HİCRET

 

Hicret, kelime anlamı olarak genelde bir kimsenin yurdunu terkederek başka bir yere gitmesi demektir. İslam termino­lojisinde ise Allah Resulünün (s.) Mek­ke'den Medine'ye göçmesi olayım ifade eder.

Bu ikinci ve özel anlamında Hicret, İs­lam tarihînin en önemli olaylarından biri ve bu tarihin bir dönüm noktası saydır. İs­lam tarihinin ve takvimininbaşlangıcı Hic­ret olayına dayandırılır. İslam tarihini ko­nu alan kitaplar bu olayın coşku verici ev­relerini ayrıntılarıyla anlatırlar.

İslam tarihinde iki önemli Hicret olayı gerçekleşmiştir: 1. ve 2. Habeşistan hic­retleri ve Medine hicreti. Mekke'den Medine'ye Hicreti zorunlu kılan nedenler kısaca şöyle özetlenebilir: İslam'ın ilk üç yılında tebliğ gizli ve birey­sel olarak yapılıyordu. Üçüncü yılda "Em-r olunduğun şeyleri açığa vur" buyruğu gel­di. O zamana kadar İslam'a karşı telaşlı bir tepki göstermemiş olan Kureyşliler, İs­lam bütün emirleri ve yasaklanyla ortaya konulmaya başlanınca, özellikle putları reddedilince tavırlarını değiştirdiler. Düş­manlık duygulan köpürdü, müslümanlar üzerindeki şiddet ve baskılan artü.

İslam tarihinde, Mekke dönemi denen ve Hicret'e kadar süren bu eziyet ve çile­lerle geçen yılların çarpıcı sahnelerle dolu ayrıntıları siyer kitaplarında anlatılmakta­dır. Ancak Hicret'in sırf zulümden kaç­mak için vuku bulduğunu sanmak yanlış olur. Ne var ki, hemen bütün tarih ve si­yer kitaplan Hicret olayını müslümanlar bakımından "edilgin (pasif) bir olay" ha­linde değerlendirmektedirler. Bu kitap­lar, Hicret'i ortak bir dil içinde, zulüm ve işkencesini artırmış olan Kureyş'in baskı­sından kurtulmak İsteyen müslümanlarra başvurduğu bir çare biçiminde ele almak­tadırlar. Konuya bu açıdan yaklaşılmasın­da özellikle Kureyş'in baskıcı, işkenceci, zalim tutumunu ortaya kovmak hususu başta rol oynamaktadır. Fakat bu yaklaşım tarzının, Hicret'in müslümanlar bakı­mından taşıdığı "etkin" (aktif) siyasal tav­rı, siyasal anlamı yeterince açığa vurmak­tan yoksun bulunduğu, bu etkin tavrı göl­gelediği söylenebilir. Mesele sadece küf­rün zulmüne işaret etmek olmamalı; müs­lümanların takındığı etkin tavır da belir­lenmelidir. Hicret olayında her ne kadar Kureyş'in zulmünün tahammül edilmez noktalara ulaşması önemli bîr sebepse de, İslami mücadeleyi Kureyş'in (Mek­ke'nin) dışına çıkararak bağımsız bir düz­lemde sürdürmek daha da Önemli bir fak­tör sayılmalıdır.

Gerçekten de, Hicret'ten önce, İslam'ın Medine'de yayılmaya başlamış olması ve müslümanların oraya yerleşebilmesi bakı­mından elverişli bir ortamın sağlanmış bu­lunması dikkate değer bir gelişmedir.

Mekke döneminde birbirini izlemiş çe-Şİtli işkence ve boykot olaylarındım tümü­nü bir yana bırakarak, sadece bir "olay"a ve bir "teklife değinerek Hicret olayını-nın aktif niteliğini belirtmek mümkün­dür.

