Rahman Ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla
Rahman Ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla!
Kafirlere Karşı Olan Bu Dostluk Değişik Tarzlarda
Kendisini Gösterdi
“Lâ İlahe İllallah Mulıammedün Rasûlullah"
Lailahe İllallah" Kelimesinin Şartları
Lailahe İllallah Kelimesinin Ayrılmaz Bir Şartı El-Vela Ve'l-Berâ'
• Tevhid Kelimesini Sadece Sözle Söylemek Yeterlidir
Diyenlere!
La İlahe İllallah" Kelimesini İkrar Etmenin İnsan
Hayatındaki İzleri
La İlahe İllallah" Kelimesiyle Çelişen Durumlar
Kitap Ve Sünnette Bunun Tarifi Ve Önemi:
el-Bera' Kelimesinin Sözlük Anlamı
Velanın Istılahı (Kavram) Manâsı
Kavram (ıstılah) Olarak Bera'nın Anlamı
Kitap Ve Sünnete Göre Konunun Önemi
• Kitap Ve Sünnete Dönüş Gerekiyor
RAHMANIN DOSTLARI VE ŞEYTANIN YANDAŞI
Bu İki Kesim Arasındaki Düşmanlık:
İki Sınıf Arasındaki Düşmanlığın Tabia
EL-VELA VEL-BERA KONUSUNDA EHLİ SÜNNET VEL CEMAAT AKİDESİ
Bid Atçılarla Heva Ve Arzusuna Uyanlara Karşı Ehli
Sünnetin Tutumu
ETLERDEN VELA VE BERA KONUSUNDA EN GÜZEL ÖRNEK OLANLAR
Hz. İbrahim (A.S)'İn Babası Azer İman Etti Mi?
B) Hak Ve Hidayete Ait Başka Örnekler
MEKKE DÖNEMİNDE VELA ve BERA (ALLAH İÇİN DOSTLUK VE
DÜŞMANLIK)
İlk Birleşmeler Ve En Doğru Adım
Yapılanlara Karşı Müslümanların Cevabın (Davada
Samimiyet)
Mekke Döneminde Düşmanlarla Münasebetin Özellikleri
Müşrik Akrabaya İyilikle Davranmak
Mekke Döneminde Kâfirlerden Uzak Durma (Bera') Nasıldı?
O Halde Sizin Dininiz Size Benim Dinim Bana...
Allah'tan Gelecek Olan Ferahlık Yakındır
MEDİNE DÖNEMİNDE VELÂ VE BERÂ'NIN UYGULANIŞI
Muhacir İle Ensar'ın Kardeşliğini Anlamak
Medine Döneminde Dostluk Ve Düşmandan Uzaklaşmak
Ehli Kitab'ın Tuzak Kurmaları Sonucu Müslümanların
Bunlarla Dostluktan Menedilişi
Münafıkların Çirkin Özellikleri
3. Medine Döneminde Düşmanlarla İlginin Tamamen Kesilmesi
A- Müşriklere Karşı Berâ (İlişkileri Kesmek) Nasıl
Olmalı?
B) Kitap Ehlinden Uzaklaşış (Berâ)
D- Allah Ve Rasûlüne Savaş Açan Yakınlarla Her Türlü
Dostluğu Kesmek
MUVALATIN ŞEKLİ VE DIŞA VURUMU
Kabul Edilecek Ve Edilmeyecek Olan Özürler
Bu Durumlar Karşısında Müslümanın Tavrı
VELÂ ve BERÂ' KONUSUNDA HARİCİLERLE RAFİZÎLERE CEVAP
• Bu Meselede Haricilerin İnancı
• Velâ Ve Berâ' Konusunda Rafızilerin İnancı
Elinizdeki
"el-Velâ ve el-Berâ" adlı bu kitap Muhammed b. Saîd b. Salim
el-Kahtanî tarafından Doktora tezi olarak hazırlanmış olan bir eserdir. Tez
ikiyüzü aşkın kaynak taranarak ortaya konulmuştur. Tez kabul kurulu üç kişidir.
Kurul başkanı da İslâm dünyasının yakından tanıdığı Muhammed Kutup'tur.
Kitabın orijinali
(478) sayfalık tek cilt halindedir. Ancak bunu Türkçe'de tek bir cilt halinde
okuyucuya sunmak, mümkün değil çünkü öyle olması halinde oldukça hacimli bir
cilt ortaya çıkacaktı. Bu yüzden eseri iki cilt halinde sunmayı uygun bulduk.
İkinci cilt okuyucuya
sunulduğunda, geniş bir indeks ve yararlanılan tüm kaynaklar da bir liste
halinde bu ciltle birlikte verilecektir.
Kitap, bu alanda
kaleme alınan ilk kitaptır, denilebilir. Zira "el-Velâ ve
el-Berâ"konusunda müstakil olarak yazılmış bir kitap mevcut değildir.
Fakat bu konu, bir çok konular gibi kaynaklarımızda dağınık bir şekilde
işlenmiştir. Burada ise konuya özel bir itina gösterilmiş, kaynaklarda dağınık
olarak yer alan bu mühim mesele bir eser halinde okuyucuya sunulmuştur.
Dileğimiz müslüman
kardeşlerimizin
"İslâm'da el-Velâ ve el-
Berâ"konusunu gereğince idrak etmeleri ve bu kavram kargaşası içerisinde
neyin nereye oturtulması gerektiğini öğrenebilmeleridir.
Kaldı ki İslâmî bir
terim olan ve aynı zamanda kitabımızın da ismini oluşturan "el-Velâ ve
el-Berâ"nın tam olarak türkçe karşılığını bulmamız da mümkün değildir.
Zira Kitap ve Sünnette bu ifade bir çok yerlerde farklı farklı anlamlarda
olmak üzere çokça kullanılmıştır. Zaten yazarımız da bunu göz önünde
bulundurduğundan bunu açıklamak üzere, özel bir başlık olarak konuyu ele almış,
bunların sözlük ve terim manaları üzerinde durmuş, hepsine örnekler vererek
farklı anlamlarına işaret etmiştir.
İslâmî tebliğde asıl
olan meseleyi ya da konuyu direkt olarak anlatmak ve aktarmaktır. Dolambaçlı
ve karmaşık ifadelerden uzak durmaktır. Çünkü Kitap ve Sünnet de bunu gerekli
görmektedir. Nitekim Rabbimiz Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurmaktadır:
"Ehli kitaptan
öyle bir gurup vardır ki, okuduklarını kitaptan sana-sımz diye (kitaptan
olmamasına rağmen) kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Söyledikleri Allah
katından olmadığı halde "Bu Allah kamdandır" derler. Onlar bile bile
Allah'a iftira ederler." (Ali İmrân, 3/78).
işte tüm İslâm
âlimleri yani Ehli Sünnet âlimleri bu metod üzere hareket etmişlerdir. Ortaya
koydukları eserleri ve hayatları incelendiğinde bu, açıkça görülecektir» İslâmî
davet metodu olarak Kitap ve Sünnet her zaman göz önünde tutulmalı ve çareler
Ehli Sünnet ulemasının ortaya koyduğu gerçekler ışığında ele almalıdır.
Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"(Rasûlüm)! De
ki: İşte bu, benim yolumdur. Ben bilerek (ve görerek) Allah'a (Allah'ın
dinine, şeriatına) çağırıyorum. Bana uyanlarda böyledir. Allah'ı (ortaklardan)
tenzih ederim (tüm eksikliklerden uzak tutarım)! Ve ben (Allah'a) ortak
koşanlardan değilim." (Yusuf, 12/108).
İşte gerçek ve sağlam
yol budur. "Yapılacak olan tebliğ de bunun için yapılır. Putlara,
tağutlara ve Allah'dan başkası adına çağrı yapanlara ve yüceltilen maddî varlık
ve düzenlere uyulmaz. Hepsi reddolunur. İman ve İslam noktasında asgari
müşterek diye bir şey de yoktur. Çünkü bunun böyle olduğunu yine Kur'an ortaya
koymakta ve Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"(Ey Rasûlüm!) De
ki ey kâfirler! Sizin tapmakta olduklarınıza ben
(teklifinizi kabul
edip asla) tapmam. Şu anda siz de benim ibadet ve kullukta bulunduğuma ibadet
ve kulluk edecek değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza asla tapacak değilim.
Öyle ya siz de benim ibadet ve kulluk' ettiğime ibadet ve kulluk etmezsiniz. O
halde sizin (batıl) dininiz size, benim (hak olan) dinim de banadır."
(Kâfirûn, 109/1-6)
İşte müslüman kulluğunda,
sevgisinde, emirleri uygulamada, yasak-lardan uzak kalmada, tağûtî sistemleri
reddinde bunları göz önünde bulunduracak ve bunları esas alacaktır. Zira bunun
için yine Rabbimiz şöy:: Ie buyurmaktadır:
"(Biz) Allah'ın
(verdiği) boyası (Hak din İslâm) ile boyandık. Allah'dan daha güzel rengi kim
verebilir? Biz ancak O'na kulluk edenleriz." (Bakara, 2/138).
Evet, müslümanın bir
başka renge ve boyaya ihtiyacı yoktur. Hnsti-yanlann, doğan çocuklarını
kilisede vaftiz ederek renklerini belirlemeleri üzerine, müslümanlarla alaylı
konuşmaları sebebiyle yukarıdaki âyet nazil olmuştu. Rabbim bu âyette en güzel
rengin İslâm olduğunu, İslâm üzerinde bir başka düzenin ve sistemin
olmayacağını ve olamayacağını açık bir şekilde bildirmektedir. O halde müslüman
İslâm dışı rejimlerin gölgesinde kendisi için bir yer ve yurt arayamaz,
İslâmın dışında bir sistemin altında ve gölgesinde barınamaz, İslâm tüm
rejimleri bu manada reddeder.
Yüce Mevlâmız kendisi
için hiç bir ortak kabul etmediğini ve hakimiyetin kendisine ait olduğunu da
ihlas sûresinde şöyle beyan buyurmaktadır:
"De ki: O, Allah
bir tektir. Allah Samed'dir. (Hiç bir şeye muhtaç değildir, baş vurulup yardım
istenilecek tek varlık O'dur, çünkü her şey O'na muhtaçtır)., O, doğurmamış ve
doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'na eş (ya da denk ve benzer) değildir."
(İhlâs, 112/1-4)
İslâmî tebliği
yaparken mevcut sistemlerin gölgesine sığınmamak, hesapları maddî ve ekonomik
açıdan yapmamak, tebliği direkt yapmak gerekir. İslâmî tebliği yaparken her
zaman Kitap ve Sünneti göz önünde tutmak, bunları gözardi etmemek gerekir.
Zira Peygamber (s.a) Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
"Size iki şey
bırakıyorum. Bunlara sımsıkı bağlandığınız sürece asla doğru yoldan
sapmayacaksınız. Bunlar Allah'ın Kitab'ı ve peygamberinin sünneti
(hadisleredir," (Muvaüa, Kader, 3).
Abdullah b. Mes'ûd.da
Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduklarını rivayet etmektedirler:”Kitap ve
Sünnetten başka uyulması gereken üçüncü bir yol yoktur. Sözlerin en güzeli
Allah (c.c)'ın kelamı ve yolların en güzeli de Hz. Muhammed*in yolu
(sünneti)'dur." (İbn Mâce, Mukaddime, 7/46).
Kaldı ki, Rabbimiz
Kitabında bize örnek olarak Hz. îbrahirn (a.s)'i, beraberindekileri, tüm
peygamberleri, özellikle Ulü’I-Azm peygamberleri ve bilhassa bizim
peygamberimiz Muhammed (s.a)'i göstermiştir.
Kur'ân bizim için bir
çok örneklerle dopdoludur. Ashâb-ı Kehf, Habibi Neccâr ve Firavun'un çevresinde
yetişmesine rağmen, Hz. Musa (a.s)'ya Firavun ve avanesinden gelecek olan
tehlikeyi haber veren kişi ve daha nicelerini saymamız mümkündür.
Çünkü Hz. Âdem'den
itibaren süregelen Tevhid mücadelesi zincirinin halkasını oluşturan tüm
tebliğciler kavimleri tarafından horlanmışlar, işkence görmüşler,
öldürülmüşler, testerelerle ikiye biçilmişlerdir. Fakat hiç birisi bu Tevhid
mücadelesinden taviz vermemişlerdir. Hiç birisi hele önce zenginleşen"m,
ekonomimizi güçlendirelim de, sonradan gerekeni yaparız, düşmana silahıyla
karşılık veririz, dememişlerdir. Çünkü onlar şuna inanmaktaydılar. Güç ve
Kuvvet sadece Allah'ındır, hakimiyet de O'nundur. Bu kimseler aynı zamanda şu
gerçeği de hiç unutmamakta idiler; Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Onların güvenip
övündükleri ne mallan, ne de evlatları, Allah yanında onlara bir şey
sağlamaz." (Ali İmran, 3/10-116, Mücadele, 58/17).
Rabbimiz bir başka
âyette de şöyle buyuruyor:
"Eğer
yoksulluktan korkarsanız, (biliniz ki), Allah dilerse sizi kendi lütfun dan
zengin edecektir." (Maide, 5/28).
Buna benzer daha bir
çok delil vermemiz mümkündür. Ancak biz konuyu fazla uzatmak istemediğimizden
böyle bir iki örnekle yetinip geçiyoruz.
îşte Tevhid
mücadelesinin bu örnek halkası, halkı direkt olarak Kitap ve Sünnet ile
tanıştırmışlar, hitap ettikleri kesimin kalplerinde iman kıvılcımını yakmışlar,
inadçı kâfirlerin de tüm dikkatlerini ve zulümlerini üzerlerine çekmişlerdir.
Gerçek anlamda İslâm adına kitleleri peşlerinden sürükleyenler bunlardır.
Çünkü bunlar şu gerçeği iyi bilmekte idiler. Rahat ve bolluk içerisinde
zamanlarını geçirenler, maddi hesaplarını Rab-bânî yol ve mücâdelenin önüne
geçirenler, Rabbimizin şu âyeti içerisinde değerlendirilmelidirler:
"Biz bir
memleketi yok etmek istediğimiz vakit onun nimet ve refahtan şımarmış
elebaşlarma emrederiz de orada (bu emre rağmen) itaatten çıkarlar. Artık o
(memlekete) karşı azab hak olmuştur. Biz onu artık kökünden mahvederiz."
(İsrâ, 17/16).
Bu âyetin çizmiş
olduğu çerçeve içerisinde müslüman kendisini değerlendirmek zorundadır, bir
hesap yapmak mecburiyetindedir. İslâm tebliğini bütün güçlüklere rağmen
omuzlayan kimselerden bir kaç örnek vermek isteriz. Bunun için fazla eskilere
gitmeye gerek yok. Yakın tarihimizden örnekler vereceğiz. Önce Rasûlullah ve
ashabının bu uğurda neler çektiklerini ve çevresindeki imanlı kitlenin yüzde
itibariyle en fakir, yoksul ve kölelerin oluşturduğunu hatırlatmak yerinde
olur. Gerçi müslüman zenginler de yok değildi. Fakat sayı itibariyle yoksul,
fakir ve kimsesiz müslümanîar daha çoktu.
İslâm davası uğrunda
İmam A'zam Ebû Hanife'nin, Ahmed b. Hanbel’in ve İmam Buharî'nin çektiklerini
ve benzeri bir çok İslâm âlimlerinin işkenceler altında ve zindanlarda hayata
göz yumduklarını hatırlatmak zaid olur sanırız.
Yakın tarihimizden ise
Meselâ Mısır'da Hasan el-Bennâ, Abdulka-dir Udeh, Seyyid Kutub gibileri,
doğrudan tebliğ sünnetine uydukları için şehadet şerbetini içmişlerdir. Zira
peygamberi yol bu idi. Ayrıca Said Havva ve benzerlerinin yurtlarından sürgün
sebepleri hep bu açık ve net olan tebliğleri, kısaca Allah'a davette
samimiyetleri içindi.
Nitekim Türkiye'den de
Zahidül Kevserîlerin ve Mustafa Sabrîlerin ayrılmaları hep bu İslâm daveti ve
tebliği açısından olmuştur. Dillerini eveleyip gevelemedikleri içindir. Aynı
zamanda hayatını İslama vakfeden "ve gençliğin imanı için kendini ortaya
koyan, gerektiğinde bir zeytinle bile yetinen merhum Bediuzzaman Saîd Nursî de
bu zincirin bir halkasını teşkil etmektedir. O bu tebliğ görevini açıkça
yürütürken Rasûlullah (s.a)'ı kendisine örnek ediniyor, Kitap ve Sünnet'e göre
hareket ediyordu. Yoksa temel gıdasını demokrasinin oluşturduğu oryantalist
bir sofrada kırıntıları arayanlardan değildi. Tebliğ zincirinin bu şerefli
halkalarının sünneti, Rasûlullah'ın sünnetiydi. Bu yolun içinde işkence var,
zulüm var, yoksulluk var, ama taviz yok, ağız eğip bükmek yok. Çünkü onlar şu
gerçeği çok iyi biliyorlardı:
"Allah
müminlerden, mallarını ve canlarım, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında
satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve
öldürülürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'ân'da Allah üzerine hak bir
vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde O'nunla
yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten büyük
kurtuluştur." (Tevbe, 9/111).
İşte gerçek kurtuluşun
bu olduğunu ve bu uğurda veriimesi gerekeni onlar veriyorlardı. Davaları
uğrunda yola çıkışlarını hayatlarıyla ödeyen bu kimseler Rabbimizin şu emri
gereğince hareket ediyorlardı:
"Artık
emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve ortak koşanlardan yüz çevir (onlara
aldırma)." (Hicr, 15/94).
Tüm küfrî unsurlar
müslümanlara ait mukaddes beldeleri işgal etmişlerken, Haremeyn Amerika
kafirinin, Kudüs Yahudî melununun pençesinde inlerken bizler kimlerin yanında
yer almalıyız veya kimlerden uzak bulunmalıyız noktasında bir karara varamaz,
bunu Kitap ve Sünnet Ölçüsünde ortaya koyamaz isek, sadece namaz kılıp oruç
tutarak İslamın diğer hükümleri karşısında bigane kalmak veya bunları zamanı
geçmiş şeyler kabul etmek, ya da bunlar Hz. Peygamber ve dört halifesi döneminde
uygulanır şeylerdir, artık günümüzde bunların geçerliliğinin olmadığı
ortadadır şeklinde düşünmek ve söylemek gibi durumlar küfre varan durumlardır.
Aynı zamanda bu, büyük bir gaflettir.
Böyle düşünenler ve
İslâm'ın kimi emirlerini yaparken kimilerinin de zamanının geçtiği gafletine
düşenler, Hz. Ebû Bekir (r.a)'in, Rasülul-lah (s.a)'in vefatından sonra zekat
vermeyenlere karşı harb ilan edeceğini söylemesi gibi, harb ilan edilmesi
gerekenlerdir.
İşte elinizdeki kitap
bu konularda gerçek bir şuur vermekte ve kişiyi doğrudan Kitap ve Sünnete, ehli
sünnet görüşüne çağırmaktadır.
Kitap hakkında fazlaca
bir şeyler söylemeye gerek duymuyorum. Zira okununca, okuyucu bu gerçeği bizzat
kendisi görüp tesbit edecektir.
Biz kitabımıza konuyla
ilgili âyet metinlerini de koyduk ki, daha güzel bir şekilde fayda sağlanmış
olsun.
Kitabın dip notlarında
geçen kaynaklar arapça kaynaklar olup, cilt ve sayfa numaraları buna göre
verilmiştir.
Çalışmak bizden
muvaffakiyet Allah'tandır.
Harun Ünal
Allah (c.c) buyuruyor
ki: "Ey iman edenler! Yahudileri ve hırıstiyanları dost edinmeyin. Zira
onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onlan
dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol
göstermez."
(el-Mâide, 5/51).
"İbrahim'de ve
onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar
kavimlerine demişlerdi ki; ''Biz sizden ve sizin Allah'tan başka taptıklarınızdan
uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanın-caya kadar, sizinle bizim
aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir." (el-Mümtehine,
60/4).
Ve Allah'ın Rasûlü
Muhammed (s.a) de:
"İmanın en sağlam
bağları Allah için dostluk ve yine Allah için düşmanlıktır, aynı zamanda Allah
için sevmek ve yine Allah için buğzetmektir." buyurmuştur.
(Bu, Hasen bir
hadistir.)
Bu, bilimsel bir araştırmadır.. Yazarı yaptığı bu çalışmayla master yaptığı okulda birincilik almış ve büyük takdir toplamıştır. Mekke-i
Mükerreme'de bulunan
(jmmü'l-Kur'â Üniversitesinin Akaid bölümünde, ihtisasını bitiren yazar
Muhammed b. Said hazırlamış olduğu tezi, aşağıda adları geçen komisyon
üyelerine sunmuş ve bu araştırma zikredilen kurul tarafından incelenerek kabul
görmüştür.
Komisyon Başkanı
Prof. Muhammed Kutub
Üye
Üye
Dr. Abdulaziz
Ubeyd
Abdrurrezzak el-Afifi
Hamd, alemlerin Rabbî Allah'adır. Salat ve selâm Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a)'e, Ehl-i Beytine ve tüm ashâbınadır.
Bu kitabın konusu, başlı başına büyük bir ehemmiyet ve önemî haizdir. Özellikle de kaleme alındığı dönemimizdeki durum gözönünde tutulursa, önemi daha çok anlaşılır. Gerçekten kitabın yazılış biçim ve muhtevası ile içinde yaşadığımız dönem arasında güçlü bir bağ ve ilgi bulunmaktadır.
Esas itibariyle kitabın önemine gelince: İşlemiş olduğu konu, İsla-mın temel prensiplerinden biri olan "Velâ ve Berâ" yani İslâm'da yetki (velayet) konusudur.
Bu iki husus, yani velayetin verileceği ve velayetin verilmeyip uzak kalınacak kimseler konusu, Allah'a karşı sonsuz derecede sevginin ifadesi ve buna bağlı olarak da peygamberini ve mü'minleri sevmenin açık bir göstergesidir.
. Berâ (uzaklaşış), Bâtılı ve bâtıl ehlini sevmemenin bir göstergesidir. Kaldı ki bu, iman esaslarından da birini oluşturur. Ancak günümüz ortamında bunun önemine gelince, bilindiği gibi iple avlananla ok ile avlanan birbirine karışmış durumda... Kısaca gerçek ile gerçek olmayan birbirine karışmıştır. İnsanlar mü'minleri kâfirlerden ayırıcı özelliklerden habersiz ve gafildir. Kalblerindeki iman zayıflamıştır ve bu zayıflık yüzünden aralarında mü'minleri küçümseyecek, hakir görecek duruma gelmişlerdir.
Velayeti, kafir milletlere ve devletlere veriyor, onlara karşı sevgi besliyorlar. Diğer taraftan bir çok mü'minle tüm münasebetlerini kesmiş durumdalar. Hatta bununla da kalmayıp mü'minlere gücü yetenler, onlara en ağır darbeler indiriyor, acı ve sıkıntı çektiriyorlar.
İşte bugün bu kitabın özellikle böyle bir zamanda yayına sokulmasının önemi büyüktür.
Yazar kitabında Velâ ve Berâ hususlarını, gündeme getirmiş bu konuda bir çok alimin görüşlerini aktarmış, bunu güzel bir takdim ve hazırlıkla ortaya koyabilmiş. Kendisi söylenmesi gereken şeyler varsa söylemiş, gerekli açıklama ve ilaveleri yapmıştır. Aynı zamanda Kur'ân'dan âyetlere dayanarak, sünnetten sahih hadislere istinad ederek konuyu velâ ve bera açısından ele almış, aynı zamanda sahabe ve seleften bu konudaki delilleri de sunarak meseleye açıklık getirmiştir.
Yazar, bütün bunları sunup, delillerini ortaya koyarken, âyetlerin numaralarını,'sûre adlarını vermiş, hadis ve eserleri delil olarak sunarken, bunların ne derece güvenilir olduklarım çoğunlukla açıklamıştır.
Gerçekten bu çalışmasıyla yazar, kendisini kanıtlamış, ve konuyu gereğince kapsamlı olarak ele aldığını göstermiştir.
Allah'dan dileğim odur ki, müslümanlar bu kitaptan gereğince yararlansınlar. Kitap sayesinde, yazarla aynı düşünce ve inançtaki kimselerin artmasına vesile olsun. Aslında beklentimiz çok büyüktür. Beklenti Allah için önemlidir ve dileğimiz odur ki, bu değerli prensipleri günümüz gençliği öğrensin, evet İSLAM dininin zafere erişme prensiplerini, bugün yok olmaya yüz tutmuş gerçeklerin yeniden diriltilmesi prensiplerini öğrensin ki, zafere gidebilsin. Gerçekten Rabbîm dualara icabet edendir.
Abdurrezzak Afifi
Gerçekten Hamd Allah'a mahsustur. O'na hamdederiz ve O'ndan yardım dileriz. Mağfireti O'ndan ister, doğru yola iletilmemizi O'ndan bekleriz. Nefislerimizin kötülüklerinden ve amellerimizin fenalıklarından Allah'a sığınırız.
Allah (c.c), kimi hidâyette kılmış ise, o gerçekten hidayete erişmiştir. Kimi de dalâlette ve sapıklıkta kılmış ise, artık o kendisi için bir dost ve mürşid bulamaz.
Şehadet ederim ki, Allah'dan başka bir tek ilah yoktur ve O'nun eşi ve benzeri de yoktur. Yine şehadet ederim ki, Hz. Muhammed (s.a) Allah'ın kulu ve Rasûlüdür. Salât ve seiâm O'na, Ehli Beytine, ashabına ve O'nun yolunu izleyenlere ve onun gösterdiği çizgide yürüyenlere olsun.
Allah (c.c)'ın, Hz. Muhammed (s.a)'in risaletini yani peygamberliğini semavî risaletlerin sonuncusu kılması, Rabbimizin bir rahmeti ve kullarına bir lütfudur. Allah (c.c), o risâleti kamil, saf, temiz ve berrak, bir nizam olarak göndermiştir, O'ndan hafif bir sapma gösteren kesin helak olur. Adı yüce olan Rabbimiz göndermiş olduğu bu risâleti, araştıranlara, buna gereğince değer verip uyanlara, Allah'ın emrettiği ve dilediği şekilde ona uyanlara ve Peygamberinin bu mesajını alanlara, dünya ve ahi-ret saadetini vermiştir. Böylelerine Allah (c.c), "Allah'ın Velileri = Evliyaullah ve Allah taraftarı = Hizbullah" adını vermiştir.
Yine Allah (c.c), bu yoldan ve risaletten yan çizenlere ise zillet ve şekavet vermiştir. Bu şeriatı terkedenlerin hor ve hakir olacaklarını bildirmiştir. Sıratı müstakimi, (dosdoğru yolu) terkeden bu kimselere de Şey-tan'ın evliyası, yandaşları ve askeri adını vermiştir.
Bu ebedî risaletin ve mesajın adı ve esası Tevhid kelimesidir.
"Lâ ilahe illallah Muhammedun Rasûlullah" "Allah'dan başka hiç bir ilah yoktur = Hakimiyet kayıtsız şartsız Allah'ındır. Muhammed (s.a)
de O'nun elçisi, bu hakimiyetin yeryüzündeki yegane temsilcisidir."
İbn Kayyım el-Cevziyye'nin de söylediği gibi bu büyük kelime için, "mizanlar kuruldu, divanlar konuldu. Cennet ve cehennem pazarı kuruldu. Bu sayede yaratılanlar mü'minler ve kâfirler diye ikiye ayrıldı. İyiler ve kötüler olarak ikiye taksim olundu. Din, sırf bunun için tesis olundu. Sırf bu amaçla cihad etmek için kılıçlar çekildi, silahlara sarıhndı. Çünkü bu, Allah'ın tüm kullan üzerindeki hakkıdır."
"Bu kelimenin aslı ve hakikatine gelince: Rasûlullah (s.a)'ın getirmiş olduğu bu gerçeği kesin bilmektir, inanarak doğrulamaktır, dil ile söyleyip ifade etmektir. Ona sevgi besleyerek boyun eğmektir. İç alemde ve dışta yani batında ve zahirde onunla amel etmektir. Onun hükümlerini yerine getirip infaz etmektir. İmkan nisbetinde ona davette bulunmaktır. Ona karşı bu kelimenin kemali Allah için sevgi ve Allah için buğzdur. Allah için vermek ve Allah için de engellemektir. Ma'budunu da bir tek Allah .olarak tanımak ve O'ndan başka hiç bir ilah kabul etmemektir."
Bunun yolu ise: her yönüyle Rasûtullah'a içtenlikle bağlı bulunmak ve ona tabi olmak gözlerini Rasûlullah (s.a)'tan başkasına çevirmemek ve kalb gözüyle Rasûlullah'a yönelmek ile mümkündür. (İbn Kayyım el-Cevziyye)
İşte bu büyük ve önemli kelime, insanların his ve duygularında tüm kavramlarıyla ve iktizasıyla neredeyse değerim yitirmiş bulunmaktadır. Ancak Allah'ın kendilerine rahmetiyle muamelede bulunduğu kimseler müstesna. İşte bu mefhumlardan ya da kavramlardan birisi hatta en önemlisi "Velâ ve Berâ" konusudur.
Gerçi bu önemli akidevî kavram Allah'ın kendilerine merhamet buyurduğu kimseler müstesna müslümanların gerçek hayatlanndaki önemini yitirmiştir..Fakat bu duruma ge'inmesi ise bu kavramın gerçekliğinden ve hakikatından hiçbir şey alıp götüremez.
Velâ ve Berâ, İslâm inancının fiilen uygulanmasıyla mümkündür. Bu yüzden de bu konu müslümamn inancında akidesinin büyüklüğü kadar bir değer taşımaktadır.
Zira yeryüzünde Tevhid kelimesinin gerçekleşmesi ancak Velâ ve Berâ konusunun gerçekleşmesiyle mümkündür. Müslüman bu sayede kimi, idarecisi kabul edecek ve kimi de düşmanı tanıyacak, öğrenebilir.
Kimi insanlar ise, bu büyük ye önemli akidevî konuyu cüz'î derecedeki ya da ikinci derecedeki şeyler gibi anlamaktadırlar. Halbuki durum tam bunun aksidir. Çünkü bu bir tman, Küfür meselesidir ve Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) veliler (idareci) edinmeyin. Kim onları veli (idareci) edinirse, işte onlar zalimlerin'kendileridir.
De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım-akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez…” (Tevbe, âyet/23-24).
Rabbim bir diğer âyette şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanlan dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna yol göstermez." (Maide, 5/51)
İslâm âlimlerinden biri olan Şeyh Hamd b. Atık (rahimetullah) şöyle diyor:
"Tevhid inancının zarûrîliği ve gerekliliği ve bunun karşıtının yani zıddının haramlığı konusundan sonra Allah'ın kitabında yer alan önemli konu Velâ ve Berâ konusudur. Allah'ın kitabında Tevhid konusundan sonra en çok deliller bu mevzu ile ilgili olarak yer almaktadır. Evet Tevhid konusu ile Tevhidin zıddı olan şeyin haramlığı konusu dışında, hakkında en çok delil bulunan konu Vela ve Berâ konusudur."[1]
İslâm ümmeti bu üstün şeriatı ve akideyi yeryüzüne yayıp neşredip hakim,kıldıkları sürece, ayakta uzun müddet kalabilmişlerdir. Böylece insanlar kula kulluğu ve ibadeti bırakıp kulların Rabbi olan Allah'a kulluk yolunu seçti. Bu sayede insan, dünyanın dar ve sıkıntılı çerçevesinden kurtulup dünya ve ahifet genişliğine ermiş oldu.
Peki sonra neler oldu?
• Bu ümmet cihadı terkedip, sığırların kuyruklarına sarıldıktan sonra giderek hep geriledi durdu.
• İslâm'ın zirve noktası olan cihaddan uzaklaşmakla ric'at, geriye kaçış başladı.
• Göz alıcı hayata, refaha yönelip, dünyanın aldatıcılığına esir olmakla İslâm ümmetinin dışındaki diğer milletlere uymaya başladı.
• Onun saf ve berrak düşüncesi, cahili felsefî akım ve düşüncelerle bulandıktan ve beşeri sistemlerin arkasına takıldıktan sonra İslâm toplumu fikir ve düşünce ayrılığına düşmüş oldu.
• Artık bundan böyle bu ümmet kâfirlerin itaati altına girdi ve onlara boyun eğer oldu. Böylece müslümanlar dünyalarının salâhını ve kurtuluşu, dinlerini yok etmekle elde eder oldular ki, bu müslümanlar için hem dünya hem de ahiretlerini kaybetme zilletini getirdi.
1- Kâfirlere karşı muhabbet ve sevgi beslenmesi, onlara saygı gösterilerek Allah dostlarına ve İslâmî idareye savaş açılması. Allah'ın şeriatının yeryüzü hakimiyetine engel olunup yürürlükten kaldırılması. Ona değişik iftiralar yapılarak uygarlığa ve medeniyete engel olduğu düşüncesinin yaygınlaşması ve müslümanlar tarafından değer kazanması.
2- Batıda ve doğuda küfür sistemlerinin ve kanunlarının yürürlüğe konulması. Bu küfür kanunlarının İslâm şeriatının yerine konulup hâkim kılınması. Bu arada İslâm şeriatını isteyen herkese gericilik, yobaz ve mutaassıp adının verilmesi.
3- Allah'ın Rasûlü Hz. Muhammed (s.a)'in sünneti yani hadisleri hakkında şüphe uyandırmak. Bu konudaki üstün eserlere ve kaynaklara dil uzatmak. Bize bu sünnetlerin ve kaynakların ulaşmasına hizmet eden değerli İslâm âlimlerinin değerine gölge düşürerek bunu yaygınlaştırmak.
4- Yeni yeni câhilî davetlerin ve geleneklerin yaygınlaştırılması. Bu da müslümanların hayatında yeni bir dinden dönme olayı meydana getirmiş oldu. Meselâ: Turan kavmiyetçiliği, Arap milliyetçiliği, Hintçilik davası, vs. vs... gibi.
5- İslâm toplumlarının eğitim ve öğretim yollarından ve kurumlarından yoksunlaştırüması, bunların programlarının yozlaştırılması, yani eğitim ve öğretimleri üzerinde oynanması... Müslümanlar arasında bütün yönleriyle zehirli düşünceler ve fikirler yaygınlaştırılarak İslâmî vasıtalardan ve vesilelerden uzaklaştırılması.
İşte bu ve benzeri durumlar nedeniyle akla bir çok sorular gelmektedir. Çünkü oynanan oyunlar sadece bunlar olmayıp değişik, bir çok şekil ve vasıtaları vardır. Bütün bunlar verilecek doğru cevaplar beklemekte-
dirler. Bu cevaplar hem yeterli olmalı hem de Kitap ve sünnetten kaynaklanmalıdır. Aynı zamanda üstün ve güvenilir âlimlerin görüşleriyle de desteklenmelidir.
Şimdi akla gelebilen
bu sorulardan bazılarını soralım:
a- Müslüman kime intisap edip bağlılık göstermeli?
b- Müslüman kime dostluğunu vermeli, kimi veli edinip, velayeti kime vermeli?
c- Bu yetkiyi kimden esirgemeli ve kimlerden uzak durmalı?
d- Kâfirleri dost edinmenin, velayeti onlara vermenin ve onlara yardımda bulunmanın hükmü nedir?
e- Bu gün gaflette olanların ve ümmetimizden bizim dilimizle konuşmalarına rağmen buna bağlı olan çocuklarımızın durumu ve revaç bulan bu İslam dışı düşüncelerle ilgili olarak İslamın hükmü nedir?
Bugün ve yarın olmak üzere sürekli olarak dünyanın doğularında ve batılarında işkence ve zulüm gören müslümanlara karşı dostluk nasıl olmalıdır? Çünkü dünyanın dört bir yanındaki tüm müslümanlar beşeri ve küfrî güçlerin kuşatması ve saldırısı altındadırlar. Bunlara karşı nasıl bir yolun izlenilmesi gerekiyor?...
Artık bugün müslümanlar aklî köleliği kabullendikten sonra bu yoldan nasıl kurtulabilirler? İşte bu elbiseyi de onlara yabancı kültür vermiş bulunuyordu.
Bu ve benzeri sorular, bize Tevhid kelimesinin gerçek anlamda anlamını kaybettiğini göstermiş olmaktadır. İşte günümüz müslümanlarınm karşı karşıya bulunduğu gerçek budur. Zira kavramlar gerçek değerini onlar nezdinde yitirmiştir. Böylece Rubûbiyyette birliği, tevhidi ikrar etmesine rağmen Ulûhiyette (ilahlık, kanun koyuculukta) tevhidi (birliği) kabul etmemekte ve ne acı gerçektir ki, buna rağmen muvahhid olarak, yâni birleyici ve ehli tevhid olarak itibar görmektedir.
Gerçek şu ki: "Lâ ilahe illallah” hem velâ ve hem de berâ noktalarını içeren bir kelimedir. Aynı zamanda bu, Tevhidi ulûhiyeti de bildiren bir kelimedir: İşte işin bu yönü hemen hemen hiçbir kimsenin hatırına bile gelmemektedir. Sadece Allah'ın rahmetiyle kendilerine muamelede bulunduğu kimseler müstesna.
Nitekim Merhum Şeyhû'l-İslâm Muhammed b. Abdulvehhab da bu konuda şunları söylemektedir:
"İnsan, Allah'ı bir olarak tamsa ve şirki de terketse fakat müşriklere karşı dostluk sürdürürse o kimse yine de doğru dürüst bii müslüman olamaz. Nitekim Rabbim şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa- Allah'a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin."[2] (Mücadele, 22)
Sahabe-i kiram, Allah ve Rasûlüne dostluğun, onların düşmanlarına, düşmanlığın en güze! örneklerini vermişlerdir. Meselâ Ebû Ubeyde, Uhud savaşında babası Cerrah'ı öldürmüştür. Hz. Ebû Bekir (s.a) de oğlu Abdurrahman'a karşı çıkmak istemiş, Rasûlullah (s.a) kendisine izin vermemiş, Mus'ab b. Umeyr kardeşi Ubeyd b. Umeyri Uhud savaşında öldürmüştü.
İşte ben bütün bunlara bakarak, İslâm akidesine hizmetin sevgisiyle, bâtılı sona erdirmek ve hakkı açıklamak için, bütün gayretimi topladım ve Allah'dan yardım dileyerek bu kitabı yazmaya karar verdim. Bu konuyu seçtim ve kitabıma da "İslâm'da Velâ ve Berâ" adını verdim.
Gerçi benim gibileri, bilgilerinin azlığı sebebiyle bu anlamda önemli ve geniş kapsamlı bir kitabı hazırlamakta hakkını gereğince veremez, bilmekteyim. Ancak bu konuda bütün gayretlerimi ortaya koydum, gerekli çalışmayı ve titizliği gösterdim. Böylece kitabın layık olacağı değeri kazanmasına gayret gösterdim. Şayet bundan başarılı olabilirsem ki zaten istediğim de budur. Bu başarı başından sonuna dek Allah'ın fazlı sayesindedir.
Şayet arzulananı elde edememişsem, bundan ötürü de günahımın bağışlanması için Rabbimden bağışlanmamı dilerim. Ayrıca gücümü bu noktada ortaya koymam nedeniyle, bu alandaki yapılanmanın tamamlanması için bu yolda bir tuğla da biz koyabilirsek benim için yeterli olacağı kanaatindeyim.
Ben de salih seleflerim gibi şu sözü söylemek isterim:
"Bana ayıplarımı gösteren kimseye Allah (c.c) rahmetiyle muamele buyursun."
Diğer taraftan bilgi seviyesi ne olursa olsun tüm okuyanlarımdan isteğim, bir hatamı ya da eksiğimi gördüklerinde beni uyarmalarıdır. Allah (c.c) kendilerine ecir ve sevap ihsan eylesin. Çünkü onlar böylece bana karşı öğüt verme görevlerini yerine getirmiş olurlar ki, ben de kendilerine gıyaben duacı olurum.
Son olarak değerli hocam Prof. Muhammed Kutub'a da teşekkürlerimi sunmak isterim. Çünkü bu konuyu araştırmada yardımlarını esirgememişlerdir. Böylece Rabbimden isteğim şu, talebesinden hocasının bağışlanması için Rabbinden ecir ve mükafat isterim. Çünkü Allah (c.c) en doğru yolu gösterendir.
Allah'ım amellerimizi isabetli, halis ve samimi amellerden kılsın. Rızasına uygun kılsın. Kitabına ve peygamberinin sünnetine uygun kılsın.
Ey Rabbimiz! şayet unutmuş isek ya da yanılarak hata yapmış isek bizi hesaba çekme. Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yükler yükletme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükletme. Ey Rabbimiz! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim mevlâmızsın. Kâfirler(topluluğuna)'e karşı bize yardım et.
"el-Velâ ve'1-Berâ" konusu hakkında söz edebilmemiz için' islâm'ın bu konudaki düşüncesini ya da tasavvurunu bilmemiz gereklidir. Bunun için de bu hazırlık çalışmasında üç gerçeğe değinmemiz icabetmektedir.
1- "Lâilâhe illallah Muhammedün Rasûlüllah" Kelime-i Tevhid'i ile temsil edilen İslâm gerçeğini ve bu kelimenin delalet ettiği hususları ve şartlarını bilmemiz gerektiği..
2- "el-Velâ ve’l-Berâ" konusunun Tevhid kelimesinin ayrılmaz birer parçası olduğunun bilinmesinin zarûrîliği...
3- İslâm ile çelişen Şirk, küfür, Nifak ve riddet olaylarım bilmemiz icabetmektedir.
İşte benim asıl amacım, gücüm oranında İslâm gerçeğini ve bununla çatışan şeylerin gerçekliğini ortaya koymaktır. Bu arada el-velâ ve'1-Berâ gerçeğini de tüm açıklığıyla ortaya koymak, bu iki noktanın müslümanın hayatındaki önemini vurgulamaktır. Çünkü Velâ ve Bera konusu bu akidenin ve inancın bir parçasıdır. Bu itibarla mutlaka bu akidenin temeli olan Tevhid kelimesi hakkında konuşmalıyız. Diğer taraftan bu akidenin yani inancın doğru bir şekilde anlaşılıp öğrenilmesi de her müslüman için zorunludur. Zira kendisi ancak bu sayede kime dostluk beslemeli, kime yetki vermeli, kimi düşman bilmeli ve kimden yetkiyi esirgemeli. Zira bir inanç ve akide düşünün ki, o akidenin olgun şer'î anlamda kimi dost bilmeli, kimi de düşman tanımalı konusu ortaya konulmadan gerçekleşmiş olsun.
Sonra Müslüman Hz. Peygamber (s.a)'in davetinin asıl amacını ve bu davet gerçeğini tanıması, bunun insanlık tarihinde meydana getirmiş olduğu değişikliği bilmesi, öğrenmesi gerekir. Bununla da yetinmeyip, müslümanın onu tanıdığı, bu sayede tanıma ve öğrenme fırsatını bulduğu rabbine, dinine ve peygamberine karşı ne gibi görevlerinin olduğunu bilmesi de icabetmektedir. İşte müslüman bunları tanıyıp öğrendiği, tâ ilk andan itibaren meydana getirdiği mutluluk kültür ve medeniyeti sayesinde mutlu olabildi. Zira insan mutluluğu ancak Rabbini, dinini ve peygamberini tanımakla, bilmekle ve öğrenmekle kazanabilir.
Gerçekten bu, üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir noktadır. Zira bu davetin geldiği sıralarda insan oğlu koyu ve cahili karanlıklar girdabında, kör ve sapık bir gidişin içinde yuvarlanıp durmakta idi. İşte bütün bunlardan sonra yani ölümlerinden sonra Allah (c.c) kendilerini kurtardı ve tekrar hayata iade etti. Nitekim Rabbim şöyle buyurmaktadır:
"Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkmayan kimse gibi olur mu?" (En'âm, 6/122)
Nitekim bu durumu, tüm sahabenin yaşadığı manasıyla değerli sahabî Mikdâd b. Esved (r.a), en güzel bir şekilde dile getirmişlerdir. Ebû Nuaym'ın "Hilye" adlı eserindeki bu rivayette Hz. Mikdad[3] şöyle buyurmuşlardır:
"... Allah'a yemin ederim ki, Rasûhıllah (s.a) peygamberlerden herhangi birisinin gönderildiği şiddetli durumlardan en şiddetlisiyle gönderilmiştir. O koyu bir cahiliye ve boşluk döneminde peygamber olarak gönderilmiştir ki, bu dönemdekiler puta tapıcılıktan daha üstün bir din kabul etmiyorlardı. O (s), Furkan ile gönderildi ve bu sayede hak ile batılın arasını, ayırdı (kesin çizgi belirlenmiş oldu). Baba ile çocuğunu ayırdı. Öyleki kişi babasını, ya da çocuğunu veya kardeşini kâfir olarak görürdü, -Ki Allah (c) böylelerinin kalp gözlerini imana açmıştı, -bu sayede o, cehenneme girenlerin helak olduğunu bilsin, hiç bir şekilde gözü, bu manada arkada kalmasın. Çünkü o müslüman böylece ciğer paresinin cehennem ateşinde olduğunu bilecektir. Nitekim Rabbim şöyle buyurmaktadır:
"Rabbimiz! Bize gözümüzü « aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla.[4] (Furkân, 74)."
Müslümanlara hidâyet yolunu gösteren Kur'ân'ı Kerîm bu meşhur cahiliyeden şöyle sözetmektedir:
"Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı sanlın (yapışın); parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetlerini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı, tşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulaşınız." (Âl'i-lmrân, 3/103)).
Sahabe -Allah kendilerinden razı olsun- cahiliyenin gerçek yapısını tanıdıktan ve bu arada islamı da öğrenip tanıdıktan sonra, tarihin tanıdığı en seçkin toplum meydana geldi.
Ancak bu seçkin toplum Kur'ân eğitimi ve peygamberi öğrenim sayesinde oluşmuştur. îşte bu seçkin nesil İslâm davetini yayma noktasında tarihin tanık olduğu en üstün toplum olarak bilinmektedir, Bu, bir gerçek ve vakıadır.
Tarihten okuduğumuz ve dinlediğimiz bu azametin sırrı nedir? Sanki rüya gibi bir şeydir. Bugün bizim, erişebildiğimiz aşağılık eğlenceye nazaran o adeta bir rüya gibi gelmektedir bize|jşte bu kuşaktan herhangi birisi İslama girdiğinde, üzerindeki tüm cahili kirleri ve pasları silkeleyip atıyor, böylece o karanlık ve kirli dünyadan tamamen uzaklalaşabiliyor, o cahilî düzenin kısır tasavvurundan ve bozuk düzen kavramlarından tamamen sıyrılarak kendisini kurtarabiliyordu. O böylece maddeye ve kula kulluktan kurtuluyor, gerçekten huzur veren bir hayata, kendisini ilahî nur ile dolduran dopdolu bir aleme, her yönüyle kapsamlı bir düşünce ve tasavvura yöneliyor, böylece her türlü kölelikten kurtularak sadece Aziz ve Celîl olan Allah'a kulluğu yeğliyordu* kabulleniyordu.[5]
Gerçekte bu başarının sırrı ve bundaki azamet, Rasûullah (s.a)'ın başlangıç noktası olarak ele aldığı nokta idi ki bu, "Lâ ilahe illallah Muhammedün Rasûlüllah" kelimesiydi. Bu öylesi bir kelime idi ki, islâmî olmayan tüm bağları koparıp attı, İslâm akidesi dışındaki tüm ilişkiler ve bağlar yok edildi. Sadece İslâm akidesi temel olarak, Allah için sevgi ve imana dayalı bir kardeşlik bağı teessüs ediyor, bu bağların dışındaki tüm cahili sistemler, ırka dayalı düşünceler, renkleri ilgilendiren tasavvurlar, kan ve toprak bağları bir kenara itiliyordu. Bütün bunların yerine bir tek bağ esas alındı. O da yukarıda değindiğimiz İslâm akidesi idi.
Müslim'in Sahihinde Hz. Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet ettiğine göre, Rasûlüllah (s.a) şöyle buyurmuşlardır:
"Allah (c.c), kıyamet gününde şöyle buyuracaktır: Nerede benim Celalim (azametim) için sevişenler? Benim gölgemin dışında hiç bir gölgenin bulunmadığı bugünde onları kendi gölgemde gölgeleyeceğim."[6]
Ömer b. Hattab (r.a)'dan rivayete göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuşlardır:
"- Gerçekten Allah'ın kullan arasında öyle insanlar vardır-ki, bunlar ne peygamberdirler ve ne de şehit. Ancak kıyamet gününde, bunların Allah nezdindeki makamları, nedeniyle hem peygamberler hem de şehitler kendilerine imrenirler. Bunun üzerine sahabe dediler ki:
- Ey Allah'ın Rasûlü, bunların kimler olduğunu bize haber versenize? O (s.a) şöyle buyurdu:
"Onlar öylesi bir kavim (toplum)dırlar ki, aralarında herhangi bir yakınlık (akrabalık) bağı olmaksızın Allah rızası için sevişirler, (yine) birbirlerine alıp verecekleri bir mal bağı olmaksızın sevişirler. Allah'a yemin ederim ki, bunların yüzleri tamamen nurdur. Gerçekten bunlar nûr üzeredirler (hakikat üzere bulunurlar). İnsanlar korkarlarken onlar korkmazlar, yine insanlar mahzun olurlarken onlar üzülüp mahzun olmazlar. Daha sonra Hz. Peygamber (s) şu âyeti okudular:
''Bilesiniz ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyeçeklerdir de." (Yunus 10/62)[7]
Hz. Peygamber, Mekke'i Mükerreme'de 13 yıl kaldı ve insanları bu akideye, İslâm akidesine davet etti, o, bu akideyi belli bir müslüman toplumun gönüllerine yerleştirdi. Bu, onların ruhlarını Öyle bir etkiledi ki, tüm davranışları bu akideyi en güzel şekilde sergilediler. Yeryüzünde Allah'ın yüce kelimesini yaymak için bu alanda cihadı sürekli tuttular. Medine'i Münevvere'de Hz. Muhammed (s.a)'in devleti hakim oluncaya dek bu davet ve cihad sürdü.
Aslında bizi ulûhiyet meselesi hakkında konuşturan ve onun sahih bîr şekilde anlaşılması gereğinden bahsettiren ana etken günümüz insanının bu konuda artık tam bir ihtiyaç içinde olmasıdır. Çünkü bu davayı getiren İslâm'dır, O halde onu en doğru bir şekilde öğrenmek gerekmektedir. Günümüz insanlığı bütün yönleriyle onun açıklanmasına ve izahına muhtaç durumdadır. Zira Allah'ın kendilerine rahme-tiyle muamele buyurduğu pek az kimse dışında, Hz. Peygamber (s.a)'in getirmiş olduğu bu sapasağlam akideyi unutmuşlar ve ondan uzaklaşmışlardır.
Öyle ki bu mesele, Müslüman toplumların gerçekten büyük bir çoğunluğunun sadece dillerinde dolaşır olmaktan öteye geçemez bir hal almıştır. Ne anlama geldiğini düşünmeksizin ve gereklerini de yerine getirmeksizin sadece dillerinde dolaşan kuru bir laf..
İş sadece bununla da kalmıyordu. Aksine bu, itikadın gereği olan istişhâd için bazı nassların ortaya konmasına kadar varıldı. Ancak bu meseleyle ilgili olarak nassların mükemmeline bakılmadı, ilim erbabının eserlerinden açıklama yapılması için onlara başvuruda da bulunulmadı. O kitaplar; hadis kitapları ve şerhleri, tefsir kaynaklan ve şerhleri olarak bilinen değerli kaynaklardır. Bütün bunları tarih boyunca ortaya koyanlar ise değerli davetçilerle toplumları ıslah etmeye çalışanlardır.
Bir diğer nokta da ibadet kavramının ve ahiret hayatları bağlamında taşıdığı kapsamlı ve kamil manasını yitirmiş olmasıdır. Bunun sadece pek az bir bölümü yerine getirilmektedir ki, bunlar da namaz, oruç, zekat ve Hac gibi taabbudî hususlardır.
Hayatın üzerinde yapılanıp yükseldiği ya da onun sayesinde ayakta durduğu nizama gelince? Velâ kimin için olacaktır. Kime dostluk kurup yetkimizi vermeliyiz? Ve bera' kimden olacaktır ve kimden uzak durmalıyız? Kime karşı sevgi beslemeliyiz ve kimlere buğz ve kin beslemeliyiz meselelerine gelince...?
tşte bu soruların cevabının gereğince verilmesi meselesi onların düşünce ve tasavvurlarından ve fikir alanlarından tümüyle uzaktır.
Aslında bu din, sadece Rubûbiyette tevhidi (bir tekliği) içermez. Rubûbiyette tevhidle birlikte ayni zamanda Ulûhiyette de tevhidi (bir tekliği), isim ve sıfatlarda da tevhidi gerektirir ki, bütün bunların yüce Allah'ın Celâl ve azametine yaraşır bir şekilde olması gerekmektedir.
Bir İslâm âliminin söylediği gibi; "Rasûlüllah (s.a)'ın hayatını bir düşünün. O müşrikleri şirklerinden uyarmaya başlamıştı, şirkin karşıtı yani zıddı olan Tevhidi onlara emrediyordu. Müşrikler önceleri bunu pek umursamıyorlar, buna karşı herhangi bir tedbire de gerek duymuyorlardı. Hatta bunu önceleri güzel bile buluyorlardı. Bu yüzden bizzat buna girmeyi isteyenler vardı. Ancak ne zaman ki Hz. peygamber açıkça onların dinlerine yöneldi ve hedef seçti, âlimlerinin bilgisizlik ve cahilliğini yüzlerine söyledi işte o zaman hepsi önceleri sempatiyle karşıladıkları dine ve O'nun Rasûlüne topyekun cephe aldılar ve ona karşı çıkmak üzere kollarını sıvadılar. Artık hem Hz. Peygamber (s)'e ve ashabına düşman olmuşlardı. Bu düşmanlığı şöyle dile getiriyorlardı.
"Ahlâkımızı kötülüyor, dinimizi ayıplıyor, ilâhlarımıza dil uzatıyor.”
Bilindiği gibi Hz. Peygamber İsâ (a.s) ile annesine dil uzatmıyordu, melekler aleyhine bir şeyler söylemiyordu. Ancak şöyle diyordu "Bunlardan medet beklenilmez, zarar ve yarar bunlar elinde değildir" İşte Hz. Peygamber (s)'in onlar için böyle söylemesini hakaret kabul ettiler."
"Şayet siz bu yukarıda anlatılanları öğrenmiş iseniz, o zaman şu gerçeği de anlamış olacaksınız. Allah'ı bir tek varlık olarak tanıyan ve şirki de terkeden bir kimse müşriklere düşman olmadığı ve bu düşmanlığı ve kinini onlara karşı net bir şekilde söylemediği müddetçe İslâmi istikamet üzere değildir. Nitekim Rabbim şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babalan, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa- Allah'a ve Rasû-lüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir." (Mücadele, 58/22)
"Şayet siz, bu yazılanları gerçek anlamıyla kavrayabildiyseniz, ditti bildiklerini savunan bir çok kimselerin onu bilmediklerini, yani Lâ ilahje illallah in ne anlama geldiğini bilemediklerini de öğrenmişsinizdir. Yoksa durum böyle olmasaydı, müslümanların sabretmesini kim isteyebilirdi? Kim onların bu hususta işkence görmelerini, sıkıntı çekmelerini, esir düşmelerini, dövülmelerini, Habeşistan'a hicret etmelerini isteyebilirdi? Bütün bunlara neden gerek vardı ki? Kaldı ki, Peygmber (s.a) insanların en merhametlisi ve şefkatlisidir. Şayet O, bu hususta bir ruhsat ya da bir kolaylık bulsaydı, mutlaka onlara o ruhsatı kullanmalarını veya kolaylıktan yararlanmalarını isterdi, buna izin verirdi.[8]
Madem ki ortada "Lâ ilahe ilîah" Kelime’i tevhidinin gerçek anlamını bilemeyenler vardır. Mutlaka bu hususun onlara açıklanması gerekmektedir. Bunun delalet ettiği manâ ve hakikati şartları, bununla çelişen durumlar ve buna bağlı hususların bir bir açıklanıp ortaya konması gerekmektedir.
İşte şimdi biz burada size bunun açıklamasını sunuyoruz. Bu konuda her türlü yardımı da sadece Allah (c.c)Jdan istemekteyiz.
Bu kelimenin manası şöyledir: "Allah'tan başka hak hiç bir ma-bud yoktur, sadece ve sadece bir tek mabud olan Allah (c) vardır."
İşte bu ifadeyle Tevhid kelimesi, Allah'dan başkasına ilahlık verilmesini reddediyor ve bir tek Allah'a aidiyetini isbat ediyor.[9]
Şeyhul İslâm İbn Teymiyye (r.a) bu konuda şöyle diyor:
"Kalbler için, Allah sevgisinden daha sevimli ve hoş bir şey yoktur. Aynı zamanda O'nun sevdiği şeylerle O'na yaklaşmaktan daha güzel ve sevimli bir şey de yoktur. Ancak Allah sevgisi, O'nun sevgisinin dışında kalan tüm şeylerin sevgisinden uzak kalmakla sağlanır. İnsan Allah sevgisinin dışındaki tüm sevgilere sırt çevirmelidir ki, Allah sevgisi mümkün olabilsin. İşte bu "Lâ ilahe illallah" gerçeğidir. Bu, İbrâhîm Halil (a.s) ile diğer tüm peygamberlerin -Allah'ın salât ve selamı onlara olsun- dinidir."[10]
İşte Tevhid kelimesinin birinci şıkkı yani bölümü yukarıda aktardığımız husus idi. Bunun ikinci şıkkına gelince bu, "Muhammedün Rasûlullah" bölümüdür.
Bunun manası da şöyledir: "Rasûlullah (s.a)'ın emrettiği şeyleri derhal yerine getirmek, uzak durulmasını söyleyip yasakladığı her şeyden de uzak kalmak suretiyle Hz. Peygambere her bakımdan tabi olmak ve uymak."
Bu noktadan hareketle diyoruz ki: "Lâ ilahe ilallâh" kelimesi hem velâ hem de Berâ hususlarını, hem işin reddi gereken noktasını hem de kabul edilmesi yani isbatı gerekli olan noktayı içermektedir. Bu, Allah'a, dinine, kitabına ve peygamberinin sünnetine, ayni zamanda salih kullarına dost olmayı, veli olarak bunları tanımayı, velayeti de bunlara vermeyi gerekli kılmaktadır. Yine bu, Allah'tan başka tapınılan ve ibadet olunan her şeyden ve tağuttan uzak kalmayı gerekli kılmaktadır.[11] . Zira Yüce Mevlâ şöyle buyuruyor:
"O halde kim tâğut'u reddedip Allah'a inanırsa sağlam kulpa yapışmıştır." (Bakara, 2/256).
Bu konuda Muhammed b. Abdülvehhab da şunları yazıyor: İnsan, Tağut'u inkâr etmediği sürece mü'min olamaz, bunu bilmelisiniz. Bu husustaki delil ise az önce mealini vermiş olduğumuz Bakara sûresinin (256.) âyetidir."[12]
Kelime-i Tevhid, Allah'ın şeriatını temel kanun olarak kabul etmeyi emreder. Müslümana, Şeriata karşı gerçek manada bağlı kalınmasını ve yetkileri o prensipler çerçevesinde kullanmasını emreder. Nitekim Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Rahbinizden size indirilene (Kur'ân'a) uyun. Onu bırakıp ta başka dostların peşlerinden gitmeyin. Ne kadar az öğüt alıyorsunuz!" (A'raf, 7/3)
Bir diğer âyette de şöyle buyurulmaktadır:
"(Rasûlüm!) Sen yüzünü "hanif" olarak dine, yani, Allah insanları hangi "fıtrat" üzere yaratmış ise o fıtrata çevir." (Rûm, 30/30).
Tevhid kelimesi aynı zamanda tüm cahili sistemlerden ve düzenlerle hükümlerden uzak kalmamızı da öngörür, gerekli kılar. NitekimRabbim şöyle buyuruyor:
"Yoksa onlar (İslâm öncesi) cahiliyyet hükmünü (idaresini) mü arıyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükümranlığı Allah'tan daha güzel kim vardır?" (Maide, 5/50)
Tevhid kelimesi aynı zamanda İslâm dininin dışındaki tüm dinlerden, rejimlerden ve din kabul edilen her şeyden uzak kalmayı öngörür. Nitekim Rabbim şöyle buyurmaktadır:
"Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, âhirette ziyan edenlerden olacaktır." (Âli îmrân, 3/85)
Diğer taraftan Kelime-i Tevhîd Red ve kabul açısından hükümler kapsar. Tevhid kelimesi dört şeyi reddederken, dört şeyi de isbat ile kabullenir. Tevhid kelimesinin reddettiği şeyler dört tanedir.
• Allah'tan başka tüm ilahları reddeder,
• Tüm tağutları reddeder.
• Endadı reddeder.
•
Erbab'ı
reddeder.
Şimdi bunları sırasıyla açıklayalım:
• İlâhlar: Kendisinden bir iyilik gelmesini beklediğin veya bir kötülüğün giderilmesini ondan dilediğin şeydir ki, kim böyle bir inanca sahip olursa, o kimse o şeyi ilah edinmiş olur.
• Tâğût: Kendisinden hoşnud kalınarak tapınılan ya da ibadet edilmek ye saygı gösterilmek için seçilen her şey.
• Endâd: Aile, mesken (barınak), soy-sop veya mal gibi şeylerin kişiyi cezbetmesi ya da çekim alanına sokması nedeniyle, kişinin İslâ-mı bırakıp onları üstün görmesidir. İşte böyle şeylere Nidd, çoğul ifadesiyle Endâd denir. Yüce Mevlâ şöyle buyuruyor:
"İnsanlardan bazıları Allahdan başkasını Allah'a (haşa) denk tanrılar (endâd) edinir de onları Allah'ı sever gibi severler," (Bakara, 2/165).
ıevnıa Kelimesi
Erbâb: Kişinin hakka muhalefet etmesi ve karşı gelmesi ve kendisine de itaat etmesi için ona fetva veren ve böylece kişiyi itaati altına alan herkes. Rabbim şöyle buyuruyor:
"Onlar, Allah'ı bırakıp da bilginlerini ve rahiplerini Rablar
(Erbab = ilahlar) edindiler." (Tevbe, 9/31).
Tevhid kelimesi, dört şeye de inanmayı gerekli kılar. Yani dört şeyin isbatını öngörür.
a) Sadece Allah'ı amaçlamak ve O'na yönelmeyi emreder.
b) Saygı ve sevgiyi Allah'a karşı göstermeyi gerekli kılar. Zira Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"İman edenlerin Allah'a olan sevgisi ise, daha güçlüdür." (Bakara, 2/165)
c) Korku ile ümit arasında olmayı gerekli kılar. Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine O'ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O'nun keremini geri çevirecekte yoktur. O, hayrını kullarından dilediğine eriştirir. Ve O bağışlayandır." (Yûnus, 10/107).
İşte kim bunları biliyor ve tanıyorsa, o Allah (c.c)'dan başkanıyla olan tüm ilgilerini keser. O hiç bir zaman batılın karanlıklarını büyütüp onlara değer vermez. Nitekim Rabbim Hz. İbrahim'den haber verirken -Ona ve bütün peygamberlerimize salat ve selâm olsun- onun putları nasıl kırdığını ve kavminden nasıl ilgisini kesip onlardan uzak bulunduğunu bildirmektedir:
"İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki, "Biz sizden ve sizin Allah'dan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Alllah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.” (Mümtehîne, 6(/4)[13]
Aslında Kur'ân başından itibaren sonuna dek "Lâilâhe illallah" kelimesinin manâsını açıklamak üzere gönderilmiştir. Bu itibarla o şirki ve benzerlerini reddediyor. Aynı zamanda ihlâsı ve bunun prensiplerini kabulleniyor. Allah'ın razı olup hoşnud kaldığı her salih amel ve söz aslında ihlas kelimesinin kavram ve kapsamı içerisinde ifadesini bulup yerini almaktadır. Çünkü bunun dine delaleti bir çok yönden olmaktadır. Bunları ya mutabakat manasıyla, ya tazammum manasıyla veya iltizamı kavramlarıyla hepsini içermektedir. Yani dini tüm bu anlamlarıyla gerçek manasıyla kapsamına almış olmaktadır.[14]
d) TAKVA: Şer ve isyanı bırakmak, terketmek suretiyle Allah'ın gazabından, azap ve intikamından sakınmaktır. İbadette ihlaslı ve Allah için samimi olmaktır. Allah'ın şeriat olarak gönderip bağlı kalınmasını emrettiği şeylere uymaktır. Nitekim Abdullah b. Mes'ûd (r.a) şöyle buyuruyor: "Allah'a karşı gelmeyi terketmen, Allah tarafından bir nûr üzerinde olmanın delilidir. Aynı zamanda Allah'ın vereceği cezadan korkman da öyledir."[15]
Ancak Rasûlullah (s.a)'ın ashabı acaba bu kelimeyi tam olarak nasıl anladılar ve tanıdılar? Buna nasıl tam bir şekilde bağlandılar? Tam olarak bu kelimenin hükümleriyle nasıl amel ettiler, hükümlerine bağlılıkları nasıl oldu, gereğiyle nasıl amelde bulundular, bunun şartlarını acaba ne şekilde tam olarak yerine getirdiler?
İşte işin bu yönünü değerli İmam Süfyân b. Uyeyne[16] açıklamaktadır. Muhammed b. Abdulmelik el-Masîsî'nin bildirdiğine göre demiştir ki:
"Biz hicri 170 yılında Süfyân b. Uyeyne'nin yanında bulunuyorduk. Bu sırada birisi kendisine İmân hakkında soru sordu. O da cevap olarak: "İman, inandığını dil ile söylemek ve onu amel olarak pratikte de uygulamaktan ibarettir." dedi. Adam: "İman artar ve eksile-bilir mi?" diye sordu. Hz. Süfyân: "Allah (c.c) dilediğince artar ve eksilir de. Öyle ki -Süfyân parmağıyla işarette bulunarak- bu (parmak) kadarı da kalmaz." diye cevapladı. Adam sorusuna devamla: "O halde yanımızda bulunan bazı kimseler, iman sadece söz (dil) ile söylemekten ibarettir, amel (pratikte) uygulama gerekmez, demektedirler. Biz bunlara karşı nasıl davranmalıyız?" diye sordu. Hz. Süfyân cevabında dedi ki: "İman'ın sınırları ve hükümleri henüz kesinleşmeden ve belirlenmeden önce durum onların dediği gibiydi. Aslında Allah (c.c), peygamberimiz Muhammed (s.a)'i bütün insanlara:
"Lâ ilahe illallah Muhammedün Rasûlullah" demeleri için peygamber olarak göndermiştir. Yani Allah'dan başka ilah yoktur ve Hz. Muhammed de O'nun elçisidir, Rasûlüdür, ikrarında bulunmaları için bütün insanlara göndermiştir ki, bu kelimeyi söyleyip itiraf etsinler. Bunu söylediklerinde, bu sayede kanlarını ve mallarını koruma altına (garantiye) almış olurlar. Ancak Tevhid kelimesinin hakkı olan cezalar bunun dışındadır. îmanda samimi olup olmamaları hesabıysa Allah'a havale olunmuştur. Allah (c.c), böylece onların kalpleriyle bu kelimeyi söylemelerinde doğruluklarını ve samimiyetlerini tesbit ettirince, bu defa peygamberine, onların namaz kılmalarını emretmesi emrini verdi.
Hz. Peygamber (s.a) de bu emre uyarak onlara emir verdi ve onlar da verilen emri yerine getirdiler. Allah'a yemin ederim ki, şayet onlar verilen bu emri yerine getirmemiş olsalardı, bu takdirde ilk ikrarlarının herhangi bir yararı olmayacaktı.
Allah (c.c), onların bu husustaki emri yerine getirmede kalben samimi olduklarını ortaya koydurunca, bu defa, Hz. Peygamber'e, ashabının Medine'ye hicret etmelerini emretmesini bildirdi. Rasûlullah (s.a)da onlara bu emri verdi, onlar da derhal emri yerine getirdiler. Allah'a yemin ederim ki, şayet bunlar verilen bu ikinci emri yerine getirmemiş olsalardı, bu durumda ne ilk ikrarlarının ne de namaz kılmalarının kendilerine herhangi bir menfaati olmayacaktı.
"Allah (c.c) onların hicret konusunda da gerçekten içtenlikle doğru ve samimi olduklarını ortaya koydurunca, bu defa onlara tekrar Mekke'ye dönüp orada babaları ve kardeşleriyle kendileri gibi oluncaya dek savaşmalarını emretti (müslümanlarm söylediklerini söylemeleri, namaz kılmaları ve onların hicret etmeleri gibi görevlen yapıncaya kadar babaları ve kardeşleriyle savaşmaları emri verildi). Hz. Peygamber (s.a) onlara Allah'ın bu emrini iletti, onlar da derhal gelen emri yerine getirdiler. Öyleki inananların içlerinden babasının başım alıp getirenler oluyordu da Hz. Peygamber (s.a)'e şöyle diyordu:. "Ey Allah'ın Rasûlü! İşte kâfirlerin başının başı." Vallahi, şayet onlar bu verilen emri yerine getirmemiş olsalardı, bu takdirde ne ilk ikrarlarının, ne namaz kılışlarının, ne hicretlerinin, ne de savaşmalarının kendilerine hiç bir yararı olmayacaktı."
Allah (c.c) onların bu husustaki samimiyetlerini de ortaya koydurunca, bu defa onların Ka'be'yi tavaf etmelerini, taabbudî olarak bu görevi yerine getirmeleri emrini Rasülüllah'a verdi, aynı zamanda başlarını da bir tezellül olmak üzere traş etmelerini emir buyurdu. Onlar da derhal bu emri yerine getirdiler. Vallahi onlar bu emri de yerine getirmemiş olsalardı, bu takdirde ne ilk ikrarlarının, ne namazlarının, ne hicret etmelerinin, ne de babalarının öldürmelerinin kendilerine bir yaran olmayacaktı."
Allah (c.c), onların bu husustaki kalbî samimiyetlerini ve doğruluklarını ortaya koydurunca, peygamberine, onların mallarından onu
temizleyecek bir sadaka = zekât almaları emrini verdi. Rasûlullah (s.a) de onlara Allah'ın bu emrini bildirdi, onlar da derhal emri yerine getirdiler. Öyleki herkes gücü oranında az olan azını, çok olan da çoğunu olmak üzere alıp getirdi. Allah'a yemin ederim ki, şayet onlar bunu yerine getirmemiş olsalardı, ne ilk ikrarlarının, ne namaz kılışlarının, ne hicret etmelerinin, ne babalarını öldürmelerinin, ne de Ka'-be'yi tavaf etmelerinin kendilerine bir yaran olmayacaktı."
İşte bu minval üzere Allah (c.c) peş peşe göndermiş olduğu emirlerini, kısaca şeriatını, iman esaslarını ve sınırlarını böylece onların kalben tasdiklerini ve doğrulamalarını tesbit ettirdikten sonra, peygamberine ashabına şu hususu iletmelerini bildirdi:
"Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim." (Maide, 5/3).
Süfyan b. Uyeyne diyor ki: "Kim iman temellerinden biri olan bu şeylerden herhangi birisini terkeder bırakırsa bize göre o kimse kâfirdir. Kim de sırf tembelliğinden dolayı onları terkederse veya küçümsediğinden ötürü bırakırsa biz onu da te'dip ederdik "-hizaya getirirdik" ve o kimse bu davranışıyla da bize göre fasık sayılır. İşte Sünnet bunu gerektirir. İnsanlardan sana bu hususta soru soranlara, bunu benden kendilerine ulaştır."[17]
İslâm alimleri "Lâ ilahe illallah" Kelime'i Tevhidi için yedi tane şart ileri sürmüşlerdir ki, kişi bu yedi şartın tümünü yerine getirmedikçe, bunları kendisinden toplamadıkça bazılarının yerine getirilmesinin sahibine herhangi bir yararı yoktur. Şimdi size bu şartların açıklamasını sunuyorum.
"Öncelikle şunu bilmemiz gerekecektir ki, amaç sadece bu kelimenin lafızlarını saymak ve salt ezberlemek demek değildir. Nitekim nice ammî (cahil) olanlar var ki, o tüm bu şartları kendisinde toplamış ve gereğini de yerine getirmektedir. Siz böyle bir kimseye, "bu kelimenin sayılarını bize söyle dersiniz de güzel bir cevap veremeyebi-lir. Buna rağmen o kelimenin gereğini yerine getiriyor. Yine nice kimseler de var ki, bu kelimeyi ezberlemiştir, lafızlarını çok iyi bilmektedir, ancak bu tıpkı bir yay gibi geçer gider. Hatta çoğu zamanda görürsün ki, o bu kelimeyle çelişkiyi gerektiren şeylerle meşguldür. Kısaca muvaffakiyet Allah'ın elindedir."[18]
Vehb b. Münebbih[19] kendisine:
"Lâilâhe illallah" cennetin anahtarı değil midir? diye soran kimseye şu cevabı vermişdir:
"Elbette öyledir, ancak, o açacak olan anahtarın dişleri varsa! Bilindiği gibi hiç bir anahtar dişsiz değildir. Şayet sen dişleri olan bir anahtar getirebilirsen, senin için cennetin kapısı açılır, aksi takdirde açılmaz."[20]
İşte bu anahtarın dişleriyse, "La ilahe illallah" kelimesinin şartlarıdır. Şimdi diş durumundaki şartları sunmaya başlıyoruz:
1- Bu kelimenin menfî ve müsbet anlamda taşıdığı tüm manalarını gereğince bilmek. Bu husustaki bilgisizliğe muhalif olan ne varsa bu alanda tam bilgi sahibi olmak. Nitekim Rabbim şöyle buyurmaktadır:
"Şu halde bil, gerçek şu ki, Allah'tan başka ilah yoktur." (Muhammedi 47/19) Yine Rabbim şöyle buyuruyor:
"Ancak kendileri bilerek hakka şahidlik edenler başka." (Zuhrûf, 43/86). Bu âyette geçen "Hakka şahidlik edenler" den maksad şudur "yani hakimiyetin kayıtsız şartsız Allah'a ait olduğunu bilen ve böylece Lâ ilahe illallah (Allah'tan başka ilah yoktur) diye şahitlikte bulunanlar başka." Çünkü ancak bu gibi kimseler dillerinin söylediğini kalbleriyle de bilenlerdir. Nitekim Allah (c.c) bir başka âyette şöyle buyurmaktadır:
"Allah, gerçekten kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik etti; melekler ve ilim sahiplen "
de ondan başka ilah olmadığına adaletle şahitlik ettiler. Azîz ve Hakini olan O'ndan başka ilâh yoktur" (Âl-i İmrân, 3/18).
Müslim'in Sahih'inde Hz. Osman (r.a)'den rivayet olunan bir hadise göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır:
"Bir kimse, Allah'tan başka hiç bir ilah olmadığım bilerek bu iman üzere ölürse cennete girer."[21]
2- Şüpheye yer bırakmayan gerçek anlamda iman (yakînî manada iman): Bunun anlamı şudur: Kişi, bu kelimenin ne manaya geldiğini kesin olarak bilerek söyleyecektir. Kısaca kelimeyi söyleyen kimse bunun medlulünü ve içeriğini bilecektir, hem de kesin bir iman ile bunu bilmek zorundadır. Çünkü iman denilince, onda zannın yeri yoktur, onda kesin bilgi şarttır.[22] Nitekim yüce Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
"Mü'min olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah'a ve Rasûlüne iman ettiler, sonra hiç bir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihâd ettiler, işte onlar, sadık (doğru) olanların ta kendileridir." (Hucurât, 49/15).
Müslim'in Sahihinde Ebû Hureyre (r a)'den rivayet olunan hadise göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır:
"Allah'dan başka ilah olmadığına ve benim de Allah'ın Rasûlü olduğuma şehadet (tanıklık) ederim. Herhangi bir kul bu iki kelimeyle (cümleyle) hiç bir şüpheye yer bırakmaksızın Allah'ın huzuruna böyle bir iman ile çıkarsa, karşılığında kesin cennete girecektir."[23]
Bir başka rivayet ise şöyledir:
"Herhangi bir kul bu iki kelimede şüphe etmeksizin Allah (c.c) ile karşı karşıya gelirse, cennet onu örtüsü altına alır"[24]
Yine Ebû Hureyre'den rivayet olunan uzunca bir hadiste şu ifadeler yer alıyor: "Şu duvarın gerisinde karşılaşacağın kimse, kesin olarak Allahdan başka ilah olmadığına kalben şehadette bulunuyorsa, herhangi bir şüpheye yer bırakmıyorsa, ona cenneti müjdele."[25]
"Kurtubî de Sahihi Müslim üzerine yazmış olduğu "el Müfhim Alâ Sahihi Müslim adlı kitabının "Sadece iki şehadet kelimesini sözle söylemek yeterli değildir" başlığı altında şu bilgiyi sunmaktadır:
"Aksine kesin olarak kalben iman etmesi gereklidir." İşte bu açıklama sapık mürcie mezhebinin doğru bir mezhep olmadığına da işaret etmiş oluyor. Çünkü bunlar, kişinin sadece dil ile şehadet kelimesini söyleyen kimseleri, kalben iman etmeseler de imanlı saymaktadırlar. Halbuki bu konuya ilişkin hadisler, bunun fasid ve bozuk bir görüş olduğun göstermektedir. Kaldı ki, bu mezheb, şeriatçe fesadı ortaya konan bir mezheptir. Çünkü şeriatı gereğince bilen bir kimse, bu mezhebin münafıklığı ve iki yüzlülüğü caiz gördüğünü bilecektir. Halbuki münafıkın sahih ve sağlam bir imana sahip olduğuna hüküm vermek ise kesinlikle batıl ve geçersiz olan bir görüştür."[26]
3- Bu kelimenin gerektirdiği tüm koşulları hem kalbiyle hem de diliyle kabullenecektir. Nitekim Allah (c.c) bize bunu kabul edenlerin kurtulduklarım, kendisi tarafından kurtarıldıklarını, kaçınıp reddedenlerden de intikam alındığını şöylece bildirmiştir:
"İşte böyle senden Önce de (herhangi) bir memlekete bir peygamber göndermiş olmayalım, mutlaka onun 'refah içinde şıma-np azan önde gelenleri! (şöyle) demişlerdir: Gerçek şu ki, biz, atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk ve doğrusu biz, onlann izlerine (eserlerine) uymuşlarız!
(peygamberlerden her biri de şöyle) demiştir: Ben size, atalarınızı üs| tünde bulduğunuz şeyden daha doğru olanını getirmiş olsam da mı? Onlar da demişlerdir ki: Doğrusu biz, kendisiyle gönderildiğiniz şeye (karşı) kâfir olanlarız."
"Böylece biz de onlardan intikam aldık. Öyleyse, sen bir bak ver; yalan sayanların sonu nasıl oldu?" (Zuhrûf, 43/23, 24, 25).
Rabbim yine buyuruyor ki:
"Sonra, biz, peygamberlerimizi ve iman edenleri böyle kurtarırız; müminleri kurtarmamız da bizim üzerimize bir haktır."
(Yunus, 10/103).
Bir başka âyette ise şöyle buyurulmaktadır:
"Muhakkak onlara: 'La ilahe illallah"denir (ve tevhide davet edilirlerse, yüz çevirip, teklif im edene) büyüklük taslarlardı. Ve derlerdi ki: ‘Biz, ilahlarımızla ibadet) i deli bir şair (sözü) için mi terk edeceğiz." (Saffât, 37/35,36)[27]
4- Dördüncü şart olarak bu kelimenin delalet ettiği ve kapsamına almış olduğu tüm şeylere inanıp bunlara boyun eğmek ve buna müna-fi ve aykırı gelen her şeyi de terketmektir. Zira Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Size azab gelmezden önce (tevbe ederek) Rabbinize dönün ve (tevhid ve ihlas ile) Ona teslim olun." (Zümer, 39/54)
Bir başka âyette ise Rabbim şöyle buyurmaktadır:
"İçlerinde doğru olarak kendini Allah'a veren ve İbrahim'in, Allah'ı bir tanıyan dinine tabi olan kimseden dince daha güzel kim vardır?" (Nisa, 4/125)
Yine Rabbim buyurdu ki:
"İyi davranışlar içinde kendini bütünüyle Allah'a veren kimse, gerçekten en sağlam kulpa yapışmıştır." (Lokman, 31/22)
Burada "en sağlam kulp" ifadesiyle amaçlanan "Lâ ilahe illallah" kelimesine yapışmaktır.
Nitekim bir hadislerinde Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmaktadır:
"Sizden herhangi biriniz heva ve isteklerini benim getirdiğime tabi kılmadıkça (uydurmadıkça) mümin olamaz."[28]
İşte bu, gerçek manada boyun eğmektir ve gaye de budur. Zira Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Hayır; Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın (onu) tâm manasıyla kabüllenmedikçe iman etmiş olmazlar." (Nisa, 4/65)
İbn Kesîr merhum bu âyetin tefsirinde şunları yazmaktadır:
"Allah (c.c) yüce zatına yemin ederek, bütün işlerinde kişi Allah Rasûlünü hakem tayin etmediği müddetçe iman etmiş olamayacağını çünkü o peygamberin vermiş olduğu hükmün ister gizli ister açık olsun her zaman bağlanılması gereken bir farz ve hak olduğunu, kimsenin böyle bir hakka ve farza uymamazhk etmemesi gerektiğini bildiriyor ve şöyle buyuruyor:
"... sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar."
Yani seni hakem olarak tayin ettikleri zaman sana kesinlikle ve içtenlikle iman ve itaat ederler. Hakemlik yaptığın konuda hiç bir zaman kendi nefislerinde bir sıkıntı da duymayacaklardır. O hükmü açık ya da kapalı olsun eleştirmeyeceklerdir. Herhangi bir engel ve savunmaya başvurmaksızın tarn bir teslimiyetle verdiğin hükmü kabullenip teslim olacaklardır. Nitekim hadiste şöyle varid olmuştur:
"Varlığım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sizden herhangi biriniz benim getirdiğime heva ve isteklerini uydurmadıkça mümin olamaz."[29]
5- İçine yalan girmeyen katıksız bir doğruluk: Bu beşinci şarta göre kişi tevhid kelimesini içtenlikle kalbinden söyleyecek, kalbinin söylediğiyle dilinin ifade ettiği arasında kesin uyum olacaktır. Nitekim Rabbimize şöyle buyurmaktadır:
"Elif, Lam, Mim. İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece "iman ettik" demeleriyle bırakı-lıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır." (Ankebût,, 29/1,2,3 )[30]
Yine Rabbim bir diğer âyette şöyle buyuımaktadır:
"İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde "Allah'a ve ahiret gününe inandık" derler. Onlar (kendi akıllarınca) güya Allah'ı ve müzminleri aldatırlar. Halbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar ve bunun farkın- da değillerdir. Onların kainlerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalan sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır. (Bakara, 2/8,9,10),
Buharı ve Müslim Sahihlerinde Muaz b. Cebel (r.a) yoluyla Rasûlüllah (s.a)'dan şöyle bir hadis rivayet etmişlerdir: "Herhangi bir kimse, Allah'tan başka ilah olmadığına, Hz. Muhammed'in de gerçekten Allah'ın kulu ve Rasûlü olduğuna tüm kalbî doğruluğuyla söyleyip şahitlik ederse, Allah (c.c.) ona cehennem ateşini haram kılar."[31]
Allame İbn Kayyım da şunları yazmaktadır:
"Lâ ilahe illallah, kelimesini tasdik edip doğrulamak demek, onun yükümlü kıldığı tüm hakları gereğince kavrayıp yerine getirmektir ki, işte bu da İslâm şeriatı demektir. Kısaca İslâm şeriatı, bu tevhid kelimesinin etraflı bir şekilde ortaya konması demektir. Onun tüm haberlerini tasdik edip doğrulamak, bütün emirlerine bağlanıp yerine getirmek, ayni zamanda bütün yasaklarından da kesinlikle uzak durmaktır. Gerçekte bunu tasdik edip doğrulayan kimse, o kelimenin gerektirdiği tüm yükümlülükleri yerine getiren kimse demektir. Bilindiği gibi, kişinin mal ve can güvenliği mutlak olarak ancak bu kelimenin gereklerini ve getirdiği yükümlülükleri yerine getirmekle ve aynı zamanda bu kelimenin tüm haklarını ifa edip korumakla sağlanır. Aynı zamanda mutlak olarak azaptan kurtulmanın yolu da bu kelime ile ve onun haklarını yerine getirmekle mümkündür.[32]
Nitekim bir hadislerinde Rasûlullah (s.a) efendimiz şöyle buyurmaktadırlar: "Benim şefaatim, Allah'tan başka ilah oimadığına ( = Lâ ifehe illah kelimesine) şehadet eden ve bunu samimiyetle yerine getiren içindir. Böylesi, kalbinin inandığını dili ile söyler, dilinin söylediğine kalbi de kani olur."[33]
İbn Receb Hanbelî de suları söylüyor: "Diliyle "Lâ ilahe ilallah" deyip sonra da şeytana itaat eden, heva ve istekleriyle Allah'a isyan edip muhalefette bulunan kimse, onun fiili yani yaptıkları söylediklerini yalanlamış olan kimsedir. Böylece bu kimse masiyeti ve isyanı oranında, şeytana ve isteklerine boyun eğmesi nisbetinde tevhidinin kemalini eksiltmiş kimse demektir.Nitekim yüce Mevlâ şöyle buyurmaktadır:
"Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevâsina uyandan daha sapık kim olabilir?" (Kasas, 28/50).
Bir başka âyet meali de şöyledir:
"Hevâ ve hevese uyma, sonra bu seni,Allah'ın yolundan saptırır."(Sâd,38/26)[34]
6- îhlas, kısaca samimiyet. Bu, kişinin tüm'şirk şaibelerinden ye kötülüklerinden arınmak suretiyle salip ve iyi bir niyetle amelini ve işini arıtması, temize çıkarmasıdır.[35]
Yüce Mevlâ şöyle buyuruyor:
"Uyanık olun, (şüphe ve şirkten) halis olan (arınmış olan) difi, yalnız Allah'ındır." (Zümer, 39/3)
Bir diğer ayet meali de şöyledir:
"Halbuki onlar, O'nun dininde ihlas sahipleri ve hanifler bata* inanç ve itikadları terkedip İslâm'a bağlananlar) olarak Allah'a ibadet etmelerinden, namazı dosdoğru kılmalarından, zekatı vermelerinden başkasıyla emrolunmadılar. (Bütün ilahî kitapların bildirdiği) dosdoğru din, işte budur!" Beyyine, 98/5)
Ebû Hüreyre (r.a)'nin Rasûlullah (s.a)'tan rivayet ettiği bir hadiste, Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır:
"Kalbinden veya ruhundan içtenlikle Lâ ilahe illallah diyen kimseler, benim şefaatim sayesinde insanlar içerisinde en mutlu olan kimselerdir."[36]
Yine Müslim'in Sahîh'inde rivayet olunduğuna göre, Utbân b. Mâlik[37], Hz. Peygamber (s.a) efendimizden şöyle bir hadis rivayet etmiştir:
"Kim, "Lâ ilahe illallah diyerek, bununla sadece Allah rızasını isterse, kesin olarak Allah (c.c), ona cehennem ateşini haram kılar."[38]
Nesaî'nin "el-Yevm ve'I-Leyle" adlı eserinde Sahabeden iki kimsenin Rasûlullah (s.a)'tan şöyle bir hadis rivayet ettiklerini zikreder;
"Kim kalbinden içtenlikle ve ihlas ile; "Lâ ilahe illallahu vahde-hu lâ şerike leh, Lehulmülkü ve lehul Hamdu ve Huve alâ külli şey'in Kadîr' derse ve bu dediğini dili de doğrularsa, Allah (c.c), bu kelimeye gök kapısını Öylesine bir açar ki, yeryüzü halkından herhangi bir kimse bu kelimeyi ihlash olarak söyleyen kimseye (Allah) rahmetiyle nazar eder de (şöyle der): "Allah'ın kendisine rahmet nazarıyla baktığı kimseye, Allah'ın o kimsenin arzusunu vermesi bir hak (ve görevdir"[39]
Fudayl b. İyad (r.a) da demiştir ki: "Şayet kişinin ameli halis olup, doğru olmazsa, kabul olmaz, eğer doğru olup ihlash olmaz ise yine kabul olmaz. Ancak hem doğru ve hem ihlash olması halinde kabul olunur. Halis demek, yapılan amelin sırf Allah rızası için yapılmış olması demektir. Doğru demek ise, yapılan amelin sünnete uygunluğu demektir."[40]
Nitekim Allah (c.c), Kur'ân'ı Azim'inde Tevhidinde ihlas sahibi olan ile şirk koşan kimse için çok açık ve net bir örnek Vermektedir. Rabbim buyuruyor ki:
"Allah, çekişip duran bîr çok ortakların sahip olduğu bir adam (köle) ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı (mü'mini) misal olarak verir. Bu ikisi eşit midir?" (Zümer, 39/29)
Merhum üstad Seyyid Kutub da tefsirinde şunları yazıyor: "İşte bu bir örnektir ki, Allah (c.c), Tevhid sahibi kul ile müşrik olan kulun halini böylece göstermiş olmaktadır. Öyle bir kölelik durumu ki, bir tek kölenin sahibi bir kaç kişidir ve bunlar ortaklıkları sebebiyle de birbirleriyle çekişip durmaktadırlar. O köle onlar arasında tevzi oluiî-muş, her bir ortağının onun üzerinde bir bakıma yönetme hakkı vardır . Her bir sahibinin onun üzerinde yükümlülükleri bulunmaktadıf. Böylece köle bunlar arasında şaşkın bir haldedir. Adam bu bakımdan bir çizgide duramamaktadır, hangisinin emrini yerine getireceğini biı-miyordur ve şaşkınlık içerisindedir. Ama diğer taraftan bir köle düşünün, tek bir efendisi vardı. Köle efendisinin kendisinden ne istediğini bilmektedir, bu bakımdan kendisini onun istekleri ile sorumlu bulundurmaktadır. Bunun için de müsterihtir, kesin bir çizgide ve yoldadıir, yolu da açıktır." İşte bu ikisi hiç bir zaman bir ve eşit olabilirler mi? Hayır. Çünkü bir tek efendiye bağlı bulunan ve ona boyun eğen kinişe, bu bakımdan işini en iyi bir şekilde bilmekle rahat bir çizgidedir, bu çizgi üzere nimetlenmektedir. Bu itibarla yapacağı hizmette, tüf)i gücünü ve hizmetini tek amaca teksif ederek yoğunlaştırmış olmaktadır. Gittiği yol da açıktır."
"Ancak bir çok kimsenin görev ve yükümlülüğü altında olan köleye ya da kimseye gelince, her zaman huzursuz, adeta işkence çekmektedir. Çünkü istikrarlı bir hali yoktur adamın. Hepsini hoşnud kfı-ması bir tarafa, efendilerinden bir tekini bile memnun edememektedir ."
"İşte bu örnek çok açık bir şekilde Tevhid gerçeğini ortaya Koyarken şirk gerçeğini de bütün yönleriyle açıklamış olmaktadır. İnanmış olan kalb, Tevhid gerçeğini içine sindirmiş kimsededir ki, bu kirfı-se Allah'ın göstermiş olduğu yolda yürüyordun Yardımını sadece Allah'tan istemekte, her yönüyle Allah'a yönelmiştir ve bir tek onu tanımaktadır."[41]
Şeyh Kasımı merhum da şunları yazmaktadır:
Esas amaç, yöneliş tevhidinde yani bir teklikte Mâbud'un Tevhidi yani bir tekliğidir. Tüm ayrıhkarı söküp atmaktır. Nitekim yüce lâ şöyle buyurmuştur:
"...Darmadağınık birçok (düzme) tanrılar mı hayırlıdır, yoksa (zat ve sıfatında hepsine ve herşeye gâlıp ve) kahhar olan bir tek Allah mı?" (Yusuf, 12/39)[42]
Aslında İslâm, gerçek anlamda ve tam manasıyla, bir tek olan Allah'a teslimiyeti, Allah'dan başkasına gönül bağlamayı ise terki gerektirir. İşte bu gerçek manada "Lâ ilahe illallah" kelimesinin manasıdır. Bir kimse hem Allah'a ve hem de başkalarına teslim olmuşsa o kimse müşriktir. Kaldı ki, Allah (c.c) kendisine şirk yani ortak koşanları hiç bir zaman bağışlamaz. Bu bakımdan kim Allah'a teslim olmaz ve kibirlilik ya da büyüklük gösterirse, Allah'a ibadetten ve O'na kulluktan uzak durursa, işte bunlar hakkında Rabbim şöyle buyurmuştur:
"Doğrusu Benim ibadetimden (yüz çevirerek) büyüklük tas-layanlar, yakında hor ve zelil olarak cehenneme gireceklerdir,"
(Mümin 40/60)[43]
7- Bu kelimeye karşı olan muhabbeti ve sevgisi. Aynı zamanda bu kelimenin gerektirdiği ve delalet ettiği tüm şeyleri sevmesi ve ileri göstermesi gerekir. Aynı zamanda bu kelimeyi söyleyip gereğince amel edenleri ve bunun şartlarını yerine getirenleri de sevecek, yerine getirmeyenleri ya da bu kelimeyle çelişki içinde olanlara da buğzedecektir, bunlara nefret duyacaktır. Yüce Mevlâ şöyle buyurmaktadır:
"İnsanlardan bazıları Allah'tan başkasını (Allah'a) eş edinen kimseler de vardır. Onlan, Allah'ı sever gibi severler (itaat ederler).
İman edenlerin Allah'a sevgisi ise (her şeyden) çok daha sağlam (ve sarsılmaz)dır." (Bakara, 2/165)[44]
Bir diğer âyette ise Rabbim şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler, içinizden kim (Rasûlullah'ın irtihalinden sonra) dininden dönerse, Allah(ü Teâlâ) müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetli, kendisinin onları seveceği, onların da kendisini seveceği bir topluluk getirir ki, Allah yolunda cihad ederler ve hiç bir kınayanın kınamasından korkmazlar." (Maide, 5/54).
Bir hadislerinde de Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmaktadırlar:
"Her kimde üç şey bulunursa, bu üç şey sayesinde imanın hazzı-na erişmiş olur. Allah ve Rasûlünün kişi için her şeyden daha sevgili olması, bir kişiyi sevmek (severken) sadece Allah rızasını gözeterek sevmesi, Allah (c.c) kendisini kurtardıktan sonra, tekrar küfre dönüp girmekten, cehennem ateşine atilacakmışcasma (kaçınmak) istememek.[45]
Şeyh Hafız Hikemî merhum[46] diyor ki:
"Kulun Rabbini sevdiğine dair belirtisi, kendi heva ve arzusuna uymasa da Allah'ın sevgisini ve istediklerini ön planda tutmak, heva ve isteği ona yönelse de Rabbin buğzedip kızdığı şeylere buğzetmek. Allah ve Rasûlüne sevgi ve dostluk besleyenlere karşı sevgi ve dostluk besleyerek onların velayetini tanımak. Allah'a karşı düşmanlık ve kin besleyenlere, Hz. Peygambere tabii olanlara kin ve düşmanlık güdenlere karşı düşmanlık ve kin beslemek. Allah Rasûlüne kesinlikle uymak, onun yolundan ve izinden gitmek ve onun getirmiş olduğu hidâyeti ve doğru yolu kabullenmek[47].
İbn'ul-Kayyım da
Nûniye adlı kasidesinde şunları zikretmektedir:
"Sevginin şartı, hiç bir isyana kalkışmaksızın, sevdiğin kimsenin sevgisine uygun olarak davranmaktır."
"Şayet sen, kendisine karşı sevgi iddiasında bulunduğun varlığa karşı sevgiye aykırı bir şey yapıyorsan, bu takdirde iftiracısın.”
"Sen ki, sevgilinin düşmanlarını sevmektesin, kalkıp bir sevgiden söz etmektesin, böyle bir şey imkan dahilinde değildir."
Aynı zamanda sen düşmanlığını onun sevdikleriyle çarpışarak geçiriyorsun. Ey Şeytanın kardeşi, nerede senin sevgin?
Kalb ve erkan huzuruyla birlikte Tevhidi Mahabbetin dışında bir ibadet yoktur."
Diye devam ediyor ve sonunda şöyle söylüyor:
"Biz müslüman olduğunu iddia eden öyle bir fırkanın apaçık şirk işlediklerini görmüşüzdür.
Bütün bunları O'na ortaklar koşmakta ve vehimde bulunmaktadır. Aynı zamanda bütün bunları O'nunla eş tutmaktadır sevgide, halbuki Sultan bu değildir.[48]
Sunmaya çalıştığımız "el-Velâ ve'1-Berâ" "Lailahe illallah" Kelimesinin ayrılmaz bir vasfıdır.
"Mademki muvalatm yani dostluğun ve velayetin temeli sevgi, düşmanlığın yani adavetin temeli de buğz ve kindir. İşte bu ikisinden, hangi şey muvalatın = dostluğun ve hangi şey düşmanlığın içerisinde gerçek manada yer alacağı hususu ortaya çıkar. Çünkü bunlar kalblerin ve organların amelleridirler. Meselâ yardım, ünsiyet, yardımlaşma, cihad, hicret vb. gibi."[49]
Bu itibarla gerçek anlamda velâ ve Berâ meselesi "Lailahe illallah" kelimesinin ayrılmaz bir parçasıdır. Ondan farklı olarak düşünülemez. Gerek Kitaptan yani Kur'ân'dan gerekse Sünnetten buna ilişkin deliller gayet çoktur. Şimdi kitaptan olan delillerden bazılarını sunalım. Rabbim buyuruyor ki:
"Mü'minler,
müzminlerden başka kâfirleri veli (dost, arkadaş, hakim, kumandan, hükümdar,
devlet başkam, lider)ler edinmesin. Kim bunu yaparsa (ona) Allah'tan hiç bir şey (yardım) yoktur, (Allah'tan
ilişiği kesilmiş olur. Allah ile dostluğu kalmaz.) Meğer ki onlardan (gelmesi
muhtemel ve sakınılması gereken) bir zarardan korunmuş olasınız.
(Daru'ül-Harb'de olduğunuz zaman düşmanın şerrinden korunmak için fiilî bir
dostluğa cevaz yoktur. Onları dost edinerek peşlerinden gitmenizi İslâm
yasaklıyor. Ancak, dille sözle olan sathi bir dostluğa cevaz verilmiştir).
Allah(ü teala) size (asıl) kendisinden sakınmanızı emrediyor. Nihayet dönüş
(ancak) Allah'adır."
(Al’i İmrân, 3/28).
