Şeytan gibi o da asker içine
girdi, yüzün biri oldu. “ Ben size yardımcıyım” dedi. Onlara afsun
okudu, onları aldattı. Fakat Kureyş, onun sözüne uyup hazırlanarak iki
ordu karşılaşınca, müminlerin saflarında melek askerlerini gördü.
Sizin görmediğiniz o gayp askerlerinin saf kurduklarını görünce canı,
korkudan bir ateş gede kesildi.
Ayağını gerisin geriye
çekmeye başladı. “ Ben pek kalabalık bir ordu görüyorum. Tanrıdan
korkarım ben, o bana yardım etmez. Çekilin gidin ben sizin
görmediğinizi görüyorum” dedi. Haris dedi ki: “ Ey Suraka, neden dün
böyle söylemiyordun?” Suraka şekline girmiş olan Şeytan “ Şimdi
savaşın başlamak üzere olduğunu görüyorum” dedi. Haris “ Sen, ancak
Arapların hor hakir bir topluluğunu görmektesin. Bundan başka bir şey
görmüyorsun ama ey aşağılık herif, o zaman laf zamanıydı, şimdi savaş
zamanı.
Dün ben dayanır, ayak
direrim, size yardımda bulunurum, bu suretle de üst gelirsiniz
diyordun. A melun, dün ordu kumandanı kesilmiştin, şimdi namertleştin,
bayağılaştın, korkaklaştın. Senin sözüne kandık da geldik. Bu bela
tuzağına düştük” dedi. Haris, bu sözleri söyleyince o melun bu azardan
kızdı, hiddetlendi.
Bu sözlerden gönlü dertlendi,
kızgınlıkla elini, Haris’in elinden çekti. Göğsünü döverek kaçıp
gitti. O biçarelerin kanını da bu hileyle döktü. O bunca alemi yktı,
harap etti de sonra “ Ben sizden değilim” dedi. Meleklerin heybetini
görünce Haris’in göğsüne bir yumruk aşk edip yere yıktı, kaçıverdi!
Nefisle Şeytan, ikisi de birdir.
Surette kendisini iki
gösterdi. Melekle akıl da birdir, himmeti var da onun için iki suret
oldu, içinde aklı alan, cana da düşman, dine de düşman olan böyle bir
düşmanın var. Bir an kertenkele gibi saldırır, derken hemencecik bir
deliğe kaçıverir. Gönlün de nice delikler var. her delikten baş
çıkarıp durmada!
Şeytanın insanlardan
gizlenmesine, bir deliğe girip saklanmasına “ Hunus” derler. Onun
gizlenmesi de kirpinin büzülüp gizlenmesine benzer. Kirpi büzülür de
kafasını çıkarır. Tekrar gizler ya o da öyle işte. Tanrı şeytana “
Hannas” dedi. Şeytan, kirpinin kafasına benzer. Kirpi, kötü avcıdan
ürker de büzülür, başını gizler.
Fırsatını bulunca başını
çıkarır. Bu hileyle yılanı bile zebun eder. Nefis senin iç aleminde
yolunu kesmeseydi bu yol kesiciler, sana el atabilirler miydi? Seni
kötü şeylere şehvetten, o gizli memur yüzünden gönül, hırsa tamaha,
afete esir olmuştur. O gizli memur yüzünden hırsız oldun, kendini
berbat ettin de nihayet bu görünen memurlar, seni kahretmek için yol
buldular.
Hadisteki şu güzel öğüdü duy;
düşmanlarınızın en kuvvetlisi, içinizdedir. Bu düşmanın palavrasını
dinleme kaç ondan çünkü o da inatta İblise benzer. Dünya sevgisi dünya
geçimine savaşma yüzünden sana o ebedi azabı ehemmiyetsiz gösterir.
Ölümü bile ehemmiyetsiz bir hale getirirse bun da şaşılacak ne var ki?
O, sihriyle bunun gibi yüzlerce iş yapar!
Sihir bazen sanatla
çirkinleri güzelleştirir, güzelleri çirkin bir hale sokar. Sihrin hali
budur; afsunlar üfürür, her an hakikatleri başka bir şekle çevirir.
Bir an gelir, insanı eşek gösterir, bir an gelir eşeği şaşılacak bir
adam şekline bürür. İşte senin içinde böyle bir sihirbaz gizlidir.
