EŞKAL, TEMSİL, HİKMET

 

Hikmet arayan hikmet kaynağı olur, tahsilden ve sebeplere teşebbüsten kurtulur. (1/86/1064)

Akıl gizlidir, ortada bir alem görünüp durur. Bizim şeklimiz; o denizin dalgasından yahut ıslaklığından iba-rettir.

Sûret, o denize ulaşmak için neyi vesile ittihaz ederse etsin, deniz: sûreti o vesile yüzünden daha uzağa atar.

Gönül, kendisine sır vereni; ok kendisini uzağa atanı görmedikçe. (1/90/1112-1115)

Bize göre “Her şeyin adı, görünüşüne tabidir: nasıl görünüyorsa biz, ona öyle deriz. Fakat Allah’a göre iç-yüzüne, hakikatine tabidir:

Musa’ya göre, sopasının adı asa; Yaratan yanında ise ejderha idi.

Bu alemde Ömer’in adı ‘puta tapan’dı; Halbuki  ta ‘Elest’te onun isim ‘Mümin’dir.

Bizim yanımızda adı ‘meni’ olan şey, Hak yanında şu benlikle zahir olan ‘sûret’ti.

Bu meni, yokluk aleminde vardı; eksiksiz, artıksız aynen Allah’ın ilminde mevcuttur.

Hasılı  Allah indinde sonumuz ne olacaksa haki-katte adımız o olmuştur.

Allah, insana akıbetine göre bir ad koyar. Halkın taktığı ödünç ada göre değil! (1/100/1239-1245)

Allah, yüze “bildirici” demiştir. Onun için ariflerin gözü, yüze dalmış kalmıştır.

Renk ve koku çan gibi haber verir; atın kişnemesi, atın mevcudiyetini bildirir.

‘Eşeğin sesini, kapının sesinden fark edesin’ diye her şeyin sesi, o şeyi haber verir.

Peygamber, insanları ayırt etmek hususunda “insan, sözünde gizlidir.” dedi. (1/102/1267-1270)

Kırmızı yüz,  sahibinin refah ve saadetine delalet eder. Sarı yüz, sahibinin meşakkat ve bela içinde olduğunu bildirir. (1/102/1272)

Sağlık zıtların sulhudur; aralarında savaşın başla-masını da ölüm bil! (1/104/1293)

Hal güzel bir gelinin cilvesidir; makam ise o gelinle halvet edip (olup) vuslatına erişmektir. (1/115/1435)

Söz söylemek için önce dinlemek gerekir. Söze, kulak verme yolundan gir. (1/131/1627)

Dinleme ihtiyacı olmaksızın anlaşılan söz, ancak tamahsız ve ihtiyaçsız olan Allah’ın sözüdür. (1/131/1629)

Leb (dudak) dersem maksadım leb-i derya (deniz kıyısı)dır; Lâ (hayır) dersem muradım illa (ancak, evet)dır. (1/141/1759)

Bir kimseye padişahın elini öpmek fırsatı düşer de o, ayağını öperse bu, suçtur.

Her ne kadar ayağa baş koymak da bir yakınlıktır, fakat el öpme yakınlığına nispetle hatadır, düşkünlüktür. (1/142/1678-1679)

Şarap, coşkunlukta bizim yoksulumuzdur; felek, dönüşte aklımızın fakiridir.

Şarap bizden sarhoş oldu, biz ondan değil... Beden bizden var oldu, biz ondan değil!

Biz arı gibiyiz, bedenler mum gibi. Allah, bedenleri balmumu gibi göz göz, ev ev yapmıştır. (1/145/1811-1813)

Dünyanın lütfetmesi ve yaltaklanması, hoş bir lok-madır, ama az ye. Çünkü ateşten bir lokmadır!

Ateş gizlidir, zevki meydanda. Dumanı sonunda mey-dana çıkar. (1/148/1855-1856)

Ey can, bu alemin direği gaflettir. Akıllılık, uyanıklık, bu dünya için âfettir.

Akıllılık o alemdendir, galip gelirse bu alem alçalır.

Akıllılık güneştir, hırs ise buzdur. Akıllılık sudur, bu alem kirdir.

Dünyada hırs ve haset kükremesin diye o alemden akıllılık, ancak sızıntı halinde gelir.

Gayb aleminden çok sızarsa bu dünyada ne hüner kalır, ne ayıp. (1/165/2066-2070)

Zaten hangi hoş vardır ki nahoş olmamıştır? Yahut hangi tavan vardır ki, yıkılmamış, yere serilmemiştir.

Ancak Sûr’un üfürülmesi, nefeslerinin aksinden ibaret olan yüce azizlerin sesleri, bundan müstesnadır; onların sesleri bakidir. (1/166/2078-2079)

(Yersiz ihsan), asi bir kölenin, güya “Adalet ediyorum, ihsanda bulunuyorum” diye padişahın malını asilere dağıt-masına benzer. (1/178/2230)

Ah yazık! Sende kavrayacak kabiliyet olsaydı da canımdan gönül şeması zuhur etseydi!

Bu söz, can memesinde süttür. Emen olmadıkça gü-zelce akmıyor.

Dinleyen, ‘susuz ve arayıcı’ olursa vazeden ölü bile olsa söyler.

Dinleyen, yeni gelmiş ve usanmamış olursa dilsiz bile sözde bülbül kesilir. (1/191/2377-2380)

Gerçi zahiren su, ateşten üstündür; fakat bir kaba konunca ateş, onu fıkır fıkır kaynatır.

İkisinin arasında bir tencere, bir çömlek oldu mu ateş, o suyu yok eder, hava haline getirir.

Görünüşte su nasıl ateşten üstünse, sen de kadından üstünsün; fakat hakikatte ona mağlupsun, sen onu istemektesin.

Böyle bir hassa ancak Âdem oğlundadır. Çünkü insanda muhabbet vardır. (1/195/2429-2432)

Peygamber dedi ki: “Kadınlar; akıllı kişilere, ehli dil olanlara fazlasıyla galip olurlar.

Fakat cahiller, kadına galebe ederler. Çünkü onlar sert ve kaba muameleli olurlar. (1/195/2433-2434)

Sevgi ve acıma, insanlık vasfıdır; hiddet ve şehvetse... hayvanlık vasfıdır. (1/195/2436)

Birisi, ekmek almak için ekmekçi dükkanına koştu, fakat ekmekçinin güzelliğini görünce canını verdi.

Birisi, gezip eğlenmek üzere gül bahçesine gitti, bahçıvanın yüzü teferrüç yeri oldu.

Kuyudan su çekerken Yusuf (a.s.)’un yüzünden abıhayat içen bedevi gibi...

Musa ateş elde etmek için gitti, öyle bir ateş gördü ki ateşten vazgeçti.

İsa düşmanlardan kurtulmak için kaçtı. O kaçış, onu dördüncü kat göğe kadar çıkardı. (‘Kaçış ancak Allah’adır.)

Buğday baş aşağı, Âdem’in tuzağı oldu da bu sûretle varlığı, insanlara başak oldu; bütün insanlar ondan var oldu. (1/223-224/2785-2790)

Meyve manâdır, çiçek onun sûreti. O çiçek müjdedir, meyve de nimeti!

Çiçek döküldü mü meyve meydana çıkar. O kayboldu mu bu fazlasıyla görünür.

Ekmek kırılıp yenmeyince kuvvet verir mi? Salkımlar sıkılmadıkça şarap olur mu?

Helile ilaçların arasında kırılıp ezilmedikçe ilaçlar, nereden sıhhati artıracak? (1/235/2930-2934)

Temiz söz, hakikatten uzak olan gönüllerde karar kılmaz, nurun aslına dek gider.

Çarpık ayakkabı, nasıl çarpık ayağa uyarsa, Şeytan’ın afsun ve efsanesi de doğru olmayan gönüllere uyar. (2/25/316-317)

Tavus kuşu, nasıl köylü evinde olmazsa, ‘Hakikat ilmi de her aceminin malı olmaz!’ (2/25/322)

Taklit her iyiliğin âfetidir. Sağlam bir dağ bile olsa hakikatte samandan ibarettir.

Kör; kuvvetli ve tez kızar olsa bile bir et parçasıdır, gözü yok!

Kıldan ince söz söylese bile gönlünün, o sözden haberi olmaz.

Kendi sözüyle sarhoş olur ama onunla şarap arasında ne kadar yol var! (2/38/484-487)

Muhakkikle mukallit arasında çok fark vardır. Bu Dâvûd gibidir, öbürü ses gibi!

Bunun sözleri yanıklıktan doğar, öbürüyse söylenmiş köhne sözleri belleyip nakleder. (2/38/493-494)

Lakin mukallit de sevaptan mahrum değildir. Hesaba gelince ağlayıcıya da para verirler. (2/38/497)

“Bir rahata kavuşurum” ümidiyle nereye kaçsan orada önüne bir âfet çıkar. 

Âfetsiz, felaketsiz hiçbir köşe yoktur. Allah’ın halvet yerinden başka hiçbir yerde dinlenmek, rahata kavuşmak mümkün değildir.

Kurtulmaya hiçbir çare olmayan, bu dünya zindanının; ayakbastı parası alınmayan, hapishane dayağı atılmayan bir bucağı yoktur.

Vallahi fare deliğine girsen yine bir kedi pençeliye çatarsın!

Âdem oğlu, hayalle gelişir. Hayalleri güzelse onunla rahatlaşır.

Yok... Eğer gözüne kötü hayaller görünürse ateşte eriyen mum gibi erir gider.

Yılanların, akreplerin içinde bile olsan Allah, seni güzel hayallerle avutursa,

Yılanlar, akrepler sana munis olur. Çünkü hayalin, aşağılık şeyleri altın yapan bir kimyadır.

Sabır, güzel hayallerle tatlılaşır. Çünkü her şeyden evvel içinde bulunduğun sıkıntıdan kurtulma hayaline düşersin.

O kurtuluş ümidi, içteki imandan gelir. İman zayıflı-ğından da ümitsizliğe iç sıkıntısına uğrarsın.

Sabır, iman yüzünün baş tacı olur. Bundan dolayıdır ki, ‘sabrı olmayanın imanı yoktur.’

Peygamber “Allah, gönlünde sabrı olmayana iman da vermemiştir.” dedi.

O senin gözüne yılan gibi görünür ama ötekinin gözü-ne güzel görünür.

Çünkü senin gözünde onun küfrünün, kötülüğünün hayali var; halbuki dostun gözünde onun müminlik hayali cilve etmekte.

Görüyorsun ya... bu bir kişide iki iş de var. Gâh balık oluyor, gâh olta!

Yarısı mümin, yarısı kafir; yarısı hırs, yarısı sabır! (2/45-46/590-605)

Yusuf (a.s.), kardeşinin gözünde canavar gibiydi; fakat yine o Yusuf, Yakub(a.s.)’un gözüne huri gibi geliyordu.

Fer’e ait göz, kötü hayal yüzünden onu çirkin gördü, asli gözse ortada yoktur.

Zahiri gözü, o asli gözün gölgesi bil. O ne görürse bil ki bu da onu görür.

Sen bir mekansın, aslın Lâmekândır. Bu dükkanı kapa da o dükkanı aç. (2/47/609-612)

Kendini ücret tuzağına teslim et de sonra kendinden, kendiliğin olmaksızın bir şey çal.

Yaralıya, vücudundan temreni çıkarabilmek için afyon verir, uyuturlar.

Ölüm vaktinde de adama elemler ve ıstıraplar verirler. O halde meşgulken canını alıverirler.

Şu halde anlıyorsun ya, gönlünü herhangi bir düşün-ceye verdin mi, gizlice senden bir şey alacaklardır.

Her ne düşünür, her ne elde edersen hırsız, emin olduğun yerden gelip çatmaktadır.

Binaenaleyh, bari en iyi işe koyul da, hırsız senden hiç olmazsa en bayağı, en aşağı bir şeyi alıp götürebilsin.

Tacirin yükü suya düşerse ondan daha iyi bir kumaşa el atar.

Senin de mâdem  ki suya bir şeyin düşecek,  mahvolacak; en aşağı şeyi terk et de daha iyisini bul! (2/115/1502-1509)

Hak Teala, bir halden bir hale döndürme esnasında her şeyi zıddıyla meydana çıkararak seni halden hale döndürür, durur.

Bu sûretle de Eshab-ı Şimal’den olmaktan korkar-durur; erler gibi Eshab-ı Yemin’in lezzetini umarsın.

Bir yandan korkuya, bir yandan ümide düştün mü iki kanadın olur. Bir kanatlı kuş katiyen uçamaz, acizdir. (2/119/ 1552-1554)

Hiss’e ait gözüne toprak serp. His gözü akla da düşmandır, dine de...

Hak Teala, duygu gözüne, “kör” dedi, “putperest” dedi, “bizim zıddımız” dedi. Çünkü o, köpüğü gördü de denizi görmedi. Bu demi gördü de yarını görmedi.

Bugünün sahibi de odur, yarının sahibi de. Her ana sahip olan, önünde durup durur da o, hazineden bir pul bile görmez.

Bir zerre bile o güneşten haber verir ve güneş; o zerreye kul, köle kesilir.

Birlik denizinin elçisi olan katraya yedi deniz esir olur. (2/123/1607-1612)

Kahırla lütuf, birbirine eş oldu. Bu ikisinden bir hayır ve şer alemi doğdu.

Sen otla kemiği göster, nefis ve can gıdasını arz et.

Nefis gıdasını isterse aşağılıktır, ruh gıdasını isterse serverdir.

Tene hizmet ederse eşektir. Can denizine dalarsa inci bulur.

Gerçi bu ikisi birbirine aykırı; hayır ve şerdir ama ikisi de bir iş başındadır.

Peygamberler, ibadetlerini arz ederler, düşmanlar şehvetlerini. (2/206/2680-2685)

Güzel bir ağaç, dalı, kötü bir ağaca aşılansa o güzellik, kötü ağacın tabiatını da güzelleştirir. (2/207/2699)

Gönül istemeden ağza gelen latif sözler, külhandaki yeşilliğe benzer, dostlar.

Uzaktan bak, geç. Yavrum, onlar yemeye, kokmaya değmez.

Vefasızlara gitme. Onlar: iyi dinle, ‘yıkık köprü’dür.

Bilgisiz biri oraya ayak basarsa köprü de yıkılır, ayağı da kırılır.

Asker, nerede bir bozgunluğa uğrarsa iki-üç karı tabiatlı, adamın yüzünden uğrar.

O, erkek gibi silahlanıp savaş safına girer. Diğerleri de, işte tam dost, diye ona güvenirler.

Fakat savaş zahmetlerini gördü mü yüz çevirir. Onun kaçışı senin manevi kuvvetini de kırar. (2/218/2840-2846)

Taklit bilgisi, satış içindir; bu bilgi sahibi, müşteri buldu mu, bilgisini güzelce satar.

Fakat hakikat bilgisine müşteri Allah’tır. Bu bilgi sahi-binin pazarı daima işler, daima parlar. (2/250/3265-3267)

Can tecrübelerle sabittir ki haberdar olmaktan ibaret-tir. Kim daha fazla haberdarsa daha ziyade canlıdır.

Canımız hayvan canından daha üstündür neden? Çünkü daha fazla biliyoruz.

Meleklerin canı da bizim canımızdan üstün. Çünkü onlarda “Hissi Müşterek” yoktur.

Ehil olanların canlarıysa meleklerin canlarından üstündür. (2/255/3326-3329)

Bir adam, günahta ısrar eder, kötülüğü kendine sanat edinir, düşünce gözüne toprak saçarsa,

Artık tevbe bile etmeyi aklına getirmez; o suç gönlüne tatlı gelir. Böyle böyle nihayet “dinsiz” olur, gider.

O pişman oluş, o “Ya Rabbi” deyiş ondan zail olur, gönül aynasının yüzünü beş kat pas örter.

Paslar demirini yemeğe, gevherini yok etmeğe başlar.(2/259/3378-3381)

Töhmetli nefistir; yüce akıl değil. Töhmetli duygudur; Lâtif nur değil.

Nefis sofestai olmuştur, vur nefsin kafasına! Çünkü hakikati kötekle anlar, delil getirmekle değil.

Mucize görür, aydınlanır. Sonradan derki: O bir hayaldi.

Hakikat olsaydı o gördüğüm şaşılacak şey gece-gündüz gözümün önünde dururdu.

Halbuki o temiz gözlerde mukimdir, hayvan gözüne karin olmaz. (2/268/3499-3503)

Kardeş, kıssa bir ölçeğe benzer, mana içindeki taneye.

Akıllı kişi, taneyi alır, ölçek var mı yok mu? Ona bakmaz.(2/278/3622-3623)

Addan geç, sıfatına bak da sıfatlar, seni zata ulaştırsın.

Halkın ihtilafı addan meydana gelir. Fakat manaya ulaşınca rahatlaşırlar. (2/283/3679-3680)

İğreti hararetin tesiri yoktur. (Sirke) Fakat insanın ken-disinden olan hararet müessirdir. (Pekmez) (2/284/ 3694)

Nefsin boğazı vesveseden boşaldı mı ululuk vahyine misafir olur.

Akıllı gönlün boğazında fikir kalmadı mı midenin hazmına muhtaç olmayan bakir rızkı bulur.

Fakat bil ki bunun şartı “mizacı tebdil” etmektir. Çünkü kötülerin ölümü kötü mizaçtandır. (3/4/42-44)

Her an, canının bir cüzü ölüm halindedir, her an can verme zamanındadır. Can verme anında imanını gör, gözet!

