Dünya, Âlem, Fanilik, Sûret



 

Sen sûrete taptıkça ikidir. Sûretten kurtulana göre ise birdir. Sûrete bakarsan gözün ikidir, sen onun nuruna bak ki, o birdir. (1/54/674-675)

Dünya nedir? Allah’tan gafil olmaktır. Kumaş, para, ölçüp tartarak ticaret etmek ve kadın; dünya değildir. (1/79/983)

Kalemler sûreti öğretmezler. Kitaplara da adamın sûretine ait vasıflar değil, “âlim, adalet sahibi” gibi zatına ait vasıflar yazılır.

Bilgi ve adalet sahibi... Hep manâdır, onları önde, artta,... bir yerde bulamazsın;

Zata ait sıfatlar, “Lâmekân elinden cana şûle vermektedir; can güneşi, göklere sığamaz” der. (1/83/1024-1026)

Akıl gizlidir, ortada bir âlem görünüp durur. Bizim şeklimiz; o denizin dalgasından yahut ıslaklığından ibarettir.

Sûret, o denize ulaşmak için neyi vesile ittihaz ederse etsin, deniz; sûreti o vesile yüzünden daha uzağa atar.

Gönül kendisine sır vereni; ok kendisini uzağa atanı görmedikçe. (1/90/1112-1115)

Şarap, coşkunlukta bizim yoksulumuzdur; felek, dönüşte aklımızın fakiridir.

Şarap bizden sarhoş oldu, biz ondan değil... Beden bizden var oldu, biz ondan değil!

Biz arı gibiyiz, bedenler mum gibi. Allah, bedenleri balmumu gibi göz göz, ev ev yapmıştır. (1/145/1811-1813)

Dünyanın lütfetmesi ve yaltaklanması, hoş bir lokmadır ama az ye.

Çünkü ateşten bir lokmadır! Ateş gizlidir, zevki meydanda. Dumanı sonunda meydana çıkar. (1/148/1855-1856)

Bu cihan tamamıyla fanidir; aradığını sebatlı, kararlı âlemde ara! Sûretin sıfırdan ibarettir; dilediğini manâ âleminde dile! (1/179/2241)

Meyve manâdır, çiçek onun sûreti. O çiçek müjdedir, meyve de nimeti!

Çiçek döküldü mü meyve meydana çıkar. O kayboldu mu bu fazlasıyla görünür.

Ekmek kırılıp yenmeyince kuvvet verir mi; salkımlar sıkılmadıkça şarap olur mu?

Helile ilaçların arasında kırılıp ezilmedikçe ilaçlar, nereden sıhhati arttıracak? (235/2930-2934)

Yokluk âlemi, pek geniş ve hudutsuz bir âlemdir. Bu hayâl ve varlık o âlemden yüzlerce gıda alır, o âlemden belirir, beslenir.

Hayâller ‘yokluk âlemi’ ne nispetle dardır. Onun için hayâl darlık ve sıkıntıya sebep olur.

Varlık da hayâlden daha dardır O yüzden aylar, bu âlemde ‘hilal gibi’ görünür.

“Duygu ve renk âleminin”, yani bu dünyanın varlığı ise... yokluğa, hayâle ve varlığa nispetle büsbütün dardır, adeta daracık bir zindandır.

Âlemdeki terkip ve sayı, darlığa sebeptir. Fakat bizi duygularımız, “terkip âlemine” çekip durmaktadır.

O duygularla ‘birlik âlemi’ ni bil, eğer ‘birlik âlemi’ ni diliyorsan o tarafa yürü. (1/248/3094-3099)

Gaybın sûretsiz ve hudutsuz sûreti, Mûsa’nın gönül aynasında parlamış, koynuna sokup çıkardığı elde görün-müştür.

O sûret göğe, arşa, ferşe, denizlere tâ en yüce gökten, denizin dibindeki balığa kadar hiçbir şeye sığmaz.

Çünkü bütün bunların sayısı, hududu vardır. Halbuki gönül aynasının hududu yoktur. (1/279/3486-3488)

El, gizli bir elin hükmedenidir. O gizli el içerdedir, dışarıya teni dikmiş, kendisine onu vekil etmiştir.

