MÂ |
f. Biz mânasınadır. (Bak: Şahıs zamiri) * Mim ile elif harfinden ibâret
"Mâ". Arabçada muhtelif isimleri vardır. Ve çeşitli mânalara gelir. Cansız
şeylere işaret eder. "Şu nesne, o şey ki..." mânâlarına gelerek kelimelerle
birleşir. Meselâ: (Mâ-ba'd: Sondaki, alttaki.) |
MÂ-İ İSTİFHAMİYYE |
Sual için kullanılan kelimenin başında gelir. (Mâhâzâ: Bu nedir?
Mâindek: Yanındaki nedir?) suallerinde olduğu gibi. |
MÂ-İ MASDARİYE |
Başında bulunduğu cümleyi masdar mânasına ve hükmüne sokar. |
MÂ-İ MEVSUFE |
Şey mânasında nekre olup bir sıfattan evvel kullanılır. $ (Nazartu ilâ
mâ mu'cebin leke: Sana hoş gelen şeye baktım) cümlesindeki gibi...Bazan da
sıfatsız olur. $(Ni'me-mâ: Ne güzeldir) $ (Meselen-mâ: Bir misâl olarak)
kelimelerinde gördüğümüz gibi. |
MÂ-İ MEVSULE |
Buna ism-i mevsul de denir. Kendinden sonra gelecek küçük cümleyi daha
önce geçen cümleye bağlar. $ (Ketebtu mâ kultü: Söylediğimi yazdım, ne
söyledimse yazdım) cümlesinde olduğu gibi. |
MÂ-İ NÂFİYYE |
$(Ben kâmil değilim) misâlinde olduğu gibi mânayı nefyeder. |
MÂ-İ ŞARTİYE |
İki muzariyi cezmeder, şart ve cezâ mânasını ifade eder. $(Ne yazarsan,
yazarım) misalinde olduğu gibi. |
MÂ-İ ZÂİDE |
Bazı edat ve fiillerin sonuna fazladan olarak gelir. $ kelimelerinde
olduğu gibi. |
MÂ' |
Su. Ab. |
MÂ-İ CÂRİ |
Akarsu. (Çay ve ırmak suları gibi.) |
MÂ-İ LEZİZ |
Lezzetli ve tatlı su. |
MÂ-İ MAGSUL |
(Mâ-i müsta'mel) Kullanılmış su. |
MÂ-İ MUKATTAR |
İnbikten geçirilmiş (damıtılmış), saf su. |
MÂ-İ MUTLAK |
Yaratıldığı vasıf üzere duran su. (Yağmur, kar, deniz, göl, ırmak,
pınar, kuyu sularıdır). |
MÂ-İ MUKAYYED |
Herhangi bir maddenin karışması ile yaratılmış oldukları hâlden çıkmış
ve hususi bir ad almış sulardır. (Gül, çiçek, üzüm, asma, et suları gibi.) |
MÂ-İ MÜKEDDER |
Bulanık su. |
MÂ-İ MÜNHEMİR |
Akıp giden su. |
MÂ-İ MÜSTAMEL |
Temiz olduğu halde temizleyici olmayan, kullanılmış olan sulardır. |
MÂ-İ RÂKİD |
Durgun su. |
MÂ-İ ZERRİN |
Altun suyu. |
MÂ-ÜL BAHR |
Deniz suyu. |
MÂ-ÜL HAYAT |
Hayat suyu. (Bak: Ab-ı hayat) |
MA' |
Yer yüzüne yayılıp döşenmek. |
MAA |
(Beraber) mânasında bir kelime olup, iki türlü kullanılır:1- İzafetle
(tamlama hâlinde):a) Zarf olarak: (Celestü maa zeydin: Zeyd ile beraber
oturdum)b) Sıla (cümlecik) olarak: (Musaddıkan lima maaküm: Sizdekini tasdik
ederek)c) Haber olarak: (Vehüve maahüm: O, onlarla beraberdir.)2- İzafetsiz:
Bu takdirde tenvinlenir ve hâl olarak bulunur: (Caû maan: Beraber geldiler.) |
MAAB |
Ayıp, eksiklik. * Ayıp şey, utanılacak nesne, ayıp yeri. |
MAABİD |
(Meâbid) (Mabed. C.) İbadet edilen yerler. Mâbetler. * (Abd. C.)
Hizmetçiler. Kullar. |
MAABİD-İ İSLÂMİYE |
İslâm mâbetleri. Mescid ve câmiler. |
MAABÎD |
(Ma'bud. C.) Ma'budlar. |
MAABİR |
(Ma'ber. C.) Köprüler, geçitler, kemerler. |
MAACİL |
(Ma'cel. C.) Yollar, |
MAACÎN |
(Ma'cun. C.) Macunlar. Hamur kıvamındaki yoğurulmuş şeyler. |
MAAD |
(Meâd) (Avdet. den) Âhiret. Dönülüp gidilecek yer. * Dönüş. * Ahiret
işleri. Uhrevi işler. |
MAADA |
Başka. Fazla. Bundan gayrı. (Bak: Adâ) (İstisnâ kelimesidir) |
MAADİN |
(Maden. C.) Madenler. |
MAAFİR |
Hemedan'da bir kabilenin adı. |
MAA-HAZA |
Bununla beraber. Bununla birlikte. |
MAAHİD |
(Ma'hed. C.) Buluşma yerleri. Anlaşma yapılan ve sözleşilen yerler. |
MAAHU |
Onunla beraber. Onunla. |
MAAK |
Meslek, mezheb. * Sığınacak yer. |
MAAKAT |
Derinlik. |
MAAKID |
(Ma'kad. C.) Ma'kadlar, akdedilecek yerler. Toplantı yerleri. *
Düğümler. Düğüm yerleri veya noktaları. |
MAAKIL |
(Ma'kıl, Ma'kale ve Ma'kule. C.) Sığınacak yerler. * Kan pahaları. |
MAAKIM |
(Ma'kım. C.) Eklemler, eklemeler. |
MAAKKA |
Çocuğun, anababaya isyan etmesi. Veledin valideyne itaatsizliği. |
MAAL |
Yükseklik. İlerilik. Şereflilik. |
MAALCEMAA |
(Maa-l-cemâe) Cemaatle beraber, cemaatle birlikte. |
MAALEM |
İz. Eser. Nişân. * Dinî mes'ele. |
MAAL-ESEF |
Yazık ki. Maalesef. |
MAAL-FARZ |
Farzedilerek. Doğruluğu kabul edilmekle. Kabul edilmiş sayılmakla. |
MAAL-FARIK |
Yanlış olarak. Farklı olarak. Farklı olmakla beraber. |
MAAL-GAYR |
Başkası ile birlikte. Gayrısı ile. |
MAALÎ |
şerefler. Yükseklikler. * Yüksek fikirler. * şerefli vazifeler. |
MAALİF |
(Ma'lef. C.) Ot, saman gibi yem konan yerler. Samanlıklar. |
MAAL-İFTİHAR |
İftiharla. Sevinerek. Kemal-i şevk ile. |
MAALİM |
(Ma'lem. C.) Dinî inançlara, itikadlara dair mes'eleler. * İzler.
Nişanlar. Eserler. |
MAALİYAT |
İnsan aklının yetişemediği veya zor yetiştiği yüksek fikir ve derin
bilgiler. |
MAAL-KERAHE |
Kerih, çirkin, kötü olmakla beraber. Kerahetle beraber. Mekruh olarak. |
MAAL-KİFAYE |
Kâfi olmakla, yetmekle beraber. |
MAAL-MEMNUNİYYE |
Memnun olmak suretiyle. İsteyerek. Gönül rızası ile. Memnuniyetle. |
MAAMİ' |
(Ma'maa. C.) Ateş çatırtıları. |
MAAN |
Birlikte. Beraber. |
MAAN |
Menzil, mekân. |
MAANÎ |
(Mâna. C.) Mânalar. * Belâgatın üç şubesinden biri. Lafzın muktezâ-yı
hâl ve makama uygunluğuna mahsus bir ilim adı. (Bak: Belâgat) |
MAANÎ-İ KUDSİYYE |
Kudsi mânâlar. |
MAANÎ-İ MEDLULE |
Anlaşılan mânâlar. |
MAANÎ-İ MUKADDESE |
Mukaddes mânâlar. |
MAANÎ-İ MÜTEZAHİME |
Bir kelimenin çok mânaya gelip birbiri ile yarışma hâli. |
MAANÎ-İ SÂNEVİ |
İkinci derecedeki mânâlar. İşarî, mecazî, remzî mânâlar gibi. |
MAANÎ-İ ÛLÂ |
Evvelki mânâlar, vesileler. |
MAAR |
Ar ve hayâya sebep olacak şeyler. |
MAARIZ (MEÂRİZ) |
(Muarraz. C.) Bir sözü söyleyip başka bir şey murad etme ve cem' olmak,
toplamak itibariyle ma'razlar, ta'rizler, adem-i tasrihler,
sarahatsizlikler. |
MAARÎ |
İnsanın daima çıplak kalan organ veya azası. |
MAARÎC |
(Mi'rac. C.) Merdivenler. |
MAARİF |
Tahsil ile elde edilen ilim, malûmat, bilgi. * Meharet. Üstadlık.
Hüner. * Marifetler. Mâruflar. Kültürler. * Çehrenin manzarada zâhir olan
yerleri. * Bir memleketin okullarını ve tahsil ihtiyacını idâre ve te'mine
çalışan bakanlık. |
MAARİF-İ MÜTENEVVİA |
Çeşit çeşit bilgiler. |
MAARİF-İ UMUMİYE NEZARETİ |
Maarif vekâleti. Milli Eğitim Bakanlığı. |
MAARİF-MEND |
(C.: Maarifmendân) f. Bilgili, bilgi sahibi. Kültürlü. |
MAARİF-MENDÂN |
(Maarifmend. C.) Bilgi sahibi kimseler, bilgililer. |
MAARİF-PERVER |
f. Maarifin yayılıp intişar etmesine çalışan. Maârife ait şeyleri
muhafaza eden. |
MAARİK |
(Ma'rek ve Ma'reke. C.) Savaş meydanları, muharebe alanları. Harp
sahaları. |
MAARÎZ |
(Mi'raz. C.) Kapalı mânâlar. * Edb: Birden fazla mânası olan bir
kelimenin, en uzak mânasını kasdetmeler. |
MAARÎZ-ÜL KELÂM |
Kelâmda irad olunan kapalı mânâlar. Bir sözün asıl mânâsından başka
mânâyı istemeler. |
MAAS |
Ayağın siniri çekilip büzülmek. * Ayağın eğri olması. |
MAASIR |
(Ma'sara. C.) Üzüm, susam gibi şeylerin sıkıldığı yerler. |
MAASÎ |
(Ma'siyyet. C.) Günahlar. * İsyanlar. |
MAAŞ |
Geçinilecek şey. Yaşayış. Aylık para. |
MAAŞAT |
(Maâş. C.) Maaşlar. Memur, emekli, dul, yetim vs. gibi kimselere
verilen aylıklar. |
MAAŞEN |
Yaşayış bakımından. |
MAAŞİR |
(Ma'şer. C.) (Bak: Ma'şer - İlticâ - Melce'). |
MAATIF |
(Ma'tıf ve Mı'taf. C.) Gözlenilecek veya bakılacak yerler. |
MAATÎR |
(Mı'târ. C.) Devamlı güzel koku sürünenler. |
MAA-T-TEESSÜF |
Yazık ki. Esefle. Teessüfle beraber. |
MAAVİL |
(Mi'vel. C.) Taş, kaya parçalamakta kullanılan sivri kazmalar. |
MAAVİN |
(Maunet. C.) Yardımlar, muâvenetler. * Yol yiyecekleri. Azıklar. |
MAAYİB |
Ayıplar. Lekeler. Kusurlar. |
MAAYİR |
Ayıplanmış. |
MAAYİŞ |
(Maişet. C.) Geçinmek için gerekli şeyler. |
MAAZ |
Sığınacak yer. Penah. |
MAAZ |
Şiddetle gadap etmek, çok fazlasıyla hiddetlenmek. * Bir nesne güç
gelmek, zor gelmek. |
MAAZALİK |
Şu var ki. Bununla berâber. |
MAAZALLAH |
Allaha sığındık. Allah korusun. |
MAAZIM |
(Mu'zam. C.) Bir şeyde en büyük kısımlar. |
MAAZİR |
(Bak: Meâzir) |
MAAZİYADETİN |
Fazlasıyla, ziyadesiyle, çok miktarda, bol bol. |
MA-BA'D |
Sonra. Gelecekteki. |
MA-BA'DETTABİA |
(Mâba'de-t tabia) Metafizik. Beş duygu ile bilinmeyen varlıklar
hakkında fikrî araştırma yapan felsefe kolu. Bu felsefe ile alâkalı olan. |
MABA'Dİ |
(Mâbadi) Sonrası. Bundan sonrası. |
MABAKİ |
Geri kalan, kalan, artan. |
MA'BED |
(Mâbet) (İsm-i mekân) İbadet edilen yer. (Mescid, câmi gibi) |
MA'BED-İ FERSUDE |
f. Eskimiş, yıpranmış mâbed. |
MA-BEKA |
Arta kalan, bâkiye, geri kalan. |
MA'BER |
(C.: Maâbir) (Ubur. dan) Geçit, kemer, köprü. * Geçilecek yer. |
MABEYN |
Ara. Aradaki şey. İki şeyin arası. * Haremle selâmlık arasındaki oda. *
Padişah yakınlarının bulunduğu oda. |
MABGUZ |
(Bugz. dan) Nefret ve buğzedilmiş. Sevilmemiş. |
MA-BİHİ-L-HAYAT |
Yaşamaya sebep olan, hayata vesile olan. |
MA-BİHİ-L-İFTİHAR |
Kendi ile ve onunla iftihar edilecek şey. |
MA-BİHİ-L-İMTİYAZ |
Kendisi ile imtiyaz kazanılan şey. |
MA-BİHİ-L-İSTİHKAK |
Hak etme sebebi. |
MA-BİHİ-L-İ'TİMAD |
İtimada vesile ve sebep olan şey. |
MABSARA |
Bedihî ve zâhir olan hususlar. Açık ve meydanda olan hususlar. |
MA'BUD |
(Mâbud) Kendine ibadet edilen Allah (C.C.) |
MA'BUD-U Bİ-L HAK |
Hak
olan ma'bud. Hakkıyla ibadete lâyık olan Allah (C.C.) |
MA'BUD-U HAKİKÎ |
Hakiki ma'bud olan Cenab-ı Hak (C.C.) |
MA'BUDE |
Şirk, evham ve putperestlikten doğan kadın heykeli ve emsali put. |
MA'BUDİYYET |
Mâbud oluş. Kendine ibâdet edilmeğe lâyık olan, ki bu sıfat ancak
Allah'a mahsustur. Uluhiyyet.(İşte şu vaziyette bir insana hakiki ma'bud
olacak; yalnız, her şeyin dizgini elinde, her şeyin hazinesi yanında, her
şeyin yanında nâzır, her mekânda hâzır, mekândan münezzeh, aczden müberra,
kusurdan mukaddes, nakstan muallâ bir Kadir-i Zülcelâl, bir Rahim-i Zülcemâl,
bir Hakîm-i Zülkemâl olabilir. Çünkü, nihayetsiz hâcat-ı insaniyyeyi ifa
edecek ancak nihayetsiz bir kudret ve muhit bir ilim sâhibi olabilir. Öyle
ise mabudiyete lâyık yalnız Odur. S.) (Bak: Taabbüd) |
MA'C |
Süratle gitmek, hızlı gitmek. * Yürürken dolaşmak. |
MAC |
Tuzlu su. |
MACC |
Ağzından sular akan yaşlı deve. |
MA'CEL |
(C.: Maâcil) Yol. Menzile ulaştıran yol. |
MA'CEME |
Sabırlı, tahammüllü kimse. |
MACERA |
Olup geçen şey. Baştan geçen hadise. |
MACERAPEREST |
f. Maceracı. Macera meraklısı. |
MA'CES |
Yay kabzası. |
MA'CEZ |
Çalışmaktan ve maişetten âciz oldukları yer. |
MACİD |
Çok âli. Şerif. Yüce. Kerim. * Hoş. Nâzik meşreb. |
MACİN |
(C: Micân) Her dileğini yapan kimse. * Hile yolunu öğreten. |
MACUN |
Hamur kıvamındaki ilâç. * Hamur gibi yoğurulmuş şey. |
MACUŞUN |
Gemi, sefine. * Boyanmış elbise. |
MAÇ |
f. Öpüş. |
MAÇİN |
Çin'e tâbi, Doğu Türkistan tarafındaki çöllerde ve Târim nehrinin
güneybatısındaki dağlarda oturan Türk milletinden bir kavimdir ve simaca
Moğol ile Aryâ cinslerinden mürekkeb oldukları anlaşılıyor. İçlerinde sarı
saçlı ve mavi gözlü adamlar dahi bulunuyorsa da lisan bakımından Doğu
Türkistan'ın ahalisinden farkları yoktur. Çağatay dili konuşurlar. Kendileri
çok tembel; ve zevk ve eğlenceye çok düşkündürler. Ziraat vs. işleri
kadınları tarafından yapılır. Tamamı müslüman ve sünnîdirler. |
MAD |
Yumuşak taze ot. |
MA'D |
Taze hurma. * Taze ot. * Yumuşak. * Yoğunluk, gılzat. * Gitmek. *
Çekmek. |
MADAHİK |
(Madhek. C.) Güldürücü ve komik kimseler. Soytarılar. |
MADAK |
Sıkıntı, darlık. |
MADALLE |
Yolun kaybolduğu yer. |
MADALYA |
İtl. Büyük işlerde muvaffak olanlara veya büyük fedakârlık ve
kahramanlık gösterenlere hediye ve hatıra olarak verilen ve çok defa
yuvarlak biçimde, göğüse takılacak şekilde olan kıymetli madeni parça. |
MÂ-DÂM |
Çünkü. Mâdem. Böylece olunca. Dâim ve bâki oldukça. |
MÂ-DÂM-EL MELEVAN |
Gece gündüzün devamı müddetince. |
MADARİB |
(Madrab. C.) Darbedilecek, dövülecek yerler. |
MADCA' |
Yatılan yer. * Kabir. Mezar. |
MADDE |
Zahir duygularla hissedilen, ruhâni olmayıp, ağırlığı olan, cismâni
bulunan. * Asıl, esas, cevher, mâye. * Bend, fıkra, kısım. * İlm-i Kelâmda:
His âzâmız üzerine bir takım muayyen ihtisâsât husule getiren veya
getirebilen, her şey. * Tıb: Çıbanın içinde hasıl olan yara. |
MADDE-İ ACİNİYE |
Hamur gibi yoğurulmuş cisim. |
MADDE-İ MUSAVVİRE |
Tıb: Kanın küreciklerinden başka gıda maddesinden olup, azot ve sair
maddeleri içine alan sulu cisim. Canlı hücrelerin vücudunu teşkil eden ve
içinde çoğunun çekirdek bulunan albüminli madde. Protoplazma. |
MADDE-İ ULYÂ |
Kıymetli cevher maddesi, yüksek madde. Çok kıymetli şey. |
MADDETEN |
Cismen. Madde ve cisim olarak. * İş olarak, iş ile. * Gözle görülür ve
elle tutulur şekilde. |
MADDÎ |
(Maddiye) Cismâni. Madde ile alâkalı olan. Maddeye ait. * Paraca ve
malca. * Paraya ve mala fazlaca ehemmiyet veren. * Dokunma, koklama, görme,
işitme, tatma ile hissedilip duyulan şeyler. |
MADDİYAT |
(Maddiyet. C.) Maddi ve cismâni şeyler. Gözle görülüp elle tutulur
cinsten şeyler. |
MADDİYET |
(C.: Maddiyât) Gözle görülüp elle tutulan şey. Cismâni. |
MADDİYYUN |
(Maddiyun) Maddeciler. Her şeyin esası madde olduğunu iddia edip,
ruhaniyatı inkâr eden dinsizler. Her şeyi madde ile ölçenler. Masnuât-ı
İlâhiye olan mahlukatı ve zerrelerin muntazam hareketini, tesadüf eseri gibi
kabul ve tevehhüm edip dinsizliğe yol açmağa çalışanlar.(Maddiyyun denilen
bir kısım ehl-i dalâlet, zerrattaki tahavvülât-ı muntazama içinde
Hallâkiyet-i İlâhiyyenin ve kudret-i Rabbâniyenin bir cilve-i âzamını
hissettiklerinden ve o cilvenin nereden geldiğini bilemediklerinden ve o
kudret-i Samedâniyenin cilvesinden gelen umumi kuvvetin nereden idare
edildiğini anlıyamadıklarından, madde ve kuvveti ezeli tevehhüm ederek,
zerrelere ve hareketlerine âsâr-ı İlâhiyyeyi isnad etmeye başlamışlar.
Fesübhanallah! İnsanlarda bu derece hadsiz cehalet olabilir mi ki, mekândan
münezzeh olmakla beraber herbir yerde herbir şeyin icadında herşeyi görecek,
bilecek, idare edecek bir tarzda bulunur bir vaziyetle yaptığı fiilleri ve
eserleri; câmid, kör, şuursuz, iradesiz, mizansız ve tesadüf fırtınaları
içinden çalkanan zerrâta ve harekâtına vermek, ne kadar câhilâne ve
hurafetkârâne bir fikir olduğunu, zerre kadar aklı bulunanların bilmesi
gerektir. Evet bu herifler vahdet-i mutlakadan vazgeçtikleri için, hadsiz ve
nihayetsiz bir kesret-i mutlakaya düşmüşler; yâni; bir tek İlâhı kabul
etmedikleri için, nihayetsiz İlâhları kabul etmeye mecbur oluyorlar. Yâni;
bir tek Zât-ı Akdesin hassası ve lâzım-ı zâtisi olan Ezeliyeti ve
Hâlikıyeti, bozulmuş akıllarına sığıştıramadıklarından; o hadsiz, nihayetsiz
câmid zerrelerin ezeliyetlerini, belki Uluhiyetlerini kabul etmeye
mesleklerince mecbur oluyorlar... L.) |
MADDİYUNLUK |
Maddiyunların mesleği. Maddecilik. Hiçbir müsbet delile dayanmıyan ve
sadece maddeye istinad eden ve ruhâniyatı ve mâneviyatı inkâr edenlerin
bâtıl akideleri.(Maddiyunluk, mânevi tâundur ki, beşere müthiş sıtmayı
tutturdu; gazab-ı İlâhiye çarptırdı. Telkin ve tenkid kabiliyeti tevessü'
ettikçe o tâun da tevessü' eder. M.)(Her şeyi maddede arayanların akılları
gözlerindedir, göz ise, mâneviyatta kördür. M.) |
MADE |
f. Dişi. Erkeğin zıddı. |
MA'DELE(T) |
(Ma'dilet) Adalet eylemek. Hak ile hükmeylemek. * Adalet yeri. |
MA'DELE-İ ULYÂ |
Büyük adalet yeri, yüksek adaletle herkesin muhakemesi görülen yer.
Huzur-u İlâhiyedeki adâlet. |
MA'DELETGÜSTER |
f. İnsaflı, adaletli, vicdanlı ve doğru kimse. |
MA'DELETKÂR |
f. Âdil, adaletli. |
MA'DELETPERVER |
f. Doğru, insaflı, adaletli ve vicdanlı kimse. |
MA'DEN |
Maden. * Bir haslet veya hususiyetin kaynağı. * Herşeyin aslî mekânı,
menbâ ve me'hazı olan yer. * Toprak, taş, kum gibi maddelerle karışık demir
vesairelerin vaziyetlerine de maden denir. |
MA'DENÎ |
Madenden yapılmış. * Madenle alâkalı. |
MA'DENİYAT |
Madenî oluşlar. Madenler. Madenden çıkan şeyler. Maden ilmi. |
MÂDER |
f. Ana. Çocuğu doğuran. Ümm. |
MÂDERANE |
f. Annece. Anaya yakışır surette. |
MÂDERENDER |
f. Üvey ana. |
MÂDERÎ |
f. Analık. Annelik. |
MÂDERZÂD |
f. Anadan doğma. Anadan doğduğu gibi. |
MADG |
Çiğneme. Ağızda çiğneyiş. |
MADGARE |
Mukabil iki tarafın şiddetli hücumları ile meydanda gelen savaş. |
MADHEK |
Maskara. Gülünecek şey. Soytarı. Komik. |
MADİH |
(Medh. den) Öven, medheden. |
MADİH |
Keskin. |
MA'DİL |
Sapılacak yer. Ma'dul. |
MA'DİN |
(C: Meâdin) Hak Teâlâ'nın yerde halk ettiği. * İkamet ettikleri mevzi. |
MADİYAN |
f. Dişi at. Kısrak. |
MADREB (MADRIB) |
(C.: Madarib) Darb edilecek, vurulacak yer. * Kakma, çakma yeri. |
MADREBE |
Kılıncın ağzı. |
MADRUB |
Vurulmuş. Döğülmüş. Çarpılmış. Darbolunmuş. * Damgalanmış. * Mat:
Darbedilen (çarpılan) sayı. |
MADRUBEYN |
Mat: Birbirine çarpılan iki sayıdan herbiri. |
MADRUS |
Örülerek yapılmış. Örülmüş şey. |
MA'DUD |
Hesabedilen. Sayılan. Addedilen. * Muayyen. Belli. |
MA'DUDAT |
Yumurta gibi sayı ile satılıp alınan şeyler. |
MA'DUM |
Mevcut olmayan. Yok olan. Yok. |
MA'DUM-ÜL CİSİM |
Cismi olmayan. |
MA'DUMAT |
Yok olanlar. Yokluklar. |
MA'DUMAT-I HÂRİCİYYE |
İlm-i İlâhide olup, maddi vücudu olmayan şeyler. |
MA'DUMAT-I MÜMKİNE |
Var olacağı ilm-i İlâhîde mâlum olup, henüz mevcud olmayan hâdisat. |
MA'DUMİYET |
Yokluk, ma'dumluk, yok olma. |
MA-DUN |
Aşağı. Alt. Alt derece. |
MA-FAT |
Kaybolan. Fevt olan. Elden çıkan şey. Kaybedilen. |
MA-FEVK |
Üstünü. Üstün olanı. * Bir şeyin üstü, üst tarafı. Baş. |
MA-Fİ-HA |
İçindekiler. O şeyin içinde olanlar. |
MA-Fİ-L-BAB |
Kapı içinde. Bir kitabın içindeki bölümde (babda) olan şey. |
MA-Fİ-L BAL |
Gönülde olan maksad ve meram. (Mâ-fi-z zamir de denilir.) |
MA-Fİ-L YED |
Fık: Bir terekenin taksimi yapılmadan varislerden biri veya birkaçı
ölürse, bunların terekelerinden varislerine düşen kendi mikdarları. |
MA-Fİ-Z ZAMİR |
Kalbde ve gönülde olan. |
MAFSAL |
Tıb: Vücuddaki kemiklerin ekli olan oynak yerleri. Eklem. |
MAFSAL-I MÜTEHARRİK |
Tıb: Oynar eklem. |
MAFTUR |
(Fıtrat. dan) Yaradılışta olan. Fıtratta bulunan. * Yaradılmış. |
MA'FUC |
Dübürüne vurulmuş. |
MA'FUN |
Bozulmuş ve çürümüş şey. * Kokmuş et. |
MA'FÜVV |
Suçu afvedilmiş. Bağışlanmış. * İstisnâ edilmiş, müstesnâ kılınmış,
ayrı tutulmuş. |
MAGABBE |
Akıbet, son, netice. |
MAGABIT |
İmrenilme. Gıpta edilme. |
MAGABİN |
(Magben. C.) Kasıklar, uyluk kemikleri. |
MAGAFİR |
(Miğfer. C.) Çelik başlıklar, miğferler. |
MAGAFİR |
Çirkin kokulu bir zamk. |
MAGAK |
f. Çukur. |
MAGAKÇE |
f. Küçük çukur. Çukurcuk. |
MAGALE |
şer, kötü. |
MAGALIK |
(Mağlak. C.) Kilitler, sürmeler. |
MAGALIB |
Üstün gelen, galebe eden. |
MAGAMİZ |
(Magmaz. C.) Karanlık yerler. Karanlık ve çukur yerler. |
MAGAMİZ |
Ayıplı, ayıplanmış. |
MAGANİ |
(Magni. C.) Evler, hâneler, menziller. |
MAGANİM |
(Magnem. C.) Ganimetler. Düşmandan ele geçirilen mallar. |
MAGARAT |
(Magare. C.) Mağaralar. |
MAGARE |
(C.: Magarât) Mağara. |
MAGARİB |
(Magrib. C.) Batılar, magribler, garplar. * Akşamlar. |
MAGARİM |
(Magrem. C.) Diyetler. * Ödenecek borçlar. |
MAGARİS |
(Magris. C.) Fidanlıklar, fidan bahçeleri. |
MAGAS |
(C: Emgâs) Kıymetli iyi deve. |
MAGASİL |
(Magsel ve Magsil. C.) Gusülhâneler, yıkanılacak yerler. |
MAGAVİR |
(Mugâvir. C.) Kıtal eden, harbeden, çarpışan. |
MAGAZİ |
Muharebeye âit hikâyeler. Gazâ hikâyeleri. * Savaşlar, muharebeler,
gazalar. |
MAGAZİN |
Çeşitli mevzulardan bahseden resimli mecmua. |
MAGBAT |
(C.: Magabit) Gıpta edilecek ve imrenilecek yer. |
MAGBEN |
(C.: Magabin) Uyluk kemiği. Kasık. |
MAGBUN |
(Gabn. dan) Alışverişte aldanmış olan. * Şaşkın. Şaşırmış. |
MAGBUNİYET |
Şaşkınlık. |
MAGBUT |
(C.: Magabit) İmrenilmiş, gıpta edilmiş. |
MAGD |
Kurutan otu. * Yerüç otu. |
MAGDUB |
Hiddet ve gadaba uğramış. Doğru ve hak dini tanıyamamış ve rahmetten
mahrum kalmış. Lütf-u İlâhîden mahrum olmuş. * Fık: Gasbolan mal. |
MAGDUBEN |
(Gadab. dan) Öfke ve hiddet ile. Gadap ile. |
MAGDUBUN MİNH |
Fık: Malı gasbolan kimse. |
MAGDUR |
(Mağdur) Gadre, haksızlığa uğramış ve gadir görmüş. |
MAGDURE |
Mağdur kadın. Haksızlığa uğramış ve gadir görmüş kadın veya kız. |
MAGDURİYYET |
Mağdurluk. Gadre uğramış kimsenin hali. |
MAGFELE |
Dudak altında biten kılların çevresi. |
MAGFİRET |
(Mağfiret) Cenab-ı Hakk'ın kullarının günahlarını örtmesi, affetmesi,
rahmeti ile lütfu. |
MAGFİRET-İ İLÂHİYE |
Allah'ın mağfireti, affetmesi. |
MAGFUR |
(Mağfur) Rahmetlik olmuş. Günahlarının afvı için kendine dua edilmiş
olan. Allah'ın, kendisini affı için dua edilen ölmüş kimse. |
MAGİB |
Kaybolma. |
MAGİN |
Mazaryon otu. |
MAGİZ |
İçinde ağaç bitmiş olan su birikintisi. |
MAGL |
Yürek ağrısı, kalp ağrısı. |
MAGLAK |
Kilitlenecek yer. |
MAGLATA |
Mugalata. Boş ve mânasız söz. Zihin yanıltmak için söylenen saçma sapan
söz. |
MAGLATA-İ ŞEYTANİYE |
İnsanları aldatmak ve yoldan çıkarmak için söylenen karıştırıcı sözler.
Şeytanın insan kalbine vesvese vermesi. |
MAGLATA-İ VEHMİYYE |
Vehmin, insanı yanıltmak için yanlışı doğru göstermesi. |
MAGLE |
Yılda iki kez doğuran koyun ve keçi. |
MAGLUB |
(Mağlub) Yenilmiş. Kendisine galib gelinmiş. Yenilen kimse. |
MAGLUBANE |
f. Mağlub olana yakışır surette. Yenilmiş bir kimseye uygun şekilde. |
MAGLUBİYYET |
Yenilme. Bir kuvvetlinin idaresi altında bulunuş. |
MAGLUK |
Kapalı. Kilitli. |
MAGLUL |
Susuz kalmış. Su sıkıntısında bulunan. * Eli bağlı. Zincirle bağlanmış
kimse. * Hapsedilmiş olan. |
MAGLUL-ÜL YED |
Eli bağlı. |
MAGMA |
yun. Jeo: Yanardağlardan çıkan hamur kıvamındaki yoğun madde. |
MAGMAG |
Boğaz düdüğü. * Yemeği yağlı yapmak. |
MAGMAGA |
Karışmak, ihtilat. |
MAGMAS |
(C: Megâmıs) Çok fazla çukur olan yer. |
MAGMUM |
Gamlı. Kederli. Tasalı. Sıkıntılı. * Bulutlu. Kapalı. |
MAGMUMÂNE |
Kederlice. Gamlı olarak. * Mübhem olarak. |
MAGMUMİYET |
Kederli, gamlı olma. * Hava bulutlu ve kapalı olma. |
MAGMUR |
Şöhretsiz. Adı sanı silinmiş olan. * Harap. Yıkık. |
MAGMURİYET |
Mağmurluk, viranlık, haraplık. * Adı sanı kaybolmuş. |
MAGMUZ |
Kabâhatli, suçlu. |
MAGN |
(C: Megân) Menzil. |
MAGNA |
Durmak. |
MAGNATIS |
Mıknatıs. |
MAGNEM |
(C.: Maganim) Ganimet. Harpte düşmandan ele geçirilen mal. |
MAGNETİK |
yun. (Manyetik) Mıknatıs gibi çekici kuvveti olan. |
MAGRE |
(C: Migrât) Aşı dedikleri kırmızı balçık. |
MAGREFE |
Geniş yer. |
MAGREM |
Bir şeye çok düşkün, haris kimse. Tutkun. Aşık. * Borçlu. * Zarar,
ziyan. * Cürüm, cinayet. |
MAGRES |
Fidan bahçesi. Fidanlık. |
MAGRİB |
(Mağrib) Batı taraf. Garb. Güneşin battığı cihet. Akşam vakti.
Afrikanın şimâl tarafı. Türkiye'ye nisbetle garbda bulunan Fas, Tunus,
Cezayir ve İspanya tarafı. |
MAGRUK |
Gark olmuş. Suda batmış olan. |
MAGRUKÎN |
(Mağruk. C.) Suda Boğulanlar. |
MAGRUR |
(Mağrur) Gururlu. Boş bir şeye güvenen. Fâni ve faydasız şeylere
güvenip kendini aldatan. Mütekebbir. Kibirli kimse. Müteazzım. |
MAGRURANE |
f. Gururlanarak. Kendini beğenircesine. Kibirlenerek. Güvenilmesi boş
olan şeye güvenip kendini aldatırcasına. (Sen ey mağrur nefsim! Üzüm ağacına
benzersin, fahirlenme; salkımları o ağaç kendi takmamış, başkası onları ona
takmış. S.) |
MAGRUREN |
Gururlanarak. Güvenerek, itimad ederek. * Aldanarak. |
MAGRURİYET |
Gururluluk, kibirlilik. * Bir şeye itimad edip, güvenip aldanma. *
Kibirlenme, gurulanma, övünme, tefahhur, tekebbür. |
MAGRUS(E) |
(Gars. dan) Toprağa dikilmiş. |
MAGRUZ |
Taze. Bayatlamamış ve bozulmamış. |
MAGS |
Bağırsak ağrısı. |
MAGSEL |
(C.: Magasil) (Gasl. den) Gusülhâne. Ölü yıkanan yer. |
MAGSUB(E) |
(Gasb. dan) Zorla ve cebren alınmış. Gasbolunmuş. |
MAGSUL |
Gaslolmuş. Yıkanmış. Gusletmiş. |
MAGŞİ |
(Gaşy. den) Baygın. Gaşyolmuş. Kendinden geçmiş. |
MAGŞİYANE |
f. Bayılmış gibi,
baygıncasına. |
MAGŞİYY |
Aklı gitmiş hayran kimse. |
MAGŞİYYEN |
Bayılmış olarak, baygın bir halde. |
MAGŞİYYÜN ALEYH |
Bayılmış, baygın. |
MAGŞUŞ |
Katışık. Karışık. Saf olmayan. |
MAGŞUŞE |
Gümüş ve bakır karışığı akçe. |
MAGŞUŞİYYET |
Halis ve saf olmayış. Karışıklık. |
MAGT |
Çekmek. |
MAGTUS |
Su, gaz veya hava gibi şeylerin içine batırılmış. |
MAGTUŞ |
Karanlık yer. |
MAGUSE |
Medet gelmek, yardım gelmek. |
MAGV |
Kedi miyavlaması. |
MAGZ |
Beyin. * Öz. İç. Lüb. İlik. * Dimağ. |
MAGZA |
Maksad, gaye, meram, istek, arzu. * (C.: Magazi) Harb hikâyeleri.
Muharebe ve gazaya ait hikayeler. * Savaş, muharebe, gaza, harb. |
MAGZAB |
Gazap edecek yer. |
MAGZEBE |
Hiddetlenme, öfkelenme, kızma. * Hiddet ve gazabı icâb ettiren şey. |
MAGZUB |
(Bak: Magdub) |
MAH |
Mahveden. * Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) bazı kitablarda geçen bir
ismidir. Nübüvvet ve risaletinin nuru, küfür karanlıklarını mahvettiğinden
bu isim verilmiştir. |
MAH |
(Meh) f. Senenin onikide birisi. Yirmisekiz, yirmidokuz, otuz veya
otuzbir günlük zaman. * Gökteki ay. Kamer. |
MAH-İ TÂBÂN |
(Meh-i tâbân) Parlayan ay. Parlak ay. |
MAHABİB |
(Mahbub. C.) Sevilen ve muhabbet edilenler. Mahbublar. |
MAHABİR |
(Mahber. C.) Mürekkep hokkaları. |
MAHABİS |
(Mahbes. C.) Ceza evleri, zindanlar. Hapishaneler. |
MAHABİS |
(Mahbus. C.) Hapsedilmişler, mahbuslar. Bir yere kapatılmış olanlar. |
MAHABİZ |
(Mahbeze. C.) Ekmekçi fırınları. |
MAHACİR |
(Mahcer. C.) Göz çukurları. |
MAHACCE |
Geniş yol. |
MAHADİM |
(Mahdum. C.) Mahdumlar, oğullar. |
MAHAFET |
Korku. Korkmak. |
MAHAFETULLAH |
Allah korkusu. |
MAHAFFE |
Mahfe. Deve veya katır üzerine konan ve içinde iki kişi oturabilecek
yeri olan kapalı mahmil. |
MAHAFİL |
(Mahfil. C.) Mahfiller. * Toplantı yerleri. Oturulup görüşülecek
yerler. * Büyük câmilerde eskiden hükümdarlara veya müezzinlere ayrılmış ve
etrafı parmaklıklarla çevrilmiş olan yerler. |
MAHAFİR |
(Mihfer. C.) Beller, kazmalar. |
MAHAK |
Her arabî ayın son üç gecesi. |
MAHAKİM |
Mahkemeler. |
MAHAKİM-İ ADLİYE |
Adliye mahkemeleri. |
MAHAKİM-İ ASKERİYE |
Askerî mahkemeler. |
MAHAKİM-İ ŞER'İYE |
şer'î mahkemeler. şeriat mahkemeleri. |
MAHAKK |
Mehenk. Ayar taşı. |
MA-HALA |
(Bir istisnâ edatıdır) Mâadâ mânasına gelir, kendinden sonraki kelimeyi
nasb eder. $ (Allah'tan başka herşey fânidir) cümlesinde olduğu gibi. |
MA-HALAKALLAH |
Allah'ın (C.C.) yarattığı ve halkettiği her şey. * Kalabalık, izdiham. |
MAHALE |
Çare, tedbir. * Hile. |
MAHALİB |
(Mahleb. C.) Yırtıcı hayvanların tırnakları, çengelli pençeleri. |
MAHALL |
Yer. Mekân. Cây. |
MAHALL-İ SADAKA |
Sadaka olarak verilen mal veya parayı şer'an almağa ehil olan kimse. |
MAHALL-İ TEVARÜD |
Vâsıl olunan yer. * Birisine yetişilen mahal. |
MAHÂLL |
(Mahall. C.) Yerler. Mekânlar. |
MAHALLE |
(C.: Mahallât) Şehir ve kasabaların bölündüğü parçalardan herbiri. |
MAHALLETAN |
Çömlek ve değirmen. |
MAHALLÎ |
Bir yere mahsus. Yerli. |
MAHAMİD |
(Mahmedet. C.) İyi ve güzel huylar. İyi hasletler. * Şükürler, senâlar,
medihler. Şükür edilmeğe değer davranışlar. |
MAHAMİL |
Deve üzerine konan oturulacak sepetler. Mahmiller. * Kılınç bağ
askıları. * İhtimâller. |
MAHANE |
f. Aylık maaş. |
MAHARET |
(Bak: Mehâret) |
MAHARİB |
(Mihrâb. C.) Mihrâblar. |
MAHARİC |
Çıkacak yerler. Huruc edecek yerler. |
MAHARİC-İ HURUF |
Gr: Ağızda harflerin çıktığı yerler. |
MAHARİM |
(Mahrem. C.) Mahrem olanlar. Haram olan şeyler. |
MAHARİT |
(Mahrut. C.) Mahruti şekilller. Koniler. |
MAHAS |
Udul etmek, dönmek. |
MÂHASAL |
Hâsıl olan, meydana gelen. * Netice, sonuç. |
MÂHASAL-I ÖMR |
Evlât. Çocuk. * Hayat boyunca çalışılarak vücuda getirilen eser veya
elde edilen şey. |
MAHASİN |
(Mehâsin) İyilikler. İyi ahlâklar. * İnsanın vücudunda hüsün ve cemal
yerleri. * Güzel tavırlar. * İnsanın yüzüne güzellik veren bıyık ve
sakal.(İşte şu kâinat hadsiz mehasin-i maddiyesiyle bir ma'nevî ve ilmî
mehasinin tereşşuhâtıdır. Ve o ilmî ve ma'nevî mehasin ve kemalât, elbette
hadsiz bir sermedî hüsn ü cemalin ve kemalin cilveleridir. S.) |
MAHASİN-İ AHLÂK |
Ahlâk ve huy güzelliği. |
MAHAŞŞE |
Kıç, dübür, makad. |
MAHATİM |
(Mahtum. C.) Bağlanmış ve kilitlenmiş şeyler. * Mühürlenmiş şeyler. |
MAHATT |
Konak, menzil. Yolculuk esnâsında inilip durulacak yer. |
MAHATTA |
İstasyon. |
MAHAVİF |
(Mahuf. C.) Tehlikeli ve korkulu yerler. |
MAHAVİR |
(Mihver. C.) Mihverler, eksenler. |
MAHAYİL |
Alâmet, işaret. * (Mahile. C.) Hayâl eserleri. |
MAHAZ |
Su akacak yer. * Tıb: Doğum ağrısı. Doğum esnalarında gelen sancı. |
MÂHÂZÂ |
Bu nedir? * Bu değil. |
MÂHÂZÂ KELÂM-ÜL-BEŞER |
Bu, insan sözü, beşer kelâmı değildir. |
MÂHAZAR |
Daha evvelden hazır olan. Hazır olarak ne varsa. |
MAHAZIR |
(Mahzar. C.) Mahzarlar, mürâcaatlar. Umumi istidatlar. |
MAHAZİ |
Rezalet ve kepazelik sebebi olan kötü huylar. |
MAHAZİL |
(Mahzul. C.) Rezil ve kepaze olmuş kimseler. |
MAHAZİN |
(Mahzen. C.) Mahzenler, sığınaklar, bodrumlar. |
MAHAZİR |
(Mahzur. C.) Korkulacak ve sakınılacak şeyler. Maniler, engeller. |
MAHAZZ |
Kat'edecek, kesecek yer. |
MAHBA |
(C: Mehâbi) Elbise saklayacak mevzi. Kiler. |
MAHBEL |
Hayvanın gebelik zamanı. |
MAH BE MAH |
Aydan aya. |
MAHBER |
(Mahbere) Mürekkep hokkası. Divit. |
MAHBES |
Hapishane. Hapsedilen yer. Cezaevi. |
MAHBEZ |
(C.: Mahâbiz) Ekmekçi dükkânı. Ekmekçi fırını. |
MAHBUB |
Muhabbet edilen. Sevilen. |
MAHBUB-U HÜDÂ |
Allah'ın
sevgilisi. Hz. Muhammed Mustafa (A.S.M.) |
MAHBUB-U LİGAYRİHÎ |
Faydalarından veya başkası sebebi ile sevilen. Dolayısı ile sevilen. |
MAHBUBAT |
Sevilenler. Sevgililer. |
MAHBUBE |
(Hubb. dan) Sevilmiş veya sevilen kadın. Muhabbet edilen kadın veya
kız. * Vaktiyle çok kıymetli ve pahalı olan lâle cinsinden bir çiçek. |
MAHBUBETÜN Lİ-ZÂTİHÂ |
Zâtı için sevilen. Kendi zâtında sevgili olan. |
MAHBUBİYYET |
Sevilen olmak. Mahbub olmaklık. Sevilecek hâlde bulunuş. (Cenab-ı
Hakk'ın kullarını her çeşit nimetler ile besleyip yetiştirmesi ve
ihtiyaçlarına cevap vermesi; onları sevdiğini ve mahbubiyyetini gösteriyor.) |
MAHBUK |
Katı, şiddetli, şedid. |
MAHBUN |
Kıtlık için saklanan şey. * Edb: İkinci harfi düşürülmüş vezin. |
MAHBUS |
Hapsedilmiş olan. |
MAHBUSHANE |
f. Cezaevi, hapishâne, zindan. |
MAHBUSÎN |
(Mahbus. C.) Hapsolunmuş kimseler. Bir yere kapatılmış olanlar. |
MAHBUSİYET |
Hapislik, mahbusluk. Hapis kalınan müddet. |
MAHC |
Soymak. * Yontmak. |
MAHC |
Cima etmek. * Kovayı azıcık çekip yine dolsun diye suya vurmak. |
MAHCAH |
Lâyık olacak mevzi. |
MAHCER |
Ev, hane. Hususi yer. * Göz çukuru. |
MAHCİR |
(C: Mehâcir) Göz çukuru. * Gözün çevre yanı. Yüzde perde varken gözden
ve etrafından görünen yerler. * Bahçe. |
MAHCUB |
Utanan. Utangaç. * Perdeli, örtülü. Kapalı. * A'ma. * Yaşmak veya perde
ile mestur olan. |
MAHCUBÂNE |
f. Utanarak, utanmış bir hâlde. Sıkılganlıkla. |
MAHCUBE |
Namuslu ve utangaç kadın veya kız. Sıkılgan kadın. * Kapı ardına
konulan ağaç. |
MAHCUBİYET |
Utangaçlık, sıkılganlık, mahcubluk. |
MAHCUC |
Kasdolunmuş olan. * Çok gidilip gelinen. * Delil ve bürhanla isbat
edilmiş olan. * Mekke-i Mükerreme'nin bir adı. * Kendi yerine hacca gidilmiş
olan. |
MAHCUCUN ANH |
(Bak: İhcac) |
MAHCUR |
(Hacr. den) Huk: Hacir altına alınmış, malını kullanmaktan men'
edilmiş, hacredilmiş. |
MAHCUZ |
(Hacz. den) Huk: Hacz edilmiş. Mahkeme kararıyla rehin altına alınmış. |
MAHÇE |
f. Minare, kubbe, sancak gibi şeylerin başına konulan hilâl. |
MAHÇEHRE |
f. Ay yüzlü. (Aslı: Mâhçihre'dir.) |
MAHDEM |
Baldırın köstek takacak yeri. |
MAHDU' |
Hileye aldanmış olan. Kandırılmış kimse. * Boyun damarı kesilmiş kişi. |
MAHDUD |
Sınırlanmış, çevrilmiş. Az sayılı. Hududlanmış. |
MAHDUDİYET |
Sınırlılık. Darlık. |
MAHDUD |
Dikeni kesilmiş ağaç. |
MAHDUD |
Tesviye edilmiş. Silinmiş, düzgün. * Meyvesi çok olup da dalları
eğilmiş. |
MAHDUM |
Oğul. Evlâd. * Kendisine hizmet olunan. Efendi. |
MAHDUMİYET |
Mahdumluk, oğulluk, evlâtlık. * Efendilik. |
MAHDURE |
Örtülü ve kapalı kadın veya kız. |
MAHDUŞ |
Vesveselendirilmiş, kuşkulandırılmış. * Tırmalanmış. |
MAHE |
f. Matkap, burgu. |
MA'HED |
(C.: Maâhid) Sözleşilen ve antlaşma yapılan yer. Buluşma yeri. |
MAHFAS |
Yuva. |
MAHFAZA |
(Hıfz. dan) Küçük kutu, kap. Zarf. |
MAHFED |
(C: Mehâfid) İkamet yeri. Oturulan yer. * Bir renk cinsi. |
MAHFEL |
(C: Mehâfil) Dernek yeri. |
MAHFÎ |
Gizli, saklı. |
MAHFİL |
(C.: Mahâfil) Toplanılacak yer. Toplantı ve görüşme yeri. * Büyük
câmilerde eskiden pâdişahlara veya müezzinlere ayrılmış olan etrâfı
parmaklıklarla çevrilmiş yüksekçe yer. |
MAHFİYYEN |
Gizlice. Gizli ve saklı olarak. |
MAHFUF |
Zarar gelmesin diye etrafı çevrili, kuşatılmış. |
MAHFUK |
Hafakanlı, ikide bir yüreği oynıyan. |
MAHFUR |
Kazılmış toprak. Hafriyat olunmuş. |
MAHFUZ |
Alçalmış veya alçatılmış. |
MAHFUZ |
(Hıfz. dan) Hıfzolunmuş, saklanılmış. * Ezberlenmiş. Hafızaya alınmış.
* Korunup gözetilmiş. * Gizlenmiş, saklanmış. |
MAHFUZAT |
(Mahfuz. C.) Mahfuz olunmuş, gizlenilmiş şeyler. * Hıfzedilip
ezberlenmiş şeyler. |
MAHFUZEN |
Polis veya jandarma gibi resmi bir muhafaza altında olarak. |
MAHFUZ LİMAN |
Bütün rüzgarlara kapalı olan ve her türlü hâllerde emniyet ile
barınmağa müsâit bulunan limanlar. |
MAHH |
Yumurtanın akı. |
MAHICİYY |
Palan vurdukları at. |
MAHIK |
(Mahk. dan) Yok eden. Silen. Ortadan kaldıran. |
MAHIZ |
(C: Muhaz) Ağrısı tutmuş hâmile kadın. |
MAHİ |
f. Balık. Semek. |
MAHİ |
(Mahv. den) Yok eden, mahveden, perişan eden. |
MAHİ-İ EMRAZ |
Hastalıkları yok eden. |
MAHİC |
Sâfi, saf, katıksız. |
MAHİDAN |
f. Balık havuzu. |
MAHİFÜRUŞ |
f. Balık satan. Balıkçı. |
MAHİGİR |
f. Balık tutan. Balık yakalayan. Balık avlayan. |
MAHİHAR |
f. Balık yiyen. Balık avlayan, balıkçıl. |
MAHİLE |
(C.: Mahâyil) Düşünmeğe sebebiyet veren işaret, alâmet. |
MAHİN |
(C.: Mihne-Mihan) Hizmetkâr. |
MAHİR |
Becerikli, hünerli, san'atkâr. |
MAHİRANE |
f. Ustaca, ustalıkla, maharetle. |
MAHÎS |
Kaçacak yer. Kaçamak. * Kurtulmak. |
MAHİYAN |
(Mâh. C.) Aylar. * (Mâhî. C.) Balıklar, semekler. |
MAHİYANE |
f. Ay hesabıyla verilen ücret. Aylık. |
MAHİYAT |
Mahiyetler. Esaslar. Hakikatlar. İç yüzleri. |
MA-HİYE |
O şey ki. |
MAHİYET |
Bir şeyin içyüzü, aslı, esası. Bir şeyin neden ibâret olduğu, künhü,
esası, hakikatı. (Mâhiyet, hakikatten daha umumidir. Hakikat, mevcudatta,
mahiyet ise, hem mevcudat hem ma'dumatta müstameldir.) (L.N.)(İnsanın
kıymetini tayin eden, mahiyetidir. Mahiyetin değeri ise, himmeti
nisbetindedir. Himmet ise, hedef ittihaz ettiği maksadın derece-i
ehemmiyetine bakar. İ.İ.) |
MAHİYET-İ CÂMİA |
Çok vasıfları içinde toplayan mahiyet. (Bak: Himmet) |
MAHİYYE |
Aylık. |
MAHÎZ |
Hayız hali zamanı. (Bak: Hayız) |
MAHÎZA |
(C: Mehâyız) Hayız bezi. |
MAHK |
Gidermek. * İptal etmek, saymamak. * Eksik, noksan. |
MAHK |
İnat etmek. * Birbirini tutup çekmek. |
MAHKEDE |
İkamet mevzii, oturulan yer. |
MAHKEME |
(Hüküm. den) Dâvaların görülüp hükme, karara bağlandığı yer. İcra-yı
adalet için çalışan resmî daire. |
MAHKEME-İ EVKAF |
İkinci meşrutiyetin ilânından sonra evkaf müfettişliği dairesine
verilen ad. |
MAHKEME-İ KÜBRA |
Öldükten sonra, âhiretteki ve Allah (C.C.) huzurundaki mahkeme. Bütün
insanların muhakemesinin huzur-u İlâhiyede yapılacağı yer. |
MAHKEME-İ NİZAMİYE |
Adliye mahkemeleri. Temyiz mahkemeleri ile hukuk ve ceza mahkemeleri. |
MAHKEME-İ ŞER'İYYE |
şeriat mahkemesi. şeriat hükümlerine göre dâvalara bakan mahkeme. |
MAHKEME-İ TEMYİZ |
Adliye mahkemelerince verilen karar ve hükümlerin son inceleme ve
tahkik mercii olan yüksek mahkeme. |
MAHKEME-İ UZMA |
Büyük mahkeme. Mahkeme-i Kübra. |
MAHKÎ |
Hikâye olunmuş. Anlatılmış. Rivayet olunmuş olan. |
MAHKİYYUN ANH |
Kendisinden bahsedilen, kendisinden anlatılan. |
MAHKUD |
Hased edilen, hased olunan. |
MAHKUK |
Hakkedilmiş. Sert bir şey üzerine sert kalemle kazılarak yazılmış. |
MAHKÛM |
Aleyhinde hüküm verilmiş olan. Dâvayı kaybedip cezalanan. * Birisinin
hükmü altında bulunan. * Zorunda ve mecburiyetinde olma. Katlanma. |
MAHKÛMUN-ALEYH |
Kendi aleyhinde hüküm verilmiş olan. |
MAHKÛMUN-BİH |
Kendisi hakkında hüküm verilmiş olan. |
MAHKÛMUN-LEH |
Dâvayı kazanmış olan. Lehine hükmolunan. |
MAHKUN |
Suçsuz, masum. |
MAHKUN-UD-DEM |
Fık: Katli lâzım olmayan kimse. |
MAHKUR |
(Bak: Muhakkar) |
MAHL |
Kıtlık, kaht. |
MAHLAS |
Nâm. Lâkab. Bazı muharrirlerde olduğu gibi, isme ilâve edilen başka bir
isim. * Halâs olacak, kurtulacak yer. |
MAHLASNAME |
şiir söylemeye yeni başlayan bir şâire, usta şâir tarafından mahlas
verildiğine dair yazılan manzume. |
MAHLEB |
Bal. * Süt sağacak kap. * Bir cins ot. |
MAHLEB |
(C: Mahâlib) Kedi, arslan gibi hayvanların pençesi. |
MAHLECE |
(C: Mehâlic) Hallaçların yün ve pamuk attıkları yer. |
MAHLEFE |
Söğütlük. |
MAHLU |
Hal' edilmiş. Tahtından indirilmiş padişah. * Reddedilmiş olan. |
MAHLUB |
Sağılmış hayvan. |
MAHLUC |
(Pamuk gibi) Atılmış, hallaçlanmış. |
MAHLUCE |
Rey ve fikri doğru olmak. |
MAHLUF |
Yemin etme, and içme, kasem etme. |
MAHLUF-ÜN ALEYH |
Hakkında yemin edilen husus. |
MAHLUK |
Traş olmuş. |
MAHLUK |
Yaratılmış. Yoktan var edilmiş olan. |
MAHLUKA |
Başkasının olup da benimsenen manzum parça. |
MAHLUKAT |
(Mahluk. C.) Yaratılmışlar. Mahluklar. Allah'ın yarattığı şeyler.(Şu
mahlukat, İzn-i İlâhi ile, zaman nehrinde mütemadiyen akıyor. Alem-i gaybdan
gönderiliyor, âlem-i şehadette vücud-u zâhiri giydiriliyor. Sonra âlem-i
gayba muntazaman yağıyor. İniyor. M.) |
MAHLUL |
Çözülmüş, dağılmış. Hallolmuş, erimiş. * Murisi ölen sahipsiz mal.
Mirasçısı bulunmayıp hükümete kalan miras. |
MAHLUL-U MUFASSAL |
Tapu usulüne ait bir tâbir olup, köyler ve mezarlar tımarıydı. Berat
ile verilirdi. |
MAHLUL-U SIRF |
Fık: Hakk-ı intikal ve hakk-ı tapu sahibi bırakmaksızın mutasarrıfının
vefatiyle mahlul kalan arazi. |
MAHLUL |
Delinmiş. * Öbür tarafına işlenmiş olan şey. |
MAHLULAT |
Mirasçısı olmadığı için evkâfa veya hükümete kalan miraslar. |
MAHLULİYET |
Mahlul olma hali, mahlulluk. |
MAHLUT |
(Halt. dan) Karıştırılmış. Katılmış. Karışık. |
MAHLUTA |
Bulgurla karışık mercimek çorbası. |
MAHMASA |
Azlık. * Açlıktan zayıf düşme. |
MAHMEL |
Üzerine yük konulan şey. |
MAHMİ |
Korunan, himaye gören. Hıfzolan. |
MAHMİDET |
(C.: Mahâmid) Övme, senâ etme, medhetme. |
MAHMİDETSÂZ |
f. Senâ ve medheden. |
MAHMİL |
Harameyne hacı kafilesi ile birlikte gönderilen hediyeler. * Deve
üzerine konulan sepet. Mahfe. Sürre. * Bir ibareye hamledilen mâna
ihtimâllerinden her birisi. |
MAHMİL-İ ŞERİF |
Mekke ve Medine'ye, sürre namiyle gönderilen hediye ve paraların
yüklendiği vasıta. |
MAHMİYE |
(Himâye. den) Bir şeyi koruma, muhafaza ve himâye etme. * (Muhâfazalı)
büyük şehir. |
MAHMUD |
Medh olmaya müstehak, medhe lâyık. Öğülmüş, medh ü senâ olunmuş. *
Peygamberimizin isimlerindendir. * Tar: Ebrehe'nin Kâbeyi yıkmak için
getirdiği filin adı. |
MAHMUD-U BİL-ITLAK |
Her cihetle ve bütün hallerde medhe ve hamde elyak olan Cenab-ı
Hak.(Hiç mümkün müdür ki: Bir baharı halk edemiyen ve bütün meyveleri icad
edemiyen ve yeryüzünde sikkeleri bir olan bütün elmaları inşa edemeyen;
onların bir misal-i musaggarı olan bir elmayı halk edip o elmayı ni'met
olarak birisine yedirsin, şükrünü kazansın, Mahmud-u Bilıtlak'a hamd
noktasında iştirak etsin. Hâşâ! M.) |
MAHMUD-ÜL HİSÂL |
İyi ahlâk sahibi. |
MAHMUD-ÜŞ ŞİYEM |
Medhedilecek huylara sâhib olan. Beğenilen ve takdir edilen hasletler
kendinde bulunan. |
MAHMUDİYE |
Sultan 2. Mahmud adına yapılan ve kalyon büyüklüğünde olan eski bir
harp gemisi. * Sultan 1. Mahmud zamanında basılan 23 ayar altın. * Sultan 2.
Mahmud zamanında basılan ve yirmibeş gümüş kuruş değerinde olan ince altın
sikke. |
MAHMUL |
Yüklenilmiş. Hamlolunmuş. Bir şey arkasına yüklenmiş olan. Üzerine
alınmış. * Gr: Bir cümlede fâile yükletilen işi, oluşu veya hâli gösteren
fiil. * Man: Müsned, haber. "İnsan nâtık" cümlesinde "İnsan" mevzu, "nâtık"
mahmuldur. |
MAHMULE |
Yük. Hamule. |
MAHMULEN |
Mahmul olarak, yüklü olarak. |
MAHMUM |
Hummaya, sıtmaya tutulmuş. Sıtmalı olan. Ateşli olan. Mecnun. Saçma
sapan konuşan. |
MAHMUMANE |
f. Sayıklarcasına, sayıklıyarak. * Ateşler içinde, ateşli olarak. |
MAHMUR |
(Hamr. dan) Sarhoşluğun verdiği sersemlik. * Uyku basmış ağırlaşmış
göz. Baygın göz. |
MAHMURANE |
f. Baygın bir şekilde. Mahmurcasına. |
MAHMUZ |
Oksitlenmiş, hamızlanmış. |
MAHMUZ |
(Mihmaz. dan) Binilen hayvanın sür'atini arttırmak maksadıyla dürtme
için potin yahut çizmenin ökçesine takılan demirden yapılmış âlet. *
Kovanların çerçevelerine peteği tesbit etmek için kullanılan mâden
tekerlekçik. * Bir yapıyı veya duvarı, dıştan beslemek için kullanılan
destek, payanda. * Bir köprünün ayaklarının uç kısmında çıkıntı yapan taş
kütlesi. * Düşman gemisinin bordasına girmek ve onu batırmak için bazı eski
harp gemilerinin ön tarafında bulunan, ileriye doğru uzanmış takviyeli
kısım. |
MAHN |
Kuyudan su çıkarmak. * İmtihan etmek. * Bahşiş vermek. * Vurmak. |
MAHN |
Cima etmek. * Ağlamak. * Kuyudan su çekmek. * Uzun boylu adam. |
MAHNAK |
Boğazın boğacak yeri. |
MAHNİYE |
(C: Mehâni) Derenin dar ve kısık yeri. |
MAHNUK |
Boğulmuş. Boğazı sıkılmış. Boğuk. |
MAHNUKAN |
Boğazı sıkılarak, boğulmuş olarak. |
MAHNUN |
Sar'alı. Cin taifesi dokunmuş hasta. Mecnun. |
MAHPARE |
f. Pek güzel kimse. * Ay parçası. |
MAHPERVER |
f. Mehtaplı. |
MAHPEYKER |
(Bak: Mehpeyker) |
MAHR (MUHUR) |
(C: Mevâhır) Yarmak. * Yükseltmek. * Rüzgârın çıkardığı gürültü. |
MAHRA |
Değerli ve itibarlı insan. * Uygun, münâsib ve elverişli şey. |
MAHRAB |
(C: Mehârib) Cenk edecek, dövüşülecek yer. |
MAHREC |
Çıkacak yer. * Ses ve harflerin ağızdan çıktıkları yer. * Mat: Bayağı
kesirde çizginin altındaki sayı. (Payda) * Hususi bir meslek için adam
yetiştirmeğe mahsus mekteb ve dâire. (Meselâ: Mekteb-i fünun-u harbiye zâbit
mahrecidir.) * Tarik-i ilmiyede büyük bir pâyeye vesile-i irtika addolunan
bir rütbe. * Mevleviyet. * Dahilde çıkarılan mahsulât ve emtianın sarfı için
hariç memlekette bulunan mahal. |
MAHREF |
Bostan. Hurmalık. * Yemiş sepeti. |
MAHREFE |
Yol. |
MAHREK |
(Mahrak) Yakılacak yer. Bir şeyin yandığı yer. |
MAHREK |
Koz: Bir gezegenin bir devrede üzerinden gittiği farzedilen dâirevi
hat, hareket yeri. Mermi yolu. |
MAHREK-İ SENEVÎ |
Bir seyyarenin, bağlı olduğu kürenin etrafında dönmesiyle hâsıl olan
farazî daire. |
MAHREM |
Gizli. * Dince ve şer'an müsaade olunmayan. * Birisinin hususi
hâllerine ait gizli sır. * Nikâh düşmeyen, evlenilmesi haram olan yakın
akraba. (Baba, dede, anne, nine, erkek ve kızkardeş, amca, dayı, hala ve
teyzeler arasında bir neseb yakınlığı, bir ebedî mahremiyet vardır. Bunlar
arasında nikâh asla caiz değildir.) * Çok samimi ve içli-dışlı olan kimse. |
MAHREM-İ ESRAR |
Gizli sırlara vakıf olan çok yakın kimse. Gizli sır söyleyen kimse. |
MAHREM |
İki dağ arasındaki yol. |
MAHREMAN |
(Mahrem. C.) Sırlar. Gizli şeyler. Esrar. * Sırdaşlar. |
MAHREMANE |
f. Gizli ve saklı olarak. Mahrem bir tarzda. |
MAHREMİYYET |
Gizlilik. Mahrem olma hali. |
MAHRU |
(C.: Mâhruyân) f. Ay yüzlü. Yüzü ay gibi parlak olan. Güzel. |
MAHRUB |
Mahrum edilmiş. Elinden varı yoğu alınmış. Bomboş bırakılmış. |
MAHRUB |
Harabedilmiş, dağıtılmış. |
MAHRUF |
Toplanılmış devşirilmiş meyve. |
MAHRUK |
Yanan. Yanmış. |
MAHRUK-UL FUAD |
Yüreği yanık. |
MAHRUKAT |
Yakılacak madde. Yanan şeyler. |
MAHRUKAT-I MÂYİA |
Akaryakıt. |
MAHRUM |
Maddi veya manevi nimetlerden uzak kalmak. * Malı bereket bulmaz olan
bedbaht. Felâhtan nasibsiz olan. * İffetinden dolayı zengin zannedildiğinden
sadakadan mahrum olan. |
MAHRUMANE |
Mahrumcasına. Bahtsız ve nasipsizcesine. |
MAHRUMİYYET |
Elde edemeyiş. Yokluk. Mahrumluk. İstediğini elde edememe. |
MAHRUR |
Hararetli. Ateşli. İçi hararetli olan. |
MAHRURÂNE |
f. Ateşli ateşli. Hararetli bir surette. |
MAHRUS |
Himâye edilen. Korunan. Gözetilen. |
MAHRUS |
Hırsla istenilmiş. |
MAHRUSA |
Büyük şehir. |
MAHRUT |
Geo: Tabanı daire olup, yan kenarları bir noktada birleşen geometrik
şekil, koni. |
MAHRUTÎ |
Mahrut şeklinde olan. Altı daire ve üstü sivrilerek bir noktada
birleşen, huni şeklinde olan. Konik. |
MAHRUTİYYET |
Mahrutilik, konik olma hâli. |
MAHRUT |
Kasnı denilen zamkın ağacı. |
MAHRUYAN |
f. Güzeller, ay yüzlüler. * Mc: Veliler. Allah'a itaatten ayrılmayan
manevî güzellik sâhibi kimseler. |
MAHRUZ |
Kepâze, rezil, rüsvay, aşağılık, âdi. İtibarsız. |
MAHS |
Hayaları çıkarılmış. İğdiş edilmiş. |
MAHS |
Hâlis olmak, saf ve katışıksız olmak. |
MAHSAD |
Ekini biçilmiş yer. |
MAHSEBE |
şüphe etme, şüphelenme, sanma. |
MAHSER |
Huy, tabiat. |
MAHSUB |
Sayılmış. Hesaplanmış. Hesabına kaydedilmiş. * Bir zata mensub kabul
edilen. |
MAHSUBÂT |
(Mahsub. C.) Hesab edilmiş olanlar. Hesaba dahil edilmişler. |
MAHSUBEN |
Hesaplanarak. Hesaplı olarak. Hesabına kaydedilerek. |
MAHSUBİYET |
Mahsubluk, mensubluk. |
MAHSUB |
Kızamık çıkarmış kişi. |
MAHSUD |
Kendine hased edilen. Kıskanılan kimse. |
MAHSUD |
Biçilmiş ekin. * Ekini biçilmiş tarla. |
MAHSUF |
Husufa uğramış. Gölgelenmiş. Perdelenmiş. |
MAHSUL |
Husul bulan. Hâsıl olan. * Elde edilen şeyler. * Toprak ve hayvanlardan
elde edilen şey. |
MAHSULÂT |
(Mahsul. C.) Mahsuller. Hâsılat. Tarladan, bahçeden veya hayvanlardan
elde edilen gıda maddeleri. |
MAHSULÂT-I ARZİYE |
Toprak mahsulleri. |
MAHSULÂT-I SINÂİYE |
Endüstri mahsulleri. |
MAHSULDAR |
f. Verimli, bereketli. Mahsul veren. |
MAHSUN |
İstihkâmlı. Kuvvetlendirilmiş. Sarp, sağlam ve metin kılınmış. |
MAHSUR |
Fersiz göz. Yorulmuş, uzun uzadıya bakmaktan donuklaşmış ve göremez
olmuş göz. |
MAHSUR |
Etrafı çevrilmiş. Muhasara altına alınmış. Hasrolunmuş. Hududlanmış.
Kuşatılmış. |
MAHSUS |
Duyulmuş. Hissedilmiş. Derk olunmuş. Duyulan. * Aşikâr, belli, zâhir,
meydanda. |
MAHSUS |
Ayrılmış, tâyin edilmiş. * Herkese âit olmayıp bazılara âit olmuş olan.
Yalnız birine âid olan. Hususileşmiş. Müstakil. * Bile bile, istiyerek. *
Yalandan, şakadan, lâtife olarak. |
MAHSUSA |
Mahsus, hususi. |
MAHSUSAT |
Gözle görülen, hisle anlaşılan şeyler. (Ma'kulât'ın zıddı) |
MAHSUSEN |
Ayrıca, bile bile, mahsus olarak. |
MAHSUSİYET |
Mahsusluk. Hususi olma hâli. |
MAHŞ |
Yakmak. |
MAHŞER |
Toplanma yeri. Kıyametten sonra insanların tekrar dirilip toplanmaları
ve toplandıkları yer. Haşir meydanı. * Çok kalabalık. |
MAHŞER-İ ACÂİB |
Herkesi hayrete sevkeden toplanma. Veya toplanma yeri. * Hayret
edilecek harika şeylerin bulunduğu yer. |
MAHŞUB |
Kesilmeye elverişli olmadan kesilen ağaç. |
MAHŞUD |
Toplanmış. Yığılmış. |
MAHŞUR |
Toplanmış. |
MAHŞUŞ |
Kuru ot. |
MAHŞUŞ |
(Haşşe. den) İçine girilmiş. * Buğzedilmiş. * Gizlice bir şey verilmiş.
* Karalanmış. |
MAHŞÜV |
Fazla. * İçi doldurulmuş. |
MAHT |
şiddetli. |
MAHT |
Çıkarmak. * Çekmek. |
MAHTAB |
(Bak: Mehtâb) |
MAHTAB |
(C: Mehâtıb) Odun yığacak yer, odunluk. |
MAHTAM |
(C: Mehâtım) Burun. |
MAHTELEF-EL MELEVAN |
Gece ve gündüzün ihtilâfı ve değişmesi müddetince. |
MAHTİD |
Kişinin durduğu mekân. |
MAHTUBE |
Evlenmek için istenilen kadın. |
MAHTUM |
Mühürlenmiş. Damgalanmış. * Kilitlenmiş. * Bağlanmış. |
MAHTUMANE |
f. Bir kitabı hatmettikten sonra verilen ziyafet. |
MAHTUN |
Sünnet olunmuş. Hitan edilmiş. |
MAHTUR |
(Hatar. dan) Hatara, tehlikeye yakın. * Düşünme. Fikir ve endişe. |
MAHTUT |
(Mahtute) Çizilmiş. Çizgilenmiş. Yazılmış. |
MA'HUD(E) |
Vaad edilen. Söz verilen. Belli olan. * Mezkur, sözü geçen. * Mc: Fena
bilinen kadın. |
MAHUDANE |
Bir ot adı. |
MA'HUDİYYET |
(Ahd. den) Söz verilmiş olma. Ahdedilmiş bulunma. Belli olma. |
MAHUF |
Korkulu. Tehlikeli. |
MAHULE |
Kocası ölmüş kadın. |
MAHUR |
f. Kumarhâne. Meyhâne. |
MAHUZA |
Temiz. İtibarlı, şerefli, asil. * Saf, hâlis, katıksız. |
MAHV |
Harab olma. Yıkılma. Ortadan kalkma. Çökme. Bozulma. * Tas: Beşeri
noksanlıklardan kurtuluş hâli. |
MAHV VE SEKİR |
Fenafillâh makamında kendi varlığını hiç görmek ve bu mânevi hâlin zevk
ve te'sirinden ruhi bir coşkunlukla kendinden geçme hâli. |
MAHVA |
Secdede karnını uyluklarından çekip ayıran kimse. |
MAHVAR |
f. Ay gibi. |
MAHVARE |
f. Aylık maaş. |
MAHVE |
Kuzey rüzgârı. |
MAHVEŞ |
f. Ay gibi. |
MAHVİYYET |
Alçak gönüllülük. Tevâzu. Kendi kusurunu bilip kendine haddinden fazla
kıymet vermemek. Tevâzu içinde olmak. |
MAHY |
Gidermek. |
MAHYA |
Hayat. Canlılık. |
MAHYA |
Ramazanlarda, kandillerde veya bayramlarda çifte minâreli olan
camilerde iki minare arasına gerilen ipe asılmak suretiyle ışıklarla yazılan
yazı veya yapılan resim. * Dam çatısında iki eğik sathın birleştiği çizgi ve
buradaki aralığı kapatmak için kullanılan uzunca, oluk biçiminde kiremit. |
MAHYANE |
f. Aylık. Aydan aya verilen maaş. |
MAHYERE |
Muhayyerlik, beğenip seçmede serbestlik. |
MAHZ |
Safi ve hâlis. Katıksız. Sırf. Hâs. Hulus ile muhabbet. * Tâ kendisi. *
Sadece. * Su katılmamış hâlis süt. |
MAHZ-I EDEB |
Edebin ta kendisi. Sırf terbiye ve edeb. |
MAHZ-I HİKEM |
Akıllılığın ve filozofluğun ta kendisi. Hikmetlerin ta kendisi. |
MAHZ-I KERAMET |
Tam bir keramet gibi. Kerametin ta kendisi. |
MAHZ |
Yoğurdu çalkalayıp yağını almak. |
MAHZ |
Nikâh. |
MAHZA |
Ancak. Yalnız. Tek. * Sâde. Hâlis. Katıksız. Tam. |
MAHZAN |
Ancak. Yalnız. Sadece. Tek. |
MAHZANE |
Güvercinlik. |
MAHZAR |
(Huzur. dan) Hazır olma. Gösteriş, görünüş. * Huzur yeri. Büyük bir
insanın önü. * Birçok kimse tarafından imzalı dilekçe. * Mahkeme sicili. |
MAHZEM |
(C.: Mehazim) Atın kolan yeri. |
MAHZEN |
Hazine ve define gibi şeyleri koyacak yer. * Erzak yeri. * Bodrum.
Yeraltı. |
MAHZEN |
Yalnız, ancak, tek. |
MAHZÎ |
Kepâzelik ve rüsvaylığa sebep olan huy. Rezil olmağa sebebiyet veren
kötü huy. |
MAHZU' |
Boyun eğmiş. |
MAHZUB |
Boyanmış. |
MAHZUD |
(Mahdud) Silinmiş, tesviye edilmiş. * Düzgün. * Meyvesinin çokluğundan
dalları basıp bükülmüş. |
MAHZUF |
Silinmiş. * Yerinden düşürülmüş. Kaldırılmış. Hazfolunmuş. * Edb:
Noktasız harflerle yazılmış olan. (Bak: Mücerred) |
MAHZUL |
Hakir. Kıymetsiz. Perişan. Hor. Rüsvay. |
MAHZULEN |
Hakir, kepaze, rezil ve rüsvay olarak. |
MAHZUM |
Burnunun halkasıyla tutulan sığır ve deve. * Her delinmiş nesne. |
MAHZUN |
Hazinede saklanan şey. |
MAHZUN |
Tasalı. Kederli. Hüzünlü. Gamlı. |
MAHZUNANE |
f. Kederlice, düşünceli, üzgünce. |
MAHZUNİYET |
Mahzunluk. Kederli ve kaygılı oluş. Üzüntülü olma. |
MAHZUR |
Hazer edilecek şey. Özür. Korkulacak şey. Müsaade olmayan. Mâni.
Çekinilecek şey. |
MAHZUR |
(Hazr. dan) Haram. Memnu şey. Yasak olan şey. |
MAHZURAT |
Yasaklar. Mâniler. Haram şeyler. |
MAHZURAT |
Hazer edilip korunulacak şeyler. Yasak olanlar. Engeller. |
MAHZURE |
Çekinme, sakınma, içtinâb etme. * Cidâl, muharebe. |
MAHZURE |
(C.: Mahzurât) Şer'an yasaklanmış olan şey. Men ve haram edilmiş şey. |
MAHZUZ |
Memnun. Hoşnud. Zevkli. Hoşlanmış. Hazzetmiş. |
MAHZUZÂT |
Hoşa giden şeyler. Hazlar. |
MAHZUZİYET |
Mahzuzluk, hoşlanma, hoşa gitme. |
MAIZ |
(C.: Mevâız) Keçi. |
MAÎ |
Su cinsinden. Akıcı, su renginde, mâvi. Katı ve sert olmayıp su gibi,
akıcı olan. |
MAÎB |
(C.: Maâyib) Kusur, eksiklik, noksanlık. Leke. * Ayıplanmış. |
MAİC |
Dalgalı deniz. |
MAİDE |
Yemek sofrası. Üzerinde nimetler bulunan sofra. Ziyafet. * Kur'an'ın 5.
Suresinin adıdır ve Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur. |
MAİDE-İ SENİYYE |
Pâdişah ziyâfeti. |
MAİDESÂLÂR |
f. Sofracı başı. |
MAİKA |
Derin, amik. |
MÂİL |
Eğik. Bir tarafa eğilmiş. Eğri. * Meyilli. Hevesli. İstekli. * Düşkün.
* Benzer. |
MÂİL-İ İNHİDÂM |
Yıkılmağa yüz tutmuş. |
MÂİL-İ KAMER |
Ayın dünya etrafında dolaştığı dâire. Ayın mahreki, yörüngesi. |
MAÎL |
Ehil, iyal, çoluk çocuk. |
MÂİLE |
Coğ: Dağların bir yana doğru alçalıp giden taraflarından her biri. *
Eğri, eğilmiş. |
MÂİLİYYET |
Eğiklik. Meyillik. |
MAİN |
Saf, akar su. * Göz önünde akan su. * Cennet şerbeti. * Zâhir, görünen.
* Göz değmiş, nazar değmiş. |
MAİN MEHİN |
Zayıf, hakir su. * Meni. |
MAİS |
Ağaçları sık bitmiş olan yer. |
MAİŞET |
(Ayş. dan) Yaşayış. Yaşama. Ömür. * Yaşamaya lüzumlu bulunan maddeler. |
MAİŞETGÂH |
f. Maişet yeri. Geçim te'min edilen yer. |
MA-İ TESNİM |
Cennet ırmaklarından biri. |
MAİYYET |
Beraberlik. Arkadaşlık. * Yüksek rütbeli bir kimsenin emri altında
bulunan hey'et. * Yan. Nezd. |
MAİYYET-İ SENİYYE |
Pâdişâhın maiyyeti. Pâdişahın yakınında bulunanlar. |
MAİZ |
Keçi. * Az miktar keçi. Ufak keçi sürüsü. |
MAJÜSKÜL |
Büyüklük bakımından diğerlerinden biraz daha farklı olan harfler. |
MA'K |
(C: Emâık-Emâik) Derinlik. * Sahradan bir taraf. |
MAK |
(C: Amâk-Emâık) Göz pınarı. |
MA'K |
Ovmak. * Tehir etmek, sonraya bırakmak. |
MAK' |
Atmak. * Emmek. |
MAKA |
Hıyarşenber denilen nebat. |
MAKABİH |
(Makbaha. C.) Çirkin ve yakışıksız davranışlar. |
MAKABİR |
(Kabr. C.) Kabirler. Mezarlar. |
MA-KABL |
Öndeki. Üstteki. Geçmişteki. |
MA'KAD |
Ahidnâme yapılan, anlaşma akdedilen yer. |
MAK'AD |
Oturulacak yer. Minder. * Oturulduğunda bedene temel olan âzâ. Kıç. |
MAKADE |
Davar yedmek. |
MAK'ADE |
Kurbağa. |
MAKADİM |
(Makdem. C.) Geri gelmeler. Dönüp gelmeler. |
MAKADİR |
(Ka, uzun okunur) Kuvvetler. Kudretler. |
MAKADİR |
Mikdarlar. Kısımlar. Ölçüler. * Muayyen ve mâlum olan kısımlar. |
MAKAL |
Söz. Lâkırdı. Kavl. Söyleyiş. |
MA'KAL |
(C: Meâkıl) Sığınacak ve saklanacak yer. * Kale. |
MAKALAT |
(Makale. C.) Makaleler. Söz ve yazılar. Bahisler. |
MAKALE |
Söylenen söz. Söyleme. Söyleyiş. Kelâm. Nutuk. * Bir bahsin kaleme
alınışı. |
MAKALİD |
(Ka, uzun okunur) Hazineler. * Kilitler. Anahtarlar. |
MAKALİD-İ İNKIYAD |
İnkıyad, bağlılık kilitleri. |
MAKALİM |
(Maklem. C.) Ucu budanmış ve sivrilmiş şeyler. |
MAKAM |
Durulacak yer. * Rütbeli yer. * Câh. Mesned. Mansab. * Musikide usul.
Tempo. |
MAKAM-I ÂLÎ |
Yüce ve âli makam. Eskiden bu tabir, bakanlıklar hakkında kullanılırdı. |
MAKAM-I CİFRÎ |
Cifir hesabına göre olan netice, sayı değeri. |
MAKAM-I HİTABÎ |
Zanni delil ile iktifa edilen makam. |
MAKAM-I HİZMET |
Hizmet makamı. İş görme yeri. |
MAKAM-I İBRAHİM |
(Bak: Kâbe) |
MAKAM-I MAHMUD |
(Şefaat-ı Uzmâ) En yüksek şefaat makamı. Peygamberimizin (A.S.M.)
kavuşacağı, Allah tarafından vaad edilen makam. $ Cenab-ı Hak va'dettiği
halde, her ezan ve kametten sonra edilen mervî duada $ deniliyor; bütün
ümmet o va'di ifa etmek için dua ederler. Bunun sırr-ı hikmeti nedir?Bu
kadar tekrar ile kat'i verilecek olan bir şeyin vermesini istemesinin sırr-ı
hikmeti şudur: İstenilen şey, meselâ Makam-ı Mahmud bir uçtur. Pek büyük ve
binler Makam-ı Mahmud gibi mühim hakikatları ihtiva eden bir hakikat-ı
âzamın bir dalıdır. Ve hilkat-ı kâinatın en büyük neticesinin bir
meyvesidir. Ve ucu ve dalı ve o meyveyi duâ ile istemek ise; dolayısiyle o
hakikat-ı umumiye-i uzmanın tahakkukunu ve vücud bulmasını ve o şecere-i
hilkatın en büyük dalı olan âlem-i bâkinin gelmesini ve tahakkukunu ve
kâinatın en büyük neticesi olan haşir ve kıyametin tahakkukunu ve dâr-ı
saadetin açılmasını istemektir. Ve o istemekle, dâr-ı saadetin ve Cennet'in
en mühim bir sebeb-i vücudu olan ubudiyet-i beşeriyeye ve daavât-ı
insaniyyeye kendisi dahi iştirak etmektir. Ve bu kadar hadsiz derecede azim
bir maksad için, bu hadsiz duâlar dahi azdır. Hem Hazret-i Muhammed
Aleyhissalâtü Vesselâm'a Makam-ı Mahmud verilmesi, umum ümmete şefaat-ı
kübrasına işarettir. Hem o, bütün ümmetinin saadetiyle alâkadardır. Onun
için hadsiz salâvat ve rahmet duâlarını bütün ümmetten istemesi ayn-i
hikmettir. ş.) |
MAKAMAT |
(Makam ve makame. C.) Makamlar, mertebeler. * Cemaatler, cemiyetler,
kalabalıklar, topluluklar. |
MAKAMAT-I ÂLİYE |
Yüksek şerefli mevkiler, makamlar. Yüce makamlar. |
MAKAME |
(C: Makamât) Meclis. * Topluluk, cemaat, cemiyet, kalabalık. * Nutuk
tarzında söylenen sözler. |
MAKAMİ' |
(Mikmaa. C.) Gürzler, topuzlar. |
MAKANİ' |
(Mıkna' ve Mıknaa. C.) Başörtüleri, eşarplar. |
MAKARİZ |
(Mikrâz. C.) Makaslar, kesecek âletler. |
MAKARR |
(Karar. dan) Karar yeri. Karargâh. Kararlı yer. Merkez. Pâyitaht. |
MAKARR-I HÜKÜMET |
Hükümet merkezi. Pâyitaht. |
MAKARR-I İDARE |
İdare merkezi. Pâyitaht. Hükümet merkezi. |
MAKARR-I SALTANAT |
Saltanat merkezi. Hükümetin idare edildiği baş şehir. |
MAKASID |
Maksadlar, istekler, gayeler. Niyetler. |
MAKASID-I AKSÂ |
En uzak, en son ve en büyük maksadlar. |
MAKASID-I İNSÂNİYET |
İnsanlık maksadları. İnsanlığın gayeleri. |
MAKASİM |
(Maksim. C.) Su taksim edilen yer. |
MAKASİR |
(Maksure. C.) Bir hânedeki en mahrem taraflar. Bir evin en mahrem
tarafları. * Câmilerde etrâfı parmaklıklarla çevrili yüksek yer. |
MAKASS |
Makas. |
MAKATI' |
(Ka, uzun okunur) Kesmeler. Kesişmeler. Kesişen yerler. * (Kat'. C.)
Sözdeki veya nazımdaki durak yerleri. Heceler. |
MAKATİL |
(Maktel. C.) Katlin yapıldığı yerler, öldürme fiilinin geçtiği yerler,
makteller. |
MAKATİR |
(Maktar. C.) Damlalar, katreler. |
MAKAVİD |
(Mekud. C.) Yularlar. |
MAKAVİL |
Sözler. Kaviller. Lisânlar. Diller. |
MAKAZZ |
Başın arka tarafından iki kulağın arası. |
MAKBAH |
(C: Mekâbih) Çirkin olmak. Çirkin olacak yer. |
MAKBAHA |
(C.: Makabih) Kabih, yakışıksız ve çirkin hareket. |
MAKBER(E) |
(C.: Mekabir) Mezar. Kabir. |
MAKBERE-İ ŞÜHEDÂ |
Şehidlerin mezarı. Şehidlik. |
MAKBIZ |
Kılıcın ve yayın kabzası. |
MAKBUH |
Beğenilmeyen. Çirkin ve kabih görülen. |
MAKBUHA |
Kabih olan ve hoşa gitmeyip beğenilmeyen hâl veya iş. |
MAKBUL |
(Makbule) Kabul olunan. Beğenilen. Sevablı. |
MAKBUL-ÜŞ ŞAHÂDE |
Şahâdeti kabul edilen. Şahidliği kabul edilmiş olan. |
MAKBULİYET |
Beğenilmişlik, makbullük. |
MAKBUL |
Ayağı bağlı olan. |
MAKBUR |
(Kabr. den) Gömülmüş, defnedilmiş, kabre konulmuş. |
MAKBUZ |
(Kabz. dan) Alınmış, kabzolunmuş. Alınan. * Daraltılmış, sıkılmış. *
Bir şeyin alındığına karşı verilen imzâlı ve mühürlü kâğıt. |
MAKBUZAT |
(Makbuz. C.) Alınan paralar. Satıştan veya borçlulardan toplanan
paralar. |
MAKDEM |
(C.: Makadim) (Kudum. dan) Dönüp gelme. Gelme. |
MAKDEM-İ BEHÂR |
Baharın gelmesi. |
MAKDERET |
(Kudret. den) Kuvvet, kudret, güç, zor. |
MAKDİS |
Mukaddes yer. |
MAKDUD |
Uzun boylu kişi. |
MAKDUH(E) |
(Kadh. den) Beğenilmemiş, ayıp. |
MAKDUNİS |
Maydanoz. |
MAKDUR |
Güç. Kuvvet. Kudret. * Takdir olunmuş. Allah'ın takdiri. Daha evvelden
takdir olunmuş. |
MAKDUR-İ BEŞER |
İnsanın yapabileceği şey. |
MAKDUR-ÜT TESLİM |
Ele geçirilmesi mümkün olan. |
MAKDURAT |
(Makdur. C.) Takdir-i İlâhi olanlar. Güç ve kuvvet. Elden gelenler.
Takdir edilenler. |
MA'KED |
(C: Meâkıd) Akdedecek yer. |
MA'KES |
Akis yeri. Akseden yer. (Ayna güneşin ma'kesi olduğu gibi.) |
MAKET |
Fr. Bina, şehir gibi eserlerin, belirli bir ölçüde küçültülmüş modeli. |
MAKH |
Sür'at, hız. |
MAKHUR |
(Kahır. dan) Kahredilmiş. Mahvedilmiş. Bozguna uğratılmış. Mağlub.
Mahkum. Allah'ın (C.C.) gazabına uğramış. Yenilmiş. Hakaret görmüş. |
MAKHUR-U KAHR-İ İLÂHÎ |
Allah'ın gazabına uğramış. Allah'ın kahrıyla kahrolmuş. |
MAKHURANE |
Kahr ve gazaba uğramış hâlde. Gazaba uğramış olanlara benzer şekilde. |
MAKHURİYET |
Kahrolmuşluk, ezilmişlik, bitkinlik. Allah'ın kahr ve gazabına uğrama. |
MA'KIL |
Melce'. Sığınacak yer. |
MAKIT |
Dar yer. |
MAKİ |
Coğ: Çalı ve küçük ağaçlarla kaplı arazi. |
MAKİD |
Kesilmeyen ve daimi olan. |
MA'KİD |
Düğüm yeri. Bağ. Akdedilecek yer. |
MAKÎL |
Öğle uykusuna yatılacak yer. Kaylule yeri. Rahat edecek yer. Kuşluk
uykusu. |
MAKİNİST |
Makine ustası. Makineyi çalıştırmakla vazifeli kişi. |
MAKİR |
Hile yapan. Mekreden. |
MAKİS |
(Mâkise) Durup dinlenen, duraklayıp eğlenen. |
MAKÎS |
(Kıyas. dan) Kıyas edilebilen. Benzetilebilen. |
MAKİS |
Öşür ve vergi toplayan kimse. |
MAKÎT |
Buğz edilmiş. Mebğuz. Nefret edilmiş, sevilmemiş, menfur. |
MAKİYAN |
f. Tavuk. |
MAKK |
Yarmak. |
MAKL |
Suya batırmak. * Nazar etmek, bakmak. |
MAKLEB |
Kalbetme. Bir şeyin altını üstüne çevirme. * Kalbedilecek, çevrilecek
veya değişecek yer. |
MAKLETE |
Helâk olacak yer. |
MAKLU' |
Sökülmüş, kökünden çıkarılmış, kal' olunmuş. |
MAKLUAN |
Sökülerek, kökünden çıkarılmış olarak. |
MAKLUB |
(Kalb. den) Altı üstüne çevrilmiş, kalbolunmuş. Ters döndürülmüş. Başka
şekle sokulmuş. * Harfleri tersinden okunduğu zaman yine aynı olan kelime
veya cümle. (Anastas mum satsana cümlesi gibi) |
MAKLUBİYET |
Ters döndürülmüşlük, altı üstüne getirilmişlik. Maklub olma hâli. |
MAKLUD |
Fitil gibi bükülmüş olan. |
MAKLUM |
Yontulmuş ve kesilmiş olan. |
MAKLUV (MAKLİYY) |
Pişirilmiş kebap. |
MAKMAKA |
Sözü boğazı içinden söylemek. |
MAKMENE |
Lâyık ve münâsip olacak yer. |
MAKNA' |
Kanaat edip râzı olacak yer. * Şâhid, adâlet şâhidi. |
MAKNAT |
Ümit kesecek yer. |
MAKNEE (MAKNEUT) |
Güneş görmeyen yer. |
MAKR |
Çok acı olmak. |
MAKREBE |
Hısımlık, yakınlık. Karâbet. |
MAKREME |
(Bak: Mikrame) |
MAKRU' |
Okunan. Okunmuş olan. |
MAKRUF |
Töhmetli kimse. * Yabana atılmış nesne. |
MAKRUH |
Yaralanmış, kahredilmiş. Mecruh. |
MAKRUN |
(Karn. dan) Ulaşmış. Kavuşmuş. Yakın. * Müsaadeye mazhar. * Çatık kaşlı
olmak. |
MAKRUN-U MÜSÂADE |
İzin almış, izne kavuşmuş. |
MAKRUN-U SIHHAT |
Sıhhat ve hakikata yakın. Doğruluk derecesi fazla. |
MAKRUNİYET |
Yaklaşma. Yakınlık. |
MAKRUT |
Selem ağacının yaprağıyla dibâgat olan gön ve sahtiyan. |
MAKRUZ |
(Karz. dan) Ödünç verilmiş. İkraz edilmiş. Borç olarak verilmiş. |
MAKS |
Suya dalmak. Daldırmak. |
MAKSAD |
(C.: Makasıd) (Kasd. den) Kasdolunan ve istenilen şey. Merâm, gâye. |
MAKSAD VE MÜSTEKARRIN TEMEYYÜZÜ |
Kelâmın maksadının ve karar kıldığı yerin açık olarak belli olması. |
MAKSAL |
Mahsul ekilen yer. |
MAKSAR |
Nihâyet, son, netice. |
MAKSARA |
(C: Mekâsır-Mekâsir) Köşk, kasr. |
MAKSEBE |
Sazlık, kamışlık. |
MAKSEE |
Hıyar tarlası. |
MAKSİM |
(C.: Makasim) Taksim edilecek, dağıtılacak yer. * Suyun kollara ayrılma
yeri. Masluk, savak. |
MAKSUD |
Kasdedilmiş. Kasdedilen. * İstenilen şey. İstek. Arzu. Gâye. |
MAKSUM |
Taksim edilmiş, ayrılmış, bölünmüş. * Kısmet, nasib. |
MAKSUR |
Zoraki, cebren. Elinde ve ihtiyarında olmadan. |
MAKSUR |
(Kasr. dan) Kasrolunmuş, kısaltılmış, kasılmış, alıkonulmuş. * Mahbus.
* Kasrolunmuş nesne. * Gelinin üzerine tutulan duvak. * Gr: Bir kısım arapça
kelimelerin sonunda yâ şeklinde yazılan, fakat elif gibi okunan harf. ( :
Dâ'vâ) kelimesinde olduğu gibi. Buna, "Elif-i maksura" denir. |
MAKSURE |
(C.: Makasir) Câmilerde etrafı parmaklıkla çevrilmiş biraz yüksekçe
yer. |
MAKSUS |
Kesilmiş, kırpılmış. |
MAKSUV (MAKSIYY) |
Kulağının ucu kesilmiş deve veya koyun. |
MAKSÜE |
Hıyar tarlası. |
MAKŞUR |
Soyulmuş, kabuğu çıkarılmış. |
MAKŞUVV |
Men' ve kahrolmuş. Tab'ından çıkarılmış. |
MAKT |
Kin, hiddet. İğrençlik. Şiddetli buğz. |
MAKT |
Vurmak. |
MAKTA' |
Kesilen yer, kat'edilen yer, kesinti yeri. * Uzun bir cismin enliğine
kesildiği yerin görünüşü. * Edb: Her manzumenin, hususen gazellerin ve
kasidelerin ilk beytine matla', son beytine makta' denir; makta'da şâirin
ismi bulunur. |
MAKTAA |
Eskiden üzerinde kamış kalemin ucu kesilerek düzeltilen kemikten veyâ
mâdenden yapılmış âlet. |
MAKTANE |
Pamuk tarlası. |
MAKTAR |
Damla, katre. |
MAKTEL |
Birinin öldürüldüğü yer. Bir katlin yapıldığı yer. |
MAKTEM |
Tozlu yer. |
MAKTU' |
(Maktua) (C.: Makati') Kesilmiş, kat olunmuş. * Pazarlıksız, değeri ve
pahası biçilmiş. * Götürü. |
MAKTUAN |
Götürü olarak, toptan. |
MAKTUL |
Öldürülmüş, katledilmiş olan. |
MAKTULEN |
Öldürülerek, katledilerek. |
MAKTULÎN |
(Maktul. C.) Öldürülmüş insanlar. Vurulmuş veya katledilmiş kimseler. |
MAKTUR |
Katranlı. Katran sürülmüş. |
MA'KUD |
(U, uzun okunur) Akdolunmuş, bağlanmış, düğümlü, bağlı. |
MAKUL |
(Kavl. den) Denilmiş, söylenilmiş. * Söylenilen söz. |
MA'KUL |
Akla yakın, aklın kabul edeceği. |
MA'KUL-ÜL-MA'NA |
Bir sebebe, illete ve maslahata dayanan şer'i mesele. (Fakat, hakiki
sebeb ise emr-i İlâhidir.) Bir hikmete ve bir maslahata binâen tercih
edilmiş veya o hükmün teşriine müreccih olmuş olan şer'i mes'ele. (Bak:
Taabbüdi) |
MAKULAT |
(Makule. C.) Çeşitler, takımlar. Kategoriler. |
MA'KULAT |
(Ma'kul. C.) Aklın uygun bulduğu, ancak akıl ile bilinir ve nakle
müstenid olmayan meseleler ve ilimler. (Bak: Akliyat) |
MAKULE |
Takım, çeşit. Kategori. |
MA'KULE |
Diyet. |
MA'KULİYET |
Akla uygunluk, mantıki oluş. * Menkul olmayış. |
MA'KUM |
Kapalı. |
MA'KUS(E) |
Tersine dönmüş, aksetmiş, başaşağı çevrilmiş, zıddı. * Uğursuz. |
MA'KUSEN |
Ters olarak, aksine, zıddına olarak. |
MA'KUSEN MÜTENASİB |
Mat: Tersine olan müvâzene. Yâni, birbirine nisbet edilen iki şeyden,
biri çoğaldığı oranda diğerinin eksilmesi veya birinin azaldığı nisbetinde
diğerinin çoğalması. Ters orantılı. |
MA'KUSİYET |
Terslik, zıdlık, aksilik. |
MAKV |
Cilâ yapmak. * Yıkamak. * Saklamak. |
MAKYA |
Kusmak. * Kusma yeri. |
MAKYE |
Duracak yer, konak yeri. |
MAKZABA |
Yonca ekilen yer. |
MAKZÎ |
Kaza olunmuş, ödenmiş, te'diye olunmuş olan. Ümid edildiği üzere tamam
ve ikmâl edici olan. Ödeyici. Sâhib-i mucib ve muris. * Fık: Kendi irade ve
kesbimizin neticesi olmak üzere Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) yaratıp vücuda
getirdiği bazı şeyler vardır ki, bunlar Allah'ın rızasına muhalif
olduğundan, bunları irtikâb etmesi caiz değildir. Bu usul-ü kaideye, "makzî"
denilmektedir. |
MAKZUF |
(Kazf. den) İftira edilmiş. Namusu hakkında lâf edilmiş. * Hazfolunmuş.
Atılmış. |
MAL |
Fık: Bir kimsenin tasarrufunda bulunan kıymetli, lüzumlu şey. (Varlık,
servet, para, ticaret eşyası gibi.) |
MAL-İ CİZYE |
Araziden alınan haraç. |
MAL-İ GAYBÎ |
Bulunmuş ve sahibi çıkmamış mal. |
MAL-İ HULYA |
f. Vesvese, kara sevdâ, kuruntu, boş hayaller. |
MAL-İ KARUN |
Mc: Çok zengin. |
MAL-İ MAZMUN |
Emânet olmayan mal. |
MAL-İ MENKUL |
Taşınabilen ve nakledilebilen mal. (Arâzi ve binanın haricindekiler) |
MAL-İ MİRÎ |
Miri malı. Hükümete veya devlete ait mal. |
MAL-İ MÜTEKAVVİM |
Huk: İki mânada kullanılır: Birisi, intifâı mübah olan şeydir. Diğeri,
mâl-i mührez demektir. Meselâ, denizde iken balık gayr-i mütekavvim olup,
tutmak ile ihraz olundukta, mâl-i mütekavvim olur. İntifâı mübah olmayan mal
veya elde edilmemiş olan mal gayr-ı mütekavvimdir. Şirâ ile intifa' mübah
olduğundan, mâl-i mütekavvimdir. (Ist.F.K.) |
MAL-İ NÂTIK |
Canlı mal. (At, deve, koyun gibi) |
MAL-İ UHREVÎ |
Âhiret için kazanılan sevap. Uhrevî mal. |
MAL-İ ZIMAR |
Bir kimsenin mâlik olduğu halde, onlardan faydalanması kabil olmayan;
başka tabir ile, elinden çıkıp galib-i hale nazaran bir daha eline girmeleri
umulmayan mallar. |
MAL |
f. "Süren, sürülen, sarılan, takılan" anlamlarıyla terkibler yapılmada
kullanılır. (Meselâ: Pâymal: Ayak altında çiğnenen) |
MA'L |
Evmek, acele etmek, tez tez gitmek. * Alıp kaçmak. |
MALAK |
Manda yavrusu. Buzağı. |
MALAKELAM |
Diyecek yok. Söz götürmez. |
MALAMAL |
Çok dolu, lebâleb, ağzına kadar dolu. |
MALANİHAYE |
Sonsuz, nihâyetsiz. Uçsuz bucaksız. |
MALARYA |
ing. Sıtma. |
MA'LAT |
(C.: Maâli) Derin ve yüksek fikir. * Ululuk, şeref, itibar. |
MALAYA'Nİ |
(Mâlâyâni) Mânasız, faydasız, boş söz.(Elbette en bahtiyar odur ki,
dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı
ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyani şeylerle ömrünü telef
etmesin. Kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre
hareket etsin. Selâmetle kabir kapısını açıp saâdet-i ebediyeye girsin. M.) |
MÂLÂYA'NİYYÂT |
Faydasız boş sözler, boş konuşmalar, faydasızlık. |
MALAYUTAK |
Tâkat getirilmez, güç yetmez, dayanılmaz. |
MALAZ |
Sürülmüş toprak. * Sular altında kalmış tarla. |
MALDAR |
f. Malı mülkü çok olan. Zengin. |
MALDARÎ |
Zenginlik, servet. |
MALE |
f. Duvarcı malası. |
MA'LEB |
(C.: Meâlib) Oyun yeri. |
MA'LEF |
(C.: Maâlif) Ot ve saman gibi hayvan yemi konan yer. Samanlık. |
MA'LEM |
(C.: Maâlim) Eser, iz, nişan, alâmet. |
MALEMYEKÜN |
Sözden ibâret. |
MALEZİM |
(Mâlezime)
Lüzumlu ve gerekli şey. Malzeme. |
MALÎ |
f. Dolu. * Fazla, çok. |
MALÎ |
(Maliye) Mala ve paraya mensub. Mal ve para cinsinden. Mala ait. |
MALİDE |
f. Sürülmüş, sürmüş. |
MALİH |
Tuzlu. |
MALİHULYA |
(Bak: Mâl-i hulya) |
MALİK |
Sâhib. Malı elinde bulunduran. Bir şeyin mülkiyetini elinde tutan. *
Her şeyin sâhibi olan Allah. * Cehennem zebânilerine hâkim ve onları idare
eden meleğin adı. |
MALİK-ÜL MÜLK |
Bütün mülkün hakiki mâliki olan Allah (C.C.) |
MALİK-İ YEVMİDDİN |
Herkesin dünyâda yaptığının mükâfat ve cezasını göreceği yer olan
âhiretin, din gününün, mâliki, sahibi olan Allah (C.C.) |
MALİKANE |
f. Büyük ve gösterişli köşk. * Tar: Bir kimseye, gelirinden hayatı
boyunca istifade etmek; fakat satamamak ve miras bırakamamak şartıyla
verilen beylik arazi. |
MALİKÎ |
(Bak: İmam-ı Mâlik) |
MALİKİYET |
Malik ve sahib olma. |
MALİŞ |
f. Sürme, sürüştürme. |
MALİŞGÂH |
f. Yüz sürülecek yer. |
MALİŞGER |
f. Sürtücü, oğucu. * Tellak. |
MALİYAT |
Maliye işleriyle alâkalı. Maliye bilgisi. |
MALİYE |
Devletin gelir ve masraflarının idaresi. * Gelir gider hesablarına
bakan resmi dâire. |
MALİYET |
Kıymet. Mâlolma değeri. |
MALİYYUN |
Maliyeci. |
MALİZME |
Eskiden yirmi sayfadan meydana gelen cüz, broşür. |
MALKOÇ |
Osmanlı İmparatorluğu devrinde akıncıların başı. * Akıncı beylerinden
meşhur bir hânedan. |
MAL MÜDÜRÜ |
Kazâ mâliye memuru. |
MALPEREST |
f. Malı, mülkü ve parayı çok seven. Mala düşkün olan. |
MA'LUFE |
Yulaf verilen davar. |
MA'LUL |
İlletli, hasta, sakat, kötürüm. * Harpte bir uzvunu kaybetmiş gazi. |
MA'LULEN |
Mâlul olarak, sakat olarak. |
MA'LULÎN |
(Ma'lul. C.) Sakatlar. Hastalıklı ve illetli kimseler. |
MA'LULİYET |
Hastalıklı olma, illetlilik. |
MA'LUM |
Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) bir nâmıdır. Onun geleceği, melekler,
resuller ve nebiler tarafından mâlum olduğundan ve dünyaya teşriflerinden
evvel kendilerinin ta'zim edilmesi ve ona intisab dileklerinden dolayı bu
isim verilmiştir. * Bilinen, belli olan. |
MA'LUMAT |
Bilinen şeyler, bilinenler. Bir iş veya mevzu hakkındaki bilgiler. |
MA'LUMAT-I CÜZ'İYE |
Az ve hafif bilgi. Cüz'i mâlumât. |
MA'LUMAT-I ZARURİYE |
Lüzumlu ve zaruri mâlumat. |
MA'LUMATFÜRUŞ |
f. Mâlumat ve bilgi satan. Bilgiçlik taslıyan. |
MA'LUMİYET |
Ma'lumluk. Bilinme, belli olma. * Bilinen ve belli olan şeyin hâl ve
sıfâtı. |
MA'MA' |
Kimseye birşey vermeyen kadın. |
MA'MAA |
(C: Meâmi) Acele etmek. * Ateşten çıkan ses. * Bahâdırların cenk
içindeki haykırmaları. |
MA'MAFİH |
Öyle olmakla beraber. |
MA'MEAN |
Çok fazla sıcaklık. |
MAMELEK |
Elinde bulunan şeyler, sâhib olduğu şeyler. Nesi var ise, hepsi. * Huk:
Bir şahsın alacak ve borçlarının hepsi. |
MA'MER |
Geniş menzil. |
MAMEZA |
Geçen veya geçmiş şey. Geçmiş zaman. Mazi. |
MAMHURAN |
Adilcevaz, Patnos, Erciş ve bilhassa Beytüşşebab havalisinde meskun
olan bir aşiret ismi. |
MAMİSA |
Bir ot cinsi. |
MAMİZAN |
Vers denilen ot. |
MA'MUL |
(Amel. den) Yapılmış, işlenmiş. * Gr: Avamil'in ikinci bâbı. |
MA'MULÂT |
İmal edilmiş, yapılmış şeyler. Makine veya elle işlenmiş eşya. |
MA'MULÂT-I DÂHİLİYE |
Dâhilî mamulat. Memlekette yerli olarak yapılan şeyler. |
MA'MULÜN BİH |
Kendisi ile amel olunan. (Hukuk, nizam, program kaidesi) |
MA'MUR |
İ'mar edilen, tamir edilmiş. |
MA'MURE |
İnsanların bulunduğu bayındır yer. Ma'mur olan yer. Şehir, kasaba. |
MA'MURİYET |
Bayındırlık, ma'murluk. |
MA'N |
Az miktar. * Kolay. |
MA'NA |
(Mânâ) İç, içyüz. Bir sözden veya birşeyden anlaşılan. Lâfzın delâlet
ettiği şey. * Rüya, düş. * Dilemek, irade. |
MA'NA-YI HARFÎ |
Kendisini değil de başkasını veya sahibini, ustasını, kâtibini anlatan,
bildiren, tarif eden mânâ. |
MÂNÂ-YI İSMÎ |
İsme dair mânâ. Bir şeyin sadece kendisini bilip tanımak. Bir şey başka
şeyleri tanıttığı, bildirdiği veya sevdirdiği için olan mânâya da mânâ-yı
harfî denir. Bir ağacı gölgesinden, zahirî görünüşünden, bize verdiği
meyvesinden dolayı alâka gösterir ve seversek mânâ-yı ismî ile seviyoruz
demektir. Ağacı görmek ve tanımakla ve meyvelerini almakla Rahmet-i
İlâhiyeyi tanıyor, Cenab-ı Hakk'a sevgi ve şükrümüzü arttırıyor ve O'nun
emri dairesinde ağaca Rabbimizin iltifatı, rahmeti olarak alâka gösteriyor
isek; bu mânâya da mânâ-yı harfî deniyor.(...Dünyayı ve ondaki mahlukatı
mânâ-yı harfî ile sev. Mânâ-yı ismî ile sevme! " Ne kadar güzel yapılmışlar"
de. " Ne kadar güzeldir" deme ve kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin
girmesine meydan verme. Çünkü, bâtın-ı kalb, âyine-i Samed'dir ve O'na
mahsustur. Meselâ; nasıl ki bir pâdişâh-ı âli, sana bir elmayı ihsan etse, o
elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var: Biri; elma, elma olduğu için
sevilir ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var. Şu muhabbet pâdişaha
ait değil. Belki, huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil,
elmayı sever ve nefsine muhabbet eder. Bazan olur ki, padişah o
nefisperverâne olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder. Hem elma lezzeti
dahi cüz'idir. Hem zeval bulur, elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider,
bir teessüf kalır. İkinci muhabbet ise; elma içindeki elma ile gösterilen
iltifâtât-ı şâhânedir. Güyâ o elma, iltifât-ı şâhânenin nümunesi ve
mücessemidir, diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhar eder. Hem
iltifatın gılâfı olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin
fevkindedir. İşte şu lezzet ayn-ı şükrandır. Şu muhabbet, padişaha karşı
hürmetli bir muhabbettir!.. S.)(Aynen onun gibi, bütün nimetlere, meyvelere,
zatları için muhabbet edilse, yalnız maddî lezzetleri ile gafilâne telezzüz
etse, o muhabbet nefsanîdir. O lezzetler de geçici ve elemlidir. Eğer
Cenab-ı Hakk'ın iltifâtât-ı rahmeti ve ihsânâtının meyveleri cihetiyle sevse
ve o ihsan ve iltifâtâtın derece-i lütuflarını takdir etmek suretinde
kemâl-i iştiha ile lezzet alsa; hem mânevî bir şükür, hem elemsiz bir
lezzettir... S.) |
MANAHNÜ FÎH |
Üzerinde durduğumuz, bahsini ettiğimiz mes'ele. Hakkında konuştuğumuz. |
MANA MERTEBELERİ |
Kur'an-ı Kerim'deki âyetlerin anlaşılmasında bilinen muhtelif ma'nâlar.
Zâhirî, bâtınî, sarihî, harfî, ismî, işarî, remzî, mecazî, mefhumî, riyazî
mânâlar gibi. |
MA'NAT |
Dilemek, iradet. * Kasdolunmuş nesne. |
MANCINIK |
Eskiden kale kuşatmalarında ağır taşlar fırlatmak için kullanılan, bir
ucunda bir kepçe, öbür ucunda da bir karşı ağırlık bulunan kaldıraç
biçiminde eski bir savaş âleti. |
MANÇURYA |
(Mançu memleketi) Asya'nın kuzeydoğu tarafında büyük bir memleket olup,
son zamana kadar kuzeyde Ohurcuk Denizine ve Sahalin Adasını ayıran
Tataristan Boğazı'na kadar uzandığı halde; doğudan Japon Deniziyle
sınırlanmış iken, sonraları kuzey ve kuzeydoğu tarafları Ruslar tarafından
zaptedilerek Sibirya'ya katılmıştır. Bir kısmı da Amur ismiyle bir eyalet
halinde kalmış ve diğer bir kısmı da sahiller eyaletine eklenerek o
taraflardan Mançurya'nın sahili kalmamış ve kuzeyde Amur Irmağı ve doğuda
Usuri Nehri Mançurya'nın hududunu teşkil etmiştir. Şimdiki siyasî coğrafyada
Mançurya ismi, bu memleketin sadece Çin'e tâbi olan kısmına verilmektedir. |
MANDA |
Fr. Kendini idare edemeyen bir memleket ahalisini başka bir yabancı
devletin idare etmesi. * t. Camız denen hayvan. Kömüş. |
MANDE |
f. Kalmış, gitmemiş olan. |
MANDIRA |
yun. Süt ve süt ürünlerinin elde edildiği; süt veren hayvanların
barındığı yer. |
MA'NE |
Ekmek. * Az olan akıcı su. * Şey. |
MANEN |
Mânâca. Mânâ cihetiyle. Ruhca. Esasca. Bâtınen. İç varlık bakımından. |
MANEND |
f. Benzer. Denk. Eş. Gibi. |
MANEND-ÂBÂD |
Ölümle kıyamet arasında geçen zaman. |
MANENDE |
Benzeyen, mümâsil. |
MANEVÎ |
(Ma'nevi) Mânaya âit. Maddî olmayan. Mücerred. Ruhani. |
MANEVİYYAT |
Maddi olmayan kuvvet. Mânâ âlemine âit olanlar. Dinden, imândan,
mukaddesât ve imândan gelen kuvvet (Her şeyi maddede arayanların akılları
gözlerindedir. Göz ise, mâneviyatta kördür. H.) |
MANEVİYYUN |
Allah'a, dine, mukaddesata inanmış olanlar. |
MANEVRA |
Fr. Bir makinenin, bir cihazın işleyişini düzenleme veya idare etme işi
ve şekli. * Ask: Muharebede düşmanın savaş gücünü yok etmek maksadıyla
eldeki askerî kuvvetlerin en te'sirli bir biçimde düzenlenmesini te'min eden
bütün hareketler. * Barış zamanında kıt'alara ve kurmay hey'etlerine
harptekilere benzer şartlar içinde eğitim sağlamak için yaptırılan hareket. |
MANGA |
Ask. Tek bir kumandanın kolaylıkla sevk ve idare edebileceği kadar
erden kurulu küçük askerî birlik. (Yaklaşık olarak on erden kurulabilecek
olan mangada birkaç makinalı tüfek veya tabanca ile avcı erleri bulunur.) *
Savaş gemilerinde erlerin yattığı koğuş. |
MÂNİ' |
Men'eden. Geri bırakan. Esirgeyen. Engel. Özür. |
MÂNİ-İ ŞER'Î |
şeriatça kabule engel olan, mâni' olan hâl. |
MÂNİA |
Men'eden şey. Engel. Özür. Zorluk. |
MA'NİDAR (MÂNİDAR) |
f. Bir mânâyı mutazammın olan. * Nükteli, ince mânâlı. Bir mâna ifade
eden. Bir mânayı şâmil olan. (Farsça bir ifade olup, mânâ; ma'ni diye
okunmuştur.) |
MA'NİDARANE |
f. Mânâlı şekilde. |
MANİVELA |
Ağır şeyleri çekmek ve kaldırmak için vasıtanın dönen merkezine bir ucu
takılıp döndürülen kol. |
MANKEN |
Fr. Elbiseleri prova veya teşhir etmek için terzilerin ve hazır elbise
satıcılarının kullandığı tahtadan, kartondan, madenden vb. insan şekli. |
MANSAB |
(Mınsab) Rütbe. (Bak: Mansıb) |
MANSIB |
(Nasb. dan) Devlet hizmeti. * Memuriyet. * Bünyad. Merci'. |
MANSIBDÂR |
f. Mansıbda bulunan. |
MANSUB |
Nasbolunmuş, me'muriyete konulmuş. * Konulmuş, dikilmiş. * Gr: Sonu
fetha (üstün) kılınmış kelime. Meftuh olan. |
MANSUBÎN |
(Mansub. C.) Memuriyette bulunanlar. Hizmette olanlar. |
MANSUR |
Yardım edilen, yardım görmüş. * Gâlib, muzaffer. (Bak: Mensur) |
MANSURİYYET |
Allah'ın (C.C.) yardımıyla muvaffak ve muzaffer olma, başarma. |
MANSUS |
Nass ile sâbit kılınmış. Âyetle tesbit edilmiş. İzhar ve beyan edilmiş.
* Kur'anda açıkça anlatılmış. |
MANŞET |
Fr. Bir gazetede ilk sayfanın en üst kısmındaki büyük puntolu başlık. *
Bir gömleğin kol kısmına geçirilen ve elbisenin kolundan dışarı çıkan kumaş
parçası. |
MANTIK |
(İntak. dan) Konuşturan, söyleten. * Doğru muhakeme ve doğru düşünceyi
öğreten ilim. Akıl kaidesi. * Akıl, nutuk, söz. |
MANTIKAN |
Mantığa göre. Mantıkça. |
MANTIKÎ |
Mantıka dâir. Aklî ve müsbet olan düşünce, fikir. Mantık kaidelerine
uygun. |
MANTIKÎ KIRÂET |
Acele etmeyerek fakat imlâ kaidelerine dikkat ederek, yâni virgüllerde
biraz, noktalı virgüllerde biraz daha durmak, teâcüb ve istifhamları
anlatmak, muhaverelerde konuşanların sözlerini ayırmak suretiyle okumaktır. |
MANTIKİYYÂT |
Mantıkla alâkalı mes'eleler. |
MANTIKİYYUN |
Mantıkla uğraşanlar. Mantık âlimleri. |
MANTUH |
Boynuzlu hayvan tarafından yaralanan veya öldürülen. |
MANTUK |
Bir lâfzın nutuk hâlinde, söz sahasında üzerine delâlet ettiği şey. "
Şu kitabı satın aldım", sözünde bu lâfzın mantuku, o kitabın satın alınmış
olmasıdır. * Söz, nukut, mânâ, mefhum. |
MANYATİZMA |
Birisinin bâzı hareketleri ile başkası üzerinde uyuşukluk verici
te'sir. (Bak: İpnotizma) |
MANYETİK |
(Bak: Magnetik) |
MANZAM |
(C.: Menâzım) Sıra, dizi. |
MANZAR |
(Manzara) (Nazar. dan) Bakılan yer, görülen yer. Görünüş. |
MANZAR-I ÂLÂ |
En yüksek bakış yeri. Kudsi ve en yüksek manzara. Cennet manzarası,
arş-ı azam. |
MANZAR-I ÇEŞM |
Gözbebeği. |
MANZARA |
Dışarıyı görecek pencere. |
MANZARANÎ |
Gösterişli ve güzel adam. |
MANZARÎ |
Güzel, gösterişli ve yakışıklı adam. |
MANZUD |
Sık yetişmiş ağaç. * Üstüste istif edilmiş. |
MANZUM |
Ölçülü, mizanlı, tertibli. * Vezni ve kafiyesi olan söz. Edebi ölçüsü
olan sözler. (Kaside ve şiirler gibi). * Dizilmiş, sıralanmış, düzenlenmiş. |
MANZUMAT |
Manzumeler. |
MANZUME |
Tertibli, ölçülü yazı, şiir. Vezinli ve kafiyeli olan söz. * Sıra,
dizi. Sistem. |
MANZUME-İ ŞEMSİYE |
Güneş sistemi, güneş ve etrafında dönen seyyâreler topluluğu.(Şu
kâinatın lâmbası olan güneş, kâinat Sânii'nin vücuduna ve vahdâniyyetine
güneş gibi parlak ve nurani bir penceredir. Evet, manzume-i şemsiye denilen
küremizle beraber oniki seyyare: Cirmleri, küçüklük - büyüklük itibariyle
pekçok muhtelif ve mevkileri, uzaklık - yakınlık noktasında pek çok
mütefâvit ve sür'at-i hareketleri, çok mütenevvi' olduğu halde kemal-i
intizam ve hikmet ile ve kemal-i mizan ile ve bir saniye kadar şaşırmıyarak
hareketleri ve deveranları ve güneş ile, câzibe kanunu tâbir edilen bir
kanun-u İlâhi ile bağlanmaları, yâni onlar imamlarına iktidaları, büyük bir
mikyasta bir azamet-i kudret-i İlâhiyyeyi ve Vahdâniyyet-i Rabbâniyyeyi
gösterir. Çünki: O câmid cirmleri, o şuursuz büyük kütleleri, nihayet
derecede intizam ve mizan-ı hikmet içinde muhtelif şekillerde ve muhtelif
mesafelerde ve muhtelif hareketlerde döndürmek, istihdam etmek, ne derece
bir kudreti ve bir hikmeti isbat ettiğini kıyas et. Bu büyük ve ağır işe
zerre miktar tesadüf karışsa, öyle bir patlayış verecek ki, kâinatı
dağıtacak. Çünki: Bir dakika, tesadüf birisini tevkif etse, mihverinden
çıkmasına sebebiyet verir, başkaları ile müsademe etmesine yol açar. Küre-i
arzdan bin def'a büyük cirmlerle müsademenin ne derece dehşetli olduğunu
kıyas edebilirsin.Manzume-i şemsiyenin, yâni şemsin me'mumları ve meyveleri
olan oniki seyyarenin acâibini ilm-i muhit-i İlâhiye havale edip, yalnız
gözümüzün önünde seyyaremiz bulunan arza bakıyoruz. Görüyoruz ki: Bu
seyyaremiz bir azamet-i şevket-i Rububiyyeti ve haşmet-i saltanat-ı
Uluhiyyeti ve kemâl-i rahmeti ve hikmeti gösterir bir surette Güneşin
etrafında, emr-i Rabbâni ile - Üçüncü Mektupta beyan edildiği gibi - pek
büyük bir hizmet için bir uzun seyr ve seyahat, ona ettiriliyor. Bir
sefine-i Rabbâniye olarak acâib-i masnuât-ı İlâhiye ile doldurulmuş ve
zişuur ibâdullaha seyrangâh gibi bir mesken-i seyyar vaziyeti verilmiş. Ve
evkat ve hesabı bildirecek saat akrebi gibi, Kamer dahi dakik hesaplarla
azim hikmetlerle ona takılmış ve o Kamere başka menzillerde ayrı seyr ve
seyahat verilmiş. İşte bu mübarek seyyaremizin şu halleri, küre-i arz
kuvvetinde bir şehadetle, bir Kadir-i Mutlak'ın vücub-u vücudunu ve
vahdetini isbat eder. Mâdem şu seyyaremiz böyledir. Manzume-i şemsiyeyi ona
kıyas edebilirsin. Hem Şemse, kendi mihveri üstünde cazibe denilen mânevi
ipleri yumak yaptırmak için dolap ve çıkrık hükmünde olan güneşi, bir
Kadir-i Zülcelâl'in emriyle döndürüp, o seyyaratı o mânevi iplerle bağlayıp
tanzim etmek ve güneşi bütün seyyaratı ile saniyede beş saatlik bir mesafeyi
kestirecek kadar bir sür'atle, bir tahmine göre "Herkül Burcu" tarafına veya
Şems-üş-şümus cânibine sevk etmek, elbette ezel ve ebed Sultanı olan Zât-ı
Zülcelâl'in kudretiyle ve emriyledir. Güya haşmet-i Rububiyyetini göstermek
için, bu emirber neferleri hükmünde olan manzume-i şemsiye ordusu ile bir
manevra yaptırır. S.) |
MANZUR |
Görülen, bakılan, nazar edilen. * Beğenilen. |
MANZURE |
Belâ, musibet, felâket, âfet. * Noksan ve kusuru olan, ayıplanacak
kadın. |
MAR |
f. Yılan. |
MA'RA |
Vücudun çok zaman çıplak olan yeri. |
MARAN |
(Mâr. C.) f. Yılanlar. |
MARATON |
yun. Kırk kilometreden uzun bir yolda mukavemet için yapılan hız
koşusu. |
MARAZ |
Hastalık, illet, dert. Belâ. |
MARAZ-I MÜSTEVLÎ |
Salgın hastalık. |
MARAZ-I SÂRÎ |
Tıb: Bulaşıcı hastalık. |
MA'RAZ |
(Ma'rez-Ma'riz) Bir şeyin arzolunduğu yer. Göründüğü yer. Sergi,
meşher. |
MA'RAZ-I ACÂİB |
Acâiblerin teşhir olunduğu yer. |
MA'RAZGÂH |
Arzolunan yer, sergi. |
MARAZÎ |
(Maraz. dan) Hastalıkla alâkalı. Hastalığa ait. Hastalıklı. |
MARAZİYYÂT |
Hastalıklar ilmi, patoloji. |
MA'REC |
Çıkacak yer, merdiven. |
MA'REF |
Yüzün, devamlı olarak açık görünen yeri. |
MA'REFE |
Atın yelesi bittiği yer. |
MAR-EFSA |
f. Yılan tutan, yılan efsuncusu. * Yılan sokmuş kimseyi tedâvi eden
kişi. |
MA'REKE |
Muhârebe meydanı, çarpışma yeri. * Çarpışma. Kıtal. Cenk. |
MAREŞAL |
Fr. (Bak: Müşir) |
MA'RET |
Kabahat, suç, ayıp, günah. |
MAR-GİR |
f. Yılan tutan, yılan tutucu. |
MARHİC |
Yılan balığı. |
MARHUK |
Kuşkonmaz bitkisi. |
MARIK |
Dinsiz, mürted, hak dinden çıkan. |
MARIN |
(Mârına) Çekiçle dövülerek açılmağa müsait olan. * Kireçtaşı. * Çeşitli
renklerde olan bir çeşit toprak. |
MA'RIZ |
(Ma'raz. dan) Bir şeyin görünüp çıktığı yer. Bir şeyin bildirildiği,
arzolunduğu makam. |
MARIZ |
Hasta, alil, mariz. |
MARİC |
Dumansız ateş, alev. * Dumansız barut. |
MA'RİC |
Merdiven, yükseliş yeri. |
MARİD |
Azgın, sapkın. İnad ve isyanda benzerlerinden çok ileri gitmiş olan.
Kibir, inad ve dinsizlikle tanınmış olan. Mütemerrid. |
MA'RİFE |
Gr: Arabçada mübhem olmayan " " harf-i ta'rifi ile bildirilen kelime.
Böyle bir kelimeden tenvin kalkar, kelime belirli olur. (Bak: Lâm-ı ta'rif) |
MA'RİFET |
Bilme, bir şeyi cüz'i vecihle bilmek. * Hüner. Üstadlık. San'at. *
Tuhaflık, garib hareket. * Vasıta, tavassut. * İlim ve fenlerle tahsil
olunan mâlumat. İrfan kazanmak. (Bak: İrfân) |
MA'RİFET MERTEBELERİ |
(Bak: Yakin) |
MA'RİFETPERVER |
f. Hünerli, marifetli. |
MA'RİFETULLAH |
Masnuat-ı İlâhiyeyi ve Kur'âni hakikatleri tefekkür ve tahsil ile veya
lütf-i İlâhi ile kalbi inkişâf ve basirete sâhib olmak. Esmâ-i İlâhiyyeyi
tanımak. İlâhi hakikatlara vukufiyet. Her işte Allah rızâsına en uygun
hareket tarzını bilip amel etmek. (Ma'rifetin zıddı; inkârdır. İlmin zıddı
ise; cehildir.) (Bak: Vicdan-İrfân)(Muhyiddin-i Arabi, Fahreddin-i Râzi'ye
mektubunda demiş: "Allah'ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır." Bu ne
demektir? Maksad nedir soruyor?Usul-üd-din imamları ve ulema-i ilm-i Kelâmın
akaide dair ve vücud-u Vâcib-ül-Vücud ve Tevhid-i İlâhiye dair beyanatları,
Muhyiddin-i Arabi'nin nazarında kâfi gelmediği için, İlm-i Kelâm'ın
imamlarından Fahreddin-i Râzi'ye öyle demiş.Evet, İlm-i Kelâm vasıtasiyle
kazanılan Mârifet-i İlâhiye, mârifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor.
Kur'an-ı Mu'ciz-il Beyan'ın tarzında olduğu vakit, hem mârifet-i tâmmeyi
verir; hem huzur-u etemmi kazandırır ki, inşâallah, Risale-i Nur'un bütün
eczaları, o Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın cadde-i nurânisinde birer elektrik
lâmbası hizmetini görüyorlar.Hem, Muhyiddin-i Arabi'nin nazarına,
Fahreddin-i Râzi'nin İlm-i Kelâm vâsıtasiyle aldığı mârifetullah ne kadar
noksan görülüyor; öyle de; tasavvuf mesleğiyle alınan mârifet dahi, Kur'an-ı
Hakim'den doğrudan doğruya veraset-i Nübüvvet sırriyle alınan mârifete
nisbeten o kadar noksandır. Çünki: Muhyiddin-i Arabi mesleği, huzur-u
dâimiyi kazanmak için $ deyip, kâinatın vücudunu inkâr edecek bir tarza
kadar gelmiş. Ve sâirleri ise, yine huzur-u dâimiyi kazanmak için $ deyip,
kâinatı nisyan-ı mutlak altına almak gibi, acib bir tarza girmişler.
Kur'an-ı Hakim'den alınan mârifet ise, huzur-u dâimiyi vermekle beraber, ne
kâinatı mahkum-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki,
başıbozukluktan çıkarıp, Cenâb-ı Hak nâmına istihdam eder. Herşey mir'at-ı
mârifet olur. Sa'di-i Şirazi'nin dediği gibi: $ Herşeyde Cenâb-ı Hakk'ın
mârifetine bir pencere açar.Bâzı Sözlerde ulema-i İlm-i Kelâm'ın mesleğiyle,
Kur'andan alınan minhâc-ı hakikinin farkları hakkında şöyle bir temsil
söylemişiz ki; meselâ: Bir su getirmek için, bâzıları küngân (su borusu) ile
uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da, her yerde kuyu
kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir; tıkanır, kesilir. Fakat
her yerde kuyuları kazıp su çıkarmağa ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerde
suyu buldukları gibi, aynen öyle de: Ulema-i İlm-i Kelâm, esbabı, nihayet-i
âlemde teselsül ve devrin muhâliyeti ile kesip, sonra Vâcib-ül Vücud'un
vücudunu onunla isbat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur'an-ı
Hakim'in minhâc-ı hakikisi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Her bir
âyeti, birer Asâ-yı Musâ gibi nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor. $
düsturunu, herşeye okutturuyor.Hem imân yalnız ilim ile değil, imânda çok
letâifin hisseleri var. Nasılki: Bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif
âsâba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen
mesâil-i imâniye dahi, akıl midesine girdikten sonra derecata göre ruh,
kalb, sır, nefis ve hâkezâ.. letâif, kendine göre birer hisse alır,
masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır. İşte Muhyiddin-i Arabi,
Fahreddin-i Râziye bu noktayı ihtar ediyor. M.) |
MARİN |
Burun ucunda olan yumuşak kemiksiz yer. |
MARİSTAN |
f. Hastahâne. |
MARİZ |
(Maraz. dan) Hasta. İlletli. Dertli. |
MARİZANE |
f. Hasta olarak. |
MÂRR |
Geçen, geçmiş, yürüyen. |
MÂRR-ÜL BEYAN |
Beyânı yukarıda geçmiş olan. |
MÂRR-ÜZ ZİKR |
Yukarıda zikri geçmiş olan, yukarda bahsedilmiş olan. |
MÂRRE |
Fık: Herkesin gittiği umumi yoldan yürüyen. |
MÂRRÎN |
(Mâr. dan) Geçenler. |
MÂRRİN Ü ÂBİRÎN |
Gelip geçenler. Gelen giden. |
MARSUS |
(Bak: Mersus) |
MARTULOS |
(Martoloz) Osmanlı Devletinin teşekkülü sıralarında ve yeniçeri
teşkilâtından önce, Hristiyanlardan, ordunun geri hizmetlerinde çalışmış
olan teşekküllerden biridir. Silâhlanmış kişi mânasında Rumca bir kelimedir.
* Eskiden Tuna gemicileri, korsanı mânasında da kullanılmıştır. |
MA'RUF |
Bilinen, tanınmış. Belli, meşhur. * Şeriatın makbul kıldığı veya
emrettiği. * Adl, ihsan, cud, tatlı dil, iyi muamele. (Bak: Emr-i bi-l
ma'ruf) |
MA'RUF-İ CİHÂN |
Dünyaca tanınan ve meşhur. Cihânın bildiği. |
MA'RUFAT |
Bilinen şeyler. Şeriatın emrettiği hususlar. |
MA'RUFİYET |
Ma'rufluk. Ünlülük, meşhurluk, tanınmışlık. |
MA'RUR |
Uyuz. |
MA'RUŞ |
Üstü çardak şeklinde yapılı bina. |
MA'RUZ |
Bir şeyin etkisine uğramak veya uğratmak. * Arzolunmuş, arzolunan. *
Serilmiş, yayılmış. * Verilmiş, sunulmuş. * Anlatılmış. * Bir şeye karşı
siper alan. |
MA'RUZÂT |
(Ma'ruz. C.) Arz olunanlar. Arzedilenler, takdim edilenler. Küçükten
büyüğe bildirilenler. |
MARZAT |
Rızâ. Memnuniyet, hoşnudluk. |
MARZÎ |
Razı olmağa dâir. * Kabul edeceği, razı olacağı. |
MARZÎ-İ İLÂHÎ |
Cenab-ı Hakk'ın rızasına uygun işler. |
MARZİYAT |
Razı olunacak şeyler. Allah'ın rızasına dair olanlar. |
MARZİYE |
Razı olma, hoşnud olma, memnuniyet. |
MA'S |
Tıb: Adalelerin tutulması, kasların büzülmesi. Kramp. |
MAS |
Yeyni, hafif kimse. |
MAS' |
Davarın kuyruğunu salması. * Vurmak. * Parlamak. |
MA'S |
Ovmak. * Dürtmek. |
MASA' |
Kılıçla vuruşmak. |
MASABAK |
(Bak: Masebak) |
MAS'AD |
(C.: Masâid) Yukarı çıkılacak yer. Suud yeri. |
MASAD |
(C: Musdân-Emside) Dağın yüksek ve yüce yeri. |
MASADAK |
Bir sözü veya hükmü tasdik eden husus. "Söylendiği gibi, denildiği
şekilde, doğru, sâdık, olduğu gibi, muvâfıktır, mutâbıktır, tıpkısı" gibi
mânâlara gelir. Mânânın fertlerine de mâsadak denilebilir. |
MASADIR |
(Masdar. C.) Masdarlar. |
MASAFF |
Savaş, muhârebe, harp, cidâl yeri. |
MASAHA |
Sıhhat mevzii. * Kamer, ay. |
MASAİB |
(Bak: Mesaib) |
MASAİD |
(Mas'ad. C.) Yukarı çıkacak yerler. |
MASAİF |
(Masif. C.) Sayfiyeler, yazlıklar. Yaz mevsiminde oturulacak yerler. |
MASAK |
Darlık. |
MASAL |
Az miktar olan şey. |
MASALE |
Sızıntı. |
MASAM |
Duracak yer. |
MASAME |
Duracak yer. |
MASAN |
Eşya saklanacak yer. |
MASANİ' |
(Masna. C.) Sarnıçlar. Su mahzenleri. |
MA'SARA |
(Üzüm ve susam gibi şeylerin) sıkıldığı yer. |
MASARİ' |
(Mısrâ'. C.) Mısrâlar. * (Masra'. C.) Güreş meydanları. |
MASARİF |
(Masraf. C.) Sarfiyatlar, masraflar. (Masârifât da denir.) |
MASARİF-İ UMUMİYE |
Umumi masraflar. |
MASARİF |
(Masruf. C.) Harcananlar, sarfolunanlar. |
MASARİFAT |
(Masârif. C.) Masraflar, giderler. Harcanan paralar. |
MASARÎN |
Bağırsaklar. |
MASBAH |
Doğacak zaman ve yer. |
MASBU' |
Kibirli, gururlu, mağrur. Kendini beğenmiş. |
MASBUG |
(C.: Mesâbig) Boyalı, boyanmış. Mülevven. |
MASD |
Cima etmek. * Emmek. |
MASDA' |
Taşlık yerlerden geçen düz yol. |
MASDAR |
Bir şeyin sudur ettiği (çıktığı) menba. * Gr: Fiilin şahsa ve zamana
bağlı olmayan şekli, fiil kökü. Okumak, yazmak, kitabet, kıraat, ahz,
almak... gibi. Masdar kelimesi.; ism-i mekândır, sudur etmek mânasına gelir.
Fiilin mâna ve lâfız ciheti ile mebde' ve me'hazidir. |
MASDAR-I CA'LÎ |
(Mec'ul) yapma olan masdar. Arapçada, bazı isim ve sıfatların sonlarına
(-iyyet) ilâve edilerek yapılır. Meselâ: İnsan: İnsaniyyet, Şâir: Şâiriyyet.
Câhil: Câhiliyyet. Merbut: Merbutiyyet gibi.Arapça veya Farsça kelimenin
sonuna (-îden) eki getirilerek yapılır. Meselâ: Cenk. den, Cengîden: Cenk
etmek. Fehm. den, Fehmîden: Anlamak.Taleb. den, Talebîden: istemek. |
MASDAR-I MERRE |
Fiilin bir defa yapıldığını belli eden masdar. Merre, kerre, lem'a,
darbe gibi, "fa'le" vezninden gelen masdarlardır. |
MASDAR-I MİMÎ |
Başında mim harfi bulunan masdar. (Ketb: Yazmak) masdarının mimisi
(mekteb) olduğu gibi. |
MASDU' |
Baş ağrısına tutulmuş olan. Başı ağrıyan. |
MASDUK |
Doğruluğu kabul edilmiş, tasdik edilmiş. |
MASDUKA |
(C.: Masdukat) Doğru söz. Hakikat ve gerçek olan kelâm. |
MASDUM |
Çarpılmış. Kendisine vurulmuş. |
MASDUR |
Gönderilmiş, yollanmış olan. * Göğsü incinmiş veya ağrımış olan. |
MASEBAK |
Geçen, geçmiş olan, geçmişteki. |
MASELEF |
Evvelki, geçmiş. |
MA'SERE |
(Ma'seret) Zorluk, güçlük. |
MASFUF |
(Masfufe) Saf bağlamış, dizilmiş. Sıra ile dizilmiş. |
MASH |
Tutmak. * Çekmek. |
MASH (MUSUH) |
Sâbit olma. * Mahvolup belirsiz olmak. * Kısa olmak. |
MASHARA |
Maskara, soytarı. * Tuhaflıklar yapan kimse. * Komik, gülünç. *
Zevklenme, eğlenme. * Kepaze, utanmaz, rezil. |
MASHARA-İ ÂLEM |
Âlemin maskarası. Kepaze, rezil. |
MASHARA |
(C: Mesâhır) Büyük taşlı yer. |
MASHUB |
(C.: Mesâhib) Beraber alınıp götürülmüş. Kucaklanmış. |
MASHUBEN |
Beraberce, birlikte olduğu halde. Yanında bulunarak. |
MASI' |
Sağlam vücutlu kimse. |
MASIR |
Mâni, engel. |
MASÎ |
f. Pervasız, korkusuz. |
MASİF |
(C.: Mesâif) (Sayf. dan) Yazlık. Yazın oturulacak yer. Sayfiye yeri. |
MASİK |
Yapışkan. * Zapteden, istilâ eden, tutan. |
MASİLE |
Üzerinde mum veya fitil yakılan çıra ve şamdan. |
MASÎR |
(C.: Masâyi) (Sayruret. den) Sürüp giden. * Karargâh. * Suyun aktığı
yer. * Rücu etmek, dönüp gitmek. * Dönüp varılacak yer. |
MASİT |
Acı su. * Bir ot cinsi. |
MASİVA |
Ondan gayrısı. (Allah'tan) başka her şey hakkında kullanılan tâbirdir)
Dünya ile alâkalı şeyler. (Bak: Taabbüd)(...Ey insan! Kur'anın
desâtirindendir ki; Cenab-ı Hakkın mâsivasından hiçbir şeyi ona taabbüd
edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir şeyden
tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlukat ma'budiyetten uzaklık
noktasında müsavi oldukları gibi mahlukiyet nisbetinde de birdirler. M.N.) |
MA'SİYYET |
İtaatsizlik, günah, isyan.(Mâsiyetin mâhiyetinde, bilhassa devam
ederse, küfür tohumu vardır. Çünki, o mâsiyete devam eden ülfet peyda eder.
Sonra ona âşık ve mübtelâ olur. Terkine imkân bulamıyacak dereceye gelir.
Sonra o mâsiyetinin ikaba mucib olmadığını temenniye başlar. Bu hal böylece
devam ettikçe küfür tohumu yeşillenmeye başlar. En nihâyet, gerek ikabı ve
gerek dâr-ül-ikabı inkâra sebeb olur.Ve keza, mâsiyete terettüp eden
hacâletten dolayı, o mâsiyetin mâsiyet olmadığını iddia etmekle o mâsiyete
muttali olan melekleri bile inkâr eder. Hattâ şiddet-i hacâletten yevm-i
hesabın gelmiyeceğini temenni eder.Şayet yevm-i hesabı nefyeden ednâ bir
vehmi bulursa, o vehmi kocaman bir bürhan addeder. En nihayet nedâmet edip
terketmiyenlerin kalbi küsufa tutulur, mahvolur gider. El-iyazü Billâh!
M.N.) |
MASK |
Muhkem, sağlam. (Müe: Maske) |
MASKAT |
Düşülen yer. |
MASKAT-I RE'S |
Doğum yeri. Vatan. Bir kimsenin doğduğu yer. |
MASKU' |
Kırağı düşmüş yer. |
MASKUL |
Cilâlanmış, saykal vurulmuş. Mücellâ. |
MASL |
Tarhana. * Yoğurt ve süt içinde bulunan yeşilimsi su. |
MASL-ÜD DEM |
Kanın sulu kısmı. |
MASLAHAT |
İş, mes'ele. * Sulh yolu. * Fayda, maksad, keyfiyet. (Zıddı;
mefsedettir) |
MASLAHAT-I MÜRSELE |
Şeriat tarafından ne itibar ve ne de ibtâl ve ilgâ edildiği mâlum
olmayan bir mes'elenin maslahat üzere fakihler tarafından hükümlendirilmesi. |
MASLAHATBÎN |
f. İş yapabilen. İş görmesini bilen. |
MASLAHATGÜZÂR |
f. İş bilir. * Elçi vekili. Elçi namına işleri tâkible vazifeli kimse. |
MASLAHATKÂRÂNE |
f. Maslahata, işe ve maksada uygun surette. |
MASLAHATŞİNÂS |
f. İşten anlıyan, iş bilen. |
MASLAK |
Su yolu üzerinde bulunan su haznesi. * Dâima akan su borusu. * Büyük
yalak. |
MASLİYE |
Tarhana çorbası. * Koruk aşı. |
MASLUB |
Salbolmuş, asılmış. Asılarak idam edilmiş. |
MASLUBEN |
Asılarak, asılmış olduğu hâlde. Asılma suretiyle. |
MASMASA |
Ağzın önü. |
MASNA' |
(Masnaa) Su mahzeni. Sarnıç. * Şimdiki Arapçada: Fabrika. * Bucak,
köşe. |
MASNEA |
İçine yağmur suyu toplanan büyük havuz. |
MASNU' |
(Sun'. dan) San'atla yapılan, yapılmış. Yapma, yapmacık. |
MASNU-U VÂHİD |
Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) (bir tek olan) san'at eseri. |
MASNUAT |
San'atkârâne yapılan şeyler. Yapılanlar. |
MASNUAT-I SAYFİYYE |
Cenab-ı Hakk'ın yaz mevsiminde yarattığı san'atlı güzel eserler. |
MASNUK |
Nezleli kimse. |
MASON |
Fr. Duvarcı mânasına bir kelimeden alınmış isimdir. Dinsiz, imânsız
mânâsına kullanılır. Fermeson veya farmason da denir. |
MASR |
Parmak uçlarıyla süt sağmak. * Bir şeyi incelemek. * Az olmak. *
Dağılmak. (İmtisar veya immisar ile aynı manadadır.) |
MASRA' |
Çarpışma, ölme. * Güreş meydanı. |
MASRAF |
Sarfedilen, harcanan. Gider. |
MASRİF |
(Sarf. dan) Sarfetme ve harcama mahalli. |
MASRU' |
Sar'a hastalığına tutulmuş, sar'alı. |
MASRUAN |
Sar'alı olarak, sar'a hastalığına tutulmuş olarak. |
MASRUF |
Sarfolunmuş, harcanılmış olan. |
MASS |
Emmek. Bir şeyi eme eme içmek. |
MASS |
(Mâssa) Emici, massedici. |
MASS |
Yakın olan. * Dokunan. Değen. |
MASSA |
Maraz, hastalık. * Zahmet. |
MASSETMEK |
Emmek, emerek içmek. |
MAST |
f. Yoğurt. |
MASTABA |
(C.: Masâtıb) Sedir, peyke. |
MASTAKİ |
Sakız. |
MASTİHİ |
Kıbrıs ve Sakız adalarında yetişen bir ağacın adı. |
MASTUB |
Damarlardan taşmış kan. |
MASTUR |
(Satır. dan) Çizilmiş, yazılmış. |
MASUBE |
İsâbet etmiş (felâket, musibet, belâ, âfet). |
MASUG |
Kalıba dökülmüş. * Örneğe uygun. * Düz. |
MA'SUM |
Günahsız, suçsuz. |
MA'SUMÂNE |
Günahsızcasına, suçsuz olarak. |
MA'SUME |
Suçsuz kadın veya kız. |
MA'SUMİYET |
Ma'sumluk, kabahatsizlik, suçsuzluk. |
MASUN |
Korunan, mahfuz, emin, muhafaza olunan. * Sâlim, sağlam. |
MASUNİYET |
Eminlik, sağlamlık, muhafaza altında bulunmak, dokunulmazlık. |
MA'SUR |
Zor, güç, zorlaştırılmış. |
MASUS |
Sirke ile pişmiş güvercin. |
MASUR |
Birbirine katılmış şey. Mümtezic. |
MA'SUR |
Sıkılmış. Suyu veya yağı çıkarılmış. |
MASVAT |
Çok bağıran. |
MASVER |
Sütsüz keçi. * Sütü zor çıkan deve. |
MASYEF |
(C.: Mesâyıf) Yaz gününde oturulacak yer. * Su yolunun eğri büğrü yeri. |
MAŞAALLAH |
Allah'ın istediği gibi. * Allah korusun, Allah saklasın (meâlinde
duâdır.) |
MAŞE |
f. Maşa. |
MA'ŞEB |
Otlu yer. |
MA'ŞER |
Cemâat, müttehid cemâat. Birinin ehil veya iyâli. İns ve cin cemaatı. *
Bölük, topluluk. |
MA'ŞERÎ |
Cemiyete âit. Topluluğa âit. Ortaklaşa. Pek çok. |
MAŞITA |
(Meşşâta) Baş tarayan. |
MAŞÎ |
(Mâşiyye) (C.: Müşşât) (Meşy. den) Yürüyen, yürüyücü. |
MAŞİYE |
(C.: Mevâşi) Koyun ve keçi gibi hayvan. * Oğlu ve kızı çok olan kadın. |
MAŞİYEN |
Yaya olarak, yürüyerek. |
MAŞRIK |
(Bak: Meşrık) |
MA'ŞUK(A) |
Aşk ile sevilen, sevgili. |
MA'ŞUKİYET |
Sevilme hâli. Sevilen bir kimsenin hâli. |
MA'ŞUŞ |
Zayıf ve cılız adam. |
MATA |
(C.: Emtâ) Arka. |
MA'TAB |
(C: Meâtıb) Helâk olacak yer. |
MATABİ' |
(Matbaa. C.) Matbaalar, basımevleri. |
MATABÎH |
(Matbuh. C.) (Tabh. dan) Tabholunmuş yani pişirilmiş şeyler. |
MATABİH |
(Matbah. C.) Mutfaklar. Yemek pişirilen yerler. |
MATAF |
(C.: Matâif) (Tavâf. dan) Tavâf edilecek, etrâfı ziyaret edilip
dolaşılacak yer. |
MATAHİR |
(Mathare. C.) Mataralar, su kapları. * Gusülhâneler. İçinde yıkanılıp
temizlenilecek yerler. |
MATAİF |
(Matâf. C.) (Tavaf. dan) Tavaf edilecek, etrâfı ziyaret edilip
dolaşılacak yerler. |
MATAİM |
(Mat'am. C.) Yemek yenilecek yerler. Yemek odaları. |
MATAÎM |
(Mıt'âm. C.) Oburlar, doymakbilmez kimseler. * Başkalarını beslemeler. |
MATAİN |
(Matin. C.) Balçıkla sıvanmış yerler. |
MATAÎN |
(Mıt'ân. C.) Mızrakla yaralamakta mâhir ve usta olan. |
MATALİL |
(Matlul. C.) Nemli, ıslak ve yaş şeyler. |
MAT'AM |
(C.: Matâim) Yemek yenilecek yer. Yemek odası. |
MATAMİH |
(Matmah. C.) Göz dikilen şeyler. Göz dikilen yerler. |
MATAMÎR |
(Matmure. C.) Mezarlar, kabirler. * Bazı şeyleri saklamak için
kullanılan toprakaltı yerler. |
MATAR |
(C.: Emtâr) Yağmur. |
MATARA |
Askerlerin kullandığı üzeri aba ve çeşitli kumaşlarla kaplı madeni su
şişesi veya yolculukta kullanılan deriden yapılmış su kabı. |
MATARE |
Kuşu çok olan yer. |
MATARIK |
(Mıtrak ve Mıtraka. C.) Demirci çekiçleri. |
MATARİD |
(Mıtred. C.) Mızraklar, zıpkınlar. |
MATARİH |
(Matrah. C.) Bir şey atılan yerler. * Tarhedilecek yerler. |
MATAVİ |
(Matvi. C.) Kıvrımlar. Bükülmüş şeyler. |
MATAYA |
(Matiyye. C.) Binek hayvanları. |
MATBAA |
(Tab'. dan) Tab'edilen yer. Kitab, gazete ve sâir yazıların basıldığı
yerler. Basımevi. |
MATBAA-İ ÂMİRE |
Devlet matbaası. |
MATBAH(A) |
Mutbah. Yemek pişirilen yer. |
MATBAH-I ÂMİRE |
Saray mutfağı. |
MATBAHA-İ KUDRET |
Cenab-ı Hakk'ın âşikâr kuvvet ve kudreti ile bahçe, bağ, tarla ve
bostan gibi yerlerde pişmiş gibi hazır gıda maddelerinin yetiştiği yer.
Kudret mutbahı. |
MATBU' |
Tab' olunmuş. basılmış, kitap veya gazete haline gelmiş. Basılıp
matbaadan çıkmış olan. |
MATBUAT |
Tab' edilmiş neşriyat. Basılmış şeyler. (Kitap ve gazeteler gibi) |
MATBUH |
(C.: Matâbih) (Tabh. dan) Kaynatılmış veya haşlanmış (ilâç). *
Pişirilmiş yemek. |
MATBUHAT |
(Matbuh. C.) Kaynatılmış veya haşlanmış ilâçlar. * Pişirilmiş yemekler. |
MATE |
Öldü. |
MATEAHHAR |
(Mâ-teahhar) Sonra gelen. Sonradan gelen. |
MA'TEBE |
Kızgınlık ve hiddetle hitabetmek. |
MATEKADDEM |
(Mâtekaddem) Geçmiş zaman, mâzi. * Sâbık. Geçen şey. * Önceleri. |
MÂTEM |
Ağlama. Üzüntü veya kederden ağlayıp sızlama. Kederinden yas
tutma.(...Bak! Öyle bir ziya-yı hakikat neşreder ki, eğer O'nun o nurâni
daire-i hakikat-ı irşadından hariç bir surette kâinata baksan, elbette
kâinatın şeklini bir matemhâne-i umumi hükmünde ve mevcudatı birbirine
ecnebi, belki düşman ve câmidatı dehşetli cenâzeler ve bütün zevil-hayatı
zevâl ve firakın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görürsün. Şimdi bak;
O'nun neşrettiği nur ile o matemhâne-i umumi şevk-i cezbe içinde bir
zikirhâneye inkılâb etti. O ecnebi düşman mevcudat, birer dost ve kardeş
şekline girdi. S.) |
MÂTEMDÂR |
f. Mâtemli, acılı, yaslı. |
MÂTEMENGİZ |
f. Mâtemi ve yası iktiza eden. |
MÂTEMFEZÂ |
f. Yası ve mâtemi ziyadeleştirip arttıran. |
MÂTEMHANE |
f. Ağlanılan, yas tutulan yer. |
MÂTEMÎ |
Yaslı, mâtemli, üzüntülü. |
MÂTEMKÜNÂN |
f. Yas tutup mâtem ederek. |
MÂTEMZEDE |
Mâtemli. Yaslı. |
MATERYAL |
Fr. Bir işin meydana çıkması için lâzım gelen şeyler. |
MATERYALİST |
Fr. Maddeci. Her şeyi madde ile kıymetlendiren. (Bak: Maddiyyun) |
MATERYALİZM |
Fr. Maneviyatı ve Allah'ı inkâr eden maddiyyunların mesleği. |
MATFA |
(İtfâ. dan) Söndürülmüş. |
MATH |
El ile vurmak. * Yalamak. * Birbiri ardınca sulamak. |
MATHARE |
(C.: Matâhir) Gusülhâne. İçinde yıkanılıp temizlenilecek yer. * Su
kabı, matara. |
MATHUM |
Dolu, dolmuş. |
MATIR |
(Matar. dan) Yağan, yağıcı. |
MATİ' |
Uzun, tavil. * Her nesnenin iyisi. |
MATÎN |
(C: Metâyın) Balçıklı yer. |
MATÎR |
Yağmurlu gün. |
MATÎRAT |
Tehlikeli yerler. |
MATÎTA |
(C: Metâyıt) Havuz dibinde kalan balçıklı bulanık su. |
MATİYYE |
Binek hayvanı. Binek. * Gerinip sevinerek yürüyen. |
MATİYYE-RÂN |
Bindiği hayvanı yola süren. |
MATL |
Atlatma, geçirme, defetme. * Çekme. |
MATLA' |
Güneş veya yıldızların doğdukları yer, ufuktan çıktıkları yer. * Yıldız
veya güneşin zuhur etmesi. * Edb: Kaside ve gazelin kafiyeli olan ilk beyti.
