınlandı, gündüz gibi nurlandı!
Güzellikte işvede bir Yusuf
kesildi. Peygamber ona “ Hadi şimdi git de hali anlat” dedi. Köle
elsiz ayaksız sarhoş bir hale geldi, elden çıktı, ayağını tanımaz
oldu! Kervan halkından ayrıldı, suyla dolu iki kırbasını aldı, yola
düştü.
Efendi köleyi uzaktan görüp
şaşırdı. Şaşkınlıkla o köy halkını çağırdı. “ Bu kırba bizim kırbamız,
deve de bizim devemiz. Fakat zenci köle ne oldu ki? Bu uzaktan gelen
ayın on dördü gibi bir delikanlı. Yüzünün nuru balkıyıp durmakta.
Gündüzü bile nursuz bırakmakta. Kölemiz nerede? Acaba birisi mi
öldürdü, yoksa kurt mu paraladı da öldü?” demeye başladı. Köle yanına
gelince “ Sen kimsin?” Yemenli misin, Türk müsün? Söyle doğru söyle
kölemi ne yaptın? Öldürdüysen gizleme, hileye sapma!” dedi. Köle dedi
ki: “ Öldürmüş olsam yanına nasıl gelirim.
Kendi yağımla kanımı
döktürmeye gelir miyim hiç? Bey “ Hey ne söylüyorsun, kölem nerede
benim? Doğruyu söylemekten başka çare yok, kurtulamazsın elimden”
dedi. Köle dedi ki. “ Köleyle arandaki sırları birer ,birer tamamıyla
söyleyeyim. Beni satın aldığın zamandan şimdiye kadar ne gelmiş
geçmişse anlatayım da.
Kapkara vücudumdan bir sabah
açılmış olmakla beraber senin kölen olduğumu anla!” kölenin rengi
değişti ama tertemiz ruhun rengi yoktur ki ruhun ne rengi vardır, ne
unsurlara bağlıdır, ne toprağa mensuptur. Yalnız teni tanıyanlar, bizi
çabucak kaybederler su içenler, tulumu da bırakırlar, küpü de!
Fakat canı tanıyanların
sayılarla işleri yoktur. Onlar, keyfiyetsiz ve kemiyetsiz olan denize
gark olmuşlardır. Can ol da can yoluyla canı tanı! Görüş dostu ol,
kıyas oğlanı değil! Melekle akıl, aynı yaradılıştadır hikmeti var da
iki suret oldu. Melek kuş gibi kanatlı olmuş, akıl kanadı bırakmış,
nura bürünmüştür.
Hulasa ikisinin de manası
aynı olduğundan ikisinin de hakikati bir olduğundan o iki güzel,
birbirlerine arka olmuşlar, birbirlerine yardımcı kesilmişlerdir.
Melek de Hakk’ı bulmuştur akıl da. Her ikisi de Adem’e yardımda
bulunmuştur, her ikisi de Adem’e secde etmiştir. Nefisle Şeytansa
ezelden bir olduğundan Adem’e düşmandır. Ona haset edip durur.
Adem’i bedenden ibaret gören
ondan kaçmış ona secde etmemiştir. Fakat onu emniyete mazhar olmuş bir
nur olarak gören karşısında eğildi, secde etti. Melekle aklın o
ikisinin gözleri Adem’i ancak toprak olarak gördü. Bu anlatışımda işte
kara saplanmış eşek gibi kalakaldı. Yahudi’ye İncil okunmaz ki.
Şia’ya Ömer’den
bahsedilebilir mi? Sağırın yanında kopuz çalınabilir mi? Fakat köyün
bir bucağında tek bir adam bile varsa bu hayhuyum kafidir, o
anlamıştır ya yeter! Anlatılması icap eden şeyi taşlar, kerpiçler bile
dile gelir de anlayana adamakıllı anlatır!