Dağlarda oturan
bir derviş vardı. Yalnızlık, onun arkadaşı ve nedimiydi. Tanrı
şarabını içmiş olduğundan erkeklerin sözlerinden de usanmıştı,
kadınların sözlerinden de. Bize bir yerde oturup yerleşmek nasıl kolay
geliyorsa bazı kimselere de bir yerden bir yere gezip durmak öyle
kolay gelir.
Sen nasıl
ululuğa aşıksan bir sanatkar da mesela demirciliğe aşıktır. Herkesi
bir iş için yetiştirmişler, gönlüne o işin meylini vermişlerdir.
Gönülde bir meyil olmadıkça el, ayak nasıl hareket eder. Su, rüzgar
olmadıkça çerçöp nasıl akar, savulur? Kendinde göğe doğru çıkmaya bir
meyil gördün mü hüma kuşu gibi devlet kanadını hemen aç!
Fakat kendinde
yeryüzüne bir meyil gördün mü feryat et , ağlayıp inlemeyi hiç
bırakma. Akıllılar önceden feryat ederler, bilgisizlerse işin sonunda
başlarına vururlar! Sen, işin önünde sonunu sor da kıyamet günü pişman
olma.
Birisi,
kuyumcunun birine giderek “ Altın tartacağım, bana terazisini versene”
dedi. Kuyumcu dedi ki. “ Babacığım, hadi git, bende kalbur yok!” Adam:
“Alay etme benimle. Ver şu teraziyi” dedi. Kuyumcu dedi ki. “
Dükkanımda süpürge yok” Adam “ Kafi yahu, bırak alayı” ben senden
terazi istiyorum. Sağırlıktan gelme şu tarafa, bu tarafa, bu tarafa
gidip durma, ver teraziyi” dedi.
Kuyumcu dedi ki.
“ Sağır değilim, sözünü duydum, söylediğim sözleri de manasız sanma.
Sözünü duydum ama sen kuvveti, kudreti kalmamış bir ihtiyarsın, hiç
şüphem yok, zayıflıktan elin titreyecek. Tartacağın altın da külçe
değil, tozu var, kırık dökük bir şey, elin titreyecek, yere
dökeceksin.
Sonra bana bir
süpürge ver de toza, toprağa dökülen altınımı süpüreyim diyeceksin.
Altını süpürüp bir yere toplayınca da güzelim kalbur isterim diye
tutturacaksın. Ben işin sonunu önceden gördüm. İyisi mi hadi sen başka
bir yere git.” Artık o dağlıklarda yurt tutup, orada yiyen, içen tek
ve ulu şeyhin hikayesini tamamla.
O dağlarda
ağaçlar, meyveler, sayısız elmalar, armutlar, narlar vardı. O derviş,
meyvelerle gıdalanır, başka hiçbir şey yemezdi. Tanrıya “ Yarabbi
seninle ahdım olsun. Bu ağaçlardan meyve toplamayayım. Rüzgarlarla
yere düşen meyvelerden başka hiçbir meyve yemeyeyim, elimi hiçbir dala
uzatmayayım.” Dedi.
Bir müddet
nezrine vefa etti. Fakat nihayet kaza ve kaderin imtihanları
çıkageldi. Bu yüzden, sözlerinizde daima inşallah deyin, ahitlerinizde
de Tanrı dilerse sözünü söyleyin. Çünkü beni gönüle her zaman başka
bir meyil verir, her an gönüle başka bir dağ vururum.
Biz her sabah
yeni bi işte, yeni bir güçteyiz. Her şey, bizim dileğimize göre
meydana gelir denmiştir. Hadiste “ Gönül, ovada rüzgarlara tabi bir
tüy benzer. Rüzgar, tüyü her tarafa uçurur, gah sola, gah sağa götürür
durur.” Denmektedir. Başka bir hadiste de denmiştir ki: “ Bu gönlü
ateş üstündeki kazanda kaynayan bir su bil!”
