f. Biz mânasınadır. (Bak: Şahıs zamiri) * Mim ile elif harfinden ibâret "Mâ". Arabçada muhtelif isimleri vardır. Ve çeşitli mânalara gelir. Cansız şeylere işaret eder. "Şu nesne, o şey ki..." mânâlarına gelerek kelimelerle birleşir. Meselâ: (Mâ-ba'd: Sondaki, alttaki.)
MÂ-İ İSTİFHAMİYYE  Sual için kullanılan kelimenin başında gelir. (Mâhâzâ: Bu nedir? Mâindek: Yanındaki nedir?) suallerinde olduğu gibi.
MÂ-İ MASDARİYE  Başında bulunduğu cümleyi masdar mânasına ve hükmüne sokar.
MÂ-İ MEVSUFE  Şey mânasında nekre olup bir sıfattan evvel kullanılır. $ (Nazartu ilâ mâ mu'cebin leke: Sana hoş gelen şeye baktım) cümlesindeki gibi...Bazan da sıfatsız olur. $(Ni'me-mâ: Ne güzeldir) $ (Meselen-mâ: Bir misâl olarak) kelimelerinde gördüğümüz gibi.
MÂ-İ MEVSULE  Buna ism-i mevsul de denir. Kendinden sonra gelecek küçük cümleyi daha önce geçen cümleye bağlar. $ (Ketebtu mâ kultü: Söylediğimi yazdım, ne söyledimse yazdım) cümlesinde olduğu gibi.
MÂ-İ NÂFİYYE  $(Ben kâmil değilim) misâlinde olduğu gibi mânayı nefyeder.
MÂ-İ ŞARTİYE  İki muzariyi cezmeder, şart ve cezâ mânasını ifade eder. $(Ne yazarsan, yazarım) misalinde olduğu gibi.
MÂ-İ ZÂİDE  Bazı edat ve fiillerin sonuna fazladan olarak gelir. $ kelimelerinde olduğu gibi.
MÂ'  Su. Ab.
MÂ-İ CÂRİ  Akarsu. (Çay ve ırmak suları gibi.)
MÂ-İ LEZİZ  Lezzetli ve tatlı su.
MÂ-İ MAGSUL  (Mâ-i müsta'mel) Kullanılmış su.
MÂ-İ MUKATTAR  İnbikten geçirilmiş (damıtılmış), saf su.
MÂ-İ MUTLAK  Yaratıldığı vasıf üzere duran su. (Yağmur, kar, deniz, göl, ırmak, pınar, kuyu sularıdır).
MÂ-İ MUKAYYED  Herhangi bir maddenin karışması ile yaratılmış oldukları hâlden çıkmış ve hususi bir ad almış sulardır. (Gül, çiçek, üzüm, asma, et suları gibi.)
MÂ-İ MÜKEDDER  Bulanık su.
MÂ-İ MÜNHEMİR  Akıp giden su.
MÂ-İ MÜSTAMEL  Temiz olduğu halde temizleyici olmayan, kullanılmış olan sulardır.
MÂ-İ RÂKİD  Durgun su.
MÂ-İ ZERRİN  Altun suyu.
MÂ-ÜL BAHR  Deniz suyu.
MÂ-ÜL HAYAT  Hayat suyu. (Bak: Ab-ı hayat)
MA'  Yer yüzüne yayılıp döşenmek.
MAA  (Beraber) mânasında bir kelime olup, iki türlü kullanılır:1- İzafetle (tamlama hâlinde):a) Zarf olarak: (Celestü maa zeydin: Zeyd ile beraber oturdum)b) Sıla (cümlecik) olarak: (Musaddıkan lima maaküm: Sizdekini tasdik ederek)c) Haber olarak: (Vehüve maahüm: O, onlarla beraberdir.)2- İzafetsiz: Bu takdirde tenvinlenir ve hâl olarak bulunur: (Caû maan: Beraber geldiler.)
MAAB  Ayıp, eksiklik. * Ayıp şey, utanılacak nesne, ayıp yeri.
MAABİD  (Meâbid) (Mabed. C.) İbadet edilen yerler. Mâbetler. * (Abd. C.) Hizmetçiler. Kullar.
MAABİD-İ İSLÂMİYE  İslâm mâbetleri. Mescid ve câmiler.
MAABÎD  (Ma'bud. C.) Ma'budlar.
MAABİR  (Ma'ber. C.) Köprüler, geçitler, kemerler.
MAACİL  (Ma'cel. C.) Yollar, 
MAACÎN  (Ma'cun. C.) Macunlar. Hamur kıvamındaki yoğurulmuş şeyler.
MAAD  (Meâd) (Avdet. den) Âhiret. Dönülüp gidilecek yer. * Dönüş. * Ahiret işleri. Uhrevi işler.
MAADA  Başka. Fazla. Bundan gayrı. (Bak: Adâ) (İstisnâ kelimesidir)
MAADİN  (Maden. C.) Madenler.
MAAFİR  Hemedan'da bir kabilenin adı.
MAA-HAZA  Bununla beraber. Bununla birlikte.
MAAHİD  (Ma'hed. C.) Buluşma yerleri. Anlaşma yapılan ve sözleşilen yerler.
MAAHU  Onunla beraber. Onunla.
MAAK  Meslek, mezheb. * Sığınacak yer.
MAAKAT  Derinlik.
MAAKID  (Ma'kad. C.) Ma'kadlar, akdedilecek yerler. Toplantı yerleri. * Düğümler. Düğüm yerleri veya noktaları.
MAAKIL  (Ma'kıl, Ma'kale ve Ma'kule. C.) Sığınacak yerler. * Kan pahaları.
MAAKIM  (Ma'kım. C.) Eklemler, eklemeler.
MAAKKA  Çocuğun, anababaya isyan etmesi. Veledin valideyne itaatsizliği.
MAAL  Yükseklik. İlerilik. Şereflilik.
MAALCEMAA  (Maa-l-cemâe) Cemaatle beraber, cemaatle birlikte.
MAALEM  İz. Eser. Nişân. * Dinî mes'ele.
MAAL-ESEF  Yazık ki. Maalesef.
MAAL-FARZ  Farzedilerek. Doğruluğu kabul edilmekle. Kabul edilmiş sayılmakla.
MAAL-FARIK  Yanlış olarak. Farklı olarak. Farklı olmakla beraber.
MAAL-GAYR  Başkası ile birlikte. Gayrısı ile.
MAALÎ  şerefler. Yükseklikler. * Yüksek fikirler. * şerefli vazifeler.
MAALİF  (Ma'lef. C.) Ot, saman gibi yem konan yerler. Samanlıklar.
MAAL-İFTİHAR  İftiharla. Sevinerek. Kemal-i şevk ile.
MAALİM  (Ma'lem. C.) Dinî inançlara, itikadlara dair mes'eleler. * İzler. Nişanlar. Eserler.
MAALİYAT  İnsan aklının yetişemediği veya zor yetiştiği yüksek fikir ve derin bilgiler.
MAAL-KERAHE  Kerih, çirkin, kötü olmakla beraber. Kerahetle beraber. Mekruh olarak.
MAAL-KİFAYE  Kâfi olmakla, yetmekle beraber.
MAAL-MEMNUNİYYE  Memnun olmak suretiyle. İsteyerek. Gönül rızası ile. Memnuniyetle.
MAAMİ'  (Ma'maa. C.) Ateş çatırtıları.
MAAN  Birlikte. Beraber.
MAAN  Menzil, mekân.
MAANÎ  (Mâna. C.) Mânalar. * Belâgatın üç şubesinden biri. Lafzın muktezâ-yı hâl ve makama uygunluğuna mahsus bir ilim adı. (Bak: Belâgat)
MAANÎ-İ KUDSİYYE  Kudsi mânâlar.
MAANÎ-İ MEDLULE  Anlaşılan mânâlar.
MAANÎ-İ MUKADDESE  Mukaddes mânâlar.
MAANÎ-İ MÜTEZAHİME  Bir kelimenin çok mânaya gelip birbiri ile yarışma hâli.
MAANÎ-İ SÂNEVİ  İkinci derecedeki mânâlar. İşarî, mecazî, remzî mânâlar gibi.
MAANÎ-İ ÛLÂ  Evvelki mânâlar, vesileler.
MAAR  Ar ve hayâya sebep olacak şeyler.
MAARIZ (MEÂRİZ)  (Muarraz. C.) Bir sözü söyleyip başka bir şey murad etme ve cem' olmak, toplamak itibariyle ma'razlar, ta'rizler, adem-i tasrihler, sarahatsizlikler.
MAARÎ  İnsanın daima çıplak kalan organ veya azası.
MAARÎC  (Mi'rac. C.) Merdivenler.
MAARİF  Tahsil ile elde edilen ilim, malûmat, bilgi. * Meharet. Üstadlık. Hüner. * Marifetler. Mâruflar. Kültürler. * Çehrenin manzarada zâhir olan yerleri. * Bir memleketin okullarını ve tahsil ihtiyacını idâre ve te'mine çalışan bakanlık.
MAARİF-İ MÜTENEVVİA  Çeşit çeşit bilgiler.
MAARİF-İ UMUMİYE NEZARETİ  Maarif vekâleti. Milli Eğitim Bakanlığı.
MAARİF-MEND  (C.: Maarifmendân) f. Bilgili, bilgi sahibi. Kültürlü.
MAARİF-MENDÂN  (Maarifmend. C.) Bilgi sahibi kimseler, bilgililer.
MAARİF-PERVER  f. Maarifin yayılıp intişar etmesine çalışan. Maârife ait şeyleri muhafaza eden.
MAARİK  (Ma'rek ve Ma'reke. C.) Savaş meydanları, muharebe alanları. Harp sahaları.
MAARÎZ  (Mi'raz. C.) Kapalı mânâlar. * Edb: Birden fazla mânası olan bir kelimenin, en uzak mânasını kasdetmeler.
MAARÎZ-ÜL KELÂM  Kelâmda irad olunan kapalı mânâlar. Bir sözün asıl mânâsından başka mânâyı istemeler.
MAAS  Ayağın siniri çekilip büzülmek. * Ayağın eğri olması.
MAASIR  (Ma'sara. C.) Üzüm, susam gibi şeylerin sıkıldığı yerler.
MAASÎ  (Ma'siyyet. C.) Günahlar. * İsyanlar.
MAAŞ  Geçinilecek şey. Yaşayış. Aylık para.
MAAŞAT  (Maâş. C.) Maaşlar. Memur, emekli, dul, yetim vs. gibi kimselere verilen aylıklar.
MAAŞEN  Yaşayış bakımından.
MAAŞİR  (Ma'şer. C.) (Bak: Ma'şer - İlticâ - Melce').
MAATIF  (Ma'tıf ve Mı'taf. C.) Gözlenilecek veya bakılacak yerler.
MAATÎR  (Mı'târ. C.) Devamlı güzel koku sürünenler.
MAA-T-TEESSÜF  Yazık ki. Esefle. Teessüfle beraber.
MAAVİL  (Mi'vel. C.) Taş, kaya parçalamakta kullanılan sivri kazmalar.
MAAVİN  (Maunet. C.) Yardımlar, muâvenetler. * Yol yiyecekleri. Azıklar.
MAAYİB  Ayıplar. Lekeler. Kusurlar.
MAAYİR  Ayıplanmış.
MAAYİŞ  (Maişet. C.) Geçinmek için gerekli şeyler.
MAAZ  Sığınacak yer. Penah.
MAAZ  Şiddetle gadap etmek, çok fazlasıyla hiddetlenmek. * Bir nesne güç gelmek, zor gelmek.
MAAZALİK  Şu var ki. Bununla berâber.
MAAZALLAH  Allaha sığındık. Allah korusun.
MAAZIM  (Mu'zam. C.) Bir şeyde en büyük kısımlar.
MAAZİR  (Bak: Meâzir)
MAAZİYADETİN  Fazlasıyla, ziyadesiyle, çok miktarda, bol bol.
MA-BA'D  Sonra. Gelecekteki.
MA-BA'DETTABİA  (Mâba'de-t tabia) Metafizik. Beş duygu ile bilinmeyen varlıklar hakkında fikrî araştırma yapan felsefe kolu. Bu felsefe ile alâkalı olan.
MABA'Dİ  (Mâbadi) Sonrası. Bundan sonrası.
MABAKİ  Geri kalan, kalan, artan.
MA'BED  (Mâbet) (İsm-i mekân) İbadet edilen yer. (Mescid, câmi gibi)
MA'BED-İ FERSUDE  f. Eskimiş, yıpranmış mâbed.
MA-BEKA  Arta kalan, bâkiye, geri kalan.
MA'BER  (C.: Maâbir) (Ubur. dan) Geçit, kemer, köprü. * Geçilecek yer.
MABEYN  Ara. Aradaki şey. İki şeyin arası. * Haremle selâmlık arasındaki oda. * Padişah yakınlarının bulunduğu oda.
MABGUZ  (Bugz. dan) Nefret ve buğzedilmiş. Sevilmemiş.
MA-BİHİ-L-HAYAT  Yaşamaya sebep olan, hayata vesile olan.
MA-BİHİ-L-İFTİHAR  Kendi ile ve onunla iftihar edilecek şey.
MA-BİHİ-L-İMTİYAZ  Kendisi ile imtiyaz kazanılan şey.
MA-BİHİ-L-İSTİHKAK  Hak etme sebebi.
MA-BİHİ-L-İ'TİMAD  İtimada vesile ve sebep olan şey.
MABSARA  Bedihî ve zâhir olan hususlar. Açık ve meydanda olan hususlar.
MA'BUD  (Mâbud) Kendine ibadet edilen Allah (C.C.)
MA'BUD-U Bİ-L HAK  Hak olan ma'bud. Hakkıyla ibadete lâyık olan Allah (C.C.) 
MA'BUD-U HAKİKÎ  Hakiki ma'bud olan Cenab-ı Hak (C.C.)
MA'BUDE  Şirk, evham ve putperestlikten doğan kadın heykeli ve emsali put.
MA'BUDİYYET  Mâbud oluş. Kendine ibâdet edilmeğe lâyık olan, ki bu sıfat ancak Allah'a mahsustur. Uluhiyyet.(İşte şu vaziyette bir insana hakiki ma'bud olacak; yalnız, her şeyin dizgini elinde, her şeyin hazinesi yanında, her şeyin yanında nâzır, her mekânda hâzır, mekândan münezzeh, aczden müberra, kusurdan mukaddes, nakstan muallâ bir Kadir-i Zülcelâl, bir Rahim-i Zülcemâl, bir Hakîm-i Zülkemâl olabilir. Çünkü, nihayetsiz hâcat-ı insaniyyeyi ifa edecek ancak nihayetsiz bir kudret ve muhit bir ilim sâhibi olabilir. Öyle ise mabudiyete lâyık yalnız Odur. S.) (Bak: Taabbüd)
MA'C  Süratle gitmek, hızlı gitmek. * Yürürken dolaşmak.
MAC  Tuzlu su.
MACC  Ağzından sular akan yaşlı deve.
MA'CEL  (C.: Maâcil) Yol. Menzile ulaştıran yol.
MA'CEME  Sabırlı, tahammüllü kimse.
MACERA  Olup geçen şey. Baştan geçen hadise.
MACERAPEREST  f. Maceracı. Macera meraklısı.
MA'CES  Yay kabzası.
MA'CEZ  Çalışmaktan ve maişetten âciz oldukları yer.
MACİD  Çok âli. Şerif. Yüce. Kerim. * Hoş. Nâzik meşreb.
MACİN  (C: Micân) Her dileğini yapan kimse. * Hile yolunu öğreten.
MACUN  Hamur kıvamındaki ilâç. * Hamur gibi yoğurulmuş şey.
MACUŞUN  Gemi, sefine. * Boyanmış elbise.
MAÇ  f. Öpüş.
MAÇİN  Çin'e tâbi, Doğu Türkistan tarafındaki çöllerde ve Târim nehrinin güneybatısındaki dağlarda oturan Türk milletinden bir kavimdir ve simaca Moğol ile Aryâ cinslerinden mürekkeb oldukları anlaşılıyor. İçlerinde sarı saçlı ve mavi gözlü adamlar dahi bulunuyorsa da lisan bakımından Doğu Türkistan'ın ahalisinden farkları yoktur. Çağatay dili konuşurlar. Kendileri çok tembel; ve zevk ve eğlenceye çok düşkündürler. Ziraat vs. işleri kadınları tarafından yapılır. Tamamı müslüman ve sünnîdirler.
MAD  Yumuşak taze ot.
MA'D  Taze hurma. * Taze ot. * Yumuşak. * Yoğunluk, gılzat. * Gitmek. * Çekmek.
MADAHİK  (Madhek. C.) Güldürücü ve komik kimseler. Soytarılar.
MADAK  Sıkıntı, darlık.
MADALLE  Yolun kaybolduğu yer.
MADALYA  İtl. Büyük işlerde muvaffak olanlara veya büyük fedakârlık ve kahramanlık gösterenlere hediye ve hatıra olarak verilen ve çok defa yuvarlak biçimde, göğüse takılacak şekilde olan kıymetli madeni parça.
MÂ-DÂM  Çünkü. Mâdem. Böylece olunca. Dâim ve bâki oldukça.
MÂ-DÂM-EL MELEVAN  Gece gündüzün devamı müddetince.
MADARİB  (Madrab. C.) Darbedilecek, dövülecek yerler.
MADCA'  Yatılan yer. * Kabir. Mezar.
MADDE  Zahir duygularla hissedilen, ruhâni olmayıp, ağırlığı olan, cismâni bulunan. * Asıl, esas, cevher, mâye. * Bend, fıkra, kısım. * İlm-i Kelâmda: His âzâmız üzerine bir takım muayyen ihtisâsât husule getiren veya getirebilen, her şey. * Tıb: Çıbanın içinde hasıl olan yara.
MADDE-İ ACİNİYE  Hamur gibi yoğurulmuş cisim.
MADDE-İ MUSAVVİRE  Tıb: Kanın küreciklerinden başka gıda maddesinden olup, azot ve sair maddeleri içine alan sulu cisim. Canlı hücrelerin vücudunu teşkil eden ve içinde çoğunun çekirdek bulunan albüminli madde. Protoplazma.
MADDE-İ ULYÂ  Kıymetli cevher maddesi, yüksek madde. Çok kıymetli şey.
MADDETEN  Cismen. Madde ve cisim olarak. * İş olarak, iş ile. * Gözle görülür ve elle tutulur şekilde.
MADDÎ  (Maddiye) Cismâni. Madde ile alâkalı olan. Maddeye ait. * Paraca ve malca. * Paraya ve mala fazlaca ehemmiyet veren. * Dokunma, koklama, görme, işitme, tatma ile hissedilip duyulan şeyler.
MADDİYAT  (Maddiyet. C.) Maddi ve cismâni şeyler. Gözle görülüp elle tutulur cinsten şeyler.
MADDİYET  (C.: Maddiyât) Gözle görülüp elle tutulan şey. Cismâni.
MADDİYYUN  (Maddiyun) Maddeciler. Her şeyin esası madde olduğunu iddia edip, ruhaniyatı inkâr eden dinsizler. Her şeyi madde ile ölçenler. Masnuât-ı İlâhiye olan mahlukatı ve zerrelerin muntazam hareketini, tesadüf eseri gibi kabul ve tevehhüm edip dinsizliğe yol açmağa çalışanlar.(Maddiyyun denilen bir kısım ehl-i dalâlet, zerrattaki tahavvülât-ı muntazama içinde Hallâkiyet-i İlâhiyyenin ve kudret-i Rabbâniyenin bir cilve-i âzamını hissettiklerinden ve o cilvenin nereden geldiğini bilemediklerinden ve o kudret-i Samedâniyenin cilvesinden gelen umumi kuvvetin nereden idare edildiğini anlıyamadıklarından, madde ve kuvveti ezeli tevehhüm ederek, zerrelere ve hareketlerine âsâr-ı İlâhiyyeyi isnad etmeye başlamışlar. Fesübhanallah! İnsanlarda bu derece hadsiz cehalet olabilir mi ki, mekândan münezzeh olmakla beraber herbir yerde herbir şeyin icadında herşeyi görecek, bilecek, idare edecek bir tarzda bulunur bir vaziyetle yaptığı fiilleri ve eserleri; câmid, kör, şuursuz, iradesiz, mizansız ve tesadüf fırtınaları içinden çalkanan zerrâta ve harekâtına vermek, ne kadar câhilâne ve hurafetkârâne bir fikir olduğunu, zerre kadar aklı bulunanların bilmesi gerektir. Evet bu herifler vahdet-i mutlakadan vazgeçtikleri için, hadsiz ve nihayetsiz bir kesret-i mutlakaya düşmüşler; yâni; bir tek İlâhı kabul etmedikleri için, nihayetsiz İlâhları kabul etmeye mecbur oluyorlar. Yâni; bir tek Zât-ı Akdesin hassası ve lâzım-ı zâtisi olan Ezeliyeti ve Hâlikıyeti, bozulmuş akıllarına sığıştıramadıklarından; o hadsiz, nihayetsiz câmid zerrelerin ezeliyetlerini, belki Uluhiyetlerini kabul etmeye mesleklerince mecbur oluyorlar... L.)
MADDİYUNLUK  Maddiyunların mesleği. Maddecilik. Hiçbir müsbet delile dayanmıyan ve sadece maddeye istinad eden ve ruhâniyatı ve mâneviyatı inkâr edenlerin bâtıl akideleri.(Maddiyunluk, mânevi tâundur ki, beşere müthiş sıtmayı tutturdu; gazab-ı İlâhiye çarptırdı. Telkin ve tenkid kabiliyeti tevessü' ettikçe o tâun da tevessü' eder. M.)(Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise, mâneviyatta kördür. M.)
MADE  f. Dişi. Erkeğin zıddı.
MA'DELE(T)  (Ma'dilet) Adalet eylemek. Hak ile hükmeylemek. * Adalet yeri. 
MA'DELE-İ ULYÂ  Büyük adalet yeri, yüksek adaletle herkesin muhakemesi görülen yer. Huzur-u İlâhiyedeki adâlet.
MA'DELETGÜSTER  f. İnsaflı, adaletli, vicdanlı ve doğru kimse.
MA'DELETKÂR  f. Âdil, adaletli.
MA'DELETPERVER  f. Doğru, insaflı, adaletli ve vicdanlı kimse.
MA'DEN  Maden. * Bir haslet veya hususiyetin kaynağı. * Herşeyin aslî mekânı, menbâ ve me'hazı olan yer. * Toprak, taş, kum gibi maddelerle karışık demir vesairelerin vaziyetlerine de maden denir.
MA'DENÎ  Madenden yapılmış. * Madenle alâkalı.
MA'DENİYAT  Madenî oluşlar. Madenler. Madenden çıkan şeyler. Maden ilmi.
MÂDER  f. Ana. Çocuğu doğuran. Ümm.
MÂDERANE  f. Annece. Anaya yakışır surette.
MÂDERENDER  f. Üvey ana.
MÂDERÎ  f. Analık. Annelik.
MÂDERZÂD  f. Anadan doğma. Anadan doğduğu gibi.
MADG  Çiğneme. Ağızda çiğneyiş.
MADGARE  Mukabil iki tarafın şiddetli hücumları ile meydanda gelen savaş.
MADHEK  Maskara. Gülünecek şey. Soytarı. Komik.
MADİH  (Medh. den) Öven, medheden.
MADİH  Keskin.
MA'DİL  Sapılacak yer. Ma'dul.
MA'DİN  (C: Meâdin) Hak Teâlâ'nın yerde halk ettiği. * İkamet ettikleri mevzi.
MADİYAN  f. Dişi at. Kısrak.
MADREB (MADRIB)  (C.: Madarib) Darb edilecek, vurulacak yer. * Kakma, çakma yeri. 
MADREBE  Kılıncın ağzı.
MADRUB  Vurulmuş. Döğülmüş. Çarpılmış. Darbolunmuş. * Damgalanmış. * Mat: Darbedilen (çarpılan) sayı.
MADRUBEYN  Mat: Birbirine çarpılan iki sayıdan herbiri.
MADRUS  Örülerek yapılmış. Örülmüş şey.
MA'DUD  Hesabedilen. Sayılan. Addedilen. * Muayyen. Belli.
MA'DUDAT  Yumurta gibi sayı ile satılıp alınan şeyler.
MA'DUM  Mevcut olmayan. Yok olan. Yok.
MA'DUM-ÜL CİSİM  Cismi olmayan.
MA'DUMAT  Yok olanlar. Yokluklar.
MA'DUMAT-I HÂRİCİYYE  İlm-i İlâhide olup, maddi vücudu olmayan şeyler.
MA'DUMAT-I MÜMKİNE  Var olacağı ilm-i İlâhîde mâlum olup, henüz mevcud olmayan hâdisat.
MA'DUMİYET  Yokluk, ma'dumluk, yok olma.
MA-DUN  Aşağı. Alt. Alt derece.
MA-FAT  Kaybolan. Fevt olan. Elden çıkan şey. Kaybedilen.
MA-FEVK  Üstünü. Üstün olanı. * Bir şeyin üstü, üst tarafı. Baş.
MA-Fİ-HA  İçindekiler. O şeyin içinde olanlar.
MA-Fİ-L-BAB  Kapı içinde. Bir kitabın içindeki bölümde (babda) olan şey.
MA-Fİ-L BAL  Gönülde olan maksad ve meram. (Mâ-fi-z zamir de denilir.)
MA-Fİ-L YED  Fık: Bir terekenin taksimi yapılmadan varislerden biri veya birkaçı ölürse, bunların terekelerinden varislerine düşen kendi mikdarları.
MA-Fİ-Z ZAMİR  Kalbde ve gönülde olan.
MAFSAL  Tıb: Vücuddaki kemiklerin ekli olan oynak yerleri. Eklem.
MAFSAL-I MÜTEHARRİK  Tıb: Oynar eklem.
MAFTUR  (Fıtrat. dan) Yaradılışta olan. Fıtratta bulunan. * Yaradılmış.
MA'FUC  Dübürüne vurulmuş.
MA'FUN  Bozulmuş ve çürümüş şey. * Kokmuş et.
MA'FÜVV  Suçu afvedilmiş. Bağışlanmış. * İstisnâ edilmiş, müstesnâ kılınmış, ayrı tutulmuş.
MAGABBE  Akıbet, son, netice.
MAGABIT  İmrenilme. Gıpta edilme.
MAGABİN  (Magben. C.) Kasıklar, uyluk kemikleri.
MAGAFİR  (Miğfer. C.) Çelik başlıklar, miğferler.
MAGAFİR  Çirkin kokulu bir zamk.
MAGAK  f. Çukur.
MAGAKÇE  f. Küçük çukur. Çukurcuk.
MAGALE  şer, kötü.
MAGALIK  (Mağlak. C.) Kilitler, sürmeler.
MAGALIB  Üstün gelen, galebe eden.
MAGAMİZ  (Magmaz. C.) Karanlık yerler. Karanlık ve çukur yerler.
MAGAMİZ  Ayıplı, ayıplanmış.
MAGANİ  (Magni. C.) Evler, hâneler, menziller.
MAGANİM  (Magnem. C.) Ganimetler. Düşmandan ele geçirilen mallar.
MAGARAT  (Magare. C.) Mağaralar.
MAGARE  (C.: Magarât) Mağara.
MAGARİB  (Magrib. C.) Batılar, magribler, garplar. * Akşamlar.
MAGARİM  (Magrem. C.) Diyetler. * Ödenecek borçlar.
MAGARİS  (Magris. C.) Fidanlıklar, fidan bahçeleri.
MAGAS  (C: Emgâs) Kıymetli iyi deve.
MAGASİL  (Magsel ve Magsil. C.) Gusülhâneler, yıkanılacak yerler.
MAGAVİR  (Mugâvir. C.) Kıtal eden, harbeden, çarpışan.
MAGAZİ  Muharebeye âit hikâyeler. Gazâ hikâyeleri. * Savaşlar, muharebeler, gazalar.
MAGAZİN  Çeşitli mevzulardan bahseden resimli mecmua.
MAGBAT  (C.: Magabit) Gıpta edilecek ve imrenilecek yer.
MAGBEN  (C.: Magabin) Uyluk kemiği. Kasık.
MAGBUN  (Gabn. dan) Alışverişte aldanmış olan. * Şaşkın. Şaşırmış.
MAGBUNİYET  Şaşkınlık.
MAGBUT  (C.: Magabit) İmrenilmiş, gıpta edilmiş.
MAGD  Kurutan otu. * Yerüç otu.
MAGDUB  Hiddet ve gadaba uğramış. Doğru ve hak dini tanıyamamış ve rahmetten mahrum kalmış. Lütf-u İlâhîden mahrum olmuş. * Fık: Gasbolan mal.
MAGDUBEN  (Gadab. dan) Öfke ve hiddet ile. Gadap ile.
MAGDUBUN MİNH  Fık: Malı gasbolan kimse.
MAGDUR  (Mağdur) Gadre, haksızlığa uğramış ve gadir görmüş.
MAGDURE  Mağdur kadın. Haksızlığa uğramış ve gadir görmüş kadın veya kız.
MAGDURİYYET  Mağdurluk. Gadre uğramış kimsenin hali.
MAGFELE  Dudak altında biten kılların çevresi.
MAGFİRET  (Mağfiret) Cenab-ı Hakk'ın kullarının günahlarını örtmesi, affetmesi, rahmeti ile lütfu.
MAGFİRET-İ İLÂHİYE  Allah'ın mağfireti, affetmesi.
MAGFUR  (Mağfur) Rahmetlik olmuş. Günahlarının afvı için kendine dua edilmiş olan. Allah'ın, kendisini affı için dua edilen ölmüş kimse.
MAGİB  Kaybolma.
MAGİN  Mazaryon otu.
MAGİZ  İçinde ağaç bitmiş olan su birikintisi.
MAGL  Yürek ağrısı, kalp ağrısı.
MAGLAK  Kilitlenecek yer.
MAGLATA  Mugalata. Boş ve mânasız söz. Zihin yanıltmak için söylenen saçma sapan söz.
MAGLATA-İ ŞEYTANİYE  İnsanları aldatmak ve yoldan çıkarmak için söylenen karıştırıcı sözler. Şeytanın insan kalbine vesvese vermesi.
MAGLATA-İ VEHMİYYE  Vehmin, insanı yanıltmak için yanlışı doğru göstermesi.
MAGLE  Yılda iki kez doğuran koyun ve keçi.
MAGLUB  (Mağlub) Yenilmiş. Kendisine galib gelinmiş. Yenilen kimse.
MAGLUBANE  f. Mağlub olana yakışır surette. Yenilmiş bir kimseye uygun şekilde.
MAGLUBİYYET  Yenilme. Bir kuvvetlinin idaresi altında bulunuş.
MAGLUK  Kapalı. Kilitli.
MAGLUL  Susuz kalmış. Su sıkıntısında bulunan. * Eli bağlı. Zincirle bağlanmış kimse. * Hapsedilmiş olan.
MAGLUL-ÜL YED  Eli bağlı.
MAGMA  yun. Jeo: Yanardağlardan çıkan hamur kıvamındaki yoğun madde.
MAGMAG  Boğaz düdüğü. * Yemeği yağlı yapmak.
MAGMAGA  Karışmak, ihtilat.
MAGMAS  (C: Megâmıs) Çok fazla çukur olan yer.
MAGMUM  Gamlı. Kederli. Tasalı. Sıkıntılı. * Bulutlu. Kapalı.
MAGMUMÂNE  Kederlice. Gamlı olarak. * Mübhem olarak.
MAGMUMİYET  Kederli, gamlı olma. * Hava bulutlu ve kapalı olma.
MAGMUR  Şöhretsiz. Adı sanı silinmiş olan. * Harap. Yıkık.
MAGMURİYET  Mağmurluk, viranlık, haraplık. * Adı sanı kaybolmuş.
MAGMUZ  Kabâhatli, suçlu.
MAGN  (C: Megân) Menzil.
MAGNA  Durmak.
MAGNATIS  Mıknatıs.
MAGNEM  (C.: Maganim) Ganimet. Harpte düşmandan ele geçirilen mal.
MAGNETİK  yun. (Manyetik) Mıknatıs gibi çekici kuvveti olan.
MAGRE  (C: Migrât) Aşı dedikleri kırmızı balçık.
MAGREFE  Geniş yer.
MAGREM  Bir şeye çok düşkün, haris kimse. Tutkun. Aşık. * Borçlu. * Zarar, ziyan. * Cürüm, cinayet.
MAGRES  Fidan bahçesi. Fidanlık.
MAGRİB  (Mağrib) Batı taraf. Garb. Güneşin battığı cihet. Akşam vakti. Afrikanın şimâl tarafı. Türkiye'ye nisbetle garbda bulunan Fas, Tunus, Cezayir ve İspanya tarafı.
MAGRUK  Gark olmuş. Suda batmış olan.
MAGRUKÎN  (Mağruk. C.) Suda Boğulanlar.
MAGRUR  (Mağrur) Gururlu. Boş bir şeye güvenen. Fâni ve faydasız şeylere güvenip kendini aldatan. Mütekebbir. Kibirli kimse. Müteazzım.
MAGRURANE  f. Gururlanarak. Kendini beğenircesine. Kibirlenerek. Güvenilmesi boş olan şeye güvenip kendini aldatırcasına. (Sen ey mağrur nefsim! Üzüm ağacına benzersin, fahirlenme; salkımları o ağaç kendi takmamış, başkası onları ona takmış. S.)
MAGRUREN  Gururlanarak. Güvenerek, itimad ederek. * Aldanarak.
MAGRURİYET  Gururluluk, kibirlilik. * Bir şeye itimad edip, güvenip aldanma. * Kibirlenme, gurulanma, övünme, tefahhur, tekebbür. 
MAGRUS(E)  (Gars. dan) Toprağa dikilmiş.
MAGRUZ  Taze. Bayatlamamış ve bozulmamış.
MAGS  Bağırsak ağrısı.
MAGSEL  (C.: Magasil) (Gasl. den) Gusülhâne. Ölü yıkanan yer.
MAGSUB(E)  (Gasb. dan) Zorla ve cebren alınmış. Gasbolunmuş.
MAGSUL  Gaslolmuş. Yıkanmış. Gusletmiş.
MAGŞİ  (Gaşy. den) Baygın. Gaşyolmuş. Kendinden geçmiş.
MAGŞİYANE  f. Bayılmış gibi, baygıncasına. 
MAGŞİYY  Aklı gitmiş hayran kimse.
MAGŞİYYEN  Bayılmış olarak, baygın bir halde.
MAGŞİYYÜN ALEYH  Bayılmış, baygın.
MAGŞUŞ  Katışık. Karışık. Saf olmayan.
MAGŞUŞE  Gümüş ve bakır karışığı akçe.
MAGŞUŞİYYET  Halis ve saf olmayış. Karışıklık.
MAGT  Çekmek.
MAGTUS  Su, gaz veya hava gibi şeylerin içine batırılmış.
MAGTUŞ  Karanlık yer.
MAGUSE  Medet gelmek, yardım gelmek.
MAGV  Kedi miyavlaması.
MAGZ  Beyin. * Öz. İç. Lüb. İlik. * Dimağ.
MAGZA  Maksad, gaye, meram, istek, arzu. * (C.: Magazi) Harb hikâyeleri. Muharebe ve gazaya ait hikayeler. * Savaş, muharebe, gaza, harb.
MAGZAB  Gazap edecek yer.
MAGZEBE  Hiddetlenme, öfkelenme, kızma. * Hiddet ve gazabı icâb ettiren şey.
MAGZUB  (Bak: Magdub)
MAH  Mahveden. * Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) bazı kitablarda geçen bir ismidir. Nübüvvet ve risaletinin nuru, küfür karanlıklarını mahvettiğinden bu isim verilmiştir.
MAH  (Meh) f. Senenin onikide birisi. Yirmisekiz, yirmidokuz, otuz veya otuzbir günlük zaman. * Gökteki ay. Kamer.
MAH-İ TÂBÂN  (Meh-i tâbân) Parlayan ay. Parlak ay.
MAHABİB  (Mahbub. C.) Sevilen ve muhabbet edilenler. Mahbublar.
MAHABİR  (Mahber. C.) Mürekkep hokkaları.
MAHABİS  (Mahbes. C.) Ceza evleri, zindanlar. Hapishaneler.
MAHABİS  (Mahbus. C.) Hapsedilmişler, mahbuslar. Bir yere kapatılmış olanlar.
MAHABİZ  (Mahbeze. C.) Ekmekçi fırınları.
MAHACİR  (Mahcer. C.) Göz çukurları.
MAHACCE  Geniş yol.
MAHADİM  (Mahdum. C.) Mahdumlar, oğullar.
MAHAFET  Korku. Korkmak.
MAHAFETULLAH  Allah korkusu.
MAHAFFE  Mahfe. Deve veya katır üzerine konan ve içinde iki kişi oturabilecek yeri olan kapalı mahmil.
MAHAFİL  (Mahfil. C.) Mahfiller. * Toplantı yerleri. Oturulup görüşülecek yerler. * Büyük câmilerde eskiden hükümdarlara veya müezzinlere ayrılmış ve etrafı parmaklıklarla çevrilmiş olan yerler.
MAHAFİR  (Mihfer. C.) Beller, kazmalar.
MAHAK  Her arabî ayın son üç gecesi.
MAHAKİM  Mahkemeler.
MAHAKİM-İ ADLİYE  Adliye mahkemeleri.
MAHAKİM-İ ASKERİYE  Askerî mahkemeler.
MAHAKİM-İ ŞER'İYE  şer'î mahkemeler. şeriat mahkemeleri.
MAHAKK  Mehenk. Ayar taşı.
MA-HALA  (Bir istisnâ edatıdır) Mâadâ mânasına gelir, kendinden sonraki kelimeyi nasb eder. $ (Allah'tan başka herşey fânidir) cümlesinde olduğu gibi.
MA-HALAKALLAH  Allah'ın (C.C.) yarattığı ve halkettiği her şey. * Kalabalık, izdiham.
MAHALE  Çare, tedbir. * Hile.
MAHALİB  (Mahleb. C.) Yırtıcı hayvanların tırnakları, çengelli pençeleri.
MAHALL  Yer. Mekân. Cây. 
MAHALL-İ SADAKA  Sadaka olarak verilen mal veya parayı şer'an almağa ehil olan kimse.
MAHALL-İ TEVARÜD  Vâsıl olunan yer. * Birisine yetişilen mahal.
MAHÂLL  (Mahall. C.) Yerler. Mekânlar.
MAHALLE  (C.: Mahallât) Şehir ve kasabaların bölündüğü parçalardan herbiri.
MAHALLETAN  Çömlek ve değirmen.
MAHALLÎ  Bir yere mahsus. Yerli.
MAHAMİD  (Mahmedet. C.) İyi ve güzel huylar. İyi hasletler. * Şükürler, senâlar, medihler. Şükür edilmeğe değer davranışlar.
MAHAMİL  Deve üzerine konan oturulacak sepetler. Mahmiller. * Kılınç bağ askıları. * İhtimâller.
MAHANE  f. Aylık maaş.
MAHARET  (Bak: Mehâret)
MAHARİB  (Mihrâb. C.) Mihrâblar.
MAHARİC  Çıkacak yerler. Huruc edecek yerler.
MAHARİC-İ HURUF  Gr: Ağızda harflerin çıktığı yerler.
MAHARİM  (Mahrem. C.) Mahrem olanlar. Haram olan şeyler.
MAHARİT  (Mahrut. C.) Mahruti şekilller. Koniler.
MAHAS  Udul etmek, dönmek.
MÂHASAL  Hâsıl olan, meydana gelen. * Netice, sonuç.
MÂHASAL-I ÖMR  Evlât. Çocuk. * Hayat boyunca çalışılarak vücuda getirilen eser veya elde edilen şey.
MAHASİN  (Mehâsin) İyilikler. İyi ahlâklar. * İnsanın vücudunda hüsün ve cemal yerleri. * Güzel tavırlar. * İnsanın yüzüne güzellik veren bıyık ve sakal.(İşte şu kâinat hadsiz mehasin-i maddiyesiyle bir ma'nevî ve ilmî mehasinin tereşşuhâtıdır. Ve o ilmî ve ma'nevî mehasin ve kemalât, elbette hadsiz bir sermedî hüsn ü cemalin ve kemalin cilveleridir. S.)
MAHASİN-İ AHLÂK  Ahlâk ve huy güzelliği.
MAHAŞŞE  Kıç, dübür, makad.
MAHATİM  (Mahtum. C.) Bağlanmış ve kilitlenmiş şeyler. * Mühürlenmiş şeyler.
MAHATT  Konak, menzil. Yolculuk esnâsında inilip durulacak yer.
MAHATTA  İstasyon.
MAHAVİF  (Mahuf. C.) Tehlikeli ve korkulu yerler.
MAHAVİR  (Mihver. C.) Mihverler, eksenler.
MAHAYİL  Alâmet, işaret. * (Mahile. C.) Hayâl eserleri.
MAHAZ  Su akacak yer. * Tıb: Doğum ağrısı. Doğum esnalarında gelen sancı.
MÂHÂZÂ  Bu nedir? * Bu değil.
MÂHÂZÂ KELÂM-ÜL-BEŞER  Bu, insan sözü, beşer kelâmı değildir.
MÂHAZAR  Daha evvelden hazır olan. Hazır olarak ne varsa.
MAHAZIR  (Mahzar. C.) Mahzarlar, mürâcaatlar. Umumi istidatlar.
MAHAZİ  Rezalet ve kepazelik sebebi olan kötü huylar.
MAHAZİL  (Mahzul. C.) Rezil ve kepaze olmuş kimseler.
MAHAZİN  (Mahzen. C.) Mahzenler, sığınaklar, bodrumlar.
MAHAZİR  (Mahzur. C.) Korkulacak ve sakınılacak şeyler. Maniler, engeller.
MAHAZZ  Kat'edecek, kesecek yer.
MAHBA  (C: Mehâbi) Elbise saklayacak mevzi. Kiler.
MAHBEL  Hayvanın gebelik zamanı.
MAH BE MAH  Aydan aya.
MAHBER  (Mahbere) Mürekkep hokkası. Divit.
MAHBES  Hapishane. Hapsedilen yer. Cezaevi.
MAHBEZ  (C.: Mahâbiz) Ekmekçi dükkânı. Ekmekçi fırını.
MAHBUB  Muhabbet edilen. Sevilen.
MAHBUB-U HÜDÂ  Allah'ın sevgilisi. Hz. Muhammed Mustafa (A.S.M.) 
MAHBUB-U LİGAYRİHÎ  Faydalarından veya başkası sebebi ile sevilen. Dolayısı ile sevilen.
MAHBUBAT  Sevilenler. Sevgililer.
MAHBUBE  (Hubb. dan) Sevilmiş veya sevilen kadın. Muhabbet edilen kadın veya kız. * Vaktiyle çok kıymetli ve pahalı olan lâle cinsinden bir çiçek.
MAHBUBETÜN Lİ-ZÂTİHÂ  Zâtı için sevilen. Kendi zâtında sevgili olan.
MAHBUBİYYET  Sevilen olmak. Mahbub olmaklık. Sevilecek hâlde bulunuş. (Cenab-ı Hakk'ın kullarını her çeşit nimetler ile besleyip yetiştirmesi ve ihtiyaçlarına cevap vermesi; onları sevdiğini ve mahbubiyyetini gösteriyor.)
MAHBUK  Katı, şiddetli, şedid.
MAHBUN  Kıtlık için saklanan şey. * Edb: İkinci harfi düşürülmüş vezin.
MAHBUS  Hapsedilmiş olan.
MAHBUSHANE  f. Cezaevi, hapishâne, zindan.
MAHBUSÎN  (Mahbus. C.) Hapsolunmuş kimseler. Bir yere kapatılmış olanlar.
MAHBUSİYET  Hapislik, mahbusluk. Hapis kalınan müddet.
MAHC  Soymak. * Yontmak.
MAHC  Cima etmek. * Kovayı azıcık çekip yine dolsun diye suya vurmak.
MAHCAH  Lâyık olacak mevzi.
MAHCER  Ev, hane. Hususi yer. * Göz çukuru.
MAHCİR  (C: Mehâcir) Göz çukuru. * Gözün çevre yanı. Yüzde perde varken gözden ve etrafından görünen yerler. * Bahçe.
MAHCUB  Utanan. Utangaç. * Perdeli, örtülü. Kapalı. * A'ma. * Yaşmak veya perde ile mestur olan.
MAHCUBÂNE  f. Utanarak, utanmış bir hâlde. Sıkılganlıkla.
MAHCUBE  Namuslu ve utangaç kadın veya kız. Sıkılgan kadın. * Kapı ardına konulan ağaç.
MAHCUBİYET  Utangaçlık, sıkılganlık, mahcubluk.
MAHCUC  Kasdolunmuş olan. * Çok gidilip gelinen. * Delil ve bürhanla isbat edilmiş olan. * Mekke-i Mükerreme'nin bir adı. * Kendi yerine hacca gidilmiş olan.
MAHCUCUN ANH  (Bak: İhcac)
MAHCUR  (Hacr. den) Huk: Hacir altına alınmış, malını kullanmaktan men' edilmiş, hacredilmiş.
MAHCUZ  (Hacz. den) Huk: Hacz edilmiş. Mahkeme kararıyla rehin altına alınmış.
MAHÇE  f. Minare, kubbe, sancak gibi şeylerin başına konulan hilâl.
MAHÇEHRE  f. Ay yüzlü. (Aslı: Mâhçihre'dir.)
MAHDEM  Baldırın köstek takacak yeri.
MAHDU'  Hileye aldanmış olan. Kandırılmış kimse. * Boyun damarı kesilmiş kişi.
MAHDUD  Sınırlanmış, çevrilmiş. Az sayılı. Hududlanmış.
MAHDUDİYET  Sınırlılık. Darlık.
MAHDUD  Dikeni kesilmiş ağaç.
MAHDUD  Tesviye edilmiş. Silinmiş, düzgün. * Meyvesi çok olup da dalları eğilmiş.
MAHDUM  Oğul. Evlâd. * Kendisine hizmet olunan. Efendi.
MAHDUMİYET  Mahdumluk, oğulluk, evlâtlık. * Efendilik.
MAHDURE  Örtülü ve kapalı kadın veya kız.
MAHDUŞ  Vesveselendirilmiş, kuşkulandırılmış. * Tırmalanmış.
MAHE  f. Matkap, burgu.
MA'HED  (C.: Maâhid) Sözleşilen ve antlaşma yapılan yer. Buluşma yeri.
MAHFAS  Yuva.
MAHFAZA  (Hıfz. dan) Küçük kutu, kap. Zarf.
MAHFED  (C: Mehâfid) İkamet yeri. Oturulan yer. * Bir renk cinsi.
MAHFEL  (C: Mehâfil) Dernek yeri.
MAHFÎ  Gizli, saklı.
MAHFİL  (C.: Mahâfil) Toplanılacak yer. Toplantı ve görüşme yeri. * Büyük câmilerde eskiden pâdişahlara veya müezzinlere ayrılmış olan etrâfı parmaklıklarla çevrilmiş yüksekçe yer.
MAHFİYYEN  Gizlice. Gizli ve saklı olarak.
MAHFUF  Zarar gelmesin diye etrafı çevrili, kuşatılmış.
MAHFUK  Hafakanlı, ikide bir yüreği oynıyan.
MAHFUR  Kazılmış toprak. Hafriyat olunmuş.
MAHFUZ  Alçalmış veya alçatılmış.
MAHFUZ  (Hıfz. dan) Hıfzolunmuş, saklanılmış. * Ezberlenmiş. Hafızaya alınmış. * Korunup gözetilmiş. * Gizlenmiş, saklanmış.
MAHFUZAT  (Mahfuz. C.) Mahfuz olunmuş, gizlenilmiş şeyler. * Hıfzedilip ezberlenmiş şeyler.
MAHFUZEN  Polis veya jandarma gibi resmi bir muhafaza altında olarak.
MAHFUZ LİMAN  Bütün rüzgarlara kapalı olan ve her türlü hâllerde emniyet ile barınmağa müsâit bulunan limanlar.
MAHH  Yumurtanın akı.
MAHICİYY  Palan vurdukları at.
MAHIK  (Mahk. dan) Yok eden. Silen. Ortadan kaldıran.
MAHIZ  (C: Muhaz) Ağrısı tutmuş hâmile kadın.
MAHİ  f. Balık. Semek.
MAHİ  (Mahv. den) Yok eden, mahveden, perişan eden.
MAHİ-İ EMRAZ  Hastalıkları yok eden.
MAHİC  Sâfi, saf, katıksız.
MAHİDAN  f. Balık havuzu.
MAHİFÜRUŞ  f. Balık satan. Balıkçı.
MAHİGİR  f. Balık tutan. Balık yakalayan. Balık avlayan.
MAHİHAR  f. Balık yiyen. Balık avlayan, balıkçıl.
MAHİLE  (C.: Mahâyil) Düşünmeğe sebebiyet veren işaret, alâmet.
MAHİN  (C.: Mihne-Mihan) Hizmetkâr.
MAHİR  Becerikli, hünerli, san'atkâr.
MAHİRANE  f. Ustaca, ustalıkla, maharetle.
MAHÎS  Kaçacak yer. Kaçamak. * Kurtulmak.
MAHİYAN  (Mâh. C.) Aylar. * (Mâhî. C.) Balıklar, semekler.
MAHİYANE  f. Ay hesabıyla verilen ücret. Aylık.
MAHİYAT  Mahiyetler. Esaslar. Hakikatlar. İç yüzleri.
MA-HİYE  O şey ki.
MAHİYET  Bir şeyin içyüzü, aslı, esası. Bir şeyin neden ibâret olduğu, künhü, esası, hakikatı. (Mâhiyet, hakikatten daha umumidir. Hakikat, mevcudatta, mahiyet ise, hem mevcudat hem ma'dumatta müstameldir.) (L.N.)(İnsanın kıymetini tayin eden, mahiyetidir. Mahiyetin değeri ise, himmeti nisbetindedir. Himmet ise, hedef ittihaz ettiği maksadın derece-i ehemmiyetine bakar. İ.İ.)
MAHİYET-İ CÂMİA  Çok vasıfları içinde toplayan mahiyet. (Bak: Himmet)
MAHİYYE  Aylık.
MAHÎZ  Hayız hali zamanı. (Bak: Hayız)
MAHÎZA  (C: Mehâyız) Hayız bezi.
MAHK  Gidermek. * İptal etmek, saymamak. * Eksik, noksan.
MAHK  İnat etmek. * Birbirini tutup çekmek.
MAHKEDE  İkamet mevzii, oturulan yer.
MAHKEME  (Hüküm. den) Dâvaların görülüp hükme, karara bağlandığı yer. İcra-yı adalet için çalışan resmî daire.
MAHKEME-İ EVKAF  İkinci meşrutiyetin ilânından sonra evkaf müfettişliği dairesine verilen ad.
MAHKEME-İ KÜBRA  Öldükten sonra, âhiretteki ve Allah (C.C.) huzurundaki mahkeme. Bütün insanların muhakemesinin huzur-u İlâhiyede yapılacağı yer.
MAHKEME-İ NİZAMİYE  Adliye mahkemeleri. Temyiz mahkemeleri ile hukuk ve ceza mahkemeleri.
MAHKEME-İ ŞER'İYYE  şeriat mahkemesi. şeriat hükümlerine göre dâvalara bakan mahkeme.
MAHKEME-İ TEMYİZ  Adliye mahkemelerince verilen karar ve hükümlerin son inceleme ve tahkik mercii olan yüksek mahkeme.
MAHKEME-İ UZMA  Büyük mahkeme. Mahkeme-i Kübra.
MAHKÎ  Hikâye olunmuş. Anlatılmış. Rivayet olunmuş olan.
MAHKİYYUN ANH  Kendisinden bahsedilen, kendisinden anlatılan.
MAHKUD  Hased edilen, hased olunan.
MAHKUK  Hakkedilmiş. Sert bir şey üzerine sert kalemle kazılarak yazılmış.
MAHKÛM  Aleyhinde hüküm verilmiş olan. Dâvayı kaybedip cezalanan. * Birisinin hükmü altında bulunan. * Zorunda ve mecburiyetinde olma. Katlanma.
MAHKÛMUN-ALEYH  Kendi aleyhinde hüküm verilmiş olan.
MAHKÛMUN-BİH  Kendisi hakkında hüküm verilmiş olan.
MAHKÛMUN-LEH  Dâvayı kazanmış olan. Lehine hükmolunan.
MAHKUN  Suçsuz, masum.
MAHKUN-UD-DEM  Fık: Katli lâzım olmayan kimse.
MAHKUR  (Bak: Muhakkar)
MAHL  Kıtlık, kaht.
MAHLAS  Nâm. Lâkab. Bazı muharrirlerde olduğu gibi, isme ilâve edilen başka bir isim. * Halâs olacak, kurtulacak yer.
MAHLASNAME  şiir söylemeye yeni başlayan bir şâire, usta şâir tarafından mahlas verildiğine dair yazılan manzume.
MAHLEB  Bal. * Süt sağacak kap. * Bir cins ot.
MAHLEB  (C: Mahâlib) Kedi, arslan gibi hayvanların pençesi.
MAHLECE  (C: Mehâlic) Hallaçların yün ve pamuk attıkları yer.
MAHLEFE  Söğütlük.
MAHLU  Hal' edilmiş. Tahtından indirilmiş padişah. * Reddedilmiş olan.
MAHLUB  Sağılmış hayvan.
MAHLUC  (Pamuk gibi) Atılmış, hallaçlanmış.
MAHLUCE  Rey ve fikri doğru olmak.
MAHLUF  Yemin etme, and içme, kasem etme.
MAHLUF-ÜN ALEYH  Hakkında yemin edilen husus.
MAHLUK  Traş olmuş.
MAHLUK  Yaratılmış. Yoktan var edilmiş olan.
MAHLUKA  Başkasının olup da benimsenen manzum parça.
MAHLUKAT  (Mahluk. C.) Yaratılmışlar. Mahluklar. Allah'ın yarattığı şeyler.(Şu mahlukat, İzn-i İlâhi ile, zaman nehrinde mütemadiyen akıyor. Alem-i gaybdan gönderiliyor, âlem-i şehadette vücud-u zâhiri giydiriliyor. Sonra âlem-i gayba muntazaman yağıyor. İniyor. M.)
MAHLUL  Çözülmüş, dağılmış. Hallolmuş, erimiş. * Murisi ölen sahipsiz mal. Mirasçısı bulunmayıp hükümete kalan miras.
MAHLUL-U MUFASSAL  Tapu usulüne ait bir tâbir olup, köyler ve mezarlar tımarıydı. Berat ile verilirdi.
MAHLUL-U SIRF  Fık: Hakk-ı intikal ve hakk-ı tapu sahibi bırakmaksızın mutasarrıfının vefatiyle mahlul kalan arazi.
MAHLUL  Delinmiş. * Öbür tarafına işlenmiş olan şey.
MAHLULAT  Mirasçısı olmadığı için evkâfa veya hükümete kalan miraslar.
MAHLULİYET  Mahlul olma hali, mahlulluk.
MAHLUT  (Halt. dan) Karıştırılmış. Katılmış. Karışık.
MAHLUTA  Bulgurla karışık mercimek çorbası.
MAHMASA  Azlık. * Açlıktan zayıf düşme.
MAHMEL  Üzerine yük konulan şey.
MAHMİ  Korunan, himaye gören. Hıfzolan.
MAHMİDET  (C.: Mahâmid) Övme, senâ etme, medhetme.
MAHMİDETSÂZ  f. Senâ ve medheden.
MAHMİL  Harameyne hacı kafilesi ile birlikte gönderilen hediyeler. * Deve üzerine konulan sepet. Mahfe. Sürre. * Bir ibareye hamledilen mâna ihtimâllerinden her birisi.
MAHMİL-İ ŞERİF  Mekke ve Medine'ye, sürre namiyle gönderilen hediye ve paraların yüklendiği vasıta.
MAHMİYE  (Himâye. den) Bir şeyi koruma, muhafaza ve himâye etme. * (Muhâfazalı) büyük şehir.
MAHMUD  Medh olmaya müstehak, medhe lâyık. Öğülmüş, medh ü senâ olunmuş. * Peygamberimizin isimlerindendir. * Tar: Ebrehe'nin Kâbeyi yıkmak için getirdiği filin adı.
MAHMUD-U BİL-ITLAK  Her cihetle ve bütün hallerde medhe ve hamde elyak olan Cenab-ı Hak.(Hiç mümkün müdür ki: Bir baharı halk edemiyen ve bütün meyveleri icad edemiyen ve yeryüzünde sikkeleri bir olan bütün elmaları inşa edemeyen; onların bir misal-i musaggarı olan bir elmayı halk edip o elmayı ni'met olarak birisine yedirsin, şükrünü kazansın, Mahmud-u Bilıtlak'a hamd noktasında iştirak etsin. Hâşâ! M.)
MAHMUD-ÜL HİSÂL  İyi ahlâk sahibi.
MAHMUD-ÜŞ ŞİYEM  Medhedilecek huylara sâhib olan. Beğenilen ve takdir edilen hasletler kendinde bulunan.
MAHMUDİYE  Sultan 2. Mahmud adına yapılan ve kalyon büyüklüğünde olan eski bir harp gemisi. * Sultan 1. Mahmud zamanında basılan 23 ayar altın. * Sultan 2. Mahmud zamanında basılan ve yirmibeş gümüş kuruş değerinde olan ince altın sikke.
MAHMUL  Yüklenilmiş. Hamlolunmuş. Bir şey arkasına yüklenmiş olan. Üzerine alınmış. * Gr: Bir cümlede fâile yükletilen işi, oluşu veya hâli gösteren fiil. * Man: Müsned, haber. "İnsan nâtık" cümlesinde "İnsan" mevzu, "nâtık" mahmuldur.
MAHMULE  Yük. Hamule.
MAHMULEN  Mahmul olarak, yüklü olarak.
MAHMUM  Hummaya, sıtmaya tutulmuş. Sıtmalı olan. Ateşli olan. Mecnun. Saçma sapan konuşan.
MAHMUMANE  f. Sayıklarcasına, sayıklıyarak. * Ateşler içinde, ateşli olarak.
MAHMUR  (Hamr. dan) Sarhoşluğun verdiği sersemlik. * Uyku basmış ağırlaşmış göz. Baygın göz.
MAHMURANE  f. Baygın bir şekilde. Mahmurcasına.
MAHMUZ  Oksitlenmiş, hamızlanmış.
MAHMUZ  (Mihmaz. dan) Binilen hayvanın sür'atini arttırmak maksadıyla dürtme için potin yahut çizmenin ökçesine takılan demirden yapılmış âlet. * Kovanların çerçevelerine peteği tesbit etmek için kullanılan mâden tekerlekçik. * Bir yapıyı veya duvarı, dıştan beslemek için kullanılan destek, payanda. * Bir köprünün ayaklarının uç kısmında çıkıntı yapan taş kütlesi. * Düşman gemisinin bordasına girmek ve onu batırmak için bazı eski harp gemilerinin ön tarafında bulunan, ileriye doğru uzanmış takviyeli kısım.
MAHN  Kuyudan su çıkarmak. * İmtihan etmek. * Bahşiş vermek. * Vurmak.
MAHN  Cima etmek. * Ağlamak. * Kuyudan su çekmek. * Uzun boylu adam.
MAHNAK  Boğazın boğacak yeri.
MAHNİYE  (C: Mehâni) Derenin dar ve kısık yeri.
MAHNUK  Boğulmuş. Boğazı sıkılmış. Boğuk.
MAHNUKAN  Boğazı sıkılarak, boğulmuş olarak.
MAHNUN  Sar'alı. Cin taifesi dokunmuş hasta. Mecnun.
MAHPARE  f. Pek güzel kimse. * Ay parçası.
MAHPERVER  f. Mehtaplı.
MAHPEYKER  (Bak: Mehpeyker)
MAHR (MUHUR)  (C: Mevâhır) Yarmak. * Yükseltmek. * Rüzgârın çıkardığı gürültü.
MAHRA  Değerli ve itibarlı insan. * Uygun, münâsib ve elverişli şey.
MAHRAB  (C: Mehârib) Cenk edecek, dövüşülecek yer.
MAHREC  Çıkacak yer. * Ses ve harflerin ağızdan çıktıkları yer. * Mat: Bayağı kesirde çizginin altındaki sayı. (Payda) * Hususi bir meslek için adam yetiştirmeğe mahsus mekteb ve dâire. (Meselâ: Mekteb-i fünun-u harbiye zâbit mahrecidir.) * Tarik-i ilmiyede büyük bir pâyeye vesile-i irtika addolunan bir rütbe. * Mevleviyet. * Dahilde çıkarılan mahsulât ve emtianın sarfı için hariç memlekette bulunan mahal.
MAHREF  Bostan. Hurmalık. * Yemiş sepeti.
MAHREFE  Yol.
MAHREK  (Mahrak) Yakılacak yer. Bir şeyin yandığı yer.
MAHREK  Koz: Bir gezegenin bir devrede üzerinden gittiği farzedilen dâirevi hat, hareket yeri. Mermi yolu.
MAHREK-İ SENEVÎ  Bir seyyarenin, bağlı olduğu kürenin etrafında dönmesiyle hâsıl olan farazî daire.
MAHREM  Gizli. * Dince ve şer'an müsaade olunmayan. * Birisinin hususi hâllerine ait gizli sır. * Nikâh düşmeyen, evlenilmesi haram olan yakın akraba. (Baba, dede, anne, nine, erkek ve kızkardeş, amca, dayı, hala ve teyzeler arasında bir neseb yakınlığı, bir ebedî mahremiyet vardır. Bunlar arasında nikâh asla caiz değildir.) * Çok samimi ve içli-dışlı olan kimse.
MAHREM-İ ESRAR  Gizli sırlara vakıf olan çok yakın kimse. Gizli sır söyleyen kimse.
MAHREM  İki dağ arasındaki yol.
MAHREMAN  (Mahrem. C.) Sırlar. Gizli şeyler. Esrar. * Sırdaşlar.
MAHREMANE  f. Gizli ve saklı olarak. Mahrem bir tarzda.
MAHREMİYYET  Gizlilik. Mahrem olma hali.
MAHRU  (C.: Mâhruyân) f. Ay yüzlü. Yüzü ay gibi parlak olan. Güzel.
MAHRUB  Mahrum edilmiş. Elinden varı yoğu alınmış. Bomboş bırakılmış.
MAHRUB  Harabedilmiş, dağıtılmış.
MAHRUF  Toplanılmış devşirilmiş meyve.
MAHRUK  Yanan. Yanmış.
MAHRUK-UL FUAD  Yüreği yanık.
MAHRUKAT  Yakılacak madde. Yanan şeyler.
MAHRUKAT-I MÂYİA  Akaryakıt.
MAHRUM  Maddi veya manevi nimetlerden uzak kalmak. * Malı bereket bulmaz olan bedbaht. Felâhtan nasibsiz olan. * İffetinden dolayı zengin zannedildiğinden sadakadan mahrum olan.
MAHRUMANE  Mahrumcasına. Bahtsız ve nasipsizcesine.
MAHRUMİYYET  Elde edemeyiş. Yokluk. Mahrumluk. İstediğini elde edememe.
MAHRUR  Hararetli. Ateşli. İçi hararetli olan.
MAHRURÂNE  f. Ateşli ateşli. Hararetli bir surette.
MAHRUS  Himâye edilen. Korunan. Gözetilen.
MAHRUS  Hırsla istenilmiş.
MAHRUSA  Büyük şehir.
MAHRUT  Geo: Tabanı daire olup, yan kenarları bir noktada birleşen geometrik şekil, koni.
MAHRUTÎ  Mahrut şeklinde olan. Altı daire ve üstü sivrilerek bir noktada birleşen, huni şeklinde olan. Konik.
MAHRUTİYYET  Mahrutilik, konik olma hâli.
MAHRUT  Kasnı denilen zamkın ağacı.
MAHRUYAN  f. Güzeller, ay yüzlüler. * Mc: Veliler. Allah'a itaatten ayrılmayan manevî güzellik sâhibi kimseler.
MAHRUZ  Kepâze, rezil, rüsvay, aşağılık, âdi. İtibarsız.
MAHS  Hayaları çıkarılmış. İğdiş edilmiş.
MAHS  Hâlis olmak, saf ve katışıksız olmak.
MAHSAD  Ekini biçilmiş yer.
MAHSEBE  şüphe etme, şüphelenme, sanma.
MAHSER  Huy, tabiat.
MAHSUB  Sayılmış. Hesaplanmış. Hesabına kaydedilmiş. * Bir zata mensub kabul edilen.
MAHSUBÂT  (Mahsub. C.) Hesab edilmiş olanlar. Hesaba dahil edilmişler.
MAHSUBEN  Hesaplanarak. Hesaplı olarak. Hesabına kaydedilerek.
MAHSUBİYET  Mahsubluk, mensubluk.
MAHSUB  Kızamık çıkarmış kişi.
MAHSUD  Kendine hased edilen. Kıskanılan kimse.
MAHSUD  Biçilmiş ekin. * Ekini biçilmiş tarla.
MAHSUF  Husufa uğramış. Gölgelenmiş. Perdelenmiş.
MAHSUL  Husul bulan. Hâsıl olan. * Elde edilen şeyler. * Toprak ve hayvanlardan elde edilen şey.
MAHSULÂT  (Mahsul. C.) Mahsuller. Hâsılat. Tarladan, bahçeden veya hayvanlardan elde edilen gıda maddeleri.
MAHSULÂT-I ARZİYE  Toprak mahsulleri.
MAHSULÂT-I SINÂİYE  Endüstri mahsulleri.
MAHSULDAR  f. Verimli, bereketli. Mahsul veren.
MAHSUN  İstihkâmlı. Kuvvetlendirilmiş. Sarp, sağlam ve metin kılınmış.
MAHSUR  Fersiz göz. Yorulmuş, uzun uzadıya bakmaktan donuklaşmış ve göremez olmuş göz.
MAHSUR  Etrafı çevrilmiş. Muhasara altına alınmış. Hasrolunmuş. Hududlanmış. Kuşatılmış.
MAHSUS  Duyulmuş. Hissedilmiş. Derk olunmuş. Duyulan. * Aşikâr, belli, zâhir, meydanda.
MAHSUS  Ayrılmış, tâyin edilmiş. * Herkese âit olmayıp bazılara âit olmuş olan. Yalnız birine âid olan. Hususileşmiş. Müstakil. * Bile bile, istiyerek. * Yalandan, şakadan, lâtife olarak.
MAHSUSA  Mahsus, hususi.
MAHSUSAT  Gözle görülen, hisle anlaşılan şeyler. (Ma'kulât'ın zıddı)
MAHSUSEN  Ayrıca, bile bile, mahsus olarak.
MAHSUSİYET  Mahsusluk. Hususi olma hâli.
MAHŞ  Yakmak.
MAHŞER  Toplanma yeri. Kıyametten sonra insanların tekrar dirilip toplanmaları ve toplandıkları yer. Haşir meydanı. * Çok kalabalık.
MAHŞER-İ ACÂİB  Herkesi hayrete sevkeden toplanma. Veya toplanma yeri. * Hayret edilecek harika şeylerin bulunduğu yer.
MAHŞUB  Kesilmeye elverişli olmadan kesilen ağaç.
MAHŞUD  Toplanmış. Yığılmış.
MAHŞUR  Toplanmış.
MAHŞUŞ  Kuru ot.
MAHŞUŞ  (Haşşe. den) İçine girilmiş. * Buğzedilmiş. * Gizlice bir şey verilmiş. * Karalanmış.
MAHŞÜV  Fazla. * İçi doldurulmuş.
MAHT  şiddetli.
MAHT  Çıkarmak. * Çekmek.
MAHTAB  (Bak: Mehtâb)
MAHTAB  (C: Mehâtıb) Odun yığacak yer, odunluk.
MAHTAM  (C: Mehâtım) Burun.
MAHTELEF-EL MELEVAN  Gece ve gündüzün ihtilâfı ve değişmesi müddetince.
MAHTİD  Kişinin durduğu mekân.
MAHTUBE  Evlenmek için istenilen kadın.
MAHTUM  Mühürlenmiş. Damgalanmış. * Kilitlenmiş. * Bağlanmış.
MAHTUMANE  f. Bir kitabı hatmettikten sonra verilen ziyafet.
MAHTUN  Sünnet olunmuş. Hitan edilmiş.
MAHTUR  (Hatar. dan) Hatara, tehlikeye yakın. * Düşünme. Fikir ve endişe.
MAHTUT  (Mahtute) Çizilmiş. Çizgilenmiş. Yazılmış.
MA'HUD(E)  Vaad edilen. Söz verilen. Belli olan. * Mezkur, sözü geçen. * Mc: Fena bilinen kadın.
MAHUDANE  Bir ot adı.
MA'HUDİYYET  (Ahd. den) Söz verilmiş olma. Ahdedilmiş bulunma. Belli olma.
MAHUF  Korkulu. Tehlikeli.
MAHULE  Kocası ölmüş kadın.
MAHUR  f. Kumarhâne. Meyhâne.
MAHUZA  Temiz. İtibarlı, şerefli, asil. * Saf, hâlis, katıksız.
MAHV  Harab olma. Yıkılma. Ortadan kalkma. Çökme. Bozulma. * Tas: Beşeri noksanlıklardan kurtuluş hâli.
MAHV VE SEKİR  Fenafillâh makamında kendi varlığını hiç görmek ve bu mânevi hâlin zevk ve te'sirinden ruhi bir coşkunlukla kendinden geçme hâli.
MAHVA  Secdede karnını uyluklarından çekip ayıran kimse.
MAHVAR  f. Ay gibi.
MAHVARE  f. Aylık maaş.
MAHVE  Kuzey rüzgârı.
MAHVEŞ  f. Ay gibi.
MAHVİYYET  Alçak gönüllülük. Tevâzu. Kendi kusurunu bilip kendine haddinden fazla kıymet vermemek. Tevâzu içinde olmak.
MAHY  Gidermek.
MAHYA  Hayat. Canlılık.
MAHYA  Ramazanlarda, kandillerde veya bayramlarda çifte minâreli olan camilerde iki minare arasına gerilen ipe asılmak suretiyle ışıklarla yazılan yazı veya yapılan resim. * Dam çatısında iki eğik sathın birleştiği çizgi ve buradaki aralığı kapatmak için kullanılan uzunca, oluk biçiminde kiremit.
MAHYANE  f. Aylık. Aydan aya verilen maaş.
MAHYERE  Muhayyerlik, beğenip seçmede serbestlik.
MAHZ  Safi ve hâlis. Katıksız. Sırf. Hâs. Hulus ile muhabbet. * Tâ kendisi. * Sadece. * Su katılmamış hâlis süt.
MAHZ-I EDEB  Edebin ta kendisi. Sırf terbiye ve edeb.
MAHZ-I HİKEM  Akıllılığın ve filozofluğun ta kendisi. Hikmetlerin ta kendisi.
MAHZ-I KERAMET  Tam bir keramet gibi. Kerametin ta kendisi.
MAHZ  Yoğurdu çalkalayıp yağını almak.
MAHZ  Nikâh.
MAHZA  Ancak. Yalnız. Tek. * Sâde. Hâlis. Katıksız. Tam.
MAHZAN  Ancak. Yalnız. Sadece. Tek.
MAHZANE  Güvercinlik.
MAHZAR  (Huzur. dan) Hazır olma. Gösteriş, görünüş. * Huzur yeri. Büyük bir insanın önü. * Birçok kimse tarafından imzalı dilekçe. * Mahkeme sicili.
MAHZEM  (C.: Mehazim) Atın kolan yeri.
MAHZEN  Hazine ve define gibi şeyleri koyacak yer. * Erzak yeri. * Bodrum. Yeraltı.
MAHZEN  Yalnız, ancak, tek.
MAHZÎ  Kepâzelik ve rüsvaylığa sebep olan huy. Rezil olmağa sebebiyet veren kötü huy.
MAHZU'  Boyun eğmiş.
MAHZUB  Boyanmış.
MAHZUD  (Mahdud) Silinmiş, tesviye edilmiş. * Düzgün. * Meyvesinin çokluğundan dalları basıp bükülmüş.
MAHZUF  Silinmiş. * Yerinden düşürülmüş. Kaldırılmış. Hazfolunmuş. * Edb: Noktasız harflerle yazılmış olan. (Bak: Mücerred)
MAHZUL  Hakir. Kıymetsiz. Perişan. Hor. Rüsvay.
MAHZULEN  Hakir, kepaze, rezil ve rüsvay olarak.
MAHZUM  Burnunun halkasıyla tutulan sığır ve deve. * Her delinmiş nesne.
MAHZUN  Hazinede saklanan şey.
MAHZUN  Tasalı. Kederli. Hüzünlü. Gamlı.
MAHZUNANE  f. Kederlice, düşünceli, üzgünce.
MAHZUNİYET  Mahzunluk. Kederli ve kaygılı oluş. Üzüntülü olma.
MAHZUR  Hazer edilecek şey. Özür. Korkulacak şey. Müsaade olmayan. Mâni. Çekinilecek şey.
MAHZUR  (Hazr. dan) Haram. Memnu şey. Yasak olan şey.
MAHZURAT  Yasaklar. Mâniler. Haram şeyler.
MAHZURAT  Hazer edilip korunulacak şeyler. Yasak olanlar. Engeller.
MAHZURE  Çekinme, sakınma, içtinâb etme. * Cidâl, muharebe.
MAHZURE  (C.: Mahzurât) Şer'an yasaklanmış olan şey. Men ve haram edilmiş şey.
MAHZUZ  Memnun. Hoşnud. Zevkli. Hoşlanmış. Hazzetmiş.
MAHZUZÂT  Hoşa giden şeyler. Hazlar.
MAHZUZİYET  Mahzuzluk, hoşlanma, hoşa gitme.
MAIZ  (C.: Mevâız) Keçi.
MAÎ  Su cinsinden. Akıcı, su renginde, mâvi. Katı ve sert olmayıp su gibi, akıcı olan.
MAÎB  (C.: Maâyib) Kusur, eksiklik, noksanlık. Leke. * Ayıplanmış.
MAİC  Dalgalı deniz.
MAİDE  Yemek sofrası. Üzerinde nimetler bulunan sofra. Ziyafet. * Kur'an'ın 5. Suresinin adıdır ve Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur.
MAİDE-İ SENİYYE  Pâdişah ziyâfeti.
MAİDESÂLÂR  f. Sofracı başı.
MAİKA  Derin, amik.
MÂİL  Eğik. Bir tarafa eğilmiş. Eğri. * Meyilli. Hevesli. İstekli. * Düşkün. * Benzer.
MÂİL-İ İNHİDÂM  Yıkılmağa yüz tutmuş.
MÂİL-İ KAMER  Ayın dünya etrafında dolaştığı dâire. Ayın mahreki, yörüngesi.
MAÎL  Ehil, iyal, çoluk çocuk.
MÂİLE  Coğ: Dağların bir yana doğru alçalıp giden taraflarından her biri. * Eğri, eğilmiş.
MÂİLİYYET  Eğiklik. Meyillik.
MAİN  Saf, akar su. * Göz önünde akan su. * Cennet şerbeti. * Zâhir, görünen. * Göz değmiş, nazar değmiş.
MAİN MEHİN  Zayıf, hakir su. * Meni.
MAİS  Ağaçları sık bitmiş olan yer.
MAİŞET  (Ayş. dan) Yaşayış. Yaşama. Ömür. * Yaşamaya lüzumlu bulunan maddeler.
MAİŞETGÂH  f. Maişet yeri. Geçim te'min edilen yer.
MA-İ TESNİM  Cennet ırmaklarından biri.
MAİYYET  Beraberlik. Arkadaşlık. * Yüksek rütbeli bir kimsenin emri altında bulunan hey'et. * Yan. Nezd.
MAİYYET-İ SENİYYE  Pâdişâhın maiyyeti. Pâdişahın yakınında bulunanlar.
MAİZ  Keçi. * Az miktar keçi. Ufak keçi sürüsü.
MAJÜSKÜL  Büyüklük bakımından diğerlerinden biraz daha farklı olan harfler.
MA'K  (C: Emâık-Emâik) Derinlik. * Sahradan bir taraf.
MAK  (C: Amâk-Emâık) Göz pınarı.
MA'K  Ovmak. * Tehir etmek, sonraya bırakmak.
MAK'  Atmak. * Emmek.
MAKA  Hıyarşenber denilen nebat.
MAKABİH  (Makbaha. C.) Çirkin ve yakışıksız davranışlar.
MAKABİR  (Kabr. C.) Kabirler. Mezarlar.
MA-KABL  Öndeki. Üstteki. Geçmişteki.
MA'KAD  Ahidnâme yapılan, anlaşma akdedilen yer.
MAK'AD  Oturulacak yer. Minder. * Oturulduğunda bedene temel olan âzâ. Kıç.
MAKADE  Davar yedmek.
MAK'ADE  Kurbağa.
MAKADİM  (Makdem. C.) Geri gelmeler. Dönüp gelmeler.
MAKADİR  (Ka, uzun okunur) Kuvvetler. Kudretler.
MAKADİR  Mikdarlar. Kısımlar. Ölçüler. * Muayyen ve mâlum olan kısımlar.
MAKAL  Söz. Lâkırdı. Kavl. Söyleyiş.
MA'KAL  (C: Meâkıl) Sığınacak ve saklanacak yer. * Kale.
MAKALAT  (Makale. C.) Makaleler. Söz ve yazılar. Bahisler.
MAKALE  Söylenen söz. Söyleme. Söyleyiş. Kelâm. Nutuk. * Bir bahsin kaleme alınışı.
MAKALİD  (Ka, uzun okunur) Hazineler. * Kilitler. Anahtarlar.
MAKALİD-İ İNKIYAD  İnkıyad, bağlılık kilitleri.
MAKALİM  (Maklem. C.) Ucu budanmış ve sivrilmiş şeyler.
MAKAM  Durulacak yer. * Rütbeli yer. * Câh. Mesned. Mansab. * Musikide usul. Tempo.
MAKAM-I ÂLÎ  Yüce ve âli makam. Eskiden bu tabir, bakanlıklar hakkında kullanılırdı.
MAKAM-I CİFRÎ  Cifir hesabına göre olan netice, sayı değeri.
MAKAM-I HİTABÎ  Zanni delil ile iktifa edilen makam.
MAKAM-I HİZMET  Hizmet makamı. İş görme yeri.
MAKAM-I İBRAHİM  (Bak: Kâbe)
MAKAM-I MAHMUD  (Şefaat-ı Uzmâ) En yüksek şefaat makamı. Peygamberimizin (A.S.M.) kavuşacağı, Allah tarafından vaad edilen makam. $ Cenab-ı Hak va'dettiği halde, her ezan ve kametten sonra edilen mervî duada $ deniliyor; bütün ümmet o va'di ifa etmek için dua ederler. Bunun sırr-ı hikmeti nedir?Bu kadar tekrar ile kat'i verilecek olan bir şeyin vermesini istemesinin sırr-ı hikmeti şudur: İstenilen şey, meselâ Makam-ı Mahmud bir uçtur. Pek büyük ve binler Makam-ı Mahmud gibi mühim hakikatları ihtiva eden bir hakikat-ı âzamın bir dalıdır. Ve hilkat-ı kâinatın en büyük neticesinin bir meyvesidir. Ve ucu ve dalı ve o meyveyi duâ ile istemek ise; dolayısiyle o hakikat-ı umumiye-i uzmanın tahakkukunu ve vücud bulmasını ve o şecere-i hilkatın en büyük dalı olan âlem-i bâkinin gelmesini ve tahakkukunu ve kâinatın en büyük neticesi olan haşir ve kıyametin tahakkukunu ve dâr-ı saadetin açılmasını istemektir. Ve o istemekle, dâr-ı saadetin ve Cennet'in en mühim bir sebeb-i vücudu olan ubudiyet-i beşeriyeye ve daavât-ı insaniyyeye kendisi dahi iştirak etmektir. Ve bu kadar hadsiz derecede azim bir maksad için, bu hadsiz duâlar dahi azdır. Hem Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'a Makam-ı Mahmud verilmesi, umum ümmete şefaat-ı kübrasına işarettir. Hem o, bütün ümmetinin saadetiyle alâkadardır. Onun için hadsiz salâvat ve rahmet duâlarını bütün ümmetten istemesi ayn-i hikmettir. ş.)
MAKAMAT  (Makam ve makame. C.) Makamlar, mertebeler. * Cemaatler, cemiyetler, kalabalıklar, topluluklar.
MAKAMAT-I ÂLİYE  Yüksek şerefli mevkiler, makamlar. Yüce makamlar.
MAKAME  (C: Makamât) Meclis. * Topluluk, cemaat, cemiyet, kalabalık. * Nutuk tarzında söylenen sözler.
MAKAMİ'  (Mikmaa. C.) Gürzler, topuzlar.
MAKANİ'  (Mıkna' ve Mıknaa. C.) Başörtüleri, eşarplar.
MAKARİZ  (Mikrâz. C.) Makaslar, kesecek âletler.
MAKARR  (Karar. dan) Karar yeri. Karargâh. Kararlı yer. Merkez. Pâyitaht.
MAKARR-I HÜKÜMET  Hükümet merkezi. Pâyitaht.
MAKARR-I İDARE  İdare merkezi. Pâyitaht. Hükümet merkezi.
MAKARR-I SALTANAT  Saltanat merkezi. Hükümetin idare edildiği baş şehir.
MAKASID  Maksadlar, istekler, gayeler. Niyetler.
MAKASID-I AKSÂ  En uzak, en son ve en büyük maksadlar.
MAKASID-I İNSÂNİYET  İnsanlık maksadları. İnsanlığın gayeleri.
MAKASİM  (Maksim. C.) Su taksim edilen yer.
MAKASİR  (Maksure. C.) Bir hânedeki en mahrem taraflar. Bir evin en mahrem tarafları. * Câmilerde etrâfı parmaklıklarla çevrili yüksek yer.
MAKASS  Makas.
MAKATI'  (Ka, uzun okunur) Kesmeler. Kesişmeler. Kesişen yerler. * (Kat'. C.) Sözdeki veya nazımdaki durak yerleri. Heceler.
MAKATİL  (Maktel. C.) Katlin yapıldığı yerler, öldürme fiilinin geçtiği yerler, makteller.
MAKATİR  (Maktar. C.) Damlalar, katreler.
MAKAVİD  (Mekud. C.) Yularlar.
MAKAVİL  Sözler. Kaviller. Lisânlar. Diller.
MAKAZZ  Başın arka tarafından iki kulağın arası.
MAKBAH  (C: Mekâbih) Çirkin olmak. Çirkin olacak yer.
MAKBAHA  (C.: Makabih) Kabih, yakışıksız ve çirkin hareket.
MAKBER(E)  (C.: Mekabir) Mezar. Kabir.
MAKBERE-İ ŞÜHEDÂ  Şehidlerin mezarı. Şehidlik.
MAKBIZ  Kılıcın ve yayın kabzası.
MAKBUH  Beğenilmeyen. Çirkin ve kabih görülen.
MAKBUHA  Kabih olan ve hoşa gitmeyip beğenilmeyen hâl veya iş.
MAKBUL  (Makbule) Kabul olunan. Beğenilen. Sevablı.
MAKBUL-ÜŞ ŞAHÂDE  Şahâdeti kabul edilen. Şahidliği kabul edilmiş olan.
MAKBULİYET  Beğenilmişlik, makbullük.
MAKBUL  Ayağı bağlı olan.
MAKBUR  (Kabr. den) Gömülmüş, defnedilmiş, kabre konulmuş.
MAKBUZ  (Kabz. dan) Alınmış, kabzolunmuş. Alınan. * Daraltılmış, sıkılmış. * Bir şeyin alındığına karşı verilen imzâlı ve mühürlü kâğıt.
MAKBUZAT  (Makbuz. C.) Alınan paralar. Satıştan veya borçlulardan toplanan paralar.
MAKDEM  (C.: Makadim) (Kudum. dan) Dönüp gelme. Gelme.
MAKDEM-İ BEHÂR  Baharın gelmesi.
MAKDERET  (Kudret. den) Kuvvet, kudret, güç, zor.
MAKDİS  Mukaddes yer.
MAKDUD  Uzun boylu kişi.
MAKDUH(E)  (Kadh. den) Beğenilmemiş, ayıp.
MAKDUNİS  Maydanoz.
MAKDUR  Güç. Kuvvet. Kudret. * Takdir olunmuş. Allah'ın takdiri. Daha evvelden takdir olunmuş.
MAKDUR-İ BEŞER  İnsanın yapabileceği şey.
MAKDUR-ÜT TESLİM  Ele geçirilmesi mümkün olan.
MAKDURAT  (Makdur. C.) Takdir-i İlâhi olanlar. Güç ve kuvvet. Elden gelenler. Takdir edilenler.
MA'KED  (C: Meâkıd) Akdedecek yer.
MA'KES  Akis yeri. Akseden yer. (Ayna güneşin ma'kesi olduğu gibi.)
MAKET  Fr. Bina, şehir gibi eserlerin, belirli bir ölçüde küçültülmüş modeli.
MAKH  Sür'at, hız.
MAKHUR  (Kahır. dan) Kahredilmiş. Mahvedilmiş. Bozguna uğratılmış. Mağlub. Mahkum. Allah'ın (C.C.) gazabına uğramış. Yenilmiş. Hakaret görmüş.
MAKHUR-U KAHR-İ İLÂHÎ  Allah'ın gazabına uğramış. Allah'ın kahrıyla kahrolmuş.
MAKHURANE  Kahr ve gazaba uğramış hâlde. Gazaba uğramış olanlara benzer şekilde.
MAKHURİYET  Kahrolmuşluk, ezilmişlik, bitkinlik. Allah'ın kahr ve gazabına uğrama.
MA'KIL  Melce'. Sığınacak yer.
MAKIT  Dar yer.
MAKİ  Coğ: Çalı ve küçük ağaçlarla kaplı arazi.
MAKİD  Kesilmeyen ve daimi olan.
MA'KİD  Düğüm yeri. Bağ. Akdedilecek yer.
MAKÎL  Öğle uykusuna yatılacak yer. Kaylule yeri. Rahat edecek yer. Kuşluk uykusu.
MAKİNİST  Makine ustası. Makineyi çalıştırmakla vazifeli kişi.
MAKİR  Hile yapan. Mekreden.
MAKİS  (Mâkise) Durup dinlenen, duraklayıp eğlenen.
MAKÎS  (Kıyas. dan) Kıyas edilebilen. Benzetilebilen.
MAKİS  Öşür ve vergi toplayan kimse.
MAKÎT  Buğz edilmiş. Mebğuz. Nefret edilmiş, sevilmemiş, menfur.
MAKİYAN  f. Tavuk.
MAKK  Yarmak.
MAKL  Suya batırmak. * Nazar etmek, bakmak.
MAKLEB  Kalbetme. Bir şeyin altını üstüne çevirme. * Kalbedilecek, çevrilecek veya değişecek yer.
MAKLETE  Helâk olacak yer.
MAKLU'  Sökülmüş, kökünden çıkarılmış, kal' olunmuş.
MAKLUAN  Sökülerek, kökünden çıkarılmış olarak.
MAKLUB  (Kalb. den) Altı üstüne çevrilmiş, kalbolunmuş. Ters döndürülmüş. Başka şekle sokulmuş. * Harfleri tersinden okunduğu zaman yine aynı olan kelime veya cümle. (Anastas mum satsana cümlesi gibi)
MAKLUBİYET  Ters döndürülmüşlük, altı üstüne getirilmişlik. Maklub olma hâli.
MAKLUD  Fitil gibi bükülmüş olan.
MAKLUM  Yontulmuş ve kesilmiş olan.
MAKLUV (MAKLİYY)  Pişirilmiş kebap.
MAKMAKA  Sözü boğazı içinden söylemek.
MAKMENE  Lâyık ve münâsip olacak yer.
MAKNA'  Kanaat edip râzı olacak yer. * Şâhid, adâlet şâhidi.
MAKNAT  Ümit kesecek yer.
MAKNEE (MAKNEUT)  Güneş görmeyen yer.
MAKR  Çok acı olmak.
MAKREBE  Hısımlık, yakınlık. Karâbet.
MAKREME  (Bak: Mikrame)
MAKRU'  Okunan. Okunmuş olan.
MAKRUF  Töhmetli kimse. * Yabana atılmış nesne.
MAKRUH  Yaralanmış, kahredilmiş. Mecruh.
MAKRUN  (Karn. dan) Ulaşmış. Kavuşmuş. Yakın. * Müsaadeye mazhar. * Çatık kaşlı olmak.
MAKRUN-U MÜSÂADE  İzin almış, izne kavuşmuş.
MAKRUN-U SIHHAT  Sıhhat ve hakikata yakın. Doğruluk derecesi fazla.
MAKRUNİYET  Yaklaşma. Yakınlık.
MAKRUT  Selem ağacının yaprağıyla dibâgat olan gön ve sahtiyan.
MAKRUZ  (Karz. dan) Ödünç verilmiş. İkraz edilmiş. Borç olarak verilmiş.
MAKS  Suya dalmak. Daldırmak.
MAKSAD  (C.: Makasıd) (Kasd. den) Kasdolunan ve istenilen şey. Merâm, gâye.
MAKSAD VE MÜSTEKARRIN TEMEYYÜZÜ  Kelâmın maksadının ve karar kıldığı yerin açık olarak belli olması.
MAKSAL  Mahsul ekilen yer.
MAKSAR  Nihâyet, son, netice.
MAKSARA  (C: Mekâsır-Mekâsir) Köşk, kasr.
MAKSEBE  Sazlık, kamışlık.
MAKSEE  Hıyar tarlası.
MAKSİM  (C.: Makasim) Taksim edilecek, dağıtılacak yer. * Suyun kollara ayrılma yeri. Masluk, savak.
MAKSUD  Kasdedilmiş. Kasdedilen. * İstenilen şey. İstek. Arzu. Gâye.
MAKSUM  Taksim edilmiş, ayrılmış, bölünmüş. * Kısmet, nasib.
MAKSUR  Zoraki, cebren. Elinde ve ihtiyarında olmadan.
MAKSUR  (Kasr. dan) Kasrolunmuş, kısaltılmış, kasılmış, alıkonulmuş. * Mahbus. * Kasrolunmuş nesne. * Gelinin üzerine tutulan duvak. * Gr: Bir kısım arapça kelimelerin sonunda yâ şeklinde yazılan, fakat elif gibi okunan harf. ( : Dâ'vâ) kelimesinde olduğu gibi. Buna, "Elif-i maksura" denir.
MAKSURE  (C.: Makasir) Câmilerde etrafı parmaklıkla çevrilmiş biraz yüksekçe yer.
MAKSUS  Kesilmiş, kırpılmış.
MAKSUV (MAKSIYY)  Kulağının ucu kesilmiş deve veya koyun.
MAKSÜE  Hıyar tarlası.
MAKŞUR  Soyulmuş, kabuğu çıkarılmış.
MAKŞUVV  Men' ve kahrolmuş. Tab'ından çıkarılmış.
MAKT  Kin, hiddet. İğrençlik. Şiddetli buğz.
MAKT  Vurmak.
MAKTA'  Kesilen yer, kat'edilen yer, kesinti yeri. * Uzun bir cismin enliğine kesildiği yerin görünüşü. * Edb: Her manzumenin, hususen gazellerin ve kasidelerin ilk beytine matla', son beytine makta' denir; makta'da şâirin ismi bulunur.
MAKTAA  Eskiden üzerinde kamış kalemin ucu kesilerek düzeltilen kemikten veyâ mâdenden yapılmış âlet.
MAKTANE  Pamuk tarlası.
MAKTAR  Damla, katre.
MAKTEL  Birinin öldürüldüğü yer. Bir katlin yapıldığı yer.
MAKTEM  Tozlu yer.
MAKTU'  (Maktua) (C.: Makati') Kesilmiş, kat olunmuş. * Pazarlıksız, değeri ve pahası biçilmiş. * Götürü.
MAKTUAN  Götürü olarak, toptan.
MAKTUL  Öldürülmüş, katledilmiş olan.
MAKTULEN  Öldürülerek, katledilerek.
MAKTULÎN  (Maktul. C.) Öldürülmüş insanlar. Vurulmuş veya katledilmiş kimseler.
MAKTUR  Katranlı. Katran sürülmüş.
MA'KUD  (U, uzun okunur) Akdolunmuş, bağlanmış, düğümlü, bağlı.
MAKUL  (Kavl. den) Denilmiş, söylenilmiş. * Söylenilen söz.
MA'KUL  Akla yakın, aklın kabul edeceği.
MA'KUL-ÜL-MA'NA  Bir sebebe, illete ve maslahata dayanan şer'i mesele. (Fakat, hakiki sebeb ise emr-i İlâhidir.) Bir hikmete ve bir maslahata binâen tercih edilmiş veya o hükmün teşriine müreccih olmuş olan şer'i mes'ele. (Bak: Taabbüdi)
MAKULAT  (Makule. C.) Çeşitler, takımlar. Kategoriler.
MA'KULAT  (Ma'kul. C.) Aklın uygun bulduğu, ancak akıl ile bilinir ve nakle müstenid olmayan meseleler ve ilimler. (Bak: Akliyat)
MAKULE  Takım, çeşit. Kategori.
MA'KULE  Diyet.
MA'KULİYET  Akla uygunluk, mantıki oluş. * Menkul olmayış.
MA'KUM  Kapalı.
MA'KUS(E)  Tersine dönmüş, aksetmiş, başaşağı çevrilmiş, zıddı. * Uğursuz.
MA'KUSEN  Ters olarak, aksine, zıddına olarak.
MA'KUSEN MÜTENASİB  Mat: Tersine olan müvâzene. Yâni, birbirine nisbet edilen iki şeyden, biri çoğaldığı oranda diğerinin eksilmesi veya birinin azaldığı nisbetinde diğerinin çoğalması. Ters orantılı.
MA'KUSİYET  Terslik, zıdlık, aksilik.
MAKV  Cilâ yapmak. * Yıkamak. * Saklamak.
MAKYA  Kusmak. * Kusma yeri.
MAKYE  Duracak yer, konak yeri.
MAKZABA  Yonca ekilen yer.
MAKZÎ  Kaza olunmuş, ödenmiş, te'diye olunmuş olan. Ümid edildiği üzere tamam ve ikmâl edici olan. Ödeyici. Sâhib-i mucib ve muris. * Fık: Kendi irade ve kesbimizin neticesi olmak üzere Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) yaratıp vücuda getirdiği bazı şeyler vardır ki, bunlar Allah'ın rızasına muhalif olduğundan, bunları irtikâb etmesi caiz değildir. Bu usul-ü kaideye, "makzî" denilmektedir.
MAKZUF  (Kazf. den) İftira edilmiş. Namusu hakkında lâf edilmiş. * Hazfolunmuş. Atılmış.
MAL  Fık: Bir kimsenin tasarrufunda bulunan kıymetli, lüzumlu şey. (Varlık, servet, para, ticaret eşyası gibi.)
MAL-İ CİZYE  Araziden alınan haraç.
MAL-İ GAYBÎ  Bulunmuş ve sahibi çıkmamış mal.
MAL-İ HULYA  f. Vesvese, kara sevdâ, kuruntu, boş hayaller.
MAL-İ KARUN  Mc: Çok zengin.
MAL-İ MAZMUN  Emânet olmayan mal.
MAL-İ MENKUL  Taşınabilen ve nakledilebilen mal. (Arâzi ve binanın haricindekiler)
MAL-İ MİRÎ  Miri malı. Hükümete veya devlete ait mal.
MAL-İ MÜTEKAVVİM  Huk: İki mânada kullanılır: Birisi, intifâı mübah olan şeydir. Diğeri, mâl-i mührez demektir. Meselâ, denizde iken balık gayr-i mütekavvim olup, tutmak ile ihraz olundukta, mâl-i mütekavvim olur. İntifâı mübah olmayan mal veya elde edilmemiş olan mal gayr-ı mütekavvimdir. Şirâ ile intifa' mübah olduğundan, mâl-i mütekavvimdir. (Ist.F.K.)
MAL-İ NÂTIK  Canlı mal. (At, deve, koyun gibi)
MAL-İ UHREVÎ  Âhiret için kazanılan sevap. Uhrevî mal.
MAL-İ ZIMAR  Bir kimsenin mâlik olduğu halde, onlardan faydalanması kabil olmayan; başka tabir ile, elinden çıkıp galib-i hale nazaran bir daha eline girmeleri umulmayan mallar.
MAL  f. "Süren, sürülen, sarılan, takılan" anlamlarıyla terkibler yapılmada kullanılır. (Meselâ: Pâymal: Ayak altında çiğnenen)
MA'L  Evmek, acele etmek, tez tez gitmek. * Alıp kaçmak.
MALAK  Manda yavrusu. Buzağı.
MALAKELAM  Diyecek yok. Söz götürmez.
MALAMAL  Çok dolu, lebâleb, ağzına kadar dolu.
MALANİHAYE  Sonsuz, nihâyetsiz. Uçsuz bucaksız.
MALARYA  ing. Sıtma.
MA'LAT  (C.: Maâli) Derin ve yüksek fikir. * Ululuk, şeref, itibar.
MALAYA'Nİ  (Mâlâyâni) Mânasız, faydasız, boş söz.(Elbette en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyani şeylerle ömrünü telef etmesin. Kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin. Selâmetle kabir kapısını açıp saâdet-i ebediyeye girsin. M.)
MÂLÂYA'NİYYÂT  Faydasız boş sözler, boş konuşmalar, faydasızlık.
MALAYUTAK  Tâkat getirilmez, güç yetmez, dayanılmaz.
MALAZ  Sürülmüş toprak. * Sular altında kalmış tarla.
MALDAR  f. Malı mülkü çok olan. Zengin.
MALDARÎ  Zenginlik, servet.
MALE  f. Duvarcı malası.
MA'LEB  (C.: Meâlib) Oyun yeri.
MA'LEF  (C.: Maâlif) Ot ve saman gibi hayvan yemi konan yer. Samanlık.
MA'LEM  (C.: Maâlim) Eser, iz, nişan, alâmet.
MALEMYEKÜN  Sözden ibâret.
MALEZİM  (Mâlezime) Lüzumlu ve gerekli şey. Malzeme. 
MALÎ  f. Dolu. * Fazla, çok.
MALÎ  (Maliye) Mala ve paraya mensub. Mal ve para cinsinden. Mala ait.
MALİDE  f. Sürülmüş, sürmüş.
MALİH  Tuzlu.
MALİHULYA  (Bak: Mâl-i hulya)
MALİK  Sâhib. Malı elinde bulunduran. Bir şeyin mülkiyetini elinde tutan. * Her şeyin sâhibi olan Allah. * Cehennem zebânilerine hâkim ve onları idare eden meleğin adı.
MALİK-ÜL MÜLK  Bütün mülkün hakiki mâliki olan Allah (C.C.)
MALİK-İ YEVMİDDİN  Herkesin dünyâda yaptığının mükâfat ve cezasını göreceği yer olan âhiretin, din gününün, mâliki, sahibi olan Allah (C.C.)
MALİKANE  f. Büyük ve gösterişli köşk. * Tar: Bir kimseye, gelirinden hayatı boyunca istifade etmek; fakat satamamak ve miras bırakamamak şartıyla verilen beylik arazi.
MALİKÎ  (Bak: İmam-ı Mâlik)
MALİKİYET  Malik ve sahib olma.
MALİŞ  f. Sürme, sürüştürme.
MALİŞGÂH  f. Yüz sürülecek yer.
MALİŞGER  f. Sürtücü, oğucu. * Tellak.
MALİYAT  Maliye işleriyle alâkalı. Maliye bilgisi.
MALİYE  Devletin gelir ve masraflarının idaresi. * Gelir gider hesablarına bakan resmi dâire.
MALİYET  Kıymet. Mâlolma değeri.
MALİYYUN  Maliyeci.
MALİZME  Eskiden yirmi sayfadan meydana gelen cüz, broşür.
MALKOÇ  Osmanlı İmparatorluğu devrinde akıncıların başı. * Akıncı beylerinden meşhur bir hânedan.
MAL MÜDÜRÜ  Kazâ mâliye memuru.
MALPEREST  f. Malı, mülkü ve parayı çok seven. Mala düşkün olan.
MA'LUFE  Yulaf verilen davar.
MA'LUL  İlletli, hasta, sakat, kötürüm. * Harpte bir uzvunu kaybetmiş gazi.
MA'LULEN  Mâlul olarak, sakat olarak.
MA'LULÎN  (Ma'lul. C.) Sakatlar. Hastalıklı ve illetli kimseler.
MA'LULİYET  Hastalıklı olma, illetlilik.
MA'LUM  Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) bir nâmıdır. Onun geleceği, melekler, resuller ve nebiler tarafından mâlum olduğundan ve dünyaya teşriflerinden evvel kendilerinin ta'zim edilmesi ve ona intisab dileklerinden dolayı bu isim verilmiştir. * Bilinen, belli olan.
MA'LUMAT  Bilinen şeyler, bilinenler. Bir iş veya mevzu hakkındaki bilgiler.
MA'LUMAT-I CÜZ'İYE  Az ve hafif bilgi. Cüz'i mâlumât.
MA'LUMAT-I ZARURİYE  Lüzumlu ve zaruri mâlumat.
MA'LUMATFÜRUŞ  f. Mâlumat ve bilgi satan. Bilgiçlik taslıyan.
MA'LUMİYET  Ma'lumluk. Bilinme, belli olma. * Bilinen ve belli olan şeyin hâl ve sıfâtı.
MA'MA'  Kimseye birşey vermeyen kadın.
MA'MAA  (C: Meâmi) Acele etmek. * Ateşten çıkan ses. * Bahâdırların cenk içindeki haykırmaları.
MA'MAFİH  Öyle olmakla beraber.
MA'MEAN  Çok fazla sıcaklık.
MAMELEK  Elinde bulunan şeyler, sâhib olduğu şeyler. Nesi var ise, hepsi. * Huk: Bir şahsın alacak ve borçlarının hepsi.
MA'MER  Geniş menzil.
MAMEZA  Geçen veya geçmiş şey. Geçmiş zaman. Mazi.
MAMHURAN  Adilcevaz, Patnos, Erciş ve bilhassa Beytüşşebab havalisinde meskun olan bir aşiret ismi.
MAMİSA  Bir ot cinsi.
MAMİZAN  Vers denilen ot.
MA'MUL  (Amel. den) Yapılmış, işlenmiş. * Gr: Avamil'in ikinci bâbı.
MA'MULÂT  İmal edilmiş, yapılmış şeyler. Makine veya elle işlenmiş eşya.
MA'MULÂT-I DÂHİLİYE  Dâhilî mamulat. Memlekette yerli olarak yapılan şeyler.
MA'MULÜN BİH  Kendisi ile amel olunan. (Hukuk, nizam, program kaidesi)
MA'MUR  İ'mar edilen, tamir edilmiş.
MA'MURE  İnsanların bulunduğu bayındır yer. Ma'mur olan yer. Şehir, kasaba.
MA'MURİYET  Bayındırlık, ma'murluk.
MA'N  Az miktar. * Kolay.
MA'NA  (Mânâ) İç, içyüz. Bir sözden veya birşeyden anlaşılan. Lâfzın delâlet ettiği şey. * Rüya, düş. * Dilemek, irade.
MA'NA-YI HARFÎ  Kendisini değil de başkasını veya sahibini, ustasını, kâtibini anlatan, bildiren, tarif eden mânâ.
MÂNÂ-YI İSMÎ  İsme dair mânâ. Bir şeyin sadece kendisini bilip tanımak. Bir şey başka şeyleri tanıttığı, bildirdiği veya sevdirdiği için olan mânâya da mânâ-yı harfî denir. Bir ağacı gölgesinden, zahirî görünüşünden, bize verdiği meyvesinden dolayı alâka gösterir ve seversek mânâ-yı ismî ile seviyoruz demektir. Ağacı görmek ve tanımakla ve meyvelerini almakla Rahmet-i İlâhiyeyi tanıyor, Cenab-ı Hakk'a sevgi ve şükrümüzü arttırıyor ve O'nun emri dairesinde ağaca Rabbimizin iltifatı, rahmeti olarak alâka gösteriyor isek; bu mânâya da mânâ-yı harfî deniyor.(...Dünyayı ve ondaki mahlukatı mânâ-yı harfî ile sev. Mânâ-yı ismî ile sevme! " Ne kadar güzel yapılmışlar" de. " Ne kadar güzeldir" deme ve kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünkü, bâtın-ı kalb, âyine-i Samed'dir ve O'na mahsustur. Meselâ; nasıl ki bir pâdişâh-ı âli, sana bir elmayı ihsan etse, o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var: Biri; elma, elma olduğu için sevilir ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var. Şu muhabbet pâdişaha ait değil. Belki, huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı sever ve nefsine muhabbet eder. Bazan olur ki, padişah o nefisperverâne olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder. Hem elma lezzeti dahi cüz'idir. Hem zeval bulur, elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider, bir teessüf kalır. İkinci muhabbet ise; elma içindeki elma ile gösterilen iltifâtât-ı şâhânedir. Güyâ o elma, iltifât-ı şâhânenin nümunesi ve mücessemidir, diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhar eder. Hem iltifatın gılâfı olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkindedir. İşte şu lezzet ayn-ı şükrandır. Şu muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir!.. S.)(Aynen onun gibi, bütün nimetlere, meyvelere, zatları için muhabbet edilse, yalnız maddî lezzetleri ile gafilâne telezzüz etse, o muhabbet nefsanîdir. O lezzetler de geçici ve elemlidir. Eğer Cenab-ı Hakk'ın iltifâtât-ı rahmeti ve ihsânâtının meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan ve iltifâtâtın derece-i lütuflarını takdir etmek suretinde kemâl-i iştiha ile lezzet alsa; hem mânevî bir şükür, hem elemsiz bir lezzettir... S.)
MANAHNÜ FÎH  Üzerinde durduğumuz, bahsini ettiğimiz mes'ele. Hakkında konuştuğumuz.
MANA MERTEBELERİ  Kur'an-ı Kerim'deki âyetlerin anlaşılmasında bilinen muhtelif ma'nâlar. Zâhirî, bâtınî, sarihî, harfî, ismî, işarî, remzî, mecazî, mefhumî, riyazî mânâlar gibi.
MA'NAT  Dilemek, iradet. * Kasdolunmuş nesne.
MANCINIK  Eskiden kale kuşatmalarında ağır taşlar fırlatmak için kullanılan, bir ucunda bir kepçe, öbür ucunda da bir karşı ağırlık bulunan kaldıraç biçiminde eski bir savaş âleti.
MANÇURYA  (Mançu memleketi) Asya'nın kuzeydoğu tarafında büyük bir memleket olup, son zamana kadar kuzeyde Ohurcuk Denizine ve Sahalin Adasını ayıran Tataristan Boğazı'na kadar uzandığı halde; doğudan Japon Deniziyle sınırlanmış iken, sonraları kuzey ve kuzeydoğu tarafları Ruslar tarafından zaptedilerek Sibirya'ya katılmıştır. Bir kısmı da Amur ismiyle bir eyalet halinde kalmış ve diğer bir kısmı da sahiller eyaletine eklenerek o taraflardan Mançurya'nın sahili kalmamış ve kuzeyde Amur Irmağı ve doğuda Usuri Nehri Mançurya'nın hududunu teşkil etmiştir. Şimdiki siyasî coğrafyada Mançurya ismi, bu memleketin sadece Çin'e tâbi olan kısmına verilmektedir.
MANDA  Fr. Kendini idare edemeyen bir memleket ahalisini başka bir yabancı devletin idare etmesi. * t. Camız denen hayvan. Kömüş.
MANDE  f. Kalmış, gitmemiş olan.
MANDIRA  yun. Süt ve süt ürünlerinin elde edildiği; süt veren hayvanların barındığı yer.
MA'NE  Ekmek. * Az olan akıcı su. * Şey.
MANEN  Mânâca. Mânâ cihetiyle. Ruhca. Esasca. Bâtınen. İç varlık bakımından.
MANEND  f. Benzer. Denk. Eş. Gibi.
MANEND-ÂBÂD  Ölümle kıyamet arasında geçen zaman.
MANENDE  Benzeyen, mümâsil.
MANEVÎ  (Ma'nevi) Mânaya âit. Maddî olmayan. Mücerred. Ruhani.
MANEVİYYAT  Maddi olmayan kuvvet. Mânâ âlemine âit olanlar. Dinden, imândan, mukaddesât ve imândan gelen kuvvet (Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise, mâneviyatta kördür. H.)
MANEVİYYUN  Allah'a, dine, mukaddesata inanmış olanlar.
MANEVRA  Fr. Bir makinenin, bir cihazın işleyişini düzenleme veya idare etme işi ve şekli. * Ask: Muharebede düşmanın savaş gücünü yok etmek maksadıyla eldeki askerî kuvvetlerin en te'sirli bir biçimde düzenlenmesini te'min eden bütün hareketler. * Barış zamanında kıt'alara ve kurmay hey'etlerine harptekilere benzer şartlar içinde eğitim sağlamak için yaptırılan hareket.
MANGA  Ask. Tek bir kumandanın kolaylıkla sevk ve idare edebileceği kadar erden kurulu küçük askerî birlik. (Yaklaşık olarak on erden kurulabilecek olan mangada birkaç makinalı tüfek veya tabanca ile avcı erleri bulunur.) * Savaş gemilerinde erlerin yattığı koğuş.
MÂNİ'  Men'eden. Geri bırakan. Esirgeyen. Engel. Özür.
MÂNİ-İ ŞER'Î  şeriatça kabule engel olan, mâni' olan hâl.
MÂNİA  Men'eden şey. Engel. Özür. Zorluk.
MA'NİDAR (MÂNİDAR)  f. Bir mânâyı mutazammın olan. * Nükteli, ince mânâlı. Bir mâna ifade eden. Bir mânayı şâmil olan. (Farsça bir ifade olup, mânâ; ma'ni diye okunmuştur.)
MA'NİDARANE  f. Mânâlı şekilde.
MANİVELA  Ağır şeyleri çekmek ve kaldırmak için vasıtanın dönen merkezine bir ucu takılıp döndürülen kol.
MANKEN  Fr. Elbiseleri prova veya teşhir etmek için terzilerin ve hazır elbise satıcılarının kullandığı tahtadan, kartondan, madenden vb. insan şekli.
MANSAB  (Mınsab) Rütbe. (Bak: Mansıb)
MANSIB  (Nasb. dan) Devlet hizmeti. * Memuriyet. * Bünyad. Merci'.
MANSIBDÂR  f. Mansıbda bulunan.
MANSUB  Nasbolunmuş, me'muriyete konulmuş. * Konulmuş, dikilmiş. * Gr: Sonu fetha (üstün) kılınmış kelime. Meftuh olan.
MANSUBÎN  (Mansub. C.) Memuriyette bulunanlar. Hizmette olanlar.
MANSUR  Yardım edilen, yardım görmüş. * Gâlib, muzaffer. (Bak: Mensur)
MANSURİYYET  Allah'ın (C.C.) yardımıyla muvaffak ve muzaffer olma, başarma.
MANSUS  Nass ile sâbit kılınmış. Âyetle tesbit edilmiş. İzhar ve beyan edilmiş. * Kur'anda açıkça anlatılmış.
MANŞET  Fr. Bir gazetede ilk sayfanın en üst kısmındaki büyük puntolu başlık. * Bir gömleğin kol kısmına geçirilen ve elbisenin kolundan dışarı çıkan kumaş parçası.
MANTIK  (İntak. dan) Konuşturan, söyleten. * Doğru muhakeme ve doğru düşünceyi öğreten ilim. Akıl kaidesi. * Akıl, nutuk, söz.
MANTIKAN  Mantığa göre. Mantıkça.
MANTIKÎ  Mantıka dâir. Aklî ve müsbet olan düşünce, fikir. Mantık kaidelerine uygun.
MANTIKÎ KIRÂET  Acele etmeyerek fakat imlâ kaidelerine dikkat ederek, yâni virgüllerde biraz, noktalı virgüllerde biraz daha durmak, teâcüb ve istifhamları anlatmak, muhaverelerde konuşanların sözlerini ayırmak suretiyle okumaktır.
MANTIKİYYÂT  Mantıkla alâkalı mes'eleler.
MANTIKİYYUN  Mantıkla uğraşanlar. Mantık âlimleri.
MANTUH  Boynuzlu hayvan tarafından yaralanan veya öldürülen.
MANTUK  Bir lâfzın nutuk hâlinde, söz sahasında üzerine delâlet ettiği şey. " Şu kitabı satın aldım", sözünde bu lâfzın mantuku, o kitabın satın alınmış olmasıdır. * Söz, nukut, mânâ, mefhum.
MANYATİZMA  Birisinin bâzı hareketleri ile başkası üzerinde uyuşukluk verici te'sir. (Bak: İpnotizma)
MANYETİK  (Bak: Magnetik)
MANZAM  (C.: Menâzım) Sıra, dizi.
MANZAR  (Manzara) (Nazar. dan) Bakılan yer, görülen yer. Görünüş.
MANZAR-I ÂLÂ  En yüksek bakış yeri. Kudsi ve en yüksek manzara. Cennet manzarası, arş-ı azam.
MANZAR-I ÇEŞM  Gözbebeği.
MANZARA  Dışarıyı görecek pencere.
MANZARANÎ  Gösterişli ve güzel adam.
MANZARÎ  Güzel, gösterişli ve yakışıklı adam.
MANZUD  Sık yetişmiş ağaç. * Üstüste istif edilmiş.
MANZUM  Ölçülü, mizanlı, tertibli. * Vezni ve kafiyesi olan söz. Edebi ölçüsü olan sözler. (Kaside ve şiirler gibi). * Dizilmiş, sıralanmış, düzenlenmiş.
MANZUMAT  Manzumeler.
MANZUME  Tertibli, ölçülü yazı, şiir. Vezinli ve kafiyeli olan söz. * Sıra, dizi. Sistem.
MANZUME-İ ŞEMSİYE  Güneş sistemi, güneş ve etrafında dönen seyyâreler topluluğu.(Şu kâinatın lâmbası olan güneş, kâinat Sânii'nin vücuduna ve vahdâniyyetine güneş gibi parlak ve nurani bir penceredir. Evet, manzume-i şemsiye denilen küremizle beraber oniki seyyare: Cirmleri, küçüklük - büyüklük itibariyle pekçok muhtelif ve mevkileri, uzaklık - yakınlık noktasında pek çok mütefâvit ve sür'at-i hareketleri, çok mütenevvi' olduğu halde kemal-i intizam ve hikmet ile ve kemal-i mizan ile ve bir saniye kadar şaşırmıyarak hareketleri ve deveranları ve güneş ile, câzibe kanunu tâbir edilen bir kanun-u İlâhi ile bağlanmaları, yâni onlar imamlarına iktidaları, büyük bir mikyasta bir azamet-i kudret-i İlâhiyyeyi ve Vahdâniyyet-i Rabbâniyyeyi gösterir. Çünki: O câmid cirmleri, o şuursuz büyük kütleleri, nihayet derecede intizam ve mizan-ı hikmet içinde muhtelif şekillerde ve muhtelif mesafelerde ve muhtelif hareketlerde döndürmek, istihdam etmek, ne derece bir kudreti ve bir hikmeti isbat ettiğini kıyas et. Bu büyük ve ağır işe zerre miktar tesadüf karışsa, öyle bir patlayış verecek ki, kâinatı dağıtacak. Çünki: Bir dakika, tesadüf birisini tevkif etse, mihverinden çıkmasına sebebiyet verir, başkaları ile müsademe etmesine yol açar. Küre-i arzdan bin def'a büyük cirmlerle müsademenin ne derece dehşetli olduğunu kıyas edebilirsin.Manzume-i şemsiyenin, yâni şemsin me'mumları ve meyveleri olan oniki seyyarenin acâibini ilm-i muhit-i İlâhiye havale edip, yalnız gözümüzün önünde seyyaremiz bulunan arza bakıyoruz. Görüyoruz ki: Bu seyyaremiz bir azamet-i şevket-i Rububiyyeti ve haşmet-i saltanat-ı Uluhiyyeti ve kemâl-i rahmeti ve hikmeti gösterir bir surette Güneşin etrafında, emr-i Rabbâni ile - Üçüncü Mektupta beyan edildiği gibi - pek büyük bir hizmet için bir uzun seyr ve seyahat, ona ettiriliyor. Bir sefine-i Rabbâniye olarak acâib-i masnuât-ı İlâhiye ile doldurulmuş ve zişuur ibâdullaha seyrangâh gibi bir mesken-i seyyar vaziyeti verilmiş. Ve evkat ve hesabı bildirecek saat akrebi gibi, Kamer dahi dakik hesaplarla azim hikmetlerle ona takılmış ve o Kamere başka menzillerde ayrı seyr ve seyahat verilmiş. İşte bu mübarek seyyaremizin şu halleri, küre-i arz kuvvetinde bir şehadetle, bir Kadir-i Mutlak'ın vücub-u vücudunu ve vahdetini isbat eder. Mâdem şu seyyaremiz böyledir. Manzume-i şemsiyeyi ona kıyas edebilirsin. Hem Şemse, kendi mihveri üstünde cazibe denilen mânevi ipleri yumak yaptırmak için dolap ve çıkrık hükmünde olan güneşi, bir Kadir-i Zülcelâl'in emriyle döndürüp, o seyyaratı o mânevi iplerle bağlayıp tanzim etmek ve güneşi bütün seyyaratı ile saniyede beş saatlik bir mesafeyi kestirecek kadar bir sür'atle, bir tahmine göre "Herkül Burcu" tarafına veya Şems-üş-şümus cânibine sevk etmek, elbette ezel ve ebed Sultanı olan Zât-ı Zülcelâl'in kudretiyle ve emriyledir. Güya haşmet-i Rububiyyetini göstermek için, bu emirber neferleri hükmünde olan manzume-i şemsiye ordusu ile bir manevra yaptırır. S.)
MANZUR  Görülen, bakılan, nazar edilen. * Beğenilen.
MANZURE  Belâ, musibet, felâket, âfet. * Noksan ve kusuru olan, ayıplanacak kadın.
MAR  f. Yılan.
MA'RA  Vücudun çok zaman çıplak olan yeri.
MARAN  (Mâr. C.) f. Yılanlar.
MARATON  yun. Kırk kilometreden uzun bir yolda mukavemet için yapılan hız koşusu.
MARAZ  Hastalık, illet, dert. Belâ.
MARAZ-I MÜSTEVLÎ  Salgın hastalık.
MARAZ-I SÂRÎ  Tıb: Bulaşıcı hastalık.
MA'RAZ  (Ma'rez-Ma'riz) Bir şeyin arzolunduğu yer. Göründüğü yer. Sergi, meşher.
MA'RAZ-I ACÂİB  Acâiblerin teşhir olunduğu yer.
MA'RAZGÂH  Arzolunan yer, sergi.
MARAZÎ  (Maraz. dan) Hastalıkla alâkalı. Hastalığa ait. Hastalıklı.
MARAZİYYÂT  Hastalıklar ilmi, patoloji.
MA'REC  Çıkacak yer, merdiven.
MA'REF  Yüzün, devamlı olarak açık görünen yeri.
MA'REFE  Atın yelesi bittiği yer.
MAR-EFSA  f. Yılan tutan, yılan efsuncusu. * Yılan sokmuş kimseyi tedâvi eden kişi.
MA'REKE  Muhârebe meydanı, çarpışma yeri. * Çarpışma. Kıtal. Cenk.
MAREŞAL  Fr. (Bak: Müşir)
MA'RET  Kabahat, suç, ayıp, günah.
MAR-GİR  f. Yılan tutan, yılan tutucu.
MARHİC  Yılan balığı.
MARHUK  Kuşkonmaz bitkisi.
MARIK  Dinsiz, mürted, hak dinden çıkan.
MARIN  (Mârına) Çekiçle dövülerek açılmağa müsait olan. * Kireçtaşı. * Çeşitli renklerde olan bir çeşit toprak.
MA'RIZ  (Ma'raz. dan) Bir şeyin görünüp çıktığı yer. Bir şeyin bildirildiği, arzolunduğu makam.
MARIZ  Hasta, alil, mariz.
MARİC  Dumansız ateş, alev. * Dumansız barut.
MA'RİC  Merdiven, yükseliş yeri.
MARİD  Azgın, sapkın. İnad ve isyanda benzerlerinden çok ileri gitmiş olan. Kibir, inad ve dinsizlikle tanınmış olan. Mütemerrid.
MA'RİFE  Gr: Arabçada mübhem olmayan " " harf-i ta'rifi ile bildirilen kelime. Böyle bir kelimeden tenvin kalkar, kelime belirli olur. (Bak: Lâm-ı ta'rif)
MA'RİFET  Bilme, bir şeyi cüz'i vecihle bilmek. * Hüner. Üstadlık. San'at. * Tuhaflık, garib hareket. * Vasıta, tavassut. * İlim ve fenlerle tahsil olunan mâlumat. İrfan kazanmak. (Bak: İrfân)
MA'RİFET MERTEBELERİ  (Bak: Yakin)
MA'RİFETPERVER  f. Hünerli, marifetli.
MA'RİFETULLAH  Masnuat-ı İlâhiyeyi ve Kur'âni hakikatleri tefekkür ve tahsil ile veya lütf-i İlâhi ile kalbi inkişâf ve basirete sâhib olmak. Esmâ-i İlâhiyyeyi tanımak. İlâhi hakikatlara vukufiyet. Her işte Allah rızâsına en uygun hareket tarzını bilip amel etmek. (Ma'rifetin zıddı; inkârdır. İlmin zıddı ise; cehildir.) (Bak: Vicdan-İrfân)(Muhyiddin-i Arabi, Fahreddin-i Râzi'ye mektubunda demiş: "Allah'ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır." Bu ne demektir? Maksad nedir soruyor?Usul-üd-din imamları ve ulema-i ilm-i Kelâmın akaide dair ve vücud-u Vâcib-ül-Vücud ve Tevhid-i İlâhiye dair beyanatları, Muhyiddin-i Arabi'nin nazarında kâfi gelmediği için, İlm-i Kelâm'ın imamlarından Fahreddin-i Râzi'ye öyle demiş.Evet, İlm-i Kelâm vasıtasiyle kazanılan Mârifet-i İlâhiye, mârifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur'an-ı Mu'ciz-il Beyan'ın tarzında olduğu vakit, hem mârifet-i tâmmeyi verir; hem huzur-u etemmi kazandırır ki, inşâallah, Risale-i Nur'un bütün eczaları, o Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın cadde-i nurânisinde birer elektrik lâmbası hizmetini görüyorlar.Hem, Muhyiddin-i Arabi'nin nazarına, Fahreddin-i Râzi'nin İlm-i Kelâm vâsıtasiyle aldığı mârifetullah ne kadar noksan görülüyor; öyle de; tasavvuf mesleğiyle alınan mârifet dahi, Kur'an-ı Hakim'den doğrudan doğruya veraset-i Nübüvvet sırriyle alınan mârifete nisbeten o kadar noksandır. Çünki: Muhyiddin-i Arabi mesleği, huzur-u dâimiyi kazanmak için $ deyip, kâinatın vücudunu inkâr edecek bir tarza kadar gelmiş. Ve sâirleri ise, yine huzur-u dâimiyi kazanmak için $ deyip, kâinatı nisyan-ı mutlak altına almak gibi, acib bir tarza girmişler. Kur'an-ı Hakim'den alınan mârifet ise, huzur-u dâimiyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkum-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki, başıbozukluktan çıkarıp, Cenâb-ı Hak nâmına istihdam eder. Herşey mir'at-ı mârifet olur. Sa'di-i Şirazi'nin dediği gibi: $ Herşeyde Cenâb-ı Hakk'ın mârifetine bir pencere açar.Bâzı Sözlerde ulema-i İlm-i Kelâm'ın mesleğiyle, Kur'andan alınan minhâc-ı hakikinin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki; meselâ: Bir su getirmek için, bâzıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da, her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir; tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmağa ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerde suyu buldukları gibi, aynen öyle de: Ulema-i İlm-i Kelâm, esbabı, nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhâliyeti ile kesip, sonra Vâcib-ül Vücud'un vücudunu onunla isbat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur'an-ı Hakim'in minhâc-ı hakikisi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Her bir âyeti, birer Asâ-yı Musâ gibi nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor. $ düsturunu, herşeye okutturuyor.Hem imân yalnız ilim ile değil, imânda çok letâifin hisseleri var. Nasılki: Bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesâil-i imâniye dahi, akıl midesine girdikten sonra derecata göre ruh, kalb, sır, nefis ve hâkezâ.. letâif, kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır. İşte Muhyiddin-i Arabi, Fahreddin-i Râziye bu noktayı ihtar ediyor. M.)
MARİN  Burun ucunda olan yumuşak kemiksiz yer.
MARİSTAN  f. Hastahâne.
MARİZ  (Maraz. dan) Hasta. İlletli. Dertli.
MARİZANE  f. Hasta olarak.
MÂRR  Geçen, geçmiş, yürüyen.
MÂRR-ÜL BEYAN  Beyânı yukarıda geçmiş olan.
MÂRR-ÜZ ZİKR  Yukarıda zikri geçmiş olan, yukarda bahsedilmiş olan.
MÂRRE  Fık: Herkesin gittiği umumi yoldan yürüyen.
MÂRRÎN  (Mâr. dan) Geçenler.
MÂRRİN Ü ÂBİRÎN  Gelip geçenler. Gelen giden.
MARSUS  (Bak: Mersus)
MARTULOS  (Martoloz) Osmanlı Devletinin teşekkülü sıralarında ve yeniçeri teşkilâtından önce, Hristiyanlardan, ordunun geri hizmetlerinde çalışmış olan teşekküllerden biridir. Silâhlanmış kişi mânasında Rumca bir kelimedir. * Eskiden Tuna gemicileri, korsanı mânasında da kullanılmıştır.
MA'RUF  Bilinen, tanınmış. Belli, meşhur. * Şeriatın makbul kıldığı veya emrettiği. * Adl, ihsan, cud, tatlı dil, iyi muamele. (Bak: Emr-i bi-l ma'ruf)
MA'RUF-İ CİHÂN  Dünyaca tanınan ve meşhur. Cihânın bildiği.
MA'RUFAT  Bilinen şeyler. Şeriatın emrettiği hususlar.
MA'RUFİYET  Ma'rufluk. Ünlülük, meşhurluk, tanınmışlık.
MA'RUR  Uyuz.
MA'RUŞ  Üstü çardak şeklinde yapılı bina.
MA'RUZ  Bir şeyin etkisine uğramak veya uğratmak. * Arzolunmuş, arzolunan. * Serilmiş, yayılmış. * Verilmiş, sunulmuş. * Anlatılmış. * Bir şeye karşı siper alan.
MA'RUZÂT  (Ma'ruz. C.) Arz olunanlar. Arzedilenler, takdim edilenler. Küçükten büyüğe bildirilenler.
MARZAT  Rızâ. Memnuniyet, hoşnudluk.
MARZÎ  Razı olmağa dâir. * Kabul edeceği, razı olacağı.
MARZÎ-İ İLÂHÎ  Cenab-ı Hakk'ın rızasına uygun işler.
MARZİYAT  Razı olunacak şeyler. Allah'ın rızasına dair olanlar.
MARZİYE  Razı olma, hoşnud olma, memnuniyet.
MA'S  Tıb: Adalelerin tutulması, kasların büzülmesi. Kramp.
MAS  Yeyni, hafif kimse.
MAS'  Davarın kuyruğunu salması. * Vurmak. * Parlamak.
MA'S  Ovmak. * Dürtmek.
MASA'  Kılıçla vuruşmak.
MASABAK  (Bak: Masebak)
MAS'AD  (C.: Masâid) Yukarı çıkılacak yer. Suud yeri.
MASAD  (C: Musdân-Emside) Dağın yüksek ve yüce yeri.
MASADAK  Bir sözü veya hükmü tasdik eden husus. "Söylendiği gibi, denildiği şekilde, doğru, sâdık, olduğu gibi, muvâfıktır, mutâbıktır, tıpkısı" gibi mânâlara gelir. Mânânın fertlerine de mâsadak denilebilir.
MASADIR  (Masdar. C.) Masdarlar.
MASAFF  Savaş, muhârebe, harp, cidâl yeri.
MASAHA  Sıhhat mevzii. * Kamer, ay.
MASAİB  (Bak: Mesaib)
MASAİD  (Mas'ad. C.) Yukarı çıkacak yerler.
MASAİF  (Masif. C.) Sayfiyeler, yazlıklar. Yaz mevsiminde oturulacak yerler.
MASAK  Darlık.
MASAL  Az miktar olan şey.
MASALE  Sızıntı.
MASAM  Duracak yer.
MASAME  Duracak yer.
MASAN  Eşya saklanacak yer.
MASANİ'  (Masna. C.) Sarnıçlar. Su mahzenleri.
MA'SARA  (Üzüm ve susam gibi şeylerin) sıkıldığı yer.
MASARİ'  (Mısrâ'. C.) Mısrâlar. * (Masra'. C.) Güreş meydanları.
MASARİF  (Masraf. C.) Sarfiyatlar, masraflar. (Masârifât da denir.)
MASARİF-İ UMUMİYE  Umumi masraflar.
MASARİF  (Masruf. C.) Harcananlar, sarfolunanlar.
MASARİFAT  (Masârif. C.) Masraflar, giderler. Harcanan paralar.
MASARÎN  Bağırsaklar.
MASBAH  Doğacak zaman ve yer.
MASBU'  Kibirli, gururlu, mağrur. Kendini beğenmiş.
MASBUG  (C.: Mesâbig) Boyalı, boyanmış. Mülevven.
MASD  Cima etmek. * Emmek.
MASDA'  Taşlık yerlerden geçen düz yol.
MASDAR  Bir şeyin sudur ettiği (çıktığı) menba. * Gr: Fiilin şahsa ve zamana bağlı olmayan şekli, fiil kökü. Okumak, yazmak, kitabet, kıraat, ahz, almak... gibi. Masdar kelimesi.; ism-i mekândır, sudur etmek mânasına gelir. Fiilin mâna ve lâfız ciheti ile mebde' ve me'hazidir.
MASDAR-I CA'LÎ  (Mec'ul) yapma olan masdar. Arapçada, bazı isim ve sıfatların sonlarına (-iyyet) ilâve edilerek yapılır. Meselâ: İnsan: İnsaniyyet, Şâir: Şâiriyyet. Câhil: Câhiliyyet. Merbut: Merbutiyyet gibi.Arapça veya Farsça kelimenin sonuna (-îden) eki getirilerek yapılır. Meselâ: Cenk. den, Cengîden: Cenk etmek. Fehm. den, Fehmîden: Anlamak.Taleb. den, Talebîden: istemek.
MASDAR-I MERRE  Fiilin bir defa yapıldığını belli eden masdar. Merre, kerre, lem'a, darbe gibi, "fa'le" vezninden gelen masdarlardır.
MASDAR-I MİMÎ  Başında mim harfi bulunan masdar. (Ketb: Yazmak) masdarının mimisi (mekteb) olduğu gibi.
MASDU'  Baş ağrısına tutulmuş olan. Başı ağrıyan.
MASDUK  Doğruluğu kabul edilmiş, tasdik edilmiş.
MASDUKA  (C.: Masdukat) Doğru söz. Hakikat ve gerçek olan kelâm.
MASDUM  Çarpılmış. Kendisine vurulmuş.
MASDUR  Gönderilmiş, yollanmış olan. * Göğsü incinmiş veya ağrımış olan.
MASEBAK  Geçen, geçmiş olan, geçmişteki.
MASELEF  Evvelki, geçmiş.
MA'SERE  (Ma'seret) Zorluk, güçlük.
MASFUF  (Masfufe) Saf bağlamış, dizilmiş. Sıra ile dizilmiş.
MASH  Tutmak. * Çekmek.
MASH (MUSUH)  Sâbit olma. * Mahvolup belirsiz olmak. * Kısa olmak.
MASHARA  Maskara, soytarı. * Tuhaflıklar yapan kimse. * Komik, gülünç. * Zevklenme, eğlenme. * Kepaze, utanmaz, rezil.
MASHARA-İ ÂLEM  Âlemin maskarası. Kepaze, rezil.
MASHARA  (C: Mesâhır) Büyük taşlı yer.
MASHUB  (C.: Mesâhib) Beraber alınıp götürülmüş. Kucaklanmış.
MASHUBEN  Beraberce, birlikte olduğu halde. Yanında bulunarak.
MASI'  Sağlam vücutlu kimse.
MASIR  Mâni, engel.
MASÎ  f. Pervasız, korkusuz.
MASİF  (C.: Mesâif) (Sayf. dan) Yazlık. Yazın oturulacak yer. Sayfiye yeri.
MASİK  Yapışkan. * Zapteden, istilâ eden, tutan.
MASİLE  Üzerinde mum veya fitil yakılan çıra ve şamdan.
MASÎR  (C.: Masâyi) (Sayruret. den) Sürüp giden. * Karargâh. * Suyun aktığı yer. * Rücu etmek, dönüp gitmek. * Dönüp varılacak yer.
MASİT  Acı su. * Bir ot cinsi.
MASİVA  Ondan gayrısı. (Allah'tan) başka her şey hakkında kullanılan tâbirdir) Dünya ile alâkalı şeyler. (Bak: Taabbüd)(...Ey insan! Kur'anın desâtirindendir ki; Cenab-ı Hakkın mâsivasından hiçbir şeyi ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlukat ma'budiyetten uzaklık noktasında müsavi oldukları gibi mahlukiyet nisbetinde de birdirler. M.N.)
MA'SİYYET  İtaatsizlik, günah, isyan.(Mâsiyetin mâhiyetinde, bilhassa devam ederse, küfür tohumu vardır. Çünki, o mâsiyete devam eden ülfet peyda eder. Sonra ona âşık ve mübtelâ olur. Terkine imkân bulamıyacak dereceye gelir. Sonra o mâsiyetinin ikaba mucib olmadığını temenniye başlar. Bu hal böylece devam ettikçe küfür tohumu yeşillenmeye başlar. En nihâyet, gerek ikabı ve gerek dâr-ül-ikabı inkâra sebeb olur.Ve keza, mâsiyete terettüp eden hacâletten dolayı, o mâsiyetin mâsiyet olmadığını iddia etmekle o mâsiyete muttali olan melekleri bile inkâr eder. Hattâ şiddet-i hacâletten yevm-i hesabın gelmiyeceğini temenni eder.Şayet yevm-i hesabı nefyeden ednâ bir vehmi bulursa, o vehmi kocaman bir bürhan addeder. En nihayet nedâmet edip terketmiyenlerin kalbi küsufa tutulur, mahvolur gider. El-iyazü Billâh! M.N.)
MASK  Muhkem, sağlam. (Müe: Maske)
MASKAT  Düşülen yer.
MASKAT-I RE'S  Doğum yeri. Vatan. Bir kimsenin doğduğu yer.
MASKU'  Kırağı düşmüş yer.
MASKUL  Cilâlanmış, saykal vurulmuş. Mücellâ.
MASL  Tarhana. * Yoğurt ve süt içinde bulunan yeşilimsi su.
MASL-ÜD DEM  Kanın sulu kısmı.
MASLAHAT  İş, mes'ele. * Sulh yolu. * Fayda, maksad, keyfiyet. (Zıddı; mefsedettir)
MASLAHAT-I MÜRSELE  Şeriat tarafından ne itibar ve ne de ibtâl ve ilgâ edildiği mâlum olmayan bir mes'elenin maslahat üzere fakihler tarafından hükümlendirilmesi.
MASLAHATBÎN  f. İş yapabilen. İş görmesini bilen.
MASLAHATGÜZÂR  f. İş bilir. * Elçi vekili. Elçi namına işleri tâkible vazifeli kimse.
MASLAHATKÂRÂNE  f. Maslahata, işe ve maksada uygun surette.
MASLAHATŞİNÂS  f. İşten anlıyan, iş bilen.
MASLAK  Su yolu üzerinde bulunan su haznesi. * Dâima akan su borusu. * Büyük yalak.
MASLİYE  Tarhana çorbası. * Koruk aşı.
MASLUB  Salbolmuş, asılmış. Asılarak idam edilmiş.
MASLUBEN  Asılarak, asılmış olduğu hâlde. Asılma suretiyle.
MASMASA  Ağzın önü.
MASNA'  (Masnaa) Su mahzeni. Sarnıç. * Şimdiki Arapçada: Fabrika. * Bucak, köşe.
MASNEA  İçine yağmur suyu toplanan büyük havuz.
MASNU'  (Sun'. dan) San'atla yapılan, yapılmış. Yapma, yapmacık.
MASNU-U VÂHİD  Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) (bir tek olan) san'at eseri.
MASNUAT  San'atkârâne yapılan şeyler. Yapılanlar.
MASNUAT-I SAYFİYYE  Cenab-ı Hakk'ın yaz mevsiminde yarattığı san'atlı güzel eserler.
MASNUK  Nezleli kimse.
MASON  Fr. Duvarcı mânasına bir kelimeden alınmış isimdir. Dinsiz, imânsız mânâsına kullanılır. Fermeson veya farmason da denir.
MASR  Parmak uçlarıyla süt sağmak. * Bir şeyi incelemek. * Az olmak. * Dağılmak. (İmtisar veya immisar ile aynı manadadır.)
MASRA'  Çarpışma, ölme. * Güreş meydanı.
MASRAF  Sarfedilen, harcanan. Gider.
MASRİF  (Sarf. dan) Sarfetme ve harcama mahalli.
MASRU'  Sar'a hastalığına tutulmuş, sar'alı.
MASRUAN  Sar'alı olarak, sar'a hastalığına tutulmuş olarak.
MASRUF  Sarfolunmuş, harcanılmış olan.
MASS  Emmek. Bir şeyi eme eme içmek.
MASS  (Mâssa) Emici, massedici.
MASS  Yakın olan. * Dokunan. Değen.
MASSA  Maraz, hastalık. * Zahmet.
MASSETMEK  Emmek, emerek içmek.
MAST  f. Yoğurt.
MASTABA  (C.: Masâtıb) Sedir, peyke.
MASTAKİ  Sakız.
MASTİHİ  Kıbrıs ve Sakız adalarında yetişen bir ağacın adı.
MASTUB  Damarlardan taşmış kan.
MASTUR  (Satır. dan) Çizilmiş, yazılmış.
MASUBE  İsâbet etmiş (felâket, musibet, belâ, âfet).
MASUG  Kalıba dökülmüş. * Örneğe uygun. * Düz.
MA'SUM  Günahsız, suçsuz.
MA'SUMÂNE  Günahsızcasına, suçsuz olarak.
MA'SUME  Suçsuz kadın veya kız.
MA'SUMİYET  Ma'sumluk, kabahatsizlik, suçsuzluk.
MASUN  Korunan, mahfuz, emin, muhafaza olunan. * Sâlim, sağlam.
MASUNİYET  Eminlik, sağlamlık, muhafaza altında bulunmak, dokunulmazlık.
MA'SUR  Zor, güç, zorlaştırılmış.
MASUS  Sirke ile pişmiş güvercin.
MASUR  Birbirine katılmış şey. Mümtezic.
MA'SUR  Sıkılmış. Suyu veya yağı çıkarılmış.
MASVAT  Çok bağıran.
MASVER  Sütsüz keçi. * Sütü zor çıkan deve.
MASYEF  (C.: Mesâyıf) Yaz gününde oturulacak yer. * Su yolunun eğri büğrü yeri.
MAŞAALLAH  Allah'ın istediği gibi. * Allah korusun, Allah saklasın (meâlinde duâdır.)
MAŞE  f. Maşa.
MA'ŞEB  Otlu yer.
MA'ŞER  Cemâat, müttehid cemâat. Birinin ehil veya iyâli. İns ve cin cemaatı. * Bölük, topluluk.
MA'ŞERÎ  Cemiyete âit. Topluluğa âit. Ortaklaşa. Pek çok.
MAŞITA  (Meşşâta) Baş tarayan.
MAŞÎ  (Mâşiyye) (C.: Müşşât) (Meşy. den) Yürüyen, yürüyücü.
MAŞİYE  (C.: Mevâşi) Koyun ve keçi gibi hayvan. * Oğlu ve kızı çok olan kadın.
MAŞİYEN  Yaya olarak, yürüyerek.
MAŞRIK  (Bak: Meşrık)
MA'ŞUK(A)  Aşk ile sevilen, sevgili.
MA'ŞUKİYET  Sevilme hâli. Sevilen bir kimsenin hâli.
MA'ŞUŞ  Zayıf ve cılız adam.
MATA  (C.: Emtâ) Arka.
MA'TAB  (C: Meâtıb) Helâk olacak yer.
MATABİ'  (Matbaa. C.) Matbaalar, basımevleri.
MATABÎH  (Matbuh. C.) (Tabh. dan) Tabholunmuş yani pişirilmiş şeyler.
MATABİH  (Matbah. C.) Mutfaklar. Yemek pişirilen yerler.
MATAF  (C.: Matâif) (Tavâf. dan) Tavâf edilecek, etrâfı ziyaret edilip dolaşılacak yer.
MATAHİR  (Mathare. C.) Mataralar, su kapları. * Gusülhâneler. İçinde yıkanılıp temizlenilecek yerler.
MATAİF  (Matâf. C.) (Tavaf. dan) Tavaf edilecek, etrâfı ziyaret edilip dolaşılacak yerler.
MATAİM  (Mat'am. C.) Yemek yenilecek yerler. Yemek odaları.
MATAÎM  (Mıt'âm. C.) Oburlar, doymakbilmez kimseler. * Başkalarını beslemeler.
MATAİN  (Matin. C.) Balçıkla sıvanmış yerler.
MATAÎN  (Mıt'ân. C.) Mızrakla yaralamakta mâhir ve usta olan.
MATALİL  (Matlul. C.) Nemli, ıslak ve yaş şeyler.
MAT'AM  (C.: Matâim) Yemek yenilecek yer. Yemek odası.
MATAMİH  (Matmah. C.) Göz dikilen şeyler. Göz dikilen yerler.
MATAMÎR  (Matmure. C.) Mezarlar, kabirler. * Bazı şeyleri saklamak için kullanılan toprakaltı yerler.
MATAR  (C.: Emtâr) Yağmur.
MATARA  Askerlerin kullandığı üzeri aba ve çeşitli kumaşlarla kaplı madeni su şişesi veya yolculukta kullanılan deriden yapılmış su kabı.
MATARE  Kuşu çok olan yer.
MATARIK  (Mıtrak ve Mıtraka. C.) Demirci çekiçleri.
MATARİD  (Mıtred. C.) Mızraklar, zıpkınlar.
MATARİH  (Matrah. C.) Bir şey atılan yerler. * Tarhedilecek yerler.
MATAVİ  (Matvi. C.) Kıvrımlar. Bükülmüş şeyler.
MATAYA  (Matiyye. C.) Binek hayvanları.
MATBAA  (Tab'. dan) Tab'edilen yer. Kitab, gazete ve sâir yazıların basıldığı yerler. Basımevi.
MATBAA-İ ÂMİRE  Devlet matbaası.
MATBAH(A)  Mutbah. Yemek pişirilen yer.
MATBAH-I ÂMİRE  Saray mutfağı.
MATBAHA-İ KUDRET  Cenab-ı Hakk'ın âşikâr kuvvet ve kudreti ile bahçe, bağ, tarla ve bostan gibi yerlerde pişmiş gibi hazır gıda maddelerinin yetiştiği yer. Kudret mutbahı.
MATBU'  Tab' olunmuş. basılmış, kitap veya gazete haline gelmiş. Basılıp matbaadan çıkmış olan.
MATBUAT  Tab' edilmiş neşriyat. Basılmış şeyler. (Kitap ve gazeteler gibi)
MATBUH  (C.: Matâbih) (Tabh. dan) Kaynatılmış veya haşlanmış (ilâç). * Pişirilmiş yemek.
MATBUHAT  (Matbuh. C.) Kaynatılmış veya haşlanmış ilâçlar. * Pişirilmiş yemekler.
MATE  Öldü.
MATEAHHAR  (Mâ-teahhar) Sonra gelen. Sonradan gelen.
MA'TEBE  Kızgınlık ve hiddetle hitabetmek.
MATEKADDEM  (Mâtekaddem) Geçmiş zaman, mâzi. * Sâbık. Geçen şey. * Önceleri.
MÂTEM  Ağlama. Üzüntü veya kederden ağlayıp sızlama. Kederinden yas tutma.(...Bak! Öyle bir ziya-yı hakikat neşreder ki, eğer O'nun o nurâni daire-i hakikat-ı irşadından hariç bir surette kâinata baksan, elbette kâinatın şeklini bir matemhâne-i umumi hükmünde ve mevcudatı birbirine ecnebi, belki düşman ve câmidatı dehşetli cenâzeler ve bütün zevil-hayatı zevâl ve firakın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görürsün. Şimdi bak; O'nun neşrettiği nur ile o matemhâne-i umumi şevk-i cezbe içinde bir zikirhâneye inkılâb etti. O ecnebi düşman mevcudat, birer dost ve kardeş şekline girdi. S.)
MÂTEMDÂR  f. Mâtemli, acılı, yaslı.
MÂTEMENGİZ  f. Mâtemi ve yası iktiza eden.
MÂTEMFEZÂ  f. Yası ve mâtemi ziyadeleştirip arttıran.
MÂTEMHANE  f. Ağlanılan, yas tutulan yer.
MÂTEMÎ  Yaslı, mâtemli, üzüntülü.
MÂTEMKÜNÂN  f. Yas tutup mâtem ederek.
MÂTEMZEDE  Mâtemli. Yaslı.
MATERYAL  Fr. Bir işin meydana çıkması için lâzım gelen şeyler.
MATERYALİST  Fr. Maddeci. Her şeyi madde ile kıymetlendiren. (Bak: Maddiyyun)
MATERYALİZM  Fr. Maneviyatı ve Allah'ı inkâr eden maddiyyunların mesleği.
MATFA  (İtfâ. dan) Söndürülmüş.
MATH  El ile vurmak. * Yalamak. * Birbiri ardınca sulamak.
MATHARE  (C.: Matâhir) Gusülhâne. İçinde yıkanılıp temizlenilecek yer. * Su kabı, matara.
MATHUM  Dolu, dolmuş.
MATIR  (Matar. dan) Yağan, yağıcı.
MATİ'  Uzun, tavil. * Her nesnenin iyisi.
MATÎN  (C: Metâyın) Balçıklı yer.
MATÎR  Yağmurlu gün.
MATÎRAT  Tehlikeli yerler.
MATÎTA  (C: Metâyıt) Havuz dibinde kalan balçıklı bulanık su.
