IBARE |
Beyan etmek, açıklamak. |
IBB |
(C.: E'bâ) Yük dengi, ağır yük. |
IBLIK |
Erkek. |
IBT |
(Ibıt) Koltuk. Omuzun alt ve iç tarafı. |
ICAN |
Kubl ile dübür arası. * Ahmak kimse. |
ICAZ |
İnat etmek. |
ICRE |
Başına tülbent sarmak. * Besili ve semiz olmak. |
ICRİM |
Kısa boylu bodur adam. |
IDA' |
Bir şeyi birbiri ardınca yapmak. |
IDAA |
(Bak: İdaa) |
IDAD |
Hazırlamak. * Ses, sada. |
IDAD |
Isırmak. * Geçinmekte darlık, maişet zorluğu. |
IDAE |
Parlamak veya parlatmak. Ruşen etmek veya ruşen olmak. |
ID'AF |
Zayıf etmek, zayıflamak. * Muzaaf etmek, fazlalaştırmak. İki kat
yapmak. |
IDAFE |
Misafir edinmek. * Ulaştırmak. * Tâbi olmak, uymak. |
IDAKA |
Darlık vermek. |
IDAT |
(Bak: Izat) |
IDBAB |
Yaş olmak, ıslanmak. * Kin tutmak. |
IDCA' |
Yatırmak. |
IDCAC |
Çağırmak, çağırtmak. |
IDCAR |
Gönül kırmak. Iztırab vermek. Darıltmak. |
IDD |
(C.: Adât) Pınar ve kuyu suları gibi aktıkça kesilmeyen, devamı
gelen su. * Çokluk, kesret. |
IDFE |
Ondan elliye varana kadar olan erkekler. * Kıt'a. * Akşam vakti. |
IDGAN |
Kalbinde bir kimseye kin ve adavet olmak. |
IDGAS |
Karıştırmak. * Otu eliyle tutamlamak. |
IDHA' |
Kuşluk vaktine girmek. |
IDHAK |
Güldürmek. Güldürülmek. |
IDHİYAN |
Nurlu, ruşen, parlak. |
IDİN |
Dağılmış, perâkende olmuş. |
IDK |
(C.: Adâk-Uduk) Hurma salkımı. |
IDL |
Yük dengi, misil, eşit. |
IDLA' |
Çok yemekten dolayı midenin dolması ve hasta olmak. |
IDLAL |
(İdlâl) Hak dinden, imân ve islâmiyetten saptırmak. Doğrudan, Hak
ve hakikat caddesinden ayırmak. Azdırmak. |
İDLÂLİYYÂT |
İnsanı doğru yoldan saptıracak fikirler, azdıracak mevzular. Kur'ânla
muaraza eden safsata ve bâtıl felsefi nazariyeler. |
IDMAME |
(C.: Ezâmim) Cemaat, topluluk. |
IDNA' |
Hastalığın hastayı zayıflatması. |
IDRAR |
Zarar vermek. * Avret üstüne avret almak, evli iken bir daha evlenmek. |
IDRİC |
İbrişim kilim. |
IDTIBA' |
Hacıların ihramlarını sağ koltukları altından çıkarıp sol omuzlarına
örtmeleri. |
IDTICA' |
Yan yatmak. |
IDTIGAN |
Ayağıyla kendi kendine vurmak. |
IDTIHAD |
Zulmetmek, cefâ vermek. |
IDTILA' |
Kuvvetlendirmek. |
IDTIMAR |
İnce belli, karınsız olmak. |
IDTIRAB |
Deprettirmek, hareket ettirmek. Izdırap. |
IDTIRAM |
Ateş yakılmak. * Şule vermek, ışıklandırmak. |
IDVA' |
Azık yapmak. |
IDVE |
(C.: Udât) Yüksek yer. * Dere kenarı. |
IFA' |
Devekuşunun yeleği. * Devenin yükünün çok olması. |
IFAS |
Şişe ve divit ağzını kapatmakta kullanılan deri. |
IFDAC |
(C.: Ufâzic) Semiz, besili hayvan. * Yumuşak nesne. |
IFLIK |
Eski çalgılardan birinin adıdır. |
IFRAT |
Davarın alın saçı. * İnsanın ense saçı. |
IĞLAK |
(Bak: İğlâk) |
IĞRAZ |
(Bak: İğraz) |
IĞVA |
(Bak: İğva) |
IH |
Deveyi çökertmek için kullanılır sestir. * Yorgunluk ve heyecanla
hızlı nefes vermeği tasvir eder. |
IHAFE |
Korkutmak. |
IHAZE |
(C.: İhâzât-İhâz) Su birikip toplanacak yer. * Bir kimsenin kendisi
veya sultanı için hıfzedip gözlediği yer. |
IHBAS |
İfsad etmek. Bozmak. * Yaramazlık öğretmek. |
IHBAT |
Huşu ve tevazu' etmek, alçak gönüllülük yapmak. |
IHDAC |
Doğan çocuğun bir yerinin eksik olması. |
IHDAR |
Kendini gözlemek. * Bir yerde durmak, ikâmet. |
IHDI |
Deve çöktü. |
IHDILAL |
Yaş olmak, ıslanmak. * Ağacın budak ve yapraklarının çok olması. |
IHDIRAR |
Yeşillik. |
IHFAK |
Gazâda ganimet malından pay almamak. * Avcıların av yakalayamaması. |
IHFAS |
Çirkin olmak. |
IHLA' |
Çıkarmak. |
IHLA' |
Hâli etmek, boşaltmak. |
IHLAD |
Meyletmek, yönelmek, eğilmek. * Sonsuzlaştırmak, ebedi kılmak.
* Geç ihtiyarlamak. |
IHLAF |
Su aramak. Yerine halef etmek. * Kılıç çıkarmak için elini uzatmak. |
IHLAK |
Elbise eskimek veya eskitmek. |
IHLAL |
Terketmek. |
IHLAMAK |
Ih diyerek deveyi çökertmek. * Ih diyerek yorgunluk ve heyecanla
hızlı nefes vermek. |
IHLAMUR |
Kerestesi marangozlukta kullanılan ve çiçeği haşlanıp çay gibi
içilen ağaç. * Ihlamur ağacından yapılmış. |
IHLİVLAK |
Eskimek. * Bulutun gökyüzünü kaplaması. |
IHMAD |
Ateşi söndürmek. |
IHMAL |
Saçak yapmak. |
IHMAR |
Gizli etmek, saklamak. |
IHN |
Boyalı sof kumaş. * Renkli yün. |
IHN-İ MENFUŞ |
Didilmiş kumaş. Hallac edilip atılmış renkli yün. |
IHNA' |
İfsad etmek, bozmak. * Yaramaz söz söylemek. |
IHRAB |
Viran etmek, harabe haline getirmek. |
IHRIVVAT |
Uzamak. |
IHRİNMAS |
Sükut etmek, susmak. |
IHRİT |
İsmi işitilmeyen bitki. |
IHSA' |
Irak etmek, uzaklaştırmak. |
IHSA' |
Haya çıkarmak. |
IHSAR |
Noksanlaştırmak, eksiltmek. |
IHSAS |
Yaramaz iş yapmak. |
IHŞÎŞAN |
Kabalığı, inatçılığı ve katılığı fazla olmak. |
IHTA' |
Hatâ etmek, yanılmak. |
IHTİBA' |
Gizlenmek, örtünmek. |
IHTİBAR |
İmtihan ve tecrübe etmek. |
IHTİDAB |
Boyamak. |
IHTİDAD |
Otu köküyle birlikte biçmek. |
IHTİDAM |
Hizmet etmek. |
IHTİLA' |
Ot biçmek. |
IHTİLA' |
Çıkarmak. |
IHTİLAB |
Aldatmak. |
IHTİLAC |
Seğirtmek, koşmak. * Hareket etmek. |
IHTİLAK |
Yalan olmak. * Muhtaç olmak. |
IHTİLAL |
(İhtilal) Halel vermek, zarar vermek. * Muhtaç olmak. |
IHTİLAS |
Hırsızlık için gelip bir şey alıp kaçmak. |
IHTİMAM |
Ev süpürmek. |
IHTİMAR |
Mütegayyer olmak, bozulmak, değişmek. |
IHTİNAS |
Kırılmak. * İkiye bükülmek, iki kat olmak. |
IHTİRA' |
Vücud vermek, icad. |
IHTİRAF |
Cem'etmek, toplamak. |
IHTİRAK |
Kat'etmek, kesmek. |
IHTİRAM |
Eksilmek, noksanlaşmak. * Kesilmek. |
IHTİRAT |
Kılıç çekme. |
IHTİSAM |
Husumet etmek, düşmanlık yapmak. |
IHTİSAR |
Elini böğrüne koymak. * Muhtasar yapmak. |
IHTİTAF |
Sür'atle ahzetmek, çok hızlı almak. |
IHTİTAN |
Sünnet olmak. |
IHTİTAT |
Sakal bitmek. Yer tutmak. * Hatla işaret koymak. |
IHTİVA' |
Kendini aç bırakmak. |
IHTİZA' |
Parça parça edip taksim etmek. * Kat'etmek, kesmek. |
IHTİZAL |
Kesilmek. * Ayrılmak. |
IHTİZAN |
Sırrı gizlemek. |
IHVE-İ MÜTEFERRİKÎN |
Ana baba bir veya yalnız ana bir yahut da yalnız baba bir erkek
kardeşler. (Müennesi: "Ahavat-ı müteferrikat'tır) |
IKAB |
Azap, mihnet. |
IK'AD |
Yüksek bir yere çıkarmak. * Oturtmak. |
IKAK |
Tırnaklı hayvanların gebeleri. |
IKAL |
İkl, bağ, bend. * Daha ziyade Arabların başlarına koyup sardıkları
bağ, agel. (Bak: Sâhib-üt tac) |
IKAM |
şiddetli harpler. * Yaramaz huylu. |
IK'AR |
Derinletmek, derinleştirmek. |
IKD |
İnci. Gerdanlık. Mücevher, boyuna takılan dizilmiş kıymetli şey.
* İnci dizecek iplik. * Hurma salkımı. |
IKFAL |
Kilitlemek. |
IKHÂR |
Kahr etme, kahr edilme, kahr edilmiş olma. |
IKHÂR-I DÜŞMEN |
Düşmanın kahrolması. |
IKKA |
Çocukların doğduklarında mevcut olan saçı. |
IKLAB |
Aksine döndürmek. Tersine çevirmek veya çevrilmek. |
IKLAL |
Azaltılma, azaltma. |
IKLÎD |
(C.: Akalîd) Anahtar, miftah. |
IKLİM |
Bir yerin hava şartları. Memleket. Küre-i arzın kıt'a ve her bir
memleketi. |
IKMA' |
Gelen bir kimseyi geri döndürme. * Birisini aşağılama. |
IKMAH |
Enaniyet ve azametle kafa tutma. |
IKMAR |
Ayın doğmasını bekleme. |
IKMAS |
Suya daldırıp çıkarma. |
IKNAS |
Adi ve rezil bir kimse iken asaletlilik iddiasında bulunma. |
IKNAT |
Allah'a dua etme. Aczini ve fakrını anlayarak Allah'a yalvarma.
* Namazda kıyamı uzatma. * İnkisar etmek. |
IKSÂ |
Uzaklaştırılma. Uzaklaştırma. |
IKSÂ-YI ÂMÂL |
Emel ve isteklerinden uzaklaştırma. |
IKSAM |
Kasem etme, and içme, yemin etme. |
IKSAR |
Yapabileceği ve elinden geldiği halde ihmâl etme. |
IKSAT |
Hakkâniyet, doğruluk gösterme. |
IKTA' |
(Kat.'dan) Delil göstererek susturma. * Mülkiyeti devlete ait olan
bir arazinin menfaatinin hazinede istihkakı bulunan kimseye padişah tarafından
verilmesi. * Maktuan ihâle. |
IKTAAT |
(Iktâ. C.) Sahibi olmayan ve üzerinde imaret eseri olmıyan yerlerden
olup, ulülemr tarafından istihkak sahibine imar ve inşa etmesi için tahsis
olunan arazi. |
IKTAR |
Damlatma, damlatılma. |
IKTIDA |
Tâbi olma. Uyma. |
IKTIDAEN |
Uyarak, ıktıda ederek, tâbi olarak. |
IKTİFA' |
(Kafa. dan) Arkasından gitme, izinden gitme. |
IKTİFAEN |
İzinden giderek, örnek tutarak, misal kabul ederek. |
IKVA' |
Ev boşalmak. * Azık tamam olmak. Şâirin şiirin kafiyesini çeşitli
yapması. |
IKVAL |
Bir kimsenin söylemediği bir sözü, söyledi diye iddia etmek. |
IKVÂLİYYÂT |
Söylenmediği hâlde söylendi diye iddiâ edilen sözler. Lüzumsuz
iddialar. |
IKY |
Yemek yemezden evvel çocuğun karnından çıkan necisi. |
IKYAN |
Halis iyi altın. * İnci parçası. |
ILAB |
Boyunda olan uzun nişan. |
ILAC |
Bir şeyi yerinden alıp gidermek. |
ILAKIYE |
Aşikârelik, açıklık, meydanda oluş. |
ILAT |
(C.: Alât) Devenin boynuna takılan ip. |
ILBA' |
(C.: Alâbâ) Boyun siniri. |
ILC |
(C.: Uluc-Aluc-Ilce) Kervan. * Yabani eşek. * Acem küffarından
bir erkeğin adı. |
ILGAM |
Sıcak mevsimlerde çöl veya ovalarda buharın yayılmasıyla uzaktan
su gibi göüren yer. Serap, pusarık. |
ILGAMAK |
At başıboş olarak dörtnala koşması. |
ILGAR |
Düşman topraklarına ansızın yapılan hücum, akın. * Başıboş hayvanın
dörtnala koşması. |
ILGARCI |
Akıncı. |
ILGIDIR |
Bir metre kadar uzunluğunda, uçlarına birer karış kadar iki çivi
sokulmuş ağaçtan yapılma bir ölçü âletidir. |
ILGIMSALGIM |
Sıcak mevsimlerde çöl veya ovalarda, buharın yayılmasıyla uzaktan
su gibi görünen yer. Serap, pusarık. |
ILHİZ |
Büyük kene. |
ILICA |
Sıcak pınar suyu. Bunların yerden kaynayanına kaynarca; üzerine
bina veya kubbe yapılmış olanına ise kaplıca denir. |
ILIK |
Ne sıcak ne soğuk. Az ısınmış veya sıcaklığı kırılmış. |
ILK |
(C.: Alâk) Kurumak. * şarap, hamr. * Her nesnenin iyisi. |
ILK |
Sakız. * Ağızda çiğnenen şey. |
ILKA |
Kişinin göbeğine dek olan gömlek. |
ILKİD |
Şişman, kısa boylu, hakir ve hayrı az olan kadın. * Katı yoğurt. |
IMYA (IMİYYÂ) |
Görmeyerek, düşünmeyerek. |
INAK |
Kucaklaşıp sarılma, muânaka. |
INAN |
(C.: Aınne) Atın dizgini. |
INAS |
Kızın büluğ çağına vardıktan sonra evlerinde evlenmeden çok durması. |
INİZ |
Cimâa kadir olmayan erkek. * Cimâdan safâlı olmayan avret. |
INNÎN |
İktidarsız, güçsüz, âciz. |
INTİYAN |
Yiğitlik evveli. |
IR |
t. Nağme, ezgi, basit türkü. * Ahenk, terâne. |
IRA |
Karakter, seciye. |
IRA' |
Mıknatıs. |
IRAB |
Tazı. * Yükrek at. |
IRABET |
Yaramaz sözler söylemek, fuhşiyyat. |
IRAFET |
Kethüdâlık, reislik. Ululuk, şereflilik. |
IRÂK |
Dicle nehrinden aşağı Basra'ya kadar Şat Suyu'nun iki tarafı olan
memleket. * Su kenarı. * Kökler, asıllar, bünyadlar. * Uzak. |
IRÂK-I ACEM |
(Acem Irakı) Tar: Irak'ın Dicle nehrinden başlayarak İran sınırındaki
yüksek dağlık mıntıkaya kadar uzanan bölgesine Osmanlılarca verilen ad. |
IRÂK-I ARAB |
Arap Irak. Fırat ve Dicle nehirleri arasında kalan ve Bağdat'ın
kuzeyine kadar uzanan topraklara Osmanlı İmparatorluğu zamanında verilen
isim. |
IRAKA |
(Bak: İrâka) |
IRAKÎ |
(Irâkiyye) Irak halkından, Iraklı. * Irak'a ait. |
IRAN |
Evin uzak olması. * Mıh, çivi. * Mızrak. Süngü. |
IRAS |
Devenin başını ayağına bağladıkları ip. |
IRDA' |
(Bak: Irzâ') |
IRDAM |
Üzüm veya hurma salkımı olan budak. |
IREM |
Irmak kenarı. "* Su bendi. * Dere, vâdi. * Sert yağan ve taneleri
iri olan yağmur. * Gözsüz köstebek. * Kemikten etin suyunu almak. |
IRGAF |
Hızla yürüme, hırsla bakma. |
IRGAT |
(Rumca) Rençber, işçi. * Yapı işçisi. Amele. * Gemilerde demir
zincirini toplamak için ve binalarda bazı ağır şeyleri kaldırmak için zincirlerle
çevrilmiş, ufki bucurgat. |
IRIP |
Balık tutmak için atılan büyük ağ. |
IRK |
Nesil. Zürriyet. Sülâle. * Soy. Kök. Damar. |
IRK-I AHMER |
Kızıl derili. |
IRK-I ESVED |
Siyah derili, zenci. |
IRK-ÜZ-ZEHEB |
Altınkökü denilen bir nebat. |
IRKIY |
(Irkıyye) Irkla ilgili, ırka âit. |
IRKÎL |
Belâ. Zahmet, meşakkât. * Çok güç nesne. |
IRMAK |
Büyük akarsu, doğrudan doğruya denize dökülen nehir. |
IRMİS |
Büyük taş. * Kuvvetli ve dayanıklı deve. |
IRNÎN |
Kaş tarafında burun ucu. * Her nesnenin evveli. |
IRRİS |
Arslan yatağı. |
IRS |
Koca ile karıdan her biri. * Nâmus. |
IRSÎ |
Gelincik dedikleri hayvanın rengine benzer bir renk. |
IRTIR |
Yerinden ayrılmak. |
IRV |
(C.: Arâ) Cemaat, topluluk. |
IRZ |
Namus. Temizlik. Cinsî haysiyet. * Ehil ve ıyal. İnsanın korumağa
mükellef olduğu nefsi, hasebi, şerefi ve mahremleri, zemmedilecek veya medhedilebilecek
durumları. |
IRZA |
Çayırlık, çimenlik. Otu bol olan yer. |
IRZÂ' |
Emzirmek veya emzirilmek. |
IRZÂ-İ ETFAL |
Çocukların emzirilmesi. |
IRZÂ-İ GAYR-İ MÂDERÎ |
Çocuğu hayvan sütüyle besleme. |
IRZÂ-İ MÂDERÎ |
Çocuğu ana sütüyle besleme. |
IRZAL |
Bağcıların arslan korkusundan dolayı ağaçların üzerinde yaptıkları
yatak. * Avcıların, yatağında topladıkları kuru ot. |
IRZİM |
Sağlam, sert ve dayanıklı. * Şiddetli toplayıcı. |
IS |
(Iss) t. Bayındırlık, mâmuriyet. Şenlik. * Ses. * Sâhib. Mâlik.
* Efendi. |
IS'AB |
Güç. Çetin bulmak. Güçleştirmek. Zorlaştırmak. |
ISABE |
(C.: Asâib) Cemaat, topluluk. * Tıb: Yaraları sarmakta kullanılan
bağ, yara bantı. * Başa sarılan ve şeâir-i İslâmiyeden olan sarık. |
IS'AD |
Yukarı çıkarmak. Yükseltmek. * Mekke-i Mükerreme'ye gitmek. * İnbikten
geçirmek. |
ISADET |
Avlatmak. |
ISAGA |
Kuyumculuk yapma. * Eritilmiş maddeleri kalıba dökme. |
ISAHA |
Kulak verip dinleme. |
ISALET |
Hamle yapmak. * Ulaşmak. |
ISAM |
Göze çekilen sürme. * Kırba bağı. * Kırba örtüsü. |
I'SAR |
Ayağını kaydırıp yere yıkmak. |
IS'AR |
Enaniyet ve kibirle surat asma. |
I'SAR |
Hafif esen rüzgâr. |
I'SAR |
Fakir olmak. * Güç olmak, zor olmak. |
ISARE |
Çadır kazığı. * Çadır ipi. |
ISARET |
Meylettirmek, eğmek. |
IS'AS |
Gece karanlığı başlamak, karanlık basmak. * Karanlığın açılması.
* Bulutun yere yakın olması. * Peşinden gitmek. |
ISATA |
Seslenme, ses çıkarma. |
ISBA' |
Tulu etmek, meyletmek. |
ISBAH |
Seher vakti. Sabah vakti. * Gafil olmamak. Uyanıklık. |
ISBAR |
Sabrettirmek. |
ISBI' |
(Usbu'-Asba'-Asbi') Parmak. |
ISDA' |
(Sadâ. dan) Yankı. Aks-i sada. Sesin bir yere çarpıp dönmesiyle
duyulan ikinci ses. |
ISDAD |
Men'etmek, engel olmak, geri döndürmek. |
ISDAK |
Verilecek parayı kadının nikâhında tesbit edip kararlaştırma. |
ISDAR |
(Sudur. dan) Çıkarma, çıkarılma, sudur ettirme. * Deveyi sudan
geri döndürmek. * Rücu ettirmek, geri döndürmek, vazgeçirmek. |
ISFA' |
Arındırılmak. Hâli olmak. |
ISFAK |
Kapıyı örtmek. * El ile bir nesneye erişmek. |
ISFİRAR |
Sararmak. Sarı olmak. |
ISFİRAR-I AYN |
Gözün sararması. |
ISFİRAR-I EVRAK |
Yaprakların sararması. |
ISFİRAR-I ŞEMS |
Güneşin sararmış gibi görünüşü. |
ISGA' |
Söylenilen bir sözü dinleyip kabul etme ve yapma. * Söylenilen
bir sözü kulak verip dinleme. * Meyl etmek. * Eksiltmek. |
ISGAR |
(Sagir. den) Hakir ve hor görme. * Küçültme. |
ISHA' |
Gökyüzünün açık ve bulutsuz olması. |
ISHAB |
Yoldaşlık yapmak. |
ISHAM |
Biçim vakti yetişmek, hasat zamanının gelmesi. |
ISHAR |
(Sıhriyyet. den) Akrabalık, yakınlık, kurbiyet, sıhriyet. Damat
olma. Damat edinme. * Ulaşmak. * Erimek. |
ISHÎRAR |
Ot kurumak. |
ISKA |
(Bak: İska) |
ISKAÇA |
Gemi direğinin ayaklığı. |
ISKALARA |
Gemi arması merdiveni. * Harp gemilerinin sol taraflarındaki merasim
merdiveni. |
ISKALARİYA |
Geminin üst kısmına çıkabilmek için iskele, yani merdiven teşkil
etmek üzere çarmıhlara aykırı ve kazık bağı ile bağlanmış ince halatlar. |
ISKAPARMA |
İtl. Bir gemiyi toptan kiralama. |
ISKARÇA |
İtl. Geminin yükünün pek sıkı olarak istif edilmesi. |
ISKARMOZ |
Kayık ve sandallarda kürek takılmak üzere yan kenarlara dikine
sokulmuş tahta çiviler. * Bir cins küçük balık. |
ISKARSO |
İtl. Yelkenleri doldurur dik rüzgâr. * Geminin götürü olarak kiralanması. |
ISKARTA |
Herhangi bir sebepten dolayı değerini kaybetmiş mal. |
ISKAT |
Düşürmek. Düşürülmek. Aşağı atmak. Hükümsüz bırakmak. * Silmek.
* Ölünün azaptan kurtulması ümidi ile ölen kimse nâmına dağıtılan sadaka. |
ISKAT-I CENİN |
Kadının çocuk düşürmesi. |
ISKAT-I SALÂT |
Ölmüş bir kimsenin kılmadığı namazlar yüzünden hâsıl olan günahını
giderir ümidi ile verilen sadaka. |
ISKOTA |
İtl. Büyük yelkenleri kullanmaya yarayan ip. |
ISKUNA |
ing. İki direkli bir nevi yelkenli gemi. |
ISLA' |
Ateşte kızdırmak. Ateşte yakmak. |
ISLAH |
İyileştirmek. Düzeltmek. Kusurları gidermek. (Nefsini ıslah etmeyen
başkasını ıslah edemez. S.) |
ISLAH-I HÂL |
Kendi halini ıslah etme, düzeltme. |
ISLAH-I ZÂT-ÜL BEYN |
Aralarındaki kırgınlığı kaldırarak iki kişiyi barıştırma. |
ISLAHAT |
Kusurları ve eksiklikleri gidermek için yapılan işler ve düzeltmeler. |
ISLAHAT-I ADLİYE |
Adli ıslahat. |
ISLAHAT-I ASKERİYE |
Askerlikte yapılan ıslahatlar. Askerî ıslahat. |
ISLAHAT-I MÜLKİYE |
İdarede yapılan düzeltmeler, yenilikler. |
ISLAHATPERVER |
Islahat taraftarı, ıslahatı seven. |
ISLAHEN |
Islah ederek, düzelterek. |
ISLAHHANE |
Tar: San'at mekteblerine önceleri verilen isim. * Islah evi. |
ISLAHÎ |
(Islahiyye) Islah etmeye ve düzeltmeğe dair. Düzeltme ile alâkalı. |
ISLAHPEZİR |
Islah edilebilir olan. Düzeltme ve tâmir kabul eden, ıslaha kabiliyeti
olan. |
ISLÎ' |
Boynu ince ve başı fındık gibi yumruca olan yılan. |
ISLİHMAM |
Ayak üstüne durmak. |
ISLÎT |
Zinetli kılıç, üzeri süslenmiş kılıç. |
ISMAM |
Şişenin ağzını tıkama. * Sağırlaştırma, duymaz hâle getirme. |
ISMARLAMA |
Sipariş verme, emanet etme. Hususi siparişle yaptırılmış, hazır
alınmayan. |
ISMAT |
Susturma, susturulma, sükut ettirme. |
ISMİ'LAL |
Muhkem olmak, sağlam olmak. * Otların birbirine dolaşmaları. |
ISNA' |
Yardım etme, yardımda bulunma. |
ISNAKAT |
El darlığı. * Men'etmek, engel olmak. |
ISNAN |
Israr etme, inat etme, ayak direme. * Gücenme, darılma. * Gururlanma,
kibirlenme. |
ISPARÇANA |
Halatın üzerine sarılmış olan ip. * Halatın yapıldığı bükmelerin
herbiri. |
ISPARMACA |
Deniz içinde birkaç zincirin birbirine karışması. |
ISPAVLİ |
Eskiden gemilerde kullanılan bir çeşit kalın sicim. |
ISPAZMOZ |
Sinirlerde beliren gerginlik ve titreme. |
ISR |
Ahd. Sözleşme. Yemin. * Kulakta küpe deliği. * Şiddetli ahkâm ve
teklifler. * Altındakini yerinde tutan ağırlık, bağ. |
ISRAH |
Medet yetişmek, yardım gelmek. |
ISRAM |
Derviş olmak. |
ISRAR |
Bir fikir veya meşru dâvadan dönmemek. Direnmek, sebat etmek. Hayırlı
bir hâl üzere sadakatla kalmayı istemek. |
ISTABL |
Ahır. |
ISTABL-I ÂMİRE |
Saray ahırı. |
ISTABL-I HÂS |
Padişahın atlarına mahsus ahır. |
ISTAFLÎN |
Havuç. |
ISTAHAR |
Havuz, küçük göl. Su birikintisi. |
ISTAM |
Kepçe. |
ISTIAD |
Yükseğe çıkma, terfi etme. |
ISTIBAB |
Dökülme. * Damardan kan fışkırması. |
ISTIBAG |
Boyanma. |
ISTIBAR |
Sabretmek. * Kısas almak. |
ISTIDAM |
İki şeyin birbirine şiddetli çarpması. |
ISTIFA |
Bir şeyin iyisini seçip ayıklamak. * Bir şeyi ıslâh edip sâfileştirmek.
* Seçmek. Ayıklamak. |
ISTIFAF |
Dizilme. Sıralanma. Saf bağlama. |
ISTIFA-GERDE |
f. Seçilen. Seçilmiş bulunan. |
ISTIHAB |
Saklama, gizleme. * Dostluk kurma. * Konuşma, musâhabe etme. |
ISTIHAM |
Ayak üstüne dikili durmak. |
ISTIKAK |
Tokuşmak. |
ISTILA |
Ateşte ısınma. |
ISTILAH |
Tabir, deyim. Belirli bir topluluğun, bir lafzı lügat mânasından
çıkararak başka bir mânada kullanmaları. * Bir ilim veya mesleğe âid kelime.
Terim. Erbab-ı ilim arasındaki ve herkesin anlamadığı kelime. * Muvafakat.
Uygunluk. Barışmak. İttifak. |
ISTILAHAT |
Istılahlar. İlmî tabirler. |
ISTILAHÎ |
Istılaha dair. Istılaha âid ve müteallik. |
ISTILAM |
Kesme, koparma. |
ISTINA' |
Seçme, intihab, ayırma. * Adam seçme. * İyilik etmek. * İş işletmek. |
ISTINA-İ SIDDIK |
Sâdık dost seçme. |
ISTIRAH |
Yardım isteme, istimdat. |
ISTIRAM |
Hürmet etme, saygı gösterme. |
ISTIYAD |
Avlamak. Vahşi hayvanı ele geçirmek. |
ISTIYAF |
Yaz mevsimini geçirmek, bir yerde yazlamak. |
ISVA' |
Kuruma, yaşlığı ve rutubeti kaybolma. |
ISVEDE |
Küçük bir böcek adı. * Kuvvetli. |
IŞÂ' |
Yatsı zamanı. Akşam ile yatsı namazı arasındaki vakit. * Güneş
batmasından ertesi günü fecre kadar olan zaman. |
IŞÂÂN |
Akşam ile yatsı. |
IŞAEYN |
Akşam ile yatsı zamanı. |
IŞAR |
Birlikte geçinmek. Muâşeret etmek. |
IŞAR |
(Aşerâ. C.) On aylık hamile develer. |
IŞAYA |
(Işâ. C.) Akşam ezanından yatsı ezanına kadar geçen zamanlar. |
IŞİR |
(C.: Aşâr) Çanak çömlek parçaları. |
IŞK |
(Bak: Aşk) |
IŞKA |
Sarmaşık adı verilen bir bitki. |
IŞKÎ |
İki ucu saplı eğri bıçaktır ve deri ve tahta kazımakta kullanılır. |
IŞTIN |
Toprak kandili. |
ITABE |
İyi etmek. * Hoş kokulu etmek. |
ITAF |
Kaftan. |
ITAK |
Hürriyet. * Kuvvet. * şiddet. |
ITAK-ÜT TAYR |
Yırtıcı kuşlar. |
ITAKA |
Güç etmek, zorlaştırmak. |
IT'AM |
(Bak: İt'âm) |
ITAM |
İdrar zorluğu, idrar tutukluğu. |
ITAR |
(C.: Utur) Dudak kenarı. * Elin kasnağı. * Diğerlerini ihâta eden
nesne. |
ITARE |
Uçurma, uçurulma. |
ITAŞ |
(Atşân. C.) Susamış olanlar. |
ITBAK |
Örtünmek. * Yürümek. * Değiştirmek. * (Bak: İtbak) |
ITEH |
Ahmaklık, bunaklık. |
ITER |
(Itret. C.) Nesiller, akrabalar, zürriyetler, aynı soydan gelenler. |
ITF |
Omuzbaşı. |
ITFA' |
Söndürmek. |
ITFAK |
Maksadına eriştirme, gayesine vardırma. |
ITFAL |
Kadının oğlanını getirmesi. |
ITFET |
şefkat, merhamet. * Boncuk. |
ITGA |
Azdırma, azdırılma. |
ITK |
Azad edilmek. Hürlük. Esir veya köle olanın serbest edilmesi. Azad
olmak. * Kerem ve hüsn-ü cemâl. Asâlet ve necâbet. Şeref, şan ve kıdem.
Kuvvet. |
ITK-I MUALLAK |
Bir şarta talik suretiyle vuku bulan ıtkdır. Bir kimsenin kölesine
"şu işi yaparsan hürsün" demesi gibi ki, köle o işi yapınca azad
olur. (Ist. Fık. K.) |
ITK-I MUZAF |
Bir zamana, bir vaktin girmesine veya çıkmasına izafe edilen ıtkdır.
"Sen gelecek ayın başında hürsün." denilmesi gibi ki, o ayın başında
ıtk hadisesi vücuda gelir. (Ist. Fık. K.) |
ITK-I MÜNECCEZ |
Bir şarta muallak veya bir zamana muzaf olmaksızın derhal vuku
bulan ıtkdır. Bir kimsenin memluküne hitaben "seni azad ettim."
demesi gibi ki, onunla köle derhal hürriyetine kavuşur. (Ist. Fık. K.) |
ITK-I MÜŞTEREK |
İki veya daha fazla kimsenin, mâlik oldukları bir köleyi azad etmeleridir. |
ITK ALÂ MAL |
Bir köle veya cariyenin kitabet suretiyle olmaksızın cins ve miktarı
malum bir mal veya muayyen bir hizmet mukabilinde azad edilmesidir. Buna
"Itk alâ cu'l" da denir. (Ist. Fık. K.) |
ITKAN |
(Bak: İtkan) |
ITKNAME |
Azad edilmiş olan köle veya cariyeye azad edildiklerini bildirmek
üzere verilen vesika. |
ITL |
(C.: Atâl) Böğür. |
ITLA' |
Kokulu şeyler sürünmek. * Hevâiyata heves etme. |
ITLA' |
Tulu ettirmek, zuhur ettirmek, doğdurmak. |
ITLAK |
Salıvermek. Bırakmak. Koyuvermek. Serbest bırakmak. Serbest olup
her tarafta bulunmak. Cezadan kurtarmak. * Boşama. Boşanma. Afvetmek.(...Elbette
mutlak ve muhit olan o ef'âlde iştirak muhaldir. İmkânı yoktur. Evet, ıtlakın
mahiyeti iştirake zıddır. Çünkü, ıtlakın mânası, hatta mütenahi ve maddi
ve mahdut bir şeyde dahi olsa, yine istilâkârane ve istiklâldarane etrafa,
her yere yayılır, intişar eder. Meselâ: Hava ve ziya ve nur ve hararet,
hatta su, ıtlaka mazhar olsalar, her tarafa yayılırlar. Ş.) |
ITLAK-I İNAN |
Dizginini salıverme. Başıboş bırakma. |
ITLAK-I LİSAN |
Ağzına geleni söylemek. Çok serbest ve kolay konuşmak. |
ITLAK-I YED |
Hayır işleme. |
ITLAL |
Havâle olma, birşey üzerine yüklenme. * Boşu boşuna zaman geçirme,
vakit öldürme. |
ITLIHAH |
Gözden yaş akma, ağlama. |
ITLINSA |
Çok fazla terleme. |
ITMAH |
Yukarı bakma, gözü yukarı dikme. |
ITMAL |
Mahvetme, perişan etme. |
ITMAS |
Bir şeye geriden uzaktan bakmak. Helâk etmek. |
ITNA' |
Sâlim olmak, sağlam ve sıhhatli olmak. |
ITNAB |
Edb: Konuşurken, fazla tafsilât vermek. Lüzumundan fazla sözü uzatmak.
(Îcazın zıddı) |
ITNAB-I MAKBUL |
Bahsi iyice anlatmak için lüzumlu olan sözün uzatılması. |
ITNAB-I MÜMİLLE |
Lüzumsuz olarak sözü uzatmak, usanç verecek şekilde uzatmak. |
ITNABE |
Gölgelik, sâyeban. * Keman teli, keman kirişi. |
ITNAN |
Çınlatma. Madeni bir ses çıkartma. |
ITR |
Hoş ve güzel koku. Güzel kokulu şey. * Yaprakları güzel kokulu
bir bitki. |
ITRA' |
Bir kimseyi mübalağa ile medhetmek. En güzel şekilde sena etmek. |
ITRAB |
(Tarab. dan) şevke getirme, keyiflendirme. |
ITRAD |
Bir kimseyle birlikte bahse girişme. |
ITRAH |
(Tarh. dan) Çıkarma, tarhetme, dışarı atma. |
ITRAK |
Sükût etmek, susmak. Gözünü yere dikip bakıp durmak. |
ITRAR |
Kandırmak, igra. |
ITRET |
Zürriyet. Nesil. Ehl-i beyt. * Gerdanlık. * Güzel kokulu şey. |
ITRÎ |
Itra mensub, ıtır gibi kokan. * Müzik ilminde bir üstaddır. Asıl
adı Mustafa'dır. Bayramlarda okunan tekbirin ilâhi ve kuvvetli bestesi onundur.
Bestelere âid Segâh, Ayin-i Şerif gibi 25 eseri olduğu söylenir. Osmanlı
padişahı IV. Mehmed'in nedimlik ve esirler kethüdalığında bulunmuştur. Vefatı
Mi: 1711'dir. İstanbul'ludur. * Tezhib ıstılahlarındandır. Bir cins yaprak
şekli. Bu şekil ıtr yaprağına benzediği için bu ismi almıştır. |
ITRİF |
Habis, hilekâr, kötü, pis. |
ITRÎH |
Devenin hörgücü. |
ITRÎS |
Hiddetli, cebbar kimse. * Kuvvetli, dayanıklı deve. |
ITRİYYAT |
(Itr. C.) Güzel kokulu yağ, esans gibi maddeler. |
ITRİYYE |
Erişte aşı. |
ITRNAK |
f. Güzel ve hoş kokulu. |
ITTILA' |
(Tulu. dan) Haberli olmak. Öğrenmek. Haberi, malumatı bulunma.
* Yukarıdan aşağı bakmak. |
ITTILA |
Kokulu şeyler sürünme. |
ITTILAAT |
(Ittılâ'. C.) Bilmeler, ıttılâlar, öğrenmeler, haberli olmalar. |
ITTILAK |
İnşirahlı olma, ferahlı ve sevinçli olma. |
ITTIRAD |
İntizamlı, uygun şekilde. Saat gibi intizamlı hareket. Sıra ile
birbirini takib eden. Ritmik. |
ITVAL |
Uzatmak. Uzatılmak. |
ITYA' |
Avdet etmek, dönmek. |
IVAZ |
(Bak: İvaz) |
IVEC |
(Bak: İvec) |
IYADET |
Hastayı ziyaret edip hatırını sormak, gidip görmek. |
IYADETEN |
Hastaya hatır sorarak. |
IYAF |
Gönül dönmek. * Mütereddit olmak, kararsızlık, tereddüt etmek.
* Tiksinmek, iğrenmek. |
IYAL |
Fık : Bir adamın üzerine nafakasını vermek vacip olan, kendilerini
geçindirdiği kimseler. |
IYALULLAH |
Halk, insanlar. |
IYAN |
(Bak: Ayân) |
IYAZ |
Sığınma. İltica. |
IYAZEN |
Sığınarak. |
IYD |
(Bak: Îd) |
IYŞ |
(Bak: Îş) |
IZ |
(C.: Uzuz-A'zâz) Çok zekâlı kötü adam. * Dikenli ağaçların küçüğü. |
IZA |
Nasihat, öğüt, vaaz. |
IZAA |
Bir şeyi zâyi etmek. Zâyi olmak. Kaybetmek. Mahvetmek, mahvedilmek. |
IZAET |
Parlatmak. Işıtmak. Işıklı olmak. Aydınlık etmek. |
IZ'AF |
Bir şeyin üstüne bir misli koyma. * Zayıflama. |
IZAHET |
(C.: Izât) Dikenli büyük ağaç. * Yalan, sihir, bühtan. |
IZAM |
(Bak: İzâm) |
IZAT |
Yalan. Sihir. Bühtan. * Dikenli büyük ağaç. |
IZAT |
(C.: Izât) Nasihat, öğüt. |
IZAZ |
Berk muhkem yer. |
IZAZAT |
Noksanlık. |
IZBANDUT |
Eskiden Rum korsanlarına verilen addır. * Haydut, yolkesen, şaki,
eşkiya. * İri vücutlu, korkunç. |
IZCA' |
Yırtma. * Yatarken vücudun yan tarafı üzerine yatma. |
IZFAR |
Biri tarafından tırnaklanma. Bir kimseyi tırnaklama. |
IZÎN |
(İze. C.) Her biri bir fırkaya mensub. Parça parça, fırka fırka.
Müteferrik hâlde. |
IZK |
(C. Azâk) Hurma salkımı. |
IZLAK |
Süçtürüp kaydırma. |
IZLAK-I AKDÂM |
Ayakların sürçüp kayması. |
IZLAL |
(Bak: Idlâl) |
IZLAL |
Gölgeli olma, gölgelendirme. |
IZLAM |
Karanlık, zulmet. * Zulmetme, karanlıkta bırakma. |
IZMAME |
(C.: Ezâmim) Cemaat, topluluk. |
IZMAR |
(İzmâr) Kalbde gizlemek, saklamak. Belli etmemek. |
IZMAR-I GAYZ |
Kin saklama. |
IZMAR-I KABL-EZ ZİKR |
Edb: Bir kelimenin zikrinden önce ona âit zamiri kullanmak. |
IZNAN |
Bir kimseyi kabahatlı çıkarma. |
IZRA' |
Zelil etmek, hor hakir etmek, alçaltmak. |
IZRAF |
Zarflamak. Zarfa koymak. |
IZRAM |
Ateşi tutuşturma, ateşi alevlendirme. |
IZRAR |
Zarar vermek. Zarara uğratmak. |
IZRAT |
Yellendirmek. |
IZTICA' |
Namaz kılarken secdede koltukları sıkarak göğsü yere değdirme.
* Yan üstüne yatma. |
IZTILAM |
Koparmak. Kat'etmek, kesmek. |
IZTIMAR |
Atı, idman yaptırarak yola dayanabilecek şekilde kuvvetlendirme.
* İnce belli olma. |
IZTINA' |
Sıkılma, utanma, kızarma. |
IZTIRAB |
Acı, elem, sıkıntı, vesvese, azab. |
IZTIRAB-ÂVER |
f. Iztırab veren, elem çektiren. |
IZTIRABAT |
(Iztırâb. C.) Elemler, acılar, sıkıntılar, azablar. Vesveseler. |
IZTIRAM |
Saç ve sakala kır düşme. * Alevlenme. |
IZTIRAR |
Çâresiz olmak. Mecburiyet. İhtiyaç. |
IZTIRARÎ |
Çaresizlik içinde oluş. Mecburiyet.(Lisan-ı ıztırariyle bir duâdır
ki; muztar kalan her bir ziruh kat'i bir iltica ile duâ eder, bir hâmi-i
mechulüne iltica eder. Belki Rabb-i Rahimine teveccüh eder. S.) |
IZTIRARİYAT |
(Iztırarî. C.) Mecburi olarak yapılan şeyler, mecburiyetler.İA'
$ Bir nesneyi kab içine koyup saklamak. |
İA' |
Koyun sürmek, koyun gütmek. |
İAB |
Kökünden koparmak. |
İAD |
Korkutmak, tehdit etmek. Vaidde bulunmak. |
İADE |
Geri vermek. Eski haline getirme. * Mukabilini yapma. Karşılığını
yapma. * Avdet ettirmek. * Edb: Bir mısraın veya beytin son kelimesini,
kendisinden sonra gelen mısra veya beytin ilk kelimesi olarak kullanma sanatı.
İade'li şiire "muâd" da denmektedir.Ey vücud-u kâmilin esrar-ı
hikmet masdarıMasdarı zatın olan eşyâ sıfatın mazharıMazharı her hikmetin
sensin ki kilk-i kudretinSafha-i eflâke nakşetmiş hutut-ı ahteriAhteri mes'ud
olan oldur ki tâb-ı pâkinin Kabil-i feyz ola nutkundan safâ-yı cevheriCevheri
ma'yub olan nâkıs benim kim muttasılSadedir hattın hayalinden zamirim defteriDefter-i
a'malimin hattı hatadandır siyâhKan döker çeşmim hayâl ettikçe hevl-i mahşeriMahşeri
eşkim verir seylâba ger ruz-i cezaOlmasa makbul-i dergâhın sirişkin gevheri
Gevheridir ışık bahrinin Fuzulî ab-ı çeşmLiyk bir gevher ki Lütf-u Hak ânadır
müşteri.Fuzulî gazelinde olduğu gibi. |
İADE-İ ÂFİYET |
Hastalıktan sonra âfiyetin iadesi. İyileşme. |
İADE-İ İTİBAR |
Ticarette iflâstan kurtulma. * Kaybedilen itibarı tekrar kazanma.
Şerefini kurtarma. |
İADE-İ MÜCRİMÎN |
Suçluların kendi memleketlerine iade edilmesi. |
İADE-İ ZİYARET |
Ziyarete gelenin ziyaretine gitmek. |
İADETEN |
Geri vermek üzere. |
İALE |
Çoluk çocuğun nafakasını te'min etme. Evlâd u iyâlin maişetini
tedarik etme. * İyali çoğalmak, çoluk çocuğu artmak. |
İANAT |
(İâne. C.) İaneler. |
İANE |
Yardım. İmdat. Yardım için istenen, toplanan şey. |
İANE-İ ASKERİYE |
Tanzimattan sonra cizye yerine Hristiyan tebeadan alınan vergi.
Bu vergi sonradan "bedel-i askerî" adını almış ve 1908 Temmuz
inkılâbına kadar devam etmiştir. |
İANE-İ CİHADİYE |
Muharebe zamanında harbin icab ettirdiği fazla masrafları karşılamak
ve yardım olmak için halktan alınan paralar. Miktarı, her mahallin iktidarı
derecesine göre kaza ve liva üzerine merkezden tertib ve "tevzi defterleri"ne
maktu' miktar olarak konulurdu. Bu çeşit vergi ve ianeler Tanzimat'tan sonra
kaldırılmıştır. |
İANET |
(Avn. dan) Yardım. |
İANETEN |
İane suretiyle, yardım olmak üzere. |
İARE |
Emaneten vermek. Bir malın kullanılmasından karşılık istemiyerek
meccanen başkasına vermek. |
İARE-İ MUKAYYEDE |
Bir mülkün kayıd ve şartlarla birine ödünç olarak verilmesi. |
İARE-İ MUTLAKA |
Bir mülkün, bir eşyanın sâhibi tarafından hiç bir şart ve kayda
bağlı kalmayarak başka birine ödünç verilmesi. |
İARETEN |
İare olarak. Emaneten. |
İAŞE |
Geçindirmek. Beslemek. Yaşatmak. Diriltmek. |
İAZ |
İşaret etmek. |
İAZA |
(İvaz. dan) Bedel ve karşılık vermek. Bedel vermek. |
İAZE |
Sığındırmak. Muhafaza etmek. İltica. |
İBA' |
Çekinmek. Tiksinmek. * Kabul etmemek, bir işe razı olmamak. * Doymadan
yemekten çekilmek. |
ÎBA' |
Tiksindirmek, iğrenme. |
İ'BA' |
Hazırlık. |
İBABE |
Yol, tarik. |
İB'AD |
Uzaklaştırmak. Sürmek. Kovmak. |
İBAD |
Tıb: Bacaklarda diz mafsalının iç kısmındaki büyük damar. |
İBAD |
(Abd. C.) Kullar. Allah'ın kulları. |
İBAD |
Devenin ayağını bağladıkları ip. |
İ'BAD |
Kul etmek, köle yapmak. |
İBADAT |
(İbâdet. C.) İbâdetler. |
İBADE |
Helâk etmek. |
İBADET |
Allah'ın (C.C.) emirlerini yerine getirmek ve nehiylerinden kaçmak.
Yapılmasında sevab olup, ihlâsla yapılan herhangi bir amel. Şeriatta bildirildiği
gibi Allah'a kulluk etmek. Kâinatın ve dolayısıyla insanların hilkatindeki
hikmet ve gaye. (Bak: Târik-üs-salât)(... İbadet'in ruhu ihlâstır. İhlâs
ise yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir
hikmet ve bir faide ibadete illet gösterilse o ibadet bâtıldır. Faydalar,
hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar. İ.İ.)(İbadetin mânası
şudur ki: Dergâh-ı İlâhîde abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp kemal-i
rububiyyetin ve kudret-i Samedaniyyenin ve rahmet-i İlâhiyyenin önünde hayret
ve muhabbetle secde etmektir. Yâni, rububiyetin saltanatı, nasılki ubudiyeti
ve itaati ister; rububiyetin kudsiyeti, pâklığı dahi ister ki: Abd, kendi
kusurunu görüp istiğfar ile ve Rabbini bütün nekaisten pâk ve müberra ve
ehl-i dalâletin efkâr-ı bâtılasından münezzeh ve muallâ ve kâinatın bütün
kusuratından mukaddes ve muarrâ olduğunu, tesbih ile Sübhanallah ile ilân
etsin.Hem de rububiyetin kemal-i kudreti dahi ister ki: Abd, kendi za'fını
ve mahlukatın aczini görmekle kudret-i Samedaniyyenin azamet-i âsârına karşı
istihsan ve hayret içinde Allahu Ekber deyip huzu ile rükua gidip O'na iltica
ve tevekkül etsin.Hem rububiyetin nihayetsiz hazine-i rahmeti de ister ki:
Abd, kendi ihtiyacını ve bütün mahlukatın fakr ve ihtiyâcâtını sual ve dua
lisaniyle izhar ve Rabbinin ihsan ve in'âmatını, şükür ve sena ile ve Elhamdülillâh
ile ilân etsin. Demek, namazın ef'âl ve akvâli, bu mânaları tazammun ediyor
ve bunlar için taraf-ı İlâhîden vaz'edilmişler. S.) |
İBADETGÂH |
f. Kanunlarla tanınmış bir dine, bir mezhebe ait ibadetlerin icrasına
tahsis olunan yerler. Mabet, ibadethane. |
İBADETHANE |
f. İbadetgâh. Allah'a ibadet edilen yer. |
İBADETKÂR |
f. İbadet yapan. İbadete düşkün. |
İBADULLAH |
Allah'ın kulları. |
İBAET |
Bir şeyi diğer bir şeye ircâ etme. |
İBAG |
Helâk etmek. |
İBAH |
İtibar etmek, ehemmiyet vermek. Hürmet etmek. |
İBAHA |
(İbahe) Sevab veya günah olmamak. Bir şeyin yasak ve haram olmaktan
çıkması. * İzin vermek. Mübah ve helâl kılmak. * Bir şeyi izhâr etmek. |
İBAHA |
Ateşi söndürme. |
İBAHAT |
(İbâhe. C.) Mübahlar. Günah ve sevab olmayan işler. |
İBAHÎ |
Herşeyi mübah sayan. |
İBAHİYYE |
Sevab veya günah olduğunu kabul etmeyen bâtıl ve dalâlete saparak
dinden çıkan bir fırka veya bu fırkadan olan kimse. |
İBAHİYYUN |
İbaheciler. Her şeyi mübah sayan bâtıl bir zümre. |
İBAK |
Bir esirin, bir köle veya câriyenin sebepsiz olarak, sahibini bırakıp
kaçması. |
İBALE |
Kuyu bileziği. * Hayvanları muhafaza etme. * Küçük çocuklara def-i
hacet ettirme. * Devenin hallerini ve huylarını iyi bilmek. |
İBANE |
Irak etmek, uzaklaştırmak. * Ayırmak. * İzhar etmek, göstermek. |
İBAR |
Eritilmiş kurşun. * (İbre. C.) İğneler, ibreler. |
İBARAT |
(İbare. C.) İbareler. Bir ifadeyi meydana getiren kelime ve cümleler. |
İBARATÜNA ŞETTÂ |
Bizim ibarelerimiz çeşit çeşittir, muhteliftir, dağınıktır. |
İBARE |
Bir fikri anlatan bir veya birkaç cümlelik yazı. Parağraf. * İbretli
ders veren söz. (Bak: İbaret) |
İBARE |
Helâk etmek. |
İBARE-SENC |
f. Düzgün konuşan, akıcı söz söyleyen. |
İBARET |
Meydana gelmiş, toplanmış. Bir şeyden teşekkül etmiş. Bir şeyin
aynı. Bir şeyin içindekini ve aslını beyan. Bir halden bir hale tecavüz
eylemek. * Rüya tabir etmek. |
İB'AS |
Yeniden yaratmak, göndermek. Hayat vermek. |
İBAS |
Kurutmak. |
İBASE |
Tedkik ve teftiş etme. |
İBAT |
(İbt. den) Bohça, koltuğun altına alınan şey. Paket. |
İBATE |
Bir yerde barındırma. Gece yatırma. |
İBATE VE İAŞE |
Barındırma ve besleme. |
İBAVET |
Yabancı bir adamın bir çocuğa baba gibi olması, babalık yapması. |
İBB |
Zâyi ve telef etmek. |
İBBÂN |
Uygun zaman, vakit. Her şeyin mevsimi. |
İBBÂN-ÜL FÂKİHE |
Meyva mevsimi. |
İBCAL |
Büyük saygı, tâzim ve tekrim. (Bu mânâlarda kullanılırsa da tebcil
şeklinde kullanılması doğrudur.) |
İBCAM |
Huzur ve rahatını bozma. Rahatsız etme. |
İBDA' |
İzhar etmek. Bir yerden diğer bir yere çıkmak. * Yaratmak. Nümunesiz
şey yapmak. |
İBDA' |
Cenab-ı Hakkın âletsiz, maddesiz, zamansız, mekânsız yaratması
ve icâdı. * Misli gelmemiş bir eser meydana koymak, icâd, ("İbda',
ihdâs, ihtirâ, icâd, sun', halk, tekvin" kelimeleri birbirine yakın
mânâdadırlar.) * Edb: Geçmişte benzeri olmayan şiiri söylemek. |
İBDA-I SAN'AT |
Benzeri olmayan mükemmellikte san'at eseri. İbda' yapabilene mübdi',
eserlerine bedi'a denir. |
İBDA' |
(İbzâ') Parça parça etmek. * Sorulan şeye güzel cevab vermek. *
Kandırmak. * Birisine, kâr tamamen kendine âit olmak üzere sermaye vermek. |
İBDAD |
Uzaklaştırma, teb'id. * Bir şeyi uzatma. |
İBDAL |
Değiştirmek. Tebdil ve tahvil eylemek. Birinin yerine diğerini
getirmek. |
İBDAN |
Kısrak. * Câriye, kız veya kadın esir. |
İBEK |
f. Put, sanem, haç. |
İBER |
(İbret. C.) İbretler, ders alınacak şeyler. |
İBER |
(İbre. C.) İbreler, iğneler. |
İBGAZ |
(Buğz. dan) Buğzetme, nefret etme, hoşlanmama, sevmeme. |
İBHA |
Kesilme, inkıtâ'. |
İBHAC |
Sevindirme, sürur ve sevinç verme. |
İBHAH |
Sesini boğuk bir şekilde çıkarma. |
İBHAK |
Gözünü çıkarma, kör etme. |
İBHAL |
Kendi hâline bırakma, salıverme. |
İBHAM |
Mübhem, kapalı bırakmak. Belirsiz olmak. Muayyen olmayan. * Edb:
Sözün kolayca anlaşılmayacak şekilde kapalı olması, vâzıh olmayışı. * Baş
parmak. |
İBHAMAT |
(İbham. C.) Mübhem şeyler, açıklanmayan mes'eleler, üstü kapalı
sözler. |
İBHAMVARÎ |
f. Belli etmeyerek, âşikâr surette tanıtmıyarak, gizli bir şekilde,
mübhem olarak. |
İBHAR |
(Bahr. dan) Deniz yolculuğu. |
İBHİRAR |
Gece yarısı olma. |
İBİBİK |
Çavuşkuşu, hüdhüd. |
İBİK |
Horozun başındaki kırmızımsı bir renkte uzanmış et parçası. |
İBİL |
(Bak: İbl) |
İBİŞ |
Hımbıl, salak. * Orta oyunu ve kukladaki şahıslardan biri. |
İBKA |
Ağlatmak. |
İBKA |
Bâkileştirmek. Devamlı etmek. Azletmeyip yerinde bırakmak. Yerinde
devamlı etmek. * Tayinleri her sene, bir sene müddetle yapılan memurlardan
bu müddet bitmeden evvel hizmetleri beğenilenlerin yeniden bir sene için
yerlerinde kalmalarına müsaade edilmesi. * Mc: Sınıfta bırakmak.(... Madem
her şey elimizden çıkacak, fâni olup kaybolacak. Acaba bâkiye tebdil edip
ibka etmek çaresi yok mu? deyip, düşünürken birden semavî sadâ-yı Kur'an
işitiliyor... S.) |
İBKAEN |
İbka suretiyle. |
İBKAEN TA'YİN |
İşinden ayrılan bir memuru tekrar eski işine getirme. |
İBKA FERMANI |
Tâyinleri bir sene müddetle yapılan memurların vazifelerinde devam
edeceklerine dâir gönderilen ferman. |
İBKAL |
Yerde ot bitmesi. Ramis adı verilen otun yeşermesi. |
İBKAR |
Fecirden kuşluğa kadar olan vakit. * Tehir etmek, sonraya bırakmak. |
İBL |
(İbil) Dişi deve. * Deve sürüsü. |
İBLA' |
Yutturma, emdirme. |
İBLAG |
Bildirmek. Yetiştirmek. Haberdar etmek. Göndermek. |
İBLAK |
Alaca olmak. Kapı açmak. |
İBLAN |
İki sürü deve. |
İBLAS |
Mahzun olmak, ümitsiz olmak. |
İBLÎ |
Deveci. |
İBLİM |
Anber. * Bal. |
İBLİS |
İnsanları Allah yolundan çıkarmağa çalışan şeytan. (Bak: Hannas,
Şeytan) |
İBLİSANE |
Şeytanca. İblisçesine, müfsidane. |
İBN |
Oğul. |
İBN-İ ABBAS |
(Bak: Abdullah İbn-i Abbas) |
İBN-İ ARZ |
Garip, gurbette bulunan. |
İBN-ÜL BETÛL |
Hz. İsâ (A.S.). Hz. Meryem'in oğlu. (Bak: Betûl) |
İBN-İL CELLÂ |
Meşhur kişi. Namlı ve şöhretli adam. |
İBN-İ CERİR-İ TABERÎ |
(Bak: Taberî) |
İBN-İ CEVZÎ |
(Hi: 508-597) El-Muğni isimli Kur'an-ı Kerim tefsiri vardır. Hanbelî
fıkhı ve tarihî bilgilerde muhakkik âlimlerdendir. Ebu-l Ferec İbn-i Cevzî
diye de meşhurdur. |
İBN-İ DEHALİZ |
Hırsız. |
İBN-İ HACER-İ ASKALANÎ |
(Hi: 773-852) Büyük hadis âlimidir. Şafiî mezhebinin meşhur fukahasından
olup hadis üzerine çok eserleri vardır. |
İBN-ÜL HABBE |
Ekmek. |
İBN-İ HURRE |
Dürüst, doğru ve namuslu insan. |
İBN-İ HÜMAM |
(Hi: 788-861) Hanefî fukahasından meşhur bir zattır. Şer'î ilimlerde,
edebiyatta mütehassıs idi. |
İBN-İ IRS |
(C: Benât-ı ırs) Gelincik dedikleri küçük hayvan. |
İBN-İ İSHAK |
(Ebu Abdullah Muhammed) Medine'de büyümüştür. Hz. Muhammed'in (A.S.M.)
hayatına dair vak'aları derin bir alâka ile toplamağa başladı. Daha sonra
Mısır'a, oradan da Irak'a gitti. Hi: 151 veya 152 tarihinde Bağdat'ta vefat
etti. Siyere dair iki eser vücuda getirmiştir.1. Kitab-ül Mübtedâ ve Kısâs-ul
Enbiya. 2. Kitab-ül Magazi. |
İBN-ÜL MÂ' |
Su kuşu. |
İBN-İ MES'UD |
Ebu Abdurrahman Abdullah Bin Mes'ud da denir. (R.A.)şeref-i İslâm
ile müşerref olanların altıncısıdır. Bütün gazvelere iştirak etmiştir. Dâimî
surette huzur-u Risalette bulunduğundan Kur'an-ı Kerim'i herkesten iyi öğrendiği
gibi, pekçok hadis de işitmiş ve ezberlemişti. Kur'an-ı Kerim'i en evvel
Mekke'de Kureyş'e duyuran, Makam-ı İbrahim'de "Rahman" Suresini
açıktan okuyan, bu zâttır. Ashab-ı Kiramın büyük fakih ve müçtehidlerindendir.
Bünyesi çok zayıftı. Resul-i Ekrem (A.S.M.) bir gün Ashab-ı Kirama hitaben:
"Siz İbn-i Mes'ud'un vücudca zayıf olduğuna bakmayınız. Mizanda hepinizden
ağırdır." buyurmuşlardır.Bir gün kendisine: Hangi ilim mu'teberdir
diye sormuşlar. "Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Şerif ilmini çok severim"
cevabını vermiştir. Resul-i Ekrem'den (A.S.M.) 840 hadis rivayet etmiştir.
Hicri 32 tarihinde 60 yaşını mütecaviz olduğu halde ebedî hayata kavuşmuştur. |
İBN-İ MİKRAZ |
Sansar. |
İBN-İ ÖMER |
(Bak: Abdullah İbn-i Ömer) |
İBN-İ RÜŞD |
(Kadı Muhammed Bin Ahmed) (Hi: 514-595) Endülüs Devleti zamanında
yetişen bir filozoftur. Kurtuba'da doğmuştur.(Kur'an vahiy olmakla beraber
delâil-i akliye ile te'yid ve tahkim edilmiş. Evet kâmil ukalânın ittifakı
buna şâhiddir. Başta ulema-i ilm-i Kelâmın allâmeleri ve İbn-i Sina, İbn-i
Rüşd gibi felsefenin dâhileri müttefikan esasat-ı Kur'aniyeyi usulleriyle,
delilleriyle isbat etmişler. M.) |
İBN-İ SEBİL |
Yolcu. Seyyah. |
İBN-İ SİNA |
(Hi: 370-428) Buhara'lı olup zamanının en büyük âlimi, doktor ve
filozofudur. Avrupa'da, Avicenna diye tanınmıştır. |
İBN-İ TEYMİYE |
(Hi: 661-728) Diğer adı Ahmed bin Abdülhalim Harranî'dir. Hanbelî
fıkıh ve hadis âlimi olarak bilinir. Bazı mes'elelerde ifrata kaydığından
cumhur-u ulemaca hüsn-ü kabul görmemiştir. |
İBN-İ UYEYNE |
(Hi: 107-198) Ebu Muhammed Süfyan bin Uyeyne, ikinci derecede tâbiinden
olup aslen Kufeli olduğu hâlde Mekke-i Mükerreme'de kalmıştır. Hadisde,
tefsirde ve bilhassa Hadis-i Şerifleri tefsir etmede derin âlim olup yedi
bin Hadis-i Şerif nakletmişti. Zâhid, müttaki ve sâlih bir zât olup kuru
arpa ekmeği ile beslendiği meşhurdur. (Rahmetullahi aleyh) |
İBN-ÜL ÜNS |
Dost. |
İBN-İ ÜSBUAYN |
Çok güzel genç. * Ayın ondördü. |
İBN-ÜS-SEBİL |
Misâfir. |
İBN-İ VAKT |
Zamanın uyarına giden, vaktin icaplarına göre hareket eden kişi.
Zamane adamı. * Mizaç ve tabiata göre söz söyleyen kimse. |
İBN-İ VERDÂN |
Hamam içinde olan kara çekirge. |
İBN-İ ZÜKÂ |
Sabah. |
İBN-ÜZ ZAMAN |
Zamanın çocuğu. Devrin adamı. |
İBN-ÜZ ZİNÂ |
Zinâ sonucu meydana gelen çocuk. Piç. |
İBNE |
Kız çocuğu. Veya teennüs eden oğlan. |
İBRÂ |
(Ber'. den) Temize çıkarmak. Borçtan kurtarmak. Sağlamlaştırmak. |
İBRÂ-İ ÂMM |
Huk: Bir kimsenin zimmetini bütün haklardan, dâvâlardan temize
çıkarmak. |
İBRÂ-İ HÂS |
Huk: Bir kimsenin zimmetini belirli bir haktan, hususi bir dâvâdan
veya bir kısım haklardan beri kılmaktır. |
İBRÂ-İ ISKAT |
Huk: Bir kimsenin diğer bir kimsedeki hakkını, tamamen veya kısmen
terketmesi. |
İBRÂ-İ İSTİFA |
Bir kimsenin, başka birisindeki hakkını aldığına dair ikrar etmesi. |
İBRAD |
Güçsüzleştirme, âciz bırakma. * Soğutma. |
İBRAHİM |
İbrahim kelimesi, İbranicede baba anlamına gelen "eb";
ve cumhur demek olan "reham" kelimelerinden meydana gelmiştir.
"Ebu-l cumhur" ise; cumhurun babası demektir. Bu ismi meydana
getiren kelimelerin ikisinin de hareke veya telaffuzlarını az bir değişiklik
yapmakla yine bu mânalar Arapçada vardır. Bu da İbranilerle Arapların yakınlıklarına
delildir. |
İBRAHİM (A.S.) |
Halilullah ve Halil-ür Rahman da denir. Peygamberlerden İshak ve
İsmâil'in (A.S.) babasıdır. Yirmi sahifelik kitap kendisine nâzil olmuştur.
Süryanice konuşurdu. Peygamberimizin de (A.S.V.) ceddi idi. Urfa'da doğduğu
da rivayet edilir. Zamanın kralı Nemrud tarafından ateşe atılmak istendi,
mu'cize olarak ateş onu yakmadı. En şiddetli zamanda dahi Allah'tan başka
kimsenin dostluğunu kabul etmediğinden, sadece ondan meded beklediğinden
kendisine Halilullah denilmiştir. Sonra Mısır'a ve Kenan iline gitti. Oğlu
İsmail (A.S.) ile birlikte Kâbe-i Muazzama'yı yeniden inşa' ettiler. Kudüs'te
medfun'dur.( $ Ayet-i Kerimesinin delâletine göre, Hazret-i İbrahim ateşe
atıldığı zaman, ateşin harareti burudete inkılâb etmesi, beşerin keşfettiği
yakıcı olmayan mertebe-i nâriyeye örnek ve me'hazdır. İ.İ.)(Hazret-i İbrahim
Aleyhisselâm'ın Nemrud'a karşı imate ve ihyâda Güneş'in tulu' ve gurubuna
intikali, cüz'î imate ve ihyadan küllî imate ve ihyâya intikaldir ve bir
terakkidir. O delilin en parlak ve en geniş dairesini göstermektir. Yoksa
bir kısım ehl-i tefsirin dedikleri gibi, hafî delili bırakıp, zâhir delile
çıkmak değildir. M.) |
İBRAHİM BİN EDHEM |
Babası Belh Şehrinin Pâdişahı idi. Hicri 2. asırda yetişmiş büyük
bir veliyullahtır. Bir çok kerametleri görülmüş, Allah rızası yolunda dünya
saltanatını terk ederek fakirliği kabul etmiş ve bütün ömrünü ibadet ve
taat ile geçirmiştir. Kerametleri dillere destandır. |
İBRAHİM DESUKÎ |
Büyük âlim ve mutasavvıflardan olup büyük makam sâhibi bir zâtdır.
