Kaynak: Tasavvufi Hayat - Mehmet Ildırar, Sey-Taç Yay., 1.Baskı, Ankara 1996

 

 

  1. Bunlar Allah’ın velisi değil, şeytanın evliyası (S.9)

 

İşte bunun gibi evliya-ı izamın elini tutmak, hakikatte enbiyanın elini  tutmaktır.   "Hakikatte   sizin   elleriniz   üzerinde   benim kudret elim vardır" kelam-ı mübareği ile Allah'ın elini tutmaktır.

Bir menkıbe ile mukaddimemizi noktalayalım:

Mevlana Halidi Bağdadi (k.s.) hazretlerinin halifesi Seyyid Taha hazretlerine Ermeni komşusu geldi: "Sizin dininizde komşu hakkı vardır, Hristiyan olan komşuya da vardır. Benim sana bir işim düştü. Bizim hiç çocuğumuz olmuyor. Sen Muhammed (a.s.)'in varisisin. Bir dua ediver de çocuğumuz olsun." Seyyid Taha hazretleri yanındaki sofiye: "Bizim sürüye git, koyunlardan iki tane kıl kopar da getir." dedi. Sofi istenileni getirdi. Seyyid Taha hazretleri Ermeniye: "Şu iki kılı al, yumuşak bir şeye sar. Hanımın, karnına bağlasın. İnşallah çocuğunuz olur." dedi. Ermeni kılları aldı gitti. Her sene ikiz çocukları oldu.

Muhteremler, çocukları halkeden Cenab-ı Allah'dır. Evliyanın işi, ahlakıyla, kemalatıyla Peygamber'in ahlakına varis olduğundan, Allah'a ellirini kaldırıp dua edince, duası kabul oldu. Bu yüzden bizler kendimizi ıslah etmedikçe evliyadan fayda ummak olmaz. Musibetlerin, yüzümüzü Hakk'a dönmek için  olduğunu da unutmamak gerekir.  Ancak, takatımızın yetmediği hallerde ariflerin, evliyanın ellerini tutmakla manen ve maddeten güçleneceğimiz de bir gerçektir.

 

  1. Allah’a Rasulune ve Hz. Ali’ye iftira (S.13-14)

 

İmam -ı Ali (r.a.r)'ye Resu l - i Ekrem (s.a.v.)  buyurdu:

-Ya İmam, Allah'a asi olanların en büyükleri kimdir?

-Allah ve Resulü bilir.

-Birisi Salih Peygamberin devesini kesip şehid eden, biri de senin başına zehirli kılıcını vurup kanını akıtandır.

-Ya Resulallah benim başıma zehirli kılıç mı vuracaklar?

-Evet

-Kim?

-İşte şu senin kölen. İsmen, cismen bildi.

Hz. Ali (r.a.) o köleye dedi ki:

-Sen beni bir gün katledersin

-Ya Ali, mümkün mü? Gel, ben seni bir gün katletmeden şu kılıncı al, sen beni katlet.

-Allah günah işlemeyenin boynunu vurmayı helal etmedi.

Ama sen beni katledersin.

Hakikaten o köle Hz. Ali'yi katletti. Bizler Hz. Ali (r.a.) değiliz ki sabredelim. Yarın başımıza geleceği bugünden söyleseler, deli oluruz da yarına tahammülümüz kalmaz. Onun için Allah birçok esrar-ı ilahiyeyi gizli tutmuştur.

 

 

  1. Tacü’l – Arifin Ebü’l Vefa Allah adına yalan söylüyor. (S.22-23)

     Evliya-i izamdan Tacü'l-Arifin Ebü'l Vefa hazretleri bir gün müridleri ile beraber bir sahraya çıktılar. Orada bir sofra kurup yemek yediler. Yanlarından bir yolcu geçiyordu. Ebü'l Vefa hazretleri yolcuyu çağırdı ve "Sofraya buyurun." dedi. Yolcu karnının tok olduğunu söyleyince "Ey yolcu, misafirin hakkıdır. Bari elimdeki bir lokmayı ye." diyerek saadetli eliyle yolcunun ağzına lokmayı koydu. Lokmayı yiyen yolcu "Allaha ısmarladık" deyip gitti.

Tacü'l-Arifin, o zat uzaklaşınca sofi cemaatine şöyle dedi: "Bu yediği lokmadan bir oğlu olsa gerek. Onun adına Hüseyin koysa gerek. O, büyüyünce evliyadan olsa gerek. Bize de gelip mürid olsa gerek." Meğer o yolcunun çocuğu olmuyordu. Tacü'l-Arifin'in verdiği lokmayı yiyince kan oldu. Hanımı hamile kaldı. Vakti gelince bir oğulları oldu. İsmini Hüseyin koydular. Babası çok zengindi. Çocuk büyüyünce sürülerinin başına çoban oldu. Sürülerin sayısı, ineklerin sütü arttı. Herşey bereket kazandı. Rai, Arapçada çoban demektir. Hüseyin Rai, Hz. Tacü'l-Arifin'i duydu. "Allah yoluna girmeden bir kamil el tutmak gerek." diyerek yerini öğrenip Ebü'l Vefa hazretlerinin yanına geldi.

Ebü'l Vefa hazretleri, uzaktan Hüseyin gelirken, "Haza eserü'l lokma" dedi. 15 veya 20 sene önce o meseleye şahid olanlar, tebessüm ettiler ve dediler ki, "Ne lokrnadır ki Allah ona,bu zatı getirdi"

Hüseyin Rai, Ebü'1-Vefa hazretlerinden ders aldı. Kamil bir zat oldu.Ravda ismindeki köyün ahalisindedi. Şeyh Vefa hazretleri, bulunduğu semte şeyh olmasını söyledi. Zaviye kurdu, nice azmışları yola getirdi. Ölünceye kadar halkı ve gafilleri irşad ile meşgul oldu. Derman arayan nice dertlilere yardım elini uzattı. Bütün bunlar Hz. Seyid Tacü'l-Arifin Ebü'l Vefa'nın yüce himmet ve bereketiyle oldu.

 

 

  1. Böyle veliler olduktan sonra İslam’da Tıbba hiç önem verilir mi ? (S.28)

 

      Fatih Sultan Mehmed'in hocası Akşemseddin hazretlerinin torunu Şeyh Abdülkadir hazretlerine, gözüne ilaç sormak maksadıyla görmeyen bir kadın getirdiler. Mübarek buyurdu: "Bu gece bize konuk ol, sabahı dek görelim Mevla ne ilaç eyler."

Ertesi sabah kadının gözleri iyileşmiş ve görür olmuştu. Abdülkadir hazretleri, bu gece konuk ol, derken "Mevla bizimle beraberdir, ilacı vermeye muktedirdir." İnancı ile, öyle sıdk ile (Allah'dan istedi ki Rabbü Teala hazretleri onun bereketli nuraniyet hürmetine kadının gözlerini açtı.

 

  1. Sakalın mı çıkmıyor hem şeyhe müracaat et (S.28)

 

      Kataroğlu ismiyle tanınan çok zengin bir bey vardı. Sakalı bitmemiş, köse idi. Akşemseddin hazretlerinin oğlullarından Nurü'-l Hüda ismindeki muhterem zata gelerek: "Allah aşkına, babanın hatırına himmet eyle de sakalım bitsin." dedi. Nurü"l Hüda Kataroğlu'nun yüzüne baktı, tükürüğünü eline aldı. nerede tüy çıkmadıysa tükürüğü ile yüzünü sıvazladı. "Git var yat. Sabah ola sakal bite." dedi. Kataroğlu yattı, sabah kalktı,simsiyah sakal bitmiş.

İşte "Allah beraberdir" budur. Nurü'l Hüda ile Allah beraberdir de bizimle değil mi? Nurü'l Hûda'nın yakınlığı bizde yok. O. ağaçtan elma

'

koparır gibi kudrel-i Sübhaniyeyi müşahede ediyor.

Kataroğlu sabah kalkıp simsiyah sakalı görünce, çok zengin olduğundan. Nurü'l Hûda'ya altın sırma işlemeli bir cüppe getirdi. Nurü'l Hûda sırmalı kaftanı aldı,"bekledi. Bir kelp geldi. Cüppeyi ona giydirdi ve:"Allah adamına sırmalı kaftan yakışmaz, köpek süsüdür." dedi. Köpek sırmalı kaftanı aldı gitti. Bu da "zinetlerin terki" oldu.

 

  1. “Zikir meclislerinde evliyanın ruhları hazırdır, ve onların ruhani yardımları olmadan mürid terbiye edilemez.” Yalanı (S.30-31)

 

       Dördüncü sebep. Bağdat'ın ulu evliyasından Cüneyd-i Bağdadi (hazretlerine sordular:

-Evliya-i izamın menkıbelerinden, sözlerinden mürid için ne gibi fayda vardır? Cüneyd-i Bağdadi hazretleri buyurdu ki:

-Bunların sözleri aziz ve celil olan Allahü azimüşşan hazretlerinin fer kişilerinin, Allah ordusundan olan askerlerinin sözleridir. Zira Sûre-i Fetih'in 4 ve 7, Sûre-i Müddesir'in 31 ve Sûre-i Hud'un 120'inci ayet-i celilerinde Rabbim Teala şöyle beyan buyurmuş (Bu ayetlere Feridüddin Attar hazretlerinin verdiği toplu meal şöyledir): Şayet müridin kalbi kırılır, morali bozulursa, onunla kuvvetlenir. Allahü azimüşşan'ın o er kişileri olan velayet sahiplerinin ruhaniyetlerinden medet umar. Allahü azimüşşan onların ruhaniyetleri ile onun ruhuna inayet, kuvvet ve kudreti indirmeyi vesile kılar.

İmam-ı Fahreddin Razi hazretleri, şeytandan istiaze bahsinde !"Euzü" den maksadın Allah'a sığınmak olduğunu ve ruhani olan er kişilerin diğer bir tabirle evliya-i izamın ulvi ve kudsi ruhaniyetlerinin, süfli ruhlara ve nakıs insanlara yardım etmesiyle yüzlerini Hakk'a çevireceklerini beyan etmektedir.

Gavs-ı Hizanfhazretleri de Minah ismindeki eserinde buyuruyor ki: Hiçbir mürşid-i kamil ruhaniyet alemindeki evliya-i izamın ruhlarının yardımı olmadan asla müridlerini terbiyet edemez.

Şu halde hatme-i haceganda, sohbetlerin içerisinde, zikir meclislerinde evliya-i izamın, sâdat-ı kiram olan mübarek insanların ruhaniyetleri hazır olur. O ruhaniyetler, Allah'ın nuraniyet ve kudretiyle, o kullar üzerine, tıpkı bulutun hazır olup yağmuru indirdiği gibi feyz-i ilahinin, bereket-i subhaniyenin yağmasına vesile olur. Yoksa Allah'ın kudreti dışında evliya-i izam bir şey yapamaz.