Bir başka âyette ise Rabbim şöyle buyuruyor:
"(Rasûlüm) de ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir. De ki: Allah'a ve Rasûlüne itaat edin.
Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez" (Ali îmrân, 3/31-32).
Yüce Rabbim, Allah düşmanlarının hedeflerini şöyle açıklamaktadır:
"Onlar kendileri gibi sizin de kâfir olup onlarla bir (ve beraber)
olmanızı arzu ettiler. O halde Allah yolunda hicret edinceye kadar, içlerinden veliler (dostlar) edinmeyin. Eğer (Tevhid ve hicretten) yüz çevirirlerse onları nerede bulursanız yakalayıp öldürünüz ve onlardan veli (dost ve yardımcı) da edinmeyiniz/' (Nisa, 4/89).
Yine bir diğer âyet meali de şöyledir:
"Ey iman edenler, yahudileri ve hıristiyanları da (veli, dost, sırdaş ve başınıza idareci)ler edinmeyin. Onlar (ancak) birbirlerinin veli (dost)leridirler. İçinizden kim onları veli (dost, sırdaş ve idareci) edinirse, muhakkak o da onlardandır. Şüphesiz Allah(ü Teâlâ düşmana dostluk eden) zalimler topluluğuna hidâyet etmez." (Mâide, 5/51).
Konuya ilişkin hadisler ve nakiller bir hayli çoktur. Size bazılarını sunmaya çalışalım:
1-Ahmed b. Hanbel'in Cerîr b. Abdullah el-becelî yoluyla rivayet etmiş olduğu hadise göre, Cerîr b. Abdullah Peygamberimiz (s.a)'e Bey'at ederken kendisinden şu şartla Bey'at yapılması istenmiştir: "Her bir müslümana öğütte bulunmak ve her bir kâfirden de uzak durmak"[50]
2- İbn Ebî Şeybe kendi senediyle rivayet etmiş olduğu hadiste Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduklarını bildirmişlerdir: "İmanın en güçlü ve güvenilir kulpu (ipi), Allah için sevmek ve yine Allah için buğzet-mektir,"[51]
3-Tabaranî de "el-kebîr" adlı eserinde îbn Abbâs (r.a)'tan şöyle rivayette bulunuyor. Rasûlullah (s.a) buyurmuşlardır ki: "İman ipinin (kulpunun) en güçlüsü Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir."[52]
4- İbn Cerîr ve Muhammed b. Nasr el-Mervezî, İbn Abbas (r.a)'tan rivayet ettiklerine göre, demiştir ki: "Kim Allah için sever, kim Allah için buğzeder ve kim Allah için dostluk ve velayet yetkisini kullanır, kim de Allah için düşmanlık beslerse, o kimse bu yaptıkları sayesinde gerçekten Allah'ın dostluğuna erişir (Allah'ın dostluğunu kazanmış olur). Bir kimse de, bu saydığımız nitelikleri taşımadığı sürece, ne kadar çok namaz kılıp oruç tutsa da, imanın hazzına ve tadına erişememiştir. Çünkü böyle insanlarla olan kardeşliğini (münasebetini) sırf dünya ilişkilerine bağlamıştır, böyle bir hal ise kişiye asla hiç bir şey kazandıramaz."[53]
İbn Abbas'ın yukarıdaki ifadesini açıklarken Şeyh Süleyman b. Abdullah b. Muhammed ise şunları söylemektedir: "Kim Allah için dostlukta bulunursa" demek, sevgi için gerekli olan ve sevginin ayrılmaz bir parçası olan hali açıklamış bulunmaktadır. Bu da gerçek manadaki bir dostluğu ve karşılıklı sevgi ve saygıyı içerir. Burada şu hususa da dikkat çekilmiş olmaktadır. Kişinin mücerred olarak "Seviyorum" demesi yeterli değildir. Mutlak surette bunun ayrılmaz bir vasfı olan sevginin yanında dostluğun da beraber sürdürülmüş olmasıdır. Bu nitelikler de şunlardır. Allah için yardım, ikram, saygı, gerek iç görünüş gerekse dış görünüş yönüyle olsun kişinin sevdiğiyle beraber olmasıdır. O'ndan ayrı olmamasıdır.
Yine: "Kim Allah için düşmanlık sürdürürse" ifadesi de şu hususları içermektedir. Allah için buğuzda bulunmanın ayrılmaz bir vasfı,
Allah için düşmanlığını sürdürmektir. Bu da Allah'a düşman olanlara karşı, aynı şekilde müslümamn düşmanlığını açık ve net bir şekilde ortaya koymasıdır. Kısaca düşmanlığını fiilen ortaya koyacaktır. Meselâ Allah düşmanlarına karşı cihad etmek, onlardan tüm ilişkilerini kesip uzak durmak, hem gizli manada ve hem açık anlamda zahiri ve batım anlamda ilgiyi kesmek. Demek oluyor ki, kişi ben buğzediyorum diye kuru bir iddia ile bunu kanıtlayamaz. Mutlaka buğzun gerekleri ne ise onları da beraberinde yapması gerekir.[54]
Nitekim Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
“İbrahim'de ve onunla beraber olan (inanan)lar(in sözlerin) da, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavim-lerin(den küfr edenler)e: Muhakkak bizler sîzden ve Allah'tan başka ibadet ettiğjniz şeyler (olan putlar)dan uzağız. Siz(in dininiz)i inkar ettik. Yalnızca Allah'a iman (edip şirki terk) edinceye kadar, bizimle sizin aranızda düşmanlık ve kin ebediyyen başgöstermiştir, demişlerdi." (Mümtehine, 60/4)
Ben de bu hususta derim ki, geçen örneklerden açıkça görülüyor ki, Allah için dostluk denilince, Allah için sevgi ve saygı göstermek, dinine mutlak olarak yardımda bulunmak, Allah'ın dostlarını sevmek, onlara yardımcı olarak onların yanında yer almak gerekir.
Aynı zamanda Bera demek, Allah'ın düşmanlarına buğzetmek, kin gütmek, onları sevmeyip kendilerine karşı cephe almak suretiyle cihad etmek demektir. İşte bunun içindir ki, birinci grupta yer alanları Şarii Azîm olan Yüce Allah "Allah'ın dostları" (= Evliyaullah) diye isimlendirirken, ikinci grupta yer alanları da Rabbim: "Şeytanın yandaşları, dostları" = (Evliyâuşşeytân) diye adlandırmıştır. Nitekim bu hususta Rabbim (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Allah iman edenlerin velîsi(dostu ve yardimcısı)dır. Onları küfrün karanlıklarından (kurtarıp iman) nur(un)a çıkarır. Küfredenlerin dostları ise tağüt (şeytan)dur. O da onları (insanı fıtratları olan
İslâm'ın) nurundan (ayırıp) karanlıklara çıkarır. İşte onlar ateş (cehennemliktirler. Onlar orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalıcıdırlar." (Bakara, 2/257).
Bir başka âyet meali de şu merkezdedir:
"İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kâfir olanlar da Tağût yolunda savaşırlar. Ey mü'-minler, şimdi siz şeytanın velileri (ordusu, dost ve yandaşları olan kâfirler) ile savaşın. Şüphesiz şeytanın hilekârlığı zayıftır." (Nisa, 4/76).
Şunu iyice bilmelisiniz ki, Allah (c.c) Tevhid inancım tebliğ için her ne zaman bir peygamber gönderdiyse onun aynı zamanda düşmanları da olmuştur. Kısaca düşmanı olmayan hiç bir peygamber gönderilmemiştir. Nitekim Allah (c.c) bu hususta şöyle buyurmaktadır:
"Biz her peygambere insan ve cin şeytanlarım düşman kıldık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler telkin ederler."
(En'âm, 6/112).
Kimi zaman da Tevhid düşmanları nezdinde bir çok ilimler, kitaplar ve hüccetler de olabilir. Nitekim bunlar için Rabbim şöyle buyurmaktadır:
"Peygamberleri onlara apaçık (mucize ve) deliller ile geldiğinde onlar, yanlarındaki (kendi
akıllarınca) ilim (sandıklan kazanç, ticaret ve batıl inançları ile)
sunardılar (ve peygamberleri ile alay ettiler) ve alay edegeldikleri şey (azab) onları kuşatıverdi." (Gafir = Mümin, 40/83).
İşte bütün bu esaslara göre mü'min ve müslüman olan kişinin görevi, dinini gereğince öğrenmektir. Çünkü Allah'ın dini konusunda öğreneceği şeyler elinde bir silah oluşturmalıdır ki, bu silahla o şeytanları durdurabilsin ve onlarla savaşarak karşı koyabilsin. Bunun için de i mü'minin korkup üzülmesine de ayrıca gerek yoktur. Çünkü yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz şeytanın hilekârlığı (kurduğu düzen) zayıftır." (Nisa,4/76).
îşin doğrusu Ehl-i Tevhîd olan bir halk tabakası, müşrik bilginlerinden binlercesini yenebilir. Zira Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Ve gerçekten bizim ordumuz (mü'minler), elbette onlar (kâfirlere) galip (üstün) olanlardır." (Saffât, 37/173).
Kaldı ki, Allah'ın ordusu hem eldeki delilleri ve dilleri sayesinde onlara karşı üstündürler. Hem de kılıç, ok ve silahlarıyla, mızraklarıyla da üstündürler.[55]
İster mülhidler yani dinsizler, ister yahudî, hristiyan, varlığını yitirmiş, batılılık iddiasına kalkışan zavallılar olsun, ister dünya siyonistleri ve komünistleri olsunlar, hepsinin bir tek amaçları vardır. Bu da müslümanların inançlarını ve akidelerini sarsmak, müslümanları da kendi potalarında eritmektir. Onların şahsiyetlerini ve kişiliklerini kendi içlerinde eritip yok etmektir. Böylece İslâm toplumunu, kendilerince seçkin olan toplumun binek hayvanları olan merkepler haline; getirmektir.
Nitekim Siyon protokolleri bunun en açık örneğini oluşturmaktadır. Bu protokoller, müslümanlar için konuyu açık ve seçik bir şekilde ortaya koymuş bulunmaktadır. Müsiümanlar bunları öğrenmek! suretiyle işin önemini kavrasınlar. Böylece her müslüman nasıl korunması gerekiyorsa öylece korunabilsin. Müslüman hem kendisini, nemf kendisiyle birlikte olan kardeşini, bundan da öteye tüm müslümanları koruyabilmesi için mutlaka bunları bilmesi gerekiyor. Düşmanını tanıyabilmesi için şarttır bu.
Müslüman, edinmiş olduğu bu bilgiler sayesinde tehlikenin nef oranda büyük olduğunu, aldanması halinde gerçekten büyük badirelere yuvarlanacağını hiç bir zaman unutmamalıdır. Çünkü gerçekten bu dinsiz propagandalar, aldatmaca hareketleri hep şu sloganlarla ortaya atılmış olmaktadır:
"Kardeşlik, eşitlik!.. Din Allah'ındır. Fakat vatan ya da dünya herkesindir" İşte bunun gibi yaldızlı sözlerle müslümanları aldatırlar.
Allah'ın izniyle daha etraflı bir şekilde bu konuyu son bölümde ele alıp sizlere aktarmış olacağız.
Artık bu apaçık deliller sayesinde, Kitap ve Sünnetten sunduğumuz deliller çerçevesinde "Velâ ve Berâ" konusu, yani kimleri seveceğiz, kimlere dostluk gösterip, velayetlerini kabulleneceğiz, kimlerden de uzak durup, onlara bu manada bir yetki vermeyeceğiz, konusu, gerçek anlamıyla "La ilahe illallah" kelimesinin ayrılmaz bir şartı ve vasfıdır. Aynı zamanda bu, Lâ ilahe illallah kelimesinin manasının gerçek anlamda tahkikidir. Nitekim İbn Teymiyye (r.a) bu hususta der ki:
"Allah'dan başka ilah olmadığına dair şehadetin ve tanıklığın tahkiki ya da gerçekleşmesi için, şu noktanın iyi bilinmesi gerekir. Kişi sevdiğini sadece Allah için sevecektir. Buğzettiğine de Allah için buğ-zedecektir. Dost ve veli edindiği kimseyi de Allah rızası için dost edinecek, velayetini bu manada tanıyacaktır. Aynı zamanda düşman kabul ettiklerini de, Allah'a karşı oldukları için düşman tanıyacaktır. Müslüman Allah'ın sevdiklerini sevecek, Allah'ın buğzettiklerine de buğzedecektir."[56]
Kişi nerede ve hangi toplumda olursa olsun müslümanı sevecek, onu dost edinip, onun velayetini tanıyacaktır. Aynı zamanda nerede bulunursa bulunsun kâfire de düşmanlık gösterecektir. Hatta bu kâfir olan kimse en yakınından daha çok kendisine yakın birisi bile olsa, onu da Allah düşmanı olduğu için sevmeyip, düşmanlık gösterecektir. Kaldı ki, Velâ ve Bera (Mü'minleri dost edinmek, kâfirlerden de uzak durmak) konusu, İslâm akidesinin bir parçasıdır. Bunun ikinci rüknü ise, Tağutu reddetmek, onu inkâr etmektir. Zira bunsuz velayet eksiktir, tamamlanmamış olur. Cenabı Hak (c.c) bu hususta şöyle buyurmaktadır:
"O halde kim Tağut'u reddedip Allah'a inanırsa, o kesinlikle kopması hiç mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa sarılmıştır."
(Bakara, 2/256).
Bu itibarla tağuta küfretmeyen, onu inkâr etmeyen kimse asla mü'-min olamaz. Tağût ise: Allah'tan ba^ka uyulan, kendisine tabi olunan, arzulanan ya da kendisinden çekinilip korkulan her şeydir. Buna Şeytan da dahildir.
Kişinin imanı kabullenmesi, sağlam kulp olan Kur'ân ve İslâm'a sarılmış olması Tağût'a küfretmesi, yani inkâr etmesini gerektirmektedir. Nitekim biraz Önce mealini sunmuş olduğumuz Bakara 256. âyeti de bunu açık bir şekilde ortaya koyuyor.
Tevhid kelimesini dil ile söylemek yeterlidir ve bunu söyleyenler mü'mindir diye iddia edenlere verilecek en doğru cevabı vermeye çalışacağız. Bu konuda doğru ve sahih olan mezhep hangisi ise, konuyla ilişkisi olan hangi hadis varsa birlikte vereceğiz:
Allâme İbn Kayyım (r.a) diyor ki: "Tevhid, sadece kişinin, "Allah'tan başka bir yaratıcı yoktur, Allah (c.c), her şeyin Rabbi Meliki, sahibidir," demek değildir. Nitekim putperestler de bunu söylemekteydiler ama yine de müşrik idiler. Bütün bunların aksine Tevhîd, Allah sevgisini içerir, Allah'ın tüm emirlerine boyun eğilmesini, emirleri karşısında tümüyle teslimiyetini ister. Allah'a kamil manada itaati, samimi ve ihlash bir şekilde ibadet etmeyi, O'nun yüce iradesini tüm söz ve fiilleriyle yerine getirmeyi gerektirir. Yasakladığını yasaklamak, ver dediğini de vermek, O'nun için sevmek ve O'nun için buğzetmek gerekir. Çünkü Tevhid bunları içerir. Kısaca kişi ile masiyet (kötü ve şer) sebepleri arasına girebilen şeyler ve bunlarda ısrar gibi hususlarda Tevhid esasından ayrılmayıp Allah'ın reddini istediği her şeyi reddetmek ve yapılmasını istediği her şeyi de yerine getirmek gerekir. İşin bu yönünü bilen bir kimse Rasûlullah (s.a)'ın şu ifadesini kavramış demektir:
"Bir kimse gerçekten Allah rızasını istemek suretiyle içtenlikle ve ihlash olarak "La ilahe illallah" derse, Allah (c.c) ona cehennem ateşini haram kılar."[57]
Yine Hz. Peygamber (s.a)'in: "La ilahe illallah, diyen kimse ateşe (cehenneme) girmez"[58] hadisi ve benzeri hadisler, bir çok kişilerce yanlış yorumlanmıştır. Bir çok kimse bu hadisler karşısında zorlanmışlardır. Hatta kimileri bu hadislerin mensûh olduğunu yani yürürlükten kaldırılmış olduklarım sanmışlardır. Kimisi de bu hadislerin henüz emirler ve yasaklar gelmeden önce irad buyurulduklannı ileri sürmüşlerdir. Diğer bir ifadeyle: "Şeriat henüz kesinleşmeden önce bu hadisler söylenmiş olabilir," demişlerdir. Kimisi de bu gibi hadisleri müşriklerin ve kâfirlerin ebedî cehennem ateşinde kalacakları şeklinde yorumlamışlardır. Bazıları ise, "Cehennemde ebedî kalış" hususunu şöyle yorumlamışlardır: "Yani bu, bunu ifade eden kimselerin sürekli olmamak kaydıyla cehenneme girecekleri" demektir, gibi hiç de hoş karşılanmayacak tevil ve yorumlara başvurmuşlardır.
Aslında Sâri' olan Rasûlullah (s.a) efendimiz, bu ifadeleri sadece dil ile söyleyenlere cehennem ateşi haramdır, diye söylememiştir. Doğrusu bu tüm bilinen gerçeklere aykırı düşmektedir. İslâm dininde zarurî olarak bilinmesi gereken şeylerle bu, çelişmektedir. Çünkü münafıklar da bunu dilleri ile söylemektedirler. Halbuki buna rağmen kesin inkarcı olmaları nedeniyle, cehennemin en alt tabakasında yer alacaklardır. Zira Kur'ân bu hususu böylece bildiriyor.
Dolayısıyla, sadece dil ile söylemek yeterli değildir. Dil ile söylenirken içtenlikle de yerine getirilmelidir.
Kalbin söylemesine gelince, bu hususun kalb ile bilinmesi ve onu kalbin de doğrulaması demektir. Aynı zamanda bu kelimenin içerdiği menfi ve müsbet noktaları da bilmesi ve bunları yerine getirmesi gerekir. Bu kelime neyi kabul etmemizi ve neyi de reddetmemizi istiyorsa, bunun gereklerini yerine getirmek zorundayız. Kişi böylece Allah'tan başka tüm şeyleri reddedecek, aynı zamanda Allah'a ait bilinmesi gerekenleri de bilmiş olacaktır. Zira Allah için var olması gereken nitelikler başkaları için asla söz konusu değildir, muhaldir. İşte Tevhid kelimesini söyleyen bir kimse bütün bunları kalbiyle kesin olarak bilecek, tanıyacak, yakînen kavrayacak ve ayni zamanda yaşayacaktır. İşte ancak bu manada Tevhid kelimesini söyleyen kimseye cehennem ateşi haramdır.
Bir de şu "Bitake" hadisini düşün. Bu, üzerinde şehadet kelimesi yazılı bulunan bir kağıt parçasından ibarettir.[59] Bu, kıyamet gününde mizanın yani terazinin bir kefesine konuyor. Diğer kefesine ise 99 ciltlik bir dosya açılacak, açılan her bir dosyanın boyu göz alabildiğine uzun olacaktır. Ancak bu mini belge bütün bunlardan daha ağır basacak onca dosya havaya kalkacakdır. Sonuçta şahadet kelimesinin yazılı olduğu bu mini belgenin sahibi de azap ve ceza görmeyecektir. Şurası bilinmelidir ki, her bir muvahhidin bu bitaka yani ufacık kağıt parçası gibi tevhidinin gerçekleşmesi gerekir. Ama bu ufacık kağıdı her şeyden daha ağır kılan şey nedir? Bu belge sahiplerinin yaptıkları diğer işler neden bu belge kadar kâr getirici ve etkili değildir. Sebebi ne olabilir?
Yine şu müthiş olayı düşününüz. Yüz kişinin katili olan kimseyi[60]. İman olayı onun kalbinde öyle bir yer etmiştir ki, bu gerçek, onu gidilmesi gereken kasabaya gitmekten alakoyamıyor. Ölüm ile pençeleşip dururken bile göğsüyle gideceği yöne doğru sürünerek gitmeye çaba gösteriyor. Gerçekten bu da bambaşka bir iştir. Bambaşka bir iman duygusudur. İşte bunun içindir ki, bu kişi halkı salih ve iyi olan kasaba halkından sayılmıştır. Yine buna yakın bir başka örnek. Azılı bir kimsenin kalbine doğan merhamet ve şefkat olayı[61]. Çok katı yürekli olan bir kişi susuzluktan neredeyse ölmek üzere olan bir köpek görüyor. Hayvancağız susuzluktan nemli toprağı yalamaya başlamıştır. Onun bu halini görünce hemen o andan itibaren adamın kalbine bir yumuşaklık ve şefkat duygusu gelmiştir. Yanında suyu kuyudan çekebilecek herhangi bir alet de yoktur. Kendisine yardımcı olacak birileri de yoktur. Onun bu yaptığını gören birileri de bulunmamaktadır. Hemen bu şahıs kuyuya iniyor, ayakkabılarına kuyudan su dolduruyor. Sonra bunu ağzına alarak, dişleriyle tutuyor ve kuyudan yukarıya doğru tırmanıyor. O anda düşmeyi, ölmeyi unutmuştur. Kuyudan ayakkabılarıyla çekip çıkardığı suyu hayvancağıza içiriyor. Halbuki bunu yaparken de ondan bir karşılık ve bir teşekkür de beklememektedir. İşte Tevhid gerçeğinin bu kadarı bile, o kimse de ilahî nurun yeşermesini sağlamış, böylece bu azılı kimsenin bağışlanarak kurtulmasını sağlamıştır"[62]
Müslim'in Sahih'inde rivayet olunan hadise göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır: "Kim La ilahe illallah" derse, Allah'tan başka ibadet olunan ve saygı gösterilen tüm şeyleri de İnkâr ederse, o kimsenin malı, kanı haram kılınmış olur. Hesabı da Allah'a bırakılmıştır."[63]
Bu hadisin açıklamasıyla ilgili olarak Muhammed b. Abdullvah-hâb şunları yazmaktadır:
yi "İşte Rasûlullah (s.a)'ın bu hadisleri, La ilahe illallah, kelimesi-,nin manâsını en açık bir şekilde izah etmiş olmaktadır. Dikkat edilirse hadis; dil ile bu kelimeyi söyleyen kimsenin malının ve canının garantiye alındığından söz etmemektedir.Yine hadis, bunun manâsını bilmekle de imanın gereğinin yerine getirilemeyeceğini bildiriyor. Evet bu kelimeyi sadece ikrar etmek de onun mal ve can emniyetini sağlamıyor. Kişinin Allah'tan başka İlah yoktur, O'nun eşi ve ortağı yoktur demesi de bunun için yeterli olmuyor. Bütün bunları söylemek o kimsenin mal ve can emniyetini sağlamıyor. Peki bu nasıl olacaktır? Hem yukarıda sayılan şartları yerine getirecek hem de Allah'tan başka tapınılan ve saygı gösterilen tüm küfür çeşitlerini ve düzenlerini reddetmek yükümlülüğünü yerine getirecektir. Bunu yapamadığı ya da bunda şüphe etmesi halinde veya birazcık olsun duraklaması durumunda böyle bir kimsenin mal ve can güvenliği söz konusu değildir."[64]
İşte biz buradan Mürcie akidesinin bozuk bir akide olduğunu öğrenmiş bulunmaktayız.[65] Çünkü bunlar şöyle demektedirler: "İman, sadece meseleyi bilip tanımaktır. Küfr ise bilmemektir, cehalettir." Bu bakımdan ameli imandan sonraya bırakmışlardır.
Şurası bilinen bir gerçektir ki, Mekke'li kâfirler, Hz. Peygamber (s.a)'in "La ilahe illallah" kelimesinden kasdının ne olduğunu biliyorlardı. Ancak sırf büyüklük (istikbar) gösterdikleri için kabullenmiyorlardı. Bu itibarla, onların Allah'ın bir tek oluşuna, rızık verenin de sadece O olduğuna, dirilten ve öldürenin de o olduğuna inanmaları onlara hiç bir fayda sağlamamıştır.
Hatta Hz. Peygamber (s.a), bu kimselere:
"Gelin Lâ ilahe illallah" deyin diye çağrıda bulununca şöyle cevap vermişlerdir:
"Acaba O (Muhammed), ilahları bîr tek ilah mı yaptı? doğrusu bu, şaşırtıcı bir şey." (Sâd, 38/5).
Muhammed b. Abdulvahhab şöyle devam ediyor:
"Cahil kâfirlerin bu gerçeği bildiklerini öğrendiniz. Bu duruma rağmen hala müslüman olduğunu iddia eden kimseye şaşılır. Çünkü müslüman olduğunu iddia ettiği halde, cahil kâfirlerin bildiği manâda bu kelimenin tefsirini ve içeriğini bilememektedir. Aksine bugünün müslümanı, manâlarını bilmeksizin ve kalben buna itikad etmeksizin, sadece söz ile bunu söylemeyi yeterli görüyor. Esas itibariyle bu hususta duyarlı olan kimse, bu kelimenin manâsının şöyle olduğunu kavramakta gecikmez." Yaratan, yedirip nzık veren, dirilten ve öldüren, bütün işleri düzene koyan, Allah'tan başkası değildir. Artık cahil kâfirlerin bile kendisinden çok daha iyi olarak kavradıkları "La ilahe illallah" kelimesini gereğince değerlendiremeyen bir müslümandan, hayır beklenemez.[66]
Aynı yazar bu hususta buna ek' olarak şunları yazıyor: "Burada bir şüphe ve kuşku bulunmaktadır. O da Hz. Peygamber (s.a)'in, Hz. Üsame (r.a)'ye: Lailahe illallah" diyen bir kimseyi öldürmesini hoş karşılamadığına dair olan sözüdür.[67]
Yine Hz. Peygamberin şu sözü de bu kuşkuyu gündeme getirmektedir: "İnsanlarla, La ilahe illallah, deyinceye kadar savaşmakla em-rohındum."[68] Yine buna benzer daha bazı hadisler de vardır ki, bunlar da, bu kelimeyi söyleyenlerden uzak durmayı içermektedirler.
"Aslında bu cahiller bu sözleriyle; "Bunu söyleyenler tekfir olunamazlar, ne yaparlarsa yapsınlar, kendileri öldürülüp, karşılarına çıkılamaz" demek istemektedirler."[69]
"Bu cahil müşriklere şöyle cevap verilebilir bilindiği gibi, Rasûlullah (s.a), yahudilerle savaşmış ve onları bulundukları yerden sürgün etmiştir. Halbuki bunlar da "La ilahe illallah" demekte idiler. Aynı zamanda Hz. Peygamber'in ashabı, Hanifeoğullarıyla (Benî Halîfeyle) savaşmışlardır. Halbuki bunlar Şeh. det kelimesini söylüyorlardı. Yani Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed (s.a)'in de Allah'ın Rasûlü olduğuna şehadette bulunuyorlardı, namaz kılıyorlardı, müslüman olduklarını iddia ediyorlardı. Nitekim Hz. Ali b. Ebî Talib onları ateşte yakmıştır.[70] Çünkü bu cahiller şunu ikrar edip söylemektedirler. Öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden küfre girmiş olur, dolayısıyla öldürülür. Bu kimse "La ilahe illallah" dese de öldürülür. Şayet İslâmî rükünlerden herhangi birisini inkâr ederse ve aynı zamanda tevhid kelimesini söylese de küfre girer ve öldürülür.
"Bu nasıl bir şeydir ki, İslâm'ın fer'î meselelerinden birini inkâr eden kimseye herhangi bir yarar sağlamıyor da dinin aslı, bütün peygamberlerin getirmiş olduğu dinin temeli olan ve başı durumunda bulunan tevhidi inkâr eden kimseye, sadece sözle "La ilahe illallah" kelimesi yarar sağlayabilir, menfaat getirebilir?"
"Ancak Allah düşmanları, hadislerin manasını gereğince kavrayamıyorlar. Şurası bilinen bir gerçektir ki, bir kimse müslüman olduğunu açıkladıktan sonra, artık ona aykırı olan tüm şeylerden kendisini çekip çevirmesi gerekir ki, bunlar kendisinde kesin bir iman halini almış olsun. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler, Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman
(mü'mini kâfirden iyice ayırdetmek hususunda meselelerin) tam açıklanmasını bekleyin (çok dikkatli davranın ve acele etmeyin)." (Nisa, 4/94).
Bû âyet şu gerçeği vurgulamış olmaktadır. Kişinin durumu kesin belirlenip ortaya konuluncaya dek, ona ilişmemek. Ancak mesele, araştırılıp ortaya çıkınca, kendisinde İslâm'a muhalif bir durum varsa, o zaman bu âyetin: "durumlarını belirleyince" hükmü gereğince öldürülürler. Şayet öldürülmeyip ya da kendileriyle savaşa girilmeyip olduğu gibi bırakılırsa, "durumları kesin olarak belirlenince" ifadesinin zaten bir anlamı da.olmamış olur."
"Aynı zamanda Hz. Peygamber (s.a) efendimiz, Haricîlerin öldürülmelerini hadislerinde emir buyurmuşlardır:
"Onlara nerede yetişirseniz, derhal onları öldürün. Şayet ben onlara erişmiş olsaydım, tıpkı Âd kavminin öldürüldüğü gibi onları öldürürdüm."[71]
"Halbuki bunlar insanlar içerisinde en çok ibadet edenler, en çok "La ilahe illallah" ve "Subhanallah" diyenlerdir. Öyleki Sahabîbile, onların namazlarını gördüklerinde kendi namazlarını ve ibadetlerini küçümsenmişlerdir. Ki bunlar ilmi de sahabeden alıp öğrenmişlerdir Ancak bunlara ne "La ilahe illallah" demelerinin bir yararı olmuştur. Ne de çok çok ibadette bulunmalarının bir yararı. Ne de İslâm iddiasında olmalarının bir faydası. Çünkü bunlardan zuhur eden şeyler, şeriata muhalif şeylerdi."[72]
Artık hemen her akıl sahibi şu gerçeği anlamış olacaktır ki, şayet bu kelime, evet mücerred olarak bu kelime ile her şey olacak idiyse, yani sadece dil ile mücerred söylemekle, kelimenin gereklerini yerine getirmemekle her şey olacak idiyse, o zaman bu kelime Kureyşliler için gayet kolay gelirdi. Hemen onu söylerlerdi, böylece karşılaştıkları sıkıntılardan, ilahlarının aşağılanmasından da kurtulmuş olurlardı.
Ancak durumun hiç de öyle olmadığını görmektesin. Sen de bilmektesin ki, bu kelimenin medlulü ve içeriği Cahili Kureyşlilerinin tüm amaçlarını değiştirmektedir. Bu kelimenin insandan yerine getirilmesini istediği şeyler vardır. Bu istenilen şeyler Kureyş'in tüm azgınlıklarına ve taşkınlıklarına son vermekte, onların bunu insanlar için uzak bir şey gibi görmelerine de izin vermemektedir.
Bu kelimenin aynı zamanda, insanı özgürlüğüne kavuşturması bakımından büyük bir önemi vardır. İnsanı insana kulluktan kurtarıp Allah'a kul yapıyor. Evet insanların birbirlerine olan kulluklarından kurtularak bir tek ve Kahhâr olan Rabbin kulluğuna vermektedir. Bu kelime takvayı en önemli ölçü ve terazi olarak kabullenmektedir. İnsanın bu sayede en övünülecek şeyi bulmasını sağlamaktadır bu kelime. Yine bu kelime, insanların atalarından ve dedelerinden miras yoluyla edinmiş oldukları cahili gelenekleri, adet ve töreleri tümüyle reddetmektedir.
O halde müslümana düşen ve layık olan şey, İslânıım en iyi bir şekilde yaşaması, bu kelimenin istediği manada değerini vermesidir. Böylece kişi, Allah'a ibadet edenler arasında, ibadetini basîret üzere bilerek ve yakînî anlamda yerine getirenlerden olacaktır.
Merhum üstad Mevdûdî, kitabında, Tevhid kelimesinin insan hayatındaki iz ve belirtilerini 9 maddede belirtmektedir.[73] Size bunları özetleyerek aşağıda gördüğünüz şekilde sunmak istiyoruz:
• 1- Bu kelimeyi söyleyen bir mü'min gerçekten kısır görüşlü olamaz. Halbuki değişik tanrılara inananlarla inkarcılar hiç de böyle değillerdir. Onlar hep kısır görüşlü olagelmişlerdir.
• 2- Gerçekten bu kelimeye içtenlikle ve samimi olarak ihlash bir şekilde inanan bir kimsede gerçek bir kişilik oluşur. Bu itibarla o hiç bir şeyin önünde eğilmez. Zira o, zarar ve yarar sağlayanın sadece Allah olduğunu bilir. Çünkü O Allah, hem diriltir hem de öldürür. O Allah (c.c) hikmet, güç, kuvvet ve kudret sahibidir. Bu itibarla o kimse kalpte var olan tüm korkulan atmıştır. Zira O, her şeyden yüce ve münezzeh olan bir tek Allah'tan korkmaktadır. Aynı zamanda Tevhid kelimesini içine sindirmiş olan bir mü'min hiç bir yaratığın önünde asla baş eğmez. Mahlukatın hiç birisinin önünde küçülmez. O Tevhid kelimesine nasıl bir şekilde iman edileceğini bildiği için Rabbinin büyüklüğü ve azameti konusunda herhangi bir ürperti ve korkuya kapılmaz. Çünkü o bilir ki, gerçekten en yüce ve her şeye kadir olan Allah (c.c)'dır. Böylesi bir mü'min hiç bir vakit bir müşrike benzemez, o, bir kâfir ve dinsiz gibi değildir.
• 3- Bu kelime sayesinde insanda gelişen kişilik, onur ve şahsiyetten gerçek anlamda zillete kapılmaksızın bir tevazu ve alçak gönüllülük ortaya çıkar. Kibre kapılmaksızın yükselir, büyür. Hiç bir zaman şeytan kendisini aldatma fırsatı bulamaz, onu değişik zinet ve süslerle aldatamaz. Çünkü bu kimse kesin olarak ve yakınen bilmektedir ki, Allah kendisine bahşeylediği ve verdiği şeyleri tekrar almaya kadirdir. Bunu dilediği zamanda alabilir. Mülhid, dinsiz ve inkarcıya gelince o hep büyüklenir, şımanr, bir nimet ve iyilik gördüğünde adeta kendisinden geçer, kibirlenir.
• 4- Mü'min, bu kelime sayesinde kesinlikle ve yakînen şu gerçeği bilir ki, kişi ancak nefsini temize çıkararak ve salih amel işleyerek kurtuluşa ulaşabilir. Bunlarsız kurtuluş elde edilemez. Müşrik ve kâfirler ise, onlar bütün hayatlarını yalancı temeller üzerinde kurup geçirirler. Hatta onlardan kimileri -şöyle demektedirler:
"Aslında Allah'ın oğlu (İsa) babasının katında bizim günahlarımızı silip süpürmek için var olmuştur, bizim günahlarımıza keffaret olarak gönderilmiştir."
Kimileri de şöyle demektedirler: "Biz Allah'ın oğullan ve dostlarıyız. Bu bakımdan işlediğimiz günahlar yüzünden Allah (aç) bize asla azab etmeyecektir."
Bunlardan bazıları da şöyle söylemektedirler: "Biz, Allah nezdinde büyüklerimiz ve bizce iyi kimselerimiz sayesinde şefaat göreceğiz.5'
Yine bunlardan bazıları da ilahlarına, tanrılarına ve büyüklerine kurbanlar ve adaklar sunarlar. Bu yaptıklarıyla da, yapacakları kötü işlerde kendilerine bir ruhsat ve izin verileceğine kani olurlar. Böylece diledikleri kötülüğü yapabileceklerini kabullenirler.
Mülhid dinsizlere gelince, bunlar Allah'a iman etmezler. Kendilerini Allah'ın şeriatıyla kayıtlı tutmaksızın dünyada her bakımdan özgür ve serbest olduklarına inanırlar. Bunların ilahları ve tanrıları da kendi heva, istek ve arzularıdır. Kendi şehvetleri tanrıları haline gelmektedir. Kısaca bunlar hevâ, heves, istek ve şehvetlerinin kulu kölesi durumundadırlar.
• 5- Tevhid kelimesini söyleyen ve onun gereklerini tümüyle yerine getiren kimse hiç bir zaman ümitsizliğe kapılmaz. O ümitsizlik nedir bilmez. Çünkü o, göklerdeki ve yerdeki tüm hazinelerin Allah'a ait olduğuna inanmış bulunan bir kimsedir. Dolayısıyla huzur içindedir, sükun içindedir, hem ümitvardır. Hatta geçim sıkıntısı içerisinde kalsa da, bir çok durumlarla karşı karşıya da kalsa hiç bir zaman ümitsiz olmaz, olamaz.
Kaldı ki, Allah'ın gözü bir an olsun o kimseden gafil değildir. Allah (c.c), hiç bir zaman onu kendi nefsine teslim edip bırakmaz. O kimse de tüm çalışma ve gayretini Allah'a tevekkül ederek, her işini O'na havale ederek görür. Halbuki kâfirler böyle değildirler. Onlar kendi sınırlı güçlerine dayanıp dururlar. Çoğu zamanda bunlar hep ümitsizliğe ve ye'se kapılırlar. Şiddet ve sıkıntılarla karşı karşıya kaldıklarında ise çoğu zaman ümitlerini kesmişler ve neticede işi intihara^kadar götürerek kendi canlarına kiymışlardır.
• 6- İnsanın Tevhid kelimesine gereğince iman etmiş olması, kişiye güç, kuvvet ve azamet verir. Karşılaştığı güç işler de, Allah (c.c)'ın rızasını ön planda tutarak hemen Öne atılır, sabırlıdır, azimlidir, sebat sahibidir ve her şeyde Allah'a tevekkülü elden bırakmayan bir kimsedir. Çünkü o bir iş yaparken, bütün bunların ardında göğün ve yerin sahibi olan Allah'ın gücünün olduğunu bilir ve buna iman eder. İşte onun böyle bir düşünceden kazanmış olduğu sebatı, işlerinde tutumluluğu ve azimkârlığı adeta yere perçinleşmiş olan dağlar misalidir. Acaba kâfirlerde ve müşriklerde böyle bir güç, kuvvet ve sebat bulabilir misiniz, böyle bir direnç görebilir misiniz?
• 7- Bu tevhid kelimesi ve ona olan iman kişiye cesaret verir, kalbini tümüyle cesaret ve atılganlık doldurur. Zira insanı korkutan ve insanın azmini ve gayretini kıran iki şey vardır:
a- Canım, malını ve ehlini (ailesini) her şeyden fazla sevmesi,
b- Bir de Allah'dan başka insanı öldüren bir varlığın olduğuna iman etmesi.
İşte kişinin "La ilahe illallah" kelimesine iman etmesi, kalbinden tüm bu gibi yanlış sevgileri söküp çıkarır. Kesin olarak Allah'a yakînî manâda iman etmesini sağlar. Çünkü kendisinin zatına bizzat sahip ve malik olan varlığın Allah olduğunu bilir, malının, kısaca elindeki her şeyinin Allah'a ait olduğunu bilir. Böyle bir imana sahip olması halinde, kendisince değerli ya da değersiz gördüğü her bir şeyin Allah rızası önünde feda edilmesi gereken şeyler olduğunu bilir ve bunları o yolda kurban eder. Böylece birinci korkuyu kalbinden silip attığı gibi, ikinci korkuyu da silip atar. Çünkü artık bu iman ve inanç onun kalbine şu gerçeği yerleştirmiş bulunmaktadır. Onun ruhunu ve canını Allah'dan başka hiç bir güç ve kuvvet alamaz, ne bir insan, ne bir hayvan, ne bir top veya ne de bir başka silah, ne bir kılıç, ne bir taş evet bunların hiç birisi kişinin canını almaya muktedir değillerdir. Bütün bunlara kadir olan bir tek varlık vardır. O da Allah (c.c)'dir.
Bu bakımdan dünyada,- Allah'a
iman edenden daha cesaretli ve daha cüretkâr biri bulunmaz. Artık o kimsenin
gözünde kalabalık ve savaşçı orduların hiçbir önemi yoktur ve böyle şeyler
kendisine bir korku da vermez. Hatta kendisine çevrilmiş kılıçlar, silahlar,
atom bom-. baları (v.s)'nin hiç birisinin böyle bir iman sahibinin gözünde
önemi yoktur. Çünkü o ne zamanki Allah yolunda cihad için öne atılırsa, kendi
gücünün üzerindeki onlarca güce karşı koyabileceğini bilir, hatta bunları
ezeceğini de bilir. Artık böyle bir imana sahip olunca mü'min için bir endişe
söz konusu olamaz. Feki o halde müşriklerin, kâfirlerin ve dinsizlerin böyle
bir iman gücü var mı? Nereden olabilsin ki?
• 8- "Lâ ilahe illallah'* kelimesine iman etmek demek, insanın değerini yüceltmesi demektir. Çünkü her türlü yüceliş, kanaatkârlık ve müstağni oluş yani Allah'dan başkasına ihtiyaç duymama hali buradadır. Böylece mü'min kalbini, tamahkârlıktan, kötülüklerden, ha-şedden, aşağılıktan ve başkalarını yermekten arındırmış olur. Aynı zamanda benzeri ne kadar kötü vasıflar var ise gönlünü ve kalbini tümünden arındırmış olur.
• 9- Bu konuda daha önemli olan ve gerçekten söylenmeğe değer olan bir başka şey de şudur: "Lâ ilahe illallah" kelimesine iman etmek, kişiye Allah'ın şeriatına bağlı kalmasını sağlar, o şeriat üzere devam etme imkânını verir. Çünkü mü'min kimse, kesin olarak bilir ki Allah (c.c), her şeyi bilir ve her şeyden haberdardır. Allah (c.c)'m, kendisine kendisinin şah damarından daha yakın olduğunu da bilir. Aynı zamanda kişi herhangi birisinin zorbalığından ve elinin altında yaşamaktan kurtulabilme imkânına sahip olsa bile, Allah (c.c)'ın kendisini yakalamasından hiç bir zaman kurtulma imkânına sahip değildir.
İşte bu söylenilen ve anlatılan imanın insan kalbinde yer etmesi oranında kişi, Allah (c.c)'ın hükümlerine uymuş olur. Allah'ın ortaya koymuş olduğu sınırlan ayakta tutar, Allah'ın haram kılmış olduğu bir şeyi işleme gücünü kendisinde bulamaz, böyle bir şeye cesaret edemez. Sürekli olarak Allah'ın emrettiği amelîcri ve hayırları işlemeğe koşar
Bütün bu anlatılan sebepler çerçevesinde "La ilahe illallah" kelimesine iman etmek, İslam'ın ilk rüknü, temeli ve direği sayılmıştır. Bu da insanın müslüman olması için gereklidir. O halde müslüman kimdir?
Müslüman: Allah (c.c)'a kesin olarak boyun eğmiş olan itaatkar kuldur. Kişi tüm kalbiyle "La ilahe illallah" kelimesine iman etmedikçe mü'min olamaz. Çünkü bu, İslâm'ın temelidir, onun kuvvetinin kaynağıdır. Bunun dışındaki İslâm itikadı ile İslâmî hükümlerin tümü bu temel üzerine kurulmuşturlar. Bütün bunlar gücünü tevhid kelimesinden alırlar. Şayet bu temel ortadan kalkacak olursa, artık İslâm'dan hiç bir şey kalmamış olur."[74]
Bunun faziletlerine gelince, İbn Receb'in zikrettiği ve Süfyân b. Uyeyne'den varid olan şeylerdir: "Allah (c.c), kullarına "La ilahe illallah" kelimesini öğretmekle onlara en büyük nimeti ihsan etmiştir ki, bunun üzerinde daha büyük bir nimet tasavvur edilip düşünülemez. Zira cennetlik olanlar için "La ilahe illallah" kelimesi, dünyaya önem verenler için soğuk su mesabesindedir. İşte bunun içindir ki, sevap yurdu (cennet) ile ceza yurdu (cehennem) hazırlanmış bulunmaktadır. Sırf bunun için peygamberler cihad ile emrolundular. Kim bu kelimeyi gereğince söylerse malını ve canını korumuş, güvence altına, almış olur. Kim de bunu söylemekten, yani gereğini yerine getirmekten uzak duracak olursa, onun da malı ve kanı hederdir. Onun için, bir güvence sözkonusu değildir. Çünkü bu kelime cennetin anahtarı olduğu gibi, peygamberlerin de davetlerinin anahtarıdır."[75]
Ben bu konuda alimlerin
söylediklerini -Allah kendilerine rahmet etsin- ve Hz. Peygamber (s.a)'in
hadisleriyle selefin buna ait görüşlerini anlatmış olsam iş daha da
uzayacağından burada kesmeyi uygun gördüm.
Gerçek anlamda Tevhid nedir, yani "La ilahe illallah" ne demektir? Buna zıd ve aykırı olan bununla çelişen şeyler nelerdir? Bütün bunları açıklamaya gerçekten büyük bir özen ve dikkat göstermiştir İslâm...
Biz daha önce "La ilahe illallah" kelimesinin kavramı, şartları ve hakikatiyle, etkileri hakkında bilgi sunmuştuk. Şimdi ise bu kelimeyle çelişkiye düşen ve bu kelimenin ruhuna aykırı olan şeyleri anlatacağız.
"La ilahe illallah" kelimesinin gerçek yönüyle zihinde şekillenmesinden ve bunun iyice kavranmasından sonra, artık onunla zıddiyet oluşturan şeyin açıklanması daha anlaşılır olacaktır. Nitekim: "Her şey zıddıyla bilinir" sözü bunu gayet iyi bir şekilde açıklamaktadır.
Şurası bilinen bir gerçektir ki, küfür, şirk nifak ya da riddet (dinden dönme) gibi şeyler İslâm ile çelişen ve İslâm'ı ortadan kaldırmaya yönelik şeylerdir. Zira bunların olduğu yerde İslâm'dan ve müslüman-lıktan eser kalmaz. Bilindiği gibi bunlar da değişik şekil ve suretlerde hep karşımıza çıkıp durmaktadır. Ancak bu noktayı belirtmeden önce, mutlaka Ehli Sünnet ve'1-Cemaatin önemli bir kuralını aktarmamız gerekecektir. Çünkü bu kuralın bilinmesiyle ancak asıl vefürû itibariyle meseleler kontrol altına alınabilir. Bunlar bilinmeden kontrolü mümkün değildir. Yine bu kuralın açıklığa kavuşması sonucu Mürcie fırkasına gereken cevap ta verilmiş olur bu arada... Çünkü İslâm akidesinin şeffaf ve berrak esasını bulandıranlar, değerini düşürenler bunlar olmuşlardır. Bu akidenin doğru kavramını hep bozmuşlardır.
Aynı zamanda Haricîlere de bir cevap oluşturmuş olacaktır. Bunlar o kadar aşın bir fırkadırlar ki, dosdoğru olan yolu, sırat'ı Müstakimi terketmişlerdir. İslâm'ın gerçek yolundan daima yan çizmişlerdir. Halbuki İslâm dini orta yolu tercih eden bir dindir. O ne İfratı, ne de tefriti kabullenir.
Kaldı ki, öteden beri bu konu etrafında bir hayli söz edilmiştir. Hemen herkesin kendi düşüncesine ve inancına göre getirdiği bir yorumu vardır. Ancak ben burada şunu belirtmeliyim ki, Allame İbn'i Kayyım'ın buna ilişkin çok değerli bir ifadesini keşfettim. Az önce işaret etmiş olduğum önemli kural, işte onun ortaya koyduğu kural idi ki, şimdi ben size, uzunluğuna rağmen bunu tümüyle aktarmak isterim.
Allah (c.c), kendisine rahmetiyle muamele buyursun, "Namaz" adlı kitabında İbn Kayyım der ki:
"Küfür ile îman, biri diğerinin karşısında yer alır. Şayet bunlardan biri giderse, yerini ötekisi alır. Mademki iman, asıl ve temel unsurdur. Bunun kendisine göre müteaddit şubeleri ve bölümleri bulunmaktadır. Bu bakımdan her bir şubeye iman adı verilmektedir. Meselâ namaz, imandan bir şubedir. Aynı şekilde zekât, hacc ve oruç da böyledirler. Diğer taraftan içe bağlı ameller dediğimiz hususlar da böyledir. Meselâ Haya denilen ar duygusu, tevekkül, Allah'dan korkmak, O'na yönelmek gibi her şey, hatta yolda insana eziyet veren bir şeyi oradan kaldırıp atmak da imanm şubelerindendirler."
"İşte bütün bu şubeler ve bölümlerin herhangi birisinin bozulması ve zarar görmesi, imanın da bozulup yok oluşuna neden olur. Meselâ Şehadet şubesi gibi. Bunun olmaması, imansızlığı ortaya koyar. Ama bazı şeyler de vardır ki, bunlarla imanm ortadan kalkması söz konusu olamaz. Meselâ bir insan giderken, yolda insanlara eziyet veren bir şeyi oradan kaldırmayıp bıraksa, bunun sonucunda o kimsenin imam ortadan kalkmaz. Böylece anlıyoruz ki iman bölümler ve şubelerden oluşur. Bu bölümler arasında gerçekten pek büyük farklılıklar vardır. Meselâ öyle şeyler vardır ki, Şehadet yani ilahî varlığa ve iman esaslarına tanıklığı gerektirir, buna bağlı olan şeyler de tıpkı bu şehadet gibi muamele görmüş olurlar. Kimi şeyler de vardır ki, tıpkı yoldaki taşı atma hükmündedir ve onun gibi bir muameleye tabi tutulur." "İmanın kendisine göre, dalları ve budakları olduğu gibi küfrün de asıl olanları ve ikinci derecede olanları yani şubeleri vardır. Meselâ imanm asıl şubelerinden herhangi birisi nasıl ki, imanın kendisiyse, küfrün asıl ve temellerinden biri de aynen küfrün kendisidir. Onlar da küfürdür. Meselâ Haya imanın bir şubesindendir. Hayanın azlığı ise küfrün şu-belerindendir. Yine doğruluk imandan bir parçadır, onun bir şubesi ve bölümüdür. Aynı şekilde yalan da küfrün şubelerinden birisidir. Meselâ Namaz, zekât, hacc, oruç bütün bunlar imanın şubelerindendirler. Bunları terk etmek ise küfrün şubelerinden, bölüm ve parçalarındandır. Aynı şekilde Allah'ın indirdiğiyle hükmetmek imanın şubelerinden Allah'ın indirdiğini bir kenara bırakıp insanların kendi kafalarının ürünü olan şeylerle hüküm vermeleri küfrün şubelerindendir. Nasıl ki, tüm iteatler imanın şubelerinden sayilıyorsa, Measî yani tüm isyanlar da küfrün şubelerindendir.
"İmanın şubeleri iki kısma ayrılırlar. Biri kavli yani söz ile ifade olunandır. İkincisi ise fiilî olanıdır. Aynen bunun gibi küfrün şubeleri de ikiye ayrılmaktadır. Sözle ifade olunanı ve fiilî olarak yapılanı.."
"îmanın sözle ifade olunan şubelerinden öyleleri vardır ki, bunların yerine getirilmemesi halinde kişiyi imansız kılar, imanın ortadan kalkmasına neden olur. Aynı şekilde imanın fiilen yapılması gerekenin de yapılmaması halinde yine imanın yok olmasına neden olur. Küfrün sözlü, ve fiilî bölümleri de aynen böyledir. Meselâ bir kimse isteyerek küfür ifadesini ya da kelimesini söylemiş olsa, küfrün şubelerinden birini işlemiş olur. Aynı şekilde fiilen işlenmesi gereken bir şeyi işlememesi, ya da fiilen yapması haram olan bir şeyi yapması halinde yine küfrün bir şubesini işlemiş olur. Meselâ puta secde edilmesi bazı varlıklar önünde saygı ifadesiyle durulması, Kur'ân'ın hafife alınması gibi. İşte bunlar asıldırlar."
"Şimdi bu hususta bir başka asıl ve temel kural vardır. Bu da iman gerçeğinin söz ve amelle yani söylediğinin pratiğini yapmasıyladır. Söz ile olanı da iki bölümdür. Birincisi kalbin söyleyip inanması, bir de dilin söylemesidir. Bu da dilin, müslüman olduğunu açık bir şekilde söyleyip ortaya koyması gerçeğidir."
"Amel de iki bölüme ayrılır. îlki kalbin ameli, işlemesi ve uygulamasıdır. Bu ise kişinin niyeti ve ihlasım içerir. Diğeri ise organlarla ortaya konan ameller ve işlerdir, kısaca organların ameli. İşte bu dördünün ortadan kalkması halinde, yani kalben söylemek ve inanmak, dil ile söylemek, kalbiyle niyyetini ve samimiyyetini ortaya koymak, organlarla da bunları yapmak eylemi ortadan kalkarsa, tümüyle iman "denilen olay yok olur gider. Aynı zamanda kalbin tasdiki ya da doğrulaması olayı ortadan kalkınca artık diğer cüzlerin varlığının herhangi bir faydası kalmaz. Çünkü kişinin o kelimeye itikadında ve imanında kalbin tasdik ve doğrulaması şarttır bunun fayda getirmesi için de kalbin tasdiki şarttır."
"Kalbî itikad ve inancın (kişide doğru itikadın) var olup da kalbî amel, niyyet ve İhlasın olmaması halinde durum ne olabilir? Bu husus Ehli Sünnet ile Mürcie arasında tartışmalı bir konudur."
Ehli Sünnete göre, ittifakla böylesinin imam yok olmuştur. Çünkü kalbî amel noktasında kişide niyet, samimiyet ve ihlas yoksa, sadece doğrulamanın bir menfaati ve yararı yoktur. Kalbî amel denilince, kişinin bu-konudaki muhabbeti ve Allah'a boyun eğmesi, emirlerine kesinlikle itaat etmesidir. Bu itibarla mücarred (soyut) doğrulamanın bir yararı olamaz. Nitekim îblis denilen Şeytan'a, Firavun ile kavmine, Yahudilere ve müşriklere bu anlamdaki bir doğrulamanın yararı dokunmamiştır. Çünkü bunlar peygamberin doğruluğuna inanıyorlardı. Hatta dahası, kimi zaman gizli ya da açık bunu ikrar bile edip şöyle diyorlardı: "O aslında yalancı değildir. Ancak biz ona tabi olmayız ve ona iman etmeyiz. Demekki işin doğruluğunun bilinip, gereğinin yapılmaması halinde bunun insana bir yararı ve menfaati yoktur."
"Mademki kalbî amelin ortadan kalkmasıyla iman da ortadan kalkmaktadır. Bu takdirde organlarla yerine getirilmesi gereken amellerin bir çoğunun yerine getirilmemesi halinde, yine de imanın ortadan kalkması inkâr edilecek değildir. Özellikle de burada kalbî muhabbet denilen sevgi ve emirlere kesin itaat yoksa, iman da böylece yokolup gider. Zira kesin tasdik için bu sayılanlar gerçekten gereklidir. Zaten bunun böyle olduğu hususu da anlatıldı."
Zira bir şey kalbin itaati yoksa, orada organların (pratik uygulayıcımız) da itaatsizliği kendiliğinden gündeme gelir. Bunların biri diğerinden ayrılmaz. Şayet kalbî itaat varsa, peşinden mutlaka boyun eğiş gündeme girer. Bunu da organların yapması gereken amellerle boyun eğiş izler. Mademki bunlarda bir itaat ve boyun eğiş yoktur, bu takdirde taatin gerekliliğini ortaya koyan tasdik denilen doğrulama'olayı da ortadan kalkmış olur. Çünkü tasdik İçin zaten itaat gereklidir. İmanın hakikati ve gerçeği de bundan ibarettir. Çünkü iman hadisesi soyut bir tasdik ve doğrulama olayı değildir. Nitekim bu husus daha önce de anlatılmış idi. İman, itaat etmeyi ve boyun eğişi gerektiren bir tasdik ve doğrulama olayıdır."
"Ayrıca hidâyet de, sadece hakkın bilinmesi ve açıklanması demek değildir. Aksine bu, öyle bir tanınma ve bilinme olayıdır ki, ona uyanlar için, bunun gereklerini yerine getirmeyi, bununla gereğince amel etmeyi zorunlu kılar. Her ne kadar ilkine hidâyet adı verilse bile, bu ihtidayı gerektiren tam anlamıyla bir hidayet değildir. Nasıl tasdiki itikada, tasdik adı verilip, bu imanı gerektiren bir tasdik olmamışsa, işte bu hidayet de öyle olmuş olmaktadır. Size tavsiyem bu prensibe sıkıca bağlı kalmanız ve bunlara uymamzdır."
"Şimdi ise bir başka temel prensibi ele alacağız. Küfür iki türdür. Biri amelî, diğeri ise cuhudî yani inada dayalı olan küfürdür."
Cuhudî yani inada dayalı küfür: Allah Rasûlünün Allah'dan getirdiği şeyleri kişinin kesinlikle bilmesine rağmen, sırf inadı yüzünden inkâra kalkışması gibi. Meselâ Rabbin isim ve sıfatlarını, fiillerini ve hükümlerini inkâr bunun örneğini oluşturur. İşte bu küfür türü, her bakımdan iman ile çelişen ve ona zıt düşen küfürdür.
Amelî küfre ve inkâra gelince: Bu da iki kısımda ele alınır. Biri iman ile çelişen ve iman ile zıt olan küfür, diğeri de iman ile zıddiyet oluşturmayan amelî küfürdür. Meselâ puta secde etmek (dikilmiş taşlara saygı duruşunda bulunmak), Mushaf i küçümsemek, peygamberi Öldürmek ve peygambere sebbetmek (küfretmek, dil uzatmak) gibi hususla iman ile çelişen ve iman ile zıddiyet oluşturan şeyler, amelî küfürdür."
"Allah'ın indirdiğiyle hükmetmemek[76] ve namaz kılmamak ise kesin olarak amelî küfürdürler. Allah ve Rasûlü buna küfür ismini mutlak olarak verdiklerine göre, bunlardan küfür ismini kaldırmak mümkün değildir. Bu itibarla Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen kâüfir-dir, aynı zamanda namazı terkeden kimse de kâfirdir. Zira bu hususta Rasûlullah (s.a)'m nassı bulunmaktadır. Ancak bu kimse itikadî bakımdan küfre girmeyip amelî yani uygulama bakımından küfre girer. Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen kimseye Allah'ın kâfir adını verdiği gibi Peygamber (s.a)'in de namazı terkeden kimseye[77] kâfir adını verdiği vakgi değildir. Bu ikisine mutlak manâda küfür adı verilemez."
Mesela Rasûlullah (s.a), zina eden kimseden, hırsızlık edenden ve içki içenden iman vasfını kaldırdığı gibi, komşusu kendisinin kötülüğünden güvencede olmayan kimseden de iman vasfını kaldırmıştır. Ancak bir şeyden iman vasfı ya da isminin kal'rnlmasi hali, o kimsenin amel noktasından küfre girdiğine işarettir. Yoksa onların inadı veya chudî manâda bir küfre girdikleri anlamında değildir."
"Nitekim Rasûlullah (s.a)'ın şu hadisi de bu manâda değerlendirilmesi gereken bir hadistir. Buyuruyorlar ki:
"Benden sonra kiminiz kiminizin boyunlarını vurarak küfre girerek geri dönüş yapmayın."[78]
"İşte bu hadiste amelî küfrü bildiren bir hadistir. Yine Rasûlullah (s.a)'ın şu hadisi de böyle değerlendirilmesi gereken bir hadistir:
"Kim bir kâhine gider ve söylediklerini tasdik ile doğrularsa, ya da hanımına dübüründen cinsel ilişkide bulunursa o, Muhammed (s.a)'e indirilenden uzaktır.[79]
Hz. Peygamber (s.a)'in şu sözü de bu anlamdadır:
"Kişi, kardeşine ey kâfir diye seslense, bununla bu ifade ikisinden birine geçmiş olur"[80]
Nitekim Allah (c.c) da Kur'ân'ında, kitabının bir kısmıyla ya da bazısıyla amel edip bazısını terkeden kişiyi, amel ettiği kısmın mü'mi-ni, etmediği kısmınısa kâfiri olarak vasfetmiştir. Yani amelde bulunduğuna iman etmiş, amel etmediğine de küfretmiş diye bildirmektedir;
"Hani sizden 'Birbirinizin kanını dökmeyin, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın' diye kesin söz almıştık. Sonra sizler bunu onaylamıştınız, hala da (buna) şahitlik etmektesiniz. Bu misakı kabul eden sizler, (verdiğiniz sözün tersine) birbirinizi Öldürüyor, aranızdan bir zümreyi yurtlarından çıkarıyor, kötülük ve düşmanlıkta onlara karşı birleşiyorsunuz. Onları yurtlarından çıkarmak size haram olduğu halde (hem çıkarıyor hem de) size esirler olarak
geldiklerinde fidye verip onları kurtarıyorsunuz. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizlerden öyle davrananların cezası dünya hayatında ancak rüsvaylık; kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla gafil değildir." (Bakara, 2/84-85).
Allah (c.c), burada şu gerçeği bildirmiş olmaktadır. Bunlar, Allah'ın kendilerine emrettiği ve bağlı kalmalarını istediği şeyi ikrar ettiler, kabul ettiler. İşte işin bu yönü onların bu şeyi tasdike ve doğrulamaya yanaştıklarını ortaya koymaktadır. Burada onlardan birbirlerini öldürmemeleri ve birbirlerini yurtlarından çıkarmamaları sözü alınmıştır.
Daha sonra âyette Rabbim şu hususu haber veriyor. Bu kimseler Allah'a asi oldular, emrine karşı koydular. Bir kısmı diğerini öldürdüler ve onları yurtlarından çıkardılar. İşte işin bu yönü de, Allah'ın kitapta kendilerinden* almış olduğu sözü yerine getirmeyip küfretmiş olmalarıdır. Sonra yine Rabbim şunu da bildirmektedir. Bu fırkadan yurtlarından çıkarılmış olanlardan yani esir edilenlerden fidye aldıklarını... Yani fidye karşılığında bırakıldıklarını görmekteyiz ki, bu da, kitapta kendilerinden alman söze imanlarını bildiren bir husustur. Böylece bunların kitaptan kendilerinden alınan söz ile amel ettikleri yöne iman ettiklerini, terkettikleri kısmını da küfür ile inkâr ettiklerini bildirmiş olmaktadır."
Amelî iman ile amelî küfür birbirleriyle zıddiyet teşkil ederler. Yine itikadı imanı ile itikadî küfür birbirleriyle zıddiyet oluşturur. Hatta bizim bu söylediğimizi Rasûlullah (s.a) sahih olan şu hadislerinde açıkça ilan etmişlerdir.
"Mü'mine küfretmek (sövmek) fasıkhk, onu öldürmek ise küfürdür."[81] "Böylece Rasûlullah (s.a) mü'mini öldürme ile ona sövme arasındaki durumu ayırmış, bunlardan birisini küfür değil, fasıklık olarak vasfetmişken, diğerini küfür olarak nitelemiştir. Şu da bilinen bir gerçektir ki, buradaki küfürden maksat amelî küfür olup itikadî küfür değildir.[82] İşte bu manâdaki bir küfür, yani amelî küfür kişiyi İslâm dairesinin dışına çıkarmaz, tümüyle kişiyi dinden çıkarıp kâfir yapmaz. Tıpkı zina edenden, hırsızlık yapandan ve içki içenden iman isminin kaldırılmasına rağmen dinden çıkmadığı gibi."
İşte bu açıklama, bizzat sahabenin görüşüdür. Bunlar ki, ümmet içerisinde Allah'ın kitabını en iyi bilenler, İslâm'ı en güzel öğrenmiş, küfrün ne olduğunu da çok iyi kavramış olanlardır. Yine bu sahabe İslâm ve küfrün ne gibi durumları olduğunu da bilenlerdir. Yani İslâm nedir? Onun ne gibi şartları vardır? Küfür nedir? Hangi şeyler, küfürdür ve kişiyi küfre götüren unsurlar nelerdir? Bütün bunları çok iyi bilen ve değerlendiren zatlardır. Bu hususlara ait her türlü bilgiler de ancak bunlardan öğrenilmiştir. Müteahhirîn yani sonradan gelen alimler ise bunların maksatlarını kavrayamadılar, iki fırkaya ayrıldılar. Fırkanın biri, kişiyi büyük günah işlemekle dinden çıkardılar. Böylece büyük günah işleyen kimseleri ebedî cehennemlik olarak bildirdiler.[83] Diğer fırka da büyük günah işleyenleri kâmil mü'minler olarak kabul ettiler.[84] İşte bunlardan ilk fırka, pek aşırı gidip sapıttı, ikincileri de esas amaçtan uzaklaştılar. Ancak en doğru orta ve örnek yol ise, Allah'ın Ehl'i Sünneti sevketmiş olduğu yoldur. Dinler içerisinde nasıl ki, İslâm en doğrusu ise, mezhepler içerisinde de en doğrusu Ehl'i Sünnet'inkidir."
"Bütün bu gördüklerimizden anlaşılacağı gibi küfür içerisinde küfür, şirk içerisinde şirk, fasıkhk içerisinde fasıkhk ve zulüm içerisinde zulüm olan şeyler vardır. Bunların bilinmesi gerekir."
"Rabbimizin; "Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kâfirlerin tâ kendileridir.*' (Maide, 5/44)
âyetiyle ilgili olarak İbn Abbas kanalıyla gelen ve Hişâm b. Huceyr ile Tavûs'un aktardıkları, Süfyân b. Uyeyne'nin de bize intikal ettirdiği gerçeği bilmemiz gerekecektir.
Demiştir ki: "O, bunları inkâr ile küfretmiş olur. Ancak bu, "Bunlar tıpkı "Allah'ı, meleklerini, peygamberlerini inkâr edenler gibidir," demek değildir. Yine ondan gelen bir başka rivayette ise şöyledir. "Bu bir küfürdür ama, kişiyi dinden çıkarmayan bir küfür." Tavus ise şunları söylemektedir: "Bu, kişiyi dinden çıkaran bir küfür değildir."[85]
Veki' b. Süfyan da İbn Cüreyc kanalıyla Ata'dan rivayetinde şunları zikretmektedir: "Bu, küfürden aşağı olan bir küfür, esas zulümden sonra gelen bir zulüm, asıl fasıklıktan sonra gelen bir fasiklık-tır."[86] İşte Ata'nın söylemiş olduğu bu husus var ya, Kur'ân'ı anla-yanlarca, açıklanmak istenendir. Nitekim Allah (c.c), Allah'ın indirdiğiyle hüküm vermeyen hâkimi kâfir diye adlandırmıştır. Allah (c.c), Peygamberi Muhammed (s.a)'e indirdiği şeyi inadı sebebiyle inkâr eden kimseyi de kâfir diye adlandırmıştır. Fakat buna rağmen bu iki kâfir aynı anlamda kâfir demek değildirler. Çünkü kâfirlikte eşit değillerdir.
Hatta Allah (c.c), kâfiri zalim diye de isimlendirmiştir. Nitekim şöyle buyurmaktadır:
"Kâfirler, zalimlerin tâ kendileridir. " (Bakara, 2/254).
Yine Allah (c.c), nikahta, talak (boşama)da, ric'î talakta, Hulu'-da haddi aşıp sınırı tanımayanlar hakkında da zalim ismini kullanmıştır.
"Kim Allah'ın hududunu
(koymuş olduğu sınırlan) aşarsa, kesinlikle kendisine zulmetmiş olur." (Talak, 64/1)
Yüce Mevla'nın peygamberi Hz. Yûnus da şöyle söylemiştir:
"İlahî Senden başka ilah yoktur. Seni eksikliklerden tenzih ederim. Gerçekten ben nefsime zulmedenlerden oldum.'* (Enbiyâ, 21/87) ,
Yine O'nun seçkin kulu Hz. Adem (a.s) de şöyle demiştir:
"Ey Rabbimiz, biz nefsimize (kendimize) zulmettik." (A'~ raf, 7/23).
Allah'ın Kelimi Hz. Mûsâ (s.a) da şöyle söylemiştir:"
"Rabbim, gerçekten ben nefsime zulmettim. Bana mağfiret eyle (Beni bağışla)". (Kasas, 28/16).
İşte buralarda anlatılan zulüm, küfürle eş manâdaki zulüm değildir.
Allah (c.c), aynı zamanda kâfire fasık adını da vermiştir. Rabbim bu hususta şöyle buyurmaktadır:
"Verdiği misallerle Allah ancak fasıkları saptırır. Onlar Öyle sapıklar ki, kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler." (Bakara, 2/26-27).
Yine bir diğer âyette de şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun ki biz sana apaçık âyetler indirdik. Bunları fasık-lardan başkası inkâr etmez." (Bakara, 2/99).
Buna dair örnekler Kur'ân'ı Kerîm'de çokça bulunmaktadır. Ayrıca Kur'ân'da mü'min olan kimseye de fasık ismi verilmektedir:
"Ey iman edenler! Eğer fa-sıkın biri size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da sonra yaptığınıza pişman olursunuz." (Hucurât, 49/6).
Aynı zamanda her fasılan aynı anlamda olmadığı ve aynı olmadığı noktası bilinmelidir. Şimdi aşağıda sunacağımız âyet ise Hakem b. Ebu*l-Âs hakkında nazil olmuştur, dolayısıyla buradaki fasıklığm da diğer faşıklık manâlarından farklı bir anlamı vardır. Rabbimiz buyuruyor:
''Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup, sonra (bunu isbat için) dört şahit getiremeyenlere seksener sopa vurun ve artık onların şahitliğini hiç bir zaman kabul etmeyin. Onlar i asıkların tâ kendileridirler." (Nûr, 24/4)1
Rabbimiz (c.c), İblis hakkında şöyle buyurmaktadır:
"(İblis) Rabbinin emrinden dışarı çıktı (Rabbinin emrine karşı fasıklıkta bulundu)." (Kehf, 18/50).
Rabbimiz yine şöyle buyurmaktadır:
"Kim o aylarda hacca niyet ederse, hac esnasında kadına yaklaşmak, fıska yönelmek (günah sayılan davranışlara yönelmek), kavga etmek yoktur." (Bakara, 2/197).
Burada görüldüğü gibi her fısk aynı manada değildir.
Küfür iki türdür. Aynı şekilde zulüm de ikidir, fasıklık ta ikidir. Bunlar gibi cehalet de ikidir. Birisi küfür olan cehalet, diğeri ise küfür olmayan cehalettir. Küfür olan cehaletle ilgili olarak Rabbimiz (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Rasûlüm! Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir." (A'raf, 7/199).
İşte buradaki bu âyet, cahili küfrü gerektiren şeylerden uzak durmayı ifade buyurmaktadır.
Küfür olmayan cehaletle ilgili olarak ta Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın kabul ettiği tevbe, ancak bilmeden (cehaletle) kötülük edip te sonra tez elden tevbe edenlerin tevbesidir." (Nisa, 4/17).
Aynı şekilde şirk de ikiye ayrılmaktadır. Şirkin bir nevi var ki, kişiyi dinden çıkarır. Buna büyük şirk anlamında **Şirk'i Ekber" denilir. Diğer bir türü de kişiyi dinden çıkarmaz. Buna da küçük şirk anlamında "Şirk'i asğar" denilir. Bu da insanların amellerini ilgilendiren bir şirktir, meselâ riya denilen gösteriş olayı bu türden bir şirktir.
Rabbimiz büyük şirkle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"Biliniz ki kim Allah'a şirk (ortak) koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri cehennem ateşidir." (Maide, 5/72).
Yine Rabbim bir başka âyette de şöyle buyurmaktadır:
"Kim Allah'a ortak (şirk) koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış, yahut rüzgar onu uzak bir yere sürüklemiş (bir nesne) gibidir." (Hacc, 22/31).
Şirk olan riya ve gösterişe gelince, bununla ilgili olarak Rabbim şöyle buyurmaktadır:
"Artık her kim, Rabbine kavuşmayı umarsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiç bir şeyi ortak koşmasın." (Kehf, 18/110).
Yine küçük şirk denilen şirkin bu türüyle ilgili olarak Rasûlullah (s.a) de şöyle buyurmaktadırlar: "Kim Allah'dan başkası adına yemin ederse, o kesinlikle Allah'a ortak koşmuş olur." Bu hadis Ebû Dâvud ve başkaları tarafından rivayet olunmuştur.[87]
Bilindiği gibi, Allah'dan başkası adına yemin etmek kişiyi dinden çıkarmaz. Böyle bir kimseye, kâfirlere uygulanan hükümler uygulanmaz. Nitekim Rasûlullah (s.a)'ın şu sözleri de bu türdendir: "Bu ümmetde şirk, karıncaların gezişinden (devinme ve hareketinden) çok daha gizlidir."[88]
Dikkat edecek olursanız şirk, küfür, fasıklık, zulüm ve cehalet, evet bütün bunların her biri, iki türden oluşmaktadır. Bir nevi kişiyi dinden çıkarmakta, diğeri ise dinden çıkarmamaktadır. Aynı şekilde nifak denilen münafıklık da ikiye ayrılmaktadır. Bunlardan birisi iti-kadî nifaktır, diğeri de amelî nifaktır. İtikadı bakımdan nifak yani münafıklık, Rabbimizin münafıklarla ilgili olarak Kur'ân'da beyan buyurduğu ve hoş görmediği nifaktır ki, Allah (c.c), bunlar için cehennemin en alt tabakasında kalmayı vacip kılmıştır.
Amelî nifak ise, Hz. Peygamber (s.a)'in sahih hadislerinde ifade buyurmuş oldukları nifaktır. Rasûlullah (s.a) buyuruyor ki:
"Münâfıkın alameti üçtür. Konuşunca yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, kendisine bir şey emanet olununca ihanet eder."[89]
Yine Buhârî'nin Sahihinde şu hadisi görmekteyiz: "Dört haslet (huy) vardır ki, kimde bunlar bulunursa o kimse halis (katıksız) münafık olur. Kimde de bu hasletlerden bir bulunursa, o kimsede o haslet bulunduğu ve onu terk etmediği sürece, münafıklıktan bir haslet bulunmuş oiur. Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, husumet zamanında haktan ayrılır, kendisine bir şey emanet olununca hıyanetlik eder."[90]
İşte bu anlatılan amelî yönden nifaktır. Kişide iman olmasının yanında bazen bu tür bir nifak ta bulunabilir. Fakat bu sayılan nifak olayı, şayet kişide iyice yer ederse, adeta o kişinin ayrılmaz bir vasfı haline gelecek olursa, bu takdirde o kimseyi tümüyle İslâm'dan sıyırır götürür. Hatta böyle bir kimse namaz kılıp oruç tutsa ve müslüman olduğunu ileri sürse de, artık onda İslâm'dan bir şey kalmamış olur.
Çünkü iman, mü'minde bu gibi hasletlerin olmamasını öngörür. Fakat bir kimsede nifak ile ilgili özellik ve huylar gereğince yer ederse ve onu bundan menedecek bir durum da kalmamış ise artık o halis yani katıksız münafık olmuş olur.
"Ahmed b. Hanbel'in ifadesi buna delalet etmektedir. Zira İsmail b. Saîd es-Şalencî[91] demiştir ki: Ahmed b. Hanbel'den, büyük günahlarda ısrar eden ve bunu kendi çabasıyla isteyerek sürdüren, fakat bununla birlikte namazını kılan, zekatını veren ve orucunu da tutan kimse hakkında soru sordum. Böyle bir kimse bütün bu ibadetlerine rağmen yine de büyük günahlarda ısrarlı olan biri olarak sayılır mı. Çünkü hem ibadetleri yapıyor, hem de büyük günahları sürdürüyor, böylesinin durumu nedir?
Ahmed b. Hanbel şu cevabı vermişdir. Bu kimse aşağıdaki hadiste ifadesini bulan kimseler gibidir ve musir yani ısrar eden olarak kabul edilir. Hadis şöyledir: "Zina eden bir kimse, zina ettiği sırada mü'min olarak zina edemez."[92] Bu kimse imandan çıkar fakat İslâm'a girer, yani müslim olarak kalır. Tıpkı Hz. Peygamber'in şu sözünde yer alanlar gibi: "İçki içen kimse, mü'min olarak içki içemez, hırsızlık eden kimse de, mü'min olarak hırsızlık yapamaz."[93]
Yine İbn Abbas'ın Maide, 44. âyetiyle ilgili olan ifadesini de buna delil olarak gösterebiliriz. Âyette Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir." (Maide, 5/44).
Yukarıda adı geçen İsmail Şalencî diyor ki, ben: "Nedir bu küfür diye, İbn Abbas'tan sordum da şöyle cevap verdiler: "Bu, kişiyi dinden çıkarmayan bir küfürdür. Tıpkı her iman derecesinin de aynı olmadığı gibi. Aynı şekilde küfür de böyledir. Ancak hakkında hiç bir
ihtilaf ve tartışma olmayan bir konu sözkomısu ise o zaman değişir.
durum
"Şimdi de bir başka temel prensibi ele alacağız. Bu temel prensip de şudur. Bir kimsede hem küfür hem de iman aynı zamanda toplanmış olabilir. Evet bir kimsede küfür, iman, şirk, tevhid, takva, facirlik, küiıir ve iman toplanmış olabilir. İşte bu temel prensip Ehli Sünnetin en önemli temel prensiplerindendir. Ancak bu konuda bid'at ehli olan Haricîler, Mutezile[94] Kaderiye[95] gibi mezhepler farklı düşünmek-teler ve bunlar Ehl'i Sünnete muhalif durumdadırlar."
"İşte büyük günah işleyen kimsenin ebedî cehennemlik olmayacağı, ateşten çıkacağı veya ebedî cehennemlik olacağı gibi görüşler bu temel prensibe dayanmaktadır. Ehl'i Sünnet ile diğer mezhepler arasındaki fark ta buradan çıkmaktadır. Nitekim buna delil olarak Ehl'i Sünnet, Kur'ân'dan, Sünnet'ten, Fıtrattan ve Sahabe'nin icmaından delil getirmişlerdir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;
"Onların çoğu Allah'a ortak (şirk) koşmaksizm iman etmezler." (Yusuf, 12/106).
Allah (c.c), şirk koşmakla birlikte bunların iman sahibi olduklarını da âyetlerinde bildirmiş bulunmaktadır. Rabbim şöyle buyuruyor:
"Bedeviler' inandık' dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama İslâm olduk' deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve elçisine itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiç bir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (Hucurât, 49/14).
Yine görüldüğü gibi Allah (c.c), onların İslâm olduklarını, Allah ve Rasûlü için taatte bulunduklarını tesbit ederken, aynı zamanda imanın da olmadığı tesbit etmektedir bunlar için. Ancak buradaki imandan maksat, mutlak manadaki imandır ki, kişi mutlak olarak bu ismi hakketmiş olur. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Mü'minler ancak Allah'a ve Rasûlüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır." (Hucurât, 49/15).
İşte bu kimseler iki görüşten en sahih olanına göre münafık olmayan kimselerdir. Aksine bunlar'yapageldikleri işlerden, yani Allah'a ve Rasûlüne olan itaatlerinden dolayı müslümandırlar, fakat bu kimseler mü'min değillerdir. Gerçî bunlarda kendilerini küfre sokmayan, küfürden çıkaran bir parça iman bulunmaktadır.
İmam Ahmed b. Hanbeî (r.a), zinayı, hırsızlığı, içki içmeyi ve yağmacılığı kasdederek, kim şu dört şeyi veya bunların benzerini yapacak olursa o kimse müslümandır, ancak biz böyle bir kimseye mü'-min adını vermeyiz. Kim de bunlardan aşağısını yaparsa, yani büyük günah olmayan şeyleri işlerse, ona da imanı eksik mü'min adını veririz. Nitekim bunun böyle olduğuna dair, Hz. Peygamber'in şu hadisi delalet ediyor:
"...kimde de bu hasletlerden bir tanesi bulunacak olursa, işte onda nifaktan bir haslet bulunmuş demektir."
Bu da göstermektedir ki, kişi kendisinde hem nifakı hem do İslam'ı toplamış olabilir.
Aynı şekilde riya ve gösteriş de şirktir, şayet kişi, yaptığı herhangi bir iş ya da amelinde gösteriş yapacak olursa, işte o kimse kendisinde hem şirki hem de İslâm'ı toplamış olur.
Yine bir kimse Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, ya da Allah Rasûlünün küfür olarak isimlendirdiği bir işi işlerse, bununla beraber kendisi İslâm'a ve şeriata da bağlı ise, bu takdirde o kimse hem küfrü hem de İslâm'ı nefsinde toplamış olur.
Nitekim biz şu hususu açıklamıştık. Masiyetlerin tümü, küfrün şubelerinden bir şube durumundadır. Taatlerin tümü de imanın şubelerinden birini teşkil etmektedir. Bu itibarla kul, herhangi bir şubeyi veya iman şubelerinden bir çoğunu yerine getirir, bunlarla o kimse mü'~ min adını alır, bazan da bu ismi almayabilir. Aynı şekilde, küfür şubelerinden birini işlemekle kafir adını alabilir, bazan bu hal ona İslam adını mutlak olarak vermemiş olur.
İşte,burada iki durum bulunmaktadır, biri isme dayalı lafzıdır. Diğeri de hükümle ilgili olup manevîdir.
Bunun manevî olanı, acaba küfrü gerektiren bir haslet mi, yoksa değil mi? Lafzî olanını yerine getiren kimseye acaba kâfir adı verilir mi, verilemez mi?
Birincisi yani manevî olanı sırf şer'î olanıdır. Yani şeriatle ilgili bulunanıdır. İkincisi yani lafzî olanı ise, hem lüğavî yani dil bilgisine dayalıdır, hem de şer'îdir yani din ile ilgilidir.
"Şimdi burada bir başka prensip bulunmaktadır. O da kulun, imanla ilgili meselelerden herhangi birisini yerine getirmesi halinde, yerine getirdiği bu iş, iman da olsa, o kimseye mü'min adı verilmesini gerektirmez. Aynı zamanda işlemiş olduğu şey küfür olsa ve bununla küfrün şubelerinden birini işlemiş olsa, kişinin bundan ötürü kâfir adını alması gerekmeyebilir. Tıpkı bir ilmin bir bölümünü bilen kimseye alim adının verilmesi gerekmediği gibi. Aynı şekilde bazı fıkhî meseleleri veya tıbbî problemleri bilen kimseye fakih ya da tabîb = hekim demlemeyeceği gibi. Bunu böylece ifade ederken, aynı zamanda imanın şubelerinden olan bir şubesine iman adı verilemez diye bir mana çıkarılmamalıdır. Aynı şekilde nifaka dair şubelerden veya küfürün şubelerinden herhangi birisine nifak veya küfür adı verilemez manâsı dal çıkarılmamalıdır."
"Bazan da işlenen fiil sebebiyle mutlak bu isim verilebilir. Meselâ: "Kim de onu terkederse, küfretmiş (kâfir olmuş) olur." ve "Kim de Allah'dan başkası adına yemin ederse, kesinlikle küfretmiş olur." ve yine: "Kim bir kahine (falcıya) gider ve onun söylediklerini doğru-larsa, kim de Allah'dan başkası adına yemin ederse, kesinlikle küfre girmiştir." Hadisleri (Bu son hadisi Hakim bu lafızla sahih olarak rivayete etmiştir.) Böylece herhangi bir kimsenin, küfür sayılan bu şeylerden birisini işlemesi durumunda o kimse mutlak olarak kâfir adını almaya layıktır, demek değildir. Aynı şekilde, herhangi haram bir fiili işleyen kimseye, o kimse fasıkhk olan bir fiil işlemiştir, o bu haramı
işlemekle fasik olmuştur da denilemez. Bu itibarla o kimseye fasıkhk adı verilemez. Ancak bü gibi fiil ve davranışların onda çoğalıp galebe çalması halinde, kendisine fasık adı verilebilir."[96] (İbn Kayyım'ın açıklamaları) Benim de bu yapmış olduğum alıntıya bağlı olarak söyleyeceklerim vardır.
İbn Kayyım merhumun bundan önce kendisinden yapmış olduğumuz alıntı bölümünde insanda şüphe uyandıracak bazı noktalar bulunmaktadır. Özellikle "Hakimiyyet" konusundaki açıklaması hususunda bazı insanlarda şüpheler meydana getirecektir. Çünkü İbn Kayyım açıklamasında, Allah'ın indirmiş olduğu hükümlerle hükmetmeyen kimsenin asıl küfür manâsında kâfir olmayacağını belirtmektedir. Bu itibarla bu meselenin kesinlikle açıklanması gerekmektedir. Evet açıklanmalıdır ki, ortaya çıkan şüphe ve kuşku da izale olmuş olsun.
Bilindiği gibi, İslam toplumu Hz. Peygamber (s.a)'in elinde, kurulduğu günden itibaren, Allah'ın şeriatım yürürlüğe koymak, onunla hükmetmek suretiyle sürdürmüştür. Nitekim Raşid halifeleri de aynı uygulamayı sürdürüp götürmüşlerdir. Bunlardan sonra gelen Eme-vî halifeleri de aynen bu yolu izlemiştir. Gerçi bunlarda bazı inhiraflar ve yan çizmeler olmuş ise de, onlar da bu yolu izlemişlerdir. Yani bütün bunlarda insanın muhakeme olunmak üzere başvurduğu hüküm Allah'ın şeriatından başkası olmamıştır. İnsanların hepsi o şeriat bayrağının altında gölgelenmişler, hepsi de onun hikmeti ve adaleti altında gözetilip idare olunmuşlardır.
Bundan sonra Abbasî devleti gelmiş, bu devlette de yine şeriat,-uygulanan nizam ve hüküm olmuştur. Gerçi bunlarda önemli sayılacak bazı gedikler meydana gelmiştir. Daha sonra da Tatarlar gelmiş, bunların lideri olan Hülagü "Yasa" denilen kendi kanunlarını getirmiştir. İleride ve özellikle ilgili bölümünde İslâm alimlerinin bu konudaki görüşlerini Allah'ın izniyle ele almış olacağız. Mademki durum bu merkezdedir. Esasen konuya ilişkin Selefin -ki İbn Kayyım da bunlardan biridir- sözü üzerine toz kondurulamaz. Şayet hakim olan kimse hükmünü verirken rüşvetle hüküm verirse, ya da herhangi bir yakınlık ve karabeti, birinin şefaati (aracılığı) ya da benzeri bir şeyle hüküm vermesi halinde haliyle bu, ası! manâsında küfür olarak değerlendirilemez. Bu asıl manâda olan küfürden farklı bir küfürdür.
Ancak müslümanların hayatlarında gerçekten önemli ve ciddi olan, özellikle de tarihlerinde ilk kez meydana gelen duruma gelince, yine Allah'ın şeriatının yürürlükten kaldırılması, buna gericilik ve irtica diye damga vurulması noktasına gelince ya da "insanların geri kalmasına bu şeriat neden olmuştur, ilerlemeye, uygarlığa bu engeldir" noktasına gelince işte bu, müslümanların hayatında yepyeni bir irtidat yani dinden dönme olayıdır. Kaldı ki, iş sadece bu basit iftiralarla kalmayıp, daha da ileri götürülmüş, özellikle müslümanlann hayatlarına kadar sokulmuş, onların hayatlarını en aşağı seviyedeki bir hayat türü ile değiştirmeye itmiştir. Öyle ki İslâm şeriatının ve kanunlarının yeri-, ne Fransa, İngiltere, Amerika gibi ülkelerin kanunları ya da dinsiz sos-, yalist ülkelerin kanunları getirilmiştir. İşte bunlar ve benzeri kanun-;-lar cahili ve küfirî olan düzenlerden alınmak suretiyle İslam şeriatının : yerine konmuştur.
Elimde buna dair bir çok delil bulunmaktadır:
1- Özellikle İbn Kayyım merhumun daha önce geçen bölümde ortaya koymuş olduğu Ahrned b. Hanbel'in sözü, bunun açık bir örneğini teşkil ediyor.
Orada Ahmed b. Hanbel diyordu ki: "Ta ki hakkında kesin ihtilaf olmayan bir şeyi getirip işlemeleri halinde, işte bu durumda onlar mutlak manada kafir olmuş olurlar."
Evet, doğrusu bu öylesi bir durumdur ki, hiç bir şüphe söz konusu edilemez bile. Çünkü bu hal, Allah'ın şeriatını yürürlükten kaldırmış, bu kamil ve mükemmel manadaki şeriata, anayasaya eksiklik ve kusur atfedilmiştir. İnsanların ortaya koydukları kanunları ise bundan daha mükemmel göstermişler, bu kanunların daha yumuşak olduğunu, çağların ilerlemesiyle de yeniliklere açık olduğunu söylemektedirler ki, işte bu, apaçık bir küfürdür.
2- Yine İbn Kayyım'in ortaya koyduğu şeylerden hareketle meseleye açıklık getirmeye çalışacağım. Bu mübarek zat, açıklamasında diyordu ki, "her küfür aynı manada küfür değildir". İşte bu ifade: "İslama bağlı ve onun şeriatının reddetmeyen" hakim için geçerlidir. Böyle bir hakim şayet nassa, eldeki delile muhalefet ederse, bundan yan çizerse, daha öncede açıklandığı gibi, işte bunlar asıl manada olmayan küfre girmiş olurlar. Yoksa burada Allah'ın tüm kanunlarını, şeriatını kaldırıp yerine insan kafasının ürünü olan küfür kanunlarının koyulmasını uygun görenlerin kafir olmayacakları demek değildir. Böyleleri katıksız anlamda kâfirdirler.
3- Bir de insanlar için helal ve haram koyma, onlar için şeriat yani yasalar koyma meselesi vardır. Eski ve yeni alimlerin hepsi de şu hususta ittifak etmiş bulunmaktadırlar. Yasa koyma yani şeriat koyma işi alemlerin Rabbi olan yüce Allah'ın hususiyetlerindendir. Dolayısıyla kim kendi adına bu manada bir iddiaya kalkışırsa, o kimse (ya da kimseler) kendilerini ilahlaştırmış olurlar, ya da O'nun benzeri haline koymuş olurlar. Yani kendilerini Allah'dan başka tapınılan ve ibadet olunan varlıklar yapmış olurlar. Bunun açıklamasında yakında yapacağız.
4- Şeriatı Rabbaniyeyi yani ilahî şeriatı uzaklaştırmak, bunun yerine beşerin heva ve isteklerinden doğmuş olan şeyler koymak olayı, eski ve yeni tüm alimlerin küfür olarak gördükleri bir olaydır, bu yeni kanunların failleri kesinlikle kafirdirler. Çünkü burası dince zarurî olarak bilinen bir durumdur. Böyleleri kesin kafirdirler. O halde bu konuda Rabbim şöyle buyururken hala mücadele edecek birileri var mı?
"Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O'na (Allah'a) mahsustur." (A'raf7/54).
Nitekim her şeyden münezzeh olan yüce Allah, mü'min veya kafir bütün insanların itiraf ettikleri gibi göğün ve yerin Rabbidir, yaratıcısıdır. Aynı zamanda O, her emrin ve sultanın (gücün), her hükmün ve siyasetin (sahipliğin) de maliki ve sahibidir."[97]
5- Ahmed b. Hanbel (r.a)'in kavli (görüşü) zaten bu gerçeği açıklamış olmaktadır. Onun görüşü şöyle idi: "O kimse hakkında ihtilaf olmayan bir şey getirip işleyinceye kadar bu böyledir". İşte Ahmed b. Hanbel'in bu görüşünü İslam alimlerinden Şeyh Muhammed b. îb-rahim şöyle açıklıyor:
"İşte böyle yapılması, apaçık bir küfürdür ki, bu lanete uğramış olan ve insanların eliyle uydumla gelen kanunu, Cebrail (a.s) tarafında Hz. Muhammed (s.a)'in kalbine indirilenin yerine koymaktır. Evet bu kitabı Rûhu'1-Emîn adı verilen Cebrail (a.s), uyarıcılardan olsun diye, apaçık arap diliyle, Hz. Muhammed'in kalbine indirmiştir. Bunun yerine başka kanunları koymak küfürlerin en açık seçik olanı ve en büyüğüdür."[98]
6- Bir de İbn Kayyım (rh)'ın "Medaricu's-Salikîn" adlı kitabında zikrettiği husus vardır. İbn Kayyım, Hüküm meselesiyle ilgili tüm görüşleri ortaya koyduktan sonra diyordu ki: "Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeme konusunda sahih olanı şudur ki, bu, iki tür küfrü içerir. Birisi küçük küfür, diğeri de büyük küfürdür ki, bu, hükmü veren hakimin durumuna göre değerlendirilir. Meselâ Alîah'dan başkasının hükmüyle hüküm veren hakim, hüküm verdiği meselede, asıl olarak Allah'ın indirdiğiyle hüküm vermesi gereklidir diye itikad ediyorsa ve buna rağmen başkasıyla hüküm veriyorsa, böyle yapmanın isyan olduğunu ve yapan kimsenin de Allah tarafından cezaya hak kazandığım itiraf ediyorsa, işte bu, küçük küfürdür. Fakat böyle olmayıp ta Allah'ın hükmüyle de hüküm verilmeyebilir, diye itikad ediyor ve inanıyorsa, Allah'ın hükmünün en iyi olduğunu kesin bilmesine rağmen kendisinin bu konuda muhayyer olduğuna inanıyorsa, işte bu halde büyük küfrü işlemiş olur. Çünkü bu hal büyük küfürdür. Şayet Hakim bunu bilmeden, cehaletle yapıyorsa veya hata ile böyie bir hüküm veriyorsa hatalıdır. Hakkında hata edenlerin hükmü icra olunur."[99]
7- Bir de "Minhacu's-Sünne" adlı kitabında ibn Teymiye'nin söylediklerine bakalım, Merhum diyor ki: "Bir kimse, Allah'ın Rasûîü-ne indirdiğiyle hüküm vermek vacip ve gerekli değildir diye inanıyorsa, bu kişi hiç bir şüpheye yer olmaksızın kafirdir. Zira her kim, Allah'ın indirdiğine tabi olmaksızın, O'nun hükmünden dönerek, insanlar arasında kendi görüş ve düşüncesine göre hüküm vermeyi helal sayar ve uygun bulursa, o kimse kafirdir. Her hangi bir toplum ve ümmet düşünün ki, adaletle hükmetmeyi, evet sadece böyle yapmayı emretmektedir. Ancak bazan bu, toplumun dininde (inançlarında) adalet, onların büyüklerinin, önde gelenlerinin ileri sürdüğü görüşler olabilir. Hatta bunun daha ötesi de vardır. Böyle yapan kimselerin bir çoğunun müslüman olduklarını yada İslama mensup bulunduklarını da görebiliriz, hatta öyledir de. Bunlar bulundukları toplumların adet ve töfeleriyle, ortaya koymuş oldukları hükümlerle hükmederler de, Allah'ın hükmüyle hükmetmezler. Tıpkı bedevilerin cahili gelenekleri, adetleri ve taklidleri gibi. İşte kendilerine itaat olunan emirler, Kitap ve Sünnete önem vermeksizin, kendisiyle hüküm verilmesi gereken şeyler, kendilerinin öngördüğü hükümler olursa, işte bu küfürdür. Aslında bir çok insan müslüman olmuşdur. Buna rağmen hala aralarında sürdürdükleri hükümler, hakim kimselerin öngördüğü gelenekler, adetler ve hükümler olmaktadır. Şayet bunlar, Allah'ın indirdiğinin dışında bir şey ile hüküm vermenin kendileri için caiz olmadığını bilirlerse, bir şey denemez. Aksine böyle değil de, Allah'ın indirdiğinin hilafına olan şeylerle hükmetmenin helal olduğunu kabul ederlerse, işte bunlar kafirlerdir."[100]
"Vallahi, biz gerçekten apaçık bir sapıklık içindeymişiz. Çünkü biz sizi âlemlerin Rabbi ile eşit tutuyorduk." (Şuârâ) 26/97-98). âyetini tefsir ederken İbn Kayyım şöyle diyor.
"İşte bu âyette sözü edilen eşitlik, sevgide, Hah edinmede ve koydukları yasaları kabullenmede eşitlik manasınadır. Yoksa yaratmada, güç ve kudrette, Rubûbiyette değil. Burada bildirilen denklik, Rabbimizin kafirler hakkında şu buyruğunda ifade ettiği denkliktir:
"Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a mahsustur. (Bunca âyet ve delillerden) sonra kâfir olanlar (hala putları) Rab'leri ile
denk tutuyorlar." (En'âm) 6/1) "İki görüşün en sahihi ve doğrusuna göre mana şöyle olmaktadır: "Sonra kafir olanlar (hala putları) Rableri ile denk tutuyorlar." Yani Allah'a karşı duyulması gereken tazim, sevgi ve tapınmayı denk tuttukları şeylere gösteriyorlar. Tıpkı Allah'a ibadet edip kullukta bulundukları gibi bunlara tapınıp kulluk ediyorlar. Bunların emirlerine saygı göstererek Allah'ın emirleriyle eş ve denk tutuyorlar. Bunlara gösterilen denklik ya da eşitlik, fiilleri ve sıfatları bakımından değildi. Yani bu tapınılan ya da saygı gösterilen varlıklar fiil ve sıfatlar bakımından da Allah ile eşit ve denktirler diye itikad etmiyorlardı. Ancak bu varlıklarla Allah arasındaki denklik ve eşitlik hususu sevgide, kullukta ve tazimde .görülüyordu. Halbuki bütün bunlara rağmen bu varlıklarla Allah arasındaki farkı da kesin biliyorlardı. Buna rağmen böyle yapmakta idiler. Bu büyük hatadan ancak "AIlahMan başka ilah olmadığına şahitlikte bulunmaları kurtarabilir onları.[101]
Şeriatın yerine başka kanunların, heva ve isteklerin konduğunu gösteren daha açık ve gerçek durum, alimlerin bu hususta açıklamış oldukları görüşleridir. Alimler, itikadı açıdan küfrü beş kısma ayırmaktadırlar.[102] Bu kısımları şöylece sıralayabiliriz:
a- Tekzîbî küfür, yani yalana dayalı küfür. Bu, peygamberlerin yalancı kimseler olduğuna inanmak suretiyle olan bir küfür çeşididir. Küfrün bu türüne giren kafirler pek azdırlar. Zira Allah (c.c), peygamberlerini değişik yollarla teyiderek desteklemiştir. Onlara bir çok burhanlar, âyet ve mucizeler vererek böylece onların doğruluğunu ortaya koydurmuştur. Böylece karşı koyamamışlar ve tüm mazeretleri de geçersiz kılınmıştır. Nitekim Fir'avun ve kavmiyle ilgili olarak Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
"Akılları bunlar(ın doğruluğuma tam bir kanaat getirdiği halde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları bilerek inkar ettiler." (Neml) 27/14)
Yine Rabbimiz, Rasûlü Hz. Peygamber (s.a) için de şöyle buyurmaktadır:
"..Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler açıkça Allah'ın âyetlerini inkar ediyorlar." (En'âm) 6/33).
b- Büyüklük göstererek kaçınma ve uzak durmadan dolayı olan küfür. Tıpkı İblis denilen şeytanın küfrü gibi. Yine, Hz. Peygamber (a.s)'i tanıdıkları halde sırf büyüklük göstermelerinden dolayı kaçınıp uzak duran kimselerin küfrü de bu türden olan bir küfürdür. Aslında küfrün bu türü, peygamber düşmanlarında bir hayli kabarıktır. Nitekim Allah (c.c), Firavun ve kavmi hakkında şöyle buyurmaktadır:
"(Musa ile Harun'un) ka -vimleri bize kölelik ederken, bizim gibi olan bu iki adama inanacak mıyız?" (Mü'minûn 23/47).
