Buhara’da Sadr-ı Cihanın kulu
bir töhmete uğradı, mevkiinde düştü, gizlenmeye mecbur oldu. On yıl
gah Horasan’da, gah Kuhistan ve gah Deşt’te başıboş bir halde gezip
dolaştı. On yıl sonra iştiyaktan takati kalmadı, ayrılık günleri
sabrını tüketti. Dedi ki artık ayrılığa tahammülüm kalmadı. Sabır,
insanı küstahlıktan alıkoyabilir mi hiç?
Ayrılık yüzünden bu topraklar
bile çoraklaşır, sular bile sararır, kokar, bulanır! Adamın canına can
katan rüzgar, ufunetli bir hale gelir, veba kesilir, ateş kül haline
gelir, savrulur! Cennet gibi olan bağlar, bahçeler sararır, solar,
yapraklar kurur, dökülür, bir hastalık yurdu olur! Her şeyi anlayan
akıl bile olsa dostların ayrılığıyla yayı kırılmış okçuya döner.
Cehennem bile ayrılık
yüzünden, gençlik çağına hasret çeken ihtiyarın titrediği titrer,
yandığı gibi yanar kavrulur. Kıvılcım gibi insanı yakan, mahveden
ayrılığı kıyamete kadar anlatsam yine yüz binde birini olsun
anlatamam. O halde onun yakıcılığını anlatmaya kalkışma sus, yarabbi,
beni sen kurtar, sen kurtar da ancak.
Dünyada neyin visaliyle
neşelenirsen o vuslat zamanında ondan ayrıldığını bir düşün hele!
Senin neşelendiğin şeyle çok kişiler neşelendi fakat sonunda sahibine
vefa etmedi, yel gibi geçti gitti! Gönül, sana da vefa etmez sen ondan
vazgeçmeye çalış.
Fırsat elden çıkmadan Meryem
gibi sen de surete “ senden Rahmana sığınırım” de Meryem yapayalnızken
canlara can katan birisini gördü. Bu adam, öyle güzeldi ki gönülleri
alıyordu. Ruhulemin onun gözünün ay gibi güneş gibi yerden doğuverdi.
Güneş, doğudan nasıl çıkarsa o da örtüsüz, nikapsız Meryem’in önünde
yerden doğdu.
Meryem çıplaktı, bir kötülük
yapar diye korktu eli ayağı titremeye başladı. Gördüğü adam öyle
dilberdi ki Yusuf bile görse Yusuf’u gören kadınlar gibi şaşırıp
kalır, ellerini doğrardı. Gönülden baş gösterip çıkan bir hayal gibi o
gül yüzlü, Meryem’in önünde topraktan bitivermişti.
Meryem kendisinden geçti ve
bu dalgınlık aleminde, bu adamdan Tanrıya sığınayım dedi. O yeni,
yakası temiz kızın adetiydi, bir şeyden ürktü mü pılısını pırtısını
gayp alemine çeker, Tanrıya sığınırdı. Dünyanın kararsız bir alem
olduğunu görmüş ihtiyata riayet ederek Tanrıya sığınmayı adet
edinmişti.
Bu suretle de ölüm zamanına
dek gideceği yolu düşmanın kesmemesini diler, Tanrı tapısının
kendisine bir kale olmasını temin etmek isterdi. Tanrıya sığınmadan
daha iyi bir kale görmemişti, bu yüzden de kale civarında yurt
edinmişti. Meryem o akılları yakan, ciğerleri oklayan bakışları gördü.
Padişahta o bakışlara kulağı küpeli bir köle olmuştu, askerde.
O bakışlar, akıl
padişahlarının akıllarını almış, onları divaneye döndürmüştü. O güzel
gözler, yüz binlerce dolunayı hilal haline getirmişti. Zühre de bile
ondan bahsetmeye kudret yoktu. Aklı kül bile onu görünce
noksanlaşırdı. Ben ne söyleyebilirim, ağzı, ağzımı kapattı; söylemeye
takatim kalmadı ki!
Ben yalnız o ateşin bir
dumanıyım ateşe delalet etmekteyim. O padişahtan uzaktayken, onu
görmeden hakkında ne söylenmişse hepsi de asılsız, hepside saçma!
Zaten güneşe alemi kaplayan nurundan başka bir delil olamaz ki.
Gölgenin on delalet etmesine imkan mı var? gölge onun yanında hor,
hakir olup kalıyor ya işte bu kafi ona!
Bu ululuk, ona Tam doğru bir
delil bütün anlayışlar geridedir, o ilerde. Bütün anlayışlar topal
eşeklere binmiş o, ok gibi uçup giden rüzgara! Padişah kaçarsa tozunu
bile kimse bulamaz onlar kaçarlarsa padişah, yolarını kesiverir!
Alemde bütün anlayışlar, durup dinlemezler meydanda koşup yelme
zamanıdır, oturup zevkle içkiye dalma zamanı değil.
Birinin vehmi, bir doğan gibi
uçup geçer, öbürünün vehmini mesafeleri delip geçen ok gibi uçar!
öbürünün ki yelken açmış gemi gibi gider. Bir başkasınınkiyse her an
gerileyip durur! Bütün bu vehimler, bütün bu anlayış kuşları uzaktan
bir av gördüler mi hep birden saldırırlar.
Av ortadan kayboldu mu
şaşırırlar, baykuşlar gibi viranelere dalarlar! O av ortadan kayboldu
mu şaşırırlar, baykuşlar gibi viranelere dalarlar! O av tekrar
nazlana, nazlana salınsın, görünsün diye bir gözünü açıp bir tekini
yumarak beklerler. Av gecikince beklemekten usanır, sıkılırlar da
acaba gördüğümüz av mıydı, hayal miydi derler. Bir an istirahat ederek
güçlenip kuvvetlenmeleri daha doğrudur. Eğer gece olmasaydı bütün
halk, hırstan, isteklerinin üstüne titremeden kendilerini yakar, helak
ederlerdi.
Herkes bir şey elde etmek,
bir kar kazanmak hevesiyle bedenini ateşlere atmış, yanıp yakılmıştır.
Bir müddet hırslarından kurtulsunlar diye gece, Tanrı rahmeti gibi
zuhur etti. Yolcu sana da bir sıkıntı, bir gönül darlığı geldi mi
alevlenme, meyus olma. Senin için muvafıktır o. Çünkü ferahlık ve
genişlik zamanında varını yoğunu harc edip duruyorsun demektir. Harc
etmeye karşılık bir de gelir lazım elbet!
Ya mevsimi sürüp gitseydi
güneş, bağları, bahçeleri yakar kavururdu. Nebatları kökünden yakardı,
bir daha o yanıp kavrulan şeyler yenilemezdi, yeşerip tazelenmezdi.
Kışın yüzü ekşidir ama şefkatlidir. Yaz gülümser ama yakar, yandırır!
