Şimdi dünyada
hiç itiraz etmeyen yolcuların hallerini işit. Velilerden dua edenler,
gah diken, gah sökenler var. bunlar başka. Bir de velilerden
öylelerini tanırım ki ağızları yumulmuştur, hiç dua etmezler. O,
ulular, Tanrı hükümlerine razı olmuşlardır. Takdirin define çalışmak
onlara haramdır.
Bunlar, kaza ve
kaderde hususi bir zevk bulurlar, bundan kurtulmayı dilemek onlarca
küfürdür. Tanrı bunların gönlüne öyle bir hüsnü zan vermiştir ki derde
düşüp hiç yaslanmazlar, gök renkli yas elbisesi giymezler.
Behlül, dervişin
birine “ Derviş, nasılsın? Anlat bakalım?” dedi. Derviş, Dünyadaki
işler daima bir adamın dilediği gibi olur; seller, ırmaklar muradınca
akar, yıldızlar hükmünce hükmeder; hayatla ölüm, ona çavuş olur,
emrine uyup dilediği yere gider. Nereye dilerse baş sağlığı haberi
yollar, nereye dilerse kutlu olsun derse.
Yolcuların
hepsi, onu izler, yolda kalanlar onun tuzağına tutulursa. Onun
fermanı, onun rızası olmadıkça alemde hiçbir ağız gülmezse bu adamın
hali nasıldır? İşte o haldeyim ben” dedi. Behlül, padişahım doğru
söyledin. Bu hale sahip olduğun nurundan da belli, yüzünden de görünüp
durmakta. Böylesin, hatta yüz mislisin.
Doğru ama bunu
bir güzelce anlat. Öyle bir anlat ki duyunca fazilet sahibi de kabul
etsin, bir şeyden anlamaz adam da. Herkesin aklının ereceği, fikrinin
anlayacağı bir tarzda anlat. Söz söyleyen kemal sahibi olursa söz
söyleme sofrasını yaydı mı sofrası, her çeşit aşlarla doludur. Hiçbir
konuk mahrum kalmaz. Herkes o sofrada kendi gıdasını bulur. O sofra,
kurana benzer; Kuranın da yedi manası vardır; alelade halk da ondan
doyar, halkın bilgide, irfanda ileri gelenleri de” dedi. Derviş dedi
ki: “ Herkesçe şu muhakkaktır ki alem Tanrı emrine ram olmuştur.
O padişahın kaza
ve kaderi olmadıkça ağaçtan yaprak bile düşmez. Tanrı lokmaya, gir
içeri diye emretmedikçe boğazdan lokma bile geçmez. İnsanların yuları,
dizgini olan, insanları dilediği yere sürüp götüren istekler de o gani
Tanrının emriyle meydana gelir. Yeryüzünde olsun, göklerde olsun bir
zerre bile onun hükmü olmadıkça kanat çırpmaz, harekete gelemez.
Onun yürür ve
kadim fermanı olmadıkça kımıldayamaz bile. Bunu anlatmaya imkan da
yoktur, bu hususta ısrar da hoş değil. Ağaçların yapraklarını kim
sayabilir? sonu olmayan şey, nasıl söze sığar? Sen şu kadar duy, madem
ki bütün işler, Tanrının emrine tabi. Tanrının emri olmadıkça hiçbir
şey olmuyor.
Tanrının
takdiri, kulun rızası olur; kul Tanrı takdirine rıza verir. Onun
hükmünü diler, isterse. Zorla, yahut sevaba girmek için değil de bu
hazırlık kendiliğinden meydana gelir, ona hoş görünürse. Artık o kul
yaşamayı bu lezzetli hayattan zevk almak için istemez. Hayatı kendisi
için istenen bir şey olmaktan çıkar.
Ezeli emir,
neyse ona uyarı hayatla ölüm, onun yanında bir olur. Yaşarsa Tanrı
için Tanrı için yaşar, mülk ve hazine için değil. Ölürse tanrı için
ölür, korkudan hastalıktan değil! İmanı, onun dileği, onun rızası
içindir, cennet için, ağaçlar, ırmaklar için değil! Küfrü terk edişi
de cehenneme gideceğim diye korkudan değildir. Allah içindir.
Bu ahlak, ona
ezelden verilmiştir. Gözü ve sevgilinin cemalinin güzelliğiyle dolmuş
aydın olmuştur. Bu çeşit kul, Tanrı rızasını görünce güler, neşelenir.
Kaza, ona şekerle yapılmış helva gibi gelir. Bu kulun huyu ve
yaradılışı böyle olursa alem, onun emrine, onun fermanına tabi değil
de nedir?”
Peki neden dua
edip de Yarabbi bu takdiri sen tebdil et diye yalvarsın? İşte şeyhe
göre Tanrı rızası bakımından kendi ölümü de evlatlarının ölümü de
helva gibiydi. O vefakar, o yoksul şeyhe evlat ölümü, kadayıf gibi
gelmişti. O halde Tanrı rızasını, duada görmedikçe neden dua etsin?
Doğru yolu bulan bu çeşit kulun şefaati de acımaktan değildir, duası
da.
O tanrı aşkının
mumunu yakar yakmaz kendi acımasını da yakmış yandırmıştır. Onun aşkı,
vasıflarına cehennem kesilmiştir o, kendi vasıflarını kıldan kıla
tamamıyla yakmıştır. Fakat geceleyin yol alanlar, bunları nereden
anlayacaklar? Bunları Dekuki gibi yalnız bu devlete koşan, devlete
ulaşan kişi bilir.
Dekuki , iyi bir
hale sahipti. Aşık ve keramet sahibi bir zat. Yeryüzünde de öteki ay
gibi seyreder dururdu. Gece yolcularının gönülleri, onunla aydınlanır,
nurlanırdı. Bir yerde az otururdu., bir köyde iki inden fazla
kalmazdı. “ Bir evde iki günden fazla otursam kalbimde oranın sevgisi
alevlenir. Eve barka mağrur olmaktan çekinir, hadi ey nefis
zenginleşmek bir şey elde etmek için sefere düş derim. İmtihanda
muvaffak olması için kalbimi hiçbir yere alıştırmam derdi. Gündüzleri
yol yürür, sefer eder, geceleri ibadette ulunur, namaz kılardı. Gözü
açıktı o erin.
Padişahı
görürdü. Bir doğan kuşunu benzerdi. Halktan çekilmişti, fakat huyunun
kötülüğünden değil. Kadından da ayrılmıştı, erkekten de, fakat ikilik
korkusuyla değil. Halka şefkat gösterirdi, su gibi faydalıydı. Onlara
güzel bir şefaatçıydı, duası da Tanrı tarafından kabul edilirdi.
Daima iyiyi de
esirgerdi, kötüyü de herkese karşı anadan daha iyi babadan daha düşkün
ve muhabbetliydi. Peygamber: “ Ey ulular, ben size baba gibi şefkat
ederim, sizi babanız gibi severim. Çünkü siz benim cüzülerimsiniz.