Aynı zamanda Peygamberimiz (s.a)'in amcası Ebû Talib'in küfrü de bu türden bir küfürdür. Ebû Talib, Hz. Peygamber (s.a)'in doğruluğunu kabulleniyor, aynı zamanda onun doğruluğunda herhangi bir şüphe ve kuşkusu da yoktu. Ancak sırf hamiyet ve eskiye olan bağlılık, dininde ısrarını sağlamıştır. Halbuki ortaya konulan mucizeler, kendisinin batıl dinlerinden dönmesini gerektirmektedir.
c- Sırt çevirmek suretiyle, kabul etmekle meydana gelen küfür.« Tıpkı Hz. Peygambere sırt çevirip, kendisini dinlemeyen, onu doğrulamayan, aynı zamanda yalanlamayan, Hz. Peygambere herhangi bir dostluk beslemediği gibi, ona bir düşmanlık ta göstermeyen, onun getirdiklerine de kesinlikle kulak verip dinlemeyenlerin küfrü de bu türden bir küfürdür. Meselâ Benû Abd Yaleyl'den birisinin Rasûlüllah'a söylemiş olduğu şu ifadeleri buna bir örnek oluşturmaktadır. Adam Rasûlüllah (s.a)'e diyor ki:
"Vallahi sana bir şey söyleyeyim mi? Eğer sen gerçekten doğru bir kimse isen, benim sana cevap vermem yerine sen benim gözümde büyük birisin. Şayet sen bir yalancıysan, bu takdirde, sen, kendisiyle konuşmaya değmeyen önemsiz birisin."[103]
d- Şüphe sebebiyle olan küfür. Adam peygamberin doğruluğuna kesin inanamamaktadır, fakat onu yalanlayamaktadır da. Ancak hakkında, getirdiği mesele konusunda şüphesi vardır. Böyle bir kimse şüphesinde ısrar etmeyip, Hz. Peygamber'in doğruluğunu gösteren âyetlere mucizelere bakmaktan yüz çeviriyor, bunlara sırtını dönüyorsa bu da diğerleri gibi kâfirdir. Ancak bunların yanında adam delil ve mucizelere yönelip bakarsa, artık bu aâyetler kendisinde herhangi bir şüphe ve kuşku bırakmayacaktır. Çünkü buna dikkat etmenin neticesi, onu doğrulamayı gerektirir.
e- Nifaktan dolayı olan küfür. Böyle bir kimse diliyle iman ettiğini açıklar, fakat kalbiyle nifakını ve yalanmasını sürdürür. İşte bu, en büyük nifak yani münafıklıktır.
Biz böylece küfrü her iki türü ya da çeşidiyle açıkladıktan sonra, artık şirki açıklan ıya geçebiliriz. Bütün küfür ve şirk durumlarından da Allah'a sığın ıayı dileriz.
. Şirk de, İbn Kayyım'ın daha önceki ifadelerinden aldığımız gibi ikiye ayrılır. Birisi kişiyi dinden çıkaran büyük şirktir. Diğeri de riya gibi olan küçük şirktir. Büyük şirke delil olarak Rabbimizin şu âyetini gösterebiliriz:
"Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar." (Nisa, 4/116)
Muhammed b. Abdu'l-Vahhab'm anlattığı gibi bu şirk türü de dörde ayrılır:
1- Dua şirki. Yüce Mevlâ şöyle buyurmaktadır:
"Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız O'na has kılarak (ihIasla) Allah'a yalvarırlar. Fakat onları salimen karaya çıkarınca
bir bakarsın ki, (Allah'a) ortak koşmaktadırlar." (Ankebût, 29/65)
2- Niyet, irade ve kastdan doğan şirk. Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Kim (yalnız) dünya hayatını ve onun zinetini istemekte ise, onların İşlerinin karşılığını orada tam olarak veririz ve onlar orada hiç bir zarara uğratılmazlar. İşte onlar, ahirette kendileri için (ce hennem) ateşinden başka hiç bir şeyleri olmayan kimselerdir; (dünyada) yaptıkları da boşa gitmiştir; yapmakta oldukları şeyler (zaten^ batıldır." (Hûd, 11/15-16)
3- Taat sebebiyle meydana gelen şirk. Bu hususta Rabbim şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rabler edindiler." (Tevbe, 9/31).
Adiy, b. Hatim'den rivayet olunan bir hadise göre, kendisi, Hz. Peygamber (s.a)'in yukarıda mealini verdiğimiz, Tevbe, 31. âyetini okurken dinlemişti. Bu âyette: "(Yahudiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (hırıstiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i (İsa'yı) rabler edindiler."[104] deniliyordu. Bunun üzerine dedi ki: "Onlar, rahiplerine tapmıyorlar ki?" diye sordum. Rasûlüllah (s.a) de şöyle buyurdular: "Hayır, iş senin anladığın gibi değildir. Onlar helali onlara haram kılıp, haramı da helal kılmaktadırlar. Halk ta bu noktada onlara tabi oldular. İşte, onların onlara ibadet etmeleridir (tapmalarıdır)."[105]
Huzeyfe b. Yemân ve Abdullah b. Abbâs ve daha başkaları bu! âyetin tefsirinde demişlerdir ki: "O halk, bu kimselerin helal ve haran kıldıkları şeylerde onlara tabi olmuşlar ve onları izlemişlerdir.
4- Sevgi ve mahabbet sebebiyle meydana gelen şirk. Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"İnsanlardan bazıları Allah'tan başkasını Allah'a (haşa) denk tanrılar edinir de onları Allah'ı sever gibi severler." (Bakara, 2/165)[106]
• Nifak meselesine gelince; bu da iki çeşittir. Birisi insanı dinden çıkarır. Buna Büyük nifak denir. Bunun için Şeyhul İslâm İbn Teymi-ye merhum şöyle diyor: "Nifakın bir çeşidi vardır ki, buna en büyük nifak manasında nifakı ekber denir. Bu, sahibini cehennemin en alt tabakasına götürür. Abdullah b. Übeyy ve benzerlerinin nifakı işte bu türden olan bir nifaktır. Bunlar Rasûlüllah (s.a)'i açıkça tekzibeder-ler, yalanlarlar veya peygamberin getirdiğini bir kısmını açıktan inkar ederler, ya da Rasülüllah'a buğz edip kin güderler veya peygambere Peygambere uymanın gerekmediğine inanırlar ya da dinin gerilemesinden sevinç duyarlar veya dininin üstünlük kazanmasından da üzülürler, îşte bu ve benzeri durumlarla kişi hem Allah'a ve hem Rasülü-ne düşman haline gelmiş olur."[107]
Kimi nifak da var ki, buna küçük nifak manâsında Nifak'ı As-ğar denir. Bu da riya idi. Bu konuyu daha önceki sayfalarda görmüş idik.
• Mürtedlik yani dinden dönme meselesine gelince, bu kişinin iman etmesinden sonra tekrar küfre girmesi olayıdır. Herhangi bir kimse şayet küfrü söylerse, ya da bizzat küfür olan işi yaparsa veya bunlara rıza gösterirse, bütün bunları kendi istek ve arzusu ile yaparsa kâfir olur. Fakat bunları yaparken, kalben bunlara buğzediyor ve kin besliyorsa bile durumda bir farklılık yoktur. Sünnet ve hadis alimleri bu görüşü bildirmişlerdir. Aynı zamanda kendi kitaplarında bunu zikretmişlerdir de. Demişlerdir ki:
"Mürted, İslamı kabul ettikten sonra ya konuşarak, ya fiilen ve itikad açısından onu inkar etmesidir. Yine şu hususta kesinlikle demişlerdir ki, bir kimse inanmasa bile bununla amel de etmezse ve buna zorlanıyor da değilse, küfür olan şeyi söylemesi halinde kâfir olur.
Aynı şekilde itikad etmemekle birlikte ve söylemese bile kişi küfür olan bir fiili işlerse yine kâfir olur.
Yine bir kimse küfür kelimesini söylemez ve işlemez, fakat küfür olan şeye gönlü ve aklı yatarsa, bununla ferahlık duyarsa işte bu da küfürdür. İşin bu yönünün böyle olduğu, bu zatların kitaplarında bildirilmiştir. Aynı zamanda ilimde biraz varlığı olan kimse de bunun böyle olduğunu bilir. Bunu bildikleri gibi, mutlaka bu manada ilim erbabına buna ait bilgiler ulaşmıştır."[108]
Böyle toplu bir bilgiden ve bir nevi açıklama, izah ve tafsilattan sonra, size İslâm ile çelişen, çelişki arzeden on maddeyi sunmak isterim ki, bunu İslâm alimleri tesbit edip ortaya koymuşlardır.
İslâm alimlerinin tesbit ettiği İslâm ile çelişen önemli on ijnadde1 şunlardır:
1- Eşi" ve benzeri olmayan bir tek Allah'a ibadette O'na dirk ve ortak koşmak. Yüce Mevlamız şöyle buyurmaktadır:
"Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar." (Nisa, 4/116).
2- Kendisiyle Allah arasına vasıtalar koymak, bunları dua ğırıp, yardımlarını dilemek. Bu icma ile küfürdür.
3- Müşrikleri kafir kabul etmemek, yani tekfir etmemek, ya da bunların küfründe şüphesi olmak veya bunların görüşlerinin doğruluğunu kabullenmek. Bu da icma ile küfürdür.
4- Hz. Peygamber'in getirmiş olduğu hidayetin ve yolun dışındaki bir yolun doğruluğuna inanmak, onun daha mükemmel ve üstün olduğunu kabullenmek veya başkalarının ortaya koymuş olduğu hükümlerin İslamî hükümlerden daha güzel olduğuna inanmak. Meselâ, tağutların hükümlerini Rasûlüllah'ın koymuş olduğu hükümlerden daha üstün ve faziletli kabul etmek. İşte böyle yapanlar ve böyle inananlar de kafirdirler.
5- Allah
Rasûlünün getirmiş olduğu bir şeye buğzetmek, hatta buğzettiği şeyi yapsa bile,
sırf buna buğzetmesi nedeniyle küfre girmiş olur. Buna delil ise Rabbimizin şu
âyetidir:
"Bunun sebebi Allah'ın indirdiğini beğenmemeleridir. Allah da onların amellerini boşa çıkarmıştır." (Muhammed, 47/9).
6- Allah'ın dininden olan herhaflp bir şey veya hükümle, ya da bir sevabı veya ikabı (cezası) ile alay etmek. İşte böyle yapmak da küfürdür. Bunun delili ise Rabbimizin şu âyetidir:
"De ki: Allah ile, O'nun âyetleriyle ve O'nun peygamberiy-le mi alay ediyordunuz? Boşuna Özür dilemeyin, çünkü siz iman ettikten sonra tekrar kâfir olduğunuz." (Tevbe, 9/65-66).
7- Sihir yani büyü. Büyünün bütün türlerini kim yapar veya buna rıza gösterirse, o da küfre girmiş olur. Rabbimiz buyuruyor ki:
"Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız, demeden hiç kimseye (sihir ilmini) öğretmezler-di." (Bakara, 2/102).
8- Müslümanların aleyhine müşriklere yardımcı olup onlairın yanında yer almak. Buna delil ise Rabbimizin şu âyetidir:
"İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez." (Mâide, 5/51).
9- Bazı kimseler için peygamberlere uymaları gerekli (vacip) değildir, diye itikad edip inanmak. Bu bazı kimselerin Hz. Peygamberin şeriatının dışına çıkmaları caizdir, nitekim Musa (a.s)'ın şeriatından Hızır (a.s) da çıkmıştı, diye iman etmek. İşte bu türden bir itikad ve inanç da küfürdür.
10- Allah'ın dinini Öğrenmeyip ondan yüz çevirmek ve onunla amelj etmemek. Bunun delili ise Rabbimizin şu âyetidir:
"Kendilerine Rabbinin âyetleri hatırlatıldıktan sonra onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Muhakkak ki biz,
günahkarlara, ettiklerinin karşılığı olan cezayı vereceğiz." (Secde, 32/22).
Bu sayılan on madde ki, hepsi de İslam ile çelişen durumları içeren maddelerdir. Kişi ister şaka yoluyla, ister ciddî manada ve ister
zorlananın yani ikrah olunanın dışında korkan biri bu maddelerden birini işlemesi halinde hiç birinin diğerinden bir farkı yoktur. Hepsi de küfre girmiş olurlar. Bunların hepsi de en tehlikeli olan ve insanların en fazla düşmesi mümkün olan durumlardır. O halde mü'minin görevi, bunlardan sakınmak ve kendisi adına böyle bir cfuruma düşmekten korkmaktır."[109]
Bize yakışanına gelince, biz burada bu çelişkileri şunun için sunmak istiyoruz. Bu hususta müslümanların şu iki noktada dikkatli olmamız gerekecektir. Çünkü bu iki nokta gerçekten pek önemlidirler. Aynı zamanda müslümanın hayatında bu iki noktanın ehemmiyeti iyice anlaşılmış olsun istemekteyiz. Bir de hakimiyyet meselesinde durumun iyice açığa çıkması ve bunun Velâ ve Berâ konusunun bununla olan ilgisini derinlemesine araştırıp açığa çıkarma imkanım bulabilsin
Birinci nokta: Kim, Peygamber (s.a)'in gösterdiği ve getirmiş olduğu hidâyetten daha güzel bir hidâyetin ve yolun olacağına itikade derler ve inanırsa ya da onun hükmünün dışındaki hükümlerin daha güzel olacağına itikad edecek olursa, meselâ Tağut'un hükmünü Allah ve Rasûlünün hükmünün üzerinde kabul ederse kesin olarak o kimse kafirdir.
Zira Allah'ın şeriatının hayat alanından uzaklaştırılıp atılması ve yerine beşerîn ortaya koymuş olduğu kısır ve yetersiz kanunların kabul edilmesi hususu yepyeni bir mürtedlik olayıdır. Bu yeni dinden dönme hareketi son çağlarda müslümanların hayatına girmiş bulunmaktadır. Aynı zamanda açık bir şekilde de kendisini göstermektedir. Bilindiği gibi İslâm toplumu, uzun çağlar boyu Allah'ın şeriatının gölgesinde varlıklarını sürdürmüşlerdir. İslâm şeriatı gerek hakim olarak ve gerekse mahkum olarak, o toplum bireylerinin hayatına hakimdi. Gerçi bu arada büyük veya küçük olsun bazı masiyetler bulunmakta idi. Fakat herşeye krağmen insanların hayat düzeni, işlerinde uygulanan yasa, Allah'ın şeriatı ve O'nun hükmü idi. Kafirlerle cihad meselesi ve İslâm davasını yayma meselesi devamlı artarak bu esaslar üzere varlığım sürdürüp gitmekte idi. Ancak ne zamanki İslâm şeriatına kusur isnadı başladı, ne zamanki o büyük din bir gericilikle, gerileme ile damgalandı, çağdışılık olarak kabul edildi, böylece zamanla meydana gelen bu türden bir değişiklik, İslâm şeriatının müslümanların hayatından uzaklaştırılmasına neden oidu. Bunun da yegane ve tek se-bebî müslümanların dünyada sömürülmeye başlanıp adeta sömürge haline getirilmeleriyle meydana gelmiş bulunmaktadır. Kısaca müslü-manlar ne zamanki Allah (c.c)'ı -haşa- unuttular, Allah (c.c) da onlara kendilerini unutturdu.
Halbuki Kur'an'ı Kerim'de bu hüküm ve ahkam ile ilgili olarak bu çerçevede bir çok açık ve seçik nasslar gelmiştir. Bu nassların ve delillerin hiçbirisinde -haşa- şüphe sözkonusu değildir. Kaldı ki bunlar, müslümanın temel akidesini oluşturduğu gibi bu, onların dinlerine ait en önemli işlerindendir.
Nitekim Allah (c.c) Kur'an'da şöyle buyurmaktadır:
"Kim Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin tâ kendileridir."
(Maide, 5/44).
"Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse İşte onlar zalimlerdir.” (Mâide, 5/45).
"Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar fâsıklardır." (Mâide, 5/47).
"Yoksa onlar (İslâm öncesi) cahiliye idaresini (hükmünü) mi arıyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükümranlığı Allah'tan daha güzel kim vardır?" (Mâide, 5/50).
"Hayır; Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar." (Nisa, 4/65).
"Yoksa onların (İslâm dininden başka) Alla"ın izin vermediği şey(ler) i kendilerine dinden şeriat yapan (kanun koyan, anayasa hazırlayan) ortakları mı vardır?" (Şûra,. 42/21).
"(Bazı insanlar) 'Allah'a ve peygamber'e inandık ve itaat ettik1 diyorlar; ondan sonra da içlerinden bir gurup yüz çeviriyor, i Bunlar inanmış değillerdir. Onlar aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve peygamber'e çağırıldıklarında, bakarsın ki içlerinden bir kısmı yüz çevirip dönerler. Ama, eğer (Allah ve Rasûlü'nün hükmettiği) hak kendi lehlerine ise, ona boyun eğip gelirler. Kalblerinde bir hastalık mı var; Yoksa şüphe ve tereddüd içinde midirler?Yoksa Allah ve Rasûlü'nün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır, asıl zalimler kendileridir! Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Rasûlüne davet edildiklerinde, 'işittik ve itaat ettik' demek, sadece müminlerin söyleyeceği sözdür. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir." (Nûr, 24/47-51).
"Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim peygambere karşı çıkar ve mü "m inlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o, ne kötü bir yerdir." (Nisa, 4/115)
Daha sonra yüce
Rabbimiz iman ettikleri iddiasında bulunup Tağut'un hükmünce yürümeyi isteyen
kimselerin saçmalıklarını şöylece açıklamış olmaktadır:
"Sana indirilene
ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi?
Ta-ğut'a inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, Tağût'un önünde
muhakemeleşmek istiyorlar. Halbuki şeytan onlabir sapıklıkla saptırmak
istiyor." (Nisa, 4/60)
Bundan önceki âyet
müslümanların bilgi ve hüküm kaynaklarım sıralamıştı. Bu âyetin meali şöyle
idi: "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan
Ulü'l-emr'e (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa
düşerseniz -Allah'a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah'a ve
Rasûlune götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı hem de
netice bakımından daha güzeldir." (Nisa, 4/59),
Bu âyette sıralanın
hüküm kaynakları daha sonradan "Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas" şeklinde
formülleştirilen kaynakların temelini koymuş, anlaşmazlık çıkarsa çözümün bu
kaynaklara başvurularak aranmasını emretmişti, buna rağmen bir münafıkın,
anlaşmazlık içine düş-düğü kişiye RasûluİIah (s.a) yerine Ka'b b. Eşref
yahudisine başvuralım demesi bu âyetin nüzulüne sebep teşkil etmiş, âyet her
yer ve zamanda benzen münafıkların maskesini indirmiştir.
Tağût: Hakkı tanımayıp
azan ve sapan bir kişi ve güce verilen addır. Şeytana da bu yüzden tâğut
denmiştir. İşte daha önce mealini sunmuş olduğumuz 60. âyet ile bundan sonraki
beş âyetin nüzul nedeni, bu kelimenin anlamım ortaya koymada yardımcı
olmaktadır.
Kurtubî'nin
anlattığına göre burada Allah (cc)'ın tağût diye isimlendirdiği kişi, Yahudi
Ka'b b. Eşreftir. Bu itibarla Allah ve Rasûlü'nün hükümleri nerede kabul
edilmiyorsa orada tuğyan vardır ve Allah ile Rasûlü'nün hükümlerini kabul
etmeyen herkes Tağuttur.
Onlara; 'Allah'ın
indirdiğine (Kitab'a) ve Rasûl'e gelin (onlara başvuralım) denildiği zaman
münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün." (Nisa, 4/61)
Basireti ve uzak
görüşlülüğü yok olmuş Allah'ın şeriatını değiştirip yerine insan kafasının
ürünü kanunları koyanları İslâm âlimlerinden biri ne güzel bir şekilde tarif
etmektedir:
Bu gibileri misk, gül
ve benzeri iyi kokulardan rahatsız olup da, dinlenirken pisliklerden,
kazurattan ve kötü kokulardan huzur duyup canlanan kimseye benzerler"[110]
Nitekim Allah (c.c) da
şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a ve
peygamberine düşman olanlar, işte onlar en aşağıların arasındadırlar."
(Mücadele, 58/20)
Allah'a ve Rasûlune
düşman olmanın en önemlisi ve en büyük düşmanlık Allah'ın hükmünden, O'nun
şeriatından, Peygamberi'nin sünnetinden uzaklaşmak ve bunlardan Yüz çevirmek,
bunlara sırt vermektir. Acaba bugün yeryüzünde yaşayan müslümanların çekmekte
oldukları nasıl bir zillet ve aşağılık hayattır bu? Evet, bu, gayet tabii ve
doğal bir sonuçtur. Çünkü günümüz müslümanları Allah (c.c)'ın şeriatını
terketmişlerdir. İşte bunlar, yani bu tarz müslümanlar günümüzde bir hayli
çokturlar. Fakat bunlar tıpkı selin üzerindeki çer çöp ya da köpük
misalidirler. Sel önünde hiç bir varlık gösteremezler. En aşağılık milletler
onlar için ümide kapıldılar ye insanların en aşağılıkları oların başlarına
üşüştüler. Gerçekten Hz. Peygamber'in peygamberliğinin doğruluğunu onun şu
sözü ne kadar da gerçekçi bir şekilde açık seçik olarak ortaya koymaktadır.
"Tıpkı aç
kimselerin sofradaki yemek tabağına üşüştükleri gibi yakın bir gelecekte
milletler de sizin üzerinize öylesine üşüşeceklerdir." Bunun üzerine, bir
zat:
"Acaba O gün
bizim az oluşumuzdanmı olacaktır bu?" diye sorar. Rasûlullah (s.a) da şu
cevabı verirler:
"- Aksine o gün
siz çok daha fazla olacaksınız. Ancak o gün siz tıpkı sel üzerindeki köpük
(çer-çöp) gibisiniz. Allah (c.c), kesinlikle, düşmanlarınızın gönlünden sizden
duydukları korkularını çıkarıp atacaktır ve Allah (c.c), sizin kalplerinize
kesinlikle "Vehen" atacaktır.
Oradakilerden biri
şöyle sordu:
"-Vehen nedir? Ey
Allah'ın Rasûlü!" Rasûlullah (s.a) ise şöylece vap verdiler:
"- Dünya sevgisi
ve ölümden hoşlanmak (ölüm korkusu.)"[111]
Aslında bu gün
müslümanların hayatına musallat olmuş en büyük inhiraf ve dinden uzaklaşma şu
noktadan gelmektedir ve bu en büyük tehlikeyyide oluşturmuştur: Bazi kimseler
âlim süsüne bürünmek suretiyle, değişik şeyleri insanlara süsleyerek, allayıp
pullayip sun-maktalar. Böylece beşerin arzu ve isteklerini ön plana sokarak, Allah'ın
şeriatını ortadan kaldırıyorlar. İşte bu kimseier, kendi günahlarını
yüklendikleri gibi kıyamet gününde hak yoldan saptırdıkları kimselerin de
günahlarım yükleneceklerdir. İslâm bütün bunlardan uzaktır. Böylelerinin hiç
birisi ile ilgisi yoktur. Allah (c.c), selef âlimlerine rahmetiyle muamele
buyursun ki, hepsi de İslâm sınırının bekçileri ve hamileriydiler. Öyle ki
bunlar tarafından İslâm'a hiç bir şey (leke) getirilmemiştir.
İşte değerli âlim
Hafız İbn Kesir (r.a), ünlü tefsirinde, Tatarların (Moğolların) baskısı
sırasında müslümanların başlarına gelenleri, "Yoksa onlar (İslâm öncesi)
cahiliyyet idaresini (hükmünü) mi arıyorlar." (Mâide, 5/50) âyetinin
tefsirini yaparkan şöylece aktarmaktadır:
"Allah (c.c),
kendisinin sapa sağlam ve muhkem olan, her türlü iyilik ve hayrı içinde
bulunduran, aynı zamanda tüm kötülükleri ve şerri yasaklayan, uydurma heves ve
isteklere, arzulara meyletmeyi önleyen Allah'ın şeriatının ve hükümlerinin
dışına çıkanları reddetmektedir. İnsanların kendi elleriyle uydura geldikleri
ve Allah'ın hükümlerine dayanmayan yasaları, cahiliyyet hükümlerinin
sapıklıklarını ve tüm bilgisizliklerini reddetmektedir. Zira Allah (c.c),
insanların bu hükümleri ve sapıklıkları sırf kendi görüş ve istekleri sonucu
ortaya çıkardıklarını bildirmektedir. Tıpkı Tatarların, Cengiz Han olarak bilinen
krallarından krallık yasalarını almaları gibi. İşte bunlar bu krallık emir ve
buyrukları, hükümleri yürütmekte idiler ki, bunu onlara "Yasa" adıyla
kralları uydurmuştur. Bir araya getirilen bu yasalar yahudi hristiyan ve İslâm
dinine bağlı farklı toplumlardan alınmak suretiyle toplanıp bir araya
getirilmiş hükümlerdi. Aynı zamanda bu yasada yer alan bir çok maddeler,
bizzat Cengiz Han'ın kendi görüş ve düşüncelerinin ürünü olan maddelerdi.
Cengiz bu yasayı kendi çocukları için izlenilmesi ve uğurunda gidilmesi gereken
bir yol olarak kabul ettirmişti. Onlar Allah'ın Kitab'ından ve Rasûlü'nün
Sünnetinden önce bu yasa ile hüküm verirler ve buna uyarlardı. Onlardan böyle
davranıp bu yasaya uyanlar kâfirdir ve kesinlikle öldürülmeleri gerekir. Evet
böyleleri ya o yasaları bırakıp Allah ve Rasûlü'nün hükmüna dönerler veya
dönmemeleri halinde öldürülürler. Zira ister az ister çok olsun, Allah'ın
hükümleri dışında hiç bir kanuna ve hükme başvurulamaz."[112]
Şeyh Muhammed b.
İbrahîm merhum, hakimin işlemesi halinde kendisini dinden çıkarıp kâfir yapan
durumları şöylece açıklamaktadırlar:[113]
1- Allah'ın
indirdiği hükümlerin dışındaki hükümlerle hüküm veren hâkim (ve kimseler),
Allah'ın ve Rasûlü'nün hükümlerinin daha gerçekçi ve hak olduğunu inkâr ederse,
kişi kâfir olur. Bu, İbn Abbas (r.a)'tan yapılan rivayetin ortaya koymuş olduğu
bir manadır. Nitekim bu rivayeti İbn Cerîr de tercih etmiştir. Zira Allah'ın
indirmiş olduğu şer'î bir hükmün inkârı, tüm ilim erbabınca ittifakla küfür sayılmıştır.
Zira dinin asıl temellerinden bir tanesini veya üzerinde ittifak olunan fer'î
delillerden bir tanesini ya da Allah Rasûlü'nün getirdiği şeyin bir tek
harfini bile inkâr edilmesi halinde bu, kesinlikle kişiyi dinden çıkaran bir
küfürdür.[114]
2- Şayet
hakim, Allah'ın indirdiğiyfe ve Rasûlü'nün de hükmüyle hükmetmenin hak ve
gerçek olduğunu inkâr etmiyor fakat Allah ve Rasûlü'nün koyduğu hükümlerin
dışındaki hükümlerle hükmetmenin daha güzel olduğuna inanıyorsa yine
kesinlikle küfre girmiş olur. Yani Allah ve Rasûlü'nün hükümlerinin dışındaki
hükümlerin daha
mükemmel, daha yeterli
olduğuna, zamanla meydana gelen problemleri ve insan ihtiyaçlarını çözmede
yeniliklere gitmenin gerekliliğine inanıyorsa, zamanların değişmesiyle
durumlar da değişir deyip, Allah ve Rasûlünün hükümlerini bir kenara itiyorsa
bu da aynı şekilde küfürdür. Çünkü burada mahlûkatın yani insanların ortaya
koymuş olduğu hükümleri Allah ve Rasülü'nün hükümlerinden üstün tutmak du-rumu
bulunmaktadır. Böylece zihinde beliren çöplük misâli düşünce ve fikirleri alıp,
her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan hikmet sahibi yüce Allah'ın
hükümlerini bir kenara itip, kendi zihnî çöplüklerine geçerlilik
kazandırmaktır ki bu da küfürdür.
Kaldı ki hiç bir
mesele ve problem yoktur ki, o mesele ya da problemin Allah'ın kitabında,
Rasûlünün de Sünnetinde ya açık olarak bir nassi ve delili bulunmasın, ya da
istinbat (mevcut mesele ve hükümlere bakarak bunlardan hüküm çıkarmak) yoluyla
bir delili bulunmasın. Evet bu ve benzeri yollarla hükümler elde olunabilir.
İşte bunu bilen, zaten bilgisi olduğu için bilir, bilmeyen de bu konuda
herhangi bir bilgiye sahip olmadığı için bilinemez.
3- Başka hükümlerin Allah ve Rasülü'nün
hükümlernden daha güzel olamayacağına itikad etmek ve inanmakla birlikte, Allah
ve Rasülü'nün hükümleri dışındaki hükümlerle hüküm vermenin de en azından
onun gibi olacağına inanmak ve böyle itikad etmek. İşte bu üçüncü madde de bir
önceki iki madde gibi kişiyi dinden çıkaran bir küfürdür. Zira işi böyle
düşünüp ve böyle inanmakla yaratılanla yaratanı aynı seviyede düşünmek, ikisi
arasında bir eşitlik ortaya koymaktır ki, küfürdür.
4- Bir de
kişi, Allah'ın ve Rasülü'nün hükümleriyle hükmetmek gerektiğine inandığı gibi
bunun dışındaki hükümlerle hükmetmenin de caiz olacağına inanır ve böyle bir
itikada sahip olursa önceki maddede olduğu gibi küfürdür.
5- Bunlardan
daha büyüğü ve en önemlisi sırf Allah'ın şeriatına karşı bir büyüklük taslamak,
inadetmek ve Allah'ın hükümleri karşısında kendisini büyük görmek. Böylece
Allah'a ve Rasûlü'ne muhalefette bulunmak: Meselâ insan aklının ürünü olan
mahkemeler icad ederek buralarda yine insanlar tarafından ortaya konan kanun
ve yasaları uygulamak. Tıpkı Fransa, Amerika, İngiltere veya başka kafir sistemlere
ait kanun ve yasaları uygulama alanına koymak gibi. Artık bir kimse Hz.
Muhammed (s.a)'in Allah'ın Rasûlü olduğuna şahitlik ettikten sonra böyle bir
çelişkiye düşmesi halinde bundan daha büyük bir çelişki düşünülebilir mi?[115]
6- Bir çok
kabile reislerinin ve büyüklerinin, bir çok toplum liderlerinin ve benzeri
kimselerin ata ve dedelerinden aldıkları efsanelerle, adet, gelenek, töre ve
ilkelerle hareket etmeleri ve bunu da kendileri için bir çıkış yolu olarak
görüp böyle isimlendirmeleri, hep; Allah'ın hükmünden uzak durmak ve ondan yüz
çevirmek amacına; dayanır.
Kişiyi dinden
uzaklaştırmayan küfür ise ki bu, İbn Abbas (r.a) tarafından: "Asıl küfrün
dışındaki bir küfür" diye varid olmuş idi. Yine şu ifadeler de ona ait
bulunmaktadır: "Bu, sizin ileri sürdüğünüz küfür değildir." Bu,
tıpkı şuna benzemektedir. Bir meselede hak olanın Allah ve Rasülü'nün hükmünün
geçerli olduğuna inanmakla birlikte sırf şehvet ve isteklerinin esiri olarak
Allah'ın ve Rasülü'nün indirdiği hükmün dışındaki bir hükümle hüküm vermesi gibi.
Bunu yaparken de kendisinin hatalı olduğunu itiraf eder ve doğru yoldan
uzaklaştığını söylerse böyle bir kimse dinden çıkmış manâsında küfre girmemiş
olur. Gerçi bu kimse her ne kadar dinden çıkmaz ise de, büyük bir masiyet
işlemiş olur. Meselâ zina etmek, içki içmek ve hırsızlık vb. gibi şeyleri
yapmak gibi. Bunlar da masiyettirler. Ancak bu gibi masiyetlere ve isyana
Allah (c.c) küfür adını vermemiştir. Bu itibarla bir masiyet eğer Allah
tarafından küfür diye adlandırılmışsa Allah tarafından küfür diye adlandırılmayan
masiyetten çok daha büyük bir küfür olmaktadır.[116]
Aslında burada bizim
tüm incelikleriyle araştırıp ortaya koymak istediğimiz hakimiyet ile ilgili
meseleler, bunun etraflı bir biçimde durumlarının ortaya konması pek büyük bir
öneme haizdir. Zira konunun en tehlikelisi ve en önemlisi bu olmaktadır. Çünkü
Allah'ın in-dirdiğiyle hükmetmeyen kimselere dostluk beslemek, onların yanında
yer almak, böylelerinin ortaya koymuş olduğu yasaları ve.kanunları kabullenmek,
kendilerince helâl koymak ve haram yapmak, Allah'ın izin vermediği bii konuda
söz söylemeye kalkışmak, asıl itibariyle "Al-lah'dan başka hiç bir ilah
yoktur" kelimesiyle çelişmektedir. Çünkü şehadet kelimesi bütün kalplerin
ilah olarak kabullenip sevdiği ve saygı gösterdiği, itaat ederek boyun eğdiği
bir tek varlığın O olduğunu bize bildirmiştir.
Aynı şekilde bu
kelime, Allah'ın Rasûlü olan Hz. Muhammed'in peygamberliğine şahitlikte
bulunmakla da bir çelişki meydana getirmektedir. Çünkü o peygamberin emrettiği
ve yasakladığı şeylerde kendisine itaat etmekle emrolunmuşuzdur. İşte
gerçekten insanlar bu inceliğin farkına varmış olsalar, böyle bir durumda
yeryüzünde hiç bir azgının ve tağutun varlık göstermesi ve kanun koyması mümkün
olamaz, zaten böyle bir gücü kendisinde bulamaz.
İkinci nokta:
Müşriklere önem verip müslümanlara yardımı bırakarak müşriklere yardımda
bulunmak ve bunların yanında yer almak. Bunun delili ise Rabbimizin şu
âyetidir:
"İçinizden onları
dost tutanlar, onlardandır." (Mâide, 5/51)
îşte işin bu yönü,
bugün dünyada yaşayan insanların bir çoklarının yaşamış bulunduğu
çelişkilerdendir. Böyle davranan müslüman-lar her halleriyle kafirlerin ve
İslâm düşmanlarının, müşriklerin yanında yer almalarına rağmen, halen
kendilerini müslüman saymaları ve İslâm isimlerini almış olmalarıdır. İşte
çelişkinin bu ikinci noktasında meseleyi çok iyi bilmemiz ve bu hususta tedbir
almamız gerekir. Zira bu manâda tedbir almak bize vacibtir. Öyle bir çağda
yaşıyoru ki, adam: "kâfir olanbir kimseye "Ey kâfir" demekten
çekiniyor. Hatta bunun daha önemlisi de vardır. Allah'ın düşmanlarından
korkmak, onlara sevgi duymak, büyük görme gibi hastalıklar alabildiğince çoğalmış,
adeta bunlara saygıyla bakılır olmuştur. Bunlar neredeyse örnek alınacak
kimseler olarak gösterilmektedir. Evet imam zayıf olanlar rıezdinde bu
"kâfirler örnek alınacak kimseler olarak gösterilmekte ve böylece
değerlendirilmektedir. Bu kâfirlere o derece bir saygınlıkla bakılıyor ki, her
halükarda onlar gibi olmalarını isteyip durmaktalar. Böyleleri bir kelerin
deliğine de girmiş olsalar, onlara imrenenler de derhal oraya gireceklerdir.
Bu gibi kâfirlere
öylesine bir özenti ve bağlılık gösterilmektedir ki, bu, değişik tarzlarda
kendisini göstermektedir. Kalbî sevgi ve bağlılıktan tutun da bir çok değişik
tarzda bağlılıklar. Kimileri bunların
dinsizlik olan görüş
ve düşüncelerini benimseyip onların koymuş olduğu yasalar ve,kanunlar gibi
kanunlar ortaya koyarak işe girişiyor. Meselâ müslümanlarm hanımlarının
örtülerini atıp, onları açıp çıplak ortaya sürmek gibi. Kısaca hayatlarında
küçük büyük her davranış ve uygulamayı onların hayatına da geçirmek istiyorlar.
Allah'ın izniyle biz bu konuyu, "dostluğun boyutları" bahsinde
etraflı bir şekilde açıklayacağız.
Şimdi bizim burada
gerçek manâda akidenin temelini ye aslını idrak edip öğrenmiş olmamız, bununla
çelişki meydana getiren şeyleri de o oranda öğrenmemiz, bizi "Velâ
Berâ" meselesinde dikat olmaya itecektir. Kısaca müslümanın akidesi
konusunda bu, kefil durumundadır. Böylece doğru şer'î ölçüyü ele alacak ve
buna göre durum değerlendirmesinde bulunacaktır. Yoksa beşerin heva ve
isteklerine dayalı bir mikyas ile değerlendirmeye gitmeyecektir.
Bu konuda: "Kişi
sadece Allah'ı, Rasûlü'nü, O'nun dinini ve mü'-minleri dost edinecek, bunları
dost bilecek, yetkisini bunlara verecektir. Aynı zamanda tabi olunan, peşinden
gidilen, Allah ve Rasûlü'ne savaş açmış olanlardan da uzak duracaktır, o
manadaki J)ir ümitten veya bir korkudan kendisini uzak tutacaktır."
Velâ: Bu kelime
lügatte aşağıdaki manâlarda kullanılmıştır. Lisanu'I Arab adlı lügatte şu
ifadeler yer almaktadır: "Muvalât; İbn A'râbî-nin de söylediği gibi:
"İki kimsenin bir birbirleriyle çekişmesidir ki, aralarını bulmak için
üçüncü bir kimsenin devreye girmesidir. İşte araya giren bu üçüncü kimseye
şöyle denir. Ona yöneldi de kendisine dostluk ve sevgi gösterdi. Meselâ falan
kimse filan kimseye dostluk gösterdi denilir ki bu, onu sevdi manasınadır.
Mevlâ: Bu bir çok
manâlara gelen bir kelimedir. Bu manâları şöylece sıralayabiliriz; Rabb,
Malik, Seyyid, Efendi, nimet veren, azadli köle, yardım eden (yardımcı), Tabi
(uyan, tabi olan), komşu, antlaş-mali (müttefik), amca çocuğu, Akîd (idareci,
asker), hısımlık-akrabalık, kul (köle), azadeden (özgürlük veren), kendisine
nimet verilen.
Bütün manâlara dikkat
olunacak olunursa, bunun sevgi ve dostluk esasına dayandığı görülecektir.[117]
Velayet: Kişinin
nesebi (soyu) üzerindeki yetkisi, yardım ve köle azadetme yetkisi gibi.
Muvalât: Herhangi bir
topluma karşı sevgi ve koruma, yardımd; bulunma gibi manâlara gelir. Nitekim
Peygamber (s.a)'in: "Ben kimin mevlâsı (dostu, yardımcısı) isem, AH de
onun mevlasidır." ifadesi hakkında İmam Şafiî şöyle diyor: Yani bununla
İslâm'a olan dost-Iuk ve saygı kasdolunmaktadır."[118]
Tirmizî bu hadisin hasen, sahih ve garib olduğunu söylemiştir.)
Nitekim yüce Mevlâ da
şöyle buyurmaktadır:
"Bu, Allah'ın
iman edenlerin yardımcısı (velisi) olmasından dolayıdır. Kâfirlere gelince,
onların yardımcısı (velisi, dostu) yoktur." (Muhammed, 47/11).
Muvalât muadatın yani
dostluk düşmanlığın zıddıdır. Nitekim dost da düşmanın zıddidır. Yüce Allah
(c.c) şöyle buyuruyor:
"Ey babam,
korkarım ki (şeytana uymanla)
Rahman (olan Allah)ın azabı sana dokunacaktır da (lanet ve azâb ile) şeytanın
velisi (yakını, arkadaşı ve dostu) olacaksın.’’ (Meryem, 19/45).
Bu konuda Saleb de
şunları söylüyor: "Allah'tan başkasının önünde eğilip ona kulluk gösteren
herkes, kesinlikle o varlığı veli (dost, arkadaş, yandaş) edinmiştir."
Allah (c.c) şöyle
buyuruyor: "Allah iman edenlerin velisi (dostu ve yardımcısı) dır."
(Bakara, 2/257).
Bu âyetin yorumu şöyle
yapılmıştır: Düşmanlarına karşı onlara yardım edip, onları zafere kavuşturmada
Allah (c.c), onların velisidir. Aynı zamanda dinlerini diğer muhalif ve batıl
dinler üzerine ha-kim kılmakta yine onların yardımcısı ve velisidir.
Bir diğer yorum ise
şöyle yapılmıştır: "Onların velisi demek, güzel amelleri sebebiyle onların
sevaplarını ve mükafatlarını yüklenir.
el-Velyriyakmak ve
yakın olmak.[119] Müvalât ise mütabaat manasınadır
ki, tâbi olmak, arkasından gitmek ve uymak, dostluğunu kabullenmek demektir.
Nitekim Rabbimiz (c.c) şöyle buyurmaktadır: "Eğer Ondan yüz çevirirseniz,
yerinize sizden başka bir toplum getirir." (Muhammed, 47/38).
Yani şayet sizler
İslâm'a sırt çevirir, dininizi gereğince yaşamazsanız, yerinize başka bir
toplum getirilecektir.
Yine Yüce Allah (c.c)
şöyle buyurmaktadır: "İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır.
Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna yol göstermez." (Maide, 5/51)
Bunun manası da: Kim
onlara uyar ve yardımda bulunursa, demektir.[120]
"el-Misbahu'1-münîr"
adıl eserin sahibi diyor ki: "el-Veliyy" Feîl ölçüsünde bir kelime
olup, fail manasınadır ki, bu, başkasının velayetini üzerine alan, idare eden
demektir. Nitekim Rabbim şöyle buyurmaktadır: "Allah, iman edenlerin
velisi (dost ve yardımcısı) dır." (Bakara, 2/257) Veliy kelimesi ayni
zamanda itaatkar olanlar için de mef'ûl manasınadır. Meselâ: Mü'min, Allah'ın
velisidir denilir ki, bu, mü'minin Allah'a itaatkâr olduğunu bildirmektir. Bu
kelime Mufaale babından, muvafakat etmek, yardım etmek manâlarını taşır.[121]
Sözlük manâsı:
Îbnu'l-A'rabî diyor ki, kişi kurtulunca, Beri oldu denilir. Nitekim bu kelime
korunup uzak olmak, uzaklaştırmak manâlarına geldiği gibi, mazur görmek,
mazeret, bahane göstermek, özür sabit olmak, mazur olmak, dikkatini çekmek,
uyarmak. Nitekim Rab-bimizin şu âyeti buna delildir:
"Allah ve
Rasiilünden kendileriyle anlaşma yapmış olduğunuz müşriklere bir ihtar (kesin
bir uzaklaşış, bir ültimatom ve bir uyarı) dır." (Tevbe, 9/1)
Dikkat edilirse bu
âyette geçen "Berâet" kelimesi uyarı, ihtar, ikaz ve ültimatom gibi
manâları taşımaktadır.
Ebû Hüreyre hadisinde
bu husus şöyle ifade olunmuştur. Hz. Ömer (r.a), kendisini göreve çağırdığında,
o da bundan kaçınmış, bunun üzerine Hz. Ömer (r.a) şöyle söylemiştir:
"Doğrusu Hz.
Yusuf da görev istemişti." Ebû Hüreyre (r.a), kendisine şu karşılığı
verdiler: " Hz. Yusuf benden uzaktır, benim de onunla bir ilgim yok."
Yani; her ne kadar ben onunla mukayese ediliyorsam da, hüküm bakımından bizim
birbirimizle ilgimiz yoktur. Böylece kişi imanla mükellef bulunduğundan ve
bununla emrolunduğun-dan dolayı, bu velayet ve muhabbetin reddi manâsına
değildir."[122]
Bu arada şunu da
belirtmek isteriz. Berâ ve Berî kelimesi, anlam itibariyle eşittir.
Leyletü'1-Berâ: Bu,
ayın güneşten ışık almadığı ayın ilk gecesi manasınadır.[123]
Velayet: Yardım etmek,
zafer, sevgi (mahabbet), ikram, ihtiram ve açık veya gizli olsun sevilenlerle
beraber olmak demektir. Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Allah iman
edenlerin velîsi (dostu) dir, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkar
edenlere gelince, onların dostları da Ta-ğut'tur, onlan aydınlıktan alıp karanlığa
götürür" (Bakara, 2/257).[124]
Bu âyette geçen
kâfirlere dostlukta bulunmak demek, onlara.ya-kınlık göstermek ve onlara
sevgisini ortaya koymaktır. Bu davranışı sözleriyle, fiilleriyle ve
niyetleriyle ortaya koyan kimseler onları dost edinmiş kimselerdir.[125]
Terim olarak Berâ kelimesinin anlamı da
şöyledir: Değişik şekildeki uyarılardan, ikazlardan ve tüm ihtarlardan sonra
uzaklaşmak, kurtulmak, düşmanlık gibi manâları ifade eder.
Şimdi ise Velâ ve Bera
ifadelerinin açıklamasını yapalım:
Şeyhu'I-îslâm İbn
Teymiyye (r.a) bu konuda şunları söylüyor:
Ve âyet: "Bu
adavetin yani düşmanlığın zıddı demektir, dostulk ve irade etmek manasınadır.
Aslında velayet, sevgi ve yakınlık demektir. Adavet ise, buğz = kin ve uzaklık
demektirî Veli ise yakın manâsına gelir ki meselâ bu şuna yakındır" gibi.
Nitekim Peygamberimiz (s.a)'in şu kavli de bunu ifade buyurmaktadır:
"Miras paylarını (Kur'ân'da bildirilen) sahiplerine,veriniz. Bu paylardan
geri kalan herhangi bir şey de baba tarafından en yakın olan er kişiye
aittir."[126] Yani ölüya akrabalıkça
en yakın olan erkeğe verin, demektir.
Madem ki Allah'ın
velisi O’nun sevdiği ve hoşnud kaldığı, O'nun buğzettiği ve kin güttüğü
şeylerde tümüyle Allah'a muvafakat etmek ve O'na tabi olmak, emirlerini yerine
getirip, yasaklarından da uzak durmak konumundadır. O halde, Allah'ın velisine,
düşmanlık göstermenin Allah'a düşmanlık etmek olduğunu da bilmelidir. Çünkü
Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler!
Benîm de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size
gelen gerçeği inkar etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz." (Mümtehine,
60/1).
Kim, Allah'ın
velilerine düşmanlık edecek olursa, o kimse ya da kimseler Allah'a düşmanlık
etmiş olurlar. Kim de Allah'a karşı düşmanlık gösterirse o kimse, Allah'a
savaş açmış olur. Nitekim hadisi şerifte şöyle buyurulmuştur: "Kim benim bir
velime (dostuma), düşmanlık ederse, kesinlikle o benimle savaşa çıkmıştır
(bana savaş açmıştır”[127]
Allah'ın düşmanlarına
karşı dostluk gösterip onları veli edinenlere verilecek olan isim durumuna
gelince bu, değişik şekillere göre adlandırılır. Öylesi sevgi, dostluk ve
velayet vardır ki, irtidattır, tümüy-le İslâm'dan çıkıştır. Kimisi de bir
öncekine göre daha bir alt derece-l dedir ki, büyük günahlar ve haramları
işlemek bu ikinci durumda mutalaâ olunur.[128]
Allah (c.c), mü'minler
arasında sevgi, kardeşlik ve yardımı gerekli kılınca aynı zamanda kâfirlere
dostluk göstermekten ve onların yakınında ve yanında yer almaktan-da
menetmiştir. Kâfirlerin hangileri olursa olsunlar; ister yahudiler, ister
hırıstiyanlar, isterdinsizler, ister müşrikler ya da başkaları olsunlar,
aralarında hiç bir fark söz konusu değildir. Kısaca müslümanlarca üzerinde
ittifak olunan asıllarda herhangi bir küfür söz konusu olunca ne türden
olurlarsa olsunlar hepsi de kafirdirler, bu gibilerle dostlukta bulunmak Allah
tarafından kesinlikle yasaklanmıştır.
Bunun için, herhangi
muvahhid (Allah'ı bir tek olarak ilah tanıyan mü'min) şer'î açıdan küfrü
gerektiren şeyleri terketmesi halinde, onu sevmek, ona dostlukta bulunmak,
velayetini kabullenmek ve onun yardımına koşmak gerekir. Ancak kim de bunun
aksine bir davranış ve tutumun içinde ise, Allah'a yaklaşmak için böyle bir
kimseye karşı kin gütmek, buğzetmek ve ona düşmanlık göstermek gerekir. Bu, zorunludur.
Aynı zamanda bu tür kimselere karşı güç ve imkan nisbetinde el veya dil ile
cihad etmek de vaciptir.
Velâ ve Berâ'
konusunda beliren tavır şudur: Allah dostlarına ve emirlerine karşı gerekeni
yapmak, onlara dostluk ve sevgi göstermek. Allah düşmanlarına, haramları ve
sınırları çiğneyenlere karşı ise buğzetmek gerekir. Zira bu ikisi bu yönleriyle
birbirinden ayrılamazlar.Kaldı ki, imanın aslı, Allah rızası için O'nun
peygamberlerini ve onlara tabi olanları sevmektir. Aynı şekilde Allah için
O'nun düşmanlarını ve peygamberlerinin düşmanlarını sevmeyip bunlara buğzetmektir.[129]
Hatta Abdullah b.
Abbâs (r.a)'tan şöyle rivayet olunmuştur, demiştir ki: "Kim Allah için
sevgisini sürdürür, kim de Allah için buğz da bulunursa, Kim Allah için dostluk
kurar ve kim de Allah'ın düşmanlarına karşı düşmanlık sürdürürse, işte bu
davranışı ile Allah'ın dostluğunu kazanmış olur. Kişi böyle davranmadığı sürece
ne kadar çok namaz kılar ve oruç tutarsa bile yine de imanın tadına (hazzına)
erişemez (imanln tadını duyamaz). Çünkü böyle kimseler, insanlarla olan
münasebetlerini sırf dünya menfaatına bağlamışlardır. Böyle bir davranış ise,
kişiye hiç bir şey kazandırmaz."[130]
Bu ümmetin ilim
kaynağı olan Abdullah b. Abbas (r.a), kendi zamanındaki insanların
ilişkilerinin ve münasebetlerinin dünya menfaati esasına dayandığını ve
böylelerinin kendileri açısından hiç bir şeye ehil olmayacaklarını söylemesi
gerçekten düşündürücüdür. Çünkü bu öylesi bir çağda olmaktadır ki, Rasûlullah
(s.a)'ın ifadesiyle çağların en hayırlısı olmaktadır. O halde mü'minin görevi
kimleri sevmesi gerekiyor ve kimlere buğz edip uzaklaşması icabediyorsa
bunları öğrenmek, bu uğurda öğreninceye dek her türlü sıkıntıya da
katlanmakdir. Aynı zamanda kimleri dost edinecek ve kimlere veli olacak,
kimlere karşı düşmanlık gösterecekse ise, bunları da öğrenmelidir. Daha sonrada
kendisini kitab ve sünnet terazisiyle ölçmeli böylece kendisinin şeytanın Ve
yandaşlarının yanında mı yoksa Rahman'in hizbuîlah olan kullarının safında mı
yer alıyor görmeli? Çünkü gerçekten kurtuluşa erenler hizbuîlah planlardır.
Hizbullah'ın yani Allah taraftarlarının dışında kalanlar ise hem dünyalarını ve
hem de âhiretlerini kaybedenlerdir.
Değerli Şahabı
Abdullah b. Abbâs (r.a)'in söylediği gibi insanların birbirlerine kardeşlik ve
sevgi göterileri dünyalık esasına dayanıyorsa, bu durumda karşılıklı
menfaatler ve çıkarlar ortadan kalkınca, kardeşlik ve sevgi de yok oluverir. Bu
yüzden de İslâm ümmetinin, düşmanları karşısında varlık göstermesi, birlik,
beraberlik içinde olmaları imkansızlaşır.
İçinde bulunduğumuz
çağda insanlar arası ilişkiler tümüyle çıkar esasına, maddeye ve dünya
menfaatlerine göre düzenlenmektedir. Çoğunlukla insanlar arası sevgi ve
münasebetler dünyalık için olmaktadır İd, bu gerçekten bağlıları için bir
kazanç değildir.
İslâm ümmeti için tek
bir çare vardır. Ayakta durabilmeleri de sadece buna bağlıdır. Yeniden Allah'a
dönmeliler, Allah sevgisiyle toplanıp bir araya gelmeliler. Allah için
buğzetmeliler. Aynı şekilde dostluklarını ve velayetlerini Allah rızası üzere
sürdürmeliler. Allah'ın emrettiklerini yapmalı, onları sevip istemeli, yetkisini
velayetini o manada kullanmalı. Allah'ın emirlerini çiğnemekten, velâyetiyle
çelişki meydana getirecek durumlardan da uzak bulunmalıdır. İşte böyle olmaları
halinde mü'minler, Allah'ın kendilerini üstün kılışıyla mutluluk ve sevince
ulaşacaklardır.
islam'da yetki
konusunun Kitap ve Sünnetteki yeri nedir? Eğitimde ve telif kaynaklarda bunun
yeri nedir?
Burada önemine binaen
"el-Velâ ve'1-Berâ" meselesinin eski kaynaklarda ve eğitimde yerinin
ne olduğunu görmek ve öğrenmek isteriz. Gerçi konu, gerek Kitabımız olan
Kur'an'ı Kerim'de, gerekse Peygamberimizin hadislerinde yani Sünnet'te gerekli
şekilde açıklanmış ve tüm açıklığıyla ortaya konmuştur. Ancak eski idarî akide
kitapların da ve eğitimde pek fazlaca yer almamıştır. Bana göre bunun üç
sebebi vardır:
1- Aslında
akaidle ilgili bu kavramı, ilk müslümanlar gayet jtçık ve seçik bir^şekilde
bilmekte idiler. Zira onlar ışıklı tarih ve siyer dönemleri içerisinde akaid
açısından gerçekten yüksek bir derecede idiler. Akideleri gayet berraktı ve
herhangi bir şekilde bulanıklık söz konusu değildi. Kendileri Allah yolunda
cihadı sürdürdükleri için de bu husus onlar tarafından çok iyi bir şekilde
biliniyordu. İşte bütün bunlar bu işe onların his ve duygulan açısından da bir
açıklık getirmekte idi. Kaldı ki, hemen her bir konuda bizzat Kitap ve Sünnete
başvuruyorlardı.
2- Doğrusu
ilk müslüman toplumlarda özellikle de raşid hilafet denemi sonrasında bu konu
çerçevesinde akaidle ilgili herhangi bir problemleri olmamıştır. Ancak Allah
(c.c)’ın sıfatları etrafında problemler ortaya çıkmış, fırkalar bu konuya bir
hayli derinlemesine dalmışlardı. Bu itibarla mutlaka Ehli Sünnet ve Cemaatin
bu konuya eğilmesi, bu tür sapmaları tedavi etmesi gerekiyordu. Bunu insanlara
açıklamaları ve Allah (c.c)’a yakışır manada O'nun sıfatlarını ve yüceliğini
ortaya koymuş olabilmeleri bakımından önemliydi bu. Biz bütün bu sıfatları,
Kitap ve Sünnetin tesbit edip bildirdiği Ölçüde kabul eder ve inanırız, aynen
bunları biz de tesbit ederiz, varlığını kabulleniriz. Bu konuda herhangi bir
tahrife, bir tatile, temsil, teşbih ve keyfiyete sapmaksızın aynen Kitap ve
Sünnet ölçüsünde kabul ederiz.
Nitekim bu konuda,
bizden öncekilerin kitapları, bu konuya ilişkin hadislerle ye ifadelerle
dopduîudur. Ancak bütün bunların yanında, bu eser sahiplerinin kitaplarında
"el-Velâ ve'1-Berâ" meselesinin pek az olarak yer aldığı görülür. Çok
kısa ifadelerle konu geçiştirilmiştir. Meselâ: "Biz, Allah Rasûlü'nün
ashabını severiz, onları severken herhangi birisinin sevgisinde ifrata ve
aşırılığa gitmeyiz. Onlardan herhangi birisinden uzak durmayız. Biz onlara kin
duyanlara ve onları hayırla yadetmeyenlere de kin güderiz."[131]
3- Bir de
İslâmî teliflerin akaidle ilgili kaynakları arasına kelam ilminin girmesinden,
bu berraklığının gitmesi ve bulanmasından sonra, artık bu konuya bir daha
kesinlikle denilecek bir şekilde dönülmedi. Kaldı ki, bu, sadece işin bu
yönüyle kalmayıp, aynı zamanda derinlemesine”Lâ ilahe illallah" kelimesiyle
fazlaca ilgili olduğu gibi, Tevhîdî Ulûhiyetin gerektirdiği konu ile ve îsîam
ile çelişki gösteren durumlarla da ilgisi olan bir konudur. Yani bu, gerçekten
komple bir konudur.
Aslında müslümanlar,
İslam ile çelişen meseleler üzerinde durup bunu bizzat müslümanlara
açıklasalardi, bu çelişkileri gerçek anlamıyla insanlara sunsalardı, zihinle
ilgili soyut şeylerle uğraşıp, gerçekle ilgisi olmayan şeylerle meşgul
olacakları yerde, asıl meseleleri ele almış ve İslamm gerçek manasını aktarmış
olsalardı, insanlara daha çok yararı olabilirlerdi. Böylece de, Allah (c.c)'ın
bunlardan murad etmiş olduğu o şeyi yerine getirme ve ayakta tutma gücüne
sahip olabilirlerdi. Aslında İslâm ümmeti, Hz. Peygamber (s.a)’ın şu ifadesiyle
sıkı sıkıya bağlı kalsalardı kendileri için gerçekten çok daha iyi olurdu.
Zira Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyor:
"Ben sizi, gecesi
gündüzü gibi apaydın olan (en küçük bir şüphe bile kabul etmeyen gayet açık)
bir din üzerinde bıraktım. Benden sonra ancak helak olanlar, o dinden başka
yönlere sapar.”[132]
İşte müslümanlar bu
prensibe sapa sağlam bir şekilde bağlı kalsalar, tüm felaket ve musibetlere
karşı dişlerini sıkmış olsalardı, ne doğudan ne de batıdan hiç bir kimse
kendilerine göz dikmeyecek başlarına üşüşemeyecekti. Aynı zamanda kopkoyu kör
bir karanlığın ta kendisi olan düşünce sistemlerinin -ister batıdan ister
doğudan esmiş olsun- hiç birisine asla kapılmayacak, O koyu karanlıklar
içerisinde belirsiz bir yürüyüşe başlamayacaktı.
İlk dönem (asrı
saadet) müslümanları, sadece iki vahye yani Kitap ve Sünnet'e bağlı kaldıkları
için, gerçekten bunlardan örnek bir nesil ortaya çıktı ki, ne geçmişte ve ne de
gelecekte o nesil gibisi olmamıştır. Bu Öyle bir nesil idi ki, sadece dinine
bağlı kalmakla yücelip güçlenmiş, böylece dünyayı fethetmiş; küfrün ve şirkin
tüm karanlıklarını paramparça etmiştir. Allah'ın adını batıdan ta Fransa'nın
içlerine ve doğudan da ta Çin içlerine kadar yüceltmiştir.
Ancak burada bir
noktaya değinmek gerekiyor. Bu nokta, Kitap (Kur'an) ve Sünnet'in akideyi sunma
yolu ve metodudur. Az da olsa genel yönleriyle bu konuya ve kelam ilmininde
müslümanlar üzerinde işlediği cinayete değinmek uygun düşecektir. Evet bir
nebze duralım, pencereyi biraz aralayalım ve saf Rabbani akidenin kaynağı ile
kelam ilminin cehaleti arasındaki durumu görelim.
Bu ümmetin selefi
(önceki tertemiz nesli) - Allah (c.c) kendilerine rahmetiyle muamelede
bulunsun- Allah'ın yüce Kitab'ınm nasıl bir manâ ifade ettiğini çok iyi bir
şekilde idrak etmişlerdi. Bu Kitap, bir hidâyet ve kurtuluş kitabıdır. Yoksa o
bir felsefe kitabı değildir. Hiç bir gerçekle ilgisi olmayan boş nazariyelerden
sözeden bir kitap ta değildir. İşte o seçkin nesil, şu gerçeği pek güzel bir
şekilde anlamışlardı; Allah (c.c), bizzat beşer varlığının yaratıcısıdır. Bir
tek O'dur her şeyi bilen. Dolayısıyla insan nefsini ıslah edip düzeltecek şeyi
de en iyi olarak bilen yine bizzat kendisidir.
İnsanlar için bir nûr
ve hidayet kaynağı olan Rasûlü Hz. Muham-med (a.s)'e indirdi, bu kitap aynı
zamanda tüm hayırların ve iyiliklerin de kaynağıdsr. Bu kitap helak ve hüsran
yollarına sürüklenen herkesi uyaran bir kitaptır. Diğer taraftan Kur'an'ın
hitap özelliği de şöyledir: İnsana seslenirken onu, ruh ve cesetten oluşan
akıllı ^e şefkat sahibi bir tek varlık olarak tanıtır. İnsanda hayrın sevgisi
yer aldığı gibi, şerrin de tiksintisi yer almıştır. Nitekim Allah (c.c)
Kur'an'ı Ke-rîm'inde şöyle buyurmaktadır:
"Her bir nefs ve
onu (organ ve duyularla teçhiz edip) düzenleyen" "Sonra da onu (o nefsi)
hem kötülüğü, hem de (ondan sakınmak olan) takvayı ilham eden (hakkı
için)" "Onu (nefsini) temizleyen kişi, muhakkak felah bulmuştur.
"Onu (sapıklıkla) örten kimse de muhakkak ziyana uğramıştır." (Şems,
91/7-10)
İşte bu, Kur'an'm
akideyi sunma yoludur. Bu öyle bir yoldur ki, sadece akla seslenmez. Ancak o,
insanı bir bütün olarak ele alır, öncelikle ona vicdan yoluyla seslenir. Ama
bu onun, aklına emre iştirakle katılmaya [mani olamaz. Aynı zamanda Kur'an ona
münferid olarak ta hitab etmez. O kitap insana hitap ederken her zaman onun
vicdanının derinliklerine seslenir, yani vicdanı bununla dopdoludur. Bu arada
Kur'an, esas konuyla ilgili olarak telkin etme görevini alır, onda imanı
harekete geçirir. Bu sadece mantıkî oyunlarla ve burhanlarla bir yarış yolu
değildir. Çünkü Kur'ân'î yol böyle bir yapı taşımaz.
Kur'an, bu işi
yaparken, insan fıtratına seslenir. Tıpkı Allah'ın kendisini yaratmış olduğu
fıtrata.. Çünkü Allah (c.c), bu fıtratı yarattı ve Kur'an'ı her şeyi tüm
açıklığıyla ortaya koyan mufassal bir kitap olarak kendilerine indirdi. Onların
isteklerine cevap veren, onlara hayat veren aynı zamanda onlara güç ve dayanak
veren bir açıklayıcı kitap olarak indirmiştir.
Ancak hiç kuşkusuz,
akıl da bu fıtratın bir parçasıdır. Bunun iman meselesi üzerinde bir payı
vardır. Fakat akıl, hayat problemlerinden herhangi bir problemi alıp öğrenmek
istediğinde bu akıl için gerekli olan şartlan da ancak Allah (c.c) bilir. Bu
bakımdan akıl fonksiyonunu tek başına yerine getirmek istediğinde, mutlak
kainat kanunlarını bilip öğrenmesi gerekir, işini buna göre yapması mümkün
olabilir. Bu hususta vicdanın herhangi bir etkisi rolü yoktur. Ancak iman
meselesine gelince, bu durumda akıl tek başına değildir, bağımsız olarak hareket
edemez. Burada artık devreye, vicdan ve duygular da girer.."[133]
Akaid konusunda
sapmaların ne zaman başladığını öğrenmek için yaptığımız tarihi araştırmalarda,
bu sapmanın kesin olarak Emevîler döneminde başgösterdiğini görüyoruz. Evet
basit bir şekilde de olsa bu dönemde baş göstermiştir. Ancak bu sapmalar
Abbasîler döneminde zirveye çıkmış, bu dönemde Yunan, Hind, İran kökenli
ilimlerin Arap diline çevrilmiş olması bu sapmalarda itici etken olmuştur.
Daha sonra fetihler
yoluyla sınırların genişlemesi, tslâm devletinin en yüksek duruma geçmiş
olması, bu arada bir çok milletlerden İslama girenlerin olması, müslüman
olurlarken kimilerinin içlerinde nifaklarını, zındıklıklarım gizlemiş olmaları
bu sapmalara neden olmuştur. Çünkü yapılan tercemelere bu zındıkların ve
münafıkların yanlış düşünceleri de bu eserlerin satırları arasına
sıkıştırılıverdi. Bunlar yapılırken hangisi akideyi bozar, hangisi bozmaz,
kısaca iyisi ve kötüsü ayırdedilmeksizin ve hiç bir ayıklamaya tabi
kılınmaksızm bu yabancı ilimlerden ve bilgilerden alınmıştır.
Evet İslâm
toplumundaki insanların tüm düşünceleri akılcı bir şekil alıp, boş süslü
sözlerle meşgul olma noktasına gelince Grek kökenli cahilî çöplükleri ithal
ettiler. Batıdan gelen bu akımlara kapılıp alda-nanlar buna felsefe adını
koydular. Artık ithal edilen bu yabancı ve karmaşık şeylerle avunur oldular.
Bir takım tuhaf ifadeler, kavramlar ve bu kavramların içerdiği manâlarla uzun
uzadıya uğraşmak, bunu düşünce ve ilim hayatlarının meşgalesi yapmak gibi. İşte
bu kimselerin böyle bir yola girmeleri, bu düşüncelerden etkilenmeleri, onları
İslâm düşüncesi hakkında çok garip kanaatlere sürükledi. Evet İslâmın zatında
bir garipliğe, yabancılaşmaya, onu tebliğde bir sunuş tuhaflığına düştüler.
Bu kimselerin böyle
bir düşünce sapmasına düşmelerinin asıl nedeni ve sırrı şu husustur: Bilindiği
gibi, felsefe ile İslâm akidesi arasında, metod bakımından büyük farklılıklar
vardır. Aynı şekilde felsefenin üslûbu ile İslâm akidesinin üslûbu arasında da
metod noktasından büyük fark vardır. İslâm inancının hakikatleriyle felsefe
arasında hiç bir zaman kıyaslanamayacak manâda farklar vardır. Birisi kabalık
hokkabazlık iken, diğeri yani İslâm, gerçeğin kendisidir. İşte küçük değersiz
kıpırdanış ve titreyişleri vurgulayan felsefedir. Bu beşer lahutîliğinin
(felsefesinin) konuları içinde yer alan şeyler demektir.[134]
Artık sormamız
gerekir; Acaba, kafiri hava ve atmosferde gelişen cahili beşer felsefesi ile
"Allah'ın taptaze ve tatlı olan "İslâm" dini arasında bir
birleşme noktasına gitmenin sırrı nedir?
Acaba Cihad ve akidenin
yeryüzünde yayılmasını gündemden çıkarmanın sonucu mu?
Acaba bu, kör bir
taklidin mi, yoksa her seslenenin peşine şuursuzca takılmanın bir neticesi
midir?
Acaba bu, aklî
üstünlük iddiasının bir sonucu mu ve bu cedel sahipleriyle aynı üslûp ile
karşılaşmak için duyulan bir istekten mi ileri gelmekte idi?
Yoksa bütün bunların
ötesinde İslâm düşmanlarının saf ve berrak İslâm inanç ve akidesini bulandırma
çalışmaları mı var?
Ben öyle sanıyorum ki,
yukarıda sayılan sebeplerin hepsinin bu dejenerasyonda payı ve yeri
bulunmaktadır. Ancak bu arada şunu da belirtmeliyim kî, ilk dönem terceme
olayını incelerken gördüğüm şu olmuştur:
İslâm düşmanlarının
hile ve tuzakları kimi müslümanların heva ve istekleriyle uyum sağlamış ve
özellikle de Abbasî döneminin bazı idarecilerinde bu daha net bir şekilde
görülmüştür. Mesela: Me'mun'u bunlara örnek olarak verebiliriz. Artık böylece
Yunan sofistlerinin ve daha başkalarının kitaplarının terceme edilerek İslâm
âlemine sunulması İslâm aleminde yapacağını yapmıştır.
Nitekim bunu
doğrulayan bir hadiseyi nakledelim: Halife Me'-mûn, bir Hıristiyan olan
Sakaliye (Sicilya) hâkimine haber göndermiş ve kendisinden, bu beldenin felsefe
ile meşhur kitaplığından kitaplar göndermesini istemiştir.
Sakaliye (Sicilya)
hâkimi istenilen kitapları göndermekte önce tereddüt etmiş, hemen devlet
adamlarını toplamış, gelen talep hakkında onlarla meseleyi etüd etmiştir.
Bunun üzerine ülkenin büyük dini lideri (Metropoliti) fikirlerini şöyle
açıklamış:
"Hemen onların
istedikleri kitapları gönderin. Yemin ederim ki, felsefe ile ilgili ilimler
hangi ümmetin ilimleri arasına girerse, kesin olarak o ümmeti ve milleti
bozar, ifsad eder"
Sicilya hakimi (devlet
başkanı), mütropolitin sözlerinin doğruluğuna kesin inandı ve hemen onun
işaret ettiği doğrultuda kitapları gönderme işinde gerekeni yaptı.
Daha sonra Halife
Me'mûn, Huneyn b. İshak'ı getirtti[135] Bu
adam çok dilbaz biri idi. Me'mun kendisine, Yunan filozoflarına ait kitaplardan
gücünün yettiği tüm kitapların arapçaya çevirilmesini istedi. O da derhal
verilen emre uydu, hemen terceme işine koyuldu. Me'mûn kendisini, Yunanca'dan
arapçaya çevirdiği kitaplarının ağırlığınca altına boğdu. Öyle ki Huneyn,
kitapların tercemelerini yaparken kalın kağıt kullanmış, yazdığı sayfaların
satır aralarını da gayet açık tutmuş ve harfleri de gayet iri yazmak suretiyle
durmadan alacağı aîtınlarmn hesabını yapmıştır.[136]
Gerçekten -yemin
ederim ki-, Sicilya'lı metropolit çok doğru söylemiş. Çünkü o demişti ki, bu
kitaplar hangi millete giderse, o toplum ve milleti sadece bozar.
Dikkat edecek
olursanız, merhum Ahmed b. Hanbel (r.a)'in, Kur'-ân'ın mahlûk olup olmaması
noktasında çektiği sıkıntının nereden geldiğini anlayacaksınız. Evet İslâm
âlimlerinin, Ehli Sünnet âlimlerinin çektiği sıkıntılar, kendilerine karşı
savaş açılması nereden kaynaklanmıştır?.. Me'mun ve daha başkaları döneminde
meydana gelen bid'-atlar hep nereden gelmiştir? Ayrıca Cevher, Araz, Vacib,
Mümkin ve daha benzeri yeni yeni terimler ve bid'atler acaba hep nereden gelmiştir
ki?
Evet bütün bunların
geldiği bir kaynak vardır. O da cahilî kelâm ilminin teceme edilmesinden ve
bunun saf ve berrak İslâm akidesine karıştırılmasından meydana gelmiştir. Bütün
bu tahribat ve yıkım da "İslâm Felsefesi" adı altında yapılmıştır.
öğrendik ki o dönemin
tüm mütercimleri (çevirmenleri), ya da en önemlileri hırıstiyanlardan
oluşmuştur. Bunlar kendi kaynaklarını Arapçaya çevirirlerken, İslâm süzgecinden
geçirerek değil, kendilerinin inandıkları ve düşündükleri gibi çevirmişlerdir.
Bir adam teslis akidesine inanacak, kısaca hırıstiyan olacak ve müslümanlar
adına kitap çevirecek. Acaba ne kadar güvenilirdir. Kaldı ki, yazılan ve
çevirilen bu kitaplardan da müslümanlar ve çocukları yararlanacaklar.[137]
Gerçekten Şair ne
güzel söylemiş: Kimin ki karga olursa delili Köpekler leşine götürür o Zelili
Ayrıca Kur'ân ve
Sünnet'in akideyi sunuş tarzıyla, kelam ilminin sunuş tarzı arasındaki farkın
anlatılması izahtan varestedir. Çünkü aralarında çok açık mübayene (zıtlık)
vardır. Ancak bütün bunlara rağmen biz bu çelişkileri belirtmek isteriz. Bunu
zikretmekteki amacımız ikisi arasındaki bir karşılaştırma değildir. Gerçekte
aralarında herhangi bir karşılaştırmaya gidilecek bir durum söz konusu
değildir. Aslında durum şairin söylediği gibidir. Şair der ki:
Denirse ki daha
keskindir kılıç asadan (bastondan) Kalır mı değri kılıcın böyle bir
benzetmeden...
Ancak biz bu farkları
sadece bir hatırlatma ve bir ikaz niteliğinde sunmak istiyoruz:[138]
Kaynak bakımından: Kur'ân'ın sunduğu akidenin kaynağı âlemlerin Rabbi olan
Allah (c.c)'dır. Fakat Kelam İlminin kaynağı kısır olan insan aklıdır.
•
Metod ve
yol bakımından: Kelam ilminin amacı, Allah (c.c)'ın vahdaniyetini (bir
tekliğini) isbat etmektir, O'nun ortağının ve işinin olmadığını kanıtlamaktır.
Böylece Kelamcı aslında: "La ilahe illallah" kelimesinin bu olduğunu
anlamaktadır. Halbuki bu kelimenin manâsı bu kadar basit değildir. Nitekim
biz, Tevhid kelimesinin ne gibi bir anlam ifade ettiğini kitabımızın hazırlık
ve giriş bölümünde gayet etraflı bir şekilde açıklamıştık.
Ayrıca Kelam ilmi,
marifet'in (bilginin) gerçekleşmesini hedef olarak almıştır. Halbuki biz
görmekteyiz ki, Kur'ân-ı Kerîm'de yol ve metod olarak sadece Marifet'i değil,
hareketi de amaçlamıştır. Hem marifet hem de hareket. Böylece bu marifet,
savunucu bir güce dönüşmektedir ki bu, vakıa âleminde delalet ettiğ manayı
gerçekleştirmiş olabilsin. Böylece insan vicdanı coşup harekete geçebilsin.
İnsan böylece yeryüzündeki varlığının gereğini, Rabbani düşüncenin ve
tasavvurun kendisi için öngördüğü ve çizmiş olduğu plan içerisinde hareket
etmiş olsun. İşte bu takdirde beşeriyet Rabbine tekrar dönebilir ve yine insan
bu sayede asil ve temiz bir hayat yaşayabilir ki bu hayat, Allah'ın insanlar
için yazmış olduğu asaletle de ittifak ve uyum içindedir.[139]
Diğer taraftan Kur'ânî metod, insanı bir tek Allah'a ibadetle kulluğa çağırır.
Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Senden önce
gönderdiğimiz her peygambere ancak şunu vah-yederdik ki: Benden başka ilah
yoktur. O halde ancak bana ibadetle kulluk edin (bana ortak koşmayın)."
(Enbiyâ, 21/25).
Nitekim, Allah Rasûlü
Hz. Muhammed (s.a) Efendimiz, Hz. Muaz'ı Yemen'e gönderirken kendisine şu
tavsiyede bulunmuştu: "Onlar'ı bir tek Allah'a kulluğa ve ibadete çağır,
şayet bunu tanıyıp kabullenirlerse, bu defa onları farzları yerine getirmeye
davet et.”[140]
Hz. Peygamber (s.a),
burada görüldüğü gibi, bir tek Allah'a ibadet ve kulluğa çağırırken onları
öncelikle ve ilk olarak şüpheciliğe ve kuşkuya çağırmamiştır, ya da onları
davet ederken bu hususta kelamcıların izlediği metod olan "Şu şu
delillere... dikkat et" gibi bir yola da başvurmamıştır. Yol kesindir ve
nettir.
Kaldı ki Allah (c.c),
insanları tekrar dirilteceği zaman, onlara hissî duyulara bağlı ilimlerle
bedîhî ilimlerden, mantıktan, Tabiat bilimlerinden, cevher ve arazdan soracak
değildir. Aksına Allah (c.c), bu insanlara, daha önce gönderilen peygamberlere
icabet ettiler mi, davetlerini kabullendiler mi, yoksa red mi ettiler, bunları
soracaktır. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Her ne zaman
oraya bir topluluk atılsa, onun bekçileri onlara, size (bu azap ile) korkutucu
bir peygamber gelmemiş miydi?" diye sorarlar.
"Onlar şöyle
cevap verirler: "Evet, doğrusu bize (bu azap ile) korkutan bir peygamber
gelmişti; fakat biz (onu) yalan saymış ve Allah'ın bir şey gönderdiği
yok" siz olsa olsa büyük bir sapıklık içindesiniz" demiştik. "Ve
Şayet kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, (Şimdi) şu alevli
cehennemin mahkûmleri arasında olmazdık! diye ilave ederler. "Böylece
günahlarım itiraf ederler. Artık (Allah'ın rahmetinden) uzak olsun o alevli
cehennemin mahkumları!" (Mülk, 67/8-11).[141]
Yaratıcının
vahdaniyeti, yani bir tekliği meselesi Kelâm ilminin gayesini teşkil eder.
Rasülulah (s.a)'a karşı savaş açan müşrikler de, Rabbimizin bildirdiği gibi
Allah'ın vahdaniyetini ikrar etmekte idiler. Ancak müşriklerin bu ikrarının
kendilerine hiç bir yararı olmuyordu. Nitekim Rabbuniz şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun ki,
onlara, gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorarsan, mutlaka "Allah
..." derler. De ki: "Öyleyse ha m d da yalnız Allah'a
mahsustur", ama onların çoğu bilmezler." (Lokman) 31/25).
Görüldüğü gibi
yaratıcının bir tekliğini yani vahdaniyyetini bunlar da ikrar etmektedirler.
Tesir kuvveti (gücü):
Bu, rabbani akidenin asıl damgasıdır. Bu, bu dini ka bu İçilenlerin ruh ve
nefisleri üzerinde pek büyük bir güç ve etki bırakmaktadır. Halbuki felsefe ve
kelam böyle değildir. Bu ikisi, müntesiplerinin cehaletine delildirler. Nitekim
onlardan biri olan Sokrat şöyle demektedir:
"Halen bilmekte
olduğum bir şey var ise, o da hiç bir şey bilme-miş olduğumu biliyor
olmamdır."[142]
Üslûb: Rabbani akide,
özel bir tarzda insan varlığına seslenir. Bu öyle bir üslûbdur ki, hayatiyet ve
canlılıkla seçilir. O direkt bir dokunma ve temastır, büyük gerçekleri vahyeden
canlı bir hayattır ki, basit olarak meseleyi sunarken, beyanda açıklığı, lafız
ve manâda icazı kapsar. Böylece bu akideyi tüm beşer seviyesinde ve her
kesimde anlaşılabilecek bir anlayışla sunar. İşte bütün bunların felsefe ve kelamla
hiç bir ilgisi yoktur. Kelam ve felsefe meseleyi bu kadar gerçekçi ve herkesin
anlayabileceği bir şekilde ortaya koyamaz. Bütün düğümlü ıstılahların ve
terimlerin hilafına, sadece şüpheyi ve şüpheciliği artırmakla kalmaz. Aynı
zamanda şüpheciliği, şaşkınlığı ve sapıklığı da beraberinde getirir.[143]
Kelamcıların uslûbü
hemen hemen ele aldığı her mesele hakkında aynı tarzı ve uslûbü kullanır.
Meselâ: "Şayet bizi denilirse ki..., Biz de onlara deriz ki..."
tarzında olur. Ancak Kur'ân Üslûbuna gelince, Kur'ân akideyi iki tarzda ortaya
koyar:
a- Isbat ve
marifette Tevhid: Yani Allah (c.c)'ın rabb oluş hakikatim, sıfatlarım,
fiilerini ve isimlerini isbati konusunda Allah (c.c), kendisi için nasıl bir
haber vermişse kitabında ve aynı zamanda O*-nun Peygamberi Hz. Muhammed (s.a)
bunu nasıl haber vermiş ise, o manâda isbatını yapar. Nitekim bu husus, Hadîd
süresiyle Tâ Hâ sûresinin hemen başında yer aldığı gibi, Haşr sûresinin
sonunda, Secde sûresinin, Âlu îmrân sûresinin başında ve İhlâs sûresinin
tümünde yer almaktadır.[144]
b- Talep
(istek) ve amaçta Tevhid: İşte bu, Kâfirün sûresinin kapsamış olduğu manâdır.
Bu sûrede Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"(Ey Muhammedi)
de ki: Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam. Şu anda siz de
benim kulluk ettiğime kulluk etmiyorsunuz. Ben de sizin taptıklarınıza asla
tapacak değilim. Öyle ya siz de benim kulluk ettiğime kulluk etmezsiniz. O
halde sizin dininiz size, benim dînim bana." (Kâfirûn) 109/1-6).
Aynı zamanda bu ikinci
husus, aşağıda mealini sunacağımız âyette yer alan Tevhid'dir. Rabbimiz
buyuruyor ki:
"De ki: Ey ehli
kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah'tan başkasına
tapmayalım; O'na hiçbir şeyi eş = ortak tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da
kimimiz kimimizi Rabbler edinmesin = ilahlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz
çevirirlerse, işte o zaman, şahit olun ki biz miislümanız, deyiniz."
(Âl-i îmrân, 3/64).
Ayrıca Teznînü'l kitab
diye başlayan sûrelerin (Secde, Zümer, Mü'min (= Ğafir), Casiye ve Ahkaf)
sûrelerinin baş ve son tarafları, Yunus sûresinin başı, ortası ve sonu, A'raf
sûresinin başı ve sonu ile En'âm'suresinin tümü buna ait delillerle dopdoludur.
İlki, ilmî ve haberî
tevhidi tanıtmakta ve bildirmekte iken, ikincisi ise iradî ve talebî tevhidi
bildirmiş olmaktadır.[145]
İnsan sadece bir kez Rasûhıllah
(s.a)'ın siretine ve hayatına, bu akideyi nasıl sunmuş diye göz atıverse, o
değerli ashabını nasıl eğitmiş diye bir dikkai ediverse, bu, ona gerçeği
görebilmesi için yeterli delildir. Zira o zaman, Kur'ân ve Sünnet dışında
akideyi sunanların nasıl bir yol izlediklerini göreceklerdir. Çünkü bunlar öyle
bir yol izlemişlerdir ki, bu yol hiç bir zaman Allah'ın sıratı müstakim diye
adlandırmış olduğu yol ile birleşemez.
A'meş, Ebû Vail
yoluyla İbn Mes'ûd (r.a)'dan rivayet etmektedir, îbn Mes'ûd demiştir ki:
"Bizden herhangi bir adam, on âyet öğ-renice, onların manâlarını
öğreninceye ve onlarla amel edinceye dek, onları geçemezdi."[146]
Ebû Abdurrahman
es-Sülemî[147] diyor ki: "Bizi
okutanların anlattıklarına göre, kendileri Hz. Peygamberden okuyup öğrenirlermiş,
öğrendikleri on âyet olunca, onda yapılması gereken görevleri (ameli)
yapmadıkça, yeni bir bölüme geçmezlermiş. İşte biz böylece hem Kur'ân'ı ve hem
de ameli birlikte tümüyle öğrenip (yürüttük)."[148]
Merhum Seyyid Kutub da
şunları söylemektedir: "Hz. Peygamberin ashabı, bu İslâm akidesini
alırlarken, sank savaş alanındaki asker titizliğiyle alıp öğrenirlerdi.
"Günlük emir" bunu hemen aynı gün yerine getirmek için alır ve
uygulardı. Bu bakımdan onlardan herhangi biri, bir tek celseyi çoğaltmak
istemezdi. Çünkü birden fazla devamı halinde sorumluluklarının artacağım da
bilir. Fazlaca devamı halinde omuzundaki yüklerinin de çoğalacağını idrak
ederdi. Böylece önce gelen on âyetle yetiniyor, bunları tümüyle hıfzedinceye
kadar, bunlarla amel edinceye dek bekliyordu. Nitekim, Abdullah b. Mes'ûd hadisinde
konuyu görmüş idik.[149]
İşte bu ümmetin ilk
altın çağının insanı, akide konusunda Kitap ve Sünnet ile yetiniyor, başka hiç
bir şeye gerek duymuyordu. Ancak sonraki çağlarda, akide meseleleriyle ilgili
olarak ortaya çıkan sapmaların sebebi, özellikle terceme hareketi ve
felsefenin revaç bulması idi. Evet Yunan felsefesi ve ilimlerinin revaç
kazanması İşi böyle bir sonuca götürmüştü. Şayet bu tercemeler yapılırken,
üzerinde titizlikle durulsaydı, bir süzgeçten geçirilmiş olsa idi, sadece
hendese, kimya ilimi leri, tıb bilimleri gibi yararlı ilimler çevirilseydi,
tercemeler yapılırken de, mutlak surette İslâm akidesi boyasıyla boyanması
şartı getirilmiş olsa idi, o zaman bu tahribat ve yıkım olmazdı. Fakat yapılan
yanlış ve hata, ilimlerden hiç birisi herhangi bir ayıklamaya tabi tutulmaksızın
çevirisi yapıldı. Nitekim bu çeviriler arasında günümüz ifadesiyle
"İlahiyat" = Teoloji da dahil olmak üzere yapıldı. Aristo, Eflatun ve
daha başkalarına göre bu konular nasıl ele alınıp değerlendirilmiş ise aynen
öyle alındı ve çevirisi yapıldı.
Gerçekten bu apaçık ve
çok fahiş bir hata idi ki, böylece olanlar olmuştu. Yoksa putperestlerce makbul
görülen ve ehli kitaba bir hizmet olan böyle bir çalışmaya yönelmeyi gerektirecek
hiç bir neden yoktu.
Gerçekten bu, ümmetin
en büyük ilim hazinesi Abdullah b. Ab-bas'ın (r.a) bir uyarı mahiyetinde
söylemiş olduğu şu ifadelerinde yatmaktadır.
"Sizler kitap
ehli olanlara şeriatten herhangi bir şeyi nasıl soruyorsunuz? Halbuki Rasûlullah
(s.a) üzerine indirilmiş olan kitabınız, kitapların en yenisidir. Sizler onu
halis olarak ve içine başka bîr şey karışmamış olduğu halde okumaktasınız. Bu
Kur'ân sizlere, ehli ki-tab olanların Allah'ın kitabını tebdil (ve tahrif) edip
değiştirdiklerim, kitabı kendi elleriyle yazdıklarını ve bununla az bir pahayı
satın almaları için "Bu Allah katmdandır" dediklerini sizlere
söylemiştir. Dikkat edin! Size gelmiş olan ilim, sizleri onlara soru sormaktan
menetmektedir. Vallahi biz onlardan hiç bir kimseyi size indirilmiş olan kitaptan
size soru sorar görmüş değiliz."[150]
Merhum Gazzalî'nin
dediği gibi olan şu olmuştur: "Doğrusu bu saf ve berrak akidenin bulanması
hep ecnebi (yabancı) fikirlerle olmuştur ki, rju yabancı fikirler, İsîamî
hayata saldırmış ve onun üzerine abanmış olup, değişik cedel yollarıyla batıl
yolda olanlar boş zamanlarını hep bununla geçirdiler.[151]
Allah'ın kullarına
olan merhameti ve bu dini korumayı tekeffülü sayesindedir ki, hemen her asırda
ve her bölgede değerli âlimler yetişmiş, bu âlimler Allah'a davet görevlerini,
Allah yolunda cihad vazifelerini hiç durmadan sürdürmüşlerdir. Aynı zamanda
ümmetin saptıkları ve uzaklaşıp yabancısı kaldıkları konuların yine onlar
tarafından görülüp gerçeğe dönülmesini sağlamışlardır.
İşte bu sebeptendir
ki, bu değerli ilim adamlarından ve imamlardan bir çokları müslümanlar arasında
yayılıp onları .akidelerini ve düşüncelerini sarsan salgın hastalığı
gördüklerinde hemen bunlara karşı cihad görevlerini yüklendirler.
Bakınız değerli âlim
ve müctehid İmam Şafiî (r.a) diyor ki: "Benim kelamcılar hakkındaki
hükmüm şudur onları çubuk ve ayakkabılarla dövüp, sonra da bu kimseleri aşiret
aşiret ve kabile kabile gezdirip, kendileri için şöyle denilmelidir:
"İşte bu, Kitap ve Sünneti bırakıp ta Kelâm ilmine yönelenlerin
cezasıdır."[152]
İmam A'zam Ebû Hanife
merhumun ashabından (talebelerinden) İmam Ebû Yusuf merhum diyor ki:
"Kelâm ilmini bilmek = kelama olmak cehalet bakımından bir kimseye
yeterlidir. Kelam ilmini bilmemek ise, ilmin ve bilginin tâ kendisidir."
Daha sonra sarih Tahavî bu ifadeye şunu ekliyor: "Rasûlulİah (s.a)'ın
getirdiğine tabi olmaksızın kişi nasıl olur da, usûl ilminde arzu edilene
ulaşabilir?"[153]
îbn Cevzî de şunları
zikretmektedi: "Doğrusu, itikad ilmine sonradan bir şeyler sokuşturulmasının
temelinde felsefe vardır. Bunun sebebi, dinimize mensup bazı alimler, Hz.
Peygamber (s.a.)'in Kitap ve Sünnetle yetinip buna kanaat getirdiği gibi buna
kanaat getirmemeleridir.bunlar Kitap ve Sünnet yerine felsefî görüş ve
düşüncelerin, nazariyelerin içine dalıp kendilerinden geçtiler. Bunlar kelam
ilmine o derece daldılar ki bu, onları işi red noktasına götürecek mezhepler
edinmeye götürdü, böylece de akaidi bozmuş oldular"[154]
İşte kendilerinden söz
ettiğim bu kelam ehli, kitap ve Sünnete muhalif olarak davranmışlardır. Kaldı
ki Selef ve müctehid imamlar da hep bunları yermişlerdir. Çünkü Kelamcılar
gereğince imanı kavrayamamışlar, kâmil manâda bir imana neredeyse sahip
olamamışlar ve yine bu anlamda cihada sarılmamışlardır. tam aksine bunlar
kâfirlerden bir takım kavimlerle ve bid'atçılarla münazaraya girişmişlerdir.
Bunlar ise Sünnetten olduğunca uzak kalmışlardır. Eksik bazı yöntemlerle işe
girişmişler ve böylece Hz. Peygamber'in getirdiği bazı şeyleri de
reddetmişlerdir. İşin bu yönü bu kâfirleri akılcılıkla da kesinliğe
ulaştıramamıştır. Allah Rasûlünün getirmiş olduğu şeye de hakkıyla iman
etmemişlerdir, ne tam olarak akılcılığa bağlı kalmışlar, ne de Hz.Peygamberdin
getirdiğine. Aynı zamanda bunlar gereğince kâfirlerle cihada da girişmemişlerdir.
Hep şöyle söyleyip durmuşlardır:
"Aslında
peygambere iman etmek mümkün değildir, kâfirlerle cihada da imkân
yoktur.Mülhidlerîn ve bidatçılann görüşlerini red imkânı da yoktur. Bütün
bunların yapılabilmesi ancak bizi uygulaya geldiğimiz akılcılık sayesinde
mümkündür. Vahye dayalı bilgilerden bu aklî şeylerle çelişenlerin ya yalanlamak
suretiyle reddi gerekir veya bunların tevili veya tefvizi (havalesi) gerekir.
Çünkü bunlar vahye dayalı şeylerin esası ve aslıdır. Durum bunlarca tahakkuk
edince, işin aksi olduğunu bileceklerdir."[155]
Şimdi bir ibret ve
öğüt olması için son bir söz söylemek isteriz. Aslında bu söz de, kelam ilminin
karanlıklarına dalanlardan birisine aittir. Bu kimse daha sonra, kurtulmayı
isteyerek bundan, bu denizden çıkıp kurtulamk istemiştir. Söz Ebû Abdullah
Muhammad b. Ömer er-Razî'ye aittir. Demiştir ki: "Ben kelamın tüm
metodlarını ve felsefenin tüm yollarını düşünüp denedim. Bunlardan hiç
birisinin bir hastaya şifa verir olduğunu, bir kimsenin de suzuzluğunu giderir
olduğunu göremedim. Gördüğüm yolların en yakım ve sağlamı Kur'ân'ın yoludur..
Kim benim bu yaptığım gibi bir denemeye girişirse, benim vardığım sonucu elde
eder."[156]
Şimdi bu gerçeğin
ışığı altında bu ümmete düşen görev, artık boşa geçirmiş olduğu zamanlarını
hatırlayıp, hemen Rabbani kaynak olan Allah'ın Kitabına ve Rasû'ünün sünnetine
dönmesi olmalıdır. Hemen Kitap ve Sünnetin manâlarını düşünmeli, onda var olan
şeylerle amel etmelidir. Çünkü kurtuluşu, refaha kavuşması ve kalb huzuru bundadır.
Nitekim Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"..Bilesiniz ki,
kainler ancak Allah'ı anmakla sükûnet bulur."
(Ra'd, 13/28).
Bütün bunlara
rağmen-Allah'ın izniyle-, okuyucu bu araştırması sırasında, kitabımızı
incelerken Kitab ve Sünnet'in yolunun ne olduğunu öğrenecektir. Kitab ve
Sünnet'in, ruhlara Velâ ve Berâ akidesini nasıl ektiğini görecektir. Bütün
bunları öğrenmesi Hz. Peygamber (s.a)'in hayatını-sîretini, onun Mekke ve
Medine dönemini incelerken öğrenecektir. Bir de bu arada sunulacak olan bir
çok örnekleri de göz önünde bulundurarak gerçeği tüm çıplaklığıyla öğrenmiş olacaktır.
Ancak ben burada
özellikle bu konuya ilişkin bir hususu belirtmekte herhangi bir sakınca
görmemekteyim. Bilindiği gibi ben, kelâm ilminin kısırlığı ile bu ümmetin
üzerinde işlemiş olduğu cinayet etrafında konuşmuş idim.
Bu konuda gayet açık
ve seçik olarak bilinen bir gerçek var ki, o da îslâmın, müslümanların
dinlerine olan düşkünlüğü ta onların "La ilahe illallah Muhammedün
Rasûlüllah" kelimesini açıkça ilan etmelerinden bu yana sürüp gitmiş
olmasıdır.Böylece onlar her türlü ma: buddan, matbu'dan-kendilerinin peşinden
gidilen kimselerden ve Allah'dan başka itaat olunan şeylerden beri ve uzak
olduklarını ortaya koymuş bulunmaktadırlar. Nitekim buna ait deliller ister
kitaptan olsun ve ister sünnetten olsun gayet fazlaca bulunmaktadır.
Nitekim Rabbimiz şöyle
buyuruyorlar:
"Kim tağut'u
reddedip Allah'a inanırsa, sağlam kulpa sarılmıştır." (Bakara,2/256).
Bir diğer âyet meali de şöyledir:
"Hep birlikte
Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı yapışın; Allah'ın size olan nimetlerini
hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş
ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz.
Yine siz bir ateş
çukurunun tam kenarında iken oradan sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size
âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasını?." (Al-i İmrân,
3/103).
Rabbimiz bir başka
âyetlerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"De ki: Allah'ın
hidayeti doğru yolun tâ kendisidir. Bize âlemlerin Rabbine teslim olmamız
emredilmiştir." (En'âm, 6/71).
Şimdi de bir başka
âyetinde Rabbimiz buyuruyor ki:
"İyi davranışlar
içinde kendini bütünüyle Allah'a veren kimse, gerçekten en sağlam kulpa yapışmıştır."
(Lokman, 31/22).
Şimdi de karşımıza bir
başka âyet meali çıkıyor. Yüce Mevlamız buyuruyor ki:
"Kim İslâm'dan başka
bir i din ararsa, bilsin ki
kendisinden
(böyle bir din) asla
kabul edilmeyecek ve o, âhirette ziyan edenlerden olacaktır." (Al'i
İmrân, 3/85).
Yine Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
"(İnsanları)
Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve "Ben müslüm anlarda mm" diyenden kimin
sözü daha güzeldir." (Fussi-let, 41/33).
İşte bütün bu nass ve
deliller, Allah (c.c)'ın müslümanlara bu dini sayesinde ne kadar nimetler
ihsan etmiş olduğunu kanıtlayıp ortaya dökmektedirler. Çünkü Velâ = (Allah
için dostluk) konusu onun için gücün ve izzetin kaynağıdır.
İşte kim böylesi bir
velâ'ya, Allah için dostluğa, îslami uygulayan idareciye bağlanır ve bunu
gerçekleştirecek olursa, işte o kimse sapasağlam kulpa, kopmaz ipe sarılmıştır.
Şimdi de konuya
ilişkin hadisleri sunalım. Ebû Hureyre rivayet ediyor. Rasûlullah (s.a) şöyle
buyurmuşlardır: "Allah (c.c), cahiliye-nin kibir ve gururunu ve atalarla
övünmeyi sizden gidermiştir. Takva sahibi bir mümin veya bedbaht günahkar
(olmak üzere insanlar artık iki sınıftır). Sizi Âdem'in oğullarısınız ve Adem
ise topraktandır. Bir takım adamlar, bir takım topluluklarla övünmeyi mutlaka
bırakmalılar. Çünkü onlar cehennem kömüründen bir kömürdürler. Aksi halde
burnuyla fışkı yuvarlayan cu 'lan = (bokböceği)den Allah katında daha önemsiz
olacaktır."[157]
Özellikle Peygamber
(s.a), ümmetinin terbiye ve eğitimiyle iyiden iyiye uğraşmış, onların soy-sopla
övünmelerini önlemiş, bu gibi şeylerden uzak kalmalarını sağlamıştır. Çünkü bu
gibi şeyler dinde herhangi bir değere sahip değiller ve herhangi bir
hayatiyetleri de yoktur. Ancak bizim gördüğümüz bir şey vardır. O da Hz.
Peygamber (s.a)'in kişilerin İslâm safına intisaplarını teşvik etmiş olmasıdır.
İşte övünülecek şey olarak bu yeter.