Darlık geldi mi onda genişlik gör de canlan alnını kırıştırma!
Çocuklar gülüp dururlar,
bilenlerinse yüzü ekşidir. Gam kara ciğerden meydana gelir, neşe
akciğerden! Çocuğun gözü, eşek gibi ahırdadır, akıllı adamsa gözünü
işin sonuna diker. Akılsız, ahırdaki otu tatlı görür akıllı ahırdaki
hayvanın nihayet kasap elinde telef olacağını görür, bilir.
Şu kasabın verdiği ot yok mu
acıdır, acı kasap o otu bizi semirtmek, tartıda ağır gelmemizi temin
etmek için veriyor. Yürü, Tanrının verdiği hikmet otunu ye! Çünkü
Tanrı, onu ancak cömertliğinden ihsanından dolayı karşılık
istemeksizin vermiştir. Tanrı “ Tanrının verdiği rızıktan yiyin” dedi.
Sen buradaki rızkı ekmek sandın, hikmet olduğunu anlamadın ha!
Tanrının verdiği rızık, insan
mertebesine göre hikmettir. O rızık sonunda senin boğazında durmaz
seni öldürüp mahvetmez. Bu ağzını kapadın mı başka bir ağız açılır. O
ağız sır lokmalarını yer tutar. Bedenini Şeytan aslanından
kurtarabilirsen Tanrı sofrasında nice nimetler yersin! Ben bu sözü,
Türklerin et yemeği gibi yarı pişmiş, yarı ham bir halde anlattım.
Sen tamamını Hakim-i
Gazneviden duy! O gayb hakimi, o ariflerin övündükleri zat, bunu
ilahinamede anlatır: gam ye de, gam artıranların, seni derde
sokanların ekmeğini yeme. Çünkü akıllı adam gam yer, çocuksa şeker!
Neşe şekeri, gam bahçesinin meyvasıdır. Bu ferah yaradır, o gam
merhem. Gamı gördün mü aşkla kucakla, Şam’a Rübve tepesinden bak!
Akıllı adam, şarabı üzümde görür. Aşık varı yokta bulur.
Geçen gün hamallar, sen
alınca, o yükü ben aslan gibi taşırım diye birbirleriyle savaşıp
duruyorlardı. Neden? Çünkü o zahmette rahmet, o eziyette kar
görüyorlardı da yükü her biri, öbüründen kapıyorlardı. Nerede Tanrının
verdiği ücret, nerede o sermayesiz herifin verdiği ücret? Bu sana
ücret olarak bir hazine bağışlar, o birkaç mangır verir!
Tanrının bağışladığı altın,
sen ölüp kumlar, topraklar altında yatsan bile seninledir. Öldükten
sonra kalıp başkalarına nasip olan mal değildir o! Tanrı malı adım,
adım cenazenin önünden gider, kabirde sana gurbet arkadaşı olur. Ebedi
aşkla kapı yoldaşı olmak için ölüm gününe hazırlan da şimdiden öl!
Sabır, gayret perdesi
ardındaki sevgilinin nar gibi yüzünü, o isteğin, o dileğin ikiye
ayrılmış saçlarını görmektedir. Gam, çalışıp çabalayan kimsenin önünde
bir aynaya benzer, bu zıt olan şeyde buna zıt olan şeyi görür, sabırda
muradına ulaşmayı, gamda neşeyi görür, sabırda muradına ulaşmayı,
gamda neşeyi seyreder.
Zahmetten, eziyetten sonra da
onun zıddı, yani genişlik, zevk ve neşe yüz gösterir. Bu iki hali,
eline bak da gör, anla. Yumruğunu sıktıktan sonra mutlaka açarsın.
Elin daima yumulu, yahut daima açık olsa bu bir hastalık eseridir.
Elini açıp yummakla iş güç görür, çalışır, kazanır, işini düzene
korsun. Bu bel açıp yumma, kuşun iki kanadı gibi ele lazım bir şeydir.
Meryem bir müddet, karaya vurmuş balıklar gibi çırpındı.
O Tanrı rahmetini gösteren
melek, Meryem’e bağırdı: “ Ben, Tanrı tapısının eminiyim, benden
ürkme. Tanrının yücelttiği kimselerden baş çekme. Bu çeşit güzel
mahremlerden çekinme!” Hem bu sözleri söylüyordu, hem de dudaklarından
pak nurlar çıkıyor, birbirine ulanıp göğe ağrıyordu.
Melek diyordu ki: “ Sen,
benim varlığımdan yokluğa kaçıyorsun ama ben yokluktan bir padişahım
bir bayrak sahibiyim. Zaten yurdu orası, ağırlığım da orada sana
görünen bir suretimden ibaret. Ey Meryem, bir bak hele ben,
anlaşılması müşkül bir nakşım, hem hilalim, hem gönüllerde ki hayal!
Gönlüne bir hayal geldi de
yerleşti mi nereye kaçsan o seninledir. Ancak gelip geçici bir aslı
olmayan hayal müstesna o çeşit hayal yalancı sabah gibi gözden
kayboluverir. Bensen Tanrı nurundan doğmuş düpedüz sabahım, gündüzümün
etrafında gece hiç dönüp dolaşamaz. Kendine gel Lahavle deyip durma ey
İmran’ ın kızı ben zaten, buraya Lahavle makamından gelip üştüm.
Daha Lahavle denmeden önce
Lahavlenin nuru benim aslımdı, benim gıdamdı. Sen, benden Tanrıya
sığınmadasın ama ben o sığındığın Tanrının ezelde düzüp koştuğu bir
suretim zaten. Seni defalarca kurtaran o sığındığın makam, benim
makamım Tanrıya sığınırım diyorsun ya; o sığınmak yok mu? Ben ta
kendisiyim zaten.
Tanımazlıktan beter bir afet
yoktur. Sen sevgilinin yanındasın da aşk bazlığı bilmiyorsun. Yari,
ağyar sanmada, neşeye gam adını takmaktasın. Sevgilimizin şu miskler
gibi saçları, biz deli olursak zincirimiz olur! Nil gibi akıp duran şu
lütuf, biz firavun muyuz kan kesilir bize!
Kan, akılını başını al, ben
suyum, dökme beni ben Yusuf’um fakat sana kurt gibi görünüyorum a
savaşçı der. Sen görmüyorsun yoksa halim, selim sevgili, onunla zıt
oldun mu yılanlaşır. Halbuki ne eti başkalaştı, ne yağı sen onu kötü
gördün de ondan kötüleşti!”
Meryem’in mumunu bırak, yana
dursun. Evet o yanıp yakılan aşık, Buhara ya dönüyordu. Gönül, ne de
sabırsızsın ateşler içindesin. Yürü Sadr-ı Cihana doğru kaç! Şu Buhara
ok mu bilgi kaynağıdır. Kimde ateş varsa Buharalıdır zaten! Şeyhin
huzurunda oldukça Buharadasın, sakın Buharayı hor görme!