 

 

  1. Bu veliler kahine ihtiyaç bırakmıyor. (S.39)

 

      Muhammed Şemseddin hazretleri Miftahü'l Kulub'da:

"Bir insan dünyanın en büyük alimi olsa, aynı zamanda da 'dünyanın en büyük abidi olsa nefs-i muinime makamını geçemez" diyor. Adetullahda doğuştan veli gelenler vardır. Bunlardan biri de İbrahim Düsuki hazretleridir. Seyid İbrahim Düsuki, doğuştan veli olduğunu ve iki kerametle dünyaya geldiğini söylüyor ve babasının Seyid Abdülmecid, annesinin Seyide Patıma olduklarını hatırlatarak: "Zamanın evliyasından Muhammed bin Harun ne zaman babamı görse ayağa kalkarmış. Bir gün ayağa kalkmamış. Bunun sebebini babam kendisine sormuş. Muhammed bin Harun şöyle cevap vermiş: "Ya Seyid, ben sana kalkmıyordum. Senin zürriyetinden Gavs-ı Samedani Gavsü'l Azam İbrahim isminde bir evladın gelecek, cihanın kutbu olacak, ben ona kalkıyordum. Yakın vakitte o ruh ana rahmine düştü. Şimdi anasını görsem, ona kalkarım." Şu halde tasavvuf nurani inkişaftır. Nefsin cibilliyeti muktezası esaretinden kurtulmak içindir.

 

  1.  Keşf’ül Mahcub yazarı Osman Hucviri Allah adına yalan söylüyor. (S.39-40)

 

      Keşfü'l Mahcub sahibi Osman Hucviri buyuruyor: Şeyhimin anlattığına göre, yılların birinde evliyaullah bir çölde toplanmıştı. Benim pirim Hazret-i Husr, beni yanına alıp o çöldeki velilerin toplantısına götürdü. Velilerin her biri değişik şekillerde geliyordu. Kimisi taht üzerinde getirildi. Kimileri kuşlar gibi uçarak geldiler. Her birisi kendi kemalatına göre, Allah'ın kudretiyle göz açıp yumuncaya kadar geldiler. Nihayet nalınları parçalanmış, asası kırılmış, başı açık bedeni yanık bir genç yorgun argın toplantıya geldi. Şeyhim Husr hazretleri derhal yerinden kalkarak, o genci yüksek bir yere oturttu. Ben ise bu işe taccüb ettim. Şeyhime, sonradan gelen bu yorgun ve perişan genci niye yüksek mertebeye oturttuğunu sorunca, onun yüce bir veli olduğunu söyledi ve: "O velayete tabi değil bilakis velayet ona tabi idi. Diğerleri yorulmadan kerametle geldiler. Bu ise Allah'ın düşmanı olan nefsini ezmek için öyle geldi. Bu sebepten en yüksek makama çıkarıldı." buyurdu.

 

 

  1. Allah adına uydurulmuş bir masal  (S.40-41)

         Arifibillahın biri vefat etti. Elleri sımsıkı kapalı, gözleri de yumuktu. Gasil veren gassal yıkamak için ellerini de, gözlerini de açamadı. Gayb aleminden ses geldi: "Onun ahdi var. Cemalimizi görmeden, hak ve hakikat eline geçmeden ikisini de açmam dedi. Cenneti görse de açmaz illa cemali görecek."İşte tasavvuf bu hallerdir.

 

 

  1. Tasavvufta müşrik olmanın bir örneği ‘Rabıta’ (S.90-99)

     RABITA

Rabıta 'nın lügat anlamı, iki şeyi birbirine bağlamaktır. Tasavvuf ıstılahatında rabıta, ilahi ve zati sıfatlarla muttasıf şuhud makamına ulaşmış kamil bir şeyhe kalbi bağlamaktır. Yani bu müridin şeyhine bağlanması demektir. Bu bağlanma şeyhin huzurunda, şeyhin gıyabında suretini, siretini, nuraniyetini, kudsiyetini hayalen kendisi ile birlikte/ muhafaza etmek; yanında bulunduğu zaman edebe bürünüp himmet ve inayeti Allah'dan niyaz ederek mürşidden beklemektir. Mevlana Halid Zülcenaheyn hazretlerinin bildirdiğine göre rabıta, müridin, fenafillah

nakamına ulaşmış olan şeyhinin suretini hayalinde saklayarak

oıhaniyetinden istimdad dilemektir.

Rabıtanın yapılış şekilleri:

         Birincisi: Talib olan mürid tarafından kamil mürşidin sureti tam karşıda hayal edilip iki kaşı arasına bakmak suretiyle, ruhaniyette onunla beraber olduğu tasavvurunda bulunmasıdır. Bu nakış ve bağlanışta mıhlanarak baka kalma, kendinden geçip kaybolma hali başlayıncaya kadar rabıtada manevi birlik ve beraberliği sürdürmek lazım gelir. Rabıta ile kendinden geçmek olabilir. Ölü gibi yere düşer, görenler vefat etti zannederler oysa o bakış ve bağlanışta mıhlanarak çakılmış bir çivinin duvardaki hali gibi, şeyhinin ruhaniyet ve siretine baka kalarak kendinden geçme hali meydana gelmiştir.

İkincisi: Müridin kendisini, mürşidinin heyet ve kıyafetindeymiş gibi görmesidir. Salik yine kendinden geçinceye kadar bu hali muhafaza eder. Bu durumda olan salik zatını mürşidin zatında, sıfatlarını mürşidin sıfatlarında yok etmek, böylece ruhaniyet ve üstünlüklerini onun suretinde bulmak mevkiindedir. "Benim mürşidim ikindiden sonra bir cüz Kur'an okur. Hiçbir zaman virdini bırakmaz. Binlerce insan gelir, sabreder, herkesin derdini dinler, hastayım demez, hiçbir şeyden şikayet etmez. Kuvvetinin yettiğine ruhaniyetle, yetmediğini Mevla-yı müteale arz ederek hayırlarını taleb eder. Sabır, metanet, vakar sahibidir. Onun bütün derdi kendi derdini unutup ümmet-i Muhammed' in  derdine melhem olmaktır." düşüncesi ile mürşidin sıfatına bürünerek onun gibi olmak, her gün onun halinden bir hal kapıp, onun hali devam bir sıfatla cem olup,kendisini onun gibi oluncaya  kadar o hali devam ettirmek rabıtadır. Yani suretini değil siretini ve ahlakını ona benzetebilmek için yavaş yavaş halini değiştirmektir.

Tarikat-ı Nakşıbendiyede hamiyet sahibi olan bir mürid şöyle buyurmuştur: Mürşidinden ve şeyhlerinden aldığı bu manevi sıfat ve hailen emsaline nakletmedikçe hamiyet sahibi bir mürid olunamaz.

Bugün siyasiler kendi partilerinin amaçlarını nice vasıtalarla yaydıkları gibi, bir mürid de şeyhinden aldığı feyiz ve güzel halleri ümmet-i Muhammed'e nakletmeye mecburdur.

Abdulkadir Geylani hazretleri buyuruyor: "Şeriatta zekat olduğu gibi tarikatın da zekatı vardır." Şeriatın zekatı, nisaba malik olanın muayyen maldan, muayyen nisbette vermesi; tarikatın zekatı marifet, muhabbet, seyr-i sulukda iyi bir amel ve mertebeye ulaşmak için çalıştığı, noksan ve fena huylarını iyi hallere yükselttiği gibi ümmet-i Muhammed'e tebliğ etmektir. Bu vazifeyi yapmadıkça ebna-yı cinsi, nev-i beşer o müridden davacıdır. Bu yüzden her mürid asgari bir kişinin hidayetine vesile olmaya çalışmalıdır. Nasıl cenaze omuzlardan sıra sıra götürülürse, bu asırda ümmet-i Muhammed' in çirkin hallerini cenazeye benzetmek suretiyle, onun kulpundan tutmak şarttır. İnsan, Allah rızası için gayret ederse, bu asırda ümmet-i Muhammed'in hidayetine vesile olabilecek sohbetler, bantlar dağıtıp tasavvufa dair kitaplar verebilir. Gittiği yere pasta,çikolata, çiçek götürmek yerine tasavvuf ve tarikat hayatının nurani bir eserini götürebilir.

Üçüncüsü: Gümüşhanevi hazretlerinin beyanıyla: "Mürşidin suret ve nuraniyetini karşısında görüp, onu kalbinin tam ortasına indirmek ve kalbini uzun ve geniş bir dehliz farz ederek, mürşidini o dehlizde yürüyor, kendisine doğru geliyor şeklinde canlandırmaktır."2

Demek ki, rabıta mürşidle kurulan muhabbetin huzurunda olduğu gibi gıyabında da ızharıdır.

Kıymetli mü'minler, şu bir hakikattir ki, birçokları rabıta-ı şerifini şeriatta yeri olmadığını söylerken, içtimai hayatımızda, kendi şahsi hayatımızda rabıtasız bir vaktimizin, dakikamızın geçtiğini düşünemeyiz. Herkes birini, bir şeyi düşünür. Köyünü, iznini, anasını, akrabasını... düşünür; gönlünü bağlar, rabteder. Nişanlı, nişanlısını, anne, askerdeki oğlunu düşünür. Bu da rabıtadır. Hırsız çalacağı şeyi planlar, haram bir rabıtadır. Hayat safhamızın her anında bir rabıta bulunur. İnsanoğlu gönlüne bir şey getirmeden, ölü gibi, bir saat duramaz. Biz de sofi olarak, sevdiğimiz evliyayı unutamayıp düşünüyorsak, güzel hallerini gözümüzün önüne getiriyorsak neden bunda şirk olsun?

Müridin makam ve mertebelerine göre değişikm rabıta şekilleri vardır.

Birincisi, mübtedi mürid oturup gezdiği her yerde, şeyhinin huzurunda durduğu gibi durmalı, hayalen mürşidinin kendisinden ayrılmadığına, daima kendisi ile berabermiş gibi olduğuna -değil hareketlerine, hislerine bile vakıf olduğuna- inanmalıdır. Uykusunda, annesinin yavrusunu başucunda beklediği gibi, şeyhi de ayak ucunda sabaha kadar onu bekliyormuş gibi,  farzetmelidir. Kamil bir mürşid, bir anneden daha şefkatlidir, kamil olan ruhaniyeti Allah'ın azametinden çekmiş olduğu feyizleri müridine akıtır. Abdestli olarak zikirle yatan, selatü selamla yatıp uyuyan, uykusunda evliya-i izamı sanki başucunda duran bir anne gibi düşünen mürid rabıtanın başlangıcındadır, ikincisi, mutavassıt yani orta halli bir müridin hayatının her anında sanki Resulullah'ı görüyormuş, onunla hareket ediyormuş gibi; şeyhiyle Resulullah arasında, Resul-i Kibriya'nın ruhaniyetini, risaletini milyonlarca anneden daha şefkatli olarak "Ümmeti, ümmeti" dediğini, bizlere şefaaçi olduğunu, o şefaatiyle noksan amellerimizin Allah'a kabul ettirilmesine vasıta olduğunu bilmesi lazım gelir. Şu halde, kamil bir sofi, Resulullah'ın risaletini ve ruhaniyetini daima düşünmek mecburiyetindedir. Şeyhler gökteki yıldızlar ve ay gibi ise Resul-i Kibriya (s.a.v.) bütün alemi aydınlatan güneş gibidir. Onun ruhaniyetinin bulunmadığı, nurani kemalatının ve mü'minlere olan yardımının ulaşmadığı bir mekan düşünmek mümkün değildir. Üçüncüsü, vuslata yaklaşma kabiliyetinde olan salihin, mürşidine ve

Resul-i Kibriya Efendimizin ruhaniyetine sığındığı gibi, ihsan üstünden Allahu Azimüşşan'ı hatırdan  çıkarmamasıdır. Yani mürşidini düşüne düşüne Resulullah'ın nuraniyetini anlamağa çalışır. Buradan da, bütün mükevvenatın Allah'ın yed-i kudretinde olduğunu idrake başlar "Ben Rabbimi görmüyorum ama kudret-i ilahiye, benim tırnağımın büyümesinden, bir harfi konuşmamdan, kafamdaki idrak ve hissiyatıma kadar her şeye vakıftır." bilincinde olur. Bu bilinçle kimseye kötülük edemez.

