SUNUŞ. 3

Bu Kitap Hakkında: 5

Rahman Ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla. 5

TAKDİM... 5

ÖNSÖZ.. 6

Rahman Ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla! 6

Kafirlere Karşı Olan Bu Dostluk Değişik Tarzlarda Kendisini Gösterdi 7

KONUYA GİRİŞ. 9

TEVHİD KELİMESİ. 11

“Lâ İlahe İllallah Mulıammedün Rasûlullah". 11

Lailahe İllallah" Kelimesinin Şartları 14

Lailahe İllallah Kelimesinin Ayrılmaz Bir  Şartı El-Vela Ve'l-Berâ' 19

• Tevhid Kelimesini Sadece Sözle Söylemek Yeterlidir Diyenlere! 21

La İlahe İllallah" Kelimesini İkrar Etmenin İnsan Hayatındaki İzleri 24

La İlahe İllallah" Kelimesiyle Çelişen Durumlar 26

Zorunlu Bir Açıklama. 32

İslam İle Çelişen Hususlar 36

Kişiyi Küfre Götüren Durumlar 38

Müşriklerle Münasebet 40

1. KISIM... 40

1. BÖLÜM... 40

(VELÂ ve BERÂ' KAVRAMI) 40

Kitap Ve Sünnette Bunun Tarifi Ve Önemi: 40

el-Bera' Kelimesinin Sözlük Anlamı 41

Velanın Istılahı (Kavram) Manâsı 41

Kavram (ıstılah) Olarak Bera'nın Anlamı 41

Kitap Ve Sünnete Göre Konunun Önemi 43

Kurbanı Metod Ve Kelam İlmi 44

• Kitap Ve Sünnete Dönüş Gerekiyor 48

2. BÖLÜM... 51

RAHMANIN DOSTLARI VE ŞEYTANIN YANDAŞI. 51

Bu İki Kesim Arasındaki Düşmanlık: 51

İki Sınıf Arasındaki Düşmanlığın Tabia. 55

Sözün Kısası 60

3. BÖLÜM... 61

EL-VELA VEL-BERA KONUSUNDA EHLİ SÜNNET VEL CEMAAT AKİDESİ. 61

Kalbî Dostluk Ve Düşmanlık. 63

Bid Atçılarla Heva Ve Arzusuna Uyanlara Karşı Ehli Sünnetin Tutumu. 63

4. BÖLÜM... 66

ETLERDEN VELA VE BERA KONUSUNDA EN GÜZEL ÖRNEK OLANLAR.. 66

Hz. İbrahim (A.S)'İn Babası Azer İman Etti Mi?. 68

B) Hak Ve Hidayete Ait Başka Örnekler 70

5. BÖLÜM... 74

MEKKE DÖNEMİNDE VELA ve BERA (ALLAH İÇİN DOSTLUK VE DÜŞMANLIK) 74

İlk Birleşmeler Ve En Doğru Adım... 75

Yapılanlara Karşı Müslümanların Cevabın (Davada Samimiyet) 77

Mekke Döneminde Düşmanlarla Münasebetin Özellikleri 78

Müşrik Akrabaya İyilikle Davranmak. 82

Mekke Döneminde Kâfirlerden Uzak Durma (Bera') Nasıldı?. 82

O Halde Sizin Dininiz Size Benim Dinim Bana... 83

Allah'tan Gelecek Olan Ferahlık Yakındır 86

Bey'at Sözleri 87

6. BÖLÜM... 88

MEDİNE DÖNEMİNDE VELÂ VE BERÂ'NIN UYGULANIŞI. 88

Biraz Tarihi Bilgi 88

Muhacir İle Ensar'ın Kardeşliğini Anlamak. 89

Medine Döneminde Dostluk Ve Düşmandan Uzaklaşmak. 91

Muhacir Ensar Sözleşmeleri 92

Ehli Kitab'ın Tuzak Kurmaları Sonucu Müslümanların Bunlarla Dostluktan Menedilişi 93

2. Nifak Ve Münafıklık. 95

Münafıkların Çirkin Özellikleri 97

3. Medine Döneminde Düşmanlarla İlginin Tamamen Kesilmesi 99

Cihadın Amacı 101

A- Müşriklere Karşı Berâ (İlişkileri Kesmek) Nasıl Olmalı?. 102

B) Kitap Ehlinden Uzaklaşış (Berâ) 103

C. Münafıklardan Uzaklaşış. 104

D- Allah Ve Rasûlüne Savaş Açan Yakınlarla Her Türlü Dostluğu Kesmek. 105

Kısaca Şöyle Toparlayalım: 106

7. BÖLÜM... 106

MUVALATIN ŞEKLİ VE DIŞA VURUMU.. 106

Kabul Edilecek Ve Edilmeyecek Olan Özürler 114

Bu Durumlar Karşısında Müslümanın Tavrı 114

8.BÖLÜM... 116

VELÂ ve BERÂ' KONUSUNDA HARİCİLERLE RAFİZÎLERE CEVAP. 116

• Bu Meselede Haricilerin İnancı 116

• Velâ Ve Berâ' Konusunda Rafızilerin İnancı 117


SUNUŞ

 

Elinizdeki "el-Velâ ve el-Berâ" adlı bu kitap Muhammed b. Saîd b. Salim el-Kahtanî tarafından Doktora tezi olarak hazırlanmış olan bir eser­dir. Tez ikiyüzü aşkın kaynak taranarak ortaya konulmuştur. Tez kabul kurulu üç kişidir. Kurul başkanı da İslâm dünyasının yakından tanıdığı Muhammed Kutup'tur.

Kitabın orijinali (478) sayfalık tek cilt halindedir. Ancak bunu Türk­çe'de tek bir cilt halinde okuyucuya sunmak, mümkün değil çünkü öyle olması halinde oldukça hacimli bir cilt ortaya çıkacaktı. Bu yüzden eseri iki cilt halinde sunmayı uygun bulduk.

İkinci cilt okuyucuya sunulduğunda, geniş bir indeks ve yararlanı­lan tüm kaynaklar da bir liste halinde bu ciltle birlikte verilecektir.

Kitap, bu alanda kaleme alınan ilk kitaptır, denilebilir. Zira "el-Velâ ve el-Berâ"konusunda müstakil olarak yazılmış bir kitap mevcut değil­dir. Fakat bu konu, bir çok konular gibi kaynaklarımızda dağınık bir şe­kilde işlenmiştir. Burada ise konuya özel bir itina gösterilmiş, kaynaklarda dağınık olarak yer alan bu mühim mesele bir eser halinde okuyucuya sunulmuştur.

Dileğimiz  müslüman  kardeşlerimizin   "İslâm'da  el-Velâ  ve  el- Berâ"konusunu gereğince idrak etmeleri ve bu kavram kargaşası içeri­sinde neyin nereye oturtulması gerektiğini öğrenebilmeleridir.

Kaldı ki İslâmî bir terim olan ve aynı zamanda kitabımızın da ismini oluşturan "el-Velâ ve el-Berâ"nın tam olarak türkçe karşılığını bulma­mız da mümkün değildir. Zira Kitap ve Sünnette bu ifade bir çok yerler­de farklı farklı anlamlarda olmak üzere çokça kullanılmıştır. Zaten yaza­rımız da bunu göz önünde bulundurduğundan bunu açıklamak üzere, özel bir başlık olarak konuyu ele almış, bunların sözlük ve terim manaları üze­rinde durmuş, hepsine örnekler vererek farklı anlamlarına işaret etmiştir.

İslâmî tebliğde asıl olan meseleyi ya da konuyu direkt olarak anlat­mak ve aktarmaktır. Dolambaçlı ve karmaşık ifadelerden uzak durmak­tır. Çünkü Kitap ve Sünnet de bunu gerekli görmektedir. Nitekim Rabbimiz Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurmaktadır:

"Ehli kitaptan öyle bir gurup vardır ki, okuduklarını kitaptan sana-sımz diye (kitaptan olmamasına rağmen) kitabı okurken dillerini eğip bü­kerler. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde "Bu Allah kamdandır" derler. Onlar bile bile Allah'a iftira ederler." (Ali İmrân, 3/78).

işte tüm İslâm âlimleri yani Ehli Sünnet âlimleri bu metod üzere ha­reket etmişlerdir. Ortaya koydukları eserleri ve hayatları incelendiğinde bu, açıkça görülecektir» İslâmî davet metodu olarak Kitap ve Sünnet her zaman göz önünde tutulmalı ve çareler Ehli Sünnet ulemasının ortaya koy­duğu gerçekler ışığında ele almalıdır. Nitekim Rabbimiz şöyle buyur­maktadır:                

"(Rasûlüm)! De ki: İşte bu, benim yolumdur. Ben bilerek (ve göre­rek) Allah'a (Allah'ın dinine, şeriatına) çağırıyorum. Bana uyanlarda böy­ledir. Allah'ı (ortaklardan) tenzih ederim (tüm eksikliklerden uzak tuta­rım)! Ve ben (Allah'a) ortak koşanlardan değilim." (Yusuf, 12/108).

İşte gerçek ve sağlam yol budur. "Yapılacak olan tebliğ de bunun için yapılır. Putlara, tağutlara ve Allah'dan başkası adına çağrı yapanlara ve yüceltilen maddî varlık ve düzenlere uyulmaz. Hepsi reddolunur. İman ve İslam noktasında asgari müşterek diye bir şey de yoktur. Çünkü bu­nun böyle olduğunu yine Kur'an ortaya koymakta ve Rabbimiz şöyle bu­yurmaktadır:

"(Ey Rasûlüm!) De ki ey kâfirler! Sizin tapmakta olduklarınıza ben

(teklifinizi kabul edip asla) tapmam. Şu anda siz de benim ibadet ve kullukta bulunduğuma ibadet ve kulluk edecek değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza asla tapacak değilim. Öyle ya siz de benim ibadet ve kulluk' ettiğime ibadet ve kulluk etmezsiniz. O halde sizin (batıl) dininiz size, be­nim (hak olan) dinim de banadır." (Kâfirûn, 109/1-6)                  

İşte müslüman kulluğunda, sevgisinde, emirleri uygulamada, yasak-lardan uzak kalmada, tağûtî sistemleri reddinde bunları göz önünde bu­lunduracak ve bunları esas alacaktır. Zira bunun için yine Rabbimiz şöy:: Ie buyurmaktadır:                                                                        

"(Biz) Allah'ın (verdiği) boyası (Hak din İslâm) ile boyandık. Al­lah'dan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O'na kulluk edenle­riz." (Bakara, 2/138).                                                                      

Evet, müslümanın bir başka renge ve boyaya ihtiyacı yoktur. Hnsti-yanlann, doğan çocuklarını kilisede vaftiz ederek renklerini belirlemeleri üzerine, müslümanlarla alaylı konuşmaları sebebiyle yukarıdaki âyet na­zil olmuştu. Rabbim bu âyette en güzel rengin İslâm olduğunu, İslâm üze­rinde bir başka düzenin ve sistemin olmayacağını ve olamayacağını açık bir şekilde bildirmektedir. O halde müslüman İslâm dışı rejimlerin gölge­sinde kendisi için bir yer ve yurt arayamaz, İslâmın dışında bir sistemin altında ve gölgesinde barınamaz, İslâm tüm rejimleri bu manada reddeder.

Yüce Mevlâmız kendisi için hiç bir ortak kabul etmediğini ve haki­miyetin kendisine ait olduğunu da ihlas sûresinde şöyle beyan buyur­maktadır:

"De ki: O, Allah bir tektir. Allah Samed'dir. (Hiç bir şeye muhtaç değildir, baş vurulup yardım istenilecek tek varlık O'dur, çünkü her şey O'na muhtaçtır)., O, doğurmamış ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'na eş (ya da denk ve benzer) değildir." (İhlâs, 112/1-4)

İslâmî tebliği yaparken mevcut sistemlerin gölgesine sığınmamak, he­sapları maddî ve ekonomik açıdan yapmamak, tebliği direkt yapmak ge­rekir. İslâmî tebliği yaparken her zaman Kitap ve Sünneti göz önünde tut­mak, bunları gözardi etmemek gerekir. Zira Peygamber (s.a) Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

"Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı bağlandığınız sürece asla doğru yoldan sapmayacaksınız. Bunlar Allah'ın Kitab'ı ve peygamberi­nin sünneti (hadisleredir," (Muvaüa, Kader, 3).

Abdullah b. Mes'ûd.da Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduklarını ri­vayet etmektedirler:”Kitap ve Sünnetten başka uyulması gereken üçüncü bir yol yoktur. Sözlerin en güzeli Allah (c.c)'ın kelamı ve yolların en güzeli de Hz. Muhammed*in yolu (sünneti)'dur." (İbn Mâce, Mukaddi­me, 7/46).

Kaldı ki, Rabbimiz Kitabında bize örnek olarak Hz. îbrahirn (a.s)'i, beraberindekileri, tüm peygamberleri, özellikle Ulü’I-Azm peygamberle­ri ve bilhassa bizim peygamberimiz Muhammed (s.a)'i göstermiştir.

Kur'ân bizim için bir çok örneklerle dopdoludur. Ashâb-ı Kehf, Habibi Neccâr ve Firavun'un çevresinde yetişmesine rağmen, Hz. Musa (a.s)'ya Firavun ve avanesinden gelecek olan tehlikeyi haber veren kişi ve daha nicelerini saymamız mümkündür.

Çünkü Hz. Âdem'den itibaren süregelen Tevhid mücadelesi zinciri­nin halkasını oluşturan tüm tebliğciler kavimleri tarafından horlanmış­lar, işkence görmüşler, öldürülmüşler, testerelerle ikiye biçilmişlerdir. Fakat hiç birisi bu Tevhid mücadelesinden taviz vermemişlerdir. Hiç birisi hele önce zenginleşen"m, ekonomimizi güçlendirelim de, sonradan gerekeni ya­parız, düşmana silahıyla karşılık veririz, dememişlerdir. Çünkü onlar şu­na inanmaktaydılar. Güç ve Kuvvet sadece Allah'ındır, hakimiyet de O'nundur. Bu kimseler aynı zamanda şu gerçeği de hiç unutmamakta idi­ler; Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Onların güvenip övündükleri ne mallan, ne de evlatları, Allah ya­nında onlara bir şey sağlamaz." (Ali İmran, 3/10-116, Mücadele, 58/17).

Rabbimiz bir başka âyette de şöyle buyuruyor:

"Eğer yoksulluktan korkarsanız, (biliniz ki), Allah dilerse sizi kendi lütfun dan zengin edecektir." (Maide, 5/28).

Buna benzer daha bir çok delil vermemiz mümkündür. Ancak biz konuyu fazla uzatmak istemediğimizden böyle bir iki örnekle yetinip ge­çiyoruz.

îşte Tevhid mücadelesinin bu örnek halkası, halkı direkt olarak Ki­tap ve Sünnet ile tanıştırmışlar, hitap ettikleri kesimin kalplerinde iman kıvılcımını yakmışlar, inadçı kâfirlerin de tüm dikkatlerini ve zulümleri­ni üzerlerine çekmişlerdir. Gerçek anlamda İslâm adına kitleleri peşlerin­den sürükleyenler bunlardır. Çünkü bunlar şu gerçeği iyi bilmekte idiler. Rahat ve bolluk içerisinde zamanlarını geçirenler, maddi hesaplarını Rab-bânî yol ve mücâdelenin önüne geçirenler, Rabbimizin şu âyeti içerisinde değerlendirilmelidirler:

"Biz bir memleketi yok etmek istediğimiz vakit onun nimet ve refahtan şımarmış elebaşlarma emrederiz de orada (bu emre rağmen) itaatten çıkarlar. Artık o (memlekete) karşı azab hak olmuştur. Biz onu artık kökünden mahvederiz." (İsrâ, 17/16).

Bu âyetin çizmiş olduğu çerçeve içerisinde müslüman kendisini de­ğerlendirmek zorundadır, bir hesap yapmak mecburiyetindedir. İslâm teb­liğini bütün güçlüklere rağmen omuzlayan kimselerden bir kaç örnek ver­mek isteriz. Bunun için fazla eskilere gitmeye gerek yok. Yakın tarihi­mizden örnekler vereceğiz. Önce Rasûlullah ve ashabının bu uğurda ne­ler çektiklerini ve çevresindeki imanlı kitlenin yüzde itibariyle en fakir, yoksul ve kölelerin oluşturduğunu hatırlatmak yerinde olur. Gerçi müs­lüman zenginler de yok değildi. Fakat sayı itibariyle yoksul, fakir ve kim­sesiz müslümanîar daha çoktu.

İslâm davası uğrunda İmam A'zam Ebû Hanife'nin, Ahmed b. Hanbel’in ve İmam Buharî'nin çektiklerini ve benzeri bir çok İslâm âlimleri­nin işkenceler altında ve zindanlarda hayata göz yumduklarını hatırlat­mak zaid olur sanırız.

Yakın tarihimizden ise Meselâ Mısır'da Hasan el-Bennâ, Abdulka-dir Udeh, Seyyid Kutub gibileri, doğrudan tebliğ sünnetine uydukları için şehadet şerbetini içmişlerdir. Zira peygamberi yol bu idi. Ayrıca Said Havva ve benzerlerinin yurtlarından sürgün sebepleri hep bu açık ve net olan teb­liğleri, kısaca Allah'a davette samimiyetleri içindi.

Nitekim Türkiye'den de Zahidül Kevserîlerin ve Mustafa Sabrîlerin ayrılmaları hep bu İslâm daveti ve tebliği açısından olmuştur. Dillerini eveleyip gevelemedikleri içindir. Aynı zamanda hayatını İslama vakfeden "ve gençliğin imanı için kendini ortaya koyan, gerektiğinde bir zeytinle bile yetinen merhum Bediuzzaman Saîd Nursî de bu zincirin bir halkasını teşkil etmektedir. O bu tebliğ görevini açıkça yürütürken Rasûlullah (s.a)'ı kendisine örnek ediniyor, Kitap ve Sünnet'e göre hareket ediyordu. Yok­sa temel gıdasını demokrasinin oluşturduğu oryantalist bir sofrada kırın­tıları arayanlardan değildi. Tebliğ zincirinin bu şerefli halkalarının sün­neti, Rasûlullah'ın sünnetiydi. Bu yolun içinde işkence var, zulüm var, yoksulluk var, ama taviz yok, ağız eğip bükmek yok. Çünkü onlar şu ger­çeği çok iyi biliyorlardı:

"Allah müminlerden, mallarını ve canlarım, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'ân'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten büyük kurtuluştur." (Tevbe, 9/111).

İşte gerçek kurtuluşun bu olduğunu ve bu uğurda veriimesi gerekeni onlar veriyorlardı. Davaları uğrunda yola çıkışlarını hayatlarıyla ödeyen bu kimseler Rabbimizin şu emri gereğince hareket ediyorlardı:

"Artık emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve ortak koşanlardan yüz çevir (onlara aldırma)." (Hicr, 15/94).

Tüm küfrî unsurlar müslümanlara ait mukaddes beldeleri işgal et­mişlerken, Haremeyn Amerika kafirinin, Kudüs Yahudî melununun pen­çesinde inlerken bizler kimlerin yanında yer almalıyız veya kimlerden uzak bulunmalıyız noktasında bir karara varamaz, bunu Kitap ve Sünnet Öl­çüsünde ortaya koyamaz isek, sadece namaz kılıp oruç tutarak İslamın diğer hükümleri karşısında bigane kalmak veya bunları zamanı geçmiş şeyler kabul etmek, ya da bunlar Hz. Peygamber ve dört halifesi döne­minde uygulanır şeylerdir, artık günümüzde bunların geçerliliğinin olma­dığı ortadadır şeklinde düşünmek ve söylemek gibi durumlar küfre varan durumlardır. Aynı zamanda bu, büyük bir gaflettir.

Böyle düşünenler ve İslâm'ın kimi emirlerini yaparken kimilerinin de zamanının geçtiği gafletine düşenler, Hz. Ebû Bekir (r.a)'in, Rasülul-lah (s.a)'in vefatından sonra zekat vermeyenlere karşı harb ilan edeceğini söylemesi gibi, harb ilan edilmesi gerekenlerdir.

İşte elinizdeki kitap bu konularda gerçek bir şuur vermekte ve kişiyi doğrudan Kitap ve Sünnete, ehli sünnet görüşüne çağırmaktadır.

Kitap hakkında fazlaca bir şeyler söylemeye gerek duymuyorum. Zira okununca, okuyucu bu gerçeği bizzat kendisi görüp tesbit edecektir.

Biz kitabımıza konuyla ilgili âyet metinlerini de koyduk ki, daha gü­zel bir şekilde fayda sağlanmış olsun.

Kitabın dip notlarında geçen kaynaklar arapça kaynaklar olup, cilt ve sayfa numaraları buna göre verilmiştir.

Çalışmak bizden muvaffakiyet Allah'tandır.

                                                                                              

                                                                                                                                                         Harun Ünal

 

Allah (c.c) buyuruyor ki: "Ey iman edenler! Yahudileri ve hırıstiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçi­nizden onlan dost tutanlar, onlar­dandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez."

(el-Mâide, 5/51).

"İbrahim'de ve onunla bera­ber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar ka­vimlerine demişlerdi ki; ''Biz siz­den ve sizin Allah'tan başka tap­tıklarınızdan uzağız. Sizi tanımı­yoruz. Siz bir tek Allah'a inanın-caya kadar, sizinle bizim aramız­da sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir." (el-Mümtehine, 60/4).

Ve Allah'ın Rasûlü Muhammed (s.a) de:

"İmanın en sağlam bağları Allah için dostluk ve yine Allah için düşmanlıktır, aynı zamanda Allah için sevmek ve yine Allah için buğzetmektir." buyurmuştur.

(Bu, Hasen bir hadistir.)

 

Bu Kitap Hakkında:  

 

Bu, bilimsel bir araştırmadır.. Yazarı yaptığı bu çalışmayla master yaptığı okulda birincilik almış ve büyük takdir toplamıştır. Mekke-i

Mükerreme'de bulunan (jmmü'l-Kur'â Üniversitesinin Akaid bölümünde, ihtisasını bitiren yazar Muhammed b. Said hazırlamış olduğu tezi, aşağıda adları geçen komisyon üyelerine sunmuş ve bu araştırma zikredilen kurul tarafından incelenerek kabul görmüştür.

 

                                                                     Komisyon Başkanı

 

                                                                   Prof. Muhammed Kutub

 

                                           Üye                                                                                  Üye

 

                                           Dr. Abdulaziz Ubeyd                                                       Abdrurrezzak el-Afifi

 

 

 Rahman Ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla

 

TAKDİM

 

Hamd, alemlerin Rabbî Allah'adır. Salat ve selâm Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a)'e, Ehl-i Beytine ve tüm ashâbınadır.

Bu kitabın konusu, başlı başına büyük bir ehemmiyet ve önemî ha­izdir. Özellikle de kaleme alındığı dönemimizdeki durum gözönünde tu­tulursa, önemi daha çok anlaşılır. Gerçekten kitabın yazılış biçim ve muh­tevası ile içinde yaşadığımız dönem arasında güçlü bir bağ ve ilgi bulun­maktadır.

Esas itibariyle kitabın önemine gelince: İşlemiş olduğu konu, İsla-mın temel prensiplerinden biri olan "Velâ ve Berâ" yani İslâm'da yetki (velayet) konusudur.

Bu iki husus, yani velayetin verileceği ve velayetin verilmeyip uzak kalınacak kimseler konusu, Allah'a karşı sonsuz derecede sevginin ifade­si ve buna bağlı olarak da peygamberini ve mü'minleri sevmenin açık bir göstergesidir.

. Berâ (uzaklaşış), Bâtılı ve bâtıl ehlini sevmemenin bir göstergesidir. Kaldı ki bu, iman esaslarından da birini oluşturur. Ancak günümüz orta­mında bunun önemine gelince, bilindiği gibi iple avlananla ok ile avlanan birbirine karışmış durumda... Kısaca gerçek ile gerçek olmayan birbirine karışmıştır. İnsanlar mü'minleri kâfirlerden ayırıcı özelliklerden haber­siz ve gafildir. Kalblerindeki iman zayıflamıştır ve bu zayıflık yüzünden aralarında mü'minleri küçümseyecek, hakir görecek duruma gelmişlerdir.

Velayeti, kafir milletlere ve devletlere veriyor, onlara karşı sevgi bes­liyorlar. Diğer taraftan bir çok mü'minle tüm münasebetlerini kesmiş du­rumdalar. Hatta bununla da kalmayıp mü'minlere gücü yetenler, onlara en ağır darbeler indiriyor, acı ve sıkıntı çektiriyorlar.

İşte bugün bu kitabın özellikle böyle bir zamanda yayına sokulması­nın önemi büyüktür.

Yazar kitabında Velâ ve Berâ hususlarını, gündeme getirmiş bu ko­nuda bir çok alimin görüşlerini aktarmış, bunu güzel bir takdim ve hazır­lıkla ortaya koyabilmiş. Kendisi söylenmesi gereken şeyler varsa söyle­miş, gerekli açıklama ve ilaveleri yapmıştır. Aynı zamanda Kur'ân'dan âyetlere dayanarak, sünnetten sahih hadislere istinad ederek konuyu velâ ve bera açısından ele almış, aynı zamanda sahabe ve seleften bu konuda­ki delilleri de sunarak meseleye açıklık getirmiştir.

Yazar, bütün bunları sunup, delillerini ortaya koyarken, âyetlerin nu­maralarını,'sûre adlarını vermiş, hadis ve eserleri delil olarak sunarken, bunların ne derece güvenilir olduklarım çoğunlukla açıklamıştır.

Gerçekten bu çalışmasıyla yazar, kendisini kanıtlamış, ve konuyu ge­reğince kapsamlı olarak ele aldığını göstermiştir.

Allah'dan dileğim odur ki, müslümanlar bu kitaptan gereğince ya­rarlansınlar. Kitap sayesinde, yazarla aynı düşünce ve inançtaki kimsele­rin artmasına vesile olsun. Aslında beklentimiz çok büyüktür. Beklenti Allah için önemlidir ve dileğimiz odur ki, bu değerli prensipleri günümüz gençliği öğrensin, evet İSLAM dininin zafere erişme prensiplerini, bugün yok olmaya yüz tutmuş gerçeklerin yeniden diriltilmesi prensiplerini öğ­rensin ki, zafere gidebilsin. Gerçekten Rabbîm dualara icabet edendir.

 

                                                                                                                                               Abdurrezzak Afifi

 

 

ÖNSÖZ

 

Rahman Ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla!

 

Gerçekten Hamd Allah'a mahsustur. O'na hamdederiz ve O'ndan yardım dileriz. Mağfireti O'ndan ister, doğru yola iletilmemizi O'ndan bekleriz. Nefislerimizin kötülüklerinden ve amellerimizin fenalıklarından Allah'a sığınırız.

Allah (c.c), kimi hidâyette kılmış ise, o gerçekten hidayete erişmiş­tir. Kimi de dalâlette ve sapıklıkta kılmış ise, artık o kendisi için bir dost ve mürşid bulamaz.

Şehadet ederim ki, Allah'dan başka bir tek ilah yoktur ve O'nun eşi ve benzeri de yoktur. Yine şehadet ederim ki, Hz. Muhammed (s.a) Al­lah'ın kulu ve Rasûlüdür. Salât ve seiâm O'na, Ehli Beytine, ashabına ve O'nun yolunu izleyenlere ve onun gösterdiği çizgide yürüyenlere olsun.

Allah (c.c)'ın, Hz. Muhammed (s.a)'in risaletini yani peygamberli­ğini semavî risaletlerin sonuncusu kılması, Rabbimizin bir rahmeti ve kul­larına bir lütfudur. Allah (c.c), o risâleti kamil, saf, temiz ve berrak, bir nizam olarak göndermiştir, O'ndan hafif bir sapma gösteren kesin helak olur. Adı yüce olan Rabbimiz göndermiş olduğu bu risâleti, araştıranla­ra, buna gereğince değer verip uyanlara, Allah'ın emrettiği ve dilediği şe­kilde ona uyanlara ve Peygamberinin bu mesajını alanlara, dünya ve ahi-ret saadetini vermiştir. Böylelerine Allah (c.c), "Allah'ın Velileri = Evliyaullah ve Allah taraftarı = Hizbullah" adını vermiştir.  

Yine Allah (c.c), bu yoldan ve risaletten yan çizenlere ise zillet ve şe­kavet vermiştir. Bu şeriatı terkedenlerin hor ve hakir olacaklarını bildir­miştir. Sıratı müstakimi, (dosdoğru yolu) terkeden bu kimselere de Şey-tan'ın evliyası, yandaşları ve askeri adını vermiştir.

Bu ebedî risaletin ve mesajın adı ve esası Tevhid kelimesidir.

"Lâ ilahe illallah Muhammedun Rasûlullah" "Allah'dan başka hiç bir ilah yoktur = Hakimiyet kayıtsız şartsız Allah'ındır. Muhammed (s.a)

de O'nun elçisi, bu hakimiyetin yeryüzündeki yegane temsilcisidir."

İbn Kayyım el-Cevziyye'nin de söylediği gibi bu büyük kelime için, "mizanlar kuruldu, divanlar konuldu. Cennet ve cehennem pazarı ku­ruldu. Bu sayede yaratılanlar mü'minler ve kâfirler diye ikiye ayrıldı. İyi­ler ve kötüler olarak ikiye taksim olundu. Din, sırf bunun için tesis olun­du. Sırf bu amaçla cihad etmek için kılıçlar çekildi, silahlara sarıhndı. Çünkü bu, Allah'ın tüm kullan üzerindeki hakkıdır."

"Bu kelimenin aslı ve hakikatine gelince: Rasûlullah (s.a)'ın getir­miş olduğu bu gerçeği kesin bilmektir, inanarak doğrulamaktır, dil ile söy­leyip ifade etmektir. Ona sevgi besleyerek boyun eğmektir. İç alemde ve dışta yani batında ve zahirde onunla amel etmektir. Onun hükümlerini yerine getirip infaz etmektir. İmkan nisbetinde ona davette bulunmaktır. Ona karşı bu kelimenin kemali Allah için sevgi ve Allah için buğzdur. Al­lah için vermek ve Allah için de engellemektir. Ma'budunu da bir tek Al­lah .olarak tanımak ve O'ndan başka hiç bir ilah kabul etmemektir."

Bunun yolu ise: her yönüyle Rasûtullah'a içtenlikle bağlı bulunmak ve ona tabi olmak gözlerini Rasûlullah (s.a)'tan başkasına çevirmemek ve kalb gözüyle Rasûlullah'a yönelmek ile mümkündür. (İbn Kayyım el-Cevziyye)

İşte bu büyük ve önemli kelime, insanların his ve duygularında tüm kavramlarıyla ve iktizasıyla neredeyse değerim yitirmiş bulunmaktadır. Ancak Allah'ın kendilerine rahmetiyle muamelede bulunduğu kimseler müstesna. İşte bu mefhumlardan ya da kavramlardan birisi hatta en önem­lisi "Velâ ve Berâ" konusudur.

Gerçi bu önemli akidevî kavram Allah'ın kendilerine merhamet bu­yurduğu kimseler müstesna müslümanların gerçek hayatlanndaki önemini yitirmiştir..Fakat bu duruma ge'inmesi ise bu kavramın gerçekliğinden ve hakikatından hiçbir şey alıp götüremez.

Velâ ve Berâ, İslâm inancının fiilen uygulanmasıyla mümkündür. Bu yüzden de bu konu müslümamn inancında akidesinin büyüklüğü kadar bir değer taşımaktadır.

Zira yeryüzünde Tevhid kelimesinin gerçekleşmesi ancak Velâ ve Berâ konusunun gerçekleşmesiyle mümkündür. Müslüman bu sayede kimi, ida­recisi kabul edecek ve kimi de düşmanı tanıyacak, öğrenebilir.

Kimi insanlar ise, bu büyük ye önemli akidevî konuyu cüz'î derece­deki ya da ikinci derecedeki şeyler gibi anlamaktadırlar. Halbuki durum tam bunun aksidir. Çünkü bu bir tman, Küfür meselesidir ve Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor:

"Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) veliler (idareci) edinmeyin. Kim onları veli (idare­ci) edinirse, işte onlar zalimlerin'kendileridir.

De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım-akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz tica­ret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Rasûlünden ve Allah yolun­da cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez…” (Tevbe, âyet/23-24).

Rabbim bir diğer âyette şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanlan dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onla­rı dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna yol göstermez." (Maide, 5/51)

İslâm âlimlerinden biri olan Şeyh Hamd b. Atık (rahimetullah) şöy­le diyor:

"Tevhid inancının zarûrîliği ve gerekliliği ve bunun karşıtının yani zıddının haramlığı konusundan sonra Allah'ın kitabında yer alan önemli konu Velâ ve Berâ konusudur. Allah'ın kitabında Tevhid konusundan sonra en çok deliller bu mevzu ile ilgili olarak yer almaktadır. Evet Tev­hid konusu ile Tevhidin zıddı olan şeyin haramlığı konusu dışında, hak­kında en çok delil bulunan konu Vela ve Berâ konusudur."[1]

İslâm ümmeti bu üstün şeriatı ve akideyi yeryüzüne yayıp neşredip hakim,kıldıkları sürece, ayakta uzun müddet kalabilmişlerdir. Böylece in­sanlar kula kulluğu ve ibadeti bırakıp kulların Rabbi olan Allah'a kulluk yolunu seçti. Bu sayede insan, dünyanın dar ve sıkıntılı çerçevesinden kur­tulup dünya ve ahifet genişliğine ermiş oldu.

Peki sonra neler oldu?

Bu ümmet cihadı terkedip, sığırların kuyruklarına sarıldıktan son­ra giderek hep geriledi durdu.

 İslâm'ın zirve noktası olan cihaddan uzaklaşmakla ric'at, geriye kaçış başladı.

Göz alıcı hayata, refaha yönelip, dünyanın aldatıcılığına esir olmakla İslâm ümmetinin dışındaki diğer milletlere uymaya başladı.

Onun saf ve berrak düşüncesi, cahili felsefî akım ve düşüncelerle bulandıktan ve beşeri sistemlerin arkasına takıldıktan sonra İslâm toplu­mu fikir ve düşünce ayrılığına düşmüş oldu.                                   

Artık bundan böyle bu ümmet kâfirlerin itaati altına girdi ve onla­ra boyun eğer oldu. Böylece müslümanlar dünyalarının salâhını ve kur­tuluşu, dinlerini yok etmekle elde eder oldular ki, bu müslümanlar için hem dünya hem de ahiretlerini kaybetme zilletini getirdi.

 

Kafirlere Karşı Olan Bu Dostluk Değişik Tarzlarda Kendisini Gösterdi

 

1- Kâfirlere karşı muhabbet ve sevgi beslenmesi, onlara saygı göste­rilerek Allah dostlarına ve İslâmî idareye savaş açılması. Allah'ın şeriatı­nın yeryüzü hakimiyetine engel olunup yürürlükten kaldırılması. Ona de­ğişik iftiralar yapılarak uygarlığa ve medeniyete engel olduğu düşüncesi­nin yaygınlaşması ve müslümanlar tarafından değer kazanması.

2- Batıda ve doğuda küfür sistemlerinin ve kanunlarının yürürlüğe konulması. Bu küfür kanunlarının İslâm şeriatının yerine konulup hâkim kılınması. Bu arada İslâm şeriatını isteyen herkese gericilik, yobaz ve mu­taassıp adının verilmesi.                                                               

3- Allah'ın Rasûlü Hz. Muhammed (s.a)'in sünneti yani hadisleri hak­kında şüphe uyandırmak. Bu konudaki üstün eserlere ve kaynaklara dil uzatmak. Bize bu sünnetlerin ve kaynakların ulaşmasına hizmet eden de­ğerli İslâm âlimlerinin değerine gölge düşürerek bunu yaygınlaştırmak.

4- Yeni yeni câhilî davetlerin ve geleneklerin yaygınlaştırılması. Bu da müslümanların hayatında yeni bir dinden dönme olayı meydana getir­miş oldu. Meselâ: Turan kavmiyetçiliği, Arap milliyetçiliği, Hintçilik da­vası, vs. vs... gibi.

5- İslâm toplumlarının eğitim ve öğretim yollarından ve kurumların­dan yoksunlaştırüması, bunların programlarının yozlaştırılması, yani eğitim ve öğretimleri üzerinde oynanması... Müslümanlar arasında bütün yön­leriyle zehirli düşünceler ve fikirler yaygınlaştırılarak İslâmî vasıtalardan ve vesilelerden uzaklaştırılması.    

İşte bu ve benzeri durumlar nedeniyle akla bir çok sorular gelmekte­dir. Çünkü oynanan oyunlar sadece bunlar olmayıp değişik, bir çok şekil ve vasıtaları vardır. Bütün bunlar verilecek doğru cevaplar beklemekte-

dirler. Bu cevaplar hem yeterli olmalı hem de Kitap ve sünnetten kaynak­lanmalıdır. Aynı zamanda üstün ve güvenilir âlimlerin görüşleriyle de des­teklenmelidir.

Şimdi akla gelebilen bu sorulardan bazılarını soralım:

a- Müslüman kime intisap edip bağlılık göstermeli?

b- Müslüman kime dostluğunu vermeli, kimi veli edinip, velayeti ki­me vermeli?

c- Bu yetkiyi kimden esirgemeli ve kimlerden uzak durmalı?

d- Kâfirleri dost edinmenin, velayeti onlara vermenin ve onlara yar­dımda bulunmanın hükmü nedir?

e- Bu gün gaflette olanların ve ümmetimizden bizim dilimizle konuş­malarına rağmen buna bağlı olan çocuklarımızın durumu ve revaç bulan bu İslam dışı düşüncelerle ilgili olarak İslamın hükmü nedir?

Bugün ve yarın olmak üzere sürekli olarak dünyanın doğularında ve batılarında işkence ve zulüm gören müslümanlara karşı dostluk nasıl ol­malıdır? Çünkü dünyanın dört bir yanındaki tüm müslümanlar beşeri ve küfrî güçlerin kuşatması ve saldırısı altındadırlar. Bunlara karşı nasıl bir yolun izlenilmesi gerekiyor?...

Artık bugün müslümanlar aklî köleliği kabullendikten sonra bu yol­dan nasıl kurtulabilirler? İşte bu elbiseyi de onlara yabancı kültür vermiş bulunuyordu.

Bu ve benzeri sorular, bize Tevhid kelimesinin gerçek anlamda anla­mını kaybettiğini göstermiş olmaktadır. İşte günümüz müslümanlarınm karşı karşıya bulunduğu gerçek budur. Zira kavramlar gerçek değerini onlar nezdinde yitirmiştir. Böylece Rubûbiyyette birliği, tevhidi ikrar et­mesine rağmen Ulûhiyette (ilahlık, kanun koyuculukta) tevhidi (birliği) kabul etmemekte ve ne acı gerçektir ki, buna rağmen muvahhid olarak, yâni birleyici ve ehli tevhid olarak itibar görmektedir.

Gerçek şu ki: "Lâ ilahe illallah” hem velâ ve hem de berâ noktaları­nı içeren bir kelimedir. Aynı zamanda bu, Tevhidi ulûhiyeti de bildiren bir kelimedir: İşte işin bu yönü hemen hemen hiçbir kimsenin hatırına bile gelmemektedir. Sadece Allah'ın rahmetiyle kendilerine muamelede bulunduğu kimseler müstesna.

Nitekim Merhum Şeyhû'l-İslâm Muhammed b. Abdulvehhab da bu konuda şunları söylemektedir:

"İnsan, Allah'ı bir olarak tamsa ve şirki de terketse fakat müşrikle­re karşı dostluk sürdürürse o kimse yine de doğru dürüst bii müslüman olamaz. Nitekim Rabbim şöyle buyurmaktadır:                                 

"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa- Allah'a ve Rasûlüne düşman olan­larla dostluk ettiğini görmezsin."[2] (Mücadele, 22)                             

Sahabe-i kiram, Allah ve Rasûlüne dostluğun, onların düşmanları­na, düşmanlığın en güze! örneklerini vermişlerdir. Meselâ Ebû Ubeyde, Uhud savaşında babası Cerrah'ı öldürmüştür. Hz. Ebû Bekir (s.a) de oğ­lu Abdurrahman'a karşı çıkmak istemiş, Rasûlullah (s.a) kendisine izin vermemiş, Mus'ab b. Umeyr kardeşi Ubeyd b. Umeyri Uhud savaşında öldürmüştü.

İşte ben bütün bunlara bakarak, İslâm akidesine hizmetin sevgisiy­le, bâtılı sona erdirmek ve hakkı açıklamak için, bütün gayretimi topla­dım ve Allah'dan yardım dileyerek bu kitabı yazmaya karar verdim. Bu konuyu seçtim ve kitabıma da "İslâm'da Velâ ve Berâ" adını verdim.

Gerçi benim gibileri, bilgilerinin azlığı sebebiyle bu anlamda önemli ve geniş kapsamlı bir kitabı hazırlamakta hakkını gereğince veremez, bil­mekteyim. Ancak bu konuda bütün gayretlerimi ortaya koydum, gerekli çalışmayı ve titizliği gösterdim. Böylece kitabın layık olacağı değeri ka­zanmasına gayret gösterdim. Şayet bundan başarılı olabilirsem ki zaten istediğim de budur. Bu başarı başından sonuna dek Allah'ın fazlı saye­sindedir.

Şayet arzulananı elde edememişsem, bundan ötürü de günahımın ba­ğışlanması için Rabbimden bağışlanmamı dilerim. Ayrıca gücümü bu nok­tada ortaya koymam nedeniyle, bu alandaki yapılanmanın tamamlanması için bu yolda bir tuğla da biz koyabilirsek benim için yeterli olacağı ka­naatindeyim.

Ben de salih seleflerim gibi şu sözü söylemek isterim:

"Bana ayıplarımı gösteren kimseye Allah (c.c) rahmetiyle muamele buyursun."                                                                                         

Diğer taraftan bilgi seviyesi ne olursa olsun tüm okuyanlarımdan isteğim, bir hatamı ya da eksiğimi gördüklerinde beni uyarmalarıdır. Al­lah (c.c) kendilerine ecir ve sevap ihsan eylesin. Çünkü onlar böylece bana karşı öğüt verme görevlerini yerine getirmiş olurlar ki, ben de kendilerine gıyaben duacı olurum.

Son olarak değerli hocam Prof. Muhammed Kutub'a da teşekkürlerimi sunmak isterim. Çünkü bu konuyu araştırmada yardımlarını esirgememişlerdir. Böylece Rabbimden isteğim şu, talebesinden hocasının bağışlanması için Rabbinden ecir ve mükafat isterim. Çünkü Allah (c.c) en doğru yolu gösterendir.

Allah'ım amellerimizi isabetli, halis ve samimi amellerden kılsın. Rı­zasına uygun kılsın. Kitabına ve peygamberinin sünnetine uygun kılsın.

Ey Rabbimiz! şayet unutmuş isek ya da yanılarak hata yapmış isek bizi hesaba çekme. Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yükler yükletme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükletme. Ey Rabbimiz! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim mevlâmızsın. Kâfirler(topluluğuna)'e karşı bize yardım et.

KONUYA GİRİŞ

 

"el-Velâ ve'1-Berâ" konusu hakkında söz edebilmemiz için' is­lâm'ın bu konudaki düşüncesini ya da tasavvurunu bilmemiz gerekli­dir. Bunun için de bu hazırlık çalışmasında üç gerçeğe değinmemiz icabetmektedir.                                                                               

1- "Lâilâhe illallah Muhammedün Rasûlüllah" Kelime-i Tevhid'i ile temsil edilen İslâm gerçeğini ve bu kelimenin delalet ettiği hususla­rı ve şartlarını bilmemiz gerektiği..                                        

2- "el-Velâ ve’l-Berâ" konusunun Tevhid kelimesinin ayrılmaz birer parçası olduğunun bilinmesinin zarûrîliği...          

3- İslâm ile çelişen Şirk, küfür, Nifak ve riddet olaylarım bilme­miz icabetmektedir.                                                                  

İşte benim asıl amacım, gücüm oranında İslâm gerçeğini ve bu­nunla çatışan şeylerin gerçekliğini ortaya koymaktır. Bu arada el-velâ ve'1-Berâ gerçeğini de tüm açıklığıyla ortaya koymak, bu iki noktanın müslümanın hayatındaki önemini vurgulamaktır. Çünkü Velâ ve Bera konusu bu akidenin ve inancın bir parçasıdır. Bu itibarla mutlaka bu akidenin temeli olan Tevhid kelimesi hakkında konuşmalıyız. Di­ğer taraftan bu akidenin yani inancın doğru bir şekilde anlaşılıp öğre­nilmesi de her müslüman için zorunludur. Zira kendisi ancak bu saye­de kime dostluk beslemeli, kime yetki vermeli, kimi düşman bilmeli ve kimden yetkiyi esirgemeli. Zira bir inanç ve akide düşünün ki, o akidenin olgun şer'î anlamda kimi dost bilmeli, kimi de düşman tanı­malı konusu ortaya konulmadan gerçekleşmiş olsun.

Sonra Müslüman Hz. Peygamber (s.a)'in davetinin asıl amacını ve bu davet gerçeğini tanıması, bunun insanlık tarihinde meydana ge­tirmiş olduğu değişikliği bilmesi, öğrenmesi gerekir. Bununla da ye­tinmeyip, müslümanın onu tanıdığı, bu sayede tanıma ve öğrenme fır­satını bulduğu rabbine, dinine ve peygamberine karşı ne gibi görevle­rinin olduğunu bilmesi de icabetmektedir. İşte müslüman bunları tanıyıp öğrendiği, tâ ilk andan itibaren meydana getirdiği mutluluk kül­tür ve medeniyeti sayesinde mutlu olabildi. Zira insan mutluluğu an­cak Rabbini, dinini ve peygamberini tanımakla, bilmekle ve öğrenmekle kazanabilir.

Gerçekten bu, üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir nokta­dır. Zira bu davetin geldiği sıralarda insan oğlu koyu ve cahili karan­lıklar girdabında, kör ve sapık bir gidişin içinde yuvarlanıp durmakta idi. İşte bütün bunlardan sonra yani ölümlerinden sonra Allah (c.c) kendilerini kurtardı ve tekrar hayata iade etti. Nitekim Rabbim şöyle buyurmaktadır:

"Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yü­rüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkmayan kimse gibi olur mu?" (En'âm, 6/122)                                                        

Nitekim bu durumu, tüm sahabenin yaşadığı manasıyla değerli sahabî Mikdâd b. Esved (r.a), en güzel bir şekilde dile getirmişlerdir. Ebû Nuaym'ın "Hilye" adlı eserindeki bu rivayette Hz. Mikdad[3] şöyle buyurmuşlardır:

"... Allah'a yemin ederim ki, Rasûhıllah (s.a) peygamberlerden herhangi birisinin gönderildiği şiddetli durumlardan en şiddetlisiyle gön­derilmiştir. O koyu bir cahiliye ve boşluk döneminde peygamber ola­rak gönderilmiştir ki, bu dönemdekiler puta tapıcılıktan daha üstün bir din kabul etmiyorlardı. O (s), Furkan ile gönderildi ve bu sayede hak ile batılın arasını, ayırdı (kesin çizgi belirlenmiş oldu). Baba ile çocuğunu ayırdı. Öyleki kişi babasını, ya da çocuğunu veya kardeşini kâfir olarak görürdü, -Ki Allah (c) böylelerinin kalp gözlerini imana açmıştı, -bu sayede o, cehenneme girenlerin helak olduğunu bilsin, hiç bir şekilde gözü, bu manada arkada kalmasın. Çünkü o müslüman böylece ciğer paresinin cehennem ateşinde olduğunu bilecektir. Nite­kim Rabbim şöyle buyurmaktadır:

"Rabbimiz! Bize gözümüzü « aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla.[4] (Furkân, 74)."

Müslümanlara hidâyet yolunu gösteren Kur'ân'ı Kerîm bu meş­hur cahiliyeden şöyle sözetmektedir:

"Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı sanlın (yapışın); par­çalanmayın. Allah'ın size olan nimetlerini hatırlayın: Hani siz birbiri­nize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O'nun ni­meti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukuru­nun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı, tşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulaşınız." (Âl'i-lmrân, 3/103)).

Sahabe -Allah kendilerinden razı olsun- cahiliyenin gerçek yapı­sını tanıdıktan ve bu arada islamı da öğrenip tanıdıktan sonra, tarihin tanıdığı en seçkin toplum meydana geldi.

Ancak bu seçkin toplum Kur'ân eğitimi ve peygamberi öğrenim sayesinde oluşmuştur. îşte bu seçkin nesil İslâm davetini yayma nok­tasında tarihin tanık olduğu en üstün toplum olarak bilinmektedir, Bu, bir gerçek ve vakıadır.

Tarihten okuduğumuz ve dinlediğimiz bu azametin sırrı nedir? Sanki rüya gibi bir şeydir. Bugün bizim, erişebildiğimiz aşağılık eğlen­ceye nazaran o adeta bir rüya gibi gelmektedir bize|jşte bu kuşaktan herhangi birisi İslama girdiğinde, üzerindeki tüm cahili kirleri ve pas­ları silkeleyip atıyor, böylece o karanlık ve kirli dünyadan tamamen uzaklalaşabiliyor, o cahilî düzenin kısır tasavvurundan ve bozuk dü­zen kavramlarından tamamen sıyrılarak kendisini kurtarabiliyordu. O böylece maddeye ve kula kulluktan kurtuluyor, gerçekten huzur veren bir hayata, kendisini ilahî nur ile dolduran dopdolu bir aleme, her yö­nüyle kapsamlı bir düşünce ve tasavvura yöneliyor, böylece her türlü kölelikten kurtularak sadece Aziz ve Celîl olan Allah'a kulluğu yeğli­yordu* kabulleniyordu.[5]

Gerçekte bu başarının sırrı ve bundaki azamet, Rasûullah (s.a)'ın başlangıç noktası olarak ele aldığı nokta idi ki bu, "Lâ ilahe illallah Muhammedün Rasûlüllah" kelimesiydi. Bu öylesi bir kelime idi ki, islâmî olmayan tüm bağları koparıp attı, İslâm akidesi dışındaki tüm ilişkiler ve bağlar yok edildi. Sadece İslâm akidesi temel olarak, Allah için sevgi ve imana dayalı bir kardeşlik bağı teessüs ediyor, bu bağla­rın dışındaki tüm cahili sistemler, ırka dayalı düşünceler, renkleri ilgi­lendiren tasavvurlar, kan ve toprak bağları bir kenara itiliyordu. Bü­tün bunların yerine bir tek bağ esas alındı. O da yukarıda değindiği­miz İslâm akidesi idi.

Müslim'in Sahihinde Hz. Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet ettiğine göre, Rasûlüllah (s.a) şöyle buyurmuşlardır:

"Allah (c.c), kıyamet gününde şöyle buyuracaktır: Nerede benim Celalim (azametim) için sevişenler? Benim gölgemin dışında hiç bir gölgenin bulunmadığı bugünde onları kendi gölgemde gölgeleyece­ğim."[6]

Ömer b. Hattab (r.a)'dan rivayete göre Hz. Peygamber (s.a) şöy­le buyurmuşlardır:

"- Gerçekten Allah'ın kullan arasında öyle insanlar vardır-ki, bun­lar ne peygamberdirler ve ne de şehit. Ancak kıyamet gününde, bun­ların Allah nezdindeki makamları, nedeniyle hem peygamberler hem de şehitler kendilerine imrenirler. Bunun üzerine sahabe dediler ki:

- Ey Allah'ın Rasûlü, bunların kimler olduğunu bize haber versenize? O (s.a) şöyle buyurdu:

"Onlar öylesi bir kavim (toplum)dırlar ki, aralarında herhangi bir yakınlık (akrabalık) bağı olmaksızın Allah rızası için sevişirler, (yine) birbirlerine alıp verecekleri bir mal bağı olmaksızın sevişirler. Allah'a yemin ederim ki, bunların yüzleri tamamen nurdur. Gerçekten bunlar nûr üzeredirler (hakikat üzere bulunurlar). İnsanlar korkarlarken on­lar korkmazlar, yine insanlar mahzun olurlarken onlar üzülüp mah­zun olmazlar. Daha sonra Hz. Peygamber (s) şu âyeti okudular:

''Bilesiniz ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyeçeklerdir de." (Yunus 10/62)[7]     

Hz. Peygamber, Mekke'i Mükerreme'de 13 yıl kaldı ve insanları bu akideye, İslâm akidesine davet etti, o, bu akideyi belli bir müslüman toplumun gönüllerine yerleştirdi. Bu, onların ruhlarını Öyle bir etkiledi ki, tüm davranışları bu akideyi en güzel şekilde sergilediler. Yeryüzünde Allah'ın yüce kelimesini yaymak için bu alanda cihadı sü­rekli tuttular. Medine'i Münevvere'de Hz. Muhammed (s.a)'in devle­ti hakim oluncaya dek bu davet ve cihad sürdü.

Aslında bizi ulûhiyet meselesi hakkında konuşturan ve onun sa­hih bîr şekilde anlaşılması gereğinden bahsettiren ana etken günümüz insanının bu konuda artık tam bir ihtiyaç içinde olmasıdır. Çünkü bu davayı getiren İslâm'dır, O halde onu en doğru bir şekilde öğrenmek gerekmektedir. Günümüz insanlığı bütün yönleriyle onun açıklanma­sına ve izahına muhtaç durumdadır. Zira Allah'ın kendilerine rahme-tiyle muamele buyurduğu pek az kimse dışında, Hz. Peygamber (s.a)'in getirmiş olduğu bu sapasağlam akideyi unutmuşlar ve ondan uzaklaş­mışlardır.

Öyle ki bu mesele, Müslüman toplumların gerçekten büyük bir çoğunluğunun sadece dillerinde dolaşır olmaktan öteye geçemez bir hal almıştır. Ne anlama geldiğini düşünmeksizin ve gereklerini de ye­rine getirmeksizin sadece dillerinde dolaşan kuru bir laf..

İş sadece bununla da kalmıyordu. Aksine bu, itikadın gereği olan istişhâd için bazı nassların ortaya konmasına kadar varıldı. Ancak bu meseleyle ilgili olarak nassların mükemmeline bakılmadı, ilim erbabı­nın eserlerinden açıklama yapılması için onlara başvuruda da bulunul­madı. O kitaplar; hadis kitapları ve şerhleri, tefsir kaynaklan ve şerh­leri olarak bilinen değerli kaynaklardır. Bütün bunları tarih boyunca ortaya koyanlar ise değerli davetçilerle toplumları ıslah etmeye çalı­şanlardır.

Bir diğer nokta da ibadet kavramının ve ahiret hayatları bağla­mında taşıdığı kapsamlı ve kamil manasını yitirmiş olmasıdır. Bunun sadece pek az bir bölümü yerine getirilmektedir ki, bunlar da namaz, oruç, zekat ve Hac gibi taabbudî hususlardır.

Hayatın üzerinde yapılanıp yükseldiği ya da onun sayesinde ayakta durduğu nizama gelince? Velâ kimin için olacaktır. Kime dostluk ku­rup yetkimizi vermeliyiz? Ve bera' kimden olacaktır ve kimden uzak durmalıyız? Kime karşı sevgi beslemeliyiz ve kimlere buğz ve kin bes­lemeliyiz meselelerine gelince...?

tşte bu soruların cevabının gereğince verilmesi meselesi onların düşünce ve tasavvurlarından ve fikir alanlarından tümüyle uzaktır.

Aslında bu din, sadece Rubûbiyette tevhidi (bir tekliği) içermez. Rubûbiyette tevhidle birlikte ayni zamanda Ulûhiyette de tevhidi (bir tekliği), isim ve sıfatlarda da tevhidi gerektirir ki, bütün bunların yü­ce Allah'ın Celâl ve azametine yaraşır bir şekilde olması gerekmektedir.

Bir İslâm âliminin söylediği gibi; "Rasûlüllah (s.a)'ın hayatını bir düşünün. O müşrikleri şirklerinden uyarmaya başlamıştı, şirkin kar­şıtı yani zıddı olan Tevhidi onlara emrediyordu. Müşrikler önceleri bunu pek umursamıyorlar, buna karşı herhangi bir tedbire de gerek duy­muyorlardı. Hatta bunu önceleri güzel bile buluyorlardı. Bu yüzden bizzat buna girmeyi isteyenler vardı. Ancak ne zaman ki Hz. peygamber açıkça onların dinlerine yöneldi ve hedef seçti, âlimlerinin bilgisizlik ve cahilliğini yüzlerine söyledi işte o zaman hepsi önceleri sempatiyle karşıladıkları dine ve O'nun Rasûlüne topyekun cephe aldılar ve ona karşı çıkmak üzere kollarını sıvadılar. Artık hem Hz. Peygamber (s)'e ve ashabına düşman olmuşlardı. Bu düşmanlığı şöyle dile getiriyorlardı.

"Ahlâkımızı kötülüyor, dinimizi ayıplıyor, ilâhlarımıza dil uza­tıyor.”

Bilindiği gibi Hz. Peygamber İsâ (a.s) ile annesine dil uzatmıyor­du, melekler aleyhine bir şeyler söylemiyordu. Ancak şöyle diyordu "Bunlardan medet beklenilmez, zarar ve yarar bunlar elinde değildir" İşte Hz. Peygamber (s)'in onlar için böyle söylemesini hakaret kabul ettiler."

"Şayet siz bu yukarıda anlatılanları öğrenmiş iseniz, o zaman şu gerçeği de anlamış olacaksınız. Allah'ı bir tek varlık olarak tanıyan ve şirki de terkeden bir kimse müşriklere düşman olmadığı ve bu düş­manlığı ve kinini onlara karşı net bir şekilde söylemediği müddetçe İslâmi istikamet üzere değildir. Nitekim Rabbim şöyle buyurmaktadır:

"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babalan, oğulları, kardeşleri, yahut akra­baları da olsa- Allah'a ve Rasû-lüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir." (Mücadele, 58/22)

"Şayet siz, bu yazılanları gerçek anlamıyla kavrayabildiyseniz, ditti bildiklerini savunan bir çok kimselerin onu bilmediklerini, yani Lâ ilahje illallah in ne anlama geldiğini bilemediklerini de öğrenmişsinizdir. Yok­sa durum böyle olmasaydı, müslümanların sabretmesini kim isteyebi­lirdi? Kim onların bu hususta işkence görmelerini, sıkıntı çekmeleri­ni, esir düşmelerini, dövülmelerini, Habeşistan'a hicret etmelerini is­teyebilirdi? Bütün bunlara neden gerek vardı ki? Kaldı ki, Peygmber (s.a) insanların en merhametlisi ve şefkatlisidir. Şayet O, bu hususta bir ruhsat ya da bir kolaylık bulsaydı, mutlaka onlara o ruhsatı kul­lanmalarını veya kolaylıktan yararlanmalarını isterdi, buna izin verirdi.[8]

Madem ki ortada "Lâ ilahe ilîah" Kelime’i tevhidinin gerçek an­lamını bilemeyenler vardır. Mutlaka bu hususun onlara açıklanması gerekmektedir. Bunun delalet ettiği manâ ve hakikati şartları, bunun­la çelişen durumlar ve buna bağlı hususların bir bir açıklanıp ortaya konması gerekmektedir.

İşte şimdi biz burada size bunun açıklamasını sunuyoruz. Bu ko­nuda her türlü yardımı da sadece Allah (c.c)Jdan istemekteyiz.  

TEVHİD KELİMESİ

 

“Lâ İlahe İllallah Mulıammedün Rasûlullah"

 

Bu kelimenin manası şöyledir: "Allah'tan başka hak hiç bir ma-bud yoktur, sadece ve sadece bir tek mabud olan Allah (c) vardır."

İşte bu ifadeyle Tevhid kelimesi, Allah'dan başkasına ilahlık ve­rilmesini reddediyor ve bir tek Allah'a aidiyetini isbat ediyor.[9]

Şeyhul İslâm İbn Teymiyye (r.a) bu konuda şöyle diyor:

"Kalbler için, Allah sevgisinden daha sevimli ve hoş bir şey yok­tur. Aynı zamanda O'nun sevdiği şeylerle O'na yaklaşmaktan daha güzel ve sevimli bir şey de yoktur. Ancak Allah sevgisi, O'nun sevgisi­nin dışında kalan tüm şeylerin sevgisinden uzak kalmakla sağlanır. İn­san Allah sevgisinin dışındaki tüm sevgilere sırt çevirmelidir ki, Allah sevgisi mümkün olabilsin. İşte bu "Lâ ilahe illallah" gerçeğidir. Bu, İbrâhîm Halil (a.s) ile diğer tüm peygamberlerin -Allah'ın salât ve se­lamı onlara olsun- dinidir."[10]  

İşte Tevhid kelimesinin birinci şıkkı yani bölümü yukarıda ak­tardığımız husus idi. Bunun ikinci şıkkına gelince bu, "Muhammedün Rasûlullah" bölümüdür.

Bunun manası da şöyledir: "Rasûlullah (s.a)'ın emrettiği şeyleri derhal yerine getirmek, uzak durulmasını söyleyip yasakladığı her şey­den de uzak kalmak suretiyle Hz. Peygambere her bakımdan tabi ol­mak ve uymak."

Bu noktadan hareketle diyoruz ki: "Lâ ilahe ilallâh" kelimesi hem velâ hem de Berâ hususlarını, hem işin reddi gereken noktasını hem de kabul edilmesi yani isbatı gerekli olan noktayı içermektedir. Bu, Allah'a, dinine, kitabına ve peygamberinin sünnetine, ayni zamanda salih kullarına dost olmayı, veli olarak bunları tanımayı, velayeti de bunlara vermeyi gerekli kılmaktadır. Yine bu, Allah'tan başka tapı­nılan ve ibadet olunan her şeyden ve tağuttan uzak kalmayı gerekli kılmaktadır.[11] . Zira Yüce Mevlâ şöyle buyuruyor:

"O halde kim tâğut'u redde­dip Allah'a inanırsa sağlam kulpa yapışmıştır." (Bakara, 2/256).

Bu konuda Muhammed b. Abdülvehhab da şunları yazıyor: İnsan, Tağut'u inkâr etmediği sürece mü'min olamaz, bunu bilmelisi­niz. Bu husustaki delil ise az önce mealini vermiş olduğumuz Bakara sûresinin (256.) âyetidir."[12]

Kelime-i Tevhid, Allah'ın şeriatını temel kanun olarak kabul et­meyi emreder. Müslümana, Şeriata karşı gerçek manada bağlı kalın­masını ve yetkileri o prensipler çerçevesinde kullanmasını emreder. Ni­tekim Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:                           

"Rahbinizden size indirilene (Kur'ân'a) uyun. Onu bırakıp ta başka dostların peşlerinden gitme­yin. Ne kadar az öğüt alıyorsu­nuz!" (A'raf, 7/3)

Bir diğer âyette de şöyle buyurulmaktadır:

"(Rasûlüm!) Sen yüzünü "hanif" olarak dine, yani, Allah insanları hangi "fıtrat" üzere yaratmış ise o fıtrata çevir." (Rûm, 30/30).

Tevhid kelimesi aynı zamanda tüm cahili sistemlerden ve düzen­lerle hükümlerden uzak kalmamızı da öngörür, gerekli kılar. NitekimRabbim şöyle buyuruyor:

"Yoksa onlar (İslâm öncesi) cahiliyyet hükmünü (idaresini) mü arıyorlar? İyi anlayan bir top­luma göre, hükümranlığı Allah'tan daha güzel kim vardır?" (Maide, 5/50)

Tevhid kelimesi aynı zamanda İslâm dininin dışındaki tüm din­lerden, rejimlerden ve din kabul edilen her şeyden uzak kalmayı ön­görür. Nitekim Rabbim şöyle buyurmaktadır:          

"Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilme­yecek ve o, âhirette ziyan edenlerden olacaktır." (Âli îmrân, 3/85)

Diğer taraftan Kelime-i Tevhîd Red ve kabul açısından hükümler kapsar. Tevhid kelimesi dört şeyi reddederken, dört şeyi de isbat ile kabullenir. Tevhid kelimesinin reddettiği şeyler dört tanedir.

  Allah'tan başka tüm ilahları reddeder,

 Tüm tağutları reddeder.

Endadı reddeder.           

Erbab'ı reddeder.

Şimdi bunları sırasıyla açıklayalım:

İlâhlar: Kendisinden bir iyilik gelmesini beklediğin veya bir kö­tülüğün giderilmesini ondan dilediğin şeydir ki, kim böyle bir inanca sahip olursa, o kimse o şeyi ilah edinmiş olur.

Tâğût: Kendisinden hoşnud kalınarak tapınılan ya da ibadet edil­mek ye saygı gösterilmek için seçilen her şey.

Endâd: Aile, mesken (barınak), soy-sop veya mal gibi şeylerin kişiyi cezbetmesi ya da çekim alanına sokması nedeniyle, kişinin İslâ-mı bırakıp onları üstün görmesidir. İşte böyle şeylere Nidd, çoğul ifa­desiyle Endâd denir. Yüce Mevlâ şöyle buyuruyor:

"İnsanlardan bazıları Allahdan başkasını Allah'a (haşa) denk tanrılar (endâd) edinir de onları Allah'ı sever gibi severler," (Bakara, 2/165).

ıevnıa Kelimesi

Erbâb: Kişinin hakka muhalefet etmesi ve karşı gelmesi ve ken­disine de itaat etmesi için ona fetva veren ve böylece kişiyi itaati altına alan herkes. Rabbim şöyle buyuruyor:

"Onlar, Allah'ı bırakıp da bilginlerini ve rahiplerini Rablar

(Erbab = ilahlar) edindiler." (Tevbe, 9/31).

Tevhid kelimesi, dört şeye de inanmayı gerekli kılar. Yani dört şeyin isbatını öngörür.

a) Sadece Allah'ı amaçlamak ve O'na yönelmeyi emreder.

b) Saygı ve sevgiyi Allah'a karşı göstermeyi gerekli kılar. Zira Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"İman edenlerin Allah'a olan sev­gisi ise, daha güçlüdür." (Baka­ra, 2/165)

c) Korku ile ümit arasında olmayı gerekli kılar. Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine O'ndan başka giderecek yoktur. Eğer sa­na bir hayır dilerse, O'nun kere­mini geri çevirecekte yoktur. O, hayrını kullarından dilediğine eriştirir. Ve O bağışlayandır." (Yûnus, 10/107).

İşte kim bunları biliyor ve tanıyorsa, o Allah (c.c)'dan başkanıy­la olan tüm ilgilerini keser. O hiç bir zaman batılın karanlıklarını bü­yütüp onlara değer vermez. Nitekim Rabbim Hz. İbrahim'den haber verirken -Ona ve bütün peygamberlerimize salat ve selâm olsun- onun putları nasıl kırdığını ve kavminden nasıl ilgisini kesip onlardan uzak bulunduğunu bildirmektedir:

"İbrahim'de ve onunla bera­ber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar ka­vimlerine demişlerdi ki, "Biz sizden ve sizin Allah'dan başka tap­tıklarınızdan uzağız. Sizi tanımı­yoruz. Siz bir tek Alllah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.” (Mümtehîne, 6(/4)[13]

Aslında Kur'ân başından itibaren sonuna dek "Lâilâhe illallah" kelimesinin manâsını açıklamak üzere gönderilmiştir. Bu itibarla o şirki ve benzerlerini reddediyor. Aynı zamanda ihlâsı ve bunun prensiple­rini kabulleniyor. Allah'ın razı olup hoşnud kaldığı her salih amel ve söz aslında ihlas kelimesinin kavram ve kapsamı içerisinde ifadesini bulup yerini almaktadır. Çünkü bunun dine delaleti bir çok yönden olmaktadır. Bunları ya mutabakat manasıyla, ya tazammum mana­sıyla veya iltizamı kavramlarıyla hepsini içermektedir. Yani dini tüm bu anlamlarıyla gerçek manasıyla kapsamına almış olmaktadır.[14]

d) TAKVA: Şer ve isyanı bırakmak, terketmek suretiyle Allah'ın gazabından, azap ve intikamından sakınmaktır. İbadette ihlaslı ve Allah için samimi olmaktır. Allah'ın şeriat olarak gönderip bağlı kalınması­nı emrettiği şeylere uymaktır. Nitekim Abdullah b. Mes'ûd (r.a) şöyle buyuruyor: "Allah'a karşı gelmeyi terketmen, Allah tarafından bir nûr üzerinde olmanın delilidir. Aynı zamanda Allah'ın vereceği cezadan korkman da öyledir."[15]

Ancak Rasûlullah (s.a)'ın ashabı acaba bu kelimeyi tam olarak nasıl anladılar ve tanıdılar? Buna nasıl tam bir şekilde bağlandılar? Tam olarak bu kelimenin hükümleriyle nasıl amel ettiler, hükümleri­ne bağlılıkları nasıl oldu, gereğiyle nasıl amelde bulundular, bunun şartlarını acaba ne şekilde tam olarak yerine getirdiler?

İşte işin bu yönünü değerli İmam Süfyân b. Uyeyne[16] açıklamak­tadır. Muhammed b. Abdulmelik el-Masîsî'nin bildirdiğine göre de­miştir ki:

"Biz hicri 170 yılında Süfyân b. Uyeyne'nin yanında bulunuyor­duk. Bu sırada birisi kendisine İmân hakkında soru sordu. O da ce­vap olarak: "İman, inandığını dil ile söylemek ve onu amel olarak pra­tikte de uygulamaktan ibarettir." dedi. Adam: "İman artar ve eksile-bilir mi?" diye sordu. Hz. Süfyân: "Allah (c.c) dilediğince artar ve eksilir de. Öyle ki -Süfyân parmağıyla işarette bulunarak- bu (parmak) kadarı da kalmaz." diye cevapladı. Adam sorusuna devamla: "O halde yanımızda bulunan bazı kimseler, iman sadece söz (dil) ile söylemek­ten ibarettir, amel (pratikte) uygulama gerekmez, demektedirler. Biz bunlara karşı nasıl davranmalıyız?" diye sordu. Hz. Süfyân cevabın­da dedi ki: "İman'ın sınırları ve hükümleri henüz kesinleşmeden ve belirlenmeden önce durum onların dediği gibiydi. Aslında Allah (c.c), peygamberimiz Muhammed (s.a)'i bütün insanlara:

"Lâ ilahe illallah Muhammedün Rasûlullah" demeleri için pey­gamber olarak göndermiştir. Yani Allah'dan başka ilah yoktur ve Hz. Muhammed de O'nun elçisidir, Rasûlüdür, ikrarında bulunmaları için bütün insanlara göndermiştir ki, bu kelimeyi söyleyip itiraf etsinler. Bunu söylediklerinde, bu sayede kanlarını ve mallarını koruma altına (garantiye) almış olurlar. Ancak Tevhid kelimesinin hakkı olan ceza­lar bunun dışındadır. îmanda samimi olup olmamaları hesabıysa Al­lah'a havale olunmuştur. Allah (c.c), böylece onların kalpleriyle bu kelimeyi söylemelerinde doğruluklarını ve samimiyetlerini tesbit ettirince, bu defa peygamberine, onların namaz kılmalarını emretmesi em­rini verdi.

Hz. Peygamber (s.a) de bu emre uyarak onlara emir verdi ve on­lar da verilen emri yerine getirdiler. Allah'a yemin ederim ki, şayet onlar verilen bu emri yerine getirmemiş olsalardı, bu takdirde ilk ik­rarlarının herhangi bir yararı olmayacaktı.

Allah (c.c), onların bu husustaki emri yerine getirmede kalben sa­mimi olduklarını ortaya koydurunca, bu defa, Hz. Peygamber'e, as­habının Medine'ye hicret etmelerini emretmesini bildirdi. Rasûlullah (s.a)da onlara bu emri verdi, onlar da derhal emri yerine getirdiler. Allah'a yemin ederim ki, şayet bunlar verilen bu ikinci emri yerine ge­tirmemiş olsalardı, bu durumda ne ilk ikrarlarının ne de namaz kıl­malarının kendilerine herhangi bir menfaati olmayacaktı.

"Allah (c.c) onların hicret konusunda da gerçekten içtenlikle doğru ve samimi olduklarını ortaya koydurunca, bu defa onlara tekrar Mekke'ye dönüp orada babaları ve kardeşleriyle kendileri gibi oluncaya dek savaşmalarını emretti (müslümanlarm söylediklerini söylemeleri, namaz kılmaları ve onların hicret etmeleri gibi görevlen yapıncaya ka­dar babaları ve kardeşleriyle savaşmaları emri verildi). Hz. Peygam­ber (s.a) onlara Allah'ın bu emrini iletti, onlar da derhal gelen emri yerine getirdiler. Öyleki inananların içlerinden babasının başım alıp getirenler oluyordu da Hz. Peygamber (s.a)'e şöyle diyordu:. "Ey Al­lah'ın Rasûlü! İşte kâfirlerin başının başı." Vallahi, şayet onlar bu verilen emri yerine getirmemiş olsalardı, bu takdirde ne ilk ikrarları­nın, ne namaz kılışlarının, ne hicretlerinin, ne de savaşmalarının ken­dilerine hiç bir yararı olmayacaktı."

Allah (c.c) onların bu husustaki samimiyetlerini de ortaya koy­durunca, bu defa onların Ka'be'yi tavaf etmelerini, taabbudî olarak bu görevi yerine getirmeleri emrini Rasülüllah'a verdi, aynı zamanda başlarını da bir tezellül olmak üzere traş etmelerini emir buyurdu. Onlar da derhal bu emri yerine getirdiler. Vallahi onlar bu emri de yerine getirmemiş olsalardı, bu takdirde ne ilk ikrarlarının, ne namazlarının, ne hicret etmelerinin, ne de babalarının öldürmelerinin kendilerine bir yaran olmayacaktı."

Allah (c.c), onların bu husustaki kalbî samimiyetlerini ve doğru­luklarını ortaya koydurunca, peygamberine, onların mallarından onu

temizleyecek bir sadaka = zekât almaları emrini verdi. Rasûlullah (s.a) de onlara Allah'ın bu emrini bildirdi, onlar da derhal emri yerine ge­tirdiler. Öyleki herkes gücü oranında az olan azını, çok olan da çoğu­nu olmak üzere alıp getirdi. Allah'a yemin ederim ki, şayet onlar bu­nu yerine getirmemiş olsalardı, ne ilk ikrarlarının, ne namaz kılışları­nın, ne hicret etmelerinin, ne babalarını öldürmelerinin, ne de Ka'-be'yi tavaf etmelerinin kendilerine bir yaran olmayacaktı."

İşte bu minval üzere Allah (c.c) peş peşe göndermiş olduğu emir­lerini, kısaca şeriatını, iman esaslarını ve sınırlarını böylece onların kal­ben tasdiklerini ve doğrulamalarını tesbit ettirdikten sonra, peygam­berine ashabına şu hususu iletmelerini bildirdi:

"Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamam­ladım ve sizin için din olarak İs­lâm'ı beğendim." (Maide, 5/3).

Süfyan b. Uyeyne diyor ki: "Kim iman temellerinden biri olan bu şeylerden herhangi birisini terkeder bırakırsa bize göre o kimse kâ­firdir. Kim de sırf tembelliğinden dolayı onları terkederse veya küçüm­sediğinden ötürü bırakırsa biz onu da te'dip ederdik "-hizaya getirirdik" ve o kimse bu davranışıyla da bize göre fasık sayılır. İşte Sünnet bunu gerektirir. İnsanlardan sana bu hususta soru soranlara, bunu benden kendilerine ulaştır."[17]

İslâm alimleri "Lâ ilahe illallah" Kelime'i Tevhidi için yedi tane şart ileri sürmüşlerdir ki, kişi bu yedi şartın tümünü yerine getirme­dikçe, bunları kendisinden toplamadıkça bazılarının yerine getirilme­sinin sahibine herhangi bir yararı yoktur. Şimdi size bu şartların açık­lamasını sunuyorum.

 

Lailahe İllallah" Kelimesinin Şartları

 

"Öncelikle şunu bilmemiz gerekecektir ki, amaç sadece bu keli­menin lafızlarını saymak ve salt ezberlemek demek değildir. Nitekim nice ammî (cahil) olanlar var ki, o tüm bu şartları kendisinde topla­mış ve gereğini de yerine getirmektedir. Siz böyle bir kimseye, "bu kelimenin sayılarını bize söyle dersiniz de güzel bir cevap veremeyebi-lir. Buna rağmen o kelimenin gereğini yerine getiriyor. Yine nice kim­seler de var ki, bu kelimeyi ezberlemiştir, lafızlarını çok iyi bilmekte­dir, ancak bu tıpkı bir yay gibi geçer gider. Hatta çoğu zamanda gö­rürsün ki, o bu kelimeyle çelişkiyi gerektiren şeylerle meşguldür. Kı­saca muvaffakiyet Allah'ın elindedir."[18]

Vehb b. Münebbih[19] kendisine:

"Lâilâhe illallah" cennetin anahtarı değil midir? diye soran kim­seye şu cevabı vermişdir:

"Elbette öyledir, ancak, o açacak olan anahtarın dişleri varsa! Bilindiği gibi hiç bir anahtar dişsiz değildir. Şayet sen dişleri olan bir anahtar getirebilirsen, senin için cennetin kapısı açılır, aksi takdirde açılmaz."[20]

İşte bu anahtarın dişleriyse, "La ilahe illallah" kelimesinin şart­larıdır. Şimdi diş durumundaki şartları sunmaya başlıyoruz:

1- Bu kelimenin menfî ve müsbet anlamda taşıdığı tüm manaları­nı gereğince bilmek. Bu husustaki bilgisizliğe muhalif olan ne varsa bu alanda tam bilgi sahibi olmak. Nitekim Rabbim şöyle buyur­maktadır:

"Şu halde bil, gerçek şu ki, Allah'tan başka ilah yoktur." (Mu­hammedi 47/19) Yine Rabbim şöyle buyuruyor:

"Ancak kendileri bilerek hakka şahidlik edenler başka." (Zuhrûf, 43/86). Bu âyette geçen "Hakka şahidlik edenler" den maksad şudur "yani hakimiyetin kayıtsız şartsız Allah'a ait olduğunu bilen ve böylece Lâ ilahe illallah (Allah'tan başka ilah yoktur) diye şahitlikte bulunanlar başka." Çünkü ancak bu gibi kimseler dillerinin söyledi­ğini kalbleriyle de bilenlerdir. Nitekim Allah (c.c) bir başka âyette şöyle buyurmaktadır:

"Allah, gerçekten kendisin­den başka ilah olmadığına şahit­lik etti; melekler ve ilim sahiplen     "

de ondan başka ilah olmadığına adaletle şahitlik ettiler. Azîz ve Hakini olan O'ndan başka ilâh yoktur" (Âl-i İmrân, 3/18).                                                                     

Müslim'in Sahih'inde Hz. Osman (r.a)'den rivayet olunan bir ha­dise göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır:        

"Bir kimse, Allah'tan başka hiç bir ilah olmadığım bilerek bu iman üzere ölürse cennete girer."[21]

2- Şüpheye yer bırakmayan gerçek anlamda iman (yakînî mana­da iman): Bunun anlamı şudur: Kişi, bu kelimenin ne manaya geldiği­ni kesin olarak bilerek söyleyecektir. Kısaca kelimeyi söyleyen kimse bunun medlulünü ve içeriğini bilecektir, hem de kesin bir iman ile bu­nu bilmek zorundadır. Çünkü iman denilince, onda zannın yeri yok­tur, onda kesin bilgi şarttır.[22] Nitekim yüce Allah (c.c) şöyle bu­yuruyor:

"Mü'min olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah'a ve Rasûlüne iman ettiler, sonra hiç bir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihâd ettiler, işte onlar, sadık (doğru) olanların ta kendileridir." (Hucurât, 49/15).

Müslim'in Sahihinde Ebû Hureyre (r a)'den rivayet olunan hadi­se göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır:

"Allah'dan başka ilah olmadığına ve benim de Allah'ın Rasûlü olduğuma şehadet (tanıklık) ederim. Herhangi bir kul bu iki kelimey­le (cümleyle) hiç bir şüpheye yer bırakmaksızın Allah'ın huzuruna böyle bir iman ile çıkarsa, karşılığında kesin cennete girecektir."[23]

Bir başka rivayet ise şöyledir:

"Herhangi bir kul bu iki kelimede şüphe etmeksizin Allah (c.c) ile karşı karşıya gelirse, cennet onu örtüsü altına alır"[24]

Yine Ebû Hureyre'den rivayet olunan uzunca bir hadiste şu ifa­deler yer alıyor: "Şu duvarın gerisinde karşılaşacağın kimse, kesin ola­rak Allahdan başka ilah olmadığına kalben şehadette bulunuyorsa, her­hangi bir şüpheye yer bırakmıyorsa, ona cenneti müjdele."[25]

"Kurtubî de Sahihi Müslim üzerine yazmış olduğu "el Müfhim Alâ Sahihi Müslim adlı kitabının "Sadece iki şehadet kelimesini sözle söylemek yeterli değildir" başlığı altında şu bilgiyi sunmaktadır:

"Aksine kesin olarak kalben iman etmesi gereklidir." İşte bu açık­lama sapık mürcie mezhebinin doğru bir mezhep olmadığına da işaret etmiş oluyor. Çünkü bunlar, kişinin sadece dil ile şehadet kelimesini söyleyen kimseleri, kalben iman etmeseler de imanlı saymaktadırlar. Halbuki bu konuya ilişkin hadisler, bunun fasid ve bozuk bir görüş olduğun göstermektedir. Kaldı ki, bu mezheb, şeriatçe fesadı ortaya konan bir mezheptir. Çünkü şeriatı gereğince bilen bir kimse, bu mez­hebin münafıklığı ve iki yüzlülüğü caiz gördüğünü bilecektir. Halbu­ki münafıkın sahih ve sağlam bir imana sahip olduğuna hüküm ver­mek ise kesinlikle batıl ve geçersiz olan bir görüştür."[26]

3- Bu kelimenin gerektirdiği tüm koşulları hem kalbiyle hem de diliyle kabullenecektir. Nitekim Allah (c.c) bize bunu kabul edenlerin kurtulduklarım, kendisi tarafından kurtarıldıklarını, kaçınıp reddeden­lerden de intikam alındığını şöylece bildirmiştir:

"İşte böyle senden Önce de (herhangi) bir memlekete bir pey­gamber göndermiş olmayalım, mutlaka onun 'refah içinde şıma-np azan önde gelenleri! (şöyle) de­mişlerdir: Gerçek şu ki, biz, ata­larımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk ve doğrusu biz, onlann iz­lerine   (eserlerine)  uymuşlarız!

 (peygamberlerden her biri de şöyle) demiştir: Ben size, atalarınızı üs| tünde bulduğunuz şeyden daha doğru olanını getirmiş olsam da mı? Onlar da demişlerdir ki: Doğrusu biz, kendisiyle gönderildiğiniz şeye (karşı) kâfir olanlarız."                                                                

"Böylece biz de onlardan intikam aldık. Öyleyse, sen bir bak ver; yalan sayanların sonu nasıl oldu?" (Zuhrûf, 43/23, 24, 25).

Rabbim yine buyuruyor ki:                                                   

"Sonra, biz, peygamberleri­mizi ve iman edenleri böyle kur­tarırız; müminleri kurtarmamız da bizim üzerimize bir haktır."

(Yunus, 10/103).

Bir başka âyette ise şöyle buyurulmaktadır:

"Muhakkak onlara: 'La ila­he illallah"denir (ve tevhide da­vet edilirlerse, yüz çevirip, teklif                                                     im edene) büyüklük taslarlardı. Ve derlerdi ki: ‘Biz, ilahlarımızla ibadet) i deli bir şair (sözü) için mi terk edeceğiz." (Saffât, 37/35,36)[27]                                              

4- Dördüncü şart olarak bu kelimenin delalet ettiği ve kapsamına almış olduğu tüm şeylere inanıp bunlara boyun eğmek ve buna müna-fi ve aykırı gelen her şeyi de terketmektir. Zira Allah (c.c) şöyle bu­yurmaktadır:                                                                               

"Size azab gelmezden önce (tevbe ederek) Rabbinize dönün ve (tevhid ve ihlas ile) Ona teslim olun." (Zümer, 39/54)                 

Bir başka âyette ise Rabbim şöyle buyurmaktadır:                

"İçlerinde doğru olarak ken­dini Allah'a veren ve İbrahim'in, Allah'ı bir tanıyan dinine tabi olan kimseden dince daha güzel kim vardır?" (Nisa, 4/125)

Yine Rabbim buyurdu ki:

"İyi davranışlar içinde ken­dini bütünüyle Allah'a veren kim­se, gerçekten en sağlam kulpa ya­pışmıştır." (Lokman, 31/22)

Burada "en sağlam kulp" ifadesiyle amaçlanan "Lâ ilahe illallah" kelimesine yapışmaktır.

Nitekim bir hadislerinde Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmaktadır:

"Sizden herhangi biriniz heva ve isteklerini benim getirdiğime tabi kılmadıkça (uydurmadıkça) mümin olamaz."[28]

İşte bu, gerçek manada boyun eğmektir ve gaye de budur. Zira Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Hayır; Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hu­susunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın (onu) tâm manasıyla kabüllenmedikçe iman etmiş olmazlar." (Nisa, 4/65)

İbn Kesîr merhum bu âyetin tefsirinde şunları yazmaktadır:

"Allah (c.c) yüce zatına yemin ederek, bütün işlerinde kişi Allah Rasûlünü hakem tayin etmediği müddetçe iman etmiş olamayacağını çünkü o peygamberin vermiş olduğu hükmün ister gizli ister açık ol­sun her zaman bağlanılması gereken bir farz ve hak olduğunu, kimse­nin böyle bir hakka ve farza uymamazhk etmemesi gerektiğini bildiri­yor ve şöyle buyuruyor:

"... sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiç bir sıkıntı duymak­sızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar."

Yani seni hakem olarak tayin ettikleri zaman sana kesinlikle ve içtenlikle iman ve itaat ederler. Hakemlik yaptığın konuda hiç bir za­man kendi nefislerinde bir sıkıntı da duymayacaklardır. O hükmü açık ya da kapalı olsun eleştirmeyeceklerdir. Herhangi bir engel ve savun­maya başvurmaksızın tarn bir teslimiyetle verdiğin hükmü kabullenip teslim olacaklardır. Nitekim hadiste şöyle varid olmuştur:

"Varlığım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sizden herhangi biriniz benim getirdiğime heva ve isteklerini uydurmadıkça mümin ola­maz."[29]

5- İçine yalan girmeyen katıksız bir doğruluk: Bu beşinci şarta göre kişi tevhid kelimesini içtenlikle kalbinden söyleyecek, kalbinin söy­lediğiyle dilinin ifade ettiği arasında kesin uyum olacaktır. Nitekim Rabbimize şöyle buyurmaktadır:

"Elif, Lam, Mim. İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece "iman ettik" demeleriyle bırakı-lıvereceklerini mi sandılar? An­dolsun ki, biz onlardan öncekile­ri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıka­racak,   yalancıları   da   mutlaka   ortaya   koyacaktır."   (Ankebût,, 29/1,2,3 )[30]

Yine Rabbim bir diğer âyette şöyle buyuımaktadır:

"İnsanlardan bazıları da var­dır ki, inanmadıkları halde "Al­lah'a ve ahiret gününe inandık" derler. Onlar (kendi akıllarınca) güya Allah'ı ve müzminleri alda­tırlar. Halbuki onlar ancak ken­dilerini aldatırlar ve bunun farkın-                                                 da değillerdir. Onların kainlerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalan sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır. (Bakara, 2/8,9,10),                                                                     

Buharı ve Müslim Sahihlerinde Muaz b. Cebel (r.a) yoluyla Rasûlüllah (s.a)'dan şöyle bir hadis rivayet etmişlerdir: "Herhangi bir kimse, Allah'tan başka ilah olmadığına, Hz. Muhammed'in de ger­çekten Allah'ın kulu ve Rasûlü olduğuna tüm kalbî doğruluğuyla söy­leyip şahitlik ederse, Allah (c.c.) ona cehennem ateşini haram kılar."[31]

Allame İbn Kayyım da şunları yazmaktadır:

"Lâ ilahe illallah, kelimesini tasdik edip doğrulamak demek, onun yükümlü kıldığı tüm hakları gereğince kavrayıp yerine getirmektir ki, işte bu da İslâm şeriatı demektir. Kısaca İslâm şeriatı, bu tevhid keli­mesinin etraflı bir şekilde ortaya konması demektir. Onun tüm haber­lerini tasdik edip doğrulamak, bütün emirlerine bağlanıp yerine getir­mek, ayni zamanda bütün yasaklarından da kesinlikle uzak durmak­tır. Gerçekte bunu tasdik edip doğrulayan kimse, o kelimenin gerek­tirdiği tüm yükümlülükleri yerine getiren kimse demektir. Bilindiği gibi, kişinin mal ve can güvenliği mutlak olarak ancak bu kelimenin gerek­lerini ve getirdiği yükümlülükleri yerine getirmekle ve aynı zamanda bu kelimenin tüm haklarını ifa edip korumakla sağlanır. Aynı zamanda mutlak olarak azaptan kurtulmanın yolu da bu kelime ile ve onun hak­larını yerine getirmekle mümkündür.[32]

Nitekim bir hadislerinde Rasûlullah (s.a) efendimiz şöyle buyur­maktadırlar: "Benim şefaatim, Allah'tan başka ilah oimadığına ( = Lâ ifehe illah kelimesine) şehadet eden ve bunu samimiyetle yerine ge­tiren içindir. Böylesi, kalbinin inandığını dili ile söyler, dilinin söyle­diğine kalbi de kani olur."[33]

İbn Receb Hanbelî de suları söylüyor: "Diliyle "Lâ ilahe ilallah" deyip sonra da şeytana itaat eden, heva ve istekleriyle Allah'a isyan edip muhalefette bulunan kimse, onun fiili yani yaptıkları söyledikle­rini yalanlamış olan kimsedir. Böylece bu kimse masiyeti ve isyanı ora­nında, şeytana ve isteklerine boyun eğmesi nisbetinde tevhidinin ke­malini eksiltmiş kimse demektir.Nitekim yüce Mevlâ şöyle buyur­maktadır:

"Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevâsina uyandan daha sapık kim olabilir?" (Kasas, 28/50).                            

Bir başka âyet meali de şöyledir:                 

"Hevâ ve hevese uyma, sonra bu seni,Allah'ın yolundan saptı­rır."(Sâd,38/26)[34]                                                         

6- îhlas, kısaca samimiyet. Bu, kişinin tüm'şirk şaibelerinden ye kötülüklerinden arınmak suretiyle salip ve iyi bir niyetle amelini ve işini arıtması, temize çıkarmasıdır.[35]                                                  

Yüce Mevlâ şöyle buyuruyor:

"Uyanık olun, (şüphe ve şirkten) halis olan (arınmış olan) difi, yalnız Allah'ındır." (Zümer, 39/3)                                              

Bir diğer ayet meali de şöyledir:                                            

"Halbuki onlar, O'nun dininde ihlas sahipleri ve hanifler bata* inanç ve itikadları terkedip İslâm'a bağlananlar) olarak Allah'a iba­det etmelerinden, namazı dosdoğru kılmalarından, zekatı vermelerinden başkasıyla emrolunmadılar. (Bütün ilahî kitapların bildirdiği) dos­doğru din, işte budur!" Beyyine, 98/5)                                      

Ebû Hüreyre (r.a)'nin Rasûlullah (s.a)'tan rivayet ettiği bir ha­diste, Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır:                                

"Kalbinden veya ruhundan içtenlikle Lâ ilahe illallah diyen kim­seler, benim şefaatim sayesinde insanlar içerisinde en mutlu olan kim­selerdir."[36]

Yine Müslim'in Sahîh'inde rivayet olunduğuna göre, Utbân b. Mâlik[37], Hz. Peygamber (s.a) efendimizden şöyle bir hadis rivayet et­miştir:

"Kim, "Lâ ilahe illallah diyerek, bununla sadece Allah rızasını isterse, kesin olarak Allah (c.c), ona cehennem ateşini haram kılar."[38]

Nesaî'nin "el-Yevm ve'I-Leyle" adlı eserinde Sahabeden iki kim­senin Rasûlullah (s.a)'tan şöyle bir hadis rivayet ettiklerini zikreder;

"Kim kalbinden içtenlikle ve ihlas ile; "Lâ ilahe illallahu vahde-hu lâ şerike leh, Lehulmülkü ve lehul Hamdu ve Huve alâ külli şey'in Kadîr' derse ve bu dediğini dili de doğrularsa, Allah (c.c), bu kelime­ye gök kapısını Öylesine bir açar ki, yeryüzü halkından herhangi bir kimse bu kelimeyi ihlash olarak söyleyen kimseye (Allah) rahmetiyle nazar eder de (şöyle der): "Allah'ın kendisine rahmet nazarıyla baktı­ğı kimseye, Allah'ın o kimsenin arzusunu vermesi bir hak (ve gö­revdir"[39]

Fudayl b. İyad (r.a) da demiştir ki: "Şayet kişinin ameli halis olup, doğru olmazsa, kabul olmaz, eğer doğru olup ihlash olmaz ise yine kabul olmaz. Ancak hem doğru ve hem ihlash olması halinde kabul olunur. Halis demek, yapılan amelin sırf Allah rızası için yapılmış ol­ması demektir. Doğru demek ise, yapılan amelin sünnete uygunluğu demektir."[40]

Nitekim Allah (c.c), Kur'ân'ı Azim'inde Tevhidinde ihlas sahibi olan ile şirk koşan kimse için çok açık ve net bir örnek Vermektedir. Rabbim buyuruyor ki:

"Allah, çekişip duran bîr çok ortakların sahip olduğu bir adam (köle) ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı (mü'mini) misal olarak verir. Bu ikisi eşit midir?" (Zümer, 39/29)

Merhum üstad Seyyid Kutub da tefsirinde şunları yazıyor: "İşte bu bir örnektir ki, Allah (c.c), Tevhid sahibi kul ile müşrik olan kulun halini böylece göstermiş olmaktadır. Öyle bir kölelik durumu ki, bir tek kölenin sahibi bir kaç kişidir ve bunlar ortaklıkları sebebiyle de birbirleriyle çekişip durmaktadırlar. O köle onlar arasında tevzi oluiî-muş, her bir ortağının onun üzerinde bir bakıma yönetme hakkı var­dır . Her bir sahibinin onun üzerinde yükümlülükleri bulunmaktadıf. Böylece köle bunlar arasında şaşkın bir haldedir. Adam bu bakımdan bir çizgide duramamaktadır, hangisinin emrini yerine getireceğini biı-miyordur ve şaşkınlık içerisindedir. Ama diğer taraftan bir köle düşü­nün, tek bir efendisi vardı. Köle efendisinin kendisinden ne istediğini bilmektedir, bu bakımdan kendisini onun istekleri ile sorumlu bulun­durmaktadır. Bunun için de müsterihtir, kesin bir çizgide ve yoldadıir, yolu da açıktır." İşte bu ikisi hiç bir zaman bir ve eşit olabilirler mi? Hayır. Çünkü bir tek efendiye bağlı bulunan ve ona boyun eğen kini­şe, bu bakımdan işini en iyi bir şekilde bilmekle rahat bir çizgidedir, bu çizgi üzere nimetlenmektedir. Bu itibarla yapacağı hizmette, tüf)i gücünü ve hizmetini tek amaca teksif ederek yoğunlaştırmış olmakta­dır. Gittiği yol da açıktır."

"Ancak bir çok kimsenin görev ve yükümlülüğü altında olan kö­leye ya da kimseye gelince, her zaman huzursuz, adeta işkence çek­mektedir. Çünkü istikrarlı bir hali yoktur adamın. Hepsini hoşnud kfı-ması bir tarafa, efendilerinden bir tekini bile memnun edememektedir ."

"İşte bu örnek çok açık bir şekilde Tevhid gerçeğini ortaya Ko­yarken şirk gerçeğini de bütün yönleriyle açıklamış olmaktadır. İnanmış olan kalb, Tevhid gerçeğini içine sindirmiş kimsededir ki, bu kirfı-se Allah'ın göstermiş olduğu yolda yürüyordun Yardımını sadece Al­lah'tan istemekte, her yönüyle Allah'a yönelmiştir ve bir tek onu ta­nımaktadır."[41]                                                                 

Şeyh Kasımı merhum da şunları yazmaktadır:                      

Esas amaç, yöneliş tevhidinde yani bir teklikte Mâbud'un Tevhi­di yani bir tekliğidir. Tüm ayrıhkarı söküp atmaktır. Nitekim yüce lâ şöyle buyurmuştur:

"...Darmadağınık   birçok (düzme) tanrılar mı hayırlıdır, yoksa (zat ve sıfatında hepsine ve herşeye gâlıp ve) kahhar olan bir tek Allah mı?" (Yusuf, 12/39)[42]

Aslında İslâm, gerçek anlamda ve tam manasıyla, bir tek olan Al­lah'a teslimiyeti, Allah'dan başkasına gönül bağlamayı ise terki ge­rektirir. İşte bu gerçek manada "Lâ ilahe illallah" kelimesinin mana­sıdır. Bir kimse hem Allah'a ve hem de başkalarına teslim olmuşsa o kimse müşriktir. Kaldı ki, Allah (c.c) kendisine şirk yani ortak ko­şanları hiç bir zaman bağışlamaz. Bu bakımdan kim Allah'a teslim olmaz ve kibirlilik ya da büyüklük gösterirse, Allah'a ibadetten ve O'na kulluktan uzak durursa, işte bunlar hakkında Rabbim şöyle buyur­muştur:

"Doğrusu Benim ibadetim­den (yüz çevirerek) büyüklük tas-layanlar, yakında hor ve zelil ola­rak   cehenneme   gireceklerdir,"

(Mümin 40/60)[43]

7- Bu kelimeye karşı olan muhabbeti ve sevgisi. Aynı zamanda bu kelimenin gerektirdiği ve delalet ettiği tüm şeyleri sevmesi ve ileri göstermesi gerekir. Aynı zamanda bu kelimeyi söyleyip gereğince amel edenleri ve bunun şartlarını yerine getirenleri de sevecek, yerine getir­meyenleri ya da bu kelimeyle çelişki içinde olanlara da buğzedecektir, bunlara nefret duyacaktır. Yüce Mevlâ şöyle buyurmaktadır:

"İnsanlardan bazıları Allah'­tan başkasını (Allah'a) eş edinen kimseler de vardır. Onlan, Allah'ı sever gibi severler (itaat ederler).

İman edenlerin Allah'a sevgisi ise (her şeyden) çok daha sağlam (ve sarsılmaz)dır." (Bakara, 2/165)[44]

Bir diğer âyette ise Rabbim şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler, içinizden kim  (Rasûlullah'ın  irtihalinden sonra) dininden dönerse, Allah(ü Teâlâ) müminlere karşı alçak gö­nüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetli, kendisinin onları sevece­ği, onların da kendisini seveceği bir topluluk getirir ki, Allah yolunda cihad ederler ve hiç bir kınayanın kınamasından korkmazlar." (Maide, 5/54).