Pek meşhur ve çok güzel sözleri ve mev'izaları vardır. 676 tarihinde 43
yaşında Şam'da vefat etmiştir. (K.S.) |
İBRAHİM HAKKI |
(K.S.) : Hi: 12. asırda yaşamış büyük âlim ve mutasavvıftır. Hasankale'li
olup en son Tillo'da yaşamıştır. Marifetname isimli meşhur eseri vardır. |
İBRAHİM-VARİ |
f. İbrâhim (A.S.) gibi. Fani, gelip geçici şeylere kalbini bağlamamak
sureti ile. |
İBRAK |
Av hayvanlarını ürkütüp korkutmak. * Koyun kurban etmek. * Şimşek
çakmak. |
İBRAK |
Deveyi çökertmek. |
İBRAM |
Israrla rica etmek. Usandırıncaya kadar üzerine düşmek. * Usandırmak,
yıldırmak. * İpi sağlam bükmek. * Muhkem kılmak. |
İBRAMAT |
(İbram. C.) Yalvarmalar, ısrar etmeler, rica etmeler, zorlamalar. |
İBRANAME |
Alacaklı kimse tarafından alacak ve verecek kalmadığına dair verilen
kâğıt. İbrâ senedi. |
İBRANİ |
Eski Yahudi Sülâlesi veya o soydan olan. |
İBRAR |
Yapılan yeminin doğru olduğu tasdik edilme. |
İBRAZ |
Göstermek. Meydana koymak. |
İBRAZ-I FAZL U HÜNER |
Hüner ve fazilet gösterme. |
İBRE |
İnce iğne gibi âlet. * Saatlerde veya pusuladaki rakamlara işâret
eden ince âlet. * Çam gibi ağaçların yaprağı. |
İBRE-İ HAYYAT |
Kendi işlerini bırakıp başkasının işlerini halledip düzeltmeye
çalışan adam. * Terzi iğnesi. |
İBRET |
Uyanıklığa sebeb olan ders. * Çok çirkin ve düşündürücü. * Tuhaf,
acâyip. |
İBRET-İ ÂLEM İÇİN |
Bütün âleme ibret olsun diye. Herkese ibret olsun için. |
İBRETAMİZ |
(İbret-âmiz) f. İbret öğreten. Ders verici hâdise. |
İBRETBAHŞ |
f. İbret veren, ibreti iktiza eden. |
İBRETBİN |
f. İbret almış, ders almış. |
İBRETEN |
İbret olmak üzere, intibah ve ibret vesilesi olmak için. |
İBRETFEŞAN |
f. İbret dağıtan, çok mühim ders verici hâdise. |
İBRETNÜMA |
f. İbret gösteren. İbret veren. |
İBRETNÜMUN |
f. İbret olan, ders olan. |
İBRÎ |
(İbriyye) İğne yapan veya satan kimse. * İğne veya ibresi olan. |
İBRÎ |
Yahudi, İbrani. |
İBRİC |
Yoğurdu yayıp ayran yapmağa yarayan âlet. Yayık. |
İBRİK |
(C.: Ebârik) Topraktan, tenekeden, hattâ bakırdan, gümüşten, altundan
yapılan emzikli su kabı. * Abdest almağa, çay, kahve v.s. yapmağa yarayan
ayrı ayrı ve türlü türlü kaplar. * İyi ve parlak kılıç. |
İBRİKDAR |
Eskiden sarayda büyük devlet adamlarının konaklarında su döken
ve leğen ibrik işlerine bakan kimse. |
İBRİN |
Yüzü çok parlak ve güzel olan sevgili. |
İBRİNŞAK |
Ağaçta çiçek açmak. |
İBRİŞİM |
İpek ipliği, bükülmüş ipek. * İbrişimden yapılmış. |
İBRİYE |
Baş konağı. |
İBRİYY |
İğne yapıcı veya satıcı. |
İBRİYYUN |
Yahudiler, İbraniler. |
İBRİZ |
Halis altun, saf altun. |
İBS |
Sevinmek, ferah. |
İBSAL |
Bir şeyi sipariş etme. * Men etme. |
İBSAN |
Bir kimsenin huyunun veya yüzünün güzel olması. |
İBSAR |
Dikkatle bakmak, tetkik etmek. |
İBSAS |
Sırrı açıklama. * Yayma, dağıtma. |
İBSİ'RAR |
At yarışlarında koşuşma. |
İBŞAR |
(Büşr. den) (C.: İbşarât) Müjdeleme, tebşir etme, sevinçli bir
haber bildirme. |
İBŞARAT |
(İbşâr. C.) Müjdelemeler, tebşir etmeler, sevinç verici haber bildirmeler. |
İBŞAS |
Bazı bitkilerin veya çiçeklerin birbirine sarılıp karışması. |
İBTA' |
Gecikme, geciktirme. * Ağır hareket. |
İBTAL |
Battal etmek. Çürütmek. Hükümsüz bırakmak. |
İBTAL-İ HİSS |
Duygusunu battal etmek ve uyuşturmak.(Evet, şu elim elemi ve dehşetli
mânevi azabı hissetmemek için ehl-i dalâlet, ibtâl-i his nev'inden gaflet
sarhoşluğu ile muvakkaten hissetmez. Fakat hissedeceği zaman kabre yakın
olduğu vakit birden hisseder. Çünki, Cenab-ı Hakka hakiki abd olmazsa kendi
kendine mâlik zannedecek. S.) |
İBTALE |
Bâtıl ve boş şey. |
İBTALİYYAT |
İşe yaramıyan, boş sözler. |
İBTAR |
Parçalama. * Mahrum etme, esirgeme. * Gündüzün başlangıcı. |
İBTAR |
Şaşma, tuhafına gitme, hayrette kalma. * Alabileceği miktardan
fazla yük yükletme. |
İBTAŞ |
Şiddetle tutma, kavrama. |
İBTAT |
Kesmek. Kat'etmek. |
İBTİAR |
Kuyu kazma. |
İBTİAS |
Gönderme, ba's etme. |
İBTİDA' |
Benzeri olmayan bir şey yaratmak. (Bak: İbdâ') |
İBTİDA |
Baş taraf. Evvel. Başlangıç. En önce, başta. |
İBTİDA-İ DÂHİL |
Tar: Medreselerden orta tahsili verenler. |
İBTİDA-İ CÜLUS |
Hükümdarlığın başlangıcı. Tahta çıkışın ilk zamanları. |
İBTİDAD |
İki kişinin bir şeyi bir tarafından tutup kavraması. |
İBTİDAEN |
Önceden, ilk ve başlangıç olarak. |
İBTİDAÎ |
Başlangıca ait, en önce olarak. İlk, evvelâ. * Ham, işlenmemiş.
* İlk tahsil veren okul. (Daha da evvel bunun yerine "Sıbyan Mektebi"
tabiri kullanılırdı.) |
İBTİDÂİYYÂT |
Başlangıçta olanlara öğretilen bilgiler. * Bu derslere ait kitaplar. |
İBTİDA-ŞÜDEGAN |
f. Stajyer. |
İBTİDAR |
Bir işe sür'atle başlama. |
İBTİGA |
Maksad, gaye. Taleb, arzu, istek. |
İBTİGA-İ TE'VİL |
Te'vil maksadıyla. Te'vil ederek izahta bulunma. |
İBTİHAC |
Sevinç, sevinme. İç açıklığı. |
İBTİHAC |
Bolluk, bereket, mebzuliyet. |
İBTİHAL |
Halktan alâkayı keserek Allaha tazarru' ve niyazda bulunmak. |
İBTİHAR |
İki parça olma, ikiye bölünme. |
İBTİHAS |
Bir şeyin doğruluğunu öğrenmek için soruşturma, tetkik etme. |
İBTİKA' |
Bir şeyin renginin fıtri olarak değişikliğe uğraması. |
İBTİKA' |
(Bükâ. dan) Ağlama, göz yaşı dökme. |
İBTİKAR |
Sabahleyin erkenden kalkma. |
İBTİLÂ |
Belâya uğramak. Musibete düşmek. İyi veya kötü şeye düşkünlük,
tiryakilik. * İnsanın iyiliğini, kötülüğünü ve kemâl derecesini meydana
çıkaran imtihan, tecrübe. |
İBTİLÂ-Yİ ŞEDİD |
Şiddetli tiryakilik. |
İBTİLA' |
Zorlukla yutmak. * Gelini gerdeğe koymak. |
İBTİLAC |
Meydana çıkma, zuhur etme, görünme. |
İBTİLAL |
Islanmak. |
İBTİLAZ |
Alma. |
İBTİNA' |
(Binâ. dan) Bir şeyin üzerine bina etme. Bir dava veya bahiste
bir şeye istinad etme. |
İBTİNAEN |
İbtinâ ederek, mübteni olarak, dayanarak. |
İBTİRA' |
Ağaç yontma. |
İBTİRAD |
Duş yapma, soğuk su ile banyo yapma. * Serinlemek için soğuk su
içme. |
İBTİSAM |
Tebessüm etmek. İnce ve hafif gülümsemek. |
İBTİSAR |
(Basar. dan) Kalb gözüyle görme. Basiret. * Görüp hakikatına varma. |
İBTİSAR |
Bir şeye başlama, ibtida. |
İBTİŞAK |
Haysiyet ve nâmusa dokunma. * Yalan söyleme. |
İBTİTA' |
Kesilme, inkıta'. |
İBTİTAR |
Tâbi olma, uyma, ittiba etme. |
İBTİYA' |
Satın alma, mübâyaa etme. |
İBTİYAR |
Seçip kabul etme. * Kavga yapma, dövüş etme. * Güçsüz, zaif ve
kuvvetsiz olma. |
İBTİYAZ |
Biriktirip yığma. |
İBTİZA' |
Birşey meydanda ve açık olma. |
İBTİZAL |
Çokluğu sebebiyle bir nimetin kıymetini bilmeyip, hor kullanmak.
* Devamlı şeklide bir şeyi kullanmak. * Edb: Herkesin bildiği bir sözü tekrar
etmek. (Mümtâziyetin zıddıdır.) |
İBTİZAR |
Cebren ve zorla alma. Soygunculuk yapma. |
İBTİZAZ |
İhtiyacdan dolayı zillet ve hakaretlere tahammül etme. |
İBYİZAZ |
Beyazlama, ağarma. |
İBZA' |
Bir kimseyi sıkıntı ve kedere boğma. Mahvetme. |
İBZA' |
Kötü söyleme, fena söyleme. |
İBZAL |
Esirgemeyip bol sarfetme, bol kullanma. |
İBZAZ |
Yağlanma, şişmanlama, semirme. |
İBZAZ |
Bir şeyi istenilen miktardan veya gerektiğinden az verme. |
İCA' |
(Veca. dan) Ağrıtma, veca verme. |
İCAA |
(Cu. dan) Yemek içmek için hiçbir şey vermiyerek aç bırakma. |
İ'CAB |
Şaşırtmak. Hayran etmek. Hayrete düşürmek. * Hodpesendlik. Kendini
beğenmişlik. |
İCAB |
Lâzım. Gerekli. Lüzum. Sebeb olmak. * Ist: Akitlerde ilk söylenen
söz. Bir mal sahibinin müşteriye karşı, "Bu malımı sana şu kadar paraya
sattım" demesidir. Müşterinin de kabul etmesine dair olan sözüne "kabul"
denir. Şer'i ıstılahta buna "icâb ve kabul" denir. |
İCABAT |
İcablar. Gerekenler. Lüzum edenler. |
İCABE(T) |
Kabul olmak. Kabul etmek. * Râzı olma, rızâ gösterme, muvafakat
etme. |
İCABE-İ DUÂ |
Duânın kabul olması. Duâya cevap verilmesi. Muvafakat edilmesi.
(Bak: Dua) |
İCABETGÂH |
f. Kabul etme yeri. |
İCABÎ |
Müsbet. İcaba âit, icaba dair. * Lâzım, gerekli, zarurete müteallik. |
İCAD |
Vücuda getirmek. Yeniden bir şey meydana getirmek. Yoktan var etmek.
(Bak: İbda')(şu zamanda çok ileri giden feylesoflar diyorlar ki: "Hiçten,
hiçbirşey icad edilmiyor ve hiçbirşey idam edilmiyor; yalnız bir terkip
bir tahlildir ki, Kâinat fabrikasını işlettiriyor."Elcevap : Nur-u
Kur'an ile mevcudata bakmayan feylesofların en ileri gidenleri bakmışlar
ki, tabiat ve esbab vasıtasiyle bu mevcudatın teşekkülât ve vücudlarını
-sabıkan isbat ettiğimiz tarzda- imtina derecesinde müşkilâtlı gördüklerinden,
iki kısma ayrıldılar.Bir kısmı, Sofestaî olup, insanın hassası olan akıldan
istifa ederek, ahmak hayvanlardan daha aşağı düşerek, Kâinatın vücudunu
inkâr etmeyi; hatta kendilerinin vücudlarını dahi inkâr etmesini.. dalâlet
mesleğinde esbab ve tabiatın icad sahibi olmalarından daha ziyade kolay
gördüklerinden; hem kendilerini, hem Kâinatı inkâr edip, cehl-i mutlaka
düşmüşler.İkinci güruh bakmışlar ki; dalâlette esbab ve tabiat mucid olmak
noktasında, bir sinek ve bir çekirdeğin icadı, hadsiz müşkilâtı var. Ve
tavr-ı aklın haricinde bir iktidar iktiza ediyor. Onun için bilmecburiye
icadı inkâr ediyorlar, "yoktan var olmaz" diyorlar ve idamı da
muhal görüyorlar, "var yok olmaz" hükmediyorlar. Yalnız, harekât-ı
zerrât ile, tesadüf rüzgârlariyle bir terkib ve tahlil ve dağılmak ve toplanmak
suretinde bir vaziyet-i i'tibariye tahayyül ediyorlar... İşte sen gel, ahmaklığın
ve cehaletin en aşağı derecesinde, en yüksek akıllı kendini zanneden adamları
gör; ve dalâlet, insanı ne kadar maskara ve süfli ve echel yaptığını bil;
ibret al! Acaba her senede, dört yüzbin envâı birden zemin yüzünde icad
eden ve Semavat ve Arzı altı günde halkeden ve altı haftada, her baharda,
kâinattan daha san'atlı, hikmetli zihayat bir kâinatı inşa eden bir Kudret-i
Ezeliye, bir İlm-i Ezelî'nin dairesinde, plânları ve mikdarları taayyün
eden mevcudat-ı ilmiyeyi göze göstermiyen bir ecza ile yazılan ve görünmeyen
bir yazıyı göstermek için sürülen bir ecza misillü, gayet kolay o mâdumât-ı
hâriciye olan mevcudat-ı ilmiyeye vücud-u hârici vermeği o Kudret-i Ezeliyeden
uzak görmek ve icadı inkâr etmek; evvelki güruh olan Sofestâilerden daha
ziyade ahmakane ve cahilânedir. Bu bedbahtlar, âciz-i mutlak ve yalnız bir
cüz-i ihtiyariden başka ellerinde olmayan; firavunlaşmış kendi nefisleri,
hiçbir şeyi idam ve yok edemediklerinden ve hiçbir zerreyi, bir maddeyi,
hiçten, yoktan icad edemediklerinden ve güvendikleri esbab ve tabiatın ellerinde
hiçten icad gelmediği cihetle, ahmaklıklarından diyorlar: "Yoktan var
olmaz, var da yok olmaz" deyip, bu bâtıl ve hatâ düsturu, Kadir-i Mutlak'a
teşmil etmek istiyorlar. Evet, Kadir-i Zülcelâl'in iki tarzda icadı var.
Biri; ihtira ve ibda' iledir. Yâni; hiçten, yoktan vücud veriyor; ve ona
lâzım her şey'i de hiçten icad edip eline veriyor. Diğeri; inşâ ile, san'at
iledir. Yâni; kemal-i hikmetini ve çok esmasının cilvelerini göstermek gibi,
çok dakik hikmetler için, kâinatın anasırından bir kısım mevcudatı inşa
ediyor. Her emrine tâbi olan zerratları ve maddeleri, Rezzakıyet kanunuyla
onlara gönderir ve onlarda çalıştırır. Evet Kadir-i Mutlak'ın, iki tarzda;
hem ibda' hem inşâ suretinde icadı var. Varı yok etmek ve yoğu var etmek;
en kolay, en sühuletli, belki daimî, umumî bir kanunudur. Bir baharda, üçyüz
bin envâ-i zihayat mahlukatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından
başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten var eden bir kudrete karşı, "yoğu
var edemez!" diyen adam, yok olmalı!...L.)(Eğer desen: "Delil-i
İhtiraî i'tâ-i vücuddur. İ'tâ-i vücud ise; i'dam-ı mevcudun refikidir. Halbuki:
Adem-i sırftan vücudu ve vücud-u mahzdan adem-i sırf-ı aklımız tasavvur
etemiyor." Cevaben derim: Yahu!. Sizin bu istis'âbınız ve şu mes'elenin
tasavvurundaki istiğrabınız, bir kıyas-ı hâdi'in netice-i vahimesidir. Zira
icad ve ibda-i İlâhiyi, abdin san'at ve kesbine kıyas edersiniz. Halbuki
abdin elinden bir zerreyi imate veyahut icad etmek gelmez. Belki yalnız
umur-u itibariye ve terkibiyede bir san'at ve kesbi vardır. Evet, bu kıyas
aldatıcıdır, insan kendini ondan kurtaramıyor.Elhasıl : İnsan kâinatta mümkinatın
öyle bir kuvvet ve kudretini görmemiş ki, icad-ı sırf ve i'dam-ı mahz etsin.
Halbuki hükm-i aklîsi de daima üss-ül-esası, müşahedattan neş'et eder. Demek
âsâr-ı İlâhiyeye mümkinat tarafından bakıyor. Halbuki: Hayret-efza âsârıyla
müsbet olan kudret-i Sâni'in canibinden temaşa etmek gerektir. Demek ibadın
ve kâinatın umur-u itibariyeden başka tesiri olmayan kuvvet ve kudretlerin
cinsinden olan bir kudret-i mevhume içinde Sânii farz ederek o noktadan
şu mes'eleye temaşa ediyor. Halbuki Vacibü'l-vücud'un canibinden, kudret-i
tâmmesi nokta-i nazarından bu mes'eleye temaşa etmek gerektir. R.N.) |
İCAD |
(Ücâd) Kapı ve pencerelerin üstlerinde bulunan kemer. |
İCADE |
İyi yapma, iyi işleme. |
İCADGERDE |
f. İcad olunmuş. |
İC'AF |
Yere düşürme, yıkma. |
İ'CAF |
Devamlı olarak hastaya bakma. * Zayıflatmak. |
İCAH |
Örtü, perde. |
İ'CAL |
Acele ettirme, çabuk yaptırma. * Öne geçme. |
İCAL |
Korkutmak. |
İCALE |
(Cevelan. dan) Dolaştırma, cevelan ettirme. |
İCALE-İ ESB |
Atı dolaştırma. |
İCALET |
El kitabı. Lüzum etttiği zaman müracaat olunup faydalanılan, cepte
ve elde taşınabilir küçük kitap. * Acele ile ve derhal yapılan iş. |
İCALETEN |
Hemen, acele olarak, seri bir şekilde. |
İ'CAM |
Harflere, yazıya nokta koymak. * İsteğini açıklıkla bildiremeyip,
maksadı belirsiz, muğlak söylemek. |
İCAM |
(Eceme. C.) Arslan yatakları. * Çalılıklar, ağaçlıklar, meşelikler. |
İCAN |
Boyun, unk. |
İCANE |
(C: Ecanin) Hamam taşı. * İçinde bez ve kaftan yıkanılan kap. |
İCAR |
Kiralamak. Kiraya vermek. * Kira parası. |
İCAR |
Kadının başına bağladığı nesne. |
İCARAT |
Kiranın gelirleri. Gelirler. |
İCARE |
Kira. Gelir, irâd. Ücret. * Fık: Belli bir menfaati belli bir karşılık
ile satmak. |
İCARE-İ AKAR |
Ev, dükkân, arsa gibi yerlerin kirası. |
İCARE-İ FÂSİDE |
İn'ikad şartlarını câmi' olduğu halde sıhhat şartlarını tamamen
veya kısmen cami olmayan icaredir. Bu, aslen meşru olduğu hâlde vasfen meşru
bulunmamış olur. Binaenaleyh böyle bir icareyi mucir ile müstecirden herhangi
biri fesh edebilir. |
İCARE-İ GAYR-İ MÜN'AKİDE |
İn'ikad şartlarını tamamen veya kısmen câmi' olmayan icaredir ki,
buna "İcare-i batıla" da denir. |
İCARE-İ MEVKUFE |
Başkasının hakkı taalluk edip icazeti lahık olmadıkça nâfiz olmayan
icaredir. |
İCARE-İ MÜECCELE |
Sonradan alınacak kirâ. |
İCARE-İ MÜN'AKİDE |
Bey'ide olduğu gibi in'ikad şartlarını tamamen câmi' olan icaredir. |
İCARE-İ MÜNECCEZE |
Bir şeyi akd-i icare ânından itibaren kiraya vermektir. Akd zamanında
kiranın başlangıcı söylenmezse kira, bir icare-yi müneccezeye haml olunur. |
İCARE-İ MÜSANEHE |
Yıllık olarak yapılan icaredir. Bir hanenin bir yıl müddetle kiraya
verilmesi gibi. |
İCARE-İ MÜŞAHERE |
Aylık olarak yapılan icaredir. Bir haneyi bir aylığına kiraya vermek
gibi. |
İCARE-İ MÜZAFE |
Bir şeyi gelecek muayyen bir vakitten itibaren kiraya vermektir.
Meselâ: Bir hâneyi gelecek falan ayın birinden itibaren bir sene müddetle
şu kadar bin liraya kiraya vermek, bir icare-i müzafedir. |
İCARE-İ SAHİHA |
İn'ikad ve sıhhat şartlarını tamamen câmi' olan icaredir ki, şuyu'ı
asilden ve şartı mufsidden hâli olmak üzere malum bir menfaatı, malum bir
bedel mukabilinde temlik etmekten ibarettir. |
İCARET |
İcâr, ücret. Kiraya vermek. * Kurtarmak, yardım etmek. |
İCARETEYN |
Müeccel ve muaccel icarelerle kiralanan vakıf emlâkı. Hem derhal
alınan, hem ileride alınacak kirası olan vakıf bina. |
İCAS |
Gönlüne korku düşürmek. |
İ'CAZ |
Âciz bırakmak. Acze düşürmek, şaşırtmak. * Edb: Mu'cize derecesinde
düzgün ve icazlı söz söylemek. Benzerini yapmada herkesi acze düşürmek.
Güzel söz söylemekte insanların muktedir olmadıkları derece. * Mu'cizelik
olan şey.(Kur'an 1350 senedir bütün hakaikını kâinat çarşısında açıp teşhir
ettiği halde herkes, her millet, her memleket onun cevahirinden, hakaikından
almıştır ve alıyorlar. Halbuki, ne o ülfet, ne o mebzuliyet, ne o mürur-u
zaman, ne o büyük tahavvülâtlar onun kıymettar hakaikına, onun güzel üslublarına
halel vermemiş, ihtiyarlatmamış, kurutmamış, hüsnünü söndürmemiş; şu hâl
tek başı ile bir i'câzdır. M.) |
İCAZ |
(İycâz) Edb: Az söyle çok şey anlatmak. Sözü muhtasar söylemek.
Çok mânaya gelen kısa cümlenin hâli. Mâruf ve müteârif olan cümleden kısa
bir cümle ile maksadı ifâde san'atı.Böyle sözlere mucez, veciz veya vecize
denilir. |
İCAZ-I BİTTAKDİR |
Maksadı az sözle ifade etmekle beraber fazla olan etraflı mânaların
zuhurudur. |
İCAZ-I HASR |
Lafzan hiçbir hazf olmadığı halde, ibârenin mânaca zengin olmasıdır. |
İCAZ-I HAZF |
Mânâya halel gelmemek şartı ile ve lâfzî veya aklî karine delâleti
ile cümleyi tamamlayanlardan birinin hazfıdır. |
İCAZ-I MAKBUL |
Tazammun ve hazf ile olan icaz. |
İCAZ-I MUHİLL |
Sözün istenilen mânayı ifadeye kifayet etmemesi yüzünden mânanın
bozulması halidir. |
İCAZ |
Kadın eşarbı. Baş örtü. |
İCAZET |
İzin. Müsaade. Şehadetname. Diploma. "Olur" demek. Destur
vermek. İlmî ehliyet. Reva görmek. |
İCAZET-İ FİİLİYE |
Bir kimseden izin ve ruhsata delalet eden bir fiil ve hareketin
sudûr etmesi. |
İCAZET-İ KAVLİYE |
Bir kimsenin bir şey hakkında "izin verdim" demesi. |
İCAZET-İ KÜLLÎ |
Vaktiyle Osmanlı serdarlarına ve sefirlerine müsâlaha, muahede
akdi ve sair işler hakkında verilen mezuniyet. Tam salâhiyet demektir. Bu
salâhiyeti alan kumandan veya sefir, üzerine aldığı işi merkezden sormaya
ihtiyaç kalmadan maslahatın icabettirdiği ve kendi aklının erdiği vechile
yapıp bitirirdi. |
İCAZET-İ LÂHİKA |
Bir kimsenin önce izni olmadığı halde, yapıldıktan sonra bir şeyi
tasdik edip kabul etmesi. |
İCAZETNAME |
f. Şehadetname. Diploma. Şehadet kâğıdı. |
İCAZET VERMEK |
Medrese usulüne göre okuttuğu dersi bitiren talebeye hocası tarafından
izin verilmesi. Bu tasdikan verilen mühürlü kâğıda "icazetname",
icazet vermiş olan müderrise de "muciz" denilirdi. |
İCAZÎ |
İcaza dair, icaza ait ve müteallik. Veciz bir tarzda. |
İCAZKÂR |
f. İcazlı, kısa ifadelerle çok şey anlatmak halinde olan. |
İ'CAZKÂR |
f. Mu'cizeli olmak. Başkalarını acze düşürecek derecede olmak. |
İ'CAZKÂRANE |
f. Herkesi yarışmada âciz bırakacak yolda. |
İ'CAZNÜMA |
Mu'cize gösterir derecede. Mu'cize derecesinde eser göstermek.
Âciz bırakmayı göstermek. |
İCBA' |
Ekilen ekini henüz olgunlaşmadan satmak. |
İCBAR |
Zor. Zorlama. Cebretmek. |
İCBAR-I NEFS |
Kendini zorlama, nefsini icbar etme. |
İCCAR |
(C: Ecâcir) Dam, çatı. |
İCCAS |
Erik. * Zerdâli. * Armut. |
İCDAF |
Bağırıp çağırma. |
İCDAN |
Sonradan zengin olma. |
İCFA' |
Koparmak. |
İCFAL |
Gidermek. * Devekuşu seğirtmek. |
İCFİL |
Yaşlı kadın, ihtiyar kadın. * Korkak adam. |
İCHA' |
Ayaz çıkma. |
İCHAD |
Eziyet çekme, elem ve sıkıntıya mâruz bırakılma. * Gayret etme. |
İCHAF |
Zulüm etme, gaddarlık. * Gidermek. * Noksan etmek, eksiltmek. |
İCHAM |
Men'etmek, engel olmak. |
İCHAR |
(Cehr. den) Sesle okuma. * Ortaya çıkarma, zuhur ettirme, meydana
çıkarma, açıklama. |
İCHAŞ |
Bir kimseden yardım ve medet istemek. |
İCHAZ |
Hazırlandırmak. |
İCÎ |
f. Atmaca. * Hükümdar vekili. |
İCL |
Dana. Sığır yavrusu. |
İCL-İ SAMİRÎ |
Musa (A.S.) zamanında Samirî'nin yaptığı buzağı heykeli. (Bak:
Samirî) |
İCL |
(C: İcâl) Boyun ağrısı. * Sığır sürüsü. |
İCLÂ |
(Cilâ. dan) Sürme, nefyetme, sürgün etme. Evinden barkından ayırma.
* Sür'atle seğirtme. * Cilâlama, parlatma. |
İCLÂ-Yİ VATAN |
Yerinden yurdundan sürgün etme, başka tarafa nefyetme. |
İCLAB |
Cem'etmek, toplamak. * Yoldaşlık etmek. * Ardından çağırmak. *
"Gitsin" diye haykırmak. |
İCLAL |
Ağırlama. İkram. Tekrim eylemek. Büyüklüğünü kabul edip hürmet
etmek. Büyüklük. Azamet. |
İCLALEN |
Büyük sayarak, saygı ve hürmet göstererek. |
İCLAS |
Oturtmak. Tahta çıkartmak. Padişahı tahta oturtmak. |
İCLE |
Düve, dişi buzağı. |
İCLET |
(C: Ucul) Dişi buzağı. * Bir cins ot. * Kırba. |
İCLİHMAM |
Toplanmak, cem'olmak. |
İCLİNBAB |
Yan yatmak. |
İCMA' |
Toplanma. Dağınık şeyleri toplamak. * Hazırlamak. * Azm ve kasdeylemek.
* Topluluk. Fikir birliği. Bir mes'eleden âlimlerin ittihad etmesi. * Fık:
Sahabe-i Güzin Hazretlerinin (R.A.) ittifakları üzere akaid hükmüne geçmiş
umur-u diniyenin tamamı. |
İCMA-İ ÜMMET |
Ist: Aynı asırda yaşamış olan İslâm âlimlerinden müctehid olanların,
şeriatın bir mes'elesi hakkında verilen hükümde birleşmeleridir. |
İCMAD |
Dondurma, câmidleştirme. |
İCMAD-I MÂ |
Suyun dondurulması. Suyun buz haline getirilmesi. |
İCMAEN |
Toplu olarak, hep birlikte. İcma-i ümmet olarak. |
İCMAL |
Hülâsa etmek. Kısaltmak, bir araya toplamak. Kısa anlatmak. Biriktirmek.
* Uzun bir hesaptan çıkarılan hülâsa, netice. |
İCMAL-İ SENEVÎ |
Senelik gelir ve giderleri yahut yalnız giderleri toplu ve kısaltmış
olarak gösteren cetveller. |
İCMAL-İ ŞEHRÎ |
Aylık gelir ve giderleri, yahut yalnız giderleri toplu ve kısaltılmış
olarak gösteren cetveller. |
İCMALEN |
Kısaca. Özlüce. İcmali ve hülâsa olarak. |
İCMALÎ |
Kısaca, toplu olarak, tafsilatsız. Muhtasaran. |
İCMALÎ İMAN |
İman esaslarını kısaca bilmek. Allah'a ve Peygamberine imân ettiğini
söylemek ve tasdik etmek. (Bak: İman-ı icmalî) |
İCMAM |
Atı soluklandırma, dinlendirme. * Biriktirme. |
İCMAR |
Bir araya toplamak. * Süratle yürümek. * Atın sıçrayarak yürümesi.
* Bir şeyin umumi olması. Ateşe öd ağacı koymak. * Bir şeyi buhurlamak.
Tahmini hesab yapmak. * Yeni ayın görünmesi. |
İCNAF |
Doğruluktan ayrılma. Sadakattan uzaklaşma. |
İCNAN |
Deli etme, divane eyleme. * Bir şeyi örtme. |
İCNE |
Tıb : Yanak kemiği. |
İCNİS |
Tembel ve uyuşuk adam. |
İCRA |
Bir işi yürütmek. * Yerine getirmek. Yapma. Tatbik etme. * Vekil
göndermek. * Mahkeme kararını yerine getirmek. * Suyu akıtmak. * Huk: Borçlunun
alacaklıya karşı ödemekle mükellef olduğu bir borcu, adlî bir teşekkül vâsıtasıyla
ödetme. |
İCRA-YI İCABÎ |
Lüzum eden muamelenin yerine getirilmesi. |
İCRA-YI LU'BİYYAT |
Oyun icra etme, sahnede oyun oynama. |
İCRAAT |
(İcrâ. C.) Meydana getirilen işler. Yapılan işler. * Ameliyat.
Tatbikat. |
İCRAAT-I CELİLİYE |
Allah (C.C.)ın celalî sıfatına yani, kibriya ve azametine delâlet
eden, kudret-i hakkı ile hâsıl olan icraatı. |
İCRA HEY'ETİ |
Mahkeme kararını tatbike memur olan heyet. İcra memurları heyeti. |
İCRA KUVVETİ |
Memleketi idâre eden, kanunları tatbik eden kuvvet. |
İCRAM |
Kabahat yapma, cürüm işleme. |
İCRA MEMURU |
Mahkeme kararını tatbik ile borçludan borcunu alıp alacaklıya vermekle
vazifeli olan adliye memuru. |
İCRA VEKİLLERİ HEY'ETİ |
Vekiller heyeti. Başvekilin riyaset ettiği bakanlardan meydana
gelen hey'et. |
İCSA' |
Dizüstü getirme. Çökertme. |
İCŞAM |
Teklif etmek. |
İCŞAŞ |
Bir şeyi döverek ufaltma, küçültme. |
İCTİBA |
Seçmek. İhtiyar ve intihâb etmek. Seçkin bir şeyi almak. * Tahsildarın
para ve vergi toplaması. |
İCTİBAZ |
Mıknatıstaki kendine çekme hasiyeti. |
İCTİHAD |
Kudret ve kuvvetini tam kullanarak çalışmak. Gayret etmek. Çalışmak.
* Anlayış. * Kanaat. * Fık: Şeriatın fer'î mes'elelerine âit hükümleri,
İslâm müçtehidlerinin, usulüne uygun olarak, Kur'an ve Hadis-i Şeriflerden
çıkarmaları ve bunun için tam gayret etmiş olmaları. Böyle içtihad eden
zâtlara Müçtehid denir.(Mesail-i diniyeden olan içtihad kapısı, açıktır.
Fakat, şu zamanda oraya girmeğe altı mâni vardır:Birincisi : Nasılki, kışta
fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir;
yeni kapılar açmak hiç bir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasılki, büyük
bir selin hücumunda tâmir için duvarlarda delikler açmak gark olmağa vesiledir.
Öyle de: Şu münkerat zamanında ve âdât-ı ecânibin istilâsı ânında ve bid'aların
kesreti vaktinde ve dalâletin tahribatı hengâmında, içtihad namıyla kasr-ı
İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarında muharriplerin girmesine vesile
olacak olan delikler açmak İslâmiyete cinâyettir...İkincisi : Dinin zaruriyatı
ki içtihad onlara giremez. Çünki kat'i ve muayyendirler. Hem o zaruriyat,
kut ve gıda hükmündedirler, şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler.
Ve bütün himmet ve gayreti onların ikamesine ve ihyâsına sarfetmek lâzım
gelirken, İslâmiyetin nazariyat kısmında ve selefin içtihadat-ı sâfiyâne
ve hâlisânesiyle bütün zamanların hacatına dar gelmeyen efkârları olduğu
halde, onları bırakıp, heveskârane yeni içtihadlar yapmak bid'atkârâne bir
hıyânettir.Üçüncüsü : Her zamanın insanlarınca kıymetli addedilerek efkârı
celbeden câzibedar bir metâ merguptur. Meselâ: Bu zamanda en rağbetli, en
iftiharlı, siyâsetle iştigal ve dünya hayatını te'min etmektir. Selef-i
sâlihin asrında ve o zaman çarşısında en mergup metâ, Hâlik-ı semâvat ve
arzın marziyatlarını ve bizden arzularını kelâmından istinbat etmek ve nur-u
Nübüvvet ve Kur'an ile kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki
saadet-i ebediyeyi kazandırmak ve vesâilini elde etmek idi. Bu itibarla,
o zamanlarda bütün fikirler, kalbler, ruhlar marziyat-ı İlâhiyeyi bilmek
ve öğrenmeğe müteveccih idi. Bunun için istidat ve iktidarı olanlar o zamanlarda
vukua gelen bütün ahvâl ve vukuat ve muhâverattan ders almakla, içtihadlara
zemin teşkil eden yüksek istidatlar vücuda gelirdi.Şimdi ise, fikir ve kalblerin
teşettütü, inâyet ve himmetlerin zâfiyeti, insanların siyaset ve felsefeye
iptilâ ve rağbetleri yüzünden bütün istidatlar fünun-u hâzıra ve hayat-ı
dünyeviyeye müteveccihtir. Ahkâm-ı diniyeye sarfedilecek müstakim bir içtihad
yoktur.Dördüncüsü : İçtihad kapısından İslâmiyete girip mesâilini genişlendirmeğe
meyleden adamın maksadı, zaruriyata imtisal ile takva ve kemale mazhariyet
ise güzeldir. Amma zaruriyatı terk ve hayat-ı dünyeviyeyi, hayat-ı uhreviyeye
tercih eden adam ise, onun içtihada meyli, meyl-üt-tahribdir. Tekliften
çıkıp kaçmak için bir yol bulmaktır.Beşincisi : Her şeyin, her hükmün vücuda
gelmesi bir illete binaen olduğu gibi, bir maslahata dahi tâbidir. Fakat
maslahat illet değildir. Ancak tercih edici bir hikmettir. Bu zamanın efkârı,
bizzat saadet-i dünyaya müteveccihtir. Şeriatın nazarı ise, bizzat saadet-i
uhreviyeye müteveccih olup, bittabi dünyaya da nâzırdır. Çünki, dünya âhirete
vesiledir.Umumi bir beliyye olan ve nâsın ona müptelâ olduğu çok işler vardır
ki zaruriyattan olmuştur. O gibi işler su-i ihtiyar ile gayr-i meşru meyillerden
doğmuş olduklarından, mahzuratı ibâhe eden zaruriyattan değildir. Ve ruhsat
ve müsaade-i şer'iyenin şümulüne dâhil olamazlar. Meselâ: Bir adam su-i
ihtiyâriyle haram bir tarzda kendini sarhoş etse, hâl-i sekirde yaptığı
tasarrufatta mâzur olamaz. Bu zamanda bu gibi içtihadlar, semavî değil ancak
arzî içtihadlardır. Bu gibi içtihadlar ile Hâlik-ı Semavat ve Arz'ın hükümlerinde
yapılan tasarrufat merduttur.Meselâ : Bazı gafiller, hutbenin Türkçe okunmasını
istihsan ediyorlar ki, halkın bilhassa siyasî ahvalden haberleri olsun.
Halbuki bu gibi ahval-i siyasiye yalandan, hileden, şeytani fikirlerden
hâli değildir. Hutbe makamı ise, ahkâm-ı İlâhiyenin tebliği için ittihaz
edilmiş bir makamdır.Sual : Avâm-ı nâs Arabiden haberdar değildir, fehmedemez?Cevap
: Avâm-ı nâs, zaruriyat ve müsellemat-ı diniyeye muhtaçtır. Ve hutbe makamı
da bu gibi hükümlerin tebliği içindir. Bu hükümler kisve-i Arabiye içinde
tafsilen değilse de icmalen avâm-ı nâsa mâlum ve mâruftur. Maahaza lisan-ı
Arabda bulunan şehamet, yükseklik, meziyet, satvet diğer lisanlarda yoktur...
M.N.) |
İCTİHADÂT |
(İctihad. C.) İçtihadlar. |
İCTİHADÎ |
İçtihada müteallik. İçtihada dair. İçtihada ait. |
İCTİHAF |
Bir şeyden çok şey almak. * Üç parmakla yemek. |
İCTİHAH |
Kadının veya dişi hayvanların hâmile olması. |
İCTİHAR |
Askeri çoğaltma. * Meydanda ve gözükür olma. Aşikâr olma. |
İCTİLAB |
Celbetmek, çekmek. |
İCTİLAL |
Bir şeye bakmak. |
İCTİMA' |
Toplantı. Toplanmak. Bir araya gelmek. Kavuşmak. |
İCTİMA-İ A'ZAM |
Ast: Bir çok gezegenin burç mıntıkalarının aynı noktasına tesadüf
etmiş gibi görünmeleri. |
İCTİMA-İ NEYYİREYN |
Güneş ile Ay'ın bir istiva üzerine gelmeleri. |
İCTİMA-İ SÂKİNEYN |
İki sessiz harfin yanyana bulunması. * Ast: İki gezegenin yan yana
gelmesi. |
İCTİMA-İ ZIDDEYN |
İki zıt şeyin bir arada, beraber olması.(Bir şey zâtî olsa onun
zıddı o zâta ârız olamaz. Çünkü "ictima-i zıddeyn" olur, o da
muhâldir. İşte bu sırra binaen madem Kudret-i İlâhiyye zâtiyedir ve Zât-ı
Akdes'in lâzım-ı zarurîsidir. Elbette o kudretin zıddı olan acz, O Zât-ı
Kadir'e ârız olması mümkün olmaz. Ş.) |
İCTİMAAT |
İçtimalar. Toplanmalar. |
İCTİMAÎ |
Topluluğa ait, birlikte yaşayanlara dair. Cemiyet hayatına ait
ve müteallik. Sosyal. |
İCTİMAİYYAT |
İçtimaî ilimler. Topluluk hayatına dair ilimler. Sosyoloji. |
İCTİMAİYYUN |
İçtimaî hayatı en güzel şekilde idareyi düşünen ve ona çalışan.
İçtimaî mes'elelere dair ilimlerle uğraşan kimseler. Sosyologlar. |
İCTİMAR |
Tütsülenme, buhurlanma. |
İCTİNA |
Meyve toplamak. Meyve devşirmek. Bir yere toplamak. * Aldanmak. |
İCTİNAB |
Çekinmek. Sakınmak. Uzak olmak. |
İCTİNAH |
Bir yana eğilme, meyletme. * Secde etme. * (Hayvan) bir tarafa
meyilli koşma. |
İCTİNAN |
Gizlenmek. |
İCTİRA' |
(Cür'et. den) Cesaret etme, cür'et etme, yeltenme, atılma. |
İCTİRA' |
(Cür'a. dan) Suyu soluk almadan birden içme. * Ağacı bir tutuşta
kırma. |
İCTİRAH |
El emeği ile kazanılan para ile geçinme. |
İCTİRAM |
Kabahat yapma, cürüm işleme. |
İCTİRAR |
İleri ve geri çekme, çekilme. * Hayvanın geviş getirmesi. |
İCTİRAZ |
Devenin geviş getirmesi. |
İCTİSAR |
Cür'et ve cesâret göstermek. * Çölü aşıp gitmek. * Denizde geminin
geçip gitmesi. |
İCTİSAS |
Ağacı kökünden çekip koparmak. |
İCTİSAS |
Hayvanın, ağzı ile çayırı araştırarak otlaması. |
İCTİSAS |
Evleri yakın olmakla bir arada olma. |
İCTİŞA' |
Yer uygun olmama. |
İCTİVA' |
İğrenme, tiksinme. |
İCTİVAR |
(Civar. dan) Komşu olma, muhit yapma. |
İCTİYAB |
Gömlek giyme. * Yırtma. * Kuyu kazma. |
İCTİYAH |
Öldürme. |
İCTİYAL |
Doğru yoldan döndürme. |
İCTİYAS |
Yağma için dolanma. * Taleb etmek, istemek. |
İCTİYAZ |
Geçmek, mürur. |
İCTİZA' |
Ağaç veya dal kesme. |
İCTİZA' |
İktifa etmek, yeter bulmak. |
İCTİZAB |
(Cezb. den) Çekip uzatma. * Etrafına toplanma. |
İCTİZAL |
Sevinme, mesrur olma. |
İCTİZAZ |
Yün kırkma. * Çayır ve ot biçme. |
İCTİZAZ-I AGNAM |
Koyun kırkma. |
İCYAM |
Men'etmek, engel olmak. |
İCZAB |
Koparmak. |
İCZAL |
Birini sevindirme, mesrur etme, gönlünü hoş etme. |
İCZAL |
Semerin, devenin boynunu yara etmesi. |
İCZAM |
El kesme. * Hızlı yürüme. |
İÇ |
t. Herşeyin içerisi, dâhil, derun. * Bir şeyin ortasındaki kısım,
göbek. * Karın, mide. * Kalb, vicdan, gönül. * Harem dairesi. * Bir şeyin
görünmez ciheti, bâtın. |
İÇ CEBEHANE |
t. Şimdiki askerî müzeye eskiden verilen addır. İç cebehâne tâbiri
bilahare "Hazine-i esliha", Üçüncü Sultan Ahmed devrinde "Dâr-ül
esliha", daha sonraları da "Harbiye ambarı" olarak değiştirilmiş,
en sonunda "askerî müze" şeklini almıştır. |
İÇERLEK |
t. Dip, kuytu yer. Çıkmaz. * Daha geride, daha içeride bulunan. |
İÇ EZAN |
t. Cuma günleri hatib minberde iken müezzin tarafından mahfilde
okunan ezan. Diğer namazlarda yalnız minarede ezan okunurken, cuma günleri
öğle vaktinde hem minarede, hem de caminin içinde müezzin mahfilinde ezan
okunur. İkinci ezan caminin içinde okunduğu için buna "iç ezan"
denilir. |
İÇGÜVEY |
t. (İçgüveyi, içgüveysi) Kayınpederinin evine alınan dâmat. Karısı
tarafının evinde oturan dâmat. |
İÇ HAZİNE |
t. Osmanlı İmparatorluğu zamanında sarayda muhafaza edilen bir
kısım paralar. |
İÇ İL MÜDERRİSLERİ |
t. İstanbul, Edirne ve Bursa'da ve bunlara bağlı yerlerde 150'şer
akça ve daha fazla yevmiyeleri olan medrese müderrisleri. |
İÇ KALE |
t. Kale duvarlarıyla çevrilmiş şehir ve kasabaların bazılarının
ortasında ve en yüksek yerinde yapılan küçük kaleler. Bu çeşit kalelere
"bâlâ hisâr" da denilirdi. Bu iç kaleler, düşmanın, surları geçmesi
hâlinde veya şehirde bir isyân çıktığı zaman, hükümdar veya kumandanın çekilip
kendini müdafaa etmesi için yapılırdı. |
İÇLİ |
t. İçi dolu. * Çabuk müteessir olan, hassas duygulu. * Kin tutan,
haset eden. |
İÇ OĞLANI |
t. Saray hizmetine alınıp devletin çeşitli makamlarına namzed olarak
yetiştirilen gençler. İç oğlanı, Yıldırım Bayezid zamanında yeni teşekküle
başlayan saray hizmetlerinde bulunmak üzere yeniçerilik için toplanan devşirmelerden
ayrılmak suretiyle meydana getirilmiş ve bu usûl sonradan yapılan kanunla
devam edip gitmiştir. |
İÇTİHAD |
(Bak: İctihad) |
İÇTİMAÎ |
(Bak: İctimaî) |
İÇTİNAB |
(Bak: İctinab) |
ÎD |
Bayram günü. Bayram. (Gidip tekrar gelen, bir kimsede âdet olup
alışılan şey. Bayram tekrar geldiği için îd denilmiştir. L.R.) |
ÎD-İ ADHÂ |
Kurban Bayramı. |
ÎD-İ EKBER |
Arefesi Cuma gününe raslayan Kurban Bayramı. |
ÎD-İ FITR |
Ramazan Bayramı. |
İDA' |
Emanet bırakmak. Vedia koymak. * Huk: Kendi malının muhafazasını
başkasına havale etme. |
İDA' |
Fasid olmak. Bozulmak. * Helâk olmak. * Yardım etmek. |
İ'DA' |
Düşman etmek. * Sıçratmak. * Geri getirmek. * Muavenet etmek, yardım
etmek. |
İDÂA |
Zâyi etmek. Boşuna harcamak. |
İDÂA-İ VAKT |
Vaktini boşa geçirmek. Vaktini zâyi etmek. |
İDAB |
Herkesi ziyafete davet etme. Sofrası herkese açık olma. * Doğruluğunu
ve hak olduğunu herkese bildirme. |
İDAB |
Acib nesne. |
İDABE |
Edeblilik, terbiyeli oluş. |
İDAD |
Saymak. Sayı. Hesab etmek. * Ölüm vakti. * Fark. Vergi. * Bahşiş.
* Küfüv. Denk, hemtâ. * Delilik emâresi. * Parmakla hesab etmek. |
İDAD |
(İded) Üstünlük, galibiyet, zafer. * Kuvvet, zor. |
İ'DAD |
Hazırlama. Yetiştirme. Geliştirme. |
İD'AD |
Korkutmak. |
İDADE |
Kol bağı. |
İ'DADİYE |
Hazırlığa ait. Hazırlığa mahsus. * Orta tahsili veren okullar.
Vaktiyle rüşdiyeden sonra gidilip yüksek mekteblere girebilmek için lâzım
gelen bilgileri öğreten okul. Sultaniyelerden aşağı olan mekteb. |
İDAHA |
Muti olmak, itaat etmek. |
İDAK |
Davarın kösneyip aygır istemesi. |
İ'DAL |
Güç olmak, zor olmak. |
İDALE |
Bir şeyin elden ele geçmesi. |
İ'DAM |
Vücudu ortadan kaldırmak. Yok etmek. Öldürmek. |
İ'DAM-I NEFS |
İntihar. Kendi kendini öldürmek. |
İDAM |
Katık. Ekmekle beraber yenen şey. |
İDAM |
Islah etmek. Muvafık kılmak, uygun yapmak. |
İD'AM |
Direk vurmak. |
İDAME |
Devam ettirmek. Dâim ve bâki kılmak. |
İDANE |
(Deyn. den) Borç, ödünç verme, ikrâz. |
İDANETEN |
Borç olarak, ödünç olarak, idane suretiyle. |
İDARE |
Devrettirmek. Çekip çevirmek. Döndürmek. Kullanmak. Becermek. |
İDARE-İ ASKERİYE |
Askerlik işleriyle meşgul olan idare. |
İDARE-İ EKVANÎ |
Kevnlerin, âlemlerin idaresi, tasarrufu. |
İDARE-İ MAHSUSA |
İlk adı "İdare-i Aziziye" olan devlet vapur işletme dairesi. |
İDARE-İ MASLAHAT |
Bir işi mümkün mertebe iyi-kötü yürütmek. |
İDARE-İ MEŞRUTA |
Meşrutiyet idaresi, meşrutiyetle idare. |
İDARE-İ MUTLAKA |
Bir hükümdarla idare. Bir hükümdarın idare ve yönetimi altında
bulunan devlet. Mutlakiyet idaresi. |
İDARE-İ MÜSTEBİDE |
İstibdat idaresi. |
İDARE-İ ÖRFİYE |
İcabında devletin bir yerde mülki idareye ait nizamları tatil ile
kanunen kurduğu askerî idare. Örfi idâre, sıkıyönetim. |
İDARE-İ UMÛR |
İşlerin görülmesi. |
İDARE FİTİLİ |
Eskiden geceleyin yatak odalarını aydınlatmak için zeytinyağı konmuş
küçük bir tabağın içinde yakılan bir çeşit fitilin adıdır. Küçük petrol
lâmbalarına da idâre denildiği için bunların fitillerine de bu ad verilir. |
İDAREHANE |
f. Bir işe bakan hey'etin veya bir işi idare edenlerin toplanarak
iş gördükleri yer ve dâire. * Dergi, gazete vs. gibi yayınların yazı işlerine
bakılan dâire. |
İDARE KANDİLİ |
Yatak odalarını aydınlatmağa ve elde gezdirmeğe mahsus küçük, ışığı
az lâmba. |
İDARETEN |
İdare için. Kanun ile değil, işin gelişine göre yaparak. İdare
yoluyla, işi idare ederek. |
İDARÎ |
İdare. * İdare ile alâkalı. |
İD'AS |
Tepelemek. |
İDAVE |
(C: Edâvâ) Deriden yapılmış su kabı. Asker matarası. |
İDB |
Acib iş. |
İDBAK |
Ulaştırmak. Yapıştırmak. * Tecvidde: Harf okunduğu zaman dilin
üst damağa yapışmasına denir. Bu sıfatın harfleri. Sad, dad, tı, zı'dır.
İsimlerine müdbaka denir. (Bak: İtbak) |
İDBAR |
Geriye gitmek. Geri dönmek. * İşlerin ters gitmesi. * Talihsizlik.
* Bir gezegenin diğer oniki burcun tertibine zıt olarak hareketi. (Asıl
tertibe göre gitmesine de ikbal denir.) |
İDBİSAS |
Ne kırmızı, ne siyah olmak. * Ot bitmek. |
İDCAN |
(İdcican) Gökyüzü yağmur bulutlarıyla örtülme. * Hava çok sisli
ve dumanlı olma. |
İDD |
Büyük, acib şey. * Belâ, dâhiye. * Yalan. |
İDDE |
Müddet. Zaman. Vakit. * Küfüv. Hemta. Arkadaş. |
İDDET |
Bekleme müddeti. * Sayılmış. Madud. * Cemaat. * Hıfz. * Fık: Kocasından
ayrılan kadının, başkası ile evlenebilmesi için, üç defa hayız görüp temiz
oluncaya kadar geçen zaman. (Kocasından boşanırsa 100 gün, kocası ölürse
130 gün.) |
İDDET-İ EŞHÜR |
Ay hesabıyla iddet beklemek. Boşanma tarihinden itibaren hür ise
üç ay, cariye ise birbuçuk ay bekler. |
İDDET-İ HAML |
Fık: Çocuk doğurmakla biten iddet. Kocası ölen veya boşanan gebe
kadının, çocuğun doğmasını beklemesi demektir. |
İDDET-İ HAYZ |
(Bak: Hayz) |
İDDET-İ VEFAT |
Fık: Ölüm neticesinde icab eden iddet. Kocası ölen kadın hür ise
130 gün, cariye ise 65 gün iddet bekler. |
İDDİA |
Bir şeyin müsbet veya menfiliğini ısrarla söylemek. İleri sürülen
fikir. Dâva etmek. Israr etmek. İnat etmek. Haklı veya haksız bir dâvaya
kalkışmak.(Arzı ve bütün nücum ve şümusu tesbih taneleri gibi kaldıracak
ve çevirecek kuvvetli bir ele mâlik olmayan kimse, kâinatta dâva-yı halk
ve iddiâ-yı icad edemez. Zira her şey, her şeyle bağlıdır. M.) |
İDDİAEN |
İddia ederek. Doğru olduğunu söyleyerek. |
İDDİAÎ |
İddia ile alâkalı. Şahitsiz, delilsiz ve boş söz. |
İDDİAİYYAT |
(İddiaî. C.) İddia ile ilgili. Şahidi olmayan sözler. |
İDDİAM |
(Diam. dan) Payanda dayamak. |
İDDİANAME |
Müddei umuminin (savcının), iddialarını topladığı ve soruşturma
sonunda mahkemede okuduğu yazı. (Ceza işlerinde hazırlık tahkikatının neticesi,
davasının açılması için kâfi olduğu anlaşılırsa savcı bu dâvayı, ya ilk
tahkikatın açılması hakkında sorgu hakimine bir talepname veya doğrudan
doğruya mahkemeye bir iddianame vermek suretiyle açar. Savcının bu suretle
davayı açtığını bildiren yazısına iddianame denir. (O.T.D.S.) |
İDDİFA' |
Isınma, ısıtma. |
İDDİFA-YI MÂ' |
Suyun ısınması. |
İDDİFAN |
Kölenin, efendisinin yanından kaçması. |
İDDİHAL |
Girme, duhul etme, dahil olma. |
İDDİHAN |
(Dühn. den) Güzel kokular sürünme. |
İDDİHAR |
Biriktirmek, toplamak, yığmak. * Kıtlık zamanında yüksek fiatla
satmak üzere zahire toplayıp saklama. |
İDDİLAC |
Gecenin geç vaktinde gitmek. |
İDDİMAC |
Bir şeyin içine girmek. Bir yere girip gizlenmek. |
İDDİRA' |
Anlama, derketme, kavrama, fehmetme. * Hile ile aldatma. * (Kadın)
saçını tarayıp salıverme. |
İDDİRAK |
Akıl etme, idrak etme, anlama, fehmetme. * Bir yere toplanmak.
* Birbirine yetişmek. |
İDDİSAR |
Zengin olma, çok mal mülk sahibi olma. Bir şeye bürünme. |
İDDİYAN |
Borçlanma, borca girme. |
İDEAL |
Fr. Fikre ve düşünceye ait. Tasavvuri, hayali. * Mefkûre. Emel. Gaye.
Hayalde tasavvur edilen kemal. Fevkalâde, mükemmel kimse veya şey. (Bak:
Ülkü) |
İDEALİST |
Fr. İdeal ve mefkûre sahibi. * İdealizm felsefesine bağlı kimse. |
İDEALİZM |
Fr. Bilgide temel olarak düşünceyi alan ve eşyanın müstakil
mevcudiyetlerini inkâr edip fikren mevcudiyetlerini kabul eden yanlış bir
felsefe doktrini. |
İDEOLOJİ |
Fr. İnsanların düşünce ve hareketlerine muayyen bir istikamet vererek,
siyasî veya ictimaî bir doktrin meydana getirmek isteyen fikir sistemi. |
İDFA' |
Soğuktan sakınıp giyinmek. * Isıtmak. |
İDFAN |
Gömme. Defnetme. |
ÎDGÂH |
(Îdgeh) f. Bayram yeri. |
İDGAM |
Gizlemek. * Bir şeyi bir yere koymak. * Tecvidde: Aynı cinsten olan
harfleri birbirine katarak iki def'a okumak. Şeddeli okumak veya
yazılmak.(Genizden gelen sese gunne dendiği gibi, harfleri şiddetli okumağa
idgam deniyor. Konuşurken küçük dil genize çekilerek çıkan ses gunnedir.
Gunnenin, bazı kimselerce harf sayılması mecazdır. Çünkü idgâm ikiye
ayrılır.Gunnesiz idgam ki; tenvin veya sâkin nun, lâm ve râ harflerine idgam
olunursa gunnesiz okunur. ( $ Mirrabbi $Milledünhü gibi)Gunneli idgam:
Tenvin veya sakin nun (Ya, mim, nun, vav) harflerinden birine idgam olunursa
gunne ile okunur. (Vav ile yâ) ya idgam edilirse gunne yarım olur.) |
İDHAC |
Silah takınmak. |
İDHAD |
İptal etmek, hükümsüz bırakmak. |
İDHAL |
Dâhil etmek. İçine almak. Sokmak. |
İDHALÂT |
(İdhal. C.) Memleket haricinden eşya ve mal getirmek. |
İDHAN |
(Duhân. dan) Tütme. Yanarak dumanı çıkma. |
İDHAR |
Hakir görme, tahkir etme, aşağılatma, hor görme. |
İDHAŞ |
Korkutma, dehşet verme, dehşetlendirme. |
İDHİMAM |
Siyah olmak. * Ekinin susuzluktan dolayı siyah görünmesi. |
ÎDÎ |
Bayramla alâkalı. |
İDİL |
Fr. Kır hayatını mevzu yapan nazım veya nesir yazı. |
ÎDİYYE |
Bayramlık. * Divan Edebiyatı şairlerinin bayram vesilesiyle büyüklerin
medhine dair yazdıkları kasideler. * Bayram kutlaması. |
İDKAK |
(Dekik. den) Ezme, ufaltma, küçültme. |
İDLA' |
Delil gösterme. * Kovayı suya sarkıtmak. |
İDLA' |
İhraç etmek, çıkarmak. |
İDLAC |
Gecenin ilk saatlerinden geç vakte kadar gitmek. |
İDLAL |
Naz etmek. * Çok nazlanmak. |
İDLAL |
(Bak: Idlal) |
İDLİHAM |
Galip olmak. * İhâta edip kaplamak. |
İDLİ'MAM |
Kararmak. |
İDLİVLA' |
Evmek, acele. |
İDMA' |
Kan alma. * Kanatma. |
İDMAC |
Bir şeyi bir şeyin içine koymak. * Sıkıştırmak. |
İDMAG |
Bir şeye muhtaç ve muztar eylemek. |
İDMAN |
Alıştırmak. Bir şeyde meleke kazanmak için tekrar tekrar hareket
yapmak. * Beden terbiyesi. Jimnastik. |
İDMAN-I BEDEN |
Beden idmanı, jimnastik. |
İDNA' |
Yakın etmek, yaklaştırmak. |
İDRA |
Def etmek. * Bildirmek. Bildirilmek. |
İDRAB |
(Darb. dan) Rüc'u etmek, vaz geçmek. Bir şeyi yapmaktan yüz çevirmek.
Mukim olmak. * Bir kimse üzerine kırağı yağmak. * Sıcak yel eserek yerdeki
suyu kurutmak. * Ekmeğin pişmesi. (Kamus'tan alınmıştır.) |
İDRAC |
Dercetmek. Dürmek. * Bir yazıyı bir yere koydurmak. |
İDRAK |
Anlayış. Kavrayış. Akıl erdirmek. Fehim. Yetiştirmek.(Maalesef insanlar
teâvün sırrını idrak edememişler, hiç olmazsa taşlar arasındaki yardım
vaziyetinden ders alsınlar! İ.İ.) |
İDRAK-İ DAKİK |
İnce idrak. |
İDRAK-İ MAÂLÎ |
Büyük mes'eleleri ve sırları kavramak, akıl erdirmek. |
İDRAKAT |
(İdrak. C.) Anlayışlar, kavrayışlar, idrak etmeler. |
İDRAR |
Sidik. Bevl. * Çokça akıtmak. * Devamlı vermek. |
İDRARAT |
(Derr. C.) Gelirler. Vâridat. Tahsilat. |
İDRİHMAM |
İhtiyarlıktan dolayı zayıflayıp iş yapamamak. |
İDRİK |
Dağlarda çok olan bir yemiş. |
İDRİMAC |
Bir yere girip gizlenmek. |
İDRİS (A.S.) |
Hz. Adem'in (A.S.) evlâdlarından ve Kur'anda ismi zikredilen, ilk yazı
yazan, terzilik yapan peygamber (A.S.) (Bak: Meratib-i hayat) |
İF |
Vakit. |
İFA' |
Çocuğun büyümesi. |
İ'FA' |
Çoğaltmak. * Terketmek. |
İFA |
Ödemek. Yerine getirmek. Söz verdiğini veya vazife bildiğini yerine
getirmek. Kılmak. Yapmak. |
İFA-Yİ VAZİFE |
Görevini yapma, vazifesini yerine getirme. |
İFAD |
Bir kimseyi elçilik (sefirlik) vazifesiyle gönderme. |
İFADAT |
(İfâde. C.) Anlatmalar. İfadeler. |
İFADAT-I LÂZİME |
Gerekli ifadeler. |
İFADE |
Anlatmak. Söylemek. * Fayda vermek, fayda tutmak. |
İFADE-İ CEBRİYYE |
Zoraki ifade. * Mat: Cebir işaretleri ile maksadını anlatma. |
İFADE-İ MERAM |
Dilek ve maksadını anlatmak. |
İFADE-İ ŞİFAHİYYE |
Ağızdan söyleyerek, şifahî olarak ifade ederek. |
İFADE-İ TAHRİRİYE |
Yazı ile anlatış. |
İFAHA |
Yellenmek. |
İFAHE |
Kan fışkırtma. * Kanatma. |
İFAKAT |
(Fevk. den) İyileşme, hastalıktan kalkma. Hastalıktan kurtulup tamamen
iyileşinceye kadar aradan geçen zaman. * Ayılma. Sarhoşluk veya baygınlıktan
kurtulma. |
İFAKAT-PEZİR |
f. İyileşmesi mümkün, iyileşebilir. |
İFAKAT-YÂB |
f. İfakat bulucu, iyileşen. |
İFAKAT-YAFT |
f. Sıhhat bulan, iyileşen, hastalıktan kalkan. |
İFAL |
Sür'atle gitmek, hızla gitmek. * Uzaklaşmak, ırak olmak. |
İFASA |
Yumuşak söylemek. * Aşikâre söylemek. Açık açık konuşmak. |
İFATE |
(Fevt. den) Kaybetme, kaçırma, elden çıkarma. |
İFATE-İ FIRSAT |
Fırsatı kaçırma. Fırsatı değerlendirememe. |
İFATE-İ VAKT |
Vakit kaybetme, zaman harcama. |
İFAVE |
Çorbanın iyisi. * Çömlek kaynarken yüzüne çıkan köpük. |
İFAZA |
(Feyz. den) Bereketlendirmek. Feyz vermek. Bol bol dağıtmak ve akıtmak.
Taşıp yayılmak. |
İFAZA-BAHŞ |
f. Feyizlendiren, feyiz aldıran. |
İFAZE |
(Fevz. den) Maksada erdirmek. Merama kavuşmak. Zaferyâb eylemek. |
İFCA' |
Geçimini genişletme. |
İFCAC |
Kuş cıvıldaması, kuş ötmesi. |
İFCAC-I TUYUR |
Kuşların cıvıldayışı. |
İFCAR |
Fecir vaktine girme. * Bir kimseyi fâcir sayma. |
İFDA' |
Fidye kabul etme. |
İFCAS |
Mânâsız ve münasebetsiz şeylerle kibirlenme. |
İFDA' |
Sahraya çıkmak, çöle çıkmak. |
İFDAH |
(Fadih. den) Kötülüğü açığa vurma. Kusur ve ayıpları meydana çıkarma. |
İFDAL |
(Fadl. dan) Lütuf ve bağış. İhsan. |
İFFET |
Namus. Temizlik. Perhizkârlık. Nefsi behimî temayüllerden men etmek.
Helâla razı olup haramdan kaçınmak. |
İFFET-FÜRUŞ |
f. Namus ve iffetten söz eden. Namusluluk taslayan. |
İFFETLİ |
(İffetlü) Namus, hayâ ve iffet sahibi kadın. * Doğru, rüşvet yemez,
haram yemez, istikametli kimse. * Eskiden kadınlara yazılan mektub hitabı. |
İFHA' |
Unutmak. |
İFHAC |
Davarın ayaklarını ayırıp sağmak. |
İFHAH |
Âciz bırakma. |
İFHAK |
Doldurmak. |
İFHAM |
İkna edip sükût ettirmek. Delil göstermekle ve isbat etmekle galip
gelmek. |
İFHAM |
Bildirmek. Anlatmak. Maksadı bildirmek. |
İFHAM |
Ulu etmek, yüceltmek. |
İFHAR |
Şereflendirmek. Şeref vermek. Fahirlendirmek. |
İFHAŞ |
(Fuhş. dan) Kötü ve fena söyleme. |
İFK |
Bühtan. Bir suçu birisine yüklemek. İftira. |
İFKA' |
Fakir ve kötü durumda bulunma. |
İFKAD |
Kaybettirme, kazandırmama. |
İFKAH |
Öğretme. |
İFKAR' |
Fakir düşürme, fakirleştirme. * Hayvanı kirâya verme. |
İFLA' |
Sütten ayırma, memeden kesme. * Yabana kaçma. |
İFLAH |
Mübarek ve muvaffakiyetli olmak. Selâmete çıkmak. Felâha kavuşmak. *
Nimette dâim ve kararlı olmak. (Bak: Felah) |
İFLAK |
şiir okurken fesahat üzerine olmak. * Mâna ve kelime icad etme. |
İFLAL |
Gidermek. * Yağmur gelmeyen yere yetişmek. |
İFLAS |
Malı tükenmek, parası kalmamak. Borçlarını ödeyemiyecek hâle gelmek.