İnsan, her üç günde bir makam geçmeye çalışsa, hali güzelleşse, kamil bir insan olsa, Peygamber (s.a.v.)'i görür hale gelir. Ebu'l Abbas Mürsi hazretleri: "Ben 40 senedir Resul-i Kibriya (s.a.v.)'i bir an görmesem kendimi mü'min saymam." buyurmuştur. Nice evliya-i izam ruhani halini inkişaf ettire iki cihan serveriyle müşerref olup, cesed-i pakini açık şekilde görüp, görüşmüşlerdir.

Şah-ı Nakşıbend hazretlerinin halifesi Alaaddin Attar hazretlerine rabıta-i şerif hakkındaki düşüncesi sorulduğunda: "Şeriatta helal, tarikatta vazife, hakikatta haramdır." buyurdu. Hakikatta haramlığının nedeni sorulunca: "Mürşid bir önceki rehberdir, sonra Resul-i Kibriya rehberdir; hakikatta Allah'ın azametini unutmamak lazımdır. Allah'ı daima görür gibi huzur-ı ilahide olduğunu hatırlamalıdır. Bu da teveccüh] ve murakabe yapan, zat-ı muhterem olan şeyhlerin makamıdır. Şu halde esas olan Allah'dan gafil olmamaktır, şeyhden gafil olmamak değil." cevabını verdi.

Rabıta herşeyden de önce mürid için nurani bir vazifedir. Vesveselerin, havatır dediğimiz gönlümüze doğan düşüncelerin kovulması için şeyh hazretleri bir musluğun süzgeci mesabesindedir ki gafleti izale etmeye yarar. Rabıta yapıla yapıla sonunda murakabe derecesine geçilir. Seyid Muhammed Raşid hazretlerinin bir-iki saat rabıta yapması Allah'ın rahmet ve inayetinin inmesiyle, bir balık deniz içinde dolaşıp nasıl menfaat görürse, Allah'ın rahmetinin her an yağdığını murakabe ede ede tamamiyle ruhaniyeti kamil bir sıfat kazanmasına vesile olmuştur. Şu halde "hakikatte haramdır" sözü Allah'dan gafil olmamak demektir.

Rabıtanın şeriatta hükmü vardır, tarikatta vazifedir. Nice hadis, tefsir ve fıkıh alimleri rabıta yapa yapa büyük evliya olmuşlardır.

Rabıtanın delilleri

Kur'an-ı azimüşşan'da ve hadis-i şeriflerde rabıtanın delilleri olduğunu evliya-i izam bildirmişlerdir. Bunların en önemlilerinden biri de Gavsü's Sakaleyn (insanların ve cinlerin gavsı), allame, müceddid-i zaman ve tarikat-ı Nakşıbendiye vasıtasıyla Gavsü'l azam olan Mevlana Halid Zülcenaheyn'in Risale-i Halidiye'deki beyanlarıdır. Mevlana Halid Bağdadi hazretleri rabıtayı bid'at kabul edenler için müstakil bir risale yazmıştır. Rabıtaya delil olan ayetler:

"Ey iman edenler Allah'dan korkun, bir de sadıklarla beraber olun." ayet-i kerimesini Hace Ubeydullah Ahrar hazretleri şöyle tefsir etmiştir: Sadıklarla beraber olmak, imanında, amelinde, ahdinde, sözü ve özünde doğru olanları, hakikatten ayrılmayanları seçin, onlarla bir olun demektir. Hakiki beraberlik, sadıklar meclisinde kalp huzuruyla bedenen bulunmakla beraber gıyabında o kemalatları tahayyül ederek ve onların yaşadığı hayatı aynen yaşayarak hayalen, zikren, fikren ve amelen olan beraberliktir.

"Andolsun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin işaret ve ikazını görmeseydi o da kadına meyletmişti. İşte böylece biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için böyle deliller gösterdik. Şüphesiz o ihlaslı kullarımızdandir." Önce mutezile imamı olup sonra ehl-i sünnete geçen büyük tefsir sahibi Zemahşeri hazretleri bu ayetin tefsirinde Hz. Yusuf'un gaybi olarak "Sakın, sakın ha" sesini işittiğini, bu sese iltifat etmediğini ve bu sesin üç defa tekrarlandığını, neticede Hz. Yakub'un temessül ettiğini (sanki televizyonda görüldüğü gibi), bunun üzerine Hz. Yusuf'un kendisine gelip Züleyha'dan yüz çevirdiğini yazmaktadır ki bu rabıtaya açık bir işarettir.

Muhammed Ziyauddin hazretlerinin Molla Kasım'la yazdığı 77. cevab mektubunda: 6

"Mektubunda, gözümü kapattım üstadımın şeklini gördüm, diyorsun. Kardeşim, müridin rabıtada gördüğü üstadın şekli gerçi zahiri suretine benzer ama, o üstadın zahiri sureti değil, belki manadan ibarettir. O mürşidinin bir manasıdır. Rabıtada mezkur suretin zahir olması bir nevi kalbin tasfiyesine, nefsin kaydından kurtulmasına bağlıdır." buyuruyor. Demek rabıta yapa yapa şeyhi görür hale gelmenin ahvali kalbin tasfiyesine bağlıdır. Nefsinin kayıt ve esaretinden kurtulursa şeyhini görür hale gelir. Onun için çok çalışıp çok cehdetmek lazımdır. Mektubun devamı şöyledir: "Gördüğün rüya senin için bir müjde olup onunla müjdeleneceğin şeyin size hasıl olmasını Allah (c.c.)'dan dilerim. Yine orada, taata ve çok çalışmanıza işaret var. Çünkü rüyada meyve gibi bir şey koparmak, ibadet edip neticesinde fayda hasıl olmasına delalet eder. Rüyada mürşidin suretini görmek rabıtanın tahsiline işarettir. Kardeşim, mürid ibadete çalışmayı kendine mahbup edinmesi, kendisine halet hasıl olup olmadığına bakmaması lazımdır. Şayet mürid kendine çalışmasından bir haletin husulünü gözetse öyle bir belaya düşer ki az kimselerden başka ondan kurtulamaz."

Başka bir mektupta da, şekli görmekle beraber konuşmasını da dinlemenin daha kamil bir yol olduğunu, konuşmanın hükmünün ise şeriat-ı Muhammediye'ye uymak şartıyla ve mürşidine haber vermek suretiyle amel edilebileceğini haber vermiştir. Yani rabıtada gördüğü maneviyat şeriat-ı Muhammediye'ye uygun ise bu defa da mürşidine soracak. Mürşide danışılmadıkça amel edilmez.

Rabıtaya delil olan üçüncü ayet-i celile: "Ey iman edenler, Allah'dan korkun. Ona yaklaşmaya vesile arayın ve onun yolunda savaşın ta ki muradınıza eresiniz." Vesile mefhumu ile kasdedilen şudur: Emir taalluk edince ya Resulullah'a ya da onun manevi mirasçılarına duyulan muhabbet ve bağlılıkla, O'nun kavli ve fiili sünnetlerine aynen birlikte imiş gibi uymak demek olan rabıta Allah'a yaklaşmak için en faziletli bir vesiledir.

Dördüncü ayet-i celile: "Habibim de ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin, suçlarınızı örtsün." Burada Peygamberimize uyulması görmeyi gerektirir. Bu görme, ya gözümüzle görmek ya da manevi olarak düşünce dünyamızda canlandırmak şeklinde gerçekleşir. Uymak, hem onun sıfatlarına hem manevi haline uymayı gerektirir.

Hanefi imamlarından Şeyh Ekmelüddin Şerh-i Meşarik adlı eserinde "Beni gören Hakk'ı görür." hadis-i şerif bu ayetin tefsiri gibidir, der. Devamla, ittihadın (birleşmenin) ya uykuda ya da yakaza halinde ve bir şahsı toplamaktan ibaret olduğunu söyleyerek bu birleşmenin beş aslı gerektirdiğini ifade eder. Bunlar: l- Zatta birleşmek 2- Sıfatta birleşmek 3- Halde birleşmek 4- Fiillerde birleşmek 5-Mertebede birleşmek. Şu halde "Beni gören Hakk'ı görür." hadisi ile bu beş halden biri insanda meydana gelirse, bu rabıtanın hakikatına işarettir. Kendisinden bu beş hal hasıl olan kimse dilediği zaman o aıhlarla da toplanır.

İmam-ı Fahreddin Razi hazretleri "Euzu besmele"nin tefsirinde süfli ve günahkar ruhların ulvi ve Allah katında makbul ruhların ruhaniyetiyle makam ve mertebece yardım görebileceğini anlatmıştı. Gavs-ı Hizani hazretleri de: "Bir halife, makamı ne kadar ali olursa olsun, sadat-ı Nakşibendi'nin ruhaniyetleri ona yardım etmedikçe müridlerini irşad edemez." buyuruyor. Onun için sadat-ı kiramın ruhları, mübarek mürşidlerle bir arada bulundularında zatta, fiilde, sıfatta, halde ve mertebede de buluşurlar. Bu yüzden mürşid-i kamillerin ruhaniyetleri sadat-ı kiramın ruhlarıyla hatme-i haceganda ve vird çekerken buluşurlar. Teveccühde yapılan iş, sadat-ı Nakşibendi'nin ruhlarını çağırmaktır. (Teveccühe güneş doğduktan iki, ikibuçuk saat sonra aç karnına girilir. Binlerce insan gelir. İlk girenler bir tarafa, daha önceden girenler bir tarafa oturur. İki sıra olunur. Yüzler birbirine bakar, sırtlar da sırt sırta gelir. Gözler yumulu, bir-iki saat sürer. Teveccühde sultanımız her bir müridin başında ruhani feyiz ve bereketiyle yardımda bulunur.) Hatme-i haceganlarda gözler yumulur. Bunun sebebi, gelen sadat-ı kiramı görmemek içindir. Gözler açık olursa, onların nurlarından gözlere zarar gelmesi çok muhtemeldir.

