Katırın biri
deveye “ Arkadaş, yokuş olsun iniş olsun en dar yolda bile, sen
güzelce gidiyor, hiç kapaklanmıyorsun. Bense durmadan tepesi üstü
düşüp duruyorum. Yol ister kuru olsun, ister balçık daima yüzüstü
kapaklanıyorum. Bunun sebebi ne? Bana bir söyle de ne yapmalı, nasıl
etmeli anlayayım” dedi. Deve dedi ki: “ Benim gözüm senin gözünden
daha kuvvetlidir, daha iyi görür.
Sonra ben,
yukardan bakmaktayım, bu sebeple hiç yüzüstü düşmem. Yüce bir dağın
başına çıktım mı en son çukuru bile görürüm. Tanrı bütün inişleri
çıkışları özüme gösterir. Her adımımı nereye atacaksam görür de öyle
atarım. Bu yüzden de sürçmekten, düşmekten kurtulurum.
Sense iki üç
adım ötesini görmezsin. Taneyi görürsün de tuzağı görmezsin. Konak,
iniş ve yürüyüş yerlerinde hiç körle gözlü bir olur mu? Tanrı ana
karnında ki çocuğa can verdi mi mizacına vücudunu kuvvetlendirecek
cüzüleri çekmek kabiliyetini verir. Yediği şeylerle bu cüzüleri çeker,
bu suretle de cisminin nescini dokur durur.
Tanrı, insana
kırk yaşına kadar bu cüzüleri çekme kabiliyetini, bu hırsı verir. O da
kendisini yetiştirir büyür, gelişir, kuvvetlenir. Ruha, cüzüleri
çekmeyi öğreten o tek padişah nasıl olur da cesedin cüzüleri bir araya
getirmeyi bilmez? Bu ruh zerrelerini bir araya toplayan ;
Sana hayat
kabiliyetinin veren güneş, gıda vasıtasıyla olmaksızın da varlığının
zerrelerini toplayıp bir araya getirmeyi bilir. Uykudan uyanınca
senden gitmiş olan akıl ve duyguyu yine sana iade eder. Buna bak da
ölünce de bil ki onlar kaybolmaz, Tanrı geri gel diye ferman etti mi
gelirler.
Tanrı dedi ki. “
Uzeyr, eşeğine bir iyice bak. Çürümüş etleri dökülmüş. Onun
cüz’ülerini gözünün önünde bir araya getirecek, başını, kuyruğunu,
kulaklarını, ayaklarını düzüp koşacağım. Görünürde bir el olmadığı
halde bütün cüzüleri bir araya getiren, cesedin parçalarını bir yere
toplayan benim. Şu yama yamama sanatına bak hele, eski palasları
iğnesiz dikip durmada
Diktiği
sıralarda ne ip var, ne iğne, fakat öyle bir diker ki ortada terzi
bile görünmez. Gözünü aç da haşri apaşikar gör. Kıyamette hiçbir
şüphen kalmasın. Varlık zerrelerini nasıl tamamıyla topluyorum, gör de
ölürken bu hayata sarılıp titreme. Uyurken bedeninin duygularının
mahvolmayacağından eminsin ya. Uykun geldi mi duyguların dağılır,
harap bir hale gelir ama mahvolacaklar diye korkup titremezsin”
Bundan önce yol
gösteren bir şeyh vardı. Yeryüzünde adeta göğe mensup bir çırağdı.
Ümmetler içinde peygambere benzer, halka cennet bahçelerinin
kapılarını açardı. Peygamber, “ İleri giden şeyh, kavminin arasında
peygambere benzer” dedi. Bir sabah evindekiler ona dediler ki. “ A
güzel huylu, nasıl da yüreğin katı, neden böylesin sen, biz senin
oğullarının ölümünden iki büklüm oluyor, zarı, zarı ağlıyoruz da. Sen
hiç ağlamıyor, feryat etmiyorsun bile. Bu neden ki yoksa gönlünde
merhamet mi yok.