Bir hadislerinde de Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmaktadırlar:

"Her kimde üç şey bulunursa, bu üç şey sayesinde imanın hazzı-na erişmiş olur. Allah ve Rasûlünün kişi için her şeyden daha sevgili olması, bir kişiyi sevmek (severken) sadece Allah rızasını gözeterek sev­mesi, Allah (c.c) kendisini kurtardıktan sonra, tekrar küfre dönüp gir­mekten, cehennem ateşine atilacakmışcasma (kaçınmak) istememek.[45]

Şeyh Hafız Hikemî merhum[46] diyor ki:

"Kulun Rabbini sevdiğine dair belirtisi, kendi heva ve arzusuna uymasa da Allah'ın sevgisini ve istediklerini ön planda tutmak, heva ve isteği ona yönelse de Rabbin buğzedip kızdığı şeylere buğzetmek. Allah ve Rasûlüne sevgi ve dostluk besleyenlere karşı sevgi ve dostluk besleyerek onların velayetini tanımak. Allah'a karşı düşmanlık ve kin besleyenlere, Hz. Peygambere tabii olanlara kin ve düşmanlık güden­lere karşı düşmanlık ve kin beslemek. Allah Rasûlüne kesinlikle uy­mak, onun yolundan ve izinden gitmek ve onun getirmiş olduğu hidâ­yeti ve doğru yolu kabullenmek[47].

İbn'ul-Kayyım da Nûniye adlı kasidesinde şunları zikretmektedir:

"Sevginin şartı, hiç bir isyana kalkışmaksızın, sevdiğin kimsenin sevgisine uygun olarak davranmaktır."

"Şayet sen, kendisine karşı sevgi iddiasında bulunduğun varlığa karşı sevgiye aykırı bir şey yapıyorsan, bu takdirde iftiracısın.”

"Sen ki, sevgilinin düşmanlarını sevmektesin, kalkıp bir sevgiden söz etmektesin, böyle bir şey imkan dahilinde değildir."

Aynı zamanda sen düşmanlığını onun sevdikleriyle çarpışarak geçiriyorsun. Ey Şeytanın kardeşi, nerede senin sevgin?

Kalb ve erkan huzuruyla birlikte Tevhidi Mahabbetin dışında bir ibadet yoktur."

Diye devam ediyor ve sonunda şöyle söylüyor:

"Biz müslüman olduğunu iddia eden öyle bir fırkanın apaçık şirk işlediklerini görmüşüzdür.

Bütün bunları O'na ortaklar koşmakta ve vehimde bulunmakta­dır. Aynı zamanda bütün bunları O'nunla eş tutmaktadır sevgide, hal­buki Sultan bu değildir.[48]

 

Lailahe İllallah Kelimesinin Ayrılmaz Bir  Şartı El-Vela Ve'l-Berâ'                        

 

Sunmaya çalıştığımız "el-Velâ ve'1-Berâ" "Lailahe illallah" Kelimesinin ayrılmaz bir vasfıdır.

"Mademki muvalatm yani dostluğun ve velayetin temeli sevgi, düşmanlığın yani adavetin temeli de buğz ve kindir. İşte bu ikisinden, hangi şey muvalatın = dostluğun ve hangi şey düşmanlığın içerisinde gerçek manada yer alacağı hususu ortaya çıkar. Çünkü bunlar kalblerin ve organların amelleridirler. Meselâ yardım, ünsiyet, yardımlaş­ma, cihad, hicret vb. gibi."[49]

Bu itibarla gerçek anlamda velâ ve Berâ meselesi "Lailahe illallah" kelimesinin ayrılmaz bir parçasıdır. Ondan farklı olarak düşünülemez. Gerek Kitaptan yani Kur'ân'dan gerekse Sünnetten buna ilişkin delil­ler gayet çoktur. Şimdi kitaptan olan delillerden bazılarını sunalım. Rabbim buyuruyor ki:

"Mü'minler, müzminlerden başka kâfirleri veli (dost, arkadaş, hakim, kumandan, hükümdar, devlet başkam, lider)ler edinme­sin. Kim bunu yaparsa (ona) Allah'tan hiç bir şey (yardım) yoktur, (Allah'tan ilişiği kesilmiş olur. Allah ile dostluğu kalmaz.) Meğer ki onlardan (gelmesi muhtemel ve sakınılması gereken) bir zarardan korunmuş olasınız. (Daru'ül-Harb'de olduğunuz zaman düşmanın şer­rinden korunmak için fiilî bir dostluğa cevaz yoktur. Onları dost edi­nerek peşlerinden gitmenizi İslâm yasaklıyor. Ancak, dille sözle olan sathi bir dostluğa cevaz verilmiştir). Allah(ü teala) size (asıl) kendi­sinden sakınmanızı emrediyor. Nihayet dönüş (ancak) Allah'adır."

 (Al’i İmrân, 3/28).

Bir başka âyette ise Rabbim şöyle buyuruyor:

"(Rasûlüm) de ki: Eğer Al­lah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahları­nızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir. De ki: Allah'a ve Rasûlüne itaat edin.

Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez" (Ali îmrân, 3/31-32).

Yüce Rabbim, Allah düşmanlarının hedeflerini şöyle açıkla­maktadır:

"Onlar kendileri gibi sizin de kâfir olup onlarla bir (ve beraber)

olmanızı arzu ettiler. O halde Allah yolunda hicret edinceye kadar, içlerinden veliler (dostlar) edinme­yin. Eğer (Tevhid ve hicretten) yüz çevirirlerse onları nerede bulursa­nız yakalayıp öldürünüz ve onlardan veli (dost ve yardımcı) da edin­meyiniz/' (Nisa, 4/89).

Yine bir diğer âyet meali de şöyledir:

"Ey iman edenler, yahudileri ve hıristiyanları da (veli, dost, sır­daş ve başınıza idareci)ler edinmeyin. Onlar (ancak) birbirlerinin veli (dost)leridirler. İçinizden kim onları veli (dost, sırdaş ve idareci) edi­nirse, muhakkak o da onlardandır. Şüphesiz Allah(ü Teâlâ düşmana dostluk eden) zalimler topluluğuna hidâyet etmez." (Mâide, 5/51).

Konuya ilişkin hadisler ve nakiller bir hayli çoktur. Size bazıları­nı sunmaya çalışalım:

1-Ahmed b. Hanbel'in Cerîr b. Abdullah el-becelî yoluyla riva­yet etmiş olduğu hadise göre, Cerîr b. Abdullah Peygamberimiz (s.a)'e Bey'at ederken kendisinden şu şartla Bey'at yapılması istenmiştir: "Her bir müslümana öğütte bulunmak ve her bir kâfirden de uzak durmak"[50]

2- İbn Ebî Şeybe kendi senediyle rivayet etmiş olduğu hadiste Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduklarını bildirmişlerdir: "İmanın en güçlü ve güvenilir kulpu (ipi), Allah için sevmek ve yine Allah için buğzet-mektir,"[51]                               

3-Tabaranî de "el-kebîr" adlı eserinde îbn Abbâs (r.a)'tan şöyle rivayette bulunuyor. Rasûlullah (s.a) buyurmuşlardır ki: "İman ipi­nin (kulpunun) en güçlüsü Allah için dostluk ve Allah için düşmanlık­tır. Yine Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir."[52]

4- İbn Cerîr ve Muhammed b. Nasr el-Mervezî, İbn Abbas (r.a)'tan rivayet ettiklerine göre, demiştir ki: "Kim Allah için sever, kim Allah için buğzeder ve kim Allah için dostluk ve velayet yetkisini kullanır, kim de Allah için düşmanlık beslerse, o kimse bu yaptıkları sayesinde gerçekten Allah'ın dostluğuna erişir (Allah'ın dostluğunu kazanmış olur). Bir kimse de, bu saydığımız nitelikleri taşımadığı sürece, ne ka­dar çok namaz kılıp oruç tutsa da, imanın hazzına ve tadına erişeme­miştir. Çünkü böyle insanlarla olan kardeşliğini (münasebetini) sırf dünya ilişkilerine bağlamıştır, böyle bir hal ise kişiye asla hiç bir şey kazandıramaz."[53]

İbn Abbas'ın yukarıdaki ifadesini açıklarken Şeyh Süleyman b. Abdullah b. Muhammed ise şunları söylemektedir: "Kim Allah için dostlukta bulunursa" demek, sevgi için gerekli olan ve sevginin ayrıl­maz bir parçası olan hali açıklamış bulunmaktadır. Bu da gerçek ma­nadaki bir dostluğu ve karşılıklı sevgi ve saygıyı içerir. Burada şu hu­susa da dikkat çekilmiş olmaktadır. Kişinin mücerred olarak "Seviyorum" demesi yeterli değildir. Mutlak surette bunun ayrılmaz bir vasfı olan sevginin yanında dostluğun da beraber sürdürülmüş ol­masıdır. Bu nitelikler de şunlardır. Allah için yardım, ikram, saygı, gerek iç görünüş gerekse dış görünüş yönüyle olsun kişinin sevdiğiyle beraber olmasıdır. O'ndan ayrı olmamasıdır.

Yine: "Kim Allah için düşmanlık sürdürürse" ifadesi de şu hu­susları içermektedir. Allah için buğuzda bulunmanın ayrılmaz bir vasfı,

Allah için düşmanlığını sürdürmektir. Bu da Allah'a düşman olanla­ra karşı, aynı şekilde müslümamn düşmanlığını açık ve net bir şekilde ortaya koymasıdır. Kısaca düşmanlığını fiilen ortaya koyacaktır. Me­selâ Allah düşmanlarına karşı cihad etmek, onlardan tüm ilişkilerini kesip uzak durmak, hem gizli manada ve hem açık anlamda zahiri ve batım anlamda ilgiyi kesmek. Demek oluyor ki, kişi ben buğzediyorum diye kuru bir iddia ile bunu kanıtlayamaz. Mutlaka buğzun ge­rekleri ne ise onları da beraberinde yapması gerekir.[54]

Nitekim Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

“İbrahim'de ve onunla bera­ber olan (inanan)lar(in sözlerin) da, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavim-lerin(den küfr edenler)e: Muhak­kak bizler sîzden ve Allah'tan baş­ka ibadet ettiğjniz şeyler (olan                                    putlar)dan uzağız. Siz(in dininiz)i inkar ettik. Yalnızca Allah'a iman (edip şirki terk) edinceye kadar, bizimle sizin aranızda düşmanlık ve kin ebediyyen başgöstermiştir, demişlerdi." (Mümtehine, 60/4)

Ben de bu hususta derim ki, geçen örneklerden açıkça görülüyor ki, Allah için dostluk denilince, Allah için sevgi ve saygı göstermek, dinine mutlak olarak yardımda bulunmak, Allah'ın dostlarını sevmek, onlara yardımcı olarak onların yanında yer almak gerekir.

Aynı zamanda Bera demek, Allah'ın düşmanlarına buğzetmek, kin gütmek, onları sevmeyip kendilerine karşı cephe almak suretiyle cihad etmek demektir. İşte bunun içindir ki, birinci grupta yer alanla­rı Şarii Azîm olan Yüce Allah "Allah'ın dostları" (= Evliyaullah) di­ye isimlendirirken, ikinci grupta yer alanları da Rabbim: "Şeytanın yandaşları, dostları" = (Evliyâuşşeytân) diye adlandırmıştır. Nitekim bu hususta Rabbim (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Allah iman edenlerin velîsi(dostu ve yardimcısı)dır. Onları küfrün karanlıklarından (kurtarıp iman) nur(un)a çıkarır. Küfreden­lerin dostları ise tağüt (şeytan)dur. O da onları (insanı fıtratları olan

İslâm'ın) nurundan (ayırıp) karanlıklara çıkarır. İşte onlar ateş (ce­hennemliktirler. Onlar orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalı­cıdırlar." (Bakara, 2/257).                                                          

Bir başka âyet meali de şu merkezdedir:                            

 "İman edenler Allah yolun­da savaşırlar. Kâfir olanlar da Tağût yolunda savaşırlar. Ey mü'-minler, şimdi siz şeytanın velileri (ordusu, dost ve yandaşları olan kâfirler) ile savaşın. Şüphesiz şeytanın hilekârlığı zayıftır." (Nisa, 4/76).

Şunu iyice bilmelisiniz ki, Allah (c.c) Tevhid inancım tebliğ için her ne zaman bir peygamber gönderdiyse onun aynı zamanda düşman­ları da olmuştur. Kısaca düşmanı olmayan hiç bir peygamber gönde­rilmemiştir. Nitekim Allah (c.c) bu hususta şöyle buyurmaktadır:

"Biz her peygambere insan ve cin şeytanlarım düşman kıldık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler telkin  ederler."

(En'âm, 6/112).                                                                       

 Kimi zaman da Tevhid düşmanları nezdinde bir çok ilimler, ki­taplar ve hüccetler de olabilir. Nitekim bunlar için Rabbim şöyle buyurmaktadır:

"Peygamberleri onlara apa­çık (mucize ve) deliller ile geldi­ğinde onlar, yanlarındaki (kendi

akıllarınca) ilim (sandıklan ka­zanç, ticaret ve batıl inançları ile)

sunardılar (ve peygamberleri ile alay ettiler) ve alay edegeldikleri şey (azab) onları kuşatıverdi." (Gafir = Mümin, 40/83).

İşte bütün bu esaslara göre mü'min ve müslüman olan kişinin gö­revi, dinini gereğince öğrenmektir. Çünkü Allah'ın dini konusunda öğ­reneceği şeyler elinde bir silah oluşturmalıdır ki, bu silahla o şeytanları durdurabilsin ve onlarla savaşarak karşı koyabilsin. Bunun için de i mü'minin korkup üzülmesine de ayrıca gerek yoktur. Çünkü yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:                                                       

"Şüphesiz şeytanın hilekârlığı (kurduğu düzen) zayıftır." (Nisa,4/76).

îşin doğrusu Ehl-i Tevhîd olan bir halk tabakası, müşrik bilgin­lerinden binlercesini yenebilir. Zira Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Ve gerçekten bizim ordumuz (mü'minler), elbette onlar (kâfir­lere) galip (üstün) olanlardır." (Saffât, 37/173).

Kaldı ki, Allah'ın ordusu hem eldeki delilleri ve dilleri sayesinde onlara karşı üstündürler. Hem de kılıç, ok ve silahlarıyla, mızraklarıyla da üstündürler.[55]                                                                  

İster mülhidler yani dinsizler, ister yahudî, hristiyan, varlığını yitirmiş, batılılık iddiasına kalkışan zavallılar olsun, ister dünya siyonistleri ve komünistleri olsunlar, hepsinin bir tek amaçları vardır. Bu da müslümanların inançlarını ve akidelerini sarsmak, müslümanları da kendi potalarında eritmektir. Onların şahsiyetlerini ve kişiliklerini kendi içlerinde eritip yok etmektir. Böylece İslâm toplumunu, kendi­lerince seçkin olan toplumun binek hayvanları olan merkepler haline; getirmektir.

Nitekim Siyon protokolleri bunun en açık örneğini oluşturmak­tadır. Bu protokoller, müslümanlar için konuyu açık ve seçik bir şekilde ortaya koymuş bulunmaktadır. Müsiümanlar bunları öğrenmek! suretiyle işin önemini kavrasınlar. Böylece her müslüman nasıl korunması gerekiyorsa öylece korunabilsin. Müslüman hem kendisini, nemf kendisiyle birlikte olan kardeşini, bundan da öteye tüm müslümanları koruyabilmesi için mutlaka bunları bilmesi gerekiyor. Düşmanını tanıyabilmesi için şarttır bu.

Müslüman, edinmiş olduğu bu bilgiler sayesinde tehlikenin nef oranda büyük olduğunu, aldanması halinde gerçekten büyük badirelere yuvarlanacağını hiç bir zaman unutmamalıdır. Çünkü gerçekten bu dinsiz propagandalar, aldatmaca hareketleri hep şu sloganlarla ortaya atılmış olmaktadır:

"Kardeşlik, eşitlik!.. Din Allah'ındır. Fakat vatan ya da dünya herkesindir" İşte bunun gibi yaldızlı sözlerle müslümanları aldatırlar.

Allah'ın izniyle daha etraflı bir şekilde bu konuyu son bölümde ele alıp sizlere aktarmış olacağız.

Artık bu apaçık deliller sayesinde, Kitap ve Sünnetten sunduğu­muz deliller çerçevesinde "Velâ ve Berâ" konusu, yani kimleri seve­ceğiz, kimlere dostluk gösterip, velayetlerini kabulleneceğiz, kimler­den de uzak durup, onlara bu manada bir yetki vermeyeceğiz, konu­su, gerçek anlamıyla "La ilahe illallah" kelimesinin ayrılmaz bir şartı ve vasfıdır. Aynı zamanda bu, Lâ ilahe illallah kelimesinin manasının gerçek anlamda tahkikidir. Nitekim İbn Teymiyye (r.a) bu hususta der ki:

"Allah'dan başka ilah olmadığına dair şehadetin ve tanıklığın tah­kiki ya da gerçekleşmesi için, şu noktanın iyi bilinmesi gerekir. Kişi sevdiğini sadece Allah için sevecektir. Buğzettiğine de Allah için buğ-zedecektir. Dost ve veli edindiği kimseyi de Allah rızası için dost edi­necek, velayetini bu manada tanıyacaktır. Aynı zamanda düşman ka­bul ettiklerini de, Allah'a karşı oldukları için düşman tanıyacaktır. Müs­lüman Allah'ın sevdiklerini sevecek, Allah'ın buğzettiklerine de buğzedecektir."[56]

Kişi nerede ve hangi toplumda olursa olsun müslümanı sevecek, onu dost edinip, onun velayetini tanıyacaktır. Aynı zamanda nerede bulunursa bulunsun kâfire de düşmanlık gösterecektir. Hatta bu kâ­fir olan kimse en yakınından daha çok kendisine yakın birisi bile olsa, onu da Allah düşmanı olduğu için sevmeyip, düşmanlık gösterecektir. Kaldı ki, Velâ ve Bera (Mü'minleri dost edinmek, kâfirlerden de uzak durmak) konusu, İslâm akidesinin bir parçasıdır. Bunun ikinci rüknü ise, Tağutu reddetmek, onu inkâr etmektir. Zira bunsuz vela­yet eksiktir, tamamlanmamış olur. Cenabı Hak (c.c) bu hususta şöyle buyurmaktadır:

"O halde kim Tağut'u red­dedip Allah'a inanırsa, o kesinlik­le kopması hiç mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa sarılmıştır."

(Bakara, 2/256).

Bu itibarla tağuta küfretmeyen, onu inkâr etmeyen kimse asla mü'-min olamaz. Tağût ise: Allah'tan ba^ka uyulan, kendisine tabi olu­nan, arzulanan ya da kendisinden çekinilip korkulan her şeydir. Buna Şeytan da dahildir.

Kişinin imanı kabullenmesi, sağlam kulp olan Kur'ân ve İslâm'a sarılmış olması Tağût'a küfretmesi, yani inkâr etmesini gerektirmek­tedir. Nitekim biraz Önce mealini sunmuş olduğumuz Bakara 256. âyeti de bunu açık bir şekilde ortaya koyuyor.

 

• Tevhid Kelimesini Sadece Sözle Söylemek Yeterlidir Diyenlere!

 

Tevhid kelimesini dil ile söylemek yeterlidir ve bunu söyleyenler mü'mindir diye iddia edenlere verilecek en doğru cevabı vermeye çalı­şacağız. Bu konuda doğru ve sahih olan mezhep hangisi ise, konuyla ilişkisi olan hangi hadis varsa birlikte vereceğiz:

Allâme İbn Kayyım (r.a) diyor ki: "Tevhid, sadece kişinin, "Al­lah'tan başka bir yaratıcı yoktur, Allah (c.c), her şeyin Rabbi Meliki, sahibidir," demek değildir. Nitekim putperestler de bunu söylemek­teydiler ama yine de müşrik idiler. Bütün bunların aksine Tevhîd, Al­lah sevgisini içerir, Allah'ın tüm emirlerine boyun eğilmesini, emirleri karşısında tümüyle teslimiyetini ister. Allah'a kamil manada itaati, sa­mimi ve ihlash bir şekilde ibadet etmeyi, O'nun yüce iradesini tüm söz ve fiilleriyle yerine getirmeyi gerektirir. Yasakladığını yasaklamak, ver dediğini de vermek, O'nun için sevmek ve O'nun için buğzetmek ge­rekir. Çünkü Tevhid bunları içerir. Kısaca kişi ile masiyet (kötü ve şer) sebepleri arasına girebilen şeyler ve bunlarda ısrar gibi hususlarda Tev­hid esasından ayrılmayıp Allah'ın reddini istediği her şeyi reddetmek ve yapılmasını istediği her şeyi de yerine getirmek gerekir. İşin bu yö­nünü bilen bir kimse Rasûlullah (s.a)'ın şu ifadesini kavramış demektir:

"Bir kimse gerçekten Allah rızasını istemek suretiyle içtenlikle ve ihlash olarak "La ilahe illallah" derse, Allah (c.c) ona cehennem ate­şini haram kılar."[57]

Yine Hz. Peygamber (s.a)'in: "La ilahe illallah, diyen kimse ateşe (cehenneme) girmez"[58] hadisi ve benzeri hadisler, bir çok kişilerce yanlış yorumlanmıştır. Bir çok kimse bu hadisler karşısında zorlan­mışlardır. Hatta kimileri bu hadislerin mensûh olduğunu yani yürür­lükten kaldırılmış olduklarım sanmışlardır. Kimisi de bu hadislerin he­nüz emirler ve yasaklar gelmeden önce irad buyurulduklannı ileri sür­müşlerdir. Diğer bir ifadeyle: "Şeriat henüz kesinleşmeden önce bu hadisler söylenmiş olabilir," demişlerdir. Kimisi de bu gibi hadisleri müşriklerin ve kâfirlerin ebedî cehennem ateşinde kalacakları şeklin­de yorumlamışlardır. Bazıları ise, "Cehennemde ebedî kalış" husu­sunu şöyle yorumlamışlardır: "Yani bu, bunu ifade eden kimselerin sürekli olmamak kaydıyla cehenneme girecekleri" demektir, gibi hiç de hoş karşılanmayacak tevil ve yorumlara başvurmuşlardır.

Aslında Sâri' olan Rasûlullah (s.a) efendimiz, bu ifadeleri sadece dil ile söyleyenlere cehennem ateşi haramdır, diye söylememiştir. Doğ­rusu bu tüm bilinen gerçeklere aykırı düşmektedir. İslâm dininde za­rurî olarak bilinmesi gereken şeylerle bu, çelişmektedir. Çünkü mü­nafıklar da bunu dilleri ile söylemektedirler. Halbuki buna rağmen kesin inkarcı olmaları nedeniyle, cehennemin en alt tabakasında yer alacak­lardır. Zira Kur'ân bu hususu böylece bildiriyor.

Dolayısıyla, sadece dil ile söylemek yeterli değildir. Dil ile söyle­nirken içtenlikle de yerine getirilmelidir.

Kalbin söylemesine gelince, bu hususun kalb ile bilinmesi ve onu kalbin de doğrulaması demektir. Aynı zamanda bu kelimenin içerdiği menfi ve müsbet noktaları da bilmesi ve bunları yerine getirmesi gere­kir. Bu kelime neyi kabul etmemizi ve neyi de reddetmemizi istiyorsa, bunun gereklerini yerine getirmek zorundayız. Kişi böylece Allah'tan başka tüm şeyleri reddedecek, aynı zamanda Allah'a ait bilinmesi ge­rekenleri de bilmiş olacaktır. Zira Allah için var olması gereken nite­likler başkaları için asla söz konusu değildir, muhaldir. İşte Tevhid kelimesini söyleyen bir kimse bütün bunları kalbiyle kesin olarak bi­lecek, tanıyacak, yakînen kavrayacak ve ayni zamanda yaşayacaktır. İşte ancak bu manada Tevhid kelimesini söyleyen kimseye cehennem ateşi haramdır.

Bir de şu "Bitake" hadisini düşün. Bu, üzerinde şehadet kelimesi yazılı bulunan bir kağıt parçasından ibarettir.[59] Bu, kıyamet günün­de mizanın yani terazinin bir kefesine konuyor. Diğer kefesine ise 99 ciltlik bir dosya açılacak, açılan her bir dosyanın boyu göz alabildiği­ne uzun olacaktır. Ancak bu mini belge bütün bunlardan daha ağır basacak onca dosya havaya kalkacakdır. Sonuçta şahadet kelimesi­nin yazılı olduğu bu mini belgenin sahibi de azap ve ceza görmeyecek­tir. Şurası bilinmelidir ki, her bir muvahhidin bu bitaka yani ufacık kağıt parçası gibi tevhidinin gerçekleşmesi gerekir. Ama bu ufacık ka­ğıdı her şeyden daha ağır kılan şey nedir? Bu belge sahiplerinin yap­tıkları diğer işler neden bu belge kadar kâr getirici ve etkili değildir. Sebebi ne olabilir?

Yine şu müthiş olayı düşününüz. Yüz kişinin katili olan kimseyi[60]. İman olayı onun kalbinde öyle bir yer etmiştir ki, bu ger­çek, onu gidilmesi gereken kasabaya gitmekten alakoyamıyor. Ölüm ile pençeleşip dururken bile göğsüyle gideceği yöne doğru sürünerek gitmeye çaba gösteriyor. Gerçekten bu da bambaşka bir iştir. Bam­başka bir iman duygusudur. İşte bunun içindir ki, bu kişi halkı salih ve iyi olan kasaba halkından sayılmıştır. Yine buna yakın bir başka örnek. Azılı bir kimsenin kalbine doğan merhamet ve şefkat olayı[61]. Çok katı yürekli olan bir kişi susuzluktan neredeyse ölmek üzere olan bir köpek görüyor. Hayvancağız susuzluktan nemli toprağı yalamaya başlamıştır. Onun bu halini görünce hemen o andan itibaren adamın kalbine bir yumuşaklık ve şefkat duygusu gelmiştir. Yanında suyu ku­yudan çekebilecek herhangi bir alet de yoktur. Kendisine yardımcı ola­cak birileri de yoktur. Onun bu yaptığını gören birileri de bulunma­maktadır. Hemen bu şahıs kuyuya iniyor, ayakkabılarına kuyudan su dolduruyor. Sonra bunu ağzına alarak, dişleriyle tutuyor ve kuyudan yukarıya doğru tırmanıyor. O anda düşmeyi, ölmeyi unutmuştur. Ku­yudan ayakkabılarıyla çekip çıkardığı suyu hayvancağıza içiriyor. Hal­buki bunu yaparken de ondan bir karşılık ve bir teşekkür de bekleme­mektedir. İşte Tevhid gerçeğinin bu kadarı bile, o kimse de ilahî nu­run yeşermesini sağlamış, böylece bu azılı kimsenin bağışlanarak kurtulmasını sağlamıştır"[62]

Müslim'in Sahih'inde rivayet olunan hadise göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır: "Kim La ilahe illallah" derse, Allah'tan başka ibadet olunan ve saygı gösterilen tüm şeyleri de İnkâr ederse, o kimse­nin malı, kanı haram kılınmış olur. Hesabı da Allah'a bırakılmış­tır."[63]

Bu hadisin açıklamasıyla ilgili olarak Muhammed b. Abdullvah-hâb şunları yazmaktadır:

yi "İşte Rasûlullah (s.a)'ın bu hadisleri, La ilahe illallah, kelimesi-,nin manâsını en açık bir şekilde izah etmiş olmaktadır. Dikkat edilir­se hadis; dil ile bu kelimeyi söyleyen kimsenin malının ve canının ga­rantiye alındığından söz etmemektedir.Yine hadis, bunun manâsını bil­mekle de imanın gereğinin yerine getirilemeyeceğini bildiriyor. Evet bu kelimeyi sadece ikrar etmek de onun mal ve can emniyetini sağla­mıyor. Kişinin Allah'tan başka İlah yoktur, O'nun eşi ve ortağı yok­tur demesi de bunun için yeterli olmuyor. Bütün bunları söylemek o kimsenin mal ve can emniyetini sağlamıyor. Peki bu nasıl olacaktır? Hem yukarıda sayılan şartları yerine getirecek hem de Allah'tan baş­ka tapınılan ve saygı gösterilen tüm küfür çeşitlerini ve düzenlerini red­detmek yükümlülüğünü yerine getirecektir. Bunu yapamadığı ya da bunda şüphe etmesi halinde veya birazcık olsun duraklaması durumun­da böyle bir kimsenin mal ve can güvenliği söz konusu değildir."[64]

İşte biz buradan Mürcie akidesinin bozuk bir akide olduğunu öğ­renmiş bulunmaktayız.[65] Çünkü bunlar şöyle demektedirler: "İman, sadece meseleyi bilip tanımaktır. Küfr ise bilmemektir, cehalettir." Bu bakımdan ameli imandan sonraya bırakmışlardır.

Şurası bilinen bir gerçektir ki, Mekke'li kâfirler, Hz. Peygamber (s.a)'in "La ilahe illallah" kelimesinden kasdının ne olduğunu bili­yorlardı. Ancak sırf büyüklük (istikbar) gösterdikleri için kabullen­miyorlardı. Bu itibarla, onların Allah'ın bir tek oluşuna, rızık verenin de sadece O olduğuna, dirilten ve öldürenin de o olduğuna inanmala­rı onlara hiç bir fayda sağlamamıştır.

Hatta Hz. Peygamber (s.a), bu kimselere:

"Gelin Lâ ilahe illallah" deyin diye çağrıda bulununca şöyle ce­vap vermişlerdir:

"Acaba O (Muhammed), ilahları bîr tek ilah mı yaptı? doğ­rusu bu, şaşırtıcı bir şey." (Sâd, 38/5).

Muhammed b. Abdulvahhab şöyle devam ediyor:             

"Cahil kâfirlerin bu gerçeği bildiklerini öğrendiniz. Bu duruma rağmen hala müslüman olduğunu iddia eden kimseye şaşılır. Çünkü müslüman olduğunu iddia ettiği halde, cahil kâfirlerin bildiği manâ­da bu kelimenin tefsirini ve içeriğini bilememektedir. Aksine bugünün müslümanı, manâlarını bilmeksizin ve kalben buna itikad etmeksizin, sadece söz ile bunu söylemeyi yeterli görüyor. Esas itibariyle bu hu­susta duyarlı olan kimse, bu kelimenin manâsının şöyle olduğunu kav­ramakta gecikmez." Yaratan, yedirip nzık veren, dirilten ve öldüren, bütün işleri düzene koyan, Allah'tan başkası değildir. Artık cahil kâ­firlerin bile kendisinden çok daha iyi olarak kavradıkları "La ilahe illallah" kelimesini gereğince değerlendiremeyen bir müslümandan, ha­yır beklenemez.[66]

Aynı yazar bu hususta buna ek' olarak şunları yazıyor: "Burada bir şüphe ve kuşku bulunmaktadır. O da Hz. Peygamber (s.a)'in, Hz. Üsame (r.a)'ye: Lailahe illallah" diyen bir kimseyi öldürmesini hoş karşılamadığına dair olan sözüdür.[67]

Yine Hz. Peygamberin şu sözü de bu kuşkuyu gündeme getirmek­tedir: "İnsanlarla, La ilahe illallah, deyinceye kadar savaşmakla em-rohındum."[68] Yine buna benzer daha bazı hadisler de vardır ki, bun­lar da, bu kelimeyi söyleyenlerden uzak durmayı içermektedirler.

"Aslında bu cahiller bu sözleriyle; "Bunu söyleyenler tekfir olu­namazlar, ne yaparlarsa yapsınlar, kendileri öldürülüp, karşılarına çıkılamaz" demek istemektedirler."[69]

"Bu cahil müşriklere şöyle cevap verilebilir bilindiği gibi, Rasûlullah (s.a), yahudilerle savaşmış ve onları bulundukları yerden sür­gün etmiştir. Halbuki bunlar da "La ilahe illallah" demekte idiler. Aynı zamanda Hz. Peygamber'in ashabı, Hanifeoğullarıyla (Benî Ha­lîfeyle) savaşmışlardır. Halbuki bunlar Şeh. det kelimesini söylüyor­lardı. Yani Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed (s.a)'in de Allah'ın Rasûlü olduğuna şehadette bulunuyorlardı, namaz kılıyor­lardı, müslüman olduklarını iddia ediyorlardı. Nitekim Hz. Ali b. Ebî Talib onları ateşte yakmıştır.[70] Çünkü bu cahiller şunu ikrar edip söy­lemektedirler. Öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden küfre girmiş olur, dolayısıyla öldürülür. Bu kimse "La ilahe illallah" dese de öldürülür. Şayet İslâmî rükünlerden herhangi birisini inkâr ederse ve aynı zamanda tevhid kelimesini söylese de küfre girer ve öldürülür.

"Bu nasıl bir şeydir ki, İslâm'ın fer'î meselelerinden birini inkâr eden kimseye herhangi bir yarar sağlamıyor da dinin aslı, bütün pey­gamberlerin getirmiş olduğu dinin temeli olan ve başı durumunda bu­lunan tevhidi inkâr eden kimseye, sadece sözle "La ilahe illallah" ke­limesi yarar sağlayabilir, menfaat getirebilir?"

"Ancak Allah düşmanları, hadislerin manasını gereğince kavrayamıyorlar. Şurası bilinen bir gerçektir ki, bir kimse müslüman olduğunu açıkladıktan sonra, artık ona aykırı olan tüm şeylerden kendisi­ni çekip çevirmesi gerekir ki, bunlar kendisinde kesin bir iman halini almış olsun. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler, Allah yo­lunda  savaşa  çıktığınız  zaman

(mü'mini kâfirden iyice ayırdetmek hususunda meselelerin) tam açıklanmasını bekleyin (çok dikkatli davranın ve acele etmeyin)." (Nisa, 4/94).

Bû âyet şu gerçeği vurgulamış olmaktadır. Kişinin durumu kesin belirlenip ortaya konuluncaya dek, ona ilişmemek. Ancak mesele, araştırılıp ortaya çıkınca, kendisinde İslâm'a muhalif bir durum varsa, o zaman bu âyetin: "durumlarını belirleyince" hükmü gereğince öldü­rülürler. Şayet öldürülmeyip ya da kendileriyle savaşa girilmeyip ol­duğu gibi bırakılırsa, "durumları kesin olarak belirlenince" ifadesi­nin zaten bir anlamı da.olmamış olur."

"Aynı zamanda Hz. Peygamber (s.a) efendimiz, Haricîlerin öl­dürülmelerini hadislerinde emir buyurmuşlardır:

"Onlara nerede yetişirseniz, derhal onları öldürün. Şayet ben on­lara erişmiş olsaydım, tıpkı Âd kavminin öldürüldüğü gibi onları öl­dürürdüm."[71]

"Halbuki bunlar insanlar içerisinde en çok ibadet edenler, en çok "La ilahe illallah" ve "Subhanallah" diyenlerdir. Öyleki Sahabîbile, onların namazlarını gördüklerinde kendi namazlarını ve ibadetlerini küçümsenmişlerdir. Ki bunlar ilmi de sahabeden alıp öğrenmişlerdir Ancak bunlara ne "La ilahe illallah" demelerinin bir yararı olmuş­tur. Ne de çok çok ibadette bulunmalarının bir yararı. Ne de İslâm iddiasında olmalarının bir faydası. Çünkü bunlardan zuhur eden şey­ler, şeriata muhalif şeylerdi."[72]

Artık hemen her akıl sahibi şu gerçeği anlamış olacaktır ki, şayet bu kelime, evet mücerred olarak bu kelime ile her şey olacak idiyse, yani sadece dil ile mücerred söylemekle, kelimenin gereklerini yerine getirmemekle her şey olacak idiyse, o zaman bu kelime Kureyşliler için gayet kolay gelirdi. Hemen onu söylerlerdi, böylece karşılaştıkları sı­kıntılardan, ilahlarının aşağılanmasından da kurtulmuş olurlardı.

Ancak durumun hiç de öyle olmadığını görmektesin. Sen de bil­mektesin ki, bu kelimenin medlulü ve içeriği Cahili Kureyşlilerinin tüm amaçlarını değiştirmektedir. Bu kelimenin insandan yerine getirilme­sini istediği şeyler vardır. Bu istenilen şeyler Kureyş'in tüm azgınlıkla­rına ve taşkınlıklarına son vermekte, onların bunu insanlar için uzak bir şey gibi görmelerine de izin vermemektedir.

Bu kelimenin aynı zamanda, insanı özgürlüğüne kavuşturması ba­kımından büyük bir önemi vardır. İnsanı insana kulluktan kurtarıp Allah'a kul yapıyor. Evet insanların birbirlerine olan kulluklarından kurtularak bir tek ve Kahhâr olan Rabbin kulluğuna vermektedir. Bu kelime takvayı en önemli ölçü ve terazi olarak kabullenmektedir. İn­sanın bu sayede en övünülecek şeyi bulmasını sağlamaktadır bu keli­me. Yine bu kelime, insanların atalarından ve dedelerinden miras yo­luyla edinmiş oldukları cahili gelenekleri, adet ve töreleri tümüyle red­detmektedir.

O halde müslümana düşen ve layık olan şey, İslânıım en iyi bir şekilde yaşaması, bu kelimenin istediği manada değerini vermesidir. Böylece kişi, Allah'a ibadet edenler arasında, ibadetini basîret üzere bilerek ve yakînî anlamda yerine getirenlerden olacaktır.

 

La İlahe İllallah" Kelimesini İkrar Etmenin İnsan Hayatındaki İzleri

 

Merhum üstad Mevdûdî, kitabında, Tevhid kelimesinin insan ha­yatındaki iz ve belirtilerini 9 maddede belirtmektedir.[73] Size bunları özetleyerek aşağıda gördüğünüz şekilde sunmak istiyoruz:

• 1- Bu kelimeyi söyleyen bir mü'min gerçekten kısır görüşlü ola­maz. Halbuki değişik tanrılara inananlarla inkarcılar hiç de böyle de­ğillerdir. Onlar hep kısır görüşlü olagelmişlerdir.

• 2- Gerçekten bu kelimeye içtenlikle ve samimi olarak ihlash bir şekilde inanan bir kimsede gerçek bir kişilik oluşur. Bu itibarla o hiç bir şeyin önünde eğilmez. Zira o, zarar ve yarar sağlayanın sadece Al­lah olduğunu bilir. Çünkü O Allah, hem diriltir hem de öldürür. O Allah (c.c) hikmet, güç, kuvvet ve kudret sahibidir. Bu itibarla o kim­se kalpte var olan tüm korkulan atmıştır. Zira O, her şeyden yüce ve münezzeh olan bir tek Allah'tan korkmaktadır. Aynı zamanda Tev­hid kelimesini içine sindirmiş olan bir mü'min hiç bir yaratığın önün­de asla baş eğmez. Mahlukatın hiç birisinin önünde küçülmez. O Tev­hid kelimesine nasıl bir şekilde iman edileceğini bildiği için Rabbinin büyüklüğü ve azameti konusunda herhangi bir ürperti ve korkuya ka­pılmaz. Çünkü o bilir ki, gerçekten en yüce ve her şeye kadir olan Al­lah (c.c)'dır. Böylesi bir mü'min hiç bir vakit bir müşrike benzemez, o, bir kâfir ve dinsiz gibi değildir.

• 3- Bu kelime sayesinde insanda gelişen kişilik, onur ve şahsiyet­ten gerçek anlamda zillete kapılmaksızın bir tevazu ve alçak gönüllü­lük ortaya çıkar. Kibre kapılmaksızın yükselir, büyür. Hiç bir zaman şeytan kendisini aldatma fırsatı bulamaz, onu değişik zinet ve süslerle aldatamaz. Çünkü bu kimse kesin olarak ve yakınen bilmektedir ki, Allah kendisine bahşeylediği ve verdiği şeyleri tekrar almaya kadir­dir. Bunu dilediği zamanda alabilir. Mülhid, dinsiz ve inkarcıya ge­lince o hep büyüklenir, şımanr, bir nimet ve iyilik gördüğünde adeta kendisinden geçer, kibirlenir.

• 4- Mü'min, bu kelime sayesinde kesinlikle ve yakînen şu gerçe­ği bilir ki, kişi ancak nefsini temize çıkararak ve salih amel işleyerek kurtuluşa ulaşabilir. Bunlarsız kurtuluş elde edilemez. Müşrik ve kâ­firler ise, onlar bütün hayatlarını yalancı temeller üzerinde kurup ge­çirirler. Hatta onlardan kimileri -şöyle demektedirler:

"Aslında Allah'ın oğlu (İsa) babasının katında bizim günahları­mızı silip süpürmek için var olmuştur, bizim günahlarımıza keffaret olarak gönderilmiştir."

Kimileri de şöyle demektedirler: "Biz Allah'ın oğullan ve dostla­rıyız. Bu bakımdan işlediğimiz günahlar yüzünden Allah (aç) bize as­la azab etmeyecektir."   

Bunlardan bazıları da şöyle söylemektedirler: "Biz, Allah nezdinde büyüklerimiz ve bizce iyi kimselerimiz sayesinde şefaat göreceğiz.5'

Yine bunlardan bazıları da ilahlarına, tanrılarına ve büyüklerine kurbanlar ve adaklar sunarlar. Bu yaptıklarıyla da, yapacakları kötü işlerde kendilerine bir ruhsat ve izin verileceğine kani olurlar. Böylece diledikleri kötülüğü yapabileceklerini kabullenirler.

Mülhid dinsizlere gelince, bunlar Allah'a iman etmezler. Kendi­lerini Allah'ın şeriatıyla kayıtlı tutmaksızın dünyada her bakımdan öz­gür ve serbest olduklarına inanırlar. Bunların ilahları ve tanrıları da kendi heva, istek ve arzularıdır. Kendi şehvetleri tanrıları haline gel­mektedir. Kısaca bunlar hevâ, heves, istek ve şehvetlerinin kulu köle­si durumundadırlar.

• 5- Tevhid kelimesini söyleyen ve onun gereklerini tümüyle yeri­ne getiren kimse hiç bir zaman ümitsizliğe kapılmaz. O ümitsizlik ne­dir bilmez. Çünkü o, göklerdeki ve yerdeki tüm hazinelerin Allah'a ait olduğuna inanmış bulunan bir kimsedir. Dolayısıyla huzur içinde­dir, sükun içindedir, hem ümitvardır. Hatta geçim sıkıntısı içerisinde kalsa da, bir çok durumlarla karşı karşıya da kalsa hiç bir zaman ümit­siz olmaz, olamaz.

Kaldı ki, Allah'ın gözü bir an olsun o kimseden gafil değildir. Allah (c.c), hiç bir zaman onu kendi nefsine teslim edip bırakmaz. O kimse de tüm çalışma ve gayretini Allah'a tevekkül ederek, her işini O'na havale ederek görür. Halbuki kâfirler böyle değildirler. Onlar kendi sınırlı güçlerine dayanıp dururlar. Çoğu zamanda bunlar hep ümitsiz­liğe ve ye'se kapılırlar. Şiddet ve sıkıntılarla karşı karşıya kaldıkların­da ise çoğu zaman ümitlerini kesmişler ve neticede işi intihara^kadar götürerek kendi canlarına kiymışlardır.

• 6- İnsanın Tevhid kelimesine gereğince iman etmiş olması, kişi­ye güç, kuvvet ve azamet verir. Karşılaştığı güç işler de, Allah (c.c)'ın rızasını ön planda tutarak hemen Öne atılır, sabırlıdır, azimlidir, se­bat sahibidir ve her şeyde Allah'a tevekkülü elden bırakmayan bir kim­sedir. Çünkü o bir iş yaparken, bütün bunların ardında göğün ve ye­rin sahibi olan Allah'ın gücünün olduğunu bilir ve buna iman eder. İşte onun böyle bir düşünceden kazanmış olduğu sebatı, işlerinde tu­tumluluğu ve azimkârlığı adeta yere perçinleşmiş olan dağlar misali­dir. Acaba kâfirlerde ve müşriklerde böyle bir güç, kuvvet ve sebat bulabilir misiniz, böyle bir direnç görebilir misiniz?

• 7- Bu tevhid kelimesi ve ona olan iman kişiye cesaret verir, kal­bini tümüyle cesaret ve atılganlık doldurur. Zira insanı korkutan ve insanın azmini ve gayretini kıran iki şey vardır:

a- Canım, malını ve ehlini (ailesini) her şeyden fazla sevmesi,

b- Bir de Allah'dan başka insanı öldüren bir varlığın olduğuna iman etmesi.

İşte kişinin "La ilahe illallah" kelimesine iman etmesi, kalbin­den tüm bu gibi yanlış sevgileri söküp çıkarır. Kesin olarak Allah'a yakînî manâda iman etmesini sağlar. Çünkü kendisinin zatına bizzat sahip ve malik olan varlığın Allah olduğunu bilir, malının, kısaca elin­deki her şeyinin Allah'a ait olduğunu bilir. Böyle bir imana sahip ol­ması halinde, kendisince değerli ya da değersiz gördüğü her bir şeyin Allah rızası önünde feda edilmesi gereken şeyler olduğunu bilir ve bun­ları o yolda kurban eder. Böylece birinci korkuyu kalbinden silip attığı gibi, ikinci korkuyu da silip atar. Çünkü artık bu iman ve inanç onun kalbine şu gerçeği yerleştirmiş bulunmaktadır. Onun ruhunu ve canını Allah'dan başka hiç bir güç ve kuvvet alamaz, ne bir insan, ne bir hayvan, ne bir top veya ne de bir başka silah, ne bir kılıç, ne bir taş evet bunların hiç birisi kişinin canını almaya muktedir değillerdir. Bütün bunlara kadir olan bir tek varlık vardır. O da Allah (c.c)'dir.

Bu bakımdan dünyada,- Allah'a iman edenden daha cesaretli ve daha cüretkâr biri bulunmaz. Artık o kimsenin gözünde kalabalık ve savaşçı orduların hiçbir önemi yoktur ve böyle şeyler kendisine bir kor­ku da vermez. Hatta kendisine çevrilmiş kılıçlar, silahlar, atom bom-. baları (v.s)'nin hiç birisinin böyle bir iman sahibinin gözünde önemi yoktur. Çünkü o ne zamanki Allah yolunda cihad için öne atılırsa, kendi gücünün üzerindeki onlarca güce karşı koyabileceğini bilir, hatta bunları ezeceğini de bilir. Artık böyle bir imana sahip olunca mü'min için bir endişe söz konusu olamaz. Feki o halde müşriklerin, kâfirle­rin ve dinsizlerin böyle bir iman gücü var mı? Nereden olabilsin ki?

• 8- "Lâ ilahe illallah'* kelimesine iman etmek demek, insanın değerini yüceltmesi demektir. Çünkü her türlü yüceliş, kanaatkârlık ve müstağni oluş yani Allah'dan başkasına ihtiyaç duymama hali bu­radadır. Böylece mü'min kalbini, tamahkârlıktan, kötülüklerden, ha-şedden, aşağılıktan ve başkalarını yermekten arındırmış olur. Aynı za­manda benzeri ne kadar kötü vasıflar var ise gönlünü ve kalbini tü­münden arındırmış olur.

• 9- Bu konuda daha önemli olan ve gerçekten söylenmeğe değer olan bir başka şey de şudur: "Lâ ilahe illallah" kelimesine iman et­mek, kişiye Allah'ın şeriatına bağlı kalmasını sağlar, o şeriat üzere de­vam etme imkânını verir. Çünkü mü'min kimse, kesin olarak bilir ki Allah (c.c), her şeyi bilir ve her şeyden haberdardır. Allah (c.c)'m, ken­disine kendisinin şah damarından daha yakın olduğunu da bilir. Aynı zamanda kişi herhangi birisinin zorbalığından ve elinin altında yaşa­maktan kurtulabilme imkânına sahip olsa bile, Allah (c.c)'ın kendisi­ni yakalamasından hiç bir zaman kurtulma imkânına sahip değildir.

İşte bu söylenilen ve anlatılan imanın insan kalbinde yer etmesi oranında kişi, Allah (c.c)'ın hükümlerine uymuş olur. Allah'ın orta­ya koymuş olduğu sınırlan ayakta tutar, Allah'ın haram kılmış oldu­ğu bir şeyi işleme gücünü kendisinde bulamaz, böyle bir şeye cesaret edemez. Sürekli olarak Allah'ın emrettiği amelîcri ve hayırları işleme­ğe koşar

Bütün bu anlatılan sebepler çerçevesinde "La ilahe illallah" keli­mesine iman etmek, İslam'ın ilk rüknü, temeli ve direği sayılmıştır. Bu da insanın müslüman olması için gereklidir. O halde müslüman kimdir?

Müslüman: Allah (c.c)'a kesin olarak boyun eğmiş olan itaatkar kuldur. Kişi tüm kalbiyle "La ilahe illallah" kelimesine iman etmedikçe mü'min olamaz. Çünkü bu, İslâm'ın temelidir, onun kuvveti­nin kaynağıdır. Bunun dışındaki İslâm itikadı ile İslâmî hükümlerin tümü bu temel üzerine kurulmuşturlar. Bütün bunlar gücünü tevhid kelimesinden alırlar. Şayet bu temel ortadan kalkacak olursa, artık İslâm'dan hiç bir şey kalmamış olur."[74]

Bunun faziletlerine gelince, İbn Receb'in zikrettiği ve Süfyân b. Uyeyne'den varid olan şeylerdir: "Allah (c.c), kullarına "La ilahe illallah" kelimesini öğretmekle onlara en büyük nimeti ihsan etmiştir ki, bunun üzerinde daha büyük bir nimet tasavvur edilip düşünüle­mez. Zira cennetlik olanlar için "La ilahe illallah" kelimesi, dünyaya önem verenler için soğuk su mesabesindedir. İşte bunun içindir ki, se­vap yurdu (cennet) ile ceza yurdu (cehennem) hazırlanmış bulunmaktadır. Sırf bunun için peygamberler cihad ile emrolundular. Kim bu kelimeyi gereğince söylerse malını ve canını korumuş, güvence altına, almış olur. Kim de bunu söylemekten, yani gereğini yerine getirmekten uzak duracak olursa, onun da malı ve kanı hederdir. Onun için, bir güvence sözkonusu değildir. Çünkü bu kelime cennetin anahtarı olduğu gibi, peygamberlerin de davetlerinin anahtarıdır."[75]

Ben bu konuda alimlerin söylediklerini -Allah kendilerine rahmet etsin- ve Hz. Peygamber (s.a)'in hadisleriyle selefin buna ait görüşle­rini anlatmış olsam iş daha da uzayacağından burada kesmeyi uygun gördüm.                                             

 

La İlahe İllallah" Kelimesiyle Çelişen Durumlar

 

Gerçek anlamda Tevhid nedir, yani "La ilahe illallah" ne demek­tir? Buna zıd ve aykırı olan bununla çelişen şeyler nelerdir? Bütün bun­ları açıklamaya gerçekten büyük bir özen ve dikkat göstermiştir İslâm...

Biz daha önce "La ilahe illallah" kelimesinin kavramı, şartları ve hakikatiyle, etkileri hakkında bilgi sunmuştuk. Şimdi ise bu keli­meyle çelişkiye düşen ve bu kelimenin ruhuna aykırı olan şeyleri anla­tacağız.

"La ilahe illallah" kelimesinin gerçek yönüyle zihinde şekillen­mesinden ve bunun iyice kavranmasından sonra, artık onunla zıddi­yet oluşturan şeyin açıklanması daha anlaşılır olacaktır. Nitekim: "Her şey zıddıyla bilinir" sözü bunu gayet iyi bir şekilde açıklamaktadır.

Şurası bilinen bir gerçektir ki, küfür, şirk nifak ya da riddet (din­den dönme) gibi şeyler İslâm ile çelişen ve İslâm'ı ortadan kaldırmaya yönelik şeylerdir. Zira bunların olduğu yerde İslâm'dan ve müslüman-lıktan eser kalmaz. Bilindiği gibi bunlar da değişik şekil ve suretlerde hep karşımıza çıkıp durmaktadır. Ancak bu noktayı belirtmeden ön­ce, mutlaka Ehli Sünnet ve'1-Cemaatin önemli bir kuralını aktarma­mız gerekecektir. Çünkü bu kuralın bilinmesiyle ancak asıl vefürû iti­bariyle meseleler kontrol altına alınabilir. Bunlar bilinmeden kontro­lü mümkün değildir. Yine bu kuralın açıklığa kavuşması sonucu Mürcie fırkasına gereken cevap ta verilmiş olur bu arada... Çünkü İslâm aki­desinin şeffaf ve berrak esasını bulandıranlar, değerini düşürenler bun­lar olmuşlardır. Bu akidenin doğru kavramını hep bozmuşlardır.

Aynı zamanda Haricîlere de bir cevap oluşturmuş olacaktır. Bunlar o kadar aşın bir fırkadırlar ki, dosdoğru olan yolu, sırat'ı Müstakimi terketmişlerdir. İslâm'ın gerçek yolundan daima yan çizmişlerdir. Hal­buki İslâm dini orta yolu tercih eden bir dindir. O ne İfratı, ne de tef­riti kabullenir.

Kaldı ki, öteden beri bu konu etrafında bir hayli söz edilmiştir. Hemen herkesin kendi düşüncesine ve inancına göre getirdiği bir yo­rumu vardır. Ancak ben burada şunu belirtmeliyim ki, Allame İbn'i Kayyım'ın buna ilişkin çok değerli bir ifadesini keşfettim. Az önce işaret etmiş olduğum önemli kural, işte onun ortaya koyduğu kural idi ki, şimdi ben size, uzunluğuna rağmen bunu tümüyle aktarmak isterim.

Allah (c.c), kendisine rahmetiyle muamele buyursun, "Namaz" adlı kitabında İbn Kayyım der ki:

"Küfür ile îman, biri diğerinin karşısında yer alır. Şayet bunlar­dan biri giderse, yerini ötekisi alır. Mademki iman, asıl ve temel un­surdur. Bunun kendisine göre müteaddit şubeleri ve bölümleri bulun­maktadır. Bu bakımdan her bir şubeye iman adı verilmektedir. Mese­lâ namaz, imandan bir şubedir. Aynı şekilde zekât, hacc ve oruç da böyledirler. Diğer taraftan içe bağlı ameller dediğimiz hususlar da böy­ledir. Meselâ Haya denilen ar duygusu, tevekkül, Allah'dan korkmak, O'na yönelmek gibi her şey, hatta yolda insana eziyet veren bir şeyi oradan kaldırıp atmak da imanm şubelerindendirler."

"İşte bütün bu şubeler ve bölümlerin herhangi birisinin bozulması ve zarar görmesi, imanın da bozulup yok oluşuna neden olur. Meselâ Şehadet şubesi gibi. Bunun olmaması, imansızlığı ortaya koyar. Ama bazı şeyler de vardır ki, bunlarla imanm ortadan kalkması söz konu­su olamaz. Meselâ bir insan giderken, yolda insanlara eziyet veren bir şeyi oradan kaldırmayıp bıraksa, bunun sonucunda o kimsenin imam ortadan kalkmaz. Böylece anlıyoruz ki iman bölümler ve şubelerden oluşur. Bu bölümler arasında gerçekten pek büyük farklılıklar vardır. Meselâ öyle şeyler vardır ki, Şehadet yani ilahî varlığa ve iman esasla­rına tanıklığı gerektirir, buna bağlı olan şeyler de tıpkı bu şehadet gibi muamele görmüş olurlar. Kimi şeyler de vardır ki, tıpkı yoldaki taşı atma hükmündedir ve onun gibi bir muameleye tabi tutulur." "İma­nın kendisine göre, dalları ve budakları olduğu gibi küfrün de asıl olan­ları ve ikinci derecede olanları yani şubeleri vardır. Meselâ imanm asıl şubelerinden herhangi birisi nasıl ki, imanın kendisiyse, küfrün asıl ve temellerinden biri de aynen küfrün kendisidir. Onlar da küfürdür. Meselâ Haya imanın bir şubesindendir. Hayanın azlığı ise küfrün şu-belerindendir. Yine doğruluk imandan bir parçadır, onun bir şubesi ve bölümüdür. Aynı şekilde yalan da küfrün şubelerinden birisidir. Meselâ Namaz, zekât, hacc, oruç bütün bunlar imanın şubelerindendirler. Bunları terk etmek ise küfrün şubelerinden, bölüm ve parçalarındandır. Aynı şekilde Allah'ın indirdiğiyle hükmetmek imanın şu­belerinden Allah'ın indirdiğini bir kenara bırakıp insanların kendi ka­falarının ürünü olan şeylerle hüküm vermeleri küfrün şubelerindendir. Nasıl ki, tüm iteatler imanın şubelerinden sayilıyorsa, Measî yani tüm isyanlar da küfrün şubelerindendir.

"İmanın şubeleri iki kısma ayrılırlar. Biri kavli yani söz ile ifade olunandır. İkincisi ise fiilî olanıdır. Aynen bunun gibi küfrün şubeleri de ikiye ayrılmaktadır. Sözle ifade olunanı ve fiilî olarak yapılanı.."

"îmanın sözle ifade olunan şubelerinden öyleleri vardır ki, bun­ların yerine getirilmemesi halinde kişiyi imansız kılar, imanın ortadan kalkmasına neden olur. Aynı şekilde imanın fiilen yapılması gereke­nin de yapılmaması halinde yine imanın yok olmasına neden olur. Küf­rün sözlü, ve fiilî bölümleri de aynen böyledir. Meselâ bir kimse iste­yerek küfür ifadesini ya da kelimesini söylemiş olsa, küfrün şubele­rinden birini işlemiş olur. Aynı şekilde fiilen işlenmesi gereken bir şe­yi işlememesi, ya da fiilen yapması haram olan bir şeyi yapması halin­de yine küfrün bir şubesini işlemiş olur. Meselâ puta secde edilmesi bazı varlıklar önünde saygı ifadesiyle durulması, Kur'ân'ın hafife alın­ması gibi. İşte bunlar asıldırlar."

"Şimdi bu hususta bir başka asıl ve temel kural vardır. Bu da iman gerçeğinin söz ve amelle yani söylediğinin pratiğini yapmasıyladır. Söz ile olanı da iki bölümdür. Birincisi kalbin söyleyip inanması, bir de dilin söylemesidir. Bu da dilin, müslüman olduğunu açık bir şekilde söyleyip ortaya koyması gerçeğidir."

"Amel de iki bölüme ayrılır. îlki kalbin ameli, işlemesi ve uygu­lamasıdır. Bu ise kişinin niyeti ve ihlasım içerir. Diğeri ise organlarla ortaya konan ameller ve işlerdir, kısaca organların ameli. İşte bu dör­dünün ortadan kalkması halinde, yani kalben söylemek ve inanmak, dil ile söylemek, kalbiyle niyyetini ve samimiyyetini ortaya koymak, organlarla da bunları yapmak eylemi ortadan kalkarsa, tümüyle iman "denilen olay yok olur gider. Aynı zamanda kalbin tasdiki ya da doğ­rulaması olayı ortadan kalkınca artık diğer cüzlerin varlığının herhangi bir faydası kalmaz. Çünkü kişinin o kelimeye itikadında ve imanında kalbin tasdik ve doğrulaması şarttır bunun fayda getirmesi için de kal­bin tasdiki şarttır."

"Kalbî itikad ve inancın (kişide doğru itikadın) var olup da kalbî amel, niyyet ve İhlasın olmaması halinde durum ne olabilir? Bu husus Ehli Sünnet ile Mürcie arasında tartışmalı bir konudur."

Ehli Sünnete göre, ittifakla böylesinin imam yok olmuştur. Çün­kü kalbî amel noktasında kişide niyet, samimiyet ve ihlas yoksa, sa­dece doğrulamanın bir menfaati ve yararı yoktur. Kalbî amel denilin­ce, kişinin bu-konudaki muhabbeti ve Allah'a boyun eğmesi, emirle­rine kesinlikle itaat etmesidir. Bu itibarla mücarred (soyut) doğrula­manın bir yararı olamaz. Nitekim îblis denilen Şeytan'a, Firavun ile kavmine, Yahudilere ve müşriklere bu anlamdaki bir doğrulamanın yararı dokunmamiştır. Çünkü bunlar peygamberin doğruluğuna ina­nıyorlardı. Hatta dahası, kimi zaman gizli ya da açık bunu ikrar bile edip şöyle diyorlardı: "O aslında yalancı değildir. Ancak biz ona tabi olmayız ve ona iman etmeyiz. Demekki işin doğruluğunun bilinip, ge­reğinin yapılmaması halinde bunun insana bir yararı ve menfaati yok­tur."

"Mademki kalbî amelin ortadan kalkmasıyla iman da ortadan kalkmaktadır. Bu takdirde organlarla yerine getirilmesi gereken amel­lerin bir çoğunun yerine getirilmemesi halinde, yine de imanın orta­dan kalkması inkâr edilecek değildir. Özellikle de burada kalbî mu­habbet denilen sevgi ve emirlere kesin itaat yoksa, iman da böylece yokolup gider. Zira kesin tasdik için bu sayılanlar gerçekten gerekli­dir. Zaten bunun böyle olduğu hususu da anlatıldı."

Zira bir şey kalbin itaati yoksa, orada organların (pratik uygula­yıcımız) da itaatsizliği kendiliğinden gündeme gelir. Bunların biri di­ğerinden ayrılmaz. Şayet kalbî itaat varsa, peşinden mutlaka boyun eğiş gündeme girer. Bunu da organların yapması gereken amellerle bo­yun eğiş izler. Mademki bunlarda bir itaat ve boyun eğiş yoktur, bu takdirde taatin gerekliliğini ortaya koyan tasdik denilen doğrulama'ola­yı da ortadan kalkmış olur. Çünkü tasdik İçin zaten itaat gereklidir. İmanın hakikati ve gerçeği de bundan ibarettir. Çünkü iman hadisesi soyut bir tasdik ve doğrulama olayı değildir. Nitekim bu husus daha önce de anlatılmış idi. İman, itaat etmeyi ve boyun eğişi gerektiren bir tasdik ve doğrulama olayıdır."

"Ayrıca hidâyet de, sadece hakkın bilinmesi ve açıklanması de­mek değildir. Aksine bu, öyle bir tanınma ve bilinme olayıdır ki, ona uyanlar için, bunun gereklerini yerine getirmeyi, bununla gereğince amel etmeyi zorunlu kılar. Her ne kadar ilkine hidâyet adı verilse bile, bu ihtidayı gerektiren tam anlamıyla bir hidayet değildir. Nasıl tasdiki iti­kada, tasdik adı verilip, bu imanı gerektiren bir tasdik olmamışsa, iş­te bu hidayet de öyle olmuş olmaktadır. Size tavsiyem bu prensibe sı­kıca bağlı kalmanız ve bunlara uymamzdır."

"Şimdi ise bir başka temel prensibi ele alacağız. Küfür iki tür­dür. Biri amelî, diğeri ise cuhudî yani inada dayalı olan küfürdür."

Cuhudî yani inada dayalı küfür: Allah Rasûlünün Allah'dan ge­tirdiği şeyleri kişinin kesinlikle bilmesine rağmen, sırf inadı yüzünden inkâra kalkışması gibi. Meselâ Rabbin isim ve sıfatlarını, fiillerini ve hükümlerini inkâr bunun örneğini oluşturur. İşte bu küfür türü, her bakımdan iman ile çelişen ve ona zıt düşen küfürdür.

Amelî küfre ve inkâra gelince: Bu da iki kısımda ele alınır. Biri iman ile çelişen ve iman ile zıt olan küfür, diğeri de iman ile zıddiyet oluşturmayan amelî küfürdür. Meselâ puta secde etmek (dikilmiş taş­lara saygı duruşunda bulunmak), Mushaf i küçümsemek, peygamberi Öldürmek ve peygambere sebbetmek (küfretmek, dil uzatmak) gibi hu­susla iman ile çelişen ve iman ile zıddiyet oluşturan şeyler, amelî kü­fürdür."

"Allah'ın indirdiğiyle hükmetmemek[76] ve namaz kılmamak ise kesin olarak amelî küfürdürler. Allah ve Rasûlü buna küfür ismini mut­lak olarak verdiklerine göre, bunlardan küfür ismini kaldırmak müm­kün değildir. Bu itibarla Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen kâüfir-dir, aynı zamanda namazı terkeden kimse de kâfirdir. Zira bu husus­ta Rasûlullah (s.a)'m nassı bulunmaktadır. Ancak bu kimse itikadî ba­kımdan küfre girmeyip amelî yani uygulama bakımından küfre girer. Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen kimseye Allah'ın kâfir adını ver­diği gibi Peygamber (s.a)'in de namazı terkeden kimseye[77] kâfir adı­nı verdiği vakgi değildir. Bu ikisine mutlak manâda küfür adı verile­mez."

Mesela Rasûlullah (s.a), zina eden kimseden, hırsızlık edenden ve içki içenden iman vasfını kaldırdığı gibi, komşusu kendisinin kötülü­ğünden güvencede olmayan kimseden de iman vasfını kaldırmıştır. An­cak bir şeyden iman vasfı ya da isminin kal'rnlmasi hali, o kimsenin amel noktasından küfre girdiğine işarettir. Yoksa onların inadı veya chudî manâda bir küfre girdikleri anlamında değildir."

"Nitekim Rasûlullah (s.a)'ın şu hadisi de bu manâda değerlendi­rilmesi gereken bir hadistir. Buyuruyorlar ki:

"Benden sonra kiminiz kiminizin boyunlarını vurarak küfre gi­rerek geri dönüş yapmayın."[78]

"İşte bu hadiste amelî küfrü bildiren bir hadistir. Yine Rasûlul­lah (s.a)'ın şu hadisi de böyle değerlendirilmesi gereken bir hadistir:

"Kim bir kâhine gider ve söylediklerini tasdik ile doğrularsa, ya da hanımına dübüründen cinsel ilişkide bulunursa o, Muhammed (s.a)'e indirilenden uzaktır.[79]

Hz. Peygamber (s.a)'in şu sözü de bu anlamdadır:

"Kişi, kardeşine ey kâfir diye seslense, bununla bu ifade ikisin­den birine geçmiş olur"[80]

Nitekim Allah (c.c) da Kur'ân'ında, kitabının bir kısmıyla ya da bazısıyla amel edip bazısını terkeden kişiyi, amel ettiği kısmın mü'mi-ni, etmediği kısmınısa kâfiri olarak vasfetmiştir. Yani amelde bulun­duğuna iman etmiş, amel etmediğine de küfretmiş diye bildirmektedir;

"Hani sizden 'Birbirinizin kanını dökmeyin, birbirinizi yurt­larınızdan çıkarmayın' diye kesin söz almıştık. Sonra sizler bunu onaylamıştınız, hala da (buna) şa­hitlik etmektesiniz. Bu misakı ka­bul eden sizler, (verdiğiniz sözün tersine) birbirinizi Öldürüyor, ara­nızdan bir zümreyi yurtlarından çıkarıyor, kötülük ve düşmanlık­ta onlara karşı birleşiyorsunuz. Onları yurtlarından çıkarmak si­ze haram olduğu halde (hem çıka­rıyor hem de) size esirler olarak

geldiklerinde fidye verip onları kurtarıyorsunuz. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizlerden öyle dav­rananların cezası dünya hayatında ancak rüsvaylık; kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla gafil değildir." (Bakara, 2/84-85).

Allah (c.c), burada şu gerçeği bildirmiş olmaktadır. Bunlar, Al­lah'ın kendilerine emrettiği ve bağlı kalmalarını istediği şeyi ikrar etti­ler, kabul ettiler. İşte işin bu yönü onların bu şeyi tasdike ve doğrula­maya yanaştıklarını ortaya koymaktadır. Burada onlardan birbirleri­ni öldürmemeleri ve birbirlerini yurtlarından çıkarmamaları sözü alın­mıştır.

Daha sonra âyette Rabbim şu hususu haber veriyor. Bu kimseler Allah'a asi oldular, emrine karşı koydular. Bir kısmı diğerini öldür­düler ve onları yurtlarından çıkardılar. İşte işin bu yönü de, Allah'ın kitapta kendilerinden* almış olduğu sözü yerine getirmeyip küfretmiş olmalarıdır. Sonra yine Rabbim şunu da bildirmektedir. Bu fırkadan yurtlarından çıkarılmış olanlardan yani esir edilenlerden fidye aldık­larını... Yani fidye karşılığında bırakıldıklarını görmekteyiz ki, bu da, kitapta kendilerinden alman söze imanlarını bildiren bir husustur. Böy­lece bunların kitaptan kendilerinden alınan söz ile amel ettikleri yöne iman ettiklerini, terkettikleri kısmını da küfür ile inkâr ettiklerini bil­dirmiş olmaktadır."

Amelî iman ile amelî küfür birbirleriyle zıddiyet teşkil ederler. Yine itikadı imanı ile itikadî küfür birbirleriyle zıddiyet oluşturur. Hatta bizim bu söylediğimizi Rasûlullah (s.a) sahih olan şu hadislerinde açıkça ilan etmişlerdir.

"Mü'mine küfretmek (sövmek) fasıkhk, onu öldürmek ise küfür­dür."[81] "Böylece Rasûlullah (s.a) mü'mini öldürme ile ona sövme ara­sındaki durumu ayırmış, bunlardan birisini küfür değil, fasıklık ola­rak vasfetmişken, diğerini küfür olarak nitelemiştir. Şu da bilinen bir gerçektir ki, buradaki küfürden maksat amelî küfür olup itikadî küfür değildir.[82] İşte bu manâdaki bir küfür, yani amelî küfür kişiyi İs­lâm dairesinin dışına çıkarmaz, tümüyle kişiyi dinden çıkarıp kâfir yap­maz. Tıpkı zina edenden, hırsızlık yapandan ve içki içenden iman is­minin kaldırılmasına rağmen dinden çıkmadığı gibi."

İşte bu açıklama, bizzat sahabenin görüşüdür. Bunlar ki, ümmet içerisinde Allah'ın kitabını en iyi bilenler, İslâm'ı en güzel öğrenmiş, küfrün ne olduğunu da çok iyi kavramış olanlardır. Yine bu sahabe İslâm ve küfrün ne gibi durumları olduğunu da bilenlerdir. Yani İs­lâm nedir? Onun ne gibi şartları vardır? Küfür nedir? Hangi şeyler, küfürdür ve kişiyi küfre götüren unsurlar nelerdir? Bütün bunları çok iyi bilen ve değerlendiren zatlardır. Bu hususlara ait her türlü bilgiler de ancak bunlardan öğrenilmiştir. Müteahhirîn yani sonradan gelen alimler ise bunların maksatlarını kavrayamadılar, iki fırkaya ayrıldı­lar. Fırkanın biri, kişiyi büyük günah işlemekle dinden çıkardılar. Böy­lece büyük günah işleyen kimseleri ebedî cehennemlik olarak bildirdi­ler.[83] Diğer fırka da büyük günah işleyenleri kâmil mü'minler olarak kabul ettiler.[84] İşte bunlardan ilk fırka, pek aşırı gidip sapıttı, ikinci­leri de esas amaçtan uzaklaştılar. Ancak en doğru orta ve örnek yol ise, Allah'ın Ehl'i Sünneti sevketmiş olduğu yoldur. Dinler içerisinde nasıl ki, İslâm en doğrusu ise, mezhepler içerisinde de en doğrusu Ehl'i Sünnet'inkidir."

"Bütün bu gördüklerimizden anlaşılacağı gibi küfür içerisinde kü­für, şirk içerisinde şirk, fasıkhk içerisinde fasıkhk ve zulüm içerisinde zulüm olan şeyler vardır. Bunların bilinmesi gerekir."

"Rabbimizin; "Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kâfirle­rin tâ kendileridir.*' (Maide, 5/44)

âyetiyle ilgili olarak İbn Abbas kanalıyla gelen ve Hişâm b. Huceyr ile Tavûs'un aktardıkları, Süfyân b. Uyeyne'nin de bize intikal ettir­diği gerçeği bilmemiz gerekecektir.

Demiştir ki: "O, bunları inkâr ile küfretmiş olur. Ancak bu, "Bun­lar tıpkı "Allah'ı, meleklerini, peygamberlerini inkâr edenler gibidir," demek değildir. Yine ondan gelen bir başka rivayette ise şöyledir. "Bu bir küfürdür ama, kişiyi dinden çıkarmayan bir küfür." Tavus ise şun­ları söylemektedir: "Bu, kişiyi dinden çıkaran bir küfür değildir."[85]

Veki' b. Süfyan da İbn Cüreyc kanalıyla Ata'dan rivayetinde şun­ları zikretmektedir: "Bu, küfürden aşağı olan bir küfür, esas zulüm­den sonra gelen bir zulüm, asıl fasıklıktan sonra gelen bir fasiklık-tır."[86] İşte Ata'nın söylemiş olduğu bu husus var ya, Kur'ân'ı anla-yanlarca, açıklanmak istenendir. Nitekim Allah (c.c), Allah'ın indir­diğiyle hüküm vermeyen hâkimi kâfir diye adlandırmıştır. Allah (c.c), Peygamberi Muhammed (s.a)'e indirdiği şeyi inadı sebebiyle inkâr eden kimseyi de kâfir diye adlandırmıştır. Fakat buna rağmen bu iki kâfir aynı anlamda kâfir demek değildirler. Çünkü kâfirlikte eşit değillerdir.

Hatta Allah (c.c), kâfiri zalim diye de isimlendirmiştir. Nitekim şöyle buyurmaktadır:

"Kâfirler, zalimlerin tâ ken­dileridir. " (Bakara, 2/254).

Yine Allah (c.c), nikahta, talak (boşama)da, ric'î talakta, Hulu'-da haddi aşıp sınırı tanımayanlar hakkında da zalim ismini kullanmıştır.

"Kim   Allah'ın   hududunu

(koymuş olduğu sınırlan) aşarsa, kesinlikle kendisine zulmetmiş olur." (Talak, 64/1)

Yüce Mevla'nın peygamberi Hz. Yûnus da şöyle söylemiştir:

"İlahî Senden başka ilah yoktur. Seni eksikliklerden tenzih ederim. Gerçekten ben nefsime zulmedenlerden oldum.'* (Enbi­yâ, 21/87)   ,

Yine O'nun seçkin kulu Hz. Adem (a.s) de şöyle demiştir:

"Ey Rabbimiz, biz nefsimi­ze (kendimize) zulmettik." (A'~ raf, 7/23).

Allah'ın Kelimi Hz. Mûsâ (s.a) da şöyle söylemiştir:"

"Rabbim, gerçekten ben nef­sime zulmettim. Bana mağfiret eyle (Beni bağışla)". (Kasas, 28/16).

İşte buralarda anlatılan zulüm, küfürle eş manâdaki zulüm de­ğildir.

Allah (c.c), aynı zamanda kâfire fasık adını da vermiştir. Rabbim bu hususta şöyle buyurmaktadır:

"Verdiği misallerle Allah an­cak fasıkları saptırır. Onlar Öyle sapıklar ki, kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler." (Bakara, 2/26-27).

Yine bir diğer âyette de şöyle buyurmaktadır:

"Andolsun ki biz sana apaçık âyetler indirdik. Bunları fasık-lardan başkası inkâr etmez." (Ba­kara, 2/99).

Buna dair örnekler Kur'ân'ı Kerîm'de çokça bulunmaktadır. Ay­rıca Kur'ân'da mü'min olan kimseye de fasık ismi verilmektedir:

"Ey iman edenler! Eğer fa-sıkın biri size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yok­sa bilmeden bir topluluğa sataşır­sınız da sonra yaptığınıza pişman olursunuz." (Hucurât, 49/6).

Aynı zamanda her fasılan aynı anlamda olmadığı ve aynı olma­dığı noktası bilinmelidir. Şimdi aşağıda sunacağımız âyet ise Hakem b. Ebu*l-Âs hakkında nazil olmuştur, dolayısıyla buradaki fasıklığm da diğer faşıklık manâlarından farklı bir anlamı vardır. Rabbimiz bu­yuruyor:

''Namuslu kadınlara zina is­nadında bulunup, sonra (bunu isbat için) dört şahit getiremeyen­lere seksener sopa vurun ve artık onların şahitliğini hiç bir zaman kabul etmeyin. Onlar i asıkların tâ kendileridirler." (Nûr, 24/4)1

Rabbimiz (c.c), İblis hakkında şöyle buyurmaktadır:

"(İblis) Rabbinin emrinden dışarı çıktı (Rabbinin emrine karşı fasıklıkta bulundu)." (Kehf, 18/50).

Rabbimiz yine şöyle buyurmaktadır:

"Kim o aylarda hacca niyet ederse, hac esnasında kadına yak­laşmak, fıska yönelmek (günah sayılan davranışlara yönelmek), kav­ga etmek yoktur." (Bakara, 2/197).

Burada görüldüğü gibi her fısk aynı manada değildir.

Küfür iki türdür. Aynı şekilde zulüm de ikidir, fasıklık ta ikidir. Bunlar gibi cehalet de ikidir. Birisi küfür olan cehalet, diğeri ise küfür olmayan cehalettir. Küfür olan cehaletle ilgili olarak Rabbimiz (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Rasûlüm! Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir." (A'raf, 7/199).

İşte buradaki bu âyet, cahili küfrü gerektiren şeylerden uzak dur­mayı ifade buyurmaktadır.

Küfür olmayan cehaletle ilgili olarak ta Rabbimiz şöyle buyur­maktadır:

"Allah'ın kabul ettiği tevbe, ancak bilmeden (cehaletle) kötü­lük edip te sonra tez elden tevbe edenlerin tevbesidir." (Nisa, 4/17).

Aynı şekilde şirk de ikiye ayrılmaktadır. Şirkin bir nevi var ki, kişiyi dinden çıkarır. Buna büyük şirk anlamında **Şirk'i Ekber" de­nilir. Diğer bir türü de kişiyi dinden çıkarmaz. Buna da küçük şirk anlamında "Şirk'i asğar" denilir. Bu da insanların amellerini ilgilen­diren bir şirktir, meselâ riya denilen gösteriş olayı bu türden bir şirktir.

Rabbimiz büyük şirkle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"Biliniz ki kim Allah'a şirk (ortak) koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri cehennem ateşidir." (Maide, 5/72).

Yine Rabbim bir başka âyette de şöyle buyurmaktadır:

"Kim Allah'a ortak (şirk) koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış, yahut rüzgar onu uzak bir yere sürüklemiş (bir nesne) gibi­dir." (Hacc, 22/31).

Şirk olan riya ve gösterişe gelince, bununla ilgili olarak Rabbim şöyle buyurmaktadır:

"Artık her kim, Rabbine ka­vuşmayı umarsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiç bir şeyi or­tak koşmasın." (Kehf, 18/110).

Yine küçük şirk denilen şirkin bu türüyle ilgili olarak Rasûlullah (s.a) de şöyle buyurmaktadırlar: "Kim Allah'dan başkası adına ye­min ederse, o kesinlikle Allah'a ortak koşmuş olur." Bu hadis Ebû Dâvud ve başkaları tarafından rivayet olunmuştur.[87]

Bilindiği gibi, Allah'dan başkası adına yemin etmek kişiyi din­den çıkarmaz. Böyle bir kimseye, kâfirlere uygulanan hükümler uy­gulanmaz. Nitekim Rasûlullah (s.a)'ın şu sözleri de bu türdendir: "Bu ümmetde şirk, karıncaların gezişinden (devinme ve hareketinden) çok daha gizlidir."[88]

Dikkat edecek olursanız şirk, küfür, fasıklık, zulüm ve cehalet, evet bütün bunların her biri, iki türden oluşmaktadır. Bir nevi kişiyi dinden çıkarmakta, diğeri ise dinden çıkarmamaktadır. Aynı şekilde nifak denilen münafıklık da ikiye ayrılmaktadır. Bunlardan birisi iti-kadî nifaktır, diğeri de amelî nifaktır. İtikadı bakımdan nifak yani mü­nafıklık, Rabbimizin münafıklarla ilgili olarak Kur'ân'da beyan bu­yurduğu ve hoş görmediği nifaktır ki, Allah (c.c), bunlar için cehen­nemin en alt tabakasında kalmayı vacip kılmıştır.

Amelî nifak ise, Hz. Peygamber (s.a)'in sahih hadislerinde ifade buyurmuş oldukları nifaktır. Rasûlullah (s.a) buyuruyor ki:

"Münâfıkın alameti üçtür. Konuşunca yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, kendisine bir şey emanet olununca ihanet eder."[89]

Yine Buhârî'nin Sahihinde şu hadisi görmekteyiz: "Dört haslet (huy) vardır ki, kimde bunlar bulunursa o kimse halis (katıksız) mü­nafık olur. Kimde de bu hasletlerden bir bulunursa, o kimsede o has­let bulunduğu ve onu terk etmediği sürece, münafıklıktan bir haslet bulunmuş oiur. Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, husumet zamanında haktan ayrılır, kendisine bir şey emanet olununca hıyanetlik eder."[90]

İşte bu anlatılan amelî yönden nifaktır. Kişide iman olmasının ya­nında bazen bu tür bir nifak ta bulunabilir. Fakat bu sayılan nifak olayı, şayet kişide iyice yer ederse, adeta o kişinin ayrılmaz bir vasfı haline gelecek olursa, bu takdirde o kimseyi tümüyle İslâm'dan sıyırır götürür. Hatta böyle bir kimse namaz kılıp oruç tutsa ve müslüman olduğunu ileri sürse de, artık onda İslâm'dan bir şey kalmamış olur.

Çünkü iman, mü'minde bu gibi hasletlerin olmamasını öngörür. Fa­kat bir kimsede nifak ile ilgili özellik ve huylar gereğince yer ederse ve onu bundan menedecek bir durum da kalmamış ise artık o halis yani katıksız münafık olmuş olur.

"Ahmed b. Hanbel'in ifadesi buna delalet etmektedir. Zira İs­mail b. Saîd es-Şalencî[91] demiştir ki: Ahmed b. Hanbel'den, büyük günahlarda ısrar eden ve bunu kendi çabasıyla isteyerek sürdüren, fa­kat bununla birlikte namazını kılan, zekatını veren ve orucunu da tu­tan kimse hakkında soru sordum. Böyle bir kimse bütün bu ibadetle­rine rağmen yine de büyük günahlarda ısrarlı olan biri olarak sayılır mı. Çünkü hem ibadetleri yapıyor, hem de büyük günahları sürdürü­yor, böylesinin durumu nedir?

Ahmed b. Hanbel şu cevabı vermişdir. Bu kimse aşağıdaki ha­diste ifadesini bulan kimseler gibidir ve musir yani ısrar eden olarak kabul edilir. Hadis şöyledir: "Zina eden bir kimse, zina ettiği sırada mü'min olarak zina edemez."[92] Bu kimse imandan çıkar fakat İslâm'a girer, yani müslim olarak kalır. Tıpkı Hz. Peygamber'in şu sözünde yer alanlar gibi: "İçki içen kimse, mü'min olarak içki içemez, hırsız­lık eden kimse de, mü'min olarak hırsızlık yapamaz."[93]

Yine İbn Abbas'ın Maide, 44. âyetiyle ilgili olan ifadesini de bu­na delil olarak gösterebiliriz. Âyette Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir." (Maide, 5/44).

Yukarıda adı geçen İsmail Şalencî diyor ki, ben: "Nedir bu kü­für diye, İbn Abbas'tan sordum da şöyle cevap verdiler: "Bu, kişiyi dinden çıkarmayan bir küfürdür. Tıpkı her iman derecesinin de aynı olmadığı gibi. Aynı şekilde küfür de böyledir. Ancak hakkında hiç bir

ihtilaf ve tartışma olmayan bir konu sözkomısu ise o zaman değişir.

durum

"Şimdi de bir başka temel prensibi ele alacağız. Bu temel prensip de şudur. Bir kimsede hem küfür hem de iman aynı zamanda toplan­mış olabilir. Evet bir kimsede küfür, iman, şirk, tevhid, takva, facirlik, küiıir ve iman toplanmış olabilir. İşte bu temel prensip Ehli Sün­netin en önemli temel prensiplerindendir. Ancak bu konuda bid'at ehli olan Haricîler, Mutezile[94] Kaderiye[95] gibi mezhepler farklı düşünmek-teler ve bunlar Ehl'i Sünnete muhalif durumdadırlar."

"İşte büyük günah işleyen kimsenin ebedî cehennemlik olmaya­cağı, ateşten çıkacağı veya ebedî cehennemlik olacağı gibi görüşler bu temel prensibe dayanmaktadır. Ehl'i Sünnet ile diğer mezhepler ara­sındaki fark ta buradan çıkmaktadır. Nitekim buna delil olarak Ehl'i Sünnet, Kur'ân'dan, Sünnet'ten, Fıtrattan ve Sahabe'nin icmaından delil getirmişlerdir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

"Onların çoğu Allah'a ortak (şirk) koşmaksizm iman etmez­ler." (Yusuf, 12/106).

Allah (c.c), şirk koşmakla birlikte bunların iman sahibi oldukla­rını da âyetlerinde bildirmiş bulunmaktadır. Rabbim şöyle buyuruyor:

"Bedeviler' inandık' dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama İslâm olduk' deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Al­lah'a ve elçisine itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiç bir şeyi ek­siltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (Hucurât, 49/14).

Yine görüldüğü gibi Allah (c.c), onların İslâm olduklarını, Allah ve Rasûlü için taatte bulunduklarını tesbit ederken, aynı zamanda ima­nın da olmadığı tesbit etmektedir bunlar için. Ancak buradaki iman­dan maksat, mutlak manadaki imandır ki, kişi mutlak olarak bu ismi hakketmiş olur. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Mü'minler ancak Allah'a ve Rasûlüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Al­lah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular an­cak onlardır." (Hucurât, 49/15).

İşte bu kimseler iki görüşten en sahih olanına göre münafık ol­mayan kimselerdir. Aksine bunlar'yapageldikleri işlerden, yani Allah'a ve Rasûlüne olan itaatlerinden dolayı müslümandırlar, fakat bu kim­seler mü'min değillerdir. Gerçî bunlarda kendilerini küfre sokmayan, küfürden çıkaran bir parça iman bulunmaktadır.

İmam Ahmed b. Hanbeî (r.a), zinayı, hırsızlığı, içki içmeyi ve yağ­macılığı kasdederek, kim şu dört şeyi veya bunların benzerini yapa­cak olursa o kimse müslümandır, ancak biz böyle bir kimseye mü'-min adını vermeyiz. Kim de bunlardan aşağısını yaparsa, yani büyük günah olmayan şeyleri işlerse, ona da imanı eksik mü'min adını veri­riz. Nitekim bunun böyle olduğuna dair, Hz. Peygamber'in şu hadisi delalet ediyor:

"...kimde de bu hasletlerden bir tanesi bulunacak olursa, işte onda nifaktan bir haslet bulunmuş demektir."                        

Bu da göstermektedir ki, kişi kendisinde hem nifakı hem do İs­lam'ı toplamış olabilir.

Aynı şekilde riya ve gösteriş de şirktir, şayet kişi, yaptığı herhan­gi bir iş ya da amelinde gösteriş yapacak olursa, işte o kimse kendisin­de hem şirki hem de İslâm'ı toplamış olur.

Yine bir kimse Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, ya da Allah Rasûlünün küfür olarak isimlendirdiği bir işi işlerse, bununla beraber kendisi İslâm'a ve şeriata da bağlı ise, bu takdirde o kimse hem küfrü hem de İslâm'ı nefsinde toplamış olur.

Nitekim biz şu hususu açıklamıştık. Masiyetlerin tümü, küfrün şubelerinden bir şube durumundadır. Taatlerin tümü de imanın şubelerinden birini teşkil etmektedir. Bu itibarla kul, herhangi bir şubeyi veya iman şubelerinden bir çoğunu yerine getirir, bunlarla o kimse mü'~ min adını alır, bazan da bu ismi almayabilir. Aynı şekilde, küfür şu­belerinden birini işlemekle kafir adını alabilir, bazan bu hal ona İs­lam adını mutlak olarak vermemiş olur.

İşte,burada iki durum bulunmaktadır, biri isme dayalı lafzıdır. Diğeri de hükümle ilgili olup manevîdir.

Bunun manevî olanı, acaba küfrü gerektiren bir haslet mi, yoksa değil mi? Lafzî olanını yerine getiren kimseye acaba kâfir adı verilir mi, verilemez mi?

Birincisi yani manevî olanı sırf şer'î olanıdır. Yani şeriatle ilgili bulunanıdır. İkincisi yani lafzî olanı ise, hem lüğavî yani dil bilgisine dayalıdır, hem de şer'îdir yani din ile ilgilidir.

"Şimdi burada bir başka prensip bulunmaktadır. O da kulun, imanla ilgili meselelerden herhangi birisini yerine getirmesi halinde, yerine getirdiği bu iş, iman da olsa, o kimseye mü'min adı verilmesini gerektirmez. Aynı zamanda işlemiş olduğu şey küfür olsa ve bununla küfrün şubelerinden birini işlemiş olsa, kişinin bundan ötürü kâfir adını alması gerekmeyebilir. Tıpkı bir ilmin bir bölümünü bilen kimseye alim adının verilmesi gerekmediği gibi. Aynı şekilde bazı fıkhî meseleleri veya tıbbî problemleri bilen kimseye fakih ya da tabîb = hekim demle­meyeceği gibi. Bunu böylece ifade ederken, aynı zamanda imanın şu­belerinden olan bir şubesine iman adı verilemez diye bir mana çıkarıl­mamalıdır. Aynı şekilde nifaka dair şubelerden veya küfürün şubele­rinden herhangi birisine nifak veya küfür adı verilemez manâsı dal çı­karılmamalıdır."                                                                       

"Bazan da işlenen fiil sebebiyle mutlak bu isim verilebilir. Mese­lâ: "Kim de onu terkederse, küfretmiş (kâfir olmuş) olur." ve "Kim de Allah'dan başkası adına yemin ederse, kesinlikle küfretmiş olur." ve yine: "Kim bir kahine (falcıya) gider ve onun söylediklerini doğru-larsa, kim de Allah'dan başkası adına yemin ederse, kesinlikle küfre girmiştir." Hadisleri (Bu son hadisi Hakim bu lafızla sahih olarak ri­vayete etmiştir.) Böylece herhangi bir kimsenin, küfür sayılan bu şey­lerden birisini işlemesi durumunda o kimse mutlak olarak kâfir adını almaya layıktır, demek değildir. Aynı şekilde, herhangi haram bir fii­li işleyen kimseye, o kimse fasıkhk olan bir fiil işlemiştir, o bu haramı

işlemekle fasik olmuştur da denilemez. Bu itibarla o kimseye fasıkhk adı verilemez. Ancak bü gibi fiil ve davranışların onda çoğalıp galebe çalması halinde, kendisine fasık adı verilebilir."[96] (İbn Kayyım'ın açıklamaları) Benim de bu yapmış olduğum alıntıya bağlı olarak söy­leyeceklerim vardır.

 

Zorunlu Bir Açıklama

 

İbn Kayyım merhumun bundan önce kendisinden yapmış oldu­ğumuz alıntı bölümünde insanda şüphe uyandıracak bazı noktalar bu­lunmaktadır. Özellikle "Hakimiyyet" konusundaki açıklaması husu­sunda bazı insanlarda şüpheler meydana getirecektir. Çünkü İbn Kay­yım açıklamasında, Allah'ın indirmiş olduğu hükümlerle hükmetme­yen kimsenin asıl küfür manâsında kâfir olmayacağını belirtmektedir. Bu itibarla bu meselenin kesinlikle açıklanması gerekmektedir. Evet açıklanmalıdır ki, ortaya çıkan şüphe ve kuşku da izale olmuş olsun.

Bilindiği gibi, İslam toplumu Hz. Peygamber (s.a)'in elinde, ku­rulduğu günden itibaren, Allah'ın şeriatım yürürlüğe koymak, onun­la hükmetmek suretiyle sürdürmüştür. Nitekim Raşid halifeleri de ay­nı uygulamayı sürdürüp götürmüşlerdir. Bunlardan sonra gelen Eme-vî halifeleri de aynen bu yolu izlemiştir. Gerçi bunlarda bazı inhiraf­lar ve yan çizmeler olmuş ise de, onlar da bu yolu izlemişlerdir. Yani bütün bunlarda insanın muhakeme olunmak üzere başvurduğu hüküm Allah'ın şeriatından başkası olmamıştır. İnsanların hepsi o şeriat bay­rağının altında gölgelenmişler, hepsi de onun hikmeti ve adaleti altın­da gözetilip idare olunmuşlardır.

Bundan sonra Abbasî devleti gelmiş, bu devlette de yine şeriat,-uygulanan nizam ve hüküm olmuştur. Gerçi bunlarda önemli sayıla­cak bazı gedikler meydana gelmiştir. Daha sonra da Tatarlar gelmiş, bunların lideri olan Hülagü "Yasa" denilen kendi kanunlarını getir­miştir. İleride ve özellikle ilgili bölümünde İslâm alimlerinin bu konu­daki görüşlerini Allah'ın izniyle ele almış olacağız. Mademki durum bu merkezdedir. Esasen konuya ilişkin Selefin -ki İbn Kayyım da bun­lardan biridir- sözü üzerine toz kondurulamaz. Şayet hakim olan kimse hükmünü verirken rüşvetle hüküm verirse, ya da herhangi bir yakınlık ve karabeti, birinin şefaati (aracılığı) ya da benzeri bir şeyle hü­küm vermesi halinde haliyle bu, ası! manâsında küfür olarak değer­lendirilemez. Bu asıl manâda olan küfürden farklı bir küfürdür.

Ancak müslümanların hayatlarında gerçekten önemli ve ciddi olan, özellikle de tarihlerinde ilk kez meydana gelen duruma gelince, yine Allah'ın şeriatının yürürlükten kaldırılması, buna gericilik ve irtica diye damga vurulması noktasına gelince ya da "insanların geri kalmasına bu şeriat neden olmuştur, ilerlemeye, uygarlığa bu engeldir" noktası­na gelince işte bu, müslümanların hayatında yepyeni bir irtidat yani dinden dönme olayıdır. Kaldı ki, iş sadece bu basit iftiralarla kalma­yıp, daha da ileri götürülmüş, özellikle müslümanlann hayatlarına ka­dar sokulmuş, onların hayatlarını en aşağı seviyedeki bir hayat türü ile değiştirmeye itmiştir. Öyle ki İslâm şeriatının ve kanunlarının yeri-, ne Fransa, İngiltere, Amerika gibi ülkelerin kanunları ya da dinsiz sos-, yalist ülkelerin kanunları getirilmiştir. İşte bunlar ve benzeri kanun-;-lar cahili ve küfirî olan düzenlerden alınmak suretiyle İslam şeriatının : yerine konmuştur.

Elimde buna dair bir çok delil bulunmaktadır:

1- Özellikle İbn Kayyım merhumun daha önce geçen bölümde or­taya koymuş olduğu Ahrned b. Hanbel'in sözü, bunun açık bir örne­ğini teşkil ediyor.

Orada Ahmed b. Hanbel diyordu ki: "Ta ki hakkında kesin ihti­laf olmayan bir şeyi getirip işlemeleri halinde, işte bu durumda onlar mutlak manada kafir olmuş olurlar."

Evet, doğrusu bu öylesi bir durumdur ki, hiç bir şüphe söz konu­su edilemez bile. Çünkü bu hal, Allah'ın şeriatını yürürlükten kaldır­mış, bu kamil ve mükemmel manadaki şeriata, anayasaya eksiklik ve kusur atfedilmiştir. İnsanların ortaya koydukları kanunları ise bun­dan daha mükemmel göstermişler, bu kanunların daha yumuşak ol­duğunu, çağların ilerlemesiyle de yeniliklere açık olduğunu söylemek­tedirler ki, işte bu, apaçık bir küfürdür.

2- Yine İbn Kayyım'in ortaya koyduğu şeylerden hareketle mese­leye açıklık getirmeye çalışacağım. Bu mübarek zat, açıklamasında di­yordu ki, "her küfür aynı manada küfür değildir". İşte bu ifade: "İs­lama bağlı ve onun şeriatının reddetmeyen" hakim için geçerlidir. Böyle bir hakim şayet nassa, eldeki delile muhalefet ederse, bundan yan çizerse, daha öncede açıklandığı gibi, işte bunlar asıl manada olmayan küfre girmiş olurlar. Yoksa burada Allah'ın tüm kanunlarını, şeriatı­nı kaldırıp yerine insan kafasının ürünü olan küfür kanunlarının ko­yulmasını uygun görenlerin kafir olmayacakları demek değildir. Böyleleri katıksız anlamda kâfirdirler.                                                

3- Bir de insanlar için helal ve haram koyma, onlar için şeriat ya­ni yasalar koyma meselesi vardır. Eski ve yeni alimlerin hepsi de şu hususta ittifak etmiş bulunmaktadırlar. Yasa koyma yani şeriat koy­ma işi alemlerin Rabbi olan yüce Allah'ın hususiyetlerindendir. Dola­yısıyla kim kendi adına bu manada bir iddiaya kalkışırsa, o kimse (ya da kimseler) kendilerini ilahlaştırmış olurlar, ya da O'nun benzeri ha­line koymuş olurlar. Yani kendilerini Allah'dan başka tapınılan ve iba­det olunan varlıklar yapmış olurlar. Bunun açıklamasında yakında yapacağız.

4- Şeriatı Rabbaniyeyi yani ilahî şeriatı uzaklaştırmak, bunun ye­rine beşerin heva ve isteklerinden doğmuş olan şeyler koymak olayı, eski ve yeni tüm alimlerin küfür olarak gördükleri bir olaydır, bu yeni kanunların failleri kesinlikle kafirdirler. Çünkü burası dince zarurî ola­rak bilinen bir durumdur. Böyleleri kesin kafirdirler. O halde bu ko­nuda Rabbim şöyle buyururken hala mücadele edecek birileri var mı?

"Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O'na (Allah'a) mah­sustur." (A'raf7/54).