(Bak: Musarra') |
MATLAB |
İstek, istenilen şey. * Hallolunacak mesele. Mebhas. * Kaziye. |
MATLAB-I DİL-HAH |
Gönlün isteği, arzu, maksad. |
MATLUB |
İstek, istenilen şey. * Alacak. Ödünç verilmiş. |
MATLUBAT |
(Matlub. C.) İstenilen, talebedilen ve aranılan şeyler. * Alacaklar.
Ödünç olarak verilmiş olan şeyler. |
MATLUL |
(C.: Matâlil) Yaş, ıslâk. * Islanmış, nemlenmiş. |
MATMA' |
Tamâ edilecek şey. Çok istenilecek şey. |
MATMAH |
Tamâh olunan şey, hırsla göz dikilerek bakılan şey veya yer. |
MATMAH-I CİHANÎ |
Bütün herkese ait tamah olunan ve büyük istekle üzerine bakılan şey. |
MATMAH-I NAZAR |
Hırsla bakılan şey. |
MATMAZEL |
Fr. Evli olmayan gayr-ı müslim kız. |
MATMU' |
(Tama'. dan) Tama' olunmuş. Hırsla istenen şey. |
MATMUR |
Gömülmüş, defnedilmiş. Toprak altına konulmuş. |
MATMURE |
Toprak altında bazı şeyleri saklamağa mahsus yer. * Kabir, mezar. |
MATMUS |
Gözü doğuştan değil de, sonradan kör olmuş adam. |
MATNEB |
(C: Metânib) Omuz. * Omuzla boyun arası. |
MATRAH |
(C: Matârih) (Tarh. dan) Mahal, yer. * Tarh olunacak şey, tarh edilecek
nesne. * Bir şey atılan yer. |
MATRAN |
Taç giymiş piskopos. |
MATRED(E) |
Irak eden, uzaklaştıran. |
MATRİS |
Fr. Dizilmiş harflerin hususi bir mukavva üzerine alınan kalıbı. *
Dizme makinelerinde harf kalıbı. |
MATRUD |
Kovulmuş. Tardedilmiş. Uzaklaştırılmış olan. |
MATRUDÎN |
Kovulmuş olanlar. Kovulmuşlar. |
MATRUH |
Tarh edilmiş, çıkarılmış. * Belirtilmiş, konulmuş (vergi) * Temeli
atılmış (Binâ). |
MATRUK |
Gevşek ve uyuşuk adam. * Kuruduktan sonra yine yağmurla tazelenmiş. |
MATRUŞ |
Traş olmuş. Sakalsız. * Sağır kimse. |
MATT |
Çekmek. |
MATTA |
İncil kitaplarından birisinin adı. Tahrif edilmiş dört yüz muhtelif
İncil içinden seçilen biri. (Bak: Havari) |
MATTAL |
(Mattâle) Devamlı olarak borcunu ileri atıp geciktiren. |
MATTE |
Vesile, sebep. |
MA'TUF |
Ait ve râci' olan. * Bir tarafa meyletmiş. Mâil olan. * İsnadedilen.
Yöneltilmiş. |
MA'TUFUN ALEYH |
f. Bir rabt edatı ile kendisine bağlı olan kelime (Bak: Harf-i atıf) |
MA'TUH(E) |
(Ateh. den) Bunamış, bunak. * Sakat, kötürüm. Amelmânde. |
MA'TUHANE |
Bunakçasına, bunamışçasına. |
MA'TUK(A) |
(C.: Maâtik) (Atâk. dan) Azat olunmuş. Azatlı. |
MAT'UM |
(C.: Mat'umat) Yenecek yemek. Taam. |
MAT'UMAT |
(Taam. dan) Yemekler. Taamlar. Yenecek şeyler.("Hem hiç mümkün müdür
ki: Fâtır-ı Kerim, Halik-ı Rahim, küçük midenin cüz'i arzusunu ve muvakkat
bir beka için lisan-ı hal ile duasını hadsiz enva-ı mat'umat-ı lezizenin
icadiyle kabul etsin de, umum nev-i beşerin pek büyük bir ihtiyâc-ı fıtriden
gelen pek şiddetli bir arzusunu ve külli ve daimi ve haklı ve hakikatlı,
kalli, halli bekaya dâir gayet kuvvetli duâsını kabul etmesin? Hâşâ.. yüzbin
defa hâşâ.." L.) |
MAT'UN |
(Tâun. dan) Belâya tutulmuş. Musibet ve tâuna giriftar olmuş. * (Ta'n.
dan) Ayıplanmış. |
MAT'UNEN |
Vebâya tutularak. |
MA'TUT |
Mağlup, yenilmiş. |
MATURİDÎ |
Mâturidi Mezhebi ve bu mezhebden olan. Semerkand şehrinin Mâturid
köyünden olan Ebu Mansur-u Mâturidi'yi (Hicri: 280-332) itikadda imam olarak
kabul edenler. Amelde Hanefi Mezhebinden olanlar, itikadda Maturidi
mezhebindendir. Çünkü bu Zât, Ehl-i Sünnet itikadına muhalif görüşleri,
eserleri ile reddederek ıslâh etmiştir. |
MATV |
Çekmek. |
MATVÎ |
Bükülü, dürülmüş, kıvrılmış şey. |
MATVİYY |
Dürülmüş nesne. |
MATVİYYÂT |
Dürülmüş ve bükülmüş olanlar. Kitap sahifeleri gibi toplanmış olanlar. |
MATVİYYEN |
Sarılı olduğu halde. Dürülerek. Kıvrılarak. |
MAUK |
şer, yaramaz. |
MAUL |
Üstün gelinmiş. |
MA-UL HAYAT |
Mc: Haysiyyet. Şeref, yüz suyu. * Hayat suyu. (Bak: Ab-ı hayat.) |
MA-UL VERD |
Gül suyu. |
MAUN |
Eve lâzım şeyler. Ev eşyası. * Malın zekâtı. * Ufak tefek ihtiyaçlar. *
Nefaseti sebebi ile (nefsin çok hoşuna gittiğinden) kimseye verilmek
istenmeyen şey. |
MÂUN SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'in 107. Suresidir. "Eraeyte Suresi" de denir. |
MAUN |
Yardım, imdat. * Taat. İnkiyad. İtaat. |
MAUNE |
Mavna. Yük taşıyan büyük kayık. |
MAUNET |
Yardım. İmdat. * Azık. Yol yiyeceği. * Cenab-ı Hakk'ın salih kullarına
olan imdadı, inayeti. * Huk: Masarif. |
MA'V |
Olmuş taze hurma. * Ses, avaz. |
MA-VAKAA |
Vaki' olan. Hâdise. Sergüzeşt. |
MA-VEKA' |
(Mâ-Vaka') Vâki olan, olup biten. |
MA'VEL |
Ağıt edecek yer. |
MA-VERA |
Bir şeyin gerisinde, arkasında veya ötesinde bulunanlar. |
MÂ-VERAÎ |
Öteye mensub ve âid. * Diğer âlemle alâkalı. |
MAVERA-ÜN NEHR |
Ceyhun ırmağının doğusunda kalan ülkelere müslüman coğrafyacıların
verdiği ad. Türklerin yaşadıkları bu ülkeler, Ceyhun ve Seyhun ırmaklarının
havzalarını ihtiva ediyordu. * Dicle ile Fırat arası. |
MAVİYE |
Billur taşı. |
MAVNA |
Limanlarda, şamandıralara bağlı olarak yükleme ve boşaltma yapan
gemilerden, kıyılara römorkör yedeğinde yük götürüp getiren tekne. |
MAVTIN |
(C.: Mevâtın) (Vatan. dan) Vatan. Yurt edinilen ve yerleşip oturulan
yer. |
MAVZER |
Alm. Mavzer adında bir Alman'ın yaptığı çaplı harp tüfeği. Askerlikte
kullanılan bir silâh. |
MA'Y |
Su arkı. Su mecrâsı. |
MAYE |
Damızlık. * Esas. Temel. * Bir şeyin mayalanması ve ekşimesi
(tahammürü) için konulan madde. * Para, mal. İktidar. Güç. * İlim. * Dişi
deve. |
MAYE-İ ŞEB |
Gece karanlığı. |
MAYEDAR |
f. Kudretli, paralı. |
MAYHOŞ |
f. Biraz ekşice lezzetli tatlı. |
MAYIH |
(C: Mâha) Kova doldurmak için kuyu içine inen kişi. * Bahşiş veren, atâ
eden. |
MAYIN |
ing. Karada ve denizde, daha çok gizlendirilerek konulan ve temas
edilince patlayan bomba. |
MÂYİ' |
Akıcı. Akıcı madde. |
MÂYİ'-İ NÂRÎ |
Ateş halinde su veya buhar. |
MÂYİÂT |
(Mâyi'. C.) Akıcı cisimler. Su halinde bulunan, akan şeyler. |
MÂYİİYYET |
Mâyilik, akıcılık, sıvılık. |
MAYİR |
(C: Miyâr) Taamlandıran, yiyecek veren. |
MA'YUB |
Ayıplanmış. Ayıplanan. Bir kusuru ve eksiği olan. |
MA'YUBAT |
(Ma'yube. C.) Ayıplanacak şeyler. Eksiklikler, noksanlıklar, kusurlar. |
MA'YUBEN |
Kusur ve ayıp sayılarak. Ayıplanarak. |
MAYUHDES |
Sonradan olan. |
MAYU'KAL |
Anlaşılır. |
MAYU'REF |
Bilinmez. * Minder altında saklanan şey. |
MA'Z |
Keçi. Karaca. |
MAZ' |
Çiğnemek. |
MAZ' |
Gön yağlamak. * Ağaç kabuğunu soymayıp üstünde bırakmak. |
MA'Z |
Çekmek. |
MAZA |
(Mezâ) Geçti (mânasına fiil). |
MAZ'A |
Her nesnenin bakiyyesi, artığı. |
MAZACI' |
(Mazca. C.) Kabirler, mezârlar. |
MAZACİR |
(Mazcer. C.) Gönül daralacak ve sıkıntılı yerler. |
MA'ZAD |
Alemi, giyen kişinin pazusuna gelen alemli elbise. |
MAZAĞ |
Çiğnenecek veya çiğnedikleri yemek. |
MAZAHİR |
(Mazhar. C.) Mazharlar. Eşyanın görüldüğü, çıktığı yerler. * Nâil
olmalar. * Şereflenmeler. |
MAZAK |
Darlık. |
MAZALİM |
(Mazleme. C.) Haksızlık ve adaletsizlikler. Zulümler. * Adâlet dâiresi. |
MAZALLE |
Yol aranılan yer. |
MAZALLE |
(C.: Mazâil) (Zıll. dan) Gölgelik yer. |
MAZALLENİŞİN |
f. Gölgelikte oturan. |
MAZA MA MAZA |
Olan oldu. Geçen geçti. |
MAZAMÎN |
(Mazmun. C.) Mânâlar, mefhumlar, kavramlar. * Ödenmesi gereken şeyler.
* Cinaslı, nükteli sözler. |
MAZANNE |
(Mazınne) Zannolunduğu yer. Zan götüren. * Ermiş sanılan. |
MAZANNE-İ HAYR |
Kendisinden yalnız iyilik umulan kimse. |
MAZANNE-İ SU' |
Kendisinden ancak kötülük beklenen kimse. |
MAZARR |
Zararlar, ziyanlar. Mazarrât. |
MAZARRA |
Meşakkat, zahmet. * Ziyân. |
MAZARRAT |
Zararlar. Ziyanlar. Mazârr. |
MAZAYIK |
(Mazîk. C.) Zor güç işler. * Sıkıntılı ve dar yerler. |
MAZAZ |
Musibet, felâket ve belâ acısı. * Acıma, üzülme, kederlenme. |
MAZBATA |
Bir toplantıda konuşulanların neticesinin yazılı şekli. Kararnâme. |
MAZBUT |
Zabtolunmuş, elegeçirilmiş. * Sağlam. * Yazılmış. Kaydedilmiş. Hatırda
tutulmuş. Derli toplu. * Muhâfazalı. Korunmuş. * Belli, belirtilmiş. |
MAZBUTÂT |
(Mazbut. C.) Ele geçirilmiş; kaydedilmiş; hatırda tutulmuş şeyler.
Mazbut olan şeyler. |
MAZCA' |
(Madca) Yatılacak yer. Mezar, kabir. |
MAZCER |
(C.: Mazâcir) Gönül daralacak ve sıkıntılı yerler. |
MA'ZEL |
(C: Meâzil) Irak, uzak, baid. |
MAZEM |
İki dağ arasında olan dar yol. * Dar olan her yer. |
MA'ZERET |
Elde olmadan suç, kabahat işleme. * Mücbir sebeblerini söyleyerek
yardım dileme. Özür dileme. |
MA'ZERETCU |
f. Özür arıyan. |
MA'ZERETHÂH |
f. Özür dileyen. Afvedilmesini isteyen. |
MA'ZERETMEND |
f. Özürlü, kusurlu. Mazeretli. |
MAZFUF |
Yanında olan şeyleri tamamen tükenmiş olan kimse. |
MAZG |
Ağızda çiğneme. |
MAZGAL |
yun. Eskiden kale, hisar, sur veya şato duvarlarında açılan iç yanı
geniş, dış yanı dar gözleme siperi. |
MAZHAK |
(C: Mezâhık) Gülünç kimse. |
MAZHAR |
Sahib olma, nâil olma. Şereflenme. * Bir şeyin göründüğü, izhar
olunduğu yer. Çıktığı yer. |
MAZHAR-I ESMÂ |
Çok sıfatlara ve isimlere mensub hâller kendinde görünen. İsimlere,
isimlerinin üzerinde te'sirlerine mazhar (sâhib) olan. * Cenab-ı Hakkın
isimlerinin tecellisine mazhar ve âyine olmuş olan.(Cenab-ı Hak insana
giydirdiği vücud libasını san'atına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış.
O vücud libasını o model üstünde keser, biçer, tebdil eder, tağyir eder;
muhtelif esmasının cilvesini gösterir. L.) |
MAZHAR-I İLHÂM |
Kendine ilhâm olunan. (Arı, hayvan ve insanlara olduğu gibi) Kalbine
ilhâm gelen zât. |
MAZHARİYET |
Mazhar ve nâil olma. Elde etme. Muvaffakiyet. |
MAZIG |
Çiğneyen, çiğneyici. |
MAZINNE |
(C: Mezânin) İçinde bir şey olduğu tahmin olunan yer. |
MAZIR |
Ekşi, hâmız. |
MAZİ |
Geçmiş zaman. Geçen, geçmiş olan. * Gr: Bir işin geçen zamanda
yapıldığını bildiren fiil. Fiil-i mâzi. Mazi sigası.(O Kadir-i Mutlak, bütün
istikbaldeki acaib-i imkânata muktedirdir. Dünü getiren, yarını getirdiği
gibi; maziyi icad eten O Zât-ı Kadir, istikbali dahi icad eder. Dünyayı
yapan o Sani-i Hakim âhireti de yapar... M.) |
MAZİ-İ NAKLÎ |
Yalnız işitilen bir şeyi anlatan fiil sigası. "Nuri gelmiş" gibi. |
MAZİ-İ ŞÂD |
Neş'eli, sevinçli mâzi. |
MAZİ-İ ŞUHUDÎ |
Gözle görünen veya görmüş gibi bilinen bir şeyi anlatan fiil sigası,
kipi. "Nuri geldi" gibi. |
MAZİF |
Herkese sofrası açık olan ev. Kapısı açık, misafir sever ev.
Misafirperver olan hâne. |
MAZİFE |
İzâfe olunmuş. * Keder, hüzün, tasa, gam. |
MAZÎK |
Dar yer. |
MA'ZİL |
Ayrı. Ayrı bir yer. * Uzak. Baid. |
MAZİLLE |
Kıldan yapılma büyük çadır. |
MAZÎM |
Mazlum. |
MAZİN |
Karınca yumurtası. * Bir kabilenin adı. |
MAZÎR |
Ekşi, hâmız. |
MAZÎRE |
Ayran. |
MA'ZİRE |
(C: Meâzir) Özür etmek. |
MAZİRYUN |
Şahtere otu. |
MAZİYAN |
Kendisinden küçük arklara ayrılan büyük su arkı. |
MAZİYAT |
Geçmişler. Geçen zamanlar. |
MAZİYE |
Şarap, hamr. * Beyaz iyi bal. * Beyaz ince yumuşak gömlek. |
MAZÎZ |
Musibet ve belâya uğramış. Felâket acısına giriftar olmuş. |
MAZLEME |
(C.: Mezâlim) Zulüm ve adaletsizlik. Haksızlık. Can yakma. |
MAZLUM |
Zulüm görmüş. Kendine zulmedilmiş. * Halim, selim, sakin, sessiz. |
MAZLUMANE |
Zulüm görmüşe yaraşır surette. * Sessizce. Sessizlikle. |
MAZLUMÎN |
Zulüm görmüş kimseler. |
MAZLUMİYYET |
Mazlumluk. Zulüm görmüşlük. * Sessizlik, yavaşlık. |
MAZMAZ |
(İbranice) Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Suhuf-u İbrahim ve Tevrat'taki
ismi. |
MAZMAZA |
Gusül veya abdest alırken, elleri yıkadıktan sonra üç kere ağız dolusu
su alıp ağızda çalkalamak. |
MAZMİ |
Sulanan ekin. |
MAZMUM |
(Zamm. dan) Zammolunmuş. İlâve olunmuş. * Yapışmış. * Zamme ile okunan. |
MAZMUN |
Meâl. Mâna. Mefhum. * Nükteli, san'atlı, ince söz. * Ödenmesi lâzım
olan. * Fık: Gasb, telef veya zulüm sebebi ile ödenmesi lüzum etmiş şey. |
MAZNUK |
Nezle olmuş. Nezleli. |
MAZNUN |
(Zann. dan) Zannolunmuş. Zan altında bulunan, kendisinden şüphe edilen.
* Huk: Bir suç dolayısı ile sorguya çekilen kimse. Sanık. |
MAZNUNÎN |
(Maznun. C.) Zan altında bulunanlar. Şüpheli kimseler. |
MAZRA |
Ayran. Bir nevi yemek. |
MAZRAC |
(C: Mezaric) Eski elbise. |
MAZRAHÎ |
Akbaba. * Ulu, şerefli kimse. * Her beyaz nesne. |
MAZREB |
Vuracak yer. * İlikli kemik. |
MAZRUB |
(Zarb. dan) Zarbolunmuş. Çarpılmış. Dövülmüş. * Basılmış, damgalanmış.
* Mat: Çarpılan. (Bak: Madrub) |
MAZRUBEYN |
Birbirine çarpılan iki sayıdan herbiri. |
MAZRUF |
Zarflanan. Sarılıp muhafaza edilen. Zarfa konan. |
MAZRUFÂT |
(Mazruf. C.) Zarflı olanlar. |
MAZRUFEN |
Zarf içinde olarak. Zarflı surette. |
MAZRUR |
Zarar etmiş. Ziyan görmüş. |
MAZRUS |
Örülmüş, örülerek yapılmış. Diş takımı. |
MA'ZUB |
Kötürüm kimse. |
MAZ'UF |
Zayıf ve cılız. Zayıflamış. |
MAZUFE |
İzâfe olunmuş. |
MA'ZUL |
(Azl. den) İşinden çıkarılmış, kovulmuş, azledilmiş. |
MA'ZULEN |
Azledilmiş olarak. İşinden çıkarılmış olarak. |
MA'ZULÎN |
(Ma'zul. C.) İşinden çıkarılmış olan kimseler. Azledilmişler. |
MA'ZULİYET |
Azledilme hâli. Açıkta kalınış. |
MA'ZUR |
Özürlü. Özrü olan. |
MA'ZURİYYET |
Ma'zurluk. Özürlülük. |
MA'ZUZ |
Katı, şiddetli, şedid. |
MAZZ |
Nar. |
MAZZ |
Gönlün gamdan ve tasadan yanması. * İkrar etmek, kabul etmek, açıktan
söylemek. |
MEAB |
Dönülecek yer. Sığınılacak yer. Melce'. |
MEAB |
Ayıp yeri. * Ayıp. |
MEABİD |
(Bak: Maâbid) |
MEAD |
Ahiret. (Bak: Maâd) |
MEADİB |
(Me'debe. C.) Ziyâfetler. |
MEADİN |
(Bak: Maâdin) |
MEAHİZ |
(Me'haz. C.) Me'hazler. Bir şeyin çıktığı veya alındığı yerler.
Kaynaklar. |
MEAKİL |
(Me'kele. C.) Yenilecek şeyler. Yemekler. Erzâk. |
MEÂL |
(Geri dönmek ve rücu eylemek. den) Meydana gelen netice. Mefhum. *
Mânası. Kısaca mânası. * Kaymak. * Husul yeri, peyda olunacak yer. * Son,
sonuç.(Meâl, te'vilin me'hazi olan "evl" mânasına masdar-ı mimîdir. Bir
şeyin varacağı gâye mânasına ism-i mekân da olur ki, te'vilin hasılı
demektir. Bundan başka meâl, bir şeyi eksiltmek mânasına da gelir. Onun için
örfte bir kelâmın mânasını her vechile aynen değil de, biraz noksaniyle
hasılına göre ifade etmeğe de meâl denilmiştir. E.T.) |
MEÂL-İ İCMALÎ |
Kısaca hülâsası, kısaca mânâsı. İcmalî meâl. |
MEÂLEN |
Mânâca aynısı olmadan eksiği ile anlaşılan neticesi. Mânaya göre. (Bak:
Te'vil) |
MEÂLÎ |
Kısaca mânasına ait. |
MEALÎ |
(Bak: Maâlî) |
MEALİM |
(Bak: Maalim) |
MEALPERVER |
f. Mânâlı. * Mâna anlatan. |
MEÂN |
Mekân, menzil. |
MEANN |
Enli, geniş. * şişman gövdeli kimse. * Hatip. |
MEAR |
Arlanacak, utandıracak şey. |
MEAR |
Saç ve sakalın dökülmesi. |
MEARİB |
İhtiyaçlar, hâcetler, lüzumlu ve istenen şeyler. İstekler. |
MEARİC |
(Mi'rac. C.) Mi'raclar. Merdivenler. Çıkılacak yerler. |
MEARİC SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'in 70. Suresi olup Seele veya Mevaki Suresi de denir ve
Mekkîdir. |
MEARRE |
Keffaret, diyet. * Elem, meşakkat, dert, günah. |
MEASİ |
(Bak: Maâsi) |
MEASİM |
Günahlar. * Günah işlenecek yerler. |
MEASİR |
(Me'sere. den) Güzel eserler. Nişanlar. İzler. |
MEASİR-İ BERGÜZİDE |
Seçme güzel eserler, izler, nişanlar. |
MEASS |
Çok cür'etli. Hiç çekinmeyen. |
MEASS |
Talep mevzii, isteme yeri. |
MEAYİB |
Kusurlar, ayıblar, lekeler. (Bak: Maâyib) |
MEAZ |
(Bak: Maâz) |
MEAZİB |
(Mi'zab. C.) Oluklar. Su yolları. |
MEAZİF |
Sazlar. Çalgılar. Saz âletleri. |
MEAZİN |
(Me'zene. C.) Ezan okunan yerler. |
MEAZİR |
Perdeler. Hicablar. * Özürler. |
MEAZİR |
(Mi'zer. C.) Peştemallar. |
MEBAD |
(Mebâdâ) f. Sakın, olmaya ki... |
MEBADİ |
(Mebde. C.) Mebdeler, başlangıçlar, ilk unsurlar. * Çekirdekler. *
Prensipler. |
MEBADİ-İ ZARURİYYE |
Bir hakikat tam bilinmeden önceki isbat edici zaruri emâreler,
başlangıçlar, hazırlıklar. (Bak: Hads) |
MEBAHİS |
Bahisler. Mebhaslar. * Araştırma yerleri. |
MEBAHİS-İ İLMİYE |
İlmi bahisler. |
MEBAL |
(Bevl. den) Sidiğin çıktığı yer. |
MEBALİĞ |
(Meblâğ. C.) Paralar, akçeler. |
MEBANİ |
Temeller. Esaslar. * Yapılar. Binâlar. |
MEBANİ-İ KELÂM |
Sözün esâsını teşkil eden şeyler. |
MEB'AS |
(C.: Mebâis) Yollanma, gönderilme. |
MEB'AT |
Yaban sığırının yatağı. * Davar ve deve yatağı. * Mekân, menzil. |
ME'BAZ |
(C: Meâbiz) Diz altındaki çukur. |
MEBDE' |
Baş taraf. Başlangıç. Başlama. * Kaynak. Kök. Temel. Esas. |
MEBDE-İ SUKUT |
Sukutun başlangıcı. Düşüşün mebdei. |
MEBDEİYET |
Başlangıç olma işi. |
ME'BELE |
Deve duracak yer. * Devesi çok olan yer. |
MEBERRAT |
(Meberre. C.) Sevab için, hayır kazanmak için yapılan işler. |
MEBERRE |
(C.: Meberrât) Sevab için, hayır kazanmak için yapılan iş. |
MEBERRET |
Nöbet şekeri. |
MEBGA |
Talep mevzii, isteme yeri. |
MEBGUZ |
Sevilmemiş. Buğzedilmiş. Nefret edilmiş. |
MEBHAS |
Kısım. Bahis. Fasıl. Bir mes'eleye âid söz. * Arama, araştırma yeri. *
Bir şeyin arandığı yer. |
MEBHUR |
Nefes darlığına mübtelâ olan, hırhır soluyan. |
MEBHUS |
Bahsolunan. Bahsolunmuş. Evvelce bahsi geçmiş. |
MEBHUS-ÜN ANH |
Sözü geçmiş şey. Bahsolunan şey. |
MEBHUT |
Hayretle, şaşkın, mütehayyir. Sersem. |
MEBİ' |
(Bey'. den) Satılmış şey. |
MEBİT |
(Beyt. den) Geceleyin kalınacak yer. Geceliyecek yer. |
MEBİZ |
(C.: Mebâyiz) Tıb: Yumurtalık. |
MEBKALE |
(C: Mebâkıl) Sebzevat yetiştirilen yer. |
MEBLAĞ |
Para, mevcud para miktarı. * Yetişmek. |
MEBLEVLE (MİBVELE) |
İçine bevledilen kap. |
MEBLU' |
(Bel'. den) Yutulmuş. |
MEBLUL |
Nemli, yaş. Islak, ıslanmış. |
MEBNA |
Temel. Yapı yeri. * Üss-ül esas. Asıl ve esas. |
MEBNİ |
Yapılmış. Kurulmuş. * Bir şeye dayanan. Nazar ve itibâr ve isnad
olunarak. * ... den dolayı... e binâen. * Gr: Son harfi harekesi değişmeyen
kelime. Tasrife tâbi olmayan (fiil çekimine uğramıyan) kelime. |
MEBRADE |
Soğukluk. * Soğukluk verecek zaman ve mekan. |
MEBREZ |
Abdesthâne. |
MEBRUD |
Soğuk, soğumuş. |
MEBRUK |
Tebrike şâyeste kimse. Tebrike değer nesne. |
MEBRUR |
Hayırlı. Makbul. Beğenilmiş. Sadık olmakla makbule geçmiş olan. |
MEBRUZ |
Gösterilmiş, ibraz olunmuş. * Açılmış mektub. |
MEBSEM |
(C: Mebâsim) Tebessüm etmek, hafif gülümsemek. |
MEBSUS |
Dağılmış. Yayılmış. Herkesçe duyulmuş. şayi' olmuş. |
MEBSUT |
Açılmış. Yayılmış. Serilmiş. * Mufassal. Etraflıca beyan olunan. Bast
olunmuş. Uzun uzadıya anlatılmış. |
MEBSUTEN |
Mebsut olarak. |
MEBSUTEN MÜTENASİB |
Birbirlerine nisbetli olan iki şeyden birinin artmasıyla, diğerinin de
aynı nisbetle artması; veya eksilmesiyle diğerinin de eksilmesidir. Doğru
orantılı. |
MEBŞURE |
Yüzü ve vücudu güzel yaratılmış kadın. |
MEBŞUŞ |
(C.: Mebâşiş) Silinmiş. İzi eseri kalmamış. |
MABTAHA |
(C: Mebâtıh) Kavun karpuz ekecek yer. |
MEBTUN |
Karnı hasta olan kimse. |
MEBTUŞ |
Tutulmuş. * Hışım olunmuş. |
MEBTUT |
Kesilmiş ve ayrılmış. |
MEBTUTE |
Fık: Üç talak ile boşanmış olan kadın. |
MEB'UC |
Karnı delinmiş. |
MEB'US |
Gönderilen. Ba's edilen. * Halk arasından seçilerek Millet Meclisine
âzâ edilen. * Allah tarafından gönderilmiş olan. * Öldükten sonra
diriltilen. |
MEB'USÂN |
f. Meb'uslar. Milletvekilleri. |
MEB'USİYET |
Mebusluk. Milletvekilliği vazifesi. |
MEBYET |
Geceliyecek yer. Gece vakti kalınacak yer. |
MEBZUL |
Bol. Çok sarf olunan. Ucuz. |
MEBZULÎ |
Bolluk, çokluk, kesret. |
MEBZULİYYET |
Ucuzluk. Bolluk. |
MEBZULİYYET-İ ELVAN |
Renk bolluğu. |
MEC' |
Hurmayı sütle ıslatıp yemek. |
MECA' |
Açlık. |
MECAA |
Hilebazlık etmek, hile yapmak. |
MECADİF |
(Micdâf. C.) Kayık veya sandal kürekleri. |
MECADİL |
(Micdel. C.) Köşkler, kasırlar. |
MECAE |
(Mecâet) Açlık. Acıkma. |
MECAL |
Tâkat. Güç. Kuvvet. * İktidar. İmkân. * Fırsat. |
MECALÎ |
(Meclâ. C.) Aynalar. |
MECALİS |
Meclisler. Toplantılar. Toplantı yerleri. |
MECAMİ' |
(Mecmua. C.) Mecmualar. Dergiler. |
MECAMİR |
(Micmer. C) İçlerinde tütsü yakılan kaplar, buhurdanlar. |
MECANE |
Ne bulursa sakınmadan yapmak. Mecnunluk. |
MECANİK |
(Mencenik. C.) Mancınıklar. (Bak: Mancınık) |
MECANİN |
Mecnunlar. Deliler. |
MECARÎ |
(Mecrâ. C.) Mecralar. Su yolları. Su yatakları. |
MECAZ |
Yerinden ve haddinden tecavüz etmek. Hududunu aşmak. * (Cevaz. dan)
Geçecek yer. Yol. * Edb: Hakiki mânâsı ile değil de ona benzer başka bir
mânâ ile veya istenileni hatırlatır bir kelime ile konuşmak. İstenilene
benzer bir mâna ifadesi. Meselâ: Bazı Hadis-i Şeriflerde dünyaya nezâret
eden iki melâikenin öküze ve balığa benzetildiği gibi.Edebiyat: Lügatı'nın,
"Mecaz" Maddesinde şu tafsilât vardır: Bir kelime, kendi mânasında
kullanılırsa; hakikat olur. Eğer bir münasebetle asıl mânasından başka bir
mânada istimâl edilir ve kendi mânasında kullanılmasında "karine-i mânia"
bulunursa mecaz'dır. Meselâ; tahta kelimesi ağaçtan satıh mânasına olduğu
halde hakikattır. Fakat yazı levhası mânâsına kullanılır. Faraza, Muallim
tarafından talebeye "tahta başına geç" denilirse, mecaz'dır. Çünkü, levhanın
tahtadan yapılmış olması münasebeti ile, bir de başına geçilecek tahtanın
ancak yazı tahtası olup döşeme ve tavan tahtalarının başına geçilemiyeceği
karine-i mâniası ile, o kelime hakikat mânâsından mecâz mânâsına
naklolunmuştur.Nakildeki münasebete alâka denilir. Alâkası teşbih olan
mecazlar istiâre, başka türlü alâkası bulunanlar da mecaz-ı mürsel'dir.
Mecaz-ı mürselin alâkaları teşbihten başkadır ve en meşhurları şunlardır:1-
Hulul : Hakikat ve mecaz mânalarında birinin ötekine mahal olmasıdır. (Derse
girildi) denildiği vakit, hâl olan dersin söylenip onun mahalli bulunan
dershânenin kasdedilmesi. (Yemekhâneye indi) denilince de, mahal bulunan
yemekhânenin zikrolunup yemeğe inildi, denilmek istenmesi gibi.Mânâca cüz'i
bir fark ile buna, zarfiyyet, mazrufiyyet alâkası da diyebiliriz.2-
Sebebiyyet, müsebbebiyyet : Hakiki ve mecazi mânâlardan birinin diğerine
sebeb müsebbeb olmasıdır. "Bir muharrir, kalemiyle geçinir" cümlesinde sebeb
olan kalemin zikredilip müsebbeb olan yazı ücretinin kasdedilmesi; kar
yağarken söylenilen "bereket yağıyor" cümlesindeki müsebbeb olan bereketin
zikredilip, sebeb olan karın murad edilmesi gibi.3- Cüz'iyyet, külliyet :
Hakikat ve mecaz mânâlarından biri, diğerinin cüz'ü olmasıdır. Diğer bir
tabir ile; bir şeyin bütünü kasdedilmesidir. "Marmaradan her yelkenUçar gibi
neş'eli"beytindeki yelken kelimesi gibi. (ki, onun zikriyle bütünü söylenip
parçası, yahut parçası söylenip bütünü bulunan kayık murad edilmiştir).4-
Itlâk ve takyid : Hakikat ve mecaz mânâlarından birinin mutlak yâni umuma; o
birinin mukayyed, yâni hususa delâlet eder olmasıdır. Hayvan kelimesindeki
mânâ umumidir. Hayvan deyip de meselâ "At" ı murad etmek onu mukayyed bir
mânâda kullanmak demek olacağından "Mecaz" olur.5- Kevniyyet : Bir şeye eski
hâlinin ismini vermektir. Bir vâlidenin, yetişmiş oğluna; "bizim çocuk"
demesi gibi.6- Evveliyyet : Bir şeyi sonra olacağı isim ile zikretmektir.
Tıbbiye ve deniz mekteblerine yeni girmiş talebeye "Doktor ve Kaptan"
denilmesi gibi.(Mecaz ilmin elinden cehlin eline düşerse, hakikate inkılâb
eder, hurâfata kapı açar. S.) |
MECAZ-I MÜRSEL |
Edb: Kelimenin asıl mânâsıyla mecazî mânâsı arasında benzerlik
bulunmasından başka bir alâka bulunmasıyla olan mecazdır. |
MECAZE |
Cevizlik yer. |
MECAZEN |
Mecaz olarak. Gerçek değil de mecaz yoliyle. |
MECAZÎ |
Mecazla ilgili. |
MECAZİB |
(Meczub. C.) Meczublar. Cezbeye tutulmuş olanlar. |
MECBE |
Geniş ve işlek yol. |
MECBEE |
Mantar yetişen yer. |
MECBUB |
Hayası ve zekeri kesilmiş. |
MECBUL(E) |
(Cibillet. den) Yaratılmış. Yaratılışında bir hâl veya sıfat bulunan. |
MECBUR |
Zor görmüş. Zorla bir işe girişmiş. İcbar görmüş. * Hatırı alınmış,
gönlü yapılmış. (Hakiki manası: Kırıldıktan sonra bütünlenmiş.) |
MECBUREN |
İster istemez. Cebirle. Zaruret icâbı. Zorla. |
MECBURÎ |
Zor altında, ister istemez, yapma mecburiyetinde. |
MECBURİYET |
Zora tutulma. Mecburluk. |
MECC |
Ağızla su püskürmek. * Sulu şeyler atmak ve saçmak. |
MECCAN |
Parasız, karşılıksız, ücretsiz, bedâva, meccânen. |
MECCANEN |
Ücretsiz, parasız. |
MECCANÎ |
Bedavacı. Parasız. |
MECCANİYET |
Ücretsizlik, meccanilik. |
MECD |
Büyüklük. Azamet. * şeref, itibar. |
MECDERE |
Lâyık olacak mekân. |
MECDEYE |
Kıtlık yeri. |
MECDUD |
Rızkı bol, nasibli, bahtiyar. * Kesilmiş, maktu. |
MECDUL |
Sağlam ve muhkem şey. * Sağlam yapılı ve kemikli kimse. * Bükülmüş. |
MECDUR |
Tıb: Çiçek çıkarmış kimse. |
ME'CEL |
(C: Meâcil) Su toplanan yer. |
MECELLAT |
(Mecelle. C.) Mecmualar, kitaplar, dergiler. |
MECELLE |
Mecmua. Fikir topluluğu. Risale. Kitab. Hikmetli sahife. * Fıkıh
kitabının muâmelât kısmının toplu bir parcası. * İslâm Hukukuna dâir bir
mecmua. |
MECENNE |
Kalkan, siper. * Delilik, mecnunluk, divanelik. |
MECER |
Koyunun karnındaki kuzu büyüdükçe durmaya kadir olmaması. * Büyük
asker. * Susuzluk. |
MECERRE |
(Mecerret-üs Sema) Kehkeşan, Samanyolu denilen büyük, parlak yıldız
kümesi. |
MECFER |
Beli kalın olan at. |
MECHEL |
(C.: Mecâhil) Belirtisiz, işaretsiz, nişansız. * Yolu ve izi olmayan
çöl. |
MECHELE |
Birini câhilliğe sevkeden şey. |
MECHUD |
(Cehd. den) Çalışmış uğraşmış, didinmiş, cehdetmiş. * Kuvvet, kudret,
güç. |
MECHUL |
Bilinmeyen. Belli olmayan. |
MECHUL-ÜL AHVAL |
Kimin nesi olduğu bilinmeyen kimse. |
MECHUL-ÜN NESEB |
Kimin çocuğu olduğu bilinmeyen kişi. |
MECHULAT |
(Mechul. C.) Mechul olan ve bilinmeyen şeyler. |
MECHULİYET |
Bilinmezlik, mechullük. |
MECHURE |
Harf, hareke ile okunduğu vakit, nefesin hapsolunup sesin âşikâr
olmasında okunan harfler. Bu harfler nefesi kendileri ile cereyandan
men'ederler. |
MECHURİYE |
Aşikâre olunmuş, açıklanmış, meydana konulmuş. |
MECİ |
(Meciyyen) Gelme, geliş. |
MECİD |
Azametli. Şerefli. Gâlib. * Esmâ-i İlâhiyedendir. |
MECİDİYE |
Sultan Abdülmecid zamanında 1840'da basılmış 20 kuruş değerinde gümüş
para. |
MECL |
Elin kabarması. * Balta gibi bir nesne tutmaktan veya çalışmaktan
dolayı elin kabarıp nasırlanması. |
MECLA |
(C.: Mecâli) Ayna, mir'at. * Çıkma ve görünme yeri. * Başın tepesinde
kıl bitmeyen yer. |
MECLEB |
Beyaz çiçekli bir otun adı. (Adam boyu uzar ve yaprağı zerdaliye
benzer.) |
MECLİS |
Oturulacak, toplanılacak yer. * Görüşülecek bir mes'ele için bir araya
gelmiş insan topluluğu. * Devlet işlerini görüşmek üzere Millet Vekillerinin
toplandıkları büyük bina. |
MECLİS-İ A'YÂN |
Osmanlı İmparatorluğu zamanında hükümet tarafından seçilmiş olan
meclis. (Bunun karşılığı, zamanımızda, senato meclisidir.) |
MECLİS-İ MEBUSAN |
Halk tarafından seçilen meb'usların meclisi. Millet Meclisi. |
MECLİS-İ ÜLFET |
Konuşma meclisi. |
MECLİS-İ VÜKELÂ |
Kabine toplantısı. Bakanlar kurulu toplantısı. |
MECLİS-ARA |
f. Meclisi süsleyen. |
MECLİS-EFRUZ |
f. Meclisi parlatan. Meclisi aydınlatan. |
MECLİS-FÜRUZ |
f. Meclisi parlatan. Meclisi aydınlatan. |
MECLİSÎ |
Meclisle alâkalı. Meclise ait. |
MECLİSİYAN |
Meclis ehli. Mecliste bulunan âzâlar. |
MECLUB |
Celbolunmuş. Çekilmiş. Kapılmış. * Tarafdarlığı kazanılmış kimse. *
Aşık. Tutkun. |
MECLUBİYET |
Tutkunluk, meclubluk. |
MECLÜVV |
Parlak, cilâlı. Mücellâ. |
MECMA' |
Toplanılacak yer. Kavuşulan yer. |
MECMA-İ ALEYH |
Hakkında toplanılan, ittifak edilen, birleşilen şey. |
MECMA-I EKBER |
En büyük toplanma yeri. Mahşer. |
MECMA-I HAKAİK |
Hakikatlerin toplandığı yer. Hakikatlerin merkezi. |
MECMA-ÜL EZDÂD |
Zıtların toplandığı yer. * Mutlak hürriyet. |
MECMA-ÜL KÜLL |
Hepsinin toplandığı yer. |
MECMECE |
Yazının karışık olması. * Kalbinde olanı demek isteyip, yine demeyip
gizlemek. |
MECMEDE |
Buzluk, karlık. |
MECMU' |
Bütün, hepsi. Topluca. Yığılmış. Cem' olunmuş. Bir araya getirilmiş
şey. |
MECMUA |
Toplanıp biriktirilmiş, tertip ve tanzim edilmiş şeylerin hepsi. *
Seçilmiş yazılardan meydana getirilen kitap. Risâle. * Kolleksiyon. |
MECMUAN |
Toptan, birden, toplu olarak. |
MECMUAT-ÜL AHZAB |
Şeyh Ahmed Ziyaeddin-i Gümüşhanevî'nin üç ciltlik bir duâ mecmuası. |
MECMUİYYET |
Topluluk. Bütünlük. Tamlık. |
MECNEB |
Çok şey. |
MECNUB |
Güney rüzgârı yetişen kişi. * Akciğer zarı iltihabı olan kişi. |
MECNUN |
Deli. Çılgın. * İnsanlara çok hususta uymayan. * Birini çok fazla sevip
aklını kaçıran. Âşık. |
MECNUNANE |
f. Delice, divanece. Mecnunlara ve delilere yakışır surette. |
MECNUNİYET |
Delilik. Mecnunluk. |
MECR |
Bir nesneyi devenin karnındaki yavrusuna bey'etmek. Devenin karınındaki
yavrusunu bir malla değiştirmek. * Çokluk asker. * Akıl. |
MECRA |
Suyun aktığı yol. Su yolu. Kanal. * Cereyan eden yer. * Bir haberin
yayılma yolu. * Bir şeyin dolaştığı yer. |
MECRUH |
Yaralı. Yaralanmış. * Huk: İnandırıcı sözlerle çürütülmüş fikir, davâ. |
MECRUHÎN |
(Mecruh. C.) Yaralılar. Yaralanmış olanlar. |
MECRUR |
Sürüklenmiş. * Gr: Başında harf-i cer bulunan kelime. İzafet halinde
son kelime. Cerr'li okunan kelime. (i, ı diye okunan kelime, yani esreli) |
MECS |
Ovmak. Dibagat etmek. |
MECUBE |
Cevap. |
MEC'UL |
Yapılmış. Meydana çıkarılmış. İkame ve ihdas olunmuş olan. |
ME'CUR |
Karşılık almaya, mükâfata hak kazanmış kimse. * Kiraya verilen. |
MECUS |
Kulakları küçük olan adam. * Ateşe tapan kişi. |
MECUSİ |
Çok eskiden yaşamış, kulağı küçük olan birisinin adıdır. Ateşperestlik
âyinine sebeb olduğundan "Ateşperestlere" bu isim verilmiştir. * Eski İran
dini olan Mecusilikten olan kimse. |
MECUSİYÂN |
(Mecusi. C.) Mecusiler. Ateşe tapanlar. |
MECUSİYET |
Mecusilik. |
MECVED |
Doymaya yakın olmak. * Yağmur taneleri değmiş cisim. |
MECZİR |
(C: Mecâzir) Deve boğazlayacak yer. |
MECZUB |
Başkasının te'siri ile hareket hâlinde olan. Cezbedilmiş. Aklı gitmiş
olan. Aşk-ı İlahî ile kendinden geçmiş. * Deli. Divane. Mecnun.(Sultan
Mehmed Fatih'in zamanında hikâye edilen meşhur ve mânidar "Cibâli Baba
kıssası" nev'inden olarak bir kısım ehl-i velâyet, zâhiren muhakemeli ve
âkıl görünürken, meczubdurlar. Ve bir kısmı dahi; bâzan sahvede ve daire-i
akılda görünür, bâzan aklın ve muhakemenin haricinde bir hâle girer. Şu
kısımdan bir sınıfı; ehl-i iltibastır, tefrik etmiyor. Sekir hâlinde gördüğü
bir mes'eleyi hâlet-i sahvede tatbik eder, hatâ eder ve hatâ ettiğini
bilmez. Meczubların bir kısmı ise; indallah mahfuzdur, dalâlete süluk etmez.
Diğer bir kısmı ise, mahfuz değiller; bid'at ve dalâlet fırkalarında
bulunabilirler. Hattâ, kâfirler içinde bulunabileceği ihtimal verilmiş.İşte;
muvakkat veya dâimi meczub olduklarından, mânen '"mübarek mecnun" hükmünde
oluyorlar. Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef
değiller. Ve mükellef olmadıkları için muahaze olunmuyorlar. Kendi velâyet-i
meczubaneleri bâki kalmakla beraber, ehl-i dalâlete ve ehl-i bid'aya
tarafdar çıkarlar, mesleklerine bir derece revaç verip, bir kısım ehl-i
imânı ve ehl-i hakkı, o mesleğe girmeye meş'umane bir sebebiyet verirler.
M.) |
MECZUBÎN |
(Meczub. C.) Meczublar. Deliler, mecnunlar. Cezbeye gelmiş olanlar. |
MECZUM |
Kat'i niyet edilmiş, cezmolunmuş. Kat'i karar verilmiş. * Gr: Son harfi
harekesiz okunan kelime. Cezimli kelime. (İlim, kilim, kitab kelimelerinin
son harflerinin okunduğu gibi.) |
MECZUM |
(Cüzam. dan) Cüzam hastalığına tutulmuş kimse. |
MECZUR |
Cezr olunmuş, kare kökü alınmış sayı. (On sayısı yüz sayısının
meczurudur, yani kare köküdür.) |
MECZUZ |
Kesilmiş, münkatı'. |
MEÇ |
Ateşli silahların icadından evvel kullanılan harp âletlerinden biri.
Keskin olmayan tâlim kılıcı, uzun ve ince kılıç. |
ME'D |
Yumuşak taze ot. * Titremek. * Sallanmak. |
MEDA |
Mesafe, nihâyet. Son. |
MEDE-D-DÜHUR |
Dünyanın sonuna kadar. |
MEDACİ' |
Yatacak yerler. (Bak: Madcâ') |
MEDAFİ' |
(Medfa. C.) Ask: Toplar. |
MEDAFİN |
(Medfen. C.) Mezarlar, kabirler. Gömülecek, defnolunulacak yerler. |
MEDAHEK |
(Bak: Madhek-Mudhike) |
MEDAHİL |
(Medhal. C.) Girişler. Girilecek yerler. |
MEDAİH |
Medhetmeler. Övmeler. Medhedişler. |
MEDAİN |
(Medayin) Şehirler, medineler. Büyük memleketler. * Şimdi harabe olup
İslâmiyyetten evvel yaşamış Kisralıların Nuşirevan zamanında kurdukları
merkez-i hükümetleri olan büyük şehir. Peygamber Hz. Muhammed Aleyhissalâtü
Vesselâm'ın doğduğu gece bu şehirdeki büyük sarayın eyvanları yıkılmıştı. |
MEDAK |
Bir şeyi ezmekte kullanılan yassı taş. |
MEDAMİ' |
Göz yaşları. * Gözler. |
MEDAMİ'-İ HİCRAN |
Hicran gözyaşları. Ayrılık gözyaşları. |
MEDAR |
Sebeb, vesile. * Bir şeyin etrafında döneceği nokta. Bir şeyin
devredeceği, üzerinde hareket edeceği yer. * Gezegenlerin gezerken hareket
noktalarının çizdiği dâire. (Dünya, güneş etrafında seyrederken medar-ı
senevîsi bir dâireyi andırır.) |
MEDAR-ÜL AYN |
Göz çukuru. |
MEDAR-I FAHR |
İftihara sebeb olan. Övmeğe vesile. |
MEDAR-I İBRET |
İbret almağa yarıyan. |
MEDAR-I MAİŞET |
Geçim vasıtası. |
MEDAR-I SENEVÎ |
Dünya, güneş etrafında seyrederken çizdiği farazi dâire. |
MEDAR-I TAAYYÜŞ |
Maişet tedarikine sebeb olan, geçim vesilesi. |
MEDARE |
Kova gibi dikip su çekmekte kullanılan deri. |
MEDARİC |
(Medrec ve Medrece. C.) Merdivenler. * Meslekler, yollar. |
MEDARİS |
Medreseler. Ders okunan yerler. Talebe-i ulumun ikametgâhları. Din,
imân, ahlâk dersi ve fenni ilim okutulan ve aynı zamanda talebenin ikamet
ettiği mektebler. |
MEDAS |
Harman yeri. |
MEDASE |
Harman yeri. |
MEDAYİH |
Medhe lâyık işler ve hareketler. |
MEDAYİH-İ BÂHİRE |
Çok açıktan birisini veya bir şeyi övmek, medhetmek. |
MEDAYİN |
(Midyân. C.) Dâima borçlanan kimseler. |
MEDBEE (MEDBE) |
Kabaklık, kabağı çok olan yer. * Kul, abd. |
MEDBUG |
Dibâgat olunmuş, tabaklanmış. |
MEDBUR |
Zengin. Malı mülkü ve serveti çok olan. * Yaralı, mecruh. |
MEDCEN |
Bulutlu gün. |
MED |
Uzatma, çekme. Yayma ve döşeme. * Çoğaltmak. * Bir şeye dikkatlice
bakmak. * Nihayet, son. * Sönmek. Bir şeyi söndürmek. * Yardım etmek, mühlet
vermek. * Yâr ve yâver olmak. * Tarlaya fışkı ve gübre dökmek. * Sel suyu. |
MEDD-İ BİSAT |
Kilim yayma, halı serme. |
MEDD-İ NAZAR |
Uzağa bakma. Gözün görebildiği kadar göz alımı. |
MEDD-İ YED |
El uzatma. |
MEDD İŞARETİ |
Harekenin uzun okunacağını gösteren işaretin adı. * Hemze ile elifin
birleşmesi. |
MEDDAH |
(Mübalâga ile) Çok çok medheden, sena eden. * Edb: Taklidli hikâyelerle
halkı eğlendiren hikâyeci. |
MEDD Ü CEZİR |
Coğ: Deniz sularının kabarması ve tekrar geriye çekilmesi. |
MEDED |
İnayet, yardım, imdad, eman. Eyvah. |
MEDEDCU |
f. Meded isteyen, yardım arayan. |
MEDEDCUYANE |
f. Medet isteyene, yardım arayana yakışacak surette. |
MEDEDHÂH |
f. Meded isteyen, yardım bekleyen. |
MEDEDHÂHÎ |
f. Meded arayıcılık, yardım isteyicilik. |
MEDEDKÂR |
f. Yardımcı, muin, nâsır. Nusret veren. |
MEDEDKÂRANE |
f. Medet ve yardım edercesine. |
MEDEDKÂRÎ |
f. Yardımcılık. |
MEDEDRES |
f. Yardımcı. İnâyet eden. Yardım eden. Mededresân da denir. |
MEDEDRESANÎ |
Yardımcılık. Yardım ve inâyet edicilik. |
MEDE-L-BASAR |
Gözün görebildiği kadar. |
MEDE-L-EYYAM |
Günlerin sonuna kadar. |
MEDENİ |
Faziletli, terbiyeli, kibâr. * Medineli. Şehirli. * Kur'an-ı Kerimin
Medine şehrinde nâzil olan âyet ve sureleri. |
MEDENİ-İ BİTTAB' |
Doğuştan, yaradılıştan huyları ile medeni oluş. * Cenab-ı Hakkın
yaratması ile tab'an iyi huylu, kibar, faziletli kimse. |
MEDENİYET |
Adaletseverlik, insanca iyi ve ferah yaşayış. Şehirlilik. Yaşayışta,
içtimaî münâsebetlerde, ilim, fenn ve san'atta tekâmül etmiş cemiyetlerin
hâli. * İslâmiyetin emirlerine göre, usulü dâiresinde yaşayış.(Küre-i arzı
bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefihe ile gaflet perdesi pek
kalınlaşmıştır. Tâdili, büyük bir himmete muhtaçtır. Ve keza, beşeriyet
ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır. Bunların kapatılması
ancak Allah'ın lutfuna mazhar olanlara müyesser olur. M.N.)(Sual: Sen
eskiden şarktaki bedevi aşâirde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve
terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden, kırk seneye yakındır, medeniyet-i
hâzıradan "mimsiz" diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivâya
sokuldun?Elcevab: Medeniyet-i hâzıra-i Garbiye, semâvi kanun-u esasilere
muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına; hatâları, zararları,
fâidelerine râcih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakiki olan istirahat-ı
umumiye ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisad, kanaat yerine israf
ve sefahet.. ve sa'y ve hizmet yerine tenbellik ve istirahat meyli galebe
çaldığından, biçâre beşeri hem gayet fakir, hem gâyet tenbel eyledi. Semâvi
Kur'anın kanun-u esasisi $_ $_ $ ferman-ı esasisiyle: "Beşerin saadet-i
hayatiyesi, iktisad ve sa'ye gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, avâm
tabakası birbiriyle barışabilir." diye Risale-i Nur bu esası izaha binaen
kısa bir-iki nükte söyleyeceğim:Birincisi : Bedevilikte beşer üç-dört şey'e
muhtaç oluyordu. O üç-dört hâcatını tedarik etmiyen on adette ancak ikisi
idi. Şimdiki garb medeniyet-i zâlime-i hâzırası su'i-i istimâlât ve israfat
ve hevesatı tehyic ve havâic-i gayr-i zaruriyeyi, zaruri hâcatlar hükmüne
getirip görenek ve tiryakilik cihetiyle şimdiki o medeni insanın tam muhtaç
olduğu dört hâcâtı yerine, yirmi şey'e bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi
hâcatı tam helâl bir tarzda tedarik edecek yirmiden ancak ikisi olabilir.
Onsekizi muhtaç hükmünde kalır. Demek bu medeniyet-i hazıra insanı çok fakir
ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmağa sevk etmiş.
Biçâre avâm ve havas tabakasını dâima mübarezeye teşvik etmiş. Kur'anın
kanun-u esasisi olan "vücub-u zekât, hurmet-i riba" vasıtasiyle avâmın
havassa karşı itâatini ve havassın avâma karşı şefkatini te'min eden o kudsi
kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevk etmeğe mecbur
etmiş. İstirahat-ı beşeriyeyi zir ü zeber etti!..İkinci Nükte : Bu
medeniyet-i hâzıranın hârikaları, beşere birer ni'met-i Rabbaniye
olmasından, hakiki bir şükür ve menfaat-ı beşerde istimâli iktiza ettiği
halde, şimdi görüyoruz ki: Ehemmiyetli bir kısım insanı tenbelliğe ve
sefahete ve sa'yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesatı dinlemek
meylini verdiği için sa'yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve
iktisadsızlık yoluyla sefahete, israfa, zulme, harama sevkediyor. Meselâ
Risale-i Nurdaki "Nur Anahtarı"nın dediği gibi: Radyo büyük bir ni'met iken,
maslahat-ı beşeriyeye sarf edilmek ile bir mânevi şükür iktiza ettiği halde,
beşte dördü hevesata, lüzumsuz malâyani şeylere sarf edildiğinden;
tenbelliğe, radyo dinlemekle heveslenmeğe sevk edip, sa'yin şevkini kırıyor.
Vazife-i hakikiyesini bırakıyor. Hattâ çok menfaatli olan bir kısım hârika
vesait, sa'y ve amel ve hakiki maslahat-ı ihtiyac-ı beşeriyeye istimâli
lâzım gelirken, ben kendim gördüm; ondan bir-ikisi zaruri ihtiyâcata sarf
edilmeğe mukabil, ondan sekizi keyf, hevesat, tenezzüh, tenbelliğe mecbur
ediyor. Bu iki cüz'i misâle binler misâller var.Elhâsıl : Medeniyet-i
garbiye-i hâzıra, semâvi dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip
ihtiyacatı ziyadeleştirmiş... İktisad ve kanaat esasını bozup israf ve hırs
ve tama'ı ziyadeleştirmeğe; zulüm ve harama yol açmış. Hem beşeri vesait-i
sefahete teşvik etmekle o biçare muhtaç beşeri tam tenbelliğe atmış. Sa'y ve
amelin şevkini kırıyor! Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü faidesiz zâyi
ediyor.Hem o muhtaç ve tenbelleşmiş beşeri, hasta etmiş. Su'-i istimâl ve
israfat ile yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş.Hem üç
şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit hâtıra getiren
kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine
yayılmasiyle intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı ebedi
suretinde gösterip, her vakit beşeri tehdid ediyor. Bir nevi cehennem azâbı
veriyor...İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur'an-ı Hakim'in
dörtyüz milyon talebesinin intibahiyle ve içinde semâvi, kudsi kanun-u
esasileriyle bin üçyüz sene evvel gösterdiği gibi, yine bu dörtyüz milyonun
kendi kudsi esasi kanunlariyle beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi
etmesini; ve eğer yakında kıyamet kopmazsa, beşerin hem saâdet-i hayat-ı
dünyeviyesini, hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını; ve ölümü,
idam-ı ebediden çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini ve
ondan çıkan medeniyetin mehasini, seyyiatına tam galebe edeceğini ve şimdiye
kadar olduğu gibi; dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için
rüşvet vermek değil, belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr,
bir yardımcı edeceğini Kur'an-ı Mu'ciz-il-Beyan'ın işarat ve rumuzundan
anlaşıldığı gibi, Rahmet-i İlâhiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor,
yalvarıyor, arıyor!. R.N.) |
MEDENK |
f. Kapı sürgüsü. Kilit. |
MEDER |
Tezek, toprak tezeği. * Çakıl. Kuru çamur. Kuru balçık. * Köy, mahalle. |
MEDFA' |
(C.: Medâfi') Ask: Top. |
MEDFEE |
Deve sürüsü. Çok miktar deve. |
MEDFEN |
Mezar. Defnedilen, gömülen yer. |
MEDFU' |
Dışarı çıkarılmış, def olunmuş, kovulmuş. * Verilmiş, vezneden
çıkarılmış. |
MEDFUAT |
(Medfu'. C.) Defedilip dışarı çıkarılmış olanlar. * Sarfedilmiş ve
verilmiş paralar. Harcanan veya kasadan çıkan paraların, hesap defterinde
kaydedildiği hâne. |
MEDFUN |
Defnedilmiş. Gömülmüş. |
MEDH |
Birisinin iyiliğini, iyi vasıflarını söylemek. Övmek. |
MEDH |
Büyük bahşiş. |
MEDHA |
Deve kuşunun yumurtladığı yer. |
MEDHA |
Övmek, medhetmek. |
MEDHAL |
Girilecek taraf. Dahil olacak yer. * Giriş. Esere başlangıç. Önsöz.
Mukaddeme. |
MEDHALDAR |
f. Bir işte parmağı olan. Bir işe karışmış olan. |
MEDHAZA |
(C: Medâhız) Ayak kayacak yer. |
MEDHENE |
Yağhâne. |
MEDHİYAT |
(Medhiye. C.) Medh etmeler, övmeler. |
MEDHİYE |
Birini medhetmek için yazılan yazı. |
MEDHUL |
(Dahl. den) Ayıplanacak kusuru olan. * Dile düşmüş. * Kendisine birşey
girmiş olan. |
MEDHUN |
f. Tabaklanmış deri. |
MEDHUR |
Uzaklaştırılmış veya kovulmuş olan. Tardedilmiş olan. |
MEDHUŞ |
Dehşete uğramış. Şaşırmış. Korkmuş. |
MEDHUŞÂNE |
Ürkmüş gibi. Ürkmüş bir hâlde. |
MED'Î |
Dâvet edilmiş, davetli. Çağrılmış. |
MEDİ |
(C: Emdiye) Bir yerde birikip toplanmış su. |
MEDİBB |
Selin aktığı yer. |
MEDİD |
Devamlı. Çok uzun süren. * Uzatılmış. Çekilmiş. |
MEDÎH |
Keskin. |
MEDÎH |
(Medh. den) Övmeye ve medhetmeye sebeb olan şey. Övme mevzuu. |
MEDİHA |
Medih için yazılan kaside, övme. |
MEDİHAGÛ |
f. Medheden, öven. |
MEDİHASENC |
f. Medihnâme yazan, övücü yazılar yazan. |
MEDÎN |
Borçlu. * Kul, köle, abd. |
MEDİNE |
Şehir. * Hicazda Hz. Peygamberin (A.S.M.) türbesi bulunan şehirdir.
Buranın İslâmiyyetten evvel ismi "Yesrib" idi. |
MEDİNE-İ MÜNEVVERE |
Nurlu, nurlanmış şehir. |
MEDİNE-İ SELÂM |
Bağdat şehri. |
MEDİNET-ÜN NEBİ |
Eski ismi Yesrib olan ve Peygamberimiz Hz. Muhammedin (A.S.M.)
türbesinin bulunduğu Medine şehri. |
MEDKUK |
Döğülmüş, toz hâline getirilmiş. |
MEDL |
Zayıf, yeyni kimse. |
MEDLEBE |
Çınarlık. |
MEDLUL |
Delâlet olunan. Gösterilen. * Mânâ. Meâl. Mefhum. Delil getirilen şey.
Bir kelime veya bir işâretten anlaşılan. |
MEDLULİYYET |
İşâret ve delil olma hâli. |
MEDMA' |
(C.: Medâmi') Göz. Ayn. * Gözyaşı. |
MEDMEC |
Kadeh. |
MEDMUM |
Kırmızı renkli olan. * Dolu, dolmuş. |
MEDN |
Durmak, ikamet. |
MEDR |
Havuzun içini sıvamak. * Düzmek. |
MEDRAA |
Ferâce, kaftan, çarşaf. |
MEDREC(E) |
(C.: Medâric) Basamaklı yol. Merdiven. * Meslek. * Tarikat. * Dar yol.
Dağ yolu. |
MEDRESE |
(Ders. den) Ders görülen yer. Ders okutulan yer. İslâmi ilimleri okuyan
talebelerin yatıp kalktıkları ve tahsil için çalıştıkları vakıf odalarının
bulunduğu binâ. |
MEDRESE-İ YUSUFİYE |
Hz. Yusuf'un (A.S.) iftira, haksızlık ve zulüm ile hapiste kalmasından
kinâye olarak, İmân ve Kur'an hizmetinden dolayı tevkif edilenlerin
hapsedildiği yere verilen isim. |
MEDRESENİŞİN |
Medreseli. Medresede oturan. |
MEDRESETÜZZEHRA |
(Medreset-üz Zehra) 1914'de Birinci Cihan Harbinden evvel Van'da; Üstad
Bediüzzaman Said Nursî'nin açılması için teşebbüse geçtiği ve Artemit'te
(Edremit) temelini attığı Şark Üniversitesi'nin bir adı.(Münazarat
Risalesi'nin ruhu ve esası hükmünde olan, hâtimesindeki Medreset-üz Zehra
hakikatı ise, istikbalde çıkacak olan Risale-i Nur'a bir beşik, bir zemin
ihzar etmek idi ki; bilmediği, ihtiyarsız olarak ona sevkolunuyordu. Bir
hiss-i kablelvuku ile o nurani hakikatı, bir maddî surette arıyordu. Sonra o
hakikatın maddî ciheti dahi vücuda gelmeye başladı. Sultan Reşad 19 bin
altun lirayı Van'da temeli atılan o Medreset-üz Zehra'ya verdi. Temel
atıldı, fakat sâbık harb-i umumi çıktı, geri kaldı. Beş-altı sene sonra
Ankara'ya gittim, yine o hakikata çalıştım. 200 meb'ustan 163 meb'usun
imzalarıyla o medresemiz -150 bin banknota iblağ ederek- o tahsisat kabul
edildi. Fakat binler teessüf medreseler kapandı. Onlar ile uyuşamadım, yine
geri kaldı. Fakat Cenab-ı Erhamürrâhimîn o medresenin manevî hüviyetini
Isparta vilayetinde tesis eyledi. Risale-i Nur'u tecessüm ettirdi. İnşâallah
istikbalde Risale-i Nur şakirdleri o âlî hakikatın maddî suretini de tesis
etmeye muvaffak olacaklar. K.L.) |
MEDRUK |
Anlaşılmış, derk olunmuş. |
MEDRUS |
Eskimiş elbise. * Deli, mecnun. * Ders olarak okunmuş. |
MEDSUS |
Gömülerek saklanmış olan. Gizli bulunan. * İçine desise karışmış şey. |
MEDŞ |
Elin zayıf olması. Elin eti az ve siniri sarkmış olması. |
MEDUF |
Islanmış. * Dövülmüş. |
MED'UV |
Davet olunan. Çağırılmış. Davetli. |
MED'UVVEN |
Çağrılarak, davetli olarak, davet olunarak. |
MED'UVVÎN |
(Med'uvv. C.) Davetliler, davet olunmuşlar, çağrılmış olanlar. |
ME'DÜBE |
Ziyafet. Düğün. |
MEDYUM |
(Medyom) Lât. İspirtizmacılık için vasıtalık eden.(Nurlarla şiddetli
alâkası bulunan birkaç has kardeşimizin nazarını, fikrini başka tarafa
çevirmek veya zevkli ve ruhani bir meşreb ile meşgul edip, hizmet-i
imaniyeye karşı zaifleştirmek için bâzı şahıslar ispirtizma denilen ölülerle
muhabere nâmı altında cinnilerle muhabere etmek gibi hattâ bâzı büyük
evliyalarla, hattâ peygamberlerle güya bir nevi konuşmak gibi eski zamanda
kâhinlik denilen.. şimdi de medyumluk nâmı verilen bu mes'ele ile bâzı
kardeşlerimizi meşgul ediyorlar. Halbuki:Bu mes'ele, felsefeden ve ecnebiden
geldiği için ehl-i imana çok zararları olabilir. Ve çok su'-i istimalâta
menşe' olmakla beraber içinde bir doğru olsa on yalan karışıyor. Çünki,
doğruyu ve yalanı tefrik edecek bir mehenk, bir mikyas olmadığından ervah-ı
habise ve şeytana yardım eden cinnilerin bu vesile ile hem onun ile meşgul
olanın kalbine ve hem de İslâmiyete zarar vermek ihtimali var. Çünki:
Mâneviyat nâmına hakaik-ı İslâmiyeye ve akide-i umumiyeye muhalif ihbarat
oluyor. Ervâh-ı habise iken kendilerini, ervah-ı tayyibe zannettirip belki
kendilerine bâzı büyük veliler nâmını verip İslâmiyetin esasatına muhalif
sözlerle zarar vermeye çalışabilirler. Hakikatı tağyir edip, safdilleri tam
aldatabilirler.Meselâ: Nasılki güneş, bir küçük cam parçasında ziyasiyle,
hararetiyle, şekliyle görünüyor. Fakat, o küçücük camın içindeki güneşin o
küçücük timsali, kendi nâmına eğer konuşsa ve dese: Benim ziyam dünyayı
istilâ ediyor. Benim hararetim herşeyi ısıtıyor. Ve küre-i arzdan bir milyon
defadan daha büyüğüm dese, ne derece hilâf-ı hakikat olduğu anlaşılır. Aynen
bu misal gibi; bir peygamber, güneş gibi hakiki makamında iken o
ispirtizmanın veyahut medyumluğun cam parçası hükmündeki istidadına göre bir
cilvesinin tezahürü, o hakikat nâmına konuşamaz. Eğer konuşsa yüz derece
muhalif olur. İspirtizmanın veya medyumluğun o mazhardaki cüz'i cilvesi,
vahyin mazharı olan o mânevi güneşin kudsi mahiyetine hiçbir cihetle kıyas
olamaz. Çünki: Esfel-i sâfilindeki bir cam parçası mânen a'lâ-yı illiyyinde
olan o mânevi güneşin hakikatını yanına getiremez. Getirmeye çalışmak da
hürmetsizlikten başka birşey değildir. Ancak onun makamına karib olmak için,
Celâleddin-i Süyuti ve bir kısım evliyalar gibi seyr ü süluk ile terakki
ederek o mânevi güneşin sohbetine mazhar olunur. Fakat böyle terakki,
Risale-i Nurun isbat ettiği gibi, peygamberin velâyetiyle bir nevi sohbeti..
kendi derecelerine göre ve kendi istidatları derecesinde olur.Fakat Nübüvvet
hakikatı, velâyetten ne derece yüksek ise, ispirtizma vasıtasiyle veyahut
terakkiyat-ı ruhiyye cihetiyle mazhar olunan sohbet ve muhabere dahi hiçbir
cihette hakiki peygamberle muhabereye yetişemiyeceğinden yeni ahkâm-ı
şer'iyyeye medar-ı ahkâm olamaz.Evet, dinden gelmeyen, belki felsefenin
hassasiyetinden gelen celb-i ervah da; hem hilâf-ı hakikat, hem hilâf-ı edeb
bir harekettir. Çünki a'lâ-yı illiyyinde ve kudsi makamlarda olanları
esfel-i sâfilin hükmündeki masasına ve yalanların yeri olan oyuncak
tahtasına getirmek tam bir ihanettir ve bir hürmetsizliktir. Adetâ bir
padişahı kulübeciğine çağırıp getirmek gibidir. Belki ayn-ı hakikat ve edeb
ve hürmet ve istifade odur ki, Celâleddin-i Süyuti, Celâleddin-i Rumi ve
İmam-ı Rabbâni gibi zâtların seyr ü süluk-u ruhanileri gibi seyr ü süluk ile
yükselerek o kudsi zâtlara yanaşmak ve istifade etmektir.Rü'ya-yı sâdıkada
ervah-ı habise ve şeytan peygamber suretinde temessül edemez. Fakat celb-i
ervahta; ervah-ı habise, belki peygamberin lisanen ismini kendine takıp;
Sünnet-i Seniyyeye ve ahkâm-ı Şer'iyyeye muhalif olarak konuşabilir. Eğer bu
konuşması şeriatın ahkâmına ve Sünnet-i Seniyyeye muhalif ise, tam delildir
ki, o konuşan ervah-ı tayyibe değildir. Mü'min ve müslüman cinni de
değildir. Ervah-ı habisedir. Bu şekilde taklid ediyor. R.N.) (Bak:
İspirtizma) |
MEDYUN |
Borçlu. Vereceği bulunan. |
MEEKA |
Ağlamaktan ârız olan hıçkırık. * Gayretlenmek, gayrete gelmek. |
MEENNE |
Alâmet, nişan, işaret. |
MEFAD |
Fayda vermek. |
MEFAFUN |
Aklı ve fikri zayıf olan. |
MEFAHİM |
Mefhumlar. Anlaşılan şeyler. Anlaşılan mânâ ve mefhumlar. |
MEFAHİR |
İftihar edilecek, övünülecek şeyler. Mefharetler. |
MEFAHİS |
(Mefhas. C.) Kuş yuvaları. |
MEFAİL |
(Mef'ul. C.) İşlenmiş ve yapılmış işler. |
MEFAKA |
Ansızın tutmak. |
MEFALİS |
(Müflis. C.) Müflisler. İflâs edenler. |
MEFARİK |
(Mefrak ve Mefrik. C.) Başın tepe kısımları. Başta saçın ikiye
ayrıldığı noktalar. |
MEFARİŞ |
(Mefruş. C.) Kadın eşler. |
MEFASIL |
(Mafsal. C.) Mafsallar. Vücuttaki oynak yerleri, eklenti yerleri. |
MEFASİD |
(Mefsedet. C.) Fesadlıklar. Bozgunculuklar. Münafıklıklar. |
MEFAT |
(Bak: Müfad) |
MEF'AT |
Yılanlı yer. |
MEFATIR |
Yaradılıştan olan huylar. Fıtri olan huylar. |
MEFATİH |
(Miftah. C.) Anahtarlar. |
MEFATİH-ÜL GAYB |
(Bak: Mugayyebat-ı hamse) İmam-ı Razi'nin bir tefsiri. |
MEFATİR |
(Muftır. C.) Oruç açanlar, iftar edenler. |
MEFAVİZ |
(Mefâze. C.) Sahralar, çöller. |
MEFAZ |
Feyz, halâs, zafer. * Korkulardan, acılardan kurtulup murada ermek. |
MEFAZE |
(C.: Mefâviz) Çöl, sahra. |
MEFDERE |
Dağ keçisinin durağı. |
MEF'EM |
Karnı geniş olan kişi. |
MEFERR |
Kaçılacak yer. |
MEFHAR |
İftihara, övünmeğe, sevinmeğe sebeb olan. İftihara vesile olan şey. |
MEFHAR-I KÂİNAT |
(Mefhar-i Mevcudat) Kâinatın, kendisi ile iftihar ettiği zat mânâsına
Hz. Muhammed'e (A.S.M.) alem olmuş bir tâbirdir.Bu tâbirin kavranabilmesi
için nurâni bir bahsi naklediyoruz: "Bak, hârika bir surette hüsn-i suretle
hüsn-i sireti cem'eden O Mürşid-i Umumi, O Hatib-i Kudsi; cevâhir dolu bir
Kitab-ı Mu'ciz-ül Beyan eline alarak, bütün insanlara mele-i a'lâdan nâzil
olan bir hutbe-i ezeliyeyi okuyor ve bütün beni âdemi ve cinleri ve
mevcudatı dinletiyor. Evet, pek büyük bir emirden haber veriyor. Hilkat-ı
âlemin acib muammasını açıyor. Kâinatın sırr-ı hikmetine dâir tılsımı
açıyor. Felsefe ve fenn-i hikmetin, nev-i beşere: "Siz kimlersiniz? Nereden
geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz?" diye irâd ettiği, akılları acz ve
hayrette bırakan üç suâle cevap veriyor...Arkadaş! Şu Zât-ı Nurâni (A.S.M.)
Mürşid-i İmâni Resul-ü Ekrem, bak; nasıl neşrettiği hakikatın nuriyle,
Hakkın ziyası ile, nev-i beşerin gecesini gündüze, kışını bahara çevirerek,
âlemde yaptığı inkılâb ile âlemin şeklini değiştirerek nurâni bir şekle
sokmuştur. Evet, O Zâtın nurâni güzelliği ile kâinata bakılmazsa, kâinat bir
mâtem-i umumi içinde görünecekti. Bütün mevcudat birbirine karşı ecnebi ve
düşman durumunda bulunacaktı. Cemâdat, birer cenaze suretini gösterecekti.
Hayvan ve insanlar, eytam gibi zevâl ve firakın korkusundan vâveylâlara
düşeceklerdi. Ve kâinata, harekâtiyle, tenevvüü ile ve tagayyüratiyle,
nukuşiyle tesadüfe bağlı bir oyuncak nazarı ile bakılacaktı. Bilhassa
insanlar, hayvanlardan daha aşağı, zelil ve hakir olacaklardı. İşte, O Zâtın
telkin ettiği imân nazarı ile kâinata bakılmadığı takdirde, kâinat böyle
korkunç, zulümatlı bir şekilde görülecekti. Fakat O Mürşid-i Kâmil'in gözü
ile ve imân gözlüğü ile bakılırsa; her taraf nurlu, ziyadar, canlı, hayatlı,
sevimli, sevgili bir vaziyette arz-ı didar edecektir. Evet, kâinat iman nuru
ile mâtem-i umumi yeri olmaktan çıkıp mescid-i zikir ve şükür olmuştur.
Birbirine düşman telâkki edilen mevcudat, birbirine ahbab ve kardeş
olmuşlardır. Cenâze ve ölü şeklini gösteren cemâdât, ünsiyyetli birer
hayattar ve lisan-ı hâliyle hâlıkının âyâtını nâtık birer müsahhar me'muru
şekline giriyorlar. Ağlayan müteşekki ve eytâm kıyafetinde görünen insan;
ibâdetinde zâkir, Hâlikına şâkir sıfatını takınıyor. Ve kâinatın harekât,
tenevvüât, tagayyürât ve nukuşu, abesiyyetten kurtuluyor. Rabbâni mektublar,
Ayat-ı tekviniyyeye sahifeler, Esmâ-i İlâhiyyeye âyineler suretine inkılâb
ederler.Hülâsa: İman nuriyle âlem öyle terakki eder ki: "Hikmet-i Samedâniye
Kitabı" nâmını alıyor. Ve insan zelil ve fakir ve âciz hayvanların
sırasından çıkar. Za'fının kuvvetiyle, aczinin kudreti ile, ubudiyyetinin
şevketi ile, kalbinin şuâı ile, aklının haşmet-i İmâniyyesi ile hilâfet ve
hâkimiyyetin zirvesine yükselmiştir. Hattâ, acz, fakr, ihtiyaç ve akıl onun
sukutuna esbâb iken, suud ve yükselmesine sebeb olurlar. Zulmetli,
karanlıklı bir mezar-ı ekber suretinde görünen zaman-ı mâzi, enbiya ve
evliyanın ziyâsı ile ziyâdar ve nurâni görünmeğe başlar. Karanlıklı gece
şeklinde olan istikbal, Kur'ânın ziyası ile tenevvür eder. Cennetin
bostanları şekline girer. Buna binâen, O Zât-ı Nurâni olmasa idi; kâinat da,
insan da, her şey de adem hükmünde kalır; ne kıymeti olur ve ne ehemmiyeti
kalırdı.Binaenaleyh bu kadar garib, acib, güzel kâinat için böyle târifat ve
teşrifatçı bir Mürşid-i Harika lâzımdır! "Eğer bu Zât (A.S.M.) olmasa idi
kâinat da olmazdı" meâlinde $ olan Hadis-i Kudsi şu hakikatı tenvir ediyor."
M.N.) |
MEFHARET |
Birine şeref veren şey. İftihar edilecek, övünülecek şey. |
MEFHAS |
(C.: Mefâhis) Kuş yuvası. |
MEFHUM |
Anlaşılan. Mânâ. İfade. Sözden çıkarılan mânâ. |
MEFHUM |
Kömürleşmiş olan. |
MEFÎS |
Kaçacak yer. |
MEFKAD |
Kaybolacak yer. |
MEFKARET |
İhtiyaç, zaruret. |
MEFKUD |
Kaybolmuş. Olmayan. Yok. Gayr-ı mevcud. * Fık: Ölü veya diri olduğu
bilinmeyen, kayıp kimse. |
MEFKUDİYET |
Mefkudluk. Bulunmama, kayıplık, yokluk. |
MEFKUK |
(C: Mefakik) Ayrılmış olan. * Sökülmüş, çıkarılmış. |
MEFKUR |
(C.: Mefâkir) Omurga kemikleri kırılmış olan hayvan veya insan. |
MEFKURE |
(Fikir. den) Gâye. Gâye olan şey. Tasavvur hâlindeki gâye. İdeâl. |
MEFLUC |
Felc olmuş. İnmeli. Kımıldayamaz hâle gelmiş. |
MEFLUCEN |
Felce uğramış olarak. Mefluc olarak. |
MEFLUK |
Yoksul, zavallı, biçare, miskin. |
MEFLUL |
Kınında bulunan kılınç. * Kapalı, kilitli. |
MEFRAH |
Kuluçka çıkarma yeri. Folluk. |
MEFRAK |
(C.: Mefârik) Başın tepesi. Tepe kısmı. Başın üstünde, saçların ikiye
bölündüğü yer. |
MEFRAT |
Çok büyük. |
MEFRED |
Çok büyük, kocaman, aşırı derecede iri. |
MEFREŞ |
Eskiden göç sırasında yatak ve şilte taşımada kullanılan meşinden veya
çadır bezinden yapılmış harar. |
MEFRUG |
(C.: Mefârig) (Ferağ. dan) Başkasına bırakılmış, feragat edilmiş. |
MEFRUGÜN BİH |
Bir kimseye bırakılan şey. |
MEFRUGÜN LEH |
Kendisine bir şeyin mülkiyeti ve tasarruf hakkı bırakılmış olan kimse. |
MEFRUK |
Bölünmüş, ayrılmış tefrik edilmiş. |
MEFRUK |
Ovulmuş nesne. * Zâ'ferân ile boyanmış nesne. |
MEFRUŞ |
Döşenmiş, ferş olunmuş, serilmiş. * Nikâhlı karı. |
MEFRUŞAT |
(Ferş. ten) Ev döşemeğe yarayan şeyler. Kilim, halı v.s. |
MEFRUŞAT-I BEYTİYE |
Ev eşyası. |
MEFRUZ |
İftira olunmuş, ayrılmış, bölünmüş. |
MEFRUZ |
(Farz. dan) Farz olunmuş. Farz hâline gelmiş. Çok lüzumlu. Farz
kabilinden olmuş. * Var sayılan. |
MEFRUZ-ÜL EDÂ |
Edâ edilmesi, ödenmesi farz olmuş. |
MEFSAH |
Geniş olacak yer. |
MEFSAH |
Bozma. * Feshedecek, bozacak yer. |
MEFSAKA |
(Fısk. dan) Günah işlenen yer. |
MEFSEDET |
Bozukluk, fenâlık, fesatçılık. Münâfıklık. |
MEFSİL |
(C: Mefâsıl) Her âzada olan ek yerleri. Mafsal. |
MEFSUD |
Kendinden kan alınmış kimse. |
MEFSUH |
Hükümsüz bırakılmış. Yürürlükten kaldırılmış. Battal edilmiş. |
MEFSUHİYET |
Mefsuhluk. Yürürlükten kaldırılma hâli. Hükümsüzlük. |
MEFTAH |
Hazine. |
MEFTUH |
Açılmış. Fethedilmiş. * Ele geçirilmiş, zabtedilmiş. * Gr: Fethalı
(üstünlü) okunan harf. |
MEFTUHANE |
f. Başlangıç için verilen ziyâfet. Bir kitabı okumaya veya yeni bir
derse başlarken, talebelere hocası tarafından verilen başlama ziyafeti. |
MEFTUK |
Fıtıklı. |
MEFTUL |
(Fetl. den) Bükülmüş, kıvrılmış. Fitil hâline getirilmiş. |
MEFTUM |
Sütten ve memeden kesilmiş çocuk. |
MEFTUN |
Fitne ve belâya tutulmuş olan. Âşık. Mecnun. * Cünun. Fitne. |
MEFTUNANE |
Meftuncasına, kendinden geçmiş olarak, tutkuncasına. Şaşarak,
hayrancasına. |
MEFTUNİYET |
Tutkunluk. Aşıklık. |
MEFTUR |
Füturlu, kederli, üzgün, bezgin. |
MEFTURANE |
f. Bitkin bir halde, bezmişcesine. |
MEFTURİYET |
Bıkkınlık, bitkinlik, bezginlik. |
MEFTUT |
Ufalanmış, parça parça edilmiş, parçalanmış. |
MEF'UL |
Yapılan iş. Fâilin eseri. * Gr: Fâilin fiilinin te'sir ettiği şey.
"Nuri kitabı okudu" cümlesinde, kitab mef'uldür. |
MEF'UL-Ü SARİH |
Doğrudan doğruya mef'ul demektir. Bir harf-i cerle ifâde olunmaz. "Nuri
dalı kırdı" cümlesinde "dal" mef'ul-ü sarihtir. "Nuri daldan düştü" dersek,
bunu arapça ifâde için (min) harf-i cerri ile söyleyebiliriz. İşte böyle
harf-i cerle söylenen mef'ullere, "mef'ul-ü gayr-i sarih" denir. Bunlar
mef'uldeki harf-i cerlerin adına göre isim alırlar. Meselâ: Mef'ul-ü maa,
mef'ul-ü fih, mef'ul-ü leh gibi. |
MEFZA' |
Korku. Korku yeri. * Sığınacak yer. |
MEFZAHA |
Rezilliğe ve kepâzeliğe sebebiyet veren şey. |
MEFZUL |
Üstün gelen. Fazla gelmiş olan. |
MEFZUR |
Eskimiş. * Parçalanmış. |
MEGAD |
Bir ot cinsidir, ağaca sarmaşır çıkar; üzüm çubuğundan ince olur ve
yaprağı uzun olur. |
MEGAFİR |
(Miğfer. C.) Miğferler. Eskiden muharebelerde başa giyilen demir
başlıklar. |
MEGAFON |
Sesi yükseltip büyüten alet. |
MEGAK |
Mezar, kabir, çukur. |
MEGANİM |
Ganimet malları. Harbde alınan mallar. |
MEGAVİL |
(Migvel. C.) Hançerler. Ufak ve ince kılınçlar. |
MEGER |
f. Meğer, halbuki, ancak, oysa ki, şu kadar ki. |
MEGES |
f. Sinek. |
MEGES-İ ENGÜBİN |
Bal sineği. Arı. Nahl. |
MEGESGİR |
f. Örümcek ağı. |
MEGESRAN |
f. Yelpâze. |
MEGESVAR |
f. Sinek gibi. Sinek şeklinde. |
MEGLUL |
(Bak: Maglul) |
MEGMUM |
(Bak: Magmum) |
MEGS |
(Bak: Meges) |
MEGZ |
(Bak: Magz) |
MEH |
f. Ay. Kamer. (Bak: Mah) * Senenin onikide biri. Ay. |
MEHAB |
Dehşetli ve heybetli yer. |
MEHABB |
(Mehebb. C.) Rüzgârın estiği yerler. |
MEHABBET |
(Bak: Muhabbet) |
MEHABET |
Heybet. * Hürmetle karışık korku. * İhtiram. Azamet. Büyüklük. |
MEHABİL |
(Mehbil. C.) Tıb: Rahim yolları. |
MEHACİM |
(Mihcem. C.) Hacamat şişeleri. * Çekip emmeye yarayan âletler. |
MEHAFET |
(Bak: Mahafet) |
MEHAH |
Tazelik, güzellik. |
MEHAİL |
(Mehil. C.) Tehlikeli ve korkunç yerler. |
MEHAK |
Durgun suyun yeşilliği. |
MEHAKİM |
(Bak: Mahâkim) |
MEHAL |
Süre, mühlet, vâde. * Korku yeri. |
MEHALİK |
(Mehleke. C.) Tehlikeler. Tehlikeli işler. Korkulan yerler. |
MEHAMİD |
Şükür ve hamdler. Medihler. Sebeb-i şükür ve hamd olan hasletler. |
MEHAMİL |
Mahmiller. * İhtimaller. (Bak: Mahmil) |
MEHAMM |
(Mühim. C.) Mühim şeyler. Kıymetli işler. Umur-u azime. * Düşündürücü
şeyler. |
MEHAMMŞİNÂS |
f. İşinin ehli. İşden anlıyan. |
MEHAN |
Ağızdan akan su, ağız suyu. |
MEHAN |
(Bak: Mühan) |
MEHANE |
Hakaret. |
MEHANEN |
Küçümsenerek, hafifsenerek. |
MEHANET |
Küçültme. Küçük görülme. * Hor ve zelil olmak. Zayıf ve zebun olmak. *
Tedbiri azca olmak. |
MEHANNE |
Burun. |
MEHAR |
Noksan, eksik. * Merci. |
MEHAR |
f. Dizgin, yular. * Devenin burnuna takılan burunluk. |
MEHARET |
Ustalık, beceriklilik, üstadlık. Meleke ve mümârese. * Kur'anda
meharet: Hıfzın kuvvetiyle harflerin mahreçlerine riâyettir. |
MEHARİC |
(Mahrec. C.) Mahreçler. Dışarı çıkacak şeyler. |
MEHARİC-İ HURUF |
Tecvidde: Ağızda harf seslerinin çıktığı yerler. |
MEHASİN |
(Bak: Mahasin) |
MEHAŞ |
Ev eşyası. Mal, mülk, metâ. |
MEHAT |
(C: Mehâ-Mehevât) Billur taşı. * Güneş. * Dağ sığırı. * Tazelik. *
Güzellik. |
MEHATT |
Menzil, konak. |
MEHAVE |
Doğru. * İnce olmak. |
MEHAVİ |
(Mehva. C.) Çöller, sahralar. * Vâdiler. * İki yükseğin arası. |
MEHAVİF |
Korkulu yerler. |
ME'HAZ |
Menba'. Bir şeyin alındığı, çıkarıldığı yer. Bir şeyin aslının alındığı
kaynak.(Cumhur-u avâmı, bürhandan ziyâde me'hazdaki kudsiyet imtisâle
sevkeder. M.) |
MEHAZ |
Su akacak yer, su mecrası. * Gebe kadının ağrısının tutması. * Gebe
deve. |
MEHAZA |
İşlek yol. |
ME'HAZÎ |
Me'hazle ilgili. Bir şeyin aslının alındığı kaynakla ilgili. |
MEHAZİN |
Mahzenler. Hazineler. Mal doldurulan yerler. |
MEHBEL |
Rahim sonu. (Veled yatağı derler) * Veled yolu. |
MEHBİL |
(C.: Mehâbil) Rahim yolu. * Rahim, döl yatağı. |
MEHBİT |
Bir şeyin indiği yer. İnilecek yer. Yukarıdan aşağı inilecek yer.
Düşülen yer. |
MEHBİT-İ VAHY |
Vahyin indiği kimse. Vahyin ineceği yer. Münzel-i aleyh. |
MEHBUT |
Korkudan şaşırmış. Hayret ve korkuya kapılmış. |
MEHBUT |
Hastalık veya bir illetten zayıf nahif olmuş olan. |
MEHC |
Cömert, eli açık. |
MEHCEBİN |
f. Ay alınlı. Alnı ay gibi parlak olan. |
MEHCENET |
Küçük hurma ağacı. |
MEHCUR(E) |
(Hicr. den) Uzaklaşmış, uzakta kalmış, ayrı düşmüş. Bırakılmış, metruk,
unutulmuş, gayr-i müstâmel. * Saçma sapan, hezeyan. Amel edilmeyen.
Kullanılmaz olmuş. Ayrılmış. |
MEHCURİYET |
Uzaklık, ayrılık. * Bırakılıp unutulma, metrukiyet. |
MEHCÜV |
Hicvolunmuş. Zemmolunmuş. Kötülüğü ilân ile zevklenilmiş. |
MEH-ÇE |
Minâre, kubbe ve bayrak direğinin üstüne konulan küçük hilâl, ay. |
MEHD |
Beşik. Beslenilecek, büyüyecek yer. * Yeryüzü. * Yayıp döşemek. * Kâr
kazanmak. * Hazırlanmak. |
MEHD-İ UHUVVET |
Uhuvvet beşiği. Kardeşlik kazanılan yer. |
MEHD-ARA |
f. Beşik süsleyen. |
MEHDED |
Hindibâ otu. * Acı marul. |
MEHDİ |
Hidâyete eren veya hidayete vesile olan. Sâhib-üz-zaman. "Hususi ve
şahsi bir tarzda Allah'ın hidayetine mazhar olan, kendisine Cenâb-ı Hak
tarafından yol gösterilen" mânasınadır. Bu kelime ihtida etmiş olanlar için
de kullanılmıştır. Mehdi-yi Resul, Mehdi-yi muntazır da denir. Ahir zamanda
gelip bütün müslümanları Hakaik-ı imâniye ve Kur'âniyeyi câmi' eserleri ile
uyandıracak, dinlerini takviye ve imânlarını tecdit edecek olan ve
Peygamberimizin (A.S.M.) Al'inden bir Zâttır. Hz. Peygamberimizin Mehdi
hakkındaki tavsiflerinden anlaşılıyor ki; "Cenab-ı Hak kemâl-i kereminden
Din-i Muhammedinin (A.S.M.) ebediyyetine bir alâmet olarak her asırda, her
fitne zamanında Mehdi mânâsında bir zâtı gönderip onunla Din-i İslâmı te'yid
buyurmuştur." Mehdi-misâl zâtlar gelmişlerdir. Deccâl ismiyle tâbir edilen
dehşetli bir şahsın, Müslümanları İslâmiyetten uzaklaştırmak ve sefâhet ve
dalâlete ve dinsizliğe sevk etmeğe çalışmasına karşı, İslâmiyyeti, Kur'ânî
eserleriyle müdafaa eden ve Kur'ânın ve imânın hakikatlarını izah ve isbat
ile müslümanların imânlarını kuvvetlendiren, taklidi imânları tahkiki imân
kuvvetine tebdil eden ve ehl-i imânı ikâz edip uyandıran ve her hâliyle Hz.
Peygambere (A.S.M.) tâbi olan evliyaullahtan, mücâhid, ferid ve cadde-i
Kübra-i Kur'âniye yolunda giden ve bu cadde-i kübrayı gösteren rehber-i
zaman, yüksek bir zâttır. (Bak: Deccâl)(Suâl : Ahir zamanda Hz. Mehdi
geleceğine ve fesada girmiş âlemi ıslâh edeceğine dâir müteaddid rivâyât-ı
sahiha var. Halbuki, şu zaman, cemaat zamanıdır; şahıs zamanı değil. Şahıs
ne kadar dâhi ve hattâ yüz dâhi derecesinde olsa bir cemaatin mümessili
olmazsa, bir cemaatin şahs-ı mânevisini temsil etmezse; muhalif bir cemaatin
şahs-ı mânevisine karşı mağlubdur. Şu zamanda kuvvet-i velâyeti ne kadar
yüksek olursa olsun böyle bir cemaat-i beşeriyenin ifsâdat-ı azimesi içinde
nasıl ıslâh eder? Eğer Mehdinin bütün işleri harika olsa, şu dünyada
Hikmet-i İlâhiyyeye ve Kavânin-i Adetullâha muhalif düşer. Bu Mehdi
mes'elesinin sırrını anlamak istiyoruz?Elcevab: Cenâb-ı Hak, kemâl-i
rahmetinden, Şeriat-ı İslâmiyyenin ebediyyetine bir eser-i himâyet olarak,
her bir fesâd-ı ümmet zamanında bir müslih veya bir müceddid veya bir
halife-i zişân veya bir kutb-u a'zâm veya bir mürşid-i ekmel veyahud bir
nevi Mehdi hükmünde mübârek zâtları göndermiş, fesadı izâle edip milleti
ıslâh etmiş. Din-i Ahmediyi (A.S.M.) muhafaza etmiş. Mâdem âdeti öyle
cereyan ediyor; âhir zamanın en büyük fesadı zamanında; elbette en büyük bir
müctehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mühdi, hem mürşid, hem
kutb-u a'zâm olarak bir zât-ı nurâniyi gönderecek; ve o zât da Ehl-i Beyt-i
Nebeviden olacaktır. Cenâb-ı Hak, bir dakika zarfında beynes-semâ ve-l arz
âlemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin
fırtınalarını teskin eder ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin
nümunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını icad eden Kadir-i Zülcelâl,
Mehdi ile de Alem-i İslâmın zulumatını dağıtabilir ve vâdetmiştir, vâdini
elbette yapacaktır. Kudret-i İlâhiyye noktasında bakılsa, gâyet kolaydır.
Eğer dâire-i esbâb ve Hikmet-i Rabbâniye noktasında düşünülse, yine o kadar
ma'kul ve vuku'a lâyıktır ki; "Eğer Muhbir-i Sâdıktan rivâyet olmazsa dahi,
her hâlde öyle olmak lâzım gelir ve olacaktır", diye ehl-i tefekkür
hükmeder. M.) |
MEHDİ-Yİ ABBASÎ |
(Hi: 120-163) Abbâsi Halifesidir. Ebu Abdullah Muhammed diye de anılır.
Halife Mansurun oğludur. Meşhur ve iyiliği ile umumi kabul gören bir zat
olup hususan sulh zamanında imparatorluğun inkişafı için çok çalışmıştır.
Yeni yollar yaptırmış, postayı ıslâh etmiş ve Abbâsi Sülâlesinin en iyi
hükümdarı olarak tanınmıştır. |
MEHDİ-İ MUNTAZIR |
(Şiilerin itikadına göre) Kıyameti bekleyen mehdi. |
MEHDİ-MİSAL |
Mehdiye benzer surette. Mehdi gibi hidayete vesile olan. |
MEHDİYYE |
Mehdiye âit ve mensub olan. Mehdiye dâir ve müteallik. * Hediye.
Armağan. |
MEHDUM(E) |
(Hedm. den) Yıkılmış, hedmolunmuş, yıkık. |
MEHDUR |
(Hedr. den) Yazık edilmiş, ziyan edilmiş. Boş yere gitmiş. |
MEHEBB |
(C.: Mehâbb) Rüzgârın estiği yer. |
MEHEL |
(C: Mühul-Emhâl) Yavaş yapmak. * Sonraya bırakmak, te'hir etmek. |
MEHENK |
Ölçü. Miyar. * Altın ve gümüş ayarını anlamaya mahsus taş. Üzerinde
altın tecrübe edilen siyah taş. |
MEHERE |
(Mâhir. C.) Mâhirler, ustalar, üstadlar. Hüner sahibi ve elinden iş
gelen kimseler. |
MEHFAK |
Bol nesne. |
MEHÎB |
İnsanın kendisinden korktuğu. Heybetli, azametli, korkunç kimse. *
Arslan, esed, gazanfer. |
MEHÎL |
Korkulu yer. Korkunç ve tehlikeli yer. |
MEHÎN |
Hor ve hakir. Zayıf. Zebun. * Az şey. * Rey', fikir ve tedbirde temyizi
zayıf, ahmak. |
MEHÎR |
f. Ay, kamer. |
MEHÎRE |
Usta, mâhir, hünerli. * Hür olan kadın. * Nikâh bedeli çok olan kadın. |
MEHİST |
f. Ağır, sakil. |
MEHÎZ |
Ayran. * Yağı alınmış yoğurt. |
MEHK |
Suyun rengi yeşil olmak. |
MEHK |
İyice ezme. |
MEHL |
Vakit verme. Vâde. Mühlet. Bir işi belli bir zamana kadar te'hir etme. |
MEHLEKE |
(C.: Mehâlik) Tehlikeli yer veya iş. |
MEHLİKA |
f. Güzel. Ay yüzlü. |
MEHMA-EMKEN |
Olabildiği kadar. Mümkün mertebe. |
MEHME |
(C.: Mehâme) Irak, uzak. * Issızlık. * Korkunç sahrâ. Büyük çöl. |
MEHMED |
Muhammed isminin Türkçede meşhur olmuş değişik şeklidir. Resul-i Ekrem
Efendimize verilen ve sadece ona lâyık bulunan Muhammed (A.S.M.) ismine
hürmeten bu değişiklik âdet olmuştur. |
MEHMED AKİF |
(1873-1936) Şiir ve manzumeyi sırf İslâmiyete hizmet için yazdı. İlk
Türkiye Büyük Millet Meclisinde İstiklâl Marşı manzumesi kabul edilerek
milletin mâneviyatına büyük faydalar sağladı. Çanakkale Şehidlerine hitaben
yazdığı manzumesi de aynı mahiyettedir. Bu İslâm mücahidinin şiirleri
Safahât isimli yedi kısımdan ibâret bir kitabda toplanmıştır. (R. Aleyh) |
MEHMEDCİK |
Kahraman ve mücahid mânasında Türk askerine verilen ünvandır. |
MEHMUM |
Endişeli. Düşünceli. |
MEHMUSE |
Gizli. Gizlenmiş eşya. * Örtülmüş. * Tecvidde: Gizli okunan harfler.
Fısıltı ile okunan harfler. $ sözü, bu harfleri toplamıştır. Bunun zıddı
"Huruf-u mechure" dir. |
MEHMUSEN |
Gizli olarak. |
MEHMUZ |
Gr: Hemzeli kelime. Harfin kökünde hemze varsa o kelimeye denir. |
MEHMUZ-UL AYN |
Kelime kökündeki ikinci harf "hemze" olursa, o kelimeye denir. Birinci
harfi "hemze" olursa ona: Mehmuz-ul fâ; üçüncü harf hemzeli olur ise ona da:
Mehmuz-ül lâm denir. |
MEHN (MİHN) |
Hizmet. * Mübtezellik, değersizlik. |
MEHPARE |
f. Ay parçası. * Çok güzel kimse. |
MEHPEYKER |
Nurlu, ay yüzlü. Yüzü ay gibi parlak ve güzel olan. |
MEHR |
Aşk, şefkat, muhabbet. * Güneş. * Huk: Mihr. Evlenme muamelesinde erkek
tarafından kadına verilen nikâh bedeli. |
MEHR-İ MUACCEL |
Nikâhta erkek tarafından kız tarafına verilen ağırlık, para. |
MEHR-İ MÜECCEL |
Boşanma veya ölüm halinde, kız tarafına verilmesi nikâhta
kararlaştırılmış olan para. |
MEHR-İ MÜSEMMA |
İki tarafın rızası ile nikâh bedeli olarak kararlaştırılan para. |
MEHRAK |
(C: Mehârik) Sahife, sayfa. |
MEHREB |
Sığınılacak yer. * Ürküp kaçma. |
MEHREC |
(Bak: Mahrec) |
MEHRECAN |
Eylül ayının onaltıncı günü. |
MEH-RU |
(C: Mehruyân) f. Ay yüzlü, güzel. |
MEHRU' |
Sar'alı kimse. Sar'a hastalığı olan kişi. |
MEH-RUYAN |
f. Ay yüzlüler. Ay gibi parlak olanlar. * Mc: Manevî güzellik. Ahlâk
sahibi ve dindar olanlar. |
MEH-ŞİD |
f. Ay, kamer. * Ay ışığı, mehtâb. |
MEHTAB |
f. Mâhtâb. Ay ışığı. |
MEHTER |
(Mih-ter) f. Daha büyük. * Reis. * Seyis. Osmanlı askeri mızıkası ve
buna mensub müzikçiler. * Vaktiyle Bâb-ı âli çavuşu. * Rütbe, nişan veya
vazife alanların evlerine müjde götürenler. * Tanzimattan önce Pâdişah
çadırını kurmağa vazifeli asker. * At uşağı. |
MEHTERÂN |
(Mehter. C.) Mehterler. |
MEHTERHANE |
f. Tar: Zurna, nakkare, nefir, zil, davul ve kösden kurulu askeri
mızıka takımı. |
MEHTUK |
(Hetk. den) Bozulmuş, yırtılmış, hetkolunmuş. |
MEHUB |
Heybetli. Azametli. Korkunç. * Arslan. |
MEHUL |
Yumuşak yay. |
ME'HUL |
Ma'mur, imar edilmiş. |
MEHUL |
Benli, benekli. |
ME'HUZ |
Ahzolunmuş. Çıkarılmış. Alınmış. * Ödünç olarak başka bir yerden
alınmış. |
ME'HUZÂT |
Alınmış olanlar. Alınan paralar ve bu paraların defterde yazılı kısmı. |
MEHV |
İnce kılıç. * Sulu süt. |
MEHVA |
(C: Mehâvâ) Sahrâ, çöl, * Uçurum, yar. * İki dağ arası. * İki şeyin
arası. |
MEHVARE |
f. Ay gibi. * Aylık maaş. Aylık ücret. |
MEHVAT |
Çöl, sahra. * İki şeyin arası. |
MEHVEŞ |
f. Ay gibi. * Mc: Güzel. |
MEHYUM |
Şaşmış, hayrette kalmış, şaşırmış. * Sevgi ve aşkdan serseme dönmüş. |
MEHZUL |
Düşkün. Zayıf. Arık. |
MEHZUM |
Hezimete uğramış. Mağlub olmuş olan. |
MEIK |
Gayretli kişi. * Hiddeti galip kimse. |
MEİN |
Ağlanacak ve inlenecek yer. |
MEJENG |
f. Keder, hüzün, tasa, gam. * Hoşa gitmeyen, beğenilmeyen, nefret
edilen, iğrenilen. |
ME'K (MÜ'K) |
(Amâk-Emâk) Göz pınarı. |
MEKA |
(C: Emkâ) Tilki, tavşan ve bunlara benzer hayvanlar. * Canavarların
inleri ve yatakları. |
MEKABİR |
(Bak: Makabir) |
MEKAD(E) |
Yakın olmak, yakınlık. |
MEKADİR |
(Bak: Makadir) |
MEKAHİL |
(Mikhal, mikhel ve mükhüle. C.) Göze sürme çekecek âletler, miller. |
MEKAİD |
(Mekide. C.) Hileler, aldatmalar, düzenler, dalavereler. |
MEKAL |
(Bak: Makal) |
MEKAMİN |
(Mekmen. C.) Gizlenilecek yerler, pusular. |
MEKÂN |
(Kevn. den) Yer. Durulan yer. Ev, hane, mesken. Mahal. |
MEKÂN-I BAÎD |
Uzak mekân, uzay yer. (Mekân-ı baîd, yâni: İmanın faide vereceği teklif
zamanı, teklif dünyası geçtikten, azab gelip çattıktan sonra iman, iman-ı
yeis faydasızdır. E.T.) |
MEKÂNE |
(C: Emkine-Emâkin) Kudret, kuvvet, güç. |
MEKÂNEN |
Mahal ve yer bakımından. |
MEKÂNET |
Ağır başlılık. * Kuvvet. Güç. |
MEKANİK |
Lât. Cisimlerin hareketleriyle alâkalı hâdiseleri inceleyen ilim.
Mihanikiyetten bahseden kitap. * Makina. Makina aksamının hey'et-i mecmuası.
* Kafa yormaksızın el veya makina ile yapılan. |
MEKÂNİS |
(Miknese. C.) Süpürgeler. |
MEKANİZMA |
Lât. Bir şeyin makina kısmı. * Mc: Oluş ve işleyiş. Meydana çıkış. |
MEKÂRE |
Eskiden kira ile tutulan yük hayvanı. * Tar: Osmanlı ordusunda taşıma
işlerinde kullanılan hayvanlara verilen ad. (Mekâre denilen at, katır, deve
gibi hayvanlar, harp zamanlarında halktan satın alınırdı. Bazen geçici bir
zaman için, savaş bölgesindeki halktan hayvan toplanır ve belirli miktar
ücret ödenirdi.) |
MEKÂRİB |
(Mikreb. C.) Çift sürülen sabanlar. |
MEKÂRİH |
(Mekrehe. C.) İnsana tiksinti veren şeyler. * Sıkıntılar, dertler. |
MEKÂRİM |
(Kerem. C.) Keremler. İyilikler. * Güzel ahlâk sahibi olmak. * Ahlâk-ı
hamide, Cenâb-ı Hakk'ın sevdiği, beğendiği güzel ahlâk. |
MEKÂRİM-İ AHLÂK |
Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ahlâkına ve onun sünnet-i seniyesine ittiba ve
imtisâl edenlerin ahlâkı. |
MEKÂRİMKÂR |
f. Cömert, eliaçık. Kerem sâhibi. |
MEKARÎS |
(Mıkrâs. C.) Makaslar, kesecek aletler. |
MEKÂSİB |
(Mekseb ve Meksib. C.) Kazançlar. Kazanç yer ve araçları. Kesbedilen ve
kazanılan yerler. |
MEKÂTİB |
(Mekteb. C.) Mektebler, okullar. |
MEKÂTİB-İ ÂLİYE |
Yüksek mektebler. Yüksek okullar. Üniversite ayarındaki mektebler. |
MEKÂTİB-İ HUSUSİYE |
Hususi mektebler. Özel okullar. |
MEKÂTİB-İ İBTİDÂİYYE |
İlk mektebler, ilk okullar. |
MEKÂTİB-İ İ'DÂDİYYE |
Yüksek mekteblere talebeyi hazırlayan, rüştiyeden sonra gidilen
mektebler. Liseler. |
MEKÂTİB-İ LEYLİYYE |
Yatılı mektebler. |
MEKÂTİB-İ RÜŞDİYYE |
Orta mekteb derecesinde ve altı sınıflık olan Osmanlı Devleti
devrindeki mektebler. |
MEKÂTÎB |
(Mektub. C.) Mektublar. |
MEKÂYİD |
(Mekide. C.) Hileler, düzenler, aldatmalar. |
MEKÂYİL |
(Mikyâl. C.) Ölçekler, tahıl ölçekleri, kileler. |
MEKAYÎS |
Mikyaslar. Ölçüler. * Mukayeseler. |
MEKÂZA |
Şiddetli mümârese. Alışkanlık. |
MEKBİR |
İhtiyarlama, yaşlanma. |
MEKBUD |
Ciğerinde hastalık olan. |
MEKBUT |
Mahzun kişi. Hüzünlü, üzüntülü kimse. |
MEKD |
Azlık. * İkamet, oturmak. |
MEKDUR |
Kederlenmiş, kederli. |
ME'KEL |
(Ekl. den) Yemek yenecek yer. Geçim yeri. * Yemek. |
ME'KELE |
(C.: Meâkil) Yenilecek, eklolunacak şey. |
MEKENE |
Kertenkele yumurtası. |
MEKER |
(C.: Mükur) Bir ağaç cinsi. |
MEKERR |
Cenk edecek yer, savaş meydanı. |
MEKFERE |
Örtecek, sertredecek yer. |
MEKFUF |
Kulplarından sıkıca bağlanıp heybe gibi asılmış. * Kilitlenmiş. *
Heybe. * Dürülmüş, toplanmış. * Men olunmuş. Yasak edilmiş. |
MEKFUF-ÜL AYN |
Gözü keffolmuş. Kör, âmâ. |
MEKFUL |
(Kefâlet. den) Kefil olmuş veya kefil olunmuş. |
MEKFUL-ÜN ANH |
Kendisine kefillik edilen kimse. |
MEKFUL-ÜN BİH |
Kefâlet olunan kimse veya şey. |
MEKHUL(E) |
(Kuhl. dan) Sürme çekilmiş, sürmeli. |
MEKÎD |
Tuzağa düşen veya düşecek olan. |
MEKÎDE |
(C.: Mekâid) Hile, aldatma, düzen, dalavere. |
MEKÎDET |
Düzen, hile, fesat. |
MEKÎL |
Ölçmek. * Kilo ile ölçülen şey. |
MEKÎLÂT |
(Mekîl. C.) Buğday, arpa gibi kile ile ölçülen şeyler. |
MEKÎN |
Yüksek rütbe sâhibi. Vakarlı. Temkinli. Nüfuz ve iktidar sahibi. *
Yerleşmiş. Oturmuş. Sâkin, Muhkem. |
MEKÎNET |
Onur, vakar, ciddiyet, ağırbaşlılık. |
MEKİR |
(Mekr) Hile. Aldatma. Oyun. Düzen. (Birisinin kötü veya iyi hâllerini
öğrenmek veya kötülüğe sevketmek ya da gayesinden alıkoymak için yapılır.) |
MEKÎS |
Vakarlı. Onur sahibi. Ciddi ve ağırbaşlı kimse. |
MEKK |
Emmek. * Helâk etmek. * Noksan etmek, eksiltmek. |
MEKKÂR |
Hilekâr. Düzenbaz. Çok aldatıcı. Mekir yapan. |
MEKKÂRÎ |
Mekkârlık, hile, düzen. Hilekârlık. |
MEKKE |
Hicaz'da Kâbe'nin bulunduğu en mukaddes şehrin ismidir. Aynı zamanda
Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) doğduğu şehirdir. |
MEKKE-İ MÜKERREME |
İlk ismi Mekke olan bu şehire, Hz. Peygamber'in (A.S.M.) gelmesi ve
Mukaddes Kâbe'nin putlardan temizlenmesi ile Mükerrem Mekke mânâsında bu
isim verilmiştir. |
MEKKÎ |
Mekke'den olan. Mekke'ye dâir ve mensub. * Mekke'de nâzil olan âyet
veya sure. |
MEKKUK |
(C.: Mekâkik) Birbuçuk sa' alır kile. |
MEKLA' |
Otlu yer. |
MEKLUM |
Yaralı, mecruh. Yaralanmış. |
MEKMEN |
(C.: Mekâmin) Gizlenilip pusu kurulan yer. Pusu yeri. |
MEKMENE |
Pusu, gizlenilecek yer. * Define, hazine. |
MEKMUN |
Gizli. Saklı. |
MEKN |
Kudret, kuvvet, güç. |
MEKNAN |
Bir ot cinsi. |
MEKNE |
(C: Miken-Mekenât) Kuş yuvası. |
MEKNİYYAT |
(Mekniyye. C.) Kinayeli cümleler. |
MEKNUN |
Örtülü, gizli. Saklı. * Dizilmiş. Dizili. Manzum. |
MEKNUS |
Süpürülmüş. |
MEKNUZ |
Gömülü define, örtülü, gizli. Hıfzedilmiş, mahfuz. |
MEKR |
(Bak: Mekir) |
MEKRE |
(C: Mekârih) Şiddet. * Bıkkınlık. * Kerahet, iğrençlik. |
MEKREME |
İzzet, ikram yeri. Seha, cud, şeref. Cömertlik. |
MEKREME-İ UZMÂ |
Büyük ikrâm, izzet yeri. |
MEKREMET-GÜSTER |
Merhamet dağıtan, merhamet yayan. |
MEKRUB |
Kederlenmiş. Musibete uğramış. Tasalı, gamlı insan. |
MEKRUBİYET |
Kederli, hüzünlü ve tasalı olma. |
MEKRUH |
İğrenç, nahoş görülen şey. * Fık: Şeriatın haram etmediği, fakat
zaruret olmadan yapılmasına izin vermediği, zanna dayanan delil ile
işlenmesi caiz olmayan iş. * Mihnet. Şiddet. |
MEKRUHA |
Keder, mihnet. şiddet. |
MEKRUHAT |
(Mekruh. C.) Mekruh olan şeyler. |
MEKRUHİYET |
İğrençlik, mekruhluk. |
MEKRUME |
(Bak: Mekreme) |
MEKS |
Durma, eğlenme, bekleme. |
MEKS |
(C.: Mükus) Bir şeyin pahası noksan olma. * Öşür. Vergi. Vergi almak. |
MEKSEB |
(C.: Mekâsib) (Kisb. den) Kazanç, gelir. * Kazanç yeri. Kazanç
vasıtası. |
MEKSEFE |
(Bak: Miksefe) |
MEKSUB(E) |
Kesbolunmuş. Kazanılmış. * Sonradan tahsil olunmuş, elde edilmiş. *
Yüksekten dökülen. * Çağlayan. |
MEKSUF |
Kesafetli, sık ve çok olmuş. Koyu. |
MEKSUF |
Küsufa uğramış, ziyâsı, aydınlığı tutulmuş. Kararmış. |
MEKSUR |
Çoğaltılan, çoğaltılmış. |
MEKSUR |
(Kesr. den) Kırılmış, kesrolunmuş. * Gr: "İ" şeklinde kesreli okunan
harf. |
MEKŞUF |
Keşfolunmuş, meydana çıkarılmış. Açık. Belli. |
MEKŞUF-ÜL AVRE |
Görünmemesi icab eden yeri açık olan kimse. |
MEKŞUF-ÜR RE'S |
Başı açık. |
MEKTEB |
(C.: Mekâtib) Yazı yazacak yer. * Okul. |
MEKTEB-İ ÂLÎ |
Yüksek mekteb, yüksek okul. |
MEKTEB-İ HARBİYE |
Harp okulu. |
MEKTEB-İ HUSUSÎ |
Özel okul, hususi mekteb. |
MEKTEB-İ İBTİDAÎ |
İlk mekteb, ilk okul. |
MEKTEB-İ İ'DADÎ |
Osmanlılar devrindeki rüştiyeden, yani eski orta mektebden sonra gelen
ve talebeyi yüksek mektebe hazırlayan tahsil devresi. Lise. |
MEKTEB-İ LEYLÎ |
Yatılı mekteb, yatılı okul. |
MEKTEB-İ SULTANÎ |
İstanbul'da Galatasaray Lisesi. |
MEKTUB |
Yazılı, yazılmış kâğıt. |
MEKTUB-U SAMEDANÎ |
Hiç bir şeye muhtaç olmayan Allah'ın eserleri. Yeryüzü. İnsanlar,
ağaçlar, çiçekler, çekirdekler, dağlar, denizler gibi çok hakikatlı mâna
ifâde eden Allah'ın mektupları. |
MEKTUB-U SÂMÎ |
Başbakanlık (sadaret) makamından yazılan resmi mektublar. |
MEKTUBAT |
Mektublar. Yazılı kâğıtlar. * Bazı meşhur ve mühim kitapların ismi. *
Bir yerden başka bir yerdeki şahsa gönderilen yazılı kâğıtlar. * Risale-i
Nur Külliyatından bir mecmuanın ismi. |
MEKTUF |
İki eli arkasına bağlanmış olan. |
MEKTUM |
Gizli. Saklı. Gizli kalmış. * Hükümetten gizli tutulan. |
MEKTUMAT |
(Mektume. C.) Hükümetten kaçırılarak gizlenmiş ve yazdırılmamış nüfus,
mal veya gelir. |
ME'KUL |
Ekl olunmuş, yenmiş şey, yiyecek. |
ME'KULÂT |
(Me'kul. C.) Yenilecek gıdâ maddeleri. |
ME'KUM |
Tilki ve tavşan ini ve yatağı. |
MEK'UM |
Ağzı bağlı deve. |
MEKUR |
Hileci, yalancı, dolandırıcı. |
MEKYES |
Akıllılık ve ferâsetle bilinen kimse. |
MEKYUL |
Kile ile ölçülmüş. |
MEKZEBE |
Yalan söz, doğru olmayan kelâm. Palavra. |
MEKZUBE |
Palavra, yalan söz. |
MEKZUM |
Kederli, hüzünlü, tasalı, üzüntülü, gamlı. |
MEL' |
Seri seyr. |
MELA |
(C.: Emlâ) Ova, sahra. * Vakit. * Sıcak kül.MELA'Â : Meşveret. *
Cemaat. Güruh. * Bir kavmin ileri gelen mes'uliyetli şahısları. * Huy,
ahlâk. (Bak: Mele') * Doldurmak. |
MELA |
Gece ve gündüz. |
MELA' |
Otu olmayan yer. |
MELAB |
Bir cins güzel koku. |
MEL'AB |
(La'b. dan) Eğlence yeri. Oyun yeri. |
MEL'ABE |
(La'b. dan) Oyun. Eğlence vasıtası. Oyuncak. |
MEL'ABE-İ SIBYÂN |
Çocuk oyuncağı. |
MEL'ABEGÂH |
f. Oyun oynanan yer. Mel'abe yeri. |
MELABİS |
Elbiseler. Giyecek şeyler. |
MELACE |
Husumeti uzatmak, düşmanlığı çoğaltmak. |
MELACİ' |
(Melce. C.) İlticâ edilecek ve sığınılacak yerler. |
MELAGIM |
Ağız çevresi. |
MELAH |
f. Çekirge. |
MELAH |
Atın ayağında olan verem. |
MELAHA (MÜLUHA) |
Tuzluluk. * Güzellik. |
MELAHA (MÜLUHA) |
Tatsızlık, tuzsuzluk. |
MELAHAT |
Yüz güzelliği. Cemal. * Tuzluluk. Tuzlu su. |
MELAHİ |
Oyunlar, eğlenceler. Cümbüşler. |
MELAHİDE |
Mülhidler. Dinsizler. İmânsızlar. |
MELAHİF |
(Milhaf ve Milhafe. C.) Sarınacak veya bürünecek şeyler. Yorganlar. |
MELAHİM |
Muharebe ve cenk yerleri. (Bak: Melhame) |
MELAİB |
(Mel'ab-Mel'abe. C.) Oyuncaklar. Oyun oynanacak yerler. |
MELAİK |
(Mil'aka. C.) Tahta kaşıklar. |
MELAİK(E) |
(Melek. C.) Melekler. Nurdan yaratılmış, fıtratları sâfi, makamları
sabit, kendileri ma'sum mahluklar. |
MELAİKE-İ KİRAM |
Büyük meleklerin büyükleri: Cebrâil, Mikâil, İsrâfil, Azrâil (A.S.)(...
Melâike, bir ümmet-i azimedir ki; sıfat-ı iradeden gelen ve şeriat-ı
fıtriyye denilen evamir-i tekviniyesinin hamelesi ve mümessili ve
mütemessilleridirler. S.)(... Hem meselâ küre-i arz, küre-i arzın nevileri
adedince başlar ve o nevilerin ferdleri sayısınca diller ve o fertlerin a'za
ve yaprak ve meyveleri mikdarınca tesbihatlar yaptığı için elbette o
haşmetli ve şuursuz ubudiyyet-i fıtriyeyi bilerek, şuurdârâne temsil edip
Dergâh-ı İlâhiyeye takdim etmek için kırk bin başlı ve her başı kırk bin dil
ile ve her bir dil ile kırk bin tesbihat yapan bir melek-i müekkeli
bulunacak ki, ayn-i hakikat olarak Muhbir-i Sâdık haber vermiş ve hilkat-ı
kâinatın en ehemmiyetli neticesi olan insanlarla münasebât-ı Rabbâniyeyi
tebliğ ve izhâr eden Cebrâil (A.S.) ve zihayat âleminde en haşmetli ve en
dehşetli olan diriltmek ve hayat vermek ve ölümle terhis etmekteki Halika
mahsus olan icraat-ı İlâhiyeyi, yalnız temsil edip ubudiyetkârâne nezâret
eden İsrafil (A.S.) ve Azrâil (A.S.) ve hayat dâiresinde rahmetin en
cemiyetli, en geniş, en zevkli olan rızıktaki ihsânât-ı Rahmâniyeye
nezâretle berâber şuursuz şükürleri şuur ile temsil eden Mikâil (A.S.) gibi
meleklerin pek acib mâhiyette olarak bulunmaları ve vücudları ve ruhların
bekaları, saltanat ve haşmet-i Rububiyyetin muktezasıdır. Onların ve her
birinin mahsus tâifelerinin vücudları, kâinatta güneş gibi görünen saltanat
ve haşmetin vücudu derecesinde kat'idir ve şüphesizdir. Melâikeye âid başka
maddeler bunlara kıyas edilsin. Ş.) |
MELAİN |
(Mel'ane. C.) Lânet edilecek iş ve hareketler. |
MELAİN |
(Mel'un. C.) Herkesin nefretini kazanmış olanlar. La'netlenmiş olanlar. |
MELAK |
Lütuf, muhabbet, sevgi. |
MELAK |
Mala. |
MELAL |
Can sıkıntısı. Usanç. Gamlılık. Zaaf ve fütur. |
MELAL-AVER |
f. Usanç verici, usandıran, sıkan. |
MELAM |
Kınanmış. * Rezillik. Hakirlik. Kıymetsizlik. |
MELAMET |
Kınanmışlık. İtab ve serzenişlik. Rezillik ve rüsvaylık. |
MELAMETZEDE |
(C.: Melametzedegân) f. Melamete uğramış, ayıplanmış, azarlanmış,
kınanmış. |
MELAMET-ZEDEGÂN |
(Melametzede. C.) f. Ayıplanmış, kınanmış kimseler, azarlanmış olanlar. |
MELAMÎ |
Kınanmış ve ayıplanmışlardan olan. * Hükema-i Kelbiyyun. (Bak:
Kelbiyyun) * Melami adındaki tarikata mensub olan. |
MELAMİ' |
(Lem'a. C.) Parıltılar. Aydınlıklar. |
MELAMİH |
(Lemha. C.) Lemhalar. Bir şeyin başka bir şeye benzeme noktaları.
Güzellik ve çirkinlik eserleri. |
MELAMİYYUN |
(Melamî. C.) Melamî tarikatından olanlar. |
MEL'AN |
Dolu olan, taşkın. |
MEL'ANE(T) |
(La'n. dan) Lânete sebeb olan. Lânete müstehak iş. * Yol ayrımı ve
insan menzili. |
MEL'ANETKÂRANE |
f. Lânete müstehak surette. |
MEL'ANET-PİŞ |
f. Mel'unluktan başka işi olmayan. İşi gücü mel'unluktan ibaret olan. |
MELAS |
Saracak ve dürecek yer. |
MELAS |
Kaypakça olmak. |
MELASET |
Yumuşaklık. (Zıddı: Huşunet) |
MELASSA |
Hırsız ve haydut yatağı. |
MELAVET |
Vakit, zaman. |
MELAZ |
Sığınılacak yer. Melce'. |
MELAZE |
f. Küçük dil. |
MELAZE |
Badem ağaçları olan yer. |
MELAZİB |
(Milzâb. C.) Çok tamahkâr ve cimri olanlar. |
MELAZZ |
Yalancı, kezzab. (Melzuz. C.) Leziz nesneler, lezzetli şeyler. |
MELBES |
Giyecek şey. Elbise. |
MELBES Ü ME'KEL |
Giyecek ve yiyecek. |
MELBUS |
Giyilen. Giyilmiş olan. * Giyinmiş. Elbise giymiş. |
MELBUSÂT |
Giyilecek şeyler. Elbiseler. |
MELC(E) |
Emmek. |
MELCE' |
Sığınılacak yer. Halas olacak, kurtulacak yer. |
MELD |
Yumuşak olmak. |
MELDA |
Çok genç ve körpe vücud veya dal. İnce ve nâzik bedenli kız. |
MELDUG |
(Ledg. den) Zehirli bir hayvan tarafından ısırılarak sokulmuş. |
MELE' |
(C.: Emlâ) Bir cemâatin ileri gelenleri. * Hırs, tama'. * Zan. *
Güzellik. * Fls: Kâinatta hiçlik şeklinde boşluk olmadığını, her yerin dolu
olduğunu ifade eden bir tabirdir. * Dolu mekân. * Kalabalık, güruh, cemaat,
topluluk. Halk. |
MELE-İ A'LÂ |
Kerrubiyyun ve melâike cemaati. En yüksek hey'et. Melekler âlemi.
Felekler ve unsurlar. |
ME'LE |
(C: Miâl) Hazırlanmak. * Şişman kadın, semiz avret. * Bahçe. |
MELED |
Tazelik, körpelik, nâziklik, gençlik. |
MELEK |
Nurdan yaratılmış, fıtratları sâfi, masum mahluk. * Güzel huylu ve
güzel olan kimse. (Bak: Melâike) |
MELEK-ÜL BİHAR |
Denizlere nezaret eden melek. |
MELEK-ÜL CİBÂL |
Dağlara nezâret eden melek. |
MELEK-ÜL EMTÂR |
Yağmurla vazifeli olan melek. |
MELEK-ÜL MEVT |
İnsanların ruhlarını kabzeden Azrâil. (A.S.) |
MELEK-İ MÜEKKEL |
Muayyen bir işle tavzif edilmiş melek. (Bak: Melâike) |
MELEK-İ SİYÂNET |
Allah'ın emri ile insanları koruyan, muhafaza eden melek. |
MELEKA |
Düz kayacak nesne. |
MELEKÂT |
(Meleke. C.) Melekeler. Tecrübe neticesi elde edilen alışılmış
bilgiler. İsti'datlar. |
MELEKÂT-I AKLİYYE |
Tecrübe neticesi aklen bilinen kolaylık, tecrübeden doğan bilgililik. |
MELEKE |
Tekrar tekrar yapılan bir iş veya tecrübeden sonra hasıl olan bilgi ve
mehâret. * Mümârese. |
MELEKÎ |
(Melekiye) Meleğe mensub, melekle alâkalı. * Paklık, temizlik, ismet. *
Hükümdara, melike âit. Melikle alâkalı. |
MELEKUT |
Tam bir hâkimiyyetle, Saltanat-ı İlâhiyyenin müessiriyyet ve idâresinin
esrarı. Her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye münâsib ruhu, canı,
hakikatı. Bir şeyin iç yüzü, iç ciheti. * Hükümdarlık. Saltanat. * Ruhlar
âlemi. (Bak: Arş)(İnsan mülk ciheti ile kalbe zarf olur, melekut cihetiyle
de mazruf olur. M.N.) |
MELEKUTİYÂN |
Melekut âleminden olanlar. |
MELEK-ZAD |
Melekten olmuş gibi, çok güzel. |
MELEL |
Bıkma, usanma, bezme. |
MELEM |
Yaramaz tenbel kimse. |
MEL'EM (MİL'EM) |
Ölçüsünde cimrilik yapan. |
MEL'EME |
Cem'etmek, toplamak. * Terbiye etmek, düzeltmek, ıslâh etmek. * Yara
yırtığını bağlamak. |
MELEVAN |
Gece ve gündüz. |
MELEZ |
(Meles) İki ırkın karışması neticesi hâsıl olan yeni bir nesil. Ayrı
iki cinsten doğmuş olan. * Aydınlıkla karanlık arası, alaca karanlık. |
MELFUF |
Sarılı. Bir mektup veya bir şey içine konulmuş olan. |
MELFUFAT |
(Melfuf. C.) Zarf içinde veya tezkereye ilişik yazılar. |
MELFUFEN |
Sarılı olarak. Melfuf olarak. Leffen, ekli olan şey. |
MELFUHA |
(C: Melâfih) Ana karnındaki erkek çocuk. |
MELFUZ |
(Lâfız. dan) Telâffuz olunmuş, okunmuş olan. Söylenmiş. * Ağızdan çıkan
söz, hece, kelime veya harf. |
MELFUZÂT |
(Melfuz. C.) Konuşulan şeyler. |
MELH |
Yemeğe tuz koymak. * Çocuk emzirmek. |
MELH |
Kibirlenmek, gururlanmak. * şiddetli seyir. |
MELHAME |
Kanlı harb. * Büyük muharebe sahası. |
MELHAME-İ KÜBRÂ |
Büyük ve kanlı savaş, harp. |
MELHEC |
(C: Melâhic) Darlık. |
MELHED |
Kabrin çukur açılacak yeri. |
MELHEM |
Hurma ağacı çok olan yer. |
MELHEZ |
(C: Melâhız) Darlık çekecek yer. |
MELHUB |
(Lehb. den) Alevli, alevlenmiş. |
MELHUD |
(Lahd. dan) Mezara sokulmuş, kabre konulmuş. Lâhid içine konulmuş. |
MELHUF |
Hasrette kalan. * Kederli, tasalı. * İmdad bekleyen. |
MELHUFÂN |
(Melhuf. C.) Kederliler, tasalılar, kaygılılar, üzüntülüler. * Hasrette
kalanlar. |
MELHUFÎN |
Hasrette kalıp yardım isteyenler. |
MELHUK |
Karışmış, kavuşmuş. İltihak etmiş. |
MELHUZ |
Mülâhaza ve tefekkür olunmuş olan veya olunabilen. Düşünülebilen. Akla
gelebilen. Olabilir. |
MELHUZÂT |
(Melhuz ve Melhuze. C.) Olabilir şeyler. Hatıra gelen şeyler.
İhtimâller. |
MELİ' |
Otu olmayan yer. |
MELÎH |
Tatsız tuzsuz yemek. |
MELÎH |
(C.: Milâh-Emlâh) Güzel, şirin. Sâhib-i melâhat. * Tuzlu. |
MELİK |
Mülk ve melekut sâhibi. Padişah. Mutasarrıf. * Bir kavmin başı. Mâlik.
(İsimdir) |
MELÎK |
Hâkim-i Mutlak. Hükümdar. Sultan. Memleket sahibi. Padişah. Kadir.
(Daimî sıfattır.) |
MELÎKÂNE |
f. Hükümdar ve melike mensub. Onunla alâkalı. |
MELÎKE |
Kadın hükümdar. Hükümdar karısı. Kraliçe. |
MELÎL (MELİLE) |
Kül içinde pişirilen ekmek. * Hararet, sıcaklık. * Üzgün, kederli.
Melul. |
MELÎS |
şişman ve tenbel olan kişi. |
MELÎS |
Bir şeyi şiddetle tutmak. |
MELÎT |
Cenin. |
MELİYY |
Uzun zaman. * Zengin. Varlıklı. Maldâr. Gani. Eşraf. |
MELK |
Dalkavukluk. * Yumuşaklık yapmak. * Mahvetmek. * Yıkamak. * Emmek. *
Vurmak. |
MELK |
Kudret, kuvvet. Şiddet. * Mübalağa. |
MELKEAN |
Kötü, yaramaz kimse. |
MELKEME |
El ile vurulan yerin yarası. |
MELKUHA |
(C: Melakih) Anasının karnında olan çocuk. |
MELKUT |
Yerden kaldırılıp alınan şey. * Sokağa, virâneliğe, câmi veya kilise
kapısına bırakılmış çocuk. |
MELL |
Küsmek, darılmak. * Yorgunluk. * Kakma, dürtmek. * Mahzun olmak,
kederli olmak. * Hamuru külün içinde pişirmek. |
MELLA |
Zengin kimse. |
MELLAH |
(C.: Mellâhân-Mellâhin-Mellâhun) Gemici. Kaptan. Denizci. |
MELLAH |
Dalkavukluk eden, yaltaklanan. Tez tez yürüyen, hızlı yürüyen. |
MELLAHA |
Tuz çıkan yer. |
MELLAHAN |
(Mellâh. C.) Kaptanlar, denizciler, gemiciler. |
MELLAHÎN |
(Mellâh. C.) Denizciler, gemiciler, kaptanlar. |
MELLAHE |
Tuzla. |
MELLASE |
Yeri düzeltmede kullanılan âlet, sürgü. |
MELLE |
Çukur. |
MELMUS |
(C.: Melâmis) (Lems. den) El ile dokunulmuş. |
MELMUSAT |
(Melmus. C.) El ile dokunmalar. El ile temas etmeler. |
MELS |
Enemek. Hayvanı iğdiş etmek, erkekliğini gidermek. |
MELS |
Yalan vâde, yalan söz. * Güzellik, hüsün. |
MELSA' |
Pürüzsüz ve düz yer. * şarap. |
MELSUK |
Yapıştırılmış. Bitiştirilmiş. |
MELSUN |
(C.: Melâsin) Yalancı, kezzâb. |
MELTAFA |
Güzellik, lâtiflik yeri olan şey veya vasıf. |
MELTEM |
Yaz mevsiminde karadan denize doğru esen rüzgâr. |
MELTUT |
Karışmış, mahlut. |
MEL'UB |
Salyalı ağız. |
ME'LUF |
Alışılmış. Ünsiyyet edilmiş. * Alışık. Huy edinmiş. |
ME'LUFİYET |
Alışıklık, ünsiyet. |
ME'LUK |
Deli. Divâne. |
MELUL |
Usanmış. Bıkmış. Bezmiş. * Mahzun. |
MELULÂNE |
Acıklı ve mahzun bir hâlde. |
ME'LUM |
Kederli. Eleme, derde tutulmuş. |
MELUM |
Azarlanmış, tahkir edilmiş, levmolunmuş. |
MEL'UN |
Lânetlenmiş. Lânete lâyık. * Kovulmuş, tard olunmuş. |
MELVAN |
Gece ve gündüz. |
MELYENE |
Yumuşaklık. |
MELZE |
At seğirtirken koltuklarını uzatmak. * Süngü ile veya gayrı nesne ile
ta'n eylemek. |
MELZUM |
Mevcud bir şeyle birbirinden ayrılmayan. Mevcud bir şeyle beraber
bulunması lâzım gelen. Lüzumlu olmuş olan. Lüzumlu kılınmış. |
MELZUMİYET |
Lüzumlu kılma. Melzumluk. |
MEMALİK |
(Memleket. C.) Memleketler. |
MEMALİK-İ HÂRRE |
Sıcak memleketler. İklimi çok sıcak olan mıntıkalar. |
MEMALİK-İ OSMANİYE |
Osmanlı memleketi. Osmanlılara aid memleketler. |
MEMALÎK |
(Memluk. C.) Köleler. kullar. |
MEMAT |
Ölüm. Ahirete göç etmek. (Bak: Mevt) |
MEMDUD |
(Medd. den) Uzatılmış, yayılmış olan. Çekilmiş. |
MEMDUDE |
Balçıklı ve kesekli yer. |
MEMDUDÎ |
Tel çeken. |
MEMDUH(A) |
Beğenilmiş. Medholunmuş. Övülmüş. * Fık: Peygamberimizin (A.S.M.)
sevmiş olduğu hareket, iş. |
MEMDUHAT |
(Memduh ve Memduha. C.) Medhedilecek ve övülecek şeyler. Övülmeğe değer
şeyler. |
MEMDUHİYYET |
Makbul oluş. Makbullük. Beğenilmiş oluş. |
MEMEDD |
(Masdar-ı mimî ve mekân ismi) Bir şeyin uzandığı, serildiği yer. |
ME'MEN |
Sağlam. Güvenilir. Emin yer. |
MEMERR |
Geçilecek yer. Cadde, sokak. Geçit yeri. |
MEMERR-İ NÂS |
Herkesin geçtiği yol. Geçit. |
MEMERR-ÜL MAHLUKAT |
Mahlukatın geçtiği yer. Dünya. |
MEMHUR |
Mühürlenmiş. Damgalanmış. |
MEMHURE |
Nikâh bedeli verilmiş olan kadın. |
MEMHURE |
Sürülüp nadas olmuş yer. |
MEMHUS |
Parlatılmış, cilâlanmış. * Etli, şişman, dolgun insan veya hayvan. |
MEMHUVV |
(Mahv. dan) Mahvolmuş, perişan olmuş. |
MEMHUZ |
Yağı alınmış yoğurt. |
MEMÎL |
Meyletme, bir yana eğilme, temâyül etme. |
MEMKÛR |
(C: Memâkir) Av kanıyla kirlenmiş. * Kızıla boyanmış. |
MEMKÛRE |
Uysal, yakışıklı. |
MEMKURE |
Sirkeli ve sarmısaklı balık. |
MEMKUT |
Düşmanlık edilen, hased edilen. |
MEMLAHA |
(Milh. den) Tuz çıkarılan yer. Tuzla. |
MEMLEKET |
(C.: Memâlik) Bir devletin toprağı, ülke, yurt. * Şehir. İl, kasaba. *
Bir insanın doğup büyüdüğü yer. |
MEMLU |
Doldurulmuş. Dolu. |
MEMLUH |
Tuzlanmış. Tuzlu. |
MEMLUHAT |
(Memluh. C.) Tuzlanmış şeyler. Tuzlu şeyler. |
MEMLUK |
Köle. Kul. Esir. Bende. Hizmetkâr. * Birinin malı olan. |
MEMLUKÂNE |
f. Köleye yakışır hâlde. Kölece. * Eskiden çok defa bir büyüğe sunulan
yazılarda, kendinden bahsederken kullanılırdı. |
MEMLUKİYYET |
Esirlik. Hizmetkârlık. Kulluk. Kölelik. |
MEMLUL |
(Memlule) Usanmış, usanılmış, bıkılmış, bezilmiş. |
MEMNU' |
Yasak. Menedilmiş. Mâni olunmuş. |
MEMNUAT |
(Memnu ve Memnua. C.) Yasak şeyler. |
MEMNUİYYET |
Yasaklık. Haram veya yasak oluş. |
MEMNUN |
(Minnet. den) Hoşnud. Razı. Minnet altında bulunan. İyiliğe nâil
kılınmış. Çok muteber olan şey. Çok beğenilen. Ölçülü ve hesaplı olan. *
Kesilmiş. |
MEMNUNEN |
Sevinerek, memnun olarak. |
MEMNUNİYYET |
Mesrur oluş. Şâdlık. Mesruriyet. |
MEMRU' |
Otlu yer. |
MEMSUD |
Vücudu kuvvetli ve sağlam yapılı olan. |
MEMSUDE |
Devrik yüzlü, münkabız kimse. |
MEMSUH |
Suratı, daha çirkin şekle sokulmuş. Biçimsiz ve çirkin surete girmiş
olan. |
MEMSUH |
El ile sıvanmış, mesh olunmuş. Temas edilmiş. |
MEMSUN |
Mesâne hastalığına tutulmuş kimse. |
MEMSUS |
Massolunmuş, emilmiş. * Baldır, incik. |
MEMSUS |
Dokunulmuş. |
MEMŞA |
(Meşy. den) Ayak yolu. Üzerine basıp yürüdükleri yer. |
MEMŞUK |
Yazılmış olan, meşkolunmuş. * Uzun boylu zayıf at. |
MEMTUL |
Çekiçle döğülerek işlenmiş. |
MEMTUR |
Üzerine yağmur yağmış. Yağmur yağarak ıslanmış. |
MEM'UD |
Midesinde hastalık olan. |
ME'MUL |
Umulan. Ümid edilen. Beklenilen. |
ME'MUM |
İmama uyan kimse. İlerdekine uyan. |
ME'MUME |
Beyine ulaşan yara. |
ME'MUN |
Emin. Mahfuz. Korkusuz. Emniyyet verilmiş. Sağlam. Tehlikeden azâde
olan. * Abbasi halifelerinden Hârun Reşid'in kendisinden ve kardeşi Eminden
sonra hükümdar olan oğlunun adı. |
ME'MUN-ÜL ÂKİBE |
Akibetinden emin. Sonu emin, korkusuz. |
ME'MUR |
Emir ile hareket eden. Emir altında olan. Vazifeli. Kendi istediği gibi
olmayıp başka emre göre çalışan. Bir emir alan. Bir işe tâyin olunmuş adam. |
ME'MUR-ÜN BİH |
Emrolunan şey. |
ME'MUREN |
Me'mur olarak, memurlukla. Bir iş ile vazifelendirerek. |
ME'MURÎN |
(Me'mur. C.) Devlet hizmetinde bulunan kimseler. Me'murlar. |
ME'MURİYET |
Me'murluk. Vazife, görev, hizmet. |
ME'MURİYET-İ ASLİYE |
Asıl me'murluk. |
MEMUT |
Meyyit. Ölmüş. |
MEMZUC |
Bitişik. Karışık. Karışmış. Birlik olmuş. Birbirine mezc olmuş. *
Şakalaşmak. * Oynamak. |
MEN |
f. Ben. (Farsçada birinci şahıs zamiri) (Bak: Mâ) |
MEN |
(İsm-i Mevsuldür) Şahsa delâlet eder. "O kimse ki, yahut, kimi, kim,
kim ki" gibi mânâlara gelir. İstifham için olur, yerine göre tesniye (Menân)
şeklinde ve cemi (Menun) gibi okunabilir. Akıl sahibleri hakkında
kullanılır. Mevsule, şartiye, nekre-i tâmme, nekre-i mevsule olur. |
MEN' |
Yasak etmek. Durdurmak. Bırakmamak. Bir şeyi diriğ etmek, esirgemek. |
MEN-İ MUHAKEME |
Muhakemeyi durdurmak, muhakemeye lüzum görmeyip menetmek. |
ME'N |
(C: Müün-Me'nât) Böğür. * Yer kazmakta kullanılan ucu demirli ağaç. |
MENA |
İki rıtıl. (İkiyüz altmış dirhem) |
MEN'A |
Ölüm haberi. Vefat haberi. |
MENAAT |
Sarplık, çetinlik, kavilik, güçlük. |
MENAAT-I MEVKİİYE |
Arazi sarplığı. |
MENAB |
Birinin yerini tutmak, nâib olmak. Birisine vekil olmak. Vekillik yeri. |
MEN'AB |
Cömert. * Hızlı yürüyen. |
MENABİ' |
(Menba'. C.) Kaynaklar. Pınarlar. Nebeân eden yerler. * Her şeyin zâhir
olduğu yerler. * Servetlerin çıktığı yerler. |
MENABİ-İ AŞERE |
On menba. |
MENABİ-İ SERVET |
Zenginlik kaynakları. |
MENABİK |
Batman. |
MENABİR |
(Minber. C.) Minberler. Camilerde hatiblerin hutbe okumalarına mahsus
kürsüler. |
MENABİT |
(Menbet ve Menbit. C.) Çayırlar, otlaklar. |
MENACİL |
(Mincel. C.) Ekin orakları. |
MENACİM |
(Mencem. C.) Terâzi kolları. |
MENADİF |
(Mindef. C.) Hallaç yayları. |
MENADİL |
(Mendil. C.) Mendiller. Küçük havlular, peçeteler. |
MEN'AF |
(C.: Menâif) Dağın sivri tepesi. |
MENAFİ' |
(Menfaat. C.) Menfaatler. Faydalar. |
MENAFİ-İ UMUMİYE |
Umumi menfaatler, umumi faydalar. |
MENAFİH |
(Minfâh. C.) Körükler. |
MENAFİZ |
(Menfez. C.) Delikler. Menfezler. * Nüfuz edecek yerler. |
MENAH |
f. Geniş, bol, ferâh. * Dar. |
MENAHE |
(C.: Menâih) (Nevha. dan) Ölü için ağlanacak yer. Mâtemhâne. |
MENAHİ |
(Nehi. C.) Menedilmiş şeyler. Şer'an yasak edilmiş olan şeyler. |
MENAHİC |
(Minhac-Menhec. C.) Açık ve geniş yollar. Bilinen büyük yollar. |
MENAHİC-İ HÜKEMÂ |
Hakîmlerin, ilm-i kelâm âlimlerinin meslekleri ve gittikleri mânevi
yollar. |
MENAHİL |
(Menhel. C.) Durak yerleri. Durulacak sulak yerler. * Hayvan sulanan
yerler. |
MENAHİR |
(Menhar. C.) Hayvan kesilecek yerler. Hayvan boğazlıyacak yerler.
Mezbahaneler. |
MENAHİR |
(Menhir. C.) Burun delikleri. |
MENAHİS |
(Minhas. C.) Uğursuz şeyler. |
MENAHİT |
(Minhat. C.) (Tahta veya taş) yontma âletleri. |
MENAHİZ |
(Minhaz. C.) Burun delikleri. |
MENAÎ |
(Men'â. C.) Ölüm haberleri. Vefat haberleri. Kötü haberler. |
MENAİF |
Dağların sivri tepeleri. |
MENAİH |
(Menâhe. C.) Ölü için ağlanacak yerler. Mâtemhâneler. |
MENAİR |
(Menâvir) Minâreler. * Nur yerleri. * Alâmet. |
MENAKIB |
(Menkıbe. C.) Menkıbeler. Hayat hikâyeleri. |
MENAKİB |
(Menkeb. C.) Yollar. * Omuzlar. |
MENAKÎR |
(Minkar. C.) Minkarlar, gagalar. Yırtıcı kuşların gagaları. Taşçı
kalemleri. |
MENAKİR |
(Münker. C.) Günah ve kötü şeyler. |
MENAL |
Yetiştirme, nâil olma, kavuşma. * Ele geçirilen şey. Nâil ve sahib
olunan şey. |
MENAM |
Uyku. Uyku zamanı. * Rüya. Düş. * Uyunacak yer, yatak odası. |
MENAME |
Yatak, döşek. |
MENAMEN |
Uyuyarak. Uykuda olarak. |
MENAR |
Nur yeri. Fener kulesi. * Câmi minâresi. * Yol işaretleri. |
MENARE |
(C: Menâr-Menâvir) Alâmet, işaret. * Kandil. * Minare. |
MENAS |
Sığınacak yer. Melce'. Penah. * Deprenmek. * Fevt. |
MENASI' |
(Minsa'. C.) Medine-i Münevvere'nin dışında meşhur bir yer. |
MENASIB |
(Mansıb. C.) Devletin başlıca hizmetleri. Makamlar, rütbeler, pâyeler. |
MENASIB-I SEYFİYE |
Askerlik hizmetleri. |
MENASİK |
(Mensek. C.) İbâdet edecek yerler. İbâdet ederken lüzum eden usul, yol
ve tarz. |
MENASİK-ÜL HAC |
Hacı olmak için Mekke-i Mükerreme'ye gidenlerin Kâbe'yi ziyaret etme,
Arafat'ta vakfeye durma, kurban kesme, ihram giyme, muayyen bir yerden bir
yere kadar yürüme gibi yapılan ibadet rükünleri. (Bak: Sa'y) |
MENASİM |
(Mensim. C.) Yollar, tarikler, meslekler. * Alâmetler, izler, eserler,
nişânlar. |
MENASİR |
(Minser. C.) Yırtıcı kuşların gagaları. * Taşçı kalemleri. |
MENASSA |
Çeyiz odası. * Yüksek yer, çardak. |
MENAŞİR |
(Minşâr. C.) Testereler. * (Menşur. C.) Tar: Padişâhın verdiği vezirlik
veya müşirlik fermanları. * Mat: Prizmalar. |
MENAT |
İslâmiyyetten evvel cahiliyyet devrinde Kâbedeki bir putun adı. |
MEN'AT |
Ölüm haberi. |
MENAT |
Dönecek yer, merci'. * İlişip asacak yer. |
MENATIK |
Mıntıkalar, bölgeler. |
MENATIK-I BAÎDE |
Uzak mıntıkalar. Uzak bölgeler. |
MENATIK-I DUŞİZE-İ TAHAYYÜL |
Tahayyülün bâkir mıntıkaları. |
MENAVİR |
(Minare. C.) Minareler. |
MENAYA |
(Meniyye. C.) Ölümler. * Maksatlar. Gâyeler. |
MENAZIM |
(Manzam. C.) Sıralar, diziler. |
MENAZIR |
Manzaralar. Seyredilecek, görülecek güzel yerler. Güzel görünüşler. |
MENAZİ' |
(Menze'. C.) Niza ve kavga edilecek yerler. |
MENAZİL |
(Menzil. C.) Menziller. İnecek yollar. Duralar. Konak yerleri. |
MENBA' |
Kaynak. Nimetin veya herhangi bir şeyin çıktığı yer. Suyun çıktığı yer.
Pınar. |
MENBAT |
Suyun çıktığı yer. Menba'. |
MENBEL |
Tembel, uyuşuk. |
MENBER |
(C: Menâbir) Yüksek olacak yer. |
MENBİC |
Mevzi ismi. (Oraya nisbetle "menbicâni" derler.) |
MENBİT |
Otlu yer, otlak, çayır. |
MENBUŞ |
Açılmış, soyulmuş. |
MENBUZ |
Piç. Veled-i zinâ. * Hemen doğmasını müteakib bir yere atılmış çocuk. |
MENCA |
(Bak: Mence') |
MENCAT |
Kurtulma, necât bulma. Halâs olma. |
MENCE |
(Mencâ) Kurtulacak yer. Necat bulacak yer. * Necat bulma. Kurtulma. |
MENCED |
(C: Menâcid) İnci ve altından olan gerdanlık. |
MENCEM |
(C.: Menâcim) Terazi kolu. * Maden. |
MENCENİK |
(Bak: Mancınık) |
MENCENUN |
(C: Menâcin) Sığırın döndürdüğü dolap. * Sığırların çektiği kağnı. |
MENCINIK |
(C: Mencınıkât) Mancınık. |
MENCUB |
Dibâgat olunmuş deri. * Geniş kadeh. |
MENCUD |
Kederli, tasalı, gamlı. |
MENCUK |
f. Bayrak direkleri ve minâre başına takılan küçük ay. * Sancak,
bayrak. * Şemsiye. |
MEND |
f. Kelimelerin sonuna getirilerek "sahip" mânasına edattır. |
ACZ-MEND |
Acizlik, mahviyet sâhibi. |
DERT-MEND |
Dertli. |
MEN DAKKA DUKKA |
"Kapı çalanın kapısı çalınır." Yâni, kim birisine bir kötülük yahut
iyilik yaparsa ona o şey yapılır. Meselâ: "Su-i zan eden su-i zanna mâruz
olur." |
MENDEB |
Tehlike. Ölüm. * Gürültü ve şamata ile ağlama. |
MENDEME |
Pişman olma. Nedâmet etmek. * Pişman olacak yer. |
MENDİL |
(Mindîl) (C: Menâdîl) Mendil. * Küçük havlu, peçete. |
MENDUB |
Yapılması beğenilen iş. Şeriatın yasak etmediği veya emretmediği iş
olmakla beraber yapılmasında sevab ve mendubiyet olan amel. Müstehab. *
İyilikleri anlatılarak arkasından gözyaşı döküp ağlanan ölü. |
MENDUD |
Meyvesi aşağıdan yukarıya yığılı, istifli. |
MENDUF |
Didilmiş, atılmış. |
MENDUHA |
Genişlik. * Kifâyet, kâfi gelmek. * Mahlas. |
MEN'E |
Dibâgat için ısladıkları deri. |
ME'NE |
Böğür, hâsıra. |
MENEA |
(Mâni. C.) Engeller, mâniler, özürler. * Engel olanlar, mâni olanlar,
geri bırakanlar. * Kuvvet ve cemâat. |
MENEND |
(Mânende-Mânend) f. Nazir. Eş. Benzer. şebih. Müşabih. |
MANEND-İ BÎMİSAL |
Misilsiz, benzersiz olan. |
MEN ENE |
Ben kimim? |
MENFA |
Nefyolunan yer. Birinin sürüldüğü yer. Nefiy yeri. |
MENFAAT |
Fayda. Kâr. Gelir. İhtiyaç karşılığı olan şey. |
MENFAATBAHŞ |
f. Faydalı, yararlı. Menfaat ve fayda veren. |
MENFAATDÂR |
f. Menfaat ve fayda gören. |
MENFAATPEREST |
f. Yaptığı işin sadece faydasını düşünen. Sadece nefsine ait kârları,
faydaları düşünerek çalışan. Allah rızasını esas gaye yapmayan kimse. |
MENFED |
Tükenmek, yok olup gitmek. |
MENFER |
Geri kaçılacak yer. Nefret edilecek, sevilmeyecek yer. |
MENFES |
(Nefes. den) Nefes deliği. Nefes alacak yer. |
MENFEZ |
Nüfuz edecek delik, pencere. Delik. Ağız. Yarık. Girilecek yer. |
MENFÎ |
Müsbetin zıddı. Müsbet olmayan. * Nefyedilmiş, sürgün edilmiş. Sürgün.