Ömrün, altın kesesine benzer, geceyle gündüz de para sayan adamdır.

Bilmeden, anlamadan sayar-durur, nihayet kese boşa-lır, ay tutulur.

Dağdan alsan da yerine koymasan dağ bile yerinde kalmaz, yok olur gider.

Şu halde her an yerine karşılık koy ki “Secde et de yaklaş.” âyetinin maksadı neyse bulasın. (3/11/123-127)

Acı, tatlı dudakların tesiriyle tatlılaşır; diken, gül bahçesi dolayısıyla gönül çeker bir hale gelir. (3/43/538)

Temiz kişilerin taşını, toprağını öpüp yalamak; aşağılık adamlara hizmetten, onların bağına, bahçesine nail olmaktan yeğdir.

Gönlü aydın bir ere kul olmak, padişahların başına taç olmadan daha iyi. (3/51/639-640)

Doğruluk ve yanıp yakılma, velilere âdettir. Utanmazlık da her aşağılık kişinin sığındığı bir sanat. (3/58/730)

Allah, sözgeliminde Peygamber (s.a.v.)’e dedi ki: “Münafıkların anlaşılması için en kolay ve görünür delil şudur:

Münafık, iri-yarı, korkunç, zahiren baba yiğit görünse bile sen onun sesini tonundan ve sözünden tanır, anlarsın.

Testi aldığın zaman o testileri sınar, o testilere  vurursun değil mi?

Neden vurursun? Sesinden kırık testiyi anlamak için.

Kırık testinin sesi daha başka türlü olur; ses, çavuşa benzer, önde gider.

Ses gelir de o şeyin ne olduğunu anlatır, onun ahvalini sayar, döker. Ses mastara benzer, fiil de masrafı tasrif eder. (3/64/790-795)

Tatlı suyu tatmadıkça arı su, insana gözünün nuru gibi hoş gelir. (3/66/822)

Takdirle savaşa girişen, takdire baskın yapmaya kalkı-şan, baş aşağı gelir, kendi kanına bulanır.

Ama siz bir cemada (donmuşa) gidiyor, ona yöneli-yorsunuz. Artık cemaatların canına, sırrına nasıl mahrem olursunuz ki.

Cemaatlardan can alemine gidin de alemin cüzülerinin ahengini duyun!    

O vakit cansız şeylerin tespihlerini apaçık duyarsın da tevil vesveselerine kapılmazsın.

Can aleminde kandiller yok da görmek için tevillere yapışıyorsun. (3/82/1020-1023)

Ders ve ölüm zamanı o tarafa yönelir, feryat ve figana düşersin. Dertten kurtulunca neden yabancıya dönüyor, hiç o tarafı aklına bile getirmiyorsun?

Mihnet zamanında “Allah” demeye başlar, sıkıntın geçti mi “Nerede ona yol?” dersin.

Bu hal şundan ileri geliyor: Allah’ı şeksiz, şüphesiz bilen, tanıyan, daima onu anlar, ondan hiç ayrılmaz.

Fakat akıl ve şüphe hicaplarında kalan kişiye Hakk’ın tecellisi; gâh  örtülür, gâh yenini, yakasını yırtıp görünür.

Akl-ı cüz’i gâh üstündür, gâh baş aşağı; Akl-ı Külli ise bütün hadiselerden kurtulmuştur, emindir.

Akılla hüneri sat da hayreti satın al. Oğul horluğa doğru git. Buhara’ ya değil! (3/92/1141-1146)

İçinde Allah nuru olan Lâmekân aleminde nerede geçmiş, nerede gelecek, nerede hal?

Geçmiş gelecek sana göredir. Yoksa gerçekte ikisi de birdir. Fakat sen iki sanırsın. (3/92/1151-1152)

Zaman, zamansızlığı bilmez. Zamansızlık alemine varmak için hayretten başka yol yoktur. (3/169/2076)

İmam olanın gözü açık olması lazım. (3/170/2086)

Zahiri kör, görünen necasetlere bulaşır. Fakat can gözü kör olan kişi gizli olan, görünmeyen pisliklere bulaşır.

Bu görünen pislik bir parça suyla arınır, fakat içte olan pislik arttıkça artar.

İçteki pislikler anlaşıldı mı gözyaşından başka bir şeyle temizlenemez. (3/170/2091-2093)

“Allah-u Ekber” de de o şom nefsin başını kes... kes de can, mahvolmaktan kurtulsun.

Ten İsmail’e benzer, can Halil’e. Can, bu semiz bedeni yaptırdı da tekbir getirdi mi,

Ten kesilir, şehvetlerden, hırslardan kurtulur; besme-leyle kesilmiş temiz bir kurban haline gelir. (3/174/2144-2146)

İhtiyat nedir? Her an ansızın gelebilecek bir belayı görmek! (3/179/2201)

Halk, yoksulluktan korkar, ama boğazlarına kadar acı suya batarlar.

O yoksulluğu yaratandan korksalardı onlara yeryüzün- de defineler aşikar olurdu.

Hepsi de gam korkusuyla  gamın içine batmışlar, varlık kaygısıyla yokluğa düşmüşlerdir! (3/179/2205-2207)

Elin, ayağın, içinde sakladığın şeye bu alemde de şehadet eder. İtikat ettiğin şeylere “Söyle, gizleme” diye gönlündeki şey, başına dikilir.

Hele kızdığın, söylenmeye başladığın zaman yok mu... gizlediğin şeyleri kıldan kıla meydana çıkarır.

Zulümde cefa, bu âlemde senin başına dikiliyor, bu iş için tayin edilmiş bir memur kesiliyor da, “Haydi, ey el, ey ayak! yaptıklarını söyle, beni meydana çıkar.” diyor ya..

İçinde gizlediğin şey, ‘sırrının gemi’ni ele alıyor, hele kızıp coştuğun zaman onu istediği gibi sürüp götürüyor ya...

Demek ki “Gizlediği şeyi tâ ovalara çıkarsın da bayrak gibi diksin, elaleme göstersin” diye Allah, zulmeden kişinin başına bu memuru dikiyor.

Bunu yapan Allah, mahşer gününde de sırrını meyda-na çıkarmak için başka memurlar yaratmaya kadirdir.

Zaten “Ey zulümde, kinde elden ele geçmiş, herkesçe ne olduğu bilinmiş, anlanmış adam! Senin için-dışın meydanda... elinin, ayağının şehadetine ne ihtiyaç var?

Kötülüğünü, ziyankarlığını etrafa yaymaya hacet yok. Senin ateşten ibaret olan içini herkes biliyor.

Nefsinden, her an “Beni görün, ben cehennemliğim” diye yüzlerce kıvılcım sıçramada.

“Ben ateşin cüz’üyüm, işte aslıma gidiyorum. Nur değilim ki  Allah’a gideyim!”  demekte. (3/199-200/2455-2465)

Güzel gözlülerden işve, cilve öğrenmişsek neden gözümüzü sebeplere dikip duruyoruz.

Sebeplerin de başka sebepleri var. Sebebe bakma da asıl ona bak sen!  

Peygamberler, sebepleri gidermek için geldiler. Muci-zelerini ta Zuhal yıldızına kadar ulaştırdılar.

Sebep ve vesilesiz denizi böldüler, ekmeksizin buğday yığınını buldular.

Çalışmaları yüzünden kum taneleri un olurdu. Keçinin yününü çektiler mi ellerinde ibrişim olurdu.

Bütün Kur’an, ‘sebebi gidermeye ait’ tir. Zahiren yoksul olan Peygamber’ in yüceliğini, yine zahiren yüce olan Ebu Leheb’in helakini anlatır, durur. (3/205/2515-2520)

‘İlahi  Name’ yi bir güzelce dinlersen görürsün; Hakim-i Gaznevi öyle der:

Takdirin hükmüne itiraz edip de boşboğazlıkta bulunma. Tavşana tavşan kulağı münasiptir.

Uzuvlarla bedenler, tam uygundur. Huylarla canlar, tam birbirine denktir.

Ruha münasip olan her vasfı, şüphe yok ki yerli yerinde, tam uygun olarak halk eden Allah’tır.

Allah, mâdem  ki huyu, cana uygun ve eş olarak yarattı, o halde onu gözle kaş gibi yerinde ve birbirine münasip bil!

Güzeldeki huylarda uygun ve yerinde, çirkindeki huylar da Allah’ın yazdığı harfler birbirine tam münasip!

 

Ey Hasancık! Yazı yazanın elindeki kalem gibi gözle gönülde Allah’ın iki parmağı arasında!

 Gönül kalemi, lütuf ve kahır parmakları arasında gah sıkıntıya düşer, gah feraha çıkar.

Ey kalem, ululuğa layıksan kimin parmakları arasın-dan bak da gör!

Senin bütün kasdın, bütün hareketin bu parmaklardan meydana geliyor.

 Başın, dört yol ağzında; kahrın, lütfun,doğru yolla sapıklığın birleştiği yerdir. (3/225-226/2771-2780)

İhtiyat nedir? İki tedbir arasında tereddüde düşmeyip hangisi seni sürçtürmeyecekse onu yapmaktır. (3/231/2842)

Avcı, daima taneler saçar... saçtığı taneler, görünür de yapacağı kötülük görünmez.

Nerde tane görürsen sakın oradan. Sakın da tuzağa düşme, kolun kanadın bağlanmasın.(3/232/2859)

Nimete şükretmek, nimetten daha hoştur. Şükreden kişi, hiç şükretmeyi bırakır da nimet sevdasına düşer mi?

Şükür, nimetin canıdır, nimetse deriye benzer. Çünkü seni sevgiliye kadar ulaştıran şükürdür.

Nimet,insana gaflet verir, şükürse uyandırır. Padişahın şükür tuzağıyla nimet avlamaya gör!

Şükür nimeti, gözünü doyurur, seni bey yapar. Bu sûretle de yoksullara yüzlerce nimet bağışlarsın.

Hak yemeğinden ye, doy da senden oburluk, tamah ve şuna-buna  ihtiyacını arz etme illeti geçsin. (3/235/2895-2899)

Sen yoksa Allah’ın keremlerini bilmiyor musun ki... seni “Gel” diye onların bulunduğu tarafa çağırıp duruyor.

Alemin altı ciheti de O’nun keremleriyle dolu... nereye baksan onun bayrakları oraya dikildi!

Bir kerem sahibi, sana “Gel, ateşe gir” dese hemen-cecik atıl ateşe... beni yakar mı bile, deme! (3/253/3107-3109)

Su kaynayınca buhar haline gelir, havaya çıkar... havadaki buhar da soğuyunca su olur, öyle mi?

Doğrusu şu: “Yaradılış bu hükümlerden hariç olarak sebepsiz illetsiz yokluktan sular coşturmada.

Sen çocukluğundan sebepleri görüyor, bilgisizliğinden sebeplere yapışıyorsun.

Sebepleri görüyor da müsebbipten gaflet ediyorsun. Bu hakikati örten, müsebbibin yüzünü gizleyen sebeplere ondan meyletmektesin, sen.

Sebepler gitti mi başına vurmağa başlar, ‘aman ya Rabbi!’ demeye koyulursun.(3/257/3152-3155)

Canı tanıyanların sayılarla işleri yoktur. Onlar keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz denize gark olmuşlardır.

Can ol da can yoluyla canı tanı! Görüş dostu ol, kıyas oğlanı değil!

Melekle akıl, aynı yaradılıştadır; hikmeti var da iki sûret oldu.

Melek, kuş gibi kanatlı olmuş; akıl, kanadı bırakmış nura bürümüştür.

Hulasa ikisinin de manası aynı olduğundan, ikisinin de hakikati bir olduğundan o iki güzel birbirlerine arka olmuşlar, birbirlerine yardımcı kesilmişlerdir.

Melek de hakkı bulmuştur, akıl da. Her ikisi de Âdem  (a.s.)’e yardımda bulunmuş, her ikisi de Âdem (a.s.)’e secde etmiştir.

Nefisle Şeytan ise ezelden bir olduğundan Âdem’e düşmandır, ona haset edip durur.

Âdem  (a.s.)’i bedenden ibaret gören ondan kaçmış, ona secde etmemiştir. Fakat onu emniyete mazhar olmuş bir nur olarak gören, karşısında eğildi, secde etti.

Melek’ le aklın... o ikisinin gözleri Âdem  (a.s.)’i görüp nurlandı. Şeytan’ la nefsin... bu ikisinin gözleri Âdem ’i ancak toprak olarak gördü. (3/261/3191-3199)

Anlatılanı anlamaya, söyleneni dinlemeye liyakatin yoksa, söz söyleyenin söyleme kabiliyeti seni görür, anlar... yatar, uyur!

Arayan, ‘aradığını bulsun’ diye yerden ne biterse ihtiyaç sahibi için biter. (3/262/3207-3208)

Birisini Allah överse ona cansızlarda “Yüzlerce kere doğrudur, haktır” der, canlılar da!

Birisini koruyan Allah olursa ona kuş da gözcü, bekçi kesilir, balık da! (3/264/3236-3237)

‘Tasavvuf nedir?’ diye bir uluya sordular da dedi ki: “Sıkıntı-cefa zamanı, gönülde neşe, ferah bulmak!’ (3/266/ 3261)

Acizlik, yoksulluk; insana hırslarla, gamlarla dolu olan nefis belasından ‘aman’ verir.

Gam, olmayacak dileklerden meydana gelir. Çünkü gulyabanilere avlanmış olan insan,  o olmayacak dileklere alışmış, onlarla huylanmıştır.    

Toprak yiyen toprak ister; O biçare gülbeşekerden  hoşlanmaz, gülbeşekeri hazmedemez. (3/268/3283-3285)

Dilediğini yapmak kudreti, ibadetin tuzudur, lezzetidir. Yoksa bu gökyüzü de ihtiyarsız dönüp durmada.

Fakat düşünüşünden dolayı ne bir sevaba girer, ne bir günaha. Çünkü hesap vakti sevap da ihtiyari olarak yapılan işe verilir, azap da!

Zaten bütün alem Hakk’ı tesbih eder... fakat bu vazifeli mutad tesbihten, bir sevap elde edilemez.

 Erin eline kılıcını ver, onu acizlikten kurtar. Onu kudret sahibi yap da ya gazi olsun, ya yol kesici eşkıya!

Âdem  (a.s.), “Kerremna sırrı”na dilediğini yapabilme kudretiyle erişti... insanların yarısı bal oldu, yarısı yılan!

Müminler, bal arısı gibi bal madeni oldular. Kafirler, yılan gibi zehir madeni! (3/268-269/3287-3292)

 Ey insan, cisim ve mal ziyanı, cana faydadır, canı vebalden kurtarır.

Sen de riyazatla, canla, başla müşteri ol. ‘Tenini riyazata verdin mi canını kurtardın.’ demektir. (3/277/3396-3397)

Sen istemezsin,sebep olamazsın ama burnun kanar, bir hayli de kan akar... derken ateşin geçer, kurtulursun.

Her meyvanın içi kabuğundan iyidir. Teni de kabuk; sevgiliyi iç bil!

İnsan, pek latif bir içe  maliktir. İnsansan bir an olsun onu ara! (3/279/3416-3418)

Ölümü, bir ‘Yusuf gören’ canını feda eder: ‘kurt olarak gören’se yolunu sapıtır!

Oğul, herkesin ölümü kendi rengindendir. Düşmana düşmandır,  dosta dost!

Ayna Türk’e nazaran güzel bir renktedir. Zenciye nazaran o da zencidir. (3/280-281/3438-3440)

Ey can, aklını başına devşir. Ölümden korkup kaçarsın ya... doğrucası sen, kendinden korkmaktasın.

Gördüğün, ölümün yüzü değil, kendi çirkin yüzün; canın bir ağaca benzer ölüm yaprağıdır.

İyiyse de senden yetişmiş, yeşermiştir; kötüyse de. Hoş nahoş... gönlüne gelen her şey, senden senin varlığından gelir. (3/281/3441-3443)

‘Hele yarın’, ‘hele öbür gün’ diye vaat eder, Allah’a dönmeyi sallar, durursun ya... İşte bu bekleyiş, mahşerdeki beklemendir, vay sana! (3/284/3477)

Vehim, hataya  düşer, yanılabilir. Fakat akıl, mutlaka isabet eder yanılmaz. (3/291/3570)

Kırmızı beniz kanın çokluğundandır, sarı yüz safranın oynamasındandır.

Ak beniz balgamın kuvvetindendir, sevdadan da beniz kararır.

Hakikatte eserleri halk eden odur. Fakat kışırda kalan, yalnız zahiri gören; ancak sebepleri görebilir. 

Derilerden  ayrı olmayan, sebeplerden kurtulmamış olan akıl, ne illetlerden kurtulur; ne doktordan fayda görür! (3/291/3572-3575)

O’nun rahmet eserleriyle, rahmet meyveleri meydan-dadır. Fakat onun mahiyetini (inceliğini) ondan başka kim bilebilir?

Kemal vasıflarının mahiyetleri, yalnız eser ve misalleriyle bilinir. Bundan başka bir tarzda kimsecikler bilemez. (3/296/3635-3636)

Sen görmüyorsun, yoksa.... halim -selim, sevgili dost- onunla zıt oldun mu yılanlaşır.

Halbuki ne eti başkalaştı, ne yağı... sen onu kötü gördün de ondan kötüleşti. (3/309/3787-3788)

Kim, halvette görüşe yol bulur, hakikati görürse artık bilgilerle yücelmeyi dilemez.

Can güzelliğiyle bir kaseden şarap içen, ağızdan duyulma haberlerle bilgilerden tasalanmaz.

