Bir çakal boyacı
küpüne düştü, orada bir müddet kaldı. Sonra postu boyanmış olarak
çıkıp “Ben illiyyin tavusuyum, demeye başladı. Postu boyanmış pek
güzel parlamış, güneş de o renklere vurmuştu. Çakal, kendini yeşil,
kızıl, pembe ve sarı renklerde görüp o çeşitli renklerle öbür
çakallara göründü.
Hepsi de “A
çakalcık, bu ne hal? Fazlasıyla neşelere dalmışsın, pek memnunsun.
Neşeden adeta bizden nefret ediyorsun! Bu ululuğu nereden elde ettin?”
dediler. Fakat çakallardan biri “ Sen ya hile yapıyorsun, yahut da
hakikatten bir neşeye sahip oldun, neşeliler arasına katıldın.
Mimbere çıkmaya,
lafla ulu görünüp bu halkı, kendine meftun etmeye kalkıştın bir hayli
çalıştım, fakat bir aşk, bir hararet görmeyince hileye sapıp
utanmazlığı ele aldım” dedi. Doğruluk ve yanıp yakılma, velilere
adettir. Utanmazlık da her aşağılık kişinin sığındığı bir sanat. Bu
suretle neşeliyiz diye halkı kendilerine çekerler ama iç yüzlerine
bakılırsa hiç de hoş değildirler.
Aşağılık bir
adam, bir kuyruk parçası buldu. Her sabah bıyıklarını onunla yağlar,
devlet sahiplerinin yanına varıp “Evde yağlı yemek yedim” der. Sözünün
doğruluğunu ispat için de, bıyıklarıma bakın gibilerden eliyle
bıyıklarını sıvazlarlar. “ İşte sözümün doğruluğuna şahit, bıyıklarım,
yağlı, yağlı şeyler yediğime delil” demek isterdi.
Karnı ise
sessiz, sedasız “ Tanrı, yalancıların düzenini kurutsun! Senin lafın
bizi ateşlere yaktı. O yağlı bıyığın kökünden kopsun. A yoksul şu kötü
davan olmasaydı belki bir kerem sahibi bize acırdı. Yahut da
noksanını, yoksulluğunu söyleseydin, bu yalanları, bu düzenleri düzüp
koşmasaydın, bir doktor çıkarda derdine dava ederdi.” Dedi.
Tanrı” Ey eğri
adam , kulağını, kuyruğunu sallama, doğrulara, doğrulukları fayda
verir” dedi. A cenabet, mağarada eğri büğrü yatma. Neyin varsa göster,
“doğrul, doğru ol” ayıbını söylemiyorsan bari sus, gösterişte, hileyle
kendini öldürme! Bir para elde ettiyse ağzını açma, yolda sınama
taşları var.
Sınama
taşlarının önünde de halli, hallerine sınamalar var, onlarda
imtihanlara tabi! Tanrı, “ Doğumdan bu ana kadar onlara her iki kere
sınanırlar” dedi. Babam, imtihan içinde imtihan var. Derlen toplan da
ufacık bir imtihanla kendini satma!
Babur oğlu
Bel’am’la melun iblis, en son imtihanda alçaldılar. “ o adam da kendi
iddiasınca devletli görünürdü ya, fakat midesi, bıyığına lanet eder, “
Yarabbi, şu adamın gizlendiğini sen dışarıya meydana çıkar. Bizi
yaktı, yandırdı, sen onu rüsvay et” derdi. Onun bedeninin bütün
cüzleri, ona düşman olmuştu. O bahardan dem vurdu ama onlar, kışın ta
kendisindeydiler.
Adam, ihsandan,
keremden dem vururdu ama merhamet dalını, ta kökünden kesmekteydi. Ya
doğru ol, doğruluğunu göster, yahut sus da merhamete eriş, sonra coş.
Adamın karnı da bıyıklarına düşman kesilmiş, gizlice el kaldırıp dua
ediyor. “ Yarabbi, sen bu aşağılık herifi rüsvay et de kerem sahipleri
bize merhamete gelsinler” diyordu.
Karnın duası
kabul oldu. İhtiyaçtan doğan yanıp yakılma dışarıya kadar bayrak açtı,
görünür bir hale geldi. Tanrı “ Beni çağırdın mı, suçlu olsam da,
putperest de olsam ben yine icabet ederim. Onun için duadan hiç
çekinme; hiç usanma. Dua, nihayet seni gulyabani nefsin elinden
kurtarır.” Demiştir.
Karın, kendini
Tanrıya ısmarlayınca ansızın bir kedi gelip o kuyruk parçasını kaptı,
götürdü. Ev halkı, kedinin peşine düştüler, fakat kedi koşup kaçtı.