Vesveselerde daimi bir sihir
kudreti vardır. Fakat bu sihirlerin hüküm sürdüğü alemde öyle
sihirbazlar da var ki sihirlerin hükmünü gideriverirler. Bu kuvvetli
zehrin bittiği ovada tiryak da bitmiştir ey oğul! Tiryak, sana “ Gel,
beni kendine siper et. Ben sana zehirden daha yakınım. Onun sözü
sihirdir, seni yıkar harap eder, benim sözüm de sihir ama onun sihrini
def eder” der!
“ O güzel yiğit, o Peygamber
“ Sözde sihir hassası var” dedi. Doğruda söyledi. Ey kerem sahibi
kendine gel, yiğitlik taslama, mescidimizi de töhmet altında bırakma
bizi de! Bir düşman düşmanlığından bir söz söyler. Bir alçak, yarın
bize bir ateştir salar. Onu zalimin birisi doğdu, mescidi de kurtulmak
için bahane etti. Mescidin adı çıkmış zaten. O da konuk, mescitte
konukladı da öldü derler, ben de kurtulurum dedi, diyebilir.
Ey canı pek adam, bizi töhmet
altında bırakma. Zaten düşmanların hilelerinden emin değiliz. Hadi
yürü, yiğitliğini bırak, bu ham sevdayı pişirmeye kalkışma. Zuhal
yıldızı arşınla ölçülemez! Senin gibi çokları bahttan, talihten dem
vurdular ama sonunda birer, birer tutam, tutam sakallarını yoldular!
Aklını başına al da bu dedikoduyu kısa kes, yürü git, kendini de
vebale sokma bizi de!”
Dedi ki: “ Dostlar, ben bir
Lahavleyle ürküp kaçacak şeytanlardan değilim. Bir çocuk, ekin
bekçiliği yapar ve yanındaki defi çalarak kuşları kaçırırdı. Kuşlar, o
küçücük defin sesini duyup tarladan kaçarlar, ekinler de zararlı
kuşlardan kurtulurdu. Kerem sahibi Sultan Mahmud’un yolu, o taraflara
düştü, koca otağı o civara kuruldu.
Gökteki yıldılar kadar çok ,
talihleri aydın, saflar yaran, ülkeler alan ordusuyla oraya kondu. Bir
de horoz gibi önde giden esrik bir deve vardı ki nöbet davulunu
sırtına yüklemişlerdi. Nöbet, gidişte de onun sırtında vurulurdu,
gelişe de. O deve, tarlaya giriverdi. Çocuk, ekinleri korumak için o
küçücük defi çalmaya başladı.
Bir akıllı kişi çocuğa dedi
ki. “ Def çalıp durma. O esrik deve, zaten davul taşıyan deve. O sese
alışmış. A çocuk senin bu defceğizin ona vız gelir. O bu defin yirmisi
kadar olan koskocaman nöbet davulunu taşıyor! Ben de La kılıcıyla
kurban olmuş bir aşıkım. Canım, bela davulunun nöbet vurulduğu yer!
Sizin bu tehditleriniz yok mu
bu gözlerin gördüğü şeylere karşı ancak bir defceğizin gümbürtüsünden
ibaret! Erler, ben, hayallere kapılıp bu yolda duracaklardan değilim.
Ben İsmail Peygambere mensup olanlardanım, öldürülmeden çekinmem yok.
Hatta İsmail gibi başından geçmiş bir adamım ben!
Gösterişlerden de geçmişim
riyadan da “ Söyle geliniz” emri canıma gel demiştir. Peygamber dedi
ki: İhsan edilen şeye verilecek karşılığı iyice bilen bu dünyada
ihsanda bulunur. Verilen şeye verilecek yüzlerce karşılığı gören
derhal cömertliğe ihsana başlar. Herkes, kar elde etmek için malını
vermek üzere pazara, çarşıya bağlanmıştır.
Dağarcıktaki altın sahibi bir
kar elde etsin de onu yoksullara versin diye ısrarla oturmuş
beklemektedir. Satıcı, elindeki kumaşın fazla para ettiğini gördü mü
ona olan aşkı soğuyuverir. Kumaşların fazla bir kar getirdiğini görmez
de o yüzden onlara ısınır, onları elden çıkarmaz. Bilgi, hüner ve
sanatlarda böyledir.