Görüş, ekseriyetle bilgiden üstündür, bilgiye galebe eder. Bu yüzden halk nazarında dünya galiptir, sevimlidir.

Çünkü dünyayı gözler görür, bu eldeki matahtır... âhireti ise verilmesi vaat edilen borç bilirler. (3/315/3856-3859)

Az, fakat adam akıllı olmuş güzel badem; acımış, kötü fakat çok bademden iyidir, elbette.

Sûret bakımından acı da birdir, tatlı da... fakat hakikatte bunlar, birbirine zıttır, ikidir.

Kafir,  o alemin varlığından şüphe eder, dirileceğini ummaz. Bu yüzden gönlünde korku vardır.

Yola düşüp gider ama bir konak bile bilmez. Gönlü  kör olan adam korka korka adım atar.

Yolcu, yolu bilmezse nasıl gider? Tereddütlerle, gönlü kanla dolu olarak! (3/329/4025-4029)

Nefisle  şeytan, ikisi de birdir... sûrette kendisini iki gösterdi.

Melekle akıl da birdir, hikmeti var da onun için iki sûret oldu.

İçinde, aklı olan, cana da düşman, dine de düşman olan böyle bir düşmanın var.

Bir an kertenkele gibi saldırır... derken hemencecik bir deliğe kaçıverir.

Gönlün de  nice delikleri var. Her delikten baş çıkarıp durmada!

Şeytanın insanlardan gizlenmesine, bir deliğe saklanmasına “hunus” derler. 

Onun gizlenmesi  de kirpinin büzülüp gizlenmesine benzer. Kirpi büzülür de kafasını çıkarır, tekrar gizler ya... o da öyle işte.

Allah, Şeytan’a “hannas” dedi. Şeytan,kirpinin kafasına benzer.

Kirpi, kötü avcıdan ürker de büzülür, başını gizler.

Fırsatını bulunca başını çıkarır... bu hileyle yılanı bile zebun eder.

Nefis, senin iç aleminde yolunu kesmeseydi, bu yol kesiciler, sana el atabilirler miydi?

Seni kötü, şeylere sevk eden şehvetten, o gizli memur yüzünden gönül; hırsa, tamaha, âfete esir olmuştur.

O gizli memur yüzünden “hırsız oldun, kendini berbat ettin” de nihayet bu görünen memurlar, seni kahretmek için yol buldular.

Hadisteki şu güzel öğüdü duy: “Düşmanlarınızın en kuvvetlisi içinizdedir!”

Bu düşmanın palavrasını dinleme , kaç ondan... çünkü o inatta İblis’e benzer.

Dünya sevgisi, dünya geçimiyle savaşma yüzünden sana o ebedi azabı ehemmiyetsiz gösterir.

Ölümü bile ehemmiyetsiz bir hale getirirse bunda şaşılacak ne var ki? O sihriyle bunun gibi yüzlerce iş yapar!

Sihir, bazen sanatla samanı dağ gösterir. Bazen dağı saman!

Gözbağcılıkla çirkinleri güzelleştirir, güzelleri çirkin bir şekle sokar.

Sihrin hali budur, afsunlar üfürür; her an hakikatleri başka bir şekle çevirir.

Bir an gelir, insanı eşek gösterir... bir an gelir, eşeği şaşılacak bir adam şekline bürür!

İşte senin içinde böyle bir sihirbaz gizlidir. Vesveselerde daimi bir sihir kudreti vardır!

Fakat bu sihirlerin hüküm sürdüğü alemde öyle sihirbazlar da var ki sihirlerin hükmünü gideriverirler.

Bu kuvvetli zehrin bittiği ovada “tiryak” da bitmiştir, ey oğul!

Tiryak, sana “Gel, beni kendine siper et... ben sana zehirden daha yakinim.

Onun sözü sihirdir, seni yıkar, harap eder... benim sözüm sihir ama onun sihrini defeder” der. (3/331-333/4053-4078)

Şeytanların bağırışları, kötü kişilere çobanlık eder. Padişahın sesiyse velilerin bekçisidir.

Bu sûretle birbirinden uzak olan bu iki ses birbirine karışmaz. Tatlı denizden bir katra bile acı denize taşımaz. (3/355/4343-4344)

Can der ki: “Ey benim, şu yeryüzüne mensup cüzülerim, benim garipliğim sizin garipliğinizden daha acı... ben arşa mensubum.”

Tenin meyli, yeşilliğe, akar suya... çünkü aslı ondan.

Canın meyliyse diriye, diriliğe. Çünkü aslı, Lâmekân’ın canı!

Can, hikmete, bilgilere... ten bağa bahçeye, üzüme meyleder.

Can, yücelmeye, yükselmeye can atar: ten kazanca, ota, yiyeceğe, içeceğe!

O yücelmenin aşkı, o yücelmenin meyli de canadır. “Allah onları sever, onlar da Allah’ı” ayetini bundan anla! (3/363/4435-4440)

Mukallitlere “Zorla gelin”; yaradılışı temiz kişilere de “İsteyerek gelin.” denmiştir.

Bu (mukallit), Allah’ı bir maksat için sever; öbürünün dostluğunda hiçbir garez, hiçbir maksat yoktur. (3/376/4590-4591)

Görülmesi, ölümü gidermeyen sevgili, sevgili değildir. Onun ne meyvesi vardır, ne yaprağı! (3/377-4607)

Alemde hiçbir zehir, yahut şeker yoktur ki; birine ayak, diğerine ayakkabı olmasın!

Evet, birine ayak olur, öbürüne bukağı. Birine zehirdir, öbürüne şeker gibi tatlı!

Yılanın zehri, yılana hayattır, insanaysa ölüm.

Deniz mahluklarına deniz, bağ-bahçe gibidir, fakat karada yaşayanlara ölümdür, dağdır! (4/6/66-69)

... Hastalık teşhis edildi, sebebi bilindi mi tedavisi kolaydır.

Sebebi bilinmezse tedavisi güçleşir... hangi ilaç iyi gelecek? Yüz türlü ihtimal vardır.

Fakat sebebi bilindi mi, iş kolaylaşır. Sebeplerini bilmek bilgisizliği giderir. (4/22-23/271-273)

Cevher ona derler ki varlığı kendi kendine olsun... onunla var olan onun feri bulunan şey arazdır. (4/66/808)

Bu alem bir testidir, gönül de ırmak suyuna benzer. Bu alem adadır, gönülse görülmedik ve şaşılacak şeylerle dolu bir şehir. (4/67/811)

Şehvete mensup olan bu alem de puthanedir... hem peygamberlere yuvadır, hem kafirlere!

Fakat şehvet, pak kişilere kuldur... “Halis altını ateş yakmaz!”

Kafirler kalptır, temiz kişilerse altına benzerler. Her  iki kısım da bu potanın içindedir.

Potaya kalp olan girdi mi hemen kararır... altın girdi mi altınlığı belli olur. (4/67-68/818-821)

Ümmetler içinde gizli olan “aşk ümmeti”, çevresini kınamalar kaplamış cömertliğe benzer.

Ruhların aşağılanması, bedenler yüzündendir... bedenlerin yüceliği ruhlardandır! (4/70/847-848)

‘Parlak güneş’ tanyerinde durdukça ışığı, her eve misafir olur.

Fakat ‘can güneşi’ battı mı bütün evlerin nuru kaybolur, gidiverir! (4/38/459-460)

“Gönül evi”ne bak! Gamla tozlandı mı süpürgeci olmaksızın tevbeyle süpürülür, arınır. (4/39/480)

İşle olan  öğüt, halkı daha ziyade çeker... çünkü bu öğüdü sağırların bile can kulakları duyar!

Sonra bu öğütte emirlik vehmi de az olur, bu yüzden halka adam akıllı tesir eder.     

Dilden, sınıklıktan arınan göze... söylenen, nakledilegelen sözden görülen, bilinen hakikate ‘yüz binlerce yıllık yol var’ desem yine de az söylemiş olurum! (4/42/512)

Duygu gözü, güneşe zebundur: “İlahi bir göz ara. İlahi bir göz bul da,

Onun bakışına karşı şimşekler saçan güneşin nurları zebun olsun!”

O bakış nura mensuptur, bu bakış nara... ateş, nura karşı adamakıllı kara görünür! (4/49/595-597)

Maden, güneş ışığının nazargâhıdır; aşkın yüzü hakikatlere sahip olan Hakk’ın nazargâhıdır. (4/51/618)

...Güzel sesi dinlemek âşıklara gıdadır .. çünkü güzel ses dinlemede kalp huzuru ve Allah ile birleşme zevki vardır.

Adamın içindeki hayaller kuvvetlenir, hatta hayaller, o güzel sesten, o güzel nağmeden sûretlere bürünür.

Suya ceviz atanın ateşi nasıl kuvvetlendiyse aşk ateşi de güzel seslerle kuvvet bulur! (4/61/742-744)

Herkesin hareketi, kendisini çeken ne yandaysa o taraftadır... doğru adamın çekişi, yalancının çekişine benzemez.

Gâh sapık bir halde, gâh doğru yolu bulmuş olarak gider durursun... ne seni sürükleyen ip meydandadır, ne  çeken adam!

Kör bir deveye benzersin... boynundaki yular seni yeder durur; fakat sen çekeni gör, yukarı değil!

Çekeni ve yuları görsen senin için bu alem, ‘aldanma yurdu’ olmazdı. (4/108-109/1321-1324)

Şu halde bu alemin direği gafletten ibarettir ..  Devlet nedir? ‘Dev’ (yani koş) kelimesiyle, ‘let’ (yani dayak) kelimesinden meydana gelme bir kelime!

Önce ‘koş’... koş da sonunda dayak ye! Bu yıkık yerde devlet  sahibine eşekçesine ölümden başka hiçbir şey yok!

Sen bir işe el atar, o işe iyice sarılırsın... o işteki ayıp ve noksan o anda sana örtülüdür.

Allah, senden o işin ayıbını örttüğünden canla başla o işe girişebilirsin.

Hararetle sahip olduğun fikrin de ayıbı senden gizlidir.

Sana o fikirdeki ayıp ve kusur belli olsaydı, ondan kaçardın .. Canın, “Bu fikirle aramda keşke mağriple maşrık arası kadar uzaklık olsaydı.” der!

Nihayet ondan usanır, pişman olursun ya...bu hal evvel olsaydı hiç ona koşar mıydın?

Şu halde ‘Ona girişelim, kaza ve kadere uygun olarak o işi görelim.’ diye önce ondaki ayıbı, kusuru bizden gizlemiştir.

Kaza ve kader hükmünü izhar edince göz açılır; pişmanlık gelir, çatar!

Bu pişmanlık da ayrı bir kaza ve kaderdir.. bu pişman-lığı bırak da Allah’a tap!

Pişman olmayı kendine âdet edinirsen boyuna pişman olur-durur,  nihayet bu pişmanlığa da daha ziyade pişman olursun!

Ömrünün yarısı perişanlıkta geçer, öbür yarısı da pişmanlıkta heder olur, gider.

Bu fikri, bu pişmanlığı terk et de daha iyi bir hal, daha iyi bir dost ve daha iyi bir iş ara! (4/109-110/1330-1342)

Adam olmayanın eline bir mal ve mevkii geçti mi, herkesten önce kendi rezilliğini dileyen kendisidir.

Çünkü o ya hasisliğe kalkışır, az verir .. yahut cömert-liğe girişir, yersiz ihsanlarda bulunur!

Şahı, beydak hanesine kor .. ahmak, ihsanda bulundu mu ihsanı, buna benzer işte! (4/118/1444-1446)

Hüküm, bir sapığın eline geçti mi onu mevki sanır ama hakikatte kuyuya düşmüş demektir!

Yol bilmez, kılavuzluk etmeye kalkışır .. kötü ruhu cihanı yakar, yandırır! (4/118/1147-1448)

Gümüş bedenli güzellerin vücudu, seni avladıysa ihtiyarlıktan sonra bir de pamuk tarlasına dönen bedene bak! (4/131/1600)

Alemde her şey, bir şeyi çekmektedir .. küfür, kafiri; doğruluk doğru yola götüreni! (4/133/1633)

Zekidir, ince  şeyleri bilir ..bilir ama değil mi ki kıblesi dünyadır, onu ölü bil, sen! (4/135/1656)

Bedenin ölümü, sır ehli için bir hediyedir... halis altına makastan ne noksan gelir ki? (4/137/1681)

Kalp, eğer sonuna baksaydı sonradan kararacağına önceden kararırdı:

Önceden kararınca da nifaktan, kötülükten uzak kalırdı.

Fazilet ve ihsan kimyasını isteseydi aklı, hilesinden üstün olurdu.

Gönlü kırık bir hale gelince de kendisini anlar, kırıkları düzelten Allah’ı önünde görürdü.

Davacı, sonunu görünce kırık, sınık bir hale gelir de derhal bağlanır, sarılır, kırıklığı geçiverir! (4/138/1682-1686)

Cihanda hiçbir nakit yoktur ki o, isteklileri yanıltmasın. Vay o kişinin canına ki mihengi ve makası yoktur. (4/138/ 1694)

Akıl,  iki akıldır: Birincisi, kazanılan akıldır .. sen onu mektepte çocuk nasıl öğrenirse öyle öğrenirsin.

Kitaptan, üstattan, düşünceden, anıştan, manalardan güzel ve dokunulmadık bilgilerden.

Aklın artar, başkalarından daha fazla akıllı olursun, fakat bu ezberlemekle de ağırlaşır, sıkılırsın!  

Geze dolaşa adeta bir ezberleme levhası kesilirsin... Halbuki bunlardan geçen levh-i mahfuz olur!

Öbür akıl, Hak vergisidir... onun kaynağı candadır.

Gönülden bilgi ırmağı coştu mu ne kokar, ne eskir, ne de sararır!

Kaynağın yolu bağlı ise ne gam! Çünkü o anbean ev içinden coşup durmaktadır! (4/159/1960-1966)

Kurttan bekçilik istemek doğru bir şey değildir... bir şeyi bulunmadığı yerde aramak, aramamak demektir. (4/160/1974)

Kim dostlarla düşer kalkarsa külhanda bile olsa gül bahçesindedir.

Fakat zamanede düşmanla düşüp kalkan gül bahçe-sinde bile olsa külhandadır!

Biz-ben diye varlığa düşerek dostu incitmede, kimse düşmanın olmasın! (4/160/1976-1978)

Nerede azgınları yumuşatan bir er varsa onların tekmelerinden kurtulmasına bir çare yoktur!

Hasılı belaların çoğu, peygamberlere gelir... çünkü ham kişileri yola getirmek zaten bir beladır. (4/163/2008-2009)

Ne vakit muradına erersen o hoş zaman dam kıyısına gelişindir, böyle bil, bunu!

İyi zamanda kork... o zamanı define gibi sakla, açığa vurma!

Açığa vurma da sevgiye ansızın bir bela gelip çatmasın... kendine gel de o gizlilik yerinde korka korka yürü! (4/173/2147-2149)

Ey yiğit, akıl şehvetin zıddıdır... şehveti dokuyan akla akıl deme!

Şehvete mağlup olana vehim de... vehim, halis akıllar altınının kalpıdır. (4/186/2301-2302)

-Yapılma, yıkılmadadır; topluluk, dağınıklıkta; düzelt-me, kırılmada... murat, muratsızlıktadır; varlık yoklukta. Her şey buna benzer öbür zıtlar ve eşler de hep bunlar gibidir.-

Birisi geldi yeri bellemeye, sürmeye başladı. Aptalın biri dayanamayıp feryat etti.

Dedi ki: “Bu yeri neden yıkıyorsun... neden yarıyor, dağıtıyorsun?”

Adam dedi ki: “A ahmak, yürü git... benimle uğraşma! Sen yapılmayı yıkılmada bil!”

Bu yer, böyle çirkin ve yıkık bir hale gelmedikçe, nasıl olur da gül bahçesi, buğday tarlası haline gelir?

Düzeni altüst olmadıkça nasıl olur da bostanlık, ekinlik olur, mahsul ve meyve yetiştirir?

Yarayı neşterle deşmedikçe iyileşir, onulur mu hiç?

Ahlatın, ilaçla yıkanmadıkça hastalığın nasıl geçer, nasıl şifa bulursun?

Terzi kumaşı paramparça eder... bir kimse çıkıp da o sanatını bilen terziye,

“Bu canım atlası neden bu hale getirdin, neden kestin; ben kesik kumaşı ne yapayım der mi?’

Her eski yapıyı yaparlar, yenilerlerken eski yapıyı yıkmazlar mı?

Marangoz, demirci ve kasap da bunun gibi yeni bir şey yapacakları zaman önce o şeyi yıkıp yakıp harap etmez mi?

O halileyi, belileyi dövmek, onları adeta telef etmek, bedenin yapılmasıdır.

Buğdayı değirmende ezmeseydin ondan ekmek yapılabilir miydi? Bizim soframızı bezeyebilir miydi? (4/189-190/2341-2354)

İyi suyun tadını tatmayan kör kuşa, acı su, kevser görünür. (4/210/2594)

Bir ak doğanı kocakarının birine verirsen ‘iyilik olsun’ diye pençelerindeki tırnakları keser!

Halbuki asıl iş gördüğü, avlandığı uzvu, tırnaklarıdır! (4/212/2628-2629)

Allah, nereyi isterse orasını cehennem yapar... gökyüzünün yücelerini kuşa ökse ve tuzak haline getirir!

Dişlerine bir ağrı verir ki bu diş ağrısı cehennem, ejderha dersin!

