Komünizm, kelime
olarak sosyoloji, etnoloji ve antropolojinin tanımladığı ilkel (komün)
toplumla yakın ilişki içindedir. Bu anlamda komün toplum, her türlü devlet,
mülkiyet, aile, sınıf ve sınır gibi egemen bir sınıfsal gücün varlığına
bünyesinde yer vermeyen ve ancak insanlık tarihinin şafağında, ilk(cl)
döneminde rastlanan bir toplum biçimidir. Komünizm, üretim araçları ve onlar
üzerindeki mülkiyetin evriminin son aşamasında bu ilk top-lumdakine benzer
mülkiyetsiz, sınıfsız ve devletsiz bir toplum biçimine geçişin ifadesidir.
Ancak komün denildiğinde sadece ilkel toplum değil, bunun yanında Ortaçağ'da
ve daha çok Batı Avrupa'da özerk yerel yönetimlere sahip kentler de akla gelir.
Bu kentleri diğerlerinden ayıran ana
özellik, kent halkının
birbirini koruyup yardım temeline dayalı bir yapılanmaya sahip olan karakterleridir.
Bununla birlikte
komünizm, literatürde siyasal, sosyal ve ekonomik anlamlarda çok daha geniş bir
semantiğe sahiptir. Teknik anlamda, her ne kadar mülkiyet, üretim, tüketim ve
öz-yönetime dayalı bir toplumsal yapı anlaşılmaktaysa da, özellikle Manrist
literatürde komünizm, kapitalizmi izleyen kaçınılmaz bir toplumsal aşamayı
ifade eder. Bu yöndeki toplumsal tasavvurlara eski çağlardan beri rastlanır.
Bu anlamda, büyük Yunan filozofu Platon'un koruyucu kast temeline dayalı
Cumhuriyet'i veya Devlet'i de bu tanıma girebilir. Nitekim Platon'dan başka bir
çok dini tarikatlar ve insan tasavvurunun geliştirdiği ütopik toplum biçimleri
ile komünizm arasında yakın ilişkiler kurulmuştur. Ancak şüphesiz komünizme
bugünkü anlamını kazandıran Kari Marx ve Engels olmuştur.
Kari Manî'm
tasarladığı komünist toplumda bütün sınıfsal ve toplumsal çatışmaların
temelini oluşturan üretim araçlarının mülkiyeti, bütün üretici güçler arasında
ortaktır ve üretilen servet de ihtiyaca göre bölüştürülmektedir. Çünkü Marx'a
göre temelde mülkiyet ilişkisi yeniden düzenlenmedikçe ne sınıfsal çatışmalar
ortadan kalkabilir, ne de tarihsel gelişme kendi doğal seyrini izler.
Marx"a göre, tarihin şafağında görülen ilkel toplumda üretim araçları
üzerinde hiç kimsenin mülkiyeti sözkonusu değildi. Bu, doğal olarak devlet ve
smıf olgusunun da görülmemesinin nedeniydi. İlkel/Komünal toplum tarımın
keşfinden sonra köleci topluma dönüştü ve bu toplum aşamasında ilk sınıflar
teşekkül etti. Köleci toplumun iki sınıfı vardı: Köle sahibi efendiler
ile köleler. Bu safha
da zamanla aşıldı ve feodal topluma geçildi. Feodal toplumun en belirleyici
vâsfı, temel üretim aracı olan toprak üzerindeki mülkiyet bîçİmi-dir. Buna göre
senyörler toprağın sahibi, seriler İse toprakta çalışan köylü sınıfıydı. Bu
safhayı kapitalist toplum biçimi İzledi. Kapitalizm de diğerleri gibi sınıf
temeline dayalı bir toplumdur, hatta sınıfsal çelişkiler daha belirgin olarak
kendini göstermektedir. Kapitalist toplumun iki ana sinir fi, bütün üretim
araçlarına, makinalara sahip olan kapitalist (sermayedar) smıf ile emeğinden
başka hiçbir şeyi olmayan emekçi (proleterya) sınıftır.