Neden cüzü külden ayırırsınız?” demiştir. Cüz külden ayrıldı mı bir
işe yaramaz. Tende bir uzuv kesildi mi o uzuv murdar olur?
Tekrar aslına
ulaşmazsa ölür kalır, candan haberi bile olmaz. Oynasa hareket etse
bile bu, onun diriliğine delil olamaz. Senin kesilen uzvun da bir
müddet oynar, hareket eder. Cüzi külden ayrılırsa bir tarafa gider,
kaybolur, kül de noksan kalır. Fakat bu bahsettiğimiz kül o noksan
kalan kül değildir. O külün kesilmesi, ulanması söze sığmaz ama misal
için ( zaruri olarak) nakıs bir şey söylüyoruz.
Peygamber,
Ali’ye de temsil yoluyla aslan demiştir. Aslan onun benzeri değildir.
Ama misal bu. Böyle demiştir işte. Sen misalden benzerden, aralarında
ki farktan vazgeç de Dekuki hikayesine gel civanım. Dekuki, fetvada
adeta halkın imamıydı., takva topunu meleklerden bile çelmişti.
Bir yerde durup
dinlenmede gezip tozmada ayı bile mat etmişti. Dindarlıkta din bile
ona haset ederdi. Bu kadar takva ve ibadetle bile, bu derece evrada,
zikre koyulmuş olmakla beraber yine de daima Tanrı haslarını aradı.
Zaten seferden asıl maksadı d buydu. Bir an olsun Tanrı hasına
rastlayayım demekteydi.
Yola düştü mü,
yarabbi, beni haslarından birisine ulaştır, ona arkadaş et. Yarabbi
tanıdığım erlere gönlüm kuldur. Köledir. Canım Allah’ım,
tanımadıklarımı da hicap içinde düşmüş kuluna merhametli kıl derdi.
Tanrı ey ulular ulusu, bu ne aşk, bu ne susuzluk? Beni seviyorsun ya
başkasını ne yapacaksın? Der.
O da şöyle cevap
verirdi! Ey sırları bilen rabbim, niyaz yolunu gönlüme açan, gösteren
sensin. Denizin ortasındayım ama yine de testideki suya tamahım var.
ben Davud’a benziyorum, doksan koyunum var, ama arkadaşımın bir
koyununa da tamah ediyorum. Senin aşkında haris olmak övülecek bir
şeydir, bir yüceliktir.
Fakat senden
başkasının aşkına düşüp de harislikte bulunmak ayıptır, ardır. Erlerin
şehveti, erlerin hırsı, önden gelir, puştların hırsıysa ayıp bir
şeydir, kötü bir yoldur. Erkeklerin hırsı öne aittir, puştların hırsı
arda ait! O hırs erliğin kemalidir, bu hırs rezalettir, soğuk ve kötü
bir şeydir. Ah burada pek gizli bir sır var.
Öyle bir sır var ki onu anlamak için Musa bir Hızır’a koştu. Sen de
suya kanmamış bir susuz gibi, Allah için olsun, elde ettiğine kanaat
etme, durma! Bu kapıda nihayetsiz makamlar var. baş köşeyi bırak,
senin baş köşen yoldur.
Ey kerem sahibi,
bunu Musa’dan öğren. Kelim bile iştiyakından bak, ne diyor: bunca
makama sahip olduğum, yüce bir peygamber bulunduğum halde kendimi
görmüyor, kendime varlık vermiyorum, Hızır’ı aramaktayım. Ona, ey
Musa, sen kavmini bıraktın, bir izi kutlu kişinin ardına düştün.
Öyle bir ulusun
ki korkudan da kurtulmuşsun, ricadan da niceye dek dönüp dolaşacaksın,
ne vakte kadar arayacaksın? Aradığın sende bunu sen de bilirsin. Ey
gök ne vakte dek yerin etrafında dönüp duracaksın? Dediler. Musa “
Beni bu kadar kınamayın, güneşte ayın yolunu kesmeye savaşmayın.
Ben zamanın
padişahıyla sohbet etmek için ta Mecmaal Bahreyn’e kadar gideceğim.
Hakikate ulaşmak için Hızır’ı sebep edecek, ona ulaşıncaya kadar
yürüyecek, nice zamanlar sefer edip duracağım. Yıllarca bu
kanatlarımla o uğurda uçacağım. Yılarda nedir ki? Binlerce yıllar
koşacağım. Bu binlerce yıllar uçup gitmeme değmez mi yoksa? Ben
sevgilinin aşkını ekmek aşkından daha adi görmem! Bu sözün sonu
gelmez. Sen yine Deduki’nin hikayesini söyle.
Tanrı Rahmet
etsin, Deduki dedi ki: nice zamandır doğuda, batıda sefer edip
dururum. Yıllarca, aylarca bir ay yüzlünün aşkıyla gittim. Ne yoldan
haberim vardı, ne belden! Tanrı kudretlerine hayran bir halde yürüdüm.
Birisi ona : “ Dikenliklerde, taşlıklarda yalınayak mı gidiyorsun?”
dedi.
Dekuki dedi ki:
“ Ben hayretler içindeyim, kendimde değilim ki. Sen bu ayakları yere
basıyor sanma, öyle görme. Çünkü aşık şüphe yok ki gönül yurduna sefer
eder. Gönül, sevgilinin sarhoşudur, yoldan, konaktan yolun
kısalığından, uzunluğundan ne haberi var” yolun uzunluğu, kısalığı,
tenin vasıflarıdır ruhların gidişi başka çeşit bir gidiştir.
Sen meni iken
akıl alemine kadar sefer edip geldin. Bu seferinde ne adım attın ne
bir yerde konakladın, ne de bir yerden bir yere göçtün. Canın gezip
yürümesi, keyfiyetten hariçtir, anlatılamaz. Cismimiz de gezmeyi
candan öğrendi. Dekuki de cisim aleminde olan gezmeyi gayri bıraktı da
manevi bir keyfiyete büründü, gizlice ve keyfiyetsiz olarak gitmekte.
Dekuki dedi ki:
“ Bir gün, sevgilinin nurlarını insanda görmeye iştiyakım arttı.
Katrede bahri muhiti, zerrred4 güneşi görmek arzusuna düştüm.
Gide,gide bir deniz kıyısına vardım. Vakit gecikmişti, akşam olmuştu.
Ansızın ta
uzaktan o sahilde yedi mum gördüm, mumların bulunduğu yere doğru
koşmaya başladım. O yedi mumun her birinin nuru gökyüzüne kadar
vurmuştu. Hayretlere düştüm, hatta hayret bile hayran oldu. Hayret
dalgası aklımın başından aştı! “ Bu mumlar, ne çeşit mum?