Sermayesini batırmak. * Ahirette günahları çok olanın hüsrana düşmesi. |
İFLAS |
Sıyrılıp kurtulmak. |
İFLAT |
Kement veya bağdan kurtulup kaçma. |
İFLİLAK |
Yer yüzünü bulut kaplamak. |
İFNA' |
Mahvetmek. Tüketmek. Kıymetini kaybetmek. Çok zarar etmek. Yok etmek. |
İFNA-Yİ BEDEN |
Vücudu yok etme, öldürme. |
İFNA-Yİ HAYAT |
Hayatını sarf edip bitirmek. Hayatını yok etmek. |
İFNA-Yİ MAÂL |
Malını sarfetme, malını ifnâ etme. |
İFRA' |
Kesmek. * Yarmak. |
İFRAC |
Açılma. * Ayrılmak. * Genişletmek. * Açmak. |
İFRAC-ÜL BÂHİRE |
Geminin kıyıdan veya iskeleden açılması. |
İFRAD |
Tek olarak söylemek. * Ayırmak. * Göndermek. Yollamak. |
İFRAG |
Bir halden başka bir hale sokma. Kalıba dökmek. Şekil vermek. *
Boşaltmak. Akıtmak. Dökmek. Câri kılmak. |
İFRAH |
Ferahlandırmak. Memnun etmek. |
İFRAH |
Belirsiz bir şeyi belirtme. * şübhe ve tereddütü giderme. * (Kuş)
yavrulama. * (Tohum) yeşerme. |
İFRAM |
Doldurma, doldurulma. |
İFRAR |
Kaçırmak. Kaçırılmak. Firara mecbur etmek. |
İFRAS |
Fırsat ele geçme. |
İFRAŞ |
Zemmetme, kötüleme, çekiştirme. * Serip döşetme. |
İFRAT |
Haddinden geçmek. Pek ileri gitmek. * Takatinden ziyade iş vermek.
(Tefrit'in zıddı) |
İFRAT-I NEŞAT |
Sevinç coşkunluğu, sevinçten dolayı çoşma. |
İFRATKÂR |
f. Pek ileri giden. Haddini aşan. |
İFRAT Ü TEFRİT |
Birbirine tamamıyla ters olan iki uç. Çok fazla ve çok az. |
İFRAZ |
Ayırmak, tefrik etmek. Ayrılmak. |
İFRAZ |
f. Yükseklik. Rif'at. İrtifa'. |
İFRAZ |
Vazifeye tayin etmek. * Farzedip vermek. |
İFRAZAT |
Vücuddan çıkan, bedenden ayrılan kan, irin, balgam gibi şeyler. |
İFRAZCİYAN |
Darphanede sikke (para) kesenler. Altun, gümüş ve bakır madenlerini
para haline getirdikleri için bu tabir meydana gelmiştir. |
İFRAZ HAZİNESİ |
Tar: Kullanılmayan kıymetli eşyanın saklandığı yer. Bu gibi kıymetli
şeylerden ikinci dereceden olanların muhafaza olunduğu yere de "Bodrum
Hazinesi" denilirdi. |
İFRİNKA' |
Parmak çıtırdatma. * Gidermek. * Ayırmak. |
İFRİT |
Cin taifesinden çok muzır, şerir ve korkunç bir cins. * Mc: Korkunç,
kızgın ve öfkeli insan. |
İFRİZ |
Dam saçağı. |
İFSAD |
Bozmak. Azdırmak. Fesada uğratmak. Fitne salmak. Karıştırmak. |
İFSAD-I Mİ'DE |
Mideyi bozma. |
İFSADAT |
(İfsad. C.) İfsadlar, kargaşalıklar, fesada uğratmalar. |
İFSAH |
Açmak, genişletmek. |
İFSAH |
Fesahatla konuşmak. Açık ve düzgün söz söylemek. |
İFSAH |
Unutmak. Akıldan çıkarmak. İhmal etmek. |
İFSAM |
Hastanın ateşinin düşmesi. * Kesilip bitme, tükenme. * Yağmurdan sonra
hava açılma. |
İFŞA |
(C.: İfşâât) Duyurmak. Fâşetmek. Meydana çıkarmak. Gizli bir şeyi
herkese duyurmak. |
İFŞA-Yİ RAZ |
Sırrı açıklama. |
İFŞAAT |
(İfşa. C.) İfşa etmeler, fâşetmeler, meydana çıkarmalar, duyurmalar. |
İFTA |
Fetva vermek. (Bak: Fetva) |
İFTAH |
Açmak. Fethetmek. (Bak: Feth) |
İFTAH |
Seğirtme. * Sık nefes alma, hızlı hızlı soluk alma. |
İFTAL |
f. Dağınık. * Yırtık, aralık, yarık. |
İFTAM |
Memeden ayırma, sütten kesme. |
İFTAN |
Fitneye düşürme. * Ayartma. |
İFTAR |
Oruç açmak. Oruç açılırken yenen yemek. (Zıddı: İmsak) |
İFTARİYYE |
İftarlık. İftar için hususi olarak hazırlanmış nevale. Bunlar oruç
bozulduktan sonra yemek yenmeden evvel yendiği için bu ad verilmiştir. *
Osmanlı İmparatorluğu zamanında padişah sarayında, vüzera, eşraf ve âyân
konaklarında, davetlilere iftardan sonra diş kirası namıyle verilen bahşiş,
para. |
İFTİAL |
Bir şeyi iş edinmek. Kendiliğinden yapmak. * Arabçada beş harfli fiilin
birinci babı. * Yalan düzmek, iftira etmek. |
İFTİAL |
Fal tutma, fala bakma. |
İFTİAT |
Başa tülbent sarmak. |
İFTİCA' |
Birdenbire, ansızın olma. |
İFTİDA' |
(Fidye. den) Fidye vererek esirlikten kurtulma. |
İFTİDAH |
(Fadâhat. den) Kırma, kırıp ufalama. * Maskara olma, rezil olma. |
İFTİHAM |
(Fehm. den) Kavrama, anlama. Fehmetme. |
İFTİHAR |
Övünmek. Kendini beğenircesine kendinden ve yaptıklarından bahsetmek. *
Başkasının iyi bir hali ile sevinmek. (Bak: Tahdis-i ni'met) |
İFTİHARİYYAT |
İftihar yoluyla söylenen sözler. |
İFTİHAR MADALYASI |
Padişaha sadakat gösterenlere, tarım ve san'atın ilerlemesine
çalışanlara, yangın ve sâri hastalık anında devlet ve millete büyük
hizmetleri dokunanlara verilmek üzere II. Abdülhamid'in irade-i seniyesiyle
altın ve gümüşten olmak üzere çıkarılan madalya. (1886 ve 1887) Madalyanın
ön yüzünde yukarı kısmında şualar içinde tuğra ve alt kısmında Osmanlı
arması; diğer yüzünde defne dalı arasında bir boş saha vardır. Buraya,
madalyanın sahibi olacak şahsın adı yazılırdı. Kırmızı renkli kurdele ile
göğsün sol tarafına takılırdı. Sahibinin ölümünde vereseye intikal etmez,
hükümete geri verilirdi. |
İFTİHAS |
Gerçeği ve hakikatını dikkatle araştırma. İçyüzünü iyice tetkik etme. *
İmtihan etme, deneme. |
İFTİKAD |
Arayıp sormak. * Kaybolmak. |
İFTİKAK |
(Fekk. den) Rehinden kurtarma, rehinden çıkarma. |
İFTİKAL |
Çok çalışma, bir işte çok fazla emek harcama, pek fazla gayret
sarfetme. |
İFTİKAR |
Yoksulluğunu, fakirliğini açığa vurmak. * Çok ihtiyacı olmak. *
Tevazu'. Alçak gönüllülük. |
İFTİLA' |
Otlatma. |
İFTİLAK |
Taaccüb etmek, şaşırmak. |
İFTİLAL |
Bükülme. * (Asker) muharebeden yılma. |
İFTİLAT |
Ansızın bir işe girişme. * Hatıra gelivererek şiir veya söz söyleme. |
İFTİLAZ |
Kesmek, kat'. * Bir kimsenin bir parça malını almak. |
İFTİNAN |
Türlü türlü ve birbirini tutmayan düzensiz söz söyleme. * Fitneye
düşmek. * Âşık olmak. |
İFTİRA |
Birinin üzerine suç atmak. Bühtan. İfk. Yalan yere birisini suçlu
göstermek. |
İFTİRAAT |
(İftira. C.) İftiralar, asılsız isnatlar, aslı esası olmayan suç
yüklemeler. |
İFTİRAK |
Perişan olmak. * Ayrılmak, dağılmak. Hicran. |
İFTİRAK-I İZAM |
Kemiklerin dağılması. |
İFTİRAKAT |
Ayrılıklar. İftiraklar. Parçalanmalar. |
İFTİRAR |
Gülmek. |
İFTİRAS |
Yırtmak. Parçalamak. Yırtıp parçalamak. * Zorla yere yıkmak. |
İFTİRAS |
Fırsat gözlemek. Fırsatı ganimet bilmek. |
İFTİRAŞ |
İzine uyma. * Namusa dokunur söz söyleme. * Yayılma. * Cima. * Döşemek. |
İFTİRAZ |
Farz kılma, vacib kılma. |
İFTİSAD |
Neşter ile kan aldırma. |
İFTİSAL |
Sütten kesilme, memeden ayrılma. * Fidanı çıkarıp başka yere dikme. |
İFTİTAH |
(Fetih. den) Açmak, başlamak, fethetmek. Zabtetmek. |
İFTİTAH TEKBİRİ |
Namaza başlarken alınan tekbir. Namaz, her nevi dünya meşguliyetinden
alâkayı keserek kılındığı için, Allahü Ekber diye iftitah tekbirini alarak
namaza başladıktan sonra ibadet esnasında dünya işi haram olup namazı bozar.
Bu mâna için bu tekbire, tahrime adı da verilir. |
İFTİTAN |
(Fitne. den) Fitneye uğrama. * Aldatmak. * Azdırmak. |
İFTİYAK |
Fakirleşmek, yoksullaşmak. |
İFTİYAL |
Fal tutma. |
İFTİYAT |
Düşünmeden bir işe başlama. * Bir şey kaybolup gitme. |
İFTİZAH |
(Bak: İftidâh) |
İFZA' |
Korkutmak. * Güç olmak. |
İFZA' |
Medet etmek, yardım etmek. * Korkutmak. |
İFZAH |
(Fazih. den) Kusuru, kötülüğü, ayıbı açığa vurma. |
İG |
Koku, rayiha. |
İĞ |
Yün, pamuk vs. kıvırmağa mahsus iğne. |
İGAL |
Acele ile bir kimseyi bir yere sokma. * Uzaklara gitme. |
İGAME |
Havanın bulutlu olması. |
İGARE |
Yağma etmek, hücum etmek. * Teşvik etmek. Gayrete getirmek. Acele
etmek. |
İGASE |
İmdada yetişmek, yardım etmek. |
İGAZA |
Kızdırma, darıltma. |
İGBAB |
Korkmak. * Bir gün görüp bir gün terketmek. |
İGBİRAR |
Kırılmak. Gücenmek. * Toz ile paslanmak. * Boz benizli olmak. |
İGDAB |
Gadablandırmak, kızdırmak, öfkelendirmek. |
İĞDE |
Kızılcığa benzer bir meyve ve bu meyveyi veren ağaç ve çiçeği. |
İGDİDAN |
Saç uzamak. * Ot yeşermek. |
İGDİN |
Bozulmuş, kokmuş, cılık (yumurta). |
İĞDİŞ |
f. Burulmuş, enenmiş hayvan. Erkeklik bezleri (hayaları) çıkarılmış at.
Melez. |
İĞERÇİN |
Karar veremeyen, mütereddit, kuşkulu. |
İGFA' |
Uyuklamak. |
İGFAL |
(C.: İgfalât) Dikkatsizlikle terkettirmek. * Gaflette bırakmak. *
Kandırmak. Aldatmak. |
İGFALAT |
(İgfal. C.) İğfal etmeler, kandırmalar, aldatmalar. |
İGFALİYYAT |
Yanıltıp aldatmak için söylenen sözler. |
İGLA' |
Pahalandırma, fiatını yükseltme. * Kaynatma. |
İGLAF |
(Gılaf. dan) Kınına sokma, kılıfa koyma. |
İGLAK |
Karıştırmak. Kapamak. Muğlak yapmak. Anlaşılmaz hâle koymak. * Zorla iş
yaptırmak. * Edb: Sözü karışık ve anlaşılmaz surette söyleme. |
İGLAKAT |
(İglak. C.) Muğlak yapmalar. * Karışık ve anlaşılmaz sözler. |
İGLAT |
(Galat. dan) Yanlışa götürme. |
İGLAZ |
(Galiz. den) Kaba ve fenâ söyleme. |
İGLAZAT |
(İglaz. C.) Kaba ve galiz söyleme. |
İGLİNTA' |
Vurmakla ve sövmekle üstün gelip galebe etmek. |
İGLİVVAT |
Lâzım olmak, icab etmek. |
İGMA' |
Bayılma, baygınlık, kendinden geçme. |
İGMAD |
Kınına sokma, kılıfına koyma. * Birçok şeyleri bir yere tıkma. |
İGMAD-I SEYF |
Kılıcı kınına sokma. |
İGMAM |
Kederlendirmek. Gamlandırmak. Hüzünlendirmek. * Gökyüzünün bulutlu
olması. |
İGMAR |
Batırmak. |
İGMAZ |
Ayıplamak. Kınamak. Tahkir etmek. |
İGMAZ |
Müsamaha etmek. Görmemezliğe gelmek. |
İGMAZ-I AYN |
Göz yummak. Aldırmamak, görmemezlikten gelmek. |
İGNA' |
Ganileştirmek. Zengin etmek. * Kifâyet edip bir şeyin yerini tutmak. |
İGNAN |
Ot çok olmak. |
İĞNEDAN |
İğne koymağa mahsus küçük kutu. |
İĞNELEMEK |
t. İğne ile delmek. * Kalıbını almak için kenarlarını iğne ile delerek
işaretlemek. * Mc: Sözle hırpalamak. Dokunaklı konuşmak. |
İĞNELİ FIÇI |
Mc: Eziyetli ve usandırıcı iş. İnsana eziyet veren ve rahatsız eden
yer. |
İGRA |
Rağbetlendirmek. Teşvik etmek. Hırsını tahrik etmek. |
İGRAB |
Uzak yerlere yolculuk etme. * Garb (batı) tarafına gitme. |
İGRAD |
Yüksek ve güzel sesle şarkı söyleme. |
İGRAK |
Suya batırmak, boğmak. * Kabı doldurmak. * Edb: İmkânsız bulunan
mübalâğa. |
İGRAKAT |
(İgrak. C.) Mübalâğalar, iğraklar, aşırı büyültmeler. |
İGRAKİYYAT |
Aşırı büyültmelerle ve mübâlâğalarla söylenen sözler. |
İGRAM |
Borç ödetme. |
İGRAR |
Batırmak. |
İGRAS |
Ağaç dikmek. Toprağa gömmek. |
İGRAZ |
Doldurmak. * Taze hamurdan ekmek yapıp misafire yedirme. |
İĞRETİ |
t. Ödünç, borç, kendi malı olmayan. Yerli ve sabit olmayan, muallak
gibi duran. * Muvakkat, bağlı bulunmayan, geçici. * Fıtrî olmayan, sahte,
sun'î. |
İGRİK |
Çok bağırıp böğüren (hayvan). |
İGRİZ |
Kabuğundan henüz çıkan çiçek. |
İGSAS |
Güzel yemekler yedirme. |
İGSAS |
Sıkıştırma, tazyik etme. * Bir yer ahalisini sıkıntıya düşürme. |
İGŞA |
Örtmek. Bürümek. Kapamak. Perdelemek. |
İGŞAŞ |
Acele ettirme. * Kışkırtma, tahrik etme. |
İGTA' |
Ağacın dalları uzayarak yerlere sürünme. * (Asma) yeşerme. |
İGTAŞ |
Karanlık olmak. |
İGTİBAK |
Akşam vaktinde şarap içmek. |
İGTİBAT |
Refahlı, sürurlu ve zengin olmayı temenni etmek. |
İGTİFAR |
Mağfiret olunma. * Şüyu' bulma. |
İGTİLA' |
Hızlı ve sür'atli yürüme. Çabuk yürüme. |
İGTİLAF |
Kılıf içine girme, gılaflanma. |
İGTİLAF-I SEYF |
Kılıcın kınına girmesi. |
İGTİLAL |
Hayvanın çok susaması. * Elbiseleri üst üste giyme. * İçme. * İyi
sağılmadığı için (koyun) hastalanma. |
İGTİLAM |
Hırs ve şehvetin galip gelmesi. * Muzdarib olmak, acı çekmek. |
İGTİMAD |
(Gamd. dan) (Kılıç) kılıfına girme. * Karanlıkta görünmez olmak. |
İGTİMAM |
Tasalanmak. Kederli olmak. |
İGTİMAS |
Hor ve hâkir görme. * Nankörlük. |
İGTİMAS |
Suya dalma. |
İGTİMAZ |
Gözünü kapatma, gözünü yumma. Uyuma. |
İGTİMAZ |
Birini çekiştirme, bir kimsenin aleyhinde bulunma. |
İGTİNA' |
(Gınâ. dan) Zenginleşme, zengin olma. |
İGTİNAM |
Yağma etmek. Fırsatı ganimet bilmek. |
İGTİNAM-I FIRSAT |
Fırsatı yakalama, fırsattan istifade etme. |
İGTİRAB |
(Gurbet. den) Gurbete gitme. * (Güneş, Ay vb. seyyareler) batma. * Göz
önünden kaybolma. |
İGTİRAF |
Avuçla su içme, eliyle su alma. |
İGTİRAK |
(Gark. dan) Suya batma, gark olma, suda boğulma. * Soluğu kuvvetle içe
çekme. |
İGTİRAM |
Borç, diyet veya cerime verme. |
İGTİRAR |
(Gurur. dan) Aldanma, iğfâl olunma. * Gururlanma. Kibirlenme,
böbürlenme. Güvenilmeyecek şeye güvenme. * Gaflette olma, gafil bulunma. |
İGTİRAREN |
Güvenerek, mağrur olarak. |
İGTİSAB |
Gasb etmek. Başkasının malını zorla elinden almak. |
İGTİSABAT |
(İgtisab. C.) Gasbetmeler, başkasının malını elinden zorla almalar. |
İGTİSAL |
Yıkanmak. Gusletmek. (Bak: Gusül) |
İGTİŞAŞ |
Karışıklık. Kargaşalık. Karmakarışık olmak. * Birisinin fena telkinini
kabul etmek. |
İĞTİŞAŞAT |
(İgtişaş. C.) Karışıklıklar, kargaşalıklar, fenâlıklar. |
İĞTİTA' |
Örtünme, bir şeye sarınma. |
İGTİYAB |
Gıybet etmek. Zemmetmek. Yermek. |
İGTİYAL |
Baskın yapıp öldürme. |
İGTİYAR |
Faydalanma, istifâde etme. * Azık edinme. |
İGTİYAZ |
Gazaba gelme, kızma, öfkelenme. |
İGTİZA |
(Gızâ. dan) Beslenme, gıdalanma. |
İGTİZAB |
Gücenme, kızma, gazaba gelme, darılma. |
İĞTİZAL |
İplik eğirme. |
İGVA' |
Ayartmak. Azdırmak. Baştan çıkarmak. |
İGYAL |
Hâmile kadının sütünü vermesi. |
İGYAM |
Havanın bulutlu olması. |
İGZA' |
Görmemezliğe gelme. |
İGZA' |
(Gazâ. dan) Savaştırma. Gazâ ettirme. Muharebeye gönderme. |
İGZAB |
(Gazab. dan) Gazaba getirme, hiddetlendirme, kızdırma, öfkelendirme. |
İGZAF |
Gece çok karanlık olmak. |
İGZAL |
Eğirmek. |
İHA |
Sevketme, gönderme. |
İHAB |
Ham deri. |
İHAB |
Verme, bağışlama. |
İHAFE |
Korkutmak. Havf ettirmek. |
İHAKE |
Te'sir etme. * Kesme. |
İHALE |
Bir işi birisinin üzerine bırakmak. Bir hâlden diğer hâle dönmek. *
Artırma veya eksiltmeye çıkarılan bir işi en münâsib bulunan bir istekliye
vermek. * Zayıf addetmek. * Muhal söz söylemek. |
İHALETEN |
İhale ederek, ihale suretiyle. |
İHAM |
Vehme düşürmek, vehimlendirmek. * Edb: İki mânaya gelen bir kelimeden
en az kullanılan mânayı bilerek kullanmak. |
İHAM-I KABİH |
Edeb ve terbiye dışı anlamı bilerek kullanma. Sözü edeb ve terbiyeye
aykırı bir mecazî mânâya getirme. |
İHAME |
Çadır kurma. |
İHAN |
(Vehn. den) Bir kimseyi zayıf, kuvvetsiz tutma. Güçsüzlendirme. * Hor
görme, tahkir etme. |
İHAN |
(İhnet. C.) Kızgınlıklar, öfkeler, gazablar, dargınlıklar. |
İHANET |
(Hevn. den) Alçak ve hakir addedip itibar etmemek, kıymet vermemek. *
Hainlik. Haksızlık. Kötülük. |
İHANET |
Helâk etmek. Öldürmek. Mahvetmek. |
İHASE |
Toprağı kazarak bir şeyler arama. |
İHAŞ |
Bir kimsenin namusuna dokunma, namusunu lekeleme. |
İHAŞE |
Avı, tuzağa düşürebilmek için sürüp götürme. |
İHATA |
Etrafından çevirmek, kuşatmak, içine almak. Kuşatılmak, sarılmak. *
Geniş bilgi ile anlamak, tam kavramak. |
İHATAVÎ |
İhata edecek şekilde. Kaplayıp içine alacak yolda. |
İHAZE |
Kalkanın elle tutulacak olan yeri. * Timar. Hükümdarın verdiği arazi. |
İHBA' |
Örtmek, saklamak, gizlemek. * Ateşi basıp söndürmek. |
İHBAB |
Muhabbet etmek. Sevgisini göstermek. |
İHBAK |
Boyun eğme, inkıyâd, yumuşaklıkla söz dinleme. |
İHBAL |
Gebe koyma, hâmile yapma. * Çiçekler dökülüp meyve tutma. |
İHBAR |
Haber vermek. Haber almak. Alınan haber. Anlatmak. (Bak: Ahbâr) |
İHBAR-I GAYBÎ |
Gayıbdan verilen haber. Geçmiş zamandan veya gelecekten verilen haber.
(Bak: Ahbar) |
İHBARAT |
Bildirilen haberler. İhbarlar. Bildirilen hadis-i şerifler. |
İHBARÎ |
Haberle alâkalı. Haber vermeğe dair. * Gr: Bir işin ne zaman olacağını
bildiren fiil. |
İHBARİYYAT |
Haberle alâkalı, habere âit cümleler. |
İHBARİYYE |
Haber vermek işi. * Kaçak veya kayıp eşyayı haber verene mükâfat olarak
verilen para. |
İHBARNAME |
f. Yazılı haber. Yazı ile haber vermek. * Belirli hadiselere dair bilgi
olarak, alâkalı olduğu yere verilen yazı. * Bir paranın ödenmesi veya başka
bir muamelenin yapılması lüzumuna dair resmi bir daireden gönderilen
ihtarnâme. |
İHBAS |
Eteğinde bir şey gizleme. * Hapsetme. * Vakfetme. Hayır yollarında mal
ve hayvan bağışlama. |
İHBAS |
Birinin hakkını yeme. |
İHBAT |
Huşu ve tevazu etmek. |
İHBAT |
Mahveylemek. Battal ve geçmez hale koymak. * Kuyunun suyu çoğalmak veya
bitmek. * İşin karşılığını vermek. * Amelin sevabını giderip, hiçe indirmek. |
İHBAT |
Koşturmak. |
İHCAC |
Hac vazifesi için bedel vermek veya nâib tutmak. Nâib tutana "Âmir,
menub veya mahcucun anh" da denir. |
İHCAF |
Noksanlık, eksiklik, kusurluluk. |
İHCAL |
(Hacl. den) Utandırma. |
İHCAM |
Bir şeyden korkarak vaz geçme, dönme. cayma. Men olunma. |
İHDA |
(Müennes) Bir. Ehad. |
İHDA |
İman ve İslâmiyet yolunu göstermek. Hidayete eriştirmek. Doğru yola
götürmek. Allah rızasına uyan yola girmesine vesile olmak. * Hediye etmek.
Armağan yollamak. |
İHDA AŞER |
Onbir. |
İHDAD |
(Gövdenin) derisi şişme. |
İHDAD |
Keskinleştirme. |
İHDAF |
Gelip çatmak. Karşısına dikilip durmak. Hedef olmak. |
İHDAİYYE |
Hediye etme vesilesiyle yazılan yazı. |
İHDAL |
Islatma. |
İHDAR |
(Hadr. dan) Tıb : Bir organın hissini iptal etme, uyuşturma. * Kızı
yaşmaklandırma, ferace giydirme. |
İHDAR |
(Heder. den) İptal etme, battal etme, hükümsüz bırakma. * Boşa harcama. |
İHDAR-I DEM |
Huk: Maktulün (öldürülmüş olan kimsenin) diyetini katilden (öldürenden)
aldırmamak. |
İHDAS |
Yeniden bir şey yapmak. Ortaya koymak. Meydana koymak. (Bak: İbda',
Hudus) |
İHEVAT |
(İhve. C.) Samimi ve sâdık arkadaşlar. Candan dostlar. * Tarikat
arkadaşları. |
İHFA |
Saklamak. Gizlemek. Ketmetmek. Gizlenilmek. * Tecvidde: Harflerden
birisini söylerken gizli ve zayıf söylemek. |
İHFAF |
Hafifletmek. Birinin şerefine dokunacak şekilde konuşmak. |
İHFİK |
Yer sarsıntısı ve zelzeleler neticesinde meydana gelen yarıklar,
çatlaklıklar. |
İHFİK-ÜL ARZ |
Yer yarığı. |
İHKAB |
Arkası kesilme. |
İHKAD |
Başka bir kimsede garaz ve kin uyandırma. |
İHKAK |
Mazlumun hakkını zâlimden almak. Hakkı yerine getirmek. Hak ile hasmına
galib olmak. |
İHKAK-I HAK |
Haklıya hakkını vermek. Hakkı, usülü dairesinde yerine getirmek. |
İHKÂM |
Manen tahkim etmek. Sağlamlaştırma. Muhafaza ile fesaddan menetmek. |
İHKAR |
Rezil ve rüsvay etme. |
İHLA |
Boş bırakma. Boşaltmak, hâli kılmak. |
İHLA-İ SEBİL |
Yolunu açık bırakma. |
İHLA' |
(Hulv. den) Tatlılandırma. |
İHLAF |
Yemin vermek. Yemin etmek. * Yok etmek. Telef etmek. |
İHLAK |
(Helâk. dan) Harcama, tüketme, bitirme. * Yok etme, helâk etme,
öldürme. |
İHLAL |
(Mahal. den) Yer değiştirmek. Vermek. Yerleştirmek. * Helâl kılmak. |
İHLAL |
(Halel. den) Sakatlamak. Bozmak. Halel vermek. * Birini ihtiyaç içinde
bırakmak. * Düşmanın haklarına vefa etmeyip gadretmek. |
İHLAS |
Müşteriyi aldatmak. Müflis olmak. |
İHLAS |
(Hulus. dan) Kalbini safi etmek. İçten, samimi, riyasız sevgi. İçten
gelen sevgi ile doğruluk ve bağlılık. * Sırf Allah emretmiş olduğu için
ibadet etmek. Yapılan ibadet ve işlerde hiçbir karşılık ve menfaati, hakiki
ve esas gaye etmeyerek yalnız ve yalnız Allah rızasını esas maksat ve gaye
edinmek. İnsanlara riyakârlıktan, gösterişten uzak olmak.(Bu dünyada,
hususan uhrevî hizmetlerde, en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en
makbul bir şefaatçi, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarik-i
hakikat, en makbul bir duâ-yı manevî, en kerametli bir vesile-i makasıd, en
yüksek bir haslet, en sâfi bir ubudiyet ihlastır....Cenab-ı Hakk'ın rızası
ihlas ile kazanılır. Kesret-i etba' ile ve fazla muvaffakiyet ile değildir.
Çünkü onlar vazife-i İlâhiyyeye ait olduğu için istenilmez; belki bazan
verilir. Evet, bazan bir tek kelime sebeb-i necat ve medar-ı rıza olur.
Kemmiyetin ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar olmamalı. Çünkü, bazan bir tek
adamın irşadı, bin adamın irşadı kadar rıza-yı İlâhîye medar olur. Hem,
ihlas ve hakperestlik ise, müslümanların nereden ve kimden olursa olsun,
istifadelerine taraftar olmaktır. Yoksa benden ders alıp sevap
kazandırsınlar düşüncesi, nefsin ve enaniyetin bir hilesidir. L.)(Cay-ı
ibret bir hâdise: Bir vakit İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, bir kâfiri yere
atmış. Kılıncını çekip keseceği zaman, o kâfir O'na tükürmüş. O kâfiri
bırakmış, kesmemiş. O kâfir, O'na demiş ki: "Neden beni kesmedin?" Dedi:
"Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün; hiddete geldim. Nefsimin
hissesi karıştığı için ihlasım zedelendi. Onun için seni kesmedim." O kâfir,
O'na dedi: "Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Mâdem dininiz bu
derece sâfi ve hâlistir; o din haktır." dedi. M.) |
İHLAS-MEND |
f. İhlaslı, ihlas sahibi, temiz kalbli. |
İHLAS-MENDANE |
f. Temiz yürekli kimseye yakışır şekilde, ihlaslı kişiye uygun tarzda. |
İHLAS-MENDÎ |
f. İhlaslılık, temiz kalblilik. |
İHLAS-PERVER |
f. İhlas sahibi, temiz kalbli. |
İHLAS-PERVERANE |
f. Temiz yürekli, ihlas sahibi bir kimseye yakışacak surette. |
İHLAS-PERVERÎ |
f. Temiz yürekli, ihlas sâhibi olma. |
İHLAS SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'de şirkin ve küfrün envâını reddedip, tevhidi ilân eden
$ diye başlayan 112. Sure.Bu sureye: Esas, Tevhid, Tefrid, Tecrid, Necat,
Velâyet, Marifet, Samed, Muavvize, Mazhar, Berâe, Nur, İman suresi de
denilmektedir. Maâni, Müzekkire gibi isimleri de vardır. (E.T.) |
İHLİL |
Erkek tenasül organının deliği, sidik yolu. Sidik deliği. * Kadınlarda
memede sütün aktığı yer. |
İHMA |
Bir şeyi ateşte kızdırma. |
İHMAD |
Ateşin alevini söndürmek. |
İHMAL |
Bir şeyi yüklemesi için yardım etmek. Yükletilmek. |
İHMAL |
Ehemmiyet vermemek. Yapılması lâzım bir işi sonraya bırakma.
Dikkatsizlik. Başlayıp bırakmak. Terk etmek. |
İHMALCİ |
t. Dikkat etmeyen, dikkatsiz, müsamahacı. |
İHMALKÂR |
f. İhmalci, işine dikkat etmeyen. |
İHMAM |
Kederlendirmek. Mahzun etmek. * İhtiyarlatmak. |
İHMİRAR |
Kızarmak. Kızıllık. * Kızıl hastalığı. |
İHN |
Yün. Renkli yün, renkli kumaş. |
İHNA' |
Acıma, merhamet etme, şefkat etme. |
İHNAC |
Bir şeyi bir yana eğme. |
İHNAK |
(Hunk. dan) Boğma. |
İHNAK |
(Hunk. dan) Kin bağlama. Gazaplandırma. |
İHNET |
Gazap, öfke. Hiddet. * Kalb katılığı. * Kin bağlamak. |
İHRA' |
Eksiltme, azaltma, noksanlaştırma. |
İHRAB |
Harâb etme, perişan etme. |
İHRAB |
Kavgayı kızıştırma, muharebeyi alevlendirme. |
İHRAB |
Kaçma zorunda bırakma. * Çalışma, azmetme, didinme. |
İHRAC |
Çıkarmak. Dışarı atmak. Fazla malı başka memlekete göndermek. İstifade
için meydana koymak. |
İHRACAT |
(İhrâc. C.) Memleketteki fazla malı başka memlekete göndermek, satmak.
* Çıkarmalar. İhraç etmeler. |
İHRAK |
Ateşe atmak. Yakmak. Yandırmak. * Bulamaç yapmak. |
İHRAK |
Akıtma, dökme. |
İHRAK-I DÜMU' |
Gözyaşı akıtma, ağlama. |
İHRAKAN |
Yakmak suretiyle. |
İHRAK Bİ-N-NAR |
Ateşte yakma. |
İHRAM |
Hacıların örtündükleri dikişsiz elbise. * Yün yaygı. Büyük yün çarşaf.
* Fık: Hac veya umreyi yada her ikisini eda etmek için mübah olan şeylerden
bazılarını nefsine menetmek ve onlardan sakınmak. |
İHRAS |
Dilsiz olmak. Dilsiz kalmak. |
İHRAZ |
Nail olmak. Erişmek. * Kazanmak. Kesbetmek. * Birisini güzel bir
surette korumak. |
İHRİZ |
Bitkin, dermansız. Kımıldanmağa ve bir şey yapmağa hâli ve mecâli
olmayan. |
İHSA |
Saymak. Sayılmak. İstatistik, sayım. * Kandırmak, aldatmak. *
Zaptetmek. * Ezber etmek. * Fehmetmek. İdrâk eylemek. |
İHSA' |
Hayvan tezeği yakma. |
İHSA' |
Yalnız bir ilim ve san'at dalıyla meşgul olup, o hususda ihtisas yapıp
terakki etme. Husyelerini çıkarma, iğdiş etme, eneme, erkekliğini giderme. |
İHSAB |
Ucuzlama, fiattaki azalma. |
İHSAD |
Ekin veya ot biçme veya biçtirme. Hasâd etme. |
İHSAÎ |
Sayım ile alâkalı. İstatistiğe ait. |
İHSAİYAT |
İstatistik. İstatistiğe ait mâlumatı toplama ilmi. |
İHSAN |
İyilik, lütuf, bağışlamak. * Sahilik etmek, cömertlik yapmak. * Allah'ı
görür gibi ibadet etmek. * Güzel bilmek. Güzel eylemek. |
İHSAN |
(Hısn. dan) Sağlamlaştırmak. Tahkim etmek. * Zevcesini nâmahremden
korumak. Kadın kendisini haramdan sakınmak. * Ehl-i azamet olmak. |
İHSANAT |
(İhsan. C.) İhsanlar, lütuflar. |
İHSANDİDE |
(C.: İhsandidegân) f. İhsan görmüş, bağış almış. Birinin lütfunu
görmüş, minnettar. |
İHSAN-DİDEGÂN |
(İhsandide. C.) İyilik görmüş olanlar, bahşiş almış kimseler, minnettar
bulunanlar. |
İHSANEN |
İhsan suretiyle. Bağışlayarak, lütuf ve iyilik ederek. |
İHSANNAME |
f. Edb: İltifat mektubu. İltifat ve tahsini hâvi yazılan mektub. |
İHSANPERVER |
f. İhsan edici. İyiliği çok sever.(İhsan ihsandır, eğer nev'e olsa veya
muhtaca ve fakire olsa. Sehavet o vakit tam sehavettir, eğer millet için
olsa, yahut milleti tazammun eden bir ferde olsa güzeldir. Şayet muhtaç
olmayan şahsa olsa, şahsı tembel eder. Çingeneliğe alıştırır. Elhasıl,
millet bâkidir, fert fâni!) (Münazarat) |
İHSAR |
(Hasr. dan) Birisini işinden alıkoymak. * Fık: Hac için ihrama girmiş
bir zâtın, Arafat'ta durmakla ziyaret tavafından; ve umre için ihrama girmiş
bir kimsenin de tavaftan men edilmesi. Böyle men edilen zâta "muhsar" denir.
* Kısaltma, kısalma. * Sıkıştırma. |
İHSAS |
Hissetmek. Hissettirmek. Açık anlatmadan kapalıca bahsetmek. * Bulmak.
Görmek. Bilmek. Zannetmek. İdrak etmek. Duyurmak. |
İHSAS |
(Hisse. den) Pay ayırmak. Hisse vermek. * Azletmek. |
İHSAS-I GANAİM |
Düşmandan ele geçirilen ganimet mallarını paylaşma. |
İHSAS |
Kandırmak, tergib, teşvik etmek. |
İHSAS |
Aşağılık işler yapma. * Cimrilik, pintilik, hasislik. |
İHSASÎ |
Hisse ait ve müteallik. Duygu ile alâkalı. |
İHSASİYYE |
Tecrübeden ve hissedilenden gayrısını kabul etmeyen. Hissiyyun ve
maddiyyun fırkasından olanlar. İmansızlık. Dinsizlik. |
İHŞA' |
Tevazu ve alçak gönüllülükle zorlama. |
İHŞAD |
(Halk) Birikme, toplanma, cem' olma. |
İHŞAM |
Utandırma, kızdırma. |
İHTA' |
Yanılma veya yanıltma. * Hatâya düşürme veya düşürülme. |
İHTAR |
Hatırlatmak. Dikkati çekmek. Tenbih. Uyarma. Kalbe gelen doğuş,
ilham.(... Fakat dinî olmayan musibetler hakikat noktasında musibet
değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmanîdir. Nasıl ki, çoban gayrın tarlasına
tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki zararlı
işten kurtarmak için bir ihtardır.L.) |
İHTARAT |
(İhtar. C.) İhtarlar, hatırlatmalar. * Dikkati çekmeler, tenbihler. |
İHTİBA' |
(Habâ. dan) İyice saklayıp gizleme. |
İHTİBAK |
Kumaş ve bez dokuma. |
İHTİBAL |
(Habl. den) İpten yapılmış ağ ile tuzak kurma. |
İHTİBAR |
Yoklama. Deneme. Sınama. Tecrübe. |
İHTİBAS |
(Habs. den) Tutulma, tutukluk. * Hapsolunma, hapsetme. |
İHTİBAS-I BEVL |
İdrar tutukluğu, zorluğu. |
İHTİCA' |
Karşılıklı olarak birbirini hicvetme. |
İHTİCAB |
Örtünme. Saklanma. Gizlenme. Perdelenme. * Doğumun belirli zamanından
fazla uzaması. |
İHTİCAC |
(C.: İhticacat) Delil, vesika, şahit göstermek. Münâzaa ve mürâfaada
hüccet ve delil göstermek. Bir mes'elenin şüphesizliğini delillerle isbat
etmek. |
İHTİCACAT |
(İhticac. C.) Delil, şahit göstermeler. |
İHTİCACEN |
Delil, şahit ve vesika gösterme yoluyla. |
İHTİCAM |
(Hacamet. den) Hacamet olma, kan aldırma. |
İHTİCAN |
Bir yerin etrafına duvar yapma, çit çekme. |
İHTİDA' |
Aldatmak. Hile yapmak. Oyun etmek. |
İHTİDA' |
Tevazu, alçak gönüllülük, mahviyet, mütevazilik. |
İHTİDA |
Hidayete ermek. Delâlet ve irşadı kabul edip doğru yola girmek. Allah'a
ve Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimize iman etmek. * Başkasına
tekaddüm etmek. |
İHTİDAB |
Kına ile saç ve sakalı boyama. * Boyanma, renklenme. |
İHTİDAD |
Keskinleşmek. * Hızlanmak. * Azmak. * Hiddetlenmek. |
İHTİDAR |
Örtülenme, perdelenme, perde tutma. |
İHTİFA |
Gizlenme. Saklanma. |
İHTİFA' |
Çıplak ayakla yürüme. |
İHTİFAD |
Acele yapma, sür'atle ve çabuk olarak işleme. |
İHTİFAF |
Kuşatma, etrafını çevirme. * Yüzdeki kılları giderme, traş etme. |
İHTİFAL |
Hürmet ve saygı için büyük cemaat ile yapılan merasim. Cenaze alayı. |
İHTİFALAT |
(İhtifal. C.) Törenler, merasimler. * Cenaze alayları. |
İHTİFAR |
(Hafr. dan) Kazma veya kazılma. |
İHTİFAZ |
Darılma, küsme. * Bir şeyi nefsine hasretme. * Kendini sakınma,
muhafaza etme. |
İHTİFAZ |
(Bastırarak) Aşağılatma. |
İHTİKA' |
Bir şeyin sağlamlığı, muhkemliği. * Dimağ heyecanı. |
İHTİKAK |
Hakkını istemek. Niza' etmek. Birbirine husumet etmek. Hapseylemek. *
Fık: İki taraftan her birinin haklı olduğunu iddia etmesi. |
İHTİKAK |
(Hikke. den) Sürtünüp kaşınma. |
İHTİKAN |
Kan toplanması. Bir uzva kan birikmesi sebebi ile oranın şişip
kabarması. * Şırınga kullanma. |
İHTİKAN-I DEM |
Vücudun bir tarafına kanın hücum etmesi. |
İHTİKAR |
Hor ve hakir görmek. Hakarete katlanmak. |
İHTİKÂR |
Bir şeyi kıymetlensin diye saklamak. * Ist: İnsanların veya ehlî
hayvanların yiyeceklerine âit şeylerin satış kıymetleri yükselsin diye kırk
gün kadar saklamak. Böyle yapan kimseye muhtekir denir. * Vurgunculuk,
bozgunculuk. (Bak: Muhtekir) |
İHTİKÂREN |
İhtikâr suretiyle, vurgunculukla. |
İHTİLA' |
Tenha yere veya halvete çekilme. * Taze ot koparma, biçme. |
İHTİLA' |
(Kadın) Nikâhı bozdurma. Kadın mehrinden vazgeçip veya çok para vererek
kocasından boşanması. |
İHTİLAB |
Aldatma, kandırma. * Aldatılma, kandırılma. Hile yapılma. |
İHTİLAB |
Süt sağma. |
İHTİLAC |
Seğirtme. * Çarpıntı, çarpma. * Etler gevşeyip büzülme. * Havale
nöbeti. |
İHTİLACAT |
(İhtilâc. C.) İhtilaclar, çarpıntılar, seğirtmeler. |
İHTİLACAT-I ASABİYE |
Asabî çarpıntılar. |
İHTİLAF |
(Hulf. den) Anlaşmazlık, uyuşmazlık, karışıklık, ikilik. * Birisinin
halifesi olmak.(Eğer denilse: Hadiste $ denilmiş. İhtilaf ise, tarafgirliği
iktiza ediyor. Hem tarafgirlik marazı; mazlum avâmı, zâlim havassın
şerrinden kurtarıyor. Çünki: Bir kasabanın ve bir köyün havassı ittifak
etseler, mazlum avâmı ezerler. Tarafgirlik olsa, mazlum bir tarafa iltica
eder, kendisini kurtarır. Hem, tesadüm-ü efkârdan ve tehâlüf-ü ukulden
hakikat tamamiyle tezahür eder?Elcevab : Birinci suale deriz ki: Hadisteki
ihtilaf ise, müsbet ihtilaftır. Yâni: Herbiri kendi mesleğinin tamir ve
revacına sa'yeder. Başkasının tahrip ve ibtaline değil, belki tekmil ve
ıslahına çalışır. Amma menfi ihtilaf ise ki; garazkârane, adavetkârane
birbirinin tahribine çalışmaktır. Hadisin nazarında merduttur. Çünki
birbiriyle boğuşanlar, müsbet hareket edemezler...İkinci suale deriz ki:
Tarafgirlik eğer Hak namına olsa, haklılara melce' olabilir. Fakat şimdiki
gibi garazkârâne, nefis hesabına olan tarafgirlik, haksızlara melce'dir ki;
onlara nokta-i istinad teşkil eder. Çünki garazkârane tarafgirlik eden bir
adama şeytan gelse, onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse, o adam o
şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukabil tarafa melek gibi bir adam gelse, ona
hâşâ lânet okuyacak derecede bir haksızlık gösterecek.Üçüncü suale deriz ki
: Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise; meksatta ve esasta
ittifak ile beraber, vesailde ihtilaf eder. Hakikatın her köşesini izhar
edip, hakka ve hakikata hizmet eder. Fakat, tarafgirane ve garazkârane
firavunlaşmış nefs-i emmare hesabına hodfuruşluk, şöhretperverane bir
tarzdaki tesadüm-ü efkârdan bârika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri
çıkıyor. Çünki maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının Küre-i
Arz'da dahi nokta-i telâkisi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz
müfritane gider. Kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hâl-i
âlem buna şahittir... M.) |
İHTİLAF-I DÂR |
Huk: Mirası bırakan ile vâristen her birinin başka başka ülkeler
ahâlisinden olması. |
İHTİLAF-I DİN |
Biri müslim, diğeri gayr-ı müslim olmak gibi ayrı dinde bulunmak. Din
ayrılığı miras almağa mânidir. Binaenaleyh gayr-i müslim, müslimin; müslim
de gayr-i müslimin mirasına nâil olamaz. Fakat müslim olmayan milletler
arasında din ayrılığı miras almağa mani değildir. |
İHTİLAF-I METALİ' |
Güneş, ay gibi gök cisimlerinin ufukta doğdukları yerin farklı oluşu. |
İHTİLAF-I RE'Y |
Fikir ihtilafı, fikirlerin başka başka olması. |
İHTİLAF-I RE'Y-İ ÜMMET |
Ümmetin re'y ayrılığı. Halkın fikirlerinin başka başka olması. |
İHTİLAFAT |
Anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar. İhtilaflar. |
İHTİLAF-DAR |
f. Huk: Mirasçı ile miras bırakanın ayrı ayrı memleketler halkından
olması. |
İHTİLAK |
Tıraş etme veya edilme. |
İHTİLAK |
Huy ve tabiat edinme. * Yalan uydurma. |
İHTİLAKEN |
İhtilak suretiyle, yalan uydurarak. |
İHTİLAKIYYAT |
Yalanlar, aslı olmayan sözler. Uydurma sözler. |
İHTİLAL |
(C.: İhtilalât) Ayaklanma, devlete isyan. Bozukluk, karışıklık. * Şerre
çalışmak, düzensizlik. |
İHTİLAL-İ NİZAM |
Nizamın bozukluğu. |
İHTİLAL-İ UMÛR |
İşlerin karışıklığı, işlerin bozukluğu. |
İHTİLALAT |
(İhtilâl. C.) Ayaklanmalar, isyan etmeler, ihtilaller.(Bütün ihtilalât
ve fesadın aslı ve mâdeni ve bütün ahlâk-ı rezilenin muharrik ve menbaı tek
iki kelimedir. O iki kelimenin imtizacından bomba gibi küre-i arz patladı.
Ve izdivacından medeni insanlardan canavarlar doğdu.Birinci kelime : "Ben
tok olsam, başkası açlıktan ölse bana ne!."İkinci kelime: "İstirahatım için
zahmet çek; sen çalış, ben yiyeyim."Merhametsiz nefis-perest olan birinci
kelime-i gaddâredir ki, âlem-i insanı zelzeleye getirip kıyameti kopmak
üzeredir. Şu kelimenin ırkını kesecek tek bir devası var ki; o da zekâttır
ve zekâtın mükemmili olan sadakadır. Ve onun mütemmimi olan karz-ı
hasendir.Haris, hodgâm, zalim olan ikinci kelimedir ki, beşerin
terakkiyatını öyle sarsıyor ki, herc ü merc ateşine atmak üzeredir. Şu
dahiye-i dehyânın tek bir devası var. O da hürmet-i ribadır ve faizin bütün
vesailini hayat-ı içtimaiyeden ref' etmektir... Adalet-i Kur'aniye âlem
kapısında durup ribaya: "Yasaktır, girmeğe hakkın yoktur" der. Beşer bu emri
dinlemedi, büyük bir sille yedi, daha müthişini yemeden dinlemeli!.. M.) |
İHTİLAM |
Uyurken cenabet olmak, düş azmak. Ergenlik. |
İHTİLAS |
(C.: İhtilasât) Çalma, sirkat, hırsızlık. * Usulca ve elçabukluğu ile
aşırma. * Bir çeşit ok atma tavrı. |
İHTİLAS-İ VAKT |
İşlerin arasında vakit bulabilme. |
İHTİLASAT |
(İhtilas. C.) Hırsızlıklar, çalmalar, sirkatler. |
İHTİLASKÂR |
f. Çalan, aşıran, hırsızlık yapan. |
İHTİLASKÂRAN |
(İhtilaskâr. C.) Çalanlar, aşıranlar, ihtilas edenler. |
İHTİLASKÂRANE |
f. Çalıp aşıranlara yakışacak şekilde, hırsızlar gibi. |
İHTİLAT |
Karışmak, karışıp görüşmek. |
İHTİLATGÂH |
f. İhtilat yeri. |
İHTİMA' |
(Himye. den) Perhiz. * Kaçınma, ictinâb etme. * Sığınma, himâyesine
girme. |
İHTİMAL |
(Haml. den) Mümkün olma, belki. Olması mümkün görünmek. * Kabul
eylemek. * Yükselip götürmek. * İhsana mukabil şükretmek. * Kızma ve
hiddetlenmekten dolayı yüzünün rengi değişmek. |
İHTİMAL-İ ZATÎ |
(Bak: İmkân-ı zatî) |
İHTİMALAT |
(İhtimal. C.) İhtimaller. Olması mümkün olan şeyler. |
İHTİMALAT-I BAİDE |
Uzak ihtimaller. |
İHTİMALAT-I KARİBE |
Yakın ihtimaller. |
İHTİMALAT-I KESİRE |
Pek çok ihtimaller. |
İHTİMAM |
Özenmek, fazla dikkat etmek. Gayret ve dikkat etmek. |
İHTİMAM |
Elem ve kederden uyuyamamak. * Perhizkârlık etmek, riyazette bulunmak. |
İHTİMAM |
Süpürmek, süpürülmek. |
İHTİMAM-I BEYT |
Evi süpürme, temizleme. |
İHTİMAR |
(Hamr. dan) Mayalanma, ekşiyip mayalanma. |
İHTİNAC |
Meyletme, bir tarafa yönelme, dönme. |
İHTİNAK |
(Hank. dan) Boğazın sıkılıp tıkanmasından dolayı nefes alamama.
Boğulma. |
İHTİNÂK-I RAHM |
Eskiden, rahmin tıkanmasından dolayı olduğu sanılan ve kadınlarda
görülen asabî bir hal ve hastalık. |
İHTİNAN |
Sünnet olma. |
İHTİRA' |
Evvelce keşfolunmamış, bilinmeyen bir şeyi keşfetmek. İcad etmek. *
Edb: Hiç kimse tarafından kullanılmamış tabirler ve mazmunlar kullanma.
(Bak: Delil-i ihtira', İbda') |
İHTİRAB |
Savaşma, muharebe etme. |
İHTİRAÎ |
(C.: İhtiraiyyat) İcad ve ihtira ile alâkalı. |
İHTİRAK |
Yanmak, tutuşmak, yanıp kül olmak. * Koz: Bir gezegenin güneşe
yaklaşması. |
İHTİRA'-KERDE |
f. Eşine rastlanmayan keşif. * Yaratılmamış olmak. |
İHTİRAM |
Hürmet olunmak, tazim olunmak, hürmet, saygı. |
İHTİRAMAT |
(İhtiram. C.) İhtiramlar, hürmetler, saygılar. |
İHTİRAMEN |
Hürmet ederek, saygı göstererek. |
İHTİRAMKÂR |
f. Saygılı, hürmetkâr. |
İHTİRAS |
Aşırı istek sahibi olmak, hırs duymak, şiddetli arzu. |
İHTİRAS |
(Hiraset. den) Kaçınmak, kendini korumak, muhafaza etmek. * Kesmek. |
İHTİRAS |
Ekme. |
İHTİRASAT |
(İhtiras. C.) Şiddetli arzu ve istekler. İhtiraslar. |
İHTİRASÎ |
Korunma, muhafaza olunma, kendini gözetme. |
İHTİRAZ |
Sakınmak, çekinmek, kaçınmak. |
İHTİRAZEN |
Korunarak, sakınarak, muhafaza olunarak. |
İHTİRAZÎ |
Çekinmeye ait, sakınmayla alâkalı. |
İHTİSAB |
Hesab sorma, mes'uliyet. * İhtisab dâiresinin aldığı vergi. * Emr-i
bilma'ruf nehy-i an-ilmünker vazifesi, * Ceza. * Eskiden belediye işlerine
bakan memurun işi ve dâiresi. |
İHTİSABİYYE |
İhtisaba (belediyeye) ait vergi. |
İHTİSAB RESMİ |
Eskiden belediye varidatı olarak damga, tartı, ölçü, panayır ve pazar
vergisi adı altında alınan vergiler ile, hile yapan esnaftan alınan para
cezalarının umumi adı. |
İHTİSAD |
Hasad etme, biçme. |
İHTİSAD-I MEZRUAT |
Ekinlerin biçilmesi. |
İHTİSAM |
(Husumet. den) Düşmanlık, husumet, muhâsame. |
İHTİSAR |
İcmâl etmek. Sözün kısaltılması. Kısaltmak. * Mat: Sadeleştirme,
basitleştirme. Hesapta bir tenasübü en küçük haddine indirme. |
İHTİSAREN |
İhtisar suretiyle, muhtasar olarak, kısaltarak, tafsilâtsız, kısaca. |
İHTİSAS |
(Husus. dan) Kendine mahsus kılmak. Bir kimsenin dünyevi veya uhrevi,
Kur'âni, İslâmi, imâni bir mesleğe, fen veya san'ata hasr-ı mesâi etmesi;
yalnız onunla meşgul olması. (Bu metot insanı muvaffakiyete eriştiren en
birinci ve en büyük bir âmildir. Bir kimse yaktığı bir meş'aleyi
parlatabilmesi ve bâkileştirebilmesi için o meş'alenin, o nurun pervanesi
olması gerekir.) Zübeyir Gündüzalp (R.Aleyh)* Gr: Mütekellim veya muhatab
zamiri olan mübtedanın haberinin hükmünü bir isme âit (mahsus) kılma. Bu
isim zamiri tâkibeder.(Bir fennin veya bir san'atın medar-ı münakaşa olmuş
bir mes'elesinde, o fennin ve o san'atın hâricindeki adamlar ne kadar büyük
ve âlim ve san'atkâr da olsalar, sözleri onda geçmez. Hükümleri hüccet
olmaz; o fennin icmâ-i ulemâsına dâhil sayılmazlar. Meselâ; büyük bir
mühendisin, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabib kadar
hükmü geçmez. Ve bilhassa, maddiyatta çok tevaggul eden ve gittikçe
maneviyattan tebaud eden ve nura karşı gabileşen ve kabalaşan ve aklı gözüne
inen en büyük bir feylesofun münkirâne sözü maneviyatta nazara alınmaz ve
kıymetsizdir.Acaba yerde iken arş-ı azamı temaşa eden, hârika bir dehâ-yı
kudsî sahibi olan ve doksan sene maneviyatta terakki edip çalışan ve
hakaik-i imaniyeyi ilmelyakîn, aynelyakîn hattâ hakkalyakîn suretinde
keşfeden Şeyh Geylâni (K.S.) gibi yüzbinler ehl-i hakikatın ittifak
ettikleri tevhidî ve kudsî ve manevî mes'elelerde, maddiyatın en dağınık ve
kesretin en cüz'î teferruatına dalan ve sersemleşen ve boğulan feylesofların
sözleri kaç para eder ve inkârları ve itirazları, gök gürültüsüne karşı
sivrisineğin sesi gibi sönük olmaz mı? Ş.) |
İHTİSAS |
Hissetmek. Sezmek. Duymak. Duygulanmak. Hislenmek. |
İHTİSASİYYUN |
İhtisas sâhibi kimseler, mütehassıslar. |
İHTİSAT |
İtibar gösterme, rağbet etme. |
İHTİŞA' |
Tam olarak dolma. * Yastık veya döşek gibi bir şey edinme. |
İHTİŞAD |
Toplanmak, birikmek, yığılmak. |
İHTİŞAM |
Debdebe. Şanlı görünüş. * Etbâ dairesi ve takımının kalabalığı. |
İHTİŞAR |
Büyük kafalı olma, koca başlı olma. * Toplanma, cem' olma. |
İHTİŞAŞ |
Kuru ot veya saman gibi hayvan yemi biriktirme. |
İHTİTAB |
(Hatab. dan) Odun toplamak, odun kesmek. |
İHTİTAB |
Nikâhla kadın veya kız istemek. |
İHTİTAF |
(Hatf. dan) Göz kamaştırma. * Kapıp götürme, kapma. |
İHTİTAL |
Gizli söylenen sözü dinleme. Kulak kabartma. |
İHTİTAM |
Hitam bulma, sona erme, iş bitme. |
İHTİTAN |
(Hitan. dan) Sünnet ettirme. |
İHTİTAT |
Yukarıdan aşağı indirme. |
İHTİTAT |
Sınırlandırma, hududlandırma. Hat çekme. * Sakal bitme. |
İHTİVA |
İçinde bulundurmak, içine almak, hâvi olmak, şâmil olmak. Bir şeyi
toplamak ve korumak. |
İHTİYAC |
Çaresiz kalıp istemek. Muhabbetle meyletmek. Acz, fakr ve yoksulluk.
Zaruret hali. |
İHTİYAC-I MÜBREM |
Elzem ve zaruri olan ihtiyaç. |
İHTİYACAT |
(İhtiyac. C.) İhtiyaçlar. Lüzumlu olan şeyler. |
İHTİYACAT-I ZARURİYE |
Zaruri ihtiyaçlar. (Ev, yeme, içme, yakma, giyinme v.s. gibi) |
İHTİYAL |
Gururlanma, enaniyetlenme, kibirlenme. |
İHTİYAL |
(Hile. den) Hile yapma, aldatma, düzen, oyun etme. |
İHTİYAL |
Korkma, havfetme. |
İHTİYALAT |
(İhtiyal. C.) Düzenler, hileler, aldatmalar, oyunlar. |
İHTİYAN |
Sözde durmama, emanete hiyanet etme. |
İHTİYAR |
Yaşlanmış kimse. Yaşlı. * Ist: İstek, arzu. Razı olmak. Katlanmak.
Seçmek. Tensib etmek. Seçilmek. (Bak: İrade) |
İHTİYAR-I CÜZ'Î |
(İhtiyar-ı cüz'iye) İnsanın küçücük ihtiyarı, iradesi. Pek az, zayıf
ihtiyar. (Bak: Cüz'-i ihtiyarî) |
İHTİYAR-I KÜLFET |
Külfete katlanma. |
İHTİYAR-I ZAHMET |
Zahmet ve meşakkate katlanma. |
İHTİYAR ELDEN GİTMEK |
Mc: Kendini zaptedememek, hiddet ve gazaba gelmek, irâdeyi kaybetmek. |
İHTİYARÎ |
Mecburi olmayan. İsteğe bağlı. Bir kimsenin isteğine bırakılmış olan. |
İHTİYARİYAT |
Yapılması insanın kendi elinde olan şeyler. |
İHTİYAT |
Sakınmak. İşleri iyi düşünmek. Tedbirlilik. İşlerde basiret üzere
bulunmak. Yedek. |
İHTİYATEN |
İhtiyat ederek, ilerisini düşünerek. |
İHTİYAT HAZİNESİ |
Tar: Savaş ve diğer fevkalâde masraflara karşılık olmak üzere sarayda
biriktirilen paralar. Gelirleri havass-ı hümayun hâsılatı, ganimetlerin
beşte biri ve başka hükümdarlardan gelen hediyelerdi. Buna "iç hazine" veya
"enderun hazinesi" de denilirdi. |
İHTİYATÎ |
İhtiyatla alâkalı. Gelecek zamana ait olan. |
İHTİYATKÂR |
f. İhtiyatlı, ilerisini düşünen. |
İHTİYATKÂRANE |
f. İhtiyatla, sakınganlıkla. |
İHTİZA' |
Tevazu. Gönül alçaklığı. Alçak gönüllülük. |
İHTİZA |
Ateş yakıp alevlendirme. |
İHTİZAB |
(Saç, sakal v.s.yi) boyama. |
İHTİZAM |
Kemer takma, kuşak bağlama. |
İHTİZAN |
Birisini işinden alıkoyma. * Çocuğu besleme. |
İHTİZAR |
(İhtidar) Huzura çıkmak. Hâzır olmak. * Can çekişmek. Hastanın ölüme
hazır olması. |
İHTİZAR |
Hazer etmek. Korunmak. Sakınmak. |
İHTİZAZ |
Haz duymak. Ferahlamak. |
İHTİZAZ |
Hafif titremek. Deprenmek. * Şevk ile meyil ve hareket. Harekete geçme.
* Sallanma, sıçrayıp oynama. |
İHTİZAZ |
Alçalma, tezellül. |
İHTİZAZÎ |
İhtizaza ait. Titremekle alâkalı. |
İHVAN |
( kelimesinin cem'i) Kardeşler. Eş, dost. * Sâdık arkadaşlar. * Aynı
mezheb veya tarikata mensub olanlar. |
İHVAN-I BÂSAFA |
Mevlevi tabirlerindendir. Saf, yani kalbinde gıll u gış bulunmayan
kardeşler mânâsınadır. |
İHVANİYAT |
Arkadaşlar, eş dost mektubları. |
İHVE |
Kardeşler. Arkadaşlar. |
İHYA |
Diriltmek. Yeniden hayata kavuşturmak. Canlandırmak. Şenlendirmek.
Uyandırmak. * Gece de uyumayıp çalışmak veya ibâdetle vakit geçirmek.(İnsan
der: "Çürümüş kemikleri kim diriltecek?" Sen, de: "Kim onları bidayeten inşâ
edip hayat vermiş ise o diriltecek." S.) (Bak: Hayat) |
İHYA-Yİ EMVAT |
Ölüleri diriltmek. |
İHYA-Yİ LEYL |
Geceyi ibadetle geçirmek. |
İHYA-Yİ MEVAT |
İşlenmemiş toprağı, ekin için elverişli bir hâle getirme. |
İHYA-KERDE |
f. İhya edilmiş. Lutfedilmiş. Yeniden inşa edilmiş. |
İHYANEN |
(Bak: Ahyanen) |
İHZA' |
Ganimetten pay ayırma. * Ayakkabı giydirme. |
İHZA' |
Semirme, yağlanma. Semirtme, semirtilme. |
İHZA' |
Rezil ve rüsvay etme. Kepâze etme. |
İHZAK |
Kahkaha ile gülme. Çok gülme. |
İHZAL |
Islatma, ıslatılma. |
İHZAL |
Şaka ve alay ile çok uğraşma. |
İHZAN |
Mahzun etme, hüzünlendirme, keder verme. |
İHZAR |
Hazır etmek. Hazırlamak. * Huzura getirmek. Derpiş etmek. * Mahkemeye
gelmeyenleri cebren getirme müzekkeresi. |
İHZARAT |
(İhzar. C.) Hazırlıklar, hazırlanmalar. |
İHZAREN |
Huzura getirerek. Birini mahkemeye dâvet ederek. * Hazırlayarak, ihzar
ederek. |
İHZARÎ |
Hazırlık mahiyetinde olan. Hazırlayan. |
İHZARİYE |
Aleyhine açılan dâva münasebetiyle getirilen şahıslardan, gönderilen
mübaşir veya muhzirin masrafı karşılığı olarak tahsil edilen para.
İhzariyeye mübaşir ve muhzirin at ve araba masrafından başka yemek, içmek
gibi şahsî masrafları da ilâve edilirdi. * Birinin mahkemeye çağrılması için
yazılan yazı. |
İHZAZ |
Rahatlandırmak. Haz duymak. Nasipli olmak. Bahtlı. |
İJEK |
f. Kıvılcım, şerare. |
İKA' |
(Vuku'. dan) Vuku buldurmak. Fena bir şey yapmak. Meydana getirmek.
Yetiştirmek. Düşürmek. |
İKÂ' |
Dayanma, istinad etme. * Dayanacak bir şey verme. |
İKAB |
Şiddetli azab, eziyet, ceza. |
İK'AD |
Bir hükümdarın tahta oturtulması. Oturtmak. |
İKAD |
Ateş yakma, tutuşturma. |
İKAD-I KANADİL |
Kandillerin yakılması. |
İ'KAD |
Düğümlemek. Bağlamak. Bend etmek. |
İKAD |
Kuvvetlendirme, sağlam kılma. |
İKAE |
Kusturma, istifra ettirme. Kusturulma. |
İKAF |
(Vakf. dan) Vakfetme, malını vakıf şekline koyma. * Bir işten vaz
geçme, durdurma. |
İKAF |
Palan. |
İKAHE |
Düşmana üstün gelme, galibiyet. |
İKAL |
Ayak bağı, ayak köstegi. * Bağ, bend. |
İKALE |
Pazarlığı bozma. Her iki tarafın isteğiyle alışveriş mukavelesini
bozma. Bir hukuki muamele ile meydana gelen vaziyetin diğer bir hukuki
muamele ile eski haline getirilmesi. * Demediği halde "Dedin" diye iddia
etme. |
İKAM |
Kısırlar, akamete uğrayanlar. |
İKAME |
Oturtmak. Mukim olmak. Yerleştirmek. İskân eylemek. Bulundurmak.
Meydana koymak. Vücuda getirmek. Dâva açmak. Ayağa kaldırmak. Kıyam etmek. |
İKAME-İ BEYYİNE |
Şâhid getirme. |
İKAME-İ DA'VA |
Dâvâ açma. |
İKAMET |
Bir yerde kalmak. Oturmak. * Müezzinin kamet getirmesi. |
İKAMETGÂH |
f. Ev, hane. * İkamet yeri. |
İKAN |
İyi ve yakînen bilmek. * Sağlam bir iş. * Yakin hasıl etmek ve edilmek
suretiyle bilmek. |
İKAR |
Doldurma, doldurulma. |
İ'KAR |
Kadının dölyatağını sakatlama. |
İK'AR |
Derinletme, derinleştirme. |
İK'AR-I ÂBÂR |
Kuyuların derinleştirilmesi. |
İK'AR-I ENHAR |
Nehirlerin derinleştirilmesi. |
İKAZ |
Uyandırmak. Gafletten kurtarmak. Tenbih. |
İKBAB |
Yüzüstü düşme, kapanma. * Bir şeyin üstüne fazla düşme. Olması için
aşırı derecede çalışma. |
İKBAH |
(Kubh. dan) Fenalık yapma, kötülük etme. |
İKBAL |
Bir şeye yönelmek. Teveccüh etmek. Reddetmeyip kabul etmek. Bir şeyi
birinin önüne götürmek. Baht açıklığı. Talih. Refah. * İstemek. (Bak: İdbar) |
İKBAL-İ BEŞER |
İnsanın saadeti. |
İKBALCU |
f. İkbal ve büyüklük arayan. Onların peşinde olan. |
İKBALMEND |
f. Bahtiyar, mutlu, saadetli, talihli. * Refaha, büyük bir makama
erişen. |
İKBALPEREST |
f. Bir mevki ve makam için hırslı olan. İkbale çok hırs duyan. |
İKBAR |
Ulu görme, büyük görme veya görülme. |
İKBAR |
Kabre koyma, mezara koyma veya konulma. |
İKBAR-I MEYYİT |
Ölünün kabre konulması. Mevtanın gömülmesi. |
İKDAM |
Gayret ve sebat ile çalışmak. İlerlemeye gayret etmek. Devamlı
çalışmak. İlerlemek. |
İKDAMAT |
(İkdam. C.) İlerlemeler. Sürekli çalışmalar. |
İKDAR |
(Kudret. den) Kudret verme, kuvvetleştirme, güç kazandırma. Geçimini
sağlama. * Birini kayırma. |
İKDİRAR |
Bulanma, bulanık olma. |
İKDİRAR-I MÂ' |
Suyun bulanması. |
İKFA' |
Edb: Sesleri birbirine yakın olan harflerle kafiye yapmak. |
İKFAL |
Kilitlenmek, kilitlemek, kilit takmak. |
İKFAL |
Kefil gösterme, tekellüf ettirme. |
İKFAR |
Birisine kâfir demek, kâfir denilmek. |
İKHAT |
Kuraklığa uğratma, kıtlığa uğratma. |
İKİÇİFTE |
t. Dört kürekli kayık. |
İKİ DİRHEM BİR ÇEKİRDEK |
Mc: "Pek süslü" yerine kullanılır bir tabirdir. Osmanlı altını iki
dirhem bir çekirdek ağırlığında olduğu için bu tâbir meydana gelmiştir. |
İKİ ELİ YAKASINDA OLMAK |
Mecaz yoluyla âhiret gününde birinden hakkını aramak. |
İKİLİK |
t. İki kuruş kıymetindeki eski gümüş para. * İki kısımdan meydana
gelmiş. * Ayrılık, ihtilâf, ikiye bölünme, iki taraf olma. |
İKİNDİ DİVANI |
t. Tanzimattan evvel sadrazamların kendi konaklarında yaptıkları
divanlar. Bu divan ikindi namazından sonra toplandığı için bu adı almıştı.