Şeyhin denize benzeyen gönlü
taşar çekilir, taşar çekilir. Bu met ve cezir, o Buharaya horluktan
başka bir surette gidene yol vermez. Ne mutlu kişiye ki nefsini
aşağılatmıştır. Vay o kişiye ki nefsinin tekmesi alrında kalmıştır!
Sadr-ı Cihanın ayrılığı, o aşıkın canına tesir etmiş, varlığını
parçalamış gitmişti.
Diyordu ki, yine oraya
gideyim, kafir olmuşsam bile tekrar imana geleyim. Oraya varayım da
yerlere döşeneyim; o iyi düşünceli Sadr’ın huzurunda kendimi yerlere
atayım, diyeyim ki, işte canımı önüne attım. İster dirilt, ister koyun
gibi kes başımı! Ey ay yüzlü, senin huzurunda kesilip ölmek, başka
yerde dirilere padişah olmaktan yeğ.
Ben bin kere, hatta daha da
fazla sınadım. Anladım; sensiz yaşamam pek acı, tahammül edilir şey
değil! Ey emelim, maksadım sevgili, sur üfürür gibi nağmelerle
terennüm et de beni dirilt, ey devem çök artık neşe tamamlandı! Ey
yeryüzü, göz yaşlarımı em, yeter gayri ey nefis, iç o tatlı suyu,
bulanıklığı geçti, duruldu artık!
Ey yeryüzü göz yaşlarımı em,
yeter gayri merhaba ey seher yeli! Bize dostun kokusunu getirdin ne
güzel de estin ya! Dostlar, dedi, ben gidiyorum, elveda. Ben o emire,
o emrine itaat edilen Sadr-ı cihana gidiyorum. Anbean onun aşkıyla,
onun ayrılığıyla yanmaktayım. Artık ne olursa olsun, gidiyorum ben!
Sevgilinin gönlü mermerler
gibi katı bir hale gelse bile ruhum yine Buharaya gitmek istiyor.
Orası sevgilimin konağı, padişahımın şehri benim vatanım orası.
Aşıklara vatan sevgisi budur.
Bir güzel, aşıkına dedi ki.
Yiğidim, gurbette birçok şehirler gördün. Hangi şehir daha ziyade
hoşuna gitti. Aşık, “ Sevgilinin oturduğu şehir” padişahımız, nereye
yaygısını yayar, oturursa orası, iğne deliği kadar dar bile olsa bize
sahra gelir. Ay gibi Yusuf neredeyse orası, kuyunun dibi bile olsa
cennettir.” Dedi.
O aşığa da öğütçünün biri
dedi ki. “ Ey bihaber, aklın varsa işin sonunu düşün, aklını başına
devşir de işin önüne, sonuna dikkat et. Pervane gibi kendini yakıp
yandırma! Delicesine Buharaya gidersen zincire vurulmaya hapishaneye
atılmaya layıksın. Sadr-ı Cihan, sana kızgın, adeta demir çiğnemede,
dişlerini gıcırdatıp durmada, seni yirmi gözle bekliyor.
Senin için bıçak bileyip
duruyor. O adeta kırlıkta kalmış bir köpek, sense unla dolu
dağarcıksın! Tanrı, bir fırsat verdi, kurtuldun sonrada zindana
gidiyorsun ha. Ne oldu sana?
Sana on çeşit memur dikseler
bile onlardan kaçıp gizlenmen lazım; akıl, bunu emreder. Halbuki senin
başında tek bir memur bile yok. Neden böyle önden, arttan yolun
bağlandı?” gizli aşk, onu esir etmişti. O öğütçü o korkutucu o gizli
memuru görmüyordu ki! Her memurun başında gizli bir memur var.
Böyle değil de o memur, neden
köpeğe benzeyen tabiatına esir. Neden onun bağlarıyla bağlı. Padişahın
kızgınlığı ruhuna tesir etmiş, onu memurluğa, kara yüzlülüğe bağlamış.
Hadi vur şu adamı diye onu dövüp duruyor! Benim feryadım, işte o gizli
memurlardan!
Kimi ziyanda görürsen bil ki
görünüşte yapayalnız bile olsa hakikatte o ziyana bir memurla
sürüklenir, gider. Bu hali bilseydin feryad eder, o padişahlar
padişahına sığınırdın. Padişahın huzurunda başına topraklar saçar da o
korkunç Şeytandan kurtulurdun. A karıncadan daha aşağı, daha kuvvetsiz
ve ehemmiyetsiz adam, kendini bey görüyorsun ha, sen körsün de ondan
başına dikilmiş olan o memuru görmüyorsun.
Bu yalancı kanatlarla
gururlandın ha, adamı suça, ziyankarlığa çeken kol kanat, ama da kol
kanattır ya! Kanat dediğin adamı yücelere çeker topraklara bulandı mı
da ağırlaşır, adam uçamaz gayrı!
Aşık dedi ki: “ Ey öğütçü,
sus niceye bir öğüt vereceksin, niceye bir? Vazgeç bu öğütten; bağ,
pek kuvvetli. Senin öğüdünden daha da kuvvetlendi. Senin alimin aşk
nedir, tanımadı ki! Bir yerde aşk fazlalaştı, derdi arttırdı mı orada
ne Ebu Hanife bir ders verebilir, ne Şafii!”
Beni ölümle tehdit etme.
Kendi kanına susamış birisiyim ben zaten! Aşıklara ben zaten! Aşıklara
her an bir ölüm var aşıkların ölümü bir çeşit değil! Aşık doğru yolun
ruhunu bulmuş, o ruhla iki yüz cana sahip olmuştur da her an iki
yüzünü de feda edip durmadadır. Feda ettiği her cana karşılık da on
tana ecir alır. Kuran’dan “ Kim bir iyilik yaparsa on mislini bulur”
ayetini okusan a!
O güzel yüzlü sevgili, kanımı
dökerse neşeyle dönerek, zevkimden ayaklarımı yerlere vurarak canımı
saçarım! Ben sınadım, benim hayatım ölümümde. Bu hayattan kurtuldum mu
ebediyete erişeceğim. Ey inanılacak, güvenilecek kişiler, beni
öldürün. Öldürülmemede hayat içinde hayat var.
Ey aydın yüzlü, ey daimi
varlığın ruhu, ruhumu kendine çek, bana vuslatınla cömertlik et! Öyle
bir sevgilim var ki sevgisi kalbimi yakıp kavurmada, dilerse
gözlerimin üstünde yürür! Arapça daha hoş ma Farsça söyle. Zaten aşkın
bunlardan başka daha yüzlerce dili var ama, sevgilisinin kokusu uçup
geldi mi o dillerin hepside şaşırır. Lal olur kalır.
