Nakşibendî Tarîkatı'nın dördüncü ilkesi «Halvet Der Encümen»'dir.

 

Bunun anlamı, sözde, halkın ve kalabalığın arasındayken bile Allah'ı her an hatırlama alışkanlığına, insanın sahip olması demektir.

Aslında Kur'ânî ölçülere göre, her an Allah ile birlikte olmak diye bir anlayış yoktur. Buna karşın, Allah'ın ilim ve kudretiyle her şeyi kuşattığına, (yani, O'nun her yerde hazır ve nâzır olduğuna)[1] inanmak vardır. Öyle ise İslâm'daki (gaflete düşmeme) halinin açıklaması «Halvet Der Encümen» değildir.

Daha önce de bir nebze izah edildiği gibi gâfil olmamak, kalben ve vicdânen uyanık olmak, Allah'ın emir ve yasaklarına titizlikle ve içtenlikle uymaktır.

Tarîkattaki «Halvet Der Encümen» ilkesinden asıl amaç ise, kişinin kendini zihinsel açıdan otomatik olarak denetlemesidir. Bu, eğer üstün bir performansla başarılırsa insan kendi kendini fizyolojik olarak da düzen­leme olanağını elde edebilir. Bu, esasen yoga mesleğinin temel amaçlarından biridir.

Nitekim bazı kimselerin, yoğun telkinle bünyelerini denetim altına ala­bildikleri ve örneğin bunlardan birinin kendi iradesiyle kalbine dakikada 300 vuruş yaptırabildiği saptanmış bir gerçektir. Oysa kalp, gayri-irâdî olarak çarpar ve onu istekle yönlendirmenin mümkün olmadığı bilinmektedir. Keza Hind fakirlerinin, vücutlarına şiş saplamaları, ateş üzerinde gezme­leri, cam, para ve anahtar gibi sert ve kesici cisimler yutmaları gibi olağa­nüstü sandı­ğımız bütün eylemler yine fizyolojik konsantrasyonla yapılmak­tadır. Çay bardağını ağzına alıp kıtır kıtır yiyerek gösteri yapan kimseleri, milyonlarca insan televizyon ekranlarından sık sık seyretmektedir. Bu ör­nekler ve cahil­lerce kerâmet sanılan, Rufâilerin yaptığı şovlar da yine fizyo­lojik konsantrasyon sayesinde yapılabilmektedir.

Bunları eğer ciddiye alırsak, -ki almamız da gerekiyor- şeyhin bu sayede mürîd üzerinde kurabileceği mutlak ve kesin otorite ile onu emellerine nasıl alet edebileceği, dolayısıyla perde arkası gerçeklerin ne kadar dehşet verici olduğu, bu suretle bir sır olmaktan çıkar.

İtiraf etmek gerekir ki, Nakşîliğin ta yüzyıllar önce Hind kaynaklı din ve felsefelerden elde ettiği transandantal, mistik ve hipnotik yönlendirme usulleri bugün birkaç Nakşî şeyhinin elinde sihirli değnek gibi kullanılmak­tadır!

Esasen bu usullerin, gerek psikanaliz, gerek psikosomatik tıp, gerekse fakirizm açısından çağımızda hiç bir gizli yanı kalmamıştır. Hatta dünyanın birçok ülkelerinde, âdetâ evliyacılık oynar gibi bu yöntemler sıradan insan­lar tarafından, ya bir şov yapmak için, ya bir hobi olarak, ya da nadiren bir al­ternatif tıp yöntemi olarak terapi amacıyla uygulanmaktadır.

Aslında bu konudaki uygulamaların temeli, insan bilincinin çeşitli yol­larla şartlandırılmasına dayanmaktadır. Bu ise belli bir kelimenin, binlerce kez tekrar ettirilmesiyle de olur. İleride etraflıca açıklanacağı üzere buna, yoga dilinde «mantra» denir. Şartlandırma, ayrıca belli bir cismin ya da hafızada canlandırılacak herhangi bir şeklin sürekli olarak zihinde tutulmasıyla da olur ki buna da yine yoga dilinde «yontra» denir. Bütün bunlardan kademeli olarak iki amaç güdülür:

Birincisi: Dıştan gelen her türlü uyarımları engelleyerek, ya da onları en aza indirgeyerek insanın, bilincini belli bir noktada yoğunlaştırmasıdır.

İşte «Halvet Der Encümen» de bunu temin eden spiritüel sistemin bir parçasıdır. Yani kalabalıklar içinde mürîdin, dikkatini belli bir nokta üze­rinde odaklaştırmasını sağlayan özel bir egzersizdir. Dolayısıyla yeri gelmişken belirtmek gerekir ki tarîkatlarda din süsü verilen ve İslâm'a mal edil­mek istenen şartlandırıcı her türlü zikir, wird, râbıta ve âyinler, bu amaca yöneliktir. Bununla mürîdin konsantre olması sağlan­maktadır. Çünkü transa geçebilmek için mükemmel bir konsantrasyon şarttır.

İkincisi ise: Merkezî sinir sisteminin etkinliğini mümkün olduğunca etkileyerek şartlı refleksi gerçekleştirmektir. Mürîd, bu durumda artık bir robottan farksızdır, bütün varlığıyla şeyhin emrine amadedir!

Tarîkat terminolojisinde bu yöntem ve uygulamalara, yaşanan psikolo­jik ve bilinçaltı durumlara ilişkin birçok terim de üretilmiştir. Örneğin, şeyhin trans haline «sekr», mürîdin trans haline ise «cezbe» denilmektedir. İkisi de bu durumlarda normal dışı davranışlar gösterir, suç ve günah sayı­labilecek sözler sarf eder, hoş karşılanamayacak eylem ve tutumlar sergiler, hatta tuhaf mırıltılar ve sesler çıkarırlar! Nitekim Bugün Türkiye’deki Nakşibendî cemaatleri arasında özellikle Menzilci Nakşibendîler’in bu çeşit trans halini sık sık yaşadıklarına rastlamak mümkündür.

Yüce İslâm, insanı bu durumlara düşürmekten son derece uzaktır. O, insanı daha bilinçli kılan ve onu saygın yapan nezih sistemler getirmiştir.


 

[1] Kur’ân-ı Kerîm:  57/4