Gönül dilerse el, düşmana bir ejderha kesilir. Gönül dilerse sevgiliye yardımcı olur.

Gönül dilerse el, yemek için kepçedir, dilerse on batmanlık gürz. (1/285/3571-3573)

Kim seni Haktan, hakikatten soğutursa bil ki şeytan o adamın içindedir. Derisinin altında gizlenmiştir.

Böyle bir adamın içine girip, böyle bir adamın sûretine bürünüp seni aldatamazsa hayâline girer de seni o hayâlle kötülüğe sevk eder.

Seni gâh gezip eğlenme, gâh dükkan açıp alışveriş etme, gâh ilim öğrenme, gâh ev bark kurup çoluk çocuk sahibi olma hayâllerine düşürür.

Kendine gel, hemen “Lâ Havle” de ama sade dille değil; candan gönülden! (2/49/639-642)

Bu ters dünyada benzerler pek çoktur. Onların naza-rında bir gevher çöp parçasından da bayağıdır.

Her çöle, ‘geçip kurtulunacak yer’ adı verilmiştir. Ad ve sûret, halkın akıllarına tuzaktır.

Bir güruhu elbisesi tanıtır. Onu o libasla görünce “avamdan” derler.

Mürailik sûreti de bir gürûhun adını zahitliğe çıkarmıştır. Halbuki kendisi riyaya boğulmuştur.

Taklitten, kapıp kaçmadan arınmış nur gerek ki onu, sözünü dinlemeden, işini görmeden tanısın.

Bu nura sahip olan, akıl yoluyla onun kalbine girer, nakdini görür, nakil ve rivayete bağlanmaz.

Gaybı adamakıllı bilen Hakk’ın has kulları ‘can âlemi’nde kalp casuslarıdır. (2/113/1472-1478)

Haddi, hududu olmayanın yanında mahdut olan şey ‘yok’ demektir. Allah’tan başka bir şey fanidir.

O’nun bulunduğu yerde ne küfür var, ne iman. Çünkü, o içtir, küfürle imansa deri.

Bu yokluklar, yüze perdedir. O leğen altında gizli ışığa benzer.

Hulâsa bu ten başı, o başa perdedir. O başın önünde bu ten başı kesilmiş gibidir, bir şeye yaramaz. (2/255/3321-3324)

Dert, Allah’ı gizlice çağırmana sebep olduğundan bütün dünya malından yeğdir.

Dertsiz dua soğuktur, bir şeye yaramaz. Dertli dua ve niyaz, gönülden aşktan gelir. (3/17/203-204)

Dünya, görünüşte geniş, hakikatte dardır; uyku da bu darlıktan kurtulmaya benzer. (3/289/Başlık)

Az, fakat adamakıllı, olmuş güzel badem; acımış, kötü fakat çok bademden iyidir, elbette.

Sûret bakımından acı da birdir, tatlı da... fakat haki-katte bunlar, birbirine zıttır, ikidir.

Kâfir, o âlemin varlığından şüphe eder, dirileceğini ummaz. Bu yüzden gönlünde korku vardır. (3/329/4025-4027)

Nefisle şeytan, ikisi de birdir... sûrette kendisini iki gösterdi.

Melekle akıl da birdir, hikmeti var da onun için iki sûret oldu. (3/331/4053-4054)

Dünya sevgisi, dünya geçimiyle savaşma yüzünden sana o ebedi azabı ehemmiyetsiz gösterir.

Ölümü bile ehemmiyetsiz bir hale getirirse bunda şaşılacak ne var ki? O sihriyle bunun gibi yüzlerce iş yapar! (3/332/4066-4067)

Dünyadan geçen kişiler de yok olmamışlardır, fakat Allah sıfatlarına bürünmüşlerdir.

Onların sıfatları, Hak sıfatlarına karşı, güneşin karşısın-daki yıldızlara dönüşmüştür.

A inatçı! Kur’an’dan buna delil istiyorsan oku: “Onların hepsi huzurumuzdadır.!”