Yahut da tükürüğünü bal haline kor... bu cennet ve cennet elbiseleri dersin.

Dişlerinin dibinden şeker bitirir... bu sûretle kaderin hükmünü anlar, bilirsin. (4/226/2811-2814)

Münkirin delili, ancak ve ancak şudur:  ‘Ben şu görünen yurttan başka bir şey görmüyorum!’

Hiç düşünmez ki nerde görünen bir şey varsa o, gizli hikmetleri haber vermededir.

Her görünen şeyin faydası, faydanın  ilaçlarda gizli oluşu gibi o şeyin içinde gizlidir. (4/231/2878-2880)

Herkes, gönlünün aydınlığı ve cilası nispetinde gaybı görür.

Kim gönlünü daha fazla cilaladıysa daha ziyade görür... ona daha fazla sûretler görünür!

Sen eğer ‘bu arılık, Allah’ın lütfu’ dersen gönlünü arıtmaya muvaffak oluş da onun vergisidir, onun lütfundandır.

O çalışma da, o dua da himmet miktarıncadır...”İnsan, ancak çalıştığını elde eder!”

Himmeti veren ancak Allah’tır... (4/234/2909-2913)

Hiçbir saman çöpü padişahın himmetine sahip değildir.

Allah’ın bir adamı bir işe ayırması, bir işe koşması, dileği, isteği; ihtiyar ve iradeyi menetmek değildir ki!

Fakat talihsize bir zahmet  erdi mi o, pılısını, pırtısını toplar, küfür ve isyan semtine çeker!

Talihli birisine zahmet verdi mi o, pılısını, pırtısını daha yakına çeker, getirir! (4/234/2913-2916)

Ayran içinde yağ nasıl gizliyse, doğruluk cevherinde yalan da gizlidir.

O yalanın, şu fani tendir .. doğrun da Allah’a mensup olan can!

Yıllardır şu ten ayranı meydandadır da can yağı, onda fani ve değersiz bir hale gelmiştir.

Nihayet Allah, bir elçi kulunu, ayranı yayığa koyup döven birisini gönderir de,

“Ben de bir ben gizli olduğunu bileyim” diye sıfatla, hünerle o yayığı döver. (4/243/3030-3034)

Ten sevinci, dünyaya mensup olana göre ‘yücelik’... fakat âhiret gününe göre ‘noksan ve zeval!’ (4/248/3097)

Isırıcı ölüme yüzlerce pencere var, yüzlerce kapı var... açılırken her biri cik cik etmekte!

O ölüm kapılarının acı ‘cik cik’lerini haris kişinin kulağı, mal ve mülk hırsından duymaz. (4/249/3103-3104)

Allah, hikmetiyle istidat sahibi olan her küçük çocuğun doğru yolu bulması için onların hırsına bir ciddiyet vermiştir. (4/250/3119)

Âhiret, bil ki deve katarıdır; dünya malı da devenin yünü, tüyü. Katara sahip oldun mu yünü, tüyü de onunla beraber gelir.

Fakat yünü alırsan deve senin olmaz ki... deve senin olursa yükün ne değeri kalır? (4/252/3142-3143)

Nefis Firavun’dur, sakın ha doyurma... doyurma da eski küfrü aklına gelmesin!

Ateşin hararetine düşmedikçe nefis güzelleşmez... demir, kor haline gelmedikçe sakın dövmeye kalkışma!

Beden aç kalmadıkça harekete gelmez... tok bedeni ıslah etmeye kalkışmak, bil ki soğuk demiri dövmektir, adeta! (4/289/5621-5623)

Sûret, elbise ve sopa gibidir... bu nakışları, akıldan, candan başka bir şey yapamaz!

Halbuki o da, akıllı canın, Allah’ın döndürüp hareket ettirmesi olmazsa cansız bir şeyden ibaret olduğunu bilmiyordu.

Allah, akıldan bir an inayetini kesti mi zekâ sahibi olan akıl, aptallıklar yapar. (4/298/3727-3729)

“Dört kuş al, onları yanında topla” ayetinin tefsiri.

Ey idraki güneşe benzeyen, sen vaktin Halil’isin. Bu yol kesen dört kuşu öldür.

Çünkü bunların her biri karga gibi akıllıların akıl gözlerini oyar, çıkarır.

Tene ait dört huy, Halil’in kuşlarına benzer. Onları kesmek cana yol açar.

Ey Halil, iyiden, kötüden kurtulmak için kes onların başlarını da ayaklar setten kurtulsun.

Kül, sensin; hepsi de senin cüzülerindir. Çöz ayakla-rını, onların ayakları senin ayakların, demektir.

Âlem, senin yüzünden ruhların uçtuğu, toplandığı bir yer haline gelir; bir atlı yüzlerce orduya dayanç olur.

Çünkü bu ten, dört huyun durağıdır, o huyların adları, dört fitneci kuştur.

Halkın ebedi olarak diriliğini istersen bu dört şom ve kötü kuşun başlarını kes.

Sonra da onları bir başka çeşit dirilt de artık onlardan bir zarar gelmesin.

Dört yol kesen manevi kuş, halkın gönlünde yurt edinmiştir.

Bütün gönüllere emir olursan, ey kişi bu zamanda Hak halifesi sensin.

Bu dört kuşun kes başlarını da ebedi olmayan halkı ebedileştir!

Bu kuşlar; kaz, tavus, kuzgun ve horozdur. Bunların içlerindeki benzerleri de dört huydur.

Kaz, “hırs”ı; horoz, “şehvet”i; tavus “makam”ı; kuzgun  “dilek”i temsil ederler.

Kuzgunun dileği, ebedi olmak,  yahut uzun bir ömre kavuşmaktır. Bunu umar, durur.

Hırs kazı, kuru-yaş ne bulursa yere gömer.

Bir an bile kursağı durmaz, Hak buyruğundan yalnız “Yeyin.” hükmünü duymuştur.

Yağmacıya benzer, evini kazar, çabuk-çabuk dağarcı-ğını doldurmaya bakar.

İyi-kötü ne olursa dağarcığına tıkar. İnci tanelerini de oraya tıkıştırır, nohut tanelerini de.

Başka bir düşman gelip de çuvalına kuru yaş, ne bulursa doldurmasın, der.

Vakit dardır, fırsat geçmekte. O da bundan korkarak durmaksızın eline ne geçerse çabucak koltuklar.

‘Başka bir düşman getirmez’ temsilinden efendisine güveni yoktur.

Fakat iman sahibi, o yaşayışa güvenir, bu yüzden de yavaş yavaş, durup dinlenerek yağma eder.

Padişahın düşmanı  nasıl kahrettiğini bilir, bu yüzden fırsatı kaçırmayacağına da emindir, düşmanın gelmeyece-ğine de inanmıştır.

Başka kapı yoldaşlarının ona çullanmayacağını, onun derip devşirdiğini kapışmayacaklarını bilir, emindir.

Padişahın adaletini bilir, kulların nasıl zaptettiğini, kimsenin kimseye nasıl sitemde bulunmadığını görmüştür.

Hasılı acele etmez, sakindir, nasibini kaçırmayacağına emindir.

Bu yüzden sabreder, gözü toktur, eline geçeni başkala-rına ihsan eder, yeni yakası temizdir.

Çünkü yavaşlık, Hak ışığıdır. O çabukluksa şeytanın dürtmesinden meydana gelir.

Zira Şeytan, onu yoksulluklarla korkutur, sabır beygi-rini sinirleyip öldürür.

Kur’an’dan duy, Şeytan, seni şiddetli yoksullukla the-dit eder, ürkütür.

Bu sûretle sen de ona uyar, aceleyle pis şeyleri yer, pis yerleri elde edersin. Ne adamlığın kalır, ne sabrın, ne sevap düşüncen!

Hasılı, kafir, yedi karınla yemek yer, dini ve gönlü arıktır ama karnı büyük! (5/7-9/31-63)

Hak boyası, bazen örter, neliksiz, neteliksiz Hak perdesini, bakanın önüne örüverir.

Bu sûretle düşmanını kendi yanındayken bile göstermez. Allah kudreti, bundan artık, bundan da üstün! (5/12/101-102)

Kulak ver, “Çok ağlayın” dedi. Ağlayın da yaratıcı Rabbi’nin ihsan sütü aksın.

Dünyanın direği bulutun ağlaması, güneşin yakma-sıdır; sen bu iki ipe iyi sarıl. (5/15/137-138)

Bu namaz, oruç ve savaş da ‘inanış’ a tanıktır.

Bu zekat ‘hediye’, bu hasedi bırakma da ‘kendi sırrından haber verme’ dir.

İhsanda bulunmak, doyurmak, konuk davet etmek, “Ey ulular, biz sizinleyiz, size doğru bir özle inandık” demektir.

Hediyeler, armağanlar, sunulan şeyler, “Ben senin-leyim; seni seviyorum” diye tanıklıktan ibarettir.

Kim, bir mal veya afsun için çalışır, uğraşırsa bu ne demektir? “İçimde bir gevherim var”, demektir.

Allah’tan çekinmemden yahut cömertliğimden bir gevherim var ki bu zekatla oruç ikisine de şahittir.

Oruç der ki: “Bu, helalden çekindi, bil ki harama ulaşmasına artık imkan yok.”

Zekat der ki: “Kendi malını bile veriyor, artık, kendisiyle aynı dinde, aynı yolda olandan nasıl çalar?”

Fakat bu işi riya ve tezvirle  yaparsa o iki tanık, Allah’ın adalet mahkemesine kabul edilmez.

Avcı tane saçar ama acımasından değil, avlanmak için.

Kedi de oruç ayında oruç tutar ama kendisini av avlamak için uyur gösterir.

Bu eğrilikten yüzlerce kavim, kötü sanılmıştır. Bu kötü kişi, cömert kişilerle oruç tutanların adını da kötüyü çıkarmıştır.

Fakat Allah’ın lütuf ve ihsanı, o eğri işlerde bulun-makla beraber nihayet onu, hepsinden de arıtır.

Rahmeti, o kötülüğü aşmış, ayın on dördüne bile vermediği ışığı vermiştir.

Allah, onun çalışmasını bu kötülükle karışmadan yıkar; rahmeti onu bu hatadan arıtır.

Bu sûretle de Allah’ın yarlıgayıcılığı meydana çıkar, bir miğfer kulun kelliğini örter.

Yağmur, pis şeyleri arıtmak için gökten yağar. (5/19-20/183-199)

Lütuf, Allah’tandır, ama ten ehli, çayırlık, çimenlik perdesi olmaksızın o lütfu bulamaz.

Fakat perdesiz bir halde ten vasıtası kalmayınca insan, Musa gibi ayın nurunu yeninden, yakasından görür, bulur. (5/23/233-234)

‘İş ve söz’, için tanıklarıdır. Bu ikisine bak da için nasıl-dır, anla. (5/23/236)

Nurla gıdalan, göze benze. Ey insanların hayırlısı, meleklere uy!

 Melek gibi Hakk’ı tesbih etmeyi kendine gıda yap da melekler gibi ezadan kurtul.

Cebrail, murdar şeylere hiç bakmamakta, onların etrafında dönüp dolaşmamakta, böyle olduğu halde kuvvet bakımından herkesten aşağı mıdır ki?

Allah, aleme ne de hoş, ne de güzel bir sofra yaymıştır. Fakat o sofra, aşağılık kişilerin gözlerinden pek  gizlidir.

Alem, nimetlerle dolu bir bağ olsa fare ve yılan, yine toprak yer. (5/28/297-301)

Hayal, seni  güzellik otağının çevresine sokulmaktan men eden gayret çavuşudur.

O, her arayanın yolunu, ‘yol yok’, diye keser. Onun hayali geldi mi, sana “dur”, der.

Ancak kulağı delik ve anlayışlı kişiyi durdurmaz. Çünkü o, ‘Hak yardımı askeri’ ne sığınmış, o sayede coşup köpürmüştür.

O, ne  hayallerden ürker, sıçrar, ne de padişahlık taslar. Padişahın nişane olarak verdiği oku gösterir, yoluna gider.

“Allah’ım, bu şaşkın gönle bir ok bağışla, bu iki kat olmuş yaylara bir ok ver!”

Uluların içtikleri o gizli kadehten yeryüzüne bir yudum-cuk saçtın.

Güzellerin saçlarında, yüzlerinde o bir yudumcuk şarabın nişanesi var. Padişahlar, bu yüzden  o topraktan meydana gelen güzelleri yalar, dururlar.

Gece gündüz yüzlerce gönülle o topraktan meydana gelen güzeli öpüp durman, ondan güzelliğin bir zerresi bulunduğundandır.

Seni, toprakla karışmış bir yudumcuk güzellik şarabı böyle deli divane ediyor, artık onun safı neler yapmaz?

Herkes, bir kerpiç parçasının önünde yenini yakasını yırtmakta, halbuki o kerpiç, güzelliğin bir yudumcuğuna, bir zerreciğine sahip.

Ayda, güneşte, hamel burcunda bir yudumcuk güzellik şarabı var. Arşta, kürsüde, zuhal yıldızında bir zerrecik güzellik var.

Ona bir yudum mu dersin, yoksa yaşılacak bir şey bu kimya mı dersin? Ona bir sürtünmekle bu kadar güzellik meydana geliyor.

Ey akıllı kişi, ona sürtünmeyi can ve gönülden dile! Fakat bu kimyaya “Ancak temiz olanlar dokunabilirler.”

Altında, lâlde, incilerde o güzellik şarabından bir yudumcuk var; şarapta, mezede, meyvede o şaraptan bir yudumcuk?

Tertemiz güzellerin yüzlerinde de yine bir yudumcuk. Artık onun süzülmüş ve saf olanı nasıldır? Bir düşün!

Bu toprakla karışıp bir yudumcuk şarabı yalayıp durmaktasın, onu toprağa karışmamış, saf bir halde görürsen ne hale geleceksin?

O ölüm anında bir yudumcuk saf şarap, bu toprak bedenden ölümle ayrılmakta.

Geri kalanı hemen görmüyorsun. Böyle çirkin bir beden, onunla bak, ne hale geliyormuş.

Can, bunlardan ten olmadan yüz gösterse o vuslattaki letâfeti ben anlatamam ki!

Ay, şu bulut olmaksızın ışık salsa onu hiç kimsecikler anlatamaz!

Ne hoştur, o tatlılarla, şekerlerle dolu olan mutfak. Şu padişahlar, o mutfağı yalayıp dururlar.

Ne güzeldir o din ovasının harmanı. Her harman, oradan başak devşirir.

Ne aladır gamsız, kedersiz ömür denizi. Yedi deniz  de ondan meydana gelmiş bir çiğ tanesidir.

Elest sakisi, şu aşağılık ve çorak yeryüzünde bir yudumcuk saçmıştır da.

Toprak, o sebeple coşmuştur; biz de o yüzden coştuk. “Allah’ım, pek isteksiz, pek tembel olduk, bir yudumcuk  daha saç!”

Caizse, yokluktan feryat ediyor, yokluğu anlatmaya çalışıyorum. Caiz değilse işte sustum.

Bu, iki kat hırsı anlatmaydı ya... Halil’den öğren, o hırs kazını kesmek gerek. (5/33-36/367-393)

Şimdi, ad-san için cilvelenip duran iki renkli tavusa geldik.

Onun gayreti, sonucundan ve faydasından habersiz bir halde halkı, hayırla, şerle avlamaktır.

Tuzak gibi av tutup durur. Tuzağın maksada ait ne bilgisi vardır?

Tuzağın av tutmaktan, ne zararı vardır, ne faydası;onun bu beyhude tutuşuna şaşarım işte, ben.

Kardeş, iki yüz güzelle bağdaştın, dost oldun, sonra onları yine terk ettin.

Doğduğun günden beri işin bu. Sevgi tuzağıyla adam avlar durursun.

Bu avlamaktan, bu kalabalıktan, bu başlık sevdasın-dan el çek. Hiç bunlarla bir şey ördün, bu yüzden bir şey elde ettin mi?

Ömrünün çoğu geçti, gün akşama yaklaştı. Sense hala adam avlamağa koyulmuşsun.

Onu tut, bunu tuzaktan azat et. Alçaklar gibi bir başkasını avla.

Derken bunu da bırak, başka birini ara... Bu, işte tam hiçbir şeyden haberi olmayan çocukların oynadıkları bir oyun!

Gece gelip çatar, tuzağında bir av bile yok. Tuzak, sana bir baş ağrısından, bir bağdan başka bir şey değil.

Şu halde sen, “Kendi kendini avladın”, demektir. Çünkü hapse düştün, maksada erişemedin, mahrum kaldın.

Hiç, alemde bizim gibi kendi kendini avlayan bir ahmak daha var mı?

Aşağılık kişilerin tuzağına domuz tutulur. Sonsuz zahmet, sonra da onu yemek haram!

Avlamaya değer şey ancak aşktır. Fakat o da öyle herkesin tuzağına düşer mi ya?

Meğer ki sen gelesin de ona av olasın. Meğer ki sen, tuzağı bırakasın da onun tuzağına gidip de düşesin.

Aşk der ki: “Ben yavaş yavaş çalışmadayım; bana avlanmak, av tutmadan yeğdir.

Benim hayranım ol da övün. Güneşi bırak da zerre ol!

Kapımda otur. Evsiz barksız kal. Mumluk davasına kalkışma, pervane ol!

Bu sûretle dirilik sultanlığını bulur, kullukta gizli olan padişahlığı görürsün.

Âlemde tersine çakılmış nallar görür, esirlere ‘padişah’ adı verildiğini duyarsın.

