Firavunun çalışıp
çabalaması, Tanrı ihsanı olan muvaffakiyete ulaşmamıştı. Tanrı
muvaffakiyet vermediği için de diktiği yırtılıp sökülüyordu. Hükmünde
binlerce müneccim, binlerce düş yorucu, binlerce büyücü vardı.
Firavuna rüyasında Musa’nın doğacığını, firavunu ve saltanatını
mahvedeceğini göstermişlerdi.
Düş yorucularla
müneccimlere “ Bu hayalin, bu kötü rüyanın delalet ettiği şeyi nasıl
defetmeli?” dedi. Hepsi de dediler ki: “ Bir tedbirde bulunalım,
çocuğun doğmasına mani olalım” doğum gecesi gelince Firavun kulları şu
tedbiri kabul ettiler, şunu münasip gördüler: o gün İsrail oğullarını
erkenden meydana, padişahın huzuruna götüreceklerdi.
“ Ey İsrail
oğulları haydin sizi padişah filan yerde huzuruna çağırıyor. Sizi
örtüsüz, nikapsız yüzünü gösterecek, sevaba ermek üzere size
ihsanlarda bulunacak” diye tellallar bağıracaklardı. Çünkü o esirler,
Firavuna hiç yaklaşmazlardı, onu görmelerine izin yoktu.
Hatta yolda ona
rastlasalar yüzü koyun yere kapanmaları emredilmişti. Kanun buydu:
hiçbir esir, ister vakitli olsun, ister vakitsiz, o padişahın yüzünü
göremeyecek. Yolda çavuşların seslerini duydu mu, yüzünü görmemek için
duvara dönecekti. Şayet yüzünü görürse mücrim sayılır, başına gelecek
en kötü şeyler gelip çatardı. Onlarda görmeleri men edilen o yüzü
görmeyi pek isterlerdi. İnsan man edildiği şeye haristir derler.
( tellallar
bağırdılar:) “ esirler meydana doğru koşun. Umulur ki padişahlar
padişahı size yüzünü gösterecek. İhsanlarda bulunacak!” israiloğulları
bu müjdeyi duyunca padişahın didarına susuz ve müştak olduklarından,
hileye inandılar. Süslenip , püslenip o tarafa doğru koştular.
Hani şunun gibi:
Burada da hilekar Moğollar, “ Mısırlılardan birini arıyoruz .
Mısırlıları bu tarafa toplayın da aradığımızı ele geçirelim” derler.
Kim gelirse “ hayır bu değil. Sen geç oracıkta otur”derler de . Bu
suretle herkes derlenip toparlandı mı bu hileyle hepsinin boynunu
vurular. Onlar, ezan sesi duyunca Tanrı davetçisine uymazlardı ya.
Onun şomluğu yüzünden.
Hilekar
Moğolların daveti, onları ölüme kadar çekti, sürdü. Akıllı kişi, sakın
Şeytanın hilesinden ! Yoksulların, muhtaçların seslerini içesiye duy
da hilebaz kişinin sesi kulağını tutup çekmesin! Yoksullar, tamahkar
ve kötü huylu adamlarsa bile sen yine gönül sahibini onların içinde
ara”
Denizin dibinde
inciler, taşlarla karışık olarak bulunur. Övülecek şeyler, ayıplar
kusurlar arasında olur. İsrail oğulları coşarak erkenden meydana doğru
koştular. Firavun bu hileyle onları meydana götürünce güzelim yüzünü
onlara gösterdi. Gönüllerini aldı, ihsanlarda bulundu, vaitler etti.
Ondan sonrada “
Canınız için ne olur. Bu akşam hepiniz bu meydan da kalın, burada
yatın uyuyun” dedi. Cevap vererek dediler ki, sana kulluk eder, sözünü
dinler hatta dilersen burada bir ay otururuz”
Firavunun,
geceleyin “ Bu gece doğum gecesi, fakat hepside karılarından ayrı”
diye sevinerek geri döndü. Haznedarı İmran da yanındaydı. Onunla
konuşa , konuşa Şehre geldi. ona “ imran, bu gece sen de burada yat,
karının yanına gitme onunla buluşma” dedi.
İmran, “ Peki,
burada yatarım, senin gönlünün istediği şeyden başka bir şey düşünmem
bile” dedi. İmran da İsrail oğullarındandı fakat Firavunun adeta
gönüllü , candı. Firavun onun isyan edeceğini, gönlünü korktuğu şeyi
yapacağını nereden akıl edecekti?
Firavun gitti,
İmran da orada yatıp uyudu. Gece yarısından sonra karısı, onu görmeye
geldi. Üstüne kapanıp dudaklarından öpmeye koyuldu. Gece yarısı, onu
uykudan uyandırdı. İmran uyanıp karısını gördü. Kadın, hoşuna gitti,
dudak dudağa öpüşmeye başladılar. İmran, “ Bu zamanda nasıl geldin
dedi?” kadın “Sana iştiyakımdan. Tanrının kaza ve kaderi bu” diye
cevap verdi.