* Bir şeyin olmayacak cihetini düşünen. * Hakikatın aksini iddia eden. * Gr:
Başında nefiy edatı bulunan kelime veya cümle. * Nâkıs. Negatif, olumsuz. |
MENFİYYEN |
Sürgün olarak. |
MENFUH |
Üfürülmüş. * Büyük karınlı. Nefholunmuş. |
MENFUR |
Kendisinden nefret edilen, sevilmeyen. İğrenç. * Mebguz. |
MENFUS |
Yeni doğmuş çocuk. |
MENFUŞ |
(Pamuk veya yün gibi) atılmış ve didilmiş. Dağılmış, didik didik
edilmiş. |
MENGENE |
Tazyik veya sıkıştırma için kullanılan demir veya tahta âlet. |
MENGUŞ |
f. Küpe. |
MENH |
Verme, ihsan etme. |
MENH |
Burun deliği. |
MENHAR |
(C.: Menâhir) Hayvan kesilecek yer. Hayvan boğazlanan yer. Mezbaha. |
MENHAT |
Mâni, nehyedici, engel. |
MENHEB |
Yağma etmek. Yağma edecek yer. |
MENHEC |
(C.: Menâhic) Geniş, açık yol. |
MENHEC-İ SEDÂD |
Doğruluk yolu. Sırât-ı müstakim. |
MENHEL |
(C.: Menâhil) Hayvan sulanan yer. * Menzil, durak. Konaklanacak yer. |
MENHERE |
(C: Menâhir) Mahalle arasındaki süprüntülük. |
MENHÎ |
Şer'an yapılması yasak olan, haram olan şey. |
MENHİR |
(C.: Menâhir) Burun deliği. |
MENHİYYAT |
Şer'an haram edilenler. Yasak edilmiş, İlâhi emirle men'edilmiş
olanlar. Nehyedilenler. Yasak olanlar. |
MENHUB |
Korkak adam. * Muhtar, müntehab, seçkin. |
MENHUB(E) |
(Nehb. den) Talan edilmiş, yağma edilmiş. |
MENHUM |
Nasıl yerse yesin karnı doymaz kimse. * Bir şeye çok hırs gösteren
kişi. |
MENHUS |
Uğursuz. Kötü. Meş'um. |
MENHUS |
Kuyruğunun yanları uyuz olan deve. |
MENHUS |
Zayıf, etsiz. |
MENHUŞ |
Yılan, akrep cinsinden bir hayvan tarafından sokulmuş. |
MENHUT |
Yontulmuş. Tıraş edilmiş. Yontulmuş ağaç. |
MEN HÜVE |
O kimdir? |
MENÎ |
f. Benlik. Benlik iddiası. Hodbinlik. |
MENİ |
Erkek veya dişinin bel suyu. Döl suyu. Nutfe. Sperma. |
MENİ' |
Sarp. Çetin. Zor. El erişmez. Zabtı zor. |
MENİE |
Ölüm, mevt. |
MENİHA |
Hediye, armağan, bahşiş. |
MENİN |
Toz. * Zayıf kişi. * Zayıf ip. |
MENİŞ |
f. Tabiat, huy, mizac. |
MENİYYE |
Ölüm, mevt. * Takdir olunmuş olan. |
MENKA' |
Su toplanan çukur. |
MENKAB (MENKABE) |
(C: Menâkıb) Dağ arasında olan yol. * Dar yol. * Güzel hareket ve fiil.
* Delik açılacak yer. |
MENKABE |
Meşhur kimselerin ahvâline dair hayat hikâyesi. Kıssa. Hikâye. Menkıbe. |
MENKAL |
Nakledecek mekân. |
MENKASE |
Eksiklik, noksanlık. |
MENKEL |
Ayak bileziği. Süs olarak kadınların ayak bileklerine taktıkları
bilezik. |
MENKİB |
(C.: Menâkib) Omuzbaşı. Omuz ile kol kemiğinin birleştiği yer. |
MENKU' |
(Menkua) Haşlanmış. Suda kaynatılmış. |
MENKUB |
(U, uzun okunur) Delinmiş. Oyulmuş. |
MENKUB |
(Nekbet. den) Dert ve meşakkatlere mâruz kalmış olan. * Rütbe ve
haysiyyetten düşmüş olan. |
MENKUHA |
Nikâhlı karı. Nikâhlanmış olan kadın. |
MENKUL |
Nakledilen. Akli olmayıp mukaddes kitapla bildirilen. * Bir yerden
başka yere taşınmış olan. Taşınabilen. * Anlatılan. |
MENKULAT |
Nesilden nesile veya ağızdan ağıza yayılıp duyulan. Nakle dayanan
bilgiler. Nakledilenler. (Bak: Mürtecel) |
MENKUR |
Delinmiş. Oyulmuş. |
MENKUR |
İnkâr olunmuş. |
MENKUS |
(Nüks. den) Tersine çevrilmiş. Baş aşağı edilmiş. |
MENKUS |
(Naks. dan) Noksanlaştırılmış. Eksik olan. |
MENKUŞ |
(Nakş. dan) Nakşolunmuş. İşlenmiş. Nakış yapılmış. Boya ile süslenmiş. |
MENKUŞE |
Nakşolunmuş, işlenmiş. * Kemik çıkmış olan baş yarığı. |
MENKUT |
(Nokta. dan) Noktalanmış. Noktalı. |
MENKUZ |
Nakzedilmiş. Bozulmuş. Hükümsüz bırakılmış. |
MEN LEHÜL HAKK |
Fık: Hak sahibi olan kimse. |
MEN LEM YEZUK LEM YEDRİ |
Tatmayan bilemez. Kim ki tatmamış; o, tadını bilemez. |
MENMUL |
(Neml. den) Üzerine karınca üşüşmüş olan şey. |
MENN |
Nimet vermek. İyilik etmek. * Minnet. * Rıza. * Esiri fidye almadan,
ücretsiz salıvermek. * Kesmek. * Zayıf etmek. * Ettiği iyiliği başa kakmak.
* İki batman ağırlık. * Kudret helvası. |
MENNÂ' |
(Men'. den) Alıkoyan, mâni olan, yaptırmayan. * Önleyici, men'edici. |
MENNÂ-UL HAYR |
Hayır ve iyiliğe mâni olan. Hayrı önleyen. |
MENNAC |
Çok bahşiş veren. İhsan eden. |
MENNAN |
İhsanı bol. Çok çok ihsan eden. En çok nimet veren. (Allah) |
MENNANE |
Malı, mülkü, serveti için kendisiyle evlenilen kadın. |
MENSAF |
(C: Menâsıf) Her şeyin yarısı. |
MENSEA |
(C: Menâsi') Otu tez biten yer. |
MENSEC |
(Nesc. den) Bez, çulha vs. dokunan yer. Örücü işyeri. Trikotaj
atelyesi. |
MENSEK |
(C.: Menâsik) İbâdet yeri. İbâdetgâh. * İbâdet yapma usulü. * Kurban
kesecek yer. |
MENSIB |
(C: Menâsıb) Demir sayacak. * Asıl. * Mertebe, derece. |
MENSÎ |
(Mensiyye) (Nisyan. dan) Unutulmuş, hatırdan çıkmış. |
MENSİC (MENSEC) |
(C: Menâsic) Bez dokuyacak yer. * Boyun ile kürek arası. |
MENSİK (MENSEK) |
(C: Menâsik) İbadet edecek yer. * Kurban kesilecek yer. * Kesilmiş
kurban. |
MENSİM |
(C.: Menâsim) Alâmet, işaret, nişân, iz, eser. * Yol, tarik. * Deve
tırnağı. |
MENSİYAT |
(Mensi. C.) Hatırdan çıkıp unutulmuş şeyler. |
MENSİYET |
Unutulma, hatırdan çıkma. |
MENSİYY |
Unutma yeri. * Hiç bahsedilmeyen terkedilmiş nesne. |
MENSUB |
(Bak: Mansub) |
MENSUB |
Bir şeye veya kimseye nisbeti olan, alâkası bulunan. Bir şeyle ilgili
olan. |
MENSUBÂT |
(Mensub. C.) Bir yere mensub olanlar. Bir yerin adamları. |
MENSUBÎN |
(Mensub. C.) Mensublar. Mensub ve alâkadar olanlar. Bir daire veya
yerin adamları. |
MENSUBİYYET |
Mensubluluk, ilgili, bağlı oluş. Alâkalı bulunuş. |
MENSUC |
(Nesc. den) Dokunmuş, dokunulmuş, dokunulan. Örülmüş. İşlenmiş. |
MENSUCÂT |
Bez veya kumaş gibi dokumak suretiyle yapılan tezgâh veya fabrika
mahsulü mallar. |
MENSUCÂT-I HARİRİYYE |
İpek dokumalar. |
MENSUH |
(Nesh. den) Hükmü kaldırılmış. Nesholunmuş. Hükümsüz bırakılmış. |
MENSUK |
(Nesk. den) Düzgün olarak dizilmiş olan. |
MENSUR |
(Nasr. dan) Yardım görmüş. * Muzaffer. Zafer bulmuş. * Cenab-ı Hak
tarafından her işinde nusrete mazhar olduğundan Hz. Peygamber Aleyhissalâtü
Vesselâm'ın bir ismi de Mensur'dur. |
MENSUR |
(Nesr. den) Dağılmış. Saçılmış. * Gece vaktinde güzel kokan bir çiçek.
* Edb: Manzum olmayan nesir halindeki yazı. Bunun mânaca çok güzel ve şiir
gibi ahenkli yazılmış olanına "mensur şiir" denir. |
MENSUS |
(Bak: Mansus) |
MENŞAR |
Yayıp dağıtacak yer. * Öldükten sonra dirilecek yer. |
MENŞAT |
(C: Menâşıt) Neşat, sürur, neşe. |
MENŞE' |
(Neş'et. den) Esas. Kök. Bir şeyin çıktığı, neş'et ettiği yer. Beslenip
yetişilen yer. |
MENŞED |
İsteme, talebetme. |
MENŞELE |
Küçük parmağın yüzük takılan yeri. |
MENŞER |
Neşredilip dağıtılan yer. |
MENŞUD |
Matlup, istenen şey. |
MENŞUR |
(Neşr. den) Neşrolunmuş. Dağıtılmış. Yayılmış. Herkese ilân edilmiş. *
İşleri dağınık. Perişan. * Sultanın emri, mühürsüz mektubu, fermanı. *
Bayrak. * Mat: Alt ve üst tabanları birbirine müsavi ve müvâzi (eşit ve
paralel), kenarları da müsâvi ve müvâzi olup yüzleri birbirine benzeyen
şekil. Prizma. |
MENŞUR-U MUKADDES |
Mukaddes ferman. (Kelime-i şehadet kastedilmektedir) |
MENTEC |
Doğuracak vakit. |
MENUAT |
Men'etmeler. Yasaklar. |
ME'NUB |
(Bak: İhcâc) |
MENUC |
Sütü diğer develerden sonra çekilen deve. |
ME'NUF |
Burunda hastalığı olup koku alamayan. |
MENUN |
(Menn. den) Kesmek. * Vakit, zaman, ömür ve sâireyi kesen mânâsınadır. |
ME'NUS |
Alışılmış. Alışık. Ünsiyet edilmiş. * Beğenilmiş. Mergub. |
ME'NUSE |
Ateş. |
ME'NUSİYET |
Alışılmış olma. Alışılma. Ünsiyet edilmiş olma. |
MEN'UŞ |
Hayır ile yâdedilen ölü. * Yukarı kaldırılmış. * Fakir olduktan sonra
sevindirilmiş. * Tabuta konulmuş. |
MENUT |
Asılı, muallâk. * Bağlı. Mütevakkıf. Merbut. Vâbeste. * Bir milletten
olmayıp sonradan o millete dahil olmuş olan. |
MEN'UT |
Medhedilmiş. İyiliği, güzelliği söylenilmiş olan. |
ME'NUT |
Hased olunmuş kişi, mahsud. |
MENVÎ |
Kasdedilen. * Niyet. Maksad. Meram. |
MENVÎ-İ ZAMİR |
İçindeki niyet ve maksat. |
MENY |
Meniyi dışarı getirmek. * Takdir etmek. * Okumak. * Hükmetmek. |
MENZAM |
(C: Menâzım) Çeşitli şeyleri bir yere dizmek. |
MENZEHE |
Gezinti yeri. |
MENZİL |
İnilen yer. Konulacak yer. * Yer. Dünya. Ev. * Mesafe. |
MENZİL-İ KAMER |
Koz: Ayın dünya etrafındaki mahreki. Bu mahrekte aynı noktaya tekrar
gelmek için geçen zaman. |
MENZİL-İ KÜLLÎ |
Mahrekin en son noktasına kadar olan mesâfe. |
MENZİLET |
Derece, pâye, rütbe, mertebe. Yükseklik derecesi. * Konak yeri, inecek
yer. Hane, ev. |
MENZİLGÂH |
f. Konak. Yer. Ev. Bir müddet durulan yer. |
MENZİLHANE |
f. Konak yeri. Hayvan değiştirilen yer. |
MENZİLNİŞİN |
f. Yerinde oturan. |
MENZU' |
(Nez. den) Nez olunmuş, koparılmış. |
MENZUF |
Susuzluktan dolayı dili kurumuş kimse. * Kan kaybından dolayı dermansız
ve güçsüz kalmış olan insan. |
MENZUL |
(Nüzul. den) Nüzüllü, inmeli. |
MENZUR |
(Nezr. den) Adanmış, nezrolunmuş, va'dedilmiş. Adak olarak belirtilmiş. |
MENZUT |
Haris kimse. |
MER |
f. Elli (Sayısı). Hamsin. (50) |
MER' |
(C: Müru') Er, erkek. * Güzel manzara. |
ME'R |
Katı, şiddetli, şedid. * Fesad. |
MER' |
Ot çok olmak. |
MER'A |
Hayvanların otladığı yer. Kır. Mera. Çayırlık. Otlak. |
MER'A |
Aynalar. |
ME-RA |
f. Beni. Benim. Bana. |
MERA |
Boş yer. * Otsuz yer. |
MERA |
(C: Merâyâ) Sütü çok olan dişi deve. |
MERAA |
Ucuzluk. |
MER'ABE |
Ansızın olarak birdenbire korkutmak. * Tenha ve korkunç yer. |
MERABİ' |
(Mürabba. C.) Mürabbalar, kareler. * (Merba. C.) İlkbaharda oturulan
evler. |
MERABİH |
(Ribh. den) Ticâretten elde edilen kazançlar. |
MERACİ' |
(Merci. C.) Rücu edilecek ve dönülecek yerler. * Mürâcaat edilerek
başvurulacak kimse veya yerler. |
MERAD |
Boğaz. * Talep mevzii, isteme yeri. |
MERADET |
Kuvvetlilik, kavilik. Salâbet. |
MERAE |
Hazmetmek. * Güzel manzara. |
MERAFIK |
(Mirfak. C.) Dirsekler. * Ev kilerleri. * Mutfaklar. |
MERAG |
Davar ağnanmak ve toprağa yuvarlanmak. |
MERAH |
Yer. Mekân. * Sevinç. * Rahat edilecek yer. * Meşhur bir nahiv
kitabının ismi. |
MERAH |
(C.: Merahân) Aşırı derecede sevinme. |
MERAHİL |
(Merhale. C.) Menziller, merhaleler, konaklar, duraklar. |
MERAHİL-İ BAÎDE |
Uzak konaklar. Uzak menziller. |
MERAHİLPEYMA |
f. Seyyah, yolcu. Seyahat eden kimse. |
MERAHİM |
(Merhamet. C.) Acımalar, merhametler. |
MERAHİM |
(Merhem. C.) Merhemler. |
MERAÎ |
(Mir'at. C.) Aynalar, mir'atlar. |
MERAÎ |
(Mer'a. C.) Otlaklar, çayırlıklar. |
MERAK |
Bir şeyi öğrenmek istemek. Çok şiddetli arzu. Heves. Düşkünlük. *
Dalgınlık. Kara sevdâ. * Kuruntu, telâş. İç sıkıntısı. İç darlığı.(...
Merak, hastalığı ziyade ettiği gibi hikmet-i İlâhiyeyi ittiham ve rahmet-i
İlâhiyeyi tenkid ve Hâlik-ı Rahiminden şekva hükmünde olduğu için aksi
maksadiyle tokad yer, hastalığı ziyadeleşir. L.) |
MERAKÂVER |
f. Merak verici. Düşündürücü. Meraklandırcı. |
MERAK |
Etsuyu. * Çorba. |
MERAKIM |
(Mirkam. C.) Kalemler. Yazma işinde kullanılan âletler. |
MERAKÎ |
Vesvese ve kuruntu içinde bulunan kimse. * (Mirkat. C.) Merdivenler,
basamaklar. |
MERAKİB |
(Merâkibe) (Araba, at, kayık, vapur gibi) binecek vasıtalar. Merkebler. |
MERAKİB-İ BAHRİYE |
Vapur, gemi, tekne, kayık vs. gibi deniz nakil vâsıtaları. |
MERAKİB-İ BERRİYE |
Araba, otomobil, kamyon, at vs. gibi kara nakil vasıtaları. |
MERAKİD |
(Merkad. C.) Merkadlar, kabirler, mezarlar. |
MERAKİZ |
Merkezler. Karargâhlar. Karar yerleri. |
MERAL |
(Aslı, marâl'dır) Ceylan, karaca, dişi geyik. |
MERAM |
Maksad. Niyet. Arzu. İstek. İçten tasarlanan. |
MERAMBAHŞ |
f. Bir kimseye isteyip arzuladığı şeyi veren. |
MERAMİ |
(Mermi. C.) Mermi atma yeri. Mermiler. * Nişan okları. |
MERAMİR |
Çok etli, şişman kişi. |
MERANET |
Yumuşaklık. * Bir mâdenin çekiç vasıtası ile dövüldüğünde yayılması
vasfı. |
MERARE |
(C: Merâir) Öd kesesi. |
MERARET |
Acılık. Tatsızlık. |
MERARET-İ ESARET |
Esirliğin acılığı. |
MERASET |
şiddet. |
MERASÎ |
(Mersiye. C.) Mersiyeler, ağıtlar. |
MERASÎ |
(Mersâ. C.) Limanlar. Gemilerin sığınıp barındıkları yerler. |
MERASİD |
(Mersad. C.) Gözetleme yerleri, rasat yerleri. |
MERASİM |
(Mersem. C.) Resmi merasimler. Âdet hükmündeki gösterişler. Resmi
muameleler. * Şiveler. Âdetler. |
MERAŞİD |
(Merşed. C.) Gaye ve maksada ulaştıran doğru yollar. |
MERATİ' |
(Merta. C.) Çayırlıklar, mer'alar, otlaklar. |
MERATİB |
Mertebeler. Basamaklar. Kademeler. Dereceler. |
MERATİB-İ HAYAT |
Hayat mertebeleri.(Birinci sual: Hz. Hızır (A.S.) hayatta mıdır?
Hayatta ise niçin bazı mühim ulema hayatını kabul etmiyorlar?Elcevap :
Hayattadır, fakat merâtib-i hayat beş'tir. O, ikinci mertebededir. Bu
sebepten bazı ulemâ, hayatında şüphe etmişler.Birinci Tabaka-i Hayat: Bizim
hayatımızdır ki, çok kayıtlarla mukayyeddir.İkinci Tabaka-i Hayat : Hz.
Hızır ve İlyas Aleyhimesselâmın hayatlarıdır ki, bir derece serbesttir. Yâni
bir vakitte pekçok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet
levâzımatiyle daimi mukayyed değillerdir. Bazan istedikleri vakit bizim gibi
yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür derecesinde
ehl-i şuhud ve keşif olan evliyânın, Hazret-i Hızır ile maceraları, bu
tabaka-i hayatı tenvir ve isbat eder. Hattâ makamat-ı velâyette bir makam
vardır ki, "Makam-ı Hızır" tâbir edilir. O makama gelen bir veli, Hızırdan
ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bâzan o makam sahibi yanlış olarak,
ayn-ı Hızır telâkki olunur.Üçüncü Tabaka-i Hayat : Hazret-i İdris ve İsa
Aleyhimesselâmın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levazımatından tecerrüd
ile, melek hayatı gibi bir hayata girerek nuranî bir letafet kesbederler.
Adeta beden-i misali letâfetinde ve cesed-i necmi nuraniyetinde olan cism-i
dünyevileriyle semavatta bulunurlar. Ahirzamanda Hazret-i İsâ Aleyhisselâm
gelecek, Şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) ile amel edecek meâlindeki hadisin
sırrı şudur ki: Ahirzamanda felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfriye
ve inkâr-ı Uluhiyete karşı İsevilik dini tasaffi ederek ve hurafattan
tecerrüd edip İslâmiyete inkılab edeceği bir sırada, nasıl ki isevilik
şahs-ı mânevisi, Vahy-i Semâvi kılınciyle o müthiş dinsizliğin şahs-ı
mânevisini öldürür; öyle de: Hazret-i İsâ Aleyhisselâm, İsevilik şahs-ı
mânevisini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı mânevisini temsil eden deccalı
öldürür... yâni inkâr-ı Uluhiyet fikrini öldürecek.Dördüncü Tabaka-i Hayat :
Şüheda hayatıdır. Nass-ı Kur'anla şühedanın, ehl-i kuburun fevkinde bir
tabaka-i hayatları vardır. Evet, şüheda, hayat-ı dünyevilerini tarik-ı hakta
feda ettikleri için, Cenâb-ı Hak kemâl-i kereminden onlara hayat-ı
dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı Alem-i Berzahta
onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar.. yalnız kendilerinin
daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar.. kemal-i saadetle mütelezziz
oluyorlar.. ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar. Ehl-i kuburun çendan
ruhları bâkidir, fakat kendilerini ölmüş biliyorlar. Berzahta aldıkları
lezzet ve saâdet, şühedanın lezzetine yetişmez. Nasıl ki iki adam bir
rü'yada Cennet gibi bir güzel saraya girerler. Birisi rü'yada olduğunu
bilir. Aldığı keyf ve lezzet pek noksandır. "Ben uyansam şu lezzet kaçacak"
diye düşünür. Diğeri rü'yada olduğunu bilmiyor, hakiki lezzet ile hakiki
saâdete mazhar olur.İşte Alem-i Berzahtaki emvât ve şühedanın hayat-ı
berzahiyyeden istifadeleri, öyle farklıdır. Hadsiz vâkıatla ve rivâyatla
şühedanın bu tarz-ı hayata mazhariyetleri ve kendilerini sağ bildikleri
sâbit ve kat'idir. Hattâ Seyyidüşşüheda olan Hazret-i Hamza Radıyallahü Anh,
mükerrer vâkıatla kendine iltica eden adamları muhafaza etmesi ve dünyevi
işlerini görmesi ve gördürmesi gibi çok vâkıatla, bu tabaka-i hayat tenvir
ve isbat edilmiş. Hatta ben kendim Ubeyd isminde bir yeğenim ve talebem
vardı. Benim yanımda ve benim yerime şehid olduktan sonra, üç aylık mesafede
esarette bulunduğum zaman, mahall-i defnini bilmediğim halde, bence bir
rü'ya-yı sâdıkada, taht-el-Arz bir menzil suretindeki kabrine girmişim. Onu
şüheda tabaka-i hayatında gördüm. O, beni ölmüş biliyormuş. Benim için çok
ağladığını söyledi. Kendisini hayatta biliyor; fakat, Rus'un istilâsından
çekindiği için, yer altında kendine güzel bir menzil yapmış. İşte bu cüz'i
rü'ya, bâzı şerait ve emârâtla, geçen hakikata, bana şuhud derecesinde bir
kanaat vermiştir.Beşinci Tabaka-i Hayat : Ehl-i kuburun hayat-ı
ruhânileridir. Evet mevt; tebdil-i mekândır, ıtlâk-ı ruhtur, vazifeden
terhistir. İdam ve adem ve fena değildir. Hadsiz vâkıatla ervâh-ı evliyanın
temessülleri ve ehl-i keşfe tezahürleri.. ve sâir ehl-i kuburun yakazaten ve
menâmen bizlerle münasebetleri ve vâkıa mutabık olarak bizlere ihbaratları
gibi çok delâil, o tabaka-i hayatı tenvir ve isbat eder. Zâten beka-i ruha
dair "Yirmidokuzuncu Söz" bu tabaka-i hayatı delâil-i kat'iyye ile isbat
etmiştir. M.) |
MERATİB-İ İLİM |
Bilmek mertebeleri. (Bak: Dimağ) |
MERAVİH |
(Mirvaha. C.) Etrâfı açık ve rüzgârlı yerler. Çöller, sahralar. Ovalar. |
MERAVİH |
(Mirvaha. C.) Yelpâzeler. |
MERAYA |
Aynalar. Mir'âtlar. * Tıb: Hayvanın memeye süt gelen damarları. |
MERAZİBE |
(Merzuban. C.) Serhat beylerbeyi. |
MERBA' |
(C.: Merâbi') (Rebi'. den) Yazlık. Yazın oturulan mesken. |
MERBA'-NİŞİN |
f. Yazlıkta oturan. |
MERBAA (MURABBAA) |
Dört bucaklı. * Dört katlı. |
MERBAT |
Davar bağlayacak yer. Ahır, ağıl. * Manastır. * Tekke. |
MERBU' |
Köle, kul, memlük. |
MERBU' |
Orta boylu olan. |
MERBUB |
Köle, kul. |
MERBUT |
Bağlı. Rabtedilmiş. Mensub. Ekli. Ulaşmış, bitişmiş, bitişik. |
MERBUTAN |
Merbut olarak. Bağlanmış ve ekli olarak. |
MERBUTÂT |
(Merbut. C.) Rabt olunup bağlanmış şeyler. Ekli ve bağlı şeyler. |
MERBUTİYYET |
Bağlılık. Mensub oluş. Mensubiyyet. Eklilik. |
MERC |
(Merec) Katıştırmak. * Kararsızlık. * Iztırab. * Bozulmak. * Boşa
gitmek. * Serbest bırakmak, salıvermek. * Hayvanların salındığı otlak. |
MERCAN |
Denizde geniş resif meydana getiren ve mercanlar takımının örneği olan
hayvan ve bunun kalkerli yatağından çıkarılan çoğu kırmızı renkte ve ince
dal şeklinde bir madde. Bu madde boncuk gibi süs eşyası olarak kullanılır.
Mercanlar ancak 40 metre kadar derinlikte yaşayabilirler. |
MERCANE |
Mercan tanesi. (Bak: Mercan) |
MERCEFAN |
Leğen ve ibrik. |
MERCİ' |
Merkez. Kaynak. Baş vurulacak yer. Müracaat edilecek yer. Dönülecek
yer. Sığınılacak yer. * Söylenen sözün kendine fayda verdiği kimse. |
MERCİ'-İ KÜLL |
Bütün işler için müracaat edilen makam. |
MERCİ'-İ RESMÎ |
Bir idare veya memurun bağlı bulunduğu üst makam. |
MERCİ'-İ RÜ'YET |
Bir işin görülmesi için başvurulan yer. |
MERCU |
Ümid edilen. Ümid edilmiş. Rica olunan. |
MERCU' |
Geri döndürülmüş olan. |
MERCUH |
(Rüchân. dan) Başkası ona tercih edilmiş olan. * Fık: Mahkemede
hasmından evvel müddeasını isbata salâhiyyetli olmayan şahıs. Evvelâ hak
iddiaya salâhiyetli olan râcih, ikinci derecede iddiaya sahib olan ise
mercuh olur. |
MERCUM(E) |
(Recm. den) Recmolunmuş. Taşlanmış, taşa tutulmuş. |
MERD |
f. Adam. Kişi. İnsan. Erkek. Sözünün eri. |
MERD-İ GARİB |
Yabancı yerlere, gurbete düşmüş kişi. |
MERD |
Misvak ağacının yemişi. * Emmek. * Silmek. Mesh etmek. |
MERDA |
Yaralılar. Hastalar. |
MERDA' |
(C: Merâd) Ot bitmeyen kumlu yer. |
MERDAN |
(Merd. C.) Merdler. İnsanlar, erkekler, yiğitler. |
MERDANE |
f. Erkekçesine. Merdcesine. Er'e yakışır surette. * Matbaada baskı,
baskı makinelerinde ve ofset makinelerinde ise plâteye değerek mürekkeb
vermek; ve toprağı bastırmak gibi çeşitli işlerde kullanılan silindir. *
Yufka açmağa yarıyan oklava. * Erkek ayakkabısı. |
MERDANEGÎ |
f. Cesurluk, yiğitlik, merdlik, erkeklik. |
MERDBAZ |
f. Merd olmayan. Nâmerd. Sözünde durmayan. Orospu. |
MERDBEÇE |
f. Yiğit oğlu yiğit. Merd oğlu merd. |
MERDEGA |
(C: Merâdıg) Boğaz ile göğüs arası. |
MERDEKUŞ |
Merzencüş otu. |
MERDÎ |
f. Erlik, erkeklik. * Merdlik, cesurluk, yiğitlik. * İnsanlık, hamiyet. |
MERDİVEN |
(Bak: Nerdbân) |
MERDİYE |
(Bak: Marziye) |
MERDUD |
Reddolunmuş. Kabul edilmemiş. Geri döndürülmüş. Kovulmuş. (Namaz
kılmayan hâindir, hâinin hükmü merduddur.) |
MERDUD-ÜŞ ŞEHÂDET |
Şahitlikleri kabul edilmiyenler. * Fâsık, yani devamlı günah
işleyenler, yalan söyleyenler, müslümanları aldatan kimseler merdud-üş
şehâdettir. |
MERDUDİYET |
Merdudluk. Kovulmuşluk, geri çevrilmişlik. |
MERDÜM |
f. İnsan. Adam. |
MERDÜM-İ ÇEŞM |
Gözbebeği. |
MERDÜMAN |
(Merdüm. C.) f. İnsanlar, kişiler, adamlar. |
MERDÜM-AZAR |
f. İnsanları inciten. Halka eziyet veren. |
MERDÜME |
f. Gözbebeği. |
MERDÜMEK |
f. Küçük adam. Bebek. |
MERDÜMGİRİZ |
İnsanlardan sıkılan, kalabalıktan hoşlanmayıp yalnızlık isteyen. |
MERDÜMHAR |
f. Yamyam. * İnsan eti yiyen vahşi hayvan. |
MERDÜMÎ |
f. Adamlık, insanlık. |
MERDÜMKÜŞ |
f. Katil. Adam öldüren. İnsan katleden. |
MERDÜMZAD |
f. İnsan oğlu. Beni Adem. |
MER'E |
(Mer'et) Kadın. Zen. |
MEREB |
İnsan toplanan yer.ME'REBE $ (Me'ribe) : (C: Meârib) İhtiyaç. * Ümitli
bulunma. Ümitvar olmak. |
MEREC |
Kararsız ve mütehayyir olma. * Mecburi olma. |
MERED |
Kötülükte inad. * Sakal belirmemek, sakal çıkmamak. |
MEREDE |
(Mârid. C.) İnadçılar, muannidler, direnenler. |
MEREHAN |
Sevinç, ferah, sürur. * Zayıf olma. * Fâsid olmak. * Kurumak. |
MEREK |
Köy evlerinin yanında ot, saman ve yaprak gibi şeylerin ve umumiyetle
hayvan yiyeceklerinin muhafazasına mahsus kârgir veya kerpiçten yapılmış
bina. Samanlık. |
MEREMMET |
Onarma, tamir. * Üstünkörü tamir edip onarma. |
MERERE |
(C: Merirât) Sert bükülmüş kıvrık ip. * Arsa. |
MERESE |
(C: Mires-Emrâs) İp. |
MERFAK |
Yumuşak yer. |
MERFU' |
Yükseltilmiş. Yüksekte. Terfi ettirilmiş. Ref' olunmuş. * Hükümsüz
bırakılmış. * Gr: Zamme ile harekelenmiş harf. Yani: Harfin harekesi, ötre
(mazmum) "u, ü, o, ö şeklinde" okunan harf. |
MERFUÂT |
Bir yerde kullanılmak için kaldırılan eski eşya. * Gr: Mazmum olan,
zamme ile harekelenmiş kelimeler. |
MERFUD |
İhsan edilmiş, armağan olarak verilmiş, bağışlanmış şey. |
MERG |
f. Ölüm, mevt. |
MERG |
f. Çayır. * Sebze. |
MERG |
Tükrük. * Salya. |
MERGAM |
(C: Merâgım) Girecek ve kaçacak yer. |
MERGAME |
Kahretmek. * Galip olmak. |
MERGÂ MERG |
f. Umumi vebâ hastalığı. |
MERGÂ MERGÎ |
Hastalıktan dolayı umumi ölüm. |
MERGUB(E) |
Rağbet edilmiş. Beğenilmiş. Çok kıymet verilen. Çokları tarafından
istenen. |
MERGUL |
(Mergule) Kıvrılmış veya bükülmüş saç. Kıvırcık saç. * Ahenkli ses. *
Kuş sesi. |
MERGZAR |
f. Çayırlık, çimenli ve sulak yer. Mer'a. |
MERH |
Un yoğurmak. * Deriye ve gövdeye yağ sürmek. * Yağ ile oğmak. * Bir
yeşil ağaç. |
MERH |
Fesâd. |
MERHA |
Gözüne sürme çekmeyi âdet edinmeyen kadın. |
MERHA |
(C: Merâhi) Değirmen yeri. |
MERHABA |
Şâdlık, neşeli oluş. * Genişlik, vüs'at. * Müslümanlar arasında bir
nevi selâmlaşma kelimesi olup, "rahat olunuz, serbest olun, hoş geldiniz"
mânasında söylenir. * Nazımda medholunan kimseye hitâb olarak kullanılır. |
MERHALE |
(Rihlet. den) Menzil. Konak. * İki konak arası mesafe. * Bir günlük
yol. * Derece, kademe. |
MERHALENİŞİN |
f. Seyyah, yolcu, turist. |
MERHAMET |
(Rahm. den) Acımak, şefkat göstermek. Korumak, iyilik etmek. Biçârelere
yardımda bulunmak. Esirgemek. |
MERHAMETBAHŞ |
f. Merhamet eden. Merhametli. |
MERHAMETEN |
Acıyarak, merhamet ederek. |
MERHAMETGÜSTER |
f. Merhametli, merhamet edip acıyan. |
MERHAMETPENAH |
f. Merhametli. |
MERHAMETPERVER |
f. Merhametli, esirgeyici, acıyan. |
MERHAMETPERVERÎ |
f. Merhametlilik, esirgeyicilik. |
MERHAMETPERVERANE |
f. Acıma ve şefkat ile, esirgeyip acımak suretiyle. |
MERHAMETŞİAR |
f. Çok merhametli. |
MERHAMETŞİARÎ |
f. Merhametlilik, merhametli oluş. |
MERHAZ |
(C: Merâhiz) Don yıkayacak yer. * Abdest alacak yer. |
MERHEB |
(C: Merahib) Kaçacak yer. |
MERHEM |
Melhem. Deriye, yaraya sürülen ilâç. * Mc: Acıyı teskin eden şey. *
Kederi, derdi gideren. |
MERHEMSÂ(Y) |
f. Merhem süren. Çare ve deva bulan. |
MERHEMSÂZ |
f. Çare bulan. Merhemci, ilâç yapan. |
MERHEMSÂZÎ |
f. Çare buluculuk. |
MERHESA |
(C: Merâhis) Mertebe, derece. |
MERHUB |
Korkulan ve kendisinden kaçılan şey. * Aslan. |
MERHUM |
(Rahm. den) Kendine rahmet edilmiş. * Rahmete kavuşmuş. Dünyanın sıkıcı
ahvâlinden kurtulup rahmet-i İlâhiyeye kavuşmuş olan. Dünya imtihanından
kurtulup, vazifesini bitirmiş, paydosa kavuşmuş olan. (Vefat etmiş müslüman
hakkında söylenir.) |
MERHUME |
Vefât etmiş, rahmete kavuşmuş kadın. |
MERHUN |
(Rehin. den) Rehin edilmiş olan. Ödünç alınan bir şeyi teminata
bağlamak için, onun yerine verilen herhangi bir şey. * Belirli müddetle bir
şeye bağlı olan. * Edb: Mânası diğer beyit ile tamamlanan beyit. |
MERHUZ |
Yıkanmış, gusül etmiş. |
MER'Î |
(Mer'iyye) Riayet edilen, hükmü geçen. Makbul sayılan, hürmet edilen. |
MER'İYY-ÜL HÂTIR |
İtibarlı. Sözü geçer. |
MER'Î |
Görmeğe âid. Görünür olan. Gözle görülen. Manzara. |
MERİ' |
(C: Emrâ-Emru) Otu çok olan yer. * Ucuzluk olan yer. |
MERİC |
Çalkantılı, dalgalı. |
MERÎC |
Muzdarip, sıkıntılı. * Çeşitli nesne, muhtelif. Karışık, muhtelit. |
MERÎD |
Katı, yoğun. Güçlü, kuvvetli kimse. * Süt içinde ıslatılıp yumuşatılan
hurma. * Baş kaldıran. Sadece fesadlık çıkaran. İnatçı. Şerli. Haddini
aşmakta, azgınlıkta ve günahkârlıkta çok ileri gitmiş olan. |
MERİDYEN |
(Bak: Hatt-ı nısf-un nehar) |
MERİH |
Koz: Güneş etrafında seyreden seyyarelerden dünyadan sonra güneşe en
yakın olanı. (Aslı: Merrih veya Mirrih okunur.) * Mars. |
MERİH |
Beyaz servi. |
MERİK |
Usfur otu. |
MERİN |
Hal, durum. * Ahlâk. |
MERİR |
(C: Merâyir) Uzun ve sağlam ip. |
MERİRA (MARURE) |
Buğday arasında olan acı bir tohum. |
MERİRE |
Azimet. (Ruhsat'ın zıddıdır) |
MERİŞ |
Üzerinde kuş tüyü olan nesne. |
MER'İYYAT |
(Mer'î. C.) Gözle görülen şeyler. |
MER'İYYET |
Mer'î oluş. Makbul olma. Muteber olma. Hükmü geçer olma. |
MERK |
f. (Bak: Merg) |
MERK |
Kokmuş deri. * Derinin yününü yolmak. * Kazımak. * Nüfuz etmek, içine
işlemek. |
MERKAAN |
Ahmak kimse. |
MERKAB |
Gözetleme yeri. |
MERKAD |
Uyku yeri. Yatacak yer. * Mezar, kabir. |
MERKAŞ |
Bir şeyin üstünde siyah ve beyaz noktalar olması. |
MERKAT |
(Bak: Mirkat) |
MERKEB |
(Rekb. den) Binilen vâsıta. Binilen şey. * Eşek. |
MERKEL |
(C: Merâkil) Yol. * Hayvan üstüne binen kimsenin iki tarafından ayağı
dibindeki yer. |
MERKEZ |
(Rekz. den) Bir şeyin ortası. Vasat. Yol. Durum, vaziyet. Hal, suret. *
Şubeleri bulunan bir teşkilâtın idâre olunduğu ve emir veren yeri, makamı.
Bir şeyin en işlek yeri. Teşkilât olan yerin en yüksek makamı. * Geo:
Dairenin orta noktası. Çaplarının kesim noktası. |
MERKEZ-İ ÂLEM |
Güneş, şems. |
MERKEZ-İ ARZ |
Arzın merkezi. Dünyanın merkezi, iç tarafı. |
MERKEZ-İ DEVR |
Hareket eden bir cismin, etrafında devrettiği nokta. |
MERKEZ-İ SIKLET |
Ağırlık merkezi. |
MERKEZ-İ TEŞRİ' |
Kanun yapma merkezi. |
MERKEZÎ |
(Merkeziye) Merkeze mensub. Merkezde bulunan. Merkezle alâkalı. |
MERKEZİYYET |
İşlek yerde, merkezde bulunmuş olmak. * Bütün işlerin bir yerden idare
edilir olması, merkezleştirilmesi. |
MERKU' |
Eski, yırtılmış elbise. |
MERKUB |
(Rükub. dan) Üzerine binilmiş, bindirilmiş. * Üzerine binilen hayvan
veya nakil vasıtası. |
MERKUM |
(Rakam. dan) Yazılmış. Adı geçmiş. Rakamla söylenmiş. Sayılmış. * Basit
ve âdi insan. (Bak: Mezbur) |
MERKUM |
Cem'olmuş, toplanmış, birikmiş. |
MERKUN |
Büyük havuz. |
MERKUZ |
(Rekz. den) Dikilmiş. Saplanmış. Batırılmış. Sâbit kılınmış. |
MERKUZİYET |
Dikilme, saplanma. |
MERKUZ |
Tahrik olunmuş, harekete getirilmiş. * Ayakla tepilmiş. |
MERMA(T) |
Etli, şişman kadın. |
MERMAHUR |
Bir cins güzel koku. |
MERMAK |
Yaramaz nesne. |
MERMARE (MERMURE) |
Yumuşak vücutlu kadın. |
MERMAZ |
(C: Merâmız) Harâretinden, üzerindeki yanacak gibi olan kumluk yer. |
MERMERÎS |
Zahmet, meşakkat. |
MERMİ |
(Remiy. den) Atılmış. * Ateşli silâhlar içine konan kurşun, gülle.
Fişek. |
MERMİYAT |
(Mermi. C.) Atılmış şeyler. * Ateşli silâhlarda atılan tâneler,
mermiler. |
MERMUK |
Mahfuz, hıfzolunmuş. |
MERMUZ |
(Remz. den) Açıktan belirtilmeyip, işaret ve remz ile anlatılan. İmâ
edilmiş olan. |
MERMUZAT |
(Mermuz. C.) İşaret ve remz ile anlatılan şeyler. |
MERMUZE |
(C.: Mermuzât) İşaretle anlatılmış. Remzolunmuş. Açıktan değil de
işaretle anlatılmış şeyler. (Bak: Mermuz) |
MERN |
(C: Emrân) Kürek. |
MERNEA |
Ucuzluk. |
MERNUSA |
Mübârek. |
MERR |
Geçmek. Mürur etmek. * İp. * Bel dedikleri âlet. * Demir külünk. |
MERRAT |
Kerrât. Kerreler. Birçok def'alar. |
MERRE |
Bir hareketin bir defa olduğunu bildiren fiil. Def'a. Kerre. |
MERRE-İ VÂHİDE |
Bir defa. Bir kere. |
MERRETEN BA'DE UHRÂ |
Diğerinden sonra, tekrar. |
MERS |
Ekmeği suyla ıslatmak. |
MERSA |
(C: Merâsi) Liman. Gemilerin demir atıp barındığı yer. |
MERSA-YI KOSTANTİNİYYE |
İstanbul limanı. |
MERSAD |
Rasad yeri. Gözetleme yeri. (Bak: Mirsâd) |
MERSED |
Arslan, esed. |
MERSEN |
Burun. |
MERSİN (MERSİNÎ) |
Mersin ağacı. |
MERSİYE |
Birisinin ölümü hakkında yazılan, teessürü anlatan manzume. |
MERSİYEHÂN |
f. Ağıt okuyan. Mersiye söyliyen. |
MERSİYEKÂR |
f. Ağıtçı. Ağıt ve mersiye okuyan. |
MERSUD |
Rasad olunmuş, ölçülüp biçilmiş, hesab edilmiş. |
MERSUD |
Birbiri üstüne yığılmış kumaş. |
MERSUM |
(Resm. den) Yazılmış, çizilmiş. Alâmetli, işaretli. * An'ane, gelenek,
örf ü âdât. * Adı ve bahsi geçmiş. Bahsedilmiş. |
MERSUS |
Sağlam yapı. Birbirine kenetlenmiş, kurşun veya lehim ile birbirine
bağlanmış sağlam yapı. |
MERŞ (MARŞ) |
(C.: Müruş) Tırnak ucuyla deriyi yırtmak. * Yağmur suyunun durmayıp
üzerinden çabuk geçtiği yer. * İncitici söz. |
MERŞA' |
Her hayvanın yavuzu ve yırtıcısı. * Otu çok olan yer. |
MERŞE |
Yuvarlak cisim. |
MERŞUŞ |
Saçılmış, dağılmış. |
MERŞED |
Hakiki maksada ulaştıran doğru yol. |
MERT |
f. Çevik, zinde, hareketli. |
MERTA' |
Otlak, çayır, mer'a, çimen. |
MERTA |
Sür'atle yelmek. Seğirtmek. |
MERTEBA' |
Dağ üstünde olan yüksek yer. |
MERTEBE |
Derece. Basamak. Rütbe. Pâye. |
MERTEBE-İ ÂLİYE |
Yüksek derece, âli mertebe. |
MERTEBE-İ BÂLÂ |
Üst derece. |
MERTEBE-İ KUSVÂ |
En son derece. |
MERTUB |
(Ratb. dan) Rütubetli, ıslak, nemli, yaş. |
MERTUM |
Kırılmış, parça parça olmuş, ufalanmış. |
MERTUM |
Zor bir işi yapmağa memur edilmiş olan. |
MERTUS |
Bir fesleğen çeşidi. |
MER'UB |
(Ru'b. dan) Ürkmüş, korkmuş. |
MER'UBEN |
Ürkerek, korkarak, korku ile. |
MERUE |
Hazmetmek. |
ME'RUŞ |
Yer. Arz. Yeryüzü. |
ME'RUZA |
Ağaç kurdunun yediği ağaç. |
MERV |
Bir cins güzel koku. |
MERVAHA |
(C.: Merâvih) Ova, çöl. Her tarafından rüzgâr esen yer. |
MERVE |
Mekke-i Mükerreme'de bir tepenin adı olup hacılar, Merve ile Safâ
arasında yedi def'a gidip gelirler. Bu, haccın rükünlerindendir. Bu gidip
gelmeye "sa'y" denir. |
MERVEB |
(C: Merâvib) Yoğurt koydukları kap, yoğurt kabı. |
MERVEHA |
(C.: Merâvih) Ova, sahrâ. |
MERVÎ |
Rivâyet edilen. Anlatılan. Nakledilen. |
MERVİYAT |
(Mervi. C.) Rivayet olunmuş şeyler. Kulaktan kulağa söylenerek gelmiş
olan sözler. |
MERY |
Sağılır davarın memesini meshedip sağmak. |
MERYEM |
İsâ Aleyhisselâmın annesinin adı. (Süryânicede hâdim mânasınadır) (Bak:
Zekeriyya) |
MERYEM SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'in 19. Suresidir. |
MERZ |
f. Toprak, yer. * Sınır, hudut. |
MERZ |
Parmak ucuyla çimdiklemek ve tırmalamak. |
MERZA |
(Mariz. C.) Hastalıklar, illetler. Hastalar. |
MERZA' |
Meme. |
MERZAGA |
Bataklık, çamur. |
MERZAT |
Rıza, hoşnutluk. Râzı olma, kabul etme. |
MERZBAN |
f. Sınır muhafızı, hudut muhafızı. Sınır beyi, vâli. |
MERZBUM |
f. Hududu belli olan memleket. |
MERZE |
Hamur parçası. |
MERZEGAN |
f. Cehennem. * Mangal. * Kabristan, mezarlık. |
MERZENCUŞ |
Bir ot cinsi. |
MERZGUN |
f. Tenâsül organı. |
MERZÎ |
(Bak: Marzi) |
MERZİH |
Şiddetli ses. |
MERZUBAN |
(C: Merazibe) Mecusiler reisi. |
MERZUF |
Ateş ile kızmış taş üzerinde pişirdikleri et. |
MERZUK |
Rızıklanmış, ihtiyaçları verilmiş. * Bahtiyar. Saadetli, mutlu. |
MERZUKİYYET |
Rızıklanış. Bütün mahlukatın rızkını bulması hali. |
MERZUL |
Rezil ve kepaze edilmiş. |
MERZUZ |
Dövülmüş. * Parçalanmış. |
MERZÜBUM |
f. İklim. |
MERZVAN |
f. Hudut muhafızı, sınır beyi. |
ME'S |
İnsanların arasını bozmak, araya fesad sokmak. |
MESA |
Akşam. Akşam vakti. Akşam olmak. * Gamlı olmak. * Öğleden güneş
batıncaya kadarki vakit. |
MESA' |
Kuyumcu eşyası. |
MES'A |
(C. Mesâi) "Sa'y: Çalışma" manasına mimli masdar. |
MES'A |
Çirkin yürümek. |
MESAB |
Rücu edecek, geri dönecek yer. Kuyu ağzında su çeken kimsenin durduğu
yer. * Havuz ortası. * Suyun biriktiği yer. |
MESABE |
Derece. Menzile. Rütbe. * Sevab yeri. * Merci, melce'. |
MESABİH |
(Misbah. C.) Lâmbalar. Fenerler. Siraclar. |
MESACİD |
Mescidler. Namazgâhlar. Küçük namaz yerleri. |
MES'AD |
Merdiven. İp merdiven. |
MES'ADET |
Bahtiyarlık. Saadete sebeb olacak haslet. İyilik. |
MESAET |
Fena ve kötü bir iş yapma. Fenalık etme. |
MESAFAT |
(Mesâfe. C.) Mesafeler. Uzaklıklar. |
MESÂFÂT-I BAİDE |
Uzak mesafeler. |
MESAFE |
Uzaklık. Uzunluk. * Ara. * Bir nevi uzaklık ölçme usulü. |
MESAFF |
(Saff. dan) (C.: Mesâff) Sıra sıra dizilme yeri. |
MESAFİR |
(Mesfer. C.) Bir şeyin görülen tarafları. |
MESAG |
Açlık. * Geçmesi kolay olan. * İtibar, değer. * İzin. Müsaade. Ruhsat,
cevaz. |
MESAG-İ KANUNÎ |
Kanunen izin ve ruhsat verilmiş. |
MESAG-İ ŞER'Î |
Şeriatın verdiği izin. |
MESAH (MÜSUHA) |
Yemeğin tatsız ve tuzsuz olması. |
MESAHA |
Genişlik. * Genişlik ölçme. |
MESAHİF |
Sahifeler. Kitap sahifeleri. * Kur'anlar. Mushaflar. |
MESAİ |
Çalışma. Çalışmalar. * İş zamanı. |
MESAİ-İ CEMİLE |
Güzel çalışmalar. |
MESAİB |
Musibetler. * Güçlükler. |
MESAİB-İ DÜNYEVİYE |
Dünya musibetleri ve güçlükleri. |
MESAİB |
Felâketler. Uğursuzluklar. Suubetler. Güçlükler. |
MESAİD |
(Mas'ad. C.) Yukarı çıkacak yerler. |
MESAİD |
(Mas'ad. C.) (Sayd. dan) Av yerleri. |
MESAİD |
(Mesâdet. C.) Saâdet ve mutluluğa sebep olan hâl ve ahlâklar. |
MESAİL |
Mes'eleler. |
MESAİL-İ AMÎKA |
Derin mevzular. Derin mes'eleler. |
MESAİL-İ DİNİYE |
Dinî mes'eleler. |
MESAİL-İ HİLAFİYE |
İhtilaf mevzuu olan
mes'eleler. |
MESAİL-İ HUKUKİYE |
Hukuk meseleleri. |
MESAİL-İ İMANİYE |
İmanî mes'eleler. |
MESAİL-İ ŞETTA |
Dağınık mes'eleler, maddeler. |
MESAİR |
(Mis'ar. C.) Ateşi karıştırmağa yarıyan demirler. |
MESAJ |
Fr. Sözle veya yazı ile gönderilen haber. * Bir devlet adamının veya
makam sahibi şahsiyetin, diğer bir şahsiyete veya cemaate gönderdiği yazılı
haber. |
MESAK |
Bir şey ileri sürmek. * Sevk edilecek yer. |
MESAK-I KELÂM |
Kelâmın sevk edildiği yer, maksad. |
MESAKIB |
(Miskab C.) Delme âletleri, matkablar. |
MESAKIL |
(Mıskal. C.) Cilâlayan veya parlatan âletler. |
MESAKIT |
(Maskat ve Maskıt. C.) Bir şeyin düştüğü yerler. * İnsanın doğduğu
yerler. |
MESAKÎL |
(Miskal. C.) Miskaller, 1,43 dirhemlik ağırlık ölçüleri. |
MESAKİN |
Meskenler. Oturacak yerler. |
MESAKÎN |
(Miskin. C.) Ziyadesiyle fakir olanlar. Miskinler. Uyuşuklar. Zavallı,
fakir kimseler. * Oturanlar. |
MES'AL |
Boğazda öksürecek yer. |
MESA'LEBE |
Tilkisi çok olan yer. |
MESALİB |
Eksiklikler. Ayıplar. Kusurlar. |
MESALİH |
(Maslahat. C.) Maslahatlar. İşler. |
MESALİH-İ MÜRSELE |
(Bak: Maslahat-ı mürsele) |
MESALİK |
(Meslek. C.) Meslekler. Tutulan yollar. Süluk edilen yollar. |
MESALL |
Kabından çıkmış nesne. |
MESAM |
(Mesâmet) Duracak yer. |
MESAMAT |
(Bak: Mesammât) |
MESAMİ' |
(Misma'. C.) Kulaklar. * İşitme âletleri. |
MESAMİR |
(Mismar. C.) Mıhlar, çiviler. |
MESAMM |
(Mesemm. C.) İnsan veya hayvan cildi üzerindeki teneffüse yarayan küçük
delikler, gözenekler. |
MESAMM-ÜL CİLD |
Tıb: Cilt üzerindeki küçük delikler. |
MESAMMÂT |
(Mesâmm. C.) Mesammlar. Delikler, gözenekler. |
MESANE |
Sidik torbası. Sidik kavuğu. |
MESANÎ |
(Mesnâ. C.) Bir şeyin tekrarı. İki. Çift. Mükerrer. |
MESANİD |
(Mesned. C.) Mesnedler. Dereceler. Rütbe ve mevkiler. |
MESANİD-İ ÂLİYE |
Yüksek rütbeler, âli mevkiler. |
ME'SAR |
(C.: Meâsır) Hapsetmek. * Hapsedecek yer. |
MESARİB |
(Mesrebe. C.) Otlaklar, çayırlar, mer'alar. * Karından göğüse kadar
olan yerde biten kıllar. |
MESARİH |
(Mesrah. C.) Çayırlar, otlaklar, mer'alar. |
MESARR |
(Meserret. C.) Sevinçler, meserretler. Sürurlar. Zevkler. |
MESAS |
Esas, asıl, kök. |
MESATIR |
(Mistar. C.) Cetveller, mistarlar. Çizgi çizme için kullanılan âletler. |
MESAVİ |
(Mesvâ. C.) Meskenler. Haneler. Evler. |
MESAVİ |
(Su'. C.) Kötü haller. Fenalıklar. Seyyieler. (Mehâsinin zıddı.) |
MESAVİ-İ MEDENİYYET |
Medeniyyetin fenalıkları, kötülükleri. (İsraf ve sefahet gibi) |
MESAVİK |
Misvaklar. |
MESBAA |
Yırtıcı ve vahşi hayvanların çok olduğu yer. |
MESBAH |
Doğacak yer ve zaman. Tulu' edecek yer. Tulu' edecek vakit. |
MESBE' |
Şarabı satın almak. * Dağ içinde olan yol. |
MESBERE |
Kadının veled getirdiği yer. * Devenin yavruladığı yer. |
MESBUK |
Geçmiş. * Sebkedilmiş. Arkada bırakılmış. Başkasından geri kalmış. *
İlmihalde: Evvelce imamla namaza durmamış olup, sonradan imama uyan. |
MESBUK-UL EMSÂL |
Benzerleri ve emsali önceleri de görülmüş ve geçmiş. |
MESBUK-ÜL HİDME |
Hizmet ve emeği geçmiş. |
MESBUK-ÜZ ZİKR |
Adı ve zikri geçmiş, bahsedilmiş. |
MESBUK |
(Sebk. den) Kalıba dökülmüş. |
MESBUT |
Meyyit, ölü. * Deli, aklı gitmiş. |
MESCEN |
Cezaevi, zindan, hapishâne. |
MESCİD |
Secde edilen yer. Namazgâh. Cami yerine kullanılan namaz yeri. |
MESCİD-İ AKSÂ |
Kudüs'te çok eskiden gelen peygamberlerin (A.S.) yaptırdıkları mâbed. |
MESCİD-İ HARAM |
Mekke-i Mükerreme'de ve içinde Kâbe'nin bulunduğu en büyük, mukaddes
ibadet yeri. (Bak: Kâbe) |
MESCUD |
Secde edilmiş. Kendisine secde edilmiş olan. Allah (C.C.) |
MESCUM |
Saçılmış, dökülmüş. |
MESCUN |
Hapsedilmiş. |
MESCUR |
Sulu süt. * Dizilmiş salkım olmuş inci. * Yanmış. * Kızdırılmış. *
Doldurulmuş. Taşkın su. * Alevli ateş, kızgın fırın. * Deniz. * Boş. *
Muhtelit. * Mc: Firavun'un battığı deniz. |
MESD |
İp bükmek. |
MESDUD |
Seddedilmiş. Kapatılmış. Hududlanmış. |
MESDUL |
Salıverilmiş, serbest bırakılmış. |
MESED |
Hurma lifi. * Liften yapılan ip. * Deve kılından ve yününden yapılan
urgan. * Yemen diyarında biten bir ağacın adı. * Bağ. |
ME'SEDE |
Arslanlı yer. |
MESEKE |
(C: Misek) Fil kemiğinden veya deniz boğası kemiğinden yapılan bilezik. |
MESEL |
Bir umumi kaideye delâlet eden meşhur söz. Ata sözü. İbretli ve küçük
hikâye. * Dokunaklı ve mânalı söz. * Benzer. Misil. * Delil. Hüccet. |
MESEL-UL A'LÂ |
En kıymetli, en güzel misal. En güzel ta'rif ve söz. |
MESEL |
Suyun aktığı yer. |
MESELA |
Misal olarak, söz gelişi, şunun gibi, örnek tarzında. |
MES'ELE |
Düşünülecek iş ve husus. Halledilmesi lâzım iş. Ehemmiyetli iş. *
Savaş, muharebe, ceng, harp. |
MES'ELE-İ HİLÂFİYE |
Hakkında ihtilaf bulunan mes'ele. (Bak: Hilâf) |
MESELE |
Gölgelik. |
MESELEN |
Misâl ve örnek olarak. Söz gelişi. Meselâ. |
ME'SEM |
(Me'seme) Günah. Kabahat, suç. |
MESEMM |
(C.: Mesâmm) Tıb: Cild üzerindeki küçük delik. Gözenek. |
MESEMME |
(C.: Mesâmm-Mesâmmât) Ciltteki ufak delik. Gözenek. |
MESEN |
Kişinin bevlini tutmaya âciz olması. Bir kimsenin, idrarını tutamaması. |
MESER |
f. Soğuk, berd. * Buz. |
ME'SERE |
(Meâsir) Eskiden kalma güzel eser. * Cömertlik. * Güzel hareket ve
fiil. |
MESERRAT |
(Meserret. C.) Meserretler, sevinçler, sürurlar. |
MESERRET |
Sevinç. şenlik. Sürur. |
MESERRETÂVER |
f. Sevinç ve meserret getiren. Sürurlandıran. Sevindiren. Sevindirici. |
MESERRETEFZÂ |
f. Meserret. Sevinç ve süruru arttıran. |
MESERRETENGİZ |
f. Sevindiren. Meserret meydana getiren. |
MESFİYY |
Üç kez karısı ölmüş adam. (Üç kez kocası ölmüş kadına "mesfiye"
derler.) |
MESFU' |
Nazar değmiş. |
MESFUH |
Dökülüp akıtılmış olan. * Dağ eteği. |
MESFUK |
(Sefk. den) Sefkedilmiş. Dökülüp akıtılmış olan. |
MESFUR |
Yazılmış, adı geçmiş. (Bu tabir, eskiden daha ziyade hakaret görmesi
icabeden aşağılık kimseler hakkında kullanılırdı.) |
MESGABE |
Açlık. Meşakkat ve yorgunluk içinde açlık. |
MESGUR |
Dişi düşmüş kimse. |
MESH |
El sürme. * Silme. * Abdest alırken başı ıslâk temiz el ile sığamak. *
Taramak. |
MESH |
Bir şeyin suretini çirkin ve kötü hale çevirmek. * Hayvanı kovarak
koşturup onu sıkıştırmakla yormak, bitâb hale getirmek. |
MESHA' |
İnişi ve yokuşu olmayan düz yer. Düzlük. * Ufak taşlı, otsuz düz yer. *
Yürüdüğünde iki uyluğu birbirine sürüşen zayıf kadın. * Uylukları ince ve
zayıf olan kadın. |
MESHARA |
(C.: Mesâhir) Maskara. |
MESHEK |
Yel gidecek yer. |
MESHELE |
Yumuşak yer. * Alçak yer. |
MESHUF |
Susamış. Suya kanamamış. |
MESHUK |
(Sahk. dan) Döğülerek toz haline getirilmiş. |
MESHUN |
Isıtılmış. |
MESHUR |
Büyülenmiş, kendine sihir yapılmış. * Büyülü gibi tutkun. |
MESHUT |
Beğenilmeyen iş. |
MESİH |
Bir şey üzerined eli yürütmek, bir şeyden ondaki eseri gidermek
demektir. * İsa Aleyhisselâm'ın bir ismidir. Elini sürdüğü, meshettiği
hastaların iyileşmesinden kinâye olarak "İsa Mesih" denmiştir.(Rivayetlerde
Hazret-i İsa Aleyhisselâm'a Mesih nâmı verildiği gibi her iki deccala dahi
Mesih nâmı verilmiş ve bütün rivâyetlerde Min-fitneti mesihid-deccal,
min-fitneti-mesihid-deccal denilmiş. Bunun hikmeti ve te'vili nedir?Elcevab:
Allahu a'lem bunun hikmeti şudur ki: Nasıl ki emr-i İlâhî ile İsa
Aleyhisselâm, Şeriat-ı Museviye'de bir kısım ağır tekâlifi kaldırıp şarap
gibi bazı müştehiyatı helâl etmiş. Aynen öyle de; büyük deccal şeytanın
iğvası ve hükmü ile şeriat-ı İseviyenin ahkâmını kaldırıp hristiyanların
hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtaları bozarak, anarşistliğe ve
"Ye'cüc ve Me'cüc"e zemin hazır eder. Ve İslâm deccalı olan Süfyan dahi,
Şeriat-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ebedî bir kısım ahkâmını
nefis ve şeytanın desiseleri ile kaldırmağa çalışarak hayat-ı beşeriyenin
maddi ve mânevi râbıtalarını bozarak serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri
başıboş bırakarak hürmet ve merhamet gibi nurani zincirleri çözer; hevesât-ı
müteaffine bataklığında, birbirine saldırmak için cebri bir serbestiyet ve
ayn-i istibdad bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar
ki, o vakit o insanlar gayet şiddetli bir istibdaddan başka zabt altına
alınamaz. Ş.) |
MESİH-ÜD DECCAL |
Deccal'a da bu isim verilmesinin bir sırrı şudur ki: Bir gözü silik,
yani kör ve ayıplı olmasındandır. Sadece bu dünyayı görüp, âhireti görecek
gözünün kör olmasındandır. * Mesih, uğursuzluğundan nâşi Deccal'ın
lâkabıdır. Nakşı silinmiş para, çok gezen adam, çok cima' eden kimse,
yalancı, kezzab ve bir tarafında gözü silik olan adama denir. (L.R.)Hak Dini
Kur'an Dili, Cilt: 5, sh: 4172'de şu tafsilât vardır: (Yalancı bir Mesih
demektir. Vârid olan hadis-i şeriflerde; Deccal; bir yalancı ve halkı
aldatmakta meharetli bir sahtekârdır ki, kâfirliği sahtekârlığı yüzünden
belli olduğu hâlde bir takım harikalar göstererek uluhiyyet da'vâ eder.
Deccalın bu suretle yalancı bir Mesih olması, onun hıristiyanlık taklidi
altında zuhur edeceğini anlatır.) (Bak: Deccal) |
MESİH |
Yağ sürülmüş. |
MESİH |
Mesh olunmuş. Başka bir şekle, hayvan kılığına girmiş. * Şuurunu
kaybedecek hale gelen. Sarhoş ve şuursuz. * Acibe. Garibe. * Güzelliği
olmayan. * Tuzsuz ve tatsız yemek. |
MESİHA |
(C: Mesâyih) Gümüş parçası. * İyi ve yeni yay. |
MESİHÎ |
(Mesihiyye) Hristiyan. Hristiyanlığa âit. Hz. İsâ Aleyhisselâma âit ve
ona müteallik. |
MESİHİYYUN |
Hristiyanlar. |
MESİK |
Pinti, hasis, cimri. |
MESİL |
Benzer. Misil. Gibi. Şibih. Eş. Nazir. |
MESİL |
Su yatağı. Suyun akacak olduğu yer, boru. |
MESİR |
Seyretmek. * Yol yol alacalı elbise. |
MESİRE |
Seyredilecek, gezilecek yer. Tenezzüh ve gezme yeri. * Seyir. |
MESİREGÂH |
f. Seyir yeri. Seyrangâh. |
MESİS |
Cimâ etmek. * Yapışmak. |
MESİT |
Küçük sel. |
MESK |
(C: Müsuk) Deri. |
MESKAB |
Yakın olacak yer. |
MESKAT |
Doğum yeri. * Düşecek yer. |
MESKAT-I RE'S |
Bir kimsenin doğduğu yer. |
MESKAT |
(C: Mesâk-Mesâki) Su maslağı. |
MESKEN |
Ev. Sâkin olunacak yer. Hâne. |
MESKENE |
Tevazu etmek, alçakgönüllülük göstermek. |
MESKENET |
Miskinlik. Tembellik. Uyuşukluk. Bitkinlik. Beceriksizlik. Fakirlik.
Yoksulluk. |
MESKENET-FİKEN |
f. Miskinliği gideren. |
MESKENİYET |
Mesken oluş. Sâkin olup durulacak yer olmak. |
MESKIT |
Düşecek yer. |
MESKUB |
Delikli. Delinmiş. |
MESKUB |
Kalıba dökülmüş. Akıtılmış. |
MESKUK |
(Meskuke) Sikkeli. Damgası vurulmuş. * Para hâline konulmuş. |
MESKUKAT |
(Meskuk. C.) Sikke hâline getirilmiş mâdeni paralar. Akçeler. |
MESKUM |
Hasta ve yoksul kimse. |
MESKUN |
İçinde oturanları olan yer. İnsan bulunan şenlenmiş yer. |
MESKUR |
Sarhoş olan. |
MESKUT |
Söylenmemiş. Sükut edilmiş. Hakkında bir şey söylenmemiş. |
MESL |
(C: Mislân) Yer yarığı. |
MESLAH |
Mezbaha. Davar kesilen yer. |
MESLAH |
(C.: Mesâlih) Tulu decek yer, doğacak yer. * Bir şey gözetecek yüksek
yer. |
MESLAHA |
Sınır kalesi. Derbent. |
MESLEB |
Zorla birşey alınan yer. Zorla alma yeri. |
MESLEBE |
(C.: Mesâlib) Eksik, kusur, noksanlık, ayıp. |
MESLEC |
Karlık. |
MESLEK |
Yol. Usul. Gidiş. * San'at. Geçim için tutulan yol. * Sistem. * Mezheb.
Mâneviyatta tutulan yol.(Sen, mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit,
"mesleğim haktır veya daha güzeldir" demeye hakkın var. Fakat "yalnız hak
benim mesleğimdir" demeye hakkın yoktur. $ sırrınca insafsız nazarın ve
düşkün fikrin hakem olamaz. Başkasının mesleğini butlan ile mahkûm edemez.
M.) |
MESLEK-İ MÜTEASSİFE |
Sapık meslek. |
MESLEKÎ |
(Meslekiyye) Meslekle alâkalı. Mesleğe ait. |
MESLES |
(C: Mesâlis) Üçer üçer olmak. * Üç kıllı tanbur. |
MESLU' |
Vücudunda ur bulunan kimse. |
MESLUB |
Selbedilmiş. Soyulmuş. Alınmış. Giderilmiş. |
MESLUB-ÜL AKL |
Aklı alınmış. Deli. |
MESLUB-ÜŞ ŞUUR |
Anlayışsız, idraksiz, şuursuz. |
MESLUC |
Yutulmuş, bel'olunmuş. |
MESLUFE |
Düzelmiş yer. * Kabuksuz arpa ve buğday. |
MESLUH |
Derisi yüzülmüş. Teslih edilmiş. |
MESLUK |
Kaynamış. |
MESLUL |
Çekilmiş. Kınından çıkmış kılınç. * Din uğruna kendini fedâ eden
kahraman. * Tıb: Verem. |
MESLUS |
Deli, divane. |
MESLUS |
Üç kat olan nesne. * Üçte biri alınmış. |
MESLUT |
Mağlub. Yenilmiş. * Zayıf, cılız, arık. |
MESLUT |
Kemiği üzerinden eti sıyrılmış. * Tıraş edilmiş. Yontulmuş. |
MESMEL |
Sığınacak yer. |
MESMESE |
Karıştırmak. |
MESMESE (MİSMÂS) |
Karışık ve mültebis olmak. |
MESMU' |
Dinlenilen. İşitilen. * Duyulmuş. İşitilmiş. |
MESMUA |
Duyulmuş. Kulakla dinlenmiş olan. |
MESMUÂT |
İşitilenler. Duyulanlar. |
MESMUD |
Fukarânın çok istemesinden vere vere hiç birşeyi kalmayan kimse. |
MESMUM |
Zehirlenmiş. Ağu katılmış. Zehirli. |
MESMUMEN |
Zehirli olarak. Zehirlenmiş olarak. |
MESMUR |
Cismen ufak olmakla beraber, sinirleri kuvvetli olan adam. |
MESMUS |
Zehirli. |
MESNA |
İkişer ikişer. * Derenin büklüm ve boğaz yeri. * Çalgının ikinci teli. |
MESNA |
Bevlini tutmaya kadir olmayan kadın. (Müz: Emsen) |
MESNED |
Dayanacak yer, nokta. * Mertebe. Makam. * Destek. |
MESNED-İ MEŞİHAT |
Şeyhül-islâmlık mertebe ve mevkii. |
MESNEDNİŞİN |
f. Bir mesned veya makamda bulunan. |
MESNEVÎ |
İkilik manzume. Her beyti ayrı kafiyeli olan manzume. |
MESNEVÎ-İ NURİYE |
Aslı Arapça olup, sonradan tercemesi de yapılmış olan Risale-i Nur
Külliyatı'ndan bir eserdir. |
MESNEVÎ-İ ŞERİF |
Mevlâna Celaleddin-i Rumî'nin meşhur farsça olan eserinin ismi. (Bak:
Mevlâna Celaleddin-i Rumî) |
MESNEVİYYAT |
(Mesnevî. C.) Mesnevi tarzında yazılmış olan eserler. |
MESNUN |
Sünnet olan. Sünnet olmuş olan. * Âdet edilen şey. * Bilenmiş bıçak. *
Üzerinden ömürler geçmiş olan. * Şekillendirilmiş. * Kalıba dökülmüş. *
Kokusu değişmiş. |
MESRA |
Gece vakti yola çıkma. |
MESRA(T) |
Çok olmak. Çok olacak yer. |
MESRAH |
(C.: Mesârih) Çayırlık, otlak, mer'a. |
MESRAT |
Adet çokluğu. |
MESREBE |
(C.: Mesârib) Deve ve koyun sürülerinin çayırlık, mer'a, otlakları. *
Vücudda karından göğüse kadar olan kıllı yer. |
MESRECE |
Gece kandili konulan şişe. |
MESRUBE |
Uzun saç. * Saç kesecek âlet. |
MESRUD |
f. Sihir, efsun, büyü. |
MESRUD |
(Serd. den) Söylenmiş, bilidirilmiş, mezkur. Serdolunmuş. |
MESRUDAT |
(Mesrud. C.) Söylenenler. Bildirilmiş olan şeyler. |
MESRUDE |
Ulaştırmak. * Zırh halkalarının birbirine girmesi. |
MESRUE |
Çekirgenin yumurtasını döktüğü yer. |
MESRUK |
Çalınmış, sirkat edilmiş olan. |
MESRUR |
Sevinçli. Sürurlu. Meserretli. Merâmına ermiş. |
MESRURİYET |
Sevinçlik. Sürur içinde oluş. Dileğine ermiş olanın hâli. |
MESS |
Yapışmak, değmek, dokunmak. * Meydana gelmek. |
MESS-İ HÂCET |
Lüzum görülme, iktiza etme, gerekme. |
MESSAH |
Ölçü âletleriyle arazi ölçen. Mühendis. * (Mesh. den) Uğuşturan,
mesheden. Masaj yapan. Dellâk. |
MEST |
Adamın elini deve karnında yavrunun yattığı yere sokması. * Bağırsak
içinde iken sıvayıp çıkarmak. |
MEST |
Ayakkabı. * Sarhoş. Aklı başında olmayan. Kendinden geçercesine haz
duymak mânasında "mest olmak" şeklinde kullanılır. |
MEST-İ ELEST |
Elest meclisinde hitab-ı İlahî ile mest olan. |
MEST-İ HARAB |
Çok sarhoş olmuş kimse. |
MEST-İ MÜDAM |
Her zaman, devamlı sarhoş. |
MEST-İ SERŞAR |
Haddinden fazla sarhoş, çok sarhoş. |
MEST-İ TEMAŞA |
Seyretme sarhoşu. Bakıp seyretmekten sarhoş gibi olan. |
MESTAN |
(Mest. C.) f. Sarhoşlar. |
MESTANE |
Sarhoşcasına. Sarhoş bir kimseye yakışır surette. |
MESTÎ |
f. Sarhoşluk. |
MESTÎ-ÂVER |
f. Bayıltıcı, sarhoş edici. |
MESTÎ-BAHŞ |
f. Sarhoşluk veren, sarhoş edici. Bayıltıcı. |
MESTUR |
Örtülmüş. Setredilmiş. Gizlenmiş. (Bak: Tesettür) |
MESTUR |
Satırlanmış. Çizilmiş. Yazılmış. |
MESTURE |
Örtülü kadın. İslâmiyetin emrettiği şekilde örtülmesi farz olan
yerlerini örtmüş olan kadın. (Bak: Tesettür) * Gizli tutulan resmi işlerde
harcanmak için hükümetin emrine verilen para. (Buna tahsisat-ı mesture de
denir.) |
MESUBAT |
(Mesube. C.) İyiliğe karşı Allah (C.C.) tarafından verilen mükâfatlar. |
MESUBE |
(C.: Mesubât) İyiliğe karşı Cenab-ı Hakk'ın vereceği mükâfat. |
MESUBE (MUSİBE) |
(C: Mesâyib) Belâ, zahmet. * Mekruh emir. |
MES'UD |
Saadetli, iman ehli olan, bahtiyar. Mutlu. |
MES'UDANE |
f. İman ehline, bahtiyar olana yakışır halde. Saadetlice. Cenab-ı
Hakk'ın emrine, rızasına uygun şekilde. Sevinçli ve ferahlıkla. |
MES'UDİYET |
Mes'udluk, kutluluk, bahtiyarlık. |
MESUK |
(Sevk. den) Sevkolunan. İleri sürülen, yollanan. Gönderilen. |
MESUK-U LEHU-L-KELÂM |
Kelâmın söyleniş gayesi, garazı ve maksadı. |
MESUK-UN LEH |
Bir mânaya sevk olan, mânaya göre söylenen söz. Asıl mevzu (siyaka
doğru) ve maksad için söylenen söz. |
MES'UL |
Yaptığı iş ve hareketlerden hesap vermeğe mecbur olan. Mes'uliyetli.
Bir işin idâresi kendisine âit olan. * Ceza verilmiş olan. |
MESULAT |
Azab, ukubet. Cezâ çekme. |
MESULE |
(C: Mesulât) Azap vermek, eziyet etmek. * Hayvanı oka nişan edip atmak
yahut diri iken bir tarafını kesmek. |
MES'ULİYET |
Mes'ul olma hâli. Yaptığı iş ve hareketten hesap vermeğe mecbur oluş. |
ME'SUM |
Günahlı, suçlu, maznun. |
ME'SUR |
Esir edilmiş. * Hürriyeti alınmış olan. |
ME'SUR(E) |
Ecdaddan rivayet edilen. * Meşhur. * İtibarlı. Beğenilmiş olan. *
Rivayet yolu ile öğretilmiş meşhur ve mühim haberler. * Bir kılınç ismi. |
MESUS |
Yavan su. * Panzehir taşı. |
MESÜNN |
(Mesünniyyet) Yaşlı olmak. (Bak: Müsinn) |
MESV |
Mürr dedikleri acı yemen zamkı. |
MESVA |
(Mesâvi. den) Mesken, hane, ev, me'va. Yurt. |
MESVERE |
(C: Mesâvir) Minder. |
MEŞ' |
Kesbetmek, kazanmak. * Toplamak, cem'etmek. Davar sağmak. |
MEŞA |
Havuç. |
MEŞA' |
Duyulan, intişar eden, açıklanan, yayılan. Etrafa yayılmış olan. *
Bölünmeyip ortaklaşa kalmış olan. Müşterek olan. |
MEŞA' |
Evlad çokluğu. |
MEŞ'AB |
Yol, tarik. |
MEŞACİR |
(Meşcer ve Meşcere ve Meşcire. C.) Koruluklar, ağaçlık yerler. |
MEŞAD |
Mukavemet ve galebe yeri. |
MEŞAET |
Taleb etme, isteme, dileme, arzulama. |
MEŞAGİL |
Meşguliyetler. İşler. Meşgaleler. |
MEŞAGİL-İ DÜNYEVİYE |
Dünyâ meşgaleleri. |
MEŞAGİL-İ KESÎRE |
Aşırı meşguliyetler. |
MEŞAGİL-İ UHREVİYE |
Ahirete ait çalışmalar. Din için yapılan çalışmalar. |
MEŞAHAT |
(Bak: Müşahha) |
MEŞAHİD |
Meşhedler. Şehidlikler. * İnsanların toplanacağı yerler. |
MEŞAHİR |
Meşherler. Teşhir olunan yerler. |
MEŞAHÎR |
Meşhurlar. Çok kimselerce tanınanlar. |
MEŞAHİR-İ ÜDEBÂ |
Meşhur edibler. |
MEŞAÎ |
Meşşaiyyundan olan kimse. (Bak: Meşşaiyyun) |
MEŞAİL |
(Meş'al ve Meş'ale. C.) Meşaleler. |
MEŞAİM |
(Meşime. C.) Dölyatakları, ana rahimleri. |
MEŞAÎM |
(Meş'um. C.) Uğursuz olan şeyler. Meş'um şeyler. |
MEŞAİN |
(Şeyn. C.) Kabahatler, ayıp ve lekeler. |
MEŞAİR |
(Meş'ar. C.) Beş duygu, his. Hasseler. * Akıl ve vahiy. * Hacı olmadan
evvel durulması lâzım gelen mühim makamlar. |
MEŞAİYYUN |
(Bak: Meşşâiyyun) |
MEŞAKİ |
(Mişkât. C.) İçerisine lâmba, kandil gibi şeyler koymak üzere duvarda
yapılan küçük hücreler, oyuklar. |
MEŞÂKK |
Eziyetler. Sıkıntılar. Meşakkatler. Mihnetler. |
MEŞÂKK-I HAYAT |
Hayatın meşakkat, zahmet ve sıkıntıları. |
MEŞÂKKA |
Muhalefet ve adâvet etmek. Karşı gelip düşmanlık yapmak. |
MEŞAKKAT |
Zahmet. Sıkıntı. Güçlük. Zorluk. (Bak: Himmet) |
MEŞ'ALE |
Aydınlatıcı âlet. Lâmba, kandil. Ucunda ateş yanan değnek. |
MEŞ'ALE-İ DİL |
Gönül meş'alesi. |
MEŞ'ALKEŞ |
f. Meş'aleci. |
MEŞAMM |
(şemm. den) Koku alacak yer. Burun. Geniz. |
MEŞ'AR |
(C: Meşâır) Bilecek yer.Hasse. Duygu. * Hacıların ziyaret ettikleri
yerler. |
MEŞ'AR-ÜL HARAM |
Hac zamanında ziyaret edilecek muayyen yer. Cebel-i Kuzah, Müzdelife'de
bir yerin ismi. |
MEŞARE |
Bostan. Tarla. * Çiftçiler arasında meşhur olan tahta yer. |
MEŞARIK |
Güneşin doğduğu taraflar. Şark tarafları. |
MEŞARİ' |
Caddeler. Doğru ve açık yollar. * Su akan oluklar. |
MEŞARİB |
Meşrebler. Mizaclar. Tabiatlar. Huylar. * Fehimler. Anlayışlar.
Ahlâklar. * Su içecek şeyler. Maşrabalar. * Köşkler. |
MEŞARİT |
(Mişrat. C.) Keskin bıçaklar. Ameliyatta kullanılan keskin hekim
bıçakları. |
MEŞAŞ |
Beyaz servi. |
MEŞATÎ |
(Meştâ. C.) Kışlıklar. Kış mevsiminde barınılacak yerler. |
MEŞAVÎZ |
(Mişvâz. C.) Sarıklar. |
MEŞAYİH |
Şeyhler. Pirler. İhtiyarlar. |
MEŞBU' |
Tok. Doymuş. Kanmış. |
MEŞBUB |
(C.: Meşâbib) İki ayağı beyaz olan at. * Güzel nesne. |
MEŞC |
Karıştırmak. Haltetmek. |
MEŞCER |
(Meşcere) Ağaçlık yer, koru, şeceristan. |
MEŞCUC |
Yüzü gözü yaralanmış olan. |
MEŞCUN |
Yarılmış. |
MEŞDEN |
(C: Meşâdin) Buzağısı büyük olup anasından müstağni olan dişi geyik. |
MEŞDUD |
(Meşdude) Kuvvetlice bağlanmış olan. Sıkıca bağlı. Sıkı. |
MEŞDUH |
Şaşkın, şaşırmış. Ürküp korkmuş. |
MEŞE |
Bir cins ağaç. Odunu sert, sağlam ve parlak olur. |
MEŞEGÂH |
f. Meşelik. Meşe ağaçlarının bulunduğu yer. |
MEŞ'EME |
Sol taraf. Sol. * Kötü. Uğursuz. |
MEŞERE |
Dış kısım. |
MEŞERRE |
Eyerin içine konulan yastık. |
MEŞFER |
(C: Meşâfir) Sarkık hayvan dudağı. |
MEŞFU' |
Müşterek sınırlı gayrimenkul. |
MEŞGALE |
İş. Meşguliyyet. Boş durmayış. |
MEŞGEL |
f. Yol kesen, haydut, şaki, eşkiyâ. |
MEŞGUF(E) |
(Şagaf. dan) Âşık, tutkun. Sevgi ve aşk yüzünden deli olmuş. |
MEŞGUL |
(Şugl. den) Bir işle uğraşan. * Dalgın. * Doldurulmuş, tutulmuş, işgal
olunmuş. |
MEŞGULİYET |
Meşgul olma, bir iş yapma. * Uğraşılan ve meşgul olunan şey. |
MEŞHED |
Bir kimsenin şehid düştüğü yer. Şehidlerin mezarlığı olan yer. *
İnsanların cemaat olarak hazır olacakları yer. * Şehâdet yeri. Hz. Hüseyinin
(R.A.) Kerbelâdaki şehid düştüğü yer. * İranda bir şehir adı. |
MEŞHER |
Teşhir yeri. Gösterme yeri. Sergi. |
MEŞHER-İ A'ZAM |
Büyük teşhir yeri. Ahiret meydanı. Haşir meydanı. |
MEŞHERGÂH |
f. San'at-ı İlâhiyyenin gösterildiği yer, yeryüzü. * Teşhir yeri.
Sergi. |
MEŞHUD |
Görünen. Şehadet edilen. * Resul-u Ekrem'in (A.S.M.) dünyaya
teşrifinden ve risaletinden önce meleklerce ve enbiya hazerâtının dilinde
nübüvvet ve risaletlerine şehâdet edilmiş olduğundan kendilerine verilen bir
isim. * Suç üstü yakalanan. * Göz ile görülmüş. * Cuma günü. * Kıyâmet günü. |
MEŞHUDÂT |
Görünenler. Seyredilenler. Hislerimizle ve gözlerimizle görüp
bildiğimiz ve bazı evliyanın keşfen gördükleri.("Fütuhât-ı Mekkiye" sâhibi
Muhyiddin-i Arab (K.S.) ve "İnsan-ı Kâmil" denilen meşhur bir kitabın sâhibi
Seyyid Abdülkerim (K.S.) gibi evliyâ-i meşhure, küre-i arzın tabakat-ı
seb'asından ve Kaf Dağı arkasındaki Arz-ı Beyzâdan ve Fütuhatta Meşmeşiye
dedikleri acâibden bahsediyorlar. "Gördük" diyorlar. Acaba bunların
dedikleri doğru mudur? Doğru ise; halbuki, bu yerlerin yerde yerleri yoktur.
Hem coğrafya ve fen onların bu dediklerini kabul edemiyor. Eğer doğru
olmazsa, bunlar nasıl veli olabilirler? Böyle hilâf-ı vâki ve hilâf-ı hak
söyleyen nasıl ehl-i hakikat olabilir?Elcevap: Onlar ehl-i hak ve
hakikattırlar; hem ehl-i velâyet ve şuhuddurlar. Gördüklerini doğru
görmüşler, fakat ihâtasız olan hâlet-i şuhudda ve rü'ya gibi rü'yetlerini
tâbirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için, kısmen yanlıştır.
Rüyadaki adam kendi rü'yasını tâbir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşf ve
şuhud dahi rü'yetlerini o halde iken kendileri tâbir edemezler. Onları tâbir
edecek, "Asfiyâ" denilen verâset-i nübüvvet muhakkikleridir. Elbette o kısım
ehl-i şuhud dahi, Asfiya makamına çıktıkları zaman, Kitab ve Sünnet'in
irşadiyle yanlışlarını anlarlar, tashih ederler; hem etmişler.Şu hakikatı
izah edecek şu hikâye-i temsiliyeyi dinle. Şöyle ki:Bir zaman ehl-i kalb iki
çoban varmış. Kendileri ağaç kâsesine süt sağıp yanlarına bıraktılar. Kaval
tâbir ettikleri düdüklerini, o süt kâsesi üzerine uzatmışlardı. Birisi
"uykum geldi" deyip yatar. Uykuda bir zaman kalır. Ötekisi yatana dikkat
eder, bakar ki; sinek gibi bir şey, yatanın burnundan çıkıp, süt kâsesine
bakıyor ve sonra kaval içine girer, öbür ucundan çıkar gider, bir geven
altındaki deliğe girip kaybolur. Bir zaman sonra yine o şey döner, yine
kavaldan geçer, yatanın burnuna girer; o da uyanır. Der ki: "Ey arkadaş!
Acib bir rü'ya gördüm." O da der: "Allah hayır etsin, nedir?" Der ki:
"Sütten bir deniz gördüm. Üstünde acib bir köprü uzanmış. O köprünün üstü
kapalı, pencereli idi. Ben o köprüden geçtim. Bir meşelik gördüm ki, başları
hep sivri. Onun altında bir mağara gördüm, içine girdim, altun dolu bir
hazine gördüm. Acaba tâbiri nedir?"Uyanık arkadaşı dedi: "Gördüğün süt
denizi, şu ağaç çanaktır. O köprü de, şu kavalımızdır. O başı sivri meşelik
de şu gevendir. O mağara da, şu küçük deliktir. İşte kazmayı getir, sana
hazineyi de göstereceğim." Kazmayı getirir. O gevenin altını kazdılar.
İkisini de dünyada mes'ud edecek altunları buldular.İşte, yatan adamın
gördüğü doğrudur, doğru görmüş, fakat rü'yâda iken ihâtasız olduğu için
tâbirde hakkı olmadığından, âlem-i maddi ile âlem-i mâneviyi birbirinden
farketmediğinden, hükmü kısmen yanlıştır ki, "Ben hakiki maddi bir deniz
gördüm." der. Fakat uyanık adam, âlem-i misâl ile âlem-i maddiyi farkettiği
için tâbirde hakkı vardır ki, dedi: "Gördüğün doğrudur, fakat hakiki deniz
değil; belki şu süt kâsemiz senin hayâline deniz gibi olmuş; kaval da köprü
gibi olmuş ve hâkezâ..." Demek oluyor ki: Alem-i maddi ile âlem-i ruhâniyi
birbirinden farketmek lâzım gelir. Birbirine mezcedilse, hükümleri yanlış
görünür. Meselâ: Senin dar bir odan var; fakat dört duvarını kapayacak dört
büyük âyine konulmuş. Sen içine girdiğin vakit, o dar odayı bir meydan kadar
geniş görürsün. Eğer desen: "Odamı geniş bir meydan kadar görüyorum." doğru
dersin. Eğer "Odam bir meydan kadar geniştir." diye hükmetsen, yanlış
edersin. Çünki, âlem-i misâli, âlem-i hakikiye karıştırırsın.İşte Küre-i
Arz'ın tabakat-ı seb'asına dâir, bâzı ehl-i keşfin, Kitab ve Sünnet'in
mizaniyle tartmadan beyan ettiği tasvirat, yalnız coğrafya nokta-i
nazarındaki maddi vaziyetten ibâret değildir. Meselâ, demişler: "Bir
tabaka-i Arz, cin ve ifritlerindir. Binler sene genişliği var." Halbuki
bir-iki senede devredilen küremizde, o acib tabakalar yerleşemez. Fakat
âlem-i mâna ve âlem-i misâlde ve âlem-i berzah ve ervâhda küremizi bir çamın
çekirdeği hükmünde farzetsek, ondan temessül ve teşekkül eden misâli
şeceresi, o çekirdeğe nisbeten koca bir çam ağacı kadar olduğundan, bir
kısım ehl-i şuhud, seyr-i ruhânilerinde, Arz'ın tabakalarından bâzılarını
âlem-i misalde pek çok geniş görüyorlar; binler sene bir mesafe tuttuklarını
görüyorlar. Gördükleri doğrudur; fakat âlem-i misâl sureten âlem-i maddiye
benzediği için, iki âlemi memzuç görüyorlar; öyle tâbir ediyorlar. Alem-i
sahveye döndükleri vakit, mizansız olduğu için, meşhudatlarını aynen
yazdıklarından hilâf-ı hakikat telâkki ediliyor. Nasıl küçük bir âyinede
büyük bir saray ile büyük bir bahçenin vücud-u misaliyeleri onda yerleşir.
Öyle de: Alem-i maddinin bir senelik mesafesinde, binler sene vüs'atında
vücud-u misâli ve hakaik-ı mâneviye yerleşir.HATİME : Şu mes'eleden
anlaşılıyor ki: Derece-i şuhud, derece-i imân-ı bilgaybdan çok aşağıdır.
Yâni: Yalnız şuhuduna istinad eden bir kısım ehl-i velâyetin ihâtasız
keşfiyatı, verâset-i nübüvvet ehli olan Asfiya ve Muhakkikinin şuhuda değil,
Kur'ana ve vahye, gaybi fakat sâfi, ihâtalı doğru hakaik-ı imâniyelerine
dâir ahkâmlarına yetişmez. Demek bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve
müşâhedatın mizânı: Kitab ve Sünnettir. Ve mehenkleri, Kitab ve Sünnetin
desâtir-i kudsiyeleri ve Asfiya-i Muhakkikînin kavanin-i hadsiyeleridir. M.) |
MEŞHUDİYYET |
Gözle görüş. şâhid oluş. şâhidlik. |
MEŞHUM |
Cesaretli. Sözü geçer kimse. Zeyrek. Zeki. Akıllı. * Korkmuş.
Korkutulmuş. * Çok güzel hareketli at. |
MEŞHUN |
Doldurulmuş. Dolu. Dopdolu. |
MEŞHUN-U MESÂRR |
Sevinçler ve zevklerle dolu. |
MEŞHUR |
Tanınmış, herkesin bildiği. Çoklarının bildiği. |
MEŞHURAT |
(Meşhur. C.) Şöhret kazanmış ve meşhur olmuş kimseler. Şöhretliler. |
MEŞHUR HADİS VEYA HADİS-İ MEŞHUR |
Asr-ı evvelde, Ahâdi hadis kabilinden iken ikinci asırda iştihar edip,
kizb üzerine ittifakları aklen tecviz olunmayan bir cemaat tarafından
rivâyet olunan hadis. İlm-i yakin derecesinde karib bir surette kalbe
itmi'nan verir. |
MEŞÎ |
Yürüyüş. Gidiş. Doğru yola gitmek. |
MEŞÎB |
İhtiyarlık. Yaşlılık. Saç ağarması. |
MEŞÎD |
Harçla yapılmış sağlam bina. Sıvanmış bina. |
MEŞİET |
Meşiyyet. Dilemek. İrade. Arzu. Matlub. Murad. İstek. |
MEŞİET-İ HÂSSA-İ İLÂHİYYE |
Allah'a ait, O'na mahsus meşiet, dilek, arzu ve işler. |
MEŞİH |
Göğsü çukur, kanbur. |
MEŞİHAT |
Mürşidlik, şeyhlik. * Eskiden İstanbul'da din işlerini tedvir eden
Osmanlı Devletinin Diyanet İşleri Dairesi. |
MEŞİHAT-I İSLÂMİYYE |
İslâmî işlerin ilmî mes'eleleri ile uğraşan devlet dairesi.(Zaman
gösterdi ki, hilâfeti temsil eden şu Meşihat-ı İslâmiyye, yalnız İstanbul ve
Osmanlılara mahsus değildir. Umum İslâma şâmil bir müessese-i celiledir. Bu
sönük vaziyetle, değil koca âlem-i İslâmın, belki yalnız İstanbul'un
irşadına da kâfi gelmiyor. Öyle ise, bu mevki öyle bir vaziyete
getirilmelidir ki, âlem-i İslâm ona itimad edebilsin. Hem menba', hem ma'kes
vaziyetini alsın. Âlem-i İslâma karşı vazife-i diniyesini hakkiyle ifa
edebilsin.Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O
hâkimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini
tashih ve tadil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u
cemaatden çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı mânevidir ki,
şûralar o ruhu temsil eder.şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup,
bir şura-yı âliye-i ilmiyeden tevellüd eden bir şahs-ı mânevi olmak
gerektir. Tâ ki, sözünü ona işittirebilsin. Dine taalluk eden noktalardan,
sırat-ı müstakime sevkedebilsin. Yoksa ferd dâhi de olsa, cemaatin ferd-i
mânevisine karşı sivri sinek kadar kalır. Şu mühim mevki, böyle sönük
kalmakla, İslâmın ukde-i hayatiyesini tehlikeye maruz bırakıyor.Hatta
diyebiliriz, şimdiki za'f-ı diyânet ve şeair-i İslâmiyetteki lâkaydlık ve
içtihadâtdaki fevza, Meşihatın za'fından ve sönük olmasından meydan
almıştır. Çünkü, haricde bir adam re'yini, ferdiyete istinad eden meşihate
karşı muhafaza edebilir. Fakat böyle bir şûraya istinad eden bir
şeyhülislâmın sözü, en büyük bir dâhiyi de, ya içtihadından vazgeçirir, ya o
içtihadı ona münhasır bırakır.Her müstaid çendan içtihad edebilir. Lâkin
içtihadı o vakit düstur-ul-amel olur ki, bir nevi icma' veya cumhurun
tasdikine iktiran eder. Böyle bir Şeyh-ül-islâm mânen bu sırra mazhar olur.
Şeriat-ı garrada dâima icma' ve rey-i cumhur, medar-ı fetva olduğu gibi,
şimdi de fevza-i âra' için, böyle bir faysala lüzum-u kat'i vardır. R.N.) |
MEŞİK |
İnce uzun nesne. * Giyilmiş kaftan. |
MEŞİM |
Benli kimse. |
MEŞİME |
(C.: Meşâim) Dölyatağı, ana rahmi. |
MEŞİYYET |
(Bak: Meşiet) |
MEŞK |
Yazı örneği. Öğretici yazı. * Bir şeyi uzatmak. * Uzun uzun yazmak. *
Bilmeyene bir şeyi öğretmek. * Sür'at, hız. |
MEŞK |
f. Kırba. Tulumdan yapılmış su kabı. |
MEŞKA |
Fark edip ayıracak yer. |
MEŞKÂ |
şikâyet etmek. |
MEŞKÛ |
Şikâyet etmek. |
MEŞKUK |
Yarılmış. Yarık. |
MEŞKUK |
şekli, şüpheli. Kendinden şüphe edilen. |
MEŞKUKİYET |
Şüphelilik. Şüpheli oluş. |
MEŞKUL |
Ön ayaklarıyla arka ayağının birisi bileklerine varana kadar beyaz olan
at. |
MEŞKUR |
Şükre lâyık olan. Teşekküre ve kendine şükredilmeğe lâyık olan. Kendine
şükür arzolunan. Az şükredene çok ihsan eden. |
MEŞKÜVV |
Kendinden şikâyet olunan. |
MEŞLAH |
Meşlehe. Maşlah. Altı üstü bir olan ve kol yerine yarıkları bulunan bir
çeşit elbise. |
MEŞMEŞİYE |
Tas: Âlem-i gaybdan veya âlem-i misalden bir âlem. Bazı evliyanın
keşfen müşahede ettikleri bir yer. (Bak: Meşhudât) |
MEŞMUL |
(Şümul. den) Kaplanmış, şümullenmiş, etrafı çevrilmiş. * Bir şeyin
içinde bulunan. |
MEŞMULE |
şarap. |
MEŞMUM |
Koklanmış. * Itır ve misk gibi güzel kokulu olan şey. |
MEŞN |
Kamçı ile vurmak. * Deri yüzmek. |
MEŞNU' |
Çirkin kimse. * Buğzolunmuş. |
MEŞNUF |
Uzun başlı at. |
MEŞRA' |
Yol. Rah. Tarik. * Su oluğu. |
MEŞREB |
Huy. Yaradılış. Adet. Ahlâk. * Gidiş. * İçmek. İçilecek yer. *
Fehmetmek. * Mânevi haz ve feyz alınan yer ve yol. |
MEŞREBE |
(C: Meşârib) Maşrapa. |
MEŞREF |
İyi kılıçlar işlenir bir köyün adıdır. |
MEŞREKA |
Güneşte oturacak yer. |
MEŞRIK |
Güneş doğacak cihet. Gündoğusu. Doğu. Şark ciheti. * Şems-âbâd, güneşi
bol yer. Kış vakti ısınmak için güneşe karşı oturacak yer. * Tövbe kapısının
adı. |
MEŞRIK-I NUR |
Nurun kaynağı. Nurun geldiği cihet. |
MEŞRIK-I TULU' |
Işığın, nurun geldiği şark ciheti. |
MEŞRU' |
Doğru. Hak. Şeriatın kabul ettiği. Haram ve yanlış olmayan. |
MEŞRUA |
Şeriatın kabul ettiği hâl. Yapılması serbest olup, haram olmayan.
Allah'ın (C.C.) kanununda müsaade edilen. Şeriatça yapılması günah olmayan. |
MEŞRUAT |
(Meşru. C.) Hak ve meşru olan şeyler. Haram ve yasak olmayan şeyler. *
Şeriatla alâkalı şeyler. |
MEŞRUB |
(Şürb. den) İçilecek şey. * İçilmiş, şürbedilmiş. |
MEŞRUBAT |
İçilen şeyler. Herhangi bir içilecek şey. Şarap. ("Hamr" denen içkiye
de şarap denir.) |
MEŞRUBE |
İçine yiyecek veya elbise koyup sakladıkları yer. |
MEŞRUH |
Şerh olunmuş. Anlatılmış. Açıklanmış. İzah olunmuş. |
MEŞRUHÂT |
Açıklama ve izahlar. |
MEŞRUİYYET |
Meşruluk. Meşru' olma. Kanuna, şeriata uygun bulunma. Yasak olmayış. |
MEŞRUM |
Yarılmış. |
MEŞRUT |
Şartlı. Şart ile bağlı. |
MEŞRUTA |
Bir kimseye veya bir zümreye bırakılmış, bazı şartlara bağlı oluş. *
Sahibi tarafından veresesine satılmamak şartiyle bırakılmış ev vesaire. |
MEŞRUTÎ |
Bir şahıs veya millet meclisi ile idare edilen devlet sistemi. |
MEŞRUTİYYET |
Bir hükümdarın başkanlığı altında millet meclisi ile idare edilen
devlet sistemi. |
MEŞŞ |
Elini bez ile silmek. * Bir şeyi aldıktan sonra yine almak. * Davarın
sütünü sağıp bazısını koymak. |
MEŞŞAİYYUN |
Meşşâiler. Derslerini gezerek veren, peygamberlere uymayarak yalnız
akıl ve fikir ile hakikatı bulmaya çalışan ehl-i dalâlet. Dinsizlik yolunu
açanlar, sadece akla itimad eden ve vahye tâbi olmayan imânsızlar. (Bak:
İşrakiyyun) |
MEŞŞAT(A) |
Tarak yapan, tarakçı. * Süsleyen, tarayan. |
MEŞT |
Baş tarama. * Tarak. |
MEŞTA |
(C.: Meşâti) (Şitâ. dan) Kış mevsiminde barınılacak yer. Kışlık otlak,
kışla. |
MEŞTAT |
(C: Meşâti) Kışlak. |
MEŞTUM |
Şetm olunmuş. Sövülüp sayılmış. |
MEŞUB |
Karışmış. |
MEŞUK |
Âşık, tutkun. |
MEŞUM |
Vücudu benekli adam. |
MEŞ'UM |
Kötü. Uğursuz. Bedbaht. |
MEŞ'UMÂNE |
f. Kötü bir şekilde. Bedbahtcasına. |
MEŞ'UN |
Dağınık saç. |
MEŞ'UR |
Bir şeyi iyice idrak eylemek. * Şuurlu. Kendini bilen. * Tanımak. |
MEŞ'URAT |
(Meş'ur. C.) şuur hâlinde geçmiş şeyler. |
MEŞUŞ |
Mendil. |
MEŞÜVV |
Müshil. |
MEŞVERET |
Danışma. Konuşup anlaşma. Fikir edinmek için konuşup görüşme. Görüşme
meclisi. (Bak: istişâre) |
MEŞY |
Yürüme. |
MEŞY-İ ASKERÎ |
Asker yürüyüşü. Askerî yürüyüş. |
MEŞYEN |
Yayan olarak, yürüyerek. |
MEŞYUHA |
Yavşan otunun yetiştiği yer. |
MEŞYUM |
Bedeninde beni olan, benli adam. |
MET' |
Uzun ve yüce olmak. |
MET' |
Vurmak. * Çekmek. |
META |
Ne vakit? Ne zaman? mânasında olup, mutlak ve mübhem vakit edatıdır.
Bazan "Min" harfi-i cerri yerinde ve suâl için de kullanılır. |
META' |
Fayda. Menfaat. * Kıymetli eşya. Tüccar malı. |
META-UL GURUR |
Gurur metaı. İnsanı aldatıp Allah yolundan alan dünya zevki veya
menfaatı, insanlara riyakârlık için kullanılan dünya malı. |
METAB |
Tevbe etmek. * Rücu etmek, geri dönmek, caymak, vazgeçmek. |
MET'ABE |
(C.: Metâib) Meşakkat, zahmet. Yorgunluk. |
METABİ' |
(Matbaa. C.) Matbaalar, basımevleri. |
METABİH |
(Matbah. C.) Mutfaklar. |
METAF |
Tavaf edecek yer. |
METAFİZİK |
(Bak: Mâba'det tabia) |
METAİB |
Yorgunluklar. Meşakkatler. Eziyet verecek şeyler. |
METAİB-İ SEFER |
Muhârebe veya yol yorgunlukları. |
METAİB |
Seçilmiş ve güzel şeyler. |
METAL |
Lât: Mâden. * Matbaacılıkta harfleri teşkil için eritilen kurşun,
karışık madde. |
METALİ' |
Matla'lar. Tulu' edecek yerler veya zamanlar. Güneş veya benzerinin
doğduğu yerler. * Ast: Herhangi bir yıldızın i'tidal-i rebii (Arz'ın güneş
etrafındaki gezmesinde, 20 Mart'ta bulunduğu) noktasından geçmek üzere
başlangıç kabul edilen daire ile bu yıldızın semavî istiva dairesi
üzerindeki ara kesitleri arasında kalan kavis. * Edb: Kaside veya gazelin
ilk beyitleri. |
METALİB |
İstekler. Arzular. Taleb edilen şeyler. |
METALİB-İ İSTİKBAL |
İstikbale aid istekler. Gelecek için olan arzu ve talebler. |
METANET |
Sağlamlık. Kavilik. Sözünden ve kararından dönmemeklik. İnsanın,
fikrinde sabır, azminde kavi ve akidesinde rüsuh sahibi olması. (Mukabili
zaaf'dır) (Hak, iman ve İslâmiyet uğrunda metanet göstermek, çok kıymetli
bir seciyyedir.) |
METANET-İ KALBİYE |
Kalb sağlamlığı. |
METARIK |
(Mıtrak ve Mıtraka. C.) Mızraklar. Tokmaklar. Çekiçler. Değnekler,
sopalar. |
METAVİ' |
(Mıtvâ. C.) İtâat edenler. Mutiler. |
METBENE |
Samanlık. |
METBU' |
Kendine uyulan. Tâbi olunan. Halkın, kendine tâbi olduğu zat. *
Hükümdar. |
METBU-U MÜFAHHAM |
Hükümdar. Padişah. |
METBUİYYET |
Kendine uyulmaklık. Başkasının kendisine tâbi olması. Birisine tâbi
oluş. |
ME'TEM |
(C: Meâtim) Kadınlar cemiyeti. |
METERS |
f. Harpte, korunmak gayesiyle yapılan toprak tümsek, siper. * Kapının
açılmaması için arkasına konulan ağaç. |
METH |
Yerinden koparmak ve çıkarmak. * Cima. Tohum bırakmak için çekirgenin
kuyruğunu yere sokması. * Vurmak ve uzaklaştırmak. |
METH |
Kuyudan su çekmek ve sulamak. |
METHAF |
Müze. |
ME'TÎ |
Gelecek yer. |
METİN |
Sağlam. Metanet sahibi. Kendine güvenilir olan. (Bak: Metânet) |
METİNÂNE |
f. Metanetle, sağlamlıkla. |
METİT |
Çulha tarağı. |
METK |
İğne ucu. Zeker ucu. |
METL |
Tahrik etmek, kımıldatmak, harekete getirmek. |
METN |
Sağlam ve sert yer. * Yüksek yer. * Her nesnenin yüzü, üstü, arka ve
ortası. * "Vurmak ve seyr" mânâsına mastar. * Bir yazının tamamı. Yazının
aslı veya sureti. |
METOD |
Fr. Bir neticeye ulaşmak için takib edilen fikir yolu. Usul. Kaide.
Yol. Sistem. |
METR |
Kesmek. * Çekmek. * Atmak. (Bazan fercten kinâye olur.) |
METREBE |
Fakirlik, miskinlik. |
METRUD |
(Bak: Matrud) |
METRUK |
Terk olunmuş. Bırakılmış. * Boşanmış olmak. * Ölen bir kimsenin
bıraktığı eşya. |
METRUKAT |
(Metruk. C.) Bırakılan şeyler, metruklar, miraslar. |
METRUKE |
(Terk. den) (Erkekten) boşanmış. * Kocası tarafından bırakılmış kadın. |
METRUKİYYET |
(Terk. den) Terk edilme, boşanmış olma. * Bırakılmışlık,
kullanılmazlık. * Bir işten çekilip uğraşmama. |
METS |
Necisle atmak. |
METT |
Çekmek. * Ulaşmak. * Kuyudan su çıkarmak. |
METTA |
Hz. Yunus'un (A.S.) annesinin adı. |
METTE |
f. Burgu. |
METTİHA (METYİHA) |
Hafif sopa. * Yaş çubuk. |
MET'UB |
(Ta'b. dan) Bitkin, yorgun. |
METUH |
Devamlı suyu çekilen işlek kuyu. * Suyu ağzına yakın olan kuyu. |
METVÎ |
(Bak: Matvî) |
METY |
Çekmek. |
MEUNET |
Birisinin ölmeyecek kadar yiyip içeceği. * Külfet. * Masraf. Bir şeyin
toplamak, devşirmek, nakil ve boşaltmak ve saymak gibi levazımının teslim
yerine kadar olan masraflarına denir. |
ME'V |
Çekmek. |
ME'VA |
Mekân. Varılacak yer. Mesken. * Sığınacak yer. |
MEV'A |
Her nesnenin evveli. |
MEVACİB |
(C.: Mevacibât) Maaşlar, aylıklar. * Tar: Yeniçerilerin üç ayda bir
defa verilen ulûfeleri. |
MEVACİB-İ LEŞKER |
Asker aylıkları. |
MEVACİBAT |
(Mevâcib. C.) Mevâcibler. Maaşlar, aylıklar. |
MEVACİD |
Vecd hâlleri. Kalbî zevk veren istiğrak halleri. (Bak: Vecd) |
MEVADD |
(Madde. C.) Fezâda, boşlukta yer kaplayan varlıklar. Maddeler.
Cisimler. * Kısımlar. * Kanunlar. Kaideler. İşler. Hususlar. * Söz ve beyana
sebeb olan mevcudat. Her şeyin aslı, mayası. |
MEVADD-I HAYATİYYE |
Hayata lüzumu bulunan maddeler. |
MEVADD-I İBTİDÂİYE |
İlkel maddeler, ham maddeler. |
MEVADD-I MUZIRRA |
Zararlı maddeler. Zarar veren şeyler. |
MEVADD-I MÜNCEZİBE |
Cezbolunan, çekilen maddeler. |
MEVADD-I NÂFİA |
Faydalı maddeler. |
MEVADD-I ZÜLÂLİYE |
Azotlu maddeler. |
MEVAHIF |
Zayıf deve. |
MEVAHİB |
Hibe olunan şeyler. Karşılıksız verilenler. (Bak: Mevhube) |
MEVAHİB |
Mevhibeler. İhsanlar, bahşişler. |
MEVAHİB-İ KUDRET |
Cenab-ı Hakkın verdiği nimetler. |
MEVAHİR |
Yararak akıp gidenler. (Denizdeki gemi gibi) |
MEVAIZ |
(Mev'ıza. C.) Öğütler, nasihatlar. |
MEVAİD |
(Mev'ud ve Miad. C.) Söz verilmiş vakitler. Vaad edilen muayyen, belli
zamanlar. |
MEVAİD-İ KÂZİBE |
Yerine getirilmeyen va'dlar. Yapılmayan va'dlar. |
MEVAİD |
(Mâide. C.) Sofralar, mâideler. |
MEVAKA |
Hamâkat, ahmaklık. |
MEVAKIF |
Durulacak yerler. Vakıflar. Durak yerleri. |
MEVAKIT |
(Mevkıt. C.) Evvelden belirtilmiş olan vakitler. |
MEVAKİ' |
Mevkiler. Duracak yerler. |
MEVAKİ-İ BAÎDE |
Uzak mevkiler. |
MEVAKİ-İ HARBİYE |
Muhârebe mevkileri. Savaş yerleri. |
MEVAKİ-İ MÜHİMME |
Önemli mevkiler. Ehemmiyetli yerler. |
MEVAKİB |
(Mevkib. C.) Cemaatler, kalabalıklar, güruhlar, topluluklar. |
MEVAKİN |
(Mevkin. C.) Kuş yuvaları. |
MEVAKİT |
(Mikat. C.) Hacıların ihrâma girdikleri yerler. * Bir iş için tâyin
edilen vakitler. |
MEVALÎ |
Efendiler. * Azad edilmiş köleler. * Azad edenler. * Mevleviyyet
pâyesine ulaşmış sarıklı âlimler. * Dost ve komşular. * Yardımcılar. |
MEVALİD |
(Mevlid. C.) Doğulan yerler. Mevlidler. Doğma vakitleri. Milâdlar. |
MEVALİD |
Mevcudlar. Doğmuşlar. Vücud bulmuşlar. Mevludlar. |
MEVALİD-İ SELÂSE |
Nebat, hayvan ve maden. |
MEVALİD-İ TÜRABİYE |
Topraktaki mevâlid. Mâdenler, nebatlar. |
MEVAMİT |
Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) İncil'deki bir ismi. |
MEVANİ' |
Mâni'ler. Engeller. Mâni olanlar. Mâniâlar. |
MEVARİD |
Gelecek yerler. Varacak yerler. Caddeler, yollar. Bir yere vasıl olacak
yollar. |
MEVARÎS |
Miraslar. Verasetle nâil olunan mülk ve mallar. |
MEVASİK |
Mevsuk şeyler. Misaklar. Ahd ü peymanlar. Yeminler. Sözleşmeler. |
MEVASİM |
Mevsimler. * Pazar yerleri. |
MEVASİM-İ ERBAA |
Dört mevsim. Rebi' (İlkbahar), Sayf (Yaz), Harif (Sonbahar), Şitâ
(Kış). |
MEVAŞİ |
Davar, koyun, keçi, inek ve öküz gibi hayvanlar. |
MEVAT |
(Mevt. den) Cansız şeyler. Sürülmemiş topraklar. * Sahibsiz yerler. |
MEVATIN |
(Mevtın. C.) Yurtlar. Şenlendirilmiş ve bayındır yerler. |
MEVATİ |
(Mevti. C.) Ayak basılan yerler. |
MEVATÎ |
Mevâta yani cansız şeye ait, bununla alâkalı. * İşlenmemiş toprağa ait. |
MEVAZI' |
(Mevzi. C.) Mevziler, yerler. |
MEVAZİN |
(Mizan. C.) Mizânlar. ölçüler. Terâziler. |
MEVBED |
Mecusiler reisinin ulusu. |
MEVBİK |
(C.: Mevbikat) Korkulu yer. |
MEVBİKAT |
(Mevbik. C.) Korkulu yerler. |
MEVBİL |
Kaba büyük sopa. * Bir kucak odun. |
MEVC |
Dalga. Denizin dalgası. * Titreşim. * Mc: Devir, devre. |
MEVCÂ-MEVC |
Çok dalgalı. Dalga dalga. |
MEVCE |
Bir dalga. * Ses, elektrik ve hararetin yayılma dalgalarından herbiri. |
MEVCET-ÜŞ ŞEBÂB |
Gençlik çağı. |
MEVCEDAR |
f. Dalgalı. |
MEVCENÜMUD |
f. Dalga gibi. |
MEVC-HÎZ |
f. Dalga kaldıran. |
MEVCUB |
Kendisine bir şey vâcib kılınmış. |
MEVCUD |
Var olan. Bulunan. Hazır olan. Topluluğun hepsi. * Kâinat. Mükevvenat. |
MEVCUD-U HARİCÎ |
Maddî vücudu bulunan eşya. |
MEVCUD-U MANEVÎ |
Mânevi varlık. |
MEVCUDAT |
Var olan her şey. Kâinat. Yaratılmış şeyler. |
MEVCUDAT-I BAHARİYE |
Bahar mevsimindeki renk renk, çeşit çeşit varlıklar. |
MEVCUDEN |
Kendisi berâber olarak. Mevcud olarak. |
MEVCUDÎN |
(Mevcud. C.) Mevcudlar, var olan ve bulunan şeyler. Mevcudât. |
MEVCUDİYET |
Mevcudluk, varlık, mevcud ve var olma. |
MEVC-ZEN |
f. Dalgalanan, dalgalı deniz. Dalga vuran. |
MEVDU |
(Mevdua) Emanet bırakılmış, tevdi olunmuş. |
MEVDUAT |
(Mevdu. C.) Emanet bırakılmış şeyler. * Bankaya konan para ki, faizle
olduğundan haramdır. (Bak: Riba) |
MEVDUD(E) |
Sevilmiş, kendisine muhabbet edilmiş. Sevgi gösterilmiş. |
MEVDUNE |
(Mevzune) Altın, inci veya elmasla işlemeli şey. Murassa. |
MEVECAT |
(Mevce. C.) Dalgalar. |
MEVEDDET |
Dostluk. Sevgi. Muhabbet. Muhabbet etmek. Sevmek. |
MEVETAN |
Canı olmayan nesneler. * İhya olunmayan, ekilip biçilmeyen arazi. |
MEVFUR |
(Vefir. den) Tam olan şey. Çoğaltılmış. Çok. Kesir. Bisyâr. Evfer. *
Edb: Aruz kalıblarından biri. |
MEVH |
Avucuyla su içmek. |
MEVH |
Kuyunun suyu çok olmak. |
MEVHİBE |
İhsan. Sevgi. Hediye. |
MEVHİBE-İ İLÂHİYE |
Cenab-ı Hakk'ın ihsan ve hediyesi. |
MEVHİL |
(Vahl. den) Çamurlu yer. |
MEVHİN |
Gece yarısına yakın vakit. |
MEVHUB |
(C.: Mevâhib) (Vehb. den) İhsan edilmiş, verilmiş, hibe olunmuş,
bağışlanmış. * Fık: Karşılıksız olarak birine verilmiş. |
MEVHUBAT |
(Mevhub. C.) Bağışlar, ihsanlar, bahşişler. |
MEVHUBE |
Verilmiş. İhsan edilmiş. Karşılıksız olarak birisine verilmiş mal. |
MEVHUM |
Aslı olmayıp evham mahsulü olan. Vehim. |
MEVHUMÂT |
Mevhumlar. Asılsız olduğu hâlde zihinde meydana gelen şeyler. |
MEVHUME |
Vehim, kuruntu ve hayâl nev'inden bir şey. |
MEVHUN |
Zayıf ve arık adam. Zayıflamış kimse. |
MEV'İD |
Va'din yerine getirildiği yer. * Vaad etmek. Vaad. Söz vermek. |
MEV'İD-İ MÜLÂKAT |
Buluşma yeri. |
MEV'İL |
Sığınacak yer. * Sel suyunun karar kıldığı yer. |
MEV'İZA |
Mev'ize. Öğüt. Nasihat. * Bir cemaate veya kimseye kalbini yumuşatacak
ve iyiliğe sevkedecek surette hakikatları ders vermek. |
MEV'İZA-İ DİNİYE |
Dinî nasihat. |
MEV'İZAKÂR |
f. Nasihat veren, öğüt eden. Nâsih. |
MEVK |
Bir şeyin ucuz olması. |
MEVK |
Örümcek, ankebut. |
MEVKIF |
Durak. Durulacak yer. Ayakta duracak yer. İstasyon. |
MEVKİ' |
Yer. * Sınıflandırılmış yerlerden her biri. * Vapur, tren gibi yerlerde
sınıflandırılmış, değeri yüksek olan yer. * Bir şeyin bulunduğu veya vukua
geldiği yer. |
MEVKİB |
Kafile. Alay. Atlı veya yaya giden kafile. Cemaat. |
MEVKİB-İ İKBAL |
Talihli kafile. |
MEVKİD |
Ateş ocağı. |
MEVKİN |
(C.: Mevâkin) Kuş yuvası. |
MEVKİT |
(C.: Mevâkit) Tâyin ve tesbit edilip kararlaştırılan yer veya zaman. |
MEVKUD |
(İkad. dan) Yakılmış. Yandırılmış olan. |
MEVKUF |
Durdurulan. Vakfedilen. Dâimi bir halde bırakılan. * Tevkif edilen.
Tutulup hapsedilen. * Ait, bağlı. |
MEVKUFAT |
(Mevkufe. C.) Bir zaman için tutulup alıkonulmuş mal veya para. *
Vakfedilmiş mal, emlâk. * Gelirden artıp hazineye mâl edilen para. |
MEVKUFEN |
Mevkuf olarak. |
MEVKUFÎN |
(Mevkuf. C.) Tevkif edilmiş kimseler. Tutuklular. Mevkuflar. |
MEVKUFİYYET |
Maznunun hüküm giyinceye kadar hapsedilmesi. Hapsedilme hâli. * Bağlı
olma. |
MEVKÛL |
(Vekâlet. den) Bir vekile emanet edilen. |
MEVKÛLÜN İLEYH |
Kendisine bir iş bırakılan adam. Vekil. |
MEVKUM |
Hüznü şiddetli olan. |
MEVKUT |
Vakitli. Vakti belli olan. Mahdud ve muayyen olmuş vakit. |
MEVKUTE |
Zamanı muayyen, belirli olarak çıkan matbuât. Gazete, mecmua gibi
şeyler. |
MEVKUZE |
Ağaçla vurulmuş. |
MEVLA |
Sahib. Rabb. * Efendi. Köleyi âzad eden. * Şanlı. Şerefli. Mâlik. *
Mün'im-i Mutlak olan Cenab-ı Hak (C.C.). * Terbiye eden, mürebbi. *
Yardımcı, muavenet eden. * Dost ve komşu. * Azâd olan. |
MEVLÂ-YI KERİM |
İkram sahibi olan Cenab-ı Hak (C.C.) |
MEVLANA |
"Efendimiz, mevlâmız" mânâsında olan bu kelime, hürmeten büyük
kimselere söylenmiştir. Hazret mânâsında da kullanılır. |
MEVLANA CAMİ |
(Bak: Câmi) |
MEVLANA HALİD |
(Hi: 1192-1242) Yüzyıl evvelinin müceddidi olduğu milyonlarca irşad
ettiği kimselerin şehadetiyle sabit olmuştur. Şam'da vefat etmiştir. Hz.
Osman bin Affan (R.A.) soyundandır. İlim ve takvada ve her çeşit makbul
vasıflarda, devrindeki en ileri âlimlerin ve velilerin fevkinde idi. Bütün
ömrünü zühd ve verâ ile geçirdi. Çok âlim ve veli yetiştirdi. Nahivde,
kelâmda, fıkıhda, tasavvufda kıymetli eserler verdi. O zamanda Hindistanda
bulunan Kutub Abdullah Dehleviden ders almıştı. |
MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMİ |
Hi: 672 de Belh'de doğdu. Konya'ya geldi ve yerleşti. Mühim eseri
Farsça ve manzum yazdığı Mesnevi'sidir. İkişer mısralı kafiyeli şekilde
olduğundan bu isim verilmiştir. Mevlevi Tarikatının piri ve serefrâzıdır. |
MEVLEVÎ |
Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretlerinin tarikatından olan müslüman. |
MEVLEVİYYET |
Mevlevilik. Mevlevi tarikından olmak. * Mollalık. * Müderrislikten
sonra gelen ilmiye sınıfından oluş. * Eyâlet kadılığı; yani, bir eyâletin
bütün hukuki ve kazai işlerine bilfiil bakan kadı. "Mevâli" de denir. |
MEVLİD |
Doğma. Dünyaya gelme. * Doğulan yer veya zaman. * Peygamberimiz Hz.
Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın doğumunu anlatan manzum eser, dini
manzume. (Bak: Süleyman Çelebi) |
MEVLİD-HÂN |
Mevlid okuyan. |
MEVLİM |
İncitip acıtan. Elem veren. |
MEVLUD |
Çocuk. Yeni doğmuş çocuk. * Birisinin doğması. * Mevâlid-i selâseden
herbiri. |
MEVLUDAT |
(Mevlud. C.) Belirli bir zaman içinde doğanlar. |
MEVLUDÜN LEH |
Çocuk kendisinin olduğu tebeyyün eden, bilinen baba. |
MEVMAT |
(C: Mevâmi) Sahrâ. Çöl. * Yazı. |
MEVN |
Bir kimsenin zahmetini çekmek. * Nafakalarını vermek. |
MEVR |
Başka te'sirle bir şeyin dalga gibi gidip gelmesi. Çalkanmak. * Suyun
yeryüzüne yayılması. * Hayvanlardan yün almak. * Yol, tarik. * Toz, gubar. *
Rücu etmek, döndürmek. |
MEVRİD |
Varılan yer. Vasıl yeri. * Cadde. Yol. Tarik. |
MEVRİD-İ NASS |
Nass ile gelen mes'ele. Nass olan yer. Kat'i delil olan husus. |
MEVRUD |
(C.: Mevrudât) Gelmiş. Vürud etmiş. Gelen. |
MEVRUDÂT |
(Mevrude. C.) Gelen şeyler. |
MEVRUDE |
(C.: Mevrudât) Ulaşmış, gelmiş. |
MEVRUS(E) |
Vereseye âit olan. Miras edilmiş. Miras edilen eşya. |
MEVRUSAT |
Mirastan gelenler. |
MEVS |
Yolmak. Traş etmek. |
MEVS |
Ekmeği suyla ıslatmak. |
MEVS |
Yıkamak. |
MEVSIK |
İtimad etmek. Emniyet etmek. İnanmak. * Yemin. Sözleşme. |
MEVSİL |
(Vusul. den) Kavşak. Kavuşacak yer. * Ek yeri. |
MEVSİM |
(C: Mevâsim) Pazar yeri. * Arap pazargâhları. * Yılın dört kısmından
biri. * Zaman. Vakit. Alâmet. |
MEVSİM-İ HARİF |
Sonbahar, güz devresi. |
MEVSİM-İ SAYF |
Yaz mevsimi, yaz devresi. |
MEVSİM-İ ŞİTÂ |
Kış mevsimi. |
MEVSİM BE MEVSİM |
Zaman zaman. Mevsimden mevsime, zamanı geldikçe. |
MEVSUF |
Vasıflanan. Bir sıfatla tavsif edilen. * Kendisinde bir sıfat mevcud
olan, kendisine bir sıfat isnad edilmiş olan. |
MEVSUK |
Kendisine inanılır olan. Şâyân-ı itimad olan. * Sağlam. * Vesikalı.
Delile dayanan hakikat. |
MEVSUK-UL KELİM |
Sözlerine inanılır. Söylediği şeylere itimad edip güvenilir. |
MEVSUKAN |
Sağlam, delile dayanır, itimad edilir şekilde. |
MEVSUKİYET |
Sağlamlık, gerçeklik. İnanılır hâl. |
MEVSUL |
Erişen. Vasıl olan. * Birleşmiş. Kendine başka şey vasıl olmuş olan.
Bitirmiş. Vasledilmiş. |
MEVSULE |
Bitiştirilmiş. |
MEVSUM |
(Vesm. den) İşaretlenmiş, damgalanmış, nişanlanmış. * Ad verilmiş,
isimlendirilmiş. |
MEVSUME |
Tamamen baştan aşağı süslü zırh. * Bahar yağmuru ile ıslanmış toprak. |
MEVSUT |
Ortada. Vasat olan. |
MEVT |
Ölüm. Âhirete göç. Dünyadan gitmek. * Mevt, mü'minler için dünya
vazifelerinden ve imtihanından bir paydostur.(Sual: Furkan-ı Hakîm'de $ gibi
âyetlerde: "Mevt dahi, hayat gibi mahluktur, hem bir ni'mettir." diye ifham
ediliyor. Halbuki zâhiren mevt, inhilâldir, ademdir, tefessühtür, hayatın
sönmesidir, hâdim-ül-lezzattır... Nasıl mahluk ve ni'met olabilir?Elcevab:
"Birinci Suâl"in cevabının âhirinde denildiği gibi, mevt, vazife-i hayattan
bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuddur,
hayat-ı bâkıyeye bir dâvettir, bir mebde'dir, bir hayat-ı bâkıyenin
mukaddimesidir. Nasılki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir;
öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile, bir hikmet ve tedbir
iledir. Çünki, en basit tabaka-i hayat olan hayat-ı nebâtiyenin mevti,
hayattan daha muntazam bir eser-i san'at olduğunu gösteriyor. Zira
meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların mevti tefessüh ile, çürümek ve
dağılmakla göründüğü halde, gayet muntazam bir muamele-i kimyeviye ve
mizanlı bir imtizâcat-ı unsuriye ve hikmetli bir teşekkülât-ı zerreviyeden
ibaret olan bir yoğurmaktır ki, bu görünmeyen intizamlı ve hikmetli ölümü,
sünbülün hayatiyle tezahür ediyor. Demek çekirdeğin mevti, sünbülün mebde-i
hayatıdır; belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi hayat kadar
mahluk ve muntazamdır.Hem zihayat meyvelerin yahut hayvanların mide-i
insaniyede ölümleri, hayat-ı insaniyeye çıkmalarına menşe' olduğundan; "o
mevt, onların hayatından daha muntazam ve mahluk" denilir.İşte en edna
tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti; böyle mahluk, hikmetli ve
intizamlı olsa, tabaka-i hayatın en ulvisi olan hayat-ı insaniyenin başına
gelen mevt, elbette yer altına girmiş bir çekirdeğin hava âleminde bir ağaç
olması gibi, yer altına giren bir insan da, âlem-i berzahta elbette bir
hayat-ı bâkıye sünbülü verecektir. M.)(Sizlere müjde! Mevt: İdam değil,
hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firâk-ı ebedî değil,
adem değil, tesâdüf değil, fâilsiz bir in'idam değil; belki, bir Fâil-i
Hakîm-i Rahim tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i
ebediyye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksandokuz
ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır. M.) |
MEVT-İ AHMER |
Kızıl ölüm. Kanlı ölüm. Öldürülmek. * Tas: Nefse karşı koymak. |
MEVT-İ EBYAZ |
Ani ölüm. * Açlık. |
MEVT-İ ESVED |
Boğazı sıkılmak veya suya atılmak suretiyle husule gelen ölüm. |
MEVT-İ HÂİL |
Korkunç ölüm. |
MEVTA |
Ölüler. Ölmüşler. Cenâzeler. |
MEVTA' |
Ayağın bastığı yer. |
MEVTAÎ |
Ölü gibi, ölüye benzer. |
MEVT-ALUD |
f. Ölüm gibi. Ölümlü. Korkunç. Ölü gibi. |
MEVTAN |
(Mevetan) Cansız. * Baygın. |
MEVTIN |
(C.: Mevatın) Yerleşip oturulan, yurt edinilen yer. |
MEVTÎ |
Ölümle ilgili, mevte ait. |
MEV'UD |
Söz verilmiş. Vaadedilmiş. Vâdeli. Vadesi muayyen ve mukadder olan. *
Evvelden takdir olunmuş. |
MEV'UDE |
Küçükken diri diri gömülüp öldürülen kızcağız. |
ME'VUM |
Koca başlı ve gövdeli kimse. |
MEV'ÜF |
Afete uğramış nesne. |
MEVVAC |
Çok dalgalanan. Çok dalgalı. Fırtınalı. * Radyo. |
MEVVAR |
Seri, çabuk, hızlı, sür'atli. |
MEVZ |
Muz ağacı. |
MEVZİ' |
Bir şey konulacak yer. |
MEVZU' |
Bahis. Üzerinde durulan mes'ele. * Aşağılanmış olan. * Konulmuş. Vaz
olunmuş. * Uydurma. Doğru ve hakikat olmayan. * Geçer olan, muteber,
işlemekte olan, câri. |
MEVZU-U BAHS |
Kendisinden bahsedilen. Bahis konusu. |
MEVZUA |
Kabul edilmiş esas. İlk önce ele alınan fikir. Müsellem ve âşikâr olan
kaziyye, hüküm. |
MEVZUAT |
Bahsedilen hususlar. Bir şeyin esasını teşkil eden hususat. Tatbikat
halinde olan hükümler ve kaideler. |
MEVZUAT-I BEŞER |
İnsanların koyup kabul ettikleri hükümler ve kanunlar. |
MEVZUN |
Vezinli. Ölçülü. Tartılı. Düzgün. * Yakışıklı. * Her bir vasfı ölçülü
ve i'tidal üzere bulunup, sırf iyi ve güzel şeylere nâil olan. |
MEVZUNAT |
(Mevzun ve Mevzune. C.) Vezinli ve tartılı şeyler. |
MEVZUNEN |
Vezinli olarak. Ölçülü olarak. |
MEVZUNİYET |
Düzgün, hesaplı ve düzenli. * Mevzun olma hâli. |
MEY |
f. şarap, içki. (Bak: şarab) |
MEY' |
Eriyip akma. |
MEY'A |
(Mey'at) Yiğitlik başlangıcı. * Atı koşuya alıştırmak. * Erimiş sıvı
madde. * Yere dökülen bir sıvının akıp gitmesi. * Bir şeyin ilk zamanı.
Tâzelik vakti. |
MEYADİN |
(Meydan. C.) Meydanlar. Geniş yerler. Arsalar. |
MEYADİN-İ HARB |
Savaş meydanları. Muhârebe alanları. |
MEYAMİN |
(Meymenet. C.) Bereketler, mutluluklar, uğurlar. |
MEYAMİN |
(Meymun. C.) Bereketliler, uğurlular. * Maymunlar. |
MEYAN |
(Bak: Miyân) |
MEYASİR |
(Meysere. C.) Ordunun sol kanatları. Sol cenahlar. * Zenginlikler,
servetler. |
MEYASİR |
(Meysur. C.) Kolaylaştırılmış şeyler. |
MEYASİR |
Acem merkepleri. (Atlas ve ipek ile süslenen eşeklerdir.) |
MEY-AŞAM |
f. İçki içen. Şarap içen. |
MEYAZİB |
Oluklar. Su yolları. |
MEYD |
Deprenmek. Sallanmak. * Ziyaret etmek. * Hareket etmek. * Kırağı
çalmak. * Meyletmek. * Neşv ü nemâ bulmak. * Başı dönüp midesi bulanmak. |
MEYDAN |
Arsa. * Geniş yer. * Etrafı çevrilmiş, üstü açık geniş yer. |
MEYDAN-I HARB |
Savaş meydanı, muhârebe alanı, harp meydanı. |
MEYDAN-I HAŞİR |
Haşir meydanı. Haşrin yeri.(Sual: Meydan-ı Haşir nerededir?Elcevab: $
Hâlik-ı Hakîm'in herşeyde gösterdiği hikmet-i âliye, hatta tek küçük bir
şey'e, çok büyük hikmetleri takmasiyle tasrih derecesinde işaret ediyor ki:
Küre-i Arz; serseriyane, bâd-ı heva azim bir dâireyi çizmiyor.. belki mühim
bir şey etrafında dönüyor ve meydan-ı ekberin daire-i muhitasını çiziyor,
gösteriyor. Ve bir meşher-i azimin etrafında gezip, mahsulât-ı mâneviyesini
ona devrediyor ki, ileride o meşherde, enzar-ı nâs önünde gösterilecektir.
Demek, yirmibeş bin seneye karib bir daire-i muhitanın içinde, rivayete
binaen Şâm-ı Şerif kıt'ası bir çekirdek hükmünde olarak o daireyi
dolduracak, bir meydan-ı haşir bastedilecektir. Küre-i Arzın bütün mânevi
mahsulâtı, şimdilik perde-i gayb altında olan o meydanın defterlerine ve
elvahlarına gönderiliyor ve ileride meydan açıldığı vakit, sekenesini de
yine o meydana dökecek; o mânevi mahsulâtları da, gaibden şehadete
geçecektir. Evet Küre-i Arz; bir tarla, bir çeşme, bir ölçek hükmünde olarak
o meydan-ı ekberi dolduracak kadar mahsulât vermiş ve onu istiab edecek
mahlukat ondan akmış ve onu imlâ edecek masnuat ondan çıkmış. Demek Küre-i
Arz bir çekirdek ve meydan-ı haşir, içindekilerle beraber bir ağaçtır, bir
sünbüldür ve bir mahzendir. Evet, nasılki nurani bir nokta, sür'at-i
hareketiyle nurani bir hat olur veya bir daire olur. Öyle de: Küre-i Arz;
sür'atli, hikmetli hareketiyle bir daire-i vücudun temessülüne ve o daire-i
vücud mahsulâtiyle beraber, bir meydan-ı haşr-i ekberin teşekkülüne
medardır. $ M.) |
MEYDAN-I İMTİHAN-I İNS Ü CÂN |
İnsan ve cinlerin imtihan meydanı, yani dünya. |
MEYDAN-I MAHŞER |
Mahşer meydanı. |
MEYDAN DAYAĞI |
Eskiden askeri mekteblerle kışlalarda tatbik edilen cezalardan biridir.
Meydanda tatbik edildiği için bu adı almıştır. Arkadaşını yaralamak, hoca ve
zâbitine hakarette bulunmak gibi büyük kabahatlerden dolayı verilen bu dayak
cezası, saf saf dizilen bütün talebelerin; asker ise kışladaki askerlerin
huzurunda atılırdı. Cezaya çarpılacak talebe yahut asker, meydana
getirilerek cezayı icab ettiren kabahatle meydan dayağının tatbiki için
verilen karar okunduktan sonra serilen bir battaniye üzerine yüzükoyun
yatırılır, başının ucuna ve ayaklarının üstüne kuvvetli birer hademe yahut
asker oturtulur, okulun inzibât subayı, asker ise bölüğün subaylarından biri
ince kızılcık sopasıyla kaba etlerine vururdu.Bu gibi cezalar, herkes ibret
alıp bu suçlar işlenmemesi için herkesin gözü önünde icra edilirdi. |
MEYEH |
Su, mâ. |
MEYELAN |
Bir tarafa eğilmiş olma. Ziyâde meyil gösterme. İltizam.(Fıtrat yalan
söylemez. Bir çekirdekteki meyelân-ı nümuvv der: "Ben sünbülleneceğim, meyve
vereceğim." Doğru söyler. Yumurtada bir meyelân-ı hayat var. Der: "Piliç
olacağım." Biiznillâh olur. Doğru söyler. Bir avuç su, meyelân-ı incimad ile
der: "Fazla yer tutacağım." Metin demir onu yalan çıkaramaz; sözünün
doğruluğu demiri parçalar. Şu meyelânlar, iradeden gelen evâmir-i
tekviniyenin tecellileridir, cilveleridir. M.) |
MEYEZD |
f. Düğün veya işret meclisi. |
MEY-FÜRUŞ |
f. Şarap satan, meyhâneci, şarapçı. |
MEY-GUN |
f. Şarap renginde olan, kırmızıya yakın olan. |
MEY-GÜSAR |
f. İçki arkadaşı. Birlikte içki içen. |
MEYH |
şefâat etmek. * Vermek. * Avuçta su tutmak. * Sallanarak yürümek. |
MEYH |
Kuyunun suyunun çok olması. |
MEY-HANE |
f. İçki satılan ve içilen yer. |
MEY-HAR |
(Mey-hâre) f. İçki içen, içkici, ayyaş. |
MEYHEM |
"Hâlin nedir, nasılsın?" mânasına kullanılır. |
MEY-HOŞ |
f. Ekşimtrak, mayhoş. |
MEY-KEŞ |
f. İçki içen, şarap içen. |
MEYL |
Ortadan bir tarafa eğik olmak. * İstek. Yönelme. Arzu. * Sevme,
tutulma, âşık olma. * Gönül akışı. |
MEYL-İ TAHADDÎ |
Meydan okuma meyli. Üstünlüğünü göstermek fikri. |
MEYL-ÜT TAHRİB |
Bozma ve yıkma isteği, meyli. |
MEYL-ÜT TEFEVVUK |
Üstünlük elde etmek meyil ve arzusu. (Bak: Himmet) |
MEYL-ÜT TEVESSÜ' |
Genişleme isteği. Genişleme meyli. |
MEYL-ÜT TEZEYYÜD |
Tekellüfle sözü uzatma, artırma arzusu. |
MEYLA' |
Otsuz sahra, çöl. * Acele, hızlı, seri. |
MEYLA |
Çok budaklı ağaç. |
MEYLAB |
Za'ferân. |
MEYLAK |
Seri ve aceleci kimse. |
MEYLEN |
Eğilerek, meylederek. O taraftan olarak. |
MEYLETMEK |
Bir tarafa doğru eğilmek. Bir tarafa yönelmek. * Sevgisini vermek,
eğilmek. Gönül vermek. |
MEYLİYAT |
Bir tarafa meyleden istekler. |
MEYMENE |
Sağ kol, sağ taraf. * Meymenet, yümn-ü bereket. Bereket. Kuvvetlilik.
Uğurluluk. Kutluluk. |
MEYMUM |
Denize atılmış olan. |
MEYMUN |
Bereketli, uğurlu. Kuvvetli. Kutlu. |
MEYN |
(C.: Müyun) Yalan. Yalan söyleme. |
MEY-PEREST |
(C: Meyperestân) f. Devamlı şarap içen. |
MEYS |
Ceviz ağacı. * Sallana sallana yürümek. |
MEYSA |
(C: Miyes) Yumuşak yer. |
MEYSAN |
Sallana sallana yürümek. |
MEYSEME |
(Vesm. den) Damga, damgalanmış. |
MEYSERE |
(C.: Meyâsir) Ordunun sol cenâhı. Sol cenâh. * Zenginlik, servet. |
MEYSİR |
Meyser. Kolaylık yeri. Kolaylık. * Kumar. Arablar arasında ok ile
oynanan kumar. * Kumar için kesilen hayvan. |
MEYSUR |
Kolay. Kolay olmuş. Asan. Kolay kılınmış şey. |
MEYSURAT |
(Meysur ve Meysure. C.) Kolaylatılmış şeyler. Asan edilmiş şeyler. |
MEYŞ |
Halt etmek, karıştırmak. * Koyun sütünü keçi sütüne karıştırmak. * Yünü
kıla karıştırmak. * Sözün birazını söyleyip, bir kısmını söylememe. |
MEYT |
(Meyyit) Ölü. Cansız. Ölmüş. Hareketsiz. |
MEYT (MİYÂT) |
Irak olmak, ırak etmek. Uzak olmak, uzaklaştırmak. Karışmak. |
MEYTE |
Hayvan leşi. |
MEYTEHÂR |
Hayvan leşi yiyen. |
ME'YUS |
Ümidsiz. Kederli. Ye'se düşmüş. Ümidi kesik. |
ME'YUSÂNE |
Ümidsizlikle. (Bak: Ye's) |
MEYVE |
(C: Meyvecât) f. Meyva, yemiş. |
MEYVE-İ DİL |
"Gönül meyvesi": Evlât, çocuk. |
MEYVE-İ HUŞK |
Kuru yemiş. |
MEYVEBAR |
f. Yemiş veren, meyveli. |
MEYVECAT |
(Meyve. C.) f. Yemişler, meyveler. |
MEYVEDAR |
f. Yemişli, meyveli, meyve veren. |
MEYVEFÜRUŞ |
f. Meyve satan, yemiş satan. Manav. |
MEYVEHA |
(Meyve. C.) f. Meyveler, yemişler. |
MEYYAL |
Çok meyleden, eğilen. Çok istekli, düşkün. |
MEYYAL-İ İNHİDÂM |
Yıkılmak üzere bulunan. Neredeyse göçecek durumda olan. |
MEYYAL-İ İ'TİLÂ |
Yükselmeğe çok meyilli ve istekli. |
MEYYAN |
Yalancı. |
MEYYİT |
(Mevt. den) Ölü. Cansız. Ölmüş. |
MEYYİT-İ MÜTEHARRİK |
Hareket halindeki ölü. * Mc: Sağ olup, gayret sahibi olmayanlara
söylenir. |
MEYYİT-İ SÂMİTE |
f. Susan ölü. Sessiz ölü. * Hareketsiz. |
MEYYİTÂNE |
f. Ölü gibicesine. Ölmüşçesine. |
MEYYİTE |
Hayvan leşi. * Kadın cenazesi. |
MEYZ |
Ayırmak, birşeyi denklerinden üstün tutmak. * Bir yerden bir yere
geçmek. |
MEYZER |
(C: Meyâzir) Peştemal. |
MEZ' |
Evmek, acele, sür'at. * Kesmek. |
MEZ' |
Haberin bazısını söyleyip bazısını gizlemek. |
MEZA |
"Geçti" mânâsına mâzi fiilidir. |
MEZABBE |
Keleri çok olan yer. |
MEZABIT |
(Mazbata. C.) Mazbatalar, tutanaklar. |
MEZABÎ |
Yer yarmak, kazmak. |
MEZABİH |
Mezbahalar. Hayvan kesilen yerler. |
MEZABİL |
(Mezbele. C.) Mezbelelikler, süprüntülükler, çöplükler. |
MEZABİR |
(Mizber. C.) Kalemler, kamışlar. |
MEZAD |
Artırma ile yapılan satış. * Tuluk, dağarcık. |
MEZADE |
(C.: Mezaid) Tuluk, dağarcık. |
MEZAHİB |
Mezhebler. İslâm itikadı ve amel hususunda esas ittihaz olunan yollar.
(Bak: Müctehid) |
MEZAHİB-İ ERBAA |
Dört mezheb. (Bak: Mezheb) |
MEZAHİM |
Zahmetler. Sıkıntılar. Belâlar. |
MEZAHİM-İ HÂZIRA |
Bu zamandaki belâlar, zorluklar, anarşik hadiseler. İçtimâi zorluklar. |
MEZAHİR |
Şereflenmeler. Mazharlar. Eşyanın göründüğü yerler. Eşyanın görünen
tarafları. Zâhir ve meşhud olanlar. (Bak: Müzâhir) |
MEZAHİR |
Çiçekli yerler. |
MEZAK |
Tatmak. * Zevk tadacak yer. Damak. * Zevk. Tat duyma. |
ME'ZAK |
(Me'zel) : Dar yer. |
MEZAK |
Sür'atli yürüyen deve. |
MEZALİK |
(Mezlaka. C.) Kaygan yerler. Ayak kayacak yerler. |
MEZALİM |
Zulümler. Haksızlıklar. Eziyet ve işkenceler. |
MEZA MA MEZA |
Geçen geçti. Giden gitti. |
MEZAMİR |
(Mızmar. C.) Koşu meydanları. |
MEZAMİR |
Zebur kitabının sureleri. * Düdükler. |
MEZAMM |
Zemmetmek. Ayıplamak. |
MEZAN |
Zannolunan yerler veya şeyler. Zan ve şübhe verecek şeyler. |
MEZAN-ÜL ÎCAZ |
İcaz zannedilen yerler. |
MEZAR |
Ziyaret yeri. Ziyaretgâh. * Mezar. Kabir. Ölünün gömüldüğü yer. Makber. |
MEZAR-I ZÂR |
f. Ağlayan mezar. |
MEZARAT |
(Mezar. C.) Kabirler. Mezarlar. |
MEZARE |
Kalb katılığı. * Büyüklük, azamet. |
MEZARET |
Kalbin şiddeti. |
MEZARİ' |
(Mezraa. C.) Tarlalar, bostanlar. Zirâat olunacak yerler. |
MEZARİ-İ MÜNBİTE |
Münbit ve verimli tarlalar. |
MEZARİ' |
(Mezru. C.) Sürülüp tohum atılmış ve zirâat olunmuş yerler, tarlalar. |
MEZARİB |
(Mızrâb. C.) Mızraplar. Kanun, ud gibi çalgı âletleri. |
MEZARİK |
(Mızrâk. C.) Mızraklar, kargılar. |
MEZARİSTAN |
f. Mezarlık. |
MEZARRE |
Isırmak. |
MEZAYA |
Meziyyetler. İyilikler. Hasletler. |
MEZAYA-YI GALİYE |
Çok kıymetli, yüksek meziyetler. |
MEZAYIK |
Dar ve sıkıntılı yerler. |
MEZBAHA |
Hayvanları kesecek yer. |
MEZBELE |
Çöplük. Pis şeylerin bulunduğu süprüntü yeri. |
MEZBELE |
(C: Mezâbil) Otun sıcaktan solacak olduğu yer. |
MEZBUB |
Sinekli. |
MEZBUBE |
Sineği çok olan yer. |
MEZBUH |
Kesilen. Zebhedilen. Boğazlanmış. * Kurban edilmiş. |
MEZBUHÂNE |
f. Boğazlanır gibi. Boynundan kesilircesine. * Çırpınarak, son ümid ve
son kuvvetle. |
MEZBUL |
Solmuş çiçek. * Zayıf, arık ve zebun olmuş olan. |
MEZBUR(E) |
Adı geçen. İsmi yukarıda geçen. (Bak: Merkum) * Taş ile örülmüş kuyu. |
MEZC |
Katma. Karıştırma. |
MEZC-İ İTTİHAD |
İttihadın verdiği imtizac. Kuvvetli birlik ve beraberlik. |
MEZCEN |
Karıştırmakla. Katma suretiyle. |
MEZCETMEK |
Katmak. Karıştırmak. |
MEZCÎ |
Katıp karıştırmakla alâkalı. Mezce dair. |
MEZCUC |
Süngülenmiş. Süngü ile dürtülmüş. |
MEZD |
Misvak ağacının yemişi. |
MEZE |
Tad. Çeşni. Zevk. * Eğlence, alay, lâtife. |
MEZEBBE |
Sinekli yer. * Dizin aşağısındaki kaba etlerin etrafı. |
MEZELLET |
Alçaklık. Zelillik. |
ME'ZEM |
(C: Meâzim) Dağ içinde olan dar yol. Cenk yeri, dövüş meydanı. |
MEZEMMET |
Ayıplama. Kınama. Yerme. * Kınanacak, yerilecek iş. |
MEZEN |
Usul, kaide. Yol. Âdet. Örf. |
ME'ZENE |
(C.: Meâzin) (Ezan. dan) Ezan okunacak yer. |
ME'ZER |
(C: Meâzir) Sığınacak yer, melce. |
MEZFUFE |
Gönderilmiş. |
MEZG |
Yemeği ağızda çiğnemek. |
MEZH |
(Müzâh-Müzâha-Mizâh) : Lâtife, şaka. * Mezc, katma, karıştırma. |
MEZHAR |
(C: Mezâhır-Mezâhir) Karın içi. * Damar. |
MEZHEB |
Yol. Gidilen yol. Tutulan çığır. * Dinin esaslarında ve esas temel
mes'elelerde bir olmakla beraber, teferruatta bazı muhtelif mes'eleler
olması sebebiyle birbirinden az farklı müctehidlerin yolları.
Müctehidlerden, kendilerine tâbi olunanların seçtikleri meslekleri. Füruatta
Hanefi ve Şâfii; ve Akaidde Mâturidi ve Eş'ari gibi... Bu "Mezheb" kelimesi
asıl ve esas mânasına da kullanılır. Beyn-el ulemâ ve mukakkiklerce ince
tedkik neticesinde Kur'ân-ı Kerim'in esaslarından, Peygamber'in (A.S.M.)
emir ve sünnetlerinden ayrılmamış "Dört Mezheb" Hak olarak seçilmiştir: 1-
Hanefî Mezhebi, 2- Şâfiî Mezhebi, 3- Hanbelî Mezhebi. 4- Mâlikî Mezhebi.
(Bak: İmam)(Eğer desen: Hak bir olur; nasıl böyle dört ve oniki mezhebin
muhtelif ahkâmları hak olabilir?Elcevab: Bir su, beş muhtelif mizaçlı
hastalara göre nasıl beş hüküm alır; şöyle ki: Birisine, hastalığının
mizacına göre su, ilâçtır, tıbben vacibdir. Diğer birisine, hastalığı için
zehir gibi muzırdır; tıbben ona haramdır. Diğer birisine az zarar verir;
tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine, zararsız menfaat verir; tıbben ona
sünnettir. Diğer birisine, ne zarardır, ne menfaattir; âfiyetle içsin,
tıbben ona mübahtır. İşte hak burada taaddüd etti. Beşi de haktır. Sen
diyebilir misin ki: "Su, yalnız ilâçtır; yalnız vacibdir, başka hükmü
yoktur."İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlâhiyye; mezheplere, hikmet-i İlâhiyyenin
sevkiyle ittiba edenlere göre değişir, hem hak olarak değişir ve herbirisi
de hak olur, maslahat olur. Meselâ, hikmet-i İlâhiyyenin tensibiyle İmam-ı
Şâfiî'ye ittiba eden, ekseriyet itibariyle Hanefîlere nisbeten köylülüğe ve
bedeviliğe daha yakın olup, cemaatı birtek vücud hükmüne getiren hayat-ı
içtimaiye de nâkıs olduğundan, herbiri bizzat dergâh-ı Kadıy-ül-Hâcat'ta
kendi derdini söylemek ve hususi matlubunu istemek için, imam arkasında,
Fâtiha'yı birer birer okuyorlar. Hem ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir. İmam-ı
A'zama ittiba edenler, ekseriyet-i mutlaka itibariyle, İslâmî hükümetlerin
ekserisi, o mezhebi iltizam etmesiyle, medeniyete, şehirliliğe daha yakın ve
hayat-ı içtimaiyeye müstaid olduğundan; bir cemaat, bir şahıs hükmüne girip,
birtek adam umum namına söyler; umum, kalben onu tasdik ve rabt-ı kalb edip,
onun sözü, umumun sözü hükmüne geçtiğinden, Hanefî mezhebine göre imam
arkasında Fâtiha okunmaz. Okunmaması ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir.Hem
meselâ, mâdem, şeriat, tabiatın tecavüzatına sed çekmekle onu tâdil edip
nefs-i emmareyi terbiye eder. Elbette ekser etbâı, köylü ve nim-bedevi ve
amelelikle meşgul olan Şâfiî Mezhebine göre: "Kadına temas ile abdest
bozulur; az bir necaset zarar verir." Ekseriyet itibariyle hayat-ı
içtimaiyeye giren, nim-medeni şeklini alan insanlar, ittiba ettikleri
mezheb-i Hanefîye göre: "Mess-i nisvan abdesti bozmaz, bir dirhem kadar
necasete fetva var."İşte, bir amele ile bir efendiyi nazara alacağız. Amele,
tarz-ı maişet itibariyle; ecnebi kadınlarla ihtilâta, temasa ve bir ocak
yanında oturmaya ve mülevves şeylerin içine karışmaya mübtelâ olduğundan;
san'at ve maişet itibariyle, tabiat ve nefs-i emmaresi meydanı boş bulup
tecavüz edebilir. Onun için, şeriat onların hakkında, o tecavüzata sed
çekmek için, "Abdest bozulur, temas etme; namazını ibtâl eder, bulaşma"
mânevi kulağında bir sada-yı semâvi çınlattırır. Amma o efendi, namuslu
olmak şartiyle, âdât-ı içtimaiyesi itibariyle, ahlâk-ı umumiye namına,
ecnebi kadınlara temasa mübtelâ değil, mülevves şeylerle nezafet-i medeniye
namına kendini o kadar bulaştırmaz. Onun için şeriat, mezheb-i Hanefî
namiyle ona şiddet ve azimet göstermemiş; ruhsat tarafını gösterip,
hafifleştirmiştir. "Elin dokunmuş ise, abdestin bozulmaz; hicab edip,
kalabalık içinde su ile istinca etmemenin zararı yoktur. Bir dirhem kadar
fetva vardır" der, onu vesveseden kurtarır. İşte, denizden iki katre sana
misal... S.) |
MEZHER |
Çiçeklik. Bir çiçeği içine alan şeylerin hepsi. |
MEZHERE |
Çiçek yeri. Çiçek bahçesi. |
MEZHÜVV |
Kibirli, gururlu. |
MEZİ |
İlm-i Halde: Kadınla oynamak veya şehvetle yanına gelmek gibi hâllerde
erkeğin tenasül cihazında zuhur eden yapışkan renksiz akıcı cisim. (Bu hâl
abdesti bozar, gusül icab ettirmez) |
MEZÎD |
Çoğalma. Ziyade etme. |
MEZÎK |
Su ile karışık süt. |
MEZİL |
Daralıp gönlündeki sırrı ifşâ eden, sıkıntıdan içindeki sırrı
açıklayan. * Ayağı uyuşmuş. * Malını ve sırrını herkese gösterip açıklayan.