Bâb-ı Âlî teşkilâtının ilk şekli olarak Divan-ı Hümayun, muayyen günlerde
toplandığı zaman, vezir-i azamlar da divanda bitirilemeyen veya arza lüzum
görülmeyen işleri kendi konaklarında salı ve perşembenin haricindeki
günlerde hallederlerdi. Sadrazamdan başka hiçbir vezir, ikindi divanı
aktedemezdi. (O.T.D.S.) |
İKLAB |
Tersine çevrilme, çevirmek. Tersine döndürmek. |
İKLAL |
(Kıllet. den) Azaltma, miktarını indirme. * Az bulma, az görme. |
İKLİL |
Hz. Peygamber'in (A.S.M.) Zebur'da geçen bir ismidir. Müzeyyen tâç
manâsına da gelir. |
İKLİM |
(Bak: Iklim) |
İKMAH |
Buğdayı un yapma. Buğday yetiştirme. * Kafa tutmak, kibir ve azametle
karşı gelmek. |
İKMAL |
Tamamlamak. Bitirmek. Mükemmelleştirmek. |
İKMAL-İ NEVAKIS |
Eksiklikleri tamamlamak. |
İKMAL-İ NÜSAH |
Bütün sahifeleri tamam etmek, okuyup bitirmek. |
İKMAM |
Ağaçların tomurcuklanması. Çiçek tomurcuğu görünmesi. * Elbiseye yen
yapmak. |
İKMAN |
Gizleme, saklama, örtme. |
İKNA' |
Kanaat vermek. Râzı etmek. Râzı edilmek. İnandırmak. İnandırılmak. *
Ayakta iki tarafa bakmadan durmak. |
İKNAİYYAT |
İknâ etmek veya râzı etmek için söylenilen sözler. |
İKNAİYYAT-I HİTABİYYE |
Kelâm ilmine ait bir ıstılahtır. Zannî olan aklî delil demektir.
Bürhanın aşağı mertebesidir. Aklı, muhalif fikirlerle karışmamış ve bürhanı
anlayamayacak kimseler için kullanılır. İsbattan çok ikna vasfı taşır. |
İKNAN |
Örtme, saklama, gizleme. |
İKRA' |
Okutmak. "Oku" diye emretmek. * Selâm göndermek. Yakın gelmek. Ziyafet
istemek. |
İKRA |
Kiraya verme. |
İKRAB |
Kederlendirme, hüzün verme. |
İKRAH |
İğrenmek. Tiksinmek. Bir işi istemiyerek yapmak. * Birine zorla iş
yaptırmak veya muamele yapmak. |
İKRAH-I GAYR-İ MÜLCÎ |
Huk: Eskiden döğme ve hapis gibi yalnız keder ve elemi icab ettiren
şeylerle vuku bulan ikrah. |
İKRAH-I MÜLCÎ |
Huk: Ölüm veya bir uzvun kesilmesi veya bunlara sebep olacak şiddetli
döğme ile olan ikrah. |
İKRAH-I NÂKIS |
Huk: Dayak ve hapis gibi keder ve elemi gerektiren şeylerden meydana
gelen mecburiyet. |
İKRAHEN |
İstemiyerek, tiksinerek. Zorlanarak. |
İKRAM |
Ağırlamak. Hürmet etmek. Saygı göstermek. * İltifat olarak bir şeyler
vermek. * Bağış. * Hesap dışı verilen şey veya yapılan indirme, tenzilât. *
Allah'ın lütfu ve ihsanı.(İkramın izharı, yani Allah'ın lütfu ve ihsanı olan
ikramın izharı tahdis-i nimettir. İnsanın nefsi, Allah'ın lütfunu kendine
isnad etmez. Çünkü kesbinin medhali yoktur.) |
İKRAMAT |
(İkram. C.) İkramlar, hürmetler, bağışlar. |
İKRAMEN |
İkram olarak. Ağırlama suretiyle. Hürmet, tazim ve saygı için. |
İKRAMİYE |
Hürmet ve mükâfat için verilen para veya hediye. * Memurlara maaş
haricinde ve her sene belli bir zamanda verilen para. * Yapılan iyilik
karşılığı olarak verilen hediye veya para. * Satıcı tarafından pazarlığın
hâricinde olarak müşteriye yahut arada vasıta olana verilen şey. * Bazı
teşekkül ve müesseselerin belirli zamanlarda, hisse sahiplerine kur'a
çekerek dağıttıkları para. |
İKRAR |
Açıktan söylemek. Kabul ve tasdik etmek. Hakkı itiraf etmek. Karar
vermek. Mukarrer kılmak. * Fık: Bir kimseye diğerinin kendisinde olan
hakkını haber vermek. |
İKRAR-I MARİZ |
Ölüm ânında iken edilen ikrar. Vasiyetname. |
İKRAR Bİ-L KİTABE |
Bir kimsenin diğer bir kimseye olan borcunu kitabetle yani yazı ile
tasdik etmesi. Tabirin mânası yazı ile ikrar'dır. |
İKRAZ |
Ödünç vermek. Borç vermek. * Kesip ayırmak. |
İKRAZAT |
Borçlar. Borç vermeler. |
İKSA' |
Kasvet. Sıkıntı vermek. Sıkıntı verilmek. |
İKSA-Yİ KALB |
Gönül sıkıntısı, iç darlığı. |
İKSA |
Giydirmek. Giyecek vermek. |
İKSA-Yİ EYTAM |
Yetimlerin giydirilmesi. |
İKSAD |
(Kesad. dan) Kesada düşürme, kesatlandırma. |
İKSAL |
(Kesel. den) Bezginlik ve bıkkınlık verme. |
İKSAM |
Kasem etme, yemin etme, and içme. |
İKSAM |
Çok miktarda mal alıp biriktirme. * Kökünü kırma. Hepsini silip
süpürme. |
İKSAR |
(Kesret. den) Çoğaltma, fazlalaştırma, arttırma. |
İKSAR-I KELÂM |
Çok söyleme, sözü uzatma, gevezelik etme. |
İKSAR |
Bir şeyi yapmak imkânı varken yapmama. |
İKSAT |
Doğruluk ve hakkaniyet gösterme. |
İKSİR |
Çok te'sirli, her derde devâ sayılan mevhum cisim. Bir şeyin olmasına
veya hastanın iyileşmesine sebeb olan ehemmiyetli madde. * Tıb: Oldukça
şekerli ve kolayca alınabilen bir ilâç. * Eski kimyada: (Bazılarının
söylediğine göre) kıymetsiz madenleri ve sair şeyleri altuna tebdile ve
bütün hastalıkları gidermeye vesile olan ve öyle te'sirli farzedilen ilâç. |
İKŞİ'RAR |
Ürperme. Ürkmeden dolayı tüylerin diken diken kalkması ve derinin iğne
iğne kabarması. |
İKTAB |
(Ketb. den) Yazdırma, dikte ettirme. |
İKTAM |
(Ketm. den) Gizleme, saklama. |
İKTAN |
Yapıştırma veya yapıştırılma. |
İKTAT |
Alçak sesle kulağa fısıldama. |
İKTIFA |
Arkasından gitme, ardına düşme, takib. |
İKTİBAS |
Bir söz veya yazıyı olduğu gibi veya kısaltarak almak. Birisinden ilmen
istifade etmek. İstifade suretiyle almak, alınmak. * Söz arasında Kur'an-ı
Kerimden veya Hadis-i Şeriftden veya başka makbul eserlerden bir cümlenin
kâmilen veya kısmen az tasarruf ile veya tasarrufsuz alınması. * Ateş almak.
* Ödünç almak. |
İKTİBASAT |
(İktibas. C.) İktibaslar, aktarmalar. |
İKTİBASEN |
İktibas suretiyle. Faydalanma yoluyla alarak. Parça alarak. |
İKTİDA |
Uymak, tâbi olmak. Birinin hareketini örnek alarak ona benzemeye
çalışmak. İttiba etmek. |
İKTİDAEN |
Uyarak, tâbi' olarak. |
İKTİDAB |
Bir şeyi kendisi için kesmek. * Henüz öğretilmemiş deveye binmek. *
İrticâlen söz söylemek. * Edb: Şâir, kasidesinden teşbihi keserek maksadına,
yani medhettiğinin medhine geçmek. Hüsn-i tahallus (yani: Bir şeyin meydana
gelmesine hayali ve güzel bir sebeb göstermek ile olan intikal), en uygunu
ve en lâtifi olur. Müelliflerin Emmâ ba'dü, "Bundan sonra" kelimesine
iktidab demeleri hamdeleden inkitaa binaendir. Edb. S.) |
İKTİDAR |
Güç, takat. Kudret. Güç yetmek. Yapabilmek. |
İKTİDAR-I KÂMİN |
Gizli güç. |
İKTİDARÎ |
Güç ve iktidarla alâkalı ve mensub. |
İKTİFA |
Fazla istemeyiş. Yeter bulmak. Kâfi görmek. Var olanı yeter saymak. |
İKTİHAL |
Göze sürme çekme. |
İKTİHAL |
İhtiyarlama, yaşlılanma, kocama. * Saç ve sakala kır düşme. |
İKTİHAM |
Hücum ve istilâ eylemek. * Dayanmak. Tahammül etmek. Katlanmak.
Güçlükleri yenmek. * Mülâhazasız bir işe başlamak. * Bir şeyi hakir
addetmek. |
İKTİHAMAT |
(İktihâm. C.) İktihamlar, hücumlar, saldırışlar. * Tahammül etmeler,
göğüs germeler. |
İKTİHAN |
Kır saçlı ve sakallı olma. |
İKTİLA' |
Kapıp alma, koparma. |
İKTİMAN |
Gizlenme, saklanma. |
İKTİMAN-I SÂRIK |
Hırsızın gizlenmesi. |
İKTİNA' |
Künyelenme. * Anlaşılmayacak şekilde söyleme. * Gizlenme, saklanma. |
İKTİNA' |
Yığma, biriktirme. * Çalışarak kazanma. * Meslek edinme. * Tuzak kurup
avlanma. * İmsak etme. * Sermâye verme. |
İKTİNAF |
Bir şeyin etrafını kuşatmak. * Deve için ağıl edinmek. |
İKTİNAH |
(Künh. den) Bir işin esâsını, künhünü, kökünü ve gerçeğini anlama.
İçyüzüne, derinliğine varma. |
İKTİNAN |
Saklanma, gizlenme. |
İKTİNAN-I NİSVAN |
Kadınların örtünmesi. |
İKTİNAS |
Tuzak kurup avlanma. |
İKTİRA' |
Kurrâ atma, seçme. |
İKTİRA' |
(Kirâ. dan) Kiralama, kira ile tutma. |
İKTİRAB |
Tasalı ve gamlı olma. Korkulu ve hüzünlü bulunma. |
İKTİRAB |
(Kurb. dan) Yanaşma, yaklaşma, takarrüb. |
İKTİRAB-I SAAT |
Kıyamet vaktinin yaklaşması. |
İKTİRAC |
Paslanma, küflenme. |
İKTİRAF |
Emek çekerek kesb ü kâr eylemek, kazanmak. * Günah kazanmak. |
İKTİRAH |
(C.: İktirahat) (Karh. dan) Evvelden hazırlamadan düzgün bir şekilde ve
içe doğduğu gibi (şiir veya nutuk) söyleme. |
İKTİRAN |
Ulaşmak. Mukarin olmak. Yaklaşmak. Yetişmek. * İki şeyin bir arada
gelmesi. İki nimetin aynı anda bulunması gibi... (İktiran tâbirinden
anlaşılan: Bir şeyin zahirî sebebiyle o şeyin beraber görünmesidir. Meselâ
bir bahçeye su vermek zahirî sebebi ile nebatların büyümesi; veya bir
mürşidin irşadiyle hidayete ermenin bir zaman içinde beraber bulunmaları ki,
hem zahirî sebeplerin, hem de neticelerin hakiki sahibi ve müessiri ancak
Cenab-ı Hak'tır.)(Esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan; iki şeyin
beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, "iktiran" tabir edilir, birbirine
illet zannetmeleridir. Hem bir şeyin ademi, bir nimetin mâdum olmasına illet
olduğundan, tevehhüm eder ki: O şeyin vücudu dahi, o nimetin vücuduna
illettir. Şükrünü, minnettarlığını o şeye verir, hataya düşer. Çünki bir
nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddematına ve şerâitine terettüb eder.
Halbuki o nimetin ademi, birtek şartın ademiyle oluyor. Meselâ: Bir bahçeyi
sulayan cedvelin deliğini açmıyan adam, o bahçenin kurumasına ve o
nimetlerin ademine sebeb ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin
vücudu, o adamın hizmetinden başka yüzer şeraitin vücuduna tevakkufla
beraber, illet-i hakiki olan kudret ve irade-i Rabbaniye ile vücuda gelir:
İşte bu mağlatanın ne kadar hatâsı zâhir olduğunu anla ve esbabperestlerin
de ne kadar hatâ ettiklerini bil! L.) |
İKTİRAN-I KEVAKİB |
Ast: İki gezegenin zâhiren birbirine yakın bir mevziye gelmeleri veya
aynı burçta bulunmaları. |
İKTİRANÎ KIYAS |
Man: Neticenin aynı veya nakizı, mukaddemelerinin birisinde bilfiil
zikredilmeyen kıyastır. Meselâ: "Her cisim muhdestir". Ve nakizı olan: "Bazı
cisimler muhdes değildir" kaziyeleri, ne birinci ve ne de ikinci mukaddemede
hey'et-i mecmuası ile zikredilmiş olmadığından iktirânidir. |
İKTİRAS |
Bir işe ehemmiyet verme, bir şeyi mühimseme. * Kederli ve hüzünlü olma. |
İKTİRAZ |
(Karz. dan) Borç alma. |
İKTİSA |
Giyinmek, giymek. |
İKTİSA |
Biriktirme, toplama, yığma. |
İKTİSA-İ NUKUD |
Para biriktirme. |
İKTİSAB |
Kazanmak. Tahsil etmek. Elde etmek. |
İKTİSAB-I ŞAN Ü ŞÖHRET |
Şan ve şöhret kazanma, meşhur olma. |
İKTİSABAT |
(İktisab. C.): İktisablar, kazanmalar, elde etmeler ve edinmeler. |
İKTİSAD |
Tutum, biriktirme. Her hususta itidal üzere bulunmak. Lüzumundan fazla
veya noksan sarfiyattan kaçınmak. * Edb: Beyit veya kasideyi birbirine vasl
ile uzatmak.(İktisad ve hıssetin çok farkı var. Tevâzu, nasıl ki ahlâk-ı
seyyieden olan tezellülden mânen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i
memduhadır. Ve vakar, nasıl ki kötü hasletlerden olan tekebbürden mânen ayrı
ve sureten benzer bir haslet-i memduhadır. Öyle de: Ahlâk-ı âliye-i
Peygamberiyeden olan ve belki kâinattaki nizâm-ı hikmet-i İlâhiyye'nin
medarlarından olan iktisad ise, sefillik ve bahillik ve tama'kârlık ve
hırsın bir halitası olan hısset ile hiç münasebeti yok. Yalnız, sureten bir
benzeyiş var. Bu hakikatı te'yid eden bir vâkıa:Sahabenin abâdile-i seb'a-yı
meşhuresinden olan Abdullah İbn-i Ömer Hazretleri ki: Halife-i Resulullah
olan Fâruk-u Azam Hazret-i Ömer'in (R.A.) en mühim ve büyük mahdumu ve
sahabe âlimlerinin içinde en mümtazlarından olan o zat-ı mübârek çarşı
içinde, alış verişte, kırk paralık bir meseleden iktisad için ve ticaretin
medarı olan emniyet ve istikameti muhafaza için şiddetli münakaşa etmiş. Bir
sahabe ona bakmış. Ruy-i zeminin Halife-i Zişânı olan Hazret-i Ömer'in
mahdumunun kırk para için münakaşasını acip bir hısset tevehhüm ederek o
imamın arkasına düşüp, ahvâlini anlamak ister. Baktı ki Hazret-i Abdullah
hâne-i mübârekine girdi. Kapıda bir fakir adam gördü. Bir parça eğlendi;
ayrıldı, gitti. Sonra hanesinin ikinci kapısından çıktı, diğer bir fakiri
orada da gördü. Onun yanında da bir parça eğlendi; ayrıldı, gitti. Uzaktan
bakan o sahabe merak etti. Gitti o fakirlere sordu: "İmam sizin yanınızda
durdu, ne yaptı?" Herbirisi dedi: "Bana bir altın verdi." O sahabe dedi:
"Fesübhânallah... Çarşı içinde kırk para için böyle münakaşa etsin de, sonra
hanesinde ikiyüz kuruşu kimseye sezdirmeden kemâl-i rıza-yı nefisle versin!"
diye düşündü, gitti, Hazret-i Abdullah İbn-i Ömer'i gördü. Dedi: "Ya İmam!
Bu müşkülümü hallet. Sen çarşıda böyle yaptın, hanende de şöyle yapmışsın."
Ona cevaben dedi ki: "Çarşıdaki vaziyet iktisattan ve kemâl-i akıldan ve
alışverişin esası ve ruhu olan emniyetin, sadâkatın muhafazasından gelmiş
bir hâlettir; hısset değildir. Hânemdeki vaziyet kalbin şefkatinden ve ruhun
kemalinden gelmiş bir hâlettir. Ne o hıssettir ve ne de bu israftır."İmam-ı
Azam, bu sırra işaret olarak: "Lâ isrâfe fi-l hayri kemâ lâ hayre fi-l
isrâfi" demiş. Yani: "Hayırda ve ihsanda (fakat müstahak olanlara) israf
olmadığı gibi, israfta da hiçbir hayır yoktur..." L.)(İktisad, lügatta
"amelde i'tidal" demektir ki, kasıddan me'huzdur. Çünkü matlubunu iyi
tanıyan bir kimse, onu hiç eğilip bükülmeden istikamet üzere kasdeder.
Maksudunun mevzi ve mevkiini bilemiyen ise tahayyür içinde kalır. İfrat veya
tefrit ile kâh sağa, kâh sola bocalar, çabalar durur. İşte bu sebeple
iktisad, maksada müeddi olan amel demek olmuştur. Umur-u maliyedeki
iktisadın da esası budur.) (E.T.) |
İKTİSADÎ |
İktisada ait, tutumla alâkalı. Ekonomik. |
İKTİSADİYAT |
İktisad bilgisi. İktisad ve tutumla alâkalı olan işler. |
İKTİSAM |
(Kısım. dan) Bölüşmek, paylaşmak. |
İKTİSAR |
(Kasr. dan) Sözü kısa kesmek. Kısaltmak. |
İKTİSAR |
(Kesir. den) Paralamak. Kırılmak. |
İKTİSAS |
Birinin izinden, ardından gitmek. * Kısas istemek. İntikam almak. *
Kıssa. * Hikâyeyi veya bir haberi doğruca söylemek. |
İKTİSAS |
Çekip koparma veya koparılma. |
İKTİTA' |
Almak. Bir şeyin bir kısmını koparıp almak. |
İKTİTAB |
Yazılmış olan bir şeyin kopyasını çıkarma, suretini alma. |
İKTİTAF |
Edb: Sözün özünü almak. * Ağaçtan meyve toplamak. Toplanma. Toplama. *
Bir uğraşma sonucunda faydalanma. |
İKTİTAF-I ESMAR |
Meyve toplama. |
İKTİTAL |
Birbirini öldürme. |
İKTİTAM |
(Ketm. den) Ketmetme, gizleme, saklama. * Sararma. |
İKTİVA' |
Dağlama. Kızgın demirle vücudun bir yerine dağ vurma. |
İKTİVA' |
Kuvvetlenme. |
İKTİYAD |
Tutup götürme veya götürülme. |
İKTİYAD |
Hile yapma, dalavere ve oyun etme. |
İKTİYAL |
Kile veya ölçek ile ölçme. |
İKTİYAS |
Benzerini bulma. * Ölçme, kıyas tutma. |
İKTİZA |
Lâzım gelme, gerekme. * Lâzım, ihtiyaç. Gerek. * İşe yarama. |
İKTİZA-Yİ HAL |
Halin ve durumun gösterdiği lüzum. |
İKTİZAZ |
Bozulup buruşma. |
İKVAL |
Bir kimsenin, söylemediği halde bir sözü söyledi diye iddia etme. |
İKZA |
Azarlama, sövme, hakaret etme. |
İLA |
Son, nihâyet, dek, değin,...ye,...ye kadar (mânâlarına gelir, harf-i
cerdir.) |
İ'LA |
(Ulüv. den) Yükseltmek. Bir şeyin yukarısına çıkmak. Yukarı kaldırmak.
Şânını yüceltmek. Şöhretini artırmak. |
İ'LA-YI KELİMETULLAH |
Allah kelâmının, İslâmiyetin ulviyetini ve hakikatlarının kıymetini
bildirmek ve yaymak. Hakaik-ı Kur'âniye ve imâniyenin neşir ve tâmimine cehd
ile çalışmak.(Bu zamanda her bir mü'min i'lâ-yı Kelimetullah ile
mükelleftir. H.)(Eskiden beri i'lâ-yı Kelimetullah ve beka-yı istiklâliyet-i
İslâm için farz-ı kifâye-i cihadı deruhde ile, kendini yek-vücud olan Alem-i
İslâma fedaya vazifedâr ve hilâfete bayrakdar görmüş olan bu devlet-i
İslâmiyenin felâketi; Alem-i İslâmın saâdet-i müstakbelesiyle telâfi
edilecektir. Zira şu musibet, mâye-i hayatımız ve âb-ı hayatımız olan
uhuvvet-i İslâmiyenin inkişaf ve ihtizazını harikulâde ta'cil etti. R.N.) |
İLA' |
Çok istekli ve tâlib kılma, haris etme. |
İLA' |
Sıkıntı ve derde uğramak. * Karısına yaklaşmamak için erkeğin yemin
etmesi. |
İLÂ-ÂHİR |
Sona kadar, diğerleri de böyledir ve başkaları... (manalarına gelir.) |
İL'AB |
Oynatma, oynatılma. |
İLAC |
İçeri sokma, idhal etme, girdirme. |
İLAC |
Derde devâ olan şey. Hastayı veya yaralıyı iyi etmek için içmek veya
sürmek üzere verilen şey. * Devâ, mualece. * Mc: Tedbir, çare, tavsiye,
derman. * Hastaya bakma, iyi olmasına çalışma. |
İLAC NÂ-PEZİR |
f. Tedavisi mümkün olmayan, ilâç kabul etmeyen. * İmkânsız, çaresiz. |
İLAC-PEZİR |
f. Çaresi bulunabilen. * Tedavi edilebilen, ilâç kabul eden. |
İLAD |
(Veladet. den) Doğurma, tevlid etme. * Doğurtma. |
İLAF |
Ülfet etmek. Alıştırmak. Ülfet ettirmek. * Bir adedi bine çıkarmak. |
İ'LAF |
(Alef. den) Hayvana yem verme. |
İLAH |
Kendine ibadet edilen, Allah (C.C.) Her şeyden çok sevilen, tâzim ve
tesbih edilen Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri.(Eğer her şey Cenab-ı
Hakk'a isnad edilmezse, bir an-ı vâhidde, gayr-ı mütenahî ilahların isbatı
lâzım gelir; ve bütün zerrat-ı kâinattan daha çok olan şu ilahların
herbirisi, bütün ilahlara hem zıd hem misil olması lâzım geliyor. Ve aynı
zamanda, herbirisi, bütün kâinata elini uzatmış tasarrufatta bulunuyor gibi
bir vaziyet alması lâzım gelir. Meselâ: Bal arısının bir ferdini yaratan bir
kudretin hükmü bütün kâinata câri ve nâfiz olması lâzımdır. Zira o bal
arısı, kâinatın unsurlarına nümunedir; eczasını kâinattan alıyor. Halbuki,
vücud sahasında mahal ve makam, yalnız ve yalnız Vacib-ül Ehad'a mahsustur.
Eğer eşya kendi nefislerine isnad edilirse, herbir zerreye bir uluhiyet
lâzımdır. Meselâ: Ayasofya'nın bânisi inkâr edildiği takdirde, herbir taşı
bir Mimar Sinan olması lâzım geliyor. Öyle ise, kâinatın Sânia olan
delâleti, kendi nefsine olan delâletinden daha vâzıh, daha zâhir, daha
evlâdır. M.N.) |
İLAH |
Arabçadaki "ilâ âhir" kelimesinin kısaltılmışı. "Sonuna kadar, böylece
devam eder" demektir. |
İLAHE |
Müşriklerin kadın heykeli şeklindeki putları. Bâtıl mâbud. |
İLAHÎ |
Cenâb-ı Hak ile alâkalı, Allah'a dâir. Cenab-ı Hakk'a aid ve müteallik.
* Ey Allahım, ey İlâhım! (meâlinde duâ içinde söylenir). * Edb: Tasavvufî
şairler tarafından dinî ve İlâhî fikirleri havi olmak üzere yazılmış olan ve
makamla okunan şiirler. |
İLAHİYAT |
Hikmet ilminin dinden ve sadece Cenab-ı Hak'tan bahseden kısmı.
Filozoflarca fikir olarak ileri sürülen dine dâir nazariyeler, düşünceler. |
İLAHİYYUN |
İlâhiyatçılar. * Fls: Sadece Allah'ın varlığından bahseden filozoflar.
Sadece akıllarına güvenerek Cenab-ı Hak'tan bahseden bir kısım filozoflar.
(Bak: Feylesof) |
İ'LAK |
(Alak. dan) Sülük yapıştırmak. |
İ'LAL |
Harf-i illetlerin kolaylık için başka harfe değiştirilmesine denir. ( )
nin ( ) olduğu gibi. |
İLALLAH-İL MÜŞTEKA |
Şikâyet Allah'adır. Allaha şikâyet edilir. |
İ'LAM |
Bildirmek. Belli etmek. Anlatmak. * Mahkeme hükmünü bildiren resmi
karar yazısı. |
İLAM |
Elem vermek. Rencide etmek. * Düğün yemeği. |
İ'LAMAT |
(İ'lam. C.) Bir dâvânın mahkemece nasıl bir hükme bağlandığını gösteren
resmî vesikalar. |
İ'LAMAT-I NİZAMİYE |
Huk: Nizamiye mahkemelerinden çıkan ilâmlar. |
İ'LAMAT-I ŞER'İYE |
Huk: Şer'iye mahkemelerinden nafaka, nikâh vs. ye dâir verilen
i'lâmlar. |
İ'LAMAT-I ŞER'İYE MÜMEYYİZİ |
Şeyh-ül İslâm kapısındaki fetvahanenin üç kaleminden biri olan "İlâmat
Odası"nın başındaki memurun ünvanı idi. Kadılar tarafından verilen ilâmları
tetkik vazifesiyle mükellef olduğu için, bu memuriyete, ulemadan tanınmış
olanlar tâyin edilirdi. (O.T.D.S.) |
İ'LAN (İLÂN) |
Belli etmek. Yaymak. Herkese duyurmak. * Gazetelerde veya sokaklarda
duvarlara kâğıt yapıştırarak ticari bir iş, bir adres veya başka bir şeyi
herkese bildirme. * Açığa vurma, yayma, meydana çıkarma. |
İLÂN-I HARB |
Savaş açma. Harb ilân etme. |
İLÂN-I İFLÂS |
Tüccarın işinde güçsüzlüğünü yani iflâs ettiğini resmî olarak söyleyip
açığa vurması. |
İLÂN-I TEKVİNÎ |
Umumi âfetler ve gök taşları düşmesi gibi Cenab-ı Hakk'ın tekvinî
âyetleri ve ibretli hâdiseleri ile hakaik ve hikmet-i İlâhiyesini ilân edip
bildirmesi. |
İ'LANAT |
İlânlar. |
İLANE |
Yumuşatmak. |
İ'LANEN |
İlân ederek, ilân yoluyla. |
İLA-NİHAYE |
Sona kadar, nihayete kadar. Böylece devam eder. |
İ'LANNAME |
f. İçinde ilân yazılı olan kâğıt. * Bir hususun herkese ilân edilmesi
için hükümetçe hazırlanıp bastırılan resmi kâğıt. |
İLAS |
Kinâyeli ve iğneleyici sözler söyleme. |
İLAVAT |
(İlâve. C.) İlâveler, ekler, katmalar. |
İLAVE |
(C.: İlâvât) Katma, ek yapma, arttırma, zam. * Bir kitabın sonuna gerek
yazarı ve gerek başkası tarafından sonradan eklenen kısım. Zeyil. * Bir
gazetenin çıkardığı sayıdan başka ona ek olarak ve ayrıca çıkardığı sayı. *
İmzadan sonra mektubun altına yazılan şey. |
İLÂVETEN |
İlâve olarak, ekliyerek, katarak, arttırarak. |
İLA-YEVM-İL KIYAME |
Kıyamete kadar. |
İLBAD |
Yamama, yırtıkları kapatma. * Yapıştırma veya yapıştırılma. |
İLBAS |
(Lebs. den) Giydirme veya giydirilme. * Örtme yahut örtülme. |
İLBAS-I HIRKA |
Bir tarikata intisab ile mutad olan menzilleri geçerek irşad
mertebesine yükselenlere, şeyhlerinden gördükleri yolda başkalarını irşad
ile izin verme salâhiyetini ihtiva eden "İcazetname: hilâfetname" verme. |
İLBAS-I HİL'AT |
Hil'at giydirmek. (Üst elbisesi demek olan hil'at; padişahlar ile
sadrazam ve vezirler tarafından memurlarla, âyân ve eşrâfa, taltif makamında
giydirilirdi. Sonradan bunun yerine rütbe ve nişan verilmeğe başlanmıştır.)
(O.T.D.S.) |
İLBAS |
Durdurma, mâni olma, alıkoyma. |
İLCA' |
Mecbur etme. Zorlama. Muztar kılma. * Tefviz eyleme. |
İLCAAT |
Zorlamalar. * Lüzumlu şeyler. |
İLCAAT-I ZAMAN |
Zamanın zorlamaları ve mecburiyetleri. Yaşanılan zaman içinde meydana
gelmiş bazı sebeplerin neticesi olarak karşılanan mecburiyetler. |
İLCAC |
Feryad etme, bağırma. |
İLCAM |
Gemleme, gem takma. Gemlenme. |
İLÇE |
t. İdarî bakımdan vilâyetten sonra gelen yer. Kaza. Kaymakamlık. |
İLEL |
(İllet. C.) İlletler. Esaslar. Temeller. Sebebler. * Sakatlıklar.
Hastalıklar. |
İLEL-İ MUHTELİFE |
Türlü illetler ve sebepler, çeşitli hastalıklar. |
İLEL-İ MÜSTEVLİYE |
Tıb: Salgın hastalıklar. |
İLEL-İ MÜTESELSİLE |
Zincir gibi birbirine bağlı olup devam eden sebepler, illetler. |
İLEL-İ SÂRİYE |
Tıb: Bulaşıcı hastalıklar. Sâri illetler. |
İLE-L-AN |
Şimdiye kadar, bu âna kadar. |
İLE-L-EBED |
Ebede kadar. Nihayetsiz. |
İLEL Ü EMRAZ |
Hastalıklar ve sakatlıklar. |
İ'LEM |
( $ masdarından emirdir.) "Bil!" mânasına gelir. |
İLEYH |
Ona. (Erkek olan tek kimse için) |
İLEYHA |
Ona. (Kadın olan tek kimse için) |
İLEYHİM |
Onlara. (Erkek olan çok kişi için söylenir.) |
İLEYHİMA |
Onlara. (Erkek olan iki kişi için söylenir) |
İLEYHİNNE |
Onlara. (Kadın olan çok kişi için söylenir.) |
İLGA |
Kaldırmak. Hükümsüz bırakmak. Lağvetmek. Bâtıl eylemek. |
İLGAZ |
(Lugaz. dan) Sözde maksadı gizleme. |
İLH |
"İlâ âhir" sözünün kısaltılmışı. |
İLHA' |
Boş şeylerle meşgul etmek. Gaflet. |
İLHAB |
Tutuşturma, alevlendirme. * İltihaplandırma, şişirip kızartma. |
İLHAD |
Dinden çıkmak. Dinsizlik. Dinden dönmek. Allahın varlığına, birliğine
inanmamak. İmânsızlık. |
İLHAD |
Zulüm yapma, eziyet etme. |
İLHAF |
İstemekle ısrar etme, zorlama. |
İLHAH |
Zorlamak. Israr etmek. Bir şeyin kabulü için son derece üstüne düşmek. |
İLHAHAT |
(İlhah. C.) Direnmeler, zorlamalar. |
İLHAK |
İlâve etmek, eklemek. Katmak. |
İLHAM |
Allah tarafından kalbe gelen mâna.(İlhamın ekserisi vasıtasız olarak
kalbe gelir. İlhamın en cüz'îsi ve basiti hayvanat ilhamıdır. Sonra avâm-ı
nâsın ilhamatıdır. Sonra melâikenin ilhamatıdır, sonra evliya ilhamatıdır,
sonra melâike-i izam ilhamatıdır... S.) (Bak: Vahiy)(İlham, aslında bir şeyi
bir defada yutmak mânasına "lehm" den if'al olup, lahzada yutturmak
mânasınadır. E.T.) |
İLHAM |
Söverek ve hakaret ederek onur kırma. |
İLHAMAT |
İlhamlar. Allah tarafından kalbe gelen mânalar. |
İLHAMÎ |
İlham ile elde edilen ve nâil olunan. İlham ile alâkalı. * Erkek adı. |
İLHAN |
Tar: Cengizlilerin İran kolunun Hülâgu hanedanının hükümdarlarına
verilen ünvan. |
İLHANÎ |
İlhanlık. İlhanla alâkalı. İlhanın idare ettiği devlet şekli,
imparatorluk. Bu idareye bağlı memleketler. İlhan olma hâli. |
İLHANLILAR |
İlhanlılar hanedanı ve bu hanedanın idare ettiği XIII. asrın sonu ve
XIV. asrın ilk yarısında yaşayan bir yakındoğu imparatorluğu. |
İLHAZ |
Yan bakışla bakma. |
İLİK |
t. Elbisenin düğme geçmeye mahsus deliği. * Kemiğin içinde bulunan
madde. |
İLİM |
(Bak: İlm) |
İLKA' |
Koymak, bırakmak. Terk etmek. Öne atmak. |
İLKAAT |
Zararlı sözlerle şaşırtmak. * Bırakmalar, terk etmeler. |
İLKAH |
Döllenmek. Döllemek. Gebe bırakmak. Aşılamak. * Tıb: İki ayrı cins
hücrenin birleşmesi. |
İLKAHAT |
(İlkah. C.) İlkahlar, döllemeler, gebe bırakmalar. |
İLKAM |
Yutturma, boğazından geçirtme. |
İLKAN |
Çabuk ezberleme. |
İLKBAHAR |
t. Mart, nisan ve mayıs aylarını içine alan mevsim. |
İLKE |
(Bak: Unsur - Umde - Mebde') |
İLKEL |
(Bak: İbtidâi) |
İLKTEŞRİN |
Ekim ayı. Teşrin-i evvel. |
İLL |
Keskinlik veya parlaklık mânasından alınmış olup; feryat, yemin, ahid
ve karâbet mânalarına gelir. İbrânice "il", ilâh demek olduğu da
söylenmiştir. (E.T.) |
İLLÂ |
(İstisnâ edatıdır) Maadâ, olmadığı suretle, alel-husus, mutlaka, illâ,
meğer, aksi hâlde, ne olursa olsun, bâhusus, ancak (gibi mânalara gelir). |
İLLÂHU |
Ancak O. Allah (C.C.) |
İLLE |
(İllet) Esas sebeb. Vesile. * Hastalık, maraz, dert, sakatlık. Mûcib,
maksad, gaye.(...Göz ile görünmeyen bir mikrob, bir hayvancık, küçüklüğüyle
beraber pek ince ve garib bir makine-i İlâhiyeyi hâvidir. O makina
mümkinattan olduğundan vücud ve ademi mütesavidir. İlletsiz vücuda gelmesi
muhaldir. O makinenin bir illetten vücuda geldiği zaruridir. İ.İ.) |
İLLE-İ GAİYE |
Elde edilmesi için çalışılan gaye, maksad ve netice. Vazifeye terettüb
eden maslahat, fayda, semere, iş. |
İLLE-İ IZTIRARÎ |
Kabul edilmesi mecburi görülen sebeb. |
İLLET-İ TÂMME |
Herhangi bir şeyin var olması için lâzım gelen sebeblerin tamamı. Bu
sebebler var olunca neticesinin vücuda gelmesi bizzarure ve bilvücub iktiza
eder. |
İLLÎ |
Sebebe ait. Neden ve sebeple alâkalı. |
İLLİYET |
Sebeb ile alâkalı. Esas sebeble alâkadarlık. Sebeb arayış. |
İLLİYYE |
(Ulliyye) En şerefli, yüksek. |
İLLİYYUN |
(İlliyyîn) (Aliyyu. C.) Cennetin en yüksek tabakası. Ahirete giden tam
kâmil mü'minlerin yeri. Hafaza meleklerinin divanları ismidir ki, salihlerin
amelleri oraya yükseltilir. Ahirette yüksek dereceye, dergâh-ı rızâya en
yakın olan derecedir. |
İLLİZYON |
Lât. Cisimleri yanlış idrak etme. Meselâ su borusunu yılan gibi görme. |
İLM |
(İlim) Okumakla veya görmek ve dinlemekle veya ihsan-ı Hak'la elde
edilen malumat. Bilmek. İdrak etmek.(İlim, hakikatı bilmekten ibarettir.
İlim, marifetten daha umumidir. Marifet, tefekkürle bilmek mânasına olmakla
beraber, Cenab-ı Hakk'a nisbeti câiz olmaz. Gerek huzurî olsun (ilm-i İlâhî
gibi) ve gerek husulî olsun (ilm-i ibad gibi) ve vech-i dikkat üzere bilmeye
de denir. Şuur, fıtnat gibi. İlmin zıddı "cehil"dir. Marifetin zıddı ise
"inkâr"dır.) * İlm-i Kelâm'da: İlim; bilmek, idrak etmek sıfatıdır. Cenab-ı
Hak ilim sıfatı ile de muttasıftır. O'nun ilmi, mahlukatın ilmi gibi basit
ve mahdut olmayıp, bütün kâinatı muhittir. Hiç bir şey onun ilminden
gizlenemez ve haricinde kalamaz. Allah'ın ilmi mutlaktır. Allah, Alîm-i
Mutlak'tır.İlim mâluma tâbidir. Yani: İlim sıfatı varlıkları icad etmez ve
hâdiseleri meydana getirmez. Belki, varlıkları ve hâdiseleri bilmekle ilim
olur.Cenab-ı Hak ilmi ile, olmuş ve olacak herşeyi ezelî ve ebedî olarak
bilir. Böylece o eşya, ilm-i İlâhîde bilinmesiyle vücud-u ilmîye mazhardır.
Fakat maddî vücutlarının icadı, kudret-i İlâhiyeye istinad eder. Yani
mahlukatın maddî vücudunu ilim icad etmez, kudret icad eder. Bu itibarla
malumun yani mahlukun icadı, ilme değil, kudrete tâbidir. (Bak: İrfan, Ulum) |
İLM-İ ÂDÂB |
Yemek, içmek, yatıp kalkmak, giyinmek, sefer gibi hâllere dair hadisler
için, ilm-i hadis istılâhında kullanılan tâbirdir. |
İLM-İ AHBÂR |
(Bak: İlm-i hadis) |
İLM-İ AHLÂK |
Ahlâk bilgisi. |
İLM-İ AHVÂL-İ CEVV |
Meteoroloji. |
İLM-İ ARZ |
(İlm-ül arz) Yer bilimi. Jeoloji. |
İLM-İ ÂSÂR |
(Bak: İlm-i hadis) |
İLM-İ BEDEN |
(İlm-ül ebdân) Hekimlik bilgisi, tabâbet. |
İLM-İ BEDİ' |
İlm-i beyânın üç bölümünden üçüncü bölümüdür ki, bediiyat da denir.
Muktezâ-yı hâle uygun bir kelâmın lâfız ve mânâ bakımından daha da
güzelleştirilmesinin kaidelerinden bahseder. Bu kaidelere Edebî San'atlar da
denir.Her şeyin güzellik cihetlerinden bilhassa Arabi terkiblerden bahseder,
kelâmın güzelliğini ve muktezâ-yı hâle mutabakatını ve vuzuh-u delâletini
işitmeğe ve ruha mülâyim ve hoş gelecek surette intisak, insicam, tertib ve
intizamını bildiren usul ve kaidelerin ilmidir. Cemi olarak hepsine ulum-u
bedi'a dendiği gibi, İlm-i bedi' diye de söylenir. İki kısma ayrılır.1-
Muhassınât-ı mâneviye : Kelâmın mânâsına ait san'atlar. Tevriye, hüsn-ü
ta'lil, üslub-u hakim..gibi.2- Muhassınât-ı lâfziyye : Kelâmın lâfzına ait
san'atlar. Seci', cinas gibi. (Bak: Bedi') |
İLM-İ BELÂGAT |
Edb: Güzel söz söyleme veya yazmayı öğreten ilim. Edebiyatın bir
şubesi. |
İLM-İ BEYAN |
Belâgat ilminin, yâni edebiyatın, hakikat, teşbih, istiâre, mecaz,
kinaye kısımlarından bahseden ilim dalıdır. |
İLM-İ CİFİR |
Harflerin sayı değerlerinden mânâ çıkararak elde edilen ilim. (Bak:
Ebced) |
İLM-İ FİTEN |
Asr-ı saadetten sonra zuhur eden hâdiselere, fitnelere dâir olan
hadis-i şeriflere, ehl-i hadis ıstılahında İlm-i Fiten denilmektedir. |
İLM-İ HADİS |
(İlm-i Rivayet - İlm-i Ahbâr - İlm-i Âsâr) Resulüllah'ın (A.S.M.)
akvâli (sözleri), ef'ali ve hallerine dâir ilimdir. Ehl-i hadis ıstılahında;
tarihe ve siyere dâir hadis-i şeriflere bazan İlm-i Hadis-ül Halk, bazan da
Sîre (Sîret) tabir edilir. (Bak: Hadis) |
İLM-İ HÂL |
İbadet usullerini, din kaidelerini bildiren kitap. |
İLM-İ HESAB |
Hesap bilgisi, aritmetik, matematik. |
İLM-İ HEY'ET |
Gökler ve yıldızlar ilmi. Astronomi. |
İLM-İ HURUF |
Gr: Harflerden mâna çıkarıp tefsir etmek ilmi. (Ebced hesabında olduğu
gibi) |
İLM-İ İCTİMAÎ |
İçtimaî hayat ilmi. Toplu yaşayış ve cemiyet bilgisi. Sosyoloji. |
İLM-İ KELÂM |
Cenab-ı Hakk'ın zât ve sıfatlarından ve nübüvvet ve itikada ait
mes'elelerinden İslâmî esaslar dairesinde bahseden ilim. Usul-üd din de
denir. Bu hususlara çalışan İslâm allâmelerine "Mütekellimîn" denir. |
İLM-İ KIRAAT |
Usul ve kaidesine uygun olarak Kur'an-ı Kerimin okunması ilmi. Bak:
(Kıraat) ve (Kıraat-ı seb'a) ve (Fenn-i kıraat) |
İLM-İ LEDÜN |
(Bak: Ledün) |
İLM-İ MEVALİD |
Tabiat, eşya ilmi. Hayvanat, nebatât ve maddelerine ait ilim. |
İLM-İ NÜCUM (İLM-İ TENCİM) |
İlm-i Ahkâm-ı Nücum da denir. Yıldızların ahvalinden, hareketlerinden
mâna çıkarmağa çalışmak ve araştırmak ilmidir. |
İLM-İ RİVAYET |
(Bak: İlm-i Hadis) |
İLM-İ RUH |
Ruh ilmi. Psikoloji. |
İLM-İ TABAKAT-ÜL ARZ |
Arzın tabakalarından bahseden ilim. Jeoloji. |
İLM-İ TEVHİD |
Allah'ın varlığı ve birliğini isbat ve izah etme ilmi. * Akaide
müteallik hadis-i şeriflere ehl-i hadis ıstılahında İlm-i Tevhid tabir
edilir. |
İLM-İ USUL |
Delillerden hüküm nasıl çıkarıldığını öğreten ilim. (Usul-ü fıkıh,
Usul-ü şeri'at veya hikmet-i teşriiye de denir.) |
İLM-İ USUL-ÜD DİN |
(Bak: İlm-i Kelâm) |
İLMA |
Çalma, hırsızlama, sirkat. |
İLMA' |
Parlatma. * İşaret etme. |
İLMAH |
Hemen gösterip çabucak yok etme. * Bir şeyi parlatma. * Güzel simalı
bir kadın veya kız, yüzünü gösterip hemen çekilme. |
İLMAM |
İki şey birbirine yaklaşma. * Küçük günah işleme. |
İLMÎ |
İlimle, bilgi ile alâkalı. İlme ait ve müteallik. Câhilce ve
tetkiksizce olmayan. |
İLMİYE |
Fıkıh ve şeriat ilimleri, iman ve Kur'an hakikatları ve tahkiki iman
dersleri ile iştigal eden zatların mensub oldukları yol. Alimlerin mesleği. |
İLMİYE KIYAFETİ |
İlmiye mensublarının giyiniş tarzları. İlmiye kıyafeti; şalvar, cübbe
ve sarıktı. Bununla birlikte ilmiye mensublarının kıyafetlerinde bazı
değişiklikler de vardı. Orta derecedekiler cübbe ile sokağa çıktıkları halde
üst tabakayı teşkil eden ricâl kısmı, lata yahut biniş giyerlerdi. Ayrıca
ilmiyenin, "İlmiye" maddesinde yazılı, resmi günlere mahsus kıyafetleri de
vardı. (O.T.D.S.) |
İLMİYE RİCALİ |
İlmiye tarikinin yüksek tabakasına verilen addır. Bunun yerine "ricâl-i
ilmiye" tabiri de kullanılırdı. İlmiye mensubları cübbe ile sokağa
çıktıkları halde ilmiye ricali lata yahut biniş giyerlerdi. |
İLMİYE RÜTBELERİ |
İlmiye denilen ulema sınıfına mahsus rütbeler. Rütbeler, aşağıdan üste
doğru şöyle idi: Müderrislik, kibar-ı müderrisîn, mahreç mevleviyeti,
bilâd-ı hamse mevleviyeti, Haremeyn-iş şerifeyn mevleviyeti, İstanbul
kadılığı, Anadolu ve Rumeli kazaskerliği. |
İLMÜHABER |
(İlm-i haber) Resmi bir daireye verilmek üzere hazırlanan ve bir adamın
ahvâli hakkında bilgileri ihtiva eden kâğıt. Resmi vesika. * Para, evrak vs.
teslim olunduğunu gösteren ve bunları getiren adamın eline verilen pusula. |
İLSAK |
Yapışmak. Bitişmek. Ulaşmak. Yapıştırılma. Kavuşturulmak. |
İLTİAB |
Oynama. Oyun oynama. |
İLTİAK |
Rengi bozulma, rengi değişme. |
İLTİAN |
(Bak: Lian) |
İLTİBAS |
Birbirine benzeyen şeyleri şaşırıp birbirine karıştırmak. Yanlışlık.
Karışıklık. * Tereddüt. Şüphe. |
İLTİCA |
Sığınmak. Melce' ve penaha varmak. Birinden himâye istemek. |
İLTİCAC |
Karışık olma, karışma. * Sığınma. İltica etme. |
İLTİCAGÂH |
f. Sığınılacak yer. Sığınacak şey. Sığınak. |
İLTİDA' |
Yalvarma. |
İLTİFAF |
Örtünme, sarınma. * Çiçeklerin katmerleşmesi. |
İLTİFAT |
Güzel sözle samimi olarak okşamak. Yüz göstermek. Teveccüh etmek.
İyilik etmek. Lütfetmek. * Dikkat, itina. * Edb: Bir mevzu anlatılırken, o
anda kalbe doğan bir ilham coşkunluğu ile -mevzu dışına çıkmadan- sözün ve
hitabın yönünü değiştirme san'atıdır. Meselâ: (Asım'ın nesli... Diyordum
ya... Nesilmiş gerçek: İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecekŞüheda
gövdesi, bir baksana, dağlar taşlar.O, rüku olmasa, dünyada eğilmez
başlar.Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor,Bir hilâl uğruna ya Rab ne
güneşler batıyor! Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker,Gökten ecdad
inerek öpse o pâk alnı değer.Mehmed Akif Ersoy) |
İLTİFATAT |
İltifatlar. |
İLTİFATKÂR |
İltifat eden, mültefit. Hal hatır sorup gönül alan. |
İLTİFATKÂRANE |
f. İltifat edene yakışır şekilde. |
İLTİFATPERVER |
f. İltifat eden, iltifatkâr, mültefit. |
İLTİHA' |
Oynama, eğlenme. |
İLTİHA' |
(Lihye. den) Sakal bırakma. * Kabuk soyma. |
İLTİHAB |
Caddede gitmek. Geniş yolda yürümek. |
İLTİHAB |
Alevlenmek. Yanmak. * Tıb: Bir uzuvda olan hararet, yanma. Cerahat
toplanıp yaranın hararetlenmesi. |
İLTİHAB-I A'VER |
Tıb: Körbağırsağın iltihabı. |
İLTİHAB-I EDEME |
Tıb: Cildin iltihablanarak katılaşması. |
İLTİHAB-I KEBED |
Tıb: Karaciğer iltihabı. |
İLTİHABAT |
(İltihab. C.) İltihablar, alevlenmeler. |
İLTİHABÎ |
İltihabla alâkalı. |
İLTİHAF |
(Lihaf. dan) Sarılıp bürünme. Örtünme. |
İLTİHAF |
Parlama, yanma. |
İLTİHAK |
Karışmak. Katılmak. Yetişmek. Bitişmek. |
İLTİHAM |
Yaranın iyi olup ağzının kapanması, etlenerek iyileşmesi. * Muharebenin
kızışması. |
İLTİHAP |
(Bak: İltihab) |
İLTİHAS |
Açlık veya susuzluktan dolayı soluma. |
İLTİHAT |
Öfkelenme, kızma, gazaba gelme, hiddet etme. |
İLTİKA |
Rast gelmek. Buluşmak. Kavuşmak. * Kavuşturulmak. |
İLTİKA' |
İnsanın rengi değişmek. Benzi sararmak. |
İLTİKAM |
(Lokma. dan) Lokma etme, yutma. |
İLTİKAT |
Yere düşen şeyi almak. * Toplamak. Çeşitli kitaplardan bilgi toplamak.
(Bak: Lükata) |
İLTİMA |
Sararıp solmak. Renk değiştirmek. |
İLTİMA' |
Parıldamak. Işıldamak. * Kapıp almak. |
İLTİMA-İ KEVAKİB |
Yıldızların parıldaması. |
İLTİMAH |
(Lemh. den) Bir şeye şaşkın şaşkın bakınma. |
İLTİMAM |
Bir kimseyi ziyaret etme. * Konma, konup durma. |
İLTİMAS |
Tavsiye. Rica. İstirham. * Kayırmak, tutmak, haksız olarak yardımda
bulunmak. * Yapılmasını isteme. |
İLTİMASAT |
(İltimas. C.) İltimaslar, tavsiyeler, ricalar. * Kayırmalar, tutmalar. |
İLTİMASGERDE |
f. İltimas edilen, kayırılan. |
İLTİMASNAME |
f. İltimas mektubu. Kayırma yapılması için yazılan mektub. |
İLTİSAK |
Rutubetlenmek, ıslanmak. |
İLTİSAK |
İki uzvun birbirine yapışık olması. * Bitişmek. Yapışmak. Kavuşmak.
Yapışık olmak. |
İLTİSAK-I ECFAN |
Tıb : Ağrı ve sızıdan dolayı gözkapaklarının birbirine bitişmesi. |
İLTİSAKÎ |
İltisakla alâkalı. * Yapışan, birleşen. Kavuşan, bitişen. |
İLTİSAM |
Örtünmek, yaşmaklanmak, ağzını örtmek. * Öpmek, takbil eylemek,
öpülmek. |
İLTİSAM-I NİSVAN |
Kadınların örtünmeleri. |
İLTİTAM |
Dalgalanma, temevvüc. |
İLTİVA |
Burulmak. * Kıvrılmak, bükülmek. * Sarılıp birbirine dolaşmak. *
Dalgalanma. * Eğri durma. * Nehrin dolaşıklı bir yatağı olma. |
İLTİVA-Yİ EM'Â |
Tıb: Bağırsağın kendi üzerine helezoni biçimde kıvrılması. |
İLTİYA' |
Heyecanlanmak, iç alevlenmesi. * İç sıkıntısı çekme, dertlenme. |
İLTİYAH |
Vücudun güneşten yanması. * Susama. * Şimşek çakma. * Yıldızın
parıltısı. |
İLTİYAH |
Mayalanmak. * Karışmak. |
İLTİYAK |
Sıkı fıkı dost olma, candan arkadaş olma. |
İLTİYAM |
Yaranın kapanıp iyi olması. * Cem' olmak. * Zemmolunmak.(Hayatın yarası
iltiyam bulur. İzzet-i İslâmiyenin ve namusun ve izzet-i milliyenin yaraları
pek derindir. M.) |
İLTİYAM-PEZİR |
f. İyi olabilir, kapanabilir yara. |
İLTİYAM-NÂPEZİR |
f. İyi olmaz, kapanmaz yara. |
İLTİZAK |
Yapışma, birleşme. |
İLTİZAK-I ESABİ' |
Parmakların yapışması. |
İLTİZAM |
Kendine lâzım kılma. İcrasına cehdettiği şeyi kendi üzerine vâcib
kılma. Mülâzemet etme. Gerekli bulma. * Tarafgirlik etme, birinin tarafını
tutma. * Onyedinci y.y. dan itibâren devlete gelir getiren kaynaklar, yavaş
yavaş belirli bedel karşılığında şahıslara verilmeğe başlandı. Bu usulün adı
iltizamdı. İltizamı üzerine alan kimseler, yani mültezimler; geliri devlete
peşin olarak öderler, sonra bunu halktan tahsil ederlerdi. (Bak:
Mültezim)(Dimağda merâtib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif.
Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir.Sonra gelir taakkul, sonra tasdik
ediyor sonra iz'an oluyor.Sonra gelir iltizam, sonra i'tikad gelir.i'tikadın
başkadır, iltizamın başkadır. Her birinden çıkar bir hâlet: Salâbet
i'tikaddan.Taassub iltizamdan, imtisal iz'andan, tasdikten iltizam,
taakkulde bitaraf, bibehre tasavvurda. Tahayyülde safsata hasıl olur,
mezcine eğer olmaz muktedir.Bâtıl şeyleri güzel tasvir etmek her demde.Sâfi
olan zihinleri cerhdir, hem idlâli. S.) |
İLTİZAMEN |
İltizam yoluyla, iltizam suretiyle. |
İLTİZAMİYE |
Bilerek yapılmış olan ve iltizama müteallik. |
İLTİZAZ |
(Lezzet. den) Lezzet duyma, hoş ve lâtif bulma. |
İLTİZAZAT |
(İltizaz. C.) İltizazlar, lezzet duymalar. |
İLVA |
Çevirmek. Baş eğmek. Başı eğilmek. * Başkasının sözünü maksadı olmayan
başka tarafa çevirmek. * Birinin hakkını inkâr eylemek. * Bayrağı kaldırmak.
Sancak dikmek. |
İLVİNAN |
Renklenme, televvün. |
İLYAS (ALEYHİSSELÂM) |
Benî İsrail peygamberlerinden olup, Kur'an-ı Kerim'de ismi geçen ve
Tevrat'ta "Ella" diye mezkûr olan bir Peygamberin ism-i mübarekidir. M.Ö. 9.
asırda yaşamış olup ondan sonra Elyesa (A.S.) Peygamber olmuştur. İlyâs
(A.S.), zamanının hükümdarıyla çok mücadele etmiş, çok zaman mağaralarda
yaşamış, çok mu'cizeler göstermiştir. (Bak: Merâtib-i hayat) |
İLYASÎN |
İlyas demektir. Bazı kıraetlerde "âl yasin" okunduğundan, her iki
kıraete de mutabık olmak için imlâsı, "el yasin" suretinde yazılır.Yasin,
İlyas Aleyhisselâm'ın babası olmakla Âl-i Yasin, yine İlyas demek olur.
Yasin bir de Resul-i Ekrem'in isimlerinden olduğuna göre, bazıları Âl-i
Yasin'den murad; ümmet-i Muhammed (A.S.M.) olduğunu söylemişlerdir. (E.T.) |
İLYE |
Sağrı, but. Kalçanın üst kısmı. |
İLYETEYN |
Kaba etler. Sağ ve sol butlar. |
İLZAK |
(Lazk. dan) Yapıştırma. |
İLZAM |
Muaraza veya muhakemede delil göstererek muhalifini susturmak, iskât
etmek. Söz ve fikirde galibiyet. İltizam ettirmek. İsnad ve isbat etmek. |
İLZAMİYAT |
Bir kimseyi ilzam edip susturmak için söylenen sözler. |
İMA |
İşaret etmek. İşaretle anlatmak. İşaret. |
İ'MA |
Kör etme, âmâ yapma. |
İMA' |
(Emen. C.) Câriyeler, kadın esirler. |
İMAAT |
(İmâ. C.) İşaretler. İmâlar. |
İMAD |
Direk, kolon. * Temel, esas. * Kuvvet. * Bir kavmin reisi ve başta
geleni. * Yüksek bina. |
İMAD-ÜD DİN |
Dinin direği. |
İ'MAD |
Direk dikme. |
İMAEN |
İşaret vererek. İşaret ederek. |
İ'MAK |
Derinleştirme. Bir şeyin derinliğine varma. |
İ'MAK-I Bİ'R |
Kuyunun derinleştirilmesi. |
İ'MAL |
Yapmak. İşlemek. İhdas eylemek. * Kullanmak. * Zabt, idare ve hâkimlik
etmek. * Fık: Sözü mühmel bırakmayıp bir mâna ile mukayyed ve yüklü eylemek. |
İ'MALAT |
Bir memlekette veya bir fabrikada yapılan işler ve eserler. |
İMALAT |
(İmale. C.) İmaleler. Meylettirmeler. Eğmeler. |
İMALE |
Bir tarafa meylettirmek. Bir tarafa eğmek. * Benzetmek. * Mal vermek. *
Edb: Bir heceyi vezne uydurmak için uzatarak okumak. |
İ'MALGÂH |
f. Fabrika, atölye. |
İMAM |
Öne geçmek. * Önde ve ileride olan. Delil ve rehber. * Cemaate namaz
kıldıran. * İçtihad sahibi zat. Mezheb sahibi olan. * Bir mahallenin lüzumlu
işlerine ve içtimaî vazifelerine nezaret eden. * Müslümanların imamı olan
halife ve askerlerin başı. Sultan. Hâkim. Reis. * Ümmetin reisi. İslâm
hükümetlerinde Devlet Reisi. * Hz. Ali (R.A.) neslinden gelen zât. *
Dershanede günlük talim ve dersler için talebelerin önlerine konan tahtalar.
* Kıble tarafı. |
İMAM-I ALİ (R.A.) |
(Bak: Ali-ül Murtaza) |
İMAM-I ALİ NAKİ |
(Hi: 212-254) Eimme-i İsnâ Aşer'den onuncu zât olup, manevi büyük nüfuz
ve takva sahibi, ehl-i kemal bir zâttır. Ali İbn-i Muhammed Hâdi diye de
bilinir. (R.A.) |
İMAM-I ALİ RIZA |
(Hi: 153 de Medine-i Münevvere'de doğmuştur.) Eimme-i İsnâ Aşer'in
yedincisidir. İmam-ı Musa Kâzım'ın oğludur. Tus; yani Meşhed'de medfun olup
kabri ziyaretgâhtır. (R.A.) |
İMAM-I A'ZAM |
(Hi: 80-150) Hanefi Mezhebinin imamı. Asıl ismi: Ebu Hanife Nu'man bin
Sâbit'tir. Bağdatlı olup Abbasiler devrinde yaşamıştır. Fıkıh ilminin en
ileri geleni olup, bu ilmin tedvin ve tervicinde çok büyük hizmet etmiştir.
Böyle zâtların vicdan-ı umumiye nezdinde idareyi, hak ve adalette selâmet
için, mânevi mürakabeleri çok ehemmiyetli bir husus olduğundan, teklif
edilen Kadılık Makamını, hapse ve işkencelere mâruz kaldığı halde kabul
etmemiştir. Kudsi vazifesi, siyasetçe muhtelif düşünen müslümanların hepsine
şâmil olması sebebi ile bilfiil siyasete girmemiştir. (K.S.) |
İMAM-I BEYHAKÎ |
(Bak: Beyhaki) |
İMAM-I BUHARÎ |
(Bak: Buhari.) |
İMAM-I BUSİRÎ |
(Mi: 1213-1295) İmam-ı Muhammed bin Said "Busayrî" diye bilinir.
Kaside-i Bür'e ve Hemziyesi ile meşhur üstün bir İslâm şâiridir. |
İMAM-I CA'FER-İ SÂDIK |
(Hi: 83-148) Hazret-i Ali'nin (R.A.) torununun torunudur. Medine-i
Münevvere'de yaşamıştır. Annesi, Hazret-i Ebu Bekir'in soyundandır. Mânevi
nüfuzu çok ileri idi, dine büyük hizmetleri görüldü. Demiştir ki: "Kim nefsi
için nefsi ile mücâhede ederse, keramete kavuşur, kim de Allah için nefsi
ile mücâhede ederse, Allah'a kavuşur." Eimme-i İsnâ Aşerin altıncısıdır.
(K.S.) |
İMAM-I EBU YUSUF |
(Hi: 113-182) İmam-ı A'zam'ın fıkha dair eserlerini te'lif etmiştir.
Fıkıh sahasının büyük imamlarındandır. Dedesi Sahabe-i Kiramdan Sa'd'dır.
(R.A.) İmam-ı Muhammed'le ikisine Fıkıh kitablarında "İmameyn" denir. (K.S.) |
İMAM-I GAZALÎ |
Ahirete irtihâli Hi: 505 dir. "Hüccet-ül İslâm İmam-ı Muhammed Gazalî"
diye anılır. O zamanın felsefesinin bâtıl akidelerini red ve cerh ederek
Kur'anın eşsizliğini ve hakkaniyet ve mu'cizeliğini isbat etmiş pek çok
eserler vermiştir. (K.S.) |
İMAM-I HANBELÎ |
(Hi: 164-241) (Ahmed İbn-i Muhammed İbn-i Hanbelî) Hanbelî Mezhebinin
imamı olup ezberinde bir milyon hadis vardı. Müsned adlı kitabında otuzbin
hadis mevcuttur. Zühd ve takvası çok ileri idi. (K.S.) |
İMAM-I MÂLİK |
(Hi: 93-179) Medine-i Münevvere'de doğdu. İmâm Mâlik bin Enes diye
anılır. Mâlikî Mezhebinin imamı. El-Muvatta isimli eseri, "Kütüb-ü Sitte"ye
dahil olacak kıymettedir. Mezhebinin mensubları, Afrika ve Endülüs'te çok
yayılmıştır. Bu mezhepte olana "Malikî" denir. |
İMAM-I MATÜRİDÎ |
(Bak: Matüridî) |
İMAM-I MUHAMMED |
(Hi: 135-189) Kufe'de yetişti. 99 kitab te'lif etmiştir. İmâm-ı
Mâlik'ten hadis okudu. En meşhur Hanefî fakihlerindendir. (K.S.) |
İMAM-I MUHAMMED BÂKIR |
(Hi: 75-117) Hz. İmam Zeynelâbidin'in oğlu, Hz. İmam-ı Hüseyin'in
torundur. Hz. İmam-ı Ca'fer-i Sadık'ın babasıdır. On iki imamın
beşincisidir. Büyük bir âlim ve en meşhur velilerdendir (K.S) |
İMAM-I MÜBİN |
İlim ve emr-i İlâhînin bir nev'ine bir ünvandır ki, âlem-i şehadetten
ziyade âlem-i gayba bakıyor. Yani, zaman-ı halden ziyade mazi ve müstakbele
nazar eder. Yani, her şeyin vücud-u zahirîsinden ziyade aslına, nesline ve
köklerine ve tohumlarına bakar.(...Evet, şu İmam-ı Mübin, bir nevi ilim ve
emr-i İlâhînin bir ünvanıdır. Yani, eşyanın mebadileri ve kökleri ve
asılları kemal-i intizam ile eşyanın vücudlarını gayet san'atkârane intac
etmesi cihetiyle elbette desatir-i ilm-i İlâhînin bir defteri ile tanzim
edildiğini gösteriyorlar. Ve eşyanın neticeleri, nesilleri, tohumları;
ileride gelecek mevcudatın programlarını, fihristelerini tazammun
ettiklerinden elbette evamir-i İlâhiyenin bir küçük mecmuası olduğunu
bildiriyorlar. Meselâ; bir çekirdek bütün ağacın teşkilatını tanzim edecek
olan programları ve fihristeleri ve o fihriste ve programları tâyin eden o
evamir-i tekviniyyenin küçücük bir mücessemi hükmünde denilebilir...Şu
mânadaki İmam-ı Mübin, kader-i İlâhînin bir defteri, bir mecmua-i
desâtiridir. O desâtirin imlâsı ile ve hükmü ile, zerrat, vücud-u eşyadaki
hidemâtına ve harekâtına sevkedilir. Amma Kitab-ı Mübin ise; âlem-i gaybdan
ziyade âlem-i şehadete bakar. Yani, mazi ve müstakbelden ziyade zaman-ı
hâzıra nazar eder. Ve ilim ve emirden ziyade kudret ve irâde-i İlâhiyenin
bir ünvanı, bir defteri, bir kitabıdır. İmam-ı Mübin kader defteri ise,
Kitab-ı Mübin kudret defteridir. Yani, her şey vücudunda, mahiyetinde ve
sıfat ve şuunâtında kemal-i san'at ve intizamları gösteriyor ki; bir
kudret-i kâmilenin desatiri ile ve bir irade-i nâfizenin kavanini ile vücud
giydiriliyor. Suretleri tayin, teşhis edilip, birer mikdar-ı muayyen, birer
şekl-i mahsus veriliyor. Demek o kudret ve iradenin küllî ve umumî bir
mecmua-i kavanini, bir defter-i ekberi vardır ki; her bir şeyin hususî
vücudları ve mahsus suretleri ona göre biçilir, dikilir, giydirilir. S.) |
İMAM-I RABBANÎ |
(Bak: Ahmed-i Farukî)(Silsile-i Nakşi'nin kahramanı ve bir güneşi olan
İmam-ı Rabbanî (R.A.) Mektubat'ında demiş ki: "Hakaik-ı imaniyeden bir
mes'elenin inkişafını, binler ezvak ve mevâcid ve keramata tercih
ederim."Hem demiş ki: "Bütün tariklerin nokta-i müntehası, hakaik-ı
imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır."Hem demiş ki: "Velâyet üç kısımdır: Biri
velâyet-i suğra ki, meşhur velâyettir, biri velâyet-i vusta, biri velâyet-i
kübradır. Velâyet-i kübrâ ise; verâset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf
berzahına girmeden doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır."Hem demiş ki:
"Tarik-ı Nakşide iki kanad ile sülûk edilir." Yâni: "Hakaik-ı imaniyeye
sağlam bir surette itikad etmek ve feraiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur.