Boğazına ipler takılmış, kendisi darağacının tacı olmuştur da kalabalık bir halk güruhu, ona “İşte padişah!” derler.

Kafirlerin mezarları gibi. Dışı süslü, içinde ulu Allah’ın kahır ve azabı!

Onlar, kabirleri kireçle örmüşler, bezemişler, zan perdesini yüzlerine örtmüşlerdir.

Senin de yoksul tabiatın ‘hüner’le kireçlenmiş, bezen-miştir ama mumdan yapılan ‘nahl’e benzer; ne yaprağı vardır, ne meyve verir. (5/36-38/395-419)

Kendine gel de dağlara benzer hilelerin nasıl baş aşağı olduğunu Kur’an’ı okuyup anla, sihri halali gör.

Ben Firavun değilim ki Nil’e gideyim. Ben Halil gibi ateşe giderim.

O ateş değildir, duru bir sudur. Halbuki öbürü hileyle ateş gibi bir su görünmededir.

İyi şeyleri caiz gören o Peygamber, ne de güzel söyledi: “Bir zerre aklın, oruçtan da yeğdir, namazdan da.”

Çünkü aklın cevherdir, bu ikisiyse âraz. Bu ikisi yani namaz ve oruç, onun tam olmasıyla farz olur.

Bu sûretle de aynanın cilalanması, ibadetle gönlün arınması mümkün olur.

Fakat ayna, aslından bozuksa onu cilalamak güçtür, zor cilalanır.

Cilalanabilecek ‘seçilmiş ayna’ ise az bir cila ile parlar, azıcık bir cila ona kafidir. (5/40-41/451-458)

Akıllardaki bu aykırılık, bil ki mertebe bakımından yerden göğe kadardır.

Akıl vardır, güneş gibi. Akıl vardır, Zühre yıldızından da aşağıdır, yıldız akmasından da.

Akıl vardır, bir sarhoş mumu gibi. Akıl  vardır bir ateş kıvılcımı gibi.

O güneş gibi aklın önünden bulut kalktı mı Hak nurunu gören akıllar, faydalanırlar.

Aklı cüzi aklın adını kötüye çıkarmıştır. Dünya muradı, insanı muratsız bir hale getirmiştir.

O, bir avdan avcının güzelliğini görmüştür. Bu, avcılığa düşmüş, bu yüzden bir avın derdine uğramıştır.  

O, hizmetle hizmet edilme nazına erişmiştir: Bu, kendisine hizmet edilmeyi dilemiş, yüce yolundan geri dönmüştür.

O Firavunlukla suya tutsak olmuş, İsrailoğlu, tutsaklık yüzünden yüzlerce Suhrab kuvvetini elde etmiştir.  

Bu, aykırı bir oyundur, yaman bir ferzin benttir. Hileye az başvur, devlet ve baht işidir, bu.

Hayal ve hileyi az doku. Çünkü gani Hak hileciye az yol gösterir.

Hile edeceksen iyi hizmet etme yolunda hile et de bir ümmet içinde peygamberlik elde edesin. Hile et de hilenden kurtul. Hile et de tek kal.

Hile et de en aşağı bir kul ol. Aşağılıkla yürü de efendi kesil.

Ey koca kurt, hile ve hizmetle efendilik elde etmeyi umma.

Fakat pervane gibi ateşe atıl, o ateşi kesene doldurup ağzını büzme, her şeyden kurtul!

Gücü kuvveti bırak, ağlamaya giriş. A yoksul, ağlayışa acınır.

Susuz ve aciz kişinin ağlayışı manevidir, doğrudur. Soğuk soğuk ağlayışsa, o azgının yalanından ibarettir.

Yusuf (a.s.)’un kardeşlerinin ağlamaları hileden ibaret-tir. Çünkü içleri hissetle, illetle doludur. (5/41-42/459-476)

Kötü gözün ilacı, iyi gözdür. İyi göz, kötü gözü ayağı-nın altına alır, yok eder.

İlerisi gidiş, rahmetin sıfatıdır, iyi göz de rahmettendir. Halbuki kötü göz, kahır ve lanetten meydana gelmedir.

Allah’ın rahmeti gazabından üstündür. Bunun içindir ki her peygamber, kendi zıddına üst olmuş,onu mat etmiştir.

Çünkü o  peygamber, rahmetin neticesidir. Zıddıysa kötü yüzlüdür, kahır neticesidir.

Kazın hırsı birdir, bunun hırsıysa tam elli kat fazladır. şehvet hırsı yılandır, mevki hırsı ejderha.

Kaz hırsı, boğaz ve cima şehvetinden meydana gelir. Fakat baş olma hırsında bu şehvetlerin tam yirmi tanesi toplanmıştır. (5/45-46/513-518)

Adem’in işlediği kusur, karın ve cima yüzünden oldu. Fakat İblis’in suçu, ululuktan ve mevkii yüzündendi. (5/46/520)

Duymuşsundur ya, ‘saltanat kısırdır’ derler. Padişahlık davasında olan, korkusundan akrabalığı filan hep keser, hepsinden vazgeçer.

Çünkü saltanat kısırdır, onun oğlu yoktur. Ateş gibi kimseyle dostluğu olamaz.

Kimi bulursa yakar, yırtar. Kimseyi bulamazsa kendi kendisini yer.

Hiç ol da onun dişinden kurtul. O katı yürekliden merhameti az um!

Hiç oldun mu o katı yürekliden korkma. Her sabah mutlak yokluktan ders al. 

Ululuk, ululuk ıssı Allah’ın elbisesidir. Kim onu giymeye kalkışırsa vebale girer.

Taç onundur, kemer bizim. Vay haddi aşana!

Bu tavusluk kanadı, sana bir sınamadır. Buna kapıldın mı Allah’a ortak olmaya, onun gibi noksan sıfatlardan ari olduğunu davaya kalkışırsın. (5/47/528-535)

Bir çok naz vardır ki, suç olur; kulu padişahın gözünden düşürür.

Nazlanmak, şekerden tatlıdır ama az çiğne, yüzlerce tehlikesi vardır.

Niyaz yolu emin bir yoldur. Nazı bırak da o yola düş!

Nice nazlananlar vardır ki kol kanat çırpar ama nihayet o hal, adama vebal olur.

Nazın güzelliği seni bir an yüceltse bile onun gizli korkusu, seni eritir, mahveder.

Bu yalvarışa gelince: Seni zayıflatır. Zayıflatır ama parlak ayın on dördü gibi başköşeye geçirir.

Ölüden diriyi çekip çıkarınca ölen, doğru yolu bulur.

Diriden ölüyü çıkarınca da diri nefis, ölüm tarafına yönelir, ölüm tarafına dönüp dolaşır.

Öl ki hiçbir şeye ihtiyacı olmayan diri Kadir ölüden diri meydana getirsin. Allah, bu ölü bedenden bir diri meydana getirsin.

Kış olursan baharın gelişini, gece kesilirsen gündüzün oluşunu görürsün. (5/48/543-553)

Bedende ‘Nefs-i Mutmainne’nin yüzünü düşünce tırnakları yaralar.

Kötü düşünceyi zehirli tırnak bil. Bu tırnak, derinleş-tikçe can yüzünü tırmalar.

Müşkül düğümleri açmak ister; fakat bu, altın bir kaba aptes bozmaya benzer.

Ey işin sonuna varan, düğümü çözülmüş say. Bu düğüm, boş keseye vurulmuş kuvvetli ve çözülmez bir düğümdür.

Düğümleri açmakla uğraşa uğraşa kocaldın, başka birkaç düğümü de çözülmüş sayıver!

Asıl boğazımızdaki çözülmez düğüm şudur: “Sen kendini bil, bakalım, aşağılık bir adam mısın, yoksa bahtı yaver bir adam mı?

Adamsan bu müşkülü çöz. İnsan nefsine  sahipsen nefesini bu yolda sarfet.

Âyan ve arazı bildin tut, ne çıkar? Asıl kendi haddini bil ki bundan kaçıp kurtulmaya imkan yok.

Kendi haddini bilince de artık bu hadden kaç da ey toprak eleyen, hadsiz aleme ulaş.

Ömrün mahmul ve mevzu derdiyle geçti. Gözün açılmadı, hayatın duyduğun şeylerle geçip gitti.

Neticesiz ve tesirsiz olan her delil boş çıktı. Sen kendi neticene bak!

Yapanı, ancak yapılan şeylerle görebildin; ‘iktirani kıyas’la kanaat ettin.

Filozof davasında delilleri çoğaltıp durur. Halbuki kalbi temiz Allah kulu, onun aksine delillere bakmaz bile.

Delilden ve hicaptan kaçar, delalet edilenin peşine düşer, başını yakasının içine çeker.

Filozofa göre duman, ateşe delildir ama bizce dumansız olarak o  ateşe atılmak daha hoştur

Hele yakınlıktan, sevgiden meydana gelen şu ateş yok mu? O bize dumandan daha yakındır.

Hasılı cana arız olan hayallere kapılıp dumana koşmak ve bu yüzden candan olmak, pek kötü bir iştir, pek bahtsızlıktır! (5/49-50/557-573)

Âşık, sevgiliden başkasını seyre dalarsa bu, aşk değildir, aslı yok bir sevdadır.

Aşk, o yalımdır ki parladı mı sevgiliden başka ne varsa hepsini yakar.

‘La kılıcı’, Allah’tan başka ne varsa hepsini keser, silip süpürür. Bir bak hele, “La”dan sonra ne kalır?

“İllaAllah” kalır, hepsi gider. Neşelen, sevin ey ikiliği yakıp yandıran şiddetli aşk!

Zaten evvelkiler de oydu, sonrakiler de. İkilik ancak şaşı gözün bir görüşüdür, bunu böyle gör!

Ne şaşılacak şey! Hiç onun aksinden başka bir güzel olur mu? Beden ancak canla hareket edebilir.

Canı olmayan bedeni istersen yağla, balla beslemeye kalk, yine beyhudedir.

Bunu, bir günceğiz olsun dirilip bu canlar canının elindeki kadehi alan, o şarabı içen bilir.

Fakat gözü, o yüzleri görmeyene şu duman, can görünür.

Abdüllaziz oğlu Ömer’i görmediğinden Haccac, onca adalet sahibidir.

O, Musa (a.s.)’nın ejderhasını görmemiştir de büyücü-lerin tiplerinde can var sanır.

Arı duru suyu içmeyen kuş, karasu içinde kanat çırpıp durur.

Zıt olmadıkça zıddı tanınamaz. Yara görülünce onul-maya başlanır.

Hasılı ‘Elest ikliminin kadrini bilesin’ diye dünya, önce gelmiştir.

Fakat buradan  kurtulup  oraya vardın mı ‘ebed şekerhanesi’nde şükreder, durursun.

Dersin ki: “Sanki orada toprak elemişim. Bu tertemiz alemden kaçıp duruyormuşum.

Keşke bundan önce ölseydim de o balçıkta çektiklerim, daha az olsaydı!” (5/51-52/587-603)

Sınamada şart, ihtiyar sahibi olmaktır. Kudret olmadıkça ihtiyar olamaz.

İstekler uyumuş, köpeklere benzerler. Onlardaki hayır ve şer de gizlidir.

Kudretleri olmadığı için bunlar, yere yatmış odun parçaları gibi yatakalmışlardır.

Fakat aralarına pis bir şey atıldı mı adeta köpeklere hırs surunu üfürür.

O sokakta bir eşek düşüp öldü mü uyuyan yüzlerce köpek uyanır.

Gayb gizliliğine gitmiş olan hırslar, hile için kuyruk sallamaya başlarlar.

Köpeğin belden aşağısı hile, belden yukarısı öfke olur, odun bulmuş zayıf ateşe döner.

Mekansızlık elinden yalım yalım gelip çatar, ateşten çıkan alev, ta göğe kadar ağar.

Bunun için yüzlerce köpek de insanın bedeninde uyumuştur. Bir av olmadığı için onlar, adeta gizlenmişlerdir.

Yahut da gözleri bağlı doğan kuşlarına benzerler. Perde ardında bir av sevdasıyla yanıp tutuşurlar.

Fakat doğanın külahını kaldırdın da avını gördü mü derhal dağlarda dönüp dolaşmaya başlar.

Hastanın isteği yatışmıştır. Hatırı, yalnız iyileşmektedir.

Ama ekmek, elma ve karpuz görünce onu yemek ister, bu istekle zarar korkusu, savaşa girişir.

Sabrederse bunları görüşü, iyiliğine yarar. Çünkü o heyecana düşmek, onun gevşemiş tabiatına iyi gelir.

Fakat sabredemezse görmemesi daha iyidir. Okun zırhsız adamdan uzak olması yeğ! (5/54-55/625-640)

Ey yiğit, bu kanatlar, benim ululanma silahım kesildi. Ululanmaysa ululananları yüzlerce belaya uğratır. (5/56/647)

Damarım oynadıkça kaçıyorum, çünkü adamın, kendisinden kaçması kolaydır.

Başkasından kaçan, ondan kurtulunca karar eder. Halbuki benim düşmanım da benim, benden kaçan da ben.

Şu halde işim kıyamete kadar boyuna kaçmaktır.

Adama kendi gölgesi düşman olursa ne Hint’te emin olur, ne Huten’de. (5/58/668-671)

Bir adam yokluğa erişir, kendisine yokluğu ziynet edinirse, o adamın Muhammed (s.a.v.) gibi gölgesi olmaz.

“Yokluk benim iftiharımdır.” sırrına ziynet yokluktur. Bu çeşit, adam, mumun alevi gibi gölgesizdir.

Mum, baştan aşağı alevden ibarettir. Gölgesi onun çevresine uğrayamaz.

Mum, kendisinden de kaçtı, gölgeden de. Mumu dökenin isteğine uydu, ışığına sığındı.

Mumu döken, muma der ki: ‘Seni yok olmak için döktüm. O da ‘ben yokluğa kaçtım’ diye cevap verir.

Bu var olan ışık, lazım bir ışıktır, geçici ve arızi ışık gibi değil! (5/58-59/672-677)

Mum ateşte tamamıyla yok oldu mu artık ondan ne bir eser görürsün, ne bir ışık! (5/59/678)

‘Sûret ateşi,’ karanlığı gidermek için ‘mum sûreti’nde durur.

Beden mumu, şu görünenin aksinedir; yok oldukça ‘can nuru’ artar.

Bu, ebedi ışıktır, mumsa geçici. Can mumunun alevi, Allah’a aittir.

Ateşten meydana gelen şu ateş, nur olduğundan geçici gölge, ondan uzaklaşmıştır. (5/59/679-682)

Güz mevsiminde ağaçların yaprakları nasıl dökülürse bedenden de bir sınama yüzünden şu güzelim elbiseler uçmakta.

Parıltısı aya benzeyen yüz, ihtiyarlıkta kertenkele sırtına döner.

Parıl parıl parlayan o saç, o baş, ihtiyarlık çağında berbat bir hale gelir, tepedeki saçları dökülür, insan kele benzer.

O naz ve edalarla salınan ve mızrak gibi dümdüz olan boy, kocalıkta bükülür, yay gibi iki kat olur.

Lale rengindeki yüz, safrana benzer. Aslan gibi kuvvet-liyken gücü, kuvveti kesilir, karılar gibi takatsiz bir hale gelir. (5/81/967-971)

Küfre ümmet olanların işleri borçtur. İmana ümmet olanların kalpleri temizdir, özleri halistir.

Şükretmeyenden  güzellik de kaybolur, hüner ve sanat da. Artık bir daha ondan bir eser bile göremez.

Akrabalık, akraba olmayış, şükür ve sevgi öyle bir gider ki bir daha aklına bile gelmez. (5/83/996-998)

Yok gibi görünen ve hakikatte var olan alemle yok olduğu halde olan alem.

Allah, yoku var ve debdebeli gösterdi, varı da yokluk şeklinde izhar etti.

Denizi örttü de köpüğü meydana çıkardı. Rüzgarı örttü de sana tozu gösterdi.

Toprak bir minare gibi havada döne döne yücelir. Toprak, kendiliğinden nasıl olur da yücelere çıkar?

A illetli, toprağı yücelerde görüyorsun fakat rüzgarı görmüyorsun, onu delil ile anlıyorsun.

Köpüğü her tarafa gider görmektesin. Fakat denizsiz köpük var olamaz ki.

Köpüğü duygunla görür, denizi de delil ile anlarsın. Düşünce gizlidir de dedikodu meydanda.

Bizse yok demeyi, var olduğunu ispat sanmışız. Yoku gören bir gözümüz varmış meğer.

Uykulu göz, hayalden ve yoktan başka ne görebilir ki?

Hasılı, azgınlıkla başımız dönmüş, şaşırıp kalmışız. Hakikat gizli olduğundan hayal meydana çıkmış.

Bu yoku nasıl da gözümüzün önüne dikti? O hakikat nasıl oldu da gizlendi?

Aferin, ey büyüler yapan üstat! Senden çekinenlere tortulu suyu saf gösterdin.

Büyücüler, pazardakilerin gözleri önünde ay ışığını ölçüp biçerler de para alırlar, kâr ederler.

Bu ölçüp biçmeyle para kazanırlar. Halbuki alıcının elinden para da çıkar, kumaşı da kaybeder.

Bu alem de büyücüdür. Biz, onda ticaret ediyoruz. Ondan ölçülüp biçilen ay ışığını alıyoruz.

O, büyücü gibi, acele acele beş yüz arşın ay ışığı ölçer.

Fakat ey tutsak, ömrünün parasını aldın mıydı, paradan da olursun, eline kumaş da geçmez, kesen de bomboş kalır.