Şafii imamlarından İmam-ı Gazali, İhya'da namazdaki son oturuşta "Esselamü aleyke" dendiği zaman Peygamber Efendimizin muhterem şahsiyetini gönlünde hatırlamayı unutmayarak, ol vecihle hitapta bulunması ve bu selamın melaike-i kiram tarafından huzur-ı risalete arz ve takdim ile şeref-i mukabeleye mazhar olunacağına inanılması gerektiğini anlatmaktadır. "Ettahıyyatü lilahı vessalavatü vettayyibat esselamü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berekatüh. Esselamü aleyna ve ala ibadillahissalihin" Bu meselede, iki cihan serveri Efendimizin ruhaniyetini risaletinin cihetiyle, Allah'ın habibidir, hatemü'l enbiyadır. Benim mürsel peygamberimdir diyerek öylece düşünüp selam verdiğinde namaz kılanlarla kılmayanları ayırd etmek, Resul-i Kibriya Efendimizin "ve aleyküm selam" sesini duyabilmek kadar rabıtayı inkişaf ettirmek de vardır. Şu halde biz "Ettahiyyatü" yü okurken namazın içinde veliyi düşünmek olmaz.

Sultanımız buyurdu: "Namazda şeyh rabıtası olmaz, namazda bunu yapanın namazı ifsad olur. Kasden namazını bozduğundan azab-ı ilahiyeye duçar olur." İhya'da ise "Ettahiyyatü" de, "Esselamü aleyna ve ala ibadillahissalihin" de kendisini de o salihlere dua zımnında katabileceği ve verdiği selama Allah Resulünün mukabele etmesini isteyebileceği bildirilmiştir. O halde "Ettahiyyatü" yü okurken Efendimizi şeklen değil risaleti cihetiyle, bu benim peygamberim Habib-i Hüda'dır, Hatemü'l Enbiya'dır diye düşünüp, "Ben selamımı verdim, Efendim selamımı aldı inancı ile günde yirmi defa bunu tekrarlamak, bize ruz-ı cezada şefaat edeceği inancını ve sevincini verir. Bu konuda, Şafii imamlarından Şahab İbni Haceri'l Mekki, Risale-i Şerh-i Abbasiye'de şehadet kelimesinin manasını izah ederken buyuruyor ki: Esselamü aleyke sözünde Hazret-i Peygamber Efendimizin muhatab olması, ümmetten namaz kılanların belli olması, daima ümmeti ile hazır ve nazır bilinmesi, üstün amellerinden olan salavatta ise ümmetine şehadet etmesi manası vardır. Böylece iki Şafi imam birbirini teyid etmektedir.

Şafi imamlarından Şehabeddin Sühreverdi, Avarifü'l Maarif adlı eserinde salavatın yaklaşmaya vesile olduğunu, namazda mü'minler Hazret-i Peygamber Efendimize selam ederken, şeklini canlandırarak değil, Allah'ın Habibi ve Resulü olduğunun düşünülmesi şeklinde buyurmuş, ama namazın içinde Peygamberimizden başka evliyanın olmayacağını bildirmiştir. Hanefi mezhebinin ileri gelenlerinden Şerif Cürcani hazretleri de Şerh-i Mevakıf sonlarında, namaz dışında velilerin şekillerinin tahayyül edilebileceğim, bunun şeyhin vefatından sonra feyiz verebilecek ruhani bir güç olduğunu bildirirken, bunun namaz içinde olmayacağını belirtmiştir.

Birçok kişinin psikolojik bakımdan başkalarını talid ile hayatlarına yön verdikleri göz önünde bulundurulursa, "İnsan sevdiği ile bareberdir" hadis-i şerifine göre, kişinin başkaları ile beraberliği olgunluğa erişebilme bakımından büyük değer taşır. Bu asırda, insanların her hareketine psikolojik faktörlerle yön verilmeye çalışıldığı görülmektedir. Rabıta-i şerif de müridin sevdiği Allah ehlinin halidir ki, asrımızdaki dünyevi menfaatler göz önüne alınırsa, o da müride hem dünyevi hem de uhrevi menfaatler verir.

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri de bu konuyla ilgili olarak 17 inci Lem'anın 13 üncü noktasında "Medar-ı iltibas olunmuş beş meseleyi verir" başlığı altındaki beşinci meselede: "Mürşidin ruhu ve kalbi bir aynadır. Cenab-ı Hak'dan gelen feyze ma' kes olur. Müritten aksedilmesine de vesile olur." demektedir. Buna göre nasıl elime bir ayna alıp karanlık bir odaya tutarsam, odayı aydınlatır, nasıl güneşin ışığını başka bir yere yansıtırsa mürşidin ruhu ve kalbi Allah'dan gelen feyz-i ilahiyi ayna gibi yansıtır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

  1. a)Mürid rabıta ile şeyhin batıl bir ilah edinir. (S.99-102)

     Rabıtanın tesirsiz oluşu

Şeyh Muhammed Ziyaüddin hazretleri Nurslu Abdullah'a yazmış olduğu 13 üncü mektupta şöyle diyor: "...Bununla beraber rabıtanın size tesirsiz oluşunun sebebi, şartlarının yerine getirilmemesindendir. O şartların bazısı şunlardır ki, ne olursa olsun mahbubtan başka hiçbir şeye kalben iltifat etmemektir. Mümkünse virdlerini ayrı ayrı vakitlerde yani sabah, kuşluk, öğle, ikindi namazından sonra, mümkün olmazsa yatmadan önce yapmanız, akşam Ve yatsı namazlarından sonra da rabıta niyetiyle gözünüzü kapamanız lazımdır. Sadatın böyle yaptığı düşünülerek sureten bir şey görmesek dahi adetlere uyma bakımından tefekkür etmeniz lazımdır."

Muhammed Raşid (k.s.) hazretlerinin: "Ben rabıtadan feyiz' alamıyorum demeyin, siz bilmezsiniz, rabıtaya oturduğunuz dakikada muhakkak surette menfaat görürsünüz." buyurduğunu duydum.

Şeyh Ahmed Hıznevi (k.s.) hazretlerinin Molla Zeynüdin'e yazdığı beşinci mektubunda rabıta hakkındaki hükmü şöyledir: "Hayali rabıta yapmayı daha önce sana emrettik. Hayali rabıta şöyledir: Mürid, sanki üstadı her zaman kendisiyle berabermiş gibi onu hatırından çıkarmayıp onu anmasıdır."

İmam-ı Rabbani hazretleri: "Hayali rabıta, pirin gölgesinin (rabıtasının) hayale getirilmesi, Hakk'ın zikrinden efdaldir." buyurdular. Bu şöyle tefsir edildi: Bu efdallik, menfaat vermesi bakımından olup faziletçe değildir. Allah'ın zikrinden daha üstün bir şey olmaz. Yani, bir kimse bir zikri yapsa, ondan hasıl olan sevap deftere; geçerken hasıl olan feyz-i ilahiye de kalbine girer. Ama ardından bir günah işleyen kimsenin, kalbine inen o feyz-i ilahiyeyi o günah siler süpürür. Kaybolan feyzidir, sevabı durur. Halbuki mürid rabıta yapmağa başlasa, kalbini münevver ve mücella etse, nefsin ağırlıklarından kurtulsa o kalb münevver ve mücella olduğundan, Allah'ctan inen feyz-i ilahiyeyi tutar; çektiği zikir, amel, itaat kaybolmaz, devamlı olur. Şu halde rabıta, tarlanın hazırlanışı gibi, kalbin nuraniyetiyle tamirine yarar. Kalb mamur olunca zikir de kaybolmaz, ulvi bir makam kazanır. Şeyh Fethullah şöyle buyurmuştur: "Nefsi, şeyhin hayalinin vasıtasından yani rabıtadan başka hiçbir şeyle öldürmeye gücün yoktur. Ancak nefsin zulmetini şeyhin rabıtası öldürür. Bu iş devamlı yapıla yapıla kalpte vesvese kalmaz. Kalp beslene beslene iyi bir mahsul alındığı gibi, rabıta yapa yapa huzur melekesi kazanılır."

Bazı evliya-i izam, rabıtanın nuru güneşin, zikrin nuru ise çıranın nuru gibi dediler. Bu, devamlılık cihetiyledir. Zikrin nuru az, rabıtanınki çok demek değil, rabıta hiç çıkmadan durur da gaflete girmezse, işte o nur feyizlere işarettir. Onun için Gavs-ı Azam Seyid Sıbgatullah Arvasi (k.s.) hazretleri, rabıtadan ayrılmayın, diyerek daima en ulusunun rabıta olduğunu söylerdi.

Şeyhülekber Şeyh Fethullah Verkanisi hazretleri Şeyh Muhammed Ziyaüddin hazretlerine öğle namazından sonra ikindiye kadar rabıta yapmasını emretmiş, sıcak bir yaz gününde, hiç kımıldamadan, gözünü açmadan rabıta yapmıştır. Şeyh Muhammed Ziyaüddin hazretleri de Şeyh Ahmed Hıznevi'ye aynısını emretmiş; sonra halini sormuş: "Elhamdülillah bu rabıtadan çok fazla feyiz buldum." cevabını almıştır. Hazret (k.s.)'de: "Rabıta insana Allah'ın nurunu, feyzini devamlı sel gibi akıtır." buyurmuştur.

Gavs-ı Hizani hazretleri şöyle buyurmuştur: "Zikretmeksizin, sırf rabıta sayesinde hedefe varmak mümkündür fakat bunun tersine rabıtasız yalnız zikirle Mevla'ya varılmaz." İmam-ı Rabbani'nin, rabıtanın menfaatçe üstünlüğünü bildirmesi, bu sözle teyid edilmiş oldu. Şu halde bütün kusurumuz rabıtanın devamlı olmayışındandır. Rabıtamız devamlı olsa, zikrimizi de yapsak nefsin azgınlığı gider ve günah kapısı kapanır.

Şazeli tarikatının piri şeyh Hasan Şazeli, "Bir insan zikir çekmez hale gelirse, bu kalbindeki fitneden ötürüdür. Bir insanın kalbine günah ve isyanın fitnesi girerse, Hayırlı amel olan zikrü rabıtayı bıraktırır." buyurmuştur.

Sıbgatullah Arvasi (k.s.) hazretleri, rabıta şeyhinin vird şeyhinden daha üstün olduğunu belirtmek üzere, "Vird şeyhinin müridi, virde devam ettiği halde tarikattan dönebilir ama rabıta şayhinin müridi ihlaslı oldukça tarikattan dönmez."buyurdu..

Şeyh Abdurrahman Tahi (k.s.) hazretleri de rabıta ile ilgili olarak şunları söyledi: Bir mürid, yedi gün boyunca kalbini rabıta üzerinde yoğunlaştırırsa ve kalbinde rabıtadan başka bir şey kalmazsa, o insan rabıtayı gerçekleştirmiş olur. Eğer bu mürid bir sene rabıtayı böyle devam ettirse bir daha tarikattan geri dönme olmayacağı gibi, ilahi bir istikamet ve Allah yolunda kökleşmiş bir tarikata salik olur. O mürid günah-ı kebair işlemedikçe bir cuma ile diğer cuma arasındaki küçük günahları; günah-ı kebair işlemedikçe bir Ramazan ile diğer Ramazan arasındaki küçük günahları, günah-ı kebair işlemedikçe iki hac arasındaki küçük günahları yıkanır.