Halk nasıl
oluyor da bunları görmüyor; aydan daha aydın olan mumlar durup
dururken başka bir mum arıyor? Halkın gözünde ne şaşılacak bir bağ var
ki bunları görmüyor. Tanrı doğru yolu dilediğine gösteriyor sahiden”
diyordum.
Bir de baktım ki
o yedi mum bir mum oldu. Nuru, gökyüzünü bile delip geçmekteydi. Sonra
yine o tek mum, yedi mum oldu. Benim sarhoşluğum, hayretim arttı. O
mumların birleşmesini dille anlatmaya imkan yok ki! Gözün bir an
içinde gördüğünü dil, yıllarca söylese anlatmaz.
Kulak idrakin
bir an içinde gördüğü şeyleri, yıllarca dinlese bitmez. Mademki bunun
sonu yok, hadi var, yine o hamdinde aciz olduğum şeyi anlat! O mumlar
ulu Tanrıdan ne çeşit nişanelerdir diye koşa, koşa gidiyordum derken
kendimden geçtim, acelemden yere yıkıldım, harap oldum.
Topraklara
serildim, bir müddet akılsız, idraksiz bir halde kaldım. Sonra kendime
gelip yine kalktım, yola düştüm, fakat bir yere gidiyordum ki ne başım
bendeydi ne ayağım!
Derken bu yedi
mum, nurların ta lacivert kubbeye kadar yükselen, gündüzün nurların
bile bir karaltı gibi gösteren, aydınlıklarıyla bütün nurları silip
süpüren yedi adam, şekline girdi.
Sonra o yedi
adam, yedi tane ağaç oldu. İnsan yeşilliklerinden neşeleniyordu.
Yapraklarının çokluğundan dalları görünmekte, meyvelerinin bolluğundan
yaprakları kaybolmaktaydı. Dallar ta Sidre’ye kadar yükselmiş, hatta
Sidre de ne oluyor? Hala’yı bile aşmıştı. Kökleri, yerin dibine kadar
girmiş, yayılmış öküzle balığı bile geçmişti.
Kökleri,
dallarından daha taze, daha latifti. Bunları seyredenin aklı,
hayretlere düşüyor, altüst oluyordu. Olgunluktan yarılan meyvelerinden
su gibi nur şimşekleri fışkırtmaktaydı! Asıl şaşılacak şeye gelince. O
ovalardan, o çöllerden yüz binlerce adam geçiyor, gölgelik için can
veriyorlar, başlarını kilimlerle örtüyorlardı da, onların gölgesini
bile görmüyorlardı. İyi görmeyen çakmaklaşmış gözlere yüzlerce kere
tuuh! Tanrının kahrı gözleri bağlanmış yoksa gözleri bağlı adam, ayı
görmez de Suhayı görür.
Güneşi görmez de
zerreyi görür. Fakat yine de tanrının lütfundan, kereminden ümit
kesilmez ya1 kervanlar aç susuz ağaçların altına dökülen bu olgun
meyveleri görüyorlar. Yarabbi, bu ne sihir? Halk, çürük meyveleri
toplamakta, pisboğaz ve doymaz adamlar, bu pörsümüş meyveleri yağma
etmek için birbirlerine girmekteydi.
O dallar,
meyveler, yapraklarsa anbean “ Keşke kavmimiz bizi bilseydi, ne
olurdu?” diyorlardı. Her ağaçtan “ A bahtsız kişiler, bize gelin,
bize” diye ses geliyordu. Fakat Tanrı’dan da ağaçlara: “ Onların
gözlerini bağladık, onlara sığınacak yer yok!” sesi gelmekteydi.
Onlara birisi “
Bu yana gelin de bu ağaçlardan faydalanın” dese. Hepsi birden “ Bu
sarhoş yoksul, Tanrının takdiriyle deli olmuş. Bu yoksulun beyni başa
çıkmaz sevdalarla, sonu gelmez riyazatlarla soğan gibi çürümüş
kokmuş!” diyorlardı. Dekuki şaşıp kalıyor, “ Yarabbi bu ne hal? Halka
bu perde, bu sapıklık neden geliyor ki?
Çeşit, çeşit
adamlar, yüzlerce tedbire sahip oldukları halde o tarafa bir adım
olsun atamıyorlar. Akılları fikirleri de hep birden inkara düşmüşler.
Onların bu azgınlığına, bu isyanına bakıyorum da şüpheleniyorum. Yoksa
ben mi çıldırdım, ben mi sersem oldum? Şeytan, benim kafama mı bir şey
vurdu?
Her an gözlerimi
ovup duruyordum, bu cihanda rüya mı görüp durmaktayım yoksa? Fakat bu
nasıl rüya olur? İşte ağaçlara doğru gidiyorum, meyvelerini yiyorum.
Buna nasıl inanmayayım? Sonra yine münkirlere bakıyorum, görüyorum ki
bu bahçeden haberleri bile yok.
Son derece
iştiyaka düşmüşler, fevkalade ihtiyaçlarından bir yarım koruk için can
veriyorlar. Bu yoksullar, açlıklarından bir yaprak için ah edip
duruyorlar! Sonra yine acaba ben mi kendimden değilim, ben mi hayale
düştüm, gözüme görünen muhayyel bir ağacın dalına el attım? Diyorum”
demekteydi.
Peygamberler
bile ye’se düşünce kendilerine yalan söylendi sandılar ayetini oku da
bak. Bu ayetteki “ Küzzibü-tekzib edildiler, onlara yalan
söylüyorsunuz dendi” kelimesini teşditsiz “ Küzibu- Kendilerine yalan
söylüyorlar sandılar” tarzında oku. Bu takdirde mana şöyle olur:
Peygamberler bile kendilerini aldanmış sandılar.
Peygamberler
bile kötü kişilerin ittifakına baktılar da şüpheye düştüler. “ Bu
şüphe ve tereddütten sonra onlara yardım ettik. Neyse, sen bunları
bırak da can ağacına gel! Kısmetin neyse ye yedir deniyor, ona her an
vahiyden sihirler öğretiliyordu. Halk şaşılacak şey bu ses nedir
sahrada ne ağaç var ne meyve var kara sevdaya tutulmuş olanların
yakınınızda bahçe var sofra var demelerinden adeta aptallaştık.
Gözümüzü ovuyor bakıyoruz . fakat burada bahçe yok ki önümüzdeki saha
ya çöl yahut aşılması güç bir yol! Fakat bu kadar uzun uzadıya
söylenen sözlerde beyhude olmaz ya.
Acayip şey nasıl
olurda bu kadar sözün aslı olmaz. Fakat varsa nerede söyle! Dekuki
macerasını şöyle anlatır “ Ben de tıpkı onlar gibi acayip şey
demekteyim, Tanrı bunların gözlerini ne de sıkı bağlamış? Bu
kavgalardan bu aykırı hareketlerden Muhammed’de şaşmaktaydı. Ebu leheb
de.