İmran, karısını
sevgiyle kucakladı kendini tutamadı. Onunla buluştu ve emaneti ona
verdi. Sonrada dedi ki: “ Kadın, bu küçük iş değil!” demir taşa
çalındı, bir ateştir sıçradı. Hem de öyle bir ateş ki padişahtan da
saltanatından öç alıcı, padişaha da, saltanatına da kin güdücü bir
ateş.
Ben buluta
benziyorum sen yersin Musa’da nebat Tanrı , satranç oyununda şahı
sürüyor. Bir yutulduk mu yutulduk! Hanım, yutulmayı da hakiki padişah
olan Tanrıdan bil, yutmayı da o işi bizden bilip bize hayıflanma!
Firavunun korktuğu şey yok mu ? Seninle buluştum meydana geldi işte!
Sakın bunu
kimseye söyleme, gizle de bana da yüzlerce türlü gam gussa gelmesin,
sana da. Sonucu, bunun eserlerini meydana çıkar çünkü nazeninin
alametleri belirdi! Tam o sırada meydandaki halktan naralar duyulmaya
yer gök naralarla dolmaya başladı. Firavun, bu naralardan korkup
sıçradı gürültünün ne olduğunu anlamak için yalınayak koştu.
Meydandan gelen
ve dehşetinden cinleri ve perileri bile korkutan bu naralar, bu
gürültüler nedir anlamak istiyordu. İmran, “ Padişahımızın ömrü uzun
olsun İsrailoğulları lütfundan neşeleniyorlar. İhsanlarına
seviniyorlar, oynuyorlar, ellerini çırpıyorlar “dedi. Firavun dedi ki”
Olabilir. Fakat beni adamakıllı bir vehim bir endişedir kapladı”
Bu gürültü
asabını bozdu. “Bu acı dertle, kederle beni kocattı.” Padişah, bütün
gece ağrısı tutmuş gebe kadın gibi bir yandan bir yana gidip geliyor.
Her an “İmran, bu naralar beni dehşetle yerinden sıçrattı” diyordu.
Zavallı İmra’nın kudreti yoktu ki karısıyla buluştuğunu söylesin
karısı gebe kalınca gökte Musa’nın yıldızının belirdiğini anlatsın.
Her peygamber ana rahmine düşünce yıldızı da gökte zuhur eder,
parlamaya başlar.
Kör Firavunun
hilelerine, tedbirlerine rağmen gökyüzünde Musa’nın yıldızı belirdi.
Sabah olunca İmran’a “ Git de o gürültünün, o patırtının ne olduğunu
anla” dedi. İmran meydana koşup “ Bu ne gürültüydü? Padişahlar
padişahı uyuyamadı” deyince, her müneccim, yaslılar gibi başı açık,
yeni yakası yırtık bir halde toprağı örtü.
Yaslılar gibi
sesleri ses veriyor, feryatları ortalığı dolduruyordu. Saçlarını,
sakallarını yolup, yüzlerine vuruyorlar, gözleri kanlı yaşlarla
doluyordu. İmran “ Hayrola. Bu ne feryat, bu ne hal? Bu yomsuz yıl,
kötü alametler mi gösteriyor yoksa?” dedi. Özürler serdederek dediler
ki: “Emir Tanrının kaza ve kaderi bizi esir etti.
Her çareye
başvurduk, fakat padişahın devleti karadı, düşmanı dünyaya geldi,
galip oldu. Geceleyin gökyüzünde o çocuğun yıldızı göründü, bizi kör
etti. O peygamberin yıldızı gökte yüceldi, biz de ağlamaya, yıldızlar
gibi gözyaşları dökmeye başladık”
İmran , içinden
sevindi, fakat zahiren “ Eyvahlar olsun!” diye elini başına vurup,
kızgın suratı asık bir halde deliller gibi akılsız ve güya kendini
bilmez bir halde müneccimlerin üstüne yürüyüp onlara oyun oynuyordu. “
Padişahımızı aldattınız, hıyanetten, tamahtan vazgeçmediniz.
Onu bu meydana
kadar sürükleyip yüzünün suyunu dökünüz, şerefini hiçe saydınız.
Ellerinizi, göğüslerinize koyup padişahı dertlerden kurtaracağız diye
vaitlerde bulundunuz” dedi. Padişah da bunu duyunca “ Hainler, dedi,
ben de sizi asayım da görün. Kendimizi gülünç hallere soktuk,
düşmanlara mallar ihsan edip ziyana girdik. Bu gece bütün
İsrailoğulları, karılarından uzak kaldılar diye, mal da gitti, şeref
de. İşe gelince hiçbir şey olmadı. Bu mudur iyi adamların muaveneti,
bu mudur iyi kişinin yapacakları iş?
Yıllardır
paralar, libaslar alıyor, ülkelerin servetini rahatça yiyip
duruyorsunuz. Bu mu sizin tedbiriniz, bu mu nücum bilginiz? Siz
besbedava lokma yiyen hilekar ve şom kişilersiniz. Sizi öldürür,
parçalatır, ateşlere atar, burunlarınızı, kulaklarınızı, dudaklarınızı
kestirir.