Ebû Ukbe (r.a)'den
rivayet olunan hadise göre -ki kendisi İran halkından bir azadh köledir-
demiştir ki: Hz. Peygamber ile birlikte Uhud'da bulundum. Bu arada müşriklerden
birini vurdum. Bunun üzerine dedim ki: Bu darbeyi benden al, çünkü ben farslı
(İranlı) bir gencim." Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) dönüp bana baktı ve:
"Sen, bu darbeyi
benden al, çünkü ben Ensarî bir gencim desey-din ya," buyurdu."[158]
Gerçekte İslâm
akidesinin amacı, Allah'ı birlemektir. Bu da O'na bağlanmakla, O'na sevgi
duymakla O'nu ta'zîm etmekle, O'na itaat etmekle, inabet ve huşu ile, korku ve ümit
arasında yaşamakla sağlanır. Ayrıca Allah'dan başka tüm sevilenlerden,
korkulardan ve arzulardan nefsi arındırmakla mümkündür. Nitekim Allah (c.c)
şöyle buyurmaktadır:
"Eğer Allah sana
bir zarar dokundurursa, onu yine O'ndan Başka giderecek yoktur. Eğer sana bir
hayır dilerse, O'nun keremini geri çevirecek de yoktur." (Yunus, 10/107).
Rasûlullah (s.a)
Efendimiz, Abdullah b. Abbâs (r.a)'a şöyle söylemişlerdir:
"İyi bil ki,
Şayet ümmet, sana fayda verecek bir şey konusunda toplanıp bir araya gelseler,
o hususta Allah (c.c)'ın senin için yazdığı şey dışında bir menfaat
sağlayamazlar. Şayet onlar, sana bir zarar verecek şeyde bir araya
toplansalar, yine Allah (c.c)'ın senin aleyhine yazdığı şeyin dışında asla bir
zarar da veremezler."[159]
Şayet kul sadece
tevhid esasına sarılırsa, artık o kalbinden Allah'dan başkalarından korkmayı
çıkarıp atmıştır. Artık ona düşmanı pek ehven gelir. Ailah (c.c)'dan korkmak
varken bir de onunla birlikte bir başkasından korkmaz artık o. Çünkü kul,
korkulması gereken varlık noktasında Allah (c.c)'i bir tek korkulacak varlık
kabul etmiştir. Artık sevgisini, korkusunu, tevekkülünü, O varken bir
başkasıyla meşgul olmamayı hep bu esasa bağlamıştır. O artık şu gerçeği de
iyice öğrenmiştir:
Tüm duygu ve
düşüncelerini düşmanı hakkında çalıştırılması, ondan korkması ve onunla meşgul
etmesi, sadece bu kimsenin o konuda tehvidinin eksikliğine bir delildir[160].
Şayet kişi mücerred tevhid esasına bağlı kalmış olsa, mutlaka onun kendisini
meşgul eden bir uğraşısı olurdu. Alîah (c.c), onu korumayı üzerine aldığı gibi,
onu savunmayı da vadetmiştir. Çünkü Allah (cc), gerçekten, iman edenleri
savunur ve korur.
Şu hususu pek iyi
bilmek zorundasınız ki, kişinin Tevhid esasına bağlanması ve buna sahip olması
halinde yüce Allah (c.c)'ın büyük koruma alanına girmiş demektir. Kim de böyle
bir sığınağa girerse artık o kimse emin ve güvenilir olanlardan olur. Seleften
bazıları demişlerdir ki:
"Kim Allah' dan
korkarsa, her şey de ondan korkar. Ancak kim de Allah'dan korkmaz ise, o her
şeyden korkar."[161]
İşte bu, Velâ ve Berâ
konusunda ruhlarda akidenin gereğince yerleşmesi için akidenin metodlanndan
birdir. Ayrıca bu yoldan başka bir yol daha vardır. Bu da kıyamet sahnelerine
yardımcı olma yoludur ki, böylece husumeti, düşmanlığı tasvir edebilsin. Evet
bunu tabi olanlarla kendilerine tabi olunanlar yani idare edenlerle idare
edilenler arasındaki düşmanlığı tasvir etmiş olsun. Çünkü bunlar, Allah'ın
dünya için öngördüğü yoldan bir başka yola girdiler. Bunlar tüm dostlukları ve
düşmanlıkları hep adetlere, törelere ve atalarının dinlerine göre sürdürdüleer.
Her bir fırka kendi arkadaşından böylece uzaklaşıp gittiler.
Allah (c.c) şöyle
buyuruyor:
"O zaman
(görecekler ki) kendilerine uyulup arkalarından gidilenler, uyanlardan hızla
uzaklaşırlar ve (o anda her iki taraf da) azabı görmüş, nihayet aralarındaki
bağlar kopup parçalanmıştır.”(Bakara,2/166)
Dünyada hiç düşünmeden
bazı kimseleri kendilerine önder edinen böylece batıl yola giden kimseler,
ahirette o Önderlerin kendilerinden uzaklaştıklarım görürler. Ancak her iki
taraf da içine girecekleri azabı görmüşler ve ondan kurtuluş olmadığını
anlamışlardır. Dünyadakinin tersine, bu sefer uyanlar konuşurlar ama artık
faydası yoktur.
"(Kötülere)
uyanlar şöyle derler: "Ah, keşke bir daha dünyaya geri gitmemiz mümkün olsaydı
da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan
uzaklaşsaydik!" Böylece Allah
onlara, işlerini,
pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık (cehennem) âteşinden
çıkamazlar." (Bakara, 2/167).
Hiç şüphesiz bu durum,
Allah ve Rasûlünü bırakıp onlardan başkasını dostlar edinenlerin halidir.
Bunlar, bu Allah ve peygamber düşmanları adına dostluklar kurarlar, bunlar
adına düşmanlık sürdürüyorlar. Bunların hoş karşıladıklarını hoş
karşılıyorlar, istemediklerini istemiyorlar, onların kızdıkları şeylere bunlar
da kızıyorlar. Böylece tüm yaptıkları batıl şeylerdir ve yarın kıyamet gününde
fazlasıyla pişmanlık duyacaklardır. Tüm sıkıntıları ve dertleriyle başbaşa
kalacaklardır. Çünkü bunların, Allah ve peygamber düşmanlarıyla birlikte
oluşları ve birlikte hareket etmeleri kendilerini kurtaramamıştır. Sevgilerini
ve öfkelerini bunlar adına yürütmüşler. Allah ve Rasûlünün yanında yer almaları
gerekirken başkalarının yanında, yer almayı tercih etmişlerdir.
Artık kıyamet gününde
AHah'dan başkası adına sürdürülen dostluk ve düşmanlıklar tüm sebepleriyle son
bulacaktır. Herkes o gün kendi başının derdine düşecektir. Ancak o gün bir tek
sebebin yararı vardır. Bu da kişi iie Allah arasını birleştirecek olan sevgi ve
saygıdır. Kişi
şayet bir şeyi sırf
Allah'a ve Rasûlüne kavuşmak için terketmİş ise, bir tek Allah'a ibadet etmek
ise işte kişiyi kurtaracak olan budur. Çünkü bu hususta gerekli sevgiyi ve buğzu,
vermeyi ve menetmeyi, dostluğu ve düşmanlığı, yakınlığı ve uzaklığı hep bu
sebebe dayanır ve dayanması da gerekir. Aynı zamanda her bakımdan Hz.
Peygamber (s.a)'e itirazsız tabi olmalı, onun sünnetiyle çelişen ve buna
muhalif olan hususlardan, onun gösterdiği yolun dışında bir yoldan uzak olmalı
ve onları tümüyle terketmelidir.[162]
Ayrıca İslâm'da yetki
meselesi olarak sunduğumuz Velâ ve Berâ konusunu anlatırken Kur'an'ın izlediği
bir yol da misaller ve örnekler sunmasıdır. Nitekim bu gibi örnekler Kur'an'ı
Kerîm'de bir hayli çoktur. Bu meselede en önemli Örnek, peygamberler babası ve
Allah dostu (Halilurrahman) diye de bilinen Hz. İbrahim (a.s)'in örneğidir.
Çünkü o Velâ ve Berâ' konusunda ilk örnektir. Yani kimlerin dost edinilip
kimlerden de uzak durulacağı noktasında ilk örnektir. İşte işin bu önemi
nedeniyle ben ondan sözetmeyi özel bir bölüme bırakıyorum. Onun bu husustaki
tavrım yeri geldiğinde öğrenmiş olacağız.
Şayet kalbde Allah
(c.c), sevgisi bulunursa, arük mümin bu taktirde her türlü külfeti ve
sıkıntıyı yüklenir, hepsine göğüs gerer. Bu yolda Allah için nasıl ibadet
etmesi gerekiyorsa öylece ibadet eder ve bunun gereklerini de yerine getirir.
İşte Allah düşmanlarının karşı koymaları, onların da bunlarla cihadı, bunlara
buğzetmeleri, onlardan uzak durmaları, Allah yolunda onların eziyetlerine
katlanmaları hep kalbteki bu sevgidendir.
Ayrıca Kur'ân'ı Kerîm,
bu akideyi sunarken tehdid ve korkutmayı içeren bir üsluba sahiptir. Öncelikle
bunların sebeplerini açıklıyor, izah ediyor, insanlara hüccet ve delil sunuyor,
sonra da tehdidini ve korkutmasını ortaya koyuyor. Rabbimiz buyuruyor ki:
"Ey ima/ edenler!
Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven,
müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli),) kafirlere karşı onurlu ve zorlu bir
toplum getirecektir.
(Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir
kınayanın kınamasın dan korkmazlar (hiç kimsenin kınamasına aldırmazlar.)"
(Maide, 15/54).
Ancak Allah, emrine boyun
eğenleri sever, onlara yardım eder ve onların dostudur. Nitekim Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
"Allah, kendi
yolunda kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak savaşanları sever."
(Saf, 61/4).
Bir başka âyet
meali:
"Bilakis, mevlanız
(yardımcı ve dostunuz) Allah'tır ve O, yardımcıların en hayırhsıdir." (Al’i
îmrân, 3/150).
Bir başka âyette ise
şöyle buyuruluyor:
"Allah'a sımsıkı
sarılın. O, sizin mevlanızdir. Ne güzel mev-ladır O, ve ne güzel
yardımcıdır."
(Hac, 22/78).
Allah'ı sevmenin yolu
ve en önemli şartı, Allah (c.c)'a, Rasûlüne uymakla mümkündür. Nitekim Rabbimiz
şöyle buyurmaktadır:
"(Rasûlüm!) De
ki: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve
günahlarınızı bağışlasın." (AViîmran, 3/31).
Şeyhul İslâm îbn
Teymiyye merhum diyor ki: "Rasûlüllah (s.a)'m sünnetine uymak, şeriatına
içten ve dıştan bağlı kalmak, Allah sevgisinin gereğidir. Nitekim Allah
yolunda cihadetmek de, O'nun dostlarını sevmek, düşmanlarına da düşmanlık
göstermek de Allah'ı sevmenin bir gereği ve gerçeğin tâ kendisidir."[163]
Hasan Basrî (r.a)
diyor ki: "Bir toplum, kendilerinin Allah'ı sevdiklerini ileri
sürmektedir. Allah (c.c) da kendilerini "De ki: "Eğer Allah'ı
seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin." âyetiyle imtihan
etti."[164]
Aslında Kitap ve
Sünnet bu ümmeti Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek esasları üzerinde
yetiştirmiştir. Kişi Allah için dostluk ve yetkisini kullanacak ve Allah için
uzaklaşılması gerekenden uzak kalacaktır. Öyleki buna bağlı olan bir müslüman
bu noktada ateşe akılacak bir duruma gelmiş olsa, burada tercihini, küfre
girmektense ateşe girmek şeklinde yapmalıdır. Zira Allah (c.c), kendisini o
küfürden kurtardıktan sonra kişi tekrar oraya dönmeyi istemez.
Gerçi bugün velâ ve
Bera konusu müslümanların gerçek hayatından çıkmış ve kaybolmuştur. Ancak
Allah'ın kendilerine rahmetiyle muamelede bulunduğu kimseler müstesna. Aslında
bu kayıp, bu büyük ve önemli konunun değerini düşürmez ve bu gerçeği ortadan
kaldıramaz. Nitekim Şeyh Hamd b. Atîk şöyle demektedir:
"Allah'ın
kitabında bu mesele hakkında fazlaca delilleri buluna-nan bir başka hüküm
yoktur. Tevhid'in vucubu ve gerekliliği ile, tevhidin zıddınm haramhğı
hakkındaki meseleden sonra Kur'an'da hakkında en çok delil bulunan hüküm Velâ
ve Berâ' meselesidir ya da hükmüdür."[165]
İnsan aklının ürünü
olan görüş ve düşüncelerin, sistemlerin ve kısır görüşlerin bir bakıma değer
kazanması, esas itibariyle insanların Allah ve Rasûlü için velayeti
kaybetmelerinin, bir de tağuttan uzaklaşmalarının bir sonucudur ki, tağutlar
insanları hep yaldızlı sözlerle ve laflarla kandırmayı hedeflemişlerdir.
Aslında Rahman'ın yani
Allah dostlarının varlığıyla şeytan dostlarının ya da yandaşlarının varlığı
çok eskidir. Bu tâ Hz. Adem'in yaratılmasından ve Allah'ın meleklere, Adem'e
secde emrinden itibaren başlar. Bilindiği gibi bu emre İblîs denilen şeytan
dışında melekler icabet etmişler ve ancak İblîs büyüklenerek böyle bir emirden
kaçınmıştı.
Nitekim Kur'ân'ı
Kerîm, Hz. Adem ile İblîs arasındaki düşmanlıktan bir çok sûrelerde sözeder.
En çok söz edildiği sureler ise Bakara, A'raf, Tâ Hâ ve başka sûrelerdir.
Yüce allan (c.c) şöyle
buyuruyor:
"Bir zamanlar biz
meleklere (ve cinlere) "Adem'e secde edin" dedik, tblîs hariç hepsi
secde ettiler. O, yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.
"Biz Azîmüşşân,
"Ey Âdem! Sen ve eşin (Havva) beraberce ceimete yerleşin, orada kolaylıkla
istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yiyin, sadece şu ağaca
yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden
zalimlerden olurusunuz" dedik. "Şeytan onların ayaklarını kaydırıp
haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulunduk-
larından (cennet'ten)
onları çıkardı. Bunun üzerine "Bir kısmınız diğerine düşman olarak
ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak
vardır" dedik.
"Bu durum devam
ederken Âdem, Rabbinden bir takım ilhamlar aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü
Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır.
"Dedik ki:
"Hepiniz Cennetten inin! Eğer benden size bir hidâyet gelir de her kim
hidâyetime tabi olursa (göndereceğim peygamberlere uyup benim emirlerimi
tutar, yasaklarımdan kaçarsa) onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar
üzüntü çekmezler." (Bakara,2/34-38).
A'raf sûresinde ise
İblis'in neden secde etmediğinin açıklamasını görmekteyiz. Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
"Allah buyurdu:
"Ben sana emretmişken secde etmekten seni alıkoyan nedir?": (İblis):
"Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu da çamurdan
yarattın** dedi." (A 'raf, 7/12).
Allah (c.c), İblis'e
secde etmesini emir buyurdu. Ancak o büyük-lendi ve ve secde etmekten kaçındı
-Allah kendisine lanet etsin- o, bu yüzden bozuk ve olmayacak bir kıyasa
kalkıştı. "Ateş, çamurdan daha üstündür" diye bir kıyasa gitti. O bu
davranışıyla kendisini Allah ile denk tutuyordu -Haşa-. Çünkü Allah (c.c) böyle
bir şeyden münezzehtir. Adeta şeytan şöyle demek istiyordu: "Allah (c.c)
böyle diyor ama, ben de bu işi şöyle görmekteyim." işte bu yüzden İblis
Al-lah'm lanetine uğradı da rahmetinden uzak kaldı.
İşte insanların
hidâyet ve dalalet fırkası diye ayrılmaları da böyle bir başlangıçlafbrtaya
çıkmış oldu. Nitekim Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Sizi yaratan
O'dur. Böyle iken kiminiz kâfir, kiminiz mü'-mindir. Allah yaptıklarınızı görür.*'
(Teğabün, 64/2).
Ancak peygamberlerin
getirmiş olduğu davete katılanlar, onlara icabet edenler, Allah'ın indirmiş
olduğu kitaplara iman edenlere ve peygamber olarak gönderilenlere inananlara
gelince işte bu fırka Rah-man'm velileri ve dostlarıdırlar. Allah insanlara
rahmet olarak peygamberlerini göndermiştir.
Ancak uzak duran,
büyüklenen ve şeytan gibi davrananlar ise, şeytanın velileri ve dostlarıdırlar
yandaşlarıdırlar.
Bu iki fırkadan söz
etmeden önce, mutlaka bilmemiz gereken bir şey vardır. O da şu husustur. Allah
(c.c), kullarına tüm hüccet ve delilleri gösterip ortaya koymuştur. Onlara
şeytanın düşmanlığını, öyleki hemen onun Hz. Âdem üe olan kıssasından sonra
açıklamıştır.
Allah (c.c) Kur'ân-ı
Kerim'de sadece Hz. Adem kıssasiyla şeytanın düşmanlığını bir kaç defa
zikretmekle kalmamış, aksine işin önemini açıklamış ve Ademoğullarınm ondan
uzak kalmaları uyarısında bulunmuştur. Kur'ân'ın bir çok yerlerinde ve
âyetlerinde insanın şeytanın kulak vermemesini, sıratı müstakimden yüz
çevirmemelerini bildirmiştir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler!
Hep birden silm'e (sulh ve selamete) girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin.
Çünkü o apaçık düşmanı-nudir." (Bakara, 2/208).
Bundan sonra
hatırlatmanın yanında uyan bulunan şu â.-ylH|gör-mekteyiz. Rabbimiz buyuruyor
ki:
"Ey Âdem
oğulları! Şeytan, ana-babamzı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için
elbiselerini soyarak, cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. Çünkü o ve
kabilesi, sizin kendilerini göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz
şeytanlan, inanmayanların dostları kıldık." (A 'raf, 7/27).
Kur'ân'i Kerîm sadece
bu açıklamalarla yetinmiyorf ayrıca Kur'-ân insanlara şeytanın planlarını da
gösteriyor ki, gerçek manâda gözleri olanlar bunu görebilsinler,
düşünebilenler de akıllarım başlarına devşirsinler. Nitekim İblis'ten bahisle
Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"...o da (şeytan
da): "Yemin ederim ki kullarından belli bir pay edineceğim"
demiştir."
"Onları mutlaka
saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım, kesinlikle onlara
emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar (putlar için nişanlayacaklar),
şüphesiz onlara emredeceğim de Allah'ın yaratıklarını değiştirecekler."
dedi. Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse elbette apaçık bir ziyana
düşmüştür."
"(Şeytan) onlara
söz verir ve onları ümitlendirir; halbuki şeytanın onlara söz vermesi
aldatmacadan başka bir şey değildir." (Nisa, 4/118-120).
Daha sonra Allah (c.c)
insanlara, şeytan dostlarının pişmanlıklarını ortaya koyan kıyamet
sahnelerinden bir sahneyi zikretmektedir. Rabbimiz şöyle buyuruyorlar:
"Ayrılın bir
tarafa bugün, ey günahkarlar! Ey insan oğlu! Şeytana tapmayın, çünkü o sizin
apaçık bir düşmamnızdır" demedim
mi? (Bunu size
peygamberlerim vasıtasıyla açık seçik bildirmedim mi?). Ve bana kulluk edin,
doğru yol budur, demedim mi?" (Yasın, 36/59 61).
Şimdi de kendisinin
peşinden gelenlerden uzaklaşmalarım bildiren İblisle ilgili bir başka sahne.
Rabbimiz bu sahneyi şöyle açıklıyor:
"(Hesaplarvgörülüp)
iş biti- '" rilince, şeytan diyecek ki: "Şüphesiz Allah size gerçek
olanı va-detti, ben de size vadettim ama, size yalancı çıktım. Zaten benim size
karşı bir gücüm yoktu. Ben, sadece sizi (inkara) çağırdım, siz de benim
davetime hemen koştunuz. O halde beni yermeyin, kendinizi yerin. Ne ben sizi
kurtarabilirsiniz ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Kuşkusuz daha önce ben,
beni (Allah'a) ortak koşmanızı redettim. Çünkü zalimlere, elbette acıklı bir
azap vardır." (İbrahim,14/22).
Artık Allah'ın bu
açıklaması ve beyanından sonra bir başka beyana gerek yoktur. Bilindiği gibi
eşya kendi aslına döner. Bu duruma göre mademki İblîs, Hz. Adem'e düşmandır.
Hiç kuşkusuz iblisin peşinden gidenler de, Rahman'ın dostlarına düşmandırlar.
Bunlar aynı zamanda peygamberlere tabi olanların da düşmanıdırlar. Bu bakımdan
iki grup arasında birleşme imkanı yoktur.
Şeytan taraftarlarının
ve dostlarının ellerindeki silah düşmanlık, savaş, hased, alay, istihza, hile,
tuzak, aldatma gibi şeylerdir ki, şeytan bütün bunları dostlarına ve
taraftarlarına daima telkin edip durur.
Şeytanın taraftarları,
mü'minleri gözetleyip duran bir takım insanlardır. Fırsat buldukça ve güç
yetirdikçe insanları Allah'ı anmaktan ve zikretmekten alıkoyarlar. Nitekim
işin bu yönünü Allah (c.c), Kur'an'ı Kerîm* in bir çok yerlerinde bizlere haber
vermiş olmaktadır. Allah (c.c), Allah düşmanlarının Allah (c.c) taraftarlarıyla
olan alaylarını şöyle bildiriyor:
"Kafir olanlar
için dünya hayatı cazip kılındı. (Bu yüzden) onlar, iman edenler ile alay
ederler. Oysa ki, (iman edip) inkardan sakınanlar kıyamet gününde onların
üstündedir. Allah dilediğine hesapsız rızık verir." (Bakara, 2/212);
"Kavminden ileri
gelen kafirler dediler ki: "Biz seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve
gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz." (A'raf, 7/66).
"Şüphesiz
günahkarlar, (dünyada) iman edenlere gülerlerdi. Müminlere uğradıklarına kaş
göz hareketiyle alay ederlerdi. Kendi adamlarının yanına döndüklerinde,
(inananlarla alay etmekten) zevk alarak dönerlerdi. Kafirler mü'minleri
gördüklerinde "Şüphesiz bunlar yanlış yola girmiş sapıklardır"
derlerdi. (Mutaffifin, 83/29-32).
Şimdi de Kur'ân;
şeytanın yandaşlarının düşmanlıklarını nasıl tasvir ediyor, bunu görelim.
Bunlar mü'minlere karşı içlerinde nasıl bir kin ve düşmanlık taşımaktalar, bunu
dinleyelim. Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Âyetlerimiz,
açık açık kendilerine okunduğunda, kafirlerin suratlarında, hoşnudsuzluk sezersin.
Onlar, kendilerine âyetlerimizi okuyanların nerdeyse üzerlerine saldırırlar.
De ki: "Size bundan (bu öfke ve huzursuzluğunuzdan) daha kötüsünü
bildireyim mi? Ateş! Allah, onu kafirlere vadetti. O, ne kötü akıbet (varış
yeri)dir!" (Hac, 22/72).
İşte burada çok önemli
bir gerçek yer almaktadır. Bu gerçek de şudur. Hz. Âdem (a.s) ile İblîs
arasında meydana gelen düşmanlık, öyle bir düşmanlıktır ki bu, İblis ile
Ademoğulları arasında da sürüp gitmektedir. İnsanlar yeryüzünde bulundukları
sürece de bu devam edecektir. İnsanlık tarihi aslında baştan sona şu gerçeği
doğrulamaktadır. İnsanlar; hidâyette ve doğru yolda olanlarla, heva, istek ve
arzuları ile şeytanın peşinden gidenler diye ikiye ayrılırlar. Nitekim Rabbimiz
şöyle buyurmuştur:
"Sizi yaratan
O'dur. Böyle iken kiminiz kâfir, kiminiz mirinindir." (Tegabün, 64/2).
Bu duruma göre dünyada
ve ahirette bu iki grup arasında birleşme söz konusu değildir. Şeyhu'l-İslâm
İbn Teymiye diyor ki: "Allah'ın sünneti ve ilahi kanunu gereği şudur.
Allah (c.c) dinini hakim kılmak istediğinde, bu durumda dinine karşı çıkanlara
ve muaraza edenlere karşı tüm delilleri ortaya koyar. Böylece Allah (c.c)
sözleriyle hakkı gerçekleştirmek istiyor ve batılın tepesine hakkı bindiririz
de hemen batılın işini bitiriverir. Bir de bakarsın ki, batıl yok olup
gitmiştir.[166]
Şimdi Hz. Nuh'un
kavminin ona olan düşmanlığına, Ad kavmine, Salih, Şuayb, İbrahim, Musa, İsâ ve
en sonunda Muhammed'in düşmanlarına bir dikkat edin. Sonra da bu düşmanlığı bir
düşünün ki, cahiliye bu düşmanlıkla iman ehline karşı çıkmaktadır. Nitekim
dünya durduğu ve insanlar da bir mirasçı olarak bunun üzerinde yaşadıkları
sürece bu düşmanlık sürüp gidecektir.
Bilindiği gibi
Rahmanın velileri yani Allah dostları, sadece Allah (c.c)'ın kendilerini
sevkettiği yolda yürümekte ısrarlıdırlar. Şeytanın dostları da koyu bir
cahillik sapıklığı, karanlığı içinde yuvarlanıp gitmek isterler. Hep tağuta
kulluk ve ibadet ederler, bu tağut ister bir eş ve benzer olsun, tapınılan bir
eş ve ortak olsun, ya da istediği bir şehevî istek, bir cinsiyet, bir dil, bir
sulta (hakimiyet), bir toprak veya ilk atalarının dinleri olmuş olsun hiç bir
fark yoktur. Zira hepsi tağut olma vasfında birleşmişlerdir. Nitekim Rabbimiz
ne güzel buyurmuştur.
"Allah,
inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkar edenlere
gelince, onların dostları da tağuttur. Onları aydınlıktan alıp karanlığa götürür.
İşte bunlar cehennemliktirer. Onlar orada devamlı kalırlar." (Bakara,
2/257).
Rahman'ın
taraftarlarına gelince bunlar, Allah'a bağlı olup O'na mensup olanlardır. Bu
kimseler Allah'ın bayrağı ve sancağı altında gölgelenmek isterler, bunlar
Allah'ı veli ve dost edinirler, Allah'dan başkasını asla dost edinmezler.
Bunlar bir tek aile, bir tek ümmettirler. Öylesi bir birlik ki, nesiller ve
çağlar üstü, mekan ve vatan kavramları dışında bir tekliktir. Bu,
kavimciliğin, cinsiyet ve ırkçılığın üzerinde bir birlik ve güçtür. Evet bu,
her türlü asaletin ve soyluluğun üzerinde bir tek aile ve bir tek ümmet
oluştur."[167]
İslâm dini Hak ile
batılın arasını ayırdetmek için gelmiş olan bir dindir. Aynı zamanda İslâm dini
ile cahili sistem arasını açıklamak için gelmiştir. Zira İslâm, insanların bir
araya gelmesini sağlayan unsur olarak ırkçılığı, renk, cins ve toprak
bütünlüğü görüşünde değildir. Bunları temel unsur olarak kabul etmemiştir.
Çünkü bu gibi şeyler tamamen eski ve yeni cahili sistemlerin öngördüğü şeylerdir.
Bu bakımdan her iki cahiliye arasında hiç bir fark yoktur, her ikisi de eşittir.
Aksine İslâm, insanların bir araya gelme esasını Allah için sağlam bir akide
temeline dayandırmıştır. Aralarındaki üstünlüğü de salih amele bağlamıştır.
Allah (c.c),şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar! Doğrusu
biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi
milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en
üstün olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır (takva sahibi olammzdır). Şüphesiz
Allah bilendir, haberi olandır." (Hucurât, 49/13).
İnsanlar, Hz. Âdem ve
Havva'dan çoğalmaları veya her birinin bir anne ve babadan doğmaları itibariyle
yaratılışta eşittirler. Bu açıdan soy ve soplarıyla övünmeleri yersizdir.
Çünkü gerçek ve yegane üstünlük, takva üstünlüğüdür.
Hz. Peygamber (s.a) de
şöyle buyurmuşlardır: "Arabın aceme (arap olmayanlara) acemin de arap
olanlara bir üstünlüğü yoktur.
Aynı zamanda siyahın
beyaza ve beyazın da siyaha bir üstünlüğü yoktur, üstünlük sadece takva iledir.
Hepiniz Âdem'densiniz, Âdem de topraktandır."[168]
Yine bir başka hadislerinde Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır:
"Allah (c.c),
sizden cahiliye kötülüklerini (kibri, gururu) ve atalarla övünmeyi
yoketmiştir. (İnsanlar iki kısımdır:) ya takva sahibi mü'min veya bedbaht bir
facir."[169]
Bu bakımdan Hz.
Mustafa (s.a) Efendimiz dinini kabul etmeyen yakınlarından ve akrabalarından
uzaklaşıp onlarla ilgisini kesmiştir. Böylece kendisi mü'minlere bizzat örnek
olmak istiyordu. Nitekim Amr b. Âs (r.a)'ın, Rasûlulah (s.a)'dan rivayetine
göre kendisi ondan şöyle söylediğini işitmiştir, Rasûlullah (s.a) hiç
gizlemeksizin açıkça şöyle buyurdular:
"(Akrabalarından
bir takım kimseleri kasdederek) doğrusu filan aile benim velilenm = (dostlarım)
değildirler. Ancak benim velim Allah'dır ve salih mü'minlerdir."[170]
Yine Rasûlullah (s.a)
şöyle buyurmuşlardır: "İnsanların bana en yakın olanları kimler olurlarsa
olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunlar takva sahibi olanlardır."[171]
Hz. Peygamber (s.a)'in
bu hadisleri, Rabbimizin şu âyetine rru-vafık düşmektedir: "Şüphesiz ki
onun dostu ve yardımcısı Allah, Cebrail ve müzminlerin iyileri (salihIeri)dir."(Tahrim,
66/4)
Buradan şu gerçeği
öğrenmiş olmaktayız. Mü'minler ancak :Â1-lah'ın velileridirler. Çünkü onlar,
Allah'ın murad ettiği şeye bizzat icabet edenlerdir. Her şeyi bizzat Allah
(c.c)'dan almışlardır. Bir tek O'na kulluk ve ibadet etmişlerdir. Bir tek
O'ndan korkmaktadırlar. Halbuki ikinci fırka böyle değildir. Allah (c.c)'m
peygamberlerinden herhangi bir peygamber kendilerini davet ettiğinde şu cevabı
verirler:
"Onlara
(müşriklere) "Allah'ın indirdiğine
uyun" denildiği zaman onlar, "Hayır! Biz atalarımızı üzerinde
bulduğumuz yola uyarız" dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da
bulamamış idiyseler?" (Bakara, 2/170)
Yine bir başka âyette
de Rabbin onların halini şöyle bildiriyor:
"Onlara:
"Allah'ın indirdiğine ve Rasûlüne gelin" denildiği vakit:
"Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter" derler. Ataları
hiç bir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor İseler de mi?"
(Maide, 5/104)
Allah velilerinin ve
dostlarının nitelikleri ve vasıfları ise şöyledir; Davete icabet, Allah'ın
hükmüne ve şeriatına kesin boyun eğiş ve O’nun emrine uyuş. Nitekim Rabbimiz
şöyle buyuruyor:
"Aralarında hüküm
vermesi için Allah'a ve Rasûlüne da'vet edildiklerinde, "işittik ve itaat
ettik." demek, sadece mü'minlerin söyleyeceği sözdür. İşte asıl bunlar
kurtuluşa erenlerdir." (Nûr, 24/51)
Şeytanın velileri,
yandaşları ve dostlarına gelince, bunların en belirgin özellikleri de
şöyledir: Allah'ın hükmünden ve şeriatından yüz çevirmek, heva ve istekleriyle
şeytana uymak. Nitekim Rabbim haklarında şöyle buyuruyor:
"Dillerini
eğerek, bükerek ve dine saldırarak "işittik ve karşı geldik", dinle,
dinlemez olası", "râinâ" derler." (Nisa, 4/46)
Bir başka âyette ise
şöyle buyurulmaktadır:
"Kendisine
Rabbinin âyetleri hatırlatıldıktan sonra onlardan yüz çevirenden daha zalim kim
olabilir? Muhakkak ki biz, günahkarlara, ettiklerinin karşılığı olan cezayı
vereceğiz." (Secde, 32/22)
Allame İbn Kayyım da
bu konuda şöyle diyor: "Rasûlullah (s.a)'ı yalanlayanlar, ona uymaktan yüz
çevirenler, şeriatından yan çizenler, dininden uzak kalanlar, sünnetine
uymayanlar, onun getirdiğine bağlanmayan ve yapışıp tutunmayanlar, cehaleti
iyice içine sindirmiş olanlar, heva ve fesadı kalbine yerleştirmiş olanlar,
inkarcılığı ve reddetmeyi göğüslerine yerleştirmiş olanlar, tüm organlarından
isyan ve muhalefet çıkanlar, evet işte bütün bu nitelikleri taşıyanlar hepsi
de şeytanın veli ve dostudurlar."[172]
Şeytan dostlarının ve
velilerinin belirgin özelliklerini şöylece sıralayabiliriz: "Hak geldiği
zaman, sırf koltuklarının elden gitmemesi için buna karşı koyarlar ve hakkı
çiğnerler. Ayaklarıyla onu teperler. Şayet bundan aciz kalırlarsa bu defa
hakkı ortadan kaldırmak için saldırırlar. Eğer bunu da yapmayacak olurlarsa bu
defa, hakkın yollarında hile ve tuzak kurmaya girişir, değişik yol ve
yöntemler denerler. Bunlar imkânlalrı oranınca böyle bir işi yapmaya her zaman
müsaittirler. Eğer bütün bunlardan bir şey elde edemezlerse bu defa sokakları
ve konuşmayı hakka verirler ama, ondan yetkiyi, hüküm vermeyi ve uygulamayı
kaldırırlar. Şayet hak üstün gelir ve zafer kazanırsa ve bu, onların lehine
ise, bu defa hemen harekete geçerler ve hakka boyun eğerler. Fakat hakka
gelişleri, o hakkın gerçekleşip uygulanması için değil sırf kendi amaçlarına,
heva ve isteklerine uygun geldi dir. Nitekim yüce Mevlâ şöyle buyurmaktadır:
"Onlar,
aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve peygamberine çağırıldıklarında,
bakarsın ki içlerinden bir kısmı yüz çevirip dönerler. Ama, eğer (Allah ve
Ra-sûlünün hükmettiği) hak kendi lehlerine ise, ona boyun eğip gelirler.
Kalblerinde bir hastalık mı
var; yoksa şüphe ve
tereddüd içinde midirler? Yoksa Allah ve' nün kendilerine zulüm ve haksızlık
edeceğinden mi korkuyorlar?Hayır asıl
zalimler kendileridir!" (Nur, 24/48-50).[173]
İki fırkanın belirgin
özelliklerini açıkladıktan sonra, artık1 şimdi bu iki fırka arasındaki
düşmanlığın ne olduğundan söz edebiliriz. Ayrıca bu düşmanlığın ne olduğunu
bilmek de gayet önemlidir. Zira insan ancak bu sayede iğrenç olanla temiz
olanı birbirinden ayırdedebi-lir. Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Allah,
kirlenmişi temizden ayırdetmeksizin, mü'minleri, bulunduğunuz halde bırakacak
değildir." (Ân îmrân, 3/179).
Gerçekten iki fırka
arasındaki düşmanlığı öğrenmek pek önemli olan bir husustur. Zira ancak bu
sayede, sözde îslâm adını taşıyan bazı kimselerin foyaları meydana çıkacaktır.
Çünkü bunlar müslümanların, çağdaş cahili toplum içerisinde eriyip yok olması
için ve müslümanların Rabblerine karşı, dinlerine ve müslüman kardeşlerine
karşı dostluklarını sona erdirmek için durmadan gayret göstermektedirler. Diğer
taraftan bu dinin düşmanlarından uzak kalması yerine onlarla birlikte harekete
gayret gösterirler. Müslüman her halükarda İslam düşmanlarından uzak olur ve
onlara olan düşmanlığını da sürdürür. İşte sözde müslümanlar, îslâm düşmanlarıyla
her şeye rağmen birlikte hareket etmişlerdir.
Bu pek önemli gerçeği
düşmanlarımız daima arka plana atmak, sürekli onu gündemden düşürmek ve fırsat
buldukça halkın nazarından silmek istediler. Bunun için kâfirlerin gerçekten
vefakar dostlar ve değerli kimseler olduğunu, bunların vefakarlığına gölge
düşürmememiz gerektiğini, bu yüzden de onları sevmemiz, takdir etmemiz gerektiğini
söyleyip durdular. Evet bunlara tazimde bulunmalıyız, saygıda kusur
etmemeliyiz dediler. Daha ileri giderek: "Bunlar ilerlemiş olan
toplumlardır, biz ise, geri kalmış ülkeleriz. O halde bizim de onlar gibi
olmamız için, onların gittiği yolda yürümemiz, metodlarını uygulamamız, her
alanda onların hareket ettiği gibi hareket etmemiz gerekir" dediler."
Kâfirlerin kültürlerini, acısıyla, tatlısıyla, gerçeğiyle, batılı ile, onların
her şeyini almalıyız. Zaten bunların yaptıkları hiç bir şeyde batıl hükmünde
bir şey de yoktur," dediler.[174]
Amma! ne yazık ki; Hep
kovuldular, uzaklaştırıldılar ve küçümsenip horlandılar. Halbuki Allah (c.c),
nezdinde hizbullah adı verilen halis ve samimi müslümanlar hep üstün
insandırlar. Bunlar sayıca az da olsalar, böyledirler. Hüsrana uğrayanlar ise,
sayısız çoklukta olsalar da, şeytanın yandaşları ve dostlarıdırlar,
(aşağılanmışlardır.) Bu iki fırka arasındaki düşmanlıktan kesinlikle söz
edilmelidir. Bunun önceden geçmiş olması lazımdı. Gerçi basit bir şekilde de
olsa İnsan ile . İblis düşmanlığından, yani İblisin insana karşı olan
düşmanlığından söz edilmesi gerekir ki, şeytanın insan nefsine nasıl girmeyi
başardığını öğrenmiş olabilelim. Kendi velilerine hakkı nasıl batılla
karıştırarak sunduğunu bilmemiz gerekir. Ancak mü'min için hakkın ortaya
çıkması buna bağlıdır. Böylece mü'min daha dikkatli davranacağı gibi,
kendisiyle birlikte hareket edenler de öylesine dikkatli bir şekilde hareket
ederler, aynı zamanda Allah'a ibadet ederken ve O'na karşı kulluklarım
sürdürürken Allah'ın kendilerine ihsan etmiş bir basiret üzere ve O'nun
şeriatına dayalı bir nura göre hareket ederler.
İbnu'l-Kayyım (r.a),
şeytanın insana karşı olan düşmanlığını yedi madde halinde özetleyip
sunmuştur. Ben de bunları özet halinde sunmak isterim.
1- Küfür ve
Şirk: Allah ve Rasûlüne karşı düşmanlık: Şayet Şeytan bu hususta zafer elde
ederse, bunun için Adem oğluna karşı çektiği ah ve kinini unutur, adeta
yüreğine su serpilmiş olur. Bu arada onunla beraber olanlar da birazcık olsun
yorgunluklarını gidermiş olurlar. Çünkü şeytanın kuldan istediği ilk şey
budur. Şayet bunda başarılı olması halinde, hemen onu kendi askerleri arasına
alır ve yardımcılarından kılar. Kişi böylece şeytanın davetçileri arasına
girer. Şeytan eğer böyle bir şeyi başaramaz ve ümitsiz kalırsa ikinci kötülük
planım denemeye koyulur.
2- Bu ikinci
yol da bid'at'tır. Çünkü bu, şeytana göre fasıklıktan ve isyandan çok daha
sevimlidir. Zira bid'atın yapmış olduğu tahribat bizzat dinedir ve bu, haddi
aşmaktır üstelik tahribat çok büyüktür. Aynı zamanda bu, peygamberlerin
davetine de muhalefet etmektir, karşı çıkmaktır. Şeytan peşine düştüğü
kimsenin elde edilemeyecek nitelikte bir insan olduğunu, onu bidat ve dalalete
sürüklemeye muvaffak olamayacağını anlarsa bu defa üçüncü bir yol denemeye
kalkışır.
3- Değişik
türlerine göre büyük günah işletmeye çalışmak: Şeytan hiç durmaksızın.peşine
takıldığı kimseyi böyle bir tuzağa düşürmeye uğraşır durur. Şayet bu kimse bir
alim ise ve özellikle de çevresi ve ilmi olan biriyse, onu halkın nazarında
değersiz hale getirmek için uğraşır durur. Şurası da bilinen bir gerçektir ki:
inananlar arasında kötü söz ve davranışların yayılmasını isteyenler için acıklı
bir ceza ve azap vardır. İşte bu, o kötülüklerin yayılmasını istediği zaman da
böyledir. Ya bir de onları dost edindikleri zaman acaba bunun yayılması nasıl
olur? Eğer bu yolu da başaramazsa bu defa bundan başka bir yol dener.
4- Küçük
günahları yaptırtır ki, bunlar toplana toplana kişinin helakine sebep olur.
Nitekim Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmaktadırlar: "Sizi küçük günahları
küçümsemekten uyarırım, böyle bir davranıştan uzak durunuz. Zira bunun gibi
bir toplum bir çölde konakladılar da..."[175]
Hadis böylece uzun bir şekilde devam eder. Manâsı şöyledir: Konaklayanlardan
her biri bir odun alıp geldi. Böylece toplanan odunlarla büyük bir ateş
yakıldı, yiyeceklerini pişirdiler ve hepsini kebap yaptılar. Çünkü hiç bir
zaman küçük bir şeyi küçümsememek gerekir. Aksi takdirde giderek o şeyleri
hafif görmeye başlar. Bu itibarla büyük günah işleyen kimse, küçük günah
işleyene göre çok daha dikkat eder ve her zaman Allah'dan korkar, bu
diğerlerine göre daha güzeldir. Eğer şeytan insanı bu yoldan da elde edemezse,
bu defa bundan sonraki yolu dener. Bu deneme beşinci yol olmaktadır.
5- Bu defa
insanları sevap ve günah olmayan mubah şeylerle uğraştırmaya gayret gösterir.
Hatta bu öyle bir tuzaktır ki, kişi bunlarla meşgul olurken bir çok sevapları
bu arada kaçırmış olur Şayet peşine düştüğü kimse onu aciz bırakır ve kişi
zamanını iyi değerlendiren bi-, riyse, şeytan bundan da ümidini keser. Çünkü
kişi nefeslerinin miktarını, bunların hesaplı olduğunu bilmekte, şeytanın
peşinden gitmesi halinde elde edeceği nimetlerinin kesileceğini bilmektedir.
Evet kişi yapması veya yapmaması halinde ne gibi sevap kazanacak veya nasıl
bir azap ile karşı karşıya kalacak bunları bilir. Böylece şeytanın tuzağına
düşmez. Şeytan bu denemeden de ümdini kesince bundan sonraki yolu denemeye
koyulur.
6- Daha
güzel ve iyi bir amel ve hizmet varken, kişiye bunu bıraktırıp bundan daha alt
değerde olan bir şeyle uğraşmasını sağlamaya çalışır. Böylece onun faziletini
yok etmek ve ona üstün amelin se-vafeuıı-k ay bettir mek ister. İnsana bir çok
hayır kapılarını öğütier, böyle kapılar açar, hatta anlatıldığı gibi insana yetmiş
kadar hayır kapısını açar, önerir. Böylece kişi arzu ettiği kötülüğü
yaptırtmaya götürmek ister. Meselâ kişiye yetmiş kat sevap kazandıracak bir işi
bıraktırır, bunun çok çok altında olan şeylerle uğraşmasını sağlamaya çalışır.
Kişi böyle bir inceliği kolay kolay farkedemez. Şeytan, bunları yaptırırken
Allah'ın sana yardımı ve kalbinde yakmış olduğu nûr sayesinde
kazanabiliyorsun" diye düşünceleri insan kalbine sokar, bunun sebebi, o
kimseyi Allah Rasûlüne uymaktan uzaklaştırmaktır. Böylece kendisi Allah
nezdinde daha üstün olan amellerin mertebeleri nelerdir, Allah'ın daha çok
sevdiği ameller nelerdir, Allah (c.c), daha çok hangisinden hoşnud oluyor,
bütün bunlardan habersiz kişiyi Peygamber (s.a) efendimize tabi olmaktan
alıkoyar. Halbuki adam bilmiyor ki, bunların olabilmesi için, ancak peygamber
varislerinden olmaları ve ümmet içinde onun naibleri olmalı, yeryüzünde onun
halifeleri olmalılar ki, istenilen kazanılmış olabilsin. Allah (c.c), fazlı ve
keremiyle kullarından dilediğine ihsan ve ikramda bulunur.[176]
7- Şayet
şeytan bu altı maddeyi ugulamaktan aciz kalırsa, artık I insanlardan ve
cinlerden olan taraftarlarını ve askerlerini değişik vel türlü eziyetli
yollarla ve fikirlerle müslümanın üzerine saldırır. Kimîsine eziyet ederken,
kimisini tekfir ile damgalatır, kimisini sapıklık ve dalaletle damgalar,
kimisini bidatcıhkla ve kimisini de sakın bunlara! yaklaşma gibi sloganlarla
pençesine takar. Böylece insanların kalblerini bulandırmak için onları
köreltmek, etkisiz hale getirmek, içlerindeki iman kıvılcımını söndürmek ister.
Aynı zamanda insanların on-| dan yararlanmasını önler. Artık ortada bir tek
gayreti kalmıştır. İnsan ve cin şeytanlarından oluşan batıl ordusunu bunlar
üzerine salif dırtmak ve bunun için çalışmak. Hiç bir fırsatı kaçırmaksızın
gerekeni yapar ve işi hiç de gevşek tutmaz. Bu durumda mü'min harbe girişir, bu
Ölünceye kadar sürer. Ne zaman ümmeti böyle bir harbe ko-f yarsa, ya esir
edilir veya yaralanır. Böylece bu cihad, kişi Allah'a kavuşuncaya dek sürer.
Mademki bütün bunlar
şeytanın kurmuş olduğu tuzaklardır. İnsanın başına şeytan bunları
getirmektedir. O halde aradaki düşmanlığın sebebi nedir. Rahmanın velileri ile
şeytanın velileri arasındaki bu düşmanlığını ve kavganın sebebi nedir? Cevap
olarak deriz ki, bunuı sebebi şu dört şeyin birisidir.
1-
Kibir:
Şeytan dostları hakka karşı, Hz. Peygamber (s.a)'e karşı ve peygamberliğe karşı
hep büyüklük tasladılar, büyüklük ileri sürdüler. Allah (c.c), onlar için şöyle
buyurmaktadır:
"Kendilerine
gelmiş kat'î bir delil olmaksızın, Allah'ın âyetleri hakkında münakaşa edenler
var ya, hiç şüphe yok ki, onların kalblerinde, asla yetişe mey ecekleri bir
büyüklük hevesinden
başka bir şey yoktur. Sen Allah'a sığın, Kuşkusuz O, işiten ve görendir."
(Mü'min-Gafir, 40/56)
Bir başka âyette ise
Rabbim şöyle buyurmaktadır:
"(Ne var) ki
gönlünüzün arzulamadığı şeyleri söyleyen bir peygamber = elçi geldikçe, ona
karşı büyüklük tasladınız. (Size gelen) peygamberlerden bir kısmını
yalanladınız, bir kısmını da öldürdünüz." (Bakara, 2/87)
Yine bir diğer âyet
meali ise şöyledir:
"Ona âyetlerimiz
okunduğu zaman, sanki bunları işitmemiş, sanki kulaklarında ağırlık varmış gibi
büyüklük taslayarak yüz çevirir. Sen de ona acıklı bir azabın müjdesini
ver." (Lokman, 31/7)
2- Dünya
hayatım ahiret hayatına tercih etmek; böylece şehvet istek ve arzulara takılıp
şehvetlerin peşinden gitmek. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır.
"Bu (azap),
onların dünya hayatını ahirete tercih etmelerinden ve Allah'ın kâfirler
topluluğunu hidâyete erdirmemesinden ötürüdür." (Nahl, 16/107)
Yüce Mevlâ bir başka
âyette de şöyle buyuruyor:
"Dünya hayatını
ahirete tercih edenler, Allah yolundan alıkoyanlar ve onun eğriliğini isteyenler
var ya, işte onlar (haktan) uzak bir sapıklık içindedirler." (İbrahim,
14/3)
Şayet kibir ve dünyayı
ahirete tercih etme ve sevme bulunursa veya bu ikisinden birisi kişide varsa,
o zaman bu nitelikleri taşıyan kimseler, Allah'ın samimi, halis kullarının
varlığından rahatsız olurlar. Hatta bu gibi insanların herhangi bir hareketleri
olmayıp sesiz de kalsalar, yine de böyle temiz ve pırıl pırıl bir hayat
sürmeleri, hep onlardan üstün olmaları bu kimseleri adeta çileden çıkartır.
Allah düşmanlarını öfkelendirir ve kızdırır. Nitekim Rabbim onların
durumlarını şöyle bildirmekledir:
"Sizin de
kendileri gibi inkar ederek küfre girmenizi istediler ki onlarla eşit
olasınız." (Nisa, 4/89)
Bu düşmanlığın böyle
sürüp gitmesi, tertemiz fırkanın varlığı, kirli ve murdar bir hayatın peşinde
koşan kimseleri rahatsız eder. Zira kötüler iyileri gördükçe kötülüklerini
daima hatırlayıp duracaklarından
bu kendilerini
gerçekten rahatsız eder. İşte bundan dolayıdır ki, Allah düşmanlarının hile ve
tuzakları, Allah dostlarına karşı "Hîle ve tuzak" kelimesinin
kapsadığı tüm manâlarla gündeme sokulması için çalışılır. Bu alay etmekle
olacağı gibi, işkenceyle, eğlenip sıkıntıya düşürmekle hatta mü'minlere nasıl
bir kötülük yapabilme imkânı varsa tüm bu yolları deneyerek mü'minleri
gözaltında tutmaya çalışır.
3- Haset =
(Çekememezlik): Aslında şeytan dostlarının ye yandaşlarının kinleri hiç bir
zaman dinmez. Onlar mü'minleri hiç bir zaman çekemedikleri gibi içten içe
kıskanıp kin güderler. Yüce Allah (c.c) Kitabında onların durumlarını şu âyetle
açıklamaktadır:
"Ehl'i kitaptan
çoğu, hakikat kendilerine apaçık belli olduktan sonra, sırf içlerindeki
kıskançlıktan ötürü, sizi imanınızdan vaz-geçırip küfre döndürmek isterler.
Siz, Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar affedip, bağışlayın.
Şüphesiz Allah her şeye kadirdir." (Bakara, 2/109)
Evet, işte onların
temenni ve istekleri budur. Dilerler ki, Allah'ın kulları küfretsinler ve
böylece sapıklık ve küfürde kendileriyle denk olsunlar, Şayet mü'minlere karşı
üstünlük kurarlarsa mü'minlere karşı ne denli büyük hased ve kin sahibi
olduklarında gerçek yüzüyle ortata ya çıkar. Rabbimiz (c.c) şöyle beyan
buyuruyor:
"Onların nasıl
ahdi olabilir; onlar size galip (üstün) gelselerdi, ne ahit, ne antlaşma
gözetirlerdi." (Tevbe, 9/8)
4- Hakimiyet
ve velayet yetkisini almak:İşte bu konu, aslında önde gelenleri ve tağutları
ilgilendiren ve onlara özgü olan bir konudur. Çünkü bunların bir tek gayeleri
vardır, o da insanları köleleştirmek. Zira bunlar, hep insanların kendilerine
saygı göstermesine, onlara boyun eğmesine, her şeylerine tepkisiz evet demesine
alışmış olduklarından, insanların daima onların istekleri doğrultusunda hareket
etmesini isterler.
Allah'ın dininin
gelmesi, şeriatının hakim olması bunların işlerine gelmez. Çünkü Allah'ın
şeriatı, insanın insana kul ve köle olmasına izin vermez, onları böyle bir
durumdan kurtarıp bir tek olan ve aynı zamanda Kahhâr olan Allah'a ibadet ve
kulluğa çağırır. Bu itibarla önde gelenler, her zaman hayır davetçilerine karşı
çıkmışlar ve bunlara düşman olmuşlardır. Çünkü bu liderler (tağutlar) şunu çok
iyi bilmektedirler ki, hayrın ve şeriatın hakim olması halinde kendi güç ve
kuvvetleri yok olacaktır, şeref ve soyluluklarının herhangi bir etkisi
kalmayacaktır. Bundan böyle insanlar kendilerinden korkup ürper-meyeceklerdir.
Çünkü Allah'ın dini onları hürriyete kavuşturmuş, kendilerini aziz ve yüce
kılmıştır. Din, Onları Allah'ın kullan yaptığından, bundan böyle korkuları da
Allah'dandır. Sevgileri Allah için olduğu gibi dostlukları ve velayetleri de
Allah içindir, aynı zamanda kin ve buğuziarı da Allah içindir.
Bunun en güzel örneği
ve delili, Kisrâ'nın fiil ve davranışıdır. Allah Rasûlü'nün mektubu kendisine
geldiği ve kendisini İslâm'a girmeye davet ettiği zaman büyüklenmiş belki de
kendi kendine şöyle demişti.
"Allah Allah şaşılacak şey, dün bizim
kapılarımızda bize çobanlık eden araplar, bugün gelmişler de bizi kendilerinin
yeni dinlerine girmemize davet ediyorlar. Kesinlikle eminim ki, onların yeni
dinine girmem halinde, tüm mülküm kaybolacaktır. Hayır bu asla böyle olmamalıdır"
sonra da mektubu paramparça edip atmıştı.
Allah Rasûlü'nün duası
üzerine, Allah (c.c), duaya icabet etti ve Kisra'nın mülkünü onun mektubu
parçalamasından daha kötü bir şekilde darmadağın etti.
İşte Allah'ın dinine
boyun eğmeyen, O'nun velayet ve sultasına rıza göstermeyen, O'nun hakimiyetini
kabullenmeyen tağutlar her zaman Allah dostlarına düşmanlık göstermişler ve
onlara karşı işkencelerin her türünü ve her yolunu denemişlerdir. Nitekim
Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Onların mü'minlere
kin bağlamalarının sebebi, sadece mü'minlerin, her şeye galip, hamdedilmeye
(övülmeye) layık Allah'a iman etmeleridir." (Büruc, 85/8)
"Aslında cahiliye
toplumu İslami istemez ve ondan hoşlanmaz. Çünkü o c,ahiliye bizzat kendisi
İslamdaki hakkın ve hayrın ne olduğunu bilmemektedir. Ya bundan dolayıdır veya
o cahiliye ile kişinin nefsi arasında şöyle bir durumun mevcut olmasındandır.
Kendisinin yaşamakta ve sürdürmekte olduğu batılın hak olduğuna inanmakta ve
hatta bunun İslam'dan çok daha doğru ve güçlü olduğuna kani olmuş
olmasındandır. Hayır hayır durum hiç de öyle değildir. Doğrusu. o, İslamı
istememekte ve hoş karşılamamaktadır. Çünkü o şunu iyice bilmektedir ki, İslamın
kendisi haktır, iyilik ve hayrın tâ kendisidir. Yine cahiliye şu gerçeği de çok
iyi bilmektedir. Hayatın yamuk ve eğri olan yönlerini düzeltecek yegane sistem
ve nizam islamdır. O islam-dan hoşlanmamakta, zira hayattaki bu yamukluğun ve
düzensizliğin devamını isteyip durmaktadır. Bunu aşırı bir şekilde istemekte de
ısrarlıdır. O isterki tüm işlerin hep bu eğriliği ve yamukluğuyla sürüp
gitsin, hiç bir zaman doğrulmasın. Çünkü bu yamukluk ve eğrilik cahiliyenin
asli karakteridir. Diğeri ise İslamdır. Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Semûd'a gelince
onlara doğru yolu gösterdik, ama onlar körlüğü, doğru yola tercih ettiler."
(Fussilet, 41/17)[177]
Şimdi Rahman'ın
velilerinin yani dostlarının düşmanlıklarının tabiatına, karekteristik
özelliğine gelince, bu hususta şöyle deriz. Bu, aslında onların akidelerinin
ya da inançlarının bir parçasıdır. Sanırım ben bu hususta, konunun giriş ve
hazırlık bölümünde gerekli açıklamayı yaptım. Ben orada "Lâ ilahe
illallah" kelimesinin gerekleri ve şartlarını ansırken, sanırım bu konuya
da değindim. Gerçekten onlar Allah ve Rasûlüne karşı düşmanlık edenlere karşı
kin ve buğz" beslerler. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmakta idi:
"Allah'a ve
ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğullan, kardeşleri, yahut akrabaları
da olsa- Allah'a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin. İşte
onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları
desteklemiştir. Onları içlerinde ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır.
Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar,
Allah'ın grubudur. îyi bilin ki, kurtuluşa erecek olanlar sadece Allah'ın
grubu olanlardır." (Mücadele, 58/22)
Aslında müslümanlar
yolun ortasında ya da yarısında düşmanlarıyla bir araya gelmek istemezler.
Müslümanlar da tıpkı imamları ve önderleri Hz. İbrahim (a.s)'in dediği gibi
derler:
"İbrahim'de ve
onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar
kavimlerine demişlerdi ki, "Biz sizden ve sizin Allah'tan başka taptıklarınızdan
uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim
aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir." (Mümtehine, 60/4)
Üstad M. Abdulvehhâb
(r.a) der ki: "Kişi Allah'ı bir tek bilip, şirki de terketse bile,
müşriklere karşı düşmanlığını sürdürüp açık bir şekilde ilan etmedikçe, doğru
dürüst müslüman olmuş olamaz. Onlara karşı açıkça buğzettiğini de bildirip
ilan etmedikçe müslüman olamaz. Nitekim Rabbimiz Mücadele Sûresinin 22.
âyetinde buna dair gerekli açıklamayı vermişti. Bu âyetin meali biraz önce
geçmişti.[178]
Madem ki biz bu
düşmanlığın durumunu ve hakikatini bilmekteyiz. O halde burada bizim bilmemiz
gereken ortak bir nokta vardır. Evet bütün İslam düşmanları arasında farklı
nitelikte de olsalar, kâfir, müşrik ve münafık ta olsalar, hepsinde tek ortak
nokta İslâm düşmanlığında ve onu istememekte birleşmiş olmalarıdır.
Doğrusu İslamî metodun
karakteri ve ve tabiatı -ki, bunu diğer metod ve program uygulayıcıları henüz
yeni olarak tanımaktadırlar yeryüzünde Allah'ın ülkesinin yeniden ikamesi,
insanların insanlara kölelikten kurtularak bir tek Allah'a kul olmalarını ve
ibadet etmelerini sağlamaktır. Aynı zamanda tüm insanların arasına giren ve
hürriyetleri için bir engel oluşturan maddî maniaların ortadan kaldırılıp,
gerçek anlamda hürriyet seçimine geçilmesini temin etmektir. Sonra hayat noktai
nazarından iki metod arasında öyle bir tabiat ve karakter vardır ki, bunlar
birbirleriyle çelişkilidirler. Küçük olsun, büyük olsun hiç bir zaman
aralarında birleşme imkânı yoktur.
Dünyaya bağlı bulunan
metod ve programcılar, temelde Rabbanî metodun aleyhinde var güçleriyle
çalışırlar, tümüyle Rabbani metodun yok olmasını isterler. Çünkü Rabbani metod
bu kimselerin varlıklarını, metod ve programlarını ve boyutlarım tehdit
etmektedir. Evet, bunların metodlarının geçersizliğinin ortaya çıkmasından
önce, kendilerinin durumu ortaya çıkmadan önce, islâm'ı önlemeye çalışırlar.!
Bu, aslında zorunlu olan bir durumdur ve kesindir, gerçekte ne bunlar için ne
diğeri için bir seçim hakkı da yoktur... Nitekim bu yolu Kur'ân şöyle ortaya
koymaktadır.
"Onlar eğer
güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam
ederler." (Bakara, 2/217)[179]
Şimdi sizlere
Kur'ân'ın nass olarak sunduğu gibi, bu düşman sınıflara ait bazı
düşmanlıklarını sunalım. Kâfirler hakkında şu gerçeğe işaret ediyor:
"Onlar
ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler istemeseler
de Allah nurunu tamamlayacaktır."(Saf, 61/8)
Kur'ân müşrikler
hakkında da şu gerçeklere işaret ediyor!
"Ehli kitaptan
küfredenler de müşrikler (putperestler)de Rabbinizden size bir hayır indirilmesini
istemezler." (Bakara, 2/105)
Bir başka âyette de
şöyle buyurulmuştur:
"Müşrikler
istemeseler de dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamberini hidâyet ve
hak ile gönderen O'dur." (Saf, 61/9)
Kâfir ve müşrikler
Allah'ın dinine, kitabına ve delillerine sihir, şiir ve kehanet diyerek
iftiralar uydursalar da Allah'ın dini yücelecektir.
Ehli Kitabın
düşmanlıklarına gelince, Kur'ân onlardan şöyle sözetmektedir;
"Sen dinlerine
uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla senden razı
olmayacaklardır."
(Bakara, 2/120)
"İnsanlar
içerisinde iman edenlere düşmanlık'bakımından en şiddetli olarak yahudiler ile
müşrikleri bulacaksın." (Maide, 5/82)
"Kendilerine
Kitab'dan na-sib verilenlere baksana! Sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de
yoldan çıkmanızı istiyorlar.” (Nisa, 4/44).
"Onlar ise,
sizinle karşılaştıklarında, "İnandık" derler; kendi başlarına
kaldıklarında da, size olan kinlerinden dolayı parmaklarını kemirirler.
"Kininizle
geberin" deyiver.
Şüphesiz Allah kalblerin içindekini hakkıyla bilmektedir." (Al'i İmrân,
3/119)
Münafıkların
düşmanlıklarına gelince, Kur'ân-ı Kerîm bu hususu değişik yerlerde ele almış
ve bu hususta gerekli uyarıda bulunmuştur. Buna örnek olarak Bakara sûresinin
hemen baş tarafından yer alan 13 âyeti zikredebiliriz. Adı geçen sûrenin 8.
âyetinden yirminci âyetine dek bu konu ele alınmıştır. Bu, münafıkların çok
sayıda olmasından ve insanların bu kimseler yüzünden bir çok bela ve
felaketlerle yüzyüze bulunmasından dolayıdır. Diğer taraftan münafıklar,
müs-lümanlar için en büyük fitne ve tehlikeyi oluşturmaktadırlar. Gerçekten
İslamın bunlar yüzünden karşı karşıya bulunduğu tehlike pek çetin ve çok
önemlidir. Çünkü münafıklar müslüman olduklarını söylüyorlar. İslama nisbet
olunmaktalar. Müslümanlar bunların yardımına ve velayetine muhtaçtırlar. Sözde
müslüman gözüktükleri için müs-lümanlar bunları velî tanımışlardır. Ancak
bunlar hakikatte İslamın
ve müslümanların
düşmanlarıdırlar. Cahil olanlar da bu kimselerin gerçekten bilgili ve ıslah
edici olduklarını sanırlar. Bu, aslında cehaletin ve bozgunculuğun kendisidir.
Aman ya Rabbi! Nice ıslah
için akıl hocalığı edenler var ki, bunlar İslamı yıkmaktadırlar. Nice kimseler
var ki, İslama sığınaklık etti ğini ileri sürerler, fakat onu kökünden söküp
atmaktalar ve tümüyl tahribetmek için uğraşmaktadırlar. Nice kaldırılmış,
yüceltilmiş bayraklar vardır ki, bunlar onları alaşcağı ederler... Evet bunlar
vahyin ayırıcı özelliğinde birleşmelerine rağmen, hepsi de onun yolunda yürümeyi
terketme noktasında bir araya gelmişlerdir. Nitekim Rabbimiz şöyle
buyurmaktadır:
"Ne var ki
insanlar kendi aralarındaki işlerini parça parça böldüler. Her grup, kendinde
bulunan (fikir ve davranış) ile sevinip böbürlenmektedir. (Mü'minûn, 23/53)
Bu adamların tüm
sermayeleri aldatmak, hile yapmak ve tuzak kurmaktır. Tek icraatları yalan
söylemek, bulandırmaktır. Bunların tek önem verdiği şey maişet ve geçimle
ilgili bir akılcılıktır. Gerçekten, bu fırkalar kendi aralarında birbirinden
razı, hoşnut ve güvencededirler. Rabbimiz şöyle .buyurmaktadır:
"Onlar (kendi
akıllarınca) güya Allah'ı ve mü'minleri aldatırlar. Halbuki onlar ancak kendilerini
aldatırlar ve bunun farkında değillerdir." (Bakara, 2/9)
Kim imanının derisini
(elbisesini) şüphe ve kuşku pençesine geçirirse, artık o onu paramparça eder.
Kim fitnesinin şeraresine takılırsa bu onu pek yakıcı cehennem azabının içinde
bırakır. Böylece kim karanlıklar denizinde kendini kurtaracak bir ticarete
çıkarsa o kimse bu hareketiyle şüphe ve kuşku bineklerine binmiş olur. Böylece
onu hayal dalgaları içerisinde yürütür durur. Artık kasırga ve fırtına rüzgarı
onun gemisiyle oynar durur, böylece o gemiyi de helak olan gemiler arasına
atıverir. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"İşte onlar,
hidâyete karşılık dalaleti satın alanlardır. Ancak onların bu ticareti kazançlı
olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir.” (Bakara, 2/16).[180]
Ayrıca münafıklar
hakkında özel olarak bir sûre nazil olmuştur. Bu sûre Kur'ân'da (Münafikûn =
Münafıklar) sûresi diye bilinir. Bu sûrede münafıkların mü'minlere karşı olan
düşmanlıkları gayet açık bir şekilde belirtilmektedir. Yüce Allah (c.c) şöyle
buyurmaktadır:
"Onlar:
"Allah'ın elçisinin yanında bulunanlar için hiç bir şey harcamayın ki
dağılıp gitsinler" diyenlerdir. Oysa göklerin ve yerlerin hazineleri
Allah'ındır. Fakat münafıklar bunu anlamazlar.
Onlar, "Andolsun,
eğer Medine'ye dönersek, en üstün olan,
en alçak olanı oradan
mutlaka çıkaracaktır" diyorlardı. Halbuki üstünlük ancak Allah'ın ve
peygamberininin ve mü'minlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler."
(Münafikûn, 63/7-8)
Münafıklar,
kendilerini üstün ve şerefli, Hz. Peygamber'i aşağı ve hakir görüyorlardı. Beni
Mustalik dönüşünde onu, Medine'den çıkaracaklarını söylüyorlardı.
Mademki bu sınıfların
tümünün İslâm düşmanları olduğunu bilip tanımaktayız. O halde bize düşen
görev, Yahudilerle hıristiyanla-nn düşmanlıklarının çok daha büyük bir tehlike
olduklarım bilmek olmalıdır. Çünkü bu iki güç bugün dünyanın büyük bir boyutunu
hakimiyet ve güç alanlarına katmış durumdadırlar. Ki bunlar değişik yollarla
müslümanlara karşı savaşlarınrı sürdürmektedirler. Bu nitelikleriyle de yahudi
ve hıristiyanlar, aldatmış oldukları müslüman çocukları önünde cazibenin ve
parlaklığın sembolü haline gelmiştirler,
Seyyid Kutub merhum
şunları yazmaktadır: "Yeryüzünde müslümanlara karşı olarak yahudilerin ve
hırıstiyanlann hemen her zaman her yerde sürdürdükleri savaşın hakikati ve
gerçeği şudur. Müslümanların akidelerine ve inançlarına karşı olan
düşmanlıklarıdır. Gerçi bunlar bazan kendi aralarında da birbirleriyle çekişip
durmaktadırlar. Ancak her zaman birleşmelerinin ve bir araya gelmelerinin
nedeni îslâma ve müslümanlara karşı olmalarındandır.
Onlar bu savaşı
sürdürmek için, değişik plan ve iğrençliklerle, hile ve tuzaklarla çeşitli
şeyleri bayraklaştırırlar. Çünkü kendileri, müslümanların dinleri ve akideleri
uğruna karşı gerçekten samimi ve fedakar olduklarım, bu uğurda her şeyi
yapabileceklerini bilmektedirler. Yani yahudi ve hıristiyanlar şayet
müslümanlara, sırf onlara akidelerinden dolayı saldırdıklarını açıkça
söylerlerse, bilirler ki, müslümanlar buna izin vermeyeceklerdir. İşte sırf bu
yüzden ve müslümanların akidelerine olan bağlılıklarından korkmaları
sebebiyledir ki, müslümanlara bir başka yoldan tuzak kurup saldırmaktadırlar.
Düşmanların bugün müslümanlara karşı sürdürdükleri savaşı ya topraklarının
gasbedildiği adı altında, ya da iktisadî ve siyasî bazı nedenlerle veya bazı
askerî merkezler nedeni ile, kısaca bunları bahane ederek saldırıya
kalkışırlar. Bunlar bizden kendilerince aldatılmış olanlar içine korku atarlar
ve onları şu ifadelerle aldatırlar. "Artık günümüzde, inanç ve din uğruna
savaşmak geçerliliğini yitirmiştir. Bu eskidendi. Bugün artık bunun geçerli bir
anlamı kalmamıştır. O halde, akide sebebiyle bir savaş bayrağı çekmenin-de bir
anlamı kalmamıştır. Bu isimle savaşa kalkışmanın da bir manâsı yoktur. Bugün
halâ böyle bir savaşı sürdürmek isteyenlerin hepsi gericidirler, hepsi de
mutaassıbtırlar." Böyle derler. Böyle söylemelerinin bir nedeni de şudur.
Halkın yeniden inançları ve imanları uğruna harekete geçmesini önlemek ve bu
hususta güvencede olmak isterler. Her şeyden önce bu, onların ruhlarına iyice
yerleşmiş kesinlik kazanmıştır. Bunlar herşeyden önce bu sapasağlam kayayı
yıkmak ve ortadan kaldırmak isterler. Halbuki bizler hep birlikte uzun süre
onların bu gücünü ortadan kaldırmış idik.
Ancak bugün, biz
onların tuzaklarına yakalanıp aldandık. Bu bakımdan da kendimizden bir
başkasını kınamayalım. Halbuki bizler, yüce Allah'ın Peygamberi Hz. Muhammed'e
ve onun ümmetine yöneltmiş olduğu gerçekten uzaklaşmış bulunmaktayız.
Gerçekten Rabbimiz ne doğru buyurmuştur ve zaten her şeyden münezzeh olan
Rab-bimiz doğru söyleyenlerin en doğrusudur:
"Sen dinlerine
uymadıkça yahûdîler de hırıstiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır."
(Bakara, 2/120)
İşte onların tek
istediği bu değerdir. Onlar ancak böyle bir şeye rıza gösterirler. Bunun
dışında kalan şeyler ise hepsi onlara göre reddedilmeli ve terkolunmalıdir.
Fakat bu hususta kesin durum ve dosdoğru yöneltme şudur:
"De ki,
"Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur." (Bakara, 2/120). Dikkat edilirse
gayet kısa ve öz olarak Rabbimiz şöyle buyuruyor: "Asıl doğru yol, ancak
ve bizzat Allah'ın yoludur." Bu yolun dışında kalan tüm yollar doğru ve
hidâyet yolu değildir.[181]
İşin aslı ve
karakteristiği bu düşmanlığın din ve inanç değişikliğine dayanmış olmasıdır.
Metodların ve programların farklı olmasındandır. Bunlardan birisi ya Allah'ın
dini ve O'nun şeriatına tabi olmak, Allah'ın mü'min kullarına dostluk gösterip
yetkiyi bunlara vermek Ya da batıl bir din benimseyip, he-va, istek ve şehvetlere
uyup, şeytanın peşinden gitmekle şeytanın gurubuna katılmaktır. İşte bu iki yol
vardır. Ya bu veya o.
Burada Allah
velilerinin ve dostlarının görevi, kendi dinlerine mensubiyetle, onunla
üstünlük kazanmaları olmalıdır. Böylece batılın tüm baskı ve sıkıştırmalarının
üzerine çıkarak yükselmeyi bilmelidirler. Çünkü gerçekten zafere ulaşacak
olanlar bizzat iman edenlerdir. Mademki Allah düşmanları, güçleri ve
çokluklarıyla daima övünüp durmakta ve sayısal çokluklarını öne
sürmektedirler, daima sistemli, hazırlıklı, metodlu ve programlı olduklarını
ileri sürmektedirler. O halde mü'-minler de, Allah'ın yardımı, zaferi ve
kereminin daima kendileriyle beraber olduğuyla Rabbimizin daima inananlardan
yana olduğuyla övünmelidirler.
Buhârî'nin sahihinde
Ebû Hüreyre'nin rivayet etmiş olduğuna göre, Hz. Peygamber kudsî bir
hadislerinde Rabbimizden naklen şöyle buyurmaktadır: (Rabbimiz (c.c) şöyle
buyuruyor:) "Kim beni tanıyan ve ihlâs ile bana ibadet eden bir kuluma
düşmanlık ederse, ben de ona harb ilan ederim. Kulum bana, kendisine farz
kıldığım şeylerden daha sevgili olan bir şeyle yaklaşamaz. Kulum bana na adetlerle de yaklaşmaya devam eder. Nihayet
ben onu severim. Ben kulumu sevince de artık onun işiten kulağı, gören gözü,
tutan eli, yürüyen ayağı mesabesinde olurum (ve bu organlarıyla meydana
gelmesini istediği tüm dileklerini veririm). Diliyle her ne istekle bulunursa
onları da kesinlikle kendisine ihsan ederim. Bana sığınmak isteyince de, muhakkak
onu sığınmama alırım, korurum. Ben yapmasını istediğim hiç bir şey hakkında,
mü'min kulumun ölümü karşısındaki tereddüdüm gibi tereddüt etmedim. Ancak bunda
kulum ölümden hoşlanmıyordu, ben de kuluma acı gelen şeyi sevmiyordum. Fakat
mutlaka önün bunda bir nasibi ve payı vardır."[182]
Allah (c.c) şöyle
buyurmaktadır:
"Zira Allah,
(kötülükten) sakınanlar ve güzel amel edenler beraberdir." (Nahl,
16/128).
Yine Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
"Hani Rabbin
meleklere, "Muhakkak ben sizinle beraberim; haydi iman edenlere destek
olun." diye vahyediyor; "Ben kafirlerin yüreğine korku salacağım..."
(Enfal, 8/12)
Rabbimiz bir başka
âyetinde de şöyle buyuruyor:
"Sakın
gevşemeyin. Üstün olduğunuz halde barışa davet etmeyin. Allah sizinle
beraberdir. O mallarınızı asla eksiltmeyecektir." (Muhammed 47/35)
Bu âyetin belirttiğine
göre müslümanlar düşman karşısında üstün bir durumda iken, sulh ve barış
isteğinde bulunamazlar, bulunmamalıdırlar. Aslolan düşman karşısında
gevşememek, eziklik hissederek paniğe kapılmamaktır.
Bütün bunların
doğruluğunu öğrenmek istiyorsak, tarihin sayfalarını karıştırdığımız takdirde
bu gerçeği görürüz. Mesela Bedir gazasında, müslümanların sayıca çok az
düşmanlarının ise çok fazla ve üstün olmalarına rağmen, Allah'ın yardımıyla
savaş zaferle sonuçlanmıştır.
Zira Allah (c.c),
dinini aziz'kılmış ve kendi gurubuna, taraftarlarına yardım etmiştir.
Müslümanların doğuda ve batıda bir çok fetihleri olmuş, Kisrâ'nın ve Kayser'in
saltanatlarını yerle bir ederek, bunların hükümranlığına son vermiştir. Kaldı
ki, bu gerçekler kimsenin bilmediği şeyler de değildir.
Allah (c.c),
mü'minlerin tatarlarla ve kinci haçlılarla sürdürmüş oldukları savaşlarında
Allah (c.c), mü'minlere üstünlük vermiş, onlara yardımda bulunmuş ve onları
her yönden teyid etmiştir. Müslümanların başarıları sadece bu anlatılanlar
değildir. Daha yüzlerce örnek verilebilir. İster ferdi isterse kitlesel
platformda bu söylediklerimize herkes şahittir.
Öte taraftan Allah'ın
yardımı, zaferi, el uzatması daima dostları olacaktır. Yeryüzünde Allah'ın
kendilerine miras bıraktığı mü'minler yaşadıkları sürece bu böyle devam
edecektir. Ancak bu mü'minlerin Allah'a verdikleri sözde doğru, ihlaslı ve
samimi olmaları gerekir, sadece Allah rızasını gözetmeli ve bir tek olarak
O'nun rızasını düşünmelidirler. Bunun yanında Allah'ın kitabına ve
peygamberinin de sünnetine uygun olarak amel etmelidirler ki, başarıya
ulaşabilsinler. Zira Allaeh (c.c), en güzel bir tarzda çalışan ve bu anlamda
amel işleyen kimselerin amellerini boşa çıkarmaz.
el-Velâ ve'1-Berâ
meselesiyle ilgili olarak Ehli Sünnet ve'l-Cemaat'in inancı nedir, bunu
kesinlikle anlatmamız gerekmektedir. Evet anlatalım ki, bid'at ehli ve heva ile
arzusunun peşinden gidenler ortaya çıkmış olsun. Çünkü bu, bidatçıların, heva
ve isteklerinin peşinden koşanların ellerinde Kitap ve Sünnetten herhangi bir
delilleri bulunmamaktadır.
Şeyhu'l-İslâm İbn
Teymiyye (r.a) der ki: Mü'minlerin görevi, Allah için düşmanlık ve Allah için
dostluğu sürdürmeleridir. Meselâ bir yerde bir mü'min varsa, bu mü'min,
zulmeden biri de olsa, diğer mü'mi-nin görevi onu dost edinmek, veli olarak
tanımaktır. Çünkü adamın zulmetmiş olması, imana bağlı olan dostluk ve velayet
ilişkisinin kesilmesine neden değildir. Nitekim Rabbimiz (c.c) şöyle
buyurmaktadır:
"Eğer mü'minlerden
iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin." (Hucurât, 49/9),
Mü'minler aralarında
savaşsalar da, haksızlığa ve isyana kalkış salar da yine de kardeştirler ve
böyle olanların aralarının düzeltilmesi ve barıştırılmaları emredilmektedir. O halde
mü'min insan çok iyi düşünmelidir. Doğrusu mü'minin görevi, kardeşi ona zulm
etse ve aleyhine haddi tecavüzde bulunsa bile onunla dostluğunu sürdürmesidir.
Kâfirlere gelince;
iyilikle bulunsa ve ikrama kalkışsa bile, mü'minin görevi onu düşman olarak
tanımak ve ona olan düşmanlığı sürdürmektir. Muhakkak Allah (c.c),
peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiştir. Fakat peygamberlerin ve
kitapların gönderilmesi, din ve hakimiyet tümüyle Allah'ın olsun diyedir.
Mü'min sevgisini Allah için onun dostlarına karşı sürdürsün, düşmanlarına karşı
da buğzunu devam ettirmiş olsun. Mü'minin ikramı ve ödüllendirmesi yine bir
mü'min tarafından olsun, Allah'ın velileriyle olsun. Allah'ın düşmanlarına
karşı da aşağılaması ve cezalandırması sürmüş olsun. Evet işte mü'-min böyle
davranmalıdır. Mesela birey iyilik ve kötülük vasıflarını kendisinde toplarsa,
hem facir ve hem itaat eden, hem isyana kalkışan, hem de sünnet ve bid'atleri
işleyen bir kimse olursa, böyle bir kimse dostluk, muvalât ve sevap açısından
işlediği hayır nisbetinde karşılığını görür. Kendisinde bulunan kötülük
oranında da ona karşı düşmanlık ve
cezalandırmayı hak etmiş olur.
Bir şahıs saygınlık
meziyetleriyle kendisini küçük düşürecek kötü niteliklere aynı anda sahip
olabilir. Meselâ hırsızlık gibi. Kişi, hırsızlık yapınca bundan ötürü eli
kesilir, ancak Beytü'l-Malden (devlet maliyesi bütçesinden) kendisine ihtiyacı
kadar da yardım olunur. İşte bu husus, Ehli Sünnet ve'1-Cemaatin üzerinde
ittifak etmiş oldukları bir husustur. Fakat onların bu görüşlerine Haricîlerle,
Mutezile mezhebi mensupları ve onlar gibi
düşünenler muhalefet
ettiler.[183]
Velâ ve Berâ konusu
daha önce de belirttiğimiz gibi sevgi ve buğ-zetme esasına dayanmaktadır ve bu
esas değişmezdir. Ehli Sünnet Vel-cemaat nazarında insanlar, sevgi ve buğz ile
Velâ ve Berâ konusunda üç sınıftırlar.
1- Her
yönüyle ve her bakımdan sevilecek olanlar: Bunlar Allah'a, ve Rasûlüne iman
edenler, İslâm'ın tüm görevlerini eksiksiz olarak yerine getirenlerdir. Aynı
zamanda İslamın tüm esas ve prensiplerini hem ilim bakımından, hem amel
yönünden ve itikad açısından yerine getirenlerdir. Amellerini, fiillerini ve
sözlerini Allah için samimi ve ihlaslı
olarak ortaya koyanlardır. Bunlar Allah'ın emrettiği tüm emirlere boyun
eğerler ve tüm yasaklardan da uzak dururlar. Evet Allah ve Ra-sûlü neyi
emretmişler^ejjhu yaparlar, neleri de nehyetmişlerse ondan uzak dururlar.
Bunlar, Allah için severler, Allah için dostluk kurarlar velayetlerini de bu
esasa göre sürdürürler. Allah için buğzederler, Allah için düşmanlık ederler.
Kim olursa olsun, Allah Rasûlünün tüm sözlerini başkalarının sözlerine tercih
ederler, Rasûlullah (s.a)'m sözünü herkesin sözünden önce kabul ederler.[184]
2- Bazı
yönlerden sevilen ve fakat bazı bakımlardan buğzedilen kimseler: Bunlar da
müslüman kimselerdir. Ancak iyi amellerle kötü amelleri birlikte sürdürenler,
karışık işler çevirenlerdir. Böylelerine karşı iyilikleri ve bağlılıkları
oranında sevgi ve dostluk gösterilir. Kötülükleri ölçüsünde de buğzedilir ve
düşmanlık gösterilir. Kalbi bununla yetinmeyip kötülüğe yönelenler, salih bir
şekilde hareket etmekten öte-, ye, fesada ve bozulmaya yüz tutar. Bu konuda bir
delil olarak Abdullah b. Himar. Bu adam Hz. Peygamber (s.a)'in ashabından biri
idi.[185]
Ancak içki içerdi. Bir gün yine içki suçundan-ötürü tekrar huzura getirildi.
Rasûlullah'ın huzuruna getirilince, orada adamın biri ona lanet okudu ve şöyle
dedi: "Bu adam da içki yüzünden ne kadar da fazla huzura
getiriliyor." Adamın böyle lanet okuması üzerine, Hz. Peygamber (s.a)
şöyle buyurdular:
"Ona lanet
etmeyiniz! Vallahi kesin olarak bilmekteyim ki bu adam Allah ve Rasûlü'nü
kesinlikle sevmektedir."[186]
Halbuki şurası bilinen
bir gerçektir ki. Rasûlullah (s.a)'m bizzat kendileri içkiye, içki içene,
satıcısına, imal edene, imal etmek isteyene, taşıyana ve kendisi adına
taşınana (taşıttıranına) lanet etmişlerdir.[187]
3- Her
bakımdan kendisine buğzedilenler: Bunlar; Allah'ı, meleklerini, kitaplarını,
peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ile küfre girenlerdir. Kadere, hayrın
ve şerrin Allah'dan olduğuna iman etmeyenlerdir. Çünkü bütün bunlar Allah'ın
kazası, hükmü ve kaderi gereği meydana gelmektedirler. Bu küfrü seçenler, aynı
zamanda öldükten sonra dirilmeyi de kabul etmezler, onu da inkâr ederler. Ya
da bunlar, İslam'ın beş rüknünden bir tanesini terk ederler veya Allah'a
ibadetlerinde peygamberlerden herhangi bir peygamberi, ya da bir velisini veya
salih bir kimseyi O'na eş ve ortak koşarlar. Mesela onlara bir tür ibadet
nevilerinden birisini hasrederler. Örneğin sevmek, dua etmek, ondan korkmak ve
ondan beklentisi olmak, ona tazimde bulunup, ona tevekkül etmek. Sırf ondan
yardım dilenmek, ona sığınmak ve ondan medet beklemek. Onlar adına kurban
kesmek veya adak adamak. Kısaca inabe, birine tezellül derecesinde bağlanma,
ona karşı huzu ve huşu gösterme, ondan haşyet (korku) üzere bulunma, tüm
beklentileri ve ürpertilerini ondan bekleme vb. gibi şeyler. Ya da yüce
Allah'ın sıfatlarından herhangi bir sıfatını, isimlerinden birini inkar etmek,
mü'minlerin yolundan bir başka yolda yürümek. Bid'atçıların bağlı bulunduğu bidatlere, heva ve arzularının
esiri olanlara, sapıklara intisâb etmesi ve bağlanması gibi şeyler. Hep bu
türden buğzu gerektiren şeylerdir. Ayrıca İslam ile çelişki meydana getiren on
maddeyi veya bunlardan bir tanesini işleyen kimsenin durumu da böyledir. O da
tümüyle buğzedilenlerdendir.[188]
Ehli Sünnet
ve'I-Cemaatin bu konudaki tavranı gelince o, dininde dosdoğru olan bir
mü'mine, kamil anlamdaki bir dostlukla dostluk ve velayet gösterir, yetkiyi
böylesine verir. Ancak bu nitelikteki bir mü'mini sever, ona yardım eder. Aynı
zamanda Ehli Sünnet, kâfirlerden, dinsiz ve ateistlerden, müşriklerden,
mürtedlerden de tümüyle uzaktır. Herhangi bir şekilde bunlara destek vermez.
Bunlara öylesine bir buğz güder ki, bu, düşmanlıkla ilişkili bir kin ve
buğzdur.
Ama salih amellerle
birlikte kötü ameller işleyenlere gelince, Ehli sünnet bunlara da durumları ve
liyakatleri nisbetinde, imanları oranında dostluk besler, onları veli kabul
eder. Aynı şekilde kötülükleri nisbetinde de adavet ve düşmanlık besler.
Ehl-i Sünnet
velcemaat: Allah ve Rasûlüne karşı savaş açmış olanlar en yakınları bile olsa
herhalükarda bunlardan uzak durur. Nitekim Yüce Mevlâ şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a ve
ahiret gününe inanan bir toplumun babaları, oğullan, kardeşleri, yahut akrabaları
da olsa- Allah'a ve Rasûlüne düşman olanlara dostluk ettiğini göremezsin."
(Mücadele, 58/22).
Aynı zamanda Ehli
Sünnet Rabbimizin şu yasağına bütün dikkatiyle titizlik gösterir:
"Ey iman edenler!
Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) veliler
edinmeyin. Kim onları veli (dost ve yetkili) edinirse, işte onlar zalimlerin
tâ kendileridir.
"De ki:
"Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım
akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret,
hoşlandığınız meskenler size Allah'tan Rasûlünden ve Allah yolunda cilıad
etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin.
Allah fasıklar topluluğunu hidâyete erdirmez. "(Tevbe,. 9/23-24).
İmam İbn Teymiye
merhum, Ehli Sünnet mezhebini özetleyerek şöyle der: "Övgü, yergi, sevgi,
buğz = kin, dostluk ve düşmanlık... Evet işte bütün bunlar Allah'ın
hakimiyetini.indirdiği esas üzere olur, O'-nun hakimiyetinin ve Kitab'ının
öngördüğü tarzda yürür. Kim mü'min ise, bu, hangi sınıftan olursa olsun,
mutlaka her bakımdan bunlara dostluk ve velayet gösterilmelidir. Kim de düşman
ise, bu da hangi sınıftan olursa olsun, mü'min her bakımdan bunlara
düşmanlığını sürdürmelidir. Zira böyle davranması aynı zamanda vaciptir.
Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Sizin dostunuz
(veliniz) ancak Allah'tır, Rasûlüdür, iman edenlerdir; onlar ki Allah'ın emirlerine
boyun eğerek namazı kılarlar, zekatı verirler. Kim Allah'ı, Rasûlünü ve iman
edenleri dost edinirse (bilsin ki) üstün gelecek olanlar şüphesiz Allah'ın
tarafını tutanlardır." (Maide 5/55-56).
Yine Allah (c.c) şöyle
buyurmaktadır:
"Ey iman edenler!
Yahudileri ve hırıstiyanlari dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar
(birbirinin tarafını tutarlar)." (Maide, 5/51).
Yine bir başka âyette
Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Mü'min
erkeklerle mü'min kadınların da bir kısmı, bir kısmının velileri (dost ve
yardımcılan)dir." (Tevbe, 9/71).
"Bir kimse de hem
iman hem facirlik (kötülük) bulunuyorsa, bu kimseye karşı, imanı nisbetinde
dostluk gösterilir. Facirliği ve kötülüğü oranında da olumsuz tavır alınır:
Yoksa bu gibileri Haricî ve Mutezilîlerin ileri sürdüğü gibi günah ve
masiyetleri sebebiyle tümüyle din-dışıdırlar demek değildir."
Diğer taraftan
peygamberler, sıddîkler, şehit ve salihler; iman, din, sevgi, buğz, muvalat
(dostluk) ve düşmanlık açısından haşa fasiklar gibi değerlendirilmezler. Yine
yüce Mevlâ şöyle buyurmaktadır:
"Eğer
mü'minlerden iki gurup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet
biri ötekine saldırırsa, Allah'ın buyruğuna dönün-ceye kadar saldıran tarafla
savaşın. Eğer dönerlerse artık aralarını adaletle düzeltin ve (her işte)
adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah, adil davrananları sever. Mü'nıinler ancak
kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki
esirgenesiniz." (Hucurât, 49/9-10)
Dikkat edilecek
olunursa, âyet mü'minlerm aralarında vuruşma ve savaş olmasına, taşkınlık ve
isyan olmasına rağmen, bunları kardeşler olarak bildirmektedir.
... İşte bundan ötürü
Selef yani önceki üstün nitelikli müslüman-lar, aralarında kavga ve vuruşmaya
rağmen kendilerini din noktasından birbirlerinin velisi ve dostu kabul
etmişlerdir. Bunları da tıpkı düşman kâfirler gibi addetmemişlerdir. Böylece
biri diğerinin şahitliğini kabul etmiş, biri ötekisinden ilim alıp öğrenmiş,
aralarında miras ve nikah, evlenme olayı devam etmiştir. Kendi aralarındaki
muameleleri de İslâmî hukuk esasları çerçevesinde sürdürmüşlerdir. Halbuki aralarında
kavga vardır, aralarında lanetleşme bulunmaktadır ve aralarında buna benzer
daha bir çok şeyler vardır. Bütün bunlara rağmen din açısından kardeştirler.
Zira Kur'ân bize olayı öylece bildirmiştir. Biz de buna göre değerlendiririz.[189]
Ehli Sünnet
velcemaatın bu konudaki akidesi ise şöyledir: Bir müs-lüman kalbî dostulğu da
kalbî düşmanlığı da tam anlamıyla sürekli olmalıdır.
Şeyhul İslâm İbn
Teymiye (r.a) diyor ki: "Kalbî sevgi ve buğuz, kalbî irade ve istememe
hususlarının da tam anlamıyla olması ve aynı zamanda kesin olması gereklidir.
Bu husustaki bir eksiklik kesinlikle iman eksikliğindendir. Ancak bedenen
yapılacak bir iş ve hizmet ise bu, kişinin gücü nisbetindedir. Kişinin iradesi
ve karşı çıkışı ne denli kamil ve etkin olursa, bununla beraber bedenen yapacağı
hizmeti, gücü nisbetindedir. Buna rağmen o kimseye, o hizmeti tam manasıyla
yürüten kimsenin alacağı sevap verilir."
"Bu arada bazı
insanlar da var. ki, bunların sevgisi, buğzu, iradesi ve karşı çıkışı, kendi
nefsinin onu sevmesi veya ona buğzetmesi oranında olmaktadır. Yoksa Allah'ı ve
Rasülünü sevdiği oranda veya Allah ve Rasûlünün o şeye buğzettiği oranda bir
tavır olmamaktadır. Yani bunlar önceliği kendi nefislerine vermektedirler. İşte
bu da bir tür nefsine, heva ve arzusuna uyuştur. Eğer insan böyle bir yola
girerse, kendi neva ve arzusuna uymuş olur. Nitekim Allah (c.c) şöyle
buyuruyor:
"Allah'dan bir
yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir?"
(Kasas, 28/50).[190]
Ehl-i Sünnet
ve'1-Cemaat akidesi içerisinde, heva ve isteklerin peşinden gidenler ve bid'at
erbabından uzak kalma hususu da yer ı maktadır.
Bid'at kelimesi,
ibtida'dan alınmıştır ki, bu da icadetmek, yarmak ve bulmak manalarına gelir.
Bu manasıyla bid'at daha önce hiç bir benzen olmayan yepyeni bir şeyi ortaya
koymak, önceden alışılmamış bir şey meydana getirmek demektir. Nitekim:
"İbtedeallahu'l-halke" şeklindeki arap söylemi, Allah onları ilk
olarak yarattı manasınadır. Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
(O), göklerin ve yerin eşsiz
yaratıcısıdır." (Bakara, 2/117).
Yine Rabbimizin bir
başka âyeti de şu mealdedir:
"De ki: "Ben
peygamberlerin ilki değilim." (Ahkaf, 46/9)
Yani ben yeryüzüne ilk
olarak gönderilen bir peygamber değilim. Benden önce de insanlara peygamberler
gelmiştir.
Bid'at kelimesinin kapsamına kalplerin
uydurduğu, dillerin söylediği ve organların işlediği her tür yenilik girer.
Hepsini bu kelime kapsamına alır.[191]
İbnu'l-Cevzî de diyor
ki: "Bid'at, olmamış olan bir şeyi yapıp ortaya koymaktır. Bid'atlerde
üstün gelen taraf, şeriata ters olması sebebiyle onunla çalışmasıdır. Yani
şeriata bir şey ilave etmektir veya bir şeyi şeriatten eksiltmektir."[192]
Biri çıkıp da şöyle
sorabilir: Şu anda bizim bidatçılar karşısındaki tavır ve tutumumuz ne
olmalıdır. Özellikle sen kafirlere dostluktan, onlardan uzak kalma gereğinden
söz etmektesin, mü'minlere velayeti vermeyi, onları dost tanımayı ve onlara
yardım etmeyi anlatıyorsun, bunun gereği üzerinde duruyorsun. O halde bid'atçılar
karşısındaki durumumuz ne olmalıdır?
Buna cevap olarak
deriz ki: Öncelikle bid'atm doğuracağı tehlikeler çok büyüktür. Bunun delili
ise, bid'atın bir çok kısımlara ayrılmış olmasındandır. Kimi bid'at var ki,
açık-seçik küfürdür, kimisi büyük günahtır, kimisi de küçük... kısaca bidatler
çeşit çeşittir. Nitekim bu hususta İmam Şatıbî şunları söylemektedir:
"Bid'atlcr derece
bakımından farklı farklıdırlar. Kimi bidat var ki açıkça küfürdür. Meselâ
cahiliye bid'atı gibi ki, Kur'ân bu hususta bizi uyarmaktadır. Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
"Allah'ın
yarattığı ekinlerle hayvanlardan Allah'a pay ayırıp zan-larıncai "Bu
Allah'a, bu da ortaklarımıza (putlarımıza)" dediler. Ortakları için
ayrılan Allah'a ulaşmıyor, fakat Allah için ayrılan ortaklarına ulaşıyor! Ne
kötü hüküm veriyorlar." (En'am) 6/136).
Cahiliye araplarından
bazıları, ekinlerinin ve hayvanlarının bir kısmım Allah ile putları arasında
bölüştürürler ve "Şu Allah'ın payı, bu da tanrılarımızın, putlarımızın
payıdır", derlerdi. Allah için ayırdıklarını konuklara ve fakirlere
harcarlar, tanrılar için ayırdıklarını da onların huzurunda yapılacak ayin vb.
şeylere sarfederlerdi. Eğer Allah'ın hakkından putun hakkına bir şey geçerse
onu öyle bırakırlardı. Putun hakkından Allah için ayrılan tarafa bir şey
geçerse, onu alıp tekrar putun payına katarlardı. Ve: "Allah zengindir,
bunlar ise fakirdir" derlerdi. Puta ayrılan, neticede yine kendilerine
kalacağından onun payından Allah için ayrılan tarafa bir şey geçmemesine dikkat
ve özen gösterirlerdi. İşte Yüce Allah onların bu yaptıklarına yukarıda
sunduğumuz âyet mealinde işaret etmekte ve onları kınamaktadır.
Yine Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
"Dediler ki:
"Şu hayvanların karınlarında olanlar, yalnız erkeklerimize aittir,
kadınlarımıza ise haram kılınmıştır. Şayet (yavru) ölü doğarsa, o zaman (kadın-erkek)
hepsi onda ortaktır." (En'âm, 6/139),
Yine Rabbimiz şöyle
buyurmaktadır:
"Allah bahîrâ,
Şaibe, Vasile ve hâm diye bir şey (meşru) kılma-nııştır, fakat kâfirler, yalan
yere Allah'a iftira etmektedirler ve onların çoğunun da kafaları
çalışmaz." (Maide, 5/103).
Müşrikler, bahire,
şaibe, vasîle ve hâm diye tanımladıkları deve ve koyunların et ve sütlerini,
kendi istedikleri durumların dışında haram kılmışlardı. İşte Enam ve Mâide
sûresinden sunduğumuz âyetler bunlara işaret ediyor.
İslam öncesi Arapların
batıl inanç ve adetlerinden biri de bazı sebep ve bahanelerle bir takım
hayvanları putlara kurban etmeleri, onları putlar adına serbest bırakmaları
inancı idi. İşte bu cümleden olmak üzere beş defa doğuran ve beşinci yavrusu
dişi olan deveye "Bahîre" adı verilirdi. Bunun kulağı çentilir,
sağılmaz, sütü de putlara bırakılırdı. Put adına serbest bırakılan ve sütünden
sadece misafirlerin yararlandığı develere de "Şaibe" denirdi. Biri
erkek, diğeri dişi olmak üzere ikiz doğuran koyun veya deveye
"Vasile" derlerdi. Erkek yavruyu puta kurban ederlerdi. On nesil
dölleyen erkek deveye de "Hâm" denirdi. Bu da serbest bırakılırdı.