MATİYYE  Binek hayvanı. Binek. * Gerinip sevinerek yürüyen.
MATİYYE-RÂN  Bindiği hayvanı yola süren.
MATL  Atlatma, geçirme, defetme. * Çekme.
MATLA'  Güneş veya yıldızların doğdukları yer, ufuktan çıktıkları yer. * Yıldız veya güneşin zuhur etmesi. * Edb: Kaside ve gazelin kafiyeli olan ilk beyti. (Bak: Musarra')
MATLAB  İstek, istenilen şey. * Hallolunacak mesele. Mebhas. * Kaziye.
MATLAB-I DİL-HAH  Gönlün isteği, arzu, maksad.
MATLUB  İstek, istenilen şey. * Alacak. Ödünç verilmiş.
MATLUBAT  (Matlub. C.) İstenilen, talebedilen ve aranılan şeyler. * Alacaklar. Ödünç olarak verilmiş olan şeyler.
MATLUL  (C.: Matâlil) Yaş, ıslâk. * Islanmış, nemlenmiş.
MATMA'  Tamâ edilecek şey. Çok istenilecek şey.
MATMAH  Tamâh olunan şey, hırsla göz dikilerek bakılan şey veya yer.
MATMAH-I CİHANÎ  Bütün herkese ait tamah olunan ve büyük istekle üzerine bakılan şey.
MATMAH-I NAZAR  Hırsla bakılan şey.
MATMAZEL  Fr. Evli olmayan gayr-ı müslim kız.
MATMU'  (Tama'. dan) Tama' olunmuş. Hırsla istenen şey.
MATMUR  Gömülmüş, defnedilmiş. Toprak altına konulmuş.
MATMURE  Toprak altında bazı şeyleri saklamağa mahsus yer. * Kabir, mezar.
MATMUS  Gözü doğuştan değil de, sonradan kör olmuş adam.
MATNEB  (C: Metânib) Omuz. * Omuzla boyun arası.
MATRAH  (C: Matârih) (Tarh. dan) Mahal, yer. * Tarh olunacak şey, tarh edilecek nesne. * Bir şey atılan yer.
MATRAN  Taç giymiş piskopos.
MATRED(E)  Irak eden, uzaklaştıran.
MATRİS  Fr. Dizilmiş harflerin hususi bir mukavva üzerine alınan kalıbı. * Dizme makinelerinde harf kalıbı.
MATRUD  Kovulmuş. Tardedilmiş. Uzaklaştırılmış olan.
MATRUDÎN  Kovulmuş olanlar. Kovulmuşlar.
MATRUH  Tarh edilmiş, çıkarılmış. * Belirtilmiş, konulmuş (vergi) * Temeli atılmış (Binâ).
MATRUK  Gevşek ve uyuşuk adam. * Kuruduktan sonra yine yağmurla tazelenmiş.
MATRUŞ  Traş olmuş. Sakalsız. * Sağır kimse.
MATT  Çekmek.
MATTA  İncil kitaplarından birisinin adı. Tahrif edilmiş dört yüz muhtelif İncil içinden seçilen biri. (Bak: Havari)
MATTAL  (Mattâle) Devamlı olarak borcunu ileri atıp geciktiren.
MATTE  Vesile, sebep.
MA'TUF  Ait ve râci' olan. * Bir tarafa meyletmiş. Mâil olan. * İsnadedilen. Yöneltilmiş.
MA'TUFUN ALEYH  f. Bir rabt edatı ile kendisine bağlı olan kelime (Bak: Harf-i atıf)
MA'TUH(E)  (Ateh. den) Bunamış, bunak. * Sakat, kötürüm. Amelmânde.
MA'TUHANE  Bunakçasına, bunamışçasına.
MA'TUK(A)  (C.: Maâtik) (Atâk. dan) Azat olunmuş. Azatlı.
MAT'UM  (C.: Mat'umat) Yenecek yemek. Taam.
MAT'UMAT  (Taam. dan) Yemekler. Taamlar. Yenecek şeyler.("Hem hiç mümkün müdür ki: Fâtır-ı Kerim, Halik-ı Rahim, küçük midenin cüz'i arzusunu ve muvakkat bir beka için lisan-ı hal ile duasını hadsiz enva-ı mat'umat-ı lezizenin icadiyle kabul etsin de, umum nev-i beşerin pek büyük bir ihtiyâc-ı fıtriden gelen pek şiddetli bir arzusunu ve külli ve daimi ve haklı ve hakikatlı, kalli, halli bekaya dâir gayet kuvvetli duâsını kabul etmesin? Hâşâ.. yüzbin defa hâşâ.." L.)
MAT'UN  (Tâun. dan) Belâya tutulmuş. Musibet ve tâuna giriftar olmuş. * (Ta'n. dan) Ayıplanmış.
MAT'UNEN  Vebâya tutularak.
MA'TUT  Mağlup, yenilmiş.
MATURİDÎ  Mâturidi Mezhebi ve bu mezhebden olan. Semerkand şehrinin Mâturid köyünden olan Ebu Mansur-u Mâturidi'yi (Hicri: 280-332) itikadda imam olarak kabul edenler. Amelde Hanefi Mezhebinden olanlar, itikadda Maturidi mezhebindendir. Çünkü bu Zât, Ehl-i Sünnet itikadına muhalif görüşleri, eserleri ile reddederek ıslâh etmiştir.
MATV  Çekmek.
MATVÎ  Bükülü, dürülmüş, kıvrılmış şey.
MATVİYY  Dürülmüş nesne.
MATVİYYÂT  Dürülmüş ve bükülmüş olanlar. Kitap sahifeleri gibi toplanmış olanlar.
MATVİYYEN  Sarılı olduğu halde. Dürülerek. Kıvrılarak.
MAUK  şer, yaramaz.
MAUL  Üstün gelinmiş.
MA-UL HAYAT  Mc: Haysiyyet. Şeref, yüz suyu. * Hayat suyu. (Bak: Ab-ı hayat.)
MA-UL VERD  Gül suyu.
MAUN  Eve lâzım şeyler. Ev eşyası. * Malın zekâtı. * Ufak tefek ihtiyaçlar. * Nefaseti sebebi ile (nefsin çok hoşuna gittiğinden) kimseye verilmek istenmeyen şey.
MÂUN SURESİ  Kur'an-ı Kerim'in 107. Suresidir. "Eraeyte Suresi" de denir.
MAUN  Yardım, imdat. * Taat. İnkiyad. İtaat.
MAUNE  Mavna. Yük taşıyan büyük kayık.
MAUNET  Yardım. İmdat. * Azık. Yol yiyeceği. * Cenab-ı Hakk'ın salih kullarına olan imdadı, inayeti. * Huk: Masarif.
MA'V  Olmuş taze hurma. * Ses, avaz.
MA-VAKAA  Vaki' olan. Hâdise. Sergüzeşt.
MA-VEKA'  (Mâ-Vaka') Vâki olan, olup biten.
MA'VEL  Ağıt edecek yer.
MA-VERA  Bir şeyin gerisinde, arkasında veya ötesinde bulunanlar.
MÂ-VERAÎ  Öteye mensub ve âid. * Diğer âlemle alâkalı.
MAVERA-ÜN NEHR  Ceyhun ırmağının doğusunda kalan ülkelere müslüman coğrafyacıların verdiği ad. Türklerin yaşadıkları bu ülkeler, Ceyhun ve Seyhun ırmaklarının havzalarını ihtiva ediyordu. * Dicle ile Fırat arası.
MAVİYE  Billur taşı.
MAVNA  Limanlarda, şamandıralara bağlı olarak yükleme ve boşaltma yapan gemilerden, kıyılara römorkör yedeğinde yük götürüp getiren tekne.
MAVTIN  (C.: Mevâtın) (Vatan. dan) Vatan. Yurt edinilen ve yerleşip oturulan yer.
MAVZER  Alm. Mavzer adında bir Alman'ın yaptığı çaplı harp tüfeği. Askerlikte kullanılan bir silâh.
MA'Y  Su arkı. Su mecrâsı.
MAYE  Damızlık. * Esas. Temel. * Bir şeyin mayalanması ve ekşimesi (tahammürü) için konulan madde. * Para, mal. İktidar. Güç. * İlim. * Dişi deve.
MAYE-İ ŞEB  Gece karanlığı.
MAYEDAR  f. Kudretli, paralı.
MAYHOŞ  f. Biraz ekşice lezzetli tatlı.
MAYIH  (C: Mâha) Kova doldurmak için kuyu içine inen kişi. * Bahşiş veren, atâ eden.
MAYIN  ing. Karada ve denizde, daha çok gizlendirilerek konulan ve temas edilince patlayan bomba.
MÂYİ'  Akıcı. Akıcı madde.
MÂYİ'-İ NÂRÎ  Ateş halinde su veya buhar.
MÂYİÂT  (Mâyi'. C.) Akıcı cisimler. Su halinde bulunan, akan şeyler.
MÂYİİYYET  Mâyilik, akıcılık, sıvılık.
MAYİR  (C: Miyâr) Taamlandıran, yiyecek veren.
MA'YUB  Ayıplanmış. Ayıplanan. Bir kusuru ve eksiği olan.
MA'YUBAT  (Ma'yube. C.) Ayıplanacak şeyler. Eksiklikler, noksanlıklar, kusurlar.
MA'YUBEN  Kusur ve ayıp sayılarak. Ayıplanarak.
MAYUHDES  Sonradan olan.
MAYU'KAL  Anlaşılır.
MAYU'REF  Bilinmez. * Minder altında saklanan şey.
MA'Z  Keçi. Karaca.
MAZ'  Çiğnemek.
MAZ'  Gön yağlamak. * Ağaç kabuğunu soymayıp üstünde bırakmak.
MA'Z  Çekmek.
MAZA  (Mezâ) Geçti (mânasına fiil).
MAZ'A  Her nesnenin bakiyyesi, artığı.
MAZACI'  (Mazca. C.) Kabirler, mezârlar.
MAZACİR  (Mazcer. C.) Gönül daralacak ve sıkıntılı yerler.
MA'ZAD  Alemi, giyen kişinin pazusuna gelen alemli elbise.
MAZAĞ  Çiğnenecek veya çiğnedikleri yemek.
MAZAHİR  (Mazhar. C.) Mazharlar. Eşyanın görüldüğü, çıktığı yerler. * Nâil olmalar. * Şereflenmeler.
MAZAK  Darlık.
MAZALİM  (Mazleme. C.) Haksızlık ve adaletsizlikler. Zulümler. * Adâlet dâiresi.
MAZALLE  Yol aranılan yer.
MAZALLE  (C.: Mazâil) (Zıll. dan) Gölgelik yer.
MAZALLENİŞİN  f. Gölgelikte oturan.
MAZA MA MAZA  Olan oldu. Geçen geçti.
MAZAMÎN  (Mazmun. C.) Mânâlar, mefhumlar, kavramlar. * Ödenmesi gereken şeyler. * Cinaslı, nükteli sözler.
MAZANNE  (Mazınne) Zannolunduğu yer. Zan götüren. * Ermiş sanılan.
MAZANNE-İ HAYR  Kendisinden yalnız iyilik umulan kimse.
MAZANNE-İ SU'  Kendisinden ancak kötülük beklenen kimse.
MAZARR  Zararlar, ziyanlar. Mazarrât.
MAZARRA  Meşakkat, zahmet. * Ziyân.
MAZARRAT  Zararlar. Ziyanlar. Mazârr.
MAZAYIK  (Mazîk. C.) Zor güç işler. * Sıkıntılı ve dar yerler.
MAZAZ  Musibet, felâket ve belâ acısı. * Acıma, üzülme, kederlenme.
MAZBATA  Bir toplantıda konuşulanların neticesinin yazılı şekli. Kararnâme.
MAZBUT  Zabtolunmuş, elegeçirilmiş. * Sağlam. * Yazılmış. Kaydedilmiş. Hatırda tutulmuş. Derli toplu. * Muhâfazalı. Korunmuş. * Belli, belirtilmiş.
MAZBUTÂT  (Mazbut. C.) Ele geçirilmiş; kaydedilmiş; hatırda tutulmuş şeyler. Mazbut olan şeyler.
MAZCA'  (Madca) Yatılacak yer. Mezar, kabir.
MAZCER  (C.: Mazâcir) Gönül daralacak ve sıkıntılı yerler.
MA'ZEL  (C: Meâzil) Irak, uzak, baid.
MAZEM  İki dağ arasında olan dar yol. * Dar olan her yer.
MA'ZERET  Elde olmadan suç, kabahat işleme. * Mücbir sebeblerini söyleyerek yardım dileme. Özür dileme.
MA'ZERETCU  f. Özür arıyan.
MA'ZERETHÂH  f. Özür dileyen. Afvedilmesini isteyen.
MA'ZERETMEND  f. Özürlü, kusurlu. Mazeretli.
MAZFUF  Yanında olan şeyleri tamamen tükenmiş olan kimse.
MAZG  Ağızda çiğneme.
MAZGAL  yun. Eskiden kale, hisar, sur veya şato duvarlarında açılan iç yanı geniş, dış yanı dar gözleme siperi.
MAZHAK  (C: Mezâhık) Gülünç kimse.
MAZHAR  Sahib olma, nâil olma. Şereflenme. * Bir şeyin göründüğü, izhar olunduğu yer. Çıktığı yer.
MAZHAR-I ESMÂ  Çok sıfatlara ve isimlere mensub hâller kendinde görünen. İsimlere, isimlerinin üzerinde te'sirlerine mazhar (sâhib) olan. * Cenab-ı Hakkın isimlerinin tecellisine mazhar ve âyine olmuş olan.(Cenab-ı Hak insana giydirdiği vücud libasını san'atına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış. O vücud libasını o model üstünde keser, biçer, tebdil eder, tağyir eder; muhtelif esmasının cilvesini gösterir. L.)
MAZHAR-I İLHÂM  Kendine ilhâm olunan. (Arı, hayvan ve insanlara olduğu gibi) Kalbine ilhâm gelen zât.
MAZHARİYET  Mazhar ve nâil olma. Elde etme. Muvaffakiyet.
MAZIG  Çiğneyen, çiğneyici.
MAZINNE  (C: Mezânin) İçinde bir şey olduğu tahmin olunan yer.
MAZIR  Ekşi, hâmız.
MAZİ  Geçmiş zaman. Geçen, geçmiş olan. * Gr: Bir işin geçen zamanda yapıldığını bildiren fiil. Fiil-i mâzi. Mazi sigası.(O Kadir-i Mutlak, bütün istikbaldeki acaib-i imkânata muktedirdir. Dünü getiren, yarını getirdiği gibi; maziyi icad eten O Zât-ı Kadir, istikbali dahi icad eder. Dünyayı yapan o Sani-i Hakim âhireti de yapar... M.)
MAZİ-İ NAKLÎ  Yalnız işitilen bir şeyi anlatan fiil sigası. "Nuri gelmiş" gibi.
MAZİ-İ ŞÂD  Neş'eli, sevinçli mâzi.
MAZİ-İ ŞUHUDÎ  Gözle görünen veya görmüş gibi bilinen bir şeyi anlatan fiil sigası, kipi. "Nuri geldi" gibi.
MAZİF  Herkese sofrası açık olan ev. Kapısı açık, misafir sever ev. Misafirperver olan hâne.
MAZİFE  İzâfe olunmuş. * Keder, hüzün, tasa, gam.
MAZÎK  Dar yer.
MA'ZİL  Ayrı. Ayrı bir yer. * Uzak. Baid.
MAZİLLE  Kıldan yapılma büyük çadır.
MAZÎM  Mazlum.
MAZİN  Karınca yumurtası. * Bir kabilenin adı.
MAZÎR  Ekşi, hâmız.
MAZÎRE  Ayran.
MA'ZİRE  (C: Meâzir) Özür etmek.
MAZİRYUN  Şahtere otu.
MAZİYAN  Kendisinden küçük arklara ayrılan büyük su arkı.
MAZİYAT  Geçmişler. Geçen zamanlar.
MAZİYE  Şarap, hamr. * Beyaz iyi bal. * Beyaz ince yumuşak gömlek.
MAZÎZ  Musibet ve belâya uğramış. Felâket acısına giriftar olmuş.
MAZLEME  (C.: Mezâlim) Zulüm ve adaletsizlik. Haksızlık. Can yakma.
MAZLUM  Zulüm görmüş. Kendine zulmedilmiş. * Halim, selim, sakin, sessiz.
MAZLUMANE  Zulüm görmüşe yaraşır surette. * Sessizce. Sessizlikle.
MAZLUMÎN  Zulüm görmüş kimseler.
MAZLUMİYYET  Mazlumluk. Zulüm görmüşlük. * Sessizlik, yavaşlık.
MAZMAZ  (İbranice) Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Suhuf-u İbrahim ve Tevrat'taki ismi.
MAZMAZA  Gusül veya abdest alırken, elleri yıkadıktan sonra üç kere ağız dolusu su alıp ağızda çalkalamak.
MAZMİ  Sulanan ekin.
MAZMUM  (Zamm. dan) Zammolunmuş. İlâve olunmuş. * Yapışmış. * Zamme ile okunan.
MAZMUN  Meâl. Mâna. Mefhum. * Nükteli, san'atlı, ince söz. * Ödenmesi lâzım olan. * Fık: Gasb, telef veya zulüm sebebi ile ödenmesi lüzum etmiş şey.
MAZNUK  Nezle olmuş. Nezleli.
MAZNUN  (Zann. dan) Zannolunmuş. Zan altında bulunan, kendisinden şüphe edilen. * Huk: Bir suç dolayısı ile sorguya çekilen kimse. Sanık.
MAZNUNÎN  (Maznun. C.) Zan altında bulunanlar. Şüpheli kimseler.
MAZRA  Ayran. Bir nevi yemek.
MAZRAC  (C: Mezaric) Eski elbise.
MAZRAHÎ  Akbaba. * Ulu, şerefli kimse. * Her beyaz nesne.
MAZREB  Vuracak yer. * İlikli kemik.
MAZRUB  (Zarb. dan) Zarbolunmuş. Çarpılmış. Dövülmüş. * Basılmış, damgalanmış. * Mat: Çarpılan. (Bak: Madrub)
MAZRUBEYN  Birbirine çarpılan iki sayıdan herbiri.
MAZRUF  Zarflanan. Sarılıp muhafaza edilen. Zarfa konan.
MAZRUFÂT  (Mazruf. C.) Zarflı olanlar.
MAZRUFEN  Zarf içinde olarak. Zarflı surette.
MAZRUR  Zarar etmiş. Ziyan görmüş.
MAZRUS  Örülmüş, örülerek yapılmış. Diş takımı.
MA'ZUB  Kötürüm kimse.
MAZ'UF  Zayıf ve cılız. Zayıflamış.
MAZUFE  İzâfe olunmuş.
MA'ZUL  (Azl. den) İşinden çıkarılmış, kovulmuş, azledilmiş.
MA'ZULEN  Azledilmiş olarak. İşinden çıkarılmış olarak.
MA'ZULÎN  (Ma'zul. C.) İşinden çıkarılmış olan kimseler. Azledilmişler.
MA'ZULİYET  Azledilme hâli. Açıkta kalınış.
MA'ZUR  Özürlü. Özrü olan.
MA'ZURİYYET  Ma'zurluk. Özürlülük.
MA'ZUZ  Katı, şiddetli, şedid.
MAZZ  Nar.
MAZZ  Gönlün gamdan ve tasadan yanması. * İkrar etmek, kabul etmek, açıktan söylemek.
MEAB  Dönülecek yer. Sığınılacak yer. Melce'.
MEAB  Ayıp yeri. * Ayıp.
MEABİD  (Bak: Maâbid)
MEAD  Ahiret. (Bak: Maâd)
MEADİB  (Me'debe. C.) Ziyâfetler.
MEADİN  (Bak: Maâdin)
MEAHİZ  (Me'haz. C.) Me'hazler. Bir şeyin çıktığı veya alındığı yerler. Kaynaklar.
MEAKİL  (Me'kele. C.) Yenilecek şeyler. Yemekler. Erzâk.
MEÂL  (Geri dönmek ve rücu eylemek. den) Meydana gelen netice. Mefhum. * Mânası. Kısaca mânası. * Kaymak. * Husul yeri, peyda olunacak yer. * Son, sonuç.(Meâl, te'vilin me'hazi olan "evl" mânasına masdar-ı mimîdir. Bir şeyin varacağı gâye mânasına ism-i mekân da olur ki, te'vilin hasılı demektir. Bundan başka meâl, bir şeyi eksiltmek mânasına da gelir. Onun için örfte bir kelâmın mânasını her vechile aynen değil de, biraz noksaniyle hasılına göre ifade etmeğe de meâl denilmiştir. E.T.)
MEÂL-İ İCMALÎ  Kısaca hülâsası, kısaca mânâsı. İcmalî meâl.
MEÂLEN  Mânâca aynısı olmadan eksiği ile anlaşılan neticesi. Mânaya göre. (Bak: Te'vil)
MEÂLÎ  Kısaca mânasına ait.
MEALÎ  (Bak: Maâlî)
MEALİM  (Bak: Maalim)
MEALPERVER  f. Mânâlı. * Mâna anlatan.
MEÂN  Mekân, menzil.
MEANN  Enli, geniş. * şişman gövdeli kimse. * Hatip.
MEAR  Arlanacak, utandıracak şey.
MEAR  Saç ve sakalın dökülmesi.
MEARİB  İhtiyaçlar, hâcetler, lüzumlu ve istenen şeyler. İstekler.
MEARİC  (Mi'rac. C.) Mi'raclar. Merdivenler. Çıkılacak yerler.
MEARİC SURESİ  Kur'an-ı Kerim'in 70. Suresi olup Seele veya Mevaki Suresi de denir ve Mekkîdir.
MEARRE  Keffaret, diyet. * Elem, meşakkat, dert, günah.
MEASİ  (Bak: Maâsi)
MEASİM  Günahlar. * Günah işlenecek yerler.
MEASİR  (Me'sere. den) Güzel eserler. Nişanlar. İzler.
MEASİR-İ BERGÜZİDE  Seçme güzel eserler, izler, nişanlar.
MEASS  Çok cür'etli. Hiç çekinmeyen.
MEASS  Talep mevzii, isteme yeri.
MEAYİB  Kusurlar, ayıblar, lekeler. (Bak: Maâyib)
MEAZ  (Bak: Maâz)
MEAZİB  (Mi'zab. C.) Oluklar. Su yolları.
MEAZİF  Sazlar. Çalgılar. Saz âletleri.
MEAZİN  (Me'zene. C.) Ezan okunan yerler.
MEAZİR  Perdeler. Hicablar. * Özürler.
MEAZİR  (Mi'zer. C.) Peştemallar.
MEBAD  (Mebâdâ) f. Sakın, olmaya ki...
MEBADİ  (Mebde. C.) Mebdeler, başlangıçlar, ilk unsurlar. * Çekirdekler. * Prensipler.
MEBADİ-İ ZARURİYYE  Bir hakikat tam bilinmeden önceki isbat edici zaruri emâreler, başlangıçlar, hazırlıklar. (Bak: Hads)
MEBAHİS  Bahisler. Mebhaslar. * Araştırma yerleri.
MEBAHİS-İ İLMİYE  İlmi bahisler.
MEBAL  (Bevl. den) Sidiğin çıktığı yer.
MEBALİĞ  (Meblâğ. C.) Paralar, akçeler.
MEBANİ  Temeller. Esaslar. * Yapılar. Binâlar.
MEBANİ-İ KELÂM  Sözün esâsını teşkil eden şeyler.
MEB'AS  (C.: Mebâis) Yollanma, gönderilme.
MEB'AT  Yaban sığırının yatağı. * Davar ve deve yatağı. * Mekân, menzil.
ME'BAZ  (C: Meâbiz) Diz altındaki çukur.
MEBDE'  Baş taraf. Başlangıç. Başlama. * Kaynak. Kök. Temel. Esas.
MEBDE-İ SUKUT  Sukutun başlangıcı. Düşüşün mebdei.
MEBDEİYET  Başlangıç olma işi.
ME'BELE  Deve duracak yer. * Devesi çok olan yer.
MEBERRAT  (Meberre. C.) Sevab için, hayır kazanmak için yapılan işler.
MEBERRE  (C.: Meberrât) Sevab için, hayır kazanmak için yapılan iş.
MEBERRET  Nöbet şekeri.
MEBGA  Talep mevzii, isteme yeri.
MEBGUZ  Sevilmemiş. Buğzedilmiş. Nefret edilmiş.
MEBHAS  Kısım. Bahis. Fasıl. Bir mes'eleye âid söz. * Arama, araştırma yeri. * Bir şeyin arandığı yer.
MEBHUR  Nefes darlığına mübtelâ olan, hırhır soluyan.
MEBHUS  Bahsolunan. Bahsolunmuş. Evvelce bahsi geçmiş.
MEBHUS-ÜN ANH  Sözü geçmiş şey. Bahsolunan şey.
MEBHUT  Hayretle, şaşkın, mütehayyir. Sersem.
MEBİ'  (Bey'. den) Satılmış şey.
MEBİT  (Beyt. den) Geceleyin kalınacak yer. Geceliyecek yer.
MEBİZ  (C.: Mebâyiz) Tıb: Yumurtalık.
MEBKALE  (C: Mebâkıl) Sebzevat yetiştirilen yer.
MEBLAĞ  Para, mevcud para miktarı. * Yetişmek.
MEBLEVLE (MİBVELE)  İçine bevledilen kap.
MEBLU'  (Bel'. den) Yutulmuş.
MEBLUL  Nemli, yaş. Islak, ıslanmış.
MEBNA  Temel. Yapı yeri. * Üss-ül esas. Asıl ve esas.
MEBNİ  Yapılmış. Kurulmuş. * Bir şeye dayanan. Nazar ve itibâr ve isnad olunarak. * ... den dolayı... e binâen. * Gr: Son harfi harekesi değişmeyen kelime. Tasrife tâbi olmayan (fiil çekimine uğramıyan) kelime.
MEBRADE  Soğukluk. * Soğukluk verecek zaman ve mekan.
MEBREZ  Abdesthâne.
MEBRUD  Soğuk, soğumuş.
MEBRUK  Tebrike şâyeste kimse. Tebrike değer nesne.
MEBRUR  Hayırlı. Makbul. Beğenilmiş. Sadık olmakla makbule geçmiş olan.
MEBRUZ  Gösterilmiş, ibraz olunmuş. * Açılmış mektub.
MEBSEM  (C: Mebâsim) Tebessüm etmek, hafif gülümsemek.
MEBSUS  Dağılmış. Yayılmış. Herkesçe duyulmuş. şayi' olmuş.
MEBSUT  Açılmış. Yayılmış. Serilmiş. * Mufassal. Etraflıca beyan olunan. Bast olunmuş. Uzun uzadıya anlatılmış. 
MEBSUTEN  Mebsut olarak.
MEBSUTEN MÜTENASİB  Birbirlerine nisbetli olan iki şeyden birinin artmasıyla, diğerinin de aynı nisbetle artması; veya eksilmesiyle diğerinin de eksilmesidir. Doğru orantılı.
MEBŞURE  Yüzü ve vücudu güzel yaratılmış kadın.
MEBŞUŞ  (C.: Mebâşiş) Silinmiş. İzi eseri kalmamış.
MABTAHA  (C: Mebâtıh) Kavun karpuz ekecek yer.
MEBTUN  Karnı hasta olan kimse.
MEBTUŞ  Tutulmuş. * Hışım olunmuş.
MEBTUT  Kesilmiş ve ayrılmış.
MEBTUTE  Fık: Üç talak ile boşanmış olan kadın.
MEB'UC  Karnı delinmiş.
MEB'US  Gönderilen. Ba's edilen. * Halk arasından seçilerek Millet Meclisine âzâ edilen. * Allah tarafından gönderilmiş olan. * Öldükten sonra diriltilen.
MEB'USÂN  f. Meb'uslar. Milletvekilleri.
MEB'USİYET  Mebusluk. Milletvekilliği vazifesi.
MEBYET  Geceliyecek yer. Gece vakti kalınacak yer.
MEBZUL  Bol. Çok sarf olunan. Ucuz.
MEBZULÎ  Bolluk, çokluk, kesret.
MEBZULİYYET  Ucuzluk. Bolluk.
MEBZULİYYET-İ ELVAN  Renk bolluğu.
MEC'  Hurmayı sütle ıslatıp yemek.
MECA'  Açlık.
MECAA  Hilebazlık etmek, hile yapmak.
MECADİF  (Micdâf. C.) Kayık veya sandal kürekleri.
MECADİL  (Micdel. C.) Köşkler, kasırlar.
MECAE  (Mecâet) Açlık. Acıkma.
MECAL  Tâkat. Güç. Kuvvet. * İktidar. İmkân. * Fırsat.
MECALÎ  (Meclâ. C.) Aynalar.
MECALİS  Meclisler. Toplantılar. Toplantı yerleri.
MECAMİ'  (Mecmua. C.) Mecmualar. Dergiler.
MECAMİR  (Micmer. C) İçlerinde tütsü yakılan kaplar, buhurdanlar.
MECANE  Ne bulursa sakınmadan yapmak. Mecnunluk.
MECANİK  (Mencenik. C.) Mancınıklar. (Bak: Mancınık)
MECANİN  Mecnunlar. Deliler.
MECARÎ  (Mecrâ. C.) Mecralar. Su yolları. Su yatakları.
MECAZ  Yerinden ve haddinden tecavüz etmek. Hududunu aşmak. * (Cevaz. dan) Geçecek yer. Yol. * Edb: Hakiki mânâsı ile değil de ona benzer başka bir mânâ ile veya istenileni hatırlatır bir kelime ile konuşmak. İstenilene benzer bir mâna ifadesi. Meselâ: Bazı Hadis-i Şeriflerde dünyaya nezâret eden iki melâikenin öküze ve balığa benzetildiği gibi.Edebiyat: Lügatı'nın, "Mecaz" Maddesinde şu tafsilât vardır: Bir kelime, kendi mânasında kullanılırsa; hakikat olur. Eğer bir münasebetle asıl mânasından başka bir mânada istimâl edilir ve kendi mânasında kullanılmasında "karine-i mânia" bulunursa mecaz'dır. Meselâ; tahta kelimesi ağaçtan satıh mânasına olduğu halde hakikattır. Fakat yazı levhası mânâsına kullanılır. Faraza, Muallim tarafından talebeye "tahta başına geç" denilirse, mecaz'dır. Çünkü, levhanın tahtadan yapılmış olması münasebeti ile, bir de başına geçilecek tahtanın ancak yazı tahtası olup döşeme ve tavan tahtalarının başına geçilemiyeceği karine-i mâniası ile, o kelime hakikat mânâsından mecâz mânâsına naklolunmuştur.Nakildeki münasebete alâka denilir. Alâkası teşbih olan mecazlar istiâre, başka türlü alâkası bulunanlar da mecaz-ı mürsel'dir. Mecaz-ı mürselin alâkaları teşbihten başkadır ve en meşhurları şunlardır:1- Hulul : Hakikat ve mecaz mânalarında birinin ötekine mahal olmasıdır. (Derse girildi) denildiği vakit, hâl olan dersin söylenip onun mahalli bulunan dershânenin kasdedilmesi. (Yemekhâneye indi) denilince de, mahal bulunan yemekhânenin zikrolunup yemeğe inildi, denilmek istenmesi gibi.Mânâca cüz'i bir fark ile buna, zarfiyyet, mazrufiyyet alâkası da diyebiliriz.2- Sebebiyyet, müsebbebiyyet : Hakiki ve mecazi mânâlardan birinin diğerine sebeb müsebbeb olmasıdır. "Bir muharrir, kalemiyle geçinir" cümlesinde sebeb olan kalemin zikredilip müsebbeb olan yazı ücretinin kasdedilmesi; kar yağarken söylenilen "bereket yağıyor" cümlesindeki müsebbeb olan bereketin zikredilip, sebeb olan karın murad edilmesi gibi.3- Cüz'iyyet, külliyet : Hakikat ve mecaz mânâlarından biri, diğerinin cüz'ü olmasıdır. Diğer bir tabir ile; bir şeyin bütünü kasdedilmesidir. "Marmaradan her yelkenUçar gibi neş'eli"beytindeki yelken kelimesi gibi. (ki, onun zikriyle bütünü söylenip parçası, yahut parçası söylenip bütünü bulunan kayık murad edilmiştir).4- Itlâk ve takyid : Hakikat ve mecaz mânâlarından birinin mutlak yâni umuma; o birinin mukayyed, yâni hususa delâlet eder olmasıdır. Hayvan kelimesindeki mânâ umumidir. Hayvan deyip de meselâ "At" ı murad etmek onu mukayyed bir mânâda kullanmak demek olacağından "Mecaz" olur.5- Kevniyyet : Bir şeye eski hâlinin ismini vermektir. Bir vâlidenin, yetişmiş oğluna; "bizim çocuk" demesi gibi.6- Evveliyyet : Bir şeyi sonra olacağı isim ile zikretmektir. Tıbbiye ve deniz mekteblerine yeni girmiş talebeye "Doktor ve Kaptan" denilmesi gibi.(Mecaz ilmin elinden cehlin eline düşerse, hakikate inkılâb eder, hurâfata kapı açar. S.)
MECAZ-I MÜRSEL  Edb: Kelimenin asıl mânâsıyla mecazî mânâsı arasında benzerlik bulunmasından başka bir alâka bulunmasıyla olan mecazdır.
MECAZE  Cevizlik yer.
MECAZEN  Mecaz olarak. Gerçek değil de mecaz yoliyle.
MECAZÎ  Mecazla ilgili.
MECAZİB  (Meczub. C.) Meczublar. Cezbeye tutulmuş olanlar.
MECBE  Geniş ve işlek yol.
MECBEE  Mantar yetişen yer.
MECBUB  Hayası ve zekeri kesilmiş.
MECBUL(E)  (Cibillet. den) Yaratılmış. Yaratılışında bir hâl veya sıfat bulunan.
MECBUR  Zor görmüş. Zorla bir işe girişmiş. İcbar görmüş. * Hatırı alınmış, gönlü yapılmış. (Hakiki manası: Kırıldıktan sonra bütünlenmiş.)
MECBUREN  İster istemez. Cebirle. Zaruret icâbı. Zorla.
MECBURÎ  Zor altında, ister istemez, yapma mecburiyetinde.
MECBURİYET  Zora tutulma. Mecburluk.
MECC  Ağızla su püskürmek. * Sulu şeyler atmak ve saçmak.
MECCAN  Parasız, karşılıksız, ücretsiz, bedâva, meccânen.
MECCANEN  Ücretsiz, parasız.
MECCANÎ  Bedavacı. Parasız.
MECCANİYET  Ücretsizlik, meccanilik.
MECD  Büyüklük. Azamet. * şeref, itibar.
MECDERE  Lâyık olacak mekân.
MECDEYE  Kıtlık yeri.
MECDUD  Rızkı bol, nasibli, bahtiyar. * Kesilmiş, maktu.
MECDUL  Sağlam ve muhkem şey. * Sağlam yapılı ve kemikli kimse. * Bükülmüş.
MECDUR  Tıb: Çiçek çıkarmış kimse.
ME'CEL  (C: Meâcil) Su toplanan yer.
MECELLAT  (Mecelle. C.) Mecmualar, kitaplar, dergiler.
MECELLE  Mecmua. Fikir topluluğu. Risale. Kitab. Hikmetli sahife. * Fıkıh kitabının muâmelât kısmının toplu bir parcası. * İslâm Hukukuna dâir bir mecmua.
MECENNE  Kalkan, siper. * Delilik, mecnunluk, divanelik.
MECER  Koyunun karnındaki kuzu büyüdükçe durmaya kadir olmaması. * Büyük asker. * Susuzluk.
MECERRE  (Mecerret-üs Sema) Kehkeşan, Samanyolu denilen büyük, parlak yıldız kümesi.
MECFER  Beli kalın olan at.
MECHEL  (C.: Mecâhil) Belirtisiz, işaretsiz, nişansız. * Yolu ve izi olmayan çöl.
MECHELE  Birini câhilliğe sevkeden şey.
MECHUD  (Cehd. den) Çalışmış uğraşmış, didinmiş, cehdetmiş. * Kuvvet, kudret, güç.
MECHUL  Bilinmeyen. Belli olmayan.
MECHUL-ÜL AHVAL  Kimin nesi olduğu bilinmeyen kimse.
MECHUL-ÜN NESEB  Kimin çocuğu olduğu bilinmeyen kişi.
MECHULAT  (Mechul. C.) Mechul olan ve bilinmeyen şeyler.
MECHULİYET  Bilinmezlik, mechullük.
MECHURE  Harf, hareke ile okunduğu vakit, nefesin hapsolunup sesin âşikâr olmasında okunan harfler. Bu harfler nefesi kendileri ile cereyandan men'ederler.
MECHURİYE  Aşikâre olunmuş, açıklanmış, meydana konulmuş.
MECİ  (Meciyyen) Gelme, geliş.
MECİD  Azametli. Şerefli. Gâlib. * Esmâ-i İlâhiyedendir.
MECİDİYE  Sultan Abdülmecid zamanında 1840'da basılmış 20 kuruş değerinde gümüş para.
MECL  Elin kabarması. * Balta gibi bir nesne tutmaktan veya çalışmaktan dolayı elin kabarıp nasırlanması.
MECLA  (C.: Mecâli) Ayna, mir'at. * Çıkma ve görünme yeri. * Başın tepesinde kıl bitmeyen yer.
MECLEB  Beyaz çiçekli bir otun adı. (Adam boyu uzar ve yaprağı zerdaliye benzer.)
MECLİS  Oturulacak, toplanılacak yer. * Görüşülecek bir mes'ele için bir araya gelmiş insan topluluğu. * Devlet işlerini görüşmek üzere Millet Vekillerinin toplandıkları büyük bina.
MECLİS-İ A'YÂN  Osmanlı İmparatorluğu zamanında hükümet tarafından seçilmiş olan meclis. (Bunun karşılığı, zamanımızda, senato meclisidir.)
MECLİS-İ MEBUSAN  Halk tarafından seçilen meb'usların meclisi. Millet Meclisi.
MECLİS-İ ÜLFET  Konuşma meclisi.
MECLİS-İ VÜKELÂ  Kabine toplantısı. Bakanlar kurulu toplantısı.
MECLİS-ARA  f. Meclisi süsleyen.
MECLİS-EFRUZ  f. Meclisi parlatan. Meclisi aydınlatan.
MECLİS-FÜRUZ  f. Meclisi parlatan. Meclisi aydınlatan.
MECLİSÎ  Meclisle alâkalı. Meclise ait.
MECLİSİYAN  Meclis ehli. Mecliste bulunan âzâlar.
MECLUB  Celbolunmuş. Çekilmiş. Kapılmış. * Tarafdarlığı kazanılmış kimse. * Aşık. Tutkun.
MECLUBİYET  Tutkunluk, meclubluk.
MECLÜVV  Parlak, cilâlı. Mücellâ.
MECMA'  Toplanılacak yer. Kavuşulan yer.
MECMA-İ ALEYH  Hakkında toplanılan, ittifak edilen, birleşilen şey.
MECMA-I EKBER  En büyük toplanma yeri. Mahşer.
MECMA-I HAKAİK  Hakikatlerin toplandığı yer. Hakikatlerin merkezi.
MECMA-ÜL EZDÂD  Zıtların toplandığı yer. * Mutlak hürriyet.
MECMA-ÜL KÜLL  Hepsinin toplandığı yer.
MECMECE  Yazının karışık olması. * Kalbinde olanı demek isteyip, yine demeyip gizlemek.
MECMEDE  Buzluk, karlık.
MECMU'  Bütün, hepsi. Topluca. Yığılmış. Cem' olunmuş. Bir araya getirilmiş şey.
MECMUA  Toplanıp biriktirilmiş, tertip ve tanzim edilmiş şeylerin hepsi. * Seçilmiş yazılardan meydana getirilen kitap. Risâle. * Kolleksiyon.
MECMUAN  Toptan, birden, toplu olarak.
MECMUAT-ÜL AHZAB  Şeyh Ahmed Ziyaeddin-i Gümüşhanevî'nin üç ciltlik bir duâ mecmuası.
MECMUİYYET  Topluluk. Bütünlük. Tamlık.
MECNEB  Çok şey.
MECNUB  Güney rüzgârı yetişen kişi. * Akciğer zarı iltihabı olan kişi.
MECNUN  Deli. Çılgın. * İnsanlara çok hususta uymayan. * Birini çok fazla sevip aklını kaçıran. Âşık.
MECNUNANE  f. Delice, divanece. Mecnunlara ve delilere yakışır surette.
MECNUNİYET  Delilik. Mecnunluk.
MECR  Bir nesneyi devenin karnındaki yavrusuna bey'etmek. Devenin karınındaki yavrusunu bir malla değiştirmek. * Çokluk asker. * Akıl.
MECRA  Suyun aktığı yol. Su yolu. Kanal. * Cereyan eden yer. * Bir haberin yayılma yolu. * Bir şeyin dolaştığı yer.
MECRUH  Yaralı. Yaralanmış. * Huk: İnandırıcı sözlerle çürütülmüş fikir, davâ.
MECRUHÎN  (Mecruh. C.) Yaralılar. Yaralanmış olanlar.
MECRUR  Sürüklenmiş. * Gr: Başında harf-i cer bulunan kelime. İzafet halinde son kelime. Cerr'li okunan kelime. (i, ı diye okunan kelime, yani esreli)
MECS  Ovmak. Dibagat etmek.
MECUBE  Cevap.
MEC'UL  Yapılmış. Meydana çıkarılmış. İkame ve ihdas olunmuş olan.
ME'CUR  Karşılık almaya, mükâfata hak kazanmış kimse. * Kiraya verilen.
MECUS  Kulakları küçük olan adam. * Ateşe tapan kişi.
MECUSİ  Çok eskiden yaşamış, kulağı küçük olan birisinin adıdır. Ateşperestlik âyinine sebeb olduğundan "Ateşperestlere" bu isim verilmiştir. * Eski İran dini olan Mecusilikten olan kimse.
MECUSİYÂN  (Mecusi. C.) Mecusiler. Ateşe tapanlar.
MECUSİYET  Mecusilik.
MECVED  Doymaya yakın olmak. * Yağmur taneleri değmiş cisim.
MECZİR  (C: Mecâzir) Deve boğazlayacak yer.
MECZUB  Başkasının te'siri ile hareket hâlinde olan. Cezbedilmiş. Aklı gitmiş olan. Aşk-ı İlahî ile kendinden geçmiş. * Deli. Divane. Mecnun.(Sultan Mehmed Fatih'in zamanında hikâye edilen meşhur ve mânidar "Cibâli Baba kıssası" nev'inden olarak bir kısım ehl-i velâyet, zâhiren muhakemeli ve âkıl görünürken, meczubdurlar. Ve bir kısmı dahi; bâzan sahvede ve daire-i akılda görünür, bâzan aklın ve muhakemenin haricinde bir hâle girer. Şu kısımdan bir sınıfı; ehl-i iltibastır, tefrik etmiyor. Sekir hâlinde gördüğü bir mes'eleyi hâlet-i sahvede tatbik eder, hatâ eder ve hatâ ettiğini bilmez. Meczubların bir kısmı ise; indallah mahfuzdur, dalâlete süluk etmez. Diğer bir kısmı ise, mahfuz değiller; bid'at ve dalâlet fırkalarında bulunabilirler. Hattâ, kâfirler içinde bulunabileceği ihtimal verilmiş.İşte; muvakkat veya dâimi meczub olduklarından, mânen '"mübarek mecnun" hükmünde oluyorlar. Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef değiller. Ve mükellef olmadıkları için muahaze olunmuyorlar. Kendi velâyet-i meczubaneleri bâki kalmakla beraber, ehl-i dalâlete ve ehl-i bid'aya tarafdar çıkarlar, mesleklerine bir derece revaç verip, bir kısım ehl-i imânı ve ehl-i hakkı, o mesleğe girmeye meş'umane bir sebebiyet verirler. M.)
MECZUBÎN  (Meczub. C.) Meczublar. Deliler, mecnunlar. Cezbeye gelmiş olanlar.
MECZUM  Kat'i niyet edilmiş, cezmolunmuş. Kat'i karar verilmiş. * Gr: Son harfi harekesiz okunan kelime. Cezimli kelime. (İlim, kilim, kitab kelimelerinin son harflerinin okunduğu gibi.)
MECZUM  (Cüzam. dan) Cüzam hastalığına tutulmuş kimse.
MECZUR  Cezr olunmuş, kare kökü alınmış sayı. (On sayısı yüz sayısının meczurudur, yani kare köküdür.)
MECZUZ  Kesilmiş, münkatı'.
MEÇ  Ateşli silahların icadından evvel kullanılan harp âletlerinden biri. Keskin olmayan tâlim kılıcı, uzun ve ince kılıç.
ME'D  Yumuşak taze ot. * Titremek. * Sallanmak.
MEDA  Mesafe, nihâyet. Son.
MEDE-D-DÜHUR  Dünyanın sonuna kadar.
MEDACİ'  Yatacak yerler. (Bak: Madcâ')
MEDAFİ'  (Medfa. C.) Ask: Toplar.
MEDAFİN  (Medfen. C.) Mezarlar, kabirler. Gömülecek, defnolunulacak yerler.
MEDAHEK  (Bak: Madhek-Mudhike)
MEDAHİL  (Medhal. C.) Girişler. Girilecek yerler.
MEDAİH  Medhetmeler. Övmeler. Medhedişler.
MEDAİN  (Medayin) Şehirler, medineler. Büyük memleketler. * Şimdi harabe olup İslâmiyyetten evvel yaşamış Kisralıların Nuşirevan zamanında kurdukları merkez-i hükümetleri olan büyük şehir. Peygamber Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın doğduğu gece bu şehirdeki büyük sarayın eyvanları yıkılmıştı.
MEDAK  Bir şeyi ezmekte kullanılan yassı taş.
MEDAMİ'  Göz yaşları. * Gözler.
MEDAMİ'-İ HİCRAN  Hicran gözyaşları. Ayrılık gözyaşları.
MEDAR  Sebeb, vesile. * Bir şeyin etrafında döneceği nokta. Bir şeyin devredeceği, üzerinde hareket edeceği yer. * Gezegenlerin gezerken hareket noktalarının çizdiği dâire. (Dünya, güneş etrafında seyrederken medar-ı senevîsi bir dâireyi andırır.)
MEDAR-ÜL AYN  Göz çukuru.
MEDAR-I FAHR  İftihara sebeb olan. Övmeğe vesile.
MEDAR-I İBRET  İbret almağa yarıyan.
MEDAR-I MAİŞET  Geçim vasıtası.
MEDAR-I SENEVÎ  Dünya, güneş etrafında seyrederken çizdiği farazi dâire.
MEDAR-I TAAYYÜŞ  Maişet tedarikine sebeb olan, geçim vesilesi.
MEDARE  Kova gibi dikip su çekmekte kullanılan deri.
MEDARİC  (Medrec ve Medrece. C.) Merdivenler. * Meslekler, yollar.
MEDARİS Medreseler. Ders okunan yerler. Talebe-i ulumun ikametgâhları. Din, imân, ahlâk dersi ve fenni ilim okutulan ve aynı zamanda talebenin ikamet ettiği mektebler.
MEDAS  Harman yeri.
MEDASE  Harman yeri.
MEDAYİH  Medhe lâyık işler ve hareketler.
MEDAYİH-İ BÂHİRE  Çok açıktan birisini veya bir şeyi övmek, medhetmek.
MEDAYİN  (Midyân. C.) Dâima borçlanan kimseler.
MEDBEE (MEDBE)  Kabaklık, kabağı çok olan yer. * Kul, abd.
MEDBUG  Dibâgat olunmuş, tabaklanmış.
MEDBUR  Zengin. Malı mülkü ve serveti çok olan. * Yaralı, mecruh.
MEDCEN  Bulutlu gün.
MED  Uzatma, çekme. Yayma ve döşeme. * Çoğaltmak. * Bir şeye dikkatlice bakmak. * Nihayet, son. * Sönmek. Bir şeyi söndürmek. * Yardım etmek, mühlet vermek. * Yâr ve yâver olmak. * Tarlaya fışkı ve gübre dökmek. * Sel suyu.
MEDD-İ BİSAT  Kilim yayma, halı serme.
MEDD-İ NAZAR  Uzağa bakma. Gözün görebildiği kadar göz alımı.
MEDD-İ YED  El uzatma.
MEDD İŞARETİ  Harekenin uzun okunacağını gösteren işaretin adı. * Hemze ile elifin birleşmesi.
MEDDAH  (Mübalâga ile) Çok çok medheden, sena eden. * Edb: Taklidli hikâyelerle halkı eğlendiren hikâyeci.
MEDD Ü CEZİR  Coğ: Deniz sularının kabarması ve tekrar geriye çekilmesi.
MEDED  İnayet, yardım, imdad, eman. Eyvah.
MEDEDCU  f. Meded isteyen, yardım arayan.
MEDEDCUYANE  f. Medet isteyene, yardım arayana yakışacak surette.
MEDEDHÂH  f. Meded isteyen, yardım bekleyen.
MEDEDHÂHÎ  f. Meded arayıcılık, yardım isteyicilik.
MEDEDKÂR  f. Yardımcı, muin, nâsır. Nusret veren.
MEDEDKÂRANE  f. Medet ve yardım edercesine.
MEDEDKÂRÎ  f. Yardımcılık.
MEDEDRES  f. Yardımcı. İnâyet eden. Yardım eden. Mededresân da denir.
MEDEDRESANÎ  Yardımcılık. Yardım ve inâyet edicilik.
MEDE-L-BASAR  Gözün görebildiği kadar.
MEDE-L-EYYAM  Günlerin sonuna kadar.
MEDENİ  Faziletli, terbiyeli, kibâr. * Medineli. Şehirli. * Kur'an-ı Kerimin Medine şehrinde nâzil olan âyet ve sureleri.
MEDENİ-İ BİTTAB'  Doğuştan, yaradılıştan huyları ile medeni oluş. * Cenab-ı Hakkın yaratması ile tab'an iyi huylu, kibar, faziletli kimse.
MEDENİYET  Adaletseverlik, insanca iyi ve ferah yaşayış. Şehirlilik. Yaşayışta, içtimaî münâsebetlerde, ilim, fenn ve san'atta tekâmül etmiş cemiyetlerin hâli. * İslâmiyetin emirlerine göre, usulü dâiresinde yaşayış.(Küre-i arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefihe ile gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır. Tâdili, büyük bir himmete muhtaçtır. Ve keza, beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır. Bunların kapatılması ancak Allah'ın lutfuna mazhar olanlara müyesser olur. M.N.)(Sual: Sen eskiden şarktaki bedevi aşâirde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden, kırk seneye yakındır, medeniyet-i hâzıradan "mimsiz" diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivâya sokuldun?Elcevab: Medeniyet-i hâzıra-i Garbiye, semâvi kanun-u esasilere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına; hatâları, zararları, fâidelerine râcih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakiki olan istirahat-ı umumiye ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisad, kanaat yerine israf ve sefahet.. ve sa'y ve hizmet yerine tenbellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, biçâre beşeri hem gayet fakir, hem gâyet tenbel eyledi. Semâvi Kur'anın kanun-u esasisi $_ $_ $ ferman-ı esasisiyle: "Beşerin saadet-i hayatiyesi, iktisad ve sa'ye gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, avâm tabakası birbiriyle barışabilir." diye Risale-i Nur bu esası izaha binaen kısa bir-iki nükte söyleyeceğim:Birincisi : Bedevilikte beşer üç-dört şey'e muhtaç oluyordu. O üç-dört hâcatını tedarik etmiyen on adette ancak ikisi idi. Şimdiki garb medeniyet-i zâlime-i hâzırası su'i-i istimâlât ve israfat ve hevesatı tehyic ve havâic-i gayr-i zaruriyeyi, zaruri hâcatlar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik cihetiyle şimdiki o medeni insanın tam muhtaç olduğu dört hâcâtı yerine, yirmi şey'e bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâcatı tam helâl bir tarzda tedarik edecek yirmiden ancak ikisi olabilir. Onsekizi muhtaç hükmünde kalır. Demek bu medeniyet-i hazıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmağa sevk etmiş. Biçâre avâm ve havas tabakasını dâima mübarezeye teşvik etmiş. Kur'anın kanun-u esasisi olan "vücub-u zekât, hurmet-i riba" vasıtasiyle avâmın havassa karşı itâatini ve havassın avâma karşı şefkatini te'min eden o kudsi kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevk etmeğe mecbur etmiş. İstirahat-ı beşeriyeyi zir ü zeber etti!..İkinci Nükte : Bu medeniyet-i hâzıranın hârikaları, beşere birer ni'met-i Rabbaniye olmasından, hakiki bir şükür ve menfaat-ı beşerde istimâli iktiza ettiği halde, şimdi görüyoruz ki: Ehemmiyetli bir kısım insanı tenbelliğe ve sefahete ve sa'yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesatı dinlemek meylini verdiği için sa'yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve iktisadsızlık yoluyla sefahete, israfa, zulme, harama sevkediyor. Meselâ Risale-i Nurdaki "Nur Anahtarı"nın dediği gibi: Radyo büyük bir ni'met iken, maslahat-ı beşeriyeye sarf edilmek ile bir mânevi şükür iktiza ettiği halde, beşte dördü hevesata, lüzumsuz malâyani şeylere sarf edildiğinden; tenbelliğe, radyo dinlemekle heveslenmeğe sevk edip, sa'yin şevkini kırıyor. Vazife-i hakikiyesini bırakıyor. Hattâ çok menfaatli olan bir kısım hârika vesait, sa'y ve amel ve hakiki maslahat-ı ihtiyac-ı beşeriyeye istimâli lâzım gelirken, ben kendim gördüm; ondan bir-ikisi zaruri ihtiyâcata sarf edilmeğe mukabil, ondan sekizi keyf, hevesat, tenezzüh, tenbelliğe mecbur ediyor. Bu iki cüz'i misâle binler misâller var.Elhâsıl : Medeniyet-i garbiye-i hâzıra, semâvi dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş... İktisad ve kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tama'ı ziyadeleştirmeğe; zulüm ve harama yol açmış. Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle o biçare muhtaç beşeri tam tenbelliğe atmış. Sa'y ve amelin şevkini kırıyor! Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü faidesiz zâyi ediyor.Hem o muhtaç ve tenbelleşmiş beşeri, hasta etmiş. Su'-i istimâl ve israfat ile yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş.Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit hâtıra getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılmasiyle intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı ebedi suretinde gösterip, her vakit beşeri tehdid ediyor. Bir nevi cehennem azâbı veriyor...İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur'an-ı Hakim'in dörtyüz milyon talebesinin intibahiyle ve içinde semâvi, kudsi kanun-u esasileriyle bin üçyüz sene evvel gösterdiği gibi, yine bu dörtyüz milyonun kendi kudsi esasi kanunlariyle beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini; ve eğer yakında kıyamet kopmazsa, beşerin hem saâdet-i hayat-ı dünyeviyesini, hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını; ve ölümü, idam-ı ebediden çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini ve ondan çıkan medeniyetin mehasini, seyyiatına tam galebe edeceğini ve şimdiye kadar olduğu gibi; dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek değil, belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini Kur'an-ı Mu'ciz-il-Beyan'ın işarat ve rumuzundan anlaşıldığı gibi, Rahmet-i İlâhiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor!. R.N.)
MEDENK  f. Kapı sürgüsü. Kilit.
MEDER  Tezek, toprak tezeği. * Çakıl. Kuru çamur. Kuru balçık. * Köy, mahalle.
MEDFA'  (C.: Medâfi') Ask: Top.
MEDFEE  Deve sürüsü. Çok miktar deve.
MEDFEN  Mezar. Defnedilen, gömülen yer.
MEDFU'  Dışarı çıkarılmış, def olunmuş, kovulmuş. * Verilmiş, vezneden çıkarılmış.
MEDFUAT  (Medfu'. C.) Defedilip dışarı çıkarılmış olanlar. * Sarfedilmiş ve verilmiş paralar. Harcanan veya kasadan çıkan paraların, hesap defterinde kaydedildiği hâne.
MEDFUN  Defnedilmiş. Gömülmüş.
MEDH  Birisinin iyiliğini, iyi vasıflarını söylemek. Övmek.
MEDH  Büyük bahşiş.
MEDHA  Deve kuşunun yumurtladığı yer.
MEDHA  Övmek, medhetmek.
MEDHAL  Girilecek taraf. Dahil olacak yer. * Giriş. Esere başlangıç. Önsöz. Mukaddeme.
MEDHALDAR  f. Bir işte parmağı olan. Bir işe karışmış olan.
MEDHAZA  (C: Medâhız) Ayak kayacak yer.
MEDHENE  Yağhâne.
MEDHİYAT  (Medhiye. C.) Medh etmeler, övmeler.
MEDHİYE  Birini medhetmek için yazılan yazı.
MEDHUL  (Dahl. den) Ayıplanacak kusuru olan. * Dile düşmüş. * Kendisine birşey girmiş olan.
MEDHUN  f. Tabaklanmış deri.
MEDHUR  Uzaklaştırılmış veya kovulmuş olan. Tardedilmiş olan.
MEDHUŞ  Dehşete uğramış. Şaşırmış. Korkmuş.
MEDHUŞÂNE  Ürkmüş gibi. Ürkmüş bir hâlde.
MED'Î  Dâvet edilmiş, davetli. Çağrılmış.
MEDİ  (C: Emdiye) Bir yerde birikip toplanmış su.
MEDİBB  Selin aktığı yer.
MEDİD  Devamlı. Çok uzun süren. * Uzatılmış. Çekilmiş.
MEDÎH  Keskin.
MEDÎH  (Medh. den) Övmeye ve medhetmeye sebeb olan şey. Övme mevzuu.
MEDİHA  Medih için yazılan kaside, övme.
MEDİHAGÛ  f. Medheden, öven.
MEDİHASENC  f. Medihnâme yazan, övücü yazılar yazan.
MEDÎN  Borçlu. * Kul, köle, abd.
MEDİNE  Şehir. * Hicazda Hz. Peygamberin (A.S.M.) türbesi bulunan şehirdir. Buranın İslâmiyyetten evvel ismi "Yesrib" idi.
MEDİNE-İ MÜNEVVERE  Nurlu, nurlanmış şehir.
MEDİNE-İ SELÂM  Bağdat şehri.
MEDİNET-ÜN NEBİ  Eski ismi Yesrib olan ve Peygamberimiz Hz. Muhammedin (A.S.M.) türbesinin bulunduğu Medine şehri.
MEDKUK  Döğülmüş, toz hâline getirilmiş.
MEDL  Zayıf, yeyni kimse.
MEDLEBE  Çınarlık.
MEDLUL  Delâlet olunan. Gösterilen. * Mânâ. Meâl. Mefhum. Delil getirilen şey. Bir kelime veya bir işâretten anlaşılan.
MEDLULİYYET  İşâret ve delil olma hâli.
MEDMA'  (C.: Medâmi') Göz. Ayn. * Gözyaşı.
MEDMEC  Kadeh.
MEDMUM  Kırmızı renkli olan. * Dolu, dolmuş.
MEDN  Durmak, ikamet.
MEDR  Havuzun içini sıvamak. * Düzmek.
MEDRAA  Ferâce, kaftan, çarşaf.
MEDREC(E)  (C.: Medâric) Basamaklı yol. Merdiven. * Meslek. * Tarikat. * Dar yol. Dağ yolu.
MEDRESE  (Ders. den) Ders görülen yer. Ders okutulan yer. İslâmi ilimleri okuyan talebelerin yatıp kalktıkları ve tahsil için çalıştıkları vakıf odalarının bulunduğu binâ.
MEDRESE-İ YUSUFİYE  Hz. Yusuf'un (A.S.) iftira, haksızlık ve zulüm ile hapiste kalmasından kinâye olarak, İmân ve Kur'an hizmetinden dolayı tevkif edilenlerin hapsedildiği yere verilen isim.
MEDRESENİŞİN  Medreseli. Medresede oturan.
MEDRESETÜZZEHRA  (Medreset-üz Zehra) 1914'de Birinci Cihan Harbinden evvel Van'da; Üstad Bediüzzaman Said Nursî'nin açılması için teşebbüse geçtiği ve Artemit'te (Edremit) temelini attığı Şark Üniversitesi'nin bir adı.(Münazarat Risalesi'nin ruhu ve esası hükmünde olan, hâtimesindeki Medreset-üz Zehra hakikatı ise, istikbalde çıkacak olan Risale-i Nur'a bir beşik, bir zemin ihzar etmek idi ki; bilmediği, ihtiyarsız olarak ona sevkolunuyordu. Bir hiss-i kablelvuku ile o nurani hakikatı, bir maddî surette arıyordu. Sonra o hakikatın maddî ciheti dahi vücuda gelmeye başladı. Sultan Reşad 19 bin altun lirayı Van'da temeli atılan o Medreset-üz Zehra'ya verdi. Temel atıldı, fakat sâbık harb-i umumi çıktı, geri kaldı. Beş-altı sene sonra Ankara'ya gittim, yine o hakikata çalıştım. 200 meb'ustan 163 meb'usun imzalarıyla o medresemiz -150 bin banknota iblağ ederek- o tahsisat kabul edildi. Fakat binler teessüf medreseler kapandı. Onlar ile uyuşamadım, yine geri kaldı. Fakat Cenab-ı Erhamürrâhimîn o medresenin manevî hüviyetini Isparta vilayetinde tesis eyledi. Risale-i Nur'u tecessüm ettirdi. İnşâallah istikbalde Risale-i Nur şakirdleri o âlî hakikatın maddî suretini de tesis etmeye muvaffak olacaklar. K.L.)
MEDRUK  Anlaşılmış, derk olunmuş.
MEDRUS  Eskimiş elbise. * Deli, mecnun. * Ders olarak okunmuş.
MEDSUS  Gömülerek saklanmış olan. Gizli bulunan. * İçine desise karışmış şey.
MEDŞ  Elin zayıf olması. Elin eti az ve siniri sarkmış olması.
MEDUF  Islanmış. * Dövülmüş.
MED'UV  Davet olunan. Çağırılmış. Davetli.
MED'UVVEN  Çağrılarak, davetli olarak, davet olunarak.
MED'UVVÎN  (Med'uvv. C.) Davetliler, davet olunmuşlar, çağrılmış olanlar.
ME'DÜBE  Ziyafet. Düğün.
MEDYUM  (Medyom) Lât. İspirtizmacılık için vasıtalık eden.(Nurlarla şiddetli alâkası bulunan birkaç has kardeşimizin nazarını, fikrini başka tarafa çevirmek veya zevkli ve ruhani bir meşreb ile meşgul edip, hizmet-i imaniyeye karşı zaifleştirmek için bâzı şahıslar ispirtizma denilen ölülerle muhabere nâmı altında cinnilerle muhabere etmek gibi hattâ bâzı büyük evliyalarla, hattâ peygamberlerle güya bir nevi konuşmak gibi eski zamanda kâhinlik denilen.. şimdi de medyumluk nâmı verilen bu mes'ele ile bâzı kardeşlerimizi meşgul ediyorlar. Halbuki:Bu mes'ele, felsefeden ve ecnebiden geldiği için ehl-i imana çok zararları olabilir. Ve çok su'-i istimalâta menşe' olmakla beraber içinde bir doğru olsa on yalan karışıyor. Çünki, doğruyu ve yalanı tefrik edecek bir mehenk, bir mikyas olmadığından ervah-ı habise ve şeytana yardım eden cinnilerin bu vesile ile hem onun ile meşgul olanın kalbine ve hem de İslâmiyete zarar vermek ihtimali var. Çünki: Mâneviyat nâmına hakaik-ı İslâmiyeye ve akide-i umumiyeye muhalif ihbarat oluyor. Ervâh-ı habise iken kendilerini, ervah-ı tayyibe zannettirip belki kendilerine bâzı büyük veliler nâmını verip İslâmiyetin esasatına muhalif sözlerle zarar vermeye çalışabilirler. Hakikatı tağyir edip, safdilleri tam aldatabilirler.Meselâ: Nasılki güneş, bir küçük cam parçasında ziyasiyle, hararetiyle, şekliyle görünüyor. Fakat, o küçücük camın içindeki güneşin o küçücük timsali, kendi nâmına eğer konuşsa ve dese: Benim ziyam dünyayı istilâ ediyor. Benim hararetim herşeyi ısıtıyor. Ve küre-i arzdan bir milyon defadan daha büyüğüm dese, ne derece hilâf-ı hakikat olduğu anlaşılır. Aynen bu misal gibi; bir peygamber, güneş gibi hakiki makamında iken o ispirtizmanın veyahut medyumluğun cam parçası hükmündeki istidadına göre bir cilvesinin tezahürü, o hakikat nâmına konuşamaz. Eğer konuşsa yüz derece muhalif olur. İspirtizmanın veya medyumluğun o mazhardaki cüz'i cilvesi, vahyin mazharı olan o mânevi güneşin kudsi mahiyetine hiçbir cihetle kıyas olamaz. Çünki: Esfel-i sâfilindeki bir cam parçası mânen a'lâ-yı illiyyinde olan o mânevi güneşin hakikatını yanına getiremez. Getirmeye çalışmak da hürmetsizlikten başka birşey değildir. Ancak onun makamına karib olmak için, Celâleddin-i Süyuti ve bir kısım evliyalar gibi seyr ü süluk ile terakki ederek o mânevi güneşin sohbetine mazhar olunur. Fakat böyle terakki, Risale-i Nurun isbat ettiği gibi, peygamberin velâyetiyle bir nevi sohbeti.. kendi derecelerine göre ve kendi istidatları derecesinde olur.Fakat Nübüvvet hakikatı, velâyetten ne derece yüksek ise, ispirtizma vasıtasiyle veyahut terakkiyat-ı ruhiyye cihetiyle mazhar olunan sohbet ve muhabere dahi hiçbir cihette hakiki peygamberle muhabereye yetişemiyeceğinden yeni ahkâm-ı şer'iyyeye medar-ı ahkâm olamaz.Evet, dinden gelmeyen, belki felsefenin hassasiyetinden gelen celb-i ervah da; hem hilâf-ı hakikat, hem hilâf-ı edeb bir harekettir. Çünki a'lâ-yı illiyyinde ve kudsi makamlarda olanları esfel-i sâfilin hükmündeki masasına ve yalanların yeri olan oyuncak tahtasına getirmek tam bir ihanettir ve bir hürmetsizliktir. Adetâ bir padişahı kulübeciğine çağırıp getirmek gibidir. Belki ayn-ı hakikat ve edeb ve hürmet ve istifade odur ki, Celâleddin-i Süyuti, Celâleddin-i Rumi ve İmam-ı Rabbâni gibi zâtların seyr ü süluk-u ruhanileri gibi seyr ü süluk ile yükselerek o kudsi zâtlara yanaşmak ve istifade etmektir.Rü'ya-yı sâdıkada ervah-ı habise ve şeytan peygamber suretinde temessül edemez. Fakat celb-i ervahta; ervah-ı habise, belki peygamberin lisanen ismini kendine takıp; Sünnet-i Seniyyeye ve ahkâm-ı Şer'iyyeye muhalif olarak konuşabilir. Eğer bu konuşması şeriatın ahkâmına ve Sünnet-i Seniyyeye muhalif ise, tam delildir ki, o konuşan ervah-ı tayyibe değildir. Mü'min ve müslüman cinni de değildir. Ervah-ı habisedir. Bu şekilde taklid ediyor. R.N.) (Bak: İspirtizma)
MEDYUN  Borçlu. Vereceği bulunan.
MEEKA  Ağlamaktan ârız olan hıçkırık. * Gayretlenmek, gayrete gelmek.
MEENNE  Alâmet, nişan, işaret.
MEFAD  Fayda vermek.
MEFAFUN  Aklı ve fikri zayıf olan.
MEFAHİM  Mefhumlar. Anlaşılan şeyler. Anlaşılan mânâ ve mefhumlar.
MEFAHİR  İftihar edilecek, övünülecek şeyler. Mefharetler.
MEFAHİS  (Mefhas. C.) Kuş yuvaları.
MEFAİL  (Mef'ul. C.) İşlenmiş ve yapılmış işler.
MEFAKA  Ansızın tutmak.
MEFALİS  (Müflis. C.) Müflisler. İflâs edenler.
MEFARİK  (Mefrak ve Mefrik. C.) Başın tepe kısımları. Başta saçın ikiye ayrıldığı noktalar.
MEFARİŞ  (Mefruş. C.) Kadın eşler.
MEFASIL  (Mafsal. C.) Mafsallar. Vücuttaki oynak yerleri, eklenti yerleri.
MEFASİD  (Mefsedet. C.) Fesadlıklar. Bozgunculuklar. Münafıklıklar.
MEFAT  (Bak: Müfad)
MEF'AT  Yılanlı yer.
MEFATIR  Yaradılıştan olan huylar. Fıtri olan huylar.
MEFATİH  (Miftah. C.) Anahtarlar.
MEFATİH-ÜL GAYB  (Bak: Mugayyebat-ı hamse) İmam-ı Razi'nin bir tefsiri.
MEFATİR  (Muftır. C.) Oruç açanlar, iftar edenler.
MEFAVİZ  (Mefâze. C.) Sahralar, çöller.
MEFAZ  Feyz, halâs, zafer. * Korkulardan, acılardan kurtulup murada ermek.
MEFAZE  (C.: Mefâviz) Çöl, sahra.
MEFDERE  Dağ keçisinin durağı.
MEF'EM  Karnı geniş olan kişi.
MEFERR  Kaçılacak yer.
MEFHAR  İftihara, övünmeğe, sevinmeğe sebeb olan. İftihara vesile olan şey.
MEFHAR-I KÂİNAT  (Mefhar-i Mevcudat) Kâinatın, kendisi ile iftihar ettiği zat mânâsına Hz. Muhammed'e (A.S.M.) alem olmuş bir tâbirdir.Bu tâbirin kavranabilmesi için nurâni bir bahsi naklediyoruz: "Bak, hârika bir surette hüsn-i suretle hüsn-i sireti cem'eden O Mürşid-i Umumi, O Hatib-i Kudsi; cevâhir dolu bir Kitab-ı Mu'ciz-ül Beyan eline alarak, bütün insanlara mele-i a'lâdan nâzil olan bir hutbe-i ezeliyeyi okuyor ve bütün beni âdemi ve cinleri ve mevcudatı dinletiyor. Evet, pek büyük bir emirden haber veriyor. Hilkat-ı âlemin acib muammasını açıyor. Kâinatın sırr-ı hikmetine dâir tılsımı açıyor. Felsefe ve fenn-i hikmetin, nev-i beşere: "Siz kimlersiniz? Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz?" diye irâd ettiği, akılları acz ve hayrette bırakan üç suâle cevap veriyor...Arkadaş! Şu Zât-ı Nurâni (A.S.M.) Mürşid-i İmâni Resul-ü Ekrem, bak; nasıl neşrettiği hakikatın nuriyle, Hakkın ziyası ile, nev-i beşerin gecesini gündüze, kışını bahara çevirerek, âlemde yaptığı inkılâb ile âlemin şeklini değiştirerek nurâni bir şekle sokmuştur. Evet, O Zâtın nurâni güzelliği ile kâinata bakılmazsa, kâinat bir mâtem-i umumi içinde görünecekti. Bütün mevcudat birbirine karşı ecnebi ve düşman durumunda bulunacaktı. Cemâdat, birer cenaze suretini gösterecekti. Hayvan ve insanlar, eytam gibi zevâl ve firakın korkusundan vâveylâlara düşeceklerdi. Ve kâinata, harekâtiyle, tenevvüü ile ve tagayyüratiyle, nukuşiyle tesadüfe bağlı bir oyuncak nazarı ile bakılacaktı. Bilhassa insanlar, hayvanlardan daha aşağı, zelil ve hakir olacaklardı. İşte, O Zâtın telkin ettiği imân nazarı ile kâinata bakılmadığı takdirde, kâinat böyle korkunç, zulümatlı bir şekilde görülecekti. Fakat O Mürşid-i Kâmil'in gözü ile ve imân gözlüğü ile bakılırsa; her taraf nurlu, ziyadar, canlı, hayatlı, sevimli, sevgili bir vaziyette arz-ı didar edecektir. Evet, kâinat iman nuru ile mâtem-i umumi yeri olmaktan çıkıp mescid-i zikir ve şükür olmuştur. Birbirine düşman telâkki edilen mevcudat, birbirine ahbab ve kardeş olmuşlardır. Cenâze ve ölü şeklini gösteren cemâdât, ünsiyyetli birer hayattar ve lisan-ı hâliyle hâlıkının âyâtını nâtık birer müsahhar me'muru şekline giriyorlar. Ağlayan müteşekki ve eytâm kıyafetinde görünen insan; ibâdetinde zâkir, Hâlikına şâkir sıfatını takınıyor. Ve kâinatın harekât, tenevvüât, tagayyürât ve nukuşu, abesiyyetten kurtuluyor. Rabbâni mektublar, Ayat-ı tekviniyyeye sahifeler, Esmâ-i İlâhiyyeye âyineler suretine inkılâb ederler.Hülâsa: İman nuriyle âlem öyle terakki eder ki: "Hikmet-i Samedâniye Kitabı" nâmını alıyor. Ve insan zelil ve fakir ve âciz hayvanların sırasından çıkar. Za'fının kuvvetiyle, aczinin kudreti ile, ubudiyyetinin şevketi ile, kalbinin şuâı ile, aklının haşmet-i İmâniyyesi ile hilâfet ve hâkimiyyetin zirvesine yükselmiştir. Hattâ, acz, fakr, ihtiyaç ve akıl onun sukutuna esbâb iken, suud ve yükselmesine sebeb olurlar. Zulmetli, karanlıklı bir mezar-ı ekber suretinde görünen zaman-ı mâzi, enbiya ve evliyanın ziyâsı ile ziyâdar ve nurâni görünmeğe başlar. Karanlıklı gece şeklinde olan istikbal, Kur'ânın ziyası ile tenevvür eder. Cennetin bostanları şekline girer. Buna binâen, O Zât-ı Nurâni olmasa idi; kâinat da, insan da, her şey de adem hükmünde kalır; ne kıymeti olur ve ne ehemmiyeti kalırdı.Binaenaleyh bu kadar garib, acib, güzel kâinat için böyle târifat ve teşrifatçı bir Mürşid-i Harika lâzımdır! "Eğer bu Zât (A.S.M.) olmasa idi kâinat da olmazdı" meâlinde $ olan Hadis-i Kudsi şu hakikatı tenvir ediyor." M.N.)
MEFHARET  Birine şeref veren şey. İftihar edilecek, övünülecek şey.
MEFHAS  (C.: Mefâhis) Kuş yuvası.
MEFHUM  Anlaşılan. Mânâ. İfade. Sözden çıkarılan mânâ.
MEFHUM  Kömürleşmiş olan.
MEFÎS  Kaçacak yer.
MEFKAD  Kaybolacak yer.
MEFKARET  İhtiyaç, zaruret.
MEFKUD  Kaybolmuş. Olmayan. Yok. Gayr-ı mevcud. * Fık: Ölü veya diri olduğu bilinmeyen, kayıp kimse.
MEFKUDİYET  Mefkudluk. Bulunmama, kayıplık, yokluk.
MEFKUK  (C: Mefakik) Ayrılmış olan. * Sökülmüş, çıkarılmış.
MEFKUR  (C.: Mefâkir) Omurga kemikleri kırılmış olan hayvan veya insan.
MEFKURE  (Fikir. den) Gâye. Gâye olan şey. Tasavvur hâlindeki gâye. İdeâl.
MEFLUC  Felc olmuş. İnmeli. Kımıldayamaz hâle gelmiş.
MEFLUCEN  Felce uğramış olarak. Mefluc olarak.
MEFLUK  Yoksul, zavallı, biçare, miskin.
MEFLUL  Kınında bulunan kılınç. * Kapalı, kilitli.
MEFRAH  Kuluçka çıkarma yeri. Folluk.
MEFRAK  (C.: Mefârik) Başın tepesi. Tepe kısmı. Başın üstünde, saçların ikiye bölündüğü yer.
MEFRAT  Çok büyük.
MEFRED  Çok büyük, kocaman, aşırı derecede iri.
MEFREŞ  Eskiden göç sırasında yatak ve şilte taşımada kullanılan meşinden veya çadır bezinden yapılmış harar.
MEFRUG  (C.: Mefârig) (Ferağ. dan) Başkasına bırakılmış, feragat edilmiş.
MEFRUGÜN BİH  Bir kimseye bırakılan şey.
MEFRUGÜN LEH  Kendisine bir şeyin mülkiyeti ve tasarruf hakkı bırakılmış olan kimse.
MEFRUK  Bölünmüş, ayrılmış tefrik edilmiş.
MEFRUK  Ovulmuş nesne. * Zâ'ferân ile boyanmış nesne.
MEFRUŞ  Döşenmiş, ferş olunmuş, serilmiş. * Nikâhlı karı.
MEFRUŞAT  (Ferş. ten) Ev döşemeğe yarayan şeyler. Kilim, halı v.s.
MEFRUŞAT-I BEYTİYE  Ev eşyası.
MEFRUZ  İftira olunmuş, ayrılmış, bölünmüş.
MEFRUZ  (Farz. dan) Farz olunmuş. Farz hâline gelmiş. Çok lüzumlu. Farz kabilinden olmuş. * Var sayılan.
MEFRUZ-ÜL EDÂ  Edâ edilmesi, ödenmesi farz olmuş.
MEFSAH  Geniş olacak yer.
MEFSAH  Bozma. * Feshedecek, bozacak yer.
MEFSAKA  (Fısk. dan) Günah işlenen yer.
MEFSEDET  Bozukluk, fenâlık, fesatçılık. Münâfıklık.
MEFSİL  (C: Mefâsıl) Her âzada olan ek yerleri. Mafsal.
MEFSUD  Kendinden kan alınmış kimse.
MEFSUH  Hükümsüz bırakılmış. Yürürlükten kaldırılmış. Battal edilmiş.
MEFSUHİYET  Mefsuhluk. Yürürlükten kaldırılma hâli. Hükümsüzlük.
MEFTAH  Hazine.
MEFTUH  Açılmış. Fethedilmiş. * Ele geçirilmiş, zabtedilmiş. * Gr: Fethalı (üstünlü) okunan harf.
MEFTUHANE  f. Başlangıç için verilen ziyâfet. Bir kitabı okumaya veya yeni bir derse başlarken, talebelere hocası tarafından verilen başlama ziyafeti.
MEFTUK  Fıtıklı.
MEFTUL  (Fetl. den) Bükülmüş, kıvrılmış. Fitil hâline getirilmiş.
MEFTUM  Sütten ve memeden kesilmiş çocuk.
MEFTUN  Fitne ve belâya tutulmuş olan. Âşık. Mecnun. * Cünun. Fitne.
MEFTUNANE  Meftuncasına, kendinden geçmiş olarak, tutkuncasına. Şaşarak, hayrancasına.
MEFTUNİYET  Tutkunluk. Aşıklık.
MEFTUR  Füturlu, kederli, üzgün, bezgin.
MEFTURANE  f. Bitkin bir halde, bezmişcesine.
MEFTURİYET  Bıkkınlık, bitkinlik, bezginlik.
MEFTUT  Ufalanmış, parça parça edilmiş, parçalanmış.
MEF'UL  Yapılan iş. Fâilin eseri. * Gr: Fâilin fiilinin te'sir ettiği şey. "Nuri kitabı okudu" cümlesinde, kitab mef'uldür.
MEF'UL-Ü SARİH  Doğrudan doğruya mef'ul demektir. Bir harf-i cerle ifâde olunmaz. "Nuri dalı kırdı" cümlesinde "dal" mef'ul-ü sarihtir. "Nuri daldan düştü" dersek, bunu arapça ifâde için (min) harf-i cerri ile söyleyebiliriz. İşte böyle harf-i cerle söylenen mef'ullere, "mef'ul-ü gayr-i sarih" denir. Bunlar mef'uldeki harf-i cerlerin adına göre isim alırlar. Meselâ: Mef'ul-ü maa, mef'ul-ü fih, mef'ul-ü leh gibi.
MEFZA'  Korku. Korku yeri. * Sığınacak yer.
MEFZAHA  Rezilliğe ve kepâzeliğe sebebiyet veren şey.
MEFZUL  Üstün gelen. Fazla gelmiş olan.
MEFZUR  Eskimiş. * Parçalanmış.
MEGAD  Bir ot cinsidir, ağaca sarmaşır çıkar; üzüm çubuğundan ince olur ve yaprağı uzun olur.
MEGAFİR  (Miğfer. C.) Miğferler. Eskiden muharebelerde başa giyilen demir başlıklar.
MEGAFON  Sesi yükseltip büyüten alet.
MEGAK  Mezar, kabir, çukur.
MEGANİM  Ganimet malları. Harbde alınan mallar.
MEGAVİL  (Migvel. C.) Hançerler. Ufak ve ince kılınçlar.
MEGER  f. Meğer, halbuki, ancak, oysa ki, şu kadar ki.
MEGES  f. Sinek.
MEGES-İ ENGÜBİN  Bal sineği. Arı. Nahl.
MEGESGİR  f. Örümcek ağı.
MEGESRAN  f. Yelpâze.
MEGESVAR  f. Sinek gibi. Sinek şeklinde.
MEGLUL  (Bak: Maglul)
MEGMUM  (Bak: Magmum)
MEGS  (Bak: Meges)
MEGZ  (Bak: Magz)
MEH  f. Ay. Kamer. (Bak: Mah) * Senenin onikide biri. Ay.
MEHAB  Dehşetli ve heybetli yer.
MEHABB  (Mehebb. C.) Rüzgârın estiği yerler.
MEHABBET  (Bak: Muhabbet)
MEHABET  Heybet. * Hürmetle karışık korku. * İhtiram. Azamet. Büyüklük.
MEHABİL  (Mehbil. C.) Tıb: Rahim yolları.
MEHACİM  (Mihcem. C.) Hacamat şişeleri. * Çekip emmeye yarayan âletler.
MEHAFET  (Bak: Mahafet)
MEHAH  Tazelik, güzellik.
MEHAİL  (Mehil. C.) Tehlikeli ve korkunç yerler.
MEHAK  Durgun suyun yeşilliği.
MEHAKİM  (Bak: Mahâkim)
MEHAL  Süre, mühlet, vâde. * Korku yeri.
MEHALİK  (Mehleke. C.) Tehlikeler. Tehlikeli işler. Korkulan yerler.
MEHAMİD  Şükür ve hamdler. Medihler. Sebeb-i şükür ve hamd olan hasletler.
MEHAMİL  Mahmiller. * İhtimaller. (Bak: Mahmil)
MEHAMM  (Mühim. C.) Mühim şeyler. Kıymetli işler. Umur-u azime. * Düşündürücü şeyler.
MEHAMMŞİNÂS  f. İşinin ehli. İşden anlıyan.
MEHAN  Ağızdan akan su, ağız suyu.
MEHAN  (Bak: Mühan)
MEHANE  Hakaret.
MEHANEN  Küçümsenerek, hafifsenerek.
MEHANET  Küçültme. Küçük görülme. * Hor ve zelil olmak. Zayıf ve zebun olmak. * Tedbiri azca olmak.
MEHANNE  Burun.
MEHAR  Noksan, eksik. * Merci.
MEHAR  f. Dizgin, yular. * Devenin burnuna takılan burunluk.
MEHARET  Ustalık, beceriklilik, üstadlık. Meleke ve mümârese. * Kur'anda meharet: Hıfzın kuvvetiyle harflerin mahreçlerine riâyettir.
MEHARİC  (Mahrec. C.) Mahreçler. Dışarı çıkacak şeyler.
MEHARİC-İ HURUF  Tecvidde: Ağızda harf seslerinin çıktığı yerler.
MEHASİN  (Bak: Mahasin)
MEHAŞ  Ev eşyası. Mal, mülk, metâ.
MEHAT  (C: Mehâ-Mehevât) Billur taşı. * Güneş. * Dağ sığırı. * Tazelik. * Güzellik.
MEHATT  Menzil, konak.
MEHAVE  Doğru. * İnce olmak.
MEHAVİ  (Mehva. C.) Çöller, sahralar. * Vâdiler. * İki yükseğin arası.
MEHAVİF  Korkulu yerler.
ME'HAZ  Menba'. Bir şeyin alındığı, çıkarıldığı yer. Bir şeyin aslının alındığı kaynak.(Cumhur-u avâmı, bürhandan ziyâde me'hazdaki kudsiyet imtisâle sevkeder. M.)
MEHAZ  Su akacak yer, su mecrası. * Gebe kadının ağrısının tutması. * Gebe deve.
MEHAZA  İşlek yol.
ME'HAZÎ  Me'hazle ilgili. Bir şeyin aslının alındığı kaynakla ilgili.
MEHAZİN  Mahzenler. Hazineler. Mal doldurulan yerler.
MEHBEL  Rahim sonu. (Veled yatağı derler) * Veled yolu.
MEHBİL  (C.: Mehâbil) Rahim yolu. * Rahim, döl yatağı.
MEHBİT  Bir şeyin indiği yer. İnilecek yer. Yukarıdan aşağı inilecek yer. Düşülen yer.
MEHBİT-İ VAHY  Vahyin indiği kimse. Vahyin ineceği yer. Münzel-i aleyh.
MEHBUT  Korkudan şaşırmış. Hayret ve korkuya kapılmış.
MEHBUT  Hastalık veya bir illetten zayıf nahif olmuş olan.
MEHC  Cömert, eli açık.
MEHCEBİN  f. Ay alınlı. Alnı ay gibi parlak olan.
MEHCENET  Küçük hurma ağacı.
MEHCUR(E)  (Hicr. den) Uzaklaşmış, uzakta kalmış, ayrı düşmüş. Bırakılmış, metruk, unutulmuş, gayr-i müstâmel. * Saçma sapan, hezeyan. Amel edilmeyen. Kullanılmaz olmuş. Ayrılmış.
MEHCURİYET  Uzaklık, ayrılık. * Bırakılıp unutulma, metrukiyet.
MEHCÜV  Hicvolunmuş. Zemmolunmuş. Kötülüğü ilân ile zevklenilmiş.
MEH-ÇE  Minâre, kubbe ve bayrak direğinin üstüne konulan küçük hilâl, ay.
MEHD  Beşik. Beslenilecek, büyüyecek yer. * Yeryüzü. * Yayıp döşemek. * Kâr kazanmak. * Hazırlanmak.
MEHD-İ UHUVVET  Uhuvvet beşiği. Kardeşlik kazanılan yer.
MEHD-ARA  f. Beşik süsleyen.
MEHDED  Hindibâ otu. * Acı marul.
MEHDİ  Hidâyete eren veya hidayete vesile olan. Sâhib-üz-zaman. "Hususi ve şahsi bir tarzda Allah'ın hidayetine mazhar olan, kendisine Cenâb-ı Hak tarafından yol gösterilen" mânasınadır. Bu kelime ihtida etmiş olanlar için de kullanılmıştır. Mehdi-yi Resul, Mehdi-yi muntazır da denir. Ahir zamanda gelip bütün müslümanları Hakaik-ı imâniye ve Kur'âniyeyi câmi' eserleri ile uyandıracak, dinlerini takviye ve imânlarını tecdit edecek olan ve Peygamberimizin (A.S.M.) Al'inden bir Zâttır. Hz. Peygamberimizin Mehdi hakkındaki tavsiflerinden anlaşılıyor ki; "Cenab-ı Hak kemâl-i kereminden Din-i Muhammedinin (A.S.M.) ebediyyetine bir alâmet olarak her asırda, her fitne zamanında Mehdi mânâsında bir zâtı gönderip onunla Din-i İslâmı te'yid buyurmuştur." Mehdi-misâl zâtlar gelmişlerdir. Deccâl ismiyle tâbir edilen dehşetli bir şahsın, Müslümanları İslâmiyetten uzaklaştırmak ve sefâhet ve dalâlete ve dinsizliğe sevk etmeğe çalışmasına karşı, İslâmiyyeti, Kur'ânî eserleriyle müdafaa eden ve Kur'ânın ve imânın hakikatlarını izah ve isbat ile müslümanların imânlarını kuvvetlendiren, taklidi imânları tahkiki imân kuvvetine tebdil eden ve ehl-i imânı ikâz edip uyandıran ve her hâliyle Hz. Peygambere (A.S.M.) tâbi olan evliyaullahtan, mücâhid, ferid ve cadde-i Kübra-i Kur'âniye yolunda giden ve bu cadde-i kübrayı gösteren rehber-i zaman, yüksek bir zâttır. (Bak: Deccâl)(Suâl : Ahir zamanda Hz. Mehdi geleceğine ve fesada girmiş âlemi ıslâh edeceğine dâir müteaddid rivâyât-ı sahiha var. Halbuki, şu zaman, cemaat zamanıdır; şahıs zamanı değil. Şahıs ne kadar dâhi ve hattâ yüz dâhi derecesinde olsa bir cemaatin mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı mânevisini temsil etmezse; muhalif bir cemaatin şahs-ı mânevisine karşı mağlubdur. Şu zamanda kuvvet-i velâyeti ne kadar yüksek olursa olsun böyle bir cemaat-i beşeriyenin ifsâdat-ı azimesi içinde nasıl ıslâh eder? Eğer Mehdinin bütün işleri harika olsa, şu dünyada Hikmet-i İlâhiyyeye ve Kavânin-i Adetullâha muhalif düşer. Bu Mehdi mes'elesinin sırrını anlamak istiyoruz?Elcevab: Cenâb-ı Hak, kemâl-i rahmetinden, Şeriat-ı İslâmiyyenin ebediyyetine bir eser-i himâyet olarak, her bir fesâd-ı ümmet zamanında bir müslih veya bir müceddid veya bir halife-i zişân veya bir kutb-u a'zâm veya bir mürşid-i ekmel veyahud bir nevi Mehdi hükmünde mübârek zâtları göndermiş, fesadı izâle edip milleti ıslâh etmiş. Din-i Ahmediyi (A.S.M.) muhafaza etmiş. Mâdem âdeti öyle cereyan ediyor; âhir zamanın en büyük fesadı zamanında; elbette en büyük bir müctehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mühdi, hem mürşid, hem kutb-u a'zâm olarak bir zât-ı nurâniyi gönderecek; ve o zât da Ehl-i Beyt-i Nebeviden olacaktır. Cenâb-ı Hak, bir dakika zarfında beynes-semâ ve-l arz âlemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin nümunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını icad eden Kadir-i Zülcelâl, Mehdi ile de Alem-i İslâmın zulumatını dağıtabilir ve vâdetmiştir, vâdini elbette yapacaktır. Kudret-i İlâhiyye noktasında bakılsa, gâyet kolaydır. Eğer dâire-i esbâb ve Hikmet-i Rabbâniye noktasında düşünülse, yine o kadar ma'kul ve vuku'a lâyıktır ki; "Eğer Muhbir-i Sâdıktan rivâyet olmazsa dahi, her hâlde öyle olmak lâzım gelir ve olacaktır", diye ehl-i tefekkür hükmeder. M.)
MEHDİ-Yİ ABBASÎ  (Hi: 120-163) Abbâsi Halifesidir. Ebu Abdullah Muhammed diye de anılır. Halife Mansurun oğludur. Meşhur ve iyiliği ile umumi kabul gören bir zat olup hususan sulh zamanında imparatorluğun inkişafı için çok çalışmıştır. Yeni yollar yaptırmış, postayı ıslâh etmiş ve Abbâsi Sülâlesinin en iyi hükümdarı olarak tanınmıştır.
MEHDİ-İ MUNTAZIR  (Şiilerin itikadına göre) Kıyameti bekleyen mehdi.
MEHDİ-MİSAL  Mehdiye benzer surette. Mehdi gibi hidayete vesile olan.
MEHDİYYE  Mehdiye âit ve mensub olan. Mehdiye dâir ve müteallik. * Hediye. Armağan.
MEHDUM(E)  (Hedm. den) Yıkılmış, hedmolunmuş, yıkık.
MEHDUR  (Hedr. den) Yazık edilmiş, ziyan edilmiş. Boş yere gitmiş.
MEHEBB  (C.: Mehâbb) Rüzgârın estiği yer.
MEHEL  (C: Mühul-Emhâl) Yavaş yapmak. * Sonraya bırakmak, te'hir etmek.
MEHENK  Ölçü. Miyar. * Altın ve gümüş ayarını anlamaya mahsus taş. Üzerinde altın tecrübe edilen siyah taş.
MEHERE  (Mâhir. C.) Mâhirler, ustalar, üstadlar. Hüner sahibi ve elinden iş gelen kimseler.
MEHFAK  Bol nesne.
MEHÎB  İnsanın kendisinden korktuğu. Heybetli, azametli, korkunç kimse. * Arslan, esed, gazanfer.
MEHÎL  Korkulu yer. Korkunç ve tehlikeli yer.
MEHÎN  Hor ve hakir. Zayıf. Zebun. * Az şey. * Rey', fikir ve tedbirde temyizi zayıf, ahmak.
MEHÎR  f. Ay, kamer.
MEHÎRE  Usta, mâhir, hünerli. * Hür olan kadın. * Nikâh bedeli çok olan kadın.
MEHİST  f. Ağır, sakil.
MEHÎZ  Ayran. * Yağı alınmış yoğurt.
MEHK  Suyun rengi yeşil olmak.
MEHK  İyice ezme.
MEHL  Vakit verme. Vâde. Mühlet. Bir işi belli bir zamana kadar te'hir etme.
MEHLEKE  (C.: Mehâlik) Tehlikeli yer veya iş.
MEHLİKA  f. Güzel. Ay yüzlü.
MEHMA-EMKEN  Olabildiği kadar. Mümkün mertebe.
MEHME  (C.: Mehâme) Irak, uzak. * Issızlık. * Korkunç sahrâ. Büyük çöl.
MEHMED  Muhammed isminin Türkçede meşhur olmuş değişik şeklidir. Resul-i Ekrem Efendimize verilen ve sadece ona lâyık bulunan Muhammed (A.S.M.) ismine hürmeten bu değişiklik âdet olmuştur.
MEHMED AKİF  (1873-1936) Şiir ve manzumeyi sırf İslâmiyete hizmet için yazdı. İlk Türkiye Büyük Millet Meclisinde İstiklâl Marşı manzumesi kabul edilerek milletin mâneviyatına büyük faydalar sağladı. Çanakkale Şehidlerine hitaben yazdığı manzumesi de aynı mahiyettedir. Bu İslâm mücahidinin şiirleri Safahât isimli yedi kısımdan ibâret bir kitabda toplanmıştır. (R. Aleyh)
MEHMEDCİK  Kahraman ve mücahid mânasında Türk askerine verilen ünvandır.
MEHMUM  Endişeli. Düşünceli.
MEHMUSE  Gizli. Gizlenmiş eşya. * Örtülmüş. * Tecvidde: Gizli okunan harfler. Fısıltı ile okunan harfler. $ sözü, bu harfleri toplamıştır. Bunun zıddı "Huruf-u mechure" dir.
MEHMUSEN  Gizli olarak.
MEHMUZ  Gr: Hemzeli kelime. Harfin kökünde hemze varsa o kelimeye denir.
MEHMUZ-UL AYN  Kelime kökündeki ikinci harf "hemze" olursa, o kelimeye denir. Birinci harfi "hemze" olursa ona: Mehmuz-ul fâ; üçüncü harf hemzeli olur ise ona da: Mehmuz-ül lâm denir.
MEHN (MİHN)  Hizmet. * Mübtezellik, değersizlik.
MEHPARE  f. Ay parçası. * Çok güzel kimse.
MEHPEYKER  Nurlu, ay yüzlü. Yüzü ay gibi parlak ve güzel olan.
MEHR  Aşk, şefkat, muhabbet. * Güneş. * Huk: Mihr. Evlenme muamelesinde erkek tarafından kadına verilen nikâh bedeli.
MEHR-İ MUACCEL  Nikâhta erkek tarafından kız tarafına verilen ağırlık, para.
MEHR-İ MÜECCEL  Boşanma veya ölüm halinde, kız tarafına verilmesi nikâhta kararlaştırılmış olan para.
MEHR-İ MÜSEMMA  İki tarafın rızası ile nikâh bedeli olarak kararlaştırılan para.
MEHRAK  (C: Mehârik) Sahife, sayfa.
MEHREB  Sığınılacak yer. * Ürküp kaçma.
MEHREC  (Bak: Mahrec)
MEHRECAN  Eylül ayının onaltıncı günü.
MEH-RU  (C: Mehruyân) f. Ay yüzlü, güzel.
MEHRU'  Sar'alı kimse. Sar'a hastalığı olan kişi.
MEH-RUYAN  f. Ay yüzlüler. Ay gibi parlak olanlar. * Mc: Manevî güzellik. Ahlâk sahibi ve dindar olanlar.
MEH-ŞİD  f. Ay, kamer. * Ay ışığı, mehtâb.
MEHTAB  f. Mâhtâb. Ay ışığı.
MEHTER  (Mih-ter) f. Daha büyük. * Reis. * Seyis. Osmanlı askeri mızıkası ve buna mensub müzikçiler. * Vaktiyle Bâb-ı âli çavuşu. * Rütbe, nişan veya vazife alanların evlerine müjde götürenler. * Tanzimattan önce Pâdişah çadırını kurmağa vazifeli asker. * At uşağı.
MEHTERÂN  (Mehter. C.) Mehterler.
MEHTERHANE  f. Tar: Zurna, nakkare, nefir, zil, davul ve kösden kurulu askeri mızıka takımı.
MEHTUK  (Hetk. den) Bozulmuş, yırtılmış, hetkolunmuş.
MEHUB  Heybetli. Azametli. Korkunç. * Arslan.
MEHUL  Yumuşak yay.
ME'HUL  Ma'mur, imar edilmiş.
MEHUL  Benli, benekli.
ME'HUZ  Ahzolunmuş. Çıkarılmış. Alınmış. * Ödünç olarak başka bir yerden alınmış.
ME'HUZÂT  Alınmış olanlar. Alınan paralar ve bu paraların defterde yazılı kısmı.
MEHV  İnce kılıç. * Sulu süt.
MEHVA  (C: Mehâvâ) Sahrâ, çöl, * Uçurum, yar. * İki dağ arası. * İki şeyin arası.
MEHVARE  f. Ay gibi. * Aylık maaş. Aylık ücret.
MEHVAT  Çöl, sahra. * İki şeyin arası.
MEHVEŞ  f. Ay gibi. * Mc: Güzel.
MEHYUM  Şaşmış, hayrette kalmış, şaşırmış. * Sevgi ve aşkdan serseme dönmüş.
MEHZUL  Düşkün. Zayıf. Arık.
MEHZUM  Hezimete uğramış. Mağlub olmuş olan.
MEIK  Gayretli kişi. * Hiddeti galip kimse.
MEİN  Ağlanacak ve inlenecek yer.
MEJENG  f. Keder, hüzün, tasa, gam. * Hoşa gitmeyen, beğenilmeyen, nefret edilen, iğrenilen.
ME'K (MÜ'K)  (Amâk-Emâk) Göz pınarı.
MEKA  (C: Emkâ) Tilki, tavşan ve bunlara benzer hayvanlar. * Canavarların inleri ve yatakları.
MEKABİR  (Bak: Makabir)
MEKAD(E)  Yakın olmak, yakınlık.
MEKADİR  (Bak: Makadir)
MEKAHİL  (Mikhal, mikhel ve mükhüle. C.) Göze sürme çekecek âletler, miller.
MEKAİD  (Mekide. C.) Hileler, aldatmalar, düzenler, dalavereler.
MEKAL  (Bak: Makal)
MEKAMİN  (Mekmen. C.) Gizlenilecek yerler, pusular.
MEKÂN  (Kevn. den) Yer. Durulan yer. Ev, hane, mesken. Mahal.
MEKÂN-I BAÎD  Uzak mekân, uzay yer. (Mekân-ı baîd, yâni: İmanın faide vereceği teklif zamanı, teklif dünyası geçtikten, azab gelip çattıktan sonra iman, iman-ı yeis faydasızdır. E.T.)
MEKÂNE  (C: Emkine-Emâkin) Kudret, kuvvet, güç.
MEKÂNEN  Mahal ve yer bakımından.
MEKÂNET  Ağır başlılık. * Kuvvet. Güç.
MEKANİK  Lât. Cisimlerin hareketleriyle alâkalı hâdiseleri inceleyen ilim. Mihanikiyetten bahseden kitap. * Makina. Makina aksamının hey'et-i mecmuası. * Kafa yormaksızın el veya makina ile yapılan.
MEKÂNİS  (Miknese. C.) Süpürgeler.
MEKANİZMA  Lât. Bir şeyin makina kısmı. * Mc: Oluş ve işleyiş. Meydana çıkış.
MEKÂRE  Eskiden kira ile tutulan yük hayvanı. * Tar: Osmanlı ordusunda taşıma işlerinde kullanılan hayvanlara verilen ad. (Mekâre denilen at, katır, deve gibi hayvanlar, harp zamanlarında halktan satın alınırdı. Bazen geçici bir zaman için, savaş bölgesindeki halktan hayvan toplanır ve belirli miktar ücret ödenirdi.)
MEKÂRİB  (Mikreb. C.) Çift sürülen sabanlar.
MEKÂRİH  (Mekrehe. C.) İnsana tiksinti veren şeyler. * Sıkıntılar, dertler.
MEKÂRİM  (Kerem. C.) Keremler. İyilikler. * Güzel ahlâk sahibi olmak. * Ahlâk-ı hamide, Cenâb-ı Hakk'ın sevdiği, beğendiği güzel ahlâk.
MEKÂRİM-İ AHLÂK  Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ahlâkına ve onun sünnet-i seniyesine ittiba ve imtisâl edenlerin ahlâkı.
MEKÂRİMKÂR  f. Cömert, eliaçık. Kerem sâhibi.
MEKARÎS  (Mıkrâs. C.) Makaslar, kesecek aletler.
MEKÂSİB  (Mekseb ve Meksib. C.) Kazançlar. Kazanç yer ve araçları. Kesbedilen ve kazanılan yerler.
MEKÂTİB  (Mekteb. C.) Mektebler, okullar.
MEKÂTİB-İ ÂLİYE  Yüksek mektebler. Yüksek okullar. Üniversite ayarındaki mektebler.
MEKÂTİB-İ HUSUSİYE  Hususi mektebler. Özel okullar.
MEKÂTİB-İ İBTİDÂİYYE  İlk mektebler, ilk okullar.
MEKÂTİB-İ İ'DÂDİYYE  Yüksek mekteblere talebeyi hazırlayan, rüştiyeden sonra gidilen mektebler. Liseler.
MEKÂTİB-İ LEYLİYYE  Yatılı mektebler.
MEKÂTİB-İ RÜŞDİYYE  Orta mekteb derecesinde ve altı sınıflık olan Osmanlı Devleti devrindeki mektebler.
MEKÂTÎB  (Mektub. C.) Mektublar.
MEKÂYİD  (Mekide. C.) Hileler, düzenler, aldatmalar.
MEKÂYİL  (Mikyâl. C.) Ölçekler, tahıl ölçekleri, kileler.
MEKAYÎS  Mikyaslar. Ölçüler. * Mukayeseler.
MEKÂZA  Şiddetli mümârese. Alışkanlık.
MEKBİR  İhtiyarlama, yaşlanma.
MEKBUD  Ciğerinde hastalık olan.
MEKBUT  Mahzun kişi. Hüzünlü, üzüntülü kimse.
MEKD  Azlık. * İkamet, oturmak.
MEKDUR  Kederlenmiş, kederli.
ME'KEL  (Ekl. den) Yemek yenecek yer. Geçim yeri. * Yemek.
ME'KELE  (C.: Meâkil) Yenilecek, eklolunacak şey.
MEKENE  Kertenkele yumurtası.
MEKER  (C.: Mükur) Bir ağaç cinsi.
MEKERR  Cenk edecek yer, savaş meydanı.
MEKFERE  Örtecek, sertredecek yer.
MEKFUF  Kulplarından sıkıca bağlanıp heybe gibi asılmış. * Kilitlenmiş. * Heybe. * Dürülmüş, toplanmış. * Men olunmuş. Yasak edilmiş.
MEKFUF-ÜL AYN  Gözü keffolmuş. Kör, âmâ.
MEKFUL  (Kefâlet. den) Kefil olmuş veya kefil olunmuş.
MEKFUL-ÜN ANH  Kendisine kefillik edilen kimse.
MEKFUL-ÜN BİH  Kefâlet olunan kimse veya şey.
MEKHUL(E)  (Kuhl. dan) Sürme çekilmiş, sürmeli.
MEKÎD  Tuzağa düşen veya düşecek olan.
MEKÎDE  (C.: Mekâid) Hile, aldatma, düzen, dalavere.
MEKÎDET  Düzen, hile, fesat.
MEKÎL  Ölçmek. * Kilo ile ölçülen şey.
MEKÎLÂT  (Mekîl. C.) Buğday, arpa gibi kile ile ölçülen şeyler.
MEKÎN  Yüksek rütbe sâhibi. Vakarlı. Temkinli. Nüfuz ve iktidar sahibi. * Yerleşmiş. Oturmuş. Sâkin, Muhkem.
MEKÎNET  Onur, vakar, ciddiyet, ağırbaşlılık.
MEKİR  (Mekr) Hile. Aldatma. Oyun. Düzen. (Birisinin kötü veya iyi hâllerini öğrenmek veya kötülüğe sevketmek ya da gayesinden alıkoymak için yapılır.)
MEKÎS  Vakarlı. Onur sahibi. Ciddi ve ağırbaşlı kimse.
MEKK  Emmek. * Helâk etmek. * Noksan etmek, eksiltmek.
MEKKÂR  Hilekâr. Düzenbaz. Çok aldatıcı. Mekir yapan.
MEKKÂRÎ  Mekkârlık, hile, düzen. Hilekârlık.
MEKKE  Hicaz'da Kâbe'nin bulunduğu en mukaddes şehrin ismidir. Aynı zamanda Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) doğduğu şehirdir.
MEKKE-İ MÜKERREME  İlk ismi Mekke olan bu şehire, Hz. Peygamber'in (A.S.M.) gelmesi ve Mukaddes Kâbe'nin putlardan temizlenmesi ile Mükerrem Mekke mânâsında bu isim verilmiştir.
MEKKÎ  Mekke'den olan. Mekke'ye dâir ve mensub. * Mekke'de nâzil olan âyet veya sure.
MEKKUK  (C.: Mekâkik) Birbuçuk sa' alır kile.
MEKLA'  Otlu yer.
MEKLUM  Yaralı, mecruh. Yaralanmış.
MEKMEN  (C.: Mekâmin) Gizlenilip pusu kurulan yer. Pusu yeri.
MEKMENE  Pusu, gizlenilecek yer. * Define, hazine.
MEKMUN  Gizli. Saklı.
MEKN  Kudret, kuvvet, güç.
MEKNAN  Bir ot cinsi.
MEKNE  (C: Miken-Mekenât) Kuş yuvası.
MEKNİYYAT  (Mekniyye. C.) Kinayeli cümleler.
MEKNUN  Örtülü, gizli. Saklı. * Dizilmiş. Dizili. Manzum.
MEKNUS  Süpürülmüş.
MEKNUZ  Gömülü define, örtülü, gizli. Hıfzedilmiş, mahfuz.
MEKR  (Bak: Mekir)
MEKRE  (C: Mekârih) Şiddet. * Bıkkınlık. * Kerahet, iğrençlik.
MEKREME  İzzet, ikram yeri. Seha, cud, şeref. Cömertlik.
MEKREME-İ UZMÂ  Büyük ikrâm, izzet yeri.
MEKREMET-GÜSTER  Merhamet dağıtan, merhamet yayan.
MEKRUB  Kederlenmiş. Musibete uğramış. Tasalı, gamlı insan.
MEKRUBİYET  Kederli, hüzünlü ve tasalı olma.
MEKRUH  İğrenç, nahoş görülen şey. * Fık: Şeriatın haram etmediği, fakat zaruret olmadan yapılmasına izin vermediği, zanna dayanan delil ile işlenmesi caiz olmayan iş. * Mihnet. Şiddet.
MEKRUHA  Keder, mihnet. şiddet.
MEKRUHAT  (Mekruh. C.) Mekruh olan şeyler.
MEKRUHİYET  İğrençlik, mekruhluk.
MEKRUME  (Bak: Mekreme)
MEKS  Durma, eğlenme, bekleme.
MEKS  (C.: Mükus) Bir şeyin pahası noksan olma. * Öşür. Vergi. Vergi almak.
MEKSEB  (C.: Mekâsib) (Kisb. den) Kazanç, gelir. * Kazanç yeri. Kazanç vasıtası.
MEKSEFE  (Bak: Miksefe)
MEKSUB(E)  Kesbolunmuş. Kazanılmış. * Sonradan tahsil olunmuş, elde edilmiş. * Yüksekten dökülen. * Çağlayan.
MEKSUF  Kesafetli, sık ve çok olmuş. Koyu.
MEKSUF  Küsufa uğramış, ziyâsı, aydınlığı tutulmuş. Kararmış.
MEKSUR  Çoğaltılan, çoğaltılmış.
MEKSUR  (Kesr. den) Kırılmış, kesrolunmuş. * Gr: "İ" şeklinde kesreli okunan harf.
MEKŞUF  Keşfolunmuş, meydana çıkarılmış. Açık. Belli.
MEKŞUF-ÜL AVRE  Görünmemesi icab eden yeri açık olan kimse.
MEKŞUF-ÜR RE'S  Başı açık.
MEKTEB  (C.: Mekâtib) Yazı yazacak yer. * Okul.
MEKTEB-İ ÂLÎ  Yüksek mekteb, yüksek okul.
MEKTEB-İ HARBİYE  Harp okulu.
MEKTEB-İ HUSUSÎ  Özel okul, hususi mekteb.
MEKTEB-İ İBTİDAÎ  İlk mekteb, ilk okul.
MEKTEB-İ İ'DADÎ  Osmanlılar devrindeki rüştiyeden, yani eski orta mektebden sonra gelen ve talebeyi yüksek mektebe hazırlayan tahsil devresi. Lise.
MEKTEB-İ LEYLÎ  Yatılı mekteb, yatılı okul.
MEKTEB-İ SULTANÎ  İstanbul'da Galatasaray Lisesi.
MEKTUB  Yazılı, yazılmış kâğıt.
MEKTUB-U SAMEDANÎ  Hiç bir şeye muhtaç olmayan Allah'ın eserleri. Yeryüzü. İnsanlar, ağaçlar, çiçekler, çekirdekler, dağlar, denizler gibi çok hakikatlı mâna ifâde eden Allah'ın mektupları.
MEKTUB-U SÂMÎ  Başbakanlık (sadaret) makamından yazılan resmi mektublar.
MEKTUBAT  Mektublar. Yazılı kâğıtlar. * Bazı meşhur ve mühim kitapların ismi. * Bir yerden başka bir yerdeki şahsa gönderilen yazılı kâğıtlar. * Risale-i Nur Külliyatından bir mecmuanın ismi.
MEKTUF  İki eli arkasına bağlanmış olan.
MEKTUM  Gizli. Saklı. Gizli kalmış. * Hükümetten gizli tutulan.
MEKTUMAT  (Mektume. C.) Hükümetten kaçırılarak gizlenmiş ve yazdırılmamış nüfus, mal veya gelir.
ME'KUL  Ekl olunmuş, yenmiş şey, yiyecek.
ME'KULÂT  (Me'kul. C.) Yenilecek gıdâ maddeleri.
ME'KUM  Tilki ve tavşan ini ve yatağı.
MEK'UM  Ağzı bağlı deve.
MEKUR  Hileci, yalancı, dolandırıcı.
MEKYES  Akıllılık ve ferâsetle bilinen kimse.
MEKYUL  Kile ile ölçülmüş.
MEKZEBE  Yalan söz, doğru olmayan kelâm. Palavra.
MEKZUBE  Palavra, yalan söz.
MEKZUM  Kederli, hüzünlü, tasalı, üzüntülü, gamlı.
MEL'  Seri seyr.
MELA  (C.: Emlâ) Ova, sahra. * Vakit. * Sıcak kül.MELA'Â : Meşveret. * Cemaat. Güruh. * Bir kavmin ileri gelen mes'uliyetli şahısları. * Huy, ahlâk. (Bak: Mele') * Doldurmak.
MELA  Gece ve gündüz.
MELA'  Otu olmayan yer.
MELAB  Bir cins güzel koku.
MEL'AB  (La'b. dan) Eğlence yeri. Oyun yeri.
MEL'ABE  (La'b. dan) Oyun. Eğlence vasıtası. Oyuncak.
MEL'ABE-İ SIBYÂN  Çocuk oyuncağı.
MEL'ABEGÂH  f. Oyun oynanan yer. Mel'abe yeri.
MELABİS  Elbiseler. Giyecek şeyler.
MELACE  Husumeti uzatmak, düşmanlığı çoğaltmak.
MELACİ'  (Melce. C.) İlticâ edilecek ve sığınılacak yerler.
MELAGIM  Ağız çevresi.
MELAH  f. Çekirge.
MELAH  Atın ayağında olan verem.
MELAHA (MÜLUHA)  Tuzluluk. * Güzellik.
MELAHA (MÜLUHA)  Tatsızlık, tuzsuzluk.
MELAHAT  Yüz güzelliği. Cemal. * Tuzluluk. Tuzlu su.
MELAHİ  Oyunlar, eğlenceler. Cümbüşler.
MELAHİDE  Mülhidler. Dinsizler. İmânsızlar.
MELAHİF  (Milhaf ve Milhafe. C.) Sarınacak veya bürünecek şeyler. Yorganlar.
MELAHİM  Muharebe ve cenk yerleri. (Bak: Melhame)
MELAİB  (Mel'ab-Mel'abe. C.) Oyuncaklar. Oyun oynanacak yerler.
MELAİK  (Mil'aka. C.) Tahta kaşıklar. 
MELAİK(E)  (Melek. C.) Melekler. Nurdan yaratılmış, fıtratları sâfi, makamları sabit, kendileri ma'sum mahluklar.
MELAİKE-İ KİRAM  Büyük meleklerin büyükleri: Cebrâil, Mikâil, İsrâfil, Azrâil (A.S.)(... Melâike, bir ümmet-i azimedir ki; sıfat-ı iradeden gelen ve şeriat-ı fıtriyye denilen evamir-i tekviniyesinin hamelesi ve mümessili ve mütemessilleridirler. S.)(... Hem meselâ küre-i arz, küre-i arzın nevileri adedince başlar ve o nevilerin ferdleri sayısınca diller ve o fertlerin a'za ve yaprak ve meyveleri mikdarınca tesbihatlar yaptığı için elbette o haşmetli ve şuursuz ubudiyyet-i fıtriyeyi bilerek, şuurdârâne temsil edip Dergâh-ı İlâhiyeye takdim etmek için kırk bin başlı ve her başı kırk bin dil ile ve her bir dil ile kırk bin tesbihat yapan bir melek-i müekkeli bulunacak ki, ayn-i hakikat olarak Muhbir-i Sâdık haber vermiş ve hilkat-ı kâinatın en ehemmiyetli neticesi olan insanlarla münasebât-ı Rabbâniyeyi tebliğ ve izhâr eden Cebrâil (A.S.) ve zihayat âleminde en haşmetli ve en dehşetli olan diriltmek ve hayat vermek ve ölümle terhis etmekteki Halika mahsus olan icraat-ı İlâhiyeyi, yalnız temsil edip ubudiyetkârâne nezâret eden İsrafil (A.S.) ve Azrâil (A.S.) ve hayat dâiresinde rahmetin en cemiyetli, en geniş, en zevkli olan rızıktaki ihsânât-ı Rahmâniyeye nezâretle berâber şuursuz şükürleri şuur ile temsil eden Mikâil (A.S.) gibi meleklerin pek acib mâhiyette olarak bulunmaları ve vücudları ve ruhların bekaları, saltanat ve haşmet-i Rububiyyetin muktezasıdır. Onların ve her birinin mahsus tâifelerinin vücudları, kâinatta güneş gibi görünen saltanat ve haşmetin vücudu derecesinde kat'idir ve şüphesizdir. Melâikeye âid başka maddeler bunlara kıyas edilsin. Ş.)
MELAİN  (Mel'ane. C.) Lânet edilecek iş ve hareketler.
MELAİN  (Mel'un. C.) Herkesin nefretini kazanmış olanlar. La'netlenmiş olanlar.
MELAK  Lütuf, muhabbet, sevgi.
MELAK  Mala.
MELAL  Can sıkıntısı. Usanç. Gamlılık. Zaaf ve fütur.
MELAL-AVER  f. Usanç verici, usandıran, sıkan.
MELAM  Kınanmış. * Rezillik. Hakirlik. Kıymetsizlik.
MELAMET  Kınanmışlık. İtab ve serzenişlik. Rezillik ve rüsvaylık.
MELAMETZEDE  (C.: Melametzedegân) f. Melamete uğramış, ayıplanmış, azarlanmış, kınanmış.
MELAMET-ZEDEGÂN  (Melametzede. C.) f. Ayıplanmış, kınanmış kimseler, azarlanmış olanlar.
MELAMÎ  Kınanmış ve ayıplanmışlardan olan. * Hükema-i Kelbiyyun. (Bak: Kelbiyyun) * Melami adındaki tarikata mensub olan.
MELAMİ'  (Lem'a. C.) Parıltılar. Aydınlıklar.
MELAMİH  (Lemha. C.) Lemhalar. Bir şeyin başka bir şeye benzeme noktaları. Güzellik ve çirkinlik eserleri.
MELAMİYYUN  (Melamî. C.) Melamî tarikatından olanlar.
MEL'AN  Dolu olan, taşkın.
MEL'ANE(T)  (La'n. dan) Lânete sebeb olan. Lânete müstehak iş. * Yol ayrımı ve insan menzili.
MEL'ANETKÂRANE  f. Lânete müstehak surette.
MEL'ANET-PİŞ  f. Mel'unluktan başka işi olmayan. İşi gücü mel'unluktan ibaret olan.
MELAS  Saracak ve dürecek yer.
MELAS  Kaypakça olmak.
MELASET  Yumuşaklık. (Zıddı: Huşunet)
MELASSA  Hırsız ve haydut yatağı.
MELAVET  Vakit, zaman.
MELAZ  Sığınılacak yer. Melce'.
MELAZE  f. Küçük dil.
MELAZE  Badem ağaçları olan yer.
MELAZİB  (Milzâb. C.) Çok tamahkâr ve cimri olanlar.
MELAZZ  Yalancı, kezzab. (Melzuz. C.) Leziz nesneler, lezzetli şeyler.
MELBES  Giyecek şey. Elbise.
MELBES Ü ME'KEL  Giyecek ve yiyecek.
MELBUS  Giyilen. Giyilmiş olan. * Giyinmiş. Elbise giymiş.
MELBUSÂT  Giyilecek şeyler. Elbiseler.
MELC(E)  Emmek.
MELCE'  Sığınılacak yer. Halas olacak, kurtulacak yer.
MELD  Yumuşak olmak.
MELDA  Çok genç ve körpe vücud veya dal. İnce ve nâzik bedenli kız.
MELDUG  (Ledg. den) Zehirli bir hayvan tarafından ısırılarak sokulmuş.
MELE'  (C.: Emlâ) Bir cemâatin ileri gelenleri. * Hırs, tama'. * Zan. * Güzellik. * Fls: Kâinatta hiçlik şeklinde boşluk olmadığını, her yerin dolu olduğunu ifade eden bir tabirdir. * Dolu mekân. * Kalabalık, güruh, cemaat, topluluk. Halk.
MELE-İ A'LÂ  Kerrubiyyun ve melâike cemaati. En yüksek hey'et. Melekler âlemi. Felekler ve unsurlar.
ME'LE  (C: Miâl) Hazırlanmak. * Şişman kadın, semiz avret. * Bahçe.
MELED  Tazelik, körpelik, nâziklik, gençlik.
MELEK  Nurdan yaratılmış, fıtratları sâfi, masum mahluk. * Güzel huylu ve güzel olan kimse. (Bak: Melâike)
MELEK-ÜL BİHAR  Denizlere nezaret eden melek.
MELEK-ÜL CİBÂL  Dağlara nezâret eden melek.
MELEK-ÜL EMTÂR  Yağmurla vazifeli olan melek.
MELEK-ÜL MEVT  İnsanların ruhlarını kabzeden Azrâil. (A.S.)
MELEK-İ MÜEKKEL  Muayyen bir işle tavzif edilmiş melek. (Bak: Melâike)
MELEK-İ SİYÂNET  Allah'ın emri ile insanları koruyan, muhafaza eden melek.
MELEKA  Düz kayacak nesne.
MELEKÂT  (Meleke. C.) Melekeler. Tecrübe neticesi elde edilen alışılmış bilgiler. İsti'datlar.
MELEKÂT-I AKLİYYE  Tecrübe neticesi aklen bilinen kolaylık, tecrübeden doğan bilgililik.
MELEKE  Tekrar tekrar yapılan bir iş veya tecrübeden sonra hasıl olan bilgi ve mehâret. * Mümârese.
MELEKÎ  (Melekiye) Meleğe mensub, melekle alâkalı. * Paklık, temizlik, ismet. * Hükümdara, melike âit. Melikle alâkalı.
MELEKUT  Tam bir hâkimiyyetle, Saltanat-ı İlâhiyyenin müessiriyyet ve idâresinin esrarı. Her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye münâsib ruhu, canı, hakikatı. Bir şeyin iç yüzü, iç ciheti. * Hükümdarlık. Saltanat. * Ruhlar âlemi. (Bak: Arş)(İnsan mülk ciheti ile kalbe zarf olur, melekut cihetiyle de mazruf olur. M.N.)
MELEKUTİYÂN  Melekut âleminden olanlar.
MELEK-ZAD  Melekten olmuş gibi, çok güzel.
MELEL  Bıkma, usanma, bezme.
MELEM  Yaramaz tenbel kimse.
MEL'EM (MİL'EM)  Ölçüsünde cimrilik yapan.
MEL'EME  Cem'etmek, toplamak. * Terbiye etmek, düzeltmek, ıslâh etmek. * Yara yırtığını bağlamak.
MELEVAN  Gece ve gündüz.
MELEZ  (Meles) İki ırkın karışması neticesi hâsıl olan yeni bir nesil. Ayrı iki cinsten doğmuş olan. * Aydınlıkla karanlık arası, alaca karanlık.
MELFUF  Sarılı. Bir mektup veya bir şey içine konulmuş olan.
MELFUFAT  (Melfuf. C.) Zarf içinde veya tezkereye ilişik yazılar.
MELFUFEN  Sarılı olarak. Melfuf olarak. Leffen, ekli olan şey.
MELFUHA  (C: Melâfih) Ana karnındaki erkek çocuk.
MELFUZ  (Lâfız. dan) Telâffuz olunmuş, okunmuş olan. Söylenmiş. * Ağızdan çıkan söz, hece, kelime veya harf.
MELFUZÂT  (Melfuz. C.) Konuşulan şeyler.
MELH  Yemeğe tuz koymak. * Çocuk emzirmek.
MELH  Kibirlenmek, gururlanmak. * şiddetli seyir.
MELHAME  Kanlı harb. * Büyük muharebe sahası.
MELHAME-İ KÜBRÂ  Büyük ve kanlı savaş, harp.
MELHEC  (C: Melâhic) Darlık.
MELHED  Kabrin çukur açılacak yeri.
MELHEM  Hurma ağacı çok olan yer.
MELHEZ  (C: Melâhız) Darlık çekecek yer.
MELHUB  (Lehb. den) Alevli, alevlenmiş.
MELHUD  (Lahd. dan) Mezara sokulmuş, kabre konulmuş. Lâhid içine konulmuş.
MELHUF  Hasrette kalan. * Kederli, tasalı. * İmdad bekleyen.
MELHUFÂN  (Melhuf. C.) Kederliler, tasalılar, kaygılılar, üzüntülüler. * Hasrette kalanlar.
MELHUFÎN  Hasrette kalıp yardım isteyenler.
MELHUK  Karışmış, kavuşmuş. İltihak etmiş.
MELHUZ  Mülâhaza ve tefekkür olunmuş olan veya olunabilen. Düşünülebilen. Akla gelebilen. Olabilir.
MELHUZÂT  (Melhuz ve Melhuze. C.) Olabilir şeyler. Hatıra gelen şeyler. İhtimâller.
MELİ'  Otu olmayan yer.
MELÎH  Tatsız tuzsuz yemek.
MELÎH  (C.: Milâh-Emlâh) Güzel, şirin. Sâhib-i melâhat. * Tuzlu.
MELİK  Mülk ve melekut sâhibi. Padişah. Mutasarrıf. * Bir kavmin başı. Mâlik. (İsimdir)
MELÎK  Hâkim-i Mutlak. Hükümdar. Sultan. Memleket sahibi. Padişah. Kadir. (Daimî sıfattır.)
MELÎKÂNE  f. Hükümdar ve melike mensub. Onunla alâkalı.
MELÎKE  Kadın hükümdar. Hükümdar karısı. Kraliçe.
MELÎL (MELİLE)  Kül içinde pişirilen ekmek. * Hararet, sıcaklık. * Üzgün, kederli. Melul.
MELÎS  şişman ve tenbel olan kişi.
MELÎS  Bir şeyi şiddetle tutmak.
MELÎT  Cenin.
MELİYY  Uzun zaman. * Zengin. Varlıklı. Maldâr. Gani. Eşraf.
MELK  Dalkavukluk. * Yumuşaklık yapmak. * Mahvetmek. * Yıkamak. * Emmek. * Vurmak.
MELK  Kudret, kuvvet. Şiddet. * Mübalağa.
MELKEAN  Kötü, yaramaz kimse.
MELKEME  El ile vurulan yerin yarası.
MELKUHA  (C: Melakih) Anasının karnında olan çocuk.
MELKUT  Yerden kaldırılıp alınan şey. * Sokağa, virâneliğe, câmi veya kilise kapısına bırakılmış çocuk.
MELL  Küsmek, darılmak. * Yorgunluk. * Kakma, dürtmek. * Mahzun olmak, kederli olmak. * Hamuru külün içinde pişirmek.
MELLA  Zengin kimse. 
MELLAH  (C.: Mellâhân-Mellâhin-Mellâhun) Gemici. Kaptan. Denizci.
MELLAH  Dalkavukluk eden, yaltaklanan. Tez tez yürüyen, hızlı yürüyen.
MELLAHA  Tuz çıkan yer.
MELLAHAN  (Mellâh. C.) Kaptanlar, denizciler, gemiciler.
MELLAHÎN  (Mellâh. C.) Denizciler, gemiciler, kaptanlar.
MELLAHE  Tuzla.
MELLASE  Yeri düzeltmede kullanılan âlet, sürgü.
MELLE  Çukur.
MELMUS  (C.: Melâmis) (Lems. den) El ile dokunulmuş.
MELMUSAT  (Melmus. C.) El ile dokunmalar. El ile temas etmeler.
MELS  Enemek. Hayvanı iğdiş etmek, erkekliğini gidermek.
MELS  Yalan vâde, yalan söz. * Güzellik, hüsün.
MELSA'  Pürüzsüz ve düz yer. * şarap.
MELSUK  Yapıştırılmış. Bitiştirilmiş.
MELSUN  (C.: Melâsin) Yalancı, kezzâb.
MELTAFA  Güzellik, lâtiflik yeri olan şey veya vasıf.
MELTEM  Yaz mevsiminde karadan denize doğru esen rüzgâr.
MELTUT  Karışmış, mahlut.
MEL'UB  Salyalı ağız.
ME'LUF  Alışılmış. Ünsiyyet edilmiş. * Alışık. Huy edinmiş.
ME'LUFİYET  Alışıklık, ünsiyet.
ME'LUK  Deli. Divâne.
MELUL  Usanmış. Bıkmış. Bezmiş. * Mahzun.
MELULÂNE  Acıklı ve mahzun bir hâlde.
ME'LUM  Kederli. Eleme, derde tutulmuş.
MELUM  Azarlanmış, tahkir edilmiş, levmolunmuş.
MEL'UN  Lânetlenmiş. Lânete lâyık. * Kovulmuş, tard olunmuş.
MELVAN  Gece ve gündüz.
MELYENE  Yumuşaklık.
MELZE  At seğirtirken koltuklarını uzatmak. * Süngü ile veya gayrı nesne ile ta'n eylemek.
MELZUM  Mevcud bir şeyle birbirinden ayrılmayan. Mevcud bir şeyle beraber bulunması lâzım gelen. Lüzumlu olmuş olan. Lüzumlu kılınmış.
MELZUMİYET  Lüzumlu kılma. Melzumluk.
MEMALİK  (Memleket. C.) Memleketler.
MEMALİK-İ HÂRRE  Sıcak memleketler. İklimi çok sıcak olan mıntıkalar.
MEMALİK-İ OSMANİYE  Osmanlı memleketi. Osmanlılara aid memleketler.
MEMALÎK  (Memluk. C.) Köleler. kullar.
MEMAT  Ölüm. Ahirete göç etmek. (Bak: Mevt)
MEMDUD  (Medd. den) Uzatılmış, yayılmış olan. Çekilmiş.
MEMDUDE  Balçıklı ve kesekli yer.
MEMDUDÎ  Tel çeken.
MEMDUH(A)  Beğenilmiş. Medholunmuş. Övülmüş. * Fık: Peygamberimizin (A.S.M.) sevmiş olduğu hareket, iş.
MEMDUHAT  (Memduh ve Memduha. C.) Medhedilecek ve övülecek şeyler. Övülmeğe değer şeyler.
MEMDUHİYYET  Makbul oluş. Makbullük. Beğenilmiş oluş.
MEMEDD  (Masdar-ı mimî ve mekân ismi) Bir şeyin uzandığı, serildiği yer.
ME'MEN  Sağlam. Güvenilir. Emin yer.
MEMERR  Geçilecek yer. Cadde, sokak. Geçit yeri.
MEMERR-İ NÂS  Herkesin geçtiği yol. Geçit.
MEMERR-ÜL MAHLUKAT  Mahlukatın geçtiği yer. Dünya.
MEMHUR  Mühürlenmiş. Damgalanmış.
MEMHURE  Nikâh bedeli verilmiş olan kadın.
MEMHURE  Sürülüp nadas olmuş yer.
MEMHUS  Parlatılmış, cilâlanmış. * Etli, şişman, dolgun insan veya hayvan.
MEMHUVV  (Mahv. dan) Mahvolmuş, perişan olmuş.
MEMHUZ  Yağı alınmış yoğurt.
MEMÎL  Meyletme, bir yana eğilme, temâyül etme.
MEMKÛR  (C: Memâkir) Av kanıyla kirlenmiş. * Kızıla boyanmış.
MEMKÛRE  Uysal, yakışıklı.
MEMKURE  Sirkeli ve sarmısaklı balık.
MEMKUT  Düşmanlık edilen, hased edilen.
MEMLAHA  (Milh. den) Tuz çıkarılan yer. Tuzla.
MEMLEKET  (C.: Memâlik) Bir devletin toprağı, ülke, yurt. * Şehir. İl, kasaba. * Bir insanın doğup büyüdüğü yer.
MEMLU  Doldurulmuş. Dolu.
MEMLUH  Tuzlanmış. Tuzlu.
MEMLUHAT  (Memluh. C.) Tuzlanmış şeyler. Tuzlu şeyler.
MEMLUK  Köle. Kul. Esir. Bende. Hizmetkâr. * Birinin malı olan.
MEMLUKÂNE  f. Köleye yakışır hâlde. Kölece. * Eskiden çok defa bir büyüğe sunulan yazılarda, kendinden bahsederken kullanılırdı.
MEMLUKİYYET  Esirlik. Hizmetkârlık. Kulluk. Kölelik.
MEMLUL  (Memlule) Usanmış, usanılmış, bıkılmış, bezilmiş.
MEMNU'  Yasak. Menedilmiş. Mâni olunmuş.
MEMNUAT  (Memnu ve Memnua. C.) Yasak şeyler.
MEMNUİYYET  Yasaklık. Haram veya yasak oluş.
MEMNUN  (Minnet. den) Hoşnud. Razı. Minnet altında bulunan. İyiliğe nâil kılınmış. Çok muteber olan şey. Çok beğenilen. Ölçülü ve hesaplı olan. * Kesilmiş.
MEMNUNEN  Sevinerek, memnun olarak.
MEMNUNİYYET  Mesrur oluş. Şâdlık. Mesruriyet.
MEMRU'  Otlu yer.
MEMSUD  Vücudu kuvvetli ve sağlam yapılı olan.
MEMSUDE  Devrik yüzlü, münkabız kimse.
MEMSUH  Suratı, daha çirkin şekle sokulmuş. Biçimsiz ve çirkin surete girmiş olan.
MEMSUH  El ile sıvanmış, mesh olunmuş. Temas edilmiş.
MEMSUN  Mesâne hastalığına tutulmuş kimse.
MEMSUS  Massolunmuş, emilmiş. * Baldır, incik.
MEMSUS  Dokunulmuş.
MEMŞA  (Meşy. den) Ayak yolu. Üzerine basıp yürüdükleri yer.
MEMŞUK  Yazılmış olan, meşkolunmuş. * Uzun boylu zayıf at.
MEMTUL  Çekiçle döğülerek işlenmiş.
MEMTUR  Üzerine yağmur yağmış. Yağmur yağarak ıslanmış.
MEM'UD  Midesinde hastalık olan.
ME'MUL  Umulan. Ümid edilen. Beklenilen.
ME'MUM  İmama uyan kimse. İlerdekine uyan.
ME'MUME  Beyine ulaşan yara.
ME'MUN  Emin. Mahfuz. Korkusuz. Emniyyet verilmiş. Sağlam. Tehlikeden azâde olan. * Abbasi halifelerinden Hârun Reşid'in kendisinden ve kardeşi Eminden sonra hükümdar olan oğlunun adı.
ME'MUN-ÜL ÂKİBE  Akibetinden emin. Sonu emin, korkusuz.
ME'MUR  Emir ile hareket eden. Emir altında olan. Vazifeli. Kendi istediği gibi olmayıp başka emre göre çalışan. Bir emir alan. Bir işe tâyin olunmuş adam.
ME'MUR-ÜN BİH  Emrolunan şey.
ME'MUREN  Me'mur olarak, memurlukla. Bir iş ile vazifelendirerek.
ME'MURÎN  (Me'mur. C.) Devlet hizmetinde bulunan kimseler. Me'murlar.
ME'MURİYET  Me'murluk. Vazife, görev, hizmet.
ME'MURİYET-İ ASLİYE  Asıl me'murluk.
MEMUT  Meyyit. Ölmüş.
MEMZUC  Bitişik. Karışık. Karışmış. Birlik olmuş. Birbirine mezc olmuş. * Şakalaşmak. * Oynamak.
MEN  f. Ben. (Farsçada birinci şahıs zamiri) (Bak: Mâ)
MEN  (İsm-i Mevsuldür) Şahsa delâlet eder. "O kimse ki, yahut, kimi, kim, kim ki" gibi mânâlara gelir. İstifham için olur, yerine göre tesniye (Menân) şeklinde ve cemi (Menun) gibi okunabilir. Akıl sahibleri hakkında kullanılır. Mevsule, şartiye, nekre-i tâmme, nekre-i mevsule olur.
MEN'  Yasak etmek. Durdurmak. Bırakmamak. Bir şeyi diriğ etmek, esirgemek. 
MEN-İ MUHAKEME  Muhakemeyi durdurmak, muhakemeye lüzum görmeyip menetmek.
ME'N  (C: Müün-Me'nât) Böğür. * Yer kazmakta kullanılan ucu demirli ağaç.
MENA  İki rıtıl. (İkiyüz altmış dirhem)
MEN'A  Ölüm haberi. Vefat haberi.
MENAAT  Sarplık, çetinlik, kavilik, güçlük.
MENAAT-I MEVKİİYE  Arazi sarplığı.
MENAB  Birinin yerini tutmak, nâib olmak. Birisine vekil olmak. Vekillik yeri.
MEN'AB  Cömert. * Hızlı yürüyen.
MENABİ'  (Menba'. C.) Kaynaklar. Pınarlar. Nebeân eden yerler. * Her şeyin zâhir olduğu yerler. * Servetlerin çıktığı yerler.
MENABİ-İ AŞERE  On menba.
MENABİ-İ SERVET  Zenginlik kaynakları.
MENABİK  Batman.
MENABİR  (Minber. C.) Minberler. Camilerde hatiblerin hutbe okumalarına mahsus kürsüler.
MENABİT  (Menbet ve Menbit. C.) Çayırlar, otlaklar.
MENACİL  (Mincel. C.) Ekin orakları.
MENACİM  (Mencem. C.) Terâzi kolları.
MENADİF  (Mindef. C.) Hallaç yayları.
MENADİL  (Mendil. C.) Mendiller. Küçük havlular, peçeteler.
MEN'AF  (C.: Menâif) Dağın sivri tepesi.
MENAFİ'  (Menfaat. C.) Menfaatler. Faydalar.
MENAFİ-İ UMUMİYE  Umumi menfaatler, umumi faydalar.
MENAFİH  (Minfâh. C.) Körükler.
MENAFİZ  (Menfez. C.) Delikler. Menfezler. * Nüfuz edecek yerler.
MENAH  f. Geniş, bol, ferâh. * Dar.
MENAHE  (C.: Menâih) (Nevha. dan) Ölü için ağlanacak yer. Mâtemhâne.
MENAHİ  (Nehi. C.) Menedilmiş şeyler. Şer'an yasak edilmiş olan şeyler.
MENAHİC  (Minhac-Menhec. C.) Açık ve geniş yollar. Bilinen büyük yollar.
MENAHİC-İ HÜKEMÂ  Hakîmlerin, ilm-i kelâm âlimlerinin meslekleri ve gittikleri mânevi yollar.
MENAHİL  (Menhel. C.) Durak yerleri. Durulacak sulak yerler. * Hayvan sulanan yerler.
MENAHİR  (Menhar. C.) Hayvan kesilecek yerler. Hayvan boğazlıyacak yerler. Mezbahaneler.
MENAHİR  (Menhir. C.) Burun delikleri.
MENAHİS  (Minhas. C.) Uğursuz şeyler.
MENAHİT  (Minhat. C.) (Tahta veya taş) yontma âletleri.
MENAHİZ  (Minhaz. C.) Burun delikleri.
MENAÎ  (Men'â. C.) Ölüm haberleri. Vefat haberleri. Kötü haberler.
MENAİF  Dağların sivri tepeleri.
MENAİH  (Menâhe. C.) Ölü için ağlanacak yerler. Mâtemhâneler.
MENAİR  (Menâvir) Minâreler. * Nur yerleri. * Alâmet.
MENAKIB  (Menkıbe. C.) Menkıbeler. Hayat hikâyeleri.
MENAKİB  (Menkeb. C.) Yollar. * Omuzlar.
MENAKÎR  (Minkar. C.) Minkarlar, gagalar. Yırtıcı kuşların gagaları. Taşçı kalemleri.
MENAKİR  (Münker. C.) Günah ve kötü şeyler.
MENAL  Yetiştirme, nâil olma, kavuşma. * Ele geçirilen şey. Nâil ve sahib olunan şey.
MENAM  Uyku. Uyku zamanı. * Rüya. Düş. * Uyunacak yer, yatak odası.
MENAME  Yatak, döşek.
MENAMEN  Uyuyarak. Uykuda olarak.
MENAR  Nur yeri. Fener kulesi. * Câmi minâresi. * Yol işaretleri.
MENARE  (C: Menâr-Menâvir) Alâmet, işaret. * Kandil. * Minare.
MENAS  Sığınacak yer. Melce'. Penah. * Deprenmek. * Fevt.
MENASI'  (Minsa'. C.) Medine-i Münevvere'nin dışında meşhur bir yer.
MENASIB  (Mansıb. C.) Devletin başlıca hizmetleri. Makamlar, rütbeler, pâyeler.
MENASIB-I SEYFİYE  Askerlik hizmetleri.
MENASİK  (Mensek. C.) İbâdet edecek yerler. İbâdet ederken lüzum eden usul, yol ve tarz.
MENASİK-ÜL HAC  Hacı olmak için Mekke-i Mükerreme'ye gidenlerin Kâbe'yi ziyaret etme, Arafat'ta vakfeye durma, kurban kesme, ihram giyme, muayyen bir yerden bir yere kadar yürüme gibi yapılan ibadet rükünleri. (Bak: Sa'y)
MENASİM  (Mensim. C.) Yollar, tarikler, meslekler. * Alâmetler, izler, eserler, nişânlar.
MENASİR  (Minser. C.) Yırtıcı kuşların gagaları. * Taşçı kalemleri.
MENASSA  Çeyiz odası. * Yüksek yer, çardak.
MENAŞİR  (Minşâr. C.) Testereler. * (Menşur. C.) Tar: Padişâhın verdiği vezirlik veya müşirlik fermanları. * Mat: Prizmalar.
MENAT  İslâmiyyetten evvel cahiliyyet devrinde Kâbedeki bir putun adı.
MEN'AT  Ölüm haberi.
MENAT  Dönecek yer, merci'. * İlişip asacak yer.
MENATIK  Mıntıkalar, bölgeler.
MENATIK-I BAÎDE  Uzak mıntıkalar. Uzak bölgeler.
MENATIK-I DUŞİZE-İ TAHAYYÜL  Tahayyülün bâkir mıntıkaları.
MENAVİR  (Minare. C.) Minareler.
MENAYA  (Meniyye. C.) Ölümler. * Maksatlar. Gâyeler.
MENAZIM  (Manzam. C.) Sıralar, diziler.
MENAZIR  Manzaralar. Seyredilecek, görülecek güzel yerler. Güzel görünüşler.
MENAZİ'  (Menze'. C.) Niza ve kavga edilecek yerler.
MENAZİL  (Menzil. C.) Menziller. İnecek yollar. Duralar. Konak yerleri.
MENBA'  Kaynak. Nimetin veya herhangi bir şeyin çıktığı yer. Suyun çıktığı yer. Pınar.
MENBAT  Suyun çıktığı yer. Menba'.
MENBEL  Tembel, uyuşuk.
MENBER  (C: Menâbir) Yüksek olacak yer.
MENBİC  Mevzi ismi. (Oraya nisbetle "menbicâni" derler.)
MENBİT  Otlu yer, otlak, çayır.
MENBUŞ  Açılmış, soyulmuş.
MENBUZ  Piç. Veled-i zinâ. * Hemen doğmasını müteakib bir yere atılmış çocuk.
MENCA  (Bak: Mence')
MENCAT  Kurtulma, necât bulma. Halâs olma.
MENCE  (Mencâ) Kurtulacak yer. Necat bulacak yer. * Necat bulma. Kurtulma.
MENCED  (C: Menâcid) İnci ve altından olan gerdanlık.
MENCEM  (C.: Menâcim) Terazi kolu. * Maden.
MENCENİK  (Bak: Mancınık)
MENCENUN  (C: Menâcin) Sığırın döndürdüğü dolap. * Sığırların çektiği kağnı.
MENCINIK  (C: Mencınıkât) Mancınık.
MENCUB  Dibâgat olunmuş deri. * Geniş kadeh.
MENCUD  Kederli, tasalı, gamlı.
MENCUK  f. Bayrak direkleri ve minâre başına takılan küçük ay. * Sancak, bayrak. * Şemsiye.
MEND  f. Kelimelerin sonuna getirilerek "sahip" mânasına edattır.
ACZ-MEND  Acizlik, mahviyet sâhibi.
DERT-MEND  Dertli.
MEN DAKKA DUKKA  "Kapı çalanın kapısı çalınır." Yâni, kim birisine bir kötülük yahut iyilik yaparsa ona o şey yapılır. Meselâ: "Su-i zan eden su-i zanna mâruz olur."
MENDEB  Tehlike. Ölüm. * Gürültü ve şamata ile ağlama.
MENDEME  Pişman olma. Nedâmet etmek. * Pişman olacak yer.
MENDİL  (Mindîl) (C: Menâdîl) Mendil. * Küçük havlu, peçete.
MENDUB  Yapılması beğenilen iş. Şeriatın yasak etmediği veya emretmediği iş olmakla beraber yapılmasında sevab ve mendubiyet olan amel. Müstehab. * İyilikleri anlatılarak arkasından gözyaşı döküp ağlanan ölü.
MENDUD  Meyvesi aşağıdan yukarıya yığılı, istifli.
MENDUF  Didilmiş, atılmış.
MENDUHA  Genişlik. * Kifâyet, kâfi gelmek. * Mahlas.
MEN'E  Dibâgat için ısladıkları deri.
ME'NE  Böğür, hâsıra.
MENEA  (Mâni. C.) Engeller, mâniler, özürler. * Engel olanlar, mâni olanlar, geri bırakanlar. * Kuvvet ve cemâat.
MENEND  (Mânende-Mânend) f. Nazir. Eş. Benzer. şebih. Müşabih.
MANEND-İ BÎMİSAL  Misilsiz, benzersiz olan.
MEN ENE  Ben kimim?
MENFA  Nefyolunan yer. Birinin sürüldüğü yer. Nefiy yeri.
MENFAAT  Fayda. Kâr. Gelir. İhtiyaç karşılığı olan şey.
MENFAATBAHŞ  f. Faydalı, yararlı. Menfaat ve fayda veren.
MENFAATDÂR  f. Menfaat ve fayda gören.
MENFAATPEREST  f. Yaptığı işin sadece faydasını düşünen. Sadece nefsine ait kârları, faydaları düşünerek çalışan. Allah rızasını esas gaye yapmayan kimse.
MENFED  Tükenmek, yok olup gitmek.
MENFER  Geri kaçılacak yer. Nefret edilecek, sevilmeyecek yer.
MENFES  (Nefes. den) Nefes deliği. Nefes alacak yer.
MENFEZ  Nüfuz edecek delik, pencere. Delik. Ağız. Yarık. Girilecek yer.
MENFÎ  Müsbetin zıddı. Müsbet olmayan. * Nefyedilmiş, sürgün edilmiş. Sürgün. * Bir şeyin olmayacak cihetini düşünen. * Hakikatın aksini iddia eden. * Gr: Başında nefiy edatı bulunan kelime veya cümle. * Nâkıs. Negatif, olumsuz.
MENFİYYEN  Sürgün olarak.
MENFUH  Üfürülmüş. * Büyük karınlı. Nefholunmuş.
MENFUR  Kendisinden nefret edilen, sevilmeyen. İğrenç. * Mebguz.
MENFUS  Yeni doğmuş çocuk.
MENFUŞ  (Pamuk veya yün gibi) atılmış ve didilmiş. Dağılmış, didik didik edilmiş.