Sana “Kul Euzü”*yü okumak, “Ey Allah’ım lütfet, beni bu üfürüklerden dolayı koru, feryat bu düğümlerden!

O büyücü karılar  düğümlere üfürürler. Onların şerrinden sana sığınırım ey imdada yetişen Allah’ım, medet!” demek gerek.

Fakat azizim, bunu işinin, gücünün diliyle de okumalısın. Söz dili gevşektir.

Zamanede sana üç yoldaş vardır.  Biri vefakardır, ikisi gaddar.

Biri dostlarındır, öbürü malın, mülkün. Üçüncüyse iyi işlerdir ve bu vefalıdır.

Mal, seninle beraber gelmez, evden dışarı bile çıkmaz. Dost gelir, gelir ama mezar başına kadar.

Ölüm gününde dost, sana hal diliyle der ki: ‘Sana buraya kadar yoldaşım, bundan öteye gidemem. Mezarının başında bir zamancağız dururum.

Fakat yaptığın işler vefakardır; onlara sarıl ki onlar; mezarın içine kadar seninle gelirler. (5/85-87/1026-1050)

Şu halde ‘kibir elbisesi’ni bedeninden çıkar. Bir şey belleyip öğrenme hususunda aşağılık bir elbiseye bürün.

Bilgi sahibi olmanın yolu sözledir. Sanat bellemenin yolu işle.

Yokluk istiyorsan o, konuşup görüşmeyle kaimdir. Bu hususta ne dilin işe yarar, ne elin.

Can yokluk bilgisini bir candan beller. Bu bilgi ne defterden bellenir, ne dilden! (5/88/1061-1064)

________________________________________________________

*(Bkz. K.Kerim, Nas ve Felak sureleri.)

 

Adalet nedir? Ağaçlara su  vermek. Zulüm nedir? Dikeni sulamak.

Adalet, bir nimeti yerine koymaktır, her su çeken tohumu sulamak değil.

Zulüm nedir? Bir şeyi yerinde kullanmamak, yeri olmayan yere koymak. Bu da ancak belaya kaynak olur.

Allah, nimetini cana, akla verir; iç ağrısına uğramış, düğümlerle, sıkıntılarla dopdolu olmuş tabiata değil.

‘Dünya gamının savaşı’nı bedenine yükle. O can çekişmeyi gönlüne, canına az tattır. (5/91/1089-1093)

Kabiliyet, Hak işinde bir şart olsaydı hiçbir yok, varlık alemine gelmezdi. (5/129/1542)

Bir sevgili, aşığına sordu:

-Beni mi çok seversin, kendini mi? Aşık dedi ki:

-Ben kendimden ölmüş, kurtulmuş, seninle dirilmişim. Kendi varlığımdan, kendi sıfatlarımdan yok olmuşum, seninle var olmuşum. Kudretimi hatırdan çıkarmışım, senin kudretinle kudretlenmişim. Kendimi seversem seni sevmiş olurum. Seni seversem kendimi sevmiş olurum.”

Kimde yakin aynası varsa kendini görmüş olsa bile hakikatte Hakk’ı görmüş olur.

“Sıfatlarıma bürünüp halka görün seni gören beni görür, sana kasteden bana kasteder.” (5/166/ Ara Cümle)

Peygamber bunu anlattı, dedi ki: “Kim kendisini bilirse Rabbisini bilir.” (5/174/2114)

Peygamber, kanaate hazine demiştir. Gizli hazineyi herkes elde edebilir mi?

Haddini bil de yukarılarda uçma. Uçma da kötülük çukuruna düşme. (5/197/2395-2396)

 ‘Ten midesi’, insanı samanlığa çeker. ‘Gönül midesi’ reyhanlığa. (5/203/2477)

Bu ümmette ‘beden çarpılması’ yoktur. Fakat ey akıllı, fikirli adam, ‘gönül çarpılması’ vardır. (5/213/2594)

Kim benlikten kurtulursa bütün benlikler onun olur. Kendisine dost olmadığı için herkese dost kesilir.

Nakışsız bir ayna haline gelir, değer kazanır. Çünkü bütün nakışları aksettirir. (5/218/2665-2666)

.. Ekmek sevdası nice boğazları yırtmıştır.

Kendisine hakikatler keşfedilen Peygamber, onun için “Az kaldı ki yoksulluk, küfür olayazdı.” dedi. (5/231/2818-2819)

Hırs, insanı kör, ahmak eder, bilgisiz bir hale sokar, ölümü kolaylaştırır.

Halbuki ölüm, eşeklere kolay değildir. Çünkü ebedi canları yoktur ki.

Ebedi canı olmadığı için de kötülükte bulunan birisidir. Ecele cüreti, ahmaklıktandır.

Çalış da ebedi cana ulaş, ölüm gününde bir azık bulunsun.

Kötü kişinin rızık veren Allah’a güveni yoktur. Gayptan ona rızkının cömertçe saçıldığına inanmaz.

Gerçi zaman zaman ona bir açlık verdi, verdi ama Hak ihsanı, şimdiye kadar onu rızıksız bırakmadı.

Eğer açlık olmasaydı imtilaya tutulurdun, ondan sonra da sende daha yüzlerce illet baş gösterirdi.

Açlık illeti, hem lâtif oluş, hem hafif bir halde  geliş, hem de Allah’a yalvarıp ibadette bulunuş bakımından o illetlerden elbette daha iyidir.

Açlık zahmeti, illetlerden daha iyidir, hele açlıktan yüzlerce fayda ve hüner de varken. (5/231/2823-2831)

Sünni Müslimin Cebri Mecusi’ye cevabı.

Müslüman dedi ki: “Ey Cebri, sözümü dinle, kendi düşünceni bildirdin, söyleyeceklerini söyledin. Şimdi cevap veriyorum,  bana kulak ver.

A satranç oynayan, kendi oyununu gördün. Şimdi de uzun uzadıya hasmının oyununu gör.

Kendi özür defterini okudun. Sünni’nin defterini de oku, ne diye öyle kalakaldın.

Kaza ve kader konusunda cebrice ince sözler söyledin. Şimdi macerayı dinle de onun sırrını benden duy.

Şüphe yok ki bizim bir ihtiyarımız vardır. Duyguyu inkar edemezsin, bu meydandadır.

Kimse taşa “Gel buraya!” demez. Kimse bir toprak parçasından vefa ummaz.

Kimse adama “Hadi uç!” demediği gibi köre de “Gel, beni gör!” diye teklifte bulunmaz.

Allah, “Köre teklif yok” dedi. Hiç güçlükleri açan Allah, kimseyi güce sokar mı?

Kimse taşa, “Geç geldin” yahut sopaya, “Neden bana vurdun?” demez.

Mecbur olandan böyle şeyler aranmayacağı gibi özürlüye de kimse bu çeşit sözler söylemez, vurup dövmez.

Ey yeni yakası temiz kişi; emir, nehiy, öfke, lütuf ve azarlama, ancak  ihtiyarı olanadır.

Zulümde de ihtiyarımız vardır, sitemde de. Ben bu Şeytan’la nefisten bunu kastettim.

İhtiyar, senin içindedir. O, bir Yusuf (a.s.) görmedikçe elini uzatamaz.

İhtiyar ve dilek nefistedir. Dilediği şeyin yüzünü görür de ondan sonra kol-kanat açar.

Köpek uyumuş ama ihtiyarı yok, kayboldu sanma. İşkembeyi gördü mü kuyruğunu sallamaya başlar.

At da arpa gördü mü kişnemeye koyulur; kedi de etin oynadığını görünce miyavlamaya başlar.

İhtiyarın harekete gelmesine sebep görüştür, ateşten kıvılcım çıkaranın körük olduğu gibi.

Şu halde ihtiyarın iblis gibi seni oynatır. Sana ‘vasıtalık’ eder. Vis’in selamını, haberini getirir.

Dilediği bir şeyi adama gösterdi mi, uyumuş olan ihtiyar, derhal gözünü açar.

Melekler de Şeytan’ın inadına gönlüne feryatlar salar.

Bu sûretle hayra olan ihtiyarını harekete getirmek ister. Çünkü bu göstermeden önce sende bu iki huy da uykudadır.  

Şu halde ihtiyar damarlarını harekete getirmek için ‘Melek’ de sana yapılacak şeyleri gösterir, Şeytan da.

Sendeki hayır ve şer ihtiyarı, ilham ve vesveselerle birken on olur, on kişinin ihtiyarına sahip olursun.

A tatlı adam, namazın dışındaki işlerin helal olması için namazdan çıkarken meleklere selam vermek gerektir.

Bu selam, “Sizin güzel ilhamınız ve duanız yüzünden ihtiyarımla şu namazı kıldım” demektir.

Suçtan sonra da tutar, İblis’e lanet edersin. Çünkü bu eğriliğe onun yüzünden düştün.

Şeytan’la  Melek, gayp perdesi ardında gizlice bu kötülükle iyiliği sana gösterir.

Fakat gözünün önünden gayp perdesi kalktı mı seni hayra, şerre sevk edenlerin yüzlerini görürsün.

Onların sözlerinden, gizlice söz söyleyenlerin bunlar olduğunu tanırsın.

Şeytan, “Ey tabiat ve ten tutsağı” der, “ben bunu sana gösterdim, fakat zorlamadım ki!

Falan günde ben sana şöyle demedim mi? Cinler yolu o tarafa giden yoldur.

Biz, senin canına dostuz, ruhuna ruhlar katarız. Senin babana ihlâsla secde etmişiz.

Şimdi de sana hizmet etmekte, hizmet edilme yoluna seni çağırmadayız.

Bu şeytanlar, babana da düşmandı. ‘Secde edin.” emrine uymadılar.

Fakat sen ona uydun da bizi dinlemedin. Hizmet haklarımızı tanımadın bile.

Şimdi biz de meydandayız, onlar da. Sözümüz-den, sesimizden tanı, gör”, der.

Gece yarısı dosttan bir sır duydun, onun söz söyleyişini işittin mi, sabahleyin söz söyleyenin o dost olduğunu anlarsın.

Geceleyin iki kişi, sana haber getirirse sabahleyin ikisini de seslerinden tanırsın.

‘Hak ihtiyarı’, bizim ihtiyarımızı meydana getir-miştir. Emir, ancak ihtiyara dayanır.

Her mahlukun ihtiyarsız gibi görünen muktedir bir hakimi vardır ki,

Onu  ihtiyarsız bir sûretle çekip avlar. Zeydin kulağını tutup bir yana çeker.

Fakat ihtiyacı olmayan Allah, hiçbir aleti olmak-sızın, o kulun ihtiyarını, kendisine ‘kement’ yapar.

Zeydi, kendi ihtiyarı bağlar. Hak da köpeksiz, tu-zaksız onu avlar.

O dülger tahtaya hakimdir, o ressam güzelliğine hakim, demirci, demire hakimdir. Mimar, alete hakim.

Şaşılacak şey, görülmemiş nesne şudur ki bunca ihtiyar, kul gibi onun ihtiyarına secde eder.

Cansız şeylere kudretin  var, fakat bu kudretin onlardaki cansızlığı giderdi mi? (5/253/3088-3096)

Övme, akil kulağı için bir tasvirdir. Fakat sûret, bil ki gözün harcıdır, kulağın değil.

Birisi, bilir bir adama sordu: ‘A sözü güzel er, hak nedir, batıl ne?

O er, adamın kulağını tutup “Bu batıldır.’ dedi, Gözse haktır, onun her şeye yakini vardır.

O, yani duymak, buna nispetle batıldır, Ey emin kişi, sözlerin çoğu da nispetten ibarettir. (5/317/3906-3909)

Tut ki, bütün doğuyu, batıyı zaptettin, her tarafın saltanatına sahip oldun. Mademki bu saltanat, kalma-yacak, sen onu bir şimşek farzet; çaktı, söndü.

Ebedi olmayan mülkü, gönül; bir rüya bil!

Cellat gibi boğazına yapışan debdebeyi, şan ve şöhreti ne yapacaksın ki?

Bil ki bu alemde de bir emniyet bucağı vardır. Yalnız, münafığın sözünü az duy, çünkü o söz, zaten söz değildir. (5/319/3926-3929)

Ağlayış, gülüş, gönlün gamı, neşesi... Bil ki her birinin ayrı bir madeni vardır.

Her birinin bir ayrı mahzeni vardır ve o mahzenin anahtarı, kapıları açan Allah'ın elindedir. (5/321/3952-3953)

Şu halde bil ki çektiğin zahmet, yaptığın bir suçun sonucudur. Sana inen bu tokat bir şehvetin sebebidir.

İbret almaz, o suçu bilmezsen bile  hiç olmazsa derhal ağlamaya, sızlamaya  koyul, yarlıganma dile.

Secde et, yüzlerce defa, “Ya Rabbi!” de, “Bu gam, yaptığım suçun karşılığıdır ancak!

Ey Rabbim, sen zulümden, sitemden  temizsin. Nasıl olur da suçsuz olarak insana bir dert, bir gam verirsin.

Ben suçu ayan beyan bilmiyorum, fakat bu derde sebep de mutlaka bir suçtur.

Sebebi örttüğün gibi  o suçu da ört.” (Âmin) (5/324/ 3988-3993)

Kim, başkalarının karısına kötülük ederse bil ki kendi karısına ‘pezevenklik’ eder.

Çünkü bir kötülüğün cezası, o suçun misli olur. (5/325/3999-4000)

Gerçi, dünyanın değeri taklittir ama her mukallit sınanmada rüsvay olur. (5/329/4053)

Zahit, işin sonunu düşünür. Sonra, “Hesap günü halim ne olacak? diye dertlenir.

Ariflerse, başlangıçtan, önden haberdardır, sonu düşünme derdinden de kurtulmuşlardır.

Arif’te arif olmadan önce korku da vardı, yalvarış da. Fakat Hak takdirini bildiğinden, işin önünden haberdar olduğundan bu bilgi, her ikisini de ortadan kaldırmıştır. (5/331/4065-4067)

Gaflet, daima  küstahlıktan meydana gelir. Ululama gözden kuru ağrıyı giderir.

Gaflet ve kötü bir alışkanlık olan unutkanlık, ‘ululama ateşi’yle yanıp gider.

Onun heybeti adama uyanıklık ve anlayış verir, adamın içindeki unutkanlık ve yanılma çıkar, kalmaz. (5/333/4096-4098)

“(Ey Allah’ım!) Senin vuslatını umarak ölmek hoştur. Fakat ayrılığının acısı, ateşin üstündedir.

Kafir bile cehennemde bana bir baksaydın, cehennemde olduğuma gam çeker miydim? deyip durur.

Çünkü o bakış, bütün eziyetleri tatlılaştırır; büyücülerin ve ayaklarının kan diyetidir, o bakış.” (5/334-335/4117-4119)

Yokluktan baş gösteren her varlık, birine zehirdir, öbürüne şeker.

Dost ol, kendi huyundan ayrıl da zehir küpünden bile şeker ye!

Faruki tiryak, ona şeker kesilmişti. Onun için zehir, Faruk’a bir zarar vermedi. (5/344/4236-4238)

Hayvan, otla semirir, insan da yücelikle, şerefle gelişir.

İnsan, kulağından gelişir, duya duya canlanır. Hayvansa boğazından, yemesinden, içmesinden gelişir. (6/26/290-291)

Sünnet yoldur, topluluk da yoldaşa benzer. Yolsuz, yoldaşsız oldun mu bu daracık yerde helak oldun, gitti.

Akla düşman olan yoldaş, yoldaş değildir. O, bir fırsat arar ki elbiseni alıp götürsün.

Seninle beraber gider, gider ama bir aşılmaz bele, “Boğaza gelesin de varını yoğunu yağma etsin,” diye.

Yahut da o yoldaş dediği kimse görünüşte cesurdur, fakat hakikatte korkak. Bu sarp iş başa düştü mü dönmek için sana ders vermeye kalkışır.

Korkaklığından dostunu da korkutur. Böyle yoldaşı düşman bil, dost değil.

Bu yol, insanın canıyla, başıyla oynayacağı yoldur, her meşelikte, her sazlıkta yufka yüreklileri geriye çevirecek bir âfet vardır.

Din yolu, her puşt tabiatlının gideceği yol değildir. Bu yüzden de tehlikelerle doludur.

Yoldaki bu korku, ‘onu kepekten ayıran elek’ gibi insanların yüreklilerini yüreksizlerinden ayırt eder.

Yol, nasıl yoldur? Gidenlerin ayak izleriyle dopdolu bir yol. Dost nasıl dosttur? Rey ve tedbir bakımından merdivene benzeyen, seni aklıyla her an irşat edip yücelten dost. (6/43/502-510)

Arayan nihayet bulur. Kurtuluş, sabırdan doğar. (6/50/ 595)

Sözdeki birlik, daima yol vurur. Kafirle müminin birliği, ten bakımındandır.

Bedenler, ağızları kapalı testilere benzerler. Her testide ne var? Sen ona bak!

O beden testisi, âbıhayatla doludur, bu beden testisi ölüm zehriyle.

İçindekine bakarsın ‘padişahsın’, dışına bakarsan ‘yolunu azıttın’ gitti.

Söz, bil ki şu bedene benzer, manası da içindeki candır.

‘Baş gözü’, daima bedeni görür, ‘can gözü’ ise hünerli canı. (6/54/649-654)

‘Duygu gözü’ şu geçip gidici sûretlere düşmüş, donup kalmıştır. Sen, o sûreti geçip gidici görürsün ama hakikatte geçip gitmez, o.