Yüreğinde
merhamet yoksa senden ne umabiliriz ki? Ey ulumuz, rehberimiz,
kıyamette bizi bırakmaz diyoruz, ümidiz sende. Mahşer günü tahtı
bezedikleri zaman o şiddetli günde bize sen şefaat edersin diyoruz.
Öyle bir amansız günde senin ihsanına ümit bağlamışız.
Hiçbir mücrime
aman verilmeyen o gün el bizim erek senin! Peygamber “ Kıyamet günü
suçluları ağlar, inler bir halde nasıl terk ederiz? Ben o gün canla
başla onların suçlarını affettirir. Onlara şefaat eder, onları ağır
işkencelerden kurtarırım. Suçluları, büyük günahlarda bulunanları
çalışıp çabalar, ne yapıp, yapıp Tanrı azabından halas ederim.
Ümmetimin
iyileri zaten kurtulurlar, o azap günü benim şefaatime ihtiyaçları
olmaz. Hatta onlar bile suçlulara şefaat ederler, onların bile sözleri
geçer, hükümleri yürür. Hiç kimse başkasının suçunu almaz, yükünü
yüklenmez, yüklenmez ama yüklenen ben değilim ki, onların yüklerini
alan, onları hafifleten Tanrıdır.” Dedi.
Civanım, yükü
olmayan şeyhtir. Tanrı onu eldeki yay gibi eline almış, kabul
etmiştir. Şeyh kime derler? İhtiyara, yani saçı sakalı ağarmış adama
derler. Fakat ey ümitsiz adam, bunun manasını bil. Kara saç, kara
sakal, onun varlığıdır. Varlığından tek bir kıl bile kalmamalı.
Birisinin
varlığı kalmadı mı pir ona derler. İster saçı sakalı siyah olsun,
ister kır. O kara saç, kara sakal, insanlık sıfatıdır. Söylediğimiz
kıl, sakal, bıyık kılları söylediğimiz saç baştaki değildir. İsa
beşikte “ genç olmadan şeyhsiz, piriz” diye bağırır. Oğul insan
insanlık sıfatlarının bir kısmından kurtuldu mu şeyh olmaz, fakat
olgun bir adam olur.
İnsanlık
sıfatlarından bir tek kara kıl bile kalmadı mı şeyh olur, Tanrıya
makbul bir adam haline gelir. Fakat bir adam yaşlansa da saçı sakalı
ağarsa hakikatte ne pirdir, ne Tanrı hası! Varlığında insanlık
sıfatlarından bir tek kıl bile kalsa mensub olamaz, alem halkından
birisidir o!
Şeyh, kendisine
bu sözü söyleyen karısına dedi ki: “ Arkadaş, merhametim, şefkatim
yok, yüreğim katı sanma, biz kafirler, Tanrıya küfranı nimette
bulunmuş olmakla beraber onlara acırız. Hatta halk onları taşlıyor
diye köpeklere acırız. Ben beni ısıran köpeğe de dua eder. Yarabbi sen
onu bu huydan vazgeçir. Adamları ısırmasın da halkın taşını topacını
yemesin derim.
Tanrı velileri
alemlere rahmet olmak üzere yeryüzüne getirmiştir. Onlar halkı
tanrının haremine davet ederler. Hakk’a da yarabbi bunları sen kurtar
diye dua ederler. Bu yüzden halka usanmadan öğüt verirler. Halk
öğütlerini kabul etmedi mi, Yarabbi, sen bunlara acı sen kapını kapama
derler. Halkın mazhar olduğu rahmet, cüzi rahmettir.
Fakat himmet
sahibi er, külli rahmete mazhardır. Tanrının cüzi rahmetine mazhar
olan külli rahmete ulaştı mı rahmet denizi kesilir, yol gösterici
olur. Ey cüzi rahmet, külle ulaş ey külli rahmet sen de yürü halka yol
göster. Cüzi rahmete mazhar olan ve o mertebede kalan, denizin yolunu
bilmez, kuyuları da denize benzer sanır!