Nitekim her şeyden münezzeh olan yüce Allah, mü'min veya ka­fir bütün insanların itiraf ettikleri gibi göğün ve yerin Rabbidir, yara­tıcısıdır. Aynı zamanda O, her emrin ve sultanın (gücün), her hük­mün ve siyasetin (sahipliğin) de maliki ve sahibidir."[97]

5- Ahmed b. Hanbel (r.a)'in kavli (görüşü) zaten bu gerçeği açık­lamış olmaktadır. Onun görüşü şöyle idi: "O kimse hakkında ihtilaf olmayan bir şey getirip işleyinceye kadar bu böyledir". İşte Ahmed b. Hanbel'in bu görüşünü İslam alimlerinden Şeyh Muhammed b. îb-rahim şöyle açıklıyor:

"İşte böyle yapılması, apaçık bir küfürdür ki, bu lanete uğramış olan ve insanların eliyle uydumla gelen kanunu, Cebrail (a.s) tarafın­da Hz. Muhammed (s.a)'in kalbine indirilenin yerine koymaktır. Evet bu kitabı Rûhu'1-Emîn adı verilen Cebrail (a.s), uyarıcılardan olsun diye, apaçık arap diliyle, Hz. Muhammed'in kalbine indirmiştir. Bu­nun yerine başka kanunları koymak küfürlerin en açık seçik olanı ve en büyüğüdür."[98]

6- Bir de İbn Kayyım (rh)'ın "Medaricu's-Salikîn" adlı kitabın­da zikrettiği husus vardır. İbn Kayyım, Hüküm meselesiyle ilgili tüm görüşleri ortaya koyduktan sonra diyordu ki: "Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeme konusunda sahih olanı şudur ki, bu, iki tür küfrü içe­rir. Birisi küçük küfür, diğeri de büyük küfürdür ki, bu, hükmü ve­ren hakimin durumuna göre değerlendirilir. Meselâ Alîah'dan başka­sının hükmüyle hüküm veren hakim, hüküm verdiği meselede, asıl ola­rak Allah'ın indirdiğiyle hüküm vermesi gereklidir diye itikad ediyor­sa ve buna rağmen başkasıyla hüküm veriyorsa, böyle yapmanın is­yan olduğunu ve yapan kimsenin de Allah tarafından cezaya hak ka­zandığım itiraf ediyorsa, işte bu, küçük küfürdür. Fakat böyle olma­yıp ta Allah'ın hükmüyle de hüküm verilmeyebilir, diye itikad ediyor ve inanıyorsa, Allah'ın hükmünün en iyi olduğunu kesin bilmesine rağ­men kendisinin bu konuda muhayyer olduğuna inanıyorsa, işte bu halde büyük küfrü işlemiş olur. Çünkü bu hal büyük küfürdür. Şayet Ha­kim bunu bilmeden, cehaletle yapıyorsa veya hata ile böyie bir hüküm veriyorsa hatalıdır. Hakkında hata edenlerin hükmü icra olunur."[99]

7- Bir de "Minhacu's-Sünne" adlı kitabında ibn Teymiye'nin söy­lediklerine bakalım, Merhum diyor ki: "Bir kimse, Allah'ın Rasûîü-ne indirdiğiyle hüküm vermek vacip ve gerekli değildir diye inanıyor­sa, bu kişi hiç bir şüpheye yer olmaksızın kafirdir. Zira her kim, Al­lah'ın indirdiğine tabi olmaksızın, O'nun hükmünden dönerek, insanlar arasında kendi görüş ve düşüncesine göre hüküm vermeyi helal sayar ve uygun bulursa, o kimse kafirdir. Her hangi bir toplum ve ümmet düşünün ki, adaletle hükmetmeyi, evet sadece böyle yapmayı emret­mektedir. Ancak bazan bu, toplumun dininde (inançlarında) adalet, onların büyüklerinin, önde gelenlerinin ileri sürdüğü görüşler olabi­lir. Hatta bunun daha ötesi de vardır. Böyle yapan kimselerin bir çoğunun müslüman olduklarını yada İslama mensup bulunduklarını da görebiliriz, hatta öyledir de. Bunlar bulundukları toplumların adet ve töfeleriyle, ortaya koymuş oldukları hükümlerle hükmederler de, Al­lah'ın hükmüyle hükmetmezler. Tıpkı bedevilerin cahili gelenekleri, adetleri ve taklidleri gibi. İşte kendilerine itaat olunan emirler, Kitap ve Sünnete önem vermeksizin, kendisiyle hüküm verilmesi gereken şey­ler, kendilerinin öngördüğü hükümler olursa, işte bu küfürdür. As­lında bir çok insan müslüman olmuşdur. Buna rağmen hala araların­da sürdürdükleri hükümler, hakim kimselerin öngördüğü gelenekler, adetler ve hükümler olmaktadır. Şayet bunlar, Allah'ın indirdiğinin dışında bir şey ile hüküm vermenin kendileri için caiz olmadığını bi­lirlerse, bir şey denemez. Aksine böyle değil de, Allah'ın indirdiğinin hilafına olan şeylerle hükmetmenin helal olduğunu kabul ederlerse, işte bunlar kafirlerdir."[100]  

"Vallahi, biz gerçekten apa­çık bir sapıklık içindeymişiz. Çün­kü biz sizi âlemlerin Rabbi ile eşit tutuyorduk." (Şuârâ) 26/97-98). âyetini tefsir ederken İbn Kayyım şöyle diyor.

"İşte bu âyette sözü edilen eşitlik, sevgide, Hah edinmede ve koy­dukları yasaları kabullenmede eşitlik manasınadır. Yoksa yaratmada, güç ve kudrette, Rubûbiyette değil. Burada bildirilen denklik, Rabbimizin kafirler hakkında şu buyruğunda ifade ettiği denkliktir:

"Hamd, gökleri ve yeri ya­ratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a mahsustur. (Bunca âyet ve delillerden) sonra kâfir olanlar (hala putları) Rab'leri ile

denk tutuyorlar." (En'âm) 6/1) "İki görüşün en sahihi ve doğrusuna göre mana şöyle olmaktadır: "Sonra kafir olanlar (hala putları) Rableri ile denk tutuyorlar." Yani Allah'a karşı duyulması gereken tazim, sevgi ve tapınmayı denk tuttukları şeylere gösteriyorlar. Tıpkı Al­lah'a ibadet edip kullukta bulundukları gibi bunlara tapınıp kulluk edi­yorlar. Bunların emirlerine saygı göstererek Allah'ın emirleriyle eş ve denk tutuyorlar. Bunlara gösterilen denklik ya da eşitlik, fiilleri ve sıfatları bakımından değildi. Yani bu tapınılan ya da saygı gösterilen varlıklar fiil ve sıfatlar bakımından da Allah ile eşit ve denktirler diye itikad etmiyorlardı. Ancak bu varlıklarla Allah arasındaki denklik ve eşitlik hususu sevgide, kullukta ve tazimde .görülüyordu. Halbuki bü­tün bunlara rağmen bu varlıklarla Allah arasındaki farkı da kesin bi­liyorlardı. Buna rağmen böyle yapmakta idiler. Bu büyük hatadan an­cak "AIlahMan başka ilah olmadığına şahitlikte bulunmaları kurta­rabilir onları.[101]

Şeriatın yerine başka kanunların, heva ve isteklerin konduğunu gösteren daha açık ve gerçek durum, alimlerin bu hususta açıklamış oldukları görüşleridir. Alimler, itikadı açıdan küfrü beş kısma ayır­maktadırlar.[102] Bu kısımları şöylece sıralayabiliriz:

a- Tekzîbî küfür, yani yalana dayalı küfür. Bu, peygamberlerin yalancı kimseler olduğuna inanmak suretiyle olan bir küfür çeşididir. Küfrün bu türüne giren kafirler pek azdırlar. Zira Allah (c.c), pey­gamberlerini değişik yollarla teyiderek desteklemiştir. Onlara bir çok burhanlar, âyet ve mucizeler vererek böylece onların doğruluğunu or­taya koydurmuştur. Böylece karşı koyamamışlar ve tüm mazeretleri de geçersiz kılınmıştır. Nitekim Fir'avun ve kavmiyle ilgili olarak Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

"Akılları bunlar(ın doğrulu­ğuma tam bir kanaat getirdiği hal­de, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları bilerek inkar ettiler." (Neml) 27/14)

Yine Rabbimiz, Rasûlü Hz. Peygamber (s.a) için de şöyle buyur­maktadır:

"..Aslında onlar seni yalan­lamıyorlar, fakat o zalimler açık­ça Allah'ın âyetlerini inkar edi­yorlar." (En'âm) 6/33).

b- Büyüklük göstererek kaçınma ve uzak durmadan dolayı olan küfür. Tıpkı İblis denilen şeytanın küfrü gibi. Yine, Hz. Peygamber (a.s)'i tanıdıkları halde sırf büyüklük göstermelerinden dolayı kaçı­nıp uzak duran kimselerin küfrü de bu türden olan bir küfürdür. As­lında küfrün bu türü, peygamber düşmanlarında bir hayli kabarıktır. Nitekim Allah (c.c), Firavun ve kavmi hakkında şöyle buyurmaktadır:

"(Musa ile Harun'un) ka -vimleri bize kölelik ederken, bizim gibi olan bu iki adama inanacak mıyız?" (Mü'minûn 23/47).

Aynı zamanda Peygamberimiz (s.a)'in amcası Ebû Talib'in küf­rü de bu türden bir küfürdür. Ebû Talib, Hz. Peygamber (s.a)'in doğ­ruluğunu kabulleniyor, aynı zamanda onun doğruluğunda herhangi bir şüphe ve kuşkusu da yoktu. Ancak sırf hamiyet ve eskiye olan bağ­lılık, dininde ısrarını sağlamıştır. Halbuki ortaya konulan mucizeler, kendisinin batıl dinlerinden dönmesini gerektirmektedir.

c- Sırt çevirmek suretiyle, kabul etmekle meydana gelen küfür.« Tıpkı Hz. Peygambere sırt çevirip, kendisini dinlemeyen, onu doğru­lamayan, aynı zamanda yalanlamayan, Hz. Peygambere herhangi bir dostluk beslemediği gibi, ona bir düşmanlık ta göstermeyen, onun ge­tirdiklerine de kesinlikle kulak verip dinlemeyenlerin küfrü de bu tür­den bir küfürdür. Meselâ Benû Abd Yaleyl'den birisinin Rasûlüllah'a söylemiş olduğu şu ifadeleri buna bir örnek oluşturmaktadır. Adam Rasûlüllah (s.a)'e diyor ki:

"Vallahi sana bir şey söyleyeyim mi? Eğer sen gerçekten doğru bir kimse isen, benim sana cevap vermem yerine sen benim gözümde büyük birisin. Şayet sen bir yalancıysan, bu takdirde, sen, kendisiyle konuşmaya değmeyen önemsiz birisin."[103]

d- Şüphe sebebiyle olan küfür. Adam peygamberin doğruluğuna kesin inanamamaktadır, fakat onu yalanlayamaktadır da. Ancak hak­kında, getirdiği mesele konusunda şüphesi vardır. Böyle bir kimse şüp­hesinde ısrar etmeyip, Hz. Peygamber'in doğruluğunu gösteren âyet­lere mucizelere bakmaktan yüz çeviriyor, bunlara sırtını dönüyorsa bu da diğerleri gibi kâfirdir. Ancak bunların yanında adam delil ve mucizelere yönelip bakarsa, artık bu aâyetler kendisinde herhangi bir şüphe ve kuşku bırakmayacaktır. Çünkü buna dikkat etmenin netice­si, onu doğrulamayı gerektirir.

e- Nifaktan dolayı olan küfür. Böyle bir kimse diliyle iman etti­ğini açıklar, fakat kalbiyle nifakını ve yalanmasını sürdürür. İşte bu, en büyük nifak yani münafıklıktır.

Biz böylece küfrü her iki türü ya da çeşidiyle açıkladıktan sonra, artık şirki açıklan ıya geçebiliriz. Bütün küfür ve şirk durumlarından da Allah'a sığın ıayı dileriz.

. Şirk de, İbn Kayyım'ın daha önceki ifadelerinden aldığımız gibi ikiye ayrılır. Birisi kişiyi dinden çıkaran büyük şirktir. Diğeri de riya gibi olan küçük şirktir. Büyük şirke delil olarak Rabbimizin şu âyeti­ni gösterebiliriz:

"Allah, kendisine ortak ko­şulmasını asla bağışlamaz; ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar." (Nisa, 4/116)

Muhammed b. Abdu'l-Vahhab'm anlattığı gibi bu şirk türü de dörde ayrılır:

1-  Dua şirki. Yüce Mevlâ şöyle buyurmaktadır:

"Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız O'na has kılarak (ihIasla) Allah'a yalvarırlar. Fakat onları salimen karaya çıkarınca                                        

bir bakarsın ki, (Allah'a) ortak koşmaktadırlar." (Ankebût, 29/65)

2-  Niyet, irade ve kastdan doğan şirk. Allah (c.c) şöyle buyur­maktadır:                                            

"Kim (yalnız) dünya hayatı­nı ve onun zinetini istemekte ise, onların İşlerinin karşılığını orada tam olarak veririz ve onlar orada hiç bir zarara uğratılmazlar. İşte onlar, ahirette kendileri için (ce hennem) ateşinden başka hiç bir şeyleri olmayan kimselerdir; (dünyada) yaptıkları da boşa gitmiştir; yapmakta oldukları şeyler (zaten^ ba­tıldır." (Hûd, 11/15-16)                                                        

3- Taat sebebiyle meydana gelen şirk. Bu hususta Rabbim şöyle buyurmaktadır:

"Allah'ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rabler edindiler." (Tevbe, 9/31).

Adiy, b. Hatim'den rivayet olunan bir hadise göre, kendisi, Hz. Peygamber (s.a)'in yukarıda mealini verdiğimiz, Tevbe, 31. âyetini okurken dinlemişti. Bu âyette: "(Yahudiler) Allah'ı bırakıp bilginle­rini (hahamlarını); (hırıstiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Me­sih'i (İsa'yı) rabler edindiler."[104] deniliyordu. Bunun üzerine dedi ki: "Onlar, rahiplerine tapmıyorlar ki?" diye sordum. Rasûlüllah (s.a) de şöyle buyurdular: "Hayır, iş senin anladığın gibi değildir. Onlar helali onlara haram kılıp, haramı da helal kılmaktadırlar. Halk ta bu noktada onlara tabi oldular. İşte, onların onlara ibadet etmeleridir (tap­malarıdır)."[105]                                                                       

Huzeyfe b. Yemân ve Abdullah b. Abbâs ve daha başkaları bu! âye­tin tefsirinde demişlerdir ki: "O halk, bu kimselerin helal ve haran kıl­dıkları şeylerde onlara tabi olmuşlar ve onları izlemişlerdir.

4- Sevgi ve mahabbet sebebiyle meydana gelen şirk. Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"İnsanlardan bazıları Allah'­tan başkasını Allah'a (haşa) denk tanrılar edinir de onları Allah'ı se­ver   gibi   severler."   (Bakara, 2/165)[106]                                                                                

Nifak meselesine gelince; bu da iki çeşittir. Birisi insanı dinden çıkarır. Buna Büyük nifak denir. Bunun için Şeyhul İslâm İbn Teymi-ye merhum şöyle diyor: "Nifakın bir çeşidi vardır ki, buna en büyük nifak manasında nifakı ekber denir. Bu, sahibini cehennemin en alt tabakasına götürür. Abdullah b. Übeyy ve benzerlerinin nifakı işte bu türden olan bir nifaktır. Bunlar Rasûlüllah (s.a)'i açıkça tekzibeder-ler, yalanlarlar veya peygamberin getirdiğini bir kısmını açıktan inkar ederler, ya da Rasülüllah'a buğz edip kin güderler veya peygambere Peygambere uymanın gerekmediğine inanırlar ya da dinin gerileme­sinden sevinç duyarlar veya dininin üstünlük kazanmasından da üzü­lürler, îşte bu ve benzeri durumlarla kişi hem Allah'a ve hem Rasülü-ne düşman haline gelmiş olur."[107]

Kimi nifak da var ki, buna küçük nifak manâsında Nifak'ı As-ğar denir. Bu da riya idi. Bu konuyu daha önceki sayfalarda görmüş idik.

Mürtedlik yani dinden dönme meselesine gelince, bu kişinin iman etmesinden sonra tekrar küfre girmesi olayıdır. Herhangi bir kimse şayet küfrü söylerse, ya da bizzat küfür olan işi yaparsa veya bunlara rıza gösterirse, bütün bunları kendi istek ve arzusu ile yaparsa kâfir olur. Fakat bunları yaparken, kalben bunlara buğzediyor ve kin bes­liyorsa bile durumda bir farklılık yoktur. Sünnet ve hadis alimleri bu görüşü bildirmişlerdir. Aynı zamanda kendi kitaplarında bunu zikret­mişlerdir de. Demişlerdir ki:

"Mürted, İslamı kabul ettikten sonra ya konuşarak, ya fiilen ve itikad açısından onu inkar etmesidir. Yine şu hususta kesinlikle de­mişlerdir ki, bir kimse inanmasa bile bununla amel de etmezse ve bu­na zorlanıyor da değilse, küfür olan şeyi söylemesi halinde kâfir olur.

Aynı şekilde itikad etmemekle birlikte ve söylemese bile kişi kü­für olan bir fiili işlerse yine kâfir olur.                           

Yine bir kimse küfür kelimesini söylemez ve işlemez, fakat küfür olan şeye gönlü ve aklı yatarsa, bununla ferahlık duyarsa işte bu da küfürdür. İşin bu yönünün böyle olduğu, bu zatların kitaplarında bil­dirilmiştir. Aynı zamanda ilimde biraz varlığı olan kimse de bunun böyle olduğunu bilir. Bunu bildikleri gibi, mutlaka bu manada ilim erbabına buna ait bilgiler ulaşmıştır."[108]

Böyle toplu bir bilgiden ve bir nevi açıklama, izah ve tafsilattan sonra, size İslâm ile çelişen, çelişki arzeden on maddeyi sunmak iste­rim ki, bunu İslâm alimleri tesbit edip ortaya koymuşlardır.

 

İslam İle Çelişen Hususlar

 

İslâm alimlerinin tesbit ettiği İslâm ile çelişen önemli on ijnadde1 şunlardır:

1- Eşi" ve benzeri olmayan bir tek Allah'a ibadette O'na dirk ve ortak koşmak. Yüce Mevlamız şöyle buyurmaktadır:

"Allah, kendisine ortak ko­şulmasını asla bağışlamaz; ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar." (Nisa, 4/116).

2- Kendisiyle Allah arasına vasıtalar koymak, bunları dua ğırıp, yardımlarını dilemek. Bu icma ile küfürdür.

3-  Müşrikleri kafir kabul etmemek, yani tekfir etmemek, ya da bunların küfründe şüphesi olmak veya bunların görüşlerinin doğrulu­ğunu kabullenmek. Bu da icma ile küfürdür.

4- Hz. Peygamber'in getirmiş olduğu hidayetin ve yolun dışında­ki bir yolun doğruluğuna inanmak, onun daha mükemmel ve üstün olduğunu kabullenmek veya başkalarının ortaya koymuş olduğu hü­kümlerin İslamî hükümlerden daha güzel olduğuna inanmak. Mese­lâ, tağutların hükümlerini Rasûlüllah'ın koymuş olduğu hükümlerden daha üstün ve faziletli kabul etmek. İşte böyle yapanlar ve böyle ina­nanlar de kafirdirler.                                                            

5- Allah Rasûlünün getirmiş olduğu bir şeye buğzetmek, hatta buğzettiği şeyi yapsa bile, sırf buna buğzetmesi nedeniyle küfre girmiş olur. Buna delil ise Rabbimizin şu âyetidir:             

"Bunun sebebi Allah'ın indirdiğini beğenmemeleridir. Allah da onların amellerini boşa çıkar­mıştır." (Muhammed, 47/9).         

6-  Allah'ın dininden olan herhaflp bir şey veya hükümle, ya da bir sevabı veya ikabı (cezası) ile alay etmek. İşte böyle yapmak da küfürdür. Bunun delili ise Rabbimizin şu âyetidir:                     

"De ki: Allah ile, O'nun âyetleriyle ve O'nun peygamberiy-le mi alay ediyordunuz? Boşuna Özür dilemeyin, çünkü siz iman et­tikten sonra tekrar kâfir olduğunuz." (Tevbe, 9/65-66).                                                             

7- Sihir yani büyü. Büyünün bütün türlerini kim yapar veya bu­na rıza gösterirse, o da küfre girmiş olur. Rabbimiz buyuruyor ki:

"Biz ancak imtihan için gön­derildik, sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız, demeden hiç kimseye (sihir ilmini) öğretmezler-di." (Bakara, 2/102).

8- Müslümanların aleyhine müşriklere yardımcı olup onlairın ya­nında yer almak. Buna delil ise Rabbimizin şu âyetidir:       

"İçinizden onları dost tutan­lar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göster­mez." (Mâide, 5/51).

9- Bazı kimseler için peygamberlere uymaları gerekli (vacip) de­ğildir, diye itikad edip inanmak. Bu bazı kimselerin Hz. Peygamberin şeriatının dışına çıkmaları caizdir, nitekim Musa (a.s)'ın şeriatından Hızır (a.s) da çıkmıştı, diye iman etmek. İşte bu türden bir itikad ve inanç da küfürdür.

10- Allah'ın dinini Öğrenmeyip ondan yüz çevirmek ve onunla amelj etmemek. Bunun delili ise Rabbimizin şu âyetidir:

"Kendilerine Rabbinin âyet­leri hatırlatıldıktan sonra onlar­dan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Muhakkak ki biz,

günahkarlara, ettiklerinin karşılığı olan cezayı vereceğiz." (Secde, 32/22).

Bu sayılan on madde ki, hepsi de İslam ile çelişen durumları içeren maddelerdir. Kişi ister şaka yoluyla, ister ciddî manada ve ister

zorlananın yani ikrah olunanın dışında korkan biri bu maddelerden birini işlemesi halinde hiç birinin diğerinden bir farkı yoktur. Hepsi de küfre girmiş olurlar. Bunların hepsi de en tehlikeli olan ve insanla­rın en fazla düşmesi mümkün olan durumlardır. O halde mü'minin görevi, bunlardan sakınmak ve kendisi adına böyle bir cfuruma düş­mekten korkmaktır."[109]                                      

Bize yakışanına gelince, biz burada bu çelişkileri şunun için sun­mak istiyoruz. Bu hususta müslümanların şu iki noktada dikkatli ol­mamız gerekecektir. Çünkü bu iki nokta gerçekten pek önemlidirler. Aynı zamanda müslümanın hayatında bu iki noktanın ehemmiyeti iyice anlaşılmış olsun istemekteyiz. Bir de hakimiyyet meselesinde durumun iyice açığa çıkması ve bunun Velâ ve Berâ konusunun bununla olan ilgisini derinlemesine araştırıp açığa çıkarma imkanım bulabilsin

Birinci nokta: Kim, Peygamber (s.a)'in gösterdiği ve getirmiş ol­duğu hidâyetten daha güzel bir hidâyetin ve yolun olacağına itikade derler ve inanırsa ya da onun hükmünün dışındaki hükümlerin daha güzel olacağına itikad edecek olursa, meselâ Tağut'un hükmünü Al­lah ve Rasûlünün hükmünün üzerinde kabul ederse kesin olarak o kimse kafirdir.

Zira Allah'ın şeriatının hayat alanından uzaklaştırılıp atılması ve yerine beşerîn ortaya koymuş olduğu kısır ve yetersiz kanunların ka­bul edilmesi hususu yepyeni bir mürtedlik olayıdır. Bu yeni dinden dön­me hareketi son çağlarda müslümanların hayatına girmiş bulunmak­tadır. Aynı zamanda açık bir şekilde de kendisini göstermektedir. Bi­lindiği gibi İslâm toplumu, uzun çağlar boyu Allah'ın şeriatının göl­gesinde varlıklarını sürdürmüşlerdir. İslâm şeriatı gerek hakim olarak ve gerekse mahkum olarak, o toplum bireylerinin hayatına hakimdi. Gerçi bu arada büyük veya küçük olsun bazı masiyetler bulunmakta idi. Fakat herşeye krağmen insanların hayat düzeni, işlerinde uygula­nan yasa, Allah'ın şeriatı ve O'nun hükmü idi. Kafirlerle cihad mese­lesi ve İslâm davasını yayma meselesi devamlı artarak bu esaslar üze­re varlığım sürdürüp gitmekte idi. Ancak ne zamanki İslâm şeriatına kusur isnadı başladı, ne zamanki o büyük din bir gericilikle, gerileme ile damgalandı, çağdışılık olarak kabul edildi, böylece zamanla meydana gelen bu türden bir değişiklik, İslâm şeriatının müslümanların hayatından uzaklaştırılmasına neden oidu. Bunun da yegane ve tek se-bebî müslümanların dünyada sömürülmeye başlanıp adeta sömürge haline getirilmeleriyle meydana gelmiş bulunmaktadır. Kısaca müslü-manlar ne zamanki Allah (c.c)'ı -haşa- unuttular, Allah (c.c) da onla­ra kendilerini unutturdu.

Halbuki Kur'an'ı Kerim'de bu hüküm ve ahkam ile ilgili olarak bu çerçevede bir çok açık ve seçik nasslar gelmiştir. Bu nassların ve delillerin hiçbirisinde -haşa- şüphe sözkonusu değildir. Kaldı ki bun­lar, müslümanın temel akidesini oluşturduğu gibi bu, onların dinleri­ne ait en önemli işlerindendir.

Nitekim Allah (c.c) Kur'an'da şöyle buyurmaktadır:

"Kim Allah'ın indirdiği (hü­kümler) ile hükmetmezse işte on­lar  kafirlerin      kendileridir."

(Maide, 5/44).

"Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse İşte onlar zalimler­dir.” (Mâide, 5/45).

"Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar fâsıklardır." (Mâide, 5/47).

"Yoksa onlar (İslâm öncesi) cahiliye idaresini (hükmünü) mi arıyorlar? İyi anlayan bir toplu­ma göre, hükümranlığı Allah'tan daha güzel kim vardır?" (Mâide, 5/50).

"Hayır; Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hu­susunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar." (Nisa, 4/65).

"Yoksa onların (İslâm dinin­den başka) Alla"ın izin vermedi­ği şey(ler) i kendilerine dinden şe­riat yapan (kanun koyan, anaya­sa hazırlayan) ortakları mı vardır?" (Şûra,. 42/21).

"(Bazı insanlar) 'Allah'a ve peygamber'e   inandık   ve   itaat ettik1 diyorlar; ondan sonra da iç­lerinden bir gurup yüz çeviriyor, i Bunlar inanmış değillerdir. Onlar aralarında hüküm vermesi için Al­lah'a ve peygamber'e çağırıldık­larında, bakarsın ki içlerinden bir kısmı yüz çevirip dönerler. Ama, eğer (Allah ve Rasûlü'nün hük­mettiği) hak kendi lehlerine ise, ona boyun eğip gelirler. Kalblerinde bir hastalık mı var; Yoksa şüphe ve tereddüd içinde midir­ler?Yoksa Allah ve Rasûlü'nün kendilerine zulüm ve haksızlık edece­ğinden mi korkuyorlar? Hayır, asıl zalimler kendileridir! Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Rasûlüne davet edildiklerinde, 'işittik ve itaat ettik' demek, sadece müminlerin söyleyeceği sözdür. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir." (Nûr, 24/47-51).

"Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim peygambere karşı çıkar ve mü "m inlerin yolun­dan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme so­karız; o, ne kötü bir yerdir." (Nisa, 4/115)

Daha sonra yüce Rabbimiz iman ettikleri iddiasında bulunup Tağut'un hükmünce yürümeyi isteyen kimselerin saçmalıklarını şöylece açıklamış olmaktadır:

"Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Ta-ğut'a inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, Tağût'un önünde muhakemeleşmek istiyor­lar. Halbuki şeytan onlabir sapıklıkla saptırmak istiyor." (Nisa, 4/60)

Bundan önceki âyet müslümanların bilgi ve hüküm kaynaklarım sıralamıştı. Bu âyetin meali şöyle idi: "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan Ulü'l-emr'e (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve âhirete gerçek­ten inanıyorsanız- onu Allah'a ve Rasûlune götürün (onların talimatı­na göre halledin); bu hem hayırlı hem de netice bakımından daha gü­zeldir." (Nisa, 4/59),

Bu âyette sıralanın hüküm kaynakları daha sonradan "Kitap, Sün­net, İcma ve Kıyas" şeklinde formülleştirilen kaynakların temelini koy­muş, anlaşmazlık çıkarsa çözümün bu kaynaklara başvurularak aran­masını emretmişti, buna rağmen bir münafıkın, anlaşmazlık içine düş-düğü kişiye RasûluİIah (s.a) yerine Ka'b b. Eşref yahudisine başvura­lım demesi bu âyetin nüzulüne sebep teşkil etmiş, âyet her yer ve za­manda benzen münafıkların maskesini indirmiştir.

Tağût: Hakkı tanımayıp azan ve sapan bir kişi ve güce verilen ad­dır. Şeytana da bu yüzden tâğut denmiştir. İşte daha önce mealini sun­muş olduğumuz 60. âyet ile bundan sonraki beş âyetin nüzul nedeni, bu kelimenin anlamım ortaya koymada yardımcı olmaktadır.

Kurtubî'nin anlattığına göre burada Allah (cc)'ın tağût diye isim­lendirdiği kişi, Yahudi Ka'b b. Eşreftir. Bu itibarla Allah ve Rasûlü'nün hükümleri nerede kabul edilmiyorsa orada tuğyan vardır ve Al­lah ile Rasûlü'nün hükümlerini kabul etmeyen herkes Tağuttur.

Onlara; 'Allah'ın indirdiğine (Kitab'a) ve Rasûl'e gelin (onla­ra başvuralım) denildiği zaman münafıkların senden iyice uzak­laştıklarını görürsün." (Nisa, 4/61)          

Basireti ve uzak görüşlülüğü yok olmuş Allah'ın şeriatını değişti­rip yerine insan kafasının ürünü kanunları koyanları İslâm âlimlerin­den biri ne güzel bir şekilde tarif etmektedir:

Bu gibileri misk, gül ve benzeri iyi kokulardan rahatsız olup da, dinlenirken pisliklerden, kazurattan ve kötü kokulardan huzur duyup canlanan kimseye benzerler"[110]

Nitekim Allah (c.c) da şöyle buyurmaktadır:

"Allah'a ve peygamberine düşman olanlar, işte onlar en aşa­ğıların arasındadırlar." (Mücade­le, 58/20)                                                                       

Allah'a ve Rasûlune düşman olmanın en önemlisi ve en büyük düşmanlık Allah'ın hükmünden, O'nun şeriatından, Peygamberi'nin sünnetinden uzaklaşmak ve bunlardan Yüz çevirmek, bunlara sırt ver­mektir. Acaba bugün yeryüzünde yaşayan müslümanların çekmekte oldukları nasıl bir zillet ve aşağılık hayattır bu? Evet, bu, gayet tabii ve doğal bir sonuçtur. Çünkü günümüz müslümanları Allah (c.c)'ın şeriatını terketmişlerdir. İşte bunlar, yani bu tarz müslümanlar günü­müzde bir hayli çokturlar. Fakat bunlar tıpkı selin üzerindeki çer çöp ya da köpük misalidirler. Sel önünde hiç bir varlık gösteremezler. En aşağılık milletler onlar için ümide kapıldılar ye insanların en aşağılık­ları oların başlarına üşüştüler. Gerçekten Hz. Peygamber'in peygam­berliğinin doğruluğunu onun şu sözü ne kadar da gerçekçi bir şekilde açık seçik olarak ortaya koymaktadır.

"Tıpkı aç kimselerin sofradaki yemek tabağına üşüştükleri gibi yakın bir gelecekte milletler de sizin üzerinize öylesine üşüşeceklerdir." Bunun üzerine, bir zat:

"Acaba O gün bizim az oluşumuzdanmı olacaktır bu?" diye so­rar. Rasûlullah (s.a) da şu cevabı verirler:

"- Aksine o gün siz çok daha fazla olacaksınız. Ancak o gün siz tıpkı sel üzerindeki köpük (çer-çöp) gibisiniz. Allah (c.c), kesinlikle, düşmanlarınızın gönlünden sizden duydukları korkularını çıkarıp ata­caktır ve Allah (c.c), sizin kalplerinize kesinlikle "Vehen" atacaktır.

Oradakilerden biri şöyle sordu:

"-Vehen nedir? Ey Allah'ın Rasûlü!" Rasûlullah (s.a) ise şöyle­ce vap verdiler:

"- Dünya sevgisi ve ölümden hoşlanmak (ölüm korkusu.)"[111]

Aslında bu gün müslümanların hayatına musallat olmuş en bü­yük inhiraf ve dinden uzaklaşma şu noktadan gelmektedir ve bu en büyük tehlikeyyide oluşturmuştur: Bazi kimseler âlim süsüne bürün­mek suretiyle, değişik şeyleri insanlara süsleyerek, allayıp pullayip sun-maktalar. Böylece beşerin arzu ve isteklerini ön plana sokarak, Al­lah'ın şeriatını ortadan kaldırıyorlar. İşte bu kimseier, kendi günah­larını yüklendikleri gibi kıyamet gününde hak yoldan saptırdıkları kim­selerin de günahlarım yükleneceklerdir. İslâm bütün bunlardan uzak­tır. Böylelerinin hiç birisi ile ilgisi yoktur. Allah (c.c), selef âlimlerine rahmetiyle muamele buyursun ki, hepsi de İslâm sınırının bekçileri ve hamileriydiler. Öyle ki bunlar tarafından İslâm'a hiç bir şey (leke) ge­tirilmemiştir.

İşte değerli âlim Hafız İbn Kesir (r.a), ünlü tefsirinde, Tatarların (Moğolların) baskısı sırasında müslümanların başlarına gelenleri, "Yok­sa onlar (İslâm öncesi) cahiliyyet idaresini (hükmünü) mi arıyorlar." (Mâide, 5/50) âyetinin tefsirini yaparkan şöylece aktarmaktadır:

"Allah (c.c), kendisinin sapa sağlam ve muhkem olan, her türlü iyilik ve hayrı içinde bulunduran, aynı zamanda tüm kötülükleri ve şerri yasaklayan, uydurma heves ve isteklere, arzulara meyletmeyi ön­leyen Allah'ın şeriatının ve hükümlerinin dışına çıkanları reddetmek­tedir. İnsanların kendi elleriyle uydura geldikleri ve Allah'ın hüküm­lerine dayanmayan yasaları, cahiliyyet hükümlerinin sapıklıklarını ve tüm bilgisizliklerini reddetmektedir. Zira Allah (c.c), insanların bu hü­kümleri ve sapıklıkları sırf kendi görüş ve istekleri sonucu ortaya çı­kardıklarını bildirmektedir. Tıpkı Tatarların, Cengiz Han olarak bili­nen krallarından krallık yasalarını almaları gibi. İşte bunlar bu kral­lık emir ve buyrukları, hükümleri yürütmekte idiler ki, bunu onlara "Yasa" adıyla kralları uydurmuştur. Bir araya getirilen bu yasalar yahudi hristiyan ve İslâm dinine bağlı farklı toplumlardan alınmak suretiyle toplanıp bir araya getirilmiş hükümlerdi. Aynı zamanda bu ya­sada yer alan bir çok maddeler, bizzat Cengiz Han'ın kendi görüş ve düşüncelerinin ürünü olan maddelerdi. Cengiz bu yasayı kendi çocukları için izlenilmesi ve uğurunda gidilmesi gereken bir yol olarak kabul et­tirmişti. Onlar Allah'ın Kitab'ından ve Rasûlü'nün Sünnetinden önce bu yasa ile hüküm verirler ve buna uyarlardı. Onlardan böyle davra­nıp bu yasaya uyanlar kâfirdir ve kesinlikle öldürülmeleri gerekir. Evet böyleleri ya o yasaları bırakıp Allah ve Rasûlü'nün hükmüna döner­ler veya dönmemeleri halinde öldürülürler. Zira ister az ister çok ol­sun, Allah'ın hükümleri dışında hiç bir kanuna ve hükme başvuru­lamaz."[112]

 

Kişiyi Küfre Götüren Durumlar

 

Şeyh Muhammed b. İbrahîm merhum, hakimin işlemesi halinde kendisini dinden çıkarıp kâfir yapan durumları şöylece açıklamakta­dırlar:[113]

1- Allah'ın indirdiği hükümlerin dışındaki hükümlerle hüküm ve­ren hâkim (ve kimseler), Allah'ın ve Rasûlü'nün hükümlerinin daha gerçekçi ve hak olduğunu inkâr ederse, kişi kâfir olur. Bu, İbn Abbas (r.a)'tan yapılan rivayetin ortaya koymuş olduğu bir manadır. Nite­kim bu rivayeti İbn Cerîr de tercih etmiştir. Zira Allah'ın indirmiş ol­duğu şer'î bir hükmün inkârı, tüm ilim erbabınca ittifakla küfür sa­yılmıştır. Zira dinin asıl temellerinden bir tanesini veya üzerinde itti­fak olunan fer'î delillerden bir tanesini ya da Allah Rasûlü'nün getir­diği şeyin bir tek harfini bile inkâr edilmesi halinde bu, kesinlikle kişi­yi dinden çıkaran bir küfürdür.[114]

2- Şayet hakim, Allah'ın indirdiğiyfe ve Rasûlü'nün de hükmüy­le hükmetmenin hak ve gerçek olduğunu inkâr etmiyor fakat Allah ve Rasûlü'nün koyduğu hükümlerin dışındaki hükümlerle hükmetme­nin daha güzel olduğuna inanıyorsa yine kesinlikle küfre girmiş olur. Yani Allah ve Rasûlü'nün hükümlerinin dışındaki hükümlerin daha

mükemmel, daha yeterli olduğuna, zamanla meydana gelen problem­leri ve insan ihtiyaçlarını çözmede yeniliklere gitmenin gerekliliğine ina­nıyorsa, zamanların değişmesiyle durumlar da değişir deyip, Allah ve Rasûlünün hükümlerini bir kenara itiyorsa bu da aynı şekilde küfür­dür. Çünkü burada mahlûkatın yani insanların ortaya koymuş oldu­ğu hükümleri Allah ve Rasülü'nün hükümlerinden üstün tutmak du-rumu bulunmaktadır. Böylece zihinde beliren çöplük misâli düşünce ve fikirleri alıp, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan hikmet sa­hibi yüce Allah'ın hükümlerini bir kenara itip, kendi zihnî çöplükleri­ne geçerlilik kazandırmaktır ki bu da küfürdür.

Kaldı ki hiç bir mesele ve problem yoktur ki, o mesele ya da prob­lemin Allah'ın kitabında, Rasûlünün de Sünnetinde ya açık olarak bir nassi ve delili bulunmasın, ya da istinbat (mevcut mesele ve hükümle­re bakarak bunlardan hüküm çıkarmak) yoluyla bir delili bulunma­sın. Evet bu ve benzeri yollarla hükümler elde olunabilir. İşte bunu bilen, zaten bilgisi olduğu için bilir, bilmeyen de bu konuda herhangi bir bilgiye sahip olmadığı için bilinemez.

3-  Başka hükümlerin Allah ve Rasülü'nün hükümlernden daha güzel olamayacağına itikad etmek ve inanmakla birlikte, Allah ve Ra­sülü'nün hükümleri dışındaki hükümlerle hüküm vermenin de en azın­dan onun gibi olacağına inanmak ve böyle itikad etmek. İşte bu üçün­cü madde de bir önceki iki madde gibi kişiyi dinden çıkaran bir kü­fürdür. Zira işi böyle düşünüp ve böyle inanmakla yaratılanla yarata­nı aynı seviyede düşünmek, ikisi arasında bir eşitlik ortaya koymaktır ki, küfürdür.

4- Bir de kişi, Allah'ın ve Rasülü'nün hükümleriyle hükmetmek gerektiğine inandığı gibi bunun dışındaki hükümlerle hükmetmenin de caiz olacağına inanır ve böyle bir itikada sahip olursa önceki madde­de olduğu gibi küfürdür.

5- Bunlardan daha büyüğü ve en önemlisi sırf Allah'ın şeriatına karşı bir büyüklük taslamak, inadetmek ve Allah'ın hükümleri karşı­sında kendisini büyük görmek. Böylece Allah'a ve Rasûlü'ne muhale­fette bulunmak: Meselâ insan aklının ürünü olan mahkemeler icad ede­rek buralarda yine insanlar tarafından ortaya konan kanun ve yasala­rı uygulamak. Tıpkı Fransa, Amerika, İngiltere veya başka kafir sis­temlere ait kanun ve yasaları uygulama alanına koymak gibi. Artık bir kimse Hz. Muhammed (s.a)'in Allah'ın Rasûlü olduğuna şahitlik ettikten sonra böyle bir çelişkiye düşmesi halinde bundan daha büyük bir çelişki düşünülebilir mi?[115]

6- Bir çok kabile reislerinin ve büyüklerinin, bir çok toplum li­derlerinin ve benzeri kimselerin ata ve dedelerinden aldıkları efsane­lerle, adet, gelenek, töre ve ilkelerle hareket etmeleri ve bunu da ken­dileri için bir çıkış yolu olarak görüp böyle isimlendirmeleri, hep; Al­lah'ın hükmünden uzak durmak ve ondan yüz çevirmek amacına; da­yanır.

Kişiyi dinden uzaklaştırmayan küfür ise ki bu, İbn Abbas (r.a) tarafından: "Asıl küfrün dışındaki bir küfür" diye varid olmuş idi. Yine şu ifadeler de ona ait bulunmaktadır: "Bu, sizin ileri sürdüğü­nüz küfür değildir." Bu, tıpkı şuna benzemektedir. Bir meselede hak olanın Allah ve Rasülü'nün hükmünün geçerli olduğuna inanmakla birlikte sırf şehvet ve isteklerinin esiri olarak Allah'ın ve Rasülü'nün indirdiği hükmün dışındaki bir hükümle hüküm vermesi gibi. Bunu yaparken de kendisinin hatalı olduğunu itiraf eder ve doğru yoldan uzaklaştığını söylerse böyle bir kimse dinden çıkmış manâsında küfre girmemiş olur. Gerçi bu kimse her ne kadar dinden çıkmaz ise de, bü­yük bir masiyet işlemiş olur. Meselâ zina etmek, içki içmek ve hırsız­lık vb. gibi şeyleri yapmak gibi. Bunlar da masiyettirler. Ancak bu gi­bi masiyetlere ve isyana Allah (c.c) küfür adını vermemiştir. Bu iti­barla bir masiyet eğer Allah tarafından küfür diye adlandırılmışsa Al­lah tarafından küfür diye adlandırılmayan masiyetten çok daha bü­yük bir küfür olmaktadır.[116]

Aslında burada bizim tüm incelikleriyle araştırıp ortaya koymak istediğimiz hakimiyet ile ilgili meseleler, bunun etraflı bir biçimde du­rumlarının ortaya konması pek büyük bir öneme haizdir. Zira konu­nun en tehlikelisi ve en önemlisi bu olmaktadır. Çünkü Allah'ın in-dirdiğiyle hükmetmeyen kimselere dostluk beslemek, onların yanında yer almak, böylelerinin ortaya koymuş olduğu yasaları ve.kanunları kabullenmek, kendilerince helâl koymak ve haram yapmak, Allah'ın izin vermediği bii konuda söz söylemeye kalkışmak, asıl itibariyle "Al-lah'dan başka hiç bir ilah yoktur" kelimesiyle çelişmektedir. Çünkü şehadet kelimesi bütün kalplerin ilah olarak kabullenip sevdiği ve saygı gösterdiği, itaat ederek boyun eğdiği bir tek varlığın O olduğunu bize bildirmiştir.

Aynı şekilde bu kelime, Allah'ın Rasûlü olan Hz. Muhammed'in peygamberliğine şahitlikte bulunmakla da bir çelişki meydana getir­mektedir. Çünkü o peygamberin emrettiği ve yasakladığı şeylerde ken­disine itaat etmekle emrolunmuşuzdur. İşte gerçekten insanlar bu in­celiğin farkına varmış olsalar, böyle bir durumda yeryüzünde hiç bir azgının ve tağutun varlık göstermesi ve kanun koyması mümkün ola­maz, zaten böyle bir gücü kendisinde bulamaz.

 

Müşriklerle Münasebet

 

İkinci nokta: Müşriklere önem verip müslümanlara yardımı bı­rakarak müşriklere yardımda bulunmak ve bunların yanında yer al­mak. Bunun delili ise Rabbimizin şu âyetidir:

"İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır." (Mâide, 5/51)

îşte işin bu yönü, bugün dünyada yaşayan insanların bir çokları­nın yaşamış bulunduğu çelişkilerdendir. Böyle davranan müslüman-lar her halleriyle kafirlerin ve İslâm düşmanlarının, müşriklerin ya­nında yer almalarına rağmen, halen kendilerini müslüman saymaları ve İslâm isimlerini almış olmalarıdır. İşte çelişkinin bu ikinci nokta­sında meseleyi çok iyi bilmemiz ve bu hususta tedbir almamız gerekir. Zira bu manâda tedbir almak bize vacibtir. Öyle bir çağda yaşıyoru ki, adam: "kâfir olanbir kimseye "Ey kâfir" demekten çekiniyor. Hatta bunun daha önemlisi de vardır. Allah'ın düşmanlarından korkmak, onlara sevgi duymak, büyük görme gibi hastalıklar alabildiğince ço­ğalmış, adeta bunlara saygıyla bakılır olmuştur. Bunlar neredeyse ör­nek alınacak kimseler olarak gösterilmektedir. Evet imam zayıf olan­lar rıezdinde bu "kâfirler örnek alınacak kimseler olarak gösterilmekte ve böylece değerlendirilmektedir. Bu kâfirlere o derece bir saygınlıkla bakılıyor ki, her halükarda onlar gibi olmalarını isteyip durmaktalar. Böyleleri bir kelerin deliğine de girmiş olsalar, onlara imrenenler de derhal oraya gireceklerdir.

Bu gibi kâfirlere öylesine bir özenti ve bağlılık gösterilmektedir ki, bu, değişik tarzlarda kendisini göstermektedir. Kalbî sevgi ve bağ­lılıktan tutun da bir çok değişik tarzda bağlılıklar. Kimileri bunların

dinsizlik olan görüş ve düşüncelerini benimseyip onların koymuş ol­duğu yasalar ve,kanunlar gibi kanunlar ortaya koyarak işe girişiyor. Meselâ müslümanlarm hanımlarının örtülerini atıp, onları açıp çıplak ortaya sürmek gibi. Kısaca hayatlarında küçük büyük her davranış ve uygulamayı onların hayatına da geçirmek istiyorlar. Allah'ın izniyle biz bu konuyu, "dostluğun boyutları" bahsinde etraflı bir şekilde açık­layacağız.                                                                       

Şimdi bizim burada gerçek manâda akidenin temelini ye aslını id­rak edip öğrenmiş olmamız, bununla çelişki meydana getiren şeyleri de o oranda öğrenmemiz, bizi "Velâ Berâ" meselesinde dikat olmaya itecektir. Kısaca müslümanın akidesi konusunda bu, kefil durumun­dadır. Böylece doğru şer'î ölçüyü ele alacak ve buna göre durum de­ğerlendirmesinde bulunacaktır. Yoksa beşerin heva ve isteklerine da­yalı bir mikyas ile değerlendirmeye gitmeyecektir.

Bu konuda: "Kişi sadece Allah'ı, Rasûlü'nü, O'nun dinini ve mü'-minleri dost edinecek, bunları dost bilecek, yetkisini bunlara verecek­tir. Aynı zamanda tabi olunan, peşinden gidilen, Allah ve Rasûlü'ne savaş açmış olanlardan da uzak duracaktır, o manadaki J)ir ümitten veya bir korkudan kendisini uzak tutacaktır."    

 

1. KISIM

 

1. BÖLÜM

 

(VELÂ ve BERÂ' KAVRAMI)

 

Kitap Ve Sünnette Bunun Tarifi Ve Önemi:

 

Velâ: Bu kelime lügatte aşağıdaki manâlarda kullanılmıştır. Lisanu'I Arab adlı lügatte şu ifadeler yer almaktadır: "Muvalât; İbn A'râbî-nin de söylediği gibi: "İki kimsenin bir birbirleriyle çekişmesidir ki, aralarını bulmak için üçüncü bir kimsenin devreye girmesidir. İşte araya giren bu üçüncü kimseye şöyle denir. Ona yöneldi de kendisine dost­luk ve sevgi gösterdi. Meselâ falan kimse filan kimseye dostluk gös­terdi denilir ki bu, onu sevdi manasınadır.

Mevlâ: Bu bir çok manâlara gelen bir kelimedir. Bu manâları şöy­lece sıralayabiliriz; Rabb, Malik, Seyyid, Efendi, nimet veren, azadli köle, yardım eden (yardımcı), Tabi (uyan, tabi olan), komşu, antlaş-mali (müttefik), amca çocuğu, Akîd (idareci, asker), hısımlık-akrabalık, kul (köle), azadeden (özgürlük veren), kendisine nimet verilen.

Bütün manâlara dikkat olunacak olunursa, bunun sevgi ve dost­luk esasına dayandığı görülecektir.[117]

Velayet: Kişinin nesebi (soyu) üzerindeki yetkisi, yardım ve köle azadetme yetkisi gibi.

Muvalât: Herhangi bir topluma karşı sevgi ve koruma, yardımd; bulunma gibi manâlara gelir. Nitekim Peygamber (s.a)'in: "Ben ki­min mevlâsı (dostu, yardımcısı) isem, AH de onun mevlasidır." ifadesi hakkında İmam Şafiî şöyle diyor: Yani bununla İslâm'a olan dost-Iuk ve saygı kasdolunmaktadır."[118] Tirmizî bu hadisin hasen, sahih ve garib olduğunu söylemiştir.)

Nitekim yüce Mevlâ da şöyle buyurmaktadır:

"Bu, Allah'ın iman edenle­rin yardımcısı (velisi) olmasından dolayıdır. Kâfirlere gelince, onla­rın yardımcısı (velisi, dostu) yok­tur." (Muhammed, 47/11).

Muvalât muadatın yani dostluk düşmanlığın zıddıdır. Nitekim dost da düşmanın zıddidır. Yüce Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

"Ey  babam,   korkarım  ki (şeytana uymanla) Rahman (olan Allah)ın azabı sana dokunacaktır da (lanet ve azâb ile) şeytanın velisi (yakını, arkadaşı ve dostu) olacaksın.’’ (Meryem, 19/45).

Bu konuda Saleb de şunları söylüyor: "Allah'tan başkasının önünde eğilip ona kulluk gösteren herkes, kesinlikle o varlığı veli (dost, arkadaş, yandaş) edinmiştir."

Allah (c.c) şöyle buyuruyor: "Allah iman edenlerin velisi (dostu ve yardımcısı) dır." (Bakara, 2/257).

Bu âyetin yorumu şöyle yapılmıştır: Düşmanlarına karşı onlara yardım edip, onları zafere kavuşturmada Allah (c.c), onların velisidir. Aynı zamanda dinlerini diğer muhalif ve batıl dinler üzerine ha-kim kılmakta yine onların yardımcısı ve velisidir.

Bir diğer yorum ise şöyle yapılmıştır: "Onların velisi demek, güzel amelleri sebebiyle onların sevaplarını ve mükafatlarını yüklenir.

el-Velyriyakmak ve yakın olmak.[119] Müvalât ise mütabaat ma­nasınadır ki, tâbi olmak, arkasından gitmek ve uymak, dostluğunu kabullenmek demektir. Nitekim Rabbimiz (c.c) şöyle buyurmaktadır: "Eğer Ondan yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir toplum getirir." (Muhammed, 47/38).                         

Yani şayet sizler İslâm'a sırt çevirir, dininizi gereğince yaşamaz­sanız, yerinize başka bir toplum getirilecektir.

Yine Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır: "İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna yol gös­termez." (Maide, 5/51)

Bunun manası da: Kim onlara uyar ve yardımda bulunursa, de­mektir.[120]

"el-Misbahu'1-münîr" adıl eserin sahibi diyor ki: "el-Veliyy" Feîl ölçüsünde bir kelime olup, fail manasınadır ki, bu, başkasının velayetini üzerine alan, idare eden demektir. Nitekim Rabbim şöyle buyurmaktadır: "Allah, iman edenlerin velisi (dost ve yardımcısı) dır." (Bakara, 2/257) Veliy kelimesi ayni zamanda itaatkar olanlar için de mef'ûl manasınadır. Meselâ: Mü'min, Allah'ın velisidir denilir ki, bu, mü'minin Allah'a ita­atkâr olduğunu bildirmektir. Bu kelime Mufaale babından, muvafakat etmek, yardım etmek manâlarını taşır.[121]

 

el-Bera' Kelimesinin Sözlük Anlamı                 

 

Sözlük manâsı: Îbnu'l-A'rabî diyor ki, kişi kurtulunca, Beri ol­du denilir. Nitekim bu kelime korunup uzak olmak, uzaklaştırmak ma­nâlarına geldiği gibi, mazur görmek, mazeret, bahane göstermek, özür sabit olmak, mazur olmak, dikkatini çekmek, uyarmak. Nitekim Rab-bimizin şu âyeti buna delildir:

"Allah ve Rasiilünden ken­dileriyle anlaşma yapmış olduğu­nuz müşriklere bir ihtar (kesin bir uzaklaşış, bir ültimatom ve bir uya­rı) dır." (Tevbe, 9/1)            

Dikkat edilirse bu âyette geçen "Berâet" kelimesi uyarı, ihtar, ikaz ve ültimatom gibi manâları taşımaktadır. 

Ebû Hüreyre hadisinde bu husus şöyle ifade olunmuştur. Hz. Ömer (r.a), kendisini göreve çağırdığında, o da bundan kaçınmış, bu­nun üzerine Hz. Ömer (r.a) şöyle söylemiştir:

"Doğrusu Hz. Yusuf da görev istemişti." Ebû Hüreyre (r.a), kendisine şu karşılığı verdiler: " Hz. Yusuf benden uzaktır, benim de onunla bir ilgim yok." Yani; her ne kadar ben onunla mukayese edi­liyorsam da, hüküm bakımından bizim birbirimizle ilgimiz yoktur. Böy­lece kişi imanla mükellef bulunduğundan ve bununla emrolunduğun-dan dolayı, bu velayet ve muhabbetin reddi manâsına değildir."[122]

Bu arada şunu da belirtmek isteriz. Berâ ve Berî kelimesi, anlam itibariyle eşittir.                       

Leyletü'1-Berâ: Bu, ayın güneşten ışık almadığı ayın ilk gecesi ma­nasınadır.[123]

 

Velanın Istılahı (Kavram) Manâsı

 

Velayet: Yardım etmek, zafer, sevgi (mahabbet), ikram, ihtiram ve açık veya gizli olsun sevilenlerle beraber olmak demektir. Yüce Al­lah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Allah iman edenlerin velîsi (dostu) dir, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkar edenlere gelince, onların dostları da Ta-ğut'tur, onlan aydınlıktan alıp ka­ranlığa götürür" (Bakara, 2/257).[124]

Bu âyette geçen kâfirlere dostlukta bulunmak demek, onlara.ya-kınlık göstermek ve onlara sevgisini ortaya koymaktır. Bu davranışı sözleriyle, fiilleriyle ve niyetleriyle ortaya koyan kimseler onları dost edinmiş kimselerdir.[125]

 

Kavram (ıstılah) Olarak Bera'nın Anlamı

 

 Terim olarak Berâ kelimesinin anlamı da şöyledir: Değişik şekil­deki uyarılardan, ikazlardan ve tüm ihtarlardan sonra uzaklaşmak, kurtulmak, düşmanlık gibi manâları ifade eder.  

Şimdi ise Velâ ve Bera ifadelerinin açıklamasını yapalım:

Şeyhu'I-îslâm İbn Teymiyye (r.a) bu konuda şunları söylüyor:

Ve âyet: "Bu adavetin yani düşmanlığın zıddı demektir, dostulk ve irade etmek manasınadır. Aslında velayet, sevgi ve yakınlık demektir. Adavet ise, buğz = kin ve uzaklık demektirî Veli ise yakın manâsına gelir ki meselâ bu şuna yakındır" gibi. Nitekim Peygamberimiz (s.a)'in şu kavli de bunu ifade buyurmaktadır: "Miras paylarını (Kur'ân'da bildirilen) sahiplerine,veriniz. Bu paylardan geri kalan herhangi bir şey de baba tarafından en yakın olan er kişiye aittir."[126] Yani ölüya akrabalıkça en yakın olan erkeğe verin, demektir.

Madem ki Allah'ın velisi O’nun sevdiği ve hoşnud kaldığı, O'nun buğzettiği ve kin güttüğü şeylerde tümüyle Allah'a muvafakat et­mek ve O'na tabi olmak, emirlerini yerine getirip, yasaklarından da uzak durmak konumundadır. O halde, Allah'ın velisine, düşmanlık göstermenin Allah'a düşmanlık etmek olduğunu da bilmelidir. Çün­kü Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Benîm de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar si­ze gelen gerçeği inkar etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz." (Mümtehine, 60/1).

Kim, Allah'ın velilerine düşmanlık edecek olursa, o kimse ya da kimseler Allah'a düşmanlık etmiş olurlar. Kim de Allah'a karşı düş­manlık gösterirse o kimse, Allah'a savaş açmış olur. Nitekim hadisi şerifte şöyle buyurulmuştur: "Kim benim bir velime (dostuma), düş­manlık ederse, kesinlikle o benimle savaşa çıkmıştır (bana savaş  açmıştır”[127]

Allah'ın düşmanlarına karşı dostluk gösterip onları veli edinenlere verilecek olan isim durumuna gelince bu, değişik şekillere göre ad­landırılır. Öylesi sevgi, dostluk ve velayet vardır ki, irtidattır, tümüy-le İslâm'dan çıkıştır. Kimisi de bir öncekine göre daha bir alt derece-l dedir ki, büyük günahlar ve haramları işlemek bu ikinci durumda mutalaâ olunur.[128]

Allah (c.c), mü'minler arasında sevgi, kardeşlik ve yardımı gerekli kılınca aynı zamanda kâfirlere dostluk göstermekten ve onların yakınında ve yanında yer almaktan-da menetmiştir. Kâfirlerin hangi­leri olursa olsunlar; ister yahudiler, ister hırıstiyanlar, isterdinsizler, ister müşrikler ya da başkaları olsunlar, aralarında hiç bir fark söz konusu değildir. Kısaca müslümanlarca üzerinde ittifak olunan asıl­larda herhangi bir küfür söz konusu olunca ne türden olurlarsa ol­sunlar hepsi de kafirdirler, bu gibilerle dostlukta bulunmak Allah ta­rafından kesinlikle yasaklanmıştır.

Bunun için, herhangi muvahhid (Allah'ı bir tek olarak ilah tanı­yan mü'min) şer'î açıdan küfrü gerektiren şeyleri terketmesi halinde, onu sevmek, ona dostlukta bulunmak, velayetini kabullenmek ve onun yardımına koşmak gerekir. Ancak kim de bunun aksine bir davranış ve tutumun içinde ise, Allah'a yaklaşmak için böyle bir kimseye karşı kin gütmek, buğzetmek ve ona düşmanlık göstermek gerekir. Bu, zo­runludur. Aynı zamanda bu tür kimselere karşı güç ve imkan nisbetinde el veya dil ile cihad etmek de vaciptir.

Velâ ve Berâ' konusunda beliren tavır şudur: Allah dostlarına ve emirlerine karşı gerekeni yapmak, onlara dostluk ve sevgi göstermek. Allah düşmanlarına, haramları ve sınırları çiğneyenlere karşı ise buğ­zetmek gerekir. Zira bu ikisi bu yönleriyle birbirinden ayrılamazlar.Kaldı ki, imanın aslı, Allah rızası için O'nun peygamberlerini ve onla­ra tabi olanları sevmektir. Aynı şekilde Allah için O'nun düşmanları­nı ve peygamberlerinin düşmanlarını sevmeyip bunlara buğzetmektir.[129]

Hatta Abdullah b. Abbâs (r.a)'tan şöyle rivayet olunmuştur, de­miştir ki: "Kim Allah için sevgisini sürdürür, kim de Allah için buğz da bulunursa, Kim Allah için dostluk kurar ve kim de Allah'ın düş­manlarına karşı düşmanlık sürdürürse, işte bu davranışı ile Allah'ın dostluğunu kazanmış olur. Kişi böyle davranmadığı sürece ne kadar çok namaz kılar ve oruç tutarsa bile yine de imanın tadına (hazzına) erişemez (imanln tadını duyamaz). Çünkü böyle kimseler, insanlarla olan münasebetlerini sırf dünya menfaatına bağlamışlardır. Böyle bir davranış ise, kişiye hiç bir şey kazandırmaz."[130]

Bu ümmetin ilim kaynağı olan Abdullah b. Abbas (r.a), kendi zamanındaki insanların ilişkilerinin ve münasebetlerinin dünya men­faati esasına dayandığını ve böylelerinin kendileri açısından hiç bir şeye ehil olmayacaklarını söylemesi gerçekten düşündürücüdür. Çünkü bu öylesi bir çağda olmaktadır ki, Rasûlullah (s.a)'ın ifadesiyle çağların en hayırlısı olmaktadır. O halde mü'minin görevi kimleri sevmesi ge­rekiyor ve kimlere buğz edip uzaklaşması icabediyorsa bunları öğren­mek, bu uğurda öğreninceye dek her türlü sıkıntıya da katlanmakdir. Aynı zamanda kimleri dost edinecek ve kimlere veli olacak, kimlere karşı düşmanlık gösterecekse ise, bunları da öğrenmelidir. Daha son­rada kendisini kitab ve sünnet terazisiyle ölçmeli böylece kendisinin şeytanın Ve yandaşlarının yanında mı yoksa Rahman'in hizbuîlah olan kullarının safında mı yer alıyor görmeli? Çünkü gerçekten kurtuluşa erenler hizbuîlah planlardır. Hizbullah'ın yani Allah taraftarlarının dışında kalanlar ise hem dünyalarını ve hem de âhiretlerini kaybeden­lerdir.

Değerli Şahabı Abdullah b. Abbâs (r.a)'in söylediği gibi insanla­rın birbirlerine kardeşlik ve sevgi göterileri dünyalık esasına dayanı­yorsa, bu durumda karşılıklı menfaatler ve çıkarlar ortadan kalkınca, kardeşlik ve sevgi de yok oluverir. Bu yüzden de İslâm ümmetinin, düşmanları karşısında varlık göstermesi, birlik, beraberlik içinde ol­maları imkansızlaşır. 

İçinde bulunduğumuz çağda insanlar arası ilişkiler tümüyle çıkar esasına, maddeye ve dünya menfaatlerine göre düzenlenmektedir. Ço­ğunlukla insanlar arası sevgi ve münasebetler dünyalık için olmakta­dır İd, bu gerçekten bağlıları için bir kazanç değildir.

İslâm ümmeti için tek bir çare vardır. Ayakta durabilmeleri de sadece buna bağlıdır. Yeniden Allah'a dönmeliler, Allah sevgisiyle top­lanıp bir araya gelmeliler. Allah için buğzetmeliler. Aynı şekilde dost­luklarını ve velayetlerini Allah rızası üzere sürdürmeliler. Allah'ın em­rettiklerini yapmalı, onları sevip istemeli, yetkisini velayetini o mana­da kullanmalı. Allah'ın emirlerini çiğnemekten, velâyetiyle çelişki mey­dana getirecek durumlardan da uzak bulunmalıdır. İşte böyle olmala­rı halinde mü'minler, Allah'ın kendilerini üstün kılışıyla mutluluk ve sevince ulaşacaklardır.

 

Kitap Ve Sünnete Göre Konunun Önemi

 

islam'da yetki konusunun Kitap ve Sünnetteki yeri nedir? Eği­timde ve telif kaynaklarda bunun yeri nedir?

Burada önemine binaen "el-Velâ ve'1-Berâ" meselesinin eski kay­naklarda ve eğitimde yerinin ne olduğunu görmek ve öğrenmek iste­riz. Gerçi konu, gerek Kitabımız olan Kur'an'ı Kerim'de, gerekse Pey­gamberimizin hadislerinde yani Sünnet'te gerekli şekilde açıklanmış ve tüm açıklığıyla ortaya konmuştur. Ancak eski idarî akide kitapla­rın da ve eğitimde pek fazlaca yer almamıştır. Bana göre bunun üç sebebi vardır:

1- Aslında akaidle ilgili bu kavramı, ilk müslümanlar gayet jtçık ve seçik bir^şekilde bilmekte idiler. Zira onlar ışıklı tarih ve siyer dö­nemleri içerisinde akaid açısından gerçekten yüksek bir derecede idi­ler. Akideleri gayet berraktı ve herhangi bir şekilde bulanıklık söz ko­nusu değildi. Kendileri Allah yolunda cihadı sürdürdükleri için de bu husus onlar tarafından çok iyi bir şekilde biliniyordu. İşte bütün bun­lar bu işe onların his ve duygulan açısından da bir açıklık getirmekte idi. Kaldı ki, hemen her bir konuda bizzat Kitap ve Sünnete başvuru­yorlardı.

2- Doğrusu ilk müslüman toplumlarda özellikle de raşid hilafet denemi sonrasında bu konu çerçevesinde akaidle ilgili herhangi bir problemleri olmamıştır. Ancak Allah (c.c)’ın sıfatları etrafında problemler ortaya çıkmış, fırkalar bu konuya bir hayli derinlemesine dal­mışlardı. Bu itibarla mutlaka Ehli Sünnet ve Cemaatin bu konuya eğil­mesi, bu tür sapmaları tedavi etmesi gerekiyordu. Bunu insanlara açık­lamaları ve Allah (c.c)’a yakışır manada O'nun sıfatlarını ve yüceliği­ni ortaya koymuş olabilmeleri bakımından önemliydi bu. Biz bütün bu sıfatları, Kitap ve Sünnetin tesbit edip bildirdiği Ölçüde kabul eder ve inanırız, aynen bunları biz de tesbit ederiz, varlığını kabulleniriz. Bu konuda herhangi bir tahrife, bir tatile, temsil, teşbih ve keyfiyete sapmaksızın aynen Kitap ve Sünnet ölçüsünde kabul ederiz.

Nitekim bu konuda, bizden öncekilerin kitapları, bu konuya iliş­kin hadislerle ye ifadelerle dopduîudur. Ancak bütün bunların yanın­da, bu eser sahiplerinin kitaplarında "el-Velâ ve'1-Berâ" meselesinin pek az olarak yer aldığı görülür. Çok kısa ifadelerle konu geçiştiril­miştir. Meselâ: "Biz, Allah Rasûlü'nün ashabını severiz, onları sever­ken herhangi birisinin sevgisinde ifrata ve aşırılığa gitmeyiz. Onlar­dan herhangi birisinden uzak durmayız. Biz onlara kin duyanlara ve onları hayırla yadetmeyenlere de kin güderiz."[131]

3- Bir de İslâmî teliflerin akaidle ilgili kaynakları arasına kelam ilminin girmesinden, bu berraklığının gitmesi ve bulanmasından son­ra, artık bu konuya bir daha kesinlikle denilecek bir şekilde dönülme­di. Kaldı ki, bu, sadece işin bu yönüyle kalmayıp, aynı zamanda de­rinlemesine”Lâ ilahe illallah" kelimesiyle fazlaca ilgili olduğu gibi, Tevhîdî Ulûhiyetin gerektirdiği konu ile ve îsîam ile çelişki gösteren durumlarla da ilgisi olan bir konudur. Yani bu, gerçekten komple bir konudur.

Aslında müslümanlar, İslam ile çelişen meseleler üzerinde durup bunu bizzat müslümanlara açıklasalardi, bu çelişkileri gerçek anlamıyla insanlara sunsalardı, zihinle ilgili soyut şeylerle uğraşıp, gerçekle ilgi­si olmayan şeylerle meşgul olacakları yerde, asıl meseleleri ele almış ve İslamm gerçek manasını aktarmış olsalardı, insanlara daha çok ya­rarı olabilirlerdi. Böylece de, Allah (c.c)'ın bunlardan murad etmiş ol­duğu o şeyi yerine getirme ve ayakta tutma gücüne sahip olabilirlerdi. Aslında İslâm ümmeti, Hz. Peygamber (s.a)’ın şu ifadesiyle sıkı sıkı­ya bağlı kalsalardı kendileri için gerçekten çok daha iyi olurdu. Zira Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyor:

"Ben sizi, gecesi gündüzü gibi apaydın olan (en küçük bir şüphe bile kabul etmeyen gayet açık) bir din üzerinde bıraktım. Benden sonra ancak helak olanlar, o dinden başka yönlere sapar.”[132]

İşte müslümanlar bu prensibe sapa sağlam bir şekilde bağlı kal­salar, tüm felaket ve musibetlere karşı dişlerini sıkmış olsalardı, ne doğudan ne de batıdan hiç bir kimse kendilerine göz dikmeyecek baş­larına üşüşemeyecekti. Aynı zamanda kopkoyu kör bir karanlığın ta kendisi olan düşünce sistemlerinin -ister batıdan ister doğudan esmiş olsun- hiç birisine asla kapılmayacak, O koyu karanlıklar içerisinde belirsiz bir yürüyüşe başlamayacaktı.

İlk dönem (asrı saadet) müslümanları, sadece iki vahye yani Ki­tap ve Sünnet'e bağlı kaldıkları için, gerçekten bunlardan örnek bir nesil ortaya çıktı ki, ne geçmişte ve ne de gelecekte o nesil gibisi olma­mıştır. Bu Öyle bir nesil idi ki, sadece dinine bağlı kalmakla yücelip güçlenmiş, böylece dünyayı fethetmiş; küfrün ve şirkin tüm karanlık­larını paramparça etmiştir. Allah'ın adını batıdan ta Fransa'nın içle­rine ve doğudan da ta Çin içlerine kadar yüceltmiştir.

 

Kurbanı Metod Ve Kelam İlmi    

 

Ancak burada bir noktaya değinmek gerekiyor. Bu nokta, Kitap (Kur'an) ve Sünnet'in akideyi sunma yolu ve metodudur. Az da olsa genel yönleriyle bu konuya ve kelam ilmininde müslümanlar üzerinde işlediği cinayete değinmek uygun düşecektir. Evet bir nebze duralım, pencereyi biraz aralayalım ve saf Rabbani akidenin kaynağı ile kelam ilminin cehaleti arasındaki durumu görelim.

Bu ümmetin selefi (önceki tertemiz nesli) - Allah (c.c) kendilerine rahmetiyle muamelede bulunsun- Allah'ın yüce Kitab'ınm nasıl bir ma­nâ ifade ettiğini çok iyi bir şekilde idrak etmişlerdi. Bu Kitap, bir hi­dâyet ve kurtuluş kitabıdır. Yoksa o bir felsefe kitabı değildir. Hiç bir gerçekle ilgisi olmayan boş nazariyelerden sözeden bir kitap ta değil­dir. İşte o seçkin nesil, şu gerçeği pek güzel bir şekilde anlamışlardı; Allah (c.c), bizzat beşer varlığının yaratıcısıdır. Bir tek O'dur her şeyi bilen. Dolayısıyla insan nefsini ıslah edip düzeltecek şeyi de en iyi ola­rak bilen yine bizzat kendisidir.

İnsanlar için bir nûr ve hidayet kaynağı olan Rasûlü Hz. Muham-med (a.s)'e indirdi, bu kitap aynı zamanda tüm hayırların ve iyilikle­rin de kaynağıdsr. Bu kitap helak ve hüsran yollarına sürüklenen her­kesi uyaran bir kitaptır. Diğer taraftan Kur'an'ın hitap özelliği de şöy­ledir: İnsana seslenirken onu, ruh ve cesetten oluşan akıllı ^e şefkat sahibi bir tek varlık olarak tanıtır. İnsanda hayrın sevgisi yer aldığı gibi, şerrin de tiksintisi yer almıştır. Nitekim Allah (c.c) Kur'an'ı Ke-rîm'inde şöyle buyurmaktadır:

"Her bir nefs ve onu (organ ve duyularla teçhiz edip) düzenleyen" "Sonra da onu (o nefsi) hem kötülüğü, hem de (on­dan sakınmak olan) takvayı ilham eden (hakkı için)" "Onu (nefsi­ni) temizleyen kişi, muhakkak felah bulmuştur. "Onu (sapıklıkla) ör­ten kimse de muhakkak ziyana uğramıştır." (Şems, 91/7-10)

İşte bu, Kur'an'm akideyi sunma yoludur. Bu öyle bir yoldur ki, sadece akla seslenmez. Ancak o, insanı bir bütün olarak ele alır, ön­celikle ona vicdan yoluyla seslenir. Ama bu onun, aklına emre işti­rakle katılmaya [mani olamaz. Aynı zamanda Kur'an ona münferid olarak ta hitab etmez. O kitap insana hitap ederken her zaman onun vicdanının derinliklerine seslenir, yani vicdanı bununla dopdoludur. Bu arada Kur'an, esas konuyla ilgili olarak telkin etme görevini alır, onda imanı harekete geçirir. Bu sadece mantıkî oyunlarla ve burhan­larla bir yarış yolu değildir. Çünkü Kur'ân'î yol böyle bir yapı taşımaz.

Kur'an, bu işi yaparken, insan fıtratına seslenir. Tıpkı Allah'ın kendisini yaratmış olduğu fıtrata.. Çünkü Allah (c.c), bu fıtratı ya­rattı ve Kur'an'ı her şeyi tüm açıklığıyla ortaya koyan mufassal bir kitap olarak kendilerine indirdi. Onların isteklerine cevap veren, onlara hayat veren aynı zamanda onlara güç ve dayanak veren bir açık­layıcı kitap olarak indirmiştir.

Ancak hiç kuşkusuz, akıl da bu fıtratın bir parçasıdır. Bunun iman meselesi üzerinde bir payı vardır. Fakat akıl, hayat problemlerinden herhangi bir problemi alıp öğrenmek istediğinde bu akıl için gerekli olan şartlan da ancak Allah (c.c) bilir. Bu bakımdan akıl fonksiyonu­nu tek başına yerine getirmek istediğinde, mutlak kainat kanunlarını bilip öğrenmesi gerekir, işini buna göre yapması mümkün olabilir. Bu hususta vicdanın herhangi bir etkisi rolü yoktur. Ancak iman mesele­sine gelince, bu durumda akıl tek başına değildir, bağımsız olarak ha­reket edemez. Burada artık devreye, vicdan ve duygular da girer.."[133]

Akaid konusunda sapmaların ne zaman başladığını öğrenmek için yaptığımız tarihi araştırmalarda, bu sapmanın kesin olarak Emevîler döneminde başgösterdiğini görüyoruz. Evet basit bir şekilde de olsa bu dönemde baş göstermiştir. Ancak bu sapmalar Abbasîler döneminde zirveye çıkmış, bu dönemde Yunan, Hind, İran kökenli ilimlerin Arap diline çevrilmiş olması bu sapmalarda itici etken olmuştur.

Daha sonra fetihler yoluyla sınırların genişlemesi, tslâm devleti­nin en yüksek duruma geçmiş olması, bu arada bir çok milletlerden İslama girenlerin olması, müslüman olurlarken kimilerinin içlerinde nifaklarını, zındıklıklarım gizlemiş olmaları bu sapmalara neden ol­muştur. Çünkü yapılan tercemelere bu zındıkların ve münafıkların yan­lış düşünceleri de bu eserlerin satırları arasına sıkıştırılıverdi. Bunlar yapılırken hangisi akideyi bozar, hangisi bozmaz, kısaca iyisi ve kö­tüsü ayırdedilmeksizin ve hiç bir ayıklamaya tabi kılınmaksızm bu ya­bancı ilimlerden ve bilgilerden alınmıştır.

Evet İslâm toplumundaki insanların tüm düşünceleri akılcı bir şekil alıp, boş süslü sözlerle meşgul olma noktasına gelince Grek kökenli cahilî çöplükleri ithal ettiler. Batıdan gelen bu akımlara kapılıp alda-nanlar buna felsefe adını koydular. Artık ithal edilen bu yabancı ve karmaşık şeylerle avunur oldular. Bir takım tuhaf ifadeler, kavram­lar ve bu kavramların içerdiği manâlarla uzun uzadıya uğraşmak, bunu düşünce ve ilim hayatlarının meşgalesi yapmak gibi. İşte bu kimse­lerin böyle bir yola girmeleri, bu düşüncelerden etkilenmeleri, onları İslâm düşüncesi hakkında çok garip kanaatlere sürükledi. Evet İslâmın zatında bir garipliğe, yabancılaşmaya, onu tebliğde bir sunuş tu­haflığına düştüler.

Bu kimselerin böyle bir düşünce sapmasına düşmelerinin asıl ne­deni ve sırrı şu husustur: Bilindiği gibi, felsefe ile İslâm akidesi ara­sında, metod bakımından büyük farklılıklar vardır. Aynı şekilde fel­sefenin üslûbu ile İslâm akidesinin üslûbu arasında da metod nokta­sından büyük fark vardır. İslâm inancının hakikatleriyle felsefe ara­sında hiç bir zaman kıyaslanamayacak manâda farklar vardır. Birisi kabalık hokkabazlık iken, diğeri yani İslâm, gerçeğin kendisidir. İşte küçük değersiz kıpırdanış ve titreyişleri vurgulayan felsefedir. Bu be­şer lahutîliğinin (felsefesinin) konuları içinde yer alan şeyler de­mektir.[134]

Artık sormamız gerekir; Acaba, kafiri hava ve atmosferde geli­şen cahili beşer felsefesi ile "Allah'ın taptaze ve tatlı olan "İslâm" dini arasında bir birleşme noktasına gitmenin sırrı nedir?

Acaba Cihad ve akidenin yeryüzünde yayılmasını gündemden çı­karmanın sonucu mu?

Acaba bu, kör bir taklidin mi, yoksa her seslenenin peşine şuur­suzca takılmanın bir neticesi midir?

Acaba bu, aklî üstünlük iddiasının bir sonucu mu ve bu cedel sa­hipleriyle aynı üslûp ile karşılaşmak için duyulan bir istekten mi ileri gelmekte idi?

Yoksa bütün bunların ötesinde İslâm düşmanlarının saf ve ber­rak İslâm inanç ve akidesini bulandırma çalışmaları mı var?

Ben öyle sanıyorum ki, yukarıda sayılan sebeplerin hepsinin bu dejenerasyonda payı ve yeri bulunmaktadır. Ancak bu arada şunu da belirtmeliyim kî, ilk dönem terceme olayını incelerken gördüğüm şu olmuştur:

İslâm düşmanlarının hile ve tuzakları kimi müslümanların heva ve istekleriyle uyum sağlamış ve özellikle de Abbasî döneminin bazı idarecilerinde bu daha net bir şekilde görülmüştür. Mesela: Me'mun'u bunlara örnek olarak verebiliriz. Artık böylece Yunan sofistlerinin ve daha başkalarının kitaplarının terceme edilerek İslâm âlemine sunul­ması İslâm aleminde yapacağını yapmıştır.                               

Nitekim bunu doğrulayan bir hadiseyi nakledelim: Halife Me'-mûn, bir Hıristiyan olan Sakaliye (Sicilya) hâkimine haber göndermiş ve kendisinden, bu beldenin felsefe ile meşhur kitaplığından kitaplar göndermesini istemiştir.

Sakaliye (Sicilya) hâkimi istenilen kitapları göndermekte önce te­reddüt etmiş, hemen devlet adamlarını toplamış, gelen talep hakkın­da onlarla meseleyi etüd etmiştir. Bunun üzerine ülkenin büyük dini lideri (Metropoliti) fikirlerini şöyle açıklamış:

"Hemen onların istedikleri kitapları gönderin. Yemin ederim ki, felsefe ile ilgili ilimler hangi ümmetin ilimleri arasına girerse, kesin ola­rak o ümmeti ve milleti bozar, ifsad eder"

Sicilya hakimi (devlet başkanı), mütropolitin sözlerinin doğrulu­ğuna kesin inandı ve hemen onun işaret ettiği doğrultuda kitapları gön­derme işinde gerekeni yaptı.

Daha sonra Halife Me'mûn, Huneyn b. İshak'ı getirtti[135] Bu adam çok dilbaz biri idi. Me'mun kendisine, Yunan filozoflarına ait kitaplardan gücünün yettiği tüm kitapların arapçaya çevirilmesini is­tedi. O da derhal verilen emre uydu, hemen terceme işine koyuldu. Me'mûn kendisini, Yunanca'dan arapçaya çevirdiği kitaplarının ağır­lığınca altına boğdu. Öyle ki Huneyn, kitapların tercemelerini yapar­ken kalın kağıt kullanmış, yazdığı sayfaların satır aralarını da gayet açık tutmuş ve harfleri de gayet iri yazmak suretiyle durmadan alaca­ğı aîtınlarmn hesabını yapmıştır.[136]

Gerçekten -yemin ederim ki-, Sicilya'lı metropolit çok doğru söylemiş. Çünkü o demişti ki, bu kitaplar hangi millete giderse, o toplum ve milleti sadece bozar.

Dikkat edecek olursanız, merhum Ahmed b. Hanbel (r.a)'in, Kur'-ân'ın mahlûk olup olmaması noktasında çektiği sıkıntının nereden gel­diğini anlayacaksınız. Evet İslâm âlimlerinin, Ehli Sünnet âlimlerinin çektiği sıkıntılar, kendilerine karşı savaş açılması nereden kaynaklan­mıştır?.. Me'mun ve daha başkaları döneminde meydana gelen bid'-atlar hep nereden gelmiştir? Ayrıca Cevher, Araz, Vacib, Mümkin ve daha benzeri yeni yeni terimler ve bid'atler acaba hep nereden gelmiş­tir ki?

Evet bütün bunların geldiği bir kaynak vardır. O da cahilî kelâm ilminin teceme edilmesinden ve bunun saf ve berrak İslâm akidesine karıştırılmasından meydana gelmiştir. Bütün bu tahribat ve yıkım da "İslâm Felsefesi" adı altında yapılmıştır.

öğrendik ki o dönemin tüm mütercimleri (çevirmenleri), ya da en önemlileri hırıstiyanlardan oluşmuştur. Bunlar kendi kaynaklarını Arapçaya çevirirlerken, İslâm süzgecinden geçirerek değil, kendilerinin inan­dıkları ve düşündükleri gibi çevirmişlerdir. Bir adam teslis akidesine inanacak, kısaca hırıstiyan olacak ve müslümanlar adına kitap çevire­cek. Acaba ne kadar güvenilirdir. Kaldı ki, yazılan ve çevirilen bu ki­taplardan da müslümanlar ve çocukları yararlanacaklar.[137]

Gerçekten Şair ne güzel söylemiş: Kimin ki karga olursa delili Köpekler leşine götürür o Zelili

Ayrıca Kur'ân ve Sünnet'in akideyi sunuş tarzıyla, kelam ilminin sunuş tarzı arasındaki farkın anlatılması izahtan varestedir. Çünkü ara­larında çok açık mübayene (zıtlık) vardır. Ancak bütün bunlara rağ­men biz bu çelişkileri belirtmek isteriz. Bunu zikretmekteki amacımız ikisi arasındaki bir karşılaştırma değildir. Gerçekte aralarında herhangi bir karşılaştırmaya gidilecek bir durum söz konusu değildir. Aslında durum şairin söylediği gibidir. Şair der ki:

Denirse ki daha keskindir kılıç asadan (bastondan) Kalır mı değri kılıcın böyle bir benzetmeden...

Ancak biz bu farkları sadece bir hatırlatma ve bir ikaz niteliğin­de sunmak istiyoruz:[138] Kaynak bakımından: Kur'ân'ın sunduğu akidenin kaynağı âlemlerin Rabbi olan Allah (c.c)'dır. Fakat Kelam İlminin kaynağı kısır olan insan aklıdır.

Metod ve yol bakımından: Kelam ilminin amacı, Allah (c.c)'ın vahdaniyetini (bir tekliğini) isbat etmektir, O'nun ortağının ve işinin olmadığını kanıtlamaktır. Böylece Kelamcı aslında: "La ilahe illallah" kelimesinin bu olduğunu anlamaktadır. Halbuki bu kelimenin manâ­sı bu kadar basit değildir. Nitekim biz, Tevhid kelimesinin ne gibi bir anlam ifade ettiğini kitabımızın hazırlık ve giriş bölümünde gayet et­raflı bir şekilde açıklamıştık.

Ayrıca Kelam ilmi, marifet'in (bilginin) gerçekleşmesini hedef ola­rak almıştır. Halbuki biz görmekteyiz ki, Kur'ân-ı Kerîm'de yol ve me­tod olarak sadece Marifet'i değil, hareketi de amaçlamıştır. Hem ma­rifet hem de hareket. Böylece bu marifet, savunucu bir güce dönüş­mektedir ki bu, vakıa âleminde delalet ettiğ manayı gerçekleştirmiş ola­bilsin. Böylece insan vicdanı coşup harekete geçebilsin. İnsan böylece yeryüzündeki varlığının gereğini, Rabbani düşüncenin ve tasavvurun kendisi için öngördüğü ve çizmiş olduğu plan içerisinde hareket etmiş olsun. İşte bu takdirde beşeriyet Rabbine tekrar dönebilir ve yine in­san bu sayede asil ve temiz bir hayat yaşayabilir ki bu hayat, Allah'ın insanlar için yazmış olduğu asaletle de ittifak ve uyum içindedir.[139] Diğer taraftan Kur'ânî metod, insanı bir tek Allah'a ibadetle kulluğa çağırır. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Senden önce gönderdiğimiz her peygambere ancak şunu vah-yederdik ki: Benden başka ilah yoktur. O halde ancak bana iba­detle kulluk edin (bana ortak koşmayın)." (Enbiyâ, 21/25).

Nitekim, Allah Rasûlü Hz. Muhammed (s.a) Efendimiz, Hz. Muaz'ı Yemen'e gönderirken kendisine şu tavsiyede bulunmuştu: "Onlar'ı bir tek Allah'a kulluğa ve ibadete çağır, şayet bunu tanıyıp ka­bullenirlerse, bu defa onları farzları yerine getirmeye davet et.”[140]

Hz. Peygamber (s.a), burada görüldüğü gibi, bir tek Allah'a iba­det ve kulluğa çağırırken onları öncelikle ve ilk olarak şüpheciliğe ve kuşkuya çağırmamiştır, ya da onları davet ederken bu hususta kelamcıların izlediği metod olan "Şu şu delillere... dikkat et" gibi bir yola da başvurmamıştır. Yol kesindir ve nettir.

Kaldı ki Allah (c.c), insanları tekrar dirilteceği zaman, onlara hissî duyulara bağlı ilimlerle bedîhî ilimlerden, mantıktan, Tabiat bilimle­rinden, cevher ve arazdan soracak değildir. Aksına Allah (c.c), bu in­sanlara, daha önce gönderilen peygamberlere icabet ettiler mi, davet­lerini kabullendiler mi, yoksa red mi ettiler, bunları soracaktır. Nite­kim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Her ne zaman oraya bir topluluk atılsa, onun bekçileri on­lara, size (bu azap ile) korkutucu bir peygamber gelmemiş miydi?" diye sorarlar.

"Onlar şöyle cevap verirler: "Evet, doğrusu bize (bu azap ile) korkutan bir peygamber gelmiş­ti; fakat biz (onu) yalan saymış ve Allah'ın bir şey gönderdiği yok" siz olsa olsa büyük bir sapıklık içindesiniz" demiştik. "Ve Şayet kulak vermiş veya aklımızı kullan­mış olsaydık, (Şimdi) şu alevli cehennemin mahkûmleri arasında ol­mazdık! diye ilave ederler. "Böylece günahlarım itiraf ederler. Artık (Allah'ın rahmetinden) uzak olsun o alevli cehennemin mahkumları!" (Mülk, 67/8-11).[141]

Yaratıcının vahdaniyeti, yani bir tekliği meselesi Kelâm ilminin gayesini teşkil eder. Rasülulah (s.a)'a karşı savaş açan müşrikler de, Rabbimizin bildirdiği gibi Allah'ın vahdaniyetini ikrar etmekte idiler. Ancak müşriklerin bu ikrarının kendilerine hiç bir yararı olmuyordu. Nitekim Rabbuniz şöyle buyurmaktadır:

"Andolsun ki, onlara, gök­leri ve yeri kim yarattı?" diye so­rarsan, mutlaka "Allah ..." derler. De ki: "Öyleyse ha m d da yalnız Allah'a mahsustur", ama onların çoğu bilmezler." (Lokman) 31/25).

Görüldüğü gibi yaratıcının bir tekliğini yani vahdaniyyetini bun­lar da ikrar etmektedirler.

Tesir kuvveti (gücü): Bu, rabbani akidenin asıl damgasıdır. Bu, bu dini ka bu İçilenlerin ruh ve nefisleri üzerinde pek büyük bir güç ve etki bırakmaktadır. Halbuki felsefe ve kelam böyle değildir. Bu ikisi, müntesiplerinin cehaletine delildirler. Nitekim onlardan biri olan Sokrat şöyle demektedir:

"Halen bilmekte olduğum bir şey var ise, o da hiç bir şey bilme-miş olduğumu biliyor olmamdır."[142]

Üslûb: Rabbani akide, özel bir tarzda insan varlığına seslenir. Bu öyle bir üslûbdur ki, hayatiyet ve canlılıkla seçilir. O direkt bir do­kunma ve temastır, büyük gerçekleri vahyeden canlı bir hayattır ki, basit olarak meseleyi sunarken, beyanda açıklığı, lafız ve manâda ica­zı kapsar. Böylece bu akideyi tüm beşer seviyesinde ve her kesimde anlaşılabilecek bir anlayışla sunar. İşte bütün bunların felsefe ve ke­lamla hiç bir ilgisi yoktur. Kelam ve felsefe meseleyi bu kadar gerçek­çi ve herkesin anlayabileceği bir şekilde ortaya koyamaz. Bütün dü­ğümlü ıstılahların ve terimlerin hilafına, sadece şüpheyi ve şüpheciliği artırmakla kalmaz. Aynı zamanda şüpheciliği, şaşkınlığı ve sapıklığı da beraberinde getirir.[143]

Kelamcıların uslûbü hemen hemen ele aldığı her mesele hakkın­da aynı tarzı ve uslûbü kullanır. Meselâ: "Şayet bizi denilirse ki..., Biz de onlara deriz ki..." tarzında olur. Ancak Kur'ân Üslûbuna ge­lince, Kur'ân akideyi iki tarzda ortaya koyar:

a- Isbat ve marifette Tevhid: Yani Allah (c.c)'ın rabb oluş haki­katim, sıfatlarım, fiilerini ve isimlerini isbati konusunda Allah (c.c), kendisi için nasıl bir haber vermişse kitabında ve aynı zamanda O*-nun Peygamberi Hz. Muhammed (s.a) bunu nasıl haber vermiş ise, o manâda isbatını yapar. Nitekim bu husus, Hadîd süresiyle Tâ Hâ sûresinin hemen başında yer aldığı gibi, Haşr sûresinin sonunda, Secde sûresinin, Âlu îmrân sûresinin başında ve İhlâs sûresinin tümünde yer almaktadır.[144]

b- Talep (istek) ve amaçta Tevhid: İşte bu, Kâfirün sûresinin kap­samış olduğu manâdır. Bu sûrede Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"(Ey Muhammedi) de ki: Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduk­larınıza tapmam. Şu anda siz de benim kulluk ettiğime kulluk etmi­yorsunuz. Ben de sizin taptıklarınıza asla tapacak değilim. Öyle ya siz de benim kulluk ettiğime kulluk etmezsiniz. O halde sizin dininiz size, benim dînim bana." (Kâfirûn) 109/1-6).

Aynı zamanda bu ikinci husus, aşağıda mealini sunacağımız âyette yer alan Tevhid'dir. Rabbimiz buyuruyor ki:

"De ki: Ey ehli kitap! Sizin­le bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah'tan başka­sına tapmayalım; O'na hiçbir şe­yi eş = ortak tutmayalım ve Al­lah'ı bırakıp da kimimiz kimimi­zi Rabbler edinmesin = ilahlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirler­se, işte o zaman, şahit olun ki biz miislümanız, deyiniz." (Âl-i îmrân, 3/64).

Ayrıca Teznînü'l kitab diye başlayan sûrelerin (Secde, Zümer, Mü'min (= Ğafir), Casiye ve Ahkaf) sûrelerinin baş ve son tarafları, Yunus sûresinin başı, ortası ve sonu, A'raf sûresinin başı ve sonu ile En'âm'suresinin tümü buna ait delillerle dopdoludur.

İlki, ilmî ve haberî tevhidi tanıtmakta ve bildirmekte iken, ikinci­si ise iradî ve talebî tevhidi bildirmiş olmaktadır.[145]

İnsan sadece bir kez Rasûhıllah (s.a)'ın siretine ve hayatına, bu akideyi nasıl sunmuş diye göz atıverse, o değerli ashabını nasıl eğitmiş diye bir dikkai ediverse, bu, ona gerçeği görebilmesi için yeterli delil­dir. Zira o zaman, Kur'ân ve Sünnet dışında akideyi sunanların nasıl bir yol izlediklerini göreceklerdir. Çünkü bunlar öyle bir yol izlemiş­lerdir ki, bu yol hiç bir zaman Allah'ın sıratı müstakim diye adlandır­mış olduğu yol ile birleşemez.

A'meş, Ebû Vail yoluyla İbn Mes'ûd (r.a)'dan rivayet etmekte­dir, îbn Mes'ûd demiştir ki: "Bizden herhangi bir adam, on âyet öğ-renice, onların manâlarını öğreninceye ve onlarla amel edinceye dek, onları geçemezdi."[146]

Ebû Abdurrahman es-Sülemî[147] diyor ki: "Bizi okutanların an­lattıklarına göre, kendileri Hz. Peygamberden okuyup öğrenirlermiş, öğrendikleri on âyet olunca, onda yapılması gereken görevleri (ameli) yapmadıkça, yeni bir bölüme geçmezlermiş. İşte biz böylece hem Kur'ân'ı ve hem de ameli birlikte tümüyle öğrenip (yürüttük)."[148]

Merhum Seyyid Kutub da şunları söylemektedir: "Hz. Peygamberin ashabı, bu İslâm akidesini alırlarken, sank sa­vaş alanındaki asker titizliğiyle alıp öğrenirlerdi. "Günlük emir" bu­nu hemen aynı gün yerine getirmek için alır ve uygulardı. Bu bakım­dan onlardan herhangi biri, bir tek celseyi çoğaltmak istemezdi. Çün­kü birden fazla devamı halinde sorumluluklarının artacağım da bilir. Fazlaca devamı halinde omuzundaki yüklerinin de çoğalacağını idrak ederdi. Böylece önce gelen on âyetle yetiniyor, bunları tümüyle hıfzedinceye kadar, bunlarla amel edinceye dek bekliyordu. Nitekim, Ab­dullah b. Mes'ûd hadisinde konuyu görmüş idik.[149]

İşte bu ümmetin ilk altın çağının insanı, akide konusunda Kitap ve Sünnet ile yetiniyor, başka hiç bir şeye gerek duymuyordu. Ancak sonraki çağlarda, akide meseleleriyle ilgili olarak ortaya çıkan sapma­ların sebebi, özellikle terceme hareketi ve felsefenin revaç bulması idi. Evet Yunan felsefesi ve ilimlerinin revaç kazanması İşi böyle bir sonu­ca götürmüştü. Şayet bu tercemeler yapılırken, üzerinde titizlikle du­rulsaydı, bir süzgeçten geçirilmiş olsa idi, sadece hendese, kimya ilimi leri, tıb bilimleri gibi yararlı ilimler çevirilseydi, tercemeler yapılırken de, mutlak surette İslâm akidesi boyasıyla boyanması şartı getirilmiş olsa idi, o zaman bu tahribat ve yıkım olmazdı. Fakat yapılan yanlış ve hata, ilimlerden hiç birisi herhangi bir ayıklamaya tabi tutulmaksızın çevirisi yapıldı. Nitekim bu çeviriler arasında günümüz ifadesiyle "İlahiyat" = Teoloji da dahil olmak üzere yapıldı. Aristo, Eflatun ve daha başkalarına göre bu konular nasıl ele alınıp değerlendirilmiş ise aynen öyle alındı ve çevirisi yapıldı.

Gerçekten bu apaçık ve çok fahiş bir hata idi ki, böylece olanlar olmuştu. Yoksa putperestlerce makbul görülen ve ehli kitaba bir hiz­met olan böyle bir çalışmaya yönelmeyi gerektirecek hiç bir neden yoktu.

Gerçekten bu, ümmetin en büyük ilim hazinesi Abdullah b. Ab-bas'ın (r.a) bir uyarı mahiyetinde söylemiş olduğu şu ifadelerinde yat­maktadır.

"Sizler kitap ehli olanlara şeriatten herhangi bir şeyi nasıl soru­yorsunuz? Halbuki Rasûlullah (s.a) üzerine indirilmiş olan kitabınız, kitapların en yenisidir. Sizler onu halis olarak ve içine başka bîr şey karışmamış olduğu halde okumaktasınız. Bu Kur'ân sizlere, ehli ki-tab olanların Allah'ın kitabını tebdil (ve tahrif) edip değiştirdiklerim, kitabı kendi elleriyle yazdıklarını ve bununla az bir pahayı satın alma­ları için "Bu Allah katmdandır" dediklerini sizlere söylemiştir. Dik­kat edin! Size gelmiş olan ilim, sizleri onlara soru sormaktan menet­mektedir. Vallahi biz onlardan hiç bir kimseyi size indirilmiş olan ki­taptan size soru sorar görmüş değiliz."[150]

Merhum Gazzalî'nin dediği gibi olan şu olmuştur: "Doğrusu bu saf ve berrak akidenin bulanması hep ecnebi (yabancı) fikirlerle ol­muştur ki, rju yabancı fikirler, İsîamî hayata saldırmış ve onun üzeri­ne abanmış olup, değişik cedel yollarıyla batıl yolda olanlar boş za­manlarını hep bununla geçirdiler.[151]

Allah'ın kullarına olan merhameti ve bu dini korumayı tekeffülü sayesindedir ki, hemen her asırda ve her bölgede değerli âlimler yetiş­miş, bu âlimler Allah'a davet görevlerini, Allah yolunda cihad vazife­lerini hiç durmadan sürdürmüşlerdir. Aynı zamanda ümmetin saptık­ları ve uzaklaşıp yabancısı kaldıkları konuların yine onlar tarafından görülüp gerçeğe dönülmesini sağlamışlardır.

İşte bu sebeptendir ki, bu değerli ilim adamlarından ve imamlardan bir çokları müslümanlar arasında yayılıp onları .akidelerini ve dü­şüncelerini sarsan salgın hastalığı gördüklerinde hemen bunlara karşı cihad görevlerini yüklendirler.