Gönlün her an
başka bir dileği vardır. Fakat bu dilek kendisinden değildir, başka
bir yerdendir. Şu halde gönlün reyine, gönlün dileğine neden emin olur
da ahdeder, sonunda da pişman olur, nedamete düşersin? Fakat bu yine
de tanrının hükmündendir. Tanrının takdiridir. Kuyuyu görürsün de
çekinmeye kudretin olmaz.
Uçan kuşun
tuzağı görmeyip hapse düşmesine taaccüb edilmez ki. Şaşılacak şey
şudur: hem tuzağı görür, hem mıhı görür de yine sonunda ister istemez
o tuzağa düşer! Gözü açık kulağı açık, tuzak önde, yine de kendi
kanadıyla tuzağa doğru uçar.
Bir kişizade
görürsün. Çula, çuvala bürünmüş, baş açık belalara uğramış. Bir
kahpenin sevdasıyla yanıp tutuşuyor. Elbiselerini, malını, mülkünü
sarış. Elindeki avucundaki gitmiş, adı kötüye çıkmış hor hakir bir
hale gelmiş, düşmanlarının isteği gibi tepesi üstüne yuvarlanıp
gidiyor.
Adamcağız bir
zahit gördü mü “ Ey ulu, Allah için bana bir himmet et. Bu aşağılık ve
kötü sevdaya düştüm, elimdeki maldan, altından, nimetten oldum. Bir
himmet et, belki bu dertten kurtulur, bu kara balçıktan sıçrar, çıkarı
der”. Halktan da dua etmelerini istemektedir. İleri gelenlerden de.
“ Aman, beni
kurtarın, kurtarın, kurtarın!” demektedir. Eli de açık, ayağı da. Ne
onu bağlamışlar, ne başında bir adam var, ne ayağın da bukağı! A adam,
hangi bağdan kurtulmak istiyor, hangi hapisten kaçmak diliyorsun?
Hangi bağdan olacak? Tertemiz ruhtan başka kimsenin göremediği takdir
bağından gizli olan kaza bağından!
Ortada değil
görünmüyor, gizli ama zindandan da beter, demir zincirlerden de! Çünkü
demir zincirleri demirci kırabilir, bir adam zindanın temelini kazıp
duvarını yıkabilir. Fakat şaşılacak şey şu ki gizli olan kuvvetli bağı
kırmaktan demirciler bile acizdir. O bağı Ahmed görebilir de, “
Boynunda da hurma lifinden bir ip var” der.
Ahmed,
Ebuleheb’in karısının sırtındaki odun yükünü gördü de ona “ Odun
hamalı” dedi. İpi de ondan başka kimse görmedi, odunu da. Ona da her
görünmeyen şey, görünür. Başkaları umumiyetle tevil ederler; bu
akılsızlıktan böyle söylüyor derler. Sanki onların akılları
başlarındaymış!
Tevil ederler
ama hakikatte onun sırtı, o odun yükünün altında iki büklüm olmuştur,
gözünün önünde feryat edip durmakta. Bana bir dua edin., bir himmet
edin de kurtulayım, şu gizli bağdan sıyrılayım demektir. Bu nişaneleri
apaçık gören, nasıl olur da şakiyi saitten ayırt edemez.
Bilir, tanır ama
tanrı sırrını açmak helal olmadığından ululuk sahibi Tanrının emriyle
örter, gizler. Bu sözün sonu yoktur, gelelim hikayeye: o yoksul,
açlıktan zayıf, perişan bir hale geldi, harekete bile mecali kalmadı.
Derviş tam beş
gün armut ağacını silkmedi, fakat açlık ateşi de sabrını
tüketmekteydi. Bir dalda birkaç armut gördü. Fakat yine sabredip
kendisini çekti. Bu sırada bir rüzgar geldi, dalı eğdi. Dervişin
nefsi, onları yemeye yeltendi. Galebe de etti. Açlık, zayıflık, bir
yandan da takdir, zahidi nezrine vefadan alıkoydu. Ahdini bir yana
bıraktı, daldaki armudu kopardı yedi. Fakat hemencecik Tanrı azabı
erişti, gözünü açtı kulağını çekti.
