Bu da 85 sayfadan ibaret Arapça yazılmış bir kitapçıktır. Ez-Zumrud’ul-Anka adlı mecmuanın ikinci risâlesidir. Bu mecmuanın bir nüshası, Türkiye Diyânet Vakfı İstanbul-Bağlarbaşı, İslâm Araştırmaları Merkezi’nde: 297.7 NM. Z 46644 sayı altında kayıtlıdır.
Kitapçığın yazarı, Lübnanlı Şeyh Ahmed b. Khalîl el-Biqâî'dir. Muhammed Rüstem Raşid'in kalemiyle H.1249 yılında yazılmış, sonra Ispartalı Mehmed Koca adında biri tarafından kopya edilmiştir. Yazı okunaklıdır.
Yazar Ahmed el-Biqâî, Halid Bağdâdî'nin halîfelerindendir. Buğye'tul-Wâjid adlı mecmuada bulunan Bağdâdî'nin vasiyetnamesinde, el-Biqâî'nin adının geçtiği şöyle bir ifade yer almaktadır:
«Söz konusu malımın üçte birinden, Şeyh Ahmed el-Biqâî'ye ve Şeyh İsmail ez-Zelzelewi'ye olan borcumun karşılığı olarak ödenecektir.»[1]
Bu sözlerden Bağdâdî'nin, bu halîfesine borçlandığı anlaşılmaktadır.
El-Biqâî'nin yazmış olduğu «Risâle'tun Fi Âdâb'it-Tarîqa’tin-Naqshabandiyya» adlı kitap, bir ayrıntı olarak râbıtaya en çok yer veren bir özelliğe sahiptir. Kitabın hemen tümü, mürîdi şeyhe kayıtsız şartsız bağlamaya ve onu bu doğrultuda şartlandırmaya yönelik anlatımlardan oluşmaktadır. İçindeki ilginç açıklamalardan biri de (çeviri olarak) şöyledir:
«Tarîkat büyüklerinin yüksek hizmetleri, mürîdi imkan derekesinden vücûbun zirvesine kadar yüceltir. (Vacip olanı, Caiz olan şeye tercih ettikleri için onları yüceltir.) Onlar, durumları ve mevcutları, şeriatın ahkamına tabi kılarlar (Olayları şeriat ölçülerine göre değerlendirirler.) Zevkleri ve bilgileri dinî ilimlere hizmet ettirirler. Şeriatın nefîs mücevherâtını, ne çocuklar gibi vecdin (mistik coşkunun) cevizine (oyuncağına), ne de manevi hal (denen duygusal tezahürlere) değişirler. Ne sofilerin saçma sapan sözlerine aldanırlar, ne de nassı (Kur'ân ve sünnetle sabit olanı) bırakıp (Muhiddin-i Arabî'nin) Fusûs ve Fütûhât-ı Mekkiye (gibi kitaplarına) kapılma derekesine düşerler. »
«Onlar daima sünneti seniyyeye yapışmışlardır (...) Ancak eğer fazladan manevi haller ve coşkularla da şereflenirseler, bunu en büyük bir nimet kabul ederler. Yoksa bunu, (yani coşku ve kerâmetleri değil, sırf şeriat ahkamına göre yaşamayı) yeterli bir mutluluk sayarlar. Çünkü bu mutluluk var olursa onunla birlikte ancak her şey var olabilir. Nitekim Hind Brahmanistlerinin, Yogilerin[2] ve Yunan filozoflarının da görünürde birçok Tecellîleri (akıl almaz, olağandışı ve esrarengiz) gösterileri, İdealist keşifleri ve tevhidî ilimleri vardı. Ancak yıkıcılıktan ve rezaletten öte bir nasipleri yoktu.»
Bütün Nakşî topluluklarının, yukarıdaki görüşlere aynen katılacaklarına, (Yani Muhiddin-i Arabî ve O'nun görüşünde olan vahdet-i vucutçulara karşı aynı kanâate sahip bulunacaklarına) ihtimal vermek güçtür. Şu var ki zaten Nakşîliğin, çeşitli düşünce ve inanışların sentezinden oluştuğuna bakılacak olursa, bu tarîkata bağlı olanların, birinden diğerine değişen inanış ve düşünce tutarsızlıkları içinde bulunacakları her zaman beklenebilir.
Ayrıca, yukarıdaki alıntıda odaklanan ilginç bir nokta daha göze çarpmaktadır. Dikkat edilirse yazar, kerâmet olarak sergilenen olağan dışı hadiselerin pek önemli olmadığını vurgulamak isterken «Nitekim Hind Brahmanistlerinin, Yogilerin ve Yunan filozoflarının da görünürde birçok akıl almaz, olağandışı ve esrarengiz gösterileri (…) vardı» diyor. Aslında yazarın bu cümlede Brahmanizm’den ve yogilerden söz etmesi iki noktadan sebep önemsenmelidir:
Bunlardan biri şudur: Bugünün bilgi ve kültürden yoksun Nakşi şeyhlerinin, Brahmanizm ve yoga hakkında hemen hiçbir bilgiye sahip bulunmamalarına karşın, bu şahıs söz konusu kavramlar hakkında malûmatlıdır. Dolayısıyla günümüz insanının daha çok aydınlanmış olması akla gelirken bunun Nakşilikte tersini görüyoruz.
İkinci nokta ise, Brahmanizm ve yogadan az çok haberdar olduğu anlaşılan Bağdâdî’nin bu halîfesi, Nakşîliğin Hind dinlerinden etkilendiği yolunda öteden beri ortaya atılan düşünceleri –herhangi bir tartışmanın kalabalığına boğulmadan- burada kurnazca defetme becerisini göstermiştir!