Münafıkların
bidatlerine gelince, onların bidatleri de aynen kâfirlerin bid'atleri gibidir.
Çünkü bunlar da dini kendi çıkarları için, heva ve arzulan için, mal edinme ve
benzeri şeyler için bir araç ve vesile kabul etmektedirler. Hiç kuşkusuz bu da
apaçık bir küfürdür.[193]
Bir de helal ve
haram" kılma olayı vardır ki, bu iş bizzat Allah (c.c)'ın işidir. O'na
aittir. Kimse böyle bir yetkiye sahip değildir. Kim kendi başına bir şeyi helal
kılma veya haram kılma, (yasaklama) işine kalkışırsa, o kimse bir şeriat
getirmiş ve koymuş olur. Kim de bir şeriat koyarsa kendisini ilahlaştırmış
olur. Nitekim Allah (c.c), bizzat yaratan olduğu gibi aynı zamanda O, emir ve
sulta (güç ve kuvvet) sahibidir, hakimiyet sahibidir. Zira şöyle
buyurmaktadır:
"Bilesiniz ki,
yaratmak da emretmek de O'na mahsustur." (A 'raf, 7/54).
Yine Rabbimiz bir
başka âyette şöyle buyurmaktadır:
"Dillerinizin
yalan olarak vasfettiği şeyler sebebiyle, "Bu helaldir, bu da
haramdır" demeyin, çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz.
Kuşkusuz Allah'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler." (Nahl,
16/116).
İşte küfür sayılan bu
bidatleri ve benzerlerini işleyenlere karşı mutlaka düşmanlık göstermek,
buğzetmek, gereken ikrahı ve zoru göstermek ve bunlarla cihad etmek gerekiyor.
Ancak önce kendileri uyarılır, mazeretleri var mı yok mu öğrenilir, bunlar
yapıldıktan sonra yapılması gerekenler yapılır.Bunlardan uzak durmakla asıl
kâfirlerden uzak durmak arasında bir fark yoktur. Bütün durumlar gerçek yönüyle
ortaya çıktıktan sonra, artık gereken ne ise o yapılır. Zira Hz. Peygamber
(s.a) şöyle buyurmaktadırlar:
"Kim bizim bu din
işimizde onda var olmayan bir yenilik getirirse, o getirdiği şey merduttur =
geçersizdir."[194]
Beğavî de şöyle diyor:
"Ehli Sünnet alimleri, bid'at erbabına karşı düşmanlık gösterilmesinde ve
onlarla her türlü dostluğu ve ilişkiyi kesmek üzerinde ittifak etmişlerdir.[195]
Biz şimdi tekrar bidat mertebelerine,
çeşitlerine geçelim. Şatıbî'-nin zikrettiği gibi aktaralım. Şatıbî diyor ki:
Kimi bidatler de vardır ki, bunlar masiyet türündendirler. Bunları işlemekle
kişi küfre girmiş olmaz. Bir başka türü de bidatte var, işlenmesi halinde
kişiyi küfre götürür mü götürmez mi diye üzerinde ihtilaf olunmuş bid'attir. Örneğin,
Haricîlerin, Kaderîlerin, Mürcie'nin ve benzeri dalalet fırkalarının işlediği
bidatler gibi.
Kimi bid’at de vardır ki, o masiyettir. Küfür
olmadığı hususunda ittifak edilmiştir.
Meselâ tümüyle dünya ile olan bağlarını kesmek gibi, güneşin doğmasıyla oruca
başlamak, cinsel ilişkiden uzak kalmak amacıyla kendisini hadım etmek,
erkekliğini yoketmek gibi.
Kimi bid'atler de
vardır ki, mekruhtur. Meselâ Arafe akşamı dua etmek üzere bir araya toplanmak
gibi. Bir Şafiî alimi olan İbn Abdüsselâm'ın söylediği gibi Cuma hutbelerinde
sultanların isimlerinin söylenmesi ve benzeri şeyler.[196]
İşte bu gibi bidatçılardan Ehli Sünnet
velcemaat daima uzak durmuşlardır.
İkinci olarak:
Bidatçılann din için ne kadar tehlikeli olduklarım oluşturduklarını bildiren
Ümmetin Selefinin ifadelerini ve bunlardan uzak durulması hakkındaki uyarılarım
göreceğiz. Bu konuda değerli sahabî Abdullah b. Mes'ûd (r.a)'un söylediği şu
sözler önemlidir.
"Kim bir sünnet
ile amel etmek istiyorsa, mutlaka o kimse ölen zatın (Rasülullah'm) sünnetine
sarılsın, geçmiş ashabını örnek edinsinler. İşte ortada Hz. Muhammed (s.a)'in
ashabı. Onlar bu ümmetin gerçekten en hayırlıları oldukları gibi, kalbleri de
en temiz olanlardır.
İlim açısından derin
bir ilme sahipler ve pek az bir külfete sahiptirler (insanı sıkıntıya
sokmazlar). Bunlar öyle bir kavimdirler ki Allah (c.c), bunları peygamber
(s.a)'inin sohbeti (ashabı olmaları) için seçmiştir, dinini nakletmek için
bunları tercih etmiştir. O halde bunların ahlakına benzeyin, onların
yollarından gidin. Zira onlar gerçekten dosdoğru yol üzeredirler."[197]
'jt Süfyân es-Sevrî
(r.a) de şöyle demektedir: İblîs nazarında, bidat işlemek ve bidat ehli olmak,
masiyette bulunmaktan çok daha güzeldir. Çünkü insan masiyetten dolayı tevbe
eder, tevbe kabul edilir. Fakat bidatten dönüş (tevbe) yoktur."[198]
İmam Malik (r.a) de
şöyle diyor: "Kim bu ümmette bir şey icad eder ve ortaya koyarsa, daha
önce de seleften kimse böyle bir şey de yapmamış ise, böyle yapanlar şöyle bir
iddiayı kalkışmış gibidirler. "Allah'ın Rasûlü (s,a), bu dine ihanet
etmiştir. Çünkü Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Bugün size
dininizi ikmal ettim." (Maide, 5/3) Mademki o gün bir şey dinden
savunuyorsa, bugün de aynen o şey dinden değildir."[199]
İmam Şatıbî merhum,
bidatin doğurduğu zararları ve meydana getirdiği fesadı iki noktada
toplamaktadır:
1- Bidatler
şeriata zıt ve aykırı olarak, şeriata rağmen ortaya çıkarılmış şeylerdir. Öyleki
bidatçı bizzat kendisini şeriata ilave de bulunacak bir makamda bulmaktadır.
Öyle bir makam ki, yetinilmesi imkansızdır. Yani belli bir sınırda duracağı
bilinmeyen bir şey...
2- Aslında
her bir bidat, ya fazladan bir ilave şeriattır ya da şeriattan bir
eksiltmedir. Ya da sahih ve doğru olan aslı değiştirmektir. Evet, şayet
bidatler işte böyle bir şeydir diye söyleyecek olursan, bilmelisin ki, bütün
bunlar tek tek alınması halinde öyledir. Bazan da bunlar meşru olan bir şeye
ilave yapılmış olur. Böylece de meşru olana bir leke getirir ve ona gölge
düşürür. Şayet herhangi bir kimse böyle bir durumu bizzat şeriatın kendisinde
yapacak olursa, bunu da bilerek ve kasden işlerse, kesin küfürdür. Çünkü
İslama yapılan ilave az ya da çok olsun veya yapılacak olan eksiklik veya
değişiklik küfürdür.[200]
Aynı zamanda bu
görüşü, bidatin zemmi ve yerilmesi konusunda gelmiş olan tüm deliller
desteklemektedir. Nitekim bu delillerden biri Rasûlullah (s.a)'ın şu
ifadeleridir:
"Her bir bidat
dalalettir - (sapıklıktır).[201]
Yine Rasûlullah'm şu
ifadeleri de bunu teyid etmektedir:
"Kim bir dalalete
= (sapıklığa) çağırırsa, kendisine, ona tabi olanların günahlarının aynısı
yüklenir, ancak tabi olanların günahlarından da herhangi bir eksiltme
olmaz."[202]
Selef alimlerinden
biri şöyle diyor: Heva ve arzularının peşinden gidenlerle bir arada oturmayın
veya husumet sahibi kimselerle birlikte bulunmayın. Çünkü ben, sizlerin
onların dalaletlerine dalmayacağınızdan emin değilim ve aynı zamanda,
bildiğiniz bazı şeyleri size yaptırmalarından - (giydirmelerinden) da emin
değilim.[203]
Özetle deriz ki: Ehli
Sünnet ve'1-Cemaatin itikadı, bidatçılardan uzak durmaktır. Özellikle de küfür
olan bidatleri işleyen kimselerden uzak durmaları, onların inançlarının bir
gereğiydi. İnşaallah bu hususta daha fazla bilgi ikinci bölümde
gelecektir.
A- Hz.
İbrahim Halîi (a.s): Allah (c.c)'ın yüce peygamberi İbrahim (a.s), gerçekten
güzel bir örnek, velâ ve berâ' mevzuunda en temiz ve seçkin bir önderdir. Evet
Hz. İbrahim'in; Rabbine, Ö'nun dinine ve mü'min kullarına karşı olan sevgisi,
saygısı, dostluğu gerçekten güzel ve temiz bir örnektir. Aynı zamanda onun Allah
düşmanlarına olan düşmanlığı ve onlardan el etek çekip uzak durması konusunda
bizim için en güzel bir örnektir. O'nun düşmanları arasında babası da
gelmektedir.
Allah peygamberi Hz.
İbrahim (a.s)'in kavmi ile olan durumu, herhangi bir peygamberin kavmiyie olan
durumdan farksız değildi. Hz. İbrahim (a.s) kavmini en güzel bir tarzda
Allah'a, O'na ibadete, kulluğa davet etti. O'na bir tek varlık olarak tevhid
esasını aktardı. İbadette sadece Allah'a yönelmelerini, O'ndan başkasını
tanımamalarını bildirdi. Allah'tan başka tapınılan her türlü tağuttan
uzaklaşıp, onları inkar ve reddetmesini istedi. Nitekim Rabbimiz şöyle
buyurmaktadır:
"Kitapta
İbrahim'i an. Zira o, sıdkı bütün (işinde ve sözünde gerçekten son derece
sadık, dürüst ve kadri yüce) bir peygamberdi.
'Bir zaman o, babasına
dedi ki: Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiç bir fayda sağlamayan bir
şeye niçin taparsın?
"Babacığım!
Hakikaten sana gelmeyen bir İlim bana geldi.
Öyle ise bana uy ki,
seni düz yola çıkarayım.
"Babacığım!
Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah'a asi oldu.
"Babacığım!Allah
tarafından sana azap dokunup ta şeytanın yakını olmandan korkuyorum.
"(Babası) Ey
İbrahim! dedi, sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen,
andolsun seni taşlarım! Uzun bir man benden uzak dur.
"İbrahim:,"Selâm
sana (esen kal) dedi, Rabbim'den senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O bana
karşı lütufkardır.
"Sizden de,
Allah'ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve Rabbime yalvarıyorum.
Umulur ki (senin için) Rabbime dua etmemle bedbaht(emeği boşa gitmiş) olmam.
"Nihayet onlardan
ve Allah'dan başka taptıkları şeylerden uzaklaşıp bir tarafa çekildiği zaman
biz ona İshak ve Yakub'u bağışladık ve her birini peygamber yaptık."
(Meryem, 19/41-49).
İşte bu, Halilurrahman
İbrahim (a.s)'in başlangıç noktasıdır. Güzellikle davette bulunmuştur. Önce
kendisine en yakın olan akraba-sryla işe girişmiştir. Gerçi ortada bu davetle
birlikte karşılıklı bir ce-vaplaşma olmamış ama, ancak bu, batıl ve buna
bağlılar için bir ayrılık sebebi oluşturuyordu. Çünkü bu yeni iş konusunda
düşünmeye, onu reddetmeye ve menetmeye bir neden oluşturuyordu. Bir de davet-çinin
bâtıl ehline batıl işlerinde ortak olmaktan kurtulmak gibi problemleri vardı.
Çünkü onlarla bir arada yaşıyor, onlarla muaşerettedir ve onların
topraklarından hicret etmeye gücü de yetmemektedir.
Daha sonra Kur'ân Hz.
İbrahim (a.s)'in davetini açıklıyor ve o, daveti konusunda kavmine her türlü
hücceti apaçık ortaya koymuştur, her çeşit delili sunmuştur. Nitekim Rabbimiz
şöyle buyurmaktadır:
"(Rasûlüm))
onlara İbrahim'in haberini de naklet. Hani o, babasına ve kavmine, "Neye
tapınıyorsunuz?" demişti. "Putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam
edeceğiz." diye cevap verdiler. İbrahim, "Peki, dedi, yal-vardığımızda
onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut size fayda ya da zarar verebiliyorlar
mı?" Şöyle cevap
verdiler: Hayır, ama
biz babalarımızı böyle yapar bulduk. İbrahim dedi ki: "İyi ama, ister
sizin, ister önceki atalarınızın; neye taptığınızı (biraz olsun) düşündünüz
mü?" İyi bilin ki onlar benim düş m an lanındır; ancak alemlerin Rabbi
(benim) dostumdur;" (Şuarâ, 26/69-77).
Artık cevap
verebilecek bir hüccet ve delil bulamadılar. Sadece babalarının ve atalarının
işlediği gibi kör taklidi gösterdiler. Hz. İbrahim (a.s) kendilerine dedi ki;
ben sizin şu taptığınız putlarınızın, ilahlarınızın düşmanıyım. Bu tıpkı Hz.
Nûh (a.s)'un da söylediği gibidir. Rabbimizin ondan haber verdiğine göre o
şöyle demişti:
"... Siz de
ortaklarınızla beraber toplanıp yapacağınızı karar-laştırm. Sonra işiniz
başınıza dert olmasın. Bundan sonra (vereceğiniz) hükmü, bana uygulayın ve bana
mühlet de vermeyin." (Yûnus,10/71).
Hz. Hûd (a.s) da şöyle
diyor:
"... Ben Allah'ı
şahit tutuyorum; siz de şahit olun ki, ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım.
O'ndan başka (taptıklarınızın hepsinden uzağım).) Haydi hepiniz bana tuzak
kurun; sonra da bana mühlet vermeyin! Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz
olan Allah'a dayandım. Çünkü yürüyen hiç bir varlık yoktur ki, O; onun
perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru yoldadır." (Hûd,
11/54-56).
Yine bir başka âyette
Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"İbrahim'de ve
onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar
kavimlerine demişlerdi ki; "Biz sizden ve sizin Allah'tan başka taptıklarınızdan
uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim
aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir." (Mümtehine, 60/4)[204]
Hz. İbrahim (a.s)'in
işte bu akide ve inancını bizim alimlerimiz olan bu ümmetin selefi şu ifadeyle
dile getirmişlerdir: "Düşmanlık olmaksızın dostluk olmaz. Yani Allah
düşmanlarına düşmanlık gösterilmeden, Allah'a olan dostluk kanıtlanmış olamaz.
Nitekim Allame İbn Kayyım (r.a) da şöyle demektedir: Allah düşmanlarına karşı
düşmanlık gösterilmeden, Allah dostluğundan sözedilmesinin doğru bir yanı
yoktur. Kaldı ki Allah (c.c), Hanif dinine bağlı olanların imamından Rabbimiz
haber verirken şöyle buyurmaktadır. Hz. İbrahim (a.s) kavmine diyordu ki:
"... İyi ama,
ister sizin, ister önceki atalarınızın; neye taptığınızı (bizzat olsun)
düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim düşmanım-dır; ancak âlemlerin Rabbi (benim
dostumdur)." (Şuara, 26/75-77)
Allah'ın halili ve
dostu olan İbrahim (a.s) için bu sevgi ve dostluk ancak Allah düşmanlarına
karşı gösterilen düşmanlıkla gerçekleşilebileceği kesinliği ortaya çıkmış
bulunmaktadır. Yani dostluk ve velâ sadece Allah için olmalıdır. Bu dostluğun
olabilmesi de ancak Allah'-dan başka her türlü mabuttan ve tapınılan şeylerden
uzak kalmakla mümkündür. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Bir zaman
İbrahim, babasına ve kavmine demişti ki: "Ben sizin taptıklarınızdan uzağım.
Ben yalnız beni yaratana taparım. Çünkü O, beni doğru yola iletecektir. Bu
sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki
insanlar (dinine) dönsünler." (Zuhruf, 43/26-28).
Yani bu
muyalatldgsjluk) sadece Allah için olmalı, Allah (c.c)'dan başka mabud tanınan
tüm şeylerden de uzak durulmalı, bunu da yine Allah için yapmalı. Öyle bir
kelime için bu dostluğu ve düşmanlığı sürdürecektir ki, bunu peygamberler ve
tabileri hep birbirlerinden miras yoluyla aldılar. İşte bu kelime "Lailahe
illallah" kelimesidir. Bu öyle bir kelimedir ki, Haniflerin İmamı da bunu
miras yoluyla almıştı, aynı zamanda kıyamete dek de miras yolu ile onun
tabilerine geçecek ve böylece sürecektir.[205]
İmam Taberî de şöyle
diyor: "Ey Muhammed ümmeti! Hz. İbrahim (s.a)'in yaptığında ve onunla
beraber hareket edenlerde sizin için pek güzel bir örnek vardır. Evet Hz.
İbrahim ve onunla beraber olanların kâfirlere karşı olmaları, örneğinde,
kâfirlere düşmanlık, sürdürmeleri hareketinde ve onlarla asla dostluk kurmamaları
örneğinde de sizler için pek güzel bir örnek vardır. Ancak Hz. İbrahim (a.s)'in
şu ifadesi size örnek değildir:
"Andolsun ki
senin için mağfiret dileyeceğim" (Mümtehine, 60/4) Evet, Hz. İbrahim'in bu
sözü size bir örnek değildir. Çünkü Hz. İbrahim'in daha önce babasına vermiş
olduğu bir sözden dolayı idi bu ifadesi. O henüz babasının Allah düşmanı
olduğunu bilmiyorken böyle bir söz vermişti. Ancak babasının Allah düşmanı
olduğunu anlayınca, hemen babasıyla olan tüm ilişkisini kesti. Böylece Allah
düşmanlarından tamamen uzak durdu. O halde siz de Allah düşmanlarından uzak
durun, ta ki onlar bir tek Allah'a iman edinceye kadar, onları dost edinmeyin
Allah'dan başka tüm tapınılan şeylerden uzak kalıncaya kadar dost edinmeyin
onları. Onlara karşı tüm düşmanlığı ve buğ-zu açıklayıp ortaya koyun.[206]
İşte bu karşılıklı
düşmanlığın ve güçlü bera'nm yani onlardan uzak kalışın neticesi, tüm
azgınların ve taşkınların Hz. İbrahim (a.s)'in öldürülmesi üzerinde ittifak
etmiş olmalarıdır. Zaten tarihin de gösterdiği gibi çağlar boyu, bütün azgın
ve haddi aşıp isyan edenlerin durumu bu idi. Onlar daima Allah yoluna davet
edenlerin karşısına dikilmişlerdir. Bu karşı koyuş başka bir şey için değildi.
Davetçilerin insanları sadece, bir tek Allah'a kul olmaya ve O'na ibadete
çağırmaları ve bir tek O'nun önüne eğilinmesini istemeleri yüzündendi. Nitekim
Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Onlar bunlara
ancak Aziz ve llamid olan Allah'a iman etmeleri sebebiyle azab ettiler."
(Bürûc, 85/8).
Artık Hz. İbrahim
(a.s)'in yakılması için büyük bir ateş hazırladılar. Ancak Allah'ın gözetmesi
ve koruması, Halili ve sadık dostu Hz. İbrahim (a.s)'in yanında idi. Yardımı
Hz. İbrahim'le idi. Bunun için o ateş onu yakmamış onun için serinlik ve
esenlik olmuştu. Rab-bimiz şöyle buyurmaktadır:
"Onun için bir
bina yapın ve derhal onu ateşe atın! dediler. Böylece ona bir tuzak kurmayı
istediler. Fakat biz onları alçaklardan kıldık." (Saffât, 37/97-98).
Artık Allah
düşmanlarının Hz. İbrahim'le baş edemeyeceklerini anlamaları ve yenilmeleri
üzerine, bu defa onun aleyhine olmak üzere güç ve kuvvetlerini bir araya
toplamak üzere anlaştılar. Ancak bu davranışlarıyla da Rabbimizin onlar için
hazırladığı tuzağa düştüler. Rab-bimizin buyurduğu gibi O, kerimesini, dinini
ve burhanını yüceltti. Rab-bimiz şöyle buyurmaktadır:
"(Bir kısmı),
Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da ilahlarınıza (putlarınıza) yardım edin! dediler.
Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol, dedik. Böylece ona bir tuzak
kurmak istediler; fakat biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna
soktuk." (Enbiya, 21/68-70).[207]
İlahî ve Rabbanî
Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a) için, Hz. İbrahim'e tabi olmaya ve
ona uymaya yönelik olarak gelmiştir. Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Sonra da sana,
"Doğru yola yönelerek İbrahim'in dinine uy! O müşriklerden değildi"
diye sana vahyettik." (Nahl, 16/123).
Bir diğer âyet meali
de şöyledir:
"De ki: Allah
doğruyu söylemiştir. Öyle ise, hakka yönelmiş olarak İbrahim'in dinine uyunuz.
O, müşriklerden değildi." (Al'i îmrân, 3/95).
Yine Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
"(Yahudiler ve
hnstiyanlar müslümanlara) Yahudi ya da hı-nstiyaıı olun ki, doğru yolu bulaşınız."
dediler. De ki: "Hayır!Biz, hanif olan İbrahim'in dinine uyarız. O,
müşriklerden değildi." (Bakara, 2/135).
Allah (c.c) yine şöyle
buyurmaktadır:
"İnsanların
İbrahim'e en yakın olanları, ona uyanlar, şu peygamber (Muhammed) ve ona iman
edenlerdir. Allah, mü'min-lerin dostudur." (Âl-i îmrân, 3/68).
Yüce Mevlâ şöyle
buyuruyor:
"İşlerinde doğru
olarak kendini Allah'a veren ve İbrahim'in, Allah'ı bir tanıyan dinine tabi
olan kimseden dince daha güzel kim vardır? Allah İbrahim'i (kendine) dost
edinmişti." (Nisa, 4/125).
"Allah uğrunda,
hakkını vererek cihad edin. Sizi o seçti; din hususunda üzerinize hiç bir zorluk
yüklemedi; babanız İbrahim'in dininde (olduğu gibi). O, gerek
bundan önce
(ki kitaplarda), gerekse
bu (Kur'ân'da) size "Müslümanlar" adını
yerdi." (Hac, 22/78).
Allah (c.c), bir diğer
âyetinde şöyle buyuruyor: "İbrahim'in dininden kendim bilmezlerden başka
kim yüz çevirir?" (Bakara, 2/130).
İşte bütün bu
haberler, Allah (c.c), tarafından Hz. Muhammed (s.a)'in ümmetine birer
haberdir. Onlar için Hz. İbrahim (a.s)'in yaptığında bir örnek
oluşturmaktadır. Bu bize, ona samimi ve ihlaslı olarak bağlanıp uymamız için
bildirilmiştir. İnsan onu örnek edinecek, böylece bir tek Allah'a tevekkül de
bulunacaktır. Bir tek Allah'a kulluk ederek, O'na olan ibadetini yerine
getirecektir. Ayrıca her türlü şirkten ve ortak koşma düşüncesinden uzak
duracak, tüm müşriklerden ve şirk koşanlardan ayrı duracak, münasebetlerini
kesecektir. Bütün batıllara ve taraftarlarına karşı da düşmanlığını
sürdürecektir. **
"Bir zamanlar İbrahim, babası Azer'e:
Putları ilahlar mı ediniyorsun? demiş ve doğrusu ben seni ve kavmini açık bir
sapıklık içinde görüyorum diye söylemişti)." (En'am, 6/74).
Kur'ân'ın açık olarak
Hz. İbrahim'in babasını Azer olarak bildirmesine rağmen bazı kimseler ve
özellikle herhangi bir delile dayanmaksızın Ehli tarik veya ehli tasavvuf,
Kur'ân'ın bu açık hükmü karşısında, hiç düşünmeksizin, Azer'in Hz. İbrahim'in
babası değil, amcası olduğunu ileri sürmektedirler. İşte biz bu konuyu da
burada dile getirmek suretiyle meselenin aslı nedir, kaynaklara ve sağlam delillere
dayanmak suretiyle sunmak isteriz. Biz bu hususta ileri sürülen tartışmalara
pek fazla yer vermeksizin, mümkün olduğunca en sahih olan görüşleri sunmakla
yetineceğiz:
"Hz. İbrahim'in
babasının adı Âzer'dir. "Biyografi alimleri, onun isminin Tareh olduğunda
ittifak etmişlerdir, sözü ise zayıftır. Evet bu sözün zayıf bir görüş olduğunu
söylüyoruz. Zira bu, kişilerin birbirlerini taklid etmeleri sonucu oluşmuş
olan bir kanaattir. Neticede bu görüş, Vehb, Ka'b vb. gibi bir iki kimsenin
sözünden kaynaklanmaktadır. Ele geçirdikleri Yahudi ve Hrıstiyan rivayetlerine
dayanmış da olabilirler ki, Kur'ân'ın açık ifadesi karşısında bu durumun hiç
bir değeri de yoktur.
Ayrıca bu konuda bir
çok görüşler ileri sürülmüştür. Ancak biz hiç bir İslâmî açıdan değer taşımayan
bu tür görüşler için şöyle söyleyebiliriz:
Bütün bu zorlamalar,
Azer'in İbrahim (a.s)'in babası olmadığına kesin bir delil elde bulunduğu
zaman ancak dikkate alınabilir. Fakat böyle bir delil de bulunmamaktadır. O
halde bizi bu tevillere hangi ihtiyaç zorlamaktadır... Kuvvetli delil,
meselenin âyetin açık manâsının doğru olduğu tarzındadır. Biliyoruz ki;
Yahudi, Hıristiyan ve müşrikler, Hz. Muhammed (a.s)'e buğzetme ve kin gütme
konusunda son derece ileri bir noktaya varmışlardır. Eğer Kur'ân-ı Kerim'in bu
isnadı, yani Azer'in Hz. İbrahim'in babası olduğu isnadı yanlış olsay-
di; adı geçen zümreler
Kur!ân'ı ve onun tebliğcisi Hz. Muhammed (a.s)'i yalanlamakta susmaları mümkün
olmazdı. Böyle bir yalanlamada bulunmadıklarına göre; Kur'ân'ın bu,isnadının
doğru olduğu açıkça anlaşılmaktadır.[208]
Bir başka kaynakta da
şu ifadeleri görmekteyiz: Müfessirler Hz. İbrahim'in babasının adı hakkında;
"Acaba Azer onun adı mıdır, lakabı mıdır, nesebi midir yoksa ona
bağlılığı dolayısıyla aslında bir putun adı mıdır konusunda farklı görüşlere
sahiptirler. İbn Cerîr şöyle demektedir: Doğrusu babasının adının Azer
olduğudur. Daha sonra babasının adının Tareh olduğunu ileri süren mezhep
alimlerinin sözlerini kaydettikten sonra, şu cevabı verir: "İki adı olabilir.
Nitekim insanların çoğunun bu şekilde iki adı vardır. Ya da bunlardan birisi
onun lakabı olabilir."
İbn Kesîr der ki: İbn
Cerîr'in bu söylediği, güzel ve kuvvetli bir görüştür.[209]
Babasına gelince:
Tevrat Tekvin kısmının 11/26. belgesinde adının Tareh olduğu belirtilmişse de
Kur'ân onu tashih ederek (düzelterek) Azer olduğunu açıklar, Batılı
reddetmede, hakkı telkinde baba-evlat arasında mutlak sevgi ve saygı aranmaz.
Bu bakımdan Azer'in İbrahim Peygamber'in babası olup olmadığında şüpheye
düşmenin, bir takım yersiz yorumlar yapmanın, ciddi olmayan rivayetlere başvurmanın
hiçbir makul anlamı yoktur. Kur'ân gayet açık biçimde, şüphelere yer
vermeyecek şekilde Azer'in, İbrahim'in babası olduğunu belirtmiştir.[210]
Bu âyette Hz. İbrahim
(a.s)'in pederinin isminin "Azer" olduğu anlaşılıyor...
... Fakat bunlar
KuY'ân'm zahirine karşı tekellüf (zorlama) ve ta-assubtur. Zira Hz. Peygamber
(a.s)'in nesebine hiç bir zaman sifah (zina) karışmamış, hepsi nikahtan gelmiş
olduğunda hiç bir tereddüt yok ise de Şuarâ 219. âyetinde ifâde olunan babadan
babaya intikâli yani takallubatı sulbiye kesin değildir. Kaldı ki Hz. İbrahim
(a.s)'in muamelesi de aşağıda mealini sunacağımız âyetin kapsamı dışında düşünülemez.
Adı geçen âyet meali şöyledir:
"Eğer onlar (anan
ve baban) seni, hakkında bilgin olmayan bir-şeyi (körü körüne) bana ortak
koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme." (Lokman, 31/15, Ankebût,
29/8).[211]
Artık bu âyetler
karşısında kâfir olan babaya nasıl davranılması gerekiyorsa, Hz. İbrahim (s) da
onu yapmıştır. Ancak itiraz kabilinden şöyle denilebilir. Bu âyet, Hz.
P-eygambere indirilen Kur'ân'dan bir âyettir. Bu, Hz. İbrahim için nasıl bir
delil olabilir? İslam alimleri ve müfessirler bunu ve daha başka âyetleri Ve
rivayetleri delil olarak sunmuşlardır. Bu itibarla böyle bir savunmaya
kalkışacak olanlar mes-nedsiz bir savunma yolu seçmiş olurlar ki, zaten
bunların da erbabınca bir değeri ve önemi yoktur.
... Sonra tarih
kitaplarında meşhur olan "Tarah" isminin menşei nihayet Yahudi ve
hrıstiyan haberlerine dayanmaktadır ki, bu da sonuçta Tevrata götürülmektedir.
Bu ise Kur'ân'ın Azer ihbarına mu-araza edecek bir kuvveti haiz değildir. Yani
Kur'ân'ı haşa çürütecek bir güce sahip bulunmamaktadır. Zira onlar Kur'ân
üzerine değil, Kur'ân onlar üzerine gözcü ve hakimdir.
İbn Cerîr
tefsirinde-beyan olunduğu üzere Muhammed îbn İs'hak demiştir ki,
"Azer" Hz. İbrahim (a.s)'in babasıdır.[212]
Şimdi de Şuarâ
süresindeki ilgili âyetin mealini sunalım. Raibbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Secde edenler arasında dolaşmam da (görüyor)" (Şuara, 26/219)
İbn Abbâs (r.a)'dan
gelen rivayete göre "ve tekallübeke fissacidîn" yani 219. âyetin
ifade etmek istediği mafna şudur: Allah senin bir peygamberin sulbünden diğer
peygamberin sulbüne intikal ede ede nihayet nasıl bir nebî = peygamber olarak
çıktığını görendir.[213]
Elmalı Hamdi Yazır bu
âyetle ilgili olarak: 'Takallubatı Sulbiy-ye manası kati olmadığı gibi Hz.
İbrahim'in muamelesi "Lokman ve Ankebût sûrelerindeki âyetlerin ifade
ettiği manânın dışında da düşünülemez" demektedir.[214]
Bir başka kaynakta da
şunların yazılmış olduğunu görüyoruz:
Şüphesiz insanların
efendisi ve en büyüğü Hz. Muhammed (a.s)'dir. Ondan sonra uzaktan büyük dedesi
olan Hz. İbrahim (a.s) gelir. Hz. Muhammed (a.s) onun sülalesinden, İsmail
(a.s) kolundan gelmedir.
Azer, Hz. İbrahim
(a.s)'in babasıdır diyen olduğu gibi amcasidir diyen de olmuştur. Zeccac diyor
ki: "Neseb ve soy bilginleri ittifak halinde İbrahim'in babasının olduğunu
söylüyorlar." Mükatil ve İbn İshak el Kuşeyrî de bu hususta şöyle diyor:
İbrahim'in babasının ismi Tarih de olsa lakabı Azer'dir. Hasan el-Basrî ise
aksini söylüyor. Ona göre, Hz. İbrahim'in babasının ismi Azer, lakabı da
Tarih'dir. Bazı bilginler "Azer Hz. İbrahim'in babası değil amcasıdır.
Mecazen amcaya da baba denilir, diyorlar.
Remlî de şöyle der:
"Hiç bir peygamberin babası kâfir olamaz, diyen kimse" yanılmıştır.
Bu sözü söyleyen kimse şiîlere ayak uydurduğu gibi Kur*ân ve Sünnete de ters
düşmektedir. Çünkü Kur'ân'ı Kerîm müteaddid yerlerde, açıkça Azer'in,
İbrahim'in babası olduğunu beyan ediyor. Azer onun amcasıdır demek için hiç bir
belge yoktur. Gereksiz mecaza gitmek doğru değildir. Üstelik tefsir uleması ile
ehl'i sünnet bilittifak İbrahim'in babasının kâfir olduğunu beyan etmişlerdir.[215]
Şimdi de Buhârî'den
bir rivayetle bu konuyu noktalayalım.
Hz. Ebû Hüreyre
(r.a)'nin rivayetine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır: "Kıyamet
gününde İbrahim, kendi babası Azer ile Azerin yüzü üzerinde bir simsiyahhk ve
toz toprak olduğu halde karşılaşır. İbrahim babasına: "Ben sana dünyada
iken bana asi olma demedim mi? der." Babası da ona: "İşte bugün ben
sana asî olmayacağım! der." Bununji^erine İbrahim: "Ey Rabbim! Sen
bana insanların yeniden diriltilecekleri gün, beni zelil ve rüsvay
etmeyeceğini va-detmiştin. Şimdi Allah'ın rahmetinden çok uzak olan babamın
vaziyetinden daha arlandırıcı ve utandırıcı hangi rüsvayhk olabilir? der. Yüce
Allah da: (Ya İbrahim!) Ben cenneti kâfirlere haram kılmışımdır, buyurur.
Bundan sonra Yüce Allah tarafından: Ya İbrahim, şu iki ayağının altındaki
nedir? denilir. İbrahim bakar ve ayakları arasında kana bulanmış bir sırtlan
görür (ki, İbrahim'in babası bu çirkin surete çevirilmiştir). Bu çirkin manzara
üzerine onun (babasının) ayaklarından yakalanır ve ateşe (yani cehennemin
içine) atılır."[216]
Bu hadiste en şerefli
oğulun bile, müslüman olmadığı takdirde babaya fayda veremeyeceğine delil
vardır. Babasının hayvanlar içinden çirkin manzaralı sırtlan kılığına
çevrilmesi, bu hayvanın uyanık olması gereken şeylerden gaflet etmesi
sebebiyle hayvanların ahmağı olmasındandır. Azer'de de İbrahim'in uyarmasına
karşılık bu sıfat bulunmuş oluyor. Babasının bu surete çevirilmiş olması, Hz.
İbrahim (a.s)'in ondan uzaklaşması içindir. (Kastalânî)[217]
Artık sunulan bu
kaynaklardan sonra sanırız, gerçek ortaya ko nulmuştur, bundan böyle kimsenin
de bir diyeceği kalmamıştır.[218]
Daha önce de
belirttiğimiz gibi bütün peygamberlerin daveti bir tek idi. Bu davet, bir tek
olan Allah'a ibadet ve kulluk daveti idi. Din olarak bir tek O'nun ve dinini
tanıma davetiydi. Bir tek Allah'ı ilah tanımak, O'nun hükmüne ve şeriatına rıza
göstermek idi. Aynı zamanda Allah'dan başka ma'bûd diye tanınan tüm
varlıklardan uzak kalmak ve onlarla ilişik kesmek davetiydi. Allah'dan başka
tapınılan şeyler ister sevgi duyulan bir varlık olsun, ister korkulan bir
varlık olsun bütün bunlardan da uzaklaşmaya davet ediyorlardı. Nitekim
Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun ki,
biz, "Allah'a kulluk edin ve Tağuttan sakının" diye (emretmeleri
için) her millete (ümmete), bir peygamber gönderdik’ (Nahl, 16/36)
Gerçekten bizler bu tertemiz ve pırıl pırıl
akidenin yolunu gösteren pek yüce ve çok değerli aydınlatıcı örnekler
görmekteyiz.
Gerçekten onlardan
mü'min olanlar. Nerede ve hangi yerde olurlarsa olsunlar, nereye girerlerse
girsinler, hangi çağda ve hangi şehirde yaşarlarsa yaşasınlar, onlardın mü'min
olanlar. Rabbimiz Allah (c.c), en sağlam ve muhkem olarak indirmiş olduğu
kitabında bize bunları örnek olarak göstermiştir ki, bizim için en güzel örnek
olsunlar, değerli ve yüce peygamberi için de bir teselli kaynağı olsunlar.
Bunların dinleri ve inançları uğruna neler çektiği, ister Hz. Peygamber
(a.s)'in kendisi olsun, ister seçkin ashabı olsun çektikleri konusunda bir
teselli olsun diye örnek kılmıştır bize.
Gerçekten bugünkü
müslüman davetci verilecek olan bu örnekler üzerinde ne kadar da çok
düşünmelidir. Çünkü müslüman davetçi öyle bir insandır ki, o, tüm insanlar için
hayır ve iyilik istemeye aşırı şekilde düşkündür. Evet bu örnekler, gerçekten
iman ile ilgili örneklerdir. O burada kendisi için bir teselli ve taziye
bulacaktır. Zira karşılaşacağı sıkıntılar ve zorluklar için bunlar ona teselli
ve taziye olacaktır.
Mademki ilahî sünnet
ve kanun Allah'ın peygamberleri ve salih kullan için böyle sürüp gitmiştir. Hep
eziyetlerle, sıkıntı ve güçlüklerle karşılaşmışlardır. Kaldı ki bunlar, Allah
(c.c), nezdinden halkın en değerlileri ve en asilleridirler. Bunlar böyle
zorluk ve sıkıntılarla yüz-yüze geldiklerine göre, artık hidâyet, hak, hayır
davetcileri de haliyle değişik sıkıntılarla ve zorluklarla karşılaşacaklardır.
Kimisi alay olunacak, kimisiyle eğlenilecek, kimisine azab ve işkence
edilecektir. Fakat bütün bunlara rağmen beraberlerinde Allah'ın yardımını ve
gözetimini göreceklerdir. Evet Allah'ın koruması, gözetimi ve kaderi onları
daima ihata ederek kuşatmıştır. Bu itibarla bu davetçiler nasıl bir zorlukla
karşı karşıya gelirlerse gelsinler bu, onlar için Allah'dan gelen bir imtihan
ve bir denemedir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Allah,
kirlenmişi temizden ayırdetmeksizin, mü'minleri, bulunduğunuz halde bırakacak
değildir." (Al'i İmran, 3/179).
Müslümanlar ya da
mü'minler ne zaman hakk üzere sebat ederler, Allah'a gereğince dayanıp güvenerek
tevekkül ederler, bir tek O'ndan korkarlar ve Allah'dan başkasından
korkmazlarsa, işte böyle bir davranış, gerçekten insanların Allah'ın dinine
girmeleri konusunda en büyük bir sebep olacaktır. Evet bunların gittiği yolda
gitmeyi, davalarında samimi olan bu kimseleri örnek edinmeyi
kabulleneceklerdir. Zira bu samimi kimseler her bakımdan kendilerini Allah
yoluna feda ile adamış olan kimselerdir. Bunlar öyle kimselerdir ki, insanların
yanındaki şeyleri, gelecek ve istikbal arzularını bırakmışlar, sadece ve sadece
Allah (c.c)'ın nezdinde olana rağbet etmişler ve hep onu isteyip durmuşlardır.
İşte söz etmek
istediğimiz bu örneklen şimdi size özetle sunmak isteriz:
Hz. Nûh (a.s); Bu yüce
peygamber, kavmini 950 yıl peygamber olarak Hakk'a davet etmiş bu davete rağmen
pek az kimse iman etmiştir. Şimdi burada bizim sözünü etmek istediğimiz nokta,
Hz. Nûh (a.s) ile oğlunun durumudur. Bilindiği gibi oğlu kendisine karşı gelerek
isyana kalkışmış ve babasının davetini kabul etmekten kaçınmıştı. Nitekim Rabbimiz
şöyle buyurmaktadır:
"... Nûh, gemiden
uzakta bulunan oğluna, "Yavrucuğum! (Sen de) bizimle beraber bin, kâfirlerle
beraber olma!" diye seslendi. Oğlu, "Beni sudan koruyacak bir dağa
sığınacağım" dedi. (Nûh), "Bugün Allah'ın emrinden (azabından),
merhamet sahibi Allah'tan başka koruyacak kimse yoktur" dedi. Aralarına
dalga girdi, böylece o da boğulanlardan oldu. (Nihayet), "Ey yer suyunu
yut! Ey gök sen de (suyunu) tut!" denildi. Su çekilip azaldı; iş
bitirildi, (gemi de Cûdî (dağının) üzerine yerleşti. Ve "O zalimler
topluluğu yok olsun" denildi. Nûh Rabbine dua edip dedi ki: "Ey
Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin va'din
ise haktır. Sen
Hakimler Hakimisin." Allah buyurdu ki: Ey Nûh! O asla senin ailenden
değildir. Çünkü o, salih olmayan bir amel sahibi idi (kâfirdi). O halde
hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana cahillerden olmamanı
tavsiye ederim! Nûh dedi ki: Ey Rabbim! Ben hakkında bilgim olmayan şeyi senden
istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve esirgemezsen, ben ziyana
uğrayanlardan olurum." (Hûd, 11/42-47).
Aslında, bu dinde
insanların üzerinde birleşmiş oldukları asıl unsur ve bağ, ne kan bağıdır, ne
soy bağıdır, ne toprak, vatan ve ülke bütünlüğü varlığıdır. Bu bağ aynı zamanda
kavim, millet ve aşirete dayalı bir bağ da değildir, bu bağ renk, ırk, cins ve
unsur tanımayan bir bağdır, bu bağ bir sanat ve tabaka bağı da değildir. İslâmî
bağ, ancak akideye ve inanca dayalı olan temel bir bağdır.
Nitekim daha önce Hz.
İbrahim (a.s)'in babasıyla olan durumunu gördük. Burada ise Hz. Nûh (a.s)'un
oğluyla olan durumu gündeme gelmiş bulunmaktadır. Hz. Nuh (a.s):
"Şüphesiz oğlum benim ailemdendir" derken, Yüce Allah'ın, ailesini
boğulmaktan kurtaracağına dair olan va'dine işaret ediyordu. Ancak, 46. âyette
oğlunun, onun ailesinden olamayacağı bildirilmekte idi.
İşte bu âyetten
anlaşılan şu ki, insanlar arasındaki yakınlığın asıl sebebi din birliğidir.
Allah'ın dinine inanmış ve peygamberlerini tasdik etmiş kimseler birbirlerinin
manevî akrabası, yakını ve dostudurlar. Bunların arasında manevî bir birlik
vardır. Mü'minlerle kâfirler ırk bakımından birbirlerinin akrabası olsalar
bile, bu akrabalığın Allah katında hiç bir değeri yoktur. Nitekim Hz. Nuh
(a.s)'un oğlu babasına inanmadığı için, Allah (c.c) onu Nûh peygamber'in
ailesinden saymamıştır. Buna karşılık, özellikle Bedir savaşında bir çok
sahabî, en yakınları olan babalarına ya da oğullarına karşı savaşmışlardır.
Yine bilindiği gibi Hz. Peygamber (s.a), aralarında hiç bir neseb bağı bulunmayan
Selman'î Farisî'yi kendi ailesinden saymıştır.
O halde din bağının
dışındaki tüm bağlar, bazan insanlar arasında varlığını sürdürse de, sonra da
fertler arasında bu ilişki kesilir, bu bağın bir değeri kalmaz.
Allah (c.c), Hzr-Nûh
(asva, neden oğluyla kendisi arasında bir bağın kalmadığını ve oğlunun onun
ailesinden olmayacağını şöyle açıklamıştır: "Çünkü o salih olmayan bir
amel sahibiydi (kâfirdi)" Bu itibarla aranızda iman bağı kalmamıştır.
"O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme", gerçi o
her ne kadar soy bakımından senin oğlun ise de, kâfir olması sebebiyle senin
ailenden değildir.[219]
İşte burada kamil
manâda ve olgun olarak düşünme devreye giriyor, herşeyden yüce ve münezzeh olan
Allah'dan korkma olayı başlıyor, hemen Allah'ın rızasını ve rahmetini istiyor
ve Salih kul Nûh (a.s) şöyle söylüyor: "Ey Rabbim! Ben hakkında bilgim
olmayan bir şeyi istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve
esirgemezsen, ben ziyana uğrayanlardan olurum!"
Hz. Nûh (a.s) artık
oğluna acımaktan vazgeçip Allah'ın hükmü-ne rıza gösterdi. Artık bundan böyle
herhangi bir direnme yok, bir eğrilik yok, bir mazeret yok ve herhangi bir
yorum da yok, tevil de yoktur. Allah'ın hükmüne kesin rıza göstermek vardır.
Mutlak bir teslimiyet vardır. Allah'ın sevdiği ve razı olduğu şeye tabi olmak
vardır. Aynı zamanda Allah'ın istemediği, sevmediği ve buğzettiği şeyden yüz
çevirmek ve uzaklaşmak vardır. Allah'ın sevdiklerine dostluk göstermek ve
velayet yetkisini bunlara vermek, Allah'a karşı savaşanlara da düşmanlık göstermek
vardır. Hatta bu Allah düşmanları kişinin göz bebeği denecek kadar yakını ve
akrabası olsa bile.
Diğer taraftan Allah
(c.c)'ın peygamberi Hz. Nûh (a.s)'un bu imtihanı sadece oğluyla da kalmıyor.
Kendi hanımıyla da imtihan edilmiştir. Evet kişinin oğlu ve hanımıyla imtihana
çekilmesi gerçekten ne büyük ve zor bir imtihandır bu!
İşte bu eş ki, Kur'ân
bundan sözetmekte, onun gibi ve onun durumunda olan bir başka hanımdan da
sözetmektedir. Bu da Hz. Lût (a.s)'un hanımıdır. Hz. Nûh ve Hz. Lût peygamberler,
bozuk inanç sahibi olan hammlarıyla imtihan edilmişlerdir. Kur'ân bize bu iki
bozuk inançlı kadından sözetmektedir. Yüce kitabında şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ı inkar
edenlere, Nuh'un karısı ile Lût'un karısını misal verdi. Bu ikisi, kullarımızdan
iki salih kişinin nikahında iken onlara hainlik ettiler. Kocaları Allah'tan
gelen hiç bir şeyi
onlardan savamadı.
Onlara: "Haydi ateşe (cehenneme) girenlerle beraber siz de girin"
denildi." (Tahrim, 66/10)
Ancak burada bir
noktaya dikkat çekmemiz gerekecektir. Bu kadınların kocalarına (iki
peygambere) olan ihanetleri dinde olan bir ihanet idi, inanç bozukluğuydu.
Yoksa herhangi bir ahlaksızlık ve fuhuş olayı değildi. Çünkü peygamberlerin
saygınlıkları nedeniyle bütün peygamberlerin hanımlarının fuhşa düşmeleri söz
konusu değildir, onlar bu yönden masumdurlar, korunmuşlardır.
Hz. Nûh (a.s)'un
hanımı, kavminden bir kimse Hz. Nuh'a iman edince, hemen onun bu sırrını
kavminin azılılarına bildirirdi. Hz. Lüt'-un karısı da, Hz. Lût'a gelen
misafirleri, kötülük ve iğrenç fiillerini sürdürmeleri için kavmine haber
vermiştir.[220]
Şimdi adı geçen iki
kadından meydana gelen o kötü davranışlara karşılık bunun tam zıddından
bahsediyor. Kur'ân bize, Allah'ın lanetine uğrayan Fir'avun'un imanlı hanımı
anlatılıyor:
"Allah,
inananlara da Firavundun karısını misal gösterdi. O, Rabbim! Bana katında,
cennette bir ev yap; beni Firavun'dan ve onun (kötü) işinden koru ve beni
zalimler topluluğundan kurtar! demişti." (Tahrim, 66/11)
Bu kadın, küfür
tufanında yaşamasına rağmen, bu, onu iman etmekten alakoymamıştır. Hem de
Firavun'un saraymdadır, tek başına kurtuluş istemektedir. Bu öyle bir kadındır
ki, Firavun'un sarayında Rabbinden cennette bir yer ve ev istemektedir. Firavun
ile beraber olmayı değil, ondan uzak kalmayı dilemekte ve Rabftinden,
kendisini Firavundan kurtarmasını istemektedir. Ayrıca Firavun'un işlediklerinden
amelinden uzak durmak için gereken çabayı gösteriyor, zira onun yaptıkları
sebebiyle kendisine de kötülükler dokunmasından endişe etmektedir. Zira
kendisi insanlar içerisinde Firavun'a en yakın olan kişidir. O şöyle
demektedir: "Beni Firavundan ve onun kötü işinden koru." Aynı
zamanda o, aralarında yaşadığı Firavun kavminden de uzak kalmayı dileyerek
şöyle diyordu: "Beni zalimler topluluğundan kurtar."
Gerçekten bu, dünya
hayatını en güzel bir şekilde ortaya koymakta, bütün bu dünyalıklar üstüne
çıkarak bir şeyler istemektedir. Doğrusu Firavun'un hanımı, zamanında yeryüzü
krallıklarının en büyüğünde, Fîravun'un sarayında yaşıyordu. Öyle bir yer ki,
her kadının şiddetle orada olmayı istediği bir yer. İşte o, bütün bunların
üzerine çıkarak, bunların hiç birisini de istemeyip imanı ve inancı sayesinde
bu hale gelmiştir. Sadece bunlara itiraz etmekle kalmayıp aynı zamanda o, bunu
büyük bir kötülük, kir ve bela olarak kabul etmiş, bunlardan kurtulmak için de
hep Allah'a sığınmıştır.
O pek güçlü ve çok
geniş sınırlara sahip bulunan bir ülkeye sahip bir kadın, hem de güçlü bir
kadın idi. Tek başına bulunduğu sosyal toplumun baskı ortamında, o sarayın
baskın atmosferinde ve o kralın ve çevresinin sıkıcı ortamında hayatını
sürdürmektedir. Başım semaya, göğe kaldırıyor. İşte o böyle bir anda tüm dünya
varlıklarından, sıkıntılarından ve tesirlerinden kendisini kurtarmış bir kadın
olarak görüyordu. Çünkü ona bu hazzı, imanı ve akidesi veriyordu."[221]
"Doğrusu pek
büyük bir konumda bulunan Zalim Firavun'un önünde bu kadının durması büyük bir
öneme taşımaktadır. Bu, bazı İslâm davetçileri için, bu gibi güçler karşısında
sebat etmeleri, şeytan ve taraftarlarının yanında yer almamaları için önemli
bir örnek oluşturmaktadır. Çünkü kimi İslâm davetçileri, Rabbimin kendileri
için yazmadığı şeylerle, insanların kendilerine kötülük etmesinden korkmaktadırlar.
Halbuki bu örnek korkmamanın gerektiğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Dikkat edin! Biz
Kitabımız olan Kur'ân'ımızdan ibret ve öğüt alalım. Bundan çalışma öğüdü ve
hizmet etme örneğini alalım. Yine bundan dünya ve ahiret metodunu öğrenelim
ki, Rabbimizin bizi yükümlü kıldığı ve mükellef ettiği hizmetimizi gereğince
yerine getirmiş olalım. Aynı zamanda mensubu olmakla bizi şereflendirdiği bu
hizmeti yeterince yapmış olalım, bu görev Allah'a davet ve çağrı görevidir.
Katade şunları
anlatıyor: Doğrusu Firavun, yeryüzünün en azılı ve en merhametsiz kimsesi idi.
Allah'a yemin ederim ki, kocasının küfrü (Firavunun kâfir oluşu), hanımına
zarar vermemiştir. O Rabbine itaat ettiği zaman, Firavun ona hiç bir şey
yapamamıştır. Şurasını bilmelisiniz ki gerçekten Allah adaletle hükmeden tek
varlıktır. O herkesi işlediği günah ile hesaba çeker, kimseyi işlemediği ile
muhasebe etmez.[222]
Ayrıca daha başka
örnekler de bulunmaktadır. İnsanları Sırat'ı Müstakime çağıran gerçekten örnek
olacak bayraklaşmış kimseler vardır. Gerçekten o kimseler Allah'a, O'nun
dinine, Allah'ın salih kullarına dostluk göstermekte, yardım etmede ve güçleri
oranında cihad için gerekeni yapmakta en yüksek örneği oluşturmaktadırlar.
Bunlar sırf Allah kelamını yüceltmek uğrunda yaptıklarını yapmışlardır. Bu açıdan
en güzel ve en yüksek örnek oluşturmaktadırlar. Yine bu kimseler kâfirlerden
uzak durmak, onlarla her türlü ilişkiyi kesmekte de birer örnektirler. Evet,
kâfirlere her türlü delil, hüccet ve burhan gösterildikten sonra bu kimselerin
onlardan el-etek çekmesi, gerçekten büyük bir örnek oluşturmaktadır. Meselâ
Firavun ailesinden olan bir mü'-minin durumu.
Şimdi o imanlı zat,
Hz. Musa'nın öldürülmesi konusunda kavminin harekete geçtiğini görür görmez o
da hemen harekete geçmiştir. Evet Firavun'un azılı adamlarının Hz. Musa
(a.s)'yı öldürme girişimlerini öğrenir öğrenmez derhal harekete geçmişti.
Nitekim Kur'ân ondan şöyle sözetmektedir:
"Firavun'un
ailesinden olup, imanını gizleyen bir mü'min adanı (şöyle) dedi: Siz bir adamı,
"Rab-bim Allah'tır" diyor, diye öldürecek misiniz? Halbuki o, size Rabbinizden
apaçık mucize getirmiştir. Eğer o yalancı ise yalanı kendisinedir. Eğer doğru
söylüyorsa sizi tehdit ettiği (azab)ın, bir kısmı olsun sizi çarpar. Şüphesiz
Allah, haddi aşan, yalancı kimseyi sevmez." (Mü'min = Gaf ir, 40/28)
Bu zatın isminin Habihımneccar
olduğu rivayet olunmaktadır. Meşhur olan duruma göre bu zat, Firavun ailesinden
bir kıptî idi. Bu zat kıptî olan kavminden imanını gizlemekte idi. O imanını
Hz. Mûsâ (a.s)'nm öldürülmesine teşebbüs edilinceye dek gizlemişti. Ancak ne
zaman ki Firavun: "Bırakın beni Musa'yı öldüreyim" (Mü'min - Gafir,
40/26), dediği zaman, harekete geçmiş ve imanını açıklamıştı.
Bu zat Allah rızası
için harekete geçti ve Firavuna karşı da Allah için buğzetti. Çünkü:
"Cihadın en üstün
derecesi, zalim sultanın (yetki sahibi kimselerin) nezdinde adil olan kelimeyi
(hakkı) söylemektir."[223]
Gerçekten şu kelimeden
daha büyük bir kelime olamaz. Yani: "Siz bir adamı, Rabbim Allah'tır diyor
diye öldürecek misiniz" kelimesinden daha büyük bir kelime olamaz.[224]
Siz bu adamın, Allah
(c.c)'m peygamberi Hz. Musa'ya olan dostluğunu ve onu veli tanıyışını bir
düşünün. Bir de onu azgın ve taşkın kimselerden uzaklaştırıp kurtarmak için
yaptığına dikkat edin. Öyleki başından aşağı işkence edilmesine rağmen Hz.
Musa'ya karşı samimi olan davranışı ve dostluğu düşünülmeye değer.
Nihayet bir başka
örnek, bazı gençlerin, salih gençlerin başından geçen bir örnektir bu, kısaca
Ashab'i Kehfin başına gelenlere bir bakın. Bu kimseler ki ailesini,
çocuklarını, ülke ve vatanlarını, soy-soplarım terkedip gitmişlerdi. Evet bu
gençler, kavimlerinin kendilerine karşı olmaları ve bunlara karşı da bir
güçlerinin olmaması, karşı koyamamaları yüzünden bizzat kendi canlarını
kurtarmak üzere gidip mağaraya sığındılar. Bu mağara içinde büyük bir
mucizenin çere-i yan ettiği yer idi. Allah (c.c), bu mucizeyi bir ibret ve öğüt
olsun diye i bize bildirmiş ve salih kullarını nasıl koruduğunu açıkça haber
vermistir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Hakikaten onlar,
Rablerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidayetini artırdık."
"Onların
kalblerini metin kıldık. O yiğitler (O yerin hükümdarı karşısında) ayağa
kalkarak dediler ki: Bizim Rabbîmiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz O'ndan
başkasına yalvarmayız. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz."
"Şu bizim
kavmimiz Allah'tan başka tanrılar edindiler. Bari bu tanrılar konusunda açık
bir delil getirseler. (Ne mümkün!) Öyle ise Allah hakkında yalan uydurandan
daha zalimi var mı?"
"(İçlerinden biri
şöyle demişti:) Mademki siz, onlardan ve onların Allah'ın dışında tapmakta
oldukları varlıklardan uzaklaştınız, o
halde mağaraya sığının, ki, Rabbiniz size rahmetini yaysın ve işinizde sizin için fayda ve kolaylık sağlasın." (Kehf, 18/13-16)
Gerçekten adı geçenlerin kâfirler karşısındaki tutum ve tavırları gayet açık, net ve kesindi. Bir yerde yollar ayrılır, metodîar farkhla-şırsa, artık orada bir buluşma ortamı ve yolu olmayacağı gibi, hayatta müşterek olabilecek bir noktaları da olamaz. Artık böyle bir durumda kişi, inancını koruyabilmesi için mutlaka bunlardan kaçınması gerekir.
Kaldı ki bunlar, kendi kavimlerine ve toplumlarına gönderilmiş peygamberler de değiller ki, salih akideleriyle onlara karşı koysunlar ve onları bu sahih akideye çağırmış olabilsinler ve aynı zamanda peygamberlerin akideleri uğrunda çektiklerini ve karşılaştıklarını bunlarda çeksinler ve karşılaşsınlar. Ancak bunlar öyle gençlerdir ki, kapkaranlık küfür bataklığı içerisinde kendilerine hidayet ve hak açıklanmış olup, bu gençlerin doğruyu bulmalarından sonra artık o koyu kafir toplum arasında kendileri için bir hayat hakkı da yoktur. Evet böyle bir imkanları yok ki, akidelerini açıkça ilan edebilsinler ve onu hiç çekinmeden haykırabilsinler. Aynı zamanda bu gençler kendi kavimlerine mudara edecek kimseler de değillerdir. Onların ilahlarına tapınmaya, bu hususta takiyye yapmaya ve Allah'a olan ibadetlerini onlardan gizlemeye de yanaşmamaktadırlar. İşte bu gençler böyle bir karaktere sahiptirler.
Artık durumları açıkça ortaya çıkmış, küfür erbabınca öğrenilmiştir. Tek çareleri kalmıştır. Dinlerini yaşayabilmeleri için, Allah'ın kendileri için uygun gördüğü bir ortama kaçmak, hicret etmek. Onlar da böyle yaptılar. Hemen sıkıntı verici ve dar bir mağaraya kaçıp sığındılar. Bu niteliklerine rağmen o gençler bu mağarayı her türlü süse ve dünya hayatının her çeşit zinetine tercih ettiler.
Bunlar burada derin bir nefes alıp, dinlerini yaşayabilecek bir istirahata kavuştular, .Allah'ın rahmetine erdiler. Bu gerçekten insanı dinlendiren geniş ve uzun bir dinlenme yerindeymişler gibi hissettiler kendilerini... Zira Rabbim» şöyle buyuruyordu: "Rabbiniz size rahmetini yaysın." Burada dikkat edilecek olan husus "Yaysın" lafzına dikkat olunmasıdır. Çünkü bu her türlü genişliği, huzuru, gölgelenmeyi kapsayan bir manâ taşımaktadır. Çünkü o mağara gerçekten geniş bir boşluk, huzur veren bir istiratgah olup, orada Allah'ın rahmeti alabildiğine yayılıyor ve o rahmetin çizgileri alabildiğince genişliyordu.
İşte iman denilen olay budur! O halde bu dünya makam ve mevkilerinin, debdebesinin ne anlsmı olabilir ki? İnsanların bu dünyada önemseyip değer verdikleri varlıkların, eşyanın ve benzeri değerlerin öneminin derecesi ne olabilir ki?
"Doğrusu İman ile dopdolu bulunan bir kalbin içinde bambaşka bir dünya vardı. O Rahman olan Allah (c.c) ile huzur bulmaktadır. Bu öyle bir dünyadır ki rahmet, merhamet, şefkat, rıfk ye yumuşaklık, kalp huzuru ve Allah'ın rızası kendisini çepeçevre kuşatmıştır.[225]
İşte bütün bu örnekler hemen her türlü ilgi ve bağda kendisini kanıtlıyor. Meselâ Hz. Nûh kıssasında babalık ilişkisi yer almaktadır. Hz. İbrahim kıssasında oğulluk ve vatan bağı söz konusudur. Ashab'ı kehf olayında ise ailesini, yakınlarını ve ülkesini, kısaca her şeyini terketme olayı vardır. Her türlü bağlar kesilmiş olmaktadır. Hz. Nûh, Hz. Lût ile Fir'avun olayında da karı-kocalık bağı söz konusudur. Fakat bütün bu bağların, akide ve inanç olayı karşısında hiç bir önemi kalmamaktadır.
Böylece vasat ümmet olan, Hz. Muhammed ümmeti gelinceye dek, bu asalet sahibi kimseler zinciri ve alayı sürüp gitmiştir. Siz bu örneklerden, misallerden ve deneyimlerden mutlak surette gerçek olan tüm neticeleri çıkarabilirsiniz. Evet iman etmiş bulunan bir ümmet için bu manâda Rabbani olan bu metod ve program üzere bu şeyler hep sürüp gitmiştir.
Bilindiği gibi aynı aileye ve soya bağlı bulunan kimseleri, çoğu kez dinleri ve inançları birbirinden ayırmış ve farklı kılmıştır. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allah'a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin." (Mücadele, 58/22)
Bu akide ki, tüm yönleriyle Suheyb er-Rûmî'de, Bilal Habeşî'de, Selmanî Farisî'de, Kureyş'li bir arab olan Hz. Ebû Bekir'de toplanmıştı. Bu insanlar hep birlikte: "Lâ ilahe illallah Muhammedin
Rasûlullah" bayrağı altında birleşip kenetlenmişlerdir. Hepsi de kabile, cins, toprak bütünlüğü asabiyetini ve cahiliye adetlerini bırakmışlardır. Çünkü Hz. Peygamber kendilerine şöyle buyurmuşlardı:
"Bırakın onları, çünkü onların hepsi kokuşmuş bulunan adetlerdir."[226]
Yine Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır: "Her hangi bir akrabalık (ya da tarafgirlik ve particilik) uğruna kim çağırırsa bizden değildir. Kim herhangi bir akrabalık (ya da asabiyet ve tarafgirlik) uğruna bir çarpışmaya girerse bizden değildir. Kim de herhangi bir tarafgirlik inancı üzere ölürse o da bizden değildir."[227]
Artık bu kokuşmuşluğun sonu gelmişti, cins, kabile ve ırk nara-larıyla ortaya çıkmak son bulmuş, artık bu, ölmüştü. Artık kavim kabile taassabu ve ahmaklığı yok olmuştu. Artık beşer ve insanlık en yüce ufuklara yükseliyordu. Artık o günden bu yana insanlar huzura kavuşmuştu. O günden bu zamana müslümanların ülkesi yeryüzü olmaktan çıkmış, onun vatanı ya da ülkesi Darü'l-îslâm olmuştu. îşte bu dâr olayında bile akide ve .inanç varlığını ve ağırlığını koymakta idi. Burada bir tek olan Allah'm şeriatının hükmü geçerliydi.[228]
Artık ortada bir tek şey vardı. Hz. Muhammed Mustafa'nın sureti, hayatı ve gidişatı, ashabının sîreti. Ki, o ashabı insanların en hayırlılarıdırlar. Aynı zamanda hidayet ışığıdırlar. Kim onların yolundan ve izinden giderse kesinlikle doğru yola girmiş olur. Kim bu sağlam ve güçlü program, yasaya rıza gösterirse, gerçeğe ve hakka erişmiş olur.
Ancak bu yoldan sapanlara ve uzaklaşanlara gelince, bilinmelidir ki Allah (c.c), onların velisi ve dostu değildir. Onların velisi ya da dostu "Tağuttur." Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"... İnkar
edenlere gelince, onların dostları da tağuttur, onları aydınlıktan alıp
karanlığa götürür. İşte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada devamlı kalırlar."
(Bakara, 2/257).
Beşeriyet tarihinin sayfalarım incelerken, önceki bölümde gerçe ten konuya dair çok parlak örnekler vermiştik. Bu örnekler peygamberlerden, Rasûllerden ve salih kullardan oluşmakta idi.
Bu bölümde ise, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a)'in sireti çerçevesinde Velâ ve Berâ' nasıl uygulanmıştı, bunu ele alacak ve bundan söz edeceğiz. Bunları anlatırken de iki vahye, yani Kitap ve sünnete dayanarak konuyu inceleyeceğiz. Bu arada siyer ve meğazî kaynaklarına da başvuracağız tabii.
Biz bu konuda, âyetlerin Mekki ve Medenî taksimatına dayanarak meseleyi inceledik. Biz de, İslâm alimlerinin tefsir kitaplarında ve Kur'ân ilimleriyle ilgili eserlerde yaygın olan duruma göre, âyetleri ele alış tarzlarına uygun olarak meseleyi ele alıp değerlendirdik, islâm alimleri hicretten önce inen âyetleri Mekkî âyetler olarak değerlendirmişler ve hicretten sonra inen âyetleri de Medenî âyetler diye adlandırmışlardır.[229]
Çt Biz daha önce kitabımızın giriş ve hazırlık bölümünde değinmiştik. Demiştik ki, müslümanın: "La ilahe illallah Muhammedün Rasûlullah" diye söylediği andan itibaren, vahdaniyette yani bir tek oluşta, ulûhiyette ve Rabûbiyette Allah (c.c)'i bir olarak tanımasıdır. Zira O, her şeyden münezzehtir. Bu kelimeyi söyleyen kişi aynı zamanda, Allah (c.c) dışında herhangi bir ma'bûda veya itaat olunan bir varlığa kulluktan, onlardan korkmaktan, onlara boyun eğmekten, itaatten, onlara dostluktan tümüyle uzaklaşmış ve onlarla her türlü ilgisini kesmiş kimse demektir. Müslüman her halükarda sadece Allah'ı sever. O'na ta'zimde bulunur, O'nun dişındakileri reddeder.
Bilindiği gibi Hz. Muhammed (s.a) Efendimize ilk inen vahiy, Hıra mağarasında şu ifadelerle inmişti:
"Yaratan Rabbinin adıyla (besmeleyle) oku! O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku (ve öğren!) İnsana bilmediklerini öğreten ve kalemle yazdıran Rabbin vermesi bol olandır/' (Alak, 96/1-5).
Daha sonra şu âyet nazil olmuştur. Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Ey bürünüp sarınan (Rasûlüm)!) Kalk ve (insanları) uyar." (Müddessir, 74/1-2).
Hz. Mustafa Efendimiz gizli olarak insanları İslama davette bulundu. Ancak kendisiyle birlikte olanlar, (müslüman olanlar) pek az sayıda idiler. Bunların başında Ebû Bekîr Sıddîk (r.a), Hz. Ali b. Ebû Talib, peygamberimizin hanımı Huveylid, kızı Hz. Hatice idi. Hz. Peygamber (s.a), ashabının kalbine Allah sevgisini, Rasûlünün sevgisini ekmeye başladı. Hepsinin bu esas üzere toplanıp bir araya gelmelerini istedi. Sevgide ihlas ve samimiyet, mü'minlere yardım, kâfirlere, müş-riklere, küfre ve şirke karşı da buğzetmelerini ve bunda samimi olmalarını istedi. Zira tevhid kelimesi olan "La ilahe illallah Muhamme-dün Rasûlullah" kelimesinin manâ ve kavramı bu idi, bu şekilde iman etmek bu kelimenin ayrılmaz bir vasfıdır.
Artık burada yepyeni bir bağ ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu bağ mü'minlerin ruhlarında var olan akide ve inanç bağıdır. Artık şu husus kesinleşmekte idi. İnsanlar arasındaki gerçek bağ, akide bağıdır. Bu, öyle bir bağdır ki mü'minin kalbi huzurla buna yatmakta ve bunda mutluluğu duymakta idi. Bu yeni tohumun gelişmesiyle birlikte cahiliyenin cahili asabiyet ağacı da kurumaya başlıyordu. Artık tüm cahili rabıtalar ve bağlar çürüyüp kopmakta idi. Bundan böyle bu bağlara bakış açısı değişti, bunlar artık önemsenmiyor, giderek küçümse-niyordu. Allah ve Rasûlüne iman edenlerin ruhları ve kalbleri üzerinde artık bu eski bağların bir önemi kalmıyor, hatta bu önemsizlik hadisesi inanan kitlenin gönlünde giderek büyüyordu.
Hz. Muhammed Mustafa (s.a) Efendimiz, bu yeni dinin esaslarını kendisine iman edenlere telkin etmek için Dâru'l-Erkâm'ı seçti. Gerçekten bu naşı, ilk önderleri ve liderleri bir arada toplayan, buluşma meclisleri oluyordu. Bu öyle bir meclis idi ki, buradan Allah'ı anmak ve Tevhid inancını yeryüzüne yaymanın ışıkları yayılmaya başladı.
Göreceksin, acaba o günkü müslümanların durumu nasıldı? Bu müslümanlar şehadet kelimesini söyledikten sonra durum ne oldu? Bu soruyu Üstad Seyyid Kutub merhum şöyle cevaplamaktadır: "Doğrusu müslümanların ve İslamın Mekke'de ne bir şeriatleri ne de bir devletleri vardı. Ancak onlar Mekke'de şehadet kelimesini söylüyorlar, komutanlıklarını ve liderliklerini Muhammed (s.a)'in komutasına teslim ediyorlardı, hiç vakit geçirmeksizin ona teslim olmakta idiler. Anında dostlukla ve adlarına yetki kullanımını İslam cemaatine ve İslam toplumuna devrediyorlardı. Adam müslüman olur olmaz, geçmişte üzerinde var olan tüm cahili esas ve prensiplerin hepsini bir çırpıda silib atıyordu, yepyeni bir döneme başlıyordu. O cahiliye döneminde yaşamakta olduğu tüm hayatı ve yaşantıyı da bırakıyordu, o hayattan büsbütün ilişiğini kesiyordu. O, cahiliye hayatı boyunca alışageldiği her şeyin önünde şüphe duyarak, bunlardan müthiş bir şekilde korkup çekinerek uzaklaşıyordu."
"Artık ortada şuurlu bir ayrılış vardı. Müslüman geçmişindeki cahiliye hayatıyla, müslüman olduktan sonraki yeni hayatı öylesine kavramıştı ki, eskiyle hiç bir bağı olmayacak şekilde her türlü bağı kesip atıyordu. Os böyle bir uzlet içerisinde yetişıi. Çevresindeki cahili toplumla olan ilişkilerde ve onlarla olan sosyal münasebetlerinde İslamın öngördüğü ayrılış kesinlikle göz önünde tutularak sürdürülürdü."
"O, kesin olarak cahili olan toplumla ilişkisini kesti. Aynı kesinlikle de İslam cemiyetine, cemaatine bağlandı. Hatta ticaret hayatı açısından ve günlük muameleler bakımından bir takım münasebetleri mecburen sürdürse de, İslamî noktada kesinlikle taviz vermiyor, müslü-manlardan ayrılmıyordu."
"Müslüman şu hususu çok iyi bilmeli. İslam şuuru ile uzlet,-dü§-mandan ayrılmak ayrı bir şeydir, günlük muameleler ise başka şeylerdir. Bunların birbirleriyle karıştırılmaması gerekir." "Müslüman şirk inancını sırtından silkip atınca ve Tevhid akidesine girince, cahili tasavvur ve düşüncenin yerini İslamî tasavvur ve düşünce alınca, her türlü cahili bağları bırakıp, onlara duyduğu dostluğu terkedince, bu hususta herhangi bir aile, soy, yakınlık ve kabilecilik düşüncesinden soyutlanınca rahatsızlıklar doğmaya başladı. Müslümanlar bu ve benzeri bağlara hiç önem vermeyip bunları sadece îslamın öngördüğü hakikat ve gerçek çerçevesinde ele alınca, Kureyş ileri gelenlerini huzursuz eden bu hal olmakta idi."
"Artık müslümanların bir araya gelip güç oluşturmaları, bunları rahatsız etmeye başlamıştı. Kur'ân, huzurlarını kaçırmıştı. Halbuki daha önce de Mekke'de Hanif ^ininden olanlar vardı. Ancak müşrikler bunlara karşı hiç de ses çıkarmıyorlardı. Bunlar da müşrikler gibi inanmıyorlardı, ibadetleri müşriklerden farklı idi. Bir tek Allah'ın Ulûhiyyetine inanıyorlardı. Her türlü dini merasimlerini ve ibadetlerini bir tek Allah'a yapıyorlardı. Fakat Hamilerin bu hali Tağut'un pek umurunda değildi, önemsemiyorlardı. Aynı zamanda bu hanifler de müşriklerle bir arada yaşamaktan pek huzursuz olmamakta idiler. Aralarında bir çekişme de olmuyordu. Tıpkı günümüzdeki bazı dini kurum ve kuruluşların yaptıkları gibi. Çünkü bunlar gerçek anlamda İslamın ne olduğunu ne öğrenmişler, ne de idrakine varabilmişlerdir."
"Ancak İslâm, şehadet kelimesini ifade ile meydana gelen bir hareket idi. Bundan sonra cahili toplumdan tümüyle arınmak, cahilî her tür düşünceyi bırakmak, cahilî değerleri bir kenara itmekle işe başlıyordu. Evet İslâm, cahilî her türlü bağlardan koparak, cahilî hakimiyete ve yasalara bağlılığı bir kenara iterek tümüyle şehadet kelimesinin gösterdiği doğrultuda harekete geçmeyi öngörüyordu. Aynı zamanda İslâmî davete ve bağlara dostluk göstermeyi, velayeti müslümanlara vermeyi gerektiren bir akideydi bu. Bu öyle bir davetti ki, gerçek yaşamda İslâmin tahakkukunu istiyordu. İşte bu yüzden Kureyş'ten bir topluluk Ve cemaat değişik yollarla ve değişik vasıtalarla bu davete karşı koymaya kalkıştılar.[230]
"Mü'minler Allah sevgisi ve Rasûlünün muhabbeti üzerinde bir araya geliyorlardı. Böylece onların bir araya gelip buluşmaları, gerçekten içten gelen bir buluşma idi. Zira her biri Allah'a ve Rasûlüne geliyor ve alacaklarını O'ndan alıyorlardı. Onun gösterdiği hidayet ve yoldan gidiyorlardı, hep ona yöneliyorlardi. Böylece her biri din kardeşine karşı yepyeni bir duyguyla, Allah için kardeşlik duygusuyla bağlanıyordu. Bu öyle bir sevgi ve bağlılık yumağı idi ki, aynı kabileden ve aynı soydan olmamalarına aralarında herhangi bir kan bağı da olmamasına rağmen kalbten gelen samimi bir kardeşlikle insanları birbirine yaklaştırıyordu. Çünkü bu duygu akideye ve imana dayanıyordu."[231]
Kur'ân-ı Kerîm, olaylar ve hadiselere göre Allah (c.c), dilediği sürece inmeye devam ediyordu. Ümmetin İslam akidesi üzerine eğitilmesini amaçlıyordu. Müslümanların yükümlülükleri ve sorumlulukları çoğaldıkça Velâ ve Bera yani Allah için dostluk ve Allah için karşı koyma da o oranda artıyordu. Kur'ân-ı Kerim getirdiği akideyi sunarken kimi zaman darb'ı meseller ve örnekler verme yolunu da seçmiştir. Nitekim şöyle bir söz vardır. Söz, verilen örnekle açıklığa kavuşur. Şurası bilinen bir gerçektir ki, Allah Kelamı gayet açıktır. Ancak örnekler ve darbı mesellerin getirilmesi, insanda bir tür düşünme canlılığı doğurur, olaylar karşısında ibret alır. Böylece gidilen hatalı yoldan dönülerek, dosdoğru yola yönelinmiş olur.
Nitekim konumuzla ilgili olarak bu örneklerden birini verebiliriz. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Allah' dan başka dost edinenlerin durumu, kendine yuva yapan örümceğin durumu gibidir. Halbuki evlerin en çürüğü şüphesiz örümcek yuvasıdır. Keşke bilselerdi." (Ankebût, 29/41)
Allah'tan başkasını dost edinenlerin durumu, örümcek ağma benzetilmiştir. Âyette geçen ve "ev" manâsına gelen "Beyt" kelimesi aynı zamanda aile manâsına da gelir. Buna göre, Allah'tan başkasını dost edinenler, örümcek ailesine benzer. Çünkü örümcekler belli bir yaştan sonra yalnız yaşarlar ve aralarında hiç bir bağ kalmaz. Aslında puta tapan veya Allah'a inanmayan bir kâfiri dost edinmek, tıpkı örümcekler gibi birbirinden habersiz yaşamaktır. Yani birbirlerine yardımcı olmazlar. Putlar, putperestlere hiç bir hususta yardım edemedikleri gibi, putperest de puta yardım edemez.[232]
"İşte insan ruhunda bu çok büyük gerçeğin yer etmesiyle, mü'min önündeki tüm kuvvetlerden ve güçlerden daha kuvvetli ve güçlü olmuş olur. Yolunda duran tüm engellen aşar. İşte bu güç sayesinde yeryüzünde büyüklük taslayan zalimlerin tüm varlıklarını ayaklar altına alabilirler. Çünkü bu sayede kaleleri ve sarayları yerle bir ettiler. Aslında gerçek kuvvet ve güç Allah'ın gücüdür. O halde bir mü'min Allah'ın gücü dışında süper bir güç kabul etmez. Zira diğer tüm güç ve kuvvetler, ilâhî kudret karşısında cüce güçlerdir. Mü'minin sadece Allah'ın velayetini, dostluğunu kabullenmesi gerekir. Çünkü gerçek velayet budur. Bunun dışındaki tüm velayetlerin ve dostlukların hiç bir anlamı yoktur, hepsi de değersiz ve önemsiz, çürük şeylerdir. Bunlar dış görünümleri itibariyle ne kadar yüce ve büyük görünseler de, ne kadar güçlü ve azgın olsalar da, ne kadar imkan sahibi olsalar da hepsi önemsizdir, kof ve geçersizdir. Bunlar ne kadar güç araçlarına, taşkınlık ve azgınlık yapacak imkanlara, ne kadar başkalarını korkutacak şeylere sahip bulunsalar da, tüm bunların hiç bir önemi ve geçerliliği yoktur.[233]
Mustafa (s.a) Efendimiz, davetini insanlara üç yıl gizli olarak yaydı. Bu konuyu siyer ve meğazî âlimleri eserlerinde gayet etraflı olarak açıklamışlardır.[234]
Ancak Mekke'de artık İslamm gizlenecek bir yönü kalmayıp, herkes tarafından bu din öğrenilip konuşulunca, Allah'ın ve Rasûlü Mu-hammed (s.a)'in bu işini herkes konuşur olunca durum değişti. Çünkü Allah (c.c), Peygamberine verdiği emrin artık açıkça ilanını ve müşriklerle kâfirlerin kafalarını ve beyinlerini çatlatırcasına açıklamasını istedi. Allah'ın emrini insanlara bildirmeye başlamasını ve insanları buna davet etmesini istiyordu. İşte bunun için Rabbimiz şu âyeti indirmişti:
"Sana enırolunanı açıkça söyle ve ortak koşanlardan yüz çevir!” (Hicr, 15/94)
Yine Rabbimiz peygamberine şöyle buyuruyordu:
"(Önce) en yakın hısımlarını; uyar. Sana uyan mü'minlere (merhamet) kanadını indir." (Şuarâ, 26/214-215)[235]
Artık bundan itibaren müslümanlar imtihan edilmeye başlandı. Bu imtihan görünürde şiddet, baskı ve zulüm gibiydi. Hakikatte ise bir nimet idi. Çünkü bunun sonucunda kim doğrudur, kim yalancıdır ortaya çıkıyordu. Temiz ile iğrenç ve kirli olan ortaya çıkıyordu. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Elif, Lâm, Mîm. İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece "îman ettik" demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar. Andol-sıın ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya çıkaracaktır." (Ankebût, 29/1-3).
Rasûlullah (s.a)'ın ashabı sırf akideleri yüzünden bir çok sıkıntılara, şiddete maruz kaldılar, bir çok şeylerle imtihandan geçtiler. Hatta bunlar gittiği yerlerde kendi kavimleri tarafından kıldıkları namaz ile alayla karşılanıyorlardı.[236]
Acaba, Allah düşmanlarının mü'minlere tattırdıkları azab ve işkence karşısında müslümanlar nasıl karşı koydular, müslümanlann bunlara cevabı nasıl oldu? Genel olarak müslümanlar kendilerine karşı işlenen cinayetlere, Bilal Habeşî'ye yapılanlara, Yasir ailesinin başına gelenlere, kısaca özellikle adı geçen bu ve benzeri mustazaflara yapılanlara nasıl cevap verdiler.
Gerçekten de yapılan bunca işkencelere karşı güzel bir sabır, iyi bir katlanma ve bir ayrılış. Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Onların (müşriklerin) söylediklerine sabret (katlan) ve onlardan güzellikle ayrıl. Nimet İçinde yüzen o yalanlayıcılan bana bırak ve onlara biraz mühlet ver." (Müzzemmil, 73/10-11)
Hz. Mustafa Efendimiz sadece dayanıp sabretti. Çünkü onun eğitimi ve terbiyesi, kendisiyle birlikte olan mü'minlerin ruhlarını temizleyip arıtmaya kefil idi. Bundan böyle hergün ruhça güçleniyorlar, kalben arınıyorlar ve ahlak açısından da tertemiz oluyorlardı. Böylece maddî saltanatı ve gücü bırakıp gerçek hürriyete, şehevî bir çok şeyi terkedip asıl özgürlüğe kavuşuyorlardı. "Hz. Peygamber (s.a), onları sabretmeye, yapılan işkencelere dayanmaya, iyi bir şekilde onları bağışlamaya çağırıyordu. Hz. Peygamber (s.a) kendilerine karşı koymamalarını söylüyordu.
Halbuki bunlar savaşçı bir toplum idiler, sanki bunlar doğarken beraberlerinde kılıçla doğmuşlardı. Bilindiği gibi, İslam'dan önce Besûs, Dahis ve Gabrâ savaşları meşhurdur. Bu arada Ficar savaşını da unutmamak gerekir."[237]
Ancak bunların savaşçı karakterlerini Rasûlullah (s.a) engelledi. Onların araplık damarını engelledi ve hepsini kendi emrine boyun eğdirdi. Hepsi böylece ellerini savaştan geri çektiler. Bu arada Kureyşlilerin tahrik edici davranışlarına rağmen daima dayandılar. Hiç bir korkaklık ve acizlik göstermeden dayandılar.[238] İşte Mekke'de müslümanların düşmanları karşısındaki durumu bu idi.
Ancak müslümanların kendi aralarındaki dostluk ve bağlılıklarına gelince şunu belirtmek isteriz: Bu hususta Hz. Mustafa (s.a) Efendimiz iki önemli temel noktayı, müslümanların ve inananların kalbine yerleştirmek için çok titiz davrandı. Bu iki önemli temel husus şu idi:
1- Allah'a iman. Bu her şeyden münezzeh ve yüce olan Allah'ı tanımaktan doğan bir iman idi. Kalblerde o imanın tüm nitelikleri, takvası, murakabesi pek uyanık ve hassas bir şekilde beliriyordu. Bu öyle bir iman bağı idi ki, ruhların derinliğine çok az durumlarda görülebilen hassasiyette erişen bir iman idi ve bunun tarifi de hiç bir zaman yapılamaz.
2- Son derece yüksek bir sevgi ve muhabbet. Ruhların derinliğine nüfuz eden bir sevgi idi ve bu sevgi karşılıklı olarak böylece sürüp gidiyordu. İslâm cemaati öyle bir duruma gelmiş oluyorlardı ki, şayet bu manâda bir gerçekleşme olmamış olsaydı, bu, adeta rüyalarda var olan bir sevgi sayılırdı, fakat bu, bir rüya değildi, gerçekler aleminde süre gelen bir olaydı.[239]
Doğrusu Allah için sevmek noktası var ya, mü'minler işte bü sevgi üzerine birleşip bir araya geliyorlardı. Aynı zamanda bir araya gelip birleşmelerinin bir başka nedeni, bu davete tabi olurlarken ya bir gayretten ötürü tabi oluyorlardı veya içteki bir aşk ve sevgiden ve aynı zamanda sıkıntıya ve işkenceye maruz kalmalarından ötürü bir araya geliyorlardı. Buna bağlı olarak her türlü elem, acı, keder veya sevinç ve mutluluk onları birleştiriyordu. İnsanî şefkat ve acıma duygusu, müslümanların karşılaşmış oldukları kötülükler veya iyiliklere bağlı olarak kişide ya sevgi oluşturuyordu veyr* buğz ve kin...[240]
Ebû Bekir Sıddîk (r.a), müslüman olduktan sonra, bir gün Mekke'de inancı yüzünden ayaklar altına alınıp dövüldü, çiğnenerek ve tekmelenerek zulm edildi. Şimdi müslümanların başlarına gelenlere bir örnek olsun diye ve bu arada “Daru'l-Erkam"da bir araya gelmenin eğitici sonucunu görelim diye bir tek örnek sunalım. O örnek yukarıda adı geçen ve bu ümmetin Sıddîkî olarak bilinen tek insan Hz. Ebû Bekir (r.a)'dir.
Evet Hz. Ebû Bekir müslürnan olmasından sonra, kendisine işkence yapıldığı bir sırada müşriklerin önde gelenlerinden Utbe'b. Re-bia, ona yaklaşıp, Hz. Ebû Bekir (r.a)'i, ayağındaki bir ayakkabıyla tekmelemeye girişti. Bu sert ayakkabıyla Hz. Ebû Bekrin yüzüne yüzüne vuruyordu. Hıncını alamayınca bu defa, Hz. Ebû Bekr'in üzerine çıktı, onu ayakları altına alıp, neredeyse tamnamayacak şekilde dövdü, yüzünü gözünü adeta birbirine geçirdi.
Benû Teym, Hz. Ebû Bekr'i bir yaygının üzerine koyarak, alıp evine götürdüler. Artık ona kesin öldü gözüyle bakıyorlardı. Nihayet akşama doğru konuşmaya başladı. İlk konuştuğu sözler, "Rasûlullah (s.a) ne yapıyor? O nasıldır." oldu? Hemen onu yeniden dil uzatmaya ve.kınamaya başladılar. Sonra da kalktılar ve Hz, Ebû Bekr'in annesi Ümmülhayr'a şöyle dediler:
- Hele bir bakıver, acaba bir şey yer veya içer mi. Ancak Hz. Ebû Bekr (r.a) annesiyle başbaşa kalınca, annesine yaklaşıp şöyle konuştu:
"- Rasûlullah ne yapıyor? O nasıldır?" Annesi bunun üzerine oğluna şöyle cevap veriyordu:
- Allah'a yemin ederim ki, ben senin arkadaşının ne durumda olduğu hususunda bir bilgiye sahip değilim.
Hz. Ebû Bekir (r.a), annesinden arzu ettiği cevabı alamayınca, annesine:
"- Hattab'ın kızı ÜmmücemîIMn yanına var, ondan Rasûlullah (s.a)'m ne durumda olduğunu sor ve öğren" dedi. Annesi hemen Üm-müçemil'in yanına vardı ve:
- Ebû Bekir, senden Abdullah oğlu Muhammed'in ne durumda olduğunu soruyor? dedi. Ümmücemîl:
"Ben ne Ebû Bekr'i tanırım, ne de Abdullah oğlu Muhammed'i" ancak sen istersen, seninle birlikte oğlunun yanına kadar gidebilirim" dedi. O da bu teklifi kabul etti. Hemen birlikte kalkıp Hz. Ebû Bekr'in yanına vardılar, Hz. Ebû Bekr'in gerçekten ağır bir şekilde yaralandığını ve adeta yerinden bile kıpırdayacak durumunun bile olmadığını görünce, Ümmücemîl Hz. Ebû Bekr'e yaklaştı ve şöyle feryad etti.
- Allah'a yemin ederim, bir toplum ki, sana bunu yaptılar, o toplum gerçekten fâsık ve kâfir bir toplumdur. Allah'tan kesin ve içten dileğim o ki, senin intikamım onlardan alsın. Ebû Bekir (r.a):
Rasûlullah (s.a) ne yapıyor, o nasıldır? diye sordu. Ümmücemîl:
- Şu anda annen yambaşımızda duruyor ve dediklerimizi de işitir, dedi. Hz. Ebû Bekir (r.a):
- Korkma, ondan sana bir zarar yok dedi. Bunun üzerine Ümmücemîl:
"- O sağ salimdir" cevabını verdi. Bu defa, Rasûlullah (s.a)'ın nerede kaldığım sordu. O da:
"- İbn Erkam'ın evinde" diye cevap verdi. Bu defa Hz. Ebû Bekir (r.a):
- Ben Rasûlullah (s.a)'ın yanına varıp onu görmedikçe ne yer, ne de içerim" dedi. Hz. Ebû Bekr'in annesiyle Ümmücemîl, Hz. Ebû Bekr'in beklemesini istediler. Kendisi dinlenince ve insanlar da sükûnet bulunca, her iki kadın, onun koltuklarına destek olmak suretiyle alıp kendisini Rasûlullah'm yanına götürdüler.[241]
Aman Allah'ım! Öldürülesiye dövülmüş bir adam! Her tarafı yara-bere içinde, suya en çok ihtiyacı olmasına rağmen, Rasûlullah'ı görmedikçe bir içim su bile içmekten kaçmıyor!
Gerçekten bu nasıl bir eğitim ve terbiye olabilir? Evet bunun üzerinde bir başka eğitim ve terbiye gösterilemez. Gerçekten bunun için şöyle diyebiliriz. Bu, Hz. Muhammed Mustafa'nın eğittiği ve terbiye ettiği özel ve tek kuşaktır. Ne geçmişte ne de şimdi bunun bir örneği gösterilemez.
Aslında Mekke aşaması müslümanların kendileriyle düşmanları olan müşrikler arasında savaş ve kavga olmaksızın devam edilmesi gereken bir ilişki dönemi idi. Bu ilişki sadece hakkı açıklamak, kendilerine yapılan eza ve işkencelere de sabırla dayanmaktı. Ayrıca müslü-manlar, Mekke ve çevresindeki anlaşmalarım, Taif ve çevresini daima hesaba katmak durumunda idiler. Zira bütün buralardan gelen eziyet ve işkenceler, zulümler Hz. Peygamber (s.a)'e ve Bilal Habeşî'ye, Habbab b. Eret'e ve daha birçok müslümanlara -Allah hepsinden razı olsun- yönelik idi. İşte bu bakımdan müslümanlar bunların tümünü hesaba katmakla yükümlü idiler.
Zaten bu merhale ilişkileri barış yoluyla sürdürmeyi gerektiriyordu. İman gerçeklerini sunarken çok etkin bir şekilde sunmak gerekliliği bunu zorunlu kılıyordu. Bütün bu gibi sebepler, mü'minlerin sabırla her türlü dayanma ve katlanma güçlerini ortaya koymalarını gerektiriyordu. Kaldı ki, düşünen ve akıllı davranan bir kişiye düşen vazife de ziuen budur. Bütün bunlara rağmen Kureyş için önemli olan, iman etmeleri ve bu davete katılmalarıydı. Eğer, onlar heva ve isteklerine geçici olan liderliklere, maddî güç ve varlıklara, kazançların şaşaasına kapılmamış olsalardı, hemen hak olan davete katılırlardı.[242]
Bu dönemde Peygamberi eğitim, gerçekten büyük bir önem taşıyordu. Bu kişilerin nefsine ve ruhuna hakim olabilen, onları belli bir disiplin ve zapt altına alan bir eğitim şekliydi. Yapılan eziyet ve işkencelere sabrediyorlar, tüm patlama ve karşı koyma istekleri, ilerisi için yapılan hazırlıklar yüzünden gemleniyor, herhangi bir saldırıya geçilmesine mani olunuyordu. Cahillerin cehaletine, azgınların da zulüm ve baskılarına dayanılıyordu. Ama bunlara karşı dayanma gücü sürdürülürken hiç bir zaman kendilerini zelil görmüyorlar ve rezil ettirmiyorlardı. Hiç bir ümitsizliğe ve korkaklığa da yer vermiyorlardı. Belki tüm müslümanlar, Allah (c.c)'ın mutlaka kendilerine zafer ve yardım ihsan edeceğine kalben iman ediyorlardı. Bu manâda moralleri çok yüksekti. Müşriklerin şirklerine, sapıklıklarına ve fitnelerine asla önem vermiyorlardı.[243]
Bu konuda asıl önemli olan; Mekke'de Rabbanî hikmet gereği savaşın farz kılınmamasıdır. Bilindiği gibi kâfirlere ve müşriklere, kısaca İslam düşmanlarına karşı savaşmak Medine döneminde meşru kılınmıştır. Ancak müslümanlar Mekke'de iken, müşrikler sayıca gayet fazlaca müslümanlar ise çok az sayıda idi. Böyle bir durumda şayet kendilerine düşmanlarıyla savaşmak emr olunmuş olsaydı, gerçekten /durum pek ağır gelebilirdi. Ancak Yesrîb (Medine)'liler Akabe gecesine Rasülullah (s.a) Efendimizle biatleşince durum değişti.
Biatte (sözleşme-Anlaşma) bulunan Yesriblilerin sayıları seksenin üzerinde idi. Bunlar biatleri esnasında Rasülullah (s.a)'a şöyle demişlerdi:
"Ey Allah'ın Rasülü! -Mina'yı kasdederek- biz şu vadi halkı üzerine yönelip, mina gecelerinde onları öldürmeyelim mi?" Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdular: "Ben bununla emrolunmadım."[244]
Biz bu konuda ve diğer şer'î yükümlülüklerdeki hikmeti araştırırken -Seyyid Kutub merhumun da dediği gibi- kesin bir şey elde edemeyiz. Çünkü böyle bir şey yapmamız halinde Allah (c.c) tarafından bizim için açıklanmamış olan bir hikmet konusunda Allah adına -haşa-bir şeyler söylemiş oluruz, hiç de gerçek anlamda sebep ve illet teşkil etmeyen şeyler söylemiş olabiliriz.
Esasen mü'minin herhangi bir sorumluluk ve teklif karşısındaki tutum ve davranışı ya da şer'î hükümlerden herhangi birisi karşısındaki tutum ve davranışı mutlak teslimiyet olmalıdır. Zira her şeyden yüce ve münezzeh olan Rabbimiz her şeyi en iyi bilen ve her şeyden haberdar olandır. Ancak bizler herhangi bir sebepten veya hikmetten söz ederken, bunu bir ictihad ve sırf bir ihtimal olarak söyleyebiliriz. Zira gerçeği sadece ve sadece Allah (c.c), bilir. Kaldı ki O, bize bunu ne tahdîd de etmiştir ne de sarih ve açık bir nass ile bizi bundan haberdar etmiştir.[245]
İşte bütün bu sebep ve nedenleri Merhum Seyyid Kutub iki önemli eserinden biri olan "Fî Zilâl"da Nîsâ sûresinin tefsirinde ve "Yoldaki İşaretler" adlı eserinde zikrediyor. Bunu bu kitabın "Allah yolunda Cihad" bölümünde zikretmiştir. Ben de bunu özet olarak aşağıda sunmaya çalışayım:
1- Aslında Mekke döneminde savaş yapılmaması ya da savaşa başvurulmaması belirli şartların var oluşundan ileri gelmektedir. Belli şartlar içinde, belirli bir yapıdaki, belirli bir kavmi eğitmek, yetiştirmek vb. gibi bir hazırlık dönemini oluşturuyordu. Aynı zamanda böyle bir ortam içerisindeki eğitimin amaçlarından biri, korunması altında bulunanlarla kendi şahsına karşı alışkanlıkları gereğince şereflerini zedeleyici olarak katlanamadığı davranışlara karşı Arap insanının sabırlı olmasını sağlayacak bir ruh ve nefis eğitimidir. Böylece kişiliğinin dar görüşlü endişelerinden ayrılacak, özünden sıyrılacak, artık gerek kendisi ve gerekse himayesi altında tuttuğu kimseler nazarında hayatının ekseni ve eylemlerinin itici sebebi olmayacaktı. Bunun bir başka amacı ise sinirlerine hakim olması konusunda onu eğitmek olabilirdi. Böylece özelliği gereği, ilk karşılaştığı faktör karşısında parlamayacak, ilk heyecan meydana getirici etken karşısında ayranı kabarmayacak, huy ve davranışlarına ağırbaşlılık, soğukkanlılık hakim olacaktı. Bunun bir diğer amacı da bu insanın hayatta karşılaşacağı her bir problemin çözümünde başvuracağı, alışkanlık ve geleneklerine ne kadar ters gelse de tüm davranışlarını emirlerine uygun olarak yapabileceği bir yönetim mekanizması olan düzenli bir topluma uyacak şekilde eğitmek olabilirdi. îşte bunlar, disiplinli bir yönetim mekanizmasına uyan, ye--tişkin, uygar, barbarlık ve kabilecilik geleneklerinden sıyrılmış bir "İslam Toplumu" kuracak bir müslüman şahsiyetinin hazırlanmasında temel taşı oluşturmakta idi.
2- Bunun bir diğer sebebi de, Kureyş kabilesi gibi şeref ve onuruna düşkün, kendisiyle bu merhalede girişilecek bir savaşın onu aşın inatçılığa sürükleyip yeniden kanlı intikamlara sevkedebileceği bir ortamda, barışçı çağrı, daha etkili ve daha geçerli idi. Aynı zamanda böyle bir yol daha etkili olmamış olsaydı o zaman araplar arasında alışıla gelenlere benzer "Dahis ve Gabrâ", "Besûs" savaşları gibi bir çok kabilenin tümüyle kökünü kazımış ve yıllarca sürmüş olan çatışmalara benzer savaşların çıkmasına yol açacaktı. Bu aynı zamanda yeni öc alma ateşlerini de tutuşturabilirdi. Artık hiç dinmeyecek olan bu yeni kin alevi onların zihin ve hatıralarında İslam ile irtibatlanırdi. Bu bakımdan İslâm daha işin tâ başında iken, artık bir kurtuluş çağrısı ve bir din olmaktan çıkıp aslî simasını bundan böyle hiç bir zaman hatırlanamayacak bir biçimde unutturan bir intikam, öç ve kin hatırasına dönüşürdü.