MENGENE  Tazyik veya sıkıştırma için kullanılan demir veya tahta âlet.
MENGUŞ  f. Küpe.
MENH  Verme, ihsan etme.
MENH  Burun deliği.
MENHAR  (C.: Menâhir) Hayvan kesilecek yer. Hayvan boğazlanan yer. Mezbaha.
MENHAT  Mâni, nehyedici, engel.
MENHEB  Yağma etmek. Yağma edecek yer.
MENHEC  (C.: Menâhic) Geniş, açık yol.
MENHEC-İ SEDÂD  Doğruluk yolu. Sırât-ı müstakim.
MENHEL  (C.: Menâhil) Hayvan sulanan yer. * Menzil, durak. Konaklanacak yer.
MENHERE  (C: Menâhir) Mahalle arasındaki süprüntülük.
MENHÎ  Şer'an yapılması yasak olan, haram olan şey.
MENHİR  (C.: Menâhir) Burun deliği.
MENHİYYAT  Şer'an haram edilenler. Yasak edilmiş, İlâhi emirle men'edilmiş olanlar. Nehyedilenler. Yasak olanlar.
MENHUB  Korkak adam. * Muhtar, müntehab, seçkin.
MENHUB(E)  (Nehb. den) Talan edilmiş, yağma edilmiş.
MENHUM  Nasıl yerse yesin karnı doymaz kimse. * Bir şeye çok hırs gösteren kişi.
MENHUS  Uğursuz. Kötü. Meş'um.
MENHUS  Kuyruğunun yanları uyuz olan deve.
MENHUS  Zayıf, etsiz.
MENHUŞ  Yılan, akrep cinsinden bir hayvan tarafından sokulmuş.
MENHUT  Yontulmuş. Tıraş edilmiş. Yontulmuş ağaç.
MEN HÜVE  O kimdir?
MENÎ  f. Benlik. Benlik iddiası. Hodbinlik.
MENİ  Erkek veya dişinin bel suyu. Döl suyu. Nutfe. Sperma.
MENİ'  Sarp. Çetin. Zor. El erişmez. Zabtı zor.
MENİE  Ölüm, mevt.
MENİHA  Hediye, armağan, bahşiş.
MENİN  Toz. * Zayıf kişi. * Zayıf ip.
MENİŞ  f. Tabiat, huy, mizac.
MENİYYE  Ölüm, mevt. * Takdir olunmuş olan.
MENKA'  Su toplanan çukur.
MENKAB (MENKABE)  (C: Menâkıb) Dağ arasında olan yol. * Dar yol. * Güzel hareket ve fiil. * Delik açılacak yer.
MENKABE  Meşhur kimselerin ahvâline dair hayat hikâyesi. Kıssa. Hikâye. Menkıbe.
MENKAL  Nakledecek mekân.
MENKASE  Eksiklik, noksanlık.
MENKEL  Ayak bileziği. Süs olarak kadınların ayak bileklerine taktıkları bilezik.
MENKİB  (C.: Menâkib) Omuzbaşı. Omuz ile kol kemiğinin birleştiği yer.
MENKU'  (Menkua) Haşlanmış. Suda kaynatılmış.
MENKUB  (U, uzun okunur) Delinmiş. Oyulmuş.
MENKUB  (Nekbet. den) Dert ve meşakkatlere mâruz kalmış olan. * Rütbe ve haysiyyetten düşmüş olan.
MENKUHA  Nikâhlı karı. Nikâhlanmış olan kadın.
MENKUL  Nakledilen. Akli olmayıp mukaddes kitapla bildirilen. * Bir yerden başka yere taşınmış olan. Taşınabilen. * Anlatılan.
MENKULAT  Nesilden nesile veya ağızdan ağıza yayılıp duyulan. Nakle dayanan bilgiler. Nakledilenler. (Bak: Mürtecel)
MENKUR  Delinmiş. Oyulmuş.
MENKUR  İnkâr olunmuş.
MENKUS  (Nüks. den) Tersine çevrilmiş. Baş aşağı edilmiş.
MENKUS  (Naks. dan) Noksanlaştırılmış. Eksik olan.
MENKUŞ  (Nakş. dan) Nakşolunmuş. İşlenmiş. Nakış yapılmış. Boya ile süslenmiş.
MENKUŞE  Nakşolunmuş, işlenmiş. * Kemik çıkmış olan baş yarığı.
MENKUT  (Nokta. dan) Noktalanmış. Noktalı.
MENKUZ  Nakzedilmiş. Bozulmuş. Hükümsüz bırakılmış.
MEN LEHÜL HAKK  Fık: Hak sahibi olan kimse.
MEN LEM YEZUK LEM YEDRİ  Tatmayan bilemez. Kim ki tatmamış; o, tadını bilemez.
MENMUL  (Neml. den) Üzerine karınca üşüşmüş olan şey.
MENN  Nimet vermek. İyilik etmek. * Minnet. * Rıza. * Esiri fidye almadan, ücretsiz salıvermek. * Kesmek. * Zayıf etmek. * Ettiği iyiliği başa kakmak. * İki batman ağırlık. * Kudret helvası.
MENNÂ'  (Men'. den) Alıkoyan, mâni olan, yaptırmayan. * Önleyici, men'edici.
MENNÂ-UL HAYR  Hayır ve iyiliğe mâni olan. Hayrı önleyen.
MENNAC  Çok bahşiş veren. İhsan eden.
MENNAN  İhsanı bol. Çok çok ihsan eden. En çok nimet veren. (Allah)
MENNANE  Malı, mülkü, serveti için kendisiyle evlenilen kadın.
MENSAF  (C: Menâsıf) Her şeyin yarısı.
MENSEA  (C: Menâsi') Otu tez biten yer.
MENSEC  (Nesc. den) Bez, çulha vs. dokunan yer. Örücü işyeri. Trikotaj atelyesi.
MENSEK  (C.: Menâsik) İbâdet yeri. İbâdetgâh. * İbâdet yapma usulü. * Kurban kesecek yer.
MENSIB  (C: Menâsıb) Demir sayacak. * Asıl. * Mertebe, derece.
MENSÎ  (Mensiyye) (Nisyan. dan) Unutulmuş, hatırdan çıkmış.
MENSİC (MENSEC)  (C: Menâsic) Bez dokuyacak yer. * Boyun ile kürek arası.
MENSİK (MENSEK)  (C: Menâsik) İbadet edecek yer. * Kurban kesilecek yer. * Kesilmiş kurban.
MENSİM  (C.: Menâsim) Alâmet, işaret, nişân, iz, eser. * Yol, tarik. * Deve tırnağı.
MENSİYAT  (Mensi. C.) Hatırdan çıkıp unutulmuş şeyler.
MENSİYET  Unutulma, hatırdan çıkma.
MENSİYY  Unutma yeri. * Hiç bahsedilmeyen terkedilmiş nesne.
MENSUB  (Bak: Mansub)
MENSUB  Bir şeye veya kimseye nisbeti olan, alâkası bulunan. Bir şeyle ilgili olan.
MENSUBÂT  (Mensub. C.) Bir yere mensub olanlar. Bir yerin adamları.
MENSUBÎN  (Mensub. C.) Mensublar. Mensub ve alâkadar olanlar. Bir daire veya yerin adamları.
MENSUBİYYET  Mensubluluk, ilgili, bağlı oluş. Alâkalı bulunuş.
MENSUC  (Nesc. den) Dokunmuş, dokunulmuş, dokunulan. Örülmüş. İşlenmiş.
MENSUCÂT  Bez veya kumaş gibi dokumak suretiyle yapılan tezgâh veya fabrika mahsulü mallar.
MENSUCÂT-I HARİRİYYE  İpek dokumalar.
MENSUH  (Nesh. den) Hükmü kaldırılmış. Nesholunmuş. Hükümsüz bırakılmış.
MENSUK  (Nesk. den) Düzgün olarak dizilmiş olan.
MENSUR  (Nasr. dan) Yardım görmüş. * Muzaffer. Zafer bulmuş. * Cenab-ı Hak tarafından her işinde nusrete mazhar olduğundan Hz. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bir ismi de Mensur'dur.
MENSUR  (Nesr. den) Dağılmış. Saçılmış. * Gece vaktinde güzel kokan bir çiçek. * Edb: Manzum olmayan nesir halindeki yazı. Bunun mânaca çok güzel ve şiir gibi ahenkli yazılmış olanına "mensur şiir" denir.
MENSUS  (Bak: Mansus)
MENŞAR  Yayıp dağıtacak yer. * Öldükten sonra dirilecek yer.
MENŞAT  (C: Menâşıt) Neşat, sürur, neşe.
MENŞE'  (Neş'et. den) Esas. Kök. Bir şeyin çıktığı, neş'et ettiği yer. Beslenip yetişilen yer.
MENŞED  İsteme, talebetme.
MENŞELE  Küçük parmağın yüzük takılan yeri.
MENŞER  Neşredilip dağıtılan yer.
MENŞUD  Matlup, istenen şey.
MENŞUR  (Neşr. den) Neşrolunmuş. Dağıtılmış. Yayılmış. Herkese ilân edilmiş. * İşleri dağınık. Perişan. * Sultanın emri, mühürsüz mektubu, fermanı. * Bayrak. * Mat: Alt ve üst tabanları birbirine müsavi ve müvâzi (eşit ve paralel), kenarları da müsâvi ve müvâzi olup yüzleri birbirine benzeyen şekil. Prizma.
MENŞUR-U MUKADDES  Mukaddes ferman. (Kelime-i şehadet kastedilmektedir)
MENTEC  Doğuracak vakit.
MENUAT  Men'etmeler. Yasaklar.
ME'NUB  (Bak: İhcâc)
MENUC  Sütü diğer develerden sonra çekilen deve.
ME'NUF  Burunda hastalığı olup koku alamayan.
MENUN  (Menn. den) Kesmek. * Vakit, zaman, ömür ve sâireyi kesen mânâsınadır.
ME'NUS  Alışılmış. Alışık. Ünsiyet edilmiş. * Beğenilmiş. Mergub.
ME'NUSE  Ateş.
ME'NUSİYET  Alışılmış olma. Alışılma. Ünsiyet edilmiş olma.
MEN'UŞ  Hayır ile yâdedilen ölü. * Yukarı kaldırılmış. * Fakir olduktan sonra sevindirilmiş. * Tabuta konulmuş.
MENUT  Asılı, muallâk. * Bağlı. Mütevakkıf. Merbut. Vâbeste. * Bir milletten olmayıp sonradan o millete dahil olmuş olan.
MEN'UT  Medhedilmiş. İyiliği, güzelliği söylenilmiş olan.
ME'NUT  Hased olunmuş kişi, mahsud.
MENVÎ  Kasdedilen. * Niyet. Maksad. Meram.
MENVÎ-İ ZAMİR  İçindeki niyet ve maksat.
MENY  Meniyi dışarı getirmek. * Takdir etmek. * Okumak. * Hükmetmek.
MENZAM  (C: Menâzım) Çeşitli şeyleri bir yere dizmek.
MENZEHE  Gezinti yeri.
MENZİL  İnilen yer. Konulacak yer. * Yer. Dünya. Ev. * Mesafe.
MENZİL-İ KAMER  Koz: Ayın dünya etrafındaki mahreki. Bu mahrekte aynı noktaya tekrar gelmek için geçen zaman.
MENZİL-İ KÜLLÎ  Mahrekin en son noktasına kadar olan mesâfe.
MENZİLET  Derece, pâye, rütbe, mertebe. Yükseklik derecesi. * Konak yeri, inecek yer. Hane, ev.
MENZİLGÂH  f. Konak. Yer. Ev. Bir müddet durulan yer.
MENZİLHANE  f. Konak yeri. Hayvan değiştirilen yer.
MENZİLNİŞİN  f. Yerinde oturan.
MENZU'  (Nez. den) Nez olunmuş, koparılmış.
MENZUF  Susuzluktan dolayı dili kurumuş kimse. * Kan kaybından dolayı dermansız ve güçsüz kalmış olan insan.
MENZUL  (Nüzul. den) Nüzüllü, inmeli.
MENZUR  (Nezr. den) Adanmış, nezrolunmuş, va'dedilmiş. Adak olarak belirtilmiş.
MENZUT  Haris kimse.
MER  f. Elli (Sayısı). Hamsin. (50)
MER'  (C: Müru') Er, erkek. * Güzel manzara.
ME'R  Katı, şiddetli, şedid. * Fesad.
MER'  Ot çok olmak.
MER'A  Hayvanların otladığı yer. Kır. Mera. Çayırlık. Otlak.
MER'A  Aynalar.
ME-RA  f. Beni. Benim. Bana.
MERA  Boş yer. * Otsuz yer.
MERA  (C: Merâyâ) Sütü çok olan dişi deve.
MERAA  Ucuzluk.
MER'ABE  Ansızın olarak birdenbire korkutmak. * Tenha ve korkunç yer.
MERABİ'  (Mürabba. C.) Mürabbalar, kareler. * (Merba. C.) İlkbaharda oturulan evler.
MERABİH  (Ribh. den) Ticâretten elde edilen kazançlar.
MERACİ'  (Merci. C.) Rücu edilecek ve dönülecek yerler. * Mürâcaat edilerek başvurulacak kimse veya yerler.
MERAD  Boğaz. * Talep mevzii, isteme yeri.
MERADET  Kuvvetlilik, kavilik. Salâbet.
MERAE  Hazmetmek. * Güzel manzara.
MERAFIK  (Mirfak. C.) Dirsekler. * Ev kilerleri. * Mutfaklar.
MERAG  Davar ağnanmak ve toprağa yuvarlanmak.
MERAH  Yer. Mekân. * Sevinç. * Rahat edilecek yer. * Meşhur bir nahiv kitabının ismi.
MERAH  (C.: Merahân) Aşırı derecede sevinme.
MERAHİL  (Merhale. C.) Menziller, merhaleler, konaklar, duraklar.
MERAHİL-İ BAÎDE  Uzak konaklar. Uzak menziller.
MERAHİLPEYMA  f. Seyyah, yolcu. Seyahat eden kimse.
MERAHİM  (Merhamet. C.) Acımalar, merhametler.
MERAHİM  (Merhem. C.) Merhemler.
MERAÎ  (Mir'at. C.) Aynalar, mir'atlar.
MERAÎ  (Mer'a. C.) Otlaklar, çayırlıklar.
MERAK  Bir şeyi öğrenmek istemek. Çok şiddetli arzu. Heves. Düşkünlük. * Dalgınlık. Kara sevdâ. * Kuruntu, telâş. İç sıkıntısı. İç darlığı.(... Merak, hastalığı ziyade ettiği gibi hikmet-i İlâhiyeyi ittiham ve rahmet-i İlâhiyeyi tenkid ve Hâlik-ı Rahiminden şekva hükmünde olduğu için aksi maksadiyle tokad yer, hastalığı ziyadeleşir. L.)
MERAKÂVER  f. Merak verici. Düşündürücü. Meraklandırcı.
MERAK  Etsuyu. * Çorba.
MERAKIM  (Mirkam. C.) Kalemler. Yazma işinde kullanılan âletler.
MERAKÎ  Vesvese ve kuruntu içinde bulunan kimse. * (Mirkat. C.) Merdivenler, basamaklar.
MERAKİB  (Merâkibe) (Araba, at, kayık, vapur gibi) binecek vasıtalar. Merkebler.
MERAKİB-İ BAHRİYE  Vapur, gemi, tekne, kayık vs. gibi deniz nakil vâsıtaları.
MERAKİB-İ BERRİYE  Araba, otomobil, kamyon, at vs. gibi kara nakil vasıtaları.
MERAKİD  (Merkad. C.) Merkadlar, kabirler, mezarlar.
MERAKİZ  Merkezler. Karargâhlar. Karar yerleri.
MERAL  (Aslı, marâl'dır) Ceylan, karaca, dişi geyik.
MERAM  Maksad. Niyet. Arzu. İstek. İçten tasarlanan.
MERAMBAHŞ  f. Bir kimseye isteyip arzuladığı şeyi veren.
MERAMİ  (Mermi. C.) Mermi atma yeri. Mermiler. * Nişan okları.
MERAMİR  Çok etli, şişman kişi.
MERANET  Yumuşaklık. * Bir mâdenin çekiç vasıtası ile dövüldüğünde yayılması vasfı.
MERARE  (C: Merâir) Öd kesesi.
MERARET  Acılık. Tatsızlık.
MERARET-İ ESARET  Esirliğin acılığı.
MERASET  şiddet.
MERASÎ  (Mersiye. C.) Mersiyeler, ağıtlar.
MERASÎ  (Mersâ. C.) Limanlar. Gemilerin sığınıp barındıkları yerler.
MERASİD  (Mersad. C.) Gözetleme yerleri, rasat yerleri.
MERASİM  (Mersem. C.) Resmi merasimler. Âdet hükmündeki gösterişler. Resmi muameleler. * Şiveler. Âdetler.
MERAŞİD  (Merşed. C.) Gaye ve maksada ulaştıran doğru yollar.
MERATİ'  (Merta. C.) Çayırlıklar, mer'alar, otlaklar.
MERATİB  Mertebeler. Basamaklar. Kademeler. Dereceler.
MERATİB-İ HAYAT  Hayat mertebeleri.(Birinci sual: Hz. Hızır (A.S.) hayatta mıdır? Hayatta ise niçin bazı mühim ulema hayatını kabul etmiyorlar?Elcevap : Hayattadır, fakat merâtib-i hayat beş'tir. O, ikinci mertebededir. Bu sebepten bazı ulemâ, hayatında şüphe etmişler.Birinci Tabaka-i Hayat: Bizim hayatımızdır ki, çok kayıtlarla mukayyeddir.İkinci Tabaka-i Hayat : Hz. Hızır ve İlyas Aleyhimesselâmın hayatlarıdır ki, bir derece serbesttir. Yâni bir vakitte pekçok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levâzımatiyle daimi mukayyed değillerdir. Bazan istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür derecesinde ehl-i şuhud ve keşif olan evliyânın, Hazret-i Hızır ile maceraları, bu tabaka-i hayatı tenvir ve isbat eder. Hattâ makamat-ı velâyette bir makam vardır ki, "Makam-ı Hızır" tâbir edilir. O makama gelen bir veli, Hızırdan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bâzan o makam sahibi yanlış olarak, ayn-ı Hızır telâkki olunur.Üçüncü Tabaka-i Hayat : Hazret-i İdris ve İsa Aleyhimesselâmın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levazımatından tecerrüd ile, melek hayatı gibi bir hayata girerek nuranî bir letafet kesbederler. Adeta beden-i misali letâfetinde ve cesed-i necmi nuraniyetinde olan cism-i dünyevileriyle semavatta bulunurlar. Ahirzamanda Hazret-i İsâ Aleyhisselâm gelecek, Şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) ile amel edecek meâlindeki hadisin sırrı şudur ki: Ahirzamanda felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfriye ve inkâr-ı Uluhiyete karşı İsevilik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılab edeceği bir sırada, nasıl ki isevilik şahs-ı mânevisi, Vahy-i Semâvi kılınciyle o müthiş dinsizliğin şahs-ı mânevisini öldürür; öyle de: Hazret-i İsâ Aleyhisselâm, İsevilik şahs-ı mânevisini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı mânevisini temsil eden deccalı öldürür... yâni inkâr-ı Uluhiyet fikrini öldürecek.Dördüncü Tabaka-i Hayat : Şüheda hayatıdır. Nass-ı Kur'anla şühedanın, ehl-i kuburun fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır. Evet, şüheda, hayat-ı dünyevilerini tarik-ı hakta feda ettikleri için, Cenâb-ı Hak kemâl-i kereminden onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı Alem-i Berzahta onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar.. yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar.. kemal-i saadetle mütelezziz oluyorlar.. ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar. Ehl-i kuburun çendan ruhları bâkidir, fakat kendilerini ölmüş biliyorlar. Berzahta aldıkları lezzet ve saâdet, şühedanın lezzetine yetişmez. Nasıl ki iki adam bir rü'yada Cennet gibi bir güzel saraya girerler. Birisi rü'yada olduğunu bilir. Aldığı keyf ve lezzet pek noksandır. "Ben uyansam şu lezzet kaçacak" diye düşünür. Diğeri rü'yada olduğunu bilmiyor, hakiki lezzet ile hakiki saâdete mazhar olur.İşte Alem-i Berzahtaki emvât ve şühedanın hayat-ı berzahiyyeden istifadeleri, öyle farklıdır. Hadsiz vâkıatla ve rivâyatla şühedanın bu tarz-ı hayata mazhariyetleri ve kendilerini sağ bildikleri sâbit ve kat'idir. Hattâ Seyyidüşşüheda olan Hazret-i Hamza Radıyallahü Anh, mükerrer vâkıatla kendine iltica eden adamları muhafaza etmesi ve dünyevi işlerini görmesi ve gördürmesi gibi çok vâkıatla, bu tabaka-i hayat tenvir ve isbat edilmiş. Hatta ben kendim Ubeyd isminde bir yeğenim ve talebem vardı. Benim yanımda ve benim yerime şehid olduktan sonra, üç aylık mesafede esarette bulunduğum zaman, mahall-i defnini bilmediğim halde, bence bir rü'ya-yı sâdıkada, taht-el-Arz bir menzil suretindeki kabrine girmişim. Onu şüheda tabaka-i hayatında gördüm. O, beni ölmüş biliyormuş. Benim için çok ağladığını söyledi. Kendisini hayatta biliyor; fakat, Rus'un istilâsından çekindiği için, yer altında kendine güzel bir menzil yapmış. İşte bu cüz'i rü'ya, bâzı şerait ve emârâtla, geçen hakikata, bana şuhud derecesinde bir kanaat vermiştir.Beşinci Tabaka-i Hayat : Ehl-i kuburun hayat-ı ruhânileridir. Evet mevt; tebdil-i mekândır, ıtlâk-ı ruhtur, vazifeden terhistir. İdam ve adem ve fena değildir. Hadsiz vâkıatla ervâh-ı evliyanın temessülleri ve ehl-i keşfe tezahürleri.. ve sâir ehl-i kuburun yakazaten ve menâmen bizlerle münasebetleri ve vâkıa mutabık olarak bizlere ihbaratları gibi çok delâil, o tabaka-i hayatı tenvir ve isbat eder. Zâten beka-i ruha dair "Yirmidokuzuncu Söz" bu tabaka-i hayatı delâil-i kat'iyye ile isbat etmiştir. M.)
MERATİB-İ İLİM  Bilmek mertebeleri. (Bak: Dimağ)
MERAVİH  (Mirvaha. C.) Etrâfı açık ve rüzgârlı yerler. Çöller, sahralar. Ovalar.
MERAVİH  (Mirvaha. C.) Yelpâzeler.
MERAYA  Aynalar. Mir'âtlar. * Tıb: Hayvanın memeye süt gelen damarları.
MERAZİBE  (Merzuban. C.) Serhat beylerbeyi.
MERBA'  (C.: Merâbi') (Rebi'. den) Yazlık. Yazın oturulan mesken.
MERBA'-NİŞİN  f. Yazlıkta oturan.
MERBAA (MURABBAA)  Dört bucaklı. * Dört katlı.
MERBAT  Davar bağlayacak yer. Ahır, ağıl. * Manastır. * Tekke.
MERBU'  Köle, kul, memlük.
MERBU'  Orta boylu olan.
MERBUB  Köle, kul.
MERBUT  Bağlı. Rabtedilmiş. Mensub. Ekli. Ulaşmış, bitişmiş, bitişik.
MERBUTAN  Merbut olarak. Bağlanmış ve ekli olarak.
MERBUTÂT  (Merbut. C.) Rabt olunup bağlanmış şeyler. Ekli ve bağlı şeyler.
MERBUTİYYET  Bağlılık. Mensub oluş. Mensubiyyet. Eklilik.
MERC  (Merec) Katıştırmak. * Kararsızlık. * Iztırab. * Bozulmak. * Boşa gitmek. * Serbest bırakmak, salıvermek. * Hayvanların salındığı otlak.
MERCAN  Denizde geniş resif meydana getiren ve mercanlar takımının örneği olan hayvan ve bunun kalkerli yatağından çıkarılan çoğu kırmızı renkte ve ince dal şeklinde bir madde. Bu madde boncuk gibi süs eşyası olarak kullanılır. Mercanlar ancak 40 metre kadar derinlikte yaşayabilirler.
MERCANE  Mercan tanesi. (Bak: Mercan)
MERCEFAN  Leğen ve ibrik.
MERCİ'  Merkez. Kaynak. Baş vurulacak yer. Müracaat edilecek yer. Dönülecek yer. Sığınılacak yer. * Söylenen sözün kendine fayda verdiği kimse.
MERCİ'-İ KÜLL  Bütün işler için müracaat edilen makam.
MERCİ'-İ RESMÎ  Bir idare veya memurun bağlı bulunduğu üst makam.
MERCİ'-İ RÜ'YET  Bir işin görülmesi için başvurulan yer.
MERCU  Ümid edilen. Ümid edilmiş. Rica olunan.
MERCU'  Geri döndürülmüş olan.
MERCUH  (Rüchân. dan) Başkası ona tercih edilmiş olan. * Fık: Mahkemede hasmından evvel müddeasını isbata salâhiyyetli olmayan şahıs. Evvelâ hak iddiaya salâhiyetli olan râcih, ikinci derecede iddiaya sahib olan ise mercuh olur.
MERCUM(E)  (Recm. den) Recmolunmuş. Taşlanmış, taşa tutulmuş.
MERD  f. Adam. Kişi. İnsan. Erkek. Sözünün eri.
MERD-İ GARİB  Yabancı yerlere, gurbete düşmüş kişi.
MERD  Misvak ağacının yemişi. * Emmek. * Silmek. Mesh etmek.
MERDA  Yaralılar. Hastalar.
MERDA'  (C: Merâd) Ot bitmeyen kumlu yer.
MERDAN  (Merd. C.) Merdler. İnsanlar, erkekler, yiğitler.
MERDANE  f. Erkekçesine. Merdcesine. Er'e yakışır surette. * Matbaada baskı, baskı makinelerinde ve ofset makinelerinde ise plâteye değerek mürekkeb vermek; ve toprağı bastırmak gibi çeşitli işlerde kullanılan silindir. * Yufka açmağa yarıyan oklava. * Erkek ayakkabısı.
MERDANEGÎ  f. Cesurluk, yiğitlik, merdlik, erkeklik.
MERDBAZ  f. Merd olmayan. Nâmerd. Sözünde durmayan. Orospu.
MERDBEÇE  f. Yiğit oğlu yiğit. Merd oğlu merd.
MERDEGA  (C: Merâdıg) Boğaz ile göğüs arası.
MERDEKUŞ  Merzencüş otu.
MERDÎ  f. Erlik, erkeklik. * Merdlik, cesurluk, yiğitlik. * İnsanlık, hamiyet.
MERDİVEN  (Bak: Nerdbân)
MERDİYE  (Bak: Marziye)
MERDUD  Reddolunmuş. Kabul edilmemiş. Geri döndürülmüş. Kovulmuş. (Namaz kılmayan hâindir, hâinin hükmü merduddur.)
MERDUD-ÜŞ ŞEHÂDET  Şahitlikleri kabul edilmiyenler. * Fâsık, yani devamlı günah işleyenler, yalan söyleyenler, müslümanları aldatan kimseler merdud-üş şehâdettir.
MERDUDİYET  Merdudluk. Kovulmuşluk, geri çevrilmişlik.
MERDÜM  f. İnsan. Adam.
MERDÜM-İ ÇEŞM  Gözbebeği.
MERDÜMAN  (Merdüm. C.) f. İnsanlar, kişiler, adamlar.
MERDÜM-AZAR  f. İnsanları inciten. Halka eziyet veren.
MERDÜME  f. Gözbebeği.
MERDÜMEK  f. Küçük adam. Bebek.
MERDÜMGİRİZ  İnsanlardan sıkılan, kalabalıktan hoşlanmayıp yalnızlık isteyen.
MERDÜMHAR  f. Yamyam. * İnsan eti yiyen vahşi hayvan.
MERDÜMÎ  f. Adamlık, insanlık.
MERDÜMKÜŞ  f. Katil. Adam öldüren. İnsan katleden.
MERDÜMZAD  f. İnsan oğlu. Beni Adem.
MER'E  (Mer'et) Kadın. Zen.
MEREB  İnsan toplanan yer.ME'REBE $ (Me'ribe) : (C: Meârib) İhtiyaç. * Ümitli bulunma. Ümitvar olmak.
MEREC  Kararsız ve mütehayyir olma. * Mecburi olma.
MERED  Kötülükte inad. * Sakal belirmemek, sakal çıkmamak.
MEREDE  (Mârid. C.) İnadçılar, muannidler, direnenler.
MEREHAN  Sevinç, ferah, sürur. * Zayıf olma. * Fâsid olmak. * Kurumak.
MEREK  Köy evlerinin yanında ot, saman ve yaprak gibi şeylerin ve umumiyetle hayvan yiyeceklerinin muhafazasına mahsus kârgir veya kerpiçten yapılmış bina. Samanlık.
MEREMMET  Onarma, tamir. * Üstünkörü tamir edip onarma.
MERERE  (C: Merirât) Sert bükülmüş kıvrık ip. * Arsa.
MERESE  (C: Mires-Emrâs) İp.
MERFAK  Yumuşak yer.
MERFU'  Yükseltilmiş. Yüksekte. Terfi ettirilmiş. Ref' olunmuş. * Hükümsüz bırakılmış. * Gr: Zamme ile harekelenmiş harf. Yani: Harfin harekesi, ötre (mazmum) "u, ü, o, ö şeklinde" okunan harf.
MERFUÂT  Bir yerde kullanılmak için kaldırılan eski eşya. * Gr: Mazmum olan, zamme ile harekelenmiş kelimeler.
MERFUD  İhsan edilmiş, armağan olarak verilmiş, bağışlanmış şey.
MERG  f. Ölüm, mevt.
MERG  f. Çayır. * Sebze.
MERG  Tükrük. * Salya.
MERGAM  (C: Merâgım) Girecek ve kaçacak yer.
MERGAME  Kahretmek. * Galip olmak.
MERGÂ MERG  f. Umumi vebâ hastalığı.
MERGÂ MERGÎ  Hastalıktan dolayı umumi ölüm.
MERGUB(E)  Rağbet edilmiş. Beğenilmiş. Çok kıymet verilen. Çokları tarafından istenen.
MERGUL  (Mergule) Kıvrılmış veya bükülmüş saç. Kıvırcık saç. * Ahenkli ses. * Kuş sesi.
MERGZAR  f. Çayırlık, çimenli ve sulak yer. Mer'a.
MERH  Un yoğurmak. * Deriye ve gövdeye yağ sürmek. * Yağ ile oğmak. * Bir yeşil ağaç.
MERH  Fesâd.
MERHA  Gözüne sürme çekmeyi âdet edinmeyen kadın.
MERHA  (C: Merâhi) Değirmen yeri.
MERHABA  Şâdlık, neşeli oluş. * Genişlik, vüs'at. * Müslümanlar arasında bir nevi selâmlaşma kelimesi olup, "rahat olunuz, serbest olun, hoş geldiniz" mânasında söylenir. * Nazımda medholunan kimseye hitâb olarak kullanılır.
MERHALE  (Rihlet. den) Menzil. Konak. * İki konak arası mesafe. * Bir günlük yol. * Derece, kademe.
MERHALENİŞİN  f. Seyyah, yolcu, turist.
MERHAMET  (Rahm. den) Acımak, şefkat göstermek. Korumak, iyilik etmek. Biçârelere yardımda bulunmak. Esirgemek.
MERHAMETBAHŞ  f. Merhamet eden. Merhametli.
MERHAMETEN  Acıyarak, merhamet ederek.
MERHAMETGÜSTER  f. Merhametli, merhamet edip acıyan.
MERHAMETPENAH  f. Merhametli.
MERHAMETPERVER  f. Merhametli, esirgeyici, acıyan.
MERHAMETPERVERÎ  f. Merhametlilik, esirgeyicilik.
MERHAMETPERVERANE  f. Acıma ve şefkat ile, esirgeyip acımak suretiyle.
MERHAMETŞİAR  f. Çok merhametli.
MERHAMETŞİARÎ  f. Merhametlilik, merhametli oluş.
MERHAZ  (C: Merâhiz) Don yıkayacak yer. * Abdest alacak yer.
MERHEB  (C: Merahib) Kaçacak yer.
MERHEM  Melhem. Deriye, yaraya sürülen ilâç. * Mc: Acıyı teskin eden şey. * Kederi, derdi gideren.
MERHEMSÂ(Y)  f. Merhem süren. Çare ve deva bulan.
MERHEMSÂZ  f. Çare bulan. Merhemci, ilâç yapan.
MERHEMSÂZÎ  f. Çare buluculuk.
MERHESA  (C: Merâhis) Mertebe, derece.
MERHUB  Korkulan ve kendisinden kaçılan şey. * Aslan.
MERHUM  (Rahm. den) Kendine rahmet edilmiş. * Rahmete kavuşmuş. Dünyanın sıkıcı ahvâlinden kurtulup rahmet-i İlâhiyeye kavuşmuş olan. Dünya imtihanından kurtulup, vazifesini bitirmiş, paydosa kavuşmuş olan. (Vefat etmiş müslüman hakkında söylenir.)
MERHUME  Vefât etmiş, rahmete kavuşmuş kadın.
MERHUN  (Rehin. den) Rehin edilmiş olan. Ödünç alınan bir şeyi teminata bağlamak için, onun yerine verilen herhangi bir şey. * Belirli müddetle bir şeye bağlı olan. * Edb: Mânası diğer beyit ile tamamlanan beyit.
MERHUZ  Yıkanmış, gusül etmiş.
MER'Î  (Mer'iyye) Riayet edilen, hükmü geçen. Makbul sayılan, hürmet edilen.
MER'İYY-ÜL HÂTIR  İtibarlı. Sözü geçer.
MER'Î  Görmeğe âid. Görünür olan. Gözle görülen. Manzara.
MERİ'  (C: Emrâ-Emru) Otu çok olan yer. * Ucuzluk olan yer.
MERİC  Çalkantılı, dalgalı.
MERÎC  Muzdarip, sıkıntılı. * Çeşitli nesne, muhtelif. Karışık, muhtelit.
MERÎD  Katı, yoğun. Güçlü, kuvvetli kimse. * Süt içinde ıslatılıp yumuşatılan hurma. * Baş kaldıran. Sadece fesadlık çıkaran. İnatçı. Şerli. Haddini aşmakta, azgınlıkta ve günahkârlıkta çok ileri gitmiş olan.
MERİDYEN  (Bak: Hatt-ı nısf-un nehar)
MERİH  Koz: Güneş etrafında seyreden seyyarelerden dünyadan sonra güneşe en yakın olanı. (Aslı: Merrih veya Mirrih okunur.) * Mars.
MERİH  Beyaz servi.
MERİK  Usfur otu.
MERİN  Hal, durum. * Ahlâk.
MERİR  (C: Merâyir) Uzun ve sağlam ip.
MERİRA (MARURE)  Buğday arasında olan acı bir tohum.
MERİRE  Azimet. (Ruhsat'ın zıddıdır)
MERİŞ  Üzerinde kuş tüyü olan nesne.
MER'İYYAT  (Mer'î. C.) Gözle görülen şeyler.
MER'İYYET  Mer'î oluş. Makbul olma. Muteber olma. Hükmü geçer olma.
MERK  f. (Bak: Merg)
MERK  Kokmuş deri. * Derinin yününü yolmak. * Kazımak. * Nüfuz etmek, içine işlemek.
MERKAAN  Ahmak kimse.
MERKAB  Gözetleme yeri.
MERKAD  Uyku yeri. Yatacak yer. * Mezar, kabir.
MERKAŞ  Bir şeyin üstünde siyah ve beyaz noktalar olması.
MERKAT  (Bak: Mirkat)
MERKEB  (Rekb. den) Binilen vâsıta. Binilen şey. * Eşek.
MERKEL  (C: Merâkil) Yol. * Hayvan üstüne binen kimsenin iki tarafından ayağı dibindeki yer.
MERKEZ  (Rekz. den) Bir şeyin ortası. Vasat. Yol. Durum, vaziyet. Hal, suret. * Şubeleri bulunan bir teşkilâtın idâre olunduğu ve emir veren yeri, makamı. Bir şeyin en işlek yeri. Teşkilât olan yerin en yüksek makamı. * Geo: Dairenin orta noktası. Çaplarının kesim noktası.
MERKEZ-İ ÂLEM  Güneş, şems.
MERKEZ-İ ARZ  Arzın merkezi. Dünyanın merkezi, iç tarafı.
MERKEZ-İ DEVR  Hareket eden bir cismin, etrafında devrettiği nokta.
MERKEZ-İ SIKLET  Ağırlık merkezi.
MERKEZ-İ TEŞRİ'  Kanun yapma merkezi.
MERKEZÎ  (Merkeziye) Merkeze mensub. Merkezde bulunan. Merkezle alâkalı.
MERKEZİYYET  İşlek yerde, merkezde bulunmuş olmak. * Bütün işlerin bir yerden idare edilir olması, merkezleştirilmesi.
MERKU'  Eski, yırtılmış elbise.
MERKUB  (Rükub. dan) Üzerine binilmiş, bindirilmiş. * Üzerine binilen hayvan veya nakil vasıtası.
MERKUM  (Rakam. dan) Yazılmış. Adı geçmiş. Rakamla söylenmiş. Sayılmış. * Basit ve âdi insan. (Bak: Mezbur)
MERKUM  Cem'olmuş, toplanmış, birikmiş.
MERKUN  Büyük havuz.
MERKUZ  (Rekz. den) Dikilmiş. Saplanmış. Batırılmış. Sâbit kılınmış.
MERKUZİYET  Dikilme, saplanma.
MERKUZ  Tahrik olunmuş, harekete getirilmiş. * Ayakla tepilmiş.
MERMA(T)  Etli, şişman kadın.
MERMAHUR  Bir cins güzel koku.
MERMAK  Yaramaz nesne.
MERMARE (MERMURE)  Yumuşak vücutlu kadın.
MERMAZ  (C: Merâmız) Harâretinden, üzerindeki yanacak gibi olan kumluk yer.
MERMERÎS  Zahmet, meşakkat.
MERMİ  (Remiy. den) Atılmış. * Ateşli silâhlar içine konan kurşun, gülle. Fişek.
MERMİYAT  (Mermi. C.) Atılmış şeyler. * Ateşli silâhlarda atılan tâneler, mermiler.
MERMUK  Mahfuz, hıfzolunmuş.
MERMUZ  (Remz. den) Açıktan belirtilmeyip, işaret ve remz ile anlatılan. İmâ edilmiş olan.
MERMUZAT  (Mermuz. C.) İşaret ve remz ile anlatılan şeyler.
MERMUZE  (C.: Mermuzât) İşaretle anlatılmış. Remzolunmuş. Açıktan değil de işaretle anlatılmış şeyler. (Bak: Mermuz)
MERN  (C: Emrân) Kürek.
MERNEA  Ucuzluk.
MERNUSA  Mübârek.
MERR  Geçmek. Mürur etmek. * İp. * Bel dedikleri âlet. * Demir külünk.
MERRAT  Kerrât. Kerreler. Birçok def'alar.
MERRE  Bir hareketin bir defa olduğunu bildiren fiil. Def'a. Kerre.
MERRE-İ VÂHİDE  Bir defa. Bir kere.
MERRETEN BA'DE UHRÂ  Diğerinden sonra, tekrar.
MERS  Ekmeği suyla ıslatmak.
MERSA  (C: Merâsi) Liman. Gemilerin demir atıp barındığı yer.
MERSA-YI KOSTANTİNİYYE  İstanbul limanı.
MERSAD  Rasad yeri. Gözetleme yeri. (Bak: Mirsâd)
MERSED  Arslan, esed.
MERSEN  Burun.
MERSİN (MERSİNÎ)  Mersin ağacı.
MERSİYE  Birisinin ölümü hakkında yazılan, teessürü anlatan manzume.
MERSİYEHÂN  f. Ağıt okuyan. Mersiye söyliyen.
MERSİYEKÂR  f. Ağıtçı. Ağıt ve mersiye okuyan.
MERSUD  Rasad olunmuş, ölçülüp biçilmiş, hesab edilmiş.
MERSUD  Birbiri üstüne yığılmış kumaş.
MERSUM  (Resm. den) Yazılmış, çizilmiş. Alâmetli, işaretli. * An'ane, gelenek, örf ü âdât. * Adı ve bahsi geçmiş. Bahsedilmiş.
MERSUS  Sağlam yapı. Birbirine kenetlenmiş, kurşun veya lehim ile birbirine bağlanmış sağlam yapı.
MERŞ (MARŞ)  (C.: Müruş) Tırnak ucuyla deriyi yırtmak. * Yağmur suyunun durmayıp üzerinden çabuk geçtiği yer. * İncitici söz.
MERŞA'  Her hayvanın yavuzu ve yırtıcısı. * Otu çok olan yer.
MERŞE  Yuvarlak cisim.
MERŞUŞ  Saçılmış, dağılmış.
MERŞED  Hakiki maksada ulaştıran doğru yol.
MERT  f. Çevik, zinde, hareketli.
MERTA'  Otlak, çayır, mer'a, çimen.
MERTA  Sür'atle yelmek. Seğirtmek.
MERTEBA'  Dağ üstünde olan yüksek yer.
MERTEBE  Derece. Basamak. Rütbe. Pâye.
MERTEBE-İ ÂLİYE  Yüksek derece, âli mertebe.
MERTEBE-İ BÂLÂ  Üst derece.
MERTEBE-İ KUSVÂ  En son derece.
MERTUB  (Ratb. dan) Rütubetli, ıslak, nemli, yaş.
MERTUM  Kırılmış, parça parça olmuş, ufalanmış.
MERTUM  Zor bir işi yapmağa memur edilmiş olan.
MERTUS  Bir fesleğen çeşidi.
MER'UB  (Ru'b. dan) Ürkmüş, korkmuş.
MER'UBEN  Ürkerek, korkarak, korku ile.
MERUE  Hazmetmek.
ME'RUŞ  Yer. Arz. Yeryüzü.
ME'RUZA  Ağaç kurdunun yediği ağaç.
MERV  Bir cins güzel koku.
MERVAHA  (C.: Merâvih) Ova, çöl. Her tarafından rüzgâr esen yer.
MERVE  Mekke-i Mükerreme'de bir tepenin adı olup hacılar, Merve ile Safâ arasında yedi def'a gidip gelirler. Bu, haccın rükünlerindendir. Bu gidip gelmeye "sa'y" denir.
MERVEB  (C: Merâvib) Yoğurt koydukları kap, yoğurt kabı.
MERVEHA  (C.: Merâvih) Ova, sahrâ.
MERVÎ  Rivâyet edilen. Anlatılan. Nakledilen.
MERVİYAT  (Mervi. C.) Rivayet olunmuş şeyler. Kulaktan kulağa söylenerek gelmiş olan sözler.
MERY  Sağılır davarın memesini meshedip sağmak.
MERYEM  İsâ Aleyhisselâmın annesinin adı. (Süryânicede hâdim mânasınadır) (Bak: Zekeriyya)
MERYEM SURESİ  Kur'an-ı Kerim'in 19. Suresidir.
MERZ  f. Toprak, yer. * Sınır, hudut.
MERZ  Parmak ucuyla çimdiklemek ve tırmalamak.
MERZA  (Mariz. C.) Hastalıklar, illetler. Hastalar.
MERZA'  Meme.
MERZAGA  Bataklık, çamur.
MERZAT  Rıza, hoşnutluk. Râzı olma, kabul etme.
MERZBAN  f. Sınır muhafızı, hudut muhafızı. Sınır beyi, vâli.
MERZBUM  f. Hududu belli olan memleket.
MERZE  Hamur parçası.
MERZEGAN  f. Cehennem. * Mangal. * Kabristan, mezarlık.
MERZENCUŞ  Bir ot cinsi.
MERZGUN  f. Tenâsül organı.
MERZÎ  (Bak: Marzi)
MERZİH  Şiddetli ses.
MERZUBAN  (C: Merazibe) Mecusiler reisi.
MERZUF  Ateş ile kızmış taş üzerinde pişirdikleri et.
MERZUK  Rızıklanmış, ihtiyaçları verilmiş. * Bahtiyar. Saadetli, mutlu.
MERZUKİYYET  Rızıklanış. Bütün mahlukatın rızkını bulması hali.
MERZUL  Rezil ve kepaze edilmiş.
MERZUZ  Dövülmüş. * Parçalanmış.
MERZÜBUM  f. İklim.
MERZVAN  f. Hudut muhafızı, sınır beyi.
ME'S  İnsanların arasını bozmak, araya fesad sokmak.
MESA  Akşam. Akşam vakti. Akşam olmak. * Gamlı olmak. * Öğleden güneş batıncaya kadarki vakit.
MESA'  Kuyumcu eşyası.
MES'A  (C. Mesâi) "Sa'y: Çalışma" manasına mimli masdar.
MES'A  Çirkin yürümek.
MESAB  Rücu edecek, geri dönecek yer. Kuyu ağzında su çeken kimsenin durduğu yer. * Havuz ortası. * Suyun biriktiği yer.
MESABE  Derece. Menzile. Rütbe. * Sevab yeri. * Merci, melce'.
MESABİH  (Misbah. C.) Lâmbalar. Fenerler. Siraclar.
MESACİD  Mescidler. Namazgâhlar. Küçük namaz yerleri.
MES'AD  Merdiven. İp merdiven.
MES'ADET  Bahtiyarlık. Saadete sebeb olacak haslet. İyilik.
MESAET  Fena ve kötü bir iş yapma. Fenalık etme.
MESAFAT  (Mesâfe. C.) Mesafeler. Uzaklıklar.
MESÂFÂT-I BAİDE  Uzak mesafeler.
MESAFE  Uzaklık. Uzunluk. * Ara. * Bir nevi uzaklık ölçme usulü.
MESAFF  (Saff. dan) (C.: Mesâff) Sıra sıra dizilme yeri.
MESAFİR  (Mesfer. C.) Bir şeyin görülen tarafları.
MESAG  Açlık. * Geçmesi kolay olan. * İtibar, değer. * İzin. Müsaade. Ruhsat, cevaz.
MESAG-İ KANUNÎ  Kanunen izin ve ruhsat verilmiş.
MESAG-İ ŞER'Î  Şeriatın verdiği izin.
MESAH (MÜSUHA)  Yemeğin tatsız ve tuzsuz olması.
MESAHA  Genişlik. * Genişlik ölçme.
MESAHİF  Sahifeler. Kitap sahifeleri. * Kur'anlar. Mushaflar.
MESAİ  Çalışma. Çalışmalar. * İş zamanı.
MESAİ-İ CEMİLE  Güzel çalışmalar.
MESAİB  Musibetler. * Güçlükler.
MESAİB-İ DÜNYEVİYE  Dünya musibetleri ve güçlükleri.
MESAİB  Felâketler. Uğursuzluklar. Suubetler. Güçlükler.
MESAİD  (Mas'ad. C.) Yukarı çıkacak yerler.
MESAİD  (Mas'ad. C.) (Sayd. dan) Av yerleri.
MESAİD  (Mesâdet. C.) Saâdet ve mutluluğa sebep olan hâl ve ahlâklar.
MESAİL  Mes'eleler.
MESAİL-İ AMÎKA  Derin mevzular. Derin mes'eleler.
MESAİL-İ DİNİYE  Dinî mes'eleler. 
MESAİL-İ HİLAFİYE  İhtilaf mevzuu olan mes'eleler. 
MESAİL-İ HUKUKİYE  Hukuk meseleleri.
MESAİL-İ İMANİYE  İmanî mes'eleler.
MESAİL-İ ŞETTA  Dağınık mes'eleler, maddeler.
MESAİR  (Mis'ar. C.) Ateşi karıştırmağa yarıyan demirler.
MESAJ  Fr. Sözle veya yazı ile gönderilen haber. * Bir devlet adamının veya makam sahibi şahsiyetin, diğer bir şahsiyete veya cemaate gönderdiği yazılı haber.
MESAK  Bir şey ileri sürmek. * Sevk edilecek yer.
MESAK-I KELÂM  Kelâmın sevk edildiği yer, maksad.
MESAKIB  (Miskab C.) Delme âletleri, matkablar.
MESAKIL  (Mıskal. C.) Cilâlayan veya parlatan âletler.
MESAKIT  (Maskat ve Maskıt. C.) Bir şeyin düştüğü yerler. * İnsanın doğduğu yerler.
MESAKÎL  (Miskal. C.) Miskaller, 1,43 dirhemlik ağırlık ölçüleri.
MESAKİN  Meskenler. Oturacak yerler.
MESAKÎN  (Miskin. C.) Ziyadesiyle fakir olanlar. Miskinler. Uyuşuklar. Zavallı, fakir kimseler. * Oturanlar.
MES'AL  Boğazda öksürecek yer.
MESA'LEBE  Tilkisi çok olan yer.
MESALİB  Eksiklikler. Ayıplar. Kusurlar.
MESALİH  (Maslahat. C.) Maslahatlar. İşler.
MESALİH-İ MÜRSELE  (Bak: Maslahat-ı mürsele)
MESALİK  (Meslek. C.) Meslekler. Tutulan yollar. Süluk edilen yollar.
MESALL  Kabından çıkmış nesne.
MESAM  (Mesâmet) Duracak yer.
MESAMAT  (Bak: Mesammât)
MESAMİ'  (Misma'. C.) Kulaklar. * İşitme âletleri.
MESAMİR  (Mismar. C.) Mıhlar, çiviler.
MESAMM  (Mesemm. C.) İnsan veya hayvan cildi üzerindeki teneffüse yarayan küçük delikler, gözenekler.
MESAMM-ÜL CİLD  Tıb: Cilt üzerindeki küçük delikler.
MESAMMÂT  (Mesâmm. C.) Mesammlar. Delikler, gözenekler.
MESANE  Sidik torbası. Sidik kavuğu.
MESANÎ  (Mesnâ. C.) Bir şeyin tekrarı. İki. Çift. Mükerrer.
MESANİD  (Mesned. C.) Mesnedler. Dereceler. Rütbe ve mevkiler.
MESANİD-İ ÂLİYE  Yüksek rütbeler, âli mevkiler.
ME'SAR  (C.: Meâsır) Hapsetmek. * Hapsedecek yer.
MESARİB  (Mesrebe. C.) Otlaklar, çayırlar, mer'alar. * Karından göğüse kadar olan yerde biten kıllar.
MESARİH  (Mesrah. C.) Çayırlar, otlaklar, mer'alar.
MESARR  (Meserret. C.) Sevinçler, meserretler. Sürurlar. Zevkler.
MESAS  Esas, asıl, kök.
MESATIR  (Mistar. C.) Cetveller, mistarlar. Çizgi çizme için kullanılan âletler.
MESAVİ  (Mesvâ. C.) Meskenler. Haneler. Evler.
MESAVİ  (Su'. C.) Kötü haller. Fenalıklar. Seyyieler. (Mehâsinin zıddı.)
MESAVİ-İ MEDENİYYET  Medeniyyetin fenalıkları, kötülükleri. (İsraf ve sefahet gibi)
MESAVİK  Misvaklar.
MESBAA  Yırtıcı ve vahşi hayvanların çok olduğu yer.
MESBAH  Doğacak yer ve zaman. Tulu' edecek yer. Tulu' edecek vakit.
MESBE'  Şarabı satın almak. * Dağ içinde olan yol.
MESBERE  Kadının veled getirdiği yer. * Devenin yavruladığı yer.
MESBUK  Geçmiş. * Sebkedilmiş. Arkada bırakılmış. Başkasından geri kalmış. * İlmihalde: Evvelce imamla namaza durmamış olup, sonradan imama uyan.
MESBUK-UL EMSÂL  Benzerleri ve emsali önceleri de görülmüş ve geçmiş.
MESBUK-ÜL HİDME  Hizmet ve emeği geçmiş.
MESBUK-ÜZ ZİKR  Adı ve zikri geçmiş, bahsedilmiş.
MESBUK  (Sebk. den) Kalıba dökülmüş.
MESBUT  Meyyit, ölü. * Deli, aklı gitmiş.
MESCEN  Cezaevi, zindan, hapishâne.
MESCİD  Secde edilen yer. Namazgâh. Cami yerine kullanılan namaz yeri.
MESCİD-İ AKSÂ  Kudüs'te çok eskiden gelen peygamberlerin (A.S.) yaptırdıkları mâbed.
MESCİD-İ HARAM  Mekke-i Mükerreme'de ve içinde Kâbe'nin bulunduğu en büyük, mukaddes ibadet yeri. (Bak: Kâbe)
MESCUD  Secde edilmiş. Kendisine secde edilmiş olan. Allah (C.C.)
MESCUM  Saçılmış, dökülmüş.
MESCUN  Hapsedilmiş.
MESCUR  Sulu süt. * Dizilmiş salkım olmuş inci. * Yanmış. * Kızdırılmış. * Doldurulmuş. Taşkın su. * Alevli ateş, kızgın fırın. * Deniz. * Boş. * Muhtelit. * Mc: Firavun'un battığı deniz.
MESD  İp bükmek.
MESDUD  Seddedilmiş. Kapatılmış. Hududlanmış.
MESDUL  Salıverilmiş, serbest bırakılmış.
MESED  Hurma lifi. * Liften yapılan ip. * Deve kılından ve yününden yapılan urgan. * Yemen diyarında biten bir ağacın adı. * Bağ.
ME'SEDE  Arslanlı yer.
MESEKE  (C: Misek) Fil kemiğinden veya deniz boğası kemiğinden yapılan bilezik.
MESEL  Bir umumi kaideye delâlet eden meşhur söz. Ata sözü. İbretli ve küçük hikâye. * Dokunaklı ve mânalı söz. * Benzer. Misil. * Delil. Hüccet.
MESEL-UL A'LÂ  En kıymetli, en güzel misal. En güzel ta'rif ve söz.
MESEL  Suyun aktığı yer.
MESELA  Misal olarak, söz gelişi, şunun gibi, örnek tarzında.
MES'ELE  Düşünülecek iş ve husus. Halledilmesi lâzım iş. Ehemmiyetli iş. * Savaş, muharebe, ceng, harp.
MES'ELE-İ HİLÂFİYE  Hakkında ihtilaf bulunan mes'ele. (Bak: Hilâf)
MESELE  Gölgelik.
MESELEN  Misâl ve örnek olarak. Söz gelişi. Meselâ.
ME'SEM  (Me'seme) Günah. Kabahat, suç.
MESEMM  (C.: Mesâmm) Tıb: Cild üzerindeki küçük delik. Gözenek.
MESEMME  (C.: Mesâmm-Mesâmmât) Ciltteki ufak delik. Gözenek.
MESEN  Kişinin bevlini tutmaya âciz olması. Bir kimsenin, idrarını tutamaması.
MESER  f. Soğuk, berd. * Buz.
ME'SERE  (Meâsir) Eskiden kalma güzel eser. * Cömertlik. * Güzel hareket ve fiil.
MESERRAT  (Meserret. C.) Meserretler, sevinçler, sürurlar.
MESERRET  Sevinç. şenlik. Sürur.
MESERRETÂVER  f. Sevinç ve meserret getiren. Sürurlandıran. Sevindiren. Sevindirici.
MESERRETEFZÂ  f. Meserret. Sevinç ve süruru arttıran.
MESERRETENGİZ  f. Sevindiren. Meserret meydana getiren.
MESFİYY  Üç kez karısı ölmüş adam. (Üç kez kocası ölmüş kadına "mesfiye" derler.)
MESFU'  Nazar değmiş.
MESFUH  Dökülüp akıtılmış olan. * Dağ eteği.
MESFUK  (Sefk. den) Sefkedilmiş. Dökülüp akıtılmış olan.
MESFUR  Yazılmış, adı geçmiş. (Bu tabir, eskiden daha ziyade hakaret görmesi icabeden aşağılık kimseler hakkında kullanılırdı.)
MESGABE  Açlık. Meşakkat ve yorgunluk içinde açlık.
MESGUR  Dişi düşmüş kimse.
MESH  El sürme. * Silme. * Abdest alırken başı ıslâk temiz el ile sığamak. * Taramak.
MESH  Bir şeyin suretini çirkin ve kötü hale çevirmek. * Hayvanı kovarak koşturup onu sıkıştırmakla yormak, bitâb hale getirmek.
MESHA'  İnişi ve yokuşu olmayan düz yer. Düzlük. * Ufak taşlı, otsuz düz yer. * Yürüdüğünde iki uyluğu birbirine sürüşen zayıf kadın. * Uylukları ince ve zayıf olan kadın.
MESHARA  (C.: Mesâhir) Maskara.
MESHEK  Yel gidecek yer.
MESHELE  Yumuşak yer. * Alçak yer.
MESHUF  Susamış. Suya kanamamış.
MESHUK  (Sahk. dan) Döğülerek toz haline getirilmiş.
MESHUN  Isıtılmış.
MESHUR  Büyülenmiş, kendine sihir yapılmış. * Büyülü gibi tutkun.
MESHUT  Beğenilmeyen iş.
MESİH  Bir şey üzerined eli yürütmek, bir şeyden ondaki eseri gidermek demektir. * İsa Aleyhisselâm'ın bir ismidir. Elini sürdüğü, meshettiği hastaların iyileşmesinden kinâye olarak "İsa Mesih" denmiştir.(Rivayetlerde Hazret-i İsa Aleyhisselâm'a Mesih nâmı verildiği gibi her iki deccala dahi Mesih nâmı verilmiş ve bütün rivâyetlerde Min-fitneti mesihid-deccal, min-fitneti-mesihid-deccal denilmiş. Bunun hikmeti ve te'vili nedir?Elcevab: Allahu a'lem bunun hikmeti şudur ki: Nasıl ki emr-i İlâhî ile İsa Aleyhisselâm, Şeriat-ı Museviye'de bir kısım ağır tekâlifi kaldırıp şarap gibi bazı müştehiyatı helâl etmiş. Aynen öyle de; büyük deccal şeytanın iğvası ve hükmü ile şeriat-ı İseviyenin ahkâmını kaldırıp hristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtaları bozarak, anarşistliğe ve "Ye'cüc ve Me'cüc"e zemin hazır eder. Ve İslâm deccalı olan Süfyan dahi, Şeriat-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleri ile kaldırmağa çalışarak hayat-ı beşeriyenin maddi ve mânevi râbıtalarını bozarak serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak hürmet ve merhamet gibi nurani zincirleri çözer; hevesât-ı müteaffine bataklığında, birbirine saldırmak için cebri bir serbestiyet ve ayn-i istibdad bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gayet şiddetli bir istibdaddan başka zabt altına alınamaz. Ş.)
MESİH-ÜD DECCAL  Deccal'a da bu isim verilmesinin bir sırrı şudur ki: Bir gözü silik, yani kör ve ayıplı olmasındandır. Sadece bu dünyayı görüp, âhireti görecek gözünün kör olmasındandır. * Mesih, uğursuzluğundan nâşi Deccal'ın lâkabıdır. Nakşı silinmiş para, çok gezen adam, çok cima' eden kimse, yalancı, kezzab ve bir tarafında gözü silik olan adama denir. (L.R.)Hak Dini Kur'an Dili, Cilt: 5, sh: 4172'de şu tafsilât vardır: (Yalancı bir Mesih demektir. Vârid olan hadis-i şeriflerde; Deccal; bir yalancı ve halkı aldatmakta meharetli bir sahtekârdır ki, kâfirliği sahtekârlığı yüzünden belli olduğu hâlde bir takım harikalar göstererek uluhiyyet da'vâ eder. Deccalın bu suretle yalancı bir Mesih olması, onun hıristiyanlık taklidi altında zuhur edeceğini anlatır.) (Bak: Deccal)
MESİH  Yağ sürülmüş.
MESİH  Mesh olunmuş. Başka bir şekle, hayvan kılığına girmiş. * Şuurunu kaybedecek hale gelen. Sarhoş ve şuursuz. * Acibe. Garibe. * Güzelliği olmayan. * Tuzsuz ve tatsız yemek.
MESİHA  (C: Mesâyih) Gümüş parçası. * İyi ve yeni yay.
MESİHÎ  (Mesihiyye) Hristiyan. Hristiyanlığa âit. Hz. İsâ Aleyhisselâma âit ve ona müteallik.
MESİHİYYUN  Hristiyanlar.
MESİK  Pinti, hasis, cimri.
MESİL  Benzer. Misil. Gibi. Şibih. Eş. Nazir.
MESİL  Su yatağı. Suyun akacak olduğu yer, boru.
MESİR  Seyretmek. * Yol yol alacalı elbise.
MESİRE  Seyredilecek, gezilecek yer. Tenezzüh ve gezme yeri. * Seyir.
MESİREGÂH  f. Seyir yeri. Seyrangâh.
MESİS  Cimâ etmek. * Yapışmak.
MESİT  Küçük sel.
MESK  (C: Müsuk) Deri.
MESKAB  Yakın olacak yer.
MESKAT  Doğum yeri. * Düşecek yer.
MESKAT-I RE'S  Bir kimsenin doğduğu yer.
MESKAT  (C: Mesâk-Mesâki) Su maslağı.
MESKEN  Ev. Sâkin olunacak yer. Hâne.
MESKENE  Tevazu etmek, alçakgönüllülük göstermek.
MESKENET  Miskinlik. Tembellik. Uyuşukluk. Bitkinlik. Beceriksizlik. Fakirlik. Yoksulluk.
MESKENET-FİKEN  f. Miskinliği gideren.
MESKENİYET  Mesken oluş. Sâkin olup durulacak yer olmak.
MESKIT  Düşecek yer.
MESKUB  Delikli. Delinmiş.
MESKUB  Kalıba dökülmüş. Akıtılmış.
MESKUK  (Meskuke) Sikkeli. Damgası vurulmuş. * Para hâline konulmuş.
MESKUKAT  (Meskuk. C.) Sikke hâline getirilmiş mâdeni paralar. Akçeler.
MESKUM  Hasta ve yoksul kimse.
MESKUN  İçinde oturanları olan yer. İnsan bulunan şenlenmiş yer.
MESKUR  Sarhoş olan.
MESKUT  Söylenmemiş. Sükut edilmiş. Hakkında bir şey söylenmemiş.
MESL  (C: Mislân) Yer yarığı.
MESLAH  Mezbaha. Davar kesilen yer.
MESLAH  (C.: Mesâlih) Tulu decek yer, doğacak yer. * Bir şey gözetecek yüksek yer.
MESLAHA  Sınır kalesi. Derbent.
MESLEB  Zorla birşey alınan yer. Zorla alma yeri.
MESLEBE  (C.: Mesâlib) Eksik, kusur, noksanlık, ayıp.
MESLEC  Karlık.
MESLEK  Yol. Usul. Gidiş. * San'at. Geçim için tutulan yol. * Sistem. * Mezheb. Mâneviyatta tutulan yol.(Sen, mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, "mesleğim haktır veya daha güzeldir" demeye hakkın var. Fakat "yalnız hak benim mesleğimdir" demeye hakkın yoktur. $ sırrınca insafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz. Başkasının mesleğini butlan ile mahkûm edemez. M.)
MESLEK-İ MÜTEASSİFE  Sapık meslek.
MESLEKÎ  (Meslekiyye) Meslekle alâkalı. Mesleğe ait.
MESLES  (C: Mesâlis) Üçer üçer olmak. * Üç kıllı tanbur.
MESLU'  Vücudunda ur bulunan kimse.
MESLUB  Selbedilmiş. Soyulmuş. Alınmış. Giderilmiş.
MESLUB-ÜL AKL  Aklı alınmış. Deli.
MESLUB-ÜŞ ŞUUR  Anlayışsız, idraksiz, şuursuz.
MESLUC  Yutulmuş, bel'olunmuş.
MESLUFE  Düzelmiş yer. * Kabuksuz arpa ve buğday.
MESLUH  Derisi yüzülmüş. Teslih edilmiş.
MESLUK  Kaynamış.
MESLUL  Çekilmiş. Kınından çıkmış kılınç. * Din uğruna kendini fedâ eden kahraman. * Tıb: Verem.
MESLUS  Deli, divane.
MESLUS  Üç kat olan nesne. * Üçte biri alınmış.
MESLUT  Mağlub. Yenilmiş. * Zayıf, cılız, arık.
MESLUT  Kemiği üzerinden eti sıyrılmış. * Tıraş edilmiş. Yontulmuş.
MESMEL  Sığınacak yer.
MESMESE  Karıştırmak.
MESMESE (MİSMÂS)  Karışık ve mültebis olmak.
MESMU'  Dinlenilen. İşitilen. * Duyulmuş. İşitilmiş.
MESMUA  Duyulmuş. Kulakla dinlenmiş olan.
MESMUÂT  İşitilenler. Duyulanlar.
MESMUD  Fukarânın çok istemesinden vere vere hiç birşeyi kalmayan kimse.
MESMUM  Zehirlenmiş. Ağu katılmış. Zehirli.
MESMUMEN  Zehirli olarak. Zehirlenmiş olarak.
MESMUR  Cismen ufak olmakla beraber, sinirleri kuvvetli olan adam.
MESMUS  Zehirli.
MESNA  İkişer ikişer. * Derenin büklüm ve boğaz yeri. * Çalgının ikinci teli.
MESNA  Bevlini tutmaya kadir olmayan kadın. (Müz: Emsen)
MESNED  Dayanacak yer, nokta. * Mertebe. Makam. * Destek.
MESNED-İ MEŞİHAT  Şeyhül-islâmlık mertebe ve mevkii.
MESNEDNİŞİN  f. Bir mesned veya makamda bulunan.
MESNEVÎ  İkilik manzume. Her beyti ayrı kafiyeli olan manzume.
MESNEVÎ-İ NURİYE  Aslı Arapça olup, sonradan tercemesi de yapılmış olan Risale-i Nur Külliyatı'ndan bir eserdir.
MESNEVÎ-İ ŞERİF  Mevlâna Celaleddin-i Rumî'nin meşhur farsça olan eserinin ismi. (Bak: Mevlâna Celaleddin-i Rumî)
MESNEVİYYAT  (Mesnevî. C.) Mesnevi tarzında yazılmış olan eserler.
MESNUN  Sünnet olan. Sünnet olmuş olan. * Âdet edilen şey. * Bilenmiş bıçak. * Üzerinden ömürler geçmiş olan. * Şekillendirilmiş. * Kalıba dökülmüş. * Kokusu değişmiş.
MESRA  Gece vakti yola çıkma.
MESRA(T)  Çok olmak. Çok olacak yer.
MESRAH  (C.: Mesârih) Çayırlık, otlak, mer'a.
MESRAT  Adet çokluğu.
MESREBE  (C.: Mesârib) Deve ve koyun sürülerinin çayırlık, mer'a, otlakları. * Vücudda karından göğüse kadar olan kıllı yer.
MESRECE  Gece kandili konulan şişe.
MESRUBE  Uzun saç. * Saç kesecek âlet.
MESRUD  f. Sihir, efsun, büyü.
MESRUD  (Serd. den) Söylenmiş, bilidirilmiş, mezkur. Serdolunmuş.
MESRUDAT  (Mesrud. C.) Söylenenler. Bildirilmiş olan şeyler.
MESRUDE  Ulaştırmak. * Zırh halkalarının birbirine girmesi.
MESRUE  Çekirgenin yumurtasını döktüğü yer.
MESRUK  Çalınmış, sirkat edilmiş olan.
MESRUR  Sevinçli. Sürurlu. Meserretli. Merâmına ermiş.
MESRURİYET  Sevinçlik. Sürur içinde oluş. Dileğine ermiş olanın hâli.
MESS  Yapışmak, değmek, dokunmak. * Meydana gelmek.
MESS-İ HÂCET  Lüzum görülme, iktiza etme, gerekme.
MESSAH  Ölçü âletleriyle arazi ölçen. Mühendis. * (Mesh. den) Uğuşturan, mesheden. Masaj yapan. Dellâk.
MEST  Adamın elini deve karnında yavrunun yattığı yere sokması. * Bağırsak içinde iken sıvayıp çıkarmak.
MEST  Ayakkabı. * Sarhoş. Aklı başında olmayan. Kendinden geçercesine haz duymak mânasında "mest olmak" şeklinde kullanılır.
MEST-İ ELEST  Elest meclisinde hitab-ı İlahî ile mest olan.
MEST-İ HARAB  Çok sarhoş olmuş kimse.
MEST-İ MÜDAM  Her zaman, devamlı sarhoş.
MEST-İ SERŞAR  Haddinden fazla sarhoş, çok sarhoş.
MEST-İ TEMAŞA  Seyretme sarhoşu. Bakıp seyretmekten sarhoş gibi olan.
MESTAN  (Mest. C.) f. Sarhoşlar.
MESTANE  Sarhoşcasına. Sarhoş bir kimseye yakışır surette.
MESTÎ  f. Sarhoşluk.
MESTÎ-ÂVER  f. Bayıltıcı, sarhoş edici.
MESTÎ-BAHŞ  f. Sarhoşluk veren, sarhoş edici. Bayıltıcı.
MESTUR  Örtülmüş. Setredilmiş. Gizlenmiş. (Bak: Tesettür)
MESTUR  Satırlanmış. Çizilmiş. Yazılmış.
MESTURE  Örtülü kadın. İslâmiyetin emrettiği şekilde örtülmesi farz olan yerlerini örtmüş olan kadın. (Bak: Tesettür) * Gizli tutulan resmi işlerde harcanmak için hükümetin emrine verilen para. (Buna tahsisat-ı mesture de denir.)
MESUBAT  (Mesube. C.) İyiliğe karşı Allah (C.C.) tarafından verilen mükâfatlar.
MESUBE  (C.: Mesubât) İyiliğe karşı Cenab-ı Hakk'ın vereceği mükâfat.
MESUBE (MUSİBE)  (C: Mesâyib) Belâ, zahmet. * Mekruh emir.
MES'UD  Saadetli, iman ehli olan, bahtiyar. Mutlu.
MES'UDANE  f. İman ehline, bahtiyar olana yakışır halde. Saadetlice. Cenab-ı Hakk'ın emrine, rızasına uygun şekilde. Sevinçli ve ferahlıkla.
MES'UDİYET  Mes'udluk, kutluluk, bahtiyarlık.
MESUK  (Sevk. den) Sevkolunan. İleri sürülen, yollanan. Gönderilen.
MESUK-U LEHU-L-KELÂM  Kelâmın söyleniş gayesi, garazı ve maksadı.
MESUK-UN LEH  Bir mânaya sevk olan, mânaya göre söylenen söz. Asıl mevzu (siyaka doğru) ve maksad için söylenen söz.
MES'UL  Yaptığı iş ve hareketlerden hesap vermeğe mecbur olan. Mes'uliyetli. Bir işin idâresi kendisine âit olan. * Ceza verilmiş olan.
MESULAT  Azab, ukubet. Cezâ çekme.
MESULE  (C: Mesulât) Azap vermek, eziyet etmek. * Hayvanı oka nişan edip atmak yahut diri iken bir tarafını kesmek.
MES'ULİYET  Mes'ul olma hâli. Yaptığı iş ve hareketten hesap vermeğe mecbur oluş.
ME'SUM  Günahlı, suçlu, maznun.
ME'SUR  Esir edilmiş. * Hürriyeti alınmış olan.
ME'SUR(E)  Ecdaddan rivayet edilen. * Meşhur. * İtibarlı. Beğenilmiş olan. * Rivayet yolu ile öğretilmiş meşhur ve mühim haberler. * Bir kılınç ismi.
MESUS  Yavan su. * Panzehir taşı.
MESÜNN  (Mesünniyyet) Yaşlı olmak. (Bak: Müsinn)
MESV  Mürr dedikleri acı yemen zamkı.
MESVA  (Mesâvi. den) Mesken, hane, ev, me'va. Yurt.
MESVERE  (C: Mesâvir) Minder.
MEŞ'  Kesbetmek, kazanmak. * Toplamak, cem'etmek. Davar sağmak.
MEŞA  Havuç.
MEŞA'  Duyulan, intişar eden, açıklanan, yayılan. Etrafa yayılmış olan. * Bölünmeyip ortaklaşa kalmış olan. Müşterek olan.
MEŞA'  Evlad çokluğu.
MEŞ'AB  Yol, tarik.
MEŞACİR  (Meşcer ve Meşcere ve Meşcire. C.) Koruluklar, ağaçlık yerler.
MEŞAD  Mukavemet ve galebe yeri.
MEŞAET  Taleb etme, isteme, dileme, arzulama.
MEŞAGİL  Meşguliyetler. İşler. Meşgaleler.
MEŞAGİL-İ DÜNYEVİYE  Dünyâ meşgaleleri.
MEŞAGİL-İ KESÎRE  Aşırı meşguliyetler.
MEŞAGİL-İ UHREVİYE  Ahirete ait çalışmalar. Din için yapılan çalışmalar.
MEŞAHAT  (Bak: Müşahha)
MEŞAHİD  Meşhedler. Şehidlikler. * İnsanların toplanacağı yerler.
MEŞAHİR  Meşherler. Teşhir olunan yerler.
MEŞAHÎR  Meşhurlar. Çok kimselerce tanınanlar.
MEŞAHİR-İ ÜDEBÂ  Meşhur edibler.
MEŞAÎ  Meşşaiyyundan olan kimse. (Bak: Meşşaiyyun)
MEŞAİL  (Meş'al ve Meş'ale. C.) Meşaleler.
MEŞAİM  (Meşime. C.) Dölyatakları, ana rahimleri.
MEŞAÎM  (Meş'um. C.) Uğursuz olan şeyler. Meş'um şeyler.
MEŞAİN  (Şeyn. C.) Kabahatler, ayıp ve lekeler.
MEŞAİR  (Meş'ar. C.) Beş duygu, his. Hasseler. * Akıl ve vahiy. * Hacı olmadan evvel durulması lâzım gelen mühim makamlar.
MEŞAİYYUN  (Bak: Meşşâiyyun)
MEŞAKİ  (Mişkât. C.) İçerisine lâmba, kandil gibi şeyler koymak üzere duvarda yapılan küçük hücreler, oyuklar.
MEŞÂKK  Eziyetler. Sıkıntılar. Meşakkatler. Mihnetler.
MEŞÂKK-I HAYAT  Hayatın meşakkat, zahmet ve sıkıntıları.
MEŞÂKKA  Muhalefet ve adâvet etmek. Karşı gelip düşmanlık yapmak.
MEŞAKKAT  Zahmet. Sıkıntı. Güçlük. Zorluk. (Bak: Himmet)
MEŞ'ALE  Aydınlatıcı âlet. Lâmba, kandil. Ucunda ateş yanan değnek.
MEŞ'ALE-İ DİL  Gönül meş'alesi.
MEŞ'ALKEŞ  f. Meş'aleci.
MEŞAMM  (şemm. den) Koku alacak yer. Burun. Geniz.
MEŞ'AR  (C: Meşâır) Bilecek yer.Hasse. Duygu. * Hacıların ziyaret ettikleri yerler.
MEŞ'AR-ÜL HARAM  Hac zamanında ziyaret edilecek muayyen yer. Cebel-i Kuzah, Müzdelife'de bir yerin ismi.
MEŞARE  Bostan. Tarla. * Çiftçiler arasında meşhur olan tahta yer.
MEŞARIK  Güneşin doğduğu taraflar. Şark tarafları.
MEŞARİ'  Caddeler. Doğru ve açık yollar. * Su akan oluklar.
MEŞARİB  Meşrebler. Mizaclar. Tabiatlar. Huylar. * Fehimler. Anlayışlar. Ahlâklar. * Su içecek şeyler. Maşrabalar. * Köşkler.
MEŞARİT  (Mişrat. C.) Keskin bıçaklar. Ameliyatta kullanılan keskin hekim bıçakları.
MEŞAŞ  Beyaz servi.
MEŞATÎ  (Meştâ. C.) Kışlıklar. Kış mevsiminde barınılacak yerler.
MEŞAVÎZ  (Mişvâz. C.) Sarıklar.
MEŞAYİH  Şeyhler. Pirler. İhtiyarlar.
MEŞBU'  Tok. Doymuş. Kanmış.
MEŞBUB  (C.: Meşâbib) İki ayağı beyaz olan at. * Güzel nesne.
MEŞC  Karıştırmak. Haltetmek.
MEŞCER  (Meşcere) Ağaçlık yer, koru, şeceristan.
MEŞCUC  Yüzü gözü yaralanmış olan.
MEŞCUN  Yarılmış.
MEŞDEN  (C: Meşâdin) Buzağısı büyük olup anasından müstağni olan dişi geyik.
MEŞDUD  (Meşdude) Kuvvetlice bağlanmış olan. Sıkıca bağlı. Sıkı.
MEŞDUH  Şaşkın, şaşırmış. Ürküp korkmuş.
MEŞE  Bir cins ağaç. Odunu sert, sağlam ve parlak olur.
MEŞEGÂH  f. Meşelik. Meşe ağaçlarının bulunduğu yer.
MEŞ'EME  Sol taraf. Sol. * Kötü. Uğursuz.
MEŞERE  Dış kısım.
MEŞERRE  Eyerin içine konulan yastık.
MEŞFER  (C: Meşâfir) Sarkık hayvan dudağı.
MEŞFU'  Müşterek sınırlı gayrimenkul.
MEŞGALE  İş. Meşguliyyet. Boş durmayış.
MEŞGEL  f. Yol kesen, haydut, şaki, eşkiyâ.
MEŞGUF(E)  (Şagaf. dan) Âşık, tutkun. Sevgi ve aşk yüzünden deli olmuş.
MEŞGUL  (Şugl. den) Bir işle uğraşan. * Dalgın. * Doldurulmuş, tutulmuş, işgal olunmuş.
MEŞGULİYET  Meşgul olma, bir iş yapma. * Uğraşılan ve meşgul olunan şey.
MEŞHED  Bir kimsenin şehid düştüğü yer. Şehidlerin mezarlığı olan yer. * İnsanların cemaat olarak hazır olacakları yer. * Şehâdet yeri. Hz. Hüseyinin (R.A.) Kerbelâdaki şehid düştüğü yer. * İranda bir şehir adı.
MEŞHER  Teşhir yeri. Gösterme yeri. Sergi.
MEŞHER-İ A'ZAM  Büyük teşhir yeri. Ahiret meydanı. Haşir meydanı.
MEŞHERGÂH  f. San'at-ı İlâhiyyenin gösterildiği yer, yeryüzü. * Teşhir yeri. Sergi.
MEŞHUD  Görünen. Şehadet edilen. * Resul-u Ekrem'in (A.S.M.) dünyaya teşrifinden ve risaletinden önce meleklerce ve enbiya hazerâtının dilinde nübüvvet ve risaletlerine şehâdet edilmiş olduğundan kendilerine verilen bir isim. * Suç üstü yakalanan. * Göz ile görülmüş. * Cuma günü. * Kıyâmet günü.
MEŞHUDÂT  Görünenler. Seyredilenler. Hislerimizle ve gözlerimizle görüp bildiğimiz ve bazı evliyanın keşfen gördükleri.("Fütuhât-ı Mekkiye" sâhibi Muhyiddin-i Arab (K.S.) ve "İnsan-ı Kâmil" denilen meşhur bir kitabın sâhibi Seyyid Abdülkerim (K.S.) gibi evliyâ-i meşhure, küre-i arzın tabakat-ı seb'asından ve Kaf Dağı arkasındaki Arz-ı Beyzâdan ve Fütuhatta Meşmeşiye dedikleri acâibden bahsediyorlar. "Gördük" diyorlar. Acaba bunların dedikleri doğru mudur? Doğru ise; halbuki, bu yerlerin yerde yerleri yoktur. Hem coğrafya ve fen onların bu dediklerini kabul edemiyor. Eğer doğru olmazsa, bunlar nasıl veli olabilirler? Böyle hilâf-ı vâki ve hilâf-ı hak söyleyen nasıl ehl-i hakikat olabilir?Elcevap: Onlar ehl-i hak ve hakikattırlar; hem ehl-i velâyet ve şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşler, fakat ihâtasız olan hâlet-i şuhudda ve rü'ya gibi rü'yetlerini tâbirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için, kısmen yanlıştır. Rüyadaki adam kendi rü'yasını tâbir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşf ve şuhud dahi rü'yetlerini o halde iken kendileri tâbir edemezler. Onları tâbir edecek, "Asfiyâ" denilen verâset-i nübüvvet muhakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, Asfiya makamına çıktıkları zaman, Kitab ve Sünnet'in irşadiyle yanlışlarını anlarlar, tashih ederler; hem etmişler.Şu hakikatı izah edecek şu hikâye-i temsiliyeyi dinle. Şöyle ki:Bir zaman ehl-i kalb iki çoban varmış. Kendileri ağaç kâsesine süt sağıp yanlarına bıraktılar. Kaval tâbir ettikleri düdüklerini, o süt kâsesi üzerine uzatmışlardı. Birisi "uykum geldi" deyip yatar. Uykuda bir zaman kalır. Ötekisi yatana dikkat eder, bakar ki; sinek gibi bir şey, yatanın burnundan çıkıp, süt kâsesine bakıyor ve sonra kaval içine girer, öbür ucundan çıkar gider, bir geven altındaki deliğe girip kaybolur. Bir zaman sonra yine o şey döner, yine kavaldan geçer, yatanın burnuna girer; o da uyanır. Der ki: "Ey arkadaş! Acib bir rü'ya gördüm." O da der: "Allah hayır etsin, nedir?" Der ki: "Sütten bir deniz gördüm. Üstünde acib bir köprü uzanmış. O köprünün üstü kapalı, pencereli idi. Ben o köprüden geçtim. Bir meşelik gördüm ki, başları hep sivri. Onun altında bir mağara gördüm, içine girdim, altun dolu bir hazine gördüm. Acaba tâbiri nedir?"Uyanık arkadaşı dedi: "Gördüğün süt denizi, şu ağaç çanaktır. O köprü de, şu kavalımızdır. O başı sivri meşelik de şu gevendir. O mağara da, şu küçük deliktir. İşte kazmayı getir, sana hazineyi de göstereceğim." Kazmayı getirir. O gevenin altını kazdılar. İkisini de dünyada mes'ud edecek altunları buldular.İşte, yatan adamın gördüğü doğrudur, doğru görmüş, fakat rü'yâda iken ihâtasız olduğu için tâbirde hakkı olmadığından, âlem-i maddi ile âlem-i mâneviyi birbirinden farketmediğinden, hükmü kısmen yanlıştır ki, "Ben hakiki maddi bir deniz gördüm." der. Fakat uyanık adam, âlem-i misâl ile âlem-i maddiyi farkettiği için tâbirde hakkı vardır ki, dedi: "Gördüğün doğrudur, fakat hakiki deniz değil; belki şu süt kâsemiz senin hayâline deniz gibi olmuş; kaval da köprü gibi olmuş ve hâkezâ..." Demek oluyor ki: Alem-i maddi ile âlem-i ruhâniyi birbirinden farketmek lâzım gelir. Birbirine mezcedilse, hükümleri yanlış görünür. Meselâ: Senin dar bir odan var; fakat dört duvarını kapayacak dört büyük âyine konulmuş. Sen içine girdiğin vakit, o dar odayı bir meydan kadar geniş görürsün. Eğer desen: "Odamı geniş bir meydan kadar görüyorum." doğru dersin. Eğer "Odam bir meydan kadar geniştir." diye hükmetsen, yanlış edersin. Çünki, âlem-i misâli, âlem-i hakikiye karıştırırsın.İşte Küre-i Arz'ın tabakat-ı seb'asına dâir, bâzı ehl-i keşfin, Kitab ve Sünnet'in mizaniyle tartmadan beyan ettiği tasvirat, yalnız coğrafya nokta-i nazarındaki maddi vaziyetten ibâret değildir. Meselâ, demişler: "Bir tabaka-i Arz, cin ve ifritlerindir. Binler sene genişliği var." Halbuki bir-iki senede devredilen küremizde, o acib tabakalar yerleşemez. Fakat âlem-i mâna ve âlem-i misâlde ve âlem-i berzah ve ervâhda küremizi bir çamın çekirdeği hükmünde farzetsek, ondan temessül ve teşekkül eden misâli şeceresi, o çekirdeğe nisbeten koca bir çam ağacı kadar olduğundan, bir kısım ehl-i şuhud, seyr-i ruhânilerinde, Arz'ın tabakalarından bâzılarını âlem-i misalde pek çok geniş görüyorlar; binler sene bir mesafe tuttuklarını görüyorlar. Gördükleri doğrudur; fakat âlem-i misâl sureten âlem-i maddiye benzediği için, iki âlemi memzuç görüyorlar; öyle tâbir ediyorlar. Alem-i sahveye döndükleri vakit, mizansız olduğu için, meşhudatlarını aynen yazdıklarından hilâf-ı hakikat telâkki ediliyor. Nasıl küçük bir âyinede büyük bir saray ile büyük bir bahçenin vücud-u misaliyeleri onda yerleşir. Öyle de: Alem-i maddinin bir senelik mesafesinde, binler sene vüs'atında vücud-u misâli ve hakaik-ı mâneviye yerleşir.HATİME : Şu mes'eleden anlaşılıyor ki: Derece-i şuhud, derece-i imân-ı bilgaybdan çok aşağıdır. Yâni: Yalnız şuhuduna istinad eden bir kısım ehl-i velâyetin ihâtasız keşfiyatı, verâset-i nübüvvet ehli olan Asfiya ve Muhakkikinin şuhuda değil, Kur'ana ve vahye, gaybi fakat sâfi, ihâtalı doğru hakaik-ı imâniyelerine dâir ahkâmlarına yetişmez. Demek bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve müşâhedatın mizânı: Kitab ve Sünnettir. Ve mehenkleri, Kitab ve Sünnetin desâtir-i kudsiyeleri ve Asfiya-i Muhakkikînin kavanin-i hadsiyeleridir. M.)
MEŞHUDİYYET  Gözle görüş. şâhid oluş. şâhidlik.
MEŞHUM  Cesaretli. Sözü geçer kimse. Zeyrek. Zeki. Akıllı. * Korkmuş. Korkutulmuş. * Çok güzel hareketli at.
MEŞHUN  Doldurulmuş. Dolu. Dopdolu.
MEŞHUN-U MESÂRR  Sevinçler ve zevklerle dolu.
MEŞHUR  Tanınmış, herkesin bildiği. Çoklarının bildiği.
MEŞHURAT  (Meşhur. C.) Şöhret kazanmış ve meşhur olmuş kimseler. Şöhretliler.
MEŞHUR HADİS VEYA HADİS-İ MEŞHUR  Asr-ı evvelde, Ahâdi hadis kabilinden iken ikinci asırda iştihar edip, kizb üzerine ittifakları aklen tecviz olunmayan bir cemaat tarafından rivâyet olunan hadis. İlm-i yakin derecesinde karib bir surette kalbe itmi'nan verir.
MEŞÎ  Yürüyüş. Gidiş. Doğru yola gitmek.
MEŞÎB  İhtiyarlık. Yaşlılık. Saç ağarması.
MEŞÎD  Harçla yapılmış sağlam bina. Sıvanmış bina.
MEŞİET  Meşiyyet. Dilemek. İrade. Arzu. Matlub. Murad. İstek.
MEŞİET-İ HÂSSA-İ İLÂHİYYE  Allah'a ait, O'na mahsus meşiet, dilek, arzu ve işler.
MEŞİH  Göğsü çukur, kanbur.
MEŞİHAT  Mürşidlik, şeyhlik. * Eskiden İstanbul'da din işlerini tedvir eden Osmanlı Devletinin Diyanet İşleri Dairesi.
MEŞİHAT-I İSLÂMİYYE  İslâmî işlerin ilmî mes'eleleri ile uğraşan devlet dairesi.(Zaman gösterdi ki, hilâfeti temsil eden şu Meşihat-ı İslâmiyye, yalnız İstanbul ve Osmanlılara mahsus değildir. Umum İslâma şâmil bir müessese-i celiledir. Bu sönük vaziyetle, değil koca âlem-i İslâmın, belki yalnız İstanbul'un irşadına da kâfi gelmiyor. Öyle ise, bu mevki öyle bir vaziyete getirilmelidir ki, âlem-i İslâm ona itimad edebilsin. Hem menba', hem ma'kes vaziyetini alsın. Âlem-i İslâma karşı vazife-i diniyesini hakkiyle ifa edebilsin.Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve tadil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatden çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı mânevidir ki, şûralar o ruhu temsil eder.şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şura-yı âliye-i ilmiyeden tevellüd eden bir şahs-ı mânevi olmak gerektir. Tâ ki, sözünü ona işittirebilsin. Dine taalluk eden noktalardan, sırat-ı müstakime sevkedebilsin. Yoksa ferd dâhi de olsa, cemaatin ferd-i mânevisine karşı sivri sinek kadar kalır. Şu mühim mevki, böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i hayatiyesini tehlikeye maruz bırakıyor.Hatta diyebiliriz, şimdiki za'f-ı diyânet ve şeair-i İslâmiyetteki lâkaydlık ve içtihadâtdaki fevza, Meşihatın za'fından ve sönük olmasından meydan almıştır. Çünkü, haricde bir adam re'yini, ferdiyete istinad eden meşihate karşı muhafaza edebilir. Fakat böyle bir şûraya istinad eden bir şeyhülislâmın sözü, en büyük bir dâhiyi de, ya içtihadından vazgeçirir, ya o içtihadı ona münhasır bırakır.Her müstaid çendan içtihad edebilir. Lâkin içtihadı o vakit düstur-ul-amel olur ki, bir nevi icma' veya cumhurun tasdikine iktiran eder. Böyle bir Şeyh-ül-islâm mânen bu sırra mazhar olur. Şeriat-ı garrada dâima icma' ve rey-i cumhur, medar-ı fetva olduğu gibi, şimdi de fevza-i âra' için, böyle bir faysala lüzum-u kat'i vardır. R.N.)
MEŞİK  İnce uzun nesne. * Giyilmiş kaftan.
MEŞİM  Benli kimse.
MEŞİME  (C.: Meşâim) Dölyatağı, ana rahmi.
MEŞİYYET  (Bak: Meşiet)
MEŞK  Yazı örneği. Öğretici yazı. * Bir şeyi uzatmak. * Uzun uzun yazmak. * Bilmeyene bir şeyi öğretmek. * Sür'at, hız.
MEŞK  f. Kırba. Tulumdan yapılmış su kabı.
MEŞKA  Fark edip ayıracak yer.
MEŞKÂ  şikâyet etmek.
MEŞKÛ  Şikâyet etmek.
MEŞKUK  Yarılmış. Yarık.
MEŞKUK  şekli, şüpheli. Kendinden şüphe edilen.
MEŞKUKİYET  Şüphelilik. Şüpheli oluş.
MEŞKUL  Ön ayaklarıyla arka ayağının birisi bileklerine varana kadar beyaz olan at.
MEŞKUR  Şükre lâyık olan. Teşekküre ve kendine şükredilmeğe lâyık olan. Kendine şükür arzolunan. Az şükredene çok ihsan eden.
MEŞKÜVV  Kendinden şikâyet olunan.
MEŞLAH  Meşlehe. Maşlah. Altı üstü bir olan ve kol yerine yarıkları bulunan bir çeşit elbise.
MEŞMEŞİYE  Tas: Âlem-i gaybdan veya âlem-i misalden bir âlem. Bazı evliyanın keşfen müşahede ettikleri bir yer. (Bak: Meşhudât)
MEŞMUL  (Şümul. den) Kaplanmış, şümullenmiş, etrafı çevrilmiş. * Bir şeyin içinde bulunan.
MEŞMULE  şarap.
MEŞMUM  Koklanmış. * Itır ve misk gibi güzel kokulu olan şey.
MEŞN  Kamçı ile vurmak. * Deri yüzmek.
MEŞNU'  Çirkin kimse. * Buğzolunmuş.
MEŞNUF  Uzun başlı at.
MEŞRA'  Yol. Rah. Tarik. * Su oluğu.
MEŞREB  Huy. Yaradılış. Adet. Ahlâk. * Gidiş. * İçmek. İçilecek yer. * Fehmetmek. * Mânevi haz ve feyz alınan yer ve yol.
MEŞREBE  (C: Meşârib) Maşrapa.
MEŞREF  İyi kılıçlar işlenir bir köyün adıdır.
MEŞREKA  Güneşte oturacak yer.
MEŞRIK  Güneş doğacak cihet. Gündoğusu. Doğu. Şark ciheti. * Şems-âbâd, güneşi bol yer. Kış vakti ısınmak için güneşe karşı oturacak yer. * Tövbe kapısının adı.
MEŞRIK-I NUR  Nurun kaynağı. Nurun geldiği cihet.
MEŞRIK-I TULU'  Işığın, nurun geldiği şark ciheti.
MEŞRU'  Doğru. Hak. Şeriatın kabul ettiği. Haram ve yanlış olmayan.
MEŞRUA  Şeriatın kabul ettiği hâl. Yapılması serbest olup, haram olmayan. Allah'ın (C.C.) kanununda müsaade edilen. Şeriatça yapılması günah olmayan.
MEŞRUAT  (Meşru. C.) Hak ve meşru olan şeyler. Haram ve yasak olmayan şeyler. * Şeriatla alâkalı şeyler.
MEŞRUB  (Şürb. den) İçilecek şey. * İçilmiş, şürbedilmiş.
MEŞRUBAT  İçilen şeyler. Herhangi bir içilecek şey. Şarap. ("Hamr" denen içkiye de şarap denir.)
MEŞRUBE  İçine yiyecek veya elbise koyup sakladıkları yer.
MEŞRUH  Şerh olunmuş. Anlatılmış. Açıklanmış. İzah olunmuş.
MEŞRUHÂT  Açıklama ve izahlar.
MEŞRUİYYET  Meşruluk. Meşru' olma. Kanuna, şeriata uygun bulunma. Yasak olmayış.
MEŞRUM  Yarılmış.
MEŞRUT  Şartlı. Şart ile bağlı.
MEŞRUTA  Bir kimseye veya bir zümreye bırakılmış, bazı şartlara bağlı oluş. * Sahibi tarafından veresesine satılmamak şartiyle bırakılmış ev vesaire.
MEŞRUTÎ  Bir şahıs veya millet meclisi ile idare edilen devlet sistemi.
MEŞRUTİYYET  Bir hükümdarın başkanlığı altında millet meclisi ile idare edilen devlet sistemi.
MEŞŞ  Elini bez ile silmek. * Bir şeyi aldıktan sonra yine almak. * Davarın sütünü sağıp bazısını koymak.
MEŞŞAİYYUN  Meşşâiler. Derslerini gezerek veren, peygamberlere uymayarak yalnız akıl ve fikir ile hakikatı bulmaya çalışan ehl-i dalâlet. Dinsizlik yolunu açanlar, sadece akla itimad eden ve vahye tâbi olmayan imânsızlar. (Bak: İşrakiyyun)
MEŞŞAT(A)  Tarak yapan, tarakçı. * Süsleyen, tarayan.
MEŞT  Baş tarama. * Tarak.
MEŞTA  (C.: Meşâti) (Şitâ. dan) Kış mevsiminde barınılacak yer. Kışlık otlak, kışla.
MEŞTAT  (C: Meşâti) Kışlak.
MEŞTUM  Şetm olunmuş. Sövülüp sayılmış.
MEŞUB  Karışmış.
MEŞUK  Âşık, tutkun.
MEŞUM  Vücudu benekli adam.
MEŞ'UM  Kötü. Uğursuz. Bedbaht.
MEŞ'UMÂNE  f. Kötü bir şekilde. Bedbahtcasına.
MEŞ'UN  Dağınık saç.
MEŞ'UR  Bir şeyi iyice idrak eylemek. * Şuurlu. Kendini bilen. * Tanımak.
MEŞ'URAT  (Meş'ur. C.) şuur hâlinde geçmiş şeyler.
MEŞUŞ  Mendil.
MEŞÜVV  Müshil.
MEŞVERET  Danışma. Konuşup anlaşma. Fikir edinmek için konuşup görüşme. Görüşme meclisi. (Bak: istişâre)
MEŞY  Yürüme.
MEŞY-İ ASKERÎ  Asker yürüyüşü. Askerî yürüyüş.
MEŞYEN  Yayan olarak, yürüyerek.
MEŞYUHA  Yavşan otunun yetiştiği yer.
MEŞYUM  Bedeninde beni olan, benli adam.
MET'  Uzun ve yüce olmak.
MET'  Vurmak. * Çekmek.
META  Ne vakit? Ne zaman? mânasında olup, mutlak ve mübhem vakit edatıdır. Bazan "Min" harfi-i cerri yerinde ve suâl için de kullanılır.
META'  Fayda. Menfaat. * Kıymetli eşya. Tüccar malı.
META-UL GURUR  Gurur metaı. İnsanı aldatıp Allah yolundan alan dünya zevki veya menfaatı, insanlara riyakârlık için kullanılan dünya malı.
METAB  Tevbe etmek. * Rücu etmek, geri dönmek, caymak, vazgeçmek.
MET'ABE  (C.: Metâib) Meşakkat, zahmet. Yorgunluk.
METABİ'  (Matbaa. C.) Matbaalar, basımevleri.
METABİH  (Matbah. C.) Mutfaklar.
METAF  Tavaf edecek yer.
METAFİZİK  (Bak: Mâba'det tabia)
METAİB  Yorgunluklar. Meşakkatler. Eziyet verecek şeyler.
METAİB-İ SEFER  Muhârebe veya yol yorgunlukları.
METAİB  Seçilmiş ve güzel şeyler.
METAL  Lât: Mâden. * Matbaacılıkta harfleri teşkil için eritilen kurşun, karışık madde.
METALİ'  Matla'lar. Tulu' edecek yerler veya zamanlar. Güneş veya benzerinin doğduğu yerler. * Ast: Herhangi bir yıldızın i'tidal-i rebii (Arz'ın güneş etrafındaki gezmesinde, 20 Mart'ta bulunduğu) noktasından geçmek üzere başlangıç kabul edilen daire ile bu yıldızın semavî istiva dairesi üzerindeki ara kesitleri arasında kalan kavis. * Edb: Kaside veya gazelin ilk beyitleri.
METALİB  İstekler. Arzular. Taleb edilen şeyler.
METALİB-İ İSTİKBAL  İstikbale aid istekler. Gelecek için olan arzu ve talebler.
METANET  Sağlamlık. Kavilik. Sözünden ve kararından dönmemeklik. İnsanın, fikrinde sabır, azminde kavi ve akidesinde rüsuh sahibi olması. (Mukabili zaaf'dır) (Hak, iman ve İslâmiyet uğrunda metanet göstermek, çok kıymetli bir seciyyedir.)
METANET-İ KALBİYE  Kalb sağlamlığı.
METARIK  (Mıtrak ve Mıtraka. C.) Mızraklar. Tokmaklar. Çekiçler. Değnekler, sopalar.
METAVİ'  (Mıtvâ. C.) İtâat edenler. Mutiler.
METBENE  Samanlık.
METBU'  Kendine uyulan. Tâbi olunan. Halkın, kendine tâbi olduğu zat. * Hükümdar.
METBU-U MÜFAHHAM  Hükümdar. Padişah.
METBUİYYET  Kendine uyulmaklık. Başkasının kendisine tâbi olması. Birisine tâbi oluş.
ME'TEM  (C: Meâtim) Kadınlar cemiyeti.
METERS  f. Harpte, korunmak gayesiyle yapılan toprak tümsek, siper. * Kapının açılmaması için arkasına konulan ağaç.
METH  Yerinden koparmak ve çıkarmak. * Cima. Tohum bırakmak için çekirgenin kuyruğunu yere sokması. * Vurmak ve uzaklaştırmak.
METH  Kuyudan su çekmek ve sulamak.
METHAF  Müze.
ME'TÎ  Gelecek yer.
METİN  Sağlam. Metanet sahibi. Kendine güvenilir olan. (Bak: Metânet)
METİNÂNE  f. Metanetle, sağlamlıkla.
METİT  Çulha tarağı.
METK  İğne ucu. Zeker ucu.
METL  Tahrik etmek, kımıldatmak, harekete getirmek.
METN  Sağlam ve sert yer. * Yüksek yer. * Her nesnenin yüzü, üstü, arka ve ortası. * "Vurmak ve seyr" mânâsına mastar. * Bir yazının tamamı. Yazının aslı veya sureti.
METOD  Fr. Bir neticeye ulaşmak için takib edilen fikir yolu. Usul. Kaide. Yol. Sistem.
METR  Kesmek. * Çekmek. * Atmak. (Bazan fercten kinâye olur.)
METREBE  Fakirlik, miskinlik.
METRUD  (Bak: Matrud)
METRUK  Terk olunmuş. Bırakılmış. * Boşanmış olmak. * Ölen bir kimsenin bıraktığı eşya.
METRUKAT  (Metruk. C.) Bırakılan şeyler, metruklar, miraslar.
METRUKE  (Terk. den) (Erkekten) boşanmış. * Kocası tarafından bırakılmış kadın.
METRUKİYYET  (Terk. den) Terk edilme, boşanmış olma. * Bırakılmışlık, kullanılmazlık. * Bir işten çekilip uğraşmama.
METS  Necisle atmak.
METT  Çekmek. * Ulaşmak. * Kuyudan su çıkarmak.
METTA  Hz. Yunus'un (A.S.) annesinin adı.
METTE  f. Burgu.
METTİHA (METYİHA)  Hafif sopa. * Yaş çubuk.
MET'UB  (Ta'b. dan) Bitkin, yorgun.
METUH  Devamlı suyu çekilen işlek kuyu. * Suyu ağzına yakın olan kuyu.
METVÎ  (Bak: Matvî)
METY  Çekmek.
MEUNET  Birisinin ölmeyecek kadar yiyip içeceği. * Külfet. * Masraf. Bir şeyin toplamak, devşirmek, nakil ve boşaltmak ve saymak gibi levazımının teslim yerine kadar olan masraflarına denir.
ME'V  Çekmek.
ME'VA  Mekân. Varılacak yer. Mesken. * Sığınacak yer.
MEV'A  Her nesnenin evveli.
MEVACİB  (C.: Mevacibât) Maaşlar, aylıklar. * Tar: Yeniçerilerin üç ayda bir defa verilen ulûfeleri.
MEVACİB-İ LEŞKER  Asker aylıkları.
MEVACİBAT  (Mevâcib. C.) Mevâcibler. Maaşlar, aylıklar.
MEVACİD  Vecd hâlleri. Kalbî zevk veren istiğrak halleri. (Bak: Vecd)
MEVADD  (Madde. C.) Fezâda, boşlukta yer kaplayan varlıklar. Maddeler. Cisimler. * Kısımlar. * Kanunlar. Kaideler. İşler. Hususlar. * Söz ve beyana sebeb olan mevcudat. Her şeyin aslı, mayası.
MEVADD-I HAYATİYYE  Hayata lüzumu bulunan maddeler.
MEVADD-I İBTİDÂİYE  İlkel maddeler, ham maddeler.
MEVADD-I MUZIRRA  Zararlı maddeler. Zarar veren şeyler.
MEVADD-I MÜNCEZİBE  Cezbolunan, çekilen maddeler.
MEVADD-I NÂFİA  Faydalı maddeler.
MEVADD-I ZÜLÂLİYE  Azotlu maddeler.
MEVAHIF  Zayıf deve.
MEVAHİB  Hibe olunan şeyler. Karşılıksız verilenler. (Bak: Mevhube)
MEVAHİB  Mevhibeler. İhsanlar, bahşişler.
MEVAHİB-İ KUDRET  Cenab-ı Hakkın verdiği nimetler.
MEVAHİR  Yararak akıp gidenler. (Denizdeki gemi gibi)
MEVAIZ  (Mev'ıza. C.) Öğütler, nasihatlar.
MEVAİD  (Mev'ud ve Miad. C.) Söz verilmiş vakitler. Vaad edilen muayyen, belli zamanlar.
MEVAİD-İ KÂZİBE  Yerine getirilmeyen va'dlar. Yapılmayan va'dlar.
MEVAİD  (Mâide. C.) Sofralar, mâideler.
MEVAKA  Hamâkat, ahmaklık.
MEVAKIF  Durulacak yerler. Vakıflar. Durak yerleri.
MEVAKIT  (Mevkıt. C.) Evvelden belirtilmiş olan vakitler.
MEVAKİ'  Mevkiler. Duracak yerler.
MEVAKİ-İ BAÎDE  Uzak mevkiler.
MEVAKİ-İ HARBİYE  Muhârebe mevkileri. Savaş yerleri.
MEVAKİ-İ MÜHİMME  Önemli mevkiler. Ehemmiyetli yerler.
MEVAKİB  (Mevkib. C.) Cemaatler, kalabalıklar, güruhlar, topluluklar.
MEVAKİN  (Mevkin. C.) Kuş yuvaları.
MEVAKİT  (Mikat. C.) Hacıların ihrâma girdikleri yerler. * Bir iş için tâyin edilen vakitler.
MEVALÎ  Efendiler. * Azad edilmiş köleler. * Azad edenler. * Mevleviyyet pâyesine ulaşmış sarıklı âlimler. * Dost ve komşular. * Yardımcılar.
MEVALİD  (Mevlid. C.) Doğulan yerler. Mevlidler. Doğma vakitleri. Milâdlar.
MEVALİD  Mevcudlar. Doğmuşlar. Vücud bulmuşlar. Mevludlar.
MEVALİD-İ SELÂSE  Nebat, hayvan ve maden.
MEVALİD-İ TÜRABİYE  Topraktaki mevâlid. Mâdenler, nebatlar.
MEVAMİT  Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) İncil'deki bir ismi.
MEVANİ'  Mâni'ler. Engeller. Mâni olanlar. Mâniâlar.
MEVARİD  Gelecek yerler. Varacak yerler. Caddeler, yollar. Bir yere vasıl olacak yollar.
MEVARÎS  Miraslar. Verasetle nâil olunan mülk ve mallar.
MEVASİK  Mevsuk şeyler. Misaklar. Ahd ü peymanlar. Yeminler. Sözleşmeler.
MEVASİM  Mevsimler. * Pazar yerleri.
MEVASİM-İ ERBAA  Dört mevsim. Rebi' (İlkbahar), Sayf (Yaz), Harif (Sonbahar), Şitâ (Kış).
MEVAŞİ  Davar, koyun, keçi, inek ve öküz gibi hayvanlar.
MEVAT  (Mevt. den) Cansız şeyler. Sürülmemiş topraklar. * Sahibsiz yerler.
MEVATIN  (Mevtın. C.) Yurtlar. Şenlendirilmiş ve bayındır yerler.
MEVATİ  (Mevti. C.) Ayak basılan yerler.
MEVATÎ  Mevâta yani cansız şeye ait, bununla alâkalı. * İşlenmemiş toprağa ait.
MEVAZI'  (Mevzi. C.) Mevziler, yerler.
MEVAZİN  (Mizan. C.) Mizânlar. ölçüler. Terâziler.
MEVBED  Mecusiler reisinin ulusu.
MEVBİK  (C.: Mevbikat) Korkulu yer.
MEVBİKAT  (Mevbik. C.) Korkulu yerler.
MEVBİL  Kaba büyük sopa. * Bir kucak odun.
MEVC  Dalga. Denizin dalgası. * Titreşim. * Mc: Devir, devre.
MEVCÂ-MEVC  Çok dalgalı. Dalga dalga.
MEVCE  Bir dalga. * Ses, elektrik ve hararetin yayılma dalgalarından herbiri.
MEVCET-ÜŞ ŞEBÂB  Gençlik çağı.
MEVCEDAR  f. Dalgalı.
MEVCENÜMUD  f. Dalga gibi.
MEVC-HÎZ  f. Dalga kaldıran.
MEVCUB  Kendisine bir şey vâcib kılınmış.
MEVCUD  Var olan. Bulunan. Hazır olan. Topluluğun hepsi. * Kâinat. Mükevvenat.
MEVCUD-U HARİCÎ  Maddî vücudu bulunan eşya.
MEVCUD-U MANEVÎ  Mânevi varlık.
MEVCUDAT  Var olan her şey. Kâinat. Yaratılmış şeyler.
MEVCUDAT-I BAHARİYE  Bahar mevsimindeki renk renk, çeşit çeşit varlıklar.
MEVCUDEN  Kendisi berâber olarak. Mevcud olarak.
MEVCUDÎN  (Mevcud. C.) Mevcudlar, var olan ve bulunan şeyler. Mevcudât.
MEVCUDİYET  Mevcudluk, varlık, mevcud ve var olma.
MEVC-ZEN  f. Dalgalanan, dalgalı deniz. Dalga vuran.
MEVDU  (Mevdua) Emanet bırakılmış, tevdi olunmuş.
MEVDUAT  (Mevdu. C.) Emanet bırakılmış şeyler. * Bankaya konan para ki, faizle olduğundan haramdır. (Bak: Riba)
MEVDUD(E)  Sevilmiş, kendisine muhabbet edilmiş. Sevgi gösterilmiş.
MEVDUNE  (Mevzune) Altın, inci veya elmasla işlemeli şey. Murassa.
MEVECAT  (Mevce. C.) Dalgalar.
MEVEDDET  Dostluk. Sevgi. Muhabbet. Muhabbet etmek. Sevmek.
MEVETAN  Canı olmayan nesneler. * İhya olunmayan, ekilip biçilmeyen arazi.
MEVFUR  (Vefir. den) Tam olan şey. Çoğaltılmış. Çok. Kesir. Bisyâr. Evfer. * Edb: Aruz kalıblarından biri.
MEVH  Avucuyla su içmek.
MEVH  Kuyunun suyu çok olmak.
MEVHİBE  İhsan. Sevgi. Hediye.
MEVHİBE-İ İLÂHİYE  Cenab-ı Hakk'ın ihsan ve hediyesi.
MEVHİL  (Vahl. den) Çamurlu yer.
MEVHİN  Gece yarısına yakın vakit.
MEVHUB  (C.: Mevâhib) (Vehb. den) İhsan edilmiş, verilmiş, hibe olunmuş, bağışlanmış. * Fık: Karşılıksız olarak birine verilmiş.
MEVHUBAT  (Mevhub. C.) Bağışlar, ihsanlar, bahşişler.
MEVHUBE  Verilmiş. İhsan edilmiş. Karşılıksız olarak birisine verilmiş mal.
MEVHUM  Aslı olmayıp evham mahsulü olan. Vehim.
MEVHUMÂT  Mevhumlar. Asılsız olduğu hâlde zihinde meydana gelen şeyler.
MEVHUME  Vehim, kuruntu ve hayâl nev'inden bir şey.
MEVHUN  Zayıf ve arık adam. Zayıflamış kimse.
MEV'İD  Va'din yerine getirildiği yer. * Vaad etmek. Vaad. Söz vermek.
MEV'İD-İ MÜLÂKAT  Buluşma yeri.
MEV'İL  Sığınacak yer. * Sel suyunun karar kıldığı yer.
MEV'İZA  Mev'ize. Öğüt. Nasihat. * Bir cemaate veya kimseye kalbini yumuşatacak ve iyiliğe sevkedecek surette hakikatları ders vermek.
MEV'İZA-İ DİNİYE  Dinî nasihat.
MEV'İZAKÂR  f. Nasihat veren, öğüt eden. Nâsih.
MEVK  Bir şeyin ucuz olması.
MEVK  Örümcek, ankebut.
MEVKIF  Durak. Durulacak yer. Ayakta duracak yer. İstasyon.
MEVKİ'  Yer. * Sınıflandırılmış yerlerden her biri. * Vapur, tren gibi yerlerde sınıflandırılmış, değeri yüksek olan yer. * Bir şeyin bulunduğu veya vukua geldiği yer.
MEVKİB  Kafile. Alay. Atlı veya yaya giden kafile. Cemaat.
MEVKİB-İ İKBAL  Talihli kafile.
MEVKİD  Ateş ocağı.
MEVKİN  (C.: Mevâkin) Kuş yuvası.
MEVKİT  (C.: Mevâkit) Tâyin ve tesbit edilip kararlaştırılan yer veya zaman.
MEVKUD  (İkad. dan) Yakılmış. Yandırılmış olan.
MEVKUF  Durdurulan. Vakfedilen. Dâimi bir halde bırakılan. * Tevkif edilen. Tutulup hapsedilen. * Ait, bağlı.
MEVKUFAT  (Mevkufe. C.) Bir zaman için tutulup alıkonulmuş mal veya para. * Vakfedilmiş mal, emlâk. * Gelirden artıp hazineye mâl edilen para.
MEVKUFEN  Mevkuf olarak.
MEVKUFÎN  (Mevkuf. C.) Tevkif edilmiş kimseler. Tutuklular. Mevkuflar.
MEVKUFİYYET  Maznunun hüküm giyinceye kadar hapsedilmesi. Hapsedilme hâli. * Bağlı olma.
MEVKÛL  (Vekâlet. den) Bir vekile emanet edilen.
MEVKÛLÜN İLEYH  Kendisine bir iş bırakılan adam. Vekil.
MEVKUM  Hüznü şiddetli olan.
MEVKUT  Vakitli. Vakti belli olan. Mahdud ve muayyen olmuş vakit.
MEVKUTE  Zamanı muayyen, belirli olarak çıkan matbuât. Gazete, mecmua gibi şeyler.
MEVKUZE  Ağaçla vurulmuş.
MEVLA  Sahib. Rabb. * Efendi. Köleyi âzad eden. * Şanlı. Şerefli. Mâlik. * Mün'im-i Mutlak olan Cenab-ı Hak (C.C.). * Terbiye eden, mürebbi. * Yardımcı, muavenet eden. * Dost ve komşu. * Azâd olan.
MEVLÂ-YI KERİM  İkram sahibi olan Cenab-ı Hak (C.C.)
MEVLANA  "Efendimiz, mevlâmız" mânâsında olan bu kelime, hürmeten büyük kimselere söylenmiştir. Hazret mânâsında da kullanılır.
MEVLANA CAMİ  (Bak: Câmi)
MEVLANA HALİD  (Hi: 1192-1242) Yüzyıl evvelinin müceddidi olduğu milyonlarca irşad ettiği kimselerin şehadetiyle sabit olmuştur. Şam'da vefat etmiştir. Hz. Osman bin Affan (R.A.) soyundandır. İlim ve takvada ve her çeşit makbul vasıflarda, devrindeki en ileri âlimlerin ve velilerin fevkinde idi. Bütün ömrünü zühd ve verâ ile geçirdi. Çok âlim ve veli yetiştirdi. Nahivde, kelâmda, fıkıhda, tasavvufda kıymetli eserler verdi. O zamanda Hindistanda bulunan Kutub Abdullah Dehleviden ders almıştı.
MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMİ  Hi: 672 de Belh'de doğdu. Konya'ya geldi ve yerleşti. Mühim eseri Farsça ve manzum yazdığı Mesnevi'sidir. İkişer mısralı kafiyeli şekilde olduğundan bu isim verilmiştir. Mevlevi Tarikatının piri ve serefrâzıdır.
MEVLEVÎ  Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretlerinin tarikatından olan müslüman.
MEVLEVİYYET  Mevlevilik. Mevlevi tarikından olmak. * Mollalık. * Müderrislikten sonra gelen ilmiye sınıfından oluş. * Eyâlet kadılığı; yani, bir eyâletin bütün hukuki ve kazai işlerine bilfiil bakan kadı. "Mevâli" de denir.
MEVLİD  Doğma. Dünyaya gelme. * Doğulan yer veya zaman. * Peygamberimiz Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın doğumunu anlatan manzum eser, dini manzume. (Bak: Süleyman Çelebi)
MEVLİD-HÂN  Mevlid okuyan.
MEVLİM  İncitip acıtan. Elem veren.
MEVLUD  Çocuk. Yeni doğmuş çocuk. * Birisinin doğması. * Mevâlid-i selâseden herbiri.
MEVLUDAT  (Mevlud. C.) Belirli bir zaman içinde doğanlar.
MEVLUDÜN LEH  Çocuk kendisinin olduğu tebeyyün eden, bilinen baba.
MEVMAT  (C: Mevâmi) Sahrâ. Çöl. * Yazı.
MEVN  Bir kimsenin zahmetini çekmek. * Nafakalarını vermek.
MEVR  Başka te'sirle bir şeyin dalga gibi gidip gelmesi. Çalkanmak. * Suyun yeryüzüne yayılması. * Hayvanlardan yün almak. * Yol, tarik. * Toz, gubar. * Rücu etmek, döndürmek.
MEVRİD  Varılan yer. Vasıl yeri. * Cadde. Yol. Tarik.
MEVRİD-İ NASS  Nass ile gelen mes'ele. Nass olan yer. Kat'i delil olan husus.
MEVRUD  (C.: Mevrudât) Gelmiş. Vürud etmiş. Gelen.
MEVRUDÂT  (Mevrude. C.) Gelen şeyler.
MEVRUDE  (C.: Mevrudât) Ulaşmış, gelmiş.
MEVRUS(E)  Vereseye âit olan. Miras edilmiş. Miras edilen eşya.
MEVRUSAT  Mirastan gelenler.
MEVS  Yolmak. Traş etmek.
MEVS  Ekmeği suyla ıslatmak.
MEVS  Yıkamak.
MEVSIK  İtimad etmek. Emniyet etmek. İnanmak. * Yemin. Sözleşme.
MEVSİL  (Vusul. den) Kavşak. Kavuşacak yer. * Ek yeri.
MEVSİM  (C: Mevâsim) Pazar yeri. * Arap pazargâhları. * Yılın dört kısmından biri. * Zaman. Vakit. Alâmet.
MEVSİM-İ HARİF  Sonbahar, güz devresi.
MEVSİM-İ SAYF  Yaz mevsimi, yaz devresi.
MEVSİM-İ ŞİTÂ  Kış mevsimi.
MEVSİM BE MEVSİM  Zaman zaman. Mevsimden mevsime, zamanı geldikçe.
MEVSUF  Vasıflanan. Bir sıfatla tavsif edilen. * Kendisinde bir sıfat mevcud olan, kendisine bir sıfat isnad edilmiş olan.
MEVSUK  Kendisine inanılır olan. Şâyân-ı itimad olan. * Sağlam. * Vesikalı. Delile dayanan hakikat.
MEVSUK-UL KELİM  Sözlerine inanılır. Söylediği şeylere itimad edip güvenilir.
MEVSUKAN  Sağlam, delile dayanır, itimad edilir şekilde.
MEVSUKİYET  Sağlamlık, gerçeklik. İnanılır hâl.
MEVSUL  Erişen. Vasıl olan. * Birleşmiş. Kendine başka şey vasıl olmuş olan. Bitirmiş. Vasledilmiş.
MEVSULE  Bitiştirilmiş.
MEVSUM  (Vesm. den) İşaretlenmiş, damgalanmış, nişanlanmış. * Ad verilmiş, isimlendirilmiş.
MEVSUME  Tamamen baştan aşağı süslü zırh. * Bahar yağmuru ile ıslanmış toprak.
MEVSUT  Ortada. Vasat olan.
MEVT  Ölüm. Âhirete göç. Dünyadan gitmek. * Mevt, mü'minler için dünya vazifelerinden ve imtihanından bir paydostur.(Sual: Furkan-ı Hakîm'de $ gibi âyetlerde: "Mevt dahi, hayat gibi mahluktur, hem bir ni'mettir." diye ifham ediliyor. Halbuki zâhiren mevt, inhilâldir, ademdir, tefessühtür, hayatın sönmesidir, hâdim-ül-lezzattır... Nasıl mahluk ve ni'met olabilir?Elcevab: "Birinci Suâl"in cevabının âhirinde denildiği gibi, mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuddur, hayat-ı bâkıyeye bir dâvettir, bir mebde'dir, bir hayat-ı bâkıyenin mukaddimesidir. Nasılki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir; öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile, bir hikmet ve tedbir iledir. Çünki, en basit tabaka-i hayat olan hayat-ı nebâtiyenin mevti, hayattan daha muntazam bir eser-i san'at olduğunu gösteriyor. Zira meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların mevti tefessüh ile, çürümek ve dağılmakla göründüğü halde, gayet muntazam bir muamele-i kimyeviye ve mizanlı bir imtizâcat-ı unsuriye ve hikmetli bir teşekkülât-ı zerreviyeden ibaret olan bir yoğurmaktır ki, bu görünmeyen intizamlı ve hikmetli ölümü, sünbülün hayatiyle tezahür ediyor. Demek çekirdeğin mevti, sünbülün mebde-i hayatıdır; belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi hayat kadar mahluk ve muntazamdır.Hem zihayat meyvelerin yahut hayvanların mide-i insaniyede ölümleri, hayat-ı insaniyeye çıkmalarına menşe' olduğundan; "o mevt, onların hayatından daha muntazam ve mahluk" denilir.İşte en edna tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti; böyle mahluk, hikmetli ve intizamlı olsa, tabaka-i hayatın en ulvisi olan hayat-ı insaniyenin başına gelen mevt, elbette yer altına girmiş bir çekirdeğin hava âleminde bir ağaç olması gibi, yer altına giren bir insan da, âlem-i berzahta elbette bir hayat-ı bâkıye sünbülü verecektir. M.)(Sizlere müjde! Mevt: İdam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firâk-ı ebedî değil, adem değil, tesâdüf değil, fâilsiz bir in'idam değil; belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahim tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediyye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksandokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır. M.)
MEVT-İ AHMER  Kızıl ölüm. Kanlı ölüm. Öldürülmek. * Tas: Nefse karşı koymak.
MEVT-İ EBYAZ  Ani ölüm. * Açlık.
MEVT-İ ESVED  Boğazı sıkılmak veya suya atılmak suretiyle husule gelen ölüm.
MEVT-İ HÂİL  Korkunç ölüm.
MEVTA  Ölüler. Ölmüşler. Cenâzeler.
MEVTA'  Ayağın bastığı yer.
MEVTAÎ  Ölü gibi, ölüye benzer.
MEVT-ALUD  f. Ölüm gibi. Ölümlü. Korkunç. Ölü gibi.
MEVTAN  (Mevetan) Cansız. * Baygın.
MEVTIN  (C.: Mevatın) Yerleşip oturulan, yurt edinilen yer.
MEVTÎ  Ölümle ilgili, mevte ait.
MEV'UD  Söz verilmiş. Vaadedilmiş. Vâdeli. Vadesi muayyen ve mukadder olan. * Evvelden takdir olunmuş.
MEV'UDE  Küçükken diri diri gömülüp öldürülen kızcağız.
ME'VUM  Koca başlı ve gövdeli kimse.
MEV'ÜF  Afete uğramış nesne.
MEVVAC  Çok dalgalanan. Çok dalgalı. Fırtınalı. * Radyo.
MEVVAR  Seri, çabuk, hızlı, sür'atli.
MEVZ  Muz ağacı.
MEVZİ'  Bir şey konulacak yer.
MEVZU'  Bahis. Üzerinde durulan mes'ele. * Aşağılanmış olan. * Konulmuş. Vaz olunmuş. * Uydurma. Doğru ve hakikat olmayan. * Geçer olan, muteber, işlemekte olan, câri.
MEVZU-U BAHS  Kendisinden bahsedilen. Bahis konusu.
MEVZUA  Kabul edilmiş esas. İlk önce ele alınan fikir. Müsellem ve âşikâr olan kaziyye, hüküm.
MEVZUAT  Bahsedilen hususlar. Bir şeyin esasını teşkil eden hususat. Tatbikat halinde olan hükümler ve kaideler.
MEVZUAT-I BEŞER  İnsanların koyup kabul ettikleri hükümler ve kanunlar.
MEVZUN  Vezinli. Ölçülü. Tartılı. Düzgün. * Yakışıklı. * Her bir vasfı ölçülü ve i'tidal üzere bulunup, sırf iyi ve güzel şeylere nâil olan.
MEVZUNAT  (Mevzun ve Mevzune. C.) Vezinli ve tartılı şeyler.
MEVZUNEN  Vezinli olarak. Ölçülü olarak.
MEVZUNİYET  Düzgün, hesaplı ve düzenli. * Mevzun olma hâli.
MEY  f. şarap, içki. (Bak: şarab)
MEY'  Eriyip akma.
MEY'A  (Mey'at) Yiğitlik başlangıcı. * Atı koşuya alıştırmak. * Erimiş sıvı madde. * Yere dökülen bir sıvının akıp gitmesi. * Bir şeyin ilk zamanı. Tâzelik vakti.
MEYADİN  (Meydan. C.) Meydanlar. Geniş yerler. Arsalar.
MEYADİN-İ HARB  Savaş meydanları. Muhârebe alanları.
MEYAMİN  (Meymenet. C.) Bereketler, mutluluklar, uğurlar.
MEYAMİN  (Meymun. C.) Bereketliler, uğurlular. * Maymunlar.
MEYAN  (Bak: Miyân)
MEYASİR  (Meysere. C.) Ordunun sol kanatları. Sol cenahlar. * Zenginlikler, servetler.
MEYASİR  (Meysur. C.) Kolaylaştırılmış şeyler.
MEYASİR  Acem merkepleri. (Atlas ve ipek ile süslenen eşeklerdir.)
MEY-AŞAM  f. İçki içen. Şarap içen.
MEYAZİB  Oluklar. Su yolları.
MEYD  Deprenmek. Sallanmak. * Ziyaret etmek. * Hareket etmek. * Kırağı çalmak. * Meyletmek. * Neşv ü nemâ bulmak. * Başı dönüp midesi bulanmak.
MEYDAN  Arsa. * Geniş yer. * Etrafı çevrilmiş, üstü açık geniş yer.
MEYDAN-I HARB  Savaş meydanı, muhârebe alanı, harp meydanı.
MEYDAN-I HAŞİR  Haşir meydanı. Haşrin yeri.(Sual: Meydan-ı Haşir nerededir?Elcevab: $ Hâlik-ı Hakîm'in herşeyde gösterdiği hikmet-i âliye, hatta tek küçük bir şey'e, çok büyük hikmetleri takmasiyle tasrih derecesinde işaret ediyor ki: Küre-i Arz; serseriyane, bâd-ı heva azim bir dâireyi çizmiyor.. belki mühim bir şey etrafında dönüyor ve meydan-ı ekberin daire-i muhitasını çiziyor, gösteriyor. Ve bir meşher-i azimin etrafında gezip, mahsulât-ı mâneviyesini ona devrediyor ki, ileride o meşherde, enzar-ı nâs önünde gösterilecektir. Demek, yirmibeş bin seneye karib bir daire-i muhitanın içinde, rivayete binaen Şâm-ı Şerif kıt'ası bir çekirdek hükmünde olarak o daireyi dolduracak, bir meydan-ı haşir bastedilecektir. Küre-i Arzın bütün mânevi mahsulâtı, şimdilik perde-i gayb altında olan o meydanın defterlerine ve elvahlarına gönderiliyor ve ileride meydan açıldığı vakit, sekenesini de yine o meydana dökecek; o mânevi mahsulâtları da, gaibden şehadete geçecektir. Evet Küre-i Arz; bir tarla, bir çeşme, bir ölçek hükmünde olarak o meydan-ı ekberi dolduracak kadar mahsulât vermiş ve onu istiab edecek mahlukat ondan akmış ve onu imlâ edecek masnuat ondan çıkmış. Demek Küre-i Arz bir çekirdek ve meydan-ı haşir, içindekilerle beraber bir ağaçtır, bir sünbüldür ve bir mahzendir. Evet, nasılki nurani bir nokta, sür'at-i hareketiyle nurani bir hat olur veya bir daire olur. Öyle de: Küre-i Arz; sür'atli, hikmetli hareketiyle bir daire-i vücudun temessülüne ve o daire-i vücud mahsulâtiyle beraber, bir meydan-ı haşr-i ekberin teşekkülüne medardır. $ M.)
MEYDAN-I İMTİHAN-I İNS Ü CÂN  İnsan ve cinlerin imtihan meydanı, yani dünya.
MEYDAN-I MAHŞER  Mahşer meydanı.
MEYDAN DAYAĞI  Eskiden askeri mekteblerle kışlalarda tatbik edilen cezalardan biridir. Meydanda tatbik edildiği için bu adı almıştır. Arkadaşını yaralamak, hoca ve zâbitine hakarette bulunmak gibi büyük kabahatlerden dolayı verilen bu dayak cezası, saf saf dizilen bütün talebelerin; asker ise kışladaki askerlerin huzurunda atılırdı. Cezaya çarpılacak talebe yahut asker, meydana getirilerek cezayı icab ettiren kabahatle meydan dayağının tatbiki için verilen karar okunduktan sonra serilen bir battaniye üzerine yüzükoyun yatırılır, başının ucuna ve ayaklarının üstüne kuvvetli birer hademe yahut asker oturtulur, okulun inzibât subayı, asker ise bölüğün subaylarından biri ince kızılcık sopasıyla kaba etlerine vururdu.Bu gibi cezalar, herkes ibret alıp bu suçlar işlenmemesi için herkesin gözü önünde icra edilirdi.
MEYEH  Su, mâ.
MEYELAN  Bir tarafa eğilmiş olma. Ziyâde meyil gösterme. İltizam.(Fıtrat yalan söylemez. Bir çekirdekteki meyelân-ı nümuvv der: "Ben sünbülleneceğim, meyve vereceğim." Doğru söyler. Yumurtada bir meyelân-ı hayat var. Der: "Piliç olacağım." Biiznillâh olur. Doğru söyler. Bir avuç su, meyelân-ı incimad ile der: "Fazla yer tutacağım." Metin demir onu yalan çıkaramaz; sözünün doğruluğu demiri parçalar. Şu meyelânlar, iradeden gelen evâmir-i tekviniyenin tecellileridir, cilveleridir. M.)
MEYEZD  f. Düğün veya işret meclisi.
MEY-FÜRUŞ  f. Şarap satan, meyhâneci, şarapçı.
MEY-GUN  f. Şarap renginde olan, kırmızıya yakın olan.
MEY-GÜSAR  f. İçki arkadaşı. Birlikte içki içen.
MEYH  şefâat etmek. * Vermek. * Avuçta su tutmak. * Sallanarak yürümek.
MEYH  Kuyunun suyunun çok olması.
MEY-HANE  f. İçki satılan ve içilen yer.
MEY-HAR  (Mey-hâre) f. İçki içen, içkici, ayyaş.
MEYHEM  "Hâlin nedir, nasılsın?" mânasına kullanılır.
MEY-HOŞ  f. Ekşimtrak, mayhoş.
MEY-KEŞ  f. İçki içen, şarap içen.
MEYL  Ortadan bir tarafa eğik olmak. * İstek. Yönelme. Arzu. * Sevme, tutulma, âşık olma. * Gönül akışı.
MEYL-İ TAHADDÎ  Meydan okuma meyli. Üstünlüğünü göstermek fikri.
MEYL-ÜT TAHRİB  Bozma ve yıkma isteği, meyli.
MEYL-ÜT TEFEVVUK  Üstünlük elde etmek meyil ve arzusu. (Bak: Himmet)
MEYL-ÜT TEVESSÜ'  Genişleme isteği. Genişleme meyli.
MEYL-ÜT TEZEYYÜD  Tekellüfle sözü uzatma, artırma arzusu.
MEYLA'  Otsuz sahra, çöl. * Acele, hızlı, seri.
MEYLA  Çok budaklı ağaç.
MEYLAB  Za'ferân.
MEYLAK  Seri ve aceleci kimse.
MEYLEN  Eğilerek, meylederek. O taraftan olarak.
MEYLETMEK  Bir tarafa doğru eğilmek. Bir tarafa yönelmek. * Sevgisini vermek, eğilmek. Gönül vermek.
MEYLİYAT  Bir tarafa meyleden istekler.
MEYMENE  Sağ kol, sağ taraf. * Meymenet, yümn-ü bereket. Bereket. Kuvvetlilik. Uğurluluk. Kutluluk.
MEYMUM  Denize atılmış olan.
MEYMUN  Bereketli, uğurlu. Kuvvetli. Kutlu.
MEYN  (C.: Müyun) Yalan. Yalan söyleme.
MEY-PEREST  (C: Meyperestân) f. Devamlı şarap içen.
MEYS  Ceviz ağacı. * Sallana sallana yürümek.
MEYSA  (C: Miyes) Yumuşak yer.
MEYSAN  Sallana sallana yürümek.
MEYSEME  (Vesm. den) Damga, damgalanmış.
MEYSERE  (C.: Meyâsir) Ordunun sol cenâhı. Sol cenâh. * Zenginlik, servet.
MEYSİR  Meyser. Kolaylık yeri. Kolaylık. * Kumar. Arablar arasında ok ile oynanan kumar. * Kumar için kesilen hayvan.
MEYSUR  Kolay. Kolay olmuş. Asan. Kolay kılınmış şey.
MEYSURAT  (Meysur ve Meysure. C.) Kolaylatılmış şeyler. Asan edilmiş şeyler.
MEYŞ  Halt etmek, karıştırmak. * Koyun sütünü keçi sütüne karıştırmak. * Yünü kıla karıştırmak. * Sözün birazını söyleyip, bir kısmını söylememe.
MEYT  (Meyyit) Ölü. Cansız. Ölmüş. Hareketsiz.
MEYT (MİYÂT)  Irak olmak, ırak etmek. Uzak olmak, uzaklaştırmak. Karışmak.
MEYTE  Hayvan leşi.
MEYTEHÂR  Hayvan leşi yiyen.
ME'YUS  Ümidsiz. Kederli. Ye'se düşmüş. Ümidi kesik.
ME'YUSÂNE  Ümidsizlikle. (Bak: Ye's)
MEYVE  (C: Meyvecât) f. Meyva, yemiş.
MEYVE-İ DİL  "Gönül meyvesi": Evlât, çocuk.
MEYVE-İ HUŞK  Kuru yemiş.
MEYVEBAR  f. Yemiş veren, meyveli.
MEYVECAT  (Meyve. C.) f. Yemişler, meyveler.
MEYVEDAR  f. Yemişli, meyveli, meyve veren.
MEYVEFÜRUŞ  f. Meyve satan, yemiş satan. Manav.
MEYVEHA  (Meyve. C.) f. Meyveler, yemişler.
MEYYAL  Çok meyleden, eğilen. Çok istekli, düşkün.
MEYYAL-İ İNHİDÂM  Yıkılmak üzere bulunan. Neredeyse göçecek durumda olan.
MEYYAL-İ İ'TİLÂ  Yükselmeğe çok meyilli ve istekli.
MEYYAN  Yalancı.
MEYYİT  (Mevt. den) Ölü. Cansız. Ölmüş.
MEYYİT-İ MÜTEHARRİK  Hareket halindeki ölü. * Mc: Sağ olup, gayret sahibi olmayanlara söylenir.
MEYYİT-İ SÂMİTE  f. Susan ölü. Sessiz ölü. * Hareketsiz.
MEYYİTÂNE  f. Ölü gibicesine. Ölmüşçesine.
MEYYİTE  Hayvan leşi. * Kadın cenazesi.
MEYZ  Ayırmak, birşeyi denklerinden üstün tutmak. * Bir yerden bir yere geçmek.
MEYZER  (C: Meyâzir) Peştemal.
MEZ'  Evmek, acele, sür'at. * Kesmek.
MEZ'  Haberin bazısını söyleyip bazısını gizlemek.
MEZA  "Geçti" mânâsına mâzi fiilidir.
MEZABBE  Keleri çok olan yer.
MEZABIT  (Mazbata. C.) Mazbatalar, tutanaklar.
MEZABÎ  Yer yarmak, kazmak.
MEZABİH  Mezbahalar. Hayvan kesilen yerler.
MEZABİL  (Mezbele. C.) Mezbelelikler, süprüntülükler, çöplükler.
MEZABİR  (Mizber. C.) Kalemler, kamışlar.
MEZAD  Artırma ile yapılan satış. * Tuluk, dağarcık.
MEZADE  (C.: Mezaid) Tuluk, dağarcık.
MEZAHİB  Mezhebler. İslâm itikadı ve amel hususunda esas ittihaz olunan yollar. (Bak: Müctehid)
MEZAHİB-İ ERBAA  Dört mezheb. (Bak: Mezheb)
MEZAHİM  Zahmetler. Sıkıntılar. Belâlar.
MEZAHİM-İ HÂZIRA  Bu zamandaki belâlar, zorluklar, anarşik hadiseler. İçtimâi zorluklar.
MEZAHİR  Şereflenmeler. Mazharlar. Eşyanın göründüğü yerler. Eşyanın görünen tarafları. Zâhir ve meşhud olanlar. (Bak: Müzâhir)
MEZAHİR  Çiçekli yerler.
MEZAK  Tatmak. * Zevk tadacak yer. Damak. * Zevk. Tat duyma.
ME'ZAK  (Me'zel) : Dar yer.
MEZAK  Sür'atli yürüyen deve.
MEZALİK  (Mezlaka. C.) Kaygan yerler. Ayak kayacak yerler.
MEZALİM  Zulümler. Haksızlıklar. Eziyet ve işkenceler.
MEZA MA MEZA  Geçen geçti. Giden gitti.
MEZAMİR  (Mızmar. C.) Koşu meydanları.
MEZAMİR  Zebur kitabının sureleri. * Düdükler.
MEZAMM  Zemmetmek. Ayıplamak.
MEZAN  Zannolunan yerler veya şeyler. Zan ve şübhe verecek şeyler.
MEZAN-ÜL ÎCAZ  İcaz zannedilen yerler.
MEZAR  Ziyaret yeri. Ziyaretgâh. * Mezar. Kabir. Ölünün gömüldüğü yer. Makber.
MEZAR-I ZÂR  f. Ağlayan mezar.
MEZARAT  (Mezar. C.) Kabirler. Mezarlar.
MEZARE  Kalb katılığı. * Büyüklük, azamet.
MEZARET  Kalbin şiddeti.
MEZARİ'  (Mezraa. C.) Tarlalar, bostanlar. Zirâat olunacak yerler.
MEZARİ-İ MÜNBİTE  Münbit ve verimli tarlalar.
MEZARİ'  (Mezru. C.) Sürülüp tohum atılmış ve zirâat olunmuş yerler, tarlalar.
MEZARİB  (Mızrâb. C.) Mızraplar. Kanun, ud gibi çalgı âletleri.
MEZARİK  (Mızrâk. C.) Mızraklar, kargılar.
MEZARİSTAN  f. Mezarlık.
MEZARRE  Isırmak.
MEZAYA  Meziyyetler. İyilikler. Hasletler.
MEZAYA-YI GALİYE  Çok kıymetli, yüksek meziyetler.
MEZAYIK  Dar ve sıkıntılı yerler.
MEZBAHA  Hayvanları kesecek yer.
MEZBELE  Çöplük. Pis şeylerin bulunduğu süprüntü yeri.
MEZBELE  (C: Mezâbil) Otun sıcaktan solacak olduğu yer.
MEZBUB  Sinekli.
MEZBUBE  Sineği çok olan yer.
MEZBUH  Kesilen. Zebhedilen. Boğazlanmış. * Kurban edilmiş.
MEZBUHÂNE  f. Boğazlanır gibi. Boynundan kesilircesine. * Çırpınarak, son ümid ve son kuvvetle.
MEZBUL  Solmuş çiçek. * Zayıf, arık ve zebun olmuş olan.
MEZBUR(E)  Adı geçen. İsmi yukarıda geçen. (Bak: Merkum) * Taş ile örülmüş kuyu.
MEZC  Katma. Karıştırma.
MEZC-İ İTTİHAD  İttihadın verdiği imtizac. Kuvvetli birlik ve beraberlik.
MEZCEN  Karıştırmakla. Katma suretiyle.
MEZCETMEK  Katmak. Karıştırmak.
MEZCÎ  Katıp karıştırmakla alâkalı. Mezce dair.
MEZCUC  Süngülenmiş. Süngü ile dürtülmüş.
MEZD  Misvak ağacının yemişi.
MEZE  Tad. Çeşni. Zevk. * Eğlence, alay, lâtife.
MEZEBBE  Sinekli yer. * Dizin aşağısındaki kaba etlerin etrafı.
MEZELLET  Alçaklık. Zelillik.
ME'ZEM  (C: Meâzim) Dağ içinde olan dar yol. Cenk yeri, dövüş meydanı.
MEZEMMET  Ayıplama. Kınama. Yerme. * Kınanacak, yerilecek iş.
MEZEN  Usul, kaide. Yol. Âdet. Örf.
ME'ZENE  (C.: Meâzin) (Ezan. dan) Ezan okunacak yer.
ME'ZER  (C: Meâzir) Sığınacak yer, melce.
MEZFUFE  Gönderilmiş.
MEZG  Yemeği ağızda çiğnemek.
MEZH  (Müzâh-Müzâha-Mizâh) : Lâtife, şaka. * Mezc, katma, karıştırma.
MEZHAR  (C: Mezâhır-Mezâhir) Karın içi. * Damar.
MEZHEB  Yol. Gidilen yol. Tutulan çığır. * Dinin esaslarında ve esas temel mes'elelerde bir olmakla beraber, teferruatta bazı muhtelif mes'eleler olması sebebiyle birbirinden az farklı müctehidlerin yolları. Müctehidlerden, kendilerine tâbi olunanların seçtikleri meslekleri. Füruatta Hanefi ve Şâfii; ve Akaidde Mâturidi ve Eş'ari gibi... Bu "Mezheb" kelimesi asıl ve esas mânasına da kullanılır. Beyn-el ulemâ ve mukakkiklerce ince tedkik neticesinde Kur'ân-ı Kerim'in esaslarından, Peygamber'in (A.S.M.) emir ve sünnetlerinden ayrılmamış "Dört Mezheb" Hak olarak seçilmiştir: 1- Hanefî Mezhebi, 2- Şâfiî Mezhebi, 3- Hanbelî Mezhebi. 4- Mâlikî Mezhebi. (Bak: İmam)(Eğer desen: Hak bir olur; nasıl böyle dört ve oniki mezhebin muhtelif ahkâmları hak olabilir?Elcevab: Bir su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır; şöyle ki: Birisine, hastalığının mizacına göre su, ilâçtır, tıbben vacibdir. Diğer birisine, hastalığı için zehir gibi muzırdır; tıbben ona haramdır. Diğer birisine az zarar verir; tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine, zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine, ne zarardır, ne menfaattir; âfiyetle içsin, tıbben ona mübahtır. İşte hak burada taaddüd etti. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki: "Su, yalnız ilâçtır; yalnız vacibdir, başka hükmü yoktur."İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlâhiyye; mezheplere, hikmet-i İlâhiyyenin sevkiyle ittiba edenlere göre değişir, hem hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur. Meselâ, hikmet-i İlâhiyyenin tensibiyle İmam-ı Şâfiî'ye ittiba eden, ekseriyet itibariyle Hanefîlere nisbeten köylülüğe ve bedeviliğe daha yakın olup, cemaatı birtek vücud hükmüne getiren hayat-ı içtimaiye de nâkıs olduğundan, herbiri bizzat dergâh-ı Kadıy-ül-Hâcat'ta kendi derdini söylemek ve hususi matlubunu istemek için, imam arkasında, Fâtiha'yı birer birer okuyorlar. Hem ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir. İmam-ı A'zama ittiba edenler, ekseriyet-i mutlaka itibariyle, İslâmî hükümetlerin ekserisi, o mezhebi iltizam etmesiyle, medeniyete, şehirliliğe daha yakın ve hayat-ı içtimaiyeye müstaid olduğundan; bir cemaat, bir şahıs hükmüne girip, birtek adam umum namına söyler; umum, kalben onu tasdik ve rabt-ı kalb edip, onun sözü, umumun sözü hükmüne geçtiğinden, Hanefî mezhebine göre imam arkasında Fâtiha okunmaz. Okunmaması ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir.Hem meselâ, mâdem, şeriat, tabiatın tecavüzatına sed çekmekle onu tâdil edip nefs-i emmareyi terbiye eder. Elbette ekser etbâı, köylü ve nim-bedevi ve amelelikle meşgul olan Şâfiî Mezhebine göre: "Kadına temas ile abdest bozulur; az bir necaset zarar verir." Ekseriyet itibariyle hayat-ı içtimaiyeye giren, nim-medeni şeklini alan insanlar, ittiba ettikleri mezheb-i Hanefîye göre: "Mess-i nisvan abdesti bozmaz, bir dirhem kadar necasete fetva var."İşte, bir amele ile bir efendiyi nazara alacağız. Amele, tarz-ı maişet itibariyle; ecnebi kadınlarla ihtilâta, temasa ve bir ocak yanında oturmaya ve mülevves şeylerin içine karışmaya mübtelâ olduğundan; san'at ve maişet itibariyle, tabiat ve nefs-i emmaresi meydanı boş bulup tecavüz edebilir. Onun için, şeriat onların hakkında, o tecavüzata sed çekmek için, "Abdest bozulur, temas etme; namazını ibtâl eder, bulaşma" mânevi kulağında bir sada-yı semâvi çınlattırır. Amma o efendi, namuslu olmak şartiyle, âdât-ı içtimaiyesi itibariyle, ahlâk-ı umumiye namına, ecnebi kadınlara temasa mübtelâ değil, mülevves şeylerle nezafet-i medeniye namına kendini o kadar bulaştırmaz. Onun için şeriat, mezheb-i Hanefî namiyle ona şiddet ve azimet göstermemiş; ruhsat tarafını gösterip, hafifleştirmiştir. "Elin dokunmuş ise, abdestin bozulmaz; hicab edip, kalabalık içinde su ile istinca etmemenin zararı yoktur. Bir dirhem kadar fetva vardır" der, onu vesveseden kurtarır. İşte, denizden iki katre sana misal... S.)
MEZHER  Çiçeklik. Bir çiçeği içine alan şeylerin hepsi.
MEZHERE  Çiçek yeri. Çiçek bahçesi.
MEZHÜVV  Kibirli, gururlu.
MEZİ  İlm-i Halde: Kadınla oynamak veya şehvetle yanına gelmek gibi hâllerde erkeğin tenasül cihazında zuhur eden yapışkan renksiz akıcı cisim. (Bu hâl abdesti bozar, gusül icab ettirmez)
MEZÎD  Çoğalma. Ziyade etme.
MEZÎK  Su ile karışık süt.
MEZİL  Daralıp gönlündeki sırrı ifşâ eden, sıkıntıdan içindeki sırrı açıklayan. * Ayağı uyuşmuş. * Malını ve sırrını herkese gösterip açıklayan. * Küçük cüsseli, zayıf, hafif kimse.
MEZİLLET  Yanlışlığa sebeb olacak şey. * Ayak kayacak yer.
MEZİR  Zarif kimse. * Katı kalbli ve cesur. * İşlerinde nüfuzlu olan.
MEZİR  Fâsid olmak, fesatçılık yapmak.
MEZİYYAT  (Meziyyet. C.) Meziyyetler. Üstünlük vasıfları.