Fakat bu
şaşmakla o şaşmak arasında fark var. Dekuki tez, tez yürü sükut et ne
vakte kadar söylenip duracaksın ne vakte kadar? Duyup anlayan kulak
kıt.
Deduki dedi ki.
“ Bahtım yaver oldu, ileriye doğru yürüdüm, bir de baktım ki o yedi
ağaç bir ağaç olmuş. Her an bir ağaç yedi ağaç olmakta, yedi ağaç bir
ağaç haline gelmekteydi. Hayretten ne hale geldim, bilir misin?
Dondum, kaldı! Sonra ne göreyim, ağaçlar, cemaat gibi toplanmış, saf
düzmüş, namaza durmuşlar.
Bir ağaç, imam
gibi önlerine geçmiş, öbürleri de onun ardında kıyamdalar! Onların
kıyamı rüku etmeleri, secdeye varmaları beni büsbütün şaşırttı. O anda
tanrının “ Yıldız ve ağaç, Tanrıya secde eder” özünü hatırladım. Bu
ağaçların ne dizleri vardı, ne belleri! Nasıl rükua, secdeye
varıyorlar, bu ne biçim namaz? Derken, tanrıdan ilham geldi: A nurlu,
pirli kişi hala bizim işimize şaşıyor musun? Bizce bu işler, şaşılacak
işler değil ki!
Bir müddet sonra
ağaçlar, yedi tane adam oldu. Hepsi de tek tanrının huzurunda
ka’dedeydi. Gözlerini ovuşturup bu yedi aslan kimlerdir. Alemde ne
işleri var ki? Diye bakmaktayım. Yanlarına yaklaşıp onlara uyanık bir
gönülle selam verdim. Selamımı alıp “ Ey Dekuki, ey uluların tacı
büyüklerin övündüğü zat” dediler.
Kendi kendime
beni nasıl tanıdılar? Bundan önce beni görmemişlerdi dedim. Hatırımdan
geçeni hemencecik anlayıp birbirlerine baktılar. Gülerek “ Ey aziz, bu
sır, şimdi sana gizli mi ki? Tanrıya ulaşıp hayrete varan bir gönüle
solun, sağın sırları gizli kalabilir mi?” dediler. Yine kendi kendime
bunlar hakikatlere ermişler.
Hakikatler
alemine ulaşmışlar ala, fakat bu surete ait ismi, bu surete ait harfi
nasıl biliyorlar? Dedim. İçlerinden biri “ Veli bir adı bilmezse bil
ki bu istiğraktan ileri gelen bir şeydir, cahillikten değil” dedi.
Ondan sonra bana “ Et temiz dost, biz namazda sana uymak istiyoruz”
dediler.
Peki dedim,
fakat bir an müsaade edin zamanın devrine ait müşküllerim var. temiz
sohbetinizle o müşküller hal olsun. Topraktan üzüm bile sohbetle
biter. İçi dolu olan tane kara toprağa ulaşır. Toprakta halvet eder.
Kendisini toprakta tamamıyla mahveder nihayet ne sarı , ne kırmızı
rengi kalır, kokusu da mahvolur da tamamıyla mahvolur kabza eriştikten
sonra kol kanat açar, basta erişir atını sürmeye başlar. Aslının
önünde varlığından geçince suret ortadan gider, manası cilvelenir.
Hüküm senin diye
baş eğdiler. Onların bu baş eğmelerinden öyle hararetlendim, gönlümden
öyle bir ateş çıktı ki! Bir zaman o seçilmiş kişilerle mürakabeye
daldım, kendimden geçtim. O zaman canım, zamandan kurtuldu. Zaman
insanı gençken kocaltır. Bütün renkten renge girişler, zamandan
meydana gelir.
Zamandan
kurtulan, renkten renge girmekten de kurtulur. Bir zaman, zamandan,
zaman kaydından kurtuldun mu keyfiyetsiz kalmaz, keyfiyetsiz Tanrıya
mahrem olursun. Zaman zamansızlığı bilmez. Zamansızlık alemine varmak
için hayretten başka yol yoktur. Bu arayıp tarama aleminde herkesi,
zamanın bir hususi tavlasına bağlamışlardır.
Her tavlaya bir
memur dikilmiş oranın ehli olmayan memurdan izinsiz oraya giremez. Bir
tavlada bağlı olan, hevese düşüp de bağlarını çözdü, başkalarının
tavlasına gitti mi, hemen ahır memurları onu aramaya koyulur, bulup
yularını tutar, çeke, çeke yerine getirir! Seni koruyanları
görmüyorsan kendine bak! İhtiraını elinde mi senin.
Zahiren
ihtiyarın elinde elin ayağın bağlı değil peki, ya neden hapistesin,
neden, seni koruyan memuru inkar etmeye yüz tuttun da dilediğin
şeylerden seni alıkoyan nefsin tehditleri adını taktın ha!
Dekuki’ye “ Bu
sözün sonu yoktur. Namaz vakti, hemencecik öne geç. Ey tek kişi bize
iki rekat sabah namazı kıldır da zaman seninle bezensin. Ey gözü aydın
imam, bize imamlık et. İmam olanın gözü açık olması lazım. Şeriat de
körün imamlığı mekruhtur. Hafız, akıllı ve fakih olsa bile körün
imamlığı hoş değil.
Sersem ve suçlu
olsa bile gözü açık imam bu çeşit körden iyidir. Kör, pisliklerden
çekinemez. Çekinmenin asıl sebebi, asıl vesilesi gözdür. Kör yolda
yürürken pisliği göremez. Dilerim hiçbir müminin gözü kör olmasın.
Zahiri kör, görünen necasetlere bulaşır. Fakat can gözü kör olan kişi
gizli olan, görünmeyen pisliklere bulaşır.
Bu görünen
pislik bir parça suyla arınır, fakat içte olan pislik, artıkça artar.
İçteki pislikler anlaşıldı mı gözyaşından başka bir şeyle
temizlenemez, tanrı, kafire “ Pis murdar” demiştir. Bu pislik bu
murdarlık, onun dışında değildir. Kafirin dışı, pisliklere
bulaşmıştır. Pislik onun huyundadır, dinindedir.
Zahiri pisliğin
kokusu yirmi adımlık yerden gelir, batını pisliğin kokusuysa Rey’den
tut da Şam’a kadar gider! Hatta göklere çıkar, hurilerle Rıdvan’ın
burunlarını doldurur! Bu söylediğin sözler yok mu? Senin anlayışın
miktarı ancak öldüm iyi ve doğru anlayışın hasretinden!
Anlayış sudur,
beden testi. Testi kırılınca içindeki su dökülür gider! Bu testinin
beş tane büyük deliği vardır, içinde ne su durur ne kar! “ Gözlerinizi
sımsıkı yumun” emrini duydun da yine ayağını doğru atmadın. Söz
söylemem, manasız çan, çan etmem, ağzın dan anlayışını alıp götürür.