Denizin yolunu
bilmedikçe nasıl yol alır, halkı nasıl denize götürür. Denize
ulaştırır? Sel ve nehir gibi denize kadar akıp gitti mi o vakit denize
ulaşır, denizle birleşir. Bundan önce halkı davet etse bile bu daveti
taklittir. Yolu, varılacak makamı görerek yahut Tanrıdan vahiy ve
ilhamla, Tanrı kuvvetiyle değil!”
Kadın “ Peki
madem ki herkese acıyorsun, bu sürünün çobanı gibi sürünün etrafında
dönüp dolaşıyorsun demektir. Ecel celladı, oğullarını vurup öldürdüğü
halde nasıl oluyor da kendi oğluna ağlamıyorsun? Gözyaşları merhamete
delildir, yürek yanmadıkça göz yaşaramaz, neden gözlerinde yaş yok,
niçin ağlamıyorsun ya?” dedi.
Şeyh kadına yüz
çevirip dedi ki. “ Kocakarı, kış mevsimi, temmuz ayına benzemez.
İsterse hepsi ölsün, isterse diri kalsın gönül gözünden kaybolmuyorlar
ki! Onları gözümün önünde görüp dururken neden senin gibi yüzümü
yırtayım? Zamanın devranından çıktılar, çıktılar ama onlar yine
benimle beraber, etrafımda oynayıp duruyorlar!
Ağlayış ya
elemden olur, ya ayrılıktan. Halbuki ben aziz sevgililerimle
vuslattayım, koşuşup duruyorum. Halk onları rüyada görür. Bense
uyanıkken onları apaşikar görüyorum. Bu cihandan kendimi gizledim mi,
duygu yaprağını varlık ağacından silktim mi onlarla beraberim.
Kadınım, duygu
akla esirdir, fakat bil ki akılda ruhun esiridir. Can, aklın bağlı
olan ellerini çözdü mü haline imkan bulunmayan işleri de yapar, düzer.
Duygularla düşünceler, duru suyun yüzünü çer çöp gibi kaplamıştır.
Aklın eli, onları bir tarafa atar, su meydana çıkar. Çer çöp habbeler
gibi suyun yüzünü örter.
Fakat bunlar bir
tarafa sürüldü mü su görünür. Tanrı, aklın elini açmadıkça hava,
suyumuzun yüzünün çerçöple, süprüntüyle doldurur. Suyu daima örter;
hava buna güler; akılsa ağlar durur. Tanrı korkusu, havanın ellerini
bağlarsa Hakk aklın ellerini çözer.
Hizmetkarın akil
olursa sana galip olan duygularda mahkumun olur. Gayba mensup sırlar,
can aleminden zuhur etsin diye duyguları zahiri olmayan bir uykuya
daldırır da. İnsan uyanıkken rüyalarda görür. İnsana gök kapıları da
açılır.
Yoksul şeyhin
biri, bir vakitler kör bir pirin evinde bir musaf gördü. Temmuz ayı
idi. Ona mihman olmuştu. O iki; zahit birkaç gün araya gelmişlerdi.
Kendi kendisine “ Burada mushafın ne işi var? bu adam kör” dedi. Bu
düşünceye düştü, huzuru kaçtı “ Burada bu körden başka kimsede yok, bu
ne iş?
Burada yalnız o
var, bir de buraya mushaf koymuş ben ne bunağım, ne sersem. Onun için
hiçbir şey sormayayım, sabredeyim de sabırla muradıma erişeyim” dedi.
Sabretti, bir müddet gönlü sıkıldı, fakat nihayet meseleyi anladı.
Çünkü sabır, genişliğin anahtarıdır.
Lokman’ın,
tertemiz Davud’un yanına gitmiş, onun demir halkalar yapmakta olduğunu
görmüştü. O yüce padişah demir halkalar yapıyor, halkaları birbirine
takıyordu. Lokman silah yapma sanatını pek görmemişti., şaşırıp kaldı,
vesveseleri arttı. Bu nedir acaba, şunu bir sorsam, bu kat, kat
halkalarla ne yapıyorsun desem, dedi.