Sizi ateşe odun
yapar, yiyip içtiklerinizi fitil, fitil burnunuzdan getiririm.”
Müneccimler, secde edip “Padişahım, Şeytan bu sefer bize galebe etti.
Fakat yılardır nice belalar defettik. Yaptıklarımıza vehim bile hayran
olmakta. Bu sefer tedbirimiz hiçe çıktı. O peygamberin anası gebe
kaldı, o ana rahmine düştü.
Düştü ama
padişahım, suçumuzu, affettirmek için biz de doğum gününe dikkat
ederiz. Bu fırsatı da kaçırmamak, kaza ve kaderin zuhuruna mani olmak
için doğacağı günü hesaplayacak gözleyeceğiz. Ey akıllara fikirler,
reyinin kulu, kölesi olan padişah, bunu da yapamazsak bizi öldür”
derler.
Firavun
düşmanları vurup öldüren takdir oku, yayından fırlamasın diye günden
güne dokuz ayı sayıp duruyordu. Takdirle savaşa girişen, takdire
baskın yapmaya kalkışan, baş aşağı gelir, kendi kanına bulanır. Yer
göğe düşmanlığa kalkışırsa çoraklaşır, ölü haline girer .Resim,
ressamına pençe vurmaya kalkarsa kendi saçını sakalını yolmuş olur!
Dokuz ay sonra
padişah, yine tahtını meydana kurdurup tellallar çağırttı. Tellallar,
“ Kadınlar, bütün israiloğullarının kadınları çocuklarıyla meydana
gelsinler. Bundan önce erkekler, ihsanlara nail oldular, elbiseler,
altınlar elde ettiler. Kadınlar, bu yıl devlet sizin herkes dilediği
şeye nail olacak.
Padişah
kadınlara elbise verecek, ihsanlar edecek. Çocukların başlarına da
altın külahlar koyacak. Padişah diyor ki “Hele bu ay doğanlar yok mu
bilhassa onlar ihsanıma, hazinelerime ulaşacaklar” diye bağırdılar.
Kadınlar sevindiler çocuklarıyla çıktılar, padişahın otağına kadar
gittiler.
Yeni doğurmuş
olan her kadın, hileden kahırdan emin bir halde şehirden çıkıp meydan
yöneldi. Kadınların hepsi toplanınca erkek çocukları analarının
kucaklarından aldılar. Düşman doğmasına, felaket artmasın diye güya
ihtiyata riayet ederek başlarını kestiler.
Musa’yı doğurmuş
olan İmran ’ın karısına gelince elini, eteğini çekmiş, o
kargaşalıktan, o toz dumandan kurtulmuştu. Fakat o alçak Firavun ,
evlere de hafiye olarak ebeler gönderdi. “ Burada bir çocuk var, anası
, ürktüğü, şüphelendiği için meydana gelmedi. Bu sokakta güzel bir
kadın var, bir de çocuk doğurmuş fakat pek akıllı pek tedbirli bir
kadın” diye kovaladılar. Bunun üzerine memurlar eve gelince Musa’nın
anası, Tanrı emriyle Musa’yı tandıra attı. Bilen Tanrıdan kadına “Bu
çocuğun aslı Halil’dendir. Ey ateş, soğu yakma emrinin koması yüzünden
ateş yakmaz, bir zarar vermez” diye vahiy gelmişti.
Kadın vahiy
üzerine Musa’yı ateşe attı, fakat ateş Musa’yı yakmadı. Memurlar bunu
görünce meyus olup muratlarına erişmediler, çekilip gittiler. Fakat
kovucular, yine bu işi anlayıp, Firavundan birkaç para koparmak için
memurlara macerayı anlattılar. O tarafa dönün, pencereden iyice bir
bakın dediler.
Musa’nın anasına
yine “Çocuğunu suya at, saçını başını yolma, ümitlen itimat et, onu
Nil’e at, ben onu yüzü ak olarak sana kavuştururum” diye vahiy geldi.
bu sözün sonu gelmez ki. Firavunun bütün hileleri, yakasına paçasına
dolaşmaktaydı. o dışarıda yüz binlerce çocuk öldürüyordu. Musa ise
evinin içinde baş köşede yetişmekteydi.
O uzağı gören
kör Firavun , hilelere sapıp deliliğinden nerede yeni doğmuş bir çocuk
varsa öldürtmekteydi. İnatçı firavunun hilesi ejderha idi, bütün alem
padişahlarının hilelerini yutmuştu. Fakat ondan daha firavun birisi
zuhur etti. Onu da yuttu, hilesini de! O bir ejderha idi, asa da bir
ejderha oldu.
Bu onu Tanrı
tevfikiyle sömürüp yutuverdi. El üstünde el var. Nereye kadar bu. Ta
son erişilecek menzile, ta Tanrıya kadar. Çünkü o öyle bir denizdir ki
ne dibi var, ne kıyısı, bütün denizler, ona karşı sele benzer. Hileler
tedbirler ejderha ise tek Tanrı önünde hepside hiçtir.