Artık ben susayım, kafi
sevgili söylemeye başladı. Dinle, kulak kesil. Tanrı, doğruyu daha iyi
bilir. Aşık tövbe etti mi işte o zaman kork. Çünkü aşık ayyarlar gibi
daracığında ders verir! Bu aşık, buharaya gidiyor ama ders okumaya
üstada hizmet etmeye değil.
Aşıklara dostun güzelliği
müderristir. Defterleri, derleri, meşkleri de onun yüzü! Susarlar ama
tekrar, tekrar atıkları naralar sevgilinin arşına, tahtına kadar
ulaşır. Dersleri fitne, oyun, dönüş ve titreyiştir. Onlar ne ziyadat
okurlar, ne silsile. Bu kavmin silsilesi, sevgilinin simsiyah ve
kıvırcık saçlardır. Onlarda devir meselesinden bahsederler ama
sevgilinin devrinden.
Eğer birisi sana kese
meselesini sorarsa ona de ki: “ Tanrı hazinesi keselere sığmaz ki!
Aşıklara aralarında Hul ve Mübara’dan dem vururlarsa hoş gör.
Hakikatte Buharayı anıyorlar demektir. Her şeyi anış, başka bir hassa
verir. Her sıfatın başka bir mahiyeti var.
Buhara da her hünere ermiş,
olgun bir hale gelmişsin ama horluğa yüz kodun mu hepsinden vazgeçer,
her şeyi unutursun. O Buharalı aşık da bilgi derdinde değildi. Gözünü
görüş güneşine dikmişti o. Kim halvette görüşe yol bulur, hakikati
görürse artık bilgilerle yücelmeyi dilemez. Can güzelliğiyle bir
kaseden şarap içilen, ağızdan duyulma haberlerle bilgilerden
tasalanmaz.
Görüş, ekseriyetle bilgiden
üstündür, bilgiye galebe eder. Bu yüzden halk nazarında dünya
galiptir, sevimlidir. Çünkü dünyayı gözler görür, bu eldeki matahtır.
Ahireti ise verilmesi va’dedilen borç bilirler.
Kanlı göz yaşları döken o
aşık yüreği çarpa, çarpa hararetle, iştiyakla koşarak Buhara’ya yüz
tuttu. İştiyakından çölün kumları, ona ipek geliyor, Ceyhun’un suyu
küçücük bir şey görünüyordu1 çöl önünde gül bahçesi kesilmekte, gül
gibi gülerek düşe kalka, yuvarlanarak koşup gitmekteydi.
Şeker, Semerkant’tedir ama o,
şekeri Buhara’da bulmuş Buhara yolunu tutmuştu. “ Ey Buhara, sen
akıllara akıl katardın ama benim aklımı da aldın dinimi de! Ben bir
tolunay aramaktaydım, o yüzden hilale döndüm. Kapı dibinde Sadr-ı (
baş köşeyi) istiyorum! Demekteydi.
Buhara’nın karaltısını
görünce gam karanlığında bir beyazlıktır göründü. Yere yığıldı, uzun
bir müddet kendisinden geçti. Aklı sır bahçesine uçup gitti. Onu
ayıltacak, aşk gül suyuydu, bunu bilmediklerinden başına, yüzüne gül
suları serptiler. O gizli gül bahçesi görmüştü. aşk, onu yakalamış
kendisinden geçirmiş gitmişti.
Sen donmuş, taş kesilmiş
birisin; bu söze, bu nefese layık değilsin evet, sen de kamışsın ama
içinde şeker yok! Akılın başında, akıllısın sen. “ Görmediğiniz
askerleri yolladı” ayetinden gafilsin.
Sevine, sevine o emniyet
şehrine sevgilisinin bulunduğu yere, Buharaya geldi. gökyüzüne uçan ay
tarafından kucaklandığını, kendisine sen de beni kucaklasana dendiğini
sanan sarhoşa benziyordu. Onu bUhara’da her gören “ Durma, görünmeden
hemen bir tarafa sıvış!
Padişah gazap etmiş, tam on
yıllık öcünü almak için seni arayıp duruyor. Allah aşkına olsun kendi
kanına girme kendine pek o kadar güvenme! Sadr-ı Cihan’ın Şahnesiydin,
itimadına mazhar olmuş üstat bir mühendistin. Ona hıyanette bulundun,
cezadan da kaçtın neyse, bu suretle kurtulduğun halde şimdi nasıl oldu
da tekrara geldin?
Yüzlerce hileyle beladan
kurtulmuşsun, seni buraya aptallığın mı getirdi, ecelin mi? Aklın
Utaridi bile beğenmez, kınardı. Fakat kaza ve kader, aklı da ahmak bir
hale sokuyor, akıllıyı da! Sen, aslanı arayan talihsiz tavşansın.
Nerede aklın, nerede bilgin, nerede çevikliğin, çabuk anlayışın?
Kaza ve kaderin böyle
yüzlerce afsunları vardır. Kaza geldi mi alem daralır derler. Sağda,
solda yüzlerce kaçıp kurtulunacak yer vardır da kaza ve kader, gelince
hepsi bağlanır, kapanır; kaza ve kader bir ejderhadır” diyordu.
Aşık dedi ki. “ Ben, susuzluk
hastalığına tutulmuş birisiyim. Biliyorum da su beni öldürür. Fakat bu
hastalığa tutulan, sudan kaçamaz ki isterse su onu yüzlerce defa
öldürsün, harap etsin! Elim karnım şişse bile suya olan aşkım
azalmıyor. Karnımı görüp bu ne diye sordukları zaman keşke bütün
deniz, karnıma aksaydı diyorum.
Bir tuluma benzeyen karnım,
isterse su dalgalarından yırtılsın, ölsem bile ne mutlu bir ölüm! Ben,
nerede bir ırmak görsem ah, o ırmak ben olsam diye haset etmekteyim.
Elim defe benzese, karnım davul gibi şişse yine gül gibi neşeyle onun
sevda davulunu döver dururum. O ruhulemin, kanımı dökse yer gibi
yudum, yudum kan içerim.
Bu yer gibi karnındaki çocuk
gibi kanlar içiyorum. Aşık oldum olalı işim gücüm bu! Geceleri tencere
gibi ateş üstünde kaynamakta gündüzleri kum gibi akşamlara kadar kan
içmekteyim. Hileye saptım, o bana kızmıştı, yapmak istediğim şeye mani
oldum, hışmından kaçtım diye nadimim.
Söyleyin kızgınlıkla bana ne
yapmak istiyorsa yapsın. O kurban bayramıdır, aşık da kurbanlık! Öküz
uyur, istirahat eder, bir şey yerse kurban bayramı için besleniyor
demektir. Beni Musa’nın kurban edilerek ölüyü dirilten öküzü bil
Cüzlerimin cüz’ü bile hür kişinin hasredilmesine sebeptir.