Bunlara sahip olanlar,
bunlardan daha şerefli, daha üstün bir şey görmezler de o yüzden
ehemmiyet verirler. İnsan için candan iyi bir şey yoksa can azizdir.
Fakat candan iyi bir şeye sahip oldu mu, canın adı hor, hakir olur
gider. Çocuğun canı, çocuk kaldıkça, büyümedikçe oyun için yapılan
bebeciktir. Bu düşünceler bu hayallenmeler de bebeciklerdir. Sen çocuk
kaldıkça onlara ihtiyacın vardır.
Fakat çocuk, çocukluktan
kurtuldu da kemale erişti mi, adam oldu mu artık duygulardan da
vazgeçer, düşüncelerden de hayallerden de! Mahrem yok ki açıkça
söyleyeyim. Sükut ettim; Tanrı hakikate uygun olanı daha iyi bilir.
Malla beden, hemencecik eriyip giden kardır. Fakat satılığa
çıkarılınca onların alıcısı Tanrıdır.
Bu kar, sana neden paradan
daha iyi geliyor, bilir misin?şüphedesin, yakinin yok da ondan. Behey
aşağılık adam, bu sendeki zan, ne acayip zan ki yakin bahçesinde hiç
uçmuyor. Oğul, her şüphe yakına susamıştır. Şüphe arttıkça yakına
ulaşmak için daha ziyade çırpınır, kol kanat açar, uçmaya çalışır.
İlim mertebesine ulaştı mı
kanadı ayak kesilir, gayri uçmaya ihtiyacı kalmaz. Çünkü bilgisi yakın
kokusunu almaya başlamıştır. Çünkü bu sınanmış yolda ilim yakından
aşağıdır, şüphe yukarı. Bil ki ilim yakını arar. Yakin de apaçık
görüşü. Elhakümü suresinde “ Kella lev ta’lemune” den sonrasını oku da
bunu ara, bul anla.
Ey bilgi sahibi, bilgi insanı
görüşe götürür. Dünyadakiler yakın sahibi olsalardı cehennemi
gözleriyle görürlerdi. Görüş, şüphe yok ki yakinden doğğar; nitekim
hayal de zandan doğmaktadır. Elhakümü suresinde bu anlatılmıştır. İlm-el
yakin olur, bak da gör! Bana gelince; ben, şüpheden de yüceldim,
yakinden de kınanmadan başım dönmüyor.
Onun helvasını yedim, gözüm
aydınlandı, onu gördüm gayri. Şu halde evime gidiyorum demektir,
elbette ayağımı küstahça basarım, ayağım titremez körcesine gitmem ki!
Tanrı güle bir söyledi de gülü güldürdü ya gönlüme de onu söyledi de
gülden yüz kat fazla güldürdü. Selviye bir şey yaptı. Boyunu dümdüz
etti. Nerkisle ağustos gülü de ondan feyz aldı, güzelleşti.
Bir tecellisiyle kamışı, canı
da tatlı, gönlü de tatlı bir hale getirdi. Toprağa mensup insan, onun
lütfuyla Çigil güzeli oldu. Kaşı o dertçe fitneci, işveci bir hale
getirdi yüzü gül ve nar gibi kıpkırmızı bir renge boyadı. Dile
yüzlerce sihirbazlık öğretti; madene Caferi altın hassasını ihsan
etti. Silah deposunun kapısını açınca güzellerin bakışları aşıkları
koklamaya başladı.
Bu tecelli ile, bu feyz ile
benim gönlüme de ok attı, beni de sevdalara saldı. Beni şükre de aşık
etti, şekere de! Öyle bir sevgiliye aşıkım ki her alım, onun alımıdır.
Alık da onun bir kuluna kuludur, can da! Ben kuru laf etmem; bir söz
söylesem bile su gibi söylerim de ateşi söndürmede hiçbir ıstırabım
olmaz.
Ben nasıl bir şey
çalabilirim? Hazinedar o nasıl kuvvetlenmem arkam o. Kimin arkası
güneşten kızar, ısınırsa yüzü pek olur, kuvvetlenir. Artık ona ne
korku vardır, ne utanma! Yüzü, hiçbir şeye aldırış etmeyen güneş gibi
düşmanı yakar, perdeleri yırtar. Her peygamberin dünyada yüzü pektir,
bir tek binici olduğu halde padişahların ordularına saldırır, onları
ezer, bozar!
