Çalışanların boyunları iğ
gibi incelse de yine insanı her sanata sevk eden ümittir, ihtimaldir.
Sabahleyin dükkanına giden rızık elde etmek ümidiyle koşar gider.
Rızık ümidi olmasa nasıl olur da gidersin? Mahrumiyet korkusu olursa
nasıl olur da kuvvet bulursun? Belki ezelde sana bir rızık
verilmemiştir.
Bu ezeli mahrumiyet korkusu,
nasıl oluyor da yiyeceğini, içeceğini elde etmek için çalışıp
çabalamanda, arayıp taramanda seni aciz, kuvvetsiz bir hale sokmuyor?
Deseler, dersin ki: “ Çalıştığım halde bir şey elde edememek korkusu
da var. var ama bu korku tembellikte daha fazla.
Çalışırsam belki kazanırım;
bunda ümidim daha çok. Tembellikte daha fazla zarar var. peki a kötü
zanna düşen, ya neden din işinde bu ziyan korkusunu eteğini tutuyor
öyleyse? Yoksa bu bizim pazarımızın tacirleri olan peygamberlerle
velilerin ne karlar elde ettiklerini görmedin mi ki?
Onlara bu dükkanı terk
etmekle neler yüz gösterdi. Bu pazarda nasıl karlar ettiler. Haberin
yok mu ki? Ateş onlara halhal gibi ram oldu, deniz onların emrine
uydu, onları baş üstüne taşıdı. Demir onlara ram oldu, mum kesildi,
rüzgar onlara kul oldu, hükümlerine girdi!
(Peygamberlerden başka) bir
taife daha vardır ki bunlar pek gizlidir. Bu zahir halkına nereden
meşhur olacaklar? Bunca kerametleri vardır da yine ululuklarını hiç
kimsenin gözü görmez! hem uludurlar, kerametleri vardır, hem Tanrı
hareminde gizlenmişlerdir. Onların adlarını Abdal bile işitmemiştir.
Sen yoksa Tanrının
keremlerini bilmiyor musun ki seni “ Gel” diye onların bulunduğu
tarafa çağırıp duruyor. Alemin altı ciheti da onun keremleriyle dolu
nereye baksan onun bayrakları orada dikildi! Bir kerem sahibi, sana
gel, ateşe gir dese hemencecik atıl ateşe beni yakar mı deme bile!
Malik oğlu Enes’ten rivayet
edilmiştir. Birisi ona konuk olmuştu. O hikaye eder. Yemekten sonra,
peşkirini sararmış, kirlenmiş, yemeğe bulaşmış gören Enes, hizmetçi
kadın, “ Bunu al da tandıra at, bir müddet kalsın” dedi. Enes’in
sırlarına vakıf olan o hizmetçi de peşkiri ateşle dopdolu olan tandıra
atıverdi.
Bütün konuklar şaşırıp
kaldılar, peşkirden duman çıkacağını kavrulup yanacağını umuyorlardı.
Derken bir müddet sonra hizmetçi, peşkiri arınmış temizlenmiş,
tertemiz olarak getirdi. Oradakiler, “ Ey Peygamberle görüşüp konuşmuş
olan aziz zat, peşkir nasıl oldu da hem yanmadı, hem de temizlendi?”
dediler.
Enes dedi ki. “ Mustafa, bu
peşkire elini, ağzını silmişti; onun için!” ey ateşten, azaptan korkan
gönül, böyle bir ele böyle bir ağıza yaklaş! Bu el, bu ağız, cansız
bir şeye böyle bir yücelik verirse aşıkın ruhuna neler açmaz, neler
yapmaz? Kabe’nin taşını kerpicini öptü. Kabe ( put haneyken) kıble
oldu.
Ey can, sen de çalış, çabala
da erlere karşı toprak ol ( erler seni de putlardan arıtsınlar!) sonra
o hizmetçi kadına dediler ki. “ Peki biz bu ahvali gördük, sen de bize
halini söylemez misin? O söyler söylemez nasıl oldu da hemencecik
peşkiri tandıra attın? Tutalım o sırlara erişmiş.
Ya sen, bu derecede değerli
bir peşkiri nasıl ateşe fırlatıp attın a hanım?” hizmetçi, “ Ben kerem
sahiplerine itimat ederim. Onların keremlerinden ümitsiz değilim ki.
Peşkir de ne oluyor? Bana bile düşünmeden hemen ateşe atıl dese, ona
olan itimadımın bütünlüğünden derhal ateşe atılırım. Benim, Tanrı
kullarından ümidim çoktur.
Her kerem sahibi her sır
bilir ere itimadım var. bu yüzden değil peşkiri, başımı bile atarım”
dedi. Kardeş sen de kendini bu iksire vur, erkeğin himmeti, erkeğin
sadakati, kadından aşağı değil ya! Bir erkeğin gönlü, kadının
gönlünden aşağıysa o gönül işkembeden de bayağıdır gayrı