3- Mekke'de savaşa girişilmemesinin bir başka nedeni de şu olabilirdi. Mekke dahilinde her bir evde ve her bir çatı altında meydana gelebilecek bir çatışmadan ve kavgadan kaçınmak. Zira ortada mü'-minlere işkence çektiren, eziyet eden genel ve düzenli bir otorite yoktu. Ancak her ferdin büyüğü bu eziyet ve işkence görevini yüklenmişti. Her şahsa, onun büyüğü, ona hem işkence çektiriyor, hem eziyet ediyor ve hem de onu yetiştiriyordu. İşte böyle bir ortamda savaşa izin
vermek demek, her evde çatışma ve vuruşma olması demekti. Daha' sonra ise "İşte İslâm budur" denecekti. İslâm savaştan uzak durmayı emrederken, yine de bu söz söylendi. Nitekim Kureyş propagandacıları Hac mevsiminde ve panayırlarda "Muhammed (s.a), ana-babalarıyla çocuklarını birbirinden ayırıyor, o kavmini ve aşiretini ayırmanın da ötesinde ebeveyn ile evlat arasına giriyor" diye propagandalarını sürdürmekte idiler. Henüz ortada böyle bîr şey yokken, Kureyşliler de böyle bir propagandayı yürütüp dururlarken, bir de Hz. Peygamber bir çocuğa, babası ve annesi ile savaşmasını, onları öldürmesini, kölenin efendisine karşı çıkmasını emretseydi acaba durum ne olabilirdi?
4- Bir başka sebeb te şu olabilirdi. İlk müslümanlara dinlerinden ötürü eziyet eden, işkence çektiren ve sıkıntı veren kimselerin sonradan İslâm ordusunun ihlaslı ve samimi erleri, hatta komutanları olacağı hakkındaki ilahî bilgiydi. Nitekim Hz. Ömer b. Hattab bu gibilerin arasından çıkmadı mı?
5- Bunun bir başka nedeni de şy olabilir: Kabile yapısı içinde arap gururunun zedelenmesine rağmen davasından dönmeyen mazlum ve ezilmiş karşısında baş kaldirmasıdır. Özellikle işlenen bu zulüm şayet saygın kişilere karşı ise, Kureyş bünyesinde bu görüşü destekleyen bir çok gelişmeler görülmüştür. Meselâ İbn Düğüne[246] Gerçekten saygıdeğer bir insan olan Hz. Ebû Bekr'in Mekke'den göç etmesine rıza göstermemiştir. O böyle bir durumu araplar için aşağılayıcı ve onur kıneı bir hareket olarak görmüştür. İşte sırf bunun için o Hz. Ebû Bekr'e komşuluk ve himaye teklifinde bulunmuştur. Nitekim bu tür tezahürlerin sonuncusu Ebû Talib Şi'binde (bölgesinde) Haşimoğul-ları üzerine uygulanan kuşatma ile ilgili yapılan antlaşmanın geçersiz sayılması olmuştu.
6- Mekke'de savaşa izin verilmemesinin bir diğer sebebi, müslümanların sayılarının az olması ve sadece Mekke'de bulunmuş olabilmeleri olur. Zira davet, henüz arap yarımadasının diğer kısımlarına ya henüz ulaşamamış veya dağınık haberler halinde ulaşabilmiş durumda idi. O sırada diğer Arap kabileleri, problem nasıl çözümlenecek diye Kureyş kabilesinin kendi bünyesinde doğabilecek olan bir savaş karşısında tarafsız bir tavır takınıyorlardı. Böyle bir durumda kopabilecek olan sınırlı bir savaş, sayısı henüz az olan müslüman toplumun tümüyle kıyımı ile sonuçlanabilirdi. O zaman verilcek şehitlerden bir kaç kat daha fazla kimse öldürülmüş olsa bile; şirk yerinde kalacak, müslüman cemaat ortadan siliniverecek ve böylece yeryüzünde ne İslâmî bir düzen ne de pratik bir cemiyet yapısı kalacaktı. Oysa İslâm, yaşama metodu ve aksiyona dönük, yaşanan bir toplum düzeni olmak için gelmiş bir din idi. Hem dünyaya ve hem ahirete dönük bir nizâm olarak...
7- Orada bütün bu sayılar tecavüzleri ortadan kaldıracak kahr edici bir hal da yoktu, savaşı emretmek, eziyetleri önlemek gibi. Esasen bu davette temel unsur "Bizzat davetin kendisinin varlığı idi". Bu hem hakim ve hem de gerçekleşmesi gereken bir dava idi. Özellikle bu davetin varlığı, onu davet eden Hz. Muhammed (s.a)'in şahsında var idi. Hz. Muhammed (s.a)'in varlığı ise, Haşimoğullannın kılıçlarının (silahlarının) himayesinde idi.
Hz. Muhammed'e bir el uzanmayacakti. Çünkü böyle bir el derhal bu aile tarafından kesileceği tehdidini yemişti. İşte bu bakımdan hiç bir kimse Hz. Muhammed'in davetini Kureyş'in toplanma mahallerinde ve alanlarında, Ka'be etrafında açıklamasına ve ilanına engel olamıyordu. Safa tepesinde, bir çok genel toplantı mahallerinde o bu tebliğini sürdürürken kimse, onu hapsetmeye veya öldürmeye cesaret gösteremiyordu. Ya da onun söylediğinin ayniyle de karşılık vermeye cesaret gösteremiyorlardı.
Aksine onlar, Hz. Peygamberdin ilahlarına dil uzatmamasını veya onları ayıplamamasını ve engelleme noktasında bir engelleme isteğinde bulunamıyorlar, atalarının dinlerine sövmekten ve bunun gibi
peylerden vazgeçirmek istediklerinde, susturamıyorlardı. Ya da kendilerine şirin gözüksün gibi, yani yağcılıkta bulunsun gibi bir teklif ve istekte bulunmalarının da bir manâsı olmuyor ve bu tekliflerin hiç biri Rasülullah tarafından kabul edilmiyordu. Yani Hz. Muhammed (a.s)'in de onlar gibi, bazı ibadetlerini ve adetlerini taklid ederek onlara uymasını istiyorlardı, ancak bunların hiç birisi kabul edilmiyordu.
Bizim sandığımız gibi bütün bu değerlerin bazısı Allah'ın hikmeti gereği idi. Bununla birlikte mü'minlere, onlara ellerini uzatmama-
ları emrediliyor, namaz kılmaları ve zekat vermeleri emri geliyordu ki, böylece onların eğitimleri ve hazırlıkları tamamlanmış olsun. Aym zamanda müslümanlar kendilerini yöneten kişinin emrini beklemeyi bilsinler ve vakit kazancı gerçekleşsin. Böylece, bizzat kendileri tüm problemleri ortaya çıkarmış olacaklar, iç eğitimleri tamamlanmış olacak ve kendi şahısları için herhangi bir istekleri olmadan tüm istekleri sırf Allah rızasına yönelik olacaktı. (Fî Zilâlî'den özetlenerek alındı.)
Mekke dönemine şöyle bir dönüp bakan kimse, 13 yıllık bu dönem içerisinde şu gerçeği görecektir. Her bakımdan ve gerçek anlamıyla "La ilahe illallah" Kelime-i tevhidinin asıl manâsını ve kavramını gönüllere ekmek, bu manâda gereken hazırlığı yaparak bu eğitimi gerçekleştirmektir. Bu kelimenin manâ ve öneminin idrakini sağlamak, bu akidenin beyinlere ve gönüllere sunulmasını en iyi bir şekilde sürdürürken acele etmemek, zamanı çok iyi değerlendirmek gerekiyordu. Çünkü akide gerçekten gönüllere gereğince aşılanmak isteniyordu. Bu, gayet önemle ve titizlikle, yılmadan süreklilik kazanmakla sağlanırdı. Zira bu akideyi aşılarken acele etmek, bu uğurda anarşiye gitmek hiç de doğru değildi. Yani aceleciliğin ve anarşî'nin böyle bir hizmette payı yoktu.
Burada dikkat edilecek husus şu ki; Allah için davete atılanların, mutlaka Hz. Mustafa (s.a)'mn ashabını nasıl eğittiği noktasında biraz olsun durmalılar. Rasülullah (s.a), bu akideyi onlara nasıl aktarmıştır, bunu gerçekten uzunca bir süre durup değerlendirmeleri gerekir. Böylece ondan alınacak ibretleri alınmış ve onu kendilerine örnek edinmiş olacaklardır. Zira cahiliyenin önünde durulabilmesi için, ister çok eskilere dayansın, ister yeni veya geleceğe yönelik olsun, ancak şu tip insanlara ihtiyaç duyulmaktadır. Kalbleri Rabbani akidenin sevinciyle dolup taşan ve aym zamanda tâ kalblerinin iç derinliklerinde yer etmiş olan "La ilahe illallah" kelimesinin gereğini yerine getirenler için ancak şöyle söylemek doğru olabilir:
"Mü'minler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var." (Ahzâb, 33/23).
Bu mü'minler hiç bir zaman düşman kuvvetleri önemsemezler, onların gücünü herhangi bir güç de yenemez. Çünkü bunların velisi, yardımcısı bizzat Allah (c.c)'dır. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir.'* (Hac, 22/40).
İbn İshak da şunları yazıyor: "Rasûlullah (s.a), ashabının başına gelen musibetleri ve bu arada kendisinin Allah (c.c) sayesinde oluşan amcası Ebû Talib'in yardım isteğiyle gördüğü afiyet yanında, ashabının başına gelenleri önleyemiyordu. İşte Rasûlullah (s.a) bunun üzerine ashabına şöyle diyordu: "Şayet Habeşistan topraklarına gidebilir-seniz, orada bir melik vardır ki, onun yanındakiler hiç bir zulme uğramamaktadırlar. Zira onun toprağı doğruluk toprağıdır. Olur ki şu anda içinde bulunduğunuz durumdan Allah (c.c) sizi çıkarır ve kurtarır." İşte bunun üzerine Rasûlullah (s.a)'ın ashabından olan müslü-manlar, başlarına gelebilecek tehlikelerden ve fitneden korunmak için Habeşistan toprağına çıktılar. Dinleri için Allah yolunda ülkelerini ter-kedip çıktılar. Bu, İslamda ilk hicret idi."[247]
Daha sonra Allah'ın lütfü ve merhameti müstazaf olan mü'min-leri bütünüyle kuşatmıştır. Bu da Hz. Ömer b. Hattab (s.a)'ın müslüman olmasıyla başlamıştı. Zira Allah (c.c), onun müslüman olmasıyla müslümanları güçlendirdi. İşte bundan dolayı Abdullah b. Mesûd (r.a), ondan şöyle sözetmektedir: "Doğrusu Hz. Ömer'in müslüman oluşu bir fetih oldu, onun hicreti bir zafer idi, onun emirliği ise bir rahmet idi. Biz, Hz. Ömer (r.a), müslüman oluncaya dek, Ka'be'nin yanında namaz kılamamıştık. Hz. Ömer (r.a), müslüman olunca, Kureyş'e karşı koymuş ve direnmiş, öyleki gidip Ka'be'nin yanında namaz kılmış ve biz de beraberinde namaz kılmıştık."[248]
Bu çok büyük bir nimetti. Evet bu nimet Hz. Ömer'in İslam'ı ka-bttl edişiyle ortaya çıkmıştı. O Ömer ki, tüm yardımlarını ve desteğini daima müslümanlardan yana kullanmış, her tür kinini ve düşmanlığını da, uzak durmayı da kâfirlere karşı sürdürmüştür. Nasıl olmasın ki, o müslüman olduktan sonra, tüm müslümanlarla bir tek güç ve bir tek el olmuştu. Sonra o şöyle demişti: "Elinizden geleni yapın. Allah'a yemin ederim ki, biz üçyüz kişi de olsak, Mekke'yi size bırakacak değiliz, ya da siz onu bize bırakıncaya dek bunun peşini bırakacak değiliz."[249]
Müslümanlardan Habeşistan'a hicret edenler, Hz. Ömer (r.a)'in İslamiyeti kabul ettiğini öğrendiklerinde çok sevindiler. Bunun üzerine hicret edenlerden bazısı Mekke'ye tekrar döndü. Ancak Kureyş tüm müslümanlara türlü türlü işkenceler ve eziyetlerde bulun uvordu. Müslümanlar daima baskı altında idiler. Ancak Kureyş'in müslümanlara karşı bu tür baskısı, onları daha da güçlendirdi, dinlerinde sebata ve direnişe yöneltti. Tekrar Habeşistan'a dönenler oldu. Ancak bu konuda direndiler ve hiç dönmediler. Hep Allah (c.c) tarafından pek yakında gelecek olan zaferi ve kurtuluşu ümitle beklediler.
Daha sonra Hz. Peygamber (s.a) ile beraberindeki mü'minlĞr bir başka musibetle karşı karşıya kaldılar. Bu da Allah'a davet yolunda bir başka imtihan idi. Bu imtihan ya da ders Rasûlullah (s.a)'ın amcası Ebû Talib'in vefatıyla başlıyordu. Çünkü Ebû Talib hep müslümanlara arka çıkmış ve onları himayesine almıştı. Bu arada Rasûlullah (s.a) eşi ve annemiz Hz. Hatice'yi kaybetti. Bu, İslamı kabul eden ilk hanım idi. Aynı zamanda saliha İslam hanımlarının biricik örneğiydi. İşte bu noktada Allah düşmanları Rasûluüah'a karşı daha aşırı baskıya geçtiler. Ancak Allah (c.c) her şeyden büyüktür. Bunun üzerine Hz. Muhammed Mustafa, Kureyş dışında kendilerini himaye edecek birilerini aramaya yöneldi. Belki böylece ona yardım eden ve davetine icabet edenler olabilirdi. Bu amaçla Taife gitti. Ancak Sakif kabilesi Rasûlullah (s.a)'ın tüm ümitlerini boşa çıkardı, onunla alay etti, eziyette bulundu. İşte bunun üzerine Rasûlullah (s.a) Rabbine yönelerek şöyle niyazda bulunuyordu:
"Ey Allah'ım! Güçsüzlüğümü, çaresizliğimi, halk nazarında hor ve hakir görülüşümü sadece sana şikayet ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sen ezilenlerin, hor görülenlerin Rabbisin. Sen benim Rabbimsin. Beni kime bırakıyorsun? Bana saldıran bir uzak insan eline mi, yoksa işimi kendisine bıraktığın bir düşmana mı? Şayet Sen bana gazabetmezsen, ben çektiklerime önem vermem, aldırmam. Ancak şunu biliyorum ki, senin bana olan afiyetin çok daha bol ye geniştir. Karanlıkları aydınlatan yüzünün nuruna sığınıyorum. Çünkü dünya ve ahiret işleri, o nur üzerine, düzelmiştir. Gazabına uğramaktan ya da öfkeni çekmekten sana sığınırım. Hoşnut kalacağın kadar sana memnuniyetimi arzediyorum. Güç de Senindir, kuvvet de Senin.[250]
Daha sonra Rasülullah (s.a) Mekke'ye döndü.
Burada İslama davet edenlerin görevi, Muhammed Mustafa (s.a)'nm şu sözü üzerinde durup düşünmektir:
"Şayet sen bana gazab etmezsen, ben başıma gelenlere aldırmam, önemsemem." İşte bu ifade üzerinde çok düşünmeliler. Müslüman bir davetçinin tüm amacı ve gayesi Allah rızası olmalıdır, bununla yetinmelidir. Bundan sonra da insanların işlerini ele almalıdır. Bu ise pek büyük bir önem taşımaz. Çünkü asıl amaç Allah rızasıdir.
Mekkî olan Kur'ân âyetlerini araştırırken, müslümanlarla bunların kâfir ve müşrik olan yakınları arasındaki ilişki ve münasebetlerin her alanda kesildiğini görmüştük. Yani bir müslüman yakını da olsa bir kâfiri veli olarak tanıyamaz, ona sevgi ve saygı göstermez, bunlara herhangi bir yardıma da koşamaz. Evet bunları görmüştük. Ancak bütün bunlara rağmen Kur'ân şunu da emretmektedir. Onlarla olan akrabalık bağlarının koparılmamasını, kendilerine iyilikle muamele edilmesini emretmektedir. Kur'ân bunu emrederken, kesinlikle bu kâfir ve müşriklerin bir veli ve yardımcı olarak tanınmamasını da istemektedir. Yüce Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
"Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye (emr) etmişizdir. Eğer onlar, seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) bana ortak koşman için
244. zoriarlarsa, onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak banadır. O zaman, size yapmış olduklarınızı haber vereceğim." (Ankebût, 29/8)
Bir başka âyet meali de şöyledir:
"Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) bana ortak koşman için zoriarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak banadır. O zaman size yapmış olduklarınızı haber veririm." (Lokman, 31/15)
Beğavî, Ankebût 8. âyetiyle bu âyetin Sa'd b. Ebî Vakkas (r.a) ile annesi Hamne hakkında nazil olduğunu bildirmektedir. Hamne Ebû Süfyan'in kızıdır. Sa'd ise ilk müslüman olanlar arasında yer alan bir zattır ve annesine karşı gayet saygılıdır ve ona karşı iyi davranmaktadır.
Annesi Hamne kendisine şöyle demişti: "Senin ortaya koyduğun bu din de nedir? Allah'a yemin ederim ki, bundan böyle sen bu dini terketmedikçe ben yemeyi ve içmeyi bırakıp kendimi ölüme terkede-ceğim. Bu hal ise sen yaşadığın sürece alnında bir kara leke olarak kalacaktır. Bunun için sana: "Ey anne katili" diyeceklerdir."
Daha sonra anne Hamne bir gün ve bir .gece yemeyi ve içmeyi ter-ketti yani açlık grevine gitti. Kendisini güneşin yakıcı sıcağına bıraktı. Oğlu Sa'd yanına gelip dedi ki:
- Anneciğim! Şunu iyice aklına koymalısın ki, senin yüz tane canın = ruhun olsa, bunlar da birer birer alınsa ben yine de bu dinimi terkedecek değilim. Onun için bunun asla bir önemi yoktur.'Artık anne, oğlunun bu husustaki kesin azmini görünce ve onu davacından vazgeçirmekten ümitsiz kalınca açlık grevine son verdi.
İşte yukarıdaki âyet bununla ilgili olarak indirilmiştir. Allah (c.c), bu maksatla bu âyeti indirmiştir. Âyette ana-babaya karşı dünyada iyi davranılması ve kendilerine iyilikte bulunulması emredilirken, şirk ve küfür noktasında bunlara itaat olunmaması kesin bir dille bildirilmiş olmaktadır. Çünkü Rasülullah (s.a) da şöyle buyurmuşlardır:
"Mahlukun = (insanın) Allah'a isyanı halinde, ona itaat yoktur."[251]
Bunun için Allah'a, O'nun dinine ve mü'minlere dost olmak, bunların yetkisini tanımak hususu ayrıdır, bu itibarla, herhangi bir kimsenin muhalefeti halinde ona bu konuda itaat yoktur. Müşrik olan yakınlara karşı iyilik ise ayrı bir konudur. İkisi karıştırılmamalıdır. Bu, bazan onları İslama teşvik için ve bazan da ısındırmak için olabilir.
1- Müslüman,
şehadet kelimesini getirdikten, yani Allah'tan başka ilah olmadığına,
hakimiyetin kayıtsız ve şartsız Allah'ın olduğuna, Muhammed (s.a)'in de O'nun
elçisi olduğuna şehadet ettikten sonra artık o, atalarının ve dedelerinin
dinini bırakmış, yeni dine girmiş oluyordu. İslama girdiği andan itibaren,
yeni bir dönemin başladığını hissediyor ve cahili hayatıyla ilgili ne varsa
tümünü terkediyordu. Hatta cahili döneminde yaşadığı ve yaptığı şeylerin tümünü
şüpheyle karşılıyor, onları hatırlarken ürperiyordu. O hayatın tümüyle pislik
ve murdarlık olduğunu, kesinlikle İslam ile bağdaşan bir yönünün bulunmadığım
hissediyor ve görüyordu. İşte onlar İslamı bu duygularla kucaklıyorlardı. Bu
yeni yolun almış ve kabul edilişi böyleydi. Bizim buna şöyle bir isim vermemiz
de mümkündür: "Şuurlu uzakîaşış".. Çünkü müslüman, artık bu
davranışıyla cahili ortamdan sıyrılıyor, onun örfünü, tasavvurunu, adetlerini
ve bağlarını tümüyle bırakıyordu. O, şirk inancını terkediyor, yerine tevhid
inancını koyuyordu. Cahilî tasavvur ve düşüncelerden arınıyor, İslamî tasavvur
ve düşünceye sığmıyordu. Evet varlık ve hayat hakkındaki cahilî düşünce
anlayışından tümüyle kopup her bakımdan İslâmın görüşünü kabul etmekteydi. Artık
o, böylece yeni bir görev anlayışıyla islam toplumuna katılıyor ve yeni topluma
tüm yetkisini devrediyordu, Velayeti ona veriyor, sevgi ve itaati ona bağlıyor
ve tümüyle ona tabi oluyordu.[252]
2- Artık bundan sonra kâfirlerden yüz çevirmek ve onların yanında yer almama emri gündeme geliyordu. Çünkü Rabbimiz şöyle buyurmuştu:
"Onun için sen, bizim zikrimize (şeriatımıza) iltifat etmeyip sırt çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerden yüz çevir. İşte onların ilimden yana ulaşabildikleri (son sınır) budur.
Hiç şüphesiz, senin Rabbin; kendi yolundan sapanı en iyi bilen O'dur ve hidâyet bulanı da en iyi bilen O'dur." (Necm, 53/29-30)
3- Yine gelen emir sabrı ve iyi bir şekilde onlardan ayrılmayı öngörüyordu. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Onların (Müşriklerin) söylediklerine sabret (katlan) ve onları güzel bir şekilde terket." "Müzzemmil, 73/10)"
Bir diğer âyette Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"(Rasülüm!) Sen şimdi sabret. Bil ki Allah'ın va'di gerçektir. (Buna) iyice inanmamış olanlar, sakın seni (üzüntü ve) gevşeklige sevketmesin (İyice iman etmemiş olanların seni hafife almalarına sakın fırsat verme!)" (Rûm, 30/60)
Daha sonra Allah (c.c), mü'minlere ataları İbrahim (a.s)'in yaptığını hatırlatıyor ki, bunu kendileri için bir örnek alsınlar. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Bir zaman İbrahim, babasına ve kavmine demişti ki: Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana taparım. Çünkü O, beni doğru yola iletecektir. Bu sözü ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki insanlar (dinine) dönsünler." (Zuhrûf, 43/26-28)
4- Bu Rabbani hatırlatmanın yanında insan hayatında gerçekten değişik örnekler vardır. Bu örnekler Kur'ân'da, değişik Rablere velayetini tevzi edenlerle, bir tek Rabbe velayetini verip ve o bir tek Rab-be yönelenler için elle tutulur bir şekilde ve hislerle kavranılır bir tarzda ortaya konulmuştur. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Allah, çekişip duran bir çok ortakların sahip olduğu bir adam (köle) ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı (mü'mini) misal (örnek) olarak verir. Bu ikisi eşitmidir? Hamd Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler," (Zümer, 39/29).
Allah (c.c), bu Kur'ânî örnekte Allah'a iman etmeyen müşrikin halini ortaya koymaktadır. Öyleki bu adam Allah'a iman etmediği gibi, sevgisi ve velâsı da Allah için olmamakta ve Allah rızasını hiç bir zaman gözetmemektedir. Böyle bir müşrikin durumu bir çok kişi arasında ortak olarak alınan bir köleye benzetilmiştir. Köle bir çok efendiye ait olduğu için her birinin ayrı ayrı arzu ve isteklerine muhatabdır. Dolayısıyla tüm ortaklar arasında kime hizmet edip edemeyeceği konusunda şaşırıp kalmaktadır. Çünkü hepsi de efendisi, hepsi de ayrı ayrı hizmet beklemektedirler. Adam hiç birisinin arzununu gereğince yerine getiremediğinden dolayısıyla hiç birisini de memnun edememektedir.
Âyette Allah'ı bir tek olarak tanıyan ve tevhid inancına bağlı olan kimsenin durumu da tek efendiye bağlı bir köleye benzetilmiştir. Tevhid inancına bağlı olan kimse bir tek Allah'a ibâdet ediyor, Velayetini ve sevgisini O'nun adına kullanıyor, her şeyde O'nun rızasını ve hoşnudluğunu göz önünde bulunduruyor. Bu tıpkı tek efendisi olan bir köle ya da işçi gibidir. Efendisinin kendisinden ne gibi beklentileri olduğunu biliyor, onun amaçlarını ve gittiği yolu biliyor, dolayısıyla ona göre hareket ederek, onu hoşnut edebiliyor, böylece herhangi bir tartışma ve münakaşa doğmaksızın rahat içinde zamanını geçirebiliyor. Aynı zamanda efendisinin şefkat ve merhamet duygularım, kendisine olan ihsanım elde edebiliyor, çünkü onun maslahatlarını yerine getirmektedir.
Şimdi bir çok efendinin ortak malı olan köle ile bir tek efendinin emrine bağlı olan köle eşit olabilir mi? Biri efendilerinin elinde bir oyuncak gibiyken, diğeri ne yaptığını bilen bir kimse değil midir? Evet bu ikisi hiç bir zaman eşit olamazlar. "Hamd Allah'a mahsustur, fakat onların çoğu bilmezler."[253]
Hele bir Kur'ân yoluna dikkat et. Onun ahiret gününe gösterdiği önemi, bunun iman problemi üzerindeki büyük etkisini bir düşün. Biz Kur'ân'ı Kerîm'in, Allah'dan başkasına velayetini verenlerin halini kıyamet sahneleri içerisinde nasıl gösterdiğini açıkça görmekteyiz. Gerçekten onların bu velayetleri sonunda nasıl bir düşmanlığa, buğza ve kine dönüştüğünü, sonra da dostluğun çok iğrenç düşmanlığa bürün-düğünü net bir şekilde görebilmekteyiz.
Kâfirler cehennemde: "Rabbimiz! Cinlerden ve insanlardan bizi saptıranları bize göster de onları ayaklarımızın altına alalım. Onlar, en aşağıda kalanlardan olsunlar! diyecekler." (Fussilet, 41/29)
Yine bir başka âyette yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Allah'a saygı duyup kötülükten sakınanlar müstesna olmak üzere, (dünyada iken kötülükte)
dost olanlar o gün birbirlerine düşman kesilirler.” (Zuhrûf, 43/67).
"O gün, o zalim kimse ellerini ısırıp şöyle der: Keşke o peygamberlerle birlikte bir yol tutsaydım! Ne yazık bana! Keşke falancayı dost edinseydim. Çünkü zikir (Kur'ân) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı.
Şeytan, insanı (uçuruma sürükleyip, sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmakta.''' (Furkan, 25/27-29).
Bundan sonra Allah düşmanlarına karşı kesin ve açık ifade gelmiş oldu. Bu onların dinlerinin batıl olduğu ve kesinlikle onların dinlerine girilemeyeceği ifadesi ve ilânıydı. Bizim dinimiz, bizzat Hak olan dindir ki, Allah (c.c), bizim bu din üzere olmamızı istemiştir. Artık sizin kulluk edip taptıklarınıza bizler tapacak değiliz. Siz de bizim ibadet ettiğimiz Rabbimize ibadet edecek değilsiniz.
Müşrikler, artık müslümanların davalarındaki kararlılıklarını ve dinleriyle yüceleceklerini, onların morallerinin pek yüksek olduğunu görünce, bir başka eğlenme ve alay yolunu denediler. Bunun sebebi de müslümanların, tüm batılların üstünde bir inanca sahip olduklarını görünce müşrikler, büsbütün ümitsizliğe ve ye'se kapılmışlarıydı. Artık müslümanların dinlerinden dönülmesinin ve döndürülmelerinin mümkün olamayacağını kesinlikle kavradılar. Bu defa bir başka ahmakça yola girdiler. Bu da kendilerinin gerçekten ne kadar kısır görüşlü olduğunu göstermekte idi. Bu defa Hz. Peygamber (s.a)'i kendi putlarına tapmaya çağırdılar.
Teklifleri şuydu. Rasûlullah (s.a) onların putlarına bir yıl tapacak, onlar da Rasûlullah'ın ma'buduna bir yıl ibadet edecekler. İşte bunun üzerine Allah (c.c) Kâfirûn sûresini indirdi. Rabbimiz bu sûrede şöyle buyuruyor:
“Bismillahirrahmanirrahîm.
(Ey Muhammed) "De ki: "Ey kafirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam. Şu anda siz de benim kulluk ettiğime kulluk etmiyorsunuz. Ben de sizin taptıklarınıza asla tapacak değilim. Öyle ya siz de benim kulluk
ettiğime kulluk etmezsiniz. O halde sizin dininiz size, benim dinim bana." (Kâfirûn, 109/1-6)
Tıpkı bu sûre gibi daha başka âyetler de vardır. Buna benzer âyetler kâfirlerle olan tüm münasebeti kesmeyi, küfür erbabıyla herhangi bir ilişkiye girmemeyi öngörmektedir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Onlar seni yalanlarsa de ki: Benim işim bana, sizin işiniz de size aittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım." (Yunus, 10/41)
"De ki: "Allah'tan başka sizin taptığınız şeylere tapmak bana yasak edildi. De ki: "Ben sizin arzularınıza uymam, (sizin isteklerinize uyduğum takdirde) sapıtmış olurum ve hidayete erenlerden de olamam.*' De ki: "Şüphesiz ben Rabbimden gelen apaçık bir delil üzerindeyim. (hakkı batıldan ayırt eden açık delil ve hüccet üzerindeyim). Halbuki siz onu yalanladınız. Zira çabucak gelmesini istediğiniz (azap) benim yanımda değildir. Hüküm ancak Allah'ındır. Çünkü O, gerçeğe uyar ve O, sağlam hüküm verenlerin en hayırlısıdır." (En'âm, 6/56-57)
"De ki: "Ey insanlar! Benîm dinimden şüphede iseniz, (bilin ki), ben Allah'ı bırakıp da sizin taptıklarınıza (putlara, heykellere) tapmam. Ben ancak sizi öldürecek olan Allah'a kulluk ederim. Çünkü bana mü'minlerden olmam emrolundu. Ve "yüzünü muvahhid olarak hak dine dön-dür, sakın müşriklerden olma!" (denildi)" (Yûnus, 10/104-105)
İşte tüm bu âyetler bu netlik ve açıklıkla geldiler ki, müslümanlar ile kâfir müşriklerin saflarım belirleyen yoldaki işaretlerdir. Evet Allah'a ve Rasûlüne iman etmeyen müşrik kâfirlerle müslümanların saflarını belirleyen işaretler ve çizgilerdir. Kur'ân'ın bu açıklık ve netliği karşısında yine de görüyoruz ki, kimi ilim mensupları, bu âyetlere ve özellikle de Kâfirûn sûresine bakarak, burada Rasûlullah (s.a)'ın kâfirlerin batıl dinlerini tanıdığı düşüncesine kapılmışlardır ve böyle bir iddiaya kalkışmışlardır ki bu, temelde batıl bir iddiadır. Zira burada böyle bir şey varid değildir. Bu, İslam gerçeğine aykırı bir düşünce olduğu kadar, İslam peygamberinin davetiyle de çelişkili bir durumdur. Sadece İslâm peygamberinin davetine değil, bütün peygamberlerin davetiyle çelişen bir haldir. Değerli âlim İbn Kayyım merhum bu hususta şöyle söylemektedir:
"Doğrusu bu sûre yani Kâfirûn sûresi, sırf nefyi ve reddi kapsayan bir sûredir. Zaten bu, bu sûrenin özelliğidir. Bu, asıl itibariyle şirkten uzak kalmayı ve onu reddi ifade ediyor. Nitekim sûre de bunun için gelmiştir.[254]
"Burada en büyük amaç, muvahhidlerle müşrikler arasındaki kesin ayrılıktır. İşte bunun içindir ki, her iki yönden de istenilen uzaklaşmayı gerçekleştirmek için nefiyle yani olumsuzluk edatıyla getirilmiştir. Gerçi bu arada kendisinin ibadet ettiği bir mabudunun olduğunu da kanıtlamaktadır. İşte bu ifade haniflerin imamı ve lideri olan Hz. İbrahim'in şu sözüne gayet uygun düşmektedir:
"Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana taparım." (Zuhruf, 43/26-27). İşte bu, "La ilahe illallah" kelimesinin gerçeğini, ortaya koymaktadır."
İşte bunun içindir ki, Rasûlullah (s.a), saban namazıyla akşam namazının sünnetlerinde Kafirûn süresiyle birlikte İhlas sûresini okumakla bu gerçeği ortaya koymakta idi.[255] "[256]
Allah (c.c), "onların dinleri onlara, senin dinin de sana" diye haber verince acaba bu bir ikrar mı, yani onların dinlerini tanımak mıdır ki, bu mensuh ya da tahsis olabilsin? Yani bu ya mensuhtur veya tahsis edilmiştir. Ya da burada ne nesih vardır, ne de tahsis.
Aslında bu çok önemli meselelerden birisidir. Bazı kimseler bu sûreyi değerlendirirlerken hataya ve yanılgıya düşmüşlerdir. Onlar bu âyetin, Seyf âyetiyle nesh edildiğini sanmışlardır. Bunların itikadına göre, âyet kâfirlerin batıl dinini tanımaktadır. Bir kısmı da şöyle anlamışlardır: Bu sûre onların dinlerini tanıma noktasında bir tahsis getirmiştir ki, bunlar da ehli kitaptırlar![257]
Doğrusu her iki görüş de hatalı ve yanlıştır. Sûrede nesih olmadığı gibi herhangi bir tahsis te söz konusu değildir. Aksine sûre muhkemdir ve bu öyle bir süredir ki, kapsamına neshin girmesi mümkün değildir. Gerçekte tüm peygamberlerin davetinde tevhid hükümleri üzerinde ittifak vardır. Dolayısıyla burada herhangi bir nesih söz konusu değildir.
Aynı zamanda bu sûre yani Kâfirûn sûresi, halis ve sâf tevhidi öngörmektedir. Nitekim bunun için bu sûreye İhlâs sûresi âdı da verilmiştir. Buradaki yanlışın kaynağı ise, bu kimselerin, âyeti yanlış değerlendirmeleri ve âyetin, bunların dinlerini tanıdığını sanmalarıdır. Sonra da baktılar ki, bu tanıma olayı "Seyf" âyetiyle ortadan kalkmıştır. Bunun üzerine de, sûredeki bu âyetin mensûh olduğunu söylediler.
Bir grup ta şöyle dediler: "Bu, kitapları olmayan bazı kâfirleri ayırmaktadır. İşte bunun için bu, tahsis edilmiştir!
Her şeyden önce böyle bir durumdan Allah'a sığınırız! Yani âyetin onların dediklerini kabul edeceği veya onların dinini tanıması hükmünün ve manâsının çıkması gibi bir durumdan Allah'a sığınırız. Zira böyle bir manâ hiç bir zaman varid değildir. Aksine Rasûlullah (s.a) ve ashabı ta başından beri onları inkâr ve reddetmekte çok çetin davranmış, dinlerini ayıplamış ve onları çirkin görmüşlerdir. Onları ve dinlerini tanımaktan da menetmiştir. Hemen her zaman ve her yerde onları tehdit etmiş ve korkutmuştur. O halde nasıl olur ki âyet onları ve dinlerini tanımaktadır diye söylenebilir? Böyle batıl ve boş bir iddiadan Allah'a sığınırız!
Daha önce de anlattığımız gibi âyet, kâfirlerden ve müşriklerden kesin uzaklaşmayı öngörmektedir. Âyet, onlara: Sizin halen üzerinde bulunduğunuz dini, biz hiç bir zaman kabul etmiyor ve bu hususta sizinle ebediyyen bir muvafakata ve anlaşmaya da girmiyoruz" demektedir. Çünkü dininiz batıl bir dindir. Aynı zamanda size aittir, biz bu hususta sizinle ortak davranmayız, sizin şirkinize ortak olmayız. Kaldı ki, siz de bizim hak olan dinimiz konusunda bizimle ortak davranacak değilsiniz.
İşte bu, kesin ayrılma ve uzaklaşma ifadesidir. Bu onların dinlerinin kabul edilmeyişinin ve ondan ayrılışın kesin bir ifadesidir. O halde burada nasıl olur da bir ikrardan ve onların batıl dinlerinin tanınmasından söz edilebilir? Hatta nesih ve tahsisten bile söz edilemez.
Görüyorsunuz ya! Hüccet ve delil ile cihad olunduğu gibi, kılıç ile de cihad olunabilmektedir. O halde: "Sizin dininiz size ve benim
dinim de bana" diye söyleyerek sahadan çekilmekte söz konusu değildir.
Aksine bu âyet gerçekten geçerli ve muhkem bir âyettir, sabittir. Mü'minler ile kâfirler arasında, Allah (c.c) bundan kullarını ve onların ülkelerini temizleyinceye dek âyet sabittir, muhkemdir. Diğer taraftan âyetin bu kesin ayrılık ve uzaklaşma ifadesi hükmü, Ehli Sünnetten Rasûlullah (s.a)'a tabi olanlarla, sünnetine aykırı davranıp bid'at yoluna sapanlar arasında da aynen geçerli ve muhkemdir. Çünkü bid'at erbabı Rasûlullah'ın sünnetinden başkasına davette bulunmaktadırlar. Bu gibi bidatçılara, Allah Rasûlünün halifeleri ve vereseleri "haydin oradan, sizin dininiz size, bizim dinimiz de bize" diye cevap verdiklerinde, yukarıdaki aynı ifadeyi söylemek istemektedirler. Yoksa bu, o halifelerin ve varislerin, bu bid'atçıların bidatlerini tanıdıkları anlamının çıkmasını gerektirmez. Aksine bu şöyle bir ifade olmaktadır. Biz kesinlikle sizden uazğız, bizim sizin yaptıklarınızla bir ilişiğimiz yoktur. Onlar böyle söylerlerken onlara gereken cevapları vermekte, onlarla cihadı sürdürmeyi de bırakmamaktadırlar. İmkanları oranında onlara karşı ellerinden geleni yapmaktadırlar.[258]
Aslında bu konuda daha fazla bir izaha ve açıklamaya gerek de yoktur. Kaldı ki, Şeyhul İslâm İbn Teymiye buna ek olarak ''Sizin dU niniz size, benim dinîm de bana" âyetiyle ilgili olmak üzere diyor ki:
"Leküm" ifadesinin başındaki (Lâm) edatı, arap dilinde ihtisas yani aidiyet bildirir. Buna göre manâ şöyle olmaktadır: "Siz, kendi dininize ve inancınıza ait ve bağlısınız. Biz bu konuda size katılamayız." Nitekim ikinci cümledeki (Lâm)'ın ifadesi de böyledir. Yani: "Ben de kendi dinime bağlıyım ve buna aitim, bu itibarla bu dinim konusunda siz de bana ortak olacak değilsiniz." Nitekim Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Benim işim bana, sizin işiniz de size aittir. Siz benim yaptığım-dan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım." (Yunus, 10/41)
Bu âyetten sakın, Rasûlullah'ın müşriklerin dinlerini ve inançlarını, aynı şekilde kitap ehlinin de din ve inançlarını tanıdığı manâsı anlaşılmasın. Çünkü bazı mülhidler ve dinsizler bunu böyle anlamışlardır. Aynı zamanda âyetin onlarla cihadı yasakladığı anlamı da çıkarılmasın. Zira yanılgıya düşen kimileri böyle değerlendirerek âyeti mensuh kabul etmişlerdir.
Aksine âyet, bu gibi bir yanlış anlaşılma ve manâlandırmaya fırsat tanımamaktadır. Özellikle onların dinlerinden uzak durmayı ve kalmayı bildirmektedir. Zaten onlar da bizim dinimize yanaşmamaktadırlar. Dolayısıyla müşriklerin yaptıkları şeyler, Rasûlullah'a ve iman edenlere zarar vermezler, onların işledikleriyle de ceza ya da mükafat görülecek değildir. Zira müslümanlann amellerinin kâfirlere bir yararı yoktur. Kâfirlerin kendilerine zaten yararlan olmayacaktır. İşte bu kesin olan bir iştir ki, muhkemdir, burada nesih, yani âyetin hükmünün yürürlükten kaldırıldığı gibi bir durum söz konusu değildir. Allah Rasûlü hiç bir zaman ne müşriklerin ve ne de kitap ehlinin dinlerini hoş karşılamamıştır. Öyleki bir göz açıp kapama anı kadar bile kabul etmemiş, reddetmiştir.
Aşağıda mealini sunacağımız Kâfirûn sûresine'dayanarak, "Rasûlullah (s.a), kâfirlerin din ve inançlarını tanımıştır" iddiasına kalkışanlar bulunmaktadır. Önce meali sunalım, sonra da bu husustaki görüşleri belirtelim.
"(Ya Muhammed!) De ki: ' Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam. Şu anda siz de benim kulluk ettiğime kulluk etmiyorsunuz. Ben de sizin taptıklarınıza asla tapacak değilim. Öyle ya siz de benim kulluk ettiğime kulluk etmezsiniz. O halde sizin dininiz size, benim dinim bana." (Kafirûn, 109/1-6)
Bu dinsiz ve mülhidler "Sizin dininiz size, benim dinim bana" buyruğunun manâsını; "Âyet ve Rasûlullah (s.a) kafirlerin dinini tanımaktadır." şeklinde yorumlamışlar. Sonra da bu âyetin mensuh olduğunu yani hükmünün yürürlükten kaldırıldığını söylemişlerdir. Böylece sanki kâfirlerin dinleri tanınmış ve hoş karşılanmış manâsı çıkarılmaya çalışılmıştır.
İşte bu, gerçekten Hz. Muhammed (s.a)'e karşı uydurulan en açık bir yalan ve iftiradır. Çünkü Hz. Muhammed (s.a), Allah'ın kendi peygamberlerini gönderdiği dinler ve indirmiş olduğu kitaplar dışında hiç bir dine ve hiç bir kitaba rıza göstermemiştir. Nitekim bu âyetin bir benzeri başka bir âyet meali de şöyledir:
"Onlar seni yalanlarlarsa de ki: Benim işim bana, sizin işiniz de size aittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım." (Yunus, 10/41)
Bir başka âyette Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"İşte onun için sen (tevhide) davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların kötü arzularına uyma ve de ki: "Ben Allah'ın Kitap'tan indirdiğine inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir." (Şura, 42/15)
Yine Rabbimiz şöyle buyuruyor:.
"Sana uyan mü'minlere kanadını indir. Şayet sana karşı gelirlerse de ki: Ben sizin yaptıklarınızdan muhakkak ki uzağım." (Şuara, 26/215-216)
Bu âyet, Hz. Peygamber (s.a)'e uyan mü'minlerden asi olanlarının masiyetlerinden O'nrun uzak olduğunu bildirmektedir. O halde en büyük muhalefet ve en şiddetli masiyet olan kafirlerin küfründen nasıl uzak kalmasın ki?[259]
Allah, Abdullah b. Abbas (r.a)'a rahmet eylesin, bu sûre ile ilgili olarak şöyle demişti: "İblîs için Kur'ân'da bu sûreden daha ağır kin yeren, onu şiddetli kine sevkeden bir sûre yoktur. Çünkü bu süre Tevhidi bildiren ve şirkten de uzak ve beri kalmayı ön gören bir sûredir."[260]
Asmaî de şöyle diyor: "Kul Ya Eyyü hel kafirûn" süresiyle "Kulhuvellahu ahad (ihlas) sûresi için, "kişiyi nifaktan uzaklaştıran iki sûre" denilmiştir."[261]
İbn İshak diyor ki: "Allah (c.c), dinini üstün kılmak ve peygamberini de başarıya erdirerek güçlü kılmak, ona verdiği va'di yerine getirmek istedi. Rasûlullah (s.a), panayır ve hac mevsimi döneminde çıkmış dolaşıyordu. Bu arada Medine'li yerliler olan Ensar'dan bir gurup insanla karşılaştı. Rasûlullah (s.a) kendini Arap kabilelerine tanıttı. Nitekim her mevsimde bunu yapıyordu. İşte yine böyle bir mevsimde Rasûlulah (s,a), Akabe tepesinin yanında, Allah'ın kendileri için hayır murad ettiği bir gurup Hazrec'li ile karşılaştı. Peygamber (s.a), bunlara:
"- Siz kimlerdensiniz ve kimsiniz? diye sordular. Onlar da:
- Hazrec kabilesinden bir grubuz cevabım verdiler. Rasûlulah (s.a): "- Yani Yahudî mevalisindensiniz öyîe mi?" diye sordu. Onlar-da:
- Evet, dediler. Bu defa Rasûlulah: "Acaba biraz oturmaz mısınız ki, sizinle konuşalım?" Onlar da, "hay hay, olur" dediler ve birlikte oturup konuştular. H. Peygamber (s.a) efendimiz onları Allah'ın dinine davet etti, onlara İslam'ı arzetti Kur'ân'dan âyetler okudu. Bunun üzerine birbirlerine dediler ki: "Ey kavim! Siz de biliyorsunuz ki, Allah'a yemin ederiz ki bu, Yahudilerin sizi, geleceğiyle korkuttuğu peygamberdir. Gelin onlar sizi geçmeden biz İslamı kabullenelim." İşte böylece Rasûlullah (s.a)'a icabet ettiler, davetini kabullendiler. Onlar Rasûlullah (sa.) tarafından kendilerine sunulan İslâm'ı kabul edince şöyle dediler:
- Biz, arkamızda kendi kavmimizi bıraktık. Bizim kavmimiz kadar aralarında kötülük ve düşmanlık bulunan başka bir kavim daha gösterilemez. Olur ki, senin yüzünden Allah (c.c), kavmimizi toplar ve böylece bir araya getirir. Biz onlara bunu takdim edeceğiz ve böylece onları da senin dinine davet edeceğiz, bizim sana icabet ettiğimiz gibi, bu dini onlara arzedeceğiz. Eğer böylece Allah (c.c), onları bir araya getirirse, bu takdirde senden daha güçlü ve şerefli biri olmayacaktır.
Sonra dönüp ülkelerine gittiler, hepsi iman etmiş ve hepsi de hakkı doğrulamış olarak döndüler. Medine'ye geldiklerinde, kavimlerine Rasûlullah (s.a)'ı, onları İslam'a davetini anlattılar. Öyle ki İslam onlar arasında yayılır oldu. Hiç bir Ensar evi yoktu ki orada Rasûlullah (s.a) konuşulmuş olmasın.[262]
Evet, tüm sıkıntı ve zorluklardan, bu karşılıklı göğüs germe ve sabır olayından sonra, Allah (c.c), dinine yardım edene en büyük lütfü hazırladı ve böylece kelimesini yüceltti. O davayı yeryüzünde yaydı. Bütün bunlar Rasûlüne ve onun ilk ashabına sığınacakları bir yeri sağladıktan sonra oldu.
Gerçekten "Ensar'ın" "Ensarullah" diye isim almaları yani Allah'ın, Rasûlünün ve dininin yardımcıları diye adlandırılmaları, tüm şereflerin üzerinde bir şereftir. Evet Allah'ın yardımcıları, peygamberinin yardımcıları, dinin yardımcıları ve mü'min kullarının yardımcıları diye adlandırılmak ne büyük bir şereftir. Bunlar cahiliyenin ve onun tağutlannın ve zalimlerinin yardımcıları değiller. Gerçi bu sonuncuları insanların gözünde her ne kadar büyük de tanınsalar, gerçekte bunlar küçük ve aşağılıktırlar.
Hz. Peygamber (s.a.)'in Akabe tepeciğinde Medine'lilerle buluşmasından bir yıl sonra, ikinci yıl 12 erkek Mekke'ye geldiler. Bunlar Akabe'de Rasûlullah (s.a.) ile buluştular ve ona bey'at ettiler. İşte bu ikinci buluşmaya birinci Akabe denilmektedir. Yapılan beyat İslâm adına oldu. Hz. Peygamber (s.a.), bunlarla birlikte Hz. Mus'ab b. Umeyr (r.a.)'i gönderdi.[263] Mus'ab bunlara Kur'an okutuyor ve İslamı öğretiyor, dini gereğince anlamaları için yardımcı oluyor namazda imamlık yapıyordu.[264]
Ertesi yıl hac mevsiminde Hz. Mus'ab b. Umeyr (r.a) ile Ensar'-dan bir hayli kişi yola çıktılar. Hz. Peygamberle ikinci kez Akabe'de görüştüler. Medine'liler yola çıktıklarında Medine dışında aralarında şöyle konuştular: "Daha ne zaman kadar Allah Rasûîünü, Mekke dağlarında, kovulur, korkutulur ve korkar bir halde bırakacağız?"
İman, bu gençlerin kalblerinin tâ derinliklerine nüfuz etmişti. Artık bu gençler cesaret teneffüs ediyorlardı. Artık bu davetin ve davetçinin etrafını kuşatan boğucu ve öldürücü kuşatmanın çözümü zamanı gelmişti.[265]
Rasûlullah (s.a.) konuşma yaptı ve sonra Kur'an okudu, Ensarı Allah'a ve dinine çağırdı, onları İslama teşvik etti, sonra da şöyle buyurdu:
"Ben, sizinle, kadınlarınızı, ve çocuklarınızı koruduğunuz gibi beni korumanız şartıyle beyatte bulunuyor, sözleşme yapıyorum." Bera' b. Ma'rur (r.a.)[266]; Hz. Peygamber (s.a.)'in elini tutarak şöyle konuştu
"Evet, Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, kadınlarımızı (çoluk-çocuğumuzu) koruduğumuz şeylerden, kesinlikle seni de koruyacağizl Ey Allah'ın Rasûlü! Bizimle beyat yap. Biz, Allah'a andolsun ki, savaş erleri ve silahşörleriz (silah ehliyiz, eriyiz). Biz bunu silsileyle bize kadar gelen büyüklerimizden miras olarak almışızdır."
O böyle konuşurken tam bu sırada Ebr1 Heysem b. Teyhân sözün arasına girdi.[267]
Ve şöyle konuşmaya başladı:m
"- Ey Allah'ın Rasûlü! Bizlerle o adamlar (yahudiler) arasında, andlaşma ve sözleşmeler bulunmaktadn. Biz, sizinle yaptığımız bu anlaşmayla onları kesip atıyoruz. Yarın Allah (c.c.) seni muzaffer (üstün) Kılarsa, sen bizi bırakıp kavminin yanına mı dönersin acaba? Ra-vi diyor ki: Rasûlullah (s.a.) gülümsedi sonra da şöyle buyurdu: "Benim kanım sizin kanınız, benim zimmetim sizin zimmetinizdir. Ben sizdenim, siz de bendensiniz. Ben sizin kendileriyle savaştığınız kimselerle savaşır, kendileriyle barış yaptığınız (yapacağınız) kimselerle barış yaparım.
İbn Hişam da şöyle diyor: "Benim zimmetim, sizin zimmetinizdir, benim saygınlığım, sizin saygınlığınızdır (sizin dokunulmaz gösterdiğiniz benim için de dokunulmazdır.)"[268]
Daha sonra Es'ad b. Zürâre ayağa kalktı ve şöyle konuştu:[269] "Ey Yesrib (Medine)'liler biraz yavaş olun bakalım. Doğrusu bizler bu zatın gerçekten Allah Rasûlü olduğunu bilerek, aynı zamanda develerimizin böğürlerini de tepe tepe buraya kadar gelmiş bulunmaktayız. Artık bugün tüm araplardan ayrılmak, ayrı bir baş çekmek ve sonunda da en hayırlılarımızın öldürülmesi, sizlerin ise kılıç darbeleriyle öldürülmeleri demektir bu antlaşma. Ancak bütün bunlara rağmen siz uzağı çok iyi gören bir kavimsiniz. O halde ona (Rasûlullah'a) tutununuz. Zira sizin bu konudaki ecriniz ve mükafatınız Allah'a aittir. Eyet siz ya böyle bir toplumsunuz veya siz canlarınızdan korkan korkak bir toplumsunuz, bu takdirde durumunuzu çekinmeden açıklayın ki, Allah nezdinde sizin için bu daha geçerli bir mazeret olabilir."
Hz. Esad b. Zürare'nin bu konuşması üzerine ona şöyle cevap verdiler:
Elini bizden çek. Vallahi, biz yaptığımız bu bi'ati antlaşma ve sözleşmeyi) ne bırakır ne de iptal ederiz. Sonra hepsi kalktılar, Rasûlullah (s.a)'a birer birer giderek onunla (bey'at) antlaşma yaptılar.[270]
Evet, işte bu Allah'a olan imanın ve O'na olan sevginin1'tâ kendisidir. Bu O'nun dini üzerinde bir araya gelme kardeşliğidir. O'nun adına birleşip yardımlaşmak ve zafere erişmektir. İşte bütün bunlar, Mekke'nin etrafında bulunan ve karanlıklar içerisinde yuvarlanıp giden bir toplumun ruh derinliklerinden patlayarak ortaya çıkan bir olaydır. 3u, öyle bir patlamadır ki, kendilerini Allah'ın ve dininin yardımcıları olduklarını ilan etmeye varan bir olaydır. Öyleki O'nun Rasûlünü koruyup himaye edecekler, tıpkı kendi ırz ve namuslarını korudukları gibi. Onu bu uğurda canlarını ortaya koyma pahasına kendilerini siper ederek savunacaklardır. Böylece onlar yaşadıkları sürece ona hiç bir eziyet, erişmeyecektir.[271]
Şimdi bir düşünün bakalım. Böylesine samimi ve güzel bir bağlılık örneği gösterilebilir mi? Evet bir bey'at düşünün ki, Allah'ın dini hakkında ve O'nun rızasını kazanmak adına yapılıyor.Bir de Rasûlullah Hz. Mustafa'nın onlara verdiği cevabı düşünün:
"Sizin kanınız, benim kanım, sizin zimmetiniz benim zimmetimdir. Ben sizdenim siz de bendensiniz. Sizin savaştıklarınızla savaşır, sizin barış yaptıklarınızla barış yaparım."
îşte bu, aralarındaki bağın gerçek ifadesidir. Öylesine bir bağlılık ki, müslüman kardeşin diğer müslüman kardeşine verdiği desteğin ifadesinin tâ kendisi olmaktadır. Evet hepsi bir tek kan ve can olmaktadırlar:
"Sizin savaştıklarınızla ben de savaşırım. Sizin barış yaptıklarınızla ben de barışığım."
Böylece tüm cahliî kan ilişkileri sona eriyor, cahiliyetten doğan yardımlaşmalara son veriliyor. Cahili dostluklar ve velayetler bir kenara itiliyor. Bunlar sırf islamın bunun yerine geçmesi ve onun yerini alması için yapılıyordu. Velayet ve dostluk İslâm adına yapılıyor, İslam saflarında bunun için durulup yer alınıyor. Tüm küfürden ve küfür ehlinden uzaklaşıhyor. Yepyeni bir kardeşlikle insanlar birbirleriyle kucaklaşıyor ki, bu, Allah'ın onlara emrettiği kardeşlik olmaktadır. Evet, gerçek anlamda cahiliye yerine dosdoğru ve samimi olarak İslâmı aldılar. Nitekim Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmaktadır:
"Mü'minin mü'mine bağlılığı, tıpkı kısımları birbirini perçinleyen bina gibidir."[272]
İşte bizler, Allah'ın peygamberini, onun davetini ve onunla birlikte olanların durumunu takviyesini böylece öğrenmiş bulunmakta-yız. Ayrıca onlara neler hazırladığını* onları ne gibi imkanlara kavuşturduğunu, Allah'ın şeriatının ve metodunun uygulandığı, Ensarın yerini öğrenmiş oluyoruz. Burası öyle bir yurttur ki, buradakiler kendileri ıhttiyaç içerisinde olmalarına rağmen kardeşlerini kendilerine tercih edenlerin yurdudur.
Şimdi de Medine döneminde aydınlatıcı yepyeni bir dayanışma, dostluk ve velayet örneğini göreceğiz.
Allah (c.c), dinini üstün kılmak, kulu ve elçisi Hz. Muhammed (s.a)'i ve beraberindekileri güçlü kılmayı diledi. Bunun için de, hak ile batıl arasında tam bir ayırıcı başlangıç olması için Rasûlüne hicreti emretti. Bir de Rahmanın evliyası (ya°rdımcıları)yla şeytanın yandaşlarının birbirinden ayrılması için hicreti emir buyurdu.[273]
Gerçekten hicret, Allah (c.c)'ın mü'minlere vadetmiş olduğu sözün yakın olduğunu gösteriyordu. Bu, Allah (c.c), mü'minlere dünyayı ve üzerindekileri vadettiği sürekli bir sözdür. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Allah, sizden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden Öncekileri sahip ve hakim kıldığı gibi kendilerini de yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (İslâm'ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vadetti. Çünkü onlar bana kulluk ederler; hiç bir şeyi bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkar ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır." (Nûr, 24/55)
Bir başka âyette mü'minlerin güçleneceğini ve yardıma erişeceklerini Rabbim bildirmektedir. Buyuruyor ki:
"Hatırlayın ki, bir zaman siz yeryüzünde aciz tanınan az (bir toplum) idiniz; insanların sizi kapıp götürmesinden korkuyordu-nuz da şükredesiniz diye Allah size yer-yurt verdi; yardımıyla sizi destekledi ve size temizinden nzıklar verdi." (Enfâl, 8/26)
Rabbimizin müslümanlan güçlendirmesi ve yeryüzünde hakim kılması va'di, müslümanlar İslâm'ın öngördüğü şartlara bağlı kaldıkları ve onlardan taviz vermedikleri sürece devam edecektir. Bu şartlar; bir tek Allah'a kulluk ve ibadet ile O'na hiç bir şeyi ortak koşmamaktır.
Allah (c.c) müslümanların hicretine izin verince, müslümanların kimisi gruplar halinde, kimisi de tek başına hicret ettiler. Müslümanlardan Mekke'de kalanlar sadece şu kimselerdi. Rasûlullah (s.a), Hz. Ebû Bekir (r.a) ve Hz. Ali (r.a). Bu ikisi Hz. Peygamber (s.a)'in emri üzere Mekke'de kalıyorlardı. Ayrıca bir de müşrikler tarafından hapsedilip zorla bırakılanlar vardı.
Müşrikler Hz. Peygamber (s.a)'in ashabının hazırlanıp Mekke'den çıkıp gittiklerini, beraberlerinde çoluk-çocuklanm ve mallarını Medine'ye sevkettiklerini gördüler. Bunun üzerine anladılar ki, Medine mü'minler için güçlü bir sığınak ve barınak olacaktır. Zira gerçekten Medine halkı güçlü, kuvvetli, savaşçı, hiç bir şeyden yümayan bir toplumdur. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a)'ın da oraya çıkıp gideceğinden korktular. Bunun için de tüm şiddet tedbirlerine başvurdular, her yolu denediler. Sırf bu amaçla "Darunnedve" denilen küfür meclisinde (Parlamentosunda) toplanıp bir araya geldiler. Orada görüş ve fikir açıklayacak kim varsa hepsi istişare için geldiler ve toplantıya katıldılar.
Meclis bu toplantıda bir tek kararla ayrıldı. Karar şu idi. Her bir kabileden bir genç katılmak suretiyle, Rasûluîlah'ı öldürmek üzere hep birden öldürücü oklarını ve atışlarını yapacaklar. Böylece de onun kan bedeli de kabileler arasında pay edilerek kendilerince bu tehlikeden kurtulacaklardı.
Ancak Allah'ın yardımı her zaman peygamberiyle idi. Bu husus ta da peygamberine olan himaye ve yardımı, bu mücrim ve müşriklerin tüm hilelerinden üstün idi. Müşriklerin tuzaklarını bildirmek üzere Hz. Cebrail'i gönderdi. Hz. Cebrail geldiğinde Rasûlullah (s.a)'a, bu akşam yatağında yatmamasını emretti. Peygamber (s.a) beraberinde en sadık arkadaşı Ebû Bekir Sıddîk (r.a) olduğu halde evden ayrıldılar. Rasûlullah'ın yerinde sadece Hz. Ali b. Ebû Talib kaldı. Ali gece Hz. Muhammed (s.a)'in yatağında yattı. Sonunda Kureyş topluluğu bu işin sonuçsuz kaldığını görünce hüsrana uğradılar,, ne yapacaklarını şaşırıp kaldılar.[274]
Artık Hz. Muhammed Mustafa (s) hicret yurdu olan Medine'ye ulaştı. Burası yardım, zafer ve koruma yurdu. Zira burada "Allah'ın yardımcıları" anlamında olan Ensârullah, bulunmaktadır. Gerçekten bu hicret, muhacirler için bir yardım ve zafer idi. Artık sığınacakları, yardım görecekleri, mallarında, ev ve yurtlarında, hatta eşlerinde kendilerini ortak kılacak bir sığınak bulabilmişlerdi!
Bu zafer ve yardım sadece muhacirler için değildi. Bu, aynı zamanda Ensar için de geçerliydi. Çünkü hepsi de kin ve düşmanlık üzere birbirlerine karşı diş bilemekteydiler. Bilhassa Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki bu kine son verildi. Diğer taraftan aralarında ayrılık ve fitne yayılmış bulunan yahudilerin de tuzağıyla karşı karşıya idiler. Bütün bunlar sona erdi.
Rasûlullah (s.a)'m Medine'de ilk iş olarak giriştiği şey, hemen bir mescid bina etmek oldu. Bu binada: "Allahü Ekber, Allahü Ekber" Rabbanî çağrı ve duyurusunu yükseltmek istiyordu. Bu, tertemiz ve pırıl pırıl mescidde, müslüman ümmeti eğitmek, ilahî vahyi buradan almak için inşa etti. insanlara, dinleriyle ilgili şeyler burada öğretilsin istiyordu. Bu mescid aynı zamanda İslâm askerî komite merkezi idi. Çünkü Allah yolunda cihada burada karar veriliyor. Hareket buradan sevk ve idare ediliyordu.
Bundan sonra Rasûlullah (s.a), Enes b. Malik'in evinde Muhacir ile Ensâr'ı birbirleriyle kardeş yaptı. Hepsi doksan kişi idiler. Yansı Ensar, yarısı Muhacir idi. Eşitlik esasına göre hepsini birbirleriyle kardeş yaptı. Tâ Bedir savaşına kadar, aralarında herhangi bir kanbc.ğı, akrabalık olmaksızın birbirlerine mirasçı oldular. Bu ilişki, şu âyet ininceye kadar sürmüştü:
"Akraba olanlar, Allah'ın Kitabına göre, (mirascilık bakımından) birbirlerine diğer müzminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar; ancak, dostlarınıza uygun bir vasiyet yapmanız müstesnadır." (Ahzâb, 33/6)
Bu âyette görüldüğü gibi herhangi bir kardeşlik akdi söz konusu olmaksızın, mirascılığı yakınlara, akrabaya bırakmış olmaktadır.[275]
Gerçekten imana dayalı bu kardeşlik var ya, çok büyük faktördür. İnsanlığın birbirleriyle olan ilişkilerinde bu, yegane bağ olmaktadır. Aynı zamanda her bir mü'min de bunu hissetmektedir. Nitekim değerli Üstad Muhammed Kutub şöyle diyor:
İster muhacir olsun, ister Ensar, her ikisi de Allah için birbirlerine bağlanmışlardır. Her biri kardeşini canı kadar sevmektedir. Halbuki bunlar aynı kabileden olmadıkları gibi aralarında herhangi bir kan bağı da yoktu. Hatta daha da ilerisi cahili dönemdeki kan bağı bile, onları bu manâda birbirlerine bağlamıyor, bu anlamda bir sevgi ve muhabbet oluşturmuyordu. Bu öylesi şaşırtıcı bir bağ ve sevgi idi ki, sadece akide ve inanç kardeşliğinden doğmakta idi.
İşte cahili ilişki ile İslâm ilişkisi arasındaki bu farkı bir düşününüz.
Acaba insanda bu manâda bir duygu, akide ve inanç dışındaki bir başka şey yüzünden niçin meydana gelemiyor?
Buna verileccek cevap şöyledir: Aslında bu konu bir sır ya da sihir değildir. Bu, sadece İslama olan inançtır. İnsanlar sıf Allah rızası için bu akide çerçevesinde bir araya gelebiliyorlar. Çünkü bunların her birerleri Allah'ı ve Rasûlünü tüm güçleriyle sevmektedir. Cahiliye döneminde olduğu gibi birbirinden görev çalmayı ve haksızlığı edinmek gibi bir endişeleri yoktu artık bunların. Burada açıkça görülen yön ve husus şu idi. Allah için ve Allah sevgisi için bir araya gelmek.[276]
Doğrusu bu kardeşliği çok iyi bir şekilde değerlendirmek ve ders almak gerekir. Müslümanın hayatında kendisi için ister "Ümmet ok ma isterse de devlet olma planında olsun" ya da ferdî planda her biri için önemli dersler vardır.
Ümmet olma platformundaki önemine gelince; gerçekten bu kardeşlik, "Müslüman bir ümmet" olmayı-temelden oluşturmuş ve bu kavramı gerçekleştirmiştir. Bir ümmet ki, sadece akide ve inanç için bir araya gelmektedirler, sırf bu akide için yaşamaktadırlar. Herhangi bir kan bağı bir hasep-nesep ya da soy-sop, toprak, renk, dil, ırk veya akideleriyle çelişecek bir hesap için bir araya geliniyorlardı. Bütün bunlardan uzak, saf ve samimi olarak akideleri uğrunda tek ümmet olmak için birleşiyorlardı. Zaten Allah (c.c) lütuf ve ikram sahibidir. Her türlü imkanı bağışlamıştır. Nitekim şöyle buyurmaktadır:
"Hep birlikte Allah'ın ipine (İslam'a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetlerini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O'-nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulaşınız.
Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir.
"Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır." (Âl'i İmrân, 3/103-105)
Artık bundan böyle mü'minler birbirlerinin yakını, dostu ve velileri oldular. Her birisi kardeşini canım sever gibi seviyor, sırf bu dava için ona yardıma koşuyor ve bunun için cihad ediyordu. Kardeşini tüm yakınlarından, sevdiklerinden, malından, ailesinden, akrabalarından, kabilesinden ve çocuklarından da üstün olarak seviyor ve onlara tercih ediyordu. Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Mü'min erkeklerle mü'min kadınların da bir kısmı, bir kısmının velileridir." (Tevbe, 9/71)
Artık bundan böyle mü'minler bir tek vücut gibi oldular. Öyle ki Rasûlullah (s.a)'ın buyurduğ gibi olmuşlardı.
"Mü'minin mü'mine bağlılığı, tıpkı kısımları birbirine perçinlenen bina gibidir." Daha sonra Rasûlullah (s.a) bunu göstermek için parmaklarını birbirine geçirdi, kenetledi.[277] Numan b. Beşîr'in söylediğine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır:
"Tüm müzminlerin, birbirlerine merhamet etmekte, birbirlerini sevmekte, birbirlerine şefkat ve lütufta bulunma hususunda tıpkı bir vücut gibi olduklarını görürsün. O vücuttan bir organ hastalanınca, vücudun diğer organları, birbirlerini hasta organın acısına, uykusuzlukla ve hararet (humma) ile katılmaya çağırır (acıyı birlikte paylaşır)lar”[278]
Allah (c.c), Muhacir ve Ensar'ı övüyor ve önce muhacirler hakkında şöyle buyuruyor;
"(Allah'ın verdiği bu ganimet mallan), yurtlarından ve mallarından çıkarılmış olan, Allah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve peygamberine
yardım eden fakir muhacirlerindir. İşte doğru olanlar bunlardır.(Haşr, 59/8)
Ensar hakkında da şöyle buyurmaktadır:
"Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenler karşısında içlerinde bir kaygı duymazlar. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Haşr, 59/9)
Aslında durum bundan çok daha büyük ve önemlidir. Bu Ensar ki, Rasûlullah (s.a)'a barınak oldular, onun yanında yer alanlara kucak açtılar, korudular, himaye ettiler, yardım ettiler. Sırf Allah rızası için onlara canlarını ve varlıklarını sundular, onlar için imkanlarını seferber ettiler. Hepsi bu akideleri sebebiyle birbirlerini sever oldular. Müslüman bu akide ile dinine bağlı olarak Rabbine teslim olmuştur. Nitekim müslüman olan kimsenin Ensarı sevmesi bir iman ve akide gereği olduğu gibi, onlara buğzetmek, onları sevmemek te münafıklık olarak kabul edilmiştir. Hatta Sahih olan bir hadiste Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır;
"İmanın alameti, Ensar'ı sevmek, münafıklığın alameti ise, Ensar'a buğzetmektir."[279]
Yine Rasûlullah (s.a) Efendimiz şöyle buyurmaktadırlar:"Ensar'ı ancak mü'min olanlar sever, onlara buğz edenler ise ancak münafık olanlardır. Kim onları severse Allah (c.c) da onu sever, kim de onlara buğzederse, Allah (c.c) da ona buğzeder."[280]
İşte böyle bir kardeşlik sayesinde “İslâm toplumu ve cemaati oluştu." Bu toplum ki, "La ilahe illallah" sancağını gölgelendirdiler (dalgalandırdılar). Rabbani şeriatı sağlamlaştırdılar/Onlar birbirlerini sevmekte yücelip fani oldular. Sırf bu amaçla iyiliği emrettiler ve kötülükten de nehyettiler. Cihad onların tek amacı oldu. Onların yolu Allah'a davet idi, hayatlarının ve yaşantılarının metodu da bu oldu. Bunlar için güçlü olan zayıftı. Ta ki bu güçlüden zayıfın hakkı elde olununcaya dek. Zayıf olan da güçlü idi, zira onun hakkı güçlüden alınırdı. Bunlar sadece Allah'a, Rasûlüne ve mü'minlere dostluklarını ve yetkilerini verirlerdi. Düşmanlıkları ve hoşnudsuzlukları ise, en yakınları da olsa Allah düşmanlarına karşı idi. Onlardan tüm ilişkilerini keserlerdi. İmanın tadını ve lezzetini artık tadmışlardı. Küfrü ve küfür ehlini öylesine tanımışlardı ki, hiç biri, tekrar küfre girmektense, ateşe girmeyi çok daha fazla isterdi. İşte küfür ve küfür ehlinden bu derece nefret ediyor ve uzak duruyorlardı. Çünkü Allah (c.c), bir defa kendilerini ondan kurtardıktan sonra tekrar oraya dönmeyi kesinlikle istemezlerdi. Nitekim Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur ve buyruk tahakkuk etmiştir:
"Hiç bir kimse, kişiyi ancak Allah için sevinceye, Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmektense ateşe atılması kendisine sevimli oluncaya ve Allah ile Rasûlü kendisine başkalarından daha sevgili oluncaya kadar imanın tadını bulamaz."[281]
İşte bu imana dayalı kardeşlik sayesinde kişi "Toplumsal garantiye" erişmiş olur. Bundan böyle kendisi için açık bir şekil ortaya çıkmış olur. Bu öyle bariz bir durumdur ki, başka hiç bir şeyde bulunma imkanı yoktur.
Yine Buhârî'nin rivayet ettiği örneklerdendir. Rasûlullah (s.a) Medine'ye geldiklerinde, Abdurrahman b. Avf (r.a) ile Sa'd b. Rebî'i birbirlerine kardeş yaptı. Bu ikisi kardeş olduktan sonra Sa'd, Abdurrahman'a şöyle demiştir:
- Ben en çok malı olan (zengin olan) bir kimseyim. Malımı ikiye bölüştürdüm. Yarısı senin! Aynı zamanda benim iki de hanımım var, bak, ikisinden hangisi hoşuna giderse, onu bana söyle, ben boşaya-yım, o da iddetini (bekleme süresini) bitirince, sen onunla evlen! diye teklifte bulundu. Ancak Abdurrahman (r.a):
“- Allah aileni ve malını senin için mübarek ve bereketli kılsın. Sizin çarşınız neresidir, bana orayı, pazar yerini göster" dedi. Bunun üzerine kendisine Kaynuka oğulları çarşısını gösterdiler. Artık Abdurrahman bundan böyle o çarşıdan her dönüşünde beraberinde muhakkak keş ve yağdan bir fazlalıkla dönerdi. Sonra her sabah o çarşıya ticaret maksadıyla gitmeyi sürdürdü. Nihayet bir gün kendisinde (zifafa girenlere ait) üzerinde zaferan eseri olduğu halde, Rasûlullah'ı ziyarete geldi. Hz. Peygamber (s.a):
"- Nedir bu .halin?" diye sordular. O da:
"- Evlendim" dedi. Rasûlullah (s.a):
“- Kadına ne kadar
mehir verdin?" diye sordu. Abdurrahman da: "
"- Bir çekirdek ağırlığında altın verdim," dedi.[282]
Burada esasen dikkat edilecek şey, Sa'd'ın kişiliğine ve üstün vasfına sadece şaşırmamak lazımdır. Burada hayret ve gıpta edilecek diğer bir şey de, Abdurrahman (r.a)'ın üstün kişiliğini de düşünmektir. O Abdurrahman ki, Yahudileri kendi pazarlarında ve sahalarında köşeye sıkıştırmıştır. Öyleki pazara çıktıktan az bir süre sonra hem kendi iffetini koruyacak imkanı elde etmiş, hem de ırzını koruyacak evlenme imkanını bulabilmişti. İşte bütün bunlar gerçekten imanın verdiği en üstün ahlakın bir sonucu olabilmiştir.[283]
Sözün özü: Bu kardeşlik; gerçekten İslam'ın kardeşlik esaslarını pratik açısından ortaya koymuştur. Bu da onların bağlı bulundukları akidelerinden ve inançlarından doğmuş, mü'minlerin ruhlarına bu yönden kesin etkisini bırakmıştır. Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Mü'minler, ancak kardeştirler." (Hucûrât, 49/10) Bu, kesin başarıyla sonuçlanmış olan bir örnektir ve bunu başarmada da tarihî açıdan bakılırsa yine tek örnek olduğu görülecektir. Diğer taraftan bu: "Kardeşleri için garanti sağlamak" açısından da pratikte uygulanan tek örnek olmaktadır. Bu, gerçekten İslam toplumunun binasının oluşmasında da derin anlamı ve faktörü olan bir örnektir. Güçlü olanlar, güçsüz olanların durumlarını sırf Allah rızası için ve bu temele bağlı kalarak üzerlerine alıp garanti etmişlerdi. Bu, işin bir yönü. Diğer bir yönü ise; Allah'ın hoşnud olabileceği kadar Allah"ın kendilerine verdiği malî imkandan tasarrufta bulunmak. İşte ikinci yön de budur. Bunların hepsi de dikkat çekici şeylerdir.[284]
Hiç bir tarih kesinlikle, Ensar'm Muhacir'i karşılayıp bağrına bastıkları gibi bir olaya ne tanıktır, ne bundan başka bir örnek gösterebilir. Sonsuz ve asil bir sevgi, gayet cömertçe olan bir kucak açış ve se-havet, sonsuz hoşnudluğa varan bir ortaklık ve kaynaşma, onları bağırlarına basmak için olan yarışla sıkıntılarını paylaşmak için olan gayretleri ... öyleki rivayete göre, herhangi bir muhacir ancak bir kura sonucu bir Ensarî'nin evine varmıştır. Çünkü Ensar muhaciri aralarında adeta paylaşamaz olmuşlardı. İşte en büyük kardeşlik örneği...[285]
Daha önceki bölümlerde anlattığımız gibi, Mekke'de bu, sadece hüccet ve delilleri ortaya koymak noktasında kendisini gösteriyor, eziyetlere, işkencelere dayanmak, güzel karşılık vermek gibi tavırlar temeli oluşturuyordu. Bunun böyle olması da Rabbânî hikmetin gereği idi. Meselâ; Hanîf dini üzerinde mü'minlerin eğitilmesi, onun gösterdiği aydınlıklı yolda gönüllerini parlatmak, tümüyle bir işi yapmad veya terketmede eşit olarak Allah'ın emri ile kendilerini kamil mana da kayıtlı tutmaktı.
Ancak Medine döneminde farklı bir durum söz konusu idi. Hicretten tutun tâ Muhacirler ile Ensar arasında kardeşlik olayına kadarj farklı bir durum... İslâmî bir devletin kuruluşundan Allah yolunda cihada dek varan yepyeni bir durum. İslâm şeriatının duruma hakim! olmasına varıncaya kadar yepyeni bir dönem.
Bizim bu dönemle ilgili olarak ele alacağımız ilk şey, Rasûlullahj (s.a)'ın Muhacir ile Ensar için yazdırmış olduğu yazılı vesika ve belge olacaktır. Evet Muhacir, Ensar ve bunlara katılacaklarla ilgili yazıhi belge. Zira Medine'de aynı zamanda Yahudiler de bulunmaktadır. Onlarla sözleşme ve antlaşmaları vardı. Aynı zamanda onları dinlerind serbest bırakıyor, mallarını onlara terkediyor. Aynı zamanda bu belgeye bağlı kalmaları için karşılıklı şartlar ortaya konuluyordu. Bu konuyu İbn İshak, herhangi bir senede bağlı kalmaksızın aktarmaktadır.[286]
Diğer taraftan aynı konuyu Saatî diye meşhur olan Ahmed el-Bennâ da, Ahmet b. Hanbel'in Müsnedine yazmış olduğu şerhinde açıklamaktadır.[287] Bu konuyu sadece bunlar değil, hemen hemen tüm siyer ve Meğazî bilginleri eserlerine kaydetmişlerdir.
Ancak ben burada konunun sadece muvalat, dostluk ve ilişkilerle ilgili bölümlerini anlatmakla yetineceğim. Bu belgenin başında ilk] olarak şunları görmekteyiz:
"Bismillahirrahmanirrahîm =Rahman ve Rahîm olan Ailah'ml adıyla. Bu belge, Peygamber Muhammed (s.a) tarafından, Kureyş'H ve Yesrib (Medine)li mü'mîn-müslümanlara bunlara bağlı ve katılmış olanlar ve kendileriyle birlikte savaşacaklar arasında yazılan bir (yazılı) belgedir. Kaldı ki bunlar, diğer insanlardan farklı bir topluluktarlar."[288]
"Hiç bir mü'min, başka bir mü'minin Mevlası ile aleyhte bir anlaşma yapmayacaktır. "Takva sahibi mü'minler, içlerinden azgınlık eden ya da zulüm ve haksızlık yapmak isteyen, ya da günah işleyen veya düşmanlık eden veya mü'minler arasında karışıklık çıkaran kimseye karşı cephe alacaklar ve o, onlardan herhangi birisinin çocuğu da olsa, hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır."
"Hiç bir mü'min, bir kâfir için, bir mü'mini öldürmeyecek ve mü'mine karşı kâfire yardımcı da olmayacaktır.
"Aslında Allah'ın ahdi ve teminatı her bir mü'min için birdir. Öyleki onların en aşağılık görülenlerine de şamildir. Zira mü'minler diğer insanlara göre ayrıca birbirlerinin mevlası ve yardımcısıdırlar."
"Ayrıca yahudilerden bize uyanlar ise, hiç bir vakit zulme uğramayacaklar ve aleyhlerinde de bir yardımlaşmaya gidilmeksizin yardım göreceklerdir."
"Mü'minlerin barışı aslında birdir. Hiç bir mü'min, Allah yolundaki bir savaşta, mü'minlerden ayrı olarak bir barış yapamaz. Onlar ancak aralarında eşitlik ve adalet çerçevesinde hep beraber olarak barış yapacaklardır."
"Bu sahifede (belgede)kileri kabul ve ikrar eden, Allah'a ve ahi-ret gününe inanan bir mü'minin, ortaya kötü bir olay çıkaran kimseye yardım etmesi ve onu barındırması helal (doğru) değildir. Böyle bir kimseye yardım eden ya da onu barındıran kimse, kıyamet günü Allah'ın laneti ve gazabı onun üzerine olacaktır. Bu kimsenin tevbesi olsun, kurtulma akçesi olsun kendisinden kabul olunmayacaktır. Sizler herhangi bir şeyde ihtilafa düştüğünüzde olunmayacaktır. Sizler herhangi bir şeyde ihtilafa düştüğünüzde o şey, Aziz ve Celîl olan Allah'a ve Muhammed (s.a)'e havale olunacaktır. Yahudiler mü'minlerle birlikte savaşa devam ettikleri sürece, savaş giderlerine katılacaklardır.[289]
Bu belge, insan haklarım ortaya kovması açısından en doğru ve en gerçekçi bir belgedir. Çünkü bu belge İslam toplumunu birbirlerine kenetleyen, birbirinin hukukunu korumasını sağlayan bir belgedir.
Aynı zamanda bu belge, başka dinlerden olan kimselerin haklarım da garanti altına almaktadır. Evet başka din mensupları islam şeriatının hükmü altında gölgelendikleri sürece onların da hukukunu koruyan bir belge...
Merhum İbn Kayyum, uygar bir toplumun şekil ve durumunu şu sözleriyle özetlemektedir:
Hz. Peygamber (s.a) Medine-i Münevvere'ye teşriflerinde, kâfirler üç kısma bölündüler.
Bir kısmı Rasûlullah (s.a) ile antlaşma yaptı ve Rasûlullah'a karşı koymamak, müslümanlara karşı çıkmamak şartı üzerinde anlaştılar, aleyhte bir harekete geçmemeye söz verdiler. Küfürlerinde devam etmeleriyle birlikte, müslümanlarm düşmanlarına dostluk ve velayet göstermeyecekler. Böylece kanlan ve mallan açısından güvence altında olacaklardır.
İkinci bir kısım ise, onunla savaştı ve kendisine karşı düşmanlık bayrağını çektiler.
Üçüncü bir kısmı da.da onu bıraktılar, kendisiyle herhangi bir savaşa girişmediler. Aksine Rasûlullah'ın işini kendisine ve düşmanlarına bıraktılar. Diğer taraftan bunlardan bir kısmı içten içe Hz. Mu-hammed'in hakim olmasını ve zafer kazanmasını istiyor ve arzuluyor-du. Kimisi de düşmanlarının başarı kazanıp üstün olmasını istiyordu. Kimisi görünürde Rasûlullah (s.a) ile beraber olduklarını söylerlerken, içten içe yani gizli olarak ta düşman ile hareket ediyorlardı. Bunlar böylece her iki taraftan yana zanlarınca güven içinde olmak istiyorlardı. Bu gurup münafık gruptu.
Bütün bu gruplarla yapılan muamele Yüce Rabbimizin emri doğrultusanda olmuştur.[290]
Bû araştırma esnasında bu antlaşmanın belirgin üç özelliğinin ortaya çıktığını gördüm:
1. Ehli Kitab'ın müslümanlara kurdukları komplo hile ve tuzaklar (Sonra bunlarla dostluk kurulması ve bunlara itaat etmek yasaklanmıştır.)
2. Nifakın ve münafıklığım ortaya çıkıp, müslümanlara karşı gizliden harekete geçmesi.
3. Bütün bu grupların hepsinden uzak durmak. Yani müslüman-lar ile düşmanları arasında tam ve kesin bir ayrılık. Bunun bir başka yönü vardır ki, biz bunu yeri geldiğinde aktaracağız.
İnsaf ehli araştırıcı tarihçiler, yahudi tarihiyle ilgili araştırmalarında şu hususlarda ittifak etmişlerdir
Yahudiler gerçekten kindar bir millettirler. Tabiatlarında hile yapmak ve aldatmak yatıyor. Karşısındakine zulmetmek ve onu gadre uğratmak kanlarına işlemiştir. Allah'a ve Rasûlüne karşı savaşmayı ahlak haline getirmişlerdir.
Allah (c.c)'m bildiği bir hikmet gereği, risâlet görevi İsrailoğulla-rından peygamberlerin sonuncusu, Kureyşli ve Haşimî soyuna bağlı arap olan Abdullah oğlu Muhammed (s.a)'e geçmiştir. Yahudiler özellikle hile ve tuzaklarına Mekke'de başlamışlardı. Rasûlullah (s.a), Mçk-ke'de olduğu dönemde, Kureyşlilerin inatçı sorulan konusunda Yahudiler bunlara hep yardımcı olmuşlardır. Kureyşlilerin Rasûlul-lah(s.a)'a sormakta inadla ısrar ettikleri sorularda.. Meselâ Yahudiler Kureyş'lilere: "Ona ruhtan sorun, Ashab'ı Kehfi sorun gibi fikirler verip, Rasûlullah'ın zor durumda bırakılmasını sağlamaya çalışmışlardır. Bunlar Kehf sûresinde anlatılmıştır.
Rasûlullah (s.a) ve kendisine iman edenler hep birlikte Medine'ye hicret edince yahudilerin dünyaları başlarına çöktü, kıyametleri koptu. Artık bundan böyle durup dinlenmeden hile, tuzak komplolar ve fesadı yaygınlaştırdılar. Bu yoğunluğun artış sebebi şu idi. Yeryüzünde bir İslâm devleti kurulmuştur. Ve bunun onlar üzerinde çok büyük menfî etkisi olmuştur. Çünkü İslam, onların gücünü ve belini kırdı. Zira hakkı hakim kıldı. Onların gizledikleri bütün hileleri ortaya çıkardı. İnsanların onların şerrinden ve kötülüklerinden çekip kurdar-dı. Onların hakimiyetlerini ve varlıklarını paramparça etti, zulümlerine ve tuzaklarına son verdi. Artık bundan böyle orada İslam'a ve mü'-minlere hile yapacak ve tuzak kuracak durumda değillerdi.
Yahudiler, müslüman olmak isteyenlere karşı hemen her türlü felaket ve musibeti reva görüyorlar, onlara zulmederek İslamı Önlemek
istiyorlardı. Aslında nifak ve münafıklık olayı bunların kucağında büyüyüp gelişmiş, faaliyet merkezi olmuştur. Daha önce zikretmiş olduğumuz yazılı belgeye riâyet etmemişler, daima Allah'a ve Rasûlüne ihanet etmişlerdir. Müslümanlara zulmetmişler, onları gadre uğratmışlardır. Müşrik ve kâfirlerle beraber bulunarak, yetkilerini ve dostluklarını her zaman onlar lehine kullanmışlardır. Rasûlullah (s.a)'a eziyet etmişler ve bir çok suikastlar düzenlemişlerdi. Ancak hiç bir zaman başarılı olamadılar...
Özellikle Kur'ân'ın Medine'de inen bölümleri ve bu sûrelerin en büyükleri olan Bakara, Ali İmrân, Nisa ve Maide bu noktaya dikkat çekmiş, onların gizli dolaplarını, hile ve tuzaklarını ortaya koymuş onları böylece rezil etmiştir. Aslında buna dair âyetler bir hayli çoktur. Ancak ben bunlardan sadece bazılarını burada sunmak istiyorum. Bu sayede, günümüzde onların tuzağına düşüp aldanmış olan müslüman-larca konu iyice açıklığa kavuşmuş olsun istiyorum. Zira bu aldanan müslünıanjar, onları dost ediniyorlar, velayetlerini onlara veriyorlar, onları ta'zim ediyorlar, saygı duyuyorlar, hatta bundan öte onlara uyarak peşlerinden gidiyorlar. Halbuki mü'minleri aldatan bu kişiler peygamberleri öldüren, yeryüzünde fesad ve bozgunculuk çıkaran Allah düşmanları ve lanetli kimselerdir. Rabbimiz bu konuda şöyle buyuruyor;
''Ehli kitaptan çoğu, hakikat kendilerine apaçık belli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü, sîzi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler. Siz, Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar affedip bağışlayın. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.”(Bakara,2/109)
"Ehli kitaptan bir kısmı istediler ki, ne yapıp edip sizi saptırabilsinler. Oysa onlar, sadece kendilerini saptırırlar da farkına bile varmazlar." (Al'i İmrân, 3/69)
"Ehl'i kitaptan bir gurup; "Mü'mirilere indirilmiş olana sabahleyin (görünüşte) inanıp akşamleyin inkâr edin. Belki onlar (böylece dinlerinden) dönerler." dedi." "Al'i İmrân, 3/72"
Bu âyet meali aşağıda sunulacak olan bir yahudi planıyla ilgili olarak inmiştir.
Rivayete göre, Hayber yahudilerinden 12 kişilik bir hahamlar (din adamları) topluluğu günün ilk saatlerinde sözde İslâm'ı kabul edip böylece müslüman gözükecekler, ancak akşama doğru, kendi kitaplarına baktıklarında, orada Hz. Muhammed (s.a)'in peygamberliğine ilişkin bir işarete rastlayamadıklanm ileri sürerek müslümanların dinlerinden dönmelerini sağlamaya çalışacaklardı. Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:
"(Yahudiler ve hnstiyanlar müslümanlara:) "Yahudi ya da hrıstiyan olun ki, doğru yolu bulaşınız." dediler. De ki: "Hayır!Biz, Hanif olan İbrahim'in dini ne uyarız. O, müşriklerden değildi." (Bakara, 2/135)
"(Ey Mü'minler!) Kâfirler de putperestler de Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler. Halbuki Allah rahmetini dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir." (Bakara, 2/105).
"Ey iman edenler! Kendi dı-şınızdakileri sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmak
tadır. Kalblerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eğer düşünüp anlıyorsanız âyetlerimizi size açıklamış bulunuyoruz." (Al'i İmrân, 3/118)
İşte bu manâda daha bir çok âyetler, bunların müslümanlara karşı olan hilelerini ortaya koymaktadır, yine bunların müslümanlar ve onlara tabi olanlar için hazırlayıp pusuda bekleye durdukları tuzaklarını ortaya koymaktadır. Bunun içindir ki, gelen bir çok âyetler mü'min-lerin dikkatini çekmiş, onları uyarmış, bunların genel olarak kâfirleri dinlememeleri ve özellikle de Ehli kitaba kulak vermemeleri istenmiştir. Bunlara kulak asılmayacak, itaat olunmayacaktı. Bunlar dost ve veli edinilmeyecek, bunlara karşı herhangi bir eğilim de gösterilmeyecektir. Ben bunu daha fazla uzatmak istemiyorum. Yine bazı âyet mealleri sunayım. Çünkü ileride yine bu bölümde, dostluk kurmanın ve ilişkinin şekilleri bahsinde meseleye daha geniş yaklaşacağız inşaallah...
Rabbimiz (c.c) buyuruyor ki:
"Sen dinlerine uymadıkça yahudiler de hırıstiyanlar da senden razı olmayacaklardır. De ki, "Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur." Sana gelen ilimden sonra bilfarz onların arzularına uyacâk olursan, andolsun ki, Allah'- tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır." (Bakara, 2/120)
"Ey iman edenler! Eğer kâfirlere uyarsanız, sizi eski dininize geri çevirirler; o takdirde büsbütün kaybedersiniz. Bilakis, mevtamız Allah'tır ve O, yardımcıların en hayırhsıdır." (Ali İmrân, 3/149-150)
"Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden bir guruba uyarsanız imanın/dan sonra sizi yeniden kâfir ederler. Size Allah'ın âyetleri okunurken, üstelik Allah Kasûlü de aranızda iken, nasıl inkara saparsınız? Her kim
Allah'a bağlanırsa, kesinlikte doğru yola iletilmiştir." (Al'i îmrân, 3/100-101)
Bu ik âyetin nüzul sebebiyle ilgili olarak şu olay anlatılmaktadır: Şâs b. Kays cahiliye düşüncesine son derece bağlı yaşlı bir yahudidir. Küfürde çok ileri bir noktada olduğu gibi, müslümanlara karşı olan kini de oldukça şiddetlidir, müslümanlara hasedetmekte ve onları çe-kememektedir. Bir gün Evs ve Hazrec kabilesinden olan müslümanlar, Rasülullah'ın ashabına uğradı. Onları hep bir arada oturup güzel güzel konuştuklarını, aralarında herhangi bir ihtilafın olmadığını gördü. Buna çok içerledi. Onların bu cemaatı ve birbirlerine olan bağlılığı onu adeta çileden çıkardı. Çünkü bu iki kabile İslamdan önce birbirinin kanına susamış iki büyük düşman idiler. Ancak İslamı kabullenmelerinden sonra artık kan kardeşliğinden öteye bir kardeşlik, din kardeşliği ve Rasûlullah'a ashab olma bahtiyarlığı doğmuştu. Bu yahudi kendi kendine şöyle konuşmuştu:
"Artık kayle oğulları topluluğu bu ülkede bir araya gelebilmiş olduğuna göre bundan böyle, bizim burada toplanmamıza imkan kalmamıştır!" Hemen yanında ki bir yahudi gencine şunları teklif etti:
- Derhal git, aralarına gir ve otur, onlarla birlikte ol. Sonra da o iki kabilenin birbirlerini kırdığı cahiliye dönemindeki Buas savaşından sözet, onda olanları anlat, aynı zamanda o esnada iki kabilenin birbirlerine atışma olarak söyledikleri şiirlerden de oku, oku ki, birlikleri bozulsun, dedi.
Yahudi genci derhal verilen emri yerine getirdi. İki kabile bunun üzerine birbirleriyle atıştılar, kimi övünürken, kimi de başkaca şeyler ileri sürerek birbirlerine münakaşa etmeye başladılar. Bu arada iki kabileden birer kişi birbirlerinin üzerine saldırdı. Böylece atışıp dururlarken, o iki adamdan biri diğerine şöyle dedi:
İstersen, ben onu o olayı tekrar meydana getireyim. Her iki gurup tada sinirli hava gittikçe gerginleşti ve dediler ki: "Artık silaha sarılan, silaha! Hem düello yapacağımız yer ve meydan da bellidir, o zahire ya da harre denilen yerdir. Oraya gidin," denildi. Hepsi oraya gittiler. Evs ve Hazrec kabileleri cahiliyedeki bir dava sebebiyle bahsedilen yerde karşı karşıya geldiler. Neredeyse birbirleriyle vuruşacak duruma gelinmişti.
Durum hemen Rasûlullah (s.a)'a iletildi. Rasûlullah (s.a), beraberinde muhacirler olduğu halde kalkıp onların yanma geldi ve şöyle buvurdu:
"- Ey Müslümanlar topluluğu! Aman Allah'ım! Sizler ha, sizler hâ, ben aranızdayken ve Allah (c.c), sizi hidayete erdirip müslüman kılmışken, bu hususta size ikramda bulunurken, sizi tüm cahiliye kirlerinden ve işlerinden kurtarmışken siz cahiliye davasıyla birbirinize karşı çıkıyorsunuz ha öyle mi? Allah (c.c) sizi birbirinize sevdirirken, ülfetinizi artırırken, siz eskiden olduğu gibi tekrar kâfirler olarak eski durumunuza düşmek istiyorsunuz? Öyle mi..!
Oradaki iki toplum derhal kendilerini toparladılar ve durumun farkına vardılar, bunun şeytanın bir tuzağı olduğunu sezdiler. Düşmanlarının da bir hilesi olduğunu anladılar. Derhal silahlarını bir kenara fırlattılar, hepsi yaptıkları hatadan ötürü ağlaştılar. İki kabile, Evs ve Hazrec kabilesi birbirleriyle tekrar kucaklaştılar ve hep beraber Rasûlullah (s.a) ile birlikte geri döndüler. Artık onu diniliyor ve ona itaat ediyorlardı. Allah (c.c), böylece onların aleyhine düşmanlarının giriştiği hile ve tuzaklarının ateşini söndürdü, Allah düşmanının başvurduğu tuzak da sonuçsuz kaldı.
İşte bu olay üzerine Rabbim şöyle buyuruyordu:
"Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden bir guruba uyarsanız imanınızdan sonra sizi yeniden kâfir ederler.'* (Ali İmrân, 3/100)
Cabir b. Abdullah diyor ki: Rasûlullah (s.a)'m aramıza kadar çıkıp gelmesi ve eliyle bizlere işaret buyurması ve bizi yaptığımızdan menetmesi, Allah'ın aramızı düzeltmesi çok iyi oldu. Ancak ben onun bizden böyle bir şeyi görmesini istemiyordum. Çünkü bize, Allah'ın Rasûlü Hz. Muhammed'den daha sevimli kimse yoktu. Ben, başta daha kötü ve daha vahşice bir gün olarak ve sonuç bakımından da daha iyi ve güzel bir gün olarak o günden başkasını hatırlamıyorum.[291]
Allah (c.c), Bakara süresindeki, Benî İsraîl kıssasını, İsrailoğullarının Hz. Musa (s.a) ile olan durumlarını ve kesilmesi gereken sığırın kesilmesi için olan olayı anlattıktan sonra Rabbimiz mü'minleri, doğru yola iletmek için onlara yol gösteriyor ve şöyle buyuruyor:
Şimdi (ey mü'minler)
onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa ki, onlardan bir zumre,
Allah'ın kelamını işitirler de iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif
ederlerdi.
"(münafıklar) inananlarla karşılaştıklarında "iman ettik” derler. Birbirleriyle yalnız kaldıkları vakit ise "Allah'ın size açtıklarını (Tevrattaki bilgileri), Rab-biniz katında sizin aleyhinize hüccet getirmeleri için mi onlara! anlatıyorsunuz; bunları düşünmüyor musunuz" derler.
"Onlar bilmezler mi ki, gizlediklerini de açıkça yaptıklarım da Allah' bilmektedir." (Bakara, 2/77)
Daha sonra uyarma ve sakındırma olayına derinlik kazandıran âyetler yer alıyor:
"Ey iman edenler! Yahudileri ve hrıstiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna yol göstermez." (Maide, 5/51)
Rabbim daha sonra şöyle buyuruyor:
"Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allah'tır, Rasûlüdür, iman edenlerdir; onlar ki Allah'ın emirlerine boyun eğerek namazı kılarlar, zekatı verirler.
"Kim Allah'ı, Rasûl'ünü ve iman edenleri dost edinirse (bilsin ki) üstün gelecek olanlar şüphesiz Allah'ın tarafım tutanlardır.
"Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine Kitab verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kafirleri dost edinmeyin. Allah'tan korkun; eğer mü'minlerseniz." (Maide, 5/55, 57)
İşte bu nassîar ve daha başka nasslar, kitap ehlinin müslümanla-ra ve îslama karşı olan hilelerini, tanıma noktasında müslümanlara gerekli bilgiyi ve açıklamayı vermiş olmaktadır. Böylece bazı müslü-manlann bu gibi kimselere karşı duydukları sevgi ve dostluğu kesin olarak koparıp atmaktadır. Zira bu düşmanlarla sevgi ve dostluk kurulamaz. Çünkü kişiler sevgiyi ve dostluğu sadece Allah için, Rasûlü için ve bir de mü'minler için beslerler. Bu üç sınıfın dışında ise asla.