Babamın azarına uğrayacağım diye çocuğunun beti, benzi kaçtı. Babası,
bir toplulukta otururken o çocukcağız gelip işi anlattı. O lafla
geçinen adamın şerefini bir paralık etti.
Dedi ki: “ Hani
her sabah dudaklarını, bıyıklarını yağladığın o kuyruk parçası yok
muydu? Kedi geldi onu kapıverdi. Ardına düştük, bir hayli koştuk ama
faydasız yakalayamadık ki!” oradakiler şaşırıp gülüştüler. Bu hale
acıdılar. Onu davet edip doyurdular, yeryüzüne benzeyen varlığına
merhamet tohumunu ektiler. O da ululardan doğruluk zevkini görünce
ululuğu bırakıp doğruluğa kul oldu.
O rengarenk
çakal gizlice çıkagelip kendisini kınayanın kulağına dedi ki: “ Hele
bir bana bak. Şamanın bile böyle bir putu yoktur. Gül bahçesi gibi ne
de güzel bir hale geldim, ne de hoş yüzlerce renklere boyandım. Benden
baş çekme, secde et bana! Şu güzelliğime, şu letafetime, şu rengime
bak da bana Fahri Dünya, Rükn-i din de!
Tanrı lütfuna
mazhar oldum ululuk sırlarını şerheden levh haline geldim. Çakallar,
oraya toplandılar, mumun etrafındaki pervaneye döndüler. Hiç çakalda
bunca güzellik mi olur?” “ peki a elmasım, sana ne diyelim?” diye
sordular. Çakal. “ Müşteri yıldızına benzer erkek aslan deyin” dedi.
Bunun üzerine
dediler ki: “ İyi ama can tavusları gül bahçelerinde salınır
cilvelenirler.” “ Sen de öyle cilveleniyor musun?” çakal, “yok canım
çöle düşmeden nasıl Mina’ya vardım diyebilirim?” dedi. Peki tavus
kuşları gibi bağırabilir misin?” diye sordular. “kara taştan kaynak mı
çıkar hiç” diye cevap verdi.
Bunun üzerine
dediler ki. “ Tavusun güzellik elbisesi gökten gelir, ezelidir.
Hileyle dava ile hiç, o güzelliği elde edebilir misin sen?
Firavun da
saçını, sakalını süslemişi eşekliğinden kendisini Musa’dan yüce
göstermeye, ondan daha yücelere bir derece üstün uçmaya kalkışmıştı. O
da, boyacı, küpüne düşen dişi çakalın soyundandı. O da mal ve mevki
küpüne düşmüştü! Kim onun Mevkiini, malını gördüyse secde etti, o da
saçma sapan heriflerin secdelerine kapandı.
O yamalı hırka
giyen yoksul halkın secdesinden, malına mülküne karşı şaşırmasından
adeta kendinden geçmiş, bir sarhoşçuk oluvermişti! Mal yılandır, onda
zehirler var. Halkın mal sahibini büyük sayması, ona secde etmesiyse
ejderhadır adeta. A firavun, ululanıp durma, sen bir çakalsın,
tavusluk davasına kalkışma.
Tavusların
arasına varsan aciz kalır, onlar gibi salınamaz, rüsvay olursun. Musa
ile Harun, tavuslara benzerlerdi. Karşısında salındılar,
cilvelendiler, seni perişan ettiler. Çirkinliğin meydana çıktı, rüsvay
oldun gitti. Yücelikten aşağılıklara düşüverdin! Mehenk taşını görünce
kalp akça gibi simsiyah oldun.
Üstündeki aslan
nakşı gitti, köpekliğin meydana çıktı. A uyuz çirkin köpek, hırsından,
kızgınlığından aslan postuna bürünme. Aslan kükrer de seni sınar. O
vakit üstünde aslan, sureti olduğu, fakat hakikatte köpeklerin
huylarına sahip olduğun anlaşılır.
Tanrı, söz
gelişiminde Peygambere dedi ki: “ Münafıkların anlaşılması için en
kolay ve görünür delil şudur: münafık iri yarı, korkunç, zahiren
babayiğit görünse bile sen onun sesinin tonundan ve sözünden tanır
anlarsın, testi aldığın zaman o testilere vurursun değil mi?
Neden vurursun?
Sesinden kırık testiyi anlama için. Kırık testinin sesi daha başka
türlü olur. Ses, çavuşa benze, önde gider” ses gelir de o şeyin ne
olduğunu anlatır, onun ahvalini sayar, döker. Ses matara benzer, fiil
de o mastarı tasrif eder! Sınama sözü gelince hemencecik Harut
hikayesini hatırladım