Bakınız değerli âlim ve müctehid İmam Şafiî (r.a) diyor ki: "Be­nim kelamcılar hakkındaki hükmüm şudur onları çubuk ve ayakkabı­larla dövüp, sonra da bu kimseleri aşiret aşiret ve kabile kabile gezdi­rip, kendileri için şöyle denilmelidir: "İşte bu, Kitap ve Sünneti bıra­kıp ta Kelâm ilmine yönelenlerin cezasıdır."[152]

İmam A'zam Ebû Hanife merhumun ashabından (talebelerinden) İmam Ebû Yusuf merhum diyor ki: "Kelâm ilmini bilmek = kelama olmak cehalet bakımından bir kimseye yeterlidir. Kelam ilmini bilme­mek ise, ilmin ve bilginin tâ kendisidir." Daha sonra sarih Tahavî bu ifadeye şunu ekliyor: "Rasûlulİah (s.a)'ın getirdiğine tabi olmaksızın kişi nasıl olur da, usûl ilminde arzu edilene ulaşabilir?"[153]

îbn Cevzî de şunları zikretmektedi: "Doğrusu, itikad ilmine son­radan bir şeyler sokuşturulmasının temelinde felsefe vardır. Bunun se­bebi, dinimize mensup bazı alimler, Hz. Peygamber (s.a.)'in Kitap ve Sünnetle yetinip buna kanaat getirdiği gibi buna kanaat getirmemele­ridir.bunlar Kitap ve Sünnet yerine felsefî görüş ve düşüncelerin, na­zariyelerin içine dalıp kendilerinden geçtiler. Bunlar kelam ilmine o derece daldılar ki bu, onları işi red noktasına götürecek mezhepler edin­meye götürdü, böylece de akaidi bozmuş oldular"[154]

İşte kendilerinden söz ettiğim bu kelam ehli, kitap ve Sünnete mu­halif olarak davranmışlardır. Kaldı ki Selef ve müctehid imamlar da hep bunları yermişlerdir. Çünkü Kelamcılar gereğince imanı kavraya­mamışlar, kâmil manâda bir imana neredeyse sahip olamamışlar ve yine bu anlamda cihada sarılmamışlardır. tam aksine bunlar kâfirler­den bir takım kavimlerle ve bid'atçılarla münazaraya girişmişlerdir. Bunlar ise Sünnetten olduğunca uzak kalmışlardır. Eksik bazı yöntem­lerle işe girişmişler ve böylece Hz. Peygamber'in getirdiği bazı şeyleri de reddetmişlerdir. İşin bu yönü bu kâfirleri akılcılıkla da kesinliğe ulaştıramamıştır. Allah Rasûlünün getirmiş olduğu şeye de hakkıyla iman etmemişlerdir, ne tam olarak akılcılığa bağlı kalmışlar, ne de Hz.Peygamberdin getirdiğine. Aynı zamanda bunlar gereğince kâfirlerle cihada da girişmemişlerdir. Hep şöyle söyleyip durmuşlardır:

"Aslında peygambere iman etmek mümkün değildir, kâfirlerle ci­hada da imkân yoktur.Mülhidlerîn ve bidatçılann görüşlerini red im­kânı da yoktur. Bütün bunların yapılabilmesi ancak bizi uygulaya gel­diğimiz akılcılık sayesinde mümkündür. Vahye dayalı bilgilerden bu aklî şeylerle çelişenlerin ya yalanlamak suretiyle reddi gerekir veya bun­ların tevili veya tefvizi (havalesi) gerekir. Çünkü bunlar vahye dayalı şeylerin esası ve aslıdır. Durum bunlarca tahakkuk edince, işin aksi olduğunu bileceklerdir."[155]

Şimdi bir ibret ve öğüt olması için son bir söz söylemek isteriz. Aslında bu söz de, kelam ilminin karanlıklarına dalanlardan birisine aittir. Bu kimse daha sonra, kurtulmayı isteyerek bundan, bu deniz­den çıkıp kurtulamk istemiştir. Söz Ebû Abdullah Muhammad b. Ömer er-Razî'ye aittir. Demiştir ki: "Ben kelamın tüm metodlarını ve felse­fenin tüm yollarını düşünüp denedim. Bunlardan hiç birisinin bir has­taya şifa verir olduğunu, bir kimsenin de suzuzluğunu giderir olduğu­nu göremedim. Gördüğüm yolların en yakım ve sağlamı Kur'ân'ın yo­ludur.. Kim benim bu yaptığım gibi bir denemeye girişirse, benim var­dığım sonucu elde eder."[156]                                                 

 

Kitap Ve Sünnete Dönüş Gerekiyor                

 

Şimdi bu gerçeğin ışığı altında bu ümmete düşen görev, artık bo­şa geçirmiş olduğu zamanlarını hatırlayıp, hemen Rabbani kaynak olan Allah'ın Kitabına ve Rasû'ünün sünnetine dönmesi olmalıdır. Hemen Kitap ve Sünnetin manâlarını düşünmeli, onda var olan şeylerle amel etmelidir. Çünkü kurtuluşu, refaha kavuşması ve kalb huzuru bunda­dır. Nitekim Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"..Bilesiniz ki, kainler ancak Allah'ı anmakla sükûnet bulur."

(Ra'd, 13/28).

Bütün bunlara rağmen-Allah'ın izniyle-, okuyucu bu araştırması sırasında, kitabımızı incelerken Kitab ve Sünnet'in yolunun ne olduğunu öğrenecektir. Kitab ve Sünnet'in, ruhlara Velâ ve Berâ akidesini nasıl ektiğini görecektir. Bütün bunları öğrenmesi Hz. Peygamber (s.a)'in hayatını-sîretini, onun Mekke ve Medine dönemini inceler­ken öğrenecektir. Bir de bu arada sunulacak olan bir çok örnekleri de göz önünde bulundurarak gerçeği tüm çıplaklığıyla öğrenmiş ola­caktır.

Ancak ben burada özellikle bu konuya ilişkin bir hususu belirt­mekte herhangi bir sakınca görmemekteyim. Bilindiği gibi ben, kelâm ilminin kısırlığı ile bu ümmetin üzerinde işlemiş olduğu cinayet etra­fında konuşmuş idim.

Bu konuda gayet açık ve seçik olarak bilinen bir gerçek var ki, o da îslâmın, müslümanların dinlerine olan düşkünlüğü ta onların "La ilahe illallah Muhammedün Rasûlüllah" kelimesini açıkça ilan etme­lerinden bu yana sürüp gitmiş olmasıdır.Böylece onlar her türlü ma: buddan, matbu'dan-kendilerinin peşinden gidilen kimselerden ve Allah'dan başka itaat olunan şeylerden beri ve uzak olduklarını ortaya koymuş bulunmaktadırlar. Nitekim buna ait deliller ister kitaptan ol­sun ve ister sünnetten olsun gayet fazlaca bulunmaktadır.

Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyorlar:

"Kim tağut'u reddedip Al­lah'a inanırsa, sağlam kulpa sa­rılmıştır." (Bakara,2/256).                                             

 Bir diğer âyet meali de şöyledir:

"Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı yapışın; Allah'­ın size olan nimetlerini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman kişi­ler idiniz de O, gönüllerinizi bir­leştirmiş ve O'nun nimeti sayesin­de kardeş kimseler olmuştunuz.

Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan sizi O kurtar­mıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasını?." (Al-i İmrân, 3/103).                                                                    

Rabbimiz bir başka âyetlerinde şöyle buyurmaktadırlar:     

"De ki: Allah'ın hidayeti doğru yolun tâ kendisidir. Bize âlemlerin Rabbine teslim olmamız emredilmiştir." (En'âm, 6/71).

Şimdi de bir başka âyetinde Rabbimiz buyuruyor ki:

"İyi davranışlar içinde ken­dini bütünüyle Allah'a veren kim­se, gerçekten en sağlam kulpa ya­pışmıştır." (Lokman, 31/22).     

Şimdi de karşımıza bir başka âyet meali çıkıyor. Yüce Mevlamız buyuruyor ki:

"Kim İslâm'dan başka bir      i din ararsa, bilsin ki kendisinden

(böyle bir din) asla kabul edilme­yecek ve o, âhirette ziyan edenler­den olacaktır." (Al'i İmrân, 3/85).

Yine Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"(İnsanları) Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve "Ben müslüm anlarda mm" diyenden ki­min sözü daha güzeldir." (Fussi-let, 41/33).

İşte bütün bu nass ve deliller, Allah (c.c)'ın müslümanlara bu di­ni sayesinde ne kadar nimetler ihsan etmiş olduğunu kanıtlayıp orta­ya dökmektedirler. Çünkü Velâ = (Allah için dostluk) konusu onun için gücün ve izzetin kaynağıdır.

İşte kim böylesi bir velâ'ya, Allah için dostluğa, îslami uygula­yan idareciye bağlanır ve bunu gerçekleştirecek olursa, işte o kimse sapasağlam kulpa, kopmaz ipe sarılmıştır.

Şimdi de konuya ilişkin hadisleri sunalım. Ebû Hureyre rivayet ediyor. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır: "Allah (c.c), cahiliye-nin kibir ve gururunu ve atalarla övünmeyi sizden gidermiştir. Takva sahibi bir mümin veya bedbaht günahkar (olmak üzere insanlar artık iki sınıftır). Sizi Âdem'in oğullarısınız ve Adem ise topraktandır. Bir takım adamlar, bir takım topluluklarla övünmeyi mutlaka bırakmalı­lar. Çünkü onlar cehennem kömüründen bir kömürdürler. Aksi hal­de burnuyla fışkı yuvarlayan cu 'lan = (bokböceği)den Allah katında daha önemsiz olacaktır."[157]

Özellikle Peygamber (s.a), ümmetinin terbiye ve eğitimiyle iyiden iyiye uğraşmış, onların soy-sopla övünmelerini önlemiş, bu gibi şey­lerden uzak kalmalarını sağlamıştır. Çünkü bu gibi şeyler dinde her­hangi bir değere sahip değiller ve herhangi bir hayatiyetleri de yoktur. Ancak bizim gördüğümüz bir şey vardır. O da Hz. Peygamber (s.a)'in kişilerin İslâm safına intisaplarını teşvik etmiş olmasıdır. İşte övünü­lecek şey olarak bu yeter.

Ebû Ukbe (r.a)'den rivayet olunan hadise göre -ki kendisi İran halkından bir azadh köledir- demiştir ki: Hz. Peygamber ile birlikte Uhud'da bulundum. Bu arada müşriklerden birini vurdum. Bunun üze­rine dedim ki: Bu darbeyi benden al, çünkü ben farslı (İranlı) bir gen­cim." Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) dönüp bana baktı ve:

"Sen, bu darbeyi benden al, çünkü ben Ensarî bir gencim desey-din ya," buyurdu."[158]

Gerçekte İslâm akidesinin amacı, Allah'ı birlemektir. Bu da O'na bağlanmakla, O'na sevgi duymakla O'nu ta'zîm etmekle, O'na itaat etmekle, inabet ve huşu ile, korku ve ümit arasında yaşamakla sağla­nır. Ayrıca Allah'dan başka tüm sevilenlerden, korkulardan ve arzu­lardan nefsi arındırmakla mümkündür. Nitekim Allah (c.c) şöyle bu­yurmaktadır:

"Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine O'ndan Başka giderecek yoktur. Eğer sa­na bir hayır dilerse, O'nun kere­mini geri çevirecek de yoktur." (Yunus, 10/107).

Rasûlullah (s.a) Efendimiz, Abdullah b. Abbâs (r.a)'a şöyle söy­lemişlerdir:                                                                    

"İyi bil ki, Şayet ümmet, sana fayda verecek bir şey konusunda toplanıp bir araya gelseler, o hususta Allah (c.c)'ın senin için yazdığı şey dışında bir menfaat sağlayamazlar. Şayet onlar, sana bir zarar ve­recek şeyde bir araya toplansalar, yine Allah (c.c)'ın senin aleyhine yazdığı şeyin dışında asla bir zarar da veremezler."[159]

Şayet kul sadece tevhid esasına sarılırsa, artık o kalbinden Allah'dan başkalarından korkmayı çıkarıp atmıştır. Artık ona düşmanı pek ehven gelir. Ailah (c.c)'dan korkmak varken bir de onunla birlikte bir başkasından korkmaz artık o. Çünkü kul, korkulması gereken varlık noktasında Allah (c.c)'i bir tek korkulacak varlık kabul etmiştir. Ar­tık sevgisini, korkusunu, tevekkülünü, O varken bir başkasıyla meş­gul olmamayı hep bu esasa bağlamıştır. O artık şu gerçeği de iyice öğ­renmiştir:

Tüm duygu ve düşüncelerini düşmanı hakkında çalıştırılması, on­dan korkması ve onunla meşgul etmesi, sadece bu kimsenin o konuda tehvidinin eksikliğine bir delildir[160]. Şayet kişi mücerred tevhid esası­na bağlı kalmış olsa, mutlaka onun kendisini meşgul eden bir uğraşısı olurdu. Alîah (c.c), onu korumayı üzerine aldığı gibi, onu savunmayı da vadetmiştir. Çünkü Allah (cc), gerçekten, iman edenleri savunur ve korur.

Şu hususu pek iyi bilmek zorundasınız ki, kişinin Tevhid esasına bağlanması ve buna sahip olması halinde yüce Allah (c.c)'ın büyük koruma alanına girmiş demektir. Kim de böyle bir sığınağa girerse ar­tık o kimse emin ve güvenilir olanlardan olur. Seleften bazıları demiş­lerdir ki:

"Kim Allah' dan korkarsa, her şey de ondan korkar. Ancak kim de Allah'dan korkmaz ise, o her şeyden korkar."[161]

İşte bu, Velâ ve Berâ konusunda ruhlarda akidenin gereğince yer­leşmesi için akidenin metodlanndan birdir. Ayrıca bu yoldan başka bir yol daha vardır. Bu da kıyamet sahnelerine yardımcı olma yolu­dur ki, böylece husumeti, düşmanlığı tasvir edebilsin. Evet bunu tabi olanlarla kendilerine tabi olunanlar yani idare edenlerle idare edilen­ler arasındaki düşmanlığı tasvir etmiş olsun. Çünkü bunlar, Allah'ın dünya için öngördüğü yoldan bir başka yola girdiler. Bunlar tüm dost­lukları ve düşmanlıkları hep adetlere, törelere ve atalarının dinlerine göre sürdürdüleer. Her bir fırka kendi arkadaşından böylece uzakla­şıp gittiler.

Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

"O zaman (görecekler ki) kendilerine uyulup arkalarından gidilenler, uyanlardan hızla uzak­laşırlar ve (o anda her iki taraf da) azabı görmüş, nihayet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır.”(Bakara,2/166)

Dünyada hiç düşünmeden bazı kimseleri kendilerine önder edi­nen böylece batıl yola giden kimseler, ahirette o Önderlerin kendile­rinden uzaklaştıklarım görürler. Ancak her iki taraf da içine girecek­leri azabı görmüşler ve ondan kurtuluş olmadığını anlamışlardır. Dün­yadakinin tersine, bu sefer uyanlar konuşurlar ama artık faydası yoktur.

"(Kötülere) uyanlar şöyle derler: "Ah, keşke bir daha dün­yaya geri gitmemiz mümkün ol­saydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydik!"  Böylece  Allah

onlara, işlerini, pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık (cehennem) âteşinden çıkamazlar." (Bakara, 2/167).

Hiç şüphesiz bu durum, Allah ve Rasûlünü bırakıp onlardan baş­kasını dostlar edinenlerin halidir. Bunlar, bu Allah ve peygamber düş­manları adına dostluklar kurarlar, bunlar adına düşmanlık sürdürü­yorlar. Bunların hoş karşıladıklarını hoş karşılıyorlar, istemediklerini istemiyorlar, onların kızdıkları şeylere bunlar da kızıyorlar. Böylece tüm yaptıkları batıl şeylerdir ve yarın kıyamet gününde fazlasıyla piş­manlık duyacaklardır. Tüm sıkıntıları ve dertleriyle başbaşa kalacak­lardır. Çünkü bunların, Allah ve peygamber düşmanlarıyla birlikte oluşları ve birlikte hareket etmeleri kendilerini kurtaramamıştır. Sev­gilerini ve öfkelerini bunlar adına yürütmüşler. Allah ve Rasûlünün yanında yer almaları gerekirken başkalarının yanında, yer almayı ter­cih etmişlerdir.

Artık kıyamet gününde AHah'dan başkası adına sürdürülen dost­luk ve düşmanlıklar tüm sebepleriyle son bulacaktır. Herkes o gün kendi başının derdine düşecektir. Ancak o gün bir tek sebebin yararı vardır. Bu da kişi iie Allah arasını birleştirecek olan sevgi ve saygıdır. Kişi

şayet bir şeyi sırf Allah'a ve Rasûlüne kavuşmak için terketmİş ise, bir tek Allah'a ibadet etmek ise işte kişiyi kurtaracak olan budur. Çünkü bu hususta gerekli sevgiyi ve buğzu, vermeyi ve menetmeyi, dostluğu ve düşmanlığı, yakınlığı ve uzaklığı hep bu sebebe dayanır ve dayan­ması da gerekir. Aynı zamanda her bakımdan Hz. Peygamber (s.a)'e itirazsız tabi olmalı, onun sünnetiyle çelişen ve buna muhalif olan hu­suslardan, onun gösterdiği yolun dışında bir yoldan uzak olmalı ve onları tümüyle terketmelidir.[162]

Ayrıca İslâm'da yetki meselesi olarak sunduğumuz Velâ ve Berâ konusunu anlatırken Kur'an'ın izlediği bir yol da misaller ve örnekler sunmasıdır. Nitekim bu gibi örnekler Kur'an'ı Kerîm'de bir hayli çok­tur. Bu meselede en önemli Örnek, peygamberler babası ve Allah dos­tu (Halilurrahman) diye de bilinen Hz. İbrahim (a.s)'in örneğidir. Çün­kü o Velâ ve Berâ' konusunda ilk örnektir. Yani kimlerin dost edini­lip kimlerden de uzak durulacağı noktasında ilk örnektir. İşte işin bu önemi nedeniyle ben ondan sözetmeyi özel bir bölüme bırakıyorum. Onun bu husustaki tavrım yeri geldiğinde öğrenmiş olacağız.

Şayet kalbde Allah (c.c), sevgisi bulunursa, arük mümin bu tak­tirde her türlü külfeti ve sıkıntıyı yüklenir, hepsine göğüs gerer. Bu yolda Allah için nasıl ibadet etmesi gerekiyorsa öylece ibadet eder ve bunun gereklerini de yerine getirir. İşte Allah düşmanlarının karşı koy­maları, onların da bunlarla cihadı, bunlara buğzetmeleri, onlardan uzak durmaları, Allah yolunda onların eziyetlerine katlanmaları hep kalbteki bu sevgidendir.

Ayrıca Kur'ân'ı Kerîm, bu akideyi sunarken tehdid ve korkutmayı içeren bir üsluba sahiptir. Öncelikle bunların sebeplerini açıklıyor, izah ediyor, insanlara hüccet ve delil sunuyor, sonra da tehdidini ve kor­kutmasını ortaya koyuyor. Rabbimiz buyuruyor ki:

"Ey ima/ edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli),) kafirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir.

 (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasın dan korkmazlar (hiç kimsenin kınamasına aldırmazlar.)" (Maide,  15/54).                                                          

Ancak Allah, emrine boyun eğenleri sever, onlara yardım eder ve onların dostudur. Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:                

"Allah, kendi yolunda ke­netlenmiş bir bina gibi saf bağla­yarak savaşanları sever." (Saf, 61/4).

Bir başka âyet meali:                               

"Bilakis, mevlanız (yardım­cı ve dostunuz) Allah'tır ve O, yardımcıların en hayırhsıdir." (Al’i îmrân, 3/150).

Bir başka âyette ise şöyle buyuruluyor:

"Allah'a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlanızdir. Ne güzel mev-ladır O, ve ne güzel yardımcıdır."

(Hac, 22/78).

Allah'ı sevmenin yolu ve en önemli şartı, Allah (c.c)'a, Rasûlüne uymakla mümkündür. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"(Rasûlüm!) De ki: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günah­larınızı bağışlasın." (AViîmran, 3/31).

Şeyhul İslâm îbn Teymiyye merhum diyor ki: "Rasûlüllah (s.a)'m sünnetine uymak, şeriatına içten ve dıştan bağlı kalmak, Allah sevgi­sinin gereğidir. Nitekim Allah yolunda cihadetmek de, O'nun dostlarını sevmek, düşmanlarına da düşmanlık göstermek de Allah'ı sevme­nin bir gereği ve gerçeğin tâ kendisidir."[163]

Hasan Basrî (r.a) diyor ki: "Bir toplum, kendilerinin Allah'ı sev­diklerini ileri sürmektedir. Allah (c.c) da kendilerini "De ki: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin." âyetiyle imtihan etti."[164]

Aslında Kitap ve Sünnet bu ümmeti Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek esasları üzerinde yetiştirmiştir. Kişi Allah için dostluk ve yetkisini kullanacak ve Allah için uzaklaşılması gerekenden uzak kalacaktır. Öyleki buna bağlı olan bir müslüman bu noktada ateşe akı­lacak bir duruma gelmiş olsa, burada tercihini, küfre girmektense ateşe girmek şeklinde yapmalıdır. Zira Allah (c.c), kendisini o küfürden kur­tardıktan sonra kişi tekrar oraya dönmeyi istemez.   

Gerçi bugün velâ ve Bera konusu müslümanların gerçek hayatın­dan çıkmış ve kaybolmuştur. Ancak Allah'ın kendilerine rahmetiyle muamelede bulunduğu kimseler müstesna. Aslında bu kayıp, bu bü­yük ve önemli konunun değerini düşürmez ve bu gerçeği ortadan kal­dıramaz. Nitekim Şeyh Hamd b. Atîk şöyle demektedir:

"Allah'ın kitabında bu mesele hakkında fazlaca delilleri buluna-nan bir başka hüküm yoktur. Tevhid'in vucubu ve gerekliliği ile, tev­hidin zıddınm haramhğı hakkındaki meseleden sonra Kur'an'da hak­kında en çok delil bulunan hüküm Velâ ve Berâ' meselesidir ya da hük­müdür."[165]

İnsan aklının ürünü olan görüş ve düşüncelerin, sistemlerin ve kısır görüşlerin bir bakıma değer kazanması, esas itibariyle insanların Al­lah ve Rasûlü için velayeti kaybetmelerinin, bir de tağuttan uzaklaş­malarının bir sonucudur ki, tağutlar insanları hep yaldızlı sözlerle ve laflarla kandırmayı hedeflemişlerdir.

 

2. BÖLÜM

 

RAHMANIN DOSTLARI VE ŞEYTANIN YANDAŞI

 

Bu İki Kesim Arasındaki Düşmanlık:

 

Aslında Rahman'ın yani Allah dostlarının varlığıyla şeytan dost­larının ya da yandaşlarının varlığı çok eskidir. Bu tâ Hz. Adem'in ya­ratılmasından ve Allah'ın meleklere, Adem'e secde emrinden itibaren başlar. Bilindiği gibi bu emre İblîs denilen şeytan dışında melekler icabet etmişler ve ancak İblîs büyüklenerek böyle bir emirden kaçınmıştı.

Nitekim Kur'ân'ı Kerîm, Hz. Adem ile İblîs arasındaki düşman­lıktan bir çok sûrelerde sözeder. En çok söz edildiği sureler ise Baka­ra, A'raf, Tâ Hâ ve başka sûrelerdir.

Yüce allan (c.c) şöyle buyuruyor:

"Bir zamanlar biz meleklere (ve cinlere) "Adem'e secde edin" dedik, tblîs hariç hepsi secde et­tiler. O, yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.

"Biz Azîmüşşân, "Ey Âdem! Sen ve eşin (Havva) bera­berce ceimete yerleşin, orada ko­laylıkla istediğiniz zaman her yer­de cennet nimetlerinden yiyin, sa­dece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden zalimlerden olurusunuz" dedik. "Şeytan on­ların ayaklarını kaydırıp haddi te­cavüz ettirdi ve içinde bulunduk-

larından (cennet'ten) onları çıkardı. Bunun üzerine "Bir kısmınız di­ğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır" dedik.

"Bu durum devam ederken Âdem, Rabbinden bir takım ilham­lar aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve mer­hameti bol olandır.

"Dedik ki: "Hepiniz Cennetten inin! Eğer benden size bir hidâ­yet gelir de her kim hidâyetime tabi olursa (göndereceğim peygamber­lere uyup benim emirlerimi tutar, yasaklarımdan kaçarsa) onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler." (Bakara,2/34-38).

A'raf sûresinde ise İblis'in neden secde etmediğinin açıklamasını görmekteyiz. Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"Allah buyurdu: "Ben sana emretmişken secde etmekten seni alıkoyan nedir?": (İblis): "Ben ondan daha üstünüm. Çünkü be­ni ateşten yarattın, onu da çamurdan yarattın** dedi." (A 'raf, 7/12).

Allah (c.c), İblis'e secde etmesini emir buyurdu. Ancak o büyük-lendi ve ve secde etmekten kaçındı -Allah kendisine lanet etsin- o, bu yüzden bozuk ve olmayacak bir kıyasa kalkıştı. "Ateş, çamurdan da­ha üstündür" diye bir kıyasa gitti. O bu davranışıyla kendisini Allah ile denk tutuyordu -Haşa-. Çünkü Allah (c.c) böyle bir şeyden mü­nezzehtir. Adeta şeytan şöyle demek istiyordu: "Allah (c.c) böyle di­yor ama, ben de bu işi şöyle görmekteyim." işte bu yüzden İblis Al-lah'm lanetine uğradı da rahmetinden uzak kaldı.

İşte insanların hidâyet ve dalalet fırkası diye ayrılmaları da böyle bir başlangıçlafbrtaya çıkmış oldu. Nitekim Yüce Allah (c.c) şöyle bu­yurmaktadır:

"Sizi yaratan O'dur. Böyle iken kiminiz kâfir, kiminiz mü'-mindir. Allah yaptıklarınızı gö­rür.*' (Teğabün, 64/2).

Ancak peygamberlerin getirmiş olduğu davete katılanlar, onlara icabet edenler, Allah'ın indirmiş olduğu kitaplara iman edenlere ve peygamber olarak gönderilenlere inananlara gelince işte bu fırka Rah-man'm velileri ve dostlarıdırlar. Allah insanlara rahmet olarak pey­gamberlerini göndermiştir.

Ancak uzak duran, büyüklenen ve şeytan gibi davrananlar ise, şeytanın velileri ve dostlarıdırlar yandaşlarıdırlar.

Bu iki fırkadan söz etmeden önce, mutlaka bilmemiz gereken bir şey vardır. O da şu husustur. Allah (c.c), kullarına tüm hüccet ve de­lilleri gösterip ortaya koymuştur. Onlara şeytanın düşmanlığını, öyleki hemen onun Hz. Âdem üe olan kıssasından sonra açıklamıştır.

Allah (c.c) Kur'ân-ı Kerim'de sadece Hz. Adem kıssasiyla şeyta­nın düşmanlığını bir kaç defa zikretmekle kalmamış, aksine işin öne­mini açıklamış ve Ademoğullarınm ondan uzak kalmaları uyarısında bulunmuştur. Kur'ân'ın bir çok yerlerinde ve âyetlerinde insanın şey­tanın kulak vermemesini, sıratı müstakimden yüz çevirmemelerini bil­dirmiştir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Hep bir­den silm'e (sulh ve selamete) gi­rin. Sakın şeytanın peşinden git­meyin. Çünkü o apaçık düşmanı-nudir." (Bakara, 2/208).

Bundan sonra hatırlatmanın yanında uyan bulunan şu â.-ylH|gör-mekteyiz. Rabbimiz buyuruyor ki:

"Ey Âdem oğulları! Şeytan, ana-babamzı, ayıp yerlerini ken­dilerine göstermek için elbiseleri­ni soyarak, cennetten çıkardığı gi­bi sizi de aldatmasın. Çünkü o ve kabilesi, sizin kendilerini göreme­yeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz şeytanlan, inanmayanların dostları kıldık." (A 'raf, 7/27).

Kur'ân'i Kerîm sadece bu açıklamalarla yetinmiyorf ayrıca Kur'-ân insanlara şeytanın planlarını da gösteriyor ki, gerçek manâda göz­leri olanlar bunu görebilsinler, düşünebilenler de akıllarım başlarına devşirsinler. Nitekim İblis'ten bahisle Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"...o da (şeytan da): "Yemin ederim ki kullarından belli bir pay edineceğim" demiştir."

"Onları mutlaka saptıraca­ğım, muhakkak onları boş kurun­tulara boğacağım, kesinlikle on­lara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar (putlar için nişanlayacaklar), şüphesiz onlara emredeceğim de Allah'ın yaratıklarını değiştirecekler." dedi. Kim Al­lah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse elbette apaçık bir ziyana düşmüş­tür."

"(Şeytan) onlara söz verir ve onları ümitlendirir; halbuki şeyta­nın onlara söz vermesi aldatmacadan başka bir şey değildir." (Nisa, 4/118-120).

Daha sonra Allah (c.c) insanlara, şeytan dostlarının pişmanlıkla­rını ortaya koyan kıyamet sahnelerinden bir sahneyi zikretmektedir. Rabbimiz şöyle buyuruyorlar:

"Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkarlar! Ey insan oğlu! Şey­tana tapmayın, çünkü o sizin apa­çık bir düşmamnızdır" demedim

mi? (Bunu size peygamberlerim vasıtasıyla açık seçik bildirmedim mi?). Ve bana kulluk edin, doğru yol budur, demedim mi?" (Yasın, 36/59 61).

Şimdi de kendisinin peşinden gelenlerden uzaklaşmalarım bildi­ren İblisle ilgili bir başka sahne. Rabbimiz bu sahneyi şöyle açıklıyor:

"(Hesaplarvgörülüp) iş biti- '" rilince, şeytan diyecek ki: "Şüp­hesiz Allah size gerçek olanı va-detti, ben de size vadettim ama, size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben, sadece sizi (inkara) çağırdım, siz de benim davetime hemen koştu­nuz. O halde beni yermeyin, kendinizi yerin. Ne ben sizi kurtarabilirsiniz ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Kuşkusuz daha önce ben, beni (Allah'a) ortak koşmanızı redettim. Çünkü zalimlere, elbette acıklı bir azap vardır." (İbrahim,14/22).                                                                                       

Artık Allah'ın bu açıklaması ve beyanından sonra bir başka be­yana gerek yoktur. Bilindiği gibi eşya kendi aslına döner. Bu duruma göre mademki İblîs, Hz. Adem'e düşmandır. Hiç kuşkusuz iblisin pe­şinden gidenler de, Rahman'ın dostlarına düşmandırlar. Bunlar aynı zamanda peygamberlere tabi olanların da düşmanıdırlar. Bu bakım­dan iki grup arasında birleşme imkanı yoktur.

Şeytan taraftarlarının ve dostlarının ellerindeki silah düşmanlık, savaş, hased, alay, istihza, hile, tuzak, aldatma gibi şeylerdir ki, şey­tan bütün bunları dostlarına ve taraftarlarına daima telkin edip durur.

Şeytanın taraftarları, mü'minleri gözetleyip duran bir takım in­sanlardır. Fırsat buldukça ve güç yetirdikçe insanları Allah'ı anmak­tan ve zikretmekten alıkoyarlar. Nitekim işin bu yönünü Allah (c.c), Kur'an'ı Kerîm* in bir çok yerlerinde bizlere haber vermiş olmaktadır. Allah (c.c), Allah düşmanlarının Allah (c.c) taraftarlarıyla olan alay­larını şöyle bildiriyor:                                                       

"Kafir olanlar için dünya ha­yatı cazip kılındı. (Bu yüzden) on­lar, iman edenler ile alay ederler. Oysa ki, (iman edip) inkardan sa­kınanlar kıyamet gününde onların üstündedir. Allah dilediğine hesapsız rızık verir." (Bakara, 2/212);

"Kavminden ileri gelen ka­firler dediler ki: "Biz seni bir be­yinsizlik içinde görüyoruz ve ger­çekten seni yalancılardan sanıyo­ruz." (A'raf, 7/66).

"Şüphesiz günahkarlar, (dünyada) iman edenlere gülerler­di. Müminlere uğradıklarına kaş göz hareketiyle alay ederlerdi. Kendi adamlarının yanına dön­düklerinde, (inananlarla alay etmekten) zevk alarak dönerlerdi. Kafirler mü'minleri gördüklerinde "Şüphesiz bunlar yanlış yola girmiş sapıklardır" derlerdi. (Mutaffifin, 83/29-32).

Şimdi de Kur'ân; şeytanın yandaşlarının düşmanlıklarını nasıl tas­vir ediyor, bunu görelim. Bunlar mü'minlere karşı içlerinde nasıl bir kin ve düşmanlık taşımaktalar, bunu dinleyelim. Rabbimiz şöyle bu­yuruyor:

"Âyetlerimiz, açık açık ken­dilerine okunduğunda, kafirlerin suratlarında, hoşnudsuzluk sezer­sin. Onlar, kendilerine âyetlerimi­zi okuyanların nerdeyse üzerleri­ne saldırırlar. De ki: "Size bun­dan (bu öfke ve huzursuzluğunuzdan) daha kötüsünü bildireyim mi? Ateş! Allah, onu kafirlere vadetti. O, ne kötü akıbet (varış yeri)dir!" (Hac, 22/72).

İşte burada çok önemli bir gerçek yer almaktadır. Bu gerçek de şudur. Hz. Âdem (a.s) ile İblîs arasında meydana gelen düşmanlık, öyle bir düşmanlıktır ki bu, İblis ile Ademoğulları arasında da sürüp gitmektedir. İnsanlar yeryüzünde bulundukları sürece de bu devam ede­cektir. İnsanlık tarihi aslında baştan sona şu gerçeği doğrulamakta­dır. İnsanlar; hidâyette ve doğru yolda olanlarla, heva, istek ve arzu­ları ile şeytanın peşinden gidenler diye ikiye ayrılırlar. Nitekim Rabbi­miz şöyle buyurmuştur:

"Sizi yaratan O'dur. Böyle iken kiminiz kâfir, kiminiz mirinin­dir." (Tegabün, 64/2).

Bu duruma göre dünyada ve ahirette bu iki grup arasında birleş­me söz konusu değildir. Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiye diyor ki: "Allah'­ın sünneti ve ilahi kanunu gereği şudur. Allah (c.c) dinini hakim kıl­mak istediğinde, bu durumda dinine karşı çıkanlara ve muaraza eden­lere karşı tüm delilleri ortaya koyar. Böylece Allah (c.c) sözleriyle hakkı gerçekleştirmek istiyor ve batılın tepesine hakkı bindiririz de hemen batılın işini bitiriverir. Bir de bakarsın ki, batıl yok olup gitmiştir.[166]

Şimdi Hz. Nuh'un kavminin ona olan düşmanlığına, Ad kavmine, Salih, Şuayb, İbrahim, Musa, İsâ ve en sonunda Muhammed'in düşmanlarına bir dikkat edin. Sonra da bu düşmanlığı bir düşünün ki, cahiliye bu düşmanlıkla iman ehline karşı çıkmaktadır. Nitekim dünya durduğu ve insanlar da bir mirasçı olarak bunun üzerinde ya­şadıkları sürece bu düşmanlık sürüp gidecektir.

Bilindiği gibi Rahmanın velileri yani Allah dostları, sadece Allah (c.c)'ın kendilerini sevkettiği yolda yürümekte ısrarlıdırlar. Şeytanın dostları da koyu bir cahillik sapıklığı, karanlığı içinde yuvarlanıp git­mek isterler. Hep tağuta kulluk ve ibadet ederler, bu tağut ister bir eş ve benzer olsun, tapınılan bir eş ve ortak olsun, ya da istediği bir şehevî istek, bir cinsiyet, bir dil, bir sulta (hakimiyet), bir toprak veya ilk atalarının dinleri olmuş olsun hiç bir fark yoktur. Zira hepsi tağut olma vasfında birleşmişlerdir. Nitekim Rabbimiz ne güzel buyurmuştur.

"Allah, inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çı­karır. İnkar edenlere gelince, onların dostları da tağuttur. Onları ay­dınlıktan alıp karanlığa götürür. İşte bunlar cehennemliktirer. Onlar orada devamlı kalırlar." (Bakara, 2/257).

Rahman'ın taraftarlarına gelince bunlar, Allah'a bağlı olup O'na mensup olanlardır. Bu kimseler Allah'ın bayrağı ve sancağı altında gölgelenmek isterler, bunlar Allah'ı veli ve dost edinirler, Allah'dan başkasını asla dost edinmezler. Bunlar bir tek aile, bir tek ümmettirler. Öylesi bir birlik ki, nesiller ve çağlar üstü, mekan ve vatan kav­ramları dışında bir tekliktir. Bu, kavimciliğin, cinsiyet ve ırkçılığın üze­rinde bir birlik ve güçtür. Evet bu, her türlü asaletin ve soyluluğun üzerinde bir tek aile ve bir tek ümmet oluştur."[167]

İslâm dini Hak ile batılın arasını ayırdetmek için gelmiş olan bir dindir. Aynı zamanda İslâm dini ile cahili sistem arasını açıklamak için gelmiştir. Zira İslâm, insanların bir araya gelmesini sağlayan un­sur olarak ırkçılığı, renk, cins ve toprak bütünlüğü görüşünde değil­dir. Bunları temel unsur olarak kabul etmemiştir. Çünkü bu gibi şey­ler tamamen eski ve yeni cahili sistemlerin öngördüğü şeylerdir. Bu bakımdan her iki cahiliye arasında hiç bir fark yoktur, her ikisi de eşit­tir. Aksine İslâm, insanların bir araya gelme esasını Allah için sağlam bir akide temeline dayandırmıştır. Aralarındaki üstünlüğü de salih ame­le bağlamıştır. Allah (c.c),şöyle buyurmaktadır:                    "Ey insanlar! Doğrusu biz si­zi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için si­zi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır (takva sa­hibi olammzdır). Şüphesiz Allah bilendir, haberi olandır." (Hucurât, 49/13).

İnsanlar, Hz. Âdem ve Havva'dan çoğalmaları veya her birinin bir anne ve babadan doğmaları itibariyle yaratılışta eşittirler. Bu açı­dan soy ve soplarıyla övünmeleri yersizdir. Çünkü gerçek ve yegane üstünlük, takva üstünlüğüdür.

Hz. Peygamber (s.a) de şöyle buyurmuşlardır: "Arabın aceme (arap olmayanlara) acemin de arap olanlara bir üstünlüğü yoktur.

Aynı zamanda siyahın beyaza ve beyazın da siyaha bir üstünlüğü yoktur, üstünlük sadece takva iledir. Hepiniz Âdem'densiniz, Âdem de topraktandır."[168] Yine bir başka hadislerinde Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır:

"Allah (c.c), sizden cahiliye kötülüklerini (kibri, gururu) ve ata­larla övünmeyi yoketmiştir. (İnsanlar iki kısımdır:) ya takva sahibi mü'min veya bedbaht bir facir."[169]

Bu bakımdan Hz. Mustafa (s.a) Efendimiz dinini kabul etmeyen yakınlarından ve akrabalarından uzaklaşıp onlarla ilgisini kesmiştir. Böylece kendisi mü'minlere bizzat örnek olmak istiyordu. Nitekim Amr b. Âs (r.a)'ın, Rasûlulah (s.a)'dan rivayetine göre kendisi ondan şöy­le söylediğini işitmiştir, Rasûlullah (s.a) hiç gizlemeksizin açıkça şöyle buyurdular:

"(Akrabalarından bir takım kimseleri kasdederek) doğrusu filan aile benim velilenm = (dostlarım) değildirler. Ancak benim velim Al­lah'dır ve salih mü'minlerdir."[170]

Yine Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır: "İnsanların bana en yakın olanları kimler olurlarsa olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunlar takva sahibi olanlardır."[171]

Hz. Peygamber (s.a)'in bu hadisleri, Rabbimizin şu âyetine rru-vafık düşmektedir: "Şüphesiz ki onun dostu ve yardımcısı Allah, Ceb­rail ve müzminlerin iyileri (salihIeri)dir."(Tahrim, 66/4)          

Buradan şu gerçeği öğrenmiş olmaktayız. Mü'minler ancak :Â1-lah'ın velileridirler. Çünkü onlar, Allah'ın murad ettiği şeye bizzat ica­bet edenlerdir. Her şeyi bizzat Allah (c.c)'dan almışlardır. Bir tek O'na kulluk ve ibadet etmişlerdir. Bir tek O'ndan korkmaktadırlar. Halbu­ki ikinci fırka böyle değildir. Allah (c.c)'m peygamberlerinden her­hangi bir peygamber kendilerini davet ettiğinde şu cevabı verirler:

"Onlara (müşriklere)  "Al­lah'ın indirdiğine uyun" denildi­ği zaman onlar, "Hayır! Biz ata­larımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız" dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?" (Bakara, 2/170)                                                  

Yine bir başka âyette de Rabbin onların halini şöyle bildiriyor:

"Onlara: "Allah'ın indirdi­ğine ve Rasûlüne gelin" denildiği vakit: "Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter" der­ler. Ataları hiç bir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor İseler de mi?" (Maide, 5/104)

Allah velilerinin ve dostlarının nitelikleri ve vasıfları ise şöyledir; Davete icabet, Allah'ın hükmüne ve şeriatına kesin boyun eğiş ve O’nun emrine uyuş. Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"Aralarında hüküm verme­si için Allah'a ve Rasûlüne da'vet edildiklerinde, "işittik ve itaat et­tik." demek, sadece mü'minlerin söyleyeceği sözdür. İşte asıl bun­lar kurtuluşa erenlerdir." (Nûr, 24/51)

Şeytanın velileri, yandaşları ve dostlarına gelince, bunların en be­lirgin özellikleri de şöyledir: Allah'ın hükmünden ve şeriatından yüz çevirmek, heva ve istekleriyle şeytana uymak. Nitekim Rabbim hak­larında şöyle buyuruyor:

"Dillerini eğerek, bükerek ve dine saldırarak "işittik ve karşı geldik", dinle, dinlemez olası", "râinâ" derler." (Nisa, 4/46)

Bir başka âyette ise şöyle buyurulmaktadır:

"Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatıldıktan sonra onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Muhakkak ki biz, gü­nahkarlara, ettiklerinin karşılığı olan cezayı vereceğiz." (Secde, 32/22)

Allame İbn Kayyım da bu konuda şöyle diyor: "Rasûlullah (s.a)'ı yalanlayanlar, ona uymaktan yüz çevirenler, şeriatından yan çizenler, dininden uzak kalanlar, sünnetine uymayanlar, onun getirdiğine bağ­lanmayan ve yapışıp tutunmayanlar, cehaleti iyice içine sindirmiş olan­lar, heva ve fesadı kalbine yerleştirmiş olanlar, inkarcılığı ve reddet­meyi göğüslerine yerleştirmiş olanlar, tüm organlarından isyan ve mu­halefet çıkanlar, evet işte bütün bu nitelikleri taşıyanlar hepsi de şey­tanın veli ve dostudurlar."[172]

Şeytan dostlarının ve velilerinin belirgin özelliklerini şöylece sıra­layabiliriz: "Hak geldiği zaman, sırf koltuklarının elden gitmemesi için buna karşı koyarlar ve hakkı çiğnerler. Ayaklarıyla onu teperler. Şa­yet bundan aciz kalırlarsa bu defa hakkı ortadan kaldırmak için sal­dırırlar. Eğer bunu da yapmayacak olurlarsa bu defa, hakkın yolla­rında hile ve tuzak kurmaya girişir, değişik yol ve yöntemler denerler. Bunlar imkânlalrı oranınca böyle bir işi yapmaya her zaman müsait­tirler. Eğer bütün bunlardan bir şey elde edemezlerse bu defa sokak­ları ve konuşmayı hakka verirler ama, ondan yetkiyi, hüküm vermeyi ve uygulamayı kaldırırlar. Şayet hak üstün gelir ve zafer kazanırsa ve bu, onların lehine ise, bu defa hemen harekete geçerler ve hakka bo­yun eğerler. Fakat hakka gelişleri, o hakkın gerçekleşip uygulanması için değil sırf kendi amaçlarına, heva ve isteklerine uygun geldi dir. Nitekim yüce Mevlâ şöyle buyurmaktadır:                 

"Onlar, aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve peygam­berine çağırıldıklarında, bakarsın ki içlerinden bir kısmı yüz çevirip dönerler. Ama, eğer (Allah ve Ra-sûlünün hükmettiği) hak kendi lehlerine ise, ona boyun eğip ge­lirler. Kalblerinde bir hastalık mı

var; yoksa şüphe ve tereddüd içinde midirler? Yoksa Allah ve' nün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar?Hayır  asıl zalimler kendileridir!" (Nur, 24/48-50).[173] 

 

İki Sınıf Arasındaki Düşmanlığın Tabia

 

İki fırkanın belirgin özelliklerini açıkladıktan sonra, artık1 şimdi bu iki fırka arasındaki düşmanlığın ne olduğundan söz edebiliriz. Ay­rıca bu düşmanlığın ne olduğunu bilmek de gayet önemlidir. Zira in­san ancak bu sayede iğrenç olanla temiz olanı birbirinden ayırdedebi-lir. Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Allah, kirlenmişi temizden ayırdetmeksizin, mü'minleri, bulunduğunuz halde bırakacak değildir." (Ân îmrân, 3/179).

Gerçekten iki fırka arasındaki düşmanlığı öğrenmek pek önemli olan bir husustur. Zira ancak bu sayede, sözde îslâm adını taşıyan bazı kimselerin foyaları meydana çıkacaktır. Çünkü bunlar müslümanların, çağdaş cahili toplum içerisinde eriyip yok olması için ve müslümanların Rabblerine karşı, dinlerine ve müslüman kardeşlerine karşı dostluklarını sona erdirmek için durmadan gayret göstermektedirler. Diğer taraftan bu dinin düşmanlarından uzak kalması yerine onlarla birlikte harekete gayret gösterirler. Müslüman her halükarda İslam düş­manlarından uzak olur ve onlara olan düşmanlığını da sürdürür. İşte sözde müslümanlar, îslâm düşmanlarıyla her şeye rağmen birlikte hareket etmişlerdir.

Bu pek önemli gerçeği düşmanlarımız daima arka plana atmak, sürekli onu gündemden düşürmek ve fırsat buldukça halkın nazarın­dan silmek istediler. Bunun için kâfirlerin gerçekten vefakar dostlar ve değerli kimseler olduğunu, bunların vefakarlığına gölge düşürme­memiz gerektiğini, bu yüzden de onları sevmemiz, takdir etmemiz ge­rektiğini söyleyip durdular. Evet bunlara tazimde bulunmalıyız, say­gıda kusur etmemeliyiz dediler. Daha ileri giderek: "Bunlar ilerlemiş olan toplumlardır, biz ise, geri kalmış ülkeleriz. O halde bizim de on­lar gibi olmamız için, onların gittiği yolda yürümemiz, metodlarını uy­gulamamız, her alanda onların hareket ettiği gibi hareket etmemiz gerekir" dediler." Kâfirlerin kültürlerini, acısıyla, tatlısıyla, gerçeğiyle, batılı ile, onların her şeyini almalıyız. Zaten bunların yaptıkları hiç bir şeyde batıl hükmünde bir şey de yoktur," dediler.[174]

Amma! ne yazık ki; Hep kovuldular, uzaklaştırıldılar ve küçümsenip horlandılar. Halbuki Allah (c.c), nezdinde hizbullah adı verilen halis ve samimi müslümanlar hep üstün insandırlar. Bunlar sayıca az da olsalar, böyledirler. Hüsrana uğrayanlar ise, sayısız çoklukta olsa­lar da, şeytanın yandaşları ve dostlarıdırlar, (aşağılanmışlardır.) Bu iki fırka arasındaki düşmanlıktan kesinlikle söz edilmelidir. Bunun ön­ceden geçmiş olması lazımdı. Gerçi basit bir şekilde de olsa İnsan ile . İblis düşmanlığından, yani İblisin insana karşı olan düşmanlığından söz edilmesi gerekir ki, şeytanın insan nefsine nasıl girmeyi başardığı­nı öğrenmiş olabilelim. Kendi velilerine hakkı nasıl batılla karıştıra­rak sunduğunu bilmemiz gerekir. Ancak mü'min için hakkın ortaya çıkması buna bağlıdır. Böylece mü'min daha dikkatli davranacağı gi­bi, kendisiyle birlikte hareket edenler de öylesine dikkatli bir şekilde hareket ederler, aynı zamanda Allah'a ibadet ederken ve O'na karşı kulluklarım sürdürürken Allah'ın kendilerine ihsan etmiş bir basiret üzere ve O'nun şeriatına dayalı bir nura göre hareket ederler.

İbnu'l-Kayyım (r.a), şeytanın insana karşı olan düşmanlığını ye­di madde halinde özetleyip sunmuştur. Ben de bunları özet halinde sunmak isterim.

1- Küfür ve Şirk: Allah ve Rasûlüne karşı düşmanlık: Şayet Şeytan bu hususta zafer elde ederse, bunun için Adem oğluna karşı çekti­ği ah ve kinini unutur, adeta yüreğine su serpilmiş olur. Bu arada onunla beraber olanlar da birazcık olsun yorgunluklarını gidermiş olurlar. Çün­kü şeytanın kuldan istediği ilk şey budur. Şayet bunda başarılı olması halinde, hemen onu kendi askerleri arasına alır ve yardımcılarından kılar. Kişi böylece şeytanın davetçileri arasına girer. Şeytan eğer böy­le bir şeyi başaramaz ve ümitsiz kalırsa ikinci kötülük planım dene­meye koyulur.

2- Bu ikinci yol da bid'at'tır. Çünkü bu, şeytana göre fasıklıktan ve isyandan çok daha sevimlidir. Zira bid'atın yapmış olduğu tahri­bat bizzat dinedir ve bu, haddi aşmaktır üstelik tahribat çok büyük­tür. Aynı zamanda bu, peygamberlerin davetine de muhalefet etmek­tir, karşı çıkmaktır. Şeytan peşine düştüğü kimsenin elde edilemeye­cek nitelikte bir insan olduğunu, onu bidat ve dalalete sürüklemeye muvaffak olamayacağını anlarsa bu defa üçüncü bir yol denemeye kalkışır.

3- Değişik türlerine göre büyük günah işletmeye çalışmak: Şeytan hiç durmaksızın.peşine takıldığı kimseyi böyle bir tuzağa düşür­meye uğraşır durur. Şayet bu kimse bir alim ise ve özellikle de çevresi ve ilmi olan biriyse, onu halkın nazarında değersiz hale getirmek için uğraşır durur. Şurası da bilinen bir gerçektir ki: inananlar arasında kötü söz ve davranışların yayılmasını isteyenler için acıklı bir ceza ve azap vardır. İşte bu, o kötülüklerin yayılmasını istediği zaman da böy­ledir. Ya bir de onları dost edindikleri zaman acaba bunun yayılması nasıl olur? Eğer bu yolu da başaramazsa bu defa bundan başka bir yol dener.                                                                                        

4- Küçük günahları yaptırtır ki, bunlar toplana toplana kişinin helakine sebep olur. Nitekim Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmaktadır­lar: "Sizi küçük günahları küçümsemekten uyarırım, böyle bir davra­nıştan uzak durunuz. Zira bunun gibi bir toplum bir çölde konakladı­lar da..."[175] Hadis böylece uzun bir şekilde devam eder. Manâsı şöy­ledir: Konaklayanlardan her biri bir odun alıp geldi. Böylece topla­nan odunlarla büyük bir ateş yakıldı, yiyeceklerini pişirdiler ve hepsi­ni kebap yaptılar. Çünkü hiç bir zaman küçük bir şeyi küçümsememek gerekir. Aksi takdirde giderek o şeyleri hafif görmeye başlar. Bu itibarla büyük günah işleyen kimse, küçük günah işleyene göre çok daha dikkat eder ve her zaman Allah'dan korkar, bu diğerlerine göre daha güzeldir. Eğer şeytan insanı bu yoldan da elde edemezse, bu de­fa bundan sonraki yolu dener. Bu deneme beşinci yol olmaktadır.

5- Bu defa insanları sevap ve günah olmayan mubah şeylerle uğraştırmaya gayret gösterir. Hatta bu öyle bir tuzaktır ki, kişi bunlarla meşgul olurken bir çok sevapları bu arada kaçırmış olur Şayet peşine düştüğü kimse onu aciz bırakır ve kişi zamanını iyi değerlendiren bi-, riyse, şeytan bundan da ümidini keser. Çünkü kişi nefeslerinin mikta­rını, bunların hesaplı olduğunu bilmekte, şeytanın peşinden gitmesi halinde elde edeceği nimetlerinin kesileceğini bilmektedir. Evet kişi yap­ması veya yapmaması halinde ne gibi sevap kazanacak veya nasıl bir azap ile karşı karşıya kalacak bunları bilir. Böylece şeytanın tuzağına düşmez. Şeytan bu denemeden de ümdini kesince bundan sonraki yo­lu denemeye koyulur.

6- Daha güzel ve iyi bir amel ve hizmet varken, kişiye bunu bı­raktırıp bundan daha alt değerde olan bir şeyle uğraşmasını sağlama­ya çalışır. Böylece onun faziletini yok etmek ve ona üstün amelin se-vafeuıı-k ay bettir mek ister. İnsana bir çok hayır kapılarını öğütier, böyle kapılar açar, hatta anlatıldığı gibi insana yetmiş kadar hayır kapısını açar, önerir. Böylece kişi arzu ettiği kötülüğü yaptırtmaya götürmek ister. Meselâ kişiye yetmiş kat sevap kazandıracak bir işi bıraktırır, bunun çok çok altında olan şeylerle uğraşmasını sağlamaya çalışır. Kişi böyle bir inceliği kolay kolay farkedemez. Şeytan, bunları yaptırırken Allah'ın sana yardımı ve kalbinde yakmış olduğu nûr sayesinde kazanabiliyorsun" diye düşünceleri insan kalbine sokar, bunun sebe­bi, o kimseyi Allah Rasûlüne uymaktan uzaklaştırmaktır. Böylece ken­disi Allah nezdinde daha üstün olan amellerin mertebeleri nelerdir, Al­lah'ın daha çok sevdiği ameller nelerdir, Allah (c.c), daha çok hangi­sinden hoşnud oluyor, bütün bunlardan habersiz kişiyi Peygamber (s.a) efendimize tabi olmaktan alıkoyar. Halbuki adam bilmiyor ki, bun­ların olabilmesi için, ancak peygamber varislerinden olmaları ve üm­met içinde onun naibleri olmalı, yeryüzünde onun halifeleri olmalılar ki, istenilen kazanılmış olabilsin. Allah (c.c), fazlı ve keremiyle kulla­rından dilediğine ihsan ve ikramda bulunur.[176]

7- Şayet şeytan bu altı maddeyi ugulamaktan aciz kalırsa, artık I insanlardan ve cinlerden olan taraftarlarını ve askerlerini değişik vel türlü eziyetli yollarla ve fikirlerle müslümanın üzerine saldırır. Kimîsine eziyet ederken, kimisini tekfir ile damgalatır, kimisini sapıklık ve dalaletle damgalar, kimisini bidatcıhkla ve kimisini de sakın bunlara! yaklaşma gibi sloganlarla pençesine takar. Böylece insanların kalblerini bulandırmak için onları köreltmek, etkisiz hale getirmek, içlerindeki iman kıvılcımını söndürmek ister. Aynı zamanda insanların on-| dan yararlanmasını önler. Artık ortada bir tek gayreti kalmıştır. İnsan ve cin şeytanlarından oluşan batıl ordusunu bunlar üzerine salif dırtmak ve bunun için çalışmak. Hiç bir fırsatı kaçırmaksızın gerekeni yapar ve işi hiç de gevşek tutmaz. Bu durumda mü'min harbe girişir, bu Ölünceye kadar sürer. Ne zaman ümmeti böyle bir harbe ko-f yarsa, ya esir edilir veya yaralanır. Böylece bu cihad, kişi Allah'a kavuşuncaya dek sürer.

Mademki bütün bunlar şeytanın kurmuş olduğu tuzaklardır. İnsanın başına şeytan bunları getirmektedir. O halde aradaki düşmanlığın sebebi nedir. Rahmanın velileri ile şeytanın velileri arasındaki bu düşmanlığını ve kavganın sebebi nedir? Cevap olarak deriz ki, bunuı sebebi şu dört şeyin birisidir.

1- Kibir: Şeytan dostları hakka karşı, Hz. Peygamber (s.a)'e karşı ve peygamberliğe karşı hep büyüklük tasladılar, büyüklük ileri sürdüler. Allah (c.c), onlar için şöyle buyurmaktadır:

"Kendilerine gelmiş kat'î bir delil olmaksızın, Allah'ın âyetle­ri hakkında münakaşa edenler var ya, hiç şüphe yok ki, onların kalblerinde, asla yetişe mey ecekleri bir

büyüklük hevesinden başka bir şey yoktur. Sen Allah'a sığın, Kuşkusuz O, işiten ve görendir." (Mü'min-Gafir, 40/56)         

Bir başka âyette ise Rabbim şöyle buyurmaktadır:     

"(Ne var) ki gönlünüzün ar­zulamadığı şeyleri söyleyen bir peygamber = elçi geldikçe, ona karşı büyüklük tasladınız. (Size gelen) peygamberlerden bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürdünüz." (Bakara, 2/87)

Yine bir diğer âyet meali ise şöyledir:

"Ona âyetlerimiz okunduğu zaman, sanki bunları işitmemiş, sanki kulaklarında ağırlık varmış gibi büyüklük taslayarak yüz çe­virir. Sen de ona acıklı bir azabın müjdesini ver." (Lokman, 31/7)

2- Dünya hayatım ahiret hayatına tercih etmek; böylece şehvet istek ve arzulara takılıp şehvetlerin peşinden gitmek. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır.                                         

"Bu (azap), onların dünya hayatını ahirete tercih etmelerin­den ve Allah'ın kâfirler toplulu­ğunu hidâyete erdirmemesinden ötürüdür." (Nahl, 16/107)

Yüce Mevlâ bir başka âyette de şöyle buyuruyor:

"Dünya hayatını ahirete ter­cih edenler, Allah yolundan alıko­yanlar ve onun eğriliğini isteyen­ler var ya, işte onlar (haktan) uzak bir sapıklık içindedirler." (İbra­him, 14/3)                                       

Şayet kibir ve dünyayı ahirete tercih etme ve sevme bulunursa ve­ya bu ikisinden birisi kişide varsa, o zaman bu nitelikleri taşıyan kim­seler, Allah'ın samimi, halis kullarının varlığından rahatsız olurlar. Hatta bu gibi insanların herhangi bir hareketleri olmayıp sesiz de kal­salar, yine de böyle temiz ve pırıl pırıl bir hayat sürmeleri, hep onlar­dan üstün olmaları bu kimseleri adeta çileden çıkartır. Allah düşman­larını öfkelendirir ve kızdırır. Nitekim Rabbim onların durumlarını şöyle bildirmekledir:

"Sizin de kendileri gibi inkar ederek küfre girmenizi istediler ki onlarla eşit olasınız." (Nisa, 4/89)

Bu düşmanlığın böyle sürüp gitmesi, tertemiz fırkanın varlığı, kirli ve murdar bir hayatın peşinde koşan kimseleri rahatsız eder. Zira kö­tüler iyileri gördükçe kötülüklerini daima hatırlayıp duracaklarından

bu kendilerini gerçekten rahatsız eder. İşte bundan dolayıdır ki, Al­lah düşmanlarının hile ve tuzakları, Allah dostlarına karşı "Hîle ve tuzak" kelimesinin kapsadığı tüm manâlarla gündeme sokulması için çalışılır. Bu alay etmekle olacağı gibi, işkenceyle, eğlenip sıkıntıya dü­şürmekle hatta mü'minlere nasıl bir kötülük yapabilme imkânı varsa tüm bu yolları deneyerek mü'minleri gözaltında tutmaya çalışır.

3- Haset = (Çekememezlik): Aslında şeytan dostlarının ye yan­daşlarının kinleri hiç bir zaman dinmez. Onlar mü'minleri hiç bir za­man çekemedikleri gibi içten içe kıskanıp kin güderler. Yüce Allah (c.c) Kitabında onların durumlarını şu âyetle açıklamaktadır:     

"Ehl'i kitaptan çoğu, haki­kat kendilerine apaçık belli olduk­tan sonra, sırf içlerindeki kıskanç­lıktan ötürü, sizi imanınızdan vaz-geçırip küfre döndürmek isterler. Siz, Allah onlar hakkındaki em­rini getirinceye kadar affedip, bağışlayın. Şüphesiz Allah her şeye ka­dirdir." (Bakara, 2/109)

Evet, işte onların temenni ve istekleri budur. Dilerler ki, Allah'ın kulları küfretsinler ve böylece sapıklık ve küfürde kendileriyle denk olsunlar, Şayet mü'minlere karşı üstünlük kurarlarsa mü'minlere karşı ne denli büyük hased ve kin sahibi olduklarında gerçek yüzüyle ortata ya çıkar. Rabbimiz (c.c) şöyle beyan buyuruyor:

"Onların nasıl ahdi olabilir; onlar size galip (üstün) gelselerdi, ne ahit, ne antlaşma gözetirlerdi." (Tevbe, 9/8)                    

4- Hakimiyet ve velayet yetkisini almak:İşte bu konu, aslında önde gelenleri ve tağutları ilgilendiren ve onlara özgü olan bir konudur. Çün­kü bunların bir tek gayeleri vardır, o da insanları köleleştirmek. Zira bunlar, hep insanların kendilerine saygı göstermesine, onlara boyun eğmesine, her şeylerine tepkisiz evet demesine alışmış olduklarından, insanların daima onların istekleri doğrultusunda hareket etmesini is­terler.

Allah'ın dininin gelmesi, şeriatının hakim olması bunların işleri­ne gelmez. Çünkü Allah'ın şeriatı, insanın insana kul ve köle olması­na izin vermez, onları böyle bir durumdan kurtarıp bir tek olan ve aynı zamanda Kahhâr olan Allah'a ibadet ve kulluğa çağırır. Bu itibarla önde gelenler, her zaman hayır davetçilerine karşı çıkmışlar ve bunlara düşman olmuşlardır. Çünkü bu liderler (tağutlar) şunu çok iyi bilmektedirler ki, hayrın ve şeriatın hakim olması halinde kendi güç ve kuvvetleri yok olacaktır, şeref ve soyluluklarının herhangi bir etki­si kalmayacaktır. Bundan böyle insanlar kendilerinden korkup ürper-meyeceklerdir. Çünkü Allah'ın dini onları hürriyete kavuşturmuş, ken­dilerini aziz ve yüce kılmıştır. Din, Onları Allah'ın kullan yaptığın­dan, bundan böyle korkuları da Allah'dandır. Sevgileri Allah için olduğu gibi dostlukları ve velayetleri de Allah içindir, aynı zamanda kin ve buğuziarı da Allah içindir.

Bunun en güzel örneği ve delili, Kisrâ'nın fiil ve davranışıdır. Allah Rasûlü'nün mektubu kendisine geldiği ve kendisini İslâm'a girmeye davet ettiği zaman büyüklenmiş belki de kendi kendine şöyle demişti.

  "Allah Allah şaşılacak şey, dün bizim kapılarımızda bize çobanlık eden araplar, bugün gelmişler de bizi kendilerinin yeni dinlerine girmemize davet ediyorlar. Kesinlikle eminim ki, onların yeni dinine girmem halinde, tüm mülküm kaybolacaktır. Hayır bu asla böyle olmamalıdır" sonra da mektubu paramparça edip atmıştı.

Allah Rasûlü'nün duası üzerine, Allah (c.c), duaya icabet etti ve Kisra'nın mülkünü onun mektubu parçalamasından daha kötü bir şe­kilde darmadağın etti.

İşte Allah'ın dinine boyun eğmeyen, O'nun velayet ve sultasına rıza göstermeyen, O'nun hakimiyetini kabullenmeyen tağutlar her za­man Allah dostlarına düşmanlık göstermişler ve onlara karşı işkence­lerin her türünü ve her yolunu denemişlerdir. Nitekim Allah (c.c) şöy­le buyurmaktadır:

"Onların mü'minlere kin bağlamalarının sebebi, sadece mü'minlerin, her şeye galip, hamdedilmeye (övülmeye) layık Al­lah'a iman etmeleridir." (Büruc, 85/8)

"Aslında cahiliye toplumu İslami istemez ve ondan hoşlanmaz. Çünkü o c,ahiliye bizzat kendisi İslamdaki hakkın ve hayrın ne oldu­ğunu bilmemektedir. Ya bundan dolayıdır veya o cahiliye ile kişinin nefsi arasında şöyle bir durumun mevcut olmasındandır. Kendisinin yaşamakta ve sürdürmekte olduğu batılın hak olduğuna inanmakta ve hatta bunun İslam'dan çok daha doğru ve güçlü olduğuna kani ol­muş olmasındandır. Hayır hayır durum hiç de öyle değildir. Doğrusu. o, İslamı istememekte ve hoş karşılamamaktadır. Çünkü o şunu iyice bilmektedir ki, İslamın kendisi haktır, iyilik ve hayrın tâ kendisidir. Yine cahiliye şu gerçeği de çok iyi bilmektedir. Hayatın yamuk ve eğri olan yönlerini düzeltecek yegane sistem ve nizam islamdır. O islam-dan hoşlanmamakta, zira hayattaki bu yamukluğun ve düzensizliğin devamını isteyip durmaktadır. Bunu aşırı bir şekilde istemekte de ıs­rarlıdır. O isterki tüm işlerin hep bu eğriliği ve yamukluğuyla sürüp gitsin, hiç bir zaman doğrulmasın. Çünkü bu yamukluk ve eğrilik cahiliyenin asli karakteridir. Diğeri ise İslamdır. Allah (c.c) şöyle bu­yurmaktadır:

"Semûd'a gelince onlara doğru yolu gösterdik, ama onlar körlüğü, doğru yola tercih etti­ler." (Fussilet, 41/17)[177]

Şimdi Rahman'ın velilerinin yani dostlarının düşmanlıklarının ta­biatına, karekteristik özelliğine gelince, bu hususta şöyle deriz. Bu, as­lında onların akidelerinin ya da inançlarının bir parçasıdır. Sanırım ben bu hususta, konunun giriş ve hazırlık bölümünde gerekli açıkla­mayı yaptım. Ben orada "Lâ ilahe illallah" kelimesinin gerekleri ve şartlarını ansırken, sanırım bu konuya da değindim. Gerçekten on­lar Allah ve Rasûlüne karşı düşmanlık edenlere karşı kin ve buğz" bes­lerler. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmakta idi:

"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğullan, kardeşleri, yahut akraba­ları da olsa- Allah'a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinde ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın grubudur. îyi bilin ki, kurtuluşa ere­cek olanlar sadece Allah'ın grubu olanlardır." (Mücadele, 58/22)

Aslında müslümanlar yolun ortasında ya da yarısında düşmanla­rıyla bir araya gelmek istemezler. Müslümanlar da tıpkı imamları ve önderleri Hz. İbrahim (a.s)'in dediği gibi derler:

"İbrahim'de ve onunla bera­ber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar ka­vimlerine demişlerdi ki, "Biz siz­den ve sizin Allah'tan başka tap­tıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiş­tir." (Mümtehine, 60/4)

Üstad M. Abdulvehhâb (r.a) der ki: "Kişi Allah'ı bir tek bilip, şirki de terketse bile, müşriklere karşı düşmanlığını sürdürüp açık bir şekilde ilan etmedikçe, doğru dürüst müslüman olmuş olamaz. Onla­ra karşı açıkça buğzettiğini de bildirip ilan etmedikçe müslüman ola­maz. Nitekim Rabbimiz Mücadele Sûresinin 22. âyetinde buna dair gerekli açıklamayı vermişti. Bu âyetin meali biraz önce geçmişti.[178]

Madem ki biz bu düşmanlığın durumunu ve hakikatini bilmekte­yiz. O halde burada bizim bilmemiz gereken ortak bir nokta vardır. Evet bütün İslam düşmanları arasında farklı nitelikte de olsalar, kâ­fir, müşrik ve münafık ta olsalar, hepsinde tek ortak nokta İslâm düş­manlığında ve onu istememekte birleşmiş olmalarıdır.

Doğrusu İslamî metodun karakteri ve ve tabiatı -ki, bunu diğer metod ve program uygulayıcıları henüz yeni olarak tanımaktadırlar yeryüzünde Allah'ın ülkesinin yeniden ikamesi, insanların insanlara kölelikten kurtularak bir tek Allah'a kul olmalarını ve ibadet etmele­rini sağlamaktır. Aynı zamanda tüm insanların arasına giren ve hürri­yetleri için bir engel oluşturan maddî maniaların ortadan kaldırılıp, gerçek anlamda hürriyet seçimine geçilmesini temin etmektir. Sonra hayat noktai nazarından iki metod arasında öyle bir tabiat ve karak­ter vardır ki, bunlar birbirleriyle çelişkilidirler. Küçük olsun, büyük olsun hiç bir zaman aralarında birleşme imkânı yoktur.                  

Dünyaya bağlı bulunan metod ve programcılar, temelde Rabbanî metodun aleyhinde var güçleriyle çalışırlar, tümüyle Rabbani metodun yok olmasını isterler. Çünkü Rabbani metod bu kimselerin varlıklarını, metod ve programlarını ve boyutlarım tehdit etmektedir. Evet, bunların metodlarının geçersizliğinin ortaya çıkmasından önce, kendilerinin durumu ortaya çıkmadan önce, islâm'ı önlemeye çalışırlar.! Bu, aslında zorunlu olan bir durumdur ve kesindir, gerçekte ne bunlar için ne diğeri için bir seçim hakkı da yoktur... Nitekim bu yolu Kur'ân şöyle ortaya koymaktadır.

"Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye ka­dar size karşı savaşa devam eder­ler." (Bakara, 2/217)[179]

Şimdi sizlere Kur'ân'ın nass olarak sunduğu gibi, bu düşman sınıflara ait bazı düşmanlıklarını sunalım. Kâfirler hakkında şu gerçeğe işaret ediyor:                                                                          

"Onlar ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır."(Saf, 61/8)

Kur'ân müşrikler hakkında da şu gerçeklere işaret ediyor!

"Ehli kitaptan küfredenler de müşrikler (putperestler)de Rabbinizden size bir hayır indiril­mesini istemezler." (Bakara, 2/105)

Bir başka âyette de şöyle buyurulmuştur:

"Müşrikler istemeseler de di­nini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamberini hidâyet ve hak ile gönderen O'dur." (Saf, 61/9)

Kâfir ve müşrikler Allah'ın dinine, kitabına ve delillerine sihir, şiir ve kehanet diyerek iftiralar uydursalar da Allah'ın dini yücelecektir.

Ehli Kitabın düşmanlıklarına gelince, Kur'ân onlardan şöyle sözetmektedir;

"Sen dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla senden   razı   olmayacaklardır."

(Bakara, 2/120)

"İnsanlar içerisinde iman edenlere düşmanlık'bakımından en şiddetli olarak yahudiler ile müşrikleri bulacaksın." (Maide, 5/82)

"Kendilerine Kitab'dan na-sib verilenlere baksana! Sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı   istiyorlar.”   (Nisa, 4/44).

"Onlar ise, sizinle karşılaş­tıklarında, "İnandık" derler; ken­di başlarına kaldıklarında da, si­ze olan kinlerinden dolayı par­maklarını kemirirler. "Kininizle

geberin" deyiver. Şüphesiz Allah kalblerin içindekini hakkıyla bilmek­tedir." (Al'i İmrân, 3/119)

Münafıkların düşmanlıklarına gelince, Kur'ân-ı Kerîm bu husu­su değişik yerlerde ele almış ve bu hususta gerekli uyarıda bulunmuş­tur. Buna örnek olarak Bakara sûresinin hemen baş tarafından yer alan 13 âyeti zikredebiliriz. Adı geçen sûrenin 8. âyetinden yirminci âyeti­ne dek bu konu ele alınmıştır. Bu, münafıkların çok sayıda olmasın­dan ve insanların bu kimseler yüzünden bir çok bela ve felaketlerle yüzyüze bulunmasından dolayıdır. Diğer taraftan münafıklar, müs-lümanlar için en büyük fitne ve tehlikeyi oluşturmaktadırlar. Gerçek­ten İslamın bunlar yüzünden karşı karşıya bulunduğu tehlike pek çe­tin ve çok önemlidir. Çünkü münafıklar müslüman olduklarını söylü­yorlar. İslama nisbet olunmaktalar. Müslümanlar bunların yardımı­na ve velayetine muhtaçtırlar. Sözde müslüman gözüktükleri için müs-lümanlar bunları velî tanımışlardır. Ancak bunlar hakikatte İslamın

ve müslümanların düşmanlarıdırlar. Cahil olanlar da bu kimselerin ger­çekten bilgili ve ıslah edici olduklarını sanırlar. Bu, aslında cehaletin ve bozgunculuğun kendisidir.

Aman ya Rabbi! Nice ıslah için akıl hocalığı edenler var ki, bun­lar İslamı yıkmaktadırlar. Nice kimseler var ki, İslama sığınaklık etti ğini ileri sürerler, fakat onu kökünden söküp atmaktalar ve tümüyl tahribetmek için uğraşmaktadırlar. Nice kaldırılmış, yüceltilmiş bay­raklar vardır ki, bunlar onları alaşcağı ederler... Evet bunlar vahyin ayırıcı özelliğinde birleşmelerine rağmen, hepsi de onun yolunda yü­rümeyi terketme noktasında bir araya gelmişlerdir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Ne var ki insanlar kendi aralarındaki işlerini parça parça böldüler. Her grup, kendinde bu­lunan (fikir ve davranış) ile sevi­nip böbürlenmektedir. (Mü'minûn, 23/53)

Bu adamların tüm sermayeleri aldatmak, hile yapmak ve tuzak kurmaktır. Tek icraatları yalan söylemek, bulandırmaktır. Bunların tek önem verdiği şey maişet ve geçimle ilgili bir akılcılıktır. Gerçekten, bu fırkalar kendi aralarında birbirinden razı, hoşnut ve güvencede­dirler. Rabbimiz şöyle .buyurmaktadır:

"Onlar (kendi akıllarınca) güya Allah'ı ve mü'minleri alda­tırlar. Halbuki onlar ancak ken­dilerini aldatırlar ve bunun farkın­da değillerdir." (Bakara, 2/9)

Kim imanının derisini (elbisesini) şüphe ve kuşku pençesine geçi­rirse, artık o onu paramparça eder. Kim fitnesinin şeraresine takılırsa bu onu pek yakıcı cehennem azabının içinde bırakır. Böylece kim ka­ranlıklar denizinde kendini kurtaracak bir ticarete çıkarsa o kimse bu hareketiyle şüphe ve kuşku bineklerine binmiş olur. Böylece onu ha­yal dalgaları içerisinde yürütür durur. Artık kasırga ve fırtına rüzgarı onun gemisiyle oynar durur, böylece o gemiyi de helak olan gemiler arasına atıverir. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"İşte onlar, hidâyete karşılık dalaleti satın alanlardır. Ancak onların bu ticareti kazançlı olma­mış ve kendileri de doğru yola gi­rememişlerdir.” (Bakara, 2/16).[180]

Ayrıca münafıklar hakkında özel olarak bir sûre nazil olmuştur. Bu sûre Kur'ân'da (Münafikûn = Münafıklar) sûresi diye bilinir. Bu sûrede münafıkların mü'minlere karşı olan düşmanlıkları gayet açık bir şekilde belirtilmektedir. Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Onlar: "Allah'ın elçisinin yanında bulunanlar için hiç bir şey harcamayın ki dağılıp gitsinler" diyenlerdir. Oysa gök­lerin ve yerlerin hazineleri Allah'­ındır. Fakat münafıklar bunu an­lamazlar.

Onlar, "Andolsun, eğer Me­dine'ye dönersek, en üstün olan,

en alçak olanı oradan mutlaka çıkaracaktır" diyorlardı. Halbuki üs­tünlük ancak Allah'ın ve peygamberininin ve mü'minlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler." (Münafikûn, 63/7-8)

Münafıklar, kendilerini üstün ve şerefli, Hz. Peygamber'i aşağı ve hakir görüyorlardı. Beni Mustalik dönüşünde onu, Medine'den çı­karacaklarını söylüyorlardı.

Mademki bu sınıfların tümünün İslâm düşmanları olduğunu bi­lip tanımaktayız. O halde bize düşen görev, Yahudilerle hıristiyanla-nn düşmanlıklarının çok daha büyük bir tehlike olduklarım bilmek olmalıdır. Çünkü bu iki güç bugün dünyanın büyük bir boyutunu ha­kimiyet ve güç alanlarına katmış durumdadırlar. Ki bunlar değişik yol­larla müslümanlara karşı savaşlarınrı sürdürmektedirler. Bu nitelikle­riyle de yahudi ve hıristiyanlar, aldatmış oldukları müslüman çocuk­ları önünde cazibenin ve parlaklığın sembolü haline gelmiştirler,

Seyyid Kutub merhum şunları yazmaktadır: "Yeryüzünde müslümanlara karşı olarak yahudilerin ve hırıstiyanlann hemen her za­man her yerde sürdürdükleri savaşın hakikati ve gerçeği şudur. Müs­lümanların akidelerine ve inançlarına karşı olan düşmanlıklarıdır. Gerçi bunlar bazan kendi aralarında da birbirleriyle çekişip durmaktadır­lar. Ancak her zaman birleşmelerinin ve bir araya gelmelerinin nedeni îslâma ve müslümanlara karşı olmalarındandır.

Onlar bu savaşı sürdürmek için, değişik plan ve iğrençliklerle, hi­le ve tuzaklarla çeşitli şeyleri bayraklaştırırlar. Çünkü kendileri, müslümanların dinleri ve akideleri uğruna karşı gerçekten samimi ve fe­dakar olduklarım, bu uğurda her şeyi yapabileceklerini bilmektedir­ler. Yani yahudi ve hıristiyanlar şayet müslümanlara, sırf onlara aki­delerinden dolayı saldırdıklarını açıkça söylerlerse, bilirler ki, müslümanlar buna izin vermeyeceklerdir. İşte sırf bu yüzden ve müslümanların akidelerine olan bağlılıklarından korkmaları sebebiyledir ki, müs­lümanlara bir başka yoldan tuzak kurup saldırmaktadırlar. Düşman­ların bugün müslümanlara karşı sürdürdükleri savaşı ya toprakları­nın gasbedildiği adı altında, ya da iktisadî ve siyasî bazı nedenlerle ve­ya bazı askerî merkezler nedeni ile, kısaca bunları bahane ederek sal­dırıya kalkışırlar. Bunlar bizden kendilerince aldatılmış olanlar içine korku atarlar ve onları şu ifadelerle aldatırlar. "Artık günümüzde, inanç ve din uğruna savaşmak geçerliliğini yitirmiştir. Bu eskidendi. Bugün artık bunun geçerli bir anlamı kalmamıştır. O halde, akide se­bebiyle bir savaş bayrağı çekmenin-de bir anlamı kalmamıştır. Bu isimle savaşa kalkışmanın da bir manâsı yoktur. Bugün halâ böyle bir savaşı sürdürmek isteyenlerin hepsi gericidirler, hepsi de mutaassıbtırlar." Böyle derler. Böyle söylemelerinin bir nedeni de şudur. Halkın yeni­den inançları ve imanları uğruna harekete geçmesini önlemek ve bu hususta güvencede olmak isterler. Her şeyden önce bu, onların ruhla­rına iyice yerleşmiş kesinlik kazanmıştır. Bunlar herşeyden önce bu sapasağlam kayayı yıkmak ve ortadan kaldırmak isterler. Halbuki bizler hep birlikte uzun süre onların bu gücünü ortadan kaldırmış idik.

Ancak bugün, biz onların tuzaklarına yakalanıp aldandık. Bu ba­kımdan da kendimizden bir başkasını kınamayalım. Halbuki bizler, yüce Allah'ın Peygamberi Hz. Muhammed'e ve onun ümmetine yö­neltmiş olduğu gerçekten uzaklaşmış bulunmaktayız. Gerçekten Rabbimiz ne doğru buyurmuştur ve zaten her şeyden münezzeh olan Rab-bimiz doğru söyleyenlerin en doğrusudur:

"Sen dinlerine uymadıkça yahûdîler de hırıstiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır." (Bakara, 2/120)

İşte onların tek istediği bu değerdir. Onlar ancak böyle bir şeye rıza gösterirler. Bunun dışında kalan şeyler ise hepsi onlara göre red­dedilmeli ve terkolunmalıdir. Fakat bu hususta kesin durum ve dos­doğru yöneltme şudur:

"De ki, "Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur." (Bakara, 2/120). Dikkat edilirse gayet kısa ve öz olarak Rabbimiz şöyle buyuruyor: "Asıl doğru yol, ancak ve bizzat Allah'ın yoludur." Bu yolun dışında kalan tüm yollar doğru ve hidâyet yolu değildir.[181]

 

Sözün Kısası

 

İşin aslı ve karakteristiği bu düşmanlığın din ve inanç değişikliği­ne dayanmış olmasıdır. Metodların ve programların farklı olmasın­dandır. Bunlardan birisi ya Allah'ın dini ve O'nun şeriatına tabi ol­mak, Allah'ın mü'min kullarına dostluk gösterip yetkiyi bunlara ver­mek Ya da batıl bir din benimseyip, he-va, istek ve şehvetlere uyup, şeytanın peşinden gitmekle şeytanın gurubuna katılmaktır. İşte bu iki yol vardır. Ya bu veya o.

Burada Allah velilerinin ve dostlarının görevi, kendi dinlerine men­subiyetle, onunla üstünlük kazanmaları olmalıdır. Böylece batılın tüm baskı ve sıkıştırmalarının üzerine çıkarak yükselmeyi bilmelidirler. Çün­kü gerçekten zafere ulaşacak olanlar bizzat iman edenlerdir. Madem­ki Allah düşmanları, güçleri ve çokluklarıyla daima övünüp durmak­ta ve sayısal çokluklarını öne sürmektedirler, daima sistemli, hazırlık­lı, metodlu ve programlı olduklarını ileri sürmektedirler. O halde mü'-minler de, Allah'ın yardımı, zaferi ve kereminin daima kendileriyle beraber olduğuyla Rabbimizin daima inananlardan yana olduğuyla övünmelidirler.       

Buhârî'nin sahihinde Ebû Hüreyre'nin rivayet etmiş olduğuna gö­re, Hz. Peygamber kudsî bir hadislerinde Rabbimizden naklen şöyle buyurmaktadır: (Rabbimiz (c.c) şöyle buyuruyor:) "Kim beni tanıyan ve ihlâs ile bana ibadet eden bir kuluma düşmanlık ederse, ben de ona harb ilan ederim. Kulum bana, kendisine farz kıldığım şeylerden da­ha sevgili olan bir şeyle yaklaşamaz. Kulum bana na  adetlerle de yaklaşmaya devam eder. Nihayet ben onu severim. Ben kulumu se­vince de artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı mesabesinde olurum (ve bu organlarıyla meydana gelmesini istediği tüm dileklerini veririm). Diliyle her ne istekle bulunursa onları da ke­sinlikle kendisine ihsan ederim. Bana sığınmak isteyince de, muhak­kak onu sığınmama alırım, korurum. Ben yapmasını istediğim hiç bir şey hakkında, mü'min kulumun ölümü karşısındaki tereddüdüm gibi tereddüt etmedim. Ancak bunda kulum ölümden hoşlanmıyordu, ben de kuluma acı gelen şeyi sevmiyordum. Fakat mutlaka önün bunda bir nasibi ve payı vardır."[182]

Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:         

"Zira Allah, (kötülükten) sakınanlar ve güzel amel edenler beraberdir." (Nahl, 16/128).                                      

Yine Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"Hani Rabbin meleklere, "Muhakkak ben sizinle berabe­rim; haydi iman edenlere destek olun." diye vahyediyor; "Ben ka­firlerin yüreğine korku salaca­ğım..." (Enfal, 8/12)

Rabbimiz bir başka âyetinde de şöyle buyuruyor:

"Sakın gevşemeyin. Üstün olduğunuz halde barışa davet et­meyin. Allah sizinle beraberdir. O mallarınızı asla eksiltmeyecektir." (Muhammed 47/35)

Bu âyetin belirttiğine göre müslümanlar düşman karşısında üs­tün bir durumda iken, sulh ve barış isteğinde bulunamazlar, bulun­mamalıdırlar. Aslolan düşman karşısında gevşememek, eziklik hisse­derek paniğe kapılmamaktır.

Bütün bunların doğruluğunu öğrenmek istiyorsak, tarihin sayfa­larını karıştırdığımız takdirde bu gerçeği görürüz. Mesela Bedir gaza­sında, müslümanların sayıca çok az düşmanlarının ise çok fazla ve üstün olmalarına rağmen, Allah'ın yardımıyla savaş zaferle sonuçlanmıştır.

Zira Allah (c.c), dinini aziz'kılmış ve kendi gurubuna, taraftarlarına yardım etmiştir. Müslümanların doğuda ve batıda bir çok fetihleri ol­muş, Kisrâ'nın ve Kayser'in saltanatlarını yerle bir ederek, bunların hükümranlığına son vermiştir. Kaldı ki, bu gerçekler kimsenin bilme­diği şeyler de değildir.

Allah (c.c), mü'minlerin tatarlarla ve kinci haçlılarla sürdürmüş oldukları savaşlarında Allah (c.c), mü'minlere üstünlük vermiş, onla­ra yardımda bulunmuş ve onları her yönden teyid etmiştir. Müslümanların başarıları sadece bu anlatılanlar değildir. Daha yüzlerce örnek verilebilir. İster ferdi isterse kitlesel platformda bu söylediklerimize herkes şahittir.

Öte taraftan Allah'ın yardımı, zaferi, el uzatması daima dostları olacaktır. Yeryüzünde Allah'ın kendilerine miras bıraktığı mü'minler yaşadıkları sürece bu böyle devam edecektir. Ancak bu mü'minlerin Allah'a verdikleri sözde doğru, ihlaslı ve samimi olmaları gerekir, sa­dece Allah rızasını gözetmeli ve bir tek olarak O'nun rızasını düşün­melidirler. Bunun yanında Allah'ın kitabına ve peygamberinin de sün­netine uygun olarak amel etmelidirler ki, başarıya ulaşabilsinler. Zira Allaeh (c.c), en güzel bir tarzda çalışan ve bu anlamda amel işleyen kimselerin amellerini boşa çıkarmaz.                               

3. BÖLÜM

 

EL-VELA VEL-BERA KONUSUNDA EHLİ SÜNNET VEL CEMAAT AKİDESİ

 

el-Velâ ve'1-Berâ meselesiyle ilgili olarak Ehli Sünnet ve'l-Cemaat'in inancı nedir, bunu kesinlikle anlatmamız gerekmektedir. Evet anlatalım ki, bid'at ehli ve heva ile arzusunun peşinden gidenler ortaya çıkmış olsun. Çünkü bu, bidatçıların, heva ve isteklerinin pe­şinden koşanların ellerinde Kitap ve Sünnetten herhangi bir delilleri bulunmamaktadır.

Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiyye (r.a) der ki: Mü'minlerin görevi, Allah için düşmanlık ve Allah için dostluğu sürdürmeleridir. Meselâ bir yer­de bir mü'min varsa, bu mü'min, zulmeden biri de olsa, diğer mü'mi-nin görevi onu dost edinmek, veli olarak tanımaktır. Çünkü adamın zulmetmiş olması, imana bağlı olan dostluk ve velayet ilişkisinin ke­silmesine neden değildir. Nitekim Rabbimiz (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Eğer mü'minlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin." (Hucurât, 49/9),

Mü'minler aralarında savaşsalar da, haksızlığa ve isyana kalkış salar da yine de kardeştirler ve böyle olanların aralarının düzeltilmesi ve barıştırılmaları emredilmektedir. O halde mü'min insan çok iyi dü­şünmelidir. Doğrusu mü'minin görevi, kardeşi ona zulm etse ve aley­hine haddi tecavüzde bulunsa bile onunla dostluğunu sürdürmesidir.

Kâfirlere gelince; iyilikle bulunsa ve ikrama kalkışsa bile, mü'­minin görevi onu düşman olarak tanımak ve ona olan düşmanlığı sür­dürmektir. Muhakkak Allah (c.c), peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiştir. Fakat peygamberlerin ve kitapların gönderilmesi, din ve hakimiyet tümüyle Allah'ın olsun diyedir. Mü'min sevgisini Allah için onun dostlarına karşı sürdürsün, düşmanlarına karşı da buğzunu devam ettirmiş olsun. Mü'minin ikramı ve ödüllendirmesi yine bir mü'min tarafından olsun, Allah'ın velileriyle olsun. Allah'ın düşmanları­na karşı da aşağılaması ve cezalandırması sürmüş olsun. Evet işte mü'-min böyle davranmalıdır. Mesela birey iyilik ve kötülük vasıflarını ken­disinde toplarsa, hem facir ve hem itaat eden, hem isyana kalkışan, hem de sünnet ve bid'atleri işleyen bir kimse olursa, böyle bir kimse dostluk, muvalât ve sevap açısından işlediği hayır nisbetinde karşılığını görür. Kendisinde bulunan kötülük oranında da ona karşı düşmanlık  ve cezalandırmayı hak etmiş olur.

Bir şahıs saygınlık meziyetleriyle kendisini küçük düşürecek kötü niteliklere aynı anda sahip olabilir. Meselâ hırsızlık gibi. Kişi, hırsız­lık yapınca bundan ötürü eli kesilir, ancak Beytü'l-Malden (devlet ma­liyesi bütçesinden) kendisine ihtiyacı kadar da yardım olunur. İşte bu husus, Ehli Sünnet ve'1-Cemaatin üzerinde ittifak etmiş oldukları bir husustur. Fakat onların bu görüşlerine Haricîlerle, Mutezile mezhebi mensupları ve onlar gibi

düşünenler muhalefet ettiler.[183]

Velâ ve Berâ konusu daha önce de belirttiğimiz gibi sevgi ve buğ-zetme esasına dayanmaktadır ve bu esas değişmezdir. Ehli Sünnet Vel-cemaat nazarında insanlar, sevgi ve buğz ile Velâ ve Berâ konusunda üç sınıftırlar.

1- Her yönüyle ve her bakımdan sevilecek olanlar: Bunlar Allah'a, ve Rasûlüne iman edenler, İslâm'ın tüm görevlerini eksiksiz olarak ye­rine getirenlerdir. Aynı zamanda İslamın tüm esas ve prensiplerini hem ilim bakımından, hem amel yönünden ve itikad açısından yerine geti­renlerdir. Amellerini, fiillerini ve sözlerini Allah için samimi ve ihlaslı  olarak ortaya koyanlardır. Bunlar Allah'ın emrettiği tüm emirlere bo­yun eğerler ve tüm yasaklardan da uzak dururlar. Evet Allah ve Ra-sûlü neyi emretmişler^ejjhu yaparlar, neleri de nehyetmişlerse ondan uzak dururlar. Bunlar, Allah için severler, Allah için dostluk kurarlar velayetlerini de bu esasa göre sürdürürler. Allah için buğzederler, Al­lah için düşmanlık ederler. Kim olursa olsun, Allah Rasûlünün tüm sözlerini başkalarının sözlerine tercih ederler, Rasûlullah (s.a)'m sö­zünü herkesin sözünden önce kabul ederler.[184]

2- Bazı yönlerden sevilen ve fakat bazı bakımlardan buğzedilen kimseler: Bunlar da müslüman kimselerdir. Ancak iyi amellerle kötü amelleri birlikte sürdürenler, karışık işler çevirenlerdir. Böylelerine karşı iyilikleri ve bağlılıkları oranında sevgi ve dostluk gösterilir. Kötülük­leri ölçüsünde de buğzedilir ve düşmanlık gösterilir. Kalbi bununla ye­tinmeyip kötülüğe yönelenler, salih bir şekilde hareket etmekten öte-, ye, fesada ve bozulmaya yüz tutar. Bu konuda bir delil olarak Abdul­lah b. Himar. Bu adam Hz. Peygamber (s.a)'in ashabından biri idi.[185] Ancak içki içerdi. Bir gün yine içki suçundan-ötürü tekrar huzura ge­tirildi. Rasûlullah'ın huzuruna getirilince, orada adamın biri ona la­net okudu ve şöyle dedi: "Bu adam da içki yüzünden ne kadar da faz­la huzura getiriliyor." Adamın böyle lanet okuması üzerine, Hz. Pey­gamber (s.a) şöyle buyurdular:

"Ona lanet etmeyiniz! Vallahi kesin olarak bilmekteyim ki bu adam Allah ve Rasûlü'nü kesinlikle sevmektedir."[186]

Halbuki şurası bilinen bir gerçektir ki. Rasûlullah (s.a)'m bizzat kendileri içkiye, içki içene, satıcısına, imal edene, imal etmek isteye­ne, taşıyana ve kendisi adına taşınana (taşıttıranına) lanet etmişler­dir.[187]                                                                                    

3- Her bakımdan kendisine buğzedilenler: Bunlar; Allah'ı, me­leklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ile küf­re girenlerdir. Kadere, hayrın ve şerrin Allah'dan olduğuna iman et­meyenlerdir. Çünkü bütün bunlar Allah'ın kazası, hükmü ve kaderi gereği meydana gelmektedirler. Bu küfrü seçenler, aynı zamanda öl­dükten sonra dirilmeyi de kabul etmezler, onu da inkâr ederler. Ya da bunlar, İslam'ın beş rüknünden bir tanesini terk ederler veya Al­lah'a ibadetlerinde peygamberlerden herhangi bir peygamberi, ya da bir velisini veya salih bir kimseyi O'na eş ve ortak koşarlar. Mesela onlara bir tür ibadet nevilerinden birisini hasrederler. Örneğin sevmek, dua etmek, ondan korkmak ve ondan beklentisi olmak, ona tazimde bulunup, ona tevekkül etmek. Sırf ondan yardım dilenmek, ona sı­ğınmak ve ondan medet beklemek. Onlar adına kurban kesmek veya adak adamak. Kısaca inabe, birine tezellül derecesinde bağlanma, ona karşı huzu ve huşu gösterme, ondan haşyet (korku) üzere bulunma, tüm beklentileri ve ürpertilerini ondan bekleme vb. gibi şeyler. Ya da yüce Allah'ın sıfatlarından herhangi bir sıfatını, isimlerinden birini in­kar etmek, mü'minlerin yolundan bir başka yolda yürümek. Bid'atçıların  bağlı bulunduğu bidatlere, heva ve arzularının esiri olanlara, sa­pıklara intisâb etmesi ve bağlanması gibi şeyler. Hep bu türden buğzu gerektiren şeylerdir. Ayrıca İslam ile çelişki meydana getiren on mad­deyi veya bunlardan bir tanesini işleyen kimsenin durumu da böyle­dir. O da tümüyle buğzedilenlerdendir.[188]

Ehli Sünnet ve'I-Cemaatin bu konudaki tavranı gelince o, dinin­de dosdoğru olan bir mü'mine, kamil anlamdaki bir dostlukla dost­luk ve velayet gösterir, yetkiyi böylesine verir. Ancak bu nitelikteki bir mü'mini sever, ona yardım eder. Aynı zamanda Ehli Sünnet, kâ­firlerden, dinsiz ve ateistlerden, müşriklerden, mürtedlerden de tümüyle uzaktır. Herhangi bir şekilde bunlara destek vermez. Bunlara öylesi­ne bir buğz güder ki, bu, düşmanlıkla ilişkili bir kin ve buğzdur.

Ama salih amellerle birlikte kötü ameller işleyenlere gelince, Ehli sünnet bunlara da durumları ve liyakatleri nisbetinde, imanları ora­nında dostluk besler, onları veli kabul eder. Aynı şekilde kötülükleri nisbetinde de adavet ve düşmanlık besler.

Ehl-i Sünnet velcemaat: Allah ve Rasûlüne karşı savaş açmış olan­lar en yakınları bile olsa herhalükarda bunlardan uzak durur. Nite­kim Yüce Mevlâ şöyle buyurmaktadır:

"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun babaları, oğullan, kardeşleri, yahut akraba­ları da olsa- Allah'a ve Rasûlüne düşman olanlara dostluk ettiğini göremezsin." (Mücadele, 58/22).                                     

Aynı zamanda Ehli Sünnet Rabbimizin şu yasağına bütün dikkatiyle titizlik gösterir:

"Ey iman edenler! Eğer küf­rü imana tercih ediyorlarsa, baba­larınızı ve kardeşlerinizi (bile) ve­liler edinmeyin. Kim onları veli (dost ve yetkili) edinirse, işte on­lar zalimlerin tâ kendileridir.

"De ki: "Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleri­niz, hısım akrabanız, kazandığı­nız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığı­nız meskenler size Allah'tan Rasûlünden ve Allah yolunda cilıad etmekten daha sevgili ise, artık Al­lah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hi­dâyete erdirmez. "(Tevbe,. 9/23-24).

İmam İbn Teymiye merhum, Ehli Sünnet mezhebini özetleyerek şöyle der: "Övgü, yergi, sevgi, buğz = kin, dostluk ve düşmanlık... Evet işte bütün bunlar Allah'ın hakimiyetini.indirdiği esas üzere olur, O'-nun hakimiyetinin ve Kitab'ının öngördüğü tarzda yürür. Kim mü'min ise, bu, hangi sınıftan olursa olsun, mutlaka her bakımdan bun­lara dostluk ve velayet gösterilmelidir. Kim de düşman ise, bu da han­gi sınıftan olursa olsun, mü'min her bakımdan bunlara düşmanlığını sürdürmelidir. Zira böyle davranması aynı zamanda vaciptir. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Sizin dostunuz (veliniz) an­cak Allah'tır, Rasûlüdür, iman edenlerdir; onlar ki Allah'ın emir­lerine boyun eğerek namazı kılar­lar, zekatı verirler. Kim Allah'ı, Rasûlünü ve iman edenleri dost edinirse (bilsin ki) üstün gelecek olanlar şüphesiz Allah'ın tarafını tu­tanlardır." (Maide 5/55-56).

Yine Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Yahudileri ve hırıstiyanlari dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar)." (Mai­de, 5/51).

Yine bir başka âyette Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Mü'min erkeklerle mü'min kadınların da bir kısmı, bir kısmı­nın velileri (dost ve yardımcılan)dir." (Tevbe, 9/71).

"Bir kimse de hem iman hem facirlik (kötülük) bulunuyorsa, bu kimseye karşı, imanı nisbetinde dostluk gösterilir. Facirliği ve kötülü­ğü oranında da olumsuz tavır alınır: Yoksa bu gibileri Haricî ve Mutezilîlerin ileri sürdüğü gibi günah ve masiyetleri sebebiyle tümüyle din-dışıdırlar demek değildir."

Diğer taraftan peygamberler, sıddîkler, şehit ve salihler; iman, din, sevgi, buğz, muvalat (dostluk) ve düşmanlık açısından haşa fasiklar gibi değerlendirilmezler. Yine yüce Mevlâ şöyle buyurmaktadır:

"Eğer mü'minlerden iki gurup birbirleriyle vuruşurlarsa araları­nı düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah'ın buyruğuna dönün-ceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerlerse artık aralarını ada­letle düzeltin ve (her işte) adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah, adil davrananları sever. Mü'nıinler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşle­rinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz." (Hucurât, 49/9-10)

Dikkat edilecek olunursa, âyet mü'minlerm aralarında vuruşma ve savaş olmasına, taşkınlık ve isyan olmasına rağmen, bunları kar­deşler olarak bildirmektedir.