Bu iki cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez." Öyle ise tarik-ı Nakşinin üç
perdesi var: Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-ı
imaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbanî de (R.A.) âhir zamanında ona sülûk
etmiştir. İkincisi : Feraiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyyeye tarikat perdesi
altında hizmettir.Üçüncüsü : Tasavvuf yoliyle emrâz-ı kalbiyenin izalesine
çalışmak, kalb ayağıyle sülûk etmektir. Birincisi Farz, ikinci Vâcib, bu
üçüncüsü ise Sünnet hükmündedir.Madem hakikat böyledir, ben tahmin ediyorum
ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (R.A.) ve Şâh-ı Nakşibend (R.A.) ve
İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini,
hakaik-ı imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi.
Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i
ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennet'e gidemez, fakat tasavvufsuz
Cennet'e giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz
yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-ı İslâmiye gıdadır. M.) |
İMAM-I REMLÎ |
(Bak: Remlî) |
İMAM-I ŞÂFİÎ |
(Hi: 150-204) İmam-ı Abdullah bin Muhammed diye de anılır. Üçüncü ceddi
olan Şâfiî, hayatında Resulüllâh'ı (A.S.M.) gördüğü için o isimle anılır.
Nesebi, Abd-i Menaf'da Peygamberimiz (A.S.M.) ile birleşir. Gençliğinde çok
fakir bir hayat yaşadı. Çok ileri muhaddis ve müfessir-i Kur'andır. Usul-ü
Hadis ve Fıkha dair te'lifatı vardır. Şâfiî Mezhebinin imamıdır. Tıb, şiir
ve edebiyatta da çok ileridir. (K.S.) |
İMAM-I TABERANÎ |
(Süleyman bin Ahmed Taberanî) Hadis âlimidir. Şam'da Taberiyye'de
doğmuş ve orada vefat etmiştir. (260-360) Kebir, Evsat ve Sagir hadis
kitablarını yazmak için 33 sene Irak, Hicaz, Yemen, Mısır ve başka yerleri
dolaşmıştır. |
İMAME |
İslâma mahsus baş kisvesi olan sarık. Zırhlı külâh. * Çubuk ve
sigaralığın başına takılan ağızlık. * Tesbihin başındaki ve ipin iki ucu
içinden geçen uzunca tane. |
İMAMET |
İmamlık. Namazda cemaati idare eden zâtın hal ve sıfatı. *
Halifelik.İmamet iki kısma ayrılır:1- İmamet-i suğra: Namazda cemaate
yapılan imamlık.2- İmamet-i kübra : Emir-ül mü'minîn olmak. Yani müslümanlar
arasında riyaset-i âmmeyi hâiz bulunmaktır. |
İMAMEVİ |
t. Eskiden kadınlara mahsus hapishane. |
İMAMEYN |
İki İmam. * Fık: Ekseriyetle Hanefî kitaplarında "İmameyn" dendiği
zaman "İmam-ı Ebu Yusuf ile İmam-ı Muhammed" anlaşılır. Bazan da İmam-ı
A'zam ile İmam-ı Şâfiî Hz.lerine söylenir. |
İMAMZADE |
İmam oğlu. Babası imam veya imam ünvanını hâiz olan adam. |
İM'AN |
Fazla dikkat ve ihtimam. Bir şeyde çok ileri gitmek. * Bir adamın
hakkını ikrar eylemek. * Pek uzağa koşmak ve bir hususta hakkı mütecaviz
olmak üzere, mübalâğa ve içtihad etmek. |
İM'AN-I NAZAR |
Bir işi dikkatle düşünmek; inceden inceye bakmak ve tedkik etmek. |
İMAN |
İnanmak. İtikad. Hakkı kabul, tasdik ve iz'ân etmek. İslâmiyeti kabul
edip amel etmek. Dini bütün hakikatleri kabul edip gereğini yerine getirmek.
"Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) tebliğ ettiği zaruriyat-ı diniyeyi tafsilen ve
zaruriyatın gayrısını icmâlen tasdik etmekten hasıl olan bir nurdur."(Öyle
ise iman, Şems-i Ezelîden vicdan-ı beşere ihsan edilen bir nur ve bir şuadır
ki; vicdanın iç yüzünü tamamiyle ışıklandırır ve bu sâyede, bütün kâinat ile
bir ünsiyet, bir emniyet peyda olur. Ve her şeyle kesb-i muarafe eder. Ve
insanın kalbinde öyle bir kuvvet-i maneviye husule gelir ki; insan o kuvvet
ile her musibete, her hâdiseye karşı mukavemet edebilir ve öyle bir vüs'at
ve genişlik verir ki; insan o vüs'atle geçmiş ve gelecek zamanları
yutabilir. İ.İ.)(Ey arkadaş! Bütün lezzetler imanda olduğu gibi, bütün
elemler de dalâlettedir. Bunun izahı ise; bir şahıs, kudret-i ezeliye
tarafından, adem zulümatından şu korkunç dünya sahrasına atılırken gözünü
açar, bakar. Bir lütuf beklediği zaman, birdenbire düşmanlar, hastalıklar,
elemler, belâlar hücum etmeğe başlarlar. Bir meded, bir yardım için
müsterhimane tabiata ve anasıra baktığı vakit, kasavet-i kalble,
merhametsizlikle karşılaşır. Ecram-ı semâviyeden istimdat etmek üzere başını
havaya kaldırır. O ecram, atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli
hâlleriyle gözüne görünür. Hemen gözünü yumar, başını eğer, düşünmeğe
başlar. Bakar ki, hayati hâcetleri bağırıp çağırmaya başlarlar. Bütün bütün
tevahhuş ederek hemen kulaklarını tıkar, vicdanına iltica eder; bakar ki;
vicdanı, binler âmâl (emeller) ve emânî ile dolu gürültülerinden cinnet
getirecek bir hâle gelir. Acaba, hiçbir cihetten hiçbir teselli çaresini
bulamayan o zavallı şahıs, mebde ile meâdi, Sâni' ile haşri itikad etmezse,
onun o vaziyetinden Cehennem daha serin olmaz mı? İ.İ.) |
İMAN-I BİL-ÂHİRET |
Âhirete, öldükten sonra dirileceğine, haşir ve neşre, Cennet ve
Cehennem'e inanmak.(Evet, subutî bir emri ihbar etmenin kolaylığı ve inkâr
ve nefyetmenin gayet müşkül olduğu bu temsilden görülür. Şöyle ki:Biri dese:
Süt konserveleri olan gayet hârika bir bahçe, küre-i arz üzerinde vardır.
Diğeri dese: Yoktur. İsbat eden, yalnız onun yerini veyahut bazı meyvelerini
göstermekle kolayca dâvasını isbat eder. İnkâr eden adam, nefyini isbat
etmek için küre-i arzı bütün görmek ve göstermekle dâvasını isbat edebilir.
Aynen öyle de: Cennet'i ihbar edenler yüzbinler tereşşuhâtını, meyvelerini,
asârını gösterdiklerinden kat'-ı nazar, iki şâhid-i sâdıkın sübutuna
şehadetleri kâfi gelirken; onu inkâr eden, hadsiz bir kâinatı ve hadsiz
ebedî zamanı temaşa etmek ve görmek ve eledikten sonra inkârını isbat
edebilir; ademini gösterebilir. S.) |
İMAN-I BİLLÂH |
Allah'a ve O'nun sıfatlarına inanmak. |
İMAN-I İCMALÎ |
İcmalî iman, yani; taraf-ı Nebevîden tebliğ buyurulan şeylerin hey'et-i
mecmualarına inanmak, yâni; "Her ne tebliğ buyruldu ise; cümlesi haktır"
diye tasdik etmektir. |
İMAN-I MAKBUL |
Mü'minlerin imanı. |
İMAN-I MERDUD |
Münafık olan kimselerin imanı. |
İMAN-I TAHKİKÎ |
İmana aid bütün mes'eleleri yakînî surette tedkik ile bilmek ve yaşamak
ve tahkikî iman derslerini veren ve taklidî imanı tahkike tebdil eden
eserleri sadakatla okumak neticesinde hâsıl olan sağlam, sarsılmaz iman.
(Mü'minin kalbi tasdik nuru ile o derece münevver olmasıdır ki, o nur bütün
letaif-i insaniyyeye nüfuz eder.) |
İMAN-I TAKLİDÎ |
Az şüphelere mağlup olabilen, başkalarını takliden olan iman. Tahkik ehline
ait olmayan, câhillere mahsus iman. |
İMAN-I YE'S |
Çaresiz kalan, hayatından ümidsiz olan bir kimsenin imanı. |
İ'MAR |
Yapmak. Tâmir etmek. Şenlendirmek. Mâmur kılmak. Harabilik ve
ıssızlıktan kurtarmak. |
İMARAT |
(İmaret. C.) İmaretler, genel aşevleri. |
İMARET |
Emirlik. Beylik. |
İMARET |
Mâmur etmek, şenlendirmek. Mâmurluk. * Hayrat için fakirlere yemek
verilen yer. (Bak: Amâir) |
İMARET KEMERİ |
Eskiden medresenin en güçlü, kuvvetli, kıdemli ve sözü dinlenen
talebesi hakkında kullanılır bir tabirdi. Ayrıca bu tabir, medrese
talebelerinden iaşe işlerine bakmak üzere bir sene müddetle seçilenler
hakkında da kullanılırdı. Bunlar, bellerine kemer taktıkları için bu isim
verilmişti. |
İMATA |
Uzaklaştırma yahut uzaklaştırılma. |
İMATE |
Ölü hale getirmek. Öldürmek. Fena etmek. |
İMATE-İ VAKT |
Vakit öldürme. Boşu boşuna zaman harcama. |
İMBİK |
(Bak: İnbik) |
İMDAD |
Yardım. Yardıma yetişmek. "Yetişin, kurtarın" mânasında da kullanılır.
* Yardıma gönderilen kuvvet. * Vâdeyi uzatmak. Mühlet vermek. |
İMDADİYE |
Savaş zamanlarında harp masrafını karşılamak, sulh vaktinde de bütçe
açığını kapatmak için halktan alınan örfi vergi. Harp için alınana
"imdadiye-i seferiye", açığı kapatmak gayesiyle alınana da "imdadiye-i
hazariye" denilirdi. |
İMECE |
Köyün umumi işlerinde veya köylünün kendi işlerinde köy halkının
müştereken çalışması. Beraberce birçok kimsenin toplanıp elbirliğiyle bir
kişinin işini halletmesi ve herkesin işinin sıra ile bitirilmesi. |
İMHA |
Bozmak, yok etmek, mahvetmek. Yıkmak. Zâil etmek. |
İMHA |
Keskinletme, bileme. |
İMHAK |
Kararma. * Bereketsiz. |
İMHAL |
Mühlet verme. Sonraya kalmasına müsaade etme. |
İMHAR |
Hâtun için mehr tayin etmek. Evleneceği kız veya kadın için mehr tayin
etmek. |
İMHAZ |
Doğrulukla yapma. |
İMKÂN |
Mümkün olmak. Olacak hâlde bulunmak. (Bak: Hudus) |
İMKÂN-I ÂDÎ |
Zâtında dâima mümkün olan. Her zaman olabilen. Olmasında bir mânia
bulunmayan. |
İMKÂN-I AKLÎ |
Man: Aklen mümkün bilinen. * Aklen mümkün olma. |
İMKÂN-I ÖRFÎ |
Emsaline pek az rastlanan hârika bir âdet veya keramet gibi. |
İMKÂN-I VEHMÎ |
Vehimle bir şeyi mümkün görmek, zannetmek. |
İMKÂN-I ZÂTÎ |
Vukuu mümkün olan iş. Bir şeyin, aslında mümkün olması. |
İMKÂN-I ZİHNÎ |
Bir şeyin mümkün olabileceğini zihinle düşünmek.(Vesveseli adam imkân-ı
zâtî ile imkân-ı zihnîyi birbiriyle iltibas eder. Yani, bir şeyi zâtında
mümkün görse, o şeyi zihnen dahi mümkün ve aklen meşkuk tevehhüm eder.
Halbuki, İlm-i Kelâm'ın kaidelerindendir ki; imkân-ı zâtî ise, yakîn-i
ilmîye münâfi değil ve zaruret-i zihniyyeye zıddiyyeti yoktur. Meselâ: Şu
dakikada Karadeniz'in yere batması zâtında mümkündür ve o imkân-ı zâtî ile
muhtemeldir. Halbuki yakînen o denizin yerinde olduğunu hükmediyoruz.
Şüphesiz biliyoruz ve o ihtimâl-i imkânî ve o imkân-ı zâtî bize şek vermez,
bir şüphe getirmez, yakînimizi bozmaz. Meselâ: Şu güneş zatında mümkündür
ki, bugün gurub etmesin veya yarın tulu' etmesin. Halbuki bu imkân,
yakînimize zarar vermez, şüphe getirmez. İşte bunun gibi, meselâ: Hakaik-ı
imâniyeden olan hayat-ı dünyeviyenin gurubuna ve hayat-ı uhreviyyenin
tuluuna, imkân-ı zâtî cihetinde gelen vehimler, yakîn-i imanîye zarar
vermez. Hem "lâ ibrete li-l-ihtimali-l-gayri-n-nâşi an delilin" yani: "Bir
delilden neş'et etmeyen bir ihtimalin hiç ehemmiyeti yoktur" olan kaide-i
meşhure, hem usul-üd din, hem usul-ü fıkhın kaide-i mukarreresindendir. S.) |
İMKÂNAT |
Varlığı da yokluğu da mümkün olanlar. Ademle vücudu müsavi olanlar. Var
olmasında başkasına muhtaç bulunan şeyler. |
İMLA |
Doldurma, doldurulma. * Yazı yazma. (Dikte) * Bir dildeki kelime ve
sözleri doğru yazma bilgisi. * Müddeti mühlet vererek uzatma. |
İMLAK |
Çok fakir düşmek. |
İMLAK |
Mülk sahibi olmak. * Bey etmek. * Evlendirmek. |
İMLAL |
(Melâl. den) Usandırma veya usandırılma. |
İMLAS |
Karanlık. * Karışma. * Koyunun tüyü dökülme. |
İMLİSE |
Çöl, sahra. |
İMLİSÎ |
Hırsız, sârık. |
İMMA |
(Terdid edatıdır) "Ya, veya" diye tercüme edilir.. Şek, şüphe, ibahe,
bağışlamak, hayret vermek mânâlarını da ifade eder. |
İMMİSAR |
(İmtisar ile aynı mânâdadır) Süt sağmak. * Bir şeyi incelemek. * Az
olmak. * Dağılmak. * Hâil, perde. |
İMPARATOR |
Lât. Büyük kral. Birkaç devlete hükmünü geçiren büyük hükümdar. Tahta
çıkan kadın olursa ona imparatoriçe denir. |
İMRAC |
Ahde vefa etmeme, sözden cayma. * Hayvanı çayıra salıverme. |
İMRAN |
Hz. Meryemin babası. (Bak: Âl-i İmran) |
İMRAR |
Geçirmek. Mürur ettirmek. * İpi sağlam bükmek. * Acıtmak. Acı olmak. |
İMRAR-I EVKAT |
Vakitleri geçirmek. |
İMRAZ |
İllet sahibi olmak. Hasta etmek. Bir kimseyi hasta bulmak. |
İMREE(T) |
Kadın. Hâtun. Avrat. |
İMRUZ |
f. Bugün. |
İMSA |
Akşama kalma. * Bozma. |
İMSAK |
Kendini tutmak. Bir şeyden el çekme. * Oruca başlama zamanı. *
Hapsetmek. * Şer'an müftirat denen şeylerden (orucu bozan şeylerden) nefsi
hakikaten veya hükmen men' etmek. * Yemez içmez adamın hâli. Cimrilik,
hasislik, pintilik. |
İMSAKİYE |
Ramazanda imsak vakitlerini gösteren cetvel. |
İMSAL |
Boşuboşuna sarfetme, lüzumsuz yere harcama. Har vurup harman savurma. |
İMSAS |
(Mass. dan) Emdirme, emdirilme. * Tıb: Suda erimiş ilâcı şırınga etmek. |
İMSAS |
Değdirmek. Elle tutmak. Meshetmek. |
İMŞEB |
f. Bu gece. |
İMTAR |
Yağdırma veya yağdırılma. |
İMTAR-I AHCÂR |
Taş yağdırma. |
İMTAR-I MATAR |
Yağmur yağdırma. |
İMTİDAD |
Uzanmak. Uzayıp gitmek. Gerilip ve çekilip uzanmak. * Boy. Tul.
Uzunluk. * Feza, uzay. |
İMTİDAH |
(Medh. den) Medhetme, övme. |
İMTİDAH |
Aşma, taşma. |
İMTİHA' |
(Mahv. dan) Mahvolma, perişan olma, yok olma. |
İMTİHA' |
Bileme veya bilenilme, yahut da bilenme. |
İMTİHA-Yİ SEYF |
Kılıcın bilenmesi, keskinleştirilmesi. |
İMTİHAK |
Bozulma. |
İMTİHAN |
Deneme, Tecrübe etmek. * Bir şeyin hakikatına ıttılâ peyda etmek için
çok dikkatle düşünmek. * Salâhiyet veya salâhiyetsizliğini anlamak için
yapılan teftiş ve tecrübe.(Hakîm-i Ezeli, inâyet-i sermediye ve hikmet-i
ezeliyenin iktizası ile, şu dünyayı, tecrübeye mahal ve imtihana meydan ve
esmâ-i hüsnâsına âyine ve kalem-i kader ve kudretine sahife olmak için
yaratmış ve tecrübe ve imtihan ise neşv ü nemâya sebeptir. O neşv ü nemâ
ise, istidatların inkişafına sebeptir. O inkişaf ise, kabiliyetlerin
tezahürüne sebeptir. O kabiliyetlerin tezahürü ise, hakaik-ı nisbiyenin
zuhuruna sebebtir. Hakaik-ı nisbiyenin zuhuru ise, Sâni-i Zülcelâlin esmâ-i
hüsnâsının nukuş-u tecelliyatını göstermesine ve kâinatı mektubat-ı
Samedaniyye suretine çevirmesine sebeptir. İşte bu sırr-ı imtihan ve sırr-ı
teklif iledir ki; ervâh-ı âliyenin elmas gibi cevherleri ervâh-ı sâfilenin
kömür gibi maddelerinden tasaffi eder, ayrılır.İşte, bu mezkur sırlar gibi
daha bilmediğimiz çok ince, âli hikmetler için, âlemi bu surette irade
ettiğinden şu âlemin tegayyür ve tahavvülünü dahi o hikmetler için irade
etti. Tahavvül ve tegayyür için zıtları birbirine hikmetle karıştırdı ve
karşı karşıya getirdi. Zararları menfaatlara mezcederek, şerleri hayırlara
idhal ederek, çirkinlikleri güzelliklere cem'ederek, hamur gibi yoğurarak şu
kâinatı tebeddül ve tagayyür kanununa ve tahavvül ve tekâmül düsturuna tâbi
kıldı. Vaktaki meclis-i imtihan kapandı. Tecrübe vakti bitti. Esmâ-i Hüsnâ
hükmünü icra etti. Kalem-i kader, mektubatını tamamiyle yazdı. Kudret,
nukuş-u san'atını tekmil etti. Mevcudat, vezaifini ifa etti. Mahlukat,
hizmetlerini bitirdi. Herşey, mânasını ifade etti. Dünya, âhiret fidanlarını
yetiştirdi. Zemin, Sâni-i Kadir'in bütün mu'cizat-ı kudretini, umum
havârık-ı san'atını teşhir edip gösterdi. Şu âlem-i fena, sermedi
manzaraları teşkil eden levhaları zaman şeridine taktı. O Sâni-i Zülcelâl'in
hikmet-i sermediyyesi ve inayet-i ezeliyyesi; o imtihan neticelerini, o
tecrübenin neticelerini, o Esmâ-i Hüsna'nın tecellilerinin hakikatlarını, o
kalem-i kader mektubatının hakaikını, o nümune-misal nukuş-u san'atının
asıllarını, o vezaif-i mevcudatın faidelerini, gayelerini, o hidemat-ı
mahlukatın ücretlerini ve o kelimat-ı kitab-ı kâinatın ifade ettikleri
mânaların hakikatlarını ve istidat çekirdeklerinin sünbüllenmesini ve bir
mahkeme-i kübra açmasını ve dünyadan alınmış misalî manzaraların
göstermesini ve esbab-ı zâhiriyyenin perdesinin yırtmasını ve herşey
doğrudan doğruya Hâlik-ı Zülcelâline teslim etmesi gibi hakikatları iktiza
etti ve o mezkur hakikatları iktiza ettiği için, kâinatı dağdağa-i tagayyür
ve fenadan, tahavvül ve zevalden kurtarmak ve ebedileştirmek için o zıtların
tasfiyesini istedi ve tagayyürün esbabını ve ihtilâfatın maddelerini tefrik
etmek istedi. Elbette kıyameti koparacak ve o neticeler için tasfiye edecek.
İşte şu tasfiyenin neticesinde cehennem, ebedî ve dehşetli bir suret alıp,
taifeleri $ tehdidine mazhar olacak. Cennet; ebedî, haşmetli bir suret
giyerek ehli ve ashabı $ hitabına mazhar olacak. S.) |
İMTİHAN |
Hor ve zelil kılmak. |
İMTİHAZ |
Hâlis, katıksız ve saf olma. Durulanma. |
İMTİKÂR |
(Mekr. den) Oyuna kanma, aldanma. |
İMTİLA' |
Dolma. Dolgunluk. * Tıb: Kan durma, kan toplanma. |
İMTİLA-İ MİDE |
Mide dolgunluğu. |
İMTİLAL |
Bir millete karışma. |
İMTİNA' |
Feragat edip geri durma. * Muvafakat etmeme. Çekinme. İstememe.
Yapmama. * İmkânsızlık, mümkün olmayış. |
İMTİNA-İ ÂDİ |
Bir şeyin olması âdeta mümkün olmamak. |
İMTİNA-İ HAKİKİ |
Bir şeyin mümkün olmamasının aklen zaruri olması. (Meselâ: Bir kimse
kendinden yaş bakımından büyük olan başka bir kimse hakkında: "Bu benim
oğlumdur" diye iddia etse, dâvâsı dinlenmez. Çünkü, kendinden yaşça büyük
bir adamın, kendisinin neslen oğlu olması aklen muhaldir.) |
İMTİNAN |
Minnet. Kendine minnet etmek. Birisine yaptığı ihsan ve iyiliği başına
kakmak. * Memnun olmak. * Birisinin çok iftiharla sevdiği ve mâlik olduğu
şeye nâil olmak. |
İMTİRA' |
Çıkarma, ihrac etme, dışarı atma. * Şüphelenme, kuşkulanma. * Tereddüt,
mütereddidlik, kararsızlık. |
İMTİRAS |
Sürtünme, kaşınma. |
İMTİRAS-I HİMAR |
Eşeğin sürtünüp kaşınması. |
İMTİSAL |
Nümune kabul etme. * Uymak. Ayrılmamak üzere inkıyad etme. * Mesel ve
kıssa söyleme. * Bir şeyin suretine girme. * Muvafakat ve mutabakat etme. *
Katili kısas etme. (Bak: Dimağ) |
İMTİSALEN |
Bağlı olarak, imtisal ederek, uyarak, tâbi olarak. |
İMTİSAR |
(Bak: İmmisar) |
İMTİSAS |
Emerek çekilmek, emmek, emilmek. Hazmolunmuş olan maddelerin, damarlar
tarafından emilmesi. |
İMTİŞAT |
Tarama. Saç veya sakal tarama. |
İMTİYAZ |
Diğerlerinden ayrılmak. Farklı olmak, benzerlerinden ayrılmak. * Resmi
veya hususi izin. * Masraflı veya mes'uliyetli bir işin başkaları yapmamak
üzere bir şahıs veya şirket yahut da bir hey'ete tahsis edilmesi. |
İMTİYAZAT |
(İmtiyâz. C.) İmtiyâzlar, izinler, müsâadeler. |
İMTİYAZ MADALYASI |
2. Abdülhamid'in 11/10/1885 tarihli emriyle devlet ve memleket yararına
hizmet edenlere, vazifeyle gönderildikleri yerde başarı gösterenlere
verilmek üzere çıkarılan madalya. Altun ve gümüşten olmak üzere iki çeşit
olan bu madalyaların ön yüzünde II. Abdülhamid'in "Elgazi" tuğrası, bunun
altında saltanat arması yer alır. Arka yüzünde: "Devlet-i Osmaniye uğrunda
fevkalâde ibraz-ı sadakat ve şecaat edenlere mahsus madalyadır" yazısı
altında madalyayı alacak olanın adının yazılacağı boş bir bölüm vardır. En
altta 1300 rakamı okunmaktadır. |
İMTİZAC |
Muvafık ve mutabık olmak. Mezcolmak, uyuşmak. İyi geçinmek. Karışmak. |
İMTİZAC-I ELVAN |
Renklerin uygunluğu. |
İMTİZACAT |
(İmtizac. C.) İmtizaclar. |
İMTİZACKÂR |
f. Uyuşarak, anlaşarak, karışarak. Kaynaşmağa müsait surette. |
İMZA |
Kendi ismini veya kendine ait bir işareti, kendisinin kabullenerek
yazması. * İcra ve tamam eylemek. |
İMZA-İ KAZA |
Huk: Verilen hükmü infaz edip yerine getirme. |
İMZA-Yİ PADİŞAHÎ |
Padişahın imzası. Osmanlı Padişahları tarafından vaktiyle hükümdarlara
yazılan name-i hümayunların kenarlarına altun yaldızla imza konurdu. Bunlara
imza-yı padişahî denilirdi. |
ÎN |
İri ve güzel gözlüler.İN : Yabani hayvanların barınağı, yuvası. Mağara. |
İNA' |
Kap-kacak, tencere gibi lüzumlu ev eşyası. * Bir şeyin vakti gelip
çatmak. |
İNA |
Uzaklaştırma. |
İ'NA |
Zahmete uğramak. |
İNA' |
Yemiş toplama zamanı gelme. |
İNA |
Geciktirme, alıkoyma, zayıf düşürme. |
İNABE |
Günahları terk ile Hakka dönüş. Hakka tâbi bir mürşide bağlanmak.
(Hakk'a ikbal ü teveccüh ve âyât-ı hakkı teemmül ile tevbedir ki, asl-ı
hakikatı hayır nöbetine girmek demektir.) (E.T.) |
İ'NAC |
Hayvanı kıç üstü çökertmek. (Omurga kemiği) ağrıma. |
İ'NAD |
Dinmeden akma. * Çekişme. |
İNAD |
Israr, muannidlik, ayak direme, dediğinden vazgeçmeme. |
İNADEN |
İnad olsun diye. Tersine olarak. |
İNADİYE |
Eşyanın hakikatlarını, varlığını inkâr eden bir zümre. (Bak: Sofizm) |
İNAF |
Bir kimseyi, bir şeyden vazgeçirmeğe çalışmak. |
İ'NAF |
Sertlik etme. |
İNAHA |
(Deve) Çökerme. |
İNAK |
Birbirinin boynuna sarılma, kucaklaşma. |
İNAK |
Sözüne inanılır, itimat edilebilir, mutemed.* Müsteşar, müşavir. *
İstişare, re'y. |
İNAKA |
Aşırı güzelliği ve câzibedarlığı ile hayret verme. |
İN'AL |
Nallama veya nallama. |
İNALE |
Kavuşturma, vâsıl etme, nâil etme, ulaştırma. * Yemin, kasem, and. *
İhsanda bulunma, bağışta bulunma. |
İN'AM |
Nimet vermek. İhsan etmek. * Doğruya sevketmek, hidâyete ulaştırmak. *
İyilik etmek, bahşiş vermek. * Tar: Osmanlı İmparatorluğu zamanında
yeniçerilerin aylıklarına yapılan zam. (Bak: Nimet) |
İN'AMAT |
(İn'am. C.) Yardım ve inayetler, meded vermeler. Nimetlendirmeler. |
İN'AMAT-I KÜLLİYE |
Bütün in'amlar. Cenab-ı Hakk'ın mahlukata, hususan insanlara hadsiz
nimetler ihsan etmesi. |
İNAME |
Uyutma. * Kıtlık. |
İNAME-İ ETFAL |
Çocukların uyutulması. |
İN'AMPERVER |
f. Nimetlerle bezeyen, çok nimet veren. Tehlikelerden sâlim kılan. |
İNAN |
Dizgin. * İdare etme, yürütme. |
İ'NAN |
Büyü ile bağlanma. |
İNAN |
f. Bu kimseler, bunlar. (İşaret zamiridir). |
İNANGERDAN |
f. Dizgin çevirme, geri dönme. |
İNANGİR |
f. Dizgin yakalama. Dizgin tutma. |
İNANKEŞ |
f. Dizgin çeken, hasaplı giden. |
İNANRİZ |
f. Dizgin bırakmış, koşturan. |
İNANTAB |
f. Dizgin çevirip dönen. |
İNARE |
(Nur. dan) Nurlandırma, aydınlatma, ışıklandırma. |
İNAS |
(Ünsâ. C.) Kadınlar, kızlar. |
İNAS |
(Üns. den) Alıştırma, ünsiyet ettirme. * Görme, bilme. |
İN'AŞ |
Harekete getirme, canlılık kazandırma. Yukarı kaldırma. |
İ'NAT |
Zahmete uğratma, meşakkate maruz bırakma. * Edb: Mukayyed kafiye ve
mukayyed seci' san'atı. |
İNAYAT |
(İnayet. C.) İnayetler, iyilikler, lütuflar, ihsanlar. |
İNAYET |
Yardım, lütuf meded etmek. * Mühim bir işle karşılaşıp onunla meşgul
olmak. |
İNAYET-İ RABBANİYE |
Allah'ın inayeti. |
İNAYET-İ ŞÂMİLE |
f. Herkese ait umumi inayet ve yardım. |
İNAYET DELİLİ |
(Bak: Delil-i inayet) |
İNAYETEN |
İnayet, yardım ve iyilik olarak. |
İNAYETHAH |
f. İnayet isteyen, meded bekleyen. |
İNAYETKÂR |
f. Yardım ve iyilik eden. Lütuf ve inayette bulunan. |
İNAYETKÂRÂNE |
f. İnayet edene yakışır surette. Yardım ve iyilikte bulunan kimseye
yakışacak şekilde. |
İNBA |
Haber verme. İhbar eyleme. Tebliğ etme. |
İNBAC |
Münasebetsiz ve lüzumsuz konuşma. |
İNBAH |
Uyandırma, uyarma. * Kımıldatma, harekete getirme. |
İNBAT |
Nebâtı bitirme. Tohumu yere dikip yeşillendirme. Nebâtın bitmesini
sağlama. |
İNBAT |
Su arama. |
İNBİAS |
Gönderilme, yollanma. * İleri gelme, meydana çıkma. |
İNBİGA |
Liyâkat, lâyıklık, beğenilme. |
İNBİHAR |
Yorgunluktan dolayı nefes kesilip soluk soluğa kalma. |
İNBİK |
Süzme âleti. Akıcı maddelerin süzgeçten geçirilmesine mahsus âlet. |
İNBİKA |
(Bükâ. dan) Ağlama, göz yaşı dökme. |
İNBİSAS |
Yayılıp dağılma. |
İNBİSAT |
Genişleme. Yayılma. * Açık yüzlü olma. Şâd, mesrur ve mahzuz olma. *
Gönül açıklığı. Kalb ferahlığı. * Fiz: Sıcaklığın etkisiyle madenî
cisimlerin enine, boyuna büyüyüp uzaması. Genleşme. |
İNCA' |
Kurtarma, necata erdirme, selâmete çıkarma. |
İNCAH |
İşi tamamlama, işi bitirme. * İsteğe erme, arzu edilen şeye ulaşılma. |
İNCAL |
Davarı çimene salma, yeşilliğe bırakma. |
İNCAM |
Meydana çıkarma. * (Yağmur) dinme. |
İNCAS |
(Necis. den) Pisleme, necisleme. |
İNCAZ |
(C.: İncâzât) Yerine getirme. Verilen sözü tutma. |
İNCAZ-İ VA'D |
Va'dini yerine getirme. Verdiği sözünü tutma. |
İNCE DONANMA |
Tar: Hafif gemilerden meydana gelen donanma. Bunun yerine "Hafif
Donanma" da denilir. Bunların en meşhurları: Uçurma, varna, beş çifteleri,
karamürsel, aktarma, üstüaçık, çiftekayığı, brolik, celiyye, çamlıca, kütük,
at kayığı, kancabaş, âyaska, işkampaviya, şahtur, çekelve, kırlangıç,
firkate, kalite, pergandi, mavna, grıp, kadırga, baştarde vb. dir.Buharın
icadından ve zırhlı harp gemileri yapıldıktan sonra hafif kruvazör ve
gambotlardan teşekkül eden deniz kuvvetine "İnce Donanma" denmeğe
başlanmıştır. (O.T.D.S.) |
İNCİBAR |
Kırılmış olan kemiğin bağlanıp tekrar kaynaması. |
İNCİFAF |
(Ceff. den) Kurumak. |
İNCİL |
Dört büyük kitabdan birisi. Hristiyanların mukaddes kitabı olup,
Hazret-i İsa'ya (A.S.) gelen kitab. * Beşaret, müjde. |
İNCİLA |
Cilâlanma. Parlama. * Görünme, belli olmak, açılma. |
İNCİLAB |
Celbedilme. Çekilme. Sürülüp götürülme. |
İNCİMAD |
Donma. Buzlanma. Sertleşme. |
İNCİRAD |
Mücerred olma, tecrid edilme, soyunma. |
İNCİRAR |
Çekilip uzanma. Çekilme. Bir neticeye doğru çekilerek sona erme. |
İNCİRAR-I KELÂM |
Söz gelişi. |
İNCİZA' |
(Değnek) Kırılma. * (İp) Kopma. |
İNCİZAB |
Cezbedilme, çekilme.(Fıtrat-ı zîşuur olan vicdandaki incizab ve cezbe,
bir hakikat-ı câzibedarın cezbesiyledir. M.) |
İNCİZAM |
Kesilme. * Cüzzam hastalığına tutulmuş kimsenin bir organının
(âzâsının) kopması. |
İNCİZAM |
(Kemik) Kırılma. * Gr: Meczum olma. Kelimenin son harfi harekesiz
olarak telâffuz olunma. |
İNCİZAZ |
Kesilme. |
İNCU |
f. İnci, lü'lü', dürr. |
İND |
Arapçada zaman veya mekân ismi yerine kullanılır. Hissî ve manevî
mekân. Maddî ve manevî huzura delâlet eder. Nezd, huzur, yan, vakt, taraf
gibi mânâlara gelir. Gayr-ı mütemekkindir. Yani harekeleri değişmez. İzafete
göre zamanı ifade eder (Min) harf-i cerriyle birleşebilir. Bazan da zarf
olmaz. Bazan kalb ve ma'kul irade olunur. Yani, bazan huzur-u kalbîye
delâlet eder ki, itikad mânasına kullanılır. Bazan mâkuledeki hissi huzura
zarf olduğu gibi, huzur-u manevîye de zarf olur. Bâzan onunla fiil emir
olur. Hüküm, fazıl, ihsan, teşvik ve tergib etmek mânalarına gelir. |
İND-İ İLÂHÎ |
Allah'ın indinde. Allah'ın nazarında. |
İNDA' |
Cömertlik etme. |
İNDAB |
(Nedeb. den) Yara iyileşip kabuk bağlama. |
İNDALLAH |
Allah yanında. Allah indinde. |
İNDEKE |
Senin yanında. Sana göre. |
İNDELBA'Z |
(İnd-el ba'z) Bazılarına göre. |
İNDELHACE |
İhtiyaca göre. İhtiyaç vaktinde. |
İNDELİCAB |
(İnd-el icab) İcab ettiği zaman, gerekince, iktiza ettiğinde. |
İNDETTAHKİK |
(İnd-et tahkik) Tahkik sonunda, araştırma neticesinde. |
İNDÎ |
Şahsi. Keyfi. Zati. Kendine göre. * Bana göre. Bence. |
İNDİBAG |
Deri tabaklama. |
İNDİFA |
Def olma. * Meydana çıkma. Yerden fışkırma. * Söze girişme. * Geri
çekilme. * Başlama. * Teveccüh eyleme. * Yer yer baş gösterme. |
İNDİFA-İ BÜRKANÎ |
Volkan püskürüğü, yanardağdan çıkan lâvlar. |
İNDİFAÎ |
Püskürme ile alâkalı. * Püskürük. |
İNDİFAK |
(Su) birdenbire ve şiddetle dökülme. |
İNDİFAK-I NEHR |
Nehrin şiddetle dökülmesi. |
İNDİHAŞ |
Çok korkma, dehşete düşme. |
İNDİMAC |
Kenetlenme. Dürülüp birbirine geçme. |
İNDİMAL |
Yara iyi olma, kapanma. |
İNDİMAM |
Pişman olma. |
İNDİMİZDE |
t. Bize göre, bizce, yanımızda. |
İNDİRA' |
(Su) dağılıp yayılma. |
İNDİRA-İI MÂ' |
Suyun dağılıp yayılması. |
İNDİRA' |
Bir işe girişme, bir şeye teşebbüs etme. * Öne geçme. * Buluttan
kurtulma. |
İNDİRAC |
Dahil olma. İçeri girme, katılma. * Nesil tamamen tükenip halefi
kalmama. |
İNDİRAS |
Zail olma, eseri kalmama, mahvolma. Bozulma. |
İNDİSAS |
Toprak altına gömme. |
İNDİYAL |
Çok ishâl olma. İçi sürme. |
İNDİYYAT |
(İndî. C.) Birinin kendince uydurduğu şeyler. Bir kimsenin kendi görüş
ve inanışına göre söylediği sözleri. |
İNEB |
Üzüm. |
İNEBE |
Üzüm tanesi. * Tıb: Göz kenarında çıkan sivilce, arpacık. |
İNEBÎ |
Üzüm biçiminde, üzümsü. |
İNFAD |
Bitirme, tüketme. * Kuyunun suyu tükenme. |
İNFAK |
Nafaka verme. Besleme. Geçindirme. * Harcayıp tüketme. * Fakir olma. |
İNFAK-I MUHTACÎN |
Muhtaçları, yoksulları besleme. |
İNFAL |
Ganimetten mal ayırıp verme. |
İNFAR |
Ürkütme, ürkütülme. |
İNFAZ |
Sözünü geçirme. Bir hükmü yerine getirme. * Aldığı emre göre birisini
öldürme. * Öte tarafa geçirme. |
İNFAZ-I FERMAN |
Hükmünü geçirme, emrini dinletme. |
İNFİAL |
Gücenme. Darılma. * Can sıkılma. Teessür. * Hareketlenme. Harici bir
sebeb ve te'sirle hâsıl olan hâl, te'sir ve hareket. * Harici te'sire kabil
olmak. * Ruhun kabul ettiği tahavvülât. (Bir eser, müessirine nisbetle
fiildir. Zuhur ettiği yere nisbetle infialdir.) |
İNFİALAT |
(İnfial. C.) İnfialler. Gücenmeler. Aksi te'sirler. Teessürler. *
Hareketlenmeler. Teessür ve hareketler. |
İNFİCAR |
Tan yeri ağarma. Fecir sökme. * Tohumun yerde çatlaması. * Suyun,
yerden kaynayıp çıkması. |
İNFİDAD |
(İnfadda) Bir şeyin kırılıp dağılması. Parça parça olma. |
İNFİHAM |
(Fehm. den) Anlaşılma, fehmedilme. |
İNFİHANÎ |
Şişman adam. |
İNFİKAK |
Yerini terk etme. Yerinden ayrılma. * Ayrı düşme. * Çözülme. |
İNFİLAK |
Açılma. Yarılma. Patlama. İnşikak etme. |
İNFİLAL |
Delinme, delik açılma. * Keskinliği kaybolma, körlenme, körleşme. |
İNFİLAL-İ SEYF |
Kılıcın keskinliğinin gitmesi, körlenmesi. |
İNFİRAC |
Gam ve gussadan kurtulma, açılma. |
İNFİRAD |
Tek başına kalma. Yalnızlık hâli. |
İNFİRAG |
Boşalma. |
İNFİRAG-I CÜZ'Î |
Bir sıvının kısmen boşaltılması. |
İNFİRAH |
Ferahlanma. Ferahlık duyma. |
İNFİRAK |
(Fark. dan) Ayrılma. |
İNFİRAK-I TURUK |
Yolların ayrılması. |
İNFİRAZ |
Bulunmama, kalmama, münferiz olma. |
İNFİSAD |
(Fesad. dan) Bozulma, fesada uğrama. |
İNFİSAH |
Bollaşma. Genişleme. |
İNFİSAH |
Hükümsüz kalma, fesholma. Bozulma. |
İNFİSAL |
Olduğu yerden ayrılma. Yeni bir fasıla geçme. * Yerini bırakıp gitme. *
Azledilme. |
İNFİSALAT |
(İnfisal. C.) Yerinden ayrılmalar. * Azledilmeler. |
İNFİSAM |
Kırılma. * Kesilme. * Yırtılma. * Üzülme. * Kopma. |
İNFİTAH |
Açılma. Boşalma. Tıkanan bir şeyin açılışı. * Tecvidde: Harf okunduğu
zaman dil ile üst çene birbirinden ayrılıp, aralarından nefes çıkması.
İnfitah harfleri ise şunlardır: (Min, Nun, Elif, Hı, Zel, Vav, Cim, Dal,
Sin, Ayın, Te, Fe, Ze, Kef, Lem, Ha, Se, Kaf, He, Şın, Ra, Be, Gayın, Ya.) |
İNFİTAH-I EBVAB |
Kapıların açılması. |
İNFİTAH-I EZHAR |
Çiçeklerin açılması. |
İNFİTAHİYYET |
Kapalılığın açılıp inkişaf etmesi. (Tohumların açılarak nebât hâline
gelmesi gibi olan hâl.) |
İNFİTAK |
Yarılma, sökülme. |
İNFİTAM |
Kesilme. * Sütten kesilme. * Menedilen bir şeyden uzaklaşma. |
İNFİTAR |
Yarılma, açılma. |
SURET-ÜL İNFİTAR |
Kur'an-ı Kerim'de seksenikinci Sure olup Mekkidir. |
İNFİTAT |
Paralanma, kırılma. |
İNFİZAC |
Sıcaklık verme, ısı verme. * Buharlaşma. * Terleme. |
İNFİZAZ |
(Bak: İnfidad) |
İNGAS |
(Tengis) Keder verme. Rahatını bozma. |
İNGIMAM |
Kaygılanma, gamlanma, tasalanma. |
İNGIMAS |
Suya dalma. |
İNGIMAZ |
Göz yumulma. |
İNGISAS |
Suya dalma. |
İNGITAT |
Suya dalma. |
İNGIVA |
Dalâlete düşme, sapıtma, yoldan çıkma. |
İNHA |
Bir hususu resmen bildirme, tebliğ. * Bir memurun daha üst makamdaki
bir memura bir maddeyi hâvi olmak üzere yazdığı kağıt. * Ulaştırma,
yetiştirme. |
İNHA' |
Vazgeçme. * Yöneltme, tevcih etme. |
İNHA |
f. Bu şeyler. (İşaret zamiridir.) |
İNHAC |
Meydanda, zâhir, açık. Belli etme. * Hayvanı yorarak solutma. * Esvabı
eskitme. |
İNHAF |
İnceltme, zayıflatma. |
İNHAK |
Çok eziyet etme. Çok fazla sıkıntı verme. |
İNHİBAS |
Vakıf namına malı hapsetme. * Nefes tutulma. |
İNHİBAT |
Yukarıdan aşağı inme. |
İNHİCAF |
Yalvarıp yakarma. |
İNHİCAM |
(Bina) çöküp yıkılma. |
İNHİDA' |
(Hud'a. dan) Aldanmak, hileye düşme. |
İNHİDAB |
(Hadeb. den) Kamburlaşma, yumrulaşma. * Kamburluk, yumruluk. |
İNHİDAD |
(Hadde. den) Keskinleşme, incelme, sivri olma. * Basılıp ezilme,
haddeden geçme. |
İNHİDAM |
Çökme, yıkılma. Viran olma. |
İNHİDAR |
İnişe inme. * Vurmakla derinin şişmesi. |
İNHİDAR |
Perdelenme. |
İNHİDAR-I NİSVAN |
Kadınların örtünmesi. |
İNHİDAŞ |
Dalaşma, hırlaşma (köpek). |
İNHİFA |
Gizlenip saklanma. |
İNHİFAZ |
Aşağılanma, alçaklanma. * Çökkünlük. |
İHHİKAK |
Kördüğüm olma. * Mc: Sıkışıp kalma. Halledilmeyip çözülmez hale gelme. |
İNHİKAK |
Kaşınma. |
İNHİLA' |
Def'olunma, çıkarılma, kovulma. |
İNHİLAK |
Kendini tehlikeye atma. |
İNHİLAL |
Çözülüp ayrılma. Dağılma. * Erime. * Münhal olma. |
İNHİLAL-PEZİR |
f. İnhilali mümkün olan. Dağılabilen. Çözülebilen. Eriyebilen. |
İNHİMA |
Mahv olma. |
İNHİMAD |
Ateşi sönmeyip alevi geçme. |
İNHİMAK |
Ahmak olma. Ahmaklaşma. *Akılsız görünme. |
İNHİMAK |
Bir şeye fazla düşkün olma. |
İNHİMAL |
İhmal etme, önem vermeme. * Mühlet alma. * Göz yaşı dökme. * Ciddi bir
şekilde çalışma, uğraşma. |
İNHİMAM |
İhtiyarlama, yaşlanma. |
İNHİMAZ |
Ekşilenme. |
İNHİNA |
Eğilme, münhani olma, yay biçimine girme, kavislenme. |
İNHİNAK |
Boğulma. * Bunalma, nefesi kesilme. |
İNHİRAF |
Doğru yoldan sapma. * Dönme. * Bozulma. Değişme. * Kırıklık. *
Tecvidde: Harf okunduğu zaman o harfde, dil ucuna veya dil arkasına doğru
bir meyli bulunmasına denir. İnhirâf sıfatının harfleri Lâm ve Ra
harfleridir. Bunlara Münharif denir. |
İNHİRAK |
Yırtılma. |
İNHİRAT |
Bilmediği bir işe danışmadan girişme. * Zarar verme, ziyana sokma. *
İpliğe boncuk dizme. * Beden çelimsizlenip zayıflama. * Bir yola süluk etme,
girme. |
İNHİSAF |
Ay tutulması. Husufa uğramak. Ay'ın, dünyanın gölgesi altına girmesi
veya o şekildeki gölgelenmek. |
İNHİSAF-I AYN |
Kör olma. |
İNHİSAM |
(Hasm. dan) Kesip bitirme, halletme. |
İNHİSAM-I DA'VA |
Dâvânın halledilmesi. |
İNHİSAR |
Hasr olunma. * Tecavüz etmeme. * Bir iş veya malın idâresinin bir
kişiye, bir ele bırakılması. Bir elden idâre. Bir şeye mahsus olup, başka
şeye şümulü olmama. Yalnız bir şeye veya bir şahsa hasrolunma.(Zihniyet-i
inhisâr, hubb-u nefisten geliyor, sonra maraz oluyor, nizâ ondan çıkıyor.
S.) |
İNHİŞAŞ |
(C.: İnhişâşât) Birbirine dokunup hışırdama, hışırtı. Şakırtı,
şakırdama. |
İNHİŞAŞ-I ESLİHA |
Silâhların şakırtısı. |
İNHİŞAŞ-I EVRAK |
Yaprakların hışırtısı. |
İNHİTAK |
Bozulma, yırtılma. * Bekârlığın bozulması. Kızlığı bozulma. |
İNHİTAM |
Kırılma, ezilme, ufalanma. |
İNHİTAT |
Aşağılanma, aşağı inme. * İhtiyarlama, yaşlıyığa yüz tutma. * Kuvvetten
düşme. * Bir şişin inmesi. * Düşme, inme. |
İNHİVA |
Yukardan aşağı düşme. |
İNHİYAŞ |
Ezilip büzülme, sıkılma, çekinme. |
İNHİZAL |
Beli kırılmış gibi ağır yürüme. * Soruya karşılık verme. |
İNHİZAM |
Basılıp ezilme. * Bozulma. Askerin bozulup dağılması. |
İNHİZAM |
Yemek hazmolunma. Yemeklerin midede erimesi. |
İN'İDAL |
(Udul. den) Doğru yoldan çıkma, sapma, dalâlete düşme. |
İN'İDAM |
İdama gitme. Mahvolma. Yok olma. |
İN'İKAD |
Akdetme. Bağlanma. * Fık: İcab ve kabulün taraflarca eseri zâhir olup,
meşru bağlılık ve alâkadarlık. * Kurulma. Toplanma. |
İN'İKAS |
Aksetme, tersine çevrilme. * Işık veya sesin bir şeye çarpıp geri
gelmesi. * Aynada parlak şeyde eşyanın temessülü. |
İN'İRA |
Dişin (etleri çekilip) kökü çıkma. |
İN'İSAB |
Zorlaşma. |
İN'İSAM |
Muhafaza etme, koruma. |
İN'İSAN |
Emin ve muhafazalı bulunma. |
İN'İSAR |
Ezip sıkma, sıkıştırma, suyunu çıkarma. |
İN'İTAF |
İki kat olma, bükülme, katlanma. * Bir tarafa dönme, temâyül. Meyletme. |
İN'İZAL |
Bir tarafa çekilme, tek başına kalma. |
İNKA' |
Pâk ve temiz olma. |
İNKA-YI KALB |
Kalb temizliği, gönül temizliği. |
İNKA' |
Suda ıslatma. |
İNKÂH |
(Nikâh. dan) Nikâh etme veya edilme. |
İNKÂR |
Bilmeme, tanımama. Yaptığını ve söylediğini gizleme. * Yapmadım deme ve
ayak direme. * Reddetme. (Bak: Nefy) |
İNKÂRÎ |
İnkârla alâkalı. |
İNKAS |
Eksilme, eksiltme. |
İNKAZ |
Kurtarma. Kurtarılma. Halâs etme. |
İNKAZ |
Kırma ve bozma. * Tuhaf sesler çıkarma. Küçük bir hayvanın veya böceğin
kendine mahsus ses çıkarması. * Vücuttaki oynak yerlerden çıkan ses. |
İNKIBAZ |
Büzülme. Çekilip toplanma. * Sıkıntı. Gamlı olmak. * Kabızlık.
Tutukluk. |
İNKIBAZÎ |
İnkıbazla ilgili. |
İNKIDAD |
Yıkılma. * Perakende olup dağılma. * Kuş havadan süzülüp inme. |
İNKIHAL |
Büsbütün zayıf ve güçsüz düşme. |
İNKIHAM |
Düşünmeden bir işe girişme. |
İNKILA' |
(Kal'. den) (Ağaç) kökünden koparılma. |
İNKILÂB |
Başka tarza değişme. Bir hâlden diğer hâle geçme. Başka türlü olma. *
Altüst olma. |
İNKILÂB-I HAKAİK |
Hakikatlerin tam zıddına dönmesi (ki, böyle bir şey mümkün değildir.)
(Bak: İçtima-ı zıdden) (İnkılâb-ı hakaik ittifâken muhaldir. Ve inkılâb-ı
hakaik içinde muhal ender muhal, bir zıd, kendi zıddına inkılâbıdır. Ve bu
inkılâb-ı ezdâd içinde bilbedahe bin derece muhâl şudur ki: Zıd kendi
mâhiyetinde kalmakla beraber, kendi zıddının aynı olsun. S.) |
İNKILÂB-I SAYFÎ |
İlkbaharın bitip, yaz mevsiminin balayışı. Gün dönümü. (21 hazirana
rastlar.) |
İNKILÂB-I ŞİTEVÎ |
Sonbaharın bitip, kış mevsiminin başlayışı. (Aralık ayının 21'ine
rastlar.) |
İNKILÂB ALE-L A'KIB |
Ökçeler üzerine dönmek demektir ki, asker yürüyüşünde olduğu gibi, tam
sağdan veya soldan geri dönmektir. İki ökçeyi birden yerinde çevirmek
suretiyle inkılâb ale-l a'kıb, ayakları çaprazlaştırdığından yürümeyi
imkânsız bırakır. Kur'an'da bu tâbir ya harbde firardan kinaye veya dinde
irtidaddan mecaz olmak üzere iki mânâya muhtemildir. (E.T.) |
İNKILÂBÂT |
İnkılâblar, değişmeler. |
İNKIMA' |
Kökü kesilme. Köksüzleşme. |
İNKIRAZ |
Sönme. Zeval bulma. |
İNKISAM |
Kısımlara ayrılma. Bölünme. Taksim olunma. |
İNKISAM |
Kırılıp ayrılma. Parçalanma. |
İNKISAR |
Kısalma, kısa olma. |
İNKIŞA' |
Mânilerin gidip havanın açılması. Ayazlama. |
İNKIŞAR |
Bir şeyin derisinin veya kabuğunun soyulması. |
İNKITA' |
Tükenme. Kesilme. Arkası gelmeme. |
İNKITÂ-İ TAMS |
(Kadın) âdetten kesilme. |
İNKIYAD |
Boyun eğme. Muti olma. Teslim olma. İtaat etme. İmtisal. |
İNKIYADEN |
İnkıyad suretiyle. Teslim olarak. İtaat ederek, boyun eğerek. |
İNKIZA' |
(Kazâ. dan) Sonu gelip bitme. Tamam olma. Mühleti sona erme. |
İNKIZA-Yİ MÜDDET |
Müddetin bitmesi, zamanın sona ermesi. |
İNKIZAF |
Kovulma, def olunma, atılma, uzaklaştırılma. |
İNKIZAZ |
Çatlama. * (Kuş) havadan yere doğru süzülerek inme. |
İNKİBAB |
Yüzüstü düşme, yere kapanma. |
İNKİDAM |
Vücudun bir tarafı berelenme veya kızarma. |
İNKİDAR |
Hızlı yürüme. * Düşme ve saçılma. |
İNKİLAL |
Yavaşça gülme, tebessüm etme. * Körlenme, kesmez hâle gelme. |
İNKİLİS |
Yılan balığı. |
İNKİMAŞ |
Acele etme. Çabuk iş görme. |
İNKİSAF |
(Küsuf. tan) Parlaklığı sönme. Güneş tutulması. |
İNKİSAR |
Kırılma. Gücenme. * Beddua ve lânet okuma. * Şikeste olma. |
İNKİŞAF |
Açılma. Meydana çıkma. * Yetişme. * Terakki etme, ilerleme. * Gizli
sırların bilinmesi. |
İNKİTAM |
Gizli tutulma, saklı tutulma. |
İNMA' |
(Nemâ. dan) Arttırma, nemâlandırma. |
İNME |
t. Nüzul, tenezzül. * Nüzul, felç, sekte. |
İNNÂ |
(İnne ile Na zamirinin birleşmesi ile meydana gelmiştir) şüphesiz biz
(meâlindedir.) |
İNNE |
Gr : Tahkik edatıdır. Kat'iyyet ifade eder. $ gibi bazı harf ve fiiller
vardır ki, başına geldikleri isim cümlesinin kimi mübtedasına, kimi haberine
te'sir ederek onların adını ve i'rabını değiştirirler. Bunun için bunlara
"neshedenler, başka hâle getirip değiştirenler" mânâsına "nevâsih" denir. Şu
altı edat (harf), başına geldikleri isim cümlesinin mübtedasını merfu' iken
mensub kılarlar. Sıra ile bu harflere "inne ve ehavâtihâ" (inne ve
kardeşleri) ismi verilir ve şunlardır: $ |
İNNE-MÂ |
Ancak edatı ile, beyan olunan şey hakkındaki hükmü, maadâsından nefy
etmek için kullanılır. |
İNNÎ |
Şüphesizlik ve kat'iyyet ifade eden "inne" ile mütekellim zamirinin
birleşmesidir. Türkçede karşılığını "muhakkak ben" diye söyleyebiliriz. |
İNNÎ |
Tecrübe ile edinilen, olaylardan çıkarılan netice. |
İNNİN |
Cinsi münâsebete muktedir olamıyan, cinsi iktidarı olmayan. Kısır. |
İNORGANİK |
Fr. Mâden cinsinden olan, cansız maddelerden bulunan. Organik olmayan.
Hayvan ve insan gibi vücud yapısına ait olmayan. |
İNS |
İnsan. |
İNSA |
Unutma. Unutturma. * Te'hir eylemek. * Veresiye verme. |
İNSA-YI MAZİ |
Geçmişi unutturma. |
İNSAF |
Yaprak yaprak olma, lime lime olup dağılma. |
İNSAF |
Merhamet ve adâlet dâiresinde hareket. Hakikatı kabul ve itiraf. (Eğer
bir mes'elenin münâzarasında kendi sözünün haklı çıktığına tarafdar olup ve
kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun
olsa, insafsızdır. L.) |
İNSAFKÂR |
İnsaflı, insaf sahibi, haksızlık yapmayan. |
İNSAK |
(Nesak. dan) Düzenli yazı yazma. * Kâfiyeli, secili ve akıcı bir tarzda
söz söyleme. |
İNSAK-I KELÂM |
Söz düzgünlüğü, kelâmın akıcılığı. |
İNSAL |
(Nesl. den) Nesil çoğaltma. Döl peyda etme, döllenme. |
İNSAN |
(Bu kelimenin aslı, lugat âlimlerince "ins" den geldiği söylenir.
Kamusta da kûfiun'a göre "Nisyan" kelimesinden geldiği
zikredilmektedir.)Akıl, şuur ve imân ile diğer canlılardan ayrı, Cenab-ı
Hakk'ın en mükerrem yarattığı mahluku olup, Rabbanî ni'metleri unutkanlığı
dolayısıyla insan denilmiş. * Huy ve ahlâkı yüksek. Terbiyeli.(İnsan binler
çeşit elemler ile müteellim ve binler nev'i lezzetler ile mütelezziz olacak
bir zihayat makine ve gayet derece acziyle beraber hadsiz maddi, mânevi
düşmanları ve nihayetsiz fakriyle beraber hadsiz zâhirî ve bâtınî
ihtiyaçları bulunan ve mütemadiyen zeval ve firak tokatlarını yiyen bir
biçare mahluk iken, birden iman ve ubudiyetle böyle bir Padişah-ı Zülcelâle
intisap edip bütün düşmanlarına karşı bir nokta-i istinad ve bütün hâcâtına
medar bir nokta-i istimdad bularak, herkes mensup olduğu efendisinin
şerefiyle, makamiyle iftihar ettiği gibi, o da böyle nihayetsiz Kadir ve
Rahim bir Padişaha iman ile intisap etse ve ubudiyetle hizmetine girse ve
ecelin idam ilânını kendi hakkında terhis tezkeresine çevirse ne kadar
memnun ve minnettar ve ne kadar müteşekkirane iftihar edebilir, kıyas
ediniz. S.)(İnsanın bu ehemmiyetli câmiiyetidir ki: Zât-ı Hayy-ı Kayyum,
insana, bütün Esmâsını ihsas etmek ve bütün envâ-ı ihsanatını tattırmak için
öyle iştihalı bir mide vermiş ki o midenin geniş sofrasını hadsiz envâ-i
mat'umatiyle kerimane doldurmuş. Hem bu maddi mide gibi hayatı da bir mide
yapmış. O hayat midesine duygular, eller hükmünde gayet geniş bir sofra-i
nimet açmış. O hayat ise duyguları vasıtasiyle o sofra-i nimetten her çeşid
istifadeler ile teşekküratın her nev'ini yapar. Ve bu hayat midesinden sonra
bir insaniyet midesini vermiş ki, o mide, hayattan daha geniş bir dairede
rızk ve nimet ister. Akıl ve fikir ve hayal, o midenin elleri hükmünde,
semavat ve zemin genişliğinde, o sofra-i rahmetten istifade edip şükreder.
Ve insaniyet midesinden sonra hadsiz geniş diğer bir sofra-i nimet açmak
için, İslâmiyet ve iman akidelerini, çok rızk ister bir mânevi mide hükmüne
getirip, onun rızk sofrasının dairesini mümkinat dairesinin hâricinde
genişletip, Esmâ-i İlâhiyyeyi de içine alır kılmıştır ki, o mide ile İsm-i
Rahmânı ve İsm-i Hakimi en büyük bir zevk-i rızkî ile hisseder.
"Elhamdülillahi alâRahmaniyetihi ve alâ Hakîmiyetihi" der ve hâkeza.. Bu
mânevi mide-i kübra ile hadsiz nimet-i İlâhiyyeden istifade edebilir; ve
bilhassa o midedeki muhabbet-i İlâhiyye zevkinin daha başka bir dairesi
var...L.)(S - İnsan, Arza nisbeten bir zerredir; Arz da, kâinata nazaran bir
zerredir; ve keza insanın bir ferdi, nev'ine nisbeten bir zerredir; nev'i
de, sâir ortakları bulunan enva' içinde bir zerre gibidir. Ve keza, aklın
düşünebildiği gayeler, faideler hikmet-i ezeliye ve ilm-i İlâhideki
faidelere nisbeten bir zerreden daha aşağıdır. Binaenaleyh, böyle bir âlemin
insanın istifadesi için yaratılmış olduğu akla giremez?C - Evet, zâhire
bakılırsa insan bir zerre hükmündedir. Fakat, insanın taşıdığı ruha,
kafasına taktığı akla, kalbinde beslediği istidatlara nazaran bu âlem-i
şehadet dardır, istiab edemez. Ancak o ruhun arzularını ve o aklın
fikirlerini ve o istidatların meyillerini tatmin ve te'min edecek âlem-i
âhirettir. Ve keza, istifade hususunda müzahame, mümanea ve tecezzi yoktur;
bir küllînin cüz'iyatına nisbeti gibidir. Nasıl ki bir küllî bütün
cüz'iyatında mevcud olduğu halde, ne o küllîde tecezzi ve inkısam olur ve ne
de cüz'iyatında müzahame ve müdafaa olur. Küre-i Arzdan da binlerce müstefid
olsa, ne aralarında bir müzahame olur ve ne Küre-i Arzda bir noksaniyet
peyda olur. Yalnız insanın indallah kerameti olduğu için, âlem-i şehadetin
yaratılışında insan, ille-i gaiye menzilesinde gösterilmiştir. Ve insanın
hatırı için, bütün envâa bir umumi ziyafet verilmiştir. Bu ise, bütün âlemin
fâideleri insana münhasır olup başkalara hiçbir faidesi yoktur demek
değildir. İ.İ.) |
İNSAN-I KÂMİL |
Güzel huy, ahlâk ve yüksek fazilet sahibi olan kimse. |
İNSAN-ÜL AYN |
Gözbebeği. |
İNSANÎ |
İnsana ait, insanla alâkalı. |
İNSANİYE |
İnsanlar, insan cinsi, beşeriyet. |
İNSANİYET |
İnsanlık, vicdanlılık. İnsana yakışır hâl ve durum. |
İNSANİYET-İ KÜBRA |
Büyük ve en makbul olan insânlık, yâni, İslâmiyet.(Ey Nefis! Hayr-ı
mahz olan vücudu sana giydiren Hâlik-ı Zülcelâl, sana iştihalı bir mide
verdiğinden Rezzak ismi ile bütün mat'umatı bir sofra-i nimet içinde senin
önüne koymuştur. Sonra sana hassasiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi
bir mide gibi rızık ister. Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir
ki, ruy-u zemin kadar geniş bir sofra-i ni'meti o ellerin önüne koymuştur.
Sonra mânevi çok rızık ve ni'metler isteyen insâniyeti sana verdiğinden
âlem-i mülk ve melekut gibi geniş bir sofra-i ni'met, o mide-i insâniyetin
önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır. Sonra nihâyetsiz
ni'metleri isteyen ve hadsiz rahmetin meyveleri ile tegaddi eden ve
insâniyet-i kübrâ olan İslâmiyeti ve imânı sana verdiğinden dâire-i mümkinat
ile beraber Esmâ-i Hüsnâ ve sıfât-ı mukaddesenin dâiresine şâmil bir sofra-i
ni'met ve saadet ve lezzet sana fethetmiş. Sonra imanın bir nuru olan
muhabbeti sana vermekle gayr-ı mütenâhi bir sofra-i nimet ve saadet ve
lezzet sana ihsan etmiştir. S.) |
İNSANİYETKÂR |
f. Vicdanlı ve iyi adam, insaniyetli. |
İNSANİYETKÂRÎ |
Vicdanlılık, insaniyetlilik. |
İNSANİYETPERVER |
İnsanlığı seven, iyi insan. |
İNSAN SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'in 76. Suresi olup "Dehr, Ebrar, Emşac, Hel-etâ Suresi"
de denir. |
İNSAT |
(İnsiyat) Susup dinleme, susma. * Gizlenerek gitme. * İnfial vezninde,
nidâ eden kimseye icabet etme. * Beli bükülenin beli doğrulması. * Meşhur
olma. |
İNSIBAB |
(Bak: İnsibab) |
İNSIBAĞ |
(Sıbg. dan) Boya tutma, boyanma. * Temizlenme. |
İNSIDAM |
(Sadme. den) Patlama. Tazyik ile bir şey atma. |
İNSIRAF |
Çekilip gitme, çekilme, geri dönme. * Gr: İsimlerin kaide ve kurallara
göre çekilebilmesi. |
İNSIRAFÎ |
Çekilip gitme ile ilgili. |
İNSIRAH |
(Sarahat. den) Açığa çıkma, zâhir olma, sarahat bulma. |
İNSIRAM |
Kesilme, kesilip ayrılma. |
İNSÎ |
İnsana âit ve müteallik. İnsan cinsinden. |
İNSİBAB |
Dökülme. Akıtılma. * Cereyan etme. * Başka suya karışma. * Tıb: Ahlat-ı
erbaadan birisinin vücudun bir tarafında nesicler (dokular) arasında
toplanması. |
İNSİBAG |
Boyalanma. Maddi veya mânevi rengi ile renklenme. Boya tutma. *
Temizlenme.(Sohbet-i Nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar
bir zat, senelerle seyr-i süluka mukabil, hakikatın envarına mazhar olur.