Yirmi tane yahut
daha fazla hırsız, oraya gelip konmuştu. Çaldıkları şeyleri aralarında
pay ediyorlardı. Birisi şahneye haber vermişti. Derhal şahnenin
adamları oraya gelip hepsini yakaladılar. Şahne hiddete gelip cellada
“ Bunların ellerini, ayaklarını kes” dedi. Cellat, oracıkta hepsinin
sol ayaklarıyla sağ ellerini kesmeye başladı. Bir gürültüdür koptu.
O arada zahidin
eli de yanlışlıkla kesildi. Cellat, ayağını kesmek üzereyken, rütbesi
pek büyük bir atlı gelip yetişti, cellada “ Behey köpek kendine gel,
bu, filan Şeyhtir, Tanrı abdalıdır. Neden onun elini kestin ?” diye
bağırdı. Cellat, elbisesini yırtıp giderek yana yaklaştı şahneye hali
anlattı. Şahne yalınayak geldi. Tanrı şahit ki bilmedim diye özürler
dilemeğe. Ey kerem sahibi, ey cennetliklerin ulusu, bu kötü işi affet,
hakkını helal eyle. Beni bağıla demeye başladı.
Şeyh dedi ki:
“Ben, bunun sebebini biliyor, suçumu anlıyorum. Ben onun yemininin
hürmetini terk ettim, onun adaleti de benim( yeminim) sağ elimi
kestirdi! Ben kötü olduğunu bildiğim halde ahdimden döndüm. Bunun
kötülüğü elime geldi. ey vali sevgilinin hükmüne elimiz de feda olsun
ayağımız da, beynimiz de, derimiz de! Bu bana kısmetmiş! Sana helal
ettim.
Sen bilmeyerek
yaptın, bir suçun yok ki. Halimi bilenin, fermanı yürür. Tanrı emrine
itiraz etmek nerede?” nice kuş vardır ki uçup tane arar. Boğazı,
boğazının kesilmesine sebep olur. Nice kuş vardır ki açlık ve midesi
yüzünden dam kenarında, kafes içinde mahpustur.
Nice balık
vardır ki su içinde her şeyden eminken boğazının hırsı yüzünden oltaya
tutulmuştur. Nice namuslu, örtülü kadın vardır ki ferciyle boğazının
şomluğundan rüsvay olmuştur. Nice bilgili ve iyi huylu kadı vardır ki
boğazının yüzünden rüşvet almış, utanıp yüzü sararmıştır.
Hatta Harut’la
Marut bile o şarabı tatmışlardır da o şarap, onların göğe çıkmalarına
mani olmuştur. Bayezid, bu yüzden çekindi işte, kendisinde namaz kılma
hususunda bir tembellik gördü. O çok akıllı şeyh, sebebini düşündü.,
fazla su içmesinde buldu. “ Tam bir yıl su içmeyeceğim” dedi. Dediğini
de yaptı, Tanrı sabır ve tahammülünü verdi.
Onun bu pek
ehemmiyetsiz mücahedesi, din içindi bu yüzden de sultan oldu, arifler
kutbu oldu. Şeyhin de eli boğazı yüzünden kesildi ve o zahit adamın
şikayet kapısı bağlandı. Adı halk arasında “ Şeyh-i Akta- eli kesik
şeyh” kaldı., halk onu bu adla tanıdı.
Onu birisi
ottan,çöpten yapılmış bir gölgelikte ziyaret etti. İki elle zembil
örmekte olduğunu gördü. Şeyh ona “ Ey canının düşmanı, neden böyle
küstahlık edip yanıma geldin? Neden izinsiz içeri girdin?” dedi. Adam,
“ Sevgimden fazla iştiyakımdan” deyince, Şeyh gülümsedi de dedi ki: “
Öyleyse gel fakat ey ulu kişi, bunu gizle.
Ben ölmeden ne
bir dosta, ne bir sevgiliye ne de bir aşağılık kişiye, hiç ama hiç
kimseye söyleme! Bundan sonra bir bölük halk onu iki elle zembili
örerken penceresinden gördüler. Şeyh “ Yarabbi, hikmetini sen
bilirsin. Ben gizliyorum, sen aşikar ediyorsun” dedi. Ona şöyle ilham
geldi. “ Birkaç kişi, senin elinin kesik olması kınadılar, sana münkir
oldular.