Kulak kuma benzer, anlayışını içiverir!
Öbür
deliklerinden de aynı bunun gibidir. O gizli anlayış suyunu çeker,
emer. Denizden bile, yerine koymamak şartıyla su alsan nihayet o
denizi kurutur, çöl haline getirirsin. Neyleyim ki vakit yok, yoksa
denizden giden sular, o suların yerine karşılık olan suların ne çeşit
ve neden geldiğini söylerdim.
Denizin suları
harcandıktan sonra karşılık olarak yerine gelen suları anlatırdım. Yüz
binlerce canlı mahluk, denizden su içmekte bulutlarda ondan su
alıyorlar. Sonra yine deniz, onların karşılığını almakta, nereden
alıyor? Bunu akıl ve fikir sahibi olanlar bilir. Bu kitap da birçok
hikayelere başlayıverdik. Fakat onlar noksan kaldı.
Ey hak ziyası
cömert Husameddin, feleklerle unsurlar, senin gibi bir padişah
doğurmamıştır. Sen cana da nadir gelirsin, gönüle de. Senin kudumuna
karşı bir şey yapamadığından can d mahçuptur, gönül de! Geçmiş
kavimleri ne kadar methettim, fakat bütün bunlardan maksadım sensin.
Dua çıktığı evi
bilir. Sen kimin adını anarsan an, kimi översen öv! Övüşleri namahrem
olanlardan gizlemek için Tanrı bile hikayeler söylemekte, misaller
getirmektedir. O medihler de sana karşı hiçtir. Onlar da sen den
utanıyorlar ama yoksul, elinden ne gelebilirse armağan olarak sunar,
Tanrı, bu armağanı da kabul eder.
Tanrı aciz
kişinin aczini hoş görür. Körün gözlerindeki iki katra yaşı da kabul
eder. Zaten körün gözünde bu iki katradan başka ne bulunabilir ki? Ben
o güzelim adı pek kısa bir tarzda övdüm; bunu kuş da biliyor balık da!
Sebebi de şu: Hasetçiler, kıskanıp haset ederek ah etmesinler,
hayalini dişleriyle dişlemesinler!
Ama zaten
hasetçi, onun hayalini nereden bulacak? Hiç fare deliğinde dudu kuşu
oturur mu? O hasetçinin gördüğü hayal, onun hayali değildir ki. O
hilal değil, onun kendi kaşının kılı! Ben seni beş duyguyla yedi kat
göğe sığmayacak bir şekilde öveceğim. Şimdi yaz bakalım: Dekuki ileri
geçip imam oldu.
Tahiyatta, Salih
kişilere selam verilirken bütün peygamberler methedilmiş olur;
hepsinin methi, birbiriyle yoğururlar. Medihler, birbirine karışır,
adeta testilerdeki sular, bir leğene dökülür. Çünkü övülen, bir
kişiden daha fazla değildir ki. Bundan dolayı dinler, mezhepten
ibarettir.
Bil ki her övüş,
Tanrı nuruna varır, ulaşır; suretlerle şahısları övüşse ariyettir.
Müstahak olmayanı kim met eder ki? Fakat bilmeyenler, şunu bunu
methediyor sanırlar da yol azıtırlar. Bu şuna benzer: bir duvara
herhangi bir nurdur vurur. Duvar o nurun aksetmesine bir vasıtadır.
Fakat ayın aksi
aslına ulaştı mı, yol azıtan kişi ayı kaybeder, övüşü terk eder. Yahut
da ay, bir kuyuya akseder, adam da bu aksi görür, başını kuyuya
uzatır, bakar durur. Methe başlarsa hakikatte ayı metheder, isterse
bilgisizlikle ayın aksine yüz tutmuş olsun. Övüşü aya aittir, ayın
aksine ait değil.
Fakat birisi,
Hakk’ı övmez de mahluku överse yanlış bir iş yapmış olur ki bu,
küfürdür. Bu işi yapan kötülükten yolunu kaybetmiştir. Ay
gökyüzündeyken o, aşağıda sanmıştır. Halk bu put gibi güzellere
kapılıp perişan olur; şehvete uyup onlara dokunan pişman olur. Çünkü
bir hayale şehvetlenirler, hakikatten çok uzakta kalırlar.
Hayale meylin
yok mu? Senin için bir kanada benzer. O kanatla uçar, hakikatte
yükselirsin. Fakat şehvete uydun mu kanadın dökülür, topal kalırsın, o
hayal de senden kaçar gider. Kanadını koru, şehvete kapılma da meyil
kanadın seni cennetlere yüceltsin.
Halk kendilerini
güzel yaşıyoruz. zevk ve işrette bulunuyoruz sanır ama onlar, bir
hayal uğruna kendi kanatlarını kendilerini yolarlar. Bu nükteyi başka
bir yerde anlatmak borcum olsun. Şimdi bana mühlet ver, halim yok
susayım.
Deduki, namaz
kıldırmak üzere onların önüne geçti, o kadar birleştiler, o kadar
kaynaştılar ki sanki onlar atlas bir kumaştı. Dekuki de o kumaşın
sırması, süsü! O padişahlar, saf olup o ünlü imama uydular. Tekbir
getirince kurbanlık koç gibi alemden çıktılar. Ey ulu tekbirin manası
şudur:
Yarabbi
huzurunda kurbanız. Koyun keserken “ Allahu ekber-Tanrı uludur” dersin
ya o geberesi nefsi keserken de bu söz söylenir. Allahu ekber de,de o
şom nefsin başını kes, kes de can, mahvolmaktan kurtulsun. Ten
İsmail’e benzer can Halil’e can bu semiz bedeni yaptırdı da tekbir
getirdi mi,
Ten kesilir,
şehvetlerden hırslardan kurtulur. Besmeleyle kesilmiş temiz bir kurban
haline gelir. Kıyamette olduğu gibi Hak huzurunda saf kurulur, hesaba,
Tanrı ile konuşup görüşmeye girişilir. Tanrı huzurunda, gözyaşları
dökerek ayakta durmak, kıyamet gününde kabirden kalkıp mahşer yerinde
dikilmeye benzer.
Hak, “ Sana
bunca zamandır mühlet verdim, bana ne getirdin? Ömrünü neyle bitirdin,
verdiğin gıdayı, ihsan ettiğim kuvveti ne uğruna mahvettin, gözünün
nurunu nerelerde tükettin, beş duygunu nerelerde yıprattın? Gözünü,
kulağını, aklını, arşa ait bütün cevherlerini harcadın. Ferş aleminden
bunlara karşılık ne satın aldın?
Sana kazma ve
bal gibi el ve ayak verdim. Onları sana bizzat ben bağışlamıştım, ne
yaptın onları?” der. Hak’tan buna benzer seni dertlere uğratan yüz
binlerce haberler gelir. Kıyamdayken kula gelen bu haberlerden kul
utanır, iki büklüm olur, rükua varır. utanmadan ayakta durmaya kudreti
kalmaz, rükuda Tanrıyı tespih eder.