Haklarında “Huzurumuzdadır.” denenler yok olamaz-lar, iyi dikkat et de ruhların bekasını iyi anlayasın!

Beka’dan mahcup olan ruh azaptadır, Hakk’a vasıl olan ruhsa ‘beka âlemi’nde hicaplardan kurtulmuş bir haldedir. (4/36-37/442-446)

Herkesin hareketi, kendisini çeken ne yandaysa o taraftadır. Doğru adamın çekişi, yalancının çekişine benzemez.

Gâh sapık bir halde, gâh doğru yolu bulmuş olarak gider durursun... ne seni sürükleyen ip meydandadır, ne çeken adam.

Kör bir deveye benzersin... boynundaki yular, seni yeder, durur. Fakat çekeni gör, yuları değil.!

Çekeni ve yuları görsen senin için bu  âlem ‘aldanma yurdu’ olmazdı. (4/108-109/1321-1324)

Bu âlemin direği gafletten ibarettir. (4/109/1330)

Görünen sûret, gayb âlemindeki sûrete delalet eder, o da başka bir gayb sûretinden vücut bulmuştur. (4/232/2887)

Herkes, gönlünün aydınlığı ve cilası nispetinde gaybı görür.

Kim gönlünü daha fazla cilaladıysa daha ziyade görür. Ona daha fazla sûretler görünür. (4/234/2909-2910)

Sûret, elbise ve sopa gibidir. Bu nakışları akıldan, candan başka bir şey yapamaz.

Halbuki o da, akıllı canın, Allah’ın döndürüp hareket ettirmesi olmazsa cansız bir şeyden ibaret olduğunu bilmiyordu. 

Allah, akıldan bir an inayetini kesti mi zeka sahibi olan akıl, aptallıklar yapar. (4/298/3727-3729)

“Sûret ateşi”, karanlığı gidermek için ‘mum sûreti’ nde durur.

Beden mumu, şu görünen mumun aksinedir; yok oldukça can nuru artar.

Bu ebedi ışıktır, mumsa geçici. Can mumunun alevi Allah’a aittir.   

Ateşten meydana gelen şu ateş, nur olduğundan geçici gölge, ondan uzaklaşmıştır. (5/59/679/682)

Kadının rahminde meniyi kabule mani bir şey yoksa bu can, doğuş yoluyla gelir, yüz gösterir.

Her nerede iki adam, sevgiyle yahut kinle birleşseler, bir üçüncü can, mutlaka doğar.

Fakat o sûretler, gayb âleminde doğarlar. Oraya varınca onları gözünle de görürsün. (5/316/3893-3895)

Gerçi dünyanın değeri taklittir ama her mukallit sınanmada rüsvay olur. (5/329/4053)

Bir sûret, gönle girdi mi insan, sonunda nedamete düşer, o sûretten bezer.

Sonunda herkes kapıldığı sûretten tevbe eder, fakat yine “unutuş” gelir, onu o yana çeker.

Pervane gibi uzaktan o ateşi nur görür, yükünü o tarafa çeker.

Fakat geldi mi kanadı yanıp kaçar. Kaçar ama çocuklar gibi yine gelir, yaraya tuz eker.

Yine zanna, tamaha düşer, derhal kendisini o ateşe atar.

Yine yanar sıçrar. Fakat yine gönlündeki hırs, kendi-sine yandığını unutturur, sarhoş eder. (6/30/344-349)

Bu zamanda zıddı nefyetmeden başka anlatış çaresi yok. Bu âlemde bir an bile yok ki bir tuzak olmasın. (6/62/737)

Dünya Allah’ın kahır yurdudur. Kahrı seçtiysen kahır göre dur.! (6/151/1890)

Cebrail’le canların kıblesi Sidre’dir, karnına kul olanla- rın kıblesi sofra.

Arif’ in kıblesi vuslat nurudur, filozoflaşan aklın kıblesi hayâl.

Zahid’in kıblesi ihsan sahibi Allah’tır, tamahkârın kıblesi altınla dolu torba.