Olay: Hz. Ebu Bekîr, Habeşistan'a git­mek niyetiyle (ki ilk Hicret Habeşistan'a­dır) Mekke'den yola çıkar. Fakat biraz ilerleyince bu niyetinden vazgeçer ve bu­lunduğu yerde Malik adlı birinin himaye­sine girer. Misafir edildiği evin kapısı önünde bir yer yapıp orada namaz kılma­ya başlar. O namaz kıldıkça müşriklerin karılan ve cariyeleri de toplanıp onu sey­retmeye başlarlar. Ebu Bekir gözü yaşlı bir insandı, namaz kılarken kendini tuta­mayıp ağlardı. Kureyşli'ler Ebu Bekir'in bu halini öğrenip Malik'e haber gönderir­ler: "Ebu Bekir'in açıkta namaz kılması­na razı değiliz. Kadınlarımız ve çocukları­mız onu seyrederek İslam'a yaklaşabilir­ler. Namaz kılacaksa kapalı bir yerde kıl­sın, yoksa evini terketsin". Malik, Ebu Be­kir'e bu haberi iletince o, "Bensenin komsuluğundan vazgeçtim, Allah'ın komşulu­ğuna gidiyorum" diyerek orayı terkeder.

Teklif: Kureyşliler, Allah'ın Resulüne Şu teklifte bulunurlar: "Muradın nedir? Ne İstersen verelim. Zengin olmak istiyor­san sana servet toplayalım. Reislik dava-sındaysan gel üzerimize reis ve efendi ol. Ne istersen onu yapalım, ne istersen onu verelim, yalnız şu söylediklerinden vaz­geç". Kureyş'in bu teklifi, onların putları­na, kurulu düzenine ilişmemek şartıyla, Allah Resulünün bütün söylediklerine ra­zı olmayı kabul edeceklerinden başka bir anlama gelmiyordu ve böyle bir teklif el­bette kabul edilemezdi.

Kureyş'in, İslam karşısındaki tavrını iyi­ce belirleyebilmek için şu olayı da anmak gerekiyor. Kureyş'in ihtiyarlarından bir kısmı, Allah Resulünün karşısına çıkarak derler ki: "Gel biz senin taptığına tapa­lım, sen de bizim taptıklarımıza tap, böy­lece bîz ve sen bu konuda ortaklık yapmış oluruz. Senİn taptığın bizim taptıklarımız­dan daha iyi ise biz bundan hissemizi al­mış oluruz; yok, bizim taptıklarımız senin taptığından iyi ise sen bundan nasibini al­mış olursun." Kureyş'in bu teklifi üzerine "Kafırûn" suresi nazil olur.

Kureyş'in Allah Resulüne yaptığı teklif­lere ve takındığı tavra yakından bakılırsa, bunların adı konulmamış, gizli bir laiklik fikrini dile getirdiğini söylememiz müm­kündür. Onlar, İslam'ın mahiyetini he­nüz yeterince kavrayamadıklarından far­kına varmadan İslam'da da "Sezann hak­kı Sezar'a, Tann'mn hakkı Tanrı'ya" ilke­sinin geçerli olabileceği düşüncesini taşı­yorlardı. Ayrı bir konumda da olsa, İs­lam'ın küfür kurumlarıyla, küfür düzeniy­le uzlaşmacı bir tavra eğilim gösterebile­ceğini umuyorlardı.

Kureyş'in bu nitelikteki bütün teklifleri, Resulullah tarafından kökten reddedil­miştir. Çünkü bu tekliflerin kabul edilroesi demek, müslümanların "kurulu düze­nin" kaidelerini kabul ederek o düzenin müsaadesi çerçevesinde faaliyet göster­mesi; daha baştan şartlı, kısıtlı, hatta İs­lam'ın hükümleri balonundan çelişkili bir statüyü benimsemeleri anlamına gelecek­ti. Bu tür teklifler İslam yönünden çelişki­liydi, çünkü böylece müslümanlar zulme rıza göstererek zulümle mücadele etmek zorunda bırakılmış olacaktı. Başka bir de­yişle, müslümanlar hem kurulu düzenin bîr parçası olarak bırakılmış olacaklar, hem böyle bir durumda kurulu düzene müdahale edeceklerdir. Kureyş de böyle­ce tıpkı Roma mantığını kullanmış oluyor­du.