Tanrıdan “
Başını kaldır, rükudan kıyama dön de Tanrının sorgularına birer, birer
cevap ver” fermanı gelir. O utanan kul, rükudan başını kaldırır. Fakat
olgun bir iş yapamamış olduğundan bu sefer yüzüstü düşer. Yine emir
gelir: “ Başını kaldırır ama yine yılan gibi yüzüstü düşüverir! Tanrı,
tekrar “ Başını kaldır da şöyle. Kıldan kıla yaptıklarını araştırmak
istiyorum” der. Artık ayakta durmaya kuvveti kalmadığından, Tanrının
heybetli hitabı, canına tesir etmiş olduğundan;
O ağır yükün
altında, yere oturur. Tanrı “ Söyle bana sana nimet verdim, nasıl
şükrettin? Sermaye verdim, hadi göster kazandığını!” der. Kul, sağ
yanına dönüp peygamberlere, o ululara selam verir; “ Padişahlar, bu
kötü kişiye şefaat edin. Ayağım da balçıkta kaldı, kilimim de” der.
Peygamberler, “
Çareye başvuracak gün geçti. O orada yapılacak bir şeydi, elde alet
oradaydı, orada kaldı! A bahtsız kişi, git oradan sen vakitsiz öten
bir horozsun. Bırak bizi, kanımıza bulaşma!” derler. Bunun üzerine sol
tarafa baş çevirir, hısımından akrabasından yardım ister. Onlar da “
sus,”
Tanrıya kendin
cevap ver. Bizi kim oluyoruz ki? Bizden el çek!” derler. Ne bu yandan
bir çare olur, ne o yandan. O biçarenin canı da yüz parça olur!
Herkesten ümidini keser de ellerini açar, duaya başlar: yarabbi,
herkesten ümidim kesildi. Evvel de sensin, ahır da sen; senden başka
önü, sonu olmayan yok, diye niyaza koyulur.
Namazdaki bu hoş
işaretleri gör de bunun eninde sonunda böyle olacağını bil! Namaz
yumurtasından civcivi çıkara gör yerden tane toplayan yolsuz yordamsız
kuş gibi yere başvurup durma!
Dekuki, o kıyıda
namaz kıldırmak üzere imam oldu. Onlar da arkasında saf olup namaza
durdular. İşte güzelim bir cemaat, işte seçilmiş bir imam! Namazdayken
denizden “ İmdat!” seslerini duydu. Ansızın gözüne gir gemi ilişti.
Gemi, dalgalar arasına düşmüş, belalara uğramış, perişan bir hale
gelmişti.
Hem gece, hem
bulutlu bir hava, hem de dalga bu üç karanlık bir yandan, batma
korkusu bir yandan. Fırtına Azrail gibi saldırıyor, dalgalar sağdan
soldan hücum edip duruyordu. Gemidekiler, korkudan canlarından
olmuşlar gibi feryatlarını göklere çıkarıyorlardı. Bağrışıp
çağrışıyorlar.
Başlarını
dövüyorlardı. Kafir ve mülhit hepsi de imana gelmişti. Yüzlerce
niyazlarda bulunarak candan ahitler ediyorlar, adaklar adıyorlardı.
Karmakarışık işlere dalmış, yüzleri bir an olsun kıbleye dönmemiş
olanlar bile baş açık secdeye kapanmışlardı.
Halbuki evvelce
onlar, bu kulluğun faydası yok diyorlardı. Fakat o anda kullukta
yüzlerce hayat görüyorlardı. Dostlardan, dayıdan, amcadan, babadan,
anadan, herkesten ümitlerini kesmişlerdi. Kötü kişinin can verirken
Tanrıdan korkması gibi zahit de tanrıdan korkuyordu, fasık da! ne
sollarından bir ümit vardı ne sağlarından.
Hileler öldü,
bitti mi dua zamanı gelir.! Onlar da ağlayıp inleyerek duaya
koyulmuşlardı, gemiden gökyüzüne kadar bir duman yükselmişti. Şeytan
ise o sırada düşmanlığından her birinin karşısına dikilip “ A köpeğe
tapanlar, işte size iki illet! A münkir, münafıklar, hem korkun, hem
geberin. Nihayet bu olacaktı zaten.
Kurtulunca yine
gözleriniz kurur, yine şehvet için yaratılmış birer şeytan
kesilirsiniz. Tanrının sizi kazadan kurtarmak üzere elinizden tuttuğu,
sizi tehlikeden kurtardığı gün, hatırınıza bile gelmez” diye
bağırmaktaydı. Şeytan böyle söylüyordu ama can kulağı ile duyanlardan
başkası bu sözü duymuyordu ki!
Mustafa, o
kutup, o padişahlar padişahı, o temizlik denizi bize ne doğru
buyurmuştur: “ Cahilin sonunda göreceği şeyi akıllılar önce görür.”
İşlerin sonu ilk zamanlarda gizlidir ama akıllı akıbeti önce görür;
günaha dalıp ısrar edense meydana çıkınca! Her şeyin sonu, önden belli
olmaz, gizlidir. Fakat meydana çıkınca akıllı da görür, cahil de!
Mademki ayıbı
görmüyorsun, bari ihtiyatı elden bırakma, sele verme behey inatçı!
İhtiyat nedir? Her ana ansızın gelebilecek bir belayı görmek!
Hani ansızın bir
aslan çıkagelir de adamı kapıp ormanlığa götürür ya, o adam, aslan
tarafından götürülürken ne düşünürse sen de ey din üstadı, onu düşün!
Kaza ve kader aslanı, bir işle güçle meşgulken bizim canımızı alır,
ormanlara götürüverir. Bu da şuna benzer: halk yoksulluktan korkar,
ama boğazlarına kadar acı suya batarlar.
O yoksulluğu
yaratandan korksalardı onlara yeryüzünde defineler aşikar olurdu.
Hepside gam korusuyla gamın içine batmışlar, varlık kaygısıyla yokluğa
düşmüşlerdir!
Dekuki o
kıyameti görünce merhameti coştu, gözyaşları akmaya başladı. Yarabbi,
dedi onların yaptıklarına bakma, ey lütuf sahibi padişah, ellerini
tut, imdatlarına yetiş. Ey eli denize de yetişen, karaya da. Onları
sağlıkla, selametle kıyıya çıkar. Ey ebedi kerem merhameti sahibi, o
kötü kişilerden bu kötülüğü defet!
Bedava olarak
insanlara yüzlerce göz, yüzlerce kulak veren, rüşvetsiz akıl, fikir
ihsan eden Tanrı. Sen, biz hak etmeden lütuflarda, ihsanlarda
bulunursun. Nimetlerine karşı yaptığımız kafirliklerle hatalarımızı
hep görürsün. Ey ulu tanrı, bizim şanımız ulu, ulu günahlarda
bulunmaktır. Fakat sen, bunların lütfunla affetmeye kaadirsin.