Manâ gözetenlerin kıblesi sabırdır, sûrete tapanların kıblesi taştan yapılan sûret.

Batın âleminde oturanların kıblesi lütuf ve ihsan sahibi Allah’tır, Zahire tapanların kıblesi kadın yüzü. (6/152/1896-1900)

Topluluk, sûret bakımından olursa beyhudedir. Kendine gel de Allah’tan manâ topluluğu iste.

Topluluk bedenlerin çokluğundan meydana gelmez. Cismi de isim gibi yel üstünde durur, bir şey bil! (6/241/3044-3045)

Arif, ‘ebedi hayat kaynağı’ ndan yardım diler, vefasız suların çeşmelerinden bir şey dilemez, onlara yüz tutmaz, aldırış bile etmez. Bunun nişanesi de “Şu gurur, şu aldanma yurdu olan dünyadan çekinmektir”. Kim bu fani kaynaklara dayanır, güvenirse ebedi kaynağı adamakıllı arayamaz. Canında bir iş gerek. Yoksa bu iğreti şeylerden bir kapı açılmaz. Evin içindeki bir tek çeşme, dışarıdan gelen ırmağa yeğdir. (6/284/Başlık)

Bu sûret kadehlerinden pek sarhoş olma ki put yapıcı ve puta tapıcı olmayasın.

Sûret kadehlerinden geç, onlara kapılma. Şarap kadehtedir ama kadehten meydana gelmemiştir ki.

Ağzını şarabı verene aç. Şarap geldikten sonra kadeh eksik olmaz.

“Ey Âdem, gönül bağlayan manâ, benim; beni ara, kabuğu, buğday sûretini bırak.”

Kum, Halil için un olduktan sonra artık ey akıllı er bil ki buğday, hiçbir şey değildir.

Sûret, sûreti olmayandan meydana gelir. Nitekim duman da ateşten çıkar.

Bu sûret âlemini boyuna görür, durursun, ayıplarını görmeye başlarsın. Usanırsın, bıkarsın.

Fakat sûretsizlik sana tam bir hayret verir. Yüzlerce alet, aletsizlikten meydana çıkar.

Allah, elsizlik  âleminde eller dokur. O canlar canı, adam sûretini düzer, durur.

Nitekim ayrılıktan, buluşmadan dolayı da gönülde çeşit çeşit hayâller dokunur.

Fakat hiçbir eser yapan, esere benzer mi? Feryat ve figan, zarara benzer mi hiç?

Feryadın sûreti vardır, zarar sûretsizdir. Zarara uğrayanlar, kendi ellerini, dişler dururlar, fakat zararın eli yoktur. (6/293-294/3707-3718)

Sûretsiz Hakk’ın sanatı bir sûret eker, derken beden duygularla, aletlerle bitiverir.

Dileğine göre ne sûret ektiyse beden, ona uyar, iyi yahut kötü olur.

Nimet sûreti verirse beden şükreder, mihnet sûreti verirse sabreder.

Allah acıma sûretiyle tecelli ederse insan gelişir, büyür. Bir ‘yara, bere sûreti’ ile tecelli ederse ağlar, feryat eder.

Bir ‘şehir sûreti’ ile tecelli edince insanı yola düşürür. Bir ok sûretiyle tecelli ederse insan kalkanla karşı durur.

Güzellerde tecelli ederse zevk ve işrete dolar. ‘Gayb sûreti’ ile görünürse insan, halvete girer.

“İhtiyaç sûreti” insanı kazanca götürür: “kol kuvveti” şunun bunun malını çalıp çırpmaya.

Bu çeşit çeşit hayâllerden doğan ve insana bir iş yaptıran sûretler, o kadar çoktur ki saymaya imkan yok.

Sonsuz kişiler, sonsuz hüner ve sanatlar, hep “düşüncelerde doğan sûretlerin gölgesi”dir.

Bir kavim, dam kenarında bir hoşça durmuşlar. Her birinin gölgesine bak, yere vurmuş.

O sağlam damın üstünde duran düşüncenin, fikrin sûretidir. O ne yaparsa aşağıda o, görünür.