... İşte bundan ötürü Selef yani önceki üstün nitelikli müslüman-lar, aralarında kavga ve vuruşmaya rağmen kendilerini din noktasın­dan birbirlerinin velisi ve dostu kabul etmişlerdir. Bunları da tıpkı düş­man kâfirler gibi addetmemişlerdir. Böylece biri diğerinin şahitliğini kabul etmiş, biri ötekisinden ilim alıp öğrenmiş, aralarında miras ve nikah, evlenme olayı devam etmiştir. Kendi aralarındaki muameleleri de İslâmî hukuk esasları çerçevesinde sürdürmüşlerdir. Halbuki ara­larında kavga vardır, aralarında lanetleşme bulunmaktadır ve arala­rında buna benzer daha bir çok şeyler vardır. Bütün bunlara rağmen din açısından kardeştirler. Zira Kur'ân bize olayı öylece bildirmiştir. Biz de buna göre değerlendiririz.[189]

 

Kalbî Dostluk Ve Düşmanlık

 

Ehli Sünnet velcemaatın bu konudaki akidesi ise şöyledir: Bir müs-lüman kalbî dostulğu da kalbî düşmanlığı da tam anlamıyla sürekli olmalıdır.

Şeyhul İslâm İbn Teymiye (r.a) diyor ki: "Kalbî sevgi ve buğuz, kalbî irade ve istememe hususlarının da tam anlamıyla olması ve aynı zamanda kesin olması gereklidir. Bu husustaki bir eksiklik kesinlikle iman eksikliğindendir. Ancak bedenen yapılacak bir iş ve hizmet ise bu, kişinin gücü nisbetindedir. Kişinin iradesi ve karşı çıkışı ne denli kamil ve etkin olursa, bununla beraber bedenen yapacağı hizmeti, gü­cü nisbetindedir. Buna rağmen o kimseye, o hizmeti tam manasıyla yürüten kimsenin alacağı sevap verilir."

"Bu arada bazı insanlar da var. ki, bunların sevgisi, buğzu, irade­si ve karşı çıkışı, kendi nefsinin onu sevmesi veya ona buğzetmesi ora­nında olmaktadır. Yoksa Allah'ı ve Rasülünü sevdiği oranda veya Allah ve Rasûlünün o şeye buğzettiği oranda bir tavır olmamaktadır. Yani bunlar önceliği kendi nefislerine vermektedirler. İşte bu da bir tür nef­sine, heva ve arzusuna uyuştur. Eğer insan böyle bir yola girerse, ken­di neva ve arzusuna uymuş olur. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

"Allah'dan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir?" (Kasas, 28/50).[190]

 

Bid Atçılarla Heva Ve Arzusuna Uyanlara Karşı Ehli Sünnetin Tutumu

 

Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat akidesi içerisinde, heva ve isteklerin peşinden gidenler ve bid'at erbabından uzak kalma hususu da yer ı maktadır.

Bid'at kelimesi, ibtida'dan alınmıştır ki, bu da icadetmek, yar­mak ve bulmak manalarına gelir. Bu manasıyla bid'at daha önce hiç bir benzen olmayan yepyeni bir şeyi ortaya koymak, önceden alışıl­mamış bir şey meydana getirmek demektir. Nitekim: "İbtedeallahu'l-halke" şeklindeki arap söylemi, Allah onları ilk olarak yarattı mana­sınadır. Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

 (O), göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır." (Bakara, 2/117).

Yine Rabbimizin bir başka âyeti de şu mealdedir:

"De ki: "Ben peygamberle­rin ilki değilim." (Ahkaf, 46/9)

Yani ben yeryüzüne ilk olarak gönderilen bir peygamber değilim. Benden önce de insanlara peygamberler gelmiştir.

 Bid'at kelimesinin kapsamına kalplerin uydurduğu, dillerin söy­lediği ve organların işlediği her tür yenilik girer. Hepsini bu kelime kapsamına alır.[191]

İbnu'l-Cevzî de diyor ki: "Bid'at, olmamış olan bir şeyi yapıp or­taya koymaktır. Bid'atlerde üstün gelen taraf, şeriata ters olması se­bebiyle onunla çalışmasıdır. Yani şeriata bir şey ilave etmektir veya bir şeyi şeriatten eksiltmektir."[192]

Biri çıkıp da şöyle sorabilir: Şu anda bizim bidatçılar karşısında­ki tavır ve tutumumuz ne olmalıdır. Özellikle sen kafirlere dostluk­tan, onlardan uzak kalma gereğinden söz etmektesin, mü'minlere ve­layeti vermeyi, onları dost tanımayı ve onlara yardım etmeyi anlatı­yorsun, bunun gereği üzerinde duruyorsun. O halde bid'atçılar karşı­sındaki durumumuz ne olmalıdır?

Buna cevap olarak deriz ki: Öncelikle bid'atm doğuracağı tehli­keler çok büyüktür. Bunun delili ise, bid'atın bir çok kısımlara ayrıl­mış olmasındandır. Kimi bid'at var ki, açık-seçik küfürdür, kimisi bü­yük günahtır, kimisi de küçük... kısaca bidatler çeşit çeşittir. Nitekim bu hususta İmam Şatıbî şunları söylemektedir:

"Bid'atlcr derece bakımından farklı farklıdırlar. Kimi bidat var ki açıkça küfürdür. Meselâ cahiliye bid'atı gibi ki, Kur'ân bu hususta bizi uyarmaktadır. Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"Allah'ın yarattığı ekinlerle hayvanlardan Allah'a pay ayırıp zan-larıncai "Bu Allah'a, bu da ortaklarımıza (putlarımıza)" dediler. Or­takları için ayrılan Allah'a ulaşmıyor, fakat Allah için ayrılan ortak­larına ulaşıyor! Ne kötü hüküm veriyorlar." (En'am) 6/136).

Cahiliye araplarından bazıları, ekinlerinin ve hayvanlarının bir kısmım Allah ile putları arasında bölüştürürler ve "Şu Allah'ın payı, bu da tanrılarımızın, putlarımızın payıdır", derlerdi. Allah için ayır­dıklarını konuklara ve fakirlere harcarlar, tanrılar için ayırdıklarını da onların huzurunda yapılacak ayin vb. şeylere sarfederlerdi. Eğer Allah'ın hakkından putun hakkına bir şey geçerse onu öyle bırakır­lardı. Putun hakkından Allah için ayrılan tarafa bir şey geçerse, onu alıp tekrar putun payına katarlardı. Ve: "Allah zengindir, bunlar ise fakirdir" derlerdi. Puta ayrılan, neticede yine kendilerine kalacağın­dan onun payından Allah için ayrılan tarafa bir şey geçmemesine dik­kat ve özen gösterirlerdi. İşte Yüce Allah onların bu yaptıklarına yu­karıda sunduğumuz âyet mealinde işaret etmekte ve onları kına­maktadır.

Yine Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"Dediler ki: "Şu hayvanla­rın karınlarında olanlar, yalnız er­keklerimize aittir, kadınlarımıza ise haram kılınmıştır. Şayet (yav­ru) ölü doğarsa, o zaman (kadın-erkek) hepsi onda ortaktır." (En'âm, 6/139),

Yine Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Allah bahîrâ, Şaibe, Vasile ve hâm diye bir şey (meşru) kılma-nııştır, fakat kâfirler, yalan yere Allah'a iftira etmektedirler ve onla­rın çoğunun da kafaları çalışmaz." (Maide, 5/103).

Müşrikler, bahire, şaibe, vasîle ve hâm diye tanımladıkları deve ve koyunların et ve sütlerini, kendi istedikleri durumların dışında ha­ram kılmışlardı. İşte Enam ve Mâide sûresinden sunduğumuz âyetler bunlara işaret ediyor.

İslam öncesi Arapların batıl inanç ve adetlerinden biri de bazı se­bep ve bahanelerle bir takım hayvanları putlara kurban etmeleri, on­ları putlar adına serbest bırakmaları inancı idi. İşte bu cümleden ol­mak üzere beş defa doğuran ve beşinci yavrusu dişi olan deveye "Bahîre" adı verilirdi. Bunun kulağı çentilir, sağılmaz, sütü de putla­ra bırakılırdı. Put adına serbest bırakılan ve sütünden sadece misafir­lerin yararlandığı develere de "Şaibe" denirdi. Biri erkek, diğeri dişi olmak üzere ikiz doğuran koyun veya deveye "Vasile" derlerdi. Er­kek yavruyu puta kurban ederlerdi. On nesil dölleyen erkek deveye de "Hâm" denirdi. Bu da serbest bırakılırdı.

Münafıkların bidatlerine gelince, onların bidatleri de aynen kâ­firlerin bid'atleri gibidir. Çünkü bunlar da dini kendi çıkarları için, heva ve arzulan için, mal edinme ve benzeri şeyler için bir araç ve ve­sile kabul etmektedirler. Hiç kuşkusuz bu da apaçık bir küfürdür.[193]

Bir de helal ve haram" kılma olayı vardır ki, bu iş bizzat Allah (c.c)'ın işidir. O'na aittir. Kimse böyle bir yetkiye sahip değildir. Kim kendi başına bir şeyi helal kılma veya haram kılma, (yasaklama) işine kalkışırsa, o kimse bir şeriat getirmiş ve koymuş olur. Kim de bir şeri­at koyarsa kendisini ilahlaştırmış olur. Nitekim Allah (c.c), bizzat ya­ratan olduğu gibi aynı zamanda O, emir ve sulta (güç ve kuvvet) sahi­bidir, hakimiyet sahibidir. Zira şöyle buyurmaktadır:

"Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur." (A 'raf, 7/54).

Yine Rabbimiz bir başka âyette şöyle buyurmaktadır:

"Dillerinizin yalan olarak vasfettiği şeyler sebebiyle, "Bu helaldir, bu da haramdır" deme­yin, çünkü Allah'a karşı yalan uy­durmuş oluyorsunuz. Kuşkusuz Allah'a karşı yalan uyduranlar kur­tuluşa eremezler." (Nahl, 16/116).

İşte küfür sayılan bu bidatleri ve benzerlerini işleyenlere karşı mut­laka düşmanlık göstermek, buğzetmek, gereken ikrahı ve zoru göster­mek ve bunlarla cihad etmek gerekiyor. Ancak önce kendileri uyarı­lır, mazeretleri var mı yok mu öğrenilir, bunlar yapıldıktan sonra ya­pılması gerekenler yapılır.Bunlardan uzak durmakla asıl kâfirlerden uzak durmak arasında bir fark yoktur. Bütün durumlar gerçek yönüyle ortaya çıktıktan sonra, artık gereken ne ise o yapılır. Zira Hz. Pey­gamber (s.a) şöyle buyurmaktadırlar:

"Kim bizim bu din işimizde onda var olmayan bir yenilik getirir­se, o getirdiği şey merduttur = geçersizdir."[194]

Beğavî de şöyle diyor: "Ehli Sünnet alimleri, bid'at erbabına karşı düşmanlık gösterilmesinde ve onlarla her türlü dostluğu ve ilişkiyi kes­mek üzerinde ittifak etmişlerdir.[195]

 Biz şimdi tekrar bidat mertebelerine, çeşitlerine geçelim. Şatıbî'-nin zikrettiği gibi aktaralım. Şatıbî diyor ki: Kimi bidatler de vardır ki, bunlar masiyet türündendirler. Bunları işlemekle kişi küfre girmiş olmaz. Bir başka türü de bidatte var, işlenmesi halinde kişiyi küfre götürür mü götürmez mi diye üzerinde ihtilaf olunmuş bid'attir. Ör­neğin, Haricîlerin, Kaderîlerin, Mürcie'nin ve benzeri dalalet fırkala­rının işlediği bidatler gibi.

 Kimi bid’at de vardır ki, o masiyettir. Küfür olmadığı hususunda  ittifak edilmiştir. Meselâ tümüyle dünya ile olan bağlarını kesmek gi­bi, güneşin doğmasıyla oruca başlamak, cinsel ilişkiden uzak kalmak amacıyla kendisini hadım etmek, erkekliğini yoketmek gibi.

Kimi bid'atler de vardır ki, mekruhtur. Meselâ Arafe akşamı dua etmek üzere bir araya toplanmak gibi. Bir Şafiî alimi olan İbn Abdüsselâm'ın söylediği gibi Cuma hutbelerinde sultanların isimleri­nin söylenmesi ve benzeri şeyler.[196]

 İşte bu gibi bidatçılardan Ehli Sünnet velcemaat daima uzak dur­muşlardır.

İkinci olarak: Bidatçılann din için ne kadar tehlikeli olduklarım oluşturduklarını bildiren Ümmetin Selefinin ifadelerini ve bunlardan uzak durulması hakkındaki uyarılarım göreceğiz. Bu konuda değerli sahabî Abdullah b. Mes'ûd (r.a)'un söylediği şu sözler önemlidir.

"Kim bir sünnet ile amel etmek istiyorsa, mutlaka o kimse ölen zatın (Rasülullah'm) sünnetine sarılsın, geçmiş ashabını örnek edin­sinler. İşte ortada Hz. Muhammed (s.a)'in ashabı. Onlar bu ümmetin gerçekten en hayırlıları oldukları gibi, kalbleri de en temiz olanlardır.

İlim açısından derin bir ilme sahipler ve pek az bir külfete sahiptirler (insanı sıkıntıya sokmazlar). Bunlar öyle bir kavimdirler ki Allah (c.c), bunları peygamber (s.a)'inin sohbeti (ashabı olmaları) için seçmiştir, dinini nakletmek için bunları tercih etmiştir. O halde bunların ahlakı­na benzeyin, onların yollarından gidin. Zira onlar gerçekten dosdoğ­ru yol üzeredirler."[197]

'jt Süfyân es-Sevrî (r.a) de şöyle demektedir: İblîs nazarında, bidat işlemek ve bidat ehli olmak, masiyette bulunmaktan çok daha güzel­dir. Çünkü insan masiyetten dolayı tevbe eder, tevbe kabul edilir. Fa­kat bidatten dönüş (tevbe) yoktur."[198]

İmam Malik (r.a) de şöyle diyor: "Kim bu ümmette bir şey icad eder ve ortaya koyarsa, daha önce de seleften kimse böyle bir şey de yapmamış ise, böyle yapanlar şöyle bir iddiayı kalkışmış gibidirler. "Al­lah'ın Rasûlü (s,a), bu dine ihanet etmiştir. Çünkü Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Bugün size dininizi ikmal ettim." (Maide, 5/3) Mademki o gün bir şey dinden savunuyorsa, bugün de aynen o şey dinden değildir."[199]

İmam Şatıbî merhum, bidatin doğurduğu zararları ve meydana getirdiği fesadı iki noktada toplamaktadır:

1- Bidatler şeriata zıt ve aykırı olarak, şeriata rağmen ortaya çı­karılmış şeylerdir. Öyleki bidatçı bizzat kendisini şeriata ilave de bu­lunacak bir makamda bulmaktadır. Öyle bir makam ki, yetinilmesi imkansızdır. Yani belli bir sınırda duracağı bilinmeyen bir şey...

2- Aslında her bir bidat, ya fazladan bir ilave şeriattır ya da şeri­attan bir eksiltmedir. Ya da sahih ve doğru olan aslı değiştirmektir. Evet, şayet bidatler işte böyle bir şeydir diye söyleyecek olursan, bil­melisin ki, bütün bunlar tek tek alınması halinde öyledir. Bazan da bunlar meşru olan bir şeye ilave yapılmış olur. Böylece de meşru ola­na bir leke getirir ve ona gölge düşürür. Şayet herhangi bir kimse böy­le bir durumu bizzat şeriatın kendisinde yapacak olursa, bunu da bi­lerek ve kasden işlerse, kesin küfürdür. Çünkü İslama yapılan ilave az ya da çok olsun veya yapılacak olan eksiklik veya değişiklik küfür­dür.[200]

Aynı zamanda bu görüşü, bidatin zemmi ve yerilmesi konusunda gelmiş olan tüm deliller desteklemektedir. Nitekim bu delillerden biri Rasûlullah (s.a)'ın şu ifadeleridir:

"Her bir bidat dalalettir - (sapıklıktır).[201]                

Yine Rasûlullah'm şu ifadeleri de bunu teyid etmektedir: 

"Kim bir dalalete = (sapıklığa) çağırırsa, kendisine, ona tabi olan­ların günahlarının aynısı yüklenir, ancak tabi olanların günahlarından da herhangi bir eksiltme olmaz."[202]                                      

Selef alimlerinden biri şöyle diyor: Heva ve arzularının peşinden gidenlerle bir arada oturmayın veya husumet sahibi kimselerle birlik­te bulunmayın. Çünkü ben, sizlerin onların dalaletlerine dalmayaca­ğınızdan emin değilim ve aynı zamanda, bildiğiniz bazı şeyleri size yap­tırmalarından - (giydirmelerinden) da emin değilim.[203]

Özetle deriz ki: Ehli Sünnet ve'1-Cemaatin itikadı, bidatçılardan uzak durmaktır. Özellikle de küfür olan bidatleri işleyen kimselerden uzak durmaları, onların inançlarının bir gereğiydi. İnşaallah bu hu­susta daha fazla bilgi ikinci bölümde gelecektir.                       

4. BÖLÜM

 

ETLERDEN VELA VE BERA KONUSUNDA EN GÜZEL ÖRNEK OLANLAR

 

A- Hz. İbrahim Halîi (a.s): Allah (c.c)'ın yüce peygamberi İbra­him (a.s), gerçekten güzel bir örnek, velâ ve berâ' mevzuunda en te­miz ve seçkin bir önderdir. Evet Hz. İbrahim'in; Rabbine, Ö'nun di­nine ve mü'min kullarına karşı olan sevgisi, saygısı, dostluğu gerçek­ten güzel ve temiz bir örnektir. Aynı zamanda onun Allah düşmanla­rına olan düşmanlığı ve onlardan el etek çekip uzak durması konu­sunda bizim için en güzel bir örnektir. O'nun düşmanları arasında ba­bası da gelmektedir.

Allah peygamberi Hz. İbrahim (a.s)'in kavmi ile olan durumu, herhangi bir peygamberin kavmiyie olan durumdan farksız değildi. Hz. İbrahim (a.s) kavmini en güzel bir tarzda Allah'a, O'na ibadete, kul­luğa davet etti. O'na bir tek varlık olarak tevhid esasını aktardı. İba­dette sadece Allah'a yönelmelerini, O'ndan başkasını tanımamalarını bildirdi. Allah'tan başka tapınılan her türlü tağuttan uzaklaşıp, onla­rı inkar ve reddetmesini istedi. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Kitapta İbrahim'i an. Zira o, sıdkı bütün (işinde ve sözünde gerçekten son derece sadık, dürüst ve kadri yüce) bir peygamberdi.

'Bir zaman o, babasına de­di ki: Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiç bir fayda sağlamayan bir şeye niçin ta­parsın?

"Babacığım! Hakikaten sa­na gelmeyen bir İlim bana geldi.

Öyle ise bana uy ki, seni düz yola çıkarayım.

"Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merha­metli olan Allah'a asi oldu.

"Babacığım!Allah tarafın­dan sana azap dokunup ta şeyta­nın yakını olmandan korkuyorum.                                          

"(Babası) Ey İbrahim! dedi, sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni taşlarım! Uzun bir man benden uzak dur.                                                               

"İbrahim:,"Selâm sana (esen kal) dedi, Rabbim'den senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O bana karşı lütufkardır.

"Sizden de, Allah'ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki (senin için) Rabbime dua etmemle bedbaht(emeği boşa gitmiş) olmam.

"Nihayet onlardan ve Allah'dan başka taptıkları şeylerden uzak­laşıp bir tarafa çekildiği zaman biz ona İshak ve Yakub'u bağışladık ve her birini peygamber yaptık." (Meryem, 19/41-49).

İşte bu, Halilurrahman İbrahim (a.s)'in başlangıç noktasıdır. Gü­zellikle davette bulunmuştur. Önce kendisine en yakın olan akraba-sryla işe girişmiştir. Gerçi ortada bu davetle birlikte karşılıklı bir ce-vaplaşma olmamış ama, ancak bu, batıl ve buna bağlılar için bir ayrı­lık sebebi oluşturuyordu. Çünkü bu yeni iş konusunda düşünmeye, onu reddetmeye ve menetmeye bir neden oluşturuyordu. Bir de davet-çinin bâtıl ehline batıl işlerinde ortak olmaktan kurtulmak gibi prob­lemleri vardı. Çünkü onlarla bir arada yaşıyor, onlarla muaşerettedir ve onların topraklarından hicret etmeye gücü de yetmemektedir.

Daha sonra Kur'ân Hz. İbrahim (a.s)'in davetini açıklıyor ve o, daveti konusunda kavmine her türlü hücceti apaçık ortaya koymuş­tur, her çeşit delili sunmuştur. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"(Rasûlüm)) onlara İbra­him'in haberini de naklet. Hani o, babasına ve kavmine, "Neye ta­pınıyorsunuz?" demişti. "Putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz." diye cevap ver­diler. İbrahim, "Peki, dedi, yal-vardığımızda onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut size fayda ya da zarar verebiliyorlar mı?" Şöyle cevap

verdiler: Hayır, ama biz babalarımızı böyle yapar bulduk. İbrahim dedi ki: "İyi ama, ister sizin, ister önceki atalarınızın; neye taptığınızı (bi­raz olsun) düşündünüz mü?" İyi bilin ki onlar benim düş m an lanın­dır; ancak alemlerin Rabbi (benim) dostumdur;" (Şuarâ, 26/69-77).

Artık cevap verebilecek bir hüccet ve delil bulamadılar. Sadece babalarının ve atalarının işlediği gibi kör taklidi gösterdiler. Hz. İbra­him (a.s) kendilerine dedi ki; ben sizin şu taptığınız putlarınızın, ilah­larınızın düşmanıyım. Bu tıpkı Hz. Nûh (a.s)'un da söylediği gibidir. Rabbimizin ondan haber verdiğine göre o şöyle demişti:

"... Siz de ortaklarınızla be­raber toplanıp yapacağınızı karar-laştırm. Sonra işiniz başınıza dert olmasın. Bundan sonra (vereceğiniz) hükmü, bana uygulayın ve bana mühlet de vermeyin." (Yûnus,10/71).

Hz. Hûd (a.s) da şöyle diyor:

"... Ben Allah'ı şahit tutuyo­rum; siz de şahit olun ki, ben si­zin ortak koştuklarınızdan uza­ğım. O'ndan başka (taptıklarını­zın hepsinden uzağım).) Haydi he­piniz bana tuzak kurun; sonra da bana mühlet vermeyin! Ben, be­nim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a dayandım. Çünkü yü­rüyen hiç bir varlık yoktur ki, O; onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru yoldadır." (Hûd, 11/54-56).

Yine bir başka âyette Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"İbrahim'de ve onunla bera­ber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar ka­vimlerine demişlerdi ki; "Biz siz­den ve sizin Allah'tan başka tap­tıklarınızdan uzağız. Sizi tanımı­yoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke be­lirmiştir." (Mümtehine, 60/4)[204]

Hz. İbrahim (a.s)'in işte bu akide ve inancını bizim alimlerimiz olan bu ümmetin selefi şu ifadeyle dile getirmişlerdir: "Düşmanlık ol­maksızın dostluk olmaz. Yani Allah düşmanlarına düşmanlık göste­rilmeden, Allah'a olan dostluk kanıtlanmış olamaz. Nitekim Allame İbn Kayyım (r.a) da şöyle demektedir: Allah düşmanlarına karşı düş­manlık gösterilmeden, Allah dostluğundan sözedilmesinin doğru bir yanı yoktur. Kaldı ki Allah (c.c), Hanif dinine bağlı olanların ima­mından Rabbimiz haber verirken şöyle buyurmaktadır. Hz. İbrahim (a.s) kavmine diyordu ki:

"... İyi ama, ister sizin, ister önceki atalarınızın; neye taptığınızı (bizzat olsun) düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim düşmanım-dır; ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur)." (Şuara, 26/75-77)

Allah'ın halili ve dostu olan İbrahim (a.s) için bu sevgi ve dost­luk ancak Allah düşmanlarına karşı gösterilen düşmanlıkla gerçekleşilebileceği kesinliği ortaya çıkmış bulunmaktadır. Yani dostluk ve velâ sadece Allah için olmalıdır. Bu dostluğun olabilmesi de ancak Allah'-dan başka her türlü mabuttan ve tapınılan şeylerden uzak kalmakla mümkündür. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Bir zaman İbrahim, baba­sına ve kavmine demişti ki: "Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana taparım. Çünkü O, beni doğru yola ilete­cektir. Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras ola­rak bıraktı ki insanlar (dinine) dönsünler." (Zuhruf, 43/26-28).

Yani bu muyalatldgsjluk) sadece Allah için olmalı, Allah (c.c)'dan başka mabud tanınan tüm şeylerden de uzak durulmalı, bunu da yine Allah için yapmalı. Öyle bir kelime için bu dostluğu ve düşmanlığı sür­dürecektir ki, bunu peygamberler ve tabileri hep birbirlerinden miras yoluyla aldılar. İşte bu kelime "Lailahe illallah" kelimesidir. Bu öyle bir kelimedir ki, Haniflerin İmamı da bunu miras yoluyla almıştı, ay­nı zamanda kıyamete dek de miras yolu ile onun tabilerine geçecek ve böylece sürecektir.[205]

İmam Taberî de şöyle diyor: "Ey Muhammed ümmeti! Hz. İb­rahim (s.a)'in yaptığında ve onunla beraber hareket edenlerde sizin için pek güzel bir örnek vardır. Evet Hz. İbrahim ve onunla beraber olan­ların kâfirlere karşı olmaları, örneğinde, kâfirlere düşmanlık, sürdür­meleri hareketinde ve onlarla asla dostluk kurmamaları örneğinde de sizler için pek güzel bir örnek vardır. Ancak Hz. İbrahim (a.s)'in şu ifadesi size örnek değildir:

"Andolsun ki senin için mağfiret dileyeceğim" (Mümtehine, 60/4) Evet, Hz. İbrahim'in bu sözü size bir örnek değildir. Çünkü Hz. İb­rahim'in daha önce babasına vermiş olduğu bir sözden dolayı idi bu ifadesi. O henüz babasının Allah düşmanı olduğunu bilmiyorken böyle bir söz vermişti. Ancak babasının Allah düşmanı olduğunu anlayın­ca, hemen babasıyla olan tüm ilişkisini kesti. Böylece Allah düşman­larından tamamen uzak durdu. O halde siz de Allah düşmanlarından uzak durun, ta ki onlar bir tek Allah'a iman edinceye kadar, onları dost edinmeyin Allah'dan başka tüm tapınılan şeylerden uzak kalın­caya kadar dost edinmeyin onları. Onlara karşı tüm düşmanlığı ve buğ-zu açıklayıp ortaya koyun.[206]

İşte bu karşılıklı düşmanlığın ve güçlü bera'nm yani onlardan uzak kalışın neticesi, tüm azgınların ve taşkınların Hz. İbrahim (a.s)'in öl­dürülmesi üzerinde ittifak etmiş olmalarıdır. Zaten tarihin de göster­diği gibi çağlar boyu, bütün azgın ve haddi aşıp isyan edenlerin duru­mu bu idi. Onlar daima Allah yoluna davet edenlerin karşısına dikil­mişlerdir. Bu karşı koyuş başka bir şey için değildi. Davetçilerin in­sanları sadece, bir tek Allah'a kul olmaya ve O'na ibadete çağırmaları ve bir tek O'nun önüne eğilinmesini istemeleri yüzündendi. Nite­kim Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Onlar bunlara ancak Aziz ve llamid olan Allah'a iman etmele­ri sebebiyle azab ettiler." (Bürûc, 85/8).

Artık Hz. İbrahim (a.s)'in yakılması için büyük bir ateş hazırla­dılar. Ancak Allah'ın gözetmesi ve koruması, Halili ve sadık dostu Hz. İbrahim (a.s)'in yanında idi. Yardımı Hz. İbrahim'le idi. Bunun için o ateş onu yakmamış onun için serinlik ve esenlik olmuştu. Rab-bimiz şöyle buyurmaktadır:

"Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın! dediler. Böy­lece ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat biz onları alçaklardan kıl­dık." (Saffât, 37/97-98).

Artık Allah düşmanlarının Hz. İbrahim'le baş edemeyeceklerini anlamaları ve yenilmeleri üzerine, bu defa onun aleyhine olmak üzere güç ve kuvvetlerini bir araya toplamak üzere anlaştılar. Ancak bu dav­ranışlarıyla da Rabbimizin onlar için hazırladığı tuzağa düştüler. Rab-bimizin buyurduğu gibi O, kerimesini, dinini ve burhanını yüceltti. Rab-bimiz şöyle buyurmaktadır:

"(Bir kısmı), Eğer iş yapa­caksanız, yakın onu da ilahlarını­za (putlarınıza) yardım edin! de­diler. Ey ateş! İbrahim için serin­lik ve esenlik ol, dedik. Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat biz onları, daha çok hüsrana uğ­rayanlar durumuna soktuk." (Enbiya, 21/68-70).[207]

İlahî ve Rabbanî Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a) için, Hz. İbrahim'e tabi olmaya ve ona uymaya yönelik olarak gel­miştir. Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"Sonra da sana, "Doğru yola yönelerek İbrahim'in dinine uy! O müşriklerden değildi" diye sana vahyettik." (Nahl, 16/123).

Bir diğer âyet meali de şöyledir:

"De ki: Allah doğruyu söylemiştir. Öyle ise, hakka yönelmiş ola­rak İbrahim'in dinine uyunuz. O, müşriklerden değildi." (Al'i îmrân, 3/95).

Yine Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"(Yahudiler ve hnstiyanlar müslümanlara) Yahudi ya da hı-nstiyaıı olun ki, doğru yolu bu­laşınız." dediler. De ki: "Hayır!Biz, hanif olan İbrahim'in dinine uyarız. O, müşriklerden değildi." (Bakara, 2/135).

Allah (c.c) yine şöyle buyurmaktadır:

"İnsanların İbrahim'e en ya­kın olanları, ona uyanlar, şu pey­gamber (Muhammed) ve ona iman edenlerdir. Allah, mü'min-lerin dostudur." (Âl-i îmrân, 3/68).

Yüce Mevlâ şöyle buyuruyor:

"İşlerinde doğru olarak ken­dini Allah'a veren ve İbrahim'in, Allah'ı bir tanıyan dinine tabi olan kimseden dince daha güzel kim vardır? Allah İbrahim'i (kendine) dost edinmişti." (Nisa, 4/125).

"Allah uğrunda, hakkını ve­rerek cihad edin. Sizi o seçti; din hususunda üzerinize hiç bir zor­luk yüklemedi; babanız İbrahim'­in dininde (olduğu gibi). O, gerek

bundan   önce   (ki   kitaplarda),   gerekse   bu   (Kur'ân'da)   size "Müslümanlar" adını yerdi." (Hac, 22/78).

Allah (c.c), bir diğer âyetinde şöyle buyuruyor: "İbrahim'in dininden kendim bilmezlerden başka kim yüz çevi­rir?" (Bakara, 2/130).

İşte bütün bu haberler, Allah (c.c), tarafından Hz. Muhammed (s.a)'in ümmetine birer haberdir. Onlar için Hz. İbrahim (a.s)'in yap­tığında bir örnek oluşturmaktadır. Bu bize, ona samimi ve ihlaslı ola­rak bağlanıp uymamız için bildirilmiştir. İnsan onu örnek edinecek, böylece bir tek Allah'a tevekkül de bulunacaktır. Bir tek Allah'a kulluk ederek, O'na olan ibadetini yerine getirecektir. Ayrıca her türlü şirkten ve ortak koşma düşüncesinden uzak duracak, tüm müşrikler­den ve şirk koşanlardan ayrı duracak, münasebetlerini kesecektir. Bütün batıllara ve taraftarlarına karşı da düşmanlığını sürdürecektir. **

 

Hz. İbrahim (A.S)'İn Babası Azer İman Etti Mi?

 

 "Bir zamanlar İbrahim, babası Azer'e: Putları ilahlar mı edini­yorsun? demiş ve doğrusu ben seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde görüyorum diye söylemişti)." (En'am, 6/74).

Kur'ân'ın açık olarak Hz. İbrahim'in babasını Azer olarak bil­dirmesine rağmen bazı kimseler ve özellikle herhangi bir delile dayan­maksızın Ehli tarik veya ehli tasavvuf, Kur'ân'ın bu açık hükmü kar­şısında, hiç düşünmeksizin, Azer'in Hz. İbrahim'in babası değil, am­cası olduğunu ileri sürmektedirler. İşte biz bu konuyu da burada dile getirmek suretiyle meselenin aslı nedir, kaynaklara ve sağlam delillere dayanmak suretiyle sunmak isteriz. Biz bu hususta ileri sürülen tartış­malara pek fazla yer vermeksizin, mümkün olduğunca en sahih olan görüşleri sunmakla yetineceğiz:

"Hz. İbrahim'in babasının adı Âzer'dir. "Biyografi alimleri, onun isminin Tareh olduğunda ittifak etmişlerdir, sözü ise zayıftır. Evet bu sözün zayıf bir görüş olduğunu söylüyoruz. Zira bu, kişilerin birbirle­rini taklid etmeleri sonucu oluşmuş olan bir kanaattir. Neticede bu gö­rüş, Vehb, Ka'b vb. gibi bir iki kimsenin sözünden kaynaklanmakta­dır. Ele geçirdikleri Yahudi ve Hrıstiyan rivayetlerine dayanmış da ola­bilirler ki, Kur'ân'ın açık ifadesi karşısında bu durumun hiç bir değe­ri de yoktur.

Ayrıca bu konuda bir çok görüşler ileri sürülmüştür. Ancak biz hiç bir İslâmî açıdan değer taşımayan bu tür görüşler için şöyle söyle­yebiliriz:

Bütün bu zorlamalar, Azer'in İbrahim (a.s)'in babası olmadığı­na kesin bir delil elde bulunduğu zaman ancak dikkate alınabilir. Fa­kat böyle bir delil de bulunmamaktadır. O halde bizi bu tevillere han­gi ihtiyaç zorlamaktadır... Kuvvetli delil, meselenin âyetin açık ma­nâsının doğru olduğu tarzındadır. Biliyoruz ki; Yahudi, Hıristiyan ve müşrikler, Hz. Muhammed (a.s)'e buğzetme ve kin gütme konusunda son derece ileri bir noktaya varmışlardır. Eğer Kur'ân-ı Kerim'in bu isnadı, yani Azer'in Hz. İbrahim'in babası olduğu isnadı yanlış olsay-

di; adı geçen zümreler Kur!ân'ı ve onun tebliğcisi Hz. Muhammed (a.s)'i yalanlamakta susmaları mümkün olmazdı. Böyle bir yalanla­mada bulunmadıklarına göre; Kur'ân'ın bu,isnadının doğru olduğu açıkça anlaşılmaktadır.[208]

Bir başka kaynakta da şu ifadeleri görmekteyiz: Müfessirler Hz. İbrahim'in babasının adı hakkında; "Acaba Azer onun adı mıdır, la­kabı mıdır, nesebi midir yoksa ona bağlılığı dolayısıyla aslında bir putun adı mıdır konusunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Cerîr şöyle de­mektedir: Doğrusu babasının adının Azer olduğudur. Daha sonra ba­basının adının Tareh olduğunu ileri süren mezhep alimlerinin sözleri­ni kaydettikten sonra, şu cevabı verir: "İki adı olabilir. Nitekim in­sanların çoğunun bu şekilde iki adı vardır. Ya da bunlardan birisi onun lakabı olabilir."

İbn Kesîr der ki: İbn Cerîr'in bu söylediği, güzel ve kuvvetli bir görüştür.[209]

Babasına gelince: Tevrat Tekvin kısmının 11/26. belgesinde adı­nın Tareh olduğu belirtilmişse de Kur'ân onu tashih ederek (düzelte­rek) Azer olduğunu açıklar, Batılı reddetmede, hakkı telkinde baba-evlat arasında mutlak sevgi ve saygı aranmaz. Bu bakımdan Azer'in İbrahim Peygamber'in babası olup olmadığında şüpheye düşmenin, bir takım yersiz yorumlar yapmanın, ciddi olmayan rivayetlere baş­vurmanın hiçbir makul anlamı yoktur. Kur'ân gayet açık biçimde, şüp­helere yer vermeyecek şekilde Azer'in, İbrahim'in babası olduğunu be­lirtmiştir.[210]

Bu âyette Hz. İbrahim (a.s)'in pederinin isminin "Azer" olduğu anlaşılıyor...

... Fakat bunlar KuY'ân'm zahirine karşı tekellüf (zorlama) ve ta-assubtur. Zira Hz. Peygamber (a.s)'in nesebine hiç bir zaman sifah (zina) karışmamış, hepsi nikahtan gelmiş olduğunda hiç bir tereddüt yok ise de Şuarâ 219. âyetinde ifâde olunan babadan babaya intikâli yani takallubatı sulbiye kesin değildir. Kaldı ki Hz. İbrahim (a.s)'in muamelesi de aşağıda mealini sunacağımız âyetin kapsamı dışında dü­şünülemez. Adı geçen âyet meali şöyledir:

"Eğer onlar (anan ve baban) seni, hakkında bilgin olmayan bir-şeyi (körü körüne) bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme." (Lokman, 31/15, Ankebût, 29/8).[211]

Artık bu âyetler karşısında kâfir olan babaya nasıl davranılması gerekiyorsa, Hz. İbrahim (s) da onu yapmıştır. Ancak itiraz kabilin­den şöyle denilebilir. Bu âyet, Hz. P-eygambere indirilen Kur'ân'dan bir âyettir. Bu, Hz. İbrahim için nasıl bir delil olabilir? İslam alimleri ve müfessirler bunu ve daha başka âyetleri Ve rivayetleri delil olarak sunmuşlardır. Bu itibarla böyle bir savunmaya kalkışacak olanlar mes-nedsiz bir savunma yolu seçmiş olurlar ki, zaten bunların da erbabın­ca bir değeri ve önemi yoktur.

... Sonra tarih kitaplarında meşhur olan "Tarah" isminin men­şei nihayet Yahudi ve hrıstiyan haberlerine dayanmaktadır ki, bu da sonuçta Tevrata götürülmektedir. Bu ise Kur'ân'ın Azer ihbarına mu-araza edecek bir kuvveti haiz değildir. Yani Kur'ân'ı haşa çürütecek bir güce sahip bulunmamaktadır. Zira onlar Kur'ân üzerine değil, Kur'­ân onlar üzerine gözcü ve hakimdir.                                        

İbn Cerîr tefsirinde-beyan olunduğu üzere Muhammed îbn İs'hak demiştir ki, "Azer" Hz. İbrahim (a.s)'in babasıdır.[212]            

Şimdi de Şuarâ süresindeki ilgili âyetin mealini sunalım. Raibbimiz şöyle buyurmaktadır: "Secde edenler arasında dolaşmam da (görüyor)" (Şuara, 26/219)

İbn Abbâs (r.a)'dan gelen rivayete göre "ve tekallübeke fissacidîn" yani 219. âyetin ifade etmek istediği mafna şudur: Allah senin bir pey­gamberin sulbünden diğer peygamberin sulbüne intikal ede ede niha­yet nasıl bir nebî = peygamber olarak çıktığını görendir.[213]

Elmalı Hamdi Yazır bu âyetle ilgili olarak: 'Takallubatı Sulbiy-ye manası kati olmadığı gibi Hz. İbrahim'in muamelesi "Lokman ve Ankebût sûrelerindeki âyetlerin ifade ettiği manânın dışında da düşünülemez" demektedir.[214]

Bir başka kaynakta da şunların yazılmış olduğunu görüyoruz:

Şüphesiz insanların efendisi ve en büyüğü Hz. Muhammed (a.s)'dir. Ondan sonra uzaktan büyük dedesi olan Hz. İbrahim (a.s) gelir. Hz. Muhammed (a.s) onun sülalesinden, İsmail (a.s) kolundan gelmedir.

Azer, Hz. İbrahim (a.s)'in babasıdır diyen olduğu gibi amcasidir diyen de olmuştur. Zeccac diyor ki: "Neseb ve soy bilginleri ittifak halinde İbrahim'in babasının olduğunu söylüyorlar." Mükatil ve İbn İshak el Kuşeyrî de bu hususta şöyle diyor: İbrahim'in babasının ismi Tarih de olsa lakabı Azer'dir. Hasan el-Basrî ise aksini söylüyor. Ona göre, Hz. İbrahim'in babasının ismi Azer, lakabı da Tarih'dir. Bazı bilginler "Azer Hz. İbrahim'in babası değil amcasıdır. Mecazen am­caya da baba denilir, diyorlar.

Remlî de şöyle der: "Hiç bir peygamberin babası kâfir olamaz, diyen kimse" yanılmıştır. Bu sözü söyleyen kimse şiîlere ayak uydur­duğu gibi Kur*ân ve Sünnete de ters düşmektedir. Çünkü Kur'ân'ı Ke­rîm müteaddid yerlerde, açıkça Azer'in, İbrahim'in babası olduğunu beyan ediyor. Azer onun amcasıdır demek için hiç bir belge yoktur. Gereksiz mecaza gitmek doğru değildir. Üstelik tefsir uleması ile ehl'i sünnet bilittifak İbrahim'in babasının kâfir olduğunu beyan etmişler­dir.[215]

Şimdi de Buhârî'den bir rivayetle bu konuyu noktalayalım.

Hz. Ebû Hüreyre (r.a)'nin rivayetine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır: "Kıyamet gününde İbrahim, kendi babası Azer ile Azerin yüzü üzerinde bir simsiyahhk ve toz toprak olduğu halde kar­şılaşır. İbrahim babasına: "Ben sana dünyada iken bana asi olma de­medim mi? der." Babası da ona: "İşte bugün ben sana asî olmayaca­ğım! der." Bununji^erine İbrahim: "Ey Rabbim! Sen bana insanla­rın yeniden diriltilecekleri gün, beni zelil ve rüsvay etmeyeceğini va-detmiştin. Şimdi Allah'ın rahmetinden çok uzak olan babamın vazi­yetinden daha arlandırıcı ve utandırıcı hangi rüsvayhk olabilir? der. Yüce Allah da: (Ya İbrahim!) Ben cenneti kâfirlere haram kılmışımdır, buyurur. Bundan sonra Yüce Allah tarafından: Ya İbrahim, şu iki ayağının altındaki nedir? denilir. İbrahim bakar ve ayakları ara­sında kana bulanmış bir sırtlan görür (ki, İbrahim'in babası bu çirkin surete çevirilmiştir). Bu çirkin manzara üzerine onun (babasının) ayak­larından yakalanır ve ateşe (yani cehennemin içine) atılır."[216]

Bu hadiste en şerefli oğulun bile, müslüman olmadığı takdirde ba­baya fayda veremeyeceğine delil vardır. Babasının hayvanlar içinden çirkin manzaralı sırtlan kılığına çevrilmesi, bu hayvanın uyanık olma­sı gereken şeylerden gaflet etmesi sebebiyle hayvanların ahmağı olma­sındandır. Azer'de de İbrahim'in uyarmasına karşılık bu sıfat bulun­muş oluyor. Babasının bu surete çevirilmiş olması, Hz. İbrahim (a.s)'in ondan uzaklaşması içindir. (Kastalânî)[217]

Artık sunulan bu kaynaklardan sonra sanırız, gerçek ortaya ko nulmuştur, bundan böyle kimsenin de bir diyeceği kalmamıştır.[218]

 

B) Hak Ve Hidayete Ait Başka Örnekler

 

Daha önce de belirttiğimiz gibi bütün peygamberlerin daveti bir tek idi. Bu davet, bir tek olan Allah'a ibadet ve kulluk daveti idi. Din olarak bir tek O'nun ve dinini tanıma davetiydi. Bir tek Allah'ı ilah tanımak, O'nun hükmüne ve şeriatına rıza göstermek idi. Aynı zaman­da Allah'dan başka ma'bûd diye tanınan tüm varlıklardan uzak kal­mak ve onlarla ilişik kesmek davetiydi. Allah'dan başka tapınılan şeyler ister sevgi duyulan bir varlık olsun, ister korkulan bir varlık olsun bü­tün bunlardan da uzaklaşmaya davet ediyorlardı. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Andolsun ki, biz, "Allah'a kulluk edin ve Tağuttan sakının" diye (emretmeleri için) her millete (ümmete), bir peygamber gönder­dik’ (Nahl, 16/36)

 Gerçekten bizler bu tertemiz ve pırıl pırıl akidenin yolunu göste­ren pek yüce ve çok değerli aydınlatıcı örnekler görmekteyiz.

Gerçekten onlardan mü'min olanlar. Nerede ve hangi yerde olur­larsa olsunlar, nereye girerlerse girsinler, hangi çağda ve hangi şehir­de yaşarlarsa yaşasınlar, onlardın mü'min olanlar. Rabbimiz Allah (c.c), en sağlam ve muhkem olarak indirmiş olduğu kitabında bize bunları örnek olarak göstermiştir ki, bizim için en güzel örnek olsunlar, değerli ve yüce peygamberi için de bir teselli kaynağı olsunlar. Bunla­rın dinleri ve inançları uğruna neler çektiği, ister Hz. Peygamber (a.s)'in kendisi olsun, ister seçkin ashabı olsun çektikleri konusunda bir tesel­li olsun diye örnek kılmıştır bize.

Gerçekten bugünkü müslüman davetci verilecek olan bu örnek­ler üzerinde ne kadar da çok düşünmelidir. Çünkü müslüman davetçi öyle bir insandır ki, o, tüm insanlar için hayır ve iyilik istemeye aşırı şekilde düşkündür. Evet bu örnekler, gerçekten iman ile ilgili örnek­lerdir. O burada kendisi için bir teselli ve taziye bulacaktır. Zira kar­şılaşacağı sıkıntılar ve zorluklar için bunlar ona teselli ve taziye ola­caktır.

Mademki ilahî sünnet ve kanun Allah'ın peygamberleri ve salih kullan için böyle sürüp gitmiştir. Hep eziyetlerle, sıkıntı ve güçlükler­le karşılaşmışlardır. Kaldı ki bunlar, Allah (c.c), nezdinden halkın en değerlileri ve en asilleridirler. Bunlar böyle zorluk ve sıkıntılarla yüz-yüze geldiklerine göre, artık hidâyet, hak, hayır davetcileri de haliyle değişik sıkıntılarla ve zorluklarla karşılaşacaklardır. Kimisi alay olu­nacak, kimisiyle eğlenilecek, kimisine azab ve işkence edilecektir. Fa­kat bütün bunlara rağmen beraberlerinde Allah'ın yardımını ve göze­timini göreceklerdir. Evet Allah'ın koruması, gözetimi ve kaderi on­ları daima ihata ederek kuşatmıştır. Bu itibarla bu davetçiler nasıl bir zorlukla karşı karşıya gelirlerse gelsinler bu, onlar için Allah'dan ge­len bir imtihan ve bir denemedir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyur­maktadır:

"Allah, kirlenmişi temizden ayırdetmeksizin, mü'minleri, bulun­duğunuz halde bırakacak değildir." (Al'i İmran, 3/179).

Müslümanlar ya da mü'minler ne zaman hakk üzere sebat eder­ler, Allah'a gereğince dayanıp güvenerek tevekkül ederler, bir tek O'ndan korkarlar ve Allah'dan başkasından korkmazlarsa, işte böyle bir davranış, gerçekten insanların Allah'ın dinine girmeleri konusunda en büyük bir sebep olacaktır. Evet bunların gittiği yolda gitmeyi, dava­larında samimi olan bu kimseleri örnek edinmeyi kabulleneceklerdir. Zira bu samimi kimseler her bakımdan kendilerini Allah yoluna feda ile adamış olan kimselerdir. Bunlar öyle kimselerdir ki, insanların ya­nındaki şeyleri, gelecek ve istikbal arzularını bırakmışlar, sadece ve sadece Allah (c.c)'ın nezdinde olana rağbet etmişler ve hep onu iste­yip durmuşlardır.

İşte söz etmek istediğimiz bu örneklen şimdi size özetle sunmak isteriz:

Hz. Nûh (a.s); Bu yüce peygamber, kavmini 950 yıl peygamber olarak Hakk'a davet etmiş bu davete rağmen pek az kimse iman et­miştir. Şimdi burada bizim sözünü etmek istediğimiz nokta, Hz. Nûh (a.s) ile oğlunun durumudur. Bilindiği gibi oğlu kendisine karşı gele­rek isyana kalkışmış ve babasının davetini kabul etmekten kaçınmış­tı. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"... Nûh, gemiden uzakta bulunan oğluna, "Yavrucuğum! (Sen de) bizimle beraber bin, kâ­firlerle beraber olma!" diye ses­lendi. Oğlu, "Beni sudan koruya­cak bir dağa sığınacağım" dedi. (Nûh), "Bugün Allah'ın emrin­den (azabından), merhamet sahi­bi Allah'tan başka koruyacak kimse yoktur" dedi. Aralarına dalga girdi, böylece o da boğulan­lardan oldu. (Nihayet), "Ey yer suyunu yut! Ey gök sen de (suyu­nu) tut!" denildi. Su çekilip azal­dı; iş bitirildi, (gemi de Cûdî (da­ğının) üzerine yerleşti. Ve "O za­limler topluluğu yok olsun" de­nildi. Nûh Rabbine dua edip de­di ki: "Ey Rabbim! Şüphesiz oğ­lum da ailemdendir. Senin va'din

ise haktır. Sen Hakimler Hakimisin." Allah buyurdu ki: Ey Nûh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü o, salih olmayan bir amel sahibi idi (kâfirdi). O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden iste­me! Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim! Nûh dedi ki: Ey Rabbim! Ben hakkında bilgim olmayan şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve esirgemezsen, ben ziyana uğrayan­lardan olurum." (Hûd, 11/42-47).

Aslında, bu dinde insanların üzerinde birleşmiş oldukları asıl un­sur ve bağ, ne kan bağıdır, ne soy bağıdır, ne toprak, vatan ve ülke bütünlüğü varlığıdır. Bu bağ aynı zamanda kavim, millet ve aşirete dayalı bir bağ da değildir, bu bağ renk, ırk, cins ve unsur tanımayan bir bağdır, bu bağ bir sanat ve tabaka bağı da değildir. İslâmî bağ, ancak akideye ve inanca dayalı olan temel bir bağdır.

Nitekim daha önce Hz. İbrahim (a.s)'in babasıyla olan durumu­nu gördük. Burada ise Hz. Nûh (a.s)'un oğluyla olan durumu günde­me gelmiş bulunmaktadır. Hz. Nuh (a.s): "Şüphesiz oğlum benim ailemdendir" derken, Yüce Allah'ın, ailesini boğulmaktan kurtaraca­ğına dair olan va'dine işaret ediyordu. Ancak, 46. âyette oğlunun, onun ailesinden olamayacağı bildirilmekte idi.

İşte bu âyetten anlaşılan şu ki, insanlar arasındaki yakınlığın asıl sebebi din birliğidir. Allah'ın dinine inanmış ve peygamberlerini tas­dik etmiş kimseler birbirlerinin manevî akrabası, yakını ve dostudur­lar. Bunların arasında manevî bir birlik vardır. Mü'minlerle kâfirler ırk bakımından birbirlerinin akrabası olsalar bile, bu akrabalığın Al­lah katında hiç bir değeri yoktur. Nitekim Hz. Nuh (a.s)'un oğlu ba­basına inanmadığı için, Allah (c.c) onu Nûh peygamber'in ailesinden saymamıştır. Buna karşılık, özellikle Bedir savaşında bir çok sahabî, en yakınları olan babalarına ya da oğullarına karşı savaşmışlardır. Yine bilindiği gibi Hz. Peygamber (s.a), aralarında hiç bir neseb bağı bu­lunmayan Selman'î Farisî'yi kendi ailesinden saymıştır.

O halde din bağının dışındaki tüm bağlar, bazan insanlar arasın­da varlığını sürdürse de, sonra da fertler arasında bu ilişki kesilir, bu bağın bir değeri kalmaz.

Allah (c.c), Hzr-Nûh (asva, neden oğluyla kendisi arasında bir bağın kalmadığını ve oğlunun onun ailesinden olmayacağını şöyle açık­lamıştır: "Çünkü o salih olmayan bir amel sahibiydi (kâfirdi)" Bu iti­barla aranızda iman bağı kalmamıştır. "O halde hakkında bilgin ol­mayan bir şeyi benden isteme", gerçi o her ne kadar soy bakımından senin oğlun ise de, kâfir olması sebebiyle senin ailenden değildir.[219]

İşte burada kamil manâda ve olgun olarak düşünme devreye giri­yor, herşeyden yüce ve münezzeh olan Allah'dan korkma olayı başlıyor, hemen Allah'ın rızasını ve rahmetini istiyor ve Salih kul Nûh (a.s) şöyle söylüyor: "Ey Rabbim! Ben hakkında bilgim olmayan bir şeyi istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve esirgemezsen, ben ziyana uğrayanlardan olurum!"

Hz. Nûh (a.s) artık oğluna acımaktan vazgeçip Allah'ın hükmü-ne rıza gösterdi. Artık bundan böyle herhangi bir direnme yok, bir eğrilik yok, bir mazeret yok ve herhangi bir yorum da yok, tevil de yoktur. Allah'ın hükmüne kesin rıza göstermek vardır. Mutlak bir tes­limiyet vardır. Allah'ın sevdiği ve razı olduğu şeye tabi olmak vardır. Aynı zamanda Allah'ın istemediği, sevmediği ve buğzettiği şeyden yüz çevirmek ve uzaklaşmak vardır. Allah'ın sevdiklerine dostluk göster­mek ve velayet yetkisini bunlara vermek, Allah'a karşı savaşanlara da düşmanlık göstermek vardır. Hatta bu Allah düşmanları kişinin göz bebeği denecek kadar yakını ve akrabası olsa bile.

Diğer taraftan Allah (c.c)'ın peygamberi Hz. Nûh (a.s)'un bu im­tihanı sadece oğluyla da kalmıyor. Kendi hanımıyla da imtihan edil­miştir. Evet kişinin oğlu ve hanımıyla imtihana çekilmesi gerçekten ne büyük ve zor bir imtihandır bu!

İşte bu eş ki, Kur'ân bundan sözetmekte, onun gibi ve onun du­rumunda olan bir başka hanımdan da sözetmektedir. Bu da Hz. Lût (a.s)'un hanımıdır. Hz. Nûh ve Hz. Lût peygamberler, bozuk inanç sahibi olan hammlarıyla imtihan edilmişlerdir. Kur'ân bize bu iki bo­zuk inançlı kadından sözetmektedir. Yüce kitabında şöyle buyur­maktadır:

"Allah'ı inkar edenlere, Nuh'un karısı ile Lût'un karısını misal verdi. Bu ikisi, kullarımız­dan iki salih kişinin nikahında iken onlara hainlik ettiler. Koca­ları Allah'tan gelen hiç bir şeyi

onlardan savamadı. Onlara: "Haydi ateşe (cehenneme) girenlerle be­raber siz de girin" denildi." (Tahrim, 66/10)

Ancak burada bir noktaya dikkat çekmemiz gerekecektir. Bu ka­dınların kocalarına (iki peygambere) olan ihanetleri dinde olan bir ihanet idi, inanç bozukluğuydu. Yoksa herhangi bir ahlaksızlık ve fuhuş olayı değildi. Çünkü peygamberlerin saygınlıkları nedeniyle bütün peygamberlerin hanımlarının fuhşa düşmeleri söz konusu değildir, onlar bu yönden masumdurlar, korunmuşlardır.

Hz. Nûh (a.s)'un hanımı, kavminden bir kimse Hz. Nuh'a iman edince, hemen onun bu sırrını kavminin azılılarına bildirirdi. Hz. Lüt'-un karısı da, Hz. Lût'a gelen misafirleri, kötülük ve iğrenç fiillerini sürdürmeleri için kavmine haber vermiştir.[220]

Şimdi adı geçen iki kadından meydana gelen o kötü davranışlara karşılık bunun tam zıddından bahsediyor. Kur'ân bize, Allah'ın lane­tine uğrayan Fir'avun'un imanlı hanımı anlatılıyor:

"Allah, inananlara da Fira­vundun karısını misal gösterdi. O, Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap; beni Firavun'dan ve onun (kötü) işinden koru ve beni zalimler topluluğundan kurtar! demişti." (Tahrim, 66/11)

Bu kadın, küfür tufanında yaşamasına rağmen, bu, onu iman et­mekten alakoymamıştır. Hem de Firavun'un saraymdadır, tek başına kurtuluş istemektedir. Bu öyle bir kadındır ki, Firavun'un sarayında Rabbinden cennette bir yer ve ev istemektedir. Firavun ile beraber ol­mayı değil, ondan uzak kalmayı dilemekte ve Rabftinden, kendisini Firavundan kurtarmasını istemektedir. Ayrıca Firavun'un işlediklerin­den amelinden uzak durmak için gereken çabayı gösteriyor, zira onun yaptıkları sebebiyle kendisine de kötülükler dokunmasından endişe et­mektedir. Zira kendisi insanlar içerisinde Firavun'a en yakın olan ki­şidir. O şöyle demektedir: "Beni Firavundan ve onun kötü işinden ko­ru." Aynı zamanda o, aralarında yaşadığı Firavun kavminden de uzak kalmayı dileyerek şöyle diyordu: "Beni zalimler topluluğundan kurtar."

Gerçekten bu, dünya hayatını en güzel bir şekilde ortaya koymak­ta, bütün bu dünyalıklar üstüne çıkarak bir şeyler istemektedir. Doğ­rusu Firavun'un hanımı, zamanında yeryüzü krallıklarının en büyü­ğünde, Fîravun'un sarayında yaşıyordu. Öyle bir yer ki, her kadının şiddetle orada olmayı istediği bir yer. İşte o, bütün bunların üzerine çıkarak, bunların hiç birisini de istemeyip imanı ve inancı sayesinde bu hale gelmiştir. Sadece bunlara itiraz etmekle kalmayıp aynı zamanda o, bunu büyük bir kötülük, kir ve bela olarak kabul etmiş, bunlardan kurtulmak için de hep Allah'a sığınmıştır.

O pek güçlü ve çok geniş sınırlara sahip bulunan bir ülkeye sahip bir kadın, hem de güçlü bir kadın idi. Tek başına bulunduğu sosyal toplumun baskı ortamında, o sarayın baskın atmosferinde ve o kralın ve çevresinin sıkıcı ortamında hayatını sürdürmektedir. Başım sema­ya, göğe kaldırıyor. İşte o böyle bir anda tüm dünya varlıklarından, sıkıntılarından ve tesirlerinden kendisini kurtarmış bir kadın olarak görüyordu. Çünkü ona bu hazzı, imanı ve akidesi veriyordu."[221]

"Doğrusu pek büyük bir konumda bulunan Zalim Firavun'un önünde bu kadının durması büyük bir öneme taşımaktadır. Bu, bazı İslâm davetçileri için, bu gibi güçler karşısında sebat etmeleri, şeytan ve taraftarlarının yanında yer almamaları için önemli bir örnek oluş­turmaktadır. Çünkü kimi İslâm davetçileri, Rabbimin kendileri için yazmadığı şeylerle, insanların kendilerine kötülük etmesinden kork­maktadırlar. Halbuki bu örnek korkmamanın gerektiğini açık bir şe­kilde ortaya koymaktadır.  

Dikkat edin! Biz Kitabımız olan Kur'ân'ımızdan ibret ve öğüt ala­lım. Bundan çalışma öğüdü ve hizmet etme örneğini alalım. Yine bun­dan dünya ve ahiret metodunu öğrenelim ki, Rabbimizin bizi yüküm­lü kıldığı ve mükellef ettiği hizmetimizi gereğince yerine getirmiş olalım. Aynı zamanda mensubu olmakla bizi şereflendirdiği bu hizmeti yeterince yapmış olalım, bu görev Allah'a davet ve çağrı görevidir.

Katade şunları anlatıyor: Doğrusu Firavun, yeryüzünün en azılı ve en merhametsiz kimsesi idi. Allah'a yemin ederim ki, kocasının küfrü (Firavunun kâfir oluşu), hanımına zarar vermemiştir. O Rabbine ita­at ettiği zaman, Firavun ona hiç bir şey yapamamıştır. Şurasını bil­melisiniz ki gerçekten Allah adaletle hükmeden tek varlıktır. O herke­si işlediği günah ile hesaba çeker, kimseyi işlemediği ile muhasebe et­mez.[222]

Ayrıca daha başka örnekler de bulunmaktadır. İnsanları Sırat'ı Müstakime çağıran gerçekten örnek olacak bayraklaşmış kimseler var­dır. Gerçekten o kimseler Allah'a, O'nun dinine, Allah'ın salih kullarına dostluk göstermekte, yardım etmede ve güçleri oranında cihad için gerekeni yapmakta en yüksek örneği oluşturmaktadırlar. Bunlar sırf Allah kelamını yüceltmek uğrunda yaptıklarını yapmışlardır. Bu açı­dan en güzel ve en yüksek örnek oluşturmaktadırlar. Yine bu kimse­ler kâfirlerden uzak durmak, onlarla her türlü ilişkiyi kesmekte de bi­rer örnektirler. Evet, kâfirlere her türlü delil, hüccet ve burhan göste­rildikten sonra bu kimselerin onlardan el-etek çekmesi, gerçekten bü­yük bir örnek oluşturmaktadır. Meselâ Firavun ailesinden olan bir mü'-minin durumu.

Şimdi o imanlı zat, Hz. Musa'nın öldürülmesi konusunda kav­minin harekete geçtiğini görür görmez o da hemen harekete geçmiş­tir. Evet Firavun'un azılı adamlarının Hz. Musa (a.s)'yı öldürme giri­şimlerini öğrenir öğrenmez derhal harekete geçmişti. Nitekim Kur'ân ondan şöyle sözetmektedir:

"Firavun'un ailesinden olup, imanını gizleyen bir mü'min adanı (şöyle) dedi: Siz bir adamı, "Rab-bim Allah'tır" diyor, diye öldü­recek misiniz? Halbuki o, size Rabbinizden apaçık mucize getir­miştir. Eğer o yalancı ise yalanı kendisinedir. Eğer doğru söylü­yorsa sizi tehdit ettiği (azab)ın, bir kısmı olsun sizi çarpar. Şüphesiz Allah, haddi aşan, yalancı kimseyi sevmez." (Mü'min = Gaf ir, 40/28)

Bu zatın isminin Habihımneccar olduğu rivayet olunmaktadır. Meşhur olan duruma göre bu zat, Firavun ailesinden bir kıptî idi. Bu zat kıptî olan kavminden imanını gizlemekte idi. O imanını Hz. Mûsâ (a.s)'nm öldürülmesine teşebbüs edilinceye dek gizlemişti. Ancak ne zaman ki Firavun: "Bırakın beni Musa'yı öldüreyim" (Mü'min - Gafir, 40/26), dediği zaman, harekete geçmiş ve imanını açıklamıştı.

Bu zat Allah rızası için harekete geçti ve Firavuna karşı da Allah için buğzetti. Çünkü:

"Cihadın en üstün derecesi, zalim sultanın (yetki sahibi kimsele­rin) nezdinde adil olan kelimeyi (hakkı) söylemektir."[223]

Gerçekten şu kelimeden daha büyük bir kelime olamaz. Yani: "Siz bir adamı, Rabbim Allah'tır diyor diye öldürecek misiniz" kelimesinden daha büyük bir kelime olamaz.[224]

Siz bu adamın, Allah (c.c)'m peygamberi Hz. Musa'ya olan dost­luğunu ve onu veli tanıyışını bir düşünün. Bir de onu azgın ve taşkın kimselerden uzaklaştırıp kurtarmak için yaptığına dikkat edin. Öyleki başından aşağı işkence edilmesine rağmen Hz. Musa'ya karşı sami­mi olan davranışı ve dostluğu düşünülmeye değer.                  

Nihayet bir başka örnek, bazı gençlerin, salih gençlerin başından geçen bir örnektir bu, kısaca Ashab'i Kehfin başına gelenlere bir ba­kın. Bu kimseler ki ailesini, çocuklarını, ülke ve vatanlarını, soy-soplarım terkedip gitmişlerdi. Evet bu gençler, kavimlerinin kendile­rine karşı olmaları ve bunlara karşı da bir güçlerinin olmaması, karşı koyamamaları yüzünden bizzat kendi canlarını kurtarmak üzere gi­dip mağaraya sığındılar. Bu mağara içinde büyük bir mucizenin çere-i yan ettiği yer idi. Allah (c.c), bu mucizeyi bir ibret ve öğüt olsun diye i bize bildirmiş ve salih kullarını nasıl koruduğunu açıkça haber vermistir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:                              

"Hakikaten onlar, Rablerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidayetini artırdık."

"Onların kalblerini metin kıldık. O yiğitler (O yerin hüküm­darı karşısında) ayağa kalkarak dediler ki: Bizim Rabbîmiz, gök­lerin ve yerin Rabbidir. Biz O'ndan başkasına yalvarmayız. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz."

"Şu bizim kavmimiz Allah'tan başka tanrılar edindiler. Bari bu tanrılar konusunda açık bir delil getirseler. (Ne mümkün!) Öyle ise Allah hakkında yalan uydurandan daha zalimi var mı?"

"(İçlerinden biri şöyle demişti:) Mademki siz, onlardan ve onla­rın Allah'ın dışında tapmakta oldukları varlıklardan uzaklaştınız, o

halde mağaraya sığının, ki, Rabbiniz size rahmetini yaysın ve işinizde sizin için fayda ve kolaylık sağlasın." (Kehf, 18/13-16)

Gerçekten adı geçenlerin kâfirler karşısındaki tutum ve tavırları gayet açık, net ve kesindi. Bir yerde yollar ayrılır, metodîar farkhla-şırsa, artık orada bir buluşma ortamı ve yolu olmayacağı gibi, hayat­ta müşterek olabilecek bir noktaları da olamaz. Artık böyle bir du­rumda kişi, inancını koruyabilmesi için mutlaka bunlardan kaçınma­sı gerekir.

Kaldı ki bunlar, kendi kavimlerine ve toplumlarına gönderilmiş peygamberler de değiller ki, salih akideleriyle onlara karşı koysunlar ve onları bu sahih akideye çağırmış olabilsinler ve aynı zamanda pey­gamberlerin akideleri uğrunda çektiklerini ve karşılaştıklarını bunlar­da çeksinler ve karşılaşsınlar. Ancak bunlar öyle gençlerdir ki, kap­karanlık küfür bataklığı içerisinde kendilerine hidayet ve hak açıklan­mış olup, bu gençlerin doğruyu bulmalarından sonra artık o koyu ka­fir toplum arasında kendileri için bir hayat hakkı da yoktur. Evet böyle bir imkanları yok ki, akidelerini açıkça ilan edebilsinler ve onu hiç çe­kinmeden haykırabilsinler. Aynı zamanda bu gençler kendi kavimle­rine mudara edecek kimseler de değillerdir. Onların ilahlarına tapın­maya, bu hususta takiyye yapmaya ve Allah'a olan ibadetlerini onlar­dan gizlemeye de yanaşmamaktadırlar. İşte bu gençler böyle bir ka­raktere sahiptirler.

Artık durumları açıkça ortaya çıkmış, küfür erbabınca öğrenil­miştir. Tek çareleri kalmıştır. Dinlerini yaşayabilmeleri için, Allah'ın kendileri için uygun gördüğü bir ortama kaçmak, hicret etmek. Onlar da böyle yaptılar. Hemen sıkıntı verici ve dar bir mağaraya kaçıp sı­ğındılar. Bu niteliklerine rağmen o gençler bu mağarayı her türlü süse ve dünya hayatının her çeşit zinetine tercih ettiler.

Bunlar burada derin bir nefes alıp, dinlerini yaşayabilecek bir is­tirahata kavuştular, .Allah'ın rahmetine erdiler. Bu gerçekten insanı dinlendiren geniş ve uzun bir dinlenme yerindeymişler gibi hissettiler kendilerini... Zira Rabbim» şöyle buyuruyordu: "Rabbiniz size rahme­tini yaysın." Burada dikkat edilecek olan husus "Yaysın" lafzına dikkat olunmasıdır. Çünkü bu her türlü genişliği, huzuru, gölgelenmeyi kap­sayan bir manâ taşımaktadır. Çünkü o mağara gerçekten geniş bir boş­luk, huzur veren bir istiratgah olup, orada Allah'ın rahmeti alabildi­ğine yayılıyor ve o rahmetin çizgileri alabildiğince genişliyordu.

İşte iman denilen olay budur! O halde bu dünya makam ve mev­kilerinin, debdebesinin ne anlsmı olabilir ki? İnsanların bu dünyada önemseyip değer verdikleri varlıkların, eşyanın ve benzeri değerlerin öneminin derecesi ne olabilir ki?

"Doğrusu İman ile dopdolu bulunan bir kalbin içinde bambaşka bir dünya vardı. O Rahman olan Allah (c.c) ile huzur bulmaktadır. Bu öyle bir dünyadır ki rahmet, merhamet, şefkat, rıfk ye yumuşak­lık, kalp huzuru ve Allah'ın rızası kendisini çepeçevre kuşatmıştır.[225]

İşte bütün bu örnekler hemen her türlü ilgi ve bağda kendisini kanıtlıyor. Meselâ Hz. Nûh kıssasında babalık ilişkisi yer almaktadır. Hz. İbrahim kıssasında oğulluk ve vatan bağı söz konusudur. Ashab'ı kehf olayında ise ailesini, yakınlarını ve ülkesini, kısaca her şeyini terketme olayı vardır. Her türlü bağlar kesilmiş olmaktadır. Hz. Nûh, Hz. Lût ile Fir'avun olayında da karı-kocalık bağı söz konusudur. Fa­kat bütün bu bağların, akide ve inanç olayı karşısında hiç bir önemi kalmamaktadır.

Böylece vasat ümmet olan, Hz. Muhammed ümmeti gelinceye dek, bu asalet sahibi kimseler zinciri ve alayı sürüp gitmiştir. Siz bu örnek­lerden, misallerden ve deneyimlerden mutlak surette gerçek olan tüm neticeleri çıkarabilirsiniz. Evet iman etmiş bulunan bir ümmet için bu manâda Rabbani olan bu metod ve program üzere bu şeyler hep sü­rüp gitmiştir.

Bilindiği gibi aynı aileye ve soya bağlı bulunan kimseleri, çoğu kez dinleri ve inançları birbirinden ayırmış ve farklı kılmıştır. Nite­kim Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akraba­ları da olsa- Allah'a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin." (Mücadele, 58/22)

Bu akide ki, tüm yönleriyle Suheyb er-Rûmî'de, Bilal Habeşî'de, Selmanî Farisî'de, Kureyş'li bir arab olan Hz. Ebû Bekir'de toplan­mıştı. Bu insanlar hep birlikte:  "Lâ ilahe illallah Muhammedin

Rasûlullah" bayrağı altında birleşip kenetlenmişlerdir. Hepsi de ka­bile, cins, toprak bütünlüğü asabiyetini ve cahiliye adetlerini bırak­mışlardır. Çünkü Hz. Peygamber kendilerine şöyle buyurmuşlardı:

"Bırakın onları, çünkü onların hepsi kokuşmuş bulunan adetler­dir."[226]

Yine Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır: "Her hangi bir ak­rabalık (ya da tarafgirlik ve particilik) uğruna kim çağırırsa bizden de­ğildir. Kim herhangi bir akrabalık (ya da asabiyet ve tarafgirlik) uğ­runa bir çarpışmaya girerse bizden değildir. Kim de herhangi bir ta­rafgirlik inancı üzere ölürse o da bizden değildir."[227]

Artık bu kokuşmuşluğun sonu gelmişti, cins, kabile ve ırk nara-larıyla ortaya çıkmak son bulmuş, artık bu, ölmüştü. Artık kavim ka­bile taassabu ve ahmaklığı yok olmuştu. Artık beşer ve insanlık en yüce ufuklara yükseliyordu. Artık o günden bu yana insanlar huzura ka­vuşmuştu. O günden bu zamana müslümanların ülkesi yeryüzü olmak­tan çıkmış, onun vatanı ya da ülkesi Darü'l-îslâm olmuştu. îşte bu dâr olayında bile akide ve .inanç varlığını ve ağırlığını koymakta idi. Burada bir tek olan Allah'm şeriatının hükmü geçerliydi.[228]

Artık ortada bir tek şey vardı. Hz. Muhammed Mustafa'nın sureti, hayatı ve gidişatı, ashabının sîreti. Ki, o ashabı insanların en hayır­lılarıdırlar. Aynı zamanda hidayet ışığıdırlar. Kim onların yolundan ve izinden giderse kesinlikle doğru yola girmiş olur. Kim bu sağlam ve güçlü program, yasaya rıza gösterirse, gerçeğe ve hakka erişmiş olur.

Ancak bu yoldan sapanlara ve uzaklaşanlara gelince, bilinmeli­dir ki Allah (c.c), onların velisi ve dostu değildir. Onların velisi ya da dostu "Tağuttur." Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"... İnkar edenlere gelince, onların dostları da tağuttur, on­ları aydınlıktan alıp karanlığa gö­türür. İşte bunlar cehennemlikler­dir. Onlar orada devamlı kalır­lar." (Bakara, 2/257).  

 

5. BÖLÜM

 

MEKKE DÖNEMİNDE VELA ve BERA (ALLAH İÇİN DOSTLUK VE DÜŞMANLIK)

 

Beşeriyet tarihinin sayfalarım incelerken, önceki bölümde gerçe ten konuya dair çok parlak örnekler vermiştik. Bu örnekler peygamberlerden, Rasûllerden ve salih kullardan oluşmakta idi.

Bu bölümde ise, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a)'in sireti çerçevesinde Velâ ve Berâ' nasıl uygulanmıştı, bunu ele alacak ve bun­dan söz edeceğiz. Bunları anlatırken de iki vahye, yani Kitap ve sün­nete dayanarak konuyu inceleyeceğiz. Bu arada siyer ve meğazî kay­naklarına da başvuracağız tabii.

Biz bu konuda, âyetlerin Mekki ve Medenî taksimatına dayana­rak meseleyi inceledik. Biz de, İslâm alimlerinin tefsir kitaplarında ve Kur'ân ilimleriyle ilgili eserlerde yaygın olan duruma göre, âyetleri ele alış tarzlarına uygun olarak meseleyi ele alıp değerlendirdik, islâm alim­leri hicretten önce inen âyetleri Mekkî âyetler olarak değerlendirmiş­ler ve hicretten sonra inen âyetleri de Medenî âyetler diye adlandır­mışlardır.[229]

Çt Biz daha önce kitabımızın giriş ve hazırlık bölümünde değinmiş­tik. Demiştik ki, müslümanın: "La ilahe illallah Muhammedün Rasûlullah" diye söylediği andan itibaren, vahdaniyette yani bir tek oluşta, ulûhiyette ve Rabûbiyette Allah (c.c)'i bir olarak tanımasıdır. Zira O, her şeyden münezzehtir. Bu kelimeyi söyleyen kişi aynı za­manda, Allah (c.c) dışında herhangi bir ma'bûda veya itaat olunan bir varlığa kulluktan, onlardan korkmaktan, onlara boyun eğmekten, itaatten, onlara dostluktan tümüyle uzaklaşmış ve onlarla her türlü ilgisini kesmiş kimse demektir. Müslüman her halükarda sadece Al­lah'ı sever. O'na ta'zimde bulunur, O'nun dişındakileri reddeder.

Bilindiği gibi Hz. Muhammed (s.a) Efendimize ilk inen vahiy, Hıra mağarasında şu ifadelerle inmişti:

"Yaratan Rabbinin adıyla (besmeleyle) oku! O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku (ve öğren!) İnsana bilmediklerini öğ­reten ve kalemle yazdıran Rabbin vermesi bol olandır/' (Alak, 96/1-5).

Daha sonra şu âyet nazil olmuştur. Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"Ey bürünüp sarınan (Rasûlüm)!) Kalk ve (insanları) uyar." (Müddessir, 74/1-2).                                                  

Hz. Mustafa Efendimiz gizli olarak insanları İslama davette bu­lundu. Ancak kendisiyle birlikte olanlar, (müslüman olanlar) pek az sayıda idiler. Bunların başında Ebû Bekîr Sıddîk (r.a), Hz. Ali b. Ebû Talib, peygamberimizin hanımı Huveylid, kızı Hz. Hatice idi. Hz. Pey­gamber (s.a), ashabının kalbine Allah sevgisini, Rasûlünün sevgisini ekmeye başladı. Hepsinin bu esas üzere toplanıp bir araya gelmelerini istedi. Sevgide ihlas ve samimiyet, mü'minlere yardım, kâfirlere, müş-riklere, küfre ve şirke karşı da buğzetmelerini ve bunda samimi olma­larını istedi. Zira tevhid kelimesi olan "La ilahe illallah Muhamme-dün Rasûlullah" kelimesinin manâ ve kavramı bu idi, bu şekilde iman etmek bu kelimenin ayrılmaz bir vasfıdır.

Artık burada yepyeni bir bağ ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu bağ mü'minlerin ruhlarında var olan akide ve inanç bağıdır. Artık şu husus kesinleşmekte idi. İnsanlar arasındaki gerçek bağ, akide bağı­dır. Bu, öyle bir bağdır ki mü'minin kalbi huzurla buna yatmakta ve bunda mutluluğu duymakta idi. Bu yeni tohumun gelişmesiyle birlik­te cahiliyenin cahili asabiyet ağacı da kurumaya başlıyordu. Artık tüm cahili rabıtalar ve bağlar çürüyüp kopmakta idi. Bundan böyle bu bağ­lara bakış açısı değişti, bunlar artık önemsenmiyor, giderek küçümse-niyordu. Allah ve Rasûlüne iman edenlerin ruhları ve kalbleri üzerin­de artık bu eski bağların bir önemi kalmıyor, hatta bu önemsizlik ha­disesi inanan kitlenin gönlünde giderek büyüyordu.

 

İlk Birleşmeler Ve En Doğru Adım                           

 

Hz. Muhammed Mustafa (s.a) Efendimiz, bu yeni dinin esasları­nı kendisine iman edenlere telkin etmek için Dâru'l-Erkâm'ı seçti. Ger­çekten bu naşı, ilk önderleri ve liderleri bir arada toplayan, buluşma meclisleri oluyordu. Bu öyle bir meclis idi ki, buradan Allah'ı anmak ve Tevhid inancını yeryüzüne yaymanın ışıkları yayılmaya başladı.

Göreceksin, acaba o günkü müslümanların durumu nasıldı? Bu müslümanlar şehadet kelimesini söyledikten sonra durum ne oldu? Bu soruyu Üstad Seyyid Kutub merhum şöyle cevaplamaktadır: "Doğrusu müslümanların ve İslamın Mekke'de ne bir şeriatleri ne de bir devletleri vardı. Ancak onlar Mekke'de şehadet kelimesini söylüyorlar, komutanlıklarını ve liderliklerini Muhammed (s.a)'in ko­mutasına teslim ediyorlardı, hiç vakit geçirmeksizin ona teslim olmakta idiler. Anında dostlukla ve adlarına yetki kullanımını İslam cemaati­ne ve İslam toplumuna devrediyorlardı. Adam müslüman olur olmaz, geçmişte üzerinde var olan tüm cahili esas ve prensiplerin hepsini bir çırpıda silib atıyordu, yepyeni bir döneme başlıyordu. O cahiliye dö­neminde yaşamakta olduğu tüm hayatı ve yaşantıyı da bırakıyordu, o hayattan büsbütün ilişiğini kesiyordu. O, cahiliye hayatı boyunca alışageldiği her şeyin önünde şüphe duyarak, bunlardan müthiş bir şe­kilde korkup çekinerek uzaklaşıyordu."

"Artık ortada şuurlu bir ayrılış vardı. Müslüman geçmişindeki cahiliye hayatıyla, müslüman olduktan sonraki yeni hayatı öylesine kavramıştı ki, eskiyle hiç bir bağı olmayacak şekilde her türlü bağı kesip atıyordu. Os böyle bir uzlet içerisinde yetişıi. Çevresindeki cahili top­lumla olan ilişkilerde ve onlarla olan sosyal münasebetlerinde İslamın öngördüğü ayrılış kesinlikle göz önünde tutularak sürdürülürdü."

"O, kesin olarak cahili olan toplumla ilişkisini kesti. Aynı kesin­likle de İslam cemiyetine, cemaatine bağlandı. Hatta ticaret hayatı açı­sından ve günlük muameleler bakımından bir takım münasebetleri mec­buren sürdürse de, İslamî noktada kesinlikle taviz vermiyor, müslü-manlardan ayrılmıyordu."

"Müslüman şu hususu çok iyi bilmeli. İslam şuuru ile uzlet,-dü§-mandan ayrılmak ayrı bir şeydir, günlük muameleler ise başka şeylerdir. Bunların birbirleriyle karıştırılmaması gerekir." "Müslüman şirk inancını sırtından silkip atınca ve Tevhid akidesine girince, cahili ta­savvur ve düşüncenin yerini İslamî tasavvur ve düşünce alınca, her türlü cahili bağları bırakıp, onlara duyduğu dostluğu terkedince, bu husus­ta herhangi bir aile, soy, yakınlık ve kabilecilik düşüncesinden soyut­lanınca rahatsızlıklar doğmaya başladı. Müslümanlar bu ve benzeri bağlara hiç önem vermeyip bunları sadece îslamın öngördüğü haki­kat ve gerçek çerçevesinde ele alınca, Kureyş ileri gelenlerini huzursuz eden bu hal olmakta idi."

"Artık müslümanların bir araya gelip güç oluşturmaları, bunları rahatsız etmeye başlamıştı. Kur'ân, huzurlarını kaçırmıştı. Halbuki da­ha önce de Mekke'de Hanif ^ininden olanlar vardı. Ancak müşrikler bunlara karşı hiç de ses çıkarmıyorlardı. Bunlar da müşrikler gibi inan­mıyorlardı, ibadetleri müşriklerden farklı idi. Bir tek Allah'ın Ulûhiyyetine inanıyorlardı. Her türlü dini merasimlerini ve ibadetlerini bir tek Allah'a yapıyorlardı. Fakat Hamilerin bu hali Tağut'un pek umu­runda değildi, önemsemiyorlardı. Aynı zamanda bu hanifler de müş­riklerle bir arada yaşamaktan pek huzursuz olmamakta idiler. Arala­rında bir çekişme de olmuyordu. Tıpkı günümüzdeki bazı dini kurum ve kuruluşların yaptıkları gibi. Çünkü bunlar gerçek anlamda İslamın ne olduğunu ne öğrenmişler, ne de idrakine varabilmişlerdir."

"Ancak İslâm, şehadet kelimesini ifade ile meydana gelen bir ha­reket idi. Bundan sonra cahili toplumdan tümüyle arınmak, cahilî her tür düşünceyi bırakmak, cahilî değerleri bir kenara itmekle işe başlı­yordu. Evet İslâm, cahilî her türlü bağlardan koparak, cahilî hakimi­yete ve yasalara bağlılığı bir kenara iterek tümüyle şehadet kelimesi­nin gösterdiği doğrultuda harekete geçmeyi öngörüyordu. Aynı zaman­da İslâmî davete ve bağlara dostluk göstermeyi, velayeti müslümanlara vermeyi gerektiren bir akideydi bu. Bu öyle bir davetti ki, gerçek yaşamda İslâmin tahakkukunu istiyordu. İşte bu yüzden Kureyş'ten bir topluluk Ve cemaat değişik yollarla ve değişik vasıtalarla bu dave­te karşı koymaya kalkıştılar.[230]

"Mü'minler Allah sevgisi ve Rasûlünün muhabbeti üzerinde bir araya geliyorlardı. Böylece onların bir araya gelip buluşmaları, ger­çekten içten gelen bir buluşma idi. Zira her biri Allah'a ve Rasûlüne geliyor ve alacaklarını O'ndan alıyorlardı. Onun gösterdiği hidayet ve yoldan gidiyorlardı, hep ona yöneliyorlardi. Böylece her biri din kar­deşine karşı yepyeni bir duyguyla, Allah için kardeşlik duygusuyla bağ­lanıyordu. Bu öyle bir sevgi ve bağlılık yumağı idi ki, aynı kabileden ve aynı soydan olmamalarına aralarında herhangi bir kan bağı da ol­mamasına rağmen kalbten gelen samimi bir kardeşlikle insanları bir­birine yaklaştırıyordu. Çünkü bu duygu akideye ve imana dayanıyor­du."[231]

Kur'ân-ı Kerîm, olaylar ve hadiselere göre Allah (c.c), dilediği sü­rece inmeye devam ediyordu. Ümmetin İslam akidesi üzerine eğitil­mesini amaçlıyordu. Müslümanların yükümlülükleri ve sorumluluk­ları çoğaldıkça Velâ ve Bera yani Allah için dostluk ve Allah için karşı koyma da o oranda artıyordu. Kur'ân-ı Kerim getirdiği akideyi sunar­ken kimi zaman darb'ı meseller ve örnekler verme yolunu da seçmiş­tir. Nitekim şöyle bir söz vardır. Söz, verilen örnekle açıklığa kavu­şur. Şurası bilinen bir gerçektir ki, Allah Kelamı gayet açıktır. Ancak örnekler ve darbı mesellerin getirilmesi, insanda bir tür düşünme can­lılığı doğurur, olaylar karşısında ibret alır. Böylece gidilen hatalı yol­dan dönülerek, dosdoğru yola yönelinmiş olur.

Nitekim konumuzla ilgili olarak bu örneklerden birini verebili­riz. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Allah' dan başka dost edi­nenlerin durumu, kendine yuva yapan örümceğin durumu gibidir. Halbuki evlerin en çürüğü şüphe­siz örümcek yuvasıdır. Keşke bil­selerdi." (Ankebût, 29/41)

Allah'tan başkasını dost edinenlerin durumu, örümcek ağma ben­zetilmiştir. Âyette geçen ve "ev" manâsına gelen "Beyt" kelimesi ay­nı zamanda aile manâsına da gelir. Buna göre, Allah'tan başkasını dost edinenler, örümcek ailesine benzer. Çünkü örümcekler belli bir yaş­tan sonra yalnız yaşarlar ve aralarında hiç bir bağ kalmaz. Aslında puta tapan veya Allah'a inanmayan bir kâfiri dost edinmek, tıpkı örüm­cekler gibi birbirinden habersiz yaşamaktır. Yani birbirlerine yardımcı olmazlar. Putlar, putperestlere hiç bir hususta yardım edemedikleri gibi, putperest de puta yardım edemez.[232]

"İşte insan ruhunda bu çok büyük gerçeğin yer etmesiyle, mü'min önündeki tüm kuvvetlerden ve güçlerden daha kuvvetli ve güçlü olmuş olur. Yolunda duran tüm engellen aşar. İşte bu güç sayesinde yeryüzünde büyüklük taslayan zalimlerin tüm varlıklarını ayaklar al­tına alabilirler. Çünkü bu sayede kaleleri ve sarayları yerle bir ettiler. Aslında gerçek kuvvet ve güç Allah'ın gücüdür. O halde bir mü'min Allah'ın gücü dışında süper bir güç kabul etmez. Zira diğer tüm güç ve kuvvetler, ilâhî kudret karşısında cüce güçlerdir. Mü'minin sadece Allah'ın velayetini, dostluğunu kabullenmesi gerekir. Çünkü gerçek velayet budur. Bunun dışındaki tüm velayetlerin ve dostlukların hiç bir anlamı yoktur, hepsi de değersiz ve önemsiz, çürük şeylerdir. Bunlar dış görünümleri itibariyle ne kadar yüce ve büyük görünseler de, ne kadar güçlü ve azgın olsalar da, ne kadar imkan sahibi olsalar da hep­si önemsizdir, kof ve geçersizdir. Bunlar ne kadar güç araçlarına, taş­kınlık ve azgınlık yapacak imkanlara, ne kadar başkalarını korkuta­cak şeylere sahip bulunsalar da, tüm bunların hiç bir önemi ve geçer­liliği yoktur.[233]

Mustafa (s.a) Efendimiz, davetini insanlara üç yıl gizli olarak yay­dı. Bu konuyu siyer ve meğazî âlimleri eserlerinde gayet etraflı olarak açıklamışlardır.[234]

Ancak Mekke'de artık İslamm gizlenecek bir yönü kalmayıp, her­kes tarafından bu din öğrenilip konuşulunca, Allah'ın ve Rasûlü Mu-hammed (s.a)'in bu işini herkes konuşur olunca durum değişti. Çün­kü Allah (c.c), Peygamberine verdiği emrin artık açıkça ilanını ve müş­riklerle kâfirlerin kafalarını ve beyinlerini çatlatırcasına açıklamasını istedi. Allah'ın emrini insanlara bildirmeye başlamasını ve insanları buna davet etmesini istiyordu. İşte bunun için Rabbimiz şu âyeti in­dirmişti:

"Sana enırolunanı açıkça söyle ve ortak koşanlardan yüz çe­vir!” (Hicr, 15/94)

Yine Rabbimiz peygamberine şöyle buyuruyordu:

 "(Önce) en yakın hısımları­nı; uyar. Sana uyan mü'minlere (merhamet) kanadını indir." (Şuarâ, 26/214-215)[235]

Artık bundan itibaren müslümanlar imtihan edilmeye başlandı. Bu imtihan görünürde şiddet, baskı ve zulüm gibiydi. Hakikatte ise bir nimet idi. Çünkü bunun sonucunda kim doğrudur, kim yalancıdır ortaya çıkıyordu. Temiz ile iğrenç ve kirli olan ortaya çıkıyordu. Ni­tekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Elif, Lâm, Mîm. İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece "îman ettik" demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar. Andol-sıın ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya çıkaracaktır." (Ankebût, 29/1-3).

Rasûlullah (s.a)'ın ashabı sırf akideleri yüzünden bir çok sıkıntı­lara, şiddete maruz kaldılar, bir çok şeylerle imtihandan geçtiler. Hatta bunlar gittiği yerlerde kendi kavimleri tarafından kıldıkları namaz ile alayla karşılanıyorlardı.[236]

 

Yapılanlara Karşı Müslümanların Cevabın (Davada Samimiyet)

 

Acaba, Allah düşmanlarının mü'minlere tattırdıkları azab ve iş­kence karşısında müslümanlar nasıl karşı koydular, müslümanlann bunlara cevabı nasıl oldu? Genel olarak müslümanlar kendilerine karşı işlenen cinayetlere, Bilal Habeşî'ye yapılanlara, Yasir ailesinin başına gelenlere, kısaca özellikle adı geçen bu ve benzeri mustazaflara yapı­lanlara nasıl cevap verdiler.

Gerçekten de yapılan bunca işkencelere karşı güzel bir sabır, iyi bir katlanma ve bir ayrılış. Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"Onların (müşriklerin) söy­lediklerine sabret (katlan) ve on­lardan güzellikle ayrıl. Nimet İçin­de yüzen o yalanlayıcılan bana bı­rak ve onlara biraz mühlet ver." (Müzzemmil, 73/10-11)

Hz. Mustafa Efendimiz sadece dayanıp sabretti. Çünkü onun eği­timi ve terbiyesi, kendisiyle birlikte olan mü'minlerin ruhlarını temiz­leyip arıtmaya kefil idi. Bundan böyle hergün ruhça güçleniyorlar, kal­ben arınıyorlar ve ahlak açısından da tertemiz oluyorlardı. Böylece maddî saltanatı ve gücü bırakıp gerçek hürriyete, şehevî bir çok şeyi terkedip asıl özgürlüğe kavuşuyorlardı. "Hz. Peygamber (s.a), onları sabretmeye, yapılan işkencelere dayanmaya, iyi bir şekilde onları ba­ğışlamaya çağırıyordu. Hz. Peygamber (s.a) kendilerine karşı koyma­malarını söylüyordu.

Halbuki bunlar savaşçı bir toplum idiler, sanki bunlar doğarken beraberlerinde kılıçla doğmuşlardı. Bilindiği gibi, İslam'dan önce Besûs, Dahis ve Gabrâ savaşları meşhurdur. Bu arada Ficar savaşını da unutmamak gerekir."[237]

Ancak bunların savaşçı karakterlerini Rasûlullah (s.a) engelledi. Onların araplık damarını engelledi ve hepsini kendi emrine boyun eğ­dirdi. Hepsi böylece ellerini savaştan geri çektiler. Bu arada Kureyşlilerin tahrik edici davranışlarına rağmen daima dayandılar. Hiç bir kor­kaklık ve acizlik göstermeden dayandılar.[238] İşte Mekke'de müslümanların düşmanları karşısındaki durumu bu idi.  

Ancak müslümanların kendi aralarındaki dostluk ve bağlılıkları­na gelince şunu belirtmek isteriz: Bu hususta Hz. Mustafa (s.a) Efen­dimiz iki önemli temel noktayı, müslümanların ve inananların kalbi­ne yerleştirmek için çok titiz davrandı. Bu iki önemli temel husus şu idi:

1- Allah'a iman. Bu her şeyden münezzeh ve yüce olan Allah'ı tanımaktan doğan bir iman idi. Kalblerde o imanın tüm nitelikleri, takvası, murakabesi pek uyanık ve hassas bir şekilde beliriyordu. Bu öyle bir iman bağı idi ki, ruhların derinliğine çok az durumlarda gö­rülebilen hassasiyette erişen bir iman idi ve bunun tarifi de hiç bir za­man yapılamaz.

2- Son derece yüksek bir sevgi ve muhabbet. Ruhların derinliğine nüfuz eden bir sevgi idi ve bu sevgi karşılıklı olarak böylece sürüp gi­diyordu. İslâm cemaati öyle bir duruma gelmiş oluyorlardı ki, şayet bu manâda bir gerçekleşme olmamış olsaydı, bu, adeta rüyalarda var olan bir sevgi sayılırdı, fakat bu, bir rüya değildi, gerçekler aleminde süre gelen bir olaydı.[239]

Doğrusu Allah için sevmek noktası var ya, mü'minler işte bü sevgi üzerine birleşip bir araya geliyorlardı. Aynı zamanda bir araya gelip birleşmelerinin bir başka nedeni, bu davete tabi olurlarken ya bir gay­retten ötürü tabi oluyorlardı veya içteki bir aşk ve sevgiden ve aynı zamanda sıkıntıya ve işkenceye maruz kalmalarından ötürü bir araya geliyorlardı. Buna bağlı olarak her türlü elem, acı, keder veya sevinç ve mutluluk onları birleştiriyordu. İnsanî şefkat ve acıma duygusu, müslümanların karşılaşmış oldukları kötülükler veya iyiliklere bağlı olarak kişide ya sevgi oluşturuyordu veyr* buğz ve kin...[240]

Ebû Bekir Sıddîk (r.a), müslüman olduktan sonra, bir gün Mek­ke'de inancı yüzünden ayaklar altına alınıp dövüldü, çiğnenerek ve tek­melenerek zulm edildi. Şimdi müslümanların başlarına gelenlere bir örnek olsun diye ve bu arada “Daru'l-Erkam"da bir araya gelmenin eğitici sonucunu görelim diye bir tek örnek sunalım. O örnek yukarı­da adı geçen ve bu ümmetin Sıddîkî olarak bilinen tek insan Hz. Ebû Bekir (r.a)'dir.

Evet Hz. Ebû Bekir müslürnan olmasından sonra, kendisine iş­kence yapıldığı bir sırada müşriklerin önde gelenlerinden Utbe'b. Re-bia, ona yaklaşıp, Hz. Ebû Bekir (r.a)'i, ayağındaki bir ayakkabıyla tekmelemeye girişti. Bu sert ayakkabıyla Hz. Ebû Bekrin yüzüne yü­züne vuruyordu. Hıncını alamayınca bu defa, Hz. Ebû Bekr'in üzeri­ne çıktı, onu ayakları altına alıp, neredeyse tamnamayacak şekilde döv­dü, yüzünü gözünü adeta birbirine geçirdi.

Benû Teym, Hz. Ebû Bekr'i bir yaygının üzerine koyarak, alıp evine götürdüler. Artık ona kesin öldü gözüyle bakıyorlardı. Nihayet akşama doğru konuşmaya başladı. İlk konuştuğu sözler, "Rasûlullah (s.a) ne yapıyor? O nasıldır." oldu? Hemen onu yeniden dil uzatma­ya ve.kınamaya başladılar. Sonra da kalktılar ve Hz, Ebû Bekr'in an­nesi Ümmülhayr'a şöyle dediler:

- Hele bir bakıver, acaba bir şey yer veya içer mi. Ancak Hz. Ebû Bekr (r.a) annesiyle başbaşa kalınca, annesine yaklaşıp şöyle konuştu:

"- Rasûlullah ne yapıyor? O nasıldır?" Annesi bunun üzerine oğ­luna şöyle cevap veriyordu:

- Allah'a yemin ederim ki, ben senin arkadaşının ne durumda ol­duğu hususunda bir bilgiye sahip değilim.

Hz. Ebû Bekir (r.a), annesinden arzu ettiği cevabı alamayınca, annesine:

"- Hattab'ın kızı ÜmmücemîIMn yanına var, ondan Rasûlullah (s.a)'m ne durumda olduğunu sor ve öğren" dedi. Annesi hemen Üm-müçemil'in yanına vardı ve:

-  Ebû Bekir, senden Abdullah oğlu Muhammed'in ne durumda olduğunu soruyor? dedi. Ümmücemîl:

"Ben ne Ebû Bekr'i tanırım, ne de Abdullah oğlu Muhammed'i" ancak sen istersen, seninle birlikte oğlunun yanına kadar gidebilirim" dedi. O da bu teklifi kabul etti. Hemen birlikte kalkıp Hz. Ebû Bekr'­in yanına vardılar, Hz. Ebû Bekr'in gerçekten ağır bir şekilde yara­landığını ve adeta yerinden bile kıpırdayacak durumunun bile olma­dığını görünce, Ümmücemîl Hz. Ebû Bekr'e yaklaştı ve şöyle feryad etti.

- Allah'a yemin ederim, bir toplum ki, sana bunu yaptılar, o top­lum gerçekten fâsık ve kâfir bir toplumdur. Allah'tan kesin ve içten dileğim o ki, senin intikamım onlardan alsın. Ebû Bekir (r.a):

Rasûlullah (s.a) ne yapıyor, o nasıldır? diye sordu. Ümmücemîl:

-  Şu anda annen yambaşımızda duruyor ve dediklerimizi de işi­tir, dedi. Hz. Ebû Bekir (r.a):

-  Korkma, ondan sana bir zarar yok dedi. Bunun üzerine Üm­mücemîl:

"- O sağ salimdir" cevabını verdi. Bu defa, Rasûlullah (s.a)'ın nerede kaldığım sordu. O da:

"- İbn Erkam'ın evinde" diye cevap verdi. Bu defa Hz. Ebû Be­kir (r.a):

- Ben Rasûlullah (s.a)'ın yanına varıp onu görmedikçe ne yer, ne de içerim" dedi. Hz. Ebû Bekr'in annesiyle Ümmücemîl, Hz. Ebû Bekr'in beklemesini istediler. Kendisi dinlenince ve insanlar da sükû­net bulunca, her iki kadın, onun koltuklarına destek olmak suretiyle alıp kendisini Rasûlullah'm yanına götürdüler.[241]

Aman Allah'ım! Öldürülesiye dövülmüş bir adam! Her tarafı yara-bere içinde, suya en çok ihtiyacı olmasına rağmen, Rasûlullah'ı gör­medikçe bir içim su bile içmekten kaçmıyor!