Bir şeyden korkmaz, gamlanmaz
bu yüzden de hiçbir şeyden yüz çevirmez tek başına bütün dünyayı
mağlup eder. Taşın yüzü pektir, gözü tok. Dünya dolusu kerpiç olsa
korkmaz. Çünkü kerpiç, kerpiççi tarafından o hale konmuştur, taşıysa
Tanrı yapmıştır, ondan dolayı serttir, katıdır.
Koyunlar, sayıya sığmayacak
kadar çok olsa kasap, onların çokluğundan korkar mı hiç? Hepiniz de
çobansınız. Peygamber de çobandır. Halka gelince sürüye benzer.
Peygamber, onların çobanıdır, onları sürer durur. Çoban koyunlarla
savaşa girişmekten korkmaz, bilakis onları soğuktan, sıcaktan korur.
Kızar, kahreder de koyunlara
bağırırsa bu bağırışı sevgisindendir, hepsini de sever de ondan
bağırır! Her an yeni bir talih kulağıma söyleyip duruyor. Seni
gamlandırsam bile gamlanma! Ben seni kötü gözlerden gizlemek için
gamlandırırım. Kötü gözler, yüzünden ırak olsun diye kederlendiriri,
ahlakını acı bir hale getiririm.
Sen, benim avcım değil misin?
Bana kavuşmak için tedbirler kurmadasın benim ayrılığımla herkesten
ayrılmış beni arayıp durmaktasın, kimsesiz bir hale gelmişsin!
Dertlere düşmüş, izimi bulmak için çarelere başvurmuşsun, dün senin
yanık, yanık ah ettiğimi duydum.
Seni bekletmeksizin de
kendime kavuşturmaya sana yol gösterip kendime almaya kaadirim ben. Bu
suretle bu devranın girdabından kurtulur, vuslat hazineme ayak
basarsın. Fakat varılan yerin tatlılığı, lezzetleri, seferde çekilen
zahmetlerle ölçülür. Ne kadar gurbet çeker, mihnetler zahmetlere
uğrarsan, şehrinden, akrabandan o derece lezzet alır, zevk bulursun!
Bir bak nohut tencerede
ateşten zebun oldu mu yukarıya doğru sıçramaya başlar. Tencere
kaynamaya başlayınca nohut, tencerenin üstüne fırlamaya, yüzlerce
coşkunluk göstermeye koyulur. “ Neden beni ateşe attın, kaynatıyorsun.
Madem ki satın aldın, neye bu hallere uğratıyorsun” der.
Nohut pişiren kadın da nohuda
kepçeyle vurup der ki. “ Yok güzelce kayna, tencereden çıkmaya
kalkışma. Seni sevmediğimden senden hoşlanmadığımdan kaynatmıyorum
seni ki. Bir zevkle, bir çeşniye sahip ol da. Gıda haline gel, yen
cana karış diye kaynatıyorum. Bu imtihan, seni horlamak için değil.
Bostanda sular içtin, yeşerdin, terü taze bir hale geldin ya. İşte o
su içiş, bu ateşe düşmen içindi.
Tanrının rahmeti, kahrından
ileridir, kahrından fazladır ve ezelidir. Bu yüzden de bir kimseyi
belalara uğratması, rahmetindendir. Varlık sermayesi elde edilsin diye
rahmeti, kahrından ileridir, üstündür. Etle deri lezzetsiz meydana
gelmez. Fakat onlar meydana gelmedikçe sevgilinin aşkı, onları nasıl
eritebilir?
İşte bu takdir neticesi
olarak sen de kahırlara uğrarsan eseflenme bu kahırlar yüzünden
elindeki sermayeyi sevgiliye bağışlarsın. Sonra bunun özrü olarak
tekrar lütuf eder, yıkanıp arındın, dereden atladın, artık o mihnetler
geçti der. Der ki. Ey nohut , baharın otladın yeştin.
Şimdi zahmet ve eziyet, sana
konuk oldu, hoş tut da. Konuk şükürler ederek minnetler duyarak geri
dönsün, padişaha gidip senin ikramını, ihsanını anlatsın. İkram
ettiğin şeylere karşılık olarak da sana o nimetleri veren gelsin bütün
nimetler sana haset etsinler! Ben Halil’im sen de bıçağım önündeki
oğlum başını koy, rüyada seni kestiğimi gördüm!