Musa’nın öküzü de kurban
olmuştu. En küçük cüz’ ü bile bir öldürülmüşe hayat verdi. Öküzün bazı
yerleriyle ölüye vurun hitabı geldi vurdular. O öldürülmüş adam
dirildi, fırlayıp kalktı. Eğer şu ruhların haşredilmesini istiyorsanız
ey ulu kişilerim bu sözü kesin! Ben cemaattandım. Öldüm, yetişip
gelişen bir varlık, nebat oldum. Nebatken öldüm, hayvan suretinde
zuhur ettim. Hayvanlıktan da geçtim, hayvanken de öldüm de insan
oldum. Artık ölüp de yok olmaktan ne korkayım?
Bir hamle daha edeyim,
insanken öleyim de melekler alemine geçip kol kanat açayım. Melek
olduktan sonra da ırmağı atlamak, melek sıfatını da terk etmek gerek,
“Her, şey fanidir, helak olur, ancak onun hakikati bakidir.” Bir kere
daha melekken kurban olur da o vehme gelmeyen yok mu. İşte o olurum.
Yok olurum, suretlerin
hepsini terk ederim de erganun gibi “ Biz, mutlaka geri dönenleriz,
ona ulaşanlarız” derim. Ümmet, bunda ittifak etmiştir. Karanlıklarda
gizli olan Abıhayat yok mu ölümdür o. Nilüfer gibi ırmağın bu
tarafında bit. Susama hastalığına uğrayan adam gibi haris ol, ölümü
ara!
Susama hastalığına uğrayanın
ölümü sudur da yine su ara, su içer durur. Tanrı, doğrusunu daha iyi
bilir. Ey ayıp ve ar hırkasını giyinen donmuş üşümüş aşık sen can
korkusuyla candan kaçıyorsun. Ey karılara bile ayıp ve ar olan kişi,
hele bak onun aşk kılıcının önünde yüz binlerce can, elceğizlerini
çırparak ölüme müştak!
Irmağı gördün ya. Testideki
suyu ırmağa döküver. Su hiç ırmaktan kaçar, çekinir mi? Testideki su
ırmağa döküldü mü ırmakta mahvolur, ırmak kesilir. Vasfı yok olur da
zatı kalır. Artık bundan böyle ne kaybolur, ne kötüleşir, pislenir!
Ben de ondan kaçtığım için pişmanım özümü bildirmek üzere kendimi onun
fidanına astım!”
Top gibi başının yüzünün
üstüne kapanıp secdeler ederek gözleri yaşlı bir halde Sad-ı Cihan’ın
huzuruna gitti. Herkes, acaba onu yakacak mı, asacak mı diye başını
havaya dikmiş bekliyordu. Sad-ı Cihan, işte o vakit zaman talihsiz
kişilere ne gösterirse bu bir avuç ahmağa onu gösterdi.
İşten anlamayan ahmak,
pervane gibi alevi nur sandı, ahmakçasına aleve atıldı, canından oldu.
Fakat aşk mumu, o muma benzemez ki. Aşk, aydınlıklar içindeki
aydınlıklar aydınlığıdır. O ateşli mumların aksine bir şeydir. Ateş
gibi görünür ama baştanbaşa nurdur, güzellikten hoşluktan ibarettir.
Ey izi tozu güzel, bir hikaye
söyleyeyim, dinle; Rey şehrinin kıyısında bir mescit vardı. Hiç kimse
yoktu ki orada gecelesin, yatsın da korkudan ödü patlayıp ölmesin;
oğlu o gece yetim kalmasın. Ona nice aç, çıplak garip gitti. Hepsi de
sabah çağı yıldızlar gibi battı, mezara girdi! Sen de bunu iyice anla,
kendine gel. Sabah geldi çattı, uykuyu bırak artık!
Herkes orada kuvvetli periler
var, orada konaklayanları kör kılıçla kesip öldürüyorlar derdi.
Bazıları sihir ve tılsım var. Düşmanın canını almak için gözetip
durmada diyordu. Bazı kimseler, kapısına açıkça “ Ey konuk, burada
kalma. Canına kastın yoksa geceyi burada geçirme, burada yatıp uyuma.
Yoksa ölüm sana pusu kurar” diye yazalım demekteydi. Bir diğeri de
derdi ki. “ Geceleri kilitleyin de bilmeyen bir adam girip kalmasın!”
Nihayet bir gece vakti
mescide bir konuk geldi mescidin o aşılacak şöhretini o da duymuştu.
Bir tecrübe etmek istiyordu. Çünkü hem pek yiğitti, hem de canından
bezmişti, hayatına doymuştu. Dedi ki: “ Bu başa, bu gövdeye pek o
kadar aldırış etmem. Tut ki can hazinesi için bir habbe gitmiş ne
çıkar? Ten sureti gidiversin, ben o suretten ibaret değilim ya. Ben
baki oldukça suret eksik olmaz elbet.
Tanrı lütfuyla “ Ben insana
ruhumdan ruh üfürdüm” sırrına mazharım. Kamış gibi olan tenden
ayrılırsam yalnız Tanrı nefesi olarak kalırım. Tanrının nefesi, bu
tene gelmesin de inci de bu dar sedeften kurtulsun artık. Tanrı “ Ey
doğru kişiler, ölümü dinleyin” dedi. Ben de doğrucuyum, bu söze canımı
veririm!”
Halk “ Sakın burada geceleme,
yoksa can alıcı, seni posa gibi eziverir! Sen garipsin, bunu
bilmezsin. Burada kim yattı, uyuduysa mahvoldu. Bu bir tesadüf değil.
Bunu biz de nice defalar gördük, akıllı bilgiler kişiler de. Kim bu
mescitte konakladıysa gece yarısı müthiş bir zehirle zehirlendi gitti.
Bir kişiden yüz kişiye kadar
nice ölenleri gördük. Birisinden duyup da rivayet etmiyoruz. Peygamber
“ Din nasihattir” dedi. Nasihat, lügatte hıyanetin zıddıdır. Bu
nasihatte dostlukta doğruluktan ibarettir. Doğru söylemez, aldatırsan,
hainsin, köpek postuna bürünmüşsün, köpeksin! Sana bu nasihati
muhabbetimizden veriyoruz. Sakın akıldan insaftan ayrılma!” dedi.
Aşık dedi ki: “ Ey öğüt
verenler, ben yaptığım den nadim değilim. Hayata doydum. Ben
yaralanmayı isteyen, arayan bir tembelim. Tembelden yola gitmeyi umma.
Ama yiyecek, içecek tembeli değilim ben. Hiçbir şeye aldırış etmeyen,
ölümünü arayan bir tembelim! Aleme el avuç açan kendisine para pul
toplayan tembel değilim. Bu köprüden çevikçe geçen bir tembelim.
Her dükkana başvuran, halini
söyleyen tembel değilim. Varlıktan sıçrayıp kurtulan ve bir madene
ulaşan tembelim. Kuşa kafesi bırakıp uçmak nasıl hoş, tatlı gelirse
bana da ölmek ve bu yurttan göçmek öyle hoş, öyle tatlı geliyor.