Şah-ı Nakşıbend (k.s.) hazretlerinin halifesi Muhammed Parisa (k.s.) hazretleri buyuruyor: "Allah ile kul arasında perde, dış suretlerin gönülde nakış yer etmesiyledir. Bu nakışlar, perişan sohbetler, türlü renkler, şekiller yüzünden ziyadeleşir. Ne kadar mihnet ve meşakkat karşılığında olursa olsun, bu nakışlan silmeye çalışmalıdır. Talibe bunları nefyetmek vaciptir. (Buradaki vacip, muhakkak gereklidir demektir.) Gerektir ki hayali azdıran şeylerden uzaklaşıp saf gönülle Allah'a yönelesin. Allah'ın adeti o hikmet üzerinedir ki, mihnet ve meşakkat olmadan, hissi lezzet-ve şehvetleri yenmeden bu mana ele geçmez. Mü'minin istediği rahat ahirettedir."

Seyid Sıbgatullah Arvasi (k.s.) hazretleri de: "Zikir kalbi arındırır, rabıta kalbe yükselme verir. Kamil velilerin sohbetleri kırmızı yakut gibidir. Bir ülkeyi gezsen böyle bir yakuta rastlamazsın." buyurmuştur. Biz de bu sözlere "Menakibi evliya illah nüzüli rahmetillah" yani "Allah'ın evliyalarını anlatmak semadan rahmet yağdırır." hadis-i şerifini ekliyoruz. Gavs hazretlerinin şu sözleriyle sohbetimizi bağlıyoruz: "Mürşidin tekkesine gelen, bir defa gelse bile, aldığı manevi yük, zayi etmediği takdirde ona ömrü boyunca yeter." Ama bu yükü kimileri mürşidin tekkesinde unutuyor, kimileri yolda bırakıyor, kimileri evinin kapısından sokmadan kaybediyor, kimileri de evinin kapı ve penceresini açık bırakıp haramiye çaldırıyor!

 

 

 

b)Müslüman şehadetini bozan tasavvuf masalları (S.114-120)

Târikat-ı Nakşiyede rabıtanın sağladığı menfaat çok fazladîh Rabıta ile mürid, kalbine giren vesveseleri çıkartır, kalb huzurunu bulur. Şeyhin rabıtası ilahi nuraniyet kazandırır. Böylece zikrin faziletinin bereketi kalbe daha tesirli olur. Tarlayı sürdük, çapaladık, tohunu attık. Hazır tarlaya yağan rahmet nasıl menfaat verirse, evliya-i izamın feyz-i Rabbanisi de müridin kalbine yağmur gibi gelir.

Allah'ın feyzi yalnız evliyaya değil bütün Varlıklara yağar. Kainattaki herşey Allah'ın feyzi ve inayeti ile ayaktadır.

Şeyh Muhammed Raşid hazretlerinin sağlığında, kardeşi ve halifesi Abdülbaki hazretlerine soruluyor: "Ya seyidim, bir insanın rabıta zamanında dünya işi olsa, bu rabıtayı sonra kaza mı edecek, ne yapacak?" Şöyle cevap verdi: "Bizi birisi çağırırsa, 25 estağfirullah çekip gözümüzü açarız. Giderken gözler açık olduğu halde rabıta devam eder. Mecbur olmadıkça konuşmayız, elimiz işte olsa da gönlümüz rabıtada olur.

Başka bir sual: "Seyidim, kitaplarda çeşitli rabıtalar tarifedilmiş. Siz nasıl yapıyorsunuz?"

"Rabıta akşam namazından sonra yapılır. 15 dakikadan az olmaz, birbuçk saate kadar uzayabilir. Rabıta yapacak olan yüzünü kıbleye döner. Otururken sağ ayağını sol ayağının altından çıkarır. Gözlerini yumar. 25 estağfirullah çeker. Kendi sesini duyacak kadar söyler. Estağfirullah'lar ile, günün ağırlıkları ve dünya didişmelerinden kirlenen kalbini silmeye başlar. Daha sonra Sultanımızı azim, nurani ve latif bir makamda düşünür. Mesela bir kürsüde. Durduğu yerin başından arş-ı alaya uzanan nurani bir sütun tasavvur eder. Allah'ın rahmet-i ilahiyesi sutltanımızın başına nurani bir sütun ile iner ve birleşir. Mürid, o nurani sütundan nurani bir ziyanın kılıç gibi kendi kalbine aktığını düşünür. Kalpteki günahların, mermere damlayan asit gibi kalpte yara açtığını düşünerek, bu nurun o yaralara melhem olup kalbi cilalandırdığına inanır. Cilalaya cilalaya bir hafta kadar rabıtanın içinde kaybolurs; rabıtası yoğunluk kazanır ve o insan istikamet sahibi olur. Huzur-ilahiye yönelerek amel-i salih sahibi olur. Tarikattan çrkmak istese de artık çıkamaz.

"Şeyh Abdurrahman Tahi (k.s.) hazretleri hastalığı zamanında yanındaki nurani zatlara şöyle dedi: Beni ziyarete gelenlere tenbih edin, edeple otursunlar. Çünkü velilerin ruhları ziyaret maksadıyla devamlı odamda bulundukları için, gelenlerin edep noksanlıkları dolayısıyla, velilerin rahatsız olmalarından korkarım.Yine aynı zat son hastakğında şunları anlattı: Bir gün bile oyuna katılmazdım. Çünkü annem, başka çocuklara günah olmasa da benim için günah olacağını söylerdi. "O çocuklar cahildir, onlara azap yok, oysa sen alim gibi sayılırsın. Bu yüzden senin için azap da, günah da var." derdi. Böylece günahtan kaçmaya başladım. Tıpkı Yahya (a.s.) gibi. Oyun oynayan çocuklar Yahya (a.s.)'a niçin oynamadığını sorduklarında: "Ben dünyaya oyun oynamaya gönderilmedim" cevabını verdi.

"12 yaşıma kadar böylece korku ile yetiştim. Bu yaşta bir gaflet eseri mecazi aşka kalkıştım ama çabuk kurtuldum. 13 yaşımda Molla Ziyaüdctin Arvasi'ye başvurdum. Bu zat muhabbetin mecazına yer olmadığını, hakikatına gitmemizin vazife olduğunu ferman ederdi.

Daha sonra Hacı Emin Şirvan i hazretlerine baş vurarak onun tariki ile Rufai tarikatına girdim. Zikirlere ve nafile ibadelere başladım. Cezbe ve muhabbetle ileri gittim. Daha sonra Şeyh Hamza Telvi hazretlerine vararak ona biat ettim Bir süre onun müridi olarak kaldım. Bu arada cezbe ve muhabbet halim daha kuvvetlendi.

Bir süre sonra saf, temiz, gerçeğe yaklaşmış kamil bir şeyh olarak tanıdığım Kadiri şeyhlerinden Seyit Nureddin Birgivi hazretlerine intisab ettim. Yeni şeyhim beni tasarrufu altına aldı. Oruç tutmamı, az yememi, sık sık mezarlıklara gitmemi emretti ve riyazetler verdi. Öyle olurdu ki, geceleyin kalkar, Tahi köyünün mezarlığına varır, üstü açık bir kabirin içine girer sabah namazına kadar zikir çekerdim. Bir defasında şeyhim bana, bir gece ve bir günde yüz yetmiş bin Lailahe illallah çekmemi emretti ve dedi ki: "Lailahe illallah cümlesini ateş taşı kabul et, kalbini de bir demir say. Kalbini bu zikir ile, muhabbet ve cezbe ile döv. Buna, demirden kıvılcımlar çıktığı gibi kalbinden nurani kıvılcımlar çıkana kadar devam et." Ben bu zikri çeke çeke kalbimden kıvılcımlar çıkmaya başladı. O zikrin ateş taşı tüm kalbimi aydınlatıyordu. Arkasından cezbeye dayanan bir huzura varıyordum. Öyle ki, bu kemalden daha üstün bir kemal olmayacağını zannettim. O sıralarda Kadiri halifesi de oldum.

Bitlis deresinin öbür tarafı olan Hizan vadisinde Gavs-ı Hizani hazretleri yaşıyordu. Oraya yakın Külad'da yaşayan ve Gavs hazretlerinin müridlerinden olan Süleyman Evbasi isimli sofi bana. uğradığında ona alaylı bir şekilde: "Külad'daki sofiler nasıldır, ne yapıyorlar?" diye sordum. Sofi Süleyman: "Vallahi Bitlis deresini geçsen böyle demezdin." dedi. Ona, Gavs-ı Hizani'nin müridleri nasıl diye sormam gerekirdi. Sofinin bu sözü kalbimi etkiledi. O sırada halife idim ve birkaç da müridim vardı. Bu sözümün cezasını başımı ve sakalımı tıraş ederek çekmek istedim. Niyetimi söylediğim bir müridim bana: "Kadiri şeyhi sakal kazıtır mı?" dedi.

Allah, Gavs-ı Hizani hazretlerinin nuraniyetini-kalbime tecelli ettirdi. Müridlerime, gidip bu şeyhe bağlanacağımı söyledim. Bana: "Sen hâlifesin, müridlerin de var. Külad'a gidip cahil sofilere mi karışacaksın?" dediler.

Mü'minler hiçbir zaman kendi şeyhlerinin ululuğunu göstermek için başka bir şeyhi ve müridlerini kötüleyip küçümsernemelidirler. Onlar da Resulullah (s.a.v.)' ın ordusundandır. Onlar da ümmet-i Muhammed'in hidayet bekçileridir.

Ben, sofilere: "Böyle konuşmayın, bu davadan vaz geçmem" dedim. O gece endişe içinde uyuyamadım. Seher vakti sofi Süleyman Evbasi' nin evine vararak, şeyhi Gavs-ı Hizani hazretlerine götürmesini istedim. Sofi memnun oldu, birlikte yola çıktık. Bitlis deresini geçer geçmez acaip bir hisse kapıldım; Külad' a varınca cennet bahçelerinden bir bahçeye ulaştığımı sandım. Beşinci şeyhim Gavs-ı Hizani hazretleri oldu. Kadirinin halifesi iken Nakşinin sofisi oldum.

Başkalarının bir yılda sağlamayadığı tasarrufu Cenab-ı Gavs Sıbgatullah (k.s.) hazretleri bende bir günde sağladı. O sırada dillerin Sıbgatullah edemeyeceği, kulakların danayamayacağı acaip haller gördüm,

duydum. Daha önce elde ettiğim hallerin gafletten ve boşuna ömür harcamaktan başka bir şey olmadığını anladım.

