Nicholson şöyle diyor: "Şüphe yokki "Lailahe İllallah" kelimesinin ifade ettiği tevhidin anlamı "Allah dışında gerçekte hiçbir varlık mevcut değildir" şeklinde olursa, İslâm tek kelimeyle bütün anlamını yitirir ve müsamması olmıyan bir isimden ibaret kalır. Mücerred (yorumsuz) şekliyle vahdeti vücudu kabullenmek, indirilen dinin bütün hususiyetlerini ve ayırıcı özelliklerini tümden yok etmektir."
Bir hıristiyanın itiraf ettiği, ama dinin imam ve bilginleri olduklarını iddia eden anlı şanlı şeyhlerin bir türlü kabullenmediği apaçık gerçek! Acaba Gazali'nin sözünü ettiği dördüncü makam "Allah'tan başka varlık yoktur" diyenlerin makamından başka bir şey midir? Onların makamı olduğu ve tasavvufçuların sabah akşam dillerine doladıkları apaçıktır.
Allah için dile getirdiğim bu gerçeklerle şöhreti ufukları dolduran şeyhleri kızdırdığımı biliyorum. Çünkü İhya kitabı onların birinci kutsal kitabıdır. Allah'ın kitabını İhya kitabına göre tevil veya tahrif ederler. İhya kitabından hurafeler ve Mişkât kitabından evham mitolojilerle Allah'ın kitabına karşı çıkarlar.
Ama küplere binenlerin yüzüne hakkı haykırarak onlara "Yavaş olun" diyorum. Allah'tan başka kimseyi tanrılaştırmıyoruz, onun kitabından başka bizleri hidayete kavuşturacak bir kitap tanımıyoruz, Rasûlullah'tan başka bir liderabul etmiyoruz, hiçbir puta secde etmiyoruz, hiçbir tağuta boyun eğmiyoruz, velev ki bu Gazali ve kitapları da olsa!
"Vahdeti vücudun tevhide aykırı ve şirk bir inanç olduğunu oryantalistler kavradığı gibi tasavvuf meşhurlarından İmam Rabbani de kavramış ve mektubatında yer yer eleştirmiştir. Gerçi vahdeti vücut yerine vahdeti şuhud adını verdiği ve "Salik aradığı hakiki varlığa o kadar çok bağlanmalıdır ki her şey var olduğu halde, o hiçbirine bakmamalı, belki hiçbir şeyi görmemeli, onun kalb gözüne hiçbir şey gelmemelidir -Nasıl mümkün oluyorsa-" şeklinde açıkladığı inancı getirmektedir kendisi. Bununla beraber bir tasavvufçu olarak vahdeti vücud inancını eleştirmesi ve İbn Arabi ile onun gibi düşünenleri tasvip etmemesi, gerçeği ancak bazı ağızlardan duymaya alışmış ve ancak onlardan gelirse kabul eden birtakım çevrelere gerçeği göstermesi bakımından büyük bir önem taşımaktadır. Bu açıdan vahdeti vücut ve savunucuları hakkında söylediklerinden bir kısmını burada aktarmayı yararlı görüyoruz. Başka yerlerde de birtakım eleştiriler yöneltmektedir. Şöyle diyor: (1)
"Tenzih ile teşbihi kendinde toplıyanlardan birçoğu da diyor ki, bütün müminler tenzih ile, görmeden iman ediyorlar. Bu iman ile birlikte teşbih imanına da kavuşan ârif olur. Bu arif, mahlukları Allah'u Teâlâ'nın zuhuru olarak görür. Mahlukları, vahdetin muhtelif şekiller almış hali olarak bilir. Yaratanı yarattıklarının içinde görür. Bunlara göre, yalnız tenzih ile olan, yani yaratanı hiçbir şeye benzemeyen, anlaşılamayan bir varlık olarak inanmak noksanlıktır. Bir olan varlığı bu çokluktan ayrı olarak düşünmeyi ayıp bilirler. Hiç bir şeyle bağlı olmıyan, hiçbir şeye benzemiyen bir varlığa inananları aşağı derecede sanırlar. Çokluğu düşünmeden, yalnız bir varlığı düşünmeyi sınırlı, dar bir çerçeve içinde kalmak sanırlar.