Sonra yine kendi
kendisine dedi ki. “ Dur hele sabır daha iyi. Sabır, adamı maksadına
çabucak ulaştırır. Sormazsam iş daha çabuk anlaşılır. Sabırlı kuş,
bütün kuşlardan daha iyi uçar. Fakat sorarsam maksadı daha geç
anlarım, kolaycıcık anlayacağım şey, bu sorgumla güçleşir.
Lokman, orada
bir müddet sabredip durdu. Bu müddet içinde Davud da zırhı yapıp
tamamladı. Kerem ve sabır sahibi Lokman’ın önünde bedenine geçirip
giyindi. “ Civanım, bu, savaşta yaralanmamak için güzel bir elbisedir”
dedi. Lokman dedi ki. “ Sabır da güzel bir iş. Her dertte ona sığınmak
gerek, her gamı o giderir.”
A kişi “ Vel
asri” suresinin sonunu dikkatlice oku da bak. Tanrı o surede sabrı
hakla beraber andı, sabrı hakka eş etti. Tanrı, yüz binlerce kimya
yarattı ama insan sabır gibi bir kimya görmedi.
Konuk da
sabretti. Ansızın müşkül halloldu, anlamak istediğini anladı. Gece
yarısı Kuran sesini duydu. Uykusundan sıçradı, şu acayip şeyi gördü.
Kör, mushaftan Kuran okumaktaydı. Hem de doğru olarak okuyordu.
Sabırsızlandı, bu hali sordu, dedi ki: “ Gözün kör olduğu halde şaştım
doğrusu, bu satırları nasıl okuyabiliyorsun sen?
Okuduğun satıra
bakmakta, elini okuduğun harflerin üstünde gezdirmektesin. Parmağını
satırlar üstünde gezdirişinden anlaşılıyor, mutlaka harfleri
görüyorsun.” Kör dedi ki. “ Ey ten bilgisizliğinden kurtulan, bunu
Tanrı yapamaz mı ki? Neye şaşırıyorsun?
Ben Tanrıya ey
yardımcım olan Allah, ey yardım dilenen Rabbim, adam canına nasıl
düşkünse ben de Kuran okumaya öyle düşkünüm. Fakat hafız değilim ki,
Yarabbi Kuran okuyacağım vakit gözlerime illetsiz bir nur ver, benim
gözlerimi aç da Kuranı elime alıp okuyayım diye dua ettim.
Tanrıdan ey
Kurana düşkün adam, ey her dertte bize yüz tutan, bizden ümidini
kesmeyen kişi. Senin bize karşı öyle bir hüsnü zan, o ümit, sana daima
yücel, yüksel demekte. nE vakit Kuran okumak istersen, ne vakit
mushafı eline alırsan, ben de o zaman sana gözlerinin nurunu
bağışlayacağım ey yaratılışı büyük kişi, diye nida geldi.
Öyle de yaptı
tanrım, ben ne vakit okumak üzere mushafı elime alır, açarsam, her
şeyi bilen, hiçbir işten gafil olmayan o ulu padişah. O tek tanrı,
gece çırağı gibi gözlerimin nurunu ihsan etmekte” Tanrı, ne alırsa ona
karşılık ihsanda bulunur. Veli bu sebeple Tanrıya itiraz etmez.
Bağını mı yaktı?
Sana bir bağ dolusu üzüm ihsan eder. Yas içinde neşe verir. O elsiz
çolağa da el verir. Gamlara maden olan kişiye neşeli, sarhoş bir gönül
bağışlar. Kaybettiğimiz şey büyük ve değerli bir şey bile olsa mademki
bize karşılık olarak ihsanlarda bulunuyor, şu halde itiraz etmemize
imkan yok.
Ortada ateş
olmadığı halde bana hararet verdikten, beni ısıttıktan sonra ateşimi
söndürse de razıyım. Madem ki mumsuz da aydınlık vermekte, mumuna
sönüşüne neye feryat ediyorsun?