Bu ikilik ‘şaşı göz’ün görüşüdür. Yoksa evvel, ahirdir, ahir de evvel.

Bu nereden bilinir? Öldükten sonra dirilmeden. Öldükten sonra dirilmeyi ara da bundan az bahset.

Dirilme gününün gelmesine şart, önce ölmektir. Çünkü dirilme ölümden sonradır.

Herkes yokluktan korkar, işte bütün alem, bu yüzden yol sapıtmıştır. Halbuki yokluk, asıl sığınılacak yerdir.

Bilgiyi nerede arayalım? Bilgiyi terk etmede. Barışı nereden umalım? Barıştan vazgeçmeden.

Varlığı nerede arayalım? Varlığı terk etmede. Elmayı nereden umalım? Elden vazgeçmeden.

Ey güzel yardımcı, ‘yok gören göz’ü varlığı görür bir hale getirmeye de kâdirsin, sen.

‘Yokluktan meydana gelen göz’, varlığı tamamıyla yok gördü.

Fakat şu iki göz, değişti de nurlandı mı bu düzgün cihan mahşer olur.

Bu hamlara anlamak haram oldu da onun için bu hakikatler noksan göründü.

Allah cömerttir ama güzelim cennetlerin nimetleri cehennemliğe haramdır.

O, ebedi ahde vefa edenlerden değildir, onun için cennet balı, ağzına acı gelir. (6/68-69/828-830)

Bu dünya pazarında sermaye altındır; orada da aşk ve iki ıslak göz.

Kim eli boş pazara giderse ömrü geçer, tamamıyla ham ve eli boş olarak geri döner.

Kardeş neredeydin? Hiçbir yerde! Ne pişirdin? Hiçbir şey!

‘Müşteri ol da elim oynasın, gebe olan madenimden la’l doğsun.

Fakat müşteri, gevşek ve soğuk bile olsa yine sen onu çağır. Çünkü böyle emredilmiştir.

Doğan kuşunu uçur, ‘ruh güvercini’ni tut. Davet yolunda, Nuh’un yolunda yürü.

Allah için hizmette bulun. Halkın kabul etmesiyle, reddetmesiyle ne işin var, senin? (6/70/839-845)

Puta tapanların layığı budur, zaten. Çulu atlas olur, atı da sopa!

Kafirlerin mezarı gibi dumanla ateşle doludur içi, fakat dışarısı yüzlerce nakışla, ziynetle bezenmiştir.

Zalimlerin malları gibi hani, dışarıdan güzel görünür ama hakikatte mazlum kanıdır, vebalidir.

Münafık gibi görünüşte orucu, namazı görünür de hakikatte otsuz, çimensiz kapkara topraktır.

Gar gur edip duran boş buluta benzer. Ondan ne yeryüzüne bir fayda vardır, ne bu buğdaya bir kuvvet.

Hileli ve yalan vade gibi hani. Sonu rüsvaylıktır, fakat önü parlak görünür. (6/86/1053-1058)

Allah’ın sanatı, cihanın bütün cüzülerine karşı adeta afsuncuların ağzından çıkan soluğun, harfin tesirini yapar.

Hak çekişi, tesir ve sebeplerle olur. Harfsiz, dudaksız yüzlerce söz söyler, Allah.

Tesir ediş de kaderden değil midir? Fakat tesiri akılla anlaşılmaz.

Akıl, asıllarda mukallit olduğu için bil ki ferilerinde de mukallittir. (6/87-88/1070-1073)

Birisi, bir beyden at istedi. Bey “Yürü” dedi, “O güzel atı al.”

Adam, “Ben onu istemem” deyince “Neden?” dedi. Adam dedi ki; “Pek huylu, geri geri gidiyor.

Boyuna gerisin geri gitmede.” Bey dedi ki: “Sen de kuyruğunu eve çevir!”

Senin ‘nefis atı’nın kuyruğu da şehvettir. Bu sebepten o kendisine tapan geri geri gider.

Şehvet, sana aslından kuyruk olduysa o şehveti çek çevir, âhirete şehvetlen.

Şehvetini yemeden, içmeden kestin mi şehvet, yüce akıl cihetine düşer, oradan baş gösterir.

Hani bir ağacın kötü dallarını budarsın da iyi dallarından dal-budak verir, o dallar kuvvetlenir ya.

Kuyruğunu o tarafa çevirdin mi geri geri gitse bile sığınılacak yere kadar varır, dayanır.

Ne mutludur binicisine ram olan ve doğru giden atlar. Onlar, ne geri giderler, ne huysuzluk ederler.

Allah’ın Kelimi Musa gibi hızlı hızlı gider, bir kilim gibi Bahreyn’e kadar varır, yayılır.

Musa’nın gittiği yol, tam yedi yüz yıllık yoldu, o sevda ile bu kadar uzun yolu aştı.

Bedenindeki gidiş gayreti bu kadardı. Canındaki gayretse tâ illiyyin’e değdi.

İyi biniciler, birbirlerini geçmek için atlarını sürdüler. Karınları şiş battallarsa ahırda kalakaldılar. (6/92-93/1118-1130)

Yerin alçalışına bak, göğün yücelişine bak. Kainatın devranı bu ikisinden hali değildir.

Şu yerin yücelip alçalışı da bir başka çeşittir. Yılın yarısında çorak bir hale gelir, yarısında yeşerir, tazeleşir.

Mihnetle dolu olan zamanın yücelip alçalması, büsbütün başka bir tarzdadır. Yirmi dört saatin yarısı günden olur, yarısı geceden.

Zıtlarla uzlaşan mizacın yükselmesi, alçalması da şudur; Gâh insan sıhhatli olur, gâh hastalanır, inler.

Dünyanın bütün hallerini böyle bil. Kıtlık, bolluk, barış, savaş; hep denemelerden meydana gelir.

Şu dünya, havada bu iki kanatla uçar. Canlarda bu ikisi yüzünden korku ve ümit yurtlarında yurt edinirler.

Böylece dünya, şimal rüzgarına benzeyen hayatla ve sam yeli gibi olan ölümle yaprak gibi titrer, durur. (6/148/1848-1854)

Cebraille canların kıblesi Sidre’dir, karnına kul olanla-rın kıblesi sofra.

Arif’in kıblesi, vuslat nurudur; filozoflaşan aklın kıblesi, hayal.

‘Zahidin kıblesi’ ihsan sahibi Allah’tır, ‘tamahkarın kıb-lesi’ altınla dolu torba.

Mana gözetenlerin kıblesi sabırdır, sûrete tapanların kıblesi taştan yapılan sûret.

‘Bâtın aleminde oturanların kıblesi’ lütuf ve ihsan sahibi Allah’tır, ‘zahire tapanların kıblesi’ kadın yüzü. (6/152/ 1896-1900)

Şeriatın canı da ariftir, takvanın canı da. Marifet, geçmiş zamanlardaki zahitliğin mahsulüdür.

Zahitlik, ekmeye çalışmaktır, marifet de o ekinin bitmesidir.

Şu halde çalışmak ve inanmak, bedene benzer. Bu ekmenin canı da biten mahsuldür ve onu devşirmektir. (6/167/2090-2092)

Bu bedenin direği lokmadır. Açlık kılıcına karşı ekmek, bir zırhtır.

Öyle olduğu halde Allah, senin ekmeğine bir ‘kahır mayası’ koydu mu o ekmek boğaz illeti gibi kursağında durur, boğazını sıkar, seni öldürür. (6/173/2170-2171)

Değirmen beygiri koşar, döner, durur. Maksadı da dayak yemeden kurtulmaktır.

Su çekmekten, yahut susamdan şırlağan yağı çıkarmaktan haberi bile yoktur.

Öküz, arabayı çekmek, eşyayı götürmek için değil, dayak korkusundan yürür.

Fakat Allah, ona böyle bir acı korkusu vermiştir de o yüzden işler de görülür, gider.

Her kazanç sahibi de bunun gibi alemi ıslah için  değil, kendisi için çalışır.

Her biri, derdine bir merhem arar. Derken bir alem de bu yüzden düzene girer.

Allah, korkuyu bu aleme direk yapmıştır. Herkes, can korkusuyla bir işe sarılmıştır.

Allah’a hamdolsun ki, böyle bir korkuyu mimar etmiş, onunla yeryüzünü düzene koymuştur.

Bunların hepsi de iyiden, kötüden korkarlar. Fakat hiçbir kimse yoktur ki, kendi kendisinden korksun.

Şu halde hakikatte herkese hakim olan birisidir ve o, duygularla duyulmaz ama çok yakındır, insana.

O, bir gizli yerde duyulur ama bu evin duygularıyla duyulmaz.

Allah’ın anlaşılacağı, duyulacağı duygu, bu cihanın duygusu değildir, o duygu, başka bir duygudur.

Hayvan duygusu, o sûretleri görseydi öküzle eşek de vaktin Bayezid’i olurdu.

Bedeni, ruha mazhar eden, gemiyi Nuh’a Burak yapan,

Dilerse ey nur arayan, gemiyi değiştirir, tufan haline getirir. (6/175-176/2195-2209)

Halkın gözünü ancak sebepler bağlar. Sebepten korkup titreyen, ashaptan değildir.

Fakat bizim ashabımız; hakikat ehlidir. Allah, onlara kapı açmış, onları odanın başköşesine geçirmiştir. (6/184/ 2313-2314)

İştah varsa acele etmemek, yenen şeyin iyice sinmesi için ağır ağır yemek daha doğrudur. (6/204/2587)

Şeriatta ihsanda var, ceza da. Padişah, başköşeye geçer; at, ahıra bağlanır. Adalet nedir? Bir şeyi lâyık olduğu yere kaymak. Zulüm nedir? Lâyık olmadığı yere koymak.

Allah’ın yarattığı hiçbir şey abes değildir. Kızgınlık, hilim, öğüt, hile....hepsi doğrudur.

Bunların hiçbiri, mutlak olarak hayır değildir. Aynı zamanda mutlak olarak şer de değildir.

Her birinin yerinde faydası vardır, yerinde de zararı. Onun için bilgi, vaciptir, faydalıdır.

Yoksula yapılan öyle cezalar vardır ki sevap bakımın-dan elemekten de yeğdir, helvadan da.

Çünkü helva, vakitsiz yenirse safra yapar. Halbuki helva verilecek yerde ona bir sille vurulsa kötülükten kurtulur.

“Yoksula vaktinde bir sille vur” da boynu vurulmaktan kurtulsun!

Vurmak, hakikatte kötü huyadır. Kilim dövülmez, tozu dövülür.

Meclis de var, zindan da. Her ikisi de lazım. Meclis ihlâs  sahibi olana, zindan ham kişiye.

Yarayı deşmek lazım. Deşeceğin yerin üstüne merhem korsan pisliği kökleştirmiş olursun.

Yaranın altındaki eti yer. Yarı bir faydası olsa elli tane ziyanı olur. (6/205-206/2595-2606)

Bu kıbleden bir an gafil oldun mu her batıl kıblenin maskarası oldun, gitti.

Sana temyiz verene hamdetmezsen kıbleyi tanıma kabiliyetini kaybedersin. (6/207/2628-2629)

Yağmur gece yağarsa kimse görmez. Çünkü herkes uykuya dalmıştır.

 Ama her güzel gül bahçesi, gizli bir yağmura delalet eder. (6/216/2724-2725)

Körün, kuyuya düşmesine şaşılmaz, fakat yolu gören de düşer, buna şaşılır işte!

Bu kaza ve kaderin çeşit çeşit işleri vardır. Adamın gözünü, Allah nasıl dilerse öyle bağlar.

Gönül hilesini hem bilir, hem bilmez. Mührünü vurmak için demiri bile yumuşatır, muma döndürür.

Gönül derdi ki: “Madem ki Allah’ın takdiri böyle, bunu istiyor, ha olsun, ne yapalım?”

Kendisini bundan gafil tutmaktaydı. Can da, onun ipiyle bağlanmış, kalmıştı.

O yüce kişi, bu takdir yüzünden mat olursa bu, alt olma değildir, Allah’ın kazasına uğramadır.

Bir musibet, onu yüzlerce musibetten kurtarır. Bir iniş, onu yüceliklere çıkarır. (6/218-219/2759-2765)

Yalnız isteği gören göz, kuşa bir âfettir; fakat tuzağı gören akıl, onu âfetlerden kurtarır.

Ama bir tuzak daha vardır ki onu akıl da bilemez. İşte gayb aleminde bulunanları gören vahiy, onun için bu tarafa koşup geldi.

Cinse cins olmayanı akılla bilmek tanımak gerek. Hemencecik sûretlere koşmamalı.

Cins oluş, ne senin için sûretledir, ne benim için. İsa insan şeklindeydi, fakat melek cinsindendi. (6/235/2969-2973)

Allah’ın insanın gözüne çektiği o sürme, ne sürmedir ki can, yüzlerce perdenin ardındaki doğru yolu görür.

‘Kainatın ulusu’ nun gözü, sonu görmeyle eş olmuştu. O yüzden cihanı leş gördü. (6/274-275/3474-3475)

Ne temiz mimar ki, gayb aleminde sözle, afsunla kaleler yapar.

Sözü, sır köşkünün kapısının sesi bil. Bu ses, kapının açılmasından mı geliyor, kapanmasından mı? Buna dikkat et.

Kapı sesi duyulur, kapı görünmez. Bu sesi görürsünüz, kapıyı görmezsiniz.

Hikmet çengi, hoş bir ses verdi mi dikkat et. Bakalım, cennet kapılarından hangisi açıldı?

Kötü söz kapısı açıldı mı? Bak bakalım, cehennemin hangi kapısı açıldı?

Kapısından uzak olsan bile sesini duy. Ne mutlu gözü de açık olan kişiye!

İyilik ettiği müddetçe görürsün ki iyi yaşamaktasın, gönlün rahat.

Fakat bir kötülükte bulundun, bir fenalık ettin mi o yaşayış, o zevk gizleniverir.

Bu aşağılık kişilerin görüşüne uyup kendi görüşünü terk etme. Bu gerkesler, seni leşe doğru çekerler, çünkü.

Nergis gibi gözlerini kapatıyor, “Aman değneğimi tut, beni yet ey ulu kişi”, diyorsun.

Halbuki seni götürmek için seçtiği o sapçıya dikkat edersen görürsün ki o, senden de kördür.    

Kör gibi elini at, Allah’ın ipine yapış. Allah’ın emrinden, nehyinden başka bir şeyin etrafında dönüp dolaşma.  

Allah’ın ipi nedir? Heva ve hevesi terk etmek. Bu heva ve heves yüzünden zindanda oturmaktadır. Kuşun kanadı heva ve heves yüzünden bağlanmıştır.

Balık, heva ve heves yüzünden kızgın tavaya düşer. Namuslu adamlardan utanma, arlanma, heva ve heves yüzünden gider.

Şahne’nin gözü, heva  ve hevesten bir ateş yalımıdır. Çarmıha gerilmek ve darağacının korkunçluğu, heva ve heves yüzündendir.  

Yeryüzünde beden şahnelerini gördün ya, can aleminin hükümlerini yürüten şahneleri de gör.

Ruha gayb aleminde işkenceler vardır. Fakat sen sıçrayıp kurtulmadıkça bu işkenceler, gizlidir.

Kurtuldun mu işkenceyi, azabı görürsün. Çünkü zıt, zıddıyla görünür.

Kuyuda ve kara su içinde doğan, ovanın letâfetiyle kuyunun zahmetini ne anlasın?

Allah korkusuyla heva ve hevesten geçtin mi Allah tesniminden bir sağrak elde edersin.

Heva ve hevesine uyup dolaşma. Bırak o yolu. Hak kapısına, selsebil ırmağına doğru gel.

Heva ve hevese uyup ot gibi yelin geldiği tarafa eğilme! Şüphe yok arş gölgesi, çerden çöpten yapılma kulübelerden yeğdir. (6/275-277/3481-3503)

Sen de bir düşmana kinlendin mi, ey altı duyguya zebun olan, altı duygun da yanılır, yanlışlar içinde kalırsın.

Halbuki ondaki o düşmanlık, Allah’ın aksidir. Oradaki kahır, Allah’ın kahır ve sıfatlarından üremiştir.

Ondaki suç, sendeki suçun cinsindendir. Önce o huyu, kendi tabiatından yıkayıp arıtmak gerek.

Sendeki çirkin huy, onda göründü. Çünkü o, sana bir aynadır, adeta.

Güzelim, aynada çirkinliğini görünce aynaya saldırma.

Mesela, yüce yıldız, suya vurur. Sen de yıldızın aksine toprak atarsın.

“Bu kutsuz yıldız bizim kutluluğumuzu alt etmek için suya geldi”, dersin.

O aksi, yıldız sanır, kapansın diye üstüne toprak atar, durursun.

Akis gizlenir, gayb alemine gider. Sanırsın ki yıldız da söndü.

O kutsuz yıldız gökyüzündedir. Başını o tarafa kaldır-mak lazım.

Hatta gönlü, mekansızlık mekanına bağlamak gerek. Burada zuhur eden yomsuzluk, o mekansızlık aleminin bir aksinden ibarettir.

Vergiyi Allah vergisi, ihsanı Hak ihsanı bil. Çünkü bu aksi, beş duygu alemiyle altı cihet alemine veren odur.

Aşağılık kimselerin ihsanı, kumdan artık bile olsa yine sen ölürsün, o vergiler, senden arda kalır.

Akis, gözde ne kadar kalabilir ki? Ey eğri gören,aslı görmeyi kendine hüner yap.