Gerçekten bu nasıl bir eğitim ve terbiye olabilir? Evet bunun üze­rinde bir başka eğitim ve terbiye gösterilemez. Gerçekten bunun için şöyle diyebiliriz. Bu, Hz. Muhammed Mustafa'nın eğittiği ve terbiye ettiği özel ve tek kuşaktır. Ne geçmişte ne de şimdi bunun bir örneği gösterilemez.

 

Mekke Döneminde Düşmanlarla Münasebetin Özellikleri

 

Aslında Mekke aşaması müslümanların kendileriyle düşmanları olan müşrikler arasında savaş ve kavga olmaksızın devam edilmesi ge­reken bir ilişki dönemi idi. Bu ilişki sadece hakkı açıklamak, kendile­rine yapılan eza ve işkencelere de sabırla dayanmaktı. Ayrıca müslü-manlar, Mekke ve çevresindeki anlaşmalarım, Taif ve çevresini dai­ma hesaba katmak durumunda idiler. Zira bütün buralardan gelen ezi­yet ve işkenceler, zulümler Hz. Peygamber (s.a)'e ve Bilal Habeşî'ye, Habbab b. Eret'e ve daha birçok müslümanlara -Allah hepsinden ra­zı olsun- yönelik idi. İşte bu bakımdan müslümanlar bunların tümünü hesaba katmakla yükümlü idiler.

Zaten bu merhale ilişkileri barış yoluyla sürdürmeyi gerektiriyor­du. İman gerçeklerini sunarken çok etkin bir şekilde sunmak gerekli­liği bunu zorunlu kılıyordu. Bütün bu gibi sebepler, mü'minlerin sa­bırla her türlü dayanma ve katlanma güçlerini ortaya koymalarını ge­rektiriyordu. Kaldı ki, düşünen ve akıllı davranan bir kişiye düşen va­zife de ziuen budur. Bütün bunlara rağmen Kureyş için önemli olan, iman etmeleri ve bu davete katılmalarıydı. Eğer, onlar heva ve istek­lerine geçici olan liderliklere, maddî güç ve varlıklara, kazançların şa­şaasına kapılmamış olsalardı, hemen hak olan davete katılırlardı.[242]

Bu dönemde Peygamberi eğitim, gerçekten büyük bir önem taşı­yordu. Bu kişilerin nefsine ve ruhuna hakim olabilen, onları belli bir disiplin ve zapt altına alan bir eğitim şekliydi. Yapılan eziyet ve işken­celere sabrediyorlar, tüm patlama ve karşı koyma istekleri, ilerisi için yapılan hazırlıklar yüzünden gemleniyor, herhangi bir saldırıya geçil­mesine mani olunuyordu. Cahillerin cehaletine, azgınların da zulüm ve baskılarına dayanılıyordu. Ama bunlara karşı dayanma gücü sür­dürülürken hiç bir zaman kendilerini zelil görmüyorlar ve rezil ettir­miyorlardı. Hiç bir ümitsizliğe ve korkaklığa da yer vermiyorlardı. Belki tüm müslümanlar, Allah (c.c)'ın mutlaka kendilerine zafer ve yardım ihsan edeceğine kalben iman ediyorlardı. Bu manâda moralleri çok yüksekti. Müşriklerin şirklerine, sapıklıklarına ve fitnelerine asla önem vermiyorlardı.[243]

Bu konuda asıl önemli olan; Mekke'de Rabbanî hikmet gereği sa­vaşın farz kılınmamasıdır. Bilindiği gibi kâfirlere ve müşriklere, kısa­ca İslam düşmanlarına karşı savaşmak Medine döneminde meşru kı­lınmıştır. Ancak müslümanlar Mekke'de iken, müşrikler sayıca gayet fazlaca müslümanlar ise çok az sayıda idi. Böyle bir durumda şayet kendilerine düşmanlarıyla savaşmak emr olunmuş olsaydı, gerçekten /durum pek ağır gelebilirdi. Ancak Yesrîb (Medine)'liler Akabe gece­sine Rasülullah (s.a) Efendimizle biatleşince durum değişti.

Biatte (sözleşme-Anlaşma) bulunan Yesriblilerin sayıları seksenin üzerinde idi. Bunlar biatleri esnasında Rasülullah (s.a)'a şöyle de­mişlerdi:

"Ey Allah'ın Rasülü! -Mina'yı kasdederek- biz şu vadi halkı üze­rine yönelip, mina gecelerinde onları öldürmeyelim mi?" Hz. Peygam­ber (s.a) şöyle buyurdular: "Ben bununla emrolunmadım."[244]

Biz bu konuda ve diğer şer'î yükümlülüklerdeki hikmeti araştı­rırken -Seyyid Kutub merhumun da dediği gibi- kesin bir şey elde ede­meyiz. Çünkü böyle bir şey yapmamız halinde Allah (c.c) tarafından bizim için açıklanmamış olan bir hikmet konusunda Allah adına -haşa-bir şeyler söylemiş oluruz, hiç de gerçek anlamda sebep ve illet teşkil etmeyen şeyler söylemiş olabiliriz.

Esasen mü'minin herhangi bir sorumluluk ve teklif karşısındaki tutum ve davranışı ya da şer'î hükümlerden herhangi birisi karşısın­daki tutum ve davranışı mutlak teslimiyet olmalıdır. Zira her şeyden yüce ve münezzeh olan Rabbimiz her şeyi en iyi bilen ve her şeyden haberdar olandır. Ancak bizler herhangi bir sebepten veya hikmetten söz ederken, bunu bir ictihad ve sırf bir ihtimal olarak söyleyebiliriz. Zira gerçeği sadece ve sadece Allah (c.c), bilir. Kaldı ki O, bize bunu ne tahdîd de etmiştir ne de sarih ve açık bir nass ile bizi bundan ha­berdar etmiştir.[245]

İşte bütün bu sebep ve nedenleri Merhum Seyyid Kutub iki önemli eserinden biri olan "Fî Zilâl"da Nîsâ sûresinin tefsirinde ve "Yoldaki İşaretler" adlı eserinde zikrediyor. Bunu bu kitabın "Allah yolunda Cihad" bölümünde zikretmiştir. Ben de bunu özet olarak aşağıda sun­maya çalışayım:

1- Aslında Mekke döneminde savaş yapılmaması ya da savaşa baş­vurulmaması belirli şartların var oluşundan ileri gelmektedir. Belli şart­lar içinde, belirli bir yapıdaki, belirli bir kavmi eğitmek, yetiştirmek vb. gibi bir hazırlık dönemini oluşturuyordu. Aynı zamanda böyle bir ortam içerisindeki eğitimin amaçlarından biri, korunması altında bu­lunanlarla kendi şahsına karşı alışkanlıkları gereğince şereflerini ze­deleyici olarak katlanamadığı davranışlara karşı Arap insanının sabırlı olmasını sağlayacak bir ruh ve nefis eğitimidir. Böylece kişiliğinin dar görüşlü endişelerinden ayrılacak, özünden sıyrılacak, artık gerek ken­disi ve gerekse himayesi altında tuttuğu kimseler nazarında hayatının ekseni ve eylemlerinin itici sebebi olmayacaktı. Bunun bir başka ama­cı ise sinirlerine hakim olması konusunda onu eğitmek olabilirdi. Böy­lece özelliği gereği, ilk karşılaştığı faktör karşısında parlamayacak, ilk heyecan meydana getirici etken karşısında ayranı kabarmayacak, huy ve davranışlarına ağırbaşlılık, soğukkanlılık hakim olacaktı. Bunun bir diğer amacı da bu insanın hayatta karşılaşacağı her bir problemin çözümünde başvuracağı, alışkanlık ve geleneklerine ne kadar ters gel­se de tüm davranışlarını emirlerine uygun olarak yapabileceği bir yö­netim mekanizması olan düzenli bir topluma uyacak şekilde eğitmek olabilirdi. îşte bunlar, disiplinli bir yönetim mekanizmasına uyan, ye--tişkin, uygar, barbarlık ve kabilecilik geleneklerinden sıyrılmış bir "İs­lam Toplumu" kuracak bir müslüman şahsiyetinin hazırlanmasında temel taşı oluşturmakta idi.

2- Bunun bir diğer sebebi de, Kureyş kabilesi gibi şeref ve onuru­na düşkün, kendisiyle bu merhalede girişilecek bir savaşın onu aşın inatçılığa sürükleyip yeniden kanlı intikamlara sevkedebileceği bir or­tamda, barışçı çağrı, daha etkili ve daha geçerli idi. Aynı zamanda böyle bir yol daha etkili olmamış olsaydı o zaman araplar arasında alışıla gelenlere benzer "Dahis ve Gabrâ", "Besûs" savaşları gibi bir çok kabilenin tümüyle kökünü kazımış ve yıllarca sürmüş olan çatışmala­ra benzer savaşların çıkmasına yol açacaktı. Bu aynı zamanda yeni öc alma ateşlerini de tutuşturabilirdi. Artık hiç dinmeyecek olan bu yeni kin alevi onların zihin ve hatıralarında İslam ile irtibatlanırdi. Bu ba­kımdan İslâm daha işin tâ başında iken, artık bir kurtuluş çağrısı ve bir din olmaktan çıkıp aslî simasını bundan böyle hiç bir zaman hatırlanamayacak bir biçimde unutturan bir intikam, öç ve kin hatırasına dönüşürdü.

3- Mekke'de savaşa girişilmemesinin bir başka nedeni de şu ola­bilirdi. Mekke dahilinde her bir evde ve her bir çatı altında meydana gelebilecek bir çatışmadan ve kavgadan kaçınmak. Zira ortada mü'-minlere işkence çektiren, eziyet eden genel ve düzenli bir otorite yok­tu. Ancak her ferdin büyüğü bu eziyet ve işkence görevini yüklenmiş­ti. Her şahsa, onun büyüğü, ona hem işkence çektiriyor, hem eziyet ediyor ve hem de onu yetiştiriyordu. İşte böyle bir ortamda savaşa izin

vermek demek, her evde çatışma ve vuruşma olması demekti. Daha' sonra ise "İşte İslâm budur" denecekti. İslâm savaştan uzak durmayı emrederken, yine de bu söz söylendi. Nitekim Kureyş propagandacı­ları Hac mevsiminde ve panayırlarda "Muhammed (s.a), ana-babalarıyla çocuklarını birbirinden ayırıyor, o kavmini ve aşiretini ayır­manın da ötesinde ebeveyn ile evlat arasına giriyor" diye propagan­dalarını sürdürmekte idiler. Henüz ortada böyle bîr şey yokken, Kureyşliler de böyle bir propagandayı yürütüp dururlarken, bir de Hz. Peygamber bir çocuğa, babası ve annesi ile savaşmasını, onları öldür­mesini, kölenin efendisine karşı çıkmasını emretseydi acaba durum ne olabilirdi?

4- Bir başka sebeb te şu olabilirdi. İlk müslümanlara dinlerinden ötürü eziyet eden, işkence çektiren ve sıkıntı veren kimselerin sonra­dan İslâm ordusunun ihlaslı ve samimi erleri, hatta komutanları ola­cağı hakkındaki ilahî bilgiydi. Nitekim Hz. Ömer b. Hattab bu gibile­rin arasından çıkmadı mı?

5- Bunun bir başka nedeni de şy olabilir: Kabile yapısı içinde arap gururunun zedelenmesine rağmen davasından dönmeyen mazlum ve ezilmiş karşısında baş kaldirmasıdır. Özellikle işlenen bu zulüm şayet saygın kişilere karşı ise, Kureyş bünyesinde bu görüşü destekleyen bir çok gelişmeler görülmüştür. Meselâ İbn Düğüne[246] Gerçekten say­gıdeğer bir insan olan Hz. Ebû Bekr'in Mekke'den göç etmesine rıza göstermemiştir. O böyle bir durumu araplar için aşağılayıcı ve onur kıneı bir hareket olarak görmüştür. İşte sırf bunun için o Hz. Ebû Bekr'e komşuluk ve himaye teklifinde bulunmuştur. Nitekim bu tür tezahürlerin sonuncusu Ebû Talib Şi'binde (bölgesinde) Haşimoğul-ları üzerine uygulanan kuşatma ile ilgili yapılan antlaşmanın geçersiz sayılması olmuştu.

6- Mekke'de savaşa izin verilmemesinin bir diğer sebebi, müslümanların sayılarının az olması ve sadece Mekke'de bulunmuş olabil­meleri olur. Zira davet, henüz arap yarımadasının diğer kısımlarına ya henüz ulaşamamış veya dağınık haberler halinde ulaşabilmiş du­rumda idi. O sırada diğer Arap kabileleri, problem nasıl çözümlenecek diye Kureyş kabilesinin kendi bünyesinde doğabilecek olan bir sa­vaş karşısında tarafsız bir tavır takınıyorlardı. Böyle bir durumda ko­pabilecek olan sınırlı bir savaş, sayısı henüz az olan müslüman toplu­mun tümüyle kıyımı ile sonuçlanabilirdi. O zaman verilcek şehitler­den bir kaç kat daha fazla kimse öldürülmüş olsa bile; şirk yerinde kalacak, müslüman cemaat ortadan siliniverecek ve böylece yeryüzünde ne İslâmî bir düzen ne de pratik bir cemiyet yapısı kalacaktı. Oysa İs­lâm, yaşama metodu ve aksiyona dönük, yaşanan bir toplum düzeni olmak için gelmiş bir din idi. Hem dünyaya ve hem ahirete dönük bir nizâm olarak...

7- Orada bütün bu sayılar tecavüzleri ortadan kaldıracak kahr edici bir hal da yoktu, savaşı emretmek, eziyetleri önlemek gibi. Esasen bu davette temel unsur "Bizzat davetin kendisinin varlığı idi". Bu hem hakim ve hem de gerçekleşmesi gereken bir dava idi. Özellikle bu da­vetin varlığı, onu davet eden Hz. Muhammed (s.a)'in şahsında var idi. Hz. Muhammed (s.a)'in varlığı ise, Haşimoğullannın kılıçlarının (si­lahlarının) himayesinde idi.

Hz. Muhammed'e bir el uzanmayacakti. Çünkü böyle bir el der­hal bu aile tarafından kesileceği tehdidini yemişti. İşte bu bakımdan hiç bir kimse Hz. Muhammed'in davetini Kureyş'in toplanma mahal­lerinde ve alanlarında, Ka'be etrafında açıklamasına ve ilanına engel olamıyordu. Safa tepesinde, bir çok genel toplantı mahallerinde o bu tebliğini sürdürürken kimse, onu hapsetmeye veya öldürmeye cesaret gösteremiyordu. Ya da onun söylediğinin ayniyle de karşılık vermeye cesaret gösteremiyorlardı.

Aksine onlar, Hz. Peygamberdin ilahlarına dil uzatmamasını ve­ya onları ayıplamamasını ve engelleme noktasında bir engelleme iste­ğinde bulunamıyorlar, atalarının dinlerine sövmekten ve bunun gibi

peylerden vazgeçirmek istediklerinde, susturamıyorlardı. Ya da ken­dilerine şirin gözüksün gibi, yani yağcılıkta bulunsun gibi bir teklif ve istekte bulunmalarının da bir manâsı olmuyor ve bu tekliflerin hiç biri Rasülullah tarafından kabul edilmiyordu. Yani Hz. Muhammed (a.s)'in de onlar gibi, bazı ibadetlerini ve adetlerini taklid ederek on­lara uymasını istiyorlardı, ancak bunların hiç birisi kabul edilmiyordu.

Bizim sandığımız gibi bütün bu değerlerin bazısı Allah'ın hikme­ti gereği idi. Bununla birlikte mü'minlere, onlara ellerini uzatmama-

ları emrediliyor, namaz kılmaları ve zekat vermeleri emri geliyordu ki, böylece onların eğitimleri ve hazırlıkları tamamlanmış olsun. Aym zamanda müslümanlar kendilerini yöneten kişinin emrini beklemeyi bilsinler ve vakit kazancı gerçekleşsin. Böylece, bizzat kendileri tüm problemleri ortaya çıkarmış olacaklar, iç eğitimleri tamamlanmış ola­cak ve kendi şahısları için herhangi bir istekleri olmadan tüm istekleri sırf Allah rızasına yönelik olacaktı. (Fî Zilâlî'den özetlenerek alındı.)

Mekke dönemine şöyle bir dönüp bakan kimse, 13 yıllık bu dö­nem içerisinde şu gerçeği görecektir. Her bakımdan ve gerçek anla­mıyla "La ilahe illallah" Kelime-i tevhidinin asıl manâsını ve kavra­mını gönüllere ekmek, bu manâda gereken hazırlığı yaparak bu eğiti­mi gerçekleştirmektir. Bu kelimenin manâ ve öneminin idrakini sağ­lamak, bu akidenin beyinlere ve gönüllere sunulmasını en iyi bir şekil­de sürdürürken acele etmemek, zamanı çok iyi değerlendirmek gere­kiyordu. Çünkü akide gerçekten gönüllere gereğince aşılanmak iste­niyordu. Bu, gayet önemle ve titizlikle, yılmadan süreklilik kazanmakla sağlanırdı. Zira bu akideyi aşılarken acele etmek, bu uğurda anarşiye gitmek hiç de doğru değildi. Yani aceleciliğin ve anarşî'nin böyle bir hizmette payı yoktu.

Burada dikkat edilecek husus şu ki; Allah için davete atılanların, mutlaka Hz. Mustafa (s.a)'mn ashabını nasıl eğittiği noktasında bi­raz olsun durmalılar. Rasülullah (s.a), bu akideyi onlara nasıl aktar­mıştır, bunu gerçekten uzunca bir süre durup değerlendirmeleri gere­kir. Böylece ondan alınacak ibretleri alınmış ve onu kendilerine örnek edinmiş olacaklardır. Zira cahiliyenin önünde durulabilmesi için, is­ter çok eskilere dayansın, ister yeni veya geleceğe yönelik olsun, an­cak şu tip insanlara ihtiyaç duyulmaktadır. Kalbleri Rabbani akide­nin sevinciyle dolup taşan ve aym zamanda tâ kalblerinin iç derinlik­lerinde yer etmiş olan "La ilahe illallah" kelimesinin gereğini yerine getirenler için ancak şöyle söylemek doğru olabilir:

"Mü'minler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var." (Ahzâb, 33/23).

Bu mü'minler hiç bir zaman düşman kuvvetleri önemsemezler, onların gücünü herhangi bir güç de yenemez. Çünkü bunların velisi, yardımcısı bizzat Allah (c.c)'dır. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmak­tadır:

"Allah, kendisine (kendi di­nine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir.'* (Hac, 22/40).

İbn İshak da şunları yazıyor: "Rasûlullah (s.a), ashabının başına gelen musibetleri ve bu arada kendisinin Allah (c.c) sayesinde oluşan amcası Ebû Talib'in yardım isteğiyle gördüğü afiyet yanında, ashabı­nın başına gelenleri önleyemiyordu. İşte Rasûlullah (s.a) bunun üzeri­ne ashabına şöyle diyordu: "Şayet Habeşistan topraklarına gidebilir-seniz, orada bir melik vardır ki, onun yanındakiler hiç bir zulme uğ­ramamaktadırlar. Zira onun toprağı doğruluk toprağıdır. Olur ki şu anda içinde bulunduğunuz durumdan Allah (c.c) sizi çıkarır ve kurta­rır." İşte bunun üzerine Rasûlullah (s.a)'ın ashabından olan müslü-manlar, başlarına gelebilecek tehlikelerden ve fitneden korunmak için Habeşistan toprağına çıktılar. Dinleri için Allah yolunda ülkelerini ter-kedip çıktılar. Bu, İslamda ilk hicret idi."[247]

Daha sonra Allah'ın lütfü ve merhameti müstazaf olan mü'min-leri bütünüyle kuşatmıştır. Bu da Hz. Ömer b. Hattab (s.a)'ın müslüman olmasıyla başlamıştı. Zira Allah (c.c), onun müslüman olmasıy­la müslümanları güçlendirdi. İşte bundan dolayı Abdullah b. Mesûd (r.a), ondan şöyle sözetmektedir: "Doğrusu Hz. Ömer'in müslüman oluşu bir fetih oldu, onun hicreti bir zafer idi, onun emirliği ise bir rahmet idi. Biz, Hz. Ömer (r.a), müslüman oluncaya dek, Ka'be'nin yanında namaz kılamamıştık. Hz. Ömer (r.a), müslüman olunca, Kureyş'e karşı koymuş ve direnmiş, öyleki gidip Ka'be'nin yanında na­maz kılmış ve biz de beraberinde namaz kılmıştık."[248]

Bu çok büyük bir nimetti. Evet bu nimet Hz. Ömer'in İslam'ı ka-bttl edişiyle ortaya çıkmıştı. O Ömer ki, tüm yardımlarını ve desteğini daima müslümanlardan yana kullanmış, her tür kinini ve düşmanlığı­nı da, uzak durmayı da kâfirlere karşı sürdürmüştür. Nasıl olmasın ki, o müslüman olduktan sonra, tüm müslümanlarla bir tek güç ve bir tek el olmuştu. Sonra o şöyle demişti: "Elinizden geleni yapın. Allah'a yemin ederim ki, biz üçyüz kişi de olsak, Mekke'yi size bıraka­cak değiliz, ya da siz onu bize bırakıncaya dek bunun peşini bıraka­cak değiliz."[249]

Müslümanlardan Habeşistan'a hicret edenler, Hz. Ömer (r.a)'in İslamiyeti kabul ettiğini öğrendiklerinde çok sevindiler. Bunun üzeri­ne hicret edenlerden bazısı Mekke'ye tekrar döndü. Ancak Kureyş tüm müslümanlara türlü türlü işkenceler ve eziyetlerde bulun uvordu. Müs­lümanlar daima baskı altında idiler. Ancak Kureyş'in müslümanlara karşı bu tür baskısı, onları daha da güçlendirdi, dinlerinde sebata ve direnişe yöneltti. Tekrar Habeşistan'a dönenler oldu. Ancak bu ko­nuda direndiler ve hiç dönmediler. Hep Allah (c.c) tarafından pek ya­kında gelecek olan zaferi ve kurtuluşu ümitle beklediler.

Daha sonra Hz. Peygamber (s.a) ile beraberindeki mü'minlĞr bir başka musibetle karşı karşıya kaldılar. Bu da Allah'a davet yolunda bir başka imtihan idi. Bu imtihan ya da ders Rasûlullah (s.a)'ın amca­sı Ebû Talib'in vefatıyla başlıyordu. Çünkü Ebû Talib hep müslüman­lara arka çıkmış ve onları himayesine almıştı. Bu arada Rasûlullah (s.a) eşi ve annemiz Hz. Hatice'yi kaybetti. Bu, İslamı kabul eden ilk ha­nım idi. Aynı zamanda saliha İslam hanımlarının biricik örneğiydi. İşte bu noktada Allah düşmanları Rasûluüah'a karşı daha aşırı baskı­ya geçtiler. Ancak Allah (c.c) her şeyden büyüktür. Bunun üzerine Hz. Muhammed Mustafa, Kureyş dışında kendilerini himaye edecek biri­lerini aramaya yöneldi. Belki böylece ona yardım eden ve davetine ica­bet edenler olabilirdi. Bu amaçla Taife gitti. Ancak Sakif kabilesi Ra­sûlullah (s.a)'ın tüm ümitlerini boşa çıkardı, onunla alay etti, eziyette bulundu. İşte bunun üzerine Rasûlullah (s.a) Rabbine yönelerek şöyle niyazda bulunuyordu:

"Ey Allah'ım! Güçsüzlüğümü, çaresizliğimi, halk nazarında hor ve hakir görülüşümü sadece sana şikayet ediyorum. Ey merhametlile­rin en merhametlisi! Sen ezilenlerin, hor görülenlerin Rabbisin. Sen benim Rabbimsin. Beni kime bırakıyorsun? Bana saldıran bir uzak insan eline mi, yoksa işimi kendisine bıraktığın bir düşmana mı? Şa­yet Sen bana gazabetmezsen, ben çektiklerime önem vermem, aldır­mam. Ancak şunu biliyorum ki, senin bana olan afiyetin çok daha bol ye geniştir. Karanlıkları aydınlatan yüzünün nuruna sığınıyorum. Çünkü dünya ve ahiret işleri, o nur üzerine, düzelmiştir. Gazabına uğ­ramaktan ya da öfkeni çekmekten sana sığınırım. Hoşnut kalacağın kadar sana memnuniyetimi arzediyorum. Güç de Senindir, kuvvet de Senin.[250]

Daha sonra Rasülullah (s.a) Mekke'ye döndü.

Burada İslama davet edenlerin görevi, Muhammed Mustafa (s.a)'nm şu sözü üzerinde durup düşünmektir:

"Şayet sen bana gazab etmezsen, ben başıma gelenlere aldırmam, önemsemem." İşte bu ifade üzerinde çok düşünmeliler. Müslüman bir davetçinin tüm amacı ve gayesi Allah rızası olmalıdır, bununla yetin­melidir. Bundan sonra da insanların işlerini ele almalıdır. Bu ise pek büyük bir önem taşımaz. Çünkü asıl amaç Allah rızasıdir.

 

Müşrik Akrabaya İyilikle Davranmak

 

Mekkî olan Kur'ân âyetlerini araştırırken, müslümanlarla bunla­rın kâfir ve müşrik olan yakınları arasındaki ilişki ve münasebetlerin her alanda kesildiğini görmüştük. Yani bir müslüman yakını da olsa bir kâfiri veli olarak tanıyamaz, ona sevgi ve saygı göstermez, bunla­ra herhangi bir yardıma da koşamaz. Evet bunları görmüştük. Ancak bütün bunlara rağmen Kur'ân şunu da emretmektedir. Onlarla olan akrabalık bağlarının koparılmamasını, kendilerine iyilikle muamele edilmesini emretmektedir. Kur'ân bunu emrederken, kesinlikle bu kâfir ve müşriklerin bir veli ve yardımcı olarak tanınmamasını da istemek­tedir. Yüce Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

"Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye (emr) et­mişizdir. Eğer onlar, seni, hakkın­da bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) bana ortak koşman için

244. zoriarlarsa, onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak banadır. O zaman, size yapmış olduklarınızı haber vereceğim." (Ankebût, 29/8)

Bir başka âyet meali de şöyledir:

"Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü kö­rüne) bana ortak koşman için zor­iarlarsa, onlara itaat etme. Onlar­la dünyada iyi geçin. Bana yöne­lenlerin yoluna uy. Sonunda dö­nüşünüz ancak banadır. O zaman size yapmış olduklarınızı haber veririm." (Lokman, 31/15)      

Beğavî, Ankebût 8. âyetiyle bu âyetin Sa'd b. Ebî Vakkas (r.a) ile annesi Hamne hakkında nazil olduğunu bildirmektedir. Hamne Ebû Süfyan'in kızıdır. Sa'd ise ilk müslüman olanlar arasında yer alan bir zattır ve annesine karşı gayet saygılıdır ve ona karşı iyi davranmaktadır.

Annesi Hamne kendisine şöyle demişti: "Senin ortaya koyduğun bu din de nedir? Allah'a yemin ederim ki, bundan böyle sen bu dini terketmedikçe ben yemeyi ve içmeyi bırakıp kendimi ölüme terkede-ceğim. Bu hal ise sen yaşadığın sürece alnında bir kara leke olarak ka­lacaktır. Bunun için sana: "Ey anne katili" diyeceklerdir."

Daha sonra anne Hamne bir gün ve bir .gece yemeyi ve içmeyi ter-ketti yani açlık grevine gitti. Kendisini güneşin yakıcı sıcağına bıraktı. Oğlu Sa'd yanına gelip dedi ki:

- Anneciğim! Şunu iyice aklına koymalısın ki, senin yüz tane ca­nın = ruhun olsa, bunlar da birer birer alınsa ben yine de bu dinimi terkedecek değilim. Onun için bunun asla bir önemi yoktur.'Artık an­ne, oğlunun bu husustaki kesin azmini görünce ve onu davacından vaz­geçirmekten ümitsiz kalınca açlık grevine son verdi.

İşte yukarıdaki âyet bununla ilgili olarak indirilmiştir. Allah (c.c), bu maksatla bu âyeti indirmiştir. Âyette ana-babaya karşı dünyada iyi davranılması ve kendilerine iyilikte bulunulması emredilirken, şirk ve küfür noktasında bunlara itaat olunmaması kesin bir dille bildirilmiş olmaktadır. Çünkü Rasülullah (s.a) da şöyle buyurmuşlardır:

"Mahlukun   =   (insanın)  Allah'a  isyanı  halinde,  ona  itaat yoktur."[251]

Bunun için Allah'a, O'nun dinine ve mü'minlere dost olmak, bun­ların yetkisini tanımak hususu ayrıdır, bu itibarla, herhangi bir kim­senin muhalefeti halinde ona bu konuda itaat yoktur. Müşrik olan ya­kınlara karşı iyilik ise ayrı bir konudur. İkisi karıştırılmamalıdır. Bu, bazan onları İslama teşvik için ve bazan da ısındırmak için olabilir.

 

Mekke Döneminde Kâfirlerden Uzak Durma (Bera') Nasıldı?

 

1- Müslüman, şehadet kelimesini getirdikten, yani Allah'tan baş­ka ilah olmadığına, hakimiyetin kayıtsız ve şartsız Allah'ın olduğuna, Muhammed (s.a)'in de O'nun elçisi olduğuna şehadet ettikten sonra artık o, atalarının ve dedelerinin dinini bırakmış, yeni dine girmiş olu­yordu. İslama girdiği andan itibaren, yeni bir dönemin başladığını his­sediyor ve cahili hayatıyla ilgili ne varsa tümünü terkediyordu. Hatta cahili döneminde yaşadığı ve yaptığı şeylerin tümünü şüpheyle karşı­lıyor, onları hatırlarken ürperiyordu. O hayatın tümüyle pislik ve mur­darlık olduğunu, kesinlikle İslam ile bağdaşan bir yönünün bulunma­dığım hissediyor ve görüyordu. İşte onlar İslamı bu duygularla kucak­lıyorlardı. Bu yeni yolun almış ve kabul edilişi böyleydi. Bizim buna şöyle bir isim vermemiz de mümkündür: "Şuurlu uzakîaşış".. Çünkü müslüman, artık bu davranışıyla cahili ortamdan sıyrılıyor, onun ör­fünü, tasavvurunu, adetlerini ve bağlarını tümüyle bırakıyordu. O, şirk inancını terkediyor, yerine tevhid inancını koyuyordu. Cahilî tasav­vur ve düşüncelerden arınıyor, İslamî tasavvur ve düşünceye sığmı­yordu. Evet varlık ve hayat hakkındaki cahilî düşünce anlayışından tümüyle kopup her bakımdan İslâmın görüşünü kabul etmekteydi. Ar­tık o, böylece yeni bir görev anlayışıyla islam toplumuna katılıyor ve yeni topluma tüm yetkisini devrediyordu, Velayeti ona veriyor, sevgi ve itaati ona bağlıyor ve tümüyle ona tabi oluyordu.[252]

2- Artık bundan sonra kâfirlerden yüz çevirmek ve onların ya­nında yer almama emri gündeme geliyordu. Çünkü Rabbimiz şöyle buyurmuştu:

"Onun için sen, bizim zikri­mize (şeriatımıza) iltifat etmeyip sırt çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerden yüz çevir. İşte onların ilimden yana ulaşabildikleri (son sınır) budur.

Hiç şüphesiz, senin Rabbin; kendi yolundan sapanı en iyi bilen O'dur ve hidâyet bulanı da en iyi bilen O'dur." (Necm, 53/29-30)

3- Yine gelen emir sabrı ve iyi bir şekilde onlardan ayrılmayı ön­görüyordu. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Onların (Müşriklerin) söy­lediklerine sabret (katlan) ve on­ları güzel bir şekilde terket." "Müzzemmil, 73/10)"

Bir diğer âyette Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"(Rasülüm!) Sen şimdi sab­ret. Bil ki Allah'ın va'di gerçek­tir. (Buna) iyice inanmamış olan­lar, sakın seni (üzüntü ve) gevşeklige sevketmesin (İyice iman etmemiş olanların seni hafife almalarına sakın fırsat verme!)" (Rûm, 30/60)

Daha sonra Allah (c.c), mü'minlere ataları İbrahim (a.s)'in yap­tığını hatırlatıyor ki, bunu kendileri için bir örnek alsınlar. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Bir zaman İbrahim, baba­sına ve kavmine demişti ki: Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana taparım. Çünkü O, beni doğru yola ilete­cektir. Bu sözü ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki insanlar (dinine) dönsünler." (Zuhrûf, 43/26-28)

4- Bu Rabbani hatırlatmanın yanında insan hayatında gerçekten değişik örnekler vardır. Bu örnekler Kur'ân'da, değişik Rablere vela­yetini tevzi edenlerle, bir tek Rabbe velayetini verip ve o bir tek Rab-be yönelenler için elle tutulur bir şekilde ve hislerle kavranılır bir tarz­da ortaya konulmuştur. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Allah, çekişip duran bir çok ortakların sahip olduğu bir adam (köle) ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı (mü'mini) misal (örnek) olarak verir. Bu ikisi eşitmidir? Hamd Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler," (Zümer, 39/29).

Allah (c.c), bu Kur'ânî örnekte Allah'a iman etmeyen müşrikin halini ortaya koymaktadır. Öyleki bu adam Allah'a iman etmediği gi­bi, sevgisi ve velâsı da Allah için olmamakta ve Allah rızasını hiç bir zaman gözetmemektedir. Böyle bir müşrikin durumu bir çok kişi ara­sında ortak olarak alınan bir köleye benzetilmiştir. Köle bir çok efen­diye ait olduğu için her birinin ayrı ayrı arzu ve isteklerine muhatabdır. Dolayısıyla tüm ortaklar arasında kime hizmet edip edemeyeceği konusunda şaşırıp kalmaktadır. Çünkü hepsi de efendisi, hepsi de ay­rı ayrı hizmet beklemektedirler. Adam hiç birisinin arzununu gereğin­ce yerine getiremediğinden dolayısıyla hiç birisini de memnun edeme­mektedir.

Âyette Allah'ı bir tek olarak tanıyan ve tevhid inancına bağlı olan kimsenin durumu da tek efendiye bağlı bir köleye benzetilmiştir. Tev­hid inancına bağlı olan kimse bir tek Allah'a ibâdet ediyor, Velayetini ve sevgisini O'nun adına kullanıyor, her şeyde O'nun rızasını ve hoşnudluğunu göz önünde bulunduruyor. Bu tıpkı tek efendisi olan bir köle ya da işçi gibidir. Efendisinin kendisinden ne gibi beklentileri ol­duğunu biliyor, onun amaçlarını ve gittiği yolu biliyor, dolayısıyla ona göre hareket ederek, onu hoşnut edebiliyor, böylece herhangi bir tar­tışma ve münakaşa doğmaksızın rahat içinde zamanını geçirebiliyor. Aynı zamanda efendisinin şefkat ve merhamet duygularım, kendisine olan ihsanım elde edebiliyor, çünkü onun maslahatlarını yerine getir­mektedir.

Şimdi bir çok efendinin ortak malı olan köle ile bir tek efendinin emrine bağlı olan köle eşit olabilir mi? Biri efendilerinin elinde bir oyun­cak gibiyken, diğeri ne yaptığını bilen bir kimse değil midir? Evet bu ikisi hiç bir zaman eşit olamazlar. "Hamd Allah'a mahsustur, fakat onların çoğu bilmezler."[253]

Hele bir Kur'ân yoluna dikkat et. Onun ahiret gününe gösterdiği önemi, bunun iman problemi üzerindeki büyük etkisini bir düşün. Biz Kur'ân'ı Kerîm'in, Allah'dan başkasına velayetini verenlerin halini kı­yamet sahneleri içerisinde nasıl gösterdiğini açıkça görmekteyiz. Ger­çekten onların bu velayetleri sonunda nasıl bir düşmanlığa, buğza ve kine dönüştüğünü, sonra da dostluğun çok iğrenç düşmanlığa bürün-düğünü net bir şekilde görebilmekteyiz.

Kâfirler cehennemde: "Rabbimiz! Cinlerden ve insan­lardan bizi saptıranları bize gös­ter de onları ayaklarımızın altına alalım. Onlar, en aşağıda kalan­lardan olsunlar! diyecekler." (Fussilet, 41/29)

Yine bir başka âyette yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"Allah'a saygı duyup kötü­lükten sakınanlar müstesna olmak üzere, (dünyada iken kötülükte)                       

dost olanlar o gün birbirlerine düşman kesilirler.” (Zuhrûf, 43/67).

"O gün, o zalim kimse ellerini ısırıp şöyle der: Keşke o pey­gamberlerle birlikte bir yol tutsay­dım! Ne yazık bana! Keşke falan­cayı dost edinseydim. Çünkü zi­kir (Kur'ân) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı.

Şeytan, insanı (uçuruma sürükleyip, sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmakta.''' (Furkan, 25/27-29).

Bundan sonra Allah düşmanlarına karşı kesin ve açık ifade gel­miş oldu. Bu onların dinlerinin batıl olduğu ve kesinlikle onların din­lerine girilemeyeceği ifadesi ve ilânıydı. Bizim dinimiz, bizzat Hak olan dindir ki, Allah (c.c), bizim bu din üzere olmamızı istemiştir. Artık sizin kulluk edip taptıklarınıza bizler tapacak değiliz. Siz de bizim ibadet ettiğimiz Rabbimize ibadet edecek değilsiniz.

 

O Halde Sizin Dininiz Size Benim Dinim Bana...

 

Müşrikler, artık müslümanların davalarındaki kararlılıklarını ve dinleriyle yüceleceklerini, onların morallerinin pek yüksek olduğunu görünce, bir başka eğlenme ve alay yolunu denediler. Bunun sebebi de müslümanların, tüm batılların üstünde bir inanca sahip oldukları­nı görünce müşrikler, büsbütün ümitsizliğe ve ye'se kapılmışlarıydı. Ar­tık müslümanların dinlerinden dönülmesinin ve döndürülmelerinin mümkün olamayacağını kesinlikle kavradılar. Bu defa bir başka ah­makça yola girdiler. Bu da kendilerinin gerçekten ne kadar kısır gö­rüşlü olduğunu göstermekte idi. Bu defa Hz. Peygamber (s.a)'i kendi putlarına tapmaya çağırdılar.

Teklifleri şuydu. Rasûlullah (s.a) onların putlarına bir yıl tapa­cak, onlar da Rasûlullah'ın ma'buduna bir yıl ibadet edecekler. İşte bunun üzerine Allah (c.c) Kâfirûn sûresini indirdi. Rabbimiz bu sûre­de şöyle buyuruyor:

“Bismillahirrahmanirrahîm.

(Ey Muhammed) "De ki: "Ey kafirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam. Şu anda siz de benim kulluk ettiğime kul­luk etmiyorsunuz. Ben de sizin taptıklarınıza asla tapacak deği­lim. Öyle ya siz de benim kulluk

ettiğime kulluk etmezsiniz. O halde sizin dininiz size, benim dinim ba­na." (Kâfirûn, 109/1-6)

Tıpkı bu sûre gibi daha başka âyetler de vardır. Buna benzer âyetler kâfirlerle olan tüm münasebeti kesmeyi, küfür erbabıyla herhangi bir ilişkiye girmemeyi öngörmektedir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"Onlar seni yalanlarsa de ki: Benim işim bana, sizin işiniz de si­ze aittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınız­dan uzağım." (Yunus, 10/41)

"De ki: "Allah'tan başka si­zin taptığınız şeylere tapmak ba­na yasak edildi. De ki: "Ben si­zin arzularınıza uymam, (sizin is­teklerinize uyduğum takdirde) sa­pıtmış olurum ve hidayete erenler­den de olamam.*' De ki: "Şüphe­siz ben Rabbimden gelen apaçık bir delil üzerindeyim. (hakkı ba­tıldan ayırt eden açık delil ve hüccet üzerindeyim). Halbuki siz onu yalanladınız. Zira çabucak gelmesini istediğiniz (azap) benim yanım­da değildir. Hüküm ancak Allah'ındır. Çünkü O, gerçeğe uyar ve O, sağlam hüküm verenlerin en hayırlısıdır." (En'âm, 6/56-57)

"De ki: "Ey insanlar! Benîm dinimden şüphede iseniz, (bilin ki), ben Allah'ı bırakıp da sizin taptıklarınıza (putlara, heykelle­re) tapmam. Ben ancak sizi öldü­recek olan Allah'a kulluk ederim. Çünkü bana mü'minlerden ol­mam emrolundu. Ve "yüzünü muvahhid olarak hak dine dön-dür, sakın müşriklerden olma!" (denildi)" (Yûnus, 10/104-105)

İşte tüm bu âyetler bu netlik ve açıklıkla geldiler ki, müslümanlar ile kâfir müşriklerin saflarım belirleyen yoldaki işaretlerdir. Evet Allah'a ve Rasûlüne iman etmeyen müşrik kâfirlerle müslümanların saflarını belirleyen işaretler ve çizgilerdir. Kur'ân'ın bu açıklık ve net­liği karşısında yine de görüyoruz ki, kimi ilim mensupları, bu âyetlere ve özellikle de Kâfirûn sûresine bakarak, burada Rasûlullah (s.a)'ın kâfirlerin batıl dinlerini tanıdığı düşüncesine kapılmışlardır ve böyle bir iddiaya kalkışmışlardır ki bu, temelde batıl bir iddiadır. Zira bu­rada böyle bir şey varid değildir. Bu, İslam gerçeğine aykırı bir dü­şünce olduğu kadar, İslam peygamberinin davetiyle de çelişkili bir du­rumdur. Sadece İslâm peygamberinin davetine değil, bütün peygam­berlerin davetiyle çelişen bir haldir. Değerli âlim İbn Kayyım merhum bu hususta şöyle söylemektedir:

"Doğrusu bu sûre yani Kâfirûn sûresi, sırf nefyi ve reddi kapsa­yan bir sûredir. Zaten bu, bu sûrenin özelliğidir. Bu, asıl itibariyle şirk­ten uzak kalmayı ve onu reddi ifade ediyor. Nitekim sûre de bunun için gelmiştir.[254]

"Burada en büyük amaç, muvahhidlerle müşrikler arasındaki kesin ayrılıktır. İşte bunun içindir ki, her iki yönden de istenilen uzaklaş­mayı gerçekleştirmek için nefiyle yani olumsuzluk edatıyla getirilmiş­tir. Gerçi bu arada kendisinin ibadet ettiği bir mabudunun olduğunu da kanıtlamaktadır. İşte bu ifade haniflerin imamı ve lideri olan Hz. İbrahim'in şu sözüne gayet uygun düşmektedir:

"Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana ta­parım." (Zuhruf, 43/26-27). İşte bu, "La ilahe illallah" kelimesinin gerçeğini, ortaya koymaktadır."

İşte bunun içindir ki, Rasûlullah (s.a), saban namazıyla akşam namazının sünnetlerinde Kafirûn süresiyle birlikte İhlas sûresini oku­makla bu gerçeği ortaya koymakta idi.[255] "[256]

Allah (c.c), "onların dinleri onlara, senin dinin de sana" diye haber verince acaba bu bir ikrar mı, yani onların dinlerini tanımak mıdır ki, bu mensuh ya da tahsis olabilsin? Yani bu ya mensuhtur veya tahsis edilmiştir. Ya da burada ne nesih vardır, ne de tahsis.

Aslında bu çok önemli meselelerden birisidir. Bazı kimseler bu sûreyi değerlendirirlerken hataya ve yanılgıya düşmüşlerdir. Onlar bu âyetin, Seyf âyetiyle nesh edildiğini sanmışlardır. Bunların itikadına göre, âyet kâfirlerin batıl dinini tanımaktadır. Bir kısmı da şöyle an­lamışlardır: Bu sûre onların dinlerini tanıma noktasında bir tahsis ge­tirmiştir ki, bunlar da ehli kitaptırlar![257]

Doğrusu her iki görüş de hatalı ve yanlıştır. Sûrede nesih olmadığı gibi herhangi bir tahsis te söz konusu değildir. Aksine sûre muh­kemdir ve bu öyle bir süredir ki, kapsamına neshin girmesi mümkün değildir. Gerçekte tüm peygamberlerin davetinde tevhid hükümleri üze­rinde ittifak vardır. Dolayısıyla burada herhangi bir nesih söz konusu değildir.                                                                        

Aynı zamanda bu sûre yani Kâfirûn sûresi, halis ve sâf tevhidi öngörmektedir. Nitekim bunun için bu sûreye İhlâs sûresi âdı da ve­rilmiştir. Buradaki yanlışın kaynağı ise, bu kimselerin, âyeti yanlış de­ğerlendirmeleri ve âyetin, bunların dinlerini tanıdığını sanmalarıdır. Sonra da baktılar ki, bu tanıma olayı "Seyf" âyetiyle ortadan kalk­mıştır. Bunun üzerine de, sûredeki bu âyetin mensûh olduğunu söy­lediler.

Bir grup ta şöyle dediler: "Bu, kitapları olmayan bazı kâfirleri ayırmaktadır. İşte bunun için bu, tahsis edilmiştir!

Her şeyden önce böyle bir durumdan Allah'a sığınırız! Yani âye­tin onların dediklerini kabul edeceği veya onların dinini tanıması hük­münün ve manâsının çıkması gibi bir durumdan Allah'a sığınırız. Zi­ra böyle bir manâ hiç bir zaman varid değildir. Aksine Rasûlullah (s.a) ve ashabı ta başından beri onları inkâr ve reddetmekte çok çetin dav­ranmış, dinlerini ayıplamış ve onları çirkin görmüşlerdir. Onları ve din­lerini tanımaktan da menetmiştir. Hemen her zaman ve her yerde on­ları tehdit etmiş ve korkutmuştur. O halde nasıl olur ki âyet onları ve dinlerini tanımaktadır diye söylenebilir? Böyle batıl ve boş bir id­diadan Allah'a sığınırız!

Daha önce de anlattığımız gibi âyet, kâfirlerden ve müşriklerden kesin uzaklaşmayı öngörmektedir. Âyet, onlara: Sizin halen üzerinde bulunduğunuz dini, biz hiç bir zaman kabul etmiyor ve bu hususta sizinle ebediyyen bir muvafakata ve anlaşmaya da girmiyoruz" demek­tedir. Çünkü dininiz batıl bir dindir. Aynı zamanda size aittir, biz bu hususta sizinle ortak davranmayız, sizin şirkinize ortak olmayız. Kal­dı ki, siz de bizim hak olan dinimiz konusunda bizimle ortak davra­nacak değilsiniz.

İşte bu, kesin ayrılma ve uzaklaşma ifadesidir. Bu onların dinle­rinin kabul edilmeyişinin ve ondan ayrılışın kesin bir ifadesidir. O halde burada nasıl olur da bir ikrardan ve onların batıl dinlerinin tanınma­sından söz edilebilir? Hatta nesih ve tahsisten bile söz edilemez.

Görüyorsunuz ya! Hüccet ve delil ile cihad olunduğu gibi, kılıç ile de cihad olunabilmektedir. O halde: "Sizin dininiz size ve benim

dinim de bana" diye söyleyerek sahadan çekilmekte söz konusu değildir.

Aksine bu âyet gerçekten geçerli ve muhkem bir âyettir, sabittir. Mü'minler ile kâfirler arasında, Allah (c.c) bundan kullarını ve onla­rın ülkelerini temizleyinceye dek âyet sabittir, muhkemdir. Diğer ta­raftan âyetin bu kesin ayrılık ve uzaklaşma ifadesi hükmü, Ehli Sün­netten Rasûlullah (s.a)'a tabi olanlarla, sünnetine aykırı davranıp bid'at yoluna sapanlar arasında da aynen geçerli ve muhkemdir. Çünkü bid'at erbabı Rasûlullah'ın sünnetinden başkasına davette bulunmaktadır­lar. Bu gibi bidatçılara, Allah Rasûlünün halifeleri ve vereseleri "haydin oradan, sizin dininiz size, bizim dinimiz de bize" diye cevap verdikle­rinde, yukarıdaki aynı ifadeyi söylemek istemektedirler. Yoksa bu, o halifelerin ve varislerin, bu bid'atçıların bidatlerini tanıdıkları anla­mının çıkmasını gerektirmez. Aksine bu şöyle bir ifade olmaktadır. Biz kesinlikle sizden uazğız, bizim sizin yaptıklarınızla bir ilişiğimiz yoktur. Onlar böyle söylerlerken onlara gereken cevapları vermekte, onlarla cihadı sürdürmeyi de bırakmamaktadırlar. İmkanları oranın­da onlara karşı ellerinden geleni yapmaktadırlar.[258]

Aslında bu konuda daha fazla bir izaha ve açıklamaya gerek de yoktur. Kaldı ki, Şeyhul İslâm İbn Teymiye buna ek olarak ''Sizin dU niniz size, benim dinîm de bana" âyetiyle ilgili olmak üzere diyor ki:

"Leküm" ifadesinin başındaki (Lâm) edatı, arap dilinde ihtisas yani aidiyet bildirir. Buna göre manâ şöyle olmaktadır: "Siz, kendi dininize ve inancınıza ait ve bağlısınız. Biz bu konuda size katılama­yız." Nitekim ikinci cümledeki (Lâm)'ın ifadesi de böyledir. Yani: "Ben de kendi dinime bağlıyım ve buna aitim, bu itibarla bu dinim konu­sunda siz de bana ortak olacak değilsiniz." Nitekim Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Benim işim bana, sizin işiniz de size aittir. Siz benim yaptığım-dan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım." (Yunus, 10/41)

Bu âyetten sakın, Rasûlullah'ın müşriklerin dinlerini ve inançla­rını, aynı şekilde kitap ehlinin de din ve inançlarını tanıdığı manâsı anlaşılmasın. Çünkü bazı mülhidler ve dinsizler bunu böyle anlamış­lardır. Aynı zamanda âyetin onlarla cihadı yasakladığı anlamı da çı­karılmasın. Zira yanılgıya düşen kimileri böyle değerlendirerek âyeti mensuh kabul etmişlerdir.                                                        

Aksine âyet, bu gibi bir yanlış anlaşılma ve manâlandırmaya fır­sat tanımamaktadır. Özellikle onların dinlerinden uzak durmayı ve kal­mayı bildirmektedir. Zaten onlar da bizim dinimize yanaşmamaktadırlar. Dolayısıyla müşriklerin yaptıkları şeyler, Rasûlullah'a ve iman edenlere zarar vermezler, onların işledikleriyle de ceza ya da mükafat görülecek değildir. Zira müslümanlann amellerinin kâfirlere bir yara­rı yoktur. Kâfirlerin kendilerine zaten yararlan olmayacaktır. İşte bu kesin olan bir iştir ki, muhkemdir, burada nesih, yani âyetin hükmü­nün yürürlükten kaldırıldığı gibi bir durum söz konusu değildir. Al­lah Rasûlü hiç bir zaman ne müşriklerin ve ne de kitap ehlinin dinleri­ni hoş karşılamamıştır. Öyleki bir göz açıp kapama anı kadar bile ka­bul etmemiş, reddetmiştir.

Aşağıda mealini sunacağımız Kâfirûn sûresine'dayanarak, "Ra­sûlullah (s.a), kâfirlerin din ve inançlarını tanımıştır" iddiasına kalkı­şanlar bulunmaktadır. Önce meali sunalım, sonra da bu husustaki gö­rüşleri belirtelim.

"(Ya Muhammed!) De ki: ' Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam. Şu anda siz de benim kulluk ettiğime kul­luk etmiyorsunuz. Ben de sizin taptıklarınıza asla tapacak deği­lim. Öyle ya siz de benim kulluk                                                ettiğime kulluk etmezsiniz. O halde sizin dininiz size, benim dinim ba­na." (Kafirûn, 109/1-6)                                                                  

Bu dinsiz ve mülhidler "Sizin dininiz size, benim dinim bana" buyruğunun manâsını; "Âyet ve Rasûlullah (s.a) kafirlerin dinini ta­nımaktadır." şeklinde yorumlamışlar. Sonra da bu âyetin mensuh ol­duğunu yani hükmünün yürürlükten kaldırıldığını söylemişlerdir. Böy­lece sanki kâfirlerin dinleri tanınmış ve hoş karşılanmış manâsı çıka­rılmaya çalışılmıştır.

İşte bu, gerçekten Hz. Muhammed (s.a)'e karşı uydurulan en açık bir yalan ve iftiradır. Çünkü Hz. Muhammed (s.a), Allah'ın kendi pey­gamberlerini gönderdiği dinler ve indirmiş olduğu kitaplar dışında hiç bir dine ve hiç bir kitaba rıza göstermemiştir. Nitekim bu âyetin bir benzeri başka bir âyet meali de şöyledir:

"Onlar seni yalanlarlarsa de ki: Benim işim bana, sizin işiniz de size aittir. Siz benim yaptığım­dan uzaksınız, ben de sizin yaptı­ğınızdan uzağım." (Yunus, 10/41)

Bir başka âyette Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"İşte onun için sen (tevhide) davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların kötü arzu­larına uyma ve de ki: "Ben Al­lah'ın Kitap'tan indirdiğine inan­dım ve aranızda adaleti gerçekleş­tirmekle emrolundum. Allah bi­zim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, si­zin işledikleriniz de sizedir." (Şura, 42/15)

Yine Rabbimiz şöyle buyuruyor:.

"Sana uyan mü'minlere kanadını indir. Şayet sana karşı gelirler­se de ki: Ben sizin yaptıklarınızdan muhakkak ki uzağım." (Şuara, 26/215-216)

Bu âyet, Hz. Peygamber (s.a)'e uyan mü'minlerden asi olanları­nın masiyetlerinden O'nrun uzak olduğunu bildirmektedir. O halde en büyük muhalefet ve en şiddetli masiyet olan kafirlerin küfründen nasıl uzak kalmasın ki?[259]

Allah, Abdullah b. Abbas (r.a)'a rahmet eylesin, bu sûre ile ilgili olarak şöyle demişti: "İblîs için Kur'ân'da bu sûreden daha ağır kin yeren, onu şiddetli kine sevkeden bir sûre yoktur. Çünkü bu süre Tevhidi bildiren ve şirkten de uzak ve beri kalmayı ön gören bir sûre­dir."[260]

Asmaî de şöyle diyor: "Kul Ya Eyyü hel kafirûn" süresiyle "Kulhuvellahu ahad (ihlas) sûresi için, "kişiyi nifaktan uzaklaştıran iki sûre" denilmiştir."[261]                                               

 

Allah'tan Gelecek Olan Ferahlık Yakındır

 

İbn İshak diyor ki: "Allah (c.c), dinini üstün kılmak ve peygam­berini de başarıya erdirerek güçlü kılmak, ona verdiği va'di yerine ge­tirmek istedi. Rasûlullah (s.a), panayır ve hac mevsimi döneminde çık­mış dolaşıyordu. Bu arada Medine'li yerliler olan Ensar'dan bir gu­rup insanla karşılaştı. Rasûlullah (s.a) kendini Arap kabilelerine ta­nıttı. Nitekim her mevsimde bunu yapıyordu. İşte yine böyle bir mev­simde Rasûlulah (s,a), Akabe tepesinin yanında, Allah'ın kendileri için hayır murad ettiği bir gurup Hazrec'li ile karşılaştı. Peygamber (s.a), bunlara:

"- Siz kimlerdensiniz ve kimsiniz? diye sordular. Onlar da:

- Hazrec kabilesinden bir grubuz cevabım verdiler. Rasûlulah (s.a): "- Yani Yahudî mevalisindensiniz öyîe mi?" diye sordu. Onlar-da:

- Evet, dediler. Bu defa Rasûlulah: "Acaba biraz oturmaz mısı­nız ki, sizinle konuşalım?" Onlar da, "hay hay, olur" dediler ve bir­likte oturup konuştular. H. Peygamber (s.a) efendimiz onları Allah'­ın dinine davet etti, onlara İslam'ı arzetti Kur'ân'dan âyetler okudu. Bunun üzerine birbirlerine dediler ki: "Ey kavim! Siz de biliyorsunuz ki, Allah'a yemin ederiz ki bu, Yahudilerin sizi, geleceğiyle korkuttu­ğu peygamberdir. Gelin onlar sizi geçmeden biz İslamı kabullenelim." İşte böylece Rasûlullah (s.a)'a icabet ettiler, davetini kabullendiler. On­lar Rasûlullah (sa.) tarafından kendilerine sunulan İslâm'ı kabul edince şöyle dediler:

- Biz, arkamızda kendi kavmimizi bıraktık. Bizim kavmimiz ka­dar aralarında kötülük ve düşmanlık bulunan başka bir kavim daha gösterilemez. Olur ki, senin yüzünden Allah (c.c), kavmimizi toplar ve böylece bir araya getirir. Biz onlara bunu takdim edeceğiz ve böy­lece onları da senin dinine davet edeceğiz, bizim sana icabet ettiğimiz gibi, bu dini onlara arzedeceğiz. Eğer böylece Allah (c.c), onları bir araya getirirse, bu takdirde senden daha güçlü ve şerefli biri olmaya­caktır.

Sonra dönüp ülkelerine gittiler, hepsi iman etmiş ve hepsi de hakkı doğrulamış olarak döndüler. Medine'ye geldiklerinde, kavimlerine Ra­sûlullah (s.a)'ı, onları İslam'a davetini anlattılar. Öyle ki İslam onlar arasında yayılır oldu. Hiç bir Ensar evi yoktu ki orada Rasûlullah (s.a) konuşulmuş olmasın.[262]

Evet, tüm sıkıntı ve zorluklardan, bu karşılıklı göğüs germe ve sabır olayından sonra, Allah (c.c), dinine yardım edene en büyük lüt­fü hazırladı ve böylece kelimesini yüceltti. O davayı yeryüzünde yay­dı. Bütün bunlar Rasûlüne ve onun ilk ashabına sığınacakları bir yeri sağladıktan sonra oldu.

Gerçekten "Ensar'ın" "Ensarullah" diye isim almaları yani Al­lah'ın, Rasûlünün ve dininin yardımcıları diye adlandırılmaları, tüm şereflerin üzerinde bir şereftir. Evet Allah'ın yardımcıları, peygambe­rinin yardımcıları, dinin yardımcıları ve mü'min kullarının yardımcı­ları diye adlandırılmak ne büyük bir şereftir. Bunlar cahiliyenin ve onun tağutlannın ve zalimlerinin yardımcıları değiller. Gerçi bu sonuncula­rı insanların gözünde her ne kadar büyük de tanınsalar, gerçekte bun­lar küçük ve aşağılıktırlar.

Hz. Peygamber (s.a.)'in Akabe tepeciğinde Medine'lilerle buluş­masından bir yıl sonra, ikinci yıl 12 erkek Mekke'ye geldiler. Bunlar Akabe'de Rasûlullah (s.a.) ile buluştular ve ona bey'at ettiler. İşte bu ikinci buluşmaya birinci Akabe denilmektedir. Yapılan beyat İslâm adına oldu. Hz. Peygamber (s.a.), bunlarla birlikte Hz. Mus'ab b. Umeyr (r.a.)'i gönderdi.[263] Mus'ab bunlara Kur'an okutuyor ve İslamı öğretiyor, dini gereğince anlamaları için yardımcı oluyor namazda imamlık yapıyordu.[264]

Ertesi yıl hac mevsiminde Hz. Mus'ab b. Umeyr (r.a) ile Ensar'-dan bir hayli kişi yola çıktılar. Hz. Peygamberle ikinci kez Akabe'de görüştüler. Medine'liler yola çıktıklarında Medine dışında aralarında şöyle konuştular: "Daha ne zaman kadar Allah Rasûîünü, Mekke dağ­larında, kovulur, korkutulur ve korkar bir halde bırakacağız?"

İman, bu gençlerin kalblerinin tâ derinliklerine nüfuz etmişti. Artık bu gençler cesaret teneffüs ediyorlardı. Artık bu davetin ve davetçinin etrafını kuşatan boğucu ve öldürücü kuşatmanın çözümü zamanı gelmişti.[265]

 

Bey'at Sözleri

 

Rasûlullah (s.a.) konuşma yaptı ve sonra Kur'an okudu, Ensarı Allah'a ve dinine çağırdı, onları İslama teşvik etti, sonra da şöyle buyurdu:

"Ben, sizinle, kadınlarınızı, ve çocuklarınızı koruduğunuz gibi beni korumanız şartıyle beyatte bulunuyor, sözleşme yapıyorum." Bera' b. Ma'rur (r.a.)[266]; Hz. Peygamber (s.a.)'in elini tutarak şöyle konuştu

"Evet, Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ede­rim ki, kadınlarımızı (çoluk-çocuğumuzu) koruduğumuz şeylerden, ke­sinlikle seni de koruyacağizl Ey Allah'ın Rasûlü! Bizimle beyat yap. Biz, Allah'a andolsun ki, savaş erleri ve silahşörleriz (silah ehliyiz, eri­yiz). Biz bunu silsileyle bize kadar gelen büyüklerimizden miras ola­rak almışızdır."

O böyle konuşurken tam bu sırada Ebr1 Heysem b. Teyhân sö­zün arasına girdi.[267]                                                                 

Ve şöyle konuşmaya başladı:m                                           

"- Ey Allah'ın Rasûlü! Bizlerle o adamlar (yahudiler) arasında, andlaşma ve sözleşmeler bulunmaktadn. Biz, sizinle yaptığımız bu an­laşmayla onları kesip atıyoruz. Yarın Allah (c.c.) seni muzaffer (üs­tün) Kılarsa, sen bizi bırakıp kavminin yanına mı dönersin acaba? Ra-vi diyor ki: Rasûlullah (s.a.) gülümsedi sonra da şöyle buyurdu: "Benim kanım sizin kanınız, benim zimmetim sizin zimmetinizdir. Ben sizdenim, siz de bendensiniz. Ben sizin kendileriyle savaştığınız kim­selerle savaşır, kendileriyle barış yaptığınız (yapacağınız) kimselerle ba­rış yaparım.

İbn Hişam da şöyle diyor: "Benim zimmetim, sizin zimmetiniz­dir, benim saygınlığım, sizin saygınlığınızdır (sizin dokunulmaz gös­terdiğiniz benim için de dokunulmazdır.)"[268]

Daha sonra Es'ad b. Zürâre ayağa kalktı ve şöyle konuştu:[269] "Ey Yesrib (Medine)'liler biraz yavaş olun bakalım. Doğrusu bizler bu zatın gerçekten Allah Rasûlü olduğunu bilerek, aynı zamanda de­velerimizin böğürlerini de tepe tepe buraya kadar gelmiş bulunmakta­yız. Artık bugün tüm araplardan ayrılmak, ayrı bir baş çekmek ve so­nunda da en hayırlılarımızın öldürülmesi, sizlerin ise kılıç darbeleriy­le öldürülmeleri demektir bu antlaşma. Ancak bütün bunlara rağmen siz uzağı çok iyi gören bir kavimsiniz. O halde ona (Rasûlullah'a) tu­tununuz. Zira sizin bu konudaki ecriniz ve mükafatınız Allah'a aittir. Eyet siz ya böyle bir toplumsunuz veya siz canlarınızdan korkan kor­kak bir toplumsunuz, bu takdirde durumunuzu çekinmeden açıklayın ki, Allah nezdinde sizin için bu daha geçerli bir mazeret olabilir."

Hz. Esad b. Zürare'nin bu konuşması üzerine ona şöyle cevap verdiler:

Elini bizden çek. Vallahi, biz yaptığımız bu bi'ati antlaşma ve söz­leşmeyi) ne bırakır ne de iptal ederiz. Sonra hepsi kalktılar, Rasûlullah (s.a)'a birer birer giderek onunla (bey'at) antlaşma yaptılar.[270]

Evet, işte bu Allah'a olan imanın ve O'na olan sevginin1'tâ kendi­sidir. Bu O'nun dini üzerinde bir araya gelme kardeşliğidir. O'nun adına birleşip yardımlaşmak ve zafere erişmektir. İşte bütün bunlar, Mek­ke'nin etrafında bulunan ve karanlıklar içerisinde yuvarlanıp giden bir toplumun ruh derinliklerinden patlayarak ortaya çıkan bir olaydır. 3u, öyle bir patlamadır ki, kendilerini Allah'ın ve dininin yardımcıları ol­duklarını ilan etmeye varan bir olaydır. Öyleki O'nun Rasûlünü ko­ruyup himaye edecekler, tıpkı kendi ırz ve namuslarını korudukları gibi. Onu bu uğurda canlarını ortaya koyma pahasına kendilerini si­per ederek savunacaklardır. Böylece onlar yaşadıkları sürece ona hiç bir eziyet, erişmeyecektir.[271]

Şimdi bir düşünün bakalım. Böylesine samimi ve güzel bir bağlı­lık örneği gösterilebilir mi? Evet bir bey'at düşünün ki, Allah'ın dini hakkında ve O'nun rızasını kazanmak adına yapılıyor.Bir de Rasû­lullah Hz. Mustafa'nın onlara verdiği cevabı düşünün:

"Sizin kanınız, benim kanım, sizin zimmetiniz benim zimmetimdir. Ben sizdenim siz de bendensiniz. Sizin savaştıklarınızla savaşır, sizin barış yaptıklarınızla barış yaparım."

îşte bu, aralarındaki bağın gerçek ifadesidir. Öylesine bir bağlı­lık ki, müslüman kardeşin diğer müslüman kardeşine verdiği desteğin ifadesinin tâ kendisi olmaktadır. Evet hepsi bir tek kan ve can olmak­tadırlar:

"Sizin savaştıklarınızla ben de savaşırım. Sizin barış yaptıkları­nızla ben de barışığım."

Böylece tüm cahliî kan ilişkileri sona eriyor, cahiliyetten doğan yardımlaşmalara son veriliyor. Cahili dostluklar ve velayetler bir ke­nara itiliyor. Bunlar sırf islamın bunun yerine geçmesi ve onun yerini alması için yapılıyordu. Velayet ve dostluk İslâm adına yapılıyor, İs­lam saflarında bunun için durulup yer alınıyor. Tüm küfürden ve kü­für ehlinden uzaklaşıhyor. Yepyeni bir kardeşlikle insanlar birbirle­riyle kucaklaşıyor ki, bu, Allah'ın onlara emrettiği kardeşlik olmak­tadır. Evet, gerçek anlamda cahiliye yerine dosdoğru ve samimi ola­rak İslâmı aldılar. Nitekim Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmaktadır:

"Mü'minin mü'mine bağlılığı, tıpkı kısımları birbirini perçinle­yen bina gibidir."[272]                                                                

İşte bizler, Allah'ın peygamberini, onun davetini ve onunla bir­likte olanların durumunu takviyesini böylece öğrenmiş bulunmakta-yız. Ayrıca onlara neler hazırladığını* onları ne gibi imkanlara kavuş­turduğunu, Allah'ın şeriatının ve metodunun uygulandığı, Ensarın ye­rini öğrenmiş oluyoruz. Burası öyle bir yurttur ki, buradakiler kendi­leri ıhttiyaç içerisinde olmalarına rağmen kardeşlerini kendilerine ter­cih edenlerin yurdudur.

Şimdi de Medine döneminde aydınlatıcı yepyeni bir dayanışma, dostluk ve velayet örneğini göreceğiz.

 

6. BÖLÜM

 

MEDİNE DÖNEMİNDE VELÂ VE BERÂ'NIN UYGULANIŞI

 

Allah (c.c), dinini üstün kılmak, kulu ve elçisi Hz. Muhammed (s.a)'i ve beraberindekileri güçlü kılmayı diledi. Bunun için de, hak ile batıl arasında tam bir ayırıcı başlangıç olması için Rasûlüne hicreti emretti. Bir de Rahmanın evliyası (ya°rdımcıları)yla şeytanın yandaş­larının birbirinden ayrılması için hicreti emir buyurdu.[273]

Gerçekten hicret, Allah (c.c)'ın mü'minlere vadetmiş olduğu sö­zün yakın olduğunu gösteriyordu. Bu, Allah (c.c), mü'minlere dün­yayı ve üzerindekileri vadettiği sürekli bir sözdür. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Allah, sizden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, ken­dilerinden Öncekileri sahip ve ha­kim kıldığı gibi kendilerini de yeryüzüne sahip ve hakim kıla­cağını, onlar için beğenip seçti­ği dini (İslâm'ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve (ge­çirdikleri) korku  döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vadetti. Çünkü onlar bana kulluk ederler; hiç bir şeyi bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkar ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır." (Nûr, 24/55)

Bir başka âyette mü'minlerin güçleneceğini ve yardıma erişecek­lerini Rabbim bildirmektedir. Buyuruyor ki:

"Hatırlayın ki, bir zaman siz yeryüzünde aciz tanınan az (bir toplum) idiniz; insanların sizi ka­pıp götürmesinden korkuyordu-nuz da şükredesiniz diye Allah si­ze yer-yurt verdi; yardımıyla sizi destekledi ve size temizinden nzıklar verdi." (Enfâl, 8/26)

Rabbimizin müslümanlan güçlendirmesi ve yeryüzünde hakim kıl­ması va'di, müslümanlar İslâm'ın öngördüğü şartlara bağlı kaldıkları ve onlardan taviz vermedikleri sürece devam edecektir. Bu şartlar; bir tek Allah'a kulluk ve ibadet ile O'na hiç bir şeyi ortak koşmamaktır.

 

Biraz Tarihi Bilgi

 

Allah (c.c) müslümanların hicretine izin verince, müslümanların kimisi gruplar halinde, kimisi de tek başına hicret ettiler. Müslüman­lardan Mekke'de kalanlar sadece şu kimselerdi. Rasûlullah (s.a), Hz. Ebû Bekir (r.a) ve Hz. Ali (r.a). Bu ikisi Hz. Peygamber (s.a)'in emri üzere Mekke'de kalıyorlardı. Ayrıca bir de müşrikler tarafından hap­sedilip zorla bırakılanlar vardı.

Müşrikler Hz. Peygamber (s.a)'in ashabının hazırlanıp Mekke'­den çıkıp gittiklerini, beraberlerinde çoluk-çocuklanm ve mallarını Me­dine'ye sevkettiklerini gördüler. Bunun üzerine anladılar ki, Medine mü'minler için güçlü bir sığınak ve barınak olacaktır. Zira gerçekten Medine halkı güçlü, kuvvetli, savaşçı, hiç bir şeyden yümayan bir top­lumdur. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a)'ın da oraya çıkıp gideceğin­den korktular. Bunun için de tüm şiddet tedbirlerine başvurdular, her yolu denediler. Sırf bu amaçla "Darunnedve" denilen küfür mecli­sinde (Parlamentosunda) toplanıp bir araya geldiler. Orada görüş ve fikir açıklayacak kim varsa hepsi istişare için geldiler ve toplantıya katıldılar.

Meclis bu toplantıda bir tek kararla ayrıldı. Karar şu idi. Her bir kabileden bir genç katılmak suretiyle, Rasûluîlah'ı öldürmek üzere hep birden öldürücü oklarını ve atışlarını yapacaklar. Böylece de onun kan bedeli de kabileler arasında pay edilerek kendilerince bu tehlikeden kur­tulacaklardı.

Ancak Allah'ın yardımı her zaman peygamberiyle idi. Bu husus ta da peygamberine olan himaye ve yardımı, bu mücrim ve müşrikle­rin tüm hilelerinden üstün idi. Müşriklerin tuzaklarını bildirmek üze­re Hz. Cebrail'i gönderdi. Hz. Cebrail geldiğinde Rasûlullah (s.a)'a, bu akşam yatağında yatmamasını emretti. Peygamber (s.a) beraberinde en sadık arkadaşı Ebû Bekir Sıddîk (r.a) olduğu halde evden ayrıldı­lar. Rasûlullah'ın yerinde sadece Hz. Ali b. Ebû Talib kaldı. Ali gece Hz. Muhammed (s.a)'in yatağında yattı. Sonunda Kureyş topluluğu bu işin sonuçsuz kaldığını görünce hüsrana uğradılar,, ne yapacakları­nı şaşırıp kaldılar.[274]

Artık Hz. Muhammed Mustafa (s) hicret yurdu olan Medine'ye ulaştı. Burası yardım, zafer ve koruma yurdu. Zira burada "Allah'ın yardımcıları" anlamında olan Ensârullah, bulunmaktadır. Gerçekten bu hicret, muhacirler için bir yardım ve zafer idi. Artık sığınacakları, yardım görecekleri, mallarında, ev ve yurtlarında, hatta eşlerinde ken­dilerini ortak kılacak bir sığınak bulabilmişlerdi!

Bu zafer ve yardım sadece muhacirler için değildi. Bu, aynı za­manda Ensar için de geçerliydi. Çünkü hepsi de kin ve düşmanlık üzere birbirlerine karşı diş bilemekteydiler. Bilhassa Evs ve Hazrec kabile­leri arasındaki bu kine son verildi. Diğer taraftan aralarında ayrılık ve fitne yayılmış bulunan yahudilerin de tuzağıyla karşı karşıya idiler. Bütün bunlar sona erdi.

Rasûlullah (s.a)'m Medine'de ilk iş olarak giriştiği şey, hemen bir mescid bina etmek oldu. Bu binada: "Allahü Ekber, Allahü Ekber" Rabbanî çağrı ve duyurusunu yükseltmek istiyordu. Bu, tertemiz ve pırıl pırıl mescidde, müslüman ümmeti eğitmek, ilahî vahyi buradan almak için inşa etti. insanlara, dinleriyle ilgili şeyler burada öğretilsin istiyordu. Bu mescid aynı zamanda İslâm askerî komite merkezi idi. Çünkü Allah yolunda cihada burada karar veriliyor. Hareket bura­dan sevk ve idare ediliyordu.

Bundan sonra Rasûlullah (s.a), Enes b. Malik'in evinde Muhacir ile Ensâr'ı birbirleriyle kardeş yaptı. Hepsi doksan kişi idiler. Yansı Ensar, yarısı Muhacir idi. Eşitlik esasına göre hepsini birbirleriyle kar­deş yaptı. Tâ Bedir savaşına kadar, aralarında herhangi bir kanbc.ğı, akrabalık olmaksızın birbirlerine mirasçı oldular. Bu ilişki, şu âyet inin­ceye kadar sürmüştü:

"Akraba olanlar, Allah'ın Kitabına göre, (mirascilık bakımından) birbirlerine diğer müzminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar; ancak, dostlarınıza uygun bir vasiyet yapmanız müstesnadır." (Ahzâb, 33/6)

Bu âyette görüldüğü gibi herhangi bir kardeşlik akdi söz konusu olmaksızın, mirascılığı yakınlara, akrabaya bırakmış olmaktadır.[275]

Gerçekten imana dayalı bu kardeşlik var ya, çok büyük faktör­dür. İnsanlığın birbirleriyle olan ilişkilerinde bu, yegane bağ olmak­tadır. Aynı zamanda her bir mü'min de bunu hissetmektedir. Nite­kim değerli Üstad Muhammed Kutub şöyle diyor:

İster muhacir olsun, ister Ensar, her ikisi de Allah için birbirleri­ne bağlanmışlardır. Her biri kardeşini canı kadar sevmektedir. Hal­buki bunlar aynı kabileden olmadıkları gibi aralarında herhangi bir kan bağı da yoktu. Hatta daha da ilerisi cahili dönemdeki kan bağı bile, onları bu manâda birbirlerine bağlamıyor, bu anlamda bir sevgi ve muhabbet oluşturmuyordu. Bu öylesi şaşırtıcı bir bağ ve sevgi idi ki, sadece akide ve inanç kardeşliğinden doğmakta idi.

İşte cahili ilişki ile İslâm ilişkisi arasındaki bu farkı bir düşününüz.

 Acaba insanda bu manâda bir duygu, akide ve inanç dışındaki bir başka şey yüzünden niçin meydana gelemiyor?

Buna verileccek cevap şöyledir: Aslında bu konu bir sır ya da si­hir değildir. Bu, sadece İslama olan inançtır. İnsanlar sıf Allah rızası için bu akide çerçevesinde bir araya gelebiliyorlar. Çünkü bunların her birerleri Allah'ı ve Rasûlünü tüm güçleriyle sevmektedir. Cahiliye dö­neminde olduğu gibi birbirinden görev çalmayı ve haksızlığı edinmek gibi bir endişeleri yoktu artık bunların. Burada açıkça görülen yön ve husus şu idi. Allah için ve Allah sevgisi için bir araya gelmek.[276]

 

Muhacir İle Ensar'ın Kardeşliğini Anlamak

 

Doğrusu bu kardeşliği çok iyi bir şekilde değerlendirmek ve ders almak gerekir. Müslümanın hayatında kendisi için ister "Ümmet ok ma isterse de devlet olma planında olsun" ya da ferdî planda her biri için önemli dersler vardır.

Ümmet olma platformundaki önemine gelince; gerçekten bu kar­deşlik, "Müslüman bir ümmet" olmayı-temelden oluşturmuş ve bu kavramı gerçekleştirmiştir. Bir ümmet ki, sadece akide ve inanç için bir araya gelmektedirler, sırf bu akide için yaşamaktadırlar. Herhan­gi bir kan bağı bir hasep-nesep ya da soy-sop, toprak, renk, dil, ırk veya akideleriyle çelişecek bir hesap için bir araya geliniyorlardı. Bü­tün bunlardan uzak, saf ve samimi olarak akideleri uğrunda tek üm­met olmak için birleşiyorlardı. Zaten Allah (c.c) lütuf ve ikram sahi­bidir. Her türlü imkanı bağışlamıştır. Nitekim şöyle buyurmaktadır:

"Hep birlikte Allah'ın ipine (İslam'a) sımsıkı yapışın; parça­lanmayın. Allah'ın size olan ni­metlerini hatırlayın: Hani siz bir­birinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O'-nun nimeti sayesinde kardeş kim­seler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İş­te Allah size âyetlerini böyle açık­lar ki doğru yolu bulaşınız.

Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir.

"Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır." (Âl'i İmrân, 3/103-105)                                                                    

Artık bundan böyle mü'minler birbirlerinin yakını, dostu ve veli­leri oldular. Her birisi kardeşini canım sever gibi seviyor, sırf bu dava için ona yardıma koşuyor ve bunun için cihad ediyordu. Kardeşini tüm yakınlarından, sevdiklerinden, malından, ailesinden, akrabalarından, kabilesinden ve çocuklarından da üstün olarak seviyor ve onlara ter­cih ediyordu. Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"Mü'min erkeklerle mü'min kadınların da bir kısmı, bir kısmı­nın velileridir." (Tevbe, 9/71)

Artık bundan böyle mü'minler bir tek vücut gibi oldular. Öyle ki Rasûlullah (s.a)'ın buyurduğ gibi olmuşlardı.

"Mü'minin mü'mine bağlılığı, tıpkı kısımları birbirine perçinle­nen bina gibidir." Daha sonra Rasûlullah (s.a) bunu göstermek için parmaklarını birbirine geçirdi, kenetledi.[277] Numan b. Beşîr'in söy­lediğine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır:

"Tüm müzminlerin, birbirlerine merhamet etmekte, birbirlerini sevmekte, birbirlerine şefkat ve lütufta bulunma hususunda tıpkı bir vücut gibi olduklarını görürsün. O vücuttan bir organ hastalanınca, vücudun diğer organları, birbirlerini hasta organın acısına, uykusuz­lukla ve hararet (humma) ile katılmaya çağırır (acıyı birlikte paylaşır)lar”[278]

Allah (c.c), Muhacir ve Ensar'ı övüyor ve önce muhacirler hak­kında şöyle buyuruyor;

"(Allah'ın verdiği bu gani­met mallan), yurtlarından ve mal­larından çıkarılmış olan, Allah'­tan bir lütuf ve rıza dileyen, Al­lah'ın  dinine  ve  peygamberine

yardım eden fakir muhacirlerindir. İşte doğru olanlar bunlardır.(Haşr, 59/8)

Ensar hakkında da şöyle buyurmaktadır:

"Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine ima­nı yerleştirmiş olan kimseler, ken­dilerine göç edip gelenleri sever­ler ve onlara verilenler karşısında içlerinde bir kaygı duymazlar. Kendileri zaruret içinde bulunsa­lar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa eren­lerdir." (Haşr, 59/9)

Aslında durum bundan çok daha büyük ve önemlidir. Bu Ensar ki, Rasûlullah (s.a)'a barınak oldular, onun yanında yer alanlara ku­cak açtılar, korudular, himaye ettiler, yardım ettiler. Sırf Allah rızası için onlara canlarını ve varlıklarını sundular, onlar için imkanlarını seferber ettiler. Hepsi bu akideleri sebebiyle birbirlerini sever oldular. Müslüman bu akide ile dinine bağlı olarak Rabbine teslim olmuştur. Nitekim müslüman olan kimsenin Ensarı sevmesi bir iman ve akide gereği olduğu gibi, onlara buğzetmek, onları sevmemek te münafıklık olarak kabul edilmiştir. Hatta Sahih olan bir hadiste Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır;

"İmanın alameti, Ensar'ı sevmek, münafıklığın alameti ise, Ensar'a buğzetmektir."[279]

Yine Rasûlullah (s.a) Efendimiz şöyle buyurmaktadırlar:"Ensar'ı ancak mü'min olanlar sever, onlara buğz edenler ise ancak münafık olanlardır. Kim onları severse Allah (c.c) da onu sever, kim de onlara buğzederse, Allah (c.c) da ona buğzeder."[280]

İşte böyle bir kardeşlik sayesinde “İslâm toplumu ve cemaati oluş­tu." Bu toplum ki, "La ilahe illallah" sancağını gölgelendirdiler (dal­galandırdılar). Rabbani şeriatı sağlamlaştırdılar/Onlar birbirlerini sev­mekte yücelip fani oldular. Sırf bu amaçla iyiliği emrettiler ve kötü­lükten de nehyettiler. Cihad onların tek amacı oldu. Onların yolu Al­lah'a davet idi, hayatlarının ve yaşantılarının metodu da bu oldu. Bun­lar için güçlü olan zayıftı. Ta ki bu güçlüden zayıfın hakkı elde olu­nuncaya dek. Zayıf olan da güçlü idi, zira onun hakkı güçlüden alı­nırdı. Bunlar sadece Allah'a, Rasûlüne ve mü'minlere dostluklarını ve yetkilerini verirlerdi. Düşmanlıkları ve hoşnudsuzlukları ise, en ya­kınları da olsa Allah düşmanlarına karşı idi. Onlardan tüm ilişkilerini keserlerdi. İmanın tadını ve lezzetini artık tadmışlardı. Küfrü ve kü­für ehlini öylesine tanımışlardı ki, hiç biri, tekrar küfre girmektense, ateşe girmeyi çok daha fazla isterdi. İşte küfür ve küfür ehlinden bu derece nefret ediyor ve uzak duruyorlardı. Çünkü Allah (c.c), bir de­fa kendilerini ondan kurtardıktan sonra tekrar oraya dönmeyi kesin­likle istemezlerdi. Nitekim Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur ve buy­ruk tahakkuk etmiştir:

"Hiç bir kimse, kişiyi ancak Allah için sevinceye, Allah kendisi­ni küfürden kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmektense ateşe atıl­ması kendisine sevimli oluncaya ve Allah ile Rasûlü kendisine başka­larından daha sevgili oluncaya kadar imanın tadını bulamaz."[281]

İşte bu imana dayalı kardeşlik sayesinde kişi "Toplumsal garantiye" erişmiş olur. Bundan böyle kendisi için açık bir şekil orta­ya çıkmış olur. Bu öyle bariz bir durumdur ki, başka hiç bir şeyde bu­lunma imkanı yoktur.

Yine Buhârî'nin rivayet ettiği örneklerdendir. Rasûlullah (s.a) Me­dine'ye geldiklerinde, Abdurrahman b. Avf (r.a) ile Sa'd b. Rebî'i bir­birlerine kardeş yaptı. Bu ikisi kardeş olduktan sonra Sa'd, Abdur­rahman'a şöyle demiştir:

- Ben en çok malı olan (zengin olan) bir kimseyim. Malımı ikiye bölüştürdüm. Yarısı senin! Aynı zamanda benim iki de hanımım var, bak, ikisinden hangisi hoşuna giderse, onu bana söyle, ben boşaya-yım, o da iddetini (bekleme süresini) bitirince, sen onunla evlen! diye teklifte bulundu. Ancak Abdurrahman (r.a):

“- Allah aileni ve malını senin için mübarek ve bereketli kılsın. Sizin çarşınız neresidir, bana orayı, pazar yerini göster" dedi. Bunun üzerine kendisine Kaynuka oğulları çarşısını gösterdiler. Artık Abdur­rahman bundan böyle o çarşıdan her dönüşünde beraberinde muhak­kak keş ve yağdan bir fazlalıkla dönerdi. Sonra her sabah o çarşıya ticaret maksadıyla gitmeyi sürdürdü. Nihayet bir gün kendisinde (zi­fafa girenlere ait) üzerinde zaferan eseri olduğu halde, Rasûlullah'ı ziyarete geldi. Hz. Peygamber (s.a):

"- Nedir bu .halin?" diye sordular. O da:

"- Evlendim" dedi. Rasûlullah (s.a):

“- Kadına ne kadar mehir verdin?" diye sordu. Abdurrahman da: " 

 "- Bir çekirdek ağırlığında altın verdim," dedi.[282]

Burada esasen dikkat edilecek şey, Sa'd'ın kişiliğine ve üstün vas­fına sadece şaşırmamak lazımdır. Burada hayret ve gıpta edilecek di­ğer bir şey de, Abdurrahman (r.a)'ın üstün kişiliğini de düşünmektir. O Abdurrahman ki, Yahudileri kendi pazarlarında ve sahalarında köşeye sıkıştırmıştır. Öyleki pazara çıktıktan az bir süre sonra hem ken­di iffetini koruyacak imkanı elde etmiş, hem de ırzını koruyacak ev­lenme imkanını bulabilmişti. İşte bütün bunlar gerçekten imanın ver­diği en üstün ahlakın bir sonucu olabilmiştir.[283]

Sözün özü: Bu kardeşlik; gerçekten İslam'ın kardeşlik esaslarını pratik açısından ortaya koymuştur. Bu da onların bağlı bulundukları akidelerinden ve inançlarından doğmuş, mü'minlerin ruhlarına bu yön­den kesin etkisini bırakmıştır. Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"Mü'minler, ancak kardeştirler." (Hucûrât, 49/10) Bu, kesin başarıyla sonuçlanmış olan bir örnektir ve bunu başar­mada da tarihî açıdan bakılırsa yine tek örnek olduğu görülecektir. Diğer taraftan bu: "Kardeşleri için garanti sağlamak" açısından da pratikte uygulanan tek örnek olmaktadır. Bu, gerçekten İslam top­lumunun binasının oluşmasında da derin anlamı ve faktörü olan bir örnektir. Güçlü olanlar, güçsüz olanların durumlarını sırf Allah rıza­sı için ve bu temele bağlı kalarak üzerlerine alıp garanti etmişlerdi. Bu, işin bir yönü. Diğer bir yönü ise; Allah'ın hoşnud olabileceği kadar Allah"ın kendilerine verdiği malî imkandan tasarrufta bulunmak. İş­te ikinci yön de budur. Bunların hepsi de dikkat çekici şeylerdir.[284]

Hiç bir tarih kesinlikle, Ensar'm Muhacir'i karşılayıp bağrına bas­tıkları gibi bir olaya ne tanıktır, ne bundan başka bir örnek gösterebi­lir. Sonsuz ve asil bir sevgi, gayet cömertçe olan bir kucak açış ve se-havet, sonsuz hoşnudluğa varan bir ortaklık ve kaynaşma, onları ba­ğırlarına basmak için olan yarışla sıkıntılarını paylaşmak için olan gay­retleri ... öyleki rivayete göre, herhangi bir muhacir ancak bir kura so­nucu bir Ensarî'nin evine varmıştır. Çünkü Ensar muhaciri araların­da adeta paylaşamaz olmuşlardı. İşte en büyük kardeşlik örneği...[285]

 

Medine Döneminde Dostluk Ve Düşmandan Uzaklaşmak

 

Daha önceki bölümlerde anlattığımız gibi, Mekke'de bu, sadece hüccet ve delilleri ortaya koymak noktasında kendisini gösteriyor, ezi­yetlere, işkencelere dayanmak, güzel karşılık vermek gibi tavırlar temeli oluşturuyordu. Bunun böyle olması da Rabbânî hikmetin gereği idi. Meselâ; Hanîf dini üzerinde mü'minlerin eğitilmesi, onun gösterdiği aydınlıklı yolda gönüllerini parlatmak, tümüyle bir işi yapmad veya terketmede eşit olarak Allah'ın emri ile kendilerini kamil mana  da kayıtlı tutmaktı.

Ancak Medine döneminde farklı bir durum söz konusu idi. Hicretten tutun tâ Muhacirler ile Ensar arasında kardeşlik olayına kadarj farklı bir durum... İslâmî bir devletin kuruluşundan Allah yolunda cihada dek varan yepyeni bir durum. İslâm şeriatının duruma hakim! olmasına varıncaya kadar yepyeni bir dönem.

Bizim bu dönemle ilgili olarak ele alacağımız ilk şey, Rasûlullahj (s.a)'ın Muhacir ile Ensar için yazdırmış olduğu yazılı vesika ve belge olacaktır. Evet Muhacir, Ensar ve bunlara katılacaklarla ilgili yazıhi belge. Zira Medine'de aynı zamanda Yahudiler de bulunmaktadır. Onlarla sözleşme ve antlaşmaları vardı. Aynı zamanda onları dinlerind serbest bırakıyor, mallarını onlara terkediyor. Aynı zamanda bu bel­geye bağlı kalmaları için karşılıklı şartlar ortaya konuluyordu. Bu ko­nuyu İbn İshak, herhangi bir senede bağlı kalmaksızın aktarmakta­dır.[286]

Diğer taraftan aynı konuyu Saatî diye meşhur olan Ahmed el-Bennâ da, Ahmet b. Hanbel'in Müsnedine yazmış olduğu şerhinde açık­lamaktadır.[287] Bu konuyu sadece bunlar değil, hemen hemen tüm si­yer ve Meğazî bilginleri eserlerine kaydetmişlerdir.

Ancak ben burada konunun sadece muvalat, dostluk ve ilişkiler­le ilgili bölümlerini anlatmakla yetineceğim. Bu belgenin başında ilk] olarak şunları görmekteyiz:

 

Muhacir Ensar Sözleşmeleri

 

"Bismillahirrahmanirrahîm =Rahman ve Rahîm olan Ailah'ml adıyla. Bu belge, Peygamber Muhammed (s.a) tarafından, Kureyş'H ve Yesrib (Medine)li mü'mîn-müslümanlara bunlara bağlı ve katılmış olanlar ve kendileriyle birlikte savaşacaklar arasında yazılan bir (yazılı) belgedir. Kaldı ki bunlar, diğer insanlardan farklı bir topluluktarlar."[288]

"Hiç bir mü'min, başka bir mü'minin Mevlası ile aleyhte bir an­laşma yapmayacaktır. "Takva sahibi mü'minler, içlerinden azgınlık eden ya da zulüm ve haksızlık yapmak isteyen, ya da günah işleyen veya düşmanlık eden veya mü'minler arasında karışıklık çıkaran kim­seye karşı cephe alacaklar ve o, onlardan herhangi birisinin çocuğu da olsa, hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır."

"Hiç bir mü'min, bir kâfir için, bir mü'mini öldürmeyecek ve mü'mine karşı kâfire yardımcı da olmayacaktır.

"Aslında Allah'ın ahdi ve teminatı her bir mü'min için birdir. Öyleki onların en aşağılık görülenlerine de şamildir. Zira mü'minler di­ğer insanlara göre ayrıca birbirlerinin mevlası ve yardımcısıdırlar."

"Ayrıca yahudilerden bize uyanlar ise, hiç bir vakit zulme uğra­mayacaklar ve aleyhlerinde de bir yardımlaşmaya gidilmeksizin yar­dım göreceklerdir."

"Mü'minlerin barışı aslında birdir. Hiç bir mü'min, Allah yolun­daki bir savaşta, mü'minlerden ayrı olarak bir barış yapamaz. Onlar ancak aralarında eşitlik ve adalet çerçevesinde hep beraber olarak ba­rış yapacaklardır."

"Bu sahifede (belgede)kileri kabul ve ikrar eden, Allah'a ve ahi-ret gününe inanan bir mü'minin, ortaya kötü bir olay çıkaran kimse­ye yardım etmesi ve onu barındırması helal (doğru) değildir. Böyle bir kimseye yardım eden ya da onu barındıran kimse, kıyamet günü Al­lah'ın laneti ve gazabı onun üzerine olacaktır. Bu kimsenin tevbesi ol­sun, kurtulma akçesi olsun kendisinden kabul olunmayacaktır. Sizler herhangi bir şeyde ihtilafa düştüğünüzde olunmayacaktır. Sizler her­hangi bir şeyde ihtilafa düştüğünüzde o şey, Aziz ve Celîl olan Allah'a ve Muhammed (s.a)'e havale olunacaktır. Yahudiler mü'minlerle bir­likte savaşa devam ettikleri sürece, savaş giderlerine katılacaklardır.[289]

Bu belge, insan haklarım ortaya kovması açısından en doğru ve en gerçekçi bir belgedir. Çünkü bu belge İslam toplumunu birbirleri­ne kenetleyen, birbirinin hukukunu korumasını sağlayan bir belgedir.

Aynı zamanda bu belge, başka dinlerden olan kimselerin haklarım da garanti altına almaktadır. Evet başka din mensupları islam şeriatının hükmü altında gölgelendikleri sürece onların da hukukunu koruyan bir belge...

Merhum İbn Kayyum, uygar bir toplumun şekil ve durumunu şu sözleriyle özetlemektedir:

Hz. Peygamber (s.a) Medine-i Münevvere'ye teşriflerinde, kâfir­ler üç kısma bölündüler.

Bir kısmı Rasûlullah (s.a) ile antlaşma yaptı ve Rasûlullah'a kar­şı koymamak, müslümanlara karşı çıkmamak şartı üzerinde anlaştı­lar, aleyhte bir harekete geçmemeye söz verdiler. Küfürlerinde devam etmeleriyle birlikte, müslümanlarm düşmanlarına dostluk ve velayet göstermeyecekler. Böylece kanlan ve mallan açısından güvence altın­da olacaklardır.

İkinci bir kısım ise, onunla savaştı ve kendisine karşı düşmanlık bayrağını çektiler.

Üçüncü bir kısmı da.da onu bıraktılar, kendisiyle herhangi bir savaşa girişmediler. Aksine Rasûlullah'ın işini kendisine ve düşman­larına bıraktılar. Diğer taraftan bunlardan bir kısmı içten içe Hz. Mu-hammed'in hakim olmasını ve zafer kazanmasını istiyor ve arzuluyor-du. Kimisi de düşmanlarının başarı kazanıp üstün olmasını istiyordu. Kimisi görünürde Rasûlullah (s.a) ile beraber olduklarını söylerlerken, içten içe yani gizli olarak ta düşman ile hareket ediyorlardı. Bunlar böylece her iki taraftan yana zanlarınca güven içinde olmak istiyor­lardı. Bu gurup münafık gruptu.

Bütün bu gruplarla yapılan muamele Yüce Rabbimizin emri doğrultusanda olmuştur.[290]

Bû araştırma esnasında bu antlaşmanın belirgin üç özelliğinin or­taya çıktığını gördüm:

1. Ehli Kitab'ın müslümanlara kurdukları komplo hile ve tuzak­lar (Sonra bunlarla dostluk kurulması ve bunlara itaat etmek yasak­lanmıştır.)

2. Nifakın ve münafıklığım ortaya çıkıp, müslümanlara karşı giz­liden harekete geçmesi.

3. Bütün bu grupların hepsinden uzak durmak. Yani müslüman-lar ile düşmanları arasında tam ve kesin bir ayrılık. Bunun bir başka yönü vardır ki, biz bunu yeri geldiğinde aktaracağız.

 

Ehli Kitab'ın Tuzak Kurmaları Sonucu Müslümanların Bunlarla Dostluktan Menedilişi

 

İnsaf ehli araştırıcı tarihçiler, yahudi tarihiyle ilgili araştırmala­rında şu hususlarda ittifak etmişlerdir

Yahudiler gerçekten kindar bir millettirler. Tabiatlarında hile yap­mak ve aldatmak yatıyor. Karşısındakine zulmetmek ve onu gadre uğ­ratmak kanlarına işlemiştir. Allah'a ve Rasûlüne karşı savaşmayı ah­lak haline getirmişlerdir.

Allah (c.c)'m bildiği bir hikmet gereği, risâlet görevi İsrailoğulla-rından peygamberlerin sonuncusu, Kureyşli ve Haşimî soyuna bağlı arap olan Abdullah oğlu Muhammed (s.a)'e geçmiştir. Yahudiler özel­likle hile ve tuzaklarına Mekke'de başlamışlardı. Rasûlullah (s.a), Mçk-ke'de olduğu dönemde, Kureyşlilerin inatçı sorulan konusunda Ya­hudiler bunlara hep yardımcı olmuşlardır. Kureyşlilerin Rasûlul-lah(s.a)'a sormakta inadla ısrar ettikleri sorularda.. Meselâ Yahudi­ler Kureyş'lilere: "Ona ruhtan sorun, Ashab'ı Kehfi sorun gibi fikir­ler verip, Rasûlullah'ın zor durumda bırakılmasını sağlamaya çalış­mışlardır. Bunlar Kehf sûresinde anlatılmıştır.

Rasûlullah (s.a) ve kendisine iman edenler hep birlikte Medine'­ye hicret edince yahudilerin dünyaları başlarına çöktü, kıyametleri kop­tu. Artık bundan böyle durup dinlenmeden hile, tuzak komplolar ve fesadı yaygınlaştırdılar. Bu yoğunluğun artış sebebi şu idi. Yeryüzün­de bir İslâm devleti kurulmuştur. Ve bunun onlar üzerinde çok büyük menfî etkisi olmuştur. Çünkü İslam, onların gücünü ve belini kırdı. Zira hakkı hakim kıldı. Onların gizledikleri bütün hileleri ortaya çı­kardı. İnsanların onların şerrinden ve kötülüklerinden çekip kurdar-dı. Onların hakimiyetlerini ve varlıklarını paramparça etti, zulümleri­ne ve tuzaklarına son verdi. Artık bundan böyle orada İslam'a ve mü'-minlere hile yapacak ve tuzak kuracak durumda değillerdi.

Yahudiler, müslüman olmak isteyenlere karşı hemen her türlü fe­laket ve musibeti reva görüyorlar, onlara zulmederek İslamı Önlemek

istiyorlardı. Aslında nifak ve münafıklık olayı bunların kucağında bü­yüyüp gelişmiş, faaliyet merkezi olmuştur. Daha önce zikretmiş oldu­ğumuz yazılı belgeye riâyet etmemişler, daima Allah'a ve Rasûlüne iha­net etmişlerdir. Müslümanlara zulmetmişler, onları gadre uğratmış­lardır. Müşrik ve kâfirlerle beraber bulunarak, yetkilerini ve dostluk­larını her zaman onlar lehine kullanmışlardır. Rasûlullah (s.a)'a ezi­yet etmişler ve bir çok suikastlar düzenlemişlerdi. Ancak hiç bir za­man başarılı olamadılar...