Gerçekten Mekke döneminde mü'minler bir çok belalarla karşı karşıya idiler, azab görüyorlar, işkence ediliyorlar, sıkıştırılıyorlar, baskı altında tutuluyorlardı. Fakat bütün bunlara rağmen dayanma gücü gösterip sabrediyorlar, mümkün olduğu kadar direkt olarak karşı koymuyorlardı. Çünkü Mekke'de o zamanlar sadece iki gurup insan vardı. Gurubun biri tüm yapılanlara göğüs gerip sabr eden mü'minler, diğeri ise zalim ve kâfir müşriklerdi. Mekke'de münafık diye bir gurup yoktu. Çünkü nifakın tabiatı gereği hep hile yapmak, tuzak kurmak ve hep arkadan güreşmektir. Mekke'de ise bu dinin bağlıları sadece samimi ve dosdoğru müslümanlardı.
Ancak Medine'ye gelince durum farklıdır. Burada İslâm Devletinin kurulmasından, Allah'ın hükmünün ve şeriatının hakim olmasından sonra, ortaya bir üçünü gurup olan münafıklar, iki yüzlüler çıktı. Aslında bu, bencil, kendisinden başkasını düşünmeyen ve zayıf karakterli kimselerin alışageldikleri bir huydur, çünkü bunlar aynı zamanda korkaktırlar. Bu bakımdan İslam'ın güç kazanmasından ve onun üstün gelerek hakim olmasından korkmaktadırlar. İşte bundan dolayı münafıklar görünürde müslüman gözüküyorlar, fakat aslında küfrü ve küfür ehlini seviyorlar, ancak onları sevdiklerini açık bir şekilde söyley emiyorlardı.
N Münafıklar: Öylesi bir toplumdurlar ki, İslamı kabul ettiklerini ve Rasûlullah (s.a)'a tabi olduklarını açıkça söyleyip, esas küfürlerini, Allah'a ve Rasûlünre olan düşmanlıklarını ise gizlerler. İşte bunlar Rabbimin de buyurduğu gibi cehennem ateşinin en şiddetli olan alt tabakasındadırlar. İşte âyet:
"Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt katındadırlar. Artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın." (Nisa, 4/145)
Bilindiği gibi küfrünü açıkça ortaya koyan kâfirler, zarar bakımından daha az zararlı oldukları gibi, yine küfrünü açıkça ortaya koyan kâfirler, münafıklarla göre daha hafif bir dereceyle cezalandırılacaklardır. Çünkü münafıklar cehennemin tabakalarının en alt kısmında yer alırlarken, kâfirler bunların üzerindeki bir tabakada yer alacaklardır.
Aslında her iki gurup ta yani kâfirler ve münafıklaı, küfürde, Allah ile Rasûlüne düşmanlıkta müşterektirler, bu hususta aralarında herhangi bir fark yoktur. Ancak münafıkların bunlardan bir farkı vardır. O da yalancı olmaları ve nifak meydana getirmeleri. Bu yüzden müslümanların bunlardan gördükleri, zarar açıkça küfrünü ortaya koyanlardan daha fazladır ve tehlikelidir. Bu bakımdan Rabbim münafıklar hakkında bizi uyararak şöyle buyurmaktadır:
"Düşman onlardır. Onlardan sakın.” (Münafikûn, 63/4)
Burada bu âyetin tümüyle mealini verelim de, münafıkların halini bir görelim:
Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki elbise giydirilmiş kütüklerdir. Her gürültüyü aleyhlerine sanırlar. Düşman onlardır. Onlardan sakın. Allah onları kahretsin! Nasıl olup da döndürülüyorlar?" (Münafikûn, 63/4)
Şimdi tekrar âyetin kısaca işaret ettiğimiz noktasına dönelim: "Düşman onlardır. Onlardan sakın."
İşte bu gibi lafızlar hasr ifade etmektedir. Yani olayın özellikle kim tarafından ortaya konulduğunu kesin bir çizgiyle bildirmiş olmaktadır. Bu itibarla burada: "Düşman sadece bunlardır, bunlardan daha büyük düşman yoktur'- demek isteniyor. Ancak buradan, "Düşmanlık sadece bunlardandır." gibi bir şey de anlaşılmamalı. Evet böyle anlaşılmamalı, müslümanların bunlar dışında düşmanları yoktur manâsında değerlendirilmemeli. Aksine burada işaret olunan ve ortaya konan husus şudur.
Düşmanlıkta en ön sırayı münafıklar alırlar. O halde diğer düşmanlarını tanıman gerektiği gibi, hiç ihmal etmemen ve öncelikle düşmanların olarak bilmen gereken toplum bu münafıklardır, sakın bunu hatırından çıkarma. Bunların görünürde müslümanlara yaklaşıp katılmalarına değer verilmemeli, dostluk gösterileri, oturup kalkmalan, bir arada bulunmaları aldatıcıdır ve müslümanlarm düşmanları olmadıkları anlamına gelmemelidir. Bilakis bunlar, düşman olarak bilinmeye ve düşmanlık gösterilmeye daha çok müstahaktırlar. Bunlardan ülkede bu durumu açığa vuranlara, müslümanlara karşı düşmanlık bayrağını çekenlere karşı mutlaka düşmanlık gösterilmelidir.
Şimdi asıl inançlarını gözleyip görünürde müslümanlardan gözüken, onlarla muaşerette bulunup, kalkıp oturan bu kimselerin verdikleri zararlar, açıkça düşmanlık gösteren, bunu sürdürenlerin düşmanlığından çok daha büyük zararlar doğurmaktadır. Zira küfrünü açık bir şekilde ortaya koyan kimseyle bir harbe veya savaşa girişmek ya bir saat, bir an veya bir kaç gün sürer. Sonra da bu, biter, sona erer, sonuçta yardım ve zafer olur. Fakat münafıklarla durum hiç de diğerleri gibi değildir. Çünkü bunlar bizim ülkemizdeler, bizim yanımızda yer alıyorlar ve evlerimizin içinde bulunuyorlar, hem de gece-gündüz bunlarla beraberliğimiz sürmektedir. İşte bunlar bizim tüm gizli şeylerimizi düşmana gösteriyorlar, onlara gözcülük ediyorlar. Bu bakımdan bunlardan sakınmamız gerçekten pek güç olmaktadır. Her an müslümanlar aleyhinde fırsat gözetleyip duruyorlar. Bu bakımdan bunlarla görüşmek, bir utançtır ve bir lekedir. Bunları sevmek ise Cebbar olan yüce Rabbimin gazabını çeker, insanın cehenneme girmesine neden olur.
Kim onların köpeklerinin peşine takılır ve görüşlerinin çengeline saplanırsa, bu hal onun dinini ve imanını paramparça eder, böylece onun için akla gelmeyecek belalar ve rezaletler biçerler. O kimseye artık mahrumiyetten ve yoksulluktan alması gereken ne kadar pay varsa bu payı bol miktarda almasını sağlarlar. Böylece o gerisingeri gitmeye ve hep gerilemeye başlar da hala kendisini ilerliyor zanneder.[292]
Ancak Yüce Allah'ın bu ümmete bir nimeti ve rahmeti gereğidir ki, onları mü'minle münafıkı birbirinden ayırdetmeyecek bir halde bırakmamıştır. Zira mü'minin neyin iyiliğine ve neyin de kötülüğüne olmadığım bilmemesi, böyle bir temyiz gücüne sahip olamaması halinde, İslâm toplumunda güzel örneklerin kaybına ve yok oluşuna neden olur. Aynı zamanda doğru ve samimi olan müslümanın da sadakatinin ve doğruluğunun önemli şeklinin ortadan kalkmasına sebep olur.
Yine İslama mensup olduklarını söyleyen bir takım kimseler de var ki, bunlar sırf menfaatçılığı gözetirler. Yani onlar sadece dünyada çıkarları olan malın dışında bir şey düşünmezler. Tek düşünceleri dünyanın aşağılık metaıdır. Bu bakımdan mü'minler herhangi bir zafer ve başarı kazandıklarında hemen yanlarında bu tip kimseleri bulurlar. Fakat bir musibet ya da felaketle karşılaştıklarında aynı kişilerin mü'minlerin aleyhine döndükleri görülür. Yine bunlardan öyleleri de var ki, hepsi iğrenç bazı arzular peşindedirler. Yıkıcı ve iğrenç arzular. İçleri öylesine kin ve haset doludur ki, tem amaçları bu kin ve hasedle istediklerini elde etmektir. Bunlar hep müslümanlarm sıkıntıya düşmelerini ve başlarına bir şeylerin gelmesini gözetleyip dururlar. Görünürde mü'minlerin yanında olduklarını söylerler. Ancak en sıkıntılı ve dar anlarında müslümanları hep arkadan vurarak ihanette bulunlar.
Durum böyle olunca, Allah (c.c) imtihan ve deneme yoluyla doğru ve samimi olan müslüman ile yalancı olanı açıklayıp ortaya aymaktadır. Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Elif, Lâm, Mîm. İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece "iman ettik" demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihan geçirimsizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka or1 aya koyacaktır.'' (Ankebût, 29/1-3)
Bjr başka âyette de şöyle buyurulmaktadır:
"Eğer siz (Uhud'da) bir acıya uğradınızsa, (Bedir'de de düşmanınız olan) o kavim aynı acıya uğramıştır. İşte böylece biz, zafer günlerini insanların kâh bir kesimine, kâh diğer kesimine nasip ederiz. Tâ ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şahitler edinsin. Allah zalimleri sevmez. Bir de (böylece) Allah, iman ejflen-leri günahlardan temize çıkarmak, kâfirleri de helak etmek ister." (Al'i îmrân, 3/140-141)
Bir başka âyet meali de şöyledir:
"Allah, kirlenmişi temizden ayırdetmeksizin, mü'minleri bulunduğunuz halde bırakacak değildir." (Al'i İmrân, 3/179).
Evet, mutlaka iyi ile kötünün, kirli ile temizin ortaya çıkarılması gerekmektedir. Kaldı ki insanların imtihana tabi tutulması, Rabbani bir imtihandır. Nefislerin arınması ve hak üzere pırıl pıril kalması buna bağlıdır. Kaldı ki Allah (c.c), kullarından, ister mutlu anlarında, ister sıkıntılı anlarında olsun, kendisine karşı kulluklarım yerine getirmelerini ister. Sağlıklı veya sıkıntılı anlarında kulluklarım kanıtlamaları gerekir. Çünkü insanın bu her iki durumda da Rabbisine karşı yapabileceği görev ve vazifeleri bulunmaktadır. Kısaca durum neyi gerektiriyorsa, görevini o duruma göre yerine getirmesi lazımdır. Bun-larsız kulluk gereğince yerine getirilmiş olamaz. Kalb de bunlarsız doğruya ulaşamaz, düzelemez. Nitekim insan vücudunun bile düzenli bir yol izleyebilmesi için hem sıcağa hem de soğuğa ihtiyaçları vardır. Beden sıcağın, soğuğun, açlığın ve susuzluğun, yorgunluğun ve sıkıntının ne olduğunu bilmedikçe gereğince görevini yerine getirmez. İşte kişiye gerçek anlamda bir yön verilmesi, insanın kemale ve olgunluğa erişmesi için bu sıkıntılar ve zahmetler bir şart olmaktadır.[293]
Aslında münafıklarla ilgili konu üzerinde duracak olursak, bu konu uzar. Üstelik eski ve yeni yazarlar bu hususta bir hayli yazmışlardır.[294]
Ben konunun hazırlığı bölümünde nifak'ın ve hükümlerinin ne olduğundan sözetmiştim. Şimdi ise bunların islam davetine karşı oldukları davranış biçimlerine ilişkin, açık fiilerini ve niteliklerini belirteceğim.
1- Münafıkların giriştikleri en tehlikeli işlerden birisi şudur: Müslümanları terkeder, yahudi ve hristiyanlarla dost olurlar, onlara bağlanırlar. Kur'an'ı Kerîm bir çok yerlerde onların bu hallerini açıklayarak, asıl yüzlerini ve iğrençliklerini su yüzüne çıkarmıştır. İşte bunlardan biri Haşr süresidir. Rabbimiz bu sûrede şöyle buyuruyor:
"Münafıkların, kitap ehlinden inkar eden dostlarına, "Eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız, mutlaka biz de sizinle beraber çıkarız; sizin aleyhinizde kimseye asla uymayız. Eğer savaşa tutuşursanız, mutlaka yardım ederiz" dediklerini görmedin mi? Allah onların yalancı olduklarına şahitlik eder.
"Andolsun, eğer onlar çıkarilsalar, onlarla beraber çıkmazlar, savaşa tutuşmuş olsalar onlara yardım etmezler, yardım etseler bile arkalarını dönüp kaçarlar, sonra kendilerine de yardım edilmez." (Haşr,59/11, 12)
Yine Rabbim şöyle buyuruyor:
"Allah'ın kendilerine gazab ettiği bir topluluğu dost edinenleri görmedin mi? Onlar ne sizdendirler, ne de onlardan. Bilerek yalan yere yemin ediyorlar." (Mücadele 58/14).
Süddî ve Mukatil'in anlattıklarına göre bu Mücadele âyeti Abdullah b. Übeyy b. Selûl ile Abdullah b. Nebtel hakkında nazil olmuştur. Bu iki şahsın ikisi de münafıkların önde gelenlerindendir. Bu iki kişiden biri Rasûlullah (s.a) ile beraber aynı mecliste bulunup, karşılıklı konuşur, sonra da sözü alır, yahudilere iletirdi. İşte aşağıdaki âyet de bununla ilgili olarak nazil olmuştur:[295]
"Bunların arasında bocalayıp durmaktalar; ne onlara (bağlanıyorlar) ne bunlara. Allah'ın şaşırttığı kimseye asla bir (çıkar) yol bulamazsın." (Nisa, 4/143)
Ayrıca bir sûre var ki, tümüyle münafıklardan sözeder. İşte bu sûre "Münafikûn" süresidir. Rabbimizin bu sûrede bildirdiğine göre bunlar aslında içlerinde olmayan şeyleri açığa vururlar. Asıl amaçlarını gizlerler. Bunlar müslümanlar aleyhine hareket ederler ki, müslü-manların safları zayıflayıp güçsüzleşsin. Rabbimiz (c.c) şöyle buyuruyor:
"Onlar: "Allah'ın elçisinin yanında bulunanlar için hiç bir şey harcamayın ki dağılıp gitsinler" diyenlerdir. Oysa göklerin ve yerlerin hazineleri Allah'ındır. Fakat münafıklar bunu anlamazlar."
"Onlar, "Andolsun, Eğer Medine'ye dönersek, en üstün olan, en alçak olanı oradan mutlaka çıkaracaktır." diyorlardı. Halbuki üstünlük ancak Allah'ın ve peygamber'inin ve mü'minlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler." (Münafikûn, 63/7-8)
Bu âyetin nüzul sebebiyle ilgili olarak Cabir (r.a)'den gelen rivayete göre; Câbir b. Abdullah (r.a) diyor ki: "Biz Hz. Peygamber (s.a) ile birlikte bir gazada bulunuyorduk. Bu sırada muhacirlerden biri, Ensardan birinin kıçına vuruverdi. Bunun üzerine Ensar'dan olan kimse: "Ey Ensâr!" diye seslendi. Muhacir olan da aynı şekilde, "ey Muhacirler" diye seslendi. Her ikisi de kendi çevresini yardımına çağırıyordu. Bu durum üzerine Rasûlullah (s.a):
"- Bu cahiliye davası da nedir?" diye müdahalede bulundu. Oradakiler de:
- Ey Allah'ın Rasûlü! Muhacirlerden olan biri, Ensardan olan birinin kıçına vurdu cevabını verdiler. Rasûlullah (s.a) de:
"- Bırakın o adeti, çünkü o kokuşmuştur" buyurdu. Daha sonra (Münafıkların lideri durumunda olan) Abdullah b. Ubeyy b. Selûl durumu duydu ve şöyle dedi: "Onlar böyle bir işi yaptılar ha". Allah'a yemin ederim ki, şayet Medine'ye dönecek olursak, kesin olarak belirteyim, en şerefli ve kuvvetli olan (kendisini ve çevresini kasdediyor), oradan (Medine'den) en hakir (aşağılık) olanı (Rasûlullah'ı kasdediyor) çıkaracaktır.
Hz. Peygamber (s.a) bu ifadeleri duydu. Hz. Ömer (r.a) ise:
- Beni bırak ta bu münafıkın boynunu vurayım, diye izin istedi. Ancak Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdular: "Bırak onu, insanlar Mu-hammed (s.a) arkadaşlarını öldürtüyor, diye konuşmasınlar."[296]
Muhammed b. İshak da, Asım b. Amr b. Katade'den rivayetle şunları söylüyor: "Münafıkların Reisi olan Abdullah b. Übeyy b. Se-lûl'ün bu tutumu karşısında, oğlu samimi iman sahibi Abdullah, babasından böyle bir davranışın Rasûlullah'a ulaştığını öğrenince, hemen Rasûlullah (s.a)'a koştu ve dedi ki:
- Ya Rasûlullah! Abdullah b. Übeyy'in sana karşı olan tumumu-nu ve onu öldürteceğini öğrendim. Şayet sen böyle bir şey yapacak isen, onu öldürmeyi bana emir buyur, ben hemen onun başını vurup sana getireyim. Vallahi Hazrec kabilesi, babasına karşı benden daha iyi davranan (birisini) biliyor değildir. Tek korkum babamı öldürmesi için benim dışımda bir başkasına emir verirsiniz de, bunun üzerine ben de babam Abdullah b; Obey'in katilinin halk arasında gezmesine rıza gösteremeyebilirim. Bu yüzden (kâfir olan) babamı öldüren bir mü'-mini öldürme hatasına düşebilirim. Sonunda da cehenneme girerim (işte izin ver ki, kâfir olan babamı kendi elimle öldüreyim). Bu durum karşısında Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdular:
"- Aksine biz ona iyi davranacağız, ona güzel muamelede bulunacağız. Onun yanımızdaki sohbeti sebebiyle kendisine herhangi bir şey yapılmayacaktır."[297]
İkrime ve daha başkalarının rivayetlerine göre, insanlar savaştan Medine'ye döndüklerinde Abdullah b. Übey'in oğlu Abdullah (r.a), Medine girişinde yalın kılıç olarak durup babasını bekledi. İnsanların hepsi oradan geçiyorlardı. Babası Abdullah b. Übey gelince, oğlu dönüp babasına şöyle seslendi: - Geriye. Baba da:
- Ne oldu sana, yazıklar olsun! diye seslendi. Oğul Abdullah da şöyle konuştu:
- Rasûlullah (s.a) sana izin vermedikçe, buradan öteye bir çizgi bile geçemezsin! diye cevap verdi. Hz. Peygamber (s.a) ise, askerini geriden izliyordu. Zaten o, tevazuu ve alçak gönüllülüğü gereği hep ashabının gerisinden gelirdi. Münafıkların lideri Abdullah b. Übey oğlu Abdullah'ı Rasûlullah (s.a)'a şikayet etti. Oğul Abdullah da şöyle konuştu:
"Vallahi ya Rasûlullah sen izin verinceye dek, o Medine'ye giremeyecektir." Ancak Allah Rasûlünün izin vermesi üzerine Abdullah, babası Abdullah b. Übey'i salıverdi. Oğul Abdullah babasına şöyle söyledi:
- Artık, Rasûlullah (s.a) sana izin vermiş bulunuyor, şimdilik geçebilirsin."[298]
Gerçekten bu hadise, bu olay, imanda sadakatin ve doğruluğun en açık bir şeklidir. Zira Abdullah b. Abdullah b. Übey Rasûlullah (s.a)'a şöyle diyordu:
"Şayet, sen böyle bir şey yapacaksan, bana emret ki, ben onun başını derhal sana getireyim." Bir oğulu babası aleyhinde böyle bir işe sevkeden olay, ancak güçlü bir imana sahip olması, derin bir vela'ya ve dostluğa bağlı bulunması, kendi özünden de olsa, uzaklaşıl-ması gerekenden uzak durması tavrı olmalıdır.
2- Bunların en iğrenç ve kötü niteliklerinden biri de, meselelerini çözümde Allah'ın şeriatını terketmeleri, muhakeme konusunda Tağutlara başvurmaları. Çünkü bunların tüm arzulan, bu tağutlar tarafından gerçekleşmektedir. Nitekim Rabbimiz bunlar için şöyle buyurmaktadır:
"Sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Tağut'a inanmamaları kendilerine emro-lunduğu halde, Tağut'un önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Halbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.
"Onlara: Allah'ın indirdiğine (Kitaba) ve Rasûl'e gelin" (onlara başvuralım) denildiği zaman, münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün.
"Elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir felaket gelince
hemen "Biz yalnızca iyilik etmek ve arayı bulmak istedik" diye yemin ederek sana nasıl gelirler!
Onlar, Allah'ın kalblerindekini bildiği kimselerdir; onlara aldırma, kendilerine öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında tesirli söz söyle!" (Nisa, 4/60-63)
Bu münafıkların aslında Allah'ın hakimiyetini reddetmeleri, imanın da reddi demektir. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
"(Bazı insanlar) "Allah'a ve peygamber'e inandık ve itaat ettik" diyorlar; ondan sonra da içlerinden bir gurup yüz çeviriyor. Bunlar inanmış değillerdir.
"Onlar, aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve peygamber'e çağırıldıklarında, bakarsın ki içlerinden bir kısmı yüz çevirip dönerler.
"Ama, eğer (Allah ve Rasûlünün hükmettiği) hak kendi IclıleVi-ne ise, ona boyun eğip gelirler.
"Kalplerinde bir hastalık mı var; yoksa şüphe ve tereddüt içinde midirler? Yoksa Allah ve Rasûlünün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır, asıl zalimler kendileridir!" (Nûr, 24/47-50).
Sonra Allah (c.c), bu mesele ile ilgili olarak mü'minler ile münafıklar arasında çok ince ve dakik bir ölçü koymaktadır.
Sadık ve samimi olan mü'min, Allah'ın hükmüne boyun eğer ve ondan hoşnut kalır, "İşittim ve itaat ettim", der. Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Rasûlüne davet edildiklerinde, "İşittik ve itaat ettik." demek, sadece mü'minlerin söyleyeceği sözdür. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir." (Nûr, 24/51).
İşte bu, mü'minin vasfı ve niteliğidir. Münafıka gelince onun belirgin özelliği Allah'ın hükmünden yüz çevirmek ve onun karşısırida büyüklük göstermektir.
3- Onların aşağılık ve adi vasıflarından bir başkası da; İçinde bulundukları İslamî safı terkedip kaçmaktır, kâfirler adına casusluk yapmak, müslümanların durumlarını açığa vurmak ve sırlarını ifşa etmektir. Yüce Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
(Evlerinizde) oturup da kardeşleriniz hakkında, "Bize uysal ar ılı öldürülmezlerdi." diyenlere, "Eğer doğru sözlü insanlar iseniz, canlarınızı ölümden kurtarın bakalım!" de." (Âl-i İmrân, 3/168)
Bilindiği gibi, liderleri Abdullah b. Übey kanalıyla Uhud savaşında İslam ordusundan, ordunun üçte biri geri dönmüş, müslümanlar bu savaşta isabet almışlar ve oldukça da dehşete kapılmışlardı. Aynı şekilde böyleleri Tebûk savaşında ve daha başka savaşlarda da orduya katılmayıp ayrılmışlardı. Aynı zamanda bunlar daima kâfirleri sevip onları dost kabul etmişler, onlara karşı muvalat göstermişlerdir. Rabbim bunlar hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Münafıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele! Mü'minleri bırakıp ta kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah'a aittir." (Nisa, 4/138-139)
Yine Rabbim onlardan haber vererek buyuruyor ki:
"Sizi gözetleyip duranlar; eğer size Allah'tan bir zafer (nasip) olursa, "Sizinle beraber değil miydik" derler. Kâfirlerin (zaferden) bir nasipleri olursa (bu sefer de onlara), "Sizi yenip Öldürebileceğimiz halde (öldürmeyip)
mü'minlerden korumadık mı?" derler. Artık Allah kıyamet gününde aranızda hükmedecektir ve kâfirler için mü'm inler aleyhine asla bir yol vermeyecektir." (Nisa, 4/141)
Özellikle Tevbe sûresi onların çirkin yüzlerini ortaya koyarak kendilerini rezil etmektedir. Rabbimizin şu âyetleri onların durumlarım ortaya koymaktadir:
"Ancak Allah'a ve ahıret gününe inanmayan, kalbleri şüpheye düşüp, kuşkular içinde bocalayanlar senden izin isterler.
"Eğer onlar (savaşa) çıkmak isteselerdi elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların davranışlarını çirkin gördü ve onları geri koydu, onlara, "Oturanlarla (kadın ve çocuklarla) beraber oturun!" denildi."
"Eğer içinizde (Onlar da savaşa) çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı ve mutlaka fitne çıkarmak isteyerek aranızda koşarlardı. İçinizde, onlara iyice kulak verecekler de vardır. Allah zalimleri gayet iyi bilir."
Andolsun onlar önceden de fitne çıkarmak istemişler ve sana nice işler çevirmişlerdi. Nihayet hak geldi ve onlar İstemedikleri halde Allah'ın emri galip geldi.
"Onlardan öylesi de var ki, "Bana izin ver, beni fitneye düşürme." der. Bilesiniz ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdir. Cehennem, kâfirleri mutlaka kuşatacaktır.
"Eğer sen bir iyiliğe (zafer ve ganimete) erişirsen, bu durum onları üzer. Ve eğer sana bir musibet erişirse, "Biz (savaşa girmemekle); önceden işimizi (sağlama) almıştık." derler ve böbürlenerek dönüp giderler." (Tevbe, 9/45-50).
Bu âyetlerde Rabbimiz mü'rninlere açıklamada bulunmaktadır. Şayet bu münafıklar sizinle savaşa çıkmış olsalardı, sizi zarara uğratırlardı. Çünkü bunlar korkaktırlar, aşağılık kimselerdirler. Kesinlikle aranızda laf taşımak, kin yaymak suretiyle, bir fitne oluştururlardı.[299] Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Allah'a inanın, Rasûlü ile beraber cihâd edin." diye bir sûre indirildiği zaman, onlardan servet sahibi olanlar, senden izin istediler ve "Bizi bırak (evlerinde) oturanlarla beraber olalım.” dediler."
"Geride kalan kadınlarla beraber olmağa razı oldular, onların kalblerine mühür vuruldu. Bu yüzden onlar anlamazlar." (Tevbe, 9/86-87)
Bu münafıkların yapacağı daha bir çok kötülükler vardır. Ancak Allah (c.c), onların tehlikeleri karşısında mü'minleri uyardı ve peygamberine de bunları açıkladı. Rabbim (c.c) dilemiş olsaydı, bunları açık bir şekilde peygamberine gösterirdi. Ancak bu kimseler laflarını eveleyip gevelemekle bilinirler. Rabbim buyuruyor ki:
"Biz dileseydik onları sana gösterirdik de, sen onları yüzlerinden tanırdın. Andolsun ki sen onları, konuşma tavırlarından tanırsın. Allah işlediklerinizi bilir." (Muhammed, 47/30)
Şimdi biraz sonra da onlardan nasıl uzak durmak gerekiyor, onu öğreneceğiz. Rasûlullah (s.a)'m bu husustaki metodu ve yolu nasıldı, onlara karşı tutum ve davranışı ne idi göreceğiz.
Medine döneminde müslümanlarla, karşılarında yer alan tüm düşmanları tam bir ayrılık içinde idiler.
Bilindiği gibi Mekke dönemindeki belirgin özellik müslümanların, hakim olması için, yapılan eziyet ve işkencelere sabır göstermesi, İslam davetini tebliğ etmesi ve müslümanlann patlama noktasına gelmesini engelleyerek onlarla birlikte gelecek için hazırlık yapmaktı.
Mekke müslümanlarının eğitimi yukarıda belirttiğimiz şekilde sürdürülürken, Medine'de daha başka bir tarzda idi. Medine'de bu, tümüyle yepyeni bir şekilde ve yeni temeller üzerinde yürütülmekte idi. Artık mü'minler burada seslerini çıkarabiliyor, Allah yolunda ve Allah'ın kelimesini yüceltme uğrunda gereken ne ise onu yapıyorlar. Hiç bir zayıflık göstermeden Allah düşmanlarının aleyhine yapılacak olanı yapıyorlar ve hiç bir korkaklığa meydan vermeden azimetle ve güç ile düşmanlarının üzerine atılabiliyorlardı.[300]
Burada çok açık bir durum vardır.O da Allah yolunda cihad. İşte bu parlak dönem. Gerçekten Allah düşmanlarından ilgiyi kesmenin ve onlardan uzak durmanın ilk şeklidir. Medine döneminde Rahman'ın dostlarıyla şeytanın yandaşları arasında kesin bir ayrılma görülmüştür. Hz. Peygamberin hicretinden sonraki ilk durum budur. Cihad, kişinin akide ve inancında sebat ettiğinin delili olarak yepyeni bir hüviyet kazanmıştır. Düşmanların eziyetlerine, işkencelerine ve meşakkatlerine karşı yepyeni bir yoldur cihad... Kâfirlerin engelini aşmak yolu...[301]
Doğrusu cihad hakkında konuşursak söz uzar da uzar. Çünkü bu konuda bir hayli âyet ve Hz. Peygamber (s.a)'in de bir çok hadisleri vardır. Ancak cihadın amaç ve gayesini anlama noktasında insanlar farklı farklı görüşlere sahiptirler. Özellikle de son çağlarda bu daha da farklılaşmış durumdadır. Öyle müslümanlar var ki, kâfirlerin, mül-hidlerin, dinsizlerin, müsteşriklerin ve batılıların şüpheli fikirleri karşısında ruhen çöküntüye uğramışlardır. Hepsi de aynı şekilde onların etkisinde kalmışlardır.
Meselâ: Allah düşmanlarının, İslam dini kılıç sayesinde yayılmıştır" dediklerinde, hemen orada kendilerinin ilim erbabı olduklarını ileri süren alimler ortaya çıkar, kendi iddialarınca İslami savunmaya kalkışırlar, İslami savunacağım derken, şer'î nassları eğip bükmeye, başka başka yorumlar çıkarmaya çalışırlar. İşte bu durumda İslâm savunma durumuna getiriliyor. Öyleki adeta İslâm'ın geri çekilme durumunda olduğu izlenimini vermektedir. Hemen hemen nerede bir şüphe ve kuşku doğarsa, derhal orada savunmaya karşı harekete geçiliyor. Kısaca savunucu durumunda olanlar derhal karşı koyuyorlar.
Ancak bizim bu meselede inandığımız ve gördüğümüz, hak olarak kabul ettiğimiz odur ki, gerçekten bu durum çok aşağılama olan bir durumdur. Böyle bir hareket tarzı ve davranışı da ancak son çağlarda görülmektedir. Kâfirler üstünlük kazanınca ve bunlarla birlikte hareket edenler galebe çalınca, müslümanlar da, komutanlık, liderlik ve cihad makamını bırakıp, zaafa, gerilemeye, savunma durumuna, bir de körü körüne başkalarına uyma hastalığına yakalanınca olan olmuştur. İşte bizim bu hususta inancımız ve gerçek olarak gördüğümüz budur.
Diğer taraftan İslam alimlerinden bir çok değerli kimse bu konu etrafında gönüllere şifa verecek, yeterli olacak ve hiç bir şeye ihtiyaç duyurmayacak şeyleri yazmışlardır.[302]
Ancak bu noktada en önemli olan husus şu ki, Hz. Muhammed'-in düşmanlarıyla olan münasebetlerinde izlemiş oldukları yol nasıl bir yoldu? Onlarla cihadı ne şekilde sürdürdü? Gerçekten bu hususta İbn Kayyım merhumun çok Önemli bir özeti vardır. Önemine binaen onu burada olduğu gibi aktarmak istiyorum.
Zâdu'1-Meâd isimli eserinde der ki:
"Mübarek ve yüce olan Allah (c.c)'in Rasûlullah'a ilk vahyettiği şey: "Yaratan Rabbinin adı ile okuması" emriydi. İşte bu, nübüvvetinin, peygamberliğinin ilki oluyordu. Burada Rabbimiz ona kendi kendine okumasını emrederken, bu emirde tebliğ yoktu. Sonra Rabbim kendisine şunu vahyetti: "Ey bürünüp sarınan (Rasûlüm!) Kalk, ve (insanları) uyar." (Müddessir, 74/1-2).
Rabbim "Oku" emriyle kendisine nübüvvet verdi. "Ey sarınan" emri ile de risalet-Rasûllük görevini yükledi. Daha sonra Rabbimiz "en yakınlarını, aşiretini uyarması" emrini verdi. Bunu kavmini uyarması emri izledi. Giderek etrafındaki arapları ve daha sonra da topyekün arapları davet etmesini emretti. Arkasından bütün dünyayı uyarması emri geldi. Hz. Peygamber (s.a), nübüvvetinden sonra on senenin üzerinde Mekke'de kalıp hiç bir savaş olmaksızın uyarma ve tebliğ görevini sürdürdü. Bir savaşma yok, cizye yok. Sadece aşırı davranışlardan engelleme, sabretme ve bir de bağışlama vardı.
Daha sonra Peygamber (s.a)'e hicret izni geldi bunu da savaş izni sal. Daha ilerideki dönemlerde kendileriyle savaşanlara karşı savaşmaları, savaşmayıp ayrı ve uzak duranlardan uzak durulması ve ayrı kalınması emri. Bütün bunlardan sonra da, din ve hakimiyet tümüyle Allah'ın oluncaya dek müşriklere savaş ve cihad emri.
Cihad ile gelen emirden sonra, artık Peygamber (s.a) tarafından kâfirler üç gruba ayrıldılar.
a- Barış ve mütareke yapanlar.
b- Kendisiyle savaş halinde olunanlar.
c- Zimmet ehli olanlar.
Hz. Peygamber barış ve sözleşme taraflısı olanlara, barışlarını ve ahitlerini tamamlamalarını emretti. Aynı zamanda sözleşmede söz vermiş oldukları hususları da yerine getirmeleri emrini verdi. Ancak kendilerinden endişe edilenler ve, hıyanetlerinden korkulanlar var ise, onların ahitlerini onlara bıraktı, onlar ahitlerini bozuncaya dek, kendileriyle herhangi bir savaşa gidilmedi. Ancak ahid ve andlaşmalarını bozanlarla savaşılması emrini verdi.
Berâe = (Tevbe) sûresi nazil olunca, bütün bu kısımlara ait hükümleri bildirmiş oldu. Buna göre sûre, Hz. Peygamber'e Kitap ehlinden olan düşmanlarıyla, bunlar kendisine cizye verinceya veya İslâm dinine girinceye kadar savaşılması emri geldi. Yine burada tüm kâfirlerle ve münafıklarla cihad emri yer aldı. Bunlara karşı katı davramlması ve şiddet gösterilmesi emri yerini aldı. Rasûlullah (s.a) kâfirlere karşı kılıç ve oklarla cihad yaptı. Münafıklara karşı ise hüccet, delil ve dil ile cihadı sürdürdü.
Bu sûrede Allah (c.c), peygamberine kâfirlerin andlaşma ve sözleşmelerinden uzak durmasını, onların ahitlerini kendilerine bırakmasını emretti. Bu konuda sözleşmeli (ahit sahibi) kimseler üç kısma ayrılmaktadırlar.
1. Birinci kısım, kendileriyle savaşılması emredilen kısımdır ki, bunlar antlaşma ve sözleşmelerini bozanlardır. Bunlarla savaşılmış ve Peygamber (s.a) bunlara üstün gelmiştir.
2- Diğer grupsa kendileriyle muvakkat (geçici) sözleşme yapılanlardır. Yani sözleşmeleri süre bitimine kadar devam edecek olanlar. Bunlara karşı herhangi bir savaş yapılmadı. Hz. Peygamber (s.a) onların sözleşmelerini süresine kadar sürdürüp tamamlamalarını istedi.
3. Üçüncü gruba gelince bunlar kendileriyle herhangi bir ahit ve antlaşma olmayan veya kendileriyle mutlak manâda antlaşma bulunan kimselerdi. Kendileriyle herhangi bir antlaşma olmayanlara karşı bir muharebe yapılmadı. Ancak kendileriyle sözleşme yapılanlara süre bitimine kadar izin verildi. Bu izin dört aylık bir süre idi. Bu süre sona erince kendileriyle savaşıldı. Bu süre tevbe sûresinde şöylece belirleniyordu.
"Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün." (Tevbe 9/5).
Burada geçen Haram aylar, bilinen haram aylar değildir. Burada serbest dolaşım olan dört aylık süredir. Bunun ilki, zilhiccenin onuncu günü olarak başlar. Çünkü Berâe sûresinin ilan edildiği ilk gündür. Bu gün aynı zamanda Haccı Ekber günüdür. Çünkü müşrik ve kâfirlerle ilgili ilan ve ikaz bu günde yapılmıştır. Bunun sonuncu günü ise Rebiülahir ayının onuncu günüdür. Yoksa burada zikredilen dört ay, aşağıdaki âyette adı geçen dört haram ay demek değildir. Rabbim buyuruyor ki:
"Gökleri ve yeri yarattığı günde Allah'ın yazısına göre Allah katında ayların sayısı on iki olup, bunlardan dördü haram aylardır." (Tevbe, 9/36)
Bu dört aydan birisi tektir, üçü ise peşpeşedir. Tek olanı Recep ayıdır, diğerleri ise zilkade, zilhicce ve Muharrem aylarıdır.
Zira müşrikler bu dört ayda dolaşıyor değildi. Bu, mümkün değildir. Zira bu dört ay peşpeşe gelen dört ay olmaktadır. Bu dört ayın bitiminde, onlara karşı savaş emri yer almaktadır. Zaten ahdini ve antlaşmasını bozanla savaş yapılıyordu.,Bu süre, kendileriyle herhangi bir sözleşme ve antlaşma olmayanlara idi. Bunun başlama süresi ise mutlak bir ahit olmaktadır ki, süresi de dört aydır. Ahdini yerine getirenlere de sürelerinin bitimine kadar ahitlerini sürdürmesi emretti. Ama bu grubun hepsi müslüman olmuşlardır. Bunlar müddetleri içerisinde küfürleri üzere devam etmediler. Zimmet ehline ise cizye (vergi) yüklendi.
Böylece Berâe (Tevbe) sûresinin inmesinden sonra Hz. Peygamber (s.a) kâfirlerle ilgili statüyü üç kısımda belirledi.
A- Kendisine karşı savaşanlar, muharipler.
B- Sözleşmeli ya da andlaşmalılar.
C- Zimmet ehli.
Daha sonra sözleşmeli ve kendileriyle sulh yapılmış olanlar Islama yöneldiler. Böylece müslümanlara karşı geriye iki kısım kaldı. Bunlar; muharipler ve zimmet ehli idiler. Muharipler ise müslümanlardan korku ve endişede olanlardı. Buna göre yeryüzündeki insanlar üç kısımda ele alınmaktadırlar:
a- Müslüman
ve Hz. Peygambere iman etmiş olanlar,
b- Barış yapıp güvencede olanlar.
c- Korkup da muharip olanlar, İslam'a karşı savaş halinde olanlar.[303]
Kur'ân-i Kerim, cihadın hedeflerim sayısız âyetlerle belirîemişt r. Bu âyetlerden biri de Rabbimizin şu kavlidir:
"Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın." (Enfal,8/39)
Abdurrahman b. Zeyd b. el-Eslem diyor ki: "Din tamamen 'Allah'ın oluncaya kadar" demek sizin dininizle beraber başka bir din kalmayıncaya dek" manasınadır."[304]
Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:
"O, (Allah), müşrikler hoşlanmasalar da (kendi) dinini bütün dinlere üstün kılmak için Rasûlünü hidâyet ve Hak Din ile gönderendir." (Tevbe, 9/33)
Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:
"... Eğer Allah, bir kısım insanları (kötülüklerini) diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir."
Onlar, (o mü'minler) ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı kılarlar, zekatı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler. İşlerinin sonu Allah'a varır." (Hac, 22/40, 41)
İslâm'da cihadın amacı, yeryüzünde bir tek Allah'a ibadeti ve O'nun hakimiyetini sağlamaktır. Şeriatım üstün kılmak, insanları, kullara kulluktan kurtarıp Allah'a kul olma hürriyetine kavuşturmaktır. Aynı zamanda beşerin Hanlığından kurtarıp, bir tek olan Allah'ın uluhiyyetine eriştirmek, O'nun hakimiyeti altına sokmaktır.[305] Ayrıca cihadın bir başka hedefi de yeryüzündeki mustazafları, ezilenleri kurtarmaktır. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Size ne oldu da Allah yolunda ve "Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla" diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? (Buna hakkınız yok)." (Nisâ, 4/75)
Şimdi sana, her guruba karşı nasıl bir uzaklaşış uygulamasına gideceksin ye müslümanlann bunlarla cihadının nasıl olması gerektiği hususunu açıklayacağım.
1. Medine'de İslam devletinin kurulması ve hakim olmasından son-jra, keşin olarak Mekke ve Mekke dışındaki yerlerde, şirk ağacının kökünün kazınması gerekiyordu. Tevbe sûresi müşriklerle savaş etme hakkında nazil olmuştur. Bunun etraflı açıklaması ise İbn Kayyım'ın da-fha önce adı geçen özetinde vardır. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
"Allah ve Rasûlünden kendileriyle andlaşma yapmış olduğunuz müşriklere bir ihtardır:
"(Ey Müşrikler!) Yeryüzünde dört ay daha dolaşın. İyi bilin ki siz Allah'ı aciz bırakacak değilsiniz; Allah ise kâfirleri rezil (ve perişan) edecektir.
"Hacc-ı Ekber (En büyük ; Hac) gününde Allah ve Rasûlünden insanlara bir bildiridir: Allah ve Rasûlü müşriklerden uzaktır. Eğer tevbe ederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Ve eğer yüz çevirirseniz bilin ki, siz Allah'ı aciz bırakacak değilsiniz. (Ey Muhammed;) O kâfirlere acıklı bir azabı bildir!
"Ancak kendileriyle andlaşma yaptığınız müşriklerden (andlaşma şartlarının tamamına uyan) hiç bir şeyi size eksik bırakmayan ve sizin aleyhinize herhangi bir kimseye arka çıkmayanlar (bu hükmün) dışındadır. Bundan dolayı onların andlaşmalannı, süreleri bitinceye kadar tamamlayınız. Çünkü Allah (haksızlıktan) sakınanları sever.
"Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayın, onları hapsedin ve onları her gözetleme yerinde oturup bekleyin. Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar, zekatı da verirlerse artık yollarını serbest bırakın. Çünkü Allah yarlıgayan, esirgeyendir.
"Ve eğer müşriklerden biri senden aman dilerse, Allah'ın kelamını işitip dinleyinceye kadar ona aman ver, sonra (müslüman olmazsa) onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır. İşte böyle (kâfirlikte ısrar etmeleri) onların, bilmeyen bir kavim olmalarından dolayıdır.
"Mescid'i Haramın yanında kendileriyle andlaşma yaptığınız hariç, (diğer) müşriklerin Allah ve Rasulü yanında nasıl sözleşmesi olabilir? Size karşı dürüst davrandıkları müddetçe siz de onlara dürüst davranın. Çünkü Allah (Ahdi bozmaktan) sakınanları sever.
"Onların nasıl ahdi olabilir;
onlar size galip gelselerdi, sizin hakkınızda ne ahit, ne andlaşma gözetirlerdi. Onlar ağızlarıyla sizi razı ediyorlar, halbuki kalbleri buna karşı çıkıyor. Çünkü onların çoğu fasıklardır.
"Allah'ın âyetlerine karşılık az bir değeri (dünya malını ve nefsanî istekleri) satın aldılar da (insanları) O'nun yolundan alıkoydular. Gerçekten onların yapmakta oldukları şeyler ne kötüdür!
"Bir mü m in hakkında ne ahid tanırlar ne de andlama. Çünkü onlar saldırganların kendileridir.
"Fakat eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekat verirlerse, artık onlar dinde kardeşlerinizdir. Biz, bilen bir kavme âyetlerimizi böyle acıkıyoruz.
"Eğer andlaşmalardan sonra yeminlerini bozarlar ve dininize sal-dırırlarsa, küfrün önderlerine karşı savaşın. Çünkü onlar yeminleri olmayan adamlardır. (Onlara karşı savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler.
"(Ey mü'minler!) verdikleri sözü bozan, peygamber'i (yurdundan) çıkarmaya kalkışan ve ilk önce size karşı savaşa başlamış olan bir kavme karşı savaşmıyacak mısınız; yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer (gerçek) mü'minler iseniz, (Bilin ki,) Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır.
"Onlarla savaşın ki Allah, sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mü'min toplumun kalplerini ferahlatsın.
"Ve onların (mü'minlerin) kalplerinden öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Çünkü Allah bilendir, hikmet sahibidir." (Tevbe, 9/1-15)
2- Mescidi harama girmekten menedilmeleri. Rabbimiz bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllardan sonra Mescid'i Haram'a
yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan korkarsanız, (biliniz ki), Al-jjah dilerse sizi kendi lütfundan zengin edecektir. Çünkü Allah iyi bilendir, hikmet sahibidir." (Tevbe, 9/28)
İbn Kesîr'in anlattığına göre bu âyet hicretin dokuzuncu yılında nazil olmuştur. İşte bu sebepten RasûluIIah (s.a), Hz. Ali'yi, Hz. Ebû Bekr'in sohbetine gönderdi. O yıl Hac emiri olarak Hz. Ebû Bekir gidiyordu. Hz. Peygamber, Hz. Ali'yi gönderirken ona; Müşriklere orada, Mekke'de seslenecek, artık o yıllarından sonra müşrikler Ka'be'yi haccetmeyeceklerdir. Çıplak olarak da Beytullah'ı tavaf etmeyeceklerdir.[306] Allah (c.c), böylece emrini tamamlamış ve şeriat olarak ve takdir olarak da Rabbim bununla hükmetmiştir.[307]
Burada bir hususa dikkatinizi çekmek isteriz. Müşriklerin Mescid'i Haram'a yaklaştırılmalarının nedeni ekonomik olduğundan bu âyette bu noktaya dikkat çekilerek zenginliğin Allah'ın lütfü olduğu, binaenaleyh aslen pis olan müşriklerin Mescid'e yaklaştırılmaları yoluyla maddî çıkar (döviz vs.) aramanın uygun olmayacağı ihtar ediliyor. Burada geçen Mescidi Haramdan maksadın bütün mescidler olduğu, dolayısıyla müşriklerin hiç bir mescide girmelerinin caiz olmayacağı görüşünü hesaba katarsak bugün camilerimizin yaşadığı vakıayı bu âyet ışığında daha iyi anlarız. "[308]
3. Şirk koşan kadınlarla evlenmenin yasaklanması. İbn Cerîr Hudeybiye sulhunu anlatırken diyor ki: Hz. Peygamber (s.a)'e bazı kadınlar iman etmiş olarak geldiler. İşte aşağıdaki âyet bununla ilgili ola-raz nazil olmuştur. Allah (c.c) bu âyette şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Mü'min kadınlar hicret ederek size geldiği zaman, onları imtihan edin. Allah onların imanlarım daha iyi bilir. Eğer siz de onların inanmış kadınlar olduklarını öğrenirseniz onları kâfirlere geri göndermeyin. Bunlar onlara helâl değildir, onlar da bunlara helal olmazlar. Onların (kocalarının) sarfettiklerini (mehirleri) geri verin. Mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Kâfir kadınları nikahınızda tutmayın, sarf ettiğinizi isteyin. Onlar da sarfettiklerini istesinler. Allah'ın hükmü budur. Aranızda O hükmeder. Allah bilendir, hikmet sahibidir." (Mümtehine, 60/10)
Ibn Cerîr diyor ki, Hz. Ömer (r.a), şirk döneminden nikahı altın da bulunan iki kadını boşadı.[309]
4. Müslümanların şirk diyarında ikametlerinin menediimesi.
4. Müslümanların şirk diyarında ikametlerinin menedilmesi, yasaklanmış elması.
Bu, Rabbimiz (c.c)'in, dinini aziz kılıp rnü'min kullarını güçlendirdikten sonra olmuştur. Kendilerinin de bir devletleri ve ikamet edecekleri bir yurtlan olmasından sonra bu yasak gündeme gelmiştir. Bundan böyle müslümanlarm şirk diyarında kalmaları haram kılındı. Zira müslümanların oralarda kalmaları halinde dinleri sebebiyle fitneye maruz kalmaları korku ve endişesi bulunuyordu.
Bundan böyle müslüman, şirk diyarında kalmayacak, gelip müslümanların cemaatine ve toplumuna katılacaktır. Zira onlar onun kardeşleri ve velileridirler. Diğer insanlara göre müslümanların kardeşlerinin ve velilerinin yanında yer alması gerekir. Nitekim Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır:
"Ben, müşriklerin arasında ikamet eden her müslümandan uzağım." Ey Allah'ın Rasûlü! Neden, diye sordular? O (s) da şöyle buyurdular: "Çünkü ateşleri (müslümanlarla müşriklerin ateşleri) birbirinden ayırdedilmez."[310]
Daha önce de geçtiği gibi demiştik ki, aslında cihad, müslüman-lara tüm düşmanları arasında ayırıcı ve caydırıcı en büyük özelliktir. Bu düşmanlardan biri de Kitap ehlidir. Burada mutlaka onların bazı özelliklerine işaret etmemiz gerekecektir. Onlarla cihada girişmemize ek olarak ehli kitabın ayırıcı özelliklerine de işaret etmeliyiz.
İşte bunlardan biri Rabbimizin Al'i İmrân süresindeki şu âyetidir. Bu âyet aynı zamanda onların bir çok durumlarını da ortaya çıkarmıştır.
Rabbimiz (c.c.) şöyle buyuruyor: Rabbimiz (c.c) şöyle buyuruyor:
"Ey EhPi kitap! (Gerçeği) görüp bildiğiniz halde niçin Allah'ın âyetlerini inkar edersiniz?
"Ey ehl'i kitap! Neden doğ-
303. ruyu eğriye (hakkı bâtıla) karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz?" (Âl'i İmrân 3/70-71)
Yine aynı sûrede şöyle buyuruluyor:
"De ki: Ey Ehl'i kitap! Allah yaptıklarınızı görüp dururken niçin Allah'ın âyetlerini inkâr edersiniz?
"De ki: Ey Ehl'i kitap! (Gerçeği) görüp bildiğiniz halde niçin
Allah'ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek müminleri Allah yolundan çevirmeye kalkışıyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir." (Âl’i İmrân, 3/98-99)
Yine Rabbim şöyle buyuruyor:
"Ey kitap ehli! Yalnızca Allah'a, bize indirilene ve daha önce indirilene inandığımız için mi bizden hoşlanmıyorsunuz? Oysa çoğunuz yoldan çıkmış kimselersiniz.
"De ki: Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size haber vereyim mî? Allah'ın lanetlediği ve gazabettiği, aralarından maymunlar, domuzlar ve tağuta tapanlar çıkardığı kimseler; işte bunlar, yeri (durumu) daha kötü olan ve doğru yoldan daha ziyade sapmış bulunanlardır." (Maide, 5/59-60)
Bu ve benzeri âyetlerde kitap ehlinin uyarıldığını, kendilerine yapılanların hatırlatıldığını gördük. Aynı zamanda bu âyetler onların kendi batıl yaşantılarıyla rezil ve rüsvay olduklarını da ortaya koymaktadır.
Daha sonra Kur'ânî nass, Rasûlullah ve peşinden de mü'minler için geliyor ve şu gerçeği dile getiriyor.
Kitap ehline, hiç bir şeye sahip olmadıklarını, bu itibarla da Allah'ın şeriatını ikame etmeyeceklerini ve kitabıyla da hüküm vermeyeceklerini bildiriyor. Rabbim şöyle buyuruyor:
"De ki: Ey ehl'i kitap! Siz,Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni hakkıyla uygulamadıkça, (doğru ) bir şey üzerinde değilsinizdir. Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun küfür ve azgınlığını elbette artıracaktır. Kâfirler topluluğu için üzülme." (Maide, 5/68)
İşte bu yüce âyet, kitap ehliyle ilgili olarak onlara karşı nasıl bir uzaklaşma tavrının ortaya konması gerektiğini açık bir şekilde ortaya konması gerektiğini açık bir şekilde ortaya koyuyor. Nitekim Hz. Mu-hammed Mustafa (s.a)'nın ve ashabının savaşı ve cihadı da özellikle kitap ehline karşıydı. Meselâ, Kaynuka oğullan, Kureyzâ oğulları ve Nadîr oğullarını örnek olarak gösterebiliriz. Hz. Peygamber'in bunlardan uzaklaşması, cihad edişi ve ilgiyi kesmesi gayet açık ve seçik olarak ortadadır.
Nitekim İkinci babın altıncı bölümünde bunların Arapyarımadasından nasıl sürülüp çıkarılmış olduklarını göreceğiz.
Münafıklardan ayrılmak ve onlardan uzak durmak, aslında Rasülullah (s.a) ve onunla birlikte hareket edenlerden alınmış bir uygulama ve metoddur. Bu konuda Allâme İbn Kayyım (r.a) şöyle diyor:
Hz. Peygamber (s.a)'in münafıklarla olan ilişkisi ve tavrı şöyle idi. Onların açıkça işledikleri duruma göre kendilerine gereken muameleyi yapardı. Onların bu yöndeki açıklıklarını kabul eder, gizli yönlerini ise Allah'a havale buyururdu. Bunlarla ilmi deliller ve hüccet ile cihad eder, aynı zamanda bunlardan yüzçevirilmesini emir buyurur, kendilerine karşı sert bir tavır takınılmasını istelerdi. En beliğ ve güzel ifadelerle bunlara tebliğ yapılarak kalplerinin, derinliklerine işlemesini isterken, öldüklerinde cenaze namazlarının kılınmamasını ister ve kabirlerinin başlarında kendilerine dua yapılmamasını emrederdi. Aynı zamanda şunu da söylerdi. Bunlar için Allah' dan mağfiret dileğinde bulunulsa da, Allah (c.c), bunları asla bağışlamayacaktır.[311]
Daha önceki sayfalarda belirttiğimiz gibi v münafıkların en belirgin özelliği kafirlerle dostluk kurmalarıdır. Allah'ın dininden hoşlanmamaları, müslümanların arasında kendilerini küçük görmeleridir. Bunun içindir ki, Rabbimiz onların durumlarını mü'minlere açıklarken, mü'minlerin bunlardan kesinlikle ayrılmaları ve uzak durmalarını istemiştir. Nitekim bu konuya ilişkin bir çok âyetler nazil olmuştur. Bu âyetler onlardan ayrılmanın gerekliliğini göstermektedir ki, işte bu, Berâ' yani uzaklaşmak ve bunlarla münasebet kurmamak demektir. Şimdi bu hususları ele alalım:
1- Münafıklardan yüz çevirmek ve onlara sert davranmak. Nitekim bu konu kâfirlerle cihad konusuyla birlikte gelmiş ve ele alınmıştır. Münafıklara karşı katı ve sert davranmak cihadın türlerindendir. Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!" (Tevbe, 9/73)
Aynı zamanda Tandırı süresindeki 9. âyet ve Tevbe sûresi bunların tüm aşağılıklarını her yönüyle ortaya koymaktadır. Bundan dolayı da bunlar "Fadiha" yani rezil diye adlandırılmışlardır. Buharî'nin Sahihinde Saîd b. Cübeyr'den rivayet olunduğuna göre demiştir ki: "İbn Abbâs'a, Tevbe sûresi ne hakkında nazil olduğu diye sordum? O da şu cevabı verdiler: "Tevbe sûresi mi? Hayır O, Fadiha süresidir (insanların çirkinliklerini ortaya koyan sûredir). Zira o sûrede devamlı olarak "Ve minhürn... ve minhüm" " = ve onlardan... ve onlardan..." diye nazil oluyordu. Öyleki hiç kimsenin kalmayıp hepsinin bu sûrede zikir olunduğu zannına vardılar."[312]
Yüce Rabbim Nisa sûresinde ise şöyle buyurmaktadır:
"Başüstüne" derler, ama yanından ayrılınca onlardan bîr kısmı, senin dediğinden başkasını gizlice kurar. Allah da onların
gizlice kurduklarını yazar. Sen onlara aldırma ve Allah'a dayan; sana vekil olarak Allah yeter." (Nisa, 4/81)
2- Bunların cenaze namazlarının kılınmasının ve kabirlerine gidilip dua edilmesinin menedîlmesi, kabirleri yanında. saygıyla durulması da bu yasağın içindedir. Yüce Mevlâmız şöyle buyurmaktadır:
"Onlardan (münafıklardan) ölmüş olan hiç bir kimse üzerine, hiç bir zaman (cenaza) namaz(ı) kılma; kabri başında da durma!
Çünkü onlar, Allah'ı ve Rasûlünü inkar ettiler ve kâfir olarak Öldüler." (Tevbe, 9/84)
İbn Kesîr diyor ki, yukarıdaki âyette geçen hüküm, genel bir hükümdür. Dolayısıyla münafıklıkları bilinen herkes için bu âyetin hüH mü geçerlidir. Gerçi âyet her ne kadar münafıkların başı olan Abduf lah b. Übeyy b. Selûl hakkında nazil olmuş ise de, bu, hükmün geneligine engel teşkil etmez.[313]
3-Böylelerinin cihaddan geri kalmaları halinde hiçbir özürleri makbul ve geçerli kabul edilmez.Kaldı ki , bundan ötürü Rasulullah (s.a)onları reddetmiş ve kabul etmemiştir. Rabbim şöyle buyuruyor:
"Eğer Allah seni onlardan
bir gurubun yanına döndürür de (Tebük seferinden Medine'ye döner de başka bir savaşa seninle beraber) çıkmak için senden izin isterlerse, de ki: "Benimle beraber asla çıkmayacaksınız ve düşmana karşı benimle beraber asla savaşm, vacaksınız! Çünkü siz birinci defa (Tebük seferinde) yerinizde kalmaya razı oldunuz. Şimdi de geri kalanlarla (kadın ve çocuklarla) beraber oturun!" (Tevbe, 9/83)
"(Seferden) onlara döndüğünüz zaman size özür beyan edecekler. De ki: "(Boşuna) özür dilemeyin! Size asla inanmayız; çünkü Allah, sizin gerçek tutumlarınızı bize bildirmiştir. (Bundan sonraki) amelinizi Allah da görecektir, Rasûlü de. Sonra görüleni ve görülmeyeni Bilen'e döndürüleceksiniz de yapmakta olduklarınızı size haber verecektir.
“Onların yanına döndüğünüz zaman size, kendilerinden (onları cezalandırmaktan) vazgeçmeniz için Allah âdına andiçecekler. Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır. Kazanmakta olduklarına (kötü işlerine) karşılık ceza olarak varacakları yer cehennemdir.
''Onlardan razı olasınız diye size yemin edecekler. Fakat siz onlardan razı olsanız bile Allah fasıklar topluluğundan asla razı olmaz.” (Tevbe, 9/94-96)
4- Bağışlanmayacaklar ve mağfiret dilenmeleri kendileri adına kabul^ olunmayacak. Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"(Ey Muhammedi) Onlar için ister af dile, ister dileme. Onlar için yetmiş kez af dilesen de Allah onları asla affetmeyecek. Bu, onların Allah ve Rasûlünü inkâr etmelerinden Ötürüdür. Allah fâsiklar topluluğunu hidâyete erdirmez." (Tevbe, 9/80)
Bir başka sûrede de Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
"Onlara "Gelin, Allah'ın peygamberi sizin için mağfiret .dilesin" denildiği zaman başlarını çevirirler ve (bundan sonra sen) onların, büyüklük taslayarak uzaklaştıklarım görürsün."
"Onlara mağfiret dilesen de,
dilemesen de birdir. Allah onları kat'iyyen bağışlamayacaktır. Çünkü Allah, yoldan çıkmış topluluğu doğru yola iletmez." (Münafikûn 63/5-6)
Biz Mekke dönemiyle ilgili olarak şöyle demiştik: Mü'min Mekke döneminde kâfir olan anne ve babasıyla ilgisini kesmemek ve onlarla iyi geçinmekle emrolunmuştu. Böyle bir davranışta ise onlarla bir muvalat ve dostluk söz konusu değildir. Sadece Mekke'de mü'minlerin bunlarla ilişkilerini kesmeleri ya da bunlardan ayrılmaları emredilmiş değildi.
Ancak Medine'de durum farklılık kazandı. Zira İslam devletinin kurulmasından ve hakim olmasından sonra, müşrik ve kâfirlerle cihad emrinin gelişiyle Medine'de durum çok farklı boyutlara ulaştı. Burada öyle bir sınır konuldu ki, mü'min artık tam manâsıyla müşrik ya da kâfir olan yakımyla her türlü bağını kesmekle yükümlü olduğu gibi aynı zamanda münafıklarla da konumlan çok farklıydı. Müslümanların bunlarla da tam bir ayrılık içinde olmaları emir gereğiydi. Nitekim buna dair bir çok âyet nazil olmuştur. Bunlardan biri,Rab-bimizin şu âyetidir:
"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, -oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa- Allah'a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut
olmuşlardır. İşte onları Allah'ın gurubudur. İyi bilin ki, kurtulaşa erecek olanlar sadece Allah'ın gurubu olanlardır." (Mücadele, 58/22)
* İlim ehli bu âyetin nüzul sebebiyle ilgili olarak demişlerdir ki, "Bu âyet, Uhud savaşında Ebû Ubeyde Amir b. el-Cerrah, babası Abdullah b. Cerrah'ı öldürmesi üzerine nazil olmuştur. Aynı zamanda bu, Ebû Bekir (r.a) hakkında da nazil olmuştur, çünkü o da Bedir savaşında oğlunun karşısına çıkıp savaşmasını istemiştir. Yine denmiştir ki bu âyet, Hz. Ömer ile ilgili olarak nazil olmuştur. Çünkü o da, Bedir gününde dayısı As b. Hişam'ı öldürmüştür. Aynı zamanda Hz. Ali ve Hz. Hamza hakkında da nazil olmuştur. Çünkü bunlar da Bedir gününde Rebîa'nın iki oğlu Utbe ile Şeybe'yi ve Velîd b. Utbe'yi öldürmüşlerdi.[314] Ayrıca bu âyetin daha bir çok nüzul sebepleri vardır denilmiştir.[315]
İşte bu âyet-i kerime Allah taraftarlarıyla şeytan yandaşları arasında tam ve kesin bir ayrılığın olrnası gerektiğini ortaya koymuş oluyor. Mü'minin her türlü cazibeden ve her türlü tarafgirlikten sıyrılarak müslümanların safında yer alması, bir tek kulpa sarılması ve bir tek ipe bağlanması gerekir. İslâm'ın olduğu yerde neseb yok, akrabalık gailesi yok, aile ye yakınlık davası yok, vatan, cins, ırk, asabiyet ve kavmiyetçilik, bölgecilik gibi bir şey yok. Allah'ın istediği şeylerin dışında hiç bir şeyi tabulaştırmak yok. Sadece ve sadece akide ve onun bayrağı altında durmak vardır.-Ancak böyle bir halde müslüman Hiz-bullah denilen kimse olabilir. Allah (c.c)'ın istediği tarafta olmuş olabilir. Kim de şeytanın boyunduruğu ve istilası altına girmiş ise, o kimse de batıl bayrağının altında yer alır. Böyle bir kimse hiç bir zaman Allah (c.c) taraftarlarıyla bir yerde buluşamazlar.[316] Nitekim Tevbe Sûresinde tam ayrılıkla ilgili olarak son bir emir geliyor. Bu emirde meselenin ve problemin açıklaması bulunmaktadır. Mesele ya da problem burada iman ve küfür meselesi ya da problemidir, yoksa cüz'î bir mesele veya ikinci derecede gelen bir problem değildir. Rabbim şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) veliler (idareciler) edinmeyin. Kim onları veli (idareci) edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.
"De ki: "Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşlerniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez." (Tevbe, 9/23-24)
İşte bu, Allah'tan gelen bir emirdir ki, kâfirler babalarımız ve kardeşlerimiz de olsalar kesinlikle onlardan uzak durmamızı emretmekte ve onlarla muvalatı ve dostluğu yasaklamaktadır. Bunlar küfrü imana tercih etmeleri halinde kendileriyle yapılacak olan budur.[317]
Kurtubî diyor ki, Tevbe sûresinin bu âyetinin hükmü, mü'minlerle kâfirler arasındaki velayetin, yetkinin ve dostluğun sona erdirilmesi bakımından kıyamete kadar geçerlidir.[318]
İbn Abbâs (r.a) ise, âyetin: "Kim onları veli (idareci) edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir” kısmıyla ilgili olarak diyor ki: "O da onlar gibi müşriktir, zira şirke kim rıza gösterirse o da tıpkı müşrik gibi müşriktir."[319]
Kur'ân-ı Kerîm, değişik şekillerdeki lezzetleri, tamaları, ilgi ve alakaları terazinin bir kefesine, Akideyi ve buna bağlı olan diğer şeyleri de terazinin diğer kefesine koymak suretiyle her şeyi meydana dökü-veriyor.
Atalar (babalar), oğullar, kardeşler, eşler, yakın çevre ve akraba, kısaca kan bağı, soy bağı, karabet = (yakınlık) ve evlilik nedeniyle olan yakınlık gibi tüm bu bağlar, mal, ticaret -ki bunlar fıtratın arzulayıp rağbet gösterdiği şeylerdir- gibi bağlar, kişiyi dinlendiren meskenler-çünkü bunlar hayatın metaı ve lezzetidirler- .... bütün bu sayılanlar terazinin bir kefesine, diğerine ise Allah ve Rasulünün sevgisi Allah yolunda cihad sevgisi konulmaktadır. Durum böylece sergilenmektedir. Cihad tüm gerekleriyle ve zorluklarıyla ve beraberinde getirdiği ve getireceği sıkıntı ve yorgunluklarla düşünülmeli, öyle değerlendirilmeli. Bunda sıkıntı var, mahrumiyet var, bu yolda can vermek ve kurban olmak var, acı var, yaralanma var ve şehitlik var. Cihad, her türlü gürültüden uzak, her türlü söylentiden berî, her türlü gösterişle ilgisi olmayan, içinde övünme, gösteriş ve riya bulunmayan sırf Allah rızası gözetilen bir cihad ise terazinin diğer kefesine...
Allah (c.c), bu sorumluluk ve yükümlülüğü, mü'minlerin bunu taşıyabileceklerini bildiği için onlara yüklemiştir. Zira onların yaratılışlarının buna müsait olduğunu bilmektedir. Zira Allah (c.c), hiç bir kimseye gücünün üzerinde bir yük yüklemez. Aynı zamanda, insanların fıtratına bu görevi tevdi eden Allah (c.c), her şeyden arınmış olarak ona bu yüce gücü rahmeti sayesinde ihsan etmiştir. Bu, Allah'ın kullarına olan merhameti sebebiyledir. Kuluna öylesine bir şuur lezzeti vermiştir ki, bu sayede kul, Allah ile münasebetini sürdürüyor. Bu öylesine bir lezzettir ki, bunun üzerinde bir başka lezzet düşünülemez. Tüm zayıflığına rağmen, tüm inişlerine rağmen, et ve kan ağırlığından kurtulması yanında bu, yücelme ve yükselme lezzetidir. Bu, aydın olan ufuklara tırmanma ve yücelme lezzetidir.[320]
'Vela ve Berâ kavramları gerçek hüviyetlerine Medine döneminde kavuşmuştur. İslamın adil ve dosdoğru devletinin kurulmasıyla. İman kardeşliğinin, tüm bağların üstünde değerlendirilmesiyle, bunun dışındaki bağların hepsinin bu uğurda feda edilmesiyle, gerçek şeklini bulmuştur. Kâfirlere ve müşriklere ve bir de andlaşmasim bozanlara karşı cihadın meşru olmasıyla gerçek anlamını kazanmıştır. Gelen ilahî emir, münafıklara karşı sert tavır takınmayı ve onlardan yüz çevirmeyi öngörmekle gerçek hüviyetini kazanmış oldu. Böylece Allah'a ve Rasûlüne iman etmeyen, Hak Dini kendileri için din kabul etmeyen tüm yakınlardan ve akrabalardan uzaklaşmayı öngören bir emir. Bu yakın çevre babalar, kardeşler, eşler veya diğer şeyler olsa da, insanların kendilerince değer verdiği her şey bu amaçla bir kenara itilmek suretiyle sağlanan Berâ ve Velâ.
Artık müslümanlann safı belirlendi. Dinlen sayesind.e yüceldiler. Her türlü izzetin, şerefin, yüceliğin ve efendiliğin, baş olmanın sebebi olan bu dine mensup olmakla övünür oldular. Evet doğuyu ve batıyı feth ettiklerinde bununla övünüyorlardı. Mü'rhinler bugün ve yarın tekrar şerefli oluşu ve yücelmeyi istiyorlarsa akidelerine, inançlarına dönsünler. Buna ancak sevgiyle, Allah'ın dinine ve mü'minlere bağlanmakla ve onların dostluğuna sarılmakla ulaşabilirleri Bir de en yakınları da olsalar tüm kafir, müşrik ve münafıklardan ilişkilerini kesmekle eski hüviyetlerine erişebilirler. Şayet anne ve baba kafir iseler, kişi bunlara iyilikte devam edecek, çünkü bu, kıyamete dek baki olan bir hükümdür.
Aslında tüm dostluk şekilleri ve bunların dış görünümlerini başlı başına bir bölümde sunmak, gerçekten önemlidir. Özellikle böyle bir araştırma ve konuda bunun önemi çok daha büyüktür. Ancak okuyucu bu konuda yani Velâ ve Berâ konusunda bir meseleyi ele aldığı zaman diyebilsin ki, bu, Velâ ve Berâ konusunu ilgilendiren bir husustur. Aynı zamanda kendisi bu gibi konularda dikkatli davranma imkanını bulabilsin.
Ben burada bir uyanda bulunmak istiyorum. Bu uyarıyı yaparken de her bir şekil ya da suret konusunda, bunun şer'î hükmünü araştırıp ortaya koyabilme gücüne sahip değilim. Zira bir konuda kesin bir hükme varmak gerçekten güç olan bir durumdur ve oldukça da zordur. İlim erbabının da söyledikleri gibi, kişinin bazan söylediği bir söz veya işlediği bir fiil küfür olabilir. Ancak görünürde böyle!olan bir durum, kul ile Rabbi arasında olan bir şey sebebiyle ortadan kalkabilir. Biz de bunu bilemeyebiliriz. Fakat genel olarak bu hal, işleye^ nine göre farklılık kazanır ve değişiklik gösterir. Öyle durumlar var ki, o durum kişiyi dinden eder. Meselâ kâfirleri sırf kâfir. oldukları için sevmek gibi. Kimi durumlar da var ki, bu, büyük bir günah olur. Meselâ kâfirlere saygı göstermek veya bunları övmek gibi.[321]
Dolayısıyla "Muvalat" olayı, bu ismi alana göre farklılık gösterir. Öyle muvalatta (karşılıklı dost olma, birbirini yetkili kılma) var ki, bu, mürtedlik olabilir. Kişinin tamamen îslamdan uzaklaşmasına neden olur. Bazı muvallatta mürtedlik olmaz ama,daha farklı bir durum meydana getirir. Meselâ: Büyük günahlardan ve haramlardan birini işlemek gibi.[322]
İslâm dini ibadetin halis ve samimi olmasına çok dikkat eder. Buna çok özen gösterir. Bu ise bir tek Allah'a itaat ve kesin boyun eğişle sağlanır. Bunu yaparken tabi olunan ve peşinden gidilen Allah dışındaki her şeyden, her arzulanandan ve her korkulandan uzak duracak bunlarla her türlü ilgiyi kesecektir. Kısaca kesin bir berâ olacaktır. Kalbini haşyette, korkuda, yardım ve zaferde Rabbi olan Allah'a bağlar yacaktır.
Kim de kalbini kendisine yardımcı olmaları, rızık vermeleri, yol göstermeleri için yaratıklara bağlar ve bunlar önünde eğilirse, bu durumdaki bir kimse kime ne kadar bağlıysa, o derece onun kulu ve kölesi olmuş olur. Şurası da bilinen bir gerçektir ki, kişinin kalbinin esir düşmesi, bedeninin esir düşmesinden çok daha büyük bir tehlike arzeder. Kalbin köleleşmesi, gerçekten bedenin köleleşmesinden ve esir düşmesinden daha tehlikelidir. Zira bedenini özgür bırakmış, köleleştirmemiş, kalbini huzur içinde bırakabilmiş ise, böylesi bir bedenî esaretin pek önemi yoktur. Çünkü bir gün kurtuluş imkan doğabilir. Fakat şayet kalbi Allah'dan başkasına bağlanmışsa işte gerçekten en büyük zillet, esaret ve aşağılık o zaman başlamıştır, bundan daha büyük bir alçalış yoktur.[323]
Doğrusu kâfirlerle dostluk kurmanın tehlikesi bütün müslüman-laradir. Böyle bütün müslümanlara zarar getiren bir olay, bir kimsenin sadece kendisinin kafir olmasından da büyük bir tehlike ortaya koyar. Birinin zararı top yekûn müslümanlara iken, diğerinin sadece kendisinedir. Zira genel manâda müslümanların akide ve iman durumunu birisi tehlikeye sokmaktadır. Böyle bir durumu, itikadının sağlam olduğunu sanana biri yapar, halbuki aslında bu kimse Allah, Rasûlü ve mü'minler yanında böyle bir davaya ve zanna kalkışmasında yalancıdır. Bilindiği gibi bu manâdaki bir mefsedet ve bozgunculuk, mücerret itikadı ve inancı bozma olayından daha büyük bir tehlike ortaya koymuş olur.[324] Ben şimdi sana kafirlere karşı olan muvalatın geniş bir açıklamasını sunayım: 1- Kâfirlerin küfrüne rıza göstermek, onları tekfir etmemek, onların kâfir olduklarında şüphe etmek, onların mezhep ve görüşlerinden herhangi birisinin doğruluğunu kabul etmek.[325]
İşte bütün bu noktalar, kişinin kâfirleri dost tanıdığını, yetkisini onlara verdiğini açıklamış olmaktadır. Müslüman kimsenin kâfirlerin basanları sebebiyle onlar adma sevinmesi, mutlu olması, onları sırf küfürleri nedeniyle uygun görmesi, dinsizlikleri veya mezhepler ve görüşleri sebebiyle onlara arkadaşlık, dostluk gösterisinde bulunması gibi hususlar tümüyle bu gibilerin durumlarını açık-seçik bir şekilde ortaya koymaktadır.
Daha önce biz konunun hazırlık bölümünde bunun üzerinde durmuştuk. Bu hususta Ehli Sünnet vel-Cemaatin görüşünün şu olduğunu belirtmiştik:
Kalbî sevginin ve bağzun mutlaka kamil manâda tam olması gerekir. Meselâ kâfir olan bir kimseyi sırf küfrü için yani kâfir olduğu için seven bir kimse, Ümmetin icmaıyla kâfirdir. İslâm alimlerinden hiç birisi bu hususta asla karşı bir görüş beyan etmemiş, muhalefette bulunmamıştır.
İbn Teymiyye merhum diyor ki: Kalbî sevgi ve buğz ile kalbî iradeye = arzuya, kalbî isteksizliğe ve hoşnutsuzluğa gelince, bunların her bakımdan tam, kâmil ve eksiksiz olması gerekir. Bunların hiç birisinin eksik olmaması icabeder. Zira eksiklik, iman eksikliğini meydana getirir. Ancak bedenî fiile gelince, bu kişinin gücü nisbetindedir. Kişinin kalbî iradesi ve hoşnutsuzluğu ne derece tam ve kamil olursa, bedenî fiili de bununla birlikte gücü oranında devreye girer. Allah : (c.c) böylesine kamil manâda çalışanın sevabını verir. Bir takım insanlar da var ki, bunların sevgisi, buğzu, arzu ve iradesi, hoşnudsuzluğu nefsinin o şeyi sevmesi veya hoşnut olmaması oranındadır. Yoksa bunların Allah ve Rasûlü'nün sevmesi veya Allah ve Rasülünün buğ-zetmesi nisbetinde sevgi ve buğzları olmamaktadır. Devreye kendi nefisleri ve çıkarları girmektedir. İşte bu da bir nevi hevâ ve hevesine uymaktır. Şayet kişi buna uyarsa, işte o kimse heva ve isteiğine uymuş olur. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"..Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyan-dan daha sapık kim olabilir?" (Kasas, 28/50)[326]
Bu durumda sevgi ve rıza iki hususta kesin bir durum ifade ederler.Kişi sevgi ve rızayı kâfirlere gösterirse bu küfrü gerektirir. Şayet sevgi ve rıza mü'minlere karşı ise bu da imanın gereğidir.
2- Genel manâda onları tevellî edinmek, ipleri onların eline verip her türlü dostluğu onlarla sürdürmek. Veveliler olarak kabul edinilmesi veya bunların dinlerine girilmesi gibi tüm bu manadaki şeylerden Allah (c.c)nehyetmiştir. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır.
"Mü'minler, müzminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah nezdinde hiç bir değeri yoktur. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız başkadır.
Dönüş yalnızca Allah'adır," (Al’i İmrân, 3/28)
İbn Cerîr bu âyetin tefsirinde şunları zikretmektedir: Kim kâfirleri dostlar, yardımcılar edinirse ve dinleri.konusunda onların üstün gelmesi için arka çıkarsa, müslümanîar aleyhine onların başarı kazanması için gayret gösterirse, bu kimsenin Allah (c.c) ile hiç bir ilgisi yoktur. Yani o kimse Allah' dan uzaktır. Allah (c.c) da ondan uzaktır. Çünkü o kimse hareketiyle dininden dönerek irtidat etmiş ve onlar adına küfre girmiştir. Ancak kafirlerden gelebilecek bir endişe, sıkıntı ve tehlikenin olması hali müstesnadır. Yani sizler şayet onların gücünden sıkıntı ve endişede iseniz, onlardan canınıza gelebilecek bir korku içinde iseniz, bu takdirde dillerinizle onlara dostluğunuzu açığa vurabilirsiniz ve fakat esas düşmanlığınızı gizlersiniz. Onların küfür üzere oldukları o konumlarını teşyi etmez, benimsemez, bundan ötürü onlara destek çıkmazsınız. Herhangi bir şekilde bil fiil olarak bir müslümanın aleyhine olabilecek bir şekilde onlara yardım edemezsiniz.[327] Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirlerinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez." (Maide, 5/51)
İbn Cerîr merhum bu âyetin tefsîrinde şunları yazıyor: Kim mü'minleri bırakıp yahudileri ve hıristiyanları dost edinirse o da onlardandır, demek, o da onun dinindedir ve onun inancındadır demektir. Herhangi bir kimseyi biri dost edinmiş olmasın ki, o kimse, onmilum isteklerine, inancına ve dinine rıza gösteriyor demektir. Bir kimse böyle birinden razı olur ve onun dinine de rıza gösterirse, bu demektir ki, o şahıs ona muhalif olanlara ve kin besleyenlere düşmanlık gösteriyor demektir. Dolayısıyla onun hükmü de tıpkı diğerininkisidir.[328]
İbn Hazm ise âyetin: "İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır." kısmının zahiri manâsına olması da doğru olabilir diyor. Yani manâ şöyle olur, böyle bir kimse^o kâfirler cümlesinden bir kâfirdir. Aslında bu, doğru ve gerçek olan bir şeydir. Çünkü müslümanlardan iki kişi bile bu konuda ihtilaf etmiş değillerdir.[329]
İbn Teymiyye merhum da diyor ki, Rabbimin haber vermesine göre, onları dost tutanlar da onlardandır. Zira Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Eğer onlar Allah'a, Peygamber'e ve ona indirilene iman etmiş olsalardı onları (müşrik, kâfir, hristiyan, yahudi ve münafıklar" dost edinmezlerdi." (Maide, 5/81)
Bu da gösteriyor ki, mezkur iman hadisesi, onları dost edinmemeyi gerektirmektedir, bu hal iman ile çelişmektedir. İman ile, onları dost edinme olayı ikisi birlikte bir kalpte toplanamazlar.Kaldı ki, Kur'ân'ın hükümleri ve âyetleri hep birbirini tasdik eder, doğrular.[330]
İbn Kayyım da diyor ki: Doğrusu Allah (c.c), bir hüküm vermiştir. Allah'ın vermiş olduğu ya da koymuş olduğu hükümden daha güzel bir hüküm bulunamaz. Bu hüküm, "yahudileri ve hınstiyanları dost edinenler de onlardandır" hükmü olmaktadır. "İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır." Bunun üzerinde daha güzel bir hüküm olamaz. Mademki Kur'ânî nass ve delil, onların velilerinin ya da dostlarının da onlardan olduğunu bildirmiştir. O halde bunlara da onlara uygulanan hüküm uygulanır. Kısaca bunlar da aynı hükme tabidirler. Kaldı ki, bu hüküm bunlar adına genel olan bir hükümdür. Bu hükümden onları dost edinen ve İslama girdikten ve bağlandıktan sonra onların dinlerine girenler açısından bir tahsis vardır. Böylelerinin cizyeleri kendilerinden kabul edilmez ve ikrarlarına bakılmaz. Bunlar için iki yol vardır. Ya tekrar İslama gireceklerdir veya boyunları vurulacaktır."Çünkü hem nass itibarıyle hem de icma ile bunlar mürteddirler, dinden çıkmışlardır. Öte taraftan kâfirlerden herhangi biri İslam'a girmeden önce Yahudi ya da hıristiyanlık dinine girmiş ise veya bir hırıstiyan yahudiliğe, ya da bir yahudî hrıstiyanlığa girmiş ise, bu giriş İslam'a girmeden önce idiyse, bu kimse ile İslam'a girdikten sonra onların dinlerine giren bir müslüman aynı şekilde bir muameleye tabi tutulamaz. Onların dinlerine giren müslümana daha farklı bir muamele yapılır. Kur'ân'ın inmesinden sonra kâfirlerden biri, onların dinine girerse, gerçi her ikisinin de batıl olmasına rağmen, o kendisince daha hayırlı bir dine girmiş demektir. Fakat bir müslüman onların dinine girecek olursa, durum tamamen değişiktir. Çünkü burada önce İslam'ın doğru ve sahih olduğunu kabullenip ikrar ettikten sonra hak olan dini bırakıp batıl bir dini kabullenmiş ve ona geçmiş oluyor. Bu ise asla kendisinden kabul edilmez.[331]
Merhum Seyyid Kutub, müslümanlardan herhangi bir kimsenin din noktasından Yahudiliği veya hnstiyanlığı benimsemesinin uzak bir ihtimal olduğunu belirtmektedir. Burada denilmek istenen, onlarla karşılıklı dostluk kurarak yardımlaşmak ve antlaşmalar yapmak demekr tir. Merhum diyor ki, burada esasen yasaklanan velayet va da dostluk, karşılıklı yardımlaşma ve antlaşma dostluğudur. Bu hal müslümanlar tarafından birbirine karıştırılmıştır. Burada din bakımından onlara tabi olmak diye bir şey yoktur. Kaldı ki, bir müslümanın kaU kıp da yahudilik ve hrıstıyanlık dinini benimsemesi çok uzak bir ihtimaldir. Burada yasaklanan olay, onlarla iç içe olma, sırdaş olma olayıdır, bu anlamdaki bir dostluktur yasaklanan. Müslümanlar sanıyorlar ki, onlarla iç içe olmak, sırdaş olmak, sarmaş-dolaş olmak caizdir, bunu da maslahatları ve içiçelikleri gerektirir kanısındalar. Yasaklanan, bu tür ilişkilerdir. İslam'dan önce kendileriyle yahudilerden bir cemaat arasında bu manâda bir dostluğun ve beraberliğin ayakta tutulması ve Medine'de İslam dgyjgünirıj^rujmaşımn ilk dönemlerinde böyle bir durumun sürdürülmesi meselesine gelince, Rabbim bunu sonradan yasaklamış ve bunun iptalini emretmiştir. Nitekim aşağıdaki âyet hicret etmeyip de kalan müslümanların durumlarını açıklamaktadır. Rabbim şöyle buyuruyor:.
"... İman edip de hicret etmeyenlere gelince, onlar hicret edinceye kadar size onların mirasından hiç bir şey yoktur." (Enfâl,8/72)
Yani aranızda bir yardımlaşma, bir muavenet ve bu manâda bir dostluk da yoktur, dinî manâdaki dostluk bir yana, diğer manâda da dostluk yok.
"Burada şunu belirtmek isteriz ki: Bazı kimseler, İslam'ın, Kitap ehline karşı olan müsamahayı, İslam toplumunda yaşayan gayri müslimlere yapılacak olan iyilikle velayet yani İslam'a göre dostluk ve düşmanlık hadisesiyle birbirine karıştırmaktadırlar. Sadece Allah için, Rasûlü için ve müslüman cemaat için öngörülen velayeti, bunlara da gösterme manâsında meseleyi yanlış anlamışlardır.
Bu kimseler, Kur'ân'ın şu gerçeğini unutmuş olmaktadırlar. "Kitap Ehli, İslam toplumuna karşı savaşmak için birbirlerinin dostudurlar. Böyle bir durumda onlar daima birbirlerinin tarafını tutarlar. Kaldı ki, onların böyle davranmaları her bakımdan kanıtlanmış olan bir gerçektir. Bunlar, müslümanlar dinlerini bırakmadıkça ve onların dinlerine uymadıkça müslümanlardan hoşnut kalamazlar.
Bu, gerçekten unutulmayacak bir gaflettir, bir basitliktir. Yani müslümanın: "Bizim de onların da bir tek gideceğimiz bir yol vardır, dinde temkin için buna başvururuz! diye düşünmesi büyük bir gaflettir. Evet kâfirler ve dinsizler önünde böyle sanmak büyük bir gaflettir. Çünkü bir savaş, şayet müslümanlara karşı yapılıyorsa, bu kimseler hemen kâfirler ve mülhidlerle birlikte hareket ederler ve onların yanında yer alırlar.
Biz şimdi bu gaflete dalanları bırakalım da, Kur'ân'ın bizi uyaran şu ikazına kulak verelim. Rabbim şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler! Yahudileri ve hırıstiyanları dost edinmeyin." (Maide, 5/51)[332]
3- Bunların küfürlerinden olan bazı şeylerine iman etmek, ya da Allah'ın kitabının dışındaki bir şeyle muhakemeleşmek; Rabbim buyuruyor ki:
"Kendilerine Kitab'dan nasip verilenleri görmedin mi; putlara ve batıl (tannlar)a iman ediyorlar, sonra da kâfirler için:" Bunlar, Allah'a iman edenlerden daha doğru yoldadır" diyorlar?" (Nisa, 4/51)
Bu âyetin bir benzeri, Bazı kitap ehli hakkında Rabbimizin buyurduğu şu kavlidir:
"Allah tarafından kendilerine, yanlarında bulunanı tasdik edici bir elçi gelince ehli kitaptan bir grup, sanki Allah'ın kitabını bilmiyormuş gibi onu arkalarına atıp terkettiler. Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanın uydurup söylediklerine tabi oldular." (Bakara, 2/101, 102)
Allah (c.c), bunların Allah'ın kitabını terkettiklerini ve sihre, bü-yüye tabi olduklarını bildirmektedir. Nitekim yahudilerden bir çokları ve bazı İslâm müntesipleri de bunu yaptılar. Bu ümmetten kim, kâfirlere dostluk ve yakınlık gösterirse, meselâ müşriklere veya kitâb ehline uyarsa, bazı muvalat sayılan şeyleri yapmak suretiyle onlara tabi olursa, batıl ehline gitmek, onların batıl iş ve sözlerine uymak gibi şeyleri yapacak olursa, o kimse, bunlara ne kadar bağlanıyor ve bunlarla uyum içerisinde bulunuyorsa, o oranda zem edilir, cezalandırılır veya o nisbette kendisinde nifak vardır.[333]
İşte bütün bunlar düşmanla dostluk ve yakınlık örnekleridirler. Günümüz müslümanlarının çoğu böyle bir hadiseyi yaşamakta ve içice hayat sürdürmektedir. Günümüz İslâm dünyasında, kitap ehlinin yapa geldikleri ye kabul ettikleri şeylerin bazısına iman etmek artık inkar edilemez bir vakıa ve gerçektir. Böyle bir gerçeği de ancak cahil ve büyüklük taslayan biri inkara kalkışır. İşte bunlar bizim toplumumuzun çocuklarından oluşan papağanlardır. Bunlar bizim dilimizi konuşurlar, fakat görüş ve düşünce sistemi olarak komünizmi benimse-miştir, bazan da sosyalizmi düşünce ve mezhep olarak bir inanç diye savunur. Sistem olarak demokrasiyi veya anayasa ve kanun olarak da laikliği alıp savunmakta ve buna inanmaktadır. Artık İslâm ülkelerinde bu küfri prensipler ve sistemler alınıp uygulanır olmuş, insanların da bunlara uyması mecburiyeti ve bağlılığı getirilmiştir. İnsanlar itaat edecekler, boyun eğecekler, uygulayacaklar ve fakat hiç karşı gelmeyecekler, diye istekte bulunmaktadırlar, bunu da zorunlu hale getirmektedirler. Bu arada Müslümanlara ,muvahhid Müslümanlara karşı, bunlar insanları Allah’ın kitabına ve Rasûlü’nün sünnetine çağırdıkları için her türlü düşmanlıklarını sürdürmektedirler.
İşte bu, yeni bir irtidad yani dinden dönme olayıdır ki, Allah'ın izni ile, son bahiste biz bundan söz edeceğiz.
Yine bunların savundukları davalarından öyle şeyler vardır kî, bunu iman haline getirmişlerdir. Meselâ dinin devletten ayrılması, bunlarda bu, artık bir iman meselesidir. Bunlara göre İslam'ın siyasetle herhangi bir ilgisi yoktur. Bu aynı zamanda bir önceki meselenin de bir parçası durumundadır ki bu, sadece Avrüpada bulunan bir haldir. Yani Kilisenin ilim erbabına baskı yaptığı dönemlere ait olan bir olaydır. Fakat bu, İslam ile irtibatlandırılmak istenmektedir. Halbuki bunların İslam ile mukayeseleri bile mümkün değildir. Zira İslâm adalet dinidir, siyaset dinidir ve insanları kilise baskısından kurtaran güç ve kuvvet dinidir. Çünkü bu kilise erbabı zehirli bazı düşünceleri getirip yaydılar. Bu fikirler daima Avrupa menşe'li olmuştur. Amaç İslam'a yalancı bir yafta takmak ve bu anlamda bir kanaati yaygınlaştırmaktı. Bunun için şöyle dediler: "İslâm kul ile Rabbi arasında devam etmesi gereken bir alakadan ibarettir. Siyasete gelince onun adamları vardır ve bunun prensipleri ve hükümleri bulunmaktadır ki, bunların bu manâda dinle bir ilgileri ve bağları yoktur. Evet böyle diyerek zehirli düşüncelerini akıtmak isterler.[334]
4- Bunları sevmek, saygı göstermek. Allah (c.c) bundan d; yetmiştir. Nitekim şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa- Allah'a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin." (Mücadele, 58/22)
Şeyhul İslâm îbn Teymiyye merhum diyor ki: "Rabbim şunu bildirmektedir. Allah'a ve Rasûlüne düşman olan bir kimseyi, bir mü'-minin onu sevdiğini göremezsin. Bir yerde iman varsa, orada onun zıddı olan şey de yok demektir. Çünkü bizzat iman olayı, onları sevmeye engeldir. Tıpkı iki zıd şeyin birbirleriyle bir arada bulunmadıkları gibi. Mademki bir yerde iman var, orada imanın karşıtı olan şey de ortadan kalkmıştır. Bu ise Allah'ın düşmanlarına dost olmak olayıdır. İman varsa bu yoktur. Şayet kul, Allah düşmanlarını kalben seviyor-sa, bu gösteriyor ki, o kimsenin kalbinde vacip ve gerekli olan iman yoktur.[335]
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği inkar etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz.'' "Mümtehine, 60/1"
5- Onlara meyletmek, onlardan yana olma eğilimini sürdürmek. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
"Zulmedenlere meyletmeyin; sonra size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız).) Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur. Sonra (O'ndan da) yardım göremezsiniz!" (Hud, 11/113)
Kurtubî diyor ki, burada meyletmek anlamında olan Rükün gerçekte şu manâdadır: İstinad etmek ve dayanmak, bir şey ile sükûna ermek ve onunla hoşnut olmak.[336] Katade de diyor ki âyetin manâsı şöyledir: "Onları sevmeyin, onlara itimat etmeyin"İbn Cüreyc| : "Onlara meyletmeyin" diye yorumluyor.
îşte bu âyet küfür ehlinden ve bir de bidatcı olan masiyet sahibi kimselerden uzak kalmayı ve onları terketmeyi göstermekte, buna işaret etmektedir. Bu ve benzerlerinden ilgiyi kesmesi bildirmektedir. Çünkü bunlarla sohbet ve yakınlık ya küfrü getirir veya mâsiyete sürükler. Çünkü birileriyle sohbet, ancak o kimselere olan sevgi sebebiyle olur. Nitekim şöyle denilmiştir:
Kişiyi Sorma, Arkadaşını Araştır.
Zira her yakın ve arkadaş mukayese edilerek kendisine uyulur.[337] Rabbim de şöyle buyurmaktadır:
"Eğer seni sebatkar kılmasaydık, gerçekten, neredeyse onlara birazcık meyledecektin.
O zaman, hiç şüphesiz sana
hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat taddırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın." (İsrâ, 17/74, 75)
Yaratılanların en şereflisi olan Hz. Muhammed (s.a)'e Rabbim böyle hitap ettiğine göre, acaba başkalarının durumu ne ola ki?[338]
6- Yağcılık yapmak, aldatmak, yüze gülerek aldatmak. Bütün bunları dini bir hesap gözeterek yapmak. Rabbim şöyle buyuruyor: "Onlar isterler ki, sen yumuşak davran asında onlar da sana yumuşak davransınlar." (Kalem, 68/9)
Din adına müdahane = yağcılık, güzel görünmek ve müdaraya kalkışmak gibi şeyler günümüz müslümanlarının çoğunda bulunan bir hastalıktır ve bu, bir gerçektir. Zira bakıyorlarki, Allah düşmanları maddî güçleri sayesinde yükseliyorlar ve böyle yapmakla da rahat bir nefes alıyoTİar. İşte müslümanlar düşmanları böyle gördükleri için, özellikle de aklanmış olanlar bu düşmanların böyle yükseldiklerini ve ilerlediklerini gördükleri için, bunları gücün ve örnek olmanın sembolü olarak kabul edip değerlendirmektedirler. Sonuç olarak da kâfirlere sirjp görünmek maksadıyla dinî prensiplerinden sıyrılıyorlar, aman ha bunlar bize: "Mutaassıp ve gerici" damgasını vurmasınlar diye hemen bu kâfirlere şirin gözükmek ve yağçılık etmek veya mudaraya kalkışmak için dini esaslardan sıyrılıverirler. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a) ne doğru buyurmuşlar; O (s.a) böyleleri için şöyle buyuruyor:
"- Siz mutlaka sizden öncekilerin yollarım karış karış, arşın arşın izleyeceksiniz. Öyle ki onlar bir kelerin deliğine girseler, siz de onlara uyacaksınız." Dedik ki;
Ey Allah'ın Rasûlü! Bu (izleyeceklerimiz) yahudi ve hırıstiyanlar mı? O (s.a) da şöyle buyurdular:
"- Ya kimler?"[339]
Esasen bu müdahane yani yağcılık, güzel görünmek ve şirin olmak olayı var ya, önce küçük şeylerden başlar, sonra giderek öylesine büyür ki, -Allah göstermesin- kişiyi dininden edecek noktaya kadar getirir. Bu da şeytanın müslümanı kaydırma yollarından biridir. Müslüman, bu noktada kendi nefsi adına dikkatli davransın. Müslüman şu hususu hiç bir zaman hatırından çıkarmasın, bilsin ki en güçlü ve en şerefli olan kendisidir. Evet müslüman Allah'ın emrine ve yoluna yapıştığı zaman, O'nun jeriatına bağlandığı vakit, akide ve inancının gereklerini yerine getirince bilsin ki, en güçlü ve en şerefli insan kendisidir.
İslâm tarihindeki parlak örneklerden olan bir gerçek vardır. O da müslümamn Allah'a ve Rasûlüne iman etmesinden sonra, onu başarıya götüren en büyük amillerden birisi diniyle büyüklenmek ve ona mensup olmakla en büyük şerefe sahip olduğunu bilmektir. Bu gerçeğin böyle olduğunu Hz Ömer Faruk (r.a)'un aşağıdaki ifadeleri doğrulamaktadır. Diyor ki: "Biz bir toplumun en aşağılık kavmi idik. Allah (c.c), bizi İslam ile şereflendirip güçlendirdi. Ne zaman ki, biz şerefi ve izzeti Allah'ın bizi aziz kıldığı şeyin dışında aramışsak ,Allah(c.c)bizi zelil kılmıştır.[340]
7- Bunların sırdaş edinilip, mü'mihlerin bırakılması; Bu konuda Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin, çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Gerçekten, kin ve düşmanlıktan ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır. Kalblerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür düşünüp anlıyorsanız âyetlerimizi size açıklamış bulunuyoruz.(Al’i İmrân, 3/118)
Bu âyet, bazı mü'minler hakkında nazil olmuştu ki bunlar, hep münafıklarla bir arada bulunuyorlar, Yahudilerden bir adamla buluşuyorlardı. Çünkü aralarında yakınlık, dostluk ve komşuluklardı. Allah (c.c)bu âyeti bunlar hakkında inzal buyurdu. Bununla, rnü'minleri onlarla bir araya gelmekten, sırlarını onlara açmaktan menetti. Zira bundan ötürü başlarına bir fitnenin gelmesi korku ve endişesi vardı. Âyet bu noktaya dikkat çekiyordu.[341]
Âyette “Bitane” kelimesi geçmektedir. Meselâ: "Bitanetürracül" denilince bu, özellikle elbise üzerindeki kuşağa benzetilmiştir Çünkü o karnı üzerindeki elbiseye yapışıktır. Dolayısıyla başkasının öğrenmesini istemediği ve sadece kendisinin haberdar olmasını arzuladığı şeyleri bu manâda saklar. Allah (c.c), onların sırdaş edinilmemesi hususunu ve bunun yasaklanma sebebini de şöyle açıklıyor: Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar." Yani sizin başınıza bir kötülük gelmesinden, bir hataya düşmenizden ve benzeri kötülüklerin gelmesinden geri durmazlar. Kaldı ki .bunlar, daima başınıza zarar gelmesini ve felakete uğramanızı isterler Onların açık olan düşmanlıkları ise: Müslümanlara şetmetmek, sövmek onların da böyle bir duruma düşmelerini istemektir. Başka bir görüşe göre ise, müşriklerin müslümanlara ait sırlarının öğrenilmesini istemektir.[342] Nitekim Ebû Davud'un Sünen'inde yer alan bir hadislerinde Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmaktadır:
"Adam dostunun dini üzeredir. Kişi kiminle dostluk kurduğuna dikkat etsin."[343]
8- Emrettikleri ya da tavsiye ettikleri konularda bunlara itaat etmek; Rabbim (c.c) böyle bir şeyden nehiy maksadıyla şöyle buyurmaktadır.[344]
“Kalbini, bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme." (Kehf, 18/28)
Bir başka âyette ise şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Eğer kâfirlere uyarsanız, sizi eski dininize geri çevirirler; o takdirde büsbütün kaybedersiniz." (Al’i îmrân, 3/149)
Yine Rabbim şöyle buyurmaktadır:
"Gerçekten şeytanlar dostlarina, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz, siz de Allah'a ortak koşanlardan olursunuz." (En'âm, 6/121)
İbn Kesîr, "Eğer onlara uyarsanız = (itaat ederseniz) şüphesiz siz de ortak koşanlardan (müşriklerden) olursunuz" âyeti hakkında diyor ki: "Öyleki siz, Allah'ın sizin lehinize olan emrinden ve şeriatından döner, başkasının sözüne ve görüşüne yönelirseniz, başkasının emrini ve şeriatını buna takdim ederseniz, işte bu, şirkin tâ kendisidir. Nitekim yüce Mevlâ şöyle buyuruyor:
"(Yahudiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını) (hırıstiyanlar rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i (İsa'yı) rabler edindiler." (Tevbe 9/31),[345]
9- Allah'ın âyetleriyle alay ederlerken onların yanlarına gitmek ve birlikte oturmak: Allah (c.c), bundan men ederek şöyle buyuruyor:
"O (Allah), size Kitap'ta indirmiştir ki: Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini, yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncay a (konuya geçinceye) kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz.
