Nakşibendîlerin Etkisiyle Türkiye'de Çok Geniş Bir «Laik-Dindar» Sınıf Oluşmuş­tur.

 

Evet, Türkiye'de bütün «dindar» kesimler, Nakşibendîlerin etkisiyle bü­yük ölçüde laikleş­miştir. Bunlar da İslâm'ı, aynen laikler gibi sırf bir âhiret dü­şüncesi, bir mâbet ve mezarlık dini, vicdâna hitap eden bir Allah-kul ilişkisi olarak algı­lamaktadırlar! Bu insanlar, İslâm'ın doğallığından ve sadeliğinden se­bep, rûhânî susa­mışlıklarını gide­rememekte, bir türlü tatmin olamamakta­dırlar. Başka bir ifadeyle, İslâm'daki ibâdetlerin şekil ve miktarını, psikolo­jik olarak azımsa­makta, bu yüzden de tarîkatın bitmez tükenmez âyinle­riyle, meditasyonla­rıyla ve Allah (cc) adına yetkili sandıkları ölülere yal­varmak sûretiyle do­yuma ulaşmaya çalışmak­tadırlar. «Dindarlar»'ın, Müslüman­lardan farklı bir çizgi izleyerek, özellikle son yıllarda laik ve ma­teryalist ke­simlerle her alanda işbirliği ve dayanışma içinde bulunmaları, onlarla böyle bir ortak noktaya sahip bulunduklarını kanıtlamaktadır. Nitekim geniş Nakşibendî cemaatlerinin desteği sayesinde devlet yönetimi putçu laiklerin tekelinde devam etmektedir. Temelde kar­şıt, hatta düşman olan bu iki kutup arasın­daki yakınlaşma ortamını hazır­layan faktör ise put­çulara ilham kaynağı olan Nakşibendî Tarîkatı'nın poli­teist felsefe­sidir.

Nitekim laiklerin de son yıllarda putçuluğu Nakşibendîlerin etkisiyle icad ettiklerine ihtimal vermek mübalağa sayılmaz. Çünkü 1950'lere kadar putçuluk diye bir akım yoktu. Laik ve materyalist azınlık, sırf maddeci bir yaşam tarzının sıkıntısını yaşıyorlardı. Maneviyatsızlığın stresi altında bu­nalan bu insanlar, aynı zamanda çoğunluktan tamamen kopuk kalmış ol­manın ve iç dünyalarını serinletecek hiç bir moral değere sahip bulunama­manın kompleksi ile eziliyorlardı. Allah'dan başka birtakım ilahlar edin­menin hiç de zor olmadığını, üstelik ülkenin en «dindar» kesimlerinin bile bu yolu seçmiş bulunduklarını görünce onlar da benzer bir tercih yaptılar. Hatta bu tercihe tamamen dini bir nitelik bile kazandırdılar. Bunların, il­hamlarını tasavvuftan, tarîkat anlayışından ve özellikle epeyce yaygın bu­lunan Nakşi Tarîkatı'nın râbıtasından almış olması ihtimali çok büyüktür.

Putçular, -sözde- «Lidere saygı» adı altında düzenledikleri törenlere is­tedikleri kadar «Dinle hiç bir ilişkisi yoktur; Son derece resmî ve seküler bir atmosfer içinde yapılan törenlerdir; dünyevî bir saygıdan ve saygı duru­şundan asla ileriye gitmez.» desinler; evet istedikleri kadar bu savı ileri sürsünler, onların başta kendileri bile buna asla inanmamaktadır! Üstelik hem psikolojik açıdan hem de ilahiyat felsefesi açısında bu konu incelendi­ğinde, bakınız ne gibi sonuçlar elde edilmektedir.

* Her şeyden önce saygı, sevgiden çok farklı bir psikolojik olaydır.

Sevgi, tamamen doğal ve içgüdüsel bir olaydır. Bir şeyi sevdiğiniz za­man duygularınız otomatik olarak harekete geçer ve belirtileri kendiliğin­den ortaya çıkar. Onun için insan, ne kendini zorlayarak, ne de başkası tara­fından zorlanarak bir şeyi sevebilir. Bunu asla yapamaz. İnsan, herhangi bir nedenle sahte bir sevgi gösterisinde bulunsa bile bunu uzun zaman sürdü­remez. Ayrıca se­ven insan, sevdiğini içinden inkâr edemez. Yani kendi kendini ya­lanlaya­maz. Bu nedenledir ki çok küçük çocuklar, hatta bebekler bile sevme olayını gâyet çarpıcı şekilde yaşarlar. Buna karşın saygı gösterme­sini, önceleri bile­mezler, bunu daha sonra öğrenirler.