Sözün, buraya
gelince yere baş koyup mahvoldu. Doğru yolu Tanrı daha iyi bilir.
Firavunda olan yok mu? Sen de var. Fakat senin ejderha kuyusuna
hapsedilmiş! Yazıklar olsun bunların hepsi de senin ahvalin. Fakat
sen, onları Firavuna isnat etmek istersin. Senin halinden bahsettiler
mi canın sıkılır, başkasından bahsettiler mi sana masal gelir.
Lakin nefis seni
de harap etmiş bu arkadaşın da seni hikayelerle uzaklara atmakta!
Senin ateşine atılan odun atılmamakta, onun gibi fırsat bulamıyorsun
sen. Yoksa fırsat bulsan senin ateşin de firavunun ateşi gibi
yalımlanır!
Firavun, Musa’ya
“ Ey Kelim, sen neden halkı öldürdün, neden halka korku saldın? Halk
senden yılgınlığa düştü, kaçışırken ayaklar altında çiğnenip öldü.
Hulasa, halk sana düşman kesildi. Sana karşı erkeğin gönlünde de kin
var, kadının gönlünde de halkı kendine davet ediyorsun ama iş aks
çıktı.
Sana aykırı
hareket etmekten başka çareleri kalmadı. Ben de senin şerrinden
kaçıyor, sana aşikare karşı durmuyorum ama aleyhine çömlek kaynatıp
duruyorum. Beni aldatmayı gönlünden çıkar, arkandan, gölgenden başka
kimsenin geleceğini umma. Bir iş becerdim, halkın gönlüne bir korkudur
saldım diye mağrur olma.
Bunun gibi
yüzlerce iş becersen sonunda yine rüsvay olursun, hor hakir bir hale
gelirsin, seninle alay eder, sana gülüşürler. Senin gibi nice
hilebazlar varı. Bizim Mısırımız da nihayet rüsvay oldular” dedi.
Musa, Firavuna
dedi ki: “Ben Tanrı emrine karışamam. Emreder de kanımı bile dökerse
korkum yok. Ben bu alemde rüsvay olayım, buna hem razıyım, hem de
şükrederim. Tek hak yanında yüce olayımda. Halka karşı hor hakir
olayım, benimle alay etsinler, bana gülsünler. Tanrıya karşı sevgili
olayım,o beni istesin, beğensin. Yeter bu bana.
Bunları da söz
olsun diye söylüyorum hani. Yoksa tanrı seni yarın kara yüzlülerden
edecek, bu muhakkak! Yücelik onundur, onun kullarınındır. Onun
nişanesini Adem’le iblisin hikayesini oku da anla! Tanrının zatına
nasıl son yoksa hikmetlerine de son yoktur. Aklını başına al da ağzını
yum, yaprağı çevir”
Firavun, Musa’ya
“ Yaprak bizim elimizde şimdi defter de bizim hükmümüzde, divan da
bizim! Bütün bu alem halkı beni seçmiş beni kabul etmiş A Musa, bütün
alemde en akıllı sen misin ki? A Musa, sen kendini beğenmiş, almışsın
haydi oradan be, kendini az gör, kendine güvenip gururlanma. Dünyanın
sihirbazlarını toplayayım da bütün şehre senin bilgisizliğini
göstereyim. Fakat bu, bir iki gün içinde olmaz. Bu yaz çağında bana
kırk günceğiz mühlet ver” dedi.
Musa dedi ki: “
Bana bu hususta izin yok. Ben bir kulum, sana mühlet vermeye emir
almadım. Sen hükümdarın, galipsin, benim yardımcım dostum yok. Fakat
Tanrı fermanına tabiim, başka bir şeyle işim yok. Diri oldukça seninle
canla başla savaşacağım, ben kulum yardımla, yardımcıyla ne işim var?
Tanrının hükmü zuhur edinceye kadar seninle uğraşacağım, her hasmı
düşmanından Tanrı ayırır”
Firavun, hayır
dedi, mutlaka bir mühlet vermek gerek. Beni aldatıp durma, yel alıp
poyraz satma. Bu sırada ulu Tanrıdan Musa’ya “ Ona bol, bol mühlet
ver, korkma. Bu kırk gün mühleti, ona gönül rızasıyla ver de çeşit,
çeşit hileler düzsün. İstediği gibi çalıp çabalasın. Ben uyumuyorum
ki. Ona söyle, hızlı gitsin, fakat yolu ben tuttum, pusuda ben varım.
Onların
hilelerini ben birbirine katar, onların arttırdıklarını ben
eksiltirim. Su getirirlerse ateş haline sokar, şerbet içerlerse zehir
yaparım. Birbirlerine muhabbet bağlasalar sevgilerini yıkar, berbat
ederim. Vehimlerine bile gelmeyen şeyleri yaparım ben. Sen korkma, ona
uzun bir müddet mühlet ver asker topla, yüzlerce hileler düz de” diye
vahiy geldi.