* Küçük cüsseli, zayıf, hafif kimse. |
MEZİLLET |
Yanlışlığa sebeb olacak şey. * Ayak kayacak yer. |
MEZİR |
Zarif kimse. * Katı kalbli ve cesur. * İşlerinde nüfuzlu olan. |
MEZİR |
Fâsid olmak, fesatçılık yapmak. |
MEZİYYAT |
(Meziyyet. C.) Meziyyetler. Üstünlük vasıfları. |
MEZİYYET |
İyilik. İyi ve salih hareket ve faaliyet.(Dünyaca havas tanınan
insanlardaki meziyet, sebeb-i tevazu' ve mahviyet iken, tahakküm ve
tekebbüre sebep olmuştur. Fukaranın aczi, avâmın fakrı, sebeb-i merhamet ve
ihsan iken; esaret ve mahkûmiyetlerine müncer olmuştur. M.) |
MEZİYYET-İ İFÂDE |
İfâde meziyeti. |
MEZK |
Yarma, yırtma. Kesme. |
MEZK |
(Mezâk-Mezka) : Tatmak, tadına bakmak. * Tadacak yer. |
MEZKUM |
Zükâm hastalığına tutulmuş. Nezle olmuş, nezleli. |
MEZKÛR |
Zikri geçen. Zikredilmiş. Evvelce bahsi geçmiş olan. (Bak:
Mezbur-Merkum) |
MEZL |
Muztarib olmak, acı ve ıztırab çekmek. |
MEZLAKA |
Ayak kayacak yer. Kaypak yer. * Mc: Yanlışlığa düşmeye sebeb olan hal. |
MEZMERE |
Çok şiddetli hareket ettirmek. |
MEZMUM |
Zemmolunmuş. Makbul olmıyarak ayıplanmış. Kötü. |
MEZMUN |
(Bak: Mazmun) |
MEZMUR |
Terennümle okunan kaside, ilâhi ve münâcat. * Hz. Dâvuda (A.S.) inen
"Zebur"un Surelerinden herbiri. |
MEZNEB |
(C: Mezânib) Kepçe. * Suyun akacak olduğu yer. |
MEZR |
(Mezra) Zarif adam. * Bir kimseye düşmanlık etmek. * Parmakla
çimdiklemek. * Su kırbasını tamamen doldurmak. * Tadını anlamak için biraz
ağzına almak, içmek. |
MEZR |
Fâsit olma. Bozuk olma. * Pis. * Ayrılık. |
MEZRAA |
Tarla. Ekilip mahsul alınan mülk, yer. |
MEZREVAN |
Dizin aşağısındaki kaba etlerin etrafı. |
MEZRU' |
Ekilmiş. Tohum ekilmiş yer. |
MEZRU' |
(C.: Mezruât) (Zirâ. dan) Arşınlanmış, ölçülmüş. Arşınla ölçülmüş. |
MEZRUAT |
Ekili olan şeyler. Ekili yerler. |
MEZRUAT |
(Mezru. C.) Arşınlanmış şeyler. Ölçülmüş nesneler. |
MEZ'UB |
Koyununa kurt gelen. |
MEZ'UK |
Mesrur, neşeli, sürurlu. * Tuzlu. |
ME'ZUN |
İzinli, izin almış. Salâhiyetli. * Diplomalı. İcâzetli. |
ME'ZUNEN |
İzinli olarak. |
ME'ZUNÎN |
(Me'zun. C.) Mezunlar. İzin almış kimseler. Salâhiyetliler. İcâzet
sahibleri. Diplomalılar. |
ME'ZUNİYET |
Me'zun olma. İzinli ve salâhiyetli olma. Diplomalı olma. |
ME'ZUNİYET-İ KAT'İYE |
Kat'i mezuniyet, kesin izin. |
ME'ZUNİYET-İ RESMİYE |
Resmi izin ve selâhiyet. |
MEZ'UR |
(Mez'ure) Korkmuş, çekinmiş. |
MEZZ(E) |
Emmek, mass. |
MEZZA' |
(C.: Mezâyi) Koğucu. * Yalan. * Sırrını gizlemeyen kişi. |
MEZZAH |
Lâtifeci, şakacı. |
MEZZER |
Halep vilâyetinden getirilen siyah taş. |
MI'CAZ |
Mak'adı büyük olan. |
MIGREFE |
(C: Megârif) Kepçe. |
MIGŞA |
Bahadır, kahraman. |
MIGTAS |
Burun, göz çanağı. |
MIHBASA |
(C: Mehâbıs) Helva küreği. |
MIHBAT |
Davar için ağaçtan yaprak dökmekte kullanılan sopa. |
MIHBAZ |
(C: Mehâbız) Hallaç tokmağı. |
MIHCEN |
(C: Mehâcin) Çomak. * Başı eğri ağaç. |
MIHDAME |
Hizmeti çok olan kişi. |
MIHFAK |
Enli yassı kılıç. |
MIHKAN |
(Mıhkana) Şırınga. Tenkıye âleti. |
MIHLAC |
Yufka oklavası. * Yün ve pamuk atacak âlet, hallaç tokmağı. |
MIHSAL |
Kilit. * Zenbil. |
MIHTAB |
Balta gibi odun kesmekte kullanılan âlet. |
MIHTAT |
Cetvel tahtası. |
MIHZAK |
Makat. |
MIKASS |
(C: Makâs) Kesecek âlet, mikrâz. |
MIKATTA |
Üzerinde kamış kalemlerin uçları kesilen sedef, kemik, ağaç, fil dişi
veya mâdenden yapılan âlet. |
MIKBES (MIKBÂS) |
(C: Mekâbis) Ateş parçası. |
MIKDEHA |
(C: Mekâdih) Kepçe. * Çakmak. |
MIKLA' |
Sapan. |
MIKLA' |
(Mıklât) (C: Mekâli) Çelik çeldikleri ağaç. * Kebap tavası. |
MIKLAD |
(C.: Mekâlid) Anahtar, miftah. Kilit dili. * Hazine. |
MIKLAT |
Evlâdı yaşamayan kadın. * Bir kez doğuran ve daha hâmile olmayan deve. |
MIKLEB |
Eski kitap ciltlerinin sol kenarındaki kapak. Ekseriya okunan yer belli
olsun için araya konurdu.* Saban demiri. |
MIKLEM (MIKLEME) |
(C: Mekâlim) Kalem koyacak kap, kalemlik. |
MIKMA' |
(C: Mekami') Fil başına vurdukları demir çomak. |
MIKMAA |
(C.: Mekami') Gürz ve topuz gibi parçalayıcı ve yarıcı silâh. |
MIKNA' |
(Mıknaa) (C.: Mekani') Başörtüsü. |
MIKNATIS |
yun. Demir ve benzeri mâdenleri kendine çekici hususiyeti bulunan
câzibe. * Başka te'sir altında kalmadan kuzey ve güney kutuplarına doğru
yönünü değiştiren demir çubuk. (İki kutbu bulunan bu mıknatıslı çubuğun
şimale bakan kısmına şimal (kuzey) ucu, cenuba çekilen ucuna da cenub
(güney) ucu diyoruz. * Mağnetik oluş. |
MIKNATISİYYET |
Mıknatıs kuvveti ve hassası. |
MIKNEB |
(C: Mekanib) Otuz kırk kadar olan at sürüsü. * Avcılar torbası. |
MIKNEVA |
Hizmet eden, hizmetçi. |
MIKRA' |
Balta gibi bir âlet olup, onunla taş parçalanır. |
MIKRA' |
Hekimlerin, hastanın vücudunu dinledikleri âlet. |
MIKRAME |
Nakışlı eşarp. Mendil. Havlu. Peştemal. |
MIKRAZ |
(C.: Mekariz) Makas. Kesecek âlet. |
MIKTAL |
(C.: Mekâtıl) Bıçkı. |
MIKTARE |
Kuş ayağına yapılan köstek. * Kelepçe. |
MIKVEM |
(C: Mekâvim) Saban ağacının tutulacak yeri. |
MIKVES |
Yay kabı. |
MIKZAF |
Kayık küreği. |
MIKZEF |
Tanbur. |
MI'LA |
Çulhaların çukur içinde ayak ile basıp oynadıkları nesne. |
MI'LAK (MA'LUK) |
(C: Meâlik) Üzengi kayışı. * Üzüm hevneği. * Et ve üzüm asılan çengel. |
MINKARÎ |
Gaga biçiminde. Gagaya benzer olan. * Gaga ile alâkalı. |
MINTAKA |
(Mıntıka) Muayyen bir yer. Havali. Taraf. Kısım. Kuşak. Kenar.
Yeryüzünde bir kısım. Bölge. |
MINTAKA-İ MEMNUA |
Yasak bölge. |
MINTIKAT-ÜL BÜRUC |
Burçlar mıntıkası. Coğ: Oniki burcun bulunduğu tutulma dairesi. (Bak:
Büruc) |
MINTIKA-İ HARRE |
Sıcak mıntıka. Ekvator iklimi olan yerler. Hatt-ı istiva mıntıkası. |
MINTÎK |
Çok düzgün konuşan. |
MINZAR |
Röntgen. * Bakma âleti. |
MIS'AD |
Merdiven. Yükseğe çıkmakta kullanılan âlet. Asansör. |
MI'SAM |
(C: Meâsım) Kolun bilezik takacak yeri. |
MI'SAR |
(C: Meâsır) Yeni hayız görmüş ve büluğuna yetişmiş olan kız. |
MISBAH |
Kandil. Çıra. Meş'ale. Lâmba. (Aya, güneşe, yıldızlara ve mecâzen de
Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) bu isim verilmiştir.)Sabah ve sabahat maddesinden
ism-i âlettir ki; sabah gibi lâtif ve kuvvetli aydınlık veren lâmba
demektir. (E.T.) |
MISBAH-ÜL MESHUR |
Sabahlayan, sabahlamış. |
MISDAGA |
Yüz yastığı. |
MISDAK |
(Sıdk. dan) Bir şeyin doğru olduğunu isbata yarayan şey. Tasdik âleti.
* Alâmet. Tavır. Tarz. Düstur. * Değer ölçüsü. |
MISDAKIYYÂT |
Mısdak ilmi. |
MISFAT |
Süzgeç. Tasfiye âleti. |
MISKAB |
Delme âleti. |
MISKAL |
Cilâlayan, parlatan âlet. * İnce. Zarif. |
MISKAT |
Su kovası. |
MISGAR |
Sarı yüzlü. |
MISKA' |
(C: Mesâki) Fasih dilli, güzel sesli kişi. |
MISR |
(C.: Emsâr) İki şey arasındaki perde, hâil. * Memleket. Şehir. *
Afrika'nın şimalinde bir memleket ismi. * Bir hububat adı. |
MISRA' |
Kapı kanadı. * Edb: Bir manzum yazının her bir satırı. Tam bir vezin
ölçüsüne göre tanzim edilmiş söz. |
MISRÂ-İ ÂZÂDE |
Edb: Başlıbaşına mânası bulunan mısra. |
MISRÂ-İ BERCESTE |
Edb: En güzel ve en kuvvetli olan mısra. |
MISRAM |
(C: Mesârim) Orak. |
MISRAN |
Basra ile Kufe şehirleri. |
MISRÎ |
(Mısriyye) Mısırlı. * Mısır ülkesiyle alâkalı. |
MISTABA |
(C.: Mesâtıb) Peyke, sedir. |
MISTABANİŞİN |
f. Sedirde oturan. |
MISTAR |
Yazının güzelliğine, düzgünlüğüne yarayan âlet. Yazı yazarken satırları
doğru gösterebilmek için lâzım olan çizgileri yapmağa yarayan âlet. *
Sıvacıların bir âleti. |
MISTAR-I HİKMET |
Hikmetin mıstarı. |
MISVA |
Uylukları zayıf ve etsiz olan kadın. |
MISVAT |
Çok haykıran, çok bağıran. * Ses kuvveti. |
MISVELE |
(C: Mesâvil) Harman süpürgesi. |
MISYAF |
Yaz günlerinde çok yağmur yağan yer. * Sakalı ağarmayınca evlenmeyen
erkek. |
MISYED(E) |
Av avlamağa mahsus âlet. Tuzak, kapan. |
MIŞAT |
(Mışt. C.) Taraklar. |
MIŞMIŞ |
Zerdali, erik veya kayısı. |
MIŞRAK |
Güneşi bol olan yer. |
MI'TA |
(C: Mıât-Mıâtâ) Bahşişi ve hediyesi çok olan kişi. |
MIT'AM |
Çok yemek yediren. |
MIT'AM |
Çok yeyici, fazla yiyen. |
MIT'AN |
(C.: Metâin) At sürücüsü. |
MI'TAR |
(C: Meâtır) Devamlı güzel kokular sürünen. |
MITFEHA |
Kevgir. |
MITHAN |
Değirmen. |
MITHAR |
Uzağa giden ok. |
MITHERE |
Su kabı. Matara. |
MI'TÎR |
Güzel kokular sürünen. |
MITLA |
(C: Metâli) Dikenli otlar biten yumuşak yer. |
MITLAK |
Sık sık kadın boşayan erkek. |
MITMER |
Yapı ipi. |
MITRAB |
Neşeli adam. Neşesi bol kimse. |
MITRAK(A) |
(C.: Metârık) Sopa, değnek. * Tokmak. * Mızrak. * Çekiç. |
MITRED |
(C: Metârıd) Avın ardından atılan kısa süngü. |
MITREDE |
Yünden veya haz denilen kumaştan yapılan elbise. |
MITRÎ |
Cendereci. |
MITV |
(C: Mitâ) Hurma salkımı. |
MITVA' |
Çok muti', çok itaatli. |
MI'VEL |
(C: Meâvi) Sivri külünk ve balta. |
MIZFAR |
Zafer kazanan. Galib. olan. Asma çubuğuna sarmaşık gibi sarılan filiz. |
MIZMAR |
(C.: Mezâmir) Koşu meydanı. Yarışma sahası. |
MIZRAB (MIZRÂB) |
(C.: Medârib) Saz zahmesi. (Onunla saz çalarlar). |
MIZRAK |
Ucu sivri uzun saplı harp âleti. Kargı. |
MIZREB |
Büyük çadır, oba. |
MIZYA' |
Malını çok harcayan kimse. Malını fazlaca zâyi eden adam. |
MIZZ |
Yemeğin lezzetinden ağzını şapırdatmak. |
MİA |
Günlük adı verilen zamk. |
MİÂ' |
(C.: Em'â) Bağırsak. |
MİÂ-İ A'VER |
Körbağırsak. |
MİÂ-İ GALİZ |
Kalınbağırsak. |
MİÂ-İ İSNÂ-AŞER |
Oniki parmak bağırsağı. |
MİÂ-İ RAKİK |
İncebağırsak. |
MİAD |
Vaad edilen gelecek zaman veya yer. * Müsaade edilen zaman. * Kıyâmet.
Mahşer. * Vaad. Müddet. |
MİÂÎ |
(Miâiyye) Bağırsakla alâkalı. |
MİAT |
(Mie. C.) Yüzler. Yüz sayıları. |
Mİ'BER |
Suyu geçmeğe yarıyan kayık, sal gibi vâsıtalar. * Köprü. Su geçme
geçidi. |
Mİ'BER |
(Mi'bere) İğne kutusu, iğne kabı. |
MİBLA' |
(Bel'. den) Obur. |
MİBNAH |
Heybe. |
MİBRED |
Eğe. * Eğe cinsinden bir yazı âleti. |
MİBREE |
Kalemtraş. Kalem açmağa yarıyan âlet. |
MİBTAN |
Çok yemekten karnı şişen etli ve yağlı kişi. |
MİBVEL |
(Mibvele) Sidik kabı. Küçük abdest edilecek delikli taş veya oluk. |
MİBZA' |
Kan almakta kullanılan âlet. Neşter. |
MİBZAG |
Nişter, kan alacak âlet. |
MİBZEL |
(C: Mebâzil) Süzgeç. |
MİBZELE |
(C: Mebazil) Her gün giyilen kaftan, günlük elbise. |
MİBZER |
Tohum ekmekte kullanılan bir âlet. |
MİCDAF |
(C: Mecâdif) Sandal, kayık küreği. |
MİCDAH |
(C: Mecâdih) Kavut karıştırdıkları ağaç. * Menazil-i Kamerden bir
yıldız. |
MİCDAR |
Bostan korkuluğu. Korkuluk. |
MİCDEL |
(C.: Mecâdil) Köşk, kasır, kâşâne. |
MİCENE |
(C.: Mevâcin-Meyâcin) Kassar tokmağı. |
MİCENN |
Kalkan, siper. |
Mİ'CER |
Bir cins kadın başörtüsü. Eşarp. |
MİCERR |
Gem çenberi. * Matkap kayışı. |
MİCERRE |
(C: Mecirr) Yer düzeltilen sürgü. * Demir kürek. ("Bel" denir) |
MİCESSE |
Ağaç budamada kullanılan keskin demir. |
MİCEŞŞ |
El değirmeni. |
MİCHAR |
Yüksek sesle konuşan. |
MİCLAT |
Ağaç budamada ve bağ filizini kesmekte kullanılan demir. |
MİCMER |
İçinde tütsü yakılan bakır yahut bronzdan küçük şamdan şeklindeki
aletin adıdır. "Buhurdan" da denilir. |
MİCR |
Çenber. |
MİCREFE |
(C: Micref-Mecarif) Ateş küreği. |
MİCSED |
Cesede yapışık olan elbise. |
MİCVAD |
Güzel şiirler söyliyen şâir. |
MİCVEB |
Bir şey kesmeye yarıyan demir. |
MİCVEL |
Gömlek. * Küçük esvap. * Kalkan. |
MİCZAF |
(C: Mecâzif) Gemi küreği. |
MİCZAM |
Pek keskin kılıç. |
MİCZEM |
Çok keskin kılıç. |
MİDA' |
Bir şeyin son bulduğu yerin sonu. * Yolun sıklaştığı yeri. |
MİDA' (MİDEA) |
(C.: Mevadi') Eski kaftan, eski elbise. |
MİD'A(T) |
Şehrin burcu. |
MİDAD |
Yazı mürekkebi. Mürekkeb. |
MİDADİYE |
Mürekkep konan şey. Mürekkep hokkası. |
MİDAE |
Kırba. Deriden su kabı. İbrik. Matara. * Çeşme lülesi. * Abdest alınan
yer. |
MİDAKA (MİDAKKA) |
Kendisiyle bir şey dövülüp ezilen şey. Havan. |
MİDANEM |
f. Biliyorum. |
MİDARE |
Çuvaldız gibi bir demir. (Kadınlar onunla saç düzeltirler.) |
MİD'AS |
Çok işlek olduğundan yumuşamış olan yol. |
MİDAS |
Pabuç. |
MİDDE |
Cerahat, irin. |
Mİ'DE |
(C.: Miad) İnsan ve hayvanlarda, yenen şeyleri hazmetmek vazifesi olan
bir iç uzvu. |
MİDE-NÜVAZ |
Mide okşayan (maydanoz). |
MİDEVÎ |
Mide ile alâkalı mideye ait. * Mideye yarar. |
MİDFA' |
(C.: Medâfi') Ask: Top. |
MİDHANE |
Buhurdan. |
MİDHAT |
Medhetme, övme. |
MİDHATGER |
f. Övücü, medhedici. |
MİDİLLİ |
At cinsinin küçük çaptaki nev'ine verilen addır. Bu türlü atlar Midilli
adasında yetiştirildiği için bu adı almıştır. |
MİDKAS |
İpek. |
MİDLES |
(C: Medâlis) Def'edecek yer. |
MİDMAK |
Binanın iskeleti. |
MİDMEK |
(C: Medâmik) Ziynet verecek âlet. * Haberi şâyi eden, duyuran nesne. |
MİDRA |
Boynuzdan veya demirden çuvaldız gibi bir nesne. (Kadınlar onunla
saçlarını düzeltip islâh ederler ve tarakla da tararlar.) |
MİDRAR |
Yağmur yağdıran bulut. * Çok su döken. |
MİDRAS |
Okuma yeri. * İçinde Tevrat dersi verilen ev. |
MİDRE |
Bahadır, kahraman. |
MİDREBE |
Demir yerine ucuna boynuz takılan süngü. |
MİDVEK |
Bir şey ezmekte kullanılan taş. |
MİDYAN |
(C.: Medâyin) Daima borç eden kimse. |
MİE |
Yüz. Yüz sayısı. |
MİETEYN |
İki yüz. (200) |
MİFAD |
Kebap demiri. |
MİFER |
Hizmetkâr, hizmetçi. |
MİFEZZA |
Tokmak. |
MİFRAK |
(C: Mefârik) Başın ortası (saçın bölük olduğu yerdir.) |
MİFRAS (MİFRÂS) |
(C: Mefâris) Gümüş kesecek âlet. * Demir. |
MİFSAD |
Kan almakta kullanılan âlet. Neşter. |
MİFSAL |
Dil, lisan. |
MİFTAH |
Açan âlet. Anahtar. Kilidleri açan anahtar. |
MİFTELE |
Yün eğirmekte kullanılan çatal değnek. |
MİFZAL |
Fazilet ve şeref sahibi. |
MİFZAL |
Gündelik iş elbisesi. |
MİG |
f. Duman, sis, duhân. * Kara bulut. |
MİGDAD |
Çok gadaplı, çok kızgın. |
MİGFER |
Ateşli silâhların icadından evvel, muharebede kılıç, mızrak ve ok gibi
harp âletlerinden korunmak için başa giyilen bir nevi başlık idi. Miğfer,
zırh ile beraber bir bütün teşkil ederdi. Osmanlı miğferleri çeşitli
şekillerde olmakla beraber genel olarak iki kısma ayrılırdı. Bir kısmı ince
bakırdan, diğer kısmı ise çelikten yapılırdı. Miğfer; tepesi sivri fes
biçiminde idi. Asıl tepeye gelecek yer temrenle süslenir, temrenin ucu kâh
sivri olur, bazan da lâfza-i Celâl ve bazı kere de hilâl ile son bulurdu. |
MİGFERÎ |
Miğfer şeklinde olan, miğfer biçiminde olan. * Miğferle ilgili. |
MİGLAK |
(C.: Megalik) Kilit, mandal. |
MİGNAK |
f. Dumanlı, sisli. Bulutlu. |
MİGSEL |
Tas, ibrik. Yıkanmada kullanılan kab. |
MİGVEL |
(C.: Megavil) İnce kılıç. Hançer. |
MİGZEL |
(C.: Megazil) İplik eğirmekte kullanılan âlet. iğ. |
MÎH |
f. Çivi, mıh. Kazık. |
MİH |
(C.: Mihâ) f. Ulu, büyük. Azim, kebir. |
MİHA |
Yaş değnek. |
MİHAD |
Yer. Arz. * Beşik. * Döşeme. Döşek. |
MİHADDE |
Baş ve yüz altına koydukları yastık. * Kazma. * Balta. |
MİHAFFE |
Mahfe. Katır veya develerin sırtına konulan ve iki kişinin
oturabileceği büyüklükte olan sepet. |
MİHAH |
(Muhh. C.) Beyinler. * İlikler. |
MİHAİL |
Resul-i Ekremin (A.S.M.) geleceğini haber veren ve bir ismi de Mişâil
olan eski zaman Peygamberlerinden bir Zâttır. Kitabının 4. bab'ında: "Ahir
zamanda bir ümmet-i merhume kaim olup, orda hakka ibadet etmek üzere,
mübarek dağı ihtiyar ederler. Ve her iklimden oraya birçok halk toplanıp
Rabb-ı Vâhide ibadet ederler. O'na şirk etmezler." diye bahsetmiştir.(İşte
şu âyet, zâhir bir surette dünyanın en mübarek dağı olan Cebel-i Arafat ve
orada her iklimden gelen hacıların tekbir ve ibadetlerini ve ümmet-i Merhume
nâmıyla şöhret-şiar olan ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) tarif ediyor. M.) |
MİHAK |
(Mahâk-Muhâk) Her arabi ayın son üç gecesi. |
MİHAL |
Kuvvet. Azab. Ukubet. |
MİHAMME |
Küçük bakır ibrik. |
MİHAMME |
Yer süpürgesi. |
MİHAN |
(Mihnet. C.) Mihnetler, sıkıntılar. |
MİHAN |
(Mih. C.) Ulular, büyükler. |
MİHANİKÎ KIRAET |
Kelimeleri, terkibleri doğru telâffuz etmekle beraber ezber dersi
dinletiyormuş gibi çabuk çabuk okumaktır. Böyle okuyuş dinleyene bir şey
anlatmaz. Ancak okuyanın mevzuu kavramış olduğunu anlatır. Öyle kıraet bir
makinanın duygusuz işlemesine benzetilir. |
MİHANİKİYYET |
yun. (Mihanik. den) Makine sanayiini ihate eden fen ve ilimler. Makine
gibi cansız şeyler. * Cansız ve duygusuz fakat ahenkli hareket ve hareket
kabiliyeti. |
MİHAR |
(Mühür. C.) At yavruları. Taylar. |
MİHAŞŞ(E) |
Ot biçtikleri âlet. Orak ve tırpan. * Ot koydukları kap. |
MİHATT |
Deriden kıl ve yün yolacak demir. |
MİHAZ |
Çizme mahmuzu. |
MİHBAZ |
(C.: Mehâbiz) Hallaç tokmağı. |
MİHBEB |
Tâne tâne kesecek âlet. |
MİHBERE |
(C.: Mehâbir) Mürekkep koydukları kap. |
MİHCEM(E) |
(C.: Mehâcim) Hacamat şişesi. * Çekip emmeğe mahsus âlet. |
MİHDA |
İçine hediye konulan kap. |
MİHEK |
f. Küçük çivi. * Karanfil. |
MİHEN |
(Bak: Mihan) |
MİHENK |
(Mihek) Altının ayarını anlamaya mahsus bir taş. Ölçü. İyiyi kötüyü
ayıran, ayar âleti. * Mc: Bir insanın kıymetini, ahlâkını anlamaya yarayan
vasıta. |
MİHFAR |
Toprak kazan âlet. Kazma. |
MİHFEN |
Değirmen sepeti. |
MİHFER(E) |
(C.: Mahâfir) Kazma. Bel. |
MÎHÎ |
f. Çivi şeklinde. Çiviye âit. |
MİHÎN |
(Mihine) Daha büyük, daha ulu. |
MÎHKADEM |
f. Ayağı kırık. |
MİHLA(T) |
İçine yulaf koyup davara vermekte kullanılan torba. |
MİHLAF |
Vaadinde çok hilâf eden, sözünde durmayan kimse. |
MİHLAK |
Ustura. |
MİHLEB |
(C.: Mehâlib) Yırtıcı kuşların tırnağı, pençesi. * Orak, bıçak. |
MİHLEB |
İçine süt sağılan kap. |
MİHMAN |
f. Misafir. |
MİHMANDAR |
f. Misafire hizmet ve yardım eden. Misafiri ağırlayan. |
MİHMANDAR-I KERİM |
Dünya misafirhanesinde kullarına yardım ve in'am eden Rabbimiz, Allah
(C.C.). * Müslümanlara dünya misafirhanesinde rehberlik eden, Hazret-i
Peygamber (A.S.M.) |
MİHMANDARÎ |
f. Mihmandarlık. Misafir ağırlayıcılık. |
MİHMANHANE |
f. Misafirhane. Misafir edilecek yer. Otel. * Mc: Dünya. |
MİHMANÎ |
f. Mihmanlık, misafirlik. |
MİHMANNEVAZ |
f. Misafire iyi muamele ederek ikram eden. Misafir ağırlayan. |
MİHMANPERVER |
f. Misafir ağırlayan, misafire ikram eden, misafir seven. |
MİHMANPERVERÎ |
f. Misafirperverlik, misafir ağırlayıcılık. |
MİHMANSERAY |
f. Misafirhane. Otel. * Mc: Dünya. |
MİHMEL |
(C.: Mehâmil) Kılıç bağı. * Büyük mahfe. |
MİHMER |
(C.: Mehâmir) Semer atı. |
MİHMEZ (MİHMÂZ) |
Çizme mahmuzu. |
MİHNEKA |
(C.: Mehânık) Maktul. * Gerdanlık. * Boğacak âlet. |
MİHNET |
Zahmet. Eziyet. Dert. Belâ. * Mc: Tecrübe, sınamak. |
MİHNET-ÂBÂD |
f. Keder, mihnet ve gam dolu olan yer. * Mc: Dünya. |
MİHNETDİDE |
f. Musibete uğramış. Keder ve mihnet görmüş. |
MİHNETGÂH |
f. Keder, gam ve mihnet çekilen yer. * Mc: Dünya. |
MİHNETKEDE |
f. Gam ve keder çekilen yer. Nihnet yeri. * Mc: Dünya. |
MİHNETKEŞ |
f. Keder, eziyet ve mihnet çeken. |
MİHNETZEDE |
f. Afet ve belâya uğramış. Keder, mihnet ve musibete giriftar olmuş. |
MİHR |
(Bak: Mehr) |
MİHRAB |
Camide imamın namaz kılarken cemaatin önünde durduğu yer. * Şiddetli
harbeden cengâver. Bahadır. * Evin şerefli yüksek yeri, çardak. * Meclisin
sadrı ve ekrem mevzii. * Mc: Harb âleti. * Orman. * Melikin hususi makamı. *
Mc: Şeytan ve hevâ ile muharebe edecek yer. * Ümit bağlanan yer. |
MİHRAB-I CEMŞİD |
Güneş, Şems. |
MİHRACE |
(Hind'ce: Mahraca) Hindistan'da Hindu dininden olan hükümdarların
büyüklerine verilen ünvandır. Hindu kral. |
MİHRAF |
Hekimin yarayı muâyene ettiği âlet. |
MİHRAK |
Çok hareket eden. * Hareket âleti. Karıştıracak nesne. |
MİHRAK |
Fiz: Küre içi biçiminde (içbükey) bir aynaya müvâzi (paralel) gelen
ışıkların, aksettikten sonra toplandıkları nokta. Yakıcı nokta. * Hareket
merkezi. |
MİHRAKÎ |
Mihrak noktasına âit. |
MİHRAK |
(C.: Mehârik) Ağaç kılıç. * Yırtıp parçalayacak âlet. |
MİHRAS |
(C.: Mehâris) Dibek taşı. |
MİHRAT |
Tennur odunu karıştırdıkları âlet. * Çiftçi sabanı. |
MİHRAT |
(C.: Mehârit) Her yıl derisi kavlayıp soyulmak âdeti olan yılan. |
MİHRBAN |
f. Merhamet ve şefkat sahibi. Muhabbetli, sevimli, yumuşak huylu ve
güleryüzlü. |
MİHRBANÎ |
f. Dostluk, muhabbet, sevgi. |
MİHRE |
f. Acemi ördekleri avlamak için su kenarlarına bağlanan ördek. |
MİHREF |
(C.: Meharif) İçine yemiş koydukları kap. |
MİHREZ |
İğne, ibre. |
MİHRGAN |
f. Sonbahar. Güz mevsimi. * Eski İranlıların iki büyük bayramlarından
birinin adı. |
MİHRNAZ |
f. Naz güneşi. Çok nazlı. |
MİHSAD |
Ekin orağı. |
MİHSAF |
(C.: Mehâsıf) Biz dedikleri ince uzun demir. |
MİHSAL |
Ok yapılan demir. |
MİHSAL |
Keskin kılıç. |
MİHSARRE |
Bir kimsenin elinde tuttuğu sopa veya değnek. |
MİHSERE |
Süpürge. |
MİHŞAH |
(C.: Mehâşi) Kaba kilim. |
MİHTAB |
Balta. Odun kesmekte kullanılan âlet. |
MİHTAT |
Cetvel tahtası. |
MİHTER |
(C.: Mihterân) Daha büyük. Daha ulu. |
MİHTERÂN |
(Mihter. C.) f. Daha büyükler. |
MİHTERÎ |
f. Büyüklük, ululuk, azimlik. |
MİHVAL |
Çok hilekâr. Hileci. Dolandırıcı. |
MİHVEKA |
Süpürge. |
MİHVER |
Dünyanın kuzey ve güneş kutbu arasından geçtiği farz olunan hat, dönen
bir şeyin ortasından geçen mil. Düzgün geometrik şekilleri iki eşit kısma
ayıran doğru çizgi. Çark ve tekerlek gibi dönen şeylerin ortasından geçen
mil. Merkez. * Mat: Üzerinde bir müsbet ciheti var farzedilen sonsuz hat. *
Kağnı arabasının dingili. |
MİHVER-İ ÂLEM |
Arzın merkezinden geçerek semâ küresini her iki tarafta kesen mevhum
hat. |
MİHVER-İ HAREKÂT |
Askeri harekâtın yapıldığı yer. |
MİHVER-İ ARZ |
Arzın kuzey ve güney kutupları arasında uzanıp, merkezden geçtiği farz
olunan hat. |
MİHVER-İ NEBAT |
Kök, gövde ve yaprakların tamamı. |
MİHYAC |
Şiddetli. * Çok, ziyâde, fazla. |
MİHYAF |
Tez susayan davar. |
MİHYAL |
Bir yıl ekilip, bir yıl ekilmeyen arazi. |
MİHYAT |
İğne. |
MİHZA (MİHZAB) |
Ateş karıştırmakta kullanılan ağaç. |
MİHZAB |
Boyacıların elbise boyadıkları küp. |
MİHZAC |
Çamaşır tokacı. |
MİHZAK |
Çok gülen kadın. |
MİHZAR |
Mânâsız ve saçma sapan sözler konuşan. |
MÎK |
f. Çekirge. |
MÎK |
Çabuk ağlayan, yufka yürekli olan. |
MİKA |
Muhabbet, sevgi. |
MİKAA |
Kassarların üzerinde bez döğdükleri ağaç. * Kassarlar tokmağı. * Yaşlı
ve uzun boylu kimse. |
MİK'AB |
Geo: Küb. * Mat: İki defa kendisi ile çarpılan sayı. |
Mİ'KAB |
Kızdan sonra oğlan doğuran kadın. Bir oğlan sonra bir kız doğuran. |
MİK'AB |
(C.: Mekâıb) Topuk mesti. |
MİKÂİL |
Rezzakıyyet arşının hamelesi olan büyük Melek. Dört Büyük Melekten
birisi. (Bak: Melâike) |
MİKAMME |
Süpürge. |
MİKAT |
Bağırdak ipi, (oğlancıkları beşikte onunla bağlarlar.) * Kesilme ânında
koyunun ayağını bağladıkları ip. |
MİKAT |
Bir iş için tayin edilen zaman veya yer. * Mekke-i Mükerreme yolu
üzerinde hacıların ihrama girdikleri yer. |
MİKATÎ |
Hacc mevsimini beklemek üzere Mekke-i Mükerreme'de kalan kimse. |
MİKAT SÜNNETİ |
Hacca niyet edenin ihrama girmesi. |
MİKATT |
(C.: Mikât) Üzerinde kalem kesecek âlet. |
MİKDAD |
Demir kesme âleti. |
MİKDAM |
(C.: Makadim) Çok ayaklı. * Kıdemli. * Çok çabalayıp uğraşan. Fazlaca
gayret sarfedip ikdâm eden. |
MİKDAR |
Parça. Kısım. Bölük. * Kıymet. Değer. Derece. |
MİKDAR-I KÂFİ |
Yeter derecede. |
MİKDAR-I KAMET |
Namaza başlamak için okunan kamet zamanı kadar. |
MİKELE |
Sofra takımı. |
MİKHAL |
(C.: Mekâhil) Göze sürme çekmekte kullanılan âlet. |
MİKLEB |
Eskiden ciltlenen kitapların sol tarafındaki fazlalık parçanın adı. |
MİKLEME |
Kalemlik, kalem konacak âlet. |
MİKNE |
(C: Mekenât) Süpürge. |
MİKNESE |
Süpürge. |
MİKNET |
Güç, kudret, kuvvet. |
MİKRA' |
Balta gibi bir alettir ve onunla taş parçalarlar. |
MİKRAA |
(C: Mekâri) Davul çomağı. * Çoban değneği. |
MİKRAM |
Çok ikram ve kerem eden. Bağışlayan, ihsan eden. |
MİKRAM (MİKRAME) |
(C: Mekârim) Kadınların başını ve yüzünü örttükleri nakışlı bez. |
MİKRAT |
(C: Mekârâ) Su mecrâsı. (Her taraftan gelen yağmur suyu orada
toplanır.) * Büyük havuz. * Büyük çanak. |
MİKRAZ |
(C.: Mekariz) Makas. |
MİKREB |
(C.: Mekârib) Çift sürmede kullanılan saban. |
MİKRON |
Fr. Metrenin milyonda biri. Milimetrenin binde biri. |
MİKROSKOP |
Fr. Gözle görülmeyecek kadar küçük cisimleri, çok defa büyük göstermeye
yarayan âlet. |
MİKSAHA |
(C.: Mekâsih) Süpürge. |
MİKSAL |
Çok keskin kılıç. |
MİKSAR |
Çok konuşan, sözü uzatan, geveze. * Çoğaltan, teksir eden. |
MİKSEFE |
(Kesâfet. den) İçine elektrik enerjisi yığılan âlet. (Kondansatör) |
MİKSEHA |
(C.: Mekâsih) Süpürge. |
MİKSİR |
Çok söyleyici, çok konuşan. |
MİKŞAT |
Hattatların, kamış kalemlerinin kabuğunu soymakta kullandıkları âlet. |
MİKTA' |
Kesecek âlet. |
MİKTEBE |
Tabak üstüne örttükleri nesne. |
MİKTEL |
Onbeş sa' miktarı nesne alır ölçek. |
MİKVAL |
Çok konuşan. |
MİKVED |
(C.: Mekavid) Yular. |
MİKVEL |
Lisan. Dil. |
MİKYAL |
(C.: Mekâyil) (Keyl. den) Ölçek. Tahıl ölçeği. |
MİKYAS |
Kıyas edecek, ölçecek âlet. Ölçü âleti. Uzunluk ölçüsü. Ölçek. |
MİKYAS-I KUVVET |
Kuvvet ölçer. Dinamometre. |
MİKYAS-I MÂ |
Hidrometre. |
MİKYAS-I ZELAZİL |
Yer sarsıntısının şiddet ve yönünü gösteren âletler. |
MİKYAS-ÜL HARARE |
Harâret derecesini ölçen âlet. Termometre. |
MİKYAS-ÜL MÂYİAT |
Sıvıların yoğunluk derecesini ölçen âletin adı. |
MİKYAS-ÜR RİYAH |
Rüzgâr hızını tâyin eden âlet. |
MİL |
İğne gibi ince ve uzun bir âlet. * Göze sürme çekecek âlet. * Ucu sivri
çelik kalem. * Sivri dağ tepesi. * Bir çarkın, üzerinde döndüğü mihver,
eksen. * Elektromotordan iş tezgâhına kuvvet nakleden uzun çelik çubuk. *
Selin bıraktığı en verimli münbit toprak. * Mesafeyi gösteren işaret
çubukları. * Bir kilometreden fazla mesafe, uzaklık. |
MİL-İ BAHRÎ |
İngiliz deniz mili. (1852 metre) |
MİL-İ BERRÎ |
Kara mili. (1609 metre) |
MİLA |
Bir kap dolusu nesne. |
MİLAD |
(Velâdet. den) Doğum günü. * Hz. İsa'nın (A.S.) doğum günü kabul edilen
yıl başı. |
MİLADÎ |
Milada ait. Milada dayanan. Ekser Avrupalıların takvim başlangıcı
yaptıkları Milad yılına ait. * İsa'nın (A.S.) doğumundan itibaren başlayan
takvim ki, miladî tarih denir. |
MİLAH |
(Milh. C.) Milhler, tuzlar. |
MİLAHAT |
Gemicilik. Gemicilik bilgisi. |
MİLAK |
Bir nesnenin kıyam ve sebâtına sebep olan nesne. |
MİL'AKA |
(C.: Melâik) Tahta kaşık. |
MİL'AKA-TIRAŞ |
f. Tahta kaşık yapan. |
Mİ'LAT |
(C: Meâli) Yas tuttuğunda, kadınların gözyaşı sildikleri bez. |
MİLAT |
Duvara yaptıkları çamur. Sıva balçığı. |
MİLBEN |
Kerpiç kalıbı. * Süt sağacak kap. |
MİLDEM (MİLDÂM) |
Çekirdek dövdükleri taş. * Ahmak ve iri vücutlu kimse. |
MİLDES |
Hurma çekirdeğini dövdükleri büyük taş. |
MİL'E |
Dolu, dolusu. * Cemaat. (Bak: Mele') * Havuz. |
MİLEL |
(Millet. C.) Milletler. Bir millet sayılan topluluklar. * Bir din veya
mezhebde olan topluluklar. |
MİLEL-İ MÜTEMEDDİNE |
Medenileşmiş milletler. |
MİLEL-İ SÂİRE |
Başka, diğer milletler. |
MİLEZZ |
Katı, şiddetli, şedid. |
MİLG |
Ahmak. |
MİLH |
(C.: Emlâh-Milha-Milah) Tuz. |
MİLHA |
(Milhât) (C.: Melâhi) Eğlence, oyun, cümbüş. |
MİLHA |
(Milh. C.) Tuzlar. |
MİLHA |
Kutu. Dağarcık. |
MİLHAB |
(C.: Melâhib) Kesecek âlet. * Ber nesnenin kabuğunu soyacak âlet. |
MİLHAFE |
Bürünecek şey. Yorgan. |
MİLHE |
Güzel kelâm, lâtif söz. |
MİLHEZ |
Mürekkep karıştırmakta kullanılan bir âlet. |
MİLHÎ |
(Milhiye) Tuzla alâkalı. Tuzdan. |
MİLİ |
f. Kedi. |
MİLİS |
Fr. Orduya yardımcı halk kuvveti. |
MİLK |
Mal cinsinden olan yer. Birisinin tasarrufu altında bulunan yer. Mülk. |
MİLK-İ YEMİN |
Köle, cariye. |
MİLKA |
Eskiden mürekkep hokkalarına konulan ham iplik. |
MİLKAT |
Cerrah cımbızı. |
MİLKAT |
(C: Melâkıt) Tandırdan ekmek çıkaracak âlet. |
MİLKDAR |
f. Hükümdar, pâdişah. Mülk sâhibi. |
MİLKED |
Nesne dövecek âlet. |
MİLLET |
Bir dinden olanların topluluğu. Din, dil ve târih beraberliği bulunan
insan cemaatı. Sınıf. Topluluk. * Bir sülâleden gelenlerin hepsi. * Maddi,
mânevi bir unsurdan sayılıp beraber yaşayanların hepsi. |
MİLLET-İ BEYZA |
Bütün Müslümanlar. |
MİLLET-İ HÂKİME |
Hâkim millet. |
MİLLET-İ MERHUME |
Müslümanlar, İslâm Milleti. (Allah'a ve onları ebedi saadete sevkeden
emirlerine itaat ettiklerinden, kendileri rahmete mazhar olmuşlardır.) |
MİLLÎ |
(Milliye) Din ve millete âit, milletle alâkalı, millete mensub. |
MİLLİYET |
Ümmet. Aralarında din, dil ve tarih birliği olan topluluktaki hâl.
Millet olma. Aralarında maddi mânevi birlik ve beraberlik râbıtaları bulunan
topluluktaki vasıf. (Milliyetimiz bir vücuddur. Ruhu, İslâmiyyet; aklı,
Kur'ân ve imândır.)(Kimin himmeti milleti ise, o tek başiyle küçük bir
millettir. M.)(Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas
Avrupa zâlimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ
ki, parçalayıp, onları yutsunlar.Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsâni
var; gafletkârâne bir lezzet var; şeâmetli bir kuvvet var. Onun için şu
zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara, "Fikr-i milliyeti bırakınız!"
denilmez. Fakat, fikr-i milliyet iki kısımdır. Bir kısmı menfîdir.
Şeâmetlidir, zararlıdır; başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adâvetle
devam eder, mütayakkız davranır. Şu ise, muhâsamet ve keşmekeşe sebebdir.
Onun içindir ki, hadis-i şerifte ferman etmiş: $Ve Kur'an da ferman etmiş: $
İşte şu hadis-i şerif ve şu âyet-i kerime; kat'i bir surette menfî bir
milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünki: Müsbet ve mukaddes
İslâmiyet milliyeti, ona ihtiyaç bırakmıyor... M.) (Bak: Türk)(Menfî
milliyette ve unsuriyet fikrinde ifrat edenlere deriz ki:Evvelâ: şu dünya
yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhaceretlere ve
tebeddülâta mâruz olmakla beraber; Merkez-i Hükümet-i İslâmiyye bu vatanda
teşkil olduktan sonra, akvâm-ı sâireden pervane gibi çokları içine atılıp,
tavattun etmişler. İşte bu halde Levh-i Mahfuz açılsa ancak hakiki unsurlar
birbirinden tefrik edilebilir. Öyle ise, hakiki unsuriyet fikrine, hareketi
ve hamiyeti bina etmek mânasız ve hem pek zararlıdır. Onun içindir ki: Menfî
milliyetçilerin ve unsuriyet-perverlerin reislerinden ve dine karşı pek
lâkayd birisi mecbur olmuş; demiş: "Dil, din bir ise; millet birdir." Mâdem
öyledir. Hakiki unsuriyete değil; belki dil, din, vatan münâsebatına
bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan
olursa, tekrar milliyet dairesine dâhildir. M.) |
MİLLİYETPERVER |
f. Milliyetini seven. |
MİLSAH |
(C.: Melâsıh) Keten tarağı. |
MİLT |
Nesebi bilinmeyen. |
MİLTAN |
Yağ değirmeni. |
MİLTAT |
Dimağa ermiş olan baş yarası. * Deniz kenarı. |
MİLVAH |
Tuzak yanında koydukları kuş. * Semiz olmayan hayvan. |
MİLVAT |
Mala. |
MİLZAB |
(C.: Melâzib) Aşırı derecede cimri, pek hasis. |
MİM |
Kur'ân-ı Kerim alfabesindeki yirmidördüncü harf olup, ebced hesabında
kırk sayısının karşılığıdır. * Tarih yazarken bazan Muharrem ayına bir
işaret olabilir. * Bir kitap veya ibarenin sonuna veya altına temme (bitti)
yerine ve "mâlum oldu, görüldü" makamında konulan bir harftir. (Bak: Ebced) |
Mİ'MAR |
İmar eden. Hüner sâhibi. İnşaat plânlarını yapan ve bunların
kurulmasına bakan san'atkâr. Binâ inşa eden mühendis. |
Mİ'MARÂN |
f. Mimarlar. |
Mİ'MARÎ |
(Mi'mariyye) Mimarlıkla alâkalı. Mimarlığa âit. * Bir yapı için mimara
verilen para. |
MİMHA |
Meni silmeye mahsus bez parçası. |
MİMHAZA |
Yayık. (Onunla yoğurttan yağ çıkarırlar.) |
MİMÎ |
(Mimiyye) Mim harfi ile alâkalı. İçinde mim harfi bulunan kelime. |
MİMLAKA |
Yer düzeltecek taş. |
MİMLEHA |
Tuzlu yer. |
MİMRAZ |
Hastalıklı, illetli. |
MİMSAH |
Yalancı. |
MİMSAHA |
Adi basacak nesne. * Yüz silecek mendil. |
MİMSİZ MEDENİYET |
Vahşilik, denîlik. Alçaklık. * Medeni kelimesinin, Kur'ân alfabesine
göre "mim" harfini kaldırırsak, denî kelimesi kalır. Buna binaen, "mimsiz
medeniyyet" de denî, alçak ve zâlim yerinde kullanılmıştır. |
MİMTAR |
Yağmurluk. |
MİN |
Arabçada harf-i cerrdir. 1- Mekân ve bir şeye başlamayı ifâde
eder.Meselâ: $ "Haftadan haftaya" da olduğu gibi.2- Teb'iz için olur.
Meselâ: $"Kim bir kavme benzemeğe özenirse onlardan sayılır" cümlesinde
olduğu gibi. Bazılarını, bir kısmını ifâde ediyor. 3- Cinsi beyan için olur.
Meselâ: $ "İşlediğiniz hayrı Allah bilir" cümlesinde "min" tebyine
(açıklamaya) vesile oluyor.4- Bedel-i ivâz (karşılık) için olur. Meselâ: $
"Ahirete bedel, dünya hayatına râzı mı oldunuz" cümlesinde olduğu gibi.5-
Tâlil (sebeb bildirmek) için olur. Meselâ: $ "Allah'tan korktuğu için
ağlıyor." cümlesinde olduğu gibi. Önündeki kelime mef'ulün leh olur.6-
İstiğrak ifadesi için olur. Gâyet, hiç bir, hiç... gibi. "Bize hiç bir
yorgunluk dokunmadı" cümlesinde olduğu gibi. $ Bâzı fiiller mef'ul-ü bihini,
"min" ile alır. Bu takdirde... den, dan... manası ile tercüme edilmez.7-
Tahsis-i alel umum (katiyyet ifadesi) için olur. Bu da zâidedir. Meselâ: $
"Hiç kimse bana gelmedi" cümlesinde olduğu gibi. Bunlardan başka "min"
harf-i icerri;fasıl mânasına, birbirine zıd iki kelimeden ikincisine dahil
olur. Bâ-i cerreye, an $, fi $, ind $, alâ $'ya müradif olur. $ Rubbemâ,
mânasına ve sıla olur. Lâm-ı zâide ve $ müz ve ba-i kasem yerinde de
kullanılır. |
MİNA |
Şişe, cam, billur. * Parlak saray. * Sırça. Kuyumcuların kullandıkları
lâcivert renkli sırça. |
MİNA' |
(C.: Miyâni) Liman. |
MİNAFAM |
f. Cam mavisi, sırça renkli. |
MİN'AM |
Çok in'am ve ihsan eden. |
MİNARAT |
(Minare. C.) Minareler. |
MİNARE |
(C.: Minarat) (Aslı menare'dir) Nur mevzii. Ezan mevkii. |
MİNA-RENK |
f. Gök mavisi. |
Mİ'NAS |
Kız doğuran kadın. |
MİN-BA'D |
Bundan sonra, bundan böyle. |
MİNBAZ |
Hallaç tokmağı. |
MİNBER |
Camide hatibin hutbe okumasına mahsus kürsü. (Rif'at mânasına olan
nebr'den ism-i âlettir.) (Bak: Hutbe)(... Minber, Vahy-i İlâhinin tebliğ
makamı olduğundan, o vesvese-i siyasiyenin hakkı yoktur ki o makâm-ı âliye
çıkabilsin. S.) |
MİNBEZE |
Yastık. |
MİNCAB |
Zayıf kimse. * Yeleği ve temreni olmayan ok. |
MİNCAR |
Havan. Havan eli. |
MİNCEDE |
Küçük asâ, küçük sopa. * Yorgancı çubuğu. |
MİNCEL |
(C.: Menâcil) Orak. Ekin orağı. |
MİNCEM |
(C.: Menâcim) Terâzi kolu. |
MİNCERE |
Soğuk suya harâret veren kızmış sıcak taş. (O suya "necire" derler.) |
MİN-CİHETİN |
Bir cihetten, bir bakıma göre. |
MİNCİLAB |
Murdar su, pis su. |
MİNDAG |
Hücum edecek âlet. |
MİNDAS |
Yeyni avret, hafif kadın. |
MİNDEF |
(C.: Menâdif) Hallaç yayı. |
MİNDEL |
Hırslı, doymaz ve açgözlü insan. Yırtıcı kimse. * Zorba, eşkiya. |
MİNDİF |
Atılmış pamuk. |
MİNDİL |
(C: Menâdil) Peşkir. Mendil. Bez parçası. |
MİN-EL-ARŞ İLE-L-FERŞ |
Arştan yeryüzüne kadar. |
MİN-EL EVVEL |
Evvelden beri. |
MİN-EL EZEL |
Ezelden beri. |
MİN-EL KADİM |
Çok evvelden. Eskiden beri. |
MİN-EL MÜHLİKAT |
Helâk edenlerden. Mühlik olanlardan. |
MİNEN |
(Minnet. C.) Minnetler. |
MİNESSERA İLESSÜREYYA |
(Mines serâ il-es süreyyâ) Yerden göğe kadar. |
MİN-EŞ ŞEMS |
Güneşten. |
MİNFAH |
(C.: Menâfih) Körük. |
MİNFAK |
Çok fazla nafaka veren. |
MİNFEHA |
Peynir mayası. |
MİN GAYR-I HADDİN |
Had harici, edeb dışı olarak. * Haddim olmayarak. |
MİNH (MİNHÜ) |
(C.: Minhüm) Ondan. (Müzekker hâli.) |
MİNHA |
(C.: Minhünn) Bundan, ondan. (Müennes hâli) |
MİNHA |
(C: Minah-Menâyih) Atiyye, bahşiş. |
MİNHAC |
Meslek. Yol. Açık ve belli yol. * f. Büyük ve işlek cadde. |
MİNHAC-I HİDAYET |
Doğru yol. Hidayet yolu. |
MİNHAC-ÜS SÜNNET |
Sünnet yolu. Sünnet caddesi. Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) gittiği,
emrettiği şeriat yolu. |
MİNHAR |
Misafirperver. Misafir kabul edip ağırlayan. |
MİNHAS |
(C.: Menâhis) Uğursuz şey. |
MİNHAT |
(C.: Menâhit) Dülger rendesi. Taş veya tahta yontmada kullanılan âlet. |
MİN-HAYSÜ-LAYAHTESİB |
Hesab edilmedik ve umulmadık yerden veya kadar (mânasında). |
MİNHÜM |
Onlardan. |
MİN.. İLA |
den... ye kadar. |
MİNKAA |
Küçük taş çömlek. |
MİNKAB |
Delecek âlet. Ateş yakmak ve tutuşmak. |
MİNKAL |
(C: Menâkıl) Çamur teknesi. |
MİNKALE |
Geo: Yarım dâire şeklinde dereceli geometri âleti. İletki. |
MİNKAR |
(C.: Menâkir) Yırtıcı kuşların gagası. * Taşçı kalemi. Taş yontmağa
mahsus kalem. |
MİNKAR-I MAHRUT |
Gagaları konik biçimde ve kuvvetli olan kuşlar. (Serçe, karga gibi) |
MİNKAR-I MEŞKUK |
Kırlangıç ve çobanaldatan gibi gagaları kısa ve çok yarık olan kuşlar. |
MİNKARÎ |
Gaga biçiminde. Gagayı andırır tarzda. |
MİNKAŞ |
(Minkaşe) Cımbız, kıskaç. * Demir kalem. |
MİNKAZ |
Uzunluğuna yarılmış, boylamasına bölünmüş. |
MİN KÜLL-İL VÜCUH |
Her yönden. Her cihetle. |
MİN-MA |
(Mimmâ okunur) Şey, nesne. O şeyden. |
MİNMAS |
Kıl yolacak âlet. |
MİNNET |
İyiliğe karşı duyulan şükür hissi. * Birisine iyilik etmek. * Yapılan
iyilikleri sayarak başa kakmak. |
MİNNETDAR |
f. Bir iyiliğe karşı minnet duyan. Yük altında kalır gibi birisinin
iyiliğine karşı mahcubiyet. |
MİNNETDARANE |
f. Minnetli olarak. Minnet eder surette. |
MİNNETDARÎ |
f. Minnetdarlık. |
MİNNETDİDE |
f. Minnet ve iyilik görmüş. |
MİNNETKEŞ |
(C.: Minnetkeşân) f. Minnet altında bulunan. Minnet çeken. |
MİNNETKEŞÂN |
(Minnetkeş. C.) Minnet altında bulunanlar, minnet çekenler. |
MİNNETŞİNÂS |
(C.: Minnetşinâsân) İyilik tanıyan. Minnet bilir. |
MİNNETŞİNÂSÎ |
f. İyilik tanıyıcılık, minnet bilirlik. |
MİNSAF |
(C: Menâsıf) Hizmetkâr, hizmetçi. |
MİNSAR (MİNSİR) |
Yardımı çok olan kimse. * Yardım edecek âlet. |
MİNSEC |
(C: Menâsic) Çulhaların bez tarağı. |
MİNSEE (MİNESSEE) |
Asâ, sopa. |
MİNSEF |
(C: Menâsif) Elek. Kalbur. Külünk. |
MİNSEGA |
(C: Menâsıg) Ekmekçilerin ekmek tozunu sildikleri nesne. * Yufka
yuvarlağı. |
MİNSER |
(C: Menâsir) Yırtıcı kuşların gagası. * Taşçı kalemi. * Yüz ile ikiyüz
adet arasında olan asker. * Önlerinde ne bulunur yıkıp yakıp târumar eden
asker. * Otuz ile kırk arasında olan at. * Kırktan elliye veya altmışa; ve
yüzden ikiyüze kadar olan at. |
MİNŞAA |
Çulha mekiği. |
MİNŞAKKA |
Yarık, çukur, oyuk. |
MİNŞAR |
(C.: Menâşir) Testere, biçki. |
MİNŞEFE |
Sünger, bez gibi su silmeğe mahsus nesne. |
MİNŞEGA |
Ot ve yem koydukları kap. |
MİNŞEL (MİNŞÂL) |
(C: Menâşil) Yemek çatalı. |
MİN-TARAFİLLAH |
Allah tarafından. Cenâb-ı Hakk'ın emriyle. |
MİNTAŞ |
(C: Menâtiş) Kıl yolacak âlet. Cımbız. |
MİNU |
Şişe, sırça, cam. * Zümrüt. * Cennet, firdevs. |
MİNU-YU HÂK |
Mezar, kabir. |
MİNVAL |
Hareket tarzı, davranış. Usul, yol. * Fayda. * Uslub, tarz. * Bez
dokuyan cüllah. |
MİN-VECHİN |
Bir bakımdan, bir cihetten. |
MİNYATÜR |
Eski el yazısı kitapları süslemek için sulu boya ile yapılan ince
resimler hakkında kullanılır bir tâbirdir. İtalyanca "minyatura"
kelimesinden alınmadır. Buna vaktiyle küçük nakış demek olan "hurde nakış"
denilirdi. (O.T.D.S.) * İnce bir san'atla yapılmış küçük resimler. |
MİNZAR |
Ayna. Bakma âleti. Gözlük. |
MİR |
Amir. Bey. Baş. Kumandan. Vâli. |
MİR-İ KELÂM |
Güzel ve zarif konuşan. |
MİRA' |
(Riya. dan) Riya etme, riyakârlık yapma. * Başkasının sözüne itiraz
edip mücâdele etme. * İçindekinin aksini söyleme. |
MİR-AB |
f. Bir kentin su işlerine bakan kişi. |
Mİ'RAC |
Merdiven, süllem. * Yükselecek yer. * En yüksek makam. * Huzur-u İlâhî.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.M.) Efendimizin, Receb ayının 27. gecesinde
Cenab-ı Hakk'ın huzuruna ruhen, cismen, hâlen çıkması mu'cizesi ki; en büyük
mu'cizelerinden birisidir.(Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nasılki Arz
ahâlisine inşikak-ı Kamer mu'cizesini göstermiş; öyle de: Semâvat ahâlisine,
Mi'rac mu'cize-i ekberini göstermiştir. İşte Mi'rac denilen şu mu'cize-i
âzamı, Otuzbirinci Söz olan Mi'rac Risalesi'ne havale ederiz. Çünki o
risale, o mu'cize-i kübrâyı, ne kadar nurani ve âli ve doğru olduğunu kat'i
bürhanlarla, hattâ mülhidlere karşı da isbat etmiştir. Yalnız, mu'cize-i
Mi'racın mukaddimesi olan Beyt-ül-Makdis seyahatı ve sabahleyin Kureyş
kavmi, Ondan Beyt-ül Makdis'in târifatını istemesi üzerine hâsıl olan bir
mu'cizeyi bahsedeceğiz. Şöyle ki:Mi'rac gecesinin sabahında, Mi'râcını
Kureyş'e haber verdi. Kureyş tekzib etti. Dediler: "Eğer Beyt-ül Makdis'e
gitmiş isen, Beyt-ül Makdis'in kapılarını ve duvarlarını ve ahvâlini bize
târif et." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman ediyor ki: $Yâni:
"Onların tekziblerinden ve suâllerinden pek çok sıkıldım. Hattâ öyle bir
sıkıntı hiç çekmemiştim. Birden Cenab-ı Hak, Beyt-ül-Makdis'i bana gösterdi;
ben de Beyt-ül-Makdis'e bakıyorum, birer birer herşey'i târif ediyordum."
İşte o vakit Kureyş baktılar ki: Beyt-ül-Makdis'ten doğru ve tam haber
veriyor...Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Kureyş'e demiş ki: "Yolda
giderken sizin bir kafilenizi gördüm kâfileniz yarın filân vakitte gelecek.
Sonra o vakit kâfileye muntazır kaldılar. Kâfile bir saat teehhür etmiş.
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ihbarı doğru çıkmak için, ehl-i
tahkikın tasdikıyla, Güneş bir saat tevakkuf etmiş. Yâni Arz, O'nun sözünü
doğru çıkarmak için; vazifesini, seyahatını bir saat tâtil etmiştir ve o
tâtili, Güneş'in sükunetiyle göstermiştir. İşte Muhammed-i Arabî
Aleyhissalâtü Vesselâm'ın birtek sözünün tasdikı için, koca Arz vazifesini
terkeder; koca Güneş şâhid olur. Böyle bir Zâtı tasdik etmeyen ve emrini
tutmayanın, ne derece bedbaht olduğunu.. ve O'nu tasdik edip emrine $
diyenlerin ne kadar bahtiyar olduklarını anla. M.) |
Mİ'RAC-UN NEBİ |
Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) huzur-u İlâhîde yükselmesi.(Mi'râc-un
Nebi : Zât-ı Ahmediyye (A.S.M.) Efendimizin seyr-i sülukundan ibârettir.
Zât-ı Muhammediye'nin bütün kâinatın fevkine çıkıp, bütün mevcudattan geçip,
bütün mahlukatın Hâlikı ile umumî, küllî, ulvî bir sohbetidir.)(Mi'rac
meselesi erkân-ı imaniyyenin usulünden sonra terettüb eden bir neticedir. Ve
erkân-ı imaniyyenin nurlarından medet alan bir nurdur. Erkân-ı imaniyyeyi
kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı elbette bizzat isbat edilmez. Çünkü
Allah'ı bilmeyen, peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabul etmeyen veya
semâvatın vücudunu inkâr eden adamlara Mi'rac'dan bahsedilmez. Evvelâ o
erkânı isbat etmek lâzım geliyor. S.) (Bak: Bast-ı zaman) |
Mİ'RAC GECESİ |
Leyle-i Mi'rac da denir. Arabî aylardan Receb-i şeri'fin yirmiyedinci
gecesidir. |
Mİ'RACİYYE |
Mi'raca âid. Mi'rac hakkında. Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.)
Mi'rac mu'cizesi hakkında yazılmış manzume veya bu hususta yazılan eser. |
MİRADE |
Mancınık taşı. |
MİRADES |
(C: Merâdis) Kuyu içinde su var mıdır diye bilmek için bıraktıkları
taş. * El değirmeni. |
MİRAH |
Sürur, neşat, sevinç. |
MİR-AHUR |
f. Sarayda at işlerine bakan memurun ünvanıdır. |
MİRALAY |
Alay kumandanı. Albay. |
MİRAN |
(Mir. C.) Beyler. |
MİRAN |
(C: Mârin) Vahşi canavar yatağı. |
MİRAN AŞİRETİ |
Cizre havalisinde Bühti ismi ile de anılan bir aşiret adı. |
MİRAR |
Kerreler. Def'alar. |
MİRAREN |
Defalarca, birçok kere. |
MİRAS |
Ölen kimseden akrabalarına ve yakınlarına kalmış olan mal, mülk.( $
olan hükm-ü Kur'anî, mahz-ı adâlet olduğu gibi, ayn-ı merhamettir. Evet
adâlettir. Çünki; ekseriyet-i mutlaka itibariyle bir erkek, bir kadın alır,
nafakasını taahhüt eder. Bir kadın ise, bir kocaya gider, nafakasını ona
yükler; irsiyetteki noksanını telâfi eder. Hem merhamettir, çünki: O zaife
kız, pederinden şefkate ve kardeşinden merhamete çok muhtaçtır. Hükm-ü
Kur'ana göre o kız, pederinden endişesiz bir şefkat görür. Pederi ona,
"Benim servetimin yarısını, ellerin ve yabanilerin ellerine geçmesine sebeb
olacak zararlı bir çocuk" nazariyle endişe edip bakmaz. O şefkate, endişe ve
hiddet karışmaz. Hem kardeşinden rekabetsiz, hasedsiz bir merhamet ve
himayet görür. Kardeşi ona, "hânedanımızın yarısını bozacak ve malımızın
mühim bir kısmını ellerin eline verecek bir rakib" nazariyle bakmaz; o
merhamete ve himayete bir kin, bir iğbirar katmaz. Şu halde o fıtraten
nazik, nâzenin ve hilkaten zaife ve nahife kız, sûreten, az bir şey
kaybeder; fakat ona bedel akaribin şefkatinden, merhametinden, tükenmez bir
servet kazanır. Yoksa rahmet-i Hak'tan ziyade ona merhamet edeceğiz diye
hakkından fazla ona hak vermek, ona merhamet değil, şedit bir zulümdür.
Belki zaman-ı câhiliyette gayret-i vahşiyaneye binaen kızlarını sağ olarak
defnetmek gibi gaddarâne bir zulmü andıracak şu zamanın hırs-ı vahşiyanesi,
merhametsiz bir şenâate yol açmak ihtimali vardır. M.) |
MİRASHAR |
f. Mirasyedi. Kendine kalan mirası yiyen. Mirashor. |
MİR'AŞ (MER'AŞ) |
Çok yüksekten uçan güvercin. |
MİR'AT |
Ayine. Ayna. * Meşhur bir cins lâle. |
MİR'AT-ÜL AYN |
Bir şeyin dış görünüşü. |
Mİ'RAZ |
(C: Meâriz) Zıpkın adı verilen yeleksiz uzun ok. * Bir sözün gizli
mânâsı. Ta'riz. |
Mİ'RAZ |
Süs için giyilen güzel elbiseler. |
MİRAZZA |
Harmanı sürecek döven. |
MİRBA |
Ganimet malının dörtte biri. |
MİRBA (MİRBÂE) |
Gözcülerin üstüne çıkıp baktıkları yüksek yer. |
MİRBAA |
Asâ, değnek, sopa. |
MİRBAT |
Davar bağlanacak bağ. |
MİRBED |
(C: Merâbid) Ev içinde olan küçük hücre (içine esvap koyarlar). * Davar
ahırı. * Davar duracak yer. * Hurma kuruttukları yer. |
MİRCEL |
(C.: Merâcil) Kazan. |
MİRDA |
Gemicilerin kullandıkları uzun ağaç. |
MİRDİYAN |
(Mirdiyane) Mersin ağacı. |
Mİ'RE |
(C: Miâr) Kin, adâvet, düşmanlık. |
MİREMME |
Sığır ve deve gibi tırnaklı hayvanların dudağı. |
MİRFA(T) |
İttifak etmek, bir olmak, birleşmek. |
MİRFAK |
Dirsek. * Mutfak. Kiler. * Semânın şimal tarafında bir yıldız ismi. |
MİRFAKA |
Dirsek yastığı. |
MİRFED |
Büyük kâse. |
MİRFEŞE |
Kürek. |
MİRGAH |
Kaymak alacak âlet. |
MİRHA |
İrhâ denilen yelmekle yelip seğirten at. |
MİRHA(T) |
(C.: Merâhâ) Yürüyücü at. |
MİRHA(T) |
Salıverilmiş, bırakılmış perde. |
MİRHAZ (MİRHÂZA) |
Gasilhâne, abdesthâne, kenif. * Çamaşır tokmağı. |
MİR'IZZA (MİR'IZÂ) |
Keçi kılının altında olan tiftik. |
MİRÎ |
Devlete âid. Devlet hazinesine mensub. |
MİRİLU |
Uzayan harblerde ve askerin kifayetsizliği zamanlarında aylıkla
toplanan askerler. Bunlar talimsiz, intizamsız oldukları için "Nefer-i âm:
Bütün halkın cenge sürülmesi" hükmünde kalıyor, bir istifade te'min
olunamıyordu. Yeniçeri Ocağı'nın ilgasıyla muntazam askerî teşkilât
yapılınca bu türlü asker istihdamından vaz geçilmiştir. * Hükümete ait gelir
menbaları yerinde de mirilu tabiri kullanılırdı. |
MİRKAK |
Oklava. |
MİRKAM |
(C.: Merâkım) Kalem. |
MİRKAT |
Merdiven. Basamak. Derece. |
MİRKEN |
(C: Merâkin) Don yıkayacak kap. * Küçük leğen. |
MİRLİVA |
Tugay kumandanı. Tuğgeneral. |
MİRMA(T) |
(C: Merâmâ) Nişan oku. |
MİRRE |
Kuvvet. * Öd. * Akıl. * Kat. * Sağlamlık. |
MİRRİD |
Müfsid, kötü ve şerir kimse. |
MİRRİH |
Şâd, neşeli ve mesrur kimse. |
MİRRİH |
Uzun ok. ("Pertev oku" derler) * Yeleği olmayan ok. * Bir yıldız adı. |
MİRSAD |
Gözetleme yeri. Rasad yeri. * Gözetleme âleti. * Suçluları gözleyip
duran. * Pusu. * Suçlular için hazır bekleyen. |
MİRSAD-I İBRET |
İbretle seyretme yeri. |
MİRSAD-I TEFEKKÜR |
Tefekküre sebep olan. |
MİRSAD |
(C: Merâsıd) Geniş yol. |
MİRSAL |
(C: Merâsil) Tenbel yürüyüşlü davar. * Küçük ok. |
MİRSAT |
Gemi demiri. Lenger. |
MİRŞAH |
(Mirşaha) Süzgeç. |
MİRŞAHA |
Eyer altına konulan keçeyi davardan almak. |
MİRŞEKA |
(C: Merâşik) Terzi yüksüğü. |
MİRŞEM |
Ekmek tozunu silecek tüy süpürge. |
MİRT |
(C: Mürât) Yünden veya haz denilen kumaştan elbise. * Kadınların,
esvapları üstüne giydikleri elbise. |
MİRTAC |
Kapı kilidi. * Dar yol. |
MİRTAC |
Yarış atlarının beşincisi. |
MİRTAL (MİRTALE) |
Bulaşmak. |
MİRTAZ |
Dinin yasaklarından sakınan kimse. |
MİRVAHA |
(C.: Merâvih) (Rih. den) Yelpaze. |
MİRVAHA CÜNBÂN |
f. Yelpaze sallıyan. |
MİRVED |
(C.: Merâvid) Milve makara ortasındaki demir, mihver. |
MİRYE |
Şek, şüphe. * Münazara. Cedel. (Bak: Temâri) |
MİRZA |
Reis. Bey. * Büyük kimselerin çocuğu. Beyzâde. * Bazı İslâm
topluluğunda iyi sülâleden olanlara, şehzâdelere, seyyidlere verilen ünvân
olmakla beraber, bugün bir isim olarak çokca kullanılmaktadır. |
MİRZAB |
(C: Merâzib) Ululuk. * Uzun ve büyük gemi. |
MİRZAH |
(C: Merâzıh) Çekirdek ve ona benzer şeyleri dövüp ezdikleri taş. |
MİRZAH |
Üzüm çubuğunu yerden kaldırıp bağlayıp sardıkları ağaç. |
MİRZAZ |
Havan eli. |
MİRZEBE |
(C: Merâzib) Tokmak. |
MİS |
f. Bakır. |
MİS' |
Şimal yeli, kuzey rüzgârı. |
MİS'AB |
(C: Mesâib) Değirmen oluğu. * Havuz oluğu. |
MİSAFİR |
Seferde olan. (Bak: Müsafir-Mukim) |
MİSAHA |
Ölçmek, miktarını bilmek. |
MİSAK |
Anlaşma. Sözleşme. Yeminleşme. Verilen söz. |
MİSAK |
Sürme, gütme, sevketme. * Havada uçarken kanadını birbirine vurup uçan
güvercin. |
MİSAL |
Bir şeyin benzer hali. Benzer. Örnek. * Düş. Rüya. * Ahlâk ve âdâbla
ilgili kıssa ve hikâye. * Bir şeyin örneği ve sıfatı. Kısas. * Gr: İlk harfi
harf-i illet olan (yani; elif, vav veyahut da yâ olan) fiil veya kelime. |
MİSAL-İ VAVÎ |
İlk harfi "vav" olan kelime. |
MİSAL-İ YAYÎ |
İlk harfi "ye" olan kelime. |
MİSALİYYE |
Misale dair. |
Mİ'SAM |
Nabız yeri. Bilek. |
MİSANE |
Dizgin kayışı. |
MİS'AR (MİS'ÂR) |
(C: Mesâir) Uzun. * Ateş küsküsü yapılan ağaç. Ateş karıştırmağa mahsus
âlet. |
Mİ'SAR |
(Mi'sara) Mengene. |
MİSAS |
El sürme, değme, dokunma. * Cima etmek. * Almak. |
MİSBAH |
Lâmba. (Bak: Mısbah) |
MİSBAH |
Yüzgeç. |
MİSBAH-I SADRÎ |
Göğüs yüzgeçi. |
MİSBAH-I ZENEBÎ |
Balıkların kuyruğu. |
MİSBAR |
(C.: Mesâbir) Yaraya konulan fitil. |
MİSBEKE |
Mâden eritilip dökülecek kap. |
MİSDAK |
(Bak: Mısdak) |
MİS'EB |
Bal konulan tulum, bal tulumu. |
Mİ'SELE |
(Asel. den) Arı kovanı. |
MİSELLE |
(C: Misâl) Çuvaldız. |
MİSELLÎ |
Çuvaldızcı kimse. |
MİSEM |
Dağlama eseri. * Dağ yapılan âlet. * Güzelin çehresindeki cemâl eseri. |
MİSENN |
Bileği taşı. |
MİSFAT |
Süzgeç. Tasfiye âleti. |
MİSFEN |
Törpü. |
MİSFERE |
Süpürge. |
MİSHA(T) |
(C: Mesâhi) Demir kürek, bel. |
MİSHAB |
Bel âletinin sapı. |
MİSHAB |
(C: Mesâhib) Sacayak. |
MİSHAL |
Eğe, törpü gibi yontma aletleri. |
MİSHANE |
Taş parçaladıkları nesne. |
MİSHAT |
Şarap koyacak kap. |
MİSHEB |
Siyah at. |
MİSHEL |
Dil, lisan. * Eğe, törpü. * Ziynet verecek nesne. * Yabâni eşek. *
Dizgin. |
MİSHELÂN |
Geminin iki tarafındaki iki halka. |
MİSİL |
(Misl) Benzer. Eş. Nâzır. Tıpkısı. |
MİSİLLİ |
(Misillü) Benzeri. Gibi. Aynısı. |
MİSK |
Bir cins güzel koku ismi. (Asya'nın büyük dağlarında yaşayan bir cins
erkek ceylanın karınderisi altındaki bir bezden çıkarılır.) |
MİSK İLE ANBER |
Tamamıyla isteğe uygun. (Misk ü anber de denir). |
MİSKÂ' |
Sıklık vermek. |
MİSKAB |
(C: Mesâkıb) Mâden, kemik veya tahta gibi şeyleri delmekte kullanılan
âlet, matkap. |
MİSKAL |
Yirmidört kıratlık (4,5 gr. kadar) bir ağırlık ölçüsü. (Bir kırat, beş
normal arpa ağırlığında olup, bir dirhemin 1/14 üdür.) |
MİSKAL |
Devamlı tenbel olmak. |
MİSKAM |
Hastalıklı, illetli. |
MİSKA(T) |
(C: Mesâki) Su bardağı. Su kovası. |
MİSKATA |
Düşürtücü ilâç veya sebep. |
MİSKET |
Fr. Alaybozan tüfeği. Patlayan bombadan etrafa sıçrayarak tahribe,
yaralanmaya ve ölüme vesile olan sert parça. Eskiden kullanılmış geniş çaplı
bir silâh. * Güzel kokulu meyve. (Elma, üzüm vs.) |
MİSKİN |
Uyuşuk, tenbel, hareketsiz. Zavallı. * Cüzzam hastası. * Fık: Kendi
kendini idâre edemiyen, iktisabtan âciz, mal ve mülkü hiç olmayan kimse. |
MİSKİNÂNE |
f. Tenbelcesine, miskincesine. |
MİSL |
(Bak: Misil) |
MİSLAH |
Ham iken hurması dökülen hurma ağacı. |
MİSLAK |
Fesih lisanlı, güzel konuşan. * Kırkbeş sene yaşayan adam. |
MİSLAK |
Fesih, beliğ konuşan kimse. |
MİSLAT |
(C: Mesâlit) Anahtarın bir dişi. |
MİSLİYET |
Benzeri ve misli olmak. Benzerlik. |
MİSMA' |
(C.: Mesâmi') (Sem'den) Kulak. * Hastanın iç organlarını dinlemeğe
yarıyan âlet. |
MİSMAK |
Çadırı yükseğe kaldıracak ağaç. |
MİSMAR |
Ensiz çivi, mıh. Demir kazık. |
MİSMAR-I ÂHENİN |
Demir kazık. |
MİSMAS |
Karıştırmak. |
MİSMAZ |
Deyyus kimse. |
MİSRED |
Büyük taş, çanak. |
MİSSİK |
Çok cimri. Hasis ve tamâhkâr. |
MİSTAH |
Yatık bardak. * Çadır direği. * Hurma yayıp kuruttukları yer. |
MİSTAR |
(Bak: Mıstar) |
MİSTİK |
Fr. Mistisizm ile âlâkalı. * Fls: Bâtıni. Kalben çok dindar. Sofi. |
MİSVAK |
Kullanılması pek çok faydalı olan ve Peygamberimiz Hz. Muhammed'in
(A.S.M.) ehemmiyetle tavsiye ettiği, diş fırçası vazifesini de gören, hoş
kokulu ve meyvesiz bir ağacın dallarından kesilip kullanılan parça. |
MİSVAT |
Ekincilerin sürgüsü. |
MİSVAT |
Kazan kepçesi. |
MİSYON |
Fr. Bir vazife ile bir yere gönderilen hey'et. * Bir şahıs veyâ hey'ete
verilen vazife. |
MİSYONER |
Fr. Hıristiyanlığı neşre ve tanıtmağa çalışan kimse. |
MİŞ |
f. Koyun, ganem. |
MİŞ' |
Aşı dedikleri kızıl balçık. |
MİŞA' |
Kumsuz yer. |
Mİ'ŞAB |
Otu bol olan çayırlık yer. |
MİŞAİL |
(Bak: Mihâil) |
MİŞ'AL |
(C: Meşâıl) Köylülerin deriden yaptıkları ayaklı küp. |
Mİ'ŞAR |
Mat: Onda bir. (1/10) * Bâzılarınca da binde bire denir. |
MİŞ'AR |
Şan, şeref, haysiyet ve vakar. |
MİŞAR |
Testere. |
Mİ'ŞAR (MİŞÂR) |
(C: Meâşir) Dülger testeresi. |
MİŞAT |
(Meşt. C.) Taraklar, baş taramağa mahsus taraklar. |
MİŞATİYE |
Tarak kılıfı. |
MİŞ'AT |
(C: Meşâi) Kuyunun toprağını çıkardıkları zenbil. |
MİŞCEB |
(C: Meşâcib) Üzerinde çamaşır kuruttukları kafes. * Yüksek yere erişmek
için yapılan sandalye. |
MİŞCER |
(C: Meşâcir) Çamaşır asacak yer. * Mahfe ağacı. * Ağaçlık. |
MİŞEZAR |
f. Küçük koruluk, ağaçlık, meşelik. |
MİŞHAZ |
Bileği taşı. |
MİŞİN |
f. Meşin. |
MİŞK |
Aşı dedikleri kızıl toprak. |
MİŞKA |
Tarak. |
MİŞKAS |
(C: Meşâkıs) Ensiz uzun demir. |
MİŞKAT |
İçine lâmba konan küçük hücre. Duvarda içine ışık konulan yer. *
Kandil. |
MİŞMAA |
Şamdan. |
MİŞMAK |
Kağnının iki kolu. * Bir nevi araba. |
MİŞMEL |
Kaftan altında götürüldüğü hâlde görünmeyen küçük kılıç. |
MİŞMİŞ |
Zerdali yemişi. |
MİŞRAK |
Her zaman güneşli olan yer. |
MİŞRAT |
(C.: Meşârit) Keskin bıçak. |
MİŞTAT |
Kış günlerinde oturulacak yer. |
MİŞVAR |
Tarz, tavır, gidiş, gidişât. * Gümeçten bal peteği sağılan âlet. *
Davar satılacak yer. |
MİŞVARE |
Testi, çömlek. |
MİŞVARGÂH |
f. Gösteri yeri. * Pehlivanların güreştikleri saha. * At pazarı.
Satılık atların koşturulduğu meydan. |
MİŞVAZ |
Sarık. |
MİŞVEL |
Orak. |
MİŞVERE |
Minder. |
MİŞVEZ |
(C: Meşâviz) Tülbend. |
MİŞYA' |
Boşboğaz. Çok konuşan. |
MİŞYE |
Bir yürüme çeşidi. |
MİŞZEB |
Dişli orak. * Bağcıların asma çubuğu kesecek âletleri. |
MİTA' |
Bir şeyin son bulduğu yerin sonu. * Geniş yol. * Yolların birleştiği
yer. |
MİTADE |
Matkap başı. |
MİT'AM |
(C.: Matâim) Çok yemek yiyen. Yemeği bol olan. |
MİTAM |
Her zaman ikiz doğuran kadın. |
MİTAN |
(C: Meyâtın) At yarıştırdıkları yer. |
MİTAT |
(Bak: Midhat) |
MİTE |
Bir nevi ölmek. |
MİT'EM |
Bir defalık ikiz doğuran kadın. |
MİTHARA |
(Tahâret. den) Matara. |
MİTİN |
f.. Taşları kayaları paçalamada kullanılan büyük çekiç. |
MİTİNG |
İng. İçtimaî ve siyasî bir mes'ele için yapılan büyük toplantı. |
MİTOLOJİ |
Fr. Efsane bilgisi. |
MİTRALYÖZ |
Fr. Makinalı tüfek. |
MİTRES |
Kapı ardınca koydukları ağaç. |
MİV |
f. Kıl. |
Mİ'VAN |
Ahâliye yardım eden, halka yardımı çok olan kimse. |
MİVE |
Meyve kelimesinin aslıdır. |
Mİ'VEL |
(C.: Meâvil) Büyük taşları ve kayaları parçalamaya yarıyan sivri kazma. |
Mİ'VEZ(E) |
(C: Meâviz) Çocuk sardıkları bez, kundak. * Eski kaftan. |
MİYAH |
(Mâ. C.) Sular. |
MİYAH-I CÂRİYE |
Akar sular. |
MİYAH-I HÂRRE |
Kaplıca suları gibi olan sıcak sular. |
MİYAH-I MALİHE |
Tuzlu sular. |
MİYAH-I MERRE |
Acı sular. |
MİYAN |
f. Orta, ara, vasat, meyan. |
MİYANBEND |
f. Kemer, kuşak. |
MİYANBESTE |
f. Bel bağlamış. * Mc: Hemen işe hazır. |
MİYANE |
f. Ara. * Orta, vasat. * Helva gibi bazı yemeklerin pişme kıvamı. *
Ortaya serilen halı. * Gerdanlığın ortasındaki büyük inci. |
MİYANÎ |
(Minâ. C.) Limanlar. |
MİYANSER |
f. Yarısı kıymetli taşlarla süslü bir cins taç. |
MİYANSERA |
(Miyânserây) Avlu. Ev meydanı. |
Mİ'YAR |
Ölçü. Bir şeyin kıymet ve vasfını gösterir olan. |
MİYERE |
Taam, yemek. |
MİYSERE |
(C: Mevâsir) Eyer yastığı. * Eyer altına koydukları keçe. * Çul içine
koyulan keçe. * Yatacak döşek, yatak. |
MİZ |
Misâfir. * Sofra, mâide. * Temiz, pak. |
MİZ'A |
Ayıracak alet. Kesecek alet. |
Mİ'ZA |
Ufak taşlı sert yapılı sağlam yer. |
Mİ'ZAB |
(C: Meâzib) Dam oluğu. |
MİZAB |
(C.: Meâzib) Oluk, su yolu. |
MİZAB-I BÂRÂN |
Yağmur oluğu. |
MİZAC |
Huy, tabiat, fıtrat, bünye. * Bir şeyle karıştırılmış olan başka bir
şey. |
MİZAC-I NÂZİK |
İnce yaradılış. Nâzik tabiat. |
MİZ'AC |
Bir yerde karar etmeyen kadın. |
MİZAC-DAN |
f. Mizac bilen, mizaçtan anlıyan. |
MİZACGİR |
f. Mizâc ve keyiflere göre hareket eden. |
MİZAD |
Sürur, sevinç, neşe. |
Mİ'ZAD |
Ağaç veya tahta budama bıçağı. * Pazvant, kolçak. |
MİZAE |
Abdest alacak kap. |
MİZAH |
Şaka, lâtife. * Edb: Bâzı düşünceleri nükte, şaka veya takılmalarla
süsleyip anlatan bir yazı çeşidi. Hoş, nükteli söz. (Zıddı ciddiyettir) |
MİZAHÎ |
Mizahlı, eğlenceli. |
MİZAH-NÜVİS |
f. Eğlenceli mizahlı yazılar yazan. |
Mİ'ZAL |
(C: Meâzil) Zayıf ahmak adam. * Silâhsız kimse. * Davarını halktan
ayırıp uzak yerlerde otlatan kimse. |
MİZAN |
Terazi, ölçü, tartı. * Akıl, idrak, muhakeme. Mikyas. * Fık: Mahşerde
herkesin amellerini tartmağa mahsus bir adâlet ölçüsü olup, hakiki mâhiyeti
ancak âhirette bilinecektir. * Mat: Yapılan hesabın doğruluğunu anlamak için
yapılan diğer bir hesap. Sağlama. |
MİZAN-ÜL HARARE |
Sıcaklığı, soğukluğu ölçen âlet. Termometre. (Mikyas-ul hararet de
denir.) |
Mİ'ZAR |
(C.: Meâzir) Örtü, perde. |
MİZBAH |
Bıçak. |
MİZBAN |
(C.: Mizbanân) f. Ev sahibi. Misafir kabul eden kimse. |
MİZBANÂN |
(Mizban. C.) Misafirleri ağırlayanlar, ev sahipleri. |
MİZBED |
(C: Mezâbid) Hayvan ahırı. |
MİZBER |
(C.: Mezâbir) Kamış kalem. |
MİZCEL |
"Harbe" denilen küçük kılıç. |
MİZDEA |
Yüz yastığı. |
MİZEBBE |
Yelpaze. |
MİZEC |
Küçük süngü. |
Mİ'ZEF |
(Mi'zefe. Azf) Çalgı âleti, saz v.s. |
MİZEFFE |
Gelin mahfesi. |
MİZEK |
f. İdrar, sidik. |
Mİ'ZENE (MİZENE) |
Ezan okunacak yer. |
Mİ-ZENEND |
(f. Fiil) Söylüyorlar, vuruyorlar. " : Zeden" vurmak" masdarındandır. |
Mİ'ZER |
(C.: Meâzir) Peştemal. |
MİZKÂR |
Dâima erkek doğuran dişi. |
MİZLAC (MİZLÂK) |
El ile açılan kilit. |
MİZLAKA |
Uzun burunlu ışık fitili makası. |
MİZMAN |
f. Misâfiri ağırlıyan, misâfire ikram eden ev sâhibi. |
MİZMAR |
(C: Mezâmir) Meydan. At yarıştıracak ve at oynatacak yer. * İnce belli
at. |
MİZMAR |
Düdük, kaval. * Mukaddes Zebur Kitabının her bir suresi. * Hançere,
nefes borusu. (Bak: Mezâmir) |
MİZMAR-ZEN |
f. Düdük çalan. |
MİZR |
Bir nevi meşrubat. * Ahmak kimse. |
MİZRA |
(C: Mezâri) Yaba, kürek. |
MİZRAK |
(C: Mezârık) Harbe, kısa kılınç. |
MİZRAKA |
Küçük şırınga. |
MİZVAC |
Çok koca değiştiren kadın. Çok kocalı kadın. |
MİZVED |
Dil, lisan. |
MİZVED |
(C: Mezâvid) Azık koyacak kab. |
MİZZ |
Bir şeyin diğeri üzerine olan fazlı, üstünlüğü. |
MODA |
Fr. Geçici yenilik. Elbise ve süslenmede geçici hevesler ve fantezi
düşkünlüğü sebebiyle çıkartılan yeni tarz ve şekiller. Bunlar israfı artırır
ve iktisada aykırıdır. |
MODEL |
Fr. Biçim, örnek, şekil. * Resim yâhut heykel yapılırken bakarak
benzetilmeğe çalışılan şey veyâ şahıs. |
MODERN |
Fr. şimdiki zamana uygun, asri. (Bak: Medeniyet) |
MOĞOL |
Turâni milletlerinin en büyüklerinden bir kabile olup Türkler ve
Mançurlarla cinsi yakınlıkları vardır. Asyanın ortalarında bugün Çin
Devletine tâbi olan ve Moğolistan ismiyle bilinen geniş bir çölde ve Sibirya
ve Türkistan'ın da bazı taraflarında bulunurlar.Cengiz Hanla beraber Asyanın
batı taraflarına akın ettikleri zaman, Asyanın büyük bir kısmıyla Avrupanın
da bir kısmını yakıp yıkmışlardır. |
MOLA |
İstirahat için işe ara vermek ve duraklamak. * Denizcilike: Gevşetme,
koyverme manâsındadır. |
MOLEKÜL |
Fr. Kim: Vasıflarını kaybetmemek şartıyla ayrılabilen herhangi bir
maddenin en küçük cüz'ü, parçası. |
MOLLA |
Eskiden büyük âlimlere verilen isim. * Büyük kadı. * Efendi, hoca,
Medrese talebesi. |
MOLLA CÂMİ |
(Bak: Câmi) |
MOLLAYANE |
Mollaya yakışır şekilde. Mollaca. |
MOLOZ |
Yapılardan artan veya viranelerden çıkartılan ufak taşlar. * Bir işe
yaramaz insan. |
MONARŞİ |
Fr. Hâkimiyetin kaynağı birtek şahısta (Kral, padişah, han v.s.) olduğu
kabul edilen devlet şeklidir. Bu şahsın, yani devlet başkanının yanında bir
meclis (parlamento) olursa; meşruti monarşi; olmazsa; mutlak monarşi ismini
alır. Ayrıca devlet başkanının iş başına gelmesi şekline göre, irsi veya
seçimli monarşi adlı çeşitleri de vardır.Monarşi, istibdat demek değildir.
1877 yılına kadar Osmanlı Devletinde bir parlamento yoktu. Fakat kanunlar
âdil bir şekilde tatbik ediliyordu. Bu tarihte mutlak monarşi sona ermiş,
meşruti monarşi devri başlamıştır. Asırlardır İngiltere de, meşruti monarşi
devlet şekline sâhiptir. Monarşi, bir devlet şekli olduğu için, hükümet
şeklinden ayrıdır. Yâni monarşik bir devlette, hükümetin kurulması ve vazife
görmesi hukuk ve adâlete uygun olabilir. Eğer meşruti monarşi ise, hükümetin
teşkili ve faaliyeti, parlamenter demokrasi esaslarına uygun olarak tanzim
edilebilir ve yürütülebilir. |
MUABBİR |
(İbâret. den) Rüyâ tabir eden. Görülen rüyalardan mânâ çıkaran. |
MUABBİRÎN |
(Muabbir. C.) Görülen rüyalardan mânâ çıkaranlar. Rüya tabir eden
kimseler. |
MUACCEL |
Acele olunmuş, ta'cil edilmiş, mühletsiz. Peşin. Va'desiz. |
MUACCELÂNE |
Acele olarak. Peşin olarak. |
MUACCELAT |
(Muaccel. C.) Peşin ödemeler. |
MUACCELE |
Beylik ve evkaf kiralarından peşin alınan kısım. |
MUACCELEN |
Peşin olarak. * Çabuk ve acele olarak. |
MUACCİZ |
Sıkıcı. Bıktırıcı. Usandırıcı. Taciz edici. Rahatsız eden. Yapışkan.
Sırnaşık. |
MUAD |
Geri çevrilmiş, iâde edilmiş, döndürülmüş. |
MUADADAT |
Yardım etme, muvavenet etme. |
MUADAT |
Karşılıklı düşmanlık, karşılıklı husumet. |
MUADD |
Hazırlanmış. İdâd olunmuş. |
MUADDEL |
Tadil edilmiş. Eski hâli değiştirilmiş. |
MUADDIL |
(Muazzıl) Güçleştiren, güç duruma sokan, daraltan. |
MUADDİL |
Tadil eden. * Düzelten. Müsâvi ve beraber kılan. Denkleştiren. |
MUADELAT |
(Muâdele. C.) (Adl. den) Beraberlikler, musâvilikler. |
MUADELE |
Müsâvilik, eşitlik. İki şey arasında mikdarca, vasıfca beraberlik. *
Karşılıklı anlayış. * Adâlet. * Mc: Anlaşılmaz iş. Muammâ. |
MUADELET |
Müsâvilik, denklik. Karşılıklı uygunluk. Eşitlik. |
MUADİL |
Müsâvi, eşit, denk. * Fiz: Eş değer. |
MUAF |
Afvolunmuş. İstisna edilmiş, ayrı tutulmuş. Bağışlanmış. Serbest. |
MUAFAT |
Afvetmek. * Sıhhat vermek. * Sıhhat ve âfiyet bulmuş, iyileşmiş kimse.
* Hastalık veya belâdan korunma. Musibetlerden muhafaza olunma. |
MUAFESE |
Tedavi etmek. |
MUAFÎ |
Afiyet verici. * Belâ ve musibeti def eden. |
MUAFİR |
Yavaş yürüyen kişi. |
MUAFİYYET |
Bir hastalığa $karşı aşı ile elde edilen hâl. * Afvolunmuş olma.
Bağışlanmış olma. |
MUAFNAME |
f. Afv kâğıdı. Bir şeyin muaf tutulup afvedildiğini gösteren kâğıt. |
MUAHAT |
Kardeşlik edinme. |
MUAHED |
Zimmi kâfir. |
MUAHEDAT |
(Muâhede. C.) Muâhedeler, antlaşmalar. |
MUAHEDE |
Karşılıklı yeminleşme, anlaşma. Devletler arasında andlaşma. |
MUAHEDE-İ İTTİFAKİYYE |
Bir savaş çıktığında birbirlerini desteklemek üzere iki veya daha fazla
devletler arasında yapılan andlaşma. |
MUAHEDE-İ TİCARÎ |
Yalnız ticâret işleriyle alâkalı olmak üzere devletler arasında yapılan
andlaşma. |
MUAHEDE-NAME |
f. Ahdleşmenin yazıldığı ve imzalandığı kâğıt. |
MUAHEZ |
Muâheze olunan. Tenkid edilen, çekiştirilen. |
MUAHEZAT |
(Muâheze. C.) (Ahz. den) Tenkid ve itirazlar. * Azarlama ve paylamalar.
Çıkışmalar. |
MUAHEZE |
Azarlama. Çıkışma. Darılma. Alay eder tarzda karşısındakini küçümseme.
Tenkid. |
MUAHEZEKÂR |
f. Tenkid ve itiraz edici. * Azarlayıp çıkışan. Paylayan. |
MUAHHAR |
Sonraya bırakılmış, te'hir edilmiş, geriye bırakılmış. Sonradan. |
MUAHHAREN |
Sonradan, bilâhare. Muahhar olarak. |
MUAHİD |
Andlaşma yapanlardan her biri. Yeminli ve anlaşmalı olanlardan her
biri. * İslâm hükümetine vergi ödeyerek kendini himâye ettiren gayr-ı
müslim. (Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) Arab müşriklerinden muâhid ve halifleri
vardı, beraber harbe giderlerdi.) |
MUAHİZ |
(Ahz. den) Çekiştiren, muâheze eden. Tenkid edip itiraz eden. |
MUAKAB |
Cezalandırılmış. |
MUAKABE |
Bir kimseyi cezalandırma. Cezaya çarpma. |
MUAKADE |
(Akd. den) Mukavele yapma. Akid yapma. Anlaşma. |
MUAKARA |
Nefret etmek. |
MUAKIB |
Cezalandıran. * Takibeden. |
MUAKİD |
Birbiriyle akid yapan, sözleşen. |
MUAKKAB |
(Akab. dan) Ardına düşülmüş, tâkib olunmuş, peşinden gidilmiş. |
MUAKKAD |
İnce ve müşkil olan. Zor anlaşılan söz. * Ukdeli, düğümlü. |
MUAKKID |
Düğümleyen, sihir yapan, cadı. |
MUAKKİB |
Ardına düşen, takib eden, ardından koşan. * Tağyir ve ibtal eden. |
MUAKKİBÂT |
Gece ve gündüz melâikesi. * Namazı müteakib otuz üçer defa tekrar
edilen tesbih. (Bak: Tesbih) |
MUAKKİBÎN |
Tâkipçiler, arkasından koşanlar, ardından gelenler. |
MUALEBE |
Erkeğin, karısı ile oynaması. |
MUALECAT |
Tedâviler, ilâç kullanmalar. * Bir hususta çalışmalar. |
MUALECE |
Bir hususa çalışıp devam etmek. * Hastaya bakmak. İlâç kullanmak, ilâç
vermek. * Bir işe teşebbüs, bir işe girişmek. |
MUALLA |
Yüksek, yüce, âli. Makamı ve rütbesi yüksek. |
MUALLAK |
Askıda. Hakkında karar verilmemiş, hallolunmamış. * Havada boşta duran.
* Sürüncemede kalmış iş. * Edb: Açık hece, bir vokalle okunan hece. (Bak:
Müsned) |
MUALLEKA |
(C.: Muallekat) Askılar. Henüz karar verilmemiş olanlar. * Kocası
kaybolan kadın. * İslâmiyet'ten evvel Arabların meşhur edib ve şâirlerinin
Kâbe duvarına astıkları yazılar ve şiirler. |
MUALLEKAT-I SEB'A |
(Yedi askı) Kur'ân henüz nâzil olmadan, câhiliyet devrinde meşhur Arap
şâirlerinin en beğenilmiş şiirlerinden, Kâbe'nin duvarına astıkları yedi
meşhur kaside.(Ceziret-ül Arab ahalisi o asırda ekseriyet-i mutlaka
itibariyle ümmi idi. Ümmilikleri için mefâhirlerini ve vukuat-ı
tarihiyelerini ve mehâsin-i ahlâka yardım edecek durub-u emsâllerini kitabet
yerine şiir ve belâğat kaydiyle muhafaza ediyorlardı. Mânidar bir kelâm,
şiir ve belâgat cazibesiyle eslâftan ahlâfa hafızalarda kalıp gidiyordu.
İşte şu ihtiyac-ı fıtri neticesi olarak o kavmin mânevi çarşı-yı
ticaretlerinde en ziyade revac bulan, fesâhat ve belâgat metâı idi. Hattâ
bir kabilenin beliğ bir edibi, en büyük bir kahraman-ı millisi gibi idi. En
ziyâde onunla iftihar ediyorlardı. İşte İslâmiyetten sonra âlemi zekâlariyle
idare eden o zeki kavim, şu en revaçlı ve medar-ı iftiharları ve ona
şiddet-i ihtiyaçla muhtaç olan belâgatta akvâm-ı âlemden en ileride ve en
yüksek mertebede idiler. Belâgat, o kadar kıymetdar idi ki, bir edibin bir
sözü için iki kavim büyük muharebe ederdi ve bir sözüyle musâlaha
ediyorlardı. Hattâ onların içinde "Muallekat-ı Seb'a" nâmiyle yedi edibin
yedi kasidesini altınla Kâbe'nin duvarına yazmışlar, onunla iftihar
ediyorlardı. İşte böyle bir zamanda, belâgat en revaçlı olduğu bir anda
Kur'an-ı Mu'ciz-ül-Beyan nüzul etti. Nasılki, zamân-ı Musâ Aleyhisselâm'da
sihir ve zaman-ı İsâ Aleyhisselâm'da tıb revaçta idi. Mu'cizelerinin mühimmi
o cinsten geldi. İşte o vakit bülegâ-yı Arabı, en kısa bir suresine
mukabeleye dâvet etti: $ fermaniyle onlara meydan okuyor. Hem der ki: "İman
getirmezseniz mel'unsunuz. Cehennem'e gireceksiniz." Damarlarına şiddetle
vuruyor. Gururlarını dehşetli surette kırıyor. O kibirli akıllarını istihfaf
ediyor. Onları bidâyeten idam-ı ebedî ile ve sonra da Cehennem'de idâm-ı
ebedî ile beraber dünyevî idam ile de mahkûm ediyor. Der: "Ya muâraza
ediniz, yahut can ve malınız helâkettedir."İşte eğer muâraza mümkün olsaydı
acaba hiç mümkün mü idi ki, bir iki satırla muâraza edip dâvâsını ibtal
etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müşkilâtlı muharebe
tariki ihtiyar edilsin! Evet o zeki kavim, o siyasi millet ki, bir zaman
âlemi, siyasetle idare ettiği halde, en kısa ve rahat ve hafif bir yolu
terketsin! En tehlikeli ve bütün mal ve canını belâya atacak uzun bir yolu
ihtiyar etsin, hiç kabil midir? Çünki: Edipleri, birkaç hurufatla muâraza
edebilseydi; Kur'an, dâvasından vazgeçerdi. Onlar da maddi ve mânevi
helâketten kurtulurlardı. Halbuki, muharebe gibi dehşetli, uzun bir yolu
ihtiyar ettiler. Demek, muâraza-i bilhuruf mümkün değildi, muhaldi. Onun
için muharebe-i bissüyufa mecbur oldular. Hem, Kur'anı tanzir etmek,
taklidini yapmak için gayet şiddetli iki sebep var. Birisi, düşmanın hırs-ı
muârazası; diğeri, dostlarının şevk-i taklididir ki, şu iki sâik-ı şedid
altında milyonlar Arabi kitablar yazılmış ki hiçbirisi ona benzemez. Âlim
olsun, âmi olsun her kim O'na ve onlara baksa kat'iyyen diyecek ki: "Kur'an,
bunlara benzemez. Hiçbirisi onu tanzir edemez." Şu hâlde, ya Kur'an,
bütününün altındadır. Bu ise bütün dost ve düşmanın ittifakıyla battaldır,
muhaldir. Veya Kur'an, o yazılan umum kitabların fevkindedir. S.) |
MUALLEKİYYET |
Muallak olma, askıda oluş, boşta durma. |
MUALLEL |
Sakat, eksik, noksan. * Hasta, illetli. |
MUALLEM |
Ta'lim görmüş, ta'limli. |
MUALLEM ASKER |
Tâlim görmüş asker. |
MUALLÎ |
Yücelten, yükselten. * Sağılır davarın sağ tarafından sağmaya varan
kişi. |
MUALLİL |
Ta'lil eden. Sonradan bir sebeb ve bahane ileri süren. * Eyyam-ı
acuzdan bir gün. |
MUALLİM |
Ta'lim eden, öğreten, ilim öğreten. |
MUALLİMÂT |
Öğretici kadınlar, kadın hocalar. |
MUALLİME |
Hanım hoca. Öğreten ve tâlim eden kadın veya kız. |
MUALLİMÎN |
Muallimler. Hocalar, ta'lim edenler, öğretenler. |
MUAMELAT |
(Muâmele. C.) Muameleler. |
MUAMELE |
(C.: Muâmelât) Hatt-ı hareket. Davranma, davranış. Birbiri ile iş
görme, amel etme. Alış veriş. * Resmi dairelerde yapılan herhangi bir iş. |
MUAMERE |
İmaret etmek. |
MUAMİL |
(Amel. den) İş yapan. Muamele yapan. Muameleci. |
MUAMMA |
(Amâ. dan) Anlaşılmaz iş. Karışık şey. Bilinmeyen hâl. |
MUAMMEM |
Başı sarıklanmış. İmamelenmiş. Sarıklı olan. |
MUAMMER |
Ömür süren. Çok yaşamış. Uzun ömürlü, bahtlı. |
MUAMMERÎN |
(Muammer. C.) (Ömr. den) Muammerler. Uzun ömürlü kimseler. |
MUANAKA |
Birbirinin boynuna sarılma. Kucaklaşma. |
MUAN'AN |
An'aneli. Senedli. Kimden kime haber verildiği şâhid ve râvilerin
isimleri ile bildirilmiş olarak. |
MUANAT |
Bir şeyin zahmetini çekme. * Bir nesneyi dikkatle göz altında
bulundurma. Ona göz kulak olma. |
MUANBER |
(Anber. den) Güzel kokan. Güzel kokulu. |
MUANEDE |
(Anud. dan) İnad etme, ayak direme. |
MUANIK |
Birbirinin boynuna sarılan. Kucaklaşan. |
MUANİD |
İnadcı. Kimseye uymayan. Dediğini yapmak isteyen. |
MUANİK |
(Unk. dan) Birbirinin boynuna sarılan, kucaklaşan. |
MUANNE |
Muhâlefet etmek, karşı gelmek. |
MUANNİD |
İnadcı. Muânid. |
MUANNİF |
Ta'nif eden. Şiddetle azarlayan. |
MUANVEN |
İsim sahibi. Ünvanlı. Ünvan verilen. Meşhur. Tantanalı. |
MUAR |
Ödünç alınmış olan mal. |
MUARAZA |
Bir şeyden yan verip sapmak. * Biri ile yarışmak. * Birbirine karşı
gelmek. Sözle karşılıklı mücadele. Söz mücadelesi. |
MUARAZA-İ BİL-HURUF |
Söz, yazı veya fikir ile birisine karşı gelmek. Sözlü mücâdele. (Bak:
Muallekat-ı seb'a) |
MUARAZA-İ BİS-SÜYUF |
Kılınçla, kuvvetle, silâhla mücadele etmek. Silâhla karşı koymak. |
MUARE |
Zarar etmek. |
MUAREFE |
Karşılıklı görüşme ve tanışma. * Gr: Nekre olmayan kelime. Muayyen ve
harf-i târifli olmak. (Bak: Lâm) |
MUAREKAT |
(Muâreke. C.) (Ark. dan) Vuruşmalar, savaşlar, kavgalar. |
MUAREKE |
(C.: Muârekât) Kavga. Vuruşma. Muharebe. Döğüşme. |
MUARIZ |
Bir şeyden yan çizen. Muâraza eden. Karşı gelen. (Bak: Münâkaşa) |
MUARIZ-ÜL KELÂM |
(Bak: Maarîz-ül kelâm) |
MUARIZÎN |
(Muârız. C.) Muârızlar, muhalifler. Karşı gelenler. |
MUARRA |
Fenalıktan uzak. Boş. Beri. Yüksek. Temiz. Çıplak. |
MUARREB |
Arablaştırılmış. Arablaşmış. |
MUARREF |
Târif edilmiş, anlatılıp bildirilmiş. Bildik. Belli. Bilinen. * Gr:
Harf-i târifli kelime. * Mat: Sınırlı. Hududlu. |
MUARRES |
Çömlek koyacak yer. Gecenin geç vakitlerinde inilecek yer. |
MUARRIK |
(Arak. dan) Tıb: Terletici ilâç. |
MUARRIZ |
Dokunaklı söz söyliyen. |
MUARRİF |
Târif edici. Anlatıcı. İzah edip bildirici. Tanıtan. Tercüman. |
MUARRİFÂN |
(Tesniye şeklindedir) İki tarif edici. * f. Tarif ediciler. Muarrifler. |
MUARRİYE |
Hekim bıçağı. |
MUASAME |
Hıfzetmek, korumak. |
MUASARA |
(Muâsarat) (Asr. dan) Muâsır olma. Aynı asır ve zamanda yaşama. |
MUASAT |
İtâatsizlik etme. Baş kaldırma. İsyân etme. |
MUASERE |
Fakirlik. * Zorluk, güçlük. |
MUASFER |
Usfur ile boyanmış nesne. |
MUASIR |
Bir asırda yaşayanlardan herbiri. Hem asır olan. Aynı devirde yaşayan. |
MUASIRÎN |
(Muasır. C.) (Asr. dan) Aynı asırda yaşayanlar. Bir asırda yaşamış
olanlar. |
MUASÎ |
İtaatsiz, isyan eden, baş kaldıran. |
MUASKER |
(Asker. den) Ordu yeri, asker karargâhı. Ordunun muharebe zamanında
toplandığı yer. |
MUASSEL |
İçine bal katılmış. Ballı. |
MUAŞAKA |
Sevişme. Ziyadesiyle arz-ı muhabbet etme. Birbirini sevme. Karşılıklı
aşk ve muhabbet. |
MUAŞERE |
Karışmak. |
MUAŞERET |
Birlikte yaşanılanlar. * Sünnet dâiresinde insanlarla iyi münâsebet. |
MUAŞIK |
(Işk. dan) Seven, âşık olan. Muhabbet eden. |
MUAŞİR |
Muâşeret eden ve birbiriyle iyi geçinir olan. |
MUAŞİRÂN |
(Muaşir. C.) Muaşirler. Birbirleriyle iyi geçinen kimseler. |
MUAŞŞER |
(Aşr. dan) Onlu, onluk. On kısma bölünmüş. * Edb: Onar mısralık
bendlerden teşekkül eden manzumeler. |
MUAŞŞEŞ |
Ağaçlarında kuş yuvası çok olan yer. |
MUAŞŞİR |
(Aşr. dan) Ondalıkçı. Öşürcü. Aşar memuru. |
MUATAT |
Birbirine atâ etmek, karşılıklı hediyeleşmek. * Vermek. |
MUATEB(E) |
Azarlanılan. Tekdir olunan. Azarlanmış. * Paylamak, çıkışmak. |
MUATİB |
(İtâb. dan) Tekdir eden, paylıyan, azarlıyan. |
MUATTAL |
Tatil edilmiş. Kullanılmaz olmuş. Battal edilmiş. Terkedilmiş. * İşsiz.
Tenbel. |
MUATTAR |
Itırlı, kokulu. * Güzel kokulu bir lâle çiçeğinin adı. |
MUATTIL |
Atıl bırakan. İşsiz eden. İşe yaramaz hâle getiren. |
MUATTILA |
Boş bırakılmış. Atâlete atılmış. * Hâlık'a itikat etmeyen. (Bak:
Ta'til) |
MUATTIŞ |
(Atş. dan) Susatan, susatıcı. |
MUATTİS |
(Ats. dan) Aksırtan, aksırtıcı. |
MUÂVAZA |
İki tarafın da ivaz vererek, anlaşarak yaptığı akit. Sayışma. Bir şeyi
diğer bir şeye bedel, ivaz olarak vermek. Aslı olmadığı halde menfaat celbi
için hususi bir surette müzakere ile yapılan hileli iş. Yapmacık. |
MUÂVAZATEN |
Değiş yapma ile. İki tarafın da rızası dâhilinde değiştirme ile. *
Hileli, dalavereli. |
MUAVEDE(T) |
(Avdet. den) Dönüş, geri dönme, avdet etme. * Adet edinme. |
MUAVEME |
(Ağaç) bir sene meyve verip, bir sene vermeme. * Bir seneliğine tutma. |
MUAVENAT |
(Muâvenet. C.) Muâvenetler, yardım etmeler. |
MUAVENET |
Yardımcılık. Yardım. Teâvün. |
MUAVENET-İ NAKDİYE |
Para yardımı. |
MUAVİD |
Geri dönen, avdet eden. |
MUAVİN |
Yardımcı. Yardım eden. Vekil. * Mekteblerde ve resmi dairelerde
müdürden sonra gelen idare memuru. |
MUAVİYE |
(Mi: 603 - 682) Sahabe-i Kiramdan olup Şam'da yirmi seneden ziyade
valilik yaptı, sonra hilâfetini ilân etti. Yirmi sene de halifelik yaptı.
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâmın kayın biraderi ve vahiy kâtibi idi.
Beni Ümeyye sülalesinden olan bu zattan itibaren İslâm Devletine, Emevi
Devleti denmiştir. (Bak: Emevi Devleti)(Eğer denilse: Neden hilâfet-i
İslâmiye Al-i Beyt-i Nebevide takarrur etmedi? Halbuki en ziyade lâyık ve
müstehak onlardı?El-Cevab: Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Al-i Beyt ise
hakaik-ı İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur'aniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilâfet
ve saltanata geçen, ya Nebi gibi mâsum olmalı veyahud Hulefâ-i Râşidin ve
Ömer ibn-i Abdulaziz-i Emevi ve Mehdi-i Abbasi gibi harikulâde bir zühd-i
kalbi olmalı ki; aldanmasın. Halbuki, Mısır'da Al-i Beyt nâmına teşekkül
eden Devlet-i Fatımiyye hilâfeti ve Afrikada Muvahhidin hükümeti ve İranda
Safeviler devleti gösteriyor ki; saltanat-ı dünyeviye Al-i Beyte yaramaz,
vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti onlara unutturur.
Halbuki saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette
İslâmiyete ve Kur'ana hizmet etmişler. M.) |
MUAVİYE |
Tilki eniği. |
MUAVVAK |
(Avk. dan) Ta'vik edilip geriye bırakılmış iş. |
MUAVVEC |
(İvec. den) Eğik, eğri, eğilmiş. |
MUAVVEZ |
Gerdanlık. Nazarlık. Nüsha geçirilecek yer. * Evin etrafındaki mer'a. |
MUAVVEZETÂN |
(Muavvezeteyn) Kur'ân-ı Kerim'in son iki suresi. (Dâima okunacak gâyet
lüzumlu dersleri verdiği ve her çeşit şerli işlerden Allah'a sığınmayı
tavsiye ve emrettiği için bu isim verilmiştir.) |
MUAVVIK |
Ta'vik eden. Geriye bırakan. Oyalanan. |
MUAVVİZAT |
(Bak: Felak) |
MUAYEDE |
(Îd. den) Bayramlaşmak. |
MUAYENE |
Zâhir ve âşikâre olmak, görünmek, belli olmak. * Gözden geçirme,
yoklama, kontrol etmek. |
MUAYENEHANE |
f. Hekimlerin, hastaları muayene ettikleri yer. |
MUAYERE |
Ayarlama. |
MUAYEŞE |
Beraberce hoşça geçinme. |
MUAYİN |
(Ayn. dan) Kat'i ve kesin olarak belli olan. Görülmüş olan. |
MUAYYEB |
(C.: Muayyebât) (Ayb. dan) Ayıplanmış. |
MUAYYEBAT |
(Muayyeb. C.) Ayıp ve iğrenç şeyler. |
MUAYYEN |
Görülmüş olan, kat'i olarak belli olan, belli, ölçülü, tayin ve tesbit
olunmuş, karalaştırılmış. |
MUAYYİN |
(Ayn. dan) Tâyin eden, belirten, belirtici. |
MUAZADE |
Yardım etme. |
MUAZALE |
Bir sözün mânasını başka sözle bağlayıp kelâmı arka arkaya getirme. *
Kafiyeyi ayrılmıyacak şekilde mâkabliyle bağlama. * Sözde kelimeleri
tekrarla kullanma. |
MUAZERE |
Ma'zeret, özür dileme. |
MUAZERE |
İnadlaşmak. * Yardımlaşmak. * Birbirinden kaçmak. * Ekin kuvvetlenmek. |
MUAZID |
Yardım eden. |
MUAZ İBN-İ CEBEL |
(Ebu Abdurrahman el Ensarî) Ashâb-ı Kirâm arasında hürmetle yâd olunan
büyük fakihlerdendir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sağlığında
Kur'an-ı Kerim'i cem'edip ezberleyen bahtiyarlardandır. Peygamberimiz,
"Kur'ânı, Muaz İbn-i Cebel'den alınız" buyurmuştur. 157 hadis rivâyet
etmiştir. Ürdün nâhiyesinde otuz yaşında olduğu hâlde ebediyete intikal
etti. (R.A.) |
MUAZZAM |
Büyük, iri, cesim, mükerrem, mübeccel, koskoca. |
MUAZZAMÂT |
Büyük ve ağır işler. Muazzam şeyler. |
MUAZZEB |
Eziyet çeken, azap içinde bulunan. Sıkıntıda kalan. |
MUAZZEF |
Nefsin arzularını terkeden, zühd sâhibi. |
MUAZZEL |
Ayıplanmış, ta'zil edilmiş. Azarlanmış, paylanmış. |
MUAZZEZ |
Çok aziz. Muhterem. Çok sevgili, kıymettâr, izzetlendirilmiş. |
MUAZZEZEN |
İzzet ve ikram ile, ikram olunarak, ağırlanarak. |
MUAZZİ |
Sabredici. |
MUAZZİB |
Ta'zib edin, azapla eziyet veren. |
MUAZZİR |
(Özür. den) Ta'zir eden, sahte özür süren. |
MUBADİL |
(Bak: Mübâdil) |
MUBAH |
(İbâhe. den) İşlenmesinde sevab ve günah olmayan şey. * Fık: Yapılması
ve yapılmaması şer'an câiz bulunan şey. (Yemek, içmek, uyumak gibi.) |
MUBAHASE |
(Bak: Mübâhese) |
MUBAHAT |
(Mubah. C.) Mübahlar. Günahı, sevabı olmayan, işlemesi ne haram, ne de
helâl olan şeyler. |
MUBAHHAL |
Cimri, tamahkâr, pinti. |
MUBAHHAR |
Tütsülenmiş. * Buhar hâline gelmiş, buharlanmış. |
MUBAREK |
(Bak: Mübârek) |
MUBAREZE |
(Bak: Mübâreze) |
MUBASARA |
Görme yarışına çıkma. İki kişinin, "hangimiz evvel görüyor" diye bir
yere bakması. |
MUBASSIR |
Gözetici, bekleyici, bakıcı. * Eskiden gümrüklerde muhafaza memuru ve
mektebte talebenin inzibatına bakan memur. |
MUBAŞERET |
(Bak: Mübâşeret) |
MUBATAŞA |
İki kişi elleriyle birbirlerini kucaklamağa çalışma. |
MUBATTIN |
Kin tutan, hased eden. * Karnı zayıf ve içine çökük olan. |
MUBEMU |
f. Tel tel, kıl kıl. Birer birer. İnceden inceye, çok dikkatle. |
MUBEND |
f. Saç bağı. |
MUBİD |
Zerdüşt. Mecusi din adamı. * Tedbirli, akıllı adam. |
MUBİK |
(C.: Mubikat) Helâk edici. * İsyan. * Büyük günah. |
MUBİKAT |
(Vebk. den) Helâk edici şeyler. Mühlik. |
MUBİKAT-I SEB'A |
İnsanı felâkete götüren yedi kebâir, yedi büyük günah: Katil, zinâ,
şarab içmek, ukuk-ı vâlideyn (yâni; sılâ-yı rahmi terk), kumar oynamak,
yalan şâhidliği, dine zarar verecek bid'alara tarafdarlık. (Bak: Kebâir) |
MU'BİLE |
(C.: Meâbil) Yassı, uzun ok temreni. |
MU'BİR |
Terkolunmuş, bırakılmış, terkedilmiş. |
MUBSIR |
Görücü, gösterici, görünen, bilici, bildirici, vazıh ve âşikâr. *
Mantık. Kelâm ve seyrin mutediline denir. |
MUBSIRÂT |
(Mubsır. C.) Görünenler, görünen âlem. |
MUBTAL |
İptal edilmiş. |
MUBTIL |
İptal eden. |
MUCEB |
İcâb etmiş, lâzım gelmiş. Bir söz veya emrin icâb ettiği şey, netice. *
Büyük bir memurun, kendisine sunulan evrakı tasdik için ettiği işaret. |
MU'CEM |
İ'câm edilmiş, noktalanmış, noktalı. * Hadis şeyhlerinin herbirisi. *
Harf-ı heca sırasına konularak, her birisinin tarikından müellife kadar
gelen rivayetleri toplayan kitaba denir. |
MUCER |
(Ecr. den) Kiraya verilmiş olan şey. |
MUCEZ |
(İcaz. dan) İcaz yoluyla. Muhtasar ve mücmel bir tarzda. Kısaca. |
MUCÎ |
(Vecâ. dan) Acıtan, ağrıtan. |
MUCİ' |
(Vecâ'. dan) Elem ve acı veren. |
MU'CİB |
(Aceb. den) Taaccübe, hayrete düşüren. Şaşkınlık veren. |
MUCİB |
(Mucibe) İcâb eden, lâzım gelen. * Bir şeyin peydâ olmasına vesile ve
sebep olan. Gereken. Gerektiren, lâzım gelen. |
MUCİB-İ BİZZAT |
İster istemez kendisi işi yapmaya mecbur olan. Serbest ve istediği gibi
hareket edemeyen. (Meselâ: Güneş ışığının, güneşin kendi zâtının zaruri
neticesi olması gibi.) |
MUCİB-İ İSTİKRAH |
Nefrete, sevmemeye sebeb olan. |
MUCİB-İ TEYAKKUZ |
Teyakkuzu, yâni uyanıklığı icâb ettiren. |
MUCİBE-İ KÜLLİYE |
Man: Müsbet ve umumi (şumüllü) olan kaziye. |
MUCÎB |
(Cevab. dan) İcabet eden, uyan. Kendisinden istenilen iş ve suali
cevaplandıran. |
MUCİBAT |
(Mucib. C.) Sebepler. |
MU'CİBE |
Taaccüb edilecek, şaşılacak şey. |
MUCİD |
Yeni bir şey icad eden, meydana getiren, bulan. * Yaratan. Yoktan var
eden.(Ve keza, bu fâni dünyadan da çıkacaksın. Öyle ise, aziz olarak çıkmaya
çalış. Vücudunu Mucidine fedâ et. Mukabilinde büyük bir fiat alacaksın!..
M.N.) |
MUCİD-İ HAKİKÎ |
İcad etme iktidarının yegâne sahibi mânasında olarak (Allah) hakkında
kullanılır. |
MUCİR |
(Ecir. den) İcar eden, kiraya veren. (Bak: Mücir) |
MU'CİR |
Bir çeşit kadın başörtüsü. Eşarp. |
MUCİZ |
Kısa. Muhtasar. Özlü. Az sözün çok mânâ ifâde edeni. |
MUCÎZ |
İcâzet veren, izin veren. |
MU'CİZ |
İnsanı âciz bırakan iş. Aynısını yapmakta başkalarını acze düşüren,
kudretsiz kılan, kimsenin yapamıyacağı yolda olan. |
MU'CİZ-ÜL BEYAN |
Beyanı herkesi âciz bırakan. |
MU'CİZAT |
Mu'cizeler. Allah tarafından verilip, yalnız peygamberlerin
gösterebilecekleri büyük harika işler. |
MU'CİZAT-I AHMEDİYE (A.S.M.) |
Hz. Muhammed'in (A.S.M.) mu'cizeleri. (Bak: Mu'cize) |
MU'CİZAT-I SEB'A |
Yedi meşhur mu'cize, yedi külli i'caz esasları. |
MU'CİZBEYAN |
f. Anlatış tavrı herkese benzemeyen. Tarz-ı beyanı mu'cize olan.
Kur'an-ı Kerim. |
MU'CİZE |
İnsanların, yapmasında âciz kaldıkları ve ancak Allah tarafından
peygamberlere nasib olan hârika. Kerametten yüksek, fevkalâde hâdise. *
Mu'cize, Halik-ı Kâinat tarafından peygamberlerin hakkaniyetine ait bir
tasdiktir. Sahih hadislerle mu'cizeler haber verilmiş ve tesbit
edilmiştir.(... Mu'cize davâ-yı nübüvvetin isbatı için münkirleri ikna etmek
içindir. İcbâr için değildir. Öyle ise davâ-yı Nübüvveti işitenler için ikna
edecek bir derecede mu'cize göstermek lâzımdır... S.) |
MU'CİZ-EDA |
f. Mu'cize gösteren. Başkalarının yapamıyacağı kadar mu'cize
derecesinde iş ortaya koyan. Edası mu'ciz olan. |
MU'CİZEGU(Y) |
f. Mu'cize gibi söz söyleyen. |
MU'CİZEKÂR |
f. Mu'cizeli, mu'cize hâlinde, başkalarını âciz bırakan. |
MU'CİZNÜMA |
f. Mu'cize gösteren. |
MUÇİNE |
f. Cımbız. |
MUDA' |
Fık: Emâneten kendine bir şey bırakılan kimse. * Serkeş ve oynak
olmayıp, mazlum ve sâkin olan at. |
MU'DAL |
(Mu'dıl) Güç, içinden çıkılmaz, girift. |
MUDAREBAT |
(Mudarabe. C.) Mudarebeler, döğüşmeler, vuruşmalar. |
MUDAREBE |
(Darb. dan) Döğüşme, vuruşma. * Bir taraftan sermaye diğer taraftan
emek ile kurulan ticaret şirketi. (O.L.) |
MUDARİB |
(Darb. dan) Döğüşen. Birbirlerine vuran. |
MUDCER |
(Ducret. den) Sıkıntılı olan. Sıkılmış. |
MUDCİR |
(Ducret. den) Sıkıntı veren, sıkan, gamlandıran. |
MU'DEM |
Bir şeyi yitiren, kaybeden. |
MUDGA |
Et parçası, bir çiğnem et. |
MUDHAK |
Kendisine gülünen. Soytarı. Gülünç hâle düşen. |
MUDHİK |
Güldürücü, güldüren, maskaralık ederek halkı güldüren. |
MUDHİKÂT |
(Mudhike. C.) (Dıhk. den) Gülünecek şeyler. Mudhikeler. |
MUDHİKE |
Gülünç şey, gülünecek hâl. Komedya. |
MUDİ' |
Fık: Malının muhâfazasını başkasına emânet ve havâle eden. |
MUDÎ |
Işık verici, parlak ve ruşen olan. |
MU'DÎ |
Sirâyet edici, bulaşıcı, sâri. |
MUDÎK |
(Bak: Muzîk) |
MU'DİL(E) |
(C.: Mu'dilât) Zor, güç ve çetin. |
MU'DİLAT |
(Mu'dal. C.) Büyük, ağır, çetin ve zor işler. |
MUDİLL |
İdlâl edici, yoldan çıkaran, eğri yola teşvik edici. |
MUDİLLE |
(Dalâlet. den) Baştan çıkaran, azdıran, doğru yoldan saptıran. |
MU'DİM |
Öldüren, idam eden. |
MUDİYYEN |
Giderek, geçerek. |
MUFAD |
(Bak: Müfad) |
MUFADALA |
(Bak: Mufâzala) |
MUFADDEL |
Faziletlendirilmiş, diğerlerinden ayrıca fazilet itibarıyla temayüz
etmiş, yükselmiş. |
MUFADDIL |
Faziletlendiren, iyilik eden ve nimet veren. |
MUFADDILÎN |
Faziletliler. Yüksek ve büyük zatlar. |
MUFAHHAM |
Büyüklük kazanmış, kerem sahibi, itibarlı, azim, büyük. |
MUFAHHAM |
(Fahm. dan) Kömürleşmiş, kömür halini almış. |
MUFARAKAT |
Ayrılık, ayrılmak. |
MUFARRİT |
(Fart. dan) Kusur yapan, eksik işleyen. Aşırı giden. |
MUFASALA |
Ayrılma. |
MUFASSAL |
Tafsilli, tafsilâtlı, izahlı. Geniş mâlumatlı, kısımlara ayrılıp
anlatılmış. |
MUFASSALAN |
Geniş, izahlı olarak. Tafsilâtlıca. Kısımlara ayrılıp anlatılmış olan. |
MUFASSIL |
Kısımlara ayrılan, fasıl fasıl ayıran, adalet eden. |
MUFAVVAZ |
Yapılması ısmarlanmış. |
MUFAVVİZ |
Bir kimseye bir vazifeyi veren. Yapmasını ısmarlıyan. |
MUFAZ |
Çok, bol. Bereketli, feyizli. |
MUFAZALA |
Fazilet ve meziyetle birbiri ile yarışma. |
MUFAZZAL |
(Fazl. dan) Başkalarına üstün tutulmuş. Tafdil edilmiş. |
MUFAZZAZ |
Gümüş kaplamalı, gümüşlü. |
MUFAZZİH |
Rezil eden. |
MUFÎ |
İfa eden, ödeyen, yerine getiren. |
MUFSİH |
Fesâhetle ve düzgün olarak konuşan. |
MUFTIR |
(Fıtr. dan) Oruç açan, iftar eden. |
MUG |
(C.: Mugan) Mecusi. Ateşperest. Ateşe tapan. Zerdüşt dininde olan. |
MUGABBER |
Tozlu nesne. |
MUGABENE |
(Gabn. dan) İki taraf birbirini aldatma. |
MUGABESE |
Karıştırmak. |
MUGADDÎ |
(Mugazzi) Gıdalı, besleyici, gıdası çok, faydalı. |
MUGADERE |
(Mugaderet) Bırakmak, salıvermek. |
MUGAFAZA |
Ansızdan tutmak. |
MUGALAKA |
Diğerleri karışmayarak iki kişinin atlarıyla yarışması. |
MUGALATA |
(Galat. dan) Karşısındakini yanıltmak için söz söylemek. Doğruya benzer
yanlış sözler. Safsata. Hatalı ve yanlış söz. Demagoji. * Man: Vehimlerden
terekküb eden kıyastır. |
MUGALATAT |
(Mugalata. C.) Safsatalar. Demagojiler. Mugalâtalar. |
MUGALAZA |
Düşmanlık, husumet, adâvet. |
MUGALEBE |
Üstün olmağa, galib gelmeyeğe çalışmak. Birisine galib gelmek. |
MUGALGAL |
Haber. |
MUGALLAT(A) |
(Galat. dan) Yanlış telâffuz edilmiş. |
MUGALLEB |
Defâlarca mağlup olan kişi. |
MUGALLÎ |
(Galeyân. dan) İyice kaynatılmış. * Ihlamur, papatya gibi çiçeklerin
kaynatılmış suyu. |
MUGAMERE |
(Ga, uzun okunur) Nefsini zorluğa ve şiddete zorlama. |
MUGAMESE |
Suya daldırışmak, birbirini suya daldırmak. |
MUGAMEZE |
Birini göz işaretiyle zemmetme. |
MUGAMİR |
Nefsini tehlikeye koyan kişi. |
MUGAMMED |
(Gamd. dan) Örtülü, kılıflı. Kınına konmuş. |
MUGAMMER |
İşten anlamıyan bön kimse. |
MUGAN |
(Mug. C.) f. Mecusiler, ateşe tapanlar. Zerdüştler. |
MUGANE |
Ateşe tapan mecusilerin âyini. |
MUGANNÎ |
Nağmeli ve çeşitli sesle okuyan, ahenkle okuyucu. * Hoş sesle öten. |
MUGANNİYE |
Şarkıcı kadın. |
MUGAR |
Düşman üzerine hücum etmek. |
MUGARRAK |
(Gark. dan) Suya daldırılmış. * Gümüşle süslü. |
MUGARRİD |
Pek güzel öten kuş. * Yüksek sesle nefse hoş gelen şarkılar söyliyen. |
MUGAS |
Yaban narının kökü. |
MUGASMER |
Kaba dokunmuş kötü bez. |
MUGASSAS |
Kalıba dökülmüş. |
MUGAŞŞÎ |
(Gaşy. den) Bayıltıcı, bayıltan. |
MUGATTÎ |
Perdelenmiş, örtülmüş. Üstü örtülü. |
MUGAVELE |
Bir kimseyi azdırıp yoldan çıkarmak. * Helâk etmek. |
MUGAVERE |
Yağma, çapul. |
MUGAYEBE |
Kaybolma. * Bir kimseyi arkasından zemmetme. Gıybet etme. |
MUGAYERET |
(Gayr. den) Aykırılık. Uymazlık. Başka türlü olma. |
MUGAYİR |
Aykırı. Uymaz. Zıd. Başka türlü. |
MUGAYLAN |
Çölde yetişen bir nevi dikenli çalı. Deve dikeni. |
MUGAYLANGÂH |
f. Dünya. |
MUGAYLANZAR |
f. Dünya. * Deve dikeni biten yer, dikenlik. |
MUGAYYEB |
(C.: Mugayyebât) (Gayb. dan) Kayıp. Kaybedilmiş. |
MUGAYYEBAT |
(Magibât) Zâhir duygularla bilinmeyen, bizce gaip olan, bilinmeyen
şeyler. |
MUGAYYEBÂT-I HAMSE |
Beş bilinmeyen. Bizce gaib olan beş şey:1- Kıyamet vakti, 2- Yağmurun
ne zaman yağacağı, 3- Ana rahmindeki çocuğun mahiyeti ve ceninin isti'dadı
ve mânevi simasının ne olduğu, 4- Yarın insan hayr ve şer olarak ne
kazanacağını, 5- İnsanın nerede öleceğini Allah bildirmedikçe kimse bilemez.
Bunlara mefâtih-ül gayb da denir.("Mugayyebât-ı Hamse"ye dair Sure-i
Lokman'ın âhirindeki âyetin hakkında mühim sualinize gayet mühim bir cevap
isterken, maatteessüf şimdiki hâlet-i ruhiyem ve ahvâl-i maddiyem o cevaba
müsaid değildir. Yalnız sualinizin temas ettiği bir iki noktaya gayet mücmel
işaret edeceğiz. Şu sualinizin meâli gösteriyor ki, ehl-i ilhad tarafından
tenkid suretinde mugayyebât-ı hamseden yağmurun gelmek vaktine ve rahm-i
mâderdeki ceninin keyfiyetine itiraz edilmiş. Demişler ki: "Rasathânelerde
bir âletle yağmurun vakt-i nüzulü keşfediliyor. Onu da Allah'dan başkası da
biliyor. Hem röntgen şuâiyle rahm-i maderdeki ceninin müzekker, müennes
olduğu anlaşılıyor. Demek mugayyebat-ı hamseye ıttıla' kabildir"?Elcevap:
Yağmurun vakt-i nüzulü bir kaideye merbut olmadığı için, doğrudan doğruya
meşiet-i hâssa-i İlâhiyye ile bağlı ve hazine-i rahmetten hususi iradeye
tâbi olduğunun, bir sırr-ı hikmeti şudur ki: Kâinatta en mühim hakikat ve en
kıymetdar mahiyet, nur, vücud ve hayat ve rahmettir ki, bu dört şey;
perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya Kudret-i İlâhiyye ve meşiet-i hassa-i
İlâhiyyeye bakar. Sair masnuatta zahiri esbab; kudretin tasarrufuna perde
oluyorlar. Ve muttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meşiete
hicab oluyor. Fakat vücud, hayat ve nur ve rahmette o perdeler konulmamış.
Çünki; perdelerin sırr-ı hikmeti o işte cereyan etmiyor. Madem vücudda en
mühim hakikat rahmet ve hayattır; yağmur, hayata menşe ve medâr-ı rahmet,
belki ayn-ı rahmettir. Elbette vesait perde olmıyacak. Kaide ve yeknesaklık
dahi, meşiet-i hassa-i İlâhiyyeyi setretmiyecek; tâ ki, her vakit herkes
herşeyde şükür ve ubudiyete ve sual ve duaya mecbur olsun. Eğer bir kaide
dahilinde olsaydı, o kaideye güvenip şükür ve rica kapısı kapanırdı. Güneşin
tuluunda ne kadar menfaatler olduğu mâlumdur. Halbuki muttarid bir kaideye
tabi olduğundan, Güneşin çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür
yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî, o kaidenin yoluyla yarın Güneşin çıkacağını
bildiği için, gaibden sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz'iyatı bir kaideye tâbi
olmadığı için, her vakit insanlar rica ve dua ile dergâh-ı İlâhiyyeye
ilticaya mecbur oluyorlar. Ve ilm-i beşerî, vakt-i nüzulünü tayin edemediği
için, sırf hazine-i rahmetten bir nimet-i hassa telâkki edip hakiki
şükrediyorlar.İşte bu âyet, bu nokta-i nazardan yağmurun vakt-i nüzulünü,
Mugayyebat-ı Hamse'ye idhal ediyor. Rasadhanelerdeki âletle, bir yağmurun
mukaddematını hissedip vaktini tayin etmek, gaibi bilmek değil, belki
gaibden çıkıp âlem-i şehadete takarrubu vaktinde bazı mukaddematına ıttıla'
suretinde bilmektir. Nasıl, en hafi umur-u gaybiye vukua geldikte veyahud
vukua yakın olduktan sonra hiss-i kabl-el-vukuun bir nev'iyle bilinir. O,
gaybı bilmek değil; belki o, mevcudu veya mukarreb-ül-vücudu bilmektir.
Hatta ben kendi âsâbımda bir hassasiyet cihetiyle yirmi dört saat evvel,
gelecek yağmuru bazen hissediyorum. Demek yağmurun mukaddematı, mebâdileri
var. O mebâdiler, rutubet nev'inden kendini gösteriyor, arkasından yağmurun
geldiğini bildiriyor. Bu hal, aynen kaide gibi, ilm-i beşerin gaibden çıkıp
daha şehadete girmiyen umura vüsule bir vesile olur. Fakat daha âlem-i
şehadete ayak basmayan ve meşiet-i hassa ile rahmet-i hassadan çıkmıyan
yağmurun vakt-i nüzulünü bilmek, ilm-i Allâm-ül-Guyub'a mahsustur.Kaldı
İkinci Mes'ele: Röntgen şuâiyle rahm-ı mâderdeki çocuğun erkek ve dişisini
bilmek ile $ âyetinin meâl-i gaybîsine münafi olamaz. Çünki: Âyet yalnız
zükuret ve ünuset keyfiyetine değil, belki o çocuğun acib istidad-ı hususisi
ve istikbalde kesbedeceği vaziyetine medar olan mukadderat-ı hayatiyesinin
mebâdileri, hatta simasındaki gayet acib olan sikke-i Samediyet muraddır ki,
çocuğun o tarzda bilinmesi, ilm-i Allâm-ül-Guyub'a mahsustur. Yüzbin
röntgen-misal fikr-i beşerî birleşse, yine o çocuğun umum efrâd-ı beşeriyeye
karşı birer alâmet-i fârikası bulunan yalnız hakiki sima-yı vechiyesini
keşfedemez. Nerede kaldı ki sima-yı veçhisinden yüz defa daha harika olan
istidadındaki sima-yı mâneviyi keşfedebilsin. Başta dedik ki: Vücud ve hayat
ve rahmet, bu kâinatta en mühim hakikatlardır ve en mühim makam onlarındır.
İşte onun için o câmi hakikat-ı hayatiye, bütün incelikleriyle ve dekaikiyle
irade-i hassaya ve rahmet-i hassaya ve meşiet-i hassaya bakmalarının bir
sırrı şudur ki; hayat, bütün cihazatiyle ve cihâtiyle şükür ve ubudiyet ve
tesbihin menşe' ve medârı olduğundandır ki, irade-i hassaya hicab olan
yeknesaklık ve kaidelik ve rahmet-i hassaya perde olan vesâit-i zahiriye
konulmamıştır. Cenab-ı Hakkın rahm-ı mâderdeki çocukların sima-yı maddî ve
mânevîlerinde iki cilvesi var:Birisi : Vahdetini ve Ehadiyetini ve
Samediyetini gösterir ki, o çocuk âzâ-yı esasîde ve cihazat-ı insaniyenin
envâında sair insanlarla muvafık ve mutabık olduğu cihetle, Hâlık ve
Sâniinin vahdetine şehadet ediyor. O cenin bu lisan ile bağırıyor ki: "Bana
bu sima ve âzâyı veren kim ise, bütün esasat-ı âzâda bana benzeyen bütün
insanların sânii dahi O'dur. Ve hem bütün zihayatın sânii O'dur."İşte rahm-i
mâderdeki ceninin bu lisanı, gaybî değil, kaideye ve ıttırada ve nev'ine
tâbi olduğu için mâlumdur, bilinebilir. Âlem-i şehadetten âlem-i gayba
girmiş bir daldır ve bir dildir.İkinci Cihet : Sima-yı istidadiye-i
hususiyesi ve sima-yı veçhiye-i şahsiyesi lisaniyle Sâniinin ihtiyarını,
iradesini ve meşietini ve rahmet-i hassasını ve hiçbir kayd altında
olmadığını, bağırıp gösteriyor. Fakat bu lisan, gayb-ül-gaybdan geliyor.
İlm-i ezeliden başkası, kabl-el-vücud bunu göremiyor ve ihata edemiyor.
Rahm-i mâderde iken bu simanın binde bir cihazatı görünmekle,
bilinmiyor!Elhasıl: Ceninin sima-yı istidadîsinde ve sima-yı veçhiyesinde
hem delil-i vahdaniyet var, hem ihtiyar ve irade-i İlâhiyyenin hücceti
vardır. L.) |
MUGAYYEBE |
Gizli şey. Görünmeyen ve saklı olan nesne. |
MUGAYYER |
(Gayr. dan) Değiştirilmiş, başkalaştırılmış. Tağyir edilmiş. |
MUGAYYİR |
Tağyir eden, değiştiren. |
MUGAZANE |
Gözün yanlarında olan büklüm. |
MUGAZEBE |
Karşılıklı olarak birbirini kızdırıp gazaba getirme. |
MUGAZELE |
(Ga, uzun okunur) Aşıkane şakalaşma, lâtifeleşme. |
MUGAZIB |
Gadap etmek, kızmak, hiddetlenmek. |
MUGBEÇE |
(C.: Mugbeçegân) f. Meyhaneci çırağı. * Mecusi çocuğu. |
MUG-BEÇEGÂN |
(Mugbeçe. C.) f. Mecusi çocukları. * Meyhâne çırakları. |
MUGBER |
(Gubar. dan) Gücenmiş, darılmış, küskün. * Tozlanmış, tozlu. |
MUGBERR-ÜL HÂTIR |
Hatırı kalmış, gücenmiş. |
MUGBİR |
Gücenmiş. İğbirar sahibi. * Toz koparan. |
MUGF |
Uyuyan. |
MUGFEL |
(Guful. den) Aldatılmış, iğfâl olunmuş. Kandırılmış. |
MUGFİL |
Aldatan, iğfal eden. |
MUGİDD |
Gadap edici, kızgın, hiddetlenici. |
MUGÎS |
Yardım eden, yardıma koşan. Medet edici. Muin. |
MUGİŞŞ |
Birisini fenalığa bırakan, aldatan. |
MUG-KEDE |
f. Meyhane. * Ateşe tapanların ibadethanesi. |
MUGLAK |
(Galak. den) Kapalı, kilitli. * Anlaşılmaz, çapraşık söz. |
MUĞLAKAT |
(Muğlak. C.) Kapalı ve anlaşılması zor olan şeyler. |
MUĞLAKİYYET |
Muğlak olma hali. Anlaşılmazlık. |
MUGLİYY |
Kaynamış çiçek, papatya veya ıhlamur suyu. |
MUGNAT |
İhtiyaç. |
MUGNÎ |
Def'edici, kovan. * Zengin eden, müstağni kılan. * Doyuran gönlünü tok
eden. |
MUGRAK |
(Gark. dan) Batmış veya batırılmış (suya). Gark edilmiş. |
MUGRE |
Bulanıklık. |
MUGREM |
Âşık, tutkun. |
MUGREMUN |
Ağır borca uğratılmış olanlar. |
MUGRİB |
Anka kuşu. |
MUGRÎL |
şişmiş maktul. |
MUGŞA |
(Gaşy. den) Bürünmüş, örtülmüş. |
MUGTAB |
Gıybet söyleyici, gıybet eden. |
MUGTANEM |
Ganimet olarak alınmış olan, alınan. |
MUGTASIB |
Gasb eden, zorla alan. |
MUGTEBIT |
Gıbta olunmuş, hâli iyi olan kimse. |
MUGTEDÎ |
(Gıda. dan) Gıda alan, gıdalanan. Beslenen. |
MUGTELİM |
Hırs ve şehveti çok olan. |
MUGTEMİZ |
Gammazlıyan. |
MUGTENEM |
(Ganimet. den) Ganimet olarak alınmış. |
MUGTENİM |
Ganimet olarak alan. Bedava alan. Ganimet bilen. |
MUGTERİB |
(Gurub. dan) Batan, gurub eden. * Gurub. * (Gurbet. den) Gurbete giden.
Gurbete çıkan. |
MUGTERİF |
Elini daldırarak avucuyla su alan. |
MUGTERİK |
Batan, suda boğulan, garkolan. |
MUGTESİL |
(Gusl. den) Yıkanan, gusleden. |
MUGVE |
(C: Mugveyât) Canavarı düşürüp yakalamak için kazıp ağzını örttükleri
kuyu. |
MUGZİB |
(Gazab. dan) Gazaba getiren, kızdıran. |
MUHAB |
Kendisinden ürkülüp korkulan. |
MUHABA |
Korku, perva, havf, çekingenlik. |
MUHABBET |
Sevgi, sevme. * Sohbet. Ruhun, kendisinden lezzet duyduğu şeye
meyletmesi. (Zıddı: Buğzetme ve adavettir.)(Eğer denilse: Al-i Beyt'e
muhabbeti, Kur'an emrediyor. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm çok
teşvik etmiş. O muhabbet, Şialar için belki bir özür teşkil eder. Çünki
ehl-i muhabbet, bir derece ehl-i sekirdir. Ne için Şialar hususan Râfızîler,
o muhabbetten istifade etmiyorlar; belki, işâret-i Nebeviye ile o fart-ı
muhabbetten mahkûmdurlar.Elcevab: Muhabbet iki kısımdır:Biri : Mâna-yı
harfiyle, yâni; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hesabına, Cenab-ı Hak
nâmına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyt'i sevmektir. Şu
muhabbet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın muhabbetini ziyadeleştirir.
Cenab-ı Hakk'ın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur, ifratı zarar
vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adavetini iktiza
etmez.İkincisi : Mâna-yı ismiyle muhabbettir. Yâni: Bizzat onları sever.
Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ı düşünmeden Hazret-i Ali'nin
kahramanlıklarını ve kemâlini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in yüksek
faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah'ı bilmese de, Peygamber'i tanımasa
da yine onları sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın
muhabbetine ve Cenab-ı Hakk'ın muhabbetine sebebiyet vermez; hem ifrat olsa,
başkaların zemmini ve adavetini iktiza eder.İşte işaret-i Nebeviye ile,
Hazret-i Ali hakkında ziyade muhabbetlerinde, Hazret-i Ebu Bekir-is Sıddık
ile Hazret-i Ömer'den teberri ettiklerinden hasârete düşmüşler. Ve o menfi
muhabbet, sebeb-i hasârettir. M.) |
MUHABBETDARANE |
Muhabbete yakışır şekilde. |
MUHABBETKÂR |
Muhabbetli, sevgi gösteren. |
MUHABBETNAME |
f. Sevgisini bildiren yazılı kâğıt. Aşkını bildiren yazı. |
MUHABBETULLAH |
Cenab-ı Hakk'a karşı beslenen ihlâslı sevgi.(...Sende, senin nefsine
olan şedid muhabbetin O'nun zâtına karşı muhabbet-i zâtiyedir ki, sen su-i
istimal edip kendi zâtına sarfediyorsun. Öyle ise, nefsindeki eneyi yırt,
hüveyi göster. Ve kâinata dağınık bütün muhabbetlerin, O'nun esmâ ve
sıfâtına karşı verilmiş bir muhabbettir. Sen su-i istimal etmişsin, cezasını
da çekiyorsun. Çünkü yerinde sarfolunmayan bir muhabbet-i gayr-i meşruanın
cezası, merhametsiz bir musibettir. Rahman-ür-Rahim ismiyle hurilerle
müzeyyen Cennet gibi senin bütün arzularına câmi' bir meskeni, senin cismani
hevesatına ihzar eden ve sair esmâsiyle senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın
ve sair letâifin arzularını tatmin edecek ebedi ihsanatını, o cennette sana
müheyya eden ve her bir isminde mânevi çok hazine-i ihsan ve kerem bulunan
bir Mahbub-u Ezelinin, elbette bir zerre muhabbeti, kâinata bedel olabilir.
Kâinat O'nun bir cüz'i tecelli-i muhabbetine bedel olamaz. S.)(Velâyet
yollarının ve tarikat şubelerinin en mühim esası ihlâsdır. Çünkü, ihlâs ile
hafi şirklerden halâs olur. İhlâsı kazanmıyan, o yollarda gezemez ve o
yolların en keskin kuvveti, muhabbettir. Evet muhabbet; mahbubunda bahaneler
aramaz ve kusurlarını görmek istemez. Ve kemâline delâlet eden zayıf
emâreleri, kavi hüccetler hükmünde görür. Dâima mahbubuna tarafdardır.İşte
bu sırra binaendir ki, muhabbet ayağı ile marifetullaha teveccüh eden zâtlar
şübehata ve itirâzata kulak vermezler, ucuz kurtulurlar. Binler şeytan
toplansa, onların mahbub-u hakikisinin kemâline işaret eden bir emareyi,
onların nazarında ibtal edemez. Eğer muhabbet olmazsa, o vakit kendi nefsi
ve şeytanı ve harici şeytanların ettikleri itirazât içinde çok çırpınacak.
Kahramancasına bir metanet ve kuvvet-i imân ve dikkat-ı nazar lâzımdır ki,
kendisini kurtarsın.İşte bu sırra binaendir ki, umum meratib-i velâyette,
mârifetullahtan gelen muhabbet, en mühim mâye ve iksirdir. Fakat muhabbetin
bir vartası var ki, ubudiyyetin sırrı olan niyazdan, mahviyetten, naza ve
dâvaya atlar, mizansız hareket eder. Mâsiva-yı İlâhiyeye teveccühü
hengâmında, mâna-yı harfîden mâna-yı ismîye geçmesi ile, tiryak iken zehir
olur. Yâni gayrullahı sevdiği vakit Cenab-ı Hak hesabına ve onun nâmına,
onun bir âyine-i esmâsı olmak ciheti ile rabt-ı kalb etmek lâzım iken; bazan
o zâtı o zât hesabına kendi kemâlât-ı şahsiyesi ve cemâl-i zâtîsi nâmına
düşünüp, mâna-yı ismîyle sever. Allah'ı ve Peygamber'i düşünmeden yine
onları sevebilir. Bu muhabbet, muhabbetullaha vesile değil, perde oluyor.
Mâna-yı harfî ile olsa, muhabbetullaha vesile olur, belki cilvesidir
denilebilir. M.)( $ âyetinde i'cazlı bir îcaz vardır. Çünki çok cümleler, bu
üç cümlenin içinde dercedilmiştir. Şöyleki: Şu âyet diyor ki: "Allah'a
(Celle Celâluhu) imanınız varsa elbette Allah'ı seveceksiniz. Mâdem Allah'ı
seversiniz, Allah'ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise,
Allah'ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittiba etmektir.
Ne vakit ona ittiba etseniz. Allah da sizi sevecek. Zâten siz Allah'ı
seversiniz, tâ ki, Allah da sizi sevsin". L.) |
MUHABERAT |
Muhabereler. Haberleşmeler. Haberleşme yapan dâireler. |
MUHABERE |
Haberleşme. Karşılıklı birbirine haber verme. |
MUHABERE MEMURU |
Telgrafçı. |
MUHABİR |
Haber veren, haberci. * Gazeteye havadis gönderen kimse. |
MUHACAT |
(Hecv. den) Birbirini hicvetme. Karşılıklı olarak birbirlerini yerme. |
MUHACAT |
Bilmece hususunda birbiriyle zekâ yarışına çıkma. |
MUHACCE |
(Hüccet. den) İddiâ edip münakaşa ederek deliller ve hüccetler
gösterme. İsbatlar gösterme. |
MUHACCEB |
Perdelenmiş, tecrid edilmiş. Perde ile ayrılmış. |
MUHACCEL |
Ayağı sekili, beyazlı at. * Gerdeğe konulmuş. |
MUHACERE |
Birbirini men'etmek, birbirine engel olmak. |
MUHACCİL |
(Haclet. den) Utandıran, tahcil eden. |
MUHACEMAT |
Hücumlar, üşüşmeler. Her taraftan ve birden hücum etmeler. |
MUHACEME |
Hücum etme, saldırma. |
MUHACERAT |
Göç etmeler, hicretler. Muhacirlik. |
MUHACERET |
(Hicret. den) Hicret etme, göç etme, göçme. |
MUHACET |
(Hecv. den) Karşılıklı olarak birbirini hicvetme, yerme. |
MUHACEZE |
Fısıldamak. |
MUHACİM |
Hücum eden, saldıran. |
MUHACİMÎN |
(Muhâcim. C.) Hücum edip saldıranlar, üşüşenler. |
MUHACİR |
Göç eden, bir memleketten kalkıp, başka bir yere yerleşen. * Mc:
Allah'ın yasak ettiğinden uzaklaşan. |
MUHACİRÎN |
Göç edenler, hicret edenler. İslâmiyetin ilk zuhurunda İslâm olanlardan
Mekke'den Medine'ye hicret eden sahâbeler. (Bak: Ensar) |
MUHADAA(T) |
(Had'. dan) Aldatma, hile yapma, oyun etme. |
MUHADAT |
Hediyeleşmek. Karşılıklı olarak hediyeler vermek. |
MUHADDA' |
Aldana aldana bilgi ve tecrübe sâhibi olan. |
MUHADDAB |
Boyanmış. |
MUHADDAR |
Yeşil renkle boyanmış. Rengi yeşil yapılmış. |
MUHADDE |
(Hadde. den) Bilenmiş. * Sınırlanmış, belirlenmiş, hudutlandırılmış. |
MUHADDE |
Muhâlefet, uyuşmazlık. |
MUHADDEB |
Kamburlu, tümsekli, üstü yumru olan. Dürbin camı gibi yumru olan. |
MUHADDED |
Sınırı belirtilmiş olan. Sınırlanmış, tahdid edilmiş. |
MUHADDED |
Eti buruşmuş olan. |
MUHADDER |
(Muhaddere) Kapalı, örtülü. * Nâmuslu müslüman kadını. |
MUHADDES |
Haber verilmiş. Tahdis olunmuş, şükranla bildirlimiş. Sadık-ül hads
olan kimse. * Her zan, tahmine feraseti isabetli olan. * Nakil ve rivayet
edilmiş olan. |
MUHADDİD |
Keskinleştirici, bileyici. * Sınırlıyan, sınırını tâyin eden. Tahdid
eden. Hududlandıran. |
MUHADDİR |
Şişiren, kabartan. |
MUHADDİR(E) |
Uyuşturucu ilâç. |
MUHADDİRAT |
(Muhaddire. C.) Uyuşturucu ilâçlar. |
MUHADDİS |
Hadis ilminin bir çok usul ve füruunu bilen zât. Peygamber Efendimizin
(A.S.M.) hâl ve sözlerini bize nakleden ve hadis ilminin mütehassısı. |
MUHADDİSÎN |
Hadis ilmiyle uğraşan eskiden gelmiş büyük ve kâmil zâtlar.