Müslümanlar gerçi Hicret anına kadar zulüm düzeninin bir parçası olarak yaşadı­lar. Her ne kadar onların bir "ara dönem" olarak yaşadıkları bu durum zulme rıza göstermek gibi bir anlamı ve niyeti içermi-yorduysa da, müslümanların îslam'ıbirey-sel planda yaşadıklarına da kuşku yoktu. Müslümanlar bu dönemi, yayılma ve ço­ğalma dönemi olarak değerlendirdiler. Müslümanların varlığı Kureyş nezdinde defacto (fiilen) kabul edilmişse de, müslü­manlar henüz dejtıre (hukuken) kendileri­ni "tanıtma" imkanını elde edememişler­di. Yani Kureyş karşısında "bağımsız bir taraf1 olma statüsünü kazanmışlardı. Me­dine'de İslam'ın hızla yayılmaya başlama­sına bu ortamın hazırlığı diye bakılabilir. Bu hazırlık, yapılan iki Akabe biatıyla ol-gunlaştırılmıştır.

Akabe Hatlarından sonra müslümanla-nn Medine'ye göçü hız kazanmış, pek azı dışında hemen bütün müslümanlar Medi­ne'ye gitmişti. En sonunda da, Allah'ın Resulü vahiyle gelen emirle yanına en sa­dık arkadaşı Ebu Bekir'i alarak yola çık­mıştı.

Müslümanların amacı sadece, içinde ya­şadıkları toplumu kendileri için rahat yaşanabilir bir hale getirmekten ibaret ol­saydı, her halde "hicret" gibi kendilerini ağır meşakkatlere katlanmak durumunda bırakan bir eyleme girilmezlerdi. Nite­kim Kureyş' in Allah Resulüne yaptığı tek­liflerden, şartlara bağlı kalınmak suretiy­le müslümanlara böyle bir yaşama ortamı­nın sağlanabileceği sonucunu çıkartmak mümkün görünmektedir.

Ne var ki, Kureyş'in teklifini kabul et­mek İslam'ın öngördüğü ilkelerle bağdaş-tırılamazdı. Çünkü müslümanlar yalın bi-Çİmde içinde bulundukları toplumun yaşa­ma tarzını sadece "reorganizasyon" (yeni­den düzenleme) anlamına gelebilecek bir değişikliğe tabi tutmak istemiyorlardı. Ku­rulu düzenin her türlü kurumunu, putunu kaldırıp onun yerine İslam'm öngördüğü hayat tarzını getirmek istiyorlardı. Hicreti zorunlu kılan nedenler arasında onun görünen anlamının zulümden kur­tulmak, özgürlük ortamına varmak oldu­ğuna değinilmişti. Fakat Hicret'i sırf bu anlamıyla algılamak eksik olur. Bu anla­mıyla Hicret sırf edilgin, savunucu bir ey­lem biçimine girer.

Hicret'in sırf edilgin (savunucu) bir bi­çimde ele alınmasında biraz da Batılı ta­rihçilerin "cihad" konusunda takındıkları olumsuz, hatta suçlayıcı tavırlarının etkisi olmuştur. Bazı müslümanlar, Batıkların bu tür eleştirilerine bakarak kendilerini gereksiz yere savunma zorunluluğunu his­setmişlerdir.

Kuşkusuz ki, Hicret' in vuku bulmasında Kureyş'in zulmünü gözardı etmek mâm* kün değildir. Ancak Hicret, bir yanıyla "e-dilgin" bir olaysa, bir yanıyla da küfre kar­şı "etkin" bir tavır alma biçimidir. Nite­kim "cihad" emrinin Hicret'ten sonra gel­mesi de böyle bir anlayışı doğrulayacak ni­teliktedir.