Musa, “ Emir
geldi, mühlet sana. Bizden kurtuldun, şimdilik ben yerime gidiyorum”
dedi. Musa yola düştü, ejderha da bilgili ve dost bir av köpeği gibi
peşine takıldı. Av köpeği gibi kuyruğunu sallayarak gidiyor,
ayaklarının altında taşları kum gibi eziyordu. Taşı demiri nefesiyle
çekip sömürmekte, demiri apaşikar bir surette ağzında ezip
çiğnemekteydi.
Havalanıp
burçların üstüne çıkmakta, Rum gürcü herkes ondan kaçmaktaydı. Deve
gibi ağzından köpükler saçıyordu. O köpüğün bir katresi kimin üstüne
düşse cüzzam illetine tutuluyordu. Dişlerinin gıcırtısı, yürekleri
yerinden oynatıyor, kara aslanların bile canları elden gidiyordu.
O seçilmiş
peygamber, kavminin yanına varınca ejderhayı boğazından yakaladı,
ejderha asa oldu yine. Asya dayandı da dedi ki. Ne şaşılacak şey.
Bizim yanımızda güneş, düşmana karşı gece! Ne hayret edilecek şey ki
bu ordu, kuşluk güneşiyle dopdolu olan bu alemi görmüyor. Göz de açık,
kulak da sonra da bu zeka Tanrının gözbağcılığına hayretteyim!
Ben onlara
şaşırıyorum, onlar da bana şaşırıyorlar. Baharın onlar diken,ben
yasemin: onlara nice lezzetli şaraplarla dolu kadehler sundum. Fakat
onlara kadehteki şerbet taş kesildi. Gül desteleri yaptım, götürdüm,
her gül, diken oldu, şerbet zehire döndü. Bu kendisinden geçenlerin
oldukça nasıl meydana çıkar?
Yanımızda uyanık
bir uyur gerek ki uyanıkken rüyalar görsün! Halkın düşüncelere dalması
bu güzelim uykunun düşmanıdır. Halk düşünceleri yatışmasını uyumasın
diye bu güzelim uykunun boğazını sıkar. Bir hayret lazım ki
düşünceleri silip süpürsün, hayret, fikirleri de yok eder, zikirleri!
Hüner ve
marifette kim daha kamilse mana bakımından artta sureta ileridedir.
Tanrı “ Geri dönenler” dedi. Geri dönmek sürünün yazıdan gelip ağıla
gitmesine benzer. Sürü, yazıdan dönüp geldi mi giderken en önde olan
keçi artta kalır. Giderken geride kalan topal keçiye gelince suratı
asıkları bile güldürecek bir halde öne düşer.
Bu kavim laf
olsun diye topal olmadılar ya, öğünmeyi terk ettiler de arı satın
aldılar. Bu kavim, hacca ayakları kırık olduğu halde topallaya,
topallaya giderler. Sıkıntıdan kurtuluşa gizli bir yol vardır. Bu
tarife gönüllerini bilgilerden yıkayıp arıtmışlardır. Çünkü bu yol,
zahiri bilgiyi tanımaz.
Bu yolda, aslı o
alemden olan bir bilgi gerek. Zira her feri, aslında yol gösterir. Her
kanat, denizi aşacak kudrete nereden sahip olacak?Tanrı bilgisi gerek
ki insanı Tanrıya ulaştırsın. Şu halde adama sonunda gönülden silinip
arıtılması lazım olan bilgiyi neye öğretirsin? Öyleyse bu alemde ileri
gitmeye heves etme, topal ol da geri dönerken en öne düş. Ey nazik
adam, ileri giden son gelenlerden ol. Taze ve turfanda meyve ağaca
nazaran daha ileridedir. Derecesi de daha üstündür. Gerçi meyve
ağaçtan sonra vücuda gelir, fakat hakikatte evvel odur, çünkü ağaçtan
maksat odur.
Melekler gibi “
Bizim bilgimiz yok de , de “ Ancak seni bildirdiğin bilgiyi biliriz”
sırrı elini tutsun. Bu mektep de hecelemeyi bilmezsen Ahmed gibi akıl
ve irfan nuriyle dolarsın. Şehirlerde ad san sahibi olmazsan, Tanrı
kullarının halini daha iyi bilir ya, kaybolmazsın, merak etme. Ayın
definesini bilinmeyen viranelere gizlerler?
Hiç defineyi
bilinen yere koyarlar mı? İşte kurtulmanın, halas olmanın da zahmet ve
meşakkatlerde gizlenmesi buna benzer. Burada hatıra birçok şüpheler,
tereddütler gelebilir ama iyi at, kösteklerini kırar, bukağıdan
kurtuluverir. Onun sevgisi, şüphe ve tereddütleri yakan bir ateştir.
Gündüzün nuru,
bütün hayalleri siler süpürür. Ey Tanrı rızasını elde eden, bu sula,
sana o taraftan geldi, cevabını da o taraftan ara. Gönlün köşesiz köşe
yok mu? İşte o bucak, padişaha varan bir yoldur. Gönlün doğudan da
olmayan, batıdan da olmayan aydınlığı, tek bir aydan meydana gelir.
Ey mana dağı,
sen yoksullar gibi bu tarafa o tarafta neden ses arayıp durursun.