Özellikle Kur'ân'ın Medine'de inen bölümleri ve bu sûrelerin en büyükleri olan Bakara, Ali İmrân, Nisa ve Maide bu noktaya dikkat çekmiş, onların gizli dolaplarını, hile ve tuzaklarını ortaya koymuş on­ları böylece rezil etmiştir. Aslında buna dair âyetler bir hayli çoktur. Ancak ben bunlardan sadece bazılarını burada sunmak istiyorum. Bu sayede, günümüzde onların tuzağına düşüp aldanmış olan müslüman-larca konu iyice açıklığa kavuşmuş olsun istiyorum. Zira bu aldanan müslünıanjar, onları dost ediniyorlar, velayetlerini onlara veriyorlar, onları ta'zim ediyorlar, saygı duyuyorlar, hatta bundan öte onlara uya­rak peşlerinden gidiyorlar. Halbuki mü'minleri aldatan bu kişiler pey­gamberleri öldüren, yeryüzünde fesad ve bozgunculuk çıkaran Allah düşmanları ve lanetli kimselerdir. Rabbimiz bu konuda şöyle bu­yuruyor;

''Ehli kitaptan çoğu, hakikat kendilerine apaçık belli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlık­tan ötürü, sîzi imanınızdan son­ra küfre döndürmek isterler. Siz, Allah onlar hakkındaki emrini ge­tirinceye kadar affedip bağışlayın. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.”(Bakara,2/109)

"Ehli kitaptan bir kısmı is­tediler ki, ne yapıp edip sizi saptırabilsinler. Oysa onlar, sadece kendilerini saptırırlar da farkına bile varmazlar." (Al'i İmrân, 3/69)

"Ehl'i kitaptan bir gurup; "Mü'mirilere indirilmiş olana sa­bahleyin (görünüşte) inanıp ak­şamleyin inkâr edin. Belki onlar (böylece dinlerinden) dönerler." dedi." "Al'i İmrân, 3/72"                                                       

Bu âyet meali aşağıda sunulacak olan bir yahudi planıyla ilgili olarak inmiştir.

Rivayete göre, Hayber yahudilerinden 12 kişilik bir hahamlar (din adamları) topluluğu günün ilk saatlerinde sözde İslâm'ı kabul edip böy­lece müslüman gözükecekler, ancak akşama doğru, kendi kitaplarına baktıklarında, orada Hz. Muhammed (s.a)'in peygamberliğine ilişkin bir işarete rastlayamadıklanm ileri sürerek müslümanların dinlerin­den dönmelerini sağlamaya çalışacaklardı. Rabbimiz yine şöyle bu­yuruyor:

"(Yahudiler ve hnstiyanlar müslümanlara:) "Yahudi ya da hrıstiyan olun ki, doğru yolu bu­laşınız." dediler. De ki: "Hayır!Biz, Hanif olan İbrahim'in dini ne uyarız. O, müşriklerden değildi." (Bakara, 2/135)                

"(Ey Mü'minler!) Kâfirler de putperestler de Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler. Halbuki Allah rahmetini dilediği­ne verir. Allah büyük lütuf sahi­bidir." (Bakara, 2/105).

"Ey iman edenler! Kendi dı-şınızdakileri sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmek­ten asla geri durmazlar, hep sıkın­tıya düşmenizi isterler. Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmak

tadır. Kalblerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eğer düşünüp anlıyorsanız âyetlerimizi size açıklamış bulunuyoruz." (Al'i İmrân, 3/118)

İşte bu manâda daha bir çok âyetler, bunların müslümanlara karşı olan hilelerini ortaya koymaktadır, yine bunların müslümanlar ve on­lara tabi olanlar için hazırlayıp pusuda bekleye durdukları tuzaklarını ortaya koymaktadır. Bunun içindir ki, gelen bir çok âyetler mü'min-lerin dikkatini çekmiş, onları uyarmış, bunların genel olarak kâfirleri dinlememeleri ve özellikle de Ehli kitaba kulak vermemeleri istenmiş­tir. Bunlara kulak asılmayacak, itaat olunmayacaktı. Bunlar dost ve veli edinilmeyecek, bunlara karşı herhangi bir eğilim de gösterilmeye­cektir. Ben bunu daha fazla uzatmak istemiyorum. Yine bazı âyet me­alleri sunayım. Çünkü ileride yine bu bölümde, dostluk kurmanın ve ilişkinin şekilleri bahsinde meseleye daha geniş yaklaşacağız inşaallah...

Rabbimiz (c.c) buyuruyor ki:

"Sen   dinlerine  uymadıkça yahudiler de hırıstiyanlar da sen­den razı olmayacaklardır. De ki, "Doğru yol, ancak Allah'ın yo­ludur." Sana gelen ilimden son­ra bilfarz onların arzularına uyacâk olursan, andolsun ki, Allah'-                              tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır." (Bakara, 2/120)

"Ey iman edenler! Eğer kâ­firlere uyarsanız, sizi eski dinini­ze geri çevirirler; o takdirde büs­bütün kaybedersiniz. Bilakis, mevtamız Allah'tır ve O, yardım­cıların en hayırhsıdır." (Ali İmrân, 3/149-150)

"Ey iman edenler! Kendile­rine kitap verilenlerden bir guru­ba uyarsanız imanın/dan sonra si­zi yeniden kâfir ederler. Size Al­lah'ın âyetleri okunurken, üstelik Allah Kasûlü de aranızda iken, nasıl inkara saparsınız? Her kim                    

Allah'a   bağlanırsa,   kesinlikte doğru yola iletilmiştir." (Al'i îmrân, 3/100-101)

Bu ik âyetin nüzul sebebiyle ilgili olarak şu olay anlatılmaktadır: Şâs b. Kays cahiliye düşüncesine son derece bağlı yaşlı bir yahudidir. Küfürde çok ileri bir noktada olduğu gibi, müslümanlara karşı olan kini de oldukça şiddetlidir, müslümanlara hasedetmekte ve onları çe-kememektedir. Bir gün Evs ve Hazrec kabilesinden olan müslüman­lar, Rasülullah'ın ashabına uğradı. Onları hep bir arada oturup güzel güzel konuştuklarını, aralarında herhangi bir ihtilafın olmadığını gördü. Buna çok içerledi. Onların bu cemaatı ve birbirlerine olan bağlılığı onu adeta çileden çıkardı. Çünkü bu iki kabile İslamdan önce birbirinin kanına susamış iki büyük düşman idiler. Ancak İslamı kabullenmele­rinden sonra artık kan kardeşliğinden öteye bir kardeşlik, din kardeş­liği ve Rasûlullah'a ashab olma bahtiyarlığı doğmuştu. Bu yahudi kendi kendine şöyle konuşmuştu:

"Artık kayle oğulları topluluğu bu ülkede bir araya gelebilmiş ol­duğuna göre bundan böyle, bizim burada toplanmamıza imkan kal­mamıştır!" Hemen yanında ki bir yahudi gencine şunları teklif etti:

- Derhal git, aralarına gir ve otur, onlarla birlikte ol. Sonra da o iki kabilenin birbirlerini kırdığı cahiliye dönemindeki Buas savaşın­dan sözet, onda olanları anlat, aynı zamanda o esnada iki kabilenin birbirlerine atışma olarak söyledikleri şiirlerden de oku, oku ki, bir­likleri bozulsun, dedi.

Yahudi genci derhal verilen emri yerine getirdi. İki kabile bunun üzerine birbirleriyle atıştılar, kimi övünürken, kimi de başkaca şeyler ileri sürerek birbirlerine münakaşa etmeye başladılar. Bu arada iki ka­bileden birer kişi birbirlerinin üzerine saldırdı. Böylece atışıp durur­larken, o iki adamdan biri diğerine şöyle dedi:

İstersen, ben onu o olayı tekrar meydana getireyim. Her iki gu­rup tada sinirli hava gittikçe gerginleşti ve dediler ki: "Artık silaha sarılan, silaha! Hem düello yapacağımız yer ve meydan da bellidir, o zahire ya da harre denilen yerdir. Oraya gidin," denildi. Hepsi ora­ya gittiler. Evs ve Hazrec kabileleri cahiliyedeki bir dava sebebiyle bah­sedilen yerde karşı karşıya geldiler. Neredeyse birbirleriyle vuruşacak duruma gelinmişti.

Durum hemen Rasûlullah (s.a)'a iletildi. Rasûlullah (s.a), bera­berinde muhacirler olduğu halde kalkıp onların yanma geldi ve şöyle buvurdu:

"- Ey Müslümanlar topluluğu! Aman Allah'ım! Sizler ha, sizler hâ, ben aranızdayken ve Allah (c.c), sizi hidayete erdirip müslüman kılmışken, bu hususta size ikramda bulunurken, sizi tüm cahiliye kir­lerinden ve işlerinden kurtarmışken siz cahiliye davasıyla birbirinize karşı çıkıyorsunuz ha öyle mi? Allah (c.c) sizi birbirinize sevdirirken, ülfetinizi artırırken, siz eskiden olduğu gibi tekrar kâfirler olarak eski durumunuza düşmek istiyorsunuz? Öyle mi..!

Oradaki iki toplum derhal kendilerini toparladılar ve durumun farkına vardılar, bunun şeytanın bir tuzağı olduğunu sezdiler. Düş­manlarının da bir hilesi olduğunu anladılar. Derhal silahlarını bir ke­nara fırlattılar, hepsi yaptıkları hatadan ötürü ağlaştılar. İki kabile, Evs ve Hazrec kabilesi birbirleriyle tekrar kucaklaştılar ve hep bera­ber Rasûlullah (s.a) ile birlikte geri döndüler. Artık onu diniliyor ve ona itaat ediyorlardı. Allah (c.c), böylece onların aleyhine düşmanla­rının giriştiği hile ve tuzaklarının ateşini söndürdü, Allah düşmanının başvurduğu tuzak da sonuçsuz kaldı.                       

İşte bu olay üzerine Rabbim şöyle buyuruyordu:

"Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden bir guruba uyar­sanız imanınızdan sonra sizi yeniden kâfir ederler.'* (Ali İmrân, 3/100)

Cabir b. Abdullah diyor ki: Rasûlullah (s.a)'m aramıza kadar çı­kıp gelmesi ve eliyle bizlere işaret buyurması ve bizi yaptığımızdan me­netmesi, Allah'ın aramızı düzeltmesi çok iyi oldu. Ancak ben onun bizden böyle bir şeyi görmesini istemiyordum. Çünkü bize, Allah'ın Rasûlü Hz. Muhammed'den daha sevimli kimse yoktu. Ben, başta daha kötü ve daha vahşice bir gün olarak ve sonuç bakımından da daha iyi ve güzel bir gün olarak o günden başkasını hatırlamıyorum.[291]

Allah (c.c), Bakara süresindeki, Benî İsraîl kıssasını, İsrailoğullarının Hz. Musa (s.a) ile olan durumlarını ve kesilmesi gereken sığı­rın kesilmesi için olan olayı anlattıktan sonra Rabbimiz mü'minleri, doğru yola iletmek için onlara yol gösteriyor ve şöyle buyuruyor:

Şimdi (ey mü'minler) onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa ki, onlardan bir zumre, Allah'ın kelamını işitirler de iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederlerdi.

"(münafıklar) inananlarla karşılaştıklarında "iman ettik” derler. Birbirleriyle yalnız kaldık­ları vakit ise "Allah'ın size açtık­larını (Tevrattaki bilgileri), Rab-biniz katında sizin aleyhinize hüccet getirmeleri için mi onlara! anlatı­yorsunuz; bunları düşünmüyor musunuz" derler.

"Onlar bilmezler mi ki, gizlediklerini de açıkça yaptıklarım da Allah' bilmektedir." (Bakara, 2/77)                                     

Daha sonra uyarma ve sakındırma olayına derinlik kazandıran âyetler yer alıyor:

"Ey iman edenler! Yahudi­leri ve hrıstiyanları dost edinme­yin. Zira onlar birbirinin dostu­durlar (birbirinin tarafını tutar­lar). İçinizden onları dost tutan­lar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna yol göstermez." (Maide, 5/51)

Rabbim daha sonra şöyle buyuruyor:

"Sizin dostunuz (veliniz) an­cak Allah'tır, Rasûlüdür, iman edenlerdir; onlar ki Allah'ın emir­lerine boyun eğerek namazı kılar­lar, zekatı verirler.

"Kim Allah'ı, Rasûl'ünü ve iman edenleri dost edinirse (bilsin ki) üstün gelecek olanlar şüphesiz Allah'ın tarafım tutanlardır.

"Ey iman edenler!   Sizden önce kendilerine Kitab verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edi­nenleri ve kafirleri dost edinmeyin. Allah'tan korkun; eğer mü'minlerseniz." (Maide, 5/55, 57)                                               

İşte bu nassîar ve daha başka nasslar, kitap ehlinin müslümanla-ra ve îslama karşı olan hilelerini, tanıma noktasında müslümanlara gerekli bilgiyi ve açıklamayı vermiş olmaktadır. Böylece bazı müslü-manlann bu gibi kimselere karşı duydukları sevgi ve dostluğu kesin olarak koparıp atmaktadır. Zira bu düşmanlarla sevgi ve dostluk ku­rulamaz. Çünkü kişiler sevgiyi ve dostluğu sadece Allah için, Rasûlü için ve bir de mü'minler için beslerler. Bu üç sınıfın dışında ise asla.

 

2. Nifak Ve Münafıklık

 

Gerçekten Mekke döneminde mü'minler bir çok belalarla karşı karşıya idiler, azab görüyorlar, işkence ediliyorlar, sıkıştırılıyorlar, bas­kı altında tutuluyorlardı. Fakat bütün bunlara rağmen dayanma gücü gösterip sabrediyorlar, mümkün olduğu kadar direkt olarak karşı koy­muyorlardı. Çünkü Mekke'de o zamanlar sadece iki gurup insan var­dı. Gurubun biri tüm yapılanlara göğüs gerip sabr eden mü'minler, diğeri ise zalim ve kâfir müşriklerdi. Mekke'de münafık diye bir gu­rup yoktu. Çünkü nifakın tabiatı gereği hep hile yapmak, tuzak kur­mak ve hep arkadan güreşmektir. Mekke'de ise bu dinin bağlıları sa­dece samimi ve dosdoğru müslümanlardı.

Ancak Medine'ye gelince durum farklıdır. Burada İslâm Devleti­nin kurulmasından, Allah'ın hükmünün ve şeriatının hakim olmasın­dan sonra, ortaya bir üçünü gurup olan münafıklar, iki yüzlüler çıktı. Aslında bu, bencil, kendisinden başkasını düşünmeyen ve zayıf karak­terli kimselerin alışageldikleri bir huydur, çünkü bunlar aynı zaman­da korkaktırlar. Bu bakımdan İslam'ın güç kazanmasından ve onun üstün gelerek hakim olmasından korkmaktadırlar. İşte bundan dola­yı münafıklar görünürde müslüman gözüküyorlar, fakat aslında küf­rü ve küfür ehlini seviyorlar, ancak onları sevdiklerini açık bir şekilde söyley emiyorlardı.

N Münafıklar: Öylesi bir toplumdurlar ki, İslamı kabul ettiklerini ve Rasûlullah (s.a)'a tabi olduklarını açıkça söyleyip, esas küfürleri­ni, Allah'a ve Rasûlünre olan düşmanlıklarını ise gizlerler. İşte bun­lar Rabbimin de buyurduğu gibi cehennem ateşinin en şiddetli olan alt tabakasındadırlar. İşte âyet:

"Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt katındadırlar. Ar­tık onlara asla bir yardımcı bulamazsın." (Nisa, 4/145)

Bilindiği gibi küfrünü açıkça ortaya koyan kâfirler, zarar bakı­mından daha az zararlı oldukları gibi, yine küfrünü açıkça ortaya ko­yan kâfirler, münafıklarla göre daha hafif bir dereceyle cezalandırıla­caklardır. Çünkü münafıklar cehennemin tabakalarının en alt kısmında yer alırlarken, kâfirler bunların üzerindeki bir tabakada yer alacak­lardır.

Aslında her iki gurup ta yani kâfirler ve münafıklaı, küfürde, Al­lah ile Rasûlüne düşmanlıkta müşterektirler, bu hususta aralarında her­hangi bir fark yoktur. Ancak münafıkların bunlardan bir farkı var­dır. O da yalancı olmaları ve nifak meydana getirmeleri. Bu yüzden müslümanların bunlardan gördükleri, zarar açıkça küfrünü ortaya ko­yanlardan daha fazladır ve tehlikelidir. Bu bakımdan Rabbim müna­fıklar hakkında bizi uyararak şöyle buyurmaktadır:

"Düşman onlardır. Onlardan sakın.” (Münafikûn, 63/4)

Burada bu âyetin tümüyle mealini verelim de, münafıkların hali­ni bir görelim:

Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa söz­lerini dinlersin. Onlar sanki elbise giydirilmiş kütüklerdir. Her gürül­tüyü aleyhlerine sanırlar. Düşman onlardır. Onlardan sakın. Allah on­ları kahretsin! Nasıl olup da döndürülüyorlar?" (Münafikûn, 63/4)

Şimdi tekrar âyetin kısaca işaret ettiğimiz noktasına dönelim: "Düşman onlardır. Onlardan sakın."

İşte bu gibi lafızlar hasr ifade etmektedir. Yani olayın özellikle kim tarafından ortaya konulduğunu kesin bir çizgiyle bildirmiş olmak­tadır. Bu itibarla burada: "Düşman sadece bunlardır, bunlardan da­ha büyük düşman yoktur'- demek isteniyor. Ancak buradan, "Düş­manlık sadece bunlardandır." gibi bir şey de anlaşılmamalı. Evet böyle anlaşılmamalı, müslümanların bunlar dışında düşmanları yoktur ma­nâsında değerlendirilmemeli. Aksine burada işaret olunan ve ortaya konan husus şudur.

Düşmanlıkta en ön sırayı münafıklar alırlar. O halde diğer düş­manlarını tanıman gerektiği gibi, hiç ihmal etmemen ve öncelikle düş­manların olarak bilmen gereken toplum bu münafıklardır, sakın bu­nu hatırından çıkarma. Bunların görünürde müslümanlara yaklaşıp katılmalarına değer verilmemeli, dostluk gösterileri, oturup kalkmalan, bir arada bulunmaları aldatıcıdır ve müslümanlarm düşmanları olmadıkları anlamına gelmemelidir. Bilakis bunlar, düşman olarak bi­linmeye ve düşmanlık gösterilmeye daha çok müstahaktırlar. Bunlar­dan ülkede bu durumu açığa vuranlara, müslümanlara karşı düşman­lık bayrağını çekenlere karşı mutlaka düşmanlık gösterilmelidir.

Şimdi asıl inançlarını gözleyip görünürde müslümanlardan gözü­ken, onlarla muaşerette bulunup, kalkıp oturan bu kimselerin verdik­leri zararlar, açıkça düşmanlık gösteren, bunu sürdürenlerin düşman­lığından çok daha büyük zararlar doğurmaktadır. Zira küfrünü açık bir şekilde ortaya koyan kimseyle bir harbe veya savaşa girişmek ya bir saat, bir an veya bir kaç gün sürer. Sonra da bu, biter, sona erer, sonuçta yardım ve zafer olur. Fakat münafıklarla durum hiç de diğer­leri gibi değildir. Çünkü bunlar bizim ülkemizdeler, bizim yanımızda yer alıyorlar ve evlerimizin içinde bulunuyorlar, hem de gece-gündüz bunlarla beraberliğimiz sürmektedir. İşte bunlar bizim tüm gizli şey­lerimizi düşmana gösteriyorlar, onlara gözcülük ediyorlar. Bu bakım­dan bunlardan sakınmamız gerçekten pek güç olmaktadır. Her an müslümanlar aleyhinde fırsat gözetleyip duruyorlar. Bu bakımdan bun­larla görüşmek, bir utançtır ve bir lekedir. Bunları sevmek ise Cebbar olan yüce Rabbimin gazabını çeker, insanın cehenneme girmesine ne­den olur.

Kim onların köpeklerinin peşine takılır ve görüşlerinin çengeline saplanırsa, bu hal onun dinini ve imanını paramparça eder, böylece onun için akla gelmeyecek belalar ve rezaletler biçerler. O kimseye ar­tık mahrumiyetten ve yoksulluktan alması gereken ne kadar pay var­sa bu payı bol miktarda almasını sağlarlar. Böylece o gerisingeri git­meye ve hep gerilemeye başlar da hala kendisini ilerliyor zanneder.[292]

Ancak Yüce Allah'ın bu ümmete bir nimeti ve rahmeti gereğidir ki, onları mü'minle münafıkı birbirinden ayırdetmeyecek bir halde bı­rakmamıştır. Zira mü'minin neyin iyiliğine ve neyin de kötülüğüne ol­madığım bilmemesi, böyle bir temyiz gücüne sahip olamaması halin­de, İslâm toplumunda güzel örneklerin kaybına ve yok oluşuna neden olur. Aynı zamanda doğru ve samimi olan müslümanın da sadakati­nin ve doğruluğunun önemli şeklinin ortadan kalkmasına sebep olur.

Yine İslama mensup olduklarını söyleyen bir takım kimseler de var ki, bunlar sırf menfaatçılığı gözetirler. Yani onlar sadece dünya­da çıkarları olan malın dışında bir şey düşünmezler. Tek düşünceleri dünyanın aşağılık metaıdır. Bu bakımdan mü'minler herhangi bir za­fer ve başarı kazandıklarında hemen yanlarında bu tip kimseleri bu­lurlar. Fakat bir musibet ya da felaketle karşılaştıklarında aynı kişile­rin mü'minlerin aleyhine döndükleri görülür. Yine bunlardan öyleleri de var ki, hepsi iğrenç bazı arzular peşindedirler. Yıkıcı ve iğrenç ar­zular. İçleri öylesine kin ve haset doludur ki, tem amaçları bu kin ve hasedle istediklerini elde etmektir. Bunlar hep müslümanlarm sıkıntı­ya düşmelerini ve başlarına bir şeylerin gelmesini gözetleyip dururlar. Görünürde mü'minlerin yanında olduklarını söylerler. Ancak en sı­kıntılı ve dar anlarında müslümanları hep arkadan vurarak ihanette bulunlar.

Durum böyle olunca, Allah (c.c) imtihan ve deneme yoluyla doğru ve samimi olan müslüman ile yalancı olanı açıklayıp ortaya ay­maktadır. Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:                        

"Elif, Lâm, Mîm. İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece "iman ettik" demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekile­ri de imtihan geçirimsizdir. Elbet­te Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka or1 aya koyacaktır.'' (Ankebût, 29/1-3)

Bjr başka âyette de şöyle buyurulmaktadır:

"Eğer siz (Uhud'da) bir acı­ya uğradınızsa, (Bedir'de de düş­manınız olan) o kavim aynı acıya uğramıştır. İşte böylece biz, zafer günlerini insanların kâh bir kesi­mine, kâh diğer kesimine nasip ederiz. Tâ ki Allah, iman edenle­ri ortaya çıkarsın ve aranızdan şa­hitler edinsin. Allah zalimleri sevmez. Bir de (böylece) Allah, iman ejflen-leri günahlardan temize çıkarmak, kâfirleri de helak etmek ister." (Al'i îmrân, 3/140-141)

Bir başka âyet meali de şöyledir:

"Allah, kirlenmişi temizden ayırdetmeksizin, mü'minleri bu­lunduğunuz halde bırakacak de­ğildir." (Al'i İmrân, 3/179).

Evet, mutlaka iyi ile kötünün, kirli ile temizin ortaya çıkarılması gerekmektedir. Kaldı ki insanların imtihana tabi tutulması, Rabbani bir imtihandır. Nefislerin arınması ve hak üzere pırıl pıril kalması bu­na bağlıdır. Kaldı ki Allah (c.c), kullarından, ister mutlu anlarında, ister sıkıntılı anlarında olsun, kendisine karşı kulluklarım yerine ge­tirmelerini ister. Sağlıklı veya sıkıntılı anlarında kulluklarım kanıtla­maları gerekir. Çünkü insanın bu her iki durumda da Rabbisine karşı yapabileceği görev ve vazifeleri bulunmaktadır. Kısaca durum neyi ge­rektiriyorsa, görevini o duruma göre yerine getirmesi lazımdır. Bun-larsız kulluk gereğince yerine getirilmiş olamaz. Kalb de bunlarsız doğ­ruya ulaşamaz, düzelemez. Nitekim insan vücudunun bile düzenli bir yol izleyebilmesi için hem sıcağa hem de soğuğa ihtiyaçları vardır. Be­den sıcağın, soğuğun, açlığın ve susuzluğun, yorgunluğun ve sıkıntı­nın ne olduğunu bilmedikçe gereğince görevini yerine getirmez. İşte kişiye gerçek anlamda bir yön verilmesi, insanın kemale ve olgunluğa erişmesi için bu sıkıntılar ve zahmetler bir şart olmaktadır.[293]

Aslında münafıklarla ilgili konu üzerinde duracak olursak, bu ko­nu uzar. Üstelik eski ve yeni yazarlar bu hususta bir hayli yazmış­lardır.[294]

Ben konunun hazırlığı bölümünde nifak'ın ve hükümlerinin ne olduğundan sözetmiştim. Şimdi ise bunların islam davetine karşı ol­dukları davranış biçimlerine ilişkin, açık fiilerini ve niteliklerini belir­teceğim.

 

Münafıkların Çirkin Özellikleri

 

1- Münafıkların giriştikleri en tehlikeli işlerden birisi şudur: Müslü­manları terkeder, yahudi ve hristiyanlarla dost olurlar, onlara bağlanır­lar. Kur'an'ı Kerîm bir çok yerlerde onların bu hallerini açıklayarak, asıl yüzlerini ve iğrençliklerini su yüzüne çıkarmıştır. İşte bunlardan biri Haşr süresidir. Rabbimiz bu sûrede şöyle buyuruyor:

"Münafıkların, kitap ehlin­den inkar eden dostlarına, "Eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız, mutlaka biz de sizinle beraber çı­karız; sizin aleyhinizde kimseye asla uymayız. Eğer savaşa tutu­şursanız, mutlaka yardım ederiz" dediklerini görmedin mi? Allah onların yalancı olduklarına şahit­lik eder.                                                                             

"Andolsun, eğer onlar çıkarilsalar, onlarla beraber çıkmazlar, sa­vaşa tutuşmuş olsalar onlara yardım etmezler, yardım etseler bile ar­kalarını dönüp kaçarlar, sonra kendilerine de yardım edilmez." (Haşr,59/11, 12)

Yine Rabbim şöyle buyuruyor:

"Allah'ın kendilerine gazab ettiği bir topluluğu dost edinenleri görmedin mi? Onlar ne sizdendirler, ne de onlardan. Bilerek yalan yere yemin ediyorlar." (Mücadele 58/14).

Süddî ve Mukatil'in anlattıklarına göre bu Mücadele âyeti Ab­dullah b. Übeyy b. Selûl ile Abdullah b. Nebtel hakkında nazil olmuş­tur. Bu iki şahsın ikisi de münafıkların önde gelenlerindendir. Bu iki kişiden biri Rasûlullah (s.a) ile beraber aynı mecliste bulunup, karşı­lıklı konuşur, sonra da sözü alır, yahudilere iletirdi. İşte aşağıdaki âyet de bununla ilgili olarak nazil olmuştur:[295]

"Bunların arasında bocalayıp durmaktalar; ne onlara (bağlanı­yorlar) ne bunlara. Allah'ın şaşırttığı kimseye asla bir (çıkar) yol bu­lamazsın." (Nisa, 4/143)

Ayrıca bir sûre var ki, tümüyle münafıklardan sözeder. İşte bu sûre "Münafikûn" süresidir. Rabbimizin bu sûrede bildirdiğine göre bunlar aslında içlerinde olmayan şeyleri açığa vururlar. Asıl amaçla­rını gizlerler. Bunlar müslümanlar aleyhine hareket ederler ki, müslü-manların safları zayıflayıp güçsüzleşsin. Rabbimiz (c.c) şöyle bu­yuruyor:

"Onlar: "Allah'ın elçisinin yanında bulunanlar için hiç bir şey harcamayın ki dağılıp gitsinler" diyenlerdir. Oysa gök­lerin ve yerlerin hazineleri Allah'­ındır. Fakat münafıklar bunu an­lamazlar."

"Onlar,   "Andolsun,   Eğer Medine'ye  dönersek,  en  üstün olan, en alçak olanı oradan mut­laka çıkaracaktır." diyorlardı. Halbuki üstünlük ancak Allah'ın ve peygamber'inin ve mü'minlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler." (Münafikûn, 63/7-8)

Bu âyetin nüzul sebebiyle ilgili olarak Cabir (r.a)'den gelen riva­yete göre; Câbir b. Abdullah (r.a) diyor ki: "Biz Hz. Peygamber (s.a) ile birlikte bir gazada bulunuyorduk. Bu sırada muhacirlerden biri, Ensardan birinin kıçına vuruverdi. Bunun üzerine Ensar'dan olan kim­se: "Ey Ensâr!" diye seslendi. Muhacir olan da aynı şekilde, "ey Muhacirler" diye seslendi. Her ikisi de kendi çevresini yardımına ça­ğırıyordu. Bu durum üzerine Rasûlullah (s.a):

"- Bu cahiliye davası da nedir?" diye müdahalede bulundu. Ora­dakiler de:

- Ey Allah'ın Rasûlü! Muhacirlerden olan biri, Ensardan olan bi­rinin kıçına vurdu cevabını verdiler. Rasûlullah (s.a) de:

"- Bırakın o adeti, çünkü o kokuşmuştur" buyurdu. Daha sonra (Münafıkların lideri durumunda olan) Abdullah b. Ubeyy b. Selûl du­rumu duydu ve şöyle dedi: "Onlar böyle bir işi yaptılar ha". Allah'a yemin ederim ki, şayet Medine'ye dönecek olursak, kesin olarak be­lirteyim, en şerefli ve kuvvetli olan (kendisini ve çevresini kasdediyor), oradan (Medine'den) en hakir (aşağılık) olanı (Rasûlullah'ı kasdedi­yor) çıkaracaktır.

Hz. Peygamber (s.a) bu ifadeleri duydu. Hz. Ömer (r.a) ise:

- Beni bırak ta bu münafıkın boynunu vurayım, diye izin istedi. Ancak Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdular: "Bırak onu, insanlar Mu-hammed (s.a) arkadaşlarını öldürtüyor, diye konuşmasınlar."[296]

Muhammed b. İshak da, Asım b. Amr b. Katade'den rivayetle şunları söylüyor: "Münafıkların Reisi olan Abdullah b. Übeyy b. Se-lûl'ün bu tutumu karşısında, oğlu samimi iman sahibi Abdullah, ba­basından böyle bir davranışın Rasûlullah'a ulaştığını öğrenince, he­men Rasûlullah (s.a)'a koştu ve dedi ki:

- Ya Rasûlullah! Abdullah b. Übeyy'in sana karşı olan tumumu-nu ve onu öldürteceğini öğrendim. Şayet sen böyle bir şey yapacak isen, onu öldürmeyi bana emir buyur, ben hemen onun başını vurup sana getireyim. Vallahi Hazrec kabilesi, babasına karşı benden daha iyi davranan (birisini) biliyor değildir. Tek korkum babamı öldürmesi için benim dışımda bir başkasına emir verirsiniz de, bunun üzerine ben de babam Abdullah b; Obey'in katilinin halk arasında gezmesine rıza gösteremeyebilirim. Bu yüzden (kâfir olan) babamı öldüren bir mü'-mini öldürme hatasına düşebilirim. Sonunda da cehenneme girerim (işte izin ver ki, kâfir olan babamı kendi elimle öldüreyim). Bu durum karşısında Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdular:

"- Aksine biz ona iyi davranacağız, ona güzel muamelede bulu­nacağız. Onun yanımızdaki sohbeti sebebiyle kendisine herhangi bir şey yapılmayacaktır."[297]

İkrime ve daha başkalarının rivayetlerine göre, insanlar savaştan Medine'ye döndüklerinde Abdullah b. Übey'in oğlu Abdullah (r.a), Medine girişinde yalın kılıç olarak durup babasını bekledi. İnsanların hepsi oradan geçiyorlardı. Babası Abdullah b. Übey gelince, oğlu dö­nüp babasına şöyle seslendi: - Geriye. Baba da:                         

-  Ne oldu sana, yazıklar olsun! diye seslendi. Oğul Abdullah da şöyle konuştu:

- Rasûlullah (s.a) sana izin vermedikçe, buradan öteye bir çizgi bile geçemezsin! diye cevap verdi. Hz. Peygamber (s.a) ise, askerini geriden izliyordu. Zaten o, tevazuu ve alçak gönüllülüğü gereği hep ashabının gerisinden gelirdi. Münafıkların lideri Abdullah b. Übey oğlu Abdullah'ı Rasûlullah (s.a)'a şikayet etti. Oğul Abdullah da şöyle konuştu:

"Vallahi ya Rasûlullah sen izin verinceye dek, o Medine'ye gire­meyecektir." Ancak Allah Rasûlünün izin vermesi üzerine Abdullah, babası Abdullah b. Übey'i salıverdi. Oğul Abdullah babasına şöyle söyledi:

- Artık, Rasûlullah (s.a) sana izin vermiş bulunuyor, şimdilik ge­çebilirsin."[298]

Gerçekten bu hadise, bu olay, imanda sadakatin ve doğruluğun en açık bir şeklidir. Zira Abdullah b. Abdullah b. Übey Rasûlullah (s.a)'a şöyle diyordu:

"Şayet, sen böyle bir şey yapacaksan, bana emret ki, ben onun başını derhal sana getireyim." Bir oğulu babası aleyhinde böyle bir işe sevkeden olay, ancak güçlü bir imana sahip olması, derin bir vela'ya ve dostluğa bağlı bulunması, kendi özünden de olsa, uzaklaşıl-ması gerekenden uzak durması tavrı olmalıdır.

2- Bunların en iğrenç ve kötü niteliklerinden biri de, meselelerini çözümde Allah'ın şeriatını terketmeleri, muhakeme konusunda Tağutlara başvurmaları. Çünkü bunların tüm arzulan, bu tağutlar tarafın­dan gerçekleşmektedir. Nitekim Rabbimiz bunlar için şöyle buyur­maktadır:

"Sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Tağut'a inanmamaları kendilerine emro-lunduğu halde, Tağut'un önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Hal­buki şeytan onları büsbütün sap­tırmak istiyor.

"Onlara: Allah'ın indirdiği­ne (Kitaba) ve Rasûl'e gelin" (onlara başvuralım) denildiği za­man, münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün.

"Elleriyle yaptıkları yüzün­den başlarına bir felaket gelince

hemen "Biz yalnızca iyilik etmek ve arayı bulmak istedik" diye ye­min ederek sana nasıl gelirler!

Onlar, Allah'ın kalblerindekini bildiği kimselerdir; onlara aldır­ma, kendilerine öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında tesirli söz söy­le!" (Nisa, 4/60-63)

Bu münafıkların aslında Allah'ın hakimiyetini reddetmeleri, ima­nın da reddi demektir. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

"(Bazı insanlar) "Allah'a ve peygamber'e inandık ve itaat ettik" diyorlar; ondan sonra da içlerinden bir gurup yüz çeviriyor. Bunlar inanmış değillerdir.

"Onlar, aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve peygam­ber'e çağırıldıklarında, bakarsın ki içlerinden bir kısmı yüz çevirip dönerler.

"Ama, eğer (Allah ve Rasûlünün hükmettiği) hak kendi IclıleVi-ne ise, ona boyun eğip gelirler.                                                 

"Kalplerinde bir hastalık mı var; yoksa şüphe ve tereddüt içinde midirler? Yoksa Allah ve Rasûlünün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır, asıl zalimler kendileridir!" (Nûr, 24/47-50).

Sonra Allah (c.c), bu mesele ile ilgili olarak mü'minler ile müna­fıklar arasında çok ince ve dakik bir ölçü koymaktadır.

Sadık ve samimi olan mü'min, Allah'ın hükmüne boyun eğer ve ondan hoşnut kalır, "İşittim ve itaat ettim", der. Rabbimiz şöyle bu­yuruyor:

"Aralarında hüküm verme­si için Allah'a ve Rasûlüne davet edildiklerinde, "İşittik ve itaat et­tik." demek, sadece mü'minlerin söyleyeceği sözdür. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir." (Nûr, 24/51).                                    

İşte bu, mü'minin vasfı ve niteliğidir. Münafıka gelince onun be­lirgin özelliği Allah'ın hükmünden yüz çevirmek ve onun karşısırida büyüklük göstermektir.                                                             

3- Onların aşağılık ve adi vasıflarından bir başkası da; İçinde bu­lundukları İslamî safı terkedip kaçmaktır, kâfirler adına casusluk yap­mak, müslümanların durumlarını açığa vurmak ve sırlarını ifşa etmek­tir. Yüce Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

(Evlerinizde) oturup da kardeşleriniz hakkında, "Bize uy­sal ar ılı öldürülmezlerdi." diyen­lere, "Eğer doğru sözlü insanlar iseniz, canlarınızı ölümden kurta­rın bakalım!" de." (Âl-i İmrân, 3/168)

Bilindiği gibi, liderleri Abdullah b. Übey kanalıyla Uhud sava­şında İslam ordusundan, ordunun üçte biri geri dönmüş, müslümanlar bu savaşta isabet almışlar ve oldukça da dehşete kapılmışlardı. Aynı şekilde böyleleri Tebûk savaşında ve daha başka savaşlarda da ordu­ya katılmayıp ayrılmışlardı. Aynı zamanda bunlar daima kâfirleri se­vip onları dost kabul etmişler, onlara karşı muvalat göstermişlerdir. Rabbim bunlar hakkında şöyle buyurmaktadır:

"Münafıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele! Mü'minleri bırakıp ta kâfirleri dost edinenler, onların yanında iz­zet (güç ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah'a aittir." (Nisa, 4/138-139)

Yine Rabbim onlardan haber vererek buyuruyor ki:

"Sizi gözetleyip duranlar; eğer size Allah'tan bir zafer (na­sip) olursa, "Sizinle beraber de­ğil miydik" derler. Kâfirlerin (za­ferden) bir nasipleri olursa (bu sefer de onlara), "Sizi yenip Öldü­rebileceğimiz halde (öldürmeyip)

mü'minlerden korumadık mı?" derler. Artık Allah kıyamet gününde aranızda hükmedecektir ve kâfirler için mü'm inler aleyhine asla bir yol vermeyecektir." (Nisa, 4/141)

Özellikle Tevbe sûresi onların çirkin yüzlerini ortaya koyarak ken­dilerini rezil etmektedir. Rabbimizin şu âyetleri onların durumlarım ortaya koymaktadir:

"Ancak Allah'a ve ahıret gününe inanmayan, kalbleri şüphe­ye düşüp, kuşkular içinde boca­layanlar senden izin isterler.

"Eğer onlar (savaşa) çıkmak isteselerdi elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların davranışlarını çirkin gör­dü ve onları geri koydu, onlara, "Oturanlarla (kadın ve çocuklar­la) beraber oturun!" denildi."

"Eğer içinizde (Onlar da sa­vaşa) çıksalardı, size bozguncu­luktan başka bir katkıları olmaz­dı ve mutlaka fitne çıkarmak is­teyerek aranızda koşarlardı. İçi­nizde, onlara iyice kulak verecek­ler de vardır. Allah zalimleri ga­yet iyi bilir."

Andolsun onlar önceden de fitne çıkarmak istemişler ve sana ni­ce işler çevirmişlerdi. Nihayet hak geldi ve onlar İstemedikleri halde Allah'ın emri galip geldi.

"Onlardan öylesi de var ki, "Bana izin ver, beni fitneye düşür­me." der. Bilesiniz ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdir. Cehennem, kâfirleri mutlaka kuşatacaktır.

"Eğer sen bir iyiliğe (zafer ve ganimete) erişirsen, bu durum on­ları üzer. Ve eğer sana bir musibet erişirse, "Biz (savaşa girmemekle); önceden işimizi (sağlama) almıştık." derler ve böbürlenerek dönüp giderler." (Tevbe, 9/45-50).

Bu âyetlerde Rabbimiz mü'rninlere açıklamada bulunmaktadır. Şayet bu münafıklar sizinle savaşa çıkmış olsalardı, sizi zarara uğra­tırlardı. Çünkü bunlar korkaktırlar, aşağılık kimselerdirler. Kesinlikle aranızda laf taşımak, kin yaymak suretiyle, bir fitne oluştururlar­dı.[299] Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"Allah'a inanın, Rasûlü ile  beraber cihâd edin." diye bir sû­re indirildiği zaman, onlardan ser­vet sahibi olanlar, senden izin is­tediler ve "Bizi bırak (evlerinde) oturanlarla beraber olalım.” de­diler."

"Geride kalan kadınlarla beraber olmağa razı oldular, onların kalblerine mühür vuruldu. Bu yüzden onlar anlamazlar." (Tevbe, 9/86-87)

Bu münafıkların yapacağı daha bir çok kötülükler vardır. Ancak Allah (c.c), onların tehlikeleri karşısında mü'minleri uyardı ve pey­gamberine de bunları açıkladı. Rabbim (c.c) dilemiş olsaydı, bunları açık bir şekilde peygamberine gösterirdi. Ancak bu kimseler laflarını eveleyip gevelemekle bilinirler. Rabbim buyuruyor ki:

"Biz dileseydik onları sana gösterirdik de, sen onları yüzlerin­den tanırdın. Andolsun ki sen on­ları, konuşma tavırlarından tanırsın. Allah işlediklerinizi bilir." (Muhammed, 47/30)

Şimdi biraz sonra da onlardan nasıl uzak durmak gerekiyor, onu öğreneceğiz. Rasûlullah (s.a)'m bu husustaki metodu ve yolu nasıldı, onlara karşı tutum ve davranışı ne idi göreceğiz.

 

3. Medine Döneminde Düşmanlarla İlginin Tama­men Kesilmesi

 

Medine döneminde müslümanlarla, karşılarında yer alan tüm düş­manları tam bir ayrılık içinde idiler.

Bilindiği gibi Mekke dönemindeki belirgin özellik müslümanların, hakim olması için, yapılan eziyet ve işkencelere sabır göstermesi, İslam davetini tebliğ etmesi ve müslümanlann patlama noktasına gel­mesini engelleyerek onlarla birlikte gelecek için hazırlık yapmaktı.

Mekke müslümanlarının eğitimi yukarıda belirttiğimiz şekilde sür­dürülürken, Medine'de daha başka bir tarzda idi. Medine'de bu, tü­müyle yepyeni bir şekilde ve yeni temeller üzerinde yürütülmekte idi. Artık mü'minler burada seslerini çıkarabiliyor, Allah yolunda ve Allah'ın kelimesini yüceltme uğrunda gereken ne ise onu yapıyorlar. Hiç bir zayıflık göstermeden Allah düşmanlarının aleyhine yapılacak ola­nı yapıyorlar ve hiç bir korkaklığa meydan vermeden azimetle ve güç ile düşmanlarının üzerine atılabiliyorlardı.[300]

Burada çok açık bir durum vardır.O da Allah yolunda cihad. İşte bu parlak dönem. Gerçekten Allah düşmanlarından ilgiyi kesme­nin ve onlardan uzak durmanın ilk şeklidir. Medine döneminde Rahman'ın dostlarıyla şeytanın yandaşları arasında kesin bir ayrılma gö­rülmüştür. Hz. Peygamberin hicretinden sonraki ilk durum budur. Ci­had, kişinin akide ve inancında sebat ettiğinin delili olarak yepyeni bir hüviyet kazanmıştır. Düşmanların eziyetlerine, işkencelerine ve meşak­katlerine karşı yepyeni bir yoldur cihad... Kâfirlerin engelini aşmak yolu...[301]

Doğrusu cihad hakkında konuşursak söz uzar da uzar. Çünkü bu konuda bir hayli âyet ve Hz. Peygamber (s.a)'in de bir çok hadisleri vardır. Ancak cihadın amaç ve gayesini anlama noktasında insanlar farklı farklı görüşlere sahiptirler. Özellikle de son çağlarda bu daha da farklılaşmış durumdadır. Öyle müslümanlar var ki, kâfirlerin, mül-hidlerin, dinsizlerin, müsteşriklerin ve batılıların şüpheli fikirleri kar­şısında ruhen çöküntüye uğramışlardır. Hepsi de aynı şekilde onların etkisinde kalmışlardır.

Meselâ: Allah düşmanlarının, İslam dini kılıç sayesinde yayılmıştır" dediklerinde, hemen orada kendilerinin ilim erbabı olduk­larını ileri süren alimler ortaya çıkar, kendi iddialarınca İslami savun­maya kalkışırlar, İslami savunacağım derken, şer'î nassları eğip bük­meye, başka başka yorumlar çıkarmaya çalışırlar. İşte bu durumda İslâm savunma durumuna getiriliyor. Öyleki adeta İslâm'ın geri çe­kilme durumunda olduğu izlenimini vermektedir. Hemen hemen ne­rede bir şüphe ve kuşku doğarsa, derhal orada savunmaya karşı hare­kete geçiliyor. Kısaca savunucu durumunda olanlar derhal karşı ko­yuyorlar.

Ancak bizim bu meselede inandığımız ve gördüğümüz, hak ola­rak kabul ettiğimiz odur ki, gerçekten bu durum çok aşağılama olan bir durumdur. Böyle bir hareket tarzı ve davranışı da ancak son çağ­larda görülmektedir. Kâfirler üstünlük kazanınca ve bunlarla birlikte hareket edenler galebe çalınca, müslümanlar da, komutanlık, liderlik ve cihad makamını bırakıp, zaafa, gerilemeye, savunma durumuna, bir de körü körüne başkalarına uyma hastalığına yakalanınca olan ol­muştur. İşte bizim bu hususta inancımız ve gerçek olarak gördüğü­müz budur.

Diğer taraftan İslam alimlerinden bir çok değerli kimse bu konu etrafında gönüllere şifa verecek, yeterli olacak ve hiç bir şeye ihtiyaç duyurmayacak şeyleri yazmışlardır.[302]

Ancak bu noktada en önemli olan husus şu ki, Hz. Muhammed'-in düşmanlarıyla olan münasebetlerinde izlemiş oldukları yol nasıl bir yoldu? Onlarla cihadı ne şekilde sürdürdü? Gerçekten bu hususta İbn Kayyım merhumun çok Önemli bir özeti vardır. Önemine binaen onu burada olduğu gibi aktarmak istiyorum.

Zâdu'1-Meâd isimli eserinde der ki:

"Mübarek ve yüce olan Allah (c.c)'in Rasûlullah'a ilk vahyettiği şey: "Yaratan Rabbinin adı ile okuması" emriydi. İşte bu, nübüvve­tinin, peygamberliğinin ilki oluyordu. Burada Rabbimiz ona kendi ken­dine okumasını emrederken, bu emirde tebliğ yoktu. Sonra Rabbim kendisine şunu vahyetti: "Ey bürünüp sarınan (Rasûlüm!) Kalk, ve (insanları) uyar." (Müddessir, 74/1-2).

Rabbim "Oku" emriyle kendisine nübüvvet verdi. "Ey sarınan" emri ile de risalet-Rasûllük görevini yükledi. Daha sonra Rabbimiz "en yakınlarını, aşiretini uyarması" emrini verdi. Bunu kavmini uyarma­sı emri izledi. Giderek etrafındaki arapları ve daha sonra da topyekün arapları davet etmesini emretti. Arkasından bütün dünyayı uyarması emri geldi. Hz. Peygamber (s.a), nübüvvetinden sonra on senenin üze­rinde Mekke'de kalıp hiç bir savaş olmaksızın uyarma ve tebliğ göre­vini sürdürdü. Bir savaşma yok, cizye yok. Sadece aşırı davranışlar­dan engelleme, sabretme ve bir de bağışlama vardı.

Daha sonra Peygamber (s.a)'e hicret izni geldi bunu da savaş izni sal. Daha ilerideki dönemlerde kendileriyle savaşanlara karşı sa­vaşmaları, savaşmayıp ayrı ve uzak duranlardan uzak durulması ve ayrı kalınması emri. Bütün bunlardan sonra da, din ve hakimiyet tü­müyle Allah'ın oluncaya dek müşriklere savaş ve cihad emri.

Cihad ile gelen emirden sonra, artık Peygamber (s.a) tarafından kâfirler üç gruba ayrıldılar.

a- Barış ve mütareke yapanlar.

b- Kendisiyle savaş halinde olunanlar.

c- Zimmet ehli olanlar.

Hz. Peygamber barış ve sözleşme taraflısı olanlara, barışlarını ve ahitlerini tamamlamalarını emretti. Aynı zamanda sözleşmede söz ver­miş oldukları hususları da yerine getirmeleri emrini verdi. Ancak ken­dilerinden endişe edilenler ve, hıyanetlerinden korkulanlar var ise, on­ların ahitlerini onlara bıraktı, onlar ahitlerini bozuncaya dek, kendi­leriyle herhangi bir savaşa gidilmedi. Ancak ahid ve andlaşmalarını bozanlarla savaşılması emrini verdi.

Berâe = (Tevbe) sûresi nazil olunca, bütün bu kısımlara ait hü­kümleri bildirmiş oldu. Buna göre sûre, Hz. Peygamber'e Kitap eh­linden olan düşmanlarıyla, bunlar kendisine cizye verinceya veya İs­lâm dinine girinceye kadar savaşılması emri geldi. Yine burada tüm kâfirlerle ve münafıklarla cihad emri yer aldı. Bunlara karşı katı davramlması ve şiddet gösterilmesi emri yerini aldı. Rasûlullah (s.a) kâ­firlere karşı kılıç ve oklarla cihad yaptı. Münafıklara karşı ise hüccet, delil ve dil ile cihadı sürdürdü.

Bu sûrede Allah (c.c), peygamberine kâfirlerin andlaşma ve söz­leşmelerinden uzak durmasını, onların ahitlerini kendilerine bırakmasını emretti. Bu konuda sözleşmeli (ahit sahibi) kimseler üç kısma ayrıl­maktadırlar.

1. Birinci kısım, kendileriyle savaşılması emredilen kısımdır ki, bunlar antlaşma ve sözleşmelerini bozanlardır. Bunlarla savaşılmış ve Peygamber (s.a) bunlara üstün gelmiştir.

2- Diğer grupsa kendileriyle muvakkat (geçici) sözleşme yapılan­lardır. Yani sözleşmeleri süre bitimine kadar devam edecek olanlar. Bunlara karşı herhangi bir savaş yapılmadı. Hz. Peygamber (s.a) onların sözleşmelerini süresine kadar sürdürüp tamamlamalarını istedi.

3. Üçüncü gruba gelince bunlar kendileriyle herhangi bir ahit ve antlaşma olmayan veya kendileriyle mutlak manâda antlaşma bulu­nan kimselerdi. Kendileriyle herhangi bir antlaşma olmayanlara karşı bir muharebe yapılmadı. Ancak kendileriyle sözleşme yapılanlara sü­re bitimine kadar izin verildi. Bu izin dört aylık bir süre idi. Bu süre sona erince kendileriyle savaşıldı. Bu süre tevbe sûresinde şöylece be­lirleniyordu.

"Haram aylar çıkınca müş­rikleri bulduğunuz yerde öldü­rün." (Tevbe 9/5).

Burada geçen Haram aylar, bilinen haram aylar değildir. Burada serbest dolaşım olan dört aylık süredir. Bunun ilki, zilhiccenin onun­cu günü olarak başlar. Çünkü Berâe sûresinin ilan edildiği ilk gün­dür. Bu gün aynı zamanda Haccı Ekber günüdür. Çünkü müşrik ve kâfirlerle ilgili ilan ve ikaz bu günde yapılmıştır. Bunun sonuncu gü­nü ise Rebiülahir ayının onuncu günüdür. Yoksa burada zikredilen dört ay, aşağıdaki âyette adı geçen dört haram ay demek değildir. Rabbim buyuruyor ki:

"Gökleri ve yeri yarattığı günde Allah'ın yazısına göre Al­lah katında ayların sayısı on iki olup, bunlardan dördü haram ay­lardır." (Tevbe, 9/36)

Bu dört aydan birisi tektir, üçü ise peşpeşedir. Tek olanı Recep ayıdır, diğerleri ise zilkade, zilhicce ve Muharrem aylarıdır.

Zira müşrikler bu dört ayda dolaşıyor değildi. Bu, mümkün de­ğildir. Zira bu dört ay peşpeşe gelen dört ay olmaktadır. Bu dört ayın bitiminde, onlara karşı savaş emri yer almaktadır. Zaten ahdini ve ant­laşmasını bozanla savaş yapılıyordu.,Bu süre, kendileriyle herhangi bir sözleşme ve antlaşma olmayanlara idi. Bunun başlama süresi ise mutlak bir ahit olmaktadır ki, süresi de dört aydır. Ahdini yerine ge­tirenlere de sürelerinin bitimine kadar ahitlerini sürdürmesi emretti. Ama bu grubun hepsi müslüman olmuşlardır. Bunlar müddetleri içe­risinde küfürleri üzere devam etmediler. Zimmet ehline ise cizye (ver­gi) yüklendi.

Böylece Berâe (Tevbe) sûresinin inmesinden sonra Hz. Peygam­ber (s.a) kâfirlerle ilgili statüyü üç kısımda belirledi.                   

A- Kendisine karşı savaşanlar, muharipler.

B- Sözleşmeli ya da andlaşmalılar.

C- Zimmet ehli.                       

Daha sonra sözleşmeli ve kendileriyle sulh yapılmış olanlar Isla­ma yöneldiler. Böylece müslümanlara karşı geriye iki kısım kaldı. Bun­lar; muharipler ve zimmet ehli idiler. Muharipler ise müslümanlardan korku ve endişede olanlardı. Buna göre yeryüzündeki insanlar üç kı­sımda ele alınmaktadırlar:

a- Müslüman ve Hz. Peygambere iman etmiş olanlar,

b- Barış yapıp güvencede olanlar.

c- Korkup da muharip olanlar, İslam'a karşı savaş halinde olan­lar.[303]

Kur'ân-i Kerim, cihadın hedeflerim sayısız âyetlerle belirîemişt r. Bu âyetlerden biri de Rabbimizin şu kavlidir:

"Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın." (Enfal,8/39)                  

Abdurrahman b. Zeyd b. el-Eslem diyor ki: "Din tamamen 'Al­lah'ın oluncaya kadar" demek sizin dininizle beraber başka bir din kalmayıncaya dek" manasınadır."[304]

Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:

"O, (Allah), müşrikler hoşlanmasalar da (kendi) dinini bü­tün dinlere üstün kılmak için Rasûlünü hidâyet ve Hak Din ile gönderendir." (Tevbe, 9/33)

Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:

"... Eğer Allah, bir kısım in­sanları (kötülüklerini) diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah'­ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yı­kılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir."

Onlar, (o mü'minler) ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar ve­rirsek namazı kılarlar, zekatı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler. İşlerinin sonu Allah'a varır." (Hac, 22/40, 41)              

 

Cihadın Amacı                                                                     

 

İslâm'da cihadın amacı, yeryüzünde bir tek Allah'a ibadeti ve O'nun hakimiyetini sağlamaktır. Şeriatım üstün kılmak, insanları, kul­lara kulluktan kurtarıp Allah'a kul olma hürriyetine kavuşturmaktır. Aynı zamanda beşerin Hanlığından kurtarıp, bir tek olan Allah'ın uluhiyyetine eriştirmek, O'nun hakimiyeti altına sokmaktır.[305] Ayrıca ci­hadın bir başka hedefi de yeryüzündeki mustazafları, ezilenleri kur­tarmaktır. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Size ne oldu da Allah yo­lunda ve "Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bi­ze tarafından bir sahip gönder, bi­ze katından bir yardımcı yolla" diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsu­nuz? (Buna hakkınız yok)." (Nisâ, 4/75)                                                                                      

Şimdi sana, her guruba karşı nasıl bir uzaklaşış uygulamasına gi­deceksin ye müslümanlann bunlarla cihadının nasıl olması gerektiği hususunu açıklayacağım.                                                             

 

A- Müşriklere Karşı Berâ (İlişkileri Kesmek) Nasıl Olmalı?

 

1. Medine'de İslam devletinin kurulması ve hakim olmasından son-jra, keşin olarak Mekke ve Mekke dışındaki yerlerde, şirk ağacının kökünün kazınması gerekiyordu. Tevbe sûresi müşriklerle savaş etme hakkında nazil olmuştur. Bunun etraflı açıklaması ise İbn Kayyım'ın da-fha önce adı geçen özetinde vardır. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

"Allah ve Rasûlünden ken­dileriyle andlaşma yapmış olduğu­nuz müşriklere bir ihtardır:

"(Ey Müşrikler!) Yeryüzün­de dört ay daha dolaşın. İyi bilin ki siz Allah'ı aciz bırakacak de­ğilsiniz; Allah ise kâfirleri rezil (ve perişan) edecektir.

"Hacc-ı Ekber (En büyük ; Hac) gününde Allah ve Rasûlün­den insanlara bir bildiridir: Allah ve Rasûlü müşriklerden uzaktır. Eğer tevbe ederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Ve eğer yüz çevi­rirseniz bilin ki, siz Allah'ı aciz bı­rakacak değilsiniz. (Ey Muhammed;) O kâfirlere acıklı bir azabı bildir!

"Ancak kendileriyle andlaş­ma yaptığınız müşriklerden (and­laşma şartlarının tamamına uyan) hiç bir şeyi size eksik bırakmayan ve sizin aleyhinize herhangi bir kimseye arka çıkmayanlar (bu hükmün) dışındadır. Bundan do­layı onların andlaşmalannı, süre­leri bitinceye kadar tamamlayınız. Çünkü Allah (haksızlıktan) sakı­nanları sever.

"Haram aylar çıkınca müş­rikleri bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayın, onları hapsedin ve onları her gözetleme yerinde oturup bekleyin. Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar, zekatı da verirlerse artık yollarını serbest bı­rakın. Çünkü Allah yarlıgayan, esirgeyendir.

"Ve eğer müşriklerden biri senden aman dilerse, Allah'ın ke­lamını işitip dinleyinceye kadar ona aman ver, sonra (müslüman olmazsa) onu güven içinde bulu­nacağı bir yere ulaştır. İşte böyle (kâfirlikte ısrar etmeleri) onların, bilmeyen bir kavim olmalarından dolayıdır.

"Mescid'i Haramın yanında kendileriyle andlaşma yaptığınız hariç, (diğer) müşriklerin Allah ve Rasulü yanında nasıl sözleşmesi olabilir? Size karşı dürüst davran­dıkları müddetçe siz de onlara dü­rüst davranın. Çünkü Allah (Ah­di bozmaktan) sakınanları sever.

"Onların nasıl ahdi olabilir;

onlar size galip gelselerdi, sizin hakkınızda ne ahit, ne andlaşma göze­tirlerdi. Onlar ağızlarıyla sizi razı ediyorlar, halbuki kalbleri buna karşı çıkıyor. Çünkü onların çoğu fasıklardır.

"Allah'ın âyetlerine karşılık az bir değeri (dünya malını ve nefsanî istekleri) satın aldılar da (insanları) O'nun yolundan alıkoydular. Gerçekten onların yapmakta oldukları şeyler ne kötüdür!

"Bir mü m in hakkında ne ahid tanırlar ne de andlama. Çünkü onlar saldırganların kendileridir.

"Fakat eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekat verirlerse, artık onlar dinde kardeşlerinizdir. Biz, bilen bir kavme âyetlerimizi böyle acık­ıyoruz.

"Eğer andlaşmalardan sonra yeminlerini bozarlar ve dininize sal-dırırlarsa, küfrün önderlerine karşı savaşın. Çünkü onlar yeminleri ol­mayan adamlardır. (Onlara karşı savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler.

"(Ey mü'minler!) verdikleri sözü bozan, peygamber'i (yurdun­dan) çıkarmaya kalkışan ve ilk önce size karşı savaşa başlamış olan bir kavme karşı savaşmıyacak mısınız; yoksa onlardan korkuyor mu­sunuz? Eğer (gerçek) mü'minler iseniz, (Bilin ki,) Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır.

"Onlarla savaşın ki Allah, sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mü'min toplumun kalple­rini ferahlatsın.

"Ve onların (mü'minlerin) kalplerinden öfkeyi gidersin. Allah di­lediğinin tevbesini kabul eder. Çünkü Allah bilendir, hikmet sahibi­dir." (Tevbe, 9/1-15)

2- Mescidi harama girmekten menedilmeleri. Rabbimiz bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllardan sonra Mescid'i Haram'a

yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluk­tan korkarsanız, (biliniz ki), Al-jjah dilerse sizi kendi lütfundan zengin edecektir. Çünkü Allah iyi bilendir, hikmet sahibidir." (Tevbe, 9/28)

İbn Kesîr'in anlattığına göre bu âyet hicretin dokuzuncu yılında nazil olmuştur. İşte bu sebepten RasûluIIah (s.a), Hz. Ali'yi, Hz. Ebû Bekr'in sohbetine gönderdi. O yıl Hac emiri olarak Hz. Ebû Bekir gidiyordu. Hz. Peygamber, Hz. Ali'yi gönderirken ona; Müşriklere orada, Mekke'de seslenecek, artık o yıllarından sonra müşrikler Ka'be'yi haccetmeyeceklerdir. Çıplak olarak da Beytullah'ı tavaf etmeyecek­lerdir.[306] Allah (c.c), böylece emrini tamamlamış ve şeriat olarak ve takdir olarak da Rabbim bununla hükmetmiştir.[307]

Burada bir hususa dikkatinizi çekmek isteriz. Müşriklerin Mescid'i Haram'a yaklaştırılmalarının nedeni ekonomik olduğundan bu âyette bu noktaya dikkat çekilerek zenginliğin Allah'ın lütfü olduğu, binaenaleyh aslen pis olan müşriklerin Mescid'e yaklaştırılmaları yo­luyla maddî çıkar (döviz vs.) aramanın uygun olmayacağı ihtar edili­yor. Burada geçen Mescidi Haramdan maksadın bütün mescidler ol­duğu, dolayısıyla müşriklerin hiç bir mescide girmelerinin caiz olma­yacağı görüşünü hesaba katarsak bugün camilerimizin yaşadığı vakı­ayı bu âyet ışığında daha iyi anlarız. "[308]

3. Şirk koşan kadınlarla evlenmenin yasaklanması. İbn Cerîr Hudeybiye sulhunu anlatırken diyor ki: Hz. Peygamber (s.a)'e bazı ka­dınlar iman etmiş olarak geldiler. İşte aşağıdaki âyet bununla ilgili ola-raz nazil olmuştur. Allah (c.c) bu âyette şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Mü'min kadınlar hicret ederek size geldi­ği zaman, onları imtihan edin. Al­lah onların imanlarım daha iyi bi­lir. Eğer siz de onların inanmış ka­dınlar olduklarını öğrenirseniz on­ları kâfirlere geri göndermeyin. Bunlar onlara helâl değildir, on­lar da bunlara helal olmazlar. On­ların (kocalarının) sarfettiklerini (mehirleri) geri verin. Mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Kâfir kadınları nikahınızda tutmayın, sarf ettiğinizi isteyin. On­lar da sarfettiklerini istesinler. Allah'ın hükmü budur. Aranızda O hük­meder. Allah bilendir, hikmet sahibidir." (Mümtehine, 60/10)

Ibn Cerîr diyor ki, Hz. Ömer (r.a), şirk döneminden nikahı altın da bulunan iki kadını boşadı.[309]

4.  Müslümanların şirk diyarında ikametlerinin menediimesi.

4. Müslümanların şirk diyarında ikametlerinin menedilmesi, ya­saklanmış elması.

Bu, Rabbimiz (c.c)'in, dinini aziz kılıp rnü'min kullarını güçlen­dirdikten sonra olmuştur. Kendilerinin de bir devletleri ve ikamet ede­cekleri bir yurtlan olmasından sonra bu yasak gündeme gelmiştir. Bun­dan böyle müslümanlarm şirk diyarında kalmaları haram kılındı. Zi­ra müslümanların oralarda kalmaları halinde dinleri sebebiyle fitneye maruz kalmaları korku ve endişesi bulunuyordu.

Bundan böyle müslüman, şirk diyarında kalmayacak, gelip müs­lümanların cemaatine ve toplumuna katılacaktır. Zira onlar onun kar­deşleri ve velileridirler. Diğer insanlara göre müslümanların kardeşle­rinin ve velilerinin yanında yer alması gerekir. Nitekim Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır:

"Ben, müşriklerin arasında ikamet eden her müslümandan uza­ğım." Ey Allah'ın Rasûlü! Neden, diye sordular? O (s) da şöyle bu­yurdular: "Çünkü ateşleri (müslümanlarla müşriklerin ateşleri) birbi­rinden ayırdedilmez."[310]

 

B) Kitap Ehlinden Uzaklaşış (Berâ)

 

Daha önce de geçtiği gibi demiştik ki, aslında cihad, müslüman-lara tüm düşmanları arasında ayırıcı ve caydırıcı en büyük özelliktir. Bu düşmanlardan biri de Kitap ehlidir. Burada mutlaka onların bazı özelliklerine işaret etmemiz gerekecektir. Onlarla cihada girişmemize ek olarak ehli kitabın ayırıcı özelliklerine de işaret etmeliyiz.

İşte bunlardan biri Rabbimizin Al'i İmrân süresindeki şu âyeti­dir. Bu âyet aynı zamanda onların bir çok durumlarını da ortaya çı­karmıştır.

Rabbimiz (c.c.) şöyle buyuruyor: Rabbimiz (c.c) şöyle buyuruyor:

"Ey EhPi kitap! (Gerçeği) görüp bildiğiniz halde niçin Al­lah'ın âyetlerini inkar edersiniz?

"Ey ehl'i kitap! Neden doğ-

303.    ruyu eğriye (hakkı bâtıla) karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsu­nuz?" (Âl'i İmrân 3/70-71)

Yine aynı sûrede şöyle buyuruluyor:

"De ki: Ey Ehl'i kitap! Al­lah yaptıklarınızı görüp dururken niçin Allah'ın âyetlerini inkâr edersiniz?

"De ki: Ey Ehl'i kitap! (Ger­çeği) görüp bildiğiniz halde niçin

Allah'ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek müminleri Allah yolun­dan çevirmeye kalkışıyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan habersiz de­ğildir." (Âl’i İmrân, 3/98-99)

Yine Rabbim şöyle buyuruyor:

"Ey kitap ehli! Yalnızca Al­lah'a, bize indirilene ve daha ön­ce indirilene inandığımız için mi bizden hoşlanmıyorsunuz? Oysa çoğunuz yoldan çıkmış kimse­lersiniz.

"De ki: Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size ha­ber vereyim mî? Allah'ın lanetlediği ve gazabettiği, aralarından may­munlar, domuzlar ve tağuta tapanlar çıkardığı kimseler; işte bunlar, yeri (durumu) daha kötü olan ve doğru yoldan daha ziyade sapmış bulunanlardır." (Maide, 5/59-60)

Bu ve benzeri âyetlerde kitap ehlinin uyarıldığını, kendilerine yapılanların hatırlatıldığını gördük. Aynı zamanda bu âyetler onların ken­di batıl yaşantılarıyla rezil ve rüsvay olduklarını da ortaya koymaktadır.

Daha sonra Kur'ânî nass, Rasûlullah ve peşinden de mü'minler için geliyor ve şu gerçeği dile getiriyor.

Kitap ehline, hiç bir şeye sahip olmadıklarını, bu itibarla da Al­lah'ın şeriatını ikame etmeyeceklerini ve kitabıyla da hüküm verme­yeceklerini bildiriyor. Rabbim şöyle buyuruyor:

"De ki: Ey ehl'i kitap! Siz,Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden si­ze indirileni hakkıyla uygulama­dıkça, (doğru ) bir şey üzerinde değilsinizdir. Rabbinden sana in­dirilen, onlardan çoğunun küfür ve azgınlığını elbette artıracaktır. Kâfirler topluluğu için üzülme." (Maide, 5/68)

İşte bu yüce âyet, kitap ehliyle ilgili olarak onlara karşı nasıl bir uzaklaşma tavrının ortaya konması gerektiğini açık bir şekilde ortaya konması gerektiğini açık bir şekilde ortaya koyuyor. Nitekim Hz. Mu-hammed Mustafa (s.a)'nın ve ashabının savaşı ve cihadı da özellikle kitap ehline karşıydı. Meselâ, Kaynuka oğullan, Kureyzâ oğulları ve Nadîr oğullarını örnek olarak gösterebiliriz. Hz. Peygamber'in bun­lardan uzaklaşması, cihad edişi ve ilgiyi kesmesi gayet açık ve seçik olarak ortadadır.

Nitekim İkinci babın altıncı bölümünde bunların Arapyarımadasından nasıl sürülüp çıkarılmış olduklarını göreceğiz.

 

C. Münafıklardan Uzaklaşış

 

Münafıklardan ayrılmak ve onlardan uzak durmak, aslında Rasülullah (s.a) ve onunla birlikte hareket edenlerden alınmış bir uygu­lama ve metoddur. Bu konuda Allâme İbn Kayyım (r.a) şöyle diyor:

Hz. Peygamber (s.a)'in münafıklarla olan ilişkisi ve tavrı şöyle idi. Onların açıkça işledikleri duruma göre kendilerine gereken mua­meleyi yapardı. Onların bu yöndeki açıklıklarını kabul eder, gizli yön­lerini ise Allah'a havale buyururdu. Bunlarla ilmi deliller ve hüccet ile cihad eder, aynı zamanda bunlardan yüzçevirilmesini emir buyu­rur, kendilerine karşı sert bir tavır takınılmasını istelerdi. En beliğ ve güzel ifadelerle bunlara tebliğ yapılarak kalplerinin, derinliklerine iş­lemesini isterken, öldüklerinde cenaze namazlarının kılınmamasını is­ter ve kabirlerinin başlarında kendilerine dua yapılmamasını emrederdi. Aynı zamanda şunu da söylerdi. Bunlar için Allah' dan mağfiret dile­ğinde bulunulsa da, Allah (c.c), bunları asla bağışlamayacaktır.[311]

Daha önceki sayfalarda belirttiğimiz gibi v münafıkların en belir­gin özelliği kafirlerle dostluk kurmalarıdır. Allah'ın dininden hoşlan­mamaları, müslümanların arasında kendilerini küçük görmeleridir. Bu­nun içindir ki, Rabbimiz onların durumlarını mü'minlere açıklarken, mü'minlerin bunlardan kesinlikle ayrılmaları ve uzak durmalarını is­temiştir. Nitekim bu konuya ilişkin bir çok âyetler nazil olmuştur. Bu âyetler onlardan ayrılmanın gerekliliğini göstermektedir ki, işte bu, Berâ' yani uzaklaşmak ve bunlarla münasebet kurmamak demektir. Şimdi bu hususları ele alalım:

1- Münafıklardan yüz çevirmek ve onlara sert davranmak. Nite­kim bu konu kâfirlerle cihad konusuyla birlikte gelmiş ve ele alınmış­tır. Münafıklara karşı katı ve sert davranmak cihadın türlerindendir. Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!" (Tevbe, 9/73)

Aynı zamanda Tandırı süresindeki 9. âyet ve Tevbe sûresi bunla­rın tüm aşağılıklarını her yönüyle ortaya koymaktadır. Bundan dola­yı da bunlar "Fadiha" yani rezil diye adlandırılmışlardır. Buharî'nin Sahihinde Saîd b. Cübeyr'den rivayet olunduğuna göre demiştir ki: "İbn Abbâs'a, Tevbe sûresi ne hakkında nazil olduğu diye sordum? O da şu cevabı verdiler: "Tevbe sûresi mi? Hayır O, Fadiha süresidir (insanların çirkinliklerini ortaya koyan sûredir). Zira o sûrede devamlı olarak "Ve minhürn... ve minhüm" " = ve onlardan... ve onlardan..." diye nazil oluyordu. Öyleki hiç kimsenin kalmayıp hepsinin bu sûrede zikir olunduğu zannına vardılar."[312]

Yüce Rabbim Nisa sûresinde ise şöyle buyurmaktadır:

"Başüstüne" derler, ama ya­nından ayrılınca onlardan bîr kıs­mı, senin dediğinden başkasını gizlice kurar. Allah da onların

gizlice kurduklarını yazar. Sen onlara aldırma ve Allah'a dayan; sana vekil olarak Allah yeter." (Nisa, 4/81)

2- Bunların cenaze namazlarının kılınmasının ve kabirlerine gidilip dua edilmesinin menedîlmesi, kabirleri yanında. saygıyla durulması da bu yasağın içindedir. Yüce Mevlâmız şöyle buyurmaktadır:

"Onlardan (münafıklardan) ölmüş olan hiç bir kimse üzerine, hiç bir zaman (cenaza) namaz(ı) kılma; kabri başında da durma!

Çünkü onlar, Allah'ı ve Rasûlünü inkar ettiler ve kâfir olarak Öldüler." (Tevbe, 9/84)

İbn Kesîr diyor ki, yukarıdaki âyette geçen hüküm, genel bir hükümdür. Dolayısıyla münafıklıkları bilinen herkes için bu âyetin hüH mü geçerlidir. Gerçi âyet her ne kadar münafıkların başı olan Abduf lah b. Übeyy b. Selûl hakkında nazil olmuş ise de, bu, hükmün geneligine engel teşkil etmez.[313]

3-Böylelerinin cihaddan geri kalmaları halinde hiçbir özürleri makbul ve geçerli kabul edilmez.Kaldı ki , bundan ötürü Rasulullah (s.a)onları reddetmiş ve kabul etmemiştir. Rabbim şöyle buyuruyor:

"Eğer Allah seni onlardan         

bir gurubun yanına döndürür de (Tebük seferinden Medine'ye dö­ner de başka bir savaşa seninle be­raber) çıkmak için senden izin is­terlerse, de ki: "Benimle beraber asla çıkmayacaksınız ve düşmana karşı benimle beraber asla savaşm, vacaksınız! Çünkü siz birinci defa (Tebük seferinde) yerinizde kalmaya razı oldunuz. Şimdi de geri kalanlarla (kadın ve çocuklarla) beraber oturun!" (Tevbe, 9/83)                                

"(Seferden) onlara döndüğü­nüz zaman size özür beyan ede­cekler. De ki: "(Boşuna) özür di­lemeyin! Size asla inanmayız; çünkü Allah, sizin gerçek tutum­larınızı bize bildirmiştir. (Bundan sonraki) amelinizi Allah da göre­cektir, Rasûlü de. Sonra görüle­ni ve görülmeyeni Bilen'e döndü­rüleceksiniz de yapmakta olduk­larınızı size haber verecektir.

“Onların yanına döndüğü­nüz zaman size, kendilerinden (onları cezalandırmaktan) vazgeç­meniz için Allah âdına andiçecekler. Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır. Kazanmakta olduklarına (kötü işlerine) karşılık ceza olarak varacakları yer cehen­nemdir.

''Onlardan razı olasınız diye size yemin edecekler. Fakat siz on­lardan razı olsanız bile Allah fasıklar topluluğundan asla razı olmaz.” (Tevbe, 9/94-96)

4- Bağışlanmayacaklar ve mağfiret dilenmeleri kendileri adına ka­bul^ olunmayacak. Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"(Ey Muhammedi) Onlar için ister af dile, ister dileme. On­lar için yetmiş kez af dilesen de Allah onları asla affetmeyecek. Bu, onların Allah ve Rasûlünü in­kâr etmelerinden Ötürüdür. Allah fâsiklar topluluğunu hidâyete erdir­mez." (Tevbe, 9/80)

Bir başka sûrede de Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

"Onlara "Gelin, Allah'ın peygamberi sizin için mağfiret .dilesin" denildiği zaman başları­nı çevirirler ve (bundan sonra sen) onların, büyüklük taslayarak uzaklaştıklarım görürsün."

"Onlara mağfiret dilesen de,

dilemesen de birdir. Allah onları kat'iyyen bağışlamayacaktır. Çünkü Allah, yoldan çıkmış topluluğu doğru yola iletmez." (Münafikûn 63/5-6)

 

D- Allah Ve Rasûlüne Savaş Açan Yakınlarla Her Türlü Dostluğu Kesmek

 

Biz Mekke dönemiyle ilgili olarak şöyle demiştik: Mü'min Mek­ke döneminde kâfir olan anne ve babasıyla ilgisini kesmemek ve on­larla iyi geçinmekle emrolunmuştu. Böyle bir davranışta ise onlarla bir muvalat ve dostluk söz konusu değildir. Sadece Mekke'de mü'minlerin bunlarla ilişkilerini kesmeleri ya da bunlardan ayrılmaları em­redilmiş değildi.

Ancak Medine'de durum farklılık kazandı. Zira İslam devletinin kurulmasından ve hakim olmasından sonra, müşrik ve kâfirlerle cihad emrinin gelişiyle Medine'de durum çok farklı boyutlara ulaştı. Bu­rada öyle bir sınır konuldu ki, mü'min artık tam manâsıyla müşrik ya da kâfir olan yakımyla her türlü bağını kesmekle yükümlü olduğu gibi aynı zamanda münafıklarla da konumlan çok farklıydı. Müslü­manların bunlarla da tam bir ayrılık içinde olmaları emir gereğiydi. Nitekim buna dair bir çok âyet nazil olmuştur. Bunlardan biri,Rab-bimizin şu âyetidir:

"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, -oğulları, kardeşleri, yahut akraba­ları da olsa- Allah'a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut

olmuşlardır. İşte onları Allah'ın gurubudur. İyi bilin ki, kurtulaşa ere­cek olanlar sadece Allah'ın gurubu olanlardır." (Mücadele, 58/22)

* İlim ehli bu âyetin nüzul sebebiyle ilgili olarak demişlerdir ki, "Bu âyet, Uhud savaşında Ebû Ubeyde Amir b. el-Cerrah, babası Abdul­lah b. Cerrah'ı öldürmesi üzerine nazil olmuştur. Aynı zamanda bu, Ebû Bekir (r.a) hakkında da nazil olmuştur, çünkü o da Bedir sava­şında oğlunun karşısına çıkıp savaşmasını istemiştir. Yine denmiştir ki bu âyet, Hz. Ömer ile ilgili olarak nazil olmuştur. Çünkü o da, Bedir gününde dayısı As b. Hişam'ı öldürmüştür. Aynı zamanda Hz. Ali ve Hz. Hamza hakkında da nazil olmuştur. Çünkü bunlar da Bedir gününde Rebîa'nın iki oğlu Utbe ile Şeybe'yi ve Velîd b. Utbe'yi öl­dürmüşlerdi.[314] Ayrıca bu âyetin daha bir çok nüzul sebepleri vardır denilmiştir.[315]

İşte bu âyet-i kerime Allah taraftarlarıyla şeytan yandaşları ara­sında tam ve kesin bir ayrılığın olrnası gerektiğini ortaya koymuş olu­yor. Mü'minin her türlü cazibeden ve her türlü tarafgirlikten sıyrıla­rak müslümanların safında yer alması, bir tek kulpa sarılması ve bir tek ipe bağlanması gerekir. İslâm'ın olduğu yerde neseb yok, akraba­lık gailesi yok, aile ye yakınlık davası yok, vatan, cins, ırk, asabiyet ve kavmiyetçilik, bölgecilik gibi bir şey yok. Allah'ın istediği şeylerin dışında hiç bir şeyi tabulaştırmak yok. Sadece ve sadece akide ve onun bayrağı altında durmak vardır.-Ancak böyle bir halde müslüman Hiz-bullah denilen kimse olabilir. Allah (c.c)'ın istediği tarafta olmuş ola­bilir. Kim de şeytanın boyunduruğu ve istilası altına girmiş ise, o kim­se de batıl bayrağının altında yer alır. Böyle bir kimse hiç bir zaman Allah (c.c) taraftarlarıyla bir yerde buluşamazlar.[316] Nitekim Tevbe Sûresinde tam ayrılıkla ilgili olarak son bir emir geliyor. Bu emirde meselenin ve problemin açıklaması bulunmaktadır. Mesele ya da prob­lem burada iman ve küfür meselesi ya da problemidir, yoksa cüz'î bir mesele veya ikinci derecede gelen bir problem değildir. Rabbim şöyle buyuruyor:

"Ey iman edenler! Eğer küf­rü imana tercih ediyorlarsa, baba­larınızı ve kardeşlerinizi (bile) ve­liler (idareciler) edinmeyin. Kim onları veli (idareci) edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.

"De ki: "Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşlerniz, kazan­dığınız mallar, kesada uğramasın­dan korktuğunuz ticaret, hoşlan­dığınız meskenler size Allah'tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bek­leyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez." (Tevbe, 9/23-24)

İşte bu, Allah'tan gelen bir emirdir ki, kâfirler babalarımız ve kar­deşlerimiz de olsalar kesinlikle onlardan uzak durmamızı emretmekte ve onlarla muvalatı ve dostluğu yasaklamaktadır. Bunlar küfrü ima­na tercih etmeleri halinde kendileriyle yapılacak olan budur.[317]

Kurtubî diyor ki, Tevbe sûresinin bu âyetinin hükmü, mü'minlerle kâfirler arasındaki velayetin, yetkinin ve dostluğun sona erdiril­mesi bakımından kıyamete kadar geçerlidir.[318]

İbn Abbâs (r.a) ise, âyetin: "Kim onları veli (idareci) edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir” kısmıyla ilgili olarak diyor ki: "O da onlar gibi müşriktir, zira şirke kim rıza gösterirse o da tıpkı müşrik gibi müşriktir."[319]

Kur'ân-ı Kerîm, değişik şekillerdeki lezzetleri, tamaları, ilgi ve ala­kaları terazinin bir kefesine, Akideyi ve buna bağlı olan diğer şeyleri de terazinin diğer kefesine koymak suretiyle her şeyi meydana dökü-veriyor.

Atalar (babalar), oğullar, kardeşler, eşler, yakın çevre ve akra­ba, kısaca kan bağı, soy bağı, karabet = (yakınlık) ve evlilik nedeniy­le olan yakınlık gibi tüm bu bağlar, mal, ticaret -ki bunlar fıtratın arzulayıp rağbet gösterdiği şeylerdir- gibi bağlar, kişiyi dinlendiren meskenler-çünkü bunlar hayatın metaı ve lezzetidirler- .... bütün bu sayılanlar terazinin bir kefesine, diğerine ise Allah ve Rasulünün sevgisi Allah yolunda cihad sevgisi konulmaktadır. Durum böylece ser­gilenmektedir. Cihad tüm gerekleriyle ve zorluklarıyla ve beraberinde getirdiği ve getireceği sıkıntı ve yorgunluklarla düşünülmeli, öyle de­ğerlendirilmeli. Bunda sıkıntı var, mahrumiyet var, bu yolda can ver­mek ve kurban olmak var, acı var, yaralanma var ve şehitlik var. Ci­had, her türlü gürültüden uzak, her türlü söylentiden berî, her türlü gösterişle ilgisi olmayan, içinde övünme, gösteriş ve riya bulunmayan sırf Allah rızası gözetilen bir cihad ise terazinin diğer kefesine...

Allah (c.c), bu sorumluluk ve yükümlülüğü, mü'minlerin bunu taşıyabileceklerini bildiği için onlara yüklemiştir. Zira onların yaratı­lışlarının buna müsait olduğunu bilmektedir. Zira Allah (c.c), hiç bir kimseye gücünün üzerinde bir yük yüklemez. Aynı zamanda, insanla­rın fıtratına bu görevi tevdi eden Allah (c.c), her şeyden arınmış ola­rak ona bu yüce gücü rahmeti sayesinde ihsan etmiştir. Bu, Allah'ın kullarına olan merhameti sebebiyledir. Kuluna öylesine bir şuur lez­zeti vermiştir ki, bu sayede kul, Allah ile münasebetini sürdürüyor. Bu öylesine bir lezzettir ki, bunun üzerinde bir başka lezzet düşünüle­mez. Tüm zayıflığına rağmen, tüm inişlerine rağmen, et ve kan ağırlı­ğından kurtulması yanında bu, yücelme ve yükselme lezzetidir. Bu, aydın olan ufuklara tırmanma ve yücelme lezzetidir.[320]

 

Kısaca Şöyle Toparlayalım:

 

'Vela ve Berâ kavramları gerçek hüviyetlerine Medine dönemin­de kavuşmuştur. İslamın adil ve dosdoğru devletinin kurulmasıyla. İman kardeşliğinin, tüm bağların üstünde değerlendirilmesiyle, bunun dışındaki bağların hepsinin bu uğurda feda edilmesiyle, gerçek şeklini bulmuştur. Kâfirlere ve müşriklere ve bir de andlaşmasim bozanlara karşı cihadın meşru olmasıyla gerçek anlamını kazanmıştır. Gelen ila­hî emir, münafıklara karşı sert tavır takınmayı ve onlardan yüz çevir­meyi öngörmekle gerçek hüviyetini kazanmış oldu. Böylece Allah'a ve Rasûlüne iman etmeyen, Hak Dini kendileri için din kabul etme­yen tüm yakınlardan ve akrabalardan uzaklaşmayı öngören bir emir. Bu yakın çevre babalar, kardeşler, eşler veya diğer şeyler olsa da, in­sanların kendilerince değer verdiği her şey bu amaçla bir kenara itil­mek suretiyle sağlanan Berâ ve Velâ.

Artık müslümanlann safı belirlendi. Dinlen sayesind.e yüceldiler. Her türlü izzetin, şerefin, yüceliğin ve efendiliğin, baş olmanın sebebi olan bu dine mensup olmakla övünür oldular. Evet doğuyu ve batıyı feth ettiklerinde bununla övünüyorlardı. Mü'rhinler bugün ve yarın tekrar şerefli oluşu ve yücelmeyi istiyorlarsa akidelerine, inançlarına dönsünler. Buna ancak sevgiyle, Allah'ın dinine ve mü'minlere bağ­lanmakla ve onların dostluğuna sarılmakla ulaşabilirleri Bir de en ya­kınları da olsalar tüm kafir, müşrik ve münafıklardan ilişkilerini kes­mekle eski hüviyetlerine erişebilirler. Şayet anne ve baba kafir iseler, kişi bunlara iyilikte devam edecek, çünkü bu, kıyamete dek baki olan bir hükümdür.

 

7. BÖLÜM

 

MUVALATIN ŞEKLİ VE DIŞA VURUMU

 

Aslında tüm dostluk şekilleri ve bunların dış görünümlerini başlı başına bir bölümde sunmak, gerçekten önemlidir. Özellikle böyle bir araştırma ve konuda bunun önemi çok daha büyüktür. Ancak okuyu­cu bu konuda yani Velâ ve Berâ konusunda bir meseleyi ele aldığı za­man diyebilsin ki, bu, Velâ ve Berâ konusunu ilgilendiren bir husus­tur. Aynı zamanda kendisi bu gibi konularda dikkatli davranma im­kanını bulabilsin.

Ben burada bir uyanda bulunmak istiyorum. Bu uyarıyı yapar­ken de her bir şekil ya da suret konusunda, bunun şer'î hükmünü araş­tırıp ortaya koyabilme gücüne sahip değilim. Zira bir konuda kesin bir hükme varmak gerçekten güç olan bir durumdur ve oldukça da zordur. İlim erbabının da söyledikleri gibi, kişinin bazan söylediği bir söz veya işlediği bir fiil küfür olabilir. Ancak görünürde böyle!olan bir durum, kul ile Rabbi arasında olan bir şey sebebiyle ortadan kal­kabilir. Biz de bunu bilemeyebiliriz. Fakat genel olarak bu hal, işleye^ nine göre farklılık kazanır ve değişiklik gösterir. Öyle durumlar var ki, o durum kişiyi dinden eder. Meselâ kâfirleri sırf kâfir. oldukları için sevmek gibi. Kimi durumlar da var ki, bu, büyük bir günah olur. Meselâ kâfirlere saygı göstermek veya bunları övmek gibi.[321]

Dolayısıyla "Muvalat" olayı, bu ismi alana göre farklılık göste­rir. Öyle muvalatta (karşılıklı dost olma, birbirini yetkili kılma) var ki, bu, mürtedlik olabilir. Kişinin tamamen îslamdan uzaklaşmasına neden olur. Bazı muvallatta mürtedlik olmaz ama,daha farklı bir durum  meydana getirir. Meselâ: Büyük günahlardan ve haramlardan birini işlemek gibi.[322]

İslâm dini ibadetin halis ve samimi olmasına çok dikkat eder. Buna çok özen gösterir. Bu ise bir tek Allah'a itaat ve kesin boyun eğişle sağlanır. Bunu yaparken tabi olunan ve peşinden gidilen Allah dışındaki her şeyden, her arzulanandan ve her korkulandan uzak duracak bunlarla her türlü ilgiyi kesecektir. Kısaca kesin bir berâ olacaktır. Kalbini haşyette, korkuda, yardım ve zaferde Rabbi olan Allah'a bağlar yacaktır.

Kim de kalbini kendisine yardımcı olmaları, rızık vermeleri, yol göstermeleri için yaratıklara bağlar ve bunlar önünde eğilirse, bu durumdaki bir kimse kime ne kadar bağlıysa, o derece onun kulu ve kölesi olmuş olur. Şurası da bilinen bir gerçektir ki, kişinin kalbinin esir düşmesi, bedeninin esir düşmesinden çok daha büyük bir tehlike arzeder. Kalbin köleleşmesi, gerçekten bedenin köleleşmesinden ve esir düşmesinden daha tehlikelidir. Zira bedenini özgür bırakmış, köleleştirmemiş, kalbini huzur içinde bırakabilmiş ise, böylesi bir bedenî esa­retin pek önemi yoktur. Çünkü bir gün kurtuluş imkan doğabilir. Fakat şayet kalbi Allah'dan başkasına bağlanmışsa işte gerçekten en büyük zillet, esaret ve aşağılık o zaman başlamıştır, bundan daha büyük bir alçalış yoktur.[323]

Doğrusu kâfirlerle dostluk kurmanın tehlikesi bütün müslüman-laradir. Böyle bütün müslümanlara zarar getiren bir olay, bir kimse­nin sadece kendisinin kafir olmasından da büyük bir tehlike ortaya koyar. Birinin zararı top yekûn müslümanlara iken, diğerinin sadece kendisinedir. Zira genel manâda müslümanların akide ve iman duru­munu birisi tehlikeye sokmaktadır. Böyle bir durumu, itikadının sağ­lam olduğunu sanana biri yapar, halbuki aslında bu kimse Allah, Rasûlü ve mü'minler yanında böyle bir davaya ve zanna kalkışmasında yalancıdır. Bilindiği gibi bu manâdaki bir mefsedet ve bozgunculuk, mücerret itikadı ve inancı bozma olayından daha büyük bir tehlike or­taya koymuş olur.[324] Ben şimdi sana kafirlere karşı olan muvalatın geniş bir açıklamasını sunayım:                                                      1- Kâfirlerin küfrüne rıza göstermek, onları tekfir etmemek, onların kâfir olduklarında şüphe etmek, onların mezhep ve görüşlerin­den herhangi birisinin doğruluğunu kabul etmek.[325]

İşte bütün bu noktalar, kişinin kâfirleri dost tanıdığını, yetkisini onlara verdiğini açıklamış olmaktadır. Müslüman kimsenin kâfirlerin basanları sebebiyle onlar adma sevinmesi, mutlu olması, onları sırf küfürleri nedeniyle uygun görmesi, dinsizlikleri veya mezhepler ve görüşleri sebebiyle onlara arkadaşlık, dostluk gösterisinde bulunması gibi hususlar tümüyle bu gibilerin durumlarını açık-seçik bir şekilde orta­ya koymaktadır.

Daha önce biz konunun hazırlık bölümünde bunun üzerinde dur­muştuk. Bu hususta Ehli Sünnet vel-Cemaatin görüşünün şu olduğu­nu belirtmiştik:

Kalbî sevginin ve bağzun mutlaka kamil manâda tam olması ge­rekir. Meselâ kâfir olan bir kimseyi sırf küfrü için yani kâfir olduğu için seven bir kimse, Ümmetin icmaıyla kâfirdir. İslâm alimlerinden hiç birisi bu hususta asla karşı bir görüş beyan etmemiş, muhalefette bulunmamıştır.

İbn Teymiyye merhum diyor ki: Kalbî sevgi ve buğz ile kalbî ira­deye = arzuya, kalbî isteksizliğe ve hoşnutsuzluğa gelince, bunların her bakımdan tam, kâmil ve eksiksiz olması gerekir. Bunların hiç bi­risinin eksik olmaması icabeder. Zira eksiklik, iman eksikliğini mey­dana getirir. Ancak bedenî fiile gelince, bu kişinin gücü nisbetindedir. Kişinin kalbî iradesi ve hoşnutsuzluğu ne derece tam ve kamil olursa, bedenî fiili de bununla birlikte gücü oranında devreye girer. Allah : (c.c) böylesine kamil manâda çalışanın sevabını verir. Bir takım in­sanlar da var ki, bunların sevgisi, buğzu, arzu ve iradesi, hoşnudsuzluğu nefsinin o şeyi sevmesi veya hoşnut olmaması oranındadır. Yok­sa bunların Allah ve Rasûlü'nün sevmesi veya Allah ve Rasülünün buğ-zetmesi nisbetinde sevgi ve buğzları olmamaktadır. Devreye kendi ne­fisleri ve çıkarları girmektedir. İşte bu da bir nevi hevâ ve hevesine uymaktır. Şayet kişi buna uyarsa, işte o kimse heva ve isteiğine uy­muş olur. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"..Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyan-dan daha sapık kim olabilir?" (Kasas, 28/50)[326]

Bu durumda sevgi ve rıza iki hususta kesin bir durum ifade ederler.Kişi sevgi ve rızayı kâfirlere gösterirse bu küfrü gerektirir. Şayet sevgi ve rıza mü'minlere karşı ise bu da imanın gereğidir.

2- Genel manâda onları tevellî edinmek, ipleri onların eline verip her türlü dostluğu onlarla sürdürmek.                                             Veveliler olarak kabul edinilmesi veya bunların dinlerine girilmesi gibi tüm bu manadaki şeylerden Allah (c.c)nehyetmiştir. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır.

"Mü'minler, müzminleri bı­rakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Al­lah nezdinde hiç bir değeri yoktur. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız başkadır.                    

Dönüş yalnızca Allah'adır," (Al’i İmrân, 3/28)

İbn Cerîr bu âyetin tefsirinde şunları zikretmektedir: Kim kâfir­leri dostlar, yardımcılar edinirse ve dinleri.konusunda onların üstün gelmesi için arka çıkarsa, müslümanîar aleyhine onların başarı kazan­ması için gayret gösterirse, bu kimsenin Allah (c.c) ile hiç bir ilgisi yok­tur. Yani o kimse Allah' dan uzaktır. Allah (c.c) da ondan uzaktır. Çün­kü o kimse hareketiyle dininden dönerek irtidat etmiş ve onlar adına küfre girmiştir. Ancak kafirlerden gelebilecek bir endişe, sıkıntı ve teh­likenin olması hali müstesnadır. Yani sizler şayet onların gücünden sıkıntı ve endişede iseniz, onlardan canınıza gelebilecek bir korku içinde iseniz, bu takdirde dillerinizle onlara dostluğunuzu açığa vurabilirsi­niz ve fakat esas düşmanlığınızı gizlersiniz. Onların küfür üzere ol­dukları o konumlarını teşyi etmez, benimsemez, bundan ötürü onlara destek çıkmazsınız. Herhangi bir şekilde bil fiil olarak bir müslümanın aleyhine olabilecek bir şekilde onlara yardım edemezsiniz.[327] Al­lah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Yahudi­leri ve hıristiyanları dost edinme­yin. Zira onlar birbirlerinin dos­tudurlar (birbirinin tarafını tutar­lar). İçinizden onları dost tutan­lar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez." (Maide, 5/51)                

İbn Cerîr merhum bu âyetin tefsîrinde şunları yazıyor: Kim mü'minleri bırakıp yahudileri ve hıristiyanları dost edinirse  o da onlar­dandır, demek, o da onun dinindedir ve onun inancındadır demektir. Herhangi bir kimseyi biri dost edinmiş olmasın ki, o kimse, onmilum isteklerine, inancına ve dinine rıza gösteriyor demektir. Bir kimse böyle birinden razı olur ve onun dinine de rıza gösterirse, bu demektir ki, o şahıs ona muhalif olanlara ve kin besleyenlere düşmanlık gösteriyor demektir. Dolayısıyla onun hükmü de tıpkı diğerininkisidir.[328]

İbn Hazm ise âyetin: "İçinizden onları dost tutanlar, onlardan­dır." kısmının zahiri manâsına olması da doğru olabilir diyor. Yani manâ şöyle olur, böyle bir kimse^o kâfirler cümlesinden bir kâfirdir. Aslında bu, doğru ve gerçek olan bir şeydir. Çünkü müslümanlardan iki kişi bile bu konuda ihtilaf etmiş değillerdir.[329]

İbn Teymiyye merhum da diyor ki, Rabbimin haber vermesine göre, onları dost tutanlar da onlardandır. Zira Allah (c.c) şöyle bu­yurmaktadır:

"Eğer onlar Allah'a, Peygamber'e ve ona indirilene iman etmiş olsalardı onları (müşrik, kâfir, hristiyan, yahudi ve münafıklar" dost edinmezlerdi." (Maide, 5/81)

Bu da gösteriyor ki, mezkur iman hadisesi, onları dost edinmemeyi gerektirmektedir, bu hal iman ile çelişmektedir. İman ile, onları dost edinme olayı ikisi birlikte bir kalpte toplanamazlar.Kaldı ki, Kur'ân'ın hükümleri ve âyetleri hep birbirini tasdik eder, doğrular.[330]

İbn Kayyım da diyor ki: Doğrusu Allah (c.c), bir hüküm vermiş­tir. Allah'ın vermiş olduğu ya da koymuş olduğu hükümden daha gü­zel bir hüküm bulunamaz. Bu hüküm, "yahudileri ve hınstiyanları dost edinenler de onlardandır" hükmü olmaktadır. "İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır." Bunun üzerinde daha güzel bir hüküm ola­maz. Mademki Kur'ânî nass ve delil, onların velilerinin ya da dostla­rının da onlardan olduğunu bildirmiştir. O halde bunlara da onlara uygulanan hüküm uygulanır. Kısaca bunlar da aynı hükme tabidirler. Kaldı ki, bu hüküm bunlar adına genel olan bir hükümdür. Bu hükümden onları dost edinen ve İslama girdikten ve bağlandıktan sonra onların dinlerine girenler açısından bir tahsis vardır. Böylelerinin ciz­yeleri kendilerinden kabul edilmez ve ikrarlarına bakılmaz. Bunlar için iki yol vardır. Ya tekrar İslama gireceklerdir veya boyunları vurula­caktır."Çünkü hem nass itibarıyle hem de icma ile bunlar mürteddirler, dinden çıkmışlardır. Öte taraftan kâfirlerden herhangi biri İslam'a girmeden önce Yahudi ya da hıristiyanlık dinine girmiş ise veya bir hırıstiyan yahudiliğe, ya da bir yahudî hrıstiyanlığa girmiş ise, bu giriş İs­lam'a girmeden önce idiyse, bu kimse ile İslam'a girdikten sonra on­ların dinlerine giren bir müslüman aynı şekilde bir muameleye tabi tu­tulamaz. Onların dinlerine giren müslümana daha farklı bir muamele yapılır. Kur'ân'ın inmesinden sonra kâfirlerden biri, onların dinine gi­rerse, gerçi her ikisinin de batıl olmasına rağmen, o kendisince daha hayırlı bir dine girmiş demektir. Fakat bir müslüman onların dinine girecek olursa, durum tamamen değişiktir. Çünkü burada önce İslam'ın doğru ve sahih olduğunu kabullenip ikrar ettikten sonra hak olan dini bırakıp batıl bir dini kabullenmiş ve ona geçmiş oluyor. Bu ise asla kendisinden kabul edilmez.[331]

Merhum Seyyid Kutub, müslümanlardan herhangi bir kimsenin din noktasından Yahudiliği veya hnstiyanlığı benimsemesinin uzak bir ihtimal olduğunu belirtmektedir. Burada denilmek istenen, onlarla kar­şılıklı dostluk kurarak yardımlaşmak ve antlaşmalar yapmak demekr tir. Merhum diyor ki, burada esasen yasaklanan velayet va da dost­luk, karşılıklı yardımlaşma ve antlaşma dostluğudur. Bu hal müslümanlar tarafından birbirine karıştırılmıştır. Burada din bakımından onlara tabi olmak diye bir şey yoktur. Kaldı ki, bir müslümanın kaU kıp da yahudilik ve hrıstıyanlık dinini benimsemesi çok uzak bir ihti­maldir. Burada yasaklanan olay, onlarla iç içe olma, sırdaş olma ola­yıdır, bu anlamdaki bir dostluktur yasaklanan. Müslümanlar sanıyorlar ki, onlarla iç içe olmak, sırdaş olmak, sarmaş-dolaş olmak caizdir, bunu da maslahatları ve içiçelikleri gerektirir kanısındalar. Yasakla­nan, bu tür ilişkilerdir. İslam'dan önce kendileriyle yahudilerden bir cemaat arasında bu manâda bir dostluğun ve beraberliğin ayakta tu­tulması ve Medine'de İslam dgyjgünirıj^rujmaşımn ilk dönemlerinde böyle bir durumun sürdürülmesi meselesine gelince, Rabbim bunu son­radan yasaklamış ve bunun iptalini emretmiştir. Nitekim aşağıdaki âyet hicret etmeyip de kalan müslümanların durumlarını açıklamaktadır. Rabbim şöyle buyuruyor:.                 