İbn Cerir bununla ilgili olarak diyor ki: "Yoksa siz de onlar gibi olursunuz" demek, sizler şayet onların meclislerinde onlarla birlikte bulunursanız, onlar bu âyetlere küfrederlerken ve alay ederlerken yanlarında durup onları dinlerseniz, bu halde siz de onlar gibisiniz..Böyle bir durumda onları protesto etmeksizin yanlarında sessiz kalıp aynl-mazsanız, onlar gibisiniz. Çünkü siz onlarla birlikte böyle bir durumda otururken, Allah'ın âyetleri inkar edilir ve alay olunurken kalkıp gitmezseniz, Allah'a isyan etmiş olursunuz.
Bu âyet-i kerime de, batıl ve küfür ehlinin hangi türüyle olursa olsun, kâfirlerin küfürlerinde, bid'atçiların bid'atlerinde, fasıkların fısklarında bunlarla birlikte olmak konusunda kesin ve açık bir yasaklama yer almaktadır. Dolayısıyla bu durumdaki insanlarla hiç bir zaman bir arada bulunulmayacaktır.[346]
Hadiste ise Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyorlar: "Ağlar olma haliniz dışında, onlara isabet edenin aynısının sizin de başınıza gelmesinden sakınmanız için, nefislerine zulmetmiş olanların yurtlarına (ev ve meskenlerine) girmeyin."[347]
10- Bunların, müslüman'arla ilgili işlerin başına getirilmesi. Meselâ emirlik görevi, kitabet (önemli yazışmalarda) kullanılma görevi ve daha benzeri bir çok görevler gibi. Tevliyet velayetin öz kardeşidir. Bu bakımdan bunlara görev verilmesi, bir nevi onların varlığını ve velayetini kabullenmek demektir. Halbuki Allah (c.c), onları dost edinenlerin de onların dostu olduğunu, onlardan olduğunu beyan buyurmuştur. Böyle bir durumda imanın kamil olması ve tamamlanabilmesi için, ancak onlardan uzak kalmakla ve onlarla dostane ilgi kurmamakla, onları daima düşman bilmekle sağlanabilir. Çünkü Velayet ve Beraat birbirleriyle çelişki ifade eden terimlerdir. Birinin olduğu yerde diğeri olamaz. Bu ikisi asla bir arada toplanamazlar.
Aslında velayet bir izazdır, güçlülüktür, şereftir. Dolayısıyla bir zillet ve aşağılık olan küfürle bunların bir arada bulunması ve toplanması hiç bir zaman mümkün değildir. Şayet İslâm devlet adamları (kralları), devletin önemli mevkilerinde hırıstiyanları ve İslâm düşmanlarını yazışma işlerinde ve devletin önemli mevkilerinde görevlendirmenin ne büyük bir ihanet ve ne büyük bir tehlike olduğunu anlayabilse-lerdi, bir de bu düşmanların amaçlarının müslümanlanmn kökünü kazımak olduğunu, tüm gayretlerini böyle bir amaca yönelttiklerini de görebilselerdi, o zaman bunları devlet işlerinde kullanmaktan, görevlendirmekten mutlaka uzak dururlardı.
İşte Melik (Salih)! Bu adamın devletinde Muhadiruddevle Ebu'l-Fadl b.Duhan adında bir hırıstiyan yardı. Esasen müslüman olanlara değil, kral daha çok buna güveniyordu. Bu, İslamın gözünde bir leke gibiydi ve İslam devletinde bir çıban başı durumundaydı. Bunun durumu hakkında gelen haberlere göre, hırıstiyanlığı reddederek müslüman olmuş ve ancak İslam dininden de çıkmış bir adam. Hakkında böyle söylenen bu adam, hrıstivan algmjne müslümanlara ait haberleri^ işleri, devlet sırlarını ye durumlarıyla ilgili kapsamlı bilgileri yazıp durmuş, ajanlık yapmıştır.
Bu adamın meclisi her zaman frenk (yabancılar) ve hrıstiyanlarla doluydu. Gelen İslâm düşmanları bundan çok fazlaca ikram görürlerdi. Buniann ihtiyaçları onun tarafından derhal giderilir ve arzulan yerine getirilirdi. Bunlara tüm ziyafet ve ikram kapıları açıktı. Ancak müslümanların önde gelenlerine ve büyüklerine bu kapılar ardına kadar kapalıydı, hiç bir müslümanın, huzura girmesine izin yoktu. Şayet müslümanlar huzura girecek olurlarsa, onlar selamına iltifat olunmaz, konuşulmak için yüzlerine bakılmaz. Bildirildiğine göre "Salih"in meclisinde devlet işlerinde ve yazışmalarında kullanılan kişilerin önde gelenleri, kadılar ve alimler bir araya gelip toplanmışlar. Sultan orada bulunanlardan bazılarına, işi hrıstiyanların rezilliklerine ve aşağılıklarına götüren bir soru sordu. Bu hususta dilini bir hayli uzattı. Onlara ait bazı fiilleri ve huyları dile getirdi. Söyledikleri arasında şu ifadeler de vardı:
- Aslında hırıstiyanlar hesap bilmezler. Hesabı gerçek manâda kavrayacak durumda değiller. Zira bunlar bire üç, üçe de bir diyorlar.Allah (c.c) ise şöyle büyürüyor:
"Andolsun "Allah, üçün üçüncüsüdür" diyenler de kâfir olmuşlardır." (Maide, 5/73)
Bunların emanetlerinin ve akidelerinin başında şu ifade vardır: "Bir tek ilah olan babanın, oğulun ve Ruhulkudüs'ün adıyla”
Bazı şairler bu manâyı almışlar ve bir kasidelerinde şöyle, demişlerdir:
"Âlemlerin Rabbı bir tek iken Hiç hesaptan anlar mı bir teke üç diyen"
Sonra şöyle devam etti: Böyle bir Kimse asıl itikadının gereğini yaptığı gibi, sultana karşı olan muamelesinde nasıl güvenilir olabilir? Bütün bunlarla birlikte hrıstiyanların çoğu nasıl güvenilir olurlar? Zira ne zaman üç dinar çıkarmak istese, hemen birini sultana verir, kendisine de iki dinar ayırır. Özellikle de o bunu yakınlık, ibadet ve dinî olan bir şey olarak kabul ediyorsa?
Orada bulunan toplum ayrılıp gittiler ve böylece de hırıstiyanın sevinci de öfkeyle boğazına tıkanıp kaldı. Çünkü ihaneti ortaya çıkmıştı. Hemen kanı akıtıldı. Böylece varlığının ortadan kaldırılmasına hüküm verilmiş oldu. Bu ittifakla,verilen karar sonucu meydana gelmiş oldu.[348]
11- Emin görünmek istemeleri. Halbuki Allah (c.c), onların daima ihanet içinde olduklarını bildirmiştir. Nitekim şöyle buyurmaktadır:
"Ehl'i Kitaptan öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız iade eder. Fakat öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bıraksan, tepesine dikilip durmazsan onu sana iade etmez. Bu da onların,
"Ümmîlere karşı yaptıklarımızdan dolayı bize vebal yoktur." demelerindendi. Allah adına bile bile yalan söylüyorlar." (Al’i İmrân, 3/75)
12- Onların yaptıklarına rıza göstermek, onlara benzemek ve onların giyim, kuşam ve modalarını taklid etmek.[349]
13- Onlara güler yüz göstermek, iyi davranmak, gönlünü onlara açmak, onlara ikramda bulunmak, onlarla yakınlaşmaya çalışmak ve yakınlaşmak.[350]
14- Onların yaptıkları zulümlerde onlara yardımcı olmak, onların zafere ulaşmasında yanlarında yer almak.
Kur'ân-i Kerîm bu gibi şeyler için iki örnek vermektedir. Bu ikisi Hz. Lût ile Hz. Nuh'un hanımlarıdırlar. Hz. Lût (a.s)'un hanımı, kendi kavmine yardım ediyordu. Çünkü bu kadın da kendi kavminin yolunda gidiyordu. Onların çirkin fiillerine rıza gösteriyordu. Öyleki kocası Hz. Lût'un misafirlerini onlara bildirmişti. Aynı şekilde Hz. Nuh'un hanımı da böyle idi.[351]
15- Karşılıklı olarak bunlarla Öğütleşmek, hep bunları övüp durmak ve onların üstünlüklerini, faziletlerini yayıp durmak.[352]
Bu anlattığımız husus son çağlarda alabildiğine açık bir şekilde gözükmektedir. Meselâ müsteşriklerin faziletlerini, üstünlüklerini ve meziyyetlerini etrafa yayıp durduklarını görmekteyiz. Güya bunların bilimsel ve dürüst metod sahibi olduklarını, vs. vs. gibi bir çok meziyyetlerinden sözedip dururlar. Bir de batının ya da doğunun meziyyetlerini, faziletlerini yayıp duranlar, buna ilericilik, uygarlık ve medenîlik adını vererek sürekli propoganda yapanlar vardır. Bunu yaparlarken İslamı ve ona mensup olanları lekeliyorlar, onları gericilikle ve aynı yerde sayıp durmakla damgalıyorlar. İleri ve uygar ülkelere ayak uyduramamakla, onlar gibi medenî olmamakla suçlayıp duruyorlar.
16- Bunlara tazim gösterme, mutlak lakaplarla ve İsimleri e anmak,
Meselâ: Ekselansları, saygıdeğer majesteleri vs. vs. gibi. Daha onları görür görmez öncelikle kendisinin bunlara selam vermesi. Halbuki bir çok cahillerin yapageldiği bu şeylerin menedilmesi gerekmektedir. Zamanımız cahilleri Allah'ın düşmanlarından biriyle karşılaştıklarında hemen ona selam veriyor. Hatta daha da ileri giderek elini de kalbinin ya da göğsünün üstüne koyarak onu içtenlikle ve kalben sevdiğini bildiriyor. Ya da elini başının üzerine götürerek o kimsenin başının üstünde yerinin olduğuna işaret ediyor.
Aslında bu tür bir fiil ve davranış haramdır. Böyle yapan bir kimsenin İslam'dan çıkıp mürted olmasından korkulur. Zira bu manâdaki davranışlar, Allah düşmanlarını çok fazla sevdiklerini, onlara içtenlikle bağlı bulunduklarını, bundan ötürü de saygılı olduklarını göstermiş olmaktadırlar.[353]
Bunları tazim etmek, üstün unvan veya Iakablarla çağırmak, onlara karşı duyulan saygının, yüceltmenin ve takdir edilişlerinin işaretidir. Halbuki Saygı ve değerli lakabla anılma sadece mü'mine ait olan bir semboldür. Kâfirlere gelince bunların aşağılanmaları ve zelil kılınmaları gerekir.
Sahih bir hadiste bildirildiğine göre, önce müslümanların onlara selam vermeleri yasaklanmıştır. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmaktadırlar:
"Yahudilere olsun hırıstiyanlara olsun, onlara ilk olarak siz selam vermeyin. Şayet yolda onlardan biriyle karşılaşacak olursanız, onları yolun en dar olan tarafından gitmeleri için sıkıştırın."[354]
Bu meseleyle ilgili açıklama İkinci Bapta ele alınacaktır.
17- Onların ülkelerinde onlarla birlikte oturmak ve onların yükselmelerini ve güçlenmelerini artırmak.[355]
Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyorlar: "Kim müşriklerle bir arada toplanır ve onlarla beraber oturursa, o da onun gibidir."[356]
Yine Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyorlar: "Müşriklerle birlikte yaşamayın ve onlarla birlikte bir arada bulunmayın. Kim onlarla birlikte yaşar veya bir arada bulunursa o halde o bizden değildir."[357]
Allah'ın izniyle bu konuya ait etraflı açıklama ikinci bapta ele alınacaktır. Şayet bunlarla bir arada bulunma zarureti varsa, buna ait bilgi ikinci bapta (ikinci ciltte) sunulacaktır.
18- Onlarla birlikte istişarede bulunmak, onların planlarını uygulamak: Onların antlaşma yaptıkları paktlara ve düzenlere girmek.
Onlar adına casusluk yapmak. Müslümanlara ait haberleri ve sırları onlara aktarmak. Onların saflarına katılıp müslümanlara karşı savaşmak.[358]
İşte bugünkü çağda biz müslümanların ve ümmetimizin karşı karşıya bulundukları hastalıkların en tehlikelisi bu maddedekilerdir. Nitekim bugün buna "Beşinci kol" adı verilmektedir. Bu, hemen her alanda toplum fertlerini çepeçevre kuşatmış bulunan bir tehlikedir. Eğitimde; öğrenimde; siyasette; hüküm ile alakalı işlerde; edepte, ahlakta, din ve dünya ile ilgili şeylerde kısaca hemen her alanda ümmetimizi çepeçevre kuşatmış bulunmaktadır. Gerçekten Şair Mahmud ne güzel ifade etmiş. Üstad Prof. Muhammed Kutub'un aktardığına göre, sömürgeci İngilizler Mısır'dan çıktıklarında o şöyle söylemiştir:
"Kızı! sömürgeci çıktı, şimdi esmer sömürgeci kaldı." Evet, bugün gerçek hastalığımız esmer sömürgecilerdir.
Acaba eğitim ve öğretim konusunda, Dunlop'un ortaya koymuş olduğu ya da çizmiş olduğu planlarının uygulanması hakkında kimleri uyanık görebilirsiniz ki? Yine üç yahudi plancı ya da stratejist olan Marks, Froued ve Dürkeym'in planları karşısında uyanık olan kimler var ki? Bunların iğrenç fikir ve düşüncelerini yayma karşısında kimler uyanıktırlar?[359]
Gerçekten bu ümmetin ya da milletin çocukları olmalarına rağmen batılılaşma garabetine düşmüş olanların, Allah düşmanları adına gerçekleştirdiklerini onlar rüyalarında görememişlerdir. Ancak heyhat bunlara! Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun ki, Peygamber kullarımıza söz vermişizdir. Onlar, mutlaka zafere ulaşacaklardır. Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir." (Saffât, 37/171-173)
"19- Daru'l-İslâm'dan Daru'l-Harbe sırf müslümanlara olan kini ve kâfirlere olan dostluğu sebebiyle kaçmak.[360]
20- Laiklikle ilgili kuruluşlara, partilere bağlanmak veya dinsizlikle alakalı komünizm, sosyalizm, kavmiyetçilik, masonluk gibi teşkilatlara katılmak, dostluğunu, sevgisini ve yardımını bunlar için ortaya koymak.[361]
Şimdi bu anlattığımız durum ya da şekillerle ilgili olarak kabul edilebilecek ve edilemeyecek olan özürler nelerdir, bunları görelim.
Kâfirlere dostluk gösterenlerden bazılarının mazeretleri kabul edilebilir. Meselâ: Kişi onların gücünden ve varlığından, mal varlıklarından, merkezlerinden ve benzer doğru dairesi içinde değerlendirilme-j yecek olan imkanlarının korkutulduğundan çekinmek gibi. Allah'ın muteber kabul etmediği şeylerden çekinmek ve korkmak, yani doğru g olmayan ve Allah'ın muteber olarak kabul etmediği bir şeyi mazereti olarak onlar adına bir mazeret olarak değerlendirmek nedir, ne değildir? Bunun tesbiti gerekir. Zira Allah'ın mazeret kabul etmediği ve! kişinin öyle değerlendirdiği şey, mutlaka şeytanın o şeyi kendisine süslü göstermesindendir ve aynı zamanda o şeyi ona sevdiren ve ona teşvikte bulunan şeytandır. Dünya sevgisi, dünyaya olan tamahı ve dünya zineti ve süsüdür.
Allah (c.c), ikrah dışında herhangi bir müslüman için kâfirlere muvalatta bulunmasını, dostluk göstermesini, onlara itaat etmesini vel dinleri konusunda onlara muyafakat etmesin kesinIikle bir mazeret olarak kabul etmemektedir. Sadece ikrah yani hayatî tehlike olan bir zorlama. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Kim iman etmesinden sonra Allah'ı inkar eder, kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkara) zorlanan başka- Fakat kalbini kâfirliğe açarsa, işte Allah'ın gazabı bunlaradır; onlar için büyük bir azap vardır.
Bu (azap), onların dünya hayatını ahirete tercih etmelerinden ve| Allah'ın kâfirler topluluğunu hidayete erdirmemesinden ötürüdür."
(Nahl, 16/106-107)
Yine Rabbim şöyle buyuruyor:
"Mü’mini er, müzminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız başkadır." (Al'i îmrân, 3/28)
İkrah kalbî rızaya taalluk eden bir şeyde hiç bir kimseye bir fayda getiremez Batınî yani içten kâfirlere olan bir meyil ve eğilim ikrah meselesinde bir kimseye bir menfaat getiremez. Çünkü bu durumda herhangi bir hal karşısında bununla mezun değildirler. Zira Rabbim şöyle buyurmaktadır: "Kalbi iman ile dolu olduğu halde" ikraha gelince bunun, kalbî olan şeylerde herhangi bir fonksiyonu yoktur. Zira kalbde var olanını sadece Allah (c.c) bilir.
Kim de kalbiyle kâfirlere dostluk gösterir, onlara sevgi besler,j)n-lara meyledecek olursa, böyle bir kimse her halükarda kâfirdir. Şayet bu kimse onlara karşı diliyre de dostluğunu açıklar, davranışlarıyla da bunu ortaya koyarsa, dünyada bu kimseye kâfir olarak muamelede bulunulur, ahirette ise ebedî olarak cehennemliktir. Şayet bu durumu sözle olsun davranışlarıyla olsun açıklamazsa, bu takdirde dış görünüşü itibariyle ona İslam muamelesi yapılır, malı, canı ve ırzı korunma altındadır. Ancak buna rağmen o münafıktır ve cehennemin en alt tabakasında kalacaktır.[362]
Vela ve Berâyani İslam'a göre dost ve düşman olayı, kesin olarak akide açısından fiilen uygulanması gereken bir olaydır. Öte taraftan bu, müslümanm hissinde, akidesinin taşıdığı büyüklük ve yücelik nisbetinde büyüklük ve yücelik gösteren bir kavramdır. Allah (c.c) şöyle buyuruyor;
"... Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kini tağutu reddedip Allah'a inanıyorsa, kopması mümkün olmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir." (Bakara,2/256)
Allah (c.c) müslüman için, hatta insan için yeryüzünde asaleti ve kerameti dilemiştir. Nitekim şöyle buyuruyor:
"Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık." (İsrâ,17/70)
Müslüman dostluğunu, sevgisini ve yetkisini Allah'a, dinine ve onun rnü'min taraftarlarına verdiğinde, işte o bu haliyle asil, şan ve şerefli olmuş olur. Hem de buna değerince de hak kazanmış olur. Allah'a O'nun istediği anlamda ibadetini ve kulluğunu yerine getirir. Çünkü o artık başka güçlerden kurtulmuştur. Öyleki Allah'tan başkasına kulluğu ve boyun eğmeyi gerektiren tüm güçlerden arınmış ve onları düşman bilecek bir duruma gelmiştir.
Ancak başkasının önünde eğildiği ve Allah’tan başkasına kul olduğu zaman, bu durum ister şiarlarda, ister şeriatlerde, ister itaat ye boyun eğmede olsun hiç farketmez. Zira bu durumda o kimse o şerefli ve asil olan makamdan aşağı yuvarlanmıştır. Öyleki değişik sistemlerin, arzu ve isteklerin kulu ve kölesi haline gelmiştir. Farklı görüşler, mezhepler edinmiştir ki bu, onun dünya hayatım paramparça ettiği gibi ahiretini de tümüyle elinden çıkarmış ve kendisine kaybettirmiştir. Böylece de bir şakı ve asi olarak yaşamıştır. Fakat o kimse bütün bunlara rağmen saîd ve mutlu bir hayat sürdürdüğünü söylese veya iddiaya kâlkışsa da olan budur.
Zira İslam terazisi ve ölçüsüne göre mutlu yada mutsuz olmanın ölçüsü bir tek olan Allah'a ibadetle ve O'na kullukla sağlıklı olarak belirlenir. O'nun şeriatını hakim kılmak ve pekiştirmekle, O'nun adına samimi ve ihlaslı davranmakla kazanılır. Ya da bunun aksi olur ki, o da Tağut'a, heva ve isteğe ve şehvetlere ibadet ve kulluktur. Bu ise felaketin tâ kendisidir. Zira böyle bir felakete ve uçuruma yuvarlananlar, Allah'ın gösterdiği yoldan ve dininden yüz çevirenlerdir.
Öte taraftan mü'min olmayanlara duyulan sevgi ve dostluk, bunun bir rnürtedlik, dinden dönme ve Allah'a isyan olduğu hususu bir tarafa bırakılacak olsa bile bu, kararsızlığın tek kaynağıdır. Evet bu, işleyenin hayatında kararsızlığın yani ortada kalışın ve kesin kopukluğun ta kendisidir. Çünkü bu gibileri ne onlardandırlar ne de bunlardan. Kaldı ki çağımızda tüm kavramlar da birbirine karışmış durumdadır. Görüşler farklılaşmış, Hak batıla karışmıştır. Hatta daha da ötesi hak amacından son derece saptırılmış, batılın güzel ve iyi olarak gösterdikleri yücelmiştir. O halde müslüman nerede duracak? Müslümanın dostluğu nerede olmalı ve kime karşı olmalı? Zira o, apaçık küfrü insan hayatında uygulanır olarak görmektedir, ilan edilir olarak yaşandığını bilmektedir. Sonra da suna şöyle bir kılıf uydurmaktadır: "Bu basit bir yaftadır" bununla İslâm'ın çelişmesi söz konusu mu olur? Bunun\örneğini şöyle verebiliriz: Meselâ adam sosyalizmi, demokrasiyi, laisizmi? kavmiyetçiliği ve ırkçılığı ya da komünizmi inanç ve din olarak benimsemiştir. Sonra da bu âdâm kalkıp şöyle diyebiliyor veya kendisi için şöyle denilebiliyor:
- Bunun İslâm ile çelişen bir yönü yoktur. Zira din, kul ile Rabbi arasında olan bir ilişkidir.
O halde müslüman kimlere velayet verecek? Kimleri dost kabul edecek? Çünkü o müslüman Allah'ın şeriatımın yeryüzünde uygulanmasını ve o yolda savaşı uzak görmektedir. Sqnra da beşerin kanunlarını ortaya koymakta ve insan hayatında bunların gerçek anayasa olmasını sağlamaktadır. Bunların gidişatlarının ve yollarının bir programı ve metodu olsun istemektedirler. Sonra da şöyle deniliyor:
- Aslında bunlar İslâm ile çelişmez. Çünkü îslamî yasa mevcut ilerlemelere ve kültürlere, uygarlıklara ayak uyduramamaktadır? Bu ifade ister bizzat sözle söylensin veya tavırlarla ima edilir olsun hiç fark etmez. Hepsi İslam dışı şeylerdir. Küfürdür.
Müslüman dostluğunu kime karşı sürdürmeli? ;Çünkü bakıyor ki münafık olan kimse de İslam adını alıyor. Fakat buna rağmen bu kimse, islam'ın' açık düşmanlarından din adına çok daha .büyük tehlikeler doğurmaktadır. O halde müslüman kimi dost bilecektir?
İşte hep sorular ve yine sorular... daha akla gelebilen sayısızca sorular... Bu sorulara verilecek olan cevaba gelince, o gerçekte içinde şunları gizlemektedir:
Bir kimsenin Allah için, dini için ve mü'minler içîn samimi olarak dostluğu ve velayeti ancak Tevhîd kelimesi olan:”La ilahe illallah" kelimesinin ifade etmiş olduğu manâyı tümüyle kavramasıyla sağlanır. Evet: "La ilâhe illallah Muhammedun Rasûlullah" kelimesinin ifade etmiş olduğu manâyı gereğince kavramakla, buna tam anlamıyla yarılmakla, bir de gereğini ve şartlarını yerine getirmekle kazanılır. İşte bunun cevabı budur.
Daha sonra cahiliyyenin, şirkin, küfrün, riddetin (mürtedliğin) ve nifakın ne olduğunu kesin bilecektir. Evet bilecektir ki, kendisi bu şerrin ve kötülüğün tuzağına ve ağına düşmemiş olsun. Çünkü cahiliyeyi bilmeyen bir kimse İslamı bilemez.
Sonra bu kimse İslâm'ın doğru ifadesiyle Velâ ve Berâ'yı, İslâm'a göre dostu ve düşmanı kavram olarak bilmek zorundadır. Zira hangi cinsten olursa olsun, hangi dili konuşursa konuşsun ve nerede bulunursa bulunsun dostluk, sevgi ve. vardım ancak mü'minleredjr, Çünkü mü'min cahiliyenin kan bağı çirkefine, ırk ve cins kokuşmuşluğuna ve toprak bütünlüğü rezaletine inanmayan kimse demektir.
Mü'min, kalbiyle; diliyle, malı ve canıyla kardeşlerinin yanında yer alır. Onların elemiyle elemlenir, onların sevinciyle sevinir. Tüm Allah düşmanlarına olan buğzu ve onlardan uzaklaşmasıyla o da buğuzda bulunur ve Allah düşmanlarından uzak durur. Bu düşmanlar ister asıl kâfirler, ister mürteci"ve münafıklar olsunlar düşmanlıkla hepsi aynıdırlar. Bunlar karşısında yeri ne olması gerekiyorsa işte öyle davranır. Meselâ: Canıyla, malıyla, kalemiyle ve diliyle bunlara karşı cihad eder. Bu noktada ne kadar gücü varsa ve ne oranda kuvvet kullanabiliyorsa bütün bunları ortaya koyar.
İşte şu anlatılan gerçekleri müslüman gereğince anlar, gücü oranında gerekeni de yaparsa, daha önce anlatılan yirmi madde ile ortaya konulan durumlar karşısında nasıl bir tavır takınacağını kavramış olur. Böylece kimleri dostluğuna alacak, kimleri de düşmanları olarak kabul edecekse hepsini tanımış ve öğrenmiş olur. İslâm'ın kendisinden istedikleri nelerdir, düşmanları tarafından da İslam için neler yapılmak isteniyorsa bütün bunları gereğince anlamış ve kavramış olur.
İşte onun böyle davranması halinde o, gerçek anlamda uyanık, şerefli, güçlü bir müslüman olacaktır. Hem de Allah'ın izzeti sayesinde şerefli ve güçlü bir müslüman!... Artık onun için bir korku, bir gevşeme ve bir üzüntü sözkonuşu olamaz. Zira Allah (c.c) bu durumlarda onunla olduğunu şöyle beyan ediyor:
"Gevşeklik göstermeyin; üzüntüye kapılmayın. Eğer kalbden inanmışsanız, üstün gelecek sizsiniz." (Ali îmrân,3/139)
Allah (c.c) kiminle beraber ise ve kimin yanında yer alıyorsa, bütün beşer yani insanlar ona zarar vermek için bir araya gelseler, Allah onun için herhangi bir zarar murad etmemiş ise, Allah'ın kaderi ve iradesi dışında asla bir şey yapamazlar.
Akîdenin aslını ve hakikatini anlayamayan ve "La ilahe illallah'ı da gereğince kavrayamamış olan bazı kimseler diyorlar ki:
- Bu Velâ ve Berâ (Dost ve Düşman) meselesi ya da terimi, aslında Haricîlerin ve Şiflerin kullandıkları terimlerdendir. Ehli sünnet ve'l-Cemaat itikadını ve akidesini taşıyan selef inancına bu, nasıl girdirile-bilinir?
Bu itiraza bir kaç yönden cevap verilebilir:
1- Biz burada Kitap ve Sünnette varid olan bir meseleyi araştırmaktayız. Çünkü bu ikisi bizim akidemizin temeli ve şeriatımızın aslıdır, aynı zamanda hayatımızı da tanzim eden şeylerdir. Ben öyle sanıyorum ki, konuya ilişkin yani Velâ, ve Berâ ile ilgili olarak epeyce ve büyük bir yer tutacak şekilde âyet zikrettim, konuyu bunlarla açıkladım. Buna ilave olarak bir o kadar da hadis zikrettim. Bu mesele ile ilgili olarak Hz. Peygamber'den gelen sahih hadislerle konuyu açıkladım.
2- Yine salih selefimizin yolundan giderek "diyoruz ki, dinimizle ilgili olan ve akidemizle de bağlı bulunan büyük işler bir tarafa, dinimizle ilgili küçük işlerinden herhangi bir tanesini biz küçük düşürecek değiliz. Evet böyle bir şeyi sırf bazı bidat kavramlarını geçerli kılmak ve bu noktada kimi terimlerimizi alarak, meseleyi buna dayandırmak gibi bir niyetimiz yoktur. Yani biz bu meseleyi ele alırken işi, bu ad altında başka mecralara götürmek gibi bir durumda değiliz.
3- Meselâ Velâ Berâ konusunda, kimlerin dost ve kimlerin düşman kabul edilecekleri meselesinde ilk örneğimiz Hz. İbrahim (s.a) için, Allah'ın kitabına ve Rasûlünün sünnetine iman etmiş bulunan bir kimsenin kalkıp, efendim Hz, İbrahim bu ifadelerle haricîlere ve Rafızîlere hizmet ediyor diyemez. Çünkü Haricîler veya, Rafızîler hepsi de Hz. İbrahîm (a.s)'den binlerce sene sonra gelmiştir. Bu itibarla Hz. İbrahim'e vardırılacak böyle bir iftira ve bühtandan Allah'a sığınırım.
4- Aslında Velâ ve Berâ' meselesi akideyle ilgili olan bir meseledir. Hem de sahih ve doğru olan bir mesele ki, buna herhangi bir toz da kondurulamaz. Çünkü bu husus Allah'ın Kitab'ında ve Rasûlünün de sünnetinde yer almıştır. Ancak her bakımdan en büyük bir hata olan ve her yönüyle bid'at olan husus şu ki, o da bu aşağılık grupların, haricîlerin ve Rafızîlerin yaptıklarıdır. Onların buna bağlı olarak kendilerince bazı sakat kavramları oturtmaları, bunu yaparlarken sarih ve açık olan nassların dışına çıkmalarıdır. Bir de Ümmeti Muham-med'in icmaını hiçe saymalarıdır.
Haricîler meselesine gelince, bunlar hakkında Ehli Sünnet İmamlarından İmam Ahmed b. Hanbel (r.a) şöyle diyor:
"Bunlar dinden çıkan kimselerdir. Milleti, dinde tefrika yaparak ayırıma sokan kimselerdir. İslâm yolundan sapanlardır, İslam cemaatini terkeden kimselerdir. Böylece doğru yoldan sapmışlar ve hidayeti bırakmışlardır. Sultana isyan etmişler ve İslâm ümmetine karşı silaha sarılmışlardır. Müslümanların kanlarını ve mallarını kendileri için helal saymışlar, kendileri gibi düşünmeyen müslümanlara düşmanlık etmişlerdir. Sadece kendileri gibi düşünenleri müslüman kabul etmişlerdir. Kim bunlar gibi düşünüyor, konuşuyor ve onların görüşünde bulunuyorsa, işte dalalet ve sapıklık yurdunda bunlarla birlikte sebap edip kalmışlardır.
Bunlar Rasûlullah (s.a)'ın ashabına, yakınlarına, akrabasına, damadına vs. gibi dil uzatmışlar, bunlardan beri ve uzak olduklarım söylemişlerdir. Hatta bunları küfürle ve daha büyük günah işlemekle suçlamışlardır. Onlara karşı olanları ise İslam şeriatından kabul etmişlerdir, kısaca onlara muhalefeti şeriatın bir gereği kabul etmişlerdir.
Aynı zamanda diyorlar ki, bir kimse yalan söyler, küçük ya da büyük bir günah işlerse, bunlara tevbe etmeden de ölürse, artık o kimse
bir daha çıkmamak üzere ebediyen cehennemliktir... bunlar Kaderiye, Cehmiye, Mürcie ve Rafızadır.
Haricîler kendi imamları dışında başkasının arkasında namaz da kılmazlar. Kendi adlarına sultana itaati de kabul etmezler, Kureyş'in bunlar üzerinde hilafete yetkisi yoktur. Bu ve benzeri daha bir çok görüşleri var ki bunlarla İslama ve müslümanlara muhalefet etmektedirler. Bunlar sadece sapık bir kavimle yetinmektedirler. Bu da onların görüşlerinin, mezheplerinin ve inançlarının revaçta olması meselesidir. İslam'dan bir şey olsun istemezler. Nitekim bunların isimlerinden bazısı şöyledir. Harûriye, bunlar Harûrâ'nm çevresinde yer alanlardır.[363]
Ezarika, bunlar ise Nafi b. Ezrak'ın adamlarıdırlar.
Necdiye: Bunlar da Necde b. Amir el-Harürî'nin yanında yer alanlardır. Ayrıca İbadiyye, Sufriyye ve daha niceleri... İşte tüm bu sayılanların hepsi de haricîlerdir. Hepsi de Ehli sünnete muhaliftirler. Hepsi de dinden çıkmışlar, hepsi de bid'at ve dalalet ehlidirler.[364]
Haricî fırkası aslında Velâ ve Bera kavramlarını bozmuşlardır. Bunlar sadece kendileri gibi düşünenleri dost kabul etmektedirler. Bunlar gibi, günah işleyeni kim kâfir kabul ediyorsa ve özellikle de büyük günah işleyeni kafir kabul ediyorsa bunlara velayet ve dostluk göste-, riyorlar. Bunların Hz. Peygamber (s.a)'in ashabı karşısındaki durumuna gelince, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'e velayet ve dostluk gösterirler. Ancak Hz. Osman ile Hz. Ali (r.a)'den ise teberrî ederek uzak dururlar.[365]
Bunlara cevap hususunda sözün özü şudur: Ehli Sünnet ve'I-Cemaatın bunlarla ilgileri yoktur. Bid'atleri ve sapıklıkları nedeniyle bunlardan uzaktırlar ve bunları dost edinmezler.
Doğru anlaşılmasıyla Velâ ve Berâ' denildiği zaman, bundan Ehl-i Sünnet re'I-Cemaatin ne anladığıdır. Dolayısıyla hâricilerin de Velâ ve Berâ' konusundaki düşünceleri Ehli sünnetin bu kavramına zarar verecek değildir. Zira asıl değer, isme, prensiplere, şiarlara olmayıp, onları dosdoğru anlamaktadır. Kitap ve sünnete ne denli uygun olup
İmam as nidadır. Ya da o kavramın Kitap ve Sünnet ile ne denli çatışıp çatışmadığına göredir. Burada dikkat edilecek husus, haricîlerin velâ yada berâ' anlayışı, bunların kendi heva ve istekleri doğrultusunda ortaya koydukları bir anlayıştır ki hiç birisi Kitap ve Sünnet nass-Iarıyla uyumlu değildir ve Kitap ve Sünnetin İttifak ettiği gibi de değildir.
Rafızîlere gelince, bunlar Muhammed (s.a)'in ashabıyla herhangi bir ilgi ve münasebetlerinin olmadığını, onlardan uzak olduklarını söyleyenlerdir. Ashaba söverler, sayarlar, dil uzatırlar, eksiklikle töhmet altında tutarlar. Şu dört kişinin dışındaki sahabeleri de sevmezler. Ali, Ammar, Mikdad ve Selman.[366]
îmam Eş'arî diyor ki: Bunların Rafızî ismini almaları, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'in imametini reddetmelerindendir.[367]
Biraz önce anlattığımız gibi haricîler anlatılan meselelerden hep yan çizmişler, Ehli Sünnete muhalefet etmişlerdi. Rafızîlere gelince, bunların da suç itibariyle onlardan geri kalır bir tarafları yoktur. Zira bunlar Rasûlullah (s.a)'ın ashabı karşısında çok kötü tavırlar takınan kimselerdir. Bunlar Yahûdî Abdullah b. Sebe'in temsil ettiği elin oyuncağı durumuna gelenlerdir. Çünkü bu yahudi kendi hayalince Ehl-i Beyt ile ilgili o derece yalana varan sevgiler uydurmuş ki, böylece Rasülul-lah'm diğer ashabıyla hiç bir münasebeti yokmuş intibaını uyandırmaya çalışmıştır. Ashaba düşmanlık etmişlerdir. Kaldı ki, ehli beyt, onların uydurdukları ve onlara yamamaya çalıştıkları yalanlardan tamamen uzaktır, Rafızîlerle Ehl-i Beytin hiç bir ilgileri yoktur.
İbn Kesîr diyor ki: "Aslında bu Rezil Rafızî taifesi, sahabenin en faziletlilerine düşmanlık gösteriyorlar, onlara buğzediyorlar ve onlara dil uzatarak sövüyorlar. Böyle bir durumdan Allah'a sığınırız.
Bu da gösteriyor ki, bunların akıllan hep terstir, kalbleri de bozuktur. Acaba bunların Kur'ân'a imanları ne derecedir ki? Çünkü bunlar Allah'ın kendilerinden razı olduğu kimselere söverek dil uzatıyorlar.[368]
Ehli Sünnet ise, Allah'ın razı ve hoşnut olduğu kimselerden razı ve hoşnut olanlardır. Ehli Sünnet, Allah kime dil uzatmayı istediyse öyle yapıp öyle davrananlardır. Ehli Sünnet, Allah (c.c), kimleri dost olarak kabul ediyorsa, onları dost edinen, Allah (c.c), kimleri de düşman olarak kabul ediyor ve gösteriyorsa, onlar da aynı şekilde düşman olarak kabul edenlerdir. İşte kısaca Ehli Sünnete tabi olanlar olup, bid'atçı olmayanlardır.[369]
Rafızîler şöyle diyorlar: "Berâ olmadan velâ olmaz = (önce düşmanlık, sonra dostluk görülür) Yani demek istiyorlar ki, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer -Allah her ikisinden de razı olsun den ilişik kesilmedikçe, bunlardan uzaklaşılmadıkça Ehli Beyt'e sevgiden ve dostluktan söz edilemez.[370]
Şimdi düşün bir kere! Rasûlullah (s.a)'tan sonra ümmet içerisinde en üstün ve faziletli olan iki şahsiyete dil uzatmak insanda acaba din denilen bir şey bırakır mı, o kimsede güvenilirlik ve eminlik olabilir mi?
Ancak bunu da fazla garipsememek gerekir. Bu da onların kitaplarında yazılmış olan rezaletler zümresinden birisidir. Çünkü Rafızîler uzun tarihlerine rağmen hep İslama ve müslümanlara karşı har-betmişlerdir. Aynı zamanda müslümanların düşmanları olan Tatarlara, haçlılara ve daha başkalarına dostluk göstermişlerdir. Şeyhul İslâm İbn Teymiyye merhum bunlar için diyor ki: Rafızîler, Ehli Sünnet ve'I-Cemaata karşı savaş açanlara dostlukta bulunanlardır. Bunlar tatarları ve Hrıstiyanları dost edinmişlerdir, onlardan yana tavır koymuşlardır. Nitekim sahilde Rafızîlerle frenkler (hınstiyanlar) arasında birbirleriyle yardımlaşma olmuştur. Öyleki rafızîler müslümanlara ait savaş atlarını ve silahlarını, sultanın uşaklarını ve kölelerini, orduya ait daha bir çok şeyleri ve çocuklatı kaçırıp Kıbrıs'a taşımışlardır. Müslümanlar, tatarlar karşısında üstün gelip zafer kazandıklarında üzüntülerini ve matemlerim dile getirmişler. Fakat tatarlar müslümanlar karşısında üstünlük elde ettiklerinde ise buna oldukça sevinmişlerdir. İşte, halifenin öldürülmesini tatarlara bir yol olarak gösterenler bunlardır. Bağdat halkının öldürülmesini tatarlardan isteyenler bunlardır.
Bir rafızî olan Bağdat veziri İbn.u Alkamî, müslümanlar aleyhine tatarlarla iş birliğine giren ve onlarla sürekli yazışan bir kimse idi. Nitekim hile ve tuzaklarla onları Bağdat'a sokmuş, müslümanlarin bunlara karşı çıkmasını engellemiştir, onlarla savaşa mani olmuştur.
"İslam'ı gereğince bilenler şu noktayı iyice anlamışlardır ki, Ra-fızîler daima din düşmanlarıyla birlikte olmuşlardır. Meselâ bunlar Ka-hire'de meliklikleri döneminde bir defasında kendilerine vezir (başbakan) olarak bir yahudiyi, bir defasında ise bir hırıstiyan ermeniyi getirmişlerdir. Nitekim bu ermeni hırıstiyan yüzünden hırıstiyanlar bayağı güçlenmişlerdi. Mısır'da kiliseler yaptılar. Evet bu münafık rafızî Mısır devletinde, bunlar kiliseler yaptılar. Bunlar iki saray arasında şöyle sesleniyorlardı: "Kim lanette bulunur ve sahabeye di! uzatırsa, ona bir dinar ve bir ölçek dolusu da ayrıca ikramiye vardır."
İşte bunların zamanında hırıstiyanlar Şam sahilini aldılar, müslümanlarin elinden Şam sahilinin çıkması bu dönemde olmuştur. Ancak Nureddîn ve Salahaddîn'in tekrar fethetmesiyle burası yine müslümanlarin olmuştur.[371]
Zamanımızda onların torunları bugünkü kâfir Nusayrîlerdir. Bunlar müslümanlarin başına bir beladırlar. Öyleki bunların müslüman-lara karşı olan küfürleri yahudilerden de hırıstiyanlardan da fazladır. Nitekim Şeyhul İslâm İbn Teymiye merhum bu noktaya da değinmiştir. Ayrıca bu konuyu daha başkaları da ele almışlardır.
Fransızların Samı istila etmelerinde en büyük faktör Nusayrîler olmuşlardır. İslâm beldesini sömürmeyi onlara Nusayrîler sağlamıştır. Bunlar bu günde halen müslümanlara karşı bulundukları yerde aynı iğrenç niyetlerini ve savaşlarını sürdürmektedirler.
İşte bütün bunlardan sonra deriz ki:
Ehli Sünnet ve'l Cemaat, Allah'ın Rasûlünün ashabını sevenlerdir. Bunları sevmekte ya da bunlardan herhangi birini sevmekte ifrata ve aşırılığa gitmeyenlerdir. Hepsini severler ve hepsine dostluk gösterirler. Bunlardan hiç biriyle ilgilerini kesmezler ve onlardan uzaklaşmazlar. Ehli sünnet sahabeye buğzedenlerle buğzeder. Çünkü sahabeyi ve özellikle şeyhayni sevmenin dinin, imanın ve ihsanın gereği olduğunu da bilirler. Yine onlara buğzetmenin ise küfür, nifak ve tuğyan olduğunu, taşkınlık olduğunu da bilirler.[372]
Böylece Ehli Sünnet
haricîlerden de, Rafızîlerden deve tüm sapık fırkalardan da uzaktır, hiç
biriyle ilgileri yoktur.
[1] bk. en-Necât ve'1-fikâk, 14
[2] Mecmau't-Tevhîd, 19
[3] Mikdâd b. Esved, ilk müslümanlardandır. Bedir ve
ayrıca bir çok gazalarda bulun-' muştur. Bedir gazasında kendisi atlıydı. H.
33/653 m. yılında vefat etmiştir. Bu si-I rada yetmiş yaşında olduğu
söylenmektedir. Medine'ye üç mil uzaklıktaki yerde ve-f-fat etmiş, cenazesi
Medine'ye getirilip orada defnedilmiştir. Ayrıca bk. Tehzî-but-îİTehzîb, tbn
Hacer Askalânî, X, 285.
[4] Hilyetu'1 Evliya, Ebû Nüaym, I, 175. Hayatussahabe, I,
241. H. Sahabe yazan diyor ki, aym zamanda bu hadisi Taberânî de değişik
isnadlarla aynı manada rivayet etmiştir. Bu isnadlardan birinde Yahya b. Salih
vardır. Zehebî, bunu sîkâ kabul etmiştir. Bazıları da hakkında bazı şeyler
söylemişlerdir.Ancak İsnadındaki diğer ra-viler ise Sahih'in ravileridirler.
Nitekim Heysemî de "Mecmau'z-Zevâid" adlı eserinde (VI, 17) aynı
şeyi söylemektedir, diyor.
[5] bk. Seyyid Kutub, Yoldaki işaretler, Seçkin Kur'ân
nesli bölümü, 16; Muhammed Hasan, Büreyğİş, İslâm'ın yüceliğinde bir zirve, Ebû
Busayr, 47.
[6] Müslim, K. Birr, IV, 1988, 2566 nolu hadis Tahkik,
M.F. Abdulbakî; Ahmed b. Hanbel, Müstıed, XVI, 192. 8436 nolu hadis Tah. Ahmed
Şakir; İmam Mâlik, Muvattu, II, 952. Thk. M.F.A. Bakî.
[7] Sünen'i Ebü Dâvud, K. el-büyû, III, 799, 3527 nolu
hadis (Hadisin isnadı sahihtir). Ta'lîk, İzzet, Du'âs.
[8] Mecmua t ütievhîd, 19, İbn Teymiyye, İbn Abdülvehhâb
ve başkaları.
[9] bk. Fethu'I-Mecîd, 36.
[10] Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiye, Mecmau'i-Fetâvâ, XXVIII.
132. (Cem', Abdurrahman b. Kasım).
[11] İbnul Kayyım, "Tağût" için en güzel ve
etraflı tanımı şöyle yapmıştır: "Tağût; kulun haddi tecavüz ederek Allah
(c.c) dışında başkalarını mabut edinmesi, başkalarına uyması veya itaat
etmesidir. Bu bakımdan her kavmin tağut'u denilince, o toplumun Allah ve
Rasûlü dışında hakem kabul ettikleri, ya da Allah'dan başkalarına kullukta
bulundukları, ya da İleriyi görmeksizin körü körüne Allah'tan başka uydukları
veya itaat ettikleri şeylerdir, bilmeden itaatte bulundukları bu şeyleri
Allah'a taatmış gibi değerlendirenlerdir. Abdurrahman b. Hasan, Fethulmecîd,
16.
[12] bk. Abdurrahman b. Kasım, Ed-Dürerü's-Seniyye, 1/95.
[13] M. bin Abdulvehhab, İslâm Akaidi Hk. birkaç Risale,
35.
[14] Delâlet: Lafız ile manâ arasındaki münasebete denir
ki, "Vaz'iyye" ve "akliyye" olmak üzere iki kısma ayrılır.
Delalet'i Vaz'iyye Lafzın, konulmuş olunan
manâya tümüyle delalet etmesidir ki, buna aynı zamanda "Delalet'i
Mutafetıkıyye" adı verilir. Meselâ Arslan lafzının bilinen yırtıcı hayvana
ad olarak konulduğu gibi, ona mutabık ve uygun olması nedeniyle hem vaz'î hem
de mutabıkı denilmektedir.
"Aklî
Delâlet"e gelince, kelimenin asıl konulmuş olduğu anlamda değil de, kendisi
için makul olan bir kavramı göstermiş olmasıdır. Bu da iki kısımdır. Tazammunî
delâlet ve iltizamı delalet.
Tazammûnî delâlet: Bir
lafzın konulmuş olduğu manânın tümünü değil de, bunun bir kısmına delâlet
etmiş olmasıdır.. Meseiâ cesaret sahibi bir kimseye Arslan denilmesi gibi.
Böylece o kimseye arslanda bulunan yırtıcılık vasfı değil de, arslanın bir
vasfı olan cesareti ve atılganlığı kastedildiğinden tazammûnî delalet
denilmiştir.
iltizâmı delâlet: Bir lafzın asıl manâsından başka bir manâya verilmiş
olması gibi. Mesela "EH açık adam” denilince, bu o kimsenin yardım sever
olduğunu gösterir. Yoksa elinin açıklığını değil.
[15] bk. Mecmuatürresail vel Mesailinnecdiyye ile birlikte
basılan "el-Mevridu'1-Azbü'z-Zülâl", 4/99.
[16] Süfyân b. Uyeyne, Müctehid İmam'dir. (Süfyân b. Uyeyne
el Hilâli). Hadis hafızı olup, İslâm'ın sayılı alimlerindendir. d. 107/725 v.
198/813 (91) yıl yaşamıştır. İmam $afiî, hakkında şunları söylemektedir:
"Şayet İmam Malik ve İbn Uyeyne olmamış olsalardı, gerçekten Hicaz
bölgesinin ilmi kaybolurdu". Ahmed b. Hanbel de hakkında şunları söylüyor:
"İbn Uyeyne'den daha çok sünnet ilmini bilen birini görmedim. Gerçekten
değerli biriydi ve kendisi pek çok ibadet edenlerdendi. Yetmiş yıl
haccetmiştir." bkz. Şezerât, 1/354. A'lâm, 3/105.
[17] Bkz. Ebû Bekir Muhammed b. Hüseyin el Acurrî, "K.
eş-Şeria" 104. Tahkik, Mu-hammed Hamİd el-Fakî.
[18] Bkz. Şeyh Hafız Hikemî, "Mearicu'l-Kabûl"
1/377.
[19] Vehb b. Münebbih b. Kâmil, el-Yemânîes-San'ânî Kendisi
Ebû Hureyre, Ebu Saîd, İbn Abbas, İbn Ömer ve daha başkaları gibi zatlardan
hadis rivayetinde bulunmuştur. Âcelî, kendisi hakkında der ki: "Güvenilir
bir tabiîdir. Kendisi Sana'da kadılık görevini yürütmüştür. Ayrıca kendisinin
güvenilirliğini şu zailar da bildirmişlerdir. Ebû Zür'a, Nesâî, İbn Hibbân.
Hicri 34 yılında doğmuş, H. 110 tarihinde vefat etmiştir, bk.
Tehzîbu't-Tehzîb, XI, 167.
[20] bk. Buharî Çenâiz, "Son sözü La ilahe illallah
olan kimse" bahsi, III, 109.
[21] Mearicu'l-Kabûl, I, 378. el-CâmiıTl-Ferîd, 356.
Müslim, İman, 26.
[22] Mearicu'l-Kabûl, 1, 378.
[23] Müslim. İmân, 28.
[24] Müslim, İman, 27.
[25] Müslim, İman, 31.
[26] Fethu'l Mecîd, 36.
[27] bkz. Mearİcu'l-Kabûl, I, 380.
[28] Meâric'ul Kabûf, I, 381. Ayrıca bkz. İmam Nevevî, Kırk
Hadis 41. Hadis. (Neve-1 vî, bu hadisin Sahih Hasen bir hadis olduğunu
belirtmektedir).
[29] Bkz. İbn Kesîr, Tefsîru’I-Kur'âni’l-Azîm, ilgili âyet,
(II, 306).
[30] Mearicu'l-Kabût, I, 381.
[31] Buharî, K. İlim, 49, Cuma 18; Müslim İman 53; İbn Mace
zühd 19, el-Lii'lüü ve'I-Mercân, I, 8.
[32] İbn Kayyım, el-Tibyân fî Aksâmi'l-Ktır'ân, s. 43.
(Talik, Tâhâ Yusuf Şahin).
[33] bk. Hakim, el-Müstedrek, I, 70. Hakim bu hadisin
isnadının sahih olduğunu belirtmiş, Zehebî bu hususta ona katılmıştır.
[34] Abdurrahman İbn Recep, Kelimetu'l-İhlâs, s: 28 (Thk.
Züheyr Şaviş-Elbânî).
[35] Mearicu'l-Kabûl, I, 382. el-Camiu'1-Ferîd, 356.
[36] Buharı, İlim 1, 33, Rikak 51
[37] Utbân b. Mâlik b. Acİân eî-Hazrecî, es-Saîimî,
el-Ensarî. Cumhur'a göre Bedir as-hâbındandır..Salimoğullannın da kavminin
İmamıdır... İbn Sa'd'm anlattığına göre Rasûlullah (s.a) kendisiyle Hz. Ömer'i
kardeş yapmıştır. Hz. Muavİye'nİn halifeliği döneminde vefat etmiştir, bkz.
İbn Hacer, el-İsabe, II, 452.
[38] Müslim, K. el-Mesâcid, 263.
[39] İbn Recep bu hadisi İhlas Kelimesi adlı eserinde, 61.
sayfada zikretmiştir. Elbânî hadis hakkında şunları söylüyor: Hadisi,
Câmi'ul-Kebîr'e nisbet ediyor, (2/477), Yakub b. Asım'dan rivayet ediyor. Bu
zat da demiştir ki: Bana sahabeden iki kimse rivayette bulundu. Adı geçen bu
Yakûb, Müslim'in râvilerindendir. İbn Hibban da bu hususta kendisine
katılmıştır. Şayet senedin buna bağlanışı sahih ise, hadis sabit olan bir
hadistir.
[40] bkz. İbn Teymiye, İktizau’s-Sırati' I -Müstakim 451.
(Thk. M. el-Fakî).
[41] Fî Zilal’il-Kur'an, V, 3049; ibn Kayyım,
et-Tefsîru’I-Kayyım, 423. (Cemeden, Muhammed Üveys en Nedvî, Thk. M. Hamid el
Fakı).
[42] Muhammed Cemaluddîn el-Kasımî, Mehasimı't-Te'vîl, XIV,
5138. (Thk.M. F. Ab-dulbakî).
[43] İbn Teymiye, İktizaussırat'il-Müslakîm, 454; İbn
Teymİye, et-Tuhfetu’l-Irakiyye, 41.
[44] Hafız el-Hikemi, A'lamüssünneti'l-Menşûre, 14;
Mearicu'l-Kabûl, I, 383. el-Câmiu'I- Ferid, 356.
[45] Buharı, îman, 9-14; îkrâh, 1; Müslim, îmân,
66-67.
[46] Şeyh Allâme Hafız b. Ahmed el-Hikemî, Selef akidesine
bağlı bir alimdir. Kendisi Tihame bölgesindendir. 1342/1923'de doğmuş, doğum
yeri Cîzan yakınlarında Selâm köyüdür. Kendisi zekâda bir deha idi, kuvvetli
bir hıfza ve güçlü bir anlayış ve kavrayışa sahipti. Abdullah el-Kar'avî'den
ders almıştır. Gerçekten ilim, takva ve iffet sahibi bir zat idi. Vefatı
1377/1957'dir. Vefatında 35 yaşlarındaydı. Hal tercemesi için Kendi oğlu
Ahmed'in kalemiyle, Mearİcu'l-Kabul'un ilk cüzü.
[47] Mearicu'l-Kabul, 1/383.
[48] en-Nûniye, 158.
[49] Şeyh Abdullatif b. Abdurrahman, er-ResâiIü'1-Müfîde,
296.
[50] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 357-358 (Bu Hasen bir
hadistir.).
[51] bk. Ebû Bekr Abdullah b. Muhammed b. Ebi Şeybe V.
235/849. el-İmân, 45. (Thk, Elbânî. Elbânî, demiştir ki: Taberânî bu hadisi
el-Kebîr adlı eserinde İbn Mes'ûd1-dan merfu olarak rivayet etmiştir. Hasen bir
hadistir. Müsned, VI, 286.
[52] bk. Süyûtî, el-Camiu's-Sağîr, I, 69; (Elbânî, hadisin
Hasen oldufğunu bildirmiştir. bk. SahihıTl-Camiu’s-Sağîr, II, (343, Hadis no;
2536).
[53] Hilyetu’l-Evliyâ, 1, 312, İbn Recep Hanbelî,
Camiu'l-Ulûm ve'l-Hikem, 30.
[54] Şeyh Süleyman b. Abdullah b. Muhammed,
Tefsîru'1-Azîzi'l-Hamîd, 422.
[55] bk. M. Abdülvehhab, Keşfu'ş-Şübühât, 20,
Mecmnatürresail ve'l-Mesail en Nec diyye. IV. 46.
[56] İbn Teymiye, et-İtıticac, bil Kader,62.
[57] Bu hadisin kaynağı daha önce belirtildi.
[58] Bununla ilgili bilgiler "Lâ İlahe illallah"
şartlan bahsinde geçti.
[59] Tirmizî, İmân, 17, 2641. İbn Mace, Zühd, 35. Ahmed b.
Hanbei, II,
213, 222. (Abdullah b. Ömer'den hasen senedle rivayet
olunmuştur. Hadis ravileri güvenilir olup, hadis de sahihtir.)
[60] Buhârî, Enbiyâ, 54. Müslim, Tevbe, 46, 47.
[61] Müslim, Selâm, 2245.
[62] İbn Kayyım, Medaricu's-SalikînMen özetleyerek,
1/330-332.
[63] Müslim, İman, 23.
[64] K. et-Tevhîd, 115.
[65] Mürcie, İrca kökünden, tehir etmek, ertelemek anlamına
gelir. Bunlar, imanın sadece ikrardan ibaret olduğunu savunurlar, bk. Eş'arî,
Makâlât, I/214; Bağdadî, el-Fark Beyne'l-Fırak, 202.
[66] Muhammed b. Âbdulvahhab'in eserleri, 5/15 (I. Baskı).
[67] Müslim, îman, 97.
[68] Müslim, İman, 20.
[69] Aslında bu iddiayı ileri sürenler Mürcie mezhebinden
olanlardır. Çünkü bunlara göre iman varsa, masiyetin ve isyanın bir zararı
yoktur. Nitekim, kâfir olan kimseye itaatin yarar getirmediği gibi.
[70] Bunlar Hz. Ali'nin ilahlığmı savunan sapıklardır.
[71] Müslim, Zekât, 1064.
[72] Keşfu'ş-Şubuhât, 40.
[73] Mevdûdî, Mebadiu'l-İslâm îslâm Esasları, 80-87.
[74] Mevdûdî, İslâm Esasları, 87.
[75] İbn Recep, İhlas Kelimesi, 53.
[76] Bu nassın tamamlanmasından sonra bu fıkrada buna
ilişkin daha etraflı bilgi verilecek, kişi ne zaman dinden çıkar ve ne zaman
çıkmaz, bunlar anlatılacaktır.
[77] Müslim, İman, 82.
[78] Müslim, İman, 65.
[79] Ebû Dâvud, Tıbb, 21; Mişkatu'l-Mesabîh, 4599. (Elbânî,
hadisin isnadının sahih olduğunu bildirmiştir).
[80] Müslim, İman, 60.
[81] Müslim, imân, 64.
[82] Belki de İbn Kayyım, burada bununla müslümanlarm kendi
aralarındaki çekişmele-
rini, öldürme ve birbirlerini vuruşlarını kasdetmiştir. Tıpkı
sahabe-Allah kendilerinden razı olsun- arasında meydana geldiği gibi. Ancak
amacı sırf mü'minlerİ öldürmek olan, böylece İslâm ve müslümanlar aleyhinde
savaşı kızdırmak olan kimselerin küfürde olduklarından ve böylelerinin dinden
çıktıklarından da şüphe edil-riıemelidir. Tıpkı İslâm düşmanlarının durumu gibi
ki, bunlar hiç bir vakit herhangi . - - Bir mü'min için ya da bir mü'mine karşı
ne akrabalık bağlarını, ne de sözleşme hü-i kümlerini gözetip tanımazlar.
Bunların tek bir amaçları vardır: "Bunlar, kendilerinin küfre sapmaları
gibi, sizin de küfre girmenizi istediler." (Nisa, 4/89).
[83] Sununla Haricîler fırkası kasdolunmaktadır.
[84] Burada da Mürcie fırkası kasdolunmuştur.
[85] bk. İbn Kesîr Tefsiri, III, 111.
[86] a.g.e., III, 111.
[87] Ebû Dâvud, K. Eyman ven Nuzûr, s. 5-9; Tirmizî, Eymân,
(9/1535). Tirmizî'deki lafız da şöyledir: "Kesinlikle kâfir olmuştur ya da
şirke girmiştir." Bu Hasen bir hadistir. Şevkânî, bu hadis, Hakim
tarafından sahih görüldü, demektedir, bk. Neylü'l-Evtâr, VIII, 257.
[88] Ahmed b. Hanbel, Müsned IV, 403. Elbânî, hadisin sahih
olduğunu belirtmiştir. bk. Sahihu'l-Camiu's-Sağîr, III, 233, 3624.
[89] Buhârî, İman, 24; Müslim, İman, 108, 109.
[90] Buhârî, İman, 27, Mezâlim, 17, Cizye, 17; Müslim,
İman, 106; Ebû Dâvud, Sünnet, 15; Tirmizî, İman, 14; Nesâî, İman, 20, Ahmed b.
Hanbel, Müsned II, 189-198.
[91] İsmail b. Saîd eş-Şalencî Ebû İshâk, Ebû Bekr
eİ-Hilâl, kendisi hakkında şunları anlatmaktadır:Bu zat, gerçekten bir çok
meseleleri bilen biridir. Ahmed b. Hanbel'in kendilerinden rivayette bulunduğu
ashabı arasında onun kadar rivayeti güzel olanını sanmıyorum, ondan daha
doyurucu olanını, daha çok mesele bilenini bilmiyorum. Gerçekten rey hakkında
Önemli bilgilere sahipti. Değeri de büyük olan bir zat. Bu zatın fakihlerin
tertibini esas alarak ortaya koyduğu bîr kitabı vardır, bk. İbn Ebû Ya'lâ,
Tabakatü'l-Hanabile, 1/104.
[92] Müslim, İman, 57.
[93] Müslim, İman, 57.
[94] Mutezile: Bunlar Kur'an'ın mahluk (yaratılmış)
olduğunu söylerler. Rü'yeti inkar ederler. Kabir azabım, şefaati, havzı
yalanlarlar. Bunlar kendileri gibi olmayanla-"rın arkasında namaz
kılmazlar. Yani Kıble ehlininin arkasında beş vakti kılmadıkları gibi Cuma
namazını da kılmazlar, bkz. İmam Ahmed, Kitabu's-Sünne, 81, İbnu'l-Cevzî,
Telbîsu İblîs, 30.
[95] Kaderiye: Bunlar her şeyde kendi güçlerinin,
meşietlerinin (dilemelerinin) ve kudretlerinin olduğunu ileri sürenlerdir. Bunlar,
biz kendi adımıza iyilik ve kötülük yapmaya, zarar ve yarar sağlamaya, itaate
ve masiyete kadiriz, hidayet ve dalalete güçlüyüz, diyenlerdir. Yine bunlara
göre kullar tüm yaptıklarını, Allah'ın ezelî İlminde herhangi bir şeye
dayanmaksızın yaparlar. Onların görüşü tıpkı Mecûsilerinkine benzemektedir.
Ahmed b. Hanbel, es-Sünne, 81.
[96] Muhammed b. Ebu Bekr b. Kayyım, el-Cevziyye, K.
es-Salat, 25-31.
[97] bkz. Seyyid Kutub, ilgili âyetin tefsiri, Fî Zilâl,
III, 1297. Ayrıca İbn Kesîr Tefsiri
[98] bkz. Tahkîmü'l-Kavanîn, 1.
[99] Medaricu's-Salikîn, I, 337.
[100] Mecmuatu'l-Tevhîd, 12. Risale, 278.
[101] et-Tefsîru'l-Kayyım, 396.
[102] İbn Kayyım, MedaricuVSalikîn, 1/337-338.
[103] Bu ifadeye, Muhammed Hamid el-Fakî şöyle bir açıklama
getiriyor: "Bu, günümüzdeki mülhidleerin, inkarcı dinsizlerin küfrüdür.
Bunlar isimleriyle İslama müntesip olduklarını da söylemektedirler. Halbuki
bunlar Yahudi ve hırıstiyan gibi frenkleri taklid ederler. Halbuki her türlü
ahlaktan ve faziletten de yoksundurlar. Tüm cahiliklerine ve aşağılıklarına
rağmen, bu yolun ilerleme ve medeniyet, uygarlık yolu olduğunu savunurlar.
(Medaricu's-Salikîn, 1/228, Haşiye).
[104] et-Tevbe9/31.
[105] Tirmizî, Tefsîr VIII, 248. Tirmizî bu hadisin Garîb
bir hadis olduğunu bildirmiştir, tbn Kesîr, ilgili âyet, IV, 77; İbn Kesîr,
Hadisi, Ahmed b. Hanbel'e ve İbn Ce-rîr'e nisbeı etmiştir. Elbanî, Hasen
olduğunu bildirmiştir, bkz. Ğayctü'l-Merâm, fi Tahrîci'l-Heİâl'i ve'l-haram,
20.
[106] Mecmuatü't-Tevhid, 3.
[107] el-Fetâvâ, 28/434.
[108] Şeyh Hamd b. Atîk, ed-Difa (Savunma), 28; et-TeşrfıTt-Cİnfli
(İslam ceza hukuk), 11/708; Kitabu'r-Rıddeti beynel-emsi ye'1-Yevm, 33.
[109] ed-Düreru's-Seniyye, VIII, 89-90; M.Abdulvahhab
Müellefatı, V/212-214.
[110] er-Resailu'l-Münîre, 1, 139.
[111] Ebû Davûd, melahİm, 5; {Mişkâtu'I-Mesabîh'te deniyor
ki, Beyhakî bu hadisi Delaİtü*n-Nübüvve'de rivayet etmiştir. Elbânî de, hadisin
sahih olduğunu bildirmiştir) Mişkât, IV, 1475
[112] İbn Kesîr, Tefsir, IV, 123.
[113] Şeyh Muhammed b. İbrahîm, Sûûdluların müftüsü idi.
1311/1893 de doğdu, bir ilim yuvasında yetişip büyüdü, 11 yaşında Kur'ân-i
ezberledi. 14 yaşında gözlerini kaybetti. Sabır gösterdi. Şeyh sa'd b. Atîk'ten
ders aldı. 1389/1969'da 80 yaşında iken Ramazan ayında vefat etti. bkz. Bessâm,
Necd Alimleri, I, 88.
[114] Tahkîmu'l-Kavanîn,5.
[115] Bkz. Önceki kaynak, 7
[116] Bk. Önceki kaynak, 8.
[117] İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, III/985-986,
Kamûsu'l-Muhît, IV/294.
[118] Ahmed b. Hanbel, Müsned,IV/281, 368-370, 372; Tirmizî,
menâkıb, 19; Elbanî, Sahîhu'l-Camiu's-Sağîr, VI, 353.
[119] İbnu'l-Manzûr Lisan'ul-Arab, III, 986.
[120] Lisanu'l-Arab, 11/988.
[121] Feyûmî, el-Misbahu'l-Miinîr, 2/841.
[122] îbn Kesîr bu eseri, en-Nihaye fi Ğaribi'l-Hadîs adlı
kitabında zikretmiştir. 1/112.
[123] Lisanu'l-ArabI/183; el-KamûsıTl-MuhîtI/8.
[124] Şerhu't-Tahavî, 403; Teysîru'1-Azizi'1-Hamîd 422.
[125] Nuaym, Yasin, K. İman, 145.
[126] Buharî, Feraiz, 5, 7, 9, 15; Müslim, Ferâiz, 3-2
(1615)
[127] İbn Teymiye, el-Furkân, 7. Buhnarî, Rikâk 650, İbn
Mâce, Fiten, 16.
[128] Abdullatîf b. Abdurrahman b. Hasan,
er-Resailu'1-Müfîde 43.
[129] Şeyh Abdurrahman b. Sa'dî, el-Fetava es-Sa'diye 1/98.
[130] Hilyetu'l-Evliyâ 1/312; İbn Recep Hanbelî,
CamiıTI-UIûm ve'1-Hikem, 30.
[131] Tahaviye ve Şerhi, 258
[132] Ahmedb. Hanbel,Müsned, IV, 126; İbn Abdi'1-Berr, Camiu
Beyani'l-İlm, II, 222. ibn Mace, Mukaddime, 6; Terğib ve Terhîb, 1/46.
Camîu'1-Üsûl (Haşiye), 1/293.
[133] Muhammed Kutub, Kur'an araştırmaları, 149.
[134] Seyyid Kutub, islâm düşüncesinin özellikleri ve
mukavvematı, 10, 11
[135] Huneyn b. İshak: Doktor, tarihçi ve mütercimdir.
Babası Hîre halkından bir Eczacıydı. Arapçayı Halil b. Ahmed'den öğrenmiştir.
Tıp ilmini Yuhanna b. Masûye ve başkalarından almış, ayrıca Yunanca, Süryanîce
ve Farsçayı öğrenmiştir. Me'mûn zamanında Mütercimlerin başkanı seçilmiş,
kendisi Terceme heyeti başkanlığına getirilmiştir. Memun bir çok mal ve
ihsanda bulunmuştur kendisine.
Epirot'un, Kalinos'un kitaplarını özetlemiş, Ilyada ve Homeros'u
ezberlemiştir. Tercemeleri yüzün üzerindedir. (Bkz. Ziriklî, A'lâm, 2/287).
[136] Bkz. Dr. Ahmed Mezîd Rifaî, "Me'mûn dönemi, adlı
eser, 375-377.
[137] bkz. Muhammed el-Behîy, "el-Canibü'I-İlahî, 177
[138] bkz. Ömer Süleyman el-Âşkar, "Allah hakkında
inanç" 27-38.
[139] S. Kutub, İslâm Düşüncesinin özelikleri, 10-11.
[140] Hadis için bkz. Buharı, Zekât, 1458; Müslim, İman, 19.
[141] Aşkar, el-Akıdetü fillâh, 31.
[142] bkz. Önceki kaynak, 32.
[143] Aşkar, Akîde, 35.
[144] Şerhu'l-Akîdetu't-Tahaviyye,88.
[145] bkz. Önceki kaynak, 88.
[146] İbn Kesîr (Mukkadimesi), 1/13
[147] Abdullah b. Hubeyb es-Sülemi, kendisi kurradır. Babası
sahabîdendir. Büyük sa-habinin bir kısmından
rivayetlerde
bulunmuştur.Abdullah
Tabiînden olup sika =
güvenilirdir, öl. 72-75/691-694 bkz. 144- bk. Önceki kaynak.
[148] bkz. Önceki kaynak.
[149] Seyyid Kutub, Yoldaki işaretler, 15.
[150] Buharî, İ'tisam, 25. Tevhîd, 42.
[151] el-İslâm ve't-Tabâkati'l-Muattal, 112.
[152] Şerhu tahaviye, 72.
[153] bk. Önceki kaynak, 72
[154] Saydu'l-Hatır, 205. (Thk. Tantavî).
[155] Teymiye, Muvafakatti Sahih'il-Menkûl, Li
Sarîhi'l-Ma'kûl, 1/238 (thk. Muhyid-dîn Abdulhamîd-M.Hamid el-Fakî).
[156] Şerhuttahaviye, 227.
[157] Ebû Dâvud, Edeb, 111. Tirmizî, Menakıb, 74. Tirmizî,
hadisin Hasen olduğunu söylemiştir.
[158] Ebû Davûd, Edeb 111-1I2; Mişkât.1374. İbn Mace, Cihad,
13,
[159] Tirmizî, Kıyâme, 59.
[160] Burada kişinin sebepleri terk etmemesi şart
koşulmaktadır. Çünkü sebeplere sarılmak, tevekkül kabilindendir. Nitekim şöyle
buyurulmuştur: "Onu (deveyi) bağla ve tevekkül et."
[161] İbn Kayyım, Bedaiu'l-Fevaid, 11/245.
[162] İbn Kayyım, Tebûkiye Risalesi, 51.
[163] et-Tuhfetu'1-Irakıyye, 76.
[164] Tefsîru İbn Kesir, II/25.
[165] en-Necal ve'1-Fikâk, 14.
[166] Mecmûul Fetâvâ, 28/57.
[167] Fî Zılâli’l-Kur'ân, 1/413.
[168] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 411.
[169] Ebû Dâvud, Edeb, 111; Tirmizî, Menakıb, 74.
[170] Buhârî, edeb, 14; Müslim, İman, 215; Müsned IV, 203
[171] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 235. Sahihu'l-CamiFssağîr,
II, 181, bk. Tahricu Kitabı Fıkhussîre Li'l-Ğazzâlî, 485.
[172] Hidâyetü'l-Hayârâ 7.
[173] Medaricu's-Salikîn, I, 53.
[174] Yukarıda sunulan düşünceleri savunanlar Taha Hüseyin
ve benzerleridir, (bk. Ta-ha Hüseyin, Mısır'da uygarlığın geleceği adlı
kitabı.).
[175] Müsned, V, 331; Silsiletü'l-Ahadîsi's-sahiha, H. 389;
Sahihu'1-Cami, II, 386.
[176] Bedaiu'I-Fevâid," II, 260-262.
[177] Muhammed Kutub, Yirminci asrın cahiliyeti, 322..
[178] Mecmuatu't-Tevhid, 19.
[179] Fî Zilal, Davet yolu, 1/80.
[180] Medaricu’s-Salikîn, I/347'den özetle.
[181] Fî Zilâli'l-Kur'ân, 1/108.
[182] Buhârî, Rikâk, 38, îbn Mâce, Fiîen, 16.
[183] Mecmu'u’l-Fetavâ, 28/208-209.
[184] İbn Sehmân, İrşâduttalib, 13.
[185] Abdullah b. Himar. İbn Sehmân şöyle anlatmaktadır.
Buhârî'de, 14/6642, H. 9. (Hudûd), bu adamın adı Abdullah'dır. Ancak Hİmar ( =
eşek) lakabıyla anılmaktadır. Bu kişi, Rasûlullah'a hediye olunmuştu. Kendisi
Rasûlullah'ı güldürürdü, çünkü şen ve şakacı biriydi. İbn Hacer böyle
anlatmaktadır, bak. el-îsabe, 4/275. Thk. Becâvî). Kirmanı de onun bu
şakacılığına örnek olarak şöyle bir hadiseyi zikreder; Abdullah bir gün
veresiye bir tulum yağ, bir tulum da bal satın alır ve götürür, Rasûlullah
(s.a)'a hediye eder. Daha sonra alıcı parasını istemeye geldiğinde, adamı alır,
Rasûlullah'a götürür ve: "Ya Rasûlullah, bu adamın bal ve yağının parasını
ver" der. Hz. Peygamber (s.a) de buna güler ve adamın parasını verir.
[186] Buhârî, Hudud, 5.
[187] Ebü Dâvud, Eşribe, 2; İbn Mâce, Eşribe, 6, Elbânî bu
hadisin sahih olduğunu bildirmiştir, bk. Sahihu Camii Sağîr, 5/19.
[188] İrşadü't-talib, 19.
[189] İbn Teymiye, Mecmfîu'l-Fetâvâ, 108-201.
[190] Şezerâtü'l-Belâtin, 1/354. İbn Teymiye "el-Emrü
bil-ma'rûf".
[191] Tartûşî, K. el-Havadis ve't-Bide', 38-39.
[192] Telbisü iblis, 26.
[193] el-İ'tisâm, 2/37.
[194] Buhârî, Sulh, 5; Müslim, Akdiye, 17; îbn Mâce,
Mukaddime, 2.
[195] Şerhu's-Sünne, I, 227.
• Abdulazîz b. Abdüsselâm es-Sülemî, Dımaşk (Şam)'lıdır. Şafiî
mezhebinde ictihad rütbesine erişmiş bulunan bir fakihtir. 577/118l'de doğmuş,
660/1261'de vefat etmiştir. Eserleri: Tefsir'i Kebîr, el-İImâm
fiedilleti'l-Alıkâm, Kavaidüşşeria, Kavaidül-Ahkâm, el-Fetavâ. Ayrıca bak.
Ziriklî, el-A'lâm, IV, 21; Fevatülvefeyât, I, 287; Tabakatüssübkî, V, 80;
en-Nücûmüzzahire, VII, 208; Zeylür-Ravdateyn, 216; Mif-tahussade, II, 212.
[196] el-İ'tisâm, II, 37.
[197] Bağavî, Şerhussünne, I, 214.
[198] Şerhu'ssünne, I, 216.
[199] el-İ'tisâm, II, 53.
[200] el-İ'tisâm, II, 61'den özetleyerek.
[201] Müslim, Cuma, 867.
[202] Müslim, İlim, 2674.
[203] Şerhu's-Sünne, I, 227.
[204] İlgili âyetin tefsiri için bk. İbn Kesîr. VI.156
[205] el-Cevâbu'1-Kâfî, 213; İbn Kesîr Tefsiri, VII, 212;
Mecmuatu't-Tevhîd, 133.
[206] Taberî Tefsiri, XXVIII, 62.
[207] İbn Kesîr, Kasasu'l-Enbiyâ, I, 181.
[208] Fahruddîn er-Razî, Mefatîh el-Gayb, XIII, 35-40;
Hadislerle Kur'ân-ı Kerim Tefsiri (Çağrı Y.) İbn Kesîr, VI, 2714-2718. aynı
kaynak, VI, 2707-2708.
[209] Said Havva, el-Esas Fit-Tefsîr, (Şamil), IV, 445.
[210] C. Yıldırım, Asrın Kur'ân Tefsiri, IV, 1936.
[211] Elmalılı H. Yazır Hak Dini Kur'ân Dili, III, 1964-1965
[212] agk III, 1964-1965.
[213] İfav. Kur'ân-ı Kerîm ve açıklamalı Meali, Lokman,.375.
[214] Elmalı, agk. 111, 1964-1965.
[215] Halil Gönenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, I, 51-52;
Alûsî, VII, 194; el-Fetâvâ er-Remlî, IV, 321-322.
[216] Buhârî, Enbiyâ, 11.
[217] M. Sofuoğlu Sahihi Buhârî ve Tercemesi, VII, 3144.
Dipnot, 46.
[218] Hz. İbrahim (a.s)'in babası Azer ile ilgili açıklama
tarafımızdan sonradan ilave edilmiştir. (Çeviren).
[219] Fî Zilâii'l-Kur'ân, 4/1887.
[220] İbn Kesîr Tefsiri, VIII, 198.
[221] Fi Zilal, VI, 3622'den özetleyerek.
[222] îbn Kesîr, VIII, 199.
[223] Ebû Dâvud, Melahim 17, Vitr, 12; Tirnıizîs fiten, 13
(Tirmizî bu hadisin bu yönden garib olduğunu söylemiştir) İbn Mâce, fiten 20;
Nesaî, Bcy'at, 37; ZekaE, 49;
[224] İbn Kesîr Tefsiri, VII, 130.
[225] Fî Zilâl IV,
2262'den özet.
[226] Buharı, Tefsîr63, 5-7; Müslim, Birr (64) 2584.
[227] Müslim, İmaret, (68) 1848, Ebû Davüd, Edeb, 112; İbn
Mace, Fiten, 7.
[228] bk. Yoldaki işaretler, 143 (orijinal)
[229] Süyûtî, et-İlkan Fî Ulûmi'l-Kurân, I, 37.
[230] Fî Zılal, III, 1503, (orijinal) yoldaki işaretler,
17-50 (orijinal).
[231] bk. Muhammed Kutub, İslâm'da Eğilim Metodu, II, 38-40.
[232] K.Kerîm ve Açıklamalı Meali, (İFAV), Ankebût, 29/41
âyetin dipnotu. 400.
[233] Fî Zılâl, V, 2737 (orijinal)
[234] İbn Hişâm, Sîretünnebeviyye, I, 280.
[235] bk. Önceki kaynak, I, 280.
[236] bk. Önceki kaynak, I, 282.
[237] Besûs savaşı: 494-534 yıllan arasında Tağlib
kabilesiyle Bekr b. Vail arasında süren bir savaştır. Bu savaş iki kabile
arasında kırk yıl sürmüştür.
Dahis ve Gabrâ: Bu bir
yarış sonucu meydana gelen savaştır. Abs ile Zübyan arasında meydana gelmiştir.
Bu savaş da kırk yıl süreyle devam etmiştir. Dahis ve Gabra adındaki iki yarış
atı sebebiyle oluşan bu savaş, yine bu iki yarış atı adıyla anılır. Züheyr b.
Ebû Selmâ bu olayı Muallakasında dile getirir.
Ficar savaşı: Miladî altıncı y.y. da meydana gelen bir savaştır. Kureyş
ile Kinâne ve bazı kabileler arasında cereyan etmiştir. Gatafan kabilesi
dışında Kays ve Aylan kabileleri de bu savaşa katılmıştır. Bu savaşa, Ficar
adının verilmesi İse, haranı aylarda yani savaşmanın yasak olduğu zilkade, zilhicce,
Muharrem ve Recep ayı gibi aylarda olmasından dolayı bu ismi almıştır.
(Çeviren).
[238] Ebu'l-Hasan en-Nedvî, Müslümanların gerilemesiyle
dünya neler kaybetti? 97(den özetlenerek)
[239] Fî Zilal, Davel yolu, I, 188 (orijinal).
[240] Şeyh Muhammed el-Gazzalî, İşte Dinimiz, 178.
[241] İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 3/30, Nedvî, a.g.e.,
13.
[242] Üstad Ahmed Mahmûd Ahmed, MiislUmanların başka
milletlerle ilişkileri, 8-9.
[243] Muhammed Emin el-Mısrî, İslam'a Davel yolu, 111-113
(ten özetle).
[244] İbn Kesîr, Tefsir, V, 431; Ahmed b. Hanbel, M us ne d, III, 462. Bu hadisin senedinde Ma'bed b. Ka'b b. Malik
bulunmaktadır. İbn Hacer "Takrîb" adlı eserde bu zatın makbul biri
olduğunu bildirmiş, ayrıca "et-Tehzîh"de de, bu zatın Buha-rî de bir
tek hadisinin olduğu, Müslimin'de kendisinden rivayette bulunduğu belirtilmiştir.
İbn Hibban da bunun sika yani güvenilir olduğunu bildirmiştir.
[245] Fî Zılâl, II, 714.
[246] İbn Düğünne Cahili dönem insanlarından biridir. Kavmi,
Hz. Ebu Bekri Mekke'den çıkarıp, o da Habeşistan'a hicrete karar verince Ebu
Bekre komşuluk ve himaye teklif edip Mekke'de kalmasını sağlamıştır.
el-İsebe-2/344.
[247] İbn Hişâm, Sîret, I, 344.
[248] agk. I, 367; (Buhârî'nin sahihinde de şöyle diyor İbn
Mesud: "Hz. Ömer, müslüman olduğundan bu yana bizim gücümüz
sürüyor." Hz. Ömer'in menkıbeleri bahsi.
[249] İbn Hişam, agk. I, 374.
[250] İbn Hişam, agk. II, 60 (Bu hadisi Heysemî,
Mecmeuzzevaid, 6/35'te zikretmiş ve hadisi Taberânî'ye nisbet etmiştir. Aynı
zamanda demiştir ki, bunda İbn İshak vardır. O da müdellestir, sikadır.
Hadisin diğer ravileri sika (güvenilir) kişilerdir, El-bânî ise, Gazzatî'nin
Fıkhussîresindeki hadislerin tahririni (s: 132) yaparken, bunun zayıf olduğunu
belirtmiştir. Ancak hadisin lafızlarından Peygamberlik nuru gözükmektedir).
[251] Beğavî Tefsiri, V/188; Vahidî, Esbabı Nüzul, 195
(Hadis için bkz.) Mişkatii'I-Mesabîh, 11/1092
[252] Yoldaki İşaretler, 16-17.
[253] İbn Kayyım, Emsâlu'l-Kur'ân, (Thk. Dr. Nasır Reşîd).
[254] Ebû Dâvud, Edeb, 5055, Tirmizî, Daavât, 3400. Ahmed b.
Hanbel, V456. Dârimî, Fedâilu'l-Kur'ân, II, 458. Elbanî, bu hadisi Hasen olarak
bildirmiştir, bk. Sahihu Camiussağîr, I, 140..
[255] Sahihi Müslim, Nevevî şerhi, VI, 5; Müsned, Saatî
baskısı, IV, 225.
[256] Mişkatülmesabîh, I, 268. Bedaiul-Fevaid, I, 138.
[257] Seyf âyeti en sahih olan görüşe göre Tevbe süresi 5.
âyetidir. Ayrıca aynı sûrenin 36. âyeti diyenler de olmuştur.
[258] Bedaiu'I-Fevâid, I, 138 141.
[259] İbn Teymiye, el-Cevabussahîh, Limen beddele
DîrielrMesîh II, 30-32.
[260] Kurtubî Tefsiri, XX, 225.
[261] Kurtubî Tefsîrî, XX, 255
[262] îbn Hişam, Sîrel, II, 70-71.
[263] Mus'ab b. Umeyr b. Haşim, çok zengin bir ailede
yetişti. Gerçekten çok dikkat çekici bir delikanlıydı. Kendisi Mekke'nin en iyi
delikanlısı olarak tanınırdı, Müslüman olunca, onun bu durumu değişti, sıkıntı
ve ızdırap içinde kaldı, sertliklerle karşılaştı. İlk müslümanlardandı. İlk kez
Habeşistan'a hicret edenler arasında idi. Sonra Medine'ye hicret etti. Bedir'de
bulundu, sancağı taşıdı ve Uhud'da şehit oldu. Sahih olan rivayete göre,
Mus'ab bir elbise dışında hiç bir şey bırakmamıştır. Bununla da başını
örttüklerinde ayaklan, ayaklarını kapattıklarında başı aç ik kalıyordu.
Rasûlullah (s.a) bunun için; "Ayaklarına izhir = otu kapatın"
buyurdu. Buhârî, Cenaiz, H. 1272; İbn Abdilberr, el-İstîab, III, 468; Îbn
Hacer, İsâbe, 3/421.
[264] İbn Hişâm, Siret, 11, 76.
[265] Gazzalî, Fıkhu's-Siyre, 157.
[266] Ensardan olan Hazrec kabilesine mensup Berâ b. Ma'rûr,
Rasûlullah (s.a)'a ilk biatta bulunan, kıbleye ilk yönelen, malının üçte birini
ilk olarak vasiyet eden zattır. Aynı zamanda seçilen 12 temsilciden birisidir.
(Geniş bilgi için bk. el-lsabe, I/I44, Ziriklî, A'lâm, 1/47. Hadis için bkz.
Müsned, 3/461.
[267] Ebul Heysem b. Teyhân: Malik b. Atîk Evs kabilesinden
olup, ensar'dandır. Aynı zamanda bu da 12 delegeden biridir. Hz. Peygamber
(s.a) bu zat ile Osman b. Maz'ûn (c.c)'u kardeş yapmıştır. Hemen hemen bütün
savaşlarda bulunmuştur. Rasûlullah (s.a) için okuduğu mersiyesinde şöyle diyen
zattır: "Sen ansızın bizi kulaklarımızdan ve burunlarımızdan ettin, biz
peygamber Muhammed (s.a)'in kaybıyla perişan kaldık. "Hz. Ömer b.
Hattab'ın hilafeti döneminde vefat etmiştir. H. 20'de bkz. İstîab, 4/200.
İsabe, 4/212. İbn Kuteybe, Maarif, 270.
[268] İbn Hişâm, Sîret, II, 84; Hadis için bk. müsned,
2/274.
[269] Es'ad b. Zürare (Ebû Ümame): Ensardan olan bu zât
Neccarî ve Hazrec kabilesine mensuptur. Her iki Akebe beyatinde bulunmuş ve
aynı zamanda kendi kabilesinin delegeliğini yapmıştır. Vakidî'nin bildirdiğine
göre, kendisi H. 9. yılın başlarında vefat etmiştir. Beğavî'nin bildirdiğine
göre diyor ki: "Öğrendiğime göre, hicretten sonra ölen ilk sahabîdir. Aynı
zamanda Rasûlullah (s.a) tarafından İlk olarak cenazesi kılınandır. İbn Hacer
de şöyle diyor: Meğazî ve Tarih bilimcileri, bu zatın Hz. Peygamber (s.a)'in
sağlığında ve Bedir savaşından önce ölen ilk sahabî olduğunda ittifak
etmişlerdir. el-İsabe, I, 34.
[270] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 322, 339, 394; Hâkim,
II, 624-625; Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ, IX, 9.
[271] Şeyh Gazzâlî, FıkhıTs-Sîre, 161.
[272] Buhârî, Edeb, 36; Müslim, Birr 65 (2585); Mezâlim, 5.
[273] Zâdü'l-Meâd, III, 43.
[274] Ibn Hişam, Sîrel, 2/124-127; Zâdülmeâd, 3/50-51.
[275] Zadülmead, 3/63.
[276] İslami Eğitim Metodu, 2/40-41.
[277] Müslim, birr, 2585; Buhârî, Edeb, 36; Mezâlim, 5.
[278] Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66 (Lafız
Buhârî'nindir.)
[279] Buhârî, İman 10; Müslim, İman, 19; Menakıbul Ensâr, 4.
[280] Buhârî, Menakıb, 4-5, Müslim, îman, 20.
[281] Buhârî, Edeb, 42; Müslim, iman, 43.
[282] Buhârî, Menakibul-Ensâr, 5-6.
[283] Şeyh Gazzalî, Fıkhussîre, 193.
[284] M. Kutub, İslâm'da Eğitim ve Terbiye Metodu, 2/69.
[285] Fî Zilâl, 6/3526.
[286] İbn Hişam, Sîret, 2/147.
[287] Bennâ, Müsned şerhi, 21/10.
[288] İbn Hişam Sire, 247.
[289] İbn Hişânı, Siyer, 2/148-149.
[290] Zâdu'l-Meâd, III, 126.
[291] Taberî, Tefsiri, 4/23; Vahidî, Esbabünnüzûl, 66;
Kurtubî, Ahkâmül-Kur'ân, 4/155; Beğavî,- Tefsir, I, 389.
[292] İbn Kayyım, Tarîku'I-Hicreteyn ve Babüssadeteyn,
402-408.
[293] İbn Kayyım, İğasetüllehfân, 190.
[294] Abdülaziz Humeydînin "Kur'ân'da Münafıklar; Şeyh
Abdurrahman Duserî, Nifak Belirtileri ve Kavramları".
[295] Vahidî, Esbabü'n-nüzûl, 235. Kurıubî Tefsîri, 17/304.
[296] Buharı, Tefsir, Sûre, 63,5, Müslim, Birr, 63-64.
[297] İbn Hişâm, Sîret, 2/292; İbn Kesîr, Tefsir, 8/159
(Bildiğim kadarıyla bu hadisi İbn İshak dışında rivayet eden yoktur).
[298] İbn Kesîr Tefsir, 8/159.
[299] İbn Kesîr, Tefsir, 4/100.
[300] M. Emîn el-Mısrî, İslam'ın davet yolu, 113.
[301] M. Kutub, İslam'da terbiye metodu, 2/70
[302] Bunlar arasında Şeyhul İslâm tbn Teymiye'yi, Allame
İbn Kayyım, Muhammed b. Abdulvehhab ve öğrencilerini sayabilirim. Bir de çağdaş
ve merhum iki değerli alimi. Ebu'1-A'lâ el-Mevdûdî ile, Seyyid Kutub ve Şeyh
Süleyman b. Hamdan (r.a) gibi isimlen ve şu anda hatırlayamadığım sayısız
alimleri örnek verebiliriz.
[303] Zadü'l-Meâd, 3/158-160.
[304] İbn Kesîr Tefsiri, 3/597.
[305] Yoldaki İşaretler, Cihad bölümü. Fî Zilâl, 1
[306] Buharı, Tefsîr, Tevbe sûresi tefsiri, VIII, 317-4655.
Hadisi.
[307] İbn Kesîr, Tefsîri, 4/73.
[308] Kur'ân Meali (İfav), Tevbe, 28. âyetle ilgili dipnot.
[309] Taberî Tefsîri, 26/100, İbn Kayyım, Zimmet Ehli
ahkairfı, 1/69.
[310] Ebû Davûd, Cihad 95; Nesâî, Kasâme 27, Tirmizî, Siyer,
1654.
[311] Zâdü'l-Meâd, 3/161.
[312] Buharî, Tefsir, Haşr sûresi.
[313] İbn Kesîr, Tefsir, 4/132.
[314] Vahidî, Esbâbünnüzûl, 236; İbn Kesîr, Tefsir, 8/79.
[315] Daha fazla bilgi için bak. Kurtubî, Ahkâmü'l-Kur'ân,
17/307.
[316] Fî Zilâl, 6/3514, 3516.
[317] İbn Kesîr, Tefsir, 4/66.
[318] Kurtubî, Ahkamu’l-Kur'ân, 8/94.
[319] a-agk. 8/94.
[320] Fî ZİIâl, 3/161
[321] ed-Dürerüsseniyye, 7/201;
"el-Hediyyetüssemîne," 17.
[322] er-Resâilu'l-Müfîde, 43.
[323] İbn Teymiyye,- Kulluk, 95, 96.
[324] İbn Teymiyye, es-Sarimu'l-Meslûl Alâ Şatimirresûl,
371.
[325] Mecmuatuttevhîd (Nevakidu'l-lslâm), 129.
[326] Şezeralül Helâlin, 1/354 (Emr'i bil Maruf risalesi).
[327] Taberî Tefsiri, 3/228.
[328] agk. 6/277.
[329] el-Muhallâ, 13/35. Thk. Hasan Zeydân.
[330] İbn Teymiyye, İman, 14.
[331] îbn Kayyım, Ehlüzzimme (Zimmîler),
[332] Fî Zilal, 2/909, 910.
[333] İbn Teymiyye, Fetâvâ, 28/199-201.
[334] Bu arada şunu hatırlatmak isterim ki, bilindiği gibi çok
değerli ve büyük yazarlar var ki, bunlar bu hususta hayli söz etmişlerdir.
Meselâ S. Kutub, D. Muhammed el-Behiyy, M. Kutub, Mevdûdî ve daha başkaları. Bu
konuda gerçekten daha fazla bilgi edinmek isteyenler varsa, Üstad Sefer b.
Abdurrahman el-Havalî'nin (Laiklik) adındaki kitabına başvursunlar.
[335] İbn Teymiyye, İman, 13.
[336] Kurtubî Tefsiri, 9/108; Bağavî ve Hazin, 3/256.
[337] Kurtubî, 9/108; Bağavî ve Hazin, 3/256; Buradaki beyt
Tarafa b. Abd'a aittir.
[338] Mecmuatuttevhid,' 117.
[339] Buharî, î'tisâm, 14, Enbiya, 50; Müslim, İlim, 6; İbn
Mâce, Fiten, 17.
[340] Hakim, Müstedrek, 1/62, K. İman; Buharî ve Müslim'in
şartlarına göre hadis sahihtir, demiştir. Ancak ikisi bu hadisi sahihlerinde
zikretmemişlerdir. Zehebî de Telhis adlı eserinde bu konuda ona katılmıştır.
[341] Vahidî, Esbabünnüzûl, 68.
[342] Beğavî Tefsiri, ,1/409, İbn Kesir, 2/89.
[343] Müsned, 16/178; Tirmizî, Zühd, 2379.
[344] Mecmu atuttevhîd, 117.
[345] İbn Kesîr Tefsir, 3/322.
[346] Taberî Tefsîri, 5/330.
[347] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 8/80; Buharî-Meğazî, 4419;
Müslim, Zühd, 2980.
[348] Zimmet ehli Ahkamı, tbn Kayyım, 1/242, 244.
[349] Mecmuatuttevhîd, 117.
[350] agk. 117.
[351] İbn Kesîr Tefsiri, 6/210. Daha Önce biz bu konu
hakkında bilgi vermiştik.
[352] Mecmuatuttevhîd, 117. Sa'd b. Atîk Risaleleri, 101.
[353] Şeyh Hamûd et-Tuveycurî, Tuhfetu'I-İhvân, 19.
[354] Müslim, Selâm, 2167; Tirmizi, siyer, 40.
[355] Şeyh Abdullatîf, er-Resaihı'l-Müfîde, 64.
[356] Tirmizi, Siyer, 40; Sahihıı Camiussağîr, 6/279.
[357] Hakim, Müstedrek, 2/141; Bu hadisin Buhârî'nin şartına
göre sahih olduğunu söylemektedir. Zehebî de buna uymaktadır.
[358] Dr. Muhammed Naim Yasin, İman (Hakikati, rükünleri ve
onunla çelişen şeyler),147.
[359] bkz. M. Kutub, İnsan hayatında değişiklik ve sebat
(Bölüm: Üç Yahudi, 35). Biz Müslüman
mıyız, 133.
[360] Dün ve bugün oian irtidat, 33.
[361] agk. 40.
[362] Dr. Muhammed Naim Yasîn, t man, 147-148.
[363] Harûrâ: Kûfe'de bir kasabadır. Haricîlere burada karşı
konulmuştur. Bunlar Necde b. Amir'in komutasında idiler, bkz. Ahmed b. Hanbel,
es-Sünne adlı eserinin hamişi, 84.
[364] agk. 83-85.
[365] Malatî, el-Tenbîh ve'r-Red, 53.
[366] İmam Ahmed, age, 82.
[367] Makalatu'f-îslâmiyyîn, 3/89.
[368] Burada Rabbimizin şu âyetine işaret vardır:
"(İslam dinine girme hususunda) öne geçen ilk Muhacirler ve Ensâr ile
onlara güzellikle labi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar
da Allah'tan razı olmuşlardır." (Tevbe, 9/100) .
[369] İbn Kesîr, Tefsir, 4/142.
[370] Şerhuttahaviye, 522.
[371] el-Fetâvâ, 28/636-637.
[372] Tahaviye ve şerhi, s: 528.
Bu kitabı yazdıktan sonra Şia'nın tüm perde arkası durumlarına ve
çağırmz-daki şianın durumuna açıklık getiren önemli bir kitap yazıldı. Yazarı,
Dr. Abdullah Muhammed el-Garîb'tir. Kitap: "Ve Mecûsî devri geldi"
adını taşıyor. Bu alanda gerçekten önemli bir kitaptır. Dileyene ona müraacat
etsin, etsin de bunların Ehli Sünnet ve'1-Cemaat aleyhindeki planlarını ve durumlarını
öğrenmiş olsun.