Biz, hırstan,
şehvetten kendi kendimizi yaktık. Bu duayı da senden öğrendik Yarabbi.
Bize duada bulunmak için müsaade etmen, dua öğretmen, böyle bir
karanlığı aydınlatman hürmetine sen bunlara acı. İhtiyarsız bir
surette şefkatli analar gibi dua edip duruyor. Gözlerinden yaşlar
akıyordu. Kendisinde olmaksızın ettiği dua, gökyüzüne yüceltmekteydi.
O ihtiyarsız
dua, yok mu. Bambaşka bir şeydir. O da adamın kendisinden değildir,
Tanrıdandır. Tanrı ilhamıdır. O esnada insan yok olur, o duada bulunan
Tanrıdır; dua da Tanrıdandır, icabette. Arada vasıta olarak mahluk
yoktur. O niyazdan cisminde haberi yoktur, canın da.
Lütuf ve
merhamet sahibi olan tanrı kulları, işleri düzeltmekte tanrı huyuna
sahiptirler. Onlar, şiddet zamanı, sıkıntı vakti, rüşvet almaksızın
mahlukata acırlar yardımda bulunurlar. Ey belalara uğramış adam,
kendine gel de bunları ara. Kendine gel de bela vaktinde onların
duasını ganimet bil!
O Tanrı erinin
duasıyla gemi kurtuldu. Gemidekilerse kendi gayretleriyle, kendi
ihtiyatlarıyla hünerler gösterip oku hedefe attılar, gemiyi
kurtardılar zannındaydılar. Av esnasında tilkiyi ayakları kurtarır da
mağruru tilki, kendisini kuyruğu kurtardı sanır. Canımızı pusudan bu
kurtardı diye kuyruğu ile oynar kuyruğunu sever!
A tilki, ayağını
taştan koru. A aç gözlü sersem, ayak olmasa kuyruk ne yapabilir ki?
Biz de tilkilere benzeriz, bizi yüzlerce çeşit belalardan kurtaran
ayaklarımız ulularımızdır. Derin hilelerimiz, kuyruğumuza benzer de
biz onunla sağdan, soldan oynar, onunla oynaşır dururuz. İstidlale
yapışır, hileye koyulur, falan adam, feşman adam bize şaşsın kalsın
diye kuyruğumuzu sallarız! Halkın hayran olmasını isteriz, hatta tamah
elimizi tanrılığa bile uzatırız. Afsunlarla gönüller alalım deriz ama
çukura düştüğümüzü görmeyiz. Behey kaltaban, çukura düşmüşsün,
kuyudasın sen. Başkalarını bırak, kendine bak!
Güzel hoş bir
bahçeye var da ondan sonra halkın eteğini tut. Çek! Ey dört unsurlu
beş duyguya, altı cihete hapis olup kalmış adam, ne güzel yerin var,
hadi başkalarını da çek oraya! Ey eşeğe kul olan, ey eşeğin kuyruğunun
altına layık ola, öpülecek bir yer buldunsa hadi bizi de götür!
Sevgilinin kulluğu, sana el vermedikçe bu padişahlık meyli nereden
geldi sana?
Sen halkın sana
aferin, yaşa demesi halkın takdir etmesi havasındasın! Halbuki canının
boynuna bir kiriştir bağlamışsın! Behey tilki, bu hile kuyruğunu
bırak, gönlünü gönül sahiplerine vakfet. Aslana sığınırsan kebabın
azalmaz. Murdar ölü etine pek koşma! Gönül, sen bir cüze benzersin,
küllüne varır, ulaşırsan Tanrıya makbul olursun.
Tanrı, “ Biz
gönüle bakarız, su ve topraktan ibaret olan surete değil” diyor. Sen
dersin ki bizim gönlümüz var. öyle ama gönül arşın yücesindedir,
aşağılıklarda değil! Kara toprakta da su olur ama o suyla aptes
alamazsın ki! O da sudur, sudur ama toprakla karışık, gayri sakın
gönlüne gönül deme.
Göklerden yüce
olan gönül, ya Abdal’ın gönlüdür, ya da Peygamberin. Su, topraktan
arındı mı saf olur, artar, her işe yarar. Su topraktan arınınca denize
kavuşur; zindandan kurtulur, denize katık olur. Bizim suyumuza, dikkat
et de bak, toprakta hapsedilmiş. Ey rahmet denizi, sen de çek bizi!
Fakat deniz, “ Ben seni çekip duruyorsun ama sen, ben iyi tatlı bir
suyum demektesin. Senin lafın, seni mahrum ediyor. O zannı bırak da
bana gel” demektedir. Topraktaki su denize gitmek isterse de ayağını
toprak tutmuştur, onu kendisine çekmektedir.
Ayağını toprağın
elinden kurtarırsa toprak, kupkuru bir hale gelir, o da hür kalır,
başına buyruk olur! O toprağın suyu çekip mahvetmesi nedir? Senin
halis şarapla mezeye düşkünlüğün! Böylece cihandaki her şehvet, ister
mal olsun, ister mevki, ister ekmek. Bunların her biri seni sarhoş
eder.
Bunları
bulmazsan başın ağrımaya başlar, sersemleşirsin. Bu gam sersemliği,
bulamadığın şeyin seni sarhoş ettiğine delalet eder. Bunların
ihtiyaçtan fazlasına meyletme de, sana galebe etmesin, sana bey
olmasın! Sen, ben de gönül sahibiyim, başkasına ihtiyacım yok, Tanrıya
ulaştım diye baş çekersin ama.
Bu halin
toprakla bulanık olan suyun, ben de suyu, neden başkasından yardım
isteyecekmişim ki diye serkeşlik etmesine benzer. Bu bulaşık şeyi
gönül sandın da gönlünü gönül sahiplerinden çektin. Süt bal sevdasına
düşen bu gönlün, gönül olmasını reva görür müsün, sen böyle.
Sütün balın
güzelliği, gönlün onlara aksiyle hasıl olur. Her güzele güzellik
gönülden gelir. Şu halde gönül cevherdir, alem araz. Gönlün gölgesi,
nasıl olur da gönüle maksat olur? Mala, mevkiye aşık olan gönül, ya bu
toprağa zebundur, ya kara suya! Yahut da karanlıklarda hayallere
kapılmıştır.
Dedikodu için o
hayallere tapıp durmaktadır! O nur denizinden başkası gönül olamaz,
gönül, hem Tanrının nazargahı olsun, hem kör. İmkan var mı buna? Yüz
binlerce halktan, yüz binlerce ileri gelenlerde bulunan gönül
değildir. Gönül, bir tek kişide olur. O tek kişide olur. O tek kişi
hangisidir, hangisi?