Saygıya gelince, bu duygu, daha çok telkin ve sürekli eğitim yollarıyla insanda âdetâ bir şartlı refleks haline gelen ya da getirilen sırf yapay ve son­radan kazanılan bir psikolojik uyarılmadır.

Bu nedenle saygıyı en çok iki kısma ayırmak mümkündür.

Birincisi: Özellikle, sahip bulunduğu yaptırım gücü sayesinde yakın ge­leceği tehdit edebilen bir otoriteye karşı insanın duyduğu saygıdır. Önemle belirtmek gerekir ki bu saygı korku ile karışıktır ve gerçek bir saygı değildir! Buna «Heybet» demek daha doğru olur. Baskı altında ve belâdan kurtulma karşılığı olarak gösterilen askerî ve resmî saygılar bu türdendir. Bu saygının ahlâkî hiç bir değeri yoktur. Bunun adı takiyyedir. Yerine göre nifâk sayılır, bazen de başvurulan zorunlu bir çare olur.

İkincisi ise: Hiç karşılıksız ve salt bir yüceltme duygusudur. İmanla ilin­tili saygı kavramı, işte bu duyguyu ifade eder. Buna da «İmânî Saygı» demek isabetli bir adlandırma sayılmalıdır. [1]

Dolayısıyla putçuların «Saygı Duruşu» dedikleri şey, sürekli telkin ve propagandalarla yaratılan yapay bir sevginin, «İmânî Saygı»'ya dönüştü­rülmüş eylemsel şeklidir, kesinlikle dinsel bir nite­lik taşır. Nitekim her dine bağlı insanlarda, kutsal değerlere karşı var olan saygı duygusu bu şe­kilde oluşmuştur. Onun için eğer bu saygı biçimini birinci kısımdan göste­rerek, bunu heybetlenmek diye nite­lemeyi deneyecek olursanız, putçuların şiddetli tepkilerine he­def olabilirsiniz! Bu gerçek ise onların, «Saygı Duruşu» diye niteledikleri gösterinin asla seküler bir olay olmadı­ğını, tam tersine en yüklü ve en gör­kemli biçimiyle bir âyin örneği olduğunu tüm bi­limsel açıklamalarıyla ortaya koymaktadır.[2]

Üstelik putçular bu kadarıyla da yetinmiş değil, bilakis Türk Nakşibendî­liğinin etkisi altında inanışlarını tam bir din sistematiği içinde kurumlaş­tırmış­lardır. Günümüzde Kökten putçuluk akımı, tapınağıyla ibâdet şekille­riyle âyinle­riyle, en az Nakşibendî Tarîkatı kadar dinsel ve mistik bir nitelik kazan­mıştır.

Türk putçularının ayin şekli şöyledir:

«Ti» anonsu ile başlayan âyin, son derece rûhâni bir atmosfer içinde icra edilmektedir. Putçuların bu sırada belli bir düzen içinde âyine ka­tılmaları, ayakta hiç kımıldamadan ve hiç konuşmadan belli bir süre dur­maları, bu törenlerin tamamen dini olduğunu yansıtan çok kesin kanıtlar­dır.

Ayakta duruş sırasında hiç bir dua okunmadığı için bunun bir ibâdet sa­yılamayacağını savunan putçulara verilecek en güzel cevap, Nakşibendî Tarîkatı'ndaki rabıtâdır. Çünkü mürîd de râbıta sırasında hiç konuşmamakta, hiç bir şey okumamakta, hatta kımıldamamaktadır. Ayrıca hemen her dinin bazı ibâdetlerinde de bu tür örnekler mevcuttur. Nitekim cemaatle kılınan namazlarda ve kıyâm sırasında İslâm mezheplerinin bazılarına göre de İmamdan başka kimse bir şey okumaz.

Görüldüğü üzere Nakşibendî Tarîkatı, daha çok râbıtanın geniş kitleler üzerinde uyandırdığı psikolojik etkiyle bu cemaatin dışında kalan, hatta kar­şısında tavır alan kamplara bağlı insanlara bile dolaylı olarak ilham kay­nağı olmuş, onları bu derece yönlendi­rebilmiştir!

 

* * *


 

[1] Kur’ân-ı Kerîm’in, müminleri davet ettiği saygı budur. Bk. Kur’ân-ı Kerîm’in: 22/30; 32

[2] Bunun aksini bilimsel olarak kanıtlamak mümkün değildir. Nitekim hiç bir putçu, bunu asla denemeyecek, denemeyi bile göze alamayacaktır!!!