Gavsül azam hazretlerine intisab ettiğim ilk günlerde ağır bir hastalığa tutuldum. Hastalığım o kadar ağır seyrediyordu ki aklımı kaçıracağımdan korkuyordum. Bir gece İmam-ı Şafı hazretlerini ayakucumda, şeyhim Gavsülazam hazretlerini başucumda gördüm. İmam-ı Şafi hazretleri Gavsülazam hazretlerinden bana şefaatçi olmasını, hayatta kalmam hususunda himmetini kullanmasını istedi. Cenab-ı Gavs: "Ben ulu Allah'ın muradına karşı koyamam." diye buyurdu. İmam-ı Şafi hazretleri bırakmadı. "O kitap yazıyor, henüz bitirmedi. Himmetini kullan şu zat ölmesin." Ölüm meleği geldi. İmam-ı Şafi hazretleri: "Azrail (a.s.) onun yerine babasının ruhunu alsın." dedi. Gavsül azam hazretleri: "Olmaz, adamın hanımını ve kızını acıya düşürmeye hakkımız yok." deyince İmam-ı Şafi hazretleri: "Öyle ise Azrail (a.s.) onun yerine kızının ruhunu alsın, babası razı olur fakat annesi kızından ayrılmaya razı olmaz." derken her iki imam benim yerime Azrail'in kızımın ruhunu almasında görüş birliğine vardılar. Bu sırada ben gözümü açtım. Hanımın, "kızım öldü" diye ağlıyordu. Hanıma işin iç yüzünü  anlatınca, bu defa da sevindi.

Allah katında evliyanın ne kadar makbul olduğu görülüyor. Evliya-i izam ve şeyhlerimiz bu yüce makamlara tasavvuf ve tarikatın kemalatı ile ayak bastılar.

"Musa (a.s.) buyurdu: "İmana gelecek musibet                cesede gelir.

Cesede gelecek musibet mala gelir."

Hz. Musa zamanında, ümmetinden biri: "Ya Musa, bana hayvan dilini öğret." dedi. Musa (a.s.): "Bunu bilsen ne çıkar, gel bundan vazgeç, Allah'a itaatkar ol." karşılığını verdi. Adam çok ısrar edince ona, evine gitmesini ve birkaç hayvanın konuşmasına şahid olabileceğini söyledi.

Adam evine gitti, yemek yediler. Sofranın örtüsünü çocuklardan biri pencereden bahçeye silkeledi. Evin köpeği ile horozu koşuştular. Lokmayı horoz kaptı. Köpek ona, haksızlık ettiğini, sabahleyin de yem yediğini, dökülenlerin kendi hakkı olduğunu söyleyince horoz, üzülmemesini, o gün sahibinin katırının ayağı kırılacağını, böylece öldürmek zorunda kalacaklarını ve köpeğin de bol bol hissesine yiyecek düşeceğini anlattı. Ev sahibi bunları anlayınca çok sevindi. Katırı hemen sattı.

Ertesi gün yine sofra artığını silkelediler. Yine yiyecekleri horoz kaptı. Köpek kızdı. Horoz: "Bugün ev sahibinin öküzünün ayağı kırılacak, o da öküzü kesecek, merak etme sana da pay düşer." dedi. Bunu duyan adam öküzü de sattı.

Üçüncü gün yemekten sonra yine örtü silkelendi. Yine horoz kaptı. Köpek, yalan söylediği için horoza kızdı. Bunun üzerine horoz: "Biz asla yalan söylemeyiz. Allah bize arş-ı alada öten meleğin sesini duyurur. Efendi katırı da, öküzü de sattı. Ama bugün efendi ölecek. Cenaze için çift öküz kesecekler, bol bol yersin." dedi. Efendiyi tasa aldı. Kendini kime satsın! Katırın da öküzün de satıldıkları yerde ayaklan kırıldı. Ziyan, sattığı adamaların üzerine kaldı.

Adam Musa (a.s.)'a koştu. Durumu anlattı. Hz. Musa ona : "İmanın da gidecek. Allah'ın sırrına agah oldun. Allah sana sır olarak hayvanların dilinden kader muktezası, suçlarına karşı ceza olarak hayvan cezası verdi. Mala gelenler her bir cezanın karşılığıdır, sebebi vardır. Allah senin imanına zarar vermeden cesedine verir. Allah'ın adeti l budur. Cesede zarar vermeden malına verir. Cesedine zarar verecekti, imalına verdi. Sen onları sattın. Zarar o adamlara gitti, bile bile zalim oldun. Şimdi imanın gidecek, kafir öleceksin." Adam çok pişman oldu. "Ya Nebiyallah! tövbe olsun, benim hayvan dili bilmek neyime idi. Beni Allah için bağışla" diye yalvardı. Hz. Musa elini açtı, Rabbim Teala bağışladı. "İmanına dokunmam ama cesedini alırım." dedi. Musa (a.s) adama bu durunu söyledi. Adam, evine gitti ve öldü.

Mala gelen cana geleceğin kefaretidir. Ya maldan ya candan çıksın. Yeter ki iman gitmesin.

Mevlana Celaleddin Rumi hazretlerinin huzuruna mavi gözlü sarışın bir genç girdi. Selam verdi, konuştular. Ayrıldı, gitti. Cemaat baktı ki bu tanınan bir sofi değil. Delikanlının kim olduğunu sordular. "Sıtma hastalığı idi." cevabını verdi. "Seni üç gün sıtmaya yakalayacağım, rızan var mı?" diye sorduğunu ve kendisinin de: "Mevladan gelen sefa da hoş, cefa da! Buyur efendim." dediğini anlattı, Sofiler cezbeye yakalandılar ve: "Dua et, aynı hastalık bizi de üçer gün sarsın." dediler. Allah'a dua etti. hepsini üçer gün sıtma tuttu.

Allah'ın nurani ameldeki her bir ahvali ahirette maddi sıfatlara

dönüşecek. Yoksa sıtma hastalığı sarışın,mavi gözlü bir adam değildir. Rabbim ona öyle tecelli ettirdi.

Muhteremler, Hakk'ın emri hoştur. Çekilen cefa boş değildir. İnsanın şükretmesi lazımdır. Said Nursi hazretlerinin "Hastalar Risalesi"ni okuyan hasta olmayı adeta niyaz edecektir. Hastalık aynıyla nimet, aynıyla şifadır. Sonbahar yapraklan nasıl dökülürse, bir musibet, bir dert, bir hastalık da günahları döker. Arifin biri: "Bela, Allah'a yakınlık alametidir." buyuruyor.

Hz. İbrahim (a.s.) nasıl Halilullah oldu? Allah (c.c.) Halilini bütün melaikeye göstermek için, onu niçin sevdiğini bildirmek için cilve-i Rabbaniye olarak sığırın çiğ derisi içine koydurttu. Hz. İbrahim'i onun içinde diktiler, gülle gibi atmağa kalktılar. Yeryüzündeki ve gökyüzündeki melekler hayrette kaldı. Allah'ın meleklerinin yardımını dahi talep etmedi. Melekler yardım teklif ettiler. Hz. İbrahim: "Rabbim benim halimi bilir. Ben Cibril (a.s.)'dan dahi yardım istemeye haya ederim." dedi. Ondan sonra İbrahim (a.s.) Halilullah ismini aldı. Yusuf (a.s.) kırk sene zindanda, Yunus (a.s.) balığın karında kaldı. Eyüp (a.s)’ın dertler vücudunu sardı. Musa (a.s)’ın Firavun’dan ve Beni İsrail’den çekmediği kalmadı. Günahlarımız alemleri dolduracak kadar, bırakalım da dünyada temizlesin . Allah (c.c.) inayetiyle bağışlasın , günahlarımızı dünyada temizletsin , ahirete bırakmasın . Amin.

 

 

 

  1. Nakşi tarikatına bağlı mutasavıfların batıl rabıta izahları (S.129-133)

 

    Tekrar rabıtaya dönüyoruz. 6 ve 7 inci sohbetlerimizde rabıtanın şeriatta helal olduğunu ayetlerle izah etmiştik. Rabıta vasıtadır. Rabıta, şeyhin suretini, siretini, ahlakını kalpte zabtu rabt edip hatırdan çıkarmamaktır, demiştik.

Bütün evliya-i izam rabıtadan geçmiş olup milyonlarca müridlerinin rabıta yaptığını ve bu rabıtalarla kemal sıfatlar kazanarak ahirete intikal ettiklerini görüyoruz. Bu da rabıta ile insanın Allah'a yaklaşabileceğini gösterir. Rabıta tasavvuf yolunun en önemli bir hükmü olup, insanın murada ermesine ve nefsini terbiye etmesine vesiledir. Bunun için Gavs-ı Hizani hazretleri: "Nefsin ıslahı ancak şeyhin gölgesi iledir." buyurmuştur. Abdurrahman Tahi hazretlerinin bildirdiğine göre şeyhin gölgesi, şeyhin elini tutmak olup bundan maksad Allah'a varmak, nefsin ve şeytanın tuzaklarından kurtulup evliya-i izamın terbiyesine yani gölgesine sığınmaktır. Demek ki rabıta şeyhin feyzinin akmasıdır ve kalbin boş meşguliyetlerden kesilerek

evliya-i izamın nuruyla nurlanmasıdır.

-Gâvsül azam"Arvasi hazretleri bir sohbetinde şöyle buyurdu

"Nakşibendi şeyhleri ve onların öğrettiği kimselerin okuyup bağışladığı tehlil ile ölülerden kabir azabı kalkar." Rabıta yapa yapa kamil insanlar o mertebeye gelir ki, bir cenaze vukua geldiğinde yetmiş bin kelime-i tehlili okursa iman sahibi kabir ehlinden muhakkak kabir azabı kalkar.

Abdurrahman Tahi (k.s.) hazretleri şöyle buyurmuştur: "Benim rabıtayla aramdaki bağlantı sağlamlaşıp, rabıtamda şeyhde fani olur hale gelince, tuvaletteyken bile rabıta benden ayrılmıyordu. Bundan büyük utanç duyuyordum. Ama her bir meseleyi mürşide sormak vazife-i kudsiye olduğundan, bu durumu da pirim Arvasi hazretlerine sordum. Buyurdular ki: "Bu ruhani bir haldir. Ondan utanç duyma. Ayrıca Hz. Ebu Bekir (r.a.), Muhaınıned (s.a.v.) Efendimize aynı durumdan yakındı. Peygamber Efendimiz de bunun ruhani bir durum olduğunu ve utanmamasını söyledi. Şu halde rabıta en sonunda, beşerin bize göre çirkin sayılan hallerinden bile, kendinden ayrılmaz hale gelir.

Rabıta ilerledikçe mürid mürşidleri rabıtada görür ve konuşur. Gerek Şah-ı Hazne'nin mektubatında gerekse Sadat-ı Nakşıbendinin Mübarek Sözleri'nde bu mesele ayniyle vardır.