Çünkü, sohbette insibag ve in'ikâs vardır. Malumdur ki, in'ikâs ve
tebâiyetle, o nur-u a'zam-ı nübüvvetle beraber en azim bir mertebeye
çıkabilir. Nasıl ki; bir sultanın hizmetkârı ve onun tebaiyeti ile, öyle bir
mevkiye çıkar ki, bir şah çıkamaz. S.) |
İNSİCAL |
Çekilme. * Dökülme. |
İNSİCAM |
Suyun dökülüp devamlı akışı. Düzgünlük. Sağlam ve ıttırad ile ârızasız
tertib üzere olmak. * Devamlı yağmur yağmak. * Edb: Düzgün, tertibli,
pürüzsüz söz. Kitabın ifadesi güzelce ve düzgün tertib üzere olmak. |
İNSİDAD |
(Sedd. den) Tıkanma, kapanma. |
İNSİDAD-I EM'Â |
Tıb: Bağırsakların birbirine dolanması neticesinde tıkanması. |
İNSİDAD-I HALİME |
Tıb: Meme başlarının tıkanması. |
İNSİDAL |
Düşük olma, sarkma, pörsüme. |
İNSİFA' |
(Nısıf. dan) Bir şeyin ortası. * Bir şeyin yarısını alma. * Gündüzün
ortası. * Hakka hizmet. * Adaletle mukabele etmek. Mazluma yardım edip
zâlimden hakkını almak. |
İNSİFAR |
İnkişaf etme, açılma. |
İNSİHAK |
Döğülüp ezilme. Ezilip yumuşamak. |
İNSİHAL |
Düzgün söz söyleme. * Kabuğu soyulma. |
İNSİKAB |
Delinme. |
İNSİKAB-I LÜ'LÜ' |
İncinin delinmesi. |
İNSİLAB |
(Selb. den) Kaldırılma, selb olunma, giderilme. Kalmama. Mahvedilme.
Soyulma, soyulmuş olma. |
İNSİLAH |
Silâhlanma. Silâh ile techiz olma. |
İNSİLAH |
Soyulma. Derisi yüzülme. Sıyrılıp çıkma. * Ayın sonu gelme. |
İNSİLAK |
(Silk. den) Yola girme, süluk etme, yol tutma. |
İNSİLAL |
Bir yere toplanma, üşüşme, hücum etme. |
İNSİLAL |
Gizlice savuma, sıvışma, sıyrılma. |
İNSİMAG |
Yere düşüp ezilme, yaralanıp berelenme. |
İNSİNA |
Bükülme, burkulma, burulma. |
İNSİNA-YI KADEM |
Ayağın burkulması. |
İNSİRAM |
Dişin kırılması. |
İNSİTAH |
Yayılıp arka üstü yatma. * Satıhlı olma. |
İNSİYAB |
Süzülüp akma. Çabuk akıp gitme. |
İNSİYAG |
Kalıba dökülüp düzelme. |
İNSİYAK |
Mânen sevk olunma. İlâhi ve mânevi sevk. Gönderilmek, bir kuvvetin
te'siriyle çekilip gitmek. Ardı sıra gitmek. |
İNSİYAKÎ |
İnsiyak ile alâkalı. İnsiyak, İlâhî sevk ve his ile alâkadar. |
İNS Ü CANN |
İnsan ve cin taifesi. |
İNS Ü CİNN |
İnsan ve cin. |
İNŞA |
Yapma. Vücuda getirme. Terkib etme. Bir şey peyda etmek. * Yaratma. *
Edb: Yazı dersi. Nesir yazmak. * Güzel nesir halinde yazı yazmak veya güzel
yazılmış nesir halindeki yazı.Çeşitli mektuplaşma ve güzel yazma için
mektup, tezkere, istida (dilekçe), tebrik, tâziyenâme, sened v.s.
örneklerini içinde toplayan kitaba da inşâ veya inşâ rehberi denir.("İnşâ ve
terkib" tabir edilen mevcud olan anasır ve eşyadan toplamak suretiyle ona
vücud vermektir. Eğer cilve-i ferdiyete ve Sırr-ı ehadiyete göre olsa,
hadsiz derece bir sühulet belki vücub derecesinde bir kolaylık olur. Eğer
ferdiyete verilmezse, hadsiz derece müşkül ve gayr-ı mâkul, belki imtinâ
derecesinde bir suubet olacak. Halbuki; kâinattaki mevcudat nihâyet derecede
külfetsiz olarak ve suhuletle ve kolaylıkla gayet mükemmel bir surette
vücuda gelmeleri cilve-i ferdiyyeti bilbedahe gösteriyor ve her şey doğrudan
doğruya Zât-ı Ferd-i Zülcelâlin sanatı olduğunu isbat ediyor. L.) (Bak:
Halk) |
İNŞAALLAH |
Allah izin verirse. Allah nasibederse (meâlindedir). (Bak: Tabii) |
İNŞAAT |
Yapmak, inşa etmek. * Yapı. Bina ve gemi yapımıyla alâkalı işler. |
İNŞAB |
Tırnak batırma, tırnak bastırma. |
İNŞAD |
Edb: Şiir okuma. Şiiri kaidesine uygun ahenk ile okuma. Sesini
yükseltme. * Arayıp soruşturma. * Birisini hicvetme. * Kayıp olan bir şeyi
haber verme. |
İN-ŞAE |
Eğer isterse, istediği gibi... |
İNŞAÎ |
İnşaya, yapıya dâir ve müteallik. * Güzel yazmağa dâir. |
İNŞAİYYAT |
(İnşâi. C.) İşitilmemiş ve duyulmamış sözlerden yapılan cümleler. |
İNŞAİYYE |
İnşâât işleriyle uğraşanlar. Bina ve gemi yapma işleriyle meşgul
olanlar. |
İNŞAK |
Koklatma. Buruna kokulu bir şey çektirme. * Tuzağa veya ağa iliştirme. |
İNŞAR |
Ölüyü diriltme. (Bu fiil, Allah'a mahsus olmak kaydiyle: İnşar-ı emvat
denir.) |
İNŞAT |
Ferahlandırma. Neş'elendirme. Sürurlandırma. |
İNŞAZ |
Yükseltme. |
İNŞİAB |
Şubelendirme. Ayırma. Şubelere ayrılma. * Bölük bölük olma. * Dalbudak
verme. |
İNŞİAL |
Alevlenme, şulelenme. |
İNŞİBAB |
Gençleşme, delikanlı olma. |
İNŞİBAK |
Şebeke şeklinde olma. * Balık ağı gibi birbirine geçme. |
İNŞİHAB |
Fışkırma. |
İNŞİHAB-I DEM |
Kanın fışkırması. |
İNŞİKAK |
İkiye ayrılma. Çatlama. Yarılma. |
İNŞİKAK-I ASÂ |
Değneğin kırılması. * Mc: İhtilaf, karışıklık, ikilik. Birliğin
bozulması. |
İNŞİKAK-I KAMER |
Ay'ın parçalanması. Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü
vesselâmın mu'cizesi eseri olarak gökte ay'ın en parlak olduğu bir zamanda
ikiye ayrılması. (...Hem Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) mütevatir ve kat'i bir
mu'cize-i kübrası "Şakk-ı Kamer" dir. Evet, şu "İnşikak-ı Kamer" çok
tariklerle mütevatir bir surette, İbn-i Mes'ud, İbn-i Abbas, İbn-i Ömer,
İmâm-ı Ali, Enes, Huzeyfe gibi pek çok eâzım-ı sahâbeden müteaddid
tariklerle haber verilmekle beraber, Nass-ı Kur'an ile $ âyeti, o mu'cize-i
kübrâyı âleme ilân etmiştir. O zamanın inatçı Kureyş müşrikleri, şu âyetin
verdiği habere karşı inkâr ile mukabele etmemişler, belki yalnız "sihirdir"
demişler. Demek kâfirlerce dahi Kamerin inşikakı kat'idir. M.) |
İNŞİKAK SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'in 84. Suresi olup İnşakkat suresi de denir. Mekkî'dir. |
İNŞİLAL |
Şiddetle dökülerek akma. * (Su) uçurumdan dökülerek şelâle meydana
getirme. |
İNŞİMAR |
Sallana sallana yürüme. |
İNŞİNAC |
Buruşma. Derinin buruşması. |
İNŞİNAC-I VECH |
Yüz buruşması. |
İNŞİRAH |
Ferahlanmak, mesrur olmak. |
İNŞİRAH-I DERUN |
İç açılması, ferahlama. |
İNŞİRAH SURESİ |
Kur'an-ı Kerimin 94. Suresidir. |
İNŞİRAK |
Çatlama, yarılma, ayrılma. Yarık olma. Parlama. |
İNŞİRAM |
Yarık yarık olma. |
İNŞİRAS |
(Soğuktan dolayı) el çatlama. |
İNŞİTAT |
Dağılmak. Dağınık olmak. Perakende olmak. |
İNTA' |
Çok fazla terlemek. Kusma, istifra etme. |
İNTAC |
Neticelenme. Husule getirme. Sona erdirme. Doğurma, meydana getirme. |
İNTAF |
Kabahat yükleme. |
İNTAK |
Edb: Söylemeğe kabiliyeti olmayanı söyletmek. Onun nâmına konuşmak.
Nutka getirmek, söyletilmek. Dile getirmek. |
İNTAK-I Bİ-L HAK |
Hakk'ın söyletmesi. Cenab-ı Hakk'ın konuşturması. İnayet-i Hak ile
hakikatı olduğu gibi dile getirmek. |
İNTAN |
Pis kokma. Fenâ kokma. * Mikrobun sebebiyet verdiği şey, hastalık. |
İNTANÎ |
Mikroplu, mikroptan meydana gelen. |
İNTANİYE |
Fena koku ve mikropluluğa dâir, mikroplu hastalıkla alâkalı. |
İNTAŞ |
(Tohum) toprakta çimlenme. |
İNTIBA' |
Görüş ve anlayış. Kalb ve ruhta hâsıl olan te'sir. * Matbu' olmak, tab'
olmak, basılmak. |
İNTIBAAT |
(İntiba'. C.) Edinilen intibalar. |
İNTIBAH |
Pişmek, pişirilmek. |
İNTIBAH-I TAAM |
Yemeğin pişmesi. |
İNTIBAK |
(Tıbk. dan) Uygun olmak, muvâfakat. Mutabık, mümâsil ve muvâfık olmak. |
İNTIBAKAT |
(İntıbak. C.) Uygun ve münasib gelmeler. Mutabık gelmeler. |
INTIFA |
Sönme. Yanarken sönme. Ortadan kalkma. |
INTIFA-YI HARİK |
Yangının sönmesi. |
İNTILAK |
Koyverip gitme. Salıverme, yollama. * Sevinme. |
İNTIMAS |
Kaybolma, belirsiz olma. |
İNTIRAK |
Gürleme. Patlama. |
İNTIVA |
Dürülmek ve cem' olmak. Bükülmek ve katlanıp sarılmak. |
İNTIYA' |
İtaat etme, muti olma, söz dinleme. |
İNTİAŞ |
Yorgunluktan sonra canlılık hissetme. Canlılık. * Hastalıktan sonra
iyileşip kalkma. * Geçinme. * (Yıkılan adam) doğrulup kalkma. |
İNTİAZ |
Kuvvetlenme, kıvama gelme. * Kalkma. |
İNTİBAC |
Hastalıktan dolayı vücutta hâsıl olan şişkinlik. |
İNTİBAH |
Uyanıklık, göz açıklığı. Hassasiyet. Agâh ve münebbih olmak. Hakikatı
ve hakkı anlayıp yanlıştan, fenadan dönmek. * Sinirlerin uyanması. Uzuvların
harekete gelmesi. |
İNTİBAK |
Bir mekânın yükselmesi. * Bir kavmin şerre yönelmesi. |
İNTİBAK |
(Bak: İntıbak) |
İNTİBAR |
Kabarma, şişme. |
İNTİCAM |
Sona erme, nihayet bulma. Tamamlanma, tamam olma. |
İNTİCAS |
Bulaşma, murdar olma. |
İNTİDAM |
Kolayca ele geçme. Kolay bir şekilde elde etme. |
İNTİFA' |
Fayda te'min etmek. Menfaatlanmak. |
İNTİFA' |
Bir şey ortadan yok olma. Aradan çıkma. |
İNTİFAD |
Huk: Bir şeyi tamamen alma. Tükenme, bitme. |
İNTİFAH |
Şişkinlik. Şişmek. Kabarmak. * Vücud organlarından birinin büyümesi. |
İNTİFAH-I BATNÎ |
Karnın, gazların birikmesinden dolayı şişmesi. |
İNTİFAÂH-I RİE |
Akciğerin şişmesi. |
İNTİFAL |
Nafile namaz kılma. |
İNTİHA |
Son, nihayet, uç.İNTİHA' : Eğilme. Dayanma, yaslanma. |
İNTİHAB |
Seçmek. Ayırıp beğenmek. İhtiyar ve âmâde eylemek. * Bir şey yerinden
çıkmak. |
İNTİHAB |
Kapışmak. Yağma suretiyle mal almak. |
İNTİHABAT |
(İntihab. C.) Yağmalar, talan etmeler, kapışmalar. |
İNTİHABAT |
(İntihab. C.) Seçilmeler, seçmeler. * Seçimler. |
İNTİHABÎ |
İntihabla alâkalı, seçim ve seçme işlerine ait. |
İNTİHAC |
Yol bulma, varma, ulaşma. |
İNTİHAÎ |
(İntihaiyye) Sona ve nihayete ait. Bitme ile alâkalı. |
İNTİHAK |
Zayıflatma, gücünü azaltma, kuvvetsizlendirme. * İşe yaramaz bir hale
sokma. |
İNTİHAL |
Çalma. Başkasının malını kendisinin gibi iddia etme. * Edb: Başkasının
yazısını kendisinin gibi göstermek. Onu benimsemek. Böyle şiire, sirkatî
şiir de denir. |
İNTİHA-PEZİR |
f. Sona eren, nihâyet bulan. |
İNTİHAR |
Kendi kendisini öldürmek. İdâm-ı nefs. |
İNTİHAZ |
Fırsat bilip kaçırmamak. Fırsat gözlemek. |
İNTİHAZ |
Ayaklanmak. Depreniş. Kalkmak. * Yola veya sefere çıkmak. Şüru eylemek. |
İNTİKA |
Bir şeyi seçme, ayırdetme. |
İNTİKAD |
İyi bilineni kötülemek. * Seçip ayırdetmek. * Kalp parayı gerçeğinden
ayırmak. * Tenkid. * Fenni veya edebi eserlerin tarafsız bir nazarla
incelenmesi sonunda fikir ileri sürülmesi. |
İNTİKAH |
Kemikten ilik çıkarma. |
İNTİKAH |
İyi bir haber veya söz işitip sevinme. * Zayıflama, kuvvetsizleşme. |
İNTİKAL |
Bir yerden bir yere nakletmek. Tebdil-i mekân etmek. * Göçmek, geçmek.
* Sirâyet. Bulaşmak. * Bir şeyin miras olarak kalması. * Bir mes'eleden
diğer bir hususu veya neticeyi anlamak. |
İNTİKALEN |
İntikal suretiyle. |
İNTİKALÎ |
İntikal ile ilgili. |
İNTİKAM |
Öç almak. Hınç ve acı çıkarmak. |
İNTİKAMAT |
(İntikam. C.) İntikamlar, öç almalar. |
İNTİKAMCÛ |
İntikam almağa çalışan, öç almak isteyen. İntikam arıyan. |
İNTİKÂS |
(Nüks. den) Başaşağı dönme veya düşme. |
İNTİKAS |
Eksilme. * İstibrâ için erkeklik organına su serpme. |
İNTİKAŞ |
Nakışlanmak. Menkuş olmak. |
İNTİKAZ |
Bozulma. * Çözülme, battal edilme.İNTİMA'Â : Birine mensub olma,
intisâb etme. Bir kimseye bağlanma. * (Kuş) bir yerden uçup, başka bir yere
konma. |
İNTİSAB |
(Nisbet. ten) Bir yere, bir kimseye mensub olmak. Mâiyyetine girmek.
Bağlanmak. |
İNTİSAB |
(Nasb. dan) Dikilip durmak. * Yükseğe kaldırmak. * Bir mansaba tayin
olunmak. * Gr: Kelimenin mansub olması (Bak: Mansub) |
İNTİSAC |
(Nesc. den) Doku peyda eylemek. Doku, nesic hâsıl olmak. * Mensucat
gibi iki taraftan çizgili ve dokumalı olma. |
İNTİSAF |
Hakkını tam olarak alma, haklaşma. * Zaman, yarı olma. Vakit, yarıyı
bulma. |
İNTİSAF-I RAMAZAN |
Ramazan ayının ortası. |
İNTİSAH |
(Nesh. den) Kopyasını çıkarma. |
İNTİSAH |
Verilen öğütü dinleme, edilen nasihatı tutma. |
İNTİSAK |
Sıra ile düzgün olma, intizamlı oluş. |
İNTİSAR |
Saçılmak. Dağılmak. * Püskürmek. * Toz kabarması. Kabarmak. * Buruna su
çekmek. * Aksırıp tıksırmak. |
İNTİSAR |
Yardım etmek. * Hakkını tamamen almak. * Öc ve intikam almak. |
İNTİŞA' |
Neş'et etme, gelişme, yetişme, neşv ü nemâ bulma. |
İNTİŞAB |
Odun veya mal biriktirme. * Tutulup kalma. |
İNTİŞAK |
Burna bir şey çekmek. |
İNTİŞAR |
Dağılmak. Yayılmak. Üremek. * Tıb: Yorgunluktan damar şişip kabarmak.
Umumileşmek. |
İNTİŞAR-I ARZANÎ |
Hedefin sağ veya sol taraflarına düşen mermilerle, hedef arasında kalan
mesafe. |
İNTİTAK |
Kemer veya kuşak bağlama. |
İNTİYAH |
Ağlama, göz yaşı dökme. |
İNTİYAT |
Kendi reyi ile davranma, kendi istek ve iradesi ile hareket etme. *
Asılı kalma. |
İNTİZA' |
Koparıp alma, çekip koparma. |
İNTİZAC |
Çok ağlama, fazlaca göz yaşı dökme. * Tıb: Çıbanın olgun hâle gelmesi. |
İNTİZAH |
Suç ve kabahattan sıyrılma. Temize çıkma. * Def-i hâcet yaptıktan sonra
temizlenme. Tahâretlenme. |
İNTİZAM |
Tertib, düzen, düzgünlak ve nizam üzere olmak. |
İNTİZAMIN İLCAI |
İntizamın zorlaması, mecbur etmesi, muztar kılması. |
İNTİZAMPERVER |
f. Her şeyi tertib ve düzenli yapan. İntizâmı çok seven. |
İNTİZAR |
Adamak, nezretmek. |
İNTİZAR |
(Nazar. dan) Gözlemek. Ümidederek beklemek. |
İNZA' |
Çekip çıkarmak. * Soyunmak. * Zorla çekip çıkarmak. * Feragat. |
İNZAC |
İyice pişirip kıvamını buldurma. |
İNZAL |
(Nüzul. dan) İndirme. İndirilme. Nüzul ettirme. * Tenasül âletinden
meninin çıkması. |
İNZAL-İ KÜTÜB |
Cenab-ı Hakk'ın vahiy ile peygamberlere kitab göndermesi. |
İNZAR |
(Nazar. dan) Te'hir etme, geciktirme. İmhal. |
İNZAR |
(C.: İnzârât) (Nezr. den) Neticenin kötü olacağını bildirerek
fenalıktan sakındırmak. Azab ve ceza va'detmek. |
İNZARAT |
(İnzar. C.) İhtarlar, tenbihler. |
İNZILAM |
Zâlimin zulmüne boyun eğme. |
İNZIMAM |
(Zamm. dan) Bir birine ilâve olunmak, katılmak. Yapışmak. Birbiri ile
alâkalı oluş. |
İNZİAC |
Yerinden koparma, sökülme. * Tas: Allah'a tam teveccüh ederek dünyevî
emelleri bırakmak. |
İNZİBAT |
Asayiş, düzen ve rahatlık. Umumi emniyetin iyi ve yolunda olması. *
Sağlamlaşmak. * Polis vazifesini gören asker, ordu mensubu. |
İNZİBATÎ |
Emniyet ve asâyişe dair. İnzibata müteallik. İnzibatla alâkalı. |
İNZİCAR |
Çekilmek, vazgeçmek. |
İNZİMAM |
Bağlanma. * Yular ile bağlanma. |
İNZİMAM |
(Bak: İnzımam) |
İNZİVA |
Feragat edip bir tarafa çekilmek. Bir işe karışmamak. Dünya işlerini
bırakmak. Süfli ve hevesi işleri bırakıp ilm-i Kur'an ve imanla, ibadet ve
taatla, Kur'ân ve imana hizmetle vakit geçirmek. |
İNZİVA-GERDE |
f. İnzivaya çekilen. |
İPLİKHANE |
Eskiden suç işlemiş kimselerin hapsedilip çalıştırıldıkları yere
verilen addır. * Gemilere lüzumlu halatlarla yelken bezini yapan eski bir
deniz müessesenin adı idi. |
İPNOTİZMA |
(Fr: Hypnotisme) Telkin ile kabiliyetli bir kimsenin üzerinde, söz ve
bakış ile elde edilen bir çeşit uyku hâli. * Uyuşukluk. İradesizlik hâli ve
bu hâle ait vaziyetler. |
İPOTEK |
Fr. Bir borcun ödeneceği zamana kadar borçlunun alacaklıya vermiş
olduğu değerli şey. Rehin. |
İP PARASI |
Mc: Belâyı savmak için verilen şey. |
İPTİDA |
(Bak: İbtida) |
İPUCU |
Mc: Emare, işaret, alâmet, delil, vesika. |
İRA |
Bağış yapma, iyilikte bulunma. * Çakmaktan ateş çıkarma. Parlama. |
İ'RA |
Çıplak bırakma, soyma. |
İR'Â |
Otlatma. |
İR'Â-Yİ AGNAM |
Koyunları otlatma. |
İ'RAB |
Düzgün konuşmak ve hakikatı açıklamak. * Gr: Kelime ve fiillerin
sonunda bulunan harf veya harekelerin değişmesi ve bu değişikliği ve
sebeblerini öğreten ilim. |
İRABE |
Şüphelendirme, şüpheye düşürme. |
İRABET |
Akıl, anlayış, kavrayış. |
İRAD |
Varid kılmak. Getirmek. Söylemek. * Gelir. Kazanç. Bir mal veya mülkün
getirdiği kazanç. |
İRAD-I KELÂM |
Söz irad etme, söz söyleme. |
İRAD-I MESEL |
Edb: Bir fikri isbat için misal getirme. Buna İrsal-i mesel de denir. |
İRAD-I NUTK |
Nutuk iradetme. Nutuk söyleme. |
İRAD Ü MASRAF |
Gelir ve gider. |
İR'AD |
Tehdid etmek, korkutmak. Muztarib etmek. * Kılıç parlatmak. * Kadın
yüzünü kendisi açmak. |
İRADAT |
(İrade. C.) İstemeler, buyruklar, iradeler, emirler, fermanlar. |
İRADE |
İstek, arzu. Dilemek. Emir. Ferman. * Bir şeyi yapmak veya yapmamak
için olan iktidar, güç.(İrade, ihtiyardan daha geniştir, umumidir. İhtiyar,
taraflardan birini diğerine tafdil ile beraber tercihtir. İrade; yalnız
tercihtir. Mütekellimler bazan iradeyi ihtiyar mânasında kullanmışlardır.
İradenin zıddı kerâhet; ihtiyarın zıddı icâb ve ıztırardır. İrade, hakikatte
dâima ma'duma taalluk eder. Çünkü, bir emrin husûl ve vücudu için o, tahsis
ve takdir eder.) * Fık: Cenab-ı Hak irade sıfatı ile muttasıftır ve iradesi
ezelîdir. Yaratacağı şeyleri bu irade sıfatı ile kendi hikmeti ile birer
veche tahsis buyurur ve onun irade buyurduğu mutlak olur.(Âdetullah üzerine
irade-i külliye-i İlâhiye, abdin irade-i cüz'iyesine bakar. Yani, bunun bir
fiile taallukundan sonra o taalluk eder. Öyle ise cebir yoktur. İ.İ.) (Bak:
Vicdan) |
İRADE-İ ALİYE |
Tar: Sadrazam tarafından verilen emir. Bu emir yazılı olduğu gibi,
şifâhi de olurdu. Yazılı olana "iş'arat-ı âliye" de denilirdi. |
İRADE-İ CÜZ'İYYE |
Allah tarafından insanın kendi salâhiyetinde bıraktığı istek, arzu.
İnsanın herhangi bir tarafa meyletme kuvveti ve isteği. Az ve zayıf irade. |
İRADE-İ İLÂHİYE |
Külli irade. Allah'ın emri ve isteği. |
İRADE-İ KÜLLİYE |
Külli irade. Allah'ın her şeye şâmil olan emri ve iradesi. |
İRADE-İ SENİYYE |
Padişahın, bir işin yapılması veya yapılmaması hakkında verdiği emir.
İrade eskiden şifahî, yani ağızdan emir vermek, yahut kendi el yazısı ile
yazmak suretiyle verilirdi. Sonradan iradeler mabeyn baş kâtibinin imzasını
taşıyan yazılı kâğıtla bildirilmeğe başlamıştır. * Çok yüksek ve mühim
yerden gelen emir. |
İRADE-İ ŞÂHANE |
Padişahın emri, fermanı, buyruğu. |
İRADE-İ ZÂTİYE |
Bir adamın kendi arzu ve isteği. |
İRADET |
İrade, istek, dileme. * Gönül isteği. |
İRADÎ |
İrade ile alâkalı, iradeye dâir. |
İRAE |
Göstermek, göstererek öğretmek. * Göz önüne koymak. * Gösteriş. |
İRAE-İ TARİK |
Yol gösterme. Kılavuzluk etme. |
İRAGA |
İsteme, irade etme. |
İRAHE |
(Rahat. dan) Rahatlandırma, rahat ettirme. |
İRAKA |
Dökmek, akıtmak. |
İRAKA-İ DEM |
Kan akıtmak. İnsan öldürmek. |
İRAN |
Tabut. * Neşeli ve mesrur olma. |
İRAN |
Fars memleketi. |
İRAS |
Sebeb olmak, vermek. Vâris kılmak, miras bırakmak, miras yemek. *
Gerekmek. |
İRAS-I FÜTUR |
Bıkkınlık verme. |
İR'AS |
Çekerek sarsma. |
İR'AS |
Titretme. |
İRAS |
(Ağaç) yapraklanma. * Yosun olma. |
İRAT |
Tehlikeye, vartaya düşürmek. |
İ'RAZ |
Yüz çevirmek. Başka tarafa dönmek. İctinab, çekinmek. |
İRAZA |
Kandırmak, kandırılmak. Râzı etmek. |
İRB |
(İreb) Akıl. Zihin, zekâ. * Akıllılık. |
İRBA' |
(Ribâ. dan) Çoğaltma, artırma, fazlalaştırma. * Faize verip artırma.
(Haramdır) |
İRBAB |
Bir yerde mukim olma. Bir mevkide devamlı olarak kalma. |
İRBAH |
(Ribh. den) Fayda ve kazanç elde etme. * Fâize para verme. |
İRBAŞ |
Ağacın yeşillenip yapraklanması. |
İRBE |
Akıllılık, zekâ. * Hile, oyun. |
İRBİYAN |
Teke, istakoz gibi deniz hayvanları. |
İRCA' |
Geri çevirmek, geri döndürmek. * Alışverişi faydalı kılmak. * Musibet
vaktinde Allah'a sığındığını âyet okuyarak ifade etmek. |
İRCA-İ İNAN |
Atın dizginini çevirme, başka tarafa yöneltme. |
İRCA-İ KELÂM |
Sözü yine maksada çevirme ve getirme. |
İRCA-İ NAZAR |
Bakışı gerilere çevirme, mâziye bakma. |
İRCA |
Sonraya bırakmak. * Kuyuya kenar yapmak. |
İRCAF |
(Bak: Recefe) |
İRCAL |
Birini yayan olarak yürütme. |
İRDA' |
Meme vermek, süt emzirmek. (Bak: İrza') |
İRDA' |
Helâk etme, aşağı düşürme. |
İRDAF |
Ardısıra yürütme, yürütülme. |
İRDAFEN |
Ardısıra yürüterek. |
İREB |
(Bak: İrb) |
İREM |
(Bak: Irem, Şeddâd) |
İREM |
Kurşun veya ok atılan nişan tahtası. |
İREN |
Alt dudak. |
İRFAD |
Yardım etme, bağışta bulunma. Hediye verme. |
İRFAH |
Refaha ulaştırma, rahata kavuşturma. |
İRFAK |
Fayda vermek, işe yaramak. Kolaylık ve mülâyemetle tutmak. |
İRFAL |
Elleri sallıyarak yürüme. * Eteği sarkıtma. |
İRFAN |
Bilmek, anlayış, tecrübe ve zekâdan ileri gelen zihnî kemal. * İkrar. *
Mücazat. * Fık: Esrar-ı İlâhiyeye, iman ve Kur'an hakikatlarına vukufiyet.
(İlim ile irfan ve ma'rifet arasında fark vardır: İlim, vech-i küllî ile,
yani her vechesiyle bilmektir. İrfan ve marifet ise; vech-i cüz'î ile
bilmektir. Bu cihetle Cenab-ı Hakk'a irfan ve marifet isnad olunmaz. Fıtrî
istidat eseri olarak inceleyerek tefekkür edip bilmektir. Buna "İlm-i Ledün"
ve İlm-i Rabbanî" de denir.) (Bak: Ârif) |
İRFAŞ |
Yeme içme ile uğraşma. * Bir yerde daimi oturma. |
İRFİTAT |
Ufak ufak yapma, ufalama. |
İRGAB |
Rağbet ettirme. |
İRGAF |
Hırsla bakma. * Hızlı yürüme. |
İRGAM |
Aşağılatma. Hor, hakir kılma. * Burunu kırma. * Yere sürtme. * Galip
olma. * Kahretme. |
İRGAN |
Bir işi kolaylaştırma. |
İRGANDİ |
Yerinde oynama, sallanma, kımıldama. |
İRHA |
Tatlılıkla ve kibarca hareket etme, yumuşak davranma, tatlı muâmele
etme. |
İRHA' |
Gevşetme, aşağı salıverme ve sarkıtma. Koyverme, salıverme. * Dilmek,
dilim dilim etmek. |
İRHA-İ İMAME |
"Sarığı gevşetme" Kaygısız, endişesiz olma. |
İRHA-İ İNAN |
Dizginleri salıverme. * İşine devam etme. |
İRHA-İ LİSAN |
Ağzına geleni söyleme. |
İRHAB |
Bollanma, bol olma. Genişleme. |
İRHAB |
Korkutma veya korkutulma. * Kaçırma. |
İRHAF |
Bileme. Keskinleştirme. |
İRHAF |
Hamuru gevşek ve sulu tutma. |
İRHAK |
Sıkıntı ve eziyet etme. * Zorlama, sıkma. |
İRHAN |
Rehin koyma veya konulma. |
İRHAS |
Fiat indirmek, ucuzlatmak. |
İRHAS |
Hayırlı işler yapmak. * Israr etmek. * Duvar yapmak. * Sağlam şey. |
İRHASAT |
Hayırlı işlerle uğraşmak. * Sağlam şey. * Ist: Peygamberimiz Hz.
Muhammed'in (A.S.M.) nübüvvetinden evvel zuhur eden hârikulâde haller ki,
bunlar peygamberliğine delil teşkil eden hâdiselerdendir. |
İRHEM YAREB |
Tıb: Bağırsak tıkanması veya dolanması. |
İRİN |
(Bak: Cerahat) |
İRİS |
yun. Gözümüzün saydam tabakasının arkasında olup, deliği, ışığın az
veya çok miktarda olmasına göre genişleyip büzülen tabaka. Kuzahiye.İRKÂ' :
Geciktirme. * İftira etme. |
İRKA' |
Akan kan veya göz yaşını silme, dindirme. |
İRKAB |
Huk: Öldükten sonra kanunî mirasçılarından başka bir kimseye de miras
bırakma. |
İRKÂB |
(Rükûb. dan) Bindirme. * Binilecek hayvan verme. * Araba veya gemi gibi
bir vasıtaya bindirme. |
İRKÂBEN |
Bindirerek, irkâb suretiyle. |
İRKAD |
Uyutma veya uyutulma. |
İRKÂH |
İnanma, itimad etme, güvenme. * Sığındırma, dayandırma. |
İRKAK |
Köle edinme. Cariye veya köle satın alma. * İnciltme. |
İRKAL |
Hızlı yürüme. |
İRKAN |
Kına yakma, kına sürme. * Safran ağacı, kızılağaç. * Tıb: Sarılık
hastalığı. |
İRKAS |
Oynatma, raksettirmek. |
İRMA' |
Atma, fırlatma. |
İRMAD |
Fakir düşme. Sefil olma. * Göz ağartma. |
İRMAN |
f. Arzu, taleb, istek. * Dalkavuk. * Nedâmet, pişmanlık. * Dâvet
edilmeden bir yere giden kimse. |
İRMEGAN |
f. Saadet. İkbal, mutluluk, uğurluluk. * Terbiye eden, mürebbi. |
İRMİK |
Buğday gibi hububatdan elde edilen ve helva, çorba yapımında kullanılan
iri taneli un. |
İRS |
Karı ile kocadan her biri. (Bak: Irs) |
İRS |
Vefat eden kimsenin vâsi olup malını almak. * Ölen yakın akrabadan
kalan mal, miras, mülk. * Bir şeyin artığı. Fâsıla nişanları. |
İRSA' |
Mızrak gibi sivri bir şeyle dürtme. |
İRSA' |
Sağlamlaştırma, sâbit kılma. * Geminin demir atması. * Pâyidar olmak. |
İRSA' |
Yerinden ayrılmama. Mukim olma. |
İRSAD |
Gözetlemek. * Hâzır ve âmâde eylemek. * Mükâfat vermek. * Edb: Secili
ve kâfiyeli bir cümlede ses uyumundaki ana sesi önce tanıtıp, ondan sonra
gelecek kelimeyi tanıtma sanatıdır. Meselâ:Elemin Kays'a kıyas etme din-i
mahzunun, Yok idi aklı ne derdi var idi Mecnunun.(Baki)Birinci mısrada
"Kays" isminin geçmesi, ikinci mısrada ise "Yok idi aklı, ne derdi var idi."
denmesi sözün sonunun "Mecnun" olacağını hemen akla getirmektedir. |
İRSAH |
Yerinde tutma, durdurma. Bir şeyi sağlamlaştırma. |
İRSAL |
(Resul. den) Göndermek, gönderilmek, yollamak. * Havale kılma. *
Salıvermek. Kendi haline koymak. * Sürü sahibi olmak. * Elçi gönderme. |
İRSAL-İ LİHYE |
Salak bırakma. |
İRSAL-İ MESEL |
Konuşurken meşhur hikmetli sözleri kullanmak."Hakir olduysa millet,
şanına noksan gelir sanmaYere düşmekle cevher sâkıt olmaz kadr ü
kıymetten.""Muini zâlimin dünyada erbab-ı denâettir.Köpektir zevk alan
sayyad-ı bi-insâfa hizmetten."(Namık Kemal) |
İRSAL-İ RÜSÜL |
Cenab-ı Hakk'ın insanlara her hususta ve hususen Allah'a itaatte rehber
olacak peygamberler göndermesi. |
İRSALAT |
(İrsal. C.) Göndermeler. Gönderilen şeyler. |
İRSALİYE |
Makbuz. * Her hangi bir yere gönderilen eşya veya malların listesi. |
İRSAN |
Muhkem ve sağlam kılma, rasanet verme. |
İRSAS |
Eskitme, yıpratma. Eskitilme, yıpratılma. |
İRSAS-I LİBAS |
Elbisenin yıpranması, eskitilmesi. |
İRSEN |
Miras olarak, anadan, babadan geçmek yolu ile. |
İRSÎ |
Miras ile alâkalı, irse âit ve müteallik. |
İRSİYET |
Verâset. Aile ve soydan geçen benzerlik. |
İRŞA' |
Rüşvet verme. |
İRŞAD |
Doğru yolu göstermek. Akli ve kalbi, mukni ve te'sirli eserler veya
sözlerle gafletten uyandırıp hidâyet yolunu göstermek. Cadde-i kürba-yı
Kur'aniye yolunda selâmetle devam ettirmek. Allah'a ibadet ve itaata
kavuşturmak. Veli bir zâtın, bir kimsenin hidâyete ermesine vesile olması. *
Ist: Hak ve hakikatı arayan kimselere bir mürşid-i ekmelin Kur'ânî ve İslâmî
eserleriyle veya sözüyle Sırat-ı Müstakim olan İslâmiyet yolunu tanıtması ve
tarif etmesi. İmanı kuvvetlendiren ve inkişaf ettiren tahkikî ve yakînî
delillerle hak ve hakikatı talim ve tedris etmesi. (Bak: Mürşid) |
İRŞADAT |
(İrşad. C.) İrşadlar. Hak ve hakikatı ve doğru yolu bildirmeler.
İkazlar. (Bak: İrşad) |
İRŞAF |
Suyu yavaş yavaş ve yudum yudum içme. |
İRŞAK |
Bir şeye dik bakma. Dosdoğru etme. |
İRTA' |
Zoraki ve istemeyerek gülme. |
İRTA' |
Otlatma veya otlatılma. |
İRTAB |
Dikme veya dikilme. |
İRTAC |
Bir kimsenin sözünü kesme, konuşturmama. * Devamlı yağmur ve kar yağma.
* Kapıyı örtme, kapama. * Kıtlık her tarafa yayılma. |
İRTAM |
Hatırlamak için parmağa iplik bağlama. |
İRTAT |
Tenbellik etme. Yerinden kımıldamama. |
İRTECEK |
f. Şimşek, berk. |
İRTİA' |
(Ra'y. den) Otlatma. |
İRTİA' |
Düşünmek, istikbali düşünme. |
İRTİAB |
(Ru'b. dan) Ürkme, korkma. |
İRTİAD |
(Ra'd ve Ri'd. den) Iztırablı ve sıkıntılı olmak. * Deprenme. Titreme. |
İRTİAF |
İleri geçme, ilerleme. |
İRTİAS |
Küpe takma. |
İRTİAS |
Silkinme, sıçrama, deprenme. |
İRTİAŞ |
Ra'şeye tutulma, titreme, sarsılma. |
İRTİAŞ-I MEST |
Sarhoş ve baygın titreyiş. |
İRTİBA' |
Bahar mevsiminde güzel bir yerde oturma. |
İRTİBAB |
Kokulu şeyler yapma. * Bir çocuğu büluğ çağına varıncaya kadar besleme. |
İRTİBAH |
Yükselme, yükseğe çıkma. |
İRTİBAK |
Karışık ve çapraşık bir işe girişme. * Karaca, geyik gibi hayvanların
tuzağa düşmeleri. * Bir kazâya uğrama. |
İRTİBAK |
Çamura batma. * Dolanbaçlı konuşma. * Karışma. * Bir işi aksi veya ters
gitme. |
İRTİBAL |
Bir malı çoğaltma. Bereketlendirme. |
İRTİBAS |
Dağılma. |
İRTİBAS |
Perişan ve zor durumda kalma. * Pek karışık ve sıkışık olma. |
İRTİBAT |
Bağlanmak, raptedilmek. Muhabbet, dostluk ve alâkadarlık. * Düşmana
karşı cenk için hudutta at sahibi olmak. |
İRTİCA |
Ummak, ümidetmek, rica etmek. |
İRTİCA |
Geri dönmek. Ric'at etmek. Eski hayat tarzına dönmek.(İşte Kur'an'ın bu
gibi kudsi kanun-u esasisine irtica namını veren bedbahtlar, vahşet ve
bedeviliğin dehşetli bir kanun-u esasisi olarak kabul ettikleri şimdiki
öylelerinin siyasetinin bir nokta-i istinadı şudur ki: "Cemaatin selâmeti
için fert feda edilir. Vatanın selâmeti için eşhasın hukuku nazara alınmaz.
Devletin siyasetinin selâmeti için cüz'i zulümler nazara alınmaz" diye bir
tek câni yüzünden bir köyü mahvetmekle bin mâsumun hakkını nazara almaz. Bir
tek câninin yüzünden bin adamın kılınçdan geçmesini caiz görür. Bir adamın
yaralanması ile binler mâsumu sıkıntıya verdirir. Ve ikiyüz adamı kurşuna
dizilmesini o bahane ile nazara almaz. Birinci Harb-i Umumî'de üç bin adamın
câniyane siyaset hatalariyle otuz milyon biçâre nev'-i beşer aynı harpde
mahvedildiği gibi, binler misaller var. İşte bu vahşiyâne irticaın bu
dehşetli zulümlerine karşı gelen Kur'an şakirdlerinin Kur'anın yüzer kanun-u
esasîsinden $ âyetinin ders verdiği kanun-u esasisi ile adâlet-i hakikiyeyi
ve ittihadı ve uhuvveti te'min etmeğe çalışan ehl-i iman fedakârlarına
"mürteci" namını verip onları müttehem etmek, mel'un Yezid'in zulmünü,
adalet-i Ömeriyeye tercih etmek misillü en vahşi ve zâlimane bir engizisyon
kanununu, beşerin en yüksek terakkiyatına ve adaletine medar olan Kur'an'ın
mezkûr kanun-u esasisine tercih etmek hükmündedir. Emirdağ L.) (Bak:
Medeniyet, Mürteci') |
İRTİCAC |
Çalkanmak. Heyecana gelme. * Sarsıntı. Muztaribane hareket etmek. |
İRTİCAC-I DERYÂ |
Denizin kabarması, dalgalanması. |
İRTİCAF |
(Recfe. den) Sarsma, sarsıntı, çalkalama. Tahrik. |
İRTİCAÎ |
(İrticaiye) İrtica ile alâkalı. |
İRTİCAL(EN) |
Hazır cevaplılık. Düşünmeden ve birdenbire açıkça güzel söz veya şiir
söylemek. |
İRTİCALİYYAT |
Düşünmeden, içinden doğarak söylenen sözler. |
İRTİCAM |
Birşey üstüste katlanma. |
İRTİCAN |
Adamın işi gücü bozulma. |
İRTİCAS |
Gök gürleme. * Top bürünme. |
İRTİCAZ |
Kısaltma, ihtisâr. |
İRTİDA' |
Süt emmek. |
İRTİDA |
(Ridâ. dan) Örtünme, bürünme. |
İRTİDA' |
Dinin yasak ettiği şeyleri yapmama, geri durma. |
İRTİDAD |
Din değiştirmekle mürted olmak. İslâmiyetten çıkarak dinsiz olmak. *
Geri dönmek. (Bak: Mürted) |
İRTİDAF |
(Redif. den) Ardından gitme, ardına düşme, peşinden koşma. |
İRTİFA' |
Yükseklik. * Yukarı kalkmak. Kaldırmak. Terakki. |
İRTİFA ALMAK |
Öğle vakti, güneşin yüksekliğini ölçerek zamanı belirlemek. *
Yükselmek. |
İRTİFAD |
Kazanma, kesbetme, kazanıp kâr etme. |
İRTİFAEN |
Yükseklikçe, yükseklik bakımından. |
İRTİFAK |
Bir yere dayanma. * (Kap) dolma. * İhtiyaç duyma. * Arkadaşlık etme. *
Tıb: İki kemiğin hareketsiz kalmak üzere mafsallanması. |
İRTİFAS |
Fiatların yükselmesi, pahalılık. |
İRTİGAB |
(Rağbet. den) Heveslendirme, isteklendirme, rağbet ettirme. |
İRTİHA' |
Katılma, karışma. |
İRTİHAL |
Bir yerden başka yere göçmek, gitmek. Nakl-i mekân etmek. * Ölmek. |
İRTİHAL-İ DÂR-I BEKÂ |
Dâr-ı bekaya göçme. Ölme. |
İRTİHAN |
(Rehn. den) Bir şeyi rehin olarak alma veya alınma. |
İRTİHAS |
Ucuz saymak veya sayılmak. |
İRTİHAŞ |
Rahatsız olma, huzuru kaçma. Sıkıntı ve ıztırâb içinde bulunma. |
İRTİHAZ |
Rezil rüsvay olma. Kepaze olma.İRTİKA' : Yükselme, yukarı çıkma. * Daha
yüksek yerlere ve mevkilere erişme. Yüksek derecelere ulaşma. |
İRTİKÂ' |
Güvenme, dayanma. |
İRTİKÂB |
Bir işe girişmek. * Kötü bir iş işlemek. Rüşvet almak gibi çirkin bir
şey yapmak. * Bir makamı âlet ederek, hakkı olmayan para veya malı hile ile
almak. |
İRTİKAB |
Bekleme, gözleme. * Ümit etme, umma. |
İRTİKAK |
Söz gücü olan kimsenin, söz söylemekten âciz kalması. |
İRTİKAM |
Yığılma, üst üste birikme. |
İRTİKAS |
Baş aşağı olmak. * Bir hâdiseye yakalanmak. |
İRTİKAŞ |
Harpte askerlerin birbirine karışması. |
İRTİKAZ |
Çocuğun, ana karnında kımıldaması. * Çalkanıp durma. * Acı çekme,
ıztırâb duyma. |
İRTİKAZ |
(Rekz. den) Dikilme. * Bağlanma. * Tıb: Nabız atma. |
İRTİMA' |
Birbirine atışma. |
İRTİMAS |
Suya dalma, dalıp gitme. Dalgıçlık. |
İRTİMAZ |
Iztırab ve acı içinde kıvranma. * Remzetme. |
İRTİMAZ |
Yerinden kaldırıp sıçratma. * Birini koruma, himâye etme. |
İRTİSA' |
Dişler sık olma. * İki şey, birbirine bitişik olma. * Taneleri, iki taş
arasında döğüp parçalama. |
İRTİSAD |
İstif etme. Birbiri üstüne düzgün bir şekilde yerleştirme. |
İRTİSAM |
Resmedilmek, resmi çıkmak, resimli ve nişanlı olmak. * Emrolunan şeye
imtisâl etmek. * Cenâb-ı Hakkı tekbir ve O'na ilticâ etmek. |
İRTİSAS |
Yayılma, meşhur olma, şüyu bulma, şâyi olma. |
İRTİŞA' |
Rüşvetçilik. Rüşvet almak. |
İRTİŞAF |
Emerek ve azar azar içme. * Tıb: Vücudun her hangi bir yerinde toplanan
suyun, dışarı atılması. |
İRTİŞAH |
(Reşha. dan) Sızma, terleme. |
İRTİTAC |
Konuşurken kekelemeye başlama, dili tutulma. |
İRTİVA' |
Suya içerek kanma. * Tıb: Vücuttaki organ ve eklemlerin kuvvetlenip
kalınlaşması. |
İRTİVAH |
Nöbetle çalışma. |
İRTİYA' |
Ürkme, korkma. |
İRTİYAB |
Duraklama, şüphelenme, tereddüt. |
İRTİYAD |
Bir kimseden bir şey isteme. |
İRTİYAH |
(Rîh. den) Genişleme, ferahlama, feraha erme. * Rüzgârlanıp rahatlama. |
İRTİYAZ |
Riyâzet yapma, nefsine eziyet etme. |
İRTİZA' |
Bir şey eksilme, ziyân görme. |
İRTİZA' |
(Rızâ. dan) Memeden süt emme. |
İRTİZA-İ SABİ |
Çocuğun süt emmesi. |
İRTİZA' |
(Rıza. dan) Razı olma, rıza gösterme, uygun ve münasib bulma. Kabul
etme. * Beğenme, seçme. |
İRTİZAH |
Biraz bahşiş alma. * Özür dileme. |
İRTİZAK |
(Rızk. dan) Rızık alma, rızıklanma. |
İRVA |
Bolca sulamak. Suya kandırmak. * Birisine hadis veya şiir rivayet
ettirmek. |
İRVA VE İSKA |
Sulama, suya kandırma. |
İRZA |
Bir kimseyi râzı etmek, gönlünü yapmak, kandırmak. |
İRZA-Yİ TARAFEYN |
İki tarafı anlaştırma, râzı etme. |
İRZA' |
Meme vermek, süt emzirmek veya emzirilmek. |
İRZA |
Çayırlık. Otluk yer. |
İRZAK |
Rızıklandırmak, maddi veya mânevi ihtiyacını vermek. |
İRZİZ |
Dik ses. * Titreme. * Dolu tânesi. |
İS |
Dumandan hasıl olan siyah madde. Kurum. |
İSA (A.S.) |
Dört büyük peygamberden birisidir. Hakiki Hristiyanlık dininin
peygamberidir. Kur'an-ı Kerim'de meziyet ve senası geçmektedir. İncil,
mukaddes kitabıdır. Vahiy ile kendine gönderilmiştir. Ancak kendisinden
sonra Havarileri tarafından yazılmıştır.(İncil'in bir yerinde İsa (A.S.)
demiş: "Ben gideceğim; tâ dünyanın reisi gelsin." Acaba Hz. İsa (A.S.)'dan
sonra dünyanın reisi olacak ve hak ve bâtılı fark ve temyiz edip Hz. İsa'nın
(A.S.) yerinde insanları irşad edecek, Resul-i Ekrem'den (A.S.M.) başka kim
gelmiştir? Demek Hz. İsa (A.S.), ümmetine dâima müjde ediyor ve haber
veriyor ki: Birisi gelecek; bana ihtiyaç kalmayacak, ben onun bir
mukaddemesiyim ve müjdecisiyim. M.) |
İSA' |
Zenginleştirme veya zenginleştirilme. * Genişletme. |
İSA' |
Teselli verip sabra irşad etmek. |
İSABET |
Ecir, mükâfât, karşılık vermek. * Doldurmak. |
İSABET |
Rastlamak. Doğruca varıp erişmek. Doğru düşünmek, matluba uygun iş
işlemek. |
İSABET-İ AYN |
Göz değmesi, nazar değmesi. |
İSABET-İ RE'Y |
Fikir doğruluğu. İsabetli ve yerinde bir düşünce. |
İSABETKÂR |
f. Doğru rastlayan. İsabetli. |
İS'AD |
Yükseltmek, yukarı çıkarmak. * Mekke-i Mükerremeye gitmek. |
İS'AD |
Mes'ud etmek. Mübarek eylemek. İâne, yardım etmek. |
İSAET |
Bir işte ihmal ile zarar verme. |
İSAET |
(Sû'. dan) Kötü iş işlemek. Kötülükte bulunmak. Yaramazlık. |
İS'AF |
Birisinin arzusunu, istediğini kabul etmek ve yerine getirmek. |
İSAF |
Asr-ı saadetten evvelki câhiliyet devrinde Mekke putlarından birinin
adı. |
İSAF |
Eseflendirmek. Esef vermek. * Hışım ve gadab etmek. Öfkelenmek. |
İSAGA |
Kalıba dökme veya dökülme. |
İSAGA |
Kolaylıkla ve rahatlıkla yutulma. |
İSAGA-İ TAAM |
Yemeğin kolaylıkla yutulması. |
İSAH |
(Vesah. dan) Kirletme veya kirletilme. |
İSAKA |
Akıtma. * Arkadan sürme. Sevk etme. |
İSAL |
Ulaştırmak, vâsıl etmek. Yetiştirmek. |
İSALE |
Akıtmak, dökmek. * Seyyal kılmak. Cereyan ettirmek. |
İSALE-İ DÜMU' |
Gözyaşları dökme, ağlama. |
İSAM |
Günaha sokmak, günaha sokulmak. |
İSAM |
(İsm. den) Ceza. Bir kabahat veya suçun gerektirdiği netice, karşılık. |
İSAR |
Kendisi muhtaç olduğu halde başkasına nimet vermek, cömertlik, ikrâm. *
İhtiyar etmek. * Yumuşatmak. * Dökmek, serpmek. Saçmak.(...Sahabelerin,
sena-i Kur'aniyeye mazhar olan "İsar hasletini" kendine rehber etmek, yâni
hediye ve sadakanın kabulünde başkasını kendine tercih etmek; ve hizmet-i
diniyenin mukabilinde gelen menfaat-ı maddiyeyi istemeden ve kalben taleb
etmeden, sırf bir ihsan-ı İlâhî bilerek, nâsdan minnet almıyarak ve hizmet-i
diniyenin mukabilinde de almamaktır.(Çünki hizmet-i diniyenin mukabilinde
dünyada bir şey istenilmemeli ki ihlâs kaçmasın. Çendan hakları var ki,
ümmet onların maişetlerini temin etsin. Hem zekâta da müstehaktırlar. Fakat
bu istenilmez; belki verilir. Verildiği vakitte, hizmetimin ücretidir
denilmez. Mümkün olduğu kadar kanaatkârane başka ehil ve daha müstehak
olanların nefsini kendi nefsine tercih etmek $ sırrına mazhariyetle, bu
müdhiş tehlikeden kurtulup ihlâsı kazanabilir... L.) |
İ'SAR |
Sürçtürmek, ayak kaydırmak. * Zemmetmek, kötülemek. |
İ'SAR |
Fakirlik. * Borçluya karşı takaza etmek, sıkıştırarak alacağını
istemek, güçleştirmek. |
İ'SAR |
İkindi zamanında bulunmak. * Kızın gelinlik çağına gelmesi. * Kasırga. |
İSAR |
Sargı, bağ. * Esirlik, kölelik. |
İSAR |
Keçinin memesine takılan torba, kese. |
İSAR |
Zengin, maldâr olmak; gani olmak. |
İS'AR |
Narh koyma, fiat veya pahâ biçme. |
İS'AR |
Çocuğun diş çıkarması. |
İSARE |
Esir etmek ve gezdirmek. * Bağ, bend. |
İSARE |
Koparmak, kaldırmak. * Tozu havaya kaldırmak. |
İSAS |
Çok sık ve uzun saç veya bitki. |
İSASE |
Zenginlik, servet. * Göz ucuyla bakma. * Cemiyet, topluluk. |
İSAVE |
Gammazlık, ağız karalığı. |
İSB |
Kasık tüyü. |
İSBAH |
(Sebh. den) Yüzdürme, suda yüzdürülme. |
İSBAL |
(Sebl. den) Yollama, gönderme veya gönderilme. |
İSBAT |
Doğruyu delil göstererek meydana koymak. Delil ve şâhitle bir fikrin
sıhhatını göstermek. İtiraf, ikrar ve tasdik etmek. * Sabit ve muhkem
kılmak. * Bâki ve pâyidar eylemek. * Delil. Bürhan. Şâhit. (Bak: İman-ı
bil-âhiret) |
İSBAT-I HÜNER |
Maharet ve hüner gösterme. |
İSBAT-I VÜCUD |
Hazır bulunma. Varlığını gösterme. |
İSBAT |
Bir hastalığın devamlı olması, müzmin oluşu, ayak kaydırma. |
İSBATİYECİLİK |
(Fr: Pozitivizm) Fls: Bu felsefe nazariyesine göre, isbat yolu ile
yakîn, şüphesiz bilginin elde edilebilmesi, tecrübelerle müşahadelerle ve
vakıalara istinaden mümkün olacağı iddia edilir. İsbat şeklini ve sahasını
daraltıp sadece maddiyata münhasır kılan bu anlayış yalnız maddiyata ait
mes'eleler için doğrudur.(Bir şeyden uzak olan bir kimse yakın olan adam
kadar o şeyi göremez. Ne kadar zeki olursa olsun, o şeyin ahvali hakkında
ihtilâfları olduğu zaman yakın olanın sözü muteberdir. Binaenaleyh Avrupa
feylesofları maddiyatta şiddet-i tevaggulden dolayı imân, İslâm ve Kur'ân'ın
hakaikından pek uzak mesafelerde kalmışlardır. Onların en büyüğü yakından
hakaik-ı İslâmiyeye vukufu olan âmi bir adam gibi de değildir. Ben böyle
gördüm, nefs-ül emir de benim gördüğümü tasdik eder. Binaenaleyh şimşek,
buhar gibi fenni meseleleri keşfeden feylesoflar Hakk'ın esrarını Kur'ân
nurlarını da keşfedebilir diyemezsin. Zira, onun aklı gözündedir. Göz, kalb
ve ruhun gördüklerini göremez. Çünkü kalblerinde can kalmamıştır. Gaflet o
kalbleri tabiat bataklığında çürütmüştür. M.N.) (Bak: Rasyonalizm) |
İSBİ' |
(C.: Esâbi) Parmak. * Ölçü parmağı, arşının yirmidörtte biri.
(Türkçede: $ telaffuz edilir.) |
İSEVÎ |
Hz. İsa'nın (A.S.) dininden olan. Nasrani. Hristiyan. |
İSEVİYYET |
Hristiyanlık. |
İSFAR |
Sabah namazının ortalık aydınlanırken kılınışı. |
İSFENC |
Sünger. |
İSFENCE |
(İsfencî) Süngere benzer, sünger biçiminde, süngerimsi. |
İSFENCİYE |
Süngerler. |
İSFEND |
Şarap. |
İSFENDAN |
f. Beyaz biber tohumu. * Akçaağaç. |
İSFİD |
f. Beyaz, ak. |
İSFİRAR |
(Bak: Isfirar) |
İSGA |
(Bak: Sagat) |
İSHAB |
Çok söylemek. * Türlü şeylerden renk değiştirmek. * Bir şeye fazla tama'
etmek. * Kuyu kazıp suyu bulamamak. * Zehirlenme veya hastalıktan dolayı
renk değişmesi. * Kuzu, anasını emmek. * Duvarı başı boş salıvermek. |
İSHAK (A.S.) |
Kur'ân-ı Kerim'de adı geçen peygamberlerdendir. İbrahim (A.S.)ın
oğludur. Yakub (A.S.)ın babasıdır. |
İSHAKİYYE KÖŞKÜ |
Sadrazam İshak Paşa tarafından Sultan İkinci Bayezid için, Topkapı
surları dahilinde yaptırılmış olan köşkün adıdır. Bânisinin ismine nisbetle
bu adı almıştır. (O.T.D.S.) |
İSHAL |
Mülâyim ve düz bir yere varmak. * Tıb: Barsakların iltihabından soğuk
algınlığından hâsıl olan sürgün, iç sürme. |
İSHAN |
Aslında kalınlık demek olan sihan ve sehânetten kalınlaştırmak
demektir. Siklet de sehanetin lâzımı olmak itibariyle: "Falan kimseyi,
hastalığı veya yarası ağırlaştırdı, yerinden kımıldatmaz etti." mânâsına
"İshanehül maraz evilcerh" denilir. Harbde düşmanın esaslı kuvvetlerini
iyiden iyiye vurarak, ordusunu derin ve geniş bir suretde yaralayıp,
kımıldanamıyacak bir hâle koyacak derecede kat'iyyen mağlub etmeğe de ishan
tâbir edilir. |
İSHAN |
Isıtma, ısıtılma. * Kızdırma veya kızdırılma. |
İSHAN-I AYN |
Ağlatma. Göz kızartma. |
İSHAR |
Uyundırma. * Gece uyutmayıp, uyanık durdurma. |
İSHAT |
Darıltma, gücendirme. |
İSİK |
Çukurluk, engebelik. Çukurlu. |
İSİMLİK |
Tar: Saraylılar tarafından gönderilen hediyelik şeylerin kimin
tarafından gönderildiğini belirten adres pusulası. |
İSKA |
Su vermek, sulamak. |
İSKAB |
Ateş yakma. |
İSKAL |
Ağır bir şey yüklemek. |
İSKALARYA |
ing. Çarmıkların halat basamakları. |
İSKÂN |
Yerleştirmek. Bir yeri mesken yapıp oturmak. * Sâkin. |
İSKÂN-I MUHACİRÎN |
Göçmenleri yerleştirme. |
İSKANDİL |
ing. Denizin derinliğini ölçmeğe yarayan ve gemilerde kullanılan bir
âlet. * Bir şeyin hakikatını anlamağa çalışma. Yoklama, deneme, tecrübe
etme. |
İSKAR |
(Sekir. den) Sekir verme, sarhoş etme. |
İSKARLAT |
İtl. Eski devirlerde Venedik mensucatından, boyası has ve kumaşı
dayanıklı bir nevi çuhanın adı idi ve şarkta pek makbuldü. Yeniçeri Ocağı
ileri gelen ağalarına, sekbanbaşıya ve yeniçeri kâtibine her sene bu çuhadan
verilir veya bedeli para olarak tahsis olunurdu. Bu paraya da "İskarlat
bedeli" denirdi. (Ta. L.) |
İSKARMOZ |
Gemilerin kaburgalarını teşkil eden eğri ağaçlar. * Kayıklarda kürek
takılıp çekilen ağaç çiviye de bu ad verilir. |
İSKARPİN |
Fr. Konçsuz veya yarım konçlu zarif ayakkabı. Alafranga hafif kundura. |
İSKÂT |
Sükût ettirmek. Cevap veremiyecek hâle getirmek. Susturmak. *
Kandırmak, râzı etmek. |
İSKAT |
(Bak: Iskat) |
İSKELE |
Binada yüksek yerleri yapabilmek için kurulan geçici sal. * Deniz nakil
vasıtalarının yanaşabilmeleri için deniz kıyısında yapılan yer. * Deniz
kenarında ve deniz vasıtalarının yanaşmasına elverişli kasaba. * Bir
memleketin deniz yolu ile yapılan ticaretine vasıta olan liman. * Geminin
sol yanı. |
İSKELET |
Fr. Vücudun kemik çatısı. |
İSKENDAN |
f. Kilit. |
İSKENDER |
(M. Ö. 356-323) Aristo'dan ders almış bir imparatordu. İskender-i Rumi
de denir. Bundan başka ismi geçen bir de İskender-i Zülkarneyn vardır. (Bak:
Zülkarneyn) |
İSKEREK |
f. Hıçkırık. |
İSKETE |
Güzel ve çok öten sarı kanatlı bir cins küçük kuş. |
İSKİZ |
(İskize) f. Hayvanın sıçrayıp kıç atması. * Hayvanın ürkerek attığı
çifte. |
İSKOLASTİK |
(Bak: Skolastik) |
İSKONA |
İtl. Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan iki direkli yelkenli
harp gemilerine verilen addı. |
İSKONTO |
(Bak: Tenzilât) |
İSLA' |
Teselli verme, avutma. |
İSLAB |
Giderme, selbetme. Kapıp götürme. |
İSLAC |
Kara tutulma. Karlı olma. |
İSLAF |
Para peşin, mal veresiye olan bir alışveriş. * Tarlayı aktarmak. |
İSLAH |
(Bak: Islah) |
İSLAK |
(Silk. den) Düzenleme, sıraya koyma. * Yola getirme. * Diziye geçirme.
* Mesleğe sokma, sokulma. |
İSLAL |
(Sell. den) Kılıcı sıyırıp çıkarma. * Verem etme, verem uğratma. |
İSLÂM |
(Selâm. dan) İtaat, inkıyad, bir şeye teslimiyet. Din. * Ist: Hz.
Muhammed'in (A.S.M.), Allah'ın emriyle insanlara bildirdiği din.
(İslâmlıkta, Allah'a itaat etmek, Peygambere tâbi' olmak ve din namına ne
bildirilmişse, kalb ile dil ile tasdik ve onunla amel etmek şarttır.
İslâm'ın beş şartı vardır: Kelime-i şehadet getirmek, namaz kılmak, zekât
vermek, hacca gitmek ve Ramazan-ı şerif orucunu tutmaktır.)(Ulema-i İslâm
ortasında, "İslâm" ve "İman"ın farkları çok medâr-ı bahsolmuş. Bir kısmı,
"İkisi birdir", diğer kısmı, "İkisi bir değil, fakat biri birisiz olmaz"
demişler ve bunun gibi çok muhtelif fikirler beyan etmişler. Ben şöyle bir
fark anladım ki:İslâmiyet, iltizamdır. İman, iz'andır. Tabir-i diğerle:
İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; iman ise, hakkı kabul
ve tasdiktir. Eskide bazı dinsizleri gördüm ki: Ahkâm-ı Kur'aniyeye şiddetli
tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette hakkın iltizamiyle
İslâmiyete mazhardı; "dinsiz bir müslüman" denilirdi. Sonra bazı mü'minleri
gördüm ki; ahkâm-ı Kur'aniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam
etmiyorlar, "gayr-ı müslim bir mü'min" tabirine mazhar oluyorlar.Acaba
İslâmiyetsiz iman, medar-ı necat olabilir mi?Elcevab: İmansız İslâmiyet,
sebeb-i necat olmadığı gibi; İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz. M.) |
İSLAMBOL |
Eskiden İstanbul yerine kullanılan bir tabir idi. Ulema takımı yakın
zamana kadar zarfların üzerine İstanbul yerine İslâmbol yazarlardı. |
İSLAMÎ |
İslâm dinine mensub, İslâm ile alâkalı. |
İSLAMİYAN |
f. İslâmlar. |
İSLAMİYET |
İslâmlık. * İslâm oluş. Teslimiyet, inkıyad, bağlılık, hakka
tarafgirlik ve iltizamdır.(İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez; gündüz
gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar.
Münazarat) |
İSLAS |
Üçe bölme. Üç aded yapma. |
İSLAV |
Fr. Rus, Ukran, Beyaz Rus, Çek, Slovak, Leh, Sloven, Sırp, Hırvat ve
Bulgar gibi milletlere, lisanlarındaki yakınlık dolayısıyla verilen ortak
isim. |
İSLİM |
(Bak: İstim) |
İSM |
(İsim) Ad, nâm. * Ist: Bilinen veya bilinmeyen, hissedilen veya
hissedilmeyen herhangi bir şeyi birbirinden ayırmak, tanımak veyahut zihne
getirmek için kullanılan söz veya lâfız. * Man: Tam mânalı ve hem mevzu, hem
mahmul olabilen lâfızdır. |
İSM-İ A'ZAM |
Allah'ın (C.C.) Kur'ân ve Hadis-i Şeriflerde zikredilen yüz isminin
mânâca en câmi' olanıdır. İsm-i A'zam, diğer isimlerin de mânâlarını içinde
toplar. Her ism-i İlâhiyenin de, her mahlukun da bir a'zamlık mertebesi
vardır.(İsm-i A'zam herkes için bir olmaz, belki ayrı ayrı oluyor. Meselâ:
İmâm-ı Ali (R.A.) hakkında: "Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddus" altı
isimdir. Ve İmâm-ı A'zamın İsm-i a'zamı, "Hakem, Adil" iki isimdir. Ve
Gavs-ı A'zamın İsm-i a'zamı, "Yâ Hayy'dır." Ve İmâm-ı Rabbâninin İsm-i
a'zamı. " Kayyum" ve hâkeza.. pek çok zatlar daha başka isimleri ism-i A'zam
görmüşlerdir. L.) (Bak: Esma-i Hüsna) |
İSM-İ CİNS |
Gr: Cins isim. Bir cinsten, bir nev'den olan şeylerin hepsine verilen
bir ad. Vilâyet, karpuz, kedi gibi. |
İSM-İ FÂİL |
Gr: Kendisinden fiil, iş çıkan kimsenin sıfatı. Fâil, hâdim, kâtib
gibi. |
İSM-İ HÂSS |
Gr: Yalnız bir kimse, bir hayvan veya bir şeye hâs olan isim. Hz.