Peygamberimizin (A.S.M.) sözünü işiterek bildirenler. (Bak: Hâfız) |
MUHADDİSÎN-İ MUHADDESÛN |
Allah tarafından kendilerine ilham olunan muhaddisler. |
MUHADDİŞ |
Kulağı tırmalıyan. Tahdiş eden. |
MUHADEA |
Aldatmak, hilecilik, oyun etmek. |
MUHADEME |
Hizmet etmek. |
MUHADENET |
Yakın ahbablık, samimiyet. Dostluk. |
MUHADENET |
Barışma. * Veda etme. |
MUHADERE |
Sür'at etmek. |
MUHADESE |
(Hadis. den) Konuşma. Birbirine hikâye söyleme. |
MUHADEŞE |
Tırmalama. Sıkıntı ve zahmet verme. |
MUHADİ' |
(Had'. dan) Aldatan, kandıran. Hile eden, oyun yapan. |
MUHADİANE |
f. Aldatarak, hile yaparak. |
MUHADİŞ |
Zahmet, ıztırab ve sıkıntı verici. Tırmalayıcı. |
MUHAFAZA |
Zarar ve ziyandan sakınıp korumak. * Himâye ve hıfzetmek. Gözetlemek. *
Bir şeye devamlı olmak. |
MUHAFAZAKÂR |
f. Koruyucu. * Dinî amel ve işlere muhabbet eden. Dinî inanışında
sağlam olan ve değiştirmeden muhafaza eden yüksek ve sâdık insan. |
MUHAFAZAT |
Muhafızlık, koruyuculuk. |
MUHAFETE |
Söyleme, yavaş okuma. |
MUHAFFEF |
Hafiflendirilmiş, hafif edilmiş olan. |
MUHAFFİF |
(Hıffet. den) Hafifleten, hafifletici. |
MUHAFIZ |
Muhafaza eden. Değiştirmeyen. Saklayan. Koruyan. Bekçi. |
MUHAFIZÎN |
(Muhafız. C.) Muhafızlar, bekçiler. Bir yeri koruyup bekleyen kimseler. |
MUHAHA |
Kemikten çıkan nesne. |
MUHAK |
(Mahâk - Mihâk) Her arabi ayın son üç gecesi. |
MUHAKAT |
Bir kimseyi ahmak yerine koyma. |
MUHAKAT |
Müşabehet eylemek. Bir kimseyi taklid etmek. * Birbirine hikâye
söylemek. |
MUHAKEMAT |
(Muhakeme. C.) Muhakemeler. |
MUHAKEME |
(C.: Muhakemât) (Hüküm. den) Dava için iki tarafın mahkemeye baş
vurması. * İki tarafın mahkemeye baş vurması. * İki tarafı dinleyip hüküm
vermek. * Düşünmek. * Zihinde inceleme yapmak. * Karar vermek için iyice
düşünmek. |
MUHAKEME-İ GIYABİYE |
Dâvâcılardan biri veya her ikisi de bulunmadıkları hâlde mahkemece
verilen karar. |
MUHAKÎ |
Benzeyen, benzer olan. |
MUHAKKA |
Çekişme. * Hak iddia etme. |
MUHAKKAK(A) |
(Hakk. dan) Hakikatı ve gerçeği belli olmuş. Tahkik edilmiş. Doğru. *
Mutlaka ne olursa olsun. |
MUHAKKAR |
Hakir görülen. Hakarete uğramış. |
MUHAKKİK |
Hakikatı araştırıp bulan. İç yüzüne inceliyerek vakıf olan. * Hakikat
âlimi. Hakikatlara hakkı ile vakıf ve ehl-i tahkik olan büyük İslâm âlimi. |
MUHAKKİKANE |
f. Gerçeği ve hakikatı araştıran bir kimseye yakışır surette. Muhakkik
olan bir insana yakışacak şekilde. |
MUHAKKİKÎN |
Hakikatı bulup meydana çıkaranlar. * İç yüzünü araştırıp bulan büyük
İslâm âlimleri ve velileri. Hakikat araştıran, hak âlimleri. |
MUHAKKİR |
Hakir gören, zelil ve hor gören. |
MUHAKKİRÂNE |
f. Tahkir edercesine. Hakarette bulunurcasına. |
MUHAL |
İmkânsız, vukuu mümkün olmayan. Bâtıl, boş söz. * Hurâfe olan nazariye. |
MUHAL-İ ÂDİ |
Herkesin anlayabileceği imkânsızlık ve muhal. Az düşünenlerin de
bilebileceği, mümkün olmayan iş. |
MUHALAA |
(Muhâlaat) Birbirlerinden resmen ayrılma (karı-koca.) |
MUHALAT |
(Muhal. C.) Mümkün olmayanlar. Muhaller. Muhal ve bâtıl olan şeyler. |
MUHALATA |
(Halt. dan) Karışma, güzel uyuşma, anlaşma. |
MUHALATÂT |
Güzel anlaşmalar, karışmalar, uyuşmalar. |
MUHALE |
Dostluk, sadâkat. |
MUHALEBE |
Beraberce süt sağmak. |
MUHALEFET |
Kabulsüzlük. Karşı durma. Uyuşmazlık. Zıt gitmek. Zıddiyet. Muvafık
olmamak. |
MUHALEFET-ÜN Lİ-L HAVADİS |
Cenab-ı Hakk'ın ne zâtında ne sıfâtında (mevcud olsun, mevhum olsun,
muhayyel olsun), hiç bir şeye hiç bir cihette benzememesi. |
MUHALESE |
Bir şeyi alıp kaçmak. |
MUHALESET |
(Hulus. dan) Birbirlerine iyi muamele etme. Birbirleriyle dostça
geçinme. |
MUHALHİL |
Havayı hafifleten. |
MUHALİB |
Süt sağan. * Devrin hayır ve şerli işlerini tecrübe eden. |
MUHALİF |
Uymayan. Birbirine benzemiyen. Birbirine zıt olan. * Başka şekilde
düşünen. * Karşı duran. |
MUHALİFÎN |
Muhalif olanlar. Muhalifler. |
MUHALİF |
Yardımcı. |
MUHALLA |
Tahliye olunmuş. Boşaltılmış. * Serbest bırakılmış. |
MUHALLA |
Süslenmiş. Süs yapılmış. |
MUHALLAK |
Tıraş olmuş. * Hacıların Mina'da tıraş oldukları yer. |
MUHALLASA |
Mevruz otu denilen bir nevi ot. |
MUHALLEB |
Nakışı ve güzelliği çok olan elbise. * Cam. * Aldanmış. |
MUHALLED |
(Huld. dan) Ebedî. Dâimî. Bâki. Sürekli olarak kalan. |
MUHALLEDAT |
(Muhalled. C.) Dâimî olarak kalacak şeyler. * şâheserler. |
MUHALLEDÎN |
(Muhalled. C.) Sürekli ve dâimî olarak kalan şeyler. |
MUHALLEDÛN |
Bâki ve dâimî olanlar. * Dâimî surette Cennet'te kalacak olanlar. |
MUHALLEF |
Bir ölünün bıraktığı mal. * Geride kalan. |
MUHALLEFAT |
(Muhallefe. C.) Ölen bir kimsenin bıraktığı şeyler. Metrukât. |
MUHALLEFE |
Ölen bir adamın dul kalan karısı. |
MUHALLES |
Kurtarılmış. Tahlis olunmuş. |
MUHALLIK |
Tıraş eden. * Tıraş olan. |
MUHALLÎ |
Süslendiren, yaldızlayan. |
MUHALLÎ |
Boşaltan. Tahliye eden. |
MUHALLİD |
(Huld. den) Ebedîleştiren. Devamlı, sürekli ve ebedî kılan. |
MUHALLİL |
(Hall. den) Eriten. Analiz yapan, tahlil eden. * Fık: Üç talakla
boşanan ve iddetini bitiren bir kadınla evlenen erkek. (Karıyı boşayan
birinci kocaya: Muhallelün leh denir.) * Tıb: Şişlere, iltihablara yarıyan
ilaç. |
MUHALLİM |
Halim selim eden. Yavaş kılan. (Öfkeli birisini) yumuşatan. |
MUHALLİS |
(Halâs. dan) Kurtaran, halâs kılan, tahlis eden. |
MUHALLİT |
(Halt. dan) Karıştıran, tahlit eden. |
MUHALÜN ALEYH |
Fık: Havaleyi ödeyecek kimse. Üzerine havale yapılan şahıs. |
MUHALÜN BİH |
Fık: Birine havale olunan mal. |
MUHALÜN LEH |
"Lehine gönderilen" Alacaklı olan kişi. |
MUHAMAT |
Korumak. * Avukatlık etmek. * Birinden birşeyi def etmek. |
MUHAMERE |
Karışmak. * Gizlemek. |
MUHAMESE |
Fısıldaşma. |
MUHAMÎ |
Avukat. * Himaye eden. |
MUHAMMAT |
Kızdırılmış nesne. |
MUHAMMED |
Pek çok tekrar tekrar övülmüş, medhedilmiş meâlinde bir isim olup ilk
olarak Peygamberimize (A.S.M.) verilmiştir. (Allahımızın bütün insanlara son
peygamberi olan Hz. Muhammed (A.S.M) Efendimiz, Arabistan'da Mekke-i
Mükerreme şehrinde milâdi 571 tarihinde dünyaya teşrif etmişlerdir.Fahr-i
Âlem Efendimiz, Kureyş kabilesinden ve Haşim âilesindendir. Muhterem
pederinin adı Abdullah, dedesinin adı Abdülmuttalib, vâlidesinin adı ise
Amine'dir.Peygamberimizin (A.S.M.) baba cihetinden mübarek nesebleri
şöyledir. Hz. Muhammed İbn-i Abdullah, ibn-i Abdulmuttalib, Haşim, Abdi
Menaf, Kusey, Hakim, Mürre, Keab, Lüey, Galib, Fihr, Mâlik, Nazr, Kinane,
Huzeyme, Müdrike, İlyas, Mudar, Mirar, Mead, Adnan. Adnan da İsmâil
Aleyhisselâm'ın oğlu Kıyzar'ın neslindendir. Adlarını yazdığımız bu
zatlardan her birinin evlâdı birçok kabilelere ayrılmış, Mâlik'in oğlu
Fihr'in evlâdından da Kureyş kabilesi teşekkül etmiştir.Resul-i Ekrem
Efendimizin (A.S.M.) vâlidesi cihetinde yüksek nesebleri de şöyledir: Hz.
Muhammed ibn-i Amine Bint-i Vehb, ibn-i Abdi Menaf, ibn-i Zühre, ibn-i
Hâkim.Peygamber Efendimizin (A.S.M.) babası tarafından mübârek nesebiyle
anası tarafından nesebi, Mürre oğlu Hâkim'de birleşirler.Peygamber
Efendimizin dedesi ve zamanında Kureyş kabilesinin reisi bulunan
Abdülmuttalib, Kâbe-i Muazzama'nın mütevellisiydi. Ebu Tâlib, Ebu Leheb,
Hâris, Zübeyr, Hamza, Abbas, Abdullah v.s. adında onüç oğlu vardı. Fakat
bunların içinde en fazla Abdullah'ı severdi. Çünki onda başka bir güzellik,
başka bir nuraniyet vardı. Abdülmuttalib, bu sevgili oğluna Benî Zühre reisi
Vehb'in kızı Amine'yi nikâhla aldı. Abdullah Hazretleri, Peygamber Efendimiz
doğmadan iki ay evvel bir ticaret kafilesiyle Medine-i Münevvere'ye gidip
orada vefat etti ki, daha yirmibeş yaşında bulunuyordu. Bu cihetle Fahr-i
Âlem Efendimiz (A.S.M.) yetim kaldı.Peygamber Efendimizin çocukluk devresi
pek kudsi bir halde geçmiştir. Daha doğar doğmaz bir takım hârikalar meydana
gelmiştir. (Bak: Delâil-i Nübüvvet) Süt anası, Beni Sa'd kabilesinden
Haris'in refikası Halime idi. Dört sene onun yanında kaldı. Annesi Hz. Amine
ile birlikte Medine-i Münevvere'ye dayı-zâdeleri bulunan Neccar oğullarını
ziyarete gittiler. Sonra Mekke-i Mükerreme'ye dönerlerken Hz. Amine, Ebva
denilen yerde daha yirmi yaşında olduğu halde vefat etti. Altı yaşında öksüz
kalan Peygamberimizi, Ümmieymen adındaki dadısı alıp, Mekke-i Mükerreme'ye
getirip dedesi Hz. Abdülmuttalib'e teslim etti. İki sene sonra da dedesi
vefat edince amcası Ebu Tâlib'in yanında kaldı.Peygamber Efendimiz
gençliğinde Kureyş kabilesi arasında büyük bir şeref ve şânı haiz
bulunuyordu. Kendisine "Muhammed-ül Emin" deniliyordu. Yirmibeş yaşında
iken, pek yüksek bir ruha sahib, pek şerefli bir hânedana mensub olan ve
daha genç iken dul kalmış olup çok zengin olan Huveylid kızı Hatice ile
evlendi. Peygamber Efendimiz, tam kırk yaşlarına girince Peygamberlik
şerefine nâil oldu. Kendisine peygamberlik verilince ilk evvel çevresinde
bulunan kişileri hususi surette İslâm dinine dâvet etmişti. Bu dâveti ilk
önce Hz. Hatice vâlidemiz kabul etti. Sonra Kureyşin büyüklerinden olan Hz.
Ebubekir-is sıddık ile Peygamberimizin âzatlısı olan Zeyd ibn-i Harise ve
peygamberimizin amcası Ebu Tâlib'in oğlu olup, henüz dokuz-on yaşlarında
olan Hz. Ali kabul ettiler. Bir müddet sonra da Hz. Ebubekir'in vasıtasıyla
Osman bin Affan, Abdurrahman ibn-i Avf, Sa'd ibn-i Ebu Vakkas, Zübeyr ibn-ül
Avvam, Talha-t-übnü Ubeydullah Hazretleri İslâmiyetle müşerref
oldular.Bi'setin ondördüncü senesinde Mekke'deki müslümanlar, Medine-i
Münevvere'ye hicret ettiler. Peşinden de Peygamberimiz Hz. Ebubekir ile
birlikte hicret etti. (Bak: Hicret)Peygamberimiz (A.S.M.) hicretin onbirinci
senesinin Rebiülevvel ayının onikisinde pazartesi günü Medine-i Münevvere'de
hücre-i saadetinde vefat etti.) (B.İ.İ.)(Şu kâinatın Sâhib ve Mutasarrıfı,
elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor. Ve her tarafı görerek
tedvir ediyor. Ve her şeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve her şeyde
görünen hikmetleri, gayeleri, faydaları irade ederek tedvir ediyor. Mâdem
yapan bilir; elbette bilen konuşur. Mâdem konuşacak, elbette zişuur ve
zifikir ve konuşmasını bilenlere konuşacak. Mâdem zifikirle konuşacak;
elbette zişuurun içinde en cem'iyetli ve şuuru külli olan insan nev'i ile
konuşacaktır. Mâdem insan nev'i ile konuşacak, elbette insanlar içinde
kabil-i hitab ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Mâdem en mükemmel ve
istidâdı en yüksek ve ahlâkı ulvi ve nev'-i beşere muktedâ olacak olanlarla
konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakı ile, en yüksek isti'datta
ve en âli ahlâkta ve nev-i beşerin humsu ona iktida etmiş ve nısf-ı arz onun
hükm-ü mânevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyası ile
bin üçyüz sene ışıklanmış; ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı
mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip, ona dua-i rahmet ve
saadet edip, ona medh ve muhabbet etmiş olan Muhammed (A.S.M.) ile
konuşacak.. ve konuşmuş ve Resul yapacak ve yapmış; ve sair nev-i beşere
rehber yapacak ve yapmıştır. M.) (Bak: Fahr-i Kâinat ve Resulullah ve
Mefhar-ı mevcudat)(Zât-ı Zülcelâl (C.C.) demiş: $ Bütün ümmet, hattâ
düşmanları da dahil olduğu halde icma etmişler ki, bütün ahlâk-ı haseneye
câmi'dir.Nübüvvetten evvel ondaki ahlâk-ı hamidenin kemâline tercüman olan
Muhammed'ül Emin ünvaniyle iştihar etmişler.Hazret-i Aişe (R.A.) her vakit
derdi: $ Demek Kur'an tazammun ettiği bütün ahlâk-ı haseneye câmi idi. İşte
o Zât-ı Kerimde icma-ı ümmetle tevatür-ü mânevî-i kat'îyle sabittir ki;
insanların sîreten, sureten en cemili ve en halimi ve en sâbiri ve en şâkiri
ve en zâhidi ve en mütevazii ve en afifi ve en cevâdı ve en kerimi ve en
rahimi ve en âdili, herkesten ziyade mürüvvet, vakar, afv, sıhhat-ı fehim,
şefkat gibi ne kadar secâya-yı âliyye varsa en mükemmel bir fihriste-i
nuranîsidir. Bunların içindeki nokta-i i'caz şudur ki: Ahlâk-ı hasene çendan
birbirine mübayin değil, fakat derece-i kemâlde birbirine müzaheme eder.
Biri galebe çalsa öteki zayıflaşır. Meselâ: Kemâl-i hilm ile kemâl-i şecaat,
hem kemal-i tevazu ile kemal-i şehamet, hem kemal-i merhamet ve mürüvvet,
hem tam iktisat ve itidal ile tamam-ı kerem ve sehavet, hem gayet vakar ile
nihayet haya, hem gâyet şefkat ile nihayet Elbuğzu fillah, hem gayet afv ile
nihayet izzet-i nefs, hem gayet tevekkül ile nihayet içtihad gibi mecâmi-i
ahlâk-ı mütezahime birden derece-i âliyyede bir zâtta içtimâı müzayakasız
inkişafları mu'cizelerin mu'cizesidir. Bediüzzaman) |
MUHAMMED SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'in 47. Suresi olup Kıtal Suresi de denir. Medine-i
Münevvere'de nâzil olmuştur. |
MUHAMMEDÎ |
Hz. Muhammed'e (A.S.M.) mensub olan. Müslüman. (Ecnebi dillerinde geçen
bu mânadaki tabirlere göre Muhammedî, Muhammedîlik: Müslüman ve Müslümanlık
mânasına gelmektedir.) |
MUHAMMEDİYYUN |
Müslümanlar. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ümmetinden olanlar. |
MUHAMMEN |
(Hamn. den) Tahmin edilen. Ortalama olarak bir değer kabul edilen.
Sanılan. |
MUHAMMER |
(Hamr. dan) Mayalanmmış, ekşiyip kabarmış. * Yoğurulmuş. |
MUHAMMER |
(Himâr. dan) Kendine eşek denilmiş. Eşeğe benzetilmiş. Tahmir olunmuş. |
MUHAMMERE |
Başı beyaz, cesedi siyah olan koyun. * Örtülmüş nesne. |
MUHAMMES |
Ateş üzerinde kızdırılıp kurutulmuş. (Kavrulmuş kahve gibi) |
MUHAMMES |
Beşli. Beş katlı. Tahmis edilmiş. * Edb: Her bendi beş mısrâlı olan
manzume. * Birbiri ardından gelen ve kapalı olarak uç uca eklenmiş beş
kenarın meydana getirebileceği çeşitli şekillerden her biri. Beşgen. |
MUHAMMES-İ MUNTAZAM |
Geo: Düzgün beşgen. |
MUHAMMEZ |
(Hamz. dan) Oksitlenmiş, paslanmış. |
MUHAMMIS |
Mısır, kahve gibi şeyleri kavuran veya kavurarak satan kimse. * Tava. |
MUHAMMİN |
Tahmin eden, sanan, karar veren, değer biçen kimse. Eksper. |
MUHAMMİR |
(Hamr. dan) Tahmir eden. Mayalayan. Ekşitip kabartan. Yoğuran. |
MUHAMMİR |
Kızdırıcı ilâç. |
MUHAN |
Kendine ihanet olunmuş. * Alçak kimse. |
MUHANNA |
Çarpık, bükük, eğri. * Kınalanmış. |
MUHANNES |
Kadınlaşmış erkek. Alçak tabiatlı. * Korkak. Nâmerd. Kalleş. |
MUHANNET |
Mumyalanmış, tahnit edilmiş. |
MUHANNİT |
Mumyalayan, tahnit eden. |
MUHAREBAT |
(Muhârebe. C.) (Harb. den) Harpler, muhârebeler. Harbetmeler,
savaşmalar. |
MUHAREBE |
(C.: Muharebât) Harbetmek. Karşılıklı cenk. Cidal. |
MUHARECE |
Parmaklarıyla hesap edip taksim etmek. |
MUHAREDE |
Men'etmek, engel olmak. |
MUHAREF |
Fakir. |
MUHARESE(T) |
(Hirâset. den) Muhâfaza, koruma. |
MUHAREŞE |
Kışkırtma, halkı birbirine düşürme. |
MUHAREZE |
Saklamak. |
MUHARİB |
Harbeden. Cenkci. Cengâver. * Cesur. Atılgan. Kahraman. * İyi harbeden.
Harb usullerini iyi bilen. |
MUHARİBEYN |
İki savaşçı, iki cengâver, iki muhârib. |
MUHARRAK |
(Harik. den) Yakışmış, yanmış. Tahrik olunmuş. |
MUHARRECE |
Boynunda tasması olan köpek. |
MUHARREF |
(Harf. den) Tahrif edilmiş. Değiştirilmiş. kalem karıştırılmış. Bozuk.
İfsâd ederek tahrib edilmiş. |
MUHARREFAT |
(Muharref. C.) Tahrif edilmiş ve değiştirilmiş şeyler. |
MUHARREM |
Arabi ayların başı, birincisi. * Haram edilmiş olan. * Bu muharrem
ayında Müslümanlıktan evvel Arablar arasında muharebe yasaktı. Bundan dolayı
bu isim verilmiştir. * Haram kılınmış, tahrim olunmuş. (Bak: Eşhür-ü hurum) |
MUHARREMÂT |
Haramlar. Haram edilen şeyler. Dinimizce helâl olmayan şeyler. |
MUHARRER |
Tahrir olunmuş. * Yazılmış. Yazılı.(Muharrer : İyice azadlanmış, tam
hürriyetine kavuşturulmuş demektir ki; ibadette muhlis veya mâbed hâdimi
yahut da dünyadan azade mânalarıyla da tefsir edilmiştir. E.T.) |
MUHARRERÂT |
Yazılı şeyler. Yazılmış kâğıtlar. Mektuplar. |
MUHARRERÂT-I RESMİYE |
Resmi mektublar veya yazılar. |
MUHARRİB |
Tahrib eden. Harâb eden. Yıkan. Bozan. Perişan eden. |
MUHARRİBÎN |
(Muharrib. C.) Yıkıp yok edenler. Harab edenler. |
MUHARRİC |
(Bak: Tahric) |
MUHARRİF |
Tahrif eden. Bozan. Silen. Hilecilik yapan. |
MUHARRİK |
(Hark. dan) Tahrik eden, çok yakan. * Çok susatan, çok harâret veren. *
Yakıp yıkan. |
MUHARRİK |
Harekete getiren. Hareket veren. Tahrik eden. Teşvik eden.
Ayaklandıran. |
MUHARRİKE |
Hareket veren duygu. |
MUHARRİR |
Yazan. Tahrir eden. Kâtib. Kitab te'lif eden. Gazetede yazı yazan. |
MUHARRİRÎN |
(Muharrir. C.) Muharirler, yazarlar. Eser sâhipleri, müellifler. |
MUHARRİS |
Hırslandıran. Tamah ve hırsı artıran. |
MUHARRİSÂNE |
f. Hırslandırırcasına. |
MUHARRİŞ |
Tırmalayan, azdıran, tahriş eden. |
MUHARRİT |
İshâl verici bir ilâç. |
MUHARRİZ |
Kışkırtan. Teşvik ve tahriz eden. |
MUHASAMA |
(Muhasamet) (C.: Muhâsamât) Muhalefet. İki taraf arasındaki düşmanlık.
Birbiri ile çekişmek. Birbirine husumet etmek. |
MUHASAMAT |
(Muhasama. C.) Düşmanlık. İki taraf arasındaki husumet. |
MUHASAMET |
(Bak: Muhasama) |
MUHASARA |
Etraftan çevirmek. Kuşatmak. Düşmanı etraftan sarmak. Abluka etmek. |
MUHASARA |
Bir kişinin, diğer kimsenin elini tutup yürümesi veya ellerini
birbirinin kuşağına sokup yürümeleri. |
MUHASEBAT |
(Muhasebe. C.) Hesap işleri, hesap görme işleri. Hesap dâireleri. |
MUHASEBE |
Hesablaşmak. Hesab görmek. Hesab işi ile uğraşmak. Hesab işini gören
resmi makam. |
MUHASEDE |
(Hased. den) Birbirini çekememe, hased etme, kıskanma. |
MUHASIM |
Düşmanlık eden. Düşman olan taraflardan biri. Hasım olan. Birbirini
dâva edenlerden her biri. Karşı tarafı tutan. |
MUHASIMEYN |
Bir dâvâ veya çekişmede birbirine karşı olan iki kimse. |
MUHASIMÎN |
(Muhasım. C.) Düşmanlar, muhasımlar. |
MUHASIR |
(C.: Muhasırîn- Muhasırûn) (Hasr. dan) Etrafının kuşatıp saran.
Muhasara eden. |
MUHASIRÎN |
(Muhâsır. C.) Muhasara edenler, etrafını kuşatanlar. |
MUHASIRÛN |
(Muhasırîn) Düşmanı etraftan kuşatanlar. Muhasara edenler. |
MUHASİB |
Hesab eden. Hesap işi ile uğraşan. Muhasib. |
MUHASSAL |
Netice. Husule gelen. Tahsil olunan. Hâsıl olmuş bulunan. Toplanılmış,
cem'olunmuş. Hülâsa. Sözün kısası. |
MUHASSAL-İ KELÂM |
Sözün kısası. |
MUHASSALA |
(Husul. den) Elde edilen netice, hâsıl olan sonuç. * Fiz: Bileşke. |
MUHASSAN |
(Hısn. dan) Kuvvetlendirilmiş, istihkâmlandırılmış. |
MUHASSAS |
Birine âid kılınmış. Tahsis edilmiş. Has kılınmış. Ayrılmış. Tâyin
edilmiş. |
MUHASSASAT |
(Muhassas. C.) Devlet bütçesinden, devlet dâireleri için ayrılan para.
* Bir kimseye verilmiş olan maaş veya tayın. |
MUHASSENAT |
(Muhassene. C.) Üstünlük sebepleri. * Güzel, hayırlı ve faydalı işler. |
MUHASSER |
Hasret kalmış, tahsir olunmuş. |
MUHASSIL |
Husule getiren. Hâsıl eden. Meydana getiren. |
MUHASSIN |
Kale gibi mahfuz ve sağlam kalan ve kendini haramdan koruyan. (Bak:
Muhsın) |
MUHASSIR |
Hasrette bırakan. * Mina ile Arafat arasında Muhassir vadisi. Ebrehe'yi
mağlub eden Ebabil kuşlarının taş yağdırdıkları mevki. |
MUHASSİL |
Sütü çok emdiğinden hasta olan çocuk. |
MUHASSİN |
(Hasen. den) Güzelleştiren, güzellik veren. |
MUHASSİR |
(C.: Muhassirîn) (Hasar. dan) Zarara uğratan. Hasar ve ziyan verdiren. |
MUHASSİRÎN |
(Muhassir. C.) Zarar ve ziyan verdirenler. Hasara uğratanlar. |
MUHASSİS |
Tahsis eden. Has kılan. Hususileştiren. |
MUHAŞ |
Yanmış nesne. |
MUHAŞŞA |
Hâşiye yazılmış. Tahşiye olunmuş. |
MUHAŞŞEM |
Sarhoş, mest. |
MUHAŞŞİ |
Hâşiye yazan. Hâşiyeliyen. |
MUHAŞŞİ' |
Kibirli bir kimsenin kibir ve gururunu kıran. |
MUHAŞŞÎ |
(Haşyet. den) Korkutan, ürküten. |
MUHAŞŞİD |
Tahşideden. Bir yere toplayan. |
MUHAŞŞİM |
Keskinliği dolayısıyla sarhoş edici şey. |
MUHAŞŞİN |
Öfkelendiren, kızdıran. Gücendiren. |
MUHAT |
İhâta olunmuş. Etrafı çevrilmiş. Etrafı kuşatılan. Bir şey içinde
bulunan. |
MUHAT |
Burundan akan sümük. * Sümük gibi ve yapışkan cisim. |
MUHATAB |
Söyleyeni dinleyen. Kendisine hitab edilen. * Gr: İkinci şahıs. |
MUHATABA |
Birbirine söz söyleme, hitabetme. * Mc: Çekişme. |
MUHATABAT |
(Muhâtaba. C.) Konuşmalar. |
MUHATAB İTTİHAZ ETMEK |
Karşısındakilerini dinleyen. * Dinleyici kabul edip, sözünü dinliyor
bilmek. * Konuşmaya lâyık görmek. |
MUHATARA |
Tehlike. Korkulacak hâle tutulmak. * Zarar. Ziyan. Korku. * Tehlike ve
zarar ihtimali olan. |
MUHATARA-İ İZMİHLÂL |
Dağılma tehlikesi. |
MUHATARAT |
(Muhatara. C.) Zararlar, ziyanlar, hasarlar. * Korkular. Tehlikeler. |
MUHATIB |
(Hutbe. den) Birine söz söyliyen. Hitâbeden. |
MUHATTAT |
(Hatt. dan) Çizilmiş, resmi yapılmış. |
MUHATTATA |
İstasyon. |
MUHATTIT |
(Hatt. dan) Çizen, resmini yapan. |
MUHAVELE |
İsteme, taleb etme. Bir şeyi yapmaya girişme. |
MUHAVERAT |
(Muhavere. C.) Konuşmalar. Muhâvereler. Karşılıklı görüşüp konuşmalar. |
MUHAVERE |
(C.: Muhaverat) Konuşma. Görüşerek konuşma. |
MUHAVEZE |
Muhalefet, uyuşmazlık. |
MUHAVVEF |
Korkulu. Korkutulmuş. |
MUHAVVEL |
Hâvâle edilmiş. Ismarlanmış. Tebdil ve tağyir edilmiş. Değiştirilmiş.
Bırakılmış. |
MUHAVVEN |
Hâinleşen. Tahvin edilen. |
MUHAVVET |
Etrafına sur ve duvar çekilmiş yer. |
MUHAVVIT |
Duvar çeken, tahvit eden. |
MUHAVVİC |
Muhtaç edici. |
MUHAVVİF |
Korkutan. Korkutucu. |
MUHAVVİFÂNE |
f. Dehşetlice. Korkutucu bir vaziyette. Korkutmak suretiyle. |
MUHAVVİL |
Başka hâle koyan. Değiştiren. Tahvil eden. |
MUHAVVİL-ÜL HAVLİ VE-L AHVÂL |
Havli, kuvveti ve hâlleri değiştiren, başka şekle sokan Cenâb-ı Hak
(C.C.) |
MUHAVVİLE |
(Havl. den) Fiz: Elektrik cereyanını, akımını başka hâle koyan.
Transformatör. |
MUHAYA |
Bölünemiyen bir şeyi nöbetleşe ve sıra ile kullanma. |
MUHAYEE |
Pay edilmesi ve bölünmesi mümkün olmayan bir şeyi sıra ile nöbetleşe
kullanma. |
MUHAYENE |
Belirli bir zaman için kiralama. |
MUHAYYA |
Yüz, vech. |
MUHAYYEB |
Yoksun bırakılmış, mahrum kılınmış. |
MUHAYYEBEN |
Mahrum ederek. Yoksun bırakarak. |
MUHAYYEL |
Tahayyül edilmiş. Hayâl olarak düşünülmüş. Zihinde tasarlanmış. |
MUHAYYELAT |
(Muhayyele. C.) Hayâl edilmiş olan şeyler. Muhayyel olan şeyler. |
MUHAYYEM |
(Hayme. den) Çadırı kurulmuş ordugâh. * Kurulmuş çadır. * Çadırda yatan
insan. Kamp yeri. |
MUHAYYEMGÂH |
f. Ordu çadırlarının kurulduğu yer. Ordugâh. |
MUHAYYER |
(Hayr. dan) Seçilmesi serbest olan. Seçmece. Beğenmece. |
MUHAYYİB |
Yoksun bırakan, mahrum kılan. |
MUHAYYİBÂNE |
f. Mahrum ve yoksun bırakırcasına. |
MUHAYYİL |
Tahayyül eden. Hayal kuran. Zihinde olmayacak şeyleri düşünen. |
MUHAYYİLE |
Kuvve-i hayâliye. Hayâl kurma merkezi. Zihinde bulunan hayal kuvveti. |
MUHAYYİR |
Hayret veren. Hayrette bırakan. Şaşkınlık veren. |
MUHAYYİR-ÜL UKUL |
Akıllara hayret veren. Akılları şaşırtan, akılları durduran. |
MUHAYYİR |
İlmî şeyler arasında seçim yaparak beğenmeyi serbest eden. Muhayyer
kılan. |
MUHAZAH |
Mukabele olmak, karşılık olmak. |
MUHAZANE |
Çocuklara şaşırtıp sevindirecek şeyler söylemek. |
MUHAZARA |
Yemiş olmadan henüz ham iken satmak. |
MUHAZARA |
(C.: Muhazarât) (Huzur. dan) Hatırda tutulan şeyler. * Tarihi ve edebi
fıkra ve hikâyeler anlatma. * Konferans verme. |
MUHAZARÂT |
(Muhazara. C.) Akılda tutulan faydalı bilgiler veya hikâyeler. |
MUHAZAT |
Aynı hizâda bulunmak, karşı durmak, karşı olmak. |
MUHAZAT-I NİSA |
Fık: Kadınlarla erkeklerin namazda aynı hizada aynı safta beraber
durmaları (ki, bazı şartlar müvacehesinde namazı ifsad eden bir haldir.) |
MUHAZAT |
Yüz yüze gelme, karşılaşma. |
MUHAZELE |
Hakirlik, aşağılık, rezillik. |
MUHAZERE |
Birbirini korkutmak. * İhtiraz etmek. * Uyanık olmak. |
MUHAZÎ |
(Hiza. dan) Birbirinin karşısında ve bir hizada bulunan. Paralel. |
MUHAZREB |
Katı bükülmüş ip. |
MUHAZZA |
Birbirini tahrik edip bir işe kandırmak. |
MUHAZZAB |
Boyanmış, tahzib olunmuş. |
MUHAZZAR |
Yeşile boyanmış. Yeşil renk ile renklendirilmiş. |
MUHAZZİ' |
Saman ve ot kesmekte kullanılan bir çeşit ziraat makinesi. |
MUHAZZİL |
Alçaklık ve bayağılık içinde bırakan. Tahzil eden. |
MUHAZZİLÂNE |
f. Alçaklık ve bayağılıkla. |
MUHAZZİL |
Korkutucu. |
MUHAZZİR |
Tahzir eden. Sakındıran. Çekindiren. |
MUHBİR |
Haber veren. Haberci. Haber toplayan. * Birisinin fenâlığını alâkadar
makama haber veren. Jurnalcı. |
MUHBİR-İ SÂDIK |
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi. Diğer Peygamberlere de
denebilir. Çünkü hepsi sâdık, sağlam, doğru haberleri insanlara
ulaştırmışlar, kendilerine bildirilenleri aynen bildirmişler, insanları
doğruluğa, felâha, hakka, hakikata, imana dâvet etmişlerdir. |
MUHBİT |
Alçak gönüllü, mütevazi. Mütezellil. |
MUHCEN |
Kısa boylu ve suyu az olan bir bitki çeşidi. |
MUHDA' (MIHDA') |
Kiler. |
MUHDAR |
(Muhzar) Hazırlanmış. * Amellerinin sâhifelerini müşâhede etmiş olarak. |
MUHDEC |
İçine esvap koydukları küçük ev, kiler. * Azâsı noksan olan. |
MUHDES |
İhdas edilmiş. Sonradan meydana gelmiş, eskiden olmayan. * İlm-i Hâlde:
Şer'î temizliği gitmiş, abdest veya guslü lâzım gelmiş olan. |
MUHDÎ |
(Bak: Mühdi) |
MUHDİS |
Hâdiseye sebeb olan. İhdas eden. Yeni bir şey ortaya çıkaran. |
MUHEYH |
Beyincik. |
MUHFES |
Seri, hızlı. |
MUHH |
(C.: Mihâh) İlik. * Beyin. * Cevher, madde. |
MUHH |
Yumurtanın sarısı. * Eskiyip köhne olmak. |
MUHIKK |
(Muhik) Haklı. Hakkı yerine getiren. Haklı olan. |
MUHIKKANE |
f. Haklı olarak. Haklı olmak suretiyle. İhkak-ı hak etmek suretiyle. |
MUHİBB |
Seven. Muhabbet eden. Dost. Hayrı isteyen. |
MUHİBBAN |
f. (Muhibbin) Dostlar. Muhabbet edenler. Sevilenler. Sevgi besleyenler.
Bir kimsenin taraflıları. |
MUHİBBANE |
f. Severek. Dostça. Dosta yakışır surette. |
MUHİBBE |
Kadın sevgili. Kadın dost. |
MUHİBBÎ |
Muhibb ile alâkalı. * Kanuni'nin nazımda kullandığı mahlâs. |
MUHÎF |
(Muhife) Korkunç. Korkutucu. |
MUHÎL |
İhâle eden. Havâle eden. * Fık: Borcunu başkası ödemesi için havâle
eden kimse. Başkasının borcuna nakleden. |
MUHÎLÎ |
Hilekârlık. Sahtekârlık. Hile. |
MUHİLL |
(Halel. den) İhlâl eden. Bozan. Sakatlayan. Karıştıran. |
MUHİLL-İ ÂSÂYİŞ |
Asâyişi ihlâl eden. Güvenliği bozan. |
MUHİLL-İ NÂMUS |
Nâmusa zarar veren, nâmusa dokunan. |
MUHİN |
Zayıflatan, hor ve hakir eden. İhanet eden. |
MUHÎS |
Zindan. |
MUHİSS |
(Hiss. den) Hissettiren, duyuran. |
MUHİŞ |
Korkutan, korku veren. |
MUHİT |
İhata eden. Etrafını kuşatan, çeviren. * Etraf. Çevre. * Büyük deniz.
Okyanus. * Mc: Büyük âlim. |
MUHİT-İ ARZ |
Dünyanın çevresi. |
MUHİT-İ DÂİRE |
Mat: Daire çevresi. Çember. |
MUHİT-İ NİGÂH |
Göz çevresi. |
MUHİTAT |
(Muhit. C.) Çevreler, muhitler. |
MUHKEM |
Sağlam. Metin. Sıkı sıkıya. Kuvvetli. Tahkim edilmiş.
Sağlamlaştırılmış. * Fık: Tefsir edilenlerden daha kuvvetli olan söz.
İhtimalli olmayan söz. |
MUHKEMAT |
Muhkem olanlar. Sağlam ve kuvvetli olanlar. * İçinde hüküm bulunan ve
mânası açık olanlar. |
MUHKEMAT-I KUR'ANİYYE |
Mânası açık ve te'vile ihtiyacı olmayan âyetler. Başka bir mânaya
ihtimali olmayıp sarih emir ve nehiyleri müştemil olan âyetler. Bu âyetler
mensuh veya anlaşılmayan şekilde müteşabih ve muhtemel olmayıp muhkem ve
mübeyyin olmakla aslâ te'vile muhtaç olmazlar. Bâzı şeylerin haram olması
veya enbiya kıssaları (Ekasis-i enbiya) gibi. |
MUHKEM KAZİYE |
Huk: Kat'i ve sağlam bozulmaz hüküm. Mahkemenin en sonunda vermiş
olduğu kararlar. Temyiz mahkemesince tetkik ve tasdik edildikten sonra
veyahut temyiz müddeti geçen bir mahkeme kararının, mevzuunu teşkil eden
hâdise hakkında, kat'i bir karine ve delil ve kanunen değişmez bir hüküm
olarak kabul edilmesi. (Bak: Kaziye-i muhkeme) |
MUHKİM |
Kuvvetleştiren, sağlam kılan, ihkâm eden. |
MUHLA |
Ot biçecek âlet, orak. * Nalbantların tırnak yonacak âleti. |
MUHLED |
Saçı ve sakalı geç ağaran kişi. |
MUHLES |
İhlâsı dâimi olan. Devâmlı hâlis olan. |
MUHLES |
Orta yaşlı kimse. |
MUHLEVLAK |
Düz kaypak nesne. |
MUHLİK |
(Bak: Mühlik) |
MUHLİS |
Saç ve sakalına kır düşmüş olan kimse. |
MUHLİS |
Hâlis olan. İhlâsı kazanmak için gayret gösteren, samimi ve itikadı
doğru olan. Her hâli içten ve riyâsız olan. Katıksız. |
MUHLİSÂNE |
f. Hâlisâne. Samimi olarak. Dostlukla. Riyâsızlıkla. |
MUHLİSEN |
Hâlis olarak. Muhlis olarak. |
MUHMEL |
Tüylü ve saçaklı nesne. |
MUHMİD |
Ateşin alevini bastıran. |
MUHNAK |
(C: Mehânik) Zayıflamış davar. |
MUHNİK |
(Hank. dan) Boğucu, boğan. |
MUHNİS |
Birine verdiği sözü geri alan. |
MUHNİS |
Yumuşak kimse; yâni şiddeti ve katılığı olmayan. Mülâyim. |
MUHRAZA |
(C: Mehârız) Çöğen koyacak kap. |
MUHREC |
(Huruc. dan) Dışarı çıkarılmış, ihrâc olunmuş. * Bir şeyin sureti
çıkarılmış. |
MUHRENBIK |
Başını eğip tınmayan, sükut eden, susan ve fırsat bulduğu gibi fevri
söyleyen kimse. |
MUHRENŞİM |
Azametli, kibirli kimse. * Zayıf ve rengi değişmiş kişi. |
MUHRENZİM |
Gadaplı, hışımlı, kızgın. |
MUHREZ |
Kazanılmış, elde edilmiş. * Sudaki balık, av hayvanları v.s. gibi,
kimsenin malı olmayıp herkesçe faydalanılan bir şeyin ele geçirilmesi. |
MUHRİB |
Harp gemisi. Torpidoları avlayan ve hızla giden bir nevi harp gemisi. |
MUHRİB |
Tahribeden. Yıkan. Muharrib. Harâb eden. |
MUHRİBÎN |
(Muhrib. C.) Muhribler. Yıkıp yok edenler. Harâb edenler. |
MUHRİCE |
Çıkrıkçı. |
MUHRİK |
Yakan. Yakıcı. * Çok acıtan. İhrak eden. |
MUHRİK-DEM |
f. Nefesi yakıcı olan. Âşık. |
MUHRİZ |
(İhraz. dan) Elde eden, kendi payına alan, kazanan. |
MUHSAN |
Fık: Akıl. Büluğ. İslâmiyet. Hürriyet. Nikâh-ı sahih ile teehhül
vasıflarını câmi olan kimse. |
MUHSANAT |
(Muhsana. C.) Muhsan olan kadınlar. |
MUHSANE |
Muhsan olan kadın. Temiz ve namuslu kadın. |
MUHSAR |
(Bak: İhsar) |
MUHSIN |
Kale gibi mahfuz ve sağlam olan. Kendini haramdan saklayan. |
MUHSÎ |
Sayı sayan. |
MUHSİN |
İhsan eden, iyilik eden. Kerim. Cömert. * Allah'ı görür gibi O'na
ibadet eden. |
MUHSİNÎN |
(Muhsin. C.) Muhsinler. |
MUHTAC |
İhtiyacı olan. Akşam evinde yiyeceğini bulamayacak derecede fakir olan.
Bir şey kendine lâzım olan kimse. Bir eksiğini tamamlamak isteyen. Fakir. |
MUHTAC-I TA'RİF |
Tarif edip anlatmağa muhtaç. |
MUHTACÎN |
(Muhtac. C.) Muhtaç kimseler. İhtiyaç sâhibleri. Fakirler, yoksullar. |
MUHTACİYET |
İhtiyaç sahibi olmak. Muhtaçlık, fakirlik, sefalet, yoksulluk. |
MUHTAL |
(Hile. den) Hilekâr, dalavereci, hileci. |
MUHTAL |
Mütekebbir. Kibirli. |
MUHTALE |
Hileci ve dalavereci kadın. |
MUHTAN |
Kendisine hıyanet edilen kimse. * Hâin. Hıyanet eden. |
MUHTAR |
İhtiyar eden. Seçilmiş olan. * Hareketinde serbest olan. İstediğini
yapmakta serbest olan. Hür. * Köyde veya şehrin mahallesinde seçimle o
semtin idâre ve hükümet işlerini üzerine alan kimse. * Peygamberimiz Hz.
Muhammed'in (A.S.M.) bir ism-i şerifi. |
MUHTARİYET |
Muhtarlık. Kendi kendine hareket edebilme. İhtiyar ve iradesi kendi
elinde olma. |
MUHTASAR |
Az. Kısa. Uzun olmayan. * Tekellüfsüz. * İhtisar edilmiş. Kısaltılmış. |
MUHTASARAN |
Kısa olarak. Muhtasar olarak. Kısaltılmış tarzda. |
MUHTASID |
(Hasad. dan) Ekinci, çiftçi. İhtisâd eden, ekin biçen. |
MUHTASIM |
Düşmanlık yapan. Adavet eden. Husumet eden. |
MUHTASIRA |
Kısaltma. Hülâsa. |
MUHTASS |
(C: Muhtassin) (Husus. dan) Bir şeye veya bir kimseye ait olan. |
MUHTASSAN |
Ençok, bilhassa. Daha ziyâde. |
MUHTASSÎN |
(Muhtass. C.) (Husus. dan) Bir şeye mahsus olanlar, bir kimseye ait
olan şeyler. |
MUHTATİB |
Nikâhla isteyen. |
MUHTATİF |
Göz kamaştıran. * Kapıp götüren. |
MUHTAZAR |
Hazırlanmış. * Ölüme hazır. |
MUHTAZI' |
Boyun eğen. Tevâzu yapan. Alçak gönüllülük gösteren. |
MUHTAZIÂNE |
f. Alçak gönüllülükle. Tevâzu ve mahviyetle. Boyun eğerek. |
MUHTAZIB |
Renklenen, boyanan. |
MUHTAZIR |
Can çekişen. |
MUHTAZIRANE |
Can çekişiyormuşcasına. |
MUHTEBA |
Dizlerini yere dikip ellerini dizlerine kavuşturup oturan; dizlerini
iple bağlayıp oturan kimse. |
MUHTEBER |
Tecrübe ve imtihan eden, deneyen. |
MUHTEBES |
(Habs.den) Hapsedilmiş. |
MUHTEBIT |
Gece vakti dilenen. |
MUHTEBİL |
Delirmiş olan. |
MUHTEBİR |
Yoklayan, deneyen, tecrübe eden. * Sağlam haberi olan. İyice bilen. |
MUHTEBİRÂNE |
f. Yoklar ve denercesine. Tecrübe eder tarzda. |
MUHTEBİS |
Zorla alan. |
MUHTECİB |
Hicablanmış. Perdeli. Örtülü. Örtülmüş. Saklanan. Gizlenen. |
MUHTED |
(Hadd. dan) Hiddetlenmiş, kızmış. * Keskin. Keskinleşmiş. |
MUHTEDİ' |
Hilekâr. Dolandırıcı. |
MUHTEDİÂNE |
f. Hile ve dalaverecilikle. |
MUHTEFÎ |
Gizlenen. Saklı, gizli. * İftira eden. |
MUHTEFİD |
Seri kesici olan. |
MUHTEKİR |
Hakir ve hor gören. Aşağı ve adi kabul eden. İhtikar eden. |
MUHTEKİR |
İhtikâr yapan. Vurguncu, ihtiyaç mallarını kıymeti artsın da satayım
diye saklayan. Halkın zararına çalışarak malı saklayan. (Bak: İhtikâr) |
MUHTEKİRÂNE |
f. Vurgunculukla, ihtikârcılıkla. |
MUHTEKİR |
Yardımcı. |
MUHTEKİRÎN |
(Muhtekir. C.) İhtikâr edenler. Vurguncular. |
MUHTELEF |
Uyuşmamış. Birbirine uymamış. İhtilâf olunmuş. |
MUHTELEF-ÜN FİH |
Hakkında ihtilâf olunan mes'ele. |
MUHTELİ' |
Kocasından boşanan kadın. İhtilâ eden kadın. |
MUHTELİB |
Hilekâr, aldatıcı,
hile yapan, dalavereci. |
MUHTELİC |
(Halecân. dan) (Kendi elinde olmıyarak) titreyen. |
MUHTELİF(E) |
Çeşitli. Bir türlü olmayan. Birbirine uymayan. |
MUHTELİF-ÜL CİNS |
Çeşit çeşit cinste. Muhtelif cinste. |
MUHTELİK |
Tıraş eden. |
MUHTELİK |
Yalancı. Yalan uyduran. |
MUHTELİM |
İhtilâm olmuş. |
MUHTELİS |
Beylik maldan çalan. Çalıp çırpan. |
MUHTELİSÂNE |
f. Çalarcasına. Çalıp çırparcasına. |
MUHTELİT |
Karışmış. Karışık. Karma. |
MUHTELL |
Bozuk. Berbâd. Karışmış. İşgal ve ihlâl edilmiş. * İntizamsız. Nizamsız
olmuş. * Fakir kimse. * Çok susuz kalmış olan. |
MUHTELL-ÜS SIHHA |
Sıhhati bozulmuş. |
MUHTEMEL |
(Haml. den) Olabilir. Mümkün. Ümid edilir. Kabil. Me'mul. |
MUHTEMEL-ÜZ ZIDDEYN |
Edb: Birbirine zıt ve iki mânâya da gelebilen ifadelere denir. |
MUHTEMELAT |
(Muhtemel. C.) Olabilir ve umulur şeyler. İhtimâl dahilindeki şeyler. |
MUHTEMER |
Mayalandıran. Ekşiyip kabartan. |
MUHTEMÎ |
Perhiz yapan. İhtima eden. |
MUHTEMİR |
(Hamr. dan) Mayalanan. Mayalanarak ekşiyip kabaran. * Örtü ile örtünen.
Yaşmaklanan. |
MUHTENİK |
(Hank. dan) Nefes alamayıp boğulan. Boğuk. Boğulmuş. |
MUHTER |
Yol, tarik. |
MUHTERA' |
İcad edilmiş. İhtira' olunmuş. Uydurulmuş. |
MUHTERAAT |
Yeni icad edilmişler. Yeniden meydana çıkarılmış olanlar. İhtira'
olunmuşlar. |
MUHTEREM |
Hürmet görmüş. İhtiram olunmuş. Kıymetli ve şerefli kimse. |
MUHTERİ' |
Misli görülmedik bir şey icâd eden. İcâd eden. Yeni bir şey bulan. Yeni
bir şey meydana getiren. * Uydurma şeyler ortaya atan. Müfteri. |
MUHTERİÂNE |
f. Yeni bir şeyler icad ederek. Yenilikler ortaya koyarak. * İftirada
bulunarak. |
MUHTERİB |
(C.: Muhteribin) (Harb. den) Savaşan, harbeden, muhârib. |
MUHTERİBÎN |
(Muhterib. C.) Harbedenler, savaşanlar, muhâribler. |
MUHTERİF(E) |
(Hiref. den) Sanatkârlar. İş sâhibleri. |
MUHTERİK |
Ateşle yanmış olan. Yanan. |
MUHTERİS |
İhtiras sahibi. Çok fazla hırslı istiyen. |
MUHTERİS |
(Muhteriz) Sakınan. Çekinen. Çekingen. |
MUHTERİZ |
Sakınan. Çekinen. Çekingen. |
MUHTERİZÂNE |
f. Sakınarak, çekinerek. Çekine çekine. |
MUHTESİB |
(Hisab. dan) Belediye işlerine bakan memur. * Kanundan ziyâde idâri ve
örfi işler için karar veren. İhtisâb ağası. (Bak: İhtisab) |
MUHTEŞEM |
Büyük, debdebeli, tantanalı. * Etraflı ve taraftarlarının çokluğu ile
büyük. |
MUHTEŞİ' |
Kendini aşağı gören. |
MUHTEŞİD |
Biriken, toplanan. |
MUHTETIB |
(Hatab. dan) Koruluk, orman, meşelik. * Odun toplıyan. |
MUHTETİM |
Sona erdiren. Hitâma vardıran. |
MUHTETİN |
Sünnet olmuş. |
MUHTEVA |
Bir şeyin içindekiler. Kaplanan, içine alınan. İçindeki şey. |
MUHTEVÎ |
İhtivâ eden. Bir yere toplayan. İçine alan. Kaplayan. |
MUHTEVİYYÂT |
İçindekiler. Kapladığı şeyler. |
MUHTEZEN |
Biriktirilip ambar veya hazineye konmuş. |
MUHTEZİN |
Kederli, hüzünlü, mahzun, mükedder. |
MUHTEZİR |
Sakınan, çekinen. (Bak: Muhteriz) |
MUHTIR |
(Hatır. dan) Hatıra getiren, hatırlatan. |
MUHTIRA |
Hatırlatmak veya hatırlamak için yazılan tezkere. |
MUHTÎ |
Hatâ işleyen. Günahkâr. Hatâlı. * Hatâya düşürten. Yanıltan. |
MUHVİL |
Bir yaş tamamlamış. |
MUHYÎ |
Maddî mânevî hayat veren, dirilten, canlandıran, can ve ruh veren
mânalarında olup, Cenab-ı Hakk'ın bir ismidir.(Ehl-i dünya küfür ve dalâlet
karanlığında mânen ölü gibi iken Resul-i Ekremin (A.S.M.) mübarek irşadları
ve iman nurları ile dirilmelerine ve o mânevî ölümden kurtulmalarına binaen
Peygamberimize de (A.S.M.) Muhyî denilmiştir) |
MUHYİDDİN-İ ARABÎ |
(Hi: 560 - 638) İspanya'da doğmuş, Anadolu ve Arabistan'ı gezmiştir.
Mutasavvıf ve büyük âlim idi. Birçok ilmi eserler yazmıştır. Kendisine
Şeyh-i Ekber de denir. Fütuhat-ı Mekkiye, Füsus-ül Hikem adlı eserleri
meşhurdur. Şam'da vefat etmiştir. (K.S.) |
MUHYEM |
(C: Mehâyim) İkâmet yeri, oturma yeri. |
MUHZAR |
İnce belli. Beli ince olan. |
MUHZIR |
(Huzur. dan) Eskiden şeriat mahkemelerinde mübâşir hizmetini gören
kimse. Alâkalı kimseleri mahkemeye çağırmaya memur kişi. |
MUHZİN |
(Hüzn. den) Hüzün verici. Acıklandırıcı. Kederlendirici. |
MUÎD |
Yardımcı. Mubassır. * Dersi iade eden, tekrar ettiren. Muallim
yardımcısı. * Geri çevirtici. * Bir şeyi âdet edinmiş olan. * Tecrübeli.
Hâzık. * Güçlü. Kuvvetli. * Arslan. * Gazâ ve cihad eden kimse. |
MUİDD |
Hazırlayıcı. Amâde edici. * İâde eden. * Sayan. |
MUÎL |
Evlâd ü iyâli, yâni çoluk çocuğu çok olan kimse. |
MUİLL |
Hasta eden. |
MUÎN |
Yardımcı. Muâvin. İane eden. |
MUÎR |
Ödünç olarak veren. Borç veren. Karz-ı hasen tarzında veren. |
MUİZZ |
İzzet ve ikram eden. Ağırlayan. Aziz ve şerif eyleyen. |
MUJE |
f. Musibet, belâ. * Keder, gam, tasa, hüzün. |
MUJİK |
(Rusça) Rus köylüsüne verilen isim. |
MUK |
Göz pınarı. * Akılsızlık. * Kanatlı karınca. * Mest üzerine giyilen
çizme. |
MUK |
f. Diken. |
MUKA |
Islık çalmak. |
MUKA'AR |
(Ka'r. dan) Oyuk, çukur, çökük. |
MUKA'ARİYET |
Çukurluk, oyukluk. |
MUKABBEB |
(Kubbe. den) Kubbeli. |
MUKABBEL |
(Kabl. dan) Öpülmüş, takbil edilmiş. |
MUKABBIZ |
(Kabz. dan) Sıkan, daraltan. |
MUKABBİL |
(C.: Mukabbilîn) Öpen, takbil eden. |
MUKABBİLÎN |
(Mukabbil. C.) Öpenler, takbil edenler. |
MUK'ABE |
Kadeh gibi çukur göbek. |
MUKABEDE |
şiddet ve zahmet vermek. |
MUKABELE |
Karşılık, karşılamak. * Mücadele. * Karşılaştırmak. Karşılıklı yapılan
iş, karşılıklı yapılan okuma. * Camide Kur'ân-ı Kerimi okuyup halka
dinletmek.* Yüz yüze olmak. * Düşmanın şerrinden kurtulmak ve onun şiddetini
kaldırmak için onu yıldıracak tedbirde bulunmak. |
MUKABELE-İ BİLHURUF |
Söz ile konuşmak ve hakikatı müdafaa etmek suretiyle karşı çıkıp
mukabele etmek. (Bak: Muaraza-i bilhuruf) |
MUKABELE-İ BİLMİSİL |
Karşılaştığı aynı muameleyi sahibine iade etmek, o kimseye aynı
muameleyi yapmak. Mukabil hareketi karşısındakine icra etmek. |
MUKABELE-İ BİSSÜYUF |
Silâha, kılınca sarılmak suretiyle karşı koymak. |
MUKÂBELE |
Hapsetmek. * Sonraya bırakmak, tehir etmek. * Meşveret etmek, danışmak.
* Bir kimsenin evi yanında bir ev satıldığında; "başka kimse satın alsın,
ben ondan şüf'a yolu ile alayım" diye şirâsına muhtaç iken tehir etmek. |
MUKABİL |
Karşılık olan. Karşı taraf. İvaz, bedel, karşılığı. |
MUK'AD |
Kötürüm. |
MUKAD |
Ağır yüklü. |
MUKADDED |
Parçalanmış. |
MUKADDEM |
Zaman ve mekân cihetiyle daha evvel olan. * Askerin ön tarafına
sevkedilen karakol. * Değerli, üstün. * Küçükten büyüğe sunulan, takdim
edilen. |
MUKADDEM-ÜL AYN |
Gözün kenarı. Gözün pınarı. |
MUKADDEMA |
Önce. Evvelce. Eskiden. Bundan evvel. |
MUKADDEMAT |
(Mukaddeme. C..) Başlangıçlar. Mebde'ler. İleride bulunanlar. |
MUKADDEMÂT-I İHZARİYE |
Bir şeyi hazırlamak için önceden yapılan işler. |
MUKADDEME |
İlk söz. Başlangıç. * Önde gelen. Medhal. Giriş. * Man: İki kaziyeden
ibaret olan sözün evvelki kaziyesi. |
MUKADDEME-İ İSTİSNAİYE |
Man: İçinde istisnâ edatı olan evvelki kaziye. "Eğer güneş doğarsa
gündüz olacak. Güneş doğmuştur." kaziyelerinde: "Eğer güneş doğarsa"
kaziyesi Mukaddeme-i istisnâiyedir. |
MUKADDER |
Tâyin olunmuş. * Kısmet. Kader. Miktarı tâyin ve takdir olunmuş olan. *
Kazâ. * Kıymeti biçilmiş. * Beğenilmiş. * Yazılmış olan. * Edb: Yazılı
olmayıp da sözün gelişinden anlaşılan. Lafzan zikredilmeyip, mânen murad
edildiği anlaşılan. Meselâ: Kur'an-ı Kerim'de, her sureden evvel "Bismillâh"
yazılı olması, bize her işimizde veya her okumaya başlarken Bismillâh diye
emir olduğu "mukadder" dir. Meselâ: Kur'an-ı Kerim'de ( De ki:) mânasındaki
Cenab-ı Hakk'ın hitabında: "Ya Muhammed (A.S.M.), Sen kullarıma de ki!"
mânası, mukadder olarak vardır. Aynı zamanda Peygamber'in (A.S.M.) yolunda
olanlara ve bütün vâris-i nebi olabilen büyük hakikatlı ve veli kullara aynı
emir mukadderdir. Çünkü, emir olarak hitabdır. Hitab ise muhakkak bir
muhataba söylenir. Vahiy hitabında birinci muhatab ise, Hz. Muhammed
Aleyhissalâtü Vesselâm'dır. (Bak: Kader) |
MUKADDERAT |
(Mukadder. C.) Kader. Ölçü ve miktarı tâyin olunan şeyler. Alın yazısı.
(Bak: Kader)(Hayat, "İman-ı Bil'kader" rüknüne bakıyor; remzen isbat eder.
Çünki, madem hayat, âlem-i şehadetin ziyasıdır ve istilâ ediyor; ve vücudun
neticesi ve gayesidir; ve Hâlik-ı Kâinat'ın en câmi âyinesidir; ve
faaliyet-i Rabbaniyenin en mükemmel enmuzeci ve fihristesidir, temsilde hata
olmasın, bir nevi programı hükmündedir. Elbette âlem-i gayb yani mâzi,
müstakbel yani geçmiş ve gelecek mahlukatın hayat-ı mâneviyeleri hükmünde
olan intizam ve nizam ve mâlumiyet ve meşhudiyet ve taayyün ve evâmir-i
tekviniyeyi imtisâle müheyyâ bir vaziyette bulunmalarını sırr-ı hayat iktiza
ediyor. Nasılki bir ağacın çekirdek-i aslîsi ve kökü ve müntehasında ve
meyvelerindeki çekirdekleri dahi aynen ağaç gibi bir nevi hayata
mazhardırlar. Belki, ağacın kavânin-i hayatiyesinden daha ince kavânin-i
hayatı taşıyorlar. Hem nasılki bu hazır bahardan evvel geçmiş güzün
bıraktığı tohumlar ve kökler, bu bahar gittikten sonra, gelecek baharlara
bırakacağı çekirdekler, kökler, bu bahar gibi cilve-i hayatı taşıyorlar ve
kavânin-i hayatiyeye tâbidirler... Aynen öyle de; şecere-i kâinatın bütün
dal ve budaklariyle herbirinin bir mâzisi ve müstakbeli var. Geçmiş ve
gelecek tavırlarından ve vaziyetlerinden müteşekkil bir silsilesi bulunur.
Her nevi ve her cüz'ünün ilm-i İlâhiyyede muhtelif tavırlar ile müteaddit
vücudları bir silsile-i vücud-u ilmî teşkil eder. Ve vücud-u hârici gibi o
vücud-u ilmî dahi, hayat-ı umumiyenin mânevi bir cilvesine mazhardır ki,
mukadderat-ı hayatiye, o mânidar ve canlı elvâh-ı kaderiyeden alınır. Evet
âlem-i gaybın bir nevi olan âlem-i ervah, ayn-ı hayat ve madde-i hayat ve
hayatın cevherleri ve zâtları olan ervah ile dolu olması, elbette mâzi ve
müstakbel denilen âlem-i gaybın bir diğer nev'i de ve ikinci kısmı dahi,
cilve-i hayatîye mazhariyetini ister ve istilzam eder. Hem herbir şeyin
vücud-u ilmîsindeki intizam-ı ekmeli ve mânidar vaziyetleri ve canlı
meyveleri, tavırları; bir nevi hayat-ı mâneviyeye mazhariyetini gösterir.
Evet, Hayat-ı Ezeliye Güneşinin ziyası olan bu gibi cilve-i hayat, elbette
yalnız bu âlem-i şehadete ve bu zaman-ı hâzıra ve bu vücud-u hâriciyeye
münhasır olamaz; belki, herbir âlem, kabiliyetine göre o ziyanın cilvesine
mazhardır; ve kâinat, bütün âlemleriyle o cilve ile hayattar ve ziyadardır.
Yoksa nazar-ı dalâletin gördüğü gibi muvakkat ve zâhirî bir hayat altında
herbir âlem, büyük ve müdhiş birer cenaze ve karanlıklı birer virane âlem
olacaktı. S.)(Eşyanın mürur-u zamanla giydikleri suretler ve ettikleri
harekât ile hâsıl olan vaziyetler dahi, bir intizam-ı kadere tâbidir. Evet,
bir çekirdekte, hem bedihî olarak, irade ve evâmir-i tekviniyenin ünvanı
olan "Kitab-ı Mübin"den haber veren ve işaret eden, ham nazarî olarak emir
ve ilm-i İlâhinin bir ünvanı olan "İmam-ı Mübin" den haber veren ve remzeden
iki kader tecellisi var. Bedihî kader ise, o çekirdeğin tazammun ettiği
ağacın, maddi keyfiyat ve vaziyetleri ve hey'etleridir ki, sonra göz ile
görünecek. Nazarî ise, o çekirdekte, ondan halkolunacak ağacın müddet-i
hayatındaki geçireceği tavırlar, vaziyetler, şekiller, hareketler,
tesbihatlardır ki, tarihçe-i hayat namiyle tâbir edilen vakit-bevakit
değişen tavırlar, vaziyetler, şekiller, fiiller; o ağacın dalları,
yaprakları gibi intizamlı birer kaderî miktarı vardır. Mâdem en âdi ve basit
eşyada böyle kaderin tecellisi var. Elbette umum eşyanın vücudundan evvel
yazılı olduğunu ifade eder ve az bir dikkatle anlaşılır. Şimdi; vücudundan
sonra herşey'in sergüzeşt-i hayatı yazıldığına delil ise âlemde "Kitab-ı
Mübin" ve "İmam-ı Mübin"den haber veren bütün meyveler ve "Levh-i Mahfuz"dan
haber veren ve işaret eden insandaki bütün kuvve-i hâfızalar birer şahittir,
birer emâredir. Evet herbir meyve, bütün ağacın mukadderat-ı hayatı onun
kalbi hükmünde olan çekirdeğinde yazılıyor. İnsanın sergüzeşt-i hayatiyle
beraber kısmen âlemin hâdisat-ı mâziyesi kuvve-i hâfızasında öyle bir
surette yazılıyor ki, güya hardal küçüklüğünde bu kuvvecikte dest-i kudret,
kalem-i kaderiyle insanın sahife-i a'mâlinden küçük bir senet istinsah
ederek, insanın eline verip, dimağının cebine koymuş. Tâ, muhasebe vaktinde
onunla hatırlatsın. Hem, tâ mutmain olsun ki; bu fena ve zeval herc ü
mercinde beka için pek çok âyineler var ki, Kadir-i Hakîm, zâillerin
hüviyetlerini onlarda tersim edip ibka ediyor. Hem, beka için pek çok
levhalar var ki, Hafîz-i Alîm, fânilerin mânalarını onlarda yazıyor... S.)
(Bak: İmam-ı mübin) |
MUKADDERAT-I HAYATİYE |
Bütün canlıların hayatları müddetince geçirdikleri ve geçirecekleri
tavır, hareket, şekil ve amelleri gibi hususiyetleri. |
MUKADDES |
(Kuds. den) Takdis edilmiş olan. Temiz ve pâk. Noksan ve kusurdan
müberra ve uzak olan. Her çeşit noksan, ayıp ve kusurlardan münezzeh ve uzak
olan. Kudsi. |
MUKADDESÂT |
(Mukaddes. C.) Kudsi olanlar. Mukaddes olanlar. |
MUKADDİM |
(Kıdem. den) Takdim eden. Sunan. Öne, ileriye geçiren. Öne koyan. *
Cür'etli çeri kimse. * Gözün pınarı, ("mukdim-ül ayn" da derler.) |
MUKADDİMAT |
(Mukaddime. C.) Mukaddimeler. İlk gelenler. İlk sözler. |
MUKADDİME |
Evvel gelen. Öne geçen. Her şeyin evveli. * Bir kitapta asıl maksada
başlamadan evvel kitapda olan bahisler hakkında ve kitabın muhteviyatına
dâir yazılan makale, önsöz. * Alın. Nâsiye. Alındaki perçem. |
MUKADDİME-İ KÜBRÂ |
Büyük başlangıç. |
MUKADDİR |
Takdir eden. Bütün mahlukatın ve her şeyin esaslarını tanzim ve takdir
edip sıralayan. Allah (C.C.). Bir şeyin kıymetini biçen, takdir eden.
Beğenen. |
MUKADDİRÂNE |
f. Takdir edercesine, kıymetini bilircesine, kıymetine göre
sıralarcasına. Mukaddire yakışır hâlde. |
MUKADDİRÎN |
(Mukaddir. C.) Kıymet ve paha biçenler. Takdir edenler. |
MUKAFFA |
Kafiyeli, kafiyelenmiş. Birbirini tâkib eden. |
MUKAFFEL |
(Kufl. den) Kilitlenmiş, kilitli. |
MUKAFFÎ |
Resul-i Ekremin (A.S.M.) bir ismidir. (Çünkü, O'nu dünyanın hiç bir
şeyi Allah'a tâbi olmaktan ayıramamış ve bütün enbiyâ ve resullerin iyi
yollarını da tâkib etmiştir.) |
MUKAHHİR |
(Kahr. dan) Kahreden, tahkir eden, yok eden. |
MUKALKAL |
Kararsız. * Şarap, hamr. |
MUKALKALE |
şişe. Sürahi. |
MUKALLED |
(Kald. dan) Boynuna gerdanlık takılmış. * Padişah tarafından nişan
takılan kimse. * (Taklid. den) Taklid edilen. Örnek tutulan. Misal alınan. |
MUKALLEF |
Kalafatlanmış, taklif edilmiş. |
MUKALLİB |
(Kalb. den) Başka tavra geçiren. Başka hâle değiştiren. Bir başka
tarafa döndüren. |
MUKALLİD |
Benzemeye veya benzetmeğe çalışan. Taklid eden. * Bir şeyi boynuna
takan, asan. * Kuşatan. |
MUKALLİDÂNE |
f. Benzetmeğe, taklide özenircesine. Taklid edercesine. Benzemeğe
çalışırcasına. |
MUKALLİDÎN |
(Mukallid. C.) Taklidçiler. Örnek ve misâl alanlar. * Takınanlar.
Boyuna takanlar. |
MUKALLİS |
Ağaç oynatıcı. |
MUKAM |
Durduracak mekân. İkamet mevzii. * Durmak, ikamet. |
MUKAME |
İkamet, oturma. * İkamet yeri, vatan. * Ümmet. |
MUKAMEHA |
Başını yukarı kaldırmak. |
MUKAMERE |
Kumar oynama. |
MUKAMİK |
Sözü boğazı içinden söyleyen. |
MUKAMİR |
Kumarbaz. Kumar oynatan. |
MUKANAT |
Karıştırmak. |
MUKANFEZ |
Üzeri yumuşak dikenlerle örtülü olan hayvan. Kirpi. |
MUKANNA' |
Peçeli. |
MUKANNEN |
(Kanun. dan) Muntazam. Tertibli. * Kanun ile vâcib ve mukarrer olan. *
Zaman ve miktarı hiç şaşmayan. Tertibe dahil olarak kararlaşmış olan. |
MUKANNİBE |
Gelin süsleyen kadın. |
MUKANNİN |
Kanun yapan. İntizama koyan. Kanun tertib ve ihdas edici olan. |
MUKANNİT |
Yer altından kanalla su akıtan kişi. * Muti kimse, itaat eden, emre
boyun eğen kişi. |
MUKANTAR(A) |
(Kantara. dan) Kemer şeklinde olan köprü. * Birbiri üstüne yığılmış çok
şey. * Muhkem. |
MUKANTARAT |
(Mukantara. C.) Köprüler. Kemer şeklinde olan yapılar. |
MUKARAA |
(Kur'a. dan) Ad çekişme. Karşılıklı kur'a çekme. * Kılınç kullanarak
döğüşmek. Cenkte, muharebede kahramanların birbiriyle vuruşmaları. * Bir
şeyin taksiminde atışmak. |
MUKARAZA |
Kazanca ortak olup zararı sermâyeye ait olmak üzere bir kimseye belirli
bir miktar sermaye verme. |
MUKAREBET |
(Kurb. dan) Akrabalık, yakınlık. |
MUKARENET |
(A, uzun okunur) Yakınlık. Ayrılmayıp musâhebe etmek. * Bitişmek.
Birleşmek. * Uygunluk. * Bir yere gelmek. |
MUKARİB |
Birbirine yakın ve karib olan. İyi ve kötü ortasında orta hâlli olan. |
MUKARİB-ÜL VÜCUD |
Olması yakın, vücuda gelmesi yakın. |
MUKARİN |
Yakın olan. Bitişen. Ulaşan. Ulaşmış olan. |
MUKARNES |
Kubbe biçiminde olan. * İşlemeli, nakışlı ve rengarenk olan. * Merdiven
şeklinde dereceleri olan kubbe. |
MUKARR |
(Karâr. dan) İkrâr olunmuş. "Vardır, öyledir evet." denilmiş. |
MUKARRE |
Göz yaşının durması. |
MUKARREB |
(Kurb. dan) Yakınlaşmış. Yakınlaştırılmış. Yakın. * Büyük zât veya
padişah gibi kimselere hizmette yaklaşmış olan. |
MUKARREBUN (MUKARREBÎN) |
Büyük meleklerden bir zümre. * Takva ve ubudiyyet ile evliya derecesine
gelmiş, Cenab-ı Hakk'ın indinde çok kıymetli ve mübarek büyük zâtlar. *
Yakınlaşmış olanlar. |
MUKARREN |
Bağlanmış nesne. |
MUKARRER |
Kararlaşmış. Takrir edilmiş. Karar verilmiş. Kat'i. Şek ve şüpheden
beri olan. Muhakkak ve müsellem olan. Anlatılmış. Bildirilmiş. |
MUKARRERÂT |
Kararlaştırılan şeyler, kararlar. |
MUKARRİ' |
Azarlıyan, paylıyan, başa kakan. |
MUKARRİB |
Takrib eden. Yaklaştıran. |
MUKARRİB-ÜL VÜCUD |
Vücudunu yakın eden, yaklaştıran. |
MUKARRİH |
(C.: Mukarrihât) Yara açan ilâç. |
MUKARRİHAT |
(Mukarrih. C.) Yara açmakta kullanılan etkili ilâçlar. |
MUKARRİN |
Birlikte bulunduran. |
MUKARRİR |
(Karar. dan) Yerleştiren. Takrir eden. Sabit kılan. * Tekrar eden.
Dersi tekrar ederek anlatan müderris. |
MUKARRİZ |
(C.: Mukarrizin) (Karz. dan) Medheden, öven. Bir eseri medheden. |
MUKARRİZÎN |
(Mukarriz. C.) Medhedenler, övenler. Medih yollu yazı yazanlar. Bir
eseri medhedenler. |
MUKARRÜN-BİH |
Başka birisine âit olduğu, birisi tarafından haber verilen hak. İkrâr
olunan hak. |
MUKASAT |
Zahmet ve eziyet çekme. |
MUKASEME |
(Kısm. dan) Paylaşma, bölüşme, taksim etme. |
MUKASIM |
(Kısm. dan) Paylaşan, bölüşen, taksim eden. |
MUKASMEL |
Asâsı çok şiddetli olan. |
MUKASSA |
Kısas etmek. * Üzerlerinde olan borcu birbirine takas edişmek. |
MUKASSAT |
(Kıst. dan) Taksitli. |
MUKASSATAN |
Taksitli olarak, taksitle. |
MUKASSEM |
(Kısm. dan) Ayrılmış, bölünmüş, taksim edilmiş. * Güzel yüzlü. |
MUKASSIR |
Taksir eden, yapabilir iken yapmayıp çekinen. * Kusur işleyen. * Gücü
yetmediği için yapmayan. |
MUKASSÎ |
(Kasvet. den) Kasvet verici. Sıkıntılı, kasvetli. Sıkıcı, dar. |
MUKASSİM |
(Kısm. dan) Ayıran, bölen, taksim eden. |
MUKAŞŞER |
(Kışr. dan) Kabuğu soyulmuş. |
MUKATAA |
(Kat'. dan) Kesişmek. * Ülfeti terk eylemek. * Birbirinden kesmek ve
kesişmek. * Muayyen bir kira karşılığında arazinin kesime verilmesi. *
Ekilen toprak için verilen muayyen vergi. |
MUKATANE |
Mukim olmak, oturmak, ikamet etmek. |
MUKATELAT |
(Mukatele. C.) (Katl. den) Muharebeler, savaşlar, kavgalar, dövüşler. *
Vuruşmalar, düello yapmalar. |
MUKATELE |
(A, uzun okunur) Birbirini vurmak, öldürmek. Vuruşmak, kavga, döğüş. |
MUKATİL |
(Katl. den) Birbirini öldüren, birbiriyle vuruşan. Düello yapan. |
MUKATİLUN |
(Mukatil. C.) Düşmanla muharebe eden mücâhidler. |
MUKATTA' |
Kesilmiş. * Parçalanmış. |
MUKATTAA |
(Kat'. dan) Bitişik olmayan. Kesik, ayrı. |
MUKATTAAT |
(Mukattaa. C.) Kat' edilmiş, kesilmiş şeyler. * Kısaltmalar. * Çeşitli
gazel ve kasidelerden seçilmiş beyitler. * Herbiri bir kelimeye delâlet eden
harfler. |
MUKATTAAT-I HURUF |
Edb: Matlâsız şiir parçaları. Muhtelif olarak alınmış şiir parçaları. *
Kısaltmalar. Tamamlanmamış cümleler. (Bak: Huruf-u mukattaa) |
MUKATTAR |
(Katr. den) İnbikten geçirilmiş saf su. Taktir edilmiş. Damıtılmış su. |
MUKATTARAT |
(Mukattar. C.) Taktir edilmiş, damıtılmış sular. |
MUKAVELAT |
(Mukavele. C.) Mukaveleler. |
MUKAVELAT MUHARRİRİ |
Noter. Kâtib-i adl. |
MUKAVELE |
Kavilleşmek. Karşılıklı anlaşmak. Sözleşmek. * Anlaşmada imzalanan ve
karar altına alınanların yazıldığı kâğıt. |
MUKAVELENAME |
Anlaşma yazılı olan kâğıt. Mukavele yapılan kâğıt. |
MUKAVEMET |
Karşı durmak, dayanmak. Karşı koymak. Muhalefetle kıyam etmek. |
MUKAVEMET-SUZ |
f. Dayanmayı te'sirsiz hâle koyan. Tahammülsüzlük veren. Mukavemeti
kıran. |
MUKAVEMET-ŞİKEN |
f. Mukavemeti kıran. |
MUKAVERE |
Zayıflamak. |
MUKAVİM |
Sağlam. Dayanıklı. Mukavemet eden. Direnen. Karşı duran. |
MUKAVİMÎN |
(Mukavim. C.) Karşı koyanlar, direnenler. |
MUKAVVA |
(Kuvvet. den) Sağlamlaştırılmış, kavileştirilmiş. |
MUKAVVER |
Ziftle karışık veya ziftle kaplı. * Yuvarlak kesilmiş. |
MUKAVVES |
(Kavs. den) Yay gibi bükülmüş ve eğri olan. * Kavis teşkil etmiş,
bükülü. |
MUKAVVÎ |
Takviye eden. Kuvvetlendiren. Kuvvet veren. Takviye eden ilâç. |
MUKAVVİM |
Kıvama getiren. Biçimine koyan. Tesviye ve tanzim edici. Eğriyi
doğrultucu. |
MUKAYAZA |
Trampa etme, değişme. Mübadele. |
MUKAYEFE |
Firâset etmek. * Bir kimsenin ardınca gitmek. |
MUKAYESAT |
(Mukayese. C.) Mukayeseler. Kıyas etmeler. |
MUKAYESE |
(Kıyas. dan) Kıyas etme. Ölçme. Karşılaştırma. |
MUKAYYED |
Kayıtlı. Serbest olmayan. Sınırlı. Bağlı. * Deftere geçmiş, kaydedilmiş
olan. Bağlanmış. El veya ayağında zincir, kelepçe bulunan. Mevkuf olan. *
Bir işe ehemmiyet veren. İşine önem verip bakan. |
MUKAYYİ |
Kay ettiren, kusturan. |
MUKAYYİAT |
(Mukayyi. C.) Kusturucu ilâçlar. |
MUKAYYİD |
Kayd eden. Kayıt me'muru. Kayıt takan. |
MUKAYYİDÎN |
(Mukayyid. C.) Kayıt memurları, mukayyidler. |
MUKAZEFE |
Sövüşmek. |
MUKAZZEZ |
Heyeti hafif olan kimse. |
MUKBİL |
Mübârek. İkbali kutlu, mutlu. Mes'ud. Bahtiyar. |
MUKBİLAN |
(Mukbil. C.) (Kabl. den) Mutlular, bahtiyarlar, mes'ud kimseler. |
MUKBİLÎN |
(Mukbil. C.) (Kabl. den) Bahtiyarlar, mutlular, mes'udlar. |
MUKDİM |
İşine düşkün, gayret ve fedakârlıkla çalışan. Cüretli ve cesaretli
olan. |
MUKDİMÂNE |
f. Gayret ve dikkatle. |
MUKES'AL |
İyi yonulmamış ok. |
MUKHEM |
Cümle arasındaki lüzumsuz ve fazla kelime. |
MU'KIB |
Ökçeli ayakkabı. |
MÛKID |
Ateş yakan. |
MUKILL |
Malı az olan. Fakir. |
MUKILLÎN |
Fakirler. Muhtaç olanlar. |
MÛKIN |
Şüphesiz ve kat'i olarak bilen. |
MÛKINÛN |
Yakîn sahibi olanlar. Şüphesiz ve tereddüdsüz olarak imanî ve Kur'anî
hakikatlara vâkıf olanlar. (Bak: Yakin) |
MÛKIR |
Yemişinin çokluğundan dolayı dalları sarkmış olan ağaç. |
MU'KIR |
Malı mülkü çok olan kimse. |
MUKIRR |
(Karâr. dan) Doğruyu ve gerçek olanı söyliyen. Kabahat veya ayıbını
gizlemeden söyliyen. * Fık: Birinin, kendisinde hakkı olduğunu haber veren
kimse. |
MÛKIZ |
(Yakaza. dan) Uyandıran, ikaz eden. * Gaflet ve dalgınlıktan kurtaran. |
MUKİBB |
Lüzumlu olan, icab eden. |
MUKÎL |
Hataları, yanlışları afveden. |
MUKÎM |
İkamet eden. Ayakta duran. * Okuyan. * Bir memlekette devamlı duran. *
Fık: Vatanında veya vatanı sayılan bir yerde onbeş günden fazla kalan kimse.
(18 saatlik uzağa gidene "Misâfir" denir.) * Esmâ-i İlâhiyyeden olup "Her
şeyi ayakta tutan, devam ettiren ve kayyumiyet sırrıyla bir an bile hiç bir
şeyden alâkasız olmayan" meâlindedir. |
MUKÎM-ÜS SÜNNET |
Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Tevrat ve Zebur'daki ismi, sünnet ikame eden. |
MUKÎT |
Muhafaza eden. Hâfız. Amelleri zâyi' etmeyip koruyan. Gizliyi bilen.
Gıda ve rızık veren. |
MUKKA |
(C: Mükâyâ-Mükâki) Hicaz diyarında yaşıyan bir cins beyaz kuş. |
MUKLE |
(C: Mukul) Gözün karası. Göz bebeği. * Göz. * Su taksimi için
kullanılan taş. |
MUKMAH |
Başını kaldırıp gözünü bir yere dikip duran kişi. |
MUKMEHUN |
Elleri boyunlarına bağlı veya boyunlarından zincir takılı olarak azab
çekenler. * Başı yukarı kalkmış, gözleri bir yere dikilmiş ve etrafa
bakamayan somurtmuş kimseler. |
MUKMİR(E) |
(Kamer. den) Mehtaplı. Ay ışığıyla aydınlanmış. |
MUKNİ' |
İkna eden. Kanaat veren. Kâfi derecede izah ve isbât eden. * Başını
kaldırıp gözünü önüne dikip duran. |
MUKNİA |
Kurbağa yavrusunun, yumurtadan çıktığı ilk hâli. |
MUKRAZ |
(Karz. dan) Ödünç verilmiş, borç verilmiş. İkrâz olunmuş. |
MUKREM |
Bir kavmin ulusu, seyyidi. |
MUKRİ' |
Kur'an-ı Kerimi kaidelerine uygun okuyan. |
MUKRİB (MUKREB) |
Nöbete tutulmuş at. |
MUKRİF |
Babası köle, anası hürre olan kimse. * Anası arabi, babası arabi
olmayan deve. |
MUKRİN |
Birlikte. Berâber. |
MUKRİZ |
(Karz. dan) Ödünç veren. Borçla emânet para ve sâir şeyler veren. |
MUKSA |
Uzaklaştırılmış. Uzak kalınmış. |
MUKSEM |
(Kasem. den) Yemin edilmiş, kasem edilmiş. |
MUKSİM |
(Kasem. den) Yemin edilecek yer. * Yemin eden, kasem eden. |
MUKSİT |
Adaletle iş gören. Haklı hareket eden. * Nefsine lâyık görmediği
zararlı şeyi başkasına da münasib görmeyen. |
MUKSİTÎN |
(Muksit. C.) Haklı iş görenler. Hakkı edâ edenler. |
MUKŞA |
Kabuğu çıkarılmış. * Derisi soyulmuş. |
MUKŞAİRR |
Ürperen. |
MUKTASIR |
Kısa kesen, uzatmıyan. |
MUKTATAF |
(C.: Muktatafât) (İktitaf. dan) Toplanmış, devşirilmiş. * Derleme,
toplama. Derlenmiş. |
MUKTATAFAT |
(Muktataf. C.) (İktitaf. dan) Derlemeler, toplamalar. Derlenmiş şeyler. |
MUKTATIF |
(İktitaf. dan) Derleyen, toplayan. |
MUKTEB |
(C: Mekâtib) Yazı talim eden kimse. |
MUKTEBES |
İktibas olunmuş olan. Bir yerden alınan, bir kitab ve sâir yerden
istifade ederek alınan. |
MUKTEBESAT |
(Muktebes. C.) (Kabs. dan) Muktebes olan şeyler. İktibas edilmiş ve
faydalanmak üzere alınmış olan şeyler. |
MUKTEBİS |
(C.: Muktebisîn) (Kabs. dan) İktibas eden. Faydalanmak üzere aktaran.
Birinin bilgisinden faydalanan. |
MUKTEBİSÎN |
(Muktebis. C.) (Kabs. dan) Aktaranlar, iktibas edenler. Faydalanmak
için alanlar. |
MUKTEDA |
Kendisine uyulan. Önde giden. * Müçtehid. Pişivâ. Peşivâ. * Namazda
kendine uyulan imam. |
MUKTEDÂ-BİH |
Kendisine tebaiyyet edilen. Kendisine uyulan. |
MUKTEDÎ |
Tâbi olan, uyan. İmama uyan. |
MUKTEDİR |
Güçlü, kuvvetli, becerikli. İşe gücü yeten. İktidarlı. |
MUKTEDİRÎN |
(Muktedir. C.) İktidar sahibleri. Muktedirler, gücü yetenler. |
MUKTEF |
"Kendine uyulmuş, kendisi tâkib edilmiş" meâlinde olup, Hz. Resul-i
Ekreme (A.S.M.) verilen isimlerden biridir. |
MUKTEFA |
(Kafâ. dan) İzinden gidilmiş. Ardına düşülmüş. Misâl alınmış, örnek
tutulmuş. |
MUKTEFÎ |
Ardından giden. İzinden giden. İktifâ eden. Misâl alan, örnek tutan. |
MUKTEHİM |
Mülâhazasız bir işe hücum edip giren. * (Bak: İktiham) |
MUKTELA' |
(Kal'. den) Kökünden koparılmış. Kökünden koparan. |
MUKTELİ' |
(Kal'. den) Kökünden koparan. |
MUKTERİH |
Bir şeye kasd eden, araştıran. * Yeniden meydana çıkaran. * Düşünmeden,
aklına geldiği gibi söyleyen, iktirah eden. |
MUKTERİN |
(İktiran. dan) Yaklaşan, yakın gelen, iktirân eden. |
MUKTESEB |
(Bak: Mükteseb) |
MUKTESİD |
İktisadlı, tutumlu. Malını, ömrünü, vaktini boşuna geçirmeyen, lüzumsuz
masrafta bulunmayan. (Bak: İktisad) |
MUKTESİDAN |
(Muktesid. C.) Muktesidler. Lüzumsuz masrafda bulunmayan ve vaktini
boşa geçirmeyenler. İktisadlılar, tutumlular. |
MUKTESİR |
Kısa kesen, iktisar eden. |
MUKTEZA |
Lâzım getirilmiş. Lüzumuna binaen istenmiş. İcab eden. Lâzım gelen.
(Bak: Dâll-i bi-l iktiza) |
MUKTEZA-İ HÂL |
Duruma göre. İcabına göre. Hal ve vaziyetin gerektirdiğine göre. |
MUKTEZA-İ HİLKAT |
Yaradılışın gerektirdiği şey. Yaradılış itibariyle olan hal ve netice. |
MUKTEZÎ |
(Muktazî) Lüzumlu olduğu taayyün etmiş, anlaşılmış. * İktiza eden.
Gerekli. Lâzım. |
MUKTEZİYYAT |
İktiza eden şeyler. Gerekli olan ve icab eden şeyler. |
MUKTİR |
Dar hâlli, durumu sıkıntılı. * Kocasını nafaka bakımından sıkıştıran
kadın. |
MUKVERE |
İnce, zayıf kadın. |
MUKZA |
Tamamlanmış. * Lüzumlu görülmüş. |
MUKZA' |
Seri, hafif nesne. |
MUKZI' |
Fuhşiyat söyleyen, ahlâksızca şeyler konuşan. |
MUKZÎ |
Gerekli görülmüş. * Hüküm ve kazâ olunmuş. * Tamamlanmış. |
MU'LAT |
(C: Meâli) şeref kazanmak. * Yüksek derece. |
MULEKKIN |
(Bak: Mülekkın) |
MU'LEM |
(İlm. den) Belirtilmiş, işâretlenmiş. |
MULİ' |
Tutkun, düşkün, ihtiraslı. |
MULİF |
(Ülfet. den) Alışık, alışmış. Ülfet etmiş. |
MULİM |
(Elem. den) Elem ve keder verici. |
MU'LİN |
İlân eden. Herkese bildiren. |
MUM |
f. Yumuşak. * Mum. |
MUMAHELE |
Hile etmek. * Oyunla aldatmak. Hilekârlık. |
MUMA-İLEYH |
(Mumâileyhâ) Kendisine işâret edilen. İsmi evvelce geçen. |
MUMA-İLEYHİM |
İsmi evvelce geçenler. * İmâ edilenler, yukarıda anlatılmış olanlar. |
MUMA-İLEYHİNN |
(Mumâ-ileyhâ. C.) Adı geçen kadınlar, yukarıda anılan kızlar, imâ
edilenler. |
MUMATELE |
(Bak: Mümatala) |
MUMDAR |
f. Mum tutan. Işık veren. Işık tutan. |
MUMÎL |
Bir tarafa doğru eğen. Meylettiren. |
MUMİYAN |
f. Belleri ince olan güzeller. Kıl belliler. |
MUMYA |
f. Uzun müddet çürümemesi için ilâçlanmış ölü. İnsan ve hayvan ölüsünün
kurusu. * Çok zayıf (kimse).(Kur'anda çok tekrar edilen kıssa-ı Musa
Aleyhisselâm'ın cümleleri ve cüz'leridir ki, herbir cümlesi, hattâ herbir
cüz'ü, bir düstur-u küllînin ucu olarak gösterilmiş ve o düsturu ifade
ediyor. Meselâ: $ Fir'avun, vezirine emreder ki: "Bana yüksek bir kule yap,
semâvatın hâlini rasad edip bakacağım. Semanın gidişatından acaba Musa'nın
(A.S.) dâva ettiği gibi semada tasarruf eden bir İlâh var mıdır?" İşte Î
kelimesiyle ve şu cüz'î hâdise ile, dağsız bir çölde olduğundan dağları
arzulayan ve Hâlik'ı tanımadığından tabiat-perest olup Rububiyyet dâva eden
ve âsâr-ı ceberutlarını göstermekle ibka-yı nâm eden şöhret-perest olup
dağ-misâl meşhur ehramları bina eden ve sihir ve tenâsuha kail olup
cenazelerini mumya edip dağ misillu mezarlarda muhafaza eden Mısır
fir'avunlarının an'anesinde hükümferma bir düstur-u acibi ifade eder.Meselâ:
$ Gark olan Fir'avuna der: "Bugün senin gark olan cesedine necat vereceğim"
unvaniyle umum Fir'avunların tenâsuh fikrine binaen cenazelerini
mumyalamakla mâziden alıp müstakbeldeki ensal-i âtiyenin temâşâgâhına
göndermek olan mevt-âlud, ibretnüma bir düstur-u hayatiyelerini ifade
etmekle beraber, şu asr-ı âhirde o gark olan Fir'avunun aynı cesedi olarak
keşfolunan bir beden, o mahali-i gark denizinden sahile atıldığı gibi,
zamanın denizinden asırların mevceleri üstünde şu asır sahiline atılacağını,
mu'cizâne bir işaret-i gaybiyye, bir lem'a-yı i'cazı ve bu tek kelime bir
mu'cize olduğunu ifade eder. S.) |
MUMZA |
(Mazâ. dan) İmza edilmiş olan. |
MU'NAN |
Su arkı, su mecrâsı. |
MUNASSAB |
(Nasb. dan) Birbirinin üzerine tertiplenmiş olan. |
MUNAZZAF |
(Nazif. den) Temizlenmiş, arınmış, tanzif edilmiş. |
MUNAZZAMA |
Tanzim olunmuş, yoluna konulmuş olan. İntizamlı teşkilât. Nizamlı.
Adaletli. |
MUNAZZIM |
Sıralayıp dizen, tanzim eden. * Nazm yazan. Vezinli, kâfiyeli, tertibli
yazan. |
MUNDAK |
Dövülüp ufalanmış. |
MUNFASIL |
İnfisal etmiş. Birbirinden ayrılmış. Yerinden ayrılmış, fasl olmuş.
İşinden ayrılmış. |
MUNFASILAN |
Ayrı ayrı olarak. Ayrılmış olarak. Munfasıl tarzda. |
MUNFASIL ZAMİR |
Gr: Başka kelimeye bitişik olmayan zamir. Ene, Ente: Ben, sen.. gibi. |
MUNFASIM |
Kırılan, kırılmış olan, kırık. Eksilen. |
MUNFASÎ |
Bir şeyden ayrılıp kurtarılmış olan. |
MUNFATIR |
Yarılan, infitar eden. |
MUNFAZİH |
Rezil ve kepaze olmuş. |
MUNİKA |
Hoşa giden, beğenilen şey. Güzel. |
MUNİS |
Alışılmış. Ehlileşmiş. Cana yakın. Sevimli. Ünsiyyet edilmiş. |
MUNİSE |
Hayat yoldaşı. Can yoldaşı. |
MUNKABIZ |
Sıkıntılı. Mânevi sıkıntı. * Çekilmiş. Büzülmüş. Daralmış. Toplanmış. *
Barsakları sıkışmış. Kazâ-i hâcet edemeyen. Kabız. |
MUNKALİB |
İnkılâb eden. Dönen. Dönmüş. Başka bir şekle ve kılığa girmiş olan.
Değişmiş, değişen. |
MUNKARIZ |
İnkıraz bulmuş. Batmış. Bitmiş. Son bulmuş. Mahvolmuş. Sönmüş. |
MUNSABB |
(Bir denize veya nehire) dökülen, karışan. |
MUNSABİG |
(Sıbg. dan) Boyanan, insibâg eden. |
MUNSADI' |
Yarılmış, bölünmüş. |
MUNSALİH |
Sulh üzere olan. Barış hâlinde olan. |
MUNSAMÎ |
Dökülüp akıtılmış. |
MUNSARIM |
Kesilen, kat edilen. |
MUNSARİF |
(Sarf. dan) Geri dönen, çekilip giden. * Gr: Esre ve tenvin kabul eden
isim. |
MUNSARİH |
(Sarâhat. dan) Açık, meydanda, zâhir. |
MUNSIF |
İnsaflı. Merhametli. Hakkı kabul eden. Hakka riayet eden. |
MUNSIFÂNE |
İnsaflıca. İnsaflılıkla. |
MUNTABI' |
(Tab. dan) Yaradılışdan olan, fıtraten. * Basılmış, tab' edilmiş,
damgalanmış. * Hoş görülen, güzel. |
MUNTABIH |
(Tabh. dan) Pişmiş, pişen. |
MUNTABIK |
İntibak eden. Birbirine uyan. Uygun. |
MUNTAFİ |
Sönmüş. Sönen. * Bastırılmış. |
MUNTALİK |
(Talâk. dan) Salıverilmiş, bırakılmış. * Bağsız. * Kederi, hüznü ve
gamı olmıyan. Sevinçli, mesrur, neşeli. |
MUNTAMIS |
Belirsiz olan. İntımâs eden. |
MUNTASIF |
(Nısf. dan) Orta, yarı. * Yarıya varılmış, yarılanmış. |
MUNTASIF-I SENE |
Yılın ortası. Senenin yarısı. |
MUNTASIH |
(Nush. dan) Nasihat dinliyen. Öğüt dinliyen. |
MUNTASIHÂNE |
f. Nasihat dinliyerek. |
MUNTASIR |
Öç alan. İntikam alan. |
MUNTAVÎ |
(Tayy. dan) Dürülmüş, dürülüp bükülmüş, devşirilmiş. |
MUNTAVİ' |
Söz dinler. Muti. |
MUNTAZAM |
Düzenli. Tertibli. İntizamlı. Düzgün sıralanmış. Her şeyin yerli
yerinde olması. Derli toplu olma. |
MUNTAZAMAN |
İntizamlı ve düzgün olarak. Muntazam bir tarzda. * Devamlı ve sürekli
olarak. Dâima. |
MUNTAZAR |
Ümid ile gözlenen. Beklenen. Gözetilen. |
MUNTAZIR |
Bekleyen. Gözleyen. Birisinin gelmesini bekleyen. |
MUNTAZIRAN |
Bekliyerek, intizâr ederek. |
MUNTAZIRÂNE |
f. Bekliyerek, muntazıran, intizâr ederek. |
MUNTAZIRÎN |
(Muntazır. C.) Bekliyenler, gözliyenler. İntizar edenler. |
MUNZACIR |
Yüreği sıkılmış. |
MUNZALİM |
Kendi isteğiyle veya istemiyerek zâlimin zulmüne boyun eğen. |
MUNZAMM |
Zamm edilen. İlâve edilen. * Ek. Üste konan, katılan. |
MUNZAR |
Geciktirilmiş, te'hir edilmiş. Sonraya bırakılmış. |
MUNZİC |
Hazmettirici, sindirici. * Tıb: Yara veya çıbanı cerahatlendiren. *
Kemâle eren, inzâc eden. |
MUNZİCÂT |
Yaranın iltihabını yok edici, irinini akıtıcı (ilâçlar). |
MUR |
f. Karınca. Neml. |
MURA |
Kedi sesi. Kedi miyavlaması. |
MURABAA |
Yazlığa çıkmak üzere mukavele yapma. |
MURABAHA |
Bir malı kâr ile satmak. * Bir miktar ilâve ederek ödünç para alıp
vermek. * Fâiz ile para alıp vermek. |
MURABATA |
Düşmanla karşılaşılacak yerlerde gözetip sebatla nöbet beklemek. *
Mülâzemet etmek. * Bağlamak. |
MURABBA |
Terbiye görmüş. * Kaynatıp kıvama geldikten sonra dondurulmuş. * Meyve
suyu tatlısı. Reçel. Ezme. |
MURABBA' |
Dört köşeli şekil. * Dörde çıkarılmış. Dörtlü. Dört şeyden olmuş. *
Geo: Kare. |
MURABBA-İ TÂMM |
Geo: Tam kare. |
MURABBANİŞİN |
f. Bağdaş kurup oturan. |
MURABBAYAT |
(Murabbâ. C.) Kaynatılıp kıvamına getirildikten sonra dondurulmuş meyve
suyu tatlıları. |
MURABIT |
Kalbini Allah'a bağlayan. * Düşmanla karşılaşılacak yerlerde gözetip
nöbet bekleyen. |
MURABITÎN |
(Murâbıt. C.) Kalblerini Allah'a bağlayanlar. * Şeyhler, dervişler. |
MURAD |
İstenerek, ümid ederek beklenen. Arzu edilen şey. * Gâye. Maksad. Emel. |
MURAD-I HAK |
Allah'ın isteği ve muradı. |
MURAFAA |
Karşılıklı hak iddia ederek konuşmak. * Bir dâvâ için birisini hâkim
huzuruna celb ettirmek. Yüzleşerek muhakeme olunmak. |
MURAFAKAT |
Beraberlik, arkadaşlık. |
MURAFIK |
Refakat eden, beraber bulunan, yoldaş, arkadaş. |
MURAFİ' |
(Ref'. den) Murâfaa eden. |
MURAGABET |
Arzu etme, dileme. |
MURAGIB |
Rağbet eden. |
MURAHHAM |
Kısaltma. * Son harfleri veya heceleri düşürülmüş. |
MURAHHAS |
Devlet veya herhangi bir teşekkül nâmına, salâhiyyetli olarak bir yere
bir vazife ile gönderilen kimse. * Terhis edilen. İzin verilen. Tâlimat
verilen kimse. |
MURAHHASA |
Ermeni piskoposu. |
MURAHHASİYET |
Murahhaslık, delegelik. |
MURAHHİL |
(Rıhlet. den) Bir yerden diğer bir yere göçüren. Terhil eden. |
MURAÎ |
Riayet eden. Bakıp gözeten. |
MURAÎ |
(Bak: Mürâi) |
MURAKABE |
Kontrol etmek. İnceleyip vaziyeti anlamak. Teftiş etmek. * Kendini
kontrol etmek. İç âlemine bakmak. Gözetmek. * Hıfz etmek. * Beklemek.
İntizar. * Dalarak kendinden geçmek. * Tas: Kendisini tamamen nâfile ibâdet
ve itaate vermek için mâbede kapanmak. |
MURAKASA |
(Raks. dan) Raksetme, dans. |
MURAKIB |
Murakabe eden. Teftiş ve kontrol eden kimse. * Hıfzeden. * Allah'a
(C.C.) bağlanmış olan. |
MURAKKA' |
(Ruk'a. dan) Yamalı, yamanmış. |
MURAKKAK |
(Rikkat. den) İnce. İncelmiş. |
MURAKKAM |
(Rakam. dan) Yazılı, yazılmış. * Numaralanmış, numara konulmuş, sayı
konulmuş. |
MURAKKAN |
Bozulmuş, aradan çıkarılmış. |
MURAKKIK |
Tecvidde bir harfi ince okumağa; terkik, ince okunan harflere ise;
murakkık denir ki, şunlardır: Elif, nun, şın, ra, ha, dal, yâ, se, ayın,
lam, mim, kef, sin, vav, fe, te, cim, he, ze, bâ, zel. |
MURAKKIM |
(Rakam. dan) Pusulanın iğnesi. |
MURAN |
(Mur. C.) Karıncalar. |
MURANE |
f. Karıncavâri, karınca gibi. |
MURASADE |
(Rasad. dan) Rasad etme, gözetleme. * Dikkatle bakma. |
MURASSA' |
Süslü. Kıymetli taşlarla süslenmiş. Sırmalı. * Birbirine yanaştırılmış.
Oturtulmuş. * Edb: İki mısra veya iki fıkrası birbiri ile aynı vezin ve
kafiyede olan söz veya beyit. * Bir nevi yazı. |
MURASSAAT |
(Murassa'. C.) Murassâlar. Cevher ve inciler gibi şeylerle. Süslenmiş
olanlar. Takdir edilip yerleştirilmiş süslü ve kıymetli şeyler. |
MURASSAS |
Lehimlenmiş. * Kurşun veya kalayla kaplanmış. |
MURAVAGA |
Güreşme. |
MURAVAZA |
Bir kimseyi kahır veya hile ile iknâ etme, aldatma, kandırma. |
MURAZAA |
(Rızâ. dan) Emzirme. |
MURÇE |
f. Küçük karınca. |
MURD |
f. Mersin ağacı. |
MURDAR |
f. Pis. Kirli. Mülevves. Temiz olmayan. * İslâmiyetin gösterdiği
kaidelere uygun olmıyarak kesilmiş hayvan. |
MURDİA |
Süt emziren. Süt anası. |
MU'REB |
Gr: Sonu her çeşit harekeyi alabilir olan. Mebni olmayan. İrablanmış.
Sonu harekelenmiş olan kelime. |
MU'RİB |
İzhar edici, izhar eden, gösteren. |
MURİS |
Getiren. Veren. Kazandıran. * Fık: Miras bırakan. |
MU'RİZ |
İ'raz eden. Yüz çeviren. Başka tarafa dönen. Ta'riz eden. Dokunaklı
konuşan. |
MURTABİT |
Bağlı. İrtibatlı. Birbirine bitişik. Ekli. |
MURTAD |
(Bak: Mürted) |
MURTAZ |
Alıştırılmış, tâlimli hayvan. |
MURTAZI' |
(Rızâ. dan) Süt emen, irtiza eden. |
MURTEZA |
Beğenilmiş. Seçilmiş. Makbul. Rağbet gören. Beğenilen. * Hz. Ali'nin
(R.A.) bir lâkabı. |
MURZI' |
(Rızâ. dan) Çocuk emziren. |
MURZİA |
(Rızâ. dan) Çocuğa süt emziren. Meme veren. Sütnine. Bebeğe süt vermek
üzere para ile tutulmuş kadın. |
MUS |
Bıçak. |
MUSA |
Beni İsrâil peygamberlerinden Hz. Musa'nın (A.S.) ismi. Dört büyük
kitaptan birisi olan Tevrat, vahiy yoluyla kendisine gelmiştir. Yahudilerin
en büyük peygamberidir. Şeriatı, İsa'ya (A.S.) kadar devam etti. Yusuf'un
(A.S.) soyundan Yuşa nâmındaki peygamberi yerine tâyin ederek vefat
etmiştir. Mısır firavununa karşı mücadele etti. Harun (A.S.) kardeşi ve
kendi veziri hükmünde idi.(Mısır Kıt'ası, kumistan olan Sahra-yı Kebir'in
bir parçası olduğundan Nil-i Mübarek'in feyziyle gâyet mahsuldâr bir tarla
hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahra komşuluğunda şöyle cennet-misal
bir mevki-i mübarekin bulunması, felâhat ve ziraatı, ahalisinde pek mergub
bir surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki ziraatı,
kudsiye; ve vasıta-ı ziraat olan "Bakar"ı ve "Sevr"i mukaddes, belki mâbud
derecesine çıkarmış. Hattâ o zamandaki Mısır milleti, sevr'e, bakar'a ibadet
etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte o zamanda Benî-İsrail dahi, o
kıt'ada neş'et ediyordu ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, "İcl"
mes'elesinden anlaşılıyor.İşte Kur'an-ı Hakîm, Hazret-i Musa Aleyhisselâm'ın
risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidatlarına işlemiş olan o
bakar-perestlik mefkuresini kesip öldürdüğünü, bir bakar'ın zebhi ile ifham
ediyor. S.) |
MUSA |
Vasiyet olunan mal. * Menfaat. |
MUS'A |
(C: Musu) Böğürtlen otunun meyvesi. * Bir kuşun adı. |
MU-SA(Y) |
f. Ustura. |
MUSAARA |
Büyüklük taslayarak birisinin yüzüne bakmayıp başını çevirmek. |
MUSAB |
Kendine bir şey isabet eden. Hasta. Musibetzede. Musibete uğrayan. |
MUS'AB |
Aygır at. * Her nesnenin erkeği. |
MUSAB |
Sevab kazanmış olan. Ameline karşılık ecir kazanmış olan. |
MUSABBAG |
Boyalı, boyanmış. |
MUSABE |
Musibet, belâ, âfet. |
MUSABERET |
Karşılıklı sabır. Sabırlılık. Katlanmak. |
MUSA BİH |
Vasiyyet olunan şey. |
MUSABİYET |
Bir hastalığa tutulma. Bir musibete giriftar olma. |
MUSADAKAT |
(Sıdk. dan) Karşılıklı dostluk. |
MUSADDA' |
(Sad'. dan) Başı ağrıtılmış, rahatsız edilmiş. |
MUSADDAK |
Doğruluğu tasdik edilmiş. Sadakati ve doğruluğu tanınmış, isbat edilmiş
olan.(Hem zâtiyle, hem lisâniyle, hem delâlet-i hâliyle, hem kaliyle
kâinatın Sâniine delâlet eden şu delil; hem hakikat-ı kâinatça musaddak, hem
sâdıktır. Çünkü bütün mevcudatın vahdâniyete delâletleri, elbette
vahdaniyeti söyleyen Zâtı tasdik hükmündedir. Demek söylediği da'vâ da umum
kâinatça musaddaktır. M.) |
MUSADDAR |
(Sudur. dan) Çıkmış, sudur etmiş. |
MUSADDE |
Muhâlefet, uyuşmazlık, zıtlık. |
MUSADDIK |
Tasdik eden. İmzalayan. * Doğruluğunu kabul eden. |
MUSADDİ' |
Tasdi' eden. Baş ağrıtan. Rahatsız eden. |
MU'SADE |
(İ'sad. dan) Sımsıkı kapatılmış, kilitlenmiş olan. |
MUSADE |
Avlanan canavar. |
MUSADEFE |
Bulmak. * Yetişmek. |
MUSADEKA |
Dostluk. |
MUSADEMAT |
Çarpışmalar. Vuruşmalar. Müsademeler. |
MUSADEME |
İki şeyin birbiriyle çarpışması. Çarpışmak. Vuruşmak. |
MUSADERE |
Zulüm ve cebir etmek. (Bak: Müsadere) |
MUSAF |
Cenk, harp. |
MUSAFAA |
Birbirinin boynuna sarılma. |
MUSAFAHA |
El sıkışmak. Tokalaşmak. * Muhabbetini, arkadaşlığını, sevgisini izhar
etmek. |
MUSAFAT |
(Safvet. den) Samimi ve hâlis dostluk. |
MUSAFE |
Yük koyacak yer ve kap. |
MUSAFF |
(C: Misâf) Cenk etmek için durulan yer. Dövüş yeri. |
MUSAFFA |
Sâfileşmiş. Temizlenmiş. Süslenmiş. |
MUSAFFAF |
(Saff. dan) Sıra sıra dizilmiş. Saflar biçiminde düzenlenmiş. |
MUSAFFER |
Boşalmış, hâli. * Sararmış. |
MUSAFFÎ |
Sâfileştiren. Temizleyen. Süzen. Tasfiye eden. |
MUSAFFİR |
Islık çalan, seslenen. |
MUSAFİH |
Musâfaha edenlerden veya el sıkışanlardan herbiri. |
MUSAGGAR(A) |
(Sagir. den) Küçültülmüş. Tasgir olunmuş, küçük yapılmış. |
MUSAHABAT |
(Musahebe. C.) (Sohbet. den) Sohbetler, konuşup görüşmeler. |
MUSAHEBE |
Görüşmek, sohbet etmek. Arkadaşlık. |
MUSAHERE |
(Sıhr. dan) Evlenme ile meydana gelen akrabalık. |
MUSAHHAF |
Yanlışlıkla değiştirilmiş. |
MUSAHHAH |
Tashih edilmiş. Yanlışları düzeltilmiş. |
MUSAHHAR |
Teshir edilmiş. Ele geçirilmiş. Fethedilmiş. * İstenilen hâle konulmuş.
* Birine bağlanmış. |
MUSAHHİH |
Tashih eden. Yanlışları düzelten. |
MUSAHHİHÎN |
(Musahhih. C.) Musahhihler, tashih işi ile uğraşanlar. |
MUSAHHİN |
(Sahn. den) Isıtan, ısıtıcı. Teshin eden. |
MUSAHHİR |
Teshir eden. Elde eden. Zabt eden. * İstenilen hâle koyan. * Birine
bağlayan. |
MUSAHHİR-ÜŞ ŞEMSİ VE-L KAMER |
Güneş'i ve Ay'ı teshir eden, istediği şekilde idare eden Cenab-ı Hak
(C.C.) |
MUSAHÎ |
Bir şeyin hâlisi. Seçilip ayrılmışı. |
MUSAHİB |
Beraber sohbet eden. Arkadaş. Arkadaşlık eden. Birlikte bulunan. |
MUSAHİBE |
Kadın musâhib. Kadın arkadaş. |
MUSAKKA |
(Saky. den) Sulanmış, sakyedilmiş. |
MUSAKKAB |
(Sakb. dan) Delinmiş, teskib olunmuş. |
MUSALAHA |
Karşılıklı anlaşmak. Barışmak. Sulh akd etmek. |
MUSALAHAT |
(Musâlaha. C.) (Sulh. dan) Karşılıklı anlaşmalar. Barışlar. |
MUSALE |
Kuyudan ince akan damla. * Harman sonunda kalan kesmik. * Arpa ve
buğday kapçığı. (Tane onun içinde olur.) |
MUSA-LEH |
Kendine bir şey vasiyet olunan. |
MUSALEHUN ANH |
İstenen ve iddia edilen şey. |
MUSALİH |
Sulh yapan, barışan. |
MUSALLA |
Namaz kılınan yer. * Cami avlusunda cenaze namazı kılmaya aid yer. |
MUSALLAT |
Rahatsız eden. Tasallut eden. Sataşan. |
MUSALLA TAŞI |
Namazı kılınmak için cenazenin konulduğu yüksekçe taş. |
MUSALLEB |
(Sulb. dan) Katılaştırılmış. |
MUSALLİ |
(Salat. dan) Namaz kılan. Beş vakit namaza devam eden. (Bak: Salât) |
MUSALLÎN |
(Musalli. C.) Namaz kılanlar, dua edenler. |
MUSALLİT |
(Salâtet. den) Birine musallat eden. Peşini bırakmayıp sataştıran. |
MUSAMAHA |
İyilikle, lütufla muamele. * İdare edip, kusuru görmezden gelme. |
MUSAMIS |
Her nesnenin hâlisi ve aslı. |
MUSAMMAT |
Edb: Beyitleri kafiyeli ve dört kısımdan ibaret olan manzume. |
MUSAMMEM |
(Samm. dan) Tasmim olunmuş. Kat'i olarak karar verilmiş. Kararlaşmış.
Hakkında karar verilmiş olan. |
MUSAMMET |
(Sammet. den) Kof olmayan. İçi boş olmıyan şey. * Gr: Arap alfabesine
"b, f, l, m, n, r" nin haricindeki bütün harfler. |
MUSAMMİM |
Azimli olan. Kararlı olan. Karar veren. |
MUSAMSA' |
Küçük kulaklı geyik. |
MUSANEA |
Rüşvet. * İyilik etmek. |
MUSANNA' |
Sonradan yapılmış. Sanatla ve düzgün yapılmış olan. Sanatkârane
yapılmış olan. Usta elinden çıkmış olan. * Uydurulmuş, yapmacık. |
MUSANNEF |
(C.: Musannefât) (Sınf. dan) Sıraya konulup tasnif edilmiş. * Te'lif
edilmiş, yazılmış. |
MUSANNEFAT |
(Musannef. C.) Sıraya konulup tasnif edilmiş kitaplar. |
MUSANNİF |
Sınıflandıran. Kitab tertib eden. tasnif eden. |
MUSANNİFAN |
(Musannif. C.) Kitap yazan kadınlar. Kadın müellifler. |
MUSANNİFÎN |
(Musannif. C.) Musannifler, kitap yazanlar. |
MUSARAA |
Pehlivanlık. Güreşmek. Güreşe tutuşmak. |
MUSARAHA |
Aşikâr ve açık. |
MUSARAHATEN |
Aşikâr ve açık olarak. |
MUSAREA |
Güreşçilik. |
MUSARİ' |
(Sar'. dan) Pehlivan, güreşçi. |
MUSARRA' |
Edb: İki mısra'ı da kafiyeli olan beyit. Bir mısra'ı kafiyeli olana
"Müfred" denir.Musarra' beyte, gazel veya kasidenin baş tarafında bulunursa;
matla; terci' ve terkib-i bentlerin arasında bulunursa; vâsıta tâbir olunur. |
MUSARRAH |
Açıklanmış, izah edilmiş. * Aşikâr, açık, açıkça, belli. |
MUSARRAHAN |
Açık olarak. Sarih bir tarzda. |
MUSAS |
Ot, nebat. * Her nesnenin aslı. |
MUSATTAH(A) |
Satıh haline getirilmiş. Düz ve yassı hâle konulmuş olan.
Satıhlandırılmış. Düzleştirilmiş. |
MUSATTAR |
(Satr. dan) Yazılmış. |
MUSATTEM |
Mükemmel, olgun, tam. |
MUSAVELE |
Dövüşmek için bir kimseye saldırma. Üzerine atılma. |
MUSAVVER |
Zihnen düşünülen. Tasavvur olunan. Tasvirli. |
MUSAVVİBE |
Tasvib edilen. Kabul edilen. * "Dört mezheb de hak'tır ve füruatta hak
taaddüd eder" diyenlere, ilm-i usulde musavvibe denir. |
MUSAVVİR |
Tasvir eden. Şekil ve suret çizen. Her şeye güzel şekil ve suretler
veren Allah (C.C.) |
MUSAVVİRE |
Tasvir edilmiş. Suretlenmiş. Şekli çizilmiş. * Kuvve-i hayâliye. (Bak:
Kuvve-i musavvire - Madde-i musavvire) |
MUSAVVİT |
(Savt. dan) Seslenen, yüksek sesle çağıran. |
MUSAYAHA |
(Sayha. dan) Birbirine haykırıp çağırışma. |
MUSAYE |
Küçük sidik kabı. * Büyük kursak. |
MUSAYEFE |
(Sayf. den) Bir yaz tutulmak üzere pazarlık etme. Ücretle tutma. |
MUSAYKAL |
Cilâlı. Parlak. Yaldızlı. Perdahlı. |
MUSAYTIR |
Bir şeyin üzerine kaim olup, ahvâlini görüp gözetir olan kimse. *
Musallat. * Galip. Yaramaz işlerden men' edip saklayan ve koruyan. |
MUSBİYYE |
Çocuklu kadın. |
MUSE |
f. Arı, nahl. |
MUSEL |
(Vusul. den) Yetiştirilmiş, vardırılmış, ulaştırılmış. |
MUSEVİ |
Hz. Musa'nın (A.S.) dinine tâbi olan. Yahudi. (Bak: İsrail) * İmam-ı
Musa Kâzım nesline mensub olan. Sadat-ı Museviyeden. |
MUSFAC |
Yassı başlı. * Ellerini birbirine vurup sesini işittirdikleri kişi. |
MUSFAH |
Mâil olan, eğik. |
MUSFİR |
Eli boş fakir kimse. |
MUSHAF |
Sahife. Sahife halinde yazılı kitap. * Kur'ân-ı Kerim'in bir ismi.
(Bak: Kur'ân) |
MUSHIYE |
Gökyüzünün bulutsuz, açık olması. |
MU'SIR |
(C: Mu'sırât) Sıkıcı, sıkan. |
MU'SIRAT |
Sıkım zamanı gelmiş üsâreliler. (Üzüm gibi) * Bora ve kasırgalar. *
Yetişkin kızlar. |
MUSIRR |
Direnen. Ayak direyen. Vaz geçmeyen. Sebat eden. Sözünden dönmeyen. |
MUSIRRÂNE |
f. Israr ve inatla, ayak direyerek. |
MUSÎ |
Vasiyet eden. Birisini vâsi gösteren. Tavsiye eden. |
MUSİ' |
Genişlendiren. Ferahlık veren. * Zengin. Muktedir. |
MUSÎB |
İsâbetli, yanılmayan, doğru. * Resul-i Ekremin (A.S.M.) isimlerinden
birisi. |
MUSÎBET |
Afet. Belâ. Felâket. Hastalık. Dert.(Merayı tecavüz eden koyun sürüsünü
çevirtmek için çobanın attığı taşlara musâb olan bir koyun, lisan-ı hâliyle:
"Biz çobanın emri altındayız. O bizden daha ziyâde fâidemizi düşünür. Mâdem
onun rızâsı yoktur, dönelim." diye kendisi döner, sürü de döner.Ey nefis!
Sen o koyundan fazla âsi ve dâll değilsin. Kaderden sana atılan bir musibet
taşına mâruz kaldığın zaman $ söyle ve merci-i hakikiye dön, imana gel,
mükedder olma. O seni senden daha ziyade düşünür. M.N.) |
MUSİBET-İ ÂMME |
Umuma ve cemiyetin ekseriyetine gelen belâ.(Bu asırdaki ehl-i İslâmın
fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi; ve bir
tek haseneyi, binler seyyiatı işliyen ve binler mânevi ve maddi hukuk-u
ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi tarafdar çıkmasıdır. Bu suretle
ekall-i kalil olan ehl-i dalâlet ve tuğyan; safdil taraftar ile ekseriyet
teşkil ederek, ekseriyetin hatâsına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına
ve idâmesine belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verirler; biz buna
müstehakız derler. K.L.)(Hem âlicenâbâne affetmek ise yalnız kendine karşı
cinayetini affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkaların
hukukunu çiğniyen cânilere afuvkârâne bakmağa hakkı yoktur, zulme şerik
olur. K.L.) |
MUSİBET-ZEDE |
Belâya uğrayan. Hastalık veya başka musibete uğrayan.(İmanla insanın
kalbinde öyle bir kuvve-i mâneviye husule gelir ki, insan o kuvvet ile her
musibete, her hâdiseye karşı mukavemet edebilir! İ.İ.) |
MUSİKA |
Mızıka. Çeşitli ses çıkarılan bir çalgı âleti. |
MUSİKÎ |
Müzik. Ses ölçülerinden, ölçülü ses ve san'atkârlığından bahseden
ilim.(Ve keza, $ kelimesiyle, küfür sebebiyle kulağa ait pek büyük bir
nimeti kaybettiklerine işaret edilmiştir. Hatta kulaktaki zar, nur-u iman
ile ışıklandığı zaman, kâinattan gelen mânevi nidaları işitir. Lisan-ı hal
ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hatta o nur-u iman sayesinde
rüzgârların terennümatını, bulutların nâralarını, denizlerin dalgalarının
nağamatını ve hâkeza. Yağmur, kuş ve saire gibi her nevi'den Rabbâni
kelâmları ve ulvi tesbihatı işitir. Sanki kâinat, İlâhi bir musiki
dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümatla kalblere
hüzünleri ve Rabbâni aşkları intıba' ettirmekle kalbleri, ruhları nurani
âlemlere götürür, pek garip misali levhaları göstermekle, o ruhları ve
kalbleri lezzetlere, zevklere garkeder. Fakat o kulak, küfür ile tıkandığı
zaman, o leziz, mânevi, yüksek savtlardan mahrum kalır. Ve o lezzetleri iras
eden avazlar, mâtem seslerine inkılâb eder. Kalbde, o ulvi hüzünler yerine,
ahbabın fıkdaniyle ebedi yetimlikler, mâlikin ademiyle nihayetsiz vahşetler
ve sonsuz gurbetler hasıl olur.Bu sırra binaendir ki, şeriatça bazı savtlar
helâl, bazıları da haram kılınmıştır. Evet! Ulvi hüzünleri, Rabbâni aşkları
iras eden sesler, helâldir. Yetimane hüzünleri, nefsani şehevatı tahrik eden
sesler, haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına
yaptığı te'sire göre hüküm alır. İ.İ.)(O yabani edebin verdiği bir şevk'le
nefis düşer heyecana, heves olur münbasit; ruha ferah veremez.Kur'an'ın
şevki ise: Ruh düşer heyecana, şevk-i meâli verir. İşte bu sırra binâen,
Şeriat-ı Ahmediye (A.S.M.) lehviyatı istemez.Bâzı âlât-ı lehvi tahrim edip,
bir kısmı helâl diye izin verip, demek hüzn-ü Kur'ani veya şevk-i Tenzili
veren âlet, zarar vermez...Eğer hüzn-ü yetimi veya şevk-i nefsani verse,
âlet haramdır. Değişir eşhasa göre; herkes birbirine benzemez. S.)(Bir zaman
gelecektir ki, ümmetimden muhakkak bir takım zümreler türeyecektir. Bunlar
zina etmeyi, ipekli elbiseler giymeyi, şarap içmeyi, defler, dümbelekler ile
eğlenmeyi helâl ve mübah sayarlar. Bunlardan bir takım merhametsiz ve hodgâm
zümreler de dağ mesirelerine yanlanacaklar. Bunun üzerine Allah, sevip
eğlendikleri dağı, üzerlerine indirerek bir kısmını helâk edecek, sağ kalan
öbürlerini de kıyâmet gününe kadar maymun ve domuz suretlerine tebdil
edecek. S.B.M.) (Hadis no: 1892 Tercümesinden)( $ Ey dağlar, dedik: Onunla
beraber te'vib, yani terci' yapın; ötün, çınlayın. $ Siz de ey kuşlar!Yâni
Davud'a öyle güzel bir ses, öyle şanlı bir edâ verilmişti ki, akşam sabah
tesbih ettikçe onun sesine bütün dağlar ve kuşlar iştirâk eder, çınlar
öterlerdi. Demek ki güzel sesle hüsn-i elhan Davud'un bir fazilet-i
mahsusası, kuşları dahi başına toplıyan bir mu'cizesi olmuştur. Bu mâna
iledir ki, savt-ı Davudi meşhur olduğu gibi, mezamir-i Davud da meşhurdur.
Bu güzel sanatı, İslâmda suret-i mutlakada mezmum zannedenler olmuştur.
Fakat bilmek lâzım gelir ki, mezmum olan luhun-u fısktır. Yoksa Kur'an
okurken tertil ve tahsin-i savt, me'murun bihtir. Bu babda kütüb-ü sıhahda
hayli hadisler vardır. Birçokları musikinin te'sirini ruhani zannederler.
Böyle bir zan, ruhu hava zannetmektir. Ses, bir hava ihtizazı olduğu için,
musikinin doğrudan doğruya verdiği te'sir ve heyecan, bir buse zevki gibi
cismani ve asabi bir te'sirdir. Taganni, ancak bir kelimenin, bir kelâmın
mânasını ruha duyurmağa hizmet etmesi itibariyledir ki, ruhani bir kıymet
alabilir. Ehl-i fısk, hep şehevâni mevzularla cismâni heyecan aradığı için
mânayı öldürerek sâde asaba basan kuru nağmelerle cismani te'sir arar. Bu
ise ruhani şuuru terbiye değil, ifnâ eder. Belki fâsık için bütün şuurundan
geçip mest-i lâyakıl olmak bir zevktir. Fakat dinin, şer'in vermek istediği
zevk bu değil, güzel manâlı, mukaddes şuurlu bir hayat yaşatmaktır. E.T.) |
MUSİKİŞİNAS |
f. Musikici, müzikçi. |
MUSİL |
(Vusul. dan) Yetiştiren, ulaştıran, vardıran. |
MUSİLE |
Müderrislikte ikinci yüksek derece. |
MUSİR |
Zengin. Gani. |
MU'SİR |
Fakir kimse. |
MUSİYE |
Vasiyet eden kadın. |
MUSKIT |
(C.: Muskıtât) (Sukut. dan) Düşüren, ıskat eden. |
MUSKITAT |
(Muskıt. C.) (Sukut. dan) Düşürenler, ıskat edenler. |
MUSLİB |
Vurucu, vuran, dârib. |
MUSLİH |
Islah eden. İyileştiren. Terbiye edici. |
MUSLİHÂNE |
f. Sulh yolu ile, iyilikle anlaşarak. Arabuluculukla. |
MUSLİHÛN |
(Muslihîn) Islah edenler. Düzeltip iyileştirenler. Terbiyeciler. |
MUSMİT |
(Musammet) İçi kof olmayan şey. * Tecvidde: Te, se, cim, ha, hı, dal,
zel, ze, sin, sın, sad, dad, tı, zı, ayın, gayın, kaf, kef, he harflerinin
ismidir. (Bak: İsmât) |
MUSRAD |
Soğuktan hemen etkilenen kimse. |
MUSRİH |
Medet eden, yardım eden. |
MUSTABIR |
(Sabr. dan) Sabreden. |
MUSTAKA |
Sakız. |
MUSTAF |
Tabur veya saf hâlinde dizilmiş. |
MUSTAFA |
(Safvet. den) Güzide. Istıfâ edilmiş. Has ve seçilmiş. * Hz.
Peygamber'in (A.S.M.) mübarek bir ismi. (Bak: Fahr-i kâinat - Resul) |
MUSTALAH |
Istılahlı. Garib ve az kullanılır kelime ve terimlerle dolu olup pek
anlaşılmayan. |
MUSTALAHÂT |
(Mustalah. C.) Istılah haline getirilmiş kelimeler. |
MUSTALAHÎ |
Istılahlı konuşan. |
MUSTALIK GAZASI |
Benî Mustalık gazasına Müreysî gazası da denilir. Benî Mustalık,
Huzaa'nın bir şubesidir. Müreysî de bunların bir kuyusudur. Benî Mustalık,
Resul-i Ekrem'le harb etmek üzere bu kuyu başında toplandıkları için bu
sefer bu isimle anılır. Çeşitli râviler, bu gazanın hicrî dört veya beş veya
altıncı senesinde olduğunu rivayet etmişlerdir.Benî Mustalık'ın bu hâinane
hareketinden vaktiyle haberdar olan Resul-i Ekrem (A.S.M.) süvâri, piyade
yediyüz kişilik bir kuvvetle ve sür'atle hareket edip bunları ansızın
bastırmış ve birçok esir ve ganimet almışlardır. (S.B.M.) |
MUSTANİ' |
Birini yetiştirip adam eden kimse. * Yedirip içiren, ikram eden,
ziyâfet veren. |
MUSTAR |
şarap. |
MUSTARIF |
Çıkarı ve menfaati için her yana başvuran. |
MUSTASHİB |
(Sahâbet. den) Birini yanına alıp berâberinde götüren. |
MUSTASHİBEN |
Birlikte, beraberce. Yanında olarak. |
MUSTASRİH |
Bağırıp ağlayan. Meded bekleyen. |
MUSTATAB |
(Tayyıb. dan) Güzel, iyi, âlâ. |
MUSTATİL |
(Tul. den) Uzayan, İstitâle eden. * Geo: Dikdörtgen. |
MUSTAZHİR |
(Zahr. dan) Dayanan, arka veren. |
MUSTAZİ |
(Ziya. dan) Ziya alan, ışıklanan. |
MUSTAZİLL |
(Zıll. dan) Gölgelenen, gölgede oturan. * Birinin koruyuculuğu ve
himâyesi altında bulunan. |
MUSTAZREF |
Nükte, zariflik. * Muhit. Hâvi. |
MUSU' |
Davarın sütü çekilip gitmek. |
MUŞ |
f. Fare. |
MUŞA |
İki renk üzere dokunmuş elbise. |
MUŞAMMA' |
(şem'. den) Muşamba. |
MUŞATA |
Tararken dökülen saç veya sakal teli. |
MUŞEK |
f. Yavru fare. Fare yavrusu. |
MUŞ-GİR |
f. "Sıçan tutan" Çaylak kuşu. |
MU-ŞİKÂF |
(C.: Mu-şikâfan) f. İnceden inceye araştıran. |
MU-ŞİKÂFAN |
(Mu-şikâf. C.) İnceden inceye araştıranlar. |
MU-ŞİKÂFANE |
f. İnceden inceye. |
MU-ŞİKÂFÎ |
İnceden inceye araştırma. |
MUŞT |
f. Avuç. Yumruk. |
MUŞT |
(C.: Mışât) Tarak. |
MUŞT-ÜL KADEM |
Ayak tarağı. |
MUŞTA |
Yumruk. Kunduracıların deriyi inceltmek için kullandıkları mâdeni top. |
MUŞTA |
Saç tarağı. |
MUŞTZEN |
f. Yumruk vuran. Boksör, yumrukçu. |
MUTA' |
Kendine itaat olunan. Sözü dinlenen. |
MUT'A |
İntifa, faydalanma. |
MU'TA |
Verilen. İ'tâ olunmuş, verilmiş olan. |
MUTAASSIB |
Bir şeyi müdafaada ifrat ve inat gösteren. Körü körüne inad ve israr
eden. Aşırı derecede kendi tarafını tutan. * Din, millet ve vatanı hakkında
çok sevgi, bağlılık ve gayret gösteren. (Bak: Taassub) |
MUTAASSIBANE |
(Asab. dan) Mutaassıbca. Mutaassıba yakışır şekilde. Körükörüne. |
MUTAASSIBÎN |
(Mutaassıb. C.) (Asab. dan) Mutaassıb kimseler. Taassubu olan insanlar. |
MUTAATTIL |
İşsiz kalan, işlemez olan. Muattal. |
MUTAATTIR |
(Itr. dan) Güzel kokular sürünen. |
MUTAATTIS |
Aksıran. |
MUTABAAT |
Karşılıklı anlaşma. Uyma tâbi olma. Bir şeye uyup muvafakat etme. |
MUTABAKAT |
Uygunluk. Muhalif ve mugayir olmayıp, uygun ve muvafık olmak. * Man:
Lâfzın, mevzuu olduğu mânânın tamamına delâleti. |
MUTABASSIR |
Açıkgöz. |
MUTABBAK |
Tatbik olunmuş uydurulmuş. |
MUTABIK |
Uygun. Muvafık. Uyan. |
MU'TAD |
Âdet. Âdet edilen iş. İtiyad edilen. Alışılmış olan. |
MU'TADEN |
Mu'tâd olduğu gibi. Alışıldığı üzere. |
MU'TADÎ |
(Mu'tâdiye) Alışılmış. Her zamanki. |
MUTAF |
(Tavâf. dan) Etrafında tavaf olunan, dönülen. |
MUTAF |
f. (Muy-tâb. dan) Keçi kılından dokunmuş olan. * Kıldan yapılan at
takımı. * Kıldan çul yapan, dokuyan veya satan. |
MUTAFATTIN |
(Fatânet. den) Anlayışlı. Hem anlayıp farkına varan. Kavrayan. |
MUTAFFİF |
Alış verişde hilekârlık eden. Fazla alıp noksan mal veren. |
MUTAFFİFÎN |
Ticârette hile yapanlar, fazla alıp noksan veren ve eksik tartanlar. |
MUTAHER |
Temizlenmiş. |
MUTAHERE |
Temizleme. |
MUTAHHAR |
Temiz. Pâk. Kudsi, pâklanmış. Tâhir kılınmış. Mübârek. *
Peygamberimizin (A.S.M.) bir ismi. |
MUTAHHARA |
(Müe.) Temizlenmiş. Kirleri giderilmiş. |
MUTAHHEM |
Hilkati yerli yerine tamam olup noksan olmayan. * Yuvarlak. |
MUTAHHİR |
Temizleyici. Temiz eden. * Fık: Hem kendi temiz, hem de temizleyici
olan su. |
MUTAHİR |
Temizleyici. |
MU'TAK (MU'TAKA) |
Serbest bırakılmış köle, câriye veya esir. |
MUTALAA |
Bir mes'ele hakkında bilgi edinmek için tetkikatta bulunma, okuma,
okuma ile meşguliyet. |
MUTALEBAT |
(Mutâlebe. C.) (Taleb. den) İstenilen şeyler. İstekler. |
MUTALEBE |
(C.: Mutâlebât) (Taleb. den) Hakkını isteme, talebde bulunma. * Dâvâ,
iddia. |
MUTALİ' |
Mutâlaa eden. Kitab okuyan. Kitablarla tetkik ve bilgi için uğraşan. |
MUTALİÎN |
(Mutâli'. C.) Mutalâa edenler. Kitap okuyanlar. |
MUTALLA |
(Tılâ. dan) Yaldızlanmış, yaldızlı. |
MUTALLAKA |
(Talak. dan) Boşanılmış kadın. Bırakılmış, nikâhı bozulmuş. |
MUTALSAM |
Tılsımlanmış olan. Esrârengiz hâle gelmiş olan. |
MUTALSIM |
Tılsımlayan. |
MUT'AM |
Yiyeceği, içeceği çok olan. |
MUTAMENE |
Teskin etmek, sâkinleştirmek. |
MUTAMMER |
Anbarda veya çukur içinde saklanan şey. |
MUTAMMİRAT |
Zarar verici ve helâk edici gizli şeyler. |
MUTANTAN |
Debdebeli. Tantanalı. Gürültülü. Gösterişli ve şatafatlı. |
MUTARAHA |
Birbirine söz söyleme. |
MUTARASSID |
Gözleyen. Tarassud eden. |
MUTARASSIDÂNE |
f. Tarassud edene yakışır şekilde. |
MUTAREDAT |
(Mutarede. C.) Saldırmalar, vuruşmalar, çarpışmalar. |
MUTAREDE |
(C.: Mutaredat) (Tard. dan) Saldırma, vuruşma, çarpışma. |
MUTAREKA |
Vuruşmak. |
MUTARHEF |
Tam güzellik. |
MUTARRA |
Tarâvetli. Tâze. |
MUTARRAZ |
Zinetlendirilmiş. Süslendirilmiş. Dikiş ve nakışla kıymetlendirilmiş. |
MUTARRED |
Cemaatı usandıracak derecede okumayı uzatan imâm. |
MUTARRIZ |
Elbiseye kenar işleyen. * Damga vuran. |
MUTARRİD |
Bir düziye, devamlı, aynı şekilde olan. |
MUTARRİDEN |
Bir düziye, bir teviye. |
MUTASADDI' |
Dağlıyan, tasaddu eden, perakende olan, yarılıp çatlayan. |
MUTASADDIK |
Tasadduk eden. Sadaka veren. |
MUTASADDIK-UN ALEYH |
Sadakayı kabul eden kimse. |
MUTASADDIKÎN |
(Mutasaddık. C.) Sadaka verenler. Tasadduk edenler. * Sâdık ve doğru
olduğu anlaşılanlar. |
MUTASADDIR |
(C.: Mutasaddırin) (Sadr. dan) Baş köşeye kurulan. Başa geçip oturan. |
MUTASADDIRANE |
f. Baş köşeye kurulana yakışacak surette. |
MUTASADDIRÎN |
(Mutasaddır. C.) Baş köşeye kurulanlar, tasaddur edenler. |
MUTASADDÎ |
(Sadv. dan) Bir işe girişen. Tasaddi eden. Başkasına saldıran, başka
birine takılan. |
MUTASAFFÎ |
Tasaffi eden. Saffet ve sâfilik hasıl eden. Temiz olan. Saflaşan. |
MUTASALLİB |
(Sulb. dan) Sertleşen, katılaşan. * Sağlam, sert. * Salâbetli. Din
işlerinde çok gayretli. |
MUTASALLİBANE |
f. Salâbetli gibi, kuvvet sâhibi olana yakışır surette. |
MUTASALLİF |
Haddinden, iktidarından hâriç fazilet ve zerafet iddiasında bulunan.
Şarlatan. |
MUTASALLİFANE |
Nezaket, bilgiçlik taslayanlar gibi. |
MUTASALLİFÎN |
Haddinden fazla fazilet ve zerâfet iddiasından bulunanlar. Şarlatanlar. |
MUTASANNİ' |
(C.: Mutasanniîn) Kendini güzel ve süslü göstermek isteyen. |
MUTASANNİANE |
f. Yapmacıklı olarak, tasannu ederek. |
MUTASANNİÎN |
(Mutasanni'. C.) Tasannu' edenler. Kendilerini güzel ve süslü göstermek
isteyenler. |
MUTASARRIF |
Tasarruf hakkı ve salâhiyyeti olan. Tasarruf eden. Bir işi kendi
isteğine göre idâre eden. Bir malın sahibi. * Eskiden, vilâyetten küçük olan
Sancağın en büyük idâre âmiri. |
MUTASARRIFİYET |
Tasarruf etme hakkı. Mutasarrıflık. * Mutasarrıfın vazifesi. |
MUTASARRIM |
(C.: Mutasarrımin) Kahramanlık ve yiğitlik gösteren. |
MUTASAVVER |
Tasavvur edilmiş. İlerde yapılması düşünülmüş. * Tasvir edilen.
Hatırdan geçen. * Kabil, akıl kabul eder, akıl alır. |
MUTASAVVIF |
Tasavvufla uğraşan. İlâhiyyatla uğraşan, tarikat ehli olan. (Bak:
Tarikat) |
MUTASAVVIFÂNE |
f. Sofuca. Mutasavvıflara yakışır tarzda. |
MUTASAVVIFE |
Sofular, mutasavvıflar. |
MUTASAVVIFÎN |
Tasavvufçular. Sofiler. |
MUTASAVVIT |
Ses çıkaran, seslenen, ses veren. |
MUTASAVVİR |
Tasavvur eden, zihinde suret veren. |
MUTASAYYİF |
Bir yerde yazlıyan.. Yaz mevsimini geçiren. |
MU'TASIM |
Günahtan çekinen. * Eliyle tutan. * Yapışan. |
MUTATABBİB |
(Tıbb. dan) Yalandan hekim. Doktorluk taslıyan. |
MUTATABIK |
Münâsib gelen. Birbirine uyan. Uygun. |
MUTATAFFİL |
Arkasından giden, uyan. * Parazit olan, tatafful eden. |
MUTATAHHİR |
Pâk. Günah işlemekten teberri ve imtina eden, çekinen. Temiz kılınmış. |
MUTATA'IM |
Tadan. Tadına bakan. |
MUTATARRİB |
(C.: Mutatarribin) Coşan, şevke gelen, sevinen. |
MUTATARRİBANE |
f. Coşarak, sevinerek, şevke gelerek. |
MUTATARRİBÎN |
(Mutatarrib. C.) Şevke gelip sevinenler. Coşup sıçrayanlar. |
MUTATARRİF |
Bir yana çekilen. |
MUTATARRİK |
Yol bulan, geçen. |
MUTATAVİL |
Uzanan, uzun olan. * Uzatmak suretiyle yükselen. |
MUTATAVVI' |
(Tav'. dan) Nafile namaz kılan. |
MUTATAVVIK |
Gerdanlık gibi süs eşyası takınan. |
MUTATAVVİF |
Ziyâret gayesiyle bir şeyin etrâfını dolaşan. Tavâf eden. |
MUTATAVVIS |
Tavus kuşu gibi rengârenk giyinen. Tatavvus eden. |
MUTAVAAT |
İtaat etme. Baş eğme. Tâbi' olma. * Gr: Fâilleri ile mef'ulleri bir
olan fiil. |
MUTAVASSIL |
(Vasl. dan) Ulaşan, eren, kavuşan, vâsıl olan. |
MUTAVASSIT |
Ortada vasıtalık eden. Arada ıslâh edici olan. * Orta derecede. Orta
hâlli. * Sebeb. * İyi ile kötü arasındakini alan. |
MUTAVASSIT-ÜL KAME |
Orta boylu. |
MUTAVASSITÎN |
(Mutavassıt. C.) Aracılar, tavassut edenler, vasıta olanlar. * Orta
hâlliler. |
MUTAVASSIT SURELER |
(Bak: Evsat-ı mufassal) |
MUTAVATTIN |
Yerleşmiş. Vatan eylemiş. Vatan eyleyen. |
MUTAVATTINÎN |
Vatan yapanlar, bir yere yerleşenler. |
MUTAVAZZIH |
(Vuzuh. dan) Açıklanan, açık olan, tavazzuh eden. |
MUTAVELE |
(Tul. dan) İşi uzatma, sürüncemede bırakma. |
MUTAVİ' |
İtaat eden, muti, itaatli. |
MUTAVVAK |
(Tavk. dan) Boynu halkalı, zincirli. * Boynuna gerdanlık vs. takılmış.
Boynuna halka olan. |
MUTAVVAKA |
Halka biçimi boynunda tüyler olan güvercin kuşu. |
MUTAVVEL(E) |
(Tul. dan) Uzatılmış, uzun uzun. |
MUTAVVES |
Lâtif, güzel, renkli. |
MUTAYEBAT |
(Mutâyebe. C.) Eğlenceli hikâyeler. Fıkralar. * Şakalaşmalar, lâtife
yapmalar. |
MUTAYEBE |
Lâtifeleşme, şakalaşma. |
MUTAYERE |
Uçurup gönderme. Uçurma. |
MUTAYTA |
Sallana sallana kibirlenerek yürüme. İzzetli ve kibirli yürüme. |
MUTAYYEB |
(Tayyib. den) Güzel kokular sürünmüş. * Gönlü hoş edilmiş,
sevindirilmiş, taltif olunmuş. |
MUTAYYİBEN |
Güzel kokular sürünmüş olarak. * Sevindirilerek, gönlü hoş edilerek. |
MUTAYYEN |
Balçıklanmış, sıvanmış. |
MUTAZACCI' |
Üşengeç, tenbel. |
MUTAZACCIR |
Sıkıntılı. İçi sıkılan. Rahatsız. |
MUTAZALLİL |
(Zıll. den) Gölgede oturan, gölgede bulunan, gölgelenen. * Korunan,
muhafaza ve himaye olunan. |
MUTAZALLİM |
(C.: Mutazallimîn) (Zulm. den) Kendisine yapılan haksızlık ve zulümden
şikâyet eden, sızlanan. |
MUTAZALLİMÂNE |
(Zulm. den) Kendine yapılan zulüm ve haksızlıkdan dolayı sızlanan
kimseye yakışır şekilde. |
MUTAZALLİMÎN |
(Mutazallim. C.) (Zulm. den) Sızlananlar. Kendilerine yapılan haksızlık
ve zulümden dolayı şikâyet edenler. Tazallüm edenler. |
MUTAZAMMIN |
İçine alan, tazammun eden. * Üstüne alan. Tazmini kabul eden. * Muhit
ve müştemil olan. |
MUTAZANNİ |
(Mutazannin) (Zan. dan) Zan ile iş gören. |
MUTAZARRI' |
Tazarru eden. Alçak gönüllülük eden. * Bir şeye gizlice varıp yaklaşan.
* Can ve gönülden tezellül ile yalvaran. * Noksan ve kusurlarını bilerek
kibirden, büyüklenmekten çekinip tevazu eden. |
MUTAZARRIÂNE |
f. Kendi kusurlarını bilerek, ihtiyacını anlayarak, tevazu ile niyaz
ederek, yalvararak. |
MUTAZARRIF |
(C.: Mutazarrıfîn) (Zarf. dan) Zarafet taslayan, tazarruf eden. |
MUTAZARRIFÎN |
(Mutazarrıf. C.) (Zarf. dan) Zariflik taslayanlar, tazarruf edenler. |
MUTAZARRİÎN |
(Mutazarrı'. C.) Yalvaranlar, tazarru' edenler, yalvarıp yakaranlar. |
MUTAZARRIR |
Zarar ve ziyana uğrayan, zarar görmüş olan. |
MUTAZAVVI' |
Güzel kokusu etrâfa yayılan. |
MU'TAZIB |
Birbirine yardım eden. Birbirine muavenette bulunan. |
MUTBAKA |
(Bak: İtbak) |
MUTBEİN |
Çukur yer. * Kalbi karar etmiş kişi, mutmain. |
MUTBİK(A) |
(Tıbk. dan) Genel ve umumi olan. Değişmeyip devam eden. Bütün. Tam. *
Bir şeyin etrâfını örten, bürüyen. |
MU'TEBER |
İtibâr gören. Beğenilen. * İnanılır. Güvenilir. Hatırı sayılır. Hükmü
geçen. |
MU'TEBERAN |
(Mu'teber. C.) Şerefli, haysiyetli ve itibarlı kimseler. * Bir yerin,
bir mesleğin veya bir sınıfın ileri gelenleri. Hükmü geçip, inanılır
olanlar. |
MU'TEBERAT |
(Mu'teber. C.) İtibarlı, hükmü geçer şeyler. |
MU'TEBERİYET |
Yürürlükte olma, geçerlilik. * Muteberlik, güvenirlik. |
MU'TECİR |
Sadaka veren. |
MU'TED |
Zâlim kimse. |
MU'TEDD |
Ta'dâd edilmiş. Sayılmış. |
MU'TEDÎ |
Sesini yükselten. Yüksek sesle dua eden. * Haddini aşan, tecâvüz eden.
* Zâlim. |
MU'TEDİL |
Yavaş ve mülâyim. Ne pek az, ne pek çok olan. Orta hâlli. İtidalli. |
MU'TEDİLANE |
Orta hâllice. Ne çok hızlı, ne de çok yavaş olmadan. |
MUTE HARBİ |
Mute, Şam'a bağlı, Kudüs'e iki konak mesafede bir yerdi. Mute harbi
müslümanlarla Rumlar arasında vuku bulan muharebelerin başlangıcıdır. Sebebi
de Peygamber'in elçisinin öldürülmesidir. Resul-ü Ekrem Busrâ emiri Şürahbil
bin Amr'e, ashâbından Hâris bin Umeyr ile bir mektub göndererek İslâma dâvet
etmişti. Hâris, Mute'den geçerken Şürahbil'e tesadüf edip, elçi olduğunu
bildirdi. Bunun üzerine Şürahbil, Haris'i küstahça öldürdü. Şimdiye kadar
Resul-ü Ekrem'in elçilerinden hiç birisinin hayatına taarruz edilmemişti.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem üç bin kişilik bir kuvvet hazırlayıp azadlı
kölesi Zeyd bin Hârise'nin komutasında gönderdi.Resul-ü Ekrem : "Şâyet Zeyd
şehid olursa komutanlığı Cafer alsın, Cafer de şehid düşerse Abdullah bin
Revaha komutan olsun!" buyurdu. Ve ordunun Hâris bin Umeyr'in şehid edildiği
Mute kasabasına kadar gitmesi ve orada Şürahbil ile tabiiyetinin İslâma
dâvet olunması, kabul ederlerse ne âlâ, kabul etmezlerse harbedilmesi
Resul-ü Ekrem'in emirleri cümlesindendi. Peygamber Efendimiz bu küçük
ordusunu "Seniyetülveda - Ayrılık tepesi" mevkiine kadar uğurladı.Öbür
tarafta Şürahbil de bu hareketten haberdar olarak, vaziyeti tâbi olduğu
Kayser Hirakl'e bildirdi. Aynı zamanda Şurahbil, Vâil Beni Bekir, Lahim,
Cüzam gibi Arap kabilelerinden yüz bin kişilik büyük bir kuvvet hazırladı.
İmparator Hirakl de bu işe önem vererek Belka'daki Meab şehrine kadar geldi.
Nihayet iki ordu karşılaştı. Bu muazzam ordu karşısında üç bin kişinin ne
ehemmiyeti olabilirdi. Fakat dönmek de müşkildi, felâketi mucibdi. Bu
sebeple Zeyd bin Hârise hemen harbe atıldı. Zeyd şehid oldu, sancağı Cafer
aldı. Muharebe meydanında hârikalar gösterdi, sağ eli kesildi, sancağı sol
eliyle tuttu. O da kesilince kesilmiş kollarıyla sancağa sarıldı. En sonunda
Cafer de şehid edildi. Sonra sancağı, Abdullah bin Revâha aldı, şiirler
okuyarak harbetti, o da şehid edildi. Bunun üzerine orduda umumi bir panik
başgösterdi. Fakat Halid bin Velid askeri önledi, bu paniğin dehşetini
anlattı. Bütün mucahidlerin reyleriyle komutan seçilerek sancağı eline aldı.
Akşama kadar harbedildi. Mahir bir komutan olan Halid bin Velid, askeri yeni
nizamda tertibledi. Sağ cenah mücahidlerini sola, soldakileri sağa,
öndekileri arkaya ve arkadakileri de öne aldı. Bu suretle düşmanın her
fırkası, karşısında yeni kuvvet görüyor ve İslâm ordusuna imdat geldiği
zannında bulunuyordu. Bunun üzerine Halid, şiddetli hücumlar yaparak düşmanı
bozdu, düşmana bir hayli telef verdirdi. Düşmanın bu panik ve bozgunundan
istifade ederek askerleri geri çekti ve bir bozguna uğratmadan muntazam
ricat ederek sâlimen Medine'ye getirdi. (S.B.M.) |
MU'TEKADAT |
İtikad edilenler. İnanılan hususlar. |
MU'TEKİD |
Bağlanmış. * İnanmış. Dindar. İtikad eden. Dini bütün olan. |
MU'TEKİF |
İtikâfa çekilmiş olan. İtikâf için bir camiye veya bir odaya kapanıp
ibâdete çalışan. Devamlı olan. (Bak: İtikâf) |
MU'TEKİFÎN |
(Mu'tekif. C.) İtikâfa çekilmiş olanlar. |
MU'TEKİL |
Sağmak için koyunun ayaklarını iki bacağı arasına çekip alan. * Devenin
dizini büküp bağlıyan. * Güreşte rakibini sarmaya getirip yıkan. |
MU'TEKİS |
(Aks. den) Tersine çevrilmiş. Aksolunmuş. |
MU'TELL |
İlletli. Hasta. Sakat. Alil. * Gr: İçinde harf-i illet bulunan kelime
kökü. |
MU'TEMED |
Kendine güvenilen. İtimad edilen kimse. Kendinden emin olunan.