Abdurrahman              Tahi hazretleri, şeyhinin kendisine baş üzerinde rabıta kurmasını emrettiğini söyledi. Bu çeşit rabıtanın faydası şeytanı kolayca kovmaktır. Başka bir sefer de Gavs-ı Hizani hazretleri şöyle buyurmuştur: "Siz rabıtada şeyhinizi başınızın üzerinde bağdaş kurup oturuyor gibi farz edin. Böyle devam ederseniz mürşidiyle rabıtada konuşma hali daha çabuk meydana gelir. Çünkü bu durum müridin mürşidine karşı olan edebinin fazlalığına işarettir.

Gavsımızın bildirdiğine göre, rabıta esnasında veya rüyada mürşid kendisine şekil olarak belirir ve kelam olarak konuşmaya başlarsa, işitilen sözler şeriat ölçüsüne vurulur. Şeriata uyuyorsa mürşide danışılır. Mürşid emir vermedikçe, onun manevi olarak rüyada veya rabıtada verdiği emri icra edilmez. Molla Kasım'a yazılan 77 inci mektupta Şeyh Mııhammed Ziyaüddin hazretleri bu mesele hakkında: '"Şeyhe teslim olmak lazımdır. Yani mürid, mürşidinin huzurunda, ölü yıkayıcının yanında cenaze nasıl kıpırdamıyorsa, öylece nefsini teslim edip kendisini bir cenaze gibi bilmelidir. Müridde bu halin ziyadeleşmesine yardımcı olan şey, daima onlardan bahsetmek ve hayalinde tutarak sıkı rabıta yapmaktır. Şeyhe muhabbet, şeyhe teslimiyetin meydana gelebilmesi bunlarla mümkündür." diyor.

"Mürid : "Gözlerimi kapattım, üstadımın şeklini gördüm." derken rabıtada gördüğü üstadın şekli, zahiri suretine benzer ama o, üstadın zahiri sureti olmayıp belki manevi suretidir. Manadan ibarettir.

"Mürid mürşidini başında tahayyül edebileceği gibi kalbinin yanındaki boşlukta da tahayyül edebilir. Böyle tahayyül etmesi mürşidin az'alarından, mesela gözünden gözüne, kulağından kulağına feyz-i ilahiyenin akmasına sebep olur. Eğer rabıta esnasında gaflet beliriyor ve bu gaflet devam ediyorsa, bundan kurtulmak için abdest tazelenir. Bazan da gusül alınır ve yeniden rabıta kurulur.

Mürid rabıta yaparken  mürşidinin şeklini canlandıramıyor veya feyiz alamadığı gibi bir düşünceye kapılıyorsa, rabıta terk edilmez. Rabıtadan maksad, şeyhiyle nurani irtibatının olduğuna kani olmaktır. Bu kaanat ile oturan bir mürid muhakkak şeyhinden feyiz alır.

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri 17 inci Lem'anın 13 üncü notasında (Altıncı Sohbette geçti) medar-ı iltibas olunmuş beş meselenin beşincisinde, kamil bir mürşidin ruhu ve kalbinin, Allah'ın feyzini müridin kalbine aksettirmekte bir ayna olduğunu bildirmektedir. Birinci meselede ise: "Turuk-ı hakda seyr-i sülük eden kimse, kendi ubudiyetine bakmak lazım gelirken, Hakk'ın işine karışmamalı." demektedir. Yani mürid yalnızca emr-i ilahiyeye uymakla mükellef olduğunu bilmeli, ne zaman veli, ne zaman kamil, ne zaman keşif sahibi olurum gibi düşüncelere kapılmamalıdır. Kul, emrolunanı yapar. Emreden ne icabederse ikram ya da makam, ona verir. Beklenmez, istenmez, verilir. İtilası bozan bir meseleye girmemek lazımdır. İhlası kazanmanın yolu, dünyanın darü'l hizmet, ahiretin darü'l mükafat olduğunu bilmekledir. Kulun Rabbinden razı olduğunun alameti, Allah kulunu ne halde bulunduruyorsa ona rıza göstermesidir. Ona razı isen abd. razı değilsen asi olursun. Bu rızanın yolu kalbin huzurudur. Kalbin huzurunun yolu. kalbin tasfiyesidir. Onun tasfiyesi, nefsin tezkiyesi olup ondan murad istikamettir. Hakkın rızası istikamettir. Onun için İmam-ı Rabbani (k.s.) hazretleri buyurmuşlar:

Def tarikat Nakşibendi terk'-i amed terk- i ciz

Terk-i dünya terk-i ukba terk-i hesti terk-i terk

Nakşibendi tarikatına göre dört şeyi terketmeden vuslat meydana gelmez. Terk-i dünya. Allah'a ibadet hususunda kulun ilk yapacağı şeydir. Fudayl bin İyad hazretleri dünya için tımarhane, hastahane demişti. Terk-i ukba olmaz, insan ya cehennemdedir, ya cennette. Ancak cennet ibadetlere karşılık olarak islenmez. Nice er kişiler cennet değil de cemal isterler. Terk-i hesti, kendini terketınektir. Yani kendisi ve yaptıkları ile övünmeyi terketınektir. Zira ne yaparsak Allah katında bilinir, hiçbiri kaybolmaz. Terk-i terk, bütün hepsini terketmek, terkettiklerini de anmamaktır. Bu işin sonu yani sofiliğin sonu istikamettir.

Huzura kavuşmanın ikinci kapısı istikamet makamıdır. Sünnete muhalif olan bid'atı, haramları, ibadetleri bozacak fenalıkları terketmek, ibadet ve taatı yerli yerinde yapmak istikamettir. İbadeti bozacak fenalık ihlassızlık ve riyadır. Övünmek de ibadeti bozar. Namaz kılmak şeriat, tacdil-i erkan ile, vaktinde kılmak istikamettir. Oruç tutmak şeriat, orucu bozan şeylerden kurtulmak istikamettir. Şu halde istikamet, emredilen şeriat amelinin en mükemmel şekilde yerine getirilmesidir. İstikamet, kamil insanın itikad, ibadet ve ahlakında meydana gelir. İtikadda ehl-i sünnet ve'l cemaat itikadına uyarak, ibadette hakkıyla yaparak, ahlakta kamil bir insan olarak teşekkül eder.

Gavsü'l azam Hasan Şazeli (k.s.) hazretlerine göre, tevazu ile hüsn-i muaşerette bulunmak, mahlukatta ayıp görmekten sakınmak, mükevvenatın halikına daimi bir edep ile bulunmak, Allah Resulünün sünnetlerine sarılmak istikamettir.

Şeyh Ahmed Gümüşhanevi (k.s.) hazretlerine göre istikamet, Allah'la kul arasında olan ahidleri yerine getirmek, ifrat ve tefritten sakınmak, mubahlarla herşeyi ortalama ayarlamaktır. Allah'ın emirlerine nefsi teslim etmek, yani Allah senin hakkında neyi murad etmişse ondan razı olmaktır.

İstikamet için önce tövbe lazımdır. Tövbe etmekdikçe zulmetten kurtulunmaz. Tövbe etmek için kamil bir mürşidin elini tutmak, Allah'ın feyz ve inayetinin onun eliyle geldiğini bilmek gerekir.

 

  1. Önce günahkar bir Müslüman iken sonunda müşrik oldu. (S.133-137)

     Şimdi tövbe ederek bu yola girmiş iki kardeşimizle yaptığımız söyleyişiyi veriyoruz.

İlk kardeşimiz Konyalı olup adı Cengiz idi. Bugün ismini Adem olarak değiştirdi. Almanya'da 19 senesini dolduran Adem kardeş Hamburg'da oturuyor ve gemi tersanesinde boyacılık yapıyor.

-Adem kardeş, sen bu kapıya gelmeden önce nasıldın? Kendini bize tanıtır mısın?

-Eskiden elektronik makinalarla kumar oynama müptelası idim.

-Kaç sene oynadın?

-16 sene oynadım.

-Bir günde en çok ve toplam 16 yıl boyunca ne kadar kaybettin?

-Bir günde 1000-1500 mark verdiğim oldu. 16 sene boyunca da 250 bin mark belki de daha fazla kaybettim. Makinanın başına gitmeden evvel cebime iki mark otobüs parası ayırır, aileme de nereye gideceğimi söylemeden evden çıkardım. Bütün paramı makinalara kaptırınca son umutla kalan iki markı da oynardım. Tabii onu da kaybederdim. Bu defa da 10 kilometrelik evimin yolunu yayan yürümek zorunda kalırdım.

-Sana Allah hiç pişmanlık vermedi mi?

-Cebimde param varken pişmanlık duymaz, param bitince pişman olurdum.

-Kaç kişiye bakıyordun?

-4 çocuğum var. Bir hanımım, bir de ben 6 nüfus

-Bu yoldan nasıl oldu da Hakk'ın yoluna döndün?

-Arada camiye gider namaz kılardım. Cumalarımı da hiç bırakmazdım. Ama para buldum mu bu kötü alışkanlığımdan vaz geçemezdim. Bazan pişmanlık içerisinde: "Ya Rabbi, bana elimden tutacak birini gönder de bu hayattan beni kurtarsın." diye dua ederdim. Çevremdeki sakallı kardeşlerime bana yardımcı olmadıkları için içimden kızar fakat yanlarına gitmeye utanırdım.

-Haklısın, burası çok önemli. Ruz-ı cezada böyle insanlar bize, doğru yolu bildiğiniz ve birçok nurani kitaplar okuyarak hakikatleri öğrendiğiniz halde niçin bizleri ikaz etmediniz, bize duyurmadınız diye kızacaklar. Onun için, bu yolda kim mürşidinden nurani bir hal gördüyse, önce aile efradına, sonra komşularına ve akrabalarına ve herkese duyurmağa mecburdur. Sonra?

-Bir gün kumardan eve dönerken ağladım, Allah'a yalvardım. O gece rüyama yeşil sarıklı bir zat-ı muhterem girdi. Tövbe etmeden 3-4 ay kadar önceydi. Daha sonra Türkiye'ye gittik. Hanımım benim halimden çok şikayetçi idi. Kendisine bir vekil ağabeyimizin hanımı: "Sen tövbe edip ders al, beyin de bu yola girer." demiş. Hanımım da öyle yapmış. Önceleri kumara gitmeme çok kızdığı halde artık kızmaz olmuştu. Buna bir mana veremiyordum. Bir defasında 2-3 gün eve gelmedim. 1500 mark kaybetmiştim. Döndüğümde hanım gene sesini çıkartmadı. Bana, akşam sakallıların geleceğini söyledi. Hem yorgun, hem uykusuz hem.de moralim bozuktu. "Kovala gitsinler" dedim. Akşam Başçavuş Mustafa Ağabey geldi ve beni alıp başka bir yere götürdü. Oraya girince kendimi cennette sandım. Sohbet başladı. "Burası herhalde Allah kapısı" dedim. Herkes tövbe ediyordu. Sıra bana gelince: "Camide de tövbe edersin, kendi başına da edersin. Böyle tövbe mi olur?" diye kendimi kandırmaya başladım. Derken tövbeyi yaptım. İçimi bir sevinç doldurdu. Eve gelip durumu anlatınca, hanımım çok sevindi ve elimi öptü.