O halde yolda
yalancıydı ki tanrı, onu bu, tarife arasında rüsvay etti dediler. Ben
onların kafir olmasını, bu azgınlıkla, bu sapıklıkla, bu kötü şüpheyle
geçip gitmelerini istemem. Ben de şu kerameti aşikar ettim. İş
işlediğim vakit sana iki el ihsan ettiğimi gösterdim. Ki o biçareler,
hakkında kötü bir şüpheye düşüp de huzurumdan merdud olmasınlar. Ben
sana bu kerametler olmaksızın da daha önce bizzat teselliler verdim.
Bu mumu ancak onlar için yaktım. Sen ölümden, bedeninin cüzlerinin
ayrılacağından korkmaktan geçtin. Sen de başının, ayağının gideceğine
dair korku kalmadı. Vehmi bırakmak, senin için ulu bir siper oldu.”
Firavun,
sihirbazları yeryüzünde öldürmekle tehdit etmedi mi? Sizin ellerinizi,
ayaklarınızı çaprazına kestirir sizi asarım, affetmem demedi mi? O
sihirbazların vehme düşeceklerini, korkacaklarının, vesveseye
uğrayacaklarını sanıyordu. Titremeye başlayacaklarını, ürküp
korkacakların, bu tehditlerden vehmedeceklerini umuyordu.
Bilmiyordu ki
onlar, bu işlerden kurtulmuşlar, gönül nurunun göründüğü pencerenin
önüne oturmuşlar, gölgelerinin, kendilerinden meydana geldiğini
bilmişler, çevik bir hale gelmişlerdir. Bir gül bahçesinde felek
havanı, onları yüzlerce defa dövüp ezse bile. Bu terkibin aslını
görmüş olduklarından artık vehmin ferilerinden pek korkmazlar.
Bu alem, bir
rüyadır, zanna kapılma sen, rüyada bir el kesilse bile zararı yok.
Rüyada başın kesilse de hakikatte yine başın yerindedir, ömrün de uzun
olur. Rüyada kendini ikiye biçilmiş görsen bile kalktın mı vücudun da
sağlamdır. Bir hastalığında yoktur. Hasılı rüyada vücudunu noksan
görmekten ne çıkar? Yüzlerce parçaya ayrılsan bile ne korkacaksın ki?
Suretle kaim
olan bu cihan hakkında da Peygamber, uyuyanın gördüğü bir rüya dedi.
Sen u sözü taklit yoluyla kabul ettin, fakat salikler bunu rivayet
edilmedin de gözleriyle gördüler. Sen gündüzün de uykudasın. Bu uyku
değil deme. Gölge feridir, asıl ise ancak ay ışığından ibarettir.
Ey yiğit bil ki
uykun da uyanıklığın da uyuyan adamın rüya içinde rüya görmesine
benzer. Bu adam, kendisini uyuyorum sanır ama bilmez ki ikinci
uykudadır, iki kat uyku içindedir. Testici, bir testiyi kırarsa
dilediği zaman yine yapar da. Kör, her adımda kuyuya, çukura düşmekten
korkarda binlerce korkuyla yol yürür.
Fakat gören kişi
yolun enini, boyunu görür, çukuru, kuyuyu bilir. Her adımda ayakları,
dizleri titremez. Her dertten yüzünü ekşitir mi ki? Sihirbazlar, “ Ey
firavun, halk biz, her sesten, her gulyabaniden ürküp duracak adam
değiliz. Bizim hırkamızı yırt, onu diken var. olmasa bile çıplak
olmamız daha iyi.
Bu güzeli çıplak
olarak koçmamız daha hoş. A bir işe yaramaz , bir şey beceremez
düşman! Tenden mizaçtan soyunmaktan daha hoş bir şey yoktur, a ilhama
mazhar olmayan sersem Firavun!” dediler