Kari Marx, 19.yüzyıhn
Avrupa toplumundaki sınıfların varlığını sadece göstermekle yetinmiyor,
arkadaşı Engels ile bütün tarihin sınıf çalışmalarıyla dolu olduğunu
ispatlamağa çalışıyordu. Bu açıdan bakıldığında Marx'ın sınıf analizleri sınıflarla
ilgili diğer kuramlardan bariz farklılıklar göstermektedir. Marx, önemli olan
bir şey daha yaptı: Bir yandan kapitalist toplumun çelişkilerini ve insani
olmayan işleyiş mekanizmasını bütün çıplaklığıyla orta yere sererken, öte
yandan işçi sınıfına devrimci bir rol yükledi. Çünkü ona göre, tarihsel
gelişmenin gelindiği bu noktasında işçi (proleterya) sınıfı büyük ve kaçınılmaz
bir devrimi gerçekleştirecek, böylelikle komünist topluma geçilecekti.
Kari Marx'a göre bu
kaçınılmaz bir gidişti. Devrim hiçbir gücün veya üst-yapı kurumunun
engelleyemeyeceği tarihsel bir zorunluluktu. Bunu kaçınılmaz kılan üretim
araçları üzerinde temerküz eden Özel mülkiyetin karakteriydi. Çünkü bir yandan
üretim araçlarını elinde tutan kapitalist sınıf, emekçi kitlenin bütün üretim
hasılasına sahip çıkarken, öte yandan asıl üretici durumunda olan İşçi sınıfı
sadece karın tokluğuna çalışmak zorundaydı. İşçi sınıfı bu anlamda
zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan köleler durumundaydı. Bu tarihsel
ve maddi çelişki gerçek ifadesini "artık-değer" kavramında
buluyordu. Bu da şuydu: İşçi kendi ücretini iki saat çalışmak suretiyle çıkarırken,
günde 16 saatlik çalışma süresinde geri kalanını patrona veriyordu. Oysa,
üretim araçlarının geçirdiği köklü değişim ve bunun gerekli kıldığı üretim
ilişkisi kapitalist üretim biçimi tarafından gözden kaçırılıyor. Eğer işçi
sınıfı, değişen üretim araçlarının karakterine uygun yeni bir üretim
ilişkisinin düzenlenmesi ta-leblerini önplana çıkarırsa, bu, yeni bir devrim
projesinin de pratiğe aktarılması imkanı olacaktı.
İşçi sınıfı tarihsel
bir role sahipti. Çünkü bütün çelişkilerin temelinde smıf çatışmalarında ifadesini
bulan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet yatıyordu. Birer üstyapı kurumu
olan devlet, hukuk, ahlak, sanat ve düşünce biçimleri de, üretim araçları
üzerindeki mülkiyet biçiminin değişmesiyle değişecek ve komünist topluma
geçmekle başka bir biçime dönüşecekti. Komün toplumda özel mülkiyet olmadığından,
sınıf da olmayacak, sınıf olmadığından devlete de gerek kalmayacaktı.
Kari Marx ve arkadaşı
Engels uzun bir süre Batı Avrupa'da, özellikle sanayinin en çok gelişme
gösterdiği İngiltere, Almanya veya Fransa'da komünist bir devrim beklentisi
içine girdiler. Bazan devrime ay veya hafta hesabı biçiliyordu. Ancak zaman
geçtikçe devrim umutları söndü. Sonunda 1917 yılı Ekim ayında Çarlık Rusya'da
Lenin'in önderliğinde Bolşevik devrimi oldu. Bolşevik devrim gerçekten tarihsel
şartların kaçınılmaz kıldığı bir süreçte mi gerçekleşti, yoksa birinci Dünya
Savaşı'na girmiş ve
yorgun düşmüş Rusya'nın konjönktürel şartlan sonucu mu oldu? Bu, mandstler
arasında uzun yıllar tartışıldı ve halen tartışılmaya devam edilmektedir.
Ancak ne olursa olsun, o günün Rusya'sına bakıldığında devrimi gerçekleştirecek
bir işçi sınıfının varlığına rastlamak mümkün değil. Çünkü bütün Rusya'da
çalışanlar içinde sanayi işçisi durumunda olan işçilerin oranı yüzde üç civarındaydı.