-Aradan epey zaman geçti. Kumar makinalarına hiç gittin mi?

-Gittim. Dönüşlerine baktım. Aptallığıma şaştım kaldım.

-Tasavvuf yoluna girince, nefsin gene git oyna demedi mi?

-Demez mi! Ama ben "Himmet Sultanım" diyordum. Çok şükür nefsimin sözünü dinlemedim.

-Hacca gittin mi?

-Evet gittim.

-O kadar çile çeken hanımını da götürdün mü? Onunla helalleştin mi?

-Evet götürdüm. Kendisi ile helalleştim. Artık parayı ona veriyorum.

-O yolda sana göre noksanın kumardı. Bunu Allah'ın izni ile terkettin. Şimdi sana noksan bir halin görünüyor mu? Dünyaya ve ahirete bakışın nasıl oldu?

-Eskiden kusurum bir tane derdim. Şimdi bin tane olduğunu görüyorum. Rabbim bana kamil bir şeyh verdi. Şimdi gayretimin, taatımın, ibadetlerimin noksan olduğunu anlıyorum. Dini bilgim noksan, sünnet-i seniyeleri hakkıyla uygulayamıyorum, Bu arada

 

mevcut aklımı yalnızca dünya için kullanmış olduğumu, ahirete ve! ölüme hiçbir hazırlık yapmadığımı anlıyorum. Bütün bu noksanlarımı telafi için de bana gayret düşüyor.

-Kardeşlerine ne tavsiyede bulunursun?

-Bu kapı Allah ve Resulünün kapısıdır. Allah'a tövbe eden mutlaka murada erişir. Bir noktayı daha belirtmek istiyorum. Konyada yaşayan babam yüzde yüz alkolikti. Allah'a babamı ıslah etmesi için yalvardım. Babamı da alıp Sultanımıza gittim. Bir Ramazan günü Adıyaman'a vardık. Sultanımızın Menzil'deki evinin önüne gelince, orasının rüyamda aylar önce yeşil sarıklı zat-ı muhteremi gördüğüm yer olduğunu anladım. Yeşil sarıklı zat da Sultanımızdı. Annem Sultanımıza ağlayarak anlatmış, halimiz çok perişan demiş. Sultanımız "İnşallah tövbe eder." buyurmuş. Babam o akşam yaptığı tövbe ile bir daha ağzına içki koymadı. Hacca da gitti, annemi de götürdü. Konya' da arkadaşları: "Mehmet Ağa, ilaç mı yuttun, ne yaptın? Bize de ver. biz de bırakalım" diyorlarmış. Babam da: "Adıyaman'a gittim. Sultanınım yanına giden kurtulur." diyormuş. Kardeşlerim, bu kapıya gelen herkesi Allah ihya ediyor. İnsan nefsi önce zorlanıyor; ibadet noksanı ve bilgisiz olduğundan utanıyor. Ancak, ne kadar noksanlı olursan ol, sıdk ile Allah'a tövbe edip kendindeki kötü ahlakları bu kapıda temizlersin, Allah'ın inayeti, Sultanımızın himmetiyle, Allah'a şükür artık paralarım cebimde, çoluk çocuğumla gönlüm huzur dolu.

İkinci kardeşimiz Bekir Ankaralı 13 senedir Hamburg'da oturuyor. Almanya'ya kulağından ameliyat olmak için 12 yaşında iken gelmiş. Almanya'da çalışan babası, okusun diye onu Türkiye'ye göndermemiş. Sene 1978. Gerisini kendisi anlatıyor:

-Annem Almanya'ya daha sonra geldi. Aile içinde geçimsizlik" vardı. Ben, bu arada hırsızlık yapan kötü arkadaşlar edinmeye başladım. Çoğunun ailesinde geçimsizlik vardı, evlerine pek gitmezlerdi. İhtiyaçlarını hırsızlıkla karşılarlardı. 16 yaşımda ben de evimi terkettim. Ara sıra uğrardım. Git gide eroine de alıştım. Hem içiyor, hem satıyordum. Param çok, nefsim azgındı. Bir Alman dostum vardı. Dört sene beraber yaşadık. Eroin işi yüzünden ayrıldık. Bu arada polise de düştük. Ceza yemedi m ama başıma gelmedik kalmadı.

Bir gece Alman kızı şeytan şeklinde rüyama girdi. Beni uçurumun kenarına götürdü, tam aşağı atıyordu. Korku ile bağırıp yardım istedim. O esnada beyaz sarıklı iki muhterem zat geldi. Onları görünce şeytan, sinek gibi uçtu gitti.

Annem namazını kılan dindar bir kadındı. Ama tarikat bilmezdi. Bana da hep namaz kılmamı söylerdi. Bense namazdan ve dindarlardan kaçardım. Rüyamın ertesi günü namaza başladım. Kendi basıma oturduğum evden de ayrıldım. Bu evde eroin işleri yapıyordum. 1984'den 1988'e kadar bu işte bir milyon mark kadar harcadım. Gençlik gecelerimde her gece 1500-2000 mark harcardım. Kumar oynar, içki içer, hırsızlık yapardım. Yapmadığım tek iş adam öldürmekti.

1988'de babam beni tekkeye götürdü. Birkaç defa tövbe aldım ama tam ıslah olamıyordum. Çünkü henüz tadını alamamıştım. İçimden bazı dervişlere kızdığım da oluyordu. Gide gide bu yolun hakikatini anladım, imanın tadını tattım.

-İyi kötü, hayır şer herşeyi görmüşsün. Emsalin gençlere ne tavsiyede bulunursun.

-Bu yolda Allah bizi kabul etmeseydi, Hristiyanlık bile kabul etmezdi. O kadar günahkar ve kötü idik. Şimdi gönlüm öyle mutlu ve huzurlu ki bu yolda canımı verebilirim. Allah dalalette olan herkesi bu yola çevirsin inşallah.

Sohbetimizin konusuna bu iki kardeşimizin anlattıklarının güzel ibretler olduğunu sanıyoruz. Allah (c.c.) hepimizin nefsini İslah eylesin. Amin.

 

 

 

 

 

  1. “Habib Ayağını Dicle’ye bastı yürüdü.” Yalanı (S.172-173)

 

    Hasan Basri hazretleri bir gün Dicle kenarına geldi. Karşıya geçmek için bir sandal aradı, bulamadı. Habib-i Acemi de o sırada oraya geldi. Baktı ki üstadı karşıya geçmek için bekliyor. Sordu:

-Üstadım, ne yapıyorsun?

   -Karşıya geçeceğim ama bir vasıta bulamadım"

         -Üstadım, ilmi olanın hasedi gönlünden çıkarması, bütün işleri Allahü azimüşşan'dan bilmesi ve Hak'dan gelen belaları ganimet bilip şikayetsiz, itirazsız razı olması gerekir. Eğer bu haller ilim erbabında tecelli ettiyse ayağınızı suya vurup geçersiniz.

Habib hazretleri Dicle'ye ayağını attı, yürüdü ve karşıya geçti. Habib-i Acemi hazretleri evliya-i izam, Hasan Basri hazretleri hem ilim sahibi asfiya (ilimle velayeti cem' eden) hem irfan sahibidir. İlmi mertebe ne kadar ulvi ve kudsi olursa olsun, nefsani sıfatları çıkarmak gerekir. Çıkmadıkça yüktür. Çıkarılırsa deryayı yürür geçer, havada kus gibi uçar geçer. Bu yüzden temizlenmesi lazım gelen bir gönül ve nefis vardır,

 

  1. Hıristiyan kadınına yapılan bir iftira (S.174)

    Davud-ı Tai hazretleri kibar-ı meşayih, ehl-i tasavvuf, İmam-ı Azam hazretlerinden yirmi yıl ilim okumuş, ilminde fakihü'l fıkıh] olmuşur. Hazret-i Fudayl bin İyad, İbrahim Edhem hazretlerini görmüş, Habib-i Rahi ve Habib-i Acemi'nin de müridi olmuştur. Davud-ı Tai

hazretleri birgün oturmuş yemek yerken yanından bir Hristiyan geçiyordu. Adab-ı muaşeretten yemeğe davet etti. Hristiyan geldi, Davud-ı Tai hazretlerinin yanında doyasıya yedi, içti. O gece Hristiyanın Hanımı Ma'ruf-ı Kerhi hazretlerine hamile kaldı.

 

  1. Tac’ül Arifin Ebu’l Vefa elindekini bir kuşa yedirerek ondan bir oğlan müjdesi alması (S.174)

 

Tacü'l arifin Ebü'l Vefa hazretleri yemek yiyordu. Oradan geçen zatı buyur etti. Tok olduğunu söylese de, elindekini ona yedirdi. O zat giderken Ebü'l Vefa hazretleri yanındakilere şöyle dedi: "Bu adamın çocuğu yoktur. Bu gece hanımı hamile kalıp bir oğulları ola. Bu çocuğun adına Hüseyin koyalar. O da dönüp gele bize mürid ola." Ebü'l vefa hazretleri yirmi sene sonrayı söyledi.

U çocuk doğdu. Adına Hüseyin Rai koydular. Hüseyin Rai büyüdü, kendine şeyh aradı. Ebü'l Vefa hazretlerine geldi. Gelirken şeyh: "Haza lokma eseri geliyor." dedi. İrfan Allah vergisidir.

Davud-ı Tai hazretlerini tövbesi şöyle olmuştu: Bîr gün yolda giderken gayb aleminden bir ses duydu: "Dünya fani, abiret bakidir.'' diyordu. Kalbi müteessir oldu. Bu nurani hitab ile kalbi dünyadan soğudu. Melul, mükedder, şeyhi İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretlerine geldi. Ebu Hanife hazretleri Davud-ı Tai'nin yarasını keşfetti:

-Ya Davud, yüzün soluk, rengin uçuk, gönlün melul, derdin

deruni. Bu ne meseledir?

-Efendi hazretleri, hal sana ayandır. İrfan sahibisin, tasavvufun ve şeriatın en ulu evliyasısın. Benim gönlüme dünyadan bir soğukluk düştü. Mecazdan hakikata, taklidden tahkike yol göründü. Erenlerin yolu tecelli etti. Hakkın inayet rüzgarı gönlüme esti. Kalbime muhabbetin nuraniyeti vurdu.

-Evladım, Hakkı taleb eden halktan uzaklaşır. Bir köşeye çekil, uzlet et, Hakka talib ol.

Uzlete çekildi, dünya gözünde söğüdü ama merhale bitmedi. Halktan kaçıp Hakka koşmak olur ama sıfat-ı aliyenin değişmesi için İmam-ı Azam hazretlerinin Davud-ı Tai'ye Şeriat-ı Muhammediye'nin nurundan nur saçması gerekti. Bir gün Davud-ı Tai hazretlerinin uzletteki evine geldi. Davud-ı Tai, İmam-ı Azam'ı karşıladı. İmam-ı Azam ona şöyle buyurdu: "Ya Davud, marifet uzlete çekilmekte değildir, sıfat değiştirmektedir. Uzlet sabin aşmalıdır. Sabır uzlette yetismez."