Bahçeye konan kafesteki kuş, gülleri, ağaçları görür. Dışarıda kafesin
çevresinde ötüşen kuşlar, hürriyete ait güzel, güzel hikayeler
söylerler. Kafesteki kuş, onları duyar, o yeşilliği görürde ne iştahı
kalır, ne sabrı, ne kararı!
Başını kafesin her deliğinden
çıkarır durur. Ayağındaki bağdan kurtulmak ister. O kuşun gönlüde
dışarıdadır, canı da böyleyken kafesi açıversen ne yapar? O kuş,
kafese kapanmış kafesin etrafında da kediler birkaç halka olmuş kuşa
benzemez ki. Bu çeşit kuş korkuya, vehme düşer, hiç kafesten çıkmayı
ister mi o ? hatta o kötülükler yüzünden kafesin etrafında daha yüz
tane kafes olmasını ister.
Bu şuna benzer; Akıl ve
hikmette üstün olan Calinus da bu dünyanın havasına kapılmış, dünya
muradına gönül vermiş olduğundan, “ yarı canlı bir halde dünyayı bir
katır götünden görmeye bile razıyım, tek ölmeyeyim” dedi. Kafes
etrafında kedilerin toplanmış olduğunu görmüş bir kuşa benzeyen ruhu
uçmaktan meyus olmuştu.
Yahut da bu cihandan başka
her şeyi yok görmüş, yokluktaki haşri görmemişti. Ana karnındaki çocuk
gibi hani. Tanrının keremi onu rahimden dışarı çeker de o yine rahme
doğru kaçar durur. Tanrının lütfu, onun yüzünü bu aleme çıkacağı
tarafa döndürür, o yine büzülüp ana karnına sokulur.
Bu şehirden, bu yurttan
dışarı çıkarsam acaba bir daha burasını görebilir miyim? Rahimde bir
kapı olsaydı da o havası ufunetli şehir görünseydi. Yahut da bir iğne
yordamı kadar delik bulunsaydı da dışarısını bir görseydim der! Ana
karnındaki çocuk da rahmin dışında bir alem olduğundan gafildir, o da
Calinus gibi namahremdir.
Bilmez ki rahimdeki
yaşlıklarda dışarıdaki alemin feyziyledir. Dünyadaki dört unsur da
kendilerine Lamekan aleminden yüzlerce yardım geldiğini bilmezler.
Kuş, kafeste su ve tane buluyor ama su da kafesin dışındaki bağdan,
bahçeden gelmede tane de! Peygamberlerin canları bu alemden göçer, bu
alemden kurtulurken o bağı, o bahçeyi görür de.
Bu yüzden onlar, Calinus’a da
aldırış etmezler. Aleme de. Ay gibi göklerde doğar, göklere ışık
saçarlar. Eğer bu söz, Calinus’a iftira ise cevabım Calinus’a değil.
Bunu söylemiş olan kişiye. Çünkü bunu söyleyen nurlarla dolu gönüle eş
olmamıştır. Can kuşu, kedilerden “ Hele durun bakalım” sesini duyunca
delik arayan fareye dönmüştür.
O yüzden canı, fare gibi bu
dünya deliğini vatan tutmuş, yurt edinmiştir. Bu delikte yapılar
yapmaya girişmiş, bu deliğe layık bilgilere sahip olmuştur. Ona bu
delikte yarayacak onu burada yüceltecek sanatları seçti de diğerlerini
bıraktı. Çünkü dışarı çıkmadan ümidini kesti, bedenden kurtulma yolu
kapandı.
Örümcekte Anka tabiatı
olsaydı tükürüğüyle çadır kurar mıydı hiç? Kedi pençesini kafese de
atar. Pençesinin adı dertti, elemdir, ıstıraptır. Kedi ölümdür,
pençesi de hastalık, kuşu da kuşun kanadını da pençeler. Kuş, bucak,
bucak ilaç bulmaya koşar. Ölüm kadıya benzer, hastalık şahide. Bu
şahit, kadıdan gelen adam gibidir. “ Gel kadı, seni mahkemeye istiyor”
der. Ondan kaçıp kurtulmak için bir mühlet istersin verirse ne ala
vermezse “ Olmaz, hadi kalk” diye emreder. Mühlet istemen, mühlet
alman ilaçlardır tedavidir. Adeta ten hırkasını yamalarla yamarsın!
Fakat nihayet bir sabah
kızgın bir hale gelir. “ Bu mühlet niceye bir sürecek? Utan artık!”
der. Ey hasetlerle dopdolu olan adam, o gün gelmeden önce davran da
padişahtan özür iste! Atını karanlıklara süren adam, gönlünü o nurdan
tamamıyla ayırır. Şahdan da kaçar, şahitten de, götürmek istediği
yerden de. Çünkü o şahit, onu kazaya hükme davet etmektedir. Bu sözü
bırak da o gece mescide konuk olan adamın ahvalini anlat!
Ahali dedi ki: “ Babayiğitlik
satma, yürü bu sevdadan vazgeç de elbisen de burada rehin kalmasın,
canın da! Burada gecelemek, uzaktan kolay görünür ama bu geçit sonunda
güçleşir! Nice kişiler vardır ki kasınır, böbürlenir. Fakat elem ve
ıstırap zamanında yapışacak, el atacak bir şey arar!
Savaştan önce halkın gönlüne
iyi bak ve kötü hayal kolay görünür. Fakat adam savaşa girdi mi iş o
zaman sarpa sarar! Madem ki aslan değilsin, ileriye ayak atma. Çünkü
ecel kurttur, canınsa koyun! Yok eğer Abdal’dan olmuşsan, koyunun
aslan haline gelmişse korkma, emin bir halde gel ileri ölümün sana
mağlup olur, bir şey yapamaz!
Abdal kimdir? Varlığı
değişmiş olan, Tanrının değiştirmesiyle şarabı sirke kesilen! Fakat
sarhoşsan kendini aslanları bile tutarım. Emrime ram ederim sanıyor,
sarhoşlukla aslan olduğunu zannediyorsan kendine gel, sakın ileri
atılma! Tanrı doğru yolu bulmamış kötü münafıklar hakkında “ Onların
savaşmaları, kendi aralarında şiddetlenir” dedi.
Kendi kendilerine kaldılar mı
er kesilirler. Fakat savaşta evdeki karılara dönerler. O gayp
askerinin başbuğu Peygamber dedi ki: “ Ey yiğit, savaştan önce
yiğitlik olamaz!” sarhoşlar, savaş lafına kalkıştılar mı ağızlarından
köpük saçarlar ama savaş kızışınca köpük gibi kalırlar, hiçbir işe
yaramazlar.