Ziyadesiyle doğru ve müstakim olan. |
MU'TEMEDÜN-ALEYH |
Kendisine itimad edilen ve güvenilen kimse. |
MU'TEMİD |
İtimad eden. İnanan. Güvenen. |
MUTEMİDÂNE |
f. Bağlanarak, güvenerek. İtimâd etmek sureti ile. |
MU'TEMİL |
Zorlukları göze alarak tek başına iş gören. |
MU'TEMİR |
Kasdedici, kasdeden. * Ziyaret eden. * Umre yapan. |
MU'TENA |
İhtimam edilmiş. Özenilmiş. Dikkat ve itinâ olunur hâlde olan. |
MU'TENİ |
İtina eden. Özenen. Dikkat ve ehemmiyet veren. |
MU'TENİK |
Birinin boynuna sarılan. |
MU'TER (MU'TERİZ) |
Bir nesneye mütecâviz olan, bir şeye tecâvüz eden. |
MU'TEREF |
Gizlenmeyip söylenmiş. İtiraf olunmuş. |
MU'TEREK |
Cenk ve kıtal yeri. Savaş meydanı. |
MU'TERİF |
İtiraf eden. Kendi noksan ve kabahatlerini kabul edip anlatan ve
söyleyen. |
MU'TERİZ |
İtiraz eden. Kabul etmeyen. Bir şeyi beğenmeyip bozulmasını isteyen,
aksini iddia eden. |
MU'TERİZÂNE |
f. İtiraz eder şekilde. Muteriz suretinde. |
MU'TERİZE |
Parantez. Kavseyn denilen ( ) işâretinin adı. |
MU'TERİZÎN |
(Mu'teriz. C.) Muterizler. İtiraz edenler. |
MU'TERİZÜN-FÎH |
İtiraz olunan karar, hüküm. |
MU'TERR |
Pek fakir olduğu hâlde dilenmeyip lisân-ı hâl ile durumunu anlatan
kimse. |
MU'TESİF |
(Asf. dan) Zulüm yapan. Doğru yoldan ve adaletten ayrılıp haksızlık
yapan. |
MU'TEŞÎ |
Akşam vakti yola çıkan. |
MU'TEZİL |
İ'tizal eden. Cemaatten ayrılıp bir tarafa çekilen. |
MU'TEZİL |
Hatâsını itiraf edip, idrâk ederek melâmeti kabul eden. Kendi
kötülüğünü kabul eden. |
MU'TEZİLE |
Aklına güvenerek ve "kul, fiilinin hâlikıdır" demekle hak mezheblerden
ayrılan bir fırka. Bunlar dalâlet fırkalarının birincisidir. Vâsıl İbn-i Atâ
nâmında birisi buna sebeb olmuştur. Bu kişi Hasan Basri Hazretlerinin
talebesi iken, günah-ı kebireyi işleyen bir kimsenin ne mü'min ve ne de
kâfir olmayıp, tövbesiz âhirete giderse ebedi cehennemde kalacağını
söyleyerek hocasından ayrılmıştır. İtizal etmiştir. Mu'tezile tâifesi:
"İnsanlar kendi ef'âl-i ihtiyâriyelerini halkederler" diyerek, bu fiillerde
kaza ve kaderin tesirini inkâr ederler. Kendilerine kaderiyeciler de
denmektedir. (Bak: Mülk) |
MU'TEZİM |
Giden, i'tizam eden. |
MUTEZİR |
Özür dileyen. İtizâr eden. Özürü makbul olan. |
MUTEZİRÂNE |
f. Özür dileyerek. Kusurunu kabul edip yalvarırcasına. |
MUTFÎ |
Söndüren, itfa eden. |
MUTFİL |
(C: Metâfil) Yanında genç buzağısı olan geyik. * Yavrulu deve. |
MUTHEF |
Hediye, armağan. İthaf olunan şey. |
MUTHİF |
Hediye veren, armağan eden. İthaf eden. |
MUTIRR |
Uzun. |
MU'TÎ |
Veren. İtâ eden. |
MUTÎ' |
İtaatli. Terbiyeli. İsyan etmeyen. * Rahat. |
MU'TIK |
Köle azad eden. Esir veya köleyi serbest bırakan. |
MUT'İM |
(Taam. dan) Yemek veren, yemek yediren, doyuran. |
MUTLAK |
Salıverilmiş. Itlak olunmuş. Serbest. * Kat'i. Şüphesiz. * Aslâ bir
şarta bağlı olmayan. Yalnız, tek. (Bak: Itlâk)(Âyet, neye felâh
bulacaklarını tâyin etmiyor. Güya o sükûtla der: Ey müslümanlar! Müjde size.
Ey müttakî! Sen Cehennem'den felâh bulursun. Ey Arif! Sen Rızâ-yı İlâhîye
nâil olursun. Ey âşık! Sen rü'yete mazhar olursun... Ve hâkezâ... İşte
Kur'an, câmiiyyet-i lâfziyye cihetiyle kelâmdan, kelimeden, huruftan ve
sükûttan her birisinin binler misâllerinden yalnız nümune olarak birer misal
getirdik. Âyeti ve kıssatı bunlara kıyas edersin. S.) |
MUTLAKA |
Ne olursa olsun, her halde, illâ. |
MUTLAKIYYET |
Şartsız ve kayıtsız olarak bir hükümdarın emri ile bir hükümet, devlet
veya bir topluluğun idare usulü. |
MUTLAKIYYET-İ İDARE |
Bir kişinin arzu ve isteklerine bağlı olan idare sistemi. |
MUTLIK |
Serbest bırakan. Boşayan. Salıveren. Köle veya esiri serbest bırakan,
azad eden. |
MUTLIK-UL ÜSÂRÂ |
Esirleri salıveren, esirleri serbest bırakan. |
MUTMAİNN(E) |
İtmi'nanlı. İçi rahat. Müsterih. Şüphesi kalmamış. Emin. |
MUTMAİNÂNE |
f. Şüphesizce. Rahatlık ve emniyet içinde olarak. |
MUTNEB |
Uzatılmış. Uzatılan söz. Sözdeki itnâb, yâni; uzunluk. |
MUTREF |
(C: Metârif) Haz kumaşından dokunmuş bir kaç alemli Arap kaftanı. *
Başı ve kuyruğu beyaz veya siyah olup, vücudu başka renk olan at. |
MUTREKA |
Üstüne sahtiyan bürünmüş kalkan. |
MUTRIZ |
İşaret ve damga koyan. Alem yapan. |
MUTRİB |
(Tarab. dan) Çalgıcı, çalgı çalan. Şarkıcı, şarkı söyliyen. Hânende. |
MUTTALA' |
Gelecek yer. * Ittıla' mevzii. |
MUTTALİ' |
Haberli. Bilgisi olan. Bir yüksek yerden bakarak görüp anlayan. Vâkıf.
Derk eden. |
MUTTARİD |
Muntazaman devam eden. Bir düziye olan. Bir küllî kaideye mümasil ve
muvafık olan. Sıralı. Düzgün. |
MUTTARİDEN |
Bir düziye, bir teviye. |
MUTTASIF |
İttisâf eden. İyi veya kötü bir sıfatla tarif edilen. Vasıflanmış,
vasfı mevcut olan. |
MUTTASIL |
Bitşik. Aralıksız. Fâsılasız. Hiç durmadan. İttisâl eden, ulaşan,
kavuşan. |
MUTTASILAN |
Bitişik olarak. * Bir düziye. |
MUTUR |
Gitmek. * Evmek. |
MUTVA |
Dürülmüş, bükülmüş.* Örülmüş. * Yapılmış. |
MUVAADE |
Sözleşme, va'dleşme. |
MUVAAZA |
(Va'z. dan) Va'z ve nasihat etme. |
MUVACEHAT |
Yüzleşmeler. Yüzyüze gelmeler. |
MUVACEHE |
Karşı, ön. * Yüzyüze gelme. Yüzleşmek. * Huzurunda olmak. |
MUVACEHETEN |
Karşı karşıya. Yüz yüze. |
MUVADAA |
Düşmanlığı bırakıp barışma. Adaveti bırakıp sulh etme. * Vedâlaşma. |
MUVAFAKAT |
Uygunluk. Uymak. Anlaşmak. Karşılıklı anlaşma. Râzı olma. Müsâade. |
MUVAFAKAT-I TARAFEYN |
İki tarafın râzı olması. |
MUVAFAT |
Sözünün eri olma. |
MUVAFFAK |
Başarmış. Gâyesine erişmiş. Ulaşmış. Başarılı. |
MUVAFFAKİYET |
(C: Muvaffakiyât) (Vefk. den) Allah'ın yardımıyla başarı gösterme. *
Ele geçirme, başarma. |
MUVAFFIK |
Muvaffak eden. Başarıya ulaştıran. |
MUVAFIK |
Uygun. Yerinde. Denk. |
MUVAHAT |
(Uhuvvet. den) Birbirini kardeşliğe kabul etme. Kardeş etme. |
MUVAHEBE |
Çok bağışlama. |
MUVAHHAD(E) |
(Vahdet. den) Bir ve tek hâle konmuş. |
MUVAHHİD |
Allah'ın birliğine inanan. Tevhid eden. * Birleştirici olan. |
MUVAHHİDÂNE |
f. Muvahhide yakışır surette. |
MUVAHHİDÛN (MUVAHHİDÎN) |
Muvahhidler. Bir Allah'a inanıp, birliğe çalışanlar. Birleyici olanlar. |
MUVAHHİŞ |
Vahşet veren. Vahşileştiren. Korkutan. Korkutup ürküten. |
MUVAKAA |
Düşmek, sukut. |
MUVAKEBE |
Bir işe sebat ve gayret gösterme. |
MUVAKERE |
Tarladan çıkan mahsulden bir kısmını almak şartıyla birlikte ekme. |
MUVAKKAR |
(Vekar. dan) Ağırlanmış, saygı gösterilmiş olan. * Ağırbaşlı, vakarlı,
ciddi. |
MUVAKKARAN |
Vakarla, ciddiyetle, ağırbaşlılıkla. * Ağırlanmış, saygı gösterilmiş
olarak. |
MUVAKKAS |
Dolu, memlu. |
MUVAKKAT |
Vakitli. Geçici. Fâni. Devamlı olmayan. |
MUVAKKATEN |
Az bir zaman için, şimdilik, geçici ve muvakkat olarak. |
MUVAKKIF |
Durduran. Tevkif eden. Alıkoyan. Vakf ettiren. |
MUVAKKİR |
(Vekar. den) Ağırlayan, saygı gösteren. |
MUVAKKİT |
Vakti tâyin eden. * Tam ayarlı saat. |
MUVALAT |
Dostluk, karşılıklı sevgi. Yardım, koruma. |
MUVANESET |
(Üns. den) Birbirine alışıp berâber yaşama. Ünsiyet peydâ etme. *
İnsana alışma, insandan kaçmayış. |
MUVANİS |
(Üns. den) İnsana alışık, insandan kaçmayan. * Ünsiyet peydâ eden,
birbirine alışıp birlikte yaşıyan. |
MUVARAT |
Bir şeyi örtüp gizleme. |
MUVAREDAT |
(Muvârede. C.) (Vürud. dan) Gelen şeyler. * Aklı gelen şeyler.
İlhamlar. |
MUVAREDE |
(C: Muvâredât) (Vürud. dan) Girip gelme. * İki şâirin, birbirlerinden
habersiz olarak, tesâdüfen aynı beyitleri söylemeleri. |
MUVARESE |
(Mirâs. dan) Birbirinden miras yeme. |
MUVASAKA |
Birbirine söz verip anlaşma. |
MUVASALA |
Vâsıl olmak. Erişmek. Ulaşmak. |
MUVASAT |
Yardım, dostluk, muavenet, iyilik. * Ölen bir memurun ailesine maaş
bağlama. |
MUVASEBE |
Birbirinin üstüne atlama, zıplama, sıçrama. |
MUVASSA |
Tavsiye olunan. |
MUVAŞŞAH |
(Vişâh. dan) Süslenmiş, süslü. |
MUVAT |
Ölüm, mevt. |
MUVATTA |
(Bak: İmam-ı Mâlik) |
MUVAYESE |
Yeise, kedere düşürme. |
MUVAZAA |
Bir mes'elede bahse girişmek. * Mc: Danışıklı döğüş. * Hakikatte
olmayan bir durumu varmış gibi göstermek için yapılan bir anlaşma. |
MUVAZAATEN |
Danışıklı dövüşle. * Muvâzaa olarak. |
MUVAZEBET |
Bir işle dâimâ uğraşma. Bir işe durmadan çalışma. |
MUVAZAT |
(Veyz. den) Mukavemet, dayanma. * Paralel olma. Muvâzi. |
MUVAZENE(T) |
Ölçmek. Denk olup olmadığını bilmek için tartmak, ölçmek. * Düşünmek. *
İki şeyin vezince birbirine denk olması. Uygunluk. |
MUVAZENE-İ A'MÂL |
Haşirde amellerin tartılıp hesabdelimesi. (Bak: Afv) |
MUVAZENE-İ MÂLİYE |
Devletin gelirleriyle giderlerinin bir olması. |
MUVAZENET |
(Bak: Muvazene) |
MUVAZIB |
Dâima bir işle uğraşan. Bir işe durmadan çalışan. |
MUVAZÎ |
Birleşmeden ve ayrılmadan iki şeyin yanyana bir arada uzayıp gitmesi.
Paralel. |
MUVAZİN |
(Vezn. den) Ağırlıkça birbirine eşit ve denk olan. * Denk, uygun. |
MUVAZZA' |
İtibarsız kimse. |
MUVAZZAF |
Vazifeli. Bir işle meşgul. * İlk yapılan askerlik hizmeti. |
MUVAZZAFAN |
Vazifeli olarak. |
MUVAZZAH |
Açıklanmış. İzahı yapılmış. Açık, anlaşılır şekilde. |
MUVAZZAHAN |
Açıklanarak. Etraflı ve açık şekilde izah olarak. |
MUVAZZIF |
Vazifelendiren. |
MUVAZZİH |
(Vuzuh. dan) Açıklıyan, izah eden. |
MUVBİKAT |
(Bak: Mubikat) |
MU'VEL |
Mutemed, itimat edilen. |
MU'VEZ |
Fakir kimse. |
MUY |
f. Tüy. Saç. Kıl. |
MUYAN |
(Muy. C.) f. Kıllar. Tüyler. |
MUY-BEND |
f. Saç bağı. |
MUYE |
f. Hıçkıra hıçkıra ağlama. |
MUYEGER |
f. Hıçkıra hıçkıra ağlayan. |
MUYÎ |
(Muyin) f. Kürkten. Kıldan. |
MUYİNE |
f. Kürk. |
MUYİNE-DÛZ |
f. Kürkçü. |
MUYTÂB |
(C.: Muytâbân) Kıl dokuyan. Kıldan eşya yapan. |
MUY-TÂBÂN |
(Muy-tâb. C.) Kıldan eşya yapanlar, kıl dokuyanlar. |
MUZAAF |
İki kat. Bir şeyin iki misli. * Daha ziyade. Daha fazla. |
MUZAAF FİİL |
Gr: Fiilin kökündeki iki harfin aynısı beraber olan fiil. Medde - Şedde
gibi. Başka tâbirle: Fiilin orta harfi ile son harfi (harf-i lâm'ı) aynı
harfin tekerrüründen ibaret olan kelime. |
MUZA'AF |
Bir kat daha artmış. Bir o kadar daha çoğaltılmış. |
MUZABERE |
Devam etmek. |
MUZACEA |
Bir yerde beraber yatmak. |
MUZAD |
(Zıd. dan) Karşı. Zıd. |
MUZADDE |
Birbiriyle zıt olmak, terslik. |
MUZAEME |
Bir kimse ile bacanak olmak. |
MUZAF |
(Zayf. dan) Bağlı. Katılmış. İzâfe olmuş. Bağlanmış. * Gr: Başka bir
isme katılmış ve onu tamamlamış olan isim. * "Evin kapısı" dediğimiz zaman;
"kapı", "ev"i tamamlıyor. Bu muzâfdır. |
MUZAFAT |
(Muzâf. C.) (Zayf. dan) Bir şeyin ekleri, ilâveleri. Bir merkezin
şubeleri, kolları. |
MUZA'FER |
Sarı renkte. Safran renginde. |
MUZAFFER |
Kahraman. Gâlip gelmiş. Başarmış. Muvaffak olmuş. Zafer kazanmış, zafer
kazanan. |
MUZAFFERANE |
f. Muzaffer olan bir kimseye yakışır surette. |
MUZAFFEREN |
Muzaffer olarak. Üstün gelerek, muvaffak olarak, galip olarak. |
MUZAFFERİYET |
Üstünlük, muzafferlik, düşmana üstün gelme. |
MUZAFUN İLEYH |
İsim tamlamasında (izâfet terkibinde) muzâfın (belirtenin) bağlı
bulunduğu ismin hâli.Türkçede muzâf sonra gelir. "Evin kapısı" dediğimiz
zaman, ev; muzâfun ileyh; kapı; muzâfdır. |
MUZAGA |
Çiğnenen lokmadan ağızda kalan kırıntılar. |
MUZAHAT |
Bir şeye benzeme. |
MUZAHERE(T) |
Birbirine yardım etmek. * Arka olma, destek olma. |
MUZAHHİR |
Öğle vaktinde gelen. |
MUZAHÎ |
Benzeyen, benzeyici. |
MUZAHRAFAT |
(Bak: Müzahrafât) |
MUZALLA' |
Kabuğu üzerinde beş dilim olan kavun. |
MUZALLEL |
(Zıll. dan) Gölgeli, gölgelenmiş. |
MU'ZAM |
Bir şeyin en büyük kısmı. İ'zam edilmiş, büyütülmüş. |
MU'ZAMAT |
(Mu'zam. C.) Büyük görülmüş veya büyütülmüş şeyler. |
MUZARAA |
Arşınla satma. |
MUZARAA |
Benzemek. |
MUZAREBE |
Vuruşmak. Cenk etmek. * Bir yerden diğer yere gidip seyretmek. |
MUZARİ' |
Ortak. Arkadaş.Benzer, müşabih. * Gr: Geniş zamanı ifade eden fiil
hali. "Yazar, okur, görür, gelir" gibi. * Edb: Aruz kalıplarından birisinin
ismi. |
MUZARREB |
Kaba dikişli kaftan. |
MUZARRİS |
Her şeyi tecrübe eden kimse. |
MUZAYAKA |
(Bak: Müzayaka) |
MUZAYE |
Küçük sidik kabı. |
MUZAYEFE |
Ziyâfet vermek. * Birbirine konaklamak. |
MUZBAT |
Kül içinde pişirilen ekmek. |
MUZCER |
Sıkıntılı, ıztırablı. |
MUZCİR |
Sıkıntı ve ıztırab veren. |
MUZDAR |
(Bak: Muztar) |
MUZE |
f. Çizme. |
MUZE-DUZ |
(C.: Muze-duzân) Çizmeci, çizme yapan. |
MUZE-DUZÎ |
f. Çizmecilik. |
MUZGA |
(Bak: Mudga) |
MUZHİR |
(Bak: Müzhir) |
MU'ZIL |
(C: Mu'zalât) şiddetli. Müşkil, zor. |
MUZIR |
(Muzırra) Ziyan veren, zararlı, zarara sokan. |
MUZIRRÎN |
Zararlar, zarar verenler. |
MUZÎ' |
Meydana çıkaran, açığa vuran. |
MUZÎ' |
Zâyi eden, kaybeden. |
MUZÎ' |
Aydınlatan. Işık veren. |
MU'ZÎ |
(Ezâ. dan) Eziyet ve sıkıntı veren. Rahat bırakmayan, inciten. |
MU'ZİB |
(Azab. dan) Azab ve eziyet veren |
MUZÎF |
Misâfir kabul eden. |
MUZÎK |
(Mudîk) Sıkan, sıkıştıran, darlaştıran. |
MUZİLL |
Zelil kılan. Zillete düşüren. * Adileştiren. |
MU'ZİR |
Özürü olan, mâzeretli. |
MU'ZİYAT |
(Ezâ. dan) İnsanı rahatsız eden küçük şeyler. Hayvancıklar. |
MUZLİM |
Karanlık. Zulmetli. Dehşetli. Siyahlık. Siyah. * Bilinmeyen. Meçhul. |
MUZMAHİL |
Çökmüş. Darmadağın olmuş. Perişan olmuş. |
MUZMER |
Gizli, saklı, örtülü. İzmar edilmiş. İçinde saklı kalmış. |
MUZMER-İ HAKAİK |
Saklı, gizli kalmış, meydana çıkarılmamış hakikatler. Hakikatlerin
gizlisi. |
MUZMERAT |
(Muzmer. C.) Örtülü, saklı, gizli, dışarı vurulmamış. |
MUZMİR |
Meydana çıkarmayan. İçinde saklayan. İzmar eden. Gizli tutan. |
MUZMİR (MUZAMMİR) |
Gazâ veya yarış için atını hazırlayıp terbiye eden kişi. |
MUZTABİ' |
Ridâsını sağ koltuğu altından çıkarıp sol omuzuna atan kişi. |
MUZTACİ' |
Yan tarafına uzanan, yan üstü yatan. |
MUZTACİAN |
Yan üstü yatarak, yan tarafına uzanarak. |
MUZTAHİD |
Arslan. * Kahredici. * Cefâ eden. |
MUZTALİ' |
Kavi, kuvvetli kimse. |
MUZTAR |
Zorlanmış. Cebr olunmuş. Mecbur kalış. Çaresiz kalıp başı sıkılan. |
MUZTARIM |
Alevlenen, ıztıram eden. |
MUZTARİB |
(Muzdarib) (Darb. dan) Sıkıntılı. Iztırab çeken. Hasta. Bir tarafı
sızlayan. Ağrıyan. Ağlayan. |
MUZTARİBANE |
f. Rahatsız olarak, ıztırab ve sıkıntı çekerek. |
MUZTAR |
(Zaruret. den) Çaresiz kalmış, zorlanmış. |
MUZTARRÎN |
Çaresizler. Sıkıntı içinde olanlar.(Arkadaş! Bilhassa muztar olanların
dualarının büyük bir tesiri vardır. Bazan o gibi duaların hürmetine, en
büyük bir şey, en küçük bir şeye musahhar ve muti olur. Evet, kırık bir
tahta parçası üzerindeki fakir ve kalbi kırık bir mâsumun duâsı hürmetine,
denizin fırtınası, şiddeti, hiddeti inmeğe başlar. Demek duâlara cevap veren
Zât, bütün mahlukata hakimdir. Öyle ise, bütün mahlukata dahi Hâliktir. ...
M.N.) |
MUZUR |
Sütün ekşimesi. Mübâlagalı ism-i fâil. |
MÜANESE |
Dostane görmek, görüşmek. Karşılıklı ünsiyet etmek. |
MÜBAADE(T) |
(Bu'd. dan) Birbirini sevmeyip uzak ve soğuk durma. Nefret etme. * İki
kişi birbirinden uzaklaşma. |
MÜBAALE |
Cilveleşme, oynaşma (karı-koca arasında). |
MÜBADAT |
Düşmanca davranış, saldırganlık. * Meydana çıkarma. |
MÜBADELE |
Değişme. Bir şeyin başka bir şeyle değiştirilmesi. Trampa. |
MÜBADERE |
Bir işe hemen girişme, başlama. |
MÜBADÎ |
Ortaya koyan, meydana çıkaran. |
MÜBADİL |
Mübâdele olunmuş. Başkasının yerine getirilmiş, bir şeye bedel
tutulmuş. |
MÜBADİR |
Bir işe hemen girişen. |
MÜBAGAME |
Tatlı dillilik. |
MÜBAGAT |
Kanunsuz evlenme. |
MÜBAGATE |
Ansızın üzerine saldırma, sataşma. |
MÜBAGAZE |
(Bugz. dan) Kin besleme. Adavet etme. Düşmanlık yapma. |
MÜBAGBAG |
Çok hızlı, seri ve acûl. |
MÜBAGÎ |
İsyan etme. Ayaklanma. Bâgi olma. |
MÜBAH |
(Bak: Mubah) |
MÜBAHASAT |
(Mübâhese. C.) Mübâheseler. Bir şeye dâir iki veya daha fazla kimsenin
kendi aralarında yaptıkları konuşmalar.* Bahse girişmeler. İddiâlı ve
karşılıklı konuşmalar. |
MÜBAHASE |
(Bak: Mübâhese) |
MÜBAHAT |
Güzellik ve buna benzer hususlarda tefâhür etmek, öğünmek. |
MÜBAHE |
Yalan söylemek. |
MÜBAHELE |
Birbirinden nefret etme. * Birbirine lanet okuma. Beddua etme. |
MÜBAHESE |
Bir şeye dair iki veya daha çok kimse arasında olan konuşma. Bir şeyin
bahsini etmek. Musahabe. |
MÜBAHİS |
(C.: Mübahisîn) (Bahs. dan) Bir mes'ele hususunda konuşanlar. |
MÜBAHİSÎN |
(Mübâhis. C.) Mübahisler. Bir mes'ele hususunda konuşanlar. |
MÜBA'İD |
(Müba'ide) Uzaklaştıran. |
MÜBAKERE |
Bir işe sabahtan başlamak. |
MÜBALAGA |
(Mübalağa) Bir şeyi çok büyük veya çok küçük göstermek. Bir şeyi
olduğundan fazla veya eksik göstermek. * Haddini aşmak. * Edb: Bir şeyi
ifade ederken ya olduğundan fazla veya olduğundan çok noksan göstermek."
Habbeyi kubbe, kubbeyi habbe yapmak." |
MÜBALAĞACUYÂNE |
f. Haddini aşar dercede izah edercesine. Mübâlağa yaparcasına. *
Mübâlağa arayan. |
MÜBALAĞALI İSM-İ FÂİL |
Gr: ( : fa'âl) ve ( : faul) gibi bazı kalıplara giren kelimelere denir.
Bu vezinden gelen kelimeler "mübalağa" ifade ederler. "En, pek, çok"
mânasına gelirler. |
MÜBALAGAT |
(Mübâlağa. C.) Mübâlağalar. |
MÜBALAT |
Kayırmak. * Dikkat etmek. İtina göstermek. |
MÜBALAT-KÂR |
f. Dikkat, itina
ve düşünce ile kaygılanan. |
MÜBAN |
Ayrılmış ve kesilmiş. |
MÜBARAT |
Bir kimsenin iş ortağından veya karısından, anlaşarak ayrılması. |
MÜBAREK |
İlâhi hayrın bulunduğu şey. Bereketlenmiş, çoğalmış. Bereketli, uğurlu.
Hayırlı. Mes'ud. * Beğenilen, kendisine kızılan ve şaşılan kimse veya şey. |
MÜBAREKÂT |
Bütün tebrike sebeb olacak ve mâşâallah dediren ve bârekâllah söyleten
bütün hâletler ve san'atlar. Mübarekiyet ifade eden bolluk ve İlâhî
lütuflar. |
MÜBAREZE |
Sözle çekiştirme. Kavga. Cidal. Döğüşmek. |
MÜBASAKA |
Tükürmek. |
MÜBASELE |
Savaşta hamle edip kahramanlık göstermek. |
MÜBAŞERET |
Bir işe girişmek. Bir işe başlamak. * Karşılaşmak. * Başlamak ve devam
etmek. * Temas etmek, dokunmak. * İnsanın derisinin, başkasının derisine
dokunması. |
MÜBAŞİR |
Müjdeleyen. * Mahkemede kapıcılık edip şâhid ve maznunların ismini
çağırarak mahkemeye yardım eden kişi. * Geçici bir vazife alarak merkezden
bazı emirleri götüren, icrâ salâhiyeti olan. * Müfettiş. Kontrolör. |
MÜBATANA |
Bir mevzu üzerinde karşılıklı çekişme. |
MÜBATTIN(E) |
Zayıf karınlı kimse. |
MÜBAYAA |
Satın almak. Pazarlıkla bir şeyin değerini verip almak. |
MÜBAYAAT |
(Mübâyaa. C.) (Bey'at. dan) Satın almalar. |
MÜBAYENET |
Zıddıyet. Ayrılık. Tutmazlık. Başkalık. |
MÜBAYENET-İ CEVHERİYYE |
Her nev'in cevherinin ve fıtrat-ı asliyesinin birbirinden farklı ve
ayrı oluşu. Cevherdeki farklılık. |
MÜBAYİN |
Farklı. Başka türlü. Muhalif. Diğerinin zıddı. Aksi. |
MÜBAYTIR |
Yarıcı, yaran. |
MÜBAZAA |
Cimâ etmek. |
MÜBAZELE |
Cömertlik, sehâvet. |
MÜBDİ' |
Nümune ve benzeri yokken bir şeyi yeni olarak keşfeden. Benzeri
görülmemiş bir iş veya eser ortaya koyan. * Edb: Kimsenin söylemediği yeni
bir şiir veya nesir söyleyen. |
MÜBDİ |
(Bedâ. dan) Herşeyi hiçten halk eden. * Başlayan. * Gizli sırları
açıklayan. |
MÜBECCEL |
Muhterem. Azizlenmiş. Yüceltilen, yükseltilen. Büyük saygı gösterilmiş. |
MÜBEDDEL |
(Bedel. den) Değiştirilmiş, değişmiş, değişmiş. Tebdil edilmiş. |
MÜBEDDİL |
Değiştiren. Tebdil eden. * Taklid edici olan. |
MÜBEHHİC |
Güzelleştiren. |
MÜBEKKÎ |
Ağlatıcı. |
MÜBELLAG |
Tebliğ edilen. Bildirilen. * Eriştirilen. |
MÜBELLİG |
Tebliğ eden. Bildiren. Duyuran. * Büyük câmilerde imamın dediklerini
tekrar eden kimse. |
MÜBERHEN |
Delilli ve bürhanlı. İsbatlı. Delillerle sâbit olmuş. |
MÜBERKAA |
Yüzünde perde olan kadın.* Başı beyaz olan koyun. |
MÜBERRA |
Beri. Müstesnâ. Fenalıktan uzak kalmış. Münezzeh. Temiz. Noksansız. |
MÜBERRED |
Soğutulmuş olan. |
MÜBERRER |
Yemini tasdik olunmuş. |
MÜBERRİD |
(Berd. den) Soğutan, soğutucu.* Karlık. Su soğutan damacana. |
MÜBEŞŞER |
(Beşâret. den) Tebşir olunmuş. Kendisine müjde verilmiş. İyi haberle
sevindirilmiş. |
MÜBEŞŞİR |
İyi haber verip sevindiren. Hayırlı haber veren. Müjdeleyen. |
MÜBEŞŞİRAT |
(Mübeşşir. C.) Hayırlı alâmetler. * Müjdeleyenler, hayırlı haber
verenler. |
MÜBEŞŞİRÎN |
Müjdeciler. * Müjde verenler. hayırlı haber getirenler. *
Peygamberlerin (A.S.) bir vasfı. * Çok müjde verici. |
MÜBETTEL |
Islanmış. * Çok güzel olan. |
MÜBEVVEB |
Bab bab olmuş, bölümlere ayrılmış kitap. |
MÜBEVVİL |
(Bevl. den) Sidiği çoğaltan, idrarı artıran. |
MÜBEYYEN |
Açıklanmış. Beyan ve izah edilmiş. |
MÜBEYYEZ |
(Mübeyyeze) Meydana çıkarılmış, açıklanmış açıkça söylenmiş. Bildiren,
açıklıyan. |
MÜBEYYİN |
Açıklayan. Beyan eden. Meydana koyan. |
MÜBEYYİZ |
Temize çeken. İlk yazılan müsvedde sahifeyi temizce tekrar yazan. |
MÜBEYYİZÎN |
(Mübeyyiz. C.) Müsveddeleri temize çeken kâtibler. |
MÜBEZZİR |
Müsrif, Sefih. Hesabsız sarfiyat yapan. Harcayan. * Çok söz söyleyen.
Sırrı ifşâ eden. |
MÜBEZZİR |
Tohum eken âlet. |
MÜBEZZİRÎN |
(Mübezzir. C.) İsraf edenler. Lüzumsuz harcıyanlar. * Çok ve lüzumsuz
konuşanlar. |
MÜBHEM |
İyice belli olmayan. Mutlak âşikâr olmayan. Belirsiz. Gizli. |
MÜBHEM-ÜL MEÂL |
Mânâsı ve meâli anlaşılmayan. |
MÜBHEMAT |
Belirsiz olan şeyler, mübhem olan şeyler. |
MÜBHEMİYET |
Belirsizlik, anlaşılmazlık. |
MÜBHİC |
Ferah ve sürur veren. Sevindiren. |
MUBÎ' |
(Bey'. den) Satılmış şey. |
MÜB'İD |
Uzaklaştıran, uzaklaştırıcı. |
MÜBÎH |
İzin veren, müsaade eden. |
MÜBÎN |
Açık, vâzıh, âşikâr. Ayân kılan, beyan ve izah eden. * Dilediğine doğru
yolu gösteren. * Hak ile bâtılın arasını tefrik edip, ayıran. Hakkı hakkınca
beyan ve izhar eden.(Mübin, bâne mânasına "ebâne" den beyyin, gayet açık,
parlak demek olduğundan, Kitab-ı Mübin i'cazı zâhir olan parlak kitap demek
olur ki, murad Kur'andır. Hakkı beyan eden demek dahi olabilirse de, makama
münasib olan evvelkidir.) (E. T.) |
MÜBÎR |
Hunhar. Zâlim. Kan içen. Kan dökücü. |
MÜ'BİZ |
(C: Meâbize) Mecusiler danişmendi. |
MÜBKÎ |
Ağlatıcı. |
MÜBLA |
Dağıtılmış. Hezimete uğratılmış. |
MÜBLENDA |
Kuvvetli, sağlam ve dayanıklı deve. |
MÜBLİS |
Mahrum. * Hasreti şiddetli olan. Acele yapılması lüzumlu bulunan.
Elzem. |
MÜBREM |
Kaçınılmaz olan. Vazgeçilmez olan. Acele yapılması lüzumlu bulunan.
Elzem. |
MÜBREZ |
Gösterilmiş, meydana konulmuş, ibraz olunmuş. |
MÜBRİM |
(Mübrime) Zorlıyan, zorlayıcı. * Mânâsız ve boş sözlerle can sıkan
kimse. * İki katlı yapan. * Cür'et eden. |
MÜBRİZ |
(Büruz. dan) Meydana çıkaran, gösteren, ibraz eden. |
MÜBŞER |
Kendisine müjde verilmiş, müjdelenmiş. |
MÜBŞİR |
Müjde veren, müjdeliyen, ibşâr eden. |
MÜBTA' |
Satın alınmış. |
MÜBTEDA |
Baş taraf, başlangıç. Baş. * Gr: Cümlenin birinci kısmı. Arabçada isim
cümlesinde fâilin bulunduğu kısım. Bu, isimden veya isim yerine geçen
fiilden de olabilir. |
MÜBTEDA-BİH |
Kendisiyle başlanılan. |
MÜBTEDE' |
Aslında yok iken yeni çıkmış olan. |
MÜBTEDİ' |
Yeni bir şey icad eden. Bedi'a çıkaran. Bid'at uyduran. Ehl-i bid'a.
(Bak: Bid'a) |
MÜBTEDİ |
Yeni. Yeni talebe. İlk mekteb talebesi. Yeni başlamış. |
MÜBTEDİYAN |
(Mübtedi. C.) Acemiler. Bir işe yeni başlayanlar. |
MÜBTEDİYANE |
f. İlk olarak, yeni ve acemi bir talebe gibicesine. |
MÜBTEGA |
(C.: Mübtegıyyât) İstenen ve arzu edilen şey. |
MÜBTEGIYYAT |
(Mübtega. C.) İstenen ve arzu edilen şeyler. |
MÜBTEHİC |
(Behcet. den) Sevinmiş, sevinen, mesrur, memnun. |
MÜBTEHİC-ÜL KALB |
Kalbi mesrur olan. Sevinçli, memnun. |
MÜBTEHİL |
Yalvaran. Dua ederek dileyen. |
MÜBTEİS |
Mahzun, hüzünlü. * şikâyet edici, şikâyeti olan kimse. |
MÜBTEL |
Hükümsüz bırakılmış, bozulmuş, ibtâl olunmuş. |
MÜBTEL-İ HİSS |
Hissi ibtal olunmuş. |
MÜBTELA' |
(Bel'. den) Yenilmiş. Yutulmuş. |
MÜBTELÂ |
Dertli. Hasta. Başı sıkıntılı. Rahatsız. Belâlı. Düşkün. Tutkun.
Tutulmuş. |
MÜBTELÂ-Yİ AŞK |
Aşka tutulmuş. |
MÜBTELÂ-Yİ MARAZ |
Hastalığa tutulmuş. |
MÜBTELİ' |
(Bel'. den) Yutan. Yiyen. |
MÜBTENÎ |
(Binâ. dan) Bina edilmiş, kurulmuş, kurulu. * Dayanan, istinad eden,
müstenid. |
MÜBTESİM |
(Tebessüm. den) Gülümsiyen, tebessüm eden. |
MÜBTEZEL |
(Bezl. den) Pek bol ve ucuz. Değersiz. * Hor kullanılan. Ortaya düşmüş
olan. |
MÜBTİ' |
Ağır davranıp geciken. Ağır hareket eden. |
MÜBTİL |
İptal eden. Hükümsüz eden. Battal edici. Faydasız hale getiren. * Hakkı
bâtıl gören. |
MÜBTİL-İ HİSS |
Hissi iptal eden. |
MÜBZİ' |
Kârı ve kazancı tamamen kendisine kalmak üzere birine sermaye veren. |
MÜC'A |
Ahmak adam. |
MÜCAA |
Acıkmak. |
MÜCA'AD |
(Ca'd. dan) Kıvrılmış, lülelenmiş saç. |
MÜCAB |
Cevabı verilmiş olan. Kabul cevabı almış olan. * Duası, istediği kabul
edilen. |
MÜCAC (MÜCÂCE) |
Ağızdan atılan tükrük. |
MÜCADEA |
Husumet etmek, düşman olmak. |
MÜCADELAT |
(Mücadele. C.) (Cedel. den) Savaşmalar, mücâdeleler. |
MÜCADELE |
(Cedel. den) İki kişinin bir şey üzerine çekişmesi. Uğraşma. Savaşma. |
MÜCADELE-İ MİLLİYE |
Milli mücadele. * Kurtuluş Savaşı. İstiklal Harbi. (1919 - 1922) |
MÜCADİL |
Mücadele eden, cidalleşen. |
MÜCADİLE SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'in 58. Suresi olup Kad-semi' ve Sure-i Zıhâr da
denilmiştir. |
MÜCAHAFE |
İzdiham etmek, kalabalık yapmak. * Birbirine kılıç ve bıçak çekip
vuruşmak. |
MÜCAHEDAT |
(Mücahede. c.) Mücahedeler. |
MÜCAHEDE |
(C.: Mücahedât) Cihad etme. * Din düşmanına karşı koyma. Çarpışma. *
Uğraşma. Çalışma. Gayret gösterme.İslâmiyette mücahedenin ehemmiyeti
hakkında Deylemî'den (R.A.) mervi Hadis-i Şerif meâli: "Allah bir kulu
sevdiği vakitte onu Zât-ı Uluhiyetine hizmet etmek için seçer. Onu kadınla
ve evlâd ile meşgul ettirmez." Bu, bâhusus hicretin 200 senesinden sonra
içindir. Çünki bir de "200 senesinden sonra en hayırlınız zevce ve veledi
olmamakla yükü hafif olanınızdır" Hadis-i Şerifi vardır. Bu Hadis-i Şerif
ile "izdivaç ediniz, çoğalınız. Ben kıyamette sizin kesretinizle iftihar
edeceğim" Hadis-i Şerifi arasında tenakuz yoktur. Şöyle ki: Nikâhlanmayı
emreden Hadis-i Şerif, şartları hâiz olanlara, nikâhtan dolayı mücahedeyi
terketmeyenleredir.Yukarıdaki Hadis-i Şerifler ise, şartları hâiz olmayan ve
dini uğrunda mücahedeyi, evlenmekten dolayı terk edenleredir." (Levami-ül
Ukul Şerhi, C: 1, sh: 173) (Bak: Cihad) |
MÜCAHERE |
(Mücaheret) Açığa vurma, belli etme, meydana çıkarma. |
MÜCAHERETEN |
Ortaya koyarak, meydana çıkararak. |
MÜCAHİD |
Cihad eden. Çalışan. Din için çalışan. Düşmanlara karşı koyan.
Çarpışan. * Fık: Allah (C.C.) yolunda gönüllü olarak cihada iştirak etmek
istediği halde nefakadan, silâh ve saireden mahrum olan gazi demektir. Âyet
meâli: "Bizim uğrumuzda mücahede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz ve
hiç şüphe yok ki, Allah muhsinlerle -Allah'ı görür gibi ibadet eden
mücahidlerle- beraberdir. (Sure : 29, âyet : 69) |
MÜCAHİDANE |
f. Mücahid bir kimseye yakışır suret ve şekilde. |
MÜCAHİDÎN |
(Mücahid. C.) Mücahidler. Cihad edenler. Allah yolunda mallarıyla,
canlarıyla çalışan, çarpışanlar. |
MÜCALEDE |
Harp âletleriyle vuruşma. |
MÜCALESE(T) |
(Cülus. dan) Beraberce ve birlikte oturma. |
MÜCALİH |
Kışın da sağılan ve süt veren deve. |
MÜCALİS |
(Cülus. dan)
Birlikte ve beraberce oturan. |
MÜCAMEAT |
Cima etmek. |
MÜCAMELE(T) |
Karşılıklı olarak iyi muamelede bulunma. Güzel ve hoş geçinme. |
MÜCAN |
(C.: Meccân) Murdar, pis. |
MÜCANEBET |
Sakınma. Çekinme. İnsanlardan uzağa bir tarafa çekilme. |
MÜCANESET |
(Cins. den) Bir cinsten olma, benzeme, hemcinslik. |
MÜCANİB |
Çekinen. Sakınan. Kaçan. |
MÜCANİS |
Aynı cinsten olan. Cinsleri beraber olan. |
MÜCARAHA |
(Cerh. den) Karşılıklı birbirini yaralama. |
MÜCARAT |
Yürümekte yarışma. Yürümekte yarış etme. |
MÜCAREZE |
Saçma ve iyi olmıyan sözlerle lâtife yapma. |
MÜCARRE |
Bir kimsenin hakkını süründürme. İşini sürüncemede bırakma. |
MÜCASERE(T) |
Cesaret, gayret göstermek. Cür'et ve ikdam eylemek. |
MÜCASİR |
(Cesaret. den) Cesaret eden. |
MÜCAVEBE(T) |
(Cevab. dan) Birbirine cevap verme, cevaplaşma, mektuplaşma. Karşılıklı
cevap verme. |
MÜCAVEDET |
Bir kimseye karşı ihsan ve kerem etme. |
MÜCAVELE |
Kıtal edişmek, dövüşmek, vuruşmak. |
MÜCAVERET |
Komşuluk, yakınlık. * Mescidde itikâfa çekilmek. |
MÜCAVEZE |
Haddinden ileri geçmek. Normali aşmak. Bir şeyin, hadd-i itidâli
geçmesi. * Birini suç ve günahı ile muâheze eylemeyip görmemezlik ile afv ve
müsamaha eylemek. |
MÜCAVİR |
Komşu. * Bir mâbed veya tekke yakınında çekilip oturan. * Yurdunu
terkederek zamanını Haremeyn-i Şerifeyn'de ibadetle geçiren. |
MÜCAZ |
(Cevaz. dan) Câiz görülmüş, yapılabilir, uygun ve muvafık görülmüş. *
Diplomalı. İcazet almış. Kendisine icazet verilmiş. |
MÜCAZAT |
Ceza. Suçlara karşı verilen karşılık. * Karşılık. |
MÜCAZATEN |
Ceza olarak. |
MÜCAZEBE |
Karşılıklı birbirini çekme ve cezbetme. |
MÜCAZEFE |
Söz ile karşısındakinin hakkını örtmek, aldatmak. * Fık: Tartıp
ölçmeden göz kararı ile yapılan tahmini satış. Götürü almak. Toptan satmak. |
MÜCBER |
Zorlanılmış. Zorlanılan. İcbar olunmuş olan. |
MÜCBİR |
İcbar eden. Zorlayan. |
MÜCC (MECC) |
Mercimek. |
MÜ'CE |
Tuzluluk. |
MÜCEBBEE |
İçi boş nesne. |
MÜCEBBİR |
Çıkıkçı. |
MÜCEC |
Eğik ve dönük. |
MÜCEDDA' |
Burnu ve kulağı kesilmiş.* Başı yanmış olan ot. |
MÜCEDDED |
Kullanılmamış. Yeni. Yenilenmiş. |
MÜCEDDEDEN |
Yeni baştan. Yeni ve mücedded olarak. |
MÜCEDDİD |
Yenileyen. Yenileyici. Hadis-i sahihle bildirilen, her yüz yıl başında
dini hakikatleri devrin ihtiyacına göre ders vermek üzere gönderilen büyük
âlim ve Peygamberin (A.S.M.) vârisi olan zât.(Ashab-ı Kütüb-ü Sitte'den
İmam-ı Hâkim Müstedrek'inde ve Ebu Dâvud Kitab-ı Sünen'inde, Beyhakî Şuab-ı
İman'da tahriç buyurdukları: $Yâni: "Her yüz senede Cenab-ı Hak bir
müceddid-i din gönderiyor." S.T.)(Her asır başında hadisçe geleceği tebşir
edilen dinin yüksek hâdimleri; emr-i dinde mübtedi' değil, müttebi'dirler.
Yâni, kendilerinden ve yeniden bir şey ihdas etmezler, yeni ahkâm
getirmezler. Esasat ve ahkâm-ı diniyeye ve sünen-i Muhammediyeye (A.S.M.)
harfiyen ittiba' yoliyle dini takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve
asliyetini izhar ve ona karıştırılmak istenilen ebatılı ref' u ibtal ve dine
vâki tecavüzleri red ve imha ve evamir-i Rabbaniyeyi ikame ve ahkâm-ı
İlâhiyenin şerafet ve ulviyetini izhar ve ilân ederler. Ancak tavr-ı esasîyi
bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden yeni izah tarzlariyle, zamanın
fehmine uygun yeni iknâ usulleriyle ve yeni tevcihat ve tafsilât ile ifa-i
vazife ederler. ş.) |
MÜCEDDİD-İ ELF-İ SÂNİ |
"İkinci bin senesinin müceddidi" demek olan bu tabir, İmam-ı Rabbani
Ahmed-i Farukî Hazretlerinin nâmıdır. (Bak: Ahmed-i Farukî) |
MÜCEDDİDANE |
f. Müceddide yakışır surette. Yenilik yapana yakışır şekilde. |
MÜCEDDİDÎN |
(Müceddid. C.) Müceddidler. Yenilik yapanlar. |
MÜCEFF |
İçi boş, kof. |
MÜCEFFEF |
Kurutulmuş. Suyu çekilmiş, nemi kalmamış, kurumuş. |
MÜCEFFİF |
Kurutucu. |
MÜCEHHEL |
(Cehl. den) Bilinmez bir hâle getirilmiş. |
MÜCEHHELEN |
Bilinmiyerek, mücehhel olarak. |
MÜCEHHEZ |
Noksanları tamamlanarak hazırlanmış, lüzumu olan silâh ve sair şeylerle
donanmış. Cihazlanmış. |
MÜCEHHİZ |
(Cihâz. dan) Gerekli cihazları hazırlayan. Techiz eden, donatan. |
MÜCELCEL |
Çıngıraklı. Çıngırağı olan. |
MÜCELCİL |
Gök gürlemesi olan bulut. |
MÜCELLA |
Parlak, Cilâlı. Cilâlanmış. |
MÜCELLED |
Ciltlenmiş. Ciltli kitab. |
MÜCELLEDÂT |
(Mücelled. C.) Ciltlenmiş kitaplar, ciltli kitaplar. |
MÜCELLEF |
Az bâkiyye, az miktar artık. |
MÜCELLEL |
Yağmuru her yere yağan bulut. |
MÜCELLÎ |
Açıp temizleyici. * Cilâlı. Cilâ veren. |
MÜCELLİD |
Ciltçi, cilt yapan, kitap ciltleyen. |
MÜCELLİDÎN |
(Mücellid. C.) Ciltçiler. Mücellidler. Kitap ciltleyenler. |
MÜCEMME |
(Mecemme) Huzur ve rahat vermek. |
MÜCEMMED |
Dondurulmuş. |
MÜCEMMİL |
Güzel yaratan. Güzelleştiren. (Esmâ-i İlâhiyedendir) |
MÜCEMMİZ |
Bindiği hayvanı çok yürüten. |
MÜCENNAH |
(Cenah. dan) Cenahlı, kanatlı. |
MÜCENNEB |
Devesi doğurmayan kişi. |
MÜCENNEBE |
Savaşçı asker, harpçi asker. |
MÜCENNED |
(Mücennet) Sıralanmış asker, saf bağlamış neferler. |
MÜCENNİBE |
Her nesnenin iki tarafından birisi. |
MÜCERDELE |
Parçalanmış. |
MÜCERREB |
Tecrübe olunmuş. Sınanmış. Denemesi yapılmış. Ahvâl ve tavırları
tecrübe edilmiş. * Makbul. |
MÜCERREBÂN |
(Mücerreb. C.) Denenmiş ve tecrübe olunmuşlar. Sınanmış olanlar. |
MÜCERREBÂT |
(Mücerreb. C.) Tecrübe olunmuş ve denenmiş şeyler. |
MÜCERREBÂT-I YAKÎNİYYE |
İyice edinilmiş tecrübeler. |
MÜCERRED |
(C.: Mücerredât) Yalnız, tek. * Hâlis, saf, katışıksız, karışık
olmayan. Tek başına. * Çıplak, soyulmuş. * Tek başına yaşayan, evlenmemiş,
bekâr. * Edb: Kur'ân yazısında noktasız harflerle yazılı mensur veya
manzume. Bu şekil yazıya mahzuf veya mühmel de denir. * Fls: Müşahhas
olmayan. Vücuda gelmiş eşya ve ef'âlin şekil ve suretlerinden ayrı olarak
düşünülen her keyfiyet ve mefhuma veya nisbet mefhumuna denir. Bunun zıddı
müşahhasıdır ki, eşyanın bütün vasıfları ile zihinde husulüdür. (Bak:
Mücahede - Tecerrüd) |
MÜCERREDÂT |
(Mücerred.
C.) Mücerred mefhumlar. Mücerredler. |
MÜCERREDÂT-I SIRFE |
Mücerredin ta kendisi, en mücerred olan. |
MÜCERREME |
Tamam manasına gelir bir isimdir. Meselâ: Sene-i mücerreme, sene-i
tâmme demektir. |
MÜCERRESE |
Defalarca binilmeye alışmış ve sınanmış olan deve. |
MÜCERRİB |
Tecrübe eden. Deneyen. Sınayan. |
MÜCERRİBÂN |
(Mücerribîn) (Mücerrib. C.) Deneyenler, sınayanlar, tecrübe edenler. |
MÜCESSELE |
Zayıf kadın. |
MÜCESSEM(E) |
Cismi olan. Dış duygularımızla bilinip varlığından haberdar olduğumuz
şey. Varlığı görünen. Cisimlenmiş olan. Bir şekli gösteren. Uzunluğu,
genişliği ve kalınlığı olan cisim. Şekillenmiş. |
MÜCESSEMAT |
(Mücesseme. C.) (Cisim. den) Katı nesneler, cisimler.* Geometrik
cisimler. Üç boyutlu geometri cisimleri. |
MÜCESSİME |
(Bak: Müşebbihe) |
MÜCEVHER |
Cevher ile süslenmiş. Elmaslı. Çok kıymetli. * Mc: Kıymetli fikir veya
söz. * Edb: Yalnız noktalı olan harfleri, ebced hesabına göre sayıldığı
zaman, tarih çıkan beyt veya mısra. |
MÜCEVHERÂT |
(Mücevher. C.) Kıymetli taşlar. Mücevherler. Süs ve zinet için
kullanılan kıymetli şeyler. |
MÜCEVVEF |
(Cevf. den) Kovuk, içi boş şey. İçi oyuk. |
MÜCEVVER |
(Cevr. den) Zor ve sıkı altında bulundurulmuş. |
MÜCEVVEZ |
(Cevaz. dan) Câiz görülüp izin verilmiş. |
MÜCEVVEZE |
Eskiden başa giyilen resmi kavuk. |
MÜCEVVİD |
(Tecvid. den) Kur'ân-ı Kerim'i tecvid usulüne göre okuyan ve tecvidi
iyi bilen kimse. |
MÜCEZZER |
Zeval. * Kısa, kasir. |
MÜCİB |
İcabet eden. Cevap veren. Sebeb kabul eden. * İstenileni kabul eden,
duâya cevap veren (Allah C.C.). (Bak: Dua) |
MÜCİC |
Gebe kadın. (Hamli zâhir olan) |
MUCÎD |
Hazır. * İyi edici olan. * Mevt. Ölüm. |
MÜCİDD |
Elinden geldiği kadar çalışan, gayret gösteren. |
MUCİDDÂNE |
f. Büyük bir çalışkanlıkla. Gayret sahibi bir kimseye yakışır suret ve
şekilde. |
MÜCÎF |
İçe işleyen. * Kapıyı kapatan. |
MÜCÎR |
(Civar. dan) Himâye eden. * İmdada yetişen. * İmdad isteyen. |
MÜCÎZ |
(İcâzet. den) İzin ve icâzet veren. |
MÜCLA |
(İclâ. dan) Sürgün edilmiş, sürülmüş. İclâ olunmuş. |
MÜCLAH |
Yenmiş, ekledilmiş, me'kül. |
MÜCLIH |
Çok yiyen. |
MÜCMA' |
Cem' olma, toplanma. |
MÜCMA-I ALEYH |
Hakkında ittifak edilen. |
MÜCMEL |
Kısa. Öz. Muhtasar. Sözü az, mânası çok olan. Hülâsa edilmiş. Müfesser
olmayan söz. |
MÜCMELEN |
Mücmel bir tarzda. Kısa olarak, muhtasaran, hülâsa olarak. |
MÜCMERE |
Katı ve sağlam. |
MÜCNA' |
Kalkan. |
MÜCRİF |
Süpürüp götüren. * Alan. |
MÜCRİHE |
Yürümesi ve gitmesi tez olan kişi. Hızlı yürüyen kimse. |
MÜCRİM |
Cürüm ve kabahat işlemiş olan. Suçlu. |
MÜCRİMÎN |
(Mücrim. C.) Mücrimler, suçlular. Cürüm işlemiş olan kimseler. |
MÜCSED |
Tam olarak boyanmış elbise. |
MÜCŞAB (MECŞUB) |
Haşin, kaba. |
MÜCTEBA |
Seçilmiş. Kıymetli, ihtiyar olunmuş. |
MÜCTEHED |
İçtihad olunmuş. |
MÜCTEHED-ÜN-FİH |
Hakkında kat'i delil bulunmayan mesele. |
MÜCTEHED-ÜN-FİHÂ |
Üzerinde ictihad edilen mes'ele. |
MÜCTEHEZ |
(Cihâz. dan) Techiz olunmuş, donatılmış. Tanzim ve tertib olunmuş. |
MÜCTEHİD |
İctihad eden. İhtiyaç hâsıl olduğunda âyet ve hadislerden hüküm
çıkarmış büyük İslâm allâmeleri ve önderleri. İmam-ı A'zam, İmam-ı Şâfiî...
gibi (Bak: İctihad) |
MÜCTEHİDÎN |
(Müctehid. C.) (Bak: Kıyas-ı fukaha) |
MÜCTELİB |
Sürüp götüren. |
MÜCTEMİ' |
Toplu. Topluca. Bir araya gelmiş. Hepsi. |
MÜCTEMİAN |
Toplu olarak. Topluca. Hepsi birden. |
MÜCTENA |
Toplanılmış, devşirilmiş. |
MÜCTENİB |
İctinâb eden, uzak duran, çekinen, bir şeye karışmayan, sakınan. |
MÜCTENİH |
(Cenah. dan) Meyillenen, bir tarafa eğilen. * Secdede usulüne göre
ellerini yere koyup dirseklerini açarak kollarını kanat şeklinde tutan. |
MÜCTERİ |
(İctira. dan) Cesaret eden, cür'et eden. |
MÜCTERÎN |
Mesleğinde mâhir ve tecrübeli olan. |
MÜCTERR |
Geviş getiren. İctirar eden. |
MÜCTERRE |
Geviş getirenler. |
MÜCTEVİR |
(Civar. dan) Komşu olan. |
MÜCUN |
(C: Meccân) Kim olursa olsun kayırmamak. * İnsanların sözünden hazer
etmeyip derdi olmamak. |
MÜCZA' |
Yağlı et. |
MÜCZİL |
Çok çok veren. Çoğaltan. Bollaştıran. Bereket ihsan eden. |
MÜCZİL-EL ATÂYÂ |
Hediye ve ihsanlarını çok çok veren. İhsanlarını çoğaltan. |
MÜDAABE |
(Müdâabet) Karşılıklı takılma, lâtife yapma, şakalaşma. |
MÜDAASE |
Süngü ile dürtüşmek. |
MÜD'ABE |
Lağv ve lâtife etmek. Şaka yapmak. |
MÜDABERE |
(Dübr. den) İki kişi birbirine arkalarını dönme. |
MÜDACA(T) |
Adâvetini gizlemek, düşmanlığını belli etmemek. |
MÜDACENE |
Horluk. * İki yüzlülük, riyâkârlık. |
MÜDAFAA |
Bir hücuma ve zarar veren bir harekete karşı durmak. Def'etmek. Savmak.
* Düşman hücumunu men'etmek. * Mahkemede: İddiacının dâvasını def' edecek
bir surette bir iddia dermeyân etmek, beyânatta bulunmak. |
MÜDAFAA-İ MİLLİYE |
Milli müdafaa, milli savunma. |
MÜDAFAA-İ NEFS |
Kendini koruma. Nefsini müdafaa etme. |
MÜDAFAAT |
Müdafaalar. Karşı hücuma mukabil müteaddit def'edici hareketler.
Savunmalar. |
MÜDAFAATEN |
Müdafaa ve korunma suretiyle. |
MÜDAFİ' |
Müdafaa eden. Koruyan. Def eden. |
MÜDAFİ-İ NEFS |
Kendini koruyan, kendini müdafaa eden. |
MÜDAFİÎN |
(Müdafi'. C.) Müdafaa edenler, savunanlar, koruyanlar. |
MÜDAHALAT |
(Müdahale. C.) Müdahaleler, karışmalar, araya girmeler. |
MÜDAHALE |
İşlere ve lüzumlu hallere, icabettiği için karışmak. Zararlı bir hal
var ise, işe karışıp zararın def'ine çalışmak. * Araya girme. Sokulma. |
MÜDAHENE |
Dalkavukluk. Menfaat beklediği bir kimseyi yüzüne karşı medhetmek.
Koltuklamak. Bir kimsenin yüzüne karşı iyi görünmek. Münâfıklık. |
MÜDAHENE-KÂR |
F. Dalkavuk, koltukçu. |
MÜDAHERE |
Çekinmeden ve sakınmadan mukavele yapma. |
MÜDAHHAN |
(Duhan. dan) Dumanlı, tütmüş. |
MÜDAHHAR |
İddihar olunmuş, yığılmış. (Bak: Müddehar) |
MÜDAHHİR |
İddihar eden, yığan. |
MÜDAHİL |
Dâhil olan. İçeri giren. El atan. Müdahale eden. Karışan. |
MÜDAHİLAN |
(Müdahil. C.) Karışanlar. Müdahil olanlar. |
MÜDAHİLÎN |
(Müdahil. C.) Müdahil olanlar, karışanlar, dâhil olan kimseler. |
MÜDAHİN |
Dalkavuk. Yüze gülen. Birisini yalandan yüzüne karşı medheden. Menfaat
koparmak için dostluk eden. |
MÜDAHMES |
Gizli, saklı. |
MÜDAKEE |
Kalabalık, izdiham, müzahame. |
MÜDAKKIK |
(Bak: Müdekkik) |
MÜDALESE |
Aldatmak, hile etmek, muhâdaa. |
MÜDAM |
Devam eden. Sürekli. Dâim ve bâki olan. * Mübtelâ olan.(Her nefeste
Allah adın de müdamAllah adı ile olur her iş temamSüleyman Çelebi) |
MÜDAM(E) |
şarap, mey, hamr. (Bak: Medmum) |
MÜDAMELE |
İdare etme, yüzü gülme. |
MÜDAMERE |
Sıkıntı ve mihnet içinde sabahlama. |
MÜDA'MES |
Gizli, saklı. |
MÜDAMÎ |
Devamlı olarak şarap içen. |
MÜDAM-KÂRE |
f. Her zaman yapan, işleyen. |
MÜDANA(T) |
Yakınlık. |
MÜDANÎ |
f. Yakın. Eş. Benzer. |
MÜDARA |
Dost gibi görünme. Yüze gülme. * Başkalarının fikirlerine uyarcasına
hareket etmek. * Sulh ve salâh üzere bulunmak. (Meşru bir surette ve iyi bir
netice için yapılan müdârâ memduhtur. Fena bir netice için ise, kötüdür;
İslâmlığa yakışmaz, İslâm onu men'eder.) (Bak: Mümaşat) |
MÜDARAT |
(Dery. den) Dost gibi görünme, yüze gülme. |
MÜDAREE |
Def'edişmek.* Muhalefet edişmek, birbirine zıt ve karşı olmak. |
MÜDARESE |
(Ders. den) Ders verme. |
MÜDARRE |
El değirmeni. |
MÜDAVAT |
Deva bulma. Hastaya bakma. İlâç bulma. Tedavi etme. |
MÜDAVELE |
Elden ele gezdirme. Alıp verme, devretme. * Fikir verme, konuşma. *
Çevirme, döndürme. |
MÜDAVELE-İ EFKÂR |
Birbirinin fikirlerinden istifade ile karşılıklı konuşmak ve fikir
alış-verişi yapmak.(Müdavele-i efkârdan bârika-i hakikat çıkar. N.Kemal) |
MÜDAVEMET |
Devamlılık. Bir işte devamlı çalışmak. Aralıksız bir işe devam etmek. |
MÜDAVERE |
(Devr. den) Döndürme, tedvir etme. |
MÜDAVÎ |
Tedavi eden. İyileştirmeğe hizmet eden. İlâç veren. |
MÜDAVİM |
Aralıksız devam eden. Devamlı olarak çalışan. * Bir yere devamlı olarak
gidip gelen kimse. |
MÜDAVİMÎN |
(Müdavim. C.) Müdavimler. Bir yere devamlı olarak gidip gelenler. Bir
yere devam edenler. Bir işe aralıksız olarak çalışanlar. |
MÜDAYENE |
Borç alıp vermek. Ödünç almak ve vermek. |
MÜDBİR |
(Dübur. dan) Tâlihsiz, düşkün. |
MÜDD |
İki avuç dolusu kadar bir ölçü. Ağırlıkça da 875 gr. kadardır. |
MÜDDAHAR |
Toplanıp saklanmış. * Biriktirilmiş. |
MÜDDAHİR |
Biriktiren. Toplayıp saklayan. |
MÜDDEÂ |
İddia olunan. Dâvâ olunan şey. Asılsız iddia edilen. |
MÜDDEÂ ALEYH |
Aleyhinde dâvâ açılan. |
MÜDDEÂ BİH |
Dâvâcının dâvâ ettiği, dâvâya sebeb olan şey. |
MÜDDEAYAT |
İddia olunan şeyler. İddialar. |
MÜDDEHAR |
Biriktirilmiş, yığılmış. İstif edilmiş. İddihar edilmiş. |
MÜDDEHİN |
Güzel kokulu yağ sürünen. İdhan eden. |
MÜDDEHİR |
Biriktirilen, toplayıp saklayan. İddihar eden. |
MÜDDEÎ |
İddia eden. İddiacı. Davacı. * Bir hükümde ayak direyen. Hak olduğunu
veya herhangi hakkın zayi olduğunu dâvâ eden. * İnatçı, muannid. |
MÜDDEİ-Yİ UMUMÎ |
Milletin umum haklarını korumak üzere muhakemede hazır bulunan
vazifeli, hukuk tahsilini bitirmiş hükümet memuru. Adliye bakanlığına bağlı,
icra kuvvetini birlik halinde temsil eylemek üzere teşekkül eden, adlî idare
makamında bulunan şahıs. Savcı. |
MÜDDESSİR |
Örtünen, bürünen. Gizlenen. * Kur'an-ı Kerimde Peygamberimiz Resul-i
Ekreme (A.S.M.) "Ey müddessir!" diye hitâb vardır. |
MÜDDESSİR SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'in 74. Suresi olup, Mekkîdir. |
MÜDDET |
Belli ve muayyen vakit. |
MÜDDET-İ İDDET |
İddet müddeti. (Bak: İddet) |
MÜDDET-İ MA'LUME |
Malum olan ve bilinen zaman. |
MÜDDET-İ MEDİDE |
Uzun zaman, uzun müddet. |
MÜDDET-İ SEFER |
Orta hâlli bir gidiş ile üç günlük yol, mesâfe. |
MÜDE'AS |
Kırda Arabların ekmek pişirdikleri tennur. * Sıcak kül döküp üstünde et
pişirilen yer. |
MÜDEBBAG |
Tabaklanmış, dibâgat olunmuş. |
MÜDEBBER |
(Dübur. dan) Azat olması efendisinin ölümüne bağlı bulunan köle. *
Düşünce ile hareket edilmiş., |
MÜDEBBİR |
Evvelden düşünüp işleri ona göre ayarlayan. Her şeyin evvelden
tedbirini yapan, gören. * İlmi ile her şeyin akibetini ihâta edip ona göre
hikmetle iş yapan Allah (C.C.). |
MÜDEBBİR-İ HAKÎM |
Hikmetle tedbir eden. Her işini çok hikmet ve tedbirle yapan. Cenab-ı
Hak.(Evet, hiçten birden hârika bir gürültü ile cevvi konuşturmak ve
fevkalâde bir nur ve nar ile zulmetli cevvi ışıkla doldurmak ve dağvâri,
pamukmisâl ve dolu ve kar ve su tulumbası hükmünde olan bulutları
ateşlendirmek gibi hikmetli ve garâbetli vaziyetlerle baş aşağı, gafil
insanın başına tokmak gibi vuruyor. "Başını kaldır, kendini tanıttırmak
isteyen faal ve kudretli bir zâtın hârika işlerine bak. Sen başıboş
olmadığın gibi bu hâdiseler de başı boş olamazlar, her birisi çok hikmetli
vazifeler peşinde koşturuluyorlar. Bir Müdebbir-i Hakîm tarafından istihdam
olunuyorlar" diye ihtar ediyorlar. Ş.) |
MÜDEBBİRÂNE |
f. Müdebbir olana yakışır şekilde. Tedbirlice. Her işi önceden
ayarlayarak, dikkatlice geleceği düşünerek. |
MÜDEBBİRÂT |
Müdebbirler, tedbir ve idarede vazifeli olanlar.* Melekler. |
MÜDEBBİRE |
Azat olması, efendisinin ölümüne bağlı olan câriye. |
MÜDEBBİRÎN |
(Müdebbir. C.) (Dübur. dan) Tedbirli ve düşünceli olan kimseler. |
MÜDEBDEB |
Debdebeli, tantanalı. |
MÜDEHHAR |
Biriktirilip cem' olunmuş, bir araya getirilmiş olan. |
MÜDEHHARÂT |
İstif edilmiş, yığılmış ni'metler. Biriktirilmiş mallar. |
MÜDEHHEN |
Güzel kokulu yağ sürünmüş. |
MÜDEHHİR |
Biriktirip toplayan. Cem'eden. Depo eden. * Müdehhar mânasına da gelir. |
MÜDEHMES |
Gizli, saklı. |
MÜDEKKİK |
Dikkatle araştıran. İnceden inceye tetkik eden. En ufak gizli şeyleri
bilmeğe, görmeğe çalışan. (Konuşurken ekseriyetle müdakkik denir.) |
MÜDEKKİKANE |
f. İnceden inceye tedkik ederek, en ince noktaları, mes'eleleri de
görmeğe, bilmeğe çalışarak. |
MÜDEKKİKÎN |
(Müdekkik. C.) İnceden inceye araştıranlar, tedkik edenler. |
MÜDEKKİR |
Teemmül eden. Düşünen, Mütezekkir. |
MÜDELLEL |
Delilli ve isbatlı olan. İsbat ve tasdikine delil gösterilmiş olan.
İsbatlı. |
MÜDELLELEN |
Delil gösterecek ve şahid ile isbat edilerek. |
MÜDELLİS |
Sattığı malın kusur ve ayıbını müşteriden saklıyan. |
MÜDEMDİM |
Azap eden, zulmeden. |
MÜDEMLAK |
(Müdemlek) Yuvarlak nesne. |
MÜDEMLİC |
(C: Demâlic) Yuvarlak nesne. * Yumuşak nesne. |
MÜDEMMA |
Atın çok kırmızı olanı. * Çok kırmızı nesne. * Üzerinde kan kırmızılığı
olan ok. |
MÜDEMMAG |
Budala, ahmak, salak. |
MÜDEMMEC |
Düzgün bir tarzda birbiri içine dürülmüş yuvarlak şey. |
MÜDEMMEM |
Dar olmuş, dar yapılmış. * Örülmüş ve yapılmış kuyu. |
MÜDEMMER |
Mahvedilmiş, yok edilmiş. |
MÜDEMMİL |
Çıban yapan. |
MÜDEMMİR |
Tedmir eden. Yok eden. Helak eden. Mahveden. |
MÜDENNES |
Kirletilmiş, tednis edilmiş. |
MÜDENNİS |
Kirleten, tednis eden. |
MÜDERHEM |
Zengin. Parası çok. |
MÜDERREB |
Mutad olunmuş, alışılmış. |
MÜDERRİS |
Ders veren. Ders okutan. Muallim. İlim talebelerine ders veren. Ders
vermeğe izinli ve salâhiyetli olan kimse. Profesör. |
MÜDERRİSÎN |
(Müderrisûn) (Müderris. C.) Müderrisler. Muallimler. Profesörler. |
MÜDESSÎ |
Baştan çıkartan. Doğru yoldan saptıran. |
MÜDEVVED |
Kurtlanmış. |
MÜDEVVEN |
(Divan. dan) Tedvin olunmuş. Kitap hâline getirilmiş. Bir arada
toplanıp tanzim edilmiş. |
MÜDEVVER |
(Müdevvere) Yuvarlak, değirmi hâlde olan. Döndürülmüş, tedvir olunmuş. |
MÜDEVVERİYYET |
Yuvarlaklık. |
MÜDEVVÎ |
Gök gürültüsü olan bulut. |
MÜDEVVİN |
Tedvin eden. (Bak: Tedvin) |
MÜDEVVİR |
(Devr. den) Döndüren, çeviren, tedvir eden. |
MÜDEVVİS |
Harman dövecek ve yumuşatacak âlet. * Cilâ âleti. |
MÜDFEE |
Yünü ve yağı çok olan deve. |
MÜDGAM |
(Dagm. dan) Peş peşe gelen iki kelimeden birincisinin son, ikincisinin
ilk harflerinin aynı olması. |
MÜDHAL |
İdhal olunmuş, sokulmuş, girdirilmiş, dâhil edilmiş. |
MÜDHAMME |
Ağaçlarının ve nebatlarının çok ve taze olmaları dolayısıyla uzaktan
koyu yeşil renkte görünen bahçe. |
MÜDHAMMETAN |
Her tarafı yemyeşil nebatat, hazrevat ile kaplı iki Cennet. |
MÜDHAR |
Hor ve hakir görülmüş. İdhâr olunmuş. |
MÜDHEN |
(C: Medâhin) Yağ koyacak kap. * Dağlarda olan çukur taş. (İçinde yağmur
suyu birikir.) |
MÜDHEŞ |
Hayret verici, hayret veren, şaşırtan. |
MÜDHİKE |
(Bak: Mudhike) |
MÜDHİL |
(Dahl. den) Dâhil eden, girdiren, idhal eden, sokan. |
MÜDHİR |
Hor ve hakir gören. İdhar eden. |
MÜDHİŞ |
(Müthiş) Dehşet veren, korkutan.(...Arkadaş! O Zât-ı mürşid nev'-i
beşeri korkutmak için pek müdhiş hakikatlerden bahsediyor ve insanları
tebşir için kalbleri cezb ve akılları celb eden mes'elelerden haber veriyor.
M.N.) |
MÜDHİŞE |
Korkunç, ürküten, ürkütücü. |
MÜDHÜN |
İçerisine güzel kokulu yağ, ıtır gibi şeyler konulan şişe, kap. |
MÜDÎR |
(Müdür) İdâre eden. Çeviren bakan. * İdareden anlayan. * İdare memuru.
Bir dairede memurların başı. * Nâhiye merkezinin idare memuru. |
MÜDÎRAN |
(Müdir. C.) Müdürler, idare âmirleri. |
MÜDÎRE |
Kadın müdür. |
MÜDÎRİYYET |
Müdürün makam ve vazifesi. Müdürlük. |
MÜDİRR |
İdrar veren, idrar verici. |
MÜDİRRÂT |
(Müdirr. C.) İdrar verici ilâçlar. |
MÜDKI' |
Katı, şiddetli, şedid. |
MÜDLA |
Sarkıtılmış. İrsal olunmuş. |
MÜDLEHİMM |
Karanlık. |
MÜDLÎ |
şâhid ve delil gösteren. |
MÜDMEC |
İçine girdirilmiş. |
MÜDMİC |
İçine girdiren, sızdıran. İdmâc eden. |
MÜDMİN |
(İdmân. dan ) Devam eden. İdman eden. |
MÜDMİN-İ HAMR |
Gece gündüz devamlı
sarhoş olan kimse. |
MÜDN |
(Müdün) (Medine. C.) şehirler. Medineler. |
MÜDNEF |
Hastalıktan dolayı zayıflamış olan. |
MÜDNÎ |
Yakınlaştıran. |
MÜDREC |
(Derc. den) İçerisine konulmuş. İdrac olunmuş. |
MÜDRENFIK |
Sür'atle yürüyen kişi, hızlı giden kimse. |
MÜDRÎ |
Bildiren, idra eden. |
MÜDRİK |
Aklı eren. Anlayan. Kavrayan, akıllı. * Büluğ çağına, erginlik yaşına
gelmiş olan. |
MÜDRİKAT |
(Müdrik. C.) Akıllılar. İdrak sahipleri. |
MÜDRİKE |
İdrak kuvveti. Akıl. Anlama kabiliyeti. |
MÜDRUZ |
Kapı üstünde veya sokak başında duran kimse. |
MÜDÜN |
(Medine. C.) şehirler, medineler. |
MÜDÜN-İ CESİME |
Büyük şehirler. |
MÜEBBED |
Ebedî. Dâimî. Sonsuz. Ömrün sonuna kadar. |
MÜEBBEDEN |
Dâimî olarak. Ebedî surette. |
MÜECCEL |
Mühletli, peşin olmayan. Sonradan yapılmak üzere vakti belli olan.
Te'cil edilmiş olan. |
MÜECCELEN |
Te'cil edilmek suretiyle. Müddeti sonraya bırakılarak. |
MÜECCİL |
İleriye bırakan, te'cil eden. |
MÜEDDA |
(Edâ. dan) Mânâ, anlam, mefhum, kavram. * Eda olunmuş. |
MÜEDDEB |
Te'dip edilmiş. Edeblendirilmiş. Terbiye edilen. Edepli. |
MÜEDDEBEN |
Edebli bir tarzda. Müeddeb olarak. |
MÜEDDÎ |
Eda eden. Te'diye eden. Ödeyen. * Sebep olan. Meydana gelmesine vesile
olan. |
MÜEDDİ-İ NİZA |
Kavgaya sebebiyet veren. Nizaya sebep olan. |
MÜEDDİB |
(C.: Müeddibîn) (Edeb. den) Terbiye eden. Edeblendiren. Terbiye, bilgi
ve görgü veren. |
MÜEDDİBÎN |
(Müeddib. C.) Terbiye edenler. Edeplendirenler. |
MÜEHHER |
(Müahhar) Sonraya bırakılmış, te'hir edilmiş. |
MÜEHHİR |
(Müahhir) Sonraya bırakan, te'hir eden. |
MÜEKKED |
Te'kidli, kuvvetli, sağlamlaştırılmış, kuvvetlendirilmiş. Tekrar
edilmiş. |
MÜEKKEDEN |
Tekrarlanarak, te'kid edilerek. |
MÜEKKEL |
Vekil edilen kimse. Vekil tâyin olunmuş olan. (Bak: Müvekkil) |
MÜEKKİD |
Te'kid eden, sağlamlaştıran, tekrar eden, tenbih eden. |
MÜEKKİL |
Vekil tayin eden. İşine vekilini ikame eden. İşleri için başkasını
yerine bırakan. |
MÜELLEF(E) |
(Ülfet. den) Yazılmış toplanmış. * Te'lif edilmiş, kitap olarak meydana
getirilmiş, birleştirilmiş. |
MÜELLEFAT |
Te'lif olunmuş olanlar. Yazılmış eserler. |
MÜELLEFE |
Ülfet ve imtizac ettirilmiş. Alıştırılmış. * Nâkıs. Noksan. * Adedi
bine çıkarılmış. |
MÜELLEFET-ÜL KULUB |
Asr-ı Saadette kalbleri te'lif için mübâşeret edilenler. İslâmiyete
ısındırmak için kıymet vererek farklı ve lütufla muamele edilenler. |
MÜELLEM |
Elemli, kederli. |
MÜELLİF |
(Ülfet. den) Te'lif eden. Kitab tertib eden, kitab yazan. Kitab meydana
getiren. * İmtizac ettiren. |
MÜELLİFÎN |
(Müellif. C.) (Ülfet. den) Kitap yazanlar, eser sâhipleri. Te'lif
edenler. |
MÜELLİM |
(Elem. den) Acı ve elem veren. Acıtan, ağrıtan. |
MÜEMMEL |
Yarış atlarının sekizincisi veya yedincisi. |
MÜENNES |
Dişi. Müzekkerin mukabili. * Gr: Hakiki, itibarî veya söylenişi
cihetiyle "dişi" olan kelime.Müennes-i hakikî : Müzekker kelimenin sonuna
bir "e-a" ilâve ederek yapılan kelime. Meselâ: (Kâtib: ): Erkek yazıcı.
(Kâtibe: ): Kadın yazıcı.Sonu "e" ile biten kelimeler ekseriyetle
müennestir. Muallime, Müdire, Sıddıka, Şahide gibi. |
MÜENNES-İ SEMAÎ |
Gr: Kelimenin kendisinde müenneslik edatı olmadığı halde, müennes
sayılan ve öyle kullanılagelen kelime. Yed, şems... gibi. |
MÜERNEB |
İpliği tavşan yünüyle karışık nesne. |
MÜESSEL |
Müebbed. Devamlı. * Mal, mülk. |
MÜESSER |
Tesir edilmiş, kendisine bir şey tesir etmiş olan. |
MÜESSES |
Tesis olunmuş, temeli atılmış, bina edilmiş. |
MÜESSESÂT |
(Müessese. C.) Müesseseler. Kurumlar, kuruluşlar. * Yapılmış olanlar.
Binalar. Daireler. |
MÜESSESÂT-I HUSUSİYE |
Hususi daireler ve müesseseler. |
MÜESSESÂT-I RESMİYE |
Resmi daireler. |
MÜESSESE |
(C.: Müessesât) (Esas. dan) Bina, kuruluş. * Kurum. |
MÜESSİF |
(Müessife) Esef edilen ve ettiren. Keder veren. Acı ve acınacak haller. |
MÜESSİR(E) |
Te'sir eden. İz bırakan. Te'sirli. Dokunaklı. * Hükmünü yürüten. *
Eserin sahibi. |
MÜESSİS |
Kurucu, te'sis edici. Te'sis eden, kuran, temel atan. * Kanun ve usul
gibi şeyleri vaz'edip temelleştiren. |
MÜESSİS-İ DEVLET |
Devlet kuran. Bir devletin kurucusu. |
MÜESSİSÎN |
(Müessis. C.) (Esas. dan) Meydana getirenler, tesis edenler. Kurucular,
kuranlar. |
MÜEVVEL |
Te'vil edilmiş. Zâhirî mânâdan başka mânâ verilmiş. Tefsir edilmiş
olan. Tabir edilmiş. (Bak: Te'vil) |
MÜEVVİL |
Rüya tabir eden. * Başka mânâ veren. Başka mânâ ile açıklayan. Te'vil
eden. |
MÜEYYED |
Te'yid edilmiş. Doğrulanmış. Kuvvetlendirilmiş. Sağlam.
Sağlamlaştırılmış. Tekzib edilmemiş. Yardım görmüş. |
MÜEYYED MİN İNDİLLAH |
Allah tarafından te'yid edilen ve yardım görmüş olan. |
MÜEYYİD |
Te'yid eden. Doğrulayan. Sağlamlaştıran. Yardım eden. Kuvvet veren. |
MÜEYYİDE |
Te'yid eden. Te'yid edici. Kuvvetlendirici. * Kanun ve ahlâk
emirlerinin yerine getirilmesini te'min eden kuvvet. |
MÜEYYİS |
(Ye's. den) Ümidsizliğe sevk eden. Üzücü. Yeis veren. |
MÜEZZER |
Muhkem, sağlam, dayanıklı. |
MÜEZZİ |
(Ezâ. dan) Eziyet veren. Ezâ çektiren. |
MÜEZZİN |
(C.: Müezzinîn) Ezan okuyan. |
MÜEZZİNÎN |
(Müezzin. C.) (Ezan. dan) Müezzinler. Ezan okuyanlar. |
MÜFACAT |
Ansızın olmak. |
MÜFACEE |
Ansızın olmak. |
MÜFAD |
Sözün ifade ettiği mâna. İfade edilen. * Herhangi bir vesile ile kazanılmış
menfaat. (Mefâd galattır) |
MÜFADALE |
Faziletli olmada rekabet etmek. |
MÜFADAT |
(Fidâ. dan) Bir fidye-i necatı kabul etme veya ödeme. |
MÜFADAT-I ÜSERÂ |
Eskiden muhârib iki kavmin karşılıklı olarak esirlerini değişmeleri. |
MÜFAFAZA |
Şeref hususunda akrânına üstün olmak. |
MÜFAGAME |
Öpme. |
MÜFAHARE(T) |
(Fahr. den) Karşılıklı övünme. |
MÜFAHEME |
(Fehm. den) Anlaşma. |
MÜFAHHEM |
(Bak: Müfehhem) |
MÜFAHİR |
(Fahr. den) Övünen, fahreden. |
MÜFAKAME |
Cima etmek. * Büyük olmak. |
MÜFAKEHE |
şakalaşma, lâtife yapma. |
MÜF'AM |
Kabarmış ve yükselmiş su. |
MÜFARAKAT |
Ayrılık. Bir yere bırakıp gitmek. Dostlarından ayrı düşmek. * Fık:
Karı-kocanın talâk veya fesh ile birbirlerinden ayrılmaları. |
MÜFAREZE |
Bir şeyden kesilip ayrılma. |
MÜFARIK |
(Fark. dan) Ayrılan, ayrılmış. Müfarakat eden. |
MÜFASALE |
Ayrılışmak. |
MÜFASERE |
Beyan edişmek. |
MÜFAVASA |
Ayırmak. * Halâs etmek. |
MÜFAVAZA |
Ortaklık, işbirliği. * Eşitlik, müsavilik. |
MÜFAVAZATEN |
Ortaklıkla, işbirliği yaparak. * Eşitlikle, müsavilikle. |
MÜFAYELE |
Yüzük saklama oyunu. |
MÜFAZ |
(Feyz. den) Bol.
Bereketli, feyizli. |
MÜFAZA |
Geniş, vâsi, bol. |
MÜFCİR |
Birden kaynayıp akıtan. Tefeccür eden. |
MÜFDEM |
Kızıla boyanmış nesne. |
MÜFE'AT |
Yılan suretinde olan alâmet. |
MÜFECCİ' |
Acıtan, üzen, keder veren, dertli eden. |
MÜFEHHAM |
Kömürleşmiş. Kömür halini almış. |
MÜFEHHAM |
(Müfahham) Muhterem. Hürmete lâyık. Tazim edilmiş olan. |
MÜFEHHİM |
(Müfahhim) Büyük bilip hürmet gösteren. |
MÜFEHHİM |
Tefhim eden. Anlatan, idrak ettiren. |
MÜFEHHİMANE |
f. Anlatarak. Anlatana yakışır şekilde. |
MÜFEKKİR |
Fikir yürüten. Düşünen. Düşündüren. Düşünme kuvveti. |
MÜFEKKİRE |
Düşünme gücü ve kuvveti. |
MÜFELFEL |
Biberli. |
MÜFELLES |
Huk: İflâsına hükmedilen kimse. |
MÜFENNAK |
Nâzenin, nazlı. |
MÜFENNEN |
İlim hâline, fenni şekle gelmiş olan. Fennileşmiş. |
MÜFERRAG |
Dökülmüş. |
MÜFERRAH |
Ferahlanmış. Sıkıntıdan, üzüntüden kurtulmuş. |
MÜFERRAK |
(Fark. dan) Ayrılmış, tefrik edilmiş. |
MÜFERREC |
Meydanı olan. Geniş. |
MÜFERRES |
Farsçalaştırılmış. |
MÜFERREŞ |
Döşenmiş, tefriş edilmiş. |
MÜFERRİ' |
(Fer'. den) Dal budak salan. Tefri' eden. |
MÜFERRİC |
Ferahlandıran. Ferah veren. İç açıcı. * Kurtarıcı. Ferec veren. |
MÜFERRİG |
Dolu kabı boşaltan. |
MÜFERRİH |
Ferahlık veren. Ferahlandıran. Ferahlandırıcı, iç açıcı. |
MÜFERRİHÂT |
İç açıcı, ferahlık verici şeyler. |
MÜFERRİK |
(Fark. dan) Ayıran, tefrik eden, ayırıcı. |
MÜFERRİT |
(Fart. dan) Tefrit eden, kısaltan. |
MÜFERTAH |
Yassı başlı. |
MÜFESSER |
Tefsir edilmiş. izah ve beyan edilmiş. Mânası izah suretiyle
bildirilmiş. Açıklanmış. * Beyan-ı tefsir veya takrir edilmiş olması
sebebiyle manası "nass" dan daha vâzıh olan sözdür. * Mücmel olmayan söz. |
MÜFESSİR |
Tefsir eden, izah eden. Anlayabildiği mânayı söyleyen ve yazan. *
Kur'an-ı Kerim'i tefsir edebilmek salahiyetini hâiz olan, âlim, fâzıl ve
kuvve-i kudsiye sahibi zât. |
MÜFESSİRÎN |
Kur'an-ı Kerim'in mânasını hakkıyla anlayıp tefsir edebilen, ilmi ile
âmil, kâmil ve sâlih muhakkikler. |
MÜFETTAH |
Açılmış, açık. * Bir çeşit yazı ismi. |
MÜFETTEL |
(Fetl. den) Fitilleştirilmiş. Fitil gibi bükülmüş. |
MÜFETTİH |
Feth eden, açan, açıcı. * Geğirten, geğirtici. |
MÜFETTİH-ÜL EBVAB |
(Hayır) kapıları(nı) açan. Bütün müşkilleri giderip ferahlatan.
(Cenab-ı Hak) |
MÜFETTİL |
(Fetil. den) Büken, bükücü. |
MÜFETTİN |
(Fitne. den) Meftun ve hayran eden. Şaşkın bir hâle getiren. * Fitneye
düşüren. |
MÜFETTİŞ |
Teftiş eden, tetkik ve tahkik ile kusur ve iyilikleri görüp anlayan ve
lüzumlu merci'lere bildiren. * Araştıran. |
MÜFETTİT |
(Fett. den) Kıran, ezen, ufalayan. Didik didik eden. |
MÜFEVVEZ |
(Tefviz. den) Sipariş ve ihâle olunmuş. |
MÜFEVVİZ |
(Tefviz. den) Sipariş veren, ihâle eden. |
MÜFEZZAZ |
Gümüşlü, süslü. |
MÜFEZZİ' |
Hayretle ve şaşkın şaşkın baktıran. |
MÜFHAM |
Susturulmuş, iskât edilmiş olan. |
MÜFHİM |
İfham eden. Delil ile susturan. Ağız açtırmayan. |
MÜFHİŞ |
Kötü söz söyleyen. |
MÜFÎD |
İfâde eden, meramı güzel anlatan. * Mânalı, mânidâr. * Faydalı, faydayı
mucib olan. * Mütâlâsından istifade olunan. |
MÜFÎK |
İyileşen, ifâkat bulan hasta. |
MÜFÎZ |
(Feyz. den) Feyiz veren, feyizlendiren. * Esmâ-i İlâhiyedendir. |
MÜFKİR |
(Fakr. dan) Fakirleştiren. |
MÜFLİC |
(Felc. den) Felçli. |
MÜFLİH |
İflâh olan, selâmet bulan. Kurtulan. Felâha eren. |
MÜFLİHANE |
f. Selâmete çıkarak. Felâh bularak. |
MÜFLİHÎN |
(Müflih. C.) Selâmete çıkanlar, kurtulanlar, felâha erenler. |
MÜFLİHÛN |
(Müflih. C.) Kurtulanlar, iflâh olanlar, felâha erenler, müflihler,
selâmete çıkanlar. |
MÜFLİS |
İflas etmiş. Parasız kalmış. Ticarette kâr elde edemeyip veya bazı
sebeplerle sermayesini batırmış olan. |
MÜFLİSÂN |
(Müflis. C.) İflas etmiş olanlar, müflisler. Parasız kalmış olan kimseler. |
MÜFLİSÎN |
(Müflis. C.) Müflisler, iflas edip parasız kalmış olan kişiler. |
MÜFNİ |
(Fena. dan) Yok eden, ifna eden, mahveden. |
MÜFRAG |
Dökülmüş, ifrağ olunmuş. |
MÜFRAT |
Terk olunup unutulmuş. |
MÜFRED |
(Müfret) Tek, yalnız. Müteaddid olmayıp yalnız birden ibaret olan. *
Basit, mürekkeb olmayan. * Gr: Yalnız bir şey veya şahsa işaret eden veya
bire mahsus olan kelime. Cemi veya tesniye olmayan. * Edb: Başı ve sonu
olmayan tek ve kafiyesiz beyit. |
MÜFREDAT |
Bir bütünü meydana getiren şeylerin her biri. * Bir şeyin içindekiler.
* Basit ve gayr-i mürekkeb şeyler. * Toptan mâlum olan şeylerin tafsilâtı,
birer birer zikrolunmuşları. * Edb: Tek tek ve ayrı ayrı beyitler. * Gr: Bir
ibareyi meydana getiren kelimelerin her birisi. * Tıb: Her biri kendi başına
bir devâ olan edviye-i basiteden sayılan nebatlar ve bunlardan bahseden tıp
kitabı. |
MÜFREZ |
Toptan ayrılıp bir tarafa bırakılmış. İfraz olunmuş, ayrılmış. |
MÜFREZE |
Bir kaç alaydan müteşekkil. Ordudan ayrılmış bir kol asker. |
MÜFREZE-İ ASKERİYE |
Asker müfrezesi. |
MÜFRİD |
(Ferd. den) Tek başına, yalnız bırakan. |
MÜFRİG |
(Müfriga) Döken, dökücü. İfrağ eden. |
MÜFRİT |
(Fart. dan) İfrat eden. Haddini aşan. * Ölçüsüz ve taşkın hareket eden.
* Mübalağalı. |
MÜFRİZ |
Ayıran, ifraz eden. * Virgül işareti (,) |
MÜFSİD |
İfsad eden, fenalaştıran. Bozan. * Başlanmış ibadeti bozan. * Nifak
koyan, fesad ilka eden.(Hiç bir müfsid, ben müfsidim demez. Daima suret-i
haktan görünür. Yahut, bâtılı hak görür. Evet kimse demez "ayranım ekşidir."
Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor.
Hatta, benim sözüme de ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul
etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle
ise; her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz.) (Münazarat) |
MÜFSİD-İ Mİ'DE |
Mideyi bozup ifsad eden. |
MÜFSİDÂNE |
f. İfsad etmek suretiyle. Nifak meydana getirmekle. Fesadlıkla. Ara
bozuculukla. |
MÜFSİDÎN |
(Müfsid. C.) Bozanlar, ifsad edenler, müfsidler. Fesatlık yapanlar, ara
açanlar. |
MÜFSİR |
Nur ve ziya veren. Işıklandıran. |
MÜFŞİL |
Korkutucu, korkutan. |
MÜFT |
f. Beleş, bedava, parasız. |
MÜFTAAL |
Uydurma, sahte, düzme. |
MÜFTABİH |
Fık: Hakkında fetva verilmiş olan. Kendisiyle amel olunması icab eden
hüküm. |
MÜFTAC |
Bevletmek için
iki ayağını ayırıp duran deve. |
MÜFTAH |
Yassı. |
MÜFTASID |
Kan alan. Kan alıcı. |
MÜFTAZIH |
Rezil ve kepaze olmuş adam. |
MÜFTEDÎ |
Fidye verip esirlikten kurtarılan. |
MÜFTEH |
Hazine, define. |
MÜFTEHAN |
Hoca ile talebeler arasındaki bir kitaba başlangıç ziyafeti. * f.
Hazineler. |
MÜFTEHİR |
(Fahr. dan) İftihar eden. Öğünen. * Sırf Allah rızası için menfaatsiz
hizmet eden. * Şanlı, şerefli. |
MÜFTEHİRÂNE |
f. İftihar ederek, karşılık beklemeden. * Elbette. Memnuniyetle. |
MÜFTEKİR |
(Fakr. dan) Muhtaç. * Fakir, züğürt. |
MÜFTERA-ALEYH |
Kendisine iftira edilen. |
MÜFTEREYAT |
Başkasının üzerine atılan suçlar, kabahatler. İftiralar. |
MÜFTERÎ |
İftira eden. Başkasına suç isnad eden. Yapmadığı kötülüğü isnâd eden. |
MÜFTERİH |
(Ferah. dan) Keyifli, neşeli. Şen, ferah içinde olan. |
MÜFTERİK |
(Fark. dan) Ayrılan, iftirâk eden. * Perişan olan, dağılan. |
MÜFTERİS |
Fırsat bilen. Fırsat bulan. |
MÜFTERİS |
Yırtıcı. Parçalayıcı. İftiras eden. Zorla yere yıkıp parçalayan. |
MÜFTERİŞ |
Secdede iken iki kolunu yere koyan. |
MÜFTERİYANE |
f. İftira edercesine. |
MÜFTÎ |
(Fetva. dan) Fıkha dair mes'elelerin şeriattaki hükümlerini beyan ve
açıklamağa memur olan zat. * Genç ve kavi. (Bak: Fetvâ) |
MÜFTİY-ÜL ENAM |
Şeyh-ül İslâmın bir ismi. Herkesin müftüsü. |
MÜFTİR |
İftar eden. * Orucu bozan şey. |
MÜFTİRAT |
Orucu bozan şeyler. |
MÜFZI' |
Katı. * Alçak, şeni'. |
MÜFZÎ |
Yetiştiren, ulaştıran, vâsıl eden. |
MÜHACENE |
Kabahat, noksanlık, nâkıslık. * Asılsızlık. * Ayıplı söz söylemek. *
İlmi zâyi olmak. |
MÜHACERE |
Bir yerden ayrılmak. * Başka yere intikal etmek. |
MÜHADAT |
Birbirine bahşiş ve hediye vermek. |
MÜHAKALE |
Ekini biçmeden buğday ile satmak. |
MÜHADENE |
(Hıdn. dan) Barışma, sulh yapma. |
MÜHAN |
(Bak: Muhan) |
MÜ'HARE |
(Mü'hire) Deve semerinin ağaç kısmıdır ve binen kimse ona dayanır. |
MÜHAREBE |
Kaçmak, firar. |
MÜHARECE |
Hasımlık, düşmanlık. * Cima etmek. |
MÜHARESE |
Yırtışıp dalaşmak. |
MÜHAT |
(C: Mühâ) Deve rahminde olan zeker suyu. |
MÜHATAT |
Birbirine atâ ve bahşiş etmek, hediye vermek. |
MÜHAVAT |
Katı yürümek. |
MÜHAVEDE |
Sulh etmek, barışmak. |
MÜHAYATA |
Çağırmak. |
MÜHAYEE |
Nöbetleşmek. |
MÜHBENTA |
Dolu, mümteli. |
MÜHBİT |
İndiren. Nâzil eden. |
MÜHCE |
(C: Mühec) Can, ruh. |
MÜHDA |
Hediye gönderilmiş, hediye verilmiş. |
MÜHDA-İLEYH |
Kendisine hediye verilen kimse. |
MÜHDER |
Dökülen, akıtılan, ihdâr edilen. Heder edilen. |
MÜHDÎ |
Hediye veren. Hediye gönderen. İhda eden. * Hidayete getiren. Hidayete
vesile olan. (Bak: Mehdi) * Mürşid, muvaffak. * Risalet ve nübüvveti bütün
âlemlere rahmet ve saadet sebebi olduğundan, Cenab-ı Hakk'ın bütün âlemlere
hediye ve atiyyesi mânasında Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) mübarek bir ismine
Mühdi diye buyurulmuştur.(Her hâdi zât, mühdi olamaz. M.) |
MÜHDİR |
(Heder. den) Döken, akıtan, heder eden. |
MÜHEBBEL |
Beddua olunmuş. |
MÜHEC |
(Bak: Mühic) |
MÜHEDDEB |
Kirpikli. |
MÜHEDDEL |
Aşağı indirilen. |
MÜHEDDİD |
Korkutan, tehdid eden. |
MÜHEFHEF |
Nârin. İnce. Nâzik. |
MÜHEFHEFE |
Beli ince olan kadın. (Müz: Mühefhef) |
MÜHELHEL |
Güzel şiir veya söz. * Zarif ve şık elbise. |
MÜHELHİL |
Lâtif ve nâzik söz söyleyen. * Bir şeyi lâtif ve zarif bir şekilde
yapan. |
MÜHELLİL |
Tehlil eden. "Lâ İlâhe İllâllah"ı devamlı tekrar eden. (Bak: Tehlil) |
MÜHENDİS |
(C.: Mühendisûn) Hendese bilen. Geometri bilen ve tatbik eden. |
MÜHENDİSÎN |
(Mühendis. C.) Mühendisler. Hendese ilmini bilen kimseler. |
MÜHENDİZ |
Mühendis mânâsına ise de "zel" ile kullanılmaz. |
MÜHENNA |
Hazmolmuş. |
MÜHENNED |
Hint
demirinden yapılmış kılınç. Keskin kılınç. |
MÜHEVAN |
Geniş büyük sahrâ. |
MÜHEVVİL |
Korkunç. Heybetli. Azîm,
çok büyük. |
MÜHEVVİN |
Hiffet ve kolaylık gösteren. Kolaylaştıran. |
MÜHEYKEL |
Heykelleşmiş. * İri vücudlu ve sağlam. |
MÜHEYMİN |
Mü'min. * Hazır. Sâdık. * Hâfız. Hıfz edici. Koruyucu. |
MÜHEYYA |
(Hey'e. den) Hazırlanmış olan. Hey'et-i mecmuası tertib ve tesviye
olunmuş olan. |
MÜHEYYİ' |
Hazır eden. Müheyya eden. Amâde eden. |
MÜHEYYİB |
Korku veren. Heybetli. |
MÜHEYYİC |
Tehyic eden. Heyecan veren. |
MÜHEZZEB |
Islah edilmiş. Düzeltilmiş. Lüzumsuzu çıkarılmış, temizlenmiş.
Safileştirilmiş. |
MÜHEZZİB |
Temizleyen. Islah eden.
Safileştiren. |
MÜHÎB |
Heybetli. Korkunç. Azametli. * Tehlikeli. |
MÜHİC |
(Mühce - Mühec) Ruhlar. Canlar. |
MÜHİMM |
Düşündürücü. * Değeri çok fazla. Kıymetli. * Lâzım ve muktezi olan. |
MÜHİMMAT |
(Mühimm. C.) Mühimler. Lüzumlu olanlar. * Harp malzemesi. |
MÜHİMMÂT-I ASKERİYE |
Askeri malzeme. |
MÜHİMME |
Uğraştıran, düşündüren. |
MÜHİMSAZ |
f. Mühim ve ehemmiyetli işler gören. |
MÜHİMTER |
f. Ehemmiyetli ve çok önemli. |
MÜHÎN |
(Hevn. den) İhanet eden. Tahkir ve tezlil eden. * Hor, hakir, alçak.
Hâin. |
MÜ'HİR |
(C: Meâhır) Göz ucu. |
MÜHL |
Erimiş bakır. * Potada eritilen maden. * Yağ tortusu. |
MÜHLET |
Vakit. Bir işi bir zaman için geri bırakmak. * Rıfk ve teenni ile
meydan vererek tutmak. |
MÜHLİK(E) |
Helâk eden. Öldüren. Öldürücü. İfsad eden. Bozan. Kıtal. |
MÜHLİKÂT |
(Mühlik. C.) Kötü ve günah olan işler. * Helâk edenler. Hayrı ve sevabı
bozan fenâ hareketler. |
MÜHLİKÂT-I SEB'A |
Yedi büyük ve helâk eden amel. Yedi büyük günah. (Bak: Kebâir -
Mubikat) |
MÜHMEL |
İhmâl edilmiş. Bırakılmış. Kıymet verilmemiş. Bakılmamış. * Mânasız ve
boş söz, cümle. Sonraya atılmış. * Boşlanmış. * Edb: Noktasız harf, noktasız
harflerle yazılmış olan. * Ebcedde: Noktasız harflerin hesabı ile çıkan
tarih. |
MÜHMELÂNE |
f. Önem ve ehemmiyet vermeksizin, başdan savarcasına. |
MÜHMELAT |
(Mühmel. C.) Anlamsız ve mânâsız boş sözler. |
MÜHMİL |
İhmâl eden, boşlayan. |
MÜHR |
Mühür. İmza yerine basılan yazılı damga. Damga. Sikke. * Tay. |
MÜHR-Ü NÜBÜVVET |
Peygamberlik mühürü. Peygamberimiz Hz. Muhammedin (A.S.M.) iki omuzu
arasındaki (sırtındaki) peygamberlik işareti. |
MÜHRBEND |
f. Mühürlü. |
MÜHRDAR |
f. Eskiden bir bakanlık veya dairenin resmi mührünü kullanmakla görevli
olan kimseye verilen ad. Hususi kalem müdürü. |
MÜHRDEHAN |
f. Ağzı mühürlü, kapalı. *
Oruçlu. |
MÜHRE |
f. Cilâ için kullanılan küçük yuvarlak cisim. Deniz böceği kabuğu. *
Her nevi yuvarlak cisim. * Billurdan yapılı küçük kap. * Çekiç. * Cam
boncuk. * Omurga kemiği. |
MÜHRE-İ ZER |
Güneş, şems. |
MÜHREDAR |
f. Mühreli, cilâlı. |
MÜHTEBİŞ |
Birikmiş, bir araya toplanmış. |
MÜHTECÎ |
Hicveden, yeren. |
MÜHTECİN |
Pek küçük yaşta iken evlendirilerek kocaya verilmiş olan kız. |
MÜHTEDÎ |
Hidayete ermiş olan. İslâmiyete girmiş olan. Doğru yolu seçen. Hak
dinine girmiş olan. |
MÜHTELİS |
Zayıflamış, düşkünleşmiş. |
MÜHTEZİM |
Bir kimsenin malını zorla alıp gasbederek zulmeden. |
MÜHTEZZ |
(İhtizaz. dan) Sevinç ve neşeden dolayı oynayan. * Titreyen, ihtizaz
eden. |
MÜHUD |
(Mehd. C.) Beşikler. |
MÜHÜD |
(Mihâd. C.) Döşekler, yataklar. |
MÜHUR |
(Mehr. C.) Evlenirken erkek tarafından verilen nikâh bedelleri. |
MÜJ |
f. Kirpik. |
MÜJDE |
f. Beşâret. Sevinç haberi. |
MÜJDE-ÂVER |
f. Müjde getiren. |
MÜJDE-GÂN |
f. Müjdeye karşılık verilen bahşiş veya hediye. |
MÜJDE-RES |
f. Müjde veren, müjde getiren. |
MÜJDE-RESAN |
f. Müjdeleyen, müjde getiren, müjde veren. |
MÜJE |
(C.: Müjgân) f. Kirpik. |
MÜJEK |
f. Kirpikçik. Kirpik kılı. |
MÜJGAN |
f. Kirpik. |
MÜKA' |
Islık. Islık çalmak. |
MÜKA'AB |
Geo: Mikâp, küp. |
MÜKAAME |
Öpmek. |
MÜK'AB |
Çok sık dürülmüş nesne. |
MÜKÂBEDE |
Eklemek, kendine bir şey ilâve etmek. * Bir işten zorluk görmek. |
MÜKÂBERE |
(Kibr. den) Kendi sözünün haksızlığını ve karşısındakinin doğruluğunu
bildiği hâlde kabul etmemek ve nizâ çıkarmak, kavga etmek. Kendini büyük
görmek.(Hilkat-ı kâinatta bir hikmet-i tâmme görünüyor. Evet inayet-i
ezeliyenin timsali olan hikmet-i İlâhiyye, kâinatın umumunda gösterdiği
maslahatların riâyeti ve hikmetlerin iltizamı lisanı ile saadet-i ebediyeyi
ilân eder. Çünkü, saadet-i ebediyye olmazsa, şu kâinatta bilbedahe sâbit
olan hikmetleri, fâideleri mükâbere ile inkâr etmek lazım gelir... S.) |
MÜKÂBESE |
Çukur doldurmak. |
MÜKÂBİR |
Kendini büyük gören, karşısındakini küçümsüyerek, doğru sözünü kabul
etmeyen. Haksız olduğu hâlde hak iddiasında bulunan. |
MÜKÂDEBE |
Meşakkat çekme, bir işten zorluk görme. |
MÜKÂDERE |
Men'etmek, engel olmak. Reddetmek, kabul etmemek. |
MÜKÂFAHA |
Karşılaşma. Yüzyüze gelme. * Savaşma. |
MÜKÂFAT |
(Kifâyet. den) Bir hizmet veya muvaffakiyete ve iyiliğe karşı verilen
karşılık. * Berâberlik. * Takdirnâme. |
MÜKÂFAT-I NAKDİYE |
Para mükâfatı. |
MÜKÂFATEN |
Mükâfat ve karşılık olarak. |
MÜKÂFEE |
Beraberlik, eşitlik, müsavat. |
MÜKÂFELE |
Karşılıklı olarak birbirine kefil olma. |
MÜKÂFÎ |
(Kifâyet. den) Eşit, müsâvi. Beraber. |
MÜKÂFİL |
Karşılıklı kefillerden herbiri. |
MÜKAHHAL |
(Kuhl. dan) Sürme çekilmiş göz. Sürmeli göz. |
MÜKÂLEBE |
(Kelb. den) (Köpekler gibi) dalaşma. |
MÜKÂLEMAT |
(Mükâleme. C.) (Kelâm.dan) Mükâlemeler, konuşmalar. |
MÜKÂLEME |
Karşılıklı konuşma. Anlaşma. Müzakere. Muhavere. Söyleşme. |
MÜKAM |
Durulacak yer, ikametgâh. İkametgâhta geçen zaman. |
MÜKÂNEFE |
Yardım etmek, muavenet. |
MÜKÂRAT |
Kiraya verme. Kira ile tutma. |
MÜKÂREHE |
Tiksinme. |
MÜKÂREME |
Cömertlik ve kerem
hususunda yarışma. |
MÜKÂRÎ |
(Kira. dan) Katırcı. Kira ile hayvan işleten. |
MÜKÂŞEFE |
Gizli şeyleri birbirine açıp keşf ve izhar etmek, açığa çıkarmak.
Meydana çıkarmak. * Bir hususu keşif yolu ile anlamak, bilmek. * Cenab-ı
Hakk'ın zât ve sıfatlarına ve sâir sırlarına vukufiyyet. (Bak: Keşfiyat) |
MÜKÂŞEHA |
Husumet etmek, düşmanlık yapmak. |
MÜKÂŞİF |
(Keşf. den) Mükâşefede
bulunan. |
MÜKÂTEBAT |
(Mükâtebe. C.) Mektuplaşmalar, mükâtebeler, yazışmalar. |
MÜKÂTEBE |
Yazışma. Mektuplaşma. Birbirine yazma. * Fık: Azâd edilmesi, bazı
şartlara -mal kazanmak veya bir müddet hizmet etmek gibi neticeye- bağlı
olan köle veya câriye ve bu azad hususunda yapılan mukavele. |
MÜKÂTEME |
(Ketm. den) Ketmetme, gizleme. |
MÜKÂTİB |
Mektup yazan. Mektuplaşan. * Fık: Köle veyâ câriyesinin azâd edilmesini
bir kazanca veya bir müddete bağlayan efendi. |
MÜKÂVAHA |
Muharebede üstün gelme, galib olma. |
MÜKÂYEDE |
(Keyd. den) Hile tertip etme, tuzak yapma. |
MÜKÂYELE |
(Mükâyelet) Bir kimsenin davranışına aynıyla karşılık verme. *
Ölçülmek. |
MÜKÂYESE |
Zariflik ve akıl hususunda çokluk iddiasında bulunma. |
MÜKÂZEBE |
(Kizb. den) Karşılıklı olarak yalan söyleme. |
MÜKEBBİR |
Tekbir getiren, "Allahü ekber" diyen. |
MÜKEBBİRE |
Büyük camilerde müezzinlerin, son cemaat yerlerinde namaz kılan halka,
imamın tekbirlerini tekrar etmek üzere bulundukları çıkıntılı balkonlara
verilen addır. |
MÜKEDDER |
Kederli. Sıkıntılı. * Tekdir edilmiş. Azarlanmış. * Bulandırılmış.
Bulanık. |
MÜKEDDERÂNE |
f. Mükedder olan bir kimseye yakışır surette. |
MÜKEDDÎ |
Israr ile alıp israf ile yiyen kişi. |
MÜKEDDİR |
(Keder. den) Keder ve hüzün veren. * Bulandıran. |
MÜKEFFEF (MEKFUF) |
(C.: Mekâfif) Kürklü kaftan. |
MÜKEFFEN |
(Kefen. den) Kefene sarılmış, tekfin edilmiş. |
MÜKEFFER |
İyilikleri inkâr edilip kendisine teşekkür edilmeyen adam. |
MÜKEFFİRE |
Örtecek, gizleyecek yer. |
MÜKELLA' |
Sâhil. Nehir kenarı. |
MÜKELLEB |
Bağlı esir. |
MÜKELLEF |
Bir şeyi yapmağa mecbur olan. Vazifeli. Muvazzaf. * Bir şeyi ödemeğe
mecbur olan. * Mükemmel hazırlanmış, külfetle süslenmiş olan. (Bak: Teklif) |
MÜKELLEFÎN |
Vazifeliler. Mükellefler. Bir şeyi ödemek zorunda bulunanlar. |
MÜKELLEFİYET |
Mecburiyyet. Bir işi yapmağa vazifeli oluş. Bir işi terk edememek hâli.
Mükellef oluş. |
MÜKELLEL |
(İklil. den) Başında taç bulunan. Taç giymiş olan. * Parlak, müzeyyen,
süslü. * Tacına inci taşları dizilen. |
MÜKELLİB |
Yırtıcı hayvanları ava alıştıran, avcılık tâlim edip öğreten. |
MÜKELLİF |
Teklif eden. * Vazife veren. İş veren. * Zorluğa sevkeden. |
MÜKELSEM |
Yuvarlak yüzlü. * Büyük, kalın. |
MÜKEMMEL |
Tamam. Olgun. Noksansız. Eksiksiz. Kemal bulmuş. Kemale erdirilmiş. Çok
iyi.(Mâlumdur ki, mevzun ve muntazam ve mükemmel ve güzel san'atlar, gayet
güzel bir proğrama istinad eder. Mükemmel ve güzel bir proğram ise; mükemmel
ve güzel bir ilme ve güzel bir zihne ve güzel bir kabiliyet-i ruhiyeye
delâlet eder. Demek ruhun mânevi güzelliğidir ki, ilim vasıtası ile
san'atında tezahür ediyor. S.) |
MÜKEMMELEN |
Mükemmel ve tam olarak. |
MÜKEMMİL |
İkmâl eden. Tamamlayan.
Tamamlayıcı. |
MÜKENA' |
(Mekin. C.) Vakar ve iktidar sâhibleri. * Oturanlar, yerleşenler. |
MÜKENNA |
(Künye. den) Künyeli, künyesi olan, künyelenmiş. |
MÜKENNEF |
Etrafı sınırlanmış, çevresi çevrelenmiş. |
MÜKERREM |
Hürmet ve tâzim edilen. İkram olunmuş. Muhterem. Kerim olan.(İnsan
fıtraten mükerrem olduğundan, hakkı arıyor. Bazan batıl eline gelir, Hak
zannederek koynunda saklar. Hakikatı kazarken, ihtiyarsız, dalâlet başına
düşer; hakikat zannederek kafasına giydiriyor. Mek.) |
MÜKERREMEN |
Saygı ve hürmet ile. İkram ile. |
MÜKERRER |
Tekrarlı. Tekrar olunmuş. İki veya daha fazla aynısı yapılmış. |
MÜKERRERAT |
(Mükerrer. C.) Mükerrer olan ve tekrarlanmış şeyler. |
MÜKERREREN |
Mükerrer olarak. Tekrar be tekrar. |
MÜKERRİR |
Tekrar eden. Aynı şeyi bir sefer daha veya daha fazla tekrar eden. *
Huk: Birden fazla suç işleyen. |
MÜKESSER |
(Kesr. den) Çoğaltılmış, teksir edilmiş. |
MÜKESSER |
Kırılmış. Kırılan. |
MÜKESSİB |
(Kesb. den) Teksib eden, kazandıran. |
MÜKESSİF |
(Kesâfet. den) Koyulaştıran, kesif hâle getiren. |
MÜKESSİFE |
Kondansatör. (Bak: Miksefe) |
MÜKESSİR |
Teksir eden, çoğaltan. |
MÜKESSİR |
Kıran. Parçalayan. |
MÜKETTEL |
Kısa, kâsır. |
MÜKEVKEB |
(Kevkeb. den) Yıldızlı. |
MÜKEVVEN |
(Kevn. den) Yapılmış. Tekvin edilmiş olan. Yaratılmış. Meydana
getirilmiş olan. |
MÜKEVVENÂT |
Yapılmış ve
yaratılmışlar. Bütün mahlukat. |
MÜKEVVER |
Sarılmış. Kıvrılmış. |
MÜKEVVİN |
Yaratan, yapan (Allah C.C.). Tekvin eden. (Bak: Tekvin) |
MÜKEVVİR |
(Kevr. den) Büken. Kıvıran. * Döndüren. |
MÜKEYYES |
Keselenmiş. Kese biçiminde toplanıp kalmış olan şey. |
MÜKEYYİF |
Keyif verici, neşelendirici şey. Sarhoşluk veren. * Klima cihazı. |
MÜKEYYİFÂT |
Keyif verici, sarhoşluk verici şeyler. |
MÜKEZZİB |
Tekzib eden. Yalanlayan, yalan çıkaran. |
MÜKFEHİRR |
Üstüste yığılmış karabulut. * Asık suratlı adam. * Yaşlanmış kimse. |
MÜKHULE |
(C: Mekâhıl) Sürme koydukları kap. |
MÜKİBB |
(Kebb. den) Bir şeyin üzerine çok düşen. Gayretle çalışan. * Çok
lüzumlu olan. * Yüzü üstüne sürünen, zelil olan. |
MÜKLE |
(C: Mükül) Kuyu dibinde az az birikip toplanan su. |
MÜKNE |
Kudret, kuvvet. |
MÜKRA |
Kiraya verilmiş eşya. |
MÜKREH |
(Kerh. den) Zorlanan kimse. |
MÜKREH-ÜN ALEYH |
Bir kimsenin yapması için zorlandığı iş. |
MÜKREHEN |
Zorla. |
MÜKREM |
İkram olunmuş. Ağırlanmış. Lutfedilmiş. |
MÜKRİH |
(Kerh. den) Zorlayan, ikrah eden. |
MÜKRİM |
İkram eden. Ağırlayan. Lütf eden. Misafirsever. |
MÜKRİMANE |
f. Lütfederek, ağırlayarak, ikram ederek. |
MÜKS |
(Meks) Ağır ağır, vakit vakit. * Eğlenme, muntazır olma, durma,
bekleme. |
MÜKSİF |
Kalınlaştırıcı. * Tortu çöktürücü. |
MÜKSİR |
(Kesret. den) Çoğaltan, iksâr eden. * Çok mala sahib olan. |
MÜKTEFÎ |
(Kifâyet. den) İktifâ eden, kanaat edici olan. Kâfi ve yeter bulan. |
MÜKTEHİL |
(Kuhl. dan) Kendi gözlerine sürme çeken. * Otluk veya çimenle yemyeşil
olan. |
MÜKTERA |
Kirâya verilen eşya. |
MÜKTERÎ |
Kira ile tutmuş olan. İktirâ eden. |
MÜKTERİB |
(İktirâb. dan) Kederli, hüzünlü, gamlı. |
MÜKTESEB |
İktisab edilmiş. Kazanılmış. Elde edilmiş. |
MÜKTESEBAT |
Elde edilmiş olanlar. Kazanılmış olanlar. Çalışmak suretiyle kazanılmış
olanlar. |
MÜKTESEB HAK |
Kazanılmış, ele
geçirilmiş, elde edilmiş hak. |
MÜKTESİB |
(Müktesibe) (Kesb. den) Elde eden, edinen, kazanan. |
MÜKTİNN |
Gizlenen, saklanan. Başkasınca gizlenip saklanmış olan. |
MÜKUD |
Durmak veya durdurmak. |
MÜKUR |
(Mekr. C.) Hileler, oyunlar, dalavereler. |
MÜKUS |
(Meks. C.) Öşürler, vergiler ve bunları tahsil etmeler. |
MÜKVİN |
Yumurtası çok olan
kertenkele. |
MÜL |
f. şarap. |
MÜLA |
Çok sihirbaz. |
MÜLAABE |
(La'b. dan) Oynayıp eğlenme. Oynaşma. |
MÜLAANE |
Lânet edişmek. Erkek ile kadının birbirlerini lânetlemeleri. |
MÜLABESET |
(Lebs. den) Karışma. Münâsebet. Ülfet ve ihtilât etmek. Birbirine benzeyen
iki şeyin karıştırılarak birbirine benzetilmesi. * Takribi cihet. |
MÜLABİS |
(Lebs. den) Münasebet kuran. Yakınlık gösteren. Bir kimse ile aşırı
ahbaplık eden. * Karışan. |
MÜLAEBE |
(La'b. dan) Oynaşıp eğlenme. Oynaşma. |
MÜLAENE |
Birbirine bedduâ etme. Lânetleşme. (Bak: Lian) |
MÜLAET |
(C.: Mulâ) Midedeki rahatsızlıktan dolayı husule gelen zükkâm
hastalığı. * Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.), Hz. Abbas'ı ve dört erkek
evlâd-ı mübarekelerini örttüğü perde. * Büyük ihram. |
MÜLAGIM |
Ağzın çevresi, dil erişen yerleri. |
MÜLAHAFE |
Mülâzemet, devamlı bir işle meşguliyet. Bir işe bağlılık. * İsrar
etmek. |
MÜLAHAKA |
Sonradan yetişmek ve tâbi olmak. |
MÜLAHAKE |
Bir nesneyi diğerine gereği gibi yetiştirmek. |
MÜLAHAT |
Yakınlaşmak. Çekiştirmek. * Çocuğun, sütten kesilme vaktine
yakınlaşması. * Niza ve husumet etmek. |
MÜLAHAZA |
Mütâlaa. Dikkatle bakmak. İyice düşünüp bir işin hakikatını tetkik
etmek. Tefekkür, düşünce. |
MÜLAHAZAT |
(Mülahaza. C.) Mülahazalar. Düşünceler. Akıldan geçenler. |
MÜLAHHAM |
(Lâhm. dan) Etli, semiz, şişman. |
MÜLAHHAS |
Hülâsası, özü
çıkarılmış. Telhis edilmiş. |
MÜLAHHİS |
Hülâsa eden. Özünü bildiren. |
MÜLAHIK |
(Lahk. dan) Yapışık, bitişik. |
MÜLAHÎ |
İri taneli beyaz üzüm. |
MÜLAHİD |
Hak bir yoldan, hak bir mezhebden sapma. |
MÜLAİB |
(La'b. dan) Oynaşan, oynayan. |
MÜLAİM |
Mülâyim. Yumuşak. Lâtif. |
MÜL'AKA |
Bir kaşık dolusu miktar. |
MÜLAKAHA |
Hâmile olmak. |
MÜLAKAME |
Yutmak. |
MÜLAKANE |
Telkin etmek. |
MÜLAKAT |
Kavuşma. Buluşma. Birleşme. * Resmi görüşme. Yüz yüze olma. |
MÜLAKÎ |
Buluşan. Yüz yüze gelen. Görüşen. Kavuşan. |
MÜLAKKAB |
Lâkablanmış. Lâkablı. Başka isim verilmiş. |
MÜLAM |
İtab. Azarlama. Azar. |
MÜLAMESE |
(Lems. den) Birbirine dokunma, değme, el ile tutma, temas etme. *
Yapışmak. |
MÜLAMEZE |
Ayıplamak. |
MÜLASAKA |
Ulaşma, yanaşma. * Bitişme, yapışma, iltisâk etme. |
MÜLASIK |
(Lüsuk. dan) İltisaklı. Bitişik. Yapışık. Yanyana bulunan. |
MÜLATAFA |
(Mülâtefe) (Lutf. dan) Birbirine lâtife etmek. Şakalaşmak. İltifat
etmek. Güzel muâmele. |
MÜLATAFAT |
(Mülâtafa. C.) Lâtifeler, mülâtafa etmeler, şakalaşmalar. |
MÜLATAMA |
Birbirine şamar vurma, tokat atma. |
MÜLATIF |
Lâtife eden, şakacı, lâtifeci. |
MÜLATTIF |
(Lutf. dan) Bir iyilikle gönül alan. Taltif eden. * Yumuşatıcı (ilâç). |
MÜLATTIFAT |
(Mülattıf. C.) Yumuşatıcı ilâçlar. |
MÜLAVEME |
Birbirini çekiştirme. |
MÜLAVEZE |
Birbiri ardınca gizlenmek. * Birbirine sığınmak. |
MÜLAYELE |
Gece işi için verilen ücret. |
MÜLAYEME(T) |
Lâtife etmek, şaka yapmak. * Sevinç izhar etmek. * Yumuşaklık.
Uygunluk. Yumuşak huyluluk. * Bağırsakların yumuşaklığı. |
MÜLAYENE(T) |
Yumuşak etmek. * Yumuşaklık. (Bak: Liyan) |
MÜLAYİM |
Yumuşak. Yavaş. Uygun. Yumuşak huylu. |
MÜLAZEME |
Lüzumlu. Gerekli. Ayrılmaz. Lâzım. |
MÜLAZEMET |
Devamlı bir işle meşguliyet. * Sımsıkı bir işe bağlılık. * Staj görme.
* Gidip gelme. |
MÜLAZEMETEN |
Staj görerek. Maaşsız ve aylıksız olarak. |
MÜLAZİK |
Yapışmış olma.* Yapışmış. |
MÜLAZIM |
Bir kimseye bağlı gibi olan. * Maaşsız acemilik hizmeti. * İlmiyyede:
Medrese tahsilini bitirip icazet alan. Stajyer. * Eskiden askerlikte
yüzbaşıdan aşağı rütbelerin derecesi, ünvanı. |
MÜLAZIM-I EVVEL |
Üsteğmen. |
MÜLAZIM-I SÂNİ |
Teğmen. |
MÜLAZİMÎN |
(Mülâzımân) (Mülâzım. C.) Stajyerler. Bir yere maaşsız olarak gidip
gelenler. * Bir kimseye sarılıp ondan ayrılmayanlar.* Teğmenler. |
MÜLCE' |
Mecbur olan kişi. |
MÜLCEM |
Gemli. Yularlı. |
MÜLCÎ |
Zorla ve cebren yaptıran. Zorlayan. |
MÜL'E |
Zâhidlik, muttakilik, sofilik. |
MÜLEBBED |
Keçeden kaftan giymiş kişi. |
MÜLEBBES |
(Lebs. den) İltibaslı, karışık. * Giyilmiş. |
MÜLEFFAK(A) |
(Telfik. den) Düzme, uydurma, yalandan, sahte. * Yaldızlama. |
MÜLEKKIN |
Telkin eden. Bilgi vermeğe çalışan. |
MÜLEMLE (MÜLMÜLE) |
Bâzısı bâzısına yapışıp toplanmış şeyler. * Sağlam ve sert yuvarlak
taş. |
MÜLEMMA' |
(Lem'. den) Parlak. Revnekdar. * Bulaşmış, sıvanmış. * Karışık dilde
söylenmiş manzume. * Renk renk olan. |
MÜLEMMAAT |
(Mülemma'. C.) Bir kısmı Türkçe, bir kısmı Farsça veya Arapça söylenmiş
olan manzumeler. |
MÜLEMMA'-KÂR |
f. Riyakâr, mürâi. |
MÜLES |
Düz cilâlı nesne. |
MÜLESLİS |
Mütereddit, tereddütlü, kuruntulu kimse. |
MÜLESSEN |
Dil gibi uzun ve yumuşak olan ayak veya ayakkabı. |
MÜLEVVEN |
Renk renk olan. Boyalı, renkli. Çeşit çeşit boyalı. |
MÜLEVVES |
Kirli. Pis. Bulaşık. Bulaştırılmış. * Alıkoyulup sonraya bırakılmış
veya durdurulmuş olan. * Tazelenmek için suda ıslatılmış şey. * Karışık,
intizamsız. |
MÜLEVVİN |
(Levn. den) Boyanan. * Renk veren. Telvin eden. |
MÜLEYYEN |
(Linet. den) Yumuşatılmış. |
MÜLEYYİN |
Yumuşatan, yumuşaklık veren, yumuşaklık verici. |
MÜLEZZEZ |
Bir yere biriktirilip toplanmış, yığılmış ve ulaştırılmış nesne. |
MÜLFİC |
İflâs eden. |
MÜLGA |
İlga edilmiş. Kaldırılmış. Metruk ve lağvedilmiş şey. Terkedilmiş. |
MÜLHA |
(C: Mülâh) Siyah ile karışık olan beyaz. * Lâtif ve güzel olan söz. |
MÜLHAK |
İlhak olunmuş. Sonradan katılmış, zam ve ilâve olunmuş, eklenmiş. |
MÜLHAKAT |
(Mülhak. C.) Bir merkeze bağlı veya ait olan yerler. * Ekler, ilâveler,
katmalar. |
MÜLHEM |
Kalbe doğmuş. Allahın, ilham ile kalbe bildirdiği. |
MÜLHEMÛN |
İlhama mazhar olanlar. |
MÜLHİD |
Dinden çıkan, dinsiz, kâfir, imânsız. Haşir ve âhirete inanmayan. |
MÜLHİDÂNE |
f. Dinsizce, imansızca. Mülhid olan bir kimseye yakışır şekil ve
surette. |
MÜLHİDÎN |
Mülhidler. |
MÜLHİF |
İsrar eden. |
MÜLHİK |
İlhak eden. İlâve eden, katan, ekleyen. |
MÜLHİM |
Kalbe feyiz veren, ilham eden Allah (C.C.)(Hadis, maden-i hayat ve
mülhim-i hakikattir. M.) |
MÜLHİM |
İbrişimden olan elbise. |
MÜLIZZ |
Lüzumlu, gerekli. * Cür'et ve ısrar eden kişi. |
MÜLİHHÎN |
Israr edenler, zorlayıcılar. İlhah edenler. |
MÜLÎM |
Kendini levm etmek. Melâmette olmak. Kusurunu anlayıp kendisini kötülemek. |
MÜLİMME |
Felâket. |
MÜLK |
Mal. Yer. Bina. * Hüküm ile bir şeyin zabt ve tasarrufu. * İzzet,
azamet, şevket. * Bir şeyin dış yüzü. * İnsanın sahip ve malik olduğu şey. *
Akıl sahiplerini tasarruf etmek. * Mâlik olmak.(Her şeyin bir mülk, diğeri
melekut, yâni bir dış, diğeri iç olmak üzere iki ciheti vardır. Mülk ciheti
bazı şeylerde güzeldir, bazı şeylerde de çirkin görünür; âyinenin arka yüzü
gibi. Melekut ciheti ise, her şeyde güzeldir ve şeffaftır. Ayinenin dış yüzü
gibi. Öyle ise; çirkin görünen şeyin yaradılışı, çirkin değildir, güzeldir.
Ve aynı zamanda o gibi çirkinlerin yaradılışı, mehasini ikmâl içindir. Öyle
ise, çirkinin de bir nevi güzelliği vardır. Binaenaleyh, bu hususta ehl-i
İ'tizalin "Çirkin şeylerin halkı Allah'a âid değildir" dedikleri safsataya
mahal kalmadı. İ.İ.) (Bak: Melekut) |
MÜLK-İ YEMİN |
Bir kimsenin mülkü olan köle veya câriye. |
MÜLK SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'in 67. suresidir. Tebâreke, Münciye, Mücâdele, Mânia,
Vakiye, Mennea Suresi gibi isimleri de vardır. Mekkîdir. |
MÜLKDAR |
f. Padişah. |
MÜLKEN |
Mülk olarak. |
MÜLKET |
Mülk. * Memleket. Ülke. |
MÜLKET-İ OSMANİYE |
Osmanlı Ülkesi. |
MÜLKGİR |
f. Padişah, hükümdar. |
MÜLKIYAT |
İlham eden melâikeler. |
MÜLKİYE |
Memleket idaresi için çalışan daire veya bu daireye mensup olanlar. *
Asker olmayanlar. * Şeriat âlimlerinin hâricindeki memurlar sınıfı. |
MÜLKİYET |
Mülk sahipliği, vakıf olmayan bina ve mülkün durumu. |
MÜLLAH |
Mübâlağa ile güzel. * Ekşi ot. |
MÜLMİ' |
Abanoz ağacının âlâsı. * Birbirine karışmış nesne. |
MÜLSAK |
(Melsuk) Bitiştirilmiş, yapıştırılmış olan. İlsak edilmiş. |
MÜLTEBİS |
İltibas etmiş, birini öteki zannetmiş, karıştırmış olan. * Karışık,
şüpheli ve benzer olan. |
MÜLTECA |
(Lec'. den) Sığınılacak ve iltica edilecek yer. Melce'. |
MÜLTECİ |
İltica eden, sığınan. |
MÜLTEFET |
(Left. den) Kendisine iltifat edilmiş olan. Güler yüz gösterilmiş ve
hoş davranılmış. * Ehemmiyet verilmiş. |
MÜLTEFF |
(Mülteffe) Birbirine sarılmış. Karışmış. |
MÜLTEFİT |
İltifat edici, teveccüh edip yüz gösteren. İyi muâmele edip dostluk
gösteren. |
MÜLTEFİTANE |
f. Mültefitçe. İltifatlılıkla. |
MÜLTEHÎ |
(Lihye. den) Sakalı çıkmış olan genç. |
MÜLTEHİB |
(Lehb. den) Alevlenmiş, tutuşmuş. * İltihablı, kızarmış, şişmiş. |
MÜLTEHİC |
Sığınacak yer. Sığınak. |
MÜLTEHİD |
Bir yere sığınan kimse. |
MÜLTEHİF |
Yorgan veya battaniye gibi bir şeye sarılmış olan. |
MÜLTEHİF |
Alevli. * Mc: Çok üzgün ve kederli olan. |
MÜLTEHİK |
(Lühuk. dan) İltihak etmiş olan. Katılmış, katıştırılmış. |
MÜLTEİM(E) |
(Le'm. den) İyileşen ve kapanan (yara). * Cem'olucu, toplanan. *
Ulaşan, ulaşıcı. |
MÜLTEKA |
Kavuşup buluşulacak yer, iki şeyin birleştiği yer. * Kavşak. * Hanefi
hezhebinin meşhur bir fıkıh kitabının ismi. |
MÜLTEKIM |
Yutan. |
MÜLTEKIMANE |
f. Yutarcasına. |
MÜLTEKÎ |
(Lika. dan) Kavuşan, buluşan, birleşen. |
MÜLTEKİT |
Yerden alan. Toplayan. (Bak: Lükata) |
MÜLTEMES |
(C.: Mültemesât) (Lems. den) Kayırılan, iltimaslı. |
MÜLTEMESÂT |
(Mültemes. C.) Kayırılanlar, mültemesler, iltimaslılar. |
MÜLTEMİ' |
(Lem'. den) Parlıyan, parıldıyan. İltimâ eden. |
MÜLTEMİS |
(C.: Mültemisin) (Lems. den) Kayıran, iltimas eden. |
MÜLTEMİSÎN |
(Mültemis. C.) İltimas edenler, kayıranlar. Biri için aracılık edip
işinin görülmesini dileyenler. |
MÜLTESEM |
Öpülür. |
MÜLTESİK |
(Lüsuk. dan) Birbirine bağlanmış. Yapışık, bitişik. |
MÜLTESİM |
Yaşmaklı. |
MÜLTEVİ |
(Leviy. den) Eğilmiş, bükülmüş, eğrilmiş. Sarılan, eğilen. |
MÜLTEZEM |
Lüzumlu görülen, lüzumuna inanılarak yapılmasına çalışılan. |
MÜLTEZİM |
Bir şeyi kendi üzerine lâzım eden; iltizam eden, üzerine alan, deruhte
eden. Devlet hazinesine maktu, muayyen vergi verip bir kısım memleketlerin
aşar gibi varidatının tahsilini üzerine alan. |
MÜLTEZİMANE |
f. İltizam edercesine. |
MÜLTEZİMÎN |
(Mültezim. C.) Mültezimler. İltizam edenler. |
MÜLUHIYA |
Ebemgümeci dedikleri ot. |
MÜLÛK |
Melikler, hükümdarlar. |
MÜLÛKÂNE |
f. Padişahlara yakışır bir surette. |
MÜLUKİYYE |
Müluhıyye otu. |
MÜLUL |
Dişi örümcek. |
MÜLÜK |
Burçak. (Hububattandır) |
MÜLZEM |
Susturulmuş, ilzam ve iskât olunmuş, sükuta mecbur olmuş. * Lüzumlu
görülmüş. |
MÜLZİM |
İlzam eden, susturucu. * Lüzumlu gören. Gerektiren. * Verilen hükmün
mutlak yerine getirilmesindeki mecburiyet. |
MÜLZİMANE |
Sözde susturmağa zorlıyarak. Sustururcasına. |
MÜLZİME |
Masa üzerine konulan kâğıtların uçup dağılmasını önlemek için üzerine
konulan bir âlet. |
MÜMACEDE |
Övünme. |
MÜMADEHA |
Övünmede yarışma. |
MÜMAHADE |
Övünme. |
MÜMAHALE |
Mekir ve hile etme, aldatma. |
MÜMAHHAS |
Tecrübe ve imtihan edilmiş. Denenmiş, sınanmış. |
MÜMAHIK |
İnat eden kimse, inatçı. |
MÜMA-İLEYH |
(Bak: Mumâileyh) |
MÜMAKERE |
Hile etmek, aldatmak. |
MÜMAKESE |
Satın aldığı şeyin pahâsından kesmek. |
MÜMAL |
Meyl etmek, yönelmek. |
MÜMALAHA |
Yemek, ekl. |
MÜMALAT |
Müsaade etmek, izin vermek. * Yardımlaşmak, muâvenet etmek. |
MÜMALATA |
Bir şâir bir mısra, başka bir şâir de diğer bir mısra söylemek üzere
karşılıklı şiir söylemek. |
MÜMANAA |
(Bak: Mümânea) |
MÜMANAAT |
(Mümâneat) Mâni olma. Set çekme. Önleme. Muhâlefet. |
MÜMANAT |
Uzatmak. * İntizar etmek, beklemek. |
MÜMANEA |
Karşılıklı menetme, ruhsat vermeyip önleme. |
MÜMARAT |
Çekişme, tartışma. Mücâdele. |
MÜMARESAT |
Mümâreseler. Alıştırmalar, bir işi devamlı yapmakla alıştırmalar.
Ustalıklar. Melekeler. |
MÜMARESAT-I İLZAMİYAT |
İkna ve ilzam etmek için meharetle bir işe devam etmek. İlzam için
yapılan ustalıklar. |
MÜMARESE |
(C.: Mümaresat) Çalışarak meharet kazanmak, üstadlık etmek. Bir işe
devam ederek ihtisas sahibi olmak. * Duruşmak. |
MÜMARET |
Adavet edişmek, düşmanlık yapmak. |
MÜMARETE |
Çabalama, uğraşma, gayret sarfetme. |
MÜMAS |
Temas eden, dokunan. |
MÜMASAA |
Birbiriyle kılıçlaşmak. |
MÜMASAHA |
Sözle birbirine yumuşak davranma. |
MÜMASELET |
Benzeyiş, müşabih olmak. şekilce, suretçe birbirine benzeyiş. |
MÜMASİL |
Benzeyen, benzer. Gibi. |
MÜMASSAR |
Sarı ile boyanmış nesne. |
MÜMASSE |
Birbirine değme. Dokunma, temâs etme. |
MÜMAŞAT |
Birlikte hoş geçinmek. * Bir maslahat yolunu takib etmek. * Meslek
işlerinde tesviye, tervic ve idare etmek. * Karışmamak. * Başkalarının zarar
vermeyen fikirlerine uyarcasına hareket etmek ve sulh u salâh üzere durmak.
Uygunluk. |
MÜMAŞATKÂR |
f. Dost geçinerek, kusurlara göz yumarak, müdara suretiyle. |
MÜMATALA |
Vâdeyi, borcu uzatıp geçirmek. |
MÜMATENE |
Irak olmak, uzak olmak. |
MÜMAZAHA |
Lâtife yapma, şakalaşma. |
MÜMAZAKA |
Dostluk hususunda riyâ gösterme. |
MÜMAZECE |
Övünme. * Karışmış, mahlut. |
MÜMAZEHA |
Yapışmak. (Ekseriya cimadan kinâye olur.) |
MÜMAZEKA |
Karışmak. |
MÜMAZİK |
Gerçek dost olmayan kimse. |
MÜMAZZAK |
Yırtılmış. Parça parça olmuş. |
MÜMECCED |
(Mecd. den) şereflendirilmiş. Medhedilerek ululanmış. |
MÜMECCEN |
Çekilmiş. |
MÜMEDD |
İmdad edilmiş. * Uzanan, uzatılmış. |
MÜMEDDED |
Temdid edilmiş, müddeti uzatılmış. * Gerilmiş olan. |
MÜMEHHAL |
Tadı gitmiş ve biraz bozulmuş süt. |
MÜMEHHED |
Hazırlanmış, serilmiş, yayılmış, düzeltilmiş. * Tanzim ve tesviye
olunmuş, döşenmiş. * Ilık su. |
MÜMEHHİD |
(Mehd. den) Döşeyen, yayan. * Düzenliyen. Tanzim ve tertib eden. |
MÜMEKK |
Su verilmiş demir. |
MÜMELLAH |
Tuzlu. |
MÜMELLEK |
Mülk olarak verilmiş. Temlik edilmiş. |
MÜMELLEK-ÜN LEH |
Kendisine mülk olarak bir şey verilen kimse. |
MÜMELLİK |
Mülk olarak veren ve temlik eden kimse. |
MÜMERRED |
Yüksek, mürtefi. * Duvarları yalçın kaya gibi olan düz bina. |
MÜMESSEK |
(Misk. den) Misk kokulu. |
MÜMESSEL |
Temsil edilmiş. * Benzetilmiş. * Tab olunmuş, basılmış. |
MÜMESSEL-İ LEH |
Hakkında temsil getirilen. |
MÜMESSİL |
Vekâlet eden. Bir şahsı bir topluluğu veya şahs-ı mâneviyi temsil eden.
* Benzeten. * Kitap bastıran. * Vekil. * Rol temsil eden. Aktör. |
MÜMESSİL-İ LEH |
Kendisi hakkında, lehinde mümessillik yapılmış, vekâlet edilmiş.
Lehinde temsil edilmiş. |
MÜMEVVEH |
Sahte, samimi olmayan, içten değil. Görünüşte haklı olan. Gösterişle
alâkadar. |
MÜMEVVEHÂT |
Hayâli, görünüşe göre haklı olanlar. |
MÜMEVVEL |
(Mal. dan) Zengin. |
MÜMEYYEZ |
(Meyz. den) Seçilmiş, ayrılmış, temyiz edilmiş. |
MÜMEYYİZ(E) |
Temyiz eden, ayıran, iyiyi kötüyü farkeden. * İmtihandaki talebenin
bilgisini imtihan ederek yoklayan kimse. * Gr: Tırnak işareti. |
MÜMHAT |
İnce sütlü dişi deve. |
MÜMHİKA |
Bereket gidermek. |
MÜMHİL |
(Mehl. den) Mühlet veren, bekleyen. |
MÜMİDD |
İmdad eden, yardım eden. * Uzatan, uzatıcı. |
MÜMİLL |
Melâl veren, usandıran, bıktıran. |
MÜ'MİN |
Allah'a ve emirlerine, kanunlarına iman eden. İnanan. Allah'a, âhirete,
kitablarına, meleklerine, peygamberlerine ve kadere iman edip itaat eden
kimse. * Emniyete kavuşan. * Korkulardan emniyet veren (Allah C.C.) (Bak:
İman, Kâfir) |
MÜ'MİN SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'in 40. Suresidir. Gafir, Tavl Suresi de denir. |
MÜ'MİNAT |
Kadın mü'minler. |
MÜ'MİNE |
(C.: Mü'minât) (Emn. den) İman etmiş olan kadın. Müslüman kadın veya
kız. |
MÜ'MİNÎN |
(Mü'min. C.) Mü'minler, iman etmiş kimseler. |
MÜ'MİNÛN |
Erkek mü'minler. |
MÜ'MİNÛN SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'in 20. suresidir. Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur. |
MÜMİT |
Ölümü yaratan, ölümü veren, imâte eden. Helâk eden. |
MÜMİYE |
İşaret eden, işaret edici. |
MÜMKİN |
Olabilir veya olmayabilir. İmkân dahilinde olan. Mümkün. |
MÜMKİN-ÜL VÜCUD |
Varlığı mümkün olan. |
MÜMKİNÂT |
Mümkün olanlar, imkânda olanlar. (Bak: İmkân) |
MÜMKUT |
Hışım ve gadap olunmuş, kızılmış kişi. |
MÜMLES |
Düz. |
MÜMSİHA |
Hattatların, kalemin mürekkebini silmekte kullandıkları bez. |
MÜMSİK |
Çok imsak eden, eli sıkı, bahil. * Bir şeye sağlam yapışan. |
MÜMSİKE |
Tutan, yapışan, sıkı tutan. |
MÜMTAZ |
Diğerlerinden ayrılmış, üstün, seçkin, seçilmiş. * Ayrı tutulan. |
MÜMTAZİYET |
Ayrılık, ayrı vasıf sahibi olmak, ayrı ve üstün vasıflılık. Yüksek
vasıf sâhibliği. * Edb: İfadenin diğer sözlerden daha güzel ve farklı
olması. |
MÜMTED |
Uzayan. Sürekli, devamlı. Uzanmış, çekilmiş, imtidâd etmiş. |
MÜMTEHAN |
(Mehn. den) Tecrübe edilmiş, denenmiş. İmtihan edilmiş. |
MÜMTEHİN |
(Mehn. den) Tecrübe eden, deneyen. İmtihan eden. |
MÜMTEHİNE |
(Mümtehane) İmtihan olunan kadın veya kız. |
MÜMTEHİNE SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'in 60. Suresidir. İmtihan veya Meveddet Suresi de
denilir. |
MÜMTELİ |
(Melâ. dan) Dolu, dolgun, dolmuş. * Mide dolgunluğuna uğramış. |
MÜMTENİ' |
İmkânsız, muhal, mümkün olmayan. * Çekinen, imtina eden. |
MÜMTENİ-UN BİZZAT |
(Mümteniatün bizzât) Varlığı, vücudu hiç bir şekilde mümkün olmayan.
Zâtı itibariyle imkânsız olan. |
MÜMTENİ-ÜL HUSUL |
Olması mümkün değil. |
MÜMTENİ-ÜT TAHSİL |
Tahsili, elde edilmesi mümkün olmayan. |
MÜMTER |
şüpheci, şüphe eden. |
MÜMTESİL |
İmtisal eden, aldığı emre uyan. |
MÜMTEZİC |
İmtizac eden. Birleşmiş olan, birleşik. * Birbirine tamamen uygun
olarak karışmış olan. * Aralık bırakmayan, birbirine karışık, tamamen
kapanan. * Birbiriyle iyi geçinen. |
MÜMTEZİCEN |
Karışmış olarak. Birbirine tamamen uyar bir hâlde. |
MÜMTIR |
Yağdıran, imtâr eden. |
MÜMZA |
(Mazâ. dan) İmzâ edilmiş, imzâlı. |
MÜMZİ |
(Mazâ. dan) İmzâ sahibi, imzâ eden. |
MÜNA |
(Minâ) Arzular. * Birinin yerine kaim-i makam olmak, birinin yerine
geçmek. * Suya giden yol. * Mekke-i Mükerreme'de hacıların kurban bayramında
kurban kestikleri ve şeytan taşladıkları mukaddes yer. |
MÜNA'AM |
Nimete nâil olmuş kimse, nimetlenmiş olan. |
MÜNABEZE |
Bırakmak. * Atmak. |
MÜNACAT |
Allah'a yalvarmak. Duâ. Allah'tan necat için dua. * Yalvarmak için
yazılan duâ veya manzume. * Sürurlaşmak, neşelenmek.Yazılı münâcâta bir
misâl:(Ey Rabb-i Rahimim! Resul-i Ekreminin tâlimiyle ve Kur'an-ı Hakim'in
dersiyle anladım ki: Başta Kur'an ve Resul-i Ekrem'in olarak, bütün mukaddes
kitaplar ve peygamberler bu dünyada nümuneleri görülen celâli ve cemâli
isimlerinin tecellileri, daha parlak bir surette ebed-ül âbâdda devam
edeceğine ve bu fâni âlemde nümuneleri müşahede edilen ihsanatının daha
şa'şaalı bir surette Dâr-ı Saadette istimrarına ve bekasına ve bu dünyada
onları gören müştakların ebedde dahi refakatlarına ve beraber bulunmalarına
bil'icma', bil'ittifak şehadet ve delâlet ve işaret ederler.Hem yüzer
mu'cizat-ı bâhiresine ve âyât-ı katıasına istinaden, başta Resul-i Ekrem
Aleyhissalâtü Vesselâm ve Kur'an-ı Hakim'in olarak, bütün ervah-ı neyyire
ashabı olan enbiyalar ve kulub-u nuraniyye aktabı olan Evliyalar ve ukul-ü
münevvere erbabı olan Asfiyalar, bütün suhuf ve kütüb-ü mukaddesede, Senin
çok tekrar ile ettiğin vaadlerine ve tehditlerine istinaden ve Senin, kudret
ve rahmet ve inayet ve hikmet ve celâl ve cemâlin gibi kudsî sıfatlarına ve
şen'lerine ve izzet-i celâline ve Saltanat-ı Rububiyyetine itimaden ve
keşfiyat ve müşahedat ve ilmelyakin itikadlariyle, Saadet-i Ebediyyeyi cin
ve inse müjdeliyorlar. Ve ehl-i dalâlet için Cehennem bulunduğunu haber
verip ilân ediyorlar ve iman edip şehadet ediyorlar...Ey Kadir-i Hakim! Ey
Rahman-ı Rahim! Ey Sâdık-ul-Va'd-il-Kerim! Ey izzet ve azamet ve celal
sahibi Kahhâr-ı Zülcelâl! Bu kadar sâdık dostlarını ve bu kadar vaadlerini
ve bu kadar sıfât ve şuunatını tekzib edip, saltanat-ı rububiyyetinin kat'i
mukteziyatını ve sevdiğin ve onlar dahi Seni tasdik ve itaatle kendilerini
Sana sevdiren hadsiz makbul ibadının hadsiz dualarını ve dâvalarını
reddederek, küfür ve isyan ile ve seni va'dinde tekzib etmekle Senin
azamet-i kibriyana dokunan ve izzet-i celaline dokunduran ve uluhiyyetinin
haysiyyetine ilişen ve şefkat-i rububiyyetini müteessir eden ehl-i dalalet
ve ehl-i küfrü, haşrin inkârında tasdik etmekten yüzbin derece mukaddessin
ve hadsiz derece münezzeh ve âlisin! Böyle nihayetsiz bir zulümden, bir
çirkinlikten Senin nihayetsiz adaletini ve cemalini ve rahmetini takdis
ediyorum! ş.) |
MÜNACAT-I RAHMAN |
Rahman'a yalvarmak. Cenab-ı Hakk'a dua ve niyazda bulunmak. |
MÜNACEDE |
Muavenet, yardım. |
MÜNACEZE |
Bitip tükenmek. |
MÜNADA |
(Nidâ. dan) Seslenilmiş, çağırılmış, nidâ edilmiş. |
MÜNADALE |
Müsabaka yarışına girmek. Atışma. Atış müsabakası. |
MÜNADAT |
Bağrışma. |
MÜNADEA |
Süngü ile birbirine hücum etmek. * Kucaklaşmak. |
MÜNADEBE |
İyilikleri sayılıp ağlanılan ölü. * Ölmüş bir kimsenin ahlâkını ve
evsafını anıp ağlaşmak. |
MÜNADEMET |
(Nedm. den) Nedimlik etme. Bir arada bulunup konuşma. |
MÜNADESE |
Taan edişmek, çekiştirmek. |
MÜNADİ |
Nidâ eden, seslenen, çağıran. Müezzin. |
MÜN'ADİL |
(Adul. dan) Doğru yoldan sapan. Cayan. |
MÜN'ADİM |
Ma'dum. Ademe gitmiş. Yok olan. |
MÜNADİM |
Nedimlik eden. Meclis arkadaşı. |
MÜNADİMÎN |
(Münadim. C.) Nedimler. Bir büyüğün yakını olan kimseler. |
MÜNAFAKA |
(Nifak. dan) İkiyüzlülük, münafıklık. |
MÜNAFAT |
Birbirinin aksine olan. Birbirine aykırı olmak. Aykırılık, mugayeret,
münafi, muhalefet. |
MÜNAFAZA |
Tozunu gidermek için silkmek. |
MÜNAFERAT |
(Nefret. C.) Nefret etmeler, tiksinmeler. Arada olan soğukluklar. |
MÜNAFERET |
Birbirinden kaçıp nefret etmek, karşılıklı huzursuzluk. * Adâvet, hased
ve şeref cihetinde hakeme müracaat eylemek. * Birbiri ile müfahere eylemek. |
MÜNAFESAT |
(Münâfese. C.) (Nefs. den) Münâfeseler. |
MÜNAFESE |
Başkasında görülen bir kemale imrenip ona yetişebilmek ve daha ileri
gidebilmek için, nefislerin nefâsette, iyi şeylerde yarışması hissidir ki,
nefsin şerefinden ve uluvv-i himmetinden neş'et eder. Hased ile arasında
fark açıktır. Hased eden kimse, kemâle düşmandır; hased ettiği kimsenin
zararından, nimetinin zevâlinden memnun olur.Münâfis, yarışçı ise kemâle
aşıktır. O, karşısındakinin sukutunu değil; kendisinden daha ileri gitmesini
ister. (E.T.) |
MÜNAFESE |
Üfürüşmek. |
MÜNAFEŞE |
Hesap görürken iyice araştırıp, birşeyi terk etmemek. |
MÜNAFIK |
İki yüzlü, araya nifak sokan. Fitnekâr. * Ahdini bozan, yalan söyleyen,
hıyanet eden. * Görünüşte müslüman olup hakikatte kâfir ve düşman
olan.("Münafık öldükten sonra namazı kılınmaz" meâlindeki âyet, o zamandaki
ihbar-ı İlâhî ile bilinen kat'i münafıklar demektir. Yoksa zan ile, şüphe
ile münafık deyip namaz kılmamak olmaz. Mâdem "Lâ ilahe illallah" der, ehl-i
kıbledir. Sarih küfür söylemese veyahut tevbe etse, namazı
kılınabilir...Münafık itikadsızdır, kalbsizdir ve vicdansızdır. Peygamber
(A.S.M.) aleyhindedir. R.N.) |
MÜNAFIKANE |
f. Münafıklıkla. |
MÜNAFIKÎN |
(Münafık. C.) Münafıklar. Fitnekârlar. İkiyüzlüler. Araya nifak
sokanlar. |
MÜNAFIKUN |
(Bak: Münafıkîn) |
MÜNAFIKUN SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'in 63. Suresidir. Medenîdir. |
MÜNAFÎ |
Zıt, uymaz, aksi, aykırı. Mugayir ve muhalif olan. |
MÜNAFİS |
Sırdaş. |
MÜNAGAT |
Çocukları sevindirecek ve güldürecek söz söylemek. |
MÜNAGGAS |
(Gussa. dan) Kederli, gussalı. |
MÜNAGGASAN |
(Gussa. dan) Tasalı olarak, gussalı olarak. |
MÜNAH |
Ağıt yakma. |
MÜNAHE |
Parmaklarıyla taksim etmek. Paylaştırmak. |
MÜNAHEBE |
Malı yağmalama. |
MÜNAİME |
Naz içinde büyüyen kadın. |
MÜNAKADE |
Bir şeyin iyisini kötüsünden seçip ayırmak. |
MÜNAKAHA |
Pâk etmek, temizlemek. |
MÜNAKALAT |
Nakiller. Nakil işleri. Ulaştırma işleri. |
MÜNAKALE |
Taşımak, ulaştırmak, aktarmak. |
MÜNAKARE |
Talep edişmek, karşılıklı istemek. |
MÜNAKASA |
(C.: Münakasât) (Noksan. dan) İhale ve alışveriş gibi şeylerde
eksiltme. |
MÜNAKASAT |
(Münakasa. C.) Eksiltmeler, münakasalar. |
MÜNAKAŞA |
Mücadele. Münazaa. Karşılıklı sözle çekişmek. Bir mes'eleyi sormayı çok
ileri götürerek çekişmek. (Bak: Hakperest)(Hadis-i Şeyheyn'in ittifakına
alâmet olan işaretiyle bir hadis bana gösterildi. "Hadis midir, değil
midir?" sual edildi.Ben dedim : Böyle mu'teber bir kitapta Şeyheyn Hadisinin
ittifakına hükmeden bir zâta itimad etmek lâzım; demek hadistir. Fakat
hadisin, Kur'an gibi bazı müteşabihatı var. Ancak havass onların mânâlarını
bulabilir. Şu hadisin zâhiri dahi, müşkilât-ı hadisin müteşabihat kısmından
olmak ihtimali var, dedim. Eğer bilseydim medar-ı münakaşa olmuş, öyle kısa
değil, belki böyle cevap verecektim:Evvelâ: Bu çeşit mesâili münakaşa
etmenin birinci şartı; insaf ile, hakkı bulmak niyetiyle, inadsız bir
surette, ehil olanların mabeyninde, su'-i telâkkiye sebeb olmadan müzakeresi
câiz olabilir. O müzakere hak için olduğuna delil şudur ki: Eğer hak,
muârızın elinde zâhir olsa, müteessir olmasın, belki memnun olsun; çünki
bilmediği şey'i öğrendi. Eğer kendi elinde zâhir olsa, fazla birşey
öğrenmedi, belki gurura düşmek ihtimâli var.Sâniyen : Sebeb-i münakaşa, eğer
hadis ise; hadisin merâtibini ve vahy-i zımnînin derecâtını ve tekellümât-ı
Nebeviyenin aksâmını bilmek lâzım. Avam içinde müşkilât-ı hadisiyeyi
münakaşa etmek, izhar-ı fazl suretinde avukat gibi kendi sözünü doğru
göstermek ve enaniyetini hakka ve insafa tercih etmek suretinde deliller
aramak câiz değildir. M.) |
MÜNAKAŞÂT |
(Münakaşa. C.) Çekişmeler. |
MÜNAKAZA |
İki sözün mânasının birbirine zıd olması. * Bir sözü evvelce söylediği
kelâma zıd ve muhâlif söylemek. |
MÜNAKEHA |
(C.: Münâkehât) (Nikâh. dan) Nikâhlanma. Nikâh kıyışma. |
MÜNAKEHAT |
Nikâhlanmalar. * Fık: Nikâhla alâkalı olan bahisler. |
MÜNAKERE |
Kavga ve niza etmek. * Karşılıklı inkâr. |
MÜN'AKID |
İn'ikad eden, bağlanan, bağlanmış, düğümlenmiş. * Teşkil olunmuş, resmi
olarak iki taraf arasında kabul olunmuş. Kurulan, ictima eden. |
MÜNAKIZ |
Birbirini tutmayan, zıt olan, nakzeden. * Başka kelâmın mânasına
muhalif olan. |
MÜN'AKİS |
Akseden, geri dönmüş, bir yere çarpıp geri gelen. |
MÜNAKKAH |
(Nakh. dan) En iyileri seçilmiş. Müntehab, güzide. * Soyulmuş,
temizlenmiş, ayıklanmış. * İdâre gayesiyle fazlası kesilmiş masraf. |
MÜNAKKAHİYET |
Ayıklanma, soyulma. En iyileri seçilme. |
MÜNAKKAS |
(Noksan. dan) Eksiltilmiş, azaltılmış, tenkis edilmiş. |
MÜNAKKAŞ |
Nakışlı, süslü, nakşedilmiş, işlemeli, resimli. |
MÜNAKKAT |
(Nokta. dan) Noktalı, noktalanmış. Nokta konmuş. |
MÜNAKKAYAT |
Temizlenmiş şeyler. |
MÜNAKKID |
(Bak: Münekkid) |
MÜNAKKIS |
Eksilten, azaltan. Tenkis eden. |
MÜNAKKİ |
Pâk edici, temizleyici. * Koruyan, hıfzeden. |
MÜN'AL |
Altına gön ve sahtiyan konulmuş nesne. |
MÜN'AM |
Çok kıymetli ve nazlı olarak büyütülmüş. |
MÜNAMESE |
Birbiriyle sırlaşmak. |
MÜN'AMİD |
Direğe dayanmış. |
MÜNASAFA |
(Nısf. dan) Yarıyarıya paylaşma. İki eşit parçaya ayırma. |
MÜNASAFATEN |
Yarıyarıya olarak. |
MÜNASAHA |
Nasihat etme, nasihatta bulunma. |
MÜNASARA |
Birbirine yardım etme. Muavenette bulunma. |
MÜNASAT |
Unutma, nisyan. |
MÜNASEBAT |
(Münasebet. C.) Münasebetler, ilgiler. İki kişi veya hey'et arasındaki
bağlar, ilişkiler. Alâkalar. |
MÜNASEBE |
Benzemek. |
MÜNASEBET |
İki şey arasındaki tenasüb, uygunluk, yakınlık, bağlılık, mensubiyet,
yakışmak, vesile, alâka. |
MÜNASEHA |
Bir şeyi diğerine nakletmek. * Döndürmek. * Tebdil etmek, değiştirmek.