MEZİYYET  İyilik. İyi ve salih hareket ve faaliyet.(Dünyaca havas tanınan insanlardaki meziyet, sebeb-i tevazu' ve mahviyet iken, tahakküm ve tekebbüre sebep olmuştur. Fukaranın aczi, avâmın fakrı, sebeb-i merhamet ve ihsan iken; esaret ve mahkûmiyetlerine müncer olmuştur. M.)
MEZİYYET-İ İFÂDE  İfâde meziyeti.
MEZK  Yarma, yırtma. Kesme.
MEZK  (Mezâk-Mezka) : Tatmak, tadına bakmak. * Tadacak yer.
MEZKUM  Zükâm hastalığına tutulmuş. Nezle olmuş, nezleli.
MEZKÛR  Zikri geçen. Zikredilmiş. Evvelce bahsi geçmiş olan. (Bak: Mezbur-Merkum)
MEZL  Muztarib olmak, acı ve ıztırab çekmek.
MEZLAKA  Ayak kayacak yer. Kaypak yer. * Mc: Yanlışlığa düşmeye sebeb olan hal.
MEZMERE  Çok şiddetli hareket ettirmek.
MEZMUM  Zemmolunmuş. Makbul olmıyarak ayıplanmış. Kötü.
MEZMUN  (Bak: Mazmun)
MEZMUR  Terennümle okunan kaside, ilâhi ve münâcat. * Hz. Dâvuda (A.S.) inen "Zebur"un Surelerinden herbiri.
MEZNEB  (C: Mezânib) Kepçe. * Suyun akacak olduğu yer.
MEZR  (Mezra) Zarif adam. * Bir kimseye düşmanlık etmek. * Parmakla çimdiklemek. * Su kırbasını tamamen doldurmak. * Tadını anlamak için biraz ağzına almak, içmek.
MEZR  Fâsit olma. Bozuk olma. * Pis. * Ayrılık.
MEZRAA  Tarla. Ekilip mahsul alınan mülk, yer.
MEZREVAN  Dizin aşağısındaki kaba etlerin etrafı.
MEZRU'  Ekilmiş. Tohum ekilmiş yer.
MEZRU'  (C.: Mezruât) (Zirâ. dan) Arşınlanmış, ölçülmüş. Arşınla ölçülmüş.
MEZRUAT  Ekili olan şeyler. Ekili yerler.
MEZRUAT  (Mezru. C.) Arşınlanmış şeyler. Ölçülmüş nesneler.
MEZ'UB  Koyununa kurt gelen.
MEZ'UK  Mesrur, neşeli, sürurlu. * Tuzlu.
ME'ZUN  İzinli, izin almış. Salâhiyetli. * Diplomalı. İcâzetli.
ME'ZUNEN  İzinli olarak.
ME'ZUNÎN  (Me'zun. C.) Mezunlar. İzin almış kimseler. Salâhiyetliler. İcâzet sahibleri. Diplomalılar.
ME'ZUNİYET  Me'zun olma. İzinli ve salâhiyetli olma. Diplomalı olma.
ME'ZUNİYET-İ KAT'İYE  Kat'i mezuniyet, kesin izin.
ME'ZUNİYET-İ RESMİYE  Resmi izin ve selâhiyet.
MEZ'UR  (Mez'ure) Korkmuş, çekinmiş.
MEZZ(E)  Emmek, mass.
MEZZA'  (C.: Mezâyi) Koğucu. * Yalan. * Sırrını gizlemeyen kişi.
MEZZAH  Lâtifeci, şakacı.
MEZZER  Halep vilâyetinden getirilen siyah taş.
MI'CAZ  Mak'adı büyük olan.
MIGREFE  (C: Megârif) Kepçe.
MIGŞA  Bahadır, kahraman.
MIGTAS  Burun, göz çanağı.
MIHBASA  (C: Mehâbıs) Helva küreği.
MIHBAT  Davar için ağaçtan yaprak dökmekte kullanılan sopa.
MIHBAZ  (C: Mehâbız) Hallaç tokmağı.
MIHCEN  (C: Mehâcin) Çomak. * Başı eğri ağaç.
MIHDAME  Hizmeti çok olan kişi.
MIHFAK  Enli yassı kılıç.
MIHKAN  (Mıhkana) Şırınga. Tenkıye âleti.
MIHLAC  Yufka oklavası. * Yün ve pamuk atacak âlet, hallaç tokmağı.
MIHSAL  Kilit. * Zenbil.
MIHTAB  Balta gibi odun kesmekte kullanılan âlet.
MIHTAT  Cetvel tahtası.
MIHZAK  Makat.
MIKASS  (C: Makâs) Kesecek âlet, mikrâz.
MIKATTA  Üzerinde kamış kalemlerin uçları kesilen sedef, kemik, ağaç, fil dişi veya mâdenden yapılan âlet.
MIKBES (MIKBÂS)  (C: Mekâbis) Ateş parçası.
MIKDEHA  (C: Mekâdih) Kepçe. * Çakmak.
MIKLA'  Sapan.
MIKLA'  (Mıklât) (C: Mekâli) Çelik çeldikleri ağaç. * Kebap tavası.
MIKLAD  (C.: Mekâlid) Anahtar, miftah. Kilit dili. * Hazine.
MIKLAT  Evlâdı yaşamayan kadın. * Bir kez doğuran ve daha hâmile olmayan deve.
MIKLEB  Eski kitap ciltlerinin sol kenarındaki kapak. Ekseriya okunan yer belli olsun için araya konurdu.* Saban demiri.
MIKLEM (MIKLEME)  (C: Mekâlim) Kalem koyacak kap, kalemlik.
MIKMA'  (C: Mekami') Fil başına vurdukları demir çomak.
MIKMAA  (C.: Mekami') Gürz ve topuz gibi parçalayıcı ve yarıcı silâh.
MIKNA'  (Mıknaa) (C.: Mekani') Başörtüsü.
MIKNATIS  yun. Demir ve benzeri mâdenleri kendine çekici hususiyeti bulunan câzibe. * Başka te'sir altında kalmadan kuzey ve güney kutuplarına doğru yönünü değiştiren demir çubuk. (İki kutbu bulunan bu mıknatıslı çubuğun şimale bakan kısmına şimal (kuzey) ucu, cenuba çekilen ucuna da cenub (güney) ucu diyoruz. * Mağnetik oluş.
MIKNATISİYYET  Mıknatıs kuvveti ve hassası.
MIKNEB  (C: Mekanib) Otuz kırk kadar olan at sürüsü. * Avcılar torbası.
MIKNEVA  Hizmet eden, hizmetçi.
MIKRA'  Balta gibi bir âlet olup, onunla taş parçalanır.
MIKRA'  Hekimlerin, hastanın vücudunu dinledikleri âlet.
MIKRAME  Nakışlı eşarp. Mendil. Havlu. Peştemal.
MIKRAZ  (C.: Mekariz) Makas. Kesecek âlet.
MIKTAL  (C.: Mekâtıl) Bıçkı. 
MIKTARE  Kuş ayağına yapılan köstek. * Kelepçe.
MIKVEM  (C: Mekâvim) Saban ağacının tutulacak yeri.
MIKVES  Yay kabı.
MIKZAF  Kayık küreği.
MIKZEF  Tanbur.
MI'LA  Çulhaların çukur içinde ayak ile basıp oynadıkları nesne.
MI'LAK (MA'LUK)  (C: Meâlik) Üzengi kayışı. * Üzüm hevneği. * Et ve üzüm asılan çengel.
MINKARÎ  Gaga biçiminde. Gagaya benzer olan. * Gaga ile alâkalı.
MINTAKA  (Mıntıka) Muayyen bir yer. Havali. Taraf. Kısım. Kuşak. Kenar. Yeryüzünde bir kısım. Bölge.
MINTAKA-İ MEMNUA  Yasak bölge.
MINTIKAT-ÜL BÜRUC  Burçlar mıntıkası. Coğ: Oniki burcun bulunduğu tutulma dairesi. (Bak: Büruc)
MINTIKA-İ HARRE  Sıcak mıntıka. Ekvator iklimi olan yerler. Hatt-ı istiva mıntıkası.
MINTÎK  Çok düzgün konuşan.
MINZAR  Röntgen. * Bakma âleti.
MIS'AD  Merdiven. Yükseğe çıkmakta kullanılan âlet. Asansör.
MI'SAM  (C: Meâsım) Kolun bilezik takacak yeri.
MI'SAR  (C: Meâsır) Yeni hayız görmüş ve büluğuna yetişmiş olan kız.
MISBAH  Kandil. Çıra. Meş'ale. Lâmba. (Aya, güneşe, yıldızlara ve mecâzen de Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) bu isim verilmiştir.)Sabah ve sabahat maddesinden ism-i âlettir ki; sabah gibi lâtif ve kuvvetli aydınlık veren lâmba demektir. (E.T.)
MISBAH-ÜL MESHUR  Sabahlayan, sabahlamış.
MISDAGA  Yüz yastığı.
MISDAK  (Sıdk. dan) Bir şeyin doğru olduğunu isbata yarayan şey. Tasdik âleti. * Alâmet. Tavır. Tarz. Düstur. * Değer ölçüsü.
MISDAKIYYÂT  Mısdak ilmi.
MISFAT  Süzgeç. Tasfiye âleti.
MISKAB  Delme âleti.
MISKAL  Cilâlayan, parlatan âlet. * İnce. Zarif.
MISKAT  Su kovası.
MISGAR  Sarı yüzlü.
MISKA'  (C: Mesâki) Fasih dilli, güzel sesli kişi.
MISR  (C.: Emsâr) İki şey arasındaki perde, hâil. * Memleket. Şehir. * Afrika'nın şimalinde bir memleket ismi. * Bir hububat adı.
MISRA'  Kapı kanadı. * Edb: Bir manzum yazının her bir satırı. Tam bir vezin ölçüsüne göre tanzim edilmiş söz.
MISRÂ-İ ÂZÂDE  Edb: Başlıbaşına mânası bulunan mısra.
MISRÂ-İ BERCESTE  Edb: En güzel ve en kuvvetli olan mısra.
MISRAM  (C: Mesârim) Orak.
MISRAN  Basra ile Kufe şehirleri.
MISRÎ  (Mısriyye) Mısırlı. * Mısır ülkesiyle alâkalı.
MISTABA  (C.: Mesâtıb) Peyke, sedir.
MISTABANİŞİN  f. Sedirde oturan.
MISTAR  Yazının güzelliğine, düzgünlüğüne yarayan âlet. Yazı yazarken satırları doğru gösterebilmek için lâzım olan çizgileri yapmağa yarayan âlet. * Sıvacıların bir âleti.
MISTAR-I HİKMET  Hikmetin mıstarı.
MISVA  Uylukları zayıf ve etsiz olan kadın.
MISVAT  Çok haykıran, çok bağıran. * Ses kuvveti.
MISVELE  (C: Mesâvil) Harman süpürgesi.
MISYAF  Yaz günlerinde çok yağmur yağan yer. * Sakalı ağarmayınca evlenmeyen erkek.
MISYED(E)  Av avlamağa mahsus âlet. Tuzak, kapan.
MIŞAT  (Mışt. C.) Taraklar.
MIŞMIŞ  Zerdali, erik veya kayısı.
MIŞRAK  Güneşi bol olan yer.
MI'TA  (C: Mıât-Mıâtâ) Bahşişi ve hediyesi çok olan kişi.
MIT'AM  Çok yemek yediren.
MIT'AM  Çok yeyici, fazla yiyen.
MIT'AN  (C.: Metâin) At sürücüsü.
MI'TAR  (C: Meâtır) Devamlı güzel kokular sürünen.
MITFEHA  Kevgir.
MITHAN  Değirmen.
MITHAR  Uzağa giden ok.
MITHERE  Su kabı. Matara.
MI'TÎR  Güzel kokular sürünen.
MITLA  (C: Metâli) Dikenli otlar biten yumuşak yer.
MITLAK  Sık sık kadın boşayan erkek.
MITMER  Yapı ipi.
MITRAB  Neşeli adam. Neşesi bol kimse.
MITRAK(A)  (C.: Metârık) Sopa, değnek. * Tokmak. * Mızrak. * Çekiç.
MITRED  (C: Metârıd) Avın ardından atılan kısa süngü.
MITREDE  Yünden veya haz denilen kumaştan yapılan elbise.
MITRÎ  Cendereci.
MITV  (C: Mitâ) Hurma salkımı. 
MITVA'  Çok muti', çok itaatli.
MI'VEL  (C: Meâvi) Sivri külünk ve balta.
MIZFAR  Zafer kazanan. Galib. olan. Asma çubuğuna sarmaşık gibi sarılan filiz.
MIZMAR  (C.: Mezâmir) Koşu meydanı. Yarışma sahası.
MIZRAB (MIZRÂB)  (C.: Medârib) Saz zahmesi. (Onunla saz çalarlar).
MIZRAK  Ucu sivri uzun saplı harp âleti. Kargı.
MIZREB  Büyük çadır, oba.
MIZYA'  Malını çok harcayan kimse. Malını fazlaca zâyi eden adam.
MIZZ  Yemeğin lezzetinden ağzını şapırdatmak.
MİA  Günlük adı verilen zamk.
MİÂ'  (C.: Em'â) Bağırsak.
MİÂ-İ A'VER  Körbağırsak.
MİÂ-İ GALİZ  Kalınbağırsak.
MİÂ-İ İSNÂ-AŞER  Oniki parmak bağırsağı.
MİÂ-İ RAKİK  İncebağırsak.
MİAD  Vaad edilen gelecek zaman veya yer. * Müsaade edilen zaman. * Kıyâmet. Mahşer. * Vaad. Müddet.
MİÂÎ  (Miâiyye) Bağırsakla alâkalı.
MİAT  (Mie. C.) Yüzler. Yüz sayıları.
Mİ'BER  Suyu geçmeğe yarıyan kayık, sal gibi vâsıtalar. * Köprü. Su geçme geçidi.
Mİ'BER  (Mi'bere) İğne kutusu, iğne kabı.
MİBLA'  (Bel'. den) Obur.
MİBNAH  Heybe.
MİBRED  Eğe. * Eğe cinsinden bir yazı âleti.
MİBREE  Kalemtraş. Kalem açmağa yarıyan âlet.
MİBTAN  Çok yemekten karnı şişen etli ve yağlı kişi.
MİBVEL  (Mibvele) Sidik kabı. Küçük abdest edilecek delikli taş veya oluk.
MİBZA'  Kan almakta kullanılan âlet. Neşter.
MİBZAG  Nişter, kan alacak âlet.
MİBZEL  (C: Mebâzil) Süzgeç.
MİBZELE  (C: Mebazil) Her gün giyilen kaftan, günlük elbise.
MİBZER  Tohum ekmekte kullanılan bir âlet.
MİCDAF  (C: Mecâdif) Sandal, kayık küreği.
MİCDAH  (C: Mecâdih) Kavut karıştırdıkları ağaç. * Menazil-i Kamerden bir yıldız.
MİCDAR  Bostan korkuluğu. Korkuluk.
MİCDEL  (C.: Mecâdil) Köşk, kasır, kâşâne.
MİCENE  (C.: Mevâcin-Meyâcin) Kassar tokmağı.
MİCENN  Kalkan, siper.
Mİ'CER  Bir cins kadın başörtüsü. Eşarp.
MİCERR  Gem çenberi. * Matkap kayışı.
MİCERRE  (C: Mecirr) Yer düzeltilen sürgü. * Demir kürek. ("Bel" denir)
MİCESSE  Ağaç budamada kullanılan keskin demir.
MİCEŞŞ  El değirmeni.
MİCHAR  Yüksek sesle konuşan.
MİCLAT  Ağaç budamada ve bağ filizini kesmekte kullanılan demir.
MİCMER  İçinde tütsü yakılan bakır yahut bronzdan küçük şamdan şeklindeki aletin adıdır. "Buhurdan" da denilir.
MİCR  Çenber.
MİCREFE  (C: Micref-Mecarif) Ateş küreği.
MİCSED  Cesede yapışık olan elbise.
MİCVAD  Güzel şiirler söyliyen şâir.
MİCVEB  Bir şey kesmeye yarıyan demir.
MİCVEL  Gömlek. * Küçük esvap. * Kalkan.
MİCZAF  (C: Mecâzif) Gemi küreği.
MİCZAM  Pek keskin kılıç.
MİCZEM  Çok keskin kılıç.
MİDA'  Bir şeyin son bulduğu yerin sonu. * Yolun sıklaştığı yeri.
MİDA' (MİDEA)  (C.: Mevadi') Eski kaftan, eski elbise.
MİD'A(T)  Şehrin burcu.
MİDAD  Yazı mürekkebi. Mürekkeb.
MİDADİYE  Mürekkep konan şey. Mürekkep hokkası.
MİDAE  Kırba. Deriden su kabı. İbrik. Matara. * Çeşme lülesi. * Abdest alınan yer.
MİDAKA (MİDAKKA)  Kendisiyle bir şey dövülüp ezilen şey. Havan.
MİDANEM  f. Biliyorum.
MİDARE  Çuvaldız gibi bir demir. (Kadınlar onunla saç düzeltirler.)
MİD'AS  Çok işlek olduğundan yumuşamış olan yol.
MİDAS  Pabuç.
MİDDE  Cerahat, irin.
Mİ'DE  (C.: Miad) İnsan ve hayvanlarda, yenen şeyleri hazmetmek vazifesi olan bir iç uzvu.
MİDE-NÜVAZ  Mide okşayan (maydanoz).
MİDEVÎ  Mide ile alâkalı mideye ait. * Mideye yarar.
MİDFA'  (C.: Medâfi') Ask: Top.
MİDHANE  Buhurdan.
MİDHAT  Medhetme, övme.
MİDHATGER  f. Övücü, medhedici.
MİDİLLİ  At cinsinin küçük çaptaki nev'ine verilen addır. Bu türlü atlar Midilli adasında yetiştirildiği için bu adı almıştır.
MİDKAS  İpek.
MİDLES  (C: Medâlis) Def'edecek yer. 
MİDMAK  Binanın iskeleti.
MİDMEK  (C: Medâmik) Ziynet verecek âlet. * Haberi şâyi eden, duyuran nesne.
MİDRA  Boynuzdan veya demirden çuvaldız gibi bir nesne. (Kadınlar onunla saçlarını düzeltip islâh ederler ve tarakla da tararlar.)
MİDRAR  Yağmur yağdıran bulut. * Çok su döken.
MİDRAS  Okuma yeri. * İçinde Tevrat dersi verilen ev.
MİDRE  Bahadır, kahraman.
MİDREBE  Demir yerine ucuna boynuz takılan süngü.
MİDVEK  Bir şey ezmekte kullanılan taş.
MİDYAN  (C.: Medâyin) Daima borç eden kimse.
MİE  Yüz. Yüz sayısı.
MİETEYN  İki yüz. (200)
MİFAD  Kebap demiri.
MİFER  Hizmetkâr, hizmetçi.
MİFEZZA  Tokmak.
MİFRAK  (C: Mefârik) Başın ortası (saçın bölük olduğu yerdir.)
MİFRAS (MİFRÂS)  (C: Mefâris) Gümüş kesecek âlet. * Demir.
MİFSAD  Kan almakta kullanılan âlet. Neşter.
MİFSAL  Dil, lisan.
MİFTAH  Açan âlet. Anahtar. Kilidleri açan anahtar.
MİFTELE  Yün eğirmekte kullanılan çatal değnek.
MİFZAL  Fazilet ve şeref sahibi.
MİFZAL  Gündelik iş elbisesi.
MİG  f. Duman, sis, duhân. * Kara bulut.
MİGDAD  Çok gadaplı, çok kızgın.
MİGFER  Ateşli silâhların icadından evvel, muharebede kılıç, mızrak ve ok gibi harp âletlerinden korunmak için başa giyilen bir nevi başlık idi. Miğfer, zırh ile beraber bir bütün teşkil ederdi. Osmanlı miğferleri çeşitli şekillerde olmakla beraber genel olarak iki kısma ayrılırdı. Bir kısmı ince bakırdan, diğer kısmı ise çelikten yapılırdı. Miğfer; tepesi sivri fes biçiminde idi. Asıl tepeye gelecek yer temrenle süslenir, temrenin ucu kâh sivri olur, bazan da lâfza-i Celâl ve bazı kere de hilâl ile son bulurdu.
MİGFERÎ  Miğfer şeklinde olan, miğfer biçiminde olan. * Miğferle ilgili.
MİGLAK  (C.: Megalik) Kilit, mandal.
MİGNAK  f. Dumanlı, sisli. Bulutlu.
MİGSEL  Tas, ibrik. Yıkanmada kullanılan kab.
MİGVEL  (C.: Megavil) İnce kılıç. Hançer.
MİGZEL  (C.: Megazil) İplik eğirmekte kullanılan âlet. iğ.
MÎH  f. Çivi, mıh. Kazık.
MİH  (C.: Mihâ) f. Ulu, büyük. Azim, kebir.
MİHA  Yaş değnek.
MİHAD  Yer. Arz. * Beşik. * Döşeme. Döşek.
MİHADDE  Baş ve yüz altına koydukları yastık. * Kazma. * Balta.
MİHAFFE  Mahfe. Katır veya develerin sırtına konulan ve iki kişinin oturabileceği büyüklükte olan sepet.
MİHAH  (Muhh. C.) Beyinler. * İlikler.
MİHAİL  Resul-i Ekremin (A.S.M.) geleceğini haber veren ve bir ismi de Mişâil olan eski zaman Peygamberlerinden bir Zâttır. Kitabının 4. bab'ında: "Ahir zamanda bir ümmet-i merhume kaim olup, orda hakka ibadet etmek üzere, mübarek dağı ihtiyar ederler. Ve her iklimden oraya birçok halk toplanıp Rabb-ı Vâhide ibadet ederler. O'na şirk etmezler." diye bahsetmiştir.(İşte şu âyet, zâhir bir surette dünyanın en mübarek dağı olan Cebel-i Arafat ve orada her iklimden gelen hacıların tekbir ve ibadetlerini ve ümmet-i Merhume nâmıyla şöhret-şiar olan ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) tarif ediyor. M.)
MİHAK  (Mahâk-Muhâk) Her arabi ayın son üç gecesi.
MİHAL  Kuvvet. Azab. Ukubet.
MİHAMME  Küçük bakır ibrik.
MİHAMME  Yer süpürgesi.
MİHAN  (Mihnet. C.) Mihnetler, sıkıntılar.
MİHAN  (Mih. C.) Ulular, büyükler.
MİHANİKÎ KIRAET  Kelimeleri, terkibleri doğru telâffuz etmekle beraber ezber dersi dinletiyormuş gibi çabuk çabuk okumaktır. Böyle okuyuş dinleyene bir şey anlatmaz. Ancak okuyanın mevzuu kavramış olduğunu anlatır. Öyle kıraet bir makinanın duygusuz işlemesine benzetilir.
MİHANİKİYYET  yun. (Mihanik. den) Makine sanayiini ihate eden fen ve ilimler. Makine gibi cansız şeyler. * Cansız ve duygusuz fakat ahenkli hareket ve hareket kabiliyeti.
MİHAR  (Mühür. C.) At yavruları. Taylar.
MİHAŞŞ(E)  Ot biçtikleri âlet. Orak ve tırpan. * Ot koydukları kap.
MİHATT  Deriden kıl ve yün yolacak demir.
MİHAZ  Çizme mahmuzu.
MİHBAZ  (C.: Mehâbiz) Hallaç tokmağı.
MİHBEB  Tâne tâne kesecek âlet.
MİHBERE  (C.: Mehâbir) Mürekkep koydukları kap.
MİHCEM(E)  (C.: Mehâcim) Hacamat şişesi. * Çekip emmeğe mahsus âlet.
MİHDA  İçine hediye konulan kap.
MİHEK  f. Küçük çivi. * Karanfil.
MİHEN  (Bak: Mihan)
MİHENK  (Mihek) Altının ayarını anlamaya mahsus bir taş. Ölçü. İyiyi kötüyü ayıran, ayar âleti. * Mc: Bir insanın kıymetini, ahlâkını anlamaya yarayan vasıta.
MİHFAR  Toprak kazan âlet. Kazma.
MİHFEN  Değirmen sepeti.
MİHFER(E)  (C.: Mahâfir) Kazma. Bel.
MÎHÎ  f. Çivi şeklinde. Çiviye âit.
MİHÎN  (Mihine) Daha büyük, daha ulu.
MÎHKADEM  f. Ayağı kırık.
MİHLA(T)  İçine yulaf koyup davara vermekte kullanılan torba.
MİHLAF  Vaadinde çok hilâf eden, sözünde durmayan kimse.
MİHLAK  Ustura.
MİHLEB  (C.: Mehâlib) Yırtıcı kuşların tırnağı, pençesi. * Orak, bıçak.
MİHLEB  İçine süt sağılan kap.
MİHMAN  f. Misafir.
MİHMANDAR  f. Misafire hizmet ve yardım eden. Misafiri ağırlayan.
MİHMANDAR-I KERİM  Dünya misafirhanesinde kullarına yardım ve in'am eden Rabbimiz, Allah (C.C.). * Müslümanlara dünya misafirhanesinde rehberlik eden, Hazret-i Peygamber (A.S.M.)
MİHMANDARÎ  f. Mihmandarlık. Misafir ağırlayıcılık.
MİHMANHANE  f. Misafirhane. Misafir edilecek yer. Otel. * Mc: Dünya.
MİHMANÎ  f. Mihmanlık, misafirlik.
MİHMANNEVAZ  f. Misafire iyi muamele ederek ikram eden. Misafir ağırlayan.
MİHMANPERVER  f. Misafir ağırlayan, misafire ikram eden, misafir seven.
MİHMANPERVERÎ  f. Misafirperverlik, misafir ağırlayıcılık.
MİHMANSERAY  f. Misafirhane. Otel. * Mc: Dünya.
MİHMEL  (C.: Mehâmil) Kılıç bağı. * Büyük mahfe.
MİHMER  (C.: Mehâmir) Semer atı.
MİHMEZ (MİHMÂZ)  Çizme mahmuzu.
MİHNEKA  (C.: Mehânık) Maktul. * Gerdanlık. * Boğacak âlet.
MİHNET  Zahmet. Eziyet. Dert. Belâ. * Mc: Tecrübe, sınamak.
MİHNET-ÂBÂD  f. Keder, mihnet ve gam dolu olan yer. * Mc: Dünya.
MİHNETDİDE  f. Musibete uğramış. Keder ve mihnet görmüş.
MİHNETGÂH  f. Keder, gam ve mihnet çekilen yer. * Mc: Dünya.
MİHNETKEDE  f. Gam ve keder çekilen yer. Nihnet yeri. * Mc: Dünya.
MİHNETKEŞ  f. Keder, eziyet ve mihnet çeken.
MİHNETZEDE  f. Afet ve belâya uğramış. Keder, mihnet ve musibete giriftar olmuş.
MİHR  (Bak: Mehr)
MİHRAB  Camide imamın namaz kılarken cemaatin önünde durduğu yer. * Şiddetli harbeden cengâver. Bahadır. * Evin şerefli yüksek yeri, çardak. * Meclisin sadrı ve ekrem mevzii. * Mc: Harb âleti. * Orman. * Melikin hususi makamı. * Mc: Şeytan ve hevâ ile muharebe edecek yer. * Ümit bağlanan yer.
MİHRAB-I CEMŞİD  Güneş, Şems.
MİHRACE  (Hind'ce: Mahraca) Hindistan'da Hindu dininden olan hükümdarların büyüklerine verilen ünvandır. Hindu kral.
MİHRAF  Hekimin yarayı muâyene ettiği âlet.
MİHRAK  Çok hareket eden. * Hareket âleti. Karıştıracak nesne.
MİHRAK  Fiz: Küre içi biçiminde (içbükey) bir aynaya müvâzi (paralel) gelen ışıkların, aksettikten sonra toplandıkları nokta. Yakıcı nokta. * Hareket merkezi.
MİHRAKÎ  Mihrak noktasına âit.
MİHRAK  (C.: Mehârik) Ağaç kılıç. * Yırtıp parçalayacak âlet.
MİHRAS  (C.: Mehâris) Dibek taşı.
MİHRAT  Tennur odunu karıştırdıkları âlet. * Çiftçi sabanı.
MİHRAT  (C.: Mehârit) Her yıl derisi kavlayıp soyulmak âdeti olan yılan.
MİHRBAN  f. Merhamet ve şefkat sahibi. Muhabbetli, sevimli, yumuşak huylu ve güleryüzlü.
MİHRBANÎ  f. Dostluk, muhabbet, sevgi.
MİHRE  f. Acemi ördekleri avlamak için su kenarlarına bağlanan ördek.
MİHREF  (C.: Meharif) İçine yemiş koydukları kap.
MİHREZ  İğne, ibre.
MİHRGAN  f. Sonbahar. Güz mevsimi. * Eski İranlıların iki büyük bayramlarından birinin adı.
MİHRNAZ  f. Naz güneşi. Çok nazlı.
MİHSAD  Ekin orağı.
MİHSAF  (C.: Mehâsıf) Biz dedikleri ince uzun demir.
MİHSAL  Ok yapılan demir.
MİHSAL  Keskin kılıç.
MİHSARRE  Bir kimsenin elinde tuttuğu sopa veya değnek.
MİHSERE  Süpürge.
MİHŞAH  (C.: Mehâşi) Kaba kilim.
MİHTAB  Balta. Odun kesmekte kullanılan âlet.
MİHTAT  Cetvel tahtası.
MİHTER  (C.: Mihterân) Daha büyük. Daha ulu.
MİHTERÂN  (Mihter. C.) f. Daha büyükler.
MİHTERÎ  f. Büyüklük, ululuk, azimlik.
MİHVAL  Çok hilekâr. Hileci. Dolandırıcı.
MİHVEKA  Süpürge.
MİHVER  Dünyanın kuzey ve güneş kutbu arasından geçtiği farz olunan hat, dönen bir şeyin ortasından geçen mil. Düzgün geometrik şekilleri iki eşit kısma ayıran doğru çizgi. Çark ve tekerlek gibi dönen şeylerin ortasından geçen mil. Merkez. * Mat: Üzerinde bir müsbet ciheti var farzedilen sonsuz hat. * Kağnı arabasının dingili.
MİHVER-İ ÂLEM  Arzın merkezinden geçerek semâ küresini her iki tarafta kesen mevhum hat.
MİHVER-İ HAREKÂT  Askeri harekâtın yapıldığı yer.
MİHVER-İ ARZ  Arzın kuzey ve güney kutupları arasında uzanıp, merkezden geçtiği farz olunan hat.
MİHVER-İ NEBAT  Kök, gövde ve yaprakların tamamı.
MİHYAC  Şiddetli. * Çok, ziyâde, fazla.
MİHYAF  Tez susayan davar.
MİHYAL  Bir yıl ekilip, bir yıl ekilmeyen arazi.
MİHYAT  İğne.
MİHZA (MİHZAB)  Ateş karıştırmakta kullanılan ağaç.
MİHZAB  Boyacıların elbise boyadıkları küp.
MİHZAC  Çamaşır tokacı.
MİHZAK  Çok gülen kadın.
MİHZAR  Mânâsız ve saçma sapan sözler konuşan.
MÎK  f. Çekirge.
MÎK  Çabuk ağlayan, yufka yürekli olan.
MİKA  Muhabbet, sevgi.
MİKAA  Kassarların üzerinde bez döğdükleri ağaç. * Kassarlar tokmağı. * Yaşlı ve uzun boylu kimse.
MİK'AB  Geo: Küb. * Mat: İki defa kendisi ile çarpılan sayı.
Mİ'KAB  Kızdan sonra oğlan doğuran kadın. Bir oğlan sonra bir kız doğuran.
MİK'AB  (C.: Mekâıb) Topuk mesti.
MİKÂİL  Rezzakıyyet arşının hamelesi olan büyük Melek. Dört Büyük Melekten birisi. (Bak: Melâike)
MİKAMME  Süpürge.
MİKAT  Bağırdak ipi, (oğlancıkları beşikte onunla bağlarlar.) * Kesilme ânında koyunun ayağını bağladıkları ip.
MİKAT  Bir iş için tayin edilen zaman veya yer. * Mekke-i Mükerreme yolu üzerinde hacıların ihrama girdikleri yer.
MİKATÎ  Hacc mevsimini beklemek üzere Mekke-i Mükerreme'de kalan kimse.
MİKAT SÜNNETİ  Hacca niyet edenin ihrama girmesi.
MİKATT  (C.: Mikât) Üzerinde kalem kesecek âlet.
MİKDAD  Demir kesme âleti.
MİKDAM  (C.: Makadim) Çok ayaklı. * Kıdemli. * Çok çabalayıp uğraşan. Fazlaca gayret sarfedip ikdâm eden.
MİKDAR  Parça. Kısım. Bölük. * Kıymet. Değer. Derece.
MİKDAR-I KÂFİ  Yeter derecede.
MİKDAR-I KAMET  Namaza başlamak için okunan kamet zamanı kadar.
MİKELE  Sofra takımı.
MİKHAL  (C.: Mekâhil) Göze sürme çekmekte kullanılan âlet.
MİKLEB  Eskiden ciltlenen kitapların sol tarafındaki fazlalık parçanın adı.
MİKLEME  Kalemlik, kalem konacak âlet.
MİKNE  (C: Mekenât) Süpürge.
MİKNESE  Süpürge.
MİKNET  Güç, kudret, kuvvet.
MİKRA'  Balta gibi bir alettir ve onunla taş parçalarlar.
MİKRAA  (C: Mekâri) Davul çomağı. * Çoban değneği.
MİKRAM  Çok ikram ve kerem eden. Bağışlayan, ihsan eden.
MİKRAM (MİKRAME)  (C: Mekârim) Kadınların başını ve yüzünü örttükleri nakışlı bez.
MİKRAT  (C: Mekârâ) Su mecrâsı. (Her taraftan gelen yağmur suyu orada toplanır.) * Büyük havuz. * Büyük çanak.
MİKRAZ  (C.: Mekariz) Makas.
MİKREB  (C.: Mekârib) Çift sürmede kullanılan saban.
MİKRON  Fr. Metrenin milyonda biri. Milimetrenin binde biri.
MİKROSKOP  Fr. Gözle görülmeyecek kadar küçük cisimleri, çok defa büyük göstermeye yarayan âlet.
MİKSAHA  (C.: Mekâsih) Süpürge.
MİKSAL  Çok keskin kılıç.
MİKSAR  Çok konuşan, sözü uzatan, geveze. * Çoğaltan, teksir eden.
MİKSEFE  (Kesâfet. den) İçine elektrik enerjisi yığılan âlet. (Kondansatör)
MİKSEHA  (C.: Mekâsih) Süpürge.
MİKSİR  Çok söyleyici, çok konuşan.
MİKŞAT  Hattatların, kamış kalemlerinin kabuğunu soymakta kullandıkları âlet.
MİKTA'  Kesecek âlet.
MİKTEBE  Tabak üstüne örttükleri nesne.
MİKTEL  Onbeş sa' miktarı nesne alır ölçek.
MİKVAL  Çok konuşan.
MİKVED  (C.: Mekavid) Yular.
MİKVEL  Lisan. Dil.
MİKYAL  (C.: Mekâyil) (Keyl. den) Ölçek. Tahıl ölçeği.
MİKYAS  Kıyas edecek, ölçecek âlet. Ölçü âleti. Uzunluk ölçüsü. Ölçek.
MİKYAS-I KUVVET  Kuvvet ölçer. Dinamometre.
MİKYAS-I MÂ  Hidrometre.
MİKYAS-I ZELAZİL  Yer sarsıntısının şiddet ve yönünü gösteren âletler.
MİKYAS-ÜL HARARE  Harâret derecesini ölçen âlet. Termometre.
MİKYAS-ÜL MÂYİAT  Sıvıların yoğunluk derecesini ölçen âletin adı.
MİKYAS-ÜR RİYAH  Rüzgâr hızını tâyin eden âlet.
MİL  İğne gibi ince ve uzun bir âlet. * Göze sürme çekecek âlet. * Ucu sivri çelik kalem. * Sivri dağ tepesi. * Bir çarkın, üzerinde döndüğü mihver, eksen. * Elektromotordan iş tezgâhına kuvvet nakleden uzun çelik çubuk. * Selin bıraktığı en verimli münbit toprak. * Mesafeyi gösteren işaret çubukları. * Bir kilometreden fazla mesafe, uzaklık.
MİL-İ BAHRÎ  İngiliz deniz mili. (1852 metre)
MİL-İ BERRÎ  Kara mili. (1609 metre)
MİLA  Bir kap dolusu nesne.
MİLAD  (Velâdet. den) Doğum günü. * Hz. İsa'nın (A.S.) doğum günü kabul edilen yıl başı.
MİLADÎ  Milada ait. Milada dayanan. Ekser Avrupalıların takvim başlangıcı yaptıkları Milad yılına ait. * İsa'nın (A.S.) doğumundan itibaren başlayan takvim ki, miladî tarih denir.
MİLAH  (Milh. C.) Milhler, tuzlar.
MİLAHAT  Gemicilik. Gemicilik bilgisi.
MİLAK  Bir nesnenin kıyam ve sebâtına sebep olan nesne.
MİL'AKA  (C.: Melâik) Tahta kaşık.
MİL'AKA-TIRAŞ  f. Tahta kaşık yapan.
Mİ'LAT  (C: Meâli) Yas tuttuğunda, kadınların gözyaşı sildikleri bez.
MİLAT  Duvara yaptıkları çamur. Sıva balçığı.
MİLBEN  Kerpiç kalıbı. * Süt sağacak kap.
MİLDEM (MİLDÂM)  Çekirdek dövdükleri taş. * Ahmak ve iri vücutlu kimse.
MİLDES  Hurma çekirdeğini dövdükleri büyük taş.
MİL'E  Dolu, dolusu. * Cemaat. (Bak: Mele') * Havuz.
MİLEL  (Millet. C.) Milletler. Bir millet sayılan topluluklar. * Bir din veya mezhebde olan topluluklar.
MİLEL-İ MÜTEMEDDİNE  Medenileşmiş milletler.
MİLEL-İ SÂİRE  Başka, diğer milletler.
MİLEZZ  Katı, şiddetli, şedid.
MİLG  Ahmak.
MİLH  (C.: Emlâh-Milha-Milah) Tuz.
MİLHA  (Milhât) (C.: Melâhi) Eğlence, oyun, cümbüş.
MİLHA  (Milh. C.) Tuzlar.
MİLHA  Kutu. Dağarcık.
MİLHAB  (C.: Melâhib) Kesecek âlet. * Ber nesnenin kabuğunu soyacak âlet.
MİLHAFE  Bürünecek şey. Yorgan.
MİLHE  Güzel kelâm, lâtif söz.
MİLHEZ  Mürekkep karıştırmakta kullanılan bir âlet.
MİLHÎ  (Milhiye) Tuzla alâkalı. Tuzdan.
MİLİ  f. Kedi.
MİLİS  Fr. Orduya yardımcı halk kuvveti.
MİLK  Mal cinsinden olan yer. Birisinin tasarrufu altında bulunan yer. Mülk.
MİLK-İ YEMİN  Köle, cariye.
MİLKA  Eskiden mürekkep hokkalarına konulan ham iplik.
MİLKAT  Cerrah cımbızı.
MİLKAT  (C: Melâkıt) Tandırdan ekmek çıkaracak âlet.
MİLKDAR  f. Hükümdar, pâdişah. Mülk sâhibi.
MİLKED  Nesne dövecek âlet.
MİLLET  Bir dinden olanların topluluğu. Din, dil ve târih beraberliği bulunan insan cemaatı. Sınıf. Topluluk. * Bir sülâleden gelenlerin hepsi. * Maddi, mânevi bir unsurdan sayılıp beraber yaşayanların hepsi.
MİLLET-İ BEYZA  Bütün Müslümanlar.
MİLLET-İ HÂKİME  Hâkim millet.
MİLLET-İ MERHUME  Müslümanlar, İslâm Milleti. (Allah'a ve onları ebedi saadete sevkeden emirlerine itaat ettiklerinden, kendileri rahmete mazhar olmuşlardır.)
MİLLÎ  (Milliye) Din ve millete âit, milletle alâkalı, millete mensub.
MİLLİYET  Ümmet. Aralarında din, dil ve tarih birliği olan topluluktaki hâl. Millet olma. Aralarında maddi mânevi birlik ve beraberlik râbıtaları bulunan topluluktaki vasıf. (Milliyetimiz bir vücuddur. Ruhu, İslâmiyyet; aklı, Kur'ân ve imândır.)(Kimin himmeti milleti ise, o tek başiyle küçük bir millettir. M.)(Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zâlimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ ki, parçalayıp, onları yutsunlar.Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsâni var; gafletkârâne bir lezzet var; şeâmetli bir kuvvet var. Onun için şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara, "Fikr-i milliyeti bırakınız!" denilmez. Fakat, fikr-i milliyet iki kısımdır. Bir kısmı menfîdir. Şeâmetlidir, zararlıdır; başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adâvetle devam eder, mütayakkız davranır. Şu ise, muhâsamet ve keşmekeşe sebebdir. Onun içindir ki, hadis-i şerifte ferman etmiş: $Ve Kur'an da ferman etmiş: $ İşte şu hadis-i şerif ve şu âyet-i kerime; kat'i bir surette menfî bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünki: Müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti, ona ihtiyaç bırakmıyor... M.) (Bak: Türk)(Menfî milliyette ve unsuriyet fikrinde ifrat edenlere deriz ki:Evvelâ: şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhaceretlere ve tebeddülâta mâruz olmakla beraber; Merkez-i Hükümet-i İslâmiyye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvâm-ı sâireden pervane gibi çokları içine atılıp, tavattun etmişler. İşte bu halde Levh-i Mahfuz açılsa ancak hakiki unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Öyle ise, hakiki unsuriyet fikrine, hareketi ve hamiyeti bina etmek mânasız ve hem pek zararlıdır. Onun içindir ki: Menfî milliyetçilerin ve unsuriyet-perverlerin reislerinden ve dine karşı pek lâkayd birisi mecbur olmuş; demiş: "Dil, din bir ise; millet birdir." Mâdem öyledir. Hakiki unsuriyete değil; belki dil, din, vatan münâsebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dâhildir. M.)
MİLLİYETPERVER  f. Milliyetini seven.
MİLSAH  (C.: Melâsıh) Keten tarağı.
MİLT  Nesebi bilinmeyen.
MİLTAN  Yağ değirmeni.
MİLTAT  Dimağa ermiş olan baş yarası. * Deniz kenarı.
MİLVAH  Tuzak yanında koydukları kuş. * Semiz olmayan hayvan.
MİLVAT  Mala.
MİLZAB  (C.: Melâzib) Aşırı derecede cimri, pek hasis.
MİM  Kur'ân-ı Kerim alfabesindeki yirmidördüncü harf olup, ebced hesabında kırk sayısının karşılığıdır. * Tarih yazarken bazan Muharrem ayına bir işaret olabilir. * Bir kitap veya ibarenin sonuna veya altına temme (bitti) yerine ve "mâlum oldu, görüldü" makamında konulan bir harftir. (Bak: Ebced)
Mİ'MAR  İmar eden. Hüner sâhibi. İnşaat plânlarını yapan ve bunların kurulmasına bakan san'atkâr. Binâ inşa eden mühendis.
Mİ'MARÂN  f. Mimarlar.
Mİ'MARÎ  (Mi'mariyye) Mimarlıkla alâkalı. Mimarlığa âit. * Bir yapı için mimara verilen para.
MİMHA  Meni silmeye mahsus bez parçası.
MİMHAZA  Yayık. (Onunla yoğurttan yağ çıkarırlar.)
MİMÎ  (Mimiyye) Mim harfi ile alâkalı. İçinde mim harfi bulunan kelime.
MİMLAKA  Yer düzeltecek taş.
MİMLEHA  Tuzlu yer.
MİMRAZ  Hastalıklı, illetli.
MİMSAH  Yalancı.
MİMSAHA  Adi basacak nesne. * Yüz silecek mendil.
MİMSİZ MEDENİYET  Vahşilik, denîlik. Alçaklık. * Medeni kelimesinin, Kur'ân alfabesine göre "mim" harfini kaldırırsak, denî kelimesi kalır. Buna binaen, "mimsiz medeniyyet" de denî, alçak ve zâlim yerinde kullanılmıştır.
MİMTAR  Yağmurluk.
MİN  Arabçada harf-i cerrdir. 1- Mekân ve bir şeye başlamayı ifâde eder.Meselâ: $ "Haftadan haftaya" da olduğu gibi.2- Teb'iz için olur. Meselâ: $"Kim bir kavme benzemeğe özenirse onlardan sayılır" cümlesinde olduğu gibi. Bazılarını, bir kısmını ifâde ediyor. 3- Cinsi beyan için olur. Meselâ: $ "İşlediğiniz hayrı Allah bilir" cümlesinde "min" tebyine (açıklamaya) vesile oluyor.4- Bedel-i ivâz (karşılık) için olur. Meselâ: $ "Ahirete bedel, dünya hayatına râzı mı oldunuz" cümlesinde olduğu gibi.5- Tâlil (sebeb bildirmek) için olur. Meselâ: $ "Allah'tan korktuğu için ağlıyor." cümlesinde olduğu gibi. Önündeki kelime mef'ulün leh olur.6- İstiğrak ifadesi için olur. Gâyet, hiç bir, hiç... gibi. "Bize hiç bir yorgunluk dokunmadı" cümlesinde olduğu gibi. $ Bâzı fiiller mef'ul-ü bihini, "min" ile alır. Bu takdirde... den, dan... manası ile tercüme edilmez.7- Tahsis-i alel umum (katiyyet ifadesi) için olur. Bu da zâidedir. Meselâ: $ "Hiç kimse bana gelmedi" cümlesinde olduğu gibi. Bunlardan başka "min" harf-i icerri;fasıl mânasına, birbirine zıd iki kelimeden ikincisine dahil olur. Bâ-i cerreye, an $, fi $, ind $, alâ $'ya müradif olur. $ Rubbemâ, mânasına ve sıla olur. Lâm-ı zâide ve $ müz ve ba-i kasem yerinde de kullanılır.
MİNA  Şişe, cam, billur. * Parlak saray. * Sırça. Kuyumcuların kullandıkları lâcivert renkli sırça.
MİNA'  (C.: Miyâni) Liman.
MİNAFAM  f. Cam mavisi, sırça renkli.
MİN'AM  Çok in'am ve ihsan eden.
MİNARAT  (Minare. C.) Minareler.
MİNARE  (C.: Minarat) (Aslı menare'dir) Nur mevzii. Ezan mevkii.
MİNA-RENK  f. Gök mavisi.
Mİ'NAS  Kız doğuran kadın.
MİN-BA'D  Bundan sonra, bundan böyle.
MİNBAZ  Hallaç tokmağı.
MİNBER  Camide hatibin hutbe okumasına mahsus kürsü. (Rif'at mânasına olan nebr'den ism-i âlettir.) (Bak: Hutbe)(... Minber, Vahy-i İlâhinin tebliğ makamı olduğundan, o vesvese-i siyasiyenin hakkı yoktur ki o makâm-ı âliye çıkabilsin. S.)
MİNBEZE  Yastık.
MİNCAB  Zayıf kimse. * Yeleği ve temreni olmayan ok.
MİNCAR  Havan. Havan eli.
MİNCEDE  Küçük asâ, küçük sopa. * Yorgancı çubuğu.
MİNCEL  (C.: Menâcil) Orak. Ekin orağı.
MİNCEM  (C.: Menâcim) Terâzi kolu.
MİNCERE  Soğuk suya harâret veren kızmış sıcak taş. (O suya "necire" derler.)
MİN-CİHETİN  Bir cihetten, bir bakıma göre.
MİNCİLAB  Murdar su, pis su.
MİNDAG  Hücum edecek âlet.
MİNDAS  Yeyni avret, hafif kadın.
MİNDEF  (C.: Menâdif) Hallaç yayı.
MİNDEL  Hırslı, doymaz ve açgözlü insan. Yırtıcı kimse. * Zorba, eşkiya.
MİNDİF  Atılmış pamuk.
MİNDİL  (C: Menâdil) Peşkir. Mendil. Bez parçası.
MİN-EL-ARŞ İLE-L-FERŞ  Arştan yeryüzüne kadar.
MİN-EL EVVEL  Evvelden beri.
MİN-EL EZEL  Ezelden beri.
MİN-EL KADİM  Çok evvelden. Eskiden beri.
MİN-EL MÜHLİKAT  Helâk edenlerden. Mühlik olanlardan.
MİNEN  (Minnet. C.) Minnetler.
MİNESSERA İLESSÜREYYA  (Mines serâ il-es süreyyâ) Yerden göğe kadar.
MİN-EŞ ŞEMS  Güneşten.
MİNFAH  (C.: Menâfih) Körük.
MİNFAK  Çok fazla nafaka veren.
MİNFEHA  Peynir mayası.
MİN GAYR-I HADDİN  Had harici, edeb dışı olarak. * Haddim olmayarak.
MİNH (MİNHÜ)  (C.: Minhüm) Ondan. (Müzekker hâli.)
MİNHA  (C.: Minhünn) Bundan, ondan. (Müennes hâli)
MİNHA  (C: Minah-Menâyih) Atiyye, bahşiş.
MİNHAC  Meslek. Yol. Açık ve belli yol. * f. Büyük ve işlek cadde.
MİNHAC-I HİDAYET  Doğru yol. Hidayet yolu.
MİNHAC-ÜS SÜNNET  Sünnet yolu. Sünnet caddesi. Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) gittiği, emrettiği şeriat yolu.
MİNHAR  Misafirperver. Misafir kabul edip ağırlayan.
MİNHAS  (C.: Menâhis) Uğursuz şey.
MİNHAT  (C.: Menâhit) Dülger rendesi. Taş veya tahta yontmada kullanılan âlet.
MİN-HAYSÜ-LAYAHTESİB  Hesab edilmedik ve umulmadık yerden veya kadar (mânasında).
MİNHÜM  Onlardan.
MİN.. İLA  den... ye kadar.
MİNKAA  Küçük taş çömlek.
MİNKAB  Delecek âlet. Ateş yakmak ve tutuşmak.
MİNKAL  (C: Menâkıl) Çamur teknesi.
MİNKALE  Geo: Yarım dâire şeklinde dereceli geometri âleti. İletki.
MİNKAR  (C.: Menâkir) Yırtıcı kuşların gagası. * Taşçı kalemi. Taş yontmağa mahsus kalem.
MİNKAR-I MAHRUT  Gagaları konik biçimde ve kuvvetli olan kuşlar. (Serçe, karga gibi)
MİNKAR-I MEŞKUK  Kırlangıç ve çobanaldatan gibi gagaları kısa ve çok yarık olan kuşlar.
MİNKARÎ  Gaga biçiminde. Gagayı andırır tarzda.
MİNKAŞ  (Minkaşe) Cımbız, kıskaç. * Demir kalem.
MİNKAZ  Uzunluğuna yarılmış, boylamasına bölünmüş.
MİN KÜLL-İL VÜCUH  Her yönden. Her cihetle.
MİN-MA  (Mimmâ okunur) Şey, nesne. O şeyden.
MİNMAS  Kıl yolacak âlet.
MİNNET  İyiliğe karşı duyulan şükür hissi. * Birisine iyilik etmek. * Yapılan iyilikleri sayarak başa kakmak.
MİNNETDAR  f. Bir iyiliğe karşı minnet duyan. Yük altında kalır gibi birisinin iyiliğine karşı mahcubiyet.
MİNNETDARANE  f. Minnetli olarak. Minnet eder surette.
MİNNETDARÎ  f. Minnetdarlık.
MİNNETDİDE  f. Minnet ve iyilik görmüş.
MİNNETKEŞ  (C.: Minnetkeşân) f. Minnet altında bulunan. Minnet çeken.
MİNNETKEŞÂN  (Minnetkeş. C.) Minnet altında bulunanlar, minnet çekenler.
MİNNETŞİNÂS  (C.: Minnetşinâsân) İyilik tanıyan. Minnet bilir.
MİNNETŞİNÂSÎ  f. İyilik tanıyıcılık, minnet bilirlik.
MİNSAF  (C: Menâsıf) Hizmetkâr, hizmetçi.
MİNSAR (MİNSİR)  Yardımı çok olan kimse. * Yardım edecek âlet.
MİNSEC  (C: Menâsic) Çulhaların bez tarağı.
MİNSEE (MİNESSEE)  Asâ, sopa.
MİNSEF  (C: Menâsif) Elek. Kalbur. Külünk.
MİNSEGA  (C: Menâsıg) Ekmekçilerin ekmek tozunu sildikleri nesne. * Yufka yuvarlağı.
MİNSER  (C: Menâsir) Yırtıcı kuşların gagası. * Taşçı kalemi. * Yüz ile ikiyüz adet arasında olan asker. * Önlerinde ne bulunur yıkıp yakıp târumar eden asker. * Otuz ile kırk arasında olan at. * Kırktan elliye veya altmışa; ve yüzden ikiyüze kadar olan at.
MİNŞAA  Çulha mekiği.
MİNŞAKKA  Yarık, çukur, oyuk.
MİNŞAR  (C.: Menâşir) Testere, biçki.
MİNŞEFE  Sünger, bez gibi su silmeğe mahsus nesne.
MİNŞEGA  Ot ve yem koydukları kap.
MİNŞEL (MİNŞÂL)  (C: Menâşil) Yemek çatalı.
MİN-TARAFİLLAH  Allah tarafından. Cenâb-ı Hakk'ın emriyle.
MİNTAŞ  (C: Menâtiş) Kıl yolacak âlet. Cımbız.
MİNU  Şişe, sırça, cam. * Zümrüt. * Cennet, firdevs.
MİNU-YU HÂK  Mezar, kabir.
MİNVAL  Hareket tarzı, davranış. Usul, yol. * Fayda. * Uslub, tarz. * Bez dokuyan cüllah.
MİN-VECHİN  Bir bakımdan, bir cihetten.
MİNYATÜR  Eski el yazısı kitapları süslemek için sulu boya ile yapılan ince resimler hakkında kullanılır bir tâbirdir. İtalyanca "minyatura" kelimesinden alınmadır. Buna vaktiyle küçük nakış demek olan "hurde nakış" denilirdi. (O.T.D.S.) * İnce bir san'atla yapılmış küçük resimler.
MİNZAR  Ayna. Bakma âleti. Gözlük.
MİR  Amir. Bey. Baş. Kumandan. Vâli.
MİR-İ KELÂM  Güzel ve zarif konuşan.
MİRA'  (Riya. dan) Riya etme, riyakârlık yapma. * Başkasının sözüne itiraz edip mücâdele etme. * İçindekinin aksini söyleme.
MİR-AB  f. Bir kentin su işlerine bakan kişi.
Mİ'RAC  Merdiven, süllem. * Yükselecek yer. * En yüksek makam. * Huzur-u İlâhî. Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.M.) Efendimizin, Receb ayının 27. gecesinde Cenab-ı Hakk'ın huzuruna ruhen, cismen, hâlen çıkması mu'cizesi ki; en büyük mu'cizelerinden birisidir.(Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nasılki Arz ahâlisine inşikak-ı Kamer mu'cizesini göstermiş; öyle de: Semâvat ahâlisine, Mi'rac mu'cize-i ekberini göstermiştir. İşte Mi'rac denilen şu mu'cize-i âzamı, Otuzbirinci Söz olan Mi'rac Risalesi'ne havale ederiz. Çünki o risale, o mu'cize-i kübrâyı, ne kadar nurani ve âli ve doğru olduğunu kat'i bürhanlarla, hattâ mülhidlere karşı da isbat etmiştir. Yalnız, mu'cize-i Mi'racın mukaddimesi olan Beyt-ül-Makdis seyahatı ve sabahleyin Kureyş kavmi, Ondan Beyt-ül Makdis'in târifatını istemesi üzerine hâsıl olan bir mu'cizeyi bahsedeceğiz. Şöyle ki:Mi'rac gecesinin sabahında, Mi'râcını Kureyş'e haber verdi. Kureyş tekzib etti. Dediler: "Eğer Beyt-ül Makdis'e gitmiş isen, Beyt-ül Makdis'in kapılarını ve duvarlarını ve ahvâlini bize târif et." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman ediyor ki: $Yâni: "Onların tekziblerinden ve suâllerinden pek çok sıkıldım. Hattâ öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Birden Cenab-ı Hak, Beyt-ül-Makdis'i bana gösterdi; ben de Beyt-ül-Makdis'e bakıyorum, birer birer herşey'i târif ediyordum." İşte o vakit Kureyş baktılar ki: Beyt-ül-Makdis'ten doğru ve tam haber veriyor...Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Kureyş'e demiş ki: "Yolda giderken sizin bir kafilenizi gördüm kâfileniz yarın filân vakitte gelecek. Sonra o vakit kâfileye muntazır kaldılar. Kâfile bir saat teehhür etmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ihbarı doğru çıkmak için, ehl-i tahkikın tasdikıyla, Güneş bir saat tevakkuf etmiş. Yâni Arz, O'nun sözünü doğru çıkarmak için; vazifesini, seyahatını bir saat tâtil etmiştir ve o tâtili, Güneş'in sükunetiyle göstermiştir. İşte Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ın birtek sözünün tasdikı için, koca Arz vazifesini terkeder; koca Güneş şâhid olur. Böyle bir Zâtı tasdik etmeyen ve emrini tutmayanın, ne derece bedbaht olduğunu.. ve O'nu tasdik edip emrine $ diyenlerin ne kadar bahtiyar olduklarını anla. M.)
Mİ'RAC-UN NEBİ  Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) huzur-u İlâhîde yükselmesi.(Mi'râc-un Nebi : Zât-ı Ahmediyye (A.S.M.) Efendimizin seyr-i sülukundan ibârettir. Zât-ı Muhammediye'nin bütün kâinatın fevkine çıkıp, bütün mevcudattan geçip, bütün mahlukatın Hâlikı ile umumî, küllî, ulvî bir sohbetidir.)(Mi'rac meselesi erkân-ı imaniyyenin usulünden sonra terettüb eden bir neticedir. Ve erkân-ı imaniyyenin nurlarından medet alan bir nurdur. Erkân-ı imaniyyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı elbette bizzat isbat edilmez. Çünkü Allah'ı bilmeyen, peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabul etmeyen veya semâvatın vücudunu inkâr eden adamlara Mi'rac'dan bahsedilmez. Evvelâ o erkânı isbat etmek lâzım geliyor. S.) (Bak: Bast-ı zaman)
Mİ'RAC GECESİ  Leyle-i Mi'rac da denir. Arabî aylardan Receb-i şeri'fin yirmiyedinci gecesidir.
Mİ'RACİYYE  Mi'raca âid. Mi'rac hakkında. Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Mi'rac mu'cizesi hakkında yazılmış manzume veya bu hususta yazılan eser.
MİRADE  Mancınık taşı.
MİRADES  (C: Merâdis) Kuyu içinde su var mıdır diye bilmek için bıraktıkları taş. * El değirmeni.
MİRAH  Sürur, neşat, sevinç.
MİR-AHUR  f. Sarayda at işlerine bakan memurun ünvanıdır.
MİRALAY  Alay kumandanı. Albay.
MİRAN  (Mir. C.) Beyler.
MİRAN  (C: Mârin) Vahşi canavar yatağı.
MİRAN AŞİRETİ  Cizre havalisinde Bühti ismi ile de anılan bir aşiret adı.
MİRAR  Kerreler. Def'alar.
MİRAREN  Defalarca, birçok kere.
MİRAS  Ölen kimseden akrabalarına ve yakınlarına kalmış olan mal, mülk.( $ olan hükm-ü Kur'anî, mahz-ı adâlet olduğu gibi, ayn-ı merhamettir. Evet adâlettir. Çünki; ekseriyet-i mutlaka itibariyle bir erkek, bir kadın alır, nafakasını taahhüt eder. Bir kadın ise, bir kocaya gider, nafakasını ona yükler; irsiyetteki noksanını telâfi eder. Hem merhamettir, çünki: O zaife kız, pederinden şefkate ve kardeşinden merhamete çok muhtaçtır. Hükm-ü Kur'ana göre o kız, pederinden endişesiz bir şefkat görür. Pederi ona, "Benim servetimin yarısını, ellerin ve yabanilerin ellerine geçmesine sebeb olacak zararlı bir çocuk" nazariyle endişe edip bakmaz. O şefkate, endişe ve hiddet karışmaz. Hem kardeşinden rekabetsiz, hasedsiz bir merhamet ve himayet görür. Kardeşi ona, "hânedanımızın yarısını bozacak ve malımızın mühim bir kısmını ellerin eline verecek bir rakib" nazariyle bakmaz; o merhamete ve himayete bir kin, bir iğbirar katmaz. Şu halde o fıtraten nazik, nâzenin ve hilkaten zaife ve nahife kız, sûreten, az bir şey kaybeder; fakat ona bedel akaribin şefkatinden, merhametinden, tükenmez bir servet kazanır. Yoksa rahmet-i Hak'tan ziyade ona merhamet edeceğiz diye hakkından fazla ona hak vermek, ona merhamet değil, şedit bir zulümdür. Belki zaman-ı câhiliyette gayret-i vahşiyaneye binaen kızlarını sağ olarak defnetmek gibi gaddarâne bir zulmü andıracak şu zamanın hırs-ı vahşiyanesi, merhametsiz bir şenâate yol açmak ihtimali vardır. M.)
MİRASHAR  f. Mirasyedi. Kendine kalan mirası yiyen. Mirashor.
MİR'AŞ (MER'AŞ)  Çok yüksekten uçan güvercin.
MİR'AT  Ayine. Ayna. * Meşhur bir cins lâle.
MİR'AT-ÜL AYN  Bir şeyin dış görünüşü.
Mİ'RAZ  (C: Meâriz) Zıpkın adı verilen yeleksiz uzun ok. * Bir sözün gizli mânâsı. Ta'riz.
Mİ'RAZ  Süs için giyilen güzel elbiseler.
MİRAZZA  Harmanı sürecek döven.
MİRBA  Ganimet malının dörtte biri.
MİRBA (MİRBÂE)  Gözcülerin üstüne çıkıp baktıkları yüksek yer.
MİRBAA  Asâ, değnek, sopa.
MİRBAT  Davar bağlanacak bağ.
MİRBED  (C: Merâbid) Ev içinde olan küçük hücre (içine esvap koyarlar). * Davar ahırı. * Davar duracak yer. * Hurma kuruttukları yer.
MİRCEL  (C.: Merâcil) Kazan.
MİRDA  Gemicilerin kullandıkları uzun ağaç.
MİRDİYAN  (Mirdiyane) Mersin ağacı.
Mİ'RE  (C: Miâr) Kin, adâvet, düşmanlık.
MİREMME  Sığır ve deve gibi tırnaklı hayvanların dudağı.
MİRFA(T)  İttifak etmek, bir olmak, birleşmek.
MİRFAK  Dirsek. * Mutfak. Kiler. * Semânın şimal tarafında bir yıldız ismi.
MİRFAKA  Dirsek yastığı.
MİRFED  Büyük kâse.
MİRFEŞE  Kürek.
MİRGAH  Kaymak alacak âlet.
MİRHA  İrhâ denilen yelmekle yelip seğirten at.
MİRHA(T)  (C.: Merâhâ) Yürüyücü at.
MİRHA(T)  Salıverilmiş, bırakılmış perde.
MİRHAZ (MİRHÂZA)  Gasilhâne, abdesthâne, kenif. * Çamaşır tokmağı.
MİR'IZZA (MİR'IZÂ)  Keçi kılının altında olan tiftik.
MİRÎ  Devlete âid. Devlet hazinesine mensub.
MİRİLU  Uzayan harblerde ve askerin kifayetsizliği zamanlarında aylıkla toplanan askerler. Bunlar talimsiz, intizamsız oldukları için "Nefer-i âm: Bütün halkın cenge sürülmesi" hükmünde kalıyor, bir istifade te'min olunamıyordu. Yeniçeri Ocağı'nın ilgasıyla muntazam askerî teşkilât yapılınca bu türlü asker istihdamından vaz geçilmiştir. * Hükümete ait gelir menbaları yerinde de mirilu tabiri kullanılırdı.
MİRKAK  Oklava.
MİRKAM  (C.: Merâkım) Kalem.
MİRKAT  Merdiven. Basamak. Derece.
MİRKEN  (C: Merâkin) Don yıkayacak kap. * Küçük leğen.
MİRLİVA  Tugay kumandanı. Tuğgeneral.
MİRMA(T)  (C: Merâmâ) Nişan oku.
MİRRE  Kuvvet. * Öd. * Akıl. * Kat. * Sağlamlık.
MİRRİD  Müfsid, kötü ve şerir kimse.
MİRRİH  Şâd, neşeli ve mesrur kimse.
MİRRİH  Uzun ok. ("Pertev oku" derler) * Yeleği olmayan ok. * Bir yıldız adı.
MİRSAD  Gözetleme yeri. Rasad yeri. * Gözetleme âleti. * Suçluları gözleyip duran. * Pusu. * Suçlular için hazır bekleyen.
MİRSAD-I İBRET  İbretle seyretme yeri.
MİRSAD-I TEFEKKÜR  Tefekküre sebep olan.
MİRSAD  (C: Merâsıd) Geniş yol.
MİRSAL  (C: Merâsil) Tenbel yürüyüşlü davar. * Küçük ok.
MİRSAT  Gemi demiri. Lenger.
MİRŞAH  (Mirşaha) Süzgeç.
MİRŞAHA  Eyer altına konulan keçeyi davardan almak.
MİRŞEKA  (C: Merâşik) Terzi yüksüğü.
MİRŞEM  Ekmek tozunu silecek tüy süpürge.
MİRT  (C: Mürât) Yünden veya haz denilen kumaştan elbise. * Kadınların, esvapları üstüne giydikleri elbise.
MİRTAC  Kapı kilidi. * Dar yol.
MİRTAC  Yarış atlarının beşincisi.
MİRTAL (MİRTALE)  Bulaşmak.
MİRTAZ  Dinin yasaklarından sakınan kimse.
MİRVAHA  (C.: Merâvih) (Rih. den) Yelpaze.
MİRVAHA CÜNBÂN  f. Yelpaze sallıyan.
MİRVED  (C.: Merâvid) Milve makara ortasındaki demir, mihver.
MİRYE  Şek, şüphe. * Münazara. Cedel. (Bak: Temâri)
MİRZA  Reis. Bey. * Büyük kimselerin çocuğu. Beyzâde. * Bazı İslâm topluluğunda iyi sülâleden olanlara, şehzâdelere, seyyidlere verilen ünvân olmakla beraber, bugün bir isim olarak çokca kullanılmaktadır.
MİRZAB  (C: Merâzib) Ululuk. * Uzun ve büyük gemi.
MİRZAH  (C: Merâzıh) Çekirdek ve ona benzer şeyleri dövüp ezdikleri taş.
MİRZAH  Üzüm çubuğunu yerden kaldırıp bağlayıp sardıkları ağaç.
MİRZAZ  Havan eli.
MİRZEBE  (C: Merâzib) Tokmak.
MİS  f. Bakır.
MİS'  Şimal yeli, kuzey rüzgârı.
MİS'AB  (C: Mesâib) Değirmen oluğu. * Havuz oluğu.
MİSAFİR  Seferde olan. (Bak: Müsafir-Mukim)
MİSAHA  Ölçmek, miktarını bilmek.
MİSAK  Anlaşma. Sözleşme. Yeminleşme. Verilen söz.
MİSAK  Sürme, gütme, sevketme. * Havada uçarken kanadını birbirine vurup uçan güvercin.
MİSAL  Bir şeyin benzer hali. Benzer. Örnek. * Düş. Rüya. * Ahlâk ve âdâbla ilgili kıssa ve hikâye. * Bir şeyin örneği ve sıfatı. Kısas. * Gr: İlk harfi harf-i illet olan (yani; elif, vav veyahut da yâ olan) fiil veya kelime.
MİSAL-İ VAVÎ  İlk harfi "vav" olan kelime.
MİSAL-İ YAYÎ  İlk harfi "ye" olan kelime.
MİSALİYYE  Misale dair.
Mİ'SAM  Nabız yeri. Bilek.
MİSANE  Dizgin kayışı.
MİS'AR (MİS'ÂR)  (C: Mesâir) Uzun. * Ateş küsküsü yapılan ağaç. Ateş karıştırmağa mahsus âlet.
Mİ'SAR  (Mi'sara) Mengene.
MİSAS  El sürme, değme, dokunma. * Cima etmek. * Almak.
MİSBAH  Lâmba. (Bak: Mısbah)
MİSBAH  Yüzgeç.
MİSBAH-I SADRÎ  Göğüs yüzgeçi.
MİSBAH-I ZENEBÎ  Balıkların kuyruğu.
MİSBAR  (C.: Mesâbir) Yaraya konulan fitil.
MİSBEKE  Mâden eritilip dökülecek kap.
MİSDAK  (Bak: Mısdak)
MİS'EB  Bal konulan tulum, bal tulumu.
Mİ'SELE  (Asel. den) Arı kovanı.
MİSELLE  (C: Misâl) Çuvaldız.
MİSELLÎ  Çuvaldızcı kimse.
MİSEM  Dağlama eseri. * Dağ yapılan âlet. * Güzelin çehresindeki cemâl eseri.
MİSENN  Bileği taşı.
MİSFAT  Süzgeç. Tasfiye âleti.
MİSFEN  Törpü.
MİSFERE  Süpürge.
MİSHA(T)  (C: Mesâhi) Demir kürek, bel.
MİSHAB  Bel âletinin sapı.
MİSHAB  (C: Mesâhib) Sacayak.
MİSHAL  Eğe, törpü gibi yontma aletleri.
MİSHANE  Taş parçaladıkları nesne.
MİSHAT  Şarap koyacak kap.
MİSHEB  Siyah at.
MİSHEL  Dil, lisan. * Eğe, törpü. * Ziynet verecek nesne. * Yabâni eşek. * Dizgin.
MİSHELÂN  Geminin iki tarafındaki iki halka.
MİSİL  (Misl) Benzer. Eş. Nâzır. Tıpkısı.
MİSİLLİ  (Misillü) Benzeri. Gibi. Aynısı.
MİSK  Bir cins güzel koku ismi. (Asya'nın büyük dağlarında yaşayan bir cins erkek ceylanın karınderisi altındaki bir bezden çıkarılır.)
MİSK İLE ANBER  Tamamıyla isteğe uygun. (Misk ü anber de denir).
MİSKÂ'  Sıklık vermek.
MİSKAB  (C: Mesâkıb) Mâden, kemik veya tahta gibi şeyleri delmekte kullanılan âlet, matkap.
MİSKAL  Yirmidört kıratlık (4,5 gr. kadar) bir ağırlık ölçüsü. (Bir kırat, beş normal arpa ağırlığında olup, bir dirhemin 1/14 üdür.)
MİSKAL  Devamlı tenbel olmak.
MİSKAM  Hastalıklı, illetli.
MİSKA(T)  (C: Mesâki) Su bardağı. Su kovası.
MİSKATA  Düşürtücü ilâç veya sebep.
MİSKET  Fr. Alaybozan tüfeği. Patlayan bombadan etrafa sıçrayarak tahribe, yaralanmaya ve ölüme vesile olan sert parça. Eskiden kullanılmış geniş çaplı bir silâh. * Güzel kokulu meyve. (Elma, üzüm vs.)
MİSKİN  Uyuşuk, tenbel, hareketsiz. Zavallı. * Cüzzam hastası. * Fık: Kendi kendini idâre edemiyen, iktisabtan âciz, mal ve mülkü hiç olmayan kimse.
MİSKİNÂNE  f. Tenbelcesine, miskincesine.
MİSL  (Bak: Misil)
MİSLAH  Ham iken hurması dökülen hurma ağacı.
MİSLAK  Fesih lisanlı, güzel konuşan. * Kırkbeş sene yaşayan adam.
MİSLAK  Fesih, beliğ konuşan kimse.
MİSLAT  (C: Mesâlit) Anahtarın bir dişi.
MİSLİYET  Benzeri ve misli olmak. Benzerlik.
MİSMA'  (C.: Mesâmi') (Sem'den) Kulak. * Hastanın iç organlarını dinlemeğe yarıyan âlet.
MİSMAK  Çadırı yükseğe kaldıracak ağaç.
MİSMAR  Ensiz çivi, mıh. Demir kazık.
MİSMAR-I ÂHENİN  Demir kazık.
MİSMAS  Karıştırmak.
MİSMAZ  Deyyus kimse.
MİSRED  Büyük taş, çanak.
MİSSİK  Çok cimri. Hasis ve tamâhkâr.
MİSTAH  Yatık bardak. * Çadır direği. * Hurma yayıp kuruttukları yer.
MİSTAR  (Bak: Mıstar)
MİSTİK  Fr. Mistisizm ile âlâkalı. * Fls: Bâtıni. Kalben çok dindar. Sofi.
MİSVAK  Kullanılması pek çok faydalı olan ve Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ehemmiyetle tavsiye ettiği, diş fırçası vazifesini de gören, hoş kokulu ve meyvesiz bir ağacın dallarından kesilip kullanılan parça.
MİSVAT  Ekincilerin sürgüsü.
MİSVAT  Kazan kepçesi.
MİSYON  Fr. Bir vazife ile bir yere gönderilen hey'et. * Bir şahıs veyâ hey'ete verilen vazife.
MİSYONER  Fr. Hıristiyanlığı neşre ve tanıtmağa çalışan kimse.
MİŞ  f. Koyun, ganem.
MİŞ'  Aşı dedikleri kızıl balçık.
MİŞA'  Kumsuz yer.
Mİ'ŞAB  Otu bol olan çayırlık yer.
MİŞAİL  (Bak: Mihâil)
MİŞ'AL  (C: Meşâıl) Köylülerin deriden yaptıkları ayaklı küp.
Mİ'ŞAR  Mat: Onda bir. (1/10) * Bâzılarınca da binde bire denir.
MİŞ'AR  Şan, şeref, haysiyet ve vakar.
MİŞAR  Testere.
Mİ'ŞAR (MİŞÂR)  (C: Meâşir) Dülger testeresi.
MİŞAT  (Meşt. C.) Taraklar, baş taramağa mahsus taraklar.
MİŞATİYE  Tarak kılıfı.
MİŞ'AT  (C: Meşâi) Kuyunun toprağını çıkardıkları zenbil.
MİŞCEB  (C: Meşâcib) Üzerinde çamaşır kuruttukları kafes. * Yüksek yere erişmek için yapılan sandalye.
MİŞCER  (C: Meşâcir) Çamaşır asacak yer. * Mahfe ağacı. * Ağaçlık.
MİŞEZAR  f. Küçük koruluk, ağaçlık, meşelik.
MİŞHAZ  Bileği taşı.
MİŞİN  f. Meşin.
MİŞK  Aşı dedikleri kızıl toprak.
MİŞKA  Tarak.
MİŞKAS  (C: Meşâkıs) Ensiz uzun demir.
MİŞKAT  İçine lâmba konan küçük hücre. Duvarda içine ışık konulan yer. * Kandil.
MİŞMAA  Şamdan.
MİŞMAK  Kağnının iki kolu. * Bir nevi araba.
MİŞMEL  Kaftan altında götürüldüğü hâlde görünmeyen küçük kılıç.
MİŞMİŞ  Zerdali yemişi.
MİŞRAK  Her zaman güneşli olan yer.
MİŞRAT  (C.: Meşârit) Keskin bıçak.
MİŞTAT  Kış günlerinde oturulacak yer.
MİŞVAR  Tarz, tavır, gidiş, gidişât. * Gümeçten bal peteği sağılan âlet. * Davar satılacak yer.
MİŞVARE  Testi, çömlek.
MİŞVARGÂH  f. Gösteri yeri. * Pehlivanların güreştikleri saha. * At pazarı. Satılık atların koşturulduğu meydan.
MİŞVAZ  Sarık.
MİŞVEL  Orak.
MİŞVERE  Minder.
MİŞVEZ  (C: Meşâviz) Tülbend.
MİŞYA'  Boşboğaz. Çok konuşan.
MİŞYE  Bir yürüme çeşidi.
MİŞZEB  Dişli orak. * Bağcıların asma çubuğu kesecek âletleri.
MİTA'  Bir şeyin son bulduğu yerin sonu. * Geniş yol. * Yolların birleştiği yer.
MİTADE  Matkap başı.
MİT'AM  (C.: Matâim) Çok yemek yiyen. Yemeği bol olan.
MİTAM  Her zaman ikiz doğuran kadın.
MİTAN  (C: Meyâtın) At yarıştırdıkları yer.
MİTAT  (Bak: Midhat)
MİTE  Bir nevi ölmek.
MİT'EM  Bir defalık ikiz doğuran kadın.
MİTHARA  (Tahâret. den) Matara.
MİTİN  f.. Taşları kayaları paçalamada kullanılan büyük çekiç.
MİTİNG  İng. İçtimaî ve siyasî bir mes'ele için yapılan büyük toplantı.
MİTOLOJİ  Fr. Efsane bilgisi.
MİTRALYÖZ  Fr. Makinalı tüfek.
MİTRES  Kapı ardınca koydukları ağaç.
MİV  f. Kıl.
Mİ'VAN  Ahâliye yardım eden, halka yardımı çok olan kimse.
MİVE  Meyve kelimesinin aslıdır.
Mİ'VEL  (C.: Meâvil) Büyük taşları ve kayaları parçalamaya yarıyan sivri kazma.
Mİ'VEZ(E)  (C: Meâviz) Çocuk sardıkları bez, kundak. * Eski kaftan.
MİYAH  (Mâ. C.) Sular.
MİYAH-I CÂRİYE  Akar sular.
MİYAH-I HÂRRE  Kaplıca suları gibi olan sıcak sular.
MİYAH-I MALİHE  Tuzlu sular.
MİYAH-I MERRE  Acı sular.
MİYAN  f. Orta, ara, vasat, meyan.
MİYANBEND  f. Kemer, kuşak.
MİYANBESTE  f. Bel bağlamış. * Mc: Hemen işe hazır.
MİYANE  f. Ara. * Orta, vasat. * Helva gibi bazı yemeklerin pişme kıvamı. * Ortaya serilen halı. * Gerdanlığın ortasındaki büyük inci.
MİYANÎ  (Minâ. C.) Limanlar.
MİYANSER  f. Yarısı kıymetli taşlarla süslü bir cins taç.
MİYANSERA  (Miyânserây) Avlu. Ev meydanı.
Mİ'YAR  Ölçü. Bir şeyin kıymet ve vasfını gösterir olan.
MİYERE  Taam, yemek.
MİYSERE  (C: Mevâsir) Eyer yastığı. * Eyer altına koydukları keçe. * Çul içine koyulan keçe. * Yatacak döşek, yatak.
MİZ  Misâfir. * Sofra, mâide. * Temiz, pak.
MİZ'A  Ayıracak alet. Kesecek alet.
Mİ'ZA  Ufak taşlı sert yapılı sağlam yer.
Mİ'ZAB  (C: Meâzib) Dam oluğu.
MİZAB  (C.: Meâzib) Oluk, su yolu.
MİZAB-I BÂRÂN  Yağmur oluğu.
MİZAC  Huy, tabiat, fıtrat, bünye. * Bir şeyle karıştırılmış olan başka bir şey.
MİZAC-I NÂZİK  İnce yaradılış. Nâzik tabiat.
MİZ'AC  Bir yerde karar etmeyen kadın.
MİZAC-DAN  f. Mizac bilen, mizaçtan anlıyan.
MİZACGİR  f. Mizâc ve keyiflere göre hareket eden.
MİZAD  Sürur, sevinç, neşe.
Mİ'ZAD  Ağaç veya tahta budama bıçağı. * Pazvant, kolçak.
MİZAE  Abdest alacak kap.
MİZAH  Şaka, lâtife. * Edb: Bâzı düşünceleri nükte, şaka veya takılmalarla süsleyip anlatan bir yazı çeşidi. Hoş, nükteli söz. (Zıddı ciddiyettir)
MİZAHÎ  Mizahlı, eğlenceli.
MİZAH-NÜVİS  f. Eğlenceli mizahlı yazılar yazan.
Mİ'ZAL  (C: Meâzil) Zayıf ahmak adam. * Silâhsız kimse. * Davarını halktan ayırıp uzak yerlerde otlatan kimse.
MİZAN  Terazi, ölçü, tartı. * Akıl, idrak, muhakeme. Mikyas. * Fık: Mahşerde herkesin amellerini tartmağa mahsus bir adâlet ölçüsü olup, hakiki mâhiyeti ancak âhirette bilinecektir. * Mat: Yapılan hesabın doğruluğunu anlamak için yapılan diğer bir hesap. Sağlama.
MİZAN-ÜL HARARE  Sıcaklığı, soğukluğu ölçen âlet. Termometre. (Mikyas-ul hararet de denir.)
Mİ'ZAR  (C.: Meâzir) Örtü, perde.
MİZBAH  Bıçak.
MİZBAN  (C.: Mizbanân) f. Ev sahibi. Misafir kabul eden kimse.
MİZBANÂN  (Mizban. C.) Misafirleri ağırlayanlar, ev sahipleri.
MİZBED  (C: Mezâbid) Hayvan ahırı.
MİZBER  (C.: Mezâbir) Kamış kalem.
MİZCEL  "Harbe" denilen küçük kılıç.
MİZDEA  Yüz yastığı.
MİZEBBE  Yelpaze.
MİZEC  Küçük süngü.
Mİ'ZEF  (Mi'zefe. Azf) Çalgı âleti, saz v.s.
MİZEFFE  Gelin mahfesi.
MİZEK  f. İdrar, sidik.
Mİ'ZENE (MİZENE)  Ezan okunacak yer.
Mİ-ZENEND  (f. Fiil) Söylüyorlar, vuruyorlar. " : Zeden" vurmak" masdarındandır.
Mİ'ZER  (C.: Meâzir) Peştemal.
MİZKÂR  Dâima erkek doğuran dişi.
MİZLAC (MİZLÂK)  El ile açılan kilit.
MİZLAKA  Uzun burunlu ışık fitili makası.
MİZMAN  f. Misâfiri ağırlıyan, misâfire ikram eden ev sâhibi.
MİZMAR  (C: Mezâmir) Meydan. At yarıştıracak ve at oynatacak yer. * İnce belli at.
MİZMAR  Düdük, kaval. * Mukaddes Zebur Kitabının her bir suresi. * Hançere, nefes borusu. (Bak: Mezâmir)
MİZMAR-ZEN  f. Düdük çalan.
MİZR  Bir nevi meşrubat. * Ahmak kimse.
MİZRA  (C: Mezâri) Yaba, kürek.
MİZRAK  (C: Mezârık) Harbe, kısa kılınç.
MİZRAKA  Küçük şırınga.
MİZVAC  Çok koca değiştiren kadın. Çok kocalı kadın.
MİZVED  Dil, lisan.
MİZVED  (C: Mezâvid) Azık koyacak kab.
MİZZ  Bir şeyin diğeri üzerine olan fazlı, üstünlüğü.
MODA  Fr. Geçici yenilik. Elbise ve süslenmede geçici hevesler ve fantezi düşkünlüğü sebebiyle çıkartılan yeni tarz ve şekiller. Bunlar israfı artırır ve iktisada aykırıdır.
MODEL  Fr. Biçim, örnek, şekil. * Resim yâhut heykel yapılırken bakarak benzetilmeğe çalışılan şey veyâ şahıs.
MODERN  Fr. şimdiki zamana uygun, asri. (Bak: Medeniyet)
MOĞOL  Turâni milletlerinin en büyüklerinden bir kabile olup Türkler ve Mançurlarla cinsi yakınlıkları vardır. Asyanın ortalarında bugün Çin Devletine tâbi olan ve Moğolistan ismiyle bilinen geniş bir çölde ve Sibirya ve Türkistan'ın da bazı taraflarında bulunurlar.Cengiz Hanla beraber Asyanın batı taraflarına akın ettikleri zaman, Asyanın büyük bir kısmıyla Avrupanın da bir kısmını yakıp yıkmışlardır.
MOLA  İstirahat için işe ara vermek ve duraklamak. * Denizcilike: Gevşetme, koyverme manâsındadır.
MOLEKÜL  Fr. Kim: Vasıflarını kaybetmemek şartıyla ayrılabilen herhangi bir maddenin en küçük cüz'ü, parçası.
MOLLA  Eskiden büyük âlimlere verilen isim. * Büyük kadı. * Efendi, hoca, Medrese talebesi.
MOLLA CÂMİ  (Bak: Câmi)
MOLLAYANE  Mollaya yakışır şekilde. Mollaca.
MOLOZ  Yapılardan artan veya viranelerden çıkartılan ufak taşlar. * Bir işe yaramaz insan.
MONARŞİ  Fr. Hâkimiyetin kaynağı birtek şahısta (Kral, padişah, han v.s.) olduğu kabul edilen devlet şeklidir. Bu şahsın, yani devlet başkanının yanında bir meclis (parlamento) olursa; meşruti monarşi; olmazsa; mutlak monarşi ismini alır. Ayrıca devlet başkanının iş başına gelmesi şekline göre, irsi veya seçimli monarşi adlı çeşitleri de vardır.Monarşi, istibdat demek değildir. 1877 yılına kadar Osmanlı Devletinde bir parlamento yoktu. Fakat kanunlar âdil bir şekilde tatbik ediliyordu. Bu tarihte mutlak monarşi sona ermiş, meşruti monarşi devri başlamıştır. Asırlardır İngiltere de, meşruti monarşi devlet şekline sâhiptir. Monarşi, bir devlet şekli olduğu için, hükümet şeklinden ayrıdır. Yâni monarşik bir devlette, hükümetin kurulması ve vazife görmesi hukuk ve adâlete uygun olabilir. Eğer meşruti monarşi ise, hükümetin teşkili ve faaliyeti, parlamenter demokrasi esaslarına uygun olarak tanzim edilebilir ve yürütülebilir.
MUABBİR  (İbâret. den) Rüyâ tabir eden. Görülen rüyalardan mânâ çıkaran.
MUABBİRÎN  (Muabbir. C.) Görülen rüyalardan mânâ çıkaranlar. Rüya tabir eden kimseler.
MUACCEL  Acele olunmuş, ta'cil edilmiş, mühletsiz. Peşin. Va'desiz.
MUACCELÂNE  Acele olarak. Peşin olarak.
MUACCELAT  (Muaccel. C.) Peşin ödemeler.
MUACCELE  Beylik ve evkaf kiralarından peşin alınan kısım.
MUACCELEN  Peşin olarak. * Çabuk ve acele olarak.
MUACCİZ  Sıkıcı. Bıktırıcı. Usandırıcı. Taciz edici. Rahatsız eden. Yapışkan. Sırnaşık.
MUAD  Geri çevrilmiş, iâde edilmiş, döndürülmüş.
MUADADAT  Yardım etme, muvavenet etme.
MUADAT  Karşılıklı düşmanlık, karşılıklı husumet.
MUADD  Hazırlanmış. İdâd olunmuş.
MUADDEL  Tadil edilmiş. Eski hâli değiştirilmiş.
MUADDIL  (Muazzıl) Güçleştiren, güç duruma sokan, daraltan.
MUADDİL  Tadil eden. * Düzelten. Müsâvi ve beraber kılan. Denkleştiren.
MUADELAT  (Muâdele. C.) (Adl. den) Beraberlikler, musâvilikler.
MUADELE  Müsâvilik, eşitlik. İki şey arasında mikdarca, vasıfca beraberlik. * Karşılıklı anlayış. * Adâlet. * Mc: Anlaşılmaz iş. Muammâ.
MUADELET  Müsâvilik, denklik. Karşılıklı uygunluk. Eşitlik.
MUADİL  Müsâvi, eşit, denk. * Fiz: Eş değer.
MUAF  Afvolunmuş. İstisna edilmiş, ayrı tutulmuş. Bağışlanmış. Serbest.
MUAFAT  Afvetmek. * Sıhhat vermek. * Sıhhat ve âfiyet bulmuş, iyileşmiş kimse. * Hastalık veya belâdan korunma. Musibetlerden muhafaza olunma.
MUAFESE  Tedavi etmek.
MUAFÎ  Afiyet verici. * Belâ ve musibeti def eden.
MUAFİR  Yavaş yürüyen kişi.
MUAFİYYET  Bir hastalığa $karşı aşı ile elde edilen hâl. * Afvolunmuş olma. Bağışlanmış olma.
MUAFNAME  f. Afv kâğıdı. Bir şeyin muaf tutulup afvedildiğini gösteren kâğıt.
MUAHAT  Kardeşlik edinme.
MUAHED  Zimmi kâfir.
MUAHEDAT  (Muâhede. C.) Muâhedeler, antlaşmalar.
MUAHEDE  Karşılıklı yeminleşme, anlaşma. Devletler arasında andlaşma.
MUAHEDE-İ İTTİFAKİYYE  Bir savaş çıktığında birbirlerini desteklemek üzere iki veya daha fazla devletler arasında yapılan andlaşma.
MUAHEDE-İ TİCARÎ  Yalnız ticâret işleriyle alâkalı olmak üzere devletler arasında yapılan andlaşma.
MUAHEDE-NAME  f. Ahdleşmenin yazıldığı ve imzalandığı kâğıt.
MUAHEZ  Muâheze olunan. Tenkid edilen, çekiştirilen.
MUAHEZAT  (Muâheze. C.) (Ahz. den) Tenkid ve itirazlar. * Azarlama ve paylamalar. Çıkışmalar.
MUAHEZE  Azarlama. Çıkışma. Darılma. Alay eder tarzda karşısındakini küçümseme. Tenkid.
MUAHEZEKÂR  f. Tenkid ve itiraz edici. * Azarlayıp çıkışan. Paylayan.
MUAHHAR  Sonraya bırakılmış, te'hir edilmiş, geriye bırakılmış. Sonradan.
MUAHHAREN  Sonradan, bilâhare. Muahhar olarak.
MUAHİD  Andlaşma yapanlardan her biri. Yeminli ve anlaşmalı olanlardan her biri. * İslâm hükümetine vergi ödeyerek kendini himâye ettiren gayr-ı müslim. (Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) Arab müşriklerinden muâhid ve halifleri vardı, beraber harbe giderlerdi.)
MUAHİZ  (Ahz. den) Çekiştiren, muâheze eden. Tenkid edip itiraz eden.
MUAKAB  Cezalandırılmış.
MUAKABE  Bir kimseyi cezalandırma. Cezaya çarpma.
MUAKADE  (Akd. den) Mukavele yapma. Akid yapma. Anlaşma.
MUAKARA  Nefret etmek.
MUAKIB  Cezalandıran. * Takibeden.
MUAKİD  Birbiriyle akid yapan, sözleşen.
MUAKKAB  (Akab. dan) Ardına düşülmüş, tâkib olunmuş, peşinden gidilmiş.
MUAKKAD  İnce ve müşkil olan. Zor anlaşılan söz. * Ukdeli, düğümlü.
MUAKKID  Düğümleyen, sihir yapan, cadı.
MUAKKİB  Ardına düşen, takib eden, ardından koşan. * Tağyir ve ibtal eden.
MUAKKİBÂT  Gece ve gündüz melâikesi. * Namazı müteakib otuz üçer defa tekrar edilen tesbih. (Bak: Tesbih)
MUAKKİBÎN  Tâkipçiler, arkasından koşanlar, ardından gelenler.
MUALEBE  Erkeğin, karısı ile oynaması.
MUALECAT  Tedâviler, ilâç kullanmalar. * Bir hususta çalışmalar.
MUALECE  Bir hususa çalışıp devam etmek. * Hastaya bakmak. İlâç kullanmak, ilâç vermek. * Bir işe teşebbüs, bir işe girişmek.
MUALLA  Yüksek, yüce, âli. Makamı ve rütbesi yüksek.
MUALLAK  Askıda. Hakkında karar verilmemiş, hallolunmamış. * Havada boşta duran. * Sürüncemede kalmış iş. * Edb: Açık hece, bir vokalle okunan hece. (Bak: Müsned)
MUALLEKA  (C.: Muallekat) Askılar. Henüz karar verilmemiş olanlar. * Kocası kaybolan kadın. * İslâmiyet'ten evvel Arabların meşhur edib ve şâirlerinin Kâbe duvarına astıkları yazılar ve şiirler.
MUALLEKAT-I SEB'A  (Yedi askı) Kur'ân henüz nâzil olmadan, câhiliyet devrinde meşhur Arap şâirlerinin en beğenilmiş şiirlerinden, Kâbe'nin duvarına astıkları yedi meşhur kaside.(Ceziret-ül Arab ahalisi o asırda ekseriyet-i mutlaka itibariyle ümmi idi. Ümmilikleri için mefâhirlerini ve vukuat-ı tarihiyelerini ve mehâsin-i ahlâka yardım edecek durub-u emsâllerini kitabet yerine şiir ve belâğat kaydiyle muhafaza ediyorlardı. Mânidar bir kelâm, şiir ve belâgat cazibesiyle eslâftan ahlâfa hafızalarda kalıp gidiyordu. İşte şu ihtiyac-ı fıtri neticesi olarak o kavmin mânevi çarşı-yı ticaretlerinde en ziyade revac bulan, fesâhat ve belâgat metâı idi. Hattâ bir kabilenin beliğ bir edibi, en büyük bir kahraman-ı millisi gibi idi. En ziyâde onunla iftihar ediyorlardı. İşte İslâmiyetten sonra âlemi zekâlariyle idare eden o zeki kavim, şu en revaçlı ve medar-ı iftiharları ve ona şiddet-i ihtiyaçla muhtaç olan belâgatta akvâm-ı âlemden en ileride ve en yüksek mertebede idiler. Belâgat, o kadar kıymetdar idi ki, bir edibin bir sözü için iki kavim büyük muharebe ederdi ve bir sözüyle musâlaha ediyorlardı. Hattâ onların içinde "Muallekat-ı Seb'a" nâmiyle yedi edibin yedi kasidesini altınla Kâbe'nin duvarına yazmışlar, onunla iftihar ediyorlardı. İşte böyle bir zamanda, belâgat en revaçlı olduğu bir anda Kur'an-ı Mu'ciz-ül-Beyan nüzul etti. Nasılki, zamân-ı Musâ Aleyhisselâm'da sihir ve zaman-ı İsâ Aleyhisselâm'da tıb revaçta idi. Mu'cizelerinin mühimmi o cinsten geldi. İşte o vakit bülegâ-yı Arabı, en kısa bir suresine mukabeleye dâvet etti: $ fermaniyle onlara meydan okuyor. Hem der ki: "İman getirmezseniz mel'unsunuz. Cehennem'e gireceksiniz." Damarlarına şiddetle vuruyor. Gururlarını dehşetli surette kırıyor. O kibirli akıllarını istihfaf ediyor. Onları bidâyeten idam-ı ebedî ile ve sonra da Cehennem'de idâm-ı ebedî ile beraber dünyevî idam ile de mahkûm ediyor. Der: "Ya muâraza ediniz, yahut can ve malınız helâkettedir."İşte eğer muâraza mümkün olsaydı acaba hiç mümkün mü idi ki, bir iki satırla muâraza edip dâvâsını ibtal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müşkilâtlı muharebe tariki ihtiyar edilsin! Evet o zeki kavim, o siyasi millet ki, bir zaman âlemi, siyasetle idare ettiği halde, en kısa ve rahat ve hafif bir yolu terketsin! En tehlikeli ve bütün mal ve canını belâya atacak uzun bir yolu ihtiyar etsin, hiç kabil midir? Çünki: Edipleri, birkaç hurufatla muâraza edebilseydi; Kur'an, dâvasından vazgeçerdi. Onlar da maddi ve mânevi helâketten kurtulurlardı. Halbuki, muharebe gibi dehşetli, uzun bir yolu ihtiyar ettiler. Demek, muâraza-i bilhuruf mümkün değildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bissüyufa mecbur oldular. Hem, Kur'anı tanzir etmek, taklidini yapmak için gayet şiddetli iki sebep var. Birisi, düşmanın hırs-ı muârazası; diğeri, dostlarının şevk-i taklididir ki, şu iki sâik-ı şedid altında milyonlar Arabi kitablar yazılmış ki hiçbirisi ona benzemez. Âlim olsun, âmi olsun her kim O'na ve onlara baksa kat'iyyen diyecek ki: "Kur'an, bunlara benzemez. Hiçbirisi onu tanzir edemez." Şu hâlde, ya Kur'an, bütününün altındadır. Bu ise bütün dost ve düşmanın ittifakıyla battaldır, muhaldir. Veya Kur'an, o yazılan umum kitabların fevkindedir. S.)
MUALLEKİYYET  Muallak olma, askıda oluş, boşta durma.
MUALLEL  Sakat, eksik, noksan. * Hasta, illetli.
MUALLEM  Ta'lim görmüş, ta'limli.
MUALLEM ASKER  Tâlim görmüş asker.
MUALLÎ  Yücelten, yükselten. * Sağılır davarın sağ tarafından sağmaya varan kişi.
MUALLİL  Ta'lil eden. Sonradan bir sebeb ve bahane ileri süren. * Eyyam-ı acuzdan bir gün.
MUALLİM  Ta'lim eden, öğreten, ilim öğreten.
MUALLİMÂT  Öğretici kadınlar, kadın hocalar.
MUALLİME  Hanım hoca. Öğreten ve tâlim eden kadın veya kız.
MUALLİMÎN  Muallimler. Hocalar, ta'lim edenler, öğretenler.
MUAMELAT  (Muâmele. C.) Muameleler.
MUAMELE  (C.: Muâmelât) Hatt-ı hareket. Davranma, davranış. Birbiri ile iş görme, amel etme. Alış veriş. * Resmi dairelerde yapılan herhangi bir iş.
MUAMERE  İmaret etmek.
MUAMİL  (Amel. den) İş yapan. Muamele yapan. Muameleci.
MUAMMA  (Amâ. dan) Anlaşılmaz iş. Karışık şey. Bilinmeyen hâl.
MUAMMEM  Başı sarıklanmış. İmamelenmiş. Sarıklı olan.
MUAMMER  Ömür süren. Çok yaşamış. Uzun ömürlü, bahtlı.
MUAMMERÎN  (Muammer. C.) (Ömr. den) Muammerler. Uzun ömürlü kimseler.
MUANAKA  Birbirinin boynuna sarılma. Kucaklaşma.
MUAN'AN  An'aneli. Senedli. Kimden kime haber verildiği şâhid ve râvilerin isimleri ile bildirilmiş olarak.
MUANAT  Bir şeyin zahmetini çekme. * Bir nesneyi dikkatle göz altında bulundurma. Ona göz kulak olma.
MUANBER  (Anber. den) Güzel kokan. Güzel kokulu.
MUANEDE  (Anud. dan) İnad etme, ayak direme.
MUANIK  Birbirinin boynuna sarılan. Kucaklaşan.
MUANİD  İnadcı. Kimseye uymayan. Dediğini yapmak isteyen.
MUANİK  (Unk. dan) Birbirinin boynuna sarılan, kucaklaşan.
MUANNE  Muhâlefet etmek, karşı gelmek.
MUANNİD  İnadcı. Muânid.
MUANNİF  Ta'nif eden. Şiddetle azarlayan.
MUANVEN  İsim sahibi. Ünvanlı. Ünvan verilen. Meşhur. Tantanalı.
MUAR  Ödünç alınmış olan mal.
MUARAZA  Bir şeyden yan verip sapmak. * Biri ile yarışmak. * Birbirine karşı gelmek. Sözle karşılıklı mücadele. Söz mücadelesi.
MUARAZA-İ BİL-HURUF  Söz, yazı veya fikir ile birisine karşı gelmek. Sözlü mücâdele. (Bak: Muallekat-ı seb'a)
MUARAZA-İ BİS-SÜYUF  Kılınçla, kuvvetle, silâhla mücadele etmek. Silâhla karşı koymak.
MUARE  Zarar etmek.
MUAREFE  Karşılıklı görüşme ve tanışma. * Gr: Nekre olmayan kelime. Muayyen ve harf-i târifli olmak. (Bak: Lâm)
MUAREKAT  (Muâreke. C.) (Ark. dan) Vuruşmalar, savaşlar, kavgalar.
MUAREKE  (C.: Muârekât) Kavga. Vuruşma. Muharebe. Döğüşme.
MUARIZ  Bir şeyden yan çizen. Muâraza eden. Karşı gelen. (Bak: Münâkaşa)
MUARIZ-ÜL KELÂM  (Bak: Maarîz-ül kelâm)
MUARIZÎN  (Muârız. C.) Muârızlar, muhalifler. Karşı gelenler.
MUARRA  Fenalıktan uzak. Boş. Beri. Yüksek. Temiz. Çıplak.
MUARREB  Arablaştırılmış. Arablaşmış.
MUARREF  Târif edilmiş, anlatılıp bildirilmiş. Bildik. Belli. Bilinen. * Gr: Harf-i târifli kelime. * Mat: Sınırlı. Hududlu.
MUARRES  Çömlek koyacak yer. Gecenin geç vakitlerinde inilecek yer.
MUARRIK  (Arak. dan) Tıb: Terletici ilâç.
MUARRIZ  Dokunaklı söz söyliyen.
MUARRİF  Târif edici. Anlatıcı. İzah edip bildirici. Tanıtan. Tercüman.
MUARRİFÂN  (Tesniye şeklindedir) İki tarif edici. * f. Tarif ediciler. Muarrifler.
MUARRİYE  Hekim bıçağı.
MUASAME  Hıfzetmek, korumak.
MUASARA  (Muâsarat) (Asr. dan) Muâsır olma. Aynı asır ve zamanda yaşama.
MUASAT  İtâatsizlik etme. Baş kaldırma. İsyân etme.
MUASERE  Fakirlik. * Zorluk, güçlük.
MUASFER  Usfur ile boyanmış nesne.
MUASIR  Bir asırda yaşayanlardan herbiri. Hem asır olan. Aynı devirde yaşayan.
MUASIRÎN  (Muasır. C.) (Asr. dan) Aynı asırda yaşayanlar. Bir asırda yaşamış olanlar.
MUASÎ  İtaatsiz, isyan eden, baş kaldıran.
MUASKER  (Asker. den) Ordu yeri, asker karargâhı. Ordunun muharebe zamanında toplandığı yer.
MUASSEL  İçine bal katılmış. Ballı.
MUAŞAKA  Sevişme. Ziyadesiyle arz-ı muhabbet etme. Birbirini sevme. Karşılıklı aşk ve muhabbet.
MUAŞERE  Karışmak.
MUAŞERET  Birlikte yaşanılanlar. * Sünnet dâiresinde insanlarla iyi münâsebet.
MUAŞIK  (Işk. dan) Seven, âşık olan. Muhabbet eden.
MUAŞİR  Muâşeret eden ve birbiriyle iyi geçinir olan.
MUAŞİRÂN  (Muaşir. C.) Muaşirler. Birbirleriyle iyi geçinen kimseler.
MUAŞŞER  (Aşr. dan) Onlu, onluk. On kısma bölünmüş. * Edb: Onar mısralık bendlerden teşekkül eden manzumeler.
MUAŞŞEŞ  Ağaçlarında kuş yuvası çok olan yer.
MUAŞŞİR  (Aşr. dan) Ondalıkçı. Öşürcü. Aşar memuru.
MUATAT  Birbirine atâ etmek, karşılıklı hediyeleşmek. * Vermek.
MUATEB(E)  Azarlanılan. Tekdir olunan. Azarlanmış. * Paylamak, çıkışmak.
MUATİB  (İtâb. dan) Tekdir eden, paylıyan, azarlıyan.
MUATTAL  Tatil edilmiş. Kullanılmaz olmuş. Battal edilmiş. Terkedilmiş. * İşsiz. Tenbel.
MUATTAR  Itırlı, kokulu. * Güzel kokulu bir lâle çiçeğinin adı.
MUATTIL  Atıl bırakan. İşsiz eden. İşe yaramaz hâle getiren.
MUATTILA  Boş bırakılmış. Atâlete atılmış. * Hâlık'a itikat etmeyen. (Bak: Ta'til)
MUATTIŞ  (Atş. dan) Susatan, susatıcı.
MUATTİS  (Ats. dan) Aksırtan, aksırtıcı.
MUÂVAZA  İki tarafın da ivaz vererek, anlaşarak yaptığı akit. Sayışma. Bir şeyi diğer bir şeye bedel, ivaz olarak vermek. Aslı olmadığı halde menfaat celbi için hususi bir surette müzakere ile yapılan hileli iş. Yapmacık.
MUÂVAZATEN  Değiş yapma ile. İki tarafın da rızası dâhilinde değiştirme ile. * Hileli, dalavereli.
MUAVEDE(T)  (Avdet. den) Dönüş, geri dönme, avdet etme. * Adet edinme.
MUAVEME  (Ağaç) bir sene meyve verip, bir sene vermeme. * Bir seneliğine tutma.
MUAVENAT  (Muâvenet. C.) Muâvenetler, yardım etmeler.
MUAVENET  Yardımcılık. Yardım. Teâvün.
MUAVENET-İ NAKDİYE  Para yardımı.
MUAVİD  Geri dönen, avdet eden.
MUAVİN  Yardımcı. Yardım eden. Vekil. * Mekteblerde ve resmi dairelerde müdürden sonra gelen idare memuru.
MUAVİYE  (Mi: 603 - 682) Sahabe-i Kiramdan olup Şam'da yirmi seneden ziyade valilik yaptı, sonra hilâfetini ilân etti. Yirmi sene de halifelik yaptı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâmın kayın biraderi ve vahiy kâtibi idi. Beni Ümeyye sülalesinden olan bu zattan itibaren İslâm Devletine, Emevi Devleti denmiştir. (Bak: Emevi Devleti)(Eğer denilse: Neden hilâfet-i İslâmiye Al-i Beyt-i Nebevide takarrur etmedi? Halbuki en ziyade lâyık ve müstehak onlardı?El-Cevab: Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Al-i Beyt ise hakaik-ı İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur'aniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilâfet ve saltanata geçen, ya Nebi gibi mâsum olmalı veyahud Hulefâ-i Râşidin ve Ömer ibn-i Abdulaziz-i Emevi ve Mehdi-i Abbasi gibi harikulâde bir zühd-i kalbi olmalı ki; aldanmasın. Halbuki, Mısır'da Al-i Beyt nâmına teşekkül eden Devlet-i Fatımiyye hilâfeti ve Afrikada Muvahhidin hükümeti ve İranda Safeviler devleti gösteriyor ki; saltanat-ı dünyeviye Al-i Beyte yaramaz, vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti onlara unutturur. Halbuki saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyete ve Kur'ana hizmet etmişler. M.)
MUAVİYE  Tilki eniği.
MUAVVAK  (Avk. dan) Ta'vik edilip geriye bırakılmış iş.
MUAVVEC  (İvec. den) Eğik, eğri, eğilmiş.
MUAVVEZ  Gerdanlık. Nazarlık. Nüsha geçirilecek yer. * Evin etrafındaki mer'a.
MUAVVEZETÂN  (Muavvezeteyn) Kur'ân-ı Kerim'in son iki suresi. (Dâima okunacak gâyet lüzumlu dersleri verdiği ve her çeşit şerli işlerden Allah'a sığınmayı tavsiye ve emrettiği için bu isim verilmiştir.)
MUAVVIK  Ta'vik eden. Geriye bırakan. Oyalanan.
MUAVVİZAT  (Bak: Felak)
MUAYEDE  (Îd. den) Bayramlaşmak.
MUAYENE  Zâhir ve âşikâre olmak, görünmek, belli olmak. * Gözden geçirme, yoklama, kontrol etmek.
MUAYENEHANE  f. Hekimlerin, hastaları muayene ettikleri yer.
MUAYERE  Ayarlama.
MUAYEŞE  Beraberce hoşça geçinme.
MUAYİN  (Ayn. dan) Kat'i ve kesin olarak belli olan. Görülmüş olan.
MUAYYEB  (C.: Muayyebât) (Ayb. dan) Ayıplanmış.
MUAYYEBAT  (Muayyeb. C.) Ayıp ve iğrenç şeyler.
MUAYYEN  Görülmüş olan, kat'i olarak belli olan, belli, ölçülü, tayin ve tesbit olunmuş, karalaştırılmış.
MUAYYİN  (Ayn. dan) Tâyin eden, belirten, belirtici.
MUAZADE  Yardım etme.
MUAZALE  Bir sözün mânasını başka sözle bağlayıp kelâmı arka arkaya getirme. * Kafiyeyi ayrılmıyacak şekilde mâkabliyle bağlama. * Sözde kelimeleri tekrarla kullanma.
MUAZERE  Ma'zeret, özür dileme.
MUAZERE  İnadlaşmak. * Yardımlaşmak. * Birbirinden kaçmak. * Ekin kuvvetlenmek.
MUAZID  Yardım eden.
MUAZ İBN-İ CEBEL  (Ebu Abdurrahman el Ensarî) Ashâb-ı Kirâm arasında hürmetle yâd olunan büyük fakihlerdendir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sağlığında Kur'an-ı Kerim'i cem'edip ezberleyen bahtiyarlardandır. Peygamberimiz, "Kur'ânı, Muaz İbn-i Cebel'den alınız" buyurmuştur. 157 hadis rivâyet etmiştir. Ürdün nâhiyesinde otuz yaşında olduğu hâlde ebediyete intikal etti. (R.A.)
MUAZZAM  Büyük, iri, cesim, mükerrem, mübeccel, koskoca.
MUAZZAMÂT  Büyük ve ağır işler. Muazzam şeyler.
MUAZZEB  Eziyet çeken, azap içinde bulunan. Sıkıntıda kalan.
MUAZZEF  Nefsin arzularını terkeden, zühd sâhibi.
MUAZZEL  Ayıplanmış, ta'zil edilmiş. Azarlanmış, paylanmış.
MUAZZEZ  Çok aziz. Muhterem. Çok sevgili, kıymettâr, izzetlendirilmiş.
MUAZZEZEN  İzzet ve ikram ile, ikram olunarak, ağırlanarak.
MUAZZİ  Sabredici.
MUAZZİB  Ta'zib edin, azapla eziyet veren.
MUAZZİR  (Özür. den) Ta'zir eden, sahte özür süren.
MUBADİL  (Bak: Mübâdil)
MUBAH  (İbâhe. den) İşlenmesinde sevab ve günah olmayan şey. * Fık: Yapılması ve yapılmaması şer'an câiz bulunan şey. (Yemek, içmek, uyumak gibi.)
MUBAHASE  (Bak: Mübâhese)
MUBAHAT  (Mubah. C.) Mübahlar. Günahı, sevabı olmayan, işlemesi ne haram, ne de helâl olan şeyler.
MUBAHHAL  Cimri, tamahkâr, pinti.
MUBAHHAR  Tütsülenmiş. * Buhar hâline gelmiş, buharlanmış.
MUBAREK  (Bak: Mübârek)
MUBAREZE  (Bak: Mübâreze)
MUBASARA  Görme yarışına çıkma. İki kişinin, "hangimiz evvel görüyor" diye bir yere bakması.
MUBASSIR  Gözetici, bekleyici, bakıcı. * Eskiden gümrüklerde muhafaza memuru ve mektebte talebenin inzibatına bakan memur.
MUBAŞERET  (Bak: Mübâşeret)
MUBATAŞA  İki kişi elleriyle birbirlerini kucaklamağa çalışma.
MUBATTIN  Kin tutan, hased eden. * Karnı zayıf ve içine çökük olan.
MUBEMU  f. Tel tel, kıl kıl. Birer birer. İnceden inceye, çok dikkatle.
MUBEND  f. Saç bağı.
MUBİD  Zerdüşt. Mecusi din adamı. * Tedbirli, akıllı adam.
MUBİK  (C.: Mubikat) Helâk edici. * İsyan. * Büyük günah.
MUBİKAT  (Vebk. den) Helâk edici şeyler. Mühlik.
MUBİKAT-I SEB'A  İnsanı felâkete götüren yedi kebâir, yedi büyük günah: Katil, zinâ, şarab içmek, ukuk-ı vâlideyn (yâni; sılâ-yı rahmi terk), kumar oynamak, yalan şâhidliği, dine zarar verecek bid'alara tarafdarlık. (Bak: Kebâir)
MU'BİLE  (C.: Meâbil) Yassı, uzun ok temreni.
MU'BİR  Terkolunmuş, bırakılmış, terkedilmiş.
MUBSIR  Görücü, gösterici, görünen, bilici, bildirici, vazıh ve âşikâr. * Mantık. Kelâm ve seyrin mutediline denir.
MUBSIRÂT  (Mubsır. C.) Görünenler, görünen âlem.
MUBTAL  İptal edilmiş.
MUBTIL  İptal eden.
MUCEB  İcâb etmiş, lâzım gelmiş. Bir söz veya emrin icâb ettiği şey, netice. * Büyük bir memurun, kendisine sunulan evrakı tasdik için ettiği işaret.
MU'CEM  İ'câm edilmiş, noktalanmış, noktalı. * Hadis şeyhlerinin herbirisi. * Harf-ı heca sırasına konularak, her birisinin tarikından müellife kadar gelen rivayetleri toplayan kitaba denir.
MUCER  (Ecr. den) Kiraya verilmiş olan şey.
MUCEZ  (İcaz. dan) İcaz yoluyla. Muhtasar ve mücmel bir tarzda. Kısaca.
MUCÎ  (Vecâ. dan) Acıtan, ağrıtan.
MUCİ'  (Vecâ'. dan) Elem ve acı veren.
MU'CİB  (Aceb. den) Taaccübe, hayrete düşüren. Şaşkınlık veren.
MUCİB  (Mucibe) İcâb eden, lâzım gelen. * Bir şeyin peydâ olmasına vesile ve sebep olan. Gereken. Gerektiren, lâzım gelen.
MUCİB-İ BİZZAT  İster istemez kendisi işi yapmaya mecbur olan. Serbest ve istediği gibi hareket edemeyen. (Meselâ: Güneş ışığının, güneşin kendi zâtının zaruri neticesi olması gibi.)
MUCİB-İ İSTİKRAH  Nefrete, sevmemeye sebeb olan.
MUCİB-İ TEYAKKUZ  Teyakkuzu, yâni uyanıklığı icâb ettiren.
MUCİBE-İ KÜLLİYE  Man: Müsbet ve umumi (şumüllü) olan kaziye.
MUCÎB  (Cevab. dan) İcabet eden, uyan. Kendisinden istenilen iş ve suali cevaplandıran.
MUCİBAT  (Mucib. C.) Sebepler.
MU'CİBE  Taaccüb edilecek, şaşılacak şey.
MUCİD  Yeni bir şey icad eden, meydana getiren, bulan. * Yaratan. Yoktan var eden.(Ve keza, bu fâni dünyadan da çıkacaksın. Öyle ise, aziz olarak çıkmaya çalış. Vücudunu Mucidine fedâ et. Mukabilinde büyük bir fiat alacaksın!.. M.N.)
MUCİD-İ HAKİKÎ  İcad etme iktidarının yegâne sahibi mânasında olarak (Allah) hakkında kullanılır.
MUCİR  (Ecir. den) İcar eden, kiraya veren. (Bak: Mücir)
MU'CİR  Bir çeşit kadın başörtüsü. Eşarp.
MUCİZ  Kısa. Muhtasar. Özlü. Az sözün çok mânâ ifâde edeni.
MUCÎZ  İcâzet veren, izin veren.
MU'CİZ  İnsanı âciz bırakan iş. Aynısını yapmakta başkalarını acze düşüren, kudretsiz kılan, kimsenin yapamıyacağı yolda olan.
MU'CİZ-ÜL BEYAN  Beyanı herkesi âciz bırakan.
MU'CİZAT  Mu'cizeler. Allah tarafından verilip, yalnız peygamberlerin gösterebilecekleri büyük harika işler.
MU'CİZAT-I AHMEDİYE (A.S.M.)  Hz. Muhammed'in (A.S.M.) mu'cizeleri. (Bak: Mu'cize)
MU'CİZAT-I SEB'A  Yedi meşhur mu'cize, yedi külli i'caz esasları.
MU'CİZBEYAN  f. Anlatış tavrı herkese benzemeyen. Tarz-ı beyanı mu'cize olan. Kur'an-ı Kerim.
MU'CİZE  İnsanların, yapmasında âciz kaldıkları ve ancak Allah tarafından peygamberlere nasib olan hârika. Kerametten yüksek, fevkalâde hâdise. * Mu'cize, Halik-ı Kâinat tarafından peygamberlerin hakkaniyetine ait bir tasdiktir. Sahih hadislerle mu'cizeler haber verilmiş ve tesbit edilmiştir.(... Mu'cize davâ-yı nübüvvetin isbatı için münkirleri ikna etmek içindir. İcbâr için değildir. Öyle ise davâ-yı Nübüvveti işitenler için ikna edecek bir derecede mu'cize göstermek lâzımdır... S.)
MU'CİZ-EDA  f. Mu'cize gösteren. Başkalarının yapamıyacağı kadar mu'cize derecesinde iş ortaya koyan. Edası mu'ciz olan.
MU'CİZEGU(Y)  f. Mu'cize gibi söz söyleyen.
MU'CİZEKÂR  f. Mu'cizeli, mu'cize hâlinde, başkalarını âciz bırakan.
MU'CİZNÜMA  f. Mu'cize gösteren.
MUÇİNE  f. Cımbız.
MUDA'  Fık: Emâneten kendine bir şey bırakılan kimse. * Serkeş ve oynak olmayıp, mazlum ve sâkin olan at.
MU'DAL  (Mu'dıl) Güç, içinden çıkılmaz, girift.
MUDAREBAT  (Mudarabe. C.) Mudarebeler, döğüşmeler, vuruşmalar.
MUDAREBE  (Darb. dan) Döğüşme, vuruşma. * Bir taraftan sermaye diğer taraftan emek ile kurulan ticaret şirketi. (O.L.)
MUDARİB  (Darb. dan) Döğüşen. Birbirlerine vuran.
MUDCER  (Ducret. den) Sıkıntılı olan. Sıkılmış.
MUDCİR  (Ducret. den) Sıkıntı veren, sıkan, gamlandıran.
MU'DEM  Bir şeyi yitiren, kaybeden.
MUDGA  Et parçası, bir çiğnem et.
MUDHAK  Kendisine gülünen. Soytarı. Gülünç hâle düşen.
MUDHİK  Güldürücü, güldüren, maskaralık ederek halkı güldüren.
MUDHİKÂT  (Mudhike. C.) (Dıhk. den) Gülünecek şeyler. Mudhikeler.
MUDHİKE  Gülünç şey, gülünecek hâl. Komedya.
MUDİ'  Fık: Malının muhâfazasını başkasına emânet ve havâle eden.
MUDÎ  Işık verici, parlak ve ruşen olan.
MU'DÎ  Sirâyet edici, bulaşıcı, sâri.
MUDÎK  (Bak: Muzîk)
MU'DİL(E)  (C.: Mu'dilât) Zor, güç ve çetin.
MU'DİLAT  (Mu'dal. C.) Büyük, ağır, çetin ve zor işler.
MUDİLL  İdlâl edici, yoldan çıkaran, eğri yola teşvik edici.
MUDİLLE  (Dalâlet. den) Baştan çıkaran, azdıran, doğru yoldan saptıran.
MU'DİM  Öldüren, idam eden.
MUDİYYEN  Giderek, geçerek.
MUFAD  (Bak: Müfad)
MUFADALA  (Bak: Mufâzala)
MUFADDEL  Faziletlendirilmiş, diğerlerinden ayrıca fazilet itibarıyla temayüz etmiş, yükselmiş.
MUFADDIL  Faziletlendiren, iyilik eden ve nimet veren.
MUFADDILÎN  Faziletliler. Yüksek ve büyük zatlar.
MUFAHHAM  Büyüklük kazanmış, kerem sahibi, itibarlı, azim, büyük.
MUFAHHAM  (Fahm. dan) Kömürleşmiş, kömür halini almış.
MUFARAKAT  Ayrılık, ayrılmak.
MUFARRİT  (Fart. dan) Kusur yapan, eksik işleyen. Aşırı giden.
MUFASALA  Ayrılma.
MUFASSAL  Tafsilli, tafsilâtlı, izahlı. Geniş mâlumatlı, kısımlara ayrılıp anlatılmış.
MUFASSALAN  Geniş, izahlı olarak. Tafsilâtlıca. Kısımlara ayrılıp anlatılmış olan.
MUFASSIL  Kısımlara ayrılan, fasıl fasıl ayıran, adalet eden.
MUFAVVAZ  Yapılması ısmarlanmış.
MUFAVVİZ  Bir kimseye bir vazifeyi veren. Yapmasını ısmarlıyan.
MUFAZ  Çok, bol. Bereketli, feyizli.
MUFAZALA  Fazilet ve meziyetle birbiri ile yarışma.
MUFAZZAL  (Fazl. dan) Başkalarına üstün tutulmuş. Tafdil edilmiş.
MUFAZZAZ  Gümüş kaplamalı, gümüşlü.
MUFAZZİH  Rezil eden.
MUFÎ  İfa eden, ödeyen, yerine getiren.
MUFSİH  Fesâhetle ve düzgün olarak konuşan.
MUFTIR  (Fıtr. dan) Oruç açan, iftar eden.
MUG  (C.: Mugan) Mecusi. Ateşperest. Ateşe tapan. Zerdüşt dininde olan.
MUGABBER  Tozlu nesne.
MUGABENE  (Gabn. dan) İki taraf birbirini aldatma.
MUGABESE  Karıştırmak.
MUGADDÎ  (Mugazzi) Gıdalı, besleyici, gıdası çok, faydalı.
MUGADERE  (Mugaderet) Bırakmak, salıvermek.
MUGAFAZA  Ansızdan tutmak.
MUGALAKA  Diğerleri karışmayarak iki kişinin atlarıyla yarışması.
MUGALATA  (Galat. dan) Karşısındakini yanıltmak için söz söylemek. Doğruya benzer yanlış sözler. Safsata. Hatalı ve yanlış söz. Demagoji. * Man: Vehimlerden terekküb eden kıyastır.
MUGALATAT  (Mugalata. C.) Safsatalar. Demagojiler. Mugalâtalar.
MUGALAZA  Düşmanlık, husumet, adâvet.
MUGALEBE  Üstün olmağa, galib gelmeyeğe çalışmak. Birisine galib gelmek.
MUGALGAL  Haber.
MUGALLAT(A)  (Galat. dan) Yanlış telâffuz edilmiş.
MUGALLEB  Defâlarca mağlup olan kişi.
MUGALLÎ  (Galeyân. dan) İyice kaynatılmış. * Ihlamur, papatya gibi çiçeklerin kaynatılmış suyu.
MUGAMERE  (Ga, uzun okunur) Nefsini zorluğa ve şiddete zorlama.
MUGAMESE  Suya daldırışmak, birbirini suya daldırmak.
MUGAMEZE  Birini göz işaretiyle zemmetme.
MUGAMİR  Nefsini tehlikeye koyan kişi.
MUGAMMED  (Gamd. dan) Örtülü, kılıflı. Kınına konmuş.
MUGAMMER  İşten anlamıyan bön kimse.
MUGAN  (Mug. C.) f. Mecusiler, ateşe tapanlar. Zerdüştler.
MUGANE  Ateşe tapan mecusilerin âyini.
MUGANNÎ  Nağmeli ve çeşitli sesle okuyan, ahenkle okuyucu. * Hoş sesle öten.
MUGANNİYE  Şarkıcı kadın.
MUGAR  Düşman üzerine hücum etmek.
MUGARRAK  (Gark. dan) Suya daldırılmış. * Gümüşle süslü.
MUGARRİD  Pek güzel öten kuş. * Yüksek sesle nefse hoş gelen şarkılar söyliyen.
MUGAS  Yaban narının kökü.
MUGASMER  Kaba dokunmuş kötü bez.
MUGASSAS  Kalıba dökülmüş.
MUGAŞŞÎ  (Gaşy. den) Bayıltıcı, bayıltan.
MUGATTÎ  Perdelenmiş, örtülmüş. Üstü örtülü.
MUGAVELE  Bir kimseyi azdırıp yoldan çıkarmak. * Helâk etmek.
MUGAVERE  Yağma, çapul.
MUGAYEBE  Kaybolma. * Bir kimseyi arkasından zemmetme. Gıybet etme.
MUGAYERET  (Gayr. den) Aykırılık. Uymazlık. Başka türlü olma.
MUGAYİR  Aykırı. Uymaz. Zıd. Başka türlü.
MUGAYLAN  Çölde yetişen bir nevi dikenli çalı. Deve dikeni.
MUGAYLANGÂH  f. Dünya.
MUGAYLANZAR  f. Dünya. * Deve dikeni biten yer, dikenlik.
MUGAYYEB  (C.: Mugayyebât) (Gayb. dan) Kayıp. Kaybedilmiş.
MUGAYYEBAT  (Magibât) Zâhir duygularla bilinmeyen, bizce gaip olan, bilinmeyen şeyler.
MUGAYYEBÂT-I HAMSE  Beş bilinmeyen. Bizce gaib olan beş şey:1- Kıyamet vakti, 2- Yağmurun ne zaman yağacağı, 3- Ana rahmindeki çocuğun mahiyeti ve ceninin isti'dadı ve mânevi simasının ne olduğu, 4- Yarın insan hayr ve şer olarak ne kazanacağını, 5- İnsanın nerede öleceğini Allah bildirmedikçe kimse bilemez. Bunlara mefâtih-ül gayb da denir.("Mugayyebât-ı Hamse"ye dair Sure-i Lokman'ın âhirindeki âyetin hakkında mühim sualinize gayet mühim bir cevap isterken, maatteessüf şimdiki hâlet-i ruhiyem ve ahvâl-i maddiyem o cevaba müsaid değildir. Yalnız sualinizin temas ettiği bir iki noktaya gayet mücmel işaret edeceğiz. Şu sualinizin meâli gösteriyor ki, ehl-i ilhad tarafından tenkid suretinde mugayyebât-ı hamseden yağmurun gelmek vaktine ve rahm-i mâderdeki ceninin keyfiyetine itiraz edilmiş. Demişler ki: "Rasathânelerde bir âletle yağmurun vakt-i nüzulü keşfediliyor. Onu da Allah'dan başkası da biliyor. Hem röntgen şuâiyle rahm-i maderdeki ceninin müzekker, müennes olduğu anlaşılıyor. Demek mugayyebat-ı hamseye ıttıla' kabildir"?Elcevap: Yağmurun vakt-i nüzulü bir kaideye merbut olmadığı için, doğrudan doğruya meşiet-i hâssa-i İlâhiyye ile bağlı ve hazine-i rahmetten hususi iradeye tâbi olduğunun, bir sırr-ı hikmeti şudur ki: Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymetdar mahiyet, nur, vücud ve hayat ve rahmettir ki, bu dört şey; perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya Kudret-i İlâhiyye ve meşiet-i hassa-i İlâhiyyeye bakar. Sair masnuatta zahiri esbab; kudretin tasarrufuna perde oluyorlar. Ve muttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meşiete hicab oluyor. Fakat vücud, hayat ve nur ve rahmette o perdeler konulmamış. Çünki; perdelerin sırr-ı hikmeti o işte cereyan etmiyor. Madem vücudda en mühim hakikat rahmet ve hayattır; yağmur, hayata menşe ve medâr-ı rahmet, belki ayn-ı rahmettir. Elbette vesait perde olmıyacak. Kaide ve yeknesaklık dahi, meşiet-i hassa-i İlâhiyyeyi setretmiyecek; tâ ki, her vakit herkes herşeyde şükür ve ubudiyete ve sual ve duaya mecbur olsun. Eğer bir kaide dahilinde olsaydı, o kaideye güvenip şükür ve rica kapısı kapanırdı. Güneşin tuluunda ne kadar menfaatler olduğu mâlumdur. Halbuki muttarid bir kaideye tabi olduğundan, Güneşin çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî, o kaidenin yoluyla yarın Güneşin çıkacağını bildiği için, gaibden sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz'iyatı bir kaideye tâbi olmadığı için, her vakit insanlar rica ve dua ile dergâh-ı İlâhiyyeye ilticaya mecbur oluyorlar. Ve ilm-i beşerî, vakt-i nüzulünü tayin edemediği için, sırf hazine-i rahmetten bir nimet-i hassa telâkki edip hakiki şükrediyorlar.İşte bu âyet, bu nokta-i nazardan yağmurun vakt-i nüzulünü, Mugayyebat-ı Hamse'ye idhal ediyor. Rasadhanelerdeki âletle, bir yağmurun mukaddematını hissedip vaktini tayin etmek, gaibi bilmek değil, belki gaibden çıkıp âlem-i şehadete takarrubu vaktinde bazı mukaddematına ıttıla' suretinde bilmektir. Nasıl, en hafi umur-u gaybiye vukua geldikte veyahud vukua yakın olduktan sonra hiss-i kabl-el-vukuun bir nev'iyle bilinir. O, gaybı bilmek değil; belki o, mevcudu veya mukarreb-ül-vücudu bilmektir. Hatta ben kendi âsâbımda bir hassasiyet cihetiyle yirmi dört saat evvel, gelecek yağmuru bazen hissediyorum. Demek yağmurun mukaddematı, mebâdileri var. O mebâdiler, rutubet nev'inden kendini gösteriyor, arkasından yağmurun geldiğini bildiriyor. Bu hal, aynen kaide gibi, ilm-i beşerin gaibden çıkıp daha şehadete girmiyen umura vüsule bir vesile olur. Fakat daha âlem-i şehadete ayak basmayan ve meşiet-i hassa ile rahmet-i hassadan çıkmıyan yağmurun vakt-i nüzulünü bilmek, ilm-i Allâm-ül-Guyub'a mahsustur.Kaldı İkinci Mes'ele: Röntgen şuâiyle rahm-ı mâderdeki çocuğun erkek ve dişisini bilmek ile $ âyetinin meâl-i gaybîsine münafi olamaz. Çünki: Âyet yalnız zükuret ve ünuset keyfiyetine değil, belki o çocuğun acib istidad-ı hususisi ve istikbalde kesbedeceği vaziyetine medar olan mukadderat-ı hayatiyesinin mebâdileri, hatta simasındaki gayet acib olan sikke-i Samediyet muraddır ki, çocuğun o tarzda bilinmesi, ilm-i Allâm-ül-Guyub'a mahsustur. Yüzbin röntgen-misal fikr-i beşerî birleşse, yine o çocuğun umum efrâd-ı beşeriyeye karşı birer alâmet-i fârikası bulunan yalnız hakiki sima-yı vechiyesini keşfedemez. Nerede kaldı ki sima-yı veçhisinden yüz defa daha harika olan istidadındaki sima-yı mâneviyi keşfedebilsin. Başta dedik ki: Vücud ve hayat ve rahmet, bu kâinatta en mühim hakikatlardır ve en mühim makam onlarındır. İşte onun için o câmi hakikat-ı hayatiye, bütün incelikleriyle ve dekaikiyle irade-i hassaya ve rahmet-i hassaya ve meşiet-i hassaya bakmalarının bir sırrı şudur ki; hayat, bütün cihazatiyle ve cihâtiyle şükür ve ubudiyet ve tesbihin menşe' ve medârı olduğundandır ki, irade-i hassaya hicab olan yeknesaklık ve kaidelik ve rahmet-i hassaya perde olan vesâit-i zahiriye konulmamıştır. Cenab-ı Hakkın rahm-ı mâderdeki çocukların sima-yı maddî ve mânevîlerinde iki cilvesi var:Birisi : Vahdetini ve Ehadiyetini ve Samediyetini gösterir ki, o çocuk âzâ-yı esasîde ve cihazat-ı insaniyenin envâında sair insanlarla muvafık ve mutabık olduğu cihetle, Hâlık ve Sâniinin vahdetine şehadet ediyor. O cenin bu lisan ile bağırıyor ki: "Bana bu sima ve âzâyı veren kim ise, bütün esasat-ı âzâda bana benzeyen bütün insanların sânii dahi O'dur. Ve hem bütün zihayatın sânii O'dur."İşte rahm-i mâderdeki ceninin bu lisanı, gaybî değil, kaideye ve ıttırada ve nev'ine tâbi olduğu için mâlumdur, bilinebilir. Âlem-i şehadetten âlem-i gayba girmiş bir daldır ve bir dildir.İkinci Cihet : Sima-yı istidadiye-i hususiyesi ve sima-yı veçhiye-i şahsiyesi lisaniyle Sâniinin ihtiyarını, iradesini ve meşietini ve rahmet-i hassasını ve hiçbir kayd altında olmadığını, bağırıp gösteriyor. Fakat bu lisan, gayb-ül-gaybdan geliyor. İlm-i ezeliden başkası, kabl-el-vücud bunu göremiyor ve ihata edemiyor. Rahm-i mâderde iken bu simanın binde bir cihazatı görünmekle, bilinmiyor!Elhasıl: Ceninin sima-yı istidadîsinde ve sima-yı veçhiyesinde hem delil-i vahdaniyet var, hem ihtiyar ve irade-i İlâhiyyenin hücceti vardır. L.)
MUGAYYEBE  Gizli şey. Görünmeyen ve saklı olan nesne.
MUGAYYER  (Gayr. dan) Değiştirilmiş, başkalaştırılmış. Tağyir edilmiş.
MUGAYYİR  Tağyir eden, değiştiren.
MUGAZANE  Gözün yanlarında olan büklüm.
MUGAZEBE  Karşılıklı olarak birbirini kızdırıp gazaba getirme.
MUGAZELE  (Ga, uzun okunur) Aşıkane şakalaşma, lâtifeleşme.
MUGAZIB  Gadap etmek, kızmak, hiddetlenmek.
MUGBEÇE  (C.: Mugbeçegân) f. Meyhaneci çırağı. * Mecusi çocuğu.
MUG-BEÇEGÂN  (Mugbeçe. C.) f. Mecusi çocukları. * Meyhâne çırakları.
MUGBER  (Gubar. dan) Gücenmiş, darılmış, küskün. * Tozlanmış, tozlu.
MUGBERR-ÜL HÂTIR  Hatırı kalmış, gücenmiş.
MUGBİR  Gücenmiş. İğbirar sahibi. * Toz koparan.
MUGF  Uyuyan.
MUGFEL  (Guful. den) Aldatılmış, iğfâl olunmuş. Kandırılmış.
MUGFİL  Aldatan, iğfal eden.
MUGİDD  Gadap edici, kızgın, hiddetlenici.
MUGÎS  Yardım eden, yardıma koşan. Medet edici. Muin.
MUGİŞŞ  Birisini fenalığa bırakan, aldatan.
MUG-KEDE  f. Meyhane. * Ateşe tapanların ibadethanesi.
MUGLAK  (Galak. den) Kapalı, kilitli. * Anlaşılmaz, çapraşık söz.
MUĞLAKAT  (Muğlak. C.) Kapalı ve anlaşılması zor olan şeyler.
MUĞLAKİYYET  Muğlak olma hali. Anlaşılmazlık.
MUGLİYY  Kaynamış çiçek, papatya veya ıhlamur suyu.
MUGNAT  İhtiyaç.
MUGNÎ  Def'edici, kovan. * Zengin eden, müstağni kılan. * Doyuran gönlünü tok eden.
MUGRAK  (Gark. dan) Batmış veya batırılmış (suya). Gark edilmiş.
MUGRE  Bulanıklık.
MUGREM  Âşık, tutkun.
MUGREMUN  Ağır borca uğratılmış olanlar.
MUGRİB  Anka kuşu.
MUGRÎL  şişmiş maktul.
MUGŞA  (Gaşy. den) Bürünmüş, örtülmüş.
MUGTAB  Gıybet söyleyici, gıybet eden.
MUGTANEM  Ganimet olarak alınmış olan, alınan.
MUGTASIB  Gasb eden, zorla alan.
MUGTEBIT  Gıbta olunmuş, hâli iyi olan kimse.
MUGTEDÎ  (Gıda. dan) Gıda alan, gıdalanan. Beslenen.
MUGTELİM  Hırs ve şehveti çok olan.
MUGTEMİZ  Gammazlıyan.
MUGTENEM  (Ganimet. den) Ganimet olarak alınmış.
MUGTENİM  Ganimet olarak alan. Bedava alan. Ganimet bilen.
MUGTERİB  (Gurub. dan) Batan, gurub eden. * Gurub. * (Gurbet. den) Gurbete giden. Gurbete çıkan.
MUGTERİF  Elini daldırarak avucuyla su alan.
MUGTERİK  Batan, suda boğulan, garkolan.
MUGTESİL  (Gusl. den) Yıkanan, gusleden.
MUGVE  (C: Mugveyât) Canavarı düşürüp yakalamak için kazıp ağzını örttükleri kuyu.
MUGZİB  (Gazab. dan) Gazaba getiren, kızdıran.
MUHAB  Kendisinden ürkülüp korkulan.
MUHABA  Korku, perva, havf, çekingenlik.
MUHABBET  Sevgi, sevme. * Sohbet. Ruhun, kendisinden lezzet duyduğu şeye meyletmesi. (Zıddı: Buğzetme ve adavettir.)(Eğer denilse: Al-i Beyt'e muhabbeti, Kur'an emrediyor. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm çok teşvik etmiş. O muhabbet, Şialar için belki bir özür teşkil eder. Çünki ehl-i muhabbet, bir derece ehl-i sekirdir. Ne için Şialar hususan Râfızîler, o muhabbetten istifade etmiyorlar; belki, işâret-i Nebeviye ile o fart-ı muhabbetten mahkûmdurlar.Elcevab: Muhabbet iki kısımdır:Biri : Mâna-yı harfiyle, yâni; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hesabına, Cenab-ı Hak nâmına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyt'i sevmektir. Şu muhabbet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın muhabbetini ziyadeleştirir. Cenab-ı Hakk'ın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur, ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adavetini iktiza etmez.İkincisi : Mâna-yı ismiyle muhabbettir. Yâni: Bizzat onları sever. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ı düşünmeden Hazret-i Ali'nin kahramanlıklarını ve kemâlini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah'ı bilmese de, Peygamber'i tanımasa da yine onları sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın muhabbetine ve Cenab-ı Hakk'ın muhabbetine sebebiyet vermez; hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adavetini iktiza eder.İşte işaret-i Nebeviye ile, Hazret-i Ali hakkında ziyade muhabbetlerinde, Hazret-i Ebu Bekir-is Sıddık ile Hazret-i Ömer'den teberri ettiklerinden hasârete düşmüşler. Ve o menfi muhabbet, sebeb-i hasârettir. M.)
MUHABBETDARANE  Muhabbete yakışır şekilde.
MUHABBETKÂR  Muhabbetli, sevgi gösteren.
MUHABBETNAME  f. Sevgisini bildiren yazılı kâğıt. Aşkını bildiren yazı.
MUHABBETULLAH  Cenab-ı Hakk'a karşı beslenen ihlâslı sevgi.(...Sende, senin nefsine olan şedid muhabbetin O'nun zâtına karşı muhabbet-i zâtiyedir ki, sen su-i istimal edip kendi zâtına sarfediyorsun. Öyle ise, nefsindeki eneyi yırt, hüveyi göster. Ve kâinata dağınık bütün muhabbetlerin, O'nun esmâ ve sıfâtına karşı verilmiş bir muhabbettir. Sen su-i istimal etmişsin, cezasını da çekiyorsun. Çünkü yerinde sarfolunmayan bir muhabbet-i gayr-i meşruanın cezası, merhametsiz bir musibettir. Rahman-ür-Rahim ismiyle hurilerle müzeyyen Cennet gibi senin bütün arzularına câmi' bir meskeni, senin cismani hevesatına ihzar eden ve sair esmâsiyle senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sair letâifin arzularını tatmin edecek ebedi ihsanatını, o cennette sana müheyya eden ve her bir isminde mânevi çok hazine-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelinin, elbette bir zerre muhabbeti, kâinata bedel olabilir. Kâinat O'nun bir cüz'i tecelli-i muhabbetine bedel olamaz. S.)(Velâyet yollarının ve tarikat şubelerinin en mühim esası ihlâsdır. Çünkü, ihlâs ile hafi şirklerden halâs olur. İhlâsı kazanmıyan, o yollarda gezemez ve o yolların en keskin kuvveti, muhabbettir. Evet muhabbet; mahbubunda bahaneler aramaz ve kusurlarını görmek istemez. Ve kemâline delâlet eden zayıf emâreleri, kavi hüccetler hükmünde görür. Dâima mahbubuna tarafdardır.İşte bu sırra binaendir ki, muhabbet ayağı ile marifetullaha teveccüh eden zâtlar şübehata ve itirâzata kulak vermezler, ucuz kurtulurlar. Binler şeytan toplansa, onların mahbub-u hakikisinin kemâline işaret eden bir emareyi, onların nazarında ibtal edemez. Eğer muhabbet olmazsa, o vakit kendi nefsi ve şeytanı ve harici şeytanların ettikleri itirazât içinde çok çırpınacak. Kahramancasına bir metanet ve kuvvet-i imân ve dikkat-ı nazar lâzımdır ki, kendisini kurtarsın.İşte bu sırra binaendir ki, umum meratib-i velâyette, mârifetullahtan gelen muhabbet, en mühim mâye ve iksirdir. Fakat muhabbetin bir vartası var ki, ubudiyyetin sırrı olan niyazdan, mahviyetten, naza ve dâvaya atlar, mizansız hareket eder. Mâsiva-yı İlâhiyeye teveccühü hengâmında, mâna-yı harfîden mâna-yı ismîye geçmesi ile, tiryak iken zehir olur. Yâni gayrullahı sevdiği vakit Cenab-ı Hak hesabına ve onun nâmına, onun bir âyine-i esmâsı olmak ciheti ile rabt-ı kalb etmek lâzım iken; bazan o zâtı o zât hesabına kendi kemâlât-ı şahsiyesi ve cemâl-i zâtîsi nâmına düşünüp, mâna-yı ismîyle sever. Allah'ı ve Peygamber'i düşünmeden yine onları sevebilir. Bu muhabbet, muhabbetullaha vesile değil, perde oluyor. Mâna-yı harfî ile olsa, muhabbetullaha vesile olur, belki cilvesidir denilebilir. M.)( $ âyetinde i'cazlı bir îcaz vardır. Çünki çok cümleler, bu üç cümlenin içinde dercedilmiştir. Şöyleki: Şu âyet diyor ki: "Allah'a (Celle Celâluhu) imanınız varsa elbette Allah'ı seveceksiniz. Mâdem Allah'ı seversiniz, Allah'ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah'ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittiba etmektir. Ne vakit ona ittiba etseniz. Allah da sizi sevecek. Zâten siz Allah'ı seversiniz, tâ ki, Allah da sizi sevsin". L.)
MUHABERAT  Muhabereler. Haberleşmeler. Haberleşme yapan dâireler.
MUHABERE  Haberleşme. Karşılıklı birbirine haber verme.
MUHABERE MEMURU  Telgrafçı.
MUHABİR  Haber veren, haberci. * Gazeteye havadis gönderen kimse.
MUHACAT  (Hecv. den) Birbirini hicvetme. Karşılıklı olarak birbirlerini yerme.
MUHACAT  Bilmece hususunda birbiriyle zekâ yarışına çıkma.
MUHACCE  (Hüccet. den) İddiâ edip münakaşa ederek deliller ve hüccetler gösterme. İsbatlar gösterme.
MUHACCEB  Perdelenmiş, tecrid edilmiş. Perde ile ayrılmış.
MUHACCEL  Ayağı sekili, beyazlı at. * Gerdeğe konulmuş.
MUHACERE  Birbirini men'etmek, birbirine engel olmak.
MUHACCİL  (Haclet. den) Utandıran, tahcil eden.
MUHACEMAT  Hücumlar, üşüşmeler. Her taraftan ve birden hücum etmeler.
MUHACEME  Hücum etme, saldırma.
MUHACERAT  Göç etmeler, hicretler. Muhacirlik.
MUHACERET  (Hicret. den) Hicret etme, göç etme, göçme.
MUHACET  (Hecv. den) Karşılıklı olarak birbirini hicvetme, yerme.
MUHACEZE  Fısıldamak.
MUHACİM  Hücum eden, saldıran.
MUHACİMÎN  (Muhâcim. C.) Hücum edip saldıranlar, üşüşenler.
MUHACİR  Göç eden, bir memleketten kalkıp, başka bir yere yerleşen. * Mc: Allah'ın yasak ettiğinden uzaklaşan.
MUHACİRÎN  Göç edenler, hicret edenler. İslâmiyetin ilk zuhurunda İslâm olanlardan Mekke'den Medine'ye hicret eden sahâbeler. (Bak: Ensar)
MUHADAA(T)  (Had'. dan) Aldatma, hile yapma, oyun etme.
MUHADAT  Hediyeleşmek. Karşılıklı olarak hediyeler vermek.
MUHADDA'  Aldana aldana bilgi ve tecrübe sâhibi olan.
MUHADDAB  Boyanmış. 
MUHADDAR  Yeşil renkle boyanmış. Rengi yeşil yapılmış.
MUHADDE  (Hadde. den) Bilenmiş. * Sınırlanmış, belirlenmiş, hudutlandırılmış.
MUHADDE  Muhâlefet, uyuşmazlık.
MUHADDEB  Kamburlu, tümsekli, üstü yumru olan. Dürbin camı gibi yumru olan.
MUHADDED  Sınırı belirtilmiş olan. Sınırlanmış, tahdid edilmiş.
MUHADDED  Eti buruşmuş olan.
MUHADDER  (Muhaddere) Kapalı, örtülü. * Nâmuslu müslüman kadını.
MUHADDES  Haber verilmiş. Tahdis olunmuş, şükranla bildirlimiş. Sadık-ül hads olan kimse. * Her zan, tahmine feraseti isabetli olan. * Nakil ve rivayet edilmiş olan.
MUHADDİD  Keskinleştirici, bileyici. * Sınırlıyan, sınırını tâyin eden. Tahdid eden. Hududlandıran.
MUHADDİR  Şişiren, kabartan.
MUHADDİR(E)  Uyuşturucu ilâç.
MUHADDİRAT  (Muhaddire. C.) Uyuşturucu ilâçlar.
MUHADDİS  Hadis ilminin bir çok usul ve füruunu bilen zât. Peygamber Efendimizin (A.S.M.) hâl ve sözlerini bize nakleden ve hadis ilminin mütehassısı.
MUHADDİSÎN  Hadis ilmiyle uğraşan eskiden gelmiş büyük ve kâmil zâtlar. Peygamberimizin (A.S.M.) sözünü işiterek bildirenler. (Bak: Hâfız)
MUHADDİSÎN-İ MUHADDESÛN  Allah tarafından kendilerine ilham olunan muhaddisler.
MUHADDİŞ  Kulağı tırmalıyan. Tahdiş eden.
MUHADEA  Aldatmak, hilecilik, oyun etmek.
MUHADEME  Hizmet etmek.