Süphanallah! Allah'u Teâlâ'ya hamd olsun! Peygamberlerin hepsi âfakî, yani insanın dışında olan ve enfüsî, yani insanın içinde olan putları yok etmeye uğraştılar. Bu putların yok edilmesini herkesten istediler. Hiçbir şeye benzemeyen, nasıl olduğu anlaşılamayan ve varlığı lazım olan yaratanın bir olduğunu bildirdiler. Hiçbir peygamberin mahluklara benziyen bir yaratana iman edilmesini emrettiği ve mahluklar yaratanın görünüşleridir, dediği hiç işitilmemiştir. Bütün peygamberler, varlığı lazım olan yaratanın bir olduğunu, sözbirliği ile bildirmişlerdir. Ondan başka hiçbir şeye tapılamıyacağını söylemişlerdir.
Bu tasavvufçular, peygamberlik derecesini anlıyamamış olacaklar. O büyükler, iki varlık (yaratan ile yaratılan) bildirmektedir. Bu iki varlık birbirinden başkadır demişlerdir. Peygamberlerin sözlerinden tevhid ve ittihad manalarını çıkarmak boş yere uğraşmaktır. Onların dediği gibi var olan, bir olsaydı ve her şey onun görünüşü olsaydı, mahluklara ibadet etmek, ona ibadet etmek olurdu. Böyle yanlış söyliyenler de yok değildir. Peygamberler böyle bir şeyi çok sıkı yasak etmişlerdir. Allah'u Teâlâ'dan başkasına tapınanlara sonsuz azap yapılacağını bildirmişlerdir. Mahluklara tapınanların Allah'ın düşmanı olduklarını bildirmişlerdir.
Bu tasavvufçulara yanlış anladıkları bildirilmediği için ve cahillikle yaratanı yaratıklarına benzetmek felaketinden kurtarmadıkları için ve mahluklara ibadeti Allah'u Teâlâ'ya ibadet sanmaktan vazgeçmedikleri için birçoğu diyor ki: Peygamberler kalın kafalıların yanlış anlamamaları için ince olan tevhid-i vücud (vahdeti vücud) bilgilerini sakladılar. Çok varlık bulunduğunu söylediler. Bu sözler, şiilerin, alevilerin Hz. Ali'yi iki yüzlü yapmalarına benziyor ki elbette kulak verilmez. Peygamberlerin her şeyin doğrusunu bildirmesi lazımdır. Varlığın bir olması doğru olsaydı ve ondan başka hiçbir şey varolmasaydı, bunu elbette saklamazlardı. Doğruyu bırakıp yanlışı bildirmezlerdi. Hem de Allah'u Teâlâ'nın zatı ve sıfatları ve işleri için olan bilgide doğruyu söylemeye titizlikle çalışacakları meydandadır. Kalın kafalılar anlıyamasa da, doğruyu söylemekten çekinmezlerdi. Görmüyorlar mı ki Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadis-i şerîflerde müteşabihat denilen ince bilgiler vardır. Müteşabihatı değil kalın kafalılar, keskin görüşlüler ve ince düşünüşlü büyükler bile anlayamamaktadır. (Bu anlayış eksiktir) Bununla beraber bunları bildirmekten çekinmediler. Cahiller anlıyamaz diyerek bildirmekten vazgeçmediler.
Bu tasavvufçular, varlığın iki olduğunu söyliyenlere ve Allah'u Teâlâ'dan başkasına ibadetten kaçınanlara müşrik diyorlar. Varlık birdir, diyen bir kimseye, binlerce puta tapınsa bile muvahhid diyorlar. Bunlara göre o putlar Allah'u Teâlâ'nın görüntüleridir. Onlara tapınmak, Allah'u Teâlâ'ya ibadet etmek olur, diyorlar. İnsaf olsun ki, bu ikisinden hangisi müşriktir ve hangisi muvahhiddir?