Allah, yalvarıp yakaranlara ihsan da bulundu mu onla-ra ihsan ettiği şeylerle beraber uzun da bir ömür bağışlar.

Nimeti de ebedidir, onun. Nimet ettiğine de ‘ebedilik’ verir. O, ölüleri bile diriltir, O’na baş vurun!

Allah, lütfetti mi o lütuf, can gibi sana karışır, seninle bir olur. Adeta sen, o olursun, o sen olur.

Sende ekmek ve suya iştah yoksa bu ikisi de olmak-sızın sana tertemiz bir rızık verir, yine.

Semizliğin gittiyse Allah, o gayb âleminde lütfeder, sana zayıflıkta bir gizli semizlik, şişmanlık verir.

O peri ve cine kokuyu gıda etmiş, meleklere can gıdası vermiştir.

Can nedir ki ona dayanıyorsun? Allah kendi aşkıyla seni diriltir.

O’ndan ‘aşk diriliği’ iste, can isteme, o rızkı iste, ekmek dileme.

Halkı su gibi arı duru bil. O suya akseden, ululuk sahibi Allah’ın sıfatlarıdır.

Onların bilgileri, adaletleri, lütufları akar suya aksetmiş yıldıza benzer.

Padişahlar, Hak saltanatına mazhardır; bilgi sahipleri, Hak bilgisinin aynasıdır.

Zamanlar geçti, gitti. Bu, yeni bir zaman. Ay, o ay ama su, o su değil.

Adalet o adalet. Bilgi de o bilgi. Fakat o zamanlar da gelip geçen ümmetler, geldiler, geçtiler.

Ey akıllı er, zamanlar, zamanların üstüne geldi, hepsi de birer birer biteviye gelip geçti. Fakat şu manalar, daimi ve hep o.

Bu arktaki su kaç kere değişti. Fakat ayın aksiyle yıldızların aksi hep var.

Çünkü yapısı, su üstüne kurulmamış, gökyüzü sahasında onlar.

Bu sıfatlar, bil ki mana yıldızları gibi mana göklerin-dedir.

Güzeller, onun güzelliğinin aynası. Onlardaki aşk, onun istenmesinin aksi. (6/249-251/3150-3181)

Su kabı, ey akıllı adam, sakanın elindedir. Öyle olma-sa kendi kendine nasıl dolar, boşalır?

Sen de her an dolmada, boşalmadasın. Bil ki, onun sanat elindesin.

Gözündeki bağ, kalktı mı sanatın, sanatkarın elinde halden hale girmekte olduğunu anlarsın.

Gözün varsa kendi gözünle bir bak. Hiçbir şeyden haberi olmayan bir ahmağın gözüyle bakma.

Kulağın varsa kendi kulağınla dinle, duy. Neden sersemlerin kulağına kapılıyorsun?

Taklide uymaksızın bakmayı adet edin, kendi aklını koru, onu düşün sen. (6/264/3339-3344)

Lezzet, dışarıdan gelmez, içten gelir, bunu böyle bil. Köşkleri, kaleleri aramayı ahmaklık say.

Birisi mescit bucağında sarhoş ve neşelidir. Öbürü, bağda, bahçede suratını asar, muradına erişmez, bir zevk bulamaz.

Köşk bir şey değildir. Bedenini yık. Define yıkık yerdedir,a benim beyim!

Görmüyor musun, bunu? Şarap meclisinde sarhoş yıkılınca zevk alıyor.

Ev, sûretlerle dolu amma yık onu. Yık da defineyi bul, sonra yine yap.

Tasvir ve hayal nakışlarıyla dolu bir ev şu resimlerde vuslat definesinin üstüne çekilmiş perdeye benzer.

Şu gönülde sûretler coşup duruyor, ya. Onların hepsi, definenin ışığı, altınların parlayışı.

Su arı durudur, fakat üstünü köpük kaplamış. Köpük, suya bir şey vurmasına mani oluyor.

Değerli can da lâtiftir, coşkundur. Fakat insanın bedeni, onun üstüne çekilmiş bir perdedir.

Halkın dilinde söylene duran atalar sözünü duysana. Bize bizden gelir her ne gelirse!

Bu köpüğe tapan susuzlar da köpük yüzünden arı duru sudan uzaklaşmışlardır. (6/271/3420-3430)

“Kalp, ulu Allah’ın iki parmağı arasındadır”

Gönlüne hile ve kıyas veren Allah, hırkanı ateşe vermeyi de bilir. (6/278/3516-3517)

Mal, sadakayla katiyen azalmaz. Hayırlarda bulunmak, malı zayi etmez, kaybolmaktan kurtarır.

Altın, zekat vermekle coşar, fazlalaşır. İnsanı kötülükten, fenalıktan kurtaran namazdır.

Zekat vermen keseni korur, namazın da seni kurt-lardan kurtarır, çobanlık eder, sana.

Tatlı meyve; dalların yaprakların arasında gizlidir. Ebedi yaşayış, ölümün içindedir.

Gübre, bir sûretle toprağın gıdası olmuş, yer: o gıda ile bir meyve doğurmuştur.

Varlık, yoklukla gizlenmiştir. Secde edilmede, secde etmede mevcuttur.

Demirle taş, görünüşte  karanlıktır; fakat iç alemde nurdur, âlemin ışığıdır.

Korkuda yüzlerce eminlik gizli. Gözün karasında bunca aydınlık var. (6/282-283/2573-2580)

Arif, ‘ebedi hayat kaynağı’ndan yardım diler, vefasız suların çeşmelerinden bir şey dilemez, onlara yüz tutmaz ve aldırış bile etmez. Bunun nişanesi de “Şu gurur, şu aldanma yurdu olan dünyadan çekinmektir.” Kim, bu fani kaynaklara, dayanır, güvenirse, ebedi kaynağı adam akıllı arayamaz. Canında bir iş gerek. Yoksa bu iğreti şeylerden bir kapı açılmaz. Evin içindeki bir tek çeşme, dışarıdan gelen ırmağa yeğdir. (6/284/Başlık)

Gözünün nuru, balçıktan oldu mu onun sana vereceği şey de ancak gönül derdinden ibarettir.

 Kaleye dışarıdan su gelirse emniyet ve barış zamanında iyidir. Düşman geldi de kaleyi çevirdi, kaledekiler kanlarına battılar mı,

Düşman askeri dışarıdan gelen suyu keser, kaledekilerin o suya güvenmemelerini temin eder.

İşte o zaman kale içindeki bir acı kuyu, dışarıdaki yüz tatlı ırmaktan daha iyidir.

Sebepleri kesen ölüm ve ecel askeri de kış gibi dalları, yaprakları kesmeye gelir.

O zaman, ağaçlara bahar yardım edemez. Ancak iç alemindeki sevgilinin bahara benzeyen yüzü yardım eder.

 Onun için şu toprak yeryüzüne, ‘gurur, aldanış yurdu’ denmiştir. Çünkü göçme çağına ulaştın mı senden ayağını çekiverir.

Ondan önce senin sağında, solunda koşar, “Senin derdini ben alırım, senin yerine ben dertlenirim”, derdi. Bir şey almadı ya!

“Gam zamanlarında sana, senden gam ırak olsun, gamla aranda on dağ bulunsun.” derdi.

Fakat ‘elem ordusu’ geldi de ağzını kapattı mı, “Seni görmüşlüğüm var.”  bile demez.

Allah, Şeytan için de bu çeşit bir örnek gösterdi. Hilelerle seni savaşa sokar.

“Ben seninleyim, sana yardım eder, tehlikelerde senin önüne ben düşer, tehlikeye ben koşar, göğüs gererim.

Oklara siper olur, dara düştün mü seni kurtarırım.

Senin sürçtüğün yerde ben canımı feda ederim. Sen bir Rüstem’sin, bir aslansın. Yürü, ercesine karşı dur!”

Diyerek bu işvelerle seni küfür yoluna getirir, o hile, düzen çuvalına sokar.

Fakat ayağını attın da hendeğe düştün mü ağzını açar, kahkahayla gülmeye başlar.

Sen “Aman yahu!” dersin, “Gel, ümidim sende.” O, “Hadi,  hadi der, ben senden bıkmışım, zaten.

Allah’ın adaletinden korkmadın, bense korkarım. Ellerini çek benden!”

Allah da, “Onda zaten iyilikten eser yoktur. Şimdi bu hileyle nasıl, nerde kurtulacaksın?” dedi ya.

Hesap gününde yapanın da yüzü karadır, yapılanın da. İkisi de taşlanırlar.

Adalet bakımından yol kesen de uzaklık kuyusundadır, yol yitiren de. Ve o azap yurdu, ne kötü bir yatılacak yerdir.

Yolunu azıtan aptal da kurtuluştan ümidini kesmeli, yol azdıran da!

Burada eşek de balçığa saplanmıştır, eşekçi de. Burada da gaflettedirler, orada da çamura saplanırlar, kalırlar.

Ancak geri dönenler, ondan vazgeçenler ayrı. Onlar güz mevsiminden çıkarlar, Allah’ın lütuf ve ihsan baharına ererler.

Tevbe ederler, Allah da tevbeyi kabul eder. Onun buyruğunu tutarlar ve o, ne güzel bir buyruk sahibidir.

Pişman oldular da inlemeye, sızlanmaya başladılar mı, suçluların iniltisinden arş bile titrer.  

Hem de ananın, çocuğunun üstüne titreyişi gibi. Onların ellerini tutar, onları yücelere çeker.

“Allah,” der, “sizi aldanmadan, ululanmadan kurtardı, işte ihsan bahçeleri, işte suçları örten, yarlıgayan Allah.

Bundan böyle size ebedi ve tükenmez rızıkla azık Hak havasından gelir, damdan, oluktan değil.”

Deniz, bütün vasıtaları, gayretinden kaldırdı, bizzat kendisi lütfa, ihsana başladı mı, artık susuz da balık gibi elindeki maşrapayı terk eder. (6/285-287/3599-3629)

Şu halde sebep, eşeğin kuyruğu gibi oynar, döner, durur. Ona pek dayanmazsan daha iyi edersin.

Hatta sebebe, yapışırsan bile yiğit olmamalısın ki altında nice tehlikeler gizlidir.

İşte bu tedbir ve çekinme, “Allah izin verirse” demenin sırrıdır. Çünkü bu kaza ve kader, insana eşeği keçi gösterir.

Bir adam yiğit ve akıllı bile olsa kaza ve kader, onun gözünü bağladı mı şaşkınlığından eşek gözüne keçi görünür.

Gözleri döndüren Allah’tır. Peki gönlü ve fikirleri döndüren kimdir?

Kuyuyu lâtif bir ev görürsün, tuzağı zarif bir tane.

Bu sofestailik değildir. Allah’ın değiştirmesidir. Hakikatler nerede? Sana böyle böyle gösterir, işte.

Hakikatleri inkar eden tamamıyla bir hayal peşine düşmüştür.

Fakat demez ki, her şeyi hayal sanan da bir hayal olur mu? Gözünü ov da bak! (6/292/3690-3698)

Senin senliğinde başka bir sen gizlidir. Bu varlıkla var olup kendini gören kişiye kurban olayım, ben.

Gencin aynada gördüğünü ihtiyar, ondan önce kerpiçte görür. (6/299/3776-3777)

Bilgili adamın uykusu, ibadetten yeğdir. Hele insanı gafletten uyandıran bilgi olursa.

Yüzme bilenin hareketsiz durması, aceminin elle ayakla savaşmasından iyidir.

Acemi, elini, ayağını oynatır, durur, fakat boğulur. Yüzme bilense denizdeki dalgıç gibi yüzer, durur.

Bilgi, uçsuz, bucaksız ve kıyısız bir denizdir. Bilgi dileyense denizlerde dalgıçlık edene benzer. (6/307/3878-3882)

Ey bir yere sıkıca bağlanan, maksadını oradan  uman, o yüce ağaçtan meyve  elde edeyim diyen!

O maksadın, oradan olmaz da Allah, onu başka bir yeden verir.

Peki... O şeyi  sana umduğun taraftan vermeyecekti de neden o tamahı sana verdi?

Gönlüne bir hayret gelsin diye, bir  hikmet, bir kudret göstermek için.

Ey fayda dileyen! Muradım acaba nereden meydana gelecek diye gönlün hayran olsun, diye.

Bu sûretle kendi aczini, bilgisizliğini bilirsin de gayba olan imanın büsbütün fazlalaşır.

Gönlüm de menfaat gelecek yerde hayrete düşer. Acaba bu tamahtan, bu ümitten ne hasıl olacak, dersin.

Terzilikten rızık umarsın, sağ oldukça terzilikle geçinir, giderim dersin.

Derken rızkın kuyumculuktan meydana geliverir. Halbuki o vehmine bile gelmemişti, senin.

Peki, o rızık, oradan meydana gelmeyecekti de terziliğe tamahın nedendi?

Hak bilgisindeki eşsiz, örneksiz bir hikmet yüzündendi. Allah, onu ezelde öyle yazmıştı.

“Düşüncen şaşırsın, bütün hünerin, işin gücün, hayranlıktan ibaret olsun” diye Allah, bu hikmeti halk etti. (6/332-333/4190-4201)

Bir  söz, cehennemden kopar, adamın dudağına kadar gelir. Bir söz de can şehrinden kopar, dudağa gelir.

Bu dudak, cana canlar katan denizle eziyetler, zahmetler denizi arasında bir berzahtır.

Şehirlerdeki köylü pazarına benzer, adeta. Etraftan alışveriş için hep oraya gelirler.

Kusurlu kumaşla adamın kesesini berbat eden kalp akça ve inci gibi değerli ve pahalı kumaş, hep oradadır.

Bu köylü pazarından kim, daha ziyade ticaretten anlar, geçer akçayla kalp akçayı görür, tanırsa kâr eder.

Köylü pazarı, bu çeşit adama kâr yeri olur. Başkasına da körlüğü yüzünden suç ve zarar yeridir.

Alem cüzülerinden her biri, teker teker aptala düğümdür, ustaya düğüm açmak.

Birine şekerdir,  öbürüne zehir. Birine lütuftur, öbürüne kahır.

Her cansız şey, peygambere hikayeler söyler. Kâbe hacıya tanıklık eder, söz söyler.

Mescit de namaz kılana tanıklık verir, “Tâ uzak yollar-dan bana gelirdi”, der.

Ateş, Halil’e gül ve reyhan kesilir, Nemrud’a uyanlara ise ölümdür, derttir. (6/340-341/4281-4291)

Nice ordu vardır ki bir zafer elde etmek için yürür. Kendi başını yer, artıklarını başkaları kapışırlar.

Nice tacirler vardır ki kâr ümidiyle bayram edeceklerini sanırlar, ödağacı gibi kendileri yanar, yakılırlar.

Dünyada bu çeşit nice aksi şeyler vardır. Adam, onu zehir sanır, halbuki balın ta kendisidir.

Nice ordular, ölümlerine kâni olurlar, halbuki aydınlıklara ererler, zafer elde ederler. (6/348/4371-4374)

Bilgi, müminin kayıp malıdır. Bu  sebeple mümin, kendi yitiğini bilir, anlar. (6/358/4507)

Hintli, Kıpçak, Rum ülkesinin halkı ve Habeş... Hepsi de mezarlarında hoş bir halde aynı renktedir.

Buna dikkat et de o rengin, o güzelliğin tamamıyla bir yüz örtüsünden ibaret olduğunu, iğreti bir şey bulunduğunu bil. (6/375/4709-4710)

İbadet edenlerdeki doğruluk, takva ve yakin rengi, ebediyen bakidir.

Şüphe, küfran ve nifak rengi de asiler için ebedidir. (6/375/4712-4713)

Boş karın, şeytanın zindanıdır. Çünkü ekmek derdi, onun hilesine, düzenine manidir.

Dolu karın, bil  ki şeytanın pazarıdır. Şeytan tacirleri orada gürültü eder, dururlar. (6/376/4727-4728)

Sûret gölgedir, mana güneş. Gölgesiz  ışık yıkık  yerlerdedir. (6/378/4747)

İman vahşetinden meydana gelen derde acı. Çünkü o derdin dermanı yoktur.

İnsanın düzgün elbisesi olmamalı. Çünkü sabırdan kurtuldu mu derhal baş köşeye sıçrar.

İnsanın eli, tırnağı olmamalı. Eli, tırnağı oldu mu ne din düşünür, ne doğruluk.

İnsanın belalar içinde ölmesi daha iyidir. Nefis, nimeti inkar eden sapıktır. (6/381/4793-4796)

Hayat, ölümde ve mihnettedir. Âbıhayat, karınlıklar içindedir. (6/384/4830)

Arifler, iki âleme de aldırış etmezler. İki âlemde de tembeldir, onlar. Çünkü nadassız harman devşirirler. (6/389/4886)

Şüphe yok her dil, gönle perdedir. Perde deprendi mi sırlara erilir.

Kebap olmuş bir et parçası kadar küçücük bir perde yüzlerce güneşi örter.

Hatta söz yalan bile olsa sözdeki koku, onun doğru, yahut yalan olduğunu haber verir.

Çayırlıktan, çimenlikten gelen yel, külhandan esip gelen yelden fark edilir.

Doğru sözle ahmağı aldatan yalan misk ve sarımsak kokusu gibi nefesten anlaşılır.

İkilikli ve münafık dostunu, münafıklığından anlamı-yorsan ondan gelen pis kokudan anla.

Puştların narasıyla babayiğit erlerin narası, tilkiyle aslanın sesi gibi fark edilir. (6/389-390/4890-4896)
 


 



Geri Dön