MUHADENET  Yakın ahbablık, samimiyet. Dostluk.
MUHADENET  Barışma. * Veda etme.
MUHADERE  Sür'at etmek.
MUHADESE  (Hadis. den) Konuşma. Birbirine hikâye söyleme.
MUHADEŞE  Tırmalama. Sıkıntı ve zahmet verme.
MUHADİ'  (Had'. dan) Aldatan, kandıran. Hile eden, oyun yapan.
MUHADİANE  f. Aldatarak, hile yaparak.
MUHADİŞ  Zahmet, ıztırab ve sıkıntı verici. Tırmalayıcı.
MUHAFAZA  Zarar ve ziyandan sakınıp korumak. * Himâye ve hıfzetmek. Gözetlemek. * Bir şeye devamlı olmak.
MUHAFAZAKÂR  f. Koruyucu. * Dinî amel ve işlere muhabbet eden. Dinî inanışında sağlam olan ve değiştirmeden muhafaza eden yüksek ve sâdık insan.
MUHAFAZAT  Muhafızlık, koruyuculuk.
MUHAFETE  Söyleme, yavaş okuma.
MUHAFFEF  Hafiflendirilmiş, hafif edilmiş olan.
MUHAFFİF  (Hıffet. den) Hafifleten, hafifletici.
MUHAFIZ  Muhafaza eden. Değiştirmeyen. Saklayan. Koruyan. Bekçi.
MUHAFIZÎN  (Muhafız. C.) Muhafızlar, bekçiler. Bir yeri koruyup bekleyen kimseler.
MUHAHA  Kemikten çıkan nesne.
MUHAK  (Mahâk - Mihâk) Her arabi ayın son üç gecesi.
MUHAKAT  Bir kimseyi ahmak yerine koyma.
MUHAKAT  Müşabehet eylemek. Bir kimseyi taklid etmek. * Birbirine hikâye söylemek.
MUHAKEMAT  (Muhakeme. C.) Muhakemeler.
MUHAKEME  (C.: Muhakemât) (Hüküm. den) Dava için iki tarafın mahkemeye baş vurması. * İki tarafın mahkemeye baş vurması. * İki tarafı dinleyip hüküm vermek. * Düşünmek. * Zihinde inceleme yapmak. * Karar vermek için iyice düşünmek.
MUHAKEME-İ GIYABİYE  Dâvâcılardan biri veya her ikisi de bulunmadıkları hâlde mahkemece verilen karar.
MUHAKÎ  Benzeyen, benzer olan.
MUHAKKA  Çekişme. * Hak iddia etme.
MUHAKKAK(A)  (Hakk. dan) Hakikatı ve gerçeği belli olmuş. Tahkik edilmiş. Doğru. * Mutlaka ne olursa olsun.
MUHAKKAR  Hakir görülen. Hakarete uğramış.
MUHAKKİK  Hakikatı araştırıp bulan. İç yüzüne inceliyerek vakıf olan. * Hakikat âlimi. Hakikatlara hakkı ile vakıf ve ehl-i tahkik olan büyük İslâm âlimi.
MUHAKKİKANE  f. Gerçeği ve hakikatı araştıran bir kimseye yakışır surette. Muhakkik olan bir insana yakışacak şekilde.
MUHAKKİKÎN  Hakikatı bulup meydana çıkaranlar. * İç yüzünü araştırıp bulan büyük İslâm âlimleri ve velileri. Hakikat araştıran, hak âlimleri.
MUHAKKİR  Hakir gören, zelil ve hor gören.
MUHAKKİRÂNE  f. Tahkir edercesine. Hakarette bulunurcasına.
MUHAL  İmkânsız, vukuu mümkün olmayan. Bâtıl, boş söz. * Hurâfe olan nazariye.
MUHAL-İ ÂDİ  Herkesin anlayabileceği imkânsızlık ve muhal. Az düşünenlerin de bilebileceği, mümkün olmayan iş.
MUHALAA  (Muhâlaat) Birbirlerinden resmen ayrılma (karı-koca.)
MUHALAT  (Muhal. C.) Mümkün olmayanlar. Muhaller. Muhal ve bâtıl olan şeyler.
MUHALATA  (Halt. dan) Karışma, güzel uyuşma, anlaşma.
MUHALATÂT  Güzel anlaşmalar, karışmalar, uyuşmalar.
MUHALE  Dostluk, sadâkat.
MUHALEBE  Beraberce süt sağmak.
MUHALEFET  Kabulsüzlük. Karşı durma. Uyuşmazlık. Zıt gitmek. Zıddiyet. Muvafık olmamak.
MUHALEFET-ÜN Lİ-L HAVADİS  Cenab-ı Hakk'ın ne zâtında ne sıfâtında (mevcud olsun, mevhum olsun, muhayyel olsun), hiç bir şeye hiç bir cihette benzememesi.
MUHALESE  Bir şeyi alıp kaçmak.
MUHALESET  (Hulus. dan) Birbirlerine iyi muamele etme. Birbirleriyle dostça geçinme.
MUHALHİL  Havayı hafifleten.
MUHALİB  Süt sağan. * Devrin hayır ve şerli işlerini tecrübe eden.
MUHALİF  Uymayan. Birbirine benzemiyen. Birbirine zıt olan. * Başka şekilde düşünen. * Karşı duran.
MUHALİFÎN  Muhalif olanlar. Muhalifler.
MUHALİF  Yardımcı.
MUHALLA  Tahliye olunmuş. Boşaltılmış. * Serbest bırakılmış.
MUHALLA  Süslenmiş. Süs yapılmış.
MUHALLAK  Tıraş olmuş. * Hacıların Mina'da tıraş oldukları yer.
MUHALLASA  Mevruz otu denilen bir nevi ot.
MUHALLEB  Nakışı ve güzelliği çok olan elbise. * Cam. * Aldanmış.
MUHALLED  (Huld. dan) Ebedî. Dâimî. Bâki. Sürekli olarak kalan.
MUHALLEDAT  (Muhalled. C.) Dâimî olarak kalacak şeyler. * şâheserler.
MUHALLEDÎN  (Muhalled. C.) Sürekli ve dâimî olarak kalan şeyler.
MUHALLEDÛN  Bâki ve dâimî olanlar. * Dâimî surette Cennet'te kalacak olanlar.
MUHALLEF  Bir ölünün bıraktığı mal. * Geride kalan.
MUHALLEFAT  (Muhallefe. C.) Ölen bir kimsenin bıraktığı şeyler. Metrukât.
MUHALLEFE  Ölen bir adamın dul kalan karısı.
MUHALLES  Kurtarılmış. Tahlis olunmuş.
MUHALLIK  Tıraş eden. * Tıraş olan.
MUHALLÎ  Süslendiren, yaldızlayan.
MUHALLÎ  Boşaltan. Tahliye eden.
MUHALLİD  (Huld. den) Ebedîleştiren. Devamlı, sürekli ve ebedî kılan.
MUHALLİL  (Hall. den) Eriten. Analiz yapan, tahlil eden. * Fık: Üç talakla boşanan ve iddetini bitiren bir kadınla evlenen erkek. (Karıyı boşayan birinci kocaya: Muhallelün leh denir.) * Tıb: Şişlere, iltihablara yarıyan ilaç.
MUHALLİM  Halim selim eden. Yavaş kılan. (Öfkeli birisini) yumuşatan.
MUHALLİS  (Halâs. dan) Kurtaran, halâs kılan, tahlis eden.
MUHALLİT  (Halt. dan) Karıştıran, tahlit eden.
MUHALÜN ALEYH  Fık: Havaleyi ödeyecek kimse. Üzerine havale yapılan şahıs.
MUHALÜN BİH  Fık: Birine havale olunan mal.
MUHALÜN LEH  "Lehine gönderilen" Alacaklı olan kişi.
MUHAMAT  Korumak. * Avukatlık etmek. * Birinden birşeyi def etmek.
MUHAMERE  Karışmak. * Gizlemek.
MUHAMESE  Fısıldaşma.
MUHAMÎ  Avukat. * Himaye eden.
MUHAMMAT  Kızdırılmış nesne.
MUHAMMED  Pek çok tekrar tekrar övülmüş, medhedilmiş meâlinde bir isim olup ilk olarak Peygamberimize (A.S.M.) verilmiştir. (Allahımızın bütün insanlara son peygamberi olan Hz. Muhammed (A.S.M) Efendimiz, Arabistan'da Mekke-i Mükerreme şehrinde milâdi 571 tarihinde dünyaya teşrif etmişlerdir.Fahr-i Âlem Efendimiz, Kureyş kabilesinden ve Haşim âilesindendir. Muhterem pederinin adı Abdullah, dedesinin adı Abdülmuttalib, vâlidesinin adı ise Amine'dir.Peygamberimizin (A.S.M.) baba cihetinden mübarek nesebleri şöyledir. Hz. Muhammed İbn-i Abdullah, ibn-i Abdulmuttalib, Haşim, Abdi Menaf, Kusey, Hakim, Mürre, Keab, Lüey, Galib, Fihr, Mâlik, Nazr, Kinane, Huzeyme, Müdrike, İlyas, Mudar, Mirar, Mead, Adnan. Adnan da İsmâil Aleyhisselâm'ın oğlu Kıyzar'ın neslindendir. Adlarını yazdığımız bu zatlardan her birinin evlâdı birçok kabilelere ayrılmış, Mâlik'in oğlu Fihr'in evlâdından da Kureyş kabilesi teşekkül etmiştir.Resul-i Ekrem Efendimizin (A.S.M.) vâlidesi cihetinde yüksek nesebleri de şöyledir: Hz. Muhammed ibn-i Amine Bint-i Vehb, ibn-i Abdi Menaf, ibn-i Zühre, ibn-i Hâkim.Peygamber Efendimizin (A.S.M.) babası tarafından mübârek nesebiyle anası tarafından nesebi, Mürre oğlu Hâkim'de birleşirler.Peygamber Efendimizin dedesi ve zamanında Kureyş kabilesinin reisi bulunan Abdülmuttalib, Kâbe-i Muazzama'nın mütevellisiydi. Ebu Tâlib, Ebu Leheb, Hâris, Zübeyr, Hamza, Abbas, Abdullah v.s. adında onüç oğlu vardı. Fakat bunların içinde en fazla Abdullah'ı severdi. Çünki onda başka bir güzellik, başka bir nuraniyet vardı. Abdülmuttalib, bu sevgili oğluna Benî Zühre reisi Vehb'in kızı Amine'yi nikâhla aldı. Abdullah Hazretleri, Peygamber Efendimiz doğmadan iki ay evvel bir ticaret kafilesiyle Medine-i Münevvere'ye gidip orada vefat etti ki, daha yirmibeş yaşında bulunuyordu. Bu cihetle Fahr-i Âlem Efendimiz (A.S.M.) yetim kaldı.Peygamber Efendimizin çocukluk devresi pek kudsi bir halde geçmiştir. Daha doğar doğmaz bir takım hârikalar meydana gelmiştir. (Bak: Delâil-i Nübüvvet) Süt anası, Beni Sa'd kabilesinden Haris'in refikası Halime idi. Dört sene onun yanında kaldı. Annesi Hz. Amine ile birlikte Medine-i Münevvere'ye dayı-zâdeleri bulunan Neccar oğullarını ziyarete gittiler. Sonra Mekke-i Mükerreme'ye dönerlerken Hz. Amine, Ebva denilen yerde daha yirmi yaşında olduğu halde vefat etti. Altı yaşında öksüz kalan Peygamberimizi, Ümmieymen adındaki dadısı alıp, Mekke-i Mükerreme'ye getirip dedesi Hz. Abdülmuttalib'e teslim etti. İki sene sonra da dedesi vefat edince amcası Ebu Tâlib'in yanında kaldı.Peygamber Efendimiz gençliğinde Kureyş kabilesi arasında büyük bir şeref ve şânı haiz bulunuyordu. Kendisine "Muhammed-ül Emin" deniliyordu. Yirmibeş yaşında iken, pek yüksek bir ruha sahib, pek şerefli bir hânedana mensub olan ve daha genç iken dul kalmış olup çok zengin olan Huveylid kızı Hatice ile evlendi. Peygamber Efendimiz, tam kırk yaşlarına girince Peygamberlik şerefine nâil oldu. Kendisine peygamberlik verilince ilk evvel çevresinde bulunan kişileri hususi surette İslâm dinine dâvet etmişti. Bu dâveti ilk önce Hz. Hatice vâlidemiz kabul etti. Sonra Kureyşin büyüklerinden olan Hz. Ebubekir-is sıddık ile Peygamberimizin âzatlısı olan Zeyd ibn-i Harise ve peygamberimizin amcası Ebu Tâlib'in oğlu olup, henüz dokuz-on yaşlarında olan Hz. Ali kabul ettiler. Bir müddet sonra da Hz. Ebubekir'in vasıtasıyla Osman bin Affan, Abdurrahman ibn-i Avf, Sa'd ibn-i Ebu Vakkas, Zübeyr ibn-ül Avvam, Talha-t-übnü Ubeydullah Hazretleri İslâmiyetle müşerref oldular.Bi'setin ondördüncü senesinde Mekke'deki müslümanlar, Medine-i Münevvere'ye hicret ettiler. Peşinden de Peygamberimiz Hz. Ebubekir ile birlikte hicret etti. (Bak: Hicret)Peygamberimiz (A.S.M.) hicretin onbirinci senesinin Rebiülevvel ayının onikisinde pazartesi günü Medine-i Münevvere'de hücre-i saadetinde vefat etti.) (B.İ.İ.)(Şu kâinatın Sâhib ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor. Ve her tarafı görerek tedvir ediyor. Ve her şeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve her şeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faydaları irade ederek tedvir ediyor. Mâdem yapan bilir; elbette bilen konuşur. Mâdem konuşacak, elbette zişuur ve zifikir ve konuşmasını bilenlere konuşacak. Mâdem zifikirle konuşacak; elbette zişuurun içinde en cem'iyetli ve şuuru külli olan insan nev'i ile konuşacaktır. Mâdem insan nev'i ile konuşacak, elbette insanlar içinde kabil-i hitab ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Mâdem en mükemmel ve istidâdı en yüksek ve ahlâkı ulvi ve nev'-i beşere muktedâ olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakı ile, en yüksek isti'datta ve en âli ahlâkta ve nev-i beşerin humsu ona iktida etmiş ve nısf-ı arz onun hükm-ü mânevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyası ile bin üçyüz sene ışıklanmış; ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip, ona dua-i rahmet ve saadet edip, ona medh ve muhabbet etmiş olan Muhammed (A.S.M.) ile konuşacak.. ve konuşmuş ve Resul yapacak ve yapmış; ve sair nev-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır. M.) (Bak: Fahr-i Kâinat ve Resulullah ve Mefhar-ı mevcudat)(Zât-ı Zülcelâl (C.C.) demiş: $ Bütün ümmet, hattâ düşmanları da dahil olduğu halde icma etmişler ki, bütün ahlâk-ı haseneye câmi'dir.Nübüvvetten evvel ondaki ahlâk-ı hamidenin kemâline tercüman olan Muhammed'ül Emin ünvaniyle iştihar etmişler.Hazret-i Aişe (R.A.) her vakit derdi: $ Demek Kur'an tazammun ettiği bütün ahlâk-ı haseneye câmi idi. İşte o Zât-ı Kerimde icma-ı ümmetle tevatür-ü mânevî-i kat'îyle sabittir ki; insanların sîreten, sureten en cemili ve en halimi ve en sâbiri ve en şâkiri ve en zâhidi ve en mütevazii ve en afifi ve en cevâdı ve en kerimi ve en rahimi ve en âdili, herkesten ziyade mürüvvet, vakar, afv, sıhhat-ı fehim, şefkat gibi ne kadar secâya-yı âliyye varsa en mükemmel bir fihriste-i nuranîsidir. Bunların içindeki nokta-i i'caz şudur ki: Ahlâk-ı hasene çendan birbirine mübayin değil, fakat derece-i kemâlde birbirine müzaheme eder. Biri galebe çalsa öteki zayıflaşır. Meselâ: Kemâl-i hilm ile kemâl-i şecaat, hem kemal-i tevazu ile kemal-i şehamet, hem kemal-i merhamet ve mürüvvet, hem tam iktisat ve itidal ile tamam-ı kerem ve sehavet, hem gayet vakar ile nihayet haya, hem gâyet şefkat ile nihayet Elbuğzu fillah, hem gayet afv ile nihayet izzet-i nefs, hem gayet tevekkül ile nihayet içtihad gibi mecâmi-i ahlâk-ı mütezahime birden derece-i âliyyede bir zâtta içtimâı müzayakasız inkişafları mu'cizelerin mu'cizesidir. Bediüzzaman)
MUHAMMED SURESİ  Kur'an-ı Kerim'in 47. Suresi olup Kıtal Suresi de denir. Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur.
MUHAMMEDÎ  Hz. Muhammed'e (A.S.M.) mensub olan. Müslüman. (Ecnebi dillerinde geçen bu mânadaki tabirlere göre Muhammedî, Muhammedîlik: Müslüman ve Müslümanlık mânasına gelmektedir.)
MUHAMMEDİYYUN  Müslümanlar. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ümmetinden olanlar.
MUHAMMEN  (Hamn. den) Tahmin edilen. Ortalama olarak bir değer kabul edilen. Sanılan.
MUHAMMER  (Hamr. dan) Mayalanmmış, ekşiyip kabarmış. * Yoğurulmuş.
MUHAMMER  (Himâr. dan) Kendine eşek denilmiş. Eşeğe benzetilmiş. Tahmir olunmuş.
MUHAMMERE  Başı beyaz, cesedi siyah olan koyun. * Örtülmüş nesne.
MUHAMMES  Ateş üzerinde kızdırılıp kurutulmuş. (Kavrulmuş kahve gibi)
MUHAMMES  Beşli. Beş katlı. Tahmis edilmiş. * Edb: Her bendi beş mısrâlı olan manzume. * Birbiri ardından gelen ve kapalı olarak uç uca eklenmiş beş kenarın meydana getirebileceği çeşitli şekillerden her biri. Beşgen.
MUHAMMES-İ MUNTAZAM  Geo: Düzgün beşgen.
MUHAMMEZ  (Hamz. dan) Oksitlenmiş, paslanmış.
MUHAMMIS  Mısır, kahve gibi şeyleri kavuran veya kavurarak satan kimse. * Tava.
MUHAMMİN  Tahmin eden, sanan, karar veren, değer biçen kimse. Eksper.
MUHAMMİR  (Hamr. dan) Tahmir eden. Mayalayan. Ekşitip kabartan. Yoğuran.
MUHAMMİR  Kızdırıcı ilâç.
MUHAN  Kendine ihanet olunmuş. * Alçak kimse.
MUHANNA  Çarpık, bükük, eğri. * Kınalanmış.
MUHANNES  Kadınlaşmış erkek. Alçak tabiatlı. * Korkak. Nâmerd. Kalleş.
MUHANNET  Mumyalanmış, tahnit edilmiş.
MUHANNİT  Mumyalayan, tahnit eden.
MUHAREBAT  (Muhârebe. C.) (Harb. den) Harpler, muhârebeler. Harbetmeler, savaşmalar.
MUHAREBE  (C.: Muharebât) Harbetmek. Karşılıklı cenk. Cidal.
MUHARECE  Parmaklarıyla hesap edip taksim etmek.
MUHAREDE  Men'etmek, engel olmak.
MUHAREF  Fakir.
MUHARESE(T)  (Hirâset. den) Muhâfaza, koruma.
MUHAREŞE  Kışkırtma, halkı birbirine düşürme.
MUHAREZE  Saklamak.
MUHARİB  Harbeden. Cenkci. Cengâver. * Cesur. Atılgan. Kahraman. * İyi harbeden. Harb usullerini iyi bilen.
MUHARİBEYN  İki savaşçı, iki cengâver, iki muhârib.
MUHARRAK  (Harik. den) Yakışmış, yanmış. Tahrik olunmuş.
MUHARRECE  Boynunda tasması olan köpek.
MUHARREF  (Harf. den) Tahrif edilmiş. Değiştirilmiş. kalem karıştırılmış. Bozuk. İfsâd ederek tahrib edilmiş.
MUHARREFAT  (Muharref. C.) Tahrif edilmiş ve değiştirilmiş şeyler.
MUHARREM  Arabi ayların başı, birincisi. * Haram edilmiş olan. * Bu muharrem ayında Müslümanlıktan evvel Arablar arasında muharebe yasaktı. Bundan dolayı bu isim verilmiştir. * Haram kılınmış, tahrim olunmuş. (Bak: Eşhür-ü hurum)
MUHARREMÂT  Haramlar. Haram edilen şeyler. Dinimizce helâl olmayan şeyler.
MUHARRER  Tahrir olunmuş. * Yazılmış. Yazılı.(Muharrer : İyice azadlanmış, tam hürriyetine kavuşturulmuş demektir ki; ibadette muhlis veya mâbed hâdimi yahut da dünyadan azade mânalarıyla da tefsir edilmiştir. E.T.)
MUHARRERÂT  Yazılı şeyler. Yazılmış kâğıtlar. Mektuplar.
MUHARRERÂT-I RESMİYE  Resmi mektublar veya yazılar.
MUHARRİB  Tahrib eden. Harâb eden. Yıkan. Bozan. Perişan eden.
MUHARRİBÎN  (Muharrib. C.) Yıkıp yok edenler. Harab edenler.
MUHARRİC  (Bak: Tahric)
MUHARRİF  Tahrif eden. Bozan. Silen. Hilecilik yapan.
MUHARRİK  (Hark. dan) Tahrik eden, çok yakan. * Çok susatan, çok harâret veren. * Yakıp yıkan.
MUHARRİK  Harekete getiren. Hareket veren. Tahrik eden. Teşvik eden. Ayaklandıran.
MUHARRİKE  Hareket veren duygu.
MUHARRİR  Yazan. Tahrir eden. Kâtib. Kitab te'lif eden. Gazetede yazı yazan.
MUHARRİRÎN  (Muharrir. C.) Muharirler, yazarlar. Eser sâhipleri, müellifler.
MUHARRİS  Hırslandıran. Tamah ve hırsı artıran.
MUHARRİSÂNE  f. Hırslandırırcasına.
MUHARRİŞ  Tırmalayan, azdıran, tahriş eden.
MUHARRİT  İshâl verici bir ilâç.
MUHARRİZ  Kışkırtan. Teşvik ve tahriz eden.
MUHASAMA  (Muhasamet) (C.: Muhâsamât) Muhalefet. İki taraf arasındaki düşmanlık. Birbiri ile çekişmek. Birbirine husumet etmek.
MUHASAMAT  (Muhasama. C.) Düşmanlık. İki taraf arasındaki husumet.
MUHASAMET  (Bak: Muhasama)
MUHASARA  Etraftan çevirmek. Kuşatmak. Düşmanı etraftan sarmak. Abluka etmek.
MUHASARA  Bir kişinin, diğer kimsenin elini tutup yürümesi veya ellerini birbirinin kuşağına sokup yürümeleri.
MUHASEBAT  (Muhasebe. C.) Hesap işleri, hesap görme işleri. Hesap dâireleri.
MUHASEBE  Hesablaşmak. Hesab görmek. Hesab işi ile uğraşmak. Hesab işini gören resmi makam.
MUHASEDE  (Hased. den) Birbirini çekememe, hased etme, kıskanma.
MUHASIM  Düşmanlık eden. Düşman olan taraflardan biri. Hasım olan. Birbirini dâva edenlerden her biri. Karşı tarafı tutan.
MUHASIMEYN  Bir dâvâ veya çekişmede birbirine karşı olan iki kimse.
MUHASIMÎN  (Muhasım. C.) Düşmanlar, muhasımlar.
MUHASIR  (C.: Muhasırîn- Muhasırûn) (Hasr. dan) Etrafının kuşatıp saran. Muhasara eden.
MUHASIRÎN  (Muhâsır. C.) Muhasara edenler, etrafını kuşatanlar.
MUHASIRÛN  (Muhasırîn) Düşmanı etraftan kuşatanlar. Muhasara edenler.
MUHASİB  Hesab eden. Hesap işi ile uğraşan. Muhasib.
MUHASSAL  Netice. Husule gelen. Tahsil olunan. Hâsıl olmuş bulunan. Toplanılmış, cem'olunmuş. Hülâsa. Sözün kısası.
MUHASSAL-İ KELÂM  Sözün kısası.
MUHASSALA  (Husul. den) Elde edilen netice, hâsıl olan sonuç. * Fiz: Bileşke. 
MUHASSAN  (Hısn. dan) Kuvvetlendirilmiş, istihkâmlandırılmış.
MUHASSAS  Birine âid kılınmış. Tahsis edilmiş. Has kılınmış. Ayrılmış. Tâyin edilmiş.
MUHASSASAT  (Muhassas. C.) Devlet bütçesinden, devlet dâireleri için ayrılan para. * Bir kimseye verilmiş olan maaş veya tayın.
MUHASSENAT  (Muhassene. C.) Üstünlük sebepleri. * Güzel, hayırlı ve faydalı işler.
MUHASSER  Hasret kalmış, tahsir olunmuş.
MUHASSIL  Husule getiren. Hâsıl eden. Meydana getiren.
MUHASSIN  Kale gibi mahfuz ve sağlam kalan ve kendini haramdan koruyan. (Bak: Muhsın)
MUHASSIR  Hasrette bırakan. * Mina ile Arafat arasında Muhassir vadisi. Ebrehe'yi mağlub eden Ebabil kuşlarının taş yağdırdıkları mevki.
MUHASSİL  Sütü çok emdiğinden hasta olan çocuk.
MUHASSİN  (Hasen. den) Güzelleştiren, güzellik veren.
MUHASSİR  (C.: Muhassirîn) (Hasar. dan) Zarara uğratan. Hasar ve ziyan verdiren.
MUHASSİRÎN  (Muhassir. C.) Zarar ve ziyan verdirenler. Hasara uğratanlar.
MUHASSİS  Tahsis eden. Has kılan. Hususileştiren.
MUHAŞ  Yanmış nesne.
MUHAŞŞA  Hâşiye yazılmış. Tahşiye olunmuş.
MUHAŞŞEM  Sarhoş, mest.
MUHAŞŞİ  Hâşiye yazan. Hâşiyeliyen.
MUHAŞŞİ'  Kibirli bir kimsenin kibir ve gururunu kıran.
MUHAŞŞÎ  (Haşyet. den) Korkutan, ürküten.
MUHAŞŞİD  Tahşideden. Bir yere toplayan.
MUHAŞŞİM  Keskinliği dolayısıyla sarhoş edici şey.
MUHAŞŞİN  Öfkelendiren, kızdıran. Gücendiren.
MUHAT  İhâta olunmuş. Etrafı çevrilmiş. Etrafı kuşatılan. Bir şey içinde bulunan.
MUHAT  Burundan akan sümük. * Sümük gibi ve yapışkan cisim.
MUHATAB  Söyleyeni dinleyen. Kendisine hitab edilen. * Gr: İkinci şahıs.
MUHATABA  Birbirine söz söyleme, hitabetme. * Mc: Çekişme.
MUHATABAT  (Muhâtaba. C.) Konuşmalar.
MUHATAB İTTİHAZ ETMEK  Karşısındakilerini dinleyen. * Dinleyici kabul edip, sözünü dinliyor bilmek. * Konuşmaya lâyık görmek.
MUHATARA  Tehlike. Korkulacak hâle tutulmak. * Zarar. Ziyan. Korku. * Tehlike ve zarar ihtimali olan.
MUHATARA-İ İZMİHLÂL  Dağılma tehlikesi.
MUHATARAT  (Muhatara. C.) Zararlar, ziyanlar, hasarlar. * Korkular. Tehlikeler.
MUHATIB  (Hutbe. den) Birine söz söyliyen. Hitâbeden.
MUHATTAT  (Hatt. dan) Çizilmiş, resmi yapılmış.
MUHATTATA  İstasyon.
MUHATTIT  (Hatt. dan) Çizen, resmini yapan.
MUHAVELE  İsteme, taleb etme. Bir şeyi yapmaya girişme.
MUHAVERAT  (Muhavere. C.) Konuşmalar. Muhâvereler. Karşılıklı görüşüp konuşmalar.
MUHAVERE  (C.: Muhaverat) Konuşma. Görüşerek konuşma.
MUHAVEZE  Muhalefet, uyuşmazlık.
MUHAVVEF  Korkulu. Korkutulmuş.
MUHAVVEL  Hâvâle edilmiş. Ismarlanmış. Tebdil ve tağyir edilmiş. Değiştirilmiş. Bırakılmış.
MUHAVVEN  Hâinleşen. Tahvin edilen.
MUHAVVET  Etrafına sur ve duvar çekilmiş yer.
MUHAVVIT  Duvar çeken, tahvit eden.
MUHAVVİC  Muhtaç edici.
MUHAVVİF  Korkutan. Korkutucu.
MUHAVVİFÂNE  f. Dehşetlice. Korkutucu bir vaziyette. Korkutmak suretiyle.
MUHAVVİL  Başka hâle koyan. Değiştiren. Tahvil eden.
MUHAVVİL-ÜL HAVLİ VE-L AHVÂL  Havli, kuvveti ve hâlleri değiştiren, başka şekle sokan Cenâb-ı Hak (C.C.)
MUHAVVİLE  (Havl. den) Fiz: Elektrik cereyanını, akımını başka hâle koyan. Transformatör.
MUHAYA  Bölünemiyen bir şeyi nöbetleşe ve sıra ile kullanma.
MUHAYEE  Pay edilmesi ve bölünmesi mümkün olmayan bir şeyi sıra ile nöbetleşe kullanma.
MUHAYENE  Belirli bir zaman için kiralama.
MUHAYYA  Yüz, vech.
MUHAYYEB  Yoksun bırakılmış, mahrum kılınmış.
MUHAYYEBEN  Mahrum ederek. Yoksun bırakarak.
MUHAYYEL  Tahayyül edilmiş. Hayâl olarak düşünülmüş. Zihinde tasarlanmış.
MUHAYYELAT  (Muhayyele. C.) Hayâl edilmiş olan şeyler. Muhayyel olan şeyler.
MUHAYYEM  (Hayme. den) Çadırı kurulmuş ordugâh. * Kurulmuş çadır. * Çadırda yatan insan. Kamp yeri.
MUHAYYEMGÂH  f. Ordu çadırlarının kurulduğu yer. Ordugâh.
MUHAYYER  (Hayr. dan) Seçilmesi serbest olan. Seçmece. Beğenmece.
MUHAYYİB  Yoksun bırakan, mahrum kılan.
MUHAYYİBÂNE  f. Mahrum ve yoksun bırakırcasına.
MUHAYYİL  Tahayyül eden. Hayal kuran. Zihinde olmayacak şeyleri düşünen.
MUHAYYİLE  Kuvve-i hayâliye. Hayâl kurma merkezi. Zihinde bulunan hayal kuvveti.
MUHAYYİR  Hayret veren. Hayrette bırakan. Şaşkınlık veren.
MUHAYYİR-ÜL UKUL  Akıllara hayret veren. Akılları şaşırtan, akılları durduran.
MUHAYYİR  İlmî şeyler arasında seçim yaparak beğenmeyi serbest eden. Muhayyer kılan.
MUHAZAH  Mukabele olmak, karşılık olmak.
MUHAZANE  Çocuklara şaşırtıp sevindirecek şeyler söylemek.
MUHAZARA  Yemiş olmadan henüz ham iken satmak.
MUHAZARA  (C.: Muhazarât) (Huzur. dan) Hatırda tutulan şeyler. * Tarihi ve edebi fıkra ve hikâyeler anlatma. * Konferans verme.
MUHAZARÂT  (Muhazara. C.) Akılda tutulan faydalı bilgiler veya hikâyeler.
MUHAZAT  Aynı hizâda bulunmak, karşı durmak, karşı olmak.
MUHAZAT-I NİSA  Fık: Kadınlarla erkeklerin namazda aynı hizada aynı safta beraber durmaları (ki, bazı şartlar müvacehesinde namazı ifsad eden bir haldir.)
MUHAZAT  Yüz yüze gelme, karşılaşma.
MUHAZELE  Hakirlik, aşağılık, rezillik.
MUHAZERE  Birbirini korkutmak. * İhtiraz etmek. * Uyanık olmak.
MUHAZÎ  (Hiza. dan) Birbirinin karşısında ve bir hizada bulunan. Paralel.
MUHAZREB  Katı bükülmüş ip.
MUHAZZA  Birbirini tahrik edip bir işe kandırmak.
MUHAZZAB  Boyanmış, tahzib olunmuş.
MUHAZZAR  Yeşile boyanmış. Yeşil renk ile renklendirilmiş.
MUHAZZİ'  Saman ve ot kesmekte kullanılan bir çeşit ziraat makinesi.
MUHAZZİL  Alçaklık ve bayağılık içinde bırakan. Tahzil eden.
MUHAZZİLÂNE  f. Alçaklık ve bayağılıkla.
MUHAZZİL  Korkutucu.
MUHAZZİR  Tahzir eden. Sakındıran. Çekindiren.
MUHBİR  Haber veren. Haberci. Haber toplayan. * Birisinin fenâlığını alâkadar makama haber veren. Jurnalcı.
MUHBİR-İ SÂDIK  Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi. Diğer Peygamberlere de denebilir. Çünkü hepsi sâdık, sağlam, doğru haberleri insanlara ulaştırmışlar, kendilerine bildirilenleri aynen bildirmişler, insanları doğruluğa, felâha, hakka, hakikata, imana dâvet etmişlerdir.
MUHBİT  Alçak gönüllü, mütevazi. Mütezellil.
MUHCEN  Kısa boylu ve suyu az olan bir bitki çeşidi.
MUHDA' (MIHDA')  Kiler.
MUHDAR  (Muhzar) Hazırlanmış. * Amellerinin sâhifelerini müşâhede etmiş olarak.
MUHDEC  İçine esvap koydukları küçük ev, kiler. * Azâsı noksan olan.
MUHDES  İhdas edilmiş. Sonradan meydana gelmiş, eskiden olmayan. * İlm-i Hâlde: Şer'î temizliği gitmiş, abdest veya guslü lâzım gelmiş olan.
MUHDÎ  (Bak: Mühdi)
MUHDİS  Hâdiseye sebeb olan. İhdas eden. Yeni bir şey ortaya çıkaran.
MUHEYH  Beyincik.
MUHFES  Seri, hızlı.
MUHH  (C.: Mihâh) İlik. * Beyin. * Cevher, madde.
MUHH  Yumurtanın sarısı. * Eskiyip köhne olmak.
MUHIKK  (Muhik) Haklı. Hakkı yerine getiren. Haklı olan.
MUHIKKANE  f. Haklı olarak. Haklı olmak suretiyle. İhkak-ı hak etmek suretiyle.
MUHİBB  Seven. Muhabbet eden. Dost. Hayrı isteyen.
MUHİBBAN  f. (Muhibbin) Dostlar. Muhabbet edenler. Sevilenler. Sevgi besleyenler. Bir kimsenin taraflıları.
MUHİBBANE  f. Severek. Dostça. Dosta yakışır surette.
MUHİBBE  Kadın sevgili. Kadın dost.
MUHİBBÎ  Muhibb ile alâkalı. * Kanuni'nin nazımda kullandığı mahlâs.
MUHÎF  (Muhife) Korkunç. Korkutucu.
MUHÎL  İhâle eden. Havâle eden. * Fık: Borcunu başkası ödemesi için havâle eden kimse. Başkasının borcuna nakleden.
MUHÎLÎ  Hilekârlık. Sahtekârlık. Hile.
MUHİLL  (Halel. den) İhlâl eden. Bozan. Sakatlayan. Karıştıran.
MUHİLL-İ ÂSÂYİŞ  Asâyişi ihlâl eden. Güvenliği bozan.
MUHİLL-İ NÂMUS  Nâmusa zarar veren, nâmusa dokunan.
MUHİN  Zayıflatan, hor ve hakir eden. İhanet eden.
MUHÎS  Zindan.
MUHİSS  (Hiss. den) Hissettiren, duyuran.
MUHİŞ  Korkutan, korku veren.
MUHİT  İhata eden. Etrafını kuşatan, çeviren. * Etraf. Çevre. * Büyük deniz. Okyanus. * Mc: Büyük âlim.
MUHİT-İ ARZ  Dünyanın çevresi.
MUHİT-İ DÂİRE  Mat: Daire çevresi. Çember.
MUHİT-İ NİGÂH  Göz çevresi.
MUHİTAT  (Muhit. C.) Çevreler, muhitler.
MUHKEM  Sağlam. Metin. Sıkı sıkıya. Kuvvetli. Tahkim edilmiş. Sağlamlaştırılmış. * Fık: Tefsir edilenlerden daha kuvvetli olan söz. İhtimalli olmayan söz.
MUHKEMAT  Muhkem olanlar. Sağlam ve kuvvetli olanlar. * İçinde hüküm bulunan ve mânası açık olanlar.
MUHKEMAT-I KUR'ANİYYE  Mânası açık ve te'vile ihtiyacı olmayan âyetler. Başka bir mânaya ihtimali olmayıp sarih emir ve nehiyleri müştemil olan âyetler. Bu âyetler mensuh veya anlaşılmayan şekilde müteşabih ve muhtemel olmayıp muhkem ve mübeyyin olmakla aslâ te'vile muhtaç olmazlar. Bâzı şeylerin haram olması veya enbiya kıssaları (Ekasis-i enbiya) gibi.
MUHKEM KAZİYE  Huk: Kat'i ve sağlam bozulmaz hüküm. Mahkemenin en sonunda vermiş olduğu kararlar. Temyiz mahkemesince tetkik ve tasdik edildikten sonra veyahut temyiz müddeti geçen bir mahkeme kararının, mevzuunu teşkil eden hâdise hakkında, kat'i bir karine ve delil ve kanunen değişmez bir hüküm olarak kabul edilmesi. (Bak: Kaziye-i muhkeme)
MUHKİM  Kuvvetleştiren, sağlam kılan, ihkâm eden.
MUHLA  Ot biçecek âlet, orak. * Nalbantların tırnak yonacak âleti.
MUHLED  Saçı ve sakalı geç ağaran kişi.
MUHLES  İhlâsı dâimi olan. Devâmlı hâlis olan.
MUHLES  Orta yaşlı kimse.
MUHLEVLAK  Düz kaypak nesne.
MUHLİK  (Bak: Mühlik)
MUHLİS  Saç ve sakalına kır düşmüş olan kimse.
MUHLİS  Hâlis olan. İhlâsı kazanmak için gayret gösteren, samimi ve itikadı doğru olan. Her hâli içten ve riyâsız olan. Katıksız.
MUHLİSÂNE  f. Hâlisâne. Samimi olarak. Dostlukla. Riyâsızlıkla.
MUHLİSEN  Hâlis olarak. Muhlis olarak.
MUHMEL  Tüylü ve saçaklı nesne.
MUHMİD  Ateşin alevini bastıran.
MUHNAK  (C: Mehânik) Zayıflamış davar.
MUHNİK  (Hank. dan) Boğucu, boğan.
MUHNİS  Birine verdiği sözü geri alan.
MUHNİS  Yumuşak kimse; yâni şiddeti ve katılığı olmayan. Mülâyim.
MUHRAZA  (C: Mehârız) Çöğen koyacak kap.
MUHREC  (Huruc. dan) Dışarı çıkarılmış, ihrâc olunmuş. * Bir şeyin sureti çıkarılmış.
MUHRENBIK  Başını eğip tınmayan, sükut eden, susan ve fırsat bulduğu gibi fevri söyleyen kimse.
MUHRENŞİM  Azametli, kibirli kimse. * Zayıf ve rengi değişmiş kişi.
MUHRENZİM  Gadaplı, hışımlı, kızgın.
MUHREZ  Kazanılmış, elde edilmiş. * Sudaki balık, av hayvanları v.s. gibi, kimsenin malı olmayıp herkesçe faydalanılan bir şeyin ele geçirilmesi.
MUHRİB  Harp gemisi. Torpidoları avlayan ve hızla giden bir nevi harp gemisi.
MUHRİB  Tahribeden. Yıkan. Muharrib. Harâb eden.
MUHRİBÎN  (Muhrib. C.) Muhribler. Yıkıp yok edenler. Harâb edenler.
MUHRİCE  Çıkrıkçı.
MUHRİK  Yakan. Yakıcı. * Çok acıtan. İhrak eden.
MUHRİK-DEM  f. Nefesi yakıcı olan. Âşık.
MUHRİZ  (İhraz. dan) Elde eden, kendi payına alan, kazanan.
MUHSAN  Fık: Akıl. Büluğ. İslâmiyet. Hürriyet. Nikâh-ı sahih ile teehhül vasıflarını câmi olan kimse.
MUHSANAT  (Muhsana. C.) Muhsan olan kadınlar.
MUHSANE  Muhsan olan kadın. Temiz ve namuslu kadın.
MUHSAR  (Bak: İhsar)
MUHSIN  Kale gibi mahfuz ve sağlam olan. Kendini haramdan saklayan.
MUHSÎ  Sayı sayan.
MUHSİN  İhsan eden, iyilik eden. Kerim. Cömert. * Allah'ı görür gibi O'na ibadet eden.
MUHSİNÎN  (Muhsin. C.) Muhsinler.
MUHTAC  İhtiyacı olan. Akşam evinde yiyeceğini bulamayacak derecede fakir olan. Bir şey kendine lâzım olan kimse. Bir eksiğini tamamlamak isteyen. Fakir.
MUHTAC-I TA'RİF  Tarif edip anlatmağa muhtaç.
MUHTACÎN  (Muhtac. C.) Muhtaç kimseler. İhtiyaç sâhibleri. Fakirler, yoksullar.
MUHTACİYET  İhtiyaç sahibi olmak. Muhtaçlık, fakirlik, sefalet, yoksulluk.
MUHTAL  (Hile. den) Hilekâr, dalavereci, hileci.
MUHTAL  Mütekebbir. Kibirli.
MUHTALE  Hileci ve dalavereci kadın.
MUHTAN  Kendisine hıyanet edilen kimse. * Hâin. Hıyanet eden.
MUHTAR  İhtiyar eden. Seçilmiş olan. * Hareketinde serbest olan. İstediğini yapmakta serbest olan. Hür. * Köyde veya şehrin mahallesinde seçimle o semtin idâre ve hükümet işlerini üzerine alan kimse. * Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ism-i şerifi.
MUHTARİYET  Muhtarlık. Kendi kendine hareket edebilme. İhtiyar ve iradesi kendi elinde olma.
MUHTASAR  Az. Kısa. Uzun olmayan. * Tekellüfsüz. * İhtisar edilmiş. Kısaltılmış.
MUHTASARAN  Kısa olarak. Muhtasar olarak. Kısaltılmış tarzda.
MUHTASID  (Hasad. dan) Ekinci, çiftçi. İhtisâd eden, ekin biçen.
MUHTASIM  Düşmanlık yapan. Adavet eden. Husumet eden.
MUHTASIRA  Kısaltma. Hülâsa.
MUHTASS  (C: Muhtassin) (Husus. dan) Bir şeye veya bir kimseye ait olan.
MUHTASSAN  Ençok, bilhassa. Daha ziyâde.
MUHTASSÎN  (Muhtass. C.) (Husus. dan) Bir şeye mahsus olanlar, bir kimseye ait olan şeyler.
MUHTATİB  Nikâhla isteyen.
MUHTATİF  Göz kamaştıran. * Kapıp götüren.
MUHTAZAR  Hazırlanmış. * Ölüme hazır.
MUHTAZI'  Boyun eğen. Tevâzu yapan. Alçak gönüllülük gösteren.
MUHTAZIÂNE  f. Alçak gönüllülükle. Tevâzu ve mahviyetle. Boyun eğerek.
MUHTAZIB  Renklenen, boyanan.
MUHTAZIR  Can çekişen.
MUHTAZIRANE  Can çekişiyormuşcasına.
MUHTEBA  Dizlerini yere dikip ellerini dizlerine kavuşturup oturan; dizlerini iple bağlayıp oturan kimse.
MUHTEBER  Tecrübe ve imtihan eden, deneyen.
MUHTEBES  (Habs.den) Hapsedilmiş.
MUHTEBIT  Gece vakti dilenen.
MUHTEBİL  Delirmiş olan.
MUHTEBİR  Yoklayan, deneyen, tecrübe eden. * Sağlam haberi olan. İyice bilen.
MUHTEBİRÂNE  f. Yoklar ve denercesine. Tecrübe eder tarzda.
MUHTEBİS  Zorla alan.
MUHTECİB  Hicablanmış. Perdeli. Örtülü. Örtülmüş. Saklanan. Gizlenen.
MUHTED  (Hadd. dan) Hiddetlenmiş, kızmış. * Keskin. Keskinleşmiş.
MUHTEDİ'  Hilekâr. Dolandırıcı.
MUHTEDİÂNE  f. Hile ve dalaverecilikle.
MUHTEFÎ  Gizlenen. Saklı, gizli. * İftira eden.
MUHTEFİD  Seri kesici olan.
MUHTEKİR  Hakir ve hor gören. Aşağı ve adi kabul eden. İhtikar eden.
MUHTEKİR  İhtikâr yapan. Vurguncu, ihtiyaç mallarını kıymeti artsın da satayım diye saklayan. Halkın zararına çalışarak malı saklayan. (Bak: İhtikâr)
MUHTEKİRÂNE  f. Vurgunculukla, ihtikârcılıkla.
MUHTEKİR  Yardımcı.
MUHTEKİRÎN  (Muhtekir. C.) İhtikâr edenler. Vurguncular.
MUHTELEF  Uyuşmamış. Birbirine uymamış. İhtilâf olunmuş.
MUHTELEF-ÜN FİH  Hakkında ihtilâf olunan mes'ele.
MUHTELİ'  Kocasından boşanan kadın. İhtilâ eden kadın.
MUHTELİB  Hilekâr, aldatıcı, hile yapan, dalavereci. 
MUHTELİC  (Halecân. dan) (Kendi elinde olmıyarak) titreyen.
MUHTELİF(E)  Çeşitli. Bir türlü olmayan. Birbirine uymayan.
MUHTELİF-ÜL CİNS  Çeşit çeşit cinste. Muhtelif cinste.
MUHTELİK  Tıraş eden.
MUHTELİK  Yalancı. Yalan uyduran.
MUHTELİM  İhtilâm olmuş.
MUHTELİS  Beylik maldan çalan. Çalıp çırpan.
MUHTELİSÂNE  f. Çalarcasına. Çalıp çırparcasına.
MUHTELİT  Karışmış. Karışık. Karma.
MUHTELL  Bozuk. Berbâd. Karışmış. İşgal ve ihlâl edilmiş. * İntizamsız. Nizamsız olmuş. * Fakir kimse. * Çok susuz kalmış olan.
MUHTELL-ÜS SIHHA  Sıhhati bozulmuş.
MUHTEMEL  (Haml. den) Olabilir. Mümkün. Ümid edilir. Kabil. Me'mul.
MUHTEMEL-ÜZ ZIDDEYN  Edb: Birbirine zıt ve iki mânâya da gelebilen ifadelere denir.
MUHTEMELAT  (Muhtemel. C.) Olabilir ve umulur şeyler. İhtimâl dahilindeki şeyler.
MUHTEMER  Mayalandıran. Ekşiyip kabartan.
MUHTEMÎ  Perhiz yapan. İhtima eden.
MUHTEMİR  (Hamr. dan) Mayalanan. Mayalanarak ekşiyip kabaran. * Örtü ile örtünen. Yaşmaklanan.
MUHTENİK  (Hank. dan) Nefes alamayıp boğulan. Boğuk. Boğulmuş.
MUHTER  Yol, tarik.
MUHTERA'  İcad edilmiş. İhtira' olunmuş. Uydurulmuş.
MUHTERAAT  Yeni icad edilmişler. Yeniden meydana çıkarılmış olanlar. İhtira' olunmuşlar.
MUHTEREM  Hürmet görmüş. İhtiram olunmuş. Kıymetli ve şerefli kimse.
MUHTERİ'  Misli görülmedik bir şey icâd eden. İcâd eden. Yeni bir şey bulan. Yeni bir şey meydana getiren. * Uydurma şeyler ortaya atan. Müfteri.
MUHTERİÂNE  f. Yeni bir şeyler icad ederek. Yenilikler ortaya koyarak. * İftirada bulunarak.
MUHTERİB  (C.: Muhteribin) (Harb. den) Savaşan, harbeden, muhârib.
MUHTERİBÎN  (Muhterib. C.) Harbedenler, savaşanlar, muhâribler.
MUHTERİF(E)  (Hiref. den) Sanatkârlar. İş sâhibleri.
MUHTERİK  Ateşle yanmış olan. Yanan.
MUHTERİS  İhtiras sahibi. Çok fazla hırslı istiyen.
MUHTERİS  (Muhteriz) Sakınan. Çekinen. Çekingen.
MUHTERİZ  Sakınan. Çekinen. Çekingen.
MUHTERİZÂNE  f. Sakınarak, çekinerek. Çekine çekine.
MUHTESİB  (Hisab. dan) Belediye işlerine bakan memur. * Kanundan ziyâde idâri ve örfi işler için karar veren. İhtisâb ağası. (Bak: İhtisab)
MUHTEŞEM  Büyük, debdebeli, tantanalı. * Etraflı ve taraftarlarının çokluğu ile büyük.
MUHTEŞİ'  Kendini aşağı gören.
MUHTEŞİD  Biriken, toplanan.
MUHTETIB  (Hatab. dan) Koruluk, orman, meşelik. * Odun toplıyan.
MUHTETİM  Sona erdiren. Hitâma vardıran.
MUHTETİN  Sünnet olmuş.
MUHTEVA  Bir şeyin içindekiler. Kaplanan, içine alınan. İçindeki şey.
MUHTEVÎ  İhtivâ eden. Bir yere toplayan. İçine alan. Kaplayan.
MUHTEVİYYÂT  İçindekiler. Kapladığı şeyler.
MUHTEZEN  Biriktirilip ambar veya hazineye konmuş.
MUHTEZİN  Kederli, hüzünlü, mahzun, mükedder.
MUHTEZİR  Sakınan, çekinen. (Bak: Muhteriz)
MUHTIR  (Hatır. dan) Hatıra getiren, hatırlatan.
MUHTIRA  Hatırlatmak veya hatırlamak için yazılan tezkere.
MUHTÎ  Hatâ işleyen. Günahkâr. Hatâlı. * Hatâya düşürten. Yanıltan.
MUHVİL  Bir yaş tamamlamış.
MUHYÎ  Maddî mânevî hayat veren, dirilten, canlandıran, can ve ruh veren mânalarında olup, Cenab-ı Hakk'ın bir ismidir.(Ehl-i dünya küfür ve dalâlet karanlığında mânen ölü gibi iken Resul-i Ekremin (A.S.M.) mübarek irşadları ve iman nurları ile dirilmelerine ve o mânevî ölümden kurtulmalarına binaen Peygamberimize de (A.S.M.) Muhyî denilmiştir)
MUHYİDDİN-İ ARABÎ  (Hi: 560 - 638) İspanya'da doğmuş, Anadolu ve Arabistan'ı gezmiştir. Mutasavvıf ve büyük âlim idi. Birçok ilmi eserler yazmıştır. Kendisine Şeyh-i Ekber de denir. Fütuhat-ı Mekkiye, Füsus-ül Hikem adlı eserleri meşhurdur. Şam'da vefat etmiştir. (K.S.)
MUHYEM  (C: Mehâyim) İkâmet yeri, oturma yeri.
MUHZAR  İnce belli. Beli ince olan.
MUHZIR  (Huzur. dan) Eskiden şeriat mahkemelerinde mübâşir hizmetini gören kimse. Alâkalı kimseleri mahkemeye çağırmaya memur kişi.
MUHZİN  (Hüzn. den) Hüzün verici. Acıklandırıcı. Kederlendirici.
MUÎD  Yardımcı. Mubassır. * Dersi iade eden, tekrar ettiren. Muallim yardımcısı. * Geri çevirtici. * Bir şeyi âdet edinmiş olan. * Tecrübeli. Hâzık. * Güçlü. Kuvvetli. * Arslan. * Gazâ ve cihad eden kimse.
MUİDD  Hazırlayıcı. Amâde edici. * İâde eden. * Sayan.
MUÎL  Evlâd ü iyâli, yâni çoluk çocuğu çok olan kimse.
MUİLL  Hasta eden.
MUÎN  Yardımcı. Muâvin. İane eden.
MUÎR  Ödünç olarak veren. Borç veren. Karz-ı hasen tarzında veren.
MUİZZ  İzzet ve ikram eden. Ağırlayan. Aziz ve şerif eyleyen.
MUJE  f. Musibet, belâ. * Keder, gam, tasa, hüzün.
MUJİK  (Rusça) Rus köylüsüne verilen isim.
MUK  Göz pınarı. * Akılsızlık. * Kanatlı karınca. * Mest üzerine giyilen çizme.
MUK  f. Diken.
MUKA  Islık çalmak.
MUKA'AR  (Ka'r. dan) Oyuk, çukur, çökük.
MUKA'ARİYET  Çukurluk, oyukluk.
MUKABBEB  (Kubbe. den) Kubbeli.
MUKABBEL  (Kabl. dan) Öpülmüş, takbil edilmiş.
MUKABBIZ  (Kabz. dan) Sıkan, daraltan.
MUKABBİL  (C.: Mukabbilîn) Öpen, takbil eden.
MUKABBİLÎN  (Mukabbil. C.) Öpenler, takbil edenler.
MUK'ABE  Kadeh gibi çukur göbek.
MUKABEDE  şiddet ve zahmet vermek.
MUKABELE  Karşılık, karşılamak. * Mücadele. * Karşılaştırmak. Karşılıklı yapılan iş, karşılıklı yapılan okuma. * Camide Kur'ân-ı Kerimi okuyup halka dinletmek.* Yüz yüze olmak. * Düşmanın şerrinden kurtulmak ve onun şiddetini kaldırmak için onu yıldıracak tedbirde bulunmak.
MUKABELE-İ BİLHURUF  Söz ile konuşmak ve hakikatı müdafaa etmek suretiyle karşı çıkıp mukabele etmek. (Bak: Muaraza-i bilhuruf)
MUKABELE-İ BİLMİSİL  Karşılaştığı aynı muameleyi sahibine iade etmek, o kimseye aynı muameleyi yapmak. Mukabil hareketi karşısındakine icra etmek.
MUKABELE-İ BİSSÜYUF  Silâha, kılınca sarılmak suretiyle karşı koymak.
MUKÂBELE  Hapsetmek. * Sonraya bırakmak, tehir etmek. * Meşveret etmek, danışmak. * Bir kimsenin evi yanında bir ev satıldığında; "başka kimse satın alsın, ben ondan şüf'a yolu ile alayım" diye şirâsına muhtaç iken tehir etmek.
MUKABİL  Karşılık olan. Karşı taraf. İvaz, bedel, karşılığı.
MUK'AD  Kötürüm.
MUKAD  Ağır yüklü.
MUKADDED  Parçalanmış.
MUKADDEM  Zaman ve mekân cihetiyle daha evvel olan. * Askerin ön tarafına sevkedilen karakol. * Değerli, üstün. * Küçükten büyüğe sunulan, takdim edilen.
MUKADDEM-ÜL AYN  Gözün kenarı. Gözün pınarı.
MUKADDEMA  Önce. Evvelce. Eskiden. Bundan evvel.
MUKADDEMAT  (Mukaddeme. C..) Başlangıçlar. Mebde'ler. İleride bulunanlar.
MUKADDEMÂT-I İHZARİYE  Bir şeyi hazırlamak için önceden yapılan işler.
MUKADDEME  İlk söz. Başlangıç. * Önde gelen. Medhal. Giriş. * Man: İki kaziyeden ibaret olan sözün evvelki kaziyesi.
MUKADDEME-İ İSTİSNAİYE  Man: İçinde istisnâ edatı olan evvelki kaziye. "Eğer güneş doğarsa gündüz olacak. Güneş doğmuştur." kaziyelerinde: "Eğer güneş doğarsa" kaziyesi Mukaddeme-i istisnâiyedir.
MUKADDER  Tâyin olunmuş. * Kısmet. Kader. Miktarı tâyin ve takdir olunmuş olan. * Kazâ. * Kıymeti biçilmiş. * Beğenilmiş. * Yazılmış olan. * Edb: Yazılı olmayıp da sözün gelişinden anlaşılan. Lafzan zikredilmeyip, mânen murad edildiği anlaşılan. Meselâ: Kur'an-ı Kerim'de, her sureden evvel "Bismillâh" yazılı olması, bize her işimizde veya her okumaya başlarken Bismillâh diye emir olduğu "mukadder" dir. Meselâ: Kur'an-ı Kerim'de ( De ki:) mânasındaki Cenab-ı Hakk'ın hitabında: "Ya Muhammed (A.S.M.), Sen kullarıma de ki!" mânası, mukadder olarak vardır. Aynı zamanda Peygamber'in (A.S.M.) yolunda olanlara ve bütün vâris-i nebi olabilen büyük hakikatlı ve veli kullara aynı emir mukadderdir. Çünkü, emir olarak hitabdır. Hitab ise muhakkak bir muhataba söylenir. Vahiy hitabında birinci muhatab ise, Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dır. (Bak: Kader)
MUKADDERAT  (Mukadder. C.) Kader. Ölçü ve miktarı tâyin olunan şeyler. Alın yazısı. (Bak: Kader)(Hayat, "İman-ı Bil'kader" rüknüne bakıyor; remzen isbat eder. Çünki, madem hayat, âlem-i şehadetin ziyasıdır ve istilâ ediyor; ve vücudun neticesi ve gayesidir; ve Hâlik-ı Kâinat'ın en câmi âyinesidir; ve faaliyet-i Rabbaniyenin en mükemmel enmuzeci ve fihristesidir, temsilde hata olmasın, bir nevi programı hükmündedir. Elbette âlem-i gayb yani mâzi, müstakbel yani geçmiş ve gelecek mahlukatın hayat-ı mâneviyeleri hükmünde olan intizam ve nizam ve mâlumiyet ve meşhudiyet ve taayyün ve evâmir-i tekviniyeyi imtisâle müheyyâ bir vaziyette bulunmalarını sırr-ı hayat iktiza ediyor. Nasılki bir ağacın çekirdek-i aslîsi ve kökü ve müntehasında ve meyvelerindeki çekirdekleri dahi aynen ağaç gibi bir nevi hayata mazhardırlar. Belki, ağacın kavânin-i hayatiyesinden daha ince kavânin-i hayatı taşıyorlar. Hem nasılki bu hazır bahardan evvel geçmiş güzün bıraktığı tohumlar ve kökler, bu bahar gittikten sonra, gelecek baharlara bırakacağı çekirdekler, kökler, bu bahar gibi cilve-i hayatı taşıyorlar ve kavânin-i hayatiyeye tâbidirler... Aynen öyle de; şecere-i kâinatın bütün dal ve budaklariyle herbirinin bir mâzisi ve müstakbeli var. Geçmiş ve gelecek tavırlarından ve vaziyetlerinden müteşekkil bir silsilesi bulunur. Her nevi ve her cüz'ünün ilm-i İlâhiyyede muhtelif tavırlar ile müteaddit vücudları bir silsile-i vücud-u ilmî teşkil eder. Ve vücud-u hârici gibi o vücud-u ilmî dahi, hayat-ı umumiyenin mânevi bir cilvesine mazhardır ki, mukadderat-ı hayatiye, o mânidar ve canlı elvâh-ı kaderiyeden alınır. Evet âlem-i gaybın bir nevi olan âlem-i ervah, ayn-ı hayat ve madde-i hayat ve hayatın cevherleri ve zâtları olan ervah ile dolu olması, elbette mâzi ve müstakbel denilen âlem-i gaybın bir diğer nev'i de ve ikinci kısmı dahi, cilve-i hayatîye mazhariyetini ister ve istilzam eder. Hem herbir şeyin vücud-u ilmîsindeki intizam-ı ekmeli ve mânidar vaziyetleri ve canlı meyveleri, tavırları; bir nevi hayat-ı mâneviyeye mazhariyetini gösterir. Evet, Hayat-ı Ezeliye Güneşinin ziyası olan bu gibi cilve-i hayat, elbette yalnız bu âlem-i şehadete ve bu zaman-ı hâzıra ve bu vücud-u hâriciyeye münhasır olamaz; belki, herbir âlem, kabiliyetine göre o ziyanın cilvesine mazhardır; ve kâinat, bütün âlemleriyle o cilve ile hayattar ve ziyadardır. Yoksa nazar-ı dalâletin gördüğü gibi muvakkat ve zâhirî bir hayat altında herbir âlem, büyük ve müdhiş birer cenaze ve karanlıklı birer virane âlem olacaktı. S.)(Eşyanın mürur-u zamanla giydikleri suretler ve ettikleri harekât ile hâsıl olan vaziyetler dahi, bir intizam-ı kadere tâbidir. Evet, bir çekirdekte, hem bedihî olarak, irade ve evâmir-i tekviniyenin ünvanı olan "Kitab-ı Mübin"den haber veren ve işaret eden, ham nazarî olarak emir ve ilm-i İlâhinin bir ünvanı olan "İmam-ı Mübin" den haber veren ve remzeden iki kader tecellisi var. Bedihî kader ise, o çekirdeğin tazammun ettiği ağacın, maddi keyfiyat ve vaziyetleri ve hey'etleridir ki, sonra göz ile görünecek. Nazarî ise, o çekirdekte, ondan halkolunacak ağacın müddet-i hayatındaki geçireceği tavırlar, vaziyetler, şekiller, hareketler, tesbihatlardır ki, tarihçe-i hayat namiyle tâbir edilen vakit-bevakit değişen tavırlar, vaziyetler, şekiller, fiiller; o ağacın dalları, yaprakları gibi intizamlı birer kaderî miktarı vardır. Mâdem en âdi ve basit eşyada böyle kaderin tecellisi var. Elbette umum eşyanın vücudundan evvel yazılı olduğunu ifade eder ve az bir dikkatle anlaşılır. Şimdi; vücudundan sonra herşey'in sergüzeşt-i hayatı yazıldığına delil ise âlemde "Kitab-ı Mübin" ve "İmam-ı Mübin"den haber veren bütün meyveler ve "Levh-i Mahfuz"dan haber veren ve işaret eden insandaki bütün kuvve-i hâfızalar birer şahittir, birer emâredir. Evet herbir meyve, bütün ağacın mukadderat-ı hayatı onun kalbi hükmünde olan çekirdeğinde yazılıyor. İnsanın sergüzeşt-i hayatiyle beraber kısmen âlemin hâdisat-ı mâziyesi kuvve-i hâfızasında öyle bir surette yazılıyor ki, güya hardal küçüklüğünde bu kuvvecikte dest-i kudret, kalem-i kaderiyle insanın sahife-i a'mâlinden küçük bir senet istinsah ederek, insanın eline verip, dimağının cebine koymuş. Tâ, muhasebe vaktinde onunla hatırlatsın. Hem, tâ mutmain olsun ki; bu fena ve zeval herc ü mercinde beka için pek çok âyineler var ki, Kadir-i Hakîm, zâillerin hüviyetlerini onlarda tersim edip ibka ediyor. Hem, beka için pek çok levhalar var ki, Hafîz-i Alîm, fânilerin mânalarını onlarda yazıyor... S.) (Bak: İmam-ı mübin)
MUKADDERAT-I HAYATİYE  Bütün canlıların hayatları müddetince geçirdikleri ve geçirecekleri tavır, hareket, şekil ve amelleri gibi hususiyetleri.
MUKADDES  (Kuds. den) Takdis edilmiş olan. Temiz ve pâk. Noksan ve kusurdan müberra ve uzak olan. Her çeşit noksan, ayıp ve kusurlardan münezzeh ve uzak olan. Kudsi.
MUKADDESÂT  (Mukaddes. C.) Kudsi olanlar. Mukaddes olanlar.
MUKADDİM  (Kıdem. den) Takdim eden. Sunan. Öne, ileriye geçiren. Öne koyan. * Cür'etli çeri kimse. * Gözün pınarı, ("mukdim-ül ayn" da derler.)
MUKADDİMAT  (Mukaddime. C.) Mukaddimeler. İlk gelenler. İlk sözler.
MUKADDİME  Evvel gelen. Öne geçen. Her şeyin evveli. * Bir kitapta asıl maksada başlamadan evvel kitapda olan bahisler hakkında ve kitabın muhteviyatına dâir yazılan makale, önsöz. * Alın. Nâsiye. Alındaki perçem.
MUKADDİME-İ KÜBRÂ  Büyük başlangıç.
MUKADDİR  Takdir eden. Bütün mahlukatın ve her şeyin esaslarını tanzim ve takdir edip sıralayan. Allah (C.C.). Bir şeyin kıymetini biçen, takdir eden. Beğenen.
MUKADDİRÂNE  f. Takdir edercesine, kıymetini bilircesine, kıymetine göre sıralarcasına. Mukaddire yakışır hâlde.
MUKADDİRÎN  (Mukaddir. C.) Kıymet ve paha biçenler. Takdir edenler.
MUKAFFA  Kafiyeli, kafiyelenmiş. Birbirini tâkib eden.
MUKAFFEL  (Kufl. den) Kilitlenmiş, kilitli.
MUKAFFÎ  Resul-i Ekremin (A.S.M.) bir ismidir. (Çünkü, O'nu dünyanın hiç bir şeyi Allah'a tâbi olmaktan ayıramamış ve bütün enbiyâ ve resullerin iyi yollarını da tâkib etmiştir.)
MUKAHHİR  (Kahr. dan) Kahreden, tahkir eden, yok eden.
MUKALKAL  Kararsız. * Şarap, hamr.
MUKALKALE  şişe. Sürahi.
MUKALLED  (Kald. dan) Boynuna gerdanlık takılmış. * Padişah tarafından nişan takılan kimse. * (Taklid. den) Taklid edilen. Örnek tutulan. Misal alınan.
MUKALLEF  Kalafatlanmış, taklif edilmiş.
MUKALLİB  (Kalb. den) Başka tavra geçiren. Başka hâle değiştiren. Bir başka tarafa döndüren.
MUKALLİD  Benzemeye veya benzetmeğe çalışan. Taklid eden. * Bir şeyi boynuna takan, asan. * Kuşatan.
MUKALLİDÂNE  f. Benzetmeğe, taklide özenircesine. Taklid edercesine. Benzemeğe çalışırcasına.
MUKALLİDÎN  (Mukallid. C.) Taklidçiler. Örnek ve misâl alanlar. * Takınanlar. Boyuna takanlar.
MUKALLİS  Ağaç oynatıcı.
MUKAM  Durduracak mekân. İkamet mevzii. * Durmak, ikamet.
MUKAME  İkamet, oturma. * İkamet yeri, vatan. * Ümmet.
MUKAMEHA  Başını yukarı kaldırmak.
MUKAMERE  Kumar oynama.
MUKAMİK  Sözü boğazı içinden söyleyen.
MUKAMİR  Kumarbaz. Kumar oynatan.
MUKANAT  Karıştırmak.
MUKANFEZ  Üzeri yumuşak dikenlerle örtülü olan hayvan. Kirpi.
MUKANNA'  Peçeli.
MUKANNEN  (Kanun. dan) Muntazam. Tertibli. * Kanun ile vâcib ve mukarrer olan. * Zaman ve miktarı hiç şaşmayan. Tertibe dahil olarak kararlaşmış olan.
MUKANNİBE  Gelin süsleyen kadın.
MUKANNİN  Kanun yapan. İntizama koyan. Kanun tertib ve ihdas edici olan.
MUKANNİT  Yer altından kanalla su akıtan kişi. * Muti kimse, itaat eden, emre boyun eğen kişi.
MUKANTAR(A)  (Kantara. dan) Kemer şeklinde olan köprü. * Birbiri üstüne yığılmış çok şey. * Muhkem.
MUKANTARAT  (Mukantara. C.) Köprüler. Kemer şeklinde olan yapılar.
MUKARAA  (Kur'a. dan) Ad çekişme. Karşılıklı kur'a çekme. * Kılınç kullanarak döğüşmek. Cenkte, muharebede kahramanların birbiriyle vuruşmaları. * Bir şeyin taksiminde atışmak.
MUKARAZA  Kazanca ortak olup zararı sermâyeye ait olmak üzere bir kimseye belirli bir miktar sermaye verme.
MUKAREBET  (Kurb. dan) Akrabalık, yakınlık.
MUKARENET  (A, uzun okunur) Yakınlık. Ayrılmayıp musâhebe etmek. * Bitişmek. Birleşmek. * Uygunluk. * Bir yere gelmek.
MUKARİB  Birbirine yakın ve karib olan. İyi ve kötü ortasında orta hâlli olan.
MUKARİB-ÜL VÜCUD  Olması yakın, vücuda gelmesi yakın.
MUKARİN  Yakın olan. Bitişen. Ulaşan. Ulaşmış olan.
MUKARNES  Kubbe biçiminde olan. * İşlemeli, nakışlı ve rengarenk olan. * Merdiven şeklinde dereceleri olan kubbe.
MUKARR  (Karâr. dan) İkrâr olunmuş. "Vardır, öyledir evet." denilmiş.
MUKARRE  Göz yaşının durması.
MUKARREB  (Kurb. dan) Yakınlaşmış. Yakınlaştırılmış. Yakın. * Büyük zât veya padişah gibi kimselere hizmette yaklaşmış olan.
MUKARREBUN (MUKARREBÎN)  Büyük meleklerden bir zümre. * Takva ve ubudiyyet ile evliya derecesine gelmiş, Cenab-ı Hakk'ın indinde çok kıymetli ve mübarek büyük zâtlar. * Yakınlaşmış olanlar.
MUKARREN  Bağlanmış nesne.
MUKARRER  Kararlaşmış. Takrir edilmiş. Karar verilmiş. Kat'i. Şek ve şüpheden beri olan. Muhakkak ve müsellem olan. Anlatılmış. Bildirilmiş.
MUKARRERÂT  Kararlaştırılan şeyler, kararlar.
MUKARRİ'  Azarlıyan, paylıyan, başa kakan.
MUKARRİB  Takrib eden. Yaklaştıran.
MUKARRİB-ÜL VÜCUD  Vücudunu yakın eden, yaklaştıran.
MUKARRİH  (C.: Mukarrihât) Yara açan ilâç.
MUKARRİHAT  (Mukarrih. C.) Yara açmakta kullanılan etkili ilâçlar.
MUKARRİN  Birlikte bulunduran.
MUKARRİR  (Karar. dan) Yerleştiren. Takrir eden. Sabit kılan. * Tekrar eden. Dersi tekrar ederek anlatan müderris.
MUKARRİZ  (C.: Mukarrizin) (Karz. dan) Medheden, öven. Bir eseri medheden.
MUKARRİZÎN  (Mukarriz. C.) Medhedenler, övenler. Medih yollu yazı yazanlar. Bir eseri medhedenler.
MUKARRÜN-BİH  Başka birisine âit olduğu, birisi tarafından haber verilen hak. İkrâr olunan hak.
MUKASAT  Zahmet ve eziyet çekme.
MUKASEME  (Kısm. dan) Paylaşma, bölüşme, taksim etme.
MUKASIM  (Kısm. dan) Paylaşan, bölüşen, taksim eden.
MUKASMEL  Asâsı çok şiddetli olan.
MUKASSA  Kısas etmek. * Üzerlerinde olan borcu birbirine takas edişmek.
MUKASSAT  (Kıst. dan) Taksitli.
MUKASSATAN  Taksitli olarak, taksitle.
MUKASSEM  (Kısm. dan) Ayrılmış, bölünmüş, taksim edilmiş. * Güzel yüzlü.
MUKASSIR  Taksir eden, yapabilir iken yapmayıp çekinen. * Kusur işleyen. * Gücü yetmediği için yapmayan.
MUKASSÎ  (Kasvet. den) Kasvet verici. Sıkıntılı, kasvetli. Sıkıcı, dar.
MUKASSİM  (Kısm. dan) Ayıran, bölen, taksim eden.
MUKAŞŞER  (Kışr. dan) Kabuğu soyulmuş.
MUKATAA  (Kat'. dan) Kesişmek. * Ülfeti terk eylemek. * Birbirinden kesmek ve kesişmek. * Muayyen bir kira karşılığında arazinin kesime verilmesi. * Ekilen toprak için verilen muayyen vergi.
MUKATANE  Mukim olmak, oturmak, ikamet etmek.
MUKATELAT  (Mukatele. C.) (Katl. den) Muharebeler, savaşlar, kavgalar, dövüşler. * Vuruşmalar, düello yapmalar.
MUKATELE  (A, uzun okunur) Birbirini vurmak, öldürmek. Vuruşmak, kavga, döğüş.
MUKATİL  (Katl. den) Birbirini öldüren, birbiriyle vuruşan. Düello yapan.
MUKATİLUN  (Mukatil. C.) Düşmanla muharebe eden mücâhidler.
MUKATTA'  Kesilmiş. * Parçalanmış.
MUKATTAA  (Kat'. dan) Bitişik olmayan. Kesik, ayrı.
MUKATTAAT  (Mukattaa. C.) Kat' edilmiş, kesilmiş şeyler. * Kısaltmalar. * Çeşitli gazel ve kasidelerden seçilmiş beyitler. * Herbiri bir kelimeye delâlet eden harfler.
MUKATTAAT-I HURUF  Edb: Matlâsız şiir parçaları. Muhtelif olarak alınmış şiir parçaları. * Kısaltmalar. Tamamlanmamış cümleler. (Bak: Huruf-u mukattaa)
MUKATTAR  (Katr. den) İnbikten geçirilmiş saf su. Taktir edilmiş. Damıtılmış su.
MUKATTARAT  (Mukattar. C.) Taktir edilmiş, damıtılmış sular.
MUKAVELAT  (Mukavele. C.) Mukaveleler.
MUKAVELAT MUHARRİRİ  Noter. Kâtib-i adl.
MUKAVELE  Kavilleşmek. Karşılıklı anlaşmak. Sözleşmek. * Anlaşmada imzalanan ve karar altına alınanların yazıldığı kâğıt.
MUKAVELENAME  Anlaşma yazılı olan kâğıt. Mukavele yapılan kâğıt.
MUKAVEMET  Karşı durmak, dayanmak. Karşı koymak. Muhalefetle kıyam etmek.
MUKAVEMET-SUZ  f. Dayanmayı te'sirsiz hâle koyan. Tahammülsüzlük veren. Mukavemeti kıran.
MUKAVEMET-ŞİKEN  f. Mukavemeti kıran.
MUKAVERE  Zayıflamak.
MUKAVİM  Sağlam. Dayanıklı. Mukavemet eden. Direnen. Karşı duran.
MUKAVİMÎN  (Mukavim. C.) Karşı koyanlar, direnenler.
MUKAVVA  (Kuvvet. den) Sağlamlaştırılmış, kavileştirilmiş.
MUKAVVER  Ziftle karışık veya ziftle kaplı. * Yuvarlak kesilmiş.
MUKAVVES  (Kavs. den) Yay gibi bükülmüş ve eğri olan. * Kavis teşkil etmiş, bükülü.
MUKAVVÎ  Takviye eden. Kuvvetlendiren. Kuvvet veren. Takviye eden ilâç.
MUKAVVİM  Kıvama getiren. Biçimine koyan. Tesviye ve tanzim edici. Eğriyi doğrultucu.
MUKAYAZA  Trampa etme, değişme. Mübadele.
MUKAYEFE  Firâset etmek. * Bir kimsenin ardınca gitmek.
MUKAYESAT  (Mukayese. C.) Mukayeseler. Kıyas etmeler.
MUKAYESE  (Kıyas. dan) Kıyas etme. Ölçme. Karşılaştırma.
MUKAYYED  Kayıtlı. Serbest olmayan. Sınırlı. Bağlı. * Deftere geçmiş, kaydedilmiş olan. Bağlanmış. El veya ayağında zincir, kelepçe bulunan. Mevkuf olan. * Bir işe ehemmiyet veren. İşine önem verip bakan.
MUKAYYİ  Kay ettiren, kusturan.
MUKAYYİAT  (Mukayyi. C.) Kusturucu ilâçlar.
MUKAYYİD  Kayd eden. Kayıt me'muru. Kayıt takan.
MUKAYYİDÎN  (Mukayyid. C.) Kayıt memurları, mukayyidler.
MUKAZEFE  Sövüşmek.
MUKAZZEZ  Heyeti hafif olan kimse.
MUKBİL  Mübârek. İkbali kutlu, mutlu. Mes'ud. Bahtiyar.
MUKBİLAN  (Mukbil. C.) (Kabl. den) Mutlular, bahtiyarlar, mes'ud kimseler.
MUKBİLÎN  (Mukbil. C.) (Kabl. den) Bahtiyarlar, mutlular, mes'udlar.
MUKDİM  İşine düşkün, gayret ve fedakârlıkla çalışan. Cüretli ve cesaretli olan.
MUKDİMÂNE  f. Gayret ve dikkatle.
MUKES'AL  İyi yonulmamış ok.
MUKHEM  Cümle arasındaki lüzumsuz ve fazla kelime.
MU'KIB  Ökçeli ayakkabı.
MÛKID  Ateş yakan.
MUKILL  Malı az olan. Fakir.
MUKILLÎN  Fakirler. Muhtaç olanlar.
MÛKIN  Şüphesiz ve kat'i olarak bilen.
MÛKINÛN  Yakîn sahibi olanlar. Şüphesiz ve tereddüdsüz olarak imanî ve Kur'anî hakikatlara vâkıf olanlar. (Bak: Yakin)
MÛKIR  Yemişinin çokluğundan dolayı dalları sarkmış olan ağaç.
MU'KIR  Malı mülkü çok olan kimse.
MUKIRR  (Karâr. dan) Doğruyu ve gerçek olanı söyliyen. Kabahat veya ayıbını gizlemeden söyliyen. * Fık: Birinin, kendisinde hakkı olduğunu haber veren kimse.
MÛKIZ  (Yakaza. dan) Uyandıran, ikaz eden. * Gaflet ve dalgınlıktan kurtaran.
MUKİBB  Lüzumlu olan, icab eden.
MUKÎL  Hataları, yanlışları afveden.
MUKÎM  İkamet eden. Ayakta duran. * Okuyan. * Bir memlekette devamlı duran. * Fık: Vatanında veya vatanı sayılan bir yerde onbeş günden fazla kalan kimse. (18 saatlik uzağa gidene "Misâfir" denir.) * Esmâ-i İlâhiyyeden olup "Her şeyi ayakta tutan, devam ettiren ve kayyumiyet sırrıyla bir an bile hiç bir şeyden alâkasız olmayan" meâlindedir.
MUKÎM-ÜS SÜNNET  Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Tevrat ve Zebur'daki ismi, sünnet ikame eden.
MUKÎT  Muhafaza eden. Hâfız. Amelleri zâyi' etmeyip koruyan. Gizliyi bilen. Gıda ve rızık veren.
MUKKA  (C: Mükâyâ-Mükâki) Hicaz diyarında yaşıyan bir cins beyaz kuş.
MUKLE  (C: Mukul) Gözün karası. Göz bebeği. * Göz. * Su taksimi için kullanılan taş.
MUKMAH  Başını kaldırıp gözünü bir yere dikip duran kişi.
MUKMEHUN  Elleri boyunlarına bağlı veya boyunlarından zincir takılı olarak azab çekenler. * Başı yukarı kalkmış, gözleri bir yere dikilmiş ve etrafa bakamayan somurtmuş kimseler.
MUKMİR(E)  (Kamer. den) Mehtaplı. Ay ışığıyla aydınlanmış.
MUKNİ'  İkna eden. Kanaat veren. Kâfi derecede izah ve isbât eden. * Başını kaldırıp gözünü önüne dikip duran.
MUKNİA  Kurbağa yavrusunun, yumurtadan çıktığı ilk hâli.
MUKRAZ  (Karz. dan) Ödünç verilmiş, borç verilmiş. İkrâz olunmuş.
MUKREM  Bir kavmin ulusu, seyyidi.
MUKRİ'  Kur'an-ı Kerimi kaidelerine uygun okuyan.
MUKRİB (MUKREB)  Nöbete tutulmuş at.
MUKRİF  Babası köle, anası hürre olan kimse. * Anası arabi, babası arabi olmayan deve.
MUKRİN  Birlikte. Berâber.
MUKRİZ  (Karz. dan) Ödünç veren. Borçla emânet para ve sâir şeyler veren.
MUKSA  Uzaklaştırılmış. Uzak kalınmış.
MUKSEM  (Kasem. den) Yemin edilmiş, kasem edilmiş.
MUKSİM  (Kasem. den) Yemin edilecek yer. * Yemin eden, kasem eden.
MUKSİT  Adaletle iş gören. Haklı hareket eden. * Nefsine lâyık görmediği zararlı şeyi başkasına da münasib görmeyen.
MUKSİTÎN  (Muksit. C.) Haklı iş görenler. Hakkı edâ edenler.
MUKŞA  Kabuğu çıkarılmış. * Derisi soyulmuş.
MUKŞAİRR  Ürperen.
MUKTASIR  Kısa kesen, uzatmıyan.
MUKTATAF  (C.: Muktatafât) (İktitaf. dan) Toplanmış, devşirilmiş. * Derleme, toplama. Derlenmiş.
MUKTATAFAT  (Muktataf. C.) (İktitaf. dan) Derlemeler, toplamalar. Derlenmiş şeyler.
MUKTATIF  (İktitaf. dan) Derleyen, toplayan.
MUKTEB  (C: Mekâtib) Yazı talim eden kimse.
MUKTEBES  İktibas olunmuş olan. Bir yerden alınan, bir kitab ve sâir yerden istifade ederek alınan.
MUKTEBESAT  (Muktebes. C.) (Kabs. dan) Muktebes olan şeyler. İktibas edilmiş ve faydalanmak üzere alınmış olan şeyler.
MUKTEBİS  (C.: Muktebisîn) (Kabs. dan) İktibas eden. Faydalanmak üzere aktaran. Birinin bilgisinden faydalanan.
MUKTEBİSÎN  (Muktebis. C.) (Kabs. dan) Aktaranlar, iktibas edenler. Faydalanmak için alanlar.
MUKTEDA  Kendisine uyulan. Önde giden. * Müçtehid. Pişivâ. Peşivâ. * Namazda kendine uyulan imam.
MUKTEDÂ-BİH  Kendisine tebaiyyet edilen. Kendisine uyulan.
MUKTEDÎ  Tâbi olan, uyan. İmama uyan.
MUKTEDİR  Güçlü, kuvvetli, becerikli. İşe gücü yeten. İktidarlı.
MUKTEDİRÎN  (Muktedir. C.) İktidar sahibleri. Muktedirler, gücü yetenler.
MUKTEF  "Kendine uyulmuş, kendisi tâkib edilmiş" meâlinde olup, Hz. Resul-i Ekreme (A.S.M.) verilen isimlerden biridir.
MUKTEFA  (Kafâ. dan) İzinden gidilmiş. Ardına düşülmüş. Misâl alınmış, örnek tutulmuş.
MUKTEFÎ  Ardından giden. İzinden giden. İktifâ eden. Misâl alan, örnek tutan.
MUKTEHİM  Mülâhazasız bir işe hücum edip giren. * (Bak: İktiham)
MUKTELA'  (Kal'. den) Kökünden koparılmış. Kökünden koparan.
MUKTELİ'  (Kal'. den) Kökünden koparan.
MUKTERİH  Bir şeye kasd eden, araştıran. * Yeniden meydana çıkaran. * Düşünmeden, aklına geldiği gibi söyleyen, iktirah eden.
MUKTERİN  (İktiran. dan) Yaklaşan, yakın gelen, iktirân eden.
MUKTESEB  (Bak: Mükteseb)
MUKTESİD  İktisadlı, tutumlu. Malını, ömrünü, vaktini boşuna geçirmeyen, lüzumsuz masrafta bulunmayan. (Bak: İktisad)
MUKTESİDAN  (Muktesid. C.) Muktesidler. Lüzumsuz masrafda bulunmayan ve vaktini boşa geçirmeyenler. İktisadlılar, tutumlular.
MUKTESİR  Kısa kesen, iktisar eden.
MUKTEZA  Lâzım getirilmiş. Lüzumuna binaen istenmiş. İcab eden. Lâzım gelen. (Bak: Dâll-i bi-l iktiza)
MUKTEZA-İ HÂL  Duruma göre. İcabına göre. Hal ve vaziyetin gerektirdiğine göre.
MUKTEZA-İ HİLKAT  Yaradılışın gerektirdiği şey. Yaradılış itibariyle olan hal ve netice.
MUKTEZÎ  (Muktazî) Lüzumlu olduğu taayyün etmiş, anlaşılmış. * İktiza eden. Gerekli. Lâzım.
MUKTEZİYYAT  İktiza eden şeyler. Gerekli olan ve icab eden şeyler.
MUKTİR  Dar hâlli, durumu sıkıntılı. * Kocasını nafaka bakımından sıkıştıran kadın.
MUKVERE  İnce, zayıf kadın.
MUKZA  Tamamlanmış. * Lüzumlu görülmüş.
MUKZA'  Seri, hafif nesne.
MUKZI'  Fuhşiyat söyleyen, ahlâksızca şeyler konuşan.
MUKZÎ  Gerekli görülmüş. * Hüküm ve kazâ olunmuş. * Tamamlanmış.
MU'LAT  (C: Meâli) şeref kazanmak. * Yüksek derece.
MULEKKIN  (Bak: Mülekkın)
MU'LEM  (İlm. den) Belirtilmiş, işâretlenmiş.
MULİ'  Tutkun, düşkün, ihtiraslı.
MULİF  (Ülfet. den) Alışık, alışmış. Ülfet etmiş.
MULİM  (Elem. den) Elem ve keder verici.
MU'LİN  İlân eden. Herkese bildiren.
MUM  f. Yumuşak. * Mum.
MUMAHELE  Hile etmek. * Oyunla aldatmak. Hilekârlık.
MUMA-İLEYH  (Mumâileyhâ) Kendisine işâret edilen. İsmi evvelce geçen.
MUMA-İLEYHİM  İsmi evvelce geçenler. * İmâ edilenler, yukarıda anlatılmış olanlar.
MUMA-İLEYHİNN  (Mumâ-ileyhâ. C.) Adı geçen kadınlar, yukarıda anılan kızlar, imâ edilenler.
MUMATELE  (Bak: Mümatala)
MUMDAR  f. Mum tutan. Işık veren. Işık tutan.
MUMÎL  Bir tarafa doğru eğen. Meylettiren.
MUMİYAN  f. Belleri ince olan güzeller. Kıl belliler.
MUMYA  f. Uzun müddet çürümemesi için ilâçlanmış ölü. İnsan ve hayvan ölüsünün kurusu. * Çok zayıf (kimse).(Kur'anda çok tekrar edilen kıssa-ı Musa Aleyhisselâm'ın cümleleri ve cüz'leridir ki, herbir cümlesi, hattâ herbir cüz'ü, bir düstur-u küllînin ucu olarak gösterilmiş ve o düsturu ifade ediyor. Meselâ: $ Fir'avun, vezirine emreder ki: "Bana yüksek bir kule yap, semâvatın hâlini rasad edip bakacağım. Semanın gidişatından acaba Musa'nın (A.S.) dâva ettiği gibi semada tasarruf eden bir İlâh var mıdır?" İşte Î kelimesiyle ve şu cüz'î hâdise ile, dağsız bir çölde olduğundan dağları arzulayan ve Hâlik'ı tanımadığından tabiat-perest olup Rububiyyet dâva eden ve âsâr-ı ceberutlarını göstermekle ibka-yı nâm eden şöhret-perest olup dağ-misâl meşhur ehramları bina eden ve sihir ve tenâsuha kail olup cenazelerini mumya edip dağ misillu mezarlarda muhafaza eden Mısır fir'avunlarının an'anesinde hükümferma bir düstur-u acibi ifade eder.Meselâ: $ Gark olan Fir'avuna der: "Bugün senin gark olan cesedine necat vereceğim" unvaniyle umum Fir'avunların tenâsuh fikrine binaen cenazelerini mumyalamakla mâziden alıp müstakbeldeki ensal-i âtiyenin temâşâgâhına göndermek olan mevt-âlud, ibretnüma bir düstur-u hayatiyelerini ifade etmekle beraber, şu asr-ı âhirde o gark olan Fir'avunun aynı cesedi olarak keşfolunan bir beden, o mahali-i gark denizinden sahile atıldığı gibi, zamanın denizinden asırların mevceleri üstünde şu asır sahiline atılacağını, mu'cizâne bir işaret-i gaybiyye, bir lem'a-yı i'cazı ve bu tek kelime bir mu'cize olduğunu ifade eder. S.)
MUMZA  (Mazâ. dan) İmza edilmiş olan.
MU'NAN  Su arkı, su mecrâsı.
MUNASSAB  (Nasb. dan) Birbirinin üzerine tertiplenmiş olan.
MUNAZZAF  (Nazif. den) Temizlenmiş, arınmış, tanzif edilmiş.
MUNAZZAMA  Tanzim olunmuş, yoluna konulmuş olan. İntizamlı teşkilât. Nizamlı. Adaletli.
MUNAZZIM  Sıralayıp dizen, tanzim eden. * Nazm yazan. Vezinli, kâfiyeli, tertibli yazan.
MUNDAK  Dövülüp ufalanmış.
MUNFASIL  İnfisal etmiş. Birbirinden ayrılmış. Yerinden ayrılmış, fasl olmuş. İşinden ayrılmış.
MUNFASILAN  Ayrı ayrı olarak. Ayrılmış olarak. Munfasıl tarzda.
MUNFASIL ZAMİR  Gr: Başka kelimeye bitişik olmayan zamir. Ene, Ente: Ben, sen.. gibi.
MUNFASIM  Kırılan, kırılmış olan, kırık. Eksilen.
MUNFASÎ  Bir şeyden ayrılıp kurtarılmış olan.
MUNFATIR  Yarılan, infitar eden.
MUNFAZİH  Rezil ve kepaze olmuş.
MUNİKA  Hoşa giden, beğenilen şey. Güzel.
MUNİS  Alışılmış. Ehlileşmiş. Cana yakın. Sevimli. Ünsiyyet edilmiş.
MUNİSE  Hayat yoldaşı. Can yoldaşı.
MUNKABIZ  Sıkıntılı. Mânevi sıkıntı. * Çekilmiş. Büzülmüş. Daralmış. Toplanmış. * Barsakları sıkışmış. Kazâ-i hâcet edemeyen. Kabız.
MUNKALİB  İnkılâb eden. Dönen. Dönmüş. Başka bir şekle ve kılığa girmiş olan. Değişmiş, değişen.
MUNKARIZ  İnkıraz bulmuş. Batmış. Bitmiş. Son bulmuş. Mahvolmuş. Sönmüş.
MUNSABB  (Bir denize veya nehire) dökülen, karışan.
MUNSABİG  (Sıbg. dan) Boyanan, insibâg eden.
MUNSADI'  Yarılmış, bölünmüş.
MUNSALİH  Sulh üzere olan. Barış hâlinde olan.
MUNSAMÎ  Dökülüp akıtılmış.
MUNSARIM  Kesilen, kat edilen.
MUNSARİF  (Sarf. dan) Geri dönen, çekilip giden. * Gr: Esre ve tenvin kabul eden isim.
MUNSARİH  (Sarâhat. dan) Açık, meydanda, zâhir.
MUNSIF  İnsaflı. Merhametli. Hakkı kabul eden. Hakka riayet eden.
MUNSIFÂNE  İnsaflıca. İnsaflılıkla.
MUNTABI'  (Tab. dan) Yaradılışdan olan, fıtraten. * Basılmış, tab' edilmiş, damgalanmış. * Hoş görülen, güzel.
MUNTABIH  (Tabh. dan) Pişmiş, pişen.
MUNTABIK  İntibak eden. Birbirine uyan. Uygun.
MUNTAFİ  Sönmüş. Sönen. * Bastırılmış.
MUNTALİK  (Talâk. dan) Salıverilmiş, bırakılmış. * Bağsız. * Kederi, hüznü ve gamı olmıyan. Sevinçli, mesrur, neşeli.
MUNTAMIS  Belirsiz olan. İntımâs eden.
MUNTASIF  (Nısf. dan) Orta, yarı. * Yarıya varılmış, yarılanmış.
MUNTASIF-I SENE  Yılın ortası. Senenin yarısı.
MUNTASIH  (Nush. dan) Nasihat dinliyen. Öğüt dinliyen.
MUNTASIHÂNE  f. Nasihat dinliyerek.
MUNTASIR  Öç alan. İntikam alan.
MUNTAVÎ  (Tayy. dan) Dürülmüş, dürülüp bükülmüş, devşirilmiş.
MUNTAVİ'  Söz dinler. Muti.
MUNTAZAM  Düzenli. Tertibli. İntizamlı. Düzgün sıralanmış. Her şeyin yerli yerinde olması. Derli toplu olma.
MUNTAZAMAN  İntizamlı ve düzgün olarak. Muntazam bir tarzda. * Devamlı ve sürekli olarak. Dâima.
MUNTAZAR  Ümid ile gözlenen. Beklenen. Gözetilen.
MUNTAZIR  Bekleyen. Gözleyen. Birisinin gelmesini bekleyen.
MUNTAZIRAN  Bekliyerek, intizâr ederek.
MUNTAZIRÂNE  f. Bekliyerek, muntazıran, intizâr ederek.
MUNTAZIRÎN  (Muntazır. C.) Bekliyenler, gözliyenler. İntizar edenler.
MUNZACIR  Yüreği sıkılmış.
MUNZALİM  Kendi isteğiyle veya istemiyerek zâlimin zulmüne boyun eğen.
MUNZAMM  Zamm edilen. İlâve edilen. * Ek. Üste konan, katılan.
MUNZAR  Geciktirilmiş, te'hir edilmiş. Sonraya bırakılmış.
MUNZİC  Hazmettirici, sindirici. * Tıb: Yara veya çıbanı cerahatlendiren. * Kemâle eren, inzâc eden.
MUNZİCÂT  Yaranın iltihabını yok edici, irinini akıtıcı (ilâçlar).
MUR  f. Karınca. Neml.
MURA  Kedi sesi. Kedi miyavlaması.
MURABAA  Yazlığa çıkmak üzere mukavele yapma.
MURABAHA  Bir malı kâr ile satmak. * Bir miktar ilâve ederek ödünç para alıp vermek. * Fâiz ile para alıp vermek.
MURABATA  Düşmanla karşılaşılacak yerlerde gözetip sebatla nöbet beklemek. * Mülâzemet etmek. * Bağlamak.
MURABBA  Terbiye görmüş. * Kaynatıp kıvama geldikten sonra dondurulmuş. * Meyve suyu tatlısı. Reçel. Ezme.
MURABBA'  Dört köşeli şekil. * Dörde çıkarılmış. Dörtlü. Dört şeyden olmuş. * Geo: Kare.
MURABBA-İ TÂMM  Geo: Tam kare.
MURABBANİŞİN  f. Bağdaş kurup oturan.
MURABBAYAT  (Murabbâ. C.) Kaynatılıp kıvamına getirildikten sonra dondurulmuş meyve suyu tatlıları.
MURABIT  Kalbini Allah'a bağlayan. * Düşmanla karşılaşılacak yerlerde gözetip nöbet bekleyen.
MURABITÎN  (Murâbıt. C.) Kalblerini Allah'a bağlayanlar. * Şeyhler, dervişler.
MURAD  İstenerek, ümid ederek beklenen. Arzu edilen şey. * Gâye. Maksad. Emel.
MURAD-I HAK  Allah'ın isteği ve muradı.
MURAFAA  Karşılıklı hak iddia ederek konuşmak. * Bir dâvâ için birisini hâkim huzuruna celb ettirmek. Yüzleşerek muhakeme olunmak.
MURAFAKAT  Beraberlik, arkadaşlık.
MURAFIK  Refakat eden, beraber bulunan, yoldaş, arkadaş.
MURAFİ'  (Ref'. den) Murâfaa eden.
MURAGABET  Arzu etme, dileme.
MURAGIB  Rağbet eden.
MURAHHAM  Kısaltma. * Son harfleri veya heceleri düşürülmüş.
MURAHHAS  Devlet veya herhangi bir teşekkül nâmına, salâhiyyetli olarak bir yere bir vazife ile gönderilen kimse. * Terhis edilen. İzin verilen. Tâlimat verilen kimse.
MURAHHASA  Ermeni piskoposu.
MURAHHASİYET  Murahhaslık, delegelik.
MURAHHİL  (Rıhlet. den) Bir yerden diğer bir yere göçüren. Terhil eden.
MURAÎ  Riayet eden. Bakıp gözeten.
MURAÎ  (Bak: Mürâi)
MURAKABE  Kontrol etmek. İnceleyip vaziyeti anlamak. Teftiş etmek. * Kendini kontrol etmek. İç âlemine bakmak. Gözetmek. * Hıfz etmek. * Beklemek. İntizar. * Dalarak kendinden geçmek. * Tas: Kendisini tamamen nâfile ibâdet ve itaate vermek için mâbede kapanmak.
MURAKASA  (Raks. dan) Raksetme, dans.
MURAKIB  Murakabe eden. Teftiş ve kontrol eden kimse. * Hıfzeden. * Allah'a (C.C.) bağlanmış olan.
MURAKKA'  (Ruk'a. dan) Yamalı, yamanmış.
MURAKKAK  (Rikkat. den) İnce. İncelmiş.
MURAKKAM  (Rakam. dan) Yazılı, yazılmış. * Numaralanmış, numara konulmuş, sayı konulmuş.
MURAKKAN  Bozulmuş, aradan çıkarılmış.
MURAKKIK  Tecvidde bir harfi ince okumağa; terkik, ince okunan harflere ise; murakkık denir ki, şunlardır: Elif, nun, şın, ra, ha, dal, yâ, se, ayın, lam, mim, kef, sin, vav, fe, te, cim, he, ze, bâ, zel.
MURAKKIM  (Rakam. dan) Pusulanın iğnesi.
MURAN  (Mur. C.) Karıncalar.
MURANE  f. Karıncavâri, karınca gibi.
MURASADE  (Rasad. dan) Rasad etme, gözetleme. * Dikkatle bakma.
MURASSA'  Süslü. Kıymetli taşlarla süslenmiş. Sırmalı. * Birbirine yanaştırılmış. Oturtulmuş. * Edb: İki mısra veya iki fıkrası birbiri ile aynı vezin ve kafiyede olan söz veya beyit. * Bir nevi yazı.
MURASSAAT  (Murassa'. C.) Murassâlar. Cevher ve inciler gibi şeylerle. Süslenmiş olanlar. Takdir edilip yerleştirilmiş süslü ve kıymetli şeyler.
MURASSAS  Lehimlenmiş. * Kurşun veya kalayla kaplanmış.
MURAVAGA  Güreşme.
MURAVAZA  Bir kimseyi kahır veya hile ile iknâ etme, aldatma, kandırma.
MURAZAA  (Rızâ. dan) Emzirme.
MURÇE  f. Küçük karınca.
MURD  f. Mersin ağacı.
MURDAR  f. Pis. Kirli. Mülevves. Temiz olmayan. * İslâmiyetin gösterdiği kaidelere uygun olmıyarak kesilmiş hayvan.
MURDİA  Süt emziren. Süt anası.
MU'REB  Gr: Sonu her çeşit harekeyi alabilir olan. Mebni olmayan. İrablanmış. Sonu harekelenmiş olan kelime.
MU'RİB  İzhar edici, izhar eden, gösteren.
MURİS  Getiren. Veren. Kazandıran. * Fık: Miras bırakan.
MU'RİZ  İ'raz eden. Yüz çeviren. Başka tarafa dönen. Ta'riz eden. Dokunaklı konuşan.
MURTABİT  Bağlı. İrtibatlı. Birbirine bitişik. Ekli.
MURTAD  (Bak: Mürted)
MURTAZ  Alıştırılmış, tâlimli hayvan.
MURTAZI'  (Rızâ. dan) Süt emen, irtiza eden.
MURTEZA  Beğenilmiş. Seçilmiş. Makbul. Rağbet gören. Beğenilen. * Hz. Ali'nin (R.A.) bir lâkabı.
MURZI'  (Rızâ. dan) Çocuk emziren.
MURZİA  (Rızâ. dan) Çocuğa süt emziren. Meme veren. Sütnine. Bebeğe süt vermek üzere para ile tutulmuş kadın.
MUS  Bıçak.
MUSA  Beni İsrâil peygamberlerinden Hz. Musa'nın (A.S.) ismi. Dört büyük kitaptan birisi olan Tevrat, vahiy yoluyla kendisine gelmiştir. Yahudilerin en büyük peygamberidir. Şeriatı, İsa'ya (A.S.) kadar devam etti. Yusuf'un (A.S.) soyundan Yuşa nâmındaki peygamberi yerine tâyin ederek vefat etmiştir. Mısır firavununa karşı mücadele etti. Harun (A.S.) kardeşi ve kendi veziri hükmünde idi.(Mısır Kıt'ası, kumistan olan Sahra-yı Kebir'in bir parçası olduğundan Nil-i Mübarek'in feyziyle gâyet mahsuldâr bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahra komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felâhat ve ziraatı, ahalisinde pek mergub bir surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki ziraatı, kudsiye; ve vasıta-ı ziraat olan "Bakar"ı ve "Sevr"i mukaddes, belki mâbud derecesine çıkarmış. Hattâ o zamandaki Mısır milleti, sevr'e, bakar'a ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte o zamanda Benî-İsrail dahi, o kıt'ada neş'et ediyordu ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, "İcl" mes'elesinden anlaşılıyor.İşte Kur'an-ı Hakîm, Hazret-i Musa Aleyhisselâm'ın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidatlarına işlemiş olan o bakar-perestlik mefkuresini kesip öldürdüğünü, bir bakar'ın zebhi ile ifham ediyor. S.)
MUSA  Vasiyet olunan mal. * Menfaat.
MUS'A  (C: Musu) Böğürtlen otunun meyvesi. * Bir kuşun adı.
MU-SA(Y)  f. Ustura.
MUSAARA  Büyüklük taslayarak birisinin yüzüne bakmayıp başını çevirmek.
MUSAB  Kendine bir şey isabet eden. Hasta. Musibetzede. Musibete uğrayan.
MUS'AB  Aygır at. * Her nesnenin erkeği.
MUSAB  Sevab kazanmış olan. Ameline karşılık ecir kazanmış olan.
MUSABBAG  Boyalı, boyanmış.
MUSABE  Musibet, belâ, âfet.
MUSABERET  Karşılıklı sabır. Sabırlılık. Katlanmak.
MUSA BİH  Vasiyyet olunan şey.
MUSABİYET  Bir hastalığa tutulma. Bir musibete giriftar olma.
MUSADAKAT  (Sıdk. dan) Karşılıklı dostluk.
MUSADDA'  (Sad'. dan) Başı ağrıtılmış, rahatsız edilmiş.
MUSADDAK  Doğruluğu tasdik edilmiş. Sadakati ve doğruluğu tanınmış, isbat edilmiş olan.(Hem zâtiyle, hem lisâniyle, hem delâlet-i hâliyle, hem kaliyle kâinatın Sâniine delâlet eden şu delil; hem hakikat-ı kâinatça musaddak, hem sâdıktır. Çünkü bütün mevcudatın vahdâniyete delâletleri, elbette vahdaniyeti söyleyen Zâtı tasdik hükmündedir. Demek söylediği da'vâ da umum kâinatça musaddaktır. M.)
MUSADDAR  (Sudur. dan) Çıkmış, sudur etmiş.
MUSADDE  Muhâlefet, uyuşmazlık, zıtlık.
MUSADDIK  Tasdik eden. İmzalayan. * Doğruluğunu kabul eden.
MUSADDİ'  Tasdi' eden. Baş ağrıtan. Rahatsız eden.
MU'SADE  (İ'sad. dan) Sımsıkı kapatılmış, kilitlenmiş olan.
MUSADE  Avlanan canavar.
MUSADEFE  Bulmak. * Yetişmek.
MUSADEKA  Dostluk.
MUSADEMAT  Çarpışmalar. Vuruşmalar. Müsademeler.
MUSADEME  İki şeyin birbiriyle çarpışması. Çarpışmak. Vuruşmak.
MUSADERE  Zulüm ve cebir etmek. (Bak: Müsadere)
MUSAF  Cenk, harp.
MUSAFAA  Birbirinin boynuna sarılma.
MUSAFAHA  El sıkışmak. Tokalaşmak. * Muhabbetini, arkadaşlığını, sevgisini izhar etmek.
MUSAFAT  (Safvet. den) Samimi ve hâlis dostluk.
MUSAFE  Yük koyacak yer ve kap.
MUSAFF  (C: Misâf) Cenk etmek için durulan yer. Dövüş yeri.
MUSAFFA  Sâfileşmiş. Temizlenmiş. Süslenmiş.
MUSAFFAF  (Saff. dan) Sıra sıra dizilmiş. Saflar biçiminde düzenlenmiş.
MUSAFFER  Boşalmış, hâli. * Sararmış.
MUSAFFÎ  Sâfileştiren. Temizleyen. Süzen. Tasfiye eden.
MUSAFFİR  Islık çalan, seslenen.
MUSAFİH  Musâfaha edenlerden veya el sıkışanlardan herbiri.
MUSAGGAR(A)  (Sagir. den) Küçültülmüş. Tasgir olunmuş, küçük yapılmış. 
MUSAHABAT  (Musahebe. C.) (Sohbet. den) Sohbetler, konuşup görüşmeler.
MUSAHEBE  Görüşmek, sohbet etmek. Arkadaşlık.
MUSAHERE  (Sıhr. dan) Evlenme ile meydana gelen akrabalık.
MUSAHHAF  Yanlışlıkla değiştirilmiş.
MUSAHHAH  Tashih edilmiş. Yanlışları düzeltilmiş.
MUSAHHAR  Teshir edilmiş. Ele geçirilmiş. Fethedilmiş. * İstenilen hâle konulmuş. * Birine bağlanmış.
MUSAHHİH  Tashih eden. Yanlışları düzelten.
MUSAHHİHÎN  (Musahhih. C.) Musahhihler, tashih işi ile uğraşanlar.
MUSAHHİN  (Sahn. den) Isıtan, ısıtıcı. Teshin eden.
MUSAHHİR  Teshir eden. Elde eden. Zabt eden. * İstenilen hâle koyan. * Birine bağlayan.
MUSAHHİR-ÜŞ ŞEMSİ VE-L KAMER  Güneş'i ve Ay'ı teshir eden, istediği şekilde idare eden Cenab-ı Hak (C.C.)
MUSAHÎ  Bir şeyin hâlisi. Seçilip ayrılmışı.
MUSAHİB  Beraber sohbet eden. Arkadaş. Arkadaşlık eden. Birlikte bulunan.
MUSAHİBE  Kadın musâhib. Kadın arkadaş.
MUSAKKA  (Saky. den) Sulanmış, sakyedilmiş.
MUSAKKAB  (Sakb. dan) Delinmiş, teskib olunmuş.
MUSALAHA  Karşılıklı anlaşmak. Barışmak. Sulh akd etmek.
MUSALAHAT  (Musâlaha. C.) (Sulh. dan) Karşılıklı anlaşmalar. Barışlar.
MUSALE  Kuyudan ince akan damla. * Harman sonunda kalan kesmik. * Arpa ve buğday kapçığı. (Tane onun içinde olur.)
MUSA-LEH  Kendine bir şey vasiyet olunan.
MUSALEHUN ANH  İstenen ve iddia edilen şey.
MUSALİH  Sulh yapan, barışan.
MUSALLA  Namaz kılınan yer. * Cami avlusunda cenaze namazı kılmaya aid yer.
MUSALLAT  Rahatsız eden. Tasallut eden. Sataşan.
MUSALLA TAŞI  Namazı kılınmak için cenazenin konulduğu yüksekçe taş.
MUSALLEB  (Sulb. dan) Katılaştırılmış.
MUSALLİ  (Salat. dan) Namaz kılan. Beş vakit namaza devam eden. (Bak: Salât)
MUSALLÎN  (Musalli. C.) Namaz kılanlar, dua edenler.
MUSALLİT  (Salâtet. den) Birine musallat eden. Peşini bırakmayıp sataştıran.
MUSAMAHA  İyilikle, lütufla muamele. * İdare edip, kusuru görmezden gelme.
MUSAMIS  Her nesnenin hâlisi ve aslı.
MUSAMMAT  Edb: Beyitleri kafiyeli ve dört kısımdan ibaret olan manzume.
MUSAMMEM  (Samm. dan) Tasmim olunmuş. Kat'i olarak karar verilmiş. Kararlaşmış. Hakkında karar verilmiş olan.
MUSAMMET  (Sammet. den) Kof olmayan. İçi boş olmıyan şey. * Gr: Arap alfabesine "b, f, l, m, n, r" nin haricindeki bütün harfler.
MUSAMMİM  Azimli olan. Kararlı olan. Karar veren.
MUSAMSA'  Küçük kulaklı geyik.
MUSANEA  Rüşvet. * İyilik etmek.
MUSANNA'  Sonradan yapılmış. Sanatla ve düzgün yapılmış olan. Sanatkârane yapılmış olan. Usta elinden çıkmış olan. * Uydurulmuş, yapmacık.
MUSANNEF  (C.: Musannefât) (Sınf. dan) Sıraya konulup tasnif edilmiş. * Te'lif edilmiş, yazılmış.
MUSANNEFAT  (Musannef. C.) Sıraya konulup tasnif edilmiş kitaplar.
MUSANNİF  Sınıflandıran. Kitab tertib eden. tasnif eden.
MUSANNİFAN  (Musannif. C.) Kitap yazan kadınlar. Kadın müellifler.
MUSANNİFÎN  (Musannif. C.) Musannifler, kitap yazanlar.
MUSARAA  Pehlivanlık. Güreşmek. Güreşe tutuşmak.
MUSARAHA  Aşikâr ve açık.
MUSARAHATEN  Aşikâr ve açık olarak.
MUSAREA  Güreşçilik.
MUSARİ'  (Sar'. dan) Pehlivan, güreşçi.
MUSARRA'  Edb: İki mısra'ı da kafiyeli olan beyit. Bir mısra'ı kafiyeli olana "Müfred" denir.Musarra' beyte, gazel veya kasidenin baş tarafında bulunursa; matla; terci' ve terkib-i bentlerin arasında bulunursa; vâsıta tâbir olunur.
MUSARRAH  Açıklanmış, izah edilmiş. * Aşikâr, açık, açıkça, belli.
MUSARRAHAN  Açık olarak. Sarih bir tarzda.
MUSAS  Ot, nebat. * Her nesnenin aslı.
MUSATTAH(A)  Satıh haline getirilmiş. Düz ve yassı hâle konulmuş olan. Satıhlandırılmış. Düzleştirilmiş.
MUSATTAR  (Satr. dan) Yazılmış.
MUSATTEM  Mükemmel, olgun, tam.
MUSAVELE  Dövüşmek için bir kimseye saldırma. Üzerine atılma.
MUSAVVER  Zihnen düşünülen. Tasavvur olunan. Tasvirli.
MUSAVVİBE  Tasvib edilen. Kabul edilen. * "Dört mezheb de hak'tır ve füruatta hak taaddüd eder" diyenlere, ilm-i usulde musavvibe denir.
MUSAVVİR  Tasvir eden. Şekil ve suret çizen. Her şeye güzel şekil ve suretler veren Allah (C.C.)
MUSAVVİRE  Tasvir edilmiş. Suretlenmiş. Şekli çizilmiş. * Kuvve-i hayâliye. (Bak: Kuvve-i musavvire - Madde-i musavvire)
MUSAVVİT  (Savt. dan) Seslenen, yüksek sesle çağıran.
MUSAYAHA  (Sayha. dan) Birbirine haykırıp çağırışma.
MUSAYE  Küçük sidik kabı. * Büyük kursak.
MUSAYEFE  (Sayf. den) Bir yaz tutulmak üzere pazarlık etme. Ücretle tutma.
MUSAYKAL  Cilâlı. Parlak. Yaldızlı. Perdahlı.
MUSAYTIR  Bir şeyin üzerine kaim olup, ahvâlini görüp gözetir olan kimse. * Musallat. * Galip. Yaramaz işlerden men' edip saklayan ve koruyan.
MUSBİYYE  Çocuklu kadın.
MUSE  f. Arı, nahl.
MUSEL  (Vusul. den) Yetiştirilmiş, vardırılmış, ulaştırılmış.
MUSEVİ  Hz. Musa'nın (A.S.) dinine tâbi olan. Yahudi. (Bak: İsrail) * İmam-ı Musa Kâzım nesline mensub olan. Sadat-ı Museviyeden.
MUSFAC  Yassı başlı. * Ellerini birbirine vurup sesini işittirdikleri kişi.
MUSFAH  Mâil olan, eğik.
MUSFİR  Eli boş fakir kimse.
MUSHAF  Sahife. Sahife halinde yazılı kitap. * Kur'ân-ı Kerim'in bir ismi. (Bak: Kur'ân)
MUSHIYE  Gökyüzünün bulutsuz, açık olması.
MU'SIR  (C: Mu'sırât) Sıkıcı, sıkan.
MU'SIRAT  Sıkım zamanı gelmiş üsâreliler. (Üzüm gibi) * Bora ve kasırgalar. * Yetişkin kızlar.
MUSIRR  Direnen. Ayak direyen. Vaz geçmeyen. Sebat eden. Sözünden dönmeyen.
MUSIRRÂNE  f. Israr ve inatla, ayak direyerek.
MUSÎ  Vasiyet eden. Birisini vâsi gösteren. Tavsiye eden.
MUSİ'  Genişlendiren. Ferahlık veren. * Zengin. Muktedir.
MUSÎB  İsâbetli, yanılmayan, doğru. * Resul-i Ekremin (A.S.M.) isimlerinden birisi.
MUSÎBET  Afet. Belâ. Felâket. Hastalık. Dert.(Merayı tecavüz eden koyun sürüsünü çevirtmek için çobanın attığı taşlara musâb olan bir koyun, lisan-ı hâliyle: "Biz çobanın emri altındayız. O bizden daha ziyâde fâidemizi düşünür. Mâdem onun rızâsı yoktur, dönelim." diye kendisi döner, sürü de döner.Ey nefis! Sen o koyundan fazla âsi ve dâll değilsin. Kaderden sana atılan bir musibet taşına mâruz kaldığın zaman $ söyle ve merci-i hakikiye dön, imana gel, mükedder olma. O seni senden daha ziyade düşünür. M.N.)
MUSİBET-İ ÂMME  Umuma ve cemiyetin ekseriyetine gelen belâ.(Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işliyen ve binler mânevi ve maddi hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi tarafdar çıkmasıdır. Bu suretle ekall-i kalil olan ehl-i dalâlet ve tuğyan; safdil taraftar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatâsına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına ve idâmesine belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verirler; biz buna müstehakız derler. K.L.)(Hem âlicenâbâne affetmek ise yalnız kendine karşı cinayetini affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkaların hukukunu çiğniyen cânilere afuvkârâne bakmağa hakkı yoktur, zulme şerik olur. K.L.)
MUSİBET-ZEDE  Belâya uğrayan. Hastalık veya başka musibete uğrayan.(İmanla insanın kalbinde öyle bir kuvve-i mâneviye husule gelir ki, insan o kuvvet ile her musibete, her hâdiseye karşı mukavemet edebilir! İ.İ.)
MUSİKA  Mızıka. Çeşitli ses çıkarılan bir çalgı âleti.
MUSİKÎ  Müzik. Ses ölçülerinden, ölçülü ses ve san'atkârlığından bahseden ilim.(Ve keza, $ kelimesiyle, küfür sebebiyle kulağa ait pek büyük bir nimeti kaybettiklerine işaret edilmiştir. Hatta kulaktaki zar, nur-u iman ile ışıklandığı zaman, kâinattan gelen mânevi nidaları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hatta o nur-u iman sayesinde rüzgârların terennümatını, bulutların nâralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını ve hâkeza. Yağmur, kuş ve saire gibi her nevi'den Rabbâni kelâmları ve ulvi tesbihatı işitir. Sanki kâinat, İlâhi bir musiki dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümatla kalblere hüzünleri ve Rabbâni aşkları intıba' ettirmekle kalbleri, ruhları nurani âlemlere götürür, pek garip misali levhaları göstermekle, o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere garkeder. Fakat o kulak, küfür ile tıkandığı zaman, o leziz, mânevi, yüksek savtlardan mahrum kalır. Ve o lezzetleri iras eden avazlar, mâtem seslerine inkılâb eder. Kalbde, o ulvi hüzünler yerine, ahbabın fıkdaniyle ebedi yetimlikler, mâlikin ademiyle nihayetsiz vahşetler ve sonsuz gurbetler hasıl olur.Bu sırra binaendir ki, şeriatça bazı savtlar helâl, bazıları da haram kılınmıştır. Evet! Ulvi hüzünleri, Rabbâni aşkları iras eden sesler, helâldir. Yetimane hüzünleri, nefsani şehevatı tahrik eden sesler, haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına yaptığı te'sire göre hüküm alır. İ.İ.)(O yabani edebin verdiği bir şevk'le nefis düşer heyecana, heves olur münbasit; ruha ferah veremez.Kur'an'ın şevki ise: Ruh düşer heyecana, şevk-i meâli verir. İşte bu sırra binâen, Şeriat-ı Ahmediye (A.S.M.) lehviyatı istemez.Bâzı âlât-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helâl diye izin verip, demek hüzn-ü Kur'ani veya şevk-i Tenzili veren âlet, zarar vermez...Eğer hüzn-ü yetimi veya şevk-i nefsani verse, âlet haramdır. Değişir eşhasa göre; herkes birbirine benzemez. S.)(Bir zaman gelecektir ki, ümmetimden muhakkak bir takım zümreler türeyecektir. Bunlar zina etmeyi, ipekli elbiseler giymeyi, şarap içmeyi, defler, dümbelekler ile eğlenmeyi helâl ve mübah sayarlar. Bunlardan bir takım merhametsiz ve hodgâm zümreler de dağ mesirelerine yanlanacaklar. Bunun üzerine Allah, sevip eğlendikleri dağı, üzerlerine indirerek bir kısmını helâk edecek, sağ kalan öbürlerini de kıyâmet gününe kadar maymun ve domuz suretlerine tebdil edecek. S.B.M.) (Hadis no: 1892 Tercümesinden)( $ Ey dağlar, dedik: Onunla beraber te'vib, yani terci' yapın; ötün, çınlayın. $ Siz de ey kuşlar!Yâni Davud'a öyle güzel bir ses, öyle şanlı bir edâ verilmişti ki, akşam sabah tesbih ettikçe onun sesine bütün dağlar ve kuşlar iştirâk eder, çınlar öterlerdi. Demek ki güzel sesle hüsn-i elhan Davud'un bir fazilet-i mahsusası, kuşları dahi başına toplıyan bir mu'cizesi olmuştur. Bu mâna iledir ki, savt-ı Davudi meşhur olduğu gibi, mezamir-i Davud da meşhurdur. Bu güzel sanatı, İslâmda suret-i mutlakada mezmum zannedenler olmuştur. Fakat bilmek lâzım gelir ki, mezmum olan luhun-u fısktır. Yoksa Kur'an okurken tertil ve tahsin-i savt, me'murun bihtir. Bu babda kütüb-ü sıhahda hayli hadisler vardır. Birçokları musikinin te'sirini ruhani zannederler. Böyle bir zan, ruhu hava zannetmektir. Ses, bir hava ihtizazı olduğu için, musikinin doğrudan doğruya verdiği te'sir ve heyecan, bir buse zevki gibi cismani ve asabi bir te'sirdir. Taganni, ancak bir kelimenin, bir kelâmın mânasını ruha duyurmağa hizmet etmesi itibariyledir ki, ruhani bir kıymet alabilir. Ehl-i fısk, hep şehevâni mevzularla cismâni heyecan aradığı için mânayı öldürerek sâde asaba basan kuru nağmelerle cismani te'sir arar. Bu ise ruhani şuuru terbiye değil, ifnâ eder. Belki fâsık için bütün şuurundan geçip mest-i lâyakıl olmak bir zevktir. Fakat dinin, şer'in vermek istediği zevk bu değil, güzel manâlı, mukaddes şuurlu bir hayat yaşatmaktır. E.T.)
MUSİKİŞİNAS  f. Musikici, müzikçi.
MUSİL  (Vusul. dan) Yetiştiren, ulaştıran, vardıran.
MUSİLE  Müderrislikte ikinci yüksek derece.
MUSİR  Zengin. Gani.
MU'SİR  Fakir kimse.
MUSİYE  Vasiyet eden kadın.
MUSKIT  (C.: Muskıtât) (Sukut. dan) Düşüren, ıskat eden.
MUSKITAT  (Muskıt. C.) (Sukut. dan) Düşürenler, ıskat edenler.
MUSLİB  Vurucu, vuran, dârib.
MUSLİH  Islah eden. İyileştiren. Terbiye edici.
MUSLİHÂNE  f. Sulh yolu ile, iyilikle anlaşarak. Arabuluculukla.
MUSLİHÛN  (Muslihîn) Islah edenler. Düzeltip iyileştirenler. Terbiyeciler.
MUSMİT  (Musammet) İçi kof olmayan şey. * Tecvidde: Te, se, cim, ha, hı, dal, zel, ze, sin, sın, sad, dad, tı, zı, ayın, gayın, kaf, kef, he harflerinin ismidir. (Bak: İsmât)
MUSRAD  Soğuktan hemen etkilenen kimse.
MUSRİH  Medet eden, yardım eden.
MUSTABIR  (Sabr. dan) Sabreden.
MUSTAKA  Sakız.
MUSTAF  Tabur veya saf hâlinde dizilmiş.
MUSTAFA  (Safvet. den) Güzide. Istıfâ edilmiş. Has ve seçilmiş. * Hz. Peygamber'in (A.S.M.) mübarek bir ismi. (Bak: Fahr-i kâinat - Resul)
MUSTALAH  Istılahlı. Garib ve az kullanılır kelime ve terimlerle dolu olup pek anlaşılmayan.
MUSTALAHÂT  (Mustalah. C.) Istılah haline getirilmiş kelimeler.
MUSTALAHÎ  Istılahlı konuşan.
MUSTALIK GAZASI  Benî Mustalık gazasına Müreysî gazası da denilir. Benî Mustalık, Huzaa'nın bir şubesidir. Müreysî de bunların bir kuyusudur. Benî Mustalık, Resul-i Ekrem'le harb etmek üzere bu kuyu başında toplandıkları için bu sefer bu isimle anılır. Çeşitli râviler, bu gazanın hicrî dört veya beş veya altıncı senesinde olduğunu rivayet etmişlerdir.Benî Mustalık'ın bu hâinane hareketinden vaktiyle haberdar olan Resul-i Ekrem (A.S.M.) süvâri, piyade yediyüz kişilik bir kuvvetle ve sür'atle hareket edip bunları ansızın bastırmış ve birçok esir ve ganimet almışlardır. (S.B.M.)
MUSTANİ'  Birini yetiştirip adam eden kimse. * Yedirip içiren, ikram eden, ziyâfet veren.
MUSTAR  şarap.
MUSTARIF  Çıkarı ve menfaati için her yana başvuran.
MUSTASHİB  (Sahâbet. den) Birini yanına alıp berâberinde götüren.
MUSTASHİBEN  Birlikte, beraberce. Yanında olarak.
MUSTASRİH  Bağırıp ağlayan. Meded bekleyen.
MUSTATAB  (Tayyıb. dan) Güzel, iyi, âlâ.
MUSTATİL  (Tul. den) Uzayan, İstitâle eden. * Geo: Dikdörtgen.
MUSTAZHİR  (Zahr. dan) Dayanan, arka veren.
MUSTAZİ  (Ziya. dan) Ziya alan, ışıklanan.
MUSTAZİLL  (Zıll. dan) Gölgelenen, gölgede oturan. * Birinin koruyuculuğu ve himâyesi altında bulunan.
MUSTAZREF  Nükte, zariflik. * Muhit. Hâvi.
MUSU'  Davarın sütü çekilip gitmek.
MUŞ  f. Fare.
MUŞA  İki renk üzere dokunmuş elbise.
MUŞAMMA'  (şem'. den) Muşamba.
MUŞATA  Tararken dökülen saç veya sakal teli.
MUŞEK  f. Yavru fare. Fare yavrusu.
MUŞ-GİR  f. "Sıçan tutan" Çaylak kuşu.
MU-ŞİKÂF  (C.: Mu-şikâfan) f. İnceden inceye araştıran.
MU-ŞİKÂFAN  (Mu-şikâf. C.) İnceden inceye araştıranlar.
MU-ŞİKÂFANE  f. İnceden inceye.
MU-ŞİKÂFÎ  İnceden inceye araştırma.
MUŞT  f. Avuç. Yumruk.
MUŞT  (C.: Mışât) Tarak.
MUŞT-ÜL KADEM  Ayak tarağı.
MUŞTA  Yumruk. Kunduracıların deriyi inceltmek için kullandıkları mâdeni top.
MUŞTA  Saç tarağı.
MUŞTZEN  f. Yumruk vuran. Boksör, yumrukçu.
MUTA'  Kendine itaat olunan. Sözü dinlenen.
MUT'A  İntifa, faydalanma.
MU'TA  Verilen. İ'tâ olunmuş, verilmiş olan.
MUTAASSIB  Bir şeyi müdafaada ifrat ve inat gösteren. Körü körüne inad ve israr eden. Aşırı derecede kendi tarafını tutan. * Din, millet ve vatanı hakkında çok sevgi, bağlılık ve gayret gösteren. (Bak: Taassub)
MUTAASSIBANE  (Asab. dan) Mutaassıbca. Mutaassıba yakışır şekilde. Körükörüne.
MUTAASSIBÎN  (Mutaassıb. C.) (Asab. dan) Mutaassıb kimseler. Taassubu olan insanlar.
MUTAATTIL  İşsiz kalan, işlemez olan. Muattal.
MUTAATTIR  (Itr. dan) Güzel kokular sürünen.
MUTAATTIS  Aksıran.
MUTABAAT  Karşılıklı anlaşma. Uyma tâbi olma. Bir şeye uyup muvafakat etme.
MUTABAKAT  Uygunluk. Muhalif ve mugayir olmayıp, uygun ve muvafık olmak. * Man: Lâfzın, mevzuu olduğu mânânın tamamına delâleti.
MUTABASSIR  Açıkgöz.
MUTABBAK  Tatbik olunmuş uydurulmuş.
MUTABIK  Uygun. Muvafık. Uyan.
MU'TAD  Âdet. Âdet edilen iş. İtiyad edilen. Alışılmış olan.
MU'TADEN  Mu'tâd olduğu gibi. Alışıldığı üzere.
MU'TADÎ  (Mu'tâdiye) Alışılmış. Her zamanki.
MUTAF  (Tavâf. dan) Etrafında tavaf olunan, dönülen.
MUTAF  f. (Muy-tâb. dan) Keçi kılından dokunmuş olan. * Kıldan yapılan at takımı. * Kıldan çul yapan, dokuyan veya satan.
MUTAFATTIN  (Fatânet. den) Anlayışlı. Hem anlayıp farkına varan. Kavrayan.
MUTAFFİF  Alış verişde hilekârlık eden. Fazla alıp noksan mal veren.
MUTAFFİFÎN  Ticârette hile yapanlar, fazla alıp noksan veren ve eksik tartanlar.
MUTAHER  Temizlenmiş.
MUTAHERE  Temizleme.
MUTAHHAR  Temiz. Pâk. Kudsi, pâklanmış. Tâhir kılınmış. Mübârek. * Peygamberimizin (A.S.M.) bir ismi.
MUTAHHARA  (Müe.) Temizlenmiş. Kirleri giderilmiş.
MUTAHHEM  Hilkati yerli yerine tamam olup noksan olmayan. * Yuvarlak.
MUTAHHİR  Temizleyici. Temiz eden. * Fık: Hem kendi temiz, hem de temizleyici olan su.
MUTAHİR  Temizleyici.
MU'TAK (MU'TAKA)  Serbest bırakılmış köle, câriye veya esir.
MUTALAA  Bir mes'ele hakkında bilgi edinmek için tetkikatta bulunma, okuma, okuma ile meşguliyet.
MUTALEBAT  (Mutâlebe. C.) (Taleb. den) İstenilen şeyler. İstekler.
MUTALEBE  (C.: Mutâlebât) (Taleb. den) Hakkını isteme, talebde bulunma. * Dâvâ, iddia.
MUTALİ'  Mutâlaa eden. Kitab okuyan. Kitablarla tetkik ve bilgi için uğraşan.
MUTALİÎN  (Mutâli'. C.) Mutalâa edenler. Kitap okuyanlar.
MUTALLA  (Tılâ. dan) Yaldızlanmış, yaldızlı.
MUTALLAKA  (Talak. dan) Boşanılmış kadın. Bırakılmış, nikâhı bozulmuş.
MUTALSAM  Tılsımlanmış olan. Esrârengiz hâle gelmiş olan.
MUTALSIM  Tılsımlayan.
MUT'AM  Yiyeceği, içeceği çok olan.
MUTAMENE  Teskin etmek, sâkinleştirmek.
MUTAMMER  Anbarda veya çukur içinde saklanan şey.
MUTAMMİRAT  Zarar verici ve helâk edici gizli şeyler.
MUTANTAN  Debdebeli. Tantanalı. Gürültülü. Gösterişli ve şatafatlı.
MUTARAHA  Birbirine söz söyleme.
MUTARASSID  Gözleyen. Tarassud eden.
MUTARASSIDÂNE  f. Tarassud edene yakışır şekilde.
MUTAREDAT  (Mutarede. C.) Saldırmalar, vuruşmalar, çarpışmalar.
MUTAREDE  (C.: Mutaredat) (Tard. dan) Saldırma, vuruşma, çarpışma.
MUTAREKA  Vuruşmak. 
MUTARHEF  Tam güzellik.
MUTARRA  Tarâvetli. Tâze.
MUTARRAZ  Zinetlendirilmiş. Süslendirilmiş. Dikiş ve nakışla kıymetlendirilmiş.
MUTARRED  Cemaatı usandıracak derecede okumayı uzatan imâm.
MUTARRIZ  Elbiseye kenar işleyen. * Damga vuran.
MUTARRİD  Bir düziye, devamlı, aynı şekilde olan.
MUTARRİDEN  Bir düziye, bir teviye.
MUTASADDI'  Dağlıyan, tasaddu eden, perakende olan, yarılıp çatlayan.
MUTASADDIK  Tasadduk eden. Sadaka veren.
MUTASADDIK-UN ALEYH  Sadakayı kabul eden kimse.
MUTASADDIKÎN  (Mutasaddık. C.) Sadaka verenler. Tasadduk edenler. * Sâdık ve doğru olduğu anlaşılanlar.
MUTASADDIR  (C.: Mutasaddırin) (Sadr. dan) Baş köşeye kurulan. Başa geçip oturan.
MUTASADDIRANE  f. Baş köşeye kurulana yakışacak surette.
MUTASADDIRÎN  (Mutasaddır. C.) Baş köşeye kurulanlar, tasaddur edenler.
MUTASADDÎ  (Sadv. dan) Bir işe girişen. Tasaddi eden. Başkasına saldıran, başka birine takılan.
MUTASAFFÎ  Tasaffi eden. Saffet ve sâfilik hasıl eden. Temiz olan. Saflaşan.
MUTASALLİB  (Sulb. dan) Sertleşen, katılaşan. * Sağlam, sert. * Salâbetli. Din işlerinde çok gayretli.
MUTASALLİBANE  f. Salâbetli gibi, kuvvet sâhibi olana yakışır surette.
MUTASALLİF  Haddinden, iktidarından hâriç fazilet ve zerafet iddiasında bulunan. Şarlatan.
MUTASALLİFANE  Nezaket, bilgiçlik taslayanlar gibi.
MUTASALLİFÎN  Haddinden fazla fazilet ve zerâfet iddiasından bulunanlar. Şarlatanlar.
MUTASANNİ'  (C.: Mutasanniîn) Kendini güzel ve süslü göstermek isteyen.
MUTASANNİANE  f. Yapmacıklı olarak, tasannu ederek.
MUTASANNİÎN  (Mutasanni'. C.) Tasannu' edenler. Kendilerini güzel ve süslü göstermek isteyenler.
MUTASARRIF  Tasarruf hakkı ve salâhiyyeti olan. Tasarruf eden. Bir işi kendi isteğine göre idâre eden. Bir malın sahibi. * Eskiden, vilâyetten küçük olan Sancağın en büyük idâre âmiri.
MUTASARRIFİYET  Tasarruf etme hakkı. Mutasarrıflık. * Mutasarrıfın vazifesi.
MUTASARRIM  (C.: Mutasarrımin) Kahramanlık ve yiğitlik gösteren.
MUTASAVVER  Tasavvur edilmiş. İlerde yapılması düşünülmüş. * Tasvir edilen. Hatırdan geçen. * Kabil, akıl kabul eder, akıl alır.
MUTASAVVIF  Tasavvufla uğraşan. İlâhiyyatla uğraşan, tarikat ehli olan. (Bak: Tarikat)
MUTASAVVIFÂNE  f. Sofuca. Mutasavvıflara yakışır tarzda.
MUTASAVVIFE  Sofular, mutasavvıflar.
MUTASAVVIFÎN  Tasavvufçular. Sofiler.
MUTASAVVIT  Ses çıkaran, seslenen, ses veren.
MUTASAVVİR  Tasavvur eden, zihinde suret veren.
MUTASAYYİF  Bir yerde yazlıyan.. Yaz mevsimini geçiren.
MU'TASIM  Günahtan çekinen. * Eliyle tutan. * Yapışan.
MUTATABBİB  (Tıbb. dan) Yalandan hekim. Doktorluk taslıyan.
MUTATABIK  Münâsib gelen. Birbirine uyan. Uygun.
MUTATAFFİL  Arkasından giden, uyan. * Parazit olan, tatafful eden.
MUTATAHHİR  Pâk. Günah işlemekten teberri ve imtina eden, çekinen. Temiz kılınmış.
MUTATA'IM  Tadan. Tadına bakan.
MUTATARRİB  (C.: Mutatarribin) Coşan, şevke gelen, sevinen.
MUTATARRİBANE  f. Coşarak, sevinerek, şevke gelerek.
MUTATARRİBÎN  (Mutatarrib. C.) Şevke gelip sevinenler. Coşup sıçrayanlar.
MUTATARRİF  Bir yana çekilen.
MUTATARRİK  Yol bulan, geçen.
MUTATAVİL  Uzanan, uzun olan. * Uzatmak suretiyle yükselen.
MUTATAVVI'  (Tav'. dan) Nafile namaz kılan.
MUTATAVVIK  Gerdanlık gibi süs eşyası takınan.
MUTATAVVİF  Ziyâret gayesiyle bir şeyin etrâfını dolaşan. Tavâf eden.
MUTATAVVIS  Tavus kuşu gibi rengârenk giyinen. Tatavvus eden.
MUTAVAAT  İtaat etme. Baş eğme. Tâbi' olma. * Gr: Fâilleri ile mef'ulleri bir olan fiil.
MUTAVASSIL  (Vasl. dan) Ulaşan, eren, kavuşan, vâsıl olan.
MUTAVASSIT  Ortada vasıtalık eden. Arada ıslâh edici olan. * Orta derecede. Orta hâlli. * Sebeb. * İyi ile kötü arasındakini alan.
MUTAVASSIT-ÜL KAME  Orta boylu.
MUTAVASSITÎN  (Mutavassıt. C.) Aracılar, tavassut edenler, vasıta olanlar. * Orta hâlliler.
MUTAVASSIT SURELER  (Bak: Evsat-ı mufassal)
MUTAVATTIN  Yerleşmiş. Vatan eylemiş. Vatan eyleyen.
MUTAVATTINÎN  Vatan yapanlar, bir yere yerleşenler.
MUTAVAZZIH  (Vuzuh. dan) Açıklanan, açık olan, tavazzuh eden.
MUTAVELE  (Tul. dan) İşi uzatma, sürüncemede bırakma.
MUTAVİ'  İtaat eden, muti, itaatli.
MUTAVVAK  (Tavk. dan) Boynu halkalı, zincirli. * Boynuna gerdanlık vs. takılmış. Boynuna halka olan.
MUTAVVAKA  Halka biçimi boynunda tüyler olan güvercin kuşu.
MUTAVVEL(E)  (Tul. dan) Uzatılmış, uzun uzun.
MUTAVVES  Lâtif, güzel, renkli.
MUTAYEBAT  (Mutâyebe. C.) Eğlenceli hikâyeler. Fıkralar. * Şakalaşmalar, lâtife yapmalar.
MUTAYEBE  Lâtifeleşme, şakalaşma.
MUTAYERE  Uçurup gönderme. Uçurma.
MUTAYTA  Sallana sallana kibirlenerek yürüme. İzzetli ve kibirli yürüme.
MUTAYYEB  (Tayyib. den) Güzel kokular sürünmüş. * Gönlü hoş edilmiş, sevindirilmiş, taltif olunmuş.
MUTAYYİBEN  Güzel kokular sürünmüş olarak. * Sevindirilerek, gönlü hoş edilerek.
MUTAYYEN  Balçıklanmış, sıvanmış.
MUTAZACCI'  Üşengeç, tenbel.
MUTAZACCIR  Sıkıntılı. İçi sıkılan. Rahatsız.
MUTAZALLİL  (Zıll. den) Gölgede oturan, gölgede bulunan, gölgelenen. * Korunan, muhafaza ve himaye olunan.
MUTAZALLİM  (C.: Mutazallimîn) (Zulm. den) Kendisine yapılan haksızlık ve zulümden şikâyet eden, sızlanan.
MUTAZALLİMÂNE  (Zulm. den) Kendine yapılan zulüm ve haksızlıkdan dolayı sızlanan kimseye yakışır şekilde.
MUTAZALLİMÎN  (Mutazallim. C.) (Zulm. den) Sızlananlar. Kendilerine yapılan haksızlık ve zulümden dolayı şikâyet edenler. Tazallüm edenler.
MUTAZAMMIN  İçine alan, tazammun eden. * Üstüne alan. Tazmini kabul eden. * Muhit ve müştemil olan.
MUTAZANNİ  (Mutazannin) (Zan. dan) Zan ile iş gören.
MUTAZARRI'  Tazarru eden. Alçak gönüllülük eden. * Bir şeye gizlice varıp yaklaşan. * Can ve gönülden tezellül ile yalvaran. * Noksan ve kusurlarını bilerek kibirden, büyüklenmekten çekinip tevazu eden.
MUTAZARRIÂNE  f. Kendi kusurlarını bilerek, ihtiyacını anlayarak, tevazu ile niyaz ederek, yalvararak.
MUTAZARRIF  (C.: Mutazarrıfîn) (Zarf. dan) Zarafet taslayan, tazarruf eden.
MUTAZARRIFÎN  (Mutazarrıf. C.) (Zarf. dan) Zariflik taslayanlar, tazarruf edenler.
MUTAZARRİÎN  (Mutazarrı'. C.) Yalvaranlar, tazarru' edenler, yalvarıp yakaranlar.
MUTAZARRIR  Zarar ve ziyana uğrayan, zarar görmüş olan.
MUTAZAVVI'  Güzel kokusu etrâfa yayılan.
MU'TAZIB  Birbirine yardım eden. Birbirine muavenette bulunan.
MUTBAKA  (Bak: İtbak)
MUTBEİN  Çukur yer. * Kalbi karar etmiş kişi, mutmain.
MUTBİK(A)  (Tıbk. dan) Genel ve umumi olan. Değişmeyip devam eden. Bütün. Tam. * Bir şeyin etrâfını örten, bürüyen.
MU'TEBER  İtibâr gören. Beğenilen. * İnanılır. Güvenilir. Hatırı sayılır. Hükmü geçen.
MU'TEBERAN  (Mu'teber. C.) Şerefli, haysiyetli ve itibarlı kimseler. * Bir yerin, bir mesleğin veya bir sınıfın ileri gelenleri. Hükmü geçip, inanılır olanlar.
MU'TEBERAT  (Mu'teber. C.) İtibarlı, hükmü geçer şeyler.
MU'TEBERİYET  Yürürlükte olma, geçerlilik. * Muteberlik, güvenirlik.
MU'TECİR  Sadaka veren.
MU'TED  Zâlim kimse.
MU'TEDD  Ta'dâd edilmiş. Sayılmış.
MU'TEDÎ  Sesini yükselten. Yüksek sesle dua eden. * Haddini aşan, tecâvüz eden. * Zâlim.
MU'TEDİL  Yavaş ve mülâyim. Ne pek az, ne pek çok olan. Orta hâlli. İtidalli.
MU'TEDİLANE  Orta hâllice. Ne çok hızlı, ne de çok yavaş olmadan.
MUTE HARBİ  Mute, Şam'a bağlı, Kudüs'e iki konak mesafede bir yerdi. Mute harbi müslümanlarla Rumlar arasında vuku bulan muharebelerin başlangıcıdır. Sebebi de Peygamber'in elçisinin öldürülmesidir. Resul-ü Ekrem Busrâ emiri Şürahbil bin Amr'e, ashâbından Hâris bin Umeyr ile bir mektub göndererek İslâma dâvet etmişti. Hâris, Mute'den geçerken Şürahbil'e tesadüf edip, elçi olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Şürahbil, Haris'i küstahça öldürdü. Şimdiye kadar Resul-ü Ekrem'in elçilerinden hiç birisinin hayatına taarruz edilmemişti. Bunun üzerine Resul-i Ekrem üç bin kişilik bir kuvvet hazırlayıp azadlı kölesi Zeyd bin Hârise'nin komutasında gönderdi.Resul-ü Ekrem : "Şâyet Zeyd şehid olursa komutanlığı Cafer alsın, Cafer de şehid düşerse Abdullah bin Revaha komutan olsun!" buyurdu. Ve ordunun Hâris bin Umeyr'in şehid edildiği Mute kasabasına kadar gitmesi ve orada Şürahbil ile tabiiyetinin İslâma dâvet olunması, kabul ederlerse ne âlâ, kabul etmezlerse harbedilmesi Resul-ü Ekrem'in emirleri cümlesindendi. Peygamber Efendimiz bu küçük ordusunu "Seniyetülveda - Ayrılık tepesi" mevkiine kadar uğurladı.Öbür tarafta Şürahbil de bu hareketten haberdar olarak, vaziyeti tâbi olduğu Kayser Hirakl'e bildirdi. Aynı zamanda Şurahbil, Vâil Beni Bekir, Lahim, Cüzam gibi Arap kabilelerinden yüz bin kişilik büyük bir kuvvet hazırladı. İmparator Hirakl de bu işe önem vererek Belka'daki Meab şehrine kadar geldi. Nihayet iki ordu karşılaştı. Bu muazzam ordu karşısında üç bin kişinin ne ehemmiyeti olabilirdi. Fakat dönmek de müşkildi, felâketi mucibdi. Bu sebeple Zeyd bin Hârise hemen harbe atıldı. Zeyd şehid oldu, sancağı Cafer aldı. Muharebe meydanında hârikalar gösterdi, sağ eli kesildi, sancağı sol eliyle tuttu. O da kesilince kesilmiş kollarıyla sancağa sarıldı. En sonunda Cafer de şehid edildi. Sonra sancağı, Abdullah bin Revâha aldı, şiirler okuyarak harbetti, o da şehid edildi. Bunun üzerine orduda umumi bir panik başgösterdi. Fakat Halid bin Velid askeri önledi, bu paniğin dehşetini anlattı. Bütün mucahidlerin reyleriyle komutan seçilerek sancağı eline aldı. Akşama kadar harbedildi. Mahir bir komutan olan Halid bin Velid, askeri yeni nizamda tertibledi. Sağ cenah mücahidlerini sola, soldakileri sağa, öndekileri arkaya ve arkadakileri de öne aldı. Bu suretle düşmanın her fırkası, karşısında yeni kuvvet görüyor ve İslâm ordusuna imdat geldiği zannında bulunuyordu. Bunun üzerine Halid, şiddetli hücumlar yaparak düşmanı bozdu, düşmana bir hayli telef verdirdi. Düşmanın bu panik ve bozgunundan istifade ederek askerleri geri çekti ve bir bozguna uğratmadan muntazam ricat ederek sâlimen Medine'ye getirdi. (S.B.M.)
MU'TEKADAT  İtikad edilenler. İnanılan hususlar.
MU'TEKİD  Bağlanmış. * İnanmış. Dindar. İtikad eden. Dini bütün olan.
MU'TEKİF  İtikâfa çekilmiş olan. İtikâf için bir camiye veya bir odaya kapanıp ibâdete çalışan. Devamlı olan. (Bak: İtikâf)
MU'TEKİFÎN  (Mu'tekif. C.) İtikâfa çekilmiş olanlar.
MU'TEKİL  Sağmak için koyunun ayaklarını iki bacağı arasına çekip alan. * Devenin dizini büküp bağlıyan. * Güreşte rakibini sarmaya getirip yıkan.
MU'TEKİS  (Aks. den) Tersine çevrilmiş. Aksolunmuş.
MU'TELL  İlletli. Hasta. Sakat. Alil. * Gr: İçinde harf-i illet bulunan kelime kökü.
MU'TEMED  Kendine güvenilen. İtimad edilen kimse. Kendinden emin olunan. Ziyadesiyle doğru ve müstakim olan.
MU'TEMEDÜN-ALEYH  Kendisine itimad edilen ve güvenilen kimse.
MU'TEMİD  İtimad eden. İnanan. Güvenen.
MUTEMİDÂNE  f. Bağlanarak, güvenerek. İtimâd etmek sureti ile.
MU'TEMİL  Zorlukları göze alarak tek başına iş gören.
MU'TEMİR  Kasdedici, kasdeden. * Ziyaret eden. * Umre yapan.
MU'TENA  İhtimam edilmiş. Özenilmiş. Dikkat ve itinâ olunur hâlde olan.
MU'TENİ  İtina eden. Özenen. Dikkat ve ehemmiyet veren.
MU'TENİK  Birinin boynuna sarılan.
MU'TER (MU'TERİZ)  Bir nesneye mütecâviz olan, bir şeye tecâvüz eden.
MU'TEREF  Gizlenmeyip söylenmiş. İtiraf olunmuş.
MU'TEREK  Cenk ve kıtal yeri. Savaş meydanı.
MU'TERİF  İtiraf eden. Kendi noksan ve kabahatlerini kabul edip anlatan ve söyleyen.
MU'TERİZ  İtiraz eden. Kabul etmeyen. Bir şeyi beğenmeyip bozulmasını isteyen, aksini iddia eden.
MU'TERİZÂNE  f. İtiraz eder şekilde. Muteriz suretinde.