Muhammed (A.S.M.), Medine-i Münevvere gibi. |
İSM-İ İŞARET |
Gr: Kendisiyle muayyen bir şeye işaret olunan kelime. "Bu, şu o" gibi. |
İSM-İ MEF'UL |
Gr: Fâilin fiili kendi üzerine geçen kelime. Mektub, mazlum, mağdur
gibi. |
İSM-İ MENSUB |
Gr: Kelimenin sonuna Türkçede "Li", Arabça ve Farsçada kelime sessiz
harfle bitiyorsa, bir "î", sesli harfle bitiyorsa; yerine göre sesli harf
atılarak veya atılmayarak "î" veya "vî" harfi getirilerek yapılan, nereli ve
nereye mensub olduğunu ifade eden isimdir. İstanbullu, İstanbulî; Mekkeli,
Mekkî; Konyalı, Konevî; Bağdatlı, Bağdadî... gibi.) |
İSM-İ MERRE |
Def'a, kerre gibi bir hareketin bir defa olduğunu bildiren fiil'den
yapılan isim. (Darbe: Bir defa vuruş. Lem'a: Bir parlayış gibi.) |
İSM-İ MEVSULE |
O şey ki, o kimse ki, mânâlarının yerine kullanılan, "Mâ, Men, Ellezi"
gibi kelimelerdir. İki kelimeyi veya mânâyı birbirine birleştiren, mânâsı
kendinden sonra gelen bir cümle ile tamamlanın bir kelimedir. |
İSM-İ TAFDİL |
Renge, şekil ve vasfa dâir (ef'al) vezninde olan mutlak ve uzuv
noksanlığına delâlet etmemek üzere mukâyeseli üstünlük ifâde eden
sıfatlardır. Daha büyük, en büyük, daha küçük, en küçük, en güzel, daha
güzel gibi mânâlara gelir. (Kebir kelimesinin ism-i tafdili: Ekber; sağir
kelimesinin ism-i tafdili: Asgar; sa'b kelimesinin de Es'ab'dır.) |
İSM-İ TASGİR |
Küçültme ismi. Küçüklük veya azlığa delâlet eden isimdir. Arapçada
ekseri (Fueyl) veya (Fuayil) vezninde, Türkçede kelime sonuna cik, cık,
cağız, ceğiz gibi ekler getirerek yapılır. Abd: Kul, Ubeyd: Kulcağız, kulcuk
gibi. |
İSM |
Günah, suç, cürüm. |
İSMA' |
İşittirmek, sesini duyurmak, bir sözü istenilen yere ulaştırmak. |
İSMA |
Yükseltmek. * İsim koymak. |
İSMAH |
Cömert ve eli açık olma. * İtâatli ve bağlı etme. |
İSMAİL (A.S.) |
Peygamberlerdendir. İbrahim'in (A.S.) oğludur. Küçükken İbrahim'e
(A.S.), oğlunu Allah için kurban etmesi emredildi. Halilullah olan İbrahim,
İsmail'i (A.S.) kurban etmek isterken Cenab-ı Hak koç gönderdi. Mu'cize
zâhir oldu. Bıçak İsmail'i kesmedi, yerine koç kurban edildi. Resul-i
Ekrem'in (A.S.M.) de ceddi olan İbrahim ve İsmail (A.S.)lar Kâbe'yi yeniden
inşâ ettiler. (Bak: Kâbe, İbrahim (A.S.) ) |
İSMAM |
Sona erdirme, bitirme, tamamlama. |
İSMAR |
Mıhlama, çivileme. |
İSMAR |
(Semere. den) Meyve ve semere vermek, fayda vermek. |
İSMAT |
Susturma, sükut ettirme. * Men'etmek. * Tecvidde : Harfi söylerken
lisana ağır geldiğinden, kendilerinden yalnız aslı rübâî olanlar ile, hümasi
olanların terkibi men' edilmişti. İsmât sıfatının harfleri; izlâk sıfatının
harfleri olan on altı harf ile harf-i meddin maadası olan on dokuz harfdir.
(Bak: Musmit) |
İSMEN |
Sadece isimle, gerçekten olmayan. |
İSMET |
Günahsızlık, mâsumluk. Günahlardan kaçınmak melekesine sâhib olmak.
Suçsuzluk. * Peygamberlik vasıflarından birisidir. Peygamberler (A.S.), hiç
bir zaman gizli, âşikâr herhangi bir ma'siyete yaklaşmazlar; bütün kusur ve
hatâlardan ve şâibelerden müberrâdırlar. |
İSMETLÜ |
Tar: Derece bakımından yüksek kimselere, sultan ve şehzâdelerin
hanımlarıyla kızlarına verilen bir ünvan idi. |
İSMETMEÂB |
İsmetlü. Günahsız. Haramdan ve nâmusa dokunur hâllerden çekinen. |
İSMETPENAH |
İsmetlü, ismetmeâb. |
İSMÎ |
(İsmiyye) İsme mensub, isimle alâkalı. İsmen olup aslen olmayan,
varlığı isimden ibâret olan. İsim cinsinden. * Arabçadan iki isimden, yani;
müsned ile müsned-i ileyhten mürekkep cümle. |
İSMÎ VE SIFATÎ |
İsme ve sıfata ait. |
İSMİD |
Sürme taşı. * Cenab-ı Peygamber'in kullandığı ve tavsiye ettiği bir
cins kırmızı sürme. |
İSMİRAR |
(Semrâ. dan) Esmerleşme, kara olma, kararma. |
İSMİYYET |
İsim olma hâli, isimlilik. |
İSNA |
Yukarı kaldırmak, yükseltmek. * Değerini yükseltme. * Ateş alevinin
yükselmesi. * Bir sene bir yerde kalmak. |
İSNA |
Medih ve senâ etmek, sitâyişte bulunmak. * Şükretmek. |
İSNA AŞER |
Oniki. |
İSNAD |
Bir söz veya haberi birisine nisbet etmek. * Peygamberimiz'in (A.S.M.)
sözlerini sırası ile kimlerden nakledildiğini bildirmek. * Bir nesneye, bir
şeye dayanmak. * Birisi için, bir şeyi yaptı demek. İftira etmek. |
İSNAD-I EFİKE |
Yalan isnad etme. İftira atma. |
İSNADAT |
(İsnad. C.) İsnadlar. Bir kimseye yükletilenler, nisbet edilenler. |
İSNADÎ |
İsnad etmekle alâkalı. |
İSNADİYYAT |
İsnad ile ilgili düşünceler. * Aslı esası olmadığı halde birisine isnad
edilen sözler. |
İSNAF |
Yel ve toz savurma. |
İSNAK |
Mal, mülk, servet ve makamın, insanı azdırması. |
İSNAM |
Ateşin alevi büyüme. * Duman ve toz havaya çıkma. |
İSNAN |
İki. * Pazartesi. |
İSNAN |
(Sinn) Yaşlanmak. İhtiyarlamak. * Diş çıkarmak. |
İSNEVÎ |
İki ile alâkalı. * Pazartesi günü ile alâkalı. * Her pazartesi günleri
oruç tutan kimse. |
İSNEYN |
İki. (2) * Pazartesi günü. |
İSNEYNİYYET |
İkilik, ikiden ibaret olma. |
İSPAH |
(İspeh) f. Asker, nefer, er. |
İSPANYOL |
İspanyalı. |
İSPANYOL HASTALIĞI |
Grip, nezle. Paçavra hastalığı. (İlk önce İspanya'da farkına varıldığı
için bu isimle meşhur olmuştur.) |
İSPARÇENE |
İtl. Halatın üzerine sarılan kendir ve ip. * Halatı meydana getiren üç
boy bükmenin beheri. |
İSPEHBED |
f. Başbuğ, hükümdar, hâkan, kağan. |
İSPENAH |
f. Ispanak. |
İSPER |
f. Savaş âletlerinden kalkan. |
İSPERGAM |
f. Fesleğen çiçeği. * Gül. * Yeşillik. |
İSPERHEM |
f. Fesleğen. |
İSPERLOS |
f. Saray, konak, kâşâne. |
İSPİD |
f. Ak, beyaz. |
İSPİDKÂR |
f. Kalaycı. |
İSPİR |
Arabacı. Arabacının yanında bulunan at uşağı. * Zabıta memuru. * Beyaz
doğan kuşu. |
İSPİRALYA |
İtl. Gemi güvertelerinde kamaraları aydınlatmak için açılan küçük
kaporta. |
İSPİRTİZMA |
Fr. Ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün
bulunduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan tecrübeler.(İşte eski zaman
kâhinleri gibi şimde de medyumlar suretinde yine bir nevi kâhinlik Avrupa'da
ispirtizmacıların içlerinde baş göstermiş. M.) |
İSR |
Alâmet. Nişane. * Ayak izi. * Yol. Meslek. * Başlamak ve azimet etmek. |
İSRÂ |
Yürütmek, göndermek. * Gece seferi yapmak. * İrsâl etmek. |
İSRÂ SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'de 17. Suredir. Mekkidir. |
İSRA' |
Hızlandırmak. Sür'atlendirmek. * Geri döndürmek. Göndermek. |
İSRAC |
(Sirac. dan) Yakma, yandırma. |
İSRAF |
Lüzumsuz yere harcamak. Malı ve parayı lüzumsuz yere sarf etmek.
İhtiyacından fazla istihlâk etmek ve harcamak. * En lüzumlu aslî vazifeleri
bırakıp en lüzumsuz veya zararlı şeylerle meşgul olarak ömrünü veya
gençliğini boş yere harcamak.(Hâlik-ı Rahim, nev-i beşere verdiği nimetlerin
mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise; şükre zıttır, nimete karşı hasâretli
bir istihfaftır. İktisad ise: nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır. L.)(Bir
lokma kırk paraya, diğer bir lokma on kuruşa... Ağıza girmeden ve boğazdan
geçtikten sonra birdirler. Yalnız, birkaç saniye ağızda bir fark var.
Müfettiş ve kapıcı olan kuvve-i zâikayı taltif ve memnun etmek için birden
ona gitmek, israfın en sefihidir. M.) |
İSRAFAT |
(İsrâf. C.) İsrâflar, lüzumsuz yere harcamalar. |
İSRAFİL |
Dört büyük melekten biri olup Kıyamet günü cesedlere nefh-i ruh etmeğe
ve Sur'u üfürmeğe vazifelidir. (Bak: Melâike) |
İSRAİL |
Hz. Yakub'un (A.S.) lâkabı olup sonradan bütün o soydan gelenlere Benî
İsrail denmiştir. İsrail oğulları, Yahudiler. |
İSRAİLİYAT |
Zamanla hurafeye inkılâb etmiş, Yahudilikten kalma haberler, hikâyeler.
İsrail oğullarına mahsus hikâyeler, hâdiseler.(İsrailiyyatın bir tâifesi ve
hikmet-i Yunaniyyenin bir kısmı, daire-i İslâmiyete duhul etmeleriyle, din
süsüyle görünerek, efkârı ihtilâle verdiler. Şöyle ki: O necib kavm-i Arab,
zaman-ı cahiliyette bir ümmet-i ümmiyye idi. Vakta ki içlerinden hak tecelli
edip istidad-ı hissiyatları uyandı da meydanda yol açan din-i mübini
gördüklerinden umum rağabat ve meyilleri, yalnız dinin mârifetine inhisar
eylediler. Fakat kâinata olan nazarları teşrihat-ı hikemiyye nazarıyla
değil, belki istitraden yalnız istidlâl için idi. Onların o hassas zevk-i
tabiilerine ilham eden yalnız onların fıtratlarına münasib olan geniş ve
ulvi muhitleri; ve safi ve müstaid olan fıtrat-ı asliyeleri tâlim ve terbiye
eden yalnız Kur'an idi. Bundan sonra kavm-i Arab, sair akvamı bel' ettiği
gibi milel-i sairenin mâlumatları dahi Müslüman olmaya başladığından,
muharrefe olan İsrailiyat ise: Vehb, Ka'b gibi ulema-i ehl-i kitabın
İslâmiyetlerinin cihetiyle Arapların hazain-i hayalâtına bir mecra ve menfez
bularak o efkâr-ı safiyeye karıştılar. Hem sonra da ihtiram dahi gördüler.
Zira ulema-i ehl-i kitaptan İslâmiyete gelenler, İslâmiyet şerefiyle gayet
celâlet ve tekemmül ettiklerinden, mâlumat-ı müzahrefe-i sâbıkaları makbule
ve müselleme gibi oldular.. reddedilmedi. Çünki İslâmiyetin usulüne musadim
olmadığından hikâyat gibi rivayet olunur iken ehemmiyetsizliği için
tenkitsiz dinlenirler idi. Fakat hayfâ! Sonra hak olarak kabul edildiler.
Çok şübeh ve şükukâta sebebiyet verdiler.Hem de vaktaki şu İsrailiyat, kitap
ve sünnetin bazı imaatlarına merci ve bazı mefahimlerine bir münasebetle
me'haz olabilirler idi. Fakat âyât ve hadisin mânâları değil. Belki faraza
doğru olsalar idi, mâsadak ve efradından olmaları mümkün olduğundan; su'-i
ihtiyarlarıyla başka bir me'hazı bulmayan veya atf-ı nazar etmeyen
zahirperestler, bazı âyât ve ehâdisi o hikâyat-ı İsrailiyyeye tatbik ederek
tefsir eylediler. Halbuki Kur'anı tefsir edecek yine Kur'an ve hadis-i
sahihtir. Yoksa; ahkâmı, mensuh olduğu gibi kısası dahi muharrefe olan İncil
ve Tevrat değildir. Evet, mâsadak ile mânâ ayrıdırlar. Halbuki: Mâsadak
olmaya mümkün olan şey, mânâ yerine ikame olundu. Çok da imkânât vukuata
karıştırıldı... R.N.) |
İSRAR |
(Sırr. dan) Sır saklamak, gizlemek. Gizlenmesi lâzım bir şeyi gizlemek. |
İSRAR-I ESRAR |
Sırların gizlenmesi. |
İSRAR |
(Bak: Israr) |
İSTADE |
f. Ayakta durmuş. |
İSTAH |
f. Budak, taze filiz. |
İSTANBUL |
Türkiye'nin en büyük şehri ve Osmanlı İmparatorluğu'nun taht şehri
(1453-1922). İslâm halifeliğinin son merkezi (1516-1924). Türklerden önce
Bizans "Doğu Roma" İmparatorluğu'nun taht şehri idi (395-1453). * İstanbul
ismi, Rumca şehre veya şehirde demek olan (İstin polin) tabirinden galat
olup, bu ismin Osmanlılar tarafından fetih esnasında verilmiş olduğu rivayet
ediliyorsa da, Osmanlılardan evvel şehrin bu isimle yâd olunmakta bulunmuş
olduğu muhakkak olup, hattâ yedinci hicri yüzyılın ortalarında yani fetihten
iki asır önce yazılmış olan "Yakut-u Hamevî'nin Mu'cem-ül Büldan'ında bu
isim yazılmıştır. Bununla beraber Osmanlılar yanında dahi Edebiyat lisanında
ekseriya "Kostantiniyye" ismi kullanılmıştır; hattâ bazan "İslâmbol"
şeklinde yazılmıştır. |
İSTANBUL EFENDİSİ |
İstanbul kadıları (hâkimleri). Bu tabir hicri 1000 tarihinden sonra
kullanılmağa başlanmış ve daha sonraları terkolunmuştur. |
İSTAR |
Yüzletme, astar çekme. * (C.: Esâtir) Altıbuçuk dirhem ağırlığında
(19.5 gr.) bir ölçü. * Dört tane. * Dört veya dört buçuk miskal. |
İSTAR |
(Satr. dan) Yazı yazma. |
İSTARE |
Perde, zar. |
İSTARE |
f. Yıldız. |
İSTASYON |
Fr. Demiryolu durağı. |
İSTATİSTİK |
Fr. Bir neticeye varmak veya bir hüküm çıkarmak için metodlu olarak
mevcud lüzumlu şeyleri toplayıp sayı hâlinde göstermek işi ve bu işle meşgul
olan ilim. |
İSTEBRAK |
İpekten mâmul ve sırma ile işlenmiş bir çeşit kumaş. Kalın ipek kumaş. |
İSTEL |
f. Göl. |
İSTEM |
Zulüm ve sitem. |
İSTENBE |
f. Cesur, yiğit, bahadır, kahraman. * Çirkin. * Kâbus. |
İSTIKSAR |
(Kasr. dan) Kısma. Bir şeyin kısaltılmasını isteme. |
İSTIKSAS |
(Kısas. dan) Kısas isteme. Bir katilin şeriatça öldürülmesini isteme. |
İSTIKTAB |
(Kutb. dan) Kutuplaşma, bir kutubun etrafında toplanma, bir kutuba
bağlanma. |
İSTIKTAR |
Damla damla akıtma, damlatma. |
İSTIRAB |
(Bak: Iztırab) |
İSTISLAH |
Bir şeyi iyi olarak görmek isteme. Bir şeyin iyi olmasını isteme. |
İSTISNA' |
San'atlı olarak yapmak. * Bir şey yapmak için san'atkârla anlaşma
yapmak. |
İSTITLA' |
(C.: İstıtlâât) (Tulu'. dan) Anlamağa ve bilmeğe çalışma. Öğrenmeğe
gayret etme. |
İSTITLAK |
İç sürgünü olma. Amel olma, ishal olma. * Boşanmayı isteme. |
İSTITRAB |
Neşe arama, eğlence isteme. |
İSTİAB |
İçine almak. * Kaplamak. Toplamak. Tamam etmek. * Tutulmak.
Zapteylemek. |
İSTİADE |
Bir şeyin iade edilip geri gönderilmesini isteme. * Yeniden canlanma. *
Âdet edinme. |
İSTİANAT |
(İstiane. C.) İstianeler, yalvarmalar. |
İSTİANE |
Duâ. Yardım istemek. İane istemek. |
İSTİARE |
Ariyet istemek. Ödünç almak. Birinden iğreti bir şey almak. * Edb: Bir
kelimenin mânasını muvakkaten başka mânada kullanmak; veya herhangi bir
varlığa, ya da mefhuma asıl adını değil de, benzediği başka bir varlığın
adını verme san'atına istiare denir.Cesur ve kuvvetli bir insana "arslan,
kurnaz bir kimseye "tilki" demekle istiare yapmış oluruz. |
İSTİARE-İ MEKNİYE |
(Kapalı istiare) Teşbihin temel unsurlarından yalnız benzetilenle
yapılan istiare. Meselâ: Merhum Mehmed Akif'in:Şu karşımızda mahşer kudursa,
çıldırsa,Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa,Değil mi ortada bir sine
çarpıyor, yılmaz.Cihan yıkılsa, emin ol bu cephe sarsılmaz...beyitlerinde
düşman kalabalığı evvelâ mahşere benzetilerek açık istiâre yapmış, sonra o
mahşer bir köpeğe teşbih edilerek, fakat müşebbehün bih'i (kendisine
benzetileni) zikredilmeyerek onun levâzımatından olan "çıldırsa" ve
"kudursa" kelimeleri irad olunarak bir kapalı istiare yapılmıştır. |
İSTİARE-İ MUSARRAHA |
(Açık istiare) Teşbihin iki temel unsurundan yalnız kendisine
benzetilen ile yapılan istiare.Meselâ: Büyük âlimlere; ayaklı kütüphane veya
yaşlı kimselere hayatının son baharında denilmesi gibi. |
İSTİARE-İ MUTLAKA |
(Temlihiye veya tehekkümiye) Edb: Şaka, lâtife veya alayı içine alan
bir istiaredir. Meselâ: Tilkinin eşeğe "gelsem olmaz mı huzura, a benim
aslanım" demesi gibi... (Edb.S.) |
İSTİAZA |
Karşılık olarak, ivaz olarak bir şey istemek. |
İSTİAZE |
"Euzü besmele" okuyarak Allah'a sığınmak. |
İSTİBAA |
Bir şeyi kendine sattırmağa uğraşma. |
İSTİB'AD |
Uzaklaşma. Uzak görme, ihtimal vermeyiş, olmayacak sanma, akıldan uzak
görme. * Yakıştırmayış. |
İSTİ'BAD |
Köle edinmek, esir almak. |
İSTİBAHA(T) |
Mübah ve helâl sayma. * Bir çok kimsenin kanını dökmeğe izin verme. |
İSTİBAK |
Yarış etme, yarışma. |
İSTİB'AL |
Kadını nikâh ile alma. |
İSTİBAL |
Havanın fenalığı ve sıkıcı olması. * (Kendine) idrar döktürme. |
İSTİBANE |
Açıklama, belli olma. Meydanda ve âşikâr olma. |
İSTİ'BAR |
İbret alma, ders alma. * Rüya tabir ettirme. |
İSTİBAR |
Yoklama, muayene etme. |
İSTİBDA |
(İstibra') Ayırmak. Uzak etmek. * Küçük abdest bozduktan sonra idrardan
temizlenmek, sidik eserinin tamâmen kesilmesini beklemek. * Nikâhla alınan
dul bir kadının gebe olmadığına kanaat getirmek için, kadın bir âdet
görünceye kadar beklemek. |
İSTİBDA' |
Bedi' ve güzel bulma. |
İSTİBDAD |
Başlı başına olmak. Keyfî idare sistemi. * Zulüm ve tahakküm. İdaresi
altındakilerin istemediği şeyleri yalnız kendi keyfine göre zorla ve zulümle
yaptırmaya çalışmak. Kanun ve nizamlara bağlı olmayarak, çok defa da kanun
namına kanunsuzluk yaparak, keyfi hükmünü icra ettirmek. Kimseyi tanımadan
kendi dediğini ve keyfi emirlerini kuvvet ve cebir kullanmak suretiyle
yaptırmaya çalışmak. Allah'ı ve adaletini unutarak dinsizdarane bir zulümle
hüküm ve idare etmek. |
İSTİBDADKÂRANE |
f. İstibdad idaresi gibi. Kendi kendine, kanunları ve kimseyi tanımadan
idare eder surette. |
İSTİBDAL |
(Bidl ve Bedel. den) Değiştirmek, değiştirilmek. * Bir vakfı mülk ile
mübadele etmek. * Birşey verip yerine başka şey istemek. * Askerliği biten
erlere tezkere verip yenilerini almak. |
İSTİBDAL-İ MÜSECCEL |
Lüzumuna hükmolunduğundan dolayı nakzı caiz olmayan istibdal. |
İSTİBGA' |
İş için yardım isteme. |
İSTİBHAC |
(Behcet. den) Yüzü gülme, sevinme, mesrur olma. |
İSTİBHAL |
Azad etme. Azad olma, serbest bırakılma. |
İSTİBHAM |
Karışık ve belirsiz olma. * Ses çıkarmama, susma. |
İSTİBHAR |
Çok geniş bilgiye sahib olma. * Deniz gibi büyük ve geniş olma. |
İSTİBHAS |
Bir şeyin doğruluk ve hakkâniyetini anlayabilmek için, iyice araştırıp
tahkik etme. |
İSTİBKA |
Devâmını istemek. Bâki ve dâim kılmak. |
İSTİBKA-Yİ TEVECCÜHLERİ |
Teveccühlerinizin sürüp gitmesi ve devamı... (Eskiden mektubların
sonlarında kullanılırdı.) |
İSTİBKÂ |
Ağlatmak. Ağlamayı istemek. |
İSTİBRA |
(Bak: İstibda) |
İSTİBRAZ |
Meydana çıkarmak, açığa vurmak. |
İSTİBSAR |
Basiretli olmak. Düşünceli, hesaplı ve dikkatli iş yapmak ve hareket
etmek. |
İSTİBSAS |
Bir haberin doğru olup olmadığını anlamağa çalışma. |
İSTİBŞAR |
Müjde almak. Hayırlı, iyi haber iyi sevinmek.İSTİBTA' : Ağır ağır
hareket etme. * Gecikme, geç kalma. |
İSTİBTAN |
Gizliliğe, bir kimsenin iç işlerine vakıf olmak. |
İSTİBVAR |
Hırslanma, hiddetlenme, kızma, öfkelenme. |
İSTİCAB |
Vâcib olmak. Hak etmek. |
İSTİ'CAB |
(Aceb. den) Şaşma, taaccüb etme, hayrette kalma. |
İSTİCABE |
(İsticâbet) Duânın Allah tarafından kabul olunması. |
İSTİCADE |
İhsan ve bahşiş isteme. |
İSTİCAL |
Sonraya bırakılmasını istemek. |
İSTİ'CAL |
Acele olmasını istemek. Acele etmek. |
İSTİCAR |
Kiralamak. Kiraya vermek. |
İSTİCARE |
(Cevr. den) Yardım ve korunma isteme. * Sığınak isteme. |
İSTİCAZE |
(Cevaz. dan) İzin ve cevâz isteme. * Sunulan bir manzume için câize,
yani para isteme. |
İSTİCBAR |
(Cebr. den) Zorlama, cebretme. Baskı yapma. Zoraki yaptırma. |
İSTİCDAD |
Yenileme. Yeniden yapma. |
İSTİCHAL |
(Cehl. den) Câhil sayma. |
İSTİCLAB |
(Celb. den) Çekme, celbetme. Çekmeye vaya getirmeğe sebep olma. * Fls:
Uyandırma. |
İSTİCNAS |
(Cins. den) Cinsine benzetme. |
İSTİCVAB |
Cevab istemek. Sorguya çekmek. * Mahkemede şahidlerin ifadelerini
almak. Söyletmek. |
İSTİCVABNAME |
f. Şahidlerin ve maznunun ifadelerinin yazılı olduğu kâğıt. |
İSTİDA' |
(Vedâ'. dan) Bakılmak üzere emaneten bir kimseye bir şey bırakmak. Bir
malı emaneten bir yere bırakmak. |
İSTİD'A |
Rica ile istemek. Davet etmek. * Bir işi için resmî bir daireye verilen
ve istek bildiren kâğıt. Dilekçe. |
İSTİDA' |
El uzatma. |
İSTİ'DA |
Medet, yardım istemek. |
İSTİ'DAD |
Bir şeyin kabulüne ve kazanılmasına olan fıtrî meyil. * Kabiliyet.
Akıllılık. Anlayışlılık. Allah Teâlâ Hazretlerinin (C.C.) insanlara ve sâir
mahluklara tevdi buyurduğu kabiliyet kuvveleri. |
İSTİDAD |
Alışma, ünsiyet etme. * Doğrulma. |
İSTİDAD-I YED |
Elin alışması. |
İSTİ'DADAT |
(İsti'dad. C.) İstidadlar, kabiliyetler, yetenekler. |
İSTİ'DAD-ŞURE |
f. Verimsiz istidad. Çorak yerin kabiliyeti. |
İSTİDAME |
(Devam. dan) Bir halin devamını isteme. Bir şeyin devamını arzu etme. |
İSTİD'A-NAME |
f. Resmî bir makama dilekçe olarak yazılan pullu, damgalı yazı. |
İSTİDANE |
(Deyn. den) Borç alma, alınma. Ödünç alma. |
İSTİDARE |
(Devr. den) Dönme, dolaşma. * Daire biçimine girme, yuvarlak olma. |
İSTİDARÎ |
Dönerek ve bir daire meydana getirecek olan. |
İSTİDBAR |
(İdbar. dan) Yüz çevirmek. Arka dönmek. * Geri geri gitmek. * Bir
kimsenin peşinden gitmek. |
İSTİDHAK |
(Dıhk. den) Alaya alma, eğlenme. |
İSTİDKAK |
İncelemek, dakik olmak. |
İSTİDLAL |
(Dalâl. den) İman ve İslâmiyet yolundan çıkarmağa, dalâlete düşürmeğe
çalışmak. |
İSTİDLAL |
Delil getirmek. Bir delile dayanarak netice çıkartmak. Delile nazar
etmek. Muhakeme. Mülahaza ve anlama kudreti. Delil ile anlamak. Zihnin
eserden müessire veya müessirden esere intikali.(Ateşin dumana olan delâleti
gibi müessirden esere yapılan istidlâle "bürhan-ı limmî" denildiği gibi,
dumanın ateşe olan delâleti gibi eserden müessire olan istidlale de
"bürhan-ı innî" denir. Bürhan-ı innî, şüphelerden daha salimdir.
İ.İ.)(Kur'anda delâil-i akliyeye ve fennin keşfiyatına muhalif bazı âyetler
vardır dedikleri üçüncü şüphelerine cevap: Kur'an-ı Kerim'de takib edilen
maksad-ı aslî; isbat-ı Sâni', nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet esaslarına
cumhur-u nâsı irşad ve îsal etmektir. Binaenaleyh, Kur'an-ı Kerim'in
kâinattan yaptığı bahis tebeidir; kasdi değildir. Yani ligayrihidir,
lizatihi değildir. Yani Kur'an-ı Kerim, Cenab-ı Hakk'ın vücud, vahdet ve
azametine istidlal suretiyle kâinattan bahsetmiştir. Yoksa, kâinatın bizzat
keyfiyetini izah etmek için değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim; coğrafya,
kozmoğrafya gibi kasden kâinatın keyfiyetinden mânâ-yı ismiyle bahseden bir
fen, bir kitab değildir. Ancak, kâinat sahifesinde yazılan san'at-ı
İlâhiyyenin nakışları ve yaratılan kudretin mu'cizeleri ve kozmoğrafyacıları
hayrette bırakan nizam ve intizamla, mânâ-yı harfiyle Sâni ve Nazzam-ı
Hakikî'ye istidlal keyfiyetini öğretmek için nâzil olan bir kitabdır.
Binaenaleyh san'at, kasd, nizam; kâinatın her zerresinde bulunur, matlub
hâsıl olur; teşekkülü nasıl olursa olsun bizim matlubumuza taalluku yoktur.
Febinaen alâ zâlik, madem ki Kur'anın kâinattan bahsi istidlal içindir ve
delilin de müddeadan evvel ma'lum olması şarttır ve delilin muhatablarca
vuzuhu müstahsendir; bazı âyetlerin onların hissiyatına ve edebî
ma'lumatlarına imale etmesi ve benzetmesi, mukteza-yı belâgat ve irşad olmaz
mı? Fakat bu âyetlerin, hissiyatlarına imale etmesi mes'elesi o hissiyata
kasden delâlet etmek için değildir. Ancak, kinaye kabilinden o hissiyatı
okşamak içindir. Maahaza, hakikata ehl-i tahkiki îsal için, karine ve
emareler vaz'edilmiştir. Meselâ: Eğer Kur'an-ı Kerim, makam-ı istidlalde
şöylece demiş olsa idi ki: "Ey insanlar! Güneşin zâhirî hareketiyle hakikî
sükûnuna ve Arzın zâhirî sükûnuyla hakikî hareketine ve yıldızlar arasında
câzibe-i umumiyenin garibelerine ve elektriğin acibelerine ve yetmiş unsur
arasında hâsıl olan imtizacata ve bir avuç su içinde binler mikrobun
bulunmasına dikkat ediniz ki, bu gibi hârika şeylerden Cenab-ı Hakk'ın
herşeye kadir olduğunu anlayasınız." deseydi, delil müddeâdan binlerce
derece daha hafî, daha müşkül olurdu. Halbuki delilin müddeâdan daha hafî
olması, makam-ı istidlale uymaz. İ.İ.) |
İSTİDLALAT |
(İstidlal. C.) İstidlaller. Muhakemeler. |
İSTİDLALEN |
İstidlal suretiyle, delil ile. |
İSTİDRAC |
Derece derece yükselmeyi isteyiş. * Ist: Hakkı ve hakiki değeri
olmadığı halde ve kabiliyetsizliğine rağmen bir kimsenin kesret-i nimete
mazhar olması ve bu sebeple küfür ve isyana devam etmesi ile azab ve gazab-ı
İlâhiyeye yaklaşması.(Neuzü billah, bu öyle bir işdir ki: Hikmet-i İlâhiye
ile bazı kâfirlerin muradı zuhur eder, istediği hârika bir surette olur. Ve
bunların küfürleri, Allah'a isyanları da böylece ziyadeleşir.)(... Keramet
ile müşerref olan bir şahıs, bilerek harika bir emre mazhar olursa, o halde
eğer nefs-i emmaresi baki ise, kendine güvenmek ve nefsine ve keşfine itimat
etmek ve gurura düşmek cihetinde istidrac olabilir. M.)(Keramet ile istidrac
manen birbirine mübayindir. Zira keramet, mu'cize gibi Allah'ın fiilidir. Ve
o keramet sâhibi de kerametin Allah'tan olduğunu bilir ve Allah'ın kendisine
hâmi ve rakib olduğunu da bilir. Tevekkül ü yakîni de fazlalaşır. Lâkin,
bazan Allah'ın izniyle kerametilerine şuuru olur, bazan olmaz. Evlâ ve
eslemi de bu kısımdır.İstidrac ise, gaflet içinde iken eşya-yı gaybiyenin
inkişafından ve garip fiilleri izhar etmekten ibarettir. Fakat, bu istidrac
sahibi, nefsine istinad ve iktidarına isnad etmekle enaniyeti, gururu öyle
fazlalaşır ki okumaya başlar. Lâkin o inkişaf, tasfiye-i nefs ve tenevvür-ü
kalb neticesi olduğu takdirde, ehl-i istidrac ile ehl-i keramet arasında
tabaka-i ulada fark yoktur. Tam mânasiyle fenaya mazhar olanlar ise, onlara
da Allahın izniyle eşya-yı gaybiye inkişaf eder. Ve onlar da, o eşyayı
Fenâfillâh olan havaslariyle görürler. Bunun istidracdan farkı pek zâhirdir.
Zira, zâhire çıkan bâtınlarının nuraniyeti, mürâilerin zulümatiyle iltibas
olmaz. M.N.) |
İSTİDRACÎ |
İstidraca ait, istidrac cinsinden. |
İSTİDRAK |
Nâil olmak, ulaşmak, varmak. * Anlamak. * Gr: Bir kelimeyi, evvelki
sözden neş'et eden bir tevehhümü kaldırmak için kullanmak. |
İSTİF |
İtl. Muntazam yığın. Sıralanmış eşya. Yığma. Nizam. Sıra. Dizi. |
İSTİ'FA |
Affını, azlini, bağışlanmasını istemek. * Kendisinin memuriyetten
affını taleb etmek. |
İSTİ'FA-YI KUSUR |
Özür dileme. |
İSTİFA |
Alacağını borçludan tamam olarak almak. * Kabz-ı ruh etmek. |
İSTİFA-YI KISAS |
Kısas hakkının bilfiil yerine getirilmesi. Câni hakkında kısas
cezasının tatbik edilmiş olması. |
İSTİFADE |
Faydalanmak. Faydalanmağa çalışmak. * Anlayıp öğrenmek. * Tahsil etmek. |
İSTİ'FAF |
Kötü şeylerden çekilmek. * İffetlilik iddia etmek. |
İSTİFAKA |
Hastalıktan kurtulup iyileşme. * Sarhoşluktan ayılma. |
İSTİFALE |
Tecvidde: Bir harfin, okunduğu zaman aşağı çene tarafına düşüp üst
damağa yükselmesi. Bu hâlde ağızdan çıkan harfler: "Müsta'liye" harflerinin
zıddıdır. Bu harfler: "Elif, Be, Te, Se, Cim, Ha, Dal, Zel, Rı, Ze, Sin,
Şın, Ayın, Fe, Kaf, Kef, Lâm, Mim, Nun, Vav, He, Yâ" dır. |
İSTİFANAME |
f. Bir yerden ayrılıp çekilmeyi bildiren yazı. |
İSTİFAZA |
Feyz alma, feyz bulma, feyizlenme. İlim, irfan ve mânevi zenginlik
kazanma. |
İSTİFHAM |
Sual sorup anlamak. Anlamak için sormak. * Edb: Cevap istemek için
değil, daha çok dikkati çekmek, hisleri kuvvetlerdirmek maksadıyla soru
şeklinde söylemek san'atıdır. Şefkat, sevgi, hayret, kin ve nefret gibi
duyguların te'siri altında vuku bulur. Meselâ:(Nerde Ertuğrul'u koynunda
büyütmüş obalar?Hani Osman gibi Orhan gibi gürbüz babalar?Hani bir şanlı
Süleyman Paşa, bir kanlı Selim?Ah bir Yıldırım olsun göremezsin ne elim!Hani
cündileri şahin gibi ceylan kovalarKöpürür, dalgalanır, yemyeşil, engin
ovalar?Hani tarihi soruldukça, mefahir söyler,Kahramanlar yetişen toprağı
zengin köyler?Hani orman gibi âfâkı deşen mızraklar?Hani atlar gibi sahrayı
deşen kısraklar?Mehmed Akif Ersoy) |
İSTİFHAM-I ANİNNEFY |
Nefyi olmayan sual sormak. Meselâ: Cenab-ı Hakk'ın ruhlara: Ben
Rabbiniz değil miyim? diye sorması gibi. Buna istifham-ı takrirî de denir.
(Bak: Bezm) |
İSTİFHAM-I İNKÂRÎ |
Gr: Menfî cihetle sual sormak. (İnkâr ettiğini bildirir şekilde "Olmaz"
diyen birisine karşı, "Olur mu? diye sormak gibi.) |
İSTİFHAMAT |
(İstifham. C.) İstifhamlar, sualler, sormalar. |
İSTİFHAM EDATLARI |
Gr: Arabçada: E, men, keyfe, ma. |
İSTİFHAMÎ |
İstifhama ait, sormağa dair. |
İSTİFKAD |
(Fakd. den) Kaybolmuş olan bir şeyi araştırıp soruşturma. |
İSTİFLAH |
Felah bulma, kurtulma. Maksada ulaşma. |
İSTİFNA |
Fenaya gitmek. Yokluğa karışmak. |
İSTİFNAN |
Cins cins ayırma. Mâhirane bölme. |
İSTİFRA' |
Başlama. |
İSTİFRAD |
Ayırma, tek tek yapma. * Yalnız tek başına. |
İSTİFRAG |
(Ferag. dan) Kusma. Kay. * Mümkün olanı sarfetmek. |
İSTİFRAK |
Farkettirmek, ayırdetmeği istemek. |
İSTİFRAR |
Firar etme, gizlice kaçma, savuşma. |
İSTİFRAŞ |
Yataklık yapma. Odalık alma. Yatağa alıp beraber yatma. * Haremi ile
beraber yatma. |
İSTİFRAZ |
Ayırıp tefrik etme. |
İSTİFSAD |
(Fesâd. dan) Bir şeyin bozulmasını arzulama, fesâdını isteme. |
İSTİFSAR |
İfade isteme. Sorma. Sorup anlama. |
İSTİFSAR-I HÂTIR |
Hal hatır sorma. |
İSTİFTA |
Fetva istemek. Şeriata ait bir mes'ele hakkında salâhiyetli zatlardan
hakikati öğrenmek. (Bak: Fetva) |
İSTİFTAH |
Siftah etmek. Başlamak. Açmak. |
İSTİFZAL |
Artırma, çoğaltma, ziyadeleştirme. |
İSTİGASE |
Medet isteyiş. Yardım istemek. |
İSTİGBAR |
(Gubar. dan) Tozlaşma. |
İSTİĞFAR |
(Gufran. dan) Afv dilemek. Cenab-ı Hak'tan kusurlarının affedilmesini,
günahlarının bağışlanmasını dilemek. Tevbe etmek. Yalvarmak. "
Estağfirullâh" demek.(Cehennem azabını intaç eden büyük bir günahı işleyen
bir adam, Cehennem'in tehdidatını işittikçe istiğfar ile ona karşı siper
almazsa bütün ruhiyle Cehennem'in ademini arzu ettiğinden küçük bir emare ve
bir şüphe Cehennem'in inkârına cesaret veriyor. L.)(Şeytanın mühim bir
desisesi: İnsana kusurunu itiraf ettirmemektir. Tâ ki, istiğfar ve istiaze
yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enaniyetini tahrik edip, tâ ki, nefis
kendini avukat gibi müdafaa etsin; âdeta taksiratdan takdis etsin. Evet
şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez; görse de, yüz te'vil
ile te'vil ettirir. $ sırriyle: Nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için
ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiaze
etmez; şeytana maskara olur. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir
Peygamber-i Alişan, $ dediği halde, nasıl nefse itimad edilebilir. Nefsini
ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar
eden, istiaze eder. İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu
görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek,
büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf
etse, afva müstahak olur. L.) |
İSTİGLAB |
Kemâle erme, olgunlaşma, gelişme. |
İSTİGLAK |
Sözde durma. Kesin olarak pazarlık etme. |
İSTİGLAL |
(Galle. den) Kirası veya mahsulü borca mukabil verilmek üzere bir
mülkün rehine verilmesi. |
İSTİĞLALEN |
Gayrimenkulü rehine koymak suretiyle. |
İSTİGLAZ |
Bir şeyi galiz saymak, galiz bilmek. * Satın almaktan vazgeçmek. |
İSTİGMAM |
Sarmak, sarılmak. |
İSTİGNA |
Cenab-ı Hak'tan başka kimsenin minneti altına girmemek. * Gönül
tokluğu. Elindekini kâfi bulmak. Zenginlik istememek. Muhtaç olmayıp zengin
olmak. * Nazlanmak. * Azamet ve tekebbür etmek. |
İSTİGNAM |
Ganimet araştırmak, ganimet isteklisi olmak. |
İSTİGRAB |
Şaşırmak, garib bulmak, taaccüb etmek, tahayyür. |
İSTİGRAK |
Gark olmak, dalmak. * Dalgınlık. * Ist: Seraba kapılmak. Manevî bir hal
ile hayret ve taaccübden bayılmak derecesine gelmek. * Tas: Dalgınlıkla,
zihni bütün bütün meşgul olmak. Aşk-ı İlâhî ile dünyayı unutup kendinden
geçmek. * Gr: "El" harf-i ta'rifinin, isimleri umumi hale koyması. * Edb:
Fazla mübalâğa. (Bak: Lâm-ı istiğrak) |
İSTİGRAKKÂR |
f. Kendinden geçen, dalgın, müstağrak. Dalgın halde olan. |
İSTİGŞA' |
Bürünme, örtünme. |
İSTİGŞAŞ |
Nasihat edip öğüt veren ve doğru söyleyen kimseyi düşman sanmak. |
İSTİGZAB |
Öfkelendirme, kızdırma, gazaba getirme, hiddet ettirme. |
İSTİHA' |
Tıraş etme veya ettirme. |
İSTİHAB |
(Hibe. den) Hibe ve hediye olarak isteme. Bağış olarak arzulama. |
İSTİHAL |
Müstehak olmak, bir şeye ehil olmak. * Kolaylık elde etmek. |
İSTİHALAT |
(İstihale. C.) Değişmeler, başkalaşmalar. |
İSTİHALE |
Bir şeyin terkib ve asıl şeklinin başka hâle değişmesi. Başkalaşmak. *
Mümkün olmayış, imkânsızlık. |
İSTİHAM |
Ok ile fala bakma. |
İSTİHANE |
Hor ve hakir görme. |
İSTİHAR |
Geri bırakılma, geri kalma. |
İSTİHARE |
Tefe'ül. Sual sorup cevap istemek. * Hayırlı olmayı istemek. * Hayran
olmak, şaşmak, taaccüb etmek. * Bir işin hayırlı olup olmıyacağı niyetiyle
abdest alıp, dua edip rüya görmek üzere uykuya yatma. |
İSTİHASE |
Organik maddelerin, şekillerini muhafaza ederek zamanla taş hâline
geçmesi. Fosilleşme. |
İSTİHAZA |
Kadın âdet görürken fazla kan gelmesi. (Rahimden değil de hastalıktan
dolayı bir damardan gelip, tenâsül cihazı yolu ile akan kokusuz bir kandır.
Buna "istihâza veya özür kanı" dendiği gibi, böyle bir kadına da "müstahâza"
denir.) |
İSTİHBAB |
Bir şeyi iyi ve güzel addetmek. * Dost edinme. * Müstehab etmek ve
olmak. |
İSTİHBABEN |
Bir şeyi güzel ve iyi kabul ederek, müstehab olarak. |
İSTİHBAR |
Haber sormak, haber almayı istemek. |
İSTİHBARAT |
Duyulup öğrenilenler. Alınan haberler. * Haber toplama merkezi. |
İSTİHBARAT-I MEVSUKA |
Sağlam ve inanılır doğru haberler. |
İSTİHCAN |
(Hücnet. den) Kötü görme, çirkin sayma, ayıplama. |
İSTİHDA' |
(Hüdâ. dan) İrşad ve hidâyet istemek. Hak, hakikat, imân ve İslâmiyet
yolunu istemek. |
İSTİHDAF |
Hedef edinmek, hedef saymak. * Hedef gibi karşıda durmak. * Erişilmek
istenilen netice ve gaye. |
İSTİHDAM |
Bir hizmette kullanmak, hizmete almak, hizmet ettirmek. * Edb: Bir çok
mânâsı olan bir kelimenin her mânâsına muvâfık kelime söylemek. Meselâ:
"Avcınızın attığı da, sözleri de saçma idi" cümlesinde olduğu gibi. |
İSTİHDAR |
(İstihzar) Hazırlama. |
İSTİHDAS |
Bir şeyi sonradan ve yeniden elde etmek. |
İSTİHFA' |
Gizlenme, saklanma. |
İSTİHFAF |
Küçük ve aşağı görmek, küçümsemek, tahkir ve tahfif etmek. |
İSTİHFAFKÂR |
f. Ehemmiyet vermeyerek. Küçümsemek suretiyle. Tahfif ve tahkir ederek. |
İSTİHFAFKÂRANE |
f. Küçümseyerek, küçük görerek, hafifseyerek, ehemmiyet vermeyerek. |
İSTİHFAZ |
Hıfzetmek. Korumak. Muhafaza etmek. Bir şeyin muhafaza olunmasını
birisinden rica etmek. |
İSTİHKAK |
Kazanılan şey, hak edilen. * Hakkını almak. Hakkını istemek. |
İSTİHKAK-I HARS |
Huk: Bir yerde ziraatçılık yapma hakkına sahib olma. |
İSTİHKÂM |
Sağlamlık. Metin olmak. Kuvvetli ve dayanıklı olmak. * Askerlikte:
Düşmana karşı, hücumlarını savmak için hazırlanmış bulunan siper, askeri
yapılar. İstihkâm işi ile uğraşan asker sınıfı. * Kuvvet ve metanet vermek. |
İSTİHKÂMAT |
(İstihkâm. C.) İstihkâmlar. * Siperler. |
İSTİHKÂMAT-I DÂHİLİYE |
Bir istihkâmın iç tarafında, icab ettiği zaman yapılan müstakil
sığınaklar. |
İSTİHKÂMAT-I HAFİFE |
Harbde kısa zamanda yapılan sığınaklar. |
İSTİHKÂMÂT-I MUTTASILA |
Bir birine bitişik ve bağlı olarak yapılmış olan sığınaklar olup, daha
ziyade şehirlerin ve mühim mevkilerin etrafına yapılır. |
İSTİHKAR |
Hakaret etmek. Küçük görmek. * Hakir görülmek. Hor bakılmak. |
İSTİHLA |
Tatlı olmak. * Tatlılık istemek. |
İSTİHLAB |
Tırmalama. |
İSTİHLAF |
Halef bırakmak. Birisini kendi yerine geçirmek. Kendi yerine başkasını
tayin etmek. Kuyudan su çekmek. |
İSTİHLÂK |
Boş yere harcamak. * Yeyip bitirmek. * Müstahsilin yaptığı istihsali
alıp kullanmak. |
İSTİHLÂKAT |
(İstihlâk. C.) Yenilip içilen şeyler. * Harcamalar. |
İSTİHLÂKAT-I DÂHİLİYE |
Dâhilî sarfiyat. Memleket içi harcamalar. |
İSTİHLAL |
Helâl saymak. Helâllaşmayı istemek. |
İSTİHLAL |
Yeni ay'ı gözleyip görmek. Hilâlin görünmesi. * Kılıcın kınından
sıyrılıp görünmesi. * Edb: Bir ifadede birbirine benzer, seci'li ve kâfiyeli
sözlerin söylenmesi. * Çocuğun doğar doğmaz hemen ağlamağa başlaması. * İyi
ve hayırlı bir başlangıca delâlet etmek. |
İSTİHLAS |
(Hulus. dan) Bir şeyi elde etmeğe çalışma. * Kurtarma veya kurtarılma. |
İSTİHMA' |
Himâye isteme, korunma arzulama. |
İSTİHMAK |
Ahmaklık gösterme, salaklık yapma. |
İSTİHMAL |
Havâle etme, havâle edilme. * Yükleme, yükletme. |
İSTİHMAM |
Hamama girme, yıkanma. |
İSTİHMAM |
Bir kimse, bağlı olduğu cemâate ait işler için her türlü sıkıntıya
düşme. * Ehemmiyet verme. |
İSTİHRAB |
Bir musibet sebebi ile perişan olma, mahrum olma. |
İSTİHRAC |
Bir şeyin içinden bir şey çıkarmak. Bir mânâyı istidlâl etmek. Meydana
ve harice çıkarmak. Bâzı emareleri beliren şeylerden ileriye âit olacak
şeyleri çıkarmak. İstidlâl etmek. (Bak: Tahric) |
İSTİHRACAT |
(İstihrac. C.) İstihraclar. |
İSTİHSAD |
Ekinlerin hasad (biçilme) zamanı gelme. |
İSTİHSAL |
Hasıl etmek. Husule getirmek. Elde etmek. Üretmek. |
İSTİHSALAT |
(İstihsal. C.) Üretilen şeyler. Bir memleketin veya fabrika gibi
faaliyet merkezlerinin çıkardığı, yetiştirdiği şeyler. |
İSTİHSAN |
Beğenmek, güzel bulmak. Bir şeyin iyi olduğu kanaatında bulunmak.
Beğenilmek. * Fık: Kıyası terkedip, nassa, yani, âyet ve hadis-i şeriflerin
hükümlerine en uygun olanı almak. Şeriatta; zorlaştırmayan hükümle, râcih
delil ile amel etmektir.(İşte masnuâtı yaldızlayan mezâyâ ve mehasine ve
mevcudatı ışıklandıran letaif ve kemâlâta karşı Sübhânallah, Mâşâallah,
Allahü Ekber diyerek semâvâtı çınlattıran ve Kur'an'ın nağamâtiyle kâinatı
velveleye verdiren istihsan ve takdir ile, tefekkür ve teşhir ile, zikir ve
tevhid ile, berr ve bahri cezbeye getiren, yine bilmüşâhede O Zâttır. S.) |
İSTİHSANEN |
Beğenerek, istihsan ederek. |
İSTİHSAN |
Korunmak. Korumak, müdâfaa etmek, karşı koymak. * Sağlam bir yere
kapanmak. |
İSTİHSAR |
Usanmak, fütur getirmek, bıkmak. |
İSTİHŞAŞ |
Zevklenme, eğlenme. |
İSTİHVA |
Şaşırıp kalmak. Divane olmak. Hevâ ve hevesi hoş görmek. |
İSTİHYA |
Utanma, haya etme. * Diriltme, yaşatma. |
İSTİHVAZ |
Zafer kazanma, muzaffer ve muvaffak olma, galib gelme. |
İSTİHZA |
Alay etmek, birisi ile eğlenmek. * Birisini gülünç duruma düşürmek,
maskara etmek. |
İSTİHZA' |
(İstihdâ') Alçak gönüllülük göstermek, kendisini aşağı tutmak. |
İSTİHZAR |
Huzura gelme, hazır etme, huzura dâvet etme. * Hazırlama, bir şeyi
hatıra getirme. * Konferans verecek olan hatiplerin okumak ve araştırmak
suretiyle evvelce hazırlanması. |
İSTİHZARAT |
(İstihzâr. C.) Hazırlıklar. |
İSTİKA' |
Olacak veya vuku bulacak diye endişelenme. |
İSTİKA' |
(Saky. den) Su isteme. İçmek için su alma. * Kendini zorlıyarak ve
sun'i olarak kusma. |
İSTİ'KAB |
Birisinin kusurlarını, ayıplarını arraştırmak. |
İSTİKAD |
Yakma, ateşi tutuşturma. |
İSTİKADE |
Adam öldürmüş olan katilin kısasını isteme. |
İSTİ'KAF |
Bir yere kapanma. Bir yerde kendini hapsetme. |
İSTİKAK |
Bitkilerin sık ve çok olmalarından dolayı birbirine dolaşık olmaları. |
İSTİKAMET |
Hatt-ı hareketi doğru olmak. Doğruluk, nâmuslu hareket. Her işte itidal
üzere bulunmak. Adâletten, doğruluktan ayrılmayıp, diyânet ve akıl içinde
yürümek. * Allah'a kulluk etmek. * Bir şeyin bir tarafa doğru olarak
uzanması. * Yön, cihet. |
İSTİKAN |
Şüphesiz ve zansız olmak. |
İSTİKÂNE |
(İstikânet) Alçaklık etmek. * Zillet ve meskenet göstermek. * Tevazu
göstermek. |
İSTİKÂRE |
Hızlı hızlı yürüme. * Yükleri sırtına yükleyip götürme. |
İSTİKAZ |
Uykudan uyanmak. |
İSTİKBAH |
(Kabih. den) Çirkin görme, ayıplama, kabih sayma. |
İSTİKBAL |
Ati, gelecek zaman. * Karşılayış, gelen bir kimseyi karşılamak. |
İSTİKBAL-İ KIBLE |
Kıbleye, Kâbe istikametine yönelmek. |
İSTİKBAL-BÎN |
f. Geleceği bilen ve gören. |
İSTİKBALEN |
Karşılayarak, karşılamak üzere. * Gelecek zamanda, ilerde. |
İSTİKBALÎ |
Gelecek zamanla alâkalı. İstikbale mensub. |
İSTİKBALİYYE |
Edb: Yeni gelen bir kimsenin karşılanması sebebiyle yazılan manzume. |
İSTİKBAR |
(Kibr. den) Önemseme, ehemmiyet verme. * Kibir, gurur, enaniyet.
Kendini büyük görme, mağrurluk. |
İSTİKDAM |
Önde bulunma, öne geçme. * Çok ayaklı olma. Ayaklarının adedi fazla
olma. |
İSTİKDAR |
Cenab-ı Allah'dan (C.C.) hayırlı şeylerin olmasını isteme. |
İSTİKFA |
Yetinme, kâfi bulma, yeter sayma. Mevcud olan ile iktifâ etme. |
İSTİKFA |
Bir kimsenin başına veya ensesine sopa ile vurma. |
İSTİKFAF |
(Kifâf. dan) Kanaat etme, az şeyi yeter bulup râzı olma. * Yetişme. *
Dilenci gibi el uzatma. |
İSTİKFAL |
(Kefâlet. den) Kefil olma, kefilliği kabul etme. |
İSTİKFAL |
Çekmecede, kasada veya kilitli bir yerde bulundurma. |
İSTİKLA |
Te'hir etme. Sonraya bırakma. * Alıkoyma, mâni olma, engel olma. *
Veresiye alma, borç olarak alma. |
İSTİKLÂL |
(Kıllet. den) Kendi başına olmak, kimseye bağlı olmayış, müstakil oluş.