Derde düşünce iki büklüm olup “ Yarabbi” diye yalvardığın taraf yok
mu, bu sesi de o tarafta ara. Dert ve ölüm zamanı o tarafa yönelir,
feryat ve figana düşersin. Dertten kurtulunca neden yabancıya dönüyor,
hiç o tarafı aklına bile getirmiyorsun?
Mihnet zamanında
“ Allah” demeye başlar, sıkıntın geçti mi “ Nerede ona yol ?” dersin.
Bu hal, şundan ileri geliyor: “ Tanrıyı şeksiz, şüphesiz bilen,
tanıyan, daima onu anlar, ondan hiç ayrılmaz. Fakat akıl ve şüphesiz
bilen, tanıyan daima onu anlar, ondan hiç ayrılmaz.
Fakat akıl ve
şüphe hicaplarında kalan kişiye Tanrı tecellisi, gah örtülür, gah
yenini, yakasını yırtıp görünür. Aklı cüzi gah üstündür, gah baş aşağı
,aklı külli ise bütün hadiselerden kurtulmuştur, emindir. Akılla
hüneri sat da hayreti satın al. Oğul, horluğa doğru git, Buhara ya
değil!
Biz neyse bu
derece de söze daldık? Hikaye söyleyelim derken hikaye olduk gitti.
Ben yokum zaten ağlayıp, ağlayıp sızlayarak masal oldum gitti. Bu
suretle secde edenler arasına katılayım, onlarla beraber yuvarlanayım
bari. İş bilen, söz anlayan adama bu söz, hikaye değil. Halimi
anlatıyorum ben, sevgilinin huzurundayım ben!
Asi, bunlar önce
gelip geçenlere ait aslı yok masallar dedi ya. Kuran hakkında söylenen
bu söz, nifak eseridir. İçinde Tanrı nuru olan Lamekan aleminde nerede
geçmiş, nerede gelecek, nerede hal, geçmiş, gelecek, sana göredir.
Yıksa hakikatte ikisi de birdir. Fakat sen iki sanırsın.
Bir adam, onun
babasıdır, bizim oğlumuz, Zeydin altında olan dam, Amr’ın üstündedir.
Damın altta, üstte oluşu, o iki adama göredir. Hakikatteyse dam tek
bir şeydir, işte o kadar! Bu söz, onun misli değildir, bir misaldir
ancak, eski harfler, yeni manayı ifade edemez ki. Ey tulum, burası
madem ki ırmak kıyısı değil, ağzını kapat. Bu şeker denizinin ne
kıyısı var, ne kenarı!
Musa, dönüp
firavun kalınca bütün rey ve tedbir sahiplerini danışmak üzere
çağırdı. Bizim de sihirbazlarımız var. Her birisi sihirde tek, bütün
sihirbazlar onlara uymakta” dediler. Padişahın, Mısır sultanı olan
Firavunun Mısır civarındaki bütün sihirbazları çağırmasını
kararlaştırdılar.
Firavun hemen
bütün sihirbazların toplanması için etrafa bir hayli adam gönderdi.
Nerede ünlü bir büyücü varsa gelmesi için on haberci yolladı. İki genç
vardı ki büyü de pek şöhret bulmuşlardı. Sihirleri aya bile tesir
ederdi. Aydan apaşikar süt sağarlar, bir yere gidecekleri vakit
küplere binip giderler.
Ay ışığını bez
şekline sokup ölçer, biçer satarlardı. Müşteri, para verip alır. Sonra
anlayınca eyvahlar olsun deyip hayıflanmaya, yüzüne vurmaya başlardı.
Onların, buna benzer nice sihirleri vardı ki herkes apaçık görür
dururdu. Onlara da “ Padişah şimdi sizden bir çare aramakta. İki
yoksul adam gelip padişahın köşkü önüne otağ kurdu.
Bir sopadan
başka bir şeyleri yok. Fakat emirleriyle ejderha oluyor. Padişah da
çaresiz kaldı, ordusu da. Bu iki kişinin elinden hepsi feryad ve
figana geldi. bir çare bulmanız için bu kulunu size gönderdi. Size
haber gönderip buyuruyor ki: bunları defetmek için bir çare bulun.
Karşılık olarak
size hesapsız hazineler bağışlayacak” diye haber gönderdi, bu haberi
duyunca iki büyücünün de gönüllerine hem korku düştü, hem sevgi.
Cinsiyet damarı atmağa başladı, ikisi de hayretlerinden başlarını
dizlerine koydular. Sofinin meşk yeri dizidir. Müşkülünü halletmek
hususunda iki diz, adeta sihirbazdır.
O iki büyücü, bu
haberi alıp hayrete daldıktan sonra annelerine “ Anne, babamızın
mezarı nerede? Bize göster” dediler. Anneleri, onlara rehberlik etti,
babalarının mezarını gösterdi. Üç gün Tanrı rızası için oruç tuttular.
Sonra “ Baba, padişah korkmuş, bize emir göndermiş.