Gerçi Hicret'ten sonraki savaşların (za­ten Hicret'ten önce bir takım bireysel çataşmaların dışında Öz anlamıyla savaş ol­mamıştır) müsebbibi İslam düşmanlarıy­dı. Fakat önemli olan, müslümanlara Hic­ret' ten sonra kafirlerle savaşmalarına mü­saade, hatta emir verilmiş olmasıdır. Hic­ret'ten önce def İslam düşmanlarıyla sa­vaşmak için çeşitli sebepler ortaya çık­mış, fakat müslüm anların gerçek anlamıy­la bir sıcak savaşa girmelerine müsaade edilmemişti.

Hicret, bu etkin yanıyla müslümanların zulüm düzeninin bîr parçası olarak yaşa­mayı reddedişleri ve küfrün karşısına "ba­ğımsız bir güç" olarak çıkmaları anlamına gelmektedir. Bu anlamıyla da zulme karşı zalim düzenin bir parçası olarak mücade­le verilmeyeceğinin, böyle düşünmenin eş­yanın tabiatına aykırı düşeceğinin bir İfa­desi sayılmalıdır. Müslümanlann Kureyş toplumunda uğradıkları sıkıntıların, zor­lukların bir sebebi orada baskı\altında tu­tulmaları ise, bir başka sebep de yürüttük­leri mücadelede inisyatifi ellerinde bulun-duramamış olmalarıdır. Hicret, İslami mücadelede müslümanlann inisyatifi ele geçirmek için, Allah'ın emriyle uyguladık­ları bir yöntemdir. Kısacası sadece zulüm­den kurtulmak gibi edilgin bir tavrı değil, fakat aynı zamanda zulme karşı çıkmak ve son vermek gibi etkin bir anlamı da içermektedir.

Burada, dikkati çeken husus Hicret'in müslümanlar yönünden İslam'ı tebliğ hu­susunda bir "taraf haline gelmesi bakı­mından taşıdığı Önemdir. Kuşkusuz, İs­lam'ın tebliği Hicret'ten önce de yapılı­yordu. Ne var İd, bu dönemde yapılan teb­liğ Kureyş'in yaşadığı küfür düzenine doğ­rudan müdahale edebilecek bir konumda değildi. Tersine, Kureyşüler, müslüm an­ları kendi toplumlannın bir üyesi diye gör­düklerinden onlara karşı zecri tedbirler, müeyyideler uygulayabilme hakkını kendi­lerinde görebiliyorlardı. Gerçekten de,

Peygamber'e uygulanan ve birkaç yıl sü­ren "boykot" olayı bu durumun örneğidir. Kureyşlileri, böyle bir müeyyide uygula­maya götüren sebep Allah Resulü'nün, kendi toplumlarının bir üyesi olarak gör­mekten başka bir şekilde yorumlanamaz. Müslümanlar, bu dönemde elbette gene m üslumandılar, fakat İslamlannı ancak bireysel planda yaşayabiliyorlar ve birey­ler olarak çoğalmaya çalışıyorlardı. Ger­çek anlamıyla cemaat haline gelmeleri ve devlet haline dönüşerek bağımsız sulta'la-nna kavuşabilmeleri ancak Hicret'ten sonra mümkün olabilmiştir.

Hicret teorik değil, fiili bir olaydır. İn­san kendini Hicrette farzetmekle Hicret etmiş olmaz. Hicret, zulümle, küfürle mü­cadele etmek için zulüm ve küfür ülkesini terketmekdİr. Resulullah (s.)'ın "kafirler­le savaşıldiğı sürece hkret bitmez" şeklin­deki hadisi Hicret'in sürekliliğini vurgula­maktadır.

Ancak buradan hareketle, her türlü kü­für ölçüsünü terketmeyi, simgesel anlam­da bir Hicret diye görmek de mümkün­dür.

Rasim ÖZDENDREN