İş, yerde duvarda görünmede; fikir gizli. Fakat tesir ve ulaşma bakımından ikisi de bir.

Bir meclise zevk kadehinden içilen sûretlerin eseri, insanın kendinden geçmesi, sarhoş olmasıdır.

Kadınla erkeğin ve ikisinin “buluşma sûretleri”, buluş-ma anında kendilerinden geçmelerini meydana getirir.

Bir nimet olan ‘ekmek ve tuz sûreti’nin eseri, sûretsiz olan kuvvettir.

Savaşta ‘kılıç ve kalkan sûreti’, sûretsizlikle yani düşmana üstün olmayla sona erer.

Medrese, medreseye gidip gelme, medresenin türlü türlü sûretleri insan bilgi sahibi olunca dürülür, gider.

Bu sûretler, sûretsizliğin kuluyken nasıl oluyor da o nimet sahibine “yok” diyorlar?

Bu sûretler, sûretsizlikten vücut bulmuştur. Peki, kendilerine bu varlığı verene şu aykırı gidiş, onu şu inkar ediş nedir ki?

Ha... Sûretin inkârı da ondan olur, ondan zuhur eder. Bu iş de onun bir aksidir, zaten.

Her yurdun, duvar, tavan ve sair sûretlerini mimarın düşüncesinin gölgesi bil.

Düşünce zamanında taş, tahta ve kerpiç meydanda değildir ama bu, böyledir.

Dilediği gibi iş yapan sûretsizliktir. Sûret, onun elinde bir âlete benzer.

Bazı bazı o sûretsiz varlık, yokluk gizliliğinden kerem eder, sûretlere yüz gösterir.

Her sûret, ondan yardım görür; bu sûretle onun yüceli-ğinden, güzelliğinden, kudretinden var olur.

Derken yine sûretsiz varlık, yüzünü gizler. Sûretler, ihtiyaçlarından renk ve koku âleminde dilenciliğe başlarlar.

Bir sûret başka bir sûretten yücelik dilerse bu, yol azıt-manın, sapıklığın ta kendisidir.

A cevhersiz, şu halde ihtiyacını neden başka bir ihtiyaç sahibine arz edersin?

Madem ki sûretler kuldur, Allah’a  “sûret” deme. O’ nu sûret sanma, onu bir şeye benzetmeye kalkışma.

Yalvar, yakar, kendini yok etmeye savaş. Çünkü düşünceden, sûretlerden başka bir şey meydana gelmez.

Başka bir sûretler gelişmiyor, semirmiyorsan sende; sen yokken doğan sûret elbette daha iyidir.

Bir şehre gider, o şehrin sûretine ulaşırsın. A yolcu, seni oraya çeken sûretsizliktir.

Manâ bakımından, hatta mekansızlık âlemine kadar da gidersin. Çünkü zevk ve hoşluk, mekan ve zaman âleminden gayri bir âlemdir.

Bir ‘sevgilinin sûreti’ ne gidersin, onunla eş olmaya, arkadaşlık etmeye can atarsın.

Maksattan gafilsin ama manâ bakımından sûretsizliğe gittin, yine.

Şu halde hakikatte herkesin taptığı Hak’tır. Çünkü yollara gidenler, zevk için giderler, sûretsizliğe doğru yürürler.

Ama bazıları yüzlerini kuyruğa tutmuşlardır. Baş asıldır ama başı kaybetmişlerdir, onlar.

Baş, bu sapıklar tarafından kaybedilmiştir. Fakat baş, kuyruk yolundan başlık eder.

O, baştan imdat görür; bu, kuyruktan. Bir tayfa vardır ki onlar başı da kaybetmişledir, kuyruğu da.

Hepsi ve her şey kayboldu mu hepsini ve her şeyi bulurlar. Her varlığı, her sûreti yok etmeye yolundan, külle koşup ulaşırlar. (6/294-297/3720-3759)

Sûret gölgedir, manâ güneş. Gölgesiz ışık, yıkık yerlerdedir. (6/348/4747


 


 

 



Geri Dön