Gönlünü bozma, başını kahır
önüne koy da İsmail gibi boğazını keseyim. Başını kopartayım. Fakat bu
baş, zahiri kesilmekten, koparılmaktan münezzeh olan baştır. Ancak
ezeli maksat, senin teslim olmandır. Ey Müslüman teslim olmayı araman,
dinlenmen gerek! Ey nohut, belalara düş, kayna, piş de ne varlığın
kalsın, ne sen kal!
O bostanda güldüyse can ve
göz bostanının gülü olduğundan güldün. Su ve toprak bahçesinden
ayrıldıysan lokma oldun, dirilerin vücuduna girdin. Gıda ol, kuvvet
ol, düşünce ol evvelce süttün şimdi ormanlarda aslan kesil! Vallahi
sen, önce onun sıfatlarından ayrıldın da geldin tekrar çevikçe acele
et, yine onun sıfatların ulaş!
Buluttan, güneşten, gökten
geldin. Yine Tanrı sıfatları haline döndün mü göklere gidersin. Yağmur
ve ışık suretinde geldin, Tanrının tertemiz sıfatları suretine bürünüp
gidiyorsun. Güneşin, bulutun, yıldızın cüzüydün. Nefis, iş söz ve
düşünceler oldun. Nebatın ölümü, hayvanın varlığı oldu, bu suretle de
“ Ey güvendiğim, inandığım kişiler, beni öldürün” sözü doğru çıktı.
Madem ki ölümden sonra bize
böyle bir hayat var; “ Şüphe yok ki ölümümde hayat vardır” sözü doğru.
İş, söz ve doğruluk, meleğin gıdasıdır. Melek bunlarla göğe ağar.
Nitekim o yemek de insana gıda olunca cemadat halinden yücelir. O
canlı bir hale gelir. Bunu adamakıllı, etraflıca anlattık başka bir
yerde gelecek.
Kervan, daima göklerden
gelmekte, alışverişte bulunup yine göklere gitmekte. Şu halde hırsız
gibi acılıkla zorla değil de istekle tatlı, tatlı güzel, güzel git!
Seni acılıklardan yıkayıp arıtmak için acı söylüyorum. Donmuş, soğuk
çalmış üzümü donukluğu gitsin diye soğuk suya atarlar. Seni de
acıklıklarla gönlün kanlara bulanırsa içindeki bütün acılıklar gider.
Av köpeği olmayan köpeğin
boynunda tasma yoktur. Ham ve kaynamamış şey, mutlaka lezzetsizdir.”
Nohut, bu sözleri duyunca “ Mademki iş böyledir hanımcığım güzel,
güzel kaynarım, sen de bana yardım et ama, sen bu kaynatmada beni
yapıp yoğuran bir mimara benziyorsun. Vur bana kepçeyle ne de güzel
vuruyorsun. Ben fil gibiyim vur başıma, yarala beni vur yarala da
Hindistan’ı Hindistan bahçelerini görmeyeyim.
Bu suretle de kendimi
kaynamaya, vereyim de onun kucağına ulaşayım, ona kavuşmaya bir yol
bulayım. Çünkü insan zenginlikle azgın olur. Rüyasında Hindistan’ı
gördü mü filciyi dinlemez, azgın bir hale gelir.
Hanım, nohuda der ki: “ Ben
de bundan önce senin gibi yeryüzü cüzülerindenim. Ateş gibi mücadeleyi
içercesine tadınca makbul oldum. Bir müddet yeryüzünde kaynadım, bir
müddet de ten tenceresinin içinde. Bu iki kaynayışla duygulara kuvvet
oldum, ruh kesildim de sonra seni pişiriyorum. Cematken, bu sıfattan
koşar, geçersen bilgi olur manevi sıfatlar haline gelirsin derdim.
Ruh sahibi oldum ama bu sefer
de diyorum ki: Bir kere daha coş, kayna da bu canlı suretten de geç!
Tanrıdan inayet iste u ince bahislerde ayağın sürçmesin, mananın
künhüne, işin ta sonuna eriş! Çünkü çok kişiler Kuranı anlayamadılar
da yol azıttılar. Bazı kişilerse o ipe sarıldılar ama kuyunun dibine
gittiler. A inatçı yücelere çıkmak sevdasında değilsen ipin ne suçu
var