İki adam, onu
sıkıştırmış, ordusunun önünde şerefine, haysiyetine dokunmuş. Onların
ne silahları var, ne askerleri. Bir tek asaları var ama o asa da
kıyametler koparıyormuş. Sen zahiren toprakta yatıp uyuyorsun ama
hakikatte doğrular ülkesine gitmişsin. Eğer onların yaptıkları sihirse
bize haber ver.
Canım
babacığımız, onlar Tanrı eriyse, yaptıkları iş Tanrıdansa yine bildir.
De onlara uyalım, secde edelim, kendimizi bir kimyaya atalım ( da
halis altın olalım). Ümidi kesilmiş biçareleriz. Bize bir ümit ver
Tanrı tapısından sürülmüşleriz, bizi o tapıya yine onun keremi çekti”
diye yalvardılar.
Babaları, onlara
rüyalarında dedi ki: “Oğullarım bunu açıkça söylemeye imkan yok.
Apaçık ve olduğu gibi söylememe izin yok. Ama bu sır, uzak değil
gözümün önünde. Size bir nişane göstereyim de gizli şey aşikar olsun.
Gözlerimin nurları, oraya varın da onun uyumakta olduğu yeri anlayın.
O hakikat sahibi uyurken korkmayın asayı almayı kalkışın.
Eğer
çalabilirseniz o sihirbazın biridir. Sihirbaza karşı çare bulmayı
bilirsiniz siz. Yok eğer çalışmasanız aman ha aman. Kendinize gelin, o
Tanrı eridir. Ululuk sahibi ve hidayet verici Tanrının elçisidir.
Yeryüzü doğudan batıya kadar Firavunla dolsa savaş zamanı Tanrı, yine
onu üstün eder. Firavun baş aşağı gelir.
Babalarının canı
yavrucuklarım, bu doğru nişaneyi verdim işte. Buna göre iş yapın,
Tanrı doğrusunu daha iyi bilir. Yavrularım, sihirbaz uyuyunca
sihrinin, hilesinin hükmü kalmaz. Çoban uyudu mu kurt emin olur. Çoban
uykuya daldı mı dikkati elden gider. Fakat bir hayvana Tanrı çobanlık
ederse kurt, oraya nereden yol bulur, onu kapmayı nasıl umabilir?
Hakk’ın yaptığı
sihir, haktır, yerindedir. O yerli yerinde olan şeye sihirbazlık demek
hatadır. Babalarının canı yavrular, bu keskin bir nişanedir. O
peygamber, zahiren ölse bile tanrı yine onu yüceltir, kadrini
yükseltir.
Tanrının
lütufları, Mustafa’ya vaitlerde bulundu da dedi ki “ sen ölsen bile bu
din, bu iman ölmez. Senin kitabını, mucizeni ben yüceltirim. Kurandan
bir şey eksiltmeye, ona bir şey katmaya yeltenen kişiye ban mani
olurum. Ben seni iki cihanda da korurum. Sözünü kınayanları terk eder,
onları hor hakir bir hale korum.
Hiç kimse kuranı
değiştirmeye kudret bulamaz ona ne bir şey ilave edebilirler, ne ondan
bir şey eksiltebilirler. Sen benden daha iyi başka bir koruyucu arama!
Senin parlaklığın gün geçtikçe artırır, adını altınlara, gümüşlere
bastırırım. Senin için mimberler, mihraplar kurdururum.
Ben, seni öyle
seviyorum ki senin kahrın, benim demektir. Şimdi adını korkudan
gizlice söylüyorlar, namaz kılacakları zaman gizleniyorlar. Melun
kafirlerin korkusundan dinin mağaralarda gizili kalıyor ya. Bütün
alemi minarelerle dolduracağım, asilerin gözlerini kör edeceğim ben.
Kulların
şehirler alacak mevkiler bulacak. Dinin balıktan aya kadar her tarafı
kaplayacak, ey Peygamberimiz, sen sihirbaz değilsin, doğrusun sen de
Musa’nın giydiği elbiseyi giymişsin, sen de onun gibi bir
Peygambersin. Kuranın Musa’nın asasına benzer küfürleri ejderha gibi
sömürüp yutar.
Sen toprak
altında uyursun ama o tertemiz söz asa gibi her şeye agahtır. Kast
edenlerin elleri o asaya ulaşamaz. Uyu ey padişah uyu uykun mübarek
olsun! Bedenin uyur ama nurun göklere ağar, düşmanlarını kahretmek
için okunu kur, yayını ger. Felsefeci, aleyhine söylenmeye yeltenir
ama nurunun oku ağzını oklar, onu susturur.”
Hakikaten de
öyle oldu, hatta bu vaitten de üstün şeyler vücuda geldi. o uyudu,
fakat bahtı, ikbali uyumadı. Babalarının canı yavrularım, sihirbaz
uyudu mu işinin parlaklığı gider, sihrinin tesiri kalmaz.” Bu sözleri
duyup uyandılar, ikisi de kabri öpüp o ulu savaş için Mısır’a hareket
ettiler.