* Huk: Bir vârisin, kendine bırakılan mirası alamadan ölmesi. |
MÜNASERE |
Saçmak. |
MÜNASİB |
Benzer, uygun, lâyık, yakışır, yaraşır. |
MÜNAŞEDE |
(Neşide. den) Karşılıklı neşide söyleme. |
MÜN'ATAF |
Meyledici, yönelen. * Dere açığı. |
MÜNATAHA |
Boynuzlu hayvanların birbiriyle vuruşması. Süsüşme. |
MÜN'ATIF |
Bir tarafa doğru teveccüh etmiş. Meyillenen, bir tarafa yönelen.
Mütemâyil, meyledici. |
MÜNAVAT |
Düşmanlık. |
MÜNAVEBE |
Nöbetle iş görmek, nöbetleşmek. |
MÜNAVEBETEN |
Nöbet ile, nöbetleşerek. Sırayla. |
MÜNAVEHA |
(Nevh. den) Feryad ile ağlama. |
MÜNAVELE |
Takdim, bir şeyi el ile öne uzatmak. Sunmak, arzetmek. |
MÜNAVEME |
Uyku hususunda yarışma. |
MÜNAYA |
(Bak: Menâyâ) |
MÜNAZAA |
Ağız kavgası, mücadele, çekişmek. |
MÜNAZAAT |
Ağız kavgaları, çekişmeler. |
MÜNAZALA |
(Bak: Münadala) |
MÜNAZARA |
Karşılıklı konuşmak. İlmî ve kaideye uygun olarak yapılan münakaşa.
Mübahese. (Bak: İnsaf) |
MÜNAZARAT |
(Münazara. C.) Görüşler, fikirler. Münazaralar. * Bediüzzaman Said
Nursî'nin bir eserinin adı. |
MÜNAZAT |
Zina edişmek. |
MÜNAZA-UN FİH |
Hakkında ihtilaf mevcut olan şey, münakaşa edilen mes'ele. Aradaki
husumete sebeb olan. |
MÜNAZIR |
Münazara eden, münakaşa eden. * Misil, denk, eş. |
MÜNAZIRÎN |
Münazara edenler. |
MÜNAZİ' |
(Nez'. den) Çekişen, nizâ eden. Ağız kavgası yapan. |
MÜN'AZİL |
Ayrılan, elini eteğini çeken, in'izal eden. * Memurluktan, vazifeden
çıkarılmış olan. Bir vazifeden azledilen. |
MÜN'AZİLEN |
(Azl. den) Vazifesinden çıkarılmış olarak. Azledilerek. |
MÜN'AZİLÎN |
(Mün'azil. C.) Azledilenler, vazifelerinden çıkarılanlar. |
MÜNAZZIC |
Yumuşatıcı. Öldürücü. |
MÜNBASİT |
İnbisat eden, yayılan, genişleyen. Yaygın, münteşir, yayılmış, açık.
Şen. |
MÜNBAGİ |
(Bugye. den) Lâyık, yakışan, şâyân. |
MÜNBAİS |
İnbias eden, gönderilen. * İleri gelen. Çıkan. Doğan. |
MÜNBESİR |
Yüksek, mürtefi. |
MÜNBESS |
Dağılmış, toz hâline gelmiş. |
MÜNBİT |
Verimli, verimi bol. İnbat eden, ekini güzel yetiştiren. |
MÜNCEDİL |
Bırakılmış. |
MÜNCELİ |
Parlayan, meydana çıkıp görünen. |
MÜNCEMİD |
Donmuş, buz hâline gelmiş. * Donuk. |
MÜNCER |
Nihâyet bulmak. * Bir tarafa çekilmek. * Sürüklenme. * Sona eren,
neticelenen. |
MÜNCEZ |
Sözü yerine getirilmiş, incâz edilmiş. |
MÜNCEZİB |
Beriye çekilen, cezbedilen. İncizab eden. |
MÜNCEZİBÂNE |
f. Çekilerek, çekilircesine, cezbedilerek. * Kendini kaptırmak
suretiyle. |
MÜNCEZİR |
Kesilen. |
MÜNCİ |
İncâ eden. Kurtaran, necat veren.Resul-i Ekremin (A.S.M.) insanların
azabtan kurtulmasına ve dünyâ ve âhiret saadetlerine sebeb olmasından
mübarek isimlerinden birisi de münci olmuştur. |
MÜNCİBE |
(C: Müncibât) İyi kimseler doğuran kadın. |
MÜNCİZ |
Verdiği sözü yerine getiren. Ahdini yapan. İncâz eden. |
MÜNCÜLAB |
Murdar su. |
MÜNDEFİ' |
İndifâ etmiş, geçmiş, atlatılmış. Def olunmuş. |
MÜNDEFİAT |
Yaralardan çıkan irin, cerahat gibi şeyler. |
MÜNDEFİC |
Yuvarlak nesne. |
MÜNDEHİŞ |
Dehşet içinde kalmış olan. İndihâş etmiş. |
MÜNDEKK |
Düz, düzleşmiş. |
MÜNDELL |
Kılavuzluk edilmiş, yol gösterilmiş. |
MÜNDEMİC |
İndimac eden, dürülüp sarılan, içine sokulmuş olan. İçine alınmış olan. |
MÜNDERİC |
Yer almış. İndirac eden, derc olunan. * Bir şeyin içine konulmuş
bulunan. İçinde bulunan. |
MÜNDERİCÂT |
İçindekiler. Dercolunmuş olanlar. |
MÜNDERİS |
İndiras eden. Eseri, izi nişânı kalmamış olan. |
MÜNDERİSÂT |
Yıkılıp mahvolmuş olan harâbeler. |
MÜ'NE |
(C: Müen) Zahmet. * Ağırlık. |
MÜNEBBİH(E) |
Uyandıran, tenbih eden, dalgınlıktan kurtaran. Uyuşukluğu gideren. |
MÜNEBBİHÂT |
Uyandıranlar. Tenbih edenler. Uyuşukluğu giderici olanlar. |
MÜNECCEM |
Parçalar, parça parça olan şey. |
MÜNECCEMEN |
Parça parça yapılmış olarak. Kısım kısım. |
MÜNECCES |
Pis, mülevves, kirli, murdar. |
MÜNECCİ |
Halaskâr, kurtarıcı. |
MÜNECCİD |
Denenmiş, sınanmış, tecrübe edilmiş. |
MÜNECCİM |
Yıldızların hareket ve hâllerini tedkikle uğraşan, mevki ve harekâtından
mâna ve hüküm çıkaran. Falcı. |
MÜNECCİMÂNE |
f. Müneccim gibi, müneccime yakışacak şekilde. |
MÜNECCİMÎN |
(Müneccim. C.) Müneccimler. |
MÜNEDDEB |
(Nedbe. den) Kapanmış ve iyileşmiş yara. |
MÜNEFFİS |
Nefes verdiren, rahat ettiren. |
MÜNEHMES |
Örtülü, saklı, gizli. |
MÜNEKKA |
Temizlenmiş. |
MÜNEKKAH |
Tenkıh edilmiş, fazlalıkları atılarak düzeltilmiş, temizlenmiş. |
MÜNEKKER |
Tenkir edilmiş, bilinmeyen, nekre kılınmış. *Belirli olmayan şeye
delâlet eden. |
MÜNEKKES |
Başaşağı edilmiş. |
MÜNEKKİ |
Temizleyici. |
MÜNEKKİB |
Yüzüstü düşen, kapanan. |
MÜNEKKİD |
Tenkid edici. Kötüyü iyiyi ayıran ve onları söyleyen, kusurları
söyleyen.(Her sözün doğru olmalı, fakat her doğruyu söylemek doğru değil...
Her söylediğin hak olmalı, fakat her hakkı söylemeğe senin hakkın yok. M.) |
MÜNEMNEM |
Nakışlı. Zinet verilmiş. |
MÜNEMNİM |
Ziynet verici, süslendirici. |
MÜNESSAK |
Sıralı ve düzgün bir tarzda dizilmiş. * Pek düz. |
MÜNESSİM |
Hayat veren, ruh veren. Allah. * Lâyık olana maaş bağlıyan kimse. *
Köle âzâd eden. |
MÜNEVVEM |
Uyutulmuş. Gaflet verilmiş. Unutturulmuş. |
MÜNEVVER |
(Nur. dan) Mc: Kur'anî ve imanî eser okumakla ve ibadet ve taatla
nurlanmış. Nurlandırılmış, ışıklı. * Uyanık. İntibaha gelmiş. Akıllı âlim.
İmanî ve İslâmî tahsil ve terbiye görmüş. * Parlatılmış. |
MÜNEVVERİYET |
Nurlu oluş, münevverlik. Aydınlık. |
MÜNEVVERİYET-İ EFKÂR |
Fikir aydınlığı. |
MÜNEVVİL |
Nimet veren. İhsan eden. |
MÜNEVVİM |
Uyutucu. Uyku veren ilâç. |
MÜNEVVİR |
Mc: Hakaik-ı Kur'âniye, hakaik-ı imâniye, ibâdet ve tâat gibi nurlarla
nurlandıran. * Nur veren, aydınlatan. |
MÜNEZZEH |
(Nezahet. den) Tenzih edilmiş, teberri edilmiş. * Pâk, kusur ve
noksanlıklardan uzak. Hiç bir şeye muhtaç olmayan. Kötülükten, kusurdan ve
noksanlık gibi şeylerden tenzih edilen. |
MÜNEZZİL |
(Nüzul. den) Tenzil eden, indiren. * Kur'an-ı Kerim'i vahiy ile
insanlara rahmet olarak ihsan eden Allah (C.C.) |
MÜNFAİL(E) |
İnfiâl eden. Te'sir ile harekete geçen. * Muztarib, kederli ve muğber
olan. Bir şeyden canı sıkılan. Alınmış, gücenmiş. (Bak: İnfiâl) |
MÜNFAİLEN |
Gücenerek, darılarak, münfail olarak. |
MÜNFAİLANE |
f. Gücenmiş ve darılmış olarak. Münfail bir tarzda. |
MÜNFASIL(E) |
(Bak: Munfasıl) |
MÜNFASIM |
Kesilmiş. |
MÜNFATIR |
Yarılmış. * Ayrılmış. |
MÜNFEC |
Çukur. * Açık. * Gedik. |
MÜNFECİR |
Açılan, söken. * Yerden kaynayıp akan. |
MÜNFEDİ |
Fidye verilerek kurtarılan esir. |
MÜNFEHİM |
(Fehm. den) Anlaşılan, kavranılan, fehmedilen. |
MÜNFEİL |
(Bak: Münfail) |
MÜNFEKK |
(Fekk. den) Sökülen, ayrılan. İnfikâk eden. Ayrılmış olan. |
MÜNFELİK |
(Felak. dan) Açılan, yayılan, görülen. *İnfilâk eden, patlıyan. |
MÜNFERİC |
İnfirac eden. Çok açık. Açılan, genişleyen. * Gam, gussa ve kederden
kurtulmuş. * Arası geniş. Açık olan. İki tarafı birbirinden uzak olan. |
MÜNFERİD |
(Münferit) Tek başına, tek, yalnız, kendi başına. * Hapishânede tek
kişilik hücre. |
MÜNFERİDEN |
Tek tek, yalnız olarak, ayrı ayrı, birer birer. |
MÜNFERİK |
(Fark. dan) İnfirak eden, ayrılan. |
MÜNFESİH |
(Füsh. den) İnfisah eden, bollaşan, genişleyen. |
MÜNFESİH(A) |
(Fesh. den) İnfisah eden, bozulan, bozulmuş, hükmü kaldırılmış olan,
hükümsüz kalan. |
MÜNFETİH |
İnfitah eden, açılan, açılmış. |
MÜNFETİHA |
Tecvidde: Kur'an okurken dil, üst damaktan ayrılır vaziyette iken
ağızdan çıkan harflere denir. Şunlardır; mim, nun, elif, vav, cim, hı, zel,
dal, sin, ayın, te, fe, kaf, lem, he, şın, be, ye. |
MÜNFİK |
(Nafaka. dan) Nafaka veren, besliyen. |
MÜNFİS |
Ağır, pahalı, değerli. |
MÜNGALİKA |
Kapalı, mesdud. * Kilitli. |
MÜNGAMİS |
Suya batmış. |
MÜNGAZZ |
Zindeliği kalmamış. |
MÜNGAZZEN |
Zindeliği kalmamış olarak. |
MÜNHA |
Bildirilmiş, tebliğ edilmiş. |
MÜNHADAR |
İnecek yer. |
MÜNHADİ' |
(Had'. dan) Birinin hilesine aldanmış olan. * Bir kimsenin hile $ve
tuzağına düşme. |
MÜNHADİB |
(Hadeb. den) Kamburlaşmış, eğri. |
MÜNHADİR |
İnişli, eğik. * Yokuşaşağı inen. |
MÜNHAFIZ |
İnhifaz eden, alçalan. * Kesre harekesiyle harekelenmiş harf. |
MÜNHAFIZA |
Harf söylenirken alt damaktan dilin ayrılması hâli. * Aşağılanmış olan. |
MÜNHALL |
Boş, meşguliyetsiz, işsiz. * Çözülmüş, çözülen. * Memuru bulunmayan. *
Kim: Erimiş. |
MÜNHALLÂT |
(Münhall. C.) Açıklıklar. Açık bulunan memuriyetler. |
MÜNHAMENNA |
Muhammed (A.S.M.) manâsına, Tevratta geçen İbrânice isimdir. |
MÜNHANÎ |
Eğri, kamburlu, eğilen, eğrilen. Beli bükülmüş yaşlı kişi. |
MÜNHANİK |
(Hank. dan) Boğulmuş. Boğuk. |
MÜNHANİYAT |
(Münhani. C.) Eğri olan şeyler. Eğri şekiller. |
MÜNHANİYE |
Eğilmiş, eğri ve çarpık olan. Bükülmüş. * Geo: Eğri çizgi. Hatt-ı
münhani. |
MÜNHARIT |
İpliğe dizilmiş. Biçilmiş. |
MÜNHARİF |
(Harf. den) İnhiraf eden, yoldan çıkmış. Eğilmiş, çarpık. Usulünden
çıkmış, sağlam olmayan. * Tecviddeki mânâsı için "İnhirâf"a bakınız. * Geo:
Dört kenarlı, fakat hiçbir kenarı birbirine müsâvi ve müvâzi (eşit ve
paralel) olmayan şekil. Sadece iki kenarı birbirine müvâzi (paralel) olursa,
ona şibih-i münharif denir. |
MÜNHARİF-ÜL MİZAC |
Rahatsız, keyifsiz. |
MÜNHARİT |
(İnhirat. dan) Bir yola süluk eden. |
MÜNHASIR |
(Hasr. dan) Belli bir sınır içinde olup harice tecavüz etmeyen, inhisar
eden, her yanı çevrili. * Yalnız bir kimseye veya bir şeye mahsus olan. |
MÜNHASIRAN |
Sadece, sâde. * Bir işe veya bir şeye âit olarak. |
MÜNHASİF |
(Husuf. dan) İnhisaf eden, sönükleşen, daha mükemmel bir $şeyin yanında
sönük kalan. Değersiz. Gölgelenmiş. |
MÜNHAŞİ' |
Kibiri kırılma. |
MÜNHATT |
Aşağı inen, inhitât eden. Alçak. Çukur. |
MÜNHAZİM |
(Hazm. dan) Sinen, hazmolunan. |
MÜNHEBİT |
(Hübut. dan) Yukarıdan aşağı inen. İnmiş, düşmüş. |
MÜNHEDİL |
Sarkmış, aşağı salıverilmiş. Sarkık. |
MÜNHEDİM |
(Hedm. den) Yıkılmış, inhidam olmuş, harab olmuş. |
MÜNHEM |
Erimiş. |
MÜNHEMİK |
(Hemk. den) Bir işin üzerine çok düşen. Bir işte çok uğraşan. |
MÜNHEMİR |
Akıcı, seyyal. * Dökülen. Yıkılıp viran olmuş. |
MÜNHEZİM |
Hezimete uğramış, bozguna uğrayan, inhizam eden. * Bozgun. |
MÜNHEZİMEN |
Yenilerek, münhezim olarak, bozularak, bozguna uğrayarak. |
MÜNHEZİMÎN |
(Münhezim. C.) Hezimete uğrayanlar. Bozgunlar. |
MÜNHÎ |
(C.: Münhiyân) (Nehy. den) Haberci. Haber getiren. |
MÜNHİYAN |
(Münhi. C.) Haberciler. Haber getirenler. |
MÜNHİYE |
Haber veren, haberci. |
MÜNHUL |
(C: Menâhül) Elek. |
MÜNİB |
Hakk'a yönelen, günahları terk ile hakka dönen. Pişman olup dönen. *
Kâinattan yüzünü çevirip Bâki-yi Hakiki'ye yönelen. * Güzel yağan faydalı
yağmur. * Bereketli ve verimli bahar. |
MÜNİF(E) |
Meşhur, âli, yüksek, büyük, ulu, bülend. |
MÜN'İM |
Nimet veren, yedirip içiren. |
MÜN'İM-İ HAKİKÎ |
Bütün nimetleri yaratan ve veren Allah (C.C.) |
MÜNİMM |
(Nemim. den) İnsanlar arasında kovuculuk yapan, fitne verip alan kimse.
Nemmam. |
MÜNİR |
Nurlandıran, nur veren, ziya veren, ışık veren, parlak. |
MÜNKABIZ |
(Bak: Munkabız) |
MÜNKAD |
(Kavd. dan) İnkiyad eden, boyun eğen, muti olan, itaat eden. |
MÜNKALEB |
Rücu etmek, geri dönmek. |
MÜNKALİ' |
(Kal'. dan) Kökünden sökülen. |
MÜNKALİB |
İnkılab eden. Dönen, dönmüş. Başka bir hale girmiş olan. Değişen. |
MÜNKARIZ |
Kesilmiş. |
MÜNKASIM |
(Kısım. dan) Bölünen, kısım kısım ayrılan, taksim edilen. |
MÜNKAŞIR |
(Kışr. dan) Kabuğu soyulan. İnkışar eden. |
MÜNKATI' |
(Kat'. dan) İnkıta eden, kesilmiş, kesilen. Aralıklı ve son bulan. *
Arada bağ kalmıyan, ayrılmış. * Herkesten ayrılıp bir kişiye bağlı kalan. |
MÜNKAZİ |
(Münkaziye) (Kazâ. dan) Bitmiş, tükenmiş, sona ermiş, ardı kesilmiş. |
MÜNKEMİŞ(E) |
Acele eden, işini çabuk gören. * Buruşan, büzüşen. |
MÜNKER |
Allah'ın (C.C.) râzı olmadığı şey. * İnkâr edilmiş olan. * Şeriatın
kabâhat ve haram diye bildirdiği şey. Makbul ve müstehab olmayıp, günah ve
kabahat olan. * Mezardaki suâl meleklerinden birisinin ismi. Diğerinin ise
"Nekir" dir. |
MÜNKERÂT |
(Münker. C.) Haram işler. Şeriatın menettiği, Allah'ın yasak kıldığı
şeyler. |
MÜNKESİF |
Küsufa uğramış, tutulmuş, tutulan. |
MÜNKESİR |
(Kesir. den) İnkisar eden, kırılan, kırılmış, kırık. Gücenmiş. |
MÜNKESİR-ÜL KALB |
Kalbi kırılmış. İncitilmiş, gücenmiş. |
MÜNKESİREN |
Kırgınlıkla. * Kırık olarak. Münkesir tarzda. |
MÜNKEŞİF |
(Keşf. den) Açılmış, meydana çıkarılmış. Açılan, keşfolunan, yeni
bulunmuş. |
MÜNKIZ |
Kurtaran. Kurtarıcı. |
MÜNKİR |
(Nekr. den) İnkâr eden, kabul etmiyen, hakikatı tasdik etmiyen, dinsiz. |
MÜNKİR-İ HAKİKAT |
Hakkı, hakikatı inkâr eden. * İmansız. |
MÜNKİRÂNE |
f. Münkircesine, inkâr edercesine. |
MÜNKİRÎN |
İnkâr edenler, münkir olanlar. |
MÜNKUR |
(C.: Menâkır) Dar açılmış kuyunun ağzı. |
MÜNNE |
Kudret, kuvvet. |
MÜNSAK |
Gönderilmiş olan. * Birine bağlı olan ve peşinden giden. |
MÜNSAKİB |
Delinen. İnsikab eden. |
MÜNSAL |
Kılıç, seyf. |
MÜNSEBİK |
(Sebk. den) Kalıba dökülmüş olan. |
MÜNSECİL |
(Sicil. den) Mahkeme defterine yazılmış, sicile geçmiş. |
MÜNSECİM |
Düzgün, insicamlı. * Dökülmüş, saçılmış, dağılmış. |
MÜNSECİR |
Uzanıp sarkan. |
MÜNSEDD |
(Sedd. den) Seddedilen, kapanan, tıkanan. Tıkalı. |
MÜNSEDİL |
Salıverilmiş. Gevşetilip sarkıtılmış olan. |
MÜNSEKİB |
Dökülüp akan. |
MÜNSELİB |
(Selb. den) Kaçırılmış, kalmamış, kaldırılmış. (Bu tâbir; huzur,
asayiş, emniyet ve rahat hakkında kullanılır.) |
MÜNSELİH |
(Selh. den) Soyulmuş, derisi yüzülmüş. * Sıyrılıp çıkan, soyunan. * Son
güne yetişmiş. |
MÜNSELİK |
(Silk. den) Bir yola girip orada giden. Bir tarikata girmiş. Bir meslek
tutmuş. |
MÜNSERİH |
Çabuk ve çevik davranan. * Hızlı hızlı giden hayvan. |
MÜNŞAİB |
(Şa'b. dan) Şubelenen, dallanan, çatallanan, kollara ayrılan, ayrılmış.
Bölük bölük, kol kol, kısım kısım olan. |
MÜNŞAKK |
(Şakk. dan) İnşikak eden, yarılan, yarılmış. * Yaymak. |
MÜNŞEAT |
Kaleme alınmış şeyler. Nesir yazılar. Mektublar. |
MÜNŞEE |
(C.: Münşaât) Müsvedde yazılan kâğıt. * Yelkeni çekilmiş gemi. |
MÜNŞEİL |
(Şa'l. dan) Alevli. Parlıyan. |
MÜNŞELL |
Şelâle hâlinde atılarak akan. |
MÜNŞERİH |
(Şerh. den) İnşirahlı, gönlü sıkılmayan, neş'eli. |
MÜNŞERİH-ÜL BÂL |
Gönlü neşeli. |
MÜNŞETT |
Dağınık. Perişan. |
MÜNŞİ |
(Neş'et. den) İnşâ eden, yapan. Yapısı, üslubu güzel olan. * Edb:
Maksadı kâğıt üzerinde tasvir ve tesvid eden. İyi nesir yazı yazan, kâtib. |
MÜNŞİD |
(Neşide. den) İnşad eden, iyi şiir okuyan. * Bir şeyi zâyi edip "
Varmı" diye bağıran. |
MÜNŞİF |
Su gibi sıvı şeyleri sünger gibi çeken. |
MÜNŞİFE |
Sünger gibi suyu emen şey. |
MÜNŞİYANE |
f. İyi kâtiplere yakışır surette. |
MÜNTABIK |
Mutabık ve muvafık, uygun olan. |
MÜNTABIKA |
Söylenirken dilin üst damağa kapanması. Bu hâlde ağızdan çıkan harfler;
sad, dad, tı, zı. |
MÜNTAHAB |
(Nahb. dan) (Bak: Müntehâb) |
MÜNTAHİB |
(Nahb. dan) Seçen, intihâb eden. Seçmen. |
MÜNTAHİL |
Başkasının eserini kendi malı imiş gibi gösteren. |
MÜNTAKIS |
Eksilen, azalan. |
MÜNTAKIŞ |
İşleme ile süslenmiş. |
MÜNTAKIZ |
(Nakz. dan) Bozulan, nakzedilen. |
MÜNTAKİL |
(Nakl. den) intikal eden, geçen. Bir yerden bir yere göç etmiş,
taşınmış olan. * Miras kalmış. * Karine ile sözün gelişinden anlayan. |
MÜNTAKİM |
(Nakm. dan) İntikam alan, öç alan, suçluya cezasını veren. |
MÜNTAKİMÂNE |
f. Cezalandırırcasına, öç alırcasına. |
MÜNTASIB |
(Nasb. dan) Direk gibi dikili duran. |
MÜNTEBİH |
Uyanık, intibah eden. Agâh ve habir olan. Gafletten ayrılmış olan. |
MÜNTEBİZ |
Safın arkasında yalnız duran kişi. |
MÜNTEC |
Neticelenmiş, sonu belli olmuş. |
MÜNTECA' |
Otlu yer. |
MÜNTECİB |
Güzide, seçkin. |
MÜNTECİM |
Yıldızın doğması. |
MÜNTEFAUN BİH |
Kendisinden istifade edilen. |
MÜNTEFİ |
Sönen, ortadan yok olan, intifa eden. |
MÜNTEFİ' |
(Nef'. den) Fayda gören, menfaatlenen, istifade eden. |
MÜNTEFİH |
(Nefh. den) Şişmiş, şişkin. Hava ile doldurulmuş, üfürülmüş. |
MÜNTEFİL |
Nâfile namaz kılan. |
MÜNTEHA |
Son, en son derece, en son yer, nihayet. Son uç. |
MÜNTEHA-YI ÂMÂL |
Emellerin sonu. |
MÜNTEHA-YI HİÇÎ |
Hiçliğin en sonu, nihayeti. |
MÜNTEHA-YI KİTAB |
Kitabın sonu. Kitabın nihayeti. |
MÜNTEHAB |
Seçilmiş. Güzide. İntihab ve ihtiyar olunmuş. |
MÜNTEHABÂT |
Güzideler, seçilmiş olan şeyler. |
MÜNTEHİ |
Sona eren. Son. Bir şeyi tamamlayan. Biten. |
MÜNTEHİB |
(Nehib. den) Yağma eden, talan eden, yağmacı. |
MÜNTEHİK |
Halsiz ve yorgun bırakan. |
MÜNTEHİL |
Yüz suyunu döken. |
MÜNTEHİR |
Devamlı akan. |
MÜNTEHİR |
(Nahr. dan) İntihar eden, kendini öldüren. |
MÜNTEHİRÂNE |
f. İntihar ederek, kendini öldürüyor gibi. |
MÜNTEHİRÎN |
(Müntehir. C.) Kendilerini öldürenler. İntihar edenler. |
MÜNTEHİZ |
(Nehz. den) Vakit ve
fırsatı kaçırmayan. |
MÜNTEİL |
Nâlin giyen. |
MÜNTEKA |
Muhtar. Güzide, seçkin. |
MÜNTEKIB |
Yüzü perdeli kişi. |
MÜNTEKIŞ |
(Nakş. dan) Nakşolunan. |
MÜNTEKİS |
Başaşağı dönen. Tersine yuvarlanan. |
MÜNTEMİ |
(İntimâ. dan) İlgisi ve ilişiği olan. Yakınlık peydâ eden. * Birinin
adamı olan. |
MÜNTEMİS |
Gizlenen, saklanan. Gizli. |
MÜNTESAF |
İkiye bölünmüş ve yarı olmuş. |
MÜNTESIB |
Bekleyen. Muntazır kimse. * Ayak üstüne dikilip duran. |
MÜNTESİB |
İntisab etmiş, intisab eden, giren, alâkası olan. |
MÜNTESİBÎN |
İntisab edenler, alâkası olanlar, girenler, |
MÜNTESİC |
(Nesc. den) Dokunmuş olan. |
MÜNTESİK |
(Nask. dan) Düzgün, bir sıraya dizilmiş. |
MÜNTESİR |
(Nesr. den) Saçılan, yayılan, dağılan. |
MÜNTEŞIK |
Burna çekilmiş olan. |
MÜNTEŞİR |
Açılmış, yayılmış, dağılmış, neşredilmiş, basılmış. * Duyulmuş, etrafa
yayılmış. |
MÜNTEVİ |
Birşey yapmaya niyetlenen. |
MÜNTEZA |
Çekilmiş, kabından çıkarılmış. |
MÜNTEZİ' |
(Nez'. den) Yerinden çekip koparan. Bir şeyi söken. |
MÜNTİC |
İntâc eden, netice veren. Sebebiyet veren, meydana getiren. Bir şeyin
neticelenmesine sebep olan. |
MÜNTİF |
(Netf. den) Kılları döken. Koparan, çeken. |
MÜNTİN |
(Netânet. den) Pis kokan, kokmuş. Bozuk. Müteaffin. |
MÜNÜH |
Tüketici. |
MÜNYE |
Arzu edilen, istenilen şey. Maksad. Temenni olunan. |
MÜNZECİR |
Yasak edilmiş, men edilmiş, yapılmaması emredilmiş, alıkonulmuş, mâni
olunmuş. |
MÜNZEL(E) |
(Nüzul. den) İndirilmiş, yukardan aşağıya kısım kısım inmiş olan. |
MÜNZELİK |
Kaygan, kaypak. |
MÜNZEVİ |
Yalnız başına çekilip kimse ile görüşmeyen, çekilip tek başına bir
tarafta duran. * Yalnızlık içinde ibadet eden. |
MÜNZEVİYÂNE |
f. İnzivaya çekilircesine, tek başına kalır gibi. |
MÜNZİL |
İnzal eden, aşağı indiren. Bir şeyi indiren. |
MÜNZİR |
(Nezir. den) Olacak bir şeyi haber vererek korkutan, akibetin
kötülüğünü bildiren. * Kâfir ve münafıkların Cehennem'e gideceğini haber
veren. |
MÜNZİRÂT |
Haber verip kötülüğünü söyleyerek korkutanlar. |
MÜNZÜ |
(Bak: Müz) |
MÜPHEM |
(Bak: Mübhem) |
MÜPTELA |
(Bak: Mübtelâ) |
MÜR'AB |
Kesilmiş, parça parça olmuş. |
MÜRAAT |
Riayet, saygı göstermek. * Korumak, hıfzetmek, saklamak. * Riayet
etmek. * Bir şeyin akibetinin ne olacağını gözetmek. Söze kulak vermek. *
Bir kimsenin hakkına riâyet eylemek. * Göz ucuyla bakmak. |
MÜRAAT-I NAZÎR |
Edb: Mânâca birbirine uygun kelimeleri bir cümlede toplamak. |
MÜRABAHA |
(Bak: Murabaha) |
MÜRABATA |
Bağlamak. * Düşman gelecek yerleri gözleyip sakınmak. |
MÜRABİT |
(Bak: Murabıt) |
MÜRACAAT |
(Rücu'. dan) Geri dönmek. * Baş vurmak, izin almak için veya bir iş
için alâkadarlarla görüşmek. * Mütalâa istemek, danışmak. |
MÜRACAATGÂH |
f. Müracaat olunup başvurulacak yer. |
MÜRACAHA |
(İyilikte) Üstün gelmek için yarışma. |
MÜRACCEB |
Muazzam, hürmetli. |
MÜRADEFE |
Müradiflik. İki veya daha fazla kelimenin aynı mânada olması. *
Arkadaşlık, beraber yolculuk. |
MÜRADEFE |
Binekleşmek. * Ardlaşmak. |
MÜRADESE |
Taş atmak. |
MÜRADİF |
Diğer bir kelime ile mânâsı bir, eş ve aynı olan. * Refik, yoldaş. |
MÜRAFAA |
(Bak: Murâfaa) |
MÜRAFAKA |
Yoldaşlık. |
MÜRAFIK |
(Bak: Murâfık) |
MÜRAFİ' |
Mürafaaya giden. Duruşmaya giden. |
MÜRAGAME |
Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak. |
MÜRAH |
Davarın gece gelip yattığı yer. |
MÜRAHAKA |
Büluğ çağına, oniki yaşına yaklaşmak. |
MÜRAHENE |
(Rehn. den) Bahse girişme. * Rehine koyma. |
MÜRAHHİM |
(Rahmet. den) Rahmetle yâd eden. Rahmetle anan. |
MÜRAHİK |
Büluğ yaşına yaklaşmış erkek çocuk. Büluğ yaşına, yani oniki yaşına
girip de baliğ olmayan erkek çocuğa denir. On beş yaşına kadar baliğ olmasa
yine bu isim verilir. Kız çocuğuna ise: Mürâhika denir. |
MÜRAÎ |
İki yüzlü kimse, dalkavuk, riyakâr, münafık. |
MÜRAİYÂNE |
f. İki yüzlülüğe yakışır surette, münafıkçasına. |
MÜRAKA |
Deriden yolunan yün. Yolup davara verilen ot. |
MÜRAKADE |
Uyumak. |
MÜRAKASA |
Raksetmek, oynamak. |
MÜRAKKIK |
Yufka. |
MÜRAMAT |
(Remy. den) Birbirine atma. Atışma. |
MÜRARE |
(C.: Mirâr) Bir acı otun ismidir. (Acılığından yerken hayvanın dudağı
yarılır.) |
MÜRASELAT |
Mektuplaşmalar. Resmi mektuplar. |
MÜRASELE |
Haberleşme, mektuplaşma. |
MÜRAŞE |
Bir kimsenin üzerinde olan küçük hak. |
MÜRATA |
Yüzden veya başka yerden yolunan kıldan düşen. |
MÜRATANE |
Acem dilini konuşmak. |
MÜRAVAZA |
İyi muamele, güzel ve iyi davranma. |
MÜRAVEDE |
(Revd. den) İsteme. İstek, taleb, arzu. |
MÜRAVEGA |
Taleb etmek, istemek. * Güreşmek, güreş tutmak. |
MÜRAVEHA |
Çeşitli nesnelerin kâh birini ve kâh birini işlemek. |
MÜRAVİH |
Uzaklaştıran. |
MÜRAYAT |
(Rü'yet. den) İkiyüzlülük. * Gösteriş. |
MÜRAZA(T) |
Rızâlaşmak, râzı olmak. |
MÜRAZAA |
Emzirmek. |
MÜRAZAHA |
Ok ile atışmak. |
MÜRAZEME |
Yaş üzümü ekmekle yemek. * Yemekte sohbet etmek. |
MÜRCİA |
Sonunda menfaati olan şey. |
MÜRCİE |
Ehl-i Sünnet mezhebine muhalif ve dalâlet ehli olan bir fırka. |
MÜRCİF |
(Recefe. den) Fitne ve fesad için iftiralar ve yalan haberler
neşrederek ortalığı karıştıran. Yalancı. * Mutlak bir şey ile meşgul olan. *
Yer sarsıntısı. Zelzele. |
MÜRD |
(Mürde) f. Ölmüş, ölü. |
MÜRD |
(Emrüd. C.) Sakalı belirmemiş genç yiğitler. |
MÜRDEDİL |
Gönlü ölmüş, katı yürekli, ham, hissiz, duygusuz insan. |
MÜRDEGÂN |
(Mürde. C.) Ölüler, emvât. Ölmüşler. |
MÜRDEŞU |
(Mürdeşuy) f. Ölü yıkayıcı. |
MÜREA |
(C.: Müru) Turaca benzer bir kuşun adı. |
MÜREBBA |
(Bak: Murabbâ) |
MÜREBBEB |
Büluğ yaşına kadar beslenip terbiye olunmuş. * Güzel kokularla hoş ve
lâtif olmuş. |
MÜREBBİ |
Terbiyeci, terbiye eden, yetiştiren, ders veren. Pedagog. * Besleyen. |
MÜREBBİ-İ DİL |
Kalbi ıslah ve terbiye eden. |
MÜREBBİB |
Çocuğu büluğa erene kadar besleyen. |
MÜREBBİYE |
Çocuk terbiyesiyle meşgul olan kadın. |
MÜRECCA' |
Tekrar avdet olunmuş, tekrar geri dönülmüş. |
MÜRECCAH |
(Rüchân. dan) Daha ileride kabul edilen, üstün tutulan, tercih edilen. |
MÜRECCAHİYET |
Üstünlük, müreccah oluş.(Bir tâne sıdk, bir harman yalanları yakar; bir
tâne hakikat bir harman hayalâta müreccahtır. M.) |
MÜRECCEB |
Kutlu, mübârek. |
MÜRECCİH |
Tercih eden, üstün tutan, bir şeyi daha iyi ve mühim gören. * Tercih
ettiren sebep. * Meyilli ve sakil, ağır şey. |
MÜRECCİL |
Kazancı. |
MÜRECCİM |
Sözü tam söyleyip yerli yerince edâ ve beyân eden. |
MÜRECHAN |
Eğik ve eğri. |
MÜREDDED |
Bir hususta hayran ve sergerdan olmuş, şaşırmış olan. |
MÜREDDEDE |
İhtimâller arasında bırakılan, tereddüt içinde bulunan. |
MÜREDDEF |
Edb: Redifli olan manzum söz. * Peşinden yürütülmüş. |
MÜREFFEH |
(Rüfuh. dan) Terfih edilmiş, rahata, refaha kavuşturulmuş. * Nizam-ı
hâle, refah ve huzura kavuşmuş olan. |
MÜREFFEHEN |
Rahat. Rahat ve bolluk içinde olarak. |
MÜREFFİH |
(Rüfuh. dan) Rahatlandırıcı, rahat ettirici. * Refaha eren. Rahat ve
bolluğa kavuşan. |
MÜREFREF |
İnce, nazik kumaştan yapılmış. * Dalları sallanan nâzik lâtif ağaç. *
Sürü sürü, grup grup. * Yeşil elbise. |
MÜREHHEB |
Korkutulmuş, terhib edilmiş. |
MÜREHHİB |
Korkutan, terhib eden. |
MÜREHHİBÂNE |
f. Korkuturcasına. |
MÜREKKEB |
(Rükub. dan) Terkib edilmiş, bir kaç maddeden yapılmış. * Yazı yazmaya
mahsus boya terkibi. * Karışmış, muhtelit. * Bitecek yer, münbit. * Asıl,
esas. |
MÜREKKEBÂT |
Mürekkepler. Bir kaç cisimden, elemandan yapılmış olan. |
MÜREKKEZ |
(Rekz. den) Dikilmiş, rekzolunmuş. |
MÜREKKİB |
(Rükub. dan) Terkib eden. Bir birleşiği meydana getiren. |
MÜRESSEM |
(Resm. den) Yapılmış, çizilmiş. resmolunmuş. Resmi yapılmış. * Çiçekler
ve resimlerle süslenmiş. |
MÜRESSİL |
Yavaş, güzel ve ihtiyatla okuyan. |
MÜRESSİM |
(Resm. den) Resmini yapan. Tersim eden. |
MÜREŞŞAH |
Terbiye edilmiş. * Damla damla süzdürülmüş. |
MÜRETTEB |
Tertib edilmiş, dizilmiş, yerli yerine konulmuş, sıralanmış. * Kasden
uydurulmuş. * Tayin edilmiş. Bir şey, bir yer için ayrılmış. * Sonradan
kurulmuş. |
MÜRETTEBAT |
Tertib edilmiş olanlar. * Bir iş için hazırlanmış kimseler. * Gemide
çalışan şahıslar. |
MÜRETTIB |
Rutubet veren. |
MÜRETTİB |
(Retb. den) Tertib eden, nizâma, sıraya koyan. * Matbaada harfleri ve
yazıyı yerine dizen. |
MÜRETTİBHANE |
Matbaalarda yazıların dizilip sahife şeklinde tertib edildiği yer. |
MÜRETTİBÎN |
(Mürettib. C.) (Retb. den) Mürettibler. Tertib edenler, nizama
koyanlar. |
MÜRETTİL |
Kur'ân-ı Kerimi ağır ağır ve tecvid kaidelerine göre okuyan. |
MÜREVVA' |
Aklı, fikri, görünüşü ve düşünüşü sağlam olan kimse. |
MÜREVVAH |
İyi edici, iyileştiren. |
MÜREVVAK |
Süzülmüş, tortusu giderilmiş. |
MÜREVVEH |
Kokulandırılmış, râyihalandırılmış. * Rahatlandırılmış. |
MÜREVVİC |
(Revâc. dan) Tervic eden, geçiren, itibâr veren, yürüten. Tervicine
sebep olan, itibâr eden. |
MÜREVVİH |
Kokulandıran, râyihalandıran. * Rahatlandıran. |
MÜREYRA |
Buğday arasındaki "delice" dedikleri nesne. |
MÜREYTA |
Göğüsle kasık arası. |
MÜRG |
f. Merg. Kuş. |
MÜRG-İ BÂG |
Bülbül. |
MÜRG-İ BÂL-ŞİKESTE |
Kırık kanatlı kuş. |
MÜRG-İ ÇEMEN |
Bülbül. |
MÜRG-İ DİL |
Gönül kuşu. |
MÜRG-İ NÂMEBER |
Güvercin. |
MÜRG-İ RUZ |
Güneş. |
MÜRG-İ SEHER |
Seherde öten kuş, bülbül. |
MÜRG-İ SUBH |
Bülbül. |
MÜRG-İ SÜLEYMAN |
Çavuş kuşu. Hüdhüd. |
MÜRG-İ TARAB |
Şarkı söyliyen. Hânende, okuyucu. * Güvercin. * Bülbül. |
MÜRG-İ ZER |
Güneş. |
MÜRG-İ ZERRİN |
Sülün. |
MÜRG |
f. Sümük. |
MÜRG-AB |
f. Su kuşu. * Kurbağa. * Ördek. |
MÜRGAN |
f. Kuşlar. |
MÜRGANE |
f. Kuşlara yakışır şekilde. Kuşlar gibi. * Kuş yumurtası. |
MÜRGBAZ |
f. Kuşçu. Kuş yetiştiren. |
MÜRGDİL |
f. Kuş yürekli. Korkak. |
MÜRGEK |
f. Küçük kuş. Kuşcağız. |
MÜRGZAR |
f. Kuşu çok olan yer. Kuş bahçesi. |
MÜRHA |
İyi huylu kişi. |
MÜRHE |
Karışmamış, saf, katıksız. |
MURÎB |
şüpheli. şüphelendirici. |
MÜRİD |
İrade eden, istiyen. * Tarikata girmiş olan. Şeyhin veya mürşidin
şakirdi, talebesi. |
MÜRİDÂN |
f. Müridler. |
MÜRİDÂNE |
f. Tarikata girmiş gibi. Aşk ve incizabla istiyerek, mürid gibi dua
ederek. |
MÜRİDD |
Cima hırsı ve iştihası galip kişi. * Suyu çok olan deniz. |
MÜRİH |
İcat edici. * Rahat edici. |
MÜRİZZA |
Köremez dedikleri taam ki süt ve yoğurt ile yapılır. |
MÜRKAB |
Baş ve boyun derisi. Baş ve boyundan soyulan deri. |
MÜRKID |
Uyutucu ilâç. |
MÜRN |
Yumuşaklık. |
MÜRR |
Acı. * Arap beldesinde bir ağacın zamkı. |
MÜRRAN |
Lübnan dağında yetişen bir ağaç. |
MÜRRANE |
Süngü. |
MÜRRE |
(C.: Mür) Acı. |
MÜRSA |
Geminin demir attığı yer. (Bak: İrsa) |
MÜRSAT |
Demir atmış gemi. Lengeri atılmış gemi. |
MÜRSEL |
(Resel. den) İrsal olunmuş, gönderilmiş, yollanmış. * Nebi. Peygamber. |
MÜRSELÂT |
Gönderilen şeyler. * Melekler. * Kur'anın 77. suresidir. Urf Suresi de
denir. Mekkîdir. |
MÜRSELE |
İrsal edilen, gönderilen. * Mektup, pusula, kâğıt. |
MÜRSELÎN |
Gönderilenler. Peygamberler. Allah tarafından insanların doğru yola
çıkarılmaları için gönderilen elçiler. (Bak: Resul, Mefhar-i Kâinat,
Münacat) |
MÜRSELÜN İLEYH |
Fık: Kendisine bir şey gönderilmiş olan. Söz kendisine tebliğ olunan
kimse. (Bak: Mürsel) |
MÜRSİL |
Gönderen, yollayan, ulaştıran. |
MÜRSİL-İ MEKTUB |
Mektub gönderen. |
MÜRSİYE |
Çakılmış. Yerleştirilmiş. |
MÜRŞİD |
(Rüşd. den) İrşad eden, doğru yolu gösteren, gafletten uyandıran.
Peygamber vârisi olan, kılavuz. Tarikat piri, şeyhi. |
MÜRŞİD-İ A'ZÂM |
En büyük mürşid. |
MÜRŞİD-İ EKBER |
En büyük mürşid. * Kur'ân-ı Kerim veya Hazret-i Peygamber (A.S.M.) .
(Bak: Mefhar)(Arkadaş! Şu Zât-ı Nuranî (A.S.M.), mürşid-i imanî, Resul-ü
Ekrem, bak nasıl neşrettiği hakikatın nuruyla, hakkın ziyasiyle, nev-i
beşerin gecesini gündüze, kışını bahara çevirerek âlemde yaptığı inkılab ile
âlemin şeklini değiştirerek nurani bir şekle sokmuştur. Evet o Zâtın nuranî
güzelliğiyle kâinata bakılmazsa, kâinat bir mâtem-i umumi içinde
görünecekti. Bütün mevcudat birbirine karşı ecnebi ve düşman durumunda
bulunacaktı. Cemadat, birer cenaze suretini gösterecekti. Hayvan ve
insanlar, eytam gibi ve firakın korkusundan vâveylalara düşeceklerdi. Ve
kâinata harekâtiyle, tenevvü'üyle ve tagayyüratiyle, nükuşiyle tesadüfe
bağlı bir oyuncak nazariyle bakılacaktı.Bilhassa insanlar, hayvanlardan daha
aşağı, zelil ve hakir olacaklardı. İşte o Zâtın telkin ettiği imân nazariyle
kâinata bakılmadığı takdirde, kâinat öyle korkunç, zulümatlı bir şekilde
görünecekti. Fakat o Mürşid-i Kâmil'in gözüyle ve iman gözlüğüyle bakılırsa;
her taraf nurlu, ziyadar, canlı, hayatlı, sevimli, sevgili bir vaziyette
arz-ı didar edecektir. Evet, kâinat iman nuruyla mâtem-i umumî yeri olmaktan
çıkıp mescid-i zikir ve şükür olmuştur. Birbirine düşman telâkki edilen
mevcudat, birbirine ahbab ve kardeş olmuşlardır. Cenaze ve ölü şeklini
gösteren cemadat, ünsiyetli birer hayattar ve lisan-ı hâliyle Hâlikının
âyâtını nâtık birer müsahhar memuru şekline giriyorlar. Ağlayan, müteşekki
ve eytam kıyafetinde görünen insan, ibadetinde zâkir, Hâlikına şâkir
sıfatını takınıyor. Ve kâinatın harekât, tenevvüat, tegayyürat ve nukuşu
abesiyetten kurtuluyor. Rabbanî mektuplar, âyât-ı tekviniyeye sahifeler,
Esma-i İlâhiyeye âyineler suretine inkılab ederler... M.N.) |
MÜRŞİDÂNE |
Mürşid olan kimseye yakışır şekilde. |
MÜRŞİDÎN |
(Mürşid. C.) Mürşidler, doğru ve selâmetli yolu gösteren kimseler. |
MÜRTAGİB |
(Ragbet. den) Rağbet eden, istek gösteren. |
MÜRTA'IB |
Korkan, korkak. |
MÜRTAKİ |
İlerliyen, terakki eden. Yükselen, yukarı çıkan. |
MÜRTAZ |
Perhizkâr. |
MÜRTEBA' |
Bahar günlerinde ikâmet edecek yer. Yazlık. Sayfiye yeri. |
MÜRTEBİS |
Ekmek veren. |
MÜRTEBİT |
(Murtabıt) Bağlı, birbirine bitişik, bağlantılı, beraber. |
MÜRTECA |
(Recâ. dan) Ümit ve rica olunan şey. Umulmuş olan. |
MÜRTECEL |
Düşünülmeden hemen söylenmiş söz veya şiir. * Kelimenin lügat mânası
ile ıstılah mânası arasında münasebet bulunmayan kısmına mürtecel; münasebet
bulunan kısmına da menkul denir. * Fık: Konuşulandan başkasına bir alâka
bulunmaksızın sarih bir ihtimal ile kullanılan lâfızdır. Meselâ: Süreyya
lâfzı belli bir yıldızın adı olup her hangi bir şahsa isim olarak da
kullanılır, her ikisi arasında bir alâka yoktur. |
MÜRTECİ |
(Recâ. dan) Arzulu, ümitli, ümitvâr olan. |
MÜRTECİ' |
(Rücu'. dan) Geri dönen, geri dönmek isteyen. İrticâa giden. * Her
cihetle en yüksek saadet ve selâmete sevkeden İslâmiyete muhalefetle
İslâmdan önceki câhiliyet ve ahlâksızlığa dönmek isteyenlerin vasfı. *
İslâmiyete muhalif olanların; hakikat, İslâmiyet ve iman fedakârlarına,
İslâmiyetin Asr-ı Saadetteki hâlisiyyetine dönmek isteyenlere taktıkları
isim.(Eğer, meşrutiyet bir fırkanın istibdadından ibaretse, bütün ins ve
cinn şâhid olsun ki, ben mürteci'im ve şeriatın bir tek mes'elesine ruhumu
feda etmeğe hazırım. Ş.)(Kanayan bir yara gördüm mü, yanar tâ ciğerim Onu
dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim. Adam aldırma da geç, git diyemem,
aldırırım. Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım. Zâlimin hasmıyım
amâ, severim mazlumu İrticâ'ın şu sizin lehçede mânâsı bu mu? İşte ben
mürteci'im gelsin işitsin dünya. Hem de baş mürteci'im patlasanız
çatlasanız. Hadi, kanununuz assın beni, yahut yasanız..)Mehmed Akif (R.
Aleyh) |
MÜRTECİL |
Hemen, düşünmeden şiir söyliyen veya karşılık veren. Hazırcevap. |
MÜRTECİLÂNE |
f. Düşünmeden hemen şiir veya söz söyliyene yakışır surette. |
MÜRTECİLEN |
Hemen şiir veya söz söyleyerek. Düşünmeden cevap vererek.
Hazırcevaplıkla. |
MÜRTECİM |
Birbiri üstüne istif olmuş olan. |
MÜRTECİR |
Kişnemesi güzel olan at. |
MÜRTED |
İrtidad eden. İslâm dininden dönen.(İrtidat, din-i celil-i İslâmı kabul
ettikten sonra dönmektir. Yâni: Esasen müslüman olan veya bilâhare İslâm
dinini kabul etmiş bulunan bir şahsın, bilâhare dönüp başka bir dine intisab
etmesi veya hiçbir din ile mukayyed bulunmayıp inkâr-ı mahza sapması
demektir. Bu hale "riddet" de denir. Böyle bir şahsa da "mürted" denir.
Ist.Fık.K.)(İslâmiyet, sair dinlere kıyas edilmez. Bir müslüman,
İslâmiyetten çıksa ve dinini terketse, daha hiçbir Peygamberi kabul edemez;
belki Cenâb-ı Hakkı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz;
belki kendinde kemalâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder.
Onun için İslâmiyet nazarında, harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte
olsa, musalâha etse; dâhilde olsa, cizye verse; İslâmiyetçe hayatı
mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü vicdanı tefessüh eder,
hayat-ı içtimaiyyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki Hristiyanın bir
dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi' bir vaziyette kalabilir. Bazı
mukaddesatı kabul eder ve bazı Peygamberlere inanabilir ve Cenab-ı Hakk'ı
bir cihette tasdik edebilir. M.)(Ecnebi dinsizleri gibi de olamazsın. Çünkü
onlar bir peygamberi inkâr etse, diğerlerine inanabilirler. Peygamberleri
bilmese de, Allah'a inanabilir. Bunu da bilmezse, kemalâta medar bazı
seciyeleri bulunabilir. Fakat bir müslüman, en âhir ve en büyük ve dini ve
dâveti umumi olan Âhirzaman Peygamberi Aleyhissalâtü Vesselâm'ı inkâr etse
ve zincirinden çıksa, daha hiçbir peygamberi, hatta Allah'ı kabul etmez.
Çünkü bütün peygamberleri ve Allah'ı ve kemâlâtı onunla bilmiş. Onlar onsuz
kalbinde kalmaz. Bunun içindir ki, eskidenberi her dinden İslâmiyete
giriyorlar. Ve hiçbir müslüman, hakiki yahudi veya mecusi veya nasrani
olmaz. Belki dinsiz olur, seciyeleri bozulur; vatana, millete muzır bir
hâlete girer. Ş.)(Maahâza beşeriyetin hakiki bir din dâiresinde umumi bir
uhuvvet teşkil ederek mesudane yaşaması, müslümanlıkta bir gayedir. Umum
beşeriyetin menfaatleri de bunu muktezidir.Binaenaleyh hakiki bir din olan
İslâmiyetin mehasin ve mealisini anlamış olması iktiza eden bir müslimin
bilâhare bu gayeye muhalif hareket etmesi; hem kendisinin, hem de âmmenin
menfaatlerine münafi âhenk-i umumiyi ihlâle bâdi olacağından hakkında böyle
bir cezayı müstelzim olur. Umumun selâmeti için böyle bir cezanın vücuduna
ihtiyaç vardır. Ist.Fık.K.)İslâm dini, maddî ve mânevî; ferdî ve ictimaî
bütün iyilikleri kendinde topladığından, İslâmiyeti terketmek, bütün
iyilikleri terketmek demek olur. Bu itibarla mürtedde hiçbir hayır ve salâh
kalmaz, canavar bir hayvana inkılab eder. |
MÜRTEDİ' |
Yasak olan şeyleri yapmayan, onlardan kaçınan. |
MÜRTEDİF |
Arkasından giden, ardına düşen. * Hayvana binen kimsenin ardına binen. |
MÜRTEFAK |
Rahat olacak yer. |
MÜRTEFİ' |
(Ref'. den) İrtifâ eden, yükselen, yükselmiş, yüce. |
MÜRTEFİD |
Kazanan, faydalanan, edinen. |
MÜRTEHEN |
(Rehn. den) İpotek edilen. Rehin olarak alınan. |
MÜRTEHİL |
(Rıhlet. den) Göç eden, irtihal eden. Dünyadan göçen, ölen. |
MÜRTEHİN |
(Rehn. den) Rehin eden. Rehin olarak alan. |
MÜRTEHİS |
Ucuz sayan. İrtihas eden. |
MÜRTEHİZ |
Rezil ve kepaze olan. İrtihaz eden. |
MÜRTEÎ |
Çayırda otlayan. |
MÜRTEİB |
(Ru'b. dan) Korkan. |
MÜRTEİD |
(Ra'd. dan) Ürken, korkan. Korkup titreyen. |
MÜRTEİŞ |
(Ra'ş. dan) Titreyen. |
MÜRTEKIB |
(Rükub. dan) Bekleyen, gözleyen, uman. * Göz hapsine alan. |
MÜRTEKIŞ |
Birbirine giren. Karmakarışık olan. |
MÜRTEKİB |
(Rukub. dan) İrtikab eden, kötü iş yapan. * Rüşvet alan ve yiyen. |
MÜRTEKİBÎN |
(Mürtekib. C.) İrtikâb edenler. Kötü iş yapan kimseler. * Rüşvet alan
ve yiyen kişiler. |
MÜRTEKİZ |
(Rekz. den) Yerli yerinde sağlamca duran. |
MÜRTEMÎ |
Keşif kolu. Karakol. |
MÜRTES |
Muharebede yaralanıp, savaş meydanı dışına nakledildikten hemen sonra
vefat eden İslâm mücâhidi. |
MÜRTESEM |
(Resm. den) Resmolunmuş. Resimlenmiş. |
MÜRTESİH |
Sağlam, sıkı ve sabit olan. |
MÜRTESİM |
İrtisam eden, resmi çıkan. Görünür hâle gelen. |
MÜRTESS |
Duyulmuş, işitilmiş. |
MÜRTEŞİ |
(Rişvet. den) Rüşvet alan, irtişa eden. |
MÜRTEŞİF |
Yudum yudum içen. |
MÜRTEŞİH |
(Reşh. den) Süzülmüş. |
MÜRTEVİ |
Suya kanmış. |
MÜRTEZA |
Beğenilmiş, seçilmiş, ihtiyar olunmuş. |
MÜRTEZİK |
(Rızık. dan) Rızıklanmış, rızık bulmuş, rızıklanan. |
MÜRTEZİKA |
(Rızk. dan) Ulufe sahipleri. |
MÜRTİME |
Yetimleri olan kadın. |
MÜRUC |
(Merc. C.) Çayarlar,otlaklar, çayırlıklar. |
MÜRUD |
Âdet etmek. |
MÜRUDET |
Son derece dikbaşlık gösterme. Çok fazla âsilik yapma. |
MÜRUE |
Adamlık, insanlık. |
MÜRUK |
Sâfi, süzülmüş nesne. * Süslü perdeler takılmış olan ev. |
MÜRUK |
Okun yaydan çıkıp nişanın diğer tarafına geçmesi. * Dinden huruç etmek,
mürtedlik. |
MÜRUR |
Geçmek, gitmek. Bir taraftan girip öteden çıkmak. * Sona erme, nihâyet
bulma. |
MÜRUR-U ZAMAN |
Zamanın geçmesi. * Bir iş ve dâva hakkındaki belli bir zamanın
geçmesiyle o iş ve dâvanın hükümden düşmesi. |
MÜRURİYE |
Bir köprüden veya yabancı memleketden geçerken verilen para. |
MÜRUR VE UBUR |
Geçmek ve atlamak. |
MÜRUT |
Acele etmek. * Yolmak. |
MÜRÜVVET |
İnsaniyet. İnsanlığa uygun olan şeyi yapmak. Güzel ve iyi şeyleri alıp,
kötü şeyleri ve hâlleri bırakmak. * Ana baba saadeti. * Mertlik, yiğitlik. *
Reculiyet. |
MÜRÜVVETKÂRÂNE |
f. Yiğitçesine. Mertçesine. * Mürüvvetlicesine. |
MÜRÜVVETMEND |
f. İyiliksever, cömert. * Mürüvvetli, insâniyetli. |
MÜRVARİD |
f. İnci. |
MÜRZEBE |
Musibet, belâ. * Eksik, noksan. |
MÜRZI' |
Emziren, emzirici. |
MÜSAADAT |
(Müsâade. C.) Yardımlar, muavenetler. * Müsâadeler, izinler. |
MÜSAADE |
İzin, elverişli bulunma. * Yardım. |
MÜSAAFE |
Bir kimse ile adavet edişmek, düşmanlık yapmak. * Yardımlaşmak. |
MÜSAB |
Sevab kazanan, ettiği iyiliğin Allah'tan karşılığını gören. (Bak:
Musab) |
MÜSABAKA |
Karşılıklı yarışma. Hangisinin ileride olduğunu anlamak için yapılan
tecrübe, imtihan. Bir şeyde derece anlama için iki veya daha çok şahıslar
arasında bazı şartlarla yapılan tecrübe. |
MÜSABAKAT |
Yarış, yarışma, müsâbaka. |
MÜSABEA |
Yırtıcı hayvanların yeri. |
MÜSABEGA |
Tamamlamak, yerli yerince etmek. |
MÜSABERET |
Sürekli olarak uğraşma. * Bir şey yapmağa hemen girişme. |
MÜSABIK |
(Sebk. dan) Müsabakaya giren, yarışmaya katılan. * Geçen. |
MÜSABİR |
Devam edici, devam eden. |
MÜSACELE |
Nöbetleşmek. |
MÜS'AD |
Bahtiyar, mes'ud. |
MÜ'SAD |
Bağlanmış ve berkitilmiş nesne. |
MÜ'SADE |
(İsad. dan ism-i mef'uldür) "Asadet-ül bab" denir ki; kapıyı kapadım,
sımsıkı kilitledim demektir. Üzerlerine ateşin yakılıp fırın gibi kapısının
kapanması ateşin şiddetini icab edeceğinden, Cehennemde azabların şiddet ve
ebediyetinden kinayedir. (E.T.) |
MÜSADEFE(T) |
(Suduf. dan) Rast gelme. Tesâdüf etme. |
MÜSADEMAT |
(Müsademe. C.) Vuruşmalar, birbirine çarpmalar. Müsademeler. |
MÜSADEME |
(C.: Müsademat) Vuruşma, birbirine çarpma. * Silâhlı çarpışma. |
MÜSADEME-İ EFKÂR |
Fikirlerin çarpışması, muhtelif fikirlerin birbirine karşı söylenişi. |
MÜSADERE |
(Sudur. dan) Yasak edilen bir şeyin kanuna göre elden alınması. Zulüm
ve cebir. |
MÜSADİF |
Rastlayan, tesadüf eden. |
MÜSADİM |
Çarpışan, vuruşan. |
MÜSAF |
(Mesâfe. C.) Uzaklıklar, mesâfeler. |
MÜSAFAT |
Hastayı tedâvi etme. * Birbirine kötü muâmele yapma. |
MÜSAFEHA |
Zinâ etmek. |
MÜSAFENE |
Mülazemet edişmek, devamlı meşgul olmak. |
MÜSAFERET |
(Sefer. den) Misafirlik. * Yolculuk, seyahat. |
MÜSAFİR |
Seferde ve muharebede olan. Yola çıkmış olan, yolcu. Yoldan gelen,
başkasının evine gelmiş olan. * Fık: Onsekiz fersahtan uzak olan yerlere
giden. (Bak: Mukim, Seferî) |
MÜSAFİRHÂNE |
f. Yolcu konağı, han, otel. * Misafir olarak geçen resmi kimselerin
konaklıyacağı yer. * Mc: Dünya. |
MÜSAFİRÎN |
(Müsafir. C.) (Sefer. den) Misafirler, konuklar. Yolcular. |
MÜSAFİRPERVER |
f. Müsafire çok hürmet eden, müsafiri iyi ağırlayan, kıymet veren. |
MÜSAG |
Kolay yutulmuş. Boğazdan kolaylıkla geçirilmiş. |
MÜSAG |
(İsâga. C.) Kalıba dökülmüş, akıtılmış olan. |
MÜSAGSAG |
Konuştuğu zaman dişleri ağzından hareket edip ızdırap çektiğinden sözü
anlaşılmayan kimse. |
MÜSAHELE |
İşi sıkı tutmayıp gevşeklik göstermek. Kolaylaştırarak, kıymet
vermiyerek tutmak. |
MÜSAHELEKÂR |
f. Kolaylık gösteren. * Kolay sanan. |
MÜSAHEME |
Kur'a çekme. |
MÜSAHERE |
(Müsâheret) Geceleyin uyanık durma, uyumama. |
MÜSAHHAN |
(Suhunet. den) Isıtılmış, teshin edilmiş, kızdırılmış. |
MÜSAHHAR |
(Sihriyy. den) Fetih ve teshir olmuş, ele geçirilmiş. Zaptedilmiş.
İtaat ve hizmete alınmış. |
MÜSAHHAR |
(Sihr. den) Büyülenmiş, büyü ile aldatılmış, kendisine sihir yapılmış. |
MÜSAHHİR |
Teshir eden, zapteden. İstediği gibi hareket ettiren ve kullanan. |
MÜSAHİL |
Müsâhele eden. İşi sıkı tutmayıp gevşeklik gösteren. |
MÜSAHİM |
Kur'a çeken, kur'a atan. |
MÜSAİD |
Muvafık, uygun. Yardım eden. İzin veren. |
MÜSAİF |
İş bitiren, uygunluk gösteren. |
MÜSAKAT |
(Ka, uzun okunur) Meyvesinin bir kısmını almak şartiyle bir bağı veya
ağaçları bir kimseye verme. |
MÜSAKATA |
Düşürme. Peyderpey düşürme. |
MÜSAKE |
Bahillik. |
MÜSAKKAF |
(C.: Müsakkafât) (Sakf. dan) Üstü dam veya tavanla örtülmüş. Tavanı
veya damı olan. |
MÜSAKKAL |
Ağırlaştırılmış. Sakilleştirilmiş. |
MÜSAKKIL |
(Siklet. den) Ağırlaştıran, sakil eden. |
MÜSAKKİB |
(Sakb. dan) Delen, delici, teskib eden. |
MÜSAL |
Sakal. |
MÜSALAHA |
(Sulh. dan) Barışma. Anlaşma. Güvenlik. |
MÜSALAHANÂME |
f. Barış antlaşması. |
MÜSALEBE |
Talan, yağma. |
MÜSALEFE |
(Müsâlefet) Birine refakat etme, yol arkadaşı olma. * İleride ve önde
bulunma. * Biriyle birlikte seyretme. |
MÜSALEME(T) |
İki taraf arasında barışıklık, barış içinde olmak, sulh. |
MÜSALEMETKÂR |
f. Barışçı, sulh taraftarı. |
MÜSALİF |
Yol arkadaşı. * Birinden ileride bulunan. * Biriyle birlikte seyreden.
* Bir işte beraber olan. |
MÜSAMAHA |
(C.: Müsamahât) Hoş görürlük, dikkat etmemek, aldırış etmemek.
Kusurlara göz yummak. |
MÜSAMAHAKÂR |
f. Müsamaha eden. Göz yuman, hoş gören, görmemezlikten gelen. *
Aldırmayan, ihmalci. |
MÜSAMAHAKÂRÂNE |
f. Görmemezliğe gelerek, müsamaha ederek, hoş görerek. |
MÜSAMAHAT |
(Müsamaha. C.) (Semâhat. dan) Müsamahalar, göz yummalar, görmezden
gelmeler, hoş görmeler. Aldırış etmemeler. |
MÜSAMERAT |
(Müsamere. C.) Müsamereler, gece eğlenceleri. |
MÜSAMERE |
(Semr. den) Gece eğlencesi. * Mekteplerde talebelerin oynadıkları
piyes. |
MÜSAMİD |
Oyun âleti yapan kimse. * Bahçesine ters ve pislik döken kişi. |
MÜSAMİH |
(Semâhat. dan) Aldırış etmeyen, göz yuman, hoş gören. |
MÜSANAT |
Bir kimseyi bir yıllığına ücretle tutmak. |
MÜSANEDE |
(Müsânedet) Arka çıkma, yardım etme, muavenette bulunma. |
MÜSANEHA |
Akla veya hatıra gelme. |
MÜSANEHE |
Yıl başında verilecek ücret. * Bir kimseyi bir yıllığına ücretle
tutmak. |
MÜSAR |
Yükseğe kalkan toz. |
MÜSARAA |
(C.: Müsâraât) Acele etmek. Bir şeye doğru koşmak. Sür'atle teşebbüse
geçmek. |
MÜSARAAT |
(Sür'at. den) Teşebbüs, girişme. * Sür'at ve acele etme. |
MÜSARAATEN |
Sür'atli ve acele olarak. |
MÜSARAKA(T) |
(Sirkat. den) Hırsızlık, çalma. |
MÜSARRE |
Sürurlaşmak, sevindirmek. |
MÜSATERE |
(Setr. den) Örtme, setretme. * Örtünme. |
MÜSAVAA |
Saatle verilecek ücret. * Saatle ücrete tutmak. |
MÜSAVAT |
Denklik, beraberlik. Müsavilik, eşitlik. Aynı hâl ve derecede olmak.
Aynı haklara sahip olmak.(Müsavat ise, fazilet ve şerefte değildir.
Hukuktadır... Hukukta ise şah ve gedâ biridir. Münazarât) |
MÜSAVATEN |
Müsavi ve eşit olarak. |
MÜSAVAT VE MÜVAZENE-İ ETVAR |
Bir kimsenin tavır ve hareketlerinin ölçülü ve dengeli olması. |
MÜSAVEME |
Pazarlık etme, pazarlaşma. |
MÜSAVERE |
Kalkmak. * Sıçramak. |
MÜSAVİ |
Birbirine denk olmak, aynı seviyede olmak. Denk, aynı derecede. |
MÜSAVİM |
Pazarlık eden. |
MÜSAYEFE |
(Seyf. den) Kılıçla vuruşma. birbirine kılıç çekme. |
MÜSAYERE |
(Seyr. den) Birine yol arkadaşı olma. |
MÜSBET |
İsbât olunan. Delilli. Açık ve sabit olan. * Menfinin zıddı. Pozitif,
olumlu. * Yazılıp kaydedilmiş. Tesbit edilmiş olan. |
MÜSBET HAREKET |
Doğruluğu âşikâr olan ve belli ve isbat edilebilen; doğru düşünenlerin
kabul edebileceği kanun ve nizama uygun hareket. * Allah'ın (C.C.) emrine
uygun, tahribkâr ve tecavüzkâr olmayan, yapıcı ve tâmir edici tarzda olan,
mizan, adâlet ve insafa uyan hareket.(Bir şeyin vücudu, bütün eczasının
vücuduna vâbestedir. Ademi ise, bir cüz'ünün ademi ile olduğundan; zayıf
adam iktidarını göstermek için tahrib tarafdarı oluyor, müsbet yerine
menfice hareket ediyor. M.) |
MÜSBET İLİMLER |
(Pozitif ilimler) Tecrübe ve müşâhedeye dayanan ve nazari olmayan maddi
ilimler. Herkesin kabul ettiği ve isbat vasıtaları ile doğruluğu isbat
edilen ilimler. |
MÜSBİG |
Tamamlayıcı, isbâğ edici. |
MÜSBİT |
İsbat eden, tesbit eden. Hakikat olduğunu, doğruluğunu belli eden. |
MÜSBİT |
Hastalık ve yaralardan dolayı pek hâlsiz ve kuvvetsiz kalan. |
MÜSEBBA' |
Edb: Yedişer mısralı bentlerden müteşekkil nazım. |
MÜSEBBAA |
Yedi kere okunması icab eden duâ. |
MÜSEBBEB |
(Sebeb. den) Sebebleri ve vesileleri mevcut olan. Sebeb ile meydana
getirilmiş olan. |
MÜSEBBEBÂT |
Bir sebeple olanlar, sebeple meydana çıkanlar. Neticeler. |
MÜSEBBEH |
İhtiyarlıktan dolayı aklı giden kimse. Bunak. |
MÜSEBBET |
Sâbit kılınmış, tesbit olunmuş. |
MÜSEBBİB |
Sebep, vesile ve mucib olan. Vücuda getiren, kuran. |
MÜSEBBİB-ÜL ESBAB |
Bütün sebeplere sâhip olan, hakiki müsebbib (Cenab-ı Hak). Bütün
sebepleri meydana getiren, Allah (C.C.) |
MÜSEBBİH |
Allah'ı tesbih edip anan, Allah'ı noksan sıfatlarından tenzih eden ve
zikreden, Sübhanallah diye Allah'ı tesbih eden. |
MÜSEBBİHA |
Sağ elin ikinci parmağı. Şehâdet parmağı. |
MÜSEBBİHAN |
f. Tesbih edenler. Bütün noksan sıfatlardan, her çeşit kusurdan Cenab-ı
Hakkın uzak, temiz ve pâk olduğunu ikrar edenler, söyleyenler.(Evet, her bir
nebat, her bir ağaç, pek çok lisan ile Sani'lerini öyle gösteriyorlar ki;
ehl-i dikkati hayretlerde bırakır ve bakanlara "Sübhanallah!.. Ne kadar
güzel şehadet ediyor" dedirtirler... S.) |
MÜSEBBİHÂNE |
f. Tesbih ederek. Sübhânallah diyerek. |
MÜSEBBİT |
Tesbit eden, sabit kılan, devamlı kılan. |
MÜSEBBİTAT |
Uyuşturucu, bayıltıcı, dondurucu ilâçlar. |
MÜSECCA' |
Secilendirilmiş. Cümlelerin sonu veya ortası kafiyeli olan nesir. (Bak:
Seci') |
MÜSECCEL |
(Secl. den) Kayda geçmiş, sicilli. * Mahkeme defterine geçirilmiş. *
Kimseden men'olunmayan mübah nesne. |
MÜSECCİL |
(Secl. den) Tescil eden. Sicile, deftere geçiren. |
MÜSECHER |
Beyaz. Ak nesne. |
MÜSEDDED |
(Sedad. dan) Uzunlamasına doğrultulmuş. * İstikametle amel eden kişi. |
MÜSEDDES |
Altı kısımdan meydana gelmiş. * Altılı. Altıgen. |
MÜSEDDİD |
(Sedd. den) Tıkayan, sed yapan. * Tıkanmış, sed yapılmış, mesdud. *
(Sedad. dan) Doğrultan. Doğru yola sevkeden. |
MÜSEHHİL |
Teshil eden, kolaylaştıran. |
MÜSEKKEN |
Ateşle kızmış su. |
MÜSEKKİN |
Teskin eden, sükun veren. Elem ve ağrıyı izâle eden. |
MÜSELHAB |
Müstakim, doğru. |
MÜSELHEM |
Mütegayyer olmuş, değişmiş. Bozulmuş. |
MÜSELLAH |
(Silâh. dan) Silâhlı, silâhlanmış. |
MÜSELLAHAN |
(Silâh. dan) Silâhlı olarak. |
MÜSELLAT |
Galip. * Havâle olunmuş. |
MÜSELLEM(E) |
(Selm. den) Teslim olunmuş olan, doğruluğu şeksiz kabul edilen. Herkes
tarafından kabul edilip emniyet ve itimad edilen. * Tasdik edilip inkâr
edilmeyen. * Ayıplardan teberri olunmuş. |
MÜSELLEMAN |
(Selm. den) Tar: Yeniçeri zamanında yol işleriyle vazifeli asker kısmı. |
MÜSELLEMAT |
(Müsellem. C.) Doğruluğunda şüphe edilmeyen umumi bilgi ve kaideler.
İslâmiyete ait, sağlamlığında şüphe olmayan esâslar. * Man: Dinleyenin hemen
münakaşasız kabul ettiği kaziyeler. |
MÜSELLES |
(Selase. den) Üç, üçlü. Üçleştirilen. Üç köşeli olan. Üçgen. |
MÜSELLESÎ |
Üçgen biçiminde olan. |
MÜSELLÎ |
Yarış atlarının üçüncüsü. |
MÜSELLİM |
(Selm. den) Teslim eden, veren. * Tar: Eyalet valileriyle sancak
mutasarrıflarının uhdelerinde bulunan yerlerin idaresine memuR edilen
kimseler. Vali ve mutasarrıflardan uhdesine tevcih olunan iki yerden mühim
olanında kendisi oturur, diğerini gönderdiği adam idare ederdi. Yine bunlar
tarafından bir kazanın varidatını tahsil için gönderilen memurlara da
"mütesellim" denilirdi. |
MÜSELMAN |
(Bak: Müslim) |
MÜSELSEL |
(Silsile. den) Teselsül eden, birbirine bağlı olan, bir sırada devam
eden. Zincir halkaları gibi bir sırada olan. * Edb: Bütün mısraları kafiyeli
manzume. |
MÜSELSELEN |
(Silsile. den) Birbirinin ardından, aralıksız. Teselsül ederek,
zincirleme, birbirine bağlı olarak. |
MÜSEMMA |
İsimlendirilen, ad verilmiş olan, bir ismi olan. * Muayyen zaman.
Belirli vakit. |
MÜSEMMA-YI AKDES |
En kudsî isimlerin sahibi olan Cenab-ı Hak. |
MÜSEMMA-YI MEŞRUTİYET |
Meşrutiyet diye isimlendirilen. |
MÜSEMMEM |
(Semm. den) Zehirlenmiş, ağulu, içine zehir atılmış. |
MÜSEMMEN |
Edb: Sekizer mısralı bentlerden müteşekkil nazım. * Sekiz renkli. Sekiz
parçadan meydana gelen. * Fık: Paha biçilmiş ve takdir edilen kıymet
karşılığında satılmış olan şey. |
MÜSEMMEYAT |
İsim verilenler. Ad konulanlar. |
MÜSEMMİM |
Zehirleyen, zehir katan. |
MÜSENNA |
Kat kat olan. * İkili. İki bölümden meydana gelmiş olan. İki kat olan,
iki noktalı olan, iki defa nâzil olan Sure-i Fâtiha. Gr: İki şahsa veya iki
şeye delâlet eden kelime. (Bak: Seb'ul-mesâni) |
MÜSENNAH |
İki kat olmuş, ikiye bükülmüş. |
MÜSENNAT |
(C.: Müsenneyât) Su bentlerinin veya arkların kenarı. |
MÜSENNEDE |
Arka yastığı, arkaya dayanılacak yer. |
MÜSENNEM |
Kabartma. Kabartmalı olarak hakkedilmiş olan. * Ev çatısı veya dam
şeklinde olan. |
MÜSENNEYAT |
(Müsennât. C.) Arkların veya su bentlerinin kenarları. |
MÜSERRAH |
Bırakılmış, boşanmış. |
MÜSERREC |
(Serc. den) Eyerlenmiş, eyerli, eyer vurulmuş. |
MÜSERRED |
Halkaları birbirine girmiş olan zırh. |
MÜSERRİ' |
(Sür'at. den) Sür'atlendiren, hızlandıran. |
MÜSEVVED |
Karalanmış. |
MÜSEVVEG |
(C.: Müsevvegat) Râzı olunmuş, rıza gösterilmiş, izin verilmiş. |
MÜSEVVEGAT |
(Müsevveg. C.) Râzı olunmuş, izin verilmiş şeyler. |
MÜSEVVEM |
Alâmetli, işaretli. * Süslü, ziynetli. * Yabana otlamaya salıverilen
davar. |
MÜSEVVEME |
Talim ve terbiye görmüş, hilkaten tamamen olan at. * Nişan edilmiş. *
Süslü. |
MÜSEVVER(E) |
Etrafı sur ile çevrilmiş olan. * Kaplanmış. İhâta olunmuş. * Kolun
bilezik takacak yeri. |
MÜSEVVES |
Kurtlanmış. |
MÜSEVVİD |
Müsvedde yapan, ilk nüshaları yazan, temize çekilecek olan yazıyı
yazan. * Resmi dairede kâtip. |
MÜSEVVİDE |
Abbasiye tâifesinden bir fırka. |
MÜSEVVİDÎN |
(Müsevvid. C.) Müsevvidler. Müsvedde yapanlar. * Kâtipler. |
MÜSEVVİF |
(C.: Müsevvifin) (Sevf. den) Geciktiren, atlatan. |
MÜSEVVİFÎN |
(Müsevvifûn) Atlatanlar, geciktirenler, müsevvifler. |
MÜSEVVİK |
Sevk eden, gönderen. |
MÜSEYLEME |
(Adı: Müseylemet-ül-kezzâb olan) Yalancı Müseyleme, Arabistan'da Asr-ı
Saadette Yemame'li bir yalancı, peygamberlik iddia ederek maskara olmuş,
Hicri onbirinci yılda öldürülmüştür. |
MÜSEYTIR |
Galip. * Havâle. * Musallat kişi. |
MÜSEYYEB |
(Seyb. den) Tenbel, uyuşuk, üşengeç. |
MÜSFAH |
Erkeğinin kendinden başka iki karısı daha olan kadın. |
MÜSFİR |
Ziyâ verici. Işıklandıran, nurlandıran. |
MÜSGAR |
Dişi çıkmış çocuk. |
MÜSHANFER |
Vâsi, bol, geniş. |
MÜSHEB |
Çok konuşan. Çok söyleyici. |
MÜSHİL |
(C.: Müshilât) (Sehl. den) Kolaylaştıran. * Bağırsakları temizleyen.
İshal veren. Kazuratı kolaylıkla dışarı attıran ilâç. |
MÜSHİLÂT |
(Müshil. C.) İshal veren, bağırsakların temizlenmesine yardımcı olan
ilâçlar. |
MÜSHİT |
Helâk edici. |
MÜ'SÎ |
Kederli kimseyi avutan, gamlı kimseye teselli veren. (Bak: Üsvet) |
MÜSİ' |
(Sev'. den) Yaramaz, itaatsiz, iş görmez. Kötülük işleyen. |
MÜS'İD |
Mes'ud eden, bahtiyar eden. |
MÜSİL |
(Seyelan'dan) Akıtan, isale eden. |
MÜSİNN |
Yaşlı, ihtiyar. |
MÜSİR |
Koparan, kaldıran. |
MÜSİRE |
Çift öküzü. |
MÜSKAB |
Erkek doğuran. |
MÜSKAL |
Yük altında ezilen.
Ezilmekte olan. |
MÜSKE |
Müracaat olunacak hayır ve fayda. * Her şeyin artığı. * Akıl, kâmil
zihin. * Kendine temessük olunacak şey. * Geçinecek kadar kuvvet ve gıda. |
MÜSKİR |
(Sekr. den) Sarhoşluk veren, şuuru kaybettiren, kullanılması ve
içilmesi haram olan zararlı madde. |
MÜSKÎR |
Çok sarhoş olan. |
MÜSKİRAT |
(Müskir. C.) İçilmesi ve kullanılması Allah (C.C.) tarafından
men'edilmiş sarhoşluk veren şeyler. |
MÜSKİT |
Susturan, söyliyecek söz bırakmayan, susmağa mecbur eden. |
MÜSKİTÂNE |
f. Sustururcasına. Susturma suretiyle. |
MÜSLİM |
İslâm olan, Allah'a teslim olmuş olan, selâmette olan. |
MÜSLİMAN |
(Selâmet. den) İslâm olan. İslâm dininde bulunan, mü'min ve mütedeyyin
olan. (Bak: Muhammed (A.S.M.), Mefhar, Münacat) |
MÜSLİMANAN |
Müslümanlar. İslâm olanlar. |
MÜSLİMÂT |
Kadın müslümanlar. |
MÜSLİME |
Müslüman kadın veya kız. İslâm olan kadın. |
MÜSLİMÎN |
(Bak: Müslimûn) |
MÜSLİMÛN |
Müslümanlar. Erkek müslümanlar. Müslimîn. |
MÜSMEGIDD |
şişirici, şişiren. |
MÜSMEGILL |
Uzun, tavil. |
MÜSMEKAT |
(Mesmükât) Gökler, semavat. |
MÜSMİ' |
İşittiren, sesi duyuran. |
MÜSMİN |
Semiz, şişman. |
MÜSMİR |
Hayır veren, meyve veren, faydalı netice veren. |
MÜSNED |
(C.: Mesânid) İsnad edilmiş, nisbet edilmiş olan. * Gr: Haber (yüklem).
Meselâ: "Bu yazı güzeldir" cümlesindeki (güzeldir) kelimesi gibi. * Edb:
Açık olmayan heceye (kapalı heceye) de müsned denir. * Ehl-i Hadis
ıstılahınca: Müsned; içindeki metinler, senetleri ile mezkur olan hadis
kitabı demektir. Müellifin her sahabeden gelen rivâyetleri kendine kadar
olan isnadları ile bir yere toplamak sureti ile vücuda getirdiği kitabdır.
Doksana yakın Müsned olan Hadis kitabları vardır, bunların en mu'teberi
Müsned-i Ahmed İbn-i Hanbel'dir. Sadece Müsned denildiğinde Ahmed İbn-i
Hanbel'in Müsned kitabı kasdedilir. (Bak: İmam-ı Hanbelî) |
MÜSNEDÜN İLEYH |
Özne, fail. Edebiyatta sözün birinci rüknüne denir. Kendine isnad
edilen. (Nahivde buna mübtedâ denir) |
MÜSNEDE |
Arka yastığı. Arkaya dayadıkları nesne. |
MÜSNİD |
Söyleyene isnad edilen söz. * Zaman, dehr. |
MÜSRAH |
Taranmış. |
MÜSRİ' |
Tesr'i eden. Sür'at ve hız veren, acele ettiren, çabuk gider olan. |
MÜSRİF |
Boş yere malını harcayan, tutumsuz, Allah'ın (C.C.) razı olmayacağı
şeylere parasını, malını ve zamanını harcayan. |
MÜSRİFÂNE |
f. İsraf ederek, boş yere harcayarak. |
MÜSTA'BED |
Köle haline getirilen, kul olan, kulluğu istenen. |
MÜSTA'BİD |
(Abd. dan) Kul veya köle edinen. * Kendine ibadet ettiren. |
MÜSTA'BİR |
(C.: Müsta'birîn) Rüya tabir ettiren. |
MÜSTA'BİRÎN |
(Müsta'bir. C.) Rüyâ tabir ettiren kimseler. |
MÜSTA'CEB |
Şaşılacak olan. |
MÜSTA'CEL |
Acele yapılması lüzumlu olan, çabuk yapılması gereken. |
MÜSTA'CELEN |
(Acele. den) Çabuk ve acele olarak. Sür'atli bir tarzda. |
MÜSTA'CELE |
Büziydan otu. |
MÜSTA'CİB |
(Aceb. den) Şaşan, taaccüb
eden. |
MÜSTA'CİBEN |
Şaşakalarak, şaşırarak, taaccüb ederek. |
MÜSTA'CİL |
Acele yapan, çabuklaştıran. |
MÜSTA'Fİ |
Bir işten isteği ile çekilen, istifa eden. * Suçunun bağışlanıp
afvedilmesini isteyen. |
MÜSTAFZIL |
Bir şeyden arta kalan. |
MÜSTAGFİR |
(Gufran. dan) İstiğfar eden. Günahlarının örtülmesini, bağışlanmasını
Allah'tan (C.C.) isteyen. |
MÜSTAGİS |
Medet bekleyen, yardım dileyen. |
MÜSTAGİSÎN |
(Müstagis. C.) Yardım dileyenler. |
MÜSTAGNİ |
(Gani. den) Kimseden bir menfaat beklemeyen, bir şey istemeyen, istiğna
eden, kimseye ihtiyacı olmayan. Gönlü tok, tok gözlü. Çekingen, nazlı. *
Gerekli ve lüzumlu bulmayan. |
MÜSTAGNİYANE |
f. Müstağni olanlara yakışır surette. |
MÜSTAGNİYETÜN ANHÂ |
Kendilerine hiç ihtiyaç olmayanlar. |
MÜSTAGRAK |
(Gark. dan) Garkolmuş, dalmış, batmış. * Mânevi bir vaziyete dalmış. *
Kendini bilmiyecek derecede dalgın olan. Bir şeye dalmış veya daldırılmış
olan. |
MÜSTAGREB |
(Garabet. den) Garip ve tuhaf görülmüş, şaşılmış. |
MÜSTAGRIK |
(Gark. dan) Kendini bilmeyecek derecede dalgın. * Garkolmuş, batmış,
dalmış. |
MÜSTAGRİB |
(C.: Müstagribîn) Gurbete gitmek isteyen. * (Garabet. den) Şaşakalan,
şaşıran, garibine giden. |
MÜSTAGRİBANE |
f. Garibine ve tuhafına giderek, şaşırarak. |
MÜSTAGRİBÎN |
(Müstagrib. C.) (Garabet. den) şaşakalanlar. Garibine gidenler, taaccüb
edenler. |
MÜSTAGŞİ |
Örtünüp bürünen. |
MÜSTAHAK |
Hak eden, hak etmiş. * Kendisi kazanmış. |
MÜSTAHAZA |
(Bak: İstihaza) |
MÜSTAHBER |
(C.: Müstahberât) (Haber. den) Haber alınmış, işitilmiş, duyulmuş. |
MÜSTAHBERÂT |
(Müstahbere. C.) (Haber. den) Öğrenilmiş, alınmış haberler. |
MÜSTAHBİR |
(Haber. den) Duyan, işiten, haber alan. |
MÜSTAHCER |
(Hacer. den) Taş hâline gelmiş. Sertleşip taşlaşmış. |
MÜSTAHDEM |
Ücretle çalışan, hizmette bulunan, hademe. |
MÜSTAHDES |
Sonradan ihdas edilmiş, sonradan meydana çıkarılmış. |
MÜSTAHDİM |
Hizmette kullanan, istihdam eden. |
MÜSTAHDİS |
Yeni bir şey bulucu. |
MÜSTAHFAZ |
(C.: Müstahfazin) (Hıfz. dan) Koruyan, hıfzeden, muhafaza eden. |
MÜSTAHFAZÎN |
(Müstahfaz. C.) Müstahfazlar. |
MÜSTAHFIZ |
Tar: Yeniçeriliğin kaldırılmasından evvel, kale, hisar ve memleket
muhafazasında bulunan kimseler hakkında kullanılan bir tabirdi. İlk
zamanlardaki müstahfızlık, daim hizmet hâlinde olduğu için kendilerine timar
verilirdi. Sonraki müstahfızlık ise, harp gibi lüzum görüldüğü zaman
askerlik hizmetine çağrıldığı için bu gibilere yalnız hizmete çağırıldıkları
zaman, diğer askeri efrad gibi, maaş ve tayin verilirdi. |
MÜSTAHİK |
Hak etmiş, hak kazanmış, lâyık. |
MÜSTAHİKKÎN |
Hak kazanmış olanlar, haketmiş olanlar. |
MÜSTAHİL |
İmkânsız, olmayacak şey. Boş. |
MÜSTAHİLAT |
(Müstahil. C.) İmkânsız şeyler. * Mânâsız, boş ve saçma şeyler. |
MÜSTAHİLL |
Helâl addedici olan. Helâllaşmayı isteyen. |
MÜSTAHKAR |
(Hakaret. den) Hakir, hor görülen, küçümsenen. |
MÜSTAHKEM |
Sağlamlaştırılmış, istihkâm edilmiş. (Bak: Muhkem) |
MÜSTAHKIR |
(Hakaret. den) Hakir gören, istihkar eden, küçük gören, küçümsiyen. |
MÜSTAHKİM |
Sağlamlaştıran, istihkâm eden. |
MÜSTAHLAS |
(Halâs. dan) Kurtarılmış, halâs edilmiş. |
MÜSTAHLEB |
Süt gibi beyaz ve sübye tarzında hazırlanmış, süt haline getirilmiş
ilâç. |
MÜSTAHLEF |
(Halef. den) Kendi yerine geçirilmiş. Başkasının yerine konulmuş. |
MÜSTAHLİB |
(Halb. dan) Tırmalayan. |
MÜSTAHLİB |
(Halb. dan) Sağan. |
MÜSTAHLİB-İ LEBEN |
Süt sağan. |
MÜSTAHLİF |
(Halef. den) Kendi yerine geçiren. Başkasının yerine koyan. |
MÜSTAHLİS |
(Halâs. dan) Kurtaran, halâs eden. Kurtarıcı. |
MÜSTAHMİL |
(Haml. dan) Yüklenen, istihmâl eden. |
MÜSTAHREC |
Alınmış, çıkarılmış, istihrâc edilmiş olan. |
MÜSTAHRİC |
(Huruc. dan) İstihrac eden, çıkaran. İbâreden mâna çıkarmak istidadında
olan. |
MÜSTAHSAL |
(C.: Müstahsalât) (Hâsıl. dan) Yetiştirilmiş, hâsıl olmuş, üretilmiş. |
MÜSTAHSEN |
Beğenilen. Güzel ve herkesin beğendiği. * Dinimizin güzel gördüğü
şeylerin her biri. |
MÜSTAHSİL |
(Hâsıl. dan) Yetiştiren, hâsıl eden, husule getiren, elde eden.
Üretici. |
MÜSTAHSİLÎN |
(Müstahsil. C.) Yetiştirenler, müstahsiller, üreticiler. |
MÜSTAHSİN |
Beğenen, iyi gören, iyi bulan. |
MÜSTAHSİNÂNE |
f. Beğenerek, beğenmek suretiyle, beğenircesine. |
MÜSTAHSİR |
Yorulup halsiz düşen. |
MÜSTAHYİ |
(Hayâ. dan) Utanan, utangaç. Hayâ eden. |
MÜSTAHZAR |
(Huzur. dan) Hazır, hazırlanmış. * Huzura getirilmiş. Zihinde tutulan. |
MÜSTAHZARAT |
(Müstahzar. C.) Hazırlanmış şeyler. |
MÜSTAHZIR |
(Huzur. dan) Hazırlıyan. * Huzura getiren. |
MÜSTAİD |
İstidadı olan, kabiliyetli, uyanık, anlayışlı, akıllı. |
MÜSTAİDDÂN |
(Müstaid. C.) İstidatlı kimseler, müstaid kişiler. |
MÜSTAİN |
(Avn. dan) Yardım isteyen, istiâne eden. |
MÜSTAİNEN |
(Avn. dan) Birinin yardımına sığınarak, istiane ederek, yardım
dileyerek. |
MÜSTAİR |
(Ariyet. den) Ödünç alan. |
MÜSTAKARR |
(Karar. dan) Karar bulan, bir yerde sabit ve sakin olan. Kararlı. *
Karargâh. Durulan yer. |
MÜSTAKBEH |
(Kubh. dan) Tiksinilen, beğenilmeyen, kabih görülen. |
MÜSTAKBEL |
Karşılanan, istikbâl edilen, önde bulunan. İlerdeki, gelecek. * Gelecek
zaman. |
MÜSTEKBELÂT |
(Müstakbel. C.) Gelecek zamanlar, istikbâller. * Önde bulunanlar. |
MÜSTAKBİH |
(Kubh. dan) Tiksinen, beğenmiyen. |
MÜSTAKBİL |
İstikbâl eden, karşılayan. * Kıbleye dönen. |
MÜSTAKBİLÎN |
(Müstakbil. C.) (Kabl. dan) Karşılayanlar, karşılayıcılar, istikbâl
edenler. * Kıbleye dönenler. |
MÜSTAKDİM |
(Kıdem. den) İleride ve önde bulunan. İstikdam eden. * (Kadem. den) Çok
ayaklı olan. |
MÜSTAKIRR |
(Karâr. dan) İstikrar bulmuş, yerleşmiş, sâbit. |
MÜSTAKISS |
Kısas istiyen. |
MÜSTAKÎL |
Pazarlığın bozulmasını isteyen. |
MÜSTAKİLL |
Kendini idare edebilen. Başlıbaşına. Bağımsız. |
MÜSTAKİLLEN |
(Kıllet. den) Yalnız, ancak. * Başlı başına olarak, kendi başına,
bağımsız olarak. |
MÜSTAKİM |
(Kıyam. dan) Doğru, istikametli. * Eğri olmayan, düz, dik. * Hilesiz,
temiz. |
MÜSTAKİMÂNE |
f. Doğrulukla, namuslulukla, adâlet dâiresinde. |
MÜSTAKRAZ(A) |
(C.: Müstakrazât) (Karz. dan) Borç alınmış, istikraz olunmuş. |
MÜSTAKRAZAT |
(Müstakraz. C.) (Karz. dan) Borç olarak alınmış paralar. |
MÜSTAKRİB |
(Kurb. dan) Yaklaştırıcı, yaklaştıran. |
MÜSTAKRİZ |
(C.: Müstakrizin) (Karz. dan) Borç eden, medyun. |
MÜSTAKRİZÎN |
(Müstakriz. C.) (Karz. dan) Borç alanlar, istikraz edenler. |
MÜSTAKSÎ |
(Kusv. dan) Dikkatle araştıran. * Sonuna, nihâyetine varmak isteyen. |
MÜSTAKSİM |
(Kısım. dan) Bölüşen, pay eden, taksim eden. * (Kasem. den) Yemin
isteyen. |
MÜSTAKTIR |
(Katre. den) Damlatan, istiktar eden. |
MÜSTAKTİL |
(Katl. dan) Ölüme karşı göğüs geren. İstiktal eden. |
MÜSTAKZAR |
Kirli, pis, murdar. |
MÜSTA'LİM |
(İlm. den) Mâlumat ve bilgi isteyen. |
MÜSTA'LİYE |
(İsti'la. dan) İsti'la eden, yükselen, üstün gelen, üste çıkan. |
MÜSTA'MEL |
Kullanılan, kullanılmış. * Eski, köhne. |
MÜSTA'MER |
Muhacir yerleştirilerek imar edilen yer. * Müstemleke, sömürge. |
MÜSTA'MERÂT |
(Müstâ'mere. C.) (Umrân. dan) Sömürgeler, müstemlekeler. |
MÜSTA'MİL |
İstimal eden, kullanan. |
MÜSTA'MİR |
İsti'mar eden, bir yere muhacir yerleştirerek orasını mâmur hâle
getiren. * Müstemlekeci. Sömürgeci. |
MÜSTANSIR |
(Nusret. den) Yardım dileyen, muavenet isteyen, istinsâr eden. |
MÜSTANSİH |
(Bak: Müstensih) |
MÜSTANTIK |
İstintak eden, soran. * Mahkemede ilk ifadeyi alan, ilk soruşturma
tahkikatı açan hâkim. * Sorgu hâkimi. * Sual soran. Sorguya çeken. |
MÜSTA'REB |
Araplaşmış. |
MÜSTA'RİB |
(Arab. dan) Araplaşmış. Aslen Arap olmadığı hâlde sonradan Araplaşmış
olan. |
MÜSTA'RİK |
(Arak. dan) Terlemek için yatan. |
MÜSTASFİ |
(Safâ. dan) Hâlisini ve safını alan. |
MÜSTASGİR |
(Sagir. dan) Küçük gören, istisgar eden, küçümseyen. |
MÜSTASGİRÂNE |
f. Küçümseyerek, küçük görerek. |
MÜSTASHAB |
(Sohbet. den) Birine yanında arkadaş olarak bulundurulan. |
MÜSTASHİB |
(Sohbet. den) Beraber bulunduran, yanına alan. |
MÜSTASHİBEN |
(Sohbet. den) Beraber ve birlikte olarak. Yanında bulundurarak. |
MÜSTAS'İB |
(Suubet. den) Her şeyi güç sayan ve zor gören kimse. |
MÜSTASVEB |
(Savâb. dan) Doğru sayılmış, mâkul görülmüş. |
MÜSTASVİB |
(Savâb. dan) Doğru sayan, mâkul gören. |
MÜSTATIBB |
(Tıbb. dan) Çare arayan, deva arayan. |
MÜSTA'TIF |
(Atıfet. den) Sevgi ve şefkat isteyen. |
MÜSTA'TIFÂNE |
f. Şefkat istercesine, sevgi taleb edercesine. |
MÜSTA'TIR |
Kendine gökçek ve güzel kokular sürünen. |
MÜSTA'TÎ |
Bahşiş isteyen. |
MÜSTA'TİB |
Afv talep eden, afvını isteyen. |
MÜSTATİL |
İstitâle eden, uzanan. * Geo: Dikdörtgen. * Tecvidde müstatil harfi
için (Bak: İstitâle) |
MÜSTATİR |
Uçan, uçuşan. * Yangının veya sabahın intişarı gibi müstaid olan. |
MÜSTATRAF |
Nâdide sayılmış. |
MÜSTATRİB |
(Tarab. dan) Neşe, âhenk ve eğlence isteyen. |
MÜSTATRİF |
(Turfa. dan) Nâdide sayılan. |
MÜSTAVSILA |
Takma saç kullanan kadın. |
MÜSTAVZI' |
Pazarlık eden. |
MÜSTAVZİH |
İzâhat isteyen. |
MÜSTAZHİR |
(Zahr. dan) Dayanan, arka veren. |
MÜSTAZHİREN |
(Zahr. dan) Arka vererek, dayanarak. |
MÜSTAZILL |
(Zıll. dan) Gölgelenen, gölge altına girmiş olan. * Mc: Birinin
himayesine sığınmış olan. |
MÜSTA'ZIM |
(Azm. den) Büyük gören, isti'zam eden, büyük tutan. * Gururlu, kibirli,
enaniyetli. |
MÜSTAZÎ |
(Ziya. dan) Işık ve ziya alan. Işıklanan. * Alâ, makbul, iyi. |
MÜZTAZ'İF |
(Za'f. dan) Zayıf gören. |
MÜSTAZRAF |
(Zarf. dan) Etrâfı kuşatılmış. İçine almış. |
MÜSTAZRIF |
(Zarf. dan) Etrâfını kuşatan, içine alan. Kuşatmış olan. |
MÜSTEAN |
(Avn. dan) Kendisinden yardım beklenen, yardım istenen. |
MÜSTEAR |
(Ariyet. den) Kendi malı olmayan, iğreti alınmış, emâneten alınmış
olan. * Kendini belli etmemek için kullanılan takma bir isim. |
MÜSTEAR-ÜN MİNH |
Kendisinden eğreti olarak birşey alınmış olan kimse. |
MÜSTEB'AD |
(Bu'd. dan) Uzak görülen, akla yakıştırılmayan, olacağı sanılmayan. |
MÜSTEBAN |
Vâzıh, âşikâr, beyanı açık olarak anlaşılan, açıklanmış. |
MÜSTEBDEL(E) |
(Bedel. den) Değiştirilmiş, istibdâl edilmiş. |
MÜSTEBDI' |
Kazancı, kârı kendine yani veren kişiye âit olmak üzere sermaye verilen
kimse. |
MÜSTEBDİ' |
Eşi emsâli benzeri pek az bulunur sanan. |
MÜSTEBDİL |
(Bedel. den)
Değiştiren, istibdal eden. |
MÜSTEBGÎ |
Bir şeyin olması için yardımda bulunan. |
MÜSTEBHİR |
(Bahr. den) Deniz gibi geniş olan (kimse). |
MÜSTEBIK |
(Sebak. dan) Yarışa çıkan, istibak eden. |
MÜSTEBÎ |
Esir eden. |
MÜSTEB'İD |
Uzak farzeden, uzak gören, uzak sayan. Uzaklaşmış. |
MÜSTEBİD |
Başlı başına, müstakil olan. Emri altındakilere söz ve hürriyet hakkı
tanımayan, istibdat yapan. Despot. |
MÜSTEBİDÂNE |
f. İstibdat yaparak, müstebitçe. |
MÜSTEBİN |
Açık ve meydanda olan. Zâhir, âşikâr. |
MÜSTEBKÎ |
(Beka. dan) Bâki olmasını isteyen. |
MÜSTEBRÎ |
İstibra eden. Tenasül uzvunda idrar damlası bırakmayan. |
MÜSTEBŞİR |
Müjdeleyen. Müjde ile sevinen. |
MÜSTEBTIN |
Bir şeyin ledününe, içyüzüne âşinâ olan. |
MÜSTECAB |
Hoş görülen. * İstediği kabul edilen. İcâbet olunmuş. |
MÜSTE'CEL |
Belirli bir vakte kadar geciktirilen. Muayyen bir zamana kadar te'hir
edilmiş olan. |
MÜSTE'CER |
Kira ile tutulmuş olan. |
MÜSTE'CERÜN-FİH |
Kiralama maksadı. |
MÜSTECHİL |
Câhil sayan, istichâl eden. |
MÜSTECHİLÂNE |
(Cehl. den) f. Cahil sayarak. |
MÜSTE'CİR |
(Ecr. den) İsticar eden, kira ile tutan, kiracı. |
MÜSTECİR |
(İcaret. den) Eman dileyen, himaye isteyen. Korunmasını dileyen. |
MÜSTECİRÂNE |
f. Aman dileyerek, müstecircesine. |
MÜSTE'CİREN |
Kiracı olarak. |
MÜSTE'CİRÎN |
(Müste'cir. C.) Kiracılar. * Kira ile tutanlar. |
MÜSTECLİB |
(Celb. den) Kendine doğru çeken. İsticlâb eden. |
MÜSTECMİ' |
Toplayan, cem'eden. Toplanan. |
MÜSTECVİB |
(Cevâb. dan) Cevap isteyen. İfâdesini alan, suâl sorup cevabını
isteyen. |
MÜSTED'A |
(C.: Müsted'ayât) İstenen, arzu edilen, istidâ edilen, dilenen. *
Dilekçe ile istenilen şey. |
MÜSTED'Â-ALEYH |
(Da'va. dan) Kendisinden şikâyet edilen kimse. |
MÜSTEDAM |
(Devam. dan) Sürekli, devamlı. Sürüp giden. * Devâmı istenilen. |
MÜSTED'AYAT |
(Müsted'â. C.) İstenilen, dilenen şeyler. Dilekçe ile talebedilen
şeyler. |
MÜSTEDBİR |
(Dübr. den) Yüz çeviren, arkasını döndüren. İstidbâr eden. |
MÜSTEDELL |
(Delâlet. ten) İstidlâl olunmuş. Bir delil ile isbat edilmiş.
(Müstedlel, yanlıştır.) |
MÜSTED'Î |
(Da'vâ. dan) Dilekçe veren, istida eden kimse. |
MÜSTE'DÎ |
Birinin zulmüne karşı başka birinden yardım dileyen. * Birini
sıkıştırıp malını zorla alan. |
MÜSTE'DİB |
(Edeb. den) Bilgi ve edeb öğrenen. |
MÜSTEDİLL |
(Delâlet. den) Delil ve hüccet gösterilerek isbat edilen. |
MÜSTEDÎM |
(Devam. dan) Devamlı, daimî, sürekli. * Devamını isteyen, istidame
eden. |
MÜSTEDÎN |
(Deyn. den) Ödünç alan, borç alan, istidane eden. |
MÜSTEDÎR |
Daire şeklinde olan, deyirmi. |
MÜSTEDLEL |
(Bak: Müstedell) |
MÜSTEDREK |
İdrak edilmek, anlaşılmak istenen şey. * Arabçada bir vezin. |
MÜSTEDREK-İ HÂKİM |
(Bak: Hâkim Ebu Abdullah) |
MÜSTEDRİK |
İstidrak eden, anlamak isteyen. |
MÜSTEFAD |
(Feyd. den) Anlaşılıp istihrac olunan. * Kazanılmış olan, istifade
edilmiş. * Mâna, mefhum. |
MÜSTEFAZ |
Dağılıp yayılmış. |
MÜSTEFHEM |
(Fehm. den) Anlaşılan, fehmedilen. |
MÜSTEFHİM |
(Fehm. den) Soran, anlamak isteyen. |
MÜSTEFİD |
(C.: Müstefidân) İstifade eden, fayda gören, faydalanan. |
MÜSTEFİDAN |
f. (Müstefid. C.) Faydalananlar, müstefidler, istifade edenler. |
MÜSTEFİDANE |
f. Faydalanarak, istifade ederek. |
MÜSTEFİZ |
(Feyz. den) İstifaze eden, feyz alan. Kazanç sâhibi olan. |
MÜSTEFİZANE |
f. Feyizlenerek, feyiz alarak. |
MÜSTEFİZ |
Münteşir, açılmış, yayılmış. |
MÜSTEFREŞE |
(Firaş. dan) Odalık, câriye. |
MÜSTEFREZ |
Ayrılmış, tefrik edilmiş. |
MÜSTEFRİG |
(Ferag. dan) Kusan, istifrağ eden. * Kusturan. |
MÜSTEFSİR |
(C.: Müstefsirîn) (Fesr. den) Soruşturup anlamak isteyen.
Açıklanmasını, izah edilmesini ve geniş anlatılmasını isteyen. |
MÜSTEFSİRÎN |
(Müstefsir. C.) Müstefsirler. |
MÜSTEFTÎ |
(Fetva. dan) Bir müftüye müracaat edip bir mes'ele hakkında fetva
isteyen. * Bir müşkülün halledilip çözülmesini isteyen. |
MÜSTEFTİH |
(Feth. den) Açan, istiftah eden, başlıyan. |
MÜSTEGAS |
(Gıyas. dan) Kendisinden yardım istenen. * Allah (C.C.) |
MÜSTEGİS |
(C.: Müstegîsîn) (Gıyas. dan) Yardım dileyen, istigase eden. |
MÜSTEHAB |
Sevilmiş şey. Yapılması sevaplı olan. * Fık: Peygamber efendimizin
(A.S.M.) bazen yapıp bazen terkeylediği şeydir. Farz ve vacibin dışındaki
sevaplı iş, sevap olduğu bilinen iş. Nafile, mendub, fazilet, tatavvu, edeb
namları da verilir. |
MÜSTEHAK |
(Bak: Müstahak) |
MÜSTEHAM |
Şaşırmış, şaşa kalmış, hayran. |
MÜSTEHAMM |
Sıcak su mevzii, hamam. |
MÜSTEHAN |
Değersiz, alçak, âdi, hakir sayılan. |
MÜSTEHAS |
Toprağın altında kalıp saklanmış. |
MÜSTEHAZA |
(Bak: İstihâza) |
MÜSTEHCEN |
Açık, saçık. Edepsizcesine, ayıp, iğrenç. |
MÜSTEHCİN |
(Hücnet. den) Kötü, çirkin ve ayıp sayan. Fenâ gören. |
MÜSTEHDÎ |
(Hedy ve Hidâyet. den) Hak yolu, doğru yolu, müslümanlık yolunu
isteyen. |
MÜSTEHDİF |
(Hedef. den) Hedef tutan. Hedef tutulan. Hedef gibi dikilip duran. |
MÜSTEHİFF |
Hor ve hakir görüp aşağı ve bayağı sayarak alay edip eğlenen. |
MÜSTE'HİL |
(Ehl. den) Lâyık ve ehil olan. |
MÜSTEHÎL(E) |
(C.: Müstehilât) (Havl. den) Mânâsız ve boş şey. * Mümkün olmayan,
imkânsız şey. |
MÜSTEHİLAT |
(Müstehil. C.) (Havl. den) Mümkün olmayan şeyler, kabil olmayan şeyler.
* Mânasız, saçma şeyler. |
MÜSTEHİLL |
(Helâl. den) Helâllaşan. Helâllık dileyen. |
MÜSTEHİLL |
Hilâl şeklinde görünen. * Yeni doğmuş. |
MÜSTE'HİR(E) |
Teehhür eden, geciken, geri kalan. |
MÜSTEHLEK |
İstihlâk edilmiş, yiyip içilerek bitirilmiş. |
MÜSTEHLİK |
(Helâk. den) İstihlâk eden, satın aldığı şeyi bizzat kullanıp sarfeden,
harcayan. Tüketici. |
MÜSTEHVÎ |
Hayran eden, aklını alan, istihva eden. |
MÜSTEHZÎ |
İstihza eden. Biriyle eğlenen. Herkesle eğlenmek isteyen. |
MÜSTEHZİYANE |
f. İstihza ederek, alay ederek ve eğlenerek. Oyuncak haline koyarak. |
MÜSTEÎR |
(Ariyyet. den) Ödünç veya borç alan. İstiare eden. |
MÜSTEKA |
(C.: Mesâtık) Uzun yünlü kürk. |
MÜSTEKARR |
(Bak: Müstakarr) |
MÜSTEKBİR |
(Kibir. den) Kibirlenen, kendini büyük gören, büyüklenen. |
MÜSTEKBİRANE |
f. Büyüklenerek, kibirlenerek. |
MÜSTEKBİRÎN |
(Müstekbir. C.) Kibirlenenler, kendini büyük görenler. |
MÜSTEKFÎ |
Yetecek kadarını isteyen. |
MÜSTEKİFF |
Bakarken gözünü muhafaza etmek için, elini kaşının üzerine koyan. *
Dilenmek için elini uzatan. |
MÜSTEKÎN |
Alçak gönüllülük ve tevazu gösteren. |
MÜSTEKİNN |
(Kenn. den) Saklanan, gizlenen. |
MÜSTEKİNNE |
İçteki kin ve hased. |
MÜSTEKMİL |
(Kemâl. den) Tam ve olgun bir hâle getiren. Eksiksiz olarak bitiren. |
MÜSTEKMİN |
(Kemn. den) Saklanan, gizlenen. |
MÜSTEKNİH |
(Künh. den) Künhünü, doğrusunu ve esâsını araştıran. |
MÜSTEKRA |
Kiraya verilen eşya. |
MÜSTEKREH |
İğrenç, kerahetli, istikrah edilmiş, tiksinilen. |
MÜSTEKREHAT |
(Müstekreh. C.) (Kerahet. den) Tiksinilen, istikrâh edilen ve iğrenç
şeyler. |
MÜSTEKRÎ |
(Kira. dan) Kira ile tutan, kiralayan. |
MÜSTEKRİH |
(Kerâhet. den) İğrenen, tiksinen, istikrah eden, kerih gören, nefret
eden. |
MÜSTEKSİR |
(Kesret. den) Çok gören, çok kabul eden, büyüten. |
MÜKTEKŞİF |
(Keşf. den) Keşfetmeğe çalışan. |
MÜSTEKTİB |
Dikte eden, söyleyip yazdıran. |
MÜSTELEZZ |
(C.: Müstelezzât) (Lezzet. den) Lezzet alınmış, tadına varılmış. |
MÜSTELEZZÂT |
(Müstelezz. C.) (Lezzet. den) Lezzet alınan şeyler. |
MÜSTELÎM |
(Levm. den) Beğenilmeyecek iş yapan. |
MÜSTEL'İM |
Zırhlı, zırh giymiş kişi. |
MÜSTELİZZ |
(Lezzet. den) Lezzet alan, tadına varan, tad alan. |
MÜSTELKÎ |
Arka üstü yatan veya uyuyan. |
MÜSTELZİM |
Lüzumlu, gerektiren. Mucib ve sebep. Bais olan. Bir şeyin lüzumunu
deruhde eden. |
MÜSTEMEDD |
Kendisine yardım edilmiş olan, yardım edilen. |
MÜSTE'MEN |
(Emn. den). Ecnebi tebaasından olan, yabancı. * Kendisine aman verilmiş
olan.. |
MÜSTEMEND |
Gamlı, kederli, mahzun. * Şikâyet eden. |
MÜSTEMHİL |
(Mehl. den) Belirli bir vakit ve zaman isteyen. Mühlet isteyen. |
MÜSTEMİ' |
İstima eden, dinleyici, işiten. * Bir okula dinleyici olarak devam
eden. |
MÜSTEMİAN |
(Semi'. den) İşiterek, duyarak. Dinleyici olarak. |
MÜSTEMİDD |
(Meded. den) Meded isteyen, yardım isteyen. |
MÜSTEMİDDÂNE |
f. Yardım isteyerek, istimdad ederek, meded bekliyerek. |
MÜSTEMİÎN |
(Müstemi'. C.) Dinleyenler, dinleyici olanlar, dinleyiciler. |
MÜSTE'MİN |
Eman dileyen. Emane, emniyete erişen, nâil olan. (Gerek müslim, gerek
zimmî veya harbî olsun.) İstiman eden. Emin edilmiş. * Canının bağışlanması
şartiyle teslim olan. * Tar: Osmanlı ülkesinde oturmalarına müsaade olunan
yabancı devlet tebaası. Osmanlı devleti ile sulh halinde bulunan ecnebiler.
Ecnebi memleketlerde seyahat ve ikamet eden müslümanlar da bu sıfatla
anılırlardı. * Kendisine aman verilmiş olan. |
MÜSTEMİRR(E) |
(Mürur. dan) Devam eden, sürekli, arasız. * Sağlam, muhkem, kavi,
metin. |
MÜSTEMİRRÂNE |
f. Devamlı olarak, aralıksız surette. |
MÜSTEMİRREN |
Aralıksız olarak, bir düziye. |
MÜSTEMİT |
Harpte ölmekten yılmayan yürekli kimse. |
MÜSTEMLEK |
(Mülk. den) Satın alınmış mülk. |
MÜSTEMLEKÂT |
Müstemlekeler. Başka devletlerin emri ve idaresi altında olan yerler.
Memleketler. |
MÜSTEMLEKE |
Başka bir devletin idaresi altında bulunan memleket. Hicret etmişlerle
iskân edilmiş yerler. Sömürge. |
MÜSTEMSİK |
Bırakmamak üzere sıkı tutan. |
MÜSTEMTİ' |
Temettü' eden, faydalanan, menfaatlenen. |
MÜSTEMZİC |
(Mezc. den) Soran, soruşturan. Fikir yoklayan. Anket için düşüncelerini
soran. |
MÜSTENBAT |
İstinbat olunmuş, zımnen anlaşılmış. |
MÜSTENCİZ |
Va'din yerine
getirilmesini isteyen. |
MÜSTENED |
Bir şeye istinad etmiş veya o şey sened kabul edilmiş. |
MÜSTENEDÜN İLEYH |
Kendine dayanılan, temel. |
MÜSTENFİK |
Başkalarını beslemek için malını sarfeden. |
MÜSTENFİR |
Ayaklandırma. Ürkme, kaçma. |
MÜSTENHİC |
Birinin mesleğine giren. |
MÜSTENHİR |
(Nehr. den) Aka aka yeri oyan. |
MÜSTENİD |
Bir şeye dayanan. Bir şeyin üzerine koyulmuş. * İstinad eden, dayanan,
güvenen. * Bir delili, şâhidi olan. |
MÜSTENİDEN |
İstinad ederek, dayanarak, güvenerek. * Bir delil ve şâhid göstererek. |
MÜSTE'NİF |
Yeniden başlayan. * Daha üst mahkemeye baş vuran, davasını istinaf
eden. |
MÜSTE'NİFE |
Gr: Evvelki cümlelerle bağlı olmayıp ilerdeki veya mukadder olan
suallere cevap teşkil eden cümle. |
MÜSTENÎM |
(Nevm. den) Uyumadığı halde uyur gibi görünen. |
MÜSTENİR |
(Nur. dan) Işık ve nur alan, parlak. |
MÜSTE'NİS |
Ünsiyet peyda etmiş olan, alışık. Alışılmak istenen. |
MÜSTENKER |
İnkâr edilmiş. |
MÜSTENKIH |
Anlayan, idrak eden. |
MÜSTENKIS |
(Naks. dan) Fiyatı indirmek isteyen. |
MÜSTENKÎ |
Temizlenen, tâhir olan. |
MÜSTENKİF |
İstinkâf eden, geri duran. Kaçınan, çekimser. |
MÜSTENKİH |
Araştıran. İnceliyen, tedkik eden. * Ağız koklıyan. |
MÜSTENKİR |
İnkâr eden. Münkir. |
MÜSTENSİH |
İstinsah eden. Yazıyı çoğaltan, kopya çıkaran. * Teksir makinesi.
Çoğaltma makinesi. |
MÜSTENŞIKK |
(şakk. dan) Temizlemek için burnuna su çeken. |
MÜSTENŞİD |
(Neşide. den) Birisinin şiir okumasını isteyen. |
MÜSTENŞİE |
Kâhinlik yapan kadın. |
MÜSTENTİC |
(Netice. den) Sonuç çıkaran, netice çıkaran, istintac eden. |
MÜSTERA(T) |
İhtiyar olunmuş, beğenilmiş, seçilmiş. |
MÜSTERAH |
(Rahat. dan) Dinlenme yeri. Rahat edecek yer. * Abdesthane, ayakyolu,
helâ. |
MÜSTERAK(A) |
(Sirkat. dan) Çalınmış, sirkat olunmuş. |
MÜSTERCA |
(Reca. dan) Rica edilmiş, yalvarılmış. * Umulmuş, ümid edilmiş. |
MÜSTE'REB |
Medyum kimse. |
MÜSTEREDD |
(Redd. den) Geri alınmış. |
MÜSTERFİH |
(Refah. dan) Rahatlık isteyen. Refah ve bolluk taleb eden. |
MÜSTERHAM |
İstirham olunmuş, niyaz olunmuş, yalvarılmış bulunan. |
MÜSTERHÎ |
(Reha. dan) Gevşek, sarkık, gevşemiş. |
MÜSTERHİB |
Korkutan, istirhab eden. |
MÜSTERHİM |
(Rahm. dan) İstirham eden, niyaz eden, yalvaran. Merhamet dileyen. |
MÜSTERHİMÂNE |
f. İstirham edene, yalvarana, merhamet dileyene yakışır şekilde, yakışır
halde. |
MÜSTERHİN |
(Rehn. den) Rehin alan. Rehin isteyen. |
MÜSTERHİS |
(Ruhs. dan) Ucuz sayan. |
MÜSTE'RIS |
Vâlidesi ile arasında ayrılık olan. |
MÜSTER'Î |
Bir kimseden bir şeyin saklanıp muhafaza edilmesini isteyen. |
MÜSTE'RİB |
Borçlu. |
MÜSTERİH |
(Rahat. dan) İstirahat eden, rahat bulan. |
MÜSTERİH-ÜL BÂL |
İçi rahat, gönlü müsterih. |
MÜSTERİHÂNE |
İçi rahat olarak, gönül rahatlığı ile. |
MÜSTERKI' |
Tamire veya yamaya muhtaç. |
MÜSTERŞİ |
(Rüşvet. den) Rüşvet isteyen. |
MÜSTERŞİD |
(C.: Müsterşidîn) (Rüşd. den) Doğru yolun gösterilmesini ve irşad
edilmesini isteyen. |
MÜSTERŞİDÂNE |
f. Doğru yolun gösterilmesini isteyene yakışır surette. |
MÜSTERŞİDÎN |
(Müsterşid. C.) Doğru ve hak yolun gösterilmesini, irşad edilmesini
isteyenler. |
MÜSTERŞİYANE |
f. Rüşvet istercesine. |
MÜSTERVİH |
(Rahat. dan) Dinlenen. İstirahat eden. Yorgunluğunu gideren. |
MÜSTERZIK |
Rızık talep eden, rızık isteyen. |
MÜSTERZİL |
(Rezil. den) Rezil sayan, kepaze kabul eden. |
MÜSTES'AD |
(Sa'd. dan) Uğurlu sayılan veya uğurlu sayılmış. |
MÜSTE'SAL |
(İstisal. dan) Kökünden koparılmış. * Ele geçirilmiş. |
MÜSTESHİL |
Kolay sayan. |
MÜSTESHİLÂNE |
f. Kolay sayarcasına. |
MÜSTESHİR |
Alay eden. |
MÜSTE'SİL |
(İstisal. dan) Kökünden koparan. * Ele geçiren. MÜSTES'İD $ : (Sa'd.
dan) Uğurlu sayan. |
MÜSTESİNN |
(Sinn. den) İhtiyarlanan, yaşlanan. |
MÜSTESKAL |
(Sıklet. den) İstiskal edilen. Soğuk muamelede bulunulan. Kendisine
kovarcasına muamele yapılan. |
MÜSTESKIL |
(Sıklet. den) İstiskal eden. Birine karşı kovarcasına muamelede
bulunan. |
MÜSTESKILÂNE |
f. İstiskal eden kimseye yakışır şekilde. |
MÜSTESKÎ |
(Saky. den) Karnı su toplamış, istiska olmuş. |
MÜSTESLİM |
(C.: Müsteslimîn) Müslüman olan. İslâm dinini kabul eden. * Teslim
olan, boyun eğen. |
MÜSTESLİMÎN |
(Müsteslim. C.) Müslüman olanlar. İslâm dinini kabul edenler. * Boyun
eğenler, teslim olanlar. |
MÜSTESNA |
İstisna edilen. Ayrı tutulan, ayrı muameleye tabi olan. Kaide dışı
bırakılmış olan. |
MÜSTESNÂİYE |
Başkalarından üstün, başkalarından ayrı bir tarza tâbi. Başkalara
benzemeyen. |
MÜSTEŞ'AR |
(şuur. dan) Bildirilen, haberli. |
MÜSTEŞAR |
(Meşveret. den) Kendine iş danışılan. Hükümetin vekilinden sonra en
yüksek idare me'muru. |
MÜSTEŞARÎ |
(Meşveret. den) f. Müsteşarlık. |
MÜSTEŞFA |
Hastahane, şifa yurdu. |
MÜSTEŞFÎ |
Şifa isteyen, hastalığının iyi olmasını isteyen. * Kendisine baktıran.
* Hastahane. |
MÜSTEŞFİ' |
Bağışlanmasını dileyen, affını isteyen. Şefaat için yalvaran. |
MÜSTEŞFİÂNE |
f. şefaat dilercesine. |
MÜSTEŞHED |
(C.: Müsteşhedât) şâhid olarak gösterilen. şâhid tutulan. |
MÜSTEŞHEDÂT |
(Müsteşhed. C.) şâhid olarak gösterilen kimseler. şâhid tutulan
kişiler. |
MÜSTEŞHİD |
Şâhid gösteren, şâhid tutan. |
MÜSTEŞ'İR |
(İş'ar. dan) Soruşturan. (Yazı ile) bildirilmesini isteyen. |
MÜSTEŞRİF |
Nâzır, bakan. * Eğik, mâil. |
MÜSTEŞRİK |
(Şark. dan) Doğu memleketlerinin din, dil ve tarihlerini ve diğer bâzı
hususları araştırıp tesbite çalışan batılı âlim. Garplı âlim. (Orientalist) |
MÜSTEŞRİKÎN |
(Müsteşrik. C.) Müsteşrikler. |
MÜSTETAB |
İyi, güzel, âlâ. * Devâ. |
MÜSTETBEAT |
Edb: Söze, kelâma tâbi olan mânalar. Sözdeki telvihat ve telmihat. Söz
söylerken arasında işaretle anlatmalar. |
MÜSTETBEAT-ÜT TERAKİB |
Sözdeki birbirine bağlı, işaretli mânalar. |
MÜSTETBİ' |
Kendisine tâbi olunmasını isteyen. |
MÜSTETÎL |
Uzun, tavil. |
MÜSTETÎM |
Tamamlanmasını isteyen. |
MÜSTETİR |
(Setr. den) Örtülü, gizlenen. Gizli, saklı. |
MÜSTETÎR |
Münteşir, yayılmış. |
MÜSTEVA |
Gr: Müzekker ile müennesi şâmil olan, içine alan. |
MÜSTEVCİB |
(Vücub. dan) Lâyık, şâyan, münasib. * Gereken, icab eden. |
MÜSTEVDA' |
(Ved. den) Emaneti kabul eden. * Emanet bırakılan, emanet bırakılmış. |
MÜSTEVDİ' |
(Ved. den) Emanet bırakılan yer. *Emanet bırakan. |
MÜSTEVFA |
(Müstevfi) (Vefa. dan) Yeter, yetişir, kâfi derecede, yeteri kadar. *
Tam, mükemmel. |
MÜSTEVFİK |
Allah'tan yardım dileyen. |
MÜSTEVFİR |
Borçludan alacağını tamamen alan. |
MÜSTEVHİB |
Bahşiş isteyen. |
MÜSTEVHİŞ |
Vahşet yapan. |
MÜSTEVİ |
Düz. Her tarafı bir, doğru. Tesviye görmüş. * Düzlem. * Gr: Müennes ve
müzekkeri bir olan isim. Sıfat. |
MÜSTEV'İB |
(Va'b. dan) İçine alan, ihtiva eden. * Tutan. Kaplıyan. |
MÜSTEVKİ' |
Bir şeyin vukuunu bekleyen, olmasını bekleyen. * Olacak diye endişelenen. |
MÜSTEVKİD |
Yakıp alevlendiren. * Yanıp alevlenmiş. |
MÜSTEVLİ(YE) |
İstilâ eden, ele geçiren, zapteden. Galib olan. Yayılan, her tarafı
kaplayan. |
MÜSTEVSİ' |
Bollaşmış olan. Genişleyen. |
MÜSTEVSİK |
Bir kimseden sened veya vesika alan. |
MÜSTEYKIN |
(Yakin. den) Yakinen ve kat'i olarak bilen. |
MÜSTEYKIZ |
(Yakaz. dan) Uykudan uyanan, istikaz eden. |
MÜSTEYMİN |
Mübarek sayan. * Aman dileyen. * Bir kimsenin yeminini isteyen. |
MÜSTEYSER |
Hazır, kolaylanmış. |
MÜSTEYSİR |
Nefsine ayıran. |
MÜSTEZAD |
(Ziyade. den) Artmış, çoğalmış. * Edb: Aruz kalıplarından " Bahr-i
recez" denilen vezin ile yazılmış manzume. (Mef'ulü mefâîlü mefâîlü faûlün)
gibi. Veya (Mef'ûlü faûlün) veznine denk parça ilâvesi ile yapılır. Ziyadeli
mısralı manzumelerdir. |
MÜSTE'ZEN |
(İzn. den) İzin istenilmiş. |
MÜSTEZİLL |
(Zelil. den) Birini hor ve hakir gören. Bir kimseyi zelil gören. |
MÜSTE'ZİN |
(İzn. den) İzin isteyen. |
MÜSTEZKİR |
(Zikr. den) Hatırlayan, istizkâr eden. |
MÜSTMEND |
(C.: Müstmendân) f. Kederli, hüzünlü, mahzun. Zavallı, miskin, biçâre. |
MÜSTMENDÂN |
(Müstmend. C.) f. Hüzünlü, kederli ve mahzun kimseler, üzgün kişiler.
Zavallılar, miskinler, biçareler. |
MÜSTMENDÂNE |
f. Zavallılıkla, biçarelikle, mahzunlukla. |
MÜSUL |
Hürmet ve saygıdan dolayı ayakta durma. |
MÜS'UT |
Misk kutusu, enfiye kutusu. |
MÜSÜK |
Bahil kimse. |
MÜSÜL |
(Misal. C.) Örnekler, misaller. |
MÜSÜL-Ü FARAZİYYE |
Farazî temsiller, hikâyeler. |
MÜSVEDDAT |
(Sevvad. dan) Müsveddeler, karalamalar, taslaklar. |
MÜSVEDDE |
(Seved. den) Temize çekilmek üzere yazılmış şey. İlk yazılan. Acele ile
temiz yazılmayan yazı. |
MÜSY |
Akşam. |
MÜŞA' |
(Şüyu. dan) Yayılmış, şüyu bulmuş, herkese duyurulmuş. * Ortaklar veya
hissedarlar arasında birlikte kullanıldığı hâlde hisselere ayrılmamış olan
şey. |
MÜŞAABE |
Uzaklaşmak. * Ölmek, vefat etmek. |
MÜŞAARE |
(Şiir. den) Karşılıklı olarak birbirine şiir söylemek. Şiir yarışı. |
MÜŞAAT |
(Şe'v. den) İleri geçme. * Yarış etme. |
MÜŞABEHE(T) |
(şebeh ve şibih. den) Benzeme, benzeyiş.(Arkadaş! Bir nev'in efradı
arasındaki tevafuk ve bir cinsin envaı arasında aza-yı esasiyede bulunan
müşabehet, sikkenin ittihadına, kalemin vahdetine delâlet ettiklerinden
anlaşılıyor ki: Bütün mütevafık ve müteşabihler, yâni birbirine benzeyen
çokluk, bir Zât-ı Vâhid'in eser-i san'atıdır. M.N.) |
MÜŞABİH |
Benzeyen, benzer. |
MÜŞA'BİZ |
(Şa'beze. den) Hokkabaz. Hokkabazlık yapan. |
MÜŞACEBE |
Üzerine urba astıkları ağaç. |
MÜŞACENE |
Yakınlık, karabet. |
MÜŞACERAT |
(Müşacere. C.) Dövüşmeler, vuruşmalar, kavgalar. |
MÜŞACERE |
Sözle karşılıklı çekişme. Kavga, niza. * Birbirine ağaçla vurma. |
MÜŞACİR |
Sözle nizâ eden, kavga eden. |
MÜŞAFEHAT |
(Müşafehe. C.) (Şefe. den) Konuşmalar, dudak dudağa yakından
konuşmalar. |
MÜŞAFEHE |
Yakından karşılıklı konuşmak, karşı karşıya konuşmak. |
MÜŞAGABE |
Birbirine şer ve fenalık etmek. Aldatmak. * Fls: Mübahase ve münakaşayı
bir gaye sayanların yolu, usulü. (Didimcilik, eristik) |
MÜŞAGARE |
Mehir alıp vermemek için, iki kişi birbirlerinin yakınlarından birer
kadınla evlenme. |
MÜŞAHAT |
Müşabehet. Bir şeye benzemek. |
MÜŞAHED |
(şuhud. dan) Görülen, görülmüş. Müşahede olunan, müşahede olunmuş. |
MÜŞAHEDAT |
(Müşahede. C.) Gözle görülen şeyler. * Görüşler. * Keşifle
seyredilenler. * Man: Mücerret his ile kat'iyyetle hüküm ve tasdik olunan
kaziyeler.(Arkadaş! Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük, vücudunda
zerre miskal kaldıkça hakikat güneşinin görünmesine mâni bir hicab olur.
Evet, müşahedemle sabittir ki: Kat'î, yakînî bürhanlar ile deliller dolu
olan büyük bir kalede, küçük bir taşta bir za'fiyet görünürse, o kör olası
nefis, o kaleyi tamamen inkâr eder. Altını üstüne çevirir. İşte nefsin
cehaleti, hamakati, bu gibi insafsızca tahribattan anlaşılır. M.N.) |
MÜŞAHEDE |
Gözle görmek. Seyrederek anlamak. Seyretmek. * Muayene, kontrol. |
MÜŞAHELE |
Danışmak. |
MÜŞAHERE |
(Şehr. den) Aylıkla tutma. Aylıkla kiralama. |
MÜŞAHERE-HÂRÂN |
f. Aylıklılar. |
MÜŞAHERETEN |
Aylıklı olarak. |
MÜŞAHHA |
(Müşahhat) Kavga etmek, çekişmek, niza etmek. |
MÜŞAHHAS |
Nev'i, cinsi anlaşılmış. * Şahıs haline girmiş, şahsiyeti belli olmuş.
Şahıslanmış, teşhis edilmiş. (Bak: Mücerred) |
MÜŞAHHAT |
Kavga etmek, niza etmek, çekişmek. |
MÜŞAHHIS |
(Şahs. dan) Teşhis eden, taslağın adını koyan. |
MÜŞAHİD |
Gören, seyreden. Görmekle tetkik eden. |
MÜŞAHİDÎN |
(Müşahid. C.) Görenler, bakanlar. Müşahede edenler. |
MÜŞAKAT |
Sıkıntı ve zorluklara dayanma hususunda yarışma. Aykırılık. Düşmanlık. |
MÜŞAKEHE |
Benzemek. * Hısımlık, akrabalık. |
MÜŞAKELET |
Şekilde bir olma ve uygunluk, benzeyiş. * Cinsiyet birliği. * Edb:
Birinin söylediği bir sözü diğerinin az çok evvelki mânaya zıd olarak
kullanması. |
MÜŞAKİL |
Diğerine uygun olan, şeklini benzeten, şekilce benzeyen. |
MÜŞAKKARE |
Eski kale. |
MÜŞAN |
Yüzsüz, utanmaz, sövücü kadın. * Bir cins hurma. |
MÜŞAR |
(Şevr. den) İşaret olunan, işaretle gösterilen. |
MÜŞAR-Ü BİL-BENAN |
(Müşar-ü bil-benam) Parmakla gösterilen. (Gösterilen şeyin meşhur ve
belli olduğundan kinayedir.) |
MÜŞARATA |
şartlaşma. |
MÜŞARE |
Düşmanlık, adâvet, muhâsama. |
MÜŞAREBE |
(şürb. den) Beraber içme. |
MÜŞAREFE |
Şan, şöhret ve şeref gibi hususlarda biriyle övünme. * Yükselme, yüksek
yere çıkma. |
MÜŞAREKET |
Birbirine ortak olmak, ortaklık. Beraber olup bir iş yapmak. * Gr:
İkili tarafın da isteğini bildiren fiil. * Karşılıklı anlaşma, birbirini
anlama. |
MÜŞAREME |
Birbirinin başını yarmak. * Hediyeleşmek, atâ etmek. |
MÜŞAREZE |
Çekişme, geçimsizlik, huysuzluk. |
MÜŞARİK |
(Şirket. den) Ortak, şerik. Bir işte birlikte bulunan. * Birlikte iş
yapanlardan herbiri. Ortakların beheri. |
MÜŞARİZ |
Huysuz, kavgacı, gürültücü. |
MÜŞARÜN-İLEYH |
Kendine işaret edilen. İsmi evvelce söylenmiş olan. |
MÜŞAŞ |
Omuz başı. * Yumuşak kemik başları. (Çiğnenmesi mümkündür). * Yumuşak
yer. |
MÜŞA'ŞA |
(Şa'şaa. dan) Parlayan, parıldayan. * Dedbedeli, gürültülü, patırtılı.
* Karışmış, karışık. |
MÜŞAT |
(Mâşi. C.) Yayan yürüyen kimseler. |
MÜŞATARE |
Uzaklık. Iraklık. * Bir şeyi yarı yarıya bölüşme. Paylaşma. |
MÜŞATE |
Saç ve sakaldan dökülen
kıllar. |
MÜŞATEME |
(Şetm. den) Atışma, birbirine sövme. İki kişinin birbirine sövmesi. |
MÜŞATTAR |
Edb: Mısraları arasına ilâveten ayrıca mısralar getirilmiş gazel veya
keside.. |
MÜŞATTAR-I MUHAMMES |
Edb: Araya üç mısra ilâve edilmiş gazel ve kaside. |
MÜŞATTAR-I MURABBA' |
Edb: Araya iki mısrâ ilâve edilmiş gazel veya kaside. |
MÜŞAVERE |
Bir iş hususunda iki veya daha fazla kimseler arasındaki konuşma ve
danışma. İstişare etme. (Bir kavim müşaverede bulundu mu rüşd ü salâha nâil
olur. Hadis meâli) |
MÜŞAVİR |
İstişare olunacak kimse, kendisine danışılan kişi. * İdare işlerinde
yakın yardımcı memur. * Kovanlık üstünde yapılan örtünün direkleri. |
MÜŞAVİRÎN |
(Müşavir. C.) Müşavirler. Kendisine danışılan kişiler. İstişare edilen
kimseler. |
MÜŞAYAA |
Biriyle dostluk etme. * Birine uyma, tâbi olma. * Çağırmak. *
Haykırmak. |
MÜŞBİ' |
Doyuran, tok eden. |
MÜŞDAK |
Namaz kılınan yer. Namazgâh. |
MÜŞDEB |
Çok miktar. Ziyade. |
MÜŞEBBA' |
Doymuş. * Tam renkli. |
MÜŞEBBEH(E) |
(şebeh. den) Benzetilen. |
MÜŞEBBEHÜN-BİH |
Kendisine benzetilen. |
MÜŞEBBEK |
(Şebek. den) Ağ ve kafes gibi örülmüş olan. Küçük tahta parçalarından
yapılan oymalı kafes. |
MÜŞEBBİ' |
Tokluk verici, doyuran, doyurucu. |
MÜŞEBBİH |
Benzeten, iltibas eden. |
MÜŞEBBİHE |
Fls: İnsan biçiminde ilâh tasavvur edip suretlendiren bâtıl bir inanış.
(Antropomorfizm) Mücessime de denir. (Bak: Teşbih) |
MÜŞECCER |
(Şecer. den) Ağaç gibi dallı budaklı olan yazı veya resim. |
MÜŞEDDED |
Kuvvetlendirilmiş, şiddeti artırılmış. * Gr: İki defa yanyana okunan
harf, şeddeli harf. Böyle harflere huruf-u müşeddede denir. |
MÜŞEDDİD(E) |
(Şiddet. den) Kuvvetlendiren, azdıran, şiddetlendiren, şiddetini
artıran. |
MÜŞEFFAH |
(İbranice) Peygamberimizin (A.S.M.) Tevrat'taki ismi. |
MÜŞEKKEK |
(şekk. den) şüpheli olan, şüpheli, kuşkulu. şekke düşürülmüş. |
MÜŞEKKEL |
(Şekl. den) Kalıbı, şekli, biçimi, kıyafeti gösterişli ve yerinde. *
Şekil verilmiş, şekillendirilmiş. |
MÜŞELLEL |
Lekeli. |
MÜŞEMMES |
(şems. den) Güneşlemiş, güneş görmüş. Çok güneşli. |
MÜŞEMMET |
Hayır ile anılan, yâd edilen kimse. |
MÜŞENNEF |
Küpe takınmış, küpeli. Küpe takarak süslenmiş. |
MÜŞERRAH |
(Şerh. den) Açılmış, teşrih olunmuş. |
MÜŞERREF |
Şereflenmiş, şerefli. Herkesce kıymetli. |
MÜŞERRİ' |
Teşri' eden. Şeriatın kurucusu. Şeriat kanununu meydana getiren. (Bak:
Teşri') |
MÜŞERRİH |
(C.: Müşerrihîn) (Şerh. den) Açıklayan, şerheden. * Teşrih yapan
doktor. |
MÜŞETTA |
Kış evi. |
MÜŞEVVEH |
Şekil ve kıyafeti
çirkin. Bed-endâm kimse. |
MÜŞEVVEK |
(şevk. den) Dikenli. Diken şeklinde sivri olan. |
MÜŞEVVEŞ |
Karmakarışık, anlaşılmaz, düzensiz. |
MÜŞEVVEŞİYET |
Karışıklık, karmakarışık vaziyet. |
MÜŞEVVİK |
İsteğini arttıran. Gayrete getiren, şevk veren, teşvik eden. |
MÜŞEVVİKANE |
f. şevk vermek suretiyle, teşvik ederek, sevdirerek. |
MÜŞEVVİŞ |
Karıştıran, anlaşılmaz ve içinden çıkılmaz hâle koyan. |
MÜŞEYYEA |
Bir şeyin ardından bağırıp çağıran kadın. * Koyun sürüsünün ardına uyan
koyun. |
MÜŞEYYED |
Yüksek ve sağlam, metin yapılı, muhkem. |
MÜŞEYYİD |
Sağlam, yüksek yapı yapan. |
MÜŞFİK |
Şefkatle seven. Acıyan, merhametli. |
MÜŞFİKANE |
f. Şefkatle, merhametle. Müşfik olana lâyık surette. |
MÜŞFİR |
(C.: Meşâfir) Deve dudağı. |
MÜŞG |
(Bak: Müşk) |
MÜŞGÎN |
f. Misk kokulu, miskli. * Siyah şey. |
MÜŞHIS |
Sövücü, söven, şâtim. |
MÜŞHİD |
(Şehadet. den) Şâhid getiren. İşhad eden. |
MÜŞ'IL |
Her tarafa dağılmış olan. |
MÜŞİDE |
Çağıran. Yüksek sesle şarkı söyleyen. |
MÜŞ'İR |
İş'ar eden, haber veren, bildiren. |
MÜŞİR |
Emreden, işaret eden, bildiren. * Mareşal. En büyük ünvanı taşıyan
asker. Silâhlı kuvvetlerde, kaide olarak barış zamanında orgeneral rütbesine
kadar terfi etmek mümkündür. Mareşal rütbesi, ancak muharebe sırasında ve
bir meydan muharebesi kazanmış olan generallere verilir. Asıl vazifesi ordu
kumandanlığı olan müşirlerden, eskiden valiliklerde, bakanlıklarda
bulunanlar olduğu gibi Sadrazam olanlar da vardı. |
MÜŞİRAN |
(Müşir. C.) Müşirler, mareşaller. |
MÜŞİRANE |
f.
Müşire yakışır surette. Mareşala has bir tavırla. |
MÜŞİRÎ |
f. Mareşallik, müşirlik. |
MÜŞİRİYYET |
Müşirlik. Mareşal makamı. |
MÜŞK |
(Müşg) f. Misk. Misk kokulu. |
MÜŞK-ÂLUD |
f. Miske bulanmış. |
MÜŞK-BÂR |
f. Misk yağdıran. |
MÜŞK-BU |
f. Misk kokulu. Misk gibi kokan. |
MÜŞK-EFŞAN |
f. Misk saçan. |
MÜŞK-FÂM |
f. Misk renginde olan, siyah. |
MÜŞK-FEŞAN |
f. Misk saçan, misk saçıcı. |
MÜŞK-FÜRUŞ |
(C.: Müşk-füruşân) f. Misk satan. |
MÜŞKİL |
(Müşkile) Zorluk, güçlük, zor olan iş. Çetinlik. * Edb: Mânasının
derinliği veya edebi bir san'atla ifade edilmiş olmasından dolayı teemmül ve
tefekkürsüz anlaşılmayacak derecede hafî olan lâfızdır. Mânaca nass'ın
mukabilidir. |
MÜŞKİL-ÜT TAHSİL |
Elde edilmesi, tahsili zor olan. Kolay tahsil edilemeyen. |
MÜŞKİLAT |
Zorluklar, çetinlikler. |
MÜŞKİLAT-I KUR'ANİYE |
Manasının incelik ve derinliği veya istiare-i bediyye ile ifade edilmiş
olması gibi sebeblerden dolayı derin tetebbu ve tefekkür neticese ancak
anlaşılabilen âyetler. |
MÜŞKİLE |
Zor ve müşkil olan iş. |
MÜŞKİL-KÜŞA |
f. Zorluğu gideren, açan. Zor işleri halleden. Çetinliği gideren. |
MÜŞKİL-KÜŞAYÂN |
f. Zorluğu gideren ve zor işleri halleden kimseler. |
MÜŞKİL-PESEND |
f. Zorla beğenen. Her şeyi kolay kolay beğenmiyen. Zorlaştıran. |
MÜŞKİL-PESENDÂN |
(Müşkil- pesend. C.) Herşeyi kolay kolay beğenmiyenler. |
MÜŞKİL-TER |
f. Çok zor ve çetin. Çok müşkil. |
MÜŞK-SA |
f. Misk gibi. |
MÜŞMEHIRR |
Yüce dağ, yüksek dağ. |
MÜŞMEİZ |
(İşmi'zaz. dan) Nefret eden, tiksinen, tiksinerek sıkılan. |
MÜŞREİB |
Nâzır, bakan. * Muhtaç. |
MÜŞRİF |
Etrafı gören, etrafa bakan. * Yüce yer, yüksek yer. * Yükselen, çıkan.
* Bir hal almağa yüz tutmuş olan. |
MÜŞRİF-ÜL HARÂB |
Harab olmağa ve yıkılmağa yüz tutmuş. |
MÜŞRİK |
(Şark. dan) Parlak, parlayan. |
MÜŞRİK |
Allah'a ortak kabul eden, şirk işleyen. Allah'tan başkasına ibadet
eden. (Bak: Şirk) |
MÜŞRİKÎN |
(Müşrik. C.) (şirk. den) Müşrikler, Allah'a şirk koşanlar. |
MÜŞŞAT |
(Mâşi. C.) Ayak üstü yürüyen insan ve hayvan. |
MÜŞT |
f. Yumruk. * Avuç. |
MÜŞT |
(C.: Emşât) Taramak. * Ayak üstündeki ufak kemikler. (Ayak tarağı
derler.) |
MÜŞTAB |
Yüzünde uzun yollar olan kılıç. |
MÜŞTAGİL |
(Şugl. den) Bir işle meşgul olan, iştigal eden, uğraşan. |
MÜŞTAİL |
(Şa'l. den) Yanan, tutuşan, alevlenen. |
MÜŞTAK |
(şevk. den) Arzu ve iştiyak gösteren, fazla istekli.(Elbette bir vakit
O'na döneceğiz ve O'nun huzuruna gideceğiz. Ve O'na müştakız. Mâdem her
halde bir zaman bizi hayatın tekâlifinden azad edecektir. Haydi ey musibet!