Sanayiin gelişmediği ve asıl gövdesi köylü olan bir toplumda Bolşevik devrimi
olmuştu.
Bu tarihsel aşamada
komünizm teriminin anlamlı bir değişim geçirdiğine tanık oluyoruz. Çünkü
neredeyse literatürün geri sıralarına itilen terim, devrimden sonra V.Î.Lenin
tarafından tekrar ele alındı ve ona yeni bir muhteva yüklenerek canlandırıldı.
Lenİn, bir bakıma Mant'ın He-gel diyalektiğine yaptığını, Marx'ın devrim
kuramına uyguladı ve adeta kuramı tersine çevirdi. Lenin'e göre, devrimi kaçınılmaz
kılan, toplumsal değişimin devrimle hızlandırılmasıdır. Oysa Kari Marx'ta
toplumsal değişim devrimi kaçınılmaz kılıyordu. Lenin, devrimi yöneticilerin
artık yönetemediği, yönetilenlerin de artık yönetilemediği tarihsel bir safhada
bu kritik durumu farkeden devrimcinin devrimci dalgayı perçeminden tutup
yönlendirmesi şeklinde tanımladı. Bu durumda eğer sanayinin gelişmediği bir
toplumda devrim yapma imkanları varsa, devrimciler devrimi yapmalı ve arkasından
toplumsal değişimi hızlandırmalıdır. Bu süreçte en büyük rol, İşçi sınıfına değil,
devrimci örgüt ve Parti'ye yüklenecekti. Bu kuram, kaçınılmaz olarak Komünist
Partileri belirleyici bir konuma çıkaracaktı. Nitekim 1917 Bolşevik devrimini
izleyen yıllarda Komünist Partİ'nin anahtar bir rol oynadığını görüyoruz.
Lenin, bu önemli
kuramıyla sanayinin ve dolayısıyla kapitalizmin henüz önemli bir gelişme
göstermediği ülke ve toplumlarda da Mandzm'in uygulanabileceği tezini
pekiştirdi. Kapitalist olmayan toplumlarda devrim, işçi sınıfının Önderliğinde
değil, Komünist Partiler'in örgütlü ve disiplinli önderliğinde
gerçekleşecekti. Bu, aynı zamanda bu toplumlarda önemli bir sosyal olgu
durumunda olan etnik temel ve köylü yapısının da devrimci bir kimliğe
dönüştürülerek ön plana çıkması demekti.
Sovyet devriminin
kuramcısı Lenin, Marrizm'in devlet kuramına da yeni tanımlar getirdi.
Bilindiği gibi Kari Marx'ın analizlerine göre, devlet hakim sınıfların soygun
aracıdır ve onu var kılan burjuvazidir. İşçi sınıfı devrimle birlikte üretim
araçları üzerindeki özel mülkiyete son vereceğinden devlet de kendiliğinden
ortadan kalkacak, böylece devletsiz, mülkiyet-siz ve sınıfsız bir toplum
biçimine geçilecekti. Ancak Lenin, toplumsal ve maddi anlamda işçi sınıfının
kendisi bir devrim yapacak güçlü bir yapıda olmadığına göre, işçi sınıfı
oluşuncaya ve yönetimi dev-rahncaya kadar önderliğin Komünist Par-ti'nin elinde
olması gerektiği formülünü getirdi. Parti, önderliği işçi sınıfı adına
"vekaleten" elinde tutacaktı. Komünist Parti'nin meslekten ve
profesyonel devrimci kadroların elinde yönetmesi ile devrimi gerçekleştirme
faaliyetlerini sürdürmesi Mİhail Gorbaçov'un Sovyetler Bİrli-ği'nde iktidarı
eline geçirdiği 80'li yılların ortalarma kadar sürdü.