Peygamberler vahdeti vücud bildirmediler. Varlık ikidir diyenlere, yani Allah'tan başka varlıklar kabul edenlere müşrik demediler. Mabudun, tapınacak varlığın bir olduğunu söylediler. Ondan başkasına tapınmaya şirk dediler. Bu tasavvufçular, mahlukları Allah'u Teâlâ'dan başka bilselerdi, başka şeylere tapanlara müşrik olmaz demezlerdi. Onlar bilse de, bilmese de, mahluklar mahluktur. O (Allah) değildir.
Bunlardan sonra gelenlerin birkaçı, bu alem, Allah'u Teâlâ'nın görünüşü değildir, dediler. Her şeye O demekten kaçındılar. Herşey odur, diyenleri beğenmediler. Bunun için Şeyh Muhyiddin İbn Arabi ve onun yolunda olanları inkar ettiler ve ayıpladılar. Fakat bunlar, bu alem Allah'dan başkadır da demiyor. O değildir, ondan başka da değildir, diyorlar. Bunların sözü de doğru değildir. İki şey elbet birbirinden başka olur. İkiliğe inanmak, akla uymamak olur. Evet, ehli sünnetten kelam alimleri, Allah'u Teâlâ'nın sıfatları O değildir, ondan başka da değildir, dedilen ise de, buradaki başka sözü, lügat manasında değildir. Başka olan iki şeyin birbirinden ayrılması caiz olur, demektir. Çünkü Allah'ın sıfatları zatından ayrılmış değildir ve ayrılmaları caiz değildir. Bunun için Allah'ın sıfatları O değildir. Ondan başka da değildir, sözü doğrudur. Alem ise böyle değildir. Allah var idi. Hiçbir şey yok idi. Bunun için alem, ondan başka değildir, demek, hem lügat bakımından hem de inanç bakımından doğru olmaz. Bunlar, ilerliyememiş olduklarından, alemi, yani mahlukları Allah'ın sıfatları gibi sandılar. Sıfatlar için söylemesi caiz olanı, alem için de söylediler. Alem odur, demediklerine göre, ondan başkadır, demeliydiler. Böylece tevhid-i vücudi (vahdeti vücud) yolundan kurtulmalıydılar. Varlığın çok olduğunu anlamalıydılar. Tevhid-i vücudi sahipleri mesela Şeyh Muhyiddin ve onun yolundan gidenler, herşey odur, diyorlar. Bu sözleri, alem Allah'la birleşmiş demek, değildir. Haşa ve kellâ! Bu sözleri alem yoktur, ancak Allah vardır, demektir. Mektuplarımda bunu uzun uzun açıklamıştım...
Vahdeti vücudu ilk olarak açıklayan, kısımlara ayıran, bir gramer kitabı gibi parça parça anlatan Şeyh Muhyiddin Arabi'dir. Bu bilginin birçok derin ve ince yerlerini yalnız ben buldum, demiş, hata peygamberlerin sonuncusu, ince bilgilerin bir kısmını velilerin sonuncusundan almaktadır, demiştir. Velayeti Muhammedi'nin sonuncusu olarak da, kendini bilmektedir.
Sözün kısası şudur ki, fena ve bekaya kavuşmak ve velayeti suğra ve velayeti kübranın derecelerine yükselmek için tevhidi vücudi hiç lazım değildir. Tevhidi şuhudi (vahdeti şuhud) lazımdır. Yani var olanı bir bilmek değil, bir görmek, ondan başkasını görmemek lazımdır. Böyle görmekle fena hasıl olur. Allah'u Teâlâ'dan başka her şey, yani masiva unutulur. Bir salik baştan sona kadar ilerler de tevhidi vücudi (vahdeti vücut bilgileri) kendisine hiç gösterilmiyebilir. Hatta o bilgilere inanmıyacak gibi olur..." Mektubat Tercemesi, 1/440-443, Terceme, Hüseyin Hilmi Işık, Sönmez Neşriyat, İstanbul, 1968, Mektup, 272.
Biraz dikkatli bakılırsa vahdeti vücut ile vahdeti şuhud'un netice itibariyle aynı şey olduğu görülür. Ancak birisi temelde ikiliği red ederken, diğeri mevcut olan ikiliği (yaratan ile yaratılan ikiliğini) ortadan kaldırmaya çalışmakta ve görülmemesi gerektiğini savunmaktadır. (Çeviren)