MU'TERİZE  Parantez. Kavseyn denilen ( ) işâretinin adı.
MU'TERİZÎN  (Mu'teriz. C.) Muterizler. İtiraz edenler.
MU'TERİZÜN-FÎH  İtiraz olunan karar, hüküm.
MU'TERR  Pek fakir olduğu hâlde dilenmeyip lisân-ı hâl ile durumunu anlatan kimse.
MU'TESİF  (Asf. dan) Zulüm yapan. Doğru yoldan ve adaletten ayrılıp haksızlık yapan.
MU'TEŞÎ  Akşam vakti yola çıkan.
MU'TEZİL  İ'tizal eden. Cemaatten ayrılıp bir tarafa çekilen.
MU'TEZİL  Hatâsını itiraf edip, idrâk ederek melâmeti kabul eden. Kendi kötülüğünü kabul eden.
MU'TEZİLE  Aklına güvenerek ve "kul, fiilinin hâlikıdır" demekle hak mezheblerden ayrılan bir fırka. Bunlar dalâlet fırkalarının birincisidir. Vâsıl İbn-i Atâ nâmında birisi buna sebeb olmuştur. Bu kişi Hasan Basri Hazretlerinin talebesi iken, günah-ı kebireyi işleyen bir kimsenin ne mü'min ve ne de kâfir olmayıp, tövbesiz âhirete giderse ebedi cehennemde kalacağını söyleyerek hocasından ayrılmıştır. İtizal etmiştir. Mu'tezile tâifesi: "İnsanlar kendi ef'âl-i ihtiyâriyelerini halkederler" diyerek, bu fiillerde kaza ve kaderin tesirini inkâr ederler. Kendilerine kaderiyeciler de denmektedir. (Bak: Mülk)
MU'TEZİM  Giden, i'tizam eden.
MUTEZİR  Özür dileyen. İtizâr eden. Özürü makbul olan.
MUTEZİRÂNE  f. Özür dileyerek. Kusurunu kabul edip yalvarırcasına.
MUTFÎ  Söndüren, itfa eden.
MUTFİL  (C: Metâfil) Yanında genç buzağısı olan geyik. * Yavrulu deve.
MUTHEF  Hediye, armağan. İthaf olunan şey.
MUTHİF  Hediye veren, armağan eden. İthaf eden.
MUTIRR  Uzun.
MU'TÎ  Veren. İtâ eden.
MUTÎ'  İtaatli. Terbiyeli. İsyan etmeyen. * Rahat.
MU'TIK  Köle azad eden. Esir veya köleyi serbest bırakan.
MUT'İM  (Taam. dan) Yemek veren, yemek yediren, doyuran.
MUTLAK  Salıverilmiş. Itlak olunmuş. Serbest. * Kat'i. Şüphesiz. * Aslâ bir şarta bağlı olmayan. Yalnız, tek. (Bak: Itlâk)(Âyet, neye felâh bulacaklarını tâyin etmiyor. Güya o sükûtla der: Ey müslümanlar! Müjde size. Ey müttakî! Sen Cehennem'den felâh bulursun. Ey Arif! Sen Rızâ-yı İlâhîye nâil olursun. Ey âşık! Sen rü'yete mazhar olursun... Ve hâkezâ... İşte Kur'an, câmiiyyet-i lâfziyye cihetiyle kelâmdan, kelimeden, huruftan ve sükûttan her birisinin binler misâllerinden yalnız nümune olarak birer misal getirdik. Âyeti ve kıssatı bunlara kıyas edersin. S.)
MUTLAKA  Ne olursa olsun, her halde, illâ.
MUTLAKIYYET  Şartsız ve kayıtsız olarak bir hükümdarın emri ile bir hükümet, devlet veya bir topluluğun idare usulü.
MUTLAKIYYET-İ İDARE  Bir kişinin arzu ve isteklerine bağlı olan idare sistemi.
MUTLIK  Serbest bırakan. Boşayan. Salıveren. Köle veya esiri serbest bırakan, azad eden.
MUTLIK-UL ÜSÂRÂ  Esirleri salıveren, esirleri serbest bırakan.
MUTMAİNN(E)  İtmi'nanlı. İçi rahat. Müsterih. Şüphesi kalmamış. Emin.
MUTMAİNÂNE  f. Şüphesizce. Rahatlık ve emniyet içinde olarak.
MUTNEB  Uzatılmış. Uzatılan söz. Sözdeki itnâb, yâni; uzunluk.
MUTREF  (C: Metârif) Haz kumaşından dokunmuş bir kaç alemli Arap kaftanı. * Başı ve kuyruğu beyaz veya siyah olup, vücudu başka renk olan at.
MUTREKA  Üstüne sahtiyan bürünmüş kalkan.
MUTRIZ  İşaret ve damga koyan. Alem yapan.
MUTRİB  (Tarab. dan) Çalgıcı, çalgı çalan. Şarkıcı, şarkı söyliyen. Hânende.
MUTTALA'  Gelecek yer. * Ittıla' mevzii.
MUTTALİ'  Haberli. Bilgisi olan. Bir yüksek yerden bakarak görüp anlayan. Vâkıf. Derk eden.
MUTTARİD  Muntazaman devam eden. Bir düziye olan. Bir küllî kaideye mümasil ve muvafık olan. Sıralı. Düzgün.
MUTTARİDEN  Bir düziye, bir teviye.
MUTTASIF  İttisâf eden. İyi veya kötü bir sıfatla tarif edilen. Vasıflanmış, vasfı mevcut olan.
MUTTASIL  Bitşik. Aralıksız. Fâsılasız. Hiç durmadan. İttisâl eden, ulaşan, kavuşan.
MUTTASILAN  Bitişik olarak. * Bir düziye.
MUTUR  Gitmek. * Evmek.
MUTVA  Dürülmüş, bükülmüş.* Örülmüş. * Yapılmış.
MUVAADE  Sözleşme, va'dleşme.
MUVAAZA  (Va'z. dan) Va'z ve nasihat etme.
MUVACEHAT  Yüzleşmeler. Yüzyüze gelmeler.
MUVACEHE  Karşı, ön. * Yüzyüze gelme. Yüzleşmek. * Huzurunda olmak.
MUVACEHETEN  Karşı karşıya. Yüz yüze.
MUVADAA  Düşmanlığı bırakıp barışma. Adaveti bırakıp sulh etme. * Vedâlaşma.
MUVAFAKAT  Uygunluk. Uymak. Anlaşmak. Karşılıklı anlaşma. Râzı olma. Müsâade.
MUVAFAKAT-I TARAFEYN  İki tarafın râzı olması.
MUVAFAT  Sözünün eri olma.
MUVAFFAK  Başarmış. Gâyesine erişmiş. Ulaşmış. Başarılı.
MUVAFFAKİYET  (C: Muvaffakiyât) (Vefk. den) Allah'ın yardımıyla başarı gösterme. * Ele geçirme, başarma.
MUVAFFIK  Muvaffak eden. Başarıya ulaştıran.
MUVAFIK  Uygun. Yerinde. Denk.
MUVAHAT  (Uhuvvet. den) Birbirini kardeşliğe kabul etme. Kardeş etme.
MUVAHEBE  Çok bağışlama.
MUVAHHAD(E)  (Vahdet. den) Bir ve tek hâle konmuş.
MUVAHHİD  Allah'ın birliğine inanan. Tevhid eden. * Birleştirici olan.
MUVAHHİDÂNE  f. Muvahhide yakışır surette.
MUVAHHİDÛN (MUVAHHİDÎN)  Muvahhidler. Bir Allah'a inanıp, birliğe çalışanlar. Birleyici olanlar.
MUVAHHİŞ  Vahşet veren. Vahşileştiren. Korkutan. Korkutup ürküten.
MUVAKAA  Düşmek, sukut.
MUVAKEBE  Bir işe sebat ve gayret gösterme.
MUVAKERE  Tarladan çıkan mahsulden bir kısmını almak şartıyla birlikte ekme.
MUVAKKAR  (Vekar. dan) Ağırlanmış, saygı gösterilmiş olan. * Ağırbaşlı, vakarlı, ciddi.
MUVAKKARAN  Vakarla, ciddiyetle, ağırbaşlılıkla. * Ağırlanmış, saygı gösterilmiş olarak.
MUVAKKAS  Dolu, memlu.
MUVAKKAT  Vakitli. Geçici. Fâni. Devamlı olmayan.
MUVAKKATEN  Az bir zaman için, şimdilik, geçici ve muvakkat olarak.
MUVAKKIF  Durduran. Tevkif eden. Alıkoyan. Vakf ettiren.
MUVAKKİR  (Vekar. den) Ağırlayan, saygı gösteren.
MUVAKKİT  Vakti tâyin eden. * Tam ayarlı saat.
MUVALAT  Dostluk, karşılıklı sevgi. Yardım, koruma.
MUVANESET  (Üns. den) Birbirine alışıp berâber yaşama. Ünsiyet peydâ etme. * İnsana alışma, insandan kaçmayış.
MUVANİS  (Üns. den) İnsana alışık, insandan kaçmayan. * Ünsiyet peydâ eden, birbirine alışıp birlikte yaşıyan.
MUVARAT  Bir şeyi örtüp gizleme.
MUVAREDAT  (Muvârede. C.) (Vürud. dan) Gelen şeyler. * Aklı gelen şeyler. İlhamlar.
MUVAREDE  (C: Muvâredât) (Vürud. dan) Girip gelme. * İki şâirin, birbirlerinden habersiz olarak, tesâdüfen aynı beyitleri söylemeleri.
MUVARESE  (Mirâs. dan) Birbirinden miras yeme.
MUVASAKA  Birbirine söz verip anlaşma.
MUVASALA  Vâsıl olmak. Erişmek. Ulaşmak.
MUVASAT  Yardım, dostluk, muavenet, iyilik. * Ölen bir memurun ailesine maaş bağlama.
MUVASEBE  Birbirinin üstüne atlama, zıplama, sıçrama.
MUVASSA  Tavsiye olunan.
MUVAŞŞAH  (Vişâh. dan) Süslenmiş, süslü.
MUVAT  Ölüm, mevt.
MUVATTA  (Bak: İmam-ı Mâlik)
MUVAYESE  Yeise, kedere düşürme.
MUVAZAA  Bir mes'elede bahse girişmek. * Mc: Danışıklı döğüş. * Hakikatte olmayan bir durumu varmış gibi göstermek için yapılan bir anlaşma.
MUVAZAATEN  Danışıklı dövüşle. * Muvâzaa olarak.
MUVAZEBET  Bir işle dâimâ uğraşma. Bir işe durmadan çalışma.
MUVAZAT  (Veyz. den) Mukavemet, dayanma. * Paralel olma. Muvâzi.
MUVAZENE(T)  Ölçmek. Denk olup olmadığını bilmek için tartmak, ölçmek. * Düşünmek. * İki şeyin vezince birbirine denk olması. Uygunluk.
MUVAZENE-İ A'MÂL  Haşirde amellerin tartılıp hesabdelimesi. (Bak: Afv)
MUVAZENE-İ MÂLİYE  Devletin gelirleriyle giderlerinin bir olması.
MUVAZENET  (Bak: Muvazene)
MUVAZIB  Dâima bir işle uğraşan. Bir işe durmadan çalışan.
MUVAZÎ  Birleşmeden ve ayrılmadan iki şeyin yanyana bir arada uzayıp gitmesi. Paralel.
MUVAZİN  (Vezn. den) Ağırlıkça birbirine eşit ve denk olan. * Denk, uygun.
MUVAZZA'  İtibarsız kimse.
MUVAZZAF  Vazifeli. Bir işle meşgul. * İlk yapılan askerlik hizmeti.
MUVAZZAFAN  Vazifeli olarak.
MUVAZZAH Açıklanmış. İzahı yapılmış. Açık, anlaşılır şekilde.
MUVAZZAHAN  Açıklanarak. Etraflı ve açık şekilde izah olarak.
MUVAZZIF  Vazifelendiren.
MUVAZZİH  (Vuzuh. dan) Açıklıyan, izah eden.
MUVBİKAT  (Bak: Mubikat)
MU'VEL  Mutemed, itimat edilen.
MU'VEZ  Fakir kimse.
MUY  f. Tüy. Saç. Kıl.
MUYAN  (Muy. C.) f. Kıllar. Tüyler.
MUY-BEND  f. Saç bağı.
MUYE  f. Hıçkıra hıçkıra ağlama.
MUYEGER  f. Hıçkıra hıçkıra ağlayan.
MUYÎ  (Muyin) f. Kürkten. Kıldan.
MUYİNE  f. Kürk.
MUYİNE-DÛZ  f. Kürkçü.
MUYTÂB  (C.: Muytâbân) Kıl dokuyan. Kıldan eşya yapan.
MUY-TÂBÂN  (Muy-tâb. C.) Kıldan eşya yapanlar, kıl dokuyanlar.
MUZAAF  İki kat. Bir şeyin iki misli. * Daha ziyade. Daha fazla.
MUZAAF FİİL  Gr: Fiilin kökündeki iki harfin aynısı beraber olan fiil. Medde - Şedde gibi. Başka tâbirle: Fiilin orta harfi ile son harfi (harf-i lâm'ı) aynı harfin tekerrüründen ibaret olan kelime.
MUZA'AF  Bir kat daha artmış. Bir o kadar daha çoğaltılmış.
MUZABERE  Devam etmek.
MUZACEA  Bir yerde beraber yatmak.
MUZAD  (Zıd. dan) Karşı. Zıd.
MUZADDE  Birbiriyle zıt olmak, terslik.
MUZAEME Bir kimse ile bacanak olmak.
MUZAF  (Zayf. dan) Bağlı. Katılmış. İzâfe olmuş. Bağlanmış. * Gr: Başka bir isme katılmış ve onu tamamlamış olan isim. * "Evin kapısı" dediğimiz zaman; "kapı", "ev"i tamamlıyor. Bu muzâfdır.
MUZAFAT  (Muzâf. C.) (Zayf. dan) Bir şeyin ekleri, ilâveleri. Bir merkezin şubeleri, kolları.
MUZA'FER  Sarı renkte. Safran renginde.
MUZAFFER  Kahraman. Gâlip gelmiş. Başarmış. Muvaffak olmuş. Zafer kazanmış, zafer kazanan.
MUZAFFERANE  f. Muzaffer olan bir kimseye yakışır surette.
MUZAFFEREN  Muzaffer olarak. Üstün gelerek, muvaffak olarak, galip olarak.
MUZAFFERİYET  Üstünlük, muzafferlik, düşmana üstün gelme.
MUZAFUN İLEYH  İsim tamlamasında (izâfet terkibinde) muzâfın (belirtenin) bağlı bulunduğu ismin hâli.Türkçede muzâf sonra gelir. "Evin kapısı" dediğimiz zaman, ev; muzâfun ileyh; kapı; muzâfdır.
MUZAGA  Çiğnenen lokmadan ağızda kalan kırıntılar.
MUZAHAT  Bir şeye benzeme.
MUZAHERE(T)  Birbirine yardım etmek. * Arka olma, destek olma.
MUZAHHİR  Öğle vaktinde gelen.
MUZAHÎ  Benzeyen, benzeyici.
MUZAHRAFAT  (Bak: Müzahrafât)
MUZALLA'  Kabuğu üzerinde beş dilim olan kavun.
MUZALLEL  (Zıll. dan) Gölgeli, gölgelenmiş.
MU'ZAM  Bir şeyin en büyük kısmı. İ'zam edilmiş, büyütülmüş.
MU'ZAMAT  (Mu'zam. C.) Büyük görülmüş veya büyütülmüş şeyler.
MUZARAA  Arşınla satma.
MUZARAA  Benzemek.
MUZAREBE  Vuruşmak. Cenk etmek. * Bir yerden diğer yere gidip seyretmek.
MUZARİ'  Ortak. Arkadaş.Benzer, müşabih. * Gr: Geniş zamanı ifade eden fiil hali. "Yazar, okur, görür, gelir" gibi. * Edb: Aruz kalıplarından birisinin ismi.
MUZARREB  Kaba dikişli kaftan.
MUZARRİS  Her şeyi tecrübe eden kimse.
MUZAYAKA  (Bak: Müzayaka)
MUZAYE  Küçük sidik kabı.
MUZAYEFE  Ziyâfet vermek. * Birbirine konaklamak.
MUZBAT  Kül içinde pişirilen ekmek.
MUZCER  Sıkıntılı, ıztırablı.
MUZCİR  Sıkıntı ve ıztırab veren.
MUZDAR  (Bak: Muztar)
MUZE  f. Çizme.
MUZE-DUZ  (C.: Muze-duzân) Çizmeci, çizme yapan.
MUZE-DUZÎ  f. Çizmecilik.
MUZGA  (Bak: Mudga)
MUZHİR  (Bak: Müzhir)
MU'ZIL  (C: Mu'zalât) şiddetli. Müşkil, zor.
MUZIR  (Muzırra) Ziyan veren, zararlı, zarara sokan.
MUZIRRÎN  Zararlar, zarar verenler.
MUZÎ'  Meydana çıkaran, açığa vuran.
MUZÎ'  Zâyi eden, kaybeden.
MUZÎ'  Aydınlatan. Işık veren.
MU'ZÎ  (Ezâ. dan) Eziyet ve sıkıntı veren. Rahat bırakmayan, inciten.
MU'ZİB  (Azab. dan) Azab ve eziyet veren
MUZÎF  Misâfir kabul eden.
MUZÎK  (Mudîk) Sıkan, sıkıştıran, darlaştıran.
MUZİLL  Zelil kılan. Zillete düşüren. * Adileştiren.
MU'ZİR  Özürü olan, mâzeretli.
MU'ZİYAT  (Ezâ. dan) İnsanı rahatsız eden küçük şeyler. Hayvancıklar.
MUZLİM  Karanlık. Zulmetli. Dehşetli. Siyahlık. Siyah. * Bilinmeyen. Meçhul.
MUZMAHİL  Çökmüş. Darmadağın olmuş. Perişan olmuş.
MUZMER  Gizli, saklı, örtülü. İzmar edilmiş. İçinde saklı kalmış.
MUZMER-İ HAKAİK  Saklı, gizli kalmış, meydana çıkarılmamış hakikatler. Hakikatlerin gizlisi.
MUZMERAT  (Muzmer. C.) Örtülü, saklı, gizli, dışarı vurulmamış.
MUZMİR  Meydana çıkarmayan. İçinde saklayan. İzmar eden. Gizli tutan.
MUZMİR (MUZAMMİR)  Gazâ veya yarış için atını hazırlayıp terbiye eden kişi.
MUZTABİ'  Ridâsını sağ koltuğu altından çıkarıp sol omuzuna atan kişi.
MUZTACİ'  Yan tarafına uzanan, yan üstü yatan.
MUZTACİAN  Yan üstü yatarak, yan tarafına uzanarak.
MUZTAHİD  Arslan. * Kahredici. * Cefâ eden.
MUZTALİ'  Kavi, kuvvetli kimse.
MUZTAR  Zorlanmış. Cebr olunmuş. Mecbur kalış. Çaresiz kalıp başı sıkılan.
MUZTARIM  Alevlenen, ıztıram eden.
MUZTARİB  (Muzdarib) (Darb. dan) Sıkıntılı. Iztırab çeken. Hasta. Bir tarafı sızlayan. Ağrıyan. Ağlayan.
MUZTARİBANE  f. Rahatsız olarak, ıztırab ve sıkıntı çekerek.
MUZTAR  (Zaruret. den) Çaresiz kalmış, zorlanmış.
MUZTARRÎN  Çaresizler. Sıkıntı içinde olanlar.(Arkadaş! Bilhassa muztar olanların dualarının büyük bir tesiri vardır. Bazan o gibi duaların hürmetine, en büyük bir şey, en küçük bir şeye musahhar ve muti olur. Evet, kırık bir tahta parçası üzerindeki fakir ve kalbi kırık bir mâsumun duâsı hürmetine, denizin fırtınası, şiddeti, hiddeti inmeğe başlar. Demek duâlara cevap veren Zât, bütün mahlukata hakimdir. Öyle ise, bütün mahlukata dahi Hâliktir. ... M.N.)
MUZUR  Sütün ekşimesi. Mübâlagalı ism-i fâil.
MÜANESE  Dostane görmek, görüşmek. Karşılıklı ünsiyet etmek.
MÜBAADE(T)  (Bu'd. dan) Birbirini sevmeyip uzak ve soğuk durma. Nefret etme. * İki kişi birbirinden uzaklaşma.
MÜBAALE  Cilveleşme, oynaşma (karı-koca arasında).
MÜBADAT  Düşmanca davranış, saldırganlık. * Meydana çıkarma.
MÜBADELE  Değişme. Bir şeyin başka bir şeyle değiştirilmesi. Trampa.
MÜBADERE  Bir işe hemen girişme, başlama.
MÜBADÎ  Ortaya koyan, meydana çıkaran.
MÜBADİL  Mübâdele olunmuş. Başkasının yerine getirilmiş, bir şeye bedel tutulmuş.
MÜBADİR  Bir işe hemen girişen.
MÜBAGAME  Tatlı dillilik.
MÜBAGAT  Kanunsuz evlenme.
MÜBAGATE  Ansızın üzerine saldırma, sataşma.
MÜBAGAZE  (Bugz. dan) Kin besleme. Adavet etme. Düşmanlık yapma.
MÜBAGBAG  Çok hızlı, seri ve acûl.
MÜBAGÎ  İsyan etme. Ayaklanma. Bâgi olma.
MÜBAH  (Bak: Mubah)
MÜBAHASAT  (Mübâhese. C.) Mübâheseler. Bir şeye dâir iki veya daha fazla kimsenin kendi aralarında yaptıkları konuşmalar.* Bahse girişmeler. İddiâlı ve karşılıklı konuşmalar.
MÜBAHASE  (Bak: Mübâhese)
MÜBAHAT  Güzellik ve buna benzer hususlarda tefâhür etmek, öğünmek.
MÜBAHE  Yalan söylemek.
MÜBAHELE  Birbirinden nefret etme. * Birbirine lanet okuma. Beddua etme.
MÜBAHESE  Bir şeye dair iki veya daha çok kimse arasında olan konuşma. Bir şeyin bahsini etmek. Musahabe.
MÜBAHİS  (C.: Mübahisîn) (Bahs. dan) Bir mes'ele hususunda konuşanlar.
MÜBAHİSÎN  (Mübâhis. C.) Mübahisler. Bir mes'ele hususunda konuşanlar.
MÜBA'İD  (Müba'ide) Uzaklaştıran.
MÜBAKERE  Bir işe sabahtan başlamak.
MÜBALAGA  (Mübalağa) Bir şeyi çok büyük veya çok küçük göstermek. Bir şeyi olduğundan fazla veya eksik göstermek. * Haddini aşmak. * Edb: Bir şeyi ifade ederken ya olduğundan fazla veya olduğundan çok noksan göstermek." Habbeyi kubbe, kubbeyi habbe yapmak."
MÜBALAĞACUYÂNE  f. Haddini aşar dercede izah edercesine. Mübâlağa yaparcasına. * Mübâlağa arayan.
MÜBALAĞALI İSM-İ FÂİL  Gr: ( : fa'âl) ve ( : faul) gibi bazı kalıplara giren kelimelere denir. Bu vezinden gelen kelimeler "mübalağa" ifade ederler. "En, pek, çok" mânasına gelirler.
MÜBALAGAT  (Mübâlağa. C.) Mübâlağalar.
MÜBALAT  Kayırmak. * Dikkat etmek. İtina göstermek.
MÜBALAT-KÂR  f. Dikkat, itina ve düşünce ile kaygılanan. 
MÜBAN  Ayrılmış ve kesilmiş.
MÜBARAT  Bir kimsenin iş ortağından veya karısından, anlaşarak ayrılması.
MÜBAREK  İlâhi hayrın bulunduğu şey. Bereketlenmiş, çoğalmış. Bereketli, uğurlu. Hayırlı. Mes'ud. * Beğenilen, kendisine kızılan ve şaşılan kimse veya şey.
MÜBAREKÂT  Bütün tebrike sebeb olacak ve mâşâallah dediren ve bârekâllah söyleten bütün hâletler ve san'atlar. Mübarekiyet ifade eden bolluk ve İlâhî lütuflar.
MÜBAREZE  Sözle çekiştirme. Kavga. Cidal. Döğüşmek.
MÜBASAKA  Tükürmek.
MÜBASELE  Savaşta hamle edip kahramanlık göstermek.
MÜBAŞERET  Bir işe girişmek. Bir işe başlamak. * Karşılaşmak. * Başlamak ve devam etmek. * Temas etmek, dokunmak. * İnsanın derisinin, başkasının derisine dokunması.
MÜBAŞİR  Müjdeleyen. * Mahkemede kapıcılık edip şâhid ve maznunların ismini çağırarak mahkemeye yardım eden kişi. * Geçici bir vazife alarak merkezden bazı emirleri götüren, icrâ salâhiyeti olan. * Müfettiş. Kontrolör.
MÜBATANA  Bir mevzu üzerinde karşılıklı çekişme.
MÜBATTIN(E)  Zayıf karınlı kimse.
MÜBAYAA  Satın almak. Pazarlıkla bir şeyin değerini verip almak.
MÜBAYAAT  (Mübâyaa. C.) (Bey'at. dan) Satın almalar.
MÜBAYENET  Zıddıyet. Ayrılık. Tutmazlık. Başkalık.
MÜBAYENET-İ CEVHERİYYE  Her nev'in cevherinin ve fıtrat-ı asliyesinin birbirinden farklı ve ayrı oluşu. Cevherdeki farklılık.
MÜBAYİN  Farklı. Başka türlü. Muhalif. Diğerinin zıddı. Aksi.
MÜBAYTIR  Yarıcı, yaran.
MÜBAZAA  Cimâ etmek.
MÜBAZELE  Cömertlik, sehâvet.
MÜBDİ'  Nümune ve benzeri yokken bir şeyi yeni olarak keşfeden. Benzeri görülmemiş bir iş veya eser ortaya koyan. * Edb: Kimsenin söylemediği yeni bir şiir veya nesir söyleyen.
MÜBDİ  (Bedâ. dan) Herşeyi hiçten halk eden. * Başlayan. * Gizli sırları açıklayan.
MÜBECCEL  Muhterem. Azizlenmiş. Yüceltilen, yükseltilen. Büyük saygı gösterilmiş.
MÜBEDDEL  (Bedel. den) Değiştirilmiş, değişmiş, değişmiş. Tebdil edilmiş.
MÜBEDDİL  Değiştiren. Tebdil eden. * Taklid edici olan.
MÜBEHHİC  Güzelleştiren. 
MÜBEKKÎ  Ağlatıcı.
MÜBELLAG  Tebliğ edilen. Bildirilen. * Eriştirilen.
MÜBELLİG  Tebliğ eden. Bildiren. Duyuran. * Büyük câmilerde imamın dediklerini tekrar eden kimse.
MÜBERHEN  Delilli ve bürhanlı. İsbatlı. Delillerle sâbit olmuş.
MÜBERKAA  Yüzünde perde olan kadın.* Başı beyaz olan koyun.
MÜBERRA  Beri. Müstesnâ. Fenalıktan uzak kalmış. Münezzeh. Temiz. Noksansız.
MÜBERRED  Soğutulmuş olan.
MÜBERRER  Yemini tasdik olunmuş.
MÜBERRİD  (Berd. den) Soğutan, soğutucu.* Karlık. Su soğutan damacana.
MÜBEŞŞER  (Beşâret. den) Tebşir olunmuş. Kendisine müjde verilmiş. İyi haberle sevindirilmiş.
MÜBEŞŞİR  İyi haber verip sevindiren. Hayırlı haber veren. Müjdeleyen.
MÜBEŞŞİRAT  (Mübeşşir. C.) Hayırlı alâmetler. * Müjdeleyenler, hayırlı haber verenler.
MÜBEŞŞİRÎN  Müjdeciler. * Müjde verenler. hayırlı haber getirenler. * Peygamberlerin (A.S.) bir vasfı. * Çok müjde verici.
MÜBETTEL  Islanmış. * Çok güzel olan.
MÜBEVVEB  Bab bab olmuş, bölümlere ayrılmış kitap.
MÜBEVVİL  (Bevl. den) Sidiği çoğaltan, idrarı artıran.
MÜBEYYEN  Açıklanmış. Beyan ve izah edilmiş.
MÜBEYYEZ  (Mübeyyeze) Meydana çıkarılmış, açıklanmış açıkça söylenmiş. Bildiren, açıklıyan.
MÜBEYYİN  Açıklayan. Beyan eden. Meydana koyan.
MÜBEYYİZ  Temize çeken. İlk yazılan müsvedde sahifeyi temizce tekrar yazan.
MÜBEYYİZÎN  (Mübeyyiz. C.) Müsveddeleri temize çeken kâtibler.
MÜBEZZİR  Müsrif, Sefih. Hesabsız sarfiyat yapan. Harcayan. * Çok söz söyleyen. Sırrı ifşâ eden.
MÜBEZZİR  Tohum eken âlet.
MÜBEZZİRÎN  (Mübezzir. C.) İsraf edenler. Lüzumsuz harcıyanlar. * Çok ve lüzumsuz konuşanlar.
MÜBHEM  İyice belli olmayan. Mutlak âşikâr olmayan. Belirsiz. Gizli.
MÜBHEM-ÜL MEÂL  Mânâsı ve meâli anlaşılmayan.
MÜBHEMAT  Belirsiz olan şeyler, mübhem olan şeyler.
MÜBHEMİYET  Belirsizlik, anlaşılmazlık.
MÜBHİC  Ferah ve sürur veren. Sevindiren.
MUBÎ'  (Bey'. den) Satılmış şey.
MÜB'İD  Uzaklaştıran, uzaklaştırıcı.
MÜBÎH  İzin veren, müsaade eden.
MÜBÎN  Açık, vâzıh, âşikâr. Ayân kılan, beyan ve izah eden. * Dilediğine doğru yolu gösteren. * Hak ile bâtılın arasını tefrik edip, ayıran. Hakkı hakkınca beyan ve izhar eden.(Mübin, bâne mânasına "ebâne" den beyyin, gayet açık, parlak demek olduğundan, Kitab-ı Mübin i'cazı zâhir olan parlak kitap demek olur ki, murad Kur'andır. Hakkı beyan eden demek dahi olabilirse de, makama münasib olan evvelkidir.) (E. T.)
MÜBÎR  Hunhar. Zâlim. Kan içen. Kan dökücü.
MÜ'BİZ  (C: Meâbize) Mecusiler danişmendi.
MÜBKÎ  Ağlatıcı.
MÜBLA  Dağıtılmış. Hezimete uğratılmış.
MÜBLENDA  Kuvvetli, sağlam ve dayanıklı deve.
MÜBLİS  Mahrum. * Hasreti şiddetli olan. Acele yapılması lüzumlu bulunan. Elzem.
MÜBREM  Kaçınılmaz olan. Vazgeçilmez olan. Acele yapılması lüzumlu bulunan. Elzem.
MÜBREZ  Gösterilmiş, meydana konulmuş, ibraz olunmuş.
MÜBRİM  (Mübrime) Zorlıyan, zorlayıcı. * Mânâsız ve boş sözlerle can sıkan kimse. * İki katlı yapan. * Cür'et eden.
MÜBRİZ  (Büruz. dan) Meydana çıkaran, gösteren, ibraz eden.
MÜBŞER  Kendisine müjde verilmiş, müjdelenmiş.
MÜBŞİR  Müjde veren, müjdeliyen, ibşâr eden.
MÜBTA'  Satın alınmış.
MÜBTEDA  Baş taraf, başlangıç. Baş. * Gr: Cümlenin birinci kısmı. Arabçada isim cümlesinde fâilin bulunduğu kısım. Bu, isimden veya isim yerine geçen fiilden de olabilir.
MÜBTEDA-BİH  Kendisiyle başlanılan.
MÜBTEDE'  Aslında yok iken yeni çıkmış olan.
MÜBTEDİ'  Yeni bir şey icad eden. Bedi'a çıkaran. Bid'at uyduran. Ehl-i bid'a. (Bak: Bid'a)
MÜBTEDİ  Yeni. Yeni talebe. İlk mekteb talebesi. Yeni başlamış.
MÜBTEDİYAN  (Mübtedi. C.) Acemiler. Bir işe yeni başlayanlar.
MÜBTEDİYANE  f. İlk olarak, yeni ve acemi bir talebe gibicesine.
MÜBTEGA  (C.: Mübtegıyyât) İstenen ve arzu edilen şey.
MÜBTEGIYYAT  (Mübtega. C.) İstenen ve arzu edilen şeyler.
MÜBTEHİC  (Behcet. den) Sevinmiş, sevinen, mesrur, memnun.
MÜBTEHİC-ÜL KALB  Kalbi mesrur olan. Sevinçli, memnun.
MÜBTEHİL  Yalvaran. Dua ederek dileyen.
MÜBTEİS  Mahzun, hüzünlü. * şikâyet edici, şikâyeti olan kimse.
MÜBTEL  Hükümsüz bırakılmış, bozulmuş, ibtâl olunmuş.
MÜBTEL-İ HİSS  Hissi ibtal olunmuş.
MÜBTELA'  (Bel'. den) Yenilmiş. Yutulmuş.
MÜBTELÂ  Dertli. Hasta. Başı sıkıntılı. Rahatsız. Belâlı. Düşkün. Tutkun. Tutulmuş.
MÜBTELÂ-Yİ AŞK  Aşka tutulmuş.
MÜBTELÂ-Yİ MARAZ  Hastalığa tutulmuş.
MÜBTELİ'  (Bel'. den) Yutan. Yiyen.
MÜBTENÎ  (Binâ. dan) Bina edilmiş, kurulmuş, kurulu. * Dayanan, istinad eden, müstenid. 
MÜBTESİM  (Tebessüm. den) Gülümsiyen, tebessüm eden.
MÜBTEZEL  (Bezl. den) Pek bol ve ucuz. Değersiz. * Hor kullanılan. Ortaya düşmüş olan.
MÜBTİ'  Ağır davranıp geciken. Ağır hareket eden.
MÜBTİL  İptal eden. Hükümsüz eden. Battal edici. Faydasız hale getiren. * Hakkı bâtıl gören.
MÜBTİL-İ HİSS  Hissi iptal eden. 
MÜBZİ'  Kârı ve kazancı tamamen kendisine kalmak üzere birine sermaye veren.
MÜC'A  Ahmak adam.
MÜCAA  Acıkmak.
MÜCA'AD  (Ca'd. dan) Kıvrılmış, lülelenmiş saç.
MÜCAB  Cevabı verilmiş olan. Kabul cevabı almış olan. * Duası, istediği kabul edilen.
MÜCAC (MÜCÂCE)  Ağızdan atılan tükrük.
MÜCADEA  Husumet etmek, düşman olmak.
MÜCADELAT  (Mücadele. C.) (Cedel. den) Savaşmalar, mücâdeleler.
MÜCADELE  (Cedel. den) İki kişinin bir şey üzerine çekişmesi. Uğraşma. Savaşma.
MÜCADELE-İ MİLLİYE  Milli mücadele. * Kurtuluş Savaşı. İstiklal Harbi. (1919 - 1922)
MÜCADİL  Mücadele eden, cidalleşen.
MÜCADİLE SURESİ  Kur'an-ı Kerim'in 58. Suresi olup Kad-semi' ve Sure-i Zıhâr da denilmiştir.
MÜCAHAFE  İzdiham etmek, kalabalık yapmak. * Birbirine kılıç ve bıçak çekip vuruşmak.
MÜCAHEDAT  (Mücahede. c.) Mücahedeler.
MÜCAHEDE  (C.: Mücahedât) Cihad etme. * Din düşmanına karşı koyma. Çarpışma. * Uğraşma. Çalışma. Gayret gösterme.İslâmiyette mücahedenin ehemmiyeti hakkında Deylemî'den (R.A.) mervi Hadis-i Şerif meâli: "Allah bir kulu sevdiği vakitte onu Zât-ı Uluhiyetine hizmet etmek için seçer. Onu kadınla ve evlâd ile meşgul ettirmez." Bu, bâhusus hicretin 200 senesinden sonra içindir. Çünki bir de "200 senesinden sonra en hayırlınız zevce ve veledi olmamakla yükü hafif olanınızdır" Hadis-i Şerifi vardır. Bu Hadis-i Şerif ile "izdivaç ediniz, çoğalınız. Ben kıyamette sizin kesretinizle iftihar edeceğim" Hadis-i Şerifi arasında tenakuz yoktur. Şöyle ki: Nikâhlanmayı emreden Hadis-i Şerif, şartları hâiz olanlara, nikâhtan dolayı mücahedeyi terketmeyenleredir.Yukarıdaki Hadis-i Şerifler ise, şartları hâiz olmayan ve dini uğrunda mücahedeyi, evlenmekten dolayı terk edenleredir." (Levami-ül Ukul Şerhi, C: 1, sh: 173) (Bak: Cihad)
MÜCAHERE  (Mücaheret) Açığa vurma, belli etme, meydana çıkarma.
MÜCAHERETEN  Ortaya koyarak, meydana çıkararak.
MÜCAHİD  Cihad eden. Çalışan. Din için çalışan. Düşmanlara karşı koyan. Çarpışan. * Fık: Allah (C.C.) yolunda gönüllü olarak cihada iştirak etmek istediği halde nefakadan, silâh ve saireden mahrum olan gazi demektir. Âyet meâli: "Bizim uğrumuzda mücahede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz ve hiç şüphe yok ki, Allah muhsinlerle -Allah'ı görür gibi ibadet eden mücahidlerle- beraberdir. (Sure : 29, âyet : 69)
MÜCAHİDANE  f. Mücahid bir kimseye yakışır suret ve şekilde.
MÜCAHİDÎN  (Mücahid. C.) Mücahidler. Cihad edenler. Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla çalışan, çarpışanlar.
MÜCALEDE  Harp âletleriyle vuruşma. 
MÜCALESE(T)  (Cülus. dan) Beraberce ve birlikte oturma.
MÜCALİH  Kışın da sağılan ve süt veren deve.
MÜCALİS  (Cülus. dan) Birlikte ve beraberce oturan. 
MÜCAMEAT  Cima etmek.
MÜCAMELE(T)  Karşılıklı olarak iyi muamelede bulunma. Güzel ve hoş geçinme.
MÜCAN  (C.: Meccân) Murdar, pis.
MÜCANEBET  Sakınma. Çekinme. İnsanlardan uzağa bir tarafa çekilme.
MÜCANESET  (Cins. den) Bir cinsten olma, benzeme, hemcinslik.
MÜCANİB  Çekinen. Sakınan. Kaçan.
MÜCANİS  Aynı cinsten olan. Cinsleri beraber olan.
MÜCARAHA  (Cerh. den) Karşılıklı birbirini yaralama.
MÜCARAT  Yürümekte yarışma. Yürümekte yarış etme.
MÜCAREZE  Saçma ve iyi olmıyan sözlerle lâtife yapma.
MÜCARRE  Bir kimsenin hakkını süründürme. İşini sürüncemede bırakma.
MÜCASERE(T)  Cesaret, gayret göstermek. Cür'et ve ikdam eylemek.
MÜCASİR  (Cesaret. den) Cesaret eden.
MÜCAVEBE(T)  (Cevab. dan) Birbirine cevap verme, cevaplaşma, mektuplaşma. Karşılıklı cevap verme.
MÜCAVEDET  Bir kimseye karşı ihsan ve kerem etme.
MÜCAVELE  Kıtal edişmek, dövüşmek, vuruşmak.
MÜCAVERET  Komşuluk, yakınlık. * Mescidde itikâfa çekilmek.
MÜCAVEZE  Haddinden ileri geçmek. Normali aşmak. Bir şeyin, hadd-i itidâli geçmesi. * Birini suç ve günahı ile muâheze eylemeyip görmemezlik ile afv ve müsamaha eylemek.
MÜCAVİR  Komşu. * Bir mâbed veya tekke yakınında çekilip oturan. * Yurdunu terkederek zamanını Haremeyn-i Şerifeyn'de ibadetle geçiren.
MÜCAZ  (Cevaz. dan) Câiz görülmüş, yapılabilir, uygun ve muvafık görülmüş. * Diplomalı. İcazet almış. Kendisine icazet verilmiş.
MÜCAZAT  Ceza. Suçlara karşı verilen karşılık. * Karşılık.
MÜCAZATEN  Ceza olarak.
MÜCAZEBE  Karşılıklı birbirini çekme ve cezbetme.
MÜCAZEFE  Söz ile karşısındakinin hakkını örtmek, aldatmak. * Fık: Tartıp ölçmeden göz kararı ile yapılan tahmini satış. Götürü almak. Toptan satmak.
MÜCBER  Zorlanılmış. Zorlanılan. İcbar olunmuş olan.
MÜCBİR  İcbar eden. Zorlayan.
MÜCC (MECC)  Mercimek.
MÜ'CE  Tuzluluk.
MÜCEBBEE  İçi boş nesne.
MÜCEBBİR  Çıkıkçı.
MÜCEC  Eğik ve dönük.
MÜCEDDA'  Burnu ve kulağı kesilmiş.* Başı yanmış olan ot.
MÜCEDDED  Kullanılmamış. Yeni. Yenilenmiş.
MÜCEDDEDEN  Yeni baştan. Yeni ve mücedded olarak.
MÜCEDDİD  Yenileyen. Yenileyici. Hadis-i sahihle bildirilen, her yüz yıl başında dini hakikatleri devrin ihtiyacına göre ders vermek üzere gönderilen büyük âlim ve Peygamberin (A.S.M.) vârisi olan zât.(Ashab-ı Kütüb-ü Sitte'den İmam-ı Hâkim Müstedrek'inde ve Ebu Dâvud Kitab-ı Sünen'inde, Beyhakî Şuab-ı İman'da tahriç buyurdukları: $Yâni: "Her yüz senede Cenab-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor." S.T.)(Her asır başında hadisçe geleceği tebşir edilen dinin yüksek hâdimleri; emr-i dinde mübtedi' değil, müttebi'dirler. Yâni, kendilerinden ve yeniden bir şey ihdas etmezler, yeni ahkâm getirmezler. Esasat ve ahkâm-ı diniyeye ve sünen-i Muhammediyeye (A.S.M.) harfiyen ittiba' yoliyle dini takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona karıştırılmak istenilen ebatılı ref' u ibtal ve dine vâki tecavüzleri red ve imha ve evamir-i Rabbaniyeyi ikame ve ahkâm-ı İlâhiyenin şerafet ve ulviyetini izhar ve ilân ederler. Ancak tavr-ı esasîyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden yeni izah tarzlariyle, zamanın fehmine uygun yeni iknâ usulleriyle ve yeni tevcihat ve tafsilât ile ifa-i vazife ederler. ş.)
MÜCEDDİD-İ ELF-İ SÂNİ  "İkinci bin senesinin müceddidi" demek olan bu tabir, İmam-ı Rabbani Ahmed-i Farukî Hazretlerinin nâmıdır. (Bak: Ahmed-i Farukî)
MÜCEDDİDANE  f. Müceddide yakışır surette. Yenilik yapana yakışır şekilde.
MÜCEDDİDÎN  (Müceddid. C.) Müceddidler. Yenilik yapanlar.
MÜCEFF  İçi boş, kof.
MÜCEFFEF  Kurutulmuş. Suyu çekilmiş, nemi kalmamış, kurumuş.
MÜCEFFİF  Kurutucu.
MÜCEHHEL  (Cehl. den) Bilinmez bir hâle getirilmiş.
MÜCEHHELEN  Bilinmiyerek, mücehhel olarak.
MÜCEHHEZ  Noksanları tamamlanarak hazırlanmış, lüzumu olan silâh ve sair şeylerle donanmış. Cihazlanmış.
MÜCEHHİZ  (Cihâz. dan) Gerekli cihazları hazırlayan. Techiz eden, donatan.
MÜCELCEL  Çıngıraklı. Çıngırağı olan.
MÜCELCİL  Gök gürlemesi olan bulut.
MÜCELLA  Parlak, Cilâlı. Cilâlanmış.
MÜCELLED  Ciltlenmiş. Ciltli kitab.
MÜCELLEDÂT  (Mücelled. C.) Ciltlenmiş kitaplar, ciltli kitaplar.
MÜCELLEF  Az bâkiyye, az miktar artık.
MÜCELLEL  Yağmuru her yere yağan bulut.
MÜCELLÎ  Açıp temizleyici. * Cilâlı. Cilâ veren.
MÜCELLİD  Ciltçi, cilt yapan, kitap ciltleyen.
MÜCELLİDÎN  (Mücellid. C.) Ciltçiler. Mücellidler. Kitap ciltleyenler.
MÜCEMME  (Mecemme) Huzur ve rahat vermek.
MÜCEMMED  Dondurulmuş.
MÜCEMMİL  Güzel yaratan. Güzelleştiren. (Esmâ-i İlâhiyedendir)
MÜCEMMİZ  Bindiği hayvanı çok yürüten.
MÜCENNAH  (Cenah. dan) Cenahlı, kanatlı.
MÜCENNEB  Devesi doğurmayan kişi.
MÜCENNEBE  Savaşçı asker, harpçi asker.
MÜCENNED  (Mücennet) Sıralanmış asker, saf bağlamış neferler.
MÜCENNİBE  Her nesnenin iki tarafından birisi.
MÜCERDELE  Parçalanmış.
MÜCERREB  Tecrübe olunmuş. Sınanmış. Denemesi yapılmış. Ahvâl ve tavırları tecrübe edilmiş. * Makbul.
MÜCERREBÂN  (Mücerreb. C.) Denenmiş ve tecrübe olunmuşlar. Sınanmış olanlar.
MÜCERREBÂT  (Mücerreb. C.) Tecrübe olunmuş ve denenmiş şeyler.
MÜCERREBÂT-I YAKÎNİYYE  İyice edinilmiş tecrübeler.
MÜCERRED  (C.: Mücerredât) Yalnız, tek. * Hâlis, saf, katışıksız, karışık olmayan. Tek başına. * Çıplak, soyulmuş. * Tek başına yaşayan, evlenmemiş, bekâr. * Edb: Kur'ân yazısında noktasız harflerle yazılı mensur veya manzume. Bu şekil yazıya mahzuf veya mühmel de denir. * Fls: Müşahhas olmayan. Vücuda gelmiş eşya ve ef'âlin şekil ve suretlerinden ayrı olarak düşünülen her keyfiyet ve mefhuma veya nisbet mefhumuna denir. Bunun zıddı müşahhasıdır ki, eşyanın bütün vasıfları ile zihinde husulüdür. (Bak: Mücahede - Tecerrüd)
MÜCERREDÂT  (Mücerred. C.) Mücerred mefhumlar. Mücerredler. 
MÜCERREDÂT-I SIRFE  Mücerredin ta kendisi, en mücerred olan.
MÜCERREME  Tamam manasına gelir bir isimdir. Meselâ: Sene-i mücerreme, sene-i tâmme demektir.
MÜCERRESE  Defalarca binilmeye alışmış ve sınanmış olan deve.
MÜCERRİB  Tecrübe eden. Deneyen. Sınayan.
MÜCERRİBÂN  (Mücerribîn) (Mücerrib. C.) Deneyenler, sınayanlar, tecrübe edenler.
MÜCESSELE  Zayıf kadın.
MÜCESSEM(E)  Cismi olan. Dış duygularımızla bilinip varlığından haberdar olduğumuz şey. Varlığı görünen. Cisimlenmiş olan. Bir şekli gösteren. Uzunluğu, genişliği ve kalınlığı olan cisim. Şekillenmiş.
MÜCESSEMAT  (Mücesseme. C.) (Cisim. den) Katı nesneler, cisimler.* Geometrik cisimler. Üç boyutlu geometri cisimleri.
MÜCESSİME  (Bak: Müşebbihe)
MÜCEVHER  Cevher ile süslenmiş. Elmaslı. Çok kıymetli. * Mc: Kıymetli fikir veya söz. * Edb: Yalnız noktalı olan harfleri, ebced hesabına göre sayıldığı zaman, tarih çıkan beyt veya mısra.
MÜCEVHERÂT  (Mücevher. C.) Kıymetli taşlar. Mücevherler. Süs ve zinet için kullanılan kıymetli şeyler.
MÜCEVVEF  (Cevf. den) Kovuk, içi boş şey. İçi oyuk.
MÜCEVVER  (Cevr. den) Zor ve sıkı altında bulundurulmuş.
MÜCEVVEZ  (Cevaz. dan) Câiz görülüp izin verilmiş.
MÜCEVVEZE  Eskiden başa giyilen resmi kavuk.
MÜCEVVİD  (Tecvid. den) Kur'ân-ı Kerim'i tecvid usulüne göre okuyan ve tecvidi iyi bilen kimse.
MÜCEZZER  Zeval. * Kısa, kasir.
MÜCİB  İcabet eden. Cevap veren. Sebeb kabul eden. * İstenileni kabul eden, duâya cevap veren (Allah C.C.). (Bak: Dua)
MÜCİC  Gebe kadın. (Hamli zâhir olan)
MUCÎD  Hazır. * İyi edici olan. * Mevt. Ölüm.
MÜCİDD  Elinden geldiği kadar çalışan, gayret gösteren.
MUCİDDÂNE  f. Büyük bir çalışkanlıkla. Gayret sahibi bir kimseye yakışır suret ve şekilde.
MÜCÎF  İçe işleyen. * Kapıyı kapatan.
MÜCÎR  (Civar. dan) Himâye eden. * İmdada yetişen. * İmdad isteyen.
MÜCÎZ  (İcâzet. den) İzin ve icâzet veren.
MÜCLA  (İclâ. dan) Sürgün edilmiş, sürülmüş. İclâ olunmuş.
MÜCLAH  Yenmiş, ekledilmiş, me'kül.
MÜCLIH  Çok yiyen.
MÜCMA'  Cem' olma, toplanma.
MÜCMA-I ALEYH  Hakkında ittifak edilen.
MÜCMEL  Kısa. Öz. Muhtasar. Sözü az, mânası çok olan. Hülâsa edilmiş. Müfesser olmayan söz.
MÜCMELEN  Mücmel bir tarzda. Kısa olarak, muhtasaran, hülâsa olarak.
MÜCMERE  Katı ve sağlam.
MÜCNA'  Kalkan.
MÜCRİF  Süpürüp götüren. * Alan.
MÜCRİHE  Yürümesi ve gitmesi tez olan kişi. Hızlı yürüyen kimse.
MÜCRİM  Cürüm ve kabahat işlemiş olan. Suçlu.
MÜCRİMÎN  (Mücrim. C.) Mücrimler, suçlular. Cürüm işlemiş olan kimseler.
MÜCSED  Tam olarak boyanmış elbise.
MÜCŞAB (MECŞUB)  Haşin, kaba.
MÜCTEBA  Seçilmiş. Kıymetli, ihtiyar olunmuş.
MÜCTEHED  İçtihad olunmuş.
MÜCTEHED-ÜN-FİH  Hakkında kat'i delil bulunmayan mesele.
MÜCTEHED-ÜN-FİHÂ  Üzerinde ictihad edilen mes'ele.
MÜCTEHEZ  (Cihâz. dan) Techiz olunmuş, donatılmış. Tanzim ve tertib olunmuş.
MÜCTEHİD  İctihad eden. İhtiyaç hâsıl olduğunda âyet ve hadislerden hüküm çıkarmış büyük İslâm allâmeleri ve önderleri. İmam-ı A'zam, İmam-ı Şâfiî... gibi (Bak: İctihad)
MÜCTEHİDÎN  (Müctehid. C.) (Bak: Kıyas-ı fukaha)
MÜCTELİB  Sürüp götüren.
MÜCTEMİ'  Toplu. Topluca. Bir araya gelmiş. Hepsi.
MÜCTEMİAN  Toplu olarak. Topluca. Hepsi birden.
MÜCTENA  Toplanılmış, devşirilmiş.
MÜCTENİB  İctinâb eden, uzak duran, çekinen, bir şeye karışmayan, sakınan.
MÜCTENİH  (Cenah. dan) Meyillenen, bir tarafa eğilen. * Secdede usulüne göre ellerini yere koyup dirseklerini açarak kollarını kanat şeklinde tutan.
MÜCTERİ  (İctira. dan) Cesaret eden, cür'et eden.
MÜCTERÎN  Mesleğinde mâhir ve tecrübeli olan.
MÜCTERR  Geviş getiren. İctirar eden.
MÜCTERRE  Geviş getirenler.
MÜCTEVİR  (Civar. dan) Komşu olan.
MÜCUN  (C: Meccân) Kim olursa olsun kayırmamak. * İnsanların sözünden hazer etmeyip derdi olmamak.
MÜCZA'  Yağlı et.
MÜCZİL  Çok çok veren. Çoğaltan. Bollaştıran. Bereket ihsan eden.
MÜCZİL-EL ATÂYÂ  Hediye ve ihsanlarını çok çok veren. İhsanlarını çoğaltan.
MÜDAABE  (Müdâabet) Karşılıklı takılma, lâtife yapma, şakalaşma.
MÜDAASE  Süngü ile dürtüşmek.
MÜD'ABE  Lağv ve lâtife etmek. Şaka yapmak.
MÜDABERE  (Dübr. den) İki kişi birbirine arkalarını dönme.
MÜDACA(T)  Adâvetini gizlemek, düşmanlığını belli etmemek.
MÜDACENE  Horluk. * İki yüzlülük, riyâkârlık.
MÜDAFAA  Bir hücuma ve zarar veren bir harekete karşı durmak. Def'etmek. Savmak. * Düşman hücumunu men'etmek. * Mahkemede: İddiacının dâvasını def' edecek bir surette bir iddia dermeyân etmek, beyânatta bulunmak.
MÜDAFAA-İ MİLLİYE  Milli müdafaa, milli savunma.
MÜDAFAA-İ NEFS  Kendini koruma. Nefsini müdafaa etme.
MÜDAFAAT  Müdafaalar. Karşı hücuma mukabil müteaddit def'edici hareketler. Savunmalar.
MÜDAFAATEN  Müdafaa ve korunma suretiyle.
MÜDAFİ'  Müdafaa eden. Koruyan. Def eden.
MÜDAFİ-İ NEFS  Kendini koruyan, kendini müdafaa eden.
MÜDAFİÎN  (Müdafi'. C.) Müdafaa edenler, savunanlar, koruyanlar.
MÜDAHALAT  (Müdahale. C.) Müdahaleler, karışmalar, araya girmeler.
MÜDAHALE  İşlere ve lüzumlu hallere, icabettiği için karışmak. Zararlı bir hal var ise, işe karışıp zararın def'ine çalışmak. * Araya girme. Sokulma.
MÜDAHENE  Dalkavukluk. Menfaat beklediği bir kimseyi yüzüne karşı medhetmek. Koltuklamak. Bir kimsenin yüzüne karşı iyi görünmek. Münâfıklık.
MÜDAHENE-KÂR  F. Dalkavuk, koltukçu.
MÜDAHERE  Çekinmeden ve sakınmadan mukavele yapma.
MÜDAHHAN  (Duhan. dan) Dumanlı, tütmüş.
MÜDAHHAR  İddihar olunmuş, yığılmış. (Bak: Müddehar)
MÜDAHHİR  İddihar eden, yığan.
MÜDAHİL  Dâhil olan. İçeri giren. El atan. Müdahale eden. Karışan.
MÜDAHİLAN  (Müdahil. C.) Karışanlar. Müdahil olanlar.
MÜDAHİLÎN  (Müdahil. C.) Müdahil olanlar, karışanlar, dâhil olan kimseler.
MÜDAHİN  Dalkavuk. Yüze gülen. Birisini yalandan yüzüne karşı medheden. Menfaat koparmak için dostluk eden.
MÜDAHMES  Gizli, saklı.
MÜDAKEE  Kalabalık, izdiham, müzahame.
MÜDAKKIK  (Bak: Müdekkik)
MÜDALESE  Aldatmak, hile etmek, muhâdaa.
MÜDAM  Devam eden. Sürekli. Dâim ve bâki olan. * Mübtelâ olan.(Her nefeste Allah adın de müdamAllah adı ile olur her iş temamSüleyman Çelebi)
MÜDAM(E)  şarap, mey, hamr. (Bak: Medmum)
MÜDAMELE  İdare etme, yüzü gülme.
MÜDAMERE  Sıkıntı ve mihnet içinde sabahlama.
MÜDA'MES  Gizli, saklı.
MÜDAMÎ  Devamlı olarak şarap içen.
MÜDAM-KÂRE  f. Her zaman yapan, işleyen.
MÜDANA(T)  Yakınlık.
MÜDANÎ  f. Yakın. Eş. Benzer.
MÜDARA  Dost gibi görünme. Yüze gülme. * Başkalarının fikirlerine uyarcasına hareket etmek. * Sulh ve salâh üzere bulunmak. (Meşru bir surette ve iyi bir netice için yapılan müdârâ memduhtur. Fena bir netice için ise, kötüdür; İslâmlığa yakışmaz, İslâm onu men'eder.) (Bak: Mümaşat) 
MÜDARAT  (Dery. den) Dost gibi görünme, yüze gülme.
MÜDAREE  Def'edişmek.* Muhalefet edişmek, birbirine zıt ve karşı olmak.
MÜDARESE  (Ders. den) Ders verme.
MÜDARRE  El değirmeni.
MÜDAVAT  Deva bulma. Hastaya bakma. İlâç bulma. Tedavi etme.
MÜDAVELE  Elden ele gezdirme. Alıp verme, devretme. * Fikir verme, konuşma. * Çevirme, döndürme. 
MÜDAVELE-İ EFKÂR  Birbirinin fikirlerinden istifade ile karşılıklı konuşmak ve fikir alış-verişi yapmak.(Müdavele-i efkârdan bârika-i hakikat çıkar. N.Kemal)
MÜDAVEMET  Devamlılık. Bir işte devamlı çalışmak. Aralıksız bir işe devam etmek.
MÜDAVERE  (Devr. den) Döndürme, tedvir etme.
MÜDAVÎ  Tedavi eden. İyileştirmeğe hizmet eden. İlâç veren.
MÜDAVİM  Aralıksız devam eden. Devamlı olarak çalışan. * Bir yere devamlı olarak gidip gelen kimse.
MÜDAVİMÎN  (Müdavim. C.) Müdavimler. Bir yere devamlı olarak gidip gelenler. Bir yere devam edenler. Bir işe aralıksız olarak çalışanlar.
MÜDAYENE  Borç alıp vermek. Ödünç almak ve vermek.
MÜDBİR  (Dübur. dan) Tâlihsiz, düşkün.
MÜDD  İki avuç dolusu kadar bir ölçü. Ağırlıkça da 875 gr. kadardır.
MÜDDAHAR  Toplanıp saklanmış. * Biriktirilmiş.
MÜDDAHİR  Biriktiren. Toplayıp saklayan.
MÜDDEÂ  İddia olunan. Dâvâ olunan şey. Asılsız iddia edilen.
MÜDDEÂ ALEYH  Aleyhinde dâvâ açılan.
MÜDDEÂ BİH  Dâvâcının dâvâ ettiği, dâvâya sebeb olan şey.
MÜDDEAYAT  İddia olunan şeyler. İddialar.
MÜDDEHAR  Biriktirilmiş, yığılmış. İstif edilmiş. İddihar edilmiş.
MÜDDEHİN  Güzel kokulu yağ sürünen. İdhan eden.
MÜDDEHİR  Biriktirilen, toplayıp saklayan. İddihar eden.
MÜDDEÎ  İddia eden. İddiacı. Davacı. * Bir hükümde ayak direyen. Hak olduğunu veya herhangi hakkın zayi olduğunu dâvâ eden. * İnatçı, muannid.
MÜDDEİ-Yİ UMUMÎ  Milletin umum haklarını korumak üzere muhakemede hazır bulunan vazifeli, hukuk tahsilini bitirmiş hükümet memuru. Adliye bakanlığına bağlı, icra kuvvetini birlik halinde temsil eylemek üzere teşekkül eden, adlî idare makamında bulunan şahıs. Savcı.
MÜDDESSİR  Örtünen, bürünen. Gizlenen. * Kur'an-ı Kerimde Peygamberimiz Resul-i Ekreme (A.S.M.) "Ey müddessir!" diye hitâb vardır.
MÜDDESSİR SURESİ  Kur'an-ı Kerim'in 74. Suresi olup, Mekkîdir.
MÜDDET  Belli ve muayyen vakit.
MÜDDET-İ İDDET  İddet müddeti. (Bak: İddet)
MÜDDET-İ MA'LUME  Malum olan ve bilinen zaman.
MÜDDET-İ MEDİDE  Uzun zaman, uzun müddet.
MÜDDET-İ SEFER  Orta hâlli bir gidiş ile üç günlük yol, mesâfe.
MÜDE'AS  Kırda Arabların ekmek pişirdikleri tennur. * Sıcak kül döküp üstünde et pişirilen yer.
MÜDEBBAG  Tabaklanmış, dibâgat olunmuş.
MÜDEBBER  (Dübur. dan) Azat olması efendisinin ölümüne bağlı bulunan köle. * Düşünce ile hareket edilmiş.,
MÜDEBBİR  Evvelden düşünüp işleri ona göre ayarlayan. Her şeyin evvelden tedbirini yapan, gören. * İlmi ile her şeyin akibetini ihâta edip ona göre hikmetle iş yapan Allah (C.C.).
MÜDEBBİR-İ HAKÎM  Hikmetle tedbir eden. Her işini çok hikmet ve tedbirle yapan. Cenab-ı Hak.(Evet, hiçten birden hârika bir gürültü ile cevvi konuşturmak ve fevkalâde bir nur ve nar ile zulmetli cevvi ışıkla doldurmak ve dağvâri, pamukmisâl ve dolu ve kar ve su tulumbası hükmünde olan bulutları ateşlendirmek gibi hikmetli ve garâbetli vaziyetlerle baş aşağı, gafil insanın başına tokmak gibi vuruyor. "Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen faal ve kudretli bir zâtın hârika işlerine bak. Sen başıboş olmadığın gibi bu hâdiseler de başı boş olamazlar, her birisi çok hikmetli vazifeler peşinde koşturuluyorlar. Bir Müdebbir-i Hakîm tarafından istihdam olunuyorlar" diye ihtar ediyorlar. Ş.)
MÜDEBBİRÂNE  f. Müdebbir olana yakışır şekilde. Tedbirlice. Her işi önceden ayarlayarak, dikkatlice geleceği düşünerek.
MÜDEBBİRÂT  Müdebbirler, tedbir ve idarede vazifeli olanlar.* Melekler.
MÜDEBBİRE  Azat olması, efendisinin ölümüne bağlı olan câriye.
MÜDEBBİRÎN  (Müdebbir. C.) (Dübur. dan) Tedbirli ve düşünceli olan kimseler.
MÜDEBDEB  Debdebeli, tantanalı.
MÜDEHHAR  Biriktirilip cem' olunmuş, bir araya getirilmiş olan.
MÜDEHHARÂT  İstif edilmiş, yığılmış ni'metler. Biriktirilmiş mallar.
MÜDEHHEN  Güzel kokulu yağ sürünmüş.
MÜDEHHİR  Biriktirip toplayan. Cem'eden. Depo eden. * Müdehhar mânasına da gelir.
MÜDEHMES  Gizli, saklı.
MÜDEKKİK  Dikkatle araştıran. İnceden inceye tetkik eden. En ufak gizli şeyleri bilmeğe, görmeğe çalışan. (Konuşurken ekseriyetle müdakkik denir.)
MÜDEKKİKANE  f. İnceden inceye tedkik ederek, en ince noktaları, mes'eleleri de görmeğe, bilmeğe çalışarak.
MÜDEKKİKÎN  (Müdekkik. C.) İnceden inceye araştıranlar, tedkik edenler. 
MÜDEKKİR  Teemmül eden. Düşünen, Mütezekkir.
MÜDELLEL  Delilli ve isbatlı olan. İsbat ve tasdikine delil gösterilmiş olan. İsbatlı.
MÜDELLELEN  Delil gösterecek ve şahid ile isbat edilerek.
MÜDELLİS  Sattığı malın kusur ve ayıbını müşteriden saklıyan.
MÜDEMDİM  Azap eden, zulmeden.
MÜDEMLAK  (Müdemlek) Yuvarlak nesne.
MÜDEMLİC  (C: Demâlic) Yuvarlak nesne. * Yumuşak nesne.
MÜDEMMA  Atın çok kırmızı olanı. * Çok kırmızı nesne. * Üzerinde kan kırmızılığı olan ok.
MÜDEMMAG  Budala, ahmak, salak.
MÜDEMMEC  Düzgün bir tarzda birbiri içine dürülmüş yuvarlak şey.
MÜDEMMEM  Dar olmuş, dar yapılmış. * Örülmüş ve yapılmış kuyu.
MÜDEMMER  Mahvedilmiş, yok edilmiş.
MÜDEMMİL  Çıban yapan.
MÜDEMMİR  Tedmir eden. Yok eden. Helak eden. Mahveden.
MÜDENNES  Kirletilmiş, tednis edilmiş.
MÜDENNİS  Kirleten, tednis eden.
MÜDERHEM  Zengin. Parası çok.
MÜDERREB  Mutad olunmuş, alışılmış.
MÜDERRİS  Ders veren. Ders okutan. Muallim. İlim talebelerine ders veren. Ders vermeğe izinli ve salâhiyetli olan kimse. Profesör.
MÜDERRİSÎN  (Müderrisûn) (Müderris. C.) Müderrisler. Muallimler. Profesörler.
MÜDESSÎ  Baştan çıkartan. Doğru yoldan saptıran.
MÜDEVVED  Kurtlanmış.
MÜDEVVEN  (Divan. dan) Tedvin olunmuş. Kitap hâline getirilmiş. Bir arada toplanıp tanzim edilmiş.
MÜDEVVER  (Müdevvere) Yuvarlak, değirmi hâlde olan. Döndürülmüş, tedvir olunmuş.
MÜDEVVERİYYET  Yuvarlaklık.
MÜDEVVÎ  Gök gürültüsü olan bulut. 
MÜDEVVİN  Tedvin eden. (Bak: Tedvin)
MÜDEVVİR  (Devr. den) Döndüren, çeviren, tedvir eden.
MÜDEVVİS  Harman dövecek ve yumuşatacak âlet. * Cilâ âleti.
MÜDFEE  Yünü ve yağı çok olan deve.
MÜDGAM  (Dagm. dan) Peş peşe gelen iki kelimeden birincisinin son, ikincisinin ilk harflerinin aynı olması.
MÜDHAL  İdhal olunmuş, sokulmuş, girdirilmiş, dâhil edilmiş.
MÜDHAMME  Ağaçlarının ve nebatlarının çok ve taze olmaları dolayısıyla uzaktan koyu yeşil renkte görünen bahçe.
MÜDHAMMETAN  Her tarafı yemyeşil nebatat, hazrevat ile kaplı iki Cennet.
MÜDHAR  Hor ve hakir görülmüş. İdhâr olunmuş.
MÜDHEN  (C: Medâhin) Yağ koyacak kap. * Dağlarda olan çukur taş. (İçinde yağmur suyu birikir.)
MÜDHEŞ  Hayret verici, hayret veren, şaşırtan.
MÜDHİKE  (Bak: Mudhike)
MÜDHİL  (Dahl. den) Dâhil eden, girdiren, idhal eden, sokan.
MÜDHİR  Hor ve hakir gören. İdhar eden.
MÜDHİŞ  (Müthiş) Dehşet veren, korkutan.(...Arkadaş! O Zât-ı mürşid nev'-i beşeri korkutmak için pek müdhiş hakikatlerden bahsediyor ve insanları tebşir için kalbleri cezb ve akılları celb eden mes'elelerden haber veriyor. M.N.)
MÜDHİŞE  Korkunç, ürküten, ürkütücü.
MÜDHÜN  İçerisine güzel kokulu yağ, ıtır gibi şeyler konulan şişe, kap.
MÜDÎR  (Müdür) İdâre eden. Çeviren bakan. * İdareden anlayan. * İdare memuru. Bir dairede memurların başı. * Nâhiye merkezinin idare memuru.
MÜDÎRAN  (Müdir. C.) Müdürler, idare âmirleri.
MÜDÎRE  Kadın müdür.
MÜDÎRİYYET  Müdürün makam ve vazifesi. Müdürlük.
MÜDİRR  İdrar veren, idrar verici.
MÜDİRRÂT  (Müdirr. C.) İdrar verici ilâçlar.
MÜDKI'  Katı, şiddetli, şedid.
MÜDLA  Sarkıtılmış. İrsal olunmuş.
MÜDLEHİMM  Karanlık.
MÜDLÎ  şâhid ve delil gösteren.
MÜDMEC  İçine girdirilmiş.
MÜDMİC  İçine girdiren, sızdıran. İdmâc eden.
MÜDMİN  (İdmân. dan ) Devam eden. İdman eden.
MÜDMİN-İ HAMR  Gece gündüz devamlı sarhoş olan kimse. 
MÜDN  (Müdün) (Medine. C.) şehirler. Medineler.
MÜDNEF  Hastalıktan dolayı zayıflamış olan.
MÜDNÎ  Yakınlaştıran.
MÜDREC  (Derc. den) İçerisine konulmuş. İdrac olunmuş.
MÜDRENFIK  Sür'atle yürüyen kişi, hızlı giden kimse.
MÜDRÎ  Bildiren, idra eden.
MÜDRİK  Aklı eren. Anlayan. Kavrayan, akıllı. * Büluğ çağına, erginlik yaşına gelmiş olan.
MÜDRİKAT  (Müdrik. C.) Akıllılar. İdrak sahipleri.
MÜDRİKE  İdrak kuvveti. Akıl. Anlama kabiliyeti.
MÜDRUZ  Kapı üstünde veya sokak başında duran kimse.
MÜDÜN  (Medine. C.) şehirler, medineler.
MÜDÜN-İ CESİME  Büyük şehirler.
MÜEBBED  Ebedî. Dâimî. Sonsuz. Ömrün sonuna kadar.
MÜEBBEDEN  Dâimî olarak. Ebedî surette.
MÜECCEL  Mühletli, peşin olmayan. Sonradan yapılmak üzere vakti belli olan. Te'cil edilmiş olan.
MÜECCELEN  Te'cil edilmek suretiyle. Müddeti sonraya bırakılarak.
MÜECCİL  İleriye bırakan, te'cil eden.
MÜEDDA  (Edâ. dan) Mânâ, anlam, mefhum, kavram. * Eda olunmuş.
MÜEDDEB  Te'dip edilmiş. Edeblendirilmiş. Terbiye edilen. Edepli.
MÜEDDEBEN  Edebli bir tarzda. Müeddeb olarak.
MÜEDDÎ  Eda eden. Te'diye eden. Ödeyen. * Sebep olan. Meydana gelmesine vesile olan.
MÜEDDİ-İ NİZA  Kavgaya sebebiyet veren. Nizaya sebep olan.
MÜEDDİB  (C.: Müeddibîn) (Edeb. den) Terbiye eden. Edeblendiren. Terbiye, bilgi ve görgü veren.
MÜEDDİBÎN  (Müeddib. C.) Terbiye edenler. Edeplendirenler.
MÜEHHER  (Müahhar) Sonraya bırakılmış, te'hir edilmiş.
MÜEHHİR  (Müahhir) Sonraya bırakan, te'hir eden.
MÜEKKED  Te'kidli, kuvvetli, sağlamlaştırılmış, kuvvetlendirilmiş. Tekrar edilmiş.
MÜEKKEDEN  Tekrarlanarak, te'kid edilerek.
MÜEKKEL  Vekil edilen kimse. Vekil tâyin olunmuş olan. (Bak: Müvekkil)
MÜEKKİD  Te'kid eden, sağlamlaştıran, tekrar eden, tenbih eden.
MÜEKKİL  Vekil tayin eden. İşine vekilini ikame eden. İşleri için başkasını yerine bırakan.
MÜELLEF(E)  (Ülfet. den) Yazılmış toplanmış. * Te'lif edilmiş, kitap olarak meydana getirilmiş, birleştirilmiş.
MÜELLEFAT  Te'lif olunmuş olanlar. Yazılmış eserler.
MÜELLEFE  Ülfet ve imtizac ettirilmiş. Alıştırılmış. * Nâkıs. Noksan. * Adedi bine çıkarılmış.
MÜELLEFET-ÜL KULUB  Asr-ı Saadette kalbleri te'lif için mübâşeret edilenler. İslâmiyete ısındırmak için kıymet vererek farklı ve lütufla muamele edilenler.
MÜELLEM  Elemli, kederli. 
MÜELLİF (Ülfet. den) Te'lif eden. Kitab tertib eden, kitab yazan. Kitab meydana getiren. * İmtizac ettiren.
MÜELLİFÎN  (Müellif. C.) (Ülfet. den) Kitap yazanlar, eser sâhipleri. Te'lif edenler.
MÜELLİM  (Elem. den) Acı ve elem veren. Acıtan, ağrıtan.
MÜEMMEL  Yarış atlarının sekizincisi veya yedincisi.
MÜENNES  Dişi. Müzekkerin mukabili. * Gr: Hakiki, itibarî veya söylenişi cihetiyle "dişi" olan kelime.Müennes-i hakikî : Müzekker kelimenin sonuna bir "e-a" ilâve ederek yapılan kelime. Meselâ: (Kâtib: ): Erkek yazıcı. (Kâtibe: ): Kadın yazıcı.Sonu "e" ile biten kelimeler ekseriyetle müennestir. Muallime, Müdire, Sıddıka, Şahide gibi.
MÜENNES-İ SEMAÎ  Gr: Kelimenin kendisinde müenneslik edatı olmadığı halde, müennes sayılan ve öyle kullanılagelen kelime. Yed, şems... gibi.
MÜERNEB  İpliği tavşan yünüyle karışık nesne.
MÜESSEL  Müebbed. Devamlı. * Mal, mülk.
MÜESSER  Tesir edilmiş, kendisine bir şey tesir etmiş olan.
MÜESSES  Tesis olunmuş, temeli atılmış, bina edilmiş.
MÜESSESÂT  (Müessese. C.) Müesseseler. Kurumlar, kuruluşlar. * Yapılmış olanlar. Binalar. Daireler.
MÜESSESÂT-I HUSUSİYE  Hususi daireler ve müesseseler.
MÜESSESÂT-I RESMİYE  Resmi daireler.
MÜESSESE  (C.: Müessesât) (Esas. dan) Bina, kuruluş. * Kurum.
MÜESSİF  (Müessife) Esef edilen ve ettiren. Keder veren. Acı ve acınacak haller.
MÜESSİR(E)  Te'sir eden. İz bırakan. Te'sirli. Dokunaklı. * Hükmünü yürüten. * Eserin sahibi.
MÜESSİS  Kurucu, te'sis edici. Te'sis eden, kuran, temel atan. * Kanun ve usul gibi şeyleri vaz'edip temelleştiren.
MÜESSİS-İ DEVLET  Devlet kuran. Bir devletin kurucusu.
MÜESSİSÎN  (Müessis. C.) (Esas. dan) Meydana getirenler, tesis edenler. Kurucular, kuranlar.
MÜEVVEL  Te'vil edilmiş. Zâhirî mânâdan başka mânâ verilmiş. Tefsir edilmiş olan. Tabir edilmiş. (Bak: Te'vil)
MÜEVVİL  Rüya tabir eden. * Başka mânâ veren. Başka mânâ ile açıklayan. Te'vil eden.
MÜEYYED  Te'yid edilmiş. Doğrulanmış. Kuvvetlendirilmiş. Sağlam. Sağlamlaştırılmış. Tekzib edilmemiş. Yardım görmüş.
MÜEYYED MİN İNDİLLAH  Allah tarafından te'yid edilen ve yardım görmüş olan.
MÜEYYİD  Te'yid eden. Doğrulayan. Sağlamlaştıran. Yardım eden. Kuvvet veren.
MÜEYYİDE  Te'yid eden. Te'yid edici. Kuvvetlendirici. * Kanun ve ahlâk emirlerinin yerine getirilmesini te'min eden kuvvet.
MÜEYYİS  (Ye's. den) Ümidsizliğe sevk eden. Üzücü. Yeis veren.
MÜEZZER  Muhkem, sağlam, dayanıklı. 
MÜEZZİ  (Ezâ. dan) Eziyet veren. Ezâ çektiren.
MÜEZZİN  (C.: Müezzinîn) Ezan okuyan.
MÜEZZİNÎN  (Müezzin. C.) (Ezan. dan) Müezzinler. Ezan okuyanlar.
MÜFACAT  Ansızın olmak.
MÜFACEE  Ansızın olmak.
MÜFAD  Sözün ifade ettiği mâna. İfade edilen. * Herhangi bir vesile ile kazanılmış menfaat. (Mefâd galattır) 
MÜFADALE  Faziletli olmada rekabet etmek.
MÜFADAT  (Fidâ. dan) Bir fidye-i necatı kabul etme veya ödeme.
MÜFADAT-I ÜSERÂ  Eskiden muhârib iki kavmin karşılıklı olarak esirlerini değişmeleri.
MÜFAFAZA  Şeref hususunda akrânına üstün olmak.
MÜFAGAME  Öpme.
MÜFAHARE(T)  (Fahr. den) Karşılıklı övünme.
MÜFAHEME  (Fehm. den) Anlaşma.
MÜFAHHEM  (Bak: Müfehhem)
MÜFAHİR  (Fahr. den) Övünen, fahreden.
MÜFAKAME  Cima etmek. * Büyük olmak.
MÜFAKEHE  şakalaşma, lâtife yapma.
MÜF'AM  Kabarmış ve yükselmiş su.
MÜFARAKAT  Ayrılık. Bir yere bırakıp gitmek. Dostlarından ayrı düşmek. * Fık: Karı-kocanın talâk veya fesh ile birbirlerinden ayrılmaları.
MÜFAREZE  Bir şeyden kesilip ayrılma.
MÜFARIK  (Fark. dan) Ayrılan, ayrılmış. Müfarakat eden.
MÜFASALE  Ayrılışmak.
MÜFASERE  Beyan edişmek.
MÜFAVASA  Ayırmak. * Halâs etmek.
MÜFAVAZA  Ortaklık, işbirliği. * Eşitlik, müsavilik.
MÜFAVAZATEN  Ortaklıkla, işbirliği yaparak. * Eşitlikle, müsavilikle.
MÜFAYELE  Yüzük saklama oyunu.
MÜFAZ  (Feyz. den) Bol. Bereketli, feyizli. 
MÜFAZA  Geniş, vâsi, bol.
MÜFCİR  Birden kaynayıp akıtan. Tefeccür eden.
MÜFDEM  Kızıla boyanmış nesne.
MÜFE'AT  Yılan suretinde olan alâmet.
MÜFECCİ'  Acıtan, üzen, keder veren, dertli eden.
MÜFEHHAM  Kömürleşmiş. Kömür halini almış.
MÜFEHHAM  (Müfahham) Muhterem. Hürmete lâyık. Tazim edilmiş olan.
MÜFEHHİM  (Müfahhim) Büyük bilip hürmet gösteren.
MÜFEHHİM  Tefhim eden. Anlatan, idrak ettiren.
MÜFEHHİMANE  f. Anlatarak. Anlatana yakışır şekilde.
MÜFEKKİR  Fikir yürüten. Düşünen. Düşündüren. Düşünme kuvveti.
MÜFEKKİRE  Düşünme gücü ve kuvveti.
MÜFELFEL  Biberli.
MÜFELLES  Huk: İflâsına hükmedilen kimse.
MÜFENNAK  Nâzenin, nazlı.
MÜFENNEN  İlim hâline, fenni şekle gelmiş olan. Fennileşmiş.
MÜFERRAG  Dökülmüş.
MÜFERRAH  Ferahlanmış. Sıkıntıdan, üzüntüden kurtulmuş.
MÜFERRAK  (Fark. dan) Ayrılmış, tefrik edilmiş.
MÜFERREC  Meydanı olan. Geniş.
MÜFERRES  Farsçalaştırılmış.
MÜFERREŞ  Döşenmiş, tefriş edilmiş.
MÜFERRİ'  (Fer'. den) Dal budak salan. Tefri' eden.
MÜFERRİC  Ferahlandıran. Ferah veren. İç açıcı. * Kurtarıcı. Ferec veren.
MÜFERRİG  Dolu kabı boşaltan.
MÜFERRİH  Ferahlık veren. Ferahlandıran. Ferahlandırıcı, iç açıcı.
MÜFERRİHÂT  İç açıcı, ferahlık verici şeyler.
MÜFERRİK  (Fark. dan) Ayıran, tefrik eden, ayırıcı.
MÜFERRİT  (Fart. dan) Tefrit eden, kısaltan.
MÜFERTAH  Yassı başlı.
MÜFESSER  Tefsir edilmiş. izah ve beyan edilmiş. Mânası izah suretiyle bildirilmiş. Açıklanmış. * Beyan-ı tefsir veya takrir edilmiş olması sebebiyle manası "nass" dan daha vâzıh olan sözdür. * Mücmel olmayan söz.
MÜFESSİR  Tefsir eden, izah eden. Anlayabildiği mânayı söyleyen ve yazan. * Kur'an-ı Kerim'i tefsir edebilmek salahiyetini hâiz olan, âlim, fâzıl ve kuvve-i kudsiye sahibi zât.
MÜFESSİRÎN  Kur'an-ı Kerim'in mânasını hakkıyla anlayıp tefsir edebilen, ilmi ile âmil, kâmil ve sâlih muhakkikler.
MÜFETTAH  Açılmış, açık. * Bir çeşit yazı ismi.
MÜFETTEL  (Fetl. den) Fitilleştirilmiş. Fitil gibi bükülmüş.
MÜFETTİH  Feth eden, açan, açıcı. * Geğirten, geğirtici.
MÜFETTİH-ÜL EBVAB  (Hayır) kapıları(nı) açan. Bütün müşkilleri giderip ferahlatan. (Cenab-ı Hak)
MÜFETTİL  (Fetil. den) Büken, bükücü.
MÜFETTİN  (Fitne. den) Meftun ve hayran eden. Şaşkın bir hâle getiren. * Fitneye düşüren.
MÜFETTİŞ  Teftiş eden, tetkik ve tahkik ile kusur ve iyilikleri görüp anlayan ve lüzumlu merci'lere bildiren. * Araştıran.
MÜFETTİT  (Fett. den) Kıran, ezen, ufalayan. Didik didik eden.
MÜFEVVEZ  (Tefviz. den) Sipariş ve ihâle olunmuş.
MÜFEVVİZ  (Tefviz. den) Sipariş veren, ihâle eden.
MÜFEZZAZ  Gümüşlü, süslü.
MÜFEZZİ'  Hayretle ve şaşkın şaşkın baktıran.
MÜFHAM  Susturulmuş, iskât edilmiş olan.
MÜFHİM  İfham eden. Delil ile susturan. Ağız açtırmayan.
MÜFHİŞ  Kötü söz söyleyen.
MÜFÎD  İfâde eden, meramı güzel anlatan. * Mânalı, mânidâr. * Faydalı, faydayı mucib olan. * Mütâlâsından istifade olunan.
MÜFÎK  İyileşen, ifâkat bulan hasta. 
MÜFÎZ  (Feyz. den) Feyiz veren, feyizlendiren. * Esmâ-i İlâhiyedendir.
MÜFKİR  (Fakr. dan) Fakirleştiren.
MÜFLİC  (Felc. den) Felçli.
MÜFLİH  İflâh olan, selâmet bulan. Kurtulan. Felâha eren.
MÜFLİHANE  f. Selâmete çıkarak. Felâh bularak.
MÜFLİHÎN  (Müflih. C.) Selâmete çıkanlar, kurtulanlar, felâha erenler.
MÜFLİHÛN  (Müflih. C.) Kurtulanlar, iflâh olanlar, felâha erenler, müflihler, selâmete çıkanlar.
MÜFLİS  İflas etmiş. Parasız kalmış. Ticarette kâr elde edemeyip veya bazı sebeplerle sermayesini batırmış olan.
MÜFLİSÂN  (Müflis. C.) İflas etmiş olanlar, müflisler. Parasız kalmış olan kimseler. 
MÜFLİSÎN  (Müflis. C.) Müflisler, iflas edip parasız kalmış olan kişiler.
MÜFNİ  (Fena. dan) Yok eden, ifna eden, mahveden.
MÜFRAG  Dökülmüş, ifrağ olunmuş.
MÜFRAT  Terk olunup unutulmuş.
MÜFRED  (Müfret) Tek, yalnız. Müteaddid olmayıp yalnız birden ibaret olan. * Basit, mürekkeb olmayan. * Gr: Yalnız bir şey veya şahsa işaret eden veya bire mahsus olan kelime. Cemi veya tesniye olmayan. * Edb: Başı ve sonu olmayan tek ve kafiyesiz beyit.
MÜFREDAT  Bir bütünü meydana getiren şeylerin her biri. * Bir şeyin içindekiler. * Basit ve gayr-i mürekkeb şeyler. * Toptan mâlum olan şeylerin tafsilâtı, birer birer zikrolunmuşları. * Edb: Tek tek ve ayrı ayrı beyitler. * Gr: Bir ibareyi meydana getiren kelimelerin her birisi. * Tıb: Her biri kendi başına bir devâ olan edviye-i basiteden sayılan nebatlar ve bunlardan bahseden tıp kitabı.
MÜFREZ  Toptan ayrılıp bir tarafa bırakılmış. İfraz olunmuş, ayrılmış.
MÜFREZE  Bir kaç alaydan müteşekkil. Ordudan ayrılmış bir kol asker.
MÜFREZE-İ ASKERİYE  Asker müfrezesi.
MÜFRİD  (Ferd. den) Tek başına, yalnız bırakan.
MÜFRİG  (Müfriga) Döken, dökücü. İfrağ eden.
MÜFRİT  (Fart. dan) İfrat eden. Haddini aşan. * Ölçüsüz ve taşkın hareket eden. * Mübalağalı.
MÜFRİZ  Ayıran, ifraz eden. * Virgül işareti (,)
MÜFSİD  İfsad eden, fenalaştıran. Bozan. * Başlanmış ibadeti bozan. * Nifak koyan, fesad ilka eden.(Hiç bir müfsid, ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut, bâtılı hak görür. Evet kimse demez "ayranım ekşidir." Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hatta, benim sözüme de ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise; her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz.) (Münazarat)
MÜFSİD-İ Mİ'DE  Mideyi bozup ifsad eden.
MÜFSİDÂNE  f. İfsad etmek suretiyle. Nifak meydana getirmekle. Fesadlıkla. Ara bozuculukla.
MÜFSİDÎN  (Müfsid. C.) Bozanlar, ifsad edenler, müfsidler. Fesatlık yapanlar, ara açanlar.
MÜFSİR  Nur ve ziya veren. Işıklandıran.
MÜFŞİL  Korkutucu, korkutan.
MÜFT  f. Beleş, bedava, parasız.
MÜFTAAL  Uydurma, sahte, düzme.
MÜFTABİH  Fık: Hakkında fetva verilmiş olan. Kendisiyle amel olunması icab eden hüküm.
MÜFTAC  Bevletmek için iki ayağını ayırıp duran deve. 
MÜFTAH  Yassı.
MÜFTASID  Kan alan. Kan alıcı.
MÜFTAZIH  Rezil ve kepaze olmuş adam.
MÜFTEDÎ  Fidye verip esirlikten kurtarılan.
MÜFTEH  Hazine, define.
MÜFTEHAN  Hoca ile talebeler arasındaki bir kitaba başlangıç ziyafeti. * f. Hazineler.
MÜFTEHİR  (Fahr. dan) İftihar eden. Öğünen. * Sırf Allah rızası için menfaatsiz hizmet eden. * Şanlı, şerefli.
MÜFTEHİRÂNE  f. İftihar ederek, karşılık beklemeden. * Elbette. Memnuniyetle.
MÜFTEKİR  (Fakr. dan) Muhtaç. * Fakir, züğürt.
MÜFTERA-ALEYH  Kendisine iftira edilen. 
MÜFTEREYAT  Başkasının üzerine atılan suçlar, kabahatler. İftiralar.
MÜFTERÎ  İftira eden. Başkasına suç isnad eden. Yapmadığı kötülüğü isnâd eden.
MÜFTERİH  (Ferah. dan) Keyifli, neşeli. Şen, ferah içinde olan.
MÜFTERİK  (Fark. dan) Ayrılan, iftirâk eden. * Perişan olan, dağılan.
MÜFTERİS  Fırsat bilen. Fırsat bulan.
MÜFTERİS  Yırtıcı. Parçalayıcı. İftiras eden. Zorla yere yıkıp parçalayan.
MÜFTERİŞ  Secdede iken iki kolunu yere koyan.
MÜFTERİYANE  f. İftira edercesine.
MÜFTÎ  (Fetva. dan) Fıkha dair mes'elelerin şeriattaki hükümlerini beyan ve açıklamağa memur olan zat. * Genç ve kavi. (Bak: Fetvâ)
MÜFTİY-ÜL ENAM  Şeyh-ül İslâmın bir ismi. Herkesin müftüsü.
MÜFTİR  İftar eden. * Orucu bozan şey.
MÜFTİRAT  Orucu bozan şeyler.
MÜFZI'  Katı. * Alçak, şeni'.
MÜFZÎ  Yetiştiren, ulaştıran, vâsıl eden.
MÜHACENE  Kabahat, noksanlık, nâkıslık. * Asılsızlık. * Ayıplı söz söylemek. * İlmi zâyi olmak.
MÜHACERE  Bir yerden ayrılmak. * Başka yere intikal etmek.
MÜHADAT  Birbirine bahşiş ve hediye vermek.
MÜHAKALE  Ekini biçmeden buğday ile satmak.
MÜHADENE  (Hıdn. dan) Barışma, sulh yapma.
MÜHAN  (Bak: Muhan)
MÜ'HARE  (Mü'hire) Deve semerinin ağaç kısmıdır ve binen kimse ona dayanır.
MÜHAREBE  Kaçmak, firar.
MÜHARECE  Hasımlık, düşmanlık. * Cima etmek.
MÜHARESE  Yırtışıp dalaşmak.
MÜHAT  (C: Mühâ) Deve rahminde olan zeker suyu.
MÜHATAT  Birbirine atâ ve bahşiş etmek, hediye vermek.
MÜHAVAT  Katı yürümek.
MÜHAVEDE  Sulh etmek, barışmak.
MÜHAYATA  Çağırmak.
MÜHAYEE  Nöbetleşmek.
MÜHBENTA  Dolu, mümteli.
MÜHBİT  İndiren. Nâzil eden. 
MÜHCE  (C: Mühec) Can, ruh.
MÜHDA  Hediye gönderilmiş, hediye verilmiş.
MÜHDA-İLEYH  Kendisine hediye verilen kimse.
MÜHDER  Dökülen, akıtılan, ihdâr edilen. Heder edilen.
MÜHDÎ  Hediye veren. Hediye gönderen. İhda eden. * Hidayete getiren. Hidayete vesile olan. (Bak: Mehdi) * Mürşid, muvaffak. * Risalet ve nübüvveti bütün âlemlere rahmet ve saadet sebebi olduğundan, Cenab-ı Hakk'ın bütün âlemlere hediye ve atiyyesi mânasında Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) mübarek bir ismine Mühdi diye buyurulmuştur.(Her hâdi zât, mühdi olamaz. M.)
MÜHDİR  (Heder. den) Döken, akıtan, heder eden.
MÜHEBBEL  Beddua olunmuş.
MÜHEC  (Bak: Mühic)
MÜHEDDEB  Kirpikli.
MÜHEDDEL  Aşağı indirilen.
MÜHEDDİD  Korkutan, tehdid eden.
MÜHEFHEF  Nârin. İnce. Nâzik.
MÜHEFHEFE  Beli ince olan kadın. (Müz: Mühefhef)
MÜHELHEL  Güzel şiir veya söz. * Zarif ve şık elbise.
MÜHELHİL  Lâtif ve nâzik söz söyleyen. * Bir şeyi lâtif ve zarif bir şekilde yapan.
MÜHELLİL  Tehlil eden. "Lâ İlâhe İllâllah"ı devamlı tekrar eden. (Bak: Tehlil)
MÜHENDİS  (C.: Mühendisûn) Hendese bilen. Geometri bilen ve tatbik eden.
MÜHENDİSÎN  (Mühendis. C.) Mühendisler. Hendese ilmini bilen kimseler.
MÜHENDİZ  Mühendis mânâsına ise de "zel" ile kullanılmaz.
MÜHENNA  Hazmolmuş.
MÜHENNED  Hint demirinden yapılmış kılınç. Keskin kılınç. 
MÜHEVAN  Geniş büyük sahrâ.
MÜHEVVİL  Korkunç. Heybetli. Azîm, çok büyük. 
MÜHEVVİN  Hiffet ve kolaylık gösteren. Kolaylaştıran.
MÜHEYKEL  Heykelleşmiş. * İri vücudlu ve sağlam.
MÜHEYMİN  Mü'min. * Hazır. Sâdık. * Hâfız. Hıfz edici. Koruyucu.
MÜHEYYA  (Hey'e. den) Hazırlanmış olan. Hey'et-i mecmuası tertib ve tesviye olunmuş olan.
MÜHEYYİ'  Hazır eden. Müheyya eden. Amâde eden.
MÜHEYYİB  Korku veren. Heybetli.
MÜHEYYİC  Tehyic eden. Heyecan veren.
MÜHEZZEB  Islah edilmiş. Düzeltilmiş. Lüzumsuzu çıkarılmış, temizlenmiş. Safileştirilmiş.
MÜHEZZİB  Temizleyen. Islah eden. Safileştiren. 
MÜHÎB  Heybetli. Korkunç. Azametli. * Tehlikeli.
MÜHİC  (Mühce - Mühec) Ruhlar. Canlar.
MÜHİMM  Düşündürücü. * Değeri çok fazla. Kıymetli. * Lâzım ve muktezi olan.
MÜHİMMAT  (Mühimm. C.) Mühimler. Lüzumlu olanlar. * Harp malzemesi.
MÜHİMMÂT-I ASKERİYE  Askeri malzeme. 
MÜHİMME  Uğraştıran, düşündüren.
MÜHİMSAZ  f. Mühim ve ehemmiyetli işler gören.
MÜHİMTER  f. Ehemmiyetli ve çok önemli.
MÜHÎN  (Hevn. den) İhanet eden. Tahkir ve tezlil eden. * Hor, hakir, alçak. Hâin.
MÜ'HİR  (C: Meâhır) Göz ucu.
MÜHL  Erimiş bakır. * Potada eritilen maden. * Yağ tortusu.
MÜHLET  Vakit. Bir işi bir zaman için geri bırakmak. * Rıfk ve teenni ile meydan vererek tutmak.
MÜHLİK(E)  Helâk eden. Öldüren. Öldürücü. İfsad eden. Bozan. Kıtal.
MÜHLİKÂT  (Mühlik. C.) Kötü ve günah olan işler. * Helâk edenler. Hayrı ve sevabı bozan fenâ hareketler.
MÜHLİKÂT-I SEB'A  Yedi büyük ve helâk eden amel. Yedi büyük günah. (Bak: Kebâir - Mubikat)
MÜHMEL  İhmâl edilmiş. Bırakılmış. Kıymet verilmemiş. Bakılmamış. * Mânasız ve boş söz, cümle. Sonraya atılmış. * Boşlanmış. * Edb: Noktasız harf, noktasız harflerle yazılmış olan. * Ebcedde: Noktasız harflerin hesabı ile çıkan tarih.
MÜHMELÂNE  f. Önem ve ehemmiyet vermeksizin, başdan savarcasına.
MÜHMELAT  (Mühmel. C.) Anlamsız ve mânâsız boş sözler.
MÜHMİL  İhmâl eden, boşlayan.
MÜHR  Mühür. İmza yerine basılan yazılı damga. Damga. Sikke. * Tay.
MÜHR-Ü NÜBÜVVET  Peygamberlik mühürü. Peygamberimiz Hz. Muhammedin (A.S.M.) iki omuzu arasındaki (sırtındaki) peygamberlik işareti.
MÜHRBEND  f. Mühürlü.
MÜHRDAR  f. Eskiden bir bakanlık veya dairenin resmi mührünü kullanmakla görevli olan kimseye verilen ad. Hususi kalem müdürü.
MÜHRDEHAN  f. Ağzı mühürlü, kapalı. * Oruçlu. 
MÜHRE  f. Cilâ için kullanılan küçük yuvarlak cisim. Deniz böceği kabuğu. * Her nevi yuvarlak cisim. * Billurdan yapılı küçük kap. * Çekiç. * Cam boncuk. * Omurga kemiği.
MÜHRE-İ ZER  Güneş, şems.
MÜHREDAR  f. Mühreli, cilâlı.
MÜHTEBİŞ  Birikmiş, bir araya toplanmış.
MÜHTECÎ  Hicveden, yeren.
MÜHTECİN  Pek küçük yaşta iken evlendirilerek kocaya verilmiş olan kız.
MÜHTEDÎ  Hidayete ermiş olan. İslâmiyete girmiş olan. Doğru yolu seçen. Hak dinine girmiş olan.
MÜHTELİS  Zayıflamış, düşkünleşmiş.
MÜHTEZİM  Bir kimsenin malını zorla alıp gasbederek zulmeden.
MÜHTEZZ  (İhtizaz. dan) Sevinç ve neşeden dolayı oynayan. * Titreyen, ihtizaz eden.
MÜHUD  (Mehd. C.) Beşikler.
MÜHÜD  (Mihâd. C.) Döşekler, yataklar.
MÜHUR  (Mehr. C.) Evlenirken erkek tarafından verilen nikâh bedelleri.
MÜJ  f. Kirpik.
MÜJDE  f. Beşâret. Sevinç haberi.
MÜJDE-ÂVER  f. Müjde getiren.
MÜJDE-GÂN  f. Müjdeye karşılık verilen bahşiş veya hediye.
MÜJDE-RES  f. Müjde veren, müjde getiren.
MÜJDE-RESAN  f. Müjdeleyen, müjde getiren, müjde veren.
MÜJE  (C.: Müjgân) f. Kirpik. 
MÜJEK  f. Kirpikçik. Kirpik kılı.
MÜJGAN  f. Kirpik.
MÜKA'  Islık. Islık çalmak.
MÜKA'AB  Geo: Mikâp, küp.
MÜKAAME  Öpmek.
MÜK'AB  Çok sık dürülmüş nesne.
MÜKÂBEDE  Eklemek, kendine bir şey ilâve etmek. * Bir işten zorluk görmek.
MÜKÂBERE  (Kibr. den) Kendi sözünün haksızlığını ve karşısındakinin doğruluğunu bildiği hâlde kabul etmemek ve nizâ çıkarmak, kavga etmek. Kendini büyük görmek.(Hilkat-ı kâinatta bir hikmet-i tâmme görünüyor. Evet inayet-i ezeliyenin timsali olan hikmet-i İlâhiyye, kâinatın umumunda gösterdiği maslahatların riâyeti ve hikmetlerin iltizamı lisanı ile saadet-i ebediyeyi ilân eder. Çünkü, saadet-i ebediyye olmazsa, şu kâinatta bilbedahe sâbit olan hikmetleri, fâideleri mükâbere ile inkâr etmek lazım gelir... S.)
MÜKÂBESE  Çukur doldurmak.
MÜKÂBİR  Kendini büyük gören, karşısındakini küçümsüyerek, doğru sözünü kabul etmeyen. Haksız olduğu hâlde hak iddiasında bulunan. 
MÜKÂDEBE  Meşakkat çekme, bir işten zorluk görme.
MÜKÂDERE  Men'etmek, engel olmak. Reddetmek, kabul etmemek.
MÜKÂFAHA  Karşılaşma. Yüzyüze gelme. * Savaşma.
MÜKÂFAT  (Kifâyet. den) Bir hizmet veya muvaffakiyete ve iyiliğe karşı verilen karşılık. * Berâberlik. * Takdirnâme.
MÜKÂFAT-I NAKDİYE  Para mükâfatı.
MÜKÂFATEN  Mükâfat ve karşılık olarak.
MÜKÂFEE  Beraberlik, eşitlik, müsavat.
MÜKÂFELE  Karşılıklı olarak birbirine kefil olma.
MÜKÂFÎ  (Kifâyet. den) Eşit, müsâvi. Beraber.
MÜKÂFİL  Karşılıklı kefillerden herbiri.
MÜKAHHAL  (Kuhl. dan) Sürme çekilmiş göz. Sürmeli göz.
MÜKÂLEBE  (Kelb. den) (Köpekler gibi) dalaşma.
MÜKÂLEMAT  (Mükâleme. C.) (Kelâm.dan) Mükâlemeler, konuşmalar.
MÜKÂLEME  Karşılıklı konuşma. Anlaşma. Müzakere. Muhavere. Söyleşme.
MÜKAM  Durulacak yer, ikametgâh. İkametgâhta geçen zaman.
MÜKÂNEFE  Yardım etmek, muavenet. 
MÜKÂRAT  Kiraya verme. Kira ile tutma.
MÜKÂREHE  Tiksinme.
MÜKÂREME  Cömertlik ve kerem hususunda yarışma. 
MÜKÂRÎ  (Kira. dan) Katırcı. Kira ile hayvan işleten.
MÜKÂŞEFE  Gizli şeyleri birbirine açıp keşf ve izhar etmek, açığa çıkarmak. Meydana çıkarmak. * Bir hususu keşif yolu ile anlamak, bilmek. * Cenab-ı Hakk'ın zât ve sıfatlarına ve sâir sırlarına vukufiyyet. (Bak: Keşfiyat)
MÜKÂŞEHA  Husumet etmek, düşmanlık yapmak.
MÜKÂŞİF  (Keşf. den) Mükâşefede bulunan. 
MÜKÂTEBAT  (Mükâtebe. C.) Mektuplaşmalar, mükâtebeler, yazışmalar.
MÜKÂTEBE  Yazışma. Mektuplaşma. Birbirine yazma. * Fık: Azâd edilmesi, bazı şartlara -mal kazanmak veya bir müddet hizmet etmek gibi neticeye- bağlı olan köle veya câriye ve bu azad hususunda yapılan mukavele.
MÜKÂTEME  (Ketm. den) Ketmetme, gizleme.
MÜKÂTİB  Mektup yazan. Mektuplaşan. * Fık: Köle veyâ câriyesinin azâd edilmesini bir kazanca veya bir müddete bağlayan efendi.
MÜKÂVAHA  Muharebede üstün gelme, galib olma.
MÜKÂYEDE  (Keyd. den) Hile tertip etme, tuzak yapma.
MÜKÂYELE  (Mükâyelet) Bir kimsenin davranışına aynıyla karşılık verme. * Ölçülmek.
MÜKÂYESE  Zariflik ve akıl hususunda çokluk iddiasında bulunma.
MÜKÂZEBE  (Kizb. den) Karşılıklı olarak yalan söyleme.
MÜKEBBİR  Tekbir getiren, "Allahü ekber" diyen.
MÜKEBBİRE  Büyük camilerde müezzinlerin, son cemaat yerlerinde namaz kılan halka, imamın tekbirlerini tekrar etmek üzere bulundukları çıkıntılı balkonlara verilen addır.
MÜKEDDER  Kederli. Sıkıntılı. * Tekdir edilmiş. Azarlanmış. * Bulandırılmış. Bulanık.
MÜKEDDERÂNE  f. Mükedder olan bir kimseye yakışır surette.
MÜKEDDÎ  Israr ile alıp israf ile yiyen kişi.
MÜKEDDİR  (Keder. den) Keder ve hüzün veren. * Bulandıran.
MÜKEFFEF (MEKFUF)  (C.: Mekâfif) Kürklü kaftan.
MÜKEFFEN  (Kefen. den) Kefene sarılmış, tekfin edilmiş.
MÜKEFFER  İyilikleri inkâr edilip kendisine teşekkür edilmeyen adam.
MÜKEFFİRE  Örtecek, gizleyecek yer.
MÜKELLA'  Sâhil. Nehir kenarı.
MÜKELLEB  Bağlı esir.
MÜKELLEF  Bir şeyi yapmağa mecbur olan. Vazifeli. Muvazzaf. * Bir şeyi ödemeğe mecbur olan. * Mükemmel hazırlanmış, külfetle süslenmiş olan. (Bak: Teklif)
MÜKELLEFÎN  Vazifeliler. Mükellefler. Bir şeyi ödemek zorunda bulunanlar.
MÜKELLEFİYET  Mecburiyyet. Bir işi yapmağa vazifeli oluş. Bir işi terk edememek hâli. Mükellef oluş. 
MÜKELLEL  (İklil. den) Başında taç bulunan. Taç giymiş olan. * Parlak, müzeyyen, süslü. * Tacına inci taşları dizilen.
MÜKELLİB  Yırtıcı hayvanları ava alıştıran, avcılık tâlim edip öğreten.
MÜKELLİF  Teklif eden. * Vazife veren. İş veren. * Zorluğa sevkeden.
MÜKELSEM  Yuvarlak yüzlü. * Büyük, kalın.
MÜKEMMEL  Tamam. Olgun. Noksansız. Eksiksiz. Kemal bulmuş. Kemale erdirilmiş. Çok iyi.(Mâlumdur ki, mevzun ve muntazam ve mükemmel ve güzel san'atlar, gayet güzel bir proğrama istinad eder. Mükemmel ve güzel bir proğram ise; mükemmel ve güzel bir ilme ve güzel bir zihne ve güzel bir kabiliyet-i ruhiyeye delâlet eder. Demek ruhun mânevi güzelliğidir ki, ilim vasıtası ile san'atında tezahür ediyor. S.)
MÜKEMMELEN  Mükemmel ve tam olarak.
MÜKEMMİL  İkmâl eden. Tamamlayan. Tamamlayıcı. 
MÜKENA'  (Mekin. C.) Vakar ve iktidar sâhibleri. * Oturanlar, yerleşenler.
MÜKENNA  (Künye. den) Künyeli, künyesi olan, künyelenmiş.
MÜKENNEF  Etrafı sınırlanmış, çevresi çevrelenmiş.
MÜKERREM  Hürmet ve tâzim edilen. İkram olunmuş. Muhterem. Kerim olan.(İnsan fıtraten mükerrem olduğundan, hakkı arıyor. Bazan batıl eline gelir, Hak zannederek koynunda saklar. Hakikatı kazarken, ihtiyarsız, dalâlet başına düşer; hakikat zannederek kafasına giydiriyor. Mek.)
MÜKERREMEN  Saygı ve hürmet ile. İkram ile.
MÜKERRER  Tekrarlı. Tekrar olunmuş. İki veya daha fazla aynısı yapılmış.
MÜKERRERAT  (Mükerrer. C.) Mükerrer olan ve tekrarlanmış şeyler.
MÜKERREREN  Mükerrer olarak. Tekrar be tekrar.
MÜKERRİR  Tekrar eden. Aynı şeyi bir sefer daha veya daha fazla tekrar eden. * Huk: Birden fazla suç işleyen.
MÜKESSER  (Kesr. den) Çoğaltılmış, teksir edilmiş.
MÜKESSER  Kırılmış. Kırılan.
MÜKESSİB  (Kesb. den) Teksib eden, kazandıran.
MÜKESSİF  (Kesâfet. den) Koyulaştıran, kesif hâle getiren.
MÜKESSİFE  Kondansatör. (Bak: Miksefe)
MÜKESSİR  Teksir eden, çoğaltan.
MÜKESSİR  Kıran. Parçalayan.
MÜKETTEL  Kısa, kâsır.
MÜKEVKEB  (Kevkeb. den) Yıldızlı.
MÜKEVVEN  (Kevn. den) Yapılmış. Tekvin edilmiş olan. Yaratılmış. Meydana getirilmiş olan.
MÜKEVVENÂT  Yapılmış ve yaratılmışlar. Bütün mahlukat. 
MÜKEVVER  Sarılmış. Kıvrılmış.
MÜKEVVİN  Yaratan, yapan (Allah C.C.). Tekvin eden. (Bak: Tekvin)
MÜKEVVİR  (Kevr. den) Büken. Kıvıran. * Döndüren.
MÜKEYYES  Keselenmiş. Kese biçiminde toplanıp kalmış olan şey.
MÜKEYYİF  Keyif verici, neşelendirici şey. Sarhoşluk veren. * Klima cihazı. 
MÜKEYYİFÂT  Keyif verici, sarhoşluk verici şeyler.
MÜKEZZİB  Tekzib eden. Yalanlayan, yalan çıkaran.
MÜKFEHİRR  Üstüste yığılmış karabulut. * Asık suratlı adam. * Yaşlanmış kimse.
MÜKHULE  (C: Mekâhıl) Sürme koydukları kap.
MÜKİBB  (Kebb. den) Bir şeyin üzerine çok düşen. Gayretle çalışan. * Çok lüzumlu olan. * Yüzü üstüne sürünen, zelil olan.
MÜKLE  (C: Mükül) Kuyu dibinde az az birikip toplanan su.
MÜKNE  Kudret, kuvvet.
MÜKRA  Kiraya verilmiş eşya.
MÜKREH  (Kerh. den) Zorlanan kimse.
MÜKREH-ÜN ALEYH  Bir kimsenin yapması için zorlandığı iş.
MÜKREHEN  Zorla.
MÜKREM  İkram olunmuş. Ağırlanmış. Lutfedilmiş.
MÜKRİH  (Kerh. den) Zorlayan, ikrah eden.
MÜKRİM  İkram eden. Ağırlayan. Lütf eden. Misafirsever.
MÜKRİMANE  f. Lütfederek, ağırlayarak, ikram ederek.
MÜKS  (Meks) Ağır ağır, vakit vakit. * Eğlenme, muntazır olma, durma, bekleme.
MÜKSİF  Kalınlaştırıcı. * Tortu çöktürücü.
MÜKSİR  (Kesret. den) Çoğaltan, iksâr eden. * Çok mala sahib olan.
MÜKTEFÎ  (Kifâyet. den) İktifâ eden, kanaat edici olan. Kâfi ve yeter bulan.
MÜKTEHİL  (Kuhl. dan) Kendi gözlerine sürme çeken. * Otluk veya çimenle yemyeşil olan.
MÜKTERA  Kirâya verilen eşya.
MÜKTERÎ  Kira ile tutmuş olan. İktirâ eden.
MÜKTERİB  (İktirâb. dan) Kederli, hüzünlü, gamlı.
MÜKTESEB  İktisab edilmiş. Kazanılmış. Elde edilmiş.
MÜKTESEBAT  Elde edilmiş olanlar. Kazanılmış olanlar. Çalışmak suretiyle kazanılmış olanlar.
MÜKTESEB HAK  Kazanılmış, ele geçirilmiş, elde edilmiş hak. 
MÜKTESİB  (Müktesibe) (Kesb. den) Elde eden, edinen, kazanan.
MÜKTİNN  Gizlenen, saklanan. Başkasınca gizlenip saklanmış olan.
MÜKUD  Durmak veya durdurmak.
MÜKUR  (Mekr. C.) Hileler, oyunlar, dalavereler.
MÜKUS  (Meks. C.) Öşürler, vergiler ve bunları tahsil etmeler.
MÜKVİN  Yumurtası çok olan kertenkele. 
MÜL  f. şarap. 
MÜLA  Çok sihirbaz.
MÜLAABE  (La'b. dan) Oynayıp eğlenme. Oynaşma.
MÜLAANE  Lânet edişmek. Erkek ile kadının birbirlerini lânetlemeleri.
MÜLABESET  (Lebs. den) Karışma. Münâsebet. Ülfet ve ihtilât etmek. Birbirine benzeyen iki şeyin karıştırılarak birbirine benzetilmesi. * Takribi cihet. 
MÜLABİS  (Lebs. den) Münasebet kuran. Yakınlık gösteren. Bir kimse ile aşırı ahbaplık eden. * Karışan.
MÜLAEBE  (La'b. dan) Oynaşıp eğlenme. Oynaşma.
MÜLAENE  Birbirine bedduâ etme. Lânetleşme. (Bak: Lian)
MÜLAET  (C.: Mulâ) Midedeki rahatsızlıktan dolayı husule gelen zükkâm hastalığı. * Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.), Hz. Abbas'ı ve dört erkek evlâd-ı mübarekelerini örttüğü perde. * Büyük ihram.
MÜLAGIM  Ağzın çevresi, dil erişen yerleri.
MÜLAHAFE  Mülâzemet, devamlı bir işle meşguliyet. Bir işe bağlılık. * İsrar etmek.
MÜLAHAKA  Sonradan yetişmek ve tâbi olmak.
MÜLAHAKE  Bir nesneyi diğerine gereği gibi yetiştirmek.
MÜLAHAT  Yakınlaşmak. Çekiştirmek. * Çocuğun, sütten kesilme vaktine yakınlaşması. * Niza ve husumet etmek.
MÜLAHAZA  Mütâlaa. Dikkatle bakmak. İyice düşünüp bir işin hakikatını tetkik etmek. Tefekkür, düşünce.
MÜLAHAZAT  (Mülahaza. C.) Mülahazalar. Düşünceler. Akıldan geçenler.
MÜLAHHAM  (Lâhm. dan) Etli, semiz, şişman.
MÜLAHHAS  Hülâsası, özü çıkarılmış. Telhis edilmiş. 
MÜLAHHİS  Hülâsa eden. Özünü bildiren. 
MÜLAHIK  (Lahk. dan) Yapışık, bitişik. 
MÜLAHÎ  İri taneli beyaz üzüm.
MÜLAHİD  Hak bir yoldan, hak bir mezhebden sapma.
MÜLAİB  (La'b. dan) Oynaşan, oynayan.
MÜLAİM  Mülâyim. Yumuşak. Lâtif.
MÜL'AKA  Bir kaşık dolusu miktar.
MÜLAKAHA  Hâmile olmak.
MÜLAKAME  Yutmak.
MÜLAKANE  Telkin etmek.
MÜLAKAT  Kavuşma. Buluşma. Birleşme. * Resmi görüşme. Yüz yüze olma.
MÜLAKÎ  Buluşan. Yüz yüze gelen. Görüşen. Kavuşan.
MÜLAKKAB  Lâkablanmış. Lâkablı. Başka isim verilmiş.
MÜLAM  İtab. Azarlama. Azar.
MÜLAMESE  (Lems. den) Birbirine dokunma, değme, el ile tutma, temas etme. * Yapışmak.
MÜLAMEZE  Ayıplamak.
MÜLASAKA  Ulaşma, yanaşma. * Bitişme, yapışma, iltisâk etme.
MÜLASIK  (Lüsuk. dan) İltisaklı. Bitişik. Yapışık. Yanyana bulunan.
MÜLATAFA  (Mülâtefe) (Lutf. dan) Birbirine lâtife etmek. Şakalaşmak. İltifat etmek. Güzel muâmele.
MÜLATAFAT  (Mülâtafa. C.) Lâtifeler, mülâtafa etmeler, şakalaşmalar.
MÜLATAMA  Birbirine şamar vurma, tokat atma.
MÜLATIF  Lâtife eden, şakacı, lâtifeci.
MÜLATTIF  (Lutf. dan) Bir iyilikle gönül alan. Taltif eden. * Yumuşatıcı (ilâç). 
MÜLATTIFAT  (Mülattıf. C.) Yumuşatıcı ilâçlar.
MÜLAVEME  Birbirini çekiştirme.
MÜLAVEZE  Birbiri ardınca gizlenmek. * Birbirine sığınmak.
MÜLAYELE  Gece işi için verilen ücret.
MÜLAYEME(T)  Lâtife etmek, şaka yapmak. * Sevinç izhar etmek. * Yumuşaklık. Uygunluk. Yumuşak huyluluk. * Bağırsakların yumuşaklığı.
MÜLAYENE(T)  Yumuşak etmek. * Yumuşaklık. (Bak: Liyan)
MÜLAYİM  Yumuşak. Yavaş. Uygun. Yumuşak huylu.
MÜLAZEME  Lüzumlu. Gerekli. Ayrılmaz. Lâzım.
MÜLAZEMET  Devamlı bir işle meşguliyet. * Sımsıkı bir işe bağlılık. * Staj görme. * Gidip gelme.
MÜLAZEMETEN  Staj görerek. Maaşsız ve aylıksız olarak.
MÜLAZİK  Yapışmış olma.* Yapışmış.
MÜLAZIM  Bir kimseye bağlı gibi olan. * Maaşsız acemilik hizmeti. * İlmiyyede: Medrese tahsilini bitirip icazet alan. Stajyer. * Eskiden askerlikte yüzbaşıdan aşağı rütbelerin derecesi, ünvanı.
MÜLAZIM-I EVVEL  Üsteğmen.
MÜLAZIM-I SÂNİ  Teğmen.
MÜLAZİMÎN  (Mülâzımân) (Mülâzım. C.) Stajyerler. Bir yere maaşsız olarak gidip gelenler. * Bir kimseye sarılıp ondan ayrılmayanlar.* Teğmenler.
MÜLCE'  Mecbur olan kişi.
MÜLCEM  Gemli. Yularlı.
MÜLCÎ  Zorla ve cebren yaptıran. Zorlayan.
MÜL'E  Zâhidlik, muttakilik, sofilik.
MÜLEBBED  Keçeden kaftan giymiş kişi.
MÜLEBBES  (Lebs. den) İltibaslı, karışık. * Giyilmiş.
MÜLEFFAK(A)  (Telfik. den) Düzme, uydurma, yalandan, sahte. * Yaldızlama. 
MÜLEKKIN  Telkin eden. Bilgi vermeğe çalışan.
MÜLEMLE (MÜLMÜLE)  Bâzısı bâzısına yapışıp toplanmış şeyler. * Sağlam ve sert yuvarlak taş.
MÜLEMMA'  (Lem'. den) Parlak. Revnekdar. * Bulaşmış, sıvanmış. * Karışık dilde söylenmiş manzume. * Renk renk olan.
MÜLEMMAAT  (Mülemma'. C.) Bir kısmı Türkçe, bir kısmı Farsça veya Arapça söylenmiş olan manzumeler.
MÜLEMMA'-KÂR  f. Riyakâr, mürâi.
MÜLES  Düz cilâlı nesne.
MÜLESLİS  Mütereddit, tereddütlü, kuruntulu kimse.
MÜLESSEN  Dil gibi uzun ve yumuşak olan ayak veya ayakkabı.
MÜLEVVEN  Renk renk olan. Boyalı, renkli. Çeşit çeşit boyalı.
MÜLEVVES  Kirli. Pis. Bulaşık. Bulaştırılmış. * Alıkoyulup sonraya bırakılmış veya durdurulmuş olan. * Tazelenmek için suda ıslatılmış şey. * Karışık, intizamsız.
MÜLEVVİN  (Levn. den) Boyanan. * Renk veren. Telvin eden.
MÜLEYYEN  (Linet. den) Yumuşatılmış.
MÜLEYYİN  Yumuşatan, yumuşaklık veren, yumuşaklık verici.
MÜLEZZEZ  Bir yere biriktirilip toplanmış, yığılmış ve ulaştırılmış nesne.
MÜLFİC  İflâs eden.
MÜLGA  İlga edilmiş. Kaldırılmış. Metruk ve lağvedilmiş şey. Terkedilmiş.
MÜLHA  (C: Mülâh) Siyah ile karışık olan beyaz. * Lâtif ve güzel olan söz.
MÜLHAK  İlhak olunmuş. Sonradan katılmış, zam ve ilâve olunmuş, eklenmiş. 
MÜLHAKAT  (Mülhak. C.) Bir merkeze bağlı veya ait olan yerler. * Ekler, ilâveler, katmalar.
MÜLHEM  Kalbe doğmuş. Allahın, ilham ile kalbe bildirdiği.
MÜLHEMÛN  İlhama mazhar olanlar.
MÜLHİD  Dinden çıkan, dinsiz, kâfir, imânsız. Haşir ve âhirete inanmayan.
MÜLHİDÂNE  f. Dinsizce, imansızca. Mülhid olan bir kimseye yakışır şekil ve surette.
MÜLHİDÎN  Mülhidler.
MÜLHİF  İsrar eden.
MÜLHİK  İlhak eden. İlâve eden, katan, ekleyen.
MÜLHİM  Kalbe feyiz veren, ilham eden Allah (C.C.)(Hadis, maden-i hayat ve mülhim-i hakikattir. M.)
MÜLHİM  İbrişimden olan elbise.
MÜLIZZ  Lüzumlu, gerekli. * Cür'et ve ısrar eden kişi.
MÜLİHHÎN  Israr edenler, zorlayıcılar. İlhah edenler.
MÜLÎM  Kendini levm etmek. Melâmette olmak. Kusurunu anlayıp kendisini kötülemek. 
MÜLİMME  Felâket.
MÜLK  Mal. Yer. Bina. * Hüküm ile bir şeyin zabt ve tasarrufu. * İzzet, azamet, şevket. * Bir şeyin dış yüzü. * İnsanın sahip ve malik olduğu şey. * Akıl sahiplerini tasarruf etmek. * Mâlik olmak.(Her şeyin bir mülk, diğeri melekut, yâni bir dış, diğeri iç olmak üzere iki ciheti vardır. Mülk ciheti bazı şeylerde güzeldir, bazı şeylerde de çirkin görünür; âyinenin arka yüzü gibi. Melekut ciheti ise, her şeyde güzeldir ve şeffaftır. Ayinenin dış yüzü gibi. Öyle ise; çirkin görünen şeyin yaradılışı, çirkin değildir, güzeldir. Ve aynı zamanda o gibi çirkinlerin yaradılışı, mehasini ikmâl içindir. Öyle ise, çirkinin de bir nevi güzelliği vardır. Binaenaleyh, bu hususta ehl-i İ'tizalin "Çirkin şeylerin halkı Allah'a âid değildir" dedikleri safsataya mahal kalmadı. İ.İ.) (Bak: Melekut)
MÜLK-İ YEMİN  Bir kimsenin mülkü olan köle veya câriye.
MÜLK SURESİ  Kur'an-ı Kerim'in 67. suresidir. Tebâreke, Münciye, Mücâdele, Mânia, Vakiye, Mennea Suresi gibi isimleri de vardır. Mekkîdir.
MÜLKDAR  f. Padişah.
MÜLKEN  Mülk olarak.
MÜLKET  Mülk. * Memleket. Ülke.
MÜLKET-İ OSMANİYE  Osmanlı Ülkesi.
MÜLKGİR  f. Padişah, hükümdar.
MÜLKIYAT  İlham eden melâikeler.
MÜLKİYE  Memleket idaresi için çalışan daire veya bu daireye mensup olanlar. * Asker olmayanlar. * Şeriat âlimlerinin hâricindeki memurlar sınıfı.
MÜLKİYET  Mülk sahipliği, vakıf olmayan bina ve mülkün durumu.
MÜLLAH  Mübâlağa ile güzel. * Ekşi ot.
MÜLMİ'  Abanoz ağacının âlâsı. * Birbirine karışmış nesne.
MÜLSAK  (Melsuk) Bitiştirilmiş, yapıştırılmış olan. İlsak edilmiş.
MÜLTEBİS  İltibas etmiş, birini öteki zannetmiş, karıştırmış olan. * Karışık, şüpheli ve benzer olan.
MÜLTECA  (Lec'. den) Sığınılacak ve iltica edilecek yer. Melce'.
MÜLTECİ  İltica eden, sığınan.
MÜLTEFET  (Left. den) Kendisine iltifat edilmiş olan. Güler yüz gösterilmiş ve hoş davranılmış. * Ehemmiyet verilmiş.
MÜLTEFF  (Mülteffe) Birbirine sarılmış. Karışmış.
MÜLTEFİT  İltifat edici, teveccüh edip yüz gösteren. İyi muâmele edip dostluk gösteren.
MÜLTEFİTANE  f. Mültefitçe. İltifatlılıkla.
MÜLTEHÎ  (Lihye. den) Sakalı çıkmış olan genç.
MÜLTEHİB  (Lehb. den) Alevlenmiş, tutuşmuş. * İltihablı, kızarmış, şişmiş.
MÜLTEHİC  Sığınacak yer. Sığınak.
MÜLTEHİD  Bir yere sığınan kimse.
MÜLTEHİF  Yorgan veya battaniye gibi bir şeye sarılmış olan.
MÜLTEHİF  Alevli. * Mc: Çok üzgün ve kederli olan.
MÜLTEHİK  (Lühuk. dan) İltihak etmiş olan. Katılmış, katıştırılmış. 
MÜLTEİM(E)  (Le'm. den) İyileşen ve kapanan (yara). * Cem'olucu, toplanan. * Ulaşan, ulaşıcı.
MÜLTEKA  Kavuşup buluşulacak yer, iki şeyin birleştiği yer. * Kavşak. * Hanefi hezhebinin meşhur bir fıkıh kitabının ismi. 
MÜLTEKIM  Yutan.
MÜLTEKIMANE  f. Yutarcasına.
MÜLTEKÎ  (Lika. dan) Kavuşan, buluşan, birleşen.
MÜLTEKİT  Yerden alan. Toplayan. (Bak: Lükata)
MÜLTEMES  (C.: Mültemesât) (Lems. den) Kayırılan, iltimaslı.
MÜLTEMESÂT  (Mültemes. C.) Kayırılanlar, mültemesler, iltimaslılar.
MÜLTEMİ'  (Lem'. den) Parlıyan, parıldıyan. İltimâ eden.
MÜLTEMİS  (C.: Mültemisin) (Lems. den) Kayıran, iltimas eden.
MÜLTEMİSÎN  (Mültemis. C.) İltimas edenler, kayıranlar. Biri için aracılık edip işinin görülmesini dileyenler.
MÜLTESEM  Öpülür.
MÜLTESİK  (Lüsuk. dan) Birbirine bağlanmış. Yapışık, bitişik.
MÜLTESİM  Yaşmaklı.
MÜLTEVİ  (Leviy. den) Eğilmiş, bükülmüş, eğrilmiş. Sarılan, eğilen.
MÜLTEZEM  Lüzumlu görülen, lüzumuna inanılarak yapılmasına çalışılan.
MÜLTEZİM  Bir şeyi kendi üzerine lâzım eden; iltizam eden, üzerine alan, deruhte eden. Devlet hazinesine maktu, muayyen vergi verip bir kısım memleketlerin aşar gibi varidatının tahsilini üzerine alan.
MÜLTEZİMANE  f. İltizam edercesine.
MÜLTEZİMÎN  (Mültezim. C.) Mültezimler. İltizam edenler.
MÜLUHIYA  Ebemgümeci dedikleri ot.
MÜLÛK  Melikler, hükümdarlar.
MÜLÛKÂNE  f. Padişahlara yakışır bir surette.
MÜLUKİYYE  Müluhıyye otu.
MÜLUL  Dişi örümcek.
MÜLÜK  Burçak. (Hububattandır)
MÜLZEM  Susturulmuş, ilzam ve iskât olunmuş, sükuta mecbur olmuş. * Lüzumlu görülmüş.
MÜLZİM  İlzam eden, susturucu. * Lüzumlu gören. Gerektiren. * Verilen hükmün mutlak yerine getirilmesindeki mecburiyet.
MÜLZİMANE  Sözde susturmağa zorlıyarak. Sustururcasına.
MÜLZİME  Masa üzerine konulan kâğıtların uçup dağılmasını önlemek için üzerine konulan bir âlet.
MÜMACEDE  Övünme.
MÜMADEHA  Övünmede yarışma.
MÜMAHADE  Övünme.
MÜMAHALE  Mekir ve hile etme, aldatma.
MÜMAHHAS  Tecrübe ve imtihan edilmiş. Denenmiş, sınanmış.
MÜMAHIK  İnat eden kimse, inatçı.
MÜMA-İLEYH  (Bak: Mumâileyh)
MÜMAKERE  Hile etmek, aldatmak.
MÜMAKESE  Satın aldığı şeyin pahâsından kesmek.
MÜMAL  Meyl etmek, yönelmek.
MÜMALAHA  Yemek, ekl. 
MÜMALAT  Müsaade etmek, izin vermek. * Yardımlaşmak, muâvenet etmek.
MÜMALATA  Bir şâir bir mısra, başka bir şâir de diğer bir mısra söylemek üzere karşılıklı şiir söylemek.
MÜMANAA  (Bak: Mümânea)
MÜMANAAT  (Mümâneat) Mâni olma. Set çekme. Önleme. Muhâlefet.
MÜMANAT  Uzatmak. * İntizar etmek, beklemek.
MÜMANEA  Karşılıklı menetme, ruhsat vermeyip önleme.
MÜMARAT  Çekişme, tartışma. Mücâdele.
MÜMARESAT  Mümâreseler. Alıştırmalar, bir işi devamlı yapmakla alıştırmalar. Ustalıklar. Melekeler.
MÜMARESAT-I İLZAMİYAT  İkna ve ilzam etmek için meharetle bir işe devam etmek. İlzam için yapılan ustalıklar.
MÜMARESE  (C.: Mümaresat) Çalışarak meharet kazanmak, üstadlık etmek. Bir işe devam ederek ihtisas sahibi olmak. * Duruşmak.
MÜMARET  Adavet edişmek, düşmanlık yapmak.
MÜMARETE  Çabalama, uğraşma, gayret sarfetme.
MÜMAS  Temas eden, dokunan.
MÜMASAA  Birbiriyle kılıçlaşmak.
MÜMASAHA  Sözle birbirine yumuşak davranma.
MÜMASELET  Benzeyiş, müşabih olmak. şekilce, suretçe birbirine benzeyiş.
MÜMASİL  Benzeyen, benzer. Gibi.
MÜMASSAR  Sarı ile boyanmış nesne.
MÜMASSE  Birbirine değme. Dokunma, temâs etme.
MÜMAŞAT  Birlikte hoş geçinmek. * Bir maslahat yolunu takib etmek. * Meslek işlerinde tesviye, tervic ve idare etmek. * Karışmamak. * Başkalarının zarar vermeyen fikirlerine uyarcasına hareket etmek ve sulh u salâh üzere durmak. Uygunluk.
MÜMAŞATKÂR  f. Dost geçinerek, kusurlara göz yumarak, müdara suretiyle.
MÜMATALA  Vâdeyi, borcu uzatıp geçirmek.
MÜMATENE  Irak olmak, uzak olmak.
MÜMAZAHA  Lâtife yapma, şakalaşma.
MÜMAZAKA  Dostluk hususunda riyâ gösterme.
MÜMAZECE  Övünme. * Karışmış, mahlut.
MÜMAZEHA  Yapışmak. (Ekseriya cimadan kinâye olur.)
MÜMAZEKA  Karışmak.
MÜMAZİK  Gerçek dost olmayan kimse.
MÜMAZZAK  Yırtılmış. Parça parça olmuş.
MÜMECCED  (Mecd. den) şereflendirilmiş. Medhedilerek ululanmış.
MÜMECCEN  Çekilmiş.
MÜMEDD  İmdad edilmiş. * Uzanan, uzatılmış.
MÜMEDDED  Temdid edilmiş, müddeti uzatılmış. * Gerilmiş olan.
MÜMEHHAL  Tadı gitmiş ve biraz bozulmuş süt.
MÜMEHHED  Hazırlanmış, serilmiş, yayılmış, düzeltilmiş. * Tanzim ve tesviye olunmuş, döşenmiş. * Ilık su.
MÜMEHHİD  (Mehd. den) Döşeyen, yayan. * Düzenliyen. Tanzim ve tertib eden.
MÜMEKK  Su verilmiş demir.
MÜMELLAH  Tuzlu.
MÜMELLEK  Mülk olarak verilmiş. Temlik edilmiş.
MÜMELLEK-ÜN LEH  Kendisine mülk olarak bir şey verilen kimse.
MÜMELLİK  Mülk olarak veren ve temlik eden kimse.
MÜMERRED  Yüksek, mürtefi. * Duvarları yalçın kaya gibi olan düz bina.
MÜMESSEK  (Misk. den) Misk kokulu.
MÜMESSEL  Temsil edilmiş. * Benzetilmiş. * Tab olunmuş, basılmış.
MÜMESSEL-İ LEH  Hakkında temsil getirilen.
MÜMESSİL  Vekâlet eden. Bir şahsı bir topluluğu veya şahs-ı mâneviyi temsil eden. * Benzeten. * Kitap bastıran. * Vekil. * Rol temsil eden. Aktör.
MÜMESSİL-İ LEH  Kendisi hakkında, lehinde mümessillik yapılmış, vekâlet edilmiş. Lehinde temsil edilmiş.
MÜMEVVEH  Sahte, samimi olmayan, içten değil. Görünüşte haklı olan. Gösterişle alâkadar.
MÜMEVVEHÂT  Hayâli, görünüşe göre haklı olanlar.
MÜMEVVEL  (Mal. dan) Zengin.
MÜMEYYEZ  (Meyz. den) Seçilmiş, ayrılmış, temyiz edilmiş.
MÜMEYYİZ(E)  Temyiz eden, ayıran, iyiyi kötüyü farkeden. * İmtihandaki talebenin bilgisini imtihan ederek yoklayan kimse. * Gr: Tırnak işareti. 
MÜMHAT  İnce sütlü dişi deve.
MÜMHİKA  Bereket gidermek.
MÜMHİL  (Mehl. den) Mühlet veren, bekleyen.
MÜMİDD  İmdad eden, yardım eden. * Uzatan, uzatıcı.
MÜMİLL  Melâl veren, usandıran, bıktıran.
MÜ'MİN  Allah'a ve emirlerine, kanunlarına iman eden. İnanan. Allah'a, âhirete, kitablarına, meleklerine, peygamberlerine ve kadere iman edip itaat eden kimse. * Emniyete kavuşan. * Korkulardan emniyet veren (Allah C.C.) (Bak: İman, Kâfir)
MÜ'MİN SURESİ  Kur'an-ı Kerim'in 40. Suresidir. Gafir, Tavl Suresi de denir.
MÜ'MİNAT  Kadın mü'minler.
MÜ'MİNE  (C.: Mü'minât) (Emn. den) İman etmiş olan kadın. Müslüman kadın veya kız.
MÜ'MİNÎN  (Mü'min. C.) Mü'minler, iman etmiş kimseler.
MÜ'MİNÛN  Erkek mü'minler.
MÜ'MİNÛN SURESİ  Kur'an-ı Kerim'in 20. suresidir. Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.
MÜMİT  Ölümü yaratan, ölümü veren, imâte eden. Helâk eden.
MÜMİYE  İşaret eden, işaret edici.
MÜMKİN  Olabilir veya olmayabilir. İmkân dahilinde olan. Mümkün.
MÜMKİN-ÜL VÜCUD  Varlığı mümkün olan.
MÜMKİNÂT  Mümkün olanlar, imkânda olanlar. (Bak: İmkân)
MÜMKUT  Hışım ve gadap olunmuş, kızılmış kişi.
MÜMLES  Düz.
MÜMSİHA  Hattatların, kalemin mürekkebini silmekte kullandıkları bez.
MÜMSİK  Çok imsak eden, eli sıkı, bahil. * Bir şeye sağlam yapışan.
MÜMSİKE  Tutan, yapışan, sıkı tutan.
MÜMTAZ  Diğerlerinden ayrılmış, üstün, seçkin, seçilmiş. * Ayrı tutulan.
MÜMTAZİYET  Ayrılık, ayrı vasıf sahibi olmak, ayrı ve üstün vasıflılık. Yüksek vasıf sâhibliği. * Edb: İfadenin diğer sözlerden daha güzel ve farklı olması.
MÜMTED  Uzayan. Sürekli, devamlı. Uzanmış, çekilmiş, imtidâd etmiş.
MÜMTEHAN  (Mehn. den) Tecrübe edilmiş, denenmiş. İmtihan edilmiş.
MÜMTEHİN  (Mehn. den) Tecrübe eden, deneyen. İmtihan eden.
MÜMTEHİNE  (Mümtehane) İmtihan olunan kadın veya kız.
MÜMTEHİNE SURESİ  Kur'an-ı Kerim'in 60. Suresidir. İmtihan veya Meveddet Suresi de denilir.
MÜMTELİ  (Melâ. dan) Dolu, dolgun, dolmuş. * Mide dolgunluğuna uğramış.
MÜMTENİ'  İmkânsız, muhal, mümkün olmayan. * Çekinen, imtina eden.
MÜMTENİ-UN BİZZAT  (Mümteniatün bizzât) Varlığı, vücudu hiç bir şekilde mümkün olmayan. Zâtı itibariyle imkânsız olan.
MÜMTENİ-ÜL HUSUL  Olması mümkün değil.
MÜMTENİ-ÜT TAHSİL  Tahsili, elde edilmesi mümkün olmayan.
MÜMTER  şüpheci, şüphe eden.
MÜMTESİL  İmtisal eden, aldığı emre uyan.
MÜMTEZİC  İmtizac eden. Birleşmiş olan, birleşik. * Birbirine tamamen uygun olarak karışmış olan. * Aralık bırakmayan, birbirine karışık, tamamen kapanan. * Birbiriyle iyi geçinen.
MÜMTEZİCEN  Karışmış olarak. Birbirine tamamen uyar bir hâlde.
MÜMTIR  Yağdıran, imtâr eden.
MÜMZA  (Mazâ. dan) İmzâ edilmiş, imzâlı.
MÜMZİ  (Mazâ. dan) İmzâ sahibi, imzâ eden.
MÜNA  (Minâ) Arzular. * Birinin yerine kaim-i makam olmak, birinin yerine geçmek. * Suya giden yol. * Mekke-i Mükerreme'de hacıların kurban bayramında kurban kestikleri ve şeytan taşladıkları mukaddes yer.
MÜNA'AM  Nimete nâil olmuş kimse, nimetlenmiş olan.
MÜNABEZE  Bırakmak. * Atmak.
MÜNACAT  Allah'a yalvarmak. Duâ. Allah'tan necat için dua. * Yalvarmak için yazılan duâ veya manzume. * Sürurlaşmak, neşelenmek.Yazılı münâcâta bir misâl:(Ey Rabb-i Rahimim! Resul-i Ekreminin tâlimiyle ve Kur'an-ı Hakim'in dersiyle anladım ki: Başta Kur'an ve Resul-i Ekrem'in olarak, bütün mukaddes kitaplar ve peygamberler bu dünyada nümuneleri görülen celâli ve cemâli isimlerinin tecellileri, daha parlak bir surette ebed-ül âbâdda devam edeceğine ve bu fâni âlemde nümuneleri müşahede edilen ihsanatının daha şa'şaalı bir surette Dâr-ı Saadette istimrarına ve bekasına ve bu dünyada onları gören müştakların ebedde dahi refakatlarına ve beraber bulunmalarına bil'icma', bil'ittifak şehadet ve delâlet ve işaret ederler.Hem yüzer mu'cizat-ı bâhiresine ve âyât-ı katıasına istinaden, başta Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve Kur'an-ı Hakim'in olarak, bütün ervah-ı neyyire ashabı olan enbiyalar ve kulub-u nuraniyye aktabı olan Evliyalar ve ukul-ü münevvere erbabı olan Asfiyalar, bütün suhuf ve kütüb-ü mukaddesede, Senin çok tekrar ile ettiğin vaadlerine ve tehditlerine istinaden ve Senin, kudret ve rahmet ve inayet ve hikmet ve celâl ve cemâlin gibi kudsî sıfatlarına ve şen'lerine ve izzet-i celâline ve Saltanat-ı Rububiyyetine itimaden ve keşfiyat ve müşahedat ve ilmelyakin itikadlariyle, Saadet-i Ebediyyeyi cin ve inse müjdeliyorlar. Ve ehl-i dalâlet için Cehennem bulunduğunu haber verip ilân ediyorlar ve iman edip şehadet ediyorlar...Ey Kadir-i Hakim! Ey Rahman-ı Rahim! Ey Sâdık-ul-Va'd-il-Kerim! Ey izzet ve azamet ve celal sahibi Kahhâr-ı Zülcelâl! Bu kadar sâdık dostlarını ve bu kadar vaadlerini ve bu kadar sıfât ve şuunatını tekzib edip, saltanat-ı rububiyyetinin kat'i mukteziyatını ve sevdiğin ve onlar dahi Seni tasdik ve itaatle kendilerini Sana sevdiren hadsiz makbul ibadının hadsiz dualarını ve dâvalarını reddederek, küfür ve isyan ile ve seni va'dinde tekzib etmekle Senin azamet-i kibriyana dokunan ve izzet-i celaline dokunduran ve uluhiyyetinin haysiyyetine ilişen ve şefkat-i rububiyyetini müteessir eden ehl-i dalalet ve ehl-i küfrü, haşrin inkârında tasdik etmekten yüzbin derece mukaddessin ve hadsiz derece münezzeh ve âlisin! Böyle nihayetsiz bir zulümden, bir çirkinlikten Senin nihayetsiz adaletini ve cemalini ve rahmetini takdis ediyorum! ş.)
MÜNACAT-I RAHMAN  Rahman'a yalvarmak. Cenab-ı Hakk'a dua ve niyazda bulunmak.
MÜNACEDE  Muavenet, yardım.
MÜNACEZE  Bitip tükenmek.
MÜNADA  (Nidâ. dan) Seslenilmiş, çağırılmış, nidâ edilmiş.
MÜNADALE  Müsabaka yarışına girmek. Atışma. Atış müsabakası.
MÜNADAT  Bağrışma.
MÜNADEA  Süngü ile birbirine hücum etmek. * Kucaklaşmak.
MÜNADEBE  İyilikleri sayılıp ağlanılan ölü. * Ölmüş bir kimsenin ahlâkını ve evsafını anıp ağlaşmak.
MÜNADEMET  (Nedm. den) Nedimlik etme. Bir arada bulunup konuşma.
MÜNADESE  Taan edişmek, çekiştirmek.
MÜNADİ  Nidâ eden, seslenen, çağıran. Müezzin.
MÜN'ADİL  (Adul. dan) Doğru yoldan sapan. Cayan.
MÜN'ADİM  Ma'dum. Ademe gitmiş. Yok olan.
MÜNADİM  Nedimlik eden. Meclis arkadaşı.
MÜNADİMÎN  (Münadim. C.) Nedimler. Bir büyüğün yakını olan kimseler.
MÜNAFAKA  (Nifak. dan) İkiyüzlülük, münafıklık.
MÜNAFAT  Birbirinin aksine olan. Birbirine aykırı olmak. Aykırılık, mugayeret, münafi, muhalefet.
MÜNAFAZA  Tozunu gidermek için silkmek.
MÜNAFERAT  (Nefret. C.) Nefret etmeler, tiksinmeler. Arada olan soğukluklar.
MÜNAFERET  Birbirinden kaçıp nefret etmek, karşılıklı huzursuzluk. * Adâvet, hased ve şeref cihetinde hakeme müracaat eylemek. * Birbiri ile müfahere eylemek.
MÜNAFESAT  (Münâfese. C.) (Nefs. den) Münâfeseler.
MÜNAFESE  Başkasında görülen bir kemale imrenip ona yetişebilmek ve daha ileri gidebilmek için, nefislerin nefâsette, iyi şeylerde yarışması hissidir ki, nefsin şerefinden ve uluvv-i himmetinden neş'et eder. Hased ile arasında fark açıktır. Hased eden kimse, kemâle düşmandır; hased ettiği kimsenin zararından, nimetinin zevâlinden memnun olur.Münâfis, yarışçı ise kemâle aşıktır. O, karşısındakinin sukutunu değil; kendisinden daha ileri gitmesini ister. (E.T.)
MÜNAFESE  Üfürüşmek.
MÜNAFEŞE  Hesap görürken iyice araştırıp, birşeyi terk etmemek.
MÜNAFIK  İki yüzlü, araya nifak sokan. Fitnekâr. * Ahdini bozan, yalan söyleyen, hıyanet eden. * Görünüşte müslüman olup hakikatte kâfir ve düşman olan.("Münafık öldükten sonra namazı kılınmaz" meâlindeki âyet, o zamandaki ihbar-ı İlâhî ile bilinen kat'i münafıklar demektir. Yoksa zan ile, şüphe ile münafık deyip namaz kılmamak olmaz. Mâdem "Lâ ilahe illallah" der, ehl-i kıbledir. Sarih küfür söylemese veyahut tevbe etse, namazı kılınabilir...Münafık itikadsızdır, kalbsizdir ve vicdansızdır. Peygamber (A.S.M.) aleyhindedir. R.N.)
MÜNAFIKANE  f. Münafıklıkla.
MÜNAFIKÎN  (Münafık. C.) Münafıklar. Fitnekârlar. İkiyüzlüler. Araya nifak sokanlar.
MÜNAFIKUN  (Bak: Münafıkîn)
MÜNAFIKUN SURESİ  Kur'an-ı Kerim'in 63. Suresidir. Medenîdir.
MÜNAFÎ  Zıt, uymaz, aksi, aykırı. Mugayir ve muhalif olan.
MÜNAFİS  Sırdaş.
MÜNAGAT  Çocukları sevindirecek ve güldürecek söz söylemek.
MÜNAGGAS  (Gussa. dan) Kederli, gussalı.
MÜNAGGASAN  (Gussa. dan) Tasalı olarak, gussalı olarak.
MÜNAH  Ağıt yakma.
MÜNAHE  Parmaklarıyla taksim etmek. Paylaştırmak.
MÜNAHEBE  Malı yağmalama.
MÜNAİME  Naz içinde büyüyen kadın.
MÜNAKADE  Bir şeyin iyisini kötüsünden seçip ayırmak.
MÜNAKAHA  Pâk etmek, temizlemek.
MÜNAKALAT  Nakiller. Nakil işleri. Ulaştırma işleri.
MÜNAKALE  Taşımak, ulaştırmak, aktarmak.
MÜNAKARE  Talep edişmek, karşılıklı istemek.
MÜNAKASA  (C.: Münakasât) (Noksan. dan) İhale ve alışveriş gibi şeylerde eksiltme.
MÜNAKASAT  (Münakasa. C.) Eksiltmeler, münakasalar.
MÜNAKAŞA  Mücadele. Münazaa. Karşılıklı sözle çekişmek. Bir mes'eleyi sormayı çok ileri götürerek çekişmek. (Bak: Hakperest)(Hadis-i Şeyheyn'in ittifakına alâmet olan işaretiyle bir hadis bana gösterildi. "Hadis midir, değil midir?" sual edildi.Ben dedim : Böyle mu'teber bir kitapta Şeyheyn Hadisinin ittifakına hükmeden bir zâta itimad etmek lâzım; demek hadistir. Fakat hadisin, Kur'an gibi bazı müteşabihatı var. Ancak havass onların mânâlarını bulabilir. Şu hadisin zâhiri dahi, müşkilât-ı hadisin müteşabihat kısmından olmak ihtimali var, dedim. Eğer bilseydim medar-ı münakaşa olmuş, öyle kısa değil, belki böyle cevap verecektim:Evvelâ: Bu çeşit mesâili münakaşa etmenin birinci şartı; insaf ile, hakkı bulmak niyetiyle, inadsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, su'-i telâkkiye sebeb olmadan müzakeresi câiz olabilir. O müzakere hak için olduğuna delil şudur ki: Eğer hak, muârızın elinde zâhir olsa, müteessir olmasın, belki memnun olsun; çünki bilmediği şey'i öğrendi. Eğer kendi elinde zâhir olsa, fazla birşey öğrenmedi, belki gurura düşmek ihtimâli var.Sâniyen : Sebeb-i münakaşa, eğer hadis ise; hadisin merâtibini ve vahy-i zımnînin derecâtını ve tekellümât-ı Nebeviyenin aksâmını bilmek lâzım. Avam içinde müşkilât-ı hadisiyeyi münakaşa etmek, izhar-ı fazl suretinde avukat gibi kendi sözünü doğru göstermek ve enaniyetini hakka ve insafa tercih etmek suretinde deliller aramak câiz değildir. M.)