Bu çeşit adamın kılıcı savaş
sözü olunca, uzar. Asıl savaştaysa soğan gibi kat, kat kınlara
gömülür! Savaşı düşündüğü zaman gönlü, yaraları arar, saflara dalar,
erlikler gösterir. Savaş zamanındaysa bucak, bucak kaçar? Cefaya
uğrayıp cilalanacağı zaman kaçan, sonra da safa dileyen kişiye şaşarım
doğrusu.
Aşk davaya benzer, cefa
çekmek de şahide, şahidin yoksa davayı kazanamazsın ki! Kadı, senden
şahit isterse incinme. Yılanı öp ki hazineyi elde edesin! Zaten o cefa
sana değildir ki ey oğul sendeki kötü hulyadır. Sopayla kilime vuran,
kilimi dövmez, tozlarını silker! Kızıp atı döven, hakikatte atı
dövmez, aksak yürüyüşünü döver.
Bu yürüyüşü bıraksın da iyi
yürüsün, rahvanlaşsın der. Üzüm suyunu şarap olsun diye hapis edersin
ya. Birisi bir yetimi dövse gören der ki. O yetimceğizi neye
dövüyorsun. Tanrıdan korkmuyor musun? Döven de “ Canım, dostum, ben
onu ne vakit dövdüm ki? Ben, ondaki Şeytanı dövüyorum” der.
Annen, sana “ geber” dese bu
sözüyle kötü huyunun, kötülüğünün gebermesini ister. Edebden,
terbiyeden kaçanlar, erliğin yüz suyunu da! Bunlar, kendilerini
kınayanları da savaştan döndürürler. Nihayet böyle rezil ve kahpe bir
halde kala kaldılar. Herzevekillerin herzelerini, manasız sözlerini
saçma gururlarını aza dinle, bu çeşit adamlarla savaş safına girme.
Tanrı bunlar hakkında “ Onlar
size uyunca sayınızı çoğaltmazlar, ancak aranıza nifak sokar, hile ve
fesadı çoğaltırlar” dedi. Er olmayan kaypak arkadaşlara uyma, çevir
onların yaprağını! Çünkü onlar sizinle yoldaş olurlarsa gaziler de
saman gibi içsiz bir hale düşerler. Size uymuş görünür, sizinle
beraber safa girerler ama sonra kaçarlar, safı da bozar perişan
ederler.
Bu çeşit adamdansa
münafıklardan pek kalabalık kişinin size uymadansa azlık asker daha
iyi. Az, fakat adamakıllı olmuş güzel badem, acımış kötü fakat çok
bademden iyidir elbette. Suret bakımından acı da birdir, tatlı da
fakat hakikatte bunlar birbirine zıtdır, ikidir.
Kafir o alemin varlığından
şüphe eder, dirileceğini ummaz. Bu yüzden gönlünde korku vardır. Yola
düşüp gider ama bir konak bile bilmez. Gönlü kör olan adam, korka,
korka adım atar. Yolcu, yol bilmezse nasıl gider? Tereddütlerle gönlü
kanla dolu olarak! Birisi “ Hay adam hay yol burası değil ki!” dese
korkusundan hemen oracıkta duruverir.
Fakat gönlüyle hakikati
duyan, yolu bilen kişinin kulağına hiç öyle hay huylar girer mi? Şu
halde bu deve yüreklilerle yoldaş olma. Çünkü onlar, darlık ve korku
zamanında kayboluverirler. Onlar, laf da Babil sihrine maliktirler,
her şeyi yapar, çatarlar ama iş dara geldi mi kaçar, seni yapayalnız
bırakıverirler.
Kendine gel ve züppelerden savaş
umma. Tavus kuşlarından av avlama hünerini bekleme! Tabiat tavus
kuşuna benzer, sana vesveseler verir, saçma sapan söylenir durur;
nihayet seni yerinden yurdundan eder.
O himmeti yüce garip dedi ki.
“Beni, bu mescitte kalacak, bu mescitte uyuyacağım. Ey mescit bana
Kerbela olsan yine aldırış etmem. (zaten yok olmayı, zaten ölmeyi
istiyorum) sen beni muradıma eriştiren bir Kabe olacaksın ey seçilmiş
ev, aman beni kurtar da Mansur gibi ipimle oynayayım.
Size gelince. Öğüt vermede
Cebrail bile olsanız Halil ateş içinde medet istemez ki. Ey Cebrail
git, ben tutuşmuş yanmaktayım amber ve öd ağacı gibi yanmakta bana
daha hoş geliyor. Ey Cebrail, sen bana yardım ediyorsun, kardeş gibi
beni görüp gözetiyorsun ama ben ateşe atılmada pek çeviğim yanmakla
azalacak, yanmakla çoğalacak, yaşayacak can değilim ki!
Ot yemekle artan, gelişen can
hayvan canıdır. O can ateşe mensuptur, odun gibi de telef olur gider.
Odun olmasaydı meyve verir, ebediyen mamur bir halde kalır, her şeyi
de mamurlaştırırdı. Bu ateş bil ki yakıcı bir yelden ibarettir. Asıl
ateşin ışığıdır, kendisi değil. Asıl ateş esirdedir. Yeryüzündeki onun
ışığı onun gölgesidir.
Hulasa ışık ve gölge, daima
oynar durur. Baki kalmaz. Yine koşa, koşa madenine gider, aslına
kavuşur. Boyun daima olduğu gibidir de gölgesi bir an kısalır bir an
uzar çünkü ışıkların hiç kimse sebat ettiğini görmemiştir; akisler
yine döner; asıllarına, analarına giderler. Kendine gel, ağzını yum;
fitne, dudaklarını açtı. Kuru sözlere giriş, doğrusunu Tanrı daha iyi
bilir.
Bu hikaye sone ermeden
hasetçilerden bir kötü dumandır geldi. ben bundan korkmam ama bu tekme
belki bir gönlü saf kişinin ayağını çeler. O Hakimi Gaznevi, perde
ardında kalanlara ne güzel manevi bir misal getirdi. Sapıklar, kuranda
sözden, laftan başka bir şey görmezlerse şaşılmaz ki.
Körün gözüne nurlarla dolu
güneşin ışıkları gelmez de yalnız bir hararet gelir. Göbekli biri
ansızın eşek yurdundan şunu, bunu kınayan karılar gibi baş çıkararak “
Bu söz yani Mesnevi aşağılık bir söz Peygamberin hikayesi ona uymaya
anlatıp durmakta. Bunda öyle velilerin at koşturdukları makamlara ait
yüce bahisler yüksek şeyler yok.
Dünyadan ve Tanrıdan başka
her şeyden kesilmeden tut da yokluk makamına kadar derce, derece
mertebe, mertebe Tanrıya ulaşıncaya kadar. Her durağın her konağın
şehri de yok ki bir gönül sahibi onunla kanatlanıp uçsun” dedi. O
kafirler Tanrının kitabını da u çeşit kınadılar.