Gerçi kuramcılar ve
KarlMara'ın öğretisine sadık kalanlar tarafından bu geçici vekalet fikri her
zaman gözönünde tutuldu, ama Lenin'in ölümünden sonra iktidarı
ele geçiren Stalİn
tarafından kuramdaki bu boşluk da dolduruldu ve artık genelde komünizm,
komünist partiler tarafından yönetilen toplum biçimi şeklinde anlaşılmaya
başlandı. Stalin'in kuramda yaptığı değişiklik önemlidir, çünkü ona göre Komünist
Partiler'in yönetimi ve önderliği tartışılamaz. Eğer toplum proleter bir aşamaya
ulaştırılacaksa, bütün imkanlarıyla seferber edilerek sanayileşme gerçekleştirilmelidir.
Bu da ancak Komünist Parti'nin etkin faaliyetiyle mümkün olacaktı. Planlı bir
ekonomi merkezi ve otoriter bir yönetimi kaçınılmaz kılar. Bu anlamda komünizm
ile Stalinizm aynı anlama gelir. Stalinizm'dc Komünist Partisi yalnızca
yönetmekle yetinmez, aynı zamanda aydınlanmış kadrosunun önderliğinde toplum,
halk ve işçi sınıfı adına konuşur. Konuşma hakkı zaten işçi sınıfı adına İktidarı
elinde bulunduran Komünist Parti-si'ne aittir. Bu kuram, tüm organizasyon,
toplumsal fonksiyonlar, birlikler, iletişim ve denetim mekanizmalarının da
Parti'ye devredilmesi olgusunu beraberinde getirir. Bundan dolayı Komünizm
otoriter, baskıcı ve bireysel, toplumsal bütün hak ve özgürlüklere, her türlü
siyasal katılıma kapalı bir yönetim biçimine dönüşmüştür.
Bu anlamda ele
alındığında, komünizm Manc ve Engels' in genel çerçevesini çizdiği kuramla,
hatta Lenin'in "Devlet ve Devrim" kitabında yaptığı tanımla çok az
ilişkisi kalmış bir sistem olarak ortaya çıkar. Brejnev ve Kruşçev dönemi
boyunca da benzer Stalinci uygulamaların sürdüğü söylenebilir. Ancak komünist
dünyada bu kuram büyük tartışmalara yol açtı ve Yugoslavya'da Tito ve Çin Halk
Cumhuriyeti'nde Mao buna itirazda bulundular. Bütün bu muhalefet ve kopmalara
rağmen dünya genelinde Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin önderliği genel
bir kabul gördü.
Mihail Gorbaçov'un
iktidara gelişi her-şeyin yeni baştan ele alınması anlamında köklü bir
değişimin simgesidir de. Gorba-çov, başlangıçta iki temel kavramı öne sürerek,
sistemin baskıcı karakterine, çürümüşlük ve yetersizliğine dikkat çekti.
Glasnost, yani açıklık politikası ve Peres-troika, yani yeniden yapılanma. Şu
anda başta Sovyetler Birliği'nde olmak üzere bütün Doğu Avrupa ülkelerinde ve
hatta Çin Halk Cumhurİyeti'nde bu temel politika değişikliğinin hayata geçmesi
için büyük çabalar harcanmakta, geniş kapsamlı tedbirler alınmaktadır. Nitekim
bir kaç yıl içinde Polonya, Macaristan, Çekoslovakya ve Doğu Almanya'da
şaşırtıcı değişiklikler vuku buldu. En son Bulgaristan'da uzun yıllar iktidarı
elinde bulunduran Todor Jivkov iktidardan alındı. Macaristan'da komünist
olmayanlar iktidara geldi, Polonya'da Komünist Partisi'ne karşı mücadele veren
Dayanışma Sendikası yetkilileri hükümeti kurmakla görevlendirildi. Temel
istekler, liberalleşme, özel mülkiyete doğru değişim, daha çok bireysel
özgürlük, konuşma ve siyasal katılımda bulunma hakkı yönünde kendini
göstermektedir.
Başta Sovyetler
Birliği ve Çin'de olmak üzere bütün sosyalist sistemde başlayan bu çözülmenin
yakın gelecekte dünyanın kültürel, politik, askeri ve uluslararası sisteminde
büyük değişikliklere yol açacağı muhakkaktır. Bütün bunlardan sonra, temel
varsayımları, toplumsal projesi ve idealleri yönünden Mandzm ve Komünizmden
nelerin geride kalacağı büyük merak konusudur.
AliBULAÇ