* Az bulma, kâfi görmeme. * Rey sahibi olup keyfi iş görme ve başkasının
emrine ve fikrine tâbi olmaktan uzak kalma. |
İSTİKLÂLCU |
f. İstiklâl arayan. Müstakil olmak, hür olmak için çalışan. |
İSTİKLÂLİYET |
İstiklâl üzere bulunma. Hür ve müstakil olma. Başlı başına buyruk olma. |
İSTİKMAL |
Bir şeyin olgunluğa, kemale erdirilmesi. İkmal etmek. Eksiksiz ve tam
oluş, tam ve kâmil olmak. |
İSTİKNAH |
(Künh. den) Bir şeyin hakikatını ve künhünü araştırma. |
İSTİKNAN |
Gizlenme, saklanma. |
İSTİKRA' |
Kiralamak, kiraya vermek. |
İSTİKRA' |
Gezmek, dolaşmak, etraflı bilgi edinmek. Ayrı ayrı hâdiselerdeki
müşterek vasıflara dikkat ederek umumi bir netice çıkarmak. Umumi
araştırmak. Fertten umuma âit hüküm sâhibi olmak.(Akıl ve hikmet ve istikra
ve tecrübenin şehadetleri ile sabit olan hilkat-i mevcudattaki adem-i
abesiyet ve adem-i israf, saadet-i ebediyeye işaret eder. S.) |
İSTİKRAB |
Yaklaştırma, yakınlaştırma. * Akraba olma. |
İSTİKRAH |
Bir şeyi kötü ve kerih görmek. Beğenmemek, nefret etmek. Bir şeyi cebir
ve ikrah ile işlemek. |
İSTİKRAÎ |
Man: İstikraya ait ve müteallik. İstikra' yolu ile. |
İSTİKRAM |
Kerem ve lütuf isteme. |
İSTİKRAR |
Karar ve sebat üzere olmak. Karar kılma. Sâkin olmak. Yerleşmek. |
İSTİKRAR |
(Tekrar. dan) Tekrarlatmak. |
İSTİKRAZ |
Borçlanmak. Ödünç almak. Borç almak. |
İSTİKRAZAT |
(İstikraz. C.) Ödünç para almalar, borçlanmalar. |
İSTİKSA |
Bir şeyi inceden inceye araştırma, künhüne varmaya çalışma. * Tıb: Bir
dahili hastalığı iyi teşhis edebilmek için âlet kullanma. |
İSTİKSAB |
Kazanma, kesbetme. |
İSTİKSAM |
Yemin teklif etme. * Bölüşme, taksim etme, paylaşma. |
İSTİKSAR |
(Kesret. den) Çok görme, çok görünme. Çoğumsama, çoğumsanma. * Çokluğu
isteme. |
İSTİKŞAF |
(C: İstikşâfât) (Keşf. den) Keşfetmeğe çalışma. * Ne olup bittiğini
öğrenip anlamak için araştırma yapma. |
İSTİKTAB |
Söyleyip yazdırma. Dikte ettirme. * Yazısını kontrol etmek için bir
kimseye bir kaç satır yazı yazdırma. |
İSTİKTAL |
Ölümden korkmayarak kendini tehlikeye atma. Tehlikeli işlere yiğitçe
atılma. |
İSTİKTAM |
Gizlemeğe çalışma. Saklamak için uğraşma. |
İSTİKTAR |
(Katr. den) Damıtma. Damla damla akıtma. |
İSTİKVAS |
Kavislenme, kıvrılma, yay gibi eğilme. |
İSTİKYA |
(Kayy. den) Kusma, istifrağ etme. |
İSTİKZAR |
Çirkin, pis ve kötü görmek. |
İSTİ'LA |
(Ulüv. den) Yükselmek. Üste çıkmak. Yüce olmak. Terfi' eylemek. Galib
olmak. * Gr: Bir şeyin bir şey üzerine çıkması. * Tecvidde: Harf okunduğu
zaman dilin, üst damağa kalkmasına denir. (Bak: Müsta'liye) |
İSTİLA |
(Vely. den) Kaplamak, yayılmak. * Ele geçirmek. İşgal etmek. * Meydanın
sonuna erişmek. * Basmak. Galebe etmek. |
İSTİLAB |
(Selb. den) Kapma, kapıp alma, selbetme. |
İSTİ'LAC |
(İlâc. dan) İlaç isteme. |
İSTİLAC |
İçilecek şeylerden pek çok içme. |
İSTİLAD |
Doğurtma. Çocuk isteme. |
İSTİLADÎ |
Doğurtucu. |
İSTİLAL |
Sıyırıp çıkarma. Sıyrılıp çıkarılma. |
İSTİLAL-İ SEYF |
Kılıcı kınından sıyırıp çıkarma. |
İSTİLAM |
Öpmek veya el sürmek. Selâm vermeyi isteme. * Kâbeyi tavaf esnasında
Hacer-ül Esvede el sürmek, el süremese el işareti ile öper gibi yapmak,
okşamak. |
İSTİ'LAM |
(İlm. den) Bilgi edinmek için yüksek bir makamdan alt makama sorulma. *
Yazı ile bilgi isteme. |
İSTİ'LAN |
(İlân. dan) İlânını isteme. |
İSTİLANE |
Bir şeyi mülâyim görmek, mülâyim bulmak. |
İSTİLBAS |
Geç kalma, gecikme. |
İSTİLHAK |
İlhâk olmağa, katışmağa çalışma. |
İSTİLKA' |
Arka üstü yatarak uyuma. |
İSTİLZAM |
Lüzumlu olmak. Gerektirmek. Lâzım addetmek. İcâbettirmek. |
İSTİLZAZ |
Hoşa gitmek, lezzet almak. |
İSTİM |
Buharla işleyen makinaların kazanında birikip makinayı işleten buğu,
buhar. |
İSTİM |
f. Cerahat. Yara. |
İSTİMA' |
(Sem'. den) Dinlemek. Kulak vermek. Dinleyip kabul etmek. İşitmek. |
İSTİMA |
Birisinin ziyaretine gitmek. |
İSTİMAHA |
Birisinden hayır ummak. İyilik ve şefaat beklemek. |
İSTİ'MAL |
(Amel. den) Kullanmak. Faydalanmak. |
İSTİ'MALAT |
(İsti'mal. C.) Kullanışlar. Kullanmalar. |
İSTİMALE |
Avutmak. Meylettirmek. Cezbettirmek. * Gönül almak. Çok mal sahibi
olmak. |
İSTİMAN |
Aman dilemek, himaye istemek. * Teslim olmak. |
İSTİ'MAR |
Bir yeri imar etmek. Bir yerin mâmurluğunu istemek. * Müstemleke
yapmak, sömürgeleştirmek. İstimlak etmek. |
İSTİMARE |
ing. Gümrük'e ticarî mallara değer takdiri. * Baha biçme. |
İSTİMAZE |
Ayrılma, ayrı durma, açıkta bulunma. |
İSTİMBAT |
(Bak: İstinbat) |
İSTİMBOT |
ing. Küçük vapur, çatana. |
İSTİMDAD |
Medet ve yardım istemek. |
İSTİMHAL |
(Mehl. den) Zaman isteme, mühlet isteme. |
İSTİMLA |
Bir şey yazılmasını istemek. Birisine birşey yazdırmak. |
İSTİMLAK |
İcraî karar alma salâhiyetini hâiz bir amme hükmî şahıs (Vilâyet,
Belediye v.s.) tarafından bir malın, halkın faydası için karşılığı verilip
alınarak umumun istifadesine arzedilmesi. * Mülk satın almak. * Mülk sahibi
olmak. |
İSTİMLAL |
(Melâl. den) Can sıkılıp usanma, melâl getirme. |
İSTİMNAN |
İhsan isteme. |
İSTİMRAR |
Devam. Sürüp gitmek. * Kavi ve dâim olmak. |
İSTİMRARÎ |
İstimrara ait ve müteallik. Devamlılık, sürüp gidiş. |
İSTİMSAK |
(İmsak. dan) Nefsine hâkim olma, kendini tutma. |
İSTİMSAL |
Misal edinmek. Örnek tutmak. |
İSTİMTA' |
(Temettü. den) Faydalanma, menfaati olma. |
İSTİMTAR |
Yağmur dileme. |
İSTİMZAC |
Uyuşmak. Beraber karışmak. * Birisinin mizacını, huyunu öğrenmeğe
çalışmak. * Yoklamak. Fikrini, re'yini sormak. |
İSTİNAA |
Yürüyüşte bir kimseyi geçme. |
İSTİNABE |
Niyabet istemek. * Huk: Başka bir tarafta görülen bir muhakeme için,
şahid veya maznunun yazılı ifadesinin alınması. Muhakemenin icab ettirdiği
muameleleri yapması için bir mahkeme tarafından başka bir mahkemeye veya
kendi âzâsından birisine salâhiyet verilmesi. |
İSTİ'NAD |
İnatlaşma, inat yapma. Muannidlik. |
İSTİNAD |
Dayanma. Güvenme. * Sened veya delil söylemek, göstermek. |
İSTİNADEN |
İstinad ederek. Dayanarak, güvenerek. |
İSTİNADGÂH |
f. Dayanacak yer. Güvenecek yer veya kimse. |
İSTİNADGERDE |
İstinad edilmiş. Kendine güvenilmiş veya dayanılmış. |
İSTİNADÎ |
İstinad etmekle alâkalı. |
İSTİNAF |
Baştan başlamak. Yeniden başlamak. * Gr: Sözün başlangıcı. * Huk: Dâvâ
Mahkemesinin verdiği hükmü beğenmeyip bozulmasını daha üst mahkemeden
istemek. Dâvâ mahkemeleri ile Temyiz Mahkemesi arasındaki bir derece yüksek
mahkemeye verilen isim. |
İSTİNAFEN |
İstinaf yolu ile. |
İSTİNAHE |
Yaygarayı basma. * Ağlamak isteme. * Kurdun uluması. |
İSTİNAME |
Uyur gibi görünme. Yalandan uyuma. |
İSTİNAN |
Misvâk kullanma. Dişleri temizleme. (Misvâk kullanmak, sünnet-i
seniyyedendir.) |
İSTİNARE |
Parlatmak. Parlak ve aydınlıklı olmak. * Ateş istemek. |
İSTİNAS |
Alışmak. Ünsiyetli olmak. Vahşiliğin gitmesi. Ürkekliğin kalkması. |
İSTİNASE |
Bir kimseyi beraber götürme. * Depretme. |
İSTİNBA |
Haber sormak. Haber istemek. * Vâkıf olmak. Bilmek. |
İSTİNBAT |
Bir söz veya bir işten gizli bir mânâyı meydana koymak. * Müçtehid veya
büyük bir âlimin gizli bir mânâyı içtihadı ile meydana çıkarması. * Bir
mes'eleyi derin tetkik ile meydana çıkarması. * Bir mes'eleyi derin tetkik
neticesinde kaynaklarından güçlükle anlamak. |
İSTİNCA |
Birisinden maksadını istihsal etmek. * İlm-i Hâlde: Pislikten
temizlenmek. Abdest bozduktan sonra veya abdest almadan evvel; kan, sidik,
meni' gibi şeylerin çıktıkları yeri temizlemek. |
İSTİNCAD |
Yardım isteme. |
İSTİNCAH |
İşinin olmasını isteme. |
İSTİNCAS |
Bulaşma veya bulaştırma. |
İSTİNFAD |
Bir şeyden bıkkınlık gelme, usanma. * Bir şeyi tüketme, harcama. |
İSTİNFAK |
Malı harcıyarak tüketme. * Nafaka peydâ etme. |
İSTİNFAR |
Ürküp dağılma. |
İSTİNFAZ |
Bir yerin bütün her tarafını iyice öğrenebilmek için dikkatle bakma,
inceleme. |
İSTİNGA |
İtl. Yelkenlerin yukarı kaldırılıp toplanması ve bu işin yerine
getirilmesi için verilen kumanda. |
İSTİNHAC |
Bir kimsenin dediğine uyma. Söylediğini yapma. Yoluna gitme. |
İSTİNHAS |
Haberi iyice inceleme. |
İSTİNHAZ |
Bir kimseye bir iş için kımıldamamasını emretme. |
İSTİNKA |
Pâk olmasını istemek. İstincadan sonra hiç bir pislik eseri bırakmamak. |
İSTİNKÂF |
Kabul etmemek. Çekimser kalmak.(İşte ey insan! Eğer yalnız O'na abd
olsan, bütün mahlukat üstünde bir mevki kazanırsın. Eğer ubudiyetten
istinkâf etsen, âciz mahlukata zelil bir abd olursun! S.) |
İSTİNKÂH |
Araştırma. Ağız koklama. |
İSTİNKÂH |
(Nikâh. dan) Bir kadını nikâhla alma, nikâhlamak isteme. |
İSTİNKÂR |
Bilmemezlikten gelmek. * İnkâr etmek. * Bilmediği bir şeyi sormak. |
İSTİNKAS |
Bir şeyin fiatını düşürmeye çalışma, ucuzlatmağa uğraşma. |
İSTİNKAŞ |
Nakşetme, nakşedilmesini isteme. |
İSTİNSA' |
Veresiye isteme. * Borcunu ödeyebilmek için mühlet isteme. |
İSTİNSAB |
(Neseb. den) Soyu bildirme. Soy dâvâsı gütme. |
İSTİNSAF |
Alacağını alma. Hakkını tamâmen alma, ödeşme. |
İSTİNSAH |
(Nesh. den) Sahifeyi çoğaltmak, nüshasını yazmak. Kopya etmek. *
Silinmesini ve iptalini istemek. |
İSTİNSAH |
(Nush. dan) Nasihat alma. Öğüt isteme. |
İSTİNSAR |
Burna su veya başka bir ilâç çekip temizleme. * Püskürme. |
İSTİNSAR |
(Nasr. dan) Yardım isteme. |
İSTİNSAREN |
Arka çıkarak. * Yardım ümid ederek. |
İSTİNŞA |
Güzel koku koklama. * Haber, havâdis araştırma. |
İSTİNŞAD |
(Neşd. den) Bir kimseden şiir okumasını isteme. * Birine manzume
okutma. |
İSTİNŞAK |
Abdest veyâ gusül esnâsında burun'a (üç defa) su çekmek. * Şiddetle
koklamak, koklatmak. |
İSTİNTAC |
Netice almak. Netice çıkarmak. |
İSTİNTAK |
Söyletmek. * Huk: Sorguya çekmek. Maznundan işlediği fiile dâir ifade
almak. |
İSTİNTAKNÂME |
Huk: Sorguya çekilen kimsenin ifâdesinin yazıldığı kâğıt. |
İSTİNZAL |
Tenzil etmek. İndirmek. * İnmesini istemek. |
İSTİRA' |
İki tâne odun parçasını birbirine sürte sürte tutuşturma. * Çakmak
taşında ateş çıkartma. |
İSTİR'A |
Riâyet isteme. |
İSTİ'RAB |
Sonradan Araplara dâhil olmak, araplaşmak. |
İSTİRABE |
Bir kimsenin hâlinden şüpheye düşme, kuşkulanma. |
İSTİRAHAT |
Dinlenmek. Rahatlamak. |
İSTİRAK |
Sirkat etmek. Çalmak. Hırsızlık etmek. |
İSTİRAK-I SEM' |
Haber çalmak, kulak hırsızlığı. |
İSTİ'RAK |
Terlemek için yatma. |
İSTİRBAH |
(Rıbh. den) Fâize para yatırma, fazla faizle verme. |
İSTİRCA' |
Geri dönmek. Dönmeği arzulamak. * İlm-i Hâlde: Bir cenaze gördüğü
zaman: $ diye söylemek. |
İSTİRCA |
(Recâ. dan) Yalvarma, dileme, rica etme. |
İSTİRDA' |
Çocuk emzirtme. |
İSTİRDAD |
Geri almak. Geri almayı istemek. |
İSTİRDAF |
Beraber olmayı istemek, beraber gitmeği arzu etmek. |
İSTİRFA' |
(Ref'. den) Yapılmasını arzulama. * Yukarı kaldırılmasını isteme. |
İSTİRFAD |
Yardım isteme. |
İSTİRFAH |
(Refh. den) Refah, rahatlık ve bolluk isteme. * Rahatlık ve bolluk
içinde bulunma. |
İSTİRHA' |
(Rehavet. den) Gevşeme, uyuşma, tembelleşme, rehavet gelme. |
İSTİRHA-Yİ ADELÂT |
Adalelerin, kasların gevşemesi. |
İSTİRHA-YI A'SÂB |
Sinirlerin gevşemesi. |
İSTİRHAB |
Korkutma veya korkutulma. |
İSTİRHAM |
Merhamet istemek. Yalvarmak. * İzin istemek. Rica etmek. |
İSTİRHAMAT |
(İstirhâm. C.) İstirhâm etmeler, yalvarmalar, ricâ etmeler. |
İSTİRHAMNAME |
f. Bir rica veya arzu maksadıyla yazılan mektub. |
İSTİRHAN |
(Rehn. den) Rehin alma veya rehin alınma. |
İSTİRHAS |
Bir şeyi ucuz görme, ucuz sayma. |
İSTİRKAB |
(Rekabet. den) Çekememe, rekabet yapma. |
İSTİRKAK |
(Rıkk. dan) Harbde düşman tarafından esir alma. * Köle edinme, bir
kimseyi kendine köle olarak alma. |
İSTİRŞA' |
Bir işi yapmak için bir şey isteme. * Rüşvet isteme. |
İSTİRŞAD |
(Reşad. dan) Hak yoluna gitmek isteme. |
İSTİRVAH |
Rahatlama, istirahat etme. * Şiddetle koklama. |
İSTİRZAK |
(Rızk. dan) Rızk ve nafaka elde etmek için çalışma. |
İSTİRZAL |
(Rezalet. den) Rezil sayma. Kepaze, bayağı ve aşağılık görme. |
İSTİ'SA' |
(İsyan. dan) İsyan etme. Anarşistlik ve zorbalık yapma. |
İSTİSA' |
Bollaşma, bollanma, genişleme. |
İSTİS'AB |
Zor addetmek. Güç saymak. * Güçlük çekmek. |
İSTİ'SAB |
İğrenme, tiksinme. |
İSTİSABE |
Sevap kazanmak isteme. |
İSTİS'AD |
(Sa'd. dan) Uğurlu sayma. Mes'ud nazarıyla bakma. |
İSTİSAK |
Bir kimseden itimad edilir bir vesika veya senet alma. |
İSTİSAL |
(Asl. dan) Kökten koparıp çıkarmak. * Tıb: Bedenden kesilmesi veya
koparılması istenen bir parçayı, uru kökünden koparmak. |
İSTİS'AL |
(Suâl. den) Soruşturma, tahkik etme, araştırma. |
İSTİ'SAM |
İsmetli olmayı istemek. Temizlik istemek. Günah ve ayıplardan temiz
olmak. |
İSTİSAR |
Bir şeyden fazla miktarda alma, çoğaltmağa çalışma. |
İSTİSAR |
Kolaylaşmak, kolay olmak. |
İSTİ'SAR |
Bir işin güç olmasını arzulama. |
İSTİ'SAR |
Seçme, ayırma, intihab etme. * Seçip benimseme. |
İSTİ'SAR |
Esir olma veya esir etme. |
İSTİSARE |
Toz savurma, tozutmak, toz kaldırma. * Fesatçılık ve fitnecilik yapmak. |
İSTİSBAT |
(Sebt. den) Acele etmeyip tedbirli ve hesaplı davranma. |
İSTİSDAD |
(Sedad. dan) Doğruluk, dürüstlük. |
İSTİSFA |
Madeni eritip tasfiye etmek, hâlisini almak. |
İSTİSGAR |
Küçümsemek. Küçük görmek. Kerih görmek. |
İSTİSHAB |
Fık: Mazide sabit olup bilâhare zâil olduğu bilinmeyen bir şeyin hâlâ
devam ettiği sayılmasıdır. (Birisinin ölümüne dair kat'i haber olmasa sağ
sayılması gibi.) |
İSTİSHAB |
(Sohbet. den) Yanına alma. Birlikte götürme, beraber götürme. |
İSTİSHABEN |
Beraber götürerek, yanına alarak. |
İSTİSHAL |
Kolay saymak. Bir şeyi kolay addetmek. |
İSTİSHAR |
Alay etme, zevklenme, eğlenme. |
İSTİSKA' |
(Saky. den) Su isteme. Susama. * Yağmur duasına çıkma. * Vücudun bazı
yerlerinde su toplanması hastalığı. |
İSTİSKAL |
Ağır bulup hoşlanmadığını anlatmak. Soğuk muamele ederek sevmediğini
bildirmek. |
İSTİSLAF |
(Selef. den) Birinin yerine geçme. Selef olma. |
İSTİSLAL |
Çekip çıkarma, sıyırma. |
İSTİSLAM |
Uyma, tabi olma. * Müslümanlığı kabul etme. İslâm olma. * Yolun
ortasından gitme. |
İSTİSMAR |
Menfaatine âlet etmek. İşletmek. * Kıymetlendirmek. Sömürmek. |
İSTİSNA |
Ayırmak. Kaide dışı bırakmak. Müstesna kılmak. * Arapçada istisnâ
kelimeleri şunlardır: $ |
İSTİSNAAT |
(İstisna. C.) İstisnalar, müstesna kılmalar, ayırmalar. |
İSTİSNAÎ |
İstisnaya âit. Ayırmayla alâkalı. |
İSTİSNAN |
İhtiyarlama, yaşı ilerleme, yaşlılanma. |
İSTİSRA' |
(Sür'at. den) Sür'atlendirme, hızlandırma, çabuklaştırma. |
İSTİSRAR |
Odalık alma. |
İSTİSVAB |
(Savab. dan) Doğru bulma, mâkul görme, beğenme. |
İSTİSVABEN |
Beğenerek, doğru bularak, mâkul görerek. |
İSTİSVABGERDE |
f. Beğenilmiş. Doğru bulunmuş, tasvib olunmuş, mâkul görülmüş. |
İSTİ'ŞA |
Ateş ışığıyla yol yürüme. |
İSTİŞ'AR |
Bir mes'elenin yazılıp bildirilmesini istemek. * Kullanmak. * Ürkmek. |
İSTİŞ'ARAT |
(İstiş'ar. C.) Yazı ile bildirilmesini istemeler. |
İSTİŞARAT |
(İstişare. C.) İstişareler, danışmalar, meşveret etmeler. |
İSTİŞARE |
Meşveret etmek. Fikir danışmak. Müşâverede bulunmak. |
İSTİŞAT(A) |
(Şatt. dan) Çok kızma, öfkelenme, gazaba gelme. * Coşma, taşma. * (Kuş)
hızla uçma. |
İSTİŞFA' |
Birisinin yardımını istemek, şefâat dilemek. |
İSTİŞFA |
Şifa istemek. Hastalıktan kurtulup iyi olmayı arzulamak. |
İSTİŞFAEN |
Derdine derman aramak gayesiyle. Şifa istemek suretiyle. |
İSTİŞFAF |
(Şeffaf. dan) Şeffaf ve saydam olma. |
İSTİŞHAD |
Birisinin şâhidliğini istemek. Şâhid göstermek. Delil olarak ileri
sürmek. * Şehid olmak. |
İSTİŞHADAT |
(İstişhad. C.) Şâhid göstermeler, delil olarak misâl göstermeler. *
Şehid olmalar. |
İSTİŞHADEN |
Şâhid göstererek, şâhid getirerek. |
İSTİŞHAR |
Şöhret sahibi olmak. Şöhret kazanmak. |
İSTİŞKAL |
Zorlaştırma, güçleştirme, müşkülât verme. |
İSTİŞMAM |
Koklamak. Kokusunu almak. * Hissetmek, sezmek, dolayısı ile anlamak. *
Uzaktan haber almak. |
İSTİŞRA |
Satın alma. Satın almak isteme. |
İSTİŞRAB |
İmâ ederek ve kapalı olarak anlatmak isteme. * İçmek isteme. |
İSTİŞRAF |
Ellerini güneş ışığına siper etme. |
İSTİ'TA |
(Atâ. dan) Bahşiş istemek. Atiyye istemek. |
İSTİTAAT |
(Tav'. dan) Tâkat getirmek. Kudreti ve gücü yeter olmak. |
İSTİ'TAB |
Kendinden razı, hoşnut etme. |
İSTİTABE |
Tövbe ettirme. Tövbe teklif etme. |
İSTİTABE |
Hoş ve iyi bulma. |
İSTİTAF |
Kaplama, ihtiva etme. |
İSTİ'TAF |
Yardım taleb etme. * Acımayı isteme. |
İSTİ'TAFKÂRANE |
f. Şefkat, merhamet isteyene yakışır halde. |
İSTİTAL |
Gözyaşları inci gibi dökülme. * Birbiri ardınca çıkma. Birbirinin
peşinden çıkma. |
İSTİTALE |
Uzanmak. Uzantı. Uzayıp gitmek. * Birisi üzerine faziletlilik dâvasında
bulunmak. * Tecvidde: Harf okunduğunda sesin imtidadına, uzamasına denir. Bu
harfe müstatıl harfi de denir. Bu sıfat Dad harfine aittir. * Tıb: Vücutta
bazı organların uzaması. |
İSTİT'AM |
Yemek isteme. Yiyecek şeyler taleb etme. |
İSTİTAN |
Vatan edinme, bir yerde yerleşme, yurt edinme. |
İSTİTAR |
Kapanmak, örtünmek. |
İSTİTAR |
Yazma. |
İSTİTARE |
Örtülecek, perdelenecek şey. |
İSTİTARE |
Gönderme veya gönderilme. Yollanma. * Uçurma veya uçurulma. |
İSTİTBA' |
Tâbi olmayı istemek. Peşinden sürüklemek. |
İSTİTBAB |
(Tıbb. dan) Doktora başvurma, kendini hekime gösterme. * İlâç arama. *
Çare isteme, derdine devâ arama. |
İSTİTMAM |
(Tamam. dan) Tamamlama, tamamlamağa çalışma. Tamamlamasını isteme.
Bitirmek için uğraşma. |
İSTİTRAB |
Sevinmeyi, süruru istemek. |
İSTİTRABÎ |
Sürur ve sevinmeyi istemeğe dâir. |
İSTİTRAD |
Edb: Bir söz söylerken o fıkra içinde başka bir bahis nakletmek. |
İSTİTRADEN |
Edb: Bir bahis anlatırken, söz gelimi, başka bir mes'eleyi de
anlatıvermek suretiyle. |
İSTİTRADÎ |
İstitrad ile alâkalı. Asıl mevzudan olmayan. |
İSTİTRADİYAT |
(İstitrad. C.) İstitrad şeklinde söylenen sözler. |
İSTİTRAF |
(Turfe. den) Hiç görülmemiş bir şey sayma. * Şubelendirme, dallandırma. |
İSTİVA |
Müsavi oluş. Temasül. * İ'tidal, istikamet ve karar. * Kemalin sâbit
olması. * Kaba kuşluk zamanı. * Yükselmek, yüksek olmak. Üstün olmak. *
İstila eylemek. |
İSTİVA-Yİ SİNN |
Kırk yaşlarına gelme. |
İSTİVFA |
Vefa istemek. |
İSTİYA' |
Kötü davranma. Fena muamelede bulunma. |
İSTİYAK |
Misvâk kullanma. |
İSTİYAS |
(Ye's. den) Ye'se düşme, ümitsizlenme. |
İSTİZA' |
Işıklanma, aydınlanma. |
İSTİ'ZAB |
Birşeyi tatlı bulmak, tatlı saymak. Tatlı su istemek. |
İSTİZADE |
(Ziyade. den) Arttırılmasını arzulama, çoğaltılmasını isteme. |
İSTİZAE |
(Ziya. dan) Işıklanma, aydınlanma, ziyalanma, nurlanma. |
İSTİZ'AF |
(Za'f. dan) Zayıf ve âdi görme, küçümseme. |
İSTİZAH |
Belirsiz ve mübhem bir şey hakkında açık söylenmesini istemek. İzah
istemek. * Gensoru. Bir mes'ele hakkında mebuslar tarafından başbakana veya
bakanlardan birine açılan ve sonunda soruşturma yapılması istenilen sual. |
İSTİZAHEN |
Bir şeyin açıklanmasını isteyerek. |
İSTİZALE |
(İzale. den) Yok edilme, izale olma. |
İSTİ'ZAM |
Büyük tutmak ve büyük tanımak. * Gururlanmak. Kibirlenmek. |
İSTİZAN |
Bir hususta izin istemek. İzin için danışmak. |
İSTİ'ZAR |
Özür ve afv dileme. |
İSTİZARE |
Ziyaretine gelinmesini isteme veya ziyarete gelmesi istenilme. |
İSTİZHAN |
Akıl etmek, düşünmek. |
İSTİZHAR |
Dayanmak. Güvenmek. Arka vermek. * Yardım istemek. Zahîr istemek. *
Ezberlemek. * Aşikâr etmek. |
İSTİZKÂR |
(Zikr. den) Hatıra getirme, hatırlama. Tahattur etme. * Ezberleme,
ezber etme. |
İSTİZLAL |
(Zelle. den) Ayağını kaydırmak istemek. |
İSTİZLAL |
(Zill. den) Aşağılık ve zelil görme. * Bayağı ve âdi görülme. |
İSTİZLAL |
(Zıll. dan) Gölgelenme. Gölge altına girme. * Sığınma, himâyesine
girme. * Gölgede oturma. |
İSTİZMAM |
Zemmetme, yerme, tenkid etme. * Kötü ve beğenilmeyen işler yapma. |
İSTİZMAR |
(Zamir. den) Düşüncelerini öğrenme, fikrini yoklama. Maksad ve niyetini
anlamağa çalışma. |
İSTİZRAF |
(Zerafet. den) Zarif görünme, incelik gösterme. Zerafet gösterme. |
İSTUH |
f. Âciz, güçsüz, kuvvetsiz. Perişan, mahzun, biçare. |
İSVİDAD |
Kararma, kara olma, esmerleşme. Siyahlanma. |
İSVİDAD-I CİLD |
Cildin kararması, esmerleşmesi. |
İSYAN |
İtaatsizlik. Emre karşı gelmek. Ayaklanmak. |
ÎŞ |
Yaşayış. Yaşamak. Zevk u safa sürmek. * Hayata medar olan ve geçinilen
şeyler. * Ekmek. Gıda. |
İ'ŞA' |
Akşam yemeği verme. |
İŞ'A' |
Güneş, ışığını dağıtma. Şuâlanma. |
İŞA |
(Ağaç) çiçek açma. |
İŞA'-İ EŞCAR |
Ağaçların çiçek açması. |
İŞA' |
(Bak: Işa) |
İŞAA |
Bir haberi yaymak, duyurmak. Bir şeyin şuyuuna, yayılmasına sebeb
olmak. |
İŞAAT |
(İşâa. C.) Haber yaymalar. |
İŞAAT-I KÂZİBANE |
Kötü niyetlerle yalan haberler yayma. |
İŞ'AB |
Ölme, irtihal etme. |
İŞABE |
Saç ve sakal ağartma, beyazlatma. Genç yaşta saç ve sakal ağarması. |
İŞADE |
Çağırmak. Sesini yükseltmek. * Dünyevi matluba yetişmek. * Binayı
yükseltmek. |
İŞAEYN |
(Bak: İşâân) |
İŞAHA |
Misvâk kullanma. |
İŞ'AL |
Şulelendirmek. Yaymak, alevlendirmek. Tutuşturmak. Parlatmak.
Şiddetlendirmek. |
İŞAR |
Birlikte geçinmek, muâşeret etmek. Hoş geçinmek. |
İŞ'AR |
Yazı ile haber vermek. Anlatmak, bildirmek. |
İŞ'ARAT |
(İş'ar. C.) Tebliğler, bildirmeler. |
İŞARAT |
İşaretler. |
İŞARAT-ÜL İ'CÂZ |
İ'caza dair işaretler. |
İŞARAT-ÜL İ'CAZ Fİ MEZAN-İL ÎCAZ |
Îcaz zannolunan yerlerdeki i'caza işaretler. * Risale-i Nur
Külliyatından bir kitap ismidir. |
İŞARET |
Bir şeyi bir vasıta ile (el, göz, kaş veya parmakla) göstererek
bildirmek. * Nişan, alâmet, belli bir iz. * Ist: Doğrudan doğruya olmadan,
hatırlatma suretiyle verilen emir. (Münasebat-ı tevafukiye eğer taaddüt etse
ve ayrı ayrı cihetinden bir hâdiseye muvafık gelse, hem bilhassa makama
mutabık, hem bilhassa kelâmın mânâsına muvafık ve müeyyid olsa, o muvafakat
o vakit işaret derecesine çıkar. Evet muzaaf münasebet, işarettir. M.) |
İŞARET-İ ÂLİYE |
Tar: Şeyh-ül islâm, defterdar ve yeniçeri ağası gibi maiyyet
memurlarından biri tarafından yazılan takrir veya ilam üzerine sadrazamın
kabul veya red şeklinde yazdığı yazı. * Sadaret makamından çıkan emirler. |
İŞBA' |
Doyurmak, açlığı gidermek. Doymak. * Fiz: Bir sıvının içinde, belli bir
cisimden eriyebilecek en çok miktarın erimiş bulunması. * Edb: Arap
nazmında, kafiye veya vezin zaruretinden dolayı kelimeye bir harf ilâve
etme. |
İŞBAŞI |
t. Bir işte çalışanların başı, reisi. * İşe başlama saati. |
İŞBU |
İşte bu. Bu, şu. |
İŞCA' |
Yenme, ezme. * Kederlendirme, hüzün verme, üzme. |
İŞCAR |
(Şecer. den) Ağaç yetiştirme. Ağaçlandırma. |
İŞCAZ |
Kederlendirme, üzme, hüzün ve gam verme. |
İŞE |
f. Orman, sık ağaçlık. * Câsus, hafiye. |
İŞFA' |
(Şifâ. dan) Hastaya şifalı şeyler verme. Hastanın iyileşmesi için
çeşitli çarelere başvurma. |
İŞFAF |
Üstün tutma. |
İŞFAK |
Acıyarak sakınma. Şefkat ve inayet etme. * Sevme. * Sakınma ve korkma.
* Azaltma. * Lütfetme, bağış, ihsan. |
İŞGAL |
Zabtetme, istilâ etme. * Birisini işten alıkoyma, başka şeyle meşgul
etme, oyalama, uğraştırıp kendi işine mâni olma. |
İŞGENE |
f. İhiyarlıktan veya kızgınlıktan dolayı yüzde hâsıl olan buruşukluk. |
İŞGERE |
f. Şâhin, atmaca ve doğan gibi av için kullanılan terbiye görmüş kuş. |
İŞGERF |
f. Dayanıklı, sağlam, kalın. * Şan, nam, ün, şeref. |
İŞGUH |
f. Yere yıkılış, yüz üstü kapanış. |
İŞGÜÇ |
t. Meşguliyet, vazife, memuriyet. |
İŞGÜFE |
f. İstifrağ, kusma. * Çiçek. |
İŞGÜZAR |
f. Becerikli, çalışkan. * Kendini göstermek için gerekmezken işe
karışan. |
İŞHA' |
(Şehi. den) İstenileni verme. * Göz dikme, almak isteme. |
İŞHA' |
Ağız açma, ağzını açma. |
İŞHAD |
Delil getirme, delil olarak gösterme. Şehadet ettirme, şâhid gösterme.
* Şehid olma. |
İŞHAR |
Ün alma, meşhur olma, şöhret kazanma. * Kadın, doğum yapacağı aya
girme. |
İŞHAS |
Fesatçılık ve dedikoduculuk yapma. Çekiştirme. Gıybet etme. |
İŞHAS |
Gitme zamanı gelip çatma. * Tedirgin ve rahatsız etme. |
İŞHAZ |
Keskinleştirme, bileme. |
İŞHAZ-I SEYF |
Kılınç bileme. |
İŞKA' |
Şaki ve bedbaht eylemek. |
İŞKA' |
Şikâyet ettirme. * İntikam alma, öç alma. * Darıltma, gücendirme. |
İŞKÂL |
Güçleştirme, müşkilleştirme. * Zorlaştırma. * Şüpheli ve karışık olma. |
İŞKAMPAVİYA |
İtl. Harp gemilerinden asker naklinde kullanılan en büyük filika.
İşkampaviya'lar sandal büyüklüğünde, yalnız ondan daha geniş ve yüksekti.
Karaya asker sevkiyatında, gemiye erzak ve levâzım alınmasında kullanıldığı
gibi eskiden donanmaya su alınacağı zaman su ile doldurulur, diğer bir
filika yedeğinde geminin bordasına götürülerek geminin tulumbasıyla içindeki
su nakledilirdi. (O.T.D.S.) |
İŞKÂR |
f. Av. * Avlama. |
İŞKEMBE |
f. Geviş getiren hayvanların midesinin en büyük kısmı. * Karın. |
İŞKENCE |
F. Eziyet, azab. |
İŞKESTE |
f. Kırık, bitik. Kırılmış. |
İŞKİL |
f. Şüphe, vesvese. Vehimlenmek. * Hile, tezvir. * Sağ ön ayağı ve sol
arka ayağı beyaz olan at. |
İŞKÜFE |
f. Çiçek. |
İŞKÜNC |
f. Çimdik. |
İŞLEK |
t. Çok işler, fazlaca işlenen. * Tecrübeli, idmanlı, alışık. |
İŞMAM |
Hafif olarak duyurmak, koklatmak. Hissettirmek. * Kibirden dolayı başı
dik yürümek. * Tecvidde: Bir harfe zamme veya kesre vermek ve bunu hafifçe
hissettirmek. Harfin sesini genizden hissettirmek, biraz duyurmak, harfi
çıtlatmak. |
İŞMAR |
Göz kırpma, işaret. |
İŞMİ'ZAZ |
Can sıkma, üzülme, yüzünü ekşitme. * Titreyip ürperme. |
İŞNUŞE |
f. Aksırık. |
İŞPİHTE |
f. Su sızıntısı. * Yayılmış, saçılmış. |
İŞPORTA |
(Arnavutça) Seyyar satıcı tezgahı. * Yayvan yemiş sepeti. |
İŞRAB |
(Şürb. den) İçirme veya içirilme. * Bir maksadı açıktan değil de,
dolayısıyla gösterme. Kapalı surette anlatma. |
İŞRAF |
Yüksek bir yere çıkma. Yüksek bir yerden bakıp anlama. * (Hasta) ölüm
döşeğinde olma. |
İŞRAK |
Allah'a şerik koşma. Allah'tan başkasından medet bekleme. |
İŞRAK |
Güneş doğmak. Işıklandırmak. Parlatmak. * Güneşlik yere dahil olmak. *
Mc: Kalbe mânaların doğması. |
İŞRAKÎ |
Bâtıl İşrakiye felsefesine mensub. İşrakiyyunun dalâletten ve şirkten
ibaret bâtıl ve hurafe fikirleri. |
İŞRAKİYYE |
İşrakiyyunların bâtıl ve hurafe mesleği. (Bak: Akl-ı evvel) |
İŞRAKİYYUN |
İşrakiyye felsefesi ile iştigal eden ve ehl-i şirk olan feylesoflar.
(Bak: Akl-ı evvel) |
İŞRET |
İçki. Alkollü meşrubat. * İçki içme. Alkollü içki kullanma. |
İŞRETGÂH |
f. İşret edip içki içilecek yer. |
İŞRETHANE |
f. İşret yapmaya mahsus yer. Meyhane. * Mc: Bu dünya. |
İŞRETKEDE |
f. İşret yeri. İşrethane. |
İŞRETSAZ |
f. İşret eden, içki içen. |
İŞRÎN |
(İşrûn) Yirmi. (20) |
İŞRİRAK |
Ağlaya ağlaya boğulma derecesine gelme. |
İŞSA |
(Teşsi') Ayakkabısına tasma takma, kayış geçirme. |
İŞTAT |
Adaletsizlik edip hükümde zulmetme. |
İŞTAT |
Dağıtma veya dağıtılma. |
İŞTEK |
f. Çocuk kundağı. |
İŞTİAL |
Tutuşma. Parlama. Alevlenme. * Mc: Şiddetlenme. |
İŞTİALÂT |
(İştial. C.) Parlamalar, alevlenmeler, yanmalar, tutuşmalar. * Mc:
Şiddetlenmeler. |
İŞTİBAH |
Şüphelenmek. Şüphe etmek. * Kolay fark olunmaz derecede benzemek. |
İŞTİBAK |
(Şebeke. den) Örülmek. Örgülenmek. * Karşılıklı birbirine geçmek. *
Perişanlık. * Zâhir olmak. * Koz: Güneş battıktan sonra gökte kum taneleri
gibi görünen karışık yıldızlar. |
İŞTİCAR |
Zıdlaşma. * Elini çenesine koyarak, dirseğinin üzerine dayanma. |
İŞTİDAD |
(Şiddet. den) Şiddetlenme. * Sertleşme, katılaşma. * Büyüme. Artma,
çoğalma, ziyâdeleşme. |
İŞTİFA' |
İyi olma, şifa bulma. |
İŞTİGAL |
Bir iş işlemek. Uğraşmak. Çalışmak. Meşgul olmak. |
İŞTİGALAT |
(İştigal. C.) Meşguliyetler, çalışmalar, uğraşmalar. |
İŞTİHA |
Meyil. Haz. Fazla istek. Arzu. * Açlıktan gelen yemeğe karşı fazla
isteklilik. |
İŞTİHAB |
Ağarma, beyazlama, kırlaşma. |
İŞTİHA-ENGİZ |
f. İştiha açıcı, iştah verici. |
İŞTİHAR |
Meşhur olma. Tanınma. Ün alma. |
İŞTİKÂ' |
(Şekva. dan) Şikâyet etme, şekvada bulunma. |
İŞTİKAK |
Türemek. Bir kökten ayrılan kelimelerin asılları ve birbirleri ile olan
münâsebetleri, meydana gelişleri. * Çatallaşmak. Yarılmış bir şeyin bir
şıkkını almak. * Edb: Aynı kökten türemiş olan birkaç kelimeyi bir araya
getirme sanatı. Misaller:(Edipler edepli olmalı, hem de edeb-i İslâmiye ile
müteeddib olmalı. İk.M.)(Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem. Mehmed
Akif) |
İŞTİMAL |
İçine almak, kaplamak. Çevirmek, ihata etmek. Şâmil olmak. |
İŞTİMAM |
Gereği gibi koklamak. Koku duymak. |
İŞTİN |
Toprak kandil. |
İŞTİRA |
Satın almak. Mübayaa etmek. |
İŞTİRAK |
Ortak olmak. Ortaklık etmek. Bir işde yer almak. Hissedâr olmak. * Bir
lâfızda çok mânalar müşterek olması. Meselâ: "Ayn" kelimesi. Hem göz, hem de
kaynak mânasına gelir. |
İŞTİRAK-I LİSAN |
Lisan ortaklığı. Aynı dili konuşma keyfiyeti. |
İŞTİRAKÎ |
Ortaklığa ait, ortaklıkla alâkalı. * Komünist. |
İŞTİRAKİYYE |
Komünistlerin bir nazariyesi olan sosyalistlik. |
İŞTİRAKİYYUN |
Komünist sosyalistler. |
İŞTİRAT |
(Şart. dan) Şarta bağlama, şarttlaşma. |
İŞTİTAT |
Dağılma. Perişan olma. |
İŞTİTAT |
Zulmetme. Haksızlık etme. Hükümde ve sair işlerde eziyet etme. |
İŞTİVA' |
Kızarma, pişip yenecek duruma gelme. |
İŞTİVA-YI LAHM |
Etin kızarması. |
İŞTİYAK |
Fazla arzu ve şevk. Tahassür. Hasret çekmek. Özlemek. Göreceği gelmek. |
ÎŞ U NÛŞ |
Yiyip içme. Sefahet. İşret ve eğlence. |
İŞVE |
Güzellerin gönül çeken naz ve edâsı. Gönül çekici tavır. |
İŞVEBAZ |
f. Naz edici, edâ yapan, cilveli. * Meşhur bir cins lâle. |
İ'TA |
Vermek. Bahşetmek. İhsan etmek. |
İ'TA-YI MA'LUMAT |
Malumat verme. Bilgi verme. |
İTA |
Edb: Kafiyenin bir mânada olarak aynen tekrar edilmesi. |
İTAAT |
Alınan emre uymak. Söz dinlemek. İnkıyad etmek. Boyun eğmek. Âmirin
meşru emirlerini dinleyip ona göre hareket etmek. |
İTAB |
Kolsuz ve yakasız kadın gömleği. |
İTAB |
Tekdir etmek. Şiddetle hitab etmek. Azarlamak. Terslemek. Paylamak.
Rencide etmek. Darılmak. |
İT'AB |
Yormak. Yorgunluk vermek. Sıkıntı vermek. |
İ'TAB |
Öldürme, katletme. Helâk etme. |
İ'TAB |
Şikâyeti kendisinden def' ile razı ve hoşnud etmek. Hoşlandırmak. *
Hışım etmek. |
İTABNAME |
f. Azarlama mektubu. |
İTAD |
Kazık çakma. |
İTAD |
İnekten süt sağarken, hayvanın ayağına geçirilen ip. |
İTAHA |
Bir şeyi tamamlama, yapıp bitirme, hazır etme. |
İ'TAK |
Esir, köle veya cariyeyi serbest bırakma. |
İTALE |
Uzatmak. Sözü uzun etmek. Tatvil-i kelâm etmek. * Birini zemmetmek,
ayıplamak. |
İTALE-İ DEST |
El uzatma, hıyânet etme. |
İTALE-İ LİSÂN |
Dil uzatma, kötü şeyler söyleme. |
İTALİK |
Fr. Üstten sağa doğru yatık matbaa harfi. |
İT'AM |
Yemek yedirmek. Doyurmak. Taam vermek. |
İT'AM |
İkiz doğurma. |
İT'AMİYYE |
Bazı vakıf müesseselerinde fakirlerin doyurulması için ayrılan
tahsisat. |
İTAN |
Vatan sayma, yurt kabul etme. |
İTAR(E) |
Bir şeyin peşini bırakmayıp tâkib etme. * Dikkat ve hiddetle bakma. |
İTARE |
(Tayerân. dan) Uçurma veya uçurulma. * Hızla gönderme, yollama. *
Otomobil tekeri. |
İTARE-İ KEBUTER |
Güvercin kuşu uçurma. |
İTARE-İ NAME |
Sür'atle ve hevesli bir şekilde mektub yollama. |
İT'AS |
Öldürme, katletme. |
İTAŞ |
(Atş. dan) Susuz bırakma, susuz olma. |
İTAT |
Düşmanlık, zıtlık, adavet, muhasame. |
İTAVE |
(C.: Etâvâ) Rüşvet verme. |
İTBA' |
Tâbi' kılmak. Ardına katmak. * Gr: Bir kelimenin sonuna ilâve edilen
tekerleme nev'inden mânasız söz. (Yazmak mazmak, Okumak mokumak gibi.) |
İTBAK |
(Itbak) Kaplamak. Kapamak. Kapaklamak. * İttifak etmek. * Tecvidde:
Harf okunduğunda, dilin üst damağa kapanması. (Bu halde okunan harfler sad,
dât, tı, zı harfleridir. (Bak: İdbak) |
İTBAL |
Kederlenme, kederlendirme. Derde, hüzne ve kedere düşürme. |
İTDAN |
Islanma veya ıslatma. |
İTFA' |
Söndürme. Bastırma. Dindirme. * Bir borcu ödeyerek bitirme. * Fizikte:
İntizamlı ve eşit zamanlarla sallanan bir hareketin yavaş yavaş azalarak
sıfıra inmesi. |
İTFA-Yİ HARİK |
Yangının söndürülmesi. |
İTFAİYYE |
Yangın söndürme birliği, teşkilâtı. |
İTFAL |
İnsan vücudunun fenâ bir şekilde kokması. |
İTHAF |
Hediye etmek. Armağan vermek. * Edb: Birisinin nâmına eser yazmak. |
İTHAFNAME |
f. Bir eserin bir kimse adına olduğunu gösteren yazı. |
İTHAM |
Kabahatli görmek. Suç isnad etmek. Töhmetlendirmek. Kabahatli görünmek.
Töhmetli olmak. |
İTHAMÎ |
İthamla ilgili. |
İTHAMNAME |
f. İddianame. |
İTİ |
Keskin, kesen. * Mc: Sert, acı. |
İ'TİBAR |
(İtibâr) Ehemmiyet vermek. Hürmet, riâyet ve hatır saymak. Kulak asmak.
İbret alıp uyanık olmak. Birisini veya sözünü makbul farzetmek. * Taaccüb
etmek. * Şeref, haysiyet. * Bir şeyin gerçek değil, kararlaştırılan değeri.
* Ticarette söz veya imzaya olan itimad. |
İ'TİBAR-I SURET |
Surete itibar etme, görünüşe değer verme. |
İ'TİBARAT |
(İ'tibar. C.) İ'tibarlar, şeref ve haysiyetler. * Var sayılan şeyler,
faraziyeler. |
İ'TİBAREN |
...den beri, ... başlıyarak, ... den başlıyarak, ...den (yerinde
kullanılır.) |
İ'TİBARÎ |
(İtibarî) Hakiki kıymeti olmayıp kıymeti var kabul edilme. Farazî ve
izafî olan. Varlığı, başka şeylere nisbet edilmesi halinde bilinen. |
İ'TİDA |
Sesini yükseltmek. * Zulmetmek. * Haddinden geçmek. |
İ'TİDAD |
Yardım isteme. İmdât isteme. * Bir şeyi kol üzerine alma. |
İ'TİDAL |
Bir şeyde veya halde ifrat veya tefrite düşmemek. Vasat derece olmak. *
Yumuşaklık. Uygunluk. * Gündüz ve gecenin birbirine denk, eşit olması. *
Miktar ve keyfiyyet hususunda iki hâlet arasında mutavassıt olmak. |
İ'TİDAL-İ DEM |
Soğukkanlı davranış. Heyecanlanmadan, acele etmeden, düşüne düşüne ve
tedbirli hareket. |
İ'TİFA' |
Bağış dileme, afvedilmesini isteme. |
İ'TİFAR |
Yere vurma. Kavrayıp yere çarpma. Üzerine atılıp kavrama. |
İ'TİKAB |
Veresiye vermeme. Bir malı borç olarak satmama. Parasını almadıkça malı
teslim etmeme. |
İ'TİKAD |
İnanmak. İnanç. Sıdk ve doğruluğuna kalben kararlı olmak. Gönülden
tasdik ederek inanmak. Dinin temelini meydana getiren şeylere inanmak. (Bak:
İltizam) |
İ'TİKAD-I FÂSİD |
Bozuk inanç. |
İ'TİKADÂT |
(İ'tikad. C.) İnanışlar. Bağlanışlar ve inançlar. |
İ'TİKADÂT-I BÂTILA |
Bâtıl, hak olmayan, asılsız şeylere inanışlar. |
İ'TİKADÎ |
İtikad ve inançla alâkalı. |
İ'TİKADİYAT |
İtikada ait mes'eleler. |
İ'TİKÂF |
Bir şeye devam etmek. * Ist: Bir yere çekilip yalnız ibadetle
meşguliyet. Hususan Ramazanın son on gününde, mescidlerde ve buna benzer
yerlerde kalıp, ibadet, ilm-i iman ve Kur'an, evrad ve ezkâr gibi
ibadetlerle meşgul olmak. Böyle bir kimseye "Mu'tekif" denir. |
İ'TİKÂL |
(Ekl. den) Kemirme, kemirerek yeme. * Dalgaların, deniz kenarlarındaki
karaları döğerek aşındırması. * Tıb: Yaranın, vücudu yemesi. Yaranın
büyümesi. |
İ'TİKÂL-İ SEVÂHİL |
Kıyıların aşınması. |
İ'TİKAL |
Sağmak için koyunun ayaklarını iki bacağı arasına alma. * Devenin
dizini büküp bağlama. * Güreş yaparken rakibini sarmaya getirip yıkma. |
İ'TİKAL |
Zorlaşma, müşkilleşme. |
İ'TİKAM |
Biriktirme, yığma. |
İ'TİKAR |
Birbirine karışıp sayılamama. |
İ'TİKAS |
Tersine dönme, akislenme. |
İ'TİLA |
(Ulüv. den) Yükselmek. Yukarı çıkmak. * Yüksek rütbelere çıkmak. |
İTİLAF |
Anlaşmak. Görüşmek. Uyuşmak. Muvafakat. * Cem' olmak, birikmek. |
İ'TİLAF |
Yem yeme. |
İ'TİLAFAT |
(İ'tilaf. C.) Uyuşmalar, anlaşmalar. |
İ'TİLAK |
Âşık olma, birinin sevgi ve muhabbetine tutulma. |
İ'TİLAL |
(İllet. den) Hasta olma. * Hastalanma. * Bahane etme. * Her şeyden
vazgeçip tek bir şeyle meşgul olma. |
İ'TİLAM |
Öğrenme, bilme. |
İ'TİLAN |
Aşikâr ve meydanda olma. İlân olunma, meydana çıkma. * Doğum esnâsında
çocuğun görünmesi. |
İ'TİMAD |
(İtimad) Güvenerek bağlanmak. Emniyet etmek. Bir şeye kalben güvenip
dayanmak. |
İ'TİMAD-ÜD DEVLE |
Devletin itimadı, güveni. * Tar: Safevî sadrazamlarına verilen ünvan. |
İ'TİMAD-I KAVÎ |
Sağlam itimad, kavi güveniş. |
İ'TİMADEN |
İtimad ederek, dayanarak, güvenerek. |
İ'TİMADNAME |
f. İtimad yazısı, itimad bildiren yazı. |
İ'TİMAK |
Derinine varma, derinliğine inme. |
İ'TİMAM |
(İtimam) Başına sarık sarmak. * Ortalık yeşillenmek. * Miğfer giymek. |
İ'TİMAN |
Emniyet etme, emin bulunma. |
İ'TİNA |
(İtinâ) Çok dikkat etmek. Özenmek. |
İ'TİNAK |
(Unk. dan) Birbirlerinin boyunlarına sarılma. * Kucaklama. * Sıkıca
kavrayıp alma. |
İ'TİNAN |
Bir kimsenin içyüzü meydana çıkma. * İnsanın önüne durma. |
İ'TİRAF |
(İtiraf) Kabahatini saklamamak. Suçunu söylemeği kabul etmek. Gizleyip
söylemek istemediği şeyi açıklamak. |
İ'TİRAF-I CÜRM |
Maznunun yaptığı suçu söylemesi, itiraf etmesi. |
İ'TİRAF-I KUSUR |
Kusurunu söyleme, itiraf etme. |
İ'TİRAZ |
(İtiraz) Kabul etmediğini bildirmek. Bir fikir veya işin olmasını kabul
etmemek. * Men' eylemek. Men' olmak. |
İ'TİRAZİYE |
İtiraza, kabul etmediğine dair yazı. * Edb: Cümlenin esasından olmayıp
yalnız bir husus hakkında söylenen ibare. (Bak: Cümle-i mu'terize) |
İ'TİSA |
Asâya dayanma, baston kullanma. |
İ'TİSAB |
Sinirlenme, asabileşme. * Kanaat etme. |
İ'TİSAF |
Zulüm ve haksızlık etmek. Doğru yoldan ayrılmak. Haksızlık. |
İ'TİSAM |
İstediğini vermek. |
İ'TİSAM |
Günahlardan sakınmak. * Pâk olmak. * Bir şeye yapışarak sıkı tutmak ve
korunmak. |
İ'TİSAR |
Suyunu çıkarmak için bir şeyi sıkma. |
İ'TİSAR |
Zorluk, güçlük, meşakkat. |
İ'TİSAS |
Gece gezip dolaşma, devriye vazifesini görme. |
İ'TİŞA' |
Akşam vakti yola çıkma. |
İ'TİTAF |
Bir şeye örtünme, bürünme. |
İ'TİVA |
Bükme veya bükülme. |
İ'TİYAD |
(İtiyat) Alışkanlık. Huy. Âdet. Âdet edinmek. |
İ'TİYAK |
Alıkoymak, engel olmak, mani olmak. |
İ'TİYAN |
Dik dik bakma, gözünü dikme. * Yardım etme. |
İ'TİYAŞ |
Geçinme. İdareli yaşama.İ'TİZA' : Bir kavim veya kimseye bağlı bulunma. |
İ'TİZAD |
Yardım etme. Muavenette bulunma. * Yardım ve imdat isteme. * Bir şeyi
kol üzerine alma. |
İ'TİZAL |
(İtizal) Bir şeyi işlemeğe tamamen kasd ve teveccüh eylemek. * Nefsine
müracaatla cürüm ve hatasını itiraf etmek. |
İ'TİZAL |
Ehl-i Sünnet olan hak mezhebden ayrılıp hakka aykırı başka yola sapmak.
Mu'tezile olmak. (Bak: Mutezile) |
İ'TİZAM |
(İtizam) Büyüklük kazanmak. Azametlenmek. Büyüklenmek. |
İ'TİZAM |
Azim ve kasdeylemek. Gitmek üzere olmak. Fütursuz ve kasd üzere olmak. |
İ'TİZAR |
Kusurunu bilerek özür dilemek. Kusurunu beyan edip ve anlayıp af
dilemek. (Takdire şayan güzel bir haslettir.) |
İ'TİZAZ |
Kendini aziz, izzetli saymak. |
İTKÂ' |
Koltuk altına yastık veya dayak koyma. Dayanacak bir şey kullanma. *
Yaslanma. |
İTKAN |
Pürüzsüz yapmak veya yapılmak. Sağlamlaştırmak. Hakikata yakından vakıf
olmak, delileriyle bilmek, inanmak. Bilerek emin olmak. Muhkem kılmak,
muhkem yapmak. Sâbit kılmak. |
İTKAN-I MUHKEM |
Bütün açıklığıyla bilerek sağlam yapmak.(...Ve şu kâinatta bir itkan-ı
muhkem, bir insicam-ı ahkem görünüyor. Mâdem şu biçare, perişan küremiz,
sergerdan zeminimiz bu kadar hadd ü hesaba gelmez zevil-hayat ile,
zevil-ervah ile ve zevil-idrak ile dolmuştur. Elbette sâdık bir hads ile ve
kat'i bir yakîn ile hükmolunur ki: Şu kusûr-u semaviye ve şu bürûc-u
sâmiyenin dahi kendilerine münasib zihayat, zişuur sekeneleri vardır. S.) |
İTKAN-I SAN'AT |
San'atın sağlam, mükemmel ve pürüzsüzlüğü. |
İTLA' |
Başkasını geçme. * Te'hir etme. |
İTLAF |
Ziyan etmek. Telef etmek. Bozmak. * Öldürmek. |
İTLAL |
Hayvanı yedeğinde götürme. * Damlatma. |
İTMAM |
Tamamlamak. Bitirmek. İkmal etmek. Tekmil etmek(...Ticaret ve memuriyet
için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar;
ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmâm ettikten
sonra; yine onları gönderen Hâlik-ı Zülcelâline dönecekler ve Mevlâ-yı
Kerimlerine kavuşacaklar!... M.) |
İTMİNAN |
Emniyet içinde olmak. İnanmak. Mutlak olarak bilmek. Kararlılık. |
İTMİNAN-I KALB |
Kalbden ve gönülden inanma. |
İTMİNANKÂRANE |
f. İtminan göstermek suretiyle. |
İTNAB |
(Bak: Itnab) |
İTNAN |
(Çocuk) hastalıkdan dolayı gelişememe. |
İTRA' |
Doldurma. |
İTRAB |
Toprak serpme. Topraklama. |
İTRAK |
Bırakma, vazgeçme, terkettirme. |
İTRAZ |
Kurutma veya kurutulma. |
İTTİAD |
Randevu verme. |
İTTİAS |
Öldürme, helâk etme. |
İTTİAZ |
(Va'z. dan) Nasihat ve öğüt dinleme. |
İTTİBA' |
Tabi' olma. Arkasından gitme. İtaat etme. Tebaiyyet ve imtisal
etme.(Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil bir uzun reçetesi: İttiba-ı
Kur'andır! M.)(Muhabbetullah, Sünnet-i Seniyyenin ittibaını istilzam edip
intac ediyor. Ne mutlu o kimseye ki, Sünnet-i Seniyyeye ittibaından hissesi
ziyade ola. Veyl o kimseye ki, Sünnet-i Seniyyeyi takdir etmeyip, bid'alara
giriyor! L.)(Eğer Allah'a muhabbetiniz varsa, Habibullah'a ittiba' edilecek.
İttiba' edilmezse, netice veriyor ki, Allah'a muhabbetiniz yoktur! L.) |
İTTİBAEN |
Tâbi olarak, ittiba ederek, uyarak. |
İTTİCAH |
Bir cihete gitmek, yönelmek. Teveccüh etmek. |
İTTİCAR |
Ticaret yapma. * İlâç kullanma.İTTİFAK : Beraber hareket için
sözleşmek. İttihad ve muvafakat etmek. Söz birliği etmek. Anlaşmak. (Bak:
İhtilaf, Ehakk)(İttifak hüdâdadır, hevâda ve heveste değil.) |
İTTİFAKA |
Rast gelme. |
İTTİFAKAN |
Birleşerek, anlaşarak. |
İTTİFAKAT |
(İttifak. C.) İttifaklar, sözleşmeler, ittihadlar. |
İTTİFAKÎ |
(İttifakiyye) Birleşmeye, sözleşmeye, ittifaka veya uyuşmaya ait.
Tesadüfle, rastgele. |
İTTİFAKİYYAT |
Tesadüfle olan şeyler. |
İTTİFAKPEZİR |
f. İttifak ve ittihad kabul eden. |
İTTİHAB |
(Hibe. den) Karşılıksız olarak verilen bir bağışı kabul etme. |
İTTİHAD |
Birleşmek. Birlik üzere âmil olmak. Birlik. Aynı fikirde olmak. (Bak:
İhtilaf) |
İTTİHAD-I ÂRÂ |
Rey ve fikir birliği. |
İTTİHAD-I İSLÂM |
İslâm birliği. (Azametli bahtsız bir kıt'anın, şanlı tâli'siz bir
devletin, değerli sâhibsiz bir kavmin reçetesi; ittihad-ı İslâmdır.
M.)İttihad-ı İslâmın varlığı ve devamı için:1- İslâm milliyetini esas alıp,
menfi unsuriyet fikrini bırakmak.2- İslâm dünyasındaki dini cemaatler,
gayede ve dinî esaslarda ittifak edip teferruat meseleleri medar-ı niza
etmemek.3- İslâm devletleri arasında meşveret-i şer'iyeyi yapmak.Bunlar en
ehemmiyetli sebeplerinden üç tanesidir. |
İTTİHAD-I MENAFİ' |
Menfaatlerin bir ve ortak oluşu. İş birliği. |
İTTİHAD-I MUHAMMEDÎ CEMİYETİ |
Süheyl Paşa, Mehmed Sadık, Ferik Rıza Paşa, Derviş Vahdeti ve
arkadaşları tarafından İstanbul'da 5 nisan 1909 tarihinde kurulan bir
cemiyettir. |
İTTİHAD-I UMUMÎ |
Umumi ittihad. Bütün insanların birleşmesi. |
İTTİHAD VE TERAKKİ |
1918 tarihine kadar devam eden ve Osmanlı Devletinin son zamanlarında
mühim rol oynamış bir siyasî parti. (Bak: Tanzimat) |
İTTİHAM |
Suç altında bulunmak. Suçlamak. Töhmet altında olmak. Suçlandırmak.
(İtham yerine de kullanılır) |
İTTİHAZ |
Edinmek. Kabullenmek. "Öyle" diye bakmak. Kabul etmek. |
İTTİKA |
Sakınmak. Çekinmek. Günahlardan ve bütün kötülüklerden kendini çekmek.
Takvâ ile amel etmek. (Bak: Amel-i salih) |
İTTİKÂ' |
Dayanmak. Yaslanmak. * Oturmak. |
İTTİKÂL |
Allah'a tevekkül etme, güvenme, dayanma. |
İTTİKAN |
Muhkem yapılmak. Esaslı ve şüphesiz yakından bilmek. |
İTTİKAR |
Vakar, gurur ve büyüklük gelme. |
İTTİRA' |
Dolma, nemalanma. * Solma. |
İTTİRAD |
(Bak: Ittırad) |
İTTİSA |
Bollaşmak. Genişlik kazanmak. Genişlemek. Vüs'at. |
İTTİSAF |
Vasıflanmak. Muttasıf olmak. Sıfat sahibi olmak. Bir hâl takınmak. |
İTTİSAFKÂRANE |
f. Vasıfları belli olur surette. Bir hal takınarak. |
İTTİSAH |
Paslanma, kirlenme. |
İTTİSAK |
Dizilmek. Bir nizam dahilinde sıralanmak. * Beraber olmak. * Tamam
olmak. Toplanmak. |
İTTİSAL |
Ulaşmak. Bitişmek. * Birbirine dokunmak. Yakınlık. Bağlılık. Kavuşmak. |
İTTİSAM |
(Vesm. den) Damga ve nişan vurma. * Dağlama, süsleme. |
İTTİTAN |
Bir memlekette veya bir şehirde yerleşme. Vatan edinme. |
İTTİZA' |
Alçak gönüllülük, tevazu, mütevazilik. * Devenin, boynuna basarak
üstüne binebilmek için, başını aşağı eğme. |
İTTİZAH |
Vazıh olmak. Açık olmak. Aşikâr olmak. |
İTTİZAH-I DELİL |
Delilin açık, vazıh ve aşikâr olması. |
İTTİZAN |
Ölçülü olmak. Vezne girmek. |
İTYAN |
Delil getirmek. * Gelmek. * Vermek. * Vüsul, vasıl. * Vârid olmak. *
Zikir ve isbat ve takrir eylemek. |
İVA' |
Barındırma, kondurma. Yerleştirme, oturtma, iskân ettirme. |
İVAD |
İlk işine dönme. * Âdet edinme. |
İVAR |
İkindi vakti, ikindi zamanı. |
İ'VAR |
Bir gözünü kör etme, tek göz bırakma. |
İVAZ |
Karşılık olarak verilen şey. Bedel. |
İVAZ |
f. Hazırlanmış, düzülmüş. |
İVAZAN |
Karşılık olarak, mukabilinde, karşılığında. |
İVEC |
Eğrilik, çarpıklık, yanlışlık. * Hakkı ve hakikatı eğri büğrü
heveslerle tahrif etmek, gayr-i müstakim şekle getirmek. |
İVEDİ |
Aceleci, savruk. Çabuk. |
İVEZZE |
(C.: İvezz) Kaz. Ördek. * Gövdesi bodur olan. Bodur gövdeli olan. |
İVGEN |
Koşan, acele eden. |
İ'VİCAC |
Doğru davranmamak, eğri büğrü olmak. Hamlık. * Hakkı bâtıl, bâtılı hak
göstermek. |
İVZ |
Ördek. Kaz. * Gövdesi bodur olan kimse. |
İYAB |
Avdet eylemek, geri dönmek. |
İYAB Ü ZEHAB |
Gidiş - geliş. |
İYAD |
Kuvvetlendirme, takviye etme. * Takviye eden âlet. |
İY'AD |
(Bak: İ'âd) |
İYADET |
(Bak: Iyâdet) |
İYAL |
(Bak: Iyâl) |
İYALET |
İdare etme, valilik yapma. * Bir valinin idare ettiği belde. * Vadi. |
İYAN |
(Bak: Ayân) |
İYANÎ |
Ayân olana ait, âşikâr ve belli olana dair. |
İYAS |
Yeis hali. Ümidsizlik ve kederli oluş. |
İYASE |
Ye'se düşürme. |
İYAZ |
(Bak: Iyâz) |
İYD |
(Bak: Îd) |
İYN |
(Bak: În) |
İZ (İZİN) |
"Hem, vakt, yevm, hîn" gibi kelimelerden sonra ek olarak kullanılır.
Meselâ: Hîneizin: O vakit ki. Yevmeizin: O gün ki, kelimelerinde olduğu
gibi. * Mâzi fiillerinden evvel "iz" gelirse: İzküntü muallimen: Muallim
olduğum zaman mânasına geliyor. (iz) Yazılmasa mânası, muallim idim olur. |
İZA |
Arabça kelimelerin başında kullanılırsa; birdenbire, bir de bakılır ki,
gibi mânalara gelir. İsim cümlesinin evvelinde bulunur. |
İZA' |
Hiza, sıra. * Bolluk ve refah sebebi. |
İZA' |
İyiliğe, iyilikle mukabele etme. * Korkma, havfetme. |
İZA |
İncitmek, eziyet etmek. İncitilmek. (İza-i mü'min haramdır) |
İZAA |
(Izâat) Açığa vurma, belli ve âşikâr etme. * Yüksek sesle bildirme,
ilân etme. * Radyo. |
İZAA-İ ESRAR |
Gizli sırları açığa vurma, açıklama. |
İZAA |
(Bak : Izaa) |
İZAAT |
İlân etmek, açığa vurmak. Sesle neşriyat yapmak. |
İ'ZAB |
Suyu temizleme. * Vazgeçme. * Azaba düşürme veya düşürülme. |
İZABE |
Eritmek, eritilmek. Su gibi akıcı hale koymak. Yumuşatmak. Islah etmek. |
İZABE-İ NÜHAS |
Bakırın eritilmesi. |
İZ'AC |
Rahatsız etmek. Bunaltmak. * Yerinden koparıp ayırmak. |
İZADE |
Ailesini koruması için bir kimseye yardım etme. |
İZAE |
(İzâet) (Zû. dan) Işık verme, aydınlatma, ziya verme. (Bak: Izaet) |
İZ'AF |
Zayıflatmak, kuvvetsiz hale getirmek. * İki kat etmek. İki misline
çıkarmak. |
İZAFAT |
(İzâfet. C.) İzafetler, isim takıları, isim tamlamaları. * Gr:
Zincirleme isim tamlaması. |
İZAFE(T) |
Bir şeyi bir kimseye veya bir şeye nisbet etmek, yakın etmek. İsnâd
etmek. Katmak, katıştırmak. * Bir şey üzerine meylettirmek, havale olmak,
bağlanmak. * Mal etmek. * Gr: İki isimden meydana gelen bağlılık tamlaması. |
İZAFET-İ MAKLUB |
Ters çevrilmiş terkib. Muzaf-un ileyh ile muzafın yer değiştirmesi
olup, böylece birleşik isim ve sıfatlar yapılır. Bu terkibler semâidir;
işitilmekle öğrenilir, bir kaideye bağlı değildir. Her terkib bu şekle
sokulmaz. Meselâ: Tâb-ı meh: Meh-tâb: Ay ışığı. Çeşm-i âhu: Ahu-çeşm: Ceylân
gözlü. Nazar-ı haram: Haram-ı nazar... gibi.) |
İZAFET-İ MAKTU' |
Kesik tamlama. Terkib-i izafet-i maktu'da denir. Esre'yi kaldırmağa da
fekk-i izafet denir. Yani izafetin kaldırılması demektir. Meselâ: Câme-hâb $
: Yatak. Câme-i hâb $ : Uyku elbisesi. Ser-rişte $ : İp ucu, vesile,
tutamak. Ser-i rişte $ : İpin ucu. |
İZAFETEN |
İsnad etmek suretiyle, isnad ederek, ona bağlıyarak. |
İZAFÎ |
İzafetle alâkalı, izafete dâir. Ona bağlamak suretiyle. Alâkalı
göstererek. |
İZAFİYYE |
Münasebet. Bağlı oluş. Alâkalılık. |
İZAFİYYET |
Alâka mahiyeti. Bağlılık. |
İZAH |
Açıklamak. Bir şeyi anlaşılır hâlde söylemek veya yazmak. |
İZAHA |
Bir şeyin çevresini dolaşma. |
İZAHAT |
(İzah. C.) İzahlar, açıklamalar. |
İZAHE |
Bir şeyi ayırma. * Kurtulma. * Yok etme. |
İZAHEN |
Açıklayarak, izah ederek. |
İZAKA |
(Zevk. den) Tattırma veya tattırılma. Lezzet ve zevk hissettirme. |
İZALE |
Zevale erdirmek. Gidermek. Ortadan kaldırmak. Mahvetmek. |
İZALE-İ ŞÜYU' |
Ortaklığı giderme. |
İZALE |
Halsiz bırakma. * Uzun etekli elbise. * Kadın yaşmağını açma. * Sarığın
ucunu uzatma. |
İ'ZAM |
Büyük görmek, büyük bilmek. Bir hâdiseyi büyük göstermek, büyütmek. |
İ'ZAM |
Göndermek. Yollamak. |
İZAM |
(Azim. C.) Büyükler. Büyük kimseler. * (Azm. C.) Kemikler. |
İZAM-I REMİME |
Çürümüş kemikler. |
İZA-MA |
Gr: Zaman zarfı olan "izâ"ya müsavidir. Müzari fiilinden evvel gelirse
onu cezm eder. |
İZ'AN |
Basiret. Anlayış. * Teslim olup itaat etmek. * Akıl. Zekâ. İnanç.
İdrak. Bilmek. (Bak: Dimağ) |
İZ'AN-RÜBA |
f. Anlayışı şaşırtan. Aklı oynatan. Çok hayret ve taaccüb veren. Aklı
alan. |
İZ'AN-RÜBA-İ KÂİNAT |
Kâinatın aklı alan vechesi, herkese hayret ve şaşkınlık veren yüzü. |
İZAN |
Bildirmek. * Ezan okumak. |
İZAR |
Yanak. İnsanın yüzündeki yanak kısmı. |
İZAR |
Peştemal. Futa. Göğüsten aşağı örtülen elbiseler. * İsmet, iffet. *
Zevce. |
İZAR |
f. Suyun dibi. |
İZARE |
Ziyaret ettirme. |
İZARE |
Bir kimseyi kuşkulandırıp vesveseye düşürme. |
İ'ZAZ |
Hürmet etmek. Ağırlamak. İkram etmek. Aziz kılmak. Galip gelmek. |
İ'ZAZEN |
İkram ederek, ağırlayarak. |
İZBAD |
Köpüklenme. * (Ağaç) çiçek açma. |
İZBAR |
Yazma. Yazma ile bildirme. |
İZBE |
Kuytu. Loş. Pis ve nemli yer. |
İZCA' |
Defetme, kovma. |
İZDİCAR |
Nasihatı dinleyip kabul etme. Söylenen sözü dinleyip tutma. |
İZDİHAM |
Kalabalık bir yerde halkın çok birikmesinden meydana gelen sıkıntı. |
İZDİRA' |
Tahkir etme, hakir ve âdi görme. |
İZDİRA' |
Ekin ekme, zirâat yapma. |
İZDİRAD |
Yutma. |
İZDİRAM |
Lokmayı iri iri yutma.İZDİVAC : Çift olmak, birbirine eş olmak. Meşru
nikâhla evlenmek. |
İZDİYAD |
Ziyadeleşmek. Çoğalmak. Artmak. |
İZDİYAL |
Kaybetme, yok etme. |
İZDİYAN |
Süslenme, bezenme. |
İZDİYAR |
Ziyâret etme, gidip görme. |
İZEM |
Büyüklük. |
İZEN |
Gr: O halde, o takdirde, öyleyse. (Bak: Huruf-u nasibe) |
İZFAF |
Gelin gönderme. |
İZHAB |
Gönderme. * Giydirme veya giydirilme. * Altun kaplama. |
İZHAC |
Oturma, ikamet etme. |
İZHAF |
Yalan söyleme. * Hıyanet etme, verdiği sözünü tutmama. * Hayrette
bırakma, şaşırtma. |
İZHAK |
Yok etme, mahvetme. * Öldürme. * Oku, nişandan ayırma. |
İZHAL |
Hatırdan çıkarma, unutma. |
İZHAR |
Açığa vurma. Meydana çıkarma. * Göstermek. Zâhir ve âşikâre ettirmek. *
Yalandan gösteriş. * Tecvidde, iki harfin arasını birbirinden ayırıp açarak
ihfâsız, idgamsız olarak okumaya denir. Bu sıfatın harfleri Huruf-ı halk
denilen harflerdir. |
İZHAR-I BELÂGAT |
Belâgat gösterme. |
İZHAR-I HAK |
Hakkı izhar etmek. Hakkı açıklama. |
İZHAR-I TECELLÜD |
İnad edip kafa tutma, yalandan cesaretlilik gösterme. |
İZHAR-I TEESSÜR |
Teessür gösterme. |
İZHAR |
Toplayıp biriktirme. |
İZİN |
(Bak: İzn) |
İZK |
Ağaç dalı. * Hurma salkımı. |
İZKÂM |
Zükâm hastalığına yani nezleye uğratma. |
İZKÂR |
Hatıra getirmek, andırmak, hatırlatmak. |
İZLAF |
Yakın etmek. Toplamak, cem' etmek. |
İZLAK |
(Bak: Zelâka) |
İZLAL |
(Zıll. dan) Gölge yapmak. Gölge koymak. Gölgelendirmek. |
İZLAL |
(Züll. den) Alçaltmak. Haysiyetsiz ve hakir etmek. |
İZLAM |
Karanlık olmak. Zulme giriftar olmak. Zulme tutulmak. |
İZMAM |
Bir kimseden söz alma. * Bir insanı kötülenecek bir halde bulma. |
İZMAR |
(Bak: Izmar) |
İZMİHLAL |
Bozulup gitmek. Perişan olmak. Yok olmak. Görünmez hale gelmek. |
İZMİHRAR |
Surat asma. * (Yıldız) parıldama. * Kış mevsiminin şiddetli olması. |
İZMİL |
Keskin demir. * Çekiç. * Deri kesmekte kullanılan bıçak. |
İZN |
(İzin) Yasağı kaldırmak. Bir şeye ruhsat vermek. Yol vermek. Hizmetten
çıkarmak. |
İZN-İ ÂMM |
Herkese müsaadeli olan. * Ist: Cum'a namazı kılınan cami kapısının
kayıtsız şartsız her müslümana açık olması. |
İZNİLLÂH |
Allah'ın (C.C.) müsaadesi, izni. |
İZİNNAME |
f. Eskiden bir nikâhın kıyılabilmesi için kadı tarafından verilen izin
kâğıdı. |
İZNAB |
Günah işleme. Günahkâr olma. * Kuyruk takma. |
İZRA' |
Korkutma. * Çok fazla medhetme, aşırı derecede övme. * Altun arama. |
İZRA' |
Arşınlama, ölçme. |
İZYAN |
Süslenme, donatılma. |
İZZ |
Kıymet. Değer. Güçlü oluş. Alikadir olmak. Kavi. Şerif. Azim. |
İZZ Ü ŞEREFLE |
Güle güle, uğurlar olsun. |
İZZET |
Bir kimse zelil iken kavi ve kudret sahibi olmak. Ziyâdelik ve
üstünlük. * Değer, kıymet. Kuvvet. Muhterem ve mu'teber olmak. * Bulunmaz
derecede az olan şey. |
İZZET-İ NEFİS |
Zillete düşmiyerek şeref ve haysiyeti muhafazaya çalışmak.
Vakar.(Gıybet, ehl-i adâvet ve hased ve inadın en çok istimal ettikleri
alçak bir silâhtır. İzzet-i nefis sâhibi, bu pis silâha tenezzül edip
istimal etmez. M.) |
İZZET-İ İSLÂMİYE |
İslâmi izzet. Müslüman olanın her hususta daha şerefli, daha çalışkan,
daha izzetli olması hâleti. Diğer dinlerdekilerden ve dinsizlerden izzetli
ve şerefli olmaları hâleti. |
İZZETLÛ |
Şeref ve itibar sahibi. * Eskiden belirli bir mevki ve rütbe
sahiblerine verilen ünvan. |
İZZÎ |
Tahammüllü, sabırlı kimse. |
İZZÜ-D-DEVLE |
Tar: Müslüman hükümdarları tarafından sık sık kullanılan ve devlete
değer veren, devletin değeri mânâsına gelen bir ünvan. |
İZZ-ÜD-DİN |
Dilimizde "İzzettin" şeklinde isim olarak kullanılan bu kelime; "Dinin
kıymeti, ulviyet ve kudreti" anlamına gelir. |