MÜNAKAŞÂT  (Münakaşa. C.) Çekişmeler.
MÜNAKAZA  İki sözün mânasının birbirine zıd olması. * Bir sözü evvelce söylediği kelâma zıd ve muhâlif söylemek.
MÜNAKEHA  (C.: Münâkehât) (Nikâh. dan) Nikâhlanma. Nikâh kıyışma.
MÜNAKEHAT  Nikâhlanmalar. * Fık: Nikâhla alâkalı olan bahisler.
MÜNAKERE  Kavga ve niza etmek. * Karşılıklı inkâr.
MÜN'AKID  İn'ikad eden, bağlanan, bağlanmış, düğümlenmiş. * Teşkil olunmuş, resmi olarak iki taraf arasında kabul olunmuş. Kurulan, ictima eden.
MÜNAKIZ  Birbirini tutmayan, zıt olan, nakzeden. * Başka kelâmın mânasına muhalif olan.
MÜN'AKİS  Akseden, geri dönmüş, bir yere çarpıp geri gelen.
MÜNAKKAH  (Nakh. dan) En iyileri seçilmiş. Müntehab, güzide. * Soyulmuş, temizlenmiş, ayıklanmış. * İdâre gayesiyle fazlası kesilmiş masraf.
MÜNAKKAHİYET  Ayıklanma, soyulma. En iyileri seçilme.
MÜNAKKAS  (Noksan. dan) Eksiltilmiş, azaltılmış, tenkis edilmiş.
MÜNAKKAŞ  Nakışlı, süslü, nakşedilmiş, işlemeli, resimli.
MÜNAKKAT  (Nokta. dan) Noktalı, noktalanmış. Nokta konmuş.
MÜNAKKAYAT  Temizlenmiş şeyler.
MÜNAKKID  (Bak: Münekkid)
MÜNAKKIS  Eksilten, azaltan. Tenkis eden.
MÜNAKKİ  Pâk edici, temizleyici. * Koruyan, hıfzeden.
MÜN'AL  Altına gön ve sahtiyan konulmuş nesne.
MÜN'AM  Çok kıymetli ve nazlı olarak büyütülmüş.
MÜNAMESE  Birbiriyle sırlaşmak.
MÜN'AMİD  Direğe dayanmış.
MÜNASAFA  (Nısf. dan) Yarıyarıya paylaşma. İki eşit parçaya ayırma.
MÜNASAFATEN  Yarıyarıya olarak.
MÜNASAHA  Nasihat etme, nasihatta bulunma.
MÜNASARA  Birbirine yardım etme. Muavenette bulunma.
MÜNASAT  Unutma, nisyan.
MÜNASEBAT  (Münasebet. C.) Münasebetler, ilgiler. İki kişi veya hey'et arasındaki bağlar, ilişkiler. Alâkalar.
MÜNASEBE  Benzemek.
MÜNASEBET  İki şey arasındaki tenasüb, uygunluk, yakınlık, bağlılık, mensubiyet, yakışmak, vesile, alâka.
MÜNASEHA  Bir şeyi diğerine nakletmek. * Döndürmek. * Tebdil etmek, değiştirmek. * Huk: Bir vârisin, kendine bırakılan mirası alamadan ölmesi.
MÜNASERE  Saçmak.
MÜNASİB  Benzer, uygun, lâyık, yakışır, yaraşır.
MÜNAŞEDE  (Neşide. den) Karşılıklı neşide söyleme.
MÜN'ATAF  Meyledici, yönelen. * Dere açığı.
MÜNATAHA  Boynuzlu hayvanların birbiriyle vuruşması. Süsüşme.
MÜN'ATIF  Bir tarafa doğru teveccüh etmiş. Meyillenen, bir tarafa yönelen. Mütemâyil, meyledici.
MÜNAVAT  Düşmanlık.
MÜNAVEBE  Nöbetle iş görmek, nöbetleşmek.
MÜNAVEBETEN  Nöbet ile, nöbetleşerek. Sırayla.
MÜNAVEHA  (Nevh. den) Feryad ile ağlama.
MÜNAVELE  Takdim, bir şeyi el ile öne uzatmak. Sunmak, arzetmek.
MÜNAVEME  Uyku hususunda yarışma.
MÜNAYA  (Bak: Menâyâ)
MÜNAZAA  Ağız kavgası, mücadele, çekişmek.
MÜNAZAAT  Ağız kavgaları, çekişmeler.
MÜNAZALA  (Bak: Münadala)
MÜNAZARA  Karşılıklı konuşmak. İlmî ve kaideye uygun olarak yapılan münakaşa. Mübahese. (Bak: İnsaf)
MÜNAZARAT  (Münazara. C.) Görüşler, fikirler. Münazaralar. * Bediüzzaman Said Nursî'nin bir eserinin adı.
MÜNAZAT  Zina edişmek.
MÜNAZA-UN FİH  Hakkında ihtilaf mevcut olan şey, münakaşa edilen mes'ele. Aradaki husumete sebeb olan.
MÜNAZIR  Münazara eden, münakaşa eden. * Misil, denk, eş.
MÜNAZIRÎN  Münazara edenler.
MÜNAZİ'  (Nez'. den) Çekişen, nizâ eden. Ağız kavgası yapan.
MÜN'AZİL  Ayrılan, elini eteğini çeken, in'izal eden. * Memurluktan, vazifeden çıkarılmış olan. Bir vazifeden azledilen.
MÜN'AZİLEN  (Azl. den) Vazifesinden çıkarılmış olarak. Azledilerek.
MÜN'AZİLÎN  (Mün'azil. C.) Azledilenler, vazifelerinden çıkarılanlar.
MÜNAZZIC  Yumuşatıcı. Öldürücü.
MÜNBASİT  İnbisat eden, yayılan, genişleyen. Yaygın, münteşir, yayılmış, açık. Şen.
MÜNBAGİ  (Bugye. den) Lâyık, yakışan, şâyân.
MÜNBAİS  İnbias eden, gönderilen. * İleri gelen. Çıkan. Doğan.
MÜNBESİR  Yüksek, mürtefi.
MÜNBESS  Dağılmış, toz hâline gelmiş.
MÜNBİT  Verimli, verimi bol. İnbat eden, ekini güzel yetiştiren.
MÜNCEDİL  Bırakılmış.
MÜNCELİ  Parlayan, meydana çıkıp görünen.
MÜNCEMİD  Donmuş, buz hâline gelmiş. * Donuk.
MÜNCER  Nihâyet bulmak. * Bir tarafa çekilmek. * Sürüklenme. * Sona eren, neticelenen.
MÜNCEZ  Sözü yerine getirilmiş, incâz edilmiş.
MÜNCEZİB  Beriye çekilen, cezbedilen. İncizab eden.
MÜNCEZİBÂNE  f. Çekilerek, çekilircesine, cezbedilerek. * Kendini kaptırmak suretiyle.
MÜNCEZİR  Kesilen.
MÜNCİ  İncâ eden. Kurtaran, necat veren.Resul-i Ekremin (A.S.M.) insanların azabtan kurtulmasına ve dünyâ ve âhiret saadetlerine sebeb olmasından mübarek isimlerinden birisi de münci olmuştur.
MÜNCİBE  (C: Müncibât) İyi kimseler doğuran kadın.
MÜNCİZ  Verdiği sözü yerine getiren. Ahdini yapan. İncâz eden.
MÜNCÜLAB  Murdar su.
MÜNDEFİ'  İndifâ etmiş, geçmiş, atlatılmış. Def olunmuş.
MÜNDEFİAT  Yaralardan çıkan irin, cerahat gibi şeyler.
MÜNDEFİC  Yuvarlak nesne.
MÜNDEHİŞ  Dehşet içinde kalmış olan. İndihâş etmiş.
MÜNDEKK  Düz, düzleşmiş.
MÜNDELL  Kılavuzluk edilmiş, yol gösterilmiş.
MÜNDEMİC  İndimac eden, dürülüp sarılan, içine sokulmuş olan. İçine alınmış olan.
MÜNDERİC  Yer almış. İndirac eden, derc olunan. * Bir şeyin içine konulmuş bulunan. İçinde bulunan.
MÜNDERİCÂT  İçindekiler. Dercolunmuş olanlar.
MÜNDERİS  İndiras eden. Eseri, izi nişânı kalmamış olan.
MÜNDERİSÂT  Yıkılıp mahvolmuş olan harâbeler.
MÜ'NE  (C: Müen) Zahmet. * Ağırlık.
MÜNEBBİH(E)  Uyandıran, tenbih eden, dalgınlıktan kurtaran. Uyuşukluğu gideren.
MÜNEBBİHÂT  Uyandıranlar. Tenbih edenler. Uyuşukluğu giderici olanlar.
MÜNECCEM  Parçalar, parça parça olan şey.
MÜNECCEMEN  Parça parça yapılmış olarak. Kısım kısım.
MÜNECCES  Pis, mülevves, kirli, murdar.
MÜNECCİ  Halaskâr, kurtarıcı.
MÜNECCİD  Denenmiş, sınanmış, tecrübe edilmiş.
MÜNECCİM Yıldızların hareket ve hâllerini tedkikle uğraşan, mevki ve harekâtından mâna ve hüküm çıkaran. Falcı.
MÜNECCİMÂNE  f. Müneccim gibi, müneccime yakışacak şekilde.
MÜNECCİMÎN  (Müneccim. C.) Müneccimler.
MÜNEDDEB  (Nedbe. den) Kapanmış ve iyileşmiş yara.
MÜNEFFİS  Nefes verdiren, rahat ettiren.
MÜNEHMES  Örtülü, saklı, gizli.
MÜNEKKA  Temizlenmiş.
MÜNEKKAH  Tenkıh edilmiş, fazlalıkları atılarak düzeltilmiş, temizlenmiş.
MÜNEKKER  Tenkir edilmiş, bilinmeyen, nekre kılınmış. *Belirli olmayan şeye delâlet eden.
MÜNEKKES  Başaşağı edilmiş.
MÜNEKKİ  Temizleyici.
MÜNEKKİB  Yüzüstü düşen, kapanan.
MÜNEKKİD  Tenkid edici. Kötüyü iyiyi ayıran ve onları söyleyen, kusurları söyleyen.(Her sözün doğru olmalı, fakat her doğruyu söylemek doğru değil... Her söylediğin hak olmalı, fakat her hakkı söylemeğe senin hakkın yok. M.) 
MÜNEMNEM  Nakışlı. Zinet verilmiş.
MÜNEMNİM  Ziynet verici, süslendirici.
MÜNESSAK  Sıralı ve düzgün bir tarzda dizilmiş. * Pek düz.
MÜNESSİM  Hayat veren, ruh veren. Allah. * Lâyık olana maaş bağlıyan kimse. * Köle âzâd eden.
MÜNEVVEM  Uyutulmuş. Gaflet verilmiş. Unutturulmuş.
MÜNEVVER  (Nur. dan) Mc: Kur'anî ve imanî eser okumakla ve ibadet ve taatla nurlanmış. Nurlandırılmış, ışıklı. * Uyanık. İntibaha gelmiş. Akıllı âlim. İmanî ve İslâmî tahsil ve terbiye görmüş. * Parlatılmış.
MÜNEVVERİYET  Nurlu oluş, münevverlik. Aydınlık.
MÜNEVVERİYET-İ EFKÂR  Fikir aydınlığı.
MÜNEVVİL  Nimet veren. İhsan eden.
MÜNEVVİM  Uyutucu. Uyku veren ilâç.
MÜNEVVİR  Mc: Hakaik-ı Kur'âniye, hakaik-ı imâniye, ibâdet ve tâat gibi nurlarla nurlandıran. * Nur veren, aydınlatan.
MÜNEZZEH  (Nezahet. den) Tenzih edilmiş, teberri edilmiş. * Pâk, kusur ve noksanlıklardan uzak. Hiç bir şeye muhtaç olmayan. Kötülükten, kusurdan ve noksanlık gibi şeylerden tenzih edilen.
MÜNEZZİL  (Nüzul. den) Tenzil eden, indiren. * Kur'an-ı Kerim'i vahiy ile insanlara rahmet olarak ihsan eden Allah (C.C.)
MÜNFAİL(E)  İnfiâl eden. Te'sir ile harekete geçen. * Muztarib, kederli ve muğber olan. Bir şeyden canı sıkılan. Alınmış, gücenmiş. (Bak: İnfiâl)
MÜNFAİLEN  Gücenerek, darılarak, münfail olarak.
MÜNFAİLANE  f. Gücenmiş ve darılmış olarak. Münfail bir tarzda.
MÜNFASIL(E)  (Bak: Munfasıl)
MÜNFASIM  Kesilmiş.
MÜNFATIR  Yarılmış. * Ayrılmış.
MÜNFEC  Çukur. * Açık. * Gedik.
MÜNFECİR  Açılan, söken. * Yerden kaynayıp akan.
MÜNFEDİ  Fidye verilerek kurtarılan esir.
MÜNFEHİM  (Fehm. den) Anlaşılan, kavranılan, fehmedilen.
MÜNFEİL  (Bak: Münfail)
MÜNFEKK  (Fekk. den) Sökülen, ayrılan. İnfikâk eden. Ayrılmış olan.
MÜNFELİK  (Felak. dan) Açılan, yayılan, görülen. *İnfilâk eden, patlıyan.
MÜNFERİC  İnfirac eden. Çok açık. Açılan, genişleyen. * Gam, gussa ve kederden kurtulmuş. * Arası geniş. Açık olan. İki tarafı birbirinden uzak olan.
MÜNFERİD  (Münferit) Tek başına, tek, yalnız, kendi başına. * Hapishânede tek kişilik hücre.
MÜNFERİDEN  Tek tek, yalnız olarak, ayrı ayrı, birer birer.
MÜNFERİK  (Fark. dan) İnfirak eden, ayrılan.
MÜNFESİH  (Füsh. den) İnfisah eden, bollaşan, genişleyen.
MÜNFESİH(A)  (Fesh. den) İnfisah eden, bozulan, bozulmuş, hükmü kaldırılmış olan, hükümsüz kalan.
MÜNFETİH  İnfitah eden, açılan, açılmış.
MÜNFETİHA  Tecvidde: Kur'an okurken dil, üst damaktan ayrılır vaziyette iken ağızdan çıkan harflere denir. Şunlardır; mim, nun, elif, vav, cim, hı, zel, dal, sin, ayın, te, fe, kaf, lem, he, şın, be, ye.
MÜNFİK  (Nafaka. dan) Nafaka veren, besliyen.
MÜNFİS  Ağır, pahalı, değerli.
MÜNGALİKA  Kapalı, mesdud. * Kilitli.
MÜNGAMİS  Suya batmış.
MÜNGAZZ  Zindeliği kalmamış.
MÜNGAZZEN  Zindeliği kalmamış olarak.
MÜNHA  Bildirilmiş, tebliğ edilmiş.
MÜNHADAR  İnecek yer.
MÜNHADİ'  (Had'. dan) Birinin hilesine aldanmış olan. * Bir kimsenin hile $ve tuzağına düşme.
MÜNHADİB  (Hadeb. den) Kamburlaşmış, eğri.
MÜNHADİR  İnişli, eğik. * Yokuşaşağı inen.
MÜNHAFIZ  İnhifaz eden, alçalan. * Kesre harekesiyle harekelenmiş harf.
MÜNHAFIZA  Harf söylenirken alt damaktan dilin ayrılması hâli. * Aşağılanmış olan.
MÜNHALL  Boş, meşguliyetsiz, işsiz. * Çözülmüş, çözülen. * Memuru bulunmayan. * Kim: Erimiş.
MÜNHALLÂT  (Münhall. C.) Açıklıklar. Açık bulunan memuriyetler.
MÜNHAMENNA  Muhammed (A.S.M.) manâsına, Tevratta geçen İbrânice isimdir.
MÜNHANÎ  Eğri, kamburlu, eğilen, eğrilen. Beli bükülmüş yaşlı kişi.
MÜNHANİK  (Hank. dan) Boğulmuş. Boğuk.
MÜNHANİYAT  (Münhani. C.) Eğri olan şeyler. Eğri şekiller.
MÜNHANİYE  Eğilmiş, eğri ve çarpık olan. Bükülmüş. * Geo: Eğri çizgi. Hatt-ı münhani.
MÜNHARIT  İpliğe dizilmiş. Biçilmiş.
MÜNHARİF  (Harf. den) İnhiraf eden, yoldan çıkmış. Eğilmiş, çarpık. Usulünden çıkmış, sağlam olmayan. * Tecviddeki mânâsı için "İnhirâf"a bakınız. * Geo: Dört kenarlı, fakat hiçbir kenarı birbirine müsâvi ve müvâzi (eşit ve paralel) olmayan şekil. Sadece iki kenarı birbirine müvâzi (paralel) olursa, ona şibih-i münharif denir.
MÜNHARİF-ÜL MİZAC  Rahatsız, keyifsiz.
MÜNHARİT  (İnhirat. dan) Bir yola süluk eden.
MÜNHASIR  (Hasr. dan) Belli bir sınır içinde olup harice tecavüz etmeyen, inhisar eden, her yanı çevrili. * Yalnız bir kimseye veya bir şeye mahsus olan.
MÜNHASIRAN  Sadece, sâde. * Bir işe veya bir şeye âit olarak.
MÜNHASİF  (Husuf. dan) İnhisaf eden, sönükleşen, daha mükemmel bir $şeyin yanında sönük kalan. Değersiz. Gölgelenmiş.
MÜNHAŞİ'  Kibiri kırılma.
MÜNHATT  Aşağı inen, inhitât eden. Alçak. Çukur.
MÜNHAZİM  (Hazm. dan) Sinen, hazmolunan.
MÜNHEBİT  (Hübut. dan) Yukarıdan aşağı inen. İnmiş, düşmüş.
MÜNHEDİL  Sarkmış, aşağı salıverilmiş. Sarkık.
MÜNHEDİM  (Hedm. den) Yıkılmış, inhidam olmuş, harab olmuş.
MÜNHEM  Erimiş.
MÜNHEMİK  (Hemk. den) Bir işin üzerine çok düşen. Bir işte çok uğraşan.
MÜNHEMİR  Akıcı, seyyal. * Dökülen. Yıkılıp viran olmuş.
MÜNHEZİM  Hezimete uğramış, bozguna uğrayan, inhizam eden. * Bozgun.
MÜNHEZİMEN  Yenilerek, münhezim olarak, bozularak, bozguna uğrayarak.
MÜNHEZİMÎN  (Münhezim. C.) Hezimete uğrayanlar. Bozgunlar.
MÜNHÎ  (C.: Münhiyân) (Nehy. den) Haberci. Haber getiren.
MÜNHİYAN  (Münhi. C.) Haberciler. Haber getirenler.
MÜNHİYE  Haber veren, haberci.
MÜNHUL  (C: Menâhül) Elek.
MÜNİB  Hakk'a yönelen, günahları terk ile hakka dönen. Pişman olup dönen. * Kâinattan yüzünü çevirip Bâki-yi Hakiki'ye yönelen. * Güzel yağan faydalı yağmur. * Bereketli ve verimli bahar.
MÜNİF(E)  Meşhur, âli, yüksek, büyük, ulu, bülend.
MÜN'İM  Nimet veren, yedirip içiren.
MÜN'İM-İ HAKİKÎ  Bütün nimetleri yaratan ve veren Allah (C.C.)
MÜNİMM  (Nemim. den) İnsanlar arasında kovuculuk yapan, fitne verip alan kimse. Nemmam.
MÜNİR  Nurlandıran, nur veren, ziya veren, ışık veren, parlak.
MÜNKABIZ  (Bak: Munkabız)
MÜNKAD  (Kavd. dan) İnkiyad eden, boyun eğen, muti olan, itaat eden.
MÜNKALEB  Rücu etmek, geri dönmek.
MÜNKALİ'  (Kal'. dan) Kökünden sökülen.
MÜNKALİB  İnkılab eden. Dönen, dönmüş. Başka bir hale girmiş olan. Değişen.
MÜNKARIZ  Kesilmiş.
MÜNKASIM  (Kısım. dan) Bölünen, kısım kısım ayrılan, taksim edilen.
MÜNKAŞIR  (Kışr. dan) Kabuğu soyulan. İnkışar eden.
MÜNKATI'  (Kat'. dan) İnkıta eden, kesilmiş, kesilen. Aralıklı ve son bulan. * Arada bağ kalmıyan, ayrılmış. * Herkesten ayrılıp bir kişiye bağlı kalan.
MÜNKAZİ  (Münkaziye) (Kazâ. dan) Bitmiş, tükenmiş, sona ermiş, ardı kesilmiş.
MÜNKEMİŞ(E)  Acele eden, işini çabuk gören. * Buruşan, büzüşen.
MÜNKER  Allah'ın (C.C.) râzı olmadığı şey. * İnkâr edilmiş olan. * Şeriatın kabâhat ve haram diye bildirdiği şey. Makbul ve müstehab olmayıp, günah ve kabahat olan. * Mezardaki suâl meleklerinden birisinin ismi. Diğerinin ise "Nekir" dir.
MÜNKERÂT  (Münker. C.) Haram işler. Şeriatın menettiği, Allah'ın yasak kıldığı şeyler.
MÜNKESİF  Küsufa uğramış, tutulmuş, tutulan.
MÜNKESİR  (Kesir. den) İnkisar eden, kırılan, kırılmış, kırık. Gücenmiş.
MÜNKESİR-ÜL KALB  Kalbi kırılmış. İncitilmiş, gücenmiş.
MÜNKESİREN  Kırgınlıkla. * Kırık olarak. Münkesir tarzda.
MÜNKEŞİF  (Keşf. den) Açılmış, meydana çıkarılmış. Açılan, keşfolunan, yeni bulunmuş.
MÜNKIZ  Kurtaran. Kurtarıcı.
MÜNKİR  (Nekr. den) İnkâr eden, kabul etmiyen, hakikatı tasdik etmiyen, dinsiz.
MÜNKİR-İ HAKİKAT  Hakkı, hakikatı inkâr eden. * İmansız.
MÜNKİRÂNE  f. Münkircesine, inkâr edercesine.
MÜNKİRÎN  İnkâr edenler, münkir olanlar.
MÜNKUR  (C.: Menâkır) Dar açılmış kuyunun ağzı.
MÜNNE  Kudret, kuvvet.
MÜNSAK  Gönderilmiş olan. * Birine bağlı olan ve peşinden giden.
MÜNSAKİB  Delinen. İnsikab eden.
MÜNSAL  Kılıç, seyf.
MÜNSEBİK  (Sebk. den) Kalıba dökülmüş olan.
MÜNSECİL  (Sicil. den) Mahkeme defterine yazılmış, sicile geçmiş.
MÜNSECİM  Düzgün, insicamlı. * Dökülmüş, saçılmış, dağılmış.
MÜNSECİR  Uzanıp sarkan.
MÜNSEDD  (Sedd. den) Seddedilen, kapanan, tıkanan. Tıkalı.
MÜNSEDİL  Salıverilmiş. Gevşetilip sarkıtılmış olan.
MÜNSEKİB  Dökülüp akan.
MÜNSELİB  (Selb. den) Kaçırılmış, kalmamış, kaldırılmış. (Bu tâbir; huzur, asayiş, emniyet ve rahat hakkında kullanılır.)
MÜNSELİH  (Selh. den) Soyulmuş, derisi yüzülmüş. * Sıyrılıp çıkan, soyunan. * Son güne yetişmiş.
MÜNSELİK  (Silk. den) Bir yola girip orada giden. Bir tarikata girmiş. Bir meslek tutmuş.
MÜNSERİH  Çabuk ve çevik davranan. * Hızlı hızlı giden hayvan.
MÜNŞAİB  (Şa'b. dan) Şubelenen, dallanan, çatallanan, kollara ayrılan, ayrılmış. Bölük bölük, kol kol, kısım kısım olan.
MÜNŞAKK  (Şakk. dan) İnşikak eden, yarılan, yarılmış. * Yaymak.
MÜNŞEAT  Kaleme alınmış şeyler. Nesir yazılar. Mektublar.
MÜNŞEE  (C.: Münşaât) Müsvedde yazılan kâğıt. * Yelkeni çekilmiş gemi.
MÜNŞEİL  (Şa'l. dan) Alevli. Parlıyan.
MÜNŞELL  Şelâle hâlinde atılarak akan.
MÜNŞERİH  (Şerh. den) İnşirahlı, gönlü sıkılmayan, neş'eli.
MÜNŞERİH-ÜL BÂL  Gönlü neşeli. 
MÜNŞETT  Dağınık. Perişan.
MÜNŞİ  (Neş'et. den) İnşâ eden, yapan. Yapısı, üslubu güzel olan. * Edb: Maksadı kâğıt üzerinde tasvir ve tesvid eden. İyi nesir yazı yazan, kâtib.
MÜNŞİD  (Neşide. den) İnşad eden, iyi şiir okuyan. * Bir şeyi zâyi edip " Varmı" diye bağıran.
MÜNŞİF  Su gibi sıvı şeyleri sünger gibi çeken.
MÜNŞİFE  Sünger gibi suyu emen şey.
MÜNŞİYANE  f. İyi kâtiplere yakışır surette.
MÜNTABIK  Mutabık ve muvafık, uygun olan.
MÜNTABIKA  Söylenirken dilin üst damağa kapanması. Bu hâlde ağızdan çıkan harfler; sad, dad, tı, zı.
MÜNTAHAB  (Nahb. dan) (Bak: Müntehâb)
MÜNTAHİB  (Nahb. dan) Seçen, intihâb eden. Seçmen.
MÜNTAHİL  Başkasının eserini kendi malı imiş gibi gösteren.
MÜNTAKIS  Eksilen, azalan.
MÜNTAKIŞ  İşleme ile süslenmiş.
MÜNTAKIZ  (Nakz. dan) Bozulan, nakzedilen.
MÜNTAKİL  (Nakl. den) intikal eden, geçen. Bir yerden bir yere göç etmiş, taşınmış olan. * Miras kalmış. * Karine ile sözün gelişinden anlayan.
MÜNTAKİM  (Nakm. dan) İntikam alan, öç alan, suçluya cezasını veren.
MÜNTAKİMÂNE  f. Cezalandırırcasına, öç alırcasına.
MÜNTASIB  (Nasb. dan) Direk gibi dikili duran.
MÜNTEBİH  Uyanık, intibah eden. Agâh ve habir olan. Gafletten ayrılmış olan.
MÜNTEBİZ  Safın arkasında yalnız duran kişi.
MÜNTEC  Neticelenmiş, sonu belli olmuş.
MÜNTECA'  Otlu yer.
MÜNTECİB  Güzide, seçkin.
MÜNTECİM  Yıldızın doğması.
MÜNTEFAUN BİH  Kendisinden istifade edilen.
MÜNTEFİ  Sönen, ortadan yok olan, intifa eden.
MÜNTEFİ'  (Nef'. den) Fayda gören, menfaatlenen, istifade eden.
MÜNTEFİH  (Nefh. den) Şişmiş, şişkin. Hava ile doldurulmuş, üfürülmüş.
MÜNTEFİL  Nâfile namaz kılan.
MÜNTEHA  Son, en son derece, en son yer, nihayet. Son uç.
MÜNTEHA-YI ÂMÂL  Emellerin sonu.
MÜNTEHA-YI HİÇÎ  Hiçliğin en sonu, nihayeti.
MÜNTEHA-YI KİTAB  Kitabın sonu. Kitabın nihayeti.
MÜNTEHAB  Seçilmiş. Güzide. İntihab ve ihtiyar olunmuş.
MÜNTEHABÂT  Güzideler, seçilmiş olan şeyler.
MÜNTEHİ  Sona eren. Son. Bir şeyi tamamlayan. Biten.
MÜNTEHİB  (Nehib. den) Yağma eden, talan eden, yağmacı.
MÜNTEHİK  Halsiz ve yorgun bırakan.
MÜNTEHİL  Yüz suyunu döken.
MÜNTEHİR  Devamlı akan.
MÜNTEHİR  (Nahr. dan) İntihar eden, kendini öldüren.
MÜNTEHİRÂNE  f. İntihar ederek, kendini öldürüyor gibi.
MÜNTEHİRÎN  (Müntehir. C.) Kendilerini öldürenler. İntihar edenler.
MÜNTEHİZ  (Nehz. den) Vakit ve fırsatı kaçırmayan. 
MÜNTEİL  Nâlin giyen.
MÜNTEKA  Muhtar. Güzide, seçkin.
MÜNTEKIB  Yüzü perdeli kişi.
MÜNTEKIŞ  (Nakş. dan) Nakşolunan.
MÜNTEKİS  Başaşağı dönen. Tersine yuvarlanan.
MÜNTEMİ  (İntimâ. dan) İlgisi ve ilişiği olan. Yakınlık peydâ eden. * Birinin adamı olan.
MÜNTEMİS  Gizlenen, saklanan. Gizli.
MÜNTESAF  İkiye bölünmüş ve yarı olmuş.
MÜNTESIB  Bekleyen. Muntazır kimse. * Ayak üstüne dikilip duran.
MÜNTESİB  İntisab etmiş, intisab eden, giren, alâkası olan.
MÜNTESİBÎN  İntisab edenler, alâkası olanlar, girenler,
MÜNTESİC  (Nesc. den) Dokunmuş olan.
MÜNTESİK  (Nask. dan) Düzgün, bir sıraya dizilmiş.
MÜNTESİR  (Nesr. den) Saçılan, yayılan, dağılan.
MÜNTEŞIK  Burna çekilmiş olan.
MÜNTEŞİR  Açılmış, yayılmış, dağılmış, neşredilmiş, basılmış. * Duyulmuş, etrafa yayılmış.
MÜNTEVİ  Birşey yapmaya niyetlenen.
MÜNTEZA  Çekilmiş, kabından çıkarılmış.
MÜNTEZİ'  (Nez'. den) Yerinden çekip koparan. Bir şeyi söken.
MÜNTİC  İntâc eden, netice veren. Sebebiyet veren, meydana getiren. Bir şeyin neticelenmesine sebep olan.
MÜNTİF  (Netf. den) Kılları döken. Koparan, çeken.
MÜNTİN  (Netânet. den) Pis kokan, kokmuş. Bozuk. Müteaffin.
MÜNÜH  Tüketici.
MÜNYE  Arzu edilen, istenilen şey. Maksad. Temenni olunan.
MÜNZECİR  Yasak edilmiş, men edilmiş, yapılmaması emredilmiş, alıkonulmuş, mâni olunmuş.
MÜNZEL(E)  (Nüzul. den) İndirilmiş, yukardan aşağıya kısım kısım inmiş olan.
MÜNZELİK  Kaygan, kaypak.
MÜNZEVİ  Yalnız başına çekilip kimse ile görüşmeyen, çekilip tek başına bir tarafta duran. * Yalnızlık içinde ibadet eden.
MÜNZEVİYÂNE  f. İnzivaya çekilircesine, tek başına kalır gibi.
MÜNZİL  İnzal eden, aşağı indiren. Bir şeyi indiren.
MÜNZİR  (Nezir. den) Olacak bir şeyi haber vererek korkutan, akibetin kötülüğünü bildiren. * Kâfir ve münafıkların Cehennem'e gideceğini haber veren.
MÜNZİRÂT  Haber verip kötülüğünü söyleyerek korkutanlar.
MÜNZÜ  (Bak: Müz)
MÜPHEM  (Bak: Mübhem)
MÜPTELA  (Bak: Mübtelâ)
MÜR'AB  Kesilmiş, parça parça olmuş.
MÜRAAT  Riayet, saygı göstermek. * Korumak, hıfzetmek, saklamak. * Riayet etmek. * Bir şeyin akibetinin ne olacağını gözetmek. Söze kulak vermek. * Bir kimsenin hakkına riâyet eylemek. * Göz ucuyla bakmak.
MÜRAAT-I NAZÎR  Edb: Mânâca birbirine uygun kelimeleri bir cümlede toplamak. 
MÜRABAHA  (Bak: Murabaha)
MÜRABATA  Bağlamak. * Düşman gelecek yerleri gözleyip sakınmak.
MÜRABİT  (Bak: Murabıt)
MÜRACAAT  (Rücu'. dan) Geri dönmek. * Baş vurmak, izin almak için veya bir iş için alâkadarlarla görüşmek. * Mütalâa istemek, danışmak.
MÜRACAATGÂH  f. Müracaat olunup başvurulacak yer.
MÜRACAHA  (İyilikte) Üstün gelmek için yarışma.
MÜRACCEB  Muazzam, hürmetli.
MÜRADEFE  Müradiflik. İki veya daha fazla kelimenin aynı mânada olması. * Arkadaşlık, beraber yolculuk.
MÜRADEFE  Binekleşmek. * Ardlaşmak.
MÜRADESE  Taş atmak.
MÜRADİF  Diğer bir kelime ile mânâsı bir, eş ve aynı olan. * Refik, yoldaş.
MÜRAFAA  (Bak: Murâfaa)
MÜRAFAKA  Yoldaşlık.
MÜRAFIK  (Bak: Murâfık)
MÜRAFİ'  Mürafaaya giden. Duruşmaya giden.
MÜRAGAME  Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak.
MÜRAH  Davarın gece gelip yattığı yer.
MÜRAHAKA  Büluğ çağına, oniki yaşına yaklaşmak.
MÜRAHENE  (Rehn. den) Bahse girişme. * Rehine koyma.
MÜRAHHİM  (Rahmet. den) Rahmetle yâd eden. Rahmetle anan.
MÜRAHİK  Büluğ yaşına yaklaşmış erkek çocuk. Büluğ yaşına, yani oniki yaşına girip de baliğ olmayan erkek çocuğa denir. On beş yaşına kadar baliğ olmasa yine bu isim verilir. Kız çocuğuna ise: Mürâhika denir.
MÜRAÎ  İki yüzlü kimse, dalkavuk, riyakâr, münafık.
MÜRAİYÂNE  f. İki yüzlülüğe yakışır surette, münafıkçasına.
MÜRAKA  Deriden yolunan yün. Yolup davara verilen ot.
MÜRAKADE  Uyumak.
MÜRAKASA  Raksetmek, oynamak.
MÜRAKKIK  Yufka.
MÜRAMAT  (Remy. den) Birbirine atma. Atışma.
MÜRARE  (C.: Mirâr) Bir acı otun ismidir. (Acılığından yerken hayvanın dudağı yarılır.)
MÜRASELAT  Mektuplaşmalar. Resmi mektuplar.
MÜRASELE  Haberleşme, mektuplaşma.
MÜRAŞE  Bir kimsenin üzerinde olan küçük hak.
MÜRATA  Yüzden veya başka yerden yolunan kıldan düşen.
MÜRATANE  Acem dilini konuşmak.
MÜRAVAZA  İyi muamele, güzel ve iyi davranma.
MÜRAVEDE  (Revd. den) İsteme. İstek, taleb, arzu.
MÜRAVEGA  Taleb etmek, istemek. * Güreşmek, güreş tutmak.
MÜRAVEHA  Çeşitli nesnelerin kâh birini ve kâh birini işlemek.
MÜRAVİH  Uzaklaştıran.
MÜRAYAT  (Rü'yet. den) İkiyüzlülük. * Gösteriş.
MÜRAZA(T)  Rızâlaşmak, râzı olmak.
MÜRAZAA  Emzirmek.
MÜRAZAHA  Ok ile atışmak.
MÜRAZEME  Yaş üzümü ekmekle yemek. * Yemekte sohbet etmek.
MÜRCİA  Sonunda menfaati olan şey.
MÜRCİE  Ehl-i Sünnet mezhebine muhalif ve dalâlet ehli olan bir fırka.
MÜRCİF  (Recefe. den) Fitne ve fesad için iftiralar ve yalan haberler neşrederek ortalığı karıştıran. Yalancı. * Mutlak bir şey ile meşgul olan. * Yer sarsıntısı. Zelzele.
MÜRD  (Mürde) f. Ölmüş, ölü. 
MÜRD  (Emrüd. C.) Sakalı belirmemiş genç yiğitler.
MÜRDEDİL  Gönlü ölmüş, katı yürekli, ham, hissiz, duygusuz insan.
MÜRDEGÂN  (Mürde. C.) Ölüler, emvât. Ölmüşler.
MÜRDEŞU  (Mürdeşuy) f. Ölü yıkayıcı.
MÜREA  (C.: Müru) Turaca benzer bir kuşun adı.
MÜREBBA  (Bak: Murabbâ)
MÜREBBEB  Büluğ yaşına kadar beslenip terbiye olunmuş. * Güzel kokularla hoş ve lâtif olmuş.
MÜREBBİ  Terbiyeci, terbiye eden, yetiştiren, ders veren. Pedagog. * Besleyen.
MÜREBBİ-İ DİL  Kalbi ıslah ve terbiye eden.
MÜREBBİB  Çocuğu büluğa erene kadar besleyen.
MÜREBBİYE  Çocuk terbiyesiyle meşgul olan kadın.
MÜRECCA'  Tekrar avdet olunmuş, tekrar geri dönülmüş.
MÜRECCAH  (Rüchân. dan) Daha ileride kabul edilen, üstün tutulan, tercih edilen.
MÜRECCAHİYET  Üstünlük, müreccah oluş.(Bir tâne sıdk, bir harman yalanları yakar; bir tâne hakikat bir harman hayalâta müreccahtır. M.)
MÜRECCEB  Kutlu, mübârek.
MÜRECCİH  Tercih eden, üstün tutan, bir şeyi daha iyi ve mühim gören. * Tercih ettiren sebep. * Meyilli ve sakil, ağır şey.
MÜRECCİL  Kazancı.
MÜRECCİM  Sözü tam söyleyip yerli yerince edâ ve beyân eden.
MÜRECHAN  Eğik ve eğri.
MÜREDDED  Bir hususta hayran ve sergerdan olmuş, şaşırmış olan.
MÜREDDEDE  İhtimâller arasında bırakılan, tereddüt içinde bulunan.
MÜREDDEF  Edb: Redifli olan manzum söz. * Peşinden yürütülmüş.
MÜREFFEH  (Rüfuh. dan) Terfih edilmiş, rahata, refaha kavuşturulmuş. * Nizam-ı hâle, refah ve huzura kavuşmuş olan.
MÜREFFEHEN  Rahat. Rahat ve bolluk içinde olarak.
MÜREFFİH  (Rüfuh. dan) Rahatlandırıcı, rahat ettirici. * Refaha eren. Rahat ve bolluğa kavuşan. 
MÜREFREF  İnce, nazik kumaştan yapılmış. * Dalları sallanan nâzik lâtif ağaç. * Sürü sürü, grup grup. * Yeşil elbise.
MÜREHHEB  Korkutulmuş, terhib edilmiş.
MÜREHHİB  Korkutan, terhib eden.
MÜREHHİBÂNE  f. Korkuturcasına.
MÜREKKEB  (Rükub. dan) Terkib edilmiş, bir kaç maddeden yapılmış. * Yazı yazmaya mahsus boya terkibi. * Karışmış, muhtelit. * Bitecek yer, münbit. * Asıl, esas.
MÜREKKEBÂT  Mürekkepler. Bir kaç cisimden, elemandan yapılmış olan.
MÜREKKEZ  (Rekz. den) Dikilmiş, rekzolunmuş.
MÜREKKİB  (Rükub. dan) Terkib eden. Bir birleşiği meydana getiren.
MÜRESSEM  (Resm. den) Yapılmış, çizilmiş. resmolunmuş. Resmi yapılmış. * Çiçekler ve resimlerle süslenmiş.
MÜRESSİL  Yavaş, güzel ve ihtiyatla okuyan.
MÜRESSİM  (Resm. den) Resmini yapan. Tersim eden.
MÜREŞŞAH  Terbiye edilmiş. * Damla damla süzdürülmüş.
MÜRETTEB  Tertib edilmiş, dizilmiş, yerli yerine konulmuş, sıralanmış. * Kasden uydurulmuş. * Tayin edilmiş. Bir şey, bir yer için ayrılmış. * Sonradan kurulmuş.
MÜRETTEBAT  Tertib edilmiş olanlar. * Bir iş için hazırlanmış kimseler. * Gemide çalışan şahıslar.
MÜRETTIB  Rutubet veren.
MÜRETTİB  (Retb. den) Tertib eden, nizâma, sıraya koyan. * Matbaada harfleri ve yazıyı yerine dizen.
MÜRETTİBHANE  Matbaalarda yazıların dizilip sahife şeklinde tertib edildiği yer.
MÜRETTİBÎN  (Mürettib. C.) (Retb. den) Mürettibler. Tertib edenler, nizama koyanlar.
MÜRETTİL  Kur'ân-ı Kerimi ağır ağır ve tecvid kaidelerine göre okuyan.
MÜREVVA'  Aklı, fikri, görünüşü ve düşünüşü sağlam olan kimse.
MÜREVVAH  İyi edici, iyileştiren.
MÜREVVAK  Süzülmüş, tortusu giderilmiş.
MÜREVVEH  Kokulandırılmış, râyihalandırılmış. * Rahatlandırılmış.
MÜREVVİC  (Revâc. dan) Tervic eden, geçiren, itibâr veren, yürüten. Tervicine sebep olan, itibâr eden.
MÜREVVİH  Kokulandıran, râyihalandıran. * Rahatlandıran.
MÜREYRA  Buğday arasındaki "delice" dedikleri nesne.
MÜREYTA  Göğüsle kasık arası.
MÜRG  f. Merg. Kuş.
MÜRG-İ BÂG  Bülbül.
MÜRG-İ BÂL-ŞİKESTE  Kırık kanatlı kuş.
MÜRG-İ ÇEMEN  Bülbül.
MÜRG-İ DİL  Gönül kuşu.
MÜRG-İ NÂMEBER  Güvercin.
MÜRG-İ RUZ  Güneş.
MÜRG-İ SEHER  Seherde öten kuş, bülbül.
MÜRG-İ SUBH  Bülbül.
MÜRG-İ SÜLEYMAN  Çavuş kuşu. Hüdhüd.
MÜRG-İ TARAB  Şarkı söyliyen. Hânende, okuyucu. * Güvercin. * Bülbül.
MÜRG-İ ZER  Güneş.
MÜRG-İ ZERRİN  Sülün.
MÜRG  f. Sümük.
MÜRG-AB  f. Su kuşu. * Kurbağa. * Ördek.
MÜRGAN  f. Kuşlar.
MÜRGANE  f. Kuşlara yakışır şekilde. Kuşlar gibi. * Kuş yumurtası.
MÜRGBAZ  f. Kuşçu. Kuş yetiştiren.
MÜRGDİL  f. Kuş yürekli. Korkak.
MÜRGEK  f. Küçük kuş. Kuşcağız.
MÜRGZAR  f. Kuşu çok olan yer. Kuş bahçesi.
MÜRHA  İyi huylu kişi.
MÜRHE  Karışmamış, saf, katıksız.
MURÎB  şüpheli. şüphelendirici.
MÜRİD  İrade eden, istiyen. * Tarikata girmiş olan. Şeyhin veya mürşidin şakirdi, talebesi.
MÜRİDÂN  f. Müridler.
MÜRİDÂNE  f. Tarikata girmiş gibi. Aşk ve incizabla istiyerek, mürid gibi dua ederek.
MÜRİDD  Cima hırsı ve iştihası galip kişi. * Suyu çok olan deniz.
MÜRİH  İcat edici. * Rahat edici.
MÜRİZZA  Köremez dedikleri taam ki süt ve yoğurt ile yapılır.
MÜRKAB  Baş ve boyun derisi. Baş ve boyundan soyulan deri.
MÜRKID  Uyutucu ilâç.
MÜRN  Yumuşaklık.
MÜRR  Acı. * Arap beldesinde bir ağacın zamkı.
MÜRRAN  Lübnan dağında yetişen bir ağaç.
MÜRRANE  Süngü.
MÜRRE  (C.: Mür) Acı.
MÜRSA  Geminin demir attığı yer. (Bak: İrsa)
MÜRSAT  Demir atmış gemi. Lengeri atılmış gemi.
MÜRSEL  (Resel. den) İrsal olunmuş, gönderilmiş, yollanmış. * Nebi. Peygamber. 
MÜRSELÂT  Gönderilen şeyler. * Melekler. * Kur'anın 77. suresidir. Urf Suresi de denir. Mekkîdir.
MÜRSELE  İrsal edilen, gönderilen. * Mektup, pusula, kâğıt.
MÜRSELÎN  Gönderilenler. Peygamberler. Allah tarafından insanların doğru yola çıkarılmaları için gönderilen elçiler. (Bak: Resul, Mefhar-i Kâinat, Münacat)
MÜRSELÜN İLEYH  Fık: Kendisine bir şey gönderilmiş olan. Söz kendisine tebliğ olunan kimse. (Bak: Mürsel)
MÜRSİL  Gönderen, yollayan, ulaştıran.
MÜRSİL-İ MEKTUB  Mektub gönderen.
MÜRSİYE  Çakılmış. Yerleştirilmiş.
MÜRŞİD  (Rüşd. den) İrşad eden, doğru yolu gösteren, gafletten uyandıran. Peygamber vârisi olan, kılavuz. Tarikat piri, şeyhi.
MÜRŞİD-İ A'ZÂM  En büyük mürşid.
MÜRŞİD-İ EKBER  En büyük mürşid. * Kur'ân-ı Kerim veya Hazret-i Peygamber (A.S.M.) . (Bak: Mefhar)(Arkadaş! Şu Zât-ı Nuranî (A.S.M.), mürşid-i imanî, Resul-ü Ekrem, bak nasıl neşrettiği hakikatın nuruyla, hakkın ziyasiyle, nev-i beşerin gecesini gündüze, kışını bahara çevirerek âlemde yaptığı inkılab ile âlemin şeklini değiştirerek nurani bir şekle sokmuştur. Evet o Zâtın nuranî güzelliğiyle kâinata bakılmazsa, kâinat bir mâtem-i umumi içinde görünecekti. Bütün mevcudat birbirine karşı ecnebi ve düşman durumunda bulunacaktı. Cemadat, birer cenaze suretini gösterecekti. Hayvan ve insanlar, eytam gibi ve firakın korkusundan vâveylalara düşeceklerdi. Ve kâinata harekâtiyle, tenevvü'üyle ve tagayyüratiyle, nükuşiyle tesadüfe bağlı bir oyuncak nazariyle bakılacaktı.Bilhassa insanlar, hayvanlardan daha aşağı, zelil ve hakir olacaklardı. İşte o Zâtın telkin ettiği imân nazariyle kâinata bakılmadığı takdirde, kâinat öyle korkunç, zulümatlı bir şekilde görünecekti. Fakat o Mürşid-i Kâmil'in gözüyle ve iman gözlüğüyle bakılırsa; her taraf nurlu, ziyadar, canlı, hayatlı, sevimli, sevgili bir vaziyette arz-ı didar edecektir. Evet, kâinat iman nuruyla mâtem-i umumî yeri olmaktan çıkıp mescid-i zikir ve şükür olmuştur. Birbirine düşman telâkki edilen mevcudat, birbirine ahbab ve kardeş olmuşlardır. Cenaze ve ölü şeklini gösteren cemadat, ünsiyetli birer hayattar ve lisan-ı hâliyle Hâlikının âyâtını nâtık birer müsahhar memuru şekline giriyorlar. Ağlayan, müteşekki ve eytam kıyafetinde görünen insan, ibadetinde zâkir, Hâlikına şâkir sıfatını takınıyor. Ve kâinatın harekât, tenevvüat, tegayyürat ve nukuşu abesiyetten kurtuluyor. Rabbanî mektuplar, âyât-ı tekviniyeye sahifeler, Esma-i İlâhiyeye âyineler suretine inkılab ederler... M.N.)
MÜRŞİDÂNE  Mürşid olan kimseye yakışır şekilde.
MÜRŞİDÎN  (Mürşid. C.) Mürşidler, doğru ve selâmetli yolu gösteren kimseler.
MÜRTAGİB  (Ragbet. den) Rağbet eden, istek gösteren.
MÜRTA'IB  Korkan, korkak.
MÜRTAKİ  İlerliyen, terakki eden. Yükselen, yukarı çıkan.
MÜRTAZ  Perhizkâr.
MÜRTEBA'  Bahar günlerinde ikâmet edecek yer. Yazlık. Sayfiye yeri.
MÜRTEBİS  Ekmek veren.
MÜRTEBİT  (Murtabıt) Bağlı, birbirine bitişik, bağlantılı, beraber.
MÜRTECA  (Recâ. dan) Ümit ve rica olunan şey. Umulmuş olan.
MÜRTECEL  Düşünülmeden hemen söylenmiş söz veya şiir. * Kelimenin lügat mânası ile ıstılah mânası arasında münasebet bulunmayan kısmına mürtecel; münasebet bulunan kısmına da menkul denir. * Fık: Konuşulandan başkasına bir alâka bulunmaksızın sarih bir ihtimal ile kullanılan lâfızdır. Meselâ: Süreyya lâfzı belli bir yıldızın adı olup her hangi bir şahsa isim olarak da kullanılır, her ikisi arasında bir alâka yoktur.
MÜRTECİ  (Recâ. dan) Arzulu, ümitli, ümitvâr olan.
MÜRTECİ'  (Rücu'. dan) Geri dönen, geri dönmek isteyen. İrticâa giden. * Her cihetle en yüksek saadet ve selâmete sevkeden İslâmiyete muhalefetle İslâmdan önceki câhiliyet ve ahlâksızlığa dönmek isteyenlerin vasfı. * İslâmiyete muhalif olanların; hakikat, İslâmiyet ve iman fedakârlarına, İslâmiyetin Asr-ı Saadetteki hâlisiyyetine dönmek isteyenlere taktıkları isim.(Eğer, meşrutiyet bir fırkanın istibdadından ibaretse, bütün ins ve cinn şâhid olsun ki, ben mürteci'im ve şeriatın bir tek mes'elesine ruhumu feda etmeğe hazırım. Ş.)(Kanayan bir yara gördüm mü, yanar tâ ciğerim Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim. Adam aldırma da geç, git diyemem, aldırırım. Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım. Zâlimin hasmıyım amâ, severim mazlumu İrticâ'ın şu sizin lehçede mânâsı bu mu? İşte ben mürteci'im gelsin işitsin dünya. Hem de baş mürteci'im patlasanız çatlasanız. Hadi, kanununuz assın beni, yahut yasanız..)Mehmed Akif (R. Aleyh)
MÜRTECİL  Hemen, düşünmeden şiir söyliyen veya karşılık veren. Hazırcevap.
MÜRTECİLÂNE  f. Düşünmeden hemen şiir veya söz söyliyene yakışır surette.
MÜRTECİLEN  Hemen şiir veya söz söyleyerek. Düşünmeden cevap vererek. Hazırcevaplıkla.
MÜRTECİM  Birbiri üstüne istif olmuş olan.
MÜRTECİR  Kişnemesi güzel olan at.
MÜRTED  İrtidad eden. İslâm dininden dönen.(İrtidat, din-i celil-i İslâmı kabul ettikten sonra dönmektir. Yâni: Esasen müslüman olan veya bilâhare İslâm dinini kabul etmiş bulunan bir şahsın, bilâhare dönüp başka bir dine intisab etmesi veya hiçbir din ile mukayyed bulunmayıp inkâr-ı mahza sapması demektir. Bu hale "riddet" de denir. Böyle bir şahsa da "mürted" denir. Ist.Fık.K.)(İslâmiyet, sair dinlere kıyas edilmez. Bir müslüman, İslâmiyetten çıksa ve dinini terketse, daha hiçbir Peygamberi kabul edemez; belki Cenâb-ı Hakkı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz; belki kendinde kemalâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için İslâmiyet nazarında, harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa, musalâha etse; dâhilde olsa, cizye verse; İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki Hristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi' bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesatı kabul eder ve bazı Peygamberlere inanabilir ve Cenab-ı Hakk'ı bir cihette tasdik edebilir. M.)(Ecnebi dinsizleri gibi de olamazsın. Çünkü onlar bir peygamberi inkâr etse, diğerlerine inanabilirler. Peygamberleri bilmese de, Allah'a inanabilir. Bunu da bilmezse, kemalâta medar bazı seciyeleri bulunabilir. Fakat bir müslüman, en âhir ve en büyük ve dini ve dâveti umumi olan Âhirzaman Peygamberi Aleyhissalâtü Vesselâm'ı inkâr etse ve zincirinden çıksa, daha hiçbir peygamberi, hatta Allah'ı kabul etmez. Çünkü bütün peygamberleri ve Allah'ı ve kemâlâtı onunla bilmiş. Onlar onsuz kalbinde kalmaz. Bunun içindir ki, eskidenberi her dinden İslâmiyete giriyorlar. Ve hiçbir müslüman, hakiki yahudi veya mecusi veya nasrani olmaz. Belki dinsiz olur, seciyeleri bozulur; vatana, millete muzır bir hâlete girer. Ş.)(Maahâza beşeriyetin hakiki bir din dâiresinde umumi bir uhuvvet teşkil ederek mesudane yaşaması, müslümanlıkta bir gayedir. Umum beşeriyetin menfaatleri de bunu muktezidir.Binaenaleyh hakiki bir din olan İslâmiyetin mehasin ve mealisini anlamış olması iktiza eden bir müslimin bilâhare bu gayeye muhalif hareket etmesi; hem kendisinin, hem de âmmenin menfaatlerine münafi âhenk-i umumiyi ihlâle bâdi olacağından hakkında böyle bir cezayı müstelzim olur. Umumun selâmeti için böyle bir cezanın vücuduna ihtiyaç vardır. Ist.Fık.K.)İslâm dini, maddî ve mânevî; ferdî ve ictimaî bütün iyilikleri kendinde topladığından, İslâmiyeti terketmek, bütün iyilikleri terketmek demek olur. Bu itibarla mürtedde hiçbir hayır ve salâh kalmaz, canavar bir hayvana inkılab eder.
MÜRTEDİ'  Yasak olan şeyleri yapmayan, onlardan kaçınan.
MÜRTEDİF  Arkasından giden, ardına düşen. * Hayvana binen kimsenin ardına binen.
MÜRTEFAK  Rahat olacak yer.
MÜRTEFİ'  (Ref'. den) İrtifâ eden, yükselen, yükselmiş, yüce.
MÜRTEFİD  Kazanan, faydalanan, edinen.
MÜRTEHEN  (Rehn. den) İpotek edilen. Rehin olarak alınan.
MÜRTEHİL  (Rıhlet. den) Göç eden, irtihal eden. Dünyadan göçen, ölen.
MÜRTEHİN  (Rehn. den) Rehin eden. Rehin olarak alan.
MÜRTEHİS  Ucuz sayan. İrtihas eden.
MÜRTEHİZ  Rezil ve kepaze olan. İrtihaz eden.
MÜRTEÎ  Çayırda otlayan.
MÜRTEİB  (Ru'b. dan) Korkan.
MÜRTEİD  (Ra'd. dan) Ürken, korkan. Korkup titreyen.
MÜRTEİŞ  (Ra'ş. dan) Titreyen.
MÜRTEKIB  (Rükub. dan) Bekleyen, gözleyen, uman. * Göz hapsine alan.
MÜRTEKIŞ  Birbirine giren. Karmakarışık olan.
MÜRTEKİB  (Rukub. dan) İrtikab eden, kötü iş yapan. * Rüşvet alan ve yiyen.
MÜRTEKİBÎN  (Mürtekib. C.) İrtikâb edenler. Kötü iş yapan kimseler. * Rüşvet alan ve yiyen kişiler.
MÜRTEKİZ  (Rekz. den) Yerli yerinde sağlamca duran.
MÜRTEMÎ  Keşif kolu. Karakol.
MÜRTES  Muharebede yaralanıp, savaş meydanı dışına nakledildikten hemen sonra vefat eden İslâm mücâhidi.
MÜRTESEM  (Resm. den) Resmolunmuş. Resimlenmiş.
MÜRTESİH  Sağlam, sıkı ve sabit olan.
MÜRTESİM  İrtisam eden, resmi çıkan. Görünür hâle gelen.
MÜRTESS  Duyulmuş, işitilmiş.
MÜRTEŞİ  (Rişvet. den) Rüşvet alan, irtişa eden.
MÜRTEŞİF  Yudum yudum içen.
MÜRTEŞİH  (Reşh. den) Süzülmüş.
MÜRTEVİ  Suya kanmış.
MÜRTEZA  Beğenilmiş, seçilmiş, ihtiyar olunmuş.
MÜRTEZİK  (Rızık. dan) Rızıklanmış, rızık bulmuş, rızıklanan.
MÜRTEZİKA  (Rızk. dan) Ulufe sahipleri.
MÜRTİME  Yetimleri olan kadın.
MÜRUC  (Merc. C.) Çayarlar,otlaklar, çayırlıklar.
MÜRUD  Âdet etmek.
MÜRUDET  Son derece dikbaşlık gösterme. Çok fazla âsilik yapma.
MÜRUE  Adamlık, insanlık.
MÜRUK  Sâfi, süzülmüş nesne. * Süslü perdeler takılmış olan ev.
MÜRUK  Okun yaydan çıkıp nişanın diğer tarafına geçmesi. * Dinden huruç etmek, mürtedlik.
MÜRUR  Geçmek, gitmek. Bir taraftan girip öteden çıkmak. * Sona erme, nihâyet bulma.
MÜRUR-U ZAMAN  Zamanın geçmesi. * Bir iş ve dâva hakkındaki belli bir zamanın geçmesiyle o iş ve dâvanın hükümden düşmesi.
MÜRURİYE  Bir köprüden veya yabancı memleketden geçerken verilen para.
MÜRUR VE UBUR  Geçmek ve atlamak.
MÜRUT  Acele etmek. * Yolmak.
MÜRÜVVET  İnsaniyet. İnsanlığa uygun olan şeyi yapmak. Güzel ve iyi şeyleri alıp, kötü şeyleri ve hâlleri bırakmak. * Ana baba saadeti. * Mertlik, yiğitlik. * Reculiyet.
MÜRÜVVETKÂRÂNE  f. Yiğitçesine. Mertçesine. * Mürüvvetlicesine.
MÜRÜVVETMEND  f. İyiliksever, cömert. * Mürüvvetli, insâniyetli.
MÜRVARİD  f. İnci.
MÜRZEBE  Musibet, belâ. * Eksik, noksan.
MÜRZI'  Emziren, emzirici.
MÜSAADAT  (Müsâade. C.) Yardımlar, muavenetler. * Müsâadeler, izinler.
MÜSAADE  İzin, elverişli bulunma. * Yardım.
MÜSAAFE  Bir kimse ile adavet edişmek, düşmanlık yapmak. * Yardımlaşmak.
MÜSAB  Sevab kazanan, ettiği iyiliğin Allah'tan karşılığını gören. (Bak: Musab)
MÜSABAKA  Karşılıklı yarışma. Hangisinin ileride olduğunu anlamak için yapılan tecrübe, imtihan. Bir şeyde derece anlama için iki veya daha çok şahıslar arasında bazı şartlarla yapılan tecrübe.
MÜSABAKAT  Yarış, yarışma, müsâbaka.
MÜSABEA  Yırtıcı hayvanların yeri.
MÜSABEGA  Tamamlamak, yerli yerince etmek.
MÜSABERET  Sürekli olarak uğraşma. * Bir şey yapmağa hemen girişme.
MÜSABIK  (Sebk. dan) Müsabakaya giren, yarışmaya katılan. * Geçen.
MÜSABİR  Devam edici, devam eden.
MÜSACELE  Nöbetleşmek.
MÜS'AD  Bahtiyar, mes'ud.
MÜ'SAD  Bağlanmış ve berkitilmiş nesne.
MÜ'SADE  (İsad. dan ism-i mef'uldür) "Asadet-ül bab" denir ki; kapıyı kapadım, sımsıkı kilitledim demektir. Üzerlerine ateşin yakılıp fırın gibi kapısının kapanması ateşin şiddetini icab edeceğinden, Cehennemde azabların şiddet ve ebediyetinden kinayedir. (E.T.)
MÜSADEFE(T)  (Suduf. dan) Rast gelme. Tesâdüf etme.
MÜSADEMAT  (Müsademe. C.) Vuruşmalar, birbirine çarpmalar. Müsademeler.
MÜSADEME  (C.: Müsademat) Vuruşma, birbirine çarpma. * Silâhlı çarpışma.
MÜSADEME-İ EFKÂR  Fikirlerin çarpışması, muhtelif fikirlerin birbirine karşı söylenişi.
MÜSADERE  (Sudur. dan) Yasak edilen bir şeyin kanuna göre elden alınması. Zulüm ve cebir.
MÜSADİF  Rastlayan, tesadüf eden.
MÜSADİM  Çarpışan, vuruşan.
MÜSAF  (Mesâfe. C.) Uzaklıklar, mesâfeler.
MÜSAFAT  Hastayı tedâvi etme. * Birbirine kötü muâmele yapma.
MÜSAFEHA  Zinâ etmek.
MÜSAFENE  Mülazemet edişmek, devamlı meşgul olmak.
MÜSAFERET  (Sefer. den) Misafirlik. * Yolculuk, seyahat.
MÜSAFİR  Seferde ve muharebede olan. Yola çıkmış olan, yolcu. Yoldan gelen, başkasının evine gelmiş olan. * Fık: Onsekiz fersahtan uzak olan yerlere giden. (Bak: Mukim, Seferî)
MÜSAFİRHÂNE  f. Yolcu konağı, han, otel. * Misafir olarak geçen resmi kimselerin konaklıyacağı yer. * Mc: Dünya.
MÜSAFİRÎN  (Müsafir. C.) (Sefer. den) Misafirler, konuklar. Yolcular.
MÜSAFİRPERVER  f. Müsafire çok hürmet eden, müsafiri iyi ağırlayan, kıymet veren.
MÜSAG  Kolay yutulmuş. Boğazdan kolaylıkla geçirilmiş.
MÜSAG  (İsâga. C.) Kalıba dökülmüş, akıtılmış olan.
MÜSAGSAG  Konuştuğu zaman dişleri ağzından hareket edip ızdırap çektiğinden sözü anlaşılmayan kimse.
MÜSAHELE  İşi sıkı tutmayıp gevşeklik göstermek. Kolaylaştırarak, kıymet vermiyerek tutmak.
MÜSAHELEKÂR  f. Kolaylık gösteren. * Kolay sanan.
MÜSAHEME  Kur'a çekme.
MÜSAHERE  (Müsâheret) Geceleyin uyanık durma, uyumama.
MÜSAHHAN  (Suhunet. den) Isıtılmış, teshin edilmiş, kızdırılmış.
MÜSAHHAR  (Sihriyy. den) Fetih ve teshir olmuş, ele geçirilmiş. Zaptedilmiş. İtaat ve hizmete alınmış.
MÜSAHHAR  (Sihr. den) Büyülenmiş, büyü ile aldatılmış, kendisine sihir yapılmış.
MÜSAHHİR  Teshir eden, zapteden. İstediği gibi hareket ettiren ve kullanan.
MÜSAHİL  Müsâhele eden. İşi sıkı tutmayıp gevşeklik gösteren.
MÜSAHİM  Kur'a çeken, kur'a atan.
MÜSAİD  Muvafık, uygun. Yardım eden. İzin veren.
MÜSAİF  İş bitiren, uygunluk gösteren.
MÜSAKAT  (Ka, uzun okunur) Meyvesinin bir kısmını almak şartiyle bir bağı veya ağaçları bir kimseye verme.
MÜSAKATA  Düşürme. Peyderpey düşürme.
MÜSAKE  Bahillik.
MÜSAKKAF  (C.: Müsakkafât) (Sakf. dan) Üstü dam veya tavanla örtülmüş. Tavanı veya damı olan.
MÜSAKKAL  Ağırlaştırılmış. Sakilleştirilmiş.
MÜSAKKIL  (Siklet. den) Ağırlaştıran, sakil eden.
MÜSAKKİB  (Sakb. dan) Delen, delici, teskib eden.
MÜSAL  Sakal.
MÜSALAHA  (Sulh. dan) Barışma. Anlaşma. Güvenlik.
MÜSALAHANÂME  f. Barış antlaşması.
MÜSALEBE  Talan, yağma.
MÜSALEFE  (Müsâlefet) Birine refakat etme, yol arkadaşı olma. * İleride ve önde bulunma. * Biriyle birlikte seyretme.
MÜSALEME(T)  İki taraf arasında barışıklık, barış içinde olmak, sulh.
MÜSALEMETKÂR  f. Barışçı, sulh taraftarı.
MÜSALİF  Yol arkadaşı. * Birinden ileride bulunan. * Biriyle birlikte seyreden. * Bir işte beraber olan.
MÜSAMAHA  (C.: Müsamahât) Hoş görürlük, dikkat etmemek, aldırış etmemek. Kusurlara göz yummak.
MÜSAMAHAKÂR  f. Müsamaha eden. Göz yuman, hoş gören, görmemezlikten gelen. * Aldırmayan, ihmalci.
MÜSAMAHAKÂRÂNE  f. Görmemezliğe gelerek, müsamaha ederek, hoş görerek.
MÜSAMAHAT  (Müsamaha. C.) (Semâhat. dan) Müsamahalar, göz yummalar, görmezden gelmeler, hoş görmeler. Aldırış etmemeler.
MÜSAMERAT  (Müsamere. C.) Müsamereler, gece eğlenceleri.
MÜSAMERE  (Semr. den) Gece eğlencesi. * Mekteplerde talebelerin oynadıkları piyes.
MÜSAMİD  Oyun âleti yapan kimse. * Bahçesine ters ve pislik döken kişi.
MÜSAMİH  (Semâhat. dan) Aldırış etmeyen, göz yuman, hoş gören.
MÜSANAT  Bir kimseyi bir yıllığına ücretle tutmak.
MÜSANEDE  (Müsânedet) Arka çıkma, yardım etme, muavenette bulunma.
MÜSANEHA  Akla veya hatıra gelme.
MÜSANEHE  Yıl başında verilecek ücret. * Bir kimseyi bir yıllığına ücretle tutmak.
MÜSAR  Yükseğe kalkan toz.
MÜSARAA  (C.: Müsâraât) Acele etmek. Bir şeye doğru koşmak. Sür'atle teşebbüse geçmek.
MÜSARAAT  (Sür'at. den) Teşebbüs, girişme. * Sür'at ve acele etme.
MÜSARAATEN  Sür'atli ve acele olarak.
MÜSARAKA(T)  (Sirkat. den) Hırsızlık, çalma.
MÜSARRE  Sürurlaşmak, sevindirmek.
MÜSATERE  (Setr. den) Örtme, setretme. * Örtünme.
MÜSAVAA  Saatle verilecek ücret. * Saatle ücrete tutmak.
MÜSAVAT  Denklik, beraberlik. Müsavilik, eşitlik. Aynı hâl ve derecede olmak. Aynı haklara sahip olmak.(Müsavat ise, fazilet ve şerefte değildir. Hukuktadır... Hukukta ise şah ve gedâ biridir. Münazarât)
MÜSAVATEN  Müsavi ve eşit olarak.
MÜSAVAT VE MÜVAZENE-İ ETVAR  Bir kimsenin tavır ve hareketlerinin ölçülü ve dengeli olması.
MÜSAVEME  Pazarlık etme, pazarlaşma.
MÜSAVERE  Kalkmak. * Sıçramak.
MÜSAVİ  Birbirine denk olmak, aynı seviyede olmak. Denk, aynı derecede.
MÜSAVİM  Pazarlık eden.
MÜSAYEFE  (Seyf. den) Kılıçla vuruşma. birbirine kılıç çekme.
MÜSAYERE  (Seyr. den) Birine yol arkadaşı olma.
MÜSBET  İsbât olunan. Delilli. Açık ve sabit olan. * Menfinin zıddı. Pozitif, olumlu. * Yazılıp kaydedilmiş. Tesbit edilmiş olan.
MÜSBET HAREKET  Doğruluğu âşikâr olan ve belli ve isbat edilebilen; doğru düşünenlerin kabul edebileceği kanun ve nizama uygun hareket. * Allah'ın (C.C.) emrine uygun, tahribkâr ve tecavüzkâr olmayan, yapıcı ve tâmir edici tarzda olan, mizan, adâlet ve insafa uyan hareket.(Bir şeyin vücudu, bütün eczasının vücuduna vâbestedir. Ademi ise, bir cüz'ünün ademi ile olduğundan; zayıf adam iktidarını göstermek için tahrib tarafdarı oluyor, müsbet yerine menfice hareket ediyor. M.)
MÜSBET İLİMLER  (Pozitif ilimler) Tecrübe ve müşâhedeye dayanan ve nazari olmayan maddi ilimler. Herkesin kabul ettiği ve isbat vasıtaları ile doğruluğu isbat edilen ilimler.
MÜSBİG  Tamamlayıcı, isbâğ edici.
MÜSBİT  İsbat eden, tesbit eden. Hakikat olduğunu, doğruluğunu belli eden.
MÜSBİT  Hastalık ve yaralardan dolayı pek hâlsiz ve kuvvetsiz kalan.
MÜSEBBA'  Edb: Yedişer mısralı bentlerden müteşekkil nazım.
MÜSEBBAA  Yedi kere okunması icab eden duâ.
MÜSEBBEB  (Sebeb. den) Sebebleri ve vesileleri mevcut olan. Sebeb ile meydana getirilmiş olan.
MÜSEBBEBÂT  Bir sebeple olanlar, sebeple meydana çıkanlar. Neticeler.
MÜSEBBEH  İhtiyarlıktan dolayı aklı giden kimse. Bunak.
MÜSEBBET  Sâbit kılınmış, tesbit olunmuş.
MÜSEBBİB  Sebep, vesile ve mucib olan. Vücuda getiren, kuran.
MÜSEBBİB-ÜL ESBAB  Bütün sebeplere sâhip olan, hakiki müsebbib (Cenab-ı Hak). Bütün sebepleri meydana getiren, Allah (C.C.)
MÜSEBBİH  Allah'ı tesbih edip anan, Allah'ı noksan sıfatlarından tenzih eden ve zikreden, Sübhanallah diye Allah'ı tesbih eden.
MÜSEBBİHA  Sağ elin ikinci parmağı. Şehâdet parmağı.
MÜSEBBİHAN  f. Tesbih edenler. Bütün noksan sıfatlardan, her çeşit kusurdan Cenab-ı Hakkın uzak, temiz ve pâk olduğunu ikrar edenler, söyleyenler.(Evet, her bir nebat, her bir ağaç, pek çok lisan ile Sani'lerini öyle gösteriyorlar ki; ehl-i dikkati hayretlerde bırakır ve bakanlara "Sübhanallah!.. Ne kadar güzel şehadet ediyor" dedirtirler... S.)
MÜSEBBİHÂNE  f. Tesbih ederek. Sübhânallah diyerek.
MÜSEBBİT  Tesbit eden, sabit kılan, devamlı kılan.
MÜSEBBİTAT  Uyuşturucu, bayıltıcı, dondurucu ilâçlar.
MÜSECCA'  Secilendirilmiş. Cümlelerin sonu veya ortası kafiyeli olan nesir. (Bak: Seci') 
MÜSECCEL  (Secl. den) Kayda geçmiş, sicilli. * Mahkeme defterine geçirilmiş. * Kimseden men'olunmayan mübah nesne.
MÜSECCİL  (Secl. den) Tescil eden. Sicile, deftere geçiren.
MÜSECHER  Beyaz. Ak nesne.
MÜSEDDED  (Sedad. dan) Uzunlamasına doğrultulmuş. * İstikametle amel eden kişi.
MÜSEDDES  Altı kısımdan meydana gelmiş. * Altılı. Altıgen.
MÜSEDDİD  (Sedd. den) Tıkayan, sed yapan. * Tıkanmış, sed yapılmış, mesdud. * (Sedad. dan) Doğrultan. Doğru yola sevkeden.
MÜSEHHİL  Teshil eden, kolaylaştıran.
MÜSEKKEN  Ateşle kızmış su.
MÜSEKKİN  Teskin eden, sükun veren. Elem ve ağrıyı izâle eden.
MÜSELHAB  Müstakim, doğru.
MÜSELHEM  Mütegayyer olmuş, değişmiş. Bozulmuş.
MÜSELLAH  (Silâh. dan) Silâhlı, silâhlanmış.
MÜSELLAHAN  (Silâh. dan) Silâhlı olarak.
MÜSELLAT  Galip. * Havâle olunmuş.
MÜSELLEM(E)  (Selm. den) Teslim olunmuş olan, doğruluğu şeksiz kabul edilen. Herkes tarafından kabul edilip emniyet ve itimad edilen. * Tasdik edilip inkâr edilmeyen. * Ayıplardan teberri olunmuş.
MÜSELLEMAN  (Selm. den) Tar: Yeniçeri zamanında yol işleriyle vazifeli asker kısmı.
MÜSELLEMAT  (Müsellem. C.) Doğruluğunda şüphe edilmeyen umumi bilgi ve kaideler. İslâmiyete ait, sağlamlığında şüphe olmayan esâslar. * Man: Dinleyenin hemen münakaşasız kabul ettiği kaziyeler.
MÜSELLES  (Selase. den) Üç, üçlü. Üçleştirilen. Üç köşeli olan. Üçgen.
MÜSELLESÎ  Üçgen biçiminde olan.
MÜSELLÎ  Yarış atlarının üçüncüsü.
MÜSELLİM  (Selm. den) Teslim eden, veren. * Tar: Eyalet valileriyle sancak mutasarrıflarının uhdelerinde bulunan yerlerin idaresine memuR edilen kimseler. Vali ve mutasarrıflardan uhdesine tevcih olunan iki yerden mühim olanında kendisi oturur, diğerini gönderdiği adam idare ederdi. Yine bunlar tarafından bir kazanın varidatını tahsil için gönderilen memurlara da "mütesellim" denilirdi.
MÜSELMAN  (Bak: Müslim)
MÜSELSEL  (Silsile. den) Teselsül eden, birbirine bağlı olan, bir sırada devam eden. Zincir halkaları gibi bir sırada olan. * Edb: Bütün mısraları kafiyeli manzume.
MÜSELSELEN  (Silsile. den) Birbirinin ardından, aralıksız. Teselsül ederek, zincirleme, birbirine bağlı olarak.
MÜSEMMA  İsimlendirilen, ad verilmiş olan, bir ismi olan. * Muayyen zaman. Belirli vakit.
MÜSEMMA-YI AKDES  En kudsî isimlerin sahibi olan Cenab-ı Hak.
MÜSEMMA-YI MEŞRUTİYET  Meşrutiyet diye isimlendirilen.
MÜSEMMEM  (Semm. den) Zehirlenmiş, ağulu, içine zehir atılmış.
MÜSEMMEN  Edb: Sekizer mısralı bentlerden müteşekkil nazım. * Sekiz renkli. Sekiz parçadan meydana gelen. * Fık: Paha biçilmiş ve takdir edilen kıymet karşılığında satılmış olan şey.
MÜSEMMEYAT  İsim verilenler. Ad konulanlar.
MÜSEMMİM  Zehirleyen, zehir katan.
MÜSENNA  Kat kat olan. * İkili. İki bölümden meydana gelmiş olan. İki kat olan, iki noktalı olan, iki defa nâzil olan Sure-i Fâtiha. Gr: İki şahsa veya iki şeye delâlet eden kelime. (Bak: Seb'ul-mesâni)
MÜSENNAH  İki kat olmuş, ikiye bükülmüş.
MÜSENNAT  (C.: Müsenneyât) Su bentlerinin veya arkların kenarı.
MÜSENNEDE  Arka yastığı, arkaya dayanılacak yer.
MÜSENNEM  Kabartma. Kabartmalı olarak hakkedilmiş olan. * Ev çatısı veya dam şeklinde olan.
MÜSENNEYAT  (Müsennât. C.) Arkların veya su bentlerinin kenarları.
MÜSERRAH  Bırakılmış, boşanmış.
MÜSERREC  (Serc. den) Eyerlenmiş, eyerli, eyer vurulmuş.
MÜSERRED  Halkaları birbirine girmiş olan zırh.
MÜSERRİ'  (Sür'at. den) Sür'atlendiren, hızlandıran.
MÜSEVVED  Karalanmış.
MÜSEVVEG  (C.: Müsevvegat) Râzı olunmuş, rıza gösterilmiş, izin verilmiş.
MÜSEVVEGAT  (Müsevveg. C.) Râzı olunmuş, izin verilmiş şeyler.
MÜSEVVEM  Alâmetli, işaretli. * Süslü, ziynetli. * Yabana otlamaya salıverilen davar.
MÜSEVVEME  Talim ve terbiye görmüş, hilkaten tamamen olan at. * Nişan edilmiş. * Süslü.
MÜSEVVER(E)  Etrafı sur ile çevrilmiş olan. * Kaplanmış. İhâta olunmuş. * Kolun bilezik takacak yeri.
MÜSEVVES  Kurtlanmış.
MÜSEVVİD  Müsvedde yapan, ilk nüshaları yazan, temize çekilecek olan yazıyı yazan. * Resmi dairede kâtip.
MÜSEVVİDE  Abbasiye tâifesinden bir fırka.
MÜSEVVİDÎN  (Müsevvid. C.) Müsevvidler. Müsvedde yapanlar. * Kâtipler.
MÜSEVVİF  (C.: Müsevvifin) (Sevf. den) Geciktiren, atlatan.
MÜSEVVİFÎN  (Müsevvifûn) Atlatanlar, geciktirenler, müsevvifler.
MÜSEVVİK  Sevk eden, gönderen.
MÜSEYLEME  (Adı: Müseylemet-ül-kezzâb olan) Yalancı Müseyleme, Arabistan'da Asr-ı Saadette Yemame'li bir yalancı, peygamberlik iddia ederek maskara olmuş, Hicri onbirinci yılda öldürülmüştür.
MÜSEYTIR  Galip. * Havâle. * Musallat kişi.
MÜSEYYEB  (Seyb. den) Tenbel, uyuşuk, üşengeç.
MÜSFAH  Erkeğinin kendinden başka iki karısı daha olan kadın.
MÜSFİR  Ziyâ verici. Işıklandıran, nurlandıran.
MÜSGAR  Dişi çıkmış çocuk.
MÜSHANFER  Vâsi, bol, geniş.
MÜSHEB  Çok konuşan. Çok söyleyici.
MÜSHİL  (C.: Müshilât) (Sehl. den) Kolaylaştıran. * Bağırsakları temizleyen. İshal veren. Kazuratı kolaylıkla dışarı attıran ilâç.
MÜSHİLÂT  (Müshil. C.) İshal veren, bağırsakların temizlenmesine yardımcı olan ilâçlar.
MÜSHİT  Helâk edici.
MÜ'SÎ  Kederli kimseyi avutan, gamlı kimseye teselli veren. (Bak: Üsvet)
MÜSİ'  (Sev'. den) Yaramaz, itaatsiz, iş görmez. Kötülük işleyen.
MÜS'İD  Mes'ud eden, bahtiyar eden.
MÜSİL  (Seyelan'dan) Akıtan, isale eden.
MÜSİNN  Yaşlı, ihtiyar.
MÜSİR  Koparan, kaldıran.
MÜSİRE  Çift öküzü.
MÜSKAB  Erkek doğuran.
MÜSKAL  Yük altında ezilen. Ezilmekte olan. 
MÜSKE  Müracaat olunacak hayır ve fayda. * Her şeyin artığı. * Akıl, kâmil zihin. * Kendine temessük olunacak şey. * Geçinecek kadar kuvvet ve gıda.
MÜSKİR  (Sekr. den) Sarhoşluk veren, şuuru kaybettiren, kullanılması ve içilmesi haram olan zararlı madde.
MÜSKÎR  Çok sarhoş olan.
MÜSKİRAT  (Müskir. C.) İçilmesi ve kullanılması Allah (C.C.) tarafından men'edilmiş sarhoşluk veren şeyler.
MÜSKİT  Susturan, söyliyecek söz bırakmayan, susmağa mecbur eden.
MÜSKİTÂNE  f. Sustururcasına. Susturma suretiyle.
MÜSLİM  İslâm olan, Allah'a teslim olmuş olan, selâmette olan.
MÜSLİMAN  (Selâmet. den) İslâm olan. İslâm dininde bulunan, mü'min ve mütedeyyin olan. (Bak: Muhammed (A.S.M.), Mefhar, Münacat)
MÜSLİMANAN  Müslümanlar. İslâm olanlar.
MÜSLİMÂT  Kadın müslümanlar.
MÜSLİME  Müslüman kadın veya kız. İslâm olan kadın.
MÜSLİMÎN  (Bak: Müslimûn)
MÜSLİMÛN  Müslümanlar. Erkek müslümanlar. Müslimîn.
MÜSMEGIDD  şişirici, şişiren.
MÜSMEGILL  Uzun, tavil.
MÜSMEKAT  (Mesmükât) Gökler, semavat.
MÜSMİ'  İşittiren, sesi duyuran.
MÜSMİN  Semiz, şişman.
MÜSMİR  Hayır veren, meyve veren, faydalı netice veren.
MÜSNED  (C.: Mesânid) İsnad edilmiş, nisbet edilmiş olan. * Gr: Haber (yüklem). Meselâ: "Bu yazı güzeldir" cümlesindeki (güzeldir) kelimesi gibi. * Edb: Açık olmayan heceye (kapalı heceye) de müsned denir. * Ehl-i Hadis ıstılahınca: Müsned; içindeki metinler, senetleri ile mezkur olan hadis kitabı demektir. Müellifin her sahabeden gelen rivâyetleri kendine kadar olan isnadları ile bir yere toplamak sureti ile vücuda getirdiği kitabdır. Doksana yakın Müsned olan Hadis kitabları vardır, bunların en mu'teberi Müsned-i Ahmed İbn-i Hanbel'dir. Sadece Müsned denildiğinde Ahmed İbn-i Hanbel'in Müsned kitabı kasdedilir. (Bak: İmam-ı Hanbelî)
MÜSNEDÜN İLEYH  Özne, fail. Edebiyatta sözün birinci rüknüne denir. Kendine isnad edilen. (Nahivde buna mübtedâ denir)
MÜSNEDE  Arka yastığı. Arkaya dayadıkları nesne.
MÜSNİD  Söyleyene isnad edilen söz. * Zaman, dehr.
MÜSRAH  Taranmış.
MÜSRİ'  Tesr'i eden. Sür'at ve hız veren, acele ettiren, çabuk gider olan.
MÜSRİF  Boş yere malını harcayan, tutumsuz, Allah'ın (C.C.) razı olmayacağı şeylere parasını, malını ve zamanını harcayan.
MÜSRİFÂNE  f. İsraf ederek, boş yere harcayarak.
MÜSTA'BED  Köle haline getirilen, kul olan, kulluğu istenen.
MÜSTA'BİD  (Abd. dan) Kul veya köle edinen. * Kendine ibadet ettiren.
MÜSTA'BİR  (C.: Müsta'birîn) Rüya tabir ettiren.
MÜSTA'BİRÎN  (Müsta'bir. C.) Rüyâ tabir ettiren kimseler.
MÜSTA'CEB  Şaşılacak olan.
MÜSTA'CEL  Acele yapılması lüzumlu olan, çabuk yapılması gereken.
MÜSTA'CELEN  (Acele. den) Çabuk ve acele olarak. Sür'atli bir tarzda.
MÜSTA'CELE  Büziydan otu.
MÜSTA'CİB  (Aceb. den) Şaşan, taaccüb eden. 
MÜSTA'CİBEN  Şaşakalarak, şaşırarak, taaccüb ederek.
MÜSTA'CİL  Acele yapan, çabuklaştıran.
MÜSTA'Fİ  Bir işten isteği ile çekilen, istifa eden. * Suçunun bağışlanıp afvedilmesini isteyen.
MÜSTAFZIL  Bir şeyden arta kalan.
MÜSTAGFİR  (Gufran. dan) İstiğfar eden. Günahlarının örtülmesini, bağışlanmasını Allah'tan (C.C.) isteyen.
MÜSTAGİS  Medet bekleyen, yardım dileyen.
MÜSTAGİSÎN  (Müstagis. C.) Yardım dileyenler.
MÜSTAGNİ  (Gani. den) Kimseden bir menfaat beklemeyen, bir şey istemeyen, istiğna eden, kimseye ihtiyacı olmayan. Gönlü tok, tok gözlü. Çekingen, nazlı. * Gerekli ve lüzumlu bulmayan.
MÜSTAGNİYANE  f. Müstağni olanlara yakışır surette.
MÜSTAGNİYETÜN ANHÂ  Kendilerine hiç ihtiyaç olmayanlar.
MÜSTAGRAK  (Gark. dan) Garkolmuş, dalmış, batmış. * Mânevi bir vaziyete dalmış. * Kendini bilmiyecek derecede dalgın olan. Bir şeye dalmış veya daldırılmış olan.
MÜSTAGREB  (Garabet. den) Garip ve tuhaf görülmüş, şaşılmış.
MÜSTAGRIK  (Gark. dan) Kendini bilmeyecek derecede dalgın. * Garkolmuş, batmış, dalmış.
MÜSTAGRİB  (C.: Müstagribîn) Gurbete gitmek isteyen. * (Garabet. den) Şaşakalan, şaşıran, garibine giden.
MÜSTAGRİBANE  f. Garibine ve tuhafına giderek, şaşırarak.
MÜSTAGRİBÎN  (Müstagrib. C.) (Garabet. den) şaşakalanlar. Garibine gidenler, taaccüb edenler.
MÜSTAGŞİ  Örtünüp bürünen.
MÜSTAHAK  Hak eden, hak etmiş. * Kendisi kazanmış.
MÜSTAHAZA  (Bak: İstihaza)
MÜSTAHBER  (C.: Müstahberât) (Haber. den) Haber alınmış, işitilmiş, duyulmuş.
MÜSTAHBERÂT  (Müstahbere. C.) (Haber. den) Öğrenilmiş, alınmış haberler.
MÜSTAHBİR  (Haber. den) Duyan, işiten, haber alan.
MÜSTAHCER  (Hacer. den) Taş hâline gelmiş. Sertleşip taşlaşmış.
MÜSTAHDEM  Ücretle çalışan, hizmette bulunan, hademe.
MÜSTAHDES  Sonradan ihdas edilmiş, sonradan meydana çıkarılmış.
MÜSTAHDİM  Hizmette kullanan, istihdam eden.
MÜSTAHDİS  Yeni bir şey bulucu.
MÜSTAHFAZ  (C.: Müstahfazin) (Hıfz. dan) Koruyan, hıfzeden, muhafaza eden.
MÜSTAHFAZÎN  (Müstahfaz. C.) Müstahfazlar.
MÜSTAHFIZ  Tar: Yeniçeriliğin kaldırılmasından evvel, kale, hisar ve memleket muhafazasında bulunan kimseler hakkında kullanılan bir tabirdi. İlk zamanlardaki müstahfızlık, daim hizmet hâlinde olduğu için kendilerine timar verilirdi. Sonraki müstahfızlık ise, harp gibi lüzum görüldüğü zaman askerlik hizmetine çağrıldığı için bu gibilere yalnız hizmete çağırıldıkları zaman, diğer askeri efrad gibi, maaş ve tayin verilirdi.
MÜSTAHİK  Hak etmiş, hak kazanmış, lâyık.
MÜSTAHİKKÎN  Hak kazanmış olanlar, haketmiş olanlar.
MÜSTAHİL  İmkânsız, olmayacak şey. Boş.
MÜSTAHİLAT  (Müstahil. C.) İmkânsız şeyler. * Mânâsız, boş ve saçma şeyler.
MÜSTAHİLL  Helâl addedici olan. Helâllaşmayı isteyen.
MÜSTAHKAR  (Hakaret. den) Hakir, hor görülen, küçümsenen.
MÜSTAHKEM  Sağlamlaştırılmış, istihkâm edilmiş. (Bak: Muhkem)
MÜSTAHKIR  (Hakaret. den) Hakir gören, istihkar eden, küçük gören, küçümsiyen.
MÜSTAHKİM  Sağlamlaştıran, istihkâm eden.
MÜSTAHLAS  (Halâs. dan) Kurtarılmış, halâs edilmiş.
MÜSTAHLEB  Süt gibi beyaz ve sübye tarzında hazırlanmış, süt haline getirilmiş ilâç.
MÜSTAHLEF  (Halef. den) Kendi yerine geçirilmiş. Başkasının yerine konulmuş.
MÜSTAHLİB  (Halb. dan) Tırmalayan.
MÜSTAHLİB  (Halb. dan) Sağan.
MÜSTAHLİB-İ LEBEN  Süt sağan.
MÜSTAHLİF  (Halef. den) Kendi yerine geçiren. Başkasının yerine koyan.
MÜSTAHLİS  (Halâs. dan) Kurtaran, halâs eden. Kurtarıcı.
MÜSTAHMİL  (Haml. dan) Yüklenen, istihmâl eden.
MÜSTAHREC  Alınmış, çıkarılmış, istihrâc edilmiş olan.
MÜSTAHRİC  (Huruc. dan) İstihrac eden, çıkaran. İbâreden mâna çıkarmak istidadında olan.
MÜSTAHSAL  (C.: Müstahsalât) (Hâsıl. dan) Yetiştirilmiş, hâsıl olmuş, üretilmiş.
MÜSTAHSEN  Beğenilen. Güzel ve herkesin beğendiği. * Dinimizin güzel gördüğü şeylerin her biri.
MÜSTAHSİL  (Hâsıl. dan) Yetiştiren, hâsıl eden, husule getiren, elde eden. Üretici.
MÜSTAHSİLÎN  (Müstahsil. C.) Yetiştirenler, müstahsiller, üreticiler.
MÜSTAHSİN  Beğenen, iyi gören, iyi bulan.
MÜSTAHSİNÂNE  f. Beğenerek, beğenmek suretiyle, beğenircesine.
MÜSTAHSİR  Yorulup halsiz düşen.
MÜSTAHYİ  (Hayâ. dan) Utanan, utangaç. Hayâ eden.
MÜSTAHZAR  (Huzur. dan) Hazır, hazırlanmış. * Huzura getirilmiş. Zihinde tutulan.
MÜSTAHZARAT  (Müstahzar. C.) Hazırlanmış şeyler.
MÜSTAHZIR  (Huzur. dan) Hazırlıyan. * Huzura getiren.
MÜSTAİD  İstidadı olan, kabiliyetli, uyanık, anlayışlı, akıllı.
MÜSTAİDDÂN  (Müstaid. C.) İstidatlı kimseler, müstaid kişiler.
MÜSTAİN  (Avn. dan) Yardım isteyen, istiâne eden.
MÜSTAİNEN  (Avn. dan) Birinin yardımına sığınarak, istiane ederek, yardım dileyerek.
MÜSTAİR  (Ariyet. den) Ödünç alan.
MÜSTAKARR  (Karar. dan) Karar bulan, bir yerde sabit ve sakin olan. Kararlı. * Karargâh. Durulan yer.
MÜSTAKBEH  (Kubh. dan) Tiksinilen, beğenilmeyen, kabih görülen.
MÜSTAKBEL  Karşılanan, istikbâl edilen, önde bulunan. İlerdeki, gelecek. * Gelecek zaman.
MÜSTEKBELÂT  (Müstakbel. C.) Gelecek zamanlar, istikbâller. * Önde bulunanlar.
MÜSTAKBİH  (Kubh. dan) Tiksinen, beğenmiyen.
MÜSTAKBİL  İstikbâl eden, karşılayan. * Kıbleye dönen.
MÜSTAKBİLÎN  (Müstakbil. C.) (Kabl. dan) Karşılayanlar, karşılayıcılar, istikbâl edenler. * Kıbleye dönenler.
MÜSTAKDİM  (Kıdem. den) İleride ve önde bulunan. İstikdam eden. * (Kadem. den) Çok ayaklı olan.
MÜSTAKIRR  (Karâr. dan) İstikrar bulmuş, yerleşmiş, sâbit.
MÜSTAKISS  Kısas istiyen.
MÜSTAKÎL  Pazarlığın bozulmasını isteyen.
MÜSTAKİLL  Kendini idare edebilen. Başlıbaşına. Bağımsız.
MÜSTAKİLLEN  (Kıllet. den) Yalnız, ancak. * Başlı başına olarak, kendi başına, bağımsız olarak.
MÜSTAKİM  (Kıyam. dan) Doğru, istikametli. * Eğri olmayan, düz, dik. * Hilesiz, temiz.
MÜSTAKİMÂNE  f. Doğrulukla, namuslulukla, adâlet dâiresinde.
MÜSTAKRAZ(A)  (C.: Müstakrazât) (Karz. dan) Borç alınmış, istikraz olunmuş.
MÜSTAKRAZAT  (Müstakraz. C.) (Karz. dan) Borç olarak alınmış paralar.
MÜSTAKRİB  (Kurb. dan) Yaklaştırıcı, yaklaştıran.
MÜSTAKRİZ  (C.: Müstakrizin) (Karz. dan) Borç eden, medyun.
MÜSTAKRİZÎN  (Müstakriz. C.) (Karz. dan) Borç alanlar, istikraz edenler.
MÜSTAKSÎ  (Kusv. dan) Dikkatle araştıran. * Sonuna, nihâyetine varmak isteyen.
MÜSTAKSİM  (Kısım. dan) Bölüşen, pay eden, taksim eden. * (Kasem. den) Yemin isteyen.
MÜSTAKTIR  (Katre. den) Damlatan, istiktar eden.
MÜSTAKTİL  (Katl. dan) Ölüme karşı göğüs geren. İstiktal eden.
MÜSTAKZAR  Kirli, pis, murdar.
MÜSTA'LİM  (İlm. den) Mâlumat ve bilgi isteyen.
MÜSTA'LİYE  (İsti'la. dan) İsti'la eden, yükselen, üstün gelen, üste çıkan.
MÜSTA'MEL  Kullanılan, kullanılmış. * Eski, köhne.
MÜSTA'MER  Muhacir yerleştirilerek imar edilen yer. * Müstemleke, sömürge.
MÜSTA'MERÂT  (Müstâ'mere. C.) (Umrân. dan) Sömürgeler, müstemlekeler.
MÜSTA'MİL  İstimal eden, kullanan.
MÜSTA'MİR  İsti'mar eden, bir yere muhacir yerleştirerek orasını mâmur hâle getiren. * Müstemlekeci. Sömürgeci.
MÜSTANSIR  (Nusret. den) Yardım dileyen, muavenet isteyen, istinsâr eden.
MÜSTANSİH  (Bak: Müstensih)
MÜSTANTIK  İstintak eden, soran. * Mahkemede ilk ifadeyi alan, ilk soruşturma tahkikatı açan hâkim. * Sorgu hâkimi. * Sual soran. Sorguya çeken.
MÜSTA'REB  Araplaşmış.
MÜSTA'RİB  (Arab. dan) Araplaşmış. Aslen Arap olmadığı hâlde sonradan Araplaşmış olan.
MÜSTA'RİK  (Arak. dan) Terlemek için yatan.
MÜSTASFİ  (Safâ. dan) Hâlisini ve safını alan.
MÜSTASGİR  (Sagir. dan) Küçük gören, istisgar eden, küçümseyen.
MÜSTASGİRÂNE  f. Küçümseyerek, küçük görerek.
MÜSTASHAB  (Sohbet. den) Birine yanında arkadaş olarak bulundurulan.
MÜSTASHİB  (Sohbet. den) Beraber bulunduran, yanına alan.
MÜSTASHİBEN  (Sohbet. den) Beraber ve birlikte olarak. Yanında bulundurarak.
MÜSTAS'İB  (Suubet. den) Her şeyi güç sayan ve zor gören kimse.
MÜSTASVEB  (Savâb. dan) Doğru sayılmış, mâkul görülmüş.
MÜSTASVİB  (Savâb. dan) Doğru sayan, mâkul gören.
MÜSTATIBB  (Tıbb. dan) Çare arayan, deva arayan.
MÜSTA'TIF  (Atıfet. den) Sevgi ve şefkat isteyen.
MÜSTA'TIFÂNE  f. Şefkat istercesine, sevgi taleb edercesine.
MÜSTA'TIR  Kendine gökçek ve güzel kokular sürünen.
MÜSTA'TÎ  Bahşiş isteyen.
MÜSTA'TİB  Afv talep eden, afvını isteyen.
MÜSTATİL  İstitâle eden, uzanan. * Geo: Dikdörtgen. * Tecvidde müstatil harfi için (Bak: İstitâle)
MÜSTATİR  Uçan, uçuşan. * Yangının veya sabahın intişarı gibi müstaid olan.
MÜSTATRAF  Nâdide sayılmış. 
MÜSTATRİB  (Tarab. dan) Neşe, âhenk ve eğlence isteyen.
MÜSTATRİF  (Turfa. dan) Nâdide sayılan.
MÜSTAVSILA  Takma saç kullanan kadın.
MÜSTAVZI'  Pazarlık eden.
MÜSTAVZİH  İzâhat isteyen.
MÜSTAZHİR  (Zahr. dan) Dayanan, arka veren.
MÜSTAZHİREN  (Zahr. dan) Arka vererek, dayanarak.
MÜSTAZILL  (Zıll. dan) Gölgelenen, gölge altına girmiş olan. * Mc: Birinin himayesine sığınmış olan.
MÜSTA'ZIM  (Azm. den) Büyük gören, isti'zam eden, büyük tutan. * Gururlu, kibirli, enaniyetli.
MÜSTAZÎ  (Ziya. dan) Işık ve ziya alan. Işıklanan. * Alâ, makbul, iyi.
MÜZTAZ'İF  (Za'f. dan) Zayıf gören.
MÜSTAZRAF  (Zarf. dan) Etrâfı kuşatılmış. İçine almış.
MÜSTAZRIF  (Zarf. dan) Etrâfını kuşatan, içine alan. Kuşatmış olan.
MÜSTEAN  (Avn. dan) Kendisinden yardım beklenen, yardım istenen.
MÜSTEAR  (Ariyet. den) Kendi malı olmayan, iğreti alınmış, emâneten alınmış olan. * Kendini belli etmemek için kullanılan takma bir isim.
MÜSTEAR-ÜN MİNH  Kendisinden eğreti olarak birşey alınmış olan kimse.
MÜSTEB'AD  (Bu'd. dan) Uzak görülen, akla yakıştırılmayan, olacağı sanılmayan.
MÜSTEBAN  Vâzıh, âşikâr, beyanı açık olarak anlaşılan, açıklanmış.
MÜSTEBDEL(E)  (Bedel. den) Değiştirilmiş, istibdâl edilmiş.
MÜSTEBDI'  Kazancı, kârı kendine yani veren kişiye âit olmak üzere sermaye verilen kimse.
MÜSTEBDİ'  Eşi emsâli benzeri pek az bulunur sanan.
MÜSTEBDİL  (Bedel. den) Değiştiren, istibdal eden. 
MÜSTEBGÎ  Bir şeyin olması için yardımda bulunan.
MÜSTEBHİR  (Bahr. den) Deniz gibi geniş olan (kimse).
MÜSTEBIK  (Sebak. dan) Yarışa çıkan, istibak eden.
MÜSTEBÎ  Esir eden.
MÜSTEB'İD  Uzak farzeden, uzak gören, uzak sayan. Uzaklaşmış.
MÜSTEBİD  Başlı başına, müstakil olan. Emri altındakilere söz ve hürriyet hakkı tanımayan, istibdat yapan. Despot.
MÜSTEBİDÂNE  f. İstibdat yaparak, müstebitçe.
MÜSTEBİN  Açık ve meydanda olan. Zâhir, âşikâr.
MÜSTEBKÎ  (Beka. dan) Bâki olmasını isteyen.
MÜSTEBRÎ  İstibra eden. Tenasül uzvunda idrar damlası bırakmayan.
MÜSTEBŞİR  Müjdeleyen. Müjde ile sevinen.
MÜSTEBTIN  Bir şeyin ledününe, içyüzüne âşinâ olan.
MÜSTECAB  Hoş görülen. * İstediği kabul edilen. İcâbet olunmuş.
MÜSTE'CEL  Belirli bir vakte kadar geciktirilen. Muayyen bir zamana kadar te'hir edilmiş olan.
MÜSTE'CER  Kira ile tutulmuş olan.
MÜSTE'CERÜN-FİH  Kiralama maksadı.
MÜSTECHİL  Câhil sayan, istichâl eden.
MÜSTECHİLÂNE  (Cehl. den) f. Cahil sayarak.
MÜSTE'CİR  (Ecr. den) İsticar eden, kira ile tutan, kiracı.
MÜSTECİR  (İcaret. den) Eman dileyen, himaye isteyen. Korunmasını dileyen. 
MÜSTECİRÂNE  f. Aman dileyerek, müstecircesine.
MÜSTE'CİREN  Kiracı olarak.
MÜSTE'CİRÎN  (Müste'cir. C.) Kiracılar. * Kira ile tutanlar.
MÜSTECLİB  (Celb. den) Kendine doğru çeken. İsticlâb eden.
MÜSTECMİ'  Toplayan, cem'eden. Toplanan.
MÜSTECVİB  (Cevâb. dan) Cevap isteyen. İfâdesini alan, suâl sorup cevabını isteyen.
MÜSTED'A  (C.: Müsted'ayât) İstenen, arzu edilen, istidâ edilen, dilenen. * Dilekçe ile istenilen şey.
MÜSTED'Â-ALEYH  (Da'va. dan) Kendisinden şikâyet edilen kimse.
MÜSTEDAM  (Devam. dan) Sürekli, devamlı. Sürüp giden. * Devâmı istenilen.
MÜSTED'AYAT  (Müsted'â. C.) İstenilen, dilenen şeyler. Dilekçe ile talebedilen şeyler.
MÜSTEDBİR  (Dübr. den) Yüz çeviren, arkasını döndüren. İstidbâr eden.
MÜSTEDELL  (Delâlet. ten) İstidlâl olunmuş. Bir delil ile isbat edilmiş. (Müstedlel, yanlıştır.)
MÜSTED'Î  (Da'vâ. dan) Dilekçe veren, istida eden kimse.
MÜSTE'DÎ  Birinin zulmüne karşı başka birinden yardım dileyen. * Birini sıkıştırıp malını zorla alan.
MÜSTE'DİB  (Edeb. den) Bilgi ve edeb öğrenen.
MÜSTEDİLL  (Delâlet. den) Delil ve hüccet gösterilerek isbat edilen.
MÜSTEDÎM  (Devam. dan) Devamlı, daimî, sürekli. * Devamını isteyen, istidame eden.
MÜSTEDÎN  (Deyn. den) Ödünç alan, borç alan, istidane eden.
MÜSTEDÎR  Daire şeklinde olan, deyirmi.
MÜSTEDLEL  (Bak: Müstedell)
MÜSTEDREK  İdrak edilmek, anlaşılmak istenen şey. * Arabçada bir vezin.
MÜSTEDREK-İ HÂKİM  (Bak: Hâkim Ebu Abdullah)
MÜSTEDRİK  İstidrak eden, anlamak isteyen.
MÜSTEFAD  (Feyd. den) Anlaşılıp istihrac olunan. * Kazanılmış olan, istifade edilmiş. * Mâna, mefhum.
MÜSTEFAZ  Dağılıp yayılmış.
MÜSTEFHEM  (Fehm. den) Anlaşılan, fehmedilen.
MÜSTEFHİM  (Fehm. den) Soran, anlamak isteyen.
MÜSTEFİD  (C.: Müstefidân) İstifade eden, fayda gören, faydalanan.
MÜSTEFİDAN  f. (Müstefid. C.) Faydalananlar, müstefidler, istifade edenler.
MÜSTEFİDANE  f. Faydalanarak, istifade ederek.
MÜSTEFİZ  (Feyz. den) İstifaze eden, feyz alan. Kazanç sâhibi olan.
MÜSTEFİZANE  f. Feyizlenerek, feyiz alarak.
MÜSTEFİZ  Münteşir, açılmış, yayılmış.
MÜSTEFREŞE  (Firaş. dan) Odalık, câriye.
MÜSTEFREZ  Ayrılmış, tefrik edilmiş.
MÜSTEFRİG  (Ferag. dan) Kusan, istifrağ eden. * Kusturan.
MÜSTEFSİR  (C.: Müstefsirîn) (Fesr. den) Soruşturup anlamak isteyen. Açıklanmasını, izah edilmesini ve geniş anlatılmasını isteyen.
MÜSTEFSİRÎN  (Müstefsir. C.) Müstefsirler.
MÜSTEFTÎ  (Fetva. dan) Bir müftüye müracaat edip bir mes'ele hakkında fetva isteyen. * Bir müşkülün halledilip çözülmesini isteyen.
MÜSTEFTİH  (Feth. den) Açan, istiftah eden, başlıyan.
MÜSTEGAS  (Gıyas. dan) Kendisinden yardım istenen. * Allah (C.C.)
MÜSTEGİS  (C.: Müstegîsîn) (Gıyas. dan) Yardım dileyen, istigase eden.
MÜSTEHAB  Sevilmiş şey. Yapılması sevaplı olan. * Fık: Peygamber efendimizin (A.S.M.) bazen yapıp bazen terkeylediği şeydir. Farz ve vacibin dışındaki sevaplı iş, sevap olduğu bilinen iş. Nafile, mendub, fazilet, tatavvu, edeb namları da verilir.
MÜSTEHAK  (Bak: Müstahak)
MÜSTEHAM  Şaşırmış, şaşa kalmış, hayran.
MÜSTEHAMM  Sıcak su mevzii, hamam.
MÜSTEHAN  Değersiz, alçak, âdi, hakir sayılan.
MÜSTEHAS  Toprağın altında kalıp saklanmış.
MÜSTEHAZA  (Bak: İstihâza)
MÜSTEHCEN  Açık, saçık. Edepsizcesine, ayıp, iğrenç.
MÜSTEHCİN  (Hücnet. den) Kötü, çirkin ve ayıp sayan. Fenâ gören.
MÜSTEHDÎ  (Hedy ve Hidâyet. den) Hak yolu, doğru yolu, müslümanlık yolunu isteyen.
MÜSTEHDİF  (Hedef. den) Hedef tutan. Hedef tutulan. Hedef gibi dikilip duran.
MÜSTEHİFF  Hor ve hakir görüp aşağı ve bayağı sayarak alay edip eğlenen.
MÜSTE'HİL  (Ehl. den) Lâyık ve ehil olan.
MÜSTEHÎL(E)  (C.: Müstehilât) (Havl. den) Mânâsız ve boş şey. * Mümkün olmayan, imkânsız şey.
MÜSTEHİLAT  (Müstehil. C.) (Havl. den) Mümkün olmayan şeyler, kabil olmayan şeyler. * Mânasız, saçma şeyler.
MÜSTEHİLL  (Helâl. den) Helâllaşan. Helâllık dileyen.
MÜSTEHİLL  Hilâl şeklinde görünen. * Yeni doğmuş.
MÜSTE'HİR(E)  Teehhür eden, geciken, geri kalan.
MÜSTEHLEK  İstihlâk edilmiş, yiyip içilerek bitirilmiş.
MÜSTEHLİK  (Helâk. den) İstihlâk eden, satın aldığı şeyi bizzat kullanıp sarfeden, harcayan. Tüketici.
MÜSTEHVÎ  Hayran eden, aklını alan, istihva eden.
MÜSTEHZÎ  İstihza eden. Biriyle eğlenen. Herkesle eğlenmek isteyen.
MÜSTEHZİYANE  f. İstihza ederek, alay ederek ve eğlenerek. Oyuncak haline koyarak.
MÜSTEÎR  (Ariyyet. den) Ödünç veya borç alan. İstiare eden.
MÜSTEKA  (C.: Mesâtık) Uzun yünlü kürk.
MÜSTEKARR  (Bak: Müstakarr)
MÜSTEKBİR  (Kibir. den) Kibirlenen, kendini büyük gören, büyüklenen.
MÜSTEKBİRANE  f. Büyüklenerek, kibirlenerek.
MÜSTEKBİRÎN  (Müstekbir. C.) Kibirlenenler, kendini büyük görenler.
MÜSTEKFÎ  Yetecek kadarını isteyen.
MÜSTEKİFF  Bakarken gözünü muhafaza etmek için, elini kaşının üzerine koyan. * Dilenmek için elini uzatan.
MÜSTEKÎN  Alçak gönüllülük ve tevazu gösteren.
MÜSTEKİNN  (Kenn. den) Saklanan, gizlenen.
MÜSTEKİNNE  İçteki kin ve hased.
MÜSTEKMİL  (Kemâl. den) Tam ve olgun bir hâle getiren. Eksiksiz olarak bitiren.
MÜSTEKMİN  (Kemn. den) Saklanan, gizlenen.
MÜSTEKNİH  (Künh. den) Künhünü, doğrusunu ve esâsını araştıran.
MÜSTEKRA  Kiraya verilen eşya.
MÜSTEKREH  İğrenç, kerahetli, istikrah edilmiş, tiksinilen.
MÜSTEKREHAT  (Müstekreh. C.) (Kerahet. den) Tiksinilen, istikrâh edilen ve iğrenç şeyler.
MÜSTEKRÎ  (Kira. dan) Kira ile tutan, kiralayan.
MÜSTEKRİH  (Kerâhet. den) İğrenen, tiksinen, istikrah eden, kerih gören, nefret eden.
MÜSTEKSİR  (Kesret. den) Çok gören, çok kabul eden, büyüten.
MÜKTEKŞİF  (Keşf. den) Keşfetmeğe çalışan.
MÜSTEKTİB  Dikte eden, söyleyip yazdıran.
MÜSTELEZZ  (C.: Müstelezzât) (Lezzet. den) Lezzet alınmış, tadına varılmış.
MÜSTELEZZÂT  (Müstelezz. C.) (Lezzet. den) Lezzet alınan şeyler.
MÜSTELÎM  (Levm. den) Beğenilmeyecek iş yapan.
MÜSTEL'İM  Zırhlı, zırh giymiş kişi.
MÜSTELİZZ  (Lezzet. den) Lezzet alan, tadına varan, tad alan.
MÜSTELKÎ  Arka üstü yatan veya uyuyan.
MÜSTELZİM  Lüzumlu, gerektiren. Mucib ve sebep. Bais olan. Bir şeyin lüzumunu deruhde eden.
MÜSTEMEDD  Kendisine yardım edilmiş olan, yardım edilen.
MÜSTE'MEN  (Emn. den). Ecnebi tebaasından olan, yabancı. * Kendisine aman verilmiş olan..
MÜSTEMEND  Gamlı, kederli, mahzun. * Şikâyet eden.
MÜSTEMHİL  (Mehl. den) Belirli bir vakit ve zaman isteyen. Mühlet isteyen.
MÜSTEMİ'  İstima eden, dinleyici, işiten. * Bir okula dinleyici olarak devam eden.
MÜSTEMİAN  (Semi'. den) İşiterek, duyarak. Dinleyici olarak.
MÜSTEMİDD  (Meded. den) Meded isteyen, yardım isteyen.
MÜSTEMİDDÂNE  f. Yardım isteyerek, istimdad ederek, meded bekliyerek.
MÜSTEMİÎN  (Müstemi'. C.) Dinleyenler, dinleyici olanlar, dinleyiciler.
MÜSTE'MİN  Eman dileyen. Emane, emniyete erişen, nâil olan. (Gerek müslim, gerek zimmî veya harbî olsun.) İstiman eden. Emin edilmiş. * Canının bağışlanması şartiyle teslim olan. * Tar: Osmanlı ülkesinde oturmalarına müsaade olunan yabancı devlet tebaası. Osmanlı devleti ile sulh halinde bulunan ecnebiler. Ecnebi memleketlerde seyahat ve ikamet eden müslümanlar da bu sıfatla anılırlardı. * Kendisine aman verilmiş olan.
MÜSTEMİRR(E)  (Mürur. dan) Devam eden, sürekli, arasız. * Sağlam, muhkem, kavi, metin.
MÜSTEMİRRÂNE  f. Devamlı olarak, aralıksız surette.
MÜSTEMİRREN  Aralıksız olarak, bir düziye.
MÜSTEMİT  Harpte ölmekten yılmayan yürekli kimse.
MÜSTEMLEK  (Mülk. den) Satın alınmış mülk.
MÜSTEMLEKÂT  Müstemlekeler. Başka devletlerin emri ve idaresi altında olan yerler. Memleketler.
MÜSTEMLEKE  Başka bir devletin idaresi altında bulunan memleket. Hicret etmişlerle iskân edilmiş yerler. Sömürge.
MÜSTEMSİK  Bırakmamak üzere sıkı tutan.
MÜSTEMTİ'  Temettü' eden, faydalanan, menfaatlenen.
MÜSTEMZİC  (Mezc. den) Soran, soruşturan. Fikir yoklayan. Anket için düşüncelerini soran.
MÜSTENBAT  İstinbat olunmuş, zımnen anlaşılmış.
MÜSTENCİZ  Va'din yerine getirilmesini isteyen. 
MÜSTENED  Bir şeye istinad etmiş veya o şey sened kabul edilmiş.
MÜSTENEDÜN İLEYH  Kendine dayanılan, temel.
MÜSTENFİK  Başkalarını beslemek için malını sarfeden.
MÜSTENFİR  Ayaklandırma. Ürkme, kaçma.
MÜSTENHİC  Birinin mesleğine giren.
MÜSTENHİR  (Nehr. den) Aka aka yeri oyan.
MÜSTENİD  Bir şeye dayanan. Bir şeyin üzerine koyulmuş. * İstinad eden, dayanan, güvenen. * Bir delili, şâhidi olan.
MÜSTENİDEN  İstinad ederek, dayanarak, güvenerek. * Bir delil ve şâhid göstererek.
MÜSTE'NİF  Yeniden başlayan. * Daha üst mahkemeye baş vuran, davasını istinaf eden.
MÜSTE'NİFE  Gr: Evvelki cümlelerle bağlı olmayıp ilerdeki veya mukadder olan suallere cevap teşkil eden cümle.
MÜSTENÎM  (Nevm. den) Uyumadığı halde uyur gibi görünen.
MÜSTENİR  (Nur. dan) Işık ve nur alan, parlak.
MÜSTE'NİS  Ünsiyet peyda etmiş olan, alışık. Alışılmak istenen.
MÜSTENKER  İnkâr edilmiş.
MÜSTENKIH  Anlayan, idrak eden.
MÜSTENKIS  (Naks. dan) Fiyatı indirmek isteyen.
MÜSTENKÎ  Temizlenen, tâhir olan.
MÜSTENKİF  İstinkâf eden, geri duran. Kaçınan, çekimser.
MÜSTENKİH  Araştıran. İnceliyen, tedkik eden. * Ağız koklıyan.
MÜSTENKİR  İnkâr eden. Münkir.
MÜSTENSİH  İstinsah eden. Yazıyı çoğaltan, kopya çıkaran. * Teksir makinesi. Çoğaltma makinesi.
MÜSTENŞIKK  (şakk. dan) Temizlemek için burnuna su çeken.
MÜSTENŞİD  (Neşide. den) Birisinin şiir okumasını isteyen.
MÜSTENŞİE  Kâhinlik yapan kadın.
MÜSTENTİC  (Netice. den) Sonuç çıkaran, netice çıkaran, istintac eden.
MÜSTERA(T)  İhtiyar olunmuş, beğenilmiş, seçilmiş.
MÜSTERAH  (Rahat. dan) Dinlenme yeri. Rahat edecek yer. * Abdesthane, ayakyolu, helâ.
MÜSTERAK(A)  (Sirkat. dan) Çalınmış, sirkat olunmuş.
MÜSTERCA  (Reca. dan) Rica edilmiş, yalvarılmış. * Umulmuş, ümid edilmiş. 
MÜSTE'REB  Medyum kimse.
MÜSTEREDD  (Redd. den) Geri alınmış.
MÜSTERFİH  (Refah. dan) Rahatlık isteyen. Refah ve bolluk taleb eden.
MÜSTERHAM  İstirham olunmuş, niyaz olunmuş, yalvarılmış bulunan.
MÜSTERHÎ  (Reha. dan) Gevşek, sarkık, gevşemiş.
MÜSTERHİB  Korkutan, istirhab eden.
MÜSTERHİM  (Rahm. dan) İstirham eden, niyaz eden, yalvaran. Merhamet dileyen.
MÜSTERHİMÂNE  f. İstirham edene, yalvarana, merhamet dileyene yakışır şekilde, yakışır halde. 
MÜSTERHİN  (Rehn. den) Rehin alan. Rehin isteyen.
MÜSTERHİS  (Ruhs. dan) Ucuz sayan.
MÜSTE'RIS  Vâlidesi ile arasında ayrılık olan.
MÜSTER'Î  Bir kimseden bir şeyin saklanıp muhafaza edilmesini isteyen.
MÜSTE'RİB  Borçlu.
MÜSTERİH  (Rahat. dan) İstirahat eden, rahat bulan.
MÜSTERİH-ÜL BÂL  İçi rahat, gönlü müsterih.
MÜSTERİHÂNE  İçi rahat olarak, gönül rahatlığı ile.
MÜSTERKI'  Tamire veya yamaya muhtaç.
MÜSTERŞİ  (Rüşvet. den) Rüşvet isteyen.
MÜSTERŞİD  (C.: Müsterşidîn) (Rüşd. den) Doğru yolun gösterilmesini ve irşad edilmesini isteyen.
MÜSTERŞİDÂNE  f. Doğru yolun gösterilmesini isteyene yakışır surette.
MÜSTERŞİDÎN  (Müsterşid. C.) Doğru ve hak yolun gösterilmesini, irşad edilmesini isteyenler.
MÜSTERŞİYANE  f. Rüşvet istercesine.
MÜSTERVİH  (Rahat. dan) Dinlenen. İstirahat eden. Yorgunluğunu gideren.
MÜSTERZIK  Rızık talep eden, rızık isteyen.
MÜSTERZİL  (Rezil. den) Rezil sayan, kepaze kabul eden.
MÜSTES'AD  (Sa'd. dan) Uğurlu sayılan veya uğurlu sayılmış.
MÜSTE'SAL  (İstisal. dan) Kökünden koparılmış. * Ele geçirilmiş.
MÜSTESHİL  Kolay sayan.
MÜSTESHİLÂNE  f. Kolay sayarcasına.
MÜSTESHİR  Alay eden.
MÜSTE'SİL  (İstisal. dan) Kökünden koparan. * Ele geçiren. MÜSTES'İD $ : (Sa'd. dan) Uğurlu sayan.
MÜSTESİNN  (Sinn. den) İhtiyarlanan, yaşlanan.
MÜSTESKAL  (Sıklet. den) İstiskal edilen. Soğuk muamelede bulunulan. Kendisine kovarcasına muamele yapılan.
MÜSTESKIL  (Sıklet. den) İstiskal eden. Birine karşı kovarcasına muamelede bulunan.
MÜSTESKILÂNE  f. İstiskal eden kimseye yakışır şekilde.
MÜSTESKÎ  (Saky. den) Karnı su toplamış, istiska olmuş.
MÜSTESLİM  (C.: Müsteslimîn) Müslüman olan. İslâm dinini kabul eden. * Teslim olan, boyun eğen.
MÜSTESLİMÎN  (Müsteslim. C.) Müslüman olanlar. İslâm dinini kabul edenler. * Boyun eğenler, teslim olanlar.
MÜSTESNA  İstisna edilen. Ayrı tutulan, ayrı muameleye tabi olan. Kaide dışı bırakılmış olan.
MÜSTESNÂİYE  Başkalarından üstün, başkalarından ayrı bir tarza tâbi. Başkalara benzemeyen.
MÜSTEŞ'AR  (şuur. dan) Bildirilen, haberli.
MÜSTEŞAR  (Meşveret. den) Kendine iş danışılan. Hükümetin vekilinden sonra en yüksek idare me'muru.
MÜSTEŞARÎ  (Meşveret. den) f. Müsteşarlık.
MÜSTEŞFA  Hastahane, şifa yurdu.
MÜSTEŞFÎ  Şifa isteyen, hastalığının iyi olmasını isteyen. * Kendisine baktıran. * Hastahane.
MÜSTEŞFİ'  Bağışlanmasını dileyen, affını isteyen. Şefaat için yalvaran.
MÜSTEŞFİÂNE  f. şefaat dilercesine.
MÜSTEŞHED  (C.: Müsteşhedât) şâhid olarak gösterilen. şâhid tutulan.
MÜSTEŞHEDÂT  (Müsteşhed. C.) şâhid olarak gösterilen kimseler. şâhid tutulan kişiler.
MÜSTEŞHİD  Şâhid gösteren, şâhid tutan.
MÜSTEŞ'İR  (İş'ar. dan) Soruşturan. (Yazı ile) bildirilmesini isteyen.
MÜSTEŞRİF  Nâzır, bakan. * Eğik, mâil.
MÜSTEŞRİK  (Şark. dan) Doğu memleketlerinin din, dil ve tarihlerini ve diğer bâzı hususları araştırıp tesbite çalışan batılı âlim. Garplı âlim. (Orientalist)
MÜSTEŞRİKÎN  (Müsteşrik. C.) Müsteşrikler.
MÜSTETAB  İyi, güzel, âlâ. * Devâ.
MÜSTETBEAT  Edb: Söze, kelâma tâbi olan mânalar. Sözdeki telvihat ve telmihat. Söz söylerken arasında işaretle anlatmalar.
MÜSTETBEAT-ÜT TERAKİB  Sözdeki birbirine bağlı, işaretli mânalar.
MÜSTETBİ'  Kendisine tâbi olunmasını isteyen.
MÜSTETÎL  Uzun, tavil.
MÜSTETÎM  Tamamlanmasını isteyen.
MÜSTETİR  (Setr. den) Örtülü, gizlenen. Gizli, saklı.
MÜSTETÎR  Münteşir, yayılmış.
MÜSTEVA  Gr: Müzekker ile müennesi şâmil olan, içine alan.
MÜSTEVCİB  (Vücub. dan) Lâyık, şâyan, münasib. * Gereken, icab eden.
MÜSTEVDA'  (Ved. den) Emaneti kabul eden. * Emanet bırakılan, emanet bırakılmış.
MÜSTEVDİ'  (Ved. den) Emanet bırakılan yer. *Emanet bırakan.
MÜSTEVFA  (Müstevfi) (Vefa. dan) Yeter, yetişir, kâfi derecede, yeteri kadar. * Tam, mükemmel.
MÜSTEVFİK  Allah'tan yardım dileyen.
MÜSTEVFİR  Borçludan alacağını tamamen alan.
MÜSTEVHİB  Bahşiş isteyen.
MÜSTEVHİŞ  Vahşet yapan.
MÜSTEVİ  Düz. Her tarafı bir, doğru. Tesviye görmüş. * Düzlem. * Gr: Müennes ve müzekkeri bir olan isim. Sıfat.
MÜSTEV'İB  (Va'b. dan) İçine alan, ihtiva eden. * Tutan. Kaplıyan.
MÜSTEVKİ'  Bir şeyin vukuunu bekleyen, olmasını bekleyen. * Olacak diye endişelenen. 
MÜSTEVKİD  Yakıp alevlendiren. * Yanıp alevlenmiş.
MÜSTEVLİ(YE)  İstilâ eden, ele geçiren, zapteden. Galib olan. Yayılan, her tarafı kaplayan.
MÜSTEVSİ'  Bollaşmış olan. Genişleyen.
MÜSTEVSİK  Bir kimseden sened veya vesika alan.
MÜSTEYKIN  (Yakin. den) Yakinen ve kat'i olarak bilen.
MÜSTEYKIZ  (Yakaz. dan) Uykudan uyanan, istikaz eden.
MÜSTEYMİN  Mübarek sayan. * Aman dileyen. * Bir kimsenin yeminini isteyen.
MÜSTEYSER  Hazır, kolaylanmış.
MÜSTEYSİR  Nefsine ayıran. 
MÜSTEZAD  (Ziyade. den) Artmış, çoğalmış. * Edb: Aruz kalıplarından " Bahr-i recez" denilen vezin ile yazılmış manzume. (Mef'ulü mefâîlü mefâîlü faûlün) gibi. Veya (Mef'ûlü faûlün) veznine denk parça ilâvesi ile yapılır. Ziyadeli mısralı manzumelerdir.
MÜSTE'ZEN  (İzn. den) İzin istenilmiş.
MÜSTEZİLL  (Zelil. den) Birini hor ve hakir gören. Bir kimseyi zelil gören.
MÜSTE'ZİN  (İzn. den) İzin isteyen.
MÜSTEZKİR  (Zikr. den) Hatırlayan, istizkâr eden.
MÜSTMEND  (C.: Müstmendân) f. Kederli, hüzünlü, mahzun. Zavallı, miskin, biçâre.
MÜSTMENDÂN  (Müstmend. C.) f. Hüzünlü, kederli ve mahzun kimseler, üzgün kişiler. Zavallılar, miskinler, biçareler.
MÜSTMENDÂNE  f. Zavallılıkla, biçarelikle, mahzunlukla.
MÜSUL  Hürmet ve saygıdan dolayı ayakta durma.
MÜS'UT  Misk kutusu, enfiye kutusu.
MÜSÜK  Bahil kimse.
MÜSÜL  (Misal. C.) Örnekler, misaller.
MÜSÜL-Ü FARAZİYYE  Farazî temsiller, hikâyeler.
MÜSVEDDAT  (Sevvad. dan) Müsveddeler, karalamalar, taslaklar.
MÜSVEDDE  (Seved. den) Temize çekilmek üzere yazılmış şey. İlk yazılan. Acele ile temiz yazılmayan yazı.
MÜSY  Akşam.
MÜŞA'  (Şüyu. dan) Yayılmış, şüyu bulmuş, herkese duyurulmuş. * Ortaklar veya hissedarlar arasında birlikte kullanıldığı hâlde hisselere ayrılmamış olan şey.
MÜŞAABE  Uzaklaşmak. * Ölmek, vefat etmek.
MÜŞAARE  (Şiir. den) Karşılıklı olarak birbirine şiir söylemek. Şiir yarışı.
MÜŞAAT  (Şe'v. den) İleri geçme. * Yarış etme.
MÜŞABEHE(T)  (şebeh ve şibih. den) Benzeme, benzeyiş.(Arkadaş! Bir nev'in efradı arasındaki tevafuk ve bir cinsin envaı arasında aza-yı esasiyede bulunan müşabehet, sikkenin ittihadına, kalemin vahdetine delâlet ettiklerinden anlaşılıyor ki: Bütün mütevafık ve müteşabihler, yâni birbirine benzeyen çokluk, bir Zât-ı Vâhid'in eser-i san'atıdır. M.N.)
MÜŞABİH  Benzeyen, benzer.
MÜŞA'BİZ  (Şa'beze. den) Hokkabaz. Hokkabazlık yapan.
MÜŞACEBE  Üzerine urba astıkları ağaç.
MÜŞACENE  Yakınlık, karabet. 
MÜŞACERAT  (Müşacere. C.) Dövüşmeler, vuruşmalar, kavgalar.
MÜŞACERE  Sözle karşılıklı çekişme. Kavga, niza. * Birbirine ağaçla vurma.
MÜŞACİR  Sözle nizâ eden, kavga eden.
MÜŞAFEHAT  (Müşafehe. C.) (Şefe. den) Konuşmalar, dudak dudağa yakından konuşmalar.
MÜŞAFEHE  Yakından karşılıklı konuşmak, karşı karşıya konuşmak.
MÜŞAGABE  Birbirine şer ve fenalık etmek. Aldatmak. * Fls: Mübahase ve münakaşayı bir gaye sayanların yolu, usulü. (Didimcilik, eristik)
MÜŞAGARE  Mehir alıp vermemek için, iki kişi birbirlerinin yakınlarından birer kadınla evlenme.
MÜŞAHAT  Müşabehet. Bir şeye benzemek.
MÜŞAHED  (şuhud. dan) Görülen, görülmüş. Müşahede olunan, müşahede olunmuş.
MÜŞAHEDAT  (Müşahede. C.) Gözle görülen şeyler. * Görüşler. * Keşifle seyredilenler. * Man: Mücerret his ile kat'iyyetle hüküm ve tasdik olunan kaziyeler.(Arkadaş! Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük, vücudunda zerre miskal kaldıkça hakikat güneşinin görünmesine mâni bir hicab olur. Evet, müşahedemle sabittir ki: Kat'î, yakînî bürhanlar ile deliller dolu olan büyük bir kalede, küçük bir taşta bir za'fiyet görünürse, o kör olası nefis, o kaleyi tamamen inkâr eder. Altını üstüne çevirir. İşte nefsin cehaleti, hamakati, bu gibi insafsızca tahribattan anlaşılır. M.N.)
MÜŞAHEDE  Gözle görmek. Seyrederek anlamak. Seyretmek. * Muayene, kontrol.
MÜŞAHELE  Danışmak.
MÜŞAHERE  (Şehr. den) Aylıkla tutma. Aylıkla kiralama.
MÜŞAHERE-HÂRÂN  f. Aylıklılar.
MÜŞAHERETEN  Aylıklı olarak.
MÜŞAHHA  (Müşahhat) Kavga etmek, çekişmek, niza etmek.
MÜŞAHHAS  Nev'i, cinsi anlaşılmış. * Şahıs haline girmiş, şahsiyeti belli olmuş. Şahıslanmış, teşhis edilmiş. (Bak: Mücerred) 
MÜŞAHHAT  Kavga etmek, niza etmek, çekişmek.
MÜŞAHHIS  (Şahs. dan) Teşhis eden, taslağın adını koyan.
MÜŞAHİD  Gören, seyreden. Görmekle tetkik eden.
MÜŞAHİDÎN  (Müşahid. C.) Görenler, bakanlar. Müşahede edenler.
MÜŞAKAT  Sıkıntı ve zorluklara dayanma hususunda yarışma. Aykırılık. Düşmanlık.
MÜŞAKEHE  Benzemek. * Hısımlık, akrabalık.
MÜŞAKELET  Şekilde bir olma ve uygunluk, benzeyiş. * Cinsiyet birliği. * Edb: Birinin söylediği bir sözü diğerinin az çok evvelki mânaya zıd olarak kullanması.
MÜŞAKİL  Diğerine uygun olan, şeklini benzeten, şekilce benzeyen.
MÜŞAKKARE  Eski kale.
MÜŞAN  Yüzsüz, utanmaz, sövücü kadın. * Bir cins hurma.
MÜŞAR  (Şevr. den) İşaret olunan, işaretle gösterilen.
MÜŞAR-Ü BİL-BENAN  (Müşar-ü bil-benam) Parmakla gösterilen. (Gösterilen şeyin meşhur ve belli olduğundan kinayedir.)
MÜŞARATA  şartlaşma.
MÜŞARE  Düşmanlık, adâvet, muhâsama.
MÜŞAREBE  (şürb. den) Beraber içme.
MÜŞAREFE  Şan, şöhret ve şeref gibi hususlarda biriyle övünme. * Yükselme, yüksek yere çıkma.
MÜŞAREKET  Birbirine ortak olmak, ortaklık. Beraber olup bir iş yapmak. * Gr: İkili tarafın da isteğini bildiren fiil. * Karşılıklı anlaşma, birbirini anlama.
MÜŞAREME  Birbirinin başını yarmak. * Hediyeleşmek, atâ etmek.
MÜŞAREZE  Çekişme, geçimsizlik, huysuzluk.
MÜŞARİK  (Şirket. den) Ortak, şerik. Bir işte birlikte bulunan. * Birlikte iş yapanlardan herbiri. Ortakların beheri.
MÜŞARİZ  Huysuz, kavgacı, gürültücü.
MÜŞARÜN-İLEYH  Kendine işaret edilen. İsmi evvelce söylenmiş olan.
MÜŞAŞ  Omuz başı. * Yumuşak kemik başları. (Çiğnenmesi mümkündür). * Yumuşak yer.
MÜŞA'ŞA  (Şa'şaa. dan) Parlayan, parıldayan. * Dedbedeli, gürültülü, patırtılı. * Karışmış, karışık.
MÜŞAT  (Mâşi. C.) Yayan yürüyen kimseler.
MÜŞATARE  Uzaklık. Iraklık. * Bir şeyi yarı yarıya bölüşme. Paylaşma.
MÜŞATE  Saç ve sakaldan dökülen kıllar. 
MÜŞATEME  (Şetm. den) Atışma, birbirine sövme. İki kişinin birbirine sövmesi.
MÜŞATTAR  Edb: Mısraları arasına ilâveten ayrıca mısralar getirilmiş gazel veya keside..
MÜŞATTAR-I MUHAMMES  Edb: Araya üç mısra ilâve edilmiş gazel ve kaside.
MÜŞATTAR-I MURABBA'  Edb: Araya iki mısrâ ilâve edilmiş gazel veya kaside.
MÜŞAVERE  Bir iş hususunda iki veya daha fazla kimseler arasındaki konuşma ve danışma. İstişare etme. (Bir kavim müşaverede bulundu mu rüşd ü salâha nâil olur. Hadis meâli)
MÜŞAVİR  İstişare olunacak kimse, kendisine danışılan kişi. * İdare işlerinde yakın yardımcı memur. * Kovanlık üstünde yapılan örtünün direkleri.
MÜŞAVİRÎN  (Müşavir. C.) Müşavirler. Kendisine danışılan kişiler. İstişare edilen kimseler.
MÜŞAYAA  Biriyle dostluk etme. * Birine uyma, tâbi olma. * Çağırmak. * Haykırmak.
MÜŞBİ'  Doyuran, tok eden.
MÜŞDAK  Namaz kılınan yer. Namazgâh. 
MÜŞDEB  Çok miktar. Ziyade.
MÜŞEBBA'  Doymuş. * Tam renkli.
MÜŞEBBEH(E)  (şebeh. den) Benzetilen.
MÜŞEBBEHÜN-BİH  Kendisine benzetilen.
MÜŞEBBEK  (Şebek. den) Ağ ve kafes gibi örülmüş olan. Küçük tahta parçalarından yapılan oymalı kafes.
MÜŞEBBİ'  Tokluk verici, doyuran, doyurucu.
MÜŞEBBİH  Benzeten, iltibas eden.
MÜŞEBBİHE  Fls: İnsan biçiminde ilâh tasavvur edip suretlendiren bâtıl bir inanış. (Antropomorfizm) Mücessime de denir. (Bak: Teşbih)
MÜŞECCER  (Şecer. den) Ağaç gibi dallı budaklı olan yazı veya resim.
MÜŞEDDED  Kuvvetlendirilmiş, şiddeti artırılmış. * Gr: İki defa yanyana okunan harf, şeddeli harf. Böyle harflere huruf-u müşeddede denir.
MÜŞEDDİD(E)  (Şiddet. den) Kuvvetlendiren, azdıran, şiddetlendiren, şiddetini artıran.
MÜŞEFFAH  (İbranice) Peygamberimizin (A.S.M.) Tevrat'taki ismi.
MÜŞEKKEK  (şekk. den) şüpheli olan, şüpheli, kuşkulu. şekke düşürülmüş.
MÜŞEKKEL  (Şekl. den) Kalıbı, şekli, biçimi, kıyafeti gösterişli ve yerinde. * Şekil verilmiş, şekillendirilmiş.
MÜŞELLEL  Lekeli.
MÜŞEMMES  (şems. den) Güneşlemiş, güneş görmüş. Çok güneşli.
MÜŞEMMET  Hayır ile anılan, yâd edilen kimse.
MÜŞENNEF  Küpe takınmış, küpeli. Küpe takarak süslenmiş.
MÜŞERRAH  (Şerh. den) Açılmış, teşrih olunmuş.
MÜŞERREF  Şereflenmiş, şerefli. Herkesce kıymetli.
MÜŞERRİ'  Teşri' eden. Şeriatın kurucusu. Şeriat kanununu meydana getiren. (Bak: Teşri')
MÜŞERRİH  (C.: Müşerrihîn) (Şerh. den) Açıklayan, şerheden. * Teşrih yapan doktor.
MÜŞETTA  Kış evi.
MÜŞEVVEH  Şekil ve kıyafeti çirkin. Bed-endâm kimse. 
MÜŞEVVEK  (şevk. den) Dikenli. Diken şeklinde sivri olan.
MÜŞEVVEŞ  Karmakarışık, anlaşılmaz, düzensiz.
MÜŞEVVEŞİYET  Karışıklık, karmakarışık vaziyet.
MÜŞEVVİK  İsteğini arttıran. Gayrete getiren, şevk veren, teşvik eden.
MÜŞEVVİKANE  f. şevk vermek suretiyle, teşvik ederek, sevdirerek.
MÜŞEVVİŞ  Karıştıran, anlaşılmaz ve içinden çıkılmaz hâle koyan.
MÜŞEYYEA  Bir şeyin ardından bağırıp çağıran kadın. * Koyun sürüsünün ardına uyan koyun.
MÜŞEYYED  Yüksek ve sağlam, metin yapılı, muhkem.
MÜŞEYYİD  Sağlam, yüksek yapı yapan.
MÜŞFİK  Şefkatle seven. Acıyan, merhametli.
MÜŞFİKANE  f. Şefkatle, merhametle. Müşfik olana lâyık surette.
MÜŞFİR  (C.: Meşâfir) Deve dudağı.
MÜŞG  (Bak: Müşk)
MÜŞGÎN  f. Misk kokulu, miskli. * Siyah şey.
MÜŞHIS  Sövücü, söven, şâtim.
MÜŞHİD  (Şehadet. den) Şâhid getiren. İşhad eden.
MÜŞ'IL  Her tarafa dağılmış olan.
MÜŞİDE  Çağıran. Yüksek sesle şarkı söyleyen.
MÜŞ'İR  İş'ar eden, haber veren, bildiren.
MÜŞİR  Emreden, işaret eden, bildiren. * Mareşal. En büyük ünvanı taşıyan asker. Silâhlı kuvvetlerde, kaide olarak barış zamanında orgeneral rütbesine kadar terfi etmek mümkündür. Mareşal rütbesi, ancak muharebe sırasında ve bir meydan muharebesi kazanmış olan generallere verilir. Asıl vazifesi ordu kumandanlığı olan müşirlerden, eskiden valiliklerde, bakanlıklarda bulunanlar olduğu gibi Sadrazam olanlar da vardı.
MÜŞİRAN  (Müşir. C.) Müşirler, mareşaller.
MÜŞİRANE  f. Müşire yakışır surette. Mareşala has bir tavırla. 
MÜŞİRÎ  f. Mareşallik, müşirlik.
MÜŞİRİYYET  Müşirlik. Mareşal makamı.
MÜŞK  (Müşg) f. Misk. Misk kokulu.
MÜŞK-ÂLUD  f. Miske bulanmış.
MÜŞK-BÂR  f. Misk yağdıran.
MÜŞK-BU  f. Misk kokulu. Misk gibi kokan.
MÜŞK-EFŞAN  f. Misk saçan.
MÜŞK-FÂM  f. Misk renginde olan, siyah.
MÜŞK-FEŞAN  f. Misk saçan, misk saçıcı.
MÜŞK-FÜRUŞ  (C.: Müşk-füruşân) f. Misk satan.
MÜŞKİL  (Müşkile) Zorluk, güçlük, zor olan iş. Çetinlik. * Edb: Mânasının derinliği veya edebi bir san'atla ifade edilmiş olmasından dolayı teemmül ve tefekkürsüz anlaşılmayacak derecede hafî olan lâfızdır. Mânaca nass'ın mukabilidir.
MÜŞKİL-ÜT TAHSİL  Elde edilmesi, tahsili zor olan. Kolay tahsil edilemeyen.
MÜŞKİLAT  Zorluklar, çetinlikler.
MÜŞKİLAT-I KUR'ANİYE  Manasının incelik ve derinliği veya istiare-i bediyye ile ifade edilmiş olması gibi sebeblerden dolayı derin tetebbu ve tefekkür neticese ancak anlaşılabilen âyetler.
MÜŞKİLE  Zor ve müşkil olan iş. 
MÜŞKİL-KÜŞA  f. Zorluğu gideren, açan. Zor işleri halleden. Çetinliği gideren.
MÜŞKİL-KÜŞAYÂN  f. Zorluğu gideren ve zor işleri halleden kimseler.
MÜŞKİL-PESEND  f. Zorla beğenen. Her şeyi kolay kolay beğenmiyen. Zorlaştıran.
MÜŞKİL-PESENDÂN  (Müşkil- pesend. C.) Herşeyi kolay kolay beğenmiyenler.
MÜŞKİL-TER  f. Çok zor ve çetin. Çok müşkil.
MÜŞK-SA  f. Misk gibi.
MÜŞMEHIRR  Yüce dağ, yüksek dağ.
MÜŞMEİZ  (İşmi'zaz. dan) Nefret eden, tiksinen, tiksinerek sıkılan.
MÜŞREİB  Nâzır, bakan. * Muhtaç.
MÜŞRİF  Etrafı gören, etrafa bakan. * Yüce yer, yüksek yer. * Yükselen, çıkan. * Bir hal almağa yüz tutmuş olan.
MÜŞRİF-ÜL HARÂB  Harab olmağa ve yıkılmağa yüz tutmuş.
MÜŞRİK  (Şark. dan) Parlak, parlayan.
MÜŞRİK  Allah'a ortak kabul eden, şirk işleyen. Allah'tan başkasına ibadet eden. (Bak: Şirk)
MÜŞRİKÎN  (Müşrik. C.) (şirk. den) Müşrikler, Allah'a şirk koşanlar.
MÜŞŞAT  (Mâşi. C.) Ayak üstü yürüyen insan ve hayvan.
MÜŞT  f. Yumruk. * Avuç.
MÜŞT  (C.: Emşât) Taramak. * Ayak üstündeki ufak kemikler. (Ayak tarağı derler.)
MÜŞTAB  Yüzünde uzun yollar olan kılıç.
MÜŞTAGİL  (Şugl. den) Bir işle meşgul olan, iştigal eden, uğraşan.
MÜŞTAİL  (Şa'l. den) Yanan, tutuşan, alevlenen.
MÜŞTAK  (şevk. den) Arzu ve iştiyak gösteren, fazla istekli.(Elbette bir vakit O'na döneceğiz ve O'nun huzuruna gideceğiz. Ve O'na müştakız. Mâdem her halde bir zaman bizi hayatın tekâlifinden azad edecektir. Haydi ey musibet! O terhis ve azâd etmek senin elinle olsun, râzıyım. L.)
MÜŞTAKANE  f. şevkle, çok isteyerek, severcesine.
MÜŞTAKK  (Müştak) (Şakk. dan) Gr: Başka kelimeden ayrılmış, başka kelimeden çıkmış, türemiş. * İştikak etmiş, aralarında mâna ve terkib ciheti ile münâsebet; siga ciheti ile mugayeret olmak üzere diğer kelimeden ihraç olunmuş kelime.
MÜŞTAKKAT  (Müştakk. C.) (şakk. dan) Türemiş kelimeler.
MÜŞTAKKUN MİNH  (Şakk. dan) Kendisinden diğer bir kelime türemiş olan asıl kelime.
MÜŞTE  f. Yumruk, muşta. * Birine vurmak için ele veya parmaklara geçirilen demirden yapılmış âlet. * Kunduracıların deriyi vurarak inceltmekte kullandıkları maden tokmak.
MÜŞTEBEH  Zor, karışık.
MÜŞTEBİH  Şüphelenen, şüpheci, iştibah eden.
MÜŞTEBİK  (Şebeke. den) Kafes gibi örülü olan. * Karışık, düğümlü olan.
MÜŞTEDD  (Şiddet. den) Şiddetlenen, azan. Şiddetlenmiş. * Kuvvetlenmiş, sağlamlaşmış.
MÜŞTEHA  İştiha veren, iştiha getiren. Şehvet veren.
MÜŞTEHAT  Şehveti celb eder hâle gelen. Yetişmiş kız.
MÜŞTEHEYAT  Lezzetli şeyler. Nefsin hoşuna giden ve iştah için yenen şeyler.
MÜŞTEHİ  İştihası olan, seven. Hâhişger.
MÜŞTEHİR  Şöhretli. Meşhur. Namdar.
MÜŞTEHİYAT  (Bak: Müşteheyat)
MÜŞTEKÂ  şikâyet olunan, kendisinden şikâyet edilen.
MÜŞTEKÂ-ANH  Kendisinden şikâyet olunan kimse.
MÜŞTEKAT  Türemiş kelimeler. Bir kökten ayrılmış kelimeler.
MÜŞTEKİ  Şikâyette bulunan, şikâyetçi.
MÜŞTEKİYÂNE  f. şikâyet edercesine, şikâyet eder gibi.(Ey insan-ı müşteki! Sen mâdum kalmadın; vücud nimetini giydin, hayatı tattın, câmid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalâlette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün ve hâkezâ... M.)
MÜŞTEMEL  (Şümul. den) Bir şeyin içinde bulunan. Bir şeyin hâvi olduğu, içine aldığı, ihtivâ ettiği.
MÜŞTEMELAT  Bir şeyin içine aldığı şeyler, kapladığı şeyler. * Eklentiler.
MÜŞTEMİL  Kavrayan, saran, içine alan. Büsbütün örten.
MÜŞTEMİLÂT  (Bak: Müştemelât)
MÜŞTERA  Para ile satın alınmış olan.
MÜŞTEREK  Birlikte, ortak kullanılan. * Elbirliğiyle yapılan, birlik.
MÜŞTEREK-ÜL MENFAA  Beraberce ve ortaklaşa faydalanma.
MÜŞTEREKEN  (şirket. den) Ortak olarak, müşterek bir tarzda, ortaklaşa.
MÜŞTERİ  Malı parayla alan. Satılan malı alan. * Bir yıldız ismidir. Jüpiter. * İstekli, arzulu.
MÜŞTERİK  Kendi kendine söylenen kimse.
MÜŞTİ  Bir avuç dolusu.
MÜŞTZEN  f. Yumruk vuran, boksör.
MÜŞVİKE  Dikenli ağaç.
MÜT'A  Muvakkat kazanç. * Gayr-ı şer'i olan bir nikâh. * İntifa', faydalanma.
MÜTAASSIB  (Bak: Mutaassıb)
MÜTABAAT  Birine tâbi olmak, uymak. Birini takib etmek.
MÜTABİ'  Tâbi olan, uyan.
MÜTABİÎN  (Mütabi'. C.) Tâbi olanlar, uyanlar, iktidâ edenler.
MÜTACERE  Ticaret yapma.
MÜTAEMET  İkiz doğurma.