“ Bu esatirden eski
masallardan ibaret öyle derin bahisler yüce hakikatleri eşelemeler yok
bunda bunu küçücük çocuklar bile anlar. Kabul edilecek yahut
edilmeyecek emirlerden nehiylerden ibaret. Yusuf, Yusuf’un büklüm,
büklüm zülüfler. Yakub, Zeliha’ın derdi.
Hep bunlar değil mi? Bunları
herkes anlar bilir. Nerede bir söz ki akıl onu idrak edemesin de
hayretlere düşsün” dediler. Tanrıda dedi ki. “ eğer bu sana kolay
görünüyorsa bu çeşit kolay, basit bir sure söyleyiver. Cinlerinize
insanlarınıza kudret ve sanat sahibi olanlarınıza söyleyin de
ehemmiyetsiz gördüğünüz ayetler gibi bir ayet meydana getirsinler!”
Bu tertemiz aslan adama
mescitte neler göründü. Sen onu söyle yine mescitte suya gark olmuş
adam nasıl uyursa öyle uyudu. Gam denizine batmış aşıkların uykusu
daima kuş ve balık uykusudur. Gece yarısı korkunç bir sestir geldir.
Ey kendisine fayda dileyen geleyim mi, geleyim mi. Bu şiddetli ses tam
beş kere geldi, korkudan adamın yüreği çatlıyor paramparça oluyordu.
O Burara’lı aşık da kendisini
muma atmıştı. O zahmet, aşkı yüzünden kendine kolay gelmekteydi. Her
şeyi yakıp yandıran ahı, göklere yüceliyordu. Sad-ı Cihan’nın gönlüne
merhamet gelmişti. O bir suç işleseydi, biz de o suçu gördük. Fakat “
Ey Tanrı, acaba o avaremizin hali nasıl? Bir seher vakti kendi
kendisine diyordu ki merhametimizi adamakıllı bilmiyordu ki.
Suçlu kişinin gönlüne bizden
bir korkudur var. fakat korkusunda yüzlerce ümit gizli. Ben utanmayan
ve korkmayan kişiyi korkuturum. Zaten benden korkanı neye korkutayım.
Ateş, soğuk tencerenin altına konur, kaynayan coşkunluğundan baştan
çıkan tencerenin altına değil!
Benden emin olanları bilgimle
korkuturum; korkanlarınsa korkularını teskin ederim. Ben yamacıyım
yamanması icap eden yeri yamarım. Herkese nabzına göre şerbet veririm.
Kişinin sırrı ağacın köküne benzer yaprakları o kökten feyz alırda
kupkuru gövdesinden çıkar yeşerir.
Yapraklar köke göredir ağaçta
böyle olduğu gibi nefislerde akıllarda da böyledir. Vefa ağaçlarından
göklere yücelmiş kollar kanatlar var. Kökleri yerli yerinde de
ferileri gökte. Aşk yüzünden gökte kollar kanatlar meydana gelirde
Sadr-ı Cihan’nın gönlüne nasıl merhamet gelmez. Gönlünde o suçu
affetme denizi dalgalanmaya başladı.
Zaten gönülden gönüle pencere
vardır. Gönülden gönüle pencere olduğu muhakkak. İki gönül iki ten
gibi birbirinden ayrı ve uzak kalamaz. İki kandilin yağ konan kapları
birbirine bitişik değildir ama ışıkları katışmış birleşmiştir. Hiçbir
aşık yoktur ki sevgilisinin vuslatını arasın. Dilesin de sevgilisi onu
aramasın dilemesin.
Fakat aşk aşıkların
vücutlarını inceltir zayıflatır. Sevgililerin vücutlarını ise
güzelleştirir semirtir. Bu gönülden sevgi ve şimşeği çaktı mı bil ki o
gönülde de sevgi vardır. Gönlünde Tanrı sevgisi arttı mı şüphe yok ki
Tanrı seni seviyor. Tek elin sesi çıkmaz. Öbür elin olmadıkça, iki
elin birbirine vurulmadıkça ne ses çıkar, ne seda!
Susuz, ey tatlı su diye
ağlar, inler ama su da nerede o susamış, diye ağlar, inler! Bizdeki bu
susuzluk suyun bizi çekmesinden ileri gelir. Biz suyunuz, su bizim.
Tanrı hikmeti ezelde bizi birbirimize aşık etti. O ezeli hükme göre
kainatın büyük zerreleri çift çifttir ve her cüzü de kendi çiftine
aşıktır.
Alemde her cüzü de muhakkak
kendi çiftini ister. Kehlibar nasıl saman çöpünü çekerse her cüzü de
muhakkak kendi çiftini çeker. Gökyüzü yere merhaba der, demirle
mıknatıs nasılsa ben de seninle öyleyim. Gökyüzü aklen erkektir. Yer
kadın onun verdiğini bu besler yetiştirir. Yerin harareti kalmadı mı
gök hararet yollar.
Rutubeti bitti mi rutubet
verir. Gök yüzünde bulunan ve toprağa mensup olan burç yere yardım
eder. Suya mensup burç yere rutubet verir. Yeri terü taze bir hale
sokar. Yele mensup burç yele bulutları sevk eder. Yerdeki buharları
ufunetleri çeker alır. Ateş burcu da güneşe hararet verir. Güneşin önü
de ardı da o burçtan kızmış tava gibi kızarmıştır.
Kadına nail olmak için
kazancının etrafında dönüp dolaşan erkek gibi felek de zamane de dönüp
dolaşmaktadır. Bu yeryüzü hanımlıklar etmekte doğurduğu çocukları
emzirip yetiştirmektedir. Şu halde yerle göğün de aklı var böylece
bil. Çünkü akıllıların işlerini işliyorlar. Bu iki güzel
birbirlerinden süt emmeseler, birbirlerini sevip koçmasalar nasıl olur
da birbirlerinin muradına dolanırlardı?
Yer olmasa güller, erguvanlar
nasıl biter, gökyüzünün suyu, harareti olmasa yerden ne hasıl olur?
Dişinin erkeğe meyli, ikisinin de işi tamamlansın diyedir. Bu birlikte
alem baka bulsun diye Tanrı erkekle kadına da birbirlerine karşı bir
meyil verdi. Her cüze de diğer bir cüze meyil verdi. İkisinin
birleşmesinden bir şey doğar, bir şey vücut bulur.
Gece de böylece gündüzle
sarmaş dolaş olmuştur. Geceyle gündüz, sureta birbirlerine aykırıdır
ama hakikatte birdir. Geceyle gündüz görünüşte birbirine zıttır,
düşmandır, fakat her ikisi de bir hakikatin etrafında dönmekte ağ
kurmaktadır. İşini gücünü başarıp tamamlamak için her biri canciğer
gibi öbürünü ister. Çünkü gece olmayınca insanın geliri, kuvveti
olmaz. Bu gelir olmayınca da gündüzler neyi harc eder?