Sen o kırık
dökük, parça buçuk gönül kırpıntılarını bırak, asıl gönül ara da o
kırık dökük, gönül de onun sayesinde dağ kesilsin. Gönül, bu vücut
ülkesini kaplamıştır, cömertliğinden altınlar saçıp durmaktadır.
Alemdekilere Tanrı selamından selamlar saçmaktadır. Kimin eteği
sağlamsa, kimin eteği hazırsa o gönül saçısına nail olur. Senin eteğin
de o niyazdır, o huzurdur. Kendin gel de kötülük taşlarını eteğine
koyma. Koyma da o taşlar eteğini yırtmasın. Eteğin yırtılmasın sana
asıl parayı uydurma paradan fark edesin. Sen, eteğini cihandaki
taşlarla, çocuklar gibi altın ve gümüş farz edilen taşlarla doldurdun.
Fakat hayali
altın ve gümüş, hakiki altın ve gümüşe benzemez. Onlar senin doğruluk
eteğini yırttı, derdini artırdı. Akıl, el atıp da eteklerini
tutmadıkça çocuklar, taşın taş olduğunu nasıl görürler? insan akılla
bir olur; saçı sakalı ağarmakla değil. O talihe, o devlete ümit kılı
sığmaz, o devlet ümit ile, rica ile bulunmaz!
O gemi kurtuldu,
murat hasıl oldu, o cemaatin namazı da tamamlandı. Onlar,
birbirleriyle fısıldaşmaya başladılar. “ Baba, bu aramızda ki
herzevekil kim acaba” diyorlardı. Her biri, öbürüne gizlice söz
söylüyordu. Dekuki’nin arkasında olduklarından görünmüyorlardı. Her
biri, ben şimdiye kadar böyle bir duayı ne içimden geçirdim, ne dilime
getirdim demekteydi.
Birisi, “ her
halde bu işe karışan biz değiliz. Galiba imamımız derde düştü, üzerine
lazım olmayan bir işe karıştı, münacatta bulundu” diyor. Öbürü” canım
dostum, bana da öyle geliyor. O bir boşboğazmış, canı sıkılınca
tanrının dileğine itiraz etti galiba” diyordu. Dekuki, şöyle anlatır:
sonra bakayım, o kerem sahipleri ne diyorlar? Dedim.
Bir de baktım ki
hiçbiri yerinde yok, hepsi de gitmiş. Ne solda adam var, ne sağda, ne
yukarda kimse kalmış, ne aşağıda. Keskin gözüm, onların hiçbirini
göremedi! Sanki inciymişler de erimişler, su olmuşlar. Ne ayak izleri
kalmış, ne sahrada tozları var! hepsi de Tanrı kubbelerine
gizlenmişler. O cemaat, acaba hangi bahçeye gitti ki?
Tanrı, bunları
nasıl oldu da benim gözümden gizledi? Şaşırdım kaldım. Onlar, balıklar
nasıl dereye dalar, kaybolursa Dekuki’nin gözünden öyle kayboldular.
Öyle gizlendiler. Yılarca onların hasretiyle yandı, ömürlerce
iştiyaklarından gözyaşı döktü. Ama sen dersin ki Tanrıya erişmişken
nasıl olur da insanı anar?
A adam, bu suale
karşı ancak eşek kakılır kalır. Sen, onların can olduklarını görmedin,
onları insan suretinde gördün. Ey hamhalat, işte iş bu yüzden harap
oldu ya. Onları, alelade adamları uydun da insan gördün! İblis de “
Ben ateşten yaratıldım, Adem topraktan” dedi. İşte sen de onları,
iblisin ademi gördüğü gibi gördün.
O iblis gözünü
bir an olsun yum; ne vakte kadar suret görüp duracaksın, ne vakte
kadar, ne vakte kadar? Ey Dekuki, ırmak gibi yaşlar döken gözlerinle
onları ara, gafil olma, ümidini kesme! Gafil olma, ara,ara ki devlet,
aramaktadır. Gönüle gelen her ferah, bir sıkıntıya bağlıdır.
Alemin bütün
işlerini bırak da canla başla üveyk kuşu gibi “ Kü, Kü – nerede,
nerede?” de! Ey perde altında kalan iyi dikkat et, Tanrı “ Dua edin,
beni çağırın. Size icabet edeyim” dedi. İcabetin şartı bile duadır.
Kimin gönlü illetlerden arınmışsa onun duası ululuk sahibi Tanrıya
kadar varır, makbul olur.
Elin ayağın,
içinde sakladığın şeye bu alemde de şahadet eder. İtikat ettiğin
şeyleri söyle, gizleme diye gönlündeki şey, başına dikilir. Hele
kızdığın, söylenmeye başladığın zaman yok mu gizlendiğin şeyleri
kıldan kıla meydana çıkarır. Zulümde cefa, bu alemde senin başına
dikiliyor, bu iş için tayin edilmiş bir memur kesiliyor da hadi, ey,
el, ey ayak, yaptıklarını söyle, beni meydana çıkar diyor ya.
İçinde
gizlediğin şey, sırrının gemini ele alıyor, hele kızıp coştuğun zaman
onu istediği gibi sürüp götürüyor ya. Demek ki gizlediği şeyi ta
ovalara çıkarsın da bayrak gibi diksin, el aleme göstersin diye Tanrı,
zulmeden kötülükte bulunan kişinin başına bu memuru, dikiyor.
Bunu yapan
Tanrı, mahşer gününde sırrını meydana çıkarmak için başka memurlar
yaratmaya kadirdir. Zaten ey zulümde, kinde elden ele geçmiş, herkesçe
ne olduğu bilinmiş, anlaşılmış adam, senin için dışın meydanda. Elinin
ayağının şahadetine ne ihtiyaç var? kötülüğünü, ziyankarlığını etrafa
yaymaya hacet yok.
Senin ateşten
ibaret olan içini herkes biliyor. Nefsinden, her an, beni görün, ben
cehennemliğin diye yüzlerce kıvılcım sıçramada. Ben ateşin cüzüyüm,
işte aslıma gidiyorum. Nur değilim ki Tanrıya gideyim demekte. Bu hak
hukuk tanımaz zalim gibi. Bir öküz, yüzlerce deve almıştı. Babacığım
işte senin nefis dediğin de budur.
Tek hemen ondan
kesile gör! Bu zalim, bir gün bile Tanrıya yüz tutup ağlamadı
inlemedi. Ağzından bir kerecik olsun aşkla, dertle “ Yarabbi” sözü
çıkmadı. “ Allah’ım, düşmanımı hoşnut et. Ben bir ziyankarlıkta
bulundum ama sen onu kara tebdil eyle. Yanlışlıkla bir adam
öldürdüysem diyetini vermek, akrabama düşer.
Elest gününden
beri benim canıma yakın olan sensin” demedi. Ey hür can, sen ona tövbe
etmesi, yargılanma dilemesi için inci verirsin de o sana taş bile
vermez. İşte nefsin insafı!