MÜTALAA  Bir işi etraflıca düşünmek, okumak, tetkik etmek.
MÜTALAÂT  (Mütalaa. C.) Düşünceler. Tedkik etmeler. Okumalar. Mütalaa.
MÜTALEBE  (C.: Mütalebât) Hakkını isteme. İddia, dâvâ.
MÜTALİ'  (Mütalaa. dan) Tetkik eden. Okuyan. Bir şeyi etraflıca düşünen.
MÜTALİÎN  Mütalaa edenler.
MÜTAMETTİA  Kâr eden, kazanan, kârlı. (Doğrusu: Mütemettia)
MÜTAREKE  Bir mes'eleyi hal için bir şeyi terketmek. * Karşılıklı olarak anlaşmak, kuvvet ve silâhı bırakmak.
MÜTAREKENÂME  f. Mütareke için tarafların imzaladıkları vesika.
MÜTARİK  Karşılıklı olarak terkeden, bırakan. Mütâreke eden.
MÜTBİ'  Yanında danası olan sığır.
MÜ'TE  Cinnet, delilik. * Sar'aya benzer baygınlık.
MÜTEABBİD  Taabbüd eden. Kulluk eden. İbadet eden.
MÜTEABBİDÎN  (Müteabbid. C.) Taabbüd edenler, ibadet edenler. Kulluk edenler.
MÜTEABBİS  Yüzünü ekşiten.
MÜTEABBİSÂNE  f. Yüzünü ekşiterek.
MÜTEABBİSÎN  (Müteabbis. C.) Yüzünü ekşitenler, taabbüs edenler.
MÜTEACCİB  Taaccüb eden, şaşan, şaşakalan.
MÜTEACCİBÂNE  f. şaşakalma suretiyle. Taaccüb eder şekilde.
MÜTEACCİL  (Acele. den) Acele eden, aceleci.
MÜTEACCİLÂNE  f. Acelecilikle, acele ederek.
MÜTEACCİLÎN  (Müteaccil. C.) Acele edenler, aceleciler.
MÜTEACCİN  Hamurlaşan. Hamur haline gelen.
MÜTEADDİ  (Udvan. dan) Başkasının hakkına tecavüz eden, saldıran, sataşan. * Gr: Lâzım fiilinin mukabili. Fiil eseri fâilden mef'ul denilen diğer bir isme geçerse o halde fiil müteaddi olur. Geçişli fiil. (Anlatmak, düşündürmek gibi)
MÜTEADDİD  Türlü türlü, çeşitli. Bir çok. Birden fazla.
MÜTEADİ  (Adv. dan) Düşmanlık eden, adavet eden.
MÜTEADİD  Birbirine kuvvet veren, omuz omuza veren.
MÜTEADİL  Birbirine denk ve eşit gelen. Teadül eden.
MÜTEAFFİF  İffetli, şerefli, namuslu.
MÜTEAFFİFÂNE  f. İffetlilikle, şerefle, nâmuslulukla.
MÜTEAFFİFÎN  (Müteaffif. C.) İffetli, namuslu ve şerefli kimseler. Müteaffifler.
MÜTEAFFİN  Kokan. Taaffün eden. Çürüyüp bozulan.
MÜTEAHHİD  Taahhüd eden. Bir işi üzerine alan.
MÜTEAHHİDÎN  (Müteahhid. C.) (Ahd. dan) Taahhüd edenler. İşi üzerine alan kimseler.
MÜTEAHHİR  Sonraki, sonra gelen.
MÜTEAHHİRÎN  Son zamanlarda gelenler ve yetişenler. (Büyük allâmeler hakkında söylenir.)
MÜTEAHİD  (Bak: Müteahhid)
MÜTEAKIB  Sıra ile, birbiri arkasından gelen.
MÜTEAKIBEN  Arka arkaya, ardı sıra, peşinden. Sonra.
MÜTEAKID  (Akd. dan) Anlaşma yapan iki kişiden her biri.
MÜTEAKIDEYN  Alıcı ile satıcı.
MÜTEAKİB  (Bak: Müteakıb)
MÜTEAKİS  Tersine dönmüş. Birbirine zıd.
MÜTEAKKID  (Akd. dan) Düğümlenen, karışık olan.
MÜTEAKKIL  (C.: Müteakkılîn) Biraz düşünerek anlayan.
MÜTEAKKILÂNE  f. Anlayana yakışır şekilde.
MÜTEAKKILÎN  (Müteakkıl. C.) Anlayanlar, taakkul edenler.
MÜTEAKKİS  (Aks. den) Tersine dönen, ma'kus olan.
MÜTEAL  Âlî, büyük.
MÜTEALİ  (Ulüvv. den) Yüksek olan, yükselen. * Fls: Tecrübe ile elde edilen. İlim hududunu aşan.
MÜTEALİM  Herkesçe bilinen, ma'lum, taâlüm eden.
MÜTEALLİK  Alâkalı. Bir yere bağlı, bir şeye mensub.
MÜTEALLİKAT  Yakın olanlar, müteallik olanlar. Akraba. * Gr: Bir cümlenin mânasını açıklayan, tamamlayan kelimeler.
MÜTEALLİL  Bahane ve özür ile vakit geçiren.
MÜTEALLİM  (İlm. den) Taallüm eden, ilim ve bilgi edinen, öğrenen. Talebe.
MÜTEALLİMÂNE  (İlm. den) f. Bilgi edinerek, ilim öğrenerek, taalüm ederek.
MÜTEALLİMÎN  (Müteallim. C.) İlm. den) Bilgi edinenler, ilim öğrenenler, talebeler.
MÜTEALLİN  Aşikâr, aleni ve meydanda olan.
MÜTEAMÎ  (Amâ. dan) Görmemezlikten gelen.
MÜTEAMİYÂNE  f. Görmemezlikten gelerek.
MÜTEAMMİ  (Amâ. dan) Kör olan, âmâ olan.
MÜTEAMMİD  Kasteden, kasden yapan. Tasarlıyarak yapan.
MÜTEAMMİDÂNE  (Amd. den) f. Tasarlıyarak, bilerek, kasden.
MÜTEAMMİDÎN  (Müteammid. C.) (Amd. den) Bilerek ve tasarlıyarak yapanlar.
MÜTEAMMİK  (Umk. dan) Derine giden, derinleşen.
MÜTEAMMİM  (Umum. dan) Yaygın, yayılmış.
MÜTEANİK  Birinin boynuna sarılan.
MÜTEANNİ  Zahmetli ve zor olan bir işi üzerine alan. Zahmet çeken.
MÜTEANNİD  İnad eden, direnen.
MÜTEANNİDÂNE  f. İnadçılıkla, inad ederek.
MÜTEANNİDİN  (Müteannid. C.) Direnenler, inad edenler, inatçılık yapanlar.
MÜTEANNİT  Yanlış arayan. Başkalarının yanlışını bulmak için uğraşan.
MÜTEANNİTÂNE  f. Yanlış arayana, yanlışlıklar çıkarmaya uğraşana yakışır surette.
MÜTEANNİYANE  f. Sıkıntılı ve zahmet çekerek. Zahmetle.
MÜTEAREF  (Örf. den) Herkesin bildiği, meşhur, ünlü.
MÜTEAREFE  Hakikat olduğu apaçık belli olan. İsbata ihtiyacı olmayan.
MÜTEARIZ  Birbirine zıt ve muhâlif olan.
MÜTEARİF  (Örf. den) Bilinen, bilinir, meşhur. * Birbirine tanıyan, tanışan.
MÜTEARİFE  Herkesin bildiği. Tanınmış. Meşhur. Doğruluğu âşikâr. * Man: İsbatı icab etmeyen söz.
MÜTEARRIK  Terleyen, taarruk eden.
MÜTEARRIZ  (Arz. dan) Başkasının hakkına tecavüz eden, hududuna geçen, * Saldıran, sataşan, taarruz eden.
MÜTEARRİ  (Uryet. den) Bir şeyden alâkasını kesen. * Soyunan, taarri eden, çıplak.
MÜTEARRİBE  (Arab. dan) Aslında Arap olmayıp sonradan Araplaşmış kimse.
MÜTEARRİC  Bir tarafa meyleden, bir yana eğilen.
MÜTEARRİF  Bir şeyi araştırarak bilen. İrfan sahibi.
MÜTEARRİS  Karısına sevgisini bildiren.
MÜTEASİR  (Usr. dan) Güçleşen, zorlaşan, teâsür eden.
MÜTEASSIB  (Asab. dan) Taassub eden, taraftarlık eden. * Son derecede dinine ve milletine taraftarlık besleyen. (Bak: Mutaassıb)
MÜTEASSİF  Doğru yoldan sapan.
MÜTEASSİR  Güçleşen. Güç, zor, çetin.
MÜTEAŞİR  Birbiriyle iyi geçinen, muâşeret eden.
MÜTEAŞŞIK  Âşık olan, taaşşuk eden, çok seven.
MÜTEATIF  (Atf. dan) Kendisine atfolunan. * Birbirini seven.
MÜTEATİ  Birbirine veren.
MÜTEATTIF  (Atf. dan) şefkat eden, bağışlayan, esirgeyen.
MÜTEATTIFÂNE  f. Şefkat göstererek, bağışlayarak, esirgeyerek.
MÜTEATTIR  Gökçek kokularla kokulanmış. Güzel kokular sürünmüş.
MÜTEATTIS  Aksıran.
MÜTEATTIŞ  Susamış.
MÜTEAVİN  (Avn. dan) Yardımlaşan. Birbirine yardım eden.
MÜTEAVVİK  Geciken, eğlenen, oyalanan.
MÜTEAVVIZ  (Ivaz. dan) Bedel alan.
MÜTEAVVİC  Eğilmiş, eğri, çarpılmış, çarpık.
MÜTEAVVİD  Alışılmış, âdet edinen.
MÜTEAVVİZ  İstiaze eden, Allah'a (C.C.) sığınan.
MÜTEAYYİN  (Ayn. dan) Karar verilmiş. * İleri gelen kimse. Eşraftan olan kişi. * Belli, âşikâr ve meydanda olan. Taayyün eden.
MÜTEAYYİNÂN  (Müteayyin. C.) (Ayn. dan) f. Eşraftan olanlar, ileri gelen kimseler. * Belli ve meydanda olanlar. Taayyün edenler. * Karar verilmişler.
MÜTEAYYİŞ  (Ayş. dan) Yiyip içen, taayyüş eden.
MÜTEAZIM  Göze büyük görünen, taâzum eden, gözde büyüyen.
MÜTEAZİD  (Adad. dan) Kol kola tutunan, birbirine yardım eden, kol veren.
MÜTEAZZIM  (Azamet. den) Taazzum eden, büyüklük taslıyan, mütekebbir.
MÜTEAZZIMÂNE  (Azamet. den) Benlik, büyüklük taslıyarak.
MÜTEAZZİ  (Uzv. dan) Uzuvlaşmış. Organlaşmış, Uzuv hâline gelmiş.
MÜTEAZZİB  Bekâr kalan, evlenmeyen. (Bak: Mücahede)
MÜTEAZZİBÂNE  f. Bekâr kalana evlenmeyene yakışır surette.
MÜTEAZZİBÎN  (Müteazzib. C.) Evlenmeyenler, bekâr kimseler.
MÜTEAZZİL  (Azl. den) Azledilip işinden çıkarılmış.
MÜTEAZZİR  Meydana gelmesi zor olan. * Özürlü olan.
MÜTEAZZİZ  Taazzüz eden, izzet, kuvvet, kudret kazanan.
MÜTEBADİL  (Bedel. den) Birbirinin yerine geçen, tebâdül eden. * Nöbetle değişen.
MÜTEBADİR(E)  Birden bire akla gelen. Ortaya çıkan.
MÜTEBAGGIZ  Kin gösteren, buğz gösteren.
MÜTEBAGİZ  Birbirine düşman olan, kin güden, hased eden.
MÜTEBAHHİR  (Buhar. dan) Tütsülenen, dumanlanan, tebahhur eden.
MÜTEBAHHİR  (Bahir. den) İlmi deniz gibi derin olan, büyük âlim olan. Allâme. Herhangi bir ilme çok dalan.
MÜTEBAHHİRÎN  Bilgileri pek çok olanlar, deniz gibi derin bilgili olanlar. Allâmeler.
MÜTEBBAHHİRÎN-İ ULEMA  Çok büyük, geniş ilim sahibi olan âlimler, allâmeler.
MÜTEBAHİ  Övünen, fahirlenen. Mütefâhir.
MÜTEBAHİYANE  f. Övünerek, fahirlenerek.
MÜTEBAHTIR  Kibir ve gururla yürüyen.
MÜTEBAHTIRÂNE  f. Kibirle sallana sallana yürüyenler gibi.
MÜTEBAİD  Uzaklaşan. Bir birinden uzak bulunan.
MÜTEBAKİ  Geri kalan, artan, fazlası. Arta kalan.
MÜTEBAKİ  Ağlar gibi görünen.
MÜTEBALİ  Tecrübe edip deniyen adam.
MÜTEBALİH  Kendini ebleh gösteren. Bönlük tavrı takınan.
MÜTEBAREK  Yüksek yer.
MÜTEBARİZ  (Bürüz. dan) Tebarüz eden, meydana çıkan. Bâriz âşikar olan.
MÜTEBARİZÎN  (Mütebariz. C.) Meydana çıkanlar, belirenler, tebarüz edenler.
MÜTEBASBIS  (Basbasa. dan) Yaltaklanan, tabasbus eden.
MÜTEBASBISÂNE  f. Yaltaklanarak, tabasbus ederek.
MÜTEBASBISÎN  (Mütebasbıs. C.) Yaltaklananlar, tabasbus edenler.
MÜTEBASSIR  (Basar. dan) Dikkatle bakan, ilerisini gören, iyice düşünen. Basiretli.
MÜTEBASSIRÂNE  f. İyice düşünerek, basiretle, ileriyi görerek.
MÜTEBASSIT  Yayılmış serilmiş olan.
MÜTEBAYİAN  Alıcı ile satıcı.
MÜTEBAYİN  Birbirine uymayan. Birbirine zıt olan. Birbirinden ayrı.
MÜTEBEDDİ'  Sünnet ehli iken bid'at ehli olan. 
MÜTEBEDDİL  (Bedel. den) Değişen, tebeddül eden, başka hâle giren. Bozulan. * Kararsız.
MÜTEBEHHİC  Şen ve keyifli olan. Sevinç içinde olan.
MÜTEBEKKİM  (Bekem. den) Konuşurken kekeleyen, tutulup kalan.
MÜTEBEKKİMÂNE  f. Kekeliyerek, dili tutularak.
MÜTEBELLİD  Tembel, uyuşuk. Ağır davranan.
MÜTEBELLİL  Islanan, nemlenen şey.
MÜTEBELLİR  (Billur. dan) Billurlaşan, tebellür eden. * Belirgin, belirmiş.
MÜTEBENNİ  Bir kimseyi oğul edinen.
MÜTEBERKI'  Peçelenen, maskelenen.
MÜTEBERRİ  Teberri eden, yüz çeviren.
MÜTEBERRİ'  Bağışlayan, teberru eden. Bağışta bulunan.
MÜTEBERRİD  Soğuyan.
MÜTEBERRİK(E)  (Bereket. den) Mübarek sayılan, teberrük eden, uğurlu.
MÜTEBERRİKEN  Mübarek sayarak, uğur bilerek.
MÜTEBERRİR  Teberrür eden, Allah'a derinden ve içten itaat eden.
MÜTEBERRİZ  Beliren, meydana çıkan, teberrüz eden.
MÜTEBESSİL  Cesaret veya kızgınlıktan dolayı yüzünü ekşiten.
MÜTEBESSİM  (Besm. den) Tebessüm eden. Hafif ve lâtif tarz ile gülen. Gülümseyen.
MÜTEBESSİMÂNE  f. Gülümseyerek, tebessüm ederek, mütebessim olarak.
MÜTEBESSİR  Sivilce çıkaran.
MÜTEBEŞBİŞ  Güler yüz gösteren.
MÜTEBETTİL  (Betl. den) Tebettül eden, fani şeyleri bırakıp Allah'a yönelen.
MÜTEBETTİLEN  Allah'a yönelerek.
MÜTEBEVVİL  Tebevvül eden, işeyen.
MÜTEBEYYİN  Meydana çıkan, anlaşılan. Tebeyyün eden.
MÜTECADİL  (Cedl. den) Mücadele eden, uğraşan. Şiddetle çekişen.
MÜTECAHİD  İkrar etmeyen, inkâr eden.
MÜTECAHİL  Tecahül eden. Bilmemezlikten gelen, câhil gibi görünen.
MÜTECAHİLÂNE  f. Bilmiyor görünerek, bilmemezlikten gelerek.
MÜTECAHİR  Yüksek sesle söyleyen. * Gizlemeyen. Aşikâre yapan. Açıktan günah işleyen.
MÜTECA'İD  (Ca'd. dan) Kıvırcık, kıvrık.
MÜTECA'İD-ÜL EŞ'AR  Kıvırcık saçlı, saçları kıvırcık olan.
MÜTECANİB  (Cenb. den) İçtinab eden, çekinen, sakınan, uzaklaşan, karışmıyan.
MÜTECANİS  (Cins. den) Bir cinsten olan. Diğerleriyle aynı cinsten olan.
MÜTECASİR  (C.: Mütecasirîn) (Cesaret. den.) Küstah, cür'et gösteren, tecasür eden.
MÜTECASİRÂNE  f. Cür'et göstererek, küstahçasına.
MÜTECASİRÎN  (Mütecasir. C.) Cür'et edenler, cesaretlenenler, küstahlar.
MÜTECAVİB  Karşılıklı cevap veren.
MÜTECAVİL  Birbiri etrafında dolaşan, cevelan eden.
MÜTECAVİR  (Civar. dan) Komşu. Civarda bulunan.
MÜTECAVİZ  (Cevâz. dan) Hücum eden, tecüvüz eden. Haddi aşan, geçen. * Sataşan, saldıran. * Sarkıntılık eden. * Çok, fazla.
MÜTECAVİZÂNE  f. Tecavüz eder şekilde. Tecavüz edene yakışır halde.
MÜTECAVİZÎN  (Mütecaviz. C.) Tecavüz edenler, sarkıntılık eden kimseler, saldıranlar.
MÜTECAZİB  Birbirini çeken, yakınlaştıran.
MÜTECEBBİR  (Cebr. den) Zorba zor kullanan, cebir yapan. * Kibirlenen.
MÜTECEBBİRÂNE  Zorbalıkla, cebren.
MÜTECEDDİD  Yenilenen, eski iken yenilenmiş olan.
MÜTECEDDİDÎN  (Müteceddid. C.) Yenileşenler, teceddüd edenler.
MÜTECEFFİF  İçi boşalan, kuruyan, koflaşan (kabuklu meyve).
MÜTECEHHİZ  (Cihaz. dan) Donanmış, techizatlı. Mücehhez.
MÜTECELLA  Münkeşif olup görünen, âşikâr olan. * Yükseğe çıkan. Yukarı havâle olan.
MÜTECELLİ  Tecelli eden, meydana çıkan, görünen. Parlak.
MÜTECELLİD  (C.: Mütecellidin) Kahramanlık ve celâdet gösteren.
MÜTECELLİDÂNE  f. Celadet ve kahramanlıkla. Yiğitlik göstererek.
MÜTECELLİDÎN  (Mütecellid. C.) Kahramanlar, yiğitler, celâdet gösteren kahraman kimseler.
MÜTECEMMİ'  (C.: Mütecemmiîn) (Cem'. den) Toplanan, yığılan, biriken, tecemmü' eden.
MÜTECEMMİD  (Mütecemmide) Donan, donmuş.
MÜTECEMMİÎN  (Mütecemmi'. C.) Toplananlar, yığılanlar, tecemmu' edenler, birikenler.
MÜTECEMMİL  Cemal kesbeden, zinetlenen, süslenen, donanan.
MÜTECEMMİLÂNE  f. Süslenerek, donararak, bezenerek.
MÜTECEMMİLÎN  (Mütecemmil. C.) Süslenenler, bezenenler, donanlar, tecemmül edenler.
MÜTECENNİ  Meyve devşiren, meyve toplayan. * Birine suç isnad eden, iftira atan. Müfteri.
MÜTECENNİB  Sakınan, içtinab eden, korunan, kaçınan.
MÜTECENNİN  (Cünun. dan) Delirmiş, çıldırmış. Mecnun.
MÜTECENNİNÂNE  f. Çıldırmışcasına, delicesine, mecnuncasına, delirerek.
MÜTECERRİ'  Yudumlayarak içen.
MÜTECERRİD  (Mücerred. den) Tek kalmış, tek başına olan. * Soyunan, tecerrüd eden, çıplak olan. * Bekâr. Evli olmıyan. * Tas: Dünya işlerinden vazgeçip Allah'a bağlanan. 
MÜTECESSİD  Cesed şekline giren, tecessüd eden, vücud bulan.
MÜTECESSİM  Şekillenen, cisimlenerek görünen, gözle görünen.
MÜTECESSİS  Meraklı, gizli şeyleri öğrenmeğe çalışan. * Casusluk eden, yoklayıp haber eriştiren.
MÜTECESSİSÂNE  f. Gizli şeyleri öğrenmeğe çalışarak. Merakla. Mütecessis bir tarzda.
MÜTECESSİSÎN  (Mütecessis. C.) Meraklılar. Tecessüs edenler. Gizli şeyleri öğrenmeğe çalışanlar.
MÜTECEVVİF  İçi boşalan, koflaşan, kovuk olan, tecevvüf eden.
MÜTECEVVİZ  Sözü mecazla söyliyen. Mecazlı konuşan. * Caiz olmayan şeyi caiz gören.
MÜTECEVVİZANE  f. Mecazlı konuşarak, mecazlı söz söyleyerek. * Caiz olmayan şeyi caiz görürcesine.
MÜTECEVVİZÎN  (Mütecevviz. C.) Mecazlı konuşanlar. Mecazlı söz söyleyenler. * Caiz olmayan şeyleri caiz görenler.
MÜTECEZZİ  Parça parça ayrılan, ufalanmış olan.
MÜTEDAFİ'  Düşmanı defeden. * İtişen, kakışan.
MÜTEDAFİAN  Düşmanı defederek. * İtişerek, kakışarak.
MÜTEDAFİÂNE  f. Düşmanı defedercesine. İtişir kakışırcasına.
MÜTEDAHİK  (Mütedahike) Karşılıklı gülüşen, tedahük eden.
MÜTEDAHİL  İç içe, birbirinin içine girmiş vaziyette olan. Karışan. * Ödenmemiş, gecikmiş maaş.
MÜTEDAİR  Dolayı, alâkalı, üzerine, müteallik, için.
MÜTEDARİB  (Darb. dan) Birbirine vuran karşılıklı vuruşan.
MÜTEDARİK  (Derk. den) Tedârik eden, hazırlıyan. * Yetişip ulaşan.
MÜTEDARİS  Ders ile meşgul olan, okuyup yazan.
MÜTEDAVİ  (Devâ. dan) Kendi kendine ilaç yapan. Tedâvi eden.
MÜTEDAVİL  Elden ele geçen, alıp verilen. * Kullanılan.
MÜTEDEBBİR  İleriyi gören, tedbirli ve ölçülü hareket eden.
MÜTEDEBBİRÂNE  f. İlerisini görerek. Tedbirli ve ölçülü olarak.
MÜTEDEFFİK  Fışkıran su.
MÜTEDEFFİN  (Defn. den) Gömülen, defnedilen.
MÜTEDEHHİ  Üstün zekâlı ve anlayış sahibi gibi harekette bulunan.
MÜTEDEHHİN  (Dehn. den) Yağlanan, tedehhün eden.
MÜTEDEHHİYANE  f. Üstün zekâ ve anlayış sâhibi gibi harekette bulunana yaraşır yolda.
MÜTEDELDİL  Hareket eden, müteharrik.
MÜTEDELLİ  Nazlanan, tedelli eden.
MÜTEDELLİL  Çok yakın olan.
MÜTEDELLİYANE  f. Nazlanırcasına.
MÜTEDENNİ  Tedenni eden, gerileyen, aşağılanan.
MÜTEDENNİS  Kirlenen.
MÜTEDERRİ'  Zırh giyen, zırhlanan.
MÜTEDERRİC  Derece derece ilerleyen. Hareket eden.
MÜTEDERRİS  Ders alan. Okuyan. Tahsile çalışan.
MÜTEDESSİR  Elbise giyen, libasa bürünen.
MÜTEDEYYİN  Dindar. Din ile vazifeli. Sağlam müslüman, dine muhalefetten sakınan, dinine sâdık olan. * Borçlu olan.
MÜTEEDDİ  Ödeyen, ödeyici, edâ eden. * Gelen, gelici.
MÜTEEDDİB  Edeblenen, utanç duyan, utanan.
MÜTEEDDİBÂNE  f. Edeblenerek, utanç duyarak, haya ederek. Terbiyeli ve edebli bir kimseye yakışır surette.
MÜTEEDDİBÎN  (Müteeddib. C.) Utanç duyanlar, utananlar, hayâ edenler, edeblenenler.
MÜTEEHHİB  Kendi kendini hazırlayıp yetiştirmiş kimse.
MÜTEEHHİL  Teehhül etmiş, evlenmiş olan. * Ehlileşmiş.
MÜTEEKKİD  (Te'kid. den) Sağlamlaşan, tekrarlanan.
MÜTEELLİF  (Ülfet. den) Alışmış, alışkın. Ülfet peyda eden.
MÜTEELLİH  (C.: Müteellihîn) Allah'ın birliğine inanan.
MÜTEELLİM  Acıyan, elemli ve kederli olan.(...Ebediyeti isteyen ve ebed için halkolunan ve ihsana karşı perestiş eden ve firaktan müteellim olan ruh-u insan kalkıp abdest alıp, şu asır vaktinde ikindi namazını kılmak için Kadim-i Bâki ve Kayyum-u Sermedî'nin Dergâh-ı Samedaniyesine arz-ı münacat ederek zevalsiz ve nihayetsiz rahmetinin iltifatına iltica edip hesapsız nimetlerine karşı şükür ve hamd ederek... S.)
MÜTEELLİMÂNE  f. Elem duyarak, kederlenerek.
MÜTEEMMİL  Teemmül eden. Derin düşünen. * Dalgın.
MÜTEEMMİLÂNE  f. Derin düşünene yakışır surette. Düşünceli olarak. * Dalgın şekilde.
MÜTEEMMİR  Âmirlik yapan kişi. Emreden kimse.
MÜTEENNİ  (Eny. den) Temkinli. Teenni eden. Ağır davranan.
MÜTEENNİYÂNE  f. Temkinli olarak. Ağır davranarak. Çekinip sakınarak.
MÜTEESSİF  Sevmemiş, hoşlanmamış. Elem ve keder etmiş. * Eseflenen, teessüf eden, kederlenen.
MÜTEESSİFÂNE  f. Eseflenerek, kederlenerek.
MÜTEESSİFEN  Üzüntü duyarak, teessüf ederek.
MÜTEESSİR  Te'sir altında kalmış. Acımış yahut sevinmiş. Hissiyatına dokunmuş. * Üzüntülü.
MÜTEESSİRÂNE  f. Üzüntü ile, üzülerek, teessürle.
MÜTEEVVİG  Ağa olmağa çalışan.
MÜTEEYYİD  Kuvvetlenen. * Te'yid ve takviye olunmuş. * İstihkâm ve metanet.
MÜTEEZZİ  Ezâ duyan. Üzgün, incinen. Cefa gören.
MÜTEFAHHIS  (Fahs. dan) Dikkatle araştıran, sorup tetkik eden, inceliyen.
MÜTEFAHHİR  (Fahr. den) Gururlanan, övünen, tefahur eden.
MÜTEFAHHİRÂNE  f. Övünerek, tefahhur ederek, fahirlenerek.
MÜTEFAHİR  (Fahr. dan) Tefahür eden, övünen.
MÜTEFAKKIH  (C.: Mütefakkıhin) (Fıkh. dan) Fıkıh âlimi. Fıkıh ilmiyle uğraşan kimse.
MÜTEFAKKIHÎN  (Mütefakkıh. C.) Fıkıh âlimleri, fıkıh bilginleri. Fıkıhla uğraşan kimseler.
MÜTEFAKKİD  Araştırıp soran, tedkik eden.
MÜTEFARİK  Ayrı ayrı. Bir birinden farklı olan.
MÜTEFASSIM  Sütten kesilen. * Kırılan, darılan, üzülen.
MÜTEFATTIN  (Fatn. dan) Hemen farkına varan. Derhal durumu anlıyan.
MÜTEFATTIR  Yarılan, infitar eden.
MÜTEFAVİT  Birbirinden farklı, çeşitli. * Zamanca birbirinden ayrı.(Kur'an-ı Kerim, mükerrer, mütefavit suallere cevap olduğu halde, şiddet-i imtizaç ve ittihaddan anlaşılır ki, sanki sual birdir. İ.İ.)
MÜTEFAVVIZ  Mal sahibi olan. * Üstüne alan.
MÜTEFAYİD  Birbirinden istifade edip faydalanan.
MÜTEFAZIL  (Fazl. dan) Bilgi ve fazilet hususunda yarış eden. * Fazla, artık.
MÜTEFAZZIL  (C.: Mütefazzılîn) (Fazl. dan) Meziyet, fazilet ve bilgi yarışına çıkan.
MÜTEFAZZILİN  (Mütefazzıl. C.) Meziyet ve fazilet yolunda yarış edenler.
MÜTEFECCİ'  Acınan, dertli olan.
MÜTEFECCİR  (Fecr. den) Açılan, görülen, tefeccür eden.
MÜTEFEHHİM  Anlayan, fehmeden, kavrayan.
MÜTEFE'İL  (C.: Mütefe'ilîn) (Fâl. dan) Fala bakan, fal açan. * Hayra yoran, uğur sayan.
MÜTEFE'İLÂNE  f. Hayra yorarak, tefe'ül edercesine.
MÜTEFE'İLÎN  (Mütefe'il. C.) Fala bakanlar. * Hayra yoranlar.
MÜTEFEKKİK  (Fekk. den) Dalgın adam. Alık kimse.
MÜTEFEKKİR  Düşünen, derin mes'eleleri düşünen. Tefekkür ve teemmül edici olan. * Kuvve-i bâtınayı sarfeden. Âlim. Çok bilgili. (Bak: Tefekkür)
MÜTEFEKKİRÂNE  f. Derin ve dikkatli düşünerek, mütefekkire yakışır surette.
MÜTEFEKKİRÎN  Mütefekkirler. 
MÜTEFELLİK  Patlayan, infilâk eden.
MÜTEFELLİS  Müflis olan.
MÜTEFELSİF  (Mütefelsef) Filozoflaşmış. Felsefe ile aklını karıştırmış. (Bak: Mütemerrid)
MÜTEFENNİN  (Fenn. den) Alim, münevver, fen adamı. Teknik ilimle uğraşan.
MÜTEFENNİNÂNE  f. Mütefennin olan kimseye yakışır surette.
MÜTEFER'İN  Kibirli, mağrur. * Fir'avun tavrı takınan, fir'avunlaşan.
MÜTEFERRİ'  (Fer'. den) Dallanan, bir kökten ayrılan. * Bir kökle alâkalı olan.
MÜTEFERRİC  (C.: Müteferricîn) (Ferc. den) Gezinen, dolaşan. Gezip eğlenmeğe giden.
MÜTEFERRİCÎN  (Müteferric. C.) Gezinenler, dolaşanlar, hava almağa eğlenmeğe gidenler.
MÜTEFERRİD  (C.: Müteferridîn) (Ferd. den) Tek ve yalnız olan. Eşi benzeri olmıyan. * Kendi başına idare olan.
MÜTEFERRİDÂNE  f. Tek ve yalnız olarak. Teferrüd ederek.
MÜTEFERRİDÎN  (Müteferrid. C.) Tek ve yalnız olanlar. Eşi, benzeri ve emsâli bulunmıyanlar. * Kendi başına idare olanlar.
MÜTEFERRİG  Vaz geçen, feragat eden.
MÜTEFERRİH  (Ferah. dan) İçi açılan, ferahlanan.
MÜTEFERRİK  (Fark. dan) Çeşitli. Kısım kısım. Başka başka. Dağınık.
MÜTEFERRİKA  Çeşitli işler gören. * Padişahın, vezirlerin veya sadrazamın emirlerini götüren kimse. * Muhtelif masraflar ve bunlara karşı verilen para, ücret.
MÜTEFERRİS  (Feraset. den) Anlayışlı, ferâsetli, sezişli.
MÜTEFERRİŞ  Döşenen, teferrüş eden.
MÜTEFERRİZ  (İfraz. dan) Ayrılmış, ayrılan, teferrüz eden.
MÜTEFESSİH  (Tefessüh. den) Kokmuş, çürümüş, bozulmuş, tefessüh etmiş.
MÜTEFESSİH  (Füshat. den) Genişleyen, bollaşan, genişlemiş olan.
MÜTEFEŞŞİ  (Bak: Tefeşşi)
MÜTEFETTİT  Parça parça olmuş olan. Ufak ufak parçalanan.
MÜTEFEVVİH  Dil uzatan. * Söyleyen, ağzına alan.
MÜTEFEVVİK  (C.: Mütefevvikîn) (Fevk. den) Üstün gelen, tefevvuk eden, üstün. 
MÜTEFEVVİKANE  f. Üstünlükle, üstün gelerek.
MÜTEFEVVİKÎN  (Mütefevvik. C.) Üstün gelenler, tefevvuk edenler, üstün olanlar.
MÜTEFEVVİZ  Tefevvüz eden, uhdesine alan. * Gayr-i menkul malların tasarruf hakkını üzerine alan.
MÜTEFEYHIK  Çok sözlü, kibirli kimse.
MÜTEFEYYİZ  (Feyz. den) Feyizlenen. Bolluğa kavuşan, bereket bulan.
MÜ'TEFİK  Tersine dönen, tersine dönmüş.
MÜ'TEFİKAT  Lut kavminin köyleri, memleketleri. * Lut kavmi.
MÜTEGABIN  (Gabn. den) Birbirini aldatan. 
MÜTEGABİ  Ahmak tavrı takınan. Kendini ebleh gösteren.
MÜTEGABİYANE  f. Ahmakçasına, eblehçesine.
MÜTEGADDİ  Gıdalanan, gıda alan. Beslenen.
MÜTEGAFFİL  Gaflette bulunan. Bilmiyor görünen.
MÜTEGAFİL  (Gaflet. den) Gafil görünen, gafil gibi davranan.
MÜTEGAFİLANE  Gafil gibi davranarak.
MÜTEGALİBE  Sıra ile birbirine galib gelen.
MÜTEGALLİ  Güzel kokular sürünen.
MÜTEGALLİB(E)  (Galebe. den) Zorba. Hak ve hukuka hürmet etmeden geçinmek isteyen.
MÜTEGALLİBÂNE  f. Zorbacasına, zâlimlere yakışır surette.
MÜTEGALLİBÎN  (Mütegallib. C.) Zorbalar, mütegallibler.
MÜTEGALLİF  Kılıflanmış. Kılıflı. Kın içinde bulunan.
MÜTEGALLİT  Yanlışa düşen, yanılan, tegallüt eden.
MÜTEGAMIZ  (C.: Mütegamızin) Birbirine göz ucu ile işâret eden.
MÜTEGAMIZÎN  (Mütegamız. C.) Birbirine göz ucu ile işaret edenler, gözle işaretleşenler.
MÜTEGAMMİD(E)  (Gamd. dan) Örtülü. Kınlı, kılıflı.
MÜTEGANNİ  Teganni eden. Terennüm eden.
MÜTEGANNİC  (Ganc. dan) Nazlanan, naz gösteren.
MÜTEGANNİM  Bir şeyi ganimet bilen. * Koyun şeklinde görünme.
MÜTEGANNİYANE  f. Teganni ederek. Terennüm ederek.
MÜTEGARRİB  (C.: Mütegarribîn) (Gurbet. den) Gurbete çıkan.
MÜTEGARRİBÎN  (Mütegarrib. C.) Gurbete çıkanlar.
MÜTEGARRİR  Gururlanan, güvenilmeyecek şeye güvenen.
MÜTEGASSİL  Yıkanan, gusleden. Yıkayan.
MÜTEGAŞŞİ  (Gaşy. dan) Kendinden geçen, gaşyolan. * Bürünen, örtünen.
MÜTEGAŞŞİM  Galebe eden.
MÜTEGAVVİL  Renkten renge giren. Bir şeyin rengine giren. * Uğraşan, tegavvül eden.
MÜTEGAVVİR  Derine dalan, tegavvür eden.
MÜTEGAYİR  Mügayir olan. Birbirine zıt olan.
MÜTEGAYYİB(E)  (Gayb. dan) Gözden kaybolan, görünmez olan, uzaklaşan.
MÜTEGAYYİM(E)  (Gaym. dan) Bulutlanan. Bulutlu hava.
MÜTEGAYYİR  Değişen. Bir halden başka bir hale geçen. * Bozulmuş, bozuk.
MÜTEGAYYİRÂNE  f. Değişmiş olarak. Bozulmuşcasına.
MÜTEGAYYİZ  (Gayz. dan) Öfkelenen, kızan, tegayyüz eden, gazaba gelen. Kızgın, kızmış kimse.
MÜTEGAZZİ  Gıdalanan, tagaddi eden.
MÜTEGAZZİB  Hiddetlenen, öfkelenen, kızan, gazaba gelen.
MÜTEGAZZİL  Gazel yazan. * Gazel söyleyen, gazel okuyan. Gazelhân.
MÜTEHABB(E)  (Hubb. dan) Birbirine dost olan. Birbirini dost sayan.
MÜTEHABBİR  İyi bilen.
MÜTEHABBİS  Bir yere kapanan. Kendini hapseden.
MÜTEHABBİSÂNE  f. Bir yere kapanıp kendini hapsedene yakışır surette.
MÜTEHACCİM  Cüsseli, hacimli.
MÜTEHACCİR  Taşlaşmış, taş haline gelmiş.(Gölgeli gölgesiz suretler; ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riyâ-yı mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki; beşeri zulme ve riyaya ve hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik eder. S.)
MÜTEHACİ  (Hicv. den) Bir kimseyi hicveden, yeren.
MÜTEHACİM  Birbirine hücum eden, saldıran.
MÜTEHACİMÂNE  f. Birbirine saldırır ve hücum eder şekilde.
MÜTEHACİMÎN  (Mütehacim. C.) Birbirine hücum edenler, saldıranlar.
MÜTEHACİYANE  f. Hicvedercesine.
MÜTEHADDIR  Yeşil renklenen, yeşillenen.
MÜTEHADDİ'  (Hud'a. dan) Bilerek aldanan.
MÜTEHADDİ  Çekişen, çekişip kavga eden. Tahaddi eden. * Dikkatle bakan. 
MÜTEHADDİB  Kamburlaşan. Kambur olan.
MÜTEHADDİR  (Mütehaddire) Örtünen, bürünen, tahaddür eden. * Mc: Namuslu.
MÜTEHADDİR  Yuvarlanan, yokuş aşağı giden.
MÜTEHADDİS(E)  (Hudus. dan) Meydana gelen, peydâ olan, meydana çıkan.
MÜTEHADDİŞ  Iztırab çeken. * Tırmalanan, tahaddüş eden.
MÜTEHADI'  Aldanmış gibi görünen.
MÜTEHAFFIZ  (C.: Mütehaffızîn) (Hıfz. dan) Korunup sakınan, tahaffuz eden.
MÜTEHAFFIZÎN  (Mütehaffız. C.) Korunup sakınanlar, tahaffuz edenler.
MÜTEHAFFİF  Ayağa mest veya çizme cinsinden bir şey giyen. * Hafifliyen, tahaffüf eden. 
MÜTEHAFİT  (Heft. den) Bir şeyin üzerine istekle saldıran.
MÜTEHAFİTÂNE  f. Birşeye istekle saldırırcasına.
MÜTEHAKKIK  Tahakkuk eden, doğruluğu meydana çıkan.
MÜTEHAKKİD  Kin tutan, kindâr.
MÜTEHAKKİM  Zorba, zorbalık eden, tahakküm eden. Hâkimlik taslayan.
MÜTEHAKKİMÂNE  f. Mütehakkim bir surette. Tahakkümle, zorbalıkla.
MÜTEHAKKİMÎN  (Mütehakkim. C.) Zorbalar. Tahakküm edenler. Mütehakkimler.
MÜTEHALHIL  Kabarmış veya kabartılmış olan. Açılıp parçaları ayrılmış olan.
MÜTEHALİF  Birbirine muhalif olan. Birbirine uymayan. Birbirini tutmayan.
MÜTEHÂLİF-ÜL MERKEZ  Merkezi bir olmıyan.
MÜTEHÂLİK  (Helâk. dan) Tehâlük eden, kendini tehlikeye atacak kadar acele eden.
MÜTEHÂLİKÂNE  f. Acelecilikle, çabuklukla.
MÜTEHALLİ  (Haly. dan) Süslenmiş, bezenmiş, donanmış.
MÜTEHALLİ  Bırakılmış, boşaltılmış. * Boş kalan, boşalan.
MÜTEHALLİD  Bir yerde devamlı olarak kalan. Ebedi, sermedi.
MÜTEHALLİF  (Mütehallife) Uymayan, uygun ve münasib gelmeyen. * Değişebilir, değişken.
MÜTEHALLİK  Bir huy edinen, huylanan. Huyu olmayan bir şey ile tekellüf edip o ahlâka alışan.
MÜTEHALLİL  Araya sokulan, araya giren. * Bozulan. * Bir kelimeden nice mânâlar kasdedip söyleyen kimse.
MÜTEHALLİL  (Hall. den) Erimiş. Çözülmüş.
MÜTEHALLİM  (Hilm. den) Yumuşak huylu görünen. * Meme gibi yuvarlaklaşan.
MÜTEHALLİS  (Hulus. dan) Kurtulan, halâs bulan. * İkinci olarak başka bir ad takınan. Mahlâs alan.
MÜTEHALLİT  Karışan, karışık olan, tahallüt eden.
MÜTEHAMİ  Korunan, sakınan, kendini himaye eden.
MÜTEHAMİK  (Humk. dan) Kendisini ahmak gibi gösteren.
MÜTEHAMİKANE  f. Ahmakçasına, eblehçesine.
MÜTEHAMİYANE  f. Sakınarak, korunarak. Kendini himaye edercesine.
MÜTEHAMMIZ  (Humz. dan) Ekşiyen, tahammüz eden.
MÜTEHAMMİ  Kendini koruyan, kendini himaye eden.
MÜTEHAMMİK  (Humk. dan) Ahmak gibi konuşan veya ahmakçasına hareketlerde bulunan. Ahmaklaşan.
MÜTEHAMMİL  Tahammül eden, katlanıp sabır ile kabul eden. Dayanabilen, kaldırabilen.
MÜTEHAMMİLÂNE  f. Yüklenerek. * Tahammül ederek, dayanarak.
MÜTEHAMMİLÎN  (Mütehammil. C.) Tahammül edenler. Katlanıp sabrederek kabul edenler. Dayanabilenler. Kaldırabilenler.
MÜTEHAMMİR  Tahammür eden, ekşiyen. Mayalanan.
MÜTEHANNİ  Eğrilen.
MÜTEHANNİN  Özleyen, göreceği gelen.
MÜTEHARHIR  Karnı büyük olanın karnının oynaması, sallanması.
MÜTEHARİB(E)  (Harb. den) Savaşan, harbeden, muharebe eden.
MÜTEHARRİM  (C.: Müteharimîn) İhtiyar gibi görünen. Kendini ihtiyar gösteren, yaşlı gösteren.
MÜTEHARİMÎN  (Müteharim. C.) Teharüm edenler, kendilerini ihtiyar gibi gösteren kimseler.
MÜTEHARİŞ  Hırıldaşıp dalaşan, tehârüş eden.
MÜTEHARRIK  Yırtılan, taharruk eden. 
MÜTEHARRİŞ  Tırmalanan, tırmıklanmış olan, tırmık yiyen.
MÜTEHARRİ  Taharri eden, araştıran. 
MÜTEHARRİK  Harekete geçen, kımıldanan. Yerinde durmayıp hareket eden. Devir ve hareket eden.
MÜTEHARRİYANE  f. Taharri edip araştırana yakışır şekilde.
MÜTEHARRİZ  Korunan, sakınan.
MÜTEHASIM  (C.: Mütehasımîn) (Husumet. den) Karşılıklı düşmanlık eden ve birbirine hasım olan. * Karşılıklı olarak dâvâ edenlerden herbiri.
MÜTEHASIMÎN  (Mütehasım. C.) Çekişenler, birbirlerine düşmanlık ve husumet edenler. Hasım olanlar. Karşılıklı dâva edenler.
MÜTEHASİD  Birbirini kıskanan, çekemiyen. Birbirine hased eden.
MÜTEHASSIL  (Husul. den) Husule gelen, hasıl olan, vücut bulan, meydana gelen.
MÜTEHASSIN(A)  (Hısn. dan) Kaleye veya istihkâmlı bir yere kapanmış.
MÜTEHASSIS  Bir işin hakikatını, içyüzünü çok iyi bilen. Bir meslekte mahir olan. * Has ve mahsus olan.
MÜTEHASSİR  (Hasr. dan) Pıhtılaşmış.
MÜTEHASSİR  (Hasr. dan) Özleyen, hasret çeken. Mahrum kalan. İsteğine erişemiyen.
MÜTEHASSİRÂNE  f. Özleyerek, hasret çekerek.
MÜTEHASSİS  İnsan sözüne kulak verip dinleyen. * Hayırlı işlere dair haberlere dikkat edip araştıran. * Çok duygulu, duygulanmış, hisli.
MÜTEHASSİSÂNE  f. Duygulanarak, hislenerek.
MÜTEHAŞİ  (Haşy. den) Çekingen, sakıngan.
MÜTEHAŞİYÂNE  f. Çekingenlikle, sakınganlıkla, kaçınırcasına.
MÜTEHAŞİ'  (Huşu'. dan) Huşu ile eğilen.
MÜTEHAŞŞİ  Korkan, irkilen. Hürmet ile korkup çekinen.
MÜTEHAŞŞİ'  (Huşu'. dan) Kendini alçak tutan, alçakgönüllü, mütevâzi.
MÜTEHAŞŞİB  (Haşeb. den) Odunlaşan, odunlaşmış.
MÜTEHAŞŞİD(E)  (C.: Mütehaşşidîn) Yardım için koşuşup toplanan, biriken, yığılan.
MÜTEHAŞŞİDÎN  (Mütehaşşid. C.) Birikenler, toplananlar.
MÜTEHAŞŞİN  Sertlik gösteren, kabalaşan.
MÜTEHATIB  Birbirine hitab eden, söyleşen.
MÜTEHATİR  Birbirini yalanlayan, tekzib eden.
MÜTEHATTIR  (Hutur. dan) Hatırlayan, hatırına getiren, tahattur eden.
MÜTEHATTİ  Hatâ işleyen, yanılan. * Atlayıp geçen.
MÜTEHATTİM  (Hatm. dan) Lüzumlu, gerekli.
MÜTEHAVİN  (Hevn. den) İşinde gevşek ve kayıtsız olan. Bir işe ehemmiyet vermiyen, mühimsemiyen.
MÜTEHAVİR  Birbiriyle konuşan.
MÜTEHAVVİF  Korkan. Korkak.
MÜTEHAVVİFÂNE  f. Korkarak, havfederek, korkarcasına.
MÜTEHAVVİL  Bir halde durmayan, başka şekle girip değişen. * Bir yerden diğer yere nakleden, değişip tebdil olan.
MÜTEHAYYEL  Hayal edilen şey.
MÜTEHAYYELÂT  (Mütehayyel. C.) Hayal edilen şeyler.
MÜTEHAYYER  Hayrette kalınan şey, şaşılacak şey.
MÜTEHAYYİL  (Hayal. den) Kuvve-i hayaliyeden geçiren, hayal kuran. Bir şeyi görüp gözetici, idrak edici olan.
MÜTEHAYYİLÂNE  f. Hayal ve düşünceye dalarak, hayâl kurarak.
MÜTEHAYYİLE  Beyinde hayal kurma merkezi.
MÜTEHAYYİR  Şaşmış, hayrette kalmış.
MÜTEHAYYİRÂNE  f. Şaşkınca, şaşkın şaşkın, şaşırarak.
MÜTEHAYYİRİN  (Mütehayyir. C.) Şaşırmış olanlar. Şaşmış kimseler. Hayrette kalanlar. 
MÜTEHAYYİZ  Tahayyüz eden, yer tutan. * İtibarlı, mühim.
MÜTEHAZİB  Biribine muvâfık olmak, uygunluk.
MÜTEHAZLIK  Üstadlık dâvâsı eden, fakat üstad olmayan kimse.
MÜTEHAZZI'  Alçak gönüllülük eden, tevazu gösteren.
MÜTEHAZZIÂNE  f. Alçak gönüllülükle, tevazu göstererek.
MÜTEHAZZIR  Yeşil renkle renklenen. Yeşillenen.
MÜTEHAZZIR  Hazır olan, huzurda bulunan.
MÜTEHAZZİB  Takım takım, küme küme toplanan.
MÜTEHAZZİN  Hüzünlü, kederli. Üzülen, mahzun olan.
MÜTEHAZZİR  (Hazer. den) Sakınan, çekinen, dikkatli davranan.
MÜTEHAZZİRÂNE  f. Çekinerek, sakınarak, dikkatli davranarak.
MÜTEHECCİ  (Hecâ. dan) Heceliyen.
MÜTEHECCİD  Geceleri uyanıp teheccüd namazı kılan.
MÜTEHEDDİ  (Hidyet. den) Hediye gönderen. * Hidâyete eren, doğru yola giren. İslâm dinini kabul edip müslüman olan.
MÜTEHEDDİM  (Hedm. den) Yıkılan, inhidâm eden.
MÜTEHEKKİM  (Tehekküm. den) Alay eden, tehekküm eden.
MÜTEHEKKİMÂNE  f. Alay edercesine.
MÜTEHELLİL  Sevinçten yüzü gülen.
MÜTEHEMMİK  İşinin üzerine düşen, ehemmiyet veren. İşine sıkı sarılan.
MÜTEHETTİK  (Hetk. den) Yırtılan, tehettük eden. * Edebsiz, utanmaz. Hayasız.
MÜTEHEVVİR  Hiddet ve kızgınlıkla neticeyi düşünmeden saldıran.
MÜTEHEVVİRÂNE  f. Birdenbire saldırarak. * Kızgınlıkla. Hiddetlice. Birden öfkelenir surette.
MÜTEHEVVİREN  Tehevvür ve öfke ile.
MÜTEHEYYİ'  Hazırlanmış, hazır. Hazırlanan.
MÜTEHEYYİ'-İ HAREKET  Harekete veya gitmeğe hazırlanmış.
MÜTEHEYYİB  Heybetlenen. Heybetli. Korku ve hürmet hissini veren.
MÜTEHEYYİC  Heyecana gelen, coşan, coşkun, heyecanlı.
MÜTEHEYYİCÂNE  f. Coşkunlukla, heyecana gelerek.
MÜTEHEZZİC  (C.: Mütehezzicin) Makamla şarkı söyliyen. Terennüm eden.
MÜTEHEZZİCÂNE  f. Makamla şarkı söylercesine.
MÜTEHEZZİCÎN  (Mütehezzic. C.) Makamla şarkı söyliyenler.
MÜTEHEZZİZ  İhtizaz eden, titreyen.
MÜTEHEZZİZÂNE  f. Titreyerek, titremek suretiyle. 
MÜTEKABBIZ  (Kabz. dan) Toplanıp çekilen. *Asık suratlı, asık, çehreli. * Buruşup kasılan adale.
MÜTEKABBİL  (Kabul. den) Kabul eden, üstüne alan.
MÜTEKABİL  Karşılıklı, bir diğerinin karşısında.
MÜTEKABİLE  Karşılıklı davranış veya vaziyet. 
MÜTEKABİLEN  Karşılıklı olarak, karşı karşıya.
MÜTEKABİLETAN  Birbirine karşı olan iki şey.
MÜTEKABİLİYET  Karşılıklı vaziyet, karşılıklı durum.
MÜTEKÂBİR  (Kibr. den) Kibirli. Kendini büyük gören.
MÜTEKADDİM  Evvelki, önceki, öne geçen, takaddüm eden. * Takdim olunan, sunulan.
MÜTEKADDİMÎN  Evvelkiler, geçmiştekiler. * Eskiden gelmiş İslâm allâmeleri.
MÜTEKADİMÎN-İ ŞUARÂ  Eski şâirler.
MÜTEKADDİS  (Kuds. den) Çok temiz olan. Takaddüs eden, kutsal olan.
MÜTEKADİM  Geçmiş bulunan, tekadüm eden.
MÜTEKÂFİ  (Mütekâfiyye) Birbirine denk ve akran olan. Eşitleşen. 
MÜTEKÂFİYEN  Birbirine eşit, denk, müsavi ve akran olarak.
MÜTEKÂHİL  Tembel, üşengeç.
MÜTEKAIS  Göğsü dışarı çıkıp, arkası içeri giren kimse.
MÜTEKAİD  Tekaüd olan. Emekli.
MÜTEKAİDÎN  (Mütekaid. C.) Emekliler, emekliye ayrılmış olanlar.
MÜTEKÂLİB  (C.: Mütekâlibîn) (Kelb. den) Köpek gibi birbirinin üstüne atılan.
MÜTEKÂLİBÂNE  f. Köpek gibi birbirinin üstüne sıçrayarak.
MÜTEKÂLİBİN  (Mütekâlib. C.) Köpek gibi birbirlerinin üzerlerine sıçrayanlar.
MÜTEKALKİL  Deprenen, sarsılan.
MÜTEKALLİB  Dönen, değişen. Başka şekil olan.
MÜTEKALLİD  Kuşanan. Kılıç takan, takınan. Kılıç kuşanmış. * Bir işi üzerine alan. Bir vazifeyi deruhte eden.
MÜTEKALLİL  (Kıllet. den) Azalan, azalmış olan.
MÜTEKALLİS(E)  Gerilen, çekilip toplanan, gerilmiş.
MÜTEKÂMİL  Kemâlli, olgun, tekâmül etmiş olan. 
MÜTEKÂMİLÂNE  f. Olgunluk ve kemâlât göstererek. Olgunlukla.
MÜTEKÂMİLÎN  Tekâmül etmiş olanlar. Kâmil ve olgun kimseler. Allah'ın emrine uygun şekilde hareketi alışkanlık hâline getirmiş olanlar.
MÜTEKAMİR  Birbiriyle kumar oynayan. Kumar arkadaşı.
MÜTEKAMMİS  Gömlek giyen.
MÜTEKARİB  (Kurb. dan) Yaklaşan, tekarüb eden. Birbirine yakın olan, gittikçe birbirine yaklaşan.
MÜTEKARİN  (Karn. dan) Birbirine birleşmiş, bitişmiş olan. * Yaklaşmış, yakınlaşmış, tekarün eden.
MÜTEKARRİB(E)  (C.: Mütekarribîn) (Kurb. dan) Yaklaşan, yaklaşmağa çalışan, yakın olan, takarrüb eden.
MÜTEKARRİBÎN  (Mütekarrib. C.) Takarrüb edenler, yaklaşanlar, yakın olanlar.
MÜTEKARRİH  (Karh. dan) Yaralı, çıbanlı. Cerahatli yara veya çıban.
MÜTEKARRİR  (Karar. dan) Kararlaşan, takarrür eden. Yerleşip kuvvet bulan.
MÜTEKASIM  (C.: Mütekasımîn) (Kısm. dan) Paylaşan, bölüşen. Bir şeyi paylaşanların beheri.
MÜTEKASIR  (C.: Mütekasirîn) (Kasr. dan) Kısalık gösteren. * Elinden gelip gücü yettiği hâlde iş yapmıyan.
MÜTEKASIRÎN  (Mütükasır. C.) Kısalık gösterenler. * Ellerinden geldiği, becerebildikleri halde iş yapmayanlar.
MÜTEKÂSİF  (Kesafet. den) Sıklaşmış, koyulaşmış, yoğunlaşmış. Sıklaşan, yoğunlaşan, koyulaşan, tekâsüf eden.
MÜTEKÂSİL  Tekâsül eden. Üşenir ve tembel olan.
MÜTEKÂSİLÂNE  f. Tembelce hareket ederek, üşengeçlik ve uyuşuklukla davranarak.
MÜTEKÂSİLÎN  (Mütekâsil. C.) (Kesl. den) Üşenenler, tembellik yapanlar.
MÜTEKASİM  Kısmet eden. * Aralarında bir şey taksim edenlerin her biri. * Birbiriyle kasemleşen, andlaşan.
MÜTEKASİR  (Kesret. den) Çok çoğalan, tekâsür eden, çoğalmış.
MÜTEKASSİ  Dikkatle araştıran.
MÜTEKAŞŞİ'  (Kaş'. den) Balgam çıkaran hasta. * Balgam söktüren ilâç.
MÜTEKATI'  Karşılıklı kesişen, birbirini kesen.
MÜTEKATIR  (Katr. dan) Damlıyan. Katre katre dökülen.
MÜTEKATİL  (Katl. den) Karşılıklı olarak birbirine öldüren, katleden.
MÜTEKATTI'  (Kat'. dan) Kesik. Biteviye olmayan.
MÜTEKATTIR  Damlayan, katre katre dökülen.
MÜTEKAVVEM  Biçilmiş, kesilmiş. Toplanmış.
MÜTEKAVVİ  (Kuvvet. den) Kuvvetlenen, kuvvet bulan. Kuvvetlenmiş.
MÜTEKAVVİL  (C.: Mütekavvilîn) (Kavl. den) Yalan uydurup söyleyen.
MÜTEKAVVİLÎN  (Mütekavvil. C.) (Kavl. den) Mecbur olmadığı halde kendiliğinden yalan söyleyenler.
MÜTEKAVVİM  Bozuk iken düzelen, eğri iken doğrulan. * İyi idâre edilen. * Sağlam, muhkem. * Müesses, te'sis edilmiş, kurulmuş.
MÜTEKAVVİS  (Kavs. dan) Yay gibi eğri. Yay şekline giren, kavislenen. Eğrilmiş, bükülmüş.
MÜTEKAYHIK  Diline ne gelirse söyleyen. Ağzına geleni konuşan.
MÜTEKÂYİD  (C.: Mütekâyidîn) Birbirine hile yapan.
MÜTEKAYİDÂNE  f. Düzenbazlık ve hile ile.
MÜTEKÂYİDÎN  (Mütekâyid. C.) Birbirlerine hile yapanlar, birbirlerini aldatanlar.
MÜTEKAYYİD  (C.: Mütekayyidîn) (Kayd. dan) Dikkatli davranan.
MÜTEKAYYİDÂNE  f. Dikkatli davranarak, kayıtlı bulunarak.
MÜTEKAYYİDÎN  (Mütekayyid. C.) (Kayd. dan) Dikkatli davrananlar, kayıtlı bulunanlar.
MÜTEKAYYİH(A)  (Kayh. dan) İrinli. Cerahat bağlamış.
MÜTEKAZİ  (Tekaza. dan) Borçluyu (borcunu ödemesi için) sıkıştıran.
MÜTEKEBBİR  Kibirli. Büyüklenen. Tekebbür eden. * Esmâ-i İlâhiyeden olup, Allah'ın büyüklük ve azametini ifade eder.
MÜTEKEBBİRÂNE  f. Büyüklenerek, kibirlenerek, büyüklük taslayarak.
MÜTEKEBBİRÎN  (Mütekebbir. C.) Tekebbür edip kibirlenenler. Kendini beğenmişler.
MÜTEKEBKİB  Kaftanına bürünmüş.
MÜTEKEDDİR  (C.: Mütekeddirîn) (Keder. den) Kederli, hüzünlü. Kederlenen, tekeddür eden. * Bulanık.
MÜTEKEDDİRÂNE  f. Kederli ve hüzünlü bir hâlde. * Bulanarak.
MÜTEKEDDİRÎN  (Mütekeddir. C.) Kederlenenler, kederli ve hüzünlü olan kimseler. * Bulanık şeyler.
MÜTEKEFFİ  Önüne eğik olan.
MÜTEKEFFİL  Kefil olan, tekeffül eden. Başkasının işini üzerine alan.
MÜTEKEFFİLÂNE  f. Kefil olarak. 
MÜTEKEFFİLÎN  (Mütekeffil. C.) Mütekeffiller. Tekeffül edenler, kefil olanlar.
MÜTEKEHHİL  (C.: Mütekehhilîn) Gözüne sürme çeken.
MÜTEKEHHİLÎN  (Mütekehhil. C.) Gözüne sürme çekenler, tekehhül edenler.
MÜTEKEHHİN  (C.: Mütekehhinîn) (Kehânet. den) Kâhinlik yapan.
MÜTEKEHHİNÂNE  f. Falcılıkla, kâhincesine.
MÜTEKEHHİNÎN  (Mütekehhin. C.) Falcılık yapanlar, kâhinlik edenler.
MÜTEKELLİF  Zahmetli iş tutan, külfetli işe girişen.
MÜTEKELLİFÎN  (Mütekellif. C.) Zahmetli, külfetli iş tutanlar, tekellüf edenler.
MÜTEKELLİM  Söyleyen, konuşan, nutuk söyleyen. * Gr: Söyleyen, birinci şahıs.
MÜTEKELLİM-İ EZELÎ  Allah (C.C.)
MÜTEKELLİM-İ MAALGAYR  Konuşan kimsenin kendisinin de içinde bulunduğu bir cemaata ait fiili ifade eden kelimelerin sigasıdır. Okuduk, yazıyoruz, gideceğiz, çalışmışız... gibi. (Bak: Mütekellim-i vahde)(Fert mütekellim-i vahde olsa, müsamahası ve fedakârlığı amel-i sâlihtir. Mütekellim-i maalgayr olsa, hıyanettir, amel-i tâlihtir. Bir şahıs kendi nâmına hazm-ı nefs eder, tefahür edemez; millet namına tefahür eder, hazm-ı nefs edemez. M.)
MÜTEKELLİM-İ VAHDE  Konuşan kimsenin yalnız kendine ait fiili gösteren kelimelerin sigasıdır. Baktım, görüyorum, gezmişim, oturacağım gibi. (Bak: Mütekellim-i maalgayr)
MÜTEKELLİMÂNE  f. Konuşur gibi, konuşmak suretiyle.
MÜTEKELLİMÎN  İslâm ve iman esaslarını, hakaik-ı Kur'aniye ile isbat ve izahını yapan büyük İslâm allâmeleri, âlimleri, İlm-i Kelâm âlimleri. (Bak: İlm-i Kelâm)
MÜTEKELLİS  (Kils. den) Kireçlenmiş, kireçlenmiş.
MÜTEKEMMİ  Örtünmüş.
MÜTEKEMMİL  (Kemal. den) Olgunlaşan, tekemmül eden. Eksiği kalmayan. 
MÜTEKEMMİLÂNE  f. Olgunlaşarak, tekemmül ederek. Eksiği kalmayarak.
MÜTEKEMMİLÎN  (Mütekemmil. C.) (Kemâl. den) Olgunlaşanlar, kemale erenler, tekemmül edenler.
MÜTEKEMMİN  (Kemn. den) Pusuya yatmış olan, pusuya giren, gizlenen, pusuda.
MÜTEKERRİC  Küflenmiş.
MÜTEKERRİH  (İkrah. dan) Kerih gören, tekerrüh eden, ikrah eden. Tiksinen. * Surat asan.
MÜTEKERRİHÂNE  f. Tiksinircesine. Surat asarcasına.
MÜTEKERRİR  Tekerrür eden. Tekrar. Tekrar olan. Mükerrer olan. * Edb: Murabbâ, muhammes, müseddes bentli manzumelerin birinci bendi sonunda tekrar edilmiş olan mısra. 
MÜTEKESSİR  (Kesr. den) Kırılan. Parçalanan.
MÜTEKESSİR  (Kesret. den) Çoğalan, artan, tekessür eden.
MÜTEKEŞŞİF  (Keşf. den) Açılan, tekeşşüf eden, açığa çıkarılan.
MÜTEKEVVİN  Hâsıl olan. Mevcud bulunan. Var olan.
MÜTEKEYYİF  Keyfiyetlenen, bir keyfiyetle vasıflandıran, tekeyyüf eden.
MÜTEKEYYİS  (C.: Mütekeyyisîn) Zeki ve akıllı gibi görünen.
MÜTEKEYYİSÎN  (Mütekeyyis. C.) Akıllılık taslıyanlar, tekeyyüs edenler.
MÜTELAFFIZ  (Lafz. dan) Telaffuz eden, bir kelâmı ağzından çıkaran, söyleyen.
MÜTELAFİ  Telafi eden. Kaybettiği bir şeye mukabil başka bir şey kazanan.
MÜTELAHHIZ  Ekşi birşey yiyen kimsenin yanında ağzı sulanan.
MÜTELAHİ  (Lehv. den) Oynıyan. Oyun veya sazla uğraşan.
MÜTELAHİK  (Lühuk. dan) Biribirinin arkasından gelen. Birbirine katılan.
MÜTELAHİME  Deri ile birlikte epeyce de et kesilmiş olan yara.
MÜTELAHİYANE  f. Oyunla uğraşarak, oynayarak.
MÜTELAHİZ  (C.: Mütelahizîn) Gözucu ile bakışanların beheri.
MÜTELAHİZİN  (Mütelahiz. C.) Gözucu ile bakışanlar, telâhuz edenler.
MÜTELAİB  (La'b. dan) Oyun ile meşgul olan, oynayan.
MÜTELAİN  Lânetleşen, uğursuzlaşan.
MÜTELAKİ  (Lika. dan) Telâki eden. Kavuşmuş, ulaşmış. Kavuşan.
MÜTELAKİM  Birbirine yumruk atan, telâküm eden.
MÜTELAKKIB  (Mütelakkıbîn) (Lakab. dan) Lakap alan, lakap takınan.
MÜTELAKKIM  Lokma yutan. Lokmalayan.
MÜTELAKKİ  Telakki ve kabul eden, ...nazarıyla bakan.
MÜTELAKKİB  (Lakab. dan) Lakap takılmış, lakaplanmış.
MÜTELAKKİBÎN  (Mütelakkib. C.) Lakap alanlar, lakap takınanlar.
MÜTELALİ  (Mütelal) Parlayan, parıldayan, ışıldayan. Şimşek gibi çakan.
MÜTELASIK(A)  (Lüsuk. dan) Birbiriyle birleşmiş olan. Bitişik.
MÜTELA'SİM  (C.: Mütela'simîn) Saçmasapan cevap veren, kemküm eden.
MÜTELA'SİMANE  f. Saçmalayarak, kemküm ederek.
MÜTELASSIS  (Lüss. den) Hırsızlık yapan.
MÜTELAŞİ  Telaş eden. Izdırab ile karışık acele eden. Telaşlı.
MÜTELAŞİYANE  Acele ve telaş ile.
MÜTELATIF  (Lütf. dan) Kibar ve nazik muamele yapan. Lütf ile muamele eden.
MÜTELATIM  (Mütelatıma) Birbirine çarpan, çarpışan, çalkalanan. Dalgalı.
MÜTELATTIF  (Lütf. dan) Yumuşak ve nazik davranan.
MÜTELATTIFANE  f. Naziklikle, incelikle.
MÜTELATTIH  Bulaşan, bulaşık olan (yağ, çamur v.s.)
MÜTELAZZİ  Alevlenen, alev çıkaran.
MÜTELEBBİD  Birbiri üstünü yığılıp kat kat olmuş.
MÜTELEBBİS  Giyinmiş, elbiseli. * Karışık, başkasına bulaşmış, karışmış olan.
MÜTELECLİC  Dilini çiğneyerek basık basık konuşan.
MÜTELEFFİF  Sarılıp bürünen.
MÜTELEFFİK  Bitişik ve yapışık olan.
MÜTELEFFİT  İltifat eden, iltifat edici olan.
MÜTELEFFİTANE  f. İltifat edercesine.
MÜTELEHHİ  (Lehv. den) Oyunla, sazla vakit geçiren.
MÜTELEHHİB  (Leheb. den) Alevlenen, alev çıkaran.
MÜTELEHHİF  (C.: Mütelehhifîn) (Lehef. den) Hasret çeken. Özleyen. Yanıp yakılan. Hüzünlü olan.
MÜTELEHHİFÂNE  f. Özleyerek, hasret çekerek. Kaygılı, tasalı olarak, yanıp yakılarak.
MÜTELEHHİFÎN  (Mütelehhif. C.) Hasret çekenler, yanıp yakılanlar. Kederli, tasalı olanlar.
MÜTELEMMİ'  Parıldayan, telemmü' eden.
MÜTELEMMİS  (Lems. den) El ile dokunan. Telemmüs eden.
MÜTELEMMİZ  (C.: Mütelemmizîn) Talebelik etmek suretiyle öğrenen. Telemmüz eden.
MÜZELEMMİZÎN  (Mütelemmiz. C.) Talebelik ederek öğrenenler, telemmüz edenler.
MÜTELESSİM  (C.: Mütelessimîn) Yüzü peçeli, yaşmaklı.
MÜTELEVVİM  Muntazır olan, bekleyen.
MÜTELEVVİN  Renkten renge giren. Halden hale geçen. Kararsız. Dönek.
MÜTELEVVİS  Pis, kirli, murdar, paslanan, kirlenen. * Karışmış, muhtelit.
MÜTELEYYİN  (Leyyin. den) Yumuşak olan. Gevşeyip yumuşayan.
MÜTELEYYİS  Arslan yürekli, arslan yürüyüşlü.
MÜTELEYYİSÂNE  f. Arslan gibi. 
MÜTELEZZİC  Lüzucetli ve yapışkan olan.
MÜTELEZZİZ  Lezzet aldığından hoşnud olan, lezzet duyan.
MÜTELEZZİZÂNE  f. Lezzet alarak, lezzet almak suretiyle.
MÜ'TELİF  (Ülfet. den) Alışan, ülfet eden, alışık. * Uygun, muvafık, denk.
MÜTEMACİD  İtibar, şeref ve haysiyetiyle iftihar edip övünen.
MÜTEMADİ  Devamlı, kesiksiz, sürekli, daima.
MÜTEMADİYEN  Devamlı surette.
MÜTEMADİYET  Devamlılık, mütemadilik.
MÜTEMADİH  Zararı çok olan kimse. Acele ile yapan, hızlı çalışan kimse.
MÜTEMAHHIT  Sümküren.
MÜTEMAHHIZ  Fitne çıkaran. * Doğum sancısı çeken.
MÜTEMAHHIZ  (C.: Mütemahhızîn) Candan ve gönülden inanarak çalışan.
MÜTEMAHHİL  Hayal eden.
MÜTEMAHİL  Uzak ve uzun.
MÜTEMALİK  Kendini tutan, nefsine hâkim olan.
MÜTEMÂRIZ  Kendini hasta gösteren, yalandan hasta olan.
MÜTEMÂRIZÂNE  f. Yalandan hastalanarak.
MÜTEMÂRIZÎN  (Mütemârız. C.) Hasta gibi görünenler, yalandan hasta olanlar.
MÜTEMASİL  Birbirine benzer, eş.* Birbirinin benzeri, naziri olan.
MÜTEMASS  Temas eden, dokunan, değen.
MÜTEMAŞİ  Seyre çıkan.
MÜTEMAŞŞİT  Saçını sakalını tarayan.
MÜTEMAYİL  Taraftar görünen, temayül eden, meyillenen.
MÜTEMAYİLÂNE  f. Mütemayil olarak. Temayül ederek. Taraftarcasına.
MÜTEMAYİZ  Temayüz etmiş, ayrılmış olan. * İyiliğinden dolayı başkalarından ayrı olan.
MÜTEMAZİH  Şakalaşan, birbirine lâtife ve şaka yapan.
MÜT'EME  İkiz doğma.
MÜTEMEDDİH  (C.: Mütemeddihîn) (Medh. den) Kendini medhedip öven. Temeddüh eden, övünen.
MÜTEMEDDİHÂNE  f. Kendini medhederek, övünerek.
MÜTEMEDDİHÎN  (Mütemeddih. C.) Kendini medhedenler, övünenler.
MÜTEMEDDİN  Medeni, görgülü, terakki etmiş. Şehirleşmiş olan. Bedeviliği, göçebeliği bırakıp medenileşmiş olan.
MÜTEMEHDİ  Mehdilik iddiasında bulunan.
MÜTEMEHDİYÂNE  f. Mehdilik iddiasında bulunarak, mehdilikle.
MÜTEMEHHİD  (Mehd. den) Yayılmış, serilmiş. Yayılıp döşenen.
MÜTEMEHHİL  Hile eden. * Bir kimsenin istediğini vermek hususunda onu külfet ve zahmete sokan.
MÜTEMEHHİL  Teenni ve sükûn üzere olup acele etmeyen. * Zamana muhtaç, büyüyüp gelişmesi belli bir zaman içinde olan şey, tedric kanununa tabi olan.
MÜTEMEHHİR  (C.: Mütemehhirîn) Mâhir olan, temehhür eden.
MÜTEMEHHİRÎN  (Mütemehhir. C.) Mâhir olan kimseler. Temehhür eden kişiler.
MÜTEMEKKİN  (Mekân. dan) Yerleşen, Mekânlanan, temekkün eden. İkamet eden, sâkin olan. * Gr: Üç harekeyi de kabul eden kelime.
MÜTEMELLIK  (Melık. dan) Alçakçasına yalvaran, yaltaklanan.
MÜTEMELLIKANE  f. Yaltaklanarak. Alçakcasına yalvararak.
MÜTEMELLİ  Uzun ömürlü ve rahat yaşıyan.
MÜTEMELLİK  (Mülk. den) Mülk edinen, temellük eden. Malın sâhibi olan.
MÜTEMELLİL  (Millet. den) Aynı milletten olan.
MÜ'TEMEN  (Emn. den) İnanılır, güvenilir, itimad edilir. Emniyetli.
MÜTEMENNA  İstenilen, temenni olunan.
MÜTEMENNİ  Temenni eden, isteyen.
MÜ'TEMER  Anlaşma için yapılan toplantı. Kongre.
MÜTEMERKİZ  Bir yere toplanmış, merkezleşmiş.
MÜTEMERRIK  İdman olarak ve alışmak üzere çalışan.
MÜTEMERRİD  İnatçı, ısrar eden, dik kafalılık eden. Kibirlilik eden.(Dine muhalif felsefeden tam ders alan, bir firavun olur. Fakat en hasis şeye ibadet eden ve menfaat gördüğü her şeyi kendine rab telâkki eden bir firavun-u zelildir. Hem mütemerriddir. Fakat bir lezzeti için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Hasis bir menfaat için şeytanın ayağını öper derecede alçaklık gösterir. M.N.)
MÜTEMERRİDÂNE  f. İnatla, direnerek, dikbaşlılıkla.
MÜTEMERRİDÎN  (Mütemerrid. C.) Dikkafalık edenler, inatçılık yapanlar, direnenler. Mütemerridler.
MÜTEMERRİN  Öğrenmek için çalışan, alışmak gayesiyle egsersiz yapan.
MÜTEMESHİR  Maskaralık eden, eğlenen.
MÜTEMESHİRÂNE  f. Maskaralıkla.
MÜTEMESHİRÎN  (Mütemeshir. C.) Eğlenenler. Maskaralık yapanlar.
MÜTEMESKİN  Miskinleşen. Miskinlik gösteren.
MÜTEMESSEL  Bir şeye benzetilen.
MÜTEMESSİH  Bir şeye sürünen. * Mesheden, sıvazlayan. Bir şeye el süren.
MÜTEMESSİH  Çirkin kılığa giren. Temessüh eden. İnsaniyetten hayvaniyete değişen.
MÜTEMESSİK  Temessük eden. Sıkı sıkı yapışıp tutan. * Bir delil ve şahide dayanan, delile istinad eden.
MÜTEMESSİL  Bir şeye benzeyen, bir şeyin suretine giren, cisimlenip görülen. * Kıssa, hikâye anlatan.
MÜTEMEŞŞİ  (Meşy. den) Yürüyen, temeşşi eden.
MÜTEMETTİ'  (Mütu'. dan) Menfaatlenmiş, faydalanmış. * Umre ile hacc için ihram bağlanmış. * Kazanan, kâr eden.
MÜTEMEVVİC  (Mevc. den) Dalgalanan, dalgalı.
MÜTEMEVVİL  (C.: Mütemevvilin) (Mâl. den) Zengin. Mal mülk sâhibi.
MÜTEMEVVİLÎN  (Mütemevvil. C.) Mal mülk sâhibleri. Zenginler.
MÜTEMEVVİN  İyâline çok nafaka veren. Ailesine, çoluk çocuğuna iyi bakan.
MÜTEMEYYİ'  (Mey'. den) Mâyi haline gelen, sıvılaşan. Sulanıp akan.
MÜTEMEYYİZ  (C.: Mütemeyyizîn) Seçilen, seçkin.
MÜTEMEYYİZÎN  (Mütemeyyiz. C.) Seçkin kişiler, seçilen kimseler, mütemeyyizler.
MÜTEMEZZİK  Yırtılan, parçalanan.
MÜ'TEMİN  Güvenen, inanan, itimad eden, emniyet eden.
MÜ'TEMİR  Berd-i acûz günlerinin beşinci günü.
MÜTEMMEM  Tamamlanan, eksikleri kalmayan. Nihayete eren.
MÜTEMMİM  Tamamlayan, bitiren.
MÜTENACİ  Fısıldayan, fısıltı ile konuşan. Tenâci eden.
MÜTENACİYÂNE  Fısıldaşanlar gibi, fısıldaşana yakışır surette.
MÜTENADD  Birbirinden ürken, korkan.
MÜTENADİ  (Nida. dan) Birbirini çağıran. Birbirine nida eden.
MÜTENADİR  (Nedret. den) Az bulunur. Nâdir.
MÜTENAFİ  (Nefy. den) Biribirene zıt olan.
MÜTENAFİR  Birbirinden nefret eden, ürken. Birbirini görmek istemeyen. * Edb: Yanyana gelişleri ile söylemede zorluk çıkaran kelime veya harf.
MÜTENAFİS  Çekişen. Birbiriyle münâkaşa eden.
MÜTENAGGIM  Nağme eden, âvâzlanan, şarkı söyleyen.
MÜTENAHHİ  Bir tarafa çekilen. Çekingen.
MÜTENAHHİM  Balgam çıkaran.
MÜTENAHİ  Nihayete eren, biten, sonu gelen.
MÜTENAHİZ  Erişip ulaşan.
MÜTENAHNİH  (C.: Mütenahnihîn) Hırıltı ile soluyan. Hırıltı ile ses çıkaran.
MÜTENAHNİHÂNE  f. Soluyarak. Hırıltı ile ses çıkararak.
MÜTENAHNİHÎN  (Mütenahnih. C.) Boğazından hırıltı ile ses çıkaranlar, soluyanlar.
MÜTENA'İM  (Ni'met. den) Nimetler içinde, nazlı büyüyen.
MÜTENA'İMÂNE  f. Nimetler içinde nazdar bir şekilde büyümek, yetişmek suretiyle. Varlık içinde, ferahlık ve nimet içinde olarak.
MÜTENA'İMÎN  (Mütena'im. C.) Nimetler içinde, nazlı büyüyenler, bolluk içinde büyüyenler.
MÜTENAKIS  Noksanlaşan, azalan, miktarı azalmış olan.
MÜTENAKIZ  Birbirine uymayan, birbirine zıt olan, birbirini bozup nakzeden, birbirini bozup nakzeder olan. İkinci söylediği sözü, birinci söylediği söze zıt olup uymayan.
MÜTENAKİH  Nikâhlanan.
MÜTENAKİR  Bilmezlikten gelen, bilmez görünen.
MÜTENAKKIL  Bir yerden diğer bir yere nakleden, göçen.
MÜTENASIK(A)  Birbirine uygun olan, münâsib ve nizam üzerine dizilmiş olan.
MÜTENASIR  Birbirine yardım eden, muavenette bulunan, yardımlaşan.
MÜTENASİB  Uygun, aralarında muntazam bir nisbet bulunan, muvâfık, birbirine mensub ve müşâbih olan.
MÜTENASİL  (Nesl. den) Doğup büyüyen, tenasül eden.
MÜTENASİR  (Nesr. den) Saçılan.
MÜTENASSIB  Dikilen. Ayakta dikilip duran.
MÜTENASSIH  (Nush. dan) Nasihat dinleyip uslanan. Öğüt kabul eden.
MÜTENASSIHÂNE  f. Nasihat dinleyerek. Öğüt kabul ederek.
MÜTENASSIR  (Nasr. dan) Hristiyan olan. Hristiyanlığı kabul eden.
MÜTENASSIS  Tedkik edilip incelendikten sonra karar verilen. * Delil ve hüccet ile sabit olan.
MÜTENATTI'  Boğaz içinden konuşan kişi. * İşlerinde mübâlağa eden.
MÜTENAVİB  (Nevbet. den) Nöbetleşe tekrarlanıp giden.
MÜTENAVİL  Tenavül eden. Alıp yiyen. El uzatıp alan.
MÜTENAVİLÎN  (Mütenavil. C.) Alıp yiyenler.
MÜTENAVİM  (C.: Mütenavimîn) (Nevm. den) Uyur gibi görünen. Yalandan uyuyan.
MÜTENAVİMÂNE  f. Uyur gibi görünerek.
MÜTENAVİMÎN  (Mütenavim. C.) Uyur gibi görünenler. Yalandan uyuyanlar.
MÜTENAZIR  (Nazar. dan) Tenazür eden, birbirinin karşısında bulunan. Simetrik olan.
MÜTENAZIRAN  Bakışık olarak, simetrik tarzda.
MÜTENAZİ'  (Nez'. den) Münazaa ve kavga eden. Çekişen.
MÜTENAZZIM  Muntazam bir tarzda. Düzgün olarak . 
MÜTENAZZIR  Dikkatle bakarak düşünen. Düşünerek dikkatle bakan.
MÜTENAZZİRÂNE  f. Dikkatle bakıp düşünerek. 
MÜTENAZZİF  Maddeten temizlenen.
MÜTENEBBİH  Uyanmış, tenbih ile uyarılmış olan. Bir şeyden ders alıp aklını başına toplayan. 
MÜTENEBBİT  Tenebbüt eden, yerden biten, yetişen.
MÜTENECCİS  Pislenmiş, kullanılmaz hâle gelmiş.
MÜTENEDDİM  Pişman olan, nedâmet duyan.
MÜTENEDDİMÂNE  f. Pişman olarak, nedâmetle.
MÜTENEDDİMÎN  (Müteneddim. C.) Pişman olanlar, nedâmet duyanlar.
MÜTENEFFİH  Övünen. * Kabarmış, şişmiş.
MÜTENEFFİL  Nâfile namaz kılan.
MÜTENEFFİR  Nefret eden, tiksinen, sevmeyen. Aslâ hazmetmeyip çekinip kaçınan.
MÜTENEFFİRÂNE  f. Tiksinerek, çekinerek.
MÜTENEFFİS  (Nefes. den) Teneffüs eden. Soluyan. Nefes alan. * Dinlenen.
MÜTENEFFİZ  Nüfuz sahibi, sözü geçer olan. İtibarı cari bulunan.
MÜTENEFFİZAN  (Müteneffiz. C.) f. Nüfuzlu ve hatırı sayılır kimseler. Sözü dinlenir kişiler.
MÜTENEKKİR  Bilinmeyecek, tanınmayacak surete giren. Kıyafet değiştiren.
MÜTENEKKİREN  Kıyafet değiştirip kendini tanıtmayarak.
MÜTENEKKİS  Ters dönüp başaşağı olan kimse.
MÜTENEMMIS  Yüzden kıl yolan kişi.
MÜTENEMMİL  Karınca gibi kaynaşan.
MÜTENEMMİR  Kaplanlaşan, kaplan huylu olan. * Sert bir dille konuşan.
MÜTENEMMİRÂNE  f. Kaplanlaşarak. * Sert bir dille korkutarak.
MÜTENESSİC  (Nesc. den) Dokunan, örülen.
MÜTENESSİK  (Nask. dan) Biteviye olan, yeknesak olan. 
MÜTENESSİK  Kulluk eden.
MÜTENESSİM  (Nesim. den) Rüzgâr kokusu olan. Rüzgâr koklıyan.
MÜTENESSİR  (Nesr. den) Saçılan, yayılan, dağılan. 
MÜTENEŞŞIT  Sevinç, neşat elde eden. 
MÜTENEŞŞİB  Bir şeye ilişip tutulan. 
MÜTENEŞŞİF  Suyu ve rutubeti çekip emen.
MÜTENEŞŞİR  Yayılan, dağılan, intişar eden.
MÜTENEVVİ'  Çeşit çeşit, muhtelif, çeşitli, değişik, türlü türlü.
MÜTENEVVİH  Feryad eden, ağlayan.
MÜTENEVVİM  (Nevm. den) Rüya gören. Uyuyan, uyuklayan.
MÜTENEVVİR  (Nur. dan) Nurlanan, tenevvür eden, parlıyan.
MÜTENEZZİH  Tenezzüh eden, gezip eğlenen. * Tenezzüh edip düşünen. * Nezih, temiz olan. (Sath-ı âlemde kurulan şu sergi-i İlâhîde teşhir edilen tezyinata, kemalâta, güzel manzaralara ve rububiyetin haşmetiyle uluhiyetin azametine bir müşahid, bir mütenezzih, bir mütehayyir, bir mütefekkir lâzımdır ki o güzellikleri görsün, o manzaralar arasında tenezzüh etsin; o harika nakışlara, zinetlere tefekkür ile hayran olsun. Sonra o sergiden Saniinin celâline, Mâlikinin iktidar ve kemalâtına intikal ile onun azametine secde-i hayret etsin. M.N.)
MÜTENEZZİHÂNE  f. Tenezzüh edercesine, gezip eğlenircesine. Mütenezzihcesine.
MÜTENEZZİHÂT  (Mütenezzih. C.) Gezintiye, tenezzüh etmeğe çıkanlar. * Tenezzüh edip düşünenler. * Temize çıkanlar.
MÜTENEZZİHÎN  (Mütenezzih. C.) Gezintiye çıkanlar, tenezzühe çıkanlar.
MÜTENEZZİL  (Nüzul. den) Tenezzül eden, aşağı inen. Alçak gönüllülük eden.
MÜTENEZZİLEN  Alçak gönüllülük ederek, tevâzu göstererek.
MÜTERABBIS  Bekleyen.
MÜTERABBİ'  Bağdaş kurup rahatça oturmuş.
MÜTERADİF  Birbirine bağlı, tâbi olan. Birbirinin ardınca giden. * Gr: Yazılışı ayrı, fakat mânası aynı olan kelime.
MÜTERAFIK  Arkadaşlık eden, refekat eden, beraber bulunan. * Bir arada, karışık, karışmış.
MÜTERAFİ  Duruşma için hâkime giden.
MÜTERAFİÂN  Duruşma isteyen iki taraf.
MÜTERAHHİL(E)  (Rıhlet. den) Göç eden, hicret eden. Bir yerden diğer bir yere göçen. Yola çıkmış olan.
MÜTERAHHİM  (Rahm. den) Acıyan, merhamet eden.
MÜTERAHHİMÂNE  f. Acıyarak. Merhamet ederek.
MÜTERAHHİR  Dolup taşan. 
MÜTERAHİ  Yavaş hareket eden, ağır davranan.
MÜTERA'İD  Titreyen.
MÜTERAKİB  (Rükub. dan) Kiremit gibi birbiri üstüne binmiş olan. 
MÜTERAKİM  Teraküm etmiş, birikmiş, yığılmış. 
MÜTERAKKIB  (Rükub. dan) Gözleyen, bekleyen.
MÜTERAKKIS  Aynı şekilde yukarı çıkıp aşağı inen, aynı tarzda sallanıp hareket eden.
MÜTERAKKİ  Yükselmiş, terakki etmiş, ilerlemiş olan.
MÜTERAKKİYÂNE  f. İlerleyene, terakki edene yakışır şekilde.
MÜTERA'RI'  On yaşını aşmış olan.
MÜTERASIF  Saf şeklinde birbirine yanaşıp sıkışmış olan.
MÜTERASİL  Mektuplaşan, haberleşen.
MÜTERASSID  (Rasad. dan) Gözeten, tarassud eden, bekleyen, kollayan.
MÜTERASSIDÎN  (Müterassıd. C.) Dikkatle gözetenler, rasad edenler, kollıyanlar, bekliyenler.
MÜTERATTIB  Yaş, ıslak, nemli.
MÜTERAZİ  (Rıza. dan) Karşılıklı olarak birbirlerinden hoşnut ve razı olan.
MÜTERAZİM  Üzümle ekmek yemek.
MÜTERCEM  (Terceme. den) Tercüme olunmuş. Bir lisandan başka bir lisana çevrilmiş.
MÜTERCİM  Tercüme eden, bir dilden başka dile çeviren. * Anlatan, anlaşılmayan bir mânayı açıklayan. 
MÜTERCİMÎN  (Mütercim. C.) Tercüme edenler. Bir lisandan başka bir lisana çevirenler.
MÜTERECCİ  Yalvaran, ümid edip isteyen, rica eden.
MÜTERECCİLE  Erkekleşmiş kadın. Erkekleri taklid eden kadın.
MÜTEREDDİ  (Rediy ve Redeyan. dan) Soysuzlaşmış, soyca bozulmuş, alçalmış.
MÜTEREDDİD  Kararsız, teredüdde kalan, karar veremeyen, cesaretsiz. * Bir yere gidip gelen.
MÜTEREDDİDÂNE  f. Kararsızlıkla. Tereddüd ederek. * Bir yere gidip gelerek.
MÜTEREDDİDÎN  (Mütereddid. C.) Karar veremeyenler, tereddüt edenler, kararsız kişiler. * Bir yere gidip gelenler.
MÜTEREDDİYE  Dağdan veya yüksek bir yerden düşmüş hayvan.
MÜTEREFFİ'  Yukarı kalkan, yükselen. * Ululuk gösteren.
MÜTEREFFİH  (Refh. den) Rahat bir şekilde ve bolluk içinde yaşıyan. Refah bulan.
MÜTEREFFİHÂNE  f. Rahat ve bolluk içinde yaşıyana yaraşır yolda.
MÜTEREFFİHÎN  (Mütereffih. C.) Refah bulanlar. Rahat ve bolluk içinde yaşıyanlar.
MÜTEREFFİK  (C.: Mütereffikîn) Sükûnetle ve yumuşaklıkla davranan.
MÜTEREFFİKÎN  (Mütereffik. C.) Sükûnetle, yumuşaklıkla davrananlar. Yumuşak muâmele edenler.
MÜTEREKKİB  (Rükub. dan) Birleşmiş, terekküb etmiş.
MÜTEREKKİN  Mânen kuvvet bulan. * Erkândan olan.
MÜTEREMMİD  Yanıp kül olmuş.
MÜTEREMRİM  (C.: Müteremrimîn) Bir şey söyleyecekmiş gibi harekette bulunduğu halde söylemeyip susan.
MÜTERENNİH  Sarhoşluktan veya başka bir sebepten dolayı sallana sallana yürüyen.
MÜTERENNİM  (Renim. den) Terennüm eden, güzel sesle şarkı söyleyen. Güzel güzel konuşan.
MÜTERENNİMÂNE  f. Güzel sesle şarkı söyler gibi.
MÜTERENNİMÎN  (Müterennim. C.) Güzel sesle yavaş yavaş şarkı söyliyenler.
MÜTERESSİB  (Rüsub. dan) Dibe çöken, tortulanan.
MÜTERESSİM  (Resm. den) Teressüm eden, resmeyliyen.
MÜTEREŞŞİD  (Reşad. dan) Doğru yola girmiş olan.
MÜTEREŞŞİF  Emerek azar azar içen.
MÜTEREŞŞİH  (Reşh. den) Terliyen. Ter gibi sızan.
MÜTERETTİB  Terettüb eden. Sıralanmış, sıra ve tertibe girmiş. * Meydana gelen, icab eden. * Dolayı.
MÜTEREVVİH  Bir şeyden koku alan. Kokulanan.
MÜTEREZZİK  Rızıklanan, gıdalanmakla ihtiyacını gideren.
MÜTESABBIR  Sabreden.
MÜTESABBİ  Çocuklaşan, çocuk tavırları takınan.
MÜTESABBİYÂNE  f. Çocuklaşarak. Çocuk tavırları takınarak.
MÜTESABIK(A)  Müsabaka eden. Birinden üstün gelmek için çalışan. * İleri geçmek için yarışmak, birisinden ileri geçmek.
MÜTESABİKE  Bir şeyin kalıba dökülmesi. * Mâdeni eritip süzmek.
MÜTESADDI'  Dağılan, parekende olan, parça parça olan. * Yarılıp çatlayan.
MÜTESADDİ  Başlayan, teşebbüs eden.
MÜTESADİF  Tesadüf eden, rastgelen. Karşılaşan.
MÜTESADİFÎN  (Mütesadif. C.) Rastgelenler, tesadüf edenler.
MÜTESADİM  (Sadme. den) Birbirine çarpışan, birbirine çarpıp vuran.
MÜTESAFİH  Musafaha eden. Dostluk ve selâm için elele veren.
MÜTESAGIR  Küçülen, küçük görülen. 
MÜTESAHHİN  Isınan, kızan.
MÜTESAHHİR  Sahur yiyen.
MÜTESAHİB  (C.: Mütesâhibin) Sahib çıkan, arka olan.
MÜTESAHİBÎN  (Mütesahıb. C.) Sahib çıkanlar, arka olanlar.
MÜTESAHİL  (C.: Mütesahilîn) Yumuşak davranan, iyi muâmelede bulunan.
MÜTESAHİLÎN  (Mütesahil. C.) Yumuşak davrananlar, sükunetli ve iyi muâmele edenler.
MÜTESA'İB  Güçleşen, güç olan.
MÜTESAİB  Esneyen, esneyici olan.
MÜTESAİD  Yükselen, yukarı çıkan. * Ziyade olan. * Zahmet veren.
MÜTESAİL  Dilenci, dilenen.
MÜTESAKIL  Üşenip ağırlaşan. * Muhârebeye girmeye teşvik edilmiş iken oyalanıp kalan.
MÜTESAKIT  Birbiri ardınca dökülüp düşen.
MÜTESAKKIB  (Sakb. dan) Ortası delik olan. Delinen, delinmiş bulunan.
MÜTESALİB(E)  (Salb. dan) Çapraz.
MÜTESALİF  Birbirleriyle bacanak olan.
MÜTESALİH  (Sulh. dan) Sulh yapan, tesalüh eden.
MÜTESALİH  Sağır gibi görünen. Sağırlık gösteren.
MÜTESALİHÎN  (Mütesalih. C.) Sağır gibi görünenler, sağırlık gösterenler.
MÜTESALİK  Uçucu, uçan. * Tırmanan, tırmanıcı.
MÜTESALLİB  Sertleşmiş, katılaşmış olan.
MÜTESALLİK  Etrâfındaki şeylere dolanarak yukarı doğru çıkan, tırmanan.
MÜTESALLİKA  Papağan gibi ayakları çengelli olan kuşlar.
MÜTESALLİT  (C.: Mütesallitîn) Musallat olan, peşini bırakmıyan, tasallut eden, sırnaşan.
MÜTESALLİTÂNE  f. Musallat olarak, sırnaşarak, tasallut edercesine.
MÜTESALLİTÎN  (Mütesallit. C.) Musallat olanlar, peşini bırakmayanlar, ardından ayrılmayanlar, tasallut edenler.
MÜTESAMİH  Müsamaha eden, göz yuman, görmemezlikten gelen, hoş gören.
MÜTESAMMİM  Kasdedici, kasdeden. * Sağlamlaştıran, muhkem eden.
MÜTESANİD  Birbirine dayanıp kuvvet alan. * Kuvvetli itimat ile birbirine bağlı olan, tesanüd eden.
MÜTESANNI'  Kendi yapan.
MÜTESARİ'  Çabucak.
MÜTESAVİ  (Siva. dan) Birbirine müsavi ve eş olan.
MÜTESAVİY-ÜT TARAFEYN  İki tarafı birbirine müsavi ve denk olan. (Bak: Hudus)
MÜTESAVİYEN  Birbirine eş değerde.
MÜTESAYİF  Birbirine kılıçla vuran.
MÜTESEBBİB  Bir şeyin olmasına yol açan, sebep olan.
MÜTESEBBİT  Sebat gösteren, sebat eden, dayanan. 
MÜTESECCİD  Secdeye kapanan, secde eden.
MÜTESEFFİH  Zevk ve eğlenceye düşkün.
MÜTESEFFİL  (C.: Müteseffilîn) Sefil ve aşağı olan, bayağılaşan.
MÜTESEFFİLÎN  (Müteseffil. C.) Sefilleşenler, aşağılık olanlar.
MÜTESEHHİR  (C.: Mütesehhirîn) Geceleyin uyuyamayıp sabahlayan.
MÜTESEHHİRÂNE  f. Sabahlayarak, gece uyumayarak.
MÜTESEHHİRÎN  (Mütesehhir. C.) Geceleyin uyumayıp sabahlayanlar.
MÜTESE'İL  Dilenen, dilenci.
MÜTESE'İLÂNE  f. Dilenerek.
MÜTESE'İLÎN  (Mütese'il. C.) Dilenciler, dilenenler.
MÜTESE'İR  Çok yanmış ve tutuşmuş ateş.
MÜTESEKKİN  Teskin edici, yatıştırıcı. Yatışan, teskin olan, sükunet bulan.
MÜTESEKKİR  Sarhoş olan.
MÜTESELLİ  Teselli bulmuş olan, teselli bulan.
MÜTESELLİH(A)  (C.: Mütesellihîn) Silâhlanan, silâh kuşanan.
MÜTESELLİHÎN  (Mütesellih. C.) Silâhlananlar, silâh kuşanan kişiler.
MÜTESELLİM  (Selm. den) Teslim edilen şeyi alıp kabul eden. * Tanzimattan evvel vali ve mutasarrıfların uhdelerinde bulunan sancak ve kazâların idaresine memur edilen kimseler. Bunlara "voyvoda" denirdi. * Vergi tahsildarı.
MÜTESELLİYANE  f. Avunarak, teselli bulmak suretiyle.
MÜTESELSİL  Birbirini takib eden. Zincirleme, arasız, uzayıp giden.
MÜTESELSİLEN  Sıra ile, zincirleme olarak, birbiri peşi sıra.
MÜTESEMMİ  Bir isim ile isimlenen, müsemma olan.
MÜTESEMMİM  Zehirlenen, ağu içmiş olan.
MÜTESENNİH  Küflü, küflenen.
MÜTESERRİ  Odalık edinen, câriye edinen.
MÜTESERRİ'  (Sür'at. den) Koşan, acele davranan, sür'atli hareket eden.
MÜTESETTİR  Saklanıp gizlenmiş olan. Tesettür eden, gizlenen.
MÜTESEVVİ  (Sivâ. dan) Düzlenen, düz olan.
MÜTESEVVİB  Farz namazdan sonra nâfile namaz kılan. * Sevab kazanan.
MÜTESEVVİK  Misvak kullanan.
MÜTESEYYİB  Dul kalan kadın.
MÜTESEYYİB  (C.: Müteseyyibîn) Aldırış etmiyen, kayıtsız davranan.
MÜTESEYYİBÂNE  f. Kayıtsız davranarak, aldırış etmiyerek, duymazdan gelerek.
MÜTESEYYİBÎN  (Müteseyyib. C.) Aldırış etmeyenler, kayıtsız davranan kimseler.
MÜTESEYYİD  Seyyidlik isnad eden, seyyid olmadığı halde kendini seyyid gibi gösteren.
MÜTEŞA'AB  Şube ve kısımlara ayrılmış olan.
MÜTEŞABİH(E)  Birbirine benzeyenler. * Fık: Mânası açık olmayan âyet ve hadis. Kur'an-ı Kerim'in ve hadislerin mecazî mânalara gelen ifadeleri. "Muhkem" olmayan âyet veya hadis. * Zâhirî mânası kastedilmeyen ve teşbih ve temsil yoluyla hakikatlerin beyanında kullanılan ifade.
MÜTEŞABİHÂT  Müteşabih olan âyetler. * Birbirine benzer olanlar.(Kur'an-ı Mu'ciz-il Beyan, çok hakaik-i gamızayı nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avamı taciz edip yormayacak bir surette basitane ve zâhirane söylüyor, ders veriyor. Nasıl bir çocukla konuşulsa, çocukça tabirat istimal edilir. Öyle de: (Tenezzülâtün İlâhiyyetün ilâ ukul-il beşer) denilen mütekellim üslubunda muhatabın derecesine sözüyle nüzul edip öyle konuşan esalib-i Kur'aniye; en mütebahhir hükemanın fikirleriyle yetişemediği hakaik-ı gamıza-yı İlâhiye ve esrar-ı Rabbaniyeyi müteşabihat suretinde bir kısım teşbihat ve temsilat ile en ümmi bir âmiye ifham eder. S.)(Kur'an-ı Kerim'de müteşebihat vardır dedikleri birinci şüphelerine cevab: Evet Kur'an-ı Kerim umumî bir muallim ve bir mürşiddir. Halka-i dersinde oturan, nev'-i beşerdir. Nev'-i beşerin ekserisi avâmdır. Mürşidin nazarında ekall, eksere tâbidir. Yani, umumî irşadını ekallin hatırı için tahsis edemez. Maahaza avâma yapılan konuşmalardan havas hisselerini alırlar; aksi halde avâm, yüksek konuşmaları anlayamadığından mahrum kalır. Ve keza avâm-ı nâs, ülfet ettikleri üslublardan ve ifadelerin çeşidlerinden ve daima hayallerinde bulunan elfaz, maâni ve ibarelerden fikirlerini ayıramadıklarından, çıplak hakikatları ve akliyyatı fehmedemezler. Ancak o yüksek hakaikin, onların ülfet ettikleri ifadelerle anlatılması lâzımdır. Fakat Kur'anın böyle ifadelerinin hakikat olduğuna itikad etmemelidirler ki; cismiyet ve cihetiyet gibi muhal şeylere zâhib olmasınlar. Ancak o gibi ifadelere, hakaika geçmek için bir vesile nazariyle bakılmalıdır. Meselâ; Cenab-ı Hakk'ın kâinatta olan tasarrufunun keyfiyeti, ancak bir sultanın taht-ı saltanatında yaptığı tasarrufla tasvir edilebilir. Buna binaendir ki; $ âyetinde kinaye tarîki ihtiyar edilmiştir. İ.İ.)
MÜTEŞABİHÂT-I KUR'ANİYE  Beşer lisanının, lügatını vaz etmediği, sezip düşünemediği, misalini göremediği hakikatların teşbih ve temsiller ile anlatıldığı âyet-i kerimeler.
MÜTEŞABİK(E)  Beraber ve karışık olanlar, birbirine karışanlar. Birbirine karışmış ve girmiş vaziyette olan. Girift.
MÜTEŞACİR  (C.: Müteşâcirin) Birbirlerine sopayla, ağaçla vuran.
MÜTEŞACİRÂNE  f. Birbirlerine sopayla vururcasına.
MÜTEŞACİRÎN  (Müteşacir. C.) Birbirlerine ağaçla, sopayla vuranlar.
MÜTEŞADDIK  Istılahlı konuşan.
MÜTEŞAHHIS  (Şahs. dan) Şahıslanan, gözle görünür hâle gelen. * Şahsı farkedilmiş olan. * Şahsını tanıyan.
MÜTEŞAİB  Şu'belenen. * Birbirine karışmamış. * Dallı, budaklı. Kollara ayrılmış.
MÜTEŞA'İB  Budaklanmış ve perâkende olmuş. Dağılmış.
MÜTEŞA'İR  (Şaar. dan) Kıllı, saçlı. Kılı çok olan. 
MÜTEŞÂİR  (C.: Müteşâirîn) (Şi'r. den) Şâirlik taslayan.
MÜTEŞÂİRİYET  şairlik taslama.
MÜTEŞAKİ  Birbirlerine hallerinden şikâyet edenlerin beheri.
MÜTEŞAKİL  Şekli birbirine benzeyenlerden herbiri, bir şekilde olan. * Bir aruz vezninin ismi.
MÜTEŞAKİS  (Şeks. den) Birbiriyle ihtilaf ve kötü muaşeret eden şahıs. Birbiriyle iyi geçinemeyen. Katı huylu.
MÜTEŞARİK  Birbiriyle ortak olan. 
MÜTEŞA'ŞI'  Parıldayan, şa'şaalanan. * Gösterişli.
MÜTEŞATİM  (Müteşâtime) Karşılıklı olarak birbirine söven.
MÜTEŞAVİR  Birbirine danışan, müşavere eden.
MÜ'TEŞEB  Karışmış, mahlut.
MÜTEŞEBBEK  (Şebk. den) Ağ gibi birbirine geçen. 
MÜTEŞEBBİH  Benzeyen, andıran.
MÜTEŞEBBİHÎN  (Müteşebbih. C.) Benzeyenler, andıranlar.
MÜTEŞEBBİK  Şebeke hâlinde olan, ağ gibi birbirine geçen.
MÜTEŞEBBİS  Teşebbüs eden. Bir işe girişen.
MÜTEŞEBBİSÂNE  f. Bir işe girişerek, teşebbüs suretiyle.
MÜTEŞEBBİSÎN  (Müteşebbis. C.) Teşebbüs edenler, bir işe girişenler.
MÜTEŞECCİ'  (C.: Müteşecciîn) Yiğit gibi görünen.
MÜTEŞECCİÂNE  f. Yiğit gibi, yürekli olana benzer surette.
MÜTEŞECCİÎN  Yiğit gibi görünenler.
MÜTEŞEDDİD  (Şiddet. den) Katılaşmış, pekleşmiş, sertleşmiş olan. * Şiddetlenen, hızlanan. 
MÜTEŞEDDİK  (C.: Müteşeddikîn) Söz ebeliği eden.
MÜTEŞEFFİ  (Şifa. dan) Şifa bulan, iyileşen. * Öcünü, intikamını alarak rahatlaşan.
MÜTEŞEHHİ  İştahlanan. * Sevip meyletmiş olan.
MÜTEŞEHHİD  Namazda ka'dede "Ettahiyyâtü" duâsını okuyan.
MÜTEŞE'İM  Uğursuz sayan.
MÜTEŞEKKİ  Şikâyet eden, sızlanan, şikâyetçi, teşekki eden.
MÜTEŞEKKİK  Şek ve şüphede kalan. Şek ve şüpheden kurtulamayan.
MÜTEŞEKKİL  Herhangi bir şekil alan. Birleşmiş, meydana gelmiş olan. 
MÜTEŞEKKİR  Şükreden, iyiliğe karşı nazikâne davranan.
MÜTEŞEKKİRÂNE  f. şükrederek, şükür etmek suretiyle.
MÜTEŞELŞİL  Şarıl şarıl akıp çağlayan.
MÜTEŞEMMİL  İhrama bürünen. Teşemmül eden.
MÜTEŞEMMİM  Koklayan, teşemmüm eden.
MÜTEŞEMMİR  (Şemer. den) İşe hazırlanan. İşe hazırlanmış olan.
MÜTEŞEMMİS  (Şems. den) Güneşlenen, güneşe çıkan.
MÜTEŞENNİC  Buruşan. * Kasılan, büzülen adale veya sinir.
MÜTEŞENNİF  Küpe takınan.
MÜTEŞERRİ'  Şeriat işleriyle uğraşan. * İlim ve şeriatta âlim olan. Şeriatla amel eden.
MÜTEŞERRİÂNE  f. Müteşerri gibi, ona yakışır yolda.
MÜTEŞERRİF  Şereflenen, şeref duyan.
MÜTEŞERRİZ  Dibi sağlamlaştırılmış kitap.
MÜTEŞETTİ  Kışı geçiren, bir yerde kışlıyan.
MÜTEŞETTİT  (Müteşettite) Dağılan, dağınık olan. Karışan, karışık bulunan. Perişan olan.
MÜTEŞEVVİK  Şevkli, çok istekli olan.
MÜTEŞEVVİKANE  f. Çok istekli olan bir kimseye yakışır şekil ve surette. Şevkli bir tarzda.
MÜTEŞEVVİKÎN  (Müteşevvik. C.) şevkliler, çok istekli olan kimseler.
MÜTEŞEVVİŞ  (Teşevvüş. den) Karışık, karmakarışık, anlaşılmaz, içinden çıkılmaz.
MÜTEŞEYTIN  Şeytanlık eden, şeytanca davranan.
MÜTEŞEYYİ'  Şiilik taslayan. Şii tâifesine girmiş olan.
MÜTEŞEYYİD  Yükselten. Sağlamlaştıran.
MÜTEŞEYYİH  Şeyhlik taslayan, kendini şeyh gibi gösteren. * İhtiyarlaşan.(S - Veli olan şeyhin, müddei olan müteşeyyih ile farkları nedir?C - Eğer hedef-i maksadı, İslâmın ziya-yı kalb ve nur-u fikriyle ittihad ve mesleği muhabbet... ve şiarı, terk-i iltizam-ı nefs.. ve meşrebi, mahviyet.. ve tarikatı hamiyet-i İslâmiye olsa kabildir ki: Bir mürşid ve hakiki şeyh olsun. Lâkin, eğer mesleği tenkîs-ı gayr ile meziyetini izhar.. ve husumet-i gayr ile muhabbetini telkin.. ve inşikak-ı asâyı istilzam eden hiss-i taraftarlık ve meyelân-ı gıybeti intac eden kendine muhabbeti, başkasına olan husumete mütevakkıf gösterilse; o, bir müteşeyyih-i müteevviğdir, bir zi'b-i mütegannimdir. Din ile, dünyanın saydına gider. Ya bir lezzet-i menhuse veya bir içtihad-ı hata onu aldatmış, o da kendisini iyi zan edip büyük meşayihe ve zevât-ı mübarekeye su-i zan yolunu açmıştır! Münazarat)
MÜTETABİ'  (Teba'. dan) Birbiri ardınca gelen.
MÜTETABİ-UL VÜRUD  Ardı arkası kesilmiyen.
MÜTETABİAN  Birbiri ardınca. Birbirinin peşinden.
MÜTETAHHİR  Temizlenen. Tâhir hâle gelen.
MÜTETAHTIH  Görmesi zayıf olan.
MÜTETALİ  Birbiri ardınca olup giden.
MÜTETARİK  Bir işi bırakmakta olan.
MÜTETAVİL  El uzatan.
MÜTETAYYİB  Güzel kokulu şey sürünen.
MÜTETEBBİ'  Dikkatle araştıran. Tetebbu eden.
MÜTETEVVEC  (Tac. dan) Taç giydirilmiş.
MÜTETEVVİC  (Tac. dan) Taç giymiş, taçlı.
MÜTEVACİD  Sahte ve yapma olarak vecde gelen.
MÜTEVACİH  Yüzleşen, yüz yüze gelen.
MÜTEVACİHEN  Karşılaşarak, karşı karşıya olarak. Yüz yüze gelerek, yüzleşerek.
MÜTEVADD  Birbirine sevgi gösteren. 
MÜTEVADİ'  Düşmanlığı ve husumeti bırakarak barışan. 
MÜTEVAFIK  Birbirine uygun olan, tevafuk eden.
MÜTEVAFİR(E)  (Vüfur. dan) Çoğalan, bollanan, fazlalaşan.
MÜTEVAGGİL  Bir şeyin çok derinliğine giren, meşguliyetini derinleştiren. Usanmayıp, yorulmayıp gayret ve devam eden.
MÜTEVAGGİLÎN  (Mütevaggil. C.) Çok uğraşanlar, fazla meşgul olanlar. Bir şeyin derinliğine varanlar.
MÜTEVAHHİŞ  Tevahhuş eden, ürken, korkan, yadırgayan.
MÜTEVAHHİŞÂNE  f. Korkarak, ürkerek, tevahhuş ederek.
MÜTEVAİD  Birbirine söz veren. Sözleşen.
MÜTEVAİDÎN  (Mütevâid. C.) Sözleşenler, vaidleşenler, birbirlerine söz verenler.
MÜTEVA'İR  Hakir, zelil. Nefret edip kimse yanına gelmeyen.
MÜTEVAKİL  Birbirini vekil eden.
MÜTEVAKKI'  Bir şeyin vukuuna muntazır olan, ümid eden, ricâ ve niyazda bulunan.
MÜTEVAKKID  Tutuşan, tutuşup yanan.
MÜTEVAKKIF  Bir şeye bağlı olan, onunla iş görecek olan, ilerlemeyip duran. * Bekleyen, tevakkuf eden, duran, eğlenen.
MÜTEVAKKIR  (C.: Mütevakkırîn) (Vakar. dan) Onurlanan, vakarlanan.
MÜTEVAKKIRÎN  (Mütevakkır. C.) Onurlananlar, vakarlananlar.
MÜTEVAKKİ  Tevakki eden. Kendini gözeten, tehlikeli şeylerden sakınan ve çekinen.
MÜTEVALİ  (Velâ. dan) Aralık vermeden devam eden, tevâli eden. Birbiri ardınca sıra ile olan.
MÜTEVALİD  Birbirinden doğup üreyen.
MÜTEVALİYEN  Üst üste, aralık vermeden, peş peşe.
MÜTEVARİ  (Verâ. dan) Gizli, saklı. Bir şeyin arkasına veya altına çekilerek saklanan.
MÜTEVARİD  (Vürud. dan) Gelen, tevarüd eden.
MÜTEVARİS  (Veraset. den) Birinden diğerine vâris olup kalan. Babadan oğlu geçen, tevarüs eden.
MÜTEVASIK  Birbirine güvenip itimad etmek suretiyle anlaşan.
MÜTEVASIL(A)  (Vasl. dan) Birbirine bitişmiş. Birbirine ulaşan, gelen.
MÜTEVASİ  Birbirine teveccüh edip yönelen. Birbirine tavsiye eden.
MÜTEVASİB  Birbirinin üzerine sıçrayan.
MÜTEVASSIL  Kavuşan, ulaşan, vâsıl olan. * Yakınlık ve münasebet kuran.
MÜTEVAŞŞİH  Süslenen, takınan. 
MÜTEVATİ  Birbirine benzeyen.
MÜTEVATİR  Çok kimselerin naklettikleri haber. Yaygın haber. Herkesin veya alâkadarların işitip doğruluğunu kabul ettikleri kat'i, şüphesiz, sağlam haber. Yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir cemaatın bir hâdise hakkında verdikleri haber. (Bak: Tevatür)
MÜTEVATİR-İ BİLMÂNÂ  Nakledilen bir haberin başka ifade ve kelimelerle, başka başka şekilde ifade edilerek tevatür hâle gelmesi. Mânaların çok insanlarca başka başka kelimelerle nakledilmesi. Bir haberin veya hâdisenin farklı ifadelerle, başka başka şahıs veya topluluklar tarafından nakledilmiş olması.
MÜTEVATİRAT  Mütevatir olanlar. Çoklarının bildiği ve duyduğu haberler, hususlar. * Man: Kizb üzerine ittifakları aklen muhal olan bir topluluk tarafından verilen haberle hüküm ve tasdik olunan kaziyeler.
MÜTEVATİREN  Mütevatir olarak, tevatürle naklolunmak suretiyle.
MÜTEVATTIN  Bir yeri vatan edinmiş, tavattun etmiş, yurt tutmuş.
MÜTEVAZİ'  Gururlu olmayan, alçak gönüllü, kendi fakrını bilen. * Gösterişsiz.
MÜTEVAZİÂNE  f. Tevazu ile. Mütevazi kimseye yakışır surette.
MÜTEVAZİÎN  (Mütevazi. C.) Alçakgönüllü kimseler, mütevazi insanlar, tevazu ehli olan kişiler.
MÜTEVAZİ  (Vezy. den) Birbirine müvazi olan. Paralel.
MÜTEVAZİN  Tevazün eden, tartıları bir olan.
MÜTEVAZİYEN  Müvazi olarak. Paralel olarak.
MÜTEVAZZIH  (Vüzuh. dan) Açıklanan, tevazzuh eden, açıklık peyda eden.
MÜTEVAZZİ  Abdest alan, abdestli.
MÜTEVECCİ'  Dertli, sıkıntılı. * Ağrı duyan.
MÜTEVECCİÂNE  f. Sıkıntı ile. Dertli olarak. * Ağrı duyarak.
MÜTEVECCİD  Kendinden geçecek derecede dalgınlık gösteren, vecde gelen.
MÜTEVECCİH  Yönelmiş, dönmüş. Bir yere doğru yola çıkan. * Birisine karşı iyi düşünce ve sevgisi olmak. İhsan ve iltifat üzere olmak. * Pir-i fâni olmak.
MÜTEVECCİHÂNE  f. Bir yana dönerek, teveccüh edip yönelerek.
MÜTEVECCİHEN  Yönelmiş olarak, yüz tutarak. * Niyetlenerek.
MÜTEVECCİHÎN  (Müteveccih. C.) Bir yana dönenler. Teveccüh edip yönelen kimseler.
MÜTEVEDDİD  Sevgi ve muhabbet gösteren. Kendini sevdiren.
MÜTEVEFFA  Ölü, vefat etmiş, ölmüş. (Bak: Mevt)
MÜTEVEFFAT  (Vefat. dan) Ölmüş, vefat etmiş kadın veya kız.
MÜTEVEFFIK  Muvaffak olan, başaran.
MÜTEVEHHİM  Evhamlı, vehimli, kuruntulu.
MÜTEVEHHİMÂNE  f. Vehimlenircesine, evhamlanırcasına.
MÜTEVEHHİMİN  (Mütevehhim. C.) (Vehm. den) Tevehhüm edenler, evhamlananlar.
MÜTEVEKKİL  Kendi yapamıyacağı işde aczini bilip başka birisini vekil kabul etmek. * Tevekkül eden. * Allah'a (C.C.) güvenen ve işlerini O'na güvenerek tanzim eden. (Bak: Tevekkül)
MÜTEVEKKİLÂNE  f. Tevekkül ederek, tevekkül ile.
MÜTEVEKKİLEN  Mütevekkil olarak, tevekkül etmiş olarak.
MÜTEVEKKİLEN ALÂLLAH  Allah'a sığınarak, Allah'a tevekkül ederek.
MÜTEVELLİ  (Vely. den) Birinin yerine geçen. * Bir vakfın idaresine memur edilmiş kimse.
MÜTEVELLİD  Doğan, dünyaya gelen. * İleri gelen, çıkan, hâsıl olan.
MÜTEVELLİH  Hayran olup şaşıran. Şaşan, şaşmış.
MÜTEVELLİHÂNE  f. Sersemlik ve hayranlıkla.
MÜTEVELVİL  İşi velveleye boğan. Gürültü ve şamata yapan.
MÜTEVERRIK  Yapraklı. Yapraklanan. 
MÜTEVERRİD  Gül gibi kızaran. Teverrüd eden.
MÜTEVERRİM  (C.: Müteverrimin) (Verem. den) Kabarık, şiş. Şişiren. * Verem olmuş, veremli. Verem illetine giriftar olan.
MÜTEVERRİMEN  Verem olarak.
MÜTEVERRİMÎN  (Müteverrim. C.) Veremliler. Verem hastalığına tutulmuş kimseler.
MÜTEVERRİT  Zor bir işe rastlıyan.
MÜTEVESSİ'  Tevessü' eden, genişleyen, geniş.
MÜTEVESSİB  Sıçrayan, atlıyan.
MÜTEVESSİD  Yastığa dayanan.
MÜTEVESSİDEN  Yastığa dayanarak.
MÜTEVESSİK  Bir işe sımsıkı sarılan. * Bir işi sebat ve devam üzere tutan.
MÜTEVESSİKANE  f. Bir işe sımsıkı sarılarak. Bir işi sebat ve devam üzere tutarak.
MÜTEVESSİL  (Vesile. den) Tevessül eden, sebep tutan, başvuran, girişen.
MÜTEVESSİLEN  Tevessül ederek, başvurarak.
MÜTEVESSİM  Bir şeyi çözmeğe çalışan. * Nişanlı, alâmetli ve bezenmiş kişi.
MÜTEVETTİR(E)  (Vetr. den) Gerilen, gergin olan.
MÜTEVEYYİL  (Veyl. den) Çığlık atan, feryad eden, vaveylâ eden.
MÜTEVEZZA'  Dağıtılmış, tevzi' olunmuş.
MÜTEVEZZİ'  Tevzi' eden, dağıtan.
MÜTEYAKKIN  (Yakîn. den) Teyakkun eden, yakîn ve kat'î olarak şüphesiz bilen.
MÜTEYAKKIZ  Uyanık, uyanmış, tetikte, gözü açık olan.
MÜTEYAKKIZÂNE  f. Uyanık ve dikkatlice, göz açıklığı ile.
MÜTEYEBBİS  Kuruyan, teyebbüs eden, kuru olan.
MÜTEYEMMEN  (Yümn. den) Uğurlu, meymenetli, mübarek.
MÜTEYEMMİM  Teyemmüm eden. * Kasdedici.
MÜTEYEMMİMÂNE  f. Teyemmüm edercesine.
MÜTEYEMMİMEN  Teyemmüm ederek.
MÜTEYEMMİN  Bereketli, mübarek sayan. * Kuvvetli kılan.
MÜTEYESSİR  (Yüsr. den) Kolaylıkla olabilen. Kolay yapılabilir. Yapılması kolay.
MÜTEYYİM  Aşk ve muhabbetin hor ve zelili olan kimse.
MÜTEZADD  Birbirine zıt, birbirinin aksi olan.
MÜTEZAHHİR  (Zahr. dan) Bir kimse tarafından yardım edilen, yardım gören. * Karısına, nikâhı bozacak bir söz söyleyen.
MÜTEZAHİF  (C.: Mütezahifîn) Harpte birbirinin üzerine yürüyüp çatan.
MÜTEZAHİM  (C.: Mütezahimîn) (Ziham. dan) Birbirini iterek, herbirinin üstüne çıkarak biriken kalabalık. * Halkın kalabalığından sıkıntıya uğrayan.
MÜTEZAHİMÎN  (Mütezahim. C.) İzdihamdan dolayı birbirinin üstüne çıkanlar. Kalabalıktan sıkışanlar.
MÜTEZAHİR  Görünen, tezahür eden, ortaya çıkan. * Muavenet eden, yardım eden.
MÜTEZAİF  (Zı'f. dan) Kat kat artan, tezauf eden.
MÜTEZAKKIM  (C.: Mütezakkımîn) Güçlükle ve zorla yutan. Tezakkum eden.
MÜTEZAKKIMÂNE  f. Güçlükle ve zorla yutarak.
MÜTEZALLİM  Şikâyet eden şikayetçi.
MÜTEZAMMIH  Güzel kokulu şeylerle karışmış olmak.
MÜTEZAMMIN  Koltuğa alan. * Kavrayan, içine alan, müştemil.
MÜTEZAVİL  Bir şey meydana getirmeğe çalışan. * Bir şeyi diğer bir şeye yaklaştıran.
MÜTEZAVİR  (C.: Mütezavirîn) Birbirini ziyaret eden. Gidip gören.
MÜTEZAVİRİN  (Mütezavir. C.) Birbirlerini gidip görenler, birbirleriyle gidip görüşenler, ziyaret edenler.
MÜTEZAYİD  Gittikçe artan, çoğalan.
MÜTEZAYYIK  Darlaşan, sıkışan, tazayyuk eden.
MÜTEZEBBİD  Kaymak bağlayan. * Köpüren, köpüklenen.
MÜTEZEBZİB  Tezebzüb eden, kararsız, mütereddit.
MÜTEZEHHİD  (C.: Mütezehhidîn) Dine son derece bağlı olan.
MÜTEZEHHİDÎN  (Mütezehhid. C.) Zâhid olanlar, dine çok bağlı bulunanlar.
MÜTEZEHHİR  Çiçekli, çiçeklenen. * Parıldayan.
MÜTEZEKKİ  Temize çıkan, tezekki eden.
MÜTEZEKKİR  Hatırlayan, tezekkür eden. * Bir işe dair söz söyliyen.
MÜTEZELLİK  Sürçen, kayan.
MÜTEZELLİL  Tezellül eden. Alçalan, zillete katlanan. Kendini zelil gösteren.
MÜTEZELLİLÂNE  f. Zelil olarak, alçaklara yakışır surette, alçakçasına. Kendi hiçliğini bilir surette, kusur ve aczini anlamakla.
MÜTEZELZİL(E)  Sarsılan, sallanan, oynayan, sarsıntıda olan.
MÜTEZEMMİL  Tezemmül eden. Elbiseye, örtüye bürünen.
MÜTEZENBİR  Kibirlenen, gururlanan, büyüklenen. Mütekebbir. * Can sıkıcı bir hal ve tavır takınan.
MÜTEZENDİK  Kâfir olan. Zındık olan.
MÜTEZEVVİC  (C.: Mütezevvicîn) (Zevc. den) Evli, evlenmiş, evlenen.
MÜTEZEVVİD  (C.: Mütezevvidîn) (Zâd. dan) Yanına azık veya erzak alan.
MÜTEZEVVİDÎN  (Mütezevvid. C.) Yanlarına azık, erzak alanlar.
MÜTEZEVVİK  (Zevk. den) Zevk ve safâ eden. * Tadına bakan. Birkaç defa tadan.
MÜTEZEYYİN  Süslenen, ziynetlenen.
MÜTHİŞ  (Bak: Müdhiş)
MÜT'İB  Yorgunluk veren, yoran.
MÜTİMM  Tamamlayan, tamamlayıcı.
MÜTKEE  Turunç.
MÜTLİF  (Telef. den) Yok eden, öldüren, telef eden. * Tehlikeli.
MÜTRA  Dolu, memlu.
MÜTRIK  Nimet veren, nimetlendiren.
MÜTTAKİ  Ehl-i takva. İttika eden. Haramdan ve günahtan çekinen, kendisini Allah'ın (C.C.) sevmediği fena şeylerdan koruyan. (Bak: İttika - Amel-i sâlih)
MÜTTAKÎN  (Mütaki. C.) Takvalılar. Müttakiler.
MÜTTEBİ'  İttiba eden. Uyan, tâbi olan. Muktedi.
MÜTTEFEKUN ALEYH  Üzerinde birleşilen mes'ele. Hakkında müttefik olup anlaşmaya varılmış olan.
MÜTTEFİK  İttifak eden. Birbiriyle aynı fikirde olan. Birleşmiş, anlaşmış olan.
MÜTTEFİK-UL KAVL  Söz birliği.
MÜTTEFİK-UL MENFAA  Menfaatleri bir olan, birleşen.
MÜTTEFİKAN  Beraber olarak, anlaşarak, birlikte.
MÜTTEHAZ  İttihaz edilen. Kabul edilen, yürürlükte olan, alınan.
MÜTTEHEM  (Müttehim) (Vehm. den) Kendinden şüphe olunan, ittiham olunan şey. Töhmetli. Maznun. Zan ile kendine kabahat isnad edilen.
MÜTTEHEMİYET  Suçlandırılma, suçlu olduğu tasavvur edilme. Maznunluk. 
MÜTTEHİD  Beraberce, birlikte, birleşmiş.
MÜTTEHİDEN  Birlikte, birlik olarak, ittihad ederek.
MÜTTEHİM  Birisine zan ile kabahat isnad eden. (Bak: Müttehem)
MÜTTEHİZ  Alan, ittihaz eden, kabul eden, nefsine alıp kabul eden.
MÜTTEKA  Dayanmağa, yaslanmağa yarayan şey.
MÜTTEKIN  Mutmain. İyice bilen, doğruluğunu, hakikatini tamamlayan. Ayn-el yakin bilen.
MÜTTEKİ  Ehl-i takva. (Bak: Müttaki)
MÜTTEKİ  Yaslanıp oturan.
MÜTTEKİÛN  Yaslanıp oturanlar, yahud oturuyorlar.
MÜTTESİ'  Tevessü' eden, genişleyen, vüs'at kesbetmiş olan.
MÜTTESİM  Hususi bir nişânı veyâ âlameti olan.
MÜTTEZİH  Açık ve meydanda olan.
MÜV  Farsçada müvrâne denilen ot.
MÜVAADE  Vâdeleşmek, sözleşmek.
MÜVADEME  Mülâzemet, uygunluk, muvâfakat.
MÜVAELE  Necat talep etmek. Kurtuluş için talepte bulunmak.
MÜVAEME  Muvâfakat, uygunluk.
MÜVAFAT  Teslim etmek.
MÜVAHEKA  Vâdeleşmek, sözleşmek.
MÜVAHENE  Süstlük, zayıflık.
MÜVAKERE  Ziraat etmek, ekip biçmek.
MÜVAKEZA  Devam etmek.
MÜVAKİL  Yapmadığı bir işi, başka bir kimseye yaptıran.
MÜVALAT  Dostluk.
MÜVALEFE  Birbiriyle üns tutmak, dostluk kurmak.
MÜVAMERE  Müşavere etmek, istişarede bulunmak.
MÜVANESE  Üns tutmak, dostluk kurmak.
MÜVARAT  Gizlenmek. * Örtmek, setretmek.
MÜVARESE  Birbirinden miras yemek.
MÜVARRE  El değirmeni.
MÜVASAT  Yumuşaklıkla davranmak.
MÜVASEBE  Kaşkışmak, sıçramak.
MÜVASEKA Ahdedişmek, karşılıklı yeminleşmek.
MÜVAT  Ölüm, mevt.
MÜVATAT  Muvafakat, uygunluk. * Boyun eğmek, itaat etmek.
MÜVATENE  Lüzumluluk.
MÜVATERE  Bir yapıp bir yapmamak. (Bir gün oruç bir gün iftar gibi)
MÜVAZAA  Birbiriyle düzenlilik edip, başkalarına tersini göstermek.
MÜVAZABE  Lüzumlu olmak, icab etmek.
MÜVAZAT  Mukabele olmak, karşılıklı olmak.
MÜVAZEA  Tevzi edişmek. Paylaşmak. * Danışmak, istişârede bulunmak müşavere etmek. * Muvafakat etmek, uygun olmak.
MÜVAZERE  Yardım etmek, muâvenet.
MÜVECCEB  Yirmidört saatte bir kere yemek yiyen kimse.
MÜVECCEH  Yüzü bir tarafa döndürülmüş. * Uygun. Doğru. * Herkesin teveccüh ettiği, makbul, münasib.
MÜVECCİH  Doğrultan, bir tarafa döndüren.
MÜVEDDİ  Ödeyen, tevdi eden. Geri iâde eden.
MÜVEFFER  Çoğaltılmış.
MÜVEKKED  Gereği gibi bağlanmış esir.
MÜVEKKEL  Vekil tâyin olunmuş olan, vekil edilmiş olan. Bir kimse tarafından işlerini görmek veya kendisini müdafaa ettirmek için vekil edilmiş kimse.
MÜVEKKELÜN-BİH  Müvekkil tarafından vekile tefviz olunan iş, vekile havale edilen iş.
MÜVEKKİL  İşini başkasına tevkil edip o işte o kimseyi kendi yerine ikame eyleyen. Vekil tâyin eden. (Bak: Müekkil) 
MÜVELLA  Muayyen bir dâvâyı veya ihtilafı hall için veyahut hakem, bilirkişi olmak üzere kadılar tarafından tayin eden salahiyetli kimse.
MÜVELLED  Doğmuş, doğurulmuş, iki şeyin birleşmesiyle olmuş, sonradan olmuş, melez. * Aslında yok iken sonradan meydana gelmiş.
MÜVELLEDÂT  Doğmakla meydana gelmiş canlılar. Aslında yok iken sonradan meydana gelmiş olanlar. * Uydurma kelimeler.
MÜVELLİD  Tevlid eden, husule getiren, doğuran. Doğurtan kimse. Meydana getiren.
MÜVELLİD-ÜL HUMUZA  Ekşilik, oksitlenme meydana getiren. Oksijen.
MÜVELLİD-ÜL MA'  Su tevlid eden. Hidrojen.
MÜVELLİDE  Husule getiren, tevlid eden. Doğurtan. Ebe.
MÜVERRAH  Tarihi konulmuş, tarihli, tarihi atılmış.
MÜVERRAHAN  Tarihli olarak.
MÜVERRİB  Tamam ve çok olan nesne.
MÜVERRİH  Tarihçi, tarih yazan. * Ebced hesabiyle tarih düşüren kimse.
MÜVERRİHÎN  (Müverrih. C.) Tarihçiler, tarih yazanlar.
MÜVESSAH  Kirli, kirletilmiş.
MÜVESSEB  Yünlü ve kıllı davar.
MÜVESSİ'  Genişlettiren.
MÜVESSİH  Kirleten.
MÜVESVİS  Vesvese veren, şek veren. Şüphelenmeğe sebeb olan.
MÜVEYZİC  Yaban üzümü.
MÜVEZZA'  Taksim olunmuş, paylaşılmış.
MÜVEZZİ'  Dağıtıcı, tevzi' eden, posta mektuplarını dağıtan. Gazete satan.
MÜYADAT  Elden ele verme. * Mükâfat.
MÜYASERE  Yardımlaşmak, muâvenet.
MÜYAVEME  (Yevm. den) Günlüğüne tutma. Gündelik üzere pazarlık etme.
MÜ'YED  Büyük emir. * Zahmet, meşakkat, zorluk.
MÜYEMMEN  Bereketli, yümünlü.
MÜYESSER  (Yüsr. den) Kolaylıkla olan, kolay gelen, âsân olan, nasib.(Küre-i arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefihe ile gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır. Ta'dili, büyük bir himmete muhtaçtır. Ve kezâ beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır. Bunların kapatılması ancak Allah'ın lütfuna mazhar olanlara müyesser olur. M.N.)
MÜYESSER  Fariside "nevâle" denilen yemek.
MÜYESSİR  Kolay yapan, teshil eden, kolaylaştıran.
MÜYUL  Meyiller, yönelmeler.
MÜYUL-Ü MÜTEŞA'İBE  Çeşitli şubeleri olan meyiller. Çeşitli arzular, meyiller.
MÜYULAT  (Meyl. C.) Meyiller, arzular.
MÜYUN  Yalanlar, uydurmalar. Yalan söylemeler.
MÜZ (MÜNZÜ)  Gr: Harf-i cer oldukları zaman (Fi: ) vazifesini görürler. Zarf veya isim olduklarında ismin başına gelirlerse kendileri mübteda, sonra gelen haber olur. Fiilin başına gelirlerse kendilerinden önceki bir fiilin mef'ulünfihi olarak mahallen mensub bulunurlar.
MÜZ'A  Bir miktar et parçası. * Bardağın dibinde kalan su artığı.
MÜZAB  İzâbe olunmuş, eritilmiş, erimiş.
MÜZABAK  Civa sürülmüş akça.
MÜZAD  Arttırılmış, çoğaltılmış, ziyade edilmiş.
MÜZA'FER  Sarı renge boyanmış.
MÜZAFERE  Kirlenmek.
MÜZAH  (Bak: Mizâh)
MÜZAHAME(T)  Birbirine zahmet verme. Kalabalıktan gelen sıkıntı, sıkıştırma. * Bir yere itişe kakışa hücum etme.
MÜZAHEME  Yakınlık. * Ayrılık. * Düşmanlık, adâvet.
MÜZAHERET  (Zahr. dan) Arkadan yardım etmek, korumak.
MÜZAHİM  Zahmet ve sıkıntı veren. Zıt gelen.
MÜZAHİR  (Zahr. dan) Zahir olan, taraftar çıkan, geriden yardım eden, koruyan.
MÜZAHREF  Boya. Yaldız gibi, sahte yalancı. Yaldız. * Süprüntü, pislik, çöp.
MÜZAHREFÂT  Gayr-i hâlis. Yaldızlı. * Dünyanın daima değişen ve zail olan ziynetleri. * Süprüntüler, pislikler.
MÜZAHREFİYET  Fıtri olmayan, yapmacık.
MÜZAKERAT  (Müzâkere. C.) Müzâkereler. Bir fikir hakkında karşılıklı görüşmeler. Bir arada muhtelif fikirleri beyan etmek.
MÜZAKERE  Bir iş hakkında konuşmak, bir iş için önceden danışıp görüşmek. * Talebenin derse çalışması. (Bak: Münakaşa)
MÜZAL  Ek, ilâve, zeyl. * Etek, kuyruk. * Hor ve hakir.
MÜZAMELE  Beraberlik, muâdele.
MÜZAMENE  Zamanla çalışıp ücret almak.
MÜZARAA  Ziraat üzerine yapılan işler, ekincilikle ilgili olarak yapılan işler. * Toprağa, çalışmağa ve kazanca ortak olmak üzere kurulan şirket.
MÜZARAA  75 - 90 cm. lik bir uzunluk ölçüsü olan zira' ile satma.
MÜZAVECE  (Zevc. den) Çift olmak. * Evlenme.
MÜZAVELE  Bir şeyin meydana gelmesi için çalışma. * Bir şeyi başka bir şeye yakınlaştırma.
MÜZAYAKA  Sıkıntı, darlık, yokluk, parasızlık. Zorluk.
MÜZAYEDE  Artırma, ziyadeleştirme. * Devletçe veya bir müessesece satılığa çıkarılan bir malın veya arazinin arttırılmaya konulması. Müzayede; biri kapalı zarfla, diğeri açık arttırma ile olmak üzere iki türlü yapılır. Müzayedede konulan şey, en çok arttırma yapana ihâle edilir.
MÜZAYELE  Birbirinden ayrılma.
MÜZBİD  Köpüklenen.
MÜZCA  Sürücü, süren. * Kâmil olmayan kişi. Olgunlaşmamış insan.
MÜZCAD  Az şey, az. * Tam salih olmayan şey. * Defnetmesi ve sevketmesi kolay olan şey.
MÜZD  f. Ücret, karşılık, kira. * Mükâfat.
MÜZD-İ DENDÂN  f. Diş kirası.
MÜZDAD  Çoğaltılmış. Ziyâdeleştirilmiş.
MÜZDAHİM  (Müzdehim) Kalabalık, izdihamlı, yığılmış. * İzdiham ve kalabalık eden.
MÜZDECER  Sakınılması lâzım gelen âkıbet. * Sakındıracak nasihat. Vaz geçirecek, zecr edecek olan.
MÜZDECİR  Edilen yasağı kabul edip onunla amel eden. * Men'eden.
MÜZDEHAM  (Zahm. dan) Kalabalık, izdihamlı.
MÜZDEHİM  (Zahm. dan) Kalabalık, izdihamlı, pek sıkışık.
MÜZDEHİMGÂH  f. Kalabalık yer.
MÜZDELİFE  Mekke'de Arafat ile Mina arasında bulunan mukaddes bir yer.
MÜZDEVİC  Evlenen. * Edb: Bir kelimeye kafiye olan.
MÜZDVER  f. Ücretle çalışan.
MÜZEBZEB  Karmakarışık. * Elinden iş gelmez, bir şeye karar veremeyen. Beceriksiz.
MÜZEBZİB  Karıştıran. Karmakarışık eden.
MÜZECCEC  Sırçalanmış. * İnce uzun nesne.
MÜZEFFET  Zift sürülmüş, ziftli, ziftlenmiş.
MÜZEHHEB  Yaldızlanmış, yaldızlı, altın sürülmüş.
MÜZEHHEBE  Yaldızlanmış, parlatılmış.
MÜZEHHER  Çiçeklenmiş. Çiçeklerle donanmış.
MÜZEHHİB  Yaldızcı. Yaldız yapan, tezhibci.
MÜZEHREFAT  (Bak: Müzahrefât)
MÜZEKKA  Temizlenmiş, pâk edilmiş, ıslah edilmiş. * Zekâtı verilmiş. * Allah'ın adı anılarak kesilmiş hayvan.
MÜZEKKER  Erkek, er. * Gr: Müennesin zıddı. Kelimeyi erkek gösteren. (İsim, zamir, sıfat, fiil).
MÜZEKKERE  (Bak: Müzekkire)
MÜZEKKİ  (Zekâ. dan) Temizleyen, ıslâh eden, tezkiye eden. * Huk: Şâhitleri gizli olarak tezkiye eden kimse. Eskiden hâkimler, şâhit olarak gösterilen kişilerin iyi kimse olup olmadıklarını, şehadetlerinin kabul olunabilip olunamıyacağını icab eden kimselerden sorarlar, haklarında; "İyidir" denilenlerin şehadetlerini kabul ederlerdi.
MÜZEKKİ-İ NEFS  İnsanın nefsini ıslâh eden. Terbiyeye sebeb olan.
MÜZEKKİR  Andıran, hatıra getiren, yâd ettiren, zikrettiren, hatırda tutturan. * Zikreden, ibâdet eden. * Resul-i Ekrem (A.S.M.) mü'minleri ve bütün beşeriyeti tehlikeli şeylerden halâs edip iki cihan saadetine nâil olma yolunu tâlim ettiğinden, Kur'an-ı Kerim'de müzekkir diye isimlendirilmiştir.
MÜZEKKİRE  Bir iş için üst makama yazılan resmi kâğıt.
MÜZEKKİRE-İ MÜKERRERE  Tekrar tekrar hatırlatan.
MÜZELLAK  Ayağı kaydırılmış.
MÜZELLAK  Bilenmiş, keskin.
MÜZELLİL  Zelil eden, zelil kılan, alçaltıcı, hakirleştiren.
MÜZELZEL  İpekten dokunmuş.
MÜZEMM  Ayıplı.
MÜZEMMELE  Soğuk su testisi.
MÜZEMMEM  Aşağılık, bayağı ve küstah adam.
MÜZEMMİL  Elbise içine sarınan, örtünen, sargılanmış.
MÜZENNED  Tamahkâr, cimri. * Dar yer.
MÜZENNİD  Çakmakla ateş çakan.
MÜZERKEŞ  Altın sırmalı. Sırma ile işlenmiş.
MÜZERRA'  Anası, babasından daha şerefli olan.
MÜZERREB (MEZRUB)  Keskin kılıç.
MÜZERRİ'  Yeri, bir zira' miktarı ıslatıp ekin ekmeye yarayan yağmur.
MÜZERRİ'  (Zer'. den) Tohum eken makine.
MÜZEVVA  (Zâviye. den) Zâviyeli, köşeli.
MÜZEVVAK  Nakış yapan. Nakkaş.
MÜZEVVEB  Eritilmiş.
MÜZEVVEC  (Zevc. den) Çiftleştirilmiş, tezvic edilmiş.
MÜZEVVER  Uydurulmuş, düzme. * Fitne, dedikodu.
MÜZEVVİB  Eriten.
MÜZEVVİR  Yalancı, dolandırıcı, arabozucu.
MÜZEVVİRÂNE  f. Arabozuculukla.
MÜZEVVİRÎN  (Müzevvir. C.) Müzevvirler, arabozucular.
MÜZEYYEL  (Zeyl. den) Zeyli, ilâvesi olan. * Altına cevabı yazılıp geri gönderilen tezkere. * Eklentisi olan. Ekleme parçası olan.
MÜZEYYELÂT  (Müzeyyel. C.) Zeyiller, ilâveler, katılmış şeyler.
MÜZEYYELEN  Kâğıdın altına, ek karşılığı yazılarak.
MÜZEYYEN  Bezenip süslenmiş, ziynetli.
MÜZEYYENÂT  Süslenmişler, ziynetlenmiş olan güzel şeyler.(Gözün nuru, nur-u imanla ışıklanırsa ve kavileşirse, bütün kâinat gül ve reyhanlar ile müzeyyen bir cennet şeklinde görünür. İ.İ.)
MÜZEYYİF  Eğlenen, tezyif eden, hakaret ve alay eden.
MÜZEYYİFÂNE  f. Alay derecesine, hakaret edercesine. Aşağı görürcesine.
MÜZEYYİN  Tezyin eden, süsleyen, ziynetlendiren.
MÜZGA  Et parçası.
MÜZHER  Misafir için ateş yakan kimse.
MÜZHERE  Çiçekli yer, çiçek bahçesi. (Bak: Mezhere)
MÜZHİR  İzhar edici, gösterici.
MÜZ'IC  $ (C.: Müzacât) Gece haramisi.
MÜZ'IM  Kendisine itikat olunmayan kimse.
MÜ'Zİ  Ezâ veren, eziyet eden.
MÜZ'İC  İz'ac edici. Usandıran, rahatsız eden, bunaltan.
MÜZİH  Uzaklaştıran.
MÜZİK  (Bak: Musiki)
MÜZİL  İzâle eden, gideren, yok eden.
MÜZİLL  (Zelle. den) Yanlış iş gördüren, hata işleten, ayak kaydırıcı.
MÜZİLL  Zelil kılan, hakir eyleyen.
MÜZLEC  Zayıf ve kaypak nesne.
MÜZMAK  Derviş. * Fakir kimse.
MÜZMEHHİR  Gadabı şiddetli olan. Çok kızıp hiddetlenen.
MÜZMEN  Müzmin hale gelmiş. * Mc: Halsiz düşmüş, dermansız kalmış, zayıflamış.
MÜZMER  Omuz, boğaz ve bunların etrafı. 
MÜZMETİH  Hiddetli, kızgın. Gadaplı.
MÜZMİN  Eskimiş. Üzerinden zaman geçmiş. Zamanla yerleşmiş olan (hastalık).
MÜZMİR  (Bak: Muzmir)
MÜZN  Ak bulut, yağmuru az olan bulut.
MÜZNE  Yağmurlu bulut. * Beyaz bulut parçası.
MÜZNİB  Günahkâr, suçlu, günah sahibi.
MÜZNİBÎN  Suçlular, günah işleyenler.
MÜZTAR  (Bak: Muztar)
MÜZUN  Nurlu, ruşen olmak. 
MÜZY  şam ahalisinin kullandığı bir ölçüdür ve onbeş kile alır.
MÜZZ(E)  Meyhoş, ekşimtrak.
MÜZZAN  Süslü, bezenmiş. 
MÜZZEMMEL  Elbise içine sarılmış.
MÜZZEMMİL  Tezmil eden, sarınan. Elbise içine sarınan. * Bazıları, "Yükü yüklenen" şeklinde mânalandırmışlardır. * Mc: Gizlemek. Zayıf davranmak, işe pek kıymet vermemek. * Büyük bir hâdise karşısında başını içeri çekmek, kaçınmak, rahata meyletmek. * Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) Cenab-ı Hak tarafından: "Ey örtüsüne bürünen veya risalet yükünü yüklenmiş olan" diye iltifat edilerek isimlendirilmiştir. (Bak: Mütezemmil, Zemel) 
MÜZZEMMİL SURESİ  Kur'an-ı Kerim'in 73. suresi olup Mekkîdir.