Mısır’a varınca
Musa’yı, Musa’nın evini aramaya başladılar. Onların Mısır’a geldikleri
gün de Musa tesadüfen bir hurma ağacının altında uyumaktaydı.
Sordukları adamlar onlara “ Varın hurmalıkta arayın” dediler.
Hurmalığa geldikleri zaman bir de baktılar ki hurma fidanlarının
dibinde bir uyuyan var, fakat cihanın uyanığı!
Naz ederek baş
gözlerini yummuş ama arş de gözlerinin önünde, ferş de! Gözleri açık,
fakat gönlü uykuda nice adamlar var. Zaten su ve toprak ehli olanın
gözü ne görebilir ki? Fakat gönlü uyanık olanın baş gözü uyusa bile
gönlünde yüzlerce göz açılır. Gönül ehli değilsen uyanık ol, uyuma.
Bir gönül işte, mücadeleye giriş.
Gönlün uyandın
mı güzelce uyu. Gayri gözünden ne yedi kat gök kaybolur, ne altı
cihet! Peygamber “ Gözüm uyur ama kalbim nasıl uyur, buna imkan mı
var?” dedi. Bekçi farz et ki uyumuş fakat padişah uyanık ya, gönül
gözleri açık olduğu halde uyuyanlara can feda!
Ey manevi er,
gönül uyanıklığını anlatmaya kalkışsam binlerce mesneviye sığmaz.
Sihirbazlar, Musa’yı sırt üstü yatmış görünce asayı çalmaya
kalkıştılar. Hemencecik asayı çalmak için Musa’nın ardından
gidecekler, sopayı kapıvereceklerdi. Onlar, azıcık yürüyüp bu işe
niyetlenir niyetlenmez asa titremeye başladı.
Öyle bir
titremeye başladı ki her ikisi de korkudan yerlerinde katılıp
kaldılar. Sonra asa ejderha oldu, onlara saldırdı, ikisi de sapsarı
kesilip kaçmaya başladılar. Korkudan her inişte sendeleyip
yuvarlanarak yüz üstü düşüyorlar, kalkıp yine kaçmaya çalışıyorlardı.
Katiyetle anladılar ki bu iş Tanrı işi, sihirbazların harcı değil bu!
Korkularından
adeta sıtmaya, hummaya tutulmuş gibi titriyorlardı; ölüm haline
gelmişlerdi. Yaptıkları işten dolayı özür dilemek üzere Musa’ya bir
adam gönderdiler. “ Evvelce sana hasat ediyor, seni kıskanıyorduk, o
yüzden sınadık, yoksa seni sınamak kimin haddine düşmüş?
Sen bir
Padişahsın, senin yanında biz mücrimiz bizi affet ey Tanrı dergahı
haslarının hası! Diye ricada bulundular. Musa onları affetti, derhal
iyileştiler, sıhhat buldular, Musa’nın önünde yere secde ettiler. Musa
dedi ki: “ Ey ulular, sizi affettim. Cehennem teninize haram oldu,
canınıza da.
Ey dostlar, ben
sizi görmemiş olayım, siz de beni görmemiş gibi davranın. Kalben
aşina, fakat zahiren yabancı bir halde padişahın huzuruna benimle
savaşmaya gelin!” bunun üzerine sihirbazlar yeri öpüp gittiler,
çağırıldıkları zamanı ve fırsat vaktini gözetmeye koyuldular.
Sihirbazlar
Firavunun huzuruna geldiler. Firavun onlara bir çok ihsanlarda
bulundu, elbiseler veri. Onlara daha bir hayli ihsanlarda bulunacağına
dair vaitlerde bulundu, önceden de kullar, atlar, ağır ve değerli
şeyler, yiyecek ve içecek verdi. Ondan sonra:
“ Ey devletimle
ileri giden kişiler, imtihandan galip gelirseniz, size o derecede
ihsanlarda bulunacağım ki cömertlik de utanacak” dedi. Sihirbazlar da
cevaben dediler ki: “ Padişahın sayesinde galebe edeceğiz, düşmanın
bitik bir hale gelecek. Biz bu fende saflar bozan yiğitleriz alemde
kimse bizimle başa çıkamaz.”
Musa’nın
anılışı, hatırları oraya bağlıyor, bu hikayeler evvelce olup biten
şeylere aittir zannını veriyor. Halbuki Musa’yı anmamız işi gizlemek
için yoksa Musa’nın nuru, ey iyi adam, senin bugün elinde. Musa da
sende, Firavun da. Bu iki düşmanı da kendindin de ara sen. Musa,
kıyamete kadar vardır. Nuru hep o nurdur, başka nur değil. Değişen
yalnız kandildir.
Bu kandille
fitil başka, fakat nuru başka nur değil, hep o alemden. Kandile
bakarsan kayboldun gitti. Çünkü ikilik ve sayıya sığış, kandile
göredir. Fakat nura baktın mı ikilikten de , önü sonu bulunan cisim
aleminin sayısında da kurtulursun. Ey varlık hulasası, müminle Mecusi
ve Yahudi’nin birbirlerine aykırılığı, hep bakış, görüş yüzündendir