O terhis ve azâd etmek senin elinle olsun, râzıyım. L.) |
MÜŞTAKANE |
f. şevkle, çok isteyerek, severcesine. |
MÜŞTAKK |
(Müştak) (Şakk. dan) Gr: Başka kelimeden ayrılmış, başka kelimeden
çıkmış, türemiş. * İştikak etmiş, aralarında mâna ve terkib ciheti ile
münâsebet; siga ciheti ile mugayeret olmak üzere diğer kelimeden ihraç
olunmuş kelime. |
MÜŞTAKKAT |
(Müştakk. C.) (şakk. dan) Türemiş kelimeler. |
MÜŞTAKKUN MİNH |
(Şakk. dan) Kendisinden diğer bir kelime türemiş olan asıl kelime. |
MÜŞTE |
f. Yumruk, muşta. * Birine vurmak için ele veya parmaklara geçirilen
demirden yapılmış âlet. * Kunduracıların deriyi vurarak inceltmekte
kullandıkları maden tokmak. |
MÜŞTEBEH |
Zor, karışık. |
MÜŞTEBİH |
Şüphelenen, şüpheci, iştibah eden. |
MÜŞTEBİK |
(Şebeke. den) Kafes gibi örülü olan. * Karışık, düğümlü olan. |
MÜŞTEDD |
(Şiddet. den) Şiddetlenen, azan. Şiddetlenmiş. * Kuvvetlenmiş,
sağlamlaşmış. |
MÜŞTEHA |
İştiha veren, iştiha getiren. Şehvet veren. |
MÜŞTEHAT |
Şehveti celb eder hâle gelen. Yetişmiş kız. |
MÜŞTEHEYAT |
Lezzetli şeyler. Nefsin hoşuna giden ve iştah için yenen şeyler. |
MÜŞTEHİ |
İştihası olan, seven. Hâhişger. |
MÜŞTEHİR |
Şöhretli. Meşhur. Namdar. |
MÜŞTEHİYAT |
(Bak: Müşteheyat) |
MÜŞTEKÂ |
şikâyet olunan, kendisinden şikâyet edilen. |
MÜŞTEKÂ-ANH |
Kendisinden şikâyet olunan kimse. |
MÜŞTEKAT |
Türemiş kelimeler. Bir kökten ayrılmış kelimeler. |
MÜŞTEKİ |
Şikâyette bulunan, şikâyetçi. |
MÜŞTEKİYÂNE |
f. şikâyet edercesine, şikâyet eder gibi.(Ey insan-ı müşteki! Sen mâdum
kalmadın; vücud nimetini giydin, hayatı tattın, câmid kalmadın, hayvan
olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalâlette kalmadın, sıhhat ve selâmet
nimetini gördün ve hâkezâ... M.) |
MÜŞTEMEL |
(Şümul. den) Bir şeyin içinde bulunan. Bir şeyin hâvi olduğu, içine
aldığı, ihtivâ ettiği. |
MÜŞTEMELAT |
Bir şeyin içine aldığı şeyler, kapladığı şeyler. * Eklentiler. |
MÜŞTEMİL |
Kavrayan, saran, içine alan. Büsbütün örten. |
MÜŞTEMİLÂT |
(Bak: Müştemelât) |
MÜŞTERA |
Para ile satın alınmış olan. |
MÜŞTEREK |
Birlikte, ortak kullanılan. * Elbirliğiyle yapılan, birlik. |
MÜŞTEREK-ÜL MENFAA |
Beraberce ve ortaklaşa faydalanma. |
MÜŞTEREKEN |
(şirket. den) Ortak olarak, müşterek bir tarzda, ortaklaşa. |
MÜŞTERİ |
Malı parayla alan. Satılan malı alan. * Bir yıldız ismidir. Jüpiter. *
İstekli, arzulu. |
MÜŞTERİK |
Kendi kendine söylenen kimse. |
MÜŞTİ |
Bir avuç dolusu. |
MÜŞTZEN |
f. Yumruk vuran, boksör. |
MÜŞVİKE |
Dikenli ağaç. |
MÜT'A |
Muvakkat kazanç. * Gayr-ı şer'i olan bir nikâh. * İntifa', faydalanma. |
MÜTAASSIB |
(Bak: Mutaassıb) |
MÜTABAAT |
Birine tâbi olmak, uymak. Birini takib etmek. |
MÜTABİ' |
Tâbi olan, uyan. |
MÜTABİÎN |
(Mütabi'. C.) Tâbi olanlar, uyanlar, iktidâ edenler. |
MÜTACERE |
Ticaret yapma. |
MÜTAEMET |
İkiz doğurma. |
MÜTALAA |
Bir işi etraflıca düşünmek, okumak, tetkik etmek. |
MÜTALAÂT |
(Mütalaa. C.) Düşünceler. Tedkik etmeler. Okumalar. Mütalaa. |
MÜTALEBE |
(C.: Mütalebât) Hakkını isteme. İddia, dâvâ. |
MÜTALİ' |
(Mütalaa. dan) Tetkik eden. Okuyan. Bir şeyi etraflıca düşünen. |
MÜTALİÎN |
Mütalaa edenler. |
MÜTAMETTİA |
Kâr eden, kazanan, kârlı. (Doğrusu: Mütemettia) |
MÜTAREKE |
Bir mes'eleyi hal için bir şeyi terketmek. * Karşılıklı olarak
anlaşmak, kuvvet ve silâhı bırakmak. |
MÜTAREKENÂME |
f. Mütareke için tarafların imzaladıkları vesika. |
MÜTARİK |
Karşılıklı olarak terkeden, bırakan. Mütâreke eden. |
MÜTBİ' |
Yanında danası olan sığır. |
MÜ'TE |
Cinnet, delilik. * Sar'aya benzer baygınlık. |
MÜTEABBİD |
Taabbüd eden. Kulluk eden. İbadet eden. |
MÜTEABBİDÎN |
(Müteabbid. C.) Taabbüd edenler, ibadet edenler. Kulluk edenler. |
MÜTEABBİS |
Yüzünü ekşiten. |
MÜTEABBİSÂNE |
f. Yüzünü ekşiterek. |
MÜTEABBİSÎN |
(Müteabbis. C.) Yüzünü ekşitenler, taabbüs edenler. |
MÜTEACCİB |
Taaccüb eden, şaşan, şaşakalan. |
MÜTEACCİBÂNE |
f. şaşakalma suretiyle. Taaccüb eder şekilde. |
MÜTEACCİL |
(Acele. den) Acele eden, aceleci. |
MÜTEACCİLÂNE |
f. Acelecilikle, acele ederek. |
MÜTEACCİLÎN |
(Müteaccil. C.) Acele edenler, aceleciler. |
MÜTEACCİN |
Hamurlaşan. Hamur haline gelen. |
MÜTEADDİ |
(Udvan. dan) Başkasının hakkına tecavüz eden, saldıran, sataşan. * Gr:
Lâzım fiilinin mukabili. Fiil eseri fâilden mef'ul denilen diğer bir isme
geçerse o halde fiil müteaddi olur. Geçişli fiil. (Anlatmak, düşündürmek
gibi) |
MÜTEADDİD |
Türlü türlü, çeşitli. Bir çok. Birden fazla. |
MÜTEADİ |
(Adv. dan) Düşmanlık eden, adavet eden. |
MÜTEADİD |
Birbirine kuvvet veren, omuz omuza veren. |
MÜTEADİL |
Birbirine denk ve eşit gelen. Teadül eden. |
MÜTEAFFİF |
İffetli, şerefli, namuslu. |
MÜTEAFFİFÂNE |
f. İffetlilikle, şerefle, nâmuslulukla. |
MÜTEAFFİFÎN |
(Müteaffif. C.) İffetli, namuslu ve şerefli kimseler. Müteaffifler. |
MÜTEAFFİN |
Kokan. Taaffün eden. Çürüyüp bozulan. |
MÜTEAHHİD |
Taahhüd eden. Bir işi üzerine alan. |
MÜTEAHHİDÎN |
(Müteahhid. C.) (Ahd. dan) Taahhüd edenler. İşi üzerine alan kimseler. |
MÜTEAHHİR |
Sonraki, sonra gelen. |
MÜTEAHHİRÎN |
Son zamanlarda gelenler ve yetişenler. (Büyük allâmeler hakkında
söylenir.) |
MÜTEAHİD |
(Bak: Müteahhid) |
MÜTEAKIB |
Sıra ile, birbiri arkasından gelen. |
MÜTEAKIBEN |
Arka arkaya, ardı sıra, peşinden. Sonra. |
MÜTEAKID |
(Akd. dan) Anlaşma yapan iki kişiden her biri. |
MÜTEAKIDEYN |
Alıcı ile satıcı. |
MÜTEAKİB |
(Bak: Müteakıb) |
MÜTEAKİS |
Tersine dönmüş. Birbirine zıd. |
MÜTEAKKID |
(Akd. dan) Düğümlenen, karışık olan. |
MÜTEAKKIL |
(C.: Müteakkılîn) Biraz düşünerek anlayan. |
MÜTEAKKILÂNE |
f. Anlayana yakışır şekilde. |
MÜTEAKKILÎN |
(Müteakkıl. C.) Anlayanlar, taakkul edenler. |
MÜTEAKKİS |
(Aks. den) Tersine dönen, ma'kus olan. |
MÜTEAL |
Âlî, büyük. |
MÜTEALİ |
(Ulüvv. den) Yüksek olan, yükselen. * Fls: Tecrübe ile elde edilen.
İlim hududunu aşan. |
MÜTEALİM |
Herkesçe bilinen, ma'lum, taâlüm eden. |
MÜTEALLİK |
Alâkalı. Bir yere bağlı, bir şeye mensub. |
MÜTEALLİKAT |
Yakın olanlar, müteallik olanlar. Akraba. * Gr: Bir cümlenin mânasını
açıklayan, tamamlayan kelimeler. |
MÜTEALLİL |
Bahane ve özür ile vakit geçiren. |
MÜTEALLİM |
(İlm. den) Taallüm eden, ilim ve bilgi edinen, öğrenen. Talebe. |
MÜTEALLİMÂNE |
(İlm. den) f. Bilgi edinerek, ilim öğrenerek, taalüm ederek. |
MÜTEALLİMÎN |
(Müteallim. C.) İlm. den) Bilgi edinenler, ilim öğrenenler, talebeler. |
MÜTEALLİN |
Aşikâr, aleni ve meydanda olan. |
MÜTEAMÎ |
(Amâ. dan) Görmemezlikten gelen. |
MÜTEAMİYÂNE |
f. Görmemezlikten gelerek. |
MÜTEAMMİ |
(Amâ. dan) Kör olan, âmâ olan. |
MÜTEAMMİD |
Kasteden, kasden yapan. Tasarlıyarak yapan. |
MÜTEAMMİDÂNE |
(Amd. den) f. Tasarlıyarak, bilerek, kasden. |
MÜTEAMMİDÎN |
(Müteammid. C.) (Amd. den) Bilerek ve tasarlıyarak yapanlar. |
MÜTEAMMİK |
(Umk. dan) Derine giden, derinleşen. |
MÜTEAMMİM |
(Umum. dan) Yaygın, yayılmış. |
MÜTEANİK |
Birinin boynuna sarılan. |
MÜTEANNİ |
Zahmetli ve zor olan bir işi üzerine alan. Zahmet çeken. |
MÜTEANNİD |
İnad eden, direnen. |
MÜTEANNİDÂNE |
f. İnadçılıkla, inad ederek. |
MÜTEANNİDİN |
(Müteannid. C.) Direnenler, inad edenler, inatçılık yapanlar. |
MÜTEANNİT |
Yanlış arayan. Başkalarının yanlışını bulmak için uğraşan. |
MÜTEANNİTÂNE |
f. Yanlış arayana, yanlışlıklar çıkarmaya uğraşana yakışır surette. |
MÜTEANNİYANE |
f. Sıkıntılı ve zahmet çekerek. Zahmetle. |
MÜTEAREF |
(Örf. den) Herkesin bildiği, meşhur, ünlü. |
MÜTEAREFE |
Hakikat olduğu apaçık belli olan. İsbata ihtiyacı olmayan. |
MÜTEARIZ |
Birbirine zıt ve muhâlif olan. |
MÜTEARİF |
(Örf. den) Bilinen, bilinir, meşhur. * Birbirine tanıyan, tanışan. |
MÜTEARİFE |
Herkesin bildiği. Tanınmış. Meşhur. Doğruluğu âşikâr. * Man: İsbatı
icab etmeyen söz. |
MÜTEARRIK |
Terleyen, taarruk eden. |
MÜTEARRIZ |
(Arz. dan) Başkasının hakkına tecavüz eden, hududuna geçen, * Saldıran,
sataşan, taarruz eden. |
MÜTEARRİ |
(Uryet. den) Bir şeyden alâkasını kesen. * Soyunan, taarri eden,
çıplak. |
MÜTEARRİBE |
(Arab. dan) Aslında Arap olmayıp sonradan Araplaşmış kimse. |
MÜTEARRİC |
Bir tarafa meyleden, bir yana eğilen. |
MÜTEARRİF |
Bir şeyi araştırarak bilen. İrfan sahibi. |
MÜTEARRİS |
Karısına sevgisini bildiren. |
MÜTEASİR |
(Usr. dan) Güçleşen, zorlaşan, teâsür eden. |
MÜTEASSIB |
(Asab. dan) Taassub eden, taraftarlık eden. * Son derecede dinine ve
milletine taraftarlık besleyen. (Bak: Mutaassıb) |
MÜTEASSİF |
Doğru yoldan sapan. |
MÜTEASSİR |
Güçleşen. Güç, zor, çetin. |
MÜTEAŞİR |
Birbiriyle iyi geçinen, muâşeret eden. |
MÜTEAŞŞIK |
Âşık olan, taaşşuk eden, çok seven. |
MÜTEATIF |
(Atf. dan) Kendisine atfolunan. * Birbirini seven. |
MÜTEATİ |
Birbirine veren. |
MÜTEATTIF |
(Atf. dan) şefkat eden, bağışlayan, esirgeyen. |
MÜTEATTIFÂNE |
f. Şefkat göstererek, bağışlayarak, esirgeyerek. |
MÜTEATTIR |
Gökçek kokularla kokulanmış. Güzel kokular sürünmüş. |
MÜTEATTIS |
Aksıran. |
MÜTEATTIŞ |
Susamış. |
MÜTEAVİN |
(Avn. dan) Yardımlaşan. Birbirine yardım eden. |
MÜTEAVVİK |
Geciken, eğlenen, oyalanan. |
MÜTEAVVIZ |
(Ivaz. dan) Bedel alan. |
MÜTEAVVİC |
Eğilmiş, eğri, çarpılmış, çarpık. |
MÜTEAVVİD |
Alışılmış, âdet edinen. |
MÜTEAVVİZ |
İstiaze eden, Allah'a (C.C.) sığınan. |
MÜTEAYYİN |
(Ayn. dan) Karar verilmiş. * İleri gelen kimse. Eşraftan olan kişi. *
Belli, âşikâr ve meydanda olan. Taayyün eden. |
MÜTEAYYİNÂN |
(Müteayyin. C.) (Ayn. dan) f. Eşraftan olanlar, ileri gelen kimseler. *
Belli ve meydanda olanlar. Taayyün edenler. * Karar verilmişler. |
MÜTEAYYİŞ |
(Ayş. dan) Yiyip içen, taayyüş eden. |
MÜTEAZIM |
Göze büyük görünen, taâzum eden, gözde büyüyen. |
MÜTEAZİD |
(Adad. dan) Kol kola tutunan, birbirine yardım eden, kol veren. |
MÜTEAZZIM |
(Azamet. den) Taazzum eden, büyüklük taslıyan, mütekebbir. |
MÜTEAZZIMÂNE |
(Azamet. den) Benlik, büyüklük taslıyarak. |
MÜTEAZZİ |
(Uzv. dan) Uzuvlaşmış. Organlaşmış, Uzuv hâline gelmiş. |
MÜTEAZZİB |
Bekâr kalan, evlenmeyen. (Bak: Mücahede) |
MÜTEAZZİBÂNE |
f. Bekâr kalana evlenmeyene yakışır surette. |
MÜTEAZZİBÎN |
(Müteazzib. C.) Evlenmeyenler, bekâr kimseler. |
MÜTEAZZİL |
(Azl. den) Azledilip işinden çıkarılmış. |
MÜTEAZZİR |
Meydana gelmesi zor olan. * Özürlü olan. |
MÜTEAZZİZ |
Taazzüz eden, izzet, kuvvet, kudret kazanan. |
MÜTEBADİL |
(Bedel. den) Birbirinin yerine geçen, tebâdül eden. * Nöbetle değişen. |
MÜTEBADİR(E) |
Birden bire akla gelen. Ortaya çıkan. |
MÜTEBAGGIZ |
Kin gösteren, buğz gösteren. |
MÜTEBAGİZ |
Birbirine düşman olan, kin güden, hased eden. |
MÜTEBAHHİR |
(Buhar. dan) Tütsülenen, dumanlanan, tebahhur eden. |
MÜTEBAHHİR |
(Bahir. den) İlmi deniz gibi derin olan, büyük âlim olan. Allâme.
Herhangi bir ilme çok dalan. |
MÜTEBAHHİRÎN |
Bilgileri pek çok olanlar, deniz gibi derin bilgili olanlar. Allâmeler. |
MÜTEBBAHHİRÎN-İ ULEMA |
Çok büyük, geniş ilim sahibi olan âlimler, allâmeler. |
MÜTEBAHİ |
Övünen, fahirlenen. Mütefâhir. |
MÜTEBAHİYANE |
f. Övünerek, fahirlenerek. |
MÜTEBAHTIR |
Kibir ve gururla yürüyen. |
MÜTEBAHTIRÂNE |
f. Kibirle sallana sallana yürüyenler gibi. |
MÜTEBAİD |
Uzaklaşan. Bir birinden uzak bulunan. |
MÜTEBAKİ |
Geri kalan, artan, fazlası. Arta kalan. |
MÜTEBAKİ |
Ağlar gibi görünen. |
MÜTEBALİ |
Tecrübe edip deniyen adam. |
MÜTEBALİH |
Kendini ebleh gösteren. Bönlük tavrı takınan. |
MÜTEBAREK |
Yüksek yer. |
MÜTEBARİZ |
(Bürüz. dan) Tebarüz eden, meydana çıkan. Bâriz âşikar olan. |
MÜTEBARİZÎN |
(Mütebariz. C.) Meydana çıkanlar, belirenler, tebarüz edenler. |
MÜTEBASBIS |
(Basbasa. dan) Yaltaklanan, tabasbus eden. |
MÜTEBASBISÂNE |
f. Yaltaklanarak, tabasbus ederek. |
MÜTEBASBISÎN |
(Mütebasbıs. C.) Yaltaklananlar, tabasbus edenler. |
MÜTEBASSIR |
(Basar. dan) Dikkatle bakan, ilerisini gören, iyice düşünen. Basiretli. |
MÜTEBASSIRÂNE |
f. İyice düşünerek, basiretle, ileriyi görerek. |
MÜTEBASSIT |
Yayılmış serilmiş olan. |
MÜTEBAYİAN |
Alıcı ile satıcı. |
MÜTEBAYİN |
Birbirine uymayan. Birbirine zıt olan. Birbirinden ayrı. |
MÜTEBEDDİ' |
Sünnet ehli iken bid'at
ehli olan. |
MÜTEBEDDİL |
(Bedel. den) Değişen, tebeddül eden, başka hâle giren. Bozulan. *
Kararsız. |
MÜTEBEHHİC |
Şen ve keyifli olan. Sevinç içinde olan. |
MÜTEBEKKİM |
(Bekem. den) Konuşurken kekeleyen, tutulup kalan. |
MÜTEBEKKİMÂNE |
f. Kekeliyerek, dili tutularak. |
MÜTEBELLİD |
Tembel, uyuşuk. Ağır davranan. |
MÜTEBELLİL |
Islanan, nemlenen şey. |
MÜTEBELLİR |
(Billur. dan) Billurlaşan, tebellür eden. * Belirgin, belirmiş. |
MÜTEBENNİ |
Bir kimseyi oğul edinen. |
MÜTEBERKI' |
Peçelenen, maskelenen. |
MÜTEBERRİ |
Teberri eden, yüz çeviren. |
MÜTEBERRİ' |
Bağışlayan, teberru eden. Bağışta bulunan. |
MÜTEBERRİD |
Soğuyan. |
MÜTEBERRİK(E) |
(Bereket. den) Mübarek sayılan, teberrük eden, uğurlu. |
MÜTEBERRİKEN |
Mübarek sayarak, uğur bilerek. |
MÜTEBERRİR |
Teberrür eden, Allah'a derinden ve içten itaat eden. |
MÜTEBERRİZ |
Beliren, meydana çıkan, teberrüz eden. |
MÜTEBESSİL |
Cesaret veya kızgınlıktan dolayı yüzünü ekşiten. |
MÜTEBESSİM |
(Besm. den) Tebessüm eden. Hafif ve lâtif tarz ile gülen. Gülümseyen. |
MÜTEBESSİMÂNE |
f. Gülümseyerek, tebessüm ederek, mütebessim olarak. |
MÜTEBESSİR |
Sivilce çıkaran. |
MÜTEBEŞBİŞ |
Güler yüz gösteren. |
MÜTEBETTİL |
(Betl. den) Tebettül eden, fani şeyleri bırakıp Allah'a yönelen. |
MÜTEBETTİLEN |
Allah'a yönelerek. |
MÜTEBEVVİL |
Tebevvül eden, işeyen. |
MÜTEBEYYİN |
Meydana çıkan, anlaşılan. Tebeyyün eden. |
MÜTECADİL |
(Cedl. den) Mücadele eden, uğraşan. Şiddetle çekişen. |
MÜTECAHİD |
İkrar etmeyen, inkâr eden. |
MÜTECAHİL |
Tecahül eden. Bilmemezlikten gelen, câhil gibi görünen. |
MÜTECAHİLÂNE |
f. Bilmiyor görünerek, bilmemezlikten gelerek. |
MÜTECAHİR |
Yüksek sesle söyleyen. * Gizlemeyen. Aşikâre yapan. Açıktan günah
işleyen. |
MÜTECA'İD |
(Ca'd. dan) Kıvırcık, kıvrık. |
MÜTECA'İD-ÜL EŞ'AR |
Kıvırcık saçlı, saçları kıvırcık olan. |
MÜTECANİB |
(Cenb. den) İçtinab eden, çekinen, sakınan, uzaklaşan, karışmıyan. |
MÜTECANİS |
(Cins. den) Bir cinsten olan. Diğerleriyle aynı cinsten olan. |
MÜTECASİR |
(C.: Mütecasirîn) (Cesaret. den.) Küstah, cür'et gösteren, tecasür
eden. |
MÜTECASİRÂNE |
f. Cür'et göstererek, küstahçasına. |
MÜTECASİRÎN |
(Mütecasir. C.) Cür'et edenler, cesaretlenenler, küstahlar. |
MÜTECAVİB |
Karşılıklı cevap veren. |
MÜTECAVİL |
Birbiri etrafında dolaşan, cevelan eden. |
MÜTECAVİR |
(Civar. dan) Komşu. Civarda bulunan. |
MÜTECAVİZ |
(Cevâz. dan) Hücum eden, tecüvüz eden. Haddi aşan, geçen. * Sataşan,
saldıran. * Sarkıntılık eden. * Çok, fazla. |
MÜTECAVİZÂNE |
f. Tecavüz eder şekilde. Tecavüz edene yakışır halde. |
MÜTECAVİZÎN |
(Mütecaviz. C.) Tecavüz edenler, sarkıntılık eden kimseler,
saldıranlar. |
MÜTECAZİB |
Birbirini çeken, yakınlaştıran. |
MÜTECEBBİR |
(Cebr. den) Zorba zor kullanan, cebir yapan. * Kibirlenen. |
MÜTECEBBİRÂNE |
Zorbalıkla, cebren. |
MÜTECEDDİD |
Yenilenen, eski iken yenilenmiş olan. |
MÜTECEDDİDÎN |
(Müteceddid. C.) Yenileşenler, teceddüd edenler. |
MÜTECEFFİF |
İçi boşalan, kuruyan, koflaşan (kabuklu meyve). |
MÜTECEHHİZ |
(Cihaz. dan) Donanmış, techizatlı. Mücehhez. |
MÜTECELLA |
Münkeşif olup görünen, âşikâr olan. * Yükseğe çıkan. Yukarı havâle
olan. |
MÜTECELLİ |
Tecelli eden, meydana çıkan, görünen. Parlak. |
MÜTECELLİD |
(C.: Mütecellidin) Kahramanlık ve celâdet gösteren. |
MÜTECELLİDÂNE |
f. Celadet ve kahramanlıkla. Yiğitlik göstererek. |
MÜTECELLİDÎN |
(Mütecellid. C.) Kahramanlar, yiğitler, celâdet gösteren kahraman
kimseler. |
MÜTECEMMİ' |
(C.: Mütecemmiîn) (Cem'. den) Toplanan, yığılan, biriken, tecemmü'
eden. |
MÜTECEMMİD |
(Mütecemmide) Donan, donmuş. |
MÜTECEMMİÎN |
(Mütecemmi'. C.) Toplananlar, yığılanlar, tecemmu' edenler, birikenler. |
MÜTECEMMİL |
Cemal kesbeden, zinetlenen, süslenen, donanan. |
MÜTECEMMİLÂNE |
f. Süslenerek, donararak, bezenerek. |
MÜTECEMMİLÎN |
(Mütecemmil. C.) Süslenenler, bezenenler, donanlar, tecemmül edenler. |
MÜTECENNİ |
Meyve devşiren, meyve toplayan. * Birine suç isnad eden, iftira atan.
Müfteri. |
MÜTECENNİB |
Sakınan, içtinab eden, korunan, kaçınan. |
MÜTECENNİN |
(Cünun. dan) Delirmiş, çıldırmış. Mecnun. |
MÜTECENNİNÂNE |
f. Çıldırmışcasına, delicesine, mecnuncasına, delirerek. |
MÜTECERRİ' |
Yudumlayarak içen. |
MÜTECERRİD |
(Mücerred. den) Tek kalmış, tek başına olan. * Soyunan, tecerrüd eden,
çıplak olan. * Bekâr. Evli olmıyan. * Tas: Dünya işlerinden vazgeçip Allah'a
bağlanan. |
MÜTECESSİD |
Cesed şekline giren, tecessüd eden, vücud bulan. |
MÜTECESSİM |
Şekillenen, cisimlenerek görünen, gözle görünen. |
MÜTECESSİS |
Meraklı, gizli şeyleri öğrenmeğe çalışan. * Casusluk eden, yoklayıp
haber eriştiren. |
MÜTECESSİSÂNE |
f. Gizli şeyleri öğrenmeğe çalışarak. Merakla. Mütecessis bir tarzda. |
MÜTECESSİSÎN |
(Mütecessis. C.) Meraklılar. Tecessüs edenler. Gizli şeyleri öğrenmeğe
çalışanlar. |
MÜTECEVVİF |
İçi boşalan, koflaşan, kovuk olan, tecevvüf eden. |
MÜTECEVVİZ |
Sözü mecazla söyliyen. Mecazlı konuşan. * Caiz olmayan şeyi caiz gören. |
MÜTECEVVİZANE |
f. Mecazlı konuşarak, mecazlı söz söyleyerek. * Caiz olmayan şeyi caiz
görürcesine. |
MÜTECEVVİZÎN |
(Mütecevviz. C.) Mecazlı konuşanlar. Mecazlı söz söyleyenler. * Caiz
olmayan şeyleri caiz görenler. |
MÜTECEZZİ |
Parça parça ayrılan, ufalanmış olan. |
MÜTEDAFİ' |
Düşmanı defeden. * İtişen, kakışan. |
MÜTEDAFİAN |
Düşmanı defederek. * İtişerek, kakışarak. |
MÜTEDAFİÂNE |
f. Düşmanı defedercesine. İtişir kakışırcasına. |
MÜTEDAHİK |
(Mütedahike) Karşılıklı gülüşen, tedahük eden. |
MÜTEDAHİL |
İç içe, birbirinin içine girmiş vaziyette olan. Karışan. * Ödenmemiş,
gecikmiş maaş. |
MÜTEDAİR |
Dolayı, alâkalı, üzerine, müteallik, için. |
MÜTEDARİB |
(Darb. dan) Birbirine vuran karşılıklı vuruşan. |
MÜTEDARİK |
(Derk. den) Tedârik eden, hazırlıyan. * Yetişip ulaşan. |
MÜTEDARİS |
Ders ile meşgul olan, okuyup yazan. |
MÜTEDAVİ |
(Devâ. dan) Kendi kendine ilaç yapan. Tedâvi eden. |
MÜTEDAVİL |
Elden ele geçen, alıp verilen. * Kullanılan. |
MÜTEDEBBİR |
İleriyi gören, tedbirli ve ölçülü hareket eden. |
MÜTEDEBBİRÂNE |
f. İlerisini görerek. Tedbirli ve ölçülü olarak. |
MÜTEDEFFİK |
Fışkıran su. |
MÜTEDEFFİN |
(Defn. den) Gömülen, defnedilen. |
MÜTEDEHHİ |
Üstün zekâlı ve anlayış sahibi gibi harekette bulunan. |
MÜTEDEHHİN |
(Dehn. den) Yağlanan, tedehhün eden. |
MÜTEDEHHİYANE |
f. Üstün zekâ ve anlayış sâhibi gibi harekette bulunana yaraşır yolda. |
MÜTEDELDİL |
Hareket eden, müteharrik. |
MÜTEDELLİ |
Nazlanan, tedelli eden. |
MÜTEDELLİL |
Çok yakın olan. |
MÜTEDELLİYANE |
f. Nazlanırcasına. |
MÜTEDENNİ |
Tedenni eden, gerileyen, aşağılanan. |
MÜTEDENNİS |
Kirlenen. |
MÜTEDERRİ' |
Zırh giyen, zırhlanan. |
MÜTEDERRİC |
Derece derece ilerleyen. Hareket eden. |
MÜTEDERRİS |
Ders alan. Okuyan. Tahsile çalışan. |
MÜTEDESSİR |
Elbise giyen, libasa bürünen. |
MÜTEDEYYİN |
Dindar. Din ile vazifeli. Sağlam müslüman, dine muhalefetten sakınan,
dinine sâdık olan. * Borçlu olan. |
MÜTEEDDİ |
Ödeyen, ödeyici, edâ eden. * Gelen, gelici. |
MÜTEEDDİB |
Edeblenen, utanç duyan, utanan. |
MÜTEEDDİBÂNE |
f. Edeblenerek, utanç duyarak, haya ederek. Terbiyeli ve edebli bir
kimseye yakışır surette. |
MÜTEEDDİBÎN |
(Müteeddib. C.) Utanç duyanlar, utananlar, hayâ edenler, edeblenenler. |
MÜTEEHHİB |
Kendi kendini hazırlayıp yetiştirmiş kimse. |
MÜTEEHHİL |
Teehhül etmiş, evlenmiş olan. * Ehlileşmiş. |
MÜTEEKKİD |
(Te'kid. den) Sağlamlaşan, tekrarlanan. |
MÜTEELLİF |
(Ülfet. den) Alışmış, alışkın. Ülfet peyda eden. |
MÜTEELLİH |
(C.: Müteellihîn) Allah'ın birliğine inanan. |
MÜTEELLİM |
Acıyan, elemli ve kederli olan.(...Ebediyeti isteyen ve ebed için
halkolunan ve ihsana karşı perestiş eden ve firaktan müteellim olan ruh-u
insan kalkıp abdest alıp, şu asır vaktinde ikindi namazını kılmak için
Kadim-i Bâki ve Kayyum-u Sermedî'nin Dergâh-ı Samedaniyesine arz-ı münacat
ederek zevalsiz ve nihayetsiz rahmetinin iltifatına iltica edip hesapsız
nimetlerine karşı şükür ve hamd ederek... S.) |
MÜTEELLİMÂNE |
f. Elem duyarak, kederlenerek. |
MÜTEEMMİL |
Teemmül eden. Derin düşünen. * Dalgın. |
MÜTEEMMİLÂNE |
f. Derin düşünene yakışır surette. Düşünceli olarak. * Dalgın şekilde. |
MÜTEEMMİR |
Âmirlik yapan kişi. Emreden kimse. |
MÜTEENNİ |
(Eny. den) Temkinli. Teenni eden. Ağır davranan. |
MÜTEENNİYÂNE |
f. Temkinli olarak. Ağır davranarak. Çekinip sakınarak. |
MÜTEESSİF |
Sevmemiş, hoşlanmamış. Elem ve keder etmiş. * Eseflenen, teessüf eden,
kederlenen. |
MÜTEESSİFÂNE |
f. Eseflenerek, kederlenerek. |
MÜTEESSİFEN |
Üzüntü duyarak, teessüf ederek. |
MÜTEESSİR |
Te'sir altında kalmış. Acımış yahut sevinmiş. Hissiyatına dokunmuş. *
Üzüntülü. |
MÜTEESSİRÂNE |
f. Üzüntü ile, üzülerek, teessürle. |
MÜTEEVVİG |
Ağa olmağa çalışan. |
MÜTEEYYİD |
Kuvvetlenen. * Te'yid ve takviye olunmuş. * İstihkâm ve metanet. |
MÜTEEZZİ |
Ezâ duyan. Üzgün, incinen. Cefa gören. |
MÜTEFAHHIS |
(Fahs. dan) Dikkatle araştıran, sorup tetkik eden, inceliyen. |
MÜTEFAHHİR |
(Fahr. den) Gururlanan, övünen, tefahur eden. |
MÜTEFAHHİRÂNE |
f. Övünerek, tefahhur ederek, fahirlenerek. |
MÜTEFAHİR |
(Fahr. dan) Tefahür eden, övünen. |
MÜTEFAKKIH |
(C.: Mütefakkıhin) (Fıkh. dan) Fıkıh âlimi. Fıkıh ilmiyle uğraşan
kimse. |
MÜTEFAKKIHÎN |
(Mütefakkıh. C.) Fıkıh âlimleri, fıkıh bilginleri. Fıkıhla uğraşan
kimseler. |
MÜTEFAKKİD |
Araştırıp soran, tedkik eden. |
MÜTEFARİK |
Ayrı ayrı. Bir birinden farklı olan. |
MÜTEFASSIM |
Sütten kesilen. * Kırılan, darılan, üzülen. |
MÜTEFATTIN |
(Fatn. dan) Hemen farkına varan. Derhal durumu anlıyan. |
MÜTEFATTIR |
Yarılan, infitar eden. |
MÜTEFAVİT |
Birbirinden farklı, çeşitli. * Zamanca birbirinden ayrı.(Kur'an-ı
Kerim, mükerrer, mütefavit suallere cevap olduğu halde, şiddet-i imtizaç ve
ittihaddan anlaşılır ki, sanki sual birdir. İ.İ.) |
MÜTEFAVVIZ |
Mal sahibi olan. * Üstüne alan. |
MÜTEFAYİD |
Birbirinden istifade edip faydalanan. |
MÜTEFAZIL |
(Fazl. dan) Bilgi ve fazilet hususunda yarış eden. * Fazla, artık. |
MÜTEFAZZIL |
(C.: Mütefazzılîn) (Fazl. dan) Meziyet, fazilet ve bilgi yarışına
çıkan. |
MÜTEFAZZILİN |
(Mütefazzıl. C.) Meziyet ve fazilet yolunda yarış edenler. |
MÜTEFECCİ' |
Acınan, dertli olan. |
MÜTEFECCİR |
(Fecr. den) Açılan, görülen, tefeccür eden. |
MÜTEFEHHİM |
Anlayan, fehmeden, kavrayan. |
MÜTEFE'İL |
(C.: Mütefe'ilîn) (Fâl. dan) Fala bakan, fal açan. * Hayra yoran, uğur
sayan. |
MÜTEFE'İLÂNE |
f. Hayra yorarak, tefe'ül edercesine. |
MÜTEFE'İLÎN |
(Mütefe'il. C.) Fala bakanlar. * Hayra yoranlar. |
MÜTEFEKKİK |
(Fekk. den) Dalgın adam. Alık kimse. |
MÜTEFEKKİR |
Düşünen, derin mes'eleleri düşünen. Tefekkür ve teemmül edici olan. *
Kuvve-i bâtınayı sarfeden. Âlim. Çok bilgili. (Bak: Tefekkür) |
MÜTEFEKKİRÂNE |
f. Derin ve dikkatli düşünerek, mütefekkire yakışır surette. |
MÜTEFEKKİRÎN |
Mütefekkirler. |
MÜTEFELLİK |
Patlayan, infilâk eden. |
MÜTEFELLİS |
Müflis olan. |
MÜTEFELSİF |
(Mütefelsef) Filozoflaşmış. Felsefe ile aklını karıştırmış. (Bak:
Mütemerrid) |
MÜTEFENNİN |
(Fenn. den) Alim, münevver, fen adamı. Teknik ilimle uğraşan. |
MÜTEFENNİNÂNE |
f. Mütefennin olan kimseye yakışır surette. |
MÜTEFER'İN |
Kibirli, mağrur. * Fir'avun tavrı takınan, fir'avunlaşan. |
MÜTEFERRİ' |
(Fer'. den) Dallanan, bir kökten ayrılan. * Bir kökle alâkalı olan. |
MÜTEFERRİC |
(C.: Müteferricîn) (Ferc. den) Gezinen, dolaşan. Gezip eğlenmeğe giden. |
MÜTEFERRİCÎN |
(Müteferric. C.) Gezinenler, dolaşanlar, hava almağa eğlenmeğe
gidenler. |
MÜTEFERRİD |
(C.: Müteferridîn) (Ferd. den) Tek ve yalnız olan. Eşi benzeri olmıyan.
* Kendi başına idare olan. |
MÜTEFERRİDÂNE |
f. Tek ve yalnız olarak. Teferrüd ederek. |
MÜTEFERRİDÎN |
(Müteferrid. C.) Tek ve yalnız olanlar. Eşi, benzeri ve emsâli
bulunmıyanlar. * Kendi başına idare olanlar. |
MÜTEFERRİG |
Vaz geçen, feragat eden. |
MÜTEFERRİH |
(Ferah. dan) İçi açılan, ferahlanan. |
MÜTEFERRİK |
(Fark. dan) Çeşitli. Kısım kısım. Başka başka. Dağınık. |
MÜTEFERRİKA |
Çeşitli işler gören. * Padişahın, vezirlerin veya sadrazamın emirlerini
götüren kimse. * Muhtelif masraflar ve bunlara karşı verilen para, ücret. |
MÜTEFERRİS |
(Feraset. den) Anlayışlı, ferâsetli, sezişli. |
MÜTEFERRİŞ |
Döşenen, teferrüş eden. |
MÜTEFERRİZ |
(İfraz. dan) Ayrılmış, ayrılan, teferrüz eden. |
MÜTEFESSİH |
(Tefessüh. den) Kokmuş, çürümüş, bozulmuş, tefessüh etmiş. |
MÜTEFESSİH |
(Füshat. den) Genişleyen, bollaşan, genişlemiş olan. |
MÜTEFEŞŞİ |
(Bak: Tefeşşi) |
MÜTEFETTİT |
Parça parça olmuş olan. Ufak ufak parçalanan. |
MÜTEFEVVİH |
Dil uzatan. * Söyleyen, ağzına alan. |
MÜTEFEVVİK |
(C.: Mütefevvikîn) (Fevk. den) Üstün gelen, tefevvuk eden, üstün. |
MÜTEFEVVİKANE |
f. Üstünlükle, üstün gelerek. |
MÜTEFEVVİKÎN |
(Mütefevvik. C.) Üstün gelenler, tefevvuk edenler, üstün olanlar. |
MÜTEFEVVİZ |
Tefevvüz eden, uhdesine alan. * Gayr-i menkul malların tasarruf hakkını
üzerine alan. |
MÜTEFEYHIK |
Çok sözlü, kibirli kimse. |
MÜTEFEYYİZ |
(Feyz. den) Feyizlenen. Bolluğa kavuşan, bereket bulan. |
MÜ'TEFİK |
Tersine dönen, tersine dönmüş. |
MÜ'TEFİKAT |
Lut kavminin köyleri, memleketleri. * Lut kavmi. |
MÜTEGABIN |
(Gabn. den) Birbirini
aldatan. |
MÜTEGABİ |
Ahmak tavrı takınan. Kendini ebleh gösteren. |
MÜTEGABİYANE |
f. Ahmakçasına, eblehçesine. |
MÜTEGADDİ |
Gıdalanan, gıda alan. Beslenen. |
MÜTEGAFFİL |
Gaflette bulunan. Bilmiyor görünen. |
MÜTEGAFİL |
(Gaflet. den) Gafil görünen, gafil gibi davranan. |
MÜTEGAFİLANE |
Gafil gibi davranarak. |
MÜTEGALİBE |
Sıra ile birbirine galib gelen. |
MÜTEGALLİ |
Güzel kokular sürünen. |
MÜTEGALLİB(E) |
(Galebe. den) Zorba. Hak ve hukuka hürmet etmeden geçinmek isteyen. |
MÜTEGALLİBÂNE |
f. Zorbacasına, zâlimlere yakışır surette. |
MÜTEGALLİBÎN |
(Mütegallib. C.) Zorbalar, mütegallibler. |
MÜTEGALLİF |
Kılıflanmış. Kılıflı. Kın içinde bulunan. |
MÜTEGALLİT |
Yanlışa düşen, yanılan, tegallüt eden. |
MÜTEGAMIZ |
(C.: Mütegamızin) Birbirine göz ucu ile işâret eden. |
MÜTEGAMIZÎN |
(Mütegamız. C.) Birbirine göz ucu ile işaret edenler, gözle
işaretleşenler. |
MÜTEGAMMİD(E) |
(Gamd. dan) Örtülü. Kınlı, kılıflı. |
MÜTEGANNİ |
Teganni eden. Terennüm eden. |
MÜTEGANNİC |
(Ganc. dan) Nazlanan, naz gösteren. |
MÜTEGANNİM |
Bir şeyi ganimet bilen. * Koyun şeklinde görünme. |
MÜTEGANNİYANE |
f. Teganni ederek. Terennüm ederek. |
MÜTEGARRİB |
(C.: Mütegarribîn) (Gurbet. den) Gurbete çıkan. |
MÜTEGARRİBÎN |
(Mütegarrib. C.) Gurbete çıkanlar. |
MÜTEGARRİR |
Gururlanan, güvenilmeyecek şeye güvenen. |
MÜTEGASSİL |
Yıkanan, gusleden. Yıkayan. |
MÜTEGAŞŞİ |
(Gaşy. dan) Kendinden geçen, gaşyolan. * Bürünen, örtünen. |
MÜTEGAŞŞİM |
Galebe eden. |
MÜTEGAVVİL |
Renkten renge giren. Bir şeyin rengine giren. * Uğraşan, tegavvül eden. |
MÜTEGAVVİR |
Derine dalan, tegavvür eden. |
MÜTEGAYİR |
Mügayir olan. Birbirine zıt olan. |
MÜTEGAYYİB(E) |
(Gayb. dan) Gözden kaybolan, görünmez olan, uzaklaşan. |
MÜTEGAYYİM(E) |
(Gaym. dan) Bulutlanan. Bulutlu hava. |
MÜTEGAYYİR |
Değişen. Bir halden başka bir hale geçen. * Bozulmuş, bozuk. |
MÜTEGAYYİRÂNE |
f. Değişmiş olarak. Bozulmuşcasına. |
MÜTEGAYYİZ |
(Gayz. dan) Öfkelenen, kızan, tegayyüz eden, gazaba gelen. Kızgın,
kızmış kimse. |
MÜTEGAZZİ |
Gıdalanan, tagaddi eden. |
MÜTEGAZZİB |
Hiddetlenen, öfkelenen, kızan, gazaba gelen. |
MÜTEGAZZİL |
Gazel yazan. * Gazel söyleyen, gazel okuyan. Gazelhân. |
MÜTEHABB(E) |
(Hubb. dan) Birbirine dost olan. Birbirini dost sayan. |
MÜTEHABBİR |
İyi bilen. |
MÜTEHABBİS |
Bir yere kapanan. Kendini hapseden. |
MÜTEHABBİSÂNE |
f. Bir yere kapanıp kendini hapsedene yakışır surette. |
MÜTEHACCİM |
Cüsseli, hacimli. |
MÜTEHACCİR |
Taşlaşmış, taş haline gelmiş.(Gölgeli gölgesiz suretler; ya bir zulm-ü
mütehaccir veya bir riyâ-yı mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki;
beşeri zulme ve riyaya ve hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik eder. S.) |
MÜTEHACİ |
(Hicv. den) Bir kimseyi hicveden, yeren. |
MÜTEHACİM |
Birbirine hücum eden, saldıran. |
MÜTEHACİMÂNE |
f. Birbirine saldırır ve hücum eder şekilde. |
MÜTEHACİMÎN |
(Mütehacim. C.) Birbirine hücum edenler, saldıranlar. |
MÜTEHACİYANE |
f. Hicvedercesine. |
MÜTEHADDIR |
Yeşil renklenen, yeşillenen. |
MÜTEHADDİ' |
(Hud'a. dan) Bilerek aldanan. |
MÜTEHADDİ |
Çekişen, çekişip kavga eden. Tahaddi eden. * Dikkatle bakan. |
MÜTEHADDİB |
Kamburlaşan. Kambur olan. |
MÜTEHADDİR |
(Mütehaddire) Örtünen, bürünen, tahaddür eden. * Mc: Namuslu. |
MÜTEHADDİR |
Yuvarlanan, yokuş aşağı giden. |
MÜTEHADDİS(E) |
(Hudus. dan) Meydana gelen, peydâ olan, meydana çıkan. |
MÜTEHADDİŞ |
Iztırab çeken. * Tırmalanan, tahaddüş eden. |
MÜTEHADI' |
Aldanmış gibi görünen. |
MÜTEHAFFIZ |
(C.: Mütehaffızîn) (Hıfz. dan) Korunup sakınan, tahaffuz eden. |
MÜTEHAFFIZÎN |
(Mütehaffız. C.) Korunup sakınanlar, tahaffuz edenler. |
MÜTEHAFFİF |
Ayağa mest veya çizme cinsinden bir şey giyen. * Hafifliyen, tahaffüf
eden. |
MÜTEHAFİT |
(Heft. den) Bir şeyin üzerine istekle saldıran. |
MÜTEHAFİTÂNE |
f. Birşeye istekle saldırırcasına. |
MÜTEHAKKIK |
Tahakkuk eden, doğruluğu meydana çıkan. |
MÜTEHAKKİD |
Kin tutan, kindâr. |
MÜTEHAKKİM |
Zorba, zorbalık eden, tahakküm eden. Hâkimlik taslayan. |
MÜTEHAKKİMÂNE |
f. Mütehakkim bir surette. Tahakkümle, zorbalıkla. |
MÜTEHAKKİMÎN |
(Mütehakkim. C.) Zorbalar. Tahakküm edenler. Mütehakkimler. |
MÜTEHALHIL |
Kabarmış veya kabartılmış olan. Açılıp parçaları ayrılmış olan. |
MÜTEHALİF |
Birbirine muhalif olan. Birbirine uymayan. Birbirini tutmayan. |
MÜTEHÂLİF-ÜL MERKEZ |
Merkezi bir olmıyan. |
MÜTEHÂLİK |
(Helâk. dan) Tehâlük eden, kendini tehlikeye atacak kadar acele eden. |
MÜTEHÂLİKÂNE |
f. Acelecilikle, çabuklukla. |
MÜTEHALLİ |
(Haly. dan) Süslenmiş, bezenmiş, donanmış. |
MÜTEHALLİ |
Bırakılmış, boşaltılmış. * Boş kalan, boşalan. |
MÜTEHALLİD |
Bir yerde devamlı olarak kalan. Ebedi, sermedi. |
MÜTEHALLİF |
(Mütehallife) Uymayan, uygun ve münasib gelmeyen. * Değişebilir,
değişken. |
MÜTEHALLİK |
Bir huy edinen, huylanan. Huyu olmayan bir şey ile tekellüf edip o
ahlâka alışan. |
MÜTEHALLİL |
Araya sokulan, araya giren. * Bozulan. * Bir kelimeden nice mânâlar
kasdedip söyleyen kimse. |
MÜTEHALLİL |
(Hall. den) Erimiş. Çözülmüş. |
MÜTEHALLİM |
(Hilm. den) Yumuşak huylu görünen. * Meme gibi yuvarlaklaşan. |
MÜTEHALLİS |
(Hulus. dan) Kurtulan, halâs bulan. * İkinci olarak başka bir ad
takınan. Mahlâs alan. |
MÜTEHALLİT |
Karışan, karışık olan, tahallüt eden. |
MÜTEHAMİ |
Korunan, sakınan, kendini himaye eden. |
MÜTEHAMİK |
(Humk. dan) Kendisini ahmak gibi gösteren. |
MÜTEHAMİKANE |
f. Ahmakçasına, eblehçesine. |
MÜTEHAMİYANE |
f. Sakınarak, korunarak. Kendini himaye edercesine. |
MÜTEHAMMIZ |
(Humz. dan) Ekşiyen, tahammüz eden. |
MÜTEHAMMİ |
Kendini koruyan, kendini himaye eden. |
MÜTEHAMMİK |
(Humk. dan) Ahmak gibi konuşan veya ahmakçasına hareketlerde bulunan.
Ahmaklaşan. |
MÜTEHAMMİL |
Tahammül eden, katlanıp sabır ile kabul eden. Dayanabilen,
kaldırabilen. |
MÜTEHAMMİLÂNE |
f. Yüklenerek. * Tahammül ederek, dayanarak. |
MÜTEHAMMİLÎN |
(Mütehammil. C.) Tahammül edenler. Katlanıp sabrederek kabul edenler.
Dayanabilenler. Kaldırabilenler. |
MÜTEHAMMİR |
Tahammür eden, ekşiyen. Mayalanan. |
MÜTEHANNİ |
Eğrilen. |
MÜTEHANNİN |
Özleyen, göreceği gelen. |
MÜTEHARHIR |
Karnı büyük olanın karnının oynaması, sallanması. |
MÜTEHARİB(E) |
(Harb. den) Savaşan, harbeden, muharebe eden. |
MÜTEHARRİM |
(C.: Müteharimîn) İhtiyar gibi görünen. Kendini ihtiyar gösteren, yaşlı
gösteren. |
MÜTEHARİMÎN |
(Müteharim. C.) Teharüm edenler, kendilerini ihtiyar gibi gösteren
kimseler. |
MÜTEHARİŞ |
Hırıldaşıp dalaşan, tehârüş eden. |
MÜTEHARRIK |
Yırtılan, taharruk eden. |
MÜTEHARRİŞ |
Tırmalanan, tırmıklanmış olan, tırmık yiyen. |
MÜTEHARRİ |
Taharri eden, araştıran. |
MÜTEHARRİK |
Harekete geçen, kımıldanan. Yerinde durmayıp hareket eden. Devir ve
hareket eden. |
MÜTEHARRİYANE |
f. Taharri edip araştırana yakışır şekilde. |
MÜTEHARRİZ |
Korunan, sakınan. |
MÜTEHASIM |
(C.: Mütehasımîn) (Husumet. den) Karşılıklı düşmanlık eden ve birbirine
hasım olan. * Karşılıklı olarak dâvâ edenlerden herbiri. |
MÜTEHASIMÎN |
(Mütehasım. C.) Çekişenler, birbirlerine düşmanlık ve husumet edenler.
Hasım olanlar. Karşılıklı dâva edenler. |
MÜTEHASİD |
Birbirini kıskanan, çekemiyen. Birbirine hased eden. |
MÜTEHASSIL |
(Husul. den) Husule gelen, hasıl olan, vücut bulan, meydana gelen. |
MÜTEHASSIN(A) |
(Hısn. dan) Kaleye veya istihkâmlı bir yere kapanmış. |
MÜTEHASSIS |
Bir işin hakikatını, içyüzünü çok iyi bilen. Bir meslekte mahir olan. *
Has ve mahsus olan. |
MÜTEHASSİR |
(Hasr. dan) Pıhtılaşmış. |
MÜTEHASSİR |
(Hasr. dan) Özleyen, hasret çeken. Mahrum kalan. İsteğine erişemiyen. |
MÜTEHASSİRÂNE |
f. Özleyerek, hasret çekerek. |
MÜTEHASSİS |
İnsan sözüne kulak verip dinleyen. * Hayırlı işlere dair haberlere
dikkat edip araştıran. * Çok duygulu, duygulanmış, hisli. |
MÜTEHASSİSÂNE |
f. Duygulanarak, hislenerek. |
MÜTEHAŞİ |
(Haşy. den) Çekingen, sakıngan. |
MÜTEHAŞİYÂNE |
f. Çekingenlikle, sakınganlıkla, kaçınırcasına. |
MÜTEHAŞİ' |
(Huşu'. dan) Huşu ile eğilen. |
MÜTEHAŞŞİ |
Korkan, irkilen. Hürmet ile korkup çekinen. |
MÜTEHAŞŞİ' |
(Huşu'. dan) Kendini alçak tutan, alçakgönüllü, mütevâzi. |
MÜTEHAŞŞİB |
(Haşeb. den) Odunlaşan, odunlaşmış. |
MÜTEHAŞŞİD(E) |
(C.: Mütehaşşidîn) Yardım için koşuşup toplanan, biriken, yığılan. |
MÜTEHAŞŞİDÎN |
(Mütehaşşid. C.) Birikenler, toplananlar. |
MÜTEHAŞŞİN |
Sertlik gösteren, kabalaşan. |
MÜTEHATIB |
Birbirine hitab eden, söyleşen. |
MÜTEHATİR |
Birbirini yalanlayan, tekzib eden. |
MÜTEHATTIR |
(Hutur. dan) Hatırlayan, hatırına getiren, tahattur eden. |
MÜTEHATTİ |
Hatâ işleyen, yanılan. * Atlayıp geçen. |
MÜTEHATTİM |
(Hatm. dan) Lüzumlu, gerekli. |
MÜTEHAVİN |
(Hevn. den) İşinde gevşek ve kayıtsız olan. Bir işe ehemmiyet vermiyen,
mühimsemiyen. |
MÜTEHAVİR |
Birbiriyle konuşan. |
MÜTEHAVVİF |
Korkan. Korkak. |
MÜTEHAVVİFÂNE |
f. Korkarak, havfederek, korkarcasına. |
MÜTEHAVVİL |
Bir halde durmayan, başka şekle girip değişen. * Bir yerden diğer yere
nakleden, değişip tebdil olan. |
MÜTEHAYYEL |
Hayal edilen şey. |
MÜTEHAYYELÂT |
(Mütehayyel. C.) Hayal edilen şeyler. |
MÜTEHAYYER |
Hayrette kalınan şey, şaşılacak şey. |
MÜTEHAYYİL |
(Hayal. den) Kuvve-i hayaliyeden geçiren, hayal kuran. Bir şeyi görüp
gözetici, idrak edici olan. |
MÜTEHAYYİLÂNE |
f. Hayal ve düşünceye dalarak, hayâl kurarak. |
MÜTEHAYYİLE |
Beyinde hayal kurma merkezi. |
MÜTEHAYYİR |
Şaşmış, hayrette kalmış. |
MÜTEHAYYİRÂNE |
f. Şaşkınca, şaşkın şaşkın, şaşırarak. |
MÜTEHAYYİRİN |
(Mütehayyir. C.) Şaşırmış olanlar. Şaşmış kimseler. Hayrette kalanlar. |
MÜTEHAYYİZ |
Tahayyüz eden, yer tutan. * İtibarlı, mühim. |
MÜTEHAZİB |
Biribine muvâfık olmak, uygunluk. |
MÜTEHAZLIK |
Üstadlık dâvâsı eden, fakat üstad olmayan kimse. |
MÜTEHAZZI' |
Alçak gönüllülük eden, tevazu gösteren. |
MÜTEHAZZIÂNE |
f. Alçak gönüllülükle, tevazu göstererek. |
MÜTEHAZZIR |
Yeşil renkle renklenen. Yeşillenen. |
MÜTEHAZZIR |
Hazır olan, huzurda bulunan. |
MÜTEHAZZİB |
Takım takım, küme küme toplanan. |
MÜTEHAZZİN |
Hüzünlü, kederli. Üzülen, mahzun olan. |
MÜTEHAZZİR |
(Hazer. den) Sakınan, çekinen, dikkatli davranan. |
MÜTEHAZZİRÂNE |
f. Çekinerek, sakınarak, dikkatli davranarak. |
MÜTEHECCİ |
(Hecâ. dan) Heceliyen. |
MÜTEHECCİD |
Geceleri uyanıp teheccüd namazı kılan. |
MÜTEHEDDİ |
(Hidyet. den) Hediye gönderen. * Hidâyete eren, doğru yola giren. İslâm
dinini kabul edip müslüman olan. |
MÜTEHEDDİM |
(Hedm. den) Yıkılan, inhidâm eden. |
MÜTEHEKKİM |
(Tehekküm. den) Alay eden, tehekküm eden. |
MÜTEHEKKİMÂNE |
f. Alay edercesine. |
MÜTEHELLİL |
Sevinçten yüzü gülen. |
MÜTEHEMMİK |
İşinin üzerine düşen, ehemmiyet veren. İşine sıkı sarılan. |
MÜTEHETTİK |
(Hetk. den) Yırtılan, tehettük eden. * Edebsiz, utanmaz. Hayasız. |
MÜTEHEVVİR |
Hiddet ve kızgınlıkla neticeyi düşünmeden saldıran. |
MÜTEHEVVİRÂNE |
f. Birdenbire saldırarak. * Kızgınlıkla. Hiddetlice. Birden öfkelenir
surette. |
MÜTEHEVVİREN |
Tehevvür ve öfke ile. |
MÜTEHEYYİ' |
Hazırlanmış, hazır. Hazırlanan. |
MÜTEHEYYİ'-İ HAREKET |
Harekete veya gitmeğe hazırlanmış. |
MÜTEHEYYİB |
Heybetlenen. Heybetli. Korku ve hürmet hissini veren. |
MÜTEHEYYİC |
Heyecana gelen, coşan, coşkun, heyecanlı. |
MÜTEHEYYİCÂNE |
f. Coşkunlukla, heyecana gelerek. |
MÜTEHEZZİC |
(C.: Mütehezzicin) Makamla şarkı söyliyen. Terennüm eden. |
MÜTEHEZZİCÂNE |
f. Makamla şarkı söylercesine. |
MÜTEHEZZİCÎN |
(Mütehezzic. C.) Makamla şarkı söyliyenler. |
MÜTEHEZZİZ |
İhtizaz eden, titreyen. |
MÜTEHEZZİZÂNE |
f. Titreyerek, titremek
suretiyle. |
MÜTEKABBIZ |
(Kabz. dan) Toplanıp çekilen. *Asık suratlı, asık, çehreli. * Buruşup
kasılan adale. |
MÜTEKABBİL |
(Kabul. den) Kabul eden, üstüne alan. |
MÜTEKABİL |
Karşılıklı, bir diğerinin karşısında. |
MÜTEKABİLE |
Karşılıklı davranış veya
vaziyet. |
MÜTEKABİLEN |
Karşılıklı olarak, karşı karşıya. |
MÜTEKABİLETAN |
Birbirine karşı olan iki şey. |
MÜTEKABİLİYET |
Karşılıklı vaziyet, karşılıklı durum. |
MÜTEKÂBİR |
(Kibr. den) Kibirli. Kendini büyük gören. |
MÜTEKADDİM |
Evvelki, önceki, öne geçen, takaddüm eden. * Takdim olunan, sunulan. |
MÜTEKADDİMÎN |
Evvelkiler, geçmiştekiler. * Eskiden gelmiş İslâm allâmeleri. |
MÜTEKADİMÎN-İ ŞUARÂ |
Eski şâirler. |
MÜTEKADDİS |
(Kuds. den) Çok temiz olan. Takaddüs eden, kutsal olan. |
MÜTEKADİM |
Geçmiş bulunan, tekadüm eden. |
MÜTEKÂFİ |
(Mütekâfiyye) Birbirine denk ve akran olan. Eşitleşen. |
MÜTEKÂFİYEN |
Birbirine eşit, denk, müsavi ve akran olarak. |
MÜTEKÂHİL |
Tembel, üşengeç. |
MÜTEKAIS |
Göğsü dışarı çıkıp, arkası içeri giren kimse. |
MÜTEKAİD |
Tekaüd olan. Emekli. |
MÜTEKAİDÎN |
(Mütekaid. C.) Emekliler, emekliye ayrılmış olanlar. |
MÜTEKÂLİB |
(C.: Mütekâlibîn) (Kelb. den) Köpek gibi birbirinin üstüne atılan. |
MÜTEKÂLİBÂNE |
f. Köpek gibi birbirinin üstüne sıçrayarak. |
MÜTEKÂLİBİN |
(Mütekâlib. C.) Köpek gibi birbirlerinin üzerlerine sıçrayanlar. |
MÜTEKALKİL |
Deprenen, sarsılan. |
MÜTEKALLİB |
Dönen, değişen. Başka şekil olan. |
MÜTEKALLİD |
Kuşanan. Kılıç takan, takınan. Kılıç kuşanmış. * Bir işi üzerine alan.
Bir vazifeyi deruhte eden. |
MÜTEKALLİL |
(Kıllet. den) Azalan, azalmış olan. |
MÜTEKALLİS(E) |
Gerilen, çekilip toplanan, gerilmiş. |
MÜTEKÂMİL |
Kemâlli, olgun, tekâmül
etmiş olan. |
MÜTEKÂMİLÂNE |
f. Olgunluk ve kemâlât göstererek. Olgunlukla. |
MÜTEKÂMİLÎN |
Tekâmül etmiş olanlar. Kâmil ve olgun kimseler. Allah'ın emrine uygun
şekilde hareketi alışkanlık hâline getirmiş olanlar. |
MÜTEKAMİR |
Birbiriyle kumar oynayan. Kumar arkadaşı. |
MÜTEKAMMİS |
Gömlek giyen. |
MÜTEKARİB |
(Kurb. dan) Yaklaşan, tekarüb eden. Birbirine yakın olan, gittikçe
birbirine yaklaşan. |
MÜTEKARİN |
(Karn. dan) Birbirine birleşmiş, bitişmiş olan. * Yaklaşmış,
yakınlaşmış, tekarün eden. |
MÜTEKARRİB(E) |
(C.: Mütekarribîn) (Kurb. dan) Yaklaşan, yaklaşmağa çalışan, yakın
olan, takarrüb eden. |
MÜTEKARRİBÎN |
(Mütekarrib. C.) Takarrüb edenler, yaklaşanlar, yakın olanlar. |
MÜTEKARRİH |
(Karh. dan) Yaralı, çıbanlı. Cerahatli yara veya çıban. |
MÜTEKARRİR |
(Karar. dan) Kararlaşan, takarrür eden. Yerleşip kuvvet bulan. |
MÜTEKASIM |
(C.: Mütekasımîn) (Kısm. dan) Paylaşan, bölüşen. Bir şeyi paylaşanların
beheri. |
MÜTEKASIR |
(C.: Mütekasirîn) (Kasr. dan) Kısalık gösteren. * Elinden gelip gücü
yettiği hâlde iş yapmıyan. |
MÜTEKASIRÎN |
(Mütükasır. C.) Kısalık gösterenler. * Ellerinden geldiği,
becerebildikleri halde iş yapmayanlar. |
MÜTEKÂSİF |
(Kesafet. den) Sıklaşmış, koyulaşmış, yoğunlaşmış. Sıklaşan,
yoğunlaşan, koyulaşan, tekâsüf eden. |
MÜTEKÂSİL |
Tekâsül eden. Üşenir ve tembel olan. |
MÜTEKÂSİLÂNE |
f. Tembelce hareket ederek, üşengeçlik ve uyuşuklukla davranarak. |
MÜTEKÂSİLÎN |
(Mütekâsil. C.) (Kesl. den) Üşenenler, tembellik yapanlar. |
MÜTEKASİM |
Kısmet eden. * Aralarında bir şey taksim edenlerin her biri. *
Birbiriyle kasemleşen, andlaşan. |
MÜTEKASİR |
(Kesret. den) Çok çoğalan, tekâsür eden, çoğalmış. |
MÜTEKASSİ |
Dikkatle araştıran. |
MÜTEKAŞŞİ' |
(Kaş'. den) Balgam çıkaran hasta. * Balgam söktüren ilâç. |
MÜTEKATI' |
Karşılıklı kesişen, birbirini kesen. |
MÜTEKATIR |
(Katr. dan) Damlıyan. Katre katre dökülen. |
MÜTEKATİL |
(Katl. den) Karşılıklı olarak birbirine öldüren, katleden. |
MÜTEKATTI' |
(Kat'. dan) Kesik. Biteviye olmayan. |
MÜTEKATTIR |
Damlayan, katre katre dökülen. |
MÜTEKAVVEM |
Biçilmiş, kesilmiş. Toplanmış. |
MÜTEKAVVİ |
(Kuvvet. den) Kuvvetlenen, kuvvet bulan. Kuvvetlenmiş. |
MÜTEKAVVİL |
(C.: Mütekavvilîn) (Kavl. den) Yalan uydurup söyleyen. |
MÜTEKAVVİLÎN |
(Mütekavvil. C.) (Kavl. den) Mecbur olmadığı halde kendiliğinden yalan
söyleyenler. |
MÜTEKAVVİM |
Bozuk iken düzelen, eğri iken doğrulan. * İyi idâre edilen. * Sağlam,
muhkem. * Müesses, te'sis edilmiş, kurulmuş. |
MÜTEKAVVİS |
(Kavs. dan) Yay gibi eğri. Yay şekline giren, kavislenen. Eğrilmiş,
bükülmüş. |
MÜTEKAYHIK |
Diline ne gelirse söyleyen. Ağzına geleni konuşan. |
MÜTEKÂYİD |
(C.: Mütekâyidîn) Birbirine hile yapan. |
MÜTEKAYİDÂNE |
f. Düzenbazlık ve hile ile. |
MÜTEKÂYİDÎN |
(Mütekâyid. C.) Birbirlerine hile yapanlar, birbirlerini aldatanlar. |
MÜTEKAYYİD |
(C.: Mütekayyidîn) (Kayd. dan) Dikkatli davranan. |
MÜTEKAYYİDÂNE |
f. Dikkatli davranarak, kayıtlı bulunarak. |
MÜTEKAYYİDÎN |
(Mütekayyid. C.) (Kayd. dan) Dikkatli davrananlar, kayıtlı bulunanlar. |
MÜTEKAYYİH(A) |
(Kayh. dan) İrinli. Cerahat bağlamış. |
MÜTEKAZİ |
(Tekaza. dan) Borçluyu (borcunu ödemesi için) sıkıştıran. |
MÜTEKEBBİR |
Kibirli. Büyüklenen. Tekebbür eden. * Esmâ-i İlâhiyeden olup, Allah'ın
büyüklük ve azametini ifade eder. |
MÜTEKEBBİRÂNE |
f. Büyüklenerek, kibirlenerek, büyüklük taslayarak. |
MÜTEKEBBİRÎN |
(Mütekebbir. C.) Tekebbür edip kibirlenenler. Kendini beğenmişler. |
MÜTEKEBKİB |
Kaftanına bürünmüş. |
MÜTEKEDDİR |
(C.: Mütekeddirîn) (Keder. den) Kederli, hüzünlü. Kederlenen, tekeddür
eden. * Bulanık. |
MÜTEKEDDİRÂNE |
f. Kederli ve hüzünlü bir hâlde. * Bulanarak. |
MÜTEKEDDİRÎN |
(Mütekeddir. C.) Kederlenenler, kederli ve hüzünlü olan kimseler. *
Bulanık şeyler. |
MÜTEKEFFİ |
Önüne eğik olan. |
MÜTEKEFFİL |
Kefil olan, tekeffül eden. Başkasının işini üzerine alan. |
MÜTEKEFFİLÂNE |
f. Kefil olarak. |
MÜTEKEFFİLÎN |
(Mütekeffil. C.) Mütekeffiller. Tekeffül edenler, kefil olanlar. |
MÜTEKEHHİL |
(C.: Mütekehhilîn) Gözüne sürme çeken. |
MÜTEKEHHİLÎN |
(Mütekehhil. C.) Gözüne sürme çekenler, tekehhül edenler. |
MÜTEKEHHİN |
(C.: Mütekehhinîn) (Kehânet. den) Kâhinlik yapan. |
MÜTEKEHHİNÂNE |
f. Falcılıkla, kâhincesine. |
MÜTEKEHHİNÎN |
(Mütekehhin. C.) Falcılık yapanlar, kâhinlik edenler. |
MÜTEKELLİF |
Zahmetli iş tutan, külfetli işe girişen. |
MÜTEKELLİFÎN |
(Mütekellif. C.) Zahmetli, külfetli iş tutanlar, tekellüf edenler. |
MÜTEKELLİM |
Söyleyen, konuşan, nutuk söyleyen. * Gr: Söyleyen, birinci şahıs. |
MÜTEKELLİM-İ EZELÎ |
Allah (C.C.) |
MÜTEKELLİM-İ MAALGAYR |
Konuşan kimsenin kendisinin de içinde bulunduğu bir cemaata ait fiili
ifade eden kelimelerin sigasıdır. Okuduk, yazıyoruz, gideceğiz,
çalışmışız... gibi. (Bak: Mütekellim-i vahde)(Fert mütekellim-i vahde olsa,
müsamahası ve fedakârlığı amel-i sâlihtir. Mütekellim-i maalgayr olsa,
hıyanettir, amel-i tâlihtir. Bir şahıs kendi nâmına hazm-ı nefs eder,
tefahür edemez; millet namına tefahür eder, hazm-ı nefs edemez. M.) |
MÜTEKELLİM-İ VAHDE |
Konuşan kimsenin yalnız kendine ait fiili gösteren kelimelerin
sigasıdır. Baktım, görüyorum, gezmişim, oturacağım gibi. (Bak: Mütekellim-i
maalgayr) |
MÜTEKELLİMÂNE |
f. Konuşur gibi, konuşmak suretiyle. |
MÜTEKELLİMÎN |
İslâm ve iman esaslarını, hakaik-ı Kur'aniye ile isbat ve izahını yapan
büyük İslâm allâmeleri, âlimleri, İlm-i Kelâm âlimleri. (Bak: İlm-i Kelâm) |
MÜTEKELLİS |
(Kils. den) Kireçlenmiş, kireçlenmiş. |
MÜTEKEMMİ |
Örtünmüş. |
MÜTEKEMMİL |
(Kemal. den) Olgunlaşan, tekemmül eden. Eksiği kalmayan. |
MÜTEKEMMİLÂNE |
f. Olgunlaşarak, tekemmül ederek. Eksiği kalmayarak. |
MÜTEKEMMİLÎN |
(Mütekemmil. C.) (Kemâl. den) Olgunlaşanlar, kemale erenler, tekemmül
edenler. |
MÜTEKEMMİN |
(Kemn. den) Pusuya yatmış olan, pusuya giren, gizlenen, pusuda. |
MÜTEKERRİC |
Küflenmiş. |
MÜTEKERRİH |
(İkrah. dan) Kerih gören, tekerrüh eden, ikrah eden. Tiksinen. * Surat
asan. |
MÜTEKERRİHÂNE |
f. Tiksinircesine. Surat asarcasına. |
MÜTEKERRİR |
Tekerrür eden. Tekrar. Tekrar olan. Mükerrer olan. * Edb: Murabbâ,
muhammes, müseddes bentli manzumelerin birinci bendi sonunda tekrar edilmiş
olan mısra. |
MÜTEKESSİR |
(Kesr. den) Kırılan. Parçalanan. |
MÜTEKESSİR |
(Kesret. den) Çoğalan, artan, tekessür eden. |
MÜTEKEŞŞİF |
(Keşf. den) Açılan, tekeşşüf eden, açığa çıkarılan. |
MÜTEKEVVİN |
Hâsıl olan. Mevcud bulunan. Var olan. |
MÜTEKEYYİF |
Keyfiyetlenen, bir keyfiyetle vasıflandıran, tekeyyüf eden. |
MÜTEKEYYİS |
(C.: Mütekeyyisîn) Zeki ve akıllı gibi görünen. |
MÜTEKEYYİSÎN |
(Mütekeyyis. C.) Akıllılık taslıyanlar, tekeyyüs edenler. |
MÜTELAFFIZ |
(Lafz. dan) Telaffuz eden, bir kelâmı ağzından çıkaran, söyleyen. |
MÜTELAFİ |
Telafi eden. Kaybettiği bir şeye mukabil başka bir şey kazanan. |
MÜTELAHHIZ |
Ekşi birşey yiyen kimsenin yanında ağzı sulanan. |
MÜTELAHİ |
(Lehv. den) Oynıyan. Oyun veya sazla uğraşan. |
MÜTELAHİK |
(Lühuk. dan) Biribirinin arkasından gelen. Birbirine katılan. |
MÜTELAHİME |
Deri ile birlikte epeyce de et kesilmiş olan yara. |
MÜTELAHİYANE |
f. Oyunla uğraşarak, oynayarak. |
MÜTELAHİZ |
(C.: Mütelahizîn) Gözucu ile bakışanların beheri. |
MÜTELAHİZİN |
(Mütelahiz. C.) Gözucu ile bakışanlar, telâhuz edenler. |
MÜTELAİB |
(La'b. dan) Oyun ile meşgul olan, oynayan. |
MÜTELAİN |
Lânetleşen, uğursuzlaşan. |
MÜTELAKİ |
(Lika. dan) Telâki eden. Kavuşmuş, ulaşmış. Kavuşan. |
MÜTELAKİM |
Birbirine yumruk atan, telâküm eden. |
MÜTELAKKIB |
(Mütelakkıbîn) (Lakab. dan) Lakap alan, lakap takınan. |
MÜTELAKKIM |
Lokma yutan. Lokmalayan. |
MÜTELAKKİ |
Telakki ve kabul eden, ...nazarıyla bakan. |
MÜTELAKKİB |
(Lakab. dan) Lakap takılmış, lakaplanmış. |
MÜTELAKKİBÎN |
(Mütelakkib. C.) Lakap alanlar, lakap takınanlar. |
MÜTELALİ |
(Mütelal) Parlayan, parıldayan, ışıldayan. Şimşek gibi çakan. |
MÜTELASIK(A) |
(Lüsuk. dan) Birbiriyle birleşmiş olan. Bitişik. |
MÜTELA'SİM |
(C.: Mütela'simîn) Saçmasapan cevap veren, kemküm eden. |
MÜTELA'SİMANE |
f. Saçmalayarak, kemküm ederek. |
MÜTELASSIS |
(Lüss. den) Hırsızlık yapan. |
MÜTELAŞİ |
Telaş eden. Izdırab ile karışık acele eden. Telaşlı. |
MÜTELAŞİYANE |
Acele ve telaş ile. |
MÜTELATIF |
(Lütf. dan) Kibar ve nazik muamele yapan. Lütf ile muamele eden. |
MÜTELATIM |
(Mütelatıma) Birbirine çarpan, çarpışan, çalkalanan. Dalgalı. |
MÜTELATTIF |
(Lütf. dan) Yumuşak ve nazik davranan. |
MÜTELATTIFANE |
f. Naziklikle, incelikle. |
MÜTELATTIH |
Bulaşan, bulaşık olan (yağ, çamur v.s.) |
MÜTELAZZİ |
Alevlenen, alev çıkaran. |
MÜTELEBBİD |
Birbiri üstünü yığılıp kat kat olmuş. |
MÜTELEBBİS |
Giyinmiş, elbiseli. * Karışık, başkasına bulaşmış, karışmış olan. |
MÜTELECLİC |
Dilini çiğneyerek basık basık konuşan. |
MÜTELEFFİF |
Sarılıp bürünen. |
MÜTELEFFİK |
Bitişik ve yapışık olan. |
MÜTELEFFİT |
İltifat eden, iltifat edici olan. |
MÜTELEFFİTANE |
f. İltifat edercesine. |
MÜTELEHHİ |
(Lehv. den) Oyunla, sazla vakit geçiren. |
MÜTELEHHİB |
(Leheb. den) Alevlenen, alev çıkaran. |
MÜTELEHHİF |
(C.: Mütelehhifîn) (Lehef. den) Hasret çeken. Özleyen. Yanıp yakılan.
Hüzünlü olan. |
MÜTELEHHİFÂNE |
f. Özleyerek, hasret çekerek. Kaygılı, tasalı olarak, yanıp yakılarak. |
MÜTELEHHİFÎN |
(Mütelehhif. C.) Hasret çekenler, yanıp yakılanlar. Kederli, tasalı
olanlar. |
MÜTELEMMİ' |
Parıldayan, telemmü' eden. |
MÜTELEMMİS |
(Lems. den) El ile dokunan. Telemmüs eden. |
MÜTELEMMİZ |
(C.: Mütelemmizîn) Talebelik etmek suretiyle öğrenen. Telemmüz eden. |
MÜZELEMMİZÎN |
(Mütelemmiz. C.) Talebelik ederek öğrenenler, telemmüz edenler. |
MÜTELESSİM |
(C.: Mütelessimîn) Yüzü peçeli, yaşmaklı. |
MÜTELEVVİM |
Muntazır olan, bekleyen. |
MÜTELEVVİN |
Renkten renge giren. Halden hale geçen. Kararsız. Dönek. |
MÜTELEVVİS |
Pis, kirli, murdar, paslanan, kirlenen. * Karışmış, muhtelit. |
MÜTELEYYİN |
(Leyyin. den) Yumuşak olan. Gevşeyip yumuşayan. |
MÜTELEYYİS |
Arslan yürekli, arslan yürüyüşlü. |
MÜTELEYYİSÂNE |
f. Arslan gibi. |
MÜTELEZZİC |
Lüzucetli ve yapışkan olan. |
MÜTELEZZİZ |
Lezzet aldığından hoşnud olan, lezzet duyan. |
MÜTELEZZİZÂNE |
f. Lezzet alarak, lezzet almak suretiyle. |
MÜ'TELİF |
(Ülfet. den) Alışan, ülfet eden, alışık. * Uygun, muvafık, denk. |
MÜTEMACİD |
İtibar, şeref ve haysiyetiyle iftihar edip övünen. |
MÜTEMADİ |
Devamlı, kesiksiz, sürekli, daima. |
MÜTEMADİYEN |
Devamlı surette. |
MÜTEMADİYET |
Devamlılık, mütemadilik. |
MÜTEMADİH |
Zararı çok olan kimse. Acele ile yapan, hızlı çalışan kimse. |
MÜTEMAHHIT |
Sümküren. |
MÜTEMAHHIZ |
Fitne çıkaran. * Doğum sancısı çeken. |
MÜTEMAHHIZ |
(C.: Mütemahhızîn) Candan ve gönülden inanarak çalışan. |
MÜTEMAHHİL |
Hayal eden. |
MÜTEMAHİL |
Uzak ve uzun. |
MÜTEMALİK |
Kendini tutan, nefsine hâkim olan. |
MÜTEMÂRIZ |
Kendini hasta gösteren, yalandan hasta olan. |
MÜTEMÂRIZÂNE |
f. Yalandan hastalanarak. |
MÜTEMÂRIZÎN |
(Mütemârız. C.) Hasta gibi görünenler, yalandan hasta olanlar. |
MÜTEMASİL |
Birbirine benzer, eş.* Birbirinin benzeri, naziri olan. |
MÜTEMASS |
Temas eden, dokunan, değen. |
MÜTEMAŞİ |
Seyre çıkan. |
MÜTEMAŞŞİT |
Saçını sakalını tarayan. |
MÜTEMAYİL |
Taraftar görünen, temayül eden, meyillenen. |
MÜTEMAYİLÂNE |
f. Mütemayil olarak. Temayül ederek. Taraftarcasına. |
MÜTEMAYİZ |
Temayüz etmiş, ayrılmış olan. * İyiliğinden dolayı başkalarından ayrı
olan. |
MÜTEMAZİH |
Şakalaşan, birbirine lâtife ve şaka yapan. |
MÜT'EME |
İkiz doğma. |
MÜTEMEDDİH |
(C.: Mütemeddihîn) (Medh. den) Kendini medhedip öven. Temeddüh eden,
övünen. |
MÜTEMEDDİHÂNE |
f. Kendini medhederek, övünerek. |
MÜTEMEDDİHÎN |
(Mütemeddih. C.) Kendini medhedenler, övünenler. |
MÜTEMEDDİN |
Medeni, görgülü, terakki etmiş. Şehirleşmiş olan. Bedeviliği,
göçebeliği bırakıp medenileşmiş olan. |
MÜTEMEHDİ |
Mehdilik iddiasında bulunan. |
MÜTEMEHDİYÂNE |
f. Mehdilik iddiasında bulunarak, mehdilikle. |
MÜTEMEHHİD |
(Mehd. den) Yayılmış, serilmiş. Yayılıp döşenen. |
MÜTEMEHHİL |
Hile eden. * Bir kimsenin istediğini vermek hususunda onu külfet ve
zahmete sokan. |
MÜTEMEHHİL |
Teenni ve sükûn üzere olup acele etmeyen. * Zamana muhtaç, büyüyüp
gelişmesi belli bir zaman içinde olan şey, tedric kanununa tabi olan. |
MÜTEMEHHİR |
(C.: Mütemehhirîn) Mâhir olan, temehhür eden. |
MÜTEMEHHİRÎN |
(Mütemehhir. C.) Mâhir olan kimseler. Temehhür eden kişiler. |
MÜTEMEKKİN |
(Mekân. dan) Yerleşen, Mekânlanan, temekkün eden. İkamet eden, sâkin
olan. * Gr: Üç harekeyi de kabul eden kelime. |
MÜTEMELLIK |
(Melık. dan) Alçakçasına yalvaran, yaltaklanan. |
MÜTEMELLIKANE |
f. Yaltaklanarak. Alçakcasına yalvararak. |
MÜTEMELLİ |
Uzun ömürlü ve rahat yaşıyan. |
MÜTEMELLİK |
(Mülk. den) Mülk edinen, temellük eden. Malın sâhibi olan. |
MÜTEMELLİL |
(Millet. den) Aynı milletten olan. |
MÜ'TEMEN |
(Emn. den) İnanılır, güvenilir, itimad edilir. Emniyetli. |
MÜTEMENNA |
İstenilen, temenni olunan. |
MÜTEMENNİ |
Temenni eden, isteyen. |
MÜ'TEMER |
Anlaşma için yapılan toplantı. Kongre. |
MÜTEMERKİZ |
Bir yere toplanmış, merkezleşmiş. |
MÜTEMERRIK |
İdman olarak ve alışmak üzere çalışan. |
MÜTEMERRİD |
İnatçı, ısrar eden, dik kafalılık eden. Kibirlilik eden.(Dine muhalif
felsefeden tam ders alan, bir firavun olur. Fakat en hasis şeye ibadet eden
ve menfaat gördüğü her şeyi kendine rab telâkki eden bir firavun-u zelildir.
Hem mütemerriddir. Fakat bir lezzeti için nihayet zilleti kabul eden miskin
bir mütemerriddir. Hasis bir menfaat için şeytanın ayağını öper derecede
alçaklık gösterir. M.N.) |
MÜTEMERRİDÂNE |
f. İnatla, direnerek, dikbaşlılıkla. |
MÜTEMERRİDÎN |
(Mütemerrid. C.) Dikkafalık edenler, inatçılık yapanlar, direnenler.
Mütemerridler. |
MÜTEMERRİN |
Öğrenmek için çalışan, alışmak gayesiyle egsersiz yapan. |
MÜTEMESHİR |
Maskaralık eden, eğlenen. |
MÜTEMESHİRÂNE |
f. Maskaralıkla. |
MÜTEMESHİRÎN |
(Mütemeshir. C.) Eğlenenler. Maskaralık yapanlar. |
MÜTEMESKİN |
Miskinleşen. Miskinlik gösteren. |
MÜTEMESSEL |
Bir şeye benzetilen. |
MÜTEMESSİH |
Bir şeye sürünen. * Mesheden, sıvazlayan. Bir şeye el süren. |
MÜTEMESSİH |
Çirkin kılığa giren. Temessüh eden. İnsaniyetten hayvaniyete değişen. |
MÜTEMESSİK |
Temessük eden. Sıkı sıkı yapışıp tutan. * Bir delil ve şahide dayanan,
delile istinad eden. |
MÜTEMESSİL |
Bir şeye benzeyen, bir şeyin suretine giren, cisimlenip görülen. *
Kıssa, hikâye anlatan. |
MÜTEMEŞŞİ |
(Meşy. den) Yürüyen, temeşşi eden. |
MÜTEMETTİ' |
(Mütu'. dan) Menfaatlenmiş, faydalanmış. * Umre ile hacc için ihram
bağlanmış. * Kazanan, kâr eden. |
MÜTEMEVVİC |
(Mevc. den) Dalgalanan, dalgalı. |
MÜTEMEVVİL |
(C.: Mütemevvilin) (Mâl. den) Zengin. Mal mülk sâhibi. |
MÜTEMEVVİLÎN |
(Mütemevvil. C.) Mal mülk sâhibleri. Zenginler. |
MÜTEMEVVİN |
İyâline çok nafaka veren. Ailesine, çoluk çocuğuna iyi bakan. |
MÜTEMEYYİ' |
(Mey'. den) Mâyi haline gelen, sıvılaşan. Sulanıp akan. |
MÜTEMEYYİZ |
(C.: Mütemeyyizîn) Seçilen, seçkin. |
MÜTEMEYYİZÎN |
(Mütemeyyiz. C.) Seçkin kişiler, seçilen kimseler, mütemeyyizler. |
MÜTEMEZZİK |
Yırtılan, parçalanan. |
MÜ'TEMİN |
Güvenen, inanan, itimad eden, emniyet eden. |
MÜ'TEMİR |
Berd-i acûz günlerinin beşinci günü. |
MÜTEMMEM |
Tamamlanan, eksikleri kalmayan. Nihayete eren. |
MÜTEMMİM |
Tamamlayan, bitiren. |
MÜTENACİ |
Fısıldayan, fısıltı ile konuşan. Tenâci eden. |
MÜTENACİYÂNE |
Fısıldaşanlar gibi, fısıldaşana yakışır surette. |
MÜTENADD |
Birbirinden ürken, korkan. |
MÜTENADİ |
(Nida. dan) Birbirini çağıran. Birbirine nida eden. |
MÜTENADİR |
(Nedret. den) Az bulunur. Nâdir. |
MÜTENAFİ |
(Nefy. den) Biribirene zıt olan. |
MÜTENAFİR |
Birbirinden nefret eden, ürken. Birbirini görmek istemeyen. * Edb:
Yanyana gelişleri ile söylemede zorluk çıkaran kelime veya harf. |
MÜTENAFİS |
Çekişen. Birbiriyle münâkaşa eden. |
MÜTENAGGIM |
Nağme eden, âvâzlanan, şarkı söyleyen. |
MÜTENAHHİ |
Bir tarafa çekilen. Çekingen. |
MÜTENAHHİM |
Balgam çıkaran. |
MÜTENAHİ |
Nihayete eren, biten, sonu gelen. |
MÜTENAHİZ |
Erişip ulaşan. |
MÜTENAHNİH |
(C.: Mütenahnihîn) Hırıltı ile soluyan. Hırıltı ile ses çıkaran. |
MÜTENAHNİHÂNE |
f. Soluyarak. Hırıltı ile ses çıkararak. |
MÜTENAHNİHÎN |
(Mütenahnih. C.) Boğazından hırıltı ile ses çıkaranlar, soluyanlar. |
MÜTENA'İM |
(Ni'met. den) Nimetler içinde, nazlı büyüyen. |
MÜTENA'İMÂNE |
f. Nimetler içinde nazdar bir şekilde büyümek, yetişmek suretiyle.
Varlık içinde, ferahlık ve nimet içinde olarak. |
MÜTENA'İMÎN |
(Mütena'im. C.) Nimetler içinde, nazlı büyüyenler, bolluk içinde
büyüyenler. |
MÜTENAKIS |
Noksanlaşan, azalan, miktarı azalmış olan. |
MÜTENAKIZ |
Birbirine uymayan, birbirine zıt olan, birbirini bozup nakzeden,
birbirini bozup nakzeder olan. İkinci söylediği sözü, birinci söylediği söze
zıt olup uymayan. |
MÜTENAKİH |
Nikâhlanan. |
MÜTENAKİR |
Bilmezlikten gelen, bilmez görünen. |
MÜTENAKKIL |
Bir yerden diğer bir yere nakleden, göçen. |
MÜTENASIK(A) |
Birbirine uygun olan, münâsib ve nizam üzerine dizilmiş olan. |
MÜTENASIR |
Birbirine yardım eden, muavenette bulunan, yardımlaşan. |
MÜTENASİB |
Uygun, aralarında muntazam bir nisbet bulunan, muvâfık, birbirine
mensub ve müşâbih olan. |
MÜTENASİL |
(Nesl. den) Doğup büyüyen, tenasül eden. |
MÜTENASİR |
(Nesr. den) Saçılan. |
MÜTENASSIB |
Dikilen. Ayakta dikilip duran. |
MÜTENASSIH |
(Nush. dan) Nasihat dinleyip uslanan. Öğüt kabul eden. |
MÜTENASSIHÂNE |
f. Nasihat dinleyerek. Öğüt kabul ederek. |
MÜTENASSIR |
(Nasr. dan) Hristiyan olan. Hristiyanlığı kabul eden. |
MÜTENASSIS |
Tedkik edilip incelendikten sonra karar verilen. * Delil ve hüccet ile
sabit olan. |
MÜTENATTI' |
Boğaz içinden konuşan kişi. * İşlerinde mübâlağa eden. |
MÜTENAVİB |
(Nevbet. den) Nöbetleşe tekrarlanıp giden. |
MÜTENAVİL |
Tenavül eden. Alıp yiyen. El uzatıp alan. |
MÜTENAVİLÎN |
(Mütenavil. C.) Alıp yiyenler. |
MÜTENAVİM |
(C.: Mütenavimîn) (Nevm. den) Uyur gibi görünen. Yalandan uyuyan. |
MÜTENAVİMÂNE |
f. Uyur gibi görünerek. |
MÜTENAVİMÎN |
(Mütenavim. C.) Uyur gibi görünenler. Yalandan uyuyanlar. |
MÜTENAZIR |
(Nazar. dan) Tenazür eden, birbirinin karşısında bulunan. Simetrik
olan. |
MÜTENAZIRAN |
Bakışık olarak, simetrik tarzda. |
MÜTENAZİ' |
(Nez'. den) Münazaa ve kavga eden. Çekişen. |
MÜTENAZZIM |
Muntazam bir tarzda.
Düzgün olarak . |
MÜTENAZZIR |
Dikkatle bakarak düşünen. Düşünerek dikkatle bakan. |
MÜTENAZZİRÂNE |
f. Dikkatle bakıp düşünerek. |
MÜTENAZZİF |
Maddeten temizlenen. |
MÜTENEBBİH |
Uyanmış, tenbih ile uyarılmış olan. Bir şeyden ders alıp aklını başına
toplayan. |
MÜTENEBBİT |
Tenebbüt eden, yerden biten, yetişen. |
MÜTENECCİS |
Pislenmiş, kullanılmaz hâle gelmiş. |
MÜTENEDDİM |
Pişman olan, nedâmet duyan. |
MÜTENEDDİMÂNE |
f. Pişman olarak, nedâmetle. |
MÜTENEDDİMÎN |
(Müteneddim. C.) Pişman olanlar, nedâmet duyanlar. |
MÜTENEFFİH |
Övünen. * Kabarmış, şişmiş. |
MÜTENEFFİL |
Nâfile namaz kılan. |
MÜTENEFFİR |
Nefret eden, tiksinen, sevmeyen. Aslâ hazmetmeyip çekinip kaçınan. |
MÜTENEFFİRÂNE |
f. Tiksinerek, çekinerek. |
MÜTENEFFİS |
(Nefes. den) Teneffüs eden. Soluyan. Nefes alan. * Dinlenen. |
MÜTENEFFİZ |
Nüfuz sahibi, sözü geçer olan. İtibarı cari bulunan. |
MÜTENEFFİZAN |
(Müteneffiz. C.) f. Nüfuzlu ve hatırı sayılır kimseler. Sözü dinlenir
kişiler. |
MÜTENEKKİR |
Bilinmeyecek, tanınmayacak surete giren. Kıyafet değiştiren. |
MÜTENEKKİREN |
Kıyafet değiştirip kendini tanıtmayarak. |
MÜTENEKKİS |
Ters dönüp başaşağı olan kimse. |
MÜTENEMMIS |
Yüzden kıl yolan kişi. |
MÜTENEMMİL |
Karınca gibi kaynaşan. |
MÜTENEMMİR |
Kaplanlaşan, kaplan huylu olan. * Sert bir dille konuşan. |
MÜTENEMMİRÂNE |
f. Kaplanlaşarak. * Sert bir dille korkutarak. |
MÜTENESSİC |
(Nesc. den) Dokunan, örülen. |
MÜTENESSİK |
(Nask. dan)
Biteviye olan, yeknesak olan. |
MÜTENESSİK |
Kulluk eden. |
MÜTENESSİM |
(Nesim. den) Rüzgâr kokusu olan. Rüzgâr koklıyan. |
MÜTENESSİR |
(Nesr. den) Saçılan,
yayılan, dağılan. |
MÜTENEŞŞIT |
Sevinç, neşat elde eden. |
MÜTENEŞŞİB |
Bir şeye ilişip tutulan. |
MÜTENEŞŞİF |
Suyu ve rutubeti çekip emen. |
MÜTENEŞŞİR |
Yayılan, dağılan, intişar eden. |
MÜTENEVVİ' |
Çeşit çeşit, muhtelif, çeşitli, değişik, türlü türlü. |
MÜTENEVVİH |
Feryad eden, ağlayan. |
MÜTENEVVİM |
(Nevm. den) Rüya gören. Uyuyan, uyuklayan. |
MÜTENEVVİR |
(Nur. dan) Nurlanan, tenevvür eden, parlıyan. |
MÜTENEZZİH |
Tenezzüh eden, gezip eğlenen. * Tenezzüh edip düşünen. * Nezih, temiz
olan. (Sath-ı âlemde kurulan şu sergi-i İlâhîde teşhir edilen tezyinata,
kemalâta, güzel manzaralara ve rububiyetin haşmetiyle uluhiyetin azametine
bir müşahid, bir mütenezzih, bir mütehayyir, bir mütefekkir lâzımdır ki o
güzellikleri görsün, o manzaralar arasında tenezzüh etsin; o harika
nakışlara, zinetlere tefekkür ile hayran olsun. Sonra o sergiden Saniinin
celâline, Mâlikinin iktidar ve kemalâtına intikal ile onun azametine secde-i
hayret etsin. M.N.) |
MÜTENEZZİHÂNE |
f. Tenezzüh edercesine, gezip eğlenircesine. Mütenezzihcesine. |
MÜTENEZZİHÂT |
(Mütenezzih. C.) Gezintiye, tenezzüh etmeğe çıkanlar. * Tenezzüh edip
düşünenler. * Temize çıkanlar. |
MÜTENEZZİHÎN |
(Mütenezzih. C.) Gezintiye çıkanlar, tenezzühe çıkanlar. |
MÜTENEZZİL |
(Nüzul. den) Tenezzül eden, aşağı inen. Alçak gönüllülük eden. |
MÜTENEZZİLEN |
Alçak gönüllülük ederek, tevâzu göstererek. |
MÜTERABBIS |
Bekleyen. |
MÜTERABBİ' |
Bağdaş kurup rahatça oturmuş. |
MÜTERADİF |
Birbirine bağlı, tâbi olan. Birbirinin ardınca giden. * Gr: Yazılışı
ayrı, fakat mânası aynı olan kelime. |
MÜTERAFIK |
Arkadaşlık eden, refekat eden, beraber bulunan. * Bir arada, karışık,
karışmış. |
MÜTERAFİ |
Duruşma için hâkime giden. |
MÜTERAFİÂN |
Duruşma isteyen iki taraf. |
MÜTERAHHİL(E) |
(Rıhlet. den) Göç eden, hicret eden. Bir yerden diğer bir yere göçen.
Yola çıkmış olan. |
MÜTERAHHİM |
(Rahm. den) Acıyan, merhamet eden. |
MÜTERAHHİMÂNE |
f. Acıyarak. Merhamet ederek. |
MÜTERAHHİR |
Dolup taşan. |
MÜTERAHİ |
Yavaş hareket eden, ağır davranan. |
MÜTERA'İD |
Titreyen. |
MÜTERAKİB |
(Rükub.
dan) Kiremit gibi birbiri üstüne binmiş olan. |
MÜTERAKİM |
Teraküm etmiş, birikmiş,
yığılmış. |
MÜTERAKKIB |
(Rükub. dan) Gözleyen, bekleyen. |
MÜTERAKKIS |
Aynı şekilde yukarı çıkıp aşağı inen, aynı tarzda sallanıp hareket
eden. |
MÜTERAKKİ |
Yükselmiş, terakki etmiş, ilerlemiş olan. |
MÜTERAKKİYÂNE |
f. İlerleyene, terakki edene yakışır şekilde. |
MÜTERA'RI' |
On yaşını aşmış olan. |
MÜTERASIF |
Saf şeklinde birbirine yanaşıp sıkışmış olan. |
MÜTERASİL |
Mektuplaşan, haberleşen. |
MÜTERASSID |
(Rasad. dan) Gözeten, tarassud eden, bekleyen, kollayan. |
MÜTERASSIDÎN |
(Müterassıd. C.) Dikkatle gözetenler, rasad edenler, kollıyanlar,
bekliyenler. |
MÜTERATTIB |
Yaş, ıslak, nemli. |
MÜTERAZİ |
(Rıza. dan) Karşılıklı olarak birbirlerinden hoşnut ve razı olan. |
MÜTERAZİM |
Üzümle ekmek yemek. |
MÜTERCEM |
(Terceme. den) Tercüme olunmuş. Bir lisandan başka bir lisana
çevrilmiş. |
MÜTERCİM |
Tercüme eden, bir dilden başka dile çeviren. * Anlatan, anlaşılmayan bir
mânayı açıklayan. |
MÜTERCİMÎN |
(Mütercim. C.) Tercüme edenler. Bir lisandan başka bir lisana
çevirenler. |
MÜTERECCİ |
Yalvaran, ümid edip isteyen, rica eden. |
MÜTERECCİLE |
Erkekleşmiş kadın. Erkekleri taklid eden kadın. |
MÜTEREDDİ |
(Rediy ve Redeyan. dan) Soysuzlaşmış, soyca bozulmuş, alçalmış. |
MÜTEREDDİD |
Kararsız, teredüdde kalan, karar veremeyen, cesaretsiz. * Bir yere
gidip gelen. |
MÜTEREDDİDÂNE |
f. Kararsızlıkla. Tereddüd ederek. * Bir yere gidip gelerek. |
MÜTEREDDİDÎN |
(Mütereddid. C.) Karar veremeyenler, tereddüt edenler, kararsız
kişiler. * Bir yere gidip gelenler. |
MÜTEREDDİYE |
Dağdan veya yüksek bir yerden düşmüş hayvan. |
MÜTEREFFİ' |
Yukarı kalkan, yükselen. * Ululuk gösteren. |
MÜTEREFFİH |
(Refh. den) Rahat bir şekilde ve bolluk içinde yaşıyan. Refah bulan. |
MÜTEREFFİHÂNE |
f. Rahat ve bolluk içinde yaşıyana yaraşır yolda. |
MÜTEREFFİHÎN |
(Mütereffih. C.) Refah bulanlar. Rahat ve bolluk içinde yaşıyanlar. |
MÜTEREFFİK |
(C.: Mütereffikîn) Sükûnetle ve yumuşaklıkla davranan. |
MÜTEREFFİKÎN |
(Mütereffik. C.) Sükûnetle, yumuşaklıkla davrananlar. Yumuşak muâmele
edenler. |
MÜTEREKKİB |
(Rükub. dan) Birleşmiş, terekküb etmiş. |
MÜTEREKKİN |
Mânen kuvvet bulan. * Erkândan olan. |
MÜTEREMMİD |
Yanıp kül olmuş. |
MÜTEREMRİM |
(C.: Müteremrimîn) Bir şey söyleyecekmiş gibi harekette bulunduğu halde
söylemeyip susan. |
MÜTERENNİH |
Sarhoşluktan veya başka bir sebepten dolayı sallana sallana yürüyen. |
MÜTERENNİM |
(Renim. den) Terennüm eden, güzel sesle şarkı söyleyen. Güzel güzel
konuşan. |
MÜTERENNİMÂNE |
f. Güzel sesle şarkı söyler gibi. |
MÜTERENNİMÎN |
(Müterennim. C.) Güzel sesle yavaş yavaş şarkı söyliyenler. |
MÜTERESSİB |
(Rüsub. dan) Dibe çöken, tortulanan. |
MÜTERESSİM |
(Resm. den) Teressüm eden, resmeyliyen. |
MÜTEREŞŞİD |
(Reşad. dan) Doğru yola girmiş olan. |
MÜTEREŞŞİF |
Emerek azar azar içen. |
MÜTEREŞŞİH |
(Reşh. den) Terliyen. Ter gibi sızan. |
MÜTERETTİB |
Terettüb eden. Sıralanmış, sıra ve tertibe girmiş. * Meydana gelen,
icab eden. * Dolayı. |
MÜTEREVVİH |
Bir şeyden koku alan. Kokulanan. |
MÜTEREZZİK |
Rızıklanan, gıdalanmakla ihtiyacını gideren. |
MÜTESABBIR |
Sabreden. |
MÜTESABBİ |
Çocuklaşan, çocuk tavırları takınan. |
MÜTESABBİYÂNE |
f. Çocuklaşarak. Çocuk tavırları takınarak. |
MÜTESABIK(A) |
Müsabaka eden. Birinden üstün gelmek için çalışan. * İleri geçmek için
yarışmak, birisinden ileri geçmek. |
MÜTESABİKE |
Bir şeyin kalıba dökülmesi. * Mâdeni eritip süzmek. |
MÜTESADDI' |
Dağılan, parekende olan, parça parça olan. * Yarılıp çatlayan. |
MÜTESADDİ |
Başlayan, teşebbüs eden. |
MÜTESADİF |
Tesadüf eden, rastgelen. Karşılaşan. |
MÜTESADİFÎN |
(Mütesadif. C.) Rastgelenler, tesadüf edenler. |
MÜTESADİM |
(Sadme. den) Birbirine çarpışan, birbirine çarpıp vuran. |
MÜTESAFİH |
Musafaha eden. Dostluk ve selâm için elele veren. |
MÜTESAGIR |
Küçülen, küçük görülen. |
MÜTESAHHİN |
Isınan, kızan. |
MÜTESAHHİR |
Sahur yiyen. |
MÜTESAHİB |
(C.: Mütesâhibin) Sahib çıkan, arka olan. |
MÜTESAHİBÎN |
(Mütesahıb. C.) Sahib çıkanlar, arka olanlar. |
MÜTESAHİL |
(C.: Mütesahilîn) Yumuşak davranan, iyi muâmelede bulunan. |
MÜTESAHİLÎN |
(Mütesahil. C.) Yumuşak davrananlar, sükunetli ve iyi muâmele edenler. |
MÜTESA'İB |
Güçleşen, güç olan. |
MÜTESAİB |
Esneyen, esneyici olan. |
MÜTESAİD |
Yükselen, yukarı çıkan. * Ziyade olan. * Zahmet veren. |
MÜTESAİL |
Dilenci, dilenen. |
MÜTESAKIL |
Üşenip ağırlaşan. * Muhârebeye girmeye teşvik edilmiş iken oyalanıp
kalan. |
MÜTESAKIT |
Birbiri ardınca dökülüp düşen. |
MÜTESAKKIB |
(Sakb. dan) Ortası delik olan. Delinen, delinmiş bulunan. |
MÜTESALİB(E) |
(Salb. dan) Çapraz. |
MÜTESALİF |
Birbirleriyle bacanak olan. |
MÜTESALİH |
(Sulh. dan) Sulh yapan, tesalüh eden. |
MÜTESALİH |
Sağır gibi görünen. Sağırlık gösteren. |
MÜTESALİHÎN |
(Mütesalih. C.) Sağır gibi görünenler, sağırlık gösterenler. |
MÜTESALİK |
Uçucu, uçan. * Tırmanan, tırmanıcı. |
MÜTESALLİB |
Sertleşmiş, katılaşmış olan. |
MÜTESALLİK |
Etrâfındaki şeylere dolanarak yukarı doğru çıkan, tırmanan. |
MÜTESALLİKA |
Papağan gibi ayakları çengelli olan kuşlar. |
MÜTESALLİT |
(C.: Mütesallitîn) Musallat olan, peşini bırakmıyan, tasallut eden,
sırnaşan. |
MÜTESALLİTÂNE |
f. Musallat olarak, sırnaşarak, tasallut edercesine. |
MÜTESALLİTÎN |
(Mütesallit. C.) Musallat olanlar, peşini bırakmayanlar, ardından
ayrılmayanlar, tasallut edenler. |
MÜTESAMİH |
Müsamaha eden, göz yuman, görmemezlikten gelen, hoş gören. |
MÜTESAMMİM |
Kasdedici, kasdeden. * Sağlamlaştıran, muhkem eden. |
MÜTESANİD |
Birbirine dayanıp kuvvet alan. * Kuvvetli itimat ile birbirine bağlı
olan, tesanüd eden. |
MÜTESANNI' |
Kendi yapan. |
MÜTESARİ' |
Çabucak. |
MÜTESAVİ |
(Siva. dan) Birbirine müsavi ve eş olan. |
MÜTESAVİY-ÜT TARAFEYN |
İki tarafı birbirine müsavi ve denk olan. (Bak: Hudus) |
MÜTESAVİYEN |
Birbirine eş değerde. |
MÜTESAYİF |
Birbirine kılıçla vuran. |
MÜTESEBBİB |
Bir şeyin olmasına yol açan, sebep olan. |
MÜTESEBBİT |
Sebat gösteren, sebat
eden, dayanan. |
MÜTESECCİD |
Secdeye kapanan, secde eden. |
MÜTESEFFİH |
Zevk ve eğlenceye düşkün. |
MÜTESEFFİL |
(C.: Müteseffilîn) Sefil ve aşağı olan, bayağılaşan. |
MÜTESEFFİLÎN |
(Müteseffil. C.) Sefilleşenler, aşağılık olanlar. |
MÜTESEHHİR |
(C.: Mütesehhirîn) Geceleyin uyuyamayıp sabahlayan. |
MÜTESEHHİRÂNE |
f. Sabahlayarak, gece uyumayarak. |
MÜTESEHHİRÎN |
(Mütesehhir. C.) Geceleyin uyumayıp sabahlayanlar. |
MÜTESE'İL |
Dilenen, dilenci. |
MÜTESE'İLÂNE |
f. Dilenerek. |
MÜTESE'İLÎN |
(Mütese'il. C.) Dilenciler, dilenenler. |
MÜTESE'İR |
Çok yanmış ve tutuşmuş ateş. |
MÜTESEKKİN |
Teskin edici, yatıştırıcı. Yatışan, teskin olan, sükunet bulan. |
MÜTESEKKİR |
Sarhoş olan. |
MÜTESELLİ |
Teselli bulmuş olan, teselli bulan. |
MÜTESELLİH(A) |
(C.: Mütesellihîn) Silâhlanan, silâh kuşanan. |
MÜTESELLİHÎN |
(Mütesellih. C.) Silâhlananlar, silâh kuşanan kişiler. |
MÜTESELLİM |
(Selm. den) Teslim edilen şeyi alıp kabul eden. * Tanzimattan evvel
vali ve mutasarrıfların uhdelerinde bulunan sancak ve kazâların idaresine
memur edilen kimseler. Bunlara "voyvoda" denirdi. * Vergi tahsildarı. |
MÜTESELLİYANE |
f. Avunarak, teselli bulmak suretiyle. |
MÜTESELSİL |
Birbirini takib eden. Zincirleme, arasız, uzayıp giden. |
MÜTESELSİLEN |
Sıra ile, zincirleme olarak, birbiri peşi sıra. |
MÜTESEMMİ |
Bir isim ile isimlenen, müsemma olan. |
MÜTESEMMİM |
Zehirlenen, ağu içmiş olan. |
MÜTESENNİH |
Küflü, küflenen. |
MÜTESERRİ |
Odalık edinen, câriye edinen. |
MÜTESERRİ' |
(Sür'at. den) Koşan, acele davranan, sür'atli hareket eden. |
MÜTESETTİR |
Saklanıp gizlenmiş olan. Tesettür eden, gizlenen. |
MÜTESEVVİ |
(Sivâ. dan) Düzlenen, düz olan. |
MÜTESEVVİB |
Farz namazdan sonra nâfile namaz kılan. * Sevab kazanan. |
MÜTESEVVİK |
Misvak kullanan. |
MÜTESEYYİB |
Dul kalan kadın. |
MÜTESEYYİB |
(C.: Müteseyyibîn) Aldırış etmiyen, kayıtsız davranan. |
MÜTESEYYİBÂNE |
f. Kayıtsız davranarak, aldırış etmiyerek, duymazdan gelerek. |
MÜTESEYYİBÎN |
(Müteseyyib. C.) Aldırış etmeyenler, kayıtsız davranan kimseler. |
MÜTESEYYİD |
Seyyidlik isnad eden, seyyid olmadığı halde kendini seyyid gibi
gösteren. |
MÜTEŞA'AB |
Şube ve kısımlara ayrılmış olan. |
MÜTEŞABİH(E) |
Birbirine benzeyenler. * Fık: Mânası açık olmayan âyet ve hadis.
Kur'an-ı Kerim'in ve hadislerin mecazî mânalara gelen ifadeleri. "Muhkem"
olmayan âyet veya hadis. * Zâhirî mânası kastedilmeyen ve teşbih ve temsil
yoluyla hakikatlerin beyanında kullanılan ifade. |
MÜTEŞABİHÂT |
Müteşabih olan âyetler. * Birbirine benzer olanlar.(Kur'an-ı Mu'ciz-il
Beyan, çok hakaik-i gamızayı nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi
rencide etmeyecek, fikr-i avamı taciz edip yormayacak bir surette basitane
ve zâhirane söylüyor, ders veriyor. Nasıl bir çocukla konuşulsa, çocukça
tabirat istimal edilir. Öyle de: (Tenezzülâtün İlâhiyyetün ilâ ukul-il
beşer) denilen mütekellim üslubunda muhatabın derecesine sözüyle nüzul edip
öyle konuşan esalib-i Kur'aniye; en mütebahhir hükemanın fikirleriyle
yetişemediği hakaik-ı gamıza-yı İlâhiye ve esrar-ı Rabbaniyeyi müteşabihat
suretinde bir kısım teşbihat ve temsilat ile en ümmi bir âmiye ifham eder.
S.)(Kur'an-ı Kerim'de müteşebihat vardır dedikleri birinci şüphelerine
cevab: Evet Kur'an-ı Kerim umumî bir muallim ve bir mürşiddir. Halka-i
dersinde oturan, nev'-i beşerdir. Nev'-i beşerin ekserisi avâmdır. Mürşidin
nazarında ekall, eksere tâbidir. Yani, umumî irşadını ekallin hatırı için
tahsis edemez. Maahaza avâma yapılan konuşmalardan havas hisselerini
alırlar; aksi halde avâm, yüksek konuşmaları anlayamadığından mahrum kalır.
Ve keza avâm-ı nâs, ülfet ettikleri üslublardan ve ifadelerin çeşidlerinden
ve daima hayallerinde bulunan elfaz, maâni ve ibarelerden fikirlerini
ayıramadıklarından, çıplak hakikatları ve akliyyatı fehmedemezler. Ancak o
yüksek hakaikin, onların ülfet ettikleri ifadelerle anlatılması lâzımdır.
Fakat Kur'anın böyle ifadelerinin hakikat olduğuna itikad etmemelidirler ki;
cismiyet ve cihetiyet gibi muhal şeylere zâhib olmasınlar. Ancak o gibi
ifadelere, hakaika geçmek için bir vesile nazariyle bakılmalıdır. Meselâ;
Cenab-ı Hakk'ın kâinatta olan tasarrufunun keyfiyeti, ancak bir sultanın
taht-ı saltanatında yaptığı tasarrufla tasvir edilebilir. Buna binaendir ki;
$ âyetinde kinaye tarîki ihtiyar edilmiştir. İ.İ.) |
MÜTEŞABİHÂT-I KUR'ANİYE |
Beşer lisanının, lügatını vaz etmediği, sezip düşünemediği, misalini
göremediği hakikatların teşbih ve temsiller ile anlatıldığı âyet-i
kerimeler. |
MÜTEŞABİK(E) |
Beraber ve karışık olanlar, birbirine karışanlar. Birbirine karışmış ve
girmiş vaziyette olan. Girift. |
MÜTEŞACİR |
(C.: Müteşâcirin) Birbirlerine sopayla, ağaçla vuran. |
MÜTEŞACİRÂNE |
f. Birbirlerine sopayla vururcasına. |
MÜTEŞACİRÎN |
(Müteşacir. C.) Birbirlerine ağaçla, sopayla vuranlar. |
MÜTEŞADDIK |
Istılahlı konuşan. |
MÜTEŞAHHIS |
(Şahs. dan) Şahıslanan, gözle görünür hâle gelen. * Şahsı farkedilmiş
olan. * Şahsını tanıyan. |
MÜTEŞAİB |
Şu'belenen. * Birbirine karışmamış. * Dallı, budaklı. Kollara ayrılmış. |
MÜTEŞA'İB |
Budaklanmış ve perâkende olmuş. Dağılmış. |
MÜTEŞA'İR |
(Şaar. dan) Kıllı,
saçlı. Kılı çok olan. |
MÜTEŞÂİR |
(C.: Müteşâirîn) (Şi'r. den) Şâirlik taslayan. |
MÜTEŞÂİRİYET |
şairlik taslama. |
MÜTEŞAKİ |
Birbirlerine hallerinden şikâyet edenlerin beheri. |
MÜTEŞAKİL |
Şekli birbirine benzeyenlerden herbiri, bir şekilde olan. * Bir aruz
vezninin ismi. |
MÜTEŞAKİS |
(Şeks. den) Birbiriyle ihtilaf ve kötü muaşeret eden şahıs. Birbiriyle
iyi geçinemeyen. Katı huylu. |
MÜTEŞARİK |
Birbiriyle ortak olan. |
MÜTEŞA'ŞI' |
Parıldayan, şa'şaalanan. * Gösterişli. |
MÜTEŞATİM |
(Müteşâtime) Karşılıklı olarak birbirine söven. |
MÜTEŞAVİR |
Birbirine danışan, müşavere eden. |
MÜ'TEŞEB |
Karışmış, mahlut. |
MÜTEŞEBBEK |
(Şebk. den) Ağ gibi
birbirine geçen. |
MÜTEŞEBBİH |
Benzeyen, andıran. |
MÜTEŞEBBİHÎN |
(Müteşebbih. C.) Benzeyenler, andıranlar. |
MÜTEŞEBBİK |
Şebeke hâlinde olan, ağ gibi birbirine geçen. |
MÜTEŞEBBİS |
Teşebbüs eden. Bir işe girişen. |
MÜTEŞEBBİSÂNE |
f. Bir işe girişerek, teşebbüs suretiyle. |
MÜTEŞEBBİSÎN |
(Müteşebbis. C.) Teşebbüs edenler, bir işe girişenler. |
MÜTEŞECCİ' |
(C.: Müteşecciîn) Yiğit gibi görünen. |
MÜTEŞECCİÂNE |
f. Yiğit gibi, yürekli olana benzer surette. |
MÜTEŞECCİÎN |
Yiğit gibi görünenler. |
MÜTEŞEDDİD |
(Şiddet. den) Katılaşmış, pekleşmiş, sertleşmiş olan. * Şiddetlenen,
hızlanan. |
MÜTEŞEDDİK |
(C.: Müteşeddikîn) Söz ebeliği eden. |
MÜTEŞEFFİ |
(Şifa. dan) Şifa bulan, iyileşen. * Öcünü, intikamını alarak
rahatlaşan. |
MÜTEŞEHHİ |
İştahlanan. * Sevip meyletmiş olan. |
MÜTEŞEHHİD |
Namazda ka'dede "Ettahiyyâtü" duâsını okuyan. |
MÜTEŞE'İM |
Uğursuz sayan. |
MÜTEŞEKKİ |
Şikâyet eden, sızlanan, şikâyetçi, teşekki eden. |
MÜTEŞEKKİK |
Şek ve şüphede kalan. Şek ve şüpheden kurtulamayan. |
MÜTEŞEKKİL |
Herhangi bir şekil alan. Birleşmiş, meydana gelmiş olan. |
MÜTEŞEKKİR |
Şükreden, iyiliğe karşı nazikâne davranan. |
MÜTEŞEKKİRÂNE |
f. şükrederek, şükür etmek suretiyle. |
MÜTEŞELŞİL |
Şarıl şarıl akıp çağlayan. |
MÜTEŞEMMİL |
İhrama bürünen. Teşemmül eden. |
MÜTEŞEMMİM |
Koklayan, teşemmüm eden. |
MÜTEŞEMMİR |
(Şemer. den) İşe hazırlanan. İşe hazırlanmış olan. |
MÜTEŞEMMİS |
(Şems. den) Güneşlenen, güneşe çıkan. |
MÜTEŞENNİC |
Buruşan. * Kasılan, büzülen adale veya sinir. |
MÜTEŞENNİF |
Küpe takınan. |
MÜTEŞERRİ' |
Şeriat işleriyle uğraşan. * İlim ve şeriatta âlim olan. Şeriatla amel
eden. |
MÜTEŞERRİÂNE |
f. Müteşerri gibi, ona yakışır yolda. |
MÜTEŞERRİF |
Şereflenen, şeref duyan. |
MÜTEŞERRİZ |
Dibi sağlamlaştırılmış kitap. |
MÜTEŞETTİ |
Kışı geçiren, bir yerde kışlıyan. |
MÜTEŞETTİT |
(Müteşettite) Dağılan, dağınık olan. Karışan, karışık bulunan. Perişan
olan. |
MÜTEŞEVVİK |
Şevkli, çok istekli olan. |
MÜTEŞEVVİKANE |
f. Çok istekli olan bir kimseye yakışır şekil ve surette. Şevkli bir
tarzda. |
MÜTEŞEVVİKÎN |
(Müteşevvik. C.) şevkliler, çok istekli olan kimseler. |
MÜTEŞEVVİŞ |
(Teşevvüş. den) Karışık, karmakarışık, anlaşılmaz, içinden çıkılmaz. |
MÜTEŞEYTIN |
Şeytanlık eden, şeytanca davranan. |
MÜTEŞEYYİ' |
Şiilik taslayan. Şii tâifesine girmiş olan. |
MÜTEŞEYYİD |
Yükselten. Sağlamlaştıran. |
MÜTEŞEYYİH |
Şeyhlik taslayan, kendini şeyh gibi gösteren. * İhtiyarlaşan.(S - Veli
olan şeyhin, müddei olan müteşeyyih ile farkları nedir?C - Eğer hedef-i
maksadı, İslâmın ziya-yı kalb ve nur-u fikriyle ittihad ve mesleği
muhabbet... ve şiarı, terk-i iltizam-ı nefs.. ve meşrebi, mahviyet.. ve
tarikatı hamiyet-i İslâmiye olsa kabildir ki: Bir mürşid ve hakiki şeyh
olsun. Lâkin, eğer mesleği tenkîs-ı gayr ile meziyetini izhar.. ve husumet-i
gayr ile muhabbetini telkin.. ve inşikak-ı asâyı istilzam eden hiss-i
taraftarlık ve meyelân-ı gıybeti intac eden kendine muhabbeti, başkasına
olan husumete mütevakkıf gösterilse; o, bir müteşeyyih-i müteevviğdir, bir
zi'b-i mütegannimdir. Din ile, dünyanın saydına gider. Ya bir lezzet-i
menhuse veya bir içtihad-ı hata onu aldatmış, o da kendisini iyi zan edip
büyük meşayihe ve zevât-ı mübarekeye su-i zan yolunu açmıştır! Münazarat) |
MÜTETABİ' |
(Teba'. dan) Birbiri ardınca gelen. |
MÜTETABİ-UL VÜRUD |
Ardı arkası kesilmiyen. |
MÜTETABİAN |
Birbiri ardınca. Birbirinin peşinden. |
MÜTETAHHİR |
Temizlenen. Tâhir hâle gelen. |
MÜTETAHTIH |
Görmesi zayıf olan. |
MÜTETALİ |
Birbiri ardınca olup giden. |
MÜTETARİK |
Bir işi bırakmakta olan. |
MÜTETAVİL |
El uzatan. |
MÜTETAYYİB |
Güzel kokulu şey sürünen. |
MÜTETEBBİ' |
Dikkatle araştıran. Tetebbu eden. |
MÜTETEVVEC |
(Tac. dan) Taç giydirilmiş. |
MÜTETEVVİC |
(Tac. dan) Taç giymiş, taçlı. |
MÜTEVACİD |
Sahte ve yapma olarak vecde gelen. |
MÜTEVACİH |
Yüzleşen, yüz yüze gelen. |
MÜTEVACİHEN |
Karşılaşarak, karşı karşıya olarak. Yüz yüze gelerek, yüzleşerek. |
MÜTEVADD |
Birbirine sevgi gösteren. |
MÜTEVADİ' |
Düşmanlığı ve
husumeti bırakarak barışan. |
MÜTEVAFIK |
Birbirine uygun olan, tevafuk eden. |
MÜTEVAFİR(E) |
(Vüfur. dan) Çoğalan, bollanan, fazlalaşan. |
MÜTEVAGGİL |
Bir şeyin çok derinliğine giren, meşguliyetini derinleştiren.
Usanmayıp, yorulmayıp gayret ve devam eden. |
MÜTEVAGGİLÎN |
(Mütevaggil. C.) Çok uğraşanlar, fazla meşgul olanlar. Bir şeyin
derinliğine varanlar. |
MÜTEVAHHİŞ |
Tevahhuş eden, ürken, korkan, yadırgayan. |
MÜTEVAHHİŞÂNE |
f. Korkarak, ürkerek, tevahhuş ederek. |
MÜTEVAİD |
Birbirine söz veren. Sözleşen. |
MÜTEVAİDÎN |
(Mütevâid. C.) Sözleşenler, vaidleşenler, birbirlerine söz verenler. |
MÜTEVA'İR |
Hakir, zelil. Nefret edip kimse yanına gelmeyen. |
MÜTEVAKİL |
Birbirini vekil eden. |
MÜTEVAKKI' |
Bir şeyin vukuuna muntazır olan, ümid eden, ricâ ve niyazda bulunan. |
MÜTEVAKKID |
Tutuşan, tutuşup yanan. |
MÜTEVAKKIF |
Bir şeye bağlı olan, onunla iş görecek olan, ilerlemeyip duran. *
Bekleyen, tevakkuf eden, duran, eğlenen. |
MÜTEVAKKIR |
(C.: Mütevakkırîn) (Vakar. dan) Onurlanan, vakarlanan. |
MÜTEVAKKIRÎN |
(Mütevakkır. C.) Onurlananlar, vakarlananlar. |
MÜTEVAKKİ |
Tevakki eden. Kendini gözeten, tehlikeli şeylerden sakınan ve çekinen. |
MÜTEVALİ |
(Velâ. dan) Aralık vermeden devam eden, tevâli eden. Birbiri ardınca
sıra ile olan. |
MÜTEVALİD |
Birbirinden doğup üreyen. |
MÜTEVALİYEN |
Üst üste, aralık vermeden, peş peşe. |
MÜTEVARİ |
(Verâ. dan) Gizli, saklı. Bir şeyin arkasına veya altına çekilerek
saklanan. |
MÜTEVARİD |
(Vürud. dan) Gelen, tevarüd eden. |
MÜTEVARİS |
(Veraset. den) Birinden diğerine vâris olup kalan. Babadan oğlu geçen,
tevarüs eden. |
MÜTEVASIK |
Birbirine güvenip itimad etmek suretiyle anlaşan. |
MÜTEVASIL(A) |
(Vasl. dan) Birbirine bitişmiş. Birbirine ulaşan, gelen. |
MÜTEVASİ |
Birbirine teveccüh edip yönelen. Birbirine tavsiye eden. |
MÜTEVASİB |
Birbirinin üzerine sıçrayan. |
MÜTEVASSIL |
Kavuşan, ulaşan, vâsıl olan. * Yakınlık ve münasebet kuran. |
MÜTEVAŞŞİH |
Süslenen, takınan. |
MÜTEVATİ |
Birbirine benzeyen. |
MÜTEVATİR |
Çok kimselerin naklettikleri haber. Yaygın haber. Herkesin veya
alâkadarların işitip doğruluğunu kabul ettikleri kat'i, şüphesiz, sağlam
haber. Yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir cemaatın bir
hâdise hakkında verdikleri haber. (Bak: Tevatür) |
MÜTEVATİR-İ BİLMÂNÂ |
Nakledilen bir haberin başka ifade ve kelimelerle, başka başka şekilde
ifade edilerek tevatür hâle gelmesi. Mânaların çok insanlarca başka başka
kelimelerle nakledilmesi. Bir haberin veya hâdisenin farklı ifadelerle,
başka başka şahıs veya topluluklar tarafından nakledilmiş olması. |
MÜTEVATİRAT |
Mütevatir olanlar. Çoklarının bildiği ve duyduğu haberler, hususlar. *
Man: Kizb üzerine ittifakları aklen muhal olan bir topluluk tarafından
verilen haberle hüküm ve tasdik olunan kaziyeler. |
MÜTEVATİREN |
Mütevatir olarak, tevatürle naklolunmak suretiyle. |
MÜTEVATTIN |
Bir yeri vatan edinmiş, tavattun etmiş, yurt tutmuş. |
MÜTEVAZİ' |
Gururlu olmayan, alçak gönüllü, kendi fakrını bilen. * Gösterişsiz. |
MÜTEVAZİÂNE |
f. Tevazu ile. Mütevazi kimseye yakışır surette. |
MÜTEVAZİÎN |
(Mütevazi. C.) Alçakgönüllü kimseler, mütevazi insanlar, tevazu ehli
olan kişiler. |
MÜTEVAZİ |
(Vezy. den) Birbirine müvazi olan. Paralel. |
MÜTEVAZİN |
Tevazün eden, tartıları bir olan. |
MÜTEVAZİYEN |
Müvazi olarak. Paralel olarak. |
MÜTEVAZZIH |
(Vüzuh. dan) Açıklanan, tevazzuh eden, açıklık peyda eden. |
MÜTEVAZZİ |
Abdest alan, abdestli. |
MÜTEVECCİ' |
Dertli, sıkıntılı. * Ağrı duyan. |
MÜTEVECCİÂNE |
f. Sıkıntı ile. Dertli olarak. * Ağrı duyarak. |
MÜTEVECCİD |
Kendinden geçecek derecede dalgınlık gösteren, vecde gelen. |
MÜTEVECCİH |
Yönelmiş, dönmüş. Bir yere doğru yola çıkan. * Birisine karşı iyi
düşünce ve sevgisi olmak. İhsan ve iltifat üzere olmak. * Pir-i fâni olmak. |
MÜTEVECCİHÂNE |
f. Bir yana dönerek, teveccüh edip yönelerek. |
MÜTEVECCİHEN |
Yönelmiş olarak, yüz tutarak. * Niyetlenerek. |
MÜTEVECCİHÎN |
(Müteveccih. C.) Bir yana dönenler. Teveccüh edip yönelen kimseler. |
MÜTEVEDDİD |
Sevgi ve muhabbet gösteren. Kendini sevdiren. |
MÜTEVEFFA |
Ölü, vefat etmiş, ölmüş. (Bak: Mevt) |
MÜTEVEFFAT |
(Vefat. dan) Ölmüş, vefat etmiş kadın veya kız. |
MÜTEVEFFIK |
Muvaffak olan, başaran. |
MÜTEVEHHİM |
Evhamlı, vehimli, kuruntulu. |
MÜTEVEHHİMÂNE |
f. Vehimlenircesine, evhamlanırcasına. |
MÜTEVEHHİMİN |
(Mütevehhim. C.) (Vehm. den) Tevehhüm edenler, evhamlananlar. |
MÜTEVEKKİL |
Kendi yapamıyacağı işde aczini bilip başka birisini vekil kabul etmek.
* Tevekkül eden. * Allah'a (C.C.) güvenen ve işlerini O'na güvenerek tanzim
eden. (Bak: Tevekkül) |
MÜTEVEKKİLÂNE |
f. Tevekkül ederek, tevekkül ile. |
MÜTEVEKKİLEN |
Mütevekkil olarak, tevekkül etmiş olarak. |
MÜTEVEKKİLEN ALÂLLAH |
Allah'a sığınarak, Allah'a tevekkül ederek. |
MÜTEVELLİ |
(Vely. den) Birinin yerine geçen. * Bir vakfın idaresine memur edilmiş
kimse. |
MÜTEVELLİD |
Doğan, dünyaya gelen. * İleri gelen, çıkan, hâsıl olan. |
MÜTEVELLİH |
Hayran olup şaşıran. Şaşan, şaşmış. |
MÜTEVELLİHÂNE |
f. Sersemlik ve hayranlıkla. |
MÜTEVELVİL |
İşi velveleye boğan. Gürültü ve şamata yapan. |
MÜTEVERRIK |
Yapraklı. Yapraklanan. |
MÜTEVERRİD |
Gül gibi kızaran. Teverrüd eden. |
MÜTEVERRİM |
(C.: Müteverrimin) (Verem. den) Kabarık, şiş. Şişiren. * Verem olmuş,
veremli. Verem illetine giriftar olan. |
MÜTEVERRİMEN |
Verem olarak. |
MÜTEVERRİMÎN |
(Müteverrim. C.) Veremliler. Verem hastalığına tutulmuş kimseler. |
MÜTEVERRİT |
Zor bir işe rastlıyan. |
MÜTEVESSİ' |
Tevessü' eden, genişleyen, geniş. |
MÜTEVESSİB |
Sıçrayan, atlıyan. |
MÜTEVESSİD |
Yastığa dayanan. |
MÜTEVESSİDEN |
Yastığa dayanarak. |
MÜTEVESSİK |
Bir işe sımsıkı sarılan. * Bir işi sebat ve devam üzere tutan. |
MÜTEVESSİKANE |
f. Bir işe sımsıkı sarılarak. Bir işi sebat ve devam üzere tutarak. |
MÜTEVESSİL |
(Vesile. den) Tevessül eden, sebep tutan, başvuran, girişen. |
MÜTEVESSİLEN |
Tevessül ederek, başvurarak. |
MÜTEVESSİM |
Bir şeyi çözmeğe çalışan. * Nişanlı, alâmetli ve bezenmiş kişi. |
MÜTEVETTİR(E) |
(Vetr. den) Gerilen, gergin olan. |
MÜTEVEYYİL |
(Veyl. den) Çığlık atan, feryad eden, vaveylâ eden. |
MÜTEVEZZA' |
Dağıtılmış, tevzi' olunmuş. |
MÜTEVEZZİ' |
Tevzi' eden, dağıtan. |
MÜTEYAKKIN |
(Yakîn. den) Teyakkun eden, yakîn ve kat'î olarak şüphesiz bilen. |
MÜTEYAKKIZ |
Uyanık, uyanmış, tetikte, gözü açık olan. |
MÜTEYAKKIZÂNE |
f. Uyanık ve dikkatlice, göz açıklığı ile. |
MÜTEYEBBİS |
Kuruyan, teyebbüs eden, kuru olan. |
MÜTEYEMMEN |
(Yümn. den) Uğurlu, meymenetli, mübarek. |
MÜTEYEMMİM |
Teyemmüm eden. * Kasdedici. |
MÜTEYEMMİMÂNE |
f. Teyemmüm edercesine. |
MÜTEYEMMİMEN |
Teyemmüm ederek. |
MÜTEYEMMİN |
Bereketli, mübarek sayan. * Kuvvetli kılan. |
MÜTEYESSİR |
(Yüsr. den) Kolaylıkla olabilen. Kolay yapılabilir. Yapılması kolay. |
MÜTEYYİM |
Aşk ve muhabbetin hor ve zelili olan kimse. |
MÜTEZADD |
Birbirine zıt, birbirinin aksi olan. |
MÜTEZAHHİR |
(Zahr. dan) Bir kimse tarafından yardım edilen, yardım gören. *
Karısına, nikâhı bozacak bir söz söyleyen. |
MÜTEZAHİF |
(C.: Mütezahifîn) Harpte birbirinin üzerine yürüyüp çatan. |
MÜTEZAHİM |
(C.: Mütezahimîn) (Ziham. dan) Birbirini iterek, herbirinin üstüne
çıkarak biriken kalabalık. * Halkın kalabalığından sıkıntıya uğrayan. |
MÜTEZAHİMÎN |
(Mütezahim. C.) İzdihamdan dolayı birbirinin üstüne çıkanlar.
Kalabalıktan sıkışanlar. |
MÜTEZAHİR |
Görünen, tezahür eden, ortaya çıkan. * Muavenet eden, yardım eden. |
MÜTEZAİF |
(Zı'f. dan) Kat kat artan, tezauf eden. |
MÜTEZAKKIM |
(C.: Mütezakkımîn) Güçlükle ve zorla yutan. Tezakkum eden. |
MÜTEZAKKIMÂNE |
f. Güçlükle ve zorla yutarak. |
MÜTEZALLİM |
Şikâyet eden şikayetçi. |
MÜTEZAMMIH |
Güzel kokulu şeylerle karışmış olmak. |
MÜTEZAMMIN |
Koltuğa alan. * Kavrayan, içine alan, müştemil. |
MÜTEZAVİL |
Bir şey meydana getirmeğe çalışan. * Bir şeyi diğer bir şeye
yaklaştıran. |
MÜTEZAVİR |
(C.: Mütezavirîn) Birbirini ziyaret eden. Gidip gören. |
MÜTEZAVİRİN |
(Mütezavir. C.) Birbirlerini gidip görenler, birbirleriyle gidip
görüşenler, ziyaret edenler. |
MÜTEZAYİD |
Gittikçe artan, çoğalan. |
MÜTEZAYYIK |
Darlaşan, sıkışan, tazayyuk eden. |
MÜTEZEBBİD |
Kaymak bağlayan. * Köpüren, köpüklenen. |
MÜTEZEBZİB |
Tezebzüb eden, kararsız, mütereddit. |
MÜTEZEHHİD |
(C.: Mütezehhidîn) Dine son derece bağlı olan. |
MÜTEZEHHİDÎN |
(Mütezehhid. C.) Zâhid olanlar, dine çok bağlı bulunanlar. |
MÜTEZEHHİR |
Çiçekli, çiçeklenen. * Parıldayan. |
MÜTEZEKKİ |
Temize çıkan, tezekki eden. |
MÜTEZEKKİR |
Hatırlayan, tezekkür eden. * Bir işe dair söz söyliyen. |
MÜTEZELLİK |
Sürçen, kayan. |
MÜTEZELLİL |
Tezellül eden. Alçalan, zillete katlanan. Kendini zelil gösteren. |
MÜTEZELLİLÂNE |
f. Zelil olarak, alçaklara yakışır surette, alçakçasına. Kendi
hiçliğini bilir surette, kusur ve aczini anlamakla. |
MÜTEZELZİL(E) |
Sarsılan, sallanan, oynayan, sarsıntıda olan. |
MÜTEZEMMİL |
Tezemmül eden. Elbiseye, örtüye bürünen. |
MÜTEZENBİR |
Kibirlenen, gururlanan, büyüklenen. Mütekebbir. * Can sıkıcı bir hal ve
tavır takınan. |
MÜTEZENDİK |
Kâfir olan. Zındık olan. |
MÜTEZEVVİC |
(C.: Mütezevvicîn) (Zevc. den) Evli, evlenmiş, evlenen. |
MÜTEZEVVİD |
(C.: Mütezevvidîn) (Zâd. dan) Yanına azık veya erzak alan. |
MÜTEZEVVİDÎN |
(Mütezevvid. C.) Yanlarına azık, erzak alanlar. |
MÜTEZEVVİK |
(Zevk. den) Zevk ve safâ eden. * Tadına bakan. Birkaç defa tadan. |
MÜTEZEYYİN |
Süslenen, ziynetlenen. |
MÜTHİŞ |
(Bak: Müdhiş) |
MÜT'İB |
Yorgunluk veren, yoran. |
MÜTİMM |
Tamamlayan, tamamlayıcı. |
MÜTKEE |
Turunç. |
MÜTLİF |
(Telef. den) Yok eden, öldüren, telef eden. * Tehlikeli. |
MÜTRA |
Dolu, memlu. |
MÜTRIK |
Nimet veren, nimetlendiren. |
MÜTTAKİ |
Ehl-i takva. İttika eden. Haramdan ve günahtan çekinen, kendisini
Allah'ın (C.C.) sevmediği fena şeylerdan koruyan. (Bak: İttika - Amel-i
sâlih) |
MÜTTAKÎN |
(Mütaki. C.) Takvalılar. Müttakiler. |
MÜTTEBİ' |
İttiba eden. Uyan, tâbi olan. Muktedi. |
MÜTTEFEKUN ALEYH |
Üzerinde birleşilen mes'ele. Hakkında müttefik olup anlaşmaya varılmış
olan. |
MÜTTEFİK |
İttifak eden. Birbiriyle aynı fikirde olan. Birleşmiş, anlaşmış olan. |
MÜTTEFİK-UL KAVL |
Söz birliği. |
MÜTTEFİK-UL MENFAA |
Menfaatleri bir olan, birleşen. |
MÜTTEFİKAN |
Beraber olarak, anlaşarak, birlikte. |
MÜTTEHAZ |
İttihaz edilen. Kabul edilen, yürürlükte olan, alınan. |
MÜTTEHEM |
(Müttehim) (Vehm. den) Kendinden şüphe olunan, ittiham olunan şey.
Töhmetli. Maznun. Zan ile kendine kabahat isnad edilen. |
MÜTTEHEMİYET |
Suçlandırılma, suçlu olduğu tasavvur edilme. Maznunluk. |
MÜTTEHİD |
Beraberce, birlikte, birleşmiş. |
MÜTTEHİDEN |
Birlikte, birlik olarak, ittihad ederek. |
MÜTTEHİM |
Birisine zan ile kabahat isnad eden. (Bak: Müttehem) |
MÜTTEHİZ |
Alan, ittihaz eden, kabul eden, nefsine alıp kabul eden. |
MÜTTEKA |
Dayanmağa, yaslanmağa yarayan şey. |
MÜTTEKIN |
Mutmain. İyice bilen, doğruluğunu, hakikatini tamamlayan. Ayn-el yakin
bilen. |
MÜTTEKİ |
Ehl-i takva. (Bak: Müttaki) |
MÜTTEKİ |
Yaslanıp oturan. |
MÜTTEKİÛN |
Yaslanıp oturanlar, yahud oturuyorlar. |
MÜTTESİ' |
Tevessü' eden, genişleyen, vüs'at kesbetmiş olan. |
MÜTTESİM |
Hususi bir nişânı veyâ âlameti olan. |
MÜTTEZİH |
Açık ve meydanda olan. |
MÜV |
Farsçada müvrâne denilen ot. |
MÜVAADE |
Vâdeleşmek, sözleşmek. |
MÜVADEME |
Mülâzemet, uygunluk, muvâfakat. |
MÜVAELE |
Necat talep etmek. Kurtuluş için talepte bulunmak. |
MÜVAEME |
Muvâfakat, uygunluk. |
MÜVAFAT |
Teslim etmek. |
MÜVAHEKA |
Vâdeleşmek, sözleşmek. |
MÜVAHENE |
Süstlük, zayıflık. |
MÜVAKERE |
Ziraat etmek, ekip biçmek. |
MÜVAKEZA |
Devam etmek. |
MÜVAKİL |
Yapmadığı bir işi, başka bir kimseye yaptıran. |
MÜVALAT |
Dostluk. |
MÜVALEFE |
Birbiriyle üns tutmak, dostluk kurmak. |
MÜVAMERE |
Müşavere etmek, istişarede bulunmak. |
MÜVANESE |
Üns tutmak, dostluk kurmak. |
MÜVARAT |
Gizlenmek. * Örtmek, setretmek. |
MÜVARESE |
Birbirinden miras yemek. |
MÜVARRE |
El değirmeni. |
MÜVASAT |
Yumuşaklıkla davranmak. |
MÜVASEBE |
Kaşkışmak, sıçramak. |
MÜVASEKA |
Ahdedişmek, karşılıklı yeminleşmek. |
MÜVAT |
Ölüm, mevt. |
MÜVATAT |
Muvafakat, uygunluk. * Boyun eğmek, itaat etmek. |
MÜVATENE |
Lüzumluluk. |
MÜVATERE |
Bir yapıp bir yapmamak. (Bir gün oruç bir gün iftar gibi) |
MÜVAZAA |
Birbiriyle düzenlilik edip, başkalarına tersini göstermek. |
MÜVAZABE |
Lüzumlu olmak, icab etmek. |
MÜVAZAT |
Mukabele olmak, karşılıklı olmak. |
MÜVAZEA |
Tevzi edişmek. Paylaşmak. * Danışmak, istişârede bulunmak müşavere
etmek. * Muvafakat etmek, uygun olmak. |
MÜVAZERE |
Yardım etmek, muâvenet. |
MÜVECCEB |
Yirmidört saatte bir kere yemek yiyen kimse. |
MÜVECCEH |
Yüzü bir tarafa döndürülmüş. * Uygun. Doğru. * Herkesin teveccüh
ettiği, makbul, münasib. |
MÜVECCİH |
Doğrultan, bir tarafa döndüren. |
MÜVEDDİ |
Ödeyen, tevdi eden. Geri iâde eden. |
MÜVEFFER |
Çoğaltılmış. |
MÜVEKKED |
Gereği gibi bağlanmış esir. |
MÜVEKKEL |
Vekil tâyin olunmuş olan, vekil edilmiş olan. Bir kimse tarafından
işlerini görmek veya kendisini müdafaa ettirmek için vekil edilmiş kimse. |
MÜVEKKELÜN-BİH |
Müvekkil tarafından vekile tefviz olunan iş, vekile havale edilen iş. |
MÜVEKKİL |
İşini başkasına tevkil edip o işte o kimseyi kendi yerine ikame eyleyen.
Vekil tâyin eden. (Bak: Müekkil) |
MÜVELLA |
Muayyen bir dâvâyı veya ihtilafı hall için veyahut hakem, bilirkişi
olmak üzere kadılar tarafından tayin eden salahiyetli kimse. |
MÜVELLED |
Doğmuş, doğurulmuş, iki şeyin birleşmesiyle olmuş, sonradan olmuş,
melez. * Aslında yok iken sonradan meydana gelmiş. |
MÜVELLEDÂT |
Doğmakla meydana gelmiş canlılar. Aslında yok iken sonradan meydana
gelmiş olanlar. * Uydurma kelimeler. |
MÜVELLİD |
Tevlid eden, husule getiren, doğuran. Doğurtan kimse. Meydana getiren. |
MÜVELLİD-ÜL HUMUZA |
Ekşilik, oksitlenme meydana getiren. Oksijen. |
MÜVELLİD-ÜL MA' |
Su tevlid eden. Hidrojen. |
MÜVELLİDE |
Husule getiren, tevlid eden. Doğurtan. Ebe. |
MÜVERRAH |
Tarihi konulmuş, tarihli, tarihi atılmış. |
MÜVERRAHAN |
Tarihli olarak. |
MÜVERRİB |
Tamam ve çok olan nesne. |
MÜVERRİH |
Tarihçi, tarih yazan. * Ebced hesabiyle tarih düşüren kimse. |
MÜVERRİHÎN |
(Müverrih. C.) Tarihçiler, tarih yazanlar. |
MÜVESSAH |
Kirli, kirletilmiş. |
MÜVESSEB |
Yünlü ve kıllı davar. |
MÜVESSİ' |
Genişlettiren. |
MÜVESSİH |
Kirleten. |
MÜVESVİS |
Vesvese veren, şek veren. Şüphelenmeğe sebeb olan. |
MÜVEYZİC |
Yaban üzümü. |
MÜVEZZA' |
Taksim olunmuş, paylaşılmış. |
MÜVEZZİ' |
Dağıtıcı, tevzi' eden, posta mektuplarını dağıtan. Gazete satan. |
MÜYADAT |
Elden ele verme. * Mükâfat. |
MÜYASERE |
Yardımlaşmak, muâvenet. |
MÜYAVEME |
(Yevm. den) Günlüğüne tutma. Gündelik üzere pazarlık etme. |
MÜ'YED |
Büyük emir. * Zahmet, meşakkat, zorluk. |
MÜYEMMEN |
Bereketli, yümünlü. |
MÜYESSER |
(Yüsr. den) Kolaylıkla olan, kolay gelen, âsân olan, nasib.(Küre-i arzı
bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefihe ile gaflet perdesi pek
kalınlaşmıştır. Ta'dili, büyük bir himmete muhtaçtır. Ve kezâ beşeriyet
ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır. Bunların kapatılması
ancak Allah'ın lütfuna mazhar olanlara müyesser olur. M.N.) |
MÜYESSER |
Fariside "nevâle" denilen yemek. |
MÜYESSİR |
Kolay yapan, teshil eden, kolaylaştıran. |
MÜYUL |
Meyiller, yönelmeler. |
MÜYUL-Ü MÜTEŞA'İBE |
Çeşitli şubeleri olan meyiller. Çeşitli arzular, meyiller. |
MÜYULAT |
(Meyl. C.) Meyiller, arzular. |
MÜYUN |
Yalanlar, uydurmalar. Yalan söylemeler. |
MÜZ (MÜNZÜ) |
Gr: Harf-i cer oldukları zaman (Fi: ) vazifesini görürler. Zarf veya
isim olduklarında ismin başına gelirlerse kendileri mübteda, sonra gelen
haber olur. Fiilin başına gelirlerse kendilerinden önceki bir fiilin
mef'ulünfihi olarak mahallen mensub bulunurlar. |
MÜZ'A |
Bir miktar et parçası. * Bardağın dibinde kalan su artığı. |
MÜZAB |
İzâbe olunmuş, eritilmiş, erimiş. |
MÜZABAK |
Civa sürülmüş akça. |
MÜZAD |
Arttırılmış, çoğaltılmış, ziyade edilmiş. |
MÜZA'FER |
Sarı renge boyanmış. |
MÜZAFERE |
Kirlenmek. |
MÜZAH |
(Bak: Mizâh) |
MÜZAHAME(T) |
Birbirine zahmet verme. Kalabalıktan gelen sıkıntı, sıkıştırma. * Bir
yere itişe kakışa hücum etme. |
MÜZAHEME |
Yakınlık. * Ayrılık. * Düşmanlık, adâvet. |
MÜZAHERET |
(Zahr. dan) Arkadan yardım etmek, korumak. |
MÜZAHİM |
Zahmet ve sıkıntı veren. Zıt gelen. |
MÜZAHİR |
(Zahr. dan) Zahir olan, taraftar çıkan, geriden yardım eden, koruyan. |
MÜZAHREF |
Boya. Yaldız gibi, sahte yalancı. Yaldız. * Süprüntü, pislik, çöp. |
MÜZAHREFÂT |
Gayr-i hâlis. Yaldızlı. * Dünyanın daima değişen ve zail olan
ziynetleri. * Süprüntüler, pislikler. |
MÜZAHREFİYET |
Fıtri olmayan, yapmacık. |
MÜZAKERAT |
(Müzâkere. C.) Müzâkereler. Bir fikir hakkında karşılıklı görüşmeler.
Bir arada muhtelif fikirleri beyan etmek. |
MÜZAKERE |
Bir iş hakkında konuşmak, bir iş için önceden danışıp görüşmek. *
Talebenin derse çalışması. (Bak: Münakaşa) |
MÜZAL |
Ek, ilâve, zeyl. * Etek, kuyruk. * Hor ve hakir. |
MÜZAMELE |
Beraberlik, muâdele. |
MÜZAMENE |
Zamanla çalışıp ücret almak. |
MÜZARAA |
Ziraat üzerine yapılan işler, ekincilikle ilgili olarak yapılan işler.
* Toprağa, çalışmağa ve kazanca ortak olmak üzere kurulan şirket. |
MÜZARAA |
75 - 90 cm. lik bir uzunluk ölçüsü olan zira' ile satma. |
MÜZAVECE |
(Zevc. den) Çift olmak. * Evlenme. |
MÜZAVELE |
Bir şeyin meydana gelmesi için çalışma. * Bir şeyi başka bir şeye
yakınlaştırma. |
MÜZAYAKA |
Sıkıntı, darlık, yokluk, parasızlık. Zorluk. |
MÜZAYEDE |
Artırma, ziyadeleştirme. * Devletçe veya bir müessesece satılığa
çıkarılan bir malın veya arazinin arttırılmaya konulması. Müzayede; biri
kapalı zarfla, diğeri açık arttırma ile olmak üzere iki türlü yapılır.
Müzayedede konulan şey, en çok arttırma yapana ihâle edilir. |
MÜZAYELE |
Birbirinden ayrılma. |
MÜZBİD |
Köpüklenen. |
MÜZCA |
Sürücü, süren. * Kâmil olmayan kişi. Olgunlaşmamış insan. |
MÜZCAD |
Az şey, az. * Tam salih olmayan şey. * Defnetmesi ve sevketmesi kolay
olan şey. |
MÜZD |
f. Ücret, karşılık, kira. * Mükâfat. |
MÜZD-İ DENDÂN |
f. Diş kirası. |
MÜZDAD |
Çoğaltılmış. Ziyâdeleştirilmiş. |
MÜZDAHİM |
(Müzdehim) Kalabalık, izdihamlı, yığılmış. * İzdiham ve kalabalık eden. |
MÜZDECER |
Sakınılması lâzım gelen âkıbet. * Sakındıracak nasihat. Vaz geçirecek,
zecr edecek olan. |
MÜZDECİR |
Edilen yasağı kabul edip onunla amel eden. * Men'eden. |
MÜZDEHAM |
(Zahm. dan) Kalabalık, izdihamlı. |
MÜZDEHİM |
(Zahm. dan) Kalabalık, izdihamlı, pek sıkışık. |
MÜZDEHİMGÂH |
f. Kalabalık yer. |
MÜZDELİFE |
Mekke'de Arafat ile Mina arasında bulunan mukaddes bir yer. |
MÜZDEVİC |
Evlenen. * Edb: Bir kelimeye kafiye olan. |
MÜZDVER |
f. Ücretle çalışan. |
MÜZEBZEB |
Karmakarışık. * Elinden iş gelmez, bir şeye karar veremeyen.
Beceriksiz. |
MÜZEBZİB |
Karıştıran. Karmakarışık eden. |
MÜZECCEC |
Sırçalanmış. * İnce uzun nesne. |
MÜZEFFET |
Zift sürülmüş, ziftli, ziftlenmiş. |
MÜZEHHEB |
Yaldızlanmış, yaldızlı, altın sürülmüş. |
MÜZEHHEBE |
Yaldızlanmış, parlatılmış. |
MÜZEHHER |
Çiçeklenmiş. Çiçeklerle donanmış. |
MÜZEHHİB |
Yaldızcı. Yaldız yapan, tezhibci. |
MÜZEHREFAT |
(Bak: Müzahrefât) |
MÜZEKKA |
Temizlenmiş, pâk edilmiş, ıslah edilmiş. * Zekâtı verilmiş. * Allah'ın
adı anılarak kesilmiş hayvan. |
MÜZEKKER |
Erkek, er. * Gr: Müennesin zıddı. Kelimeyi erkek gösteren. (İsim,
zamir, sıfat, fiil). |
MÜZEKKERE |
(Bak: Müzekkire) |
MÜZEKKİ |
(Zekâ. dan) Temizleyen, ıslâh eden, tezkiye eden. * Huk: Şâhitleri
gizli olarak tezkiye eden kimse. Eskiden hâkimler, şâhit olarak gösterilen
kişilerin iyi kimse olup olmadıklarını, şehadetlerinin kabul olunabilip
olunamıyacağını icab eden kimselerden sorarlar, haklarında; "İyidir"
denilenlerin şehadetlerini kabul ederlerdi. |
MÜZEKKİ-İ NEFS |
İnsanın nefsini ıslâh eden. Terbiyeye sebeb olan. |
MÜZEKKİR |
Andıran, hatıra getiren, yâd ettiren, zikrettiren, hatırda tutturan. *
Zikreden, ibâdet eden. * Resul-i Ekrem (A.S.M.) mü'minleri ve bütün
beşeriyeti tehlikeli şeylerden halâs edip iki cihan saadetine nâil olma
yolunu tâlim ettiğinden, Kur'an-ı Kerim'de müzekkir diye isimlendirilmiştir. |
MÜZEKKİRE |
Bir iş için üst makama yazılan resmi kâğıt. |
MÜZEKKİRE-İ MÜKERRERE |
Tekrar tekrar hatırlatan. |
MÜZELLAK |
Ayağı kaydırılmış. |
MÜZELLAK |
Bilenmiş, keskin. |
MÜZELLİL |
Zelil eden, zelil kılan, alçaltıcı, hakirleştiren. |
MÜZELZEL |
İpekten dokunmuş. |
MÜZEMM |
Ayıplı. |
MÜZEMMELE |
Soğuk su testisi. |
MÜZEMMEM |
Aşağılık, bayağı ve küstah adam. |
MÜZEMMİL |
Elbise içine sarınan, örtünen, sargılanmış. |
MÜZENNED |
Tamahkâr, cimri. * Dar yer. |
MÜZENNİD |
Çakmakla ateş çakan. |
MÜZERKEŞ |
Altın sırmalı. Sırma ile işlenmiş. |
MÜZERRA' |
Anası, babasından daha şerefli olan. |
MÜZERREB (MEZRUB) |
Keskin kılıç. |
MÜZERRİ' |
Yeri, bir zira' miktarı ıslatıp ekin ekmeye yarayan yağmur. |
MÜZERRİ' |
(Zer'. den) Tohum eken makine. |
MÜZEVVA |
(Zâviye. den) Zâviyeli, köşeli. |
MÜZEVVAK |
Nakış yapan. Nakkaş. |
MÜZEVVEB |
Eritilmiş. |
MÜZEVVEC |
(Zevc. den) Çiftleştirilmiş, tezvic edilmiş. |
MÜZEVVER |
Uydurulmuş, düzme. * Fitne, dedikodu. |
MÜZEVVİB |
Eriten. |
MÜZEVVİR |
Yalancı, dolandırıcı, arabozucu. |
MÜZEVVİRÂNE |
f. Arabozuculukla. |
MÜZEVVİRÎN |
(Müzevvir. C.) Müzevvirler, arabozucular. |
MÜZEYYEL |
(Zeyl. den) Zeyli, ilâvesi olan. * Altına cevabı yazılıp geri
gönderilen tezkere. * Eklentisi olan. Ekleme parçası olan. |
MÜZEYYELÂT |
(Müzeyyel. C.) Zeyiller, ilâveler, katılmış şeyler. |
MÜZEYYELEN |
Kâğıdın altına, ek karşılığı yazılarak. |
MÜZEYYEN |
Bezenip süslenmiş, ziynetli. |
MÜZEYYENÂT |
Süslenmişler, ziynetlenmiş olan güzel şeyler.(Gözün nuru, nur-u imanla
ışıklanırsa ve kavileşirse, bütün kâinat gül ve reyhanlar ile müzeyyen bir
cennet şeklinde görünür. İ.İ.) |
MÜZEYYİF |
Eğlenen, tezyif eden, hakaret ve alay eden. |
MÜZEYYİFÂNE |
f. Alay derecesine, hakaret edercesine. Aşağı görürcesine. |
MÜZEYYİN |
Tezyin eden, süsleyen, ziynetlendiren. |
MÜZGA |
Et parçası. |
MÜZHER |
Misafir için ateş yakan kimse. |
MÜZHERE |
Çiçekli yer, çiçek bahçesi. (Bak: Mezhere) |
MÜZHİR |
İzhar edici, gösterici. |
MÜZ'IC |
$ (C.: Müzacât) Gece haramisi. |
MÜZ'IM |
Kendisine itikat olunmayan kimse. |
MÜ'Zİ |
Ezâ veren, eziyet eden. |
MÜZ'İC |
İz'ac edici. Usandıran, rahatsız eden, bunaltan. |
MÜZİH |
Uzaklaştıran. |
MÜZİK |
(Bak: Musiki) |
MÜZİL |
İzâle eden, gideren, yok eden. |
MÜZİLL |
(Zelle. den) Yanlış iş gördüren, hata işleten, ayak kaydırıcı. |
MÜZİLL |
Zelil kılan, hakir eyleyen. |
MÜZLEC |
Zayıf ve kaypak nesne. |
MÜZMAK |
Derviş. * Fakir kimse. |
MÜZMEHHİR |
Gadabı şiddetli olan. Çok kızıp hiddetlenen. |
MÜZMEN |
Müzmin hale gelmiş. * Mc: Halsiz düşmüş, dermansız kalmış, zayıflamış. |
MÜZMER |
Omuz, boğaz ve bunların
etrafı. |
MÜZMETİH |
Hiddetli, kızgın. Gadaplı. |
MÜZMİN |
Eskimiş. Üzerinden zaman geçmiş. Zamanla yerleşmiş olan (hastalık). |
MÜZMİR |
(Bak: Muzmir) |
MÜZN |
Ak bulut, yağmuru az olan bulut. |
MÜZNE |
Yağmurlu bulut. * Beyaz bulut parçası. |
MÜZNİB |
Günahkâr, suçlu, günah sahibi. |
MÜZNİBÎN |
Suçlular, günah işleyenler. |
MÜZTAR |
(Bak: Muztar) |
MÜZUN |
Nurlu, ruşen olmak. |
MÜZY |
şam ahalisinin kullandığı bir ölçüdür ve onbeş kile alır. |
MÜZZ(E) |
Meyhoş, ekşimtrak. |
MÜZZAN |
Süslü, bezenmiş. |
MÜZZEMMEL |
Elbise içine sarılmış. |
MÜZZEMMİL |
Tezmil eden, sarınan. Elbise içine sarınan. * Bazıları, "Yükü yüklenen"
şeklinde mânalandırmışlardır. * Mc: Gizlemek. Zayıf davranmak, işe pek
kıymet vermemek. * Büyük bir hâdise karşısında başını içeri çekmek,
kaçınmak, rahata meyletmek. * Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) Cenab-ı Hak
tarafından: "Ey örtüsüne bürünen veya risalet yükünü yüklenmiş olan" diye
iltifat edilerek isimlendirilmiştir. (Bak: Mütezemmil, Zemel) |
MÜZZEMMİL SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'in 73. suresi olup Mekkîdir. |