"... İman edip de hicret et­meyenlere gelince, onlar hicret edinceye kadar size onların mirasından hiç bir şey yoktur." (Enfâl,8/72)

Yani aranızda bir yardımlaşma, bir muavenet ve bu manâda bir dostluk da yoktur, dinî manâdaki dostluk bir yana, diğer manâda da dostluk yok.

"Burada şunu belirtmek isteriz ki: Bazı kimseler, İslam'ın, Kitap ehline karşı olan müsamahayı, İslam toplumunda yaşayan gayri müslimlere yapılacak olan iyilikle velayet yani İslam'a göre dostluk ve düş­manlık hadisesiyle birbirine karıştırmaktadırlar. Sadece Allah için, Rasûlü için ve müslüman cemaat için öngörülen velayeti, bunlara da gös­terme manâsında meseleyi yanlış anlamışlardır.

Bu kimseler, Kur'ân'ın şu gerçeğini unutmuş olmaktadırlar. "Ki­tap Ehli, İslam toplumuna karşı savaşmak için birbirlerinin dostudurlar. Böyle bir durumda onlar daima birbirlerinin tarafını tutarlar. Kaldı ki, onların böyle davranmaları her bakımdan kanıtlanmış olan bir ger­çektir. Bunlar, müslümanlar dinlerini bırakmadıkça ve onların dinle­rine uymadıkça müslümanlardan hoşnut kalamazlar.

Bu, gerçekten unutulmayacak bir gaflettir, bir basitliktir. Yani müslümanın: "Bizim de onların da bir tek gideceğimiz bir yol vardır, dinde temkin için buna başvururuz! diye düşünmesi büyük bir gaflet­tir. Evet kâfirler ve dinsizler önünde böyle sanmak büyük bir gaflet­tir. Çünkü bir savaş, şayet müslümanlara karşı yapılıyorsa, bu kimse­ler hemen kâfirler ve mülhidlerle birlikte hareket ederler ve onların yanında yer alırlar.

Biz şimdi bu gaflete dalanları bırakalım da, Kur'ân'ın bizi uya­ran şu ikazına kulak verelim. Rabbim şöyle buyuruyor: "Ey iman eden­ler! Yahudileri ve hırıstiyanları dost edinmeyin." (Maide, 5/51)[332]

3- Bunların küfürlerinden olan bazı şeylerine iman etmek, ya da  Allah'ın kitabının dışındaki bir şeyle muhakemeleşmek; Rabbim bu­yuruyor ki:

 

"Kendilerine Kitab'dan na­sip verilenleri görmedin mi; put­lara ve batıl (tannlar)a iman edi­yorlar, sonra da kâfirler için:" Bunlar, Allah'a iman edenlerden daha doğru yoldadır" diyorlar?" (Nisa, 4/51)

Bu âyetin bir benzeri, Bazı kitap ehli hakkında Rabbimizin bu­yurduğu şu kavlidir:

"Allah tarafından kendileri­ne, yanlarında bulunanı tasdik edici bir elçi gelince ehli kitaptan bir grup, sanki Allah'ın kitabını bilmiyormuş gibi onu arkalarına atıp terkettiler. Süleyman'ın hü­kümranlığı hakkında onlar, şey­tanın uydurup söylediklerine tabi oldular." (Bakara, 2/101, 102)

Allah (c.c), bunların Allah'ın kitabını terkettiklerini ve sihre, bü-yüye tabi olduklarını bildirmektedir. Nitekim yahudilerden bir çokla­rı ve bazı İslâm müntesipleri de bunu yaptılar. Bu ümmetten kim, kâ­firlere dostluk ve yakınlık gösterirse, meselâ müşriklere veya kitâb ehline uyarsa, bazı muvalat sayılan şeyleri yapmak suretiyle onlara tabi olursa, batıl ehline gitmek, onların batıl iş ve sözlerine uymak gibi şeyleri ya­pacak olursa, o kimse, bunlara ne kadar bağlanıyor ve bunlarla uyum içerisinde bulunuyorsa, o oranda zem edilir, cezalandırılır veya o nisbette kendisinde nifak vardır.[333]

İşte bütün bunlar düşmanla dostluk ve yakınlık örnekleridirler. Günümüz müslümanlarının çoğu böyle bir hadiseyi yaşamakta ve içi­ce hayat sürdürmektedir. Günümüz İslâm dünyasında, kitap ehlinin yapa geldikleri ye kabul ettikleri şeylerin bazısına iman etmek artık inkar edilemez bir vakıa ve gerçektir. Böyle bir gerçeği de ancak cahil ve büyüklük taslayan biri inkara kalkışır. İşte bunlar bizim toplumu­muzun çocuklarından oluşan papağanlardır. Bunlar bizim dilimizi ko­nuşurlar, fakat görüş ve düşünce sistemi olarak komünizmi benimse-miştir, bazan da sosyalizmi düşünce ve mezhep olarak bir inanç diye savunur. Sistem olarak demokrasiyi veya anayasa ve kanun olarak da laikliği alıp savunmakta ve buna inanmaktadır. Artık İslâm ülkelerinde bu küfri prensipler ve sistemler alınıp uygulanır olmuş, insanla­rın da bunlara uyması mecburiyeti ve bağlılığı getirilmiştir. İnsanlar itaat edecekler, boyun eğecekler, uygulayacaklar ve fakat hiç karşı gel­meyecekler, diye istekte bulunmaktadırlar, bunu da zorunlu hale ge­tirmektedirler. Bu arada Müslümanlara ,muvahhid Müslümanlara karşı, bunlar insanları Allah’ın kitabına ve Rasûlü’nün sünnetine çağır­dıkları için her türlü düşmanlıklarını sürdürmektedirler.

İşte bu, yeni bir irtidad yani dinden dönme olayıdır ki, Allah'ın izni ile, son bahiste biz bundan söz edeceğiz.

Yine bunların savundukları davalarından öyle şeyler vardır kî, bu­nu iman haline getirmişlerdir. Meselâ dinin devletten ayrılması, bun­larda bu, artık bir iman meselesidir. Bunlara göre İslam'ın siyasetle herhangi bir ilgisi yoktur. Bu aynı zamanda bir önceki meselenin de bir parçası durumundadır ki bu, sadece Avrüpada bulunan bir haldir. Yani Kilisenin ilim erbabına baskı yaptığı dönemlere ait olan bir olay­dır. Fakat bu, İslam ile irtibatlandırılmak istenmektedir. Halbuki bun­ların İslam ile mukayeseleri bile mümkün değildir. Zira İslâm adalet dinidir, siyaset dinidir ve insanları kilise baskısından kurtaran güç ve kuvvet dinidir. Çünkü bu kilise erbabı zehirli bazı düşünceleri getirip yaydılar. Bu fikirler daima Avrupa menşe'li olmuştur. Amaç İslam'a yalancı bir yafta takmak ve bu anlamda bir kanaati yaygınlaştırmak­tı. Bunun için şöyle dediler: "İslâm kul ile Rabbi arasında devam et­mesi gereken bir alakadan ibarettir. Siyasete gelince onun adamları vardır ve bunun prensipleri ve hükümleri bulunmaktadır ki, bunların bu manâda dinle bir ilgileri ve bağları yoktur. Evet böyle diyerek ze­hirli düşüncelerini akıtmak isterler.[334]

4- Bunları sevmek, saygı göstermek. Allah (c.c) bundan d; yetmiştir. Nitekim şöyle buyurmaktadır:

"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akraba­ları da olsa- Allah'a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin." (Mücadele, 58/22)

Şeyhul İslâm îbn Teymiyye merhum diyor ki: "Rabbim şunu bil­dirmektedir. Allah'a ve Rasûlüne düşman olan bir kimseyi, bir mü'-minin onu sevdiğini göremezsin. Bir yerde iman varsa, orada onun zıddı olan şey de yok demektir. Çünkü bizzat iman olayı, onları sevmeye engeldir. Tıpkı iki zıd şeyin birbirleriyle bir arada bulunmadıkları gi­bi. Mademki bir yerde iman var, orada imanın karşıtı olan şey de or­tadan kalkmıştır. Bu ise Allah'ın düşmanlarına dost olmak olayıdır. İman varsa bu yoktur. Şayet kul, Allah düşmanlarını kalben seviyor-sa, bu gösteriyor ki, o kimsenin kalbinde vacip ve gerekli olan iman yoktur.[335]                                                                     

Allah (c.c) şöyle buyuruyor:                                   

"Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar si­ze gelen gerçeği inkar etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz.'' "Mümtehine, 60/1"

5- Onlara meyletmek, onlardan yana olma eğilimini sürdürmek. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

"Zulmedenlere meyletmeyin; sonra size ateş dokunur (cehen­nemde yanarsınız).) Sizin Allah'­tan başka dostlarınız yoktur. Son­ra (O'ndan da) yardım göremez­siniz!" (Hud, 11/113)

Kurtubî diyor ki, burada meyletmek anlamında olan Rükün ger­çekte şu manâdadır: İstinad etmek ve dayanmak, bir şey ile sükûna ermek ve onunla hoşnut olmak.[336] Katade de diyor ki âyetin manâsı şöyledir: "Onları sevmeyin, onlara itimat etmeyin"İbn Cüreyc| : "Onlara meyletmeyin" diye yorumluyor.

îşte bu âyet küfür ehlinden ve bir de bidatcı olan masiyet sahibi kimselerden uzak kalmayı ve onları terketmeyi göstermekte, buna işaret etmektedir. Bu ve benzerlerinden ilgiyi kesmesi bildirmektedir. Çün­kü bunlarla sohbet ve yakınlık ya küfrü getirir veya mâsiyete sürük­ler. Çünkü birileriyle sohbet, ancak o kimselere olan sevgi sebebiyle olur. Nitekim şöyle denilmiştir:

Kişiyi Sorma, Arkadaşını Araştır.

Zira her yakın ve arkadaş mukayese edilerek kendisine uyulur.[337] Rabbim de şöyle buyurmaktadır:

"Eğer seni sebatkar kılmasaydık, gerçekten, neredeyse on­lara birazcık meyledecektin.

O zaman, hiç şüphesiz sana

hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat taddırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın." (İsrâ, 17/74, 75)

Yaratılanların en şereflisi olan Hz. Muhammed (s.a)'e Rabbim böyle hitap ettiğine göre, acaba başkalarının durumu ne ola ki?[338]

6- Yağcılık yapmak, aldatmak, yüze gülerek aldatmak. Bütün bun­ları dini bir hesap gözeterek yapmak. Rabbim şöyle buyuruyor: "On­lar isterler ki, sen yumuşak davran asında onlar da sana yumuşak dav­ransınlar." (Kalem, 68/9)

Din adına müdahane = yağcılık, güzel görünmek ve müdaraya kal­kışmak gibi şeyler günümüz müslümanlarının çoğunda bulunan bir has­talıktır ve bu, bir gerçektir. Zira bakıyorlarki, Allah düşmanları mad­dî güçleri sayesinde yükseliyorlar ve böyle yapmakla da rahat bir ne­fes alıyoTİar. İşte müslümanlar düşmanları böyle gördükleri için, özel­likle de aklanmış olanlar bu düşmanların böyle yükseldiklerini ve iler­lediklerini gördükleri için, bunları gücün ve örnek olmanın sembolü olarak kabul edip değerlendirmektedirler. Sonuç olarak da kâfirlere sirjp görünmek maksadıyla dinî prensiplerinden sıyrılıyorlar, aman ha bunlar bize: "Mutaassıp ve gerici" damgasını vurmasınlar diye hemen bu kâfirlere şirin gözükmek ve yağçılık etmek  veya mudaraya kalkış­mak için dini esaslardan sıyrılıverirler. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a) ne doğru buyurmuşlar; O (s.a) böyleleri için şöyle buyuruyor:

"- Siz mutlaka sizden öncekilerin yollarım karış karış, arşın ar­şın izleyeceksiniz. Öyle ki onlar bir kelerin deliğine girseler, siz de on­lara uyacaksınız." Dedik ki;

Ey Allah'ın Rasûlü! Bu (izleyeceklerimiz) yahudi ve hırıstiyanlar mı? O (s.a) da şöyle buyurdular:

"- Ya kimler?"[339]

Esasen bu müdahane yani yağcılık, güzel görünmek ve şirin olmak olayı var ya, önce küçük şeylerden başlar, sonra giderek öylesine büyür ki, -Allah göstermesin- kişiyi dininden edecek noktaya kadar getirir. Bu da şeytanın müslümanı kaydırma yollarından biridir. Müs­lüman, bu noktada kendi nefsi adına dikkatli davransın. Müslüman şu hususu hiç bir zaman hatırından çıkarmasın, bilsin ki en güçlü ve en şerefli olan kendisidir. Evet müslüman Allah'ın emrine ve yoluna yapıştığı zaman, O'nun jeriatına bağlandığı vakit, akide ve inancının gereklerini yerine getirince bilsin ki, en güçlü ve en şerefli insan  kendisidir.

İslâm tarihindeki parlak örneklerden olan bir gerçek vardır. O da müslümamn Allah'a ve Rasûlüne iman etmesinden sonra, onu ba­şarıya götüren en büyük amillerden birisi diniyle büyüklenmek ve ona mensup olmakla en büyük şerefe sahip olduğunu bilmektir. Bu gerçe­ğin böyle olduğunu Hz Ömer Faruk (r.a)'un aşağıdaki ifadeleri doğ­rulamaktadır. Diyor ki: "Biz bir toplumun en aşağılık kavmi idik. Allah (c.c), bizi İslam ile şereflendirip güçlendirdi. Ne zaman ki, biz şerefi ve izzeti Allah'ın bizi aziz kıldığı şeyin dışında aramışsak ,Allah(c.c)bizi zelil kılmıştır.[340]

7- Bunların sırdaş edinilip, mü'mihlerin bırakılması; Bu konuda Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

"Ey iman edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin, çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar, hep sıkıntı­ya düşmenizi isterler. Gerçekten, kin ve düşmanlıktan ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmak­tadır. Kalblerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür düşünüp anlıyorsanız âyetlerimizi size açıklamış bulunuyoruz.(Al’i İmrân, 3/118)

Bu âyet, bazı mü'minler hakkında nazil olmuştu ki bunlar, hep münafıklarla bir arada bulunuyorlar, Yahudilerden bir adamla bulu­şuyorlardı. Çünkü aralarında yakınlık, dostluk ve komşuluklardı. Allah (c.c)bu âyeti bunlar hakkında inzal buyurdu. Bununla, rnü'minleri onlarla bir araya gelmekten, sırlarını onlara açmaktan menetti. Zira bundan ötürü başlarına bir fitnenin gelmesi korku ve endişesi var­dı. Âyet bu noktaya dikkat çekiyordu.[341]

Âyette “Bitane” kelimesi geçmektedir. Meselâ: "Bitanetürracül" denilince bu, özellikle elbise üzerindeki kuşağa benzetilmiştir Çünkü o karnı üzerindeki elbiseye yapışıktır. Dolayısıyla başkasının öğrenmesini istemediği ve sadece kendisinin haberdar olmasını arzuladığı şeyleri bu manâda saklar. Allah (c.c), onların sırdaş edinilmemesi hu­susunu ve bunun yasaklanma sebebini de şöyle açıklıyor: Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar." Yani sizin başınıza bir kö­tülük gelmesinden, bir hataya düşmenizden ve benzeri kötülüklerin gel­mesinden geri durmazlar. Kaldı ki .bunlar, daima başınıza zarar gel­mesini ve felakete uğramanızı isterler Onların açık olan düşmanlıkları ise: Müslümanlara şetmetmek, sövmek onların da böyle bir duru­ma düşmelerini istemektir. Başka bir görüşe göre ise, müşriklerin müslümanlara ait sırlarının öğrenilmesini istemektir.[342] Nitekim Ebû Da­vud'un Sünen'inde yer alan bir hadislerinde Rasûlullah (s.a) şöyle bu­yurmaktadır:

"Adam dostunun dini üzeredir. Kişi kiminle dostluk kurduğuna dikkat etsin."[343]

8- Emrettikleri ya da tavsiye ettikleri konularda bunlara itaat et­mek; Rabbim (c.c) böyle bir şeyden nehiy maksadıyla şöyle buyurmaktadır.[344]

“Kalbini, bizi anmaktan ga­fil kıldığımız, kötü arzularına uy­muş ve işi gücü aşırılık olan kim­seye boyun eğme." (Kehf, 18/28)

Bir başka âyette ise şöyle buyuruyor:

"Ey iman edenler! Eğer kâ­firlere uyarsanız, sizi eski dinini­ze geri çevirirler; o takdirde büsbütün kaybedersiniz." (Al’i îmrân, 3/149)

Yine Rabbim şöyle buyurmaktadır:

"Gerçekten şeytanlar dostlarina, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz, siz de Allah'a ortak koşanlardan olursunuz." (En'âm, 6/121)

İbn Kesîr, "Eğer onlara uyarsanız = (itaat ederseniz) şüphesiz siz de ortak koşanlardan (müşriklerden) olursunuz" âyeti hakkında diyor ki: "Öyleki siz, Allah'ın sizin lehinize olan emrinden ve şeria­tından döner, başkasının sözüne ve görüşüne yönelirseniz, başkasının emrini ve şeriatını buna takdim ederseniz, işte bu, şirkin tâ kendisi­dir. Nitekim yüce Mevlâ şöyle buyuruyor:

"(Yahudiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını) (hırıstiyanlar rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i (İsa'yı) rabler edindiler." (Tevbe 9/31),[345]

9- Allah'ın âyetleriyle alay ederlerken onların yanlarına gitmek ve birlikte oturmak: Allah (c.c), bundan men ederek şöyle buyuruyor:

"O (Allah), size Kitap'ta in­dirmiştir ki: Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini, yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze da­lıncay a (konuya geçinceye) kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz.

İbn Cerir bununla ilgili olarak diyor ki: "Yoksa siz de onlar gibi olursunuz" demek, sizler şayet onların meclislerinde onlarla birlikte bulunursanız, onlar bu âyetlere küfrederlerken ve alay ederlerken yan­larında durup onları dinlerseniz, bu halde siz de onlar gibisiniz..Böyle bir durumda onları protesto etmeksizin yanlarında sessiz kalıp aynl-mazsanız, onlar gibisiniz. Çünkü siz onlarla birlikte böyle bir durum­da otururken, Allah'ın âyetleri inkar edilir ve alay olunurken kalkıp gitmezseniz, Allah'a isyan etmiş olursunuz.

Bu âyet-i kerime de, batıl ve küfür ehlinin hangi türüyle olursa olsun, kâfirlerin küfürlerinde, bid'atçiların bid'atlerinde, fasıkların fısklarında bunlarla birlikte olmak konusunda kesin ve açık bir yasakla­ma yer almaktadır. Dolayısıyla bu durumdaki insanlarla hiç bir za­man bir arada bulunulmayacaktır.[346]

Hadiste ise Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyorlar: "Ağlar olma haliniz dışında, onlara isabet edenin aynısının sizin de başınıza gelmesinden sakınmanız için, nefislerine zulmetmiş olanların yurtlarına (ev ve meskenlerine) girmeyin."[347]

10- Bunların, müslüman'arla ilgili işlerin başına getirilmesi. Me­selâ emirlik görevi, kitabet (önemli yazışmalarda) kullanılma görevi ve daha benzeri bir çok görevler gibi. Tevliyet velayetin öz kardeşidir. Bu bakımdan bunlara görev verilmesi, bir nevi onların varlığını ve ve­layetini kabullenmek demektir. Halbuki Allah (c.c), onları dost edi­nenlerin de onların dostu olduğunu, onlardan olduğunu beyan buyur­muştur. Böyle bir durumda imanın kamil olması ve tamamlanabilme­si için, ancak onlardan uzak kalmakla ve onlarla dostane ilgi kurma­makla, onları daima düşman bilmekle sağlanabilir. Çünkü Velayet ve Beraat birbirleriyle çelişki ifade eden terimlerdir. Birinin olduğu yer­de diğeri olamaz. Bu ikisi asla bir arada toplanamazlar.

Aslında velayet bir izazdır, güçlülüktür, şereftir. Dolayısıyla bir zillet ve aşağılık olan küfürle bunların bir arada bulunması ve toplanması hiç bir zaman mümkün değildir. Şayet İslâm devlet adamları (kral­ları), devletin önemli mevkilerinde hırıstiyanları ve İslâm düşmanları­nı yazışma işlerinde ve devletin önemli mevkilerinde görevlendirme­nin ne büyük bir ihanet ve ne büyük bir tehlike olduğunu anlayabilse-lerdi, bir de bu düşmanların amaçlarının müslümanlanmn kökünü ka­zımak olduğunu, tüm gayretlerini böyle bir amaca yönelttiklerini de görebilselerdi, o zaman bunları devlet işlerinde kullanmaktan, görev­lendirmekten mutlaka uzak dururlardı.

İşte Melik (Salih)! Bu adamın devletinde Muhadiruddevle Ebu'l-Fadl b.Duhan adında bir hırıstiyan yardı. Esasen müslüman olanlara değil, kral daha çok buna güveniyordu. Bu, İslamın gözünde bir leke gibiydi ve İslam devletinde bir çıban başı durumundaydı. Bunun du­rumu hakkında gelen haberlere göre, hırıstiyanlığı reddederek müslü­man olmuş ve ancak İslam dininden de çıkmış bir adam. Hakkında böyle söylenen bu adam, hrıstivan algmjne müslümanlara ait haberle­ri^ işleri, devlet sırlarını ye durumlarıyla ilgili kapsamlı bilgileri yazıp durmuş, ajanlık yapmıştır.

Bu adamın meclisi her zaman frenk (yabancılar) ve hrıstiyanlarla doluydu. Gelen İslâm düşmanları bundan çok fazlaca ikram görür­lerdi. Buniann ihtiyaçları onun tarafından derhal giderilir ve arzulan yerine getirilirdi. Bunlara tüm ziyafet ve ikram kapıları açıktı. Ancak müslümanların önde gelenlerine ve büyüklerine bu kapılar ardına ka­dar kapalıydı, hiç bir müslümanın, huzura girmesine izin yoktu. Şa­yet müslümanlar huzura girecek olurlarsa, onlar selamına iltifat olun­maz, konuşulmak için yüzlerine bakılmaz. Bildirildiğine göre "Salih"in meclisinde devlet işlerinde ve yazışmalarında kullanılan kişilerin önde gelenleri, kadılar ve alimler bir araya gelip toplanmışlar. Sultan ora­da bulunanlardan bazılarına, işi hrıstiyanların rezilliklerine ve aşağı­lıklarına götüren bir soru sordu. Bu hususta dilini bir hayli uzattı. On­lara ait bazı fiilleri ve huyları dile getirdi. Söyledikleri arasında şu ifa­deler de vardı:

- Aslında hırıstiyanlar hesap bilmezler. Hesabı gerçek manâda kav­rayacak durumda değiller. Zira bunlar bire üç, üçe de bir diyorlar.Allah (c.c) ise şöyle büyürüyor:

"Andolsun "Allah, üçün üçüncüsüdür" diyenler de kâfir olmuş­lardır." (Maide, 5/73)

Bunların emanetlerinin ve akidelerinin başında şu ifade vardır: "Bir tek ilah olan babanın, oğulun ve Ruhulkudüs'ün adıyla”

Bazı şairler bu manâyı almışlar ve bir kasidelerinde şöyle, demişlerdir:                                                                           

"Âlemlerin Rabbı bir tek iken Hiç hesaptan anlar mı bir teke üç diyen"

Sonra şöyle devam etti: Böyle bir Kimse asıl itikadının gereğini yaptığı gibi, sultana karşı olan muamelesinde nasıl güvenilir olabilir? Bütün bunlarla birlikte hrıstiyanların çoğu nasıl güvenilir olurlar? Zi­ra ne zaman üç dinar çıkarmak istese, hemen birini sultana verir, ken­disine de iki dinar ayırır. Özellikle de o bunu yakınlık, ibadet ve dinî olan bir şey olarak kabul ediyorsa?

Orada bulunan toplum ayrılıp gittiler ve böylece de hırıstiyanın sevinci de öfkeyle boğazına tıkanıp kaldı. Çünkü ihaneti ortaya çık­mıştı. Hemen kanı akıtıldı. Böylece varlığının ortadan kaldırılmasına hüküm verilmiş oldu. Bu ittifakla,verilen karar sonucu meydana gel­miş oldu.[348]

11- Emin görünmek istemeleri. Halbuki Allah (c.c), onların dai­ma ihanet içinde olduklarını bildirmiştir. Nitekim şöyle buyurmaktadır:

"Ehl'i Kitaptan öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız iade eder. Fakat öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bıraksan, te­pesine dikilip durmazsan onu sa­na iade etmez. Bu da onların,

"Ümmîlere karşı yaptıklarımızdan dolayı bize vebal yoktur." demelerindendi. Allah adına bile bile yalan söylüyorlar." (Al’i İmrân, 3/75)                                       

12- Onların yaptıklarına rıza göstermek, onlara benzemek ve onların giyim, kuşam ve modalarını taklid etmek.[349]

13- Onlara güler yüz göstermek, iyi davranmak, gönlünü onlara açmak, onlara ikramda bulunmak, onlarla yakınlaşmaya çalışmak ve yakınlaşmak.[350]

14- Onların yaptıkları zulümlerde onlara yardımcı olmak, onla­rın zafere ulaşmasında yanlarında yer almak.

Kur'ân-i Kerîm bu gibi şeyler için iki örnek vermektedir. Bu ikisi Hz. Lût ile Hz. Nuh'un hanımlarıdırlar. Hz. Lût (a.s)'un hanımı, kendi kavmine yardım ediyordu. Çünkü bu kadın da kendi kavminin yolunda gidiyordu. Onların çirkin fiillerine rıza gösteriyordu. Öyleki kocası Hz. Lût'un misafirlerini onlara bildirmişti. Aynı şekilde Hz. Nuh'un ha­nımı da böyle idi.[351]

15- Karşılıklı olarak bunlarla Öğütleşmek, hep bunları övüp dur­mak ve onların üstünlüklerini, faziletlerini yayıp durmak.[352]

Bu anlattığımız husus son çağlarda alabildiğine açık bir şekilde gözükmektedir. Meselâ müsteşriklerin faziletlerini, üstünlüklerini ve meziyyetlerini etrafa yayıp durduklarını görmekteyiz. Güya bunların bilimsel ve dürüst metod sahibi olduklarını, vs. vs. gibi bir çok meziyyetlerinden sözedip dururlar. Bir de batının ya da doğunun meziyyetlerini, faziletlerini yayıp duranlar, buna ilericilik, uygarlık ve medenîlik adını vererek sürekli propoganda yapanlar vardır. Bunu yaparlarken İslamı ve ona mensup olanları lekeliyorlar, onları gericilikle ve  aynı yerde sayıp durmakla damgalıyorlar. İleri ve uygar ülkelere ayak uyduramamakla, onlar gibi medenî olmamakla suçlayıp duruyorlar.  

16- Bunlara tazim gösterme, mutlak lakaplarla ve İsimleri e anmak,   

Meselâ: Ekselansları, saygıdeğer majesteleri vs. vs. gibi. Daha onları görür görmez öncelikle kendisinin bunlara selam vermesi. Halbuki bir çok cahillerin yapageldiği bu şeylerin menedilmesi gerekmekte­dir. Zamanımız cahilleri Allah'ın düşmanlarından biriyle karşılaştık­larında hemen ona selam veriyor. Hatta daha da ileri giderek elini de kalbinin ya da göğsünün üstüne koyarak onu içtenlikle ve kalben sev­diğini bildiriyor. Ya da elini başının üzerine götürerek o kimsenin ba­şının üstünde yerinin olduğuna işaret ediyor.

Aslında bu tür bir fiil ve davranış haramdır. Böyle yapan bir kim­senin İslam'dan çıkıp mürted olmasından korkulur. Zira bu manâda­ki davranışlar, Allah düşmanlarını çok fazla sevdiklerini, onlara iç­tenlikle bağlı bulunduklarını, bundan ötürü de saygılı olduklarını gös­termiş olmaktadırlar.[353]

Bunları tazim etmek, üstün unvan veya Iakablarla çağırmak, on­lara karşı duyulan saygının, yüceltmenin ve takdir edilişlerinin işare­tidir. Halbuki Saygı ve değerli lakabla anılma sadece mü'mine ait olan bir semboldür. Kâfirlere gelince bunların aşağılanmaları ve zelil kılın­maları gerekir.

Sahih bir hadiste bildirildiğine göre, önce müslümanların onlara selam vermeleri yasaklanmıştır. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmakta­dırlar:

"Yahudilere olsun hırıstiyanlara olsun, onlara ilk olarak siz se­lam vermeyin. Şayet yolda onlardan biriyle karşılaşacak olursanız, on­ları yolun en dar olan tarafından gitmeleri için sıkıştırın."[354]

Bu meseleyle ilgili açıklama İkinci Bapta ele alınacaktır.

17- Onların ülkelerinde onlarla birlikte oturmak ve onların yük­selmelerini ve güçlenmelerini artırmak.[355]

Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyorlar: "Kim müşriklerle bir arada toplanır ve onlarla beraber oturursa, o da onun gibidir."[356]

Yine Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyorlar: "Müşriklerle birlikte yaşamayın ve onlarla birlikte bir arada bulunmayın. Kim onlarla bir­likte yaşar veya bir arada bulunursa o halde o bizden değildir."[357]

Allah'ın izniyle bu konuya ait etraflı açıklama ikinci bapta ele alı­nacaktır. Şayet bunlarla bir arada bulunma zarureti varsa, buna ait bilgi ikinci bapta (ikinci ciltte) sunulacaktır.

18-  Onlarla birlikte istişarede bulunmak, onların planlarını uy­gulamak: Onların antlaşma yaptıkları paktlara ve düzenlere girmek.

Onlar adına casusluk yapmak. Müslümanlara ait haberleri ve sırları onlara aktarmak. Onların saflarına katılıp müslümanlara karşı savaş­mak.[358]

İşte bugünkü çağda biz müslümanların ve ümmetimizin karşı kar­şıya bulundukları hastalıkların en tehlikelisi bu maddedekilerdir. Ni­tekim bugün buna "Beşinci kol" adı verilmektedir. Bu, hemen her alan­da toplum fertlerini çepeçevre kuşatmış bulunan bir tehlikedir. Eği­timde; öğrenimde; siyasette; hüküm ile alakalı işlerde; edepte, ahlak­ta, din ve dünya ile ilgili şeylerde kısaca hemen her alanda ümmetimi­zi çepeçevre kuşatmış bulunmaktadır. Gerçekten Şair Mahmud ne güzel ifade etmiş. Üstad Prof. Muhammed Kutub'un aktardığına göre, sö­mürgeci İngilizler Mısır'dan çıktıklarında o şöyle söylemiştir:

"Kızı! sömürgeci çıktı, şimdi esmer sömürgeci kaldı." Evet, bugün gerçek hastalığımız esmer sömürgecilerdir.

Acaba eğitim ve öğretim konusunda, Dunlop'un ortaya koymuş olduğu ya da çizmiş olduğu planlarının uygulanması hakkında kimle­ri uyanık görebilirsiniz ki? Yine üç yahudi plancı ya da stratejist olan Marks, Froued ve Dürkeym'in planları karşısında uyanık olan kimler var ki? Bunların iğrenç fikir ve düşüncelerini yayma karşısında kim­ler uyanıktırlar?[359]

Gerçekten bu ümmetin ya da milletin çocukları olmalarına rağ­men batılılaşma garabetine düşmüş olanların, Allah düşmanları adı­na gerçekleştirdiklerini onlar rüyalarında görememişlerdir. Ancak hey­hat bunlara! Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Andolsun ki, Peygamber kullarımıza söz vermişizdir. On­lar, mutlaka zafere ulaşacaklar­dır. Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir." (Saffât, 37/171-173)

"19- Daru'l-İslâm'dan Daru'l-Harbe sırf müslümanlara olan ki­ni ve kâfirlere olan dostluğu sebebiyle kaçmak.[360]

  20- Laiklikle ilgili kuruluşlara, partilere bağlanmak veya dinsizlikle alakalı komünizm, sosyalizm, kavmiyetçilik, masonluk gibi teşkilatlara katılmak, dostluğunu, sevgisini ve yardımını bunlar için ortaya koymak.[361]                                                                  

 

Kabul Edilecek Ve Edilmeyecek Olan Özürler

 

Şimdi bu anlattığımız durum ya da şekillerle ilgili olarak kabul edilebilecek ve edilemeyecek olan özürler nelerdir, bunları görelim.

Kâfirlere dostluk gösterenlerden bazılarının mazeretleri kabul edilebilir. Meselâ: Kişi onların gücünden ve varlığından, mal varlıklarından, merkezlerinden ve benzer doğru dairesi içinde değerlendirilme-j yecek olan imkanlarının korkutulduğundan çekinmek gibi. Allah'ın muteber kabul etmediği şeylerden çekinmek ve korkmak, yani doğru g olmayan ve Allah'ın muteber olarak kabul etmediği bir şeyi mazereti olarak onlar adına bir mazeret olarak değerlendirmek nedir, ne değildir? Bunun tesbiti gerekir. Zira Allah'ın mazeret kabul etmediği ve! kişinin öyle değerlendirdiği şey, mutlaka şeytanın o şeyi kendisine süslü göstermesindendir ve aynı zamanda o şeyi ona sevdiren ve ona teşvikte bulunan şeytandır. Dünya sevgisi, dünyaya olan tamahı ve dünya zineti ve süsüdür.                                                                                 

Allah (c.c), ikrah dışında herhangi bir müslüman için kâfirlere muvalatta bulunmasını, dostluk göstermesini, onlara itaat etmesini vel dinleri konusunda onlara muyafakat etmesin kesinIikle bir mazeret  olarak kabul etmemektedir. Sadece ikrah yani hayatî tehlike olan bir  zorlama. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:                        

"Kim iman etmesinden son­ra Allah'ı inkar eder,  kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkara) zor­lanan başka- Fakat kalbini kâfir­liğe açarsa, işte Allah'ın gazabı bunlaradır; onlar için büyük bir azap vardır.

Bu (azap), onların dünya hayatını ahirete tercih etmelerinden ve| Allah'ın kâfirler topluluğunu hidayete erdirmemesinden ötürüdür."

(Nahl, 16/106-107)                                                                         

Yine Rabbim şöyle buyuruyor:

"Mü’mini er, müzminleri bı­rakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Al­lah nezdinde hiçbir değeri yoktur. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız başkadır." (Al'i îmrân, 3/28)

İkrah kalbî rızaya taalluk eden bir şeyde hiç bir kimseye bir fayda getiremez  Batınî yani içten kâfirlere olan bir meyil ve eğilim ikrah meselesinde bir kimseye bir menfaat getiremez. Çünkü bu durumda herhangi bir hal karşısında bununla mezun değildirler. Zira Rabbim şöyle buyurmaktadır: "Kalbi iman ile dolu olduğu halde" ikraha ge­lince bunun, kalbî olan şeylerde herhangi bir fonksiyonu yoktur. Zira kalbde var olanını sadece Allah (c.c) bilir.

Kim de kalbiyle kâfirlere dostluk gösterir, onlara sevgi besler,j)n-lara meyledecek olursa, böyle bir kimse her halükarda kâfirdir. Şayet bu kimse onlara karşı diliyre de dostluğunu açıklar, davranışlarıyla da bunu ortaya koyarsa, dünyada bu kimseye kâfir olarak muamelede bulunulur, ahirette ise ebedî olarak cehennemliktir. Şayet bu durumu sözle olsun davranışlarıyla olsun açıklamazsa, bu takdirde dış görü­nüşü itibariyle ona İslam muamelesi yapılır, malı, canı ve ırzı korun­ma altındadır. Ancak buna rağmen o münafıktır ve cehennemin en alt tabakasında kalacaktır.[362]

 

Bu Durumlar Karşısında Müslümanın Tavrı

 

Vela ve Berâyani İslam'a göre dost ve düşman olayı, kesin ola­rak akide açısından fiilen uygulanması gereken bir olaydır. Öte taraf­tan bu, müslümanm hissinde, akidesinin taşıdığı büyüklük ve yücelik nisbetinde büyüklük ve yücelik gösteren bir kavramdır. Allah (c.c) şöyle buyuruyor;

"... Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kini tağutu reddedip Allah'a ina­nıyorsa, kopması mümkün olma­yan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah   işitir   ve   bilir."   (Bakara,2/256)

Allah (c.c) müslüman için, hatta insan için yeryüzünde asaleti ve kerameti dilemiştir. Nitekim şöyle buyuruyor:

"Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık." (İsrâ,17/70)

Müslüman dostluğunu, sevgisini ve yetkisini Allah'a, dinine ve onun rnü'min taraftarlarına verdiğinde, işte o bu haliyle asil, şan ve şerefli olmuş olur. Hem de buna değerince de hak kazanmış olur. Allah'a O'nun istediği anlamda ibadetini ve kulluğunu yerine getirir. Çün­kü o artık başka güçlerden kurtulmuştur. Öyleki Allah'tan başkasına kulluğu ve boyun eğmeyi gerektiren tüm güçlerden arınmış ve onları düşman bilecek bir duruma gelmiştir.

Ancak başkasının önünde eğildiği ve Allah’tan başkasına kul olduğu zaman, bu durum ister şiarlarda, ister şeriatlerde, ister itaat ye boyun eğmede olsun hiç farketmez. Zira bu durumda o kimse o şerefli ve asil olan makamdan aşağı yuvarlanmıştır. Öyleki değişik sistem­lerin, arzu ve isteklerin kulu ve kölesi haline gelmiştir. Farklı görüş­ler, mezhepler edinmiştir ki bu, onun dünya hayatım paramparça ettiği gibi ahiretini de tümüyle elinden çıkarmış ve kendisine kaybettir­miştir. Böylece de bir şakı ve asi olarak yaşamıştır. Fakat o kimse bü­tün bunlara rağmen saîd ve mutlu bir hayat sürdürdüğünü söylese ve­ya iddiaya kâlkışsa da olan budur.

Zira İslam terazisi ve ölçüsüne göre mutlu yada mutsuz olmanın ölçüsü bir tek olan Allah'a ibadetle ve O'na kullukla sağlıklı olarak belirlenir. O'nun şeriatını hakim kılmak ve pekiştirmekle, O'nun adı­na samimi ve ihlaslı davranmakla kazanılır. Ya da bunun aksi olur ki, o da Tağut'a, heva ve isteğe ve şehvetlere ibadet ve kulluktur. Bu ise felaketin tâ kendisidir. Zira böyle bir felakete ve uçuruma yuvarlananlar, Allah'ın gösterdiği yoldan ve dininden yüz çevirenlerdir.

Öte taraftan mü'min olmayanlara duyulan sevgi ve dostluk, bunun bir rnürtedlik, dinden dönme ve Allah'a isyan olduğu hususu bir tarafa bırakılacak olsa bile bu, kararsızlığın tek kaynağıdır. Evet bu, işleyenin hayatında kararsızlığın yani ortada kalışın ve kesin kopukluğun ta kendisidir. Çünkü bu gibileri ne onlardandırlar ne de bunlar­dan. Kaldı ki çağımızda tüm kavramlar da birbirine karışmış durumdadır. Görüşler farklılaşmış, Hak batıla karışmıştır. Hatta daha da ötesi hak amacından son derece saptırılmış, batılın güzel ve iyi olarak gösterdikleri yücelmiştir. O halde müslüman nerede duracak? Müslümanın dostluğu nerede olmalı ve kime karşı olmalı? Zira o, apaçık küfrü insan hayatında uygulanır olarak görmektedir, ilan edilir ola­rak yaşandığını bilmektedir. Sonra da suna şöyle bir kılıf uydurmak­tadır: "Bu basit bir yaftadır" bununla İslâm'ın çelişmesi söz konusu mu olur? Bunun\örneğini şöyle verebiliriz: Meselâ adam sosyalizmi, demokrasiyi, laisizmi? kavmiyetçiliği ve ırkçılığı ya da komünizmi inanç ve din olarak benimsemiştir. Sonra da bu âdâm kalkıp şöyle diyebili­yor veya kendisi için şöyle denilebiliyor:

- Bunun İslâm ile çelişen bir yönü yoktur. Zira din, kul ile Rabbi arasında olan bir ilişkidir.

O halde müslüman kimlere velayet verecek? Kimleri dost kabul edecek? Çünkü o müslüman Allah'ın şeriatımın yeryüzünde uygulan­masını ve o yolda savaşı uzak görmektedir. Sqnra da beşerin kanun­larını ortaya koymakta ve insan hayatında bunların gerçek anayasa olmasını sağlamaktadır. Bunların gidişatlarının ve yollarının bir prog­ramı ve metodu olsun istemektedirler. Sonra da şöyle deniliyor:

- Aslında bunlar İslâm ile çelişmez. Çünkü îslamî yasa mevcut ilerlemelere ve kültürlere, uygarlıklara ayak uyduramamaktadır? Bu ifade ister bizzat sözle söylensin veya tavırlarla ima edilir olsun hiç fark etmez. Hepsi İslam dışı şeylerdir. Küfürdür.  

Müslüman dostluğunu kime karşı sürdürmeli? ;Çünkü bakıyor ki münafık olan kimse de İslam adını alıyor. Fakat buna rağmen bu kimse, islam'ın' açık düşmanlarından din adına çok daha .büyük tehlikeler do­ğurmaktadır. O halde müslüman kimi dost bilecektir?

İşte hep sorular ve yine sorular... daha akla gelebilen sayısızca sorular... Bu sorulara verilecek olan cevaba gelince, o gerçekte içinde şunları gizlemektedir:                                                  

Bir kimsenin Allah için, dini için ve mü'minler içîn samimi ola­rak dostluğu ve velayeti ancak Tevhîd kelimesi olan:”La ilahe illallah" kelimesinin ifade etmiş olduğu manâyı tümüyle kavramasıyla sağlanır. Evet: "La ilâhe illallah Muhammedun Rasûlullah" kelimesinin ifade etmiş olduğu manâyı gereğince kavramakla, buna tam anlamıy­la yarılmakla, bir de gereğini ve şartlarını yerine getirmekle kazanılır. İşte bunun cevabı budur.

Daha sonra cahiliyyenin, şirkin, küfrün, riddetin (mürtedliğin) ve nifakın ne olduğunu kesin bilecektir. Evet bilecektir ki, kendisi bu şerrin ve kötülüğün tuzağına ve ağına düşmemiş olsun. Çünkü cahiliyeyi bilmeyen bir kimse İslamı bilemez.

Sonra bu kimse İslâm'ın doğru ifadesiyle Velâ ve Berâ'yı, İslâm'a göre dostu ve düşmanı kavram olarak bilmek zorundadır. Zira hangi cinsten olursa olsun, hangi dili konuşursa konuşsun ve nerede bulu­nursa bulunsun dostluk, sevgi ve. vardım ancak mü'minleredjr, Çünkü mü'min cahiliyenin kan bağı çirkefine, ırk ve cins kokuşmuşluğu­na ve toprak bütünlüğü rezaletine inanmayan kimse demektir.

Mü'min, kalbiyle; diliyle, malı ve canıyla kardeşlerinin yanında yer alır. Onların elemiyle elemlenir, onların sevinciyle sevinir. Tüm Allah düşmanlarına olan buğzu ve onlardan uzaklaşmasıyla o da buğuzda bulunur ve Allah düşmanlarından uzak durur. Bu düşmanlar ister asıl kâfirler, ister mürteci"ve münafıklar olsunlar düşmanlıkla hepsi aynıdırlar. Bunlar karşısında yeri ne olması gerekiyorsa işte öyle dav­ranır. Meselâ: Canıyla, malıyla, kalemiyle ve diliyle bunlara karşı cihad eder. Bu noktada ne kadar gücü varsa ve ne oranda kuvvet kullanabiliyorsa bütün bunları ortaya koyar.

İşte şu anlatılan gerçekleri müslüman gereğince anlar, gücü ora­nında gerekeni de yaparsa, daha önce anlatılan yirmi madde ile orta­ya konulan durumlar karşısında nasıl bir tavır takınacağını kavramış olur. Böylece kimleri dostluğuna alacak, kimleri de düşmanları ola­rak kabul edecekse hepsini tanımış ve öğrenmiş olur. İslâm'ın kendi­sinden istedikleri nelerdir, düşmanları tarafından da İslam için neler yapılmak isteniyorsa bütün bunları gereğince anlamış ve kavramış olur.

İşte onun böyle davranması halinde o, gerçek anlamda uyanık, şerefli, güçlü bir müslüman olacaktır. Hem de Allah'ın izzeti sayesin­de şerefli ve güçlü bir müslüman!... Artık onun için bir korku, bir gev­şeme ve bir üzüntü sözkonuşu olamaz. Zira Allah (c.c) bu durumlar­da onunla olduğunu şöyle beyan ediyor:

"Gevşeklik göstermeyin; üzüntüye kapılmayın. Eğer kalbden inanmışsanız, üstün gelecek sizsiniz." (Ali îmrân,3/139)

Allah (c.c) kiminle beraber ise ve kimin yanında yer alıyorsa, bü­tün beşer yani insanlar ona zarar vermek için bir araya gelseler, Allah onun için herhangi bir zarar murad etmemiş ise, Allah'ın kaderi ve iradesi dışında asla bir şey yapamazlar.

8.BÖLÜM

 

VELÂ ve BERÂ' KONUSUNDA HARİCİLERLE RAFİZÎLERE CEVAP

 

Akîdenin aslını ve hakikatini anlayamayan ve "La ilahe illallah'ı da gereğince kavrayamamış olan bazı kimseler diyorlar ki:

- Bu Velâ ve Berâ (Dost ve Düşman) meselesi ya da terimi, aslın­da Haricîlerin ve Şiflerin kullandıkları terimlerdendir. Ehli sünnet ve'l-Cemaat itikadını ve akidesini taşıyan selef inancına bu, nasıl girdirile-bilinir?

Bu itiraza bir kaç yönden cevap verilebilir:

1- Biz burada Kitap ve Sünnette varid olan bir meseleyi araştır­maktayız. Çünkü bu ikisi bizim akidemizin temeli ve şeriatımızın aslı­dır, aynı zamanda hayatımızı da tanzim eden şeylerdir. Ben öyle sanı­yorum ki, konuya ilişkin yani Velâ, ve Berâ ile ilgili olarak epeyce ve büyük bir yer tutacak şekilde âyet zikrettim, konuyu bunlarla açıkla­dım. Buna ilave olarak bir o kadar da hadis zikrettim. Bu mesele ile ilgili  olarak  Hz.  Peygamber'den  gelen  sahih  hadislerle  konuyu açıkladım.

2- Yine salih selefimizin yolundan giderek "diyoruz ki, dinimizle ilgili olan ve akidemizle de bağlı bulunan büyük işler bir tarafa, dini­mizle ilgili küçük işlerinden herhangi bir tanesini biz küçük düşürecek değiliz. Evet böyle bir şeyi sırf bazı bidat kavramlarını geçerli kılmak ve bu noktada kimi terimlerimizi alarak, meseleyi buna dayandırmak gibi bir niyetimiz yoktur. Yani biz bu meseleyi ele alırken işi, bu ad altında başka mecralara götürmek gibi bir durumda değiliz.

3-  Meselâ Velâ Berâ konusunda, kimlerin dost ve kimlerin düş­man kabul edilecekleri meselesinde ilk örneğimiz Hz. İbrahim (s.a) için, Allah'ın kitabına ve Rasûlünün sünnetine iman etmiş bulunan bir kim­senin kalkıp, efendim Hz, İbrahim bu ifadelerle haricîlere ve Rafızîlere hizmet ediyor diyemez. Çünkü Haricîler veya, Rafızîler hepsi de Hz. İbrahîm (a.s)'den binlerce sene sonra gelmiştir. Bu itibarla Hz. İbra­him'e vardırılacak böyle bir iftira ve bühtandan Allah'a sığınırım.

4- Aslında Velâ ve Berâ' meselesi akideyle ilgili olan bir mesele­dir. Hem de sahih ve doğru olan bir mesele ki, buna herhangi bir toz da kondurulamaz. Çünkü bu husus Allah'ın Kitab'ında ve Rasûlünün de sünnetinde yer almıştır. Ancak her bakımdan en büyük bir hata olan ve her yönüyle bid'at olan husus şu ki, o da bu aşağılık grupla­rın, haricîlerin ve Rafızîlerin yaptıklarıdır. Onların buna bağlı olarak kendilerince bazı sakat kavramları oturtmaları, bunu yaparlarken sa­rih ve açık olan nassların dışına çıkmalarıdır. Bir de Ümmeti Muham-med'in icmaını hiçe saymalarıdır.

 

• Bu Meselede Haricilerin İnancı

 

Haricîler meselesine gelince, bunlar hakkında Ehli Sünnet İmam­larından İmam Ahmed b. Hanbel (r.a) şöyle diyor:

"Bunlar dinden çıkan kimselerdir. Milleti, dinde tefrika yaparak ayırıma sokan kimselerdir. İslâm yolundan sapanlardır, İslam cema­atini terkeden kimselerdir. Böylece doğru yoldan sapmışlar ve hida­yeti bırakmışlardır. Sultana isyan etmişler ve İslâm ümmetine karşı silaha sarılmışlardır. Müslümanların kanlarını ve mallarını kendileri için helal saymışlar, kendileri gibi düşünmeyen müslümanlara düşman­lık etmişlerdir. Sadece kendileri gibi düşünenleri müslüman kabul et­mişlerdir. Kim bunlar gibi düşünüyor, konuşuyor ve onların görüşünde bulunuyorsa, işte dalalet ve sapıklık yurdunda bunlarla birlikte sebap edip kalmışlardır.

Bunlar Rasûlullah (s.a)'ın ashabına, yakınlarına, akrabasına, da­madına vs. gibi dil uzatmışlar, bunlardan beri ve uzak olduklarım söy­lemişlerdir. Hatta bunları küfürle ve daha büyük günah işlemekle suç­lamışlardır. Onlara karşı olanları ise İslam şeriatından kabul etmiş­lerdir, kısaca onlara muhalefeti şeriatın bir gereği kabul etmişlerdir.

Aynı zamanda diyorlar ki, bir kimse yalan söyler, küçük ya da büyük bir günah işlerse, bunlara tevbe etmeden de ölürse, artık o kimse

bir daha çıkmamak üzere ebediyen cehennemliktir... bunlar Kaderi­ye, Cehmiye, Mürcie ve Rafızadır.

Haricîler kendi imamları dışında başkasının arkasında namaz da kılmazlar. Kendi adlarına sultana itaati de kabul etmezler, Kureyş'in bunlar üzerinde hilafete yetkisi yoktur. Bu ve benzeri daha bir çok gö­rüşleri var ki bunlarla İslama ve müslümanlara muhalefet etmektedir­ler. Bunlar sadece sapık bir kavimle yetinmektedirler. Bu da onların görüşlerinin, mezheplerinin ve inançlarının revaçta olması meselesi­dir. İslam'dan bir şey olsun istemezler. Nitekim bunların isimlerinden bazısı şöyledir. Harûriye, bunlar Harûrâ'nm çevresinde yer alanlar­dır.[363]

Ezarika, bunlar ise Nafi b. Ezrak'ın adamlarıdırlar.

Necdiye: Bunlar da Necde b. Amir el-Harürî'nin yanında yer alan­lardır. Ayrıca İbadiyye, Sufriyye ve daha niceleri... İşte tüm bu sayı­lanların hepsi de haricîlerdir. Hepsi de Ehli sünnete muhaliftirler. Hepsi de dinden çıkmışlar, hepsi de bid'at ve dalalet ehlidirler.[364]

Haricî fırkası aslında Velâ ve Bera kavramlarını bozmuşlardır. Bunlar sadece kendileri gibi düşünenleri dost kabul etmektedirler. Bun­lar gibi, günah işleyeni kim kâfir kabul ediyorsa ve özellikle de büyük günah işleyeni kafir kabul ediyorsa bunlara velayet ve dostluk göste-, riyorlar. Bunların Hz. Peygamber (s.a)'in ashabı karşısındaki duru­muna gelince, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'e velayet ve dostluk göste­rirler. Ancak Hz. Osman ile Hz. Ali (r.a)'den ise teberrî ederek uzak dururlar.[365]

Bunlara cevap hususunda sözün özü şudur: Ehli Sünnet ve'I-Cemaatın bunlarla ilgileri yoktur. Bid'atleri ve sapıklıkları nedeniyle bunlardan uzaktırlar ve bunları dost edinmezler.

Doğru anlaşılmasıyla Velâ ve Berâ' denildiği zaman, bundan Ehl-i Sünnet re'I-Cemaatin ne anladığıdır. Dolayısıyla hâricilerin de Velâ ve Berâ' konusundaki düşünceleri Ehli sünnetin bu kavramına zarar verecek değildir. Zira asıl değer, isme, prensiplere, şiarlara olmayıp, onları dosdoğru anlamaktadır. Kitap ve sünnete ne denli uygun olup

İmam as nidadır. Ya da o kavramın Kitap ve Sünnet ile ne denli çatı­şıp çatışmadığına göredir. Burada dikkat edilecek husus, haricîlerin velâ yada berâ' anlayışı, bunların kendi heva ve istekleri doğrultusun­da ortaya koydukları bir anlayıştır ki hiç birisi Kitap ve Sünnet nass-Iarıyla uyumlu değildir ve Kitap ve Sünnetin İttifak ettiği gibi de de­ğildir.

 

• Velâ Ve Berâ' Konusunda Rafızilerin İnancı

 

Rafızîlere gelince, bunlar Muhammed (s.a)'in ashabıyla herhan­gi bir ilgi ve münasebetlerinin olmadığını, onlardan uzak olduklarını söyleyenlerdir. Ashaba söverler, sayarlar, dil uzatırlar, eksiklikle töh­met altında tutarlar. Şu dört kişinin dışındaki sahabeleri de sevmez­ler. Ali, Ammar, Mikdad ve Selman.[366]

îmam Eş'arî diyor ki: Bunların Rafızî ismini almaları, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'in imametini reddetmelerindendir.[367]

Biraz önce anlattığımız gibi haricîler anlatılan meselelerden hep yan çizmişler, Ehli Sünnete muhalefet etmişlerdi. Rafızîlere gelince, bunların da suç itibariyle onlardan geri kalır bir tarafları yoktur. Zira bunlar Rasûlullah (s.a)'ın ashabı karşısında çok kötü tavırlar takınan kimselerdir. Bunlar Yahûdî Abdullah b. Sebe'in temsil ettiği elin oyun­cağı durumuna gelenlerdir. Çünkü bu yahudi kendi hayalince Ehl-i Beyt ile ilgili o derece yalana varan sevgiler uydurmuş ki, böylece Rasülul-lah'm diğer ashabıyla hiç bir münasebeti yokmuş intibaını uyandır­maya çalışmıştır. Ashaba düşmanlık etmişlerdir. Kaldı ki, ehli beyt, onların uydurdukları ve onlara yamamaya çalıştıkları yalanlardan ta­mamen uzaktır, Rafızîlerle Ehl-i Beytin hiç bir ilgileri yoktur.

İbn Kesîr diyor ki: "Aslında bu Rezil Rafızî taifesi, sahabenin en faziletlilerine düşmanlık gösteriyorlar, onlara buğzediyorlar ve on­lara dil uzatarak sövüyorlar. Böyle bir durumdan Allah'a sığınırız.

Bu da gösteriyor ki, bunların akıllan hep terstir, kalbleri de bo­zuktur. Acaba bunların Kur'ân'a imanları ne derecedir ki? Çünkü bun­lar Allah'ın kendilerinden razı olduğu kimselere söverek dil uzatıyorlar.[368]

Ehli Sünnet ise, Allah'ın razı ve hoşnut olduğu kimselerden razı ve hoşnut olanlardır. Ehli Sünnet, Allah kime dil uzatmayı istediyse öyle yapıp öyle davrananlardır. Ehli Sünnet, Allah (c.c), kimleri dost olarak kabul ediyorsa, onları dost edinen, Allah (c.c), kimleri de düş­man olarak kabul ediyor ve gösteriyorsa, onlar da aynı şekilde düş­man olarak kabul edenlerdir. İşte kısaca Ehli Sünnete tabi olanlar olup, bid'atçı olmayanlardır.[369]

Rafızîler şöyle diyorlar: "Berâ olmadan velâ olmaz = (önce düş­manlık, sonra dostluk görülür) Yani demek istiyorlar ki, Hz. Ebû Be­kir ile Hz. Ömer -Allah her ikisinden de razı olsun den ilişik kesilme­dikçe, bunlardan uzaklaşılmadıkça Ehli Beyt'e sevgiden ve dostluk­tan söz edilemez.[370]

Şimdi düşün bir kere! Rasûlullah (s.a)'tan sonra ümmet içerisin­de en üstün ve faziletli olan iki şahsiyete dil uzatmak insanda acaba din denilen bir şey bırakır mı, o kimsede güvenilirlik ve eminlik olabi­lir mi?

Ancak bunu da fazla garipsememek gerekir. Bu da onların kitap­larında yazılmış olan rezaletler zümresinden birisidir. Çünkü Rafızî­ler uzun tarihlerine rağmen hep İslama ve müslümanlara karşı har-betmişlerdir. Aynı zamanda müslümanların düşmanları olan Tatarla­ra, haçlılara ve daha başkalarına dostluk göstermişlerdir. Şeyhul İs­lâm İbn Teymiyye merhum bunlar için diyor ki: Rafızîler, Ehli Sün­net ve'I-Cemaata karşı savaş açanlara dostlukta bulunanlardır. Bun­lar tatarları ve Hrıstiyanları dost edinmişlerdir, onlardan yana tavır koymuşlardır. Nitekim sahilde Rafızîlerle frenkler (hınstiyanlar) ara­sında birbirleriyle yardımlaşma olmuştur. Öyleki rafızîler müslüman­lara ait savaş atlarını ve silahlarını, sultanın uşaklarını ve kölelerini, orduya ait daha bir çok şeyleri ve çocuklatı kaçırıp Kıbrıs'a taşımış­lardır. Müslümanlar, tatarlar karşısında üstün gelip zafer kazandık­larında üzüntülerini ve matemlerim dile getirmişler. Fakat tatarlar müslümanlar karşısında üstünlük elde ettiklerinde ise buna oldukça sevin­mişlerdir. İşte, halifenin öldürülmesini tatarlara bir yol olarak göste­renler bunlardır. Bağdat halkının öldürülmesini tatarlardan isteyen­ler bunlardır.

Bir rafızî olan Bağdat veziri İbn.u Alkamî, müslümanlar aleyhine tatarlarla iş birliğine giren ve onlarla sürekli yazışan bir kimse idi. Ni­tekim hile ve tuzaklarla onları Bağdat'a sokmuş, müslümanlarin bun­lara karşı çıkmasını engellemiştir, onlarla savaşa mani olmuştur.

"İslam'ı gereğince bilenler şu noktayı iyice anlamışlardır ki, Ra-fızîler daima din düşmanlarıyla birlikte olmuşlardır. Meselâ bunlar Ka-hire'de meliklikleri döneminde bir defasında kendilerine vezir (başba­kan) olarak bir yahudiyi, bir defasında ise bir hırıstiyan ermeniyi ge­tirmişlerdir. Nitekim bu ermeni hırıstiyan yüzünden hırıstiyanlar ba­yağı güçlenmişlerdi. Mısır'da kiliseler yaptılar. Evet bu münafık rafı­zî Mısır devletinde, bunlar kiliseler yaptılar. Bunlar iki saray arasında şöyle sesleniyorlardı: "Kim lanette bulunur ve sahabeye di! uzatırsa, ona bir dinar ve bir ölçek dolusu da ayrıca ikramiye vardır."

İşte bunların zamanında hırıstiyanlar Şam sahilini aldılar, müs­lümanlarin elinden Şam sahilinin çıkması bu dönemde olmuştur. An­cak Nureddîn ve Salahaddîn'in tekrar fethetmesiyle burası yine müs­lümanlarin olmuştur.[371]

Zamanımızda onların torunları bugünkü kâfir Nusayrîlerdir. Bun­lar müslümanlarin başına bir beladırlar. Öyleki bunların müslüman-lara karşı olan küfürleri yahudilerden de hırıstiyanlardan da fazladır. Nitekim Şeyhul İslâm İbn Teymiye merhum bu noktaya da değinmiş­tir. Ayrıca bu konuyu daha başkaları da ele almışlardır.

Fransızların Samı istila etmelerinde en büyük faktör Nusayrîler olmuşlardır. İslâm beldesini sömürmeyi onlara Nusayrîler sağlamış­tır. Bunlar bu günde halen müslümanlara karşı bulundukları yerde aynı iğrenç niyetlerini ve savaşlarını sürdürmektedirler.

İşte bütün bunlardan sonra deriz ki:

Ehli Sünnet ve'l Cemaat, Allah'ın Rasûlünün ashabını sevenler­dir. Bunları sevmekte ya da bunlardan herhangi birini sevmekte ifra­ta ve aşırılığa gitmeyenlerdir. Hepsini severler ve hepsine dostluk gös­terirler. Bunlardan hiç biriyle ilgilerini kesmezler ve onlardan uzak­laşmazlar. Ehli sünnet sahabeye buğzedenlerle buğzeder. Çünkü sa­habeyi ve özellikle şeyhayni sevmenin dinin, imanın ve ihsanın gereği olduğunu da bilirler. Yine onlara buğzetmenin ise küfür, nifak ve tuğyan olduğunu, taşkınlık olduğunu da bilirler.[372]

Böylece Ehli Sünnet haricîlerden de, Rafızîlerden deve tüm sa­pık fırkalardan da uzaktır, hiç biriyle ilgileri yoktur.     

 

 



[1] bk. en-Necât ve'1-fikâk, 14

[2] Mecmau't-Tevhîd, 19

[3] Mikdâd b. Esved, ilk müslümanlardandır. Bedir ve ayrıca bir çok gazalarda bulun-' muştur. Bedir gazasında kendisi atlıydı. H. 33/653 m. yılında vefat etmiştir. Bu si-I rada yetmiş yaşında olduğu söylenmektedir. Medine'ye üç mil uzaklıktaki yerde ve-f-fat etmiş, cenazesi Medine'ye getirilip orada defnedilmiştir. Ayrıca bk. Tehzî-but-îİTehzîb, tbn Hacer Askalânî, X, 285.

[4] Hilyetu'1 Evliya, Ebû Nüaym, I, 175. Hayatussahabe, I, 241. H. Sahabe yazan di­yor ki, aym zamanda bu hadisi Taberânî de değişik isnadlarla aynı manada rivayet etmiştir. Bu isnadlardan birinde Yahya b. Salih vardır. Zehebî, bunu sîkâ kabul et­miştir. Bazıları da hakkında bazı şeyler söylemişlerdir.Ancak İsnadındaki diğer ra-viler ise Sahih'in ravileridirler. Nitekim Heysemî de "Mecmau'z-Zevâid" adlı ese­rinde (VI, 17) aynı şeyi söylemektedir, diyor.

[5] bk. Seyyid Kutub, Yoldaki işaretler, Seçkin Kur'ân nesli bölümü, 16; Muhammed Hasan, Büreyğİş, İslâm'ın yüceliğinde bir zirve, Ebû Busayr, 47.

[6] Müslim, K. Birr, IV, 1988, 2566 nolu hadis Tahkik, M.F. Abdulbakî; Ahmed b. Hanbel, Müstıed, XVI, 192. 8436 nolu hadis Tah. Ahmed Şakir; İmam Mâlik, Muvattu, II, 952. Thk. M.F.A. Bakî.

[7] Sünen'i Ebü Dâvud, K. el-büyû, III, 799, 3527 nolu hadis (Hadisin isnadı sahihtir). Ta'lîk, İzzet, Du'âs.

[8] Mecmua t ütievhîd, 19, İbn Teymiyye, İbn Abdülvehhâb ve başkaları.

[9] bk. Fethu'I-Mecîd, 36.

[10] Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiye, Mecmau'i-Fetâvâ, XXVIII. 132. (Cem', Abdurrahman  b. Kasım).

[11] İbnul Kayyım, "Tağût" için en güzel ve etraflı tanımı şöyle yapmıştır: "Tağût; ku­lun haddi tecavüz ederek Allah (c.c) dışında başkalarını mabut edinmesi, başkaları­na uyması veya itaat etmesidir. Bu bakımdan her kavmin tağut'u denilince, o toplu­mun Allah ve Rasûlü dışında hakem kabul ettikleri, ya da Allah'dan başkalarına kullukta bulundukları, ya da İleriyi görmeksizin körü körüne Allah'tan başka uy­dukları veya itaat ettikleri şeylerdir, bilmeden itaatte bulundukları bu şeyleri Allah'a taatmış gibi değerlendirenlerdir. Abdurrahman b. Hasan, Fethulmecîd, 16.

[12] bk. Abdurrahman b. Kasım, Ed-Dürerü's-Seniyye, 1/95.

[13] M. bin Abdulvehhab, İslâm Akaidi Hk. birkaç Risale, 35.

[14] Delâlet: Lafız ile manâ arasındaki münasebete denir ki, "Vaz'iyye" ve "akliyye" olmak üzere iki kısma ayrılır.

  Delalet'i Vaz'iyye Lafzın, konulmuş olunan manâya tümüyle delalet etmesidir ki, buna aynı zamanda "Delalet'i Mutafetıkıyye" adı verilir. Meselâ Arslan lafzının bilinen yırtıcı hayvana ad olarak konulduğu gibi, ona mutabık ve uygun olması nedeniyle hem vaz'î hem de mutabıkı denilmektedir.

"Aklî Delâlet"e gelince, kelimenin asıl konulmuş olduğu anlamda değil de, ken­disi için makul olan bir kavramı göstermiş olmasıdır. Bu da iki kısımdır. Tazammunî delâlet ve iltizamı delalet.

Tazammûnî delâlet: Bir lafzın konulmuş olduğu manânın tümünü değil de, bu­nun bir kısmına delâlet etmiş olmasıdır.. Meseiâ cesaret sahibi bir kimseye Arslan denilmesi gibi. Böylece o kimseye arslanda bulunan yırtıcılık vasfı değil de, arslanın bir vasfı olan cesareti ve atılganlığı kastedildiğinden tazammûnî delalet denilmiştir.

iltizâmı delâlet: Bir lafzın asıl manâsından başka bir manâya verilmiş olması gibi. Mesela "EH açık adam” denilince, bu o kimsenin yardım sever olduğunu gös­terir. Yoksa elinin açıklığını değil.

[15] bk. Mecmuatürresail vel Mesailinnecdiyye ile birlikte basılan "el-Mevridu'1-Azbü'z-Zülâl", 4/99.

[16] Süfyân b. Uyeyne, Müctehid İmam'dir. (Süfyân b. Uyeyne el Hilâli). Hadis hafızı olup, İslâm'ın sayılı alimlerindendir. d. 107/725 v. 198/813 (91) yıl yaşamıştır. İmam $afiî, hakkında şunları söylemektedir: "Şayet İmam Malik ve İbn Uyeyne olmamış olsalardı, gerçekten Hicaz bölgesinin ilmi kaybolurdu". Ahmed b. Hanbel de hak­kında şunları söylüyor: "İbn Uyeyne'den daha çok sünnet ilmini bilen birini gör­medim. Gerçekten değerli biriydi ve kendisi pek çok ibadet edenlerdendi. Yetmiş yıl haccetmiştir." bkz. Şezerât, 1/354. A'lâm, 3/105.

[17] Bkz. Ebû Bekir Muhammed b. Hüseyin el Acurrî, "K. eş-Şeria" 104. Tahkik, Mu-hammed Hamİd el-Fakî.

[18] Bkz. Şeyh Hafız Hikemî, "Mearicu'l-Kabûl" 1/377.

[19] Vehb b. Münebbih b. Kâmil, el-Yemânîes-San'ânî Kendisi Ebû Hureyre, Ebu Saîd, İbn Abbas, İbn Ömer ve daha başkaları gibi zatlardan hadis rivayetinde bulunmuş­tur. Âcelî, kendisi hakkında der ki: "Güvenilir bir tabiîdir. Kendisi Sana'da kadılık görevini yürütmüştür. Ayrıca kendisinin güvenilirliğini şu zailar da bildirmişlerdir. Ebû Zür'a, Nesâî, İbn Hibbân. Hicri 34 yılında doğmuş, H. 110 tarihinde vefat et­miştir, bk. Tehzîbu't-Tehzîb, XI, 167.

[20] bk. Buharî Çenâiz, "Son sözü La ilahe illallah olan kimse" bahsi, III, 109.

[21] Mearicu'l-Kabûl, I, 378. el-CâmiıTl-Ferîd, 356. Müslim, İman, 26.

[22] Mearicu'l-Kabûl, 1, 378.

[23] Müslim. İmân, 28.

[24] Müslim, İman, 27.

[25] Müslim, İman, 31.

[26] Fethu'l Mecîd, 36.

[27] bkz. Mearİcu'l-Kabûl, I, 380.

[28] Meâric'ul Kabûf, I, 381. Ayrıca bkz. İmam Nevevî, Kırk Hadis 41. Hadis. (Neve-1 vî, bu hadisin Sahih Hasen bir hadis olduğunu belirtmektedir).

[29] Bkz. İbn Kesîr, Tefsîru’I-Kur'âni’l-Azîm, ilgili âyet, (II, 306).

[30] Mearicu'l-Kabût, I, 381.

[31] Buharî, K. İlim, 49, Cuma 18; Müslim İman 53; İbn Mace zühd 19, el-Lii'lüü ve'I-Mercân, I, 8.

[32] İbn Kayyım, el-Tibyân fî Aksâmi'l-Ktır'ân, s. 43. (Talik, Tâhâ Yusuf Şahin).

[33] bk. Hakim, el-Müstedrek, I, 70. Hakim bu hadisin isnadının sahih olduğunu belirt­miş, Zehebî bu hususta ona katılmıştır.

[34] Abdurrahman İbn Recep, Kelimetu'l-İhlâs, s: 28 (Thk. Züheyr Şaviş-Elbânî).

[35] Mearicu'l-Kabûl, I, 382. el-Camiu'1-Ferîd, 356.  

[36] Buharı, İlim 1, 33, Rikak 51

[37] Utbân b. Mâlik b. Acİân eî-Hazrecî, es-Saîimî, el-Ensarî. Cumhur'a göre Bedir as-hâbındandır..Salimoğullannın da kavminin İmamıdır... İbn Sa'd'm anlattığına gö­re Rasûlullah (s.a) kendisiyle Hz. Ömer'i kardeş yapmıştır. Hz. Muavİye'nİn halife­liği döneminde vefat etmiştir, bkz. İbn Hacer, el-İsabe, II, 452.

[38] Müslim, K. el-Mesâcid, 263.

[39] İbn Recep bu hadisi İhlas Kelimesi adlı eserinde, 61. sayfada zikretmiştir. Elbânî hadis hakkında şunları söylüyor: Hadisi, Câmi'ul-Kebîr'e nisbet ediyor, (2/477), Yakub b. Asım'dan rivayet ediyor. Bu zat da demiştir ki: Bana sahabeden iki kimse rivayette bulundu. Adı geçen bu Yakûb, Müslim'in râvilerindendir. İbn Hibban da bu hususta kendisine katılmıştır. Şayet senedin buna bağlanışı sahih ise, hadis sabit olan bir hadistir.

[40] bkz. İbn Teymiye, İktizau’s-Sırati' I -Müstakim 451. (Thk. M. el-Fakî).

[41] Fî Zilal’il-Kur'an, V, 3049; ibn Kayyım, et-Tefsîru’I-Kayyım, 423. (Cemeden, Muhammed Üveys en Nedvî, Thk. M. Hamid el Fakı).

[42] Muhammed Cemaluddîn el-Kasımî, Mehasimı't-Te'vîl, XIV, 5138. (Thk.M. F. Ab-dulbakî).

[43] İbn Teymiye, İktizaussırat'il-Müslakîm, 454; İbn Teymİye, et-Tuhfetu’l-Irakiyye, 41.

[44] Hafız el-Hikemi, A'lamüssünneti'l-Menşûre, 14; Mearicu'l-Kabûl, I, 383. el-Câmiu'I- Ferid, 356.

[45] Buharı, îman, 9-14; îkrâh, 1; Müslim, îmân, 66-67.   

[46] Şeyh Allâme Hafız b. Ahmed el-Hikemî, Selef akidesine bağlı bir alimdir. Kendisi Tihame bölgesindendir. 1342/1923'de doğmuş, doğum yeri Cîzan yakınlarında Se­lâm köyüdür. Kendisi zekâda bir deha idi, kuvvetli bir hıfza ve güçlü bir anlayış ve kavrayışa sahipti. Abdullah el-Kar'avî'den ders almıştır. Gerçekten ilim, takva ve iffet sahibi bir zat idi. Vefatı 1377/1957'dir. Vefatında 35 yaşlarındaydı. Hal tercemesi için Kendi oğlu Ahmed'in kalemiyle, Mearİcu'l-Kabul'un ilk cüzü.

[47] Mearicu'l-Kabul, 1/383.

[48] en-Nûniye, 158.

[49] Şeyh Abdullatif b. Abdurrahman, er-ResâiIü'1-Müfîde, 296.

[50] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 357-358 (Bu Hasen bir hadistir.).

[51] bk. Ebû Bekr Abdullah b. Muhammed b. Ebi Şeybe V. 235/849. el-İmân, 45. (Thk, Elbânî. Elbânî, demiştir ki: Taberânî bu hadisi el-Kebîr adlı eserinde İbn Mes'ûd1-dan merfu olarak rivayet etmiştir. Hasen bir hadistir. Müsned, VI, 286.

[52] bk. Süyûtî, el-Camiu's-Sağîr, I, 69; (Elbânî, hadisin Hasen oldufğunu bildirmiştir. bk. SahihıTl-Camiu’s-Sağîr, II, (343, Hadis no; 2536).

[53] Hilyetu’l-Evliyâ, 1, 312, İbn Recep Hanbelî, Camiu'l-Ulûm ve'l-Hikem, 30.

[54] Şeyh Süleyman b. Abdullah b. Muhammed, Tefsîru'1-Azîzi'l-Hamîd, 422.

[55] bk. M. Abdülvehhab, Keşfu'ş-Şübühât, 20, Mecmnatürresail ve'l-Mesail en Nec diyye. IV. 46.

[56] İbn Teymiye, et-İtıticac, bil Kader,62.

[57] Bu hadisin kaynağı daha önce belirtildi.

[58] Bununla ilgili bilgiler "Lâ İlahe illallah" şartlan bahsinde geçti.

[59] Tirmizî, İmân, 17, 2641. İbn Mace, Zühd, 35. Ahmed b. Hanbei, II, 213, 222. (Ab­dullah b. Ömer'den hasen senedle rivayet olunmuştur. Hadis ravileri güvenilir olup, hadis de sahihtir.)

[60] Buhârî, Enbiyâ, 54. Müslim, Tevbe, 46, 47.

[61] Müslim, Selâm, 2245.

[62] İbn Kayyım, Medaricu's-SalikînMen özetleyerek, 1/330-332.

[63] Müslim, İman, 23.

[64] K. et-Tevhîd, 115.

[65] Mürcie, İrca kökünden, tehir etmek, ertelemek anlamına gelir. Bunlar, imanın sa­dece ikrardan ibaret olduğunu savunurlar, bk. Eş'arî, Makâlât, I/214; Bağdadî, el-Fark Beyne'l-Fırak, 202.

[66] Muhammed b. Âbdulvahhab'in eserleri, 5/15 (I. Baskı).

[67] Müslim, îman, 97.

[68] Müslim, İman, 20.

[69] Aslında bu iddiayı ileri sürenler Mürcie mezhebinden olanlardır. Çünkü bunlara göre iman varsa, masiyetin ve isyanın bir zararı yoktur. Nitekim, kâfir olan kimseye ita­atin yarar getirmediği gibi.

[70] Bunlar Hz. Ali'nin ilahlığmı savunan sapıklardır.

[71] Müslim, Zekât, 1064.

[72] Keşfu'ş-Şubuhât, 40.

[73] Mevdûdî, Mebadiu'l-İslâm îslâm Esasları, 80-87.

[74] Mevdûdî, İslâm Esasları, 87.

[75] İbn Recep, İhlas Kelimesi, 53.

[76] Bu nassın tamamlanmasından sonra bu fıkrada buna ilişkin daha etraflı bilgi verilecek, kişi ne zaman dinden çıkar ve ne zaman çıkmaz, bunlar anlatılacaktır.

[77] Müslim, İman, 82.

[78] Müslim, İman, 65.

[79] Ebû Dâvud, Tıbb, 21; Mişkatu'l-Mesabîh, 4599. (Elbânî, hadisin isnadının sahih olduğunu bildirmiştir).

[80] Müslim, İman, 60.

[81] Müslim, imân, 64.

[82] Belki de İbn Kayyım, burada bununla müslümanlarm kendi aralarındaki çekişmele-

rini, öldürme ve birbirlerini vuruşlarını kasdetmiştir. Tıpkı sahabe-Allah kendile­rinden razı olsun- arasında meydana geldiği gibi. Ancak amacı sırf mü'minlerİ öl­dürmek olan, böylece İslâm ve müslümanlar aleyhinde savaşı kızdırmak olan kim­selerin küfürde olduklarından ve böylelerinin dinden çıktıklarından da şüphe edil-riıemelidir. Tıpkı İslâm düşmanlarının durumu gibi ki, bunlar hiç bir vakit herhangi . - - Bir mü'min için ya da bir mü'mine karşı ne akrabalık bağlarını, ne de sözleşme hü-i kümlerini gözetip tanımazlar. Bunların tek bir amaçları vardır: "Bunlar, kendilerinin küfre sapmaları gibi, sizin de küfre girmenizi istediler." (Nisa, 4/89).

[83] Sununla Haricîler fırkası kasdolunmaktadır.

[84] Burada da Mürcie fırkası kasdolunmuştur.

[85] bk. İbn Kesîr Tefsiri, III, 111.

[86] a.g.e., III, 111.

[87] Ebû Dâvud, K. Eyman ven Nuzûr, s. 5-9; Tirmizî, Eymân, (9/1535). Tirmizî'deki lafız da şöyledir: "Kesinlikle kâfir olmuştur ya da şirke girmiştir." Bu Hasen bir hadistir. Şevkânî, bu hadis, Hakim tarafından sahih görüldü, demektedir, bk. Neylü'l-Evtâr, VIII, 257.  

[88] Ahmed b. Hanbel, Müsned IV, 403. Elbânî, hadisin sahih olduğunu belirtmiştir. bk. Sahihu'l-Camiu's-Sağîr, III, 233, 3624.

[89] Buhârî, İman, 24; Müslim, İman, 108, 109.

[90] Buhârî, İman, 27, Mezâlim, 17, Cizye, 17; Müslim, İman, 106; Ebû Dâvud, Sün­net, 15; Tirmizî, İman, 14; Nesâî, İman, 20, Ahmed b. Hanbel, Müsned II, 189-198.

[91] İsmail b. Saîd eş-Şalencî Ebû İshâk, Ebû Bekr eİ-Hilâl, kendisi hakkında şunları anlatmaktadır:Bu zat, gerçekten bir çok meseleleri bilen biridir. Ahmed b. Han­bel'in kendilerinden rivayette bulunduğu ashabı arasında onun kadar rivayeti güzel olanını sanmıyorum, ondan daha doyurucu olanını, daha çok mesele bilenini bilmi­yorum. Gerçekten rey hakkında Önemli bilgilere sahipti. Değeri de büyük olan bir zat. Bu zatın fakihlerin tertibini esas alarak ortaya koyduğu bîr kitabı vardır, bk. İbn Ebû Ya'lâ, Tabakatü'l-Hanabile, 1/104.

[92] Müslim, İman, 57.   

[93] Müslim, İman, 57.   

[94] Mutezile: Bunlar Kur'an'ın mahluk (yaratılmış) olduğunu söylerler. Rü'yeti inkar ederler. Kabir azabım, şefaati, havzı yalanlarlar. Bunlar kendileri gibi olmayanla-"rın arkasında namaz kılmazlar. Yani Kıble ehlininin arkasında beş vakti kılmadık­ları gibi Cuma namazını da kılmazlar, bkz. İmam Ahmed, Kitabu's-Sünne, 81, İbnu'l-Cevzî, Telbîsu İblîs, 30.

[95] Kaderiye: Bunlar her şeyde kendi güçlerinin, meşietlerinin (dilemelerinin) ve kud­retlerinin olduğunu ileri sürenlerdir. Bunlar, biz kendi adımıza iyilik ve kötülük yap­maya, zarar ve yarar sağlamaya, itaate ve masiyete kadiriz, hidayet ve dalalete güç­lüyüz, diyenlerdir. Yine bunlara göre kullar tüm yaptıklarını, Allah'ın ezelî İlminde herhangi bir şeye dayanmaksızın yaparlar. Onların görüşü tıpkı Mecûsilerinkine ben­zemektedir. Ahmed b. Hanbel, es-Sünne, 81.

[96] Muhammed b. Ebu Bekr b. Kayyım, el-Cevziyye, K. es-Salat, 25-31.

[97] bkz. Seyyid Kutub, ilgili âyetin tefsiri, Fî Zilâl, III, 1297. Ayrıca İbn Kesîr Tefsiri

[98] bkz. Tahkîmü'l-Kavanîn, 1.

[99] Medaricu's-Salikîn, I, 337.

[100] Mecmuatu'l-Tevhîd, 12. Risale, 278.

[101] et-Tefsîru'l-Kayyım, 396.

[102] İbn Kayyım, MedaricuVSalikîn, 1/337-338.

[103] Bu ifadeye, Muhammed Hamid el-Fakî şöyle bir açıklama getiriyor: "Bu, günü­müzdeki mülhidleerin, inkarcı dinsizlerin küfrüdür. Bunlar isimleriyle İslama müntesip olduklarını da söylemektedirler. Halbuki bunlar Yahudi ve hırıstiyan gibi frenkleri taklid ederler. Halbuki her türlü ahlaktan ve faziletten de yoksundurlar. Tüm cahiliklerine ve aşağılıklarına rağmen, bu yolun ilerleme ve medeniyet, uygarlık yolu olduğunu savunurlar. (Medaricu's-Salikîn, 1/228, Haşiye).

[104] et-Tevbe9/31.

[105] Tirmizî, Tefsîr VIII, 248. Tirmizî bu hadisin Garîb bir hadis olduğunu bildirmiş­tir, tbn Kesîr, ilgili âyet, IV, 77; İbn Kesîr, Hadisi, Ahmed b. Hanbel'e ve İbn Ce-rîr'e nisbeı etmiştir. Elbanî, Hasen olduğunu bildirmiştir, bkz. Ğayctü'l-Merâm, fi Tahrîci'l-Heİâl'i ve'l-haram, 20.

[106] Mecmuatü't-Tevhid, 3.

[107] el-Fetâvâ, 28/434.

[108] Şeyh Hamd b. Atîk, ed-Difa (Savunma), 28; et-TeşrfıTt-Cİnfli (İslam ceza hukuk), 11/708; Kitabu'r-Rıddeti beynel-emsi ye'1-Yevm, 33.

[109] ed-Düreru's-Seniyye, VIII, 89-90; M.Abdulvahhab Müellefatı, V/212-214.

[110] er-Resailu'l-Münîre, 1, 139.

[111] Ebû Davûd, melahİm, 5; {Mişkâtu'I-Mesabîh'te deniyor ki, Beyhakî bu hadisi Delaİtü*n-Nübüvve'de rivayet etmiştir. Elbânî de, hadisin sahih olduğunu bildir­miştir) Mişkât, IV, 1475

[112] İbn Kesîr, Tefsir, IV, 123.

[113] Şeyh Muhammed b. İbrahîm, Sûûdluların müftüsü idi. 1311/1893 de doğdu, bir ilim yuvasında yetişip büyüdü, 11 yaşında Kur'ân-i ezberledi. 14 yaşında gözlerini kaybetti. Sabır gösterdi. Şeyh sa'd b. Atîk'ten ders aldı. 1389/1969'da 80 yaşında iken Ramazan ayında vefat etti. bkz. Bessâm, Necd Alimleri, I, 88.

[114] Tahkîmu'l-Kavanîn,5.

[115] Bkz. Önceki kaynak, 7

[116] Bk. Önceki kaynak, 8.

[117] İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, III/985-986, Kamûsu'l-Muhît, IV/294.

[118] Ahmed b. Hanbel, Müsned,IV/281, 368-370, 372; Tirmizî, menâkıb, 19; Elbanî, Sahîhu'l-Camiu's-Sağîr, VI, 353.

[119] İbnu'l-Manzûr Lisan'ul-Arab, III, 986.

[120] Lisanu'l-Arab, 11/988.

[121] Feyûmî, el-Misbahu'l-Miinîr, 2/841.

[122] îbn Kesîr bu eseri, en-Nihaye fi Ğaribi'l-Hadîs adlı kitabında zikretmiştir. 1/112.

[123] Lisanu'l-ArabI/183; el-KamûsıTl-MuhîtI/8.

[124] Şerhu't-Tahavî, 403; Teysîru'1-Azizi'1-Hamîd 422.

[125] Nuaym, Yasin, K. İman, 145.

[126] Buharî, Feraiz, 5, 7, 9, 15; Müslim, Ferâiz, 3-2 (1615)

[127] İbn Teymiye, el-Furkân, 7. Buhnarî, Rikâk 650, İbn Mâce, Fiten, 16.

[128] Abdullatîf b. Abdurrahman b. Hasan, er-Resailu'1-Müfîde 43.

[129] Şeyh Abdurrahman b. Sa'dî, el-Fetava es-Sa'diye 1/98.

[130] Hilyetu'l-Evliyâ 1/312; İbn Recep Hanbelî, CamiıTI-UIûm ve'1-Hikem, 30.

[131] Tahaviye ve Şerhi, 258

[132] Ahmedb. Hanbel,Müsned, IV, 126; İbn Abdi'1-Berr, Camiu Beyani'l-İlm, II, 222. ibn Mace, Mukaddime, 6; Terğib ve Terhîb, 1/46. Camîu'1-Üsûl (Haşiye), 1/293.

[133] Muhammed Kutub, Kur'an araştırmaları, 149.

[134] Seyyid Kutub, islâm düşüncesinin özellikleri ve mukavvematı, 10, 11

[135] Huneyn b. İshak: Doktor, tarihçi ve mütercimdir. Babası Hîre halkından bir Ec­zacıydı. Arapçayı Halil b. Ahmed'den öğrenmiştir. Tıp ilmini Yuhanna b. Masûye ve başkalarından almış, ayrıca Yunanca, Süryanîce ve Farsçayı öğrenmiştir. Me'­mûn zamanında Mütercimlerin başkanı seçilmiş, kendisi Terceme heyeti başkanlı­ğına getirilmiştir. Memun bir çok mal ve ihsanda bulunmuştur kendisine.

Epirot'un, Kalinos'un kitaplarını özetlemiş, Ilyada ve Homeros'u ezberlemiş­tir. Tercemeleri yüzün üzerindedir. (Bkz. Ziriklî, A'lâm, 2/287).

[136] Bkz. Dr. Ahmed Mezîd Rifaî, "Me'mûn dönemi, adlı eser, 375-377.

[137] bkz. Muhammed el-Behîy, "el-Canibü'I-İlahî, 177

[138] bkz. Ömer Süleyman el-Âşkar, "Allah hakkında inanç" 27-38.

[139] S. Kutub, İslâm Düşüncesinin özelikleri, 10-11.

[140] Hadis için bkz. Buharı, Zekât, 1458; Müslim, İman, 19.

[141] Aşkar, el-Akıdetü fillâh, 31.

[142] bkz. Önceki kaynak, 32.

[143] Aşkar, Akîde, 35.

[144] Şerhu'l-Akîdetu't-Tahaviyye,88.

[145] bkz. Önceki kaynak, 88.

[146] İbn Kesîr (Mukkadimesi), 1/13

[147] Abdullah b. Hubeyb es-Sülemi, kendisi kurradır. Babası sahabîdendir. Büyük sa-habinin  bir  kısmından  rivayetlerde  bulunmuştur.Abdullah  Tabiînden  olup sika = güvenilirdir, öl. 72-75/691-694 bkz. 144- bk. Önceki kaynak.

[148] bkz. Önceki kaynak.

[149] Seyyid Kutub, Yoldaki işaretler, 15.

[150] Buharî, İ'tisam, 25. Tevhîd, 42.

[151] el-İslâm ve't-Tabâkati'l-Muattal, 112.

[152] Şerhu tahaviye, 72.

[153] bk. Önceki kaynak, 72

[154] Saydu'l-Hatır, 205. (Thk. Tantavî).

[155] Teymiye, Muvafakatti Sahih'il-Menkûl, Li Sarîhi'l-Ma'kûl, 1/238 (thk. Muhyid-dîn Abdulhamîd-M.Hamid el-Fakî).

[156] Şerhuttahaviye, 227.

[157] Ebû Dâvud, Edeb, 111. Tirmizî, Menakıb, 74. Tirmizî, hadisin Hasen olduğunu söylemiştir.

[158] Ebû Davûd, Edeb 111-1I2; Mişkât.1374. İbn Mace, Cihad, 13,

[159] Tirmizî, Kıyâme, 59.

[160] Burada kişinin sebepleri terk etmemesi şart koşulmaktadır. Çünkü sebeplere sarıl­mak, tevekkül kabilindendir. Nitekim şöyle buyurulmuştur: "Onu (deveyi) bağla ve tevekkül et."

[161] İbn Kayyım, Bedaiu'l-Fevaid, 11/245.

[162] İbn Kayyım, Tebûkiye Risalesi, 51.

[163] et-Tuhfetu'1-Irakıyye, 76.

[164] Tefsîru İbn Kesir, II/25.

[165] en-Necal ve'1-Fikâk, 14.

[166] Mecmûul Fetâvâ, 28/57.

[167] Fî Zılâli’l-Kur'ân, 1/413.

[168] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 411.

[169] Ebû Dâvud, Edeb, 111; Tirmizî, Menakıb, 74.

[170] Buhârî, edeb, 14; Müslim, İman, 215; Müsned IV, 203

[171] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 235. Sahihu'l-CamiFssağîr, II, 181, bk. Tahricu Kita­bı Fıkhussîre Li'l-Ğazzâlî, 485.

[172] Hidâyetü'l-Hayârâ 7.

[173] Medaricu's-Salikîn, I, 53.

[174] Yukarıda sunulan düşünceleri savunanlar Taha Hüseyin ve benzerleridir, (bk. Ta-ha Hüseyin, Mısır'da uygarlığın geleceği adlı kitabı.).

[175] Müsned, V, 331; Silsiletü'l-Ahadîsi's-sahiha, H. 389; Sahihu'1-Cami, II, 386.

[176] Bedaiu'I-Fevâid," II, 260-262.

[177] Muhammed Kutub, Yirminci asrın cahiliyeti, 322..

[178] Mecmuatu't-Tevhid, 19.

[179] Fî Zilal, Davet yolu, 1/80.

[180] Medaricu’s-Salikîn, I/347'den özetle.

[181] Fî Zilâli'l-Kur'ân, 1/108.

[182] Buhârî, Rikâk, 38, îbn Mâce, Fiîen, 16.

[183] Mecmu'u’l-Fetavâ, 28/208-209.

[184] İbn Sehmân, İrşâduttalib, 13.

[185] Abdullah b. Himar. İbn Sehmân şöyle anlatmaktadır. Buhârî'de, 14/6642, H. 9. (Hudûd), bu adamın adı Abdullah'dır. Ancak Hİmar ( = eşek) lakabıyla anılmak­tadır. Bu kişi, Rasûlullah'a hediye olunmuştu. Kendisi Rasûlullah'ı güldürürdü, çünkü şen ve şakacı biriydi. İbn Hacer böyle anlatmaktadır, bak. el-îsabe, 4/275. Thk. Becâvî). Kirmanı de onun bu şakacılığına örnek olarak şöyle bir hadiseyi zik­reder; Abdullah bir gün veresiye bir tulum yağ, bir tulum da bal satın alır ve götü­rür, Rasûlullah (s.a)'a hediye eder. Daha sonra alıcı parasını istemeye geldiğinde, adamı alır, Rasûlullah'a götürür ve: "Ya Rasûlullah, bu adamın bal ve yağının parasını ver" der. Hz. Peygamber (s.a) de buna güler ve adamın parasını verir.

[186] Buhârî, Hudud, 5.

[187] Ebü Dâvud, Eşribe, 2; İbn Mâce, Eşribe, 6, Elbânî bu hadisin sahih olduğunu bil­dirmiştir, bk. Sahihu Camii Sağîr, 5/19.

[188] İrşadü't-talib, 19.

[189] İbn Teymiye, Mecmfîu'l-Fetâvâ, 108-201.

[190] Şezerâtü'l-Belâtin, 1/354. İbn Teymiye "el-Emrü bil-ma'rûf".

[191] Tartûşî, K. el-Havadis ve't-Bide', 38-39.

[192] Telbisü iblis, 26.

[193] el-İ'tisâm, 2/37.

[194] Buhârî, Sulh, 5; Müslim, Akdiye, 17; îbn Mâce, Mukaddime, 2.

[195] Şerhu's-Sünne, I, 227.

• Abdulazîz b. Abdüsselâm es-Sülemî, Dımaşk (Şam)'lıdır. Şafiî mezhebinde ictihad rütbesine erişmiş bulunan bir fakihtir. 577/118l'de doğmuş, 660/1261'de vefat et­miştir. Eserleri: Tefsir'i Kebîr, el-İImâm fiedilleti'l-Alıkâm, Kavaidüşşeria, Kavaidül-Ahkâm, el-Fetavâ. Ayrıca bak. Ziriklî, el-A'lâm, IV, 21; Fevatülvefeyât, I, 287; Tabakatüssübkî, V, 80; en-Nücûmüzzahire, VII, 208; Zeylür-Ravdateyn, 216; Mif-tahussade, II, 212.

[196] el-İ'tisâm, II, 37.

[197] Bağavî, Şerhussünne, I, 214.

[198] Şerhu'ssünne, I, 216.

[199] el-İ'tisâm, II, 53.

[200] el-İ'tisâm, II, 61'den özetleyerek.

[201] Müslim, Cuma, 867.

[202] Müslim, İlim, 2674.

[203] Şerhu's-Sünne, I, 227.

[204] İlgili âyetin tefsiri için bk. İbn Kesîr. VI.156

[205] el-Cevâbu'1-Kâfî, 213; İbn Kesîr Tefsiri, VII, 212; Mecmuatu't-Tevhîd, 133.

[206] Taberî Tefsiri, XXVIII, 62.

[207] İbn Kesîr, Kasasu'l-Enbiyâ, I, 181.

[208] Fahruddîn er-Razî, Mefatîh el-Gayb, XIII, 35-40; Hadislerle Kur'ân-ı Kerim Tef­siri (Çağrı Y.) İbn Kesîr, VI, 2714-2718. aynı kaynak, VI, 2707-2708.

[209] Said Havva, el-Esas Fit-Tefsîr, (Şamil), IV, 445.

[210] C. Yıldırım, Asrın Kur'ân Tefsiri, IV, 1936.

[211] Elmalılı H. Yazır Hak Dini Kur'ân Dili, III, 1964-1965

[212] agk III, 1964-1965.

[213] İfav. Kur'ân-ı Kerîm ve açıklamalı Meali, Lokman,.375.

[214] Elmalı, agk. 111, 1964-1965.

[215] Halil Gönenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, I, 51-52; Alûsî, VII, 194; el-Fetâvâ er-Remlî, IV, 321-322.

[216] Buhârî, Enbiyâ, 11.

[217] M. Sofuoğlu Sahihi Buhârî ve Tercemesi, VII, 3144. Dipnot, 46.

[218] Hz. İbrahim (a.s)'in babası Azer ile ilgili açıklama tarafımızdan sonradan ilave edil­miştir. (Çeviren).

[219] Fî Zilâii'l-Kur'ân, 4/1887.

[220] İbn Kesîr Tefsiri, VIII, 198.

[221] Fi Zilal, VI, 3622'den özetleyerek.

[222] îbn Kesîr, VIII, 199.

[223] Ebû Dâvud, Melahim 17, Vitr, 12; Tirnıizîs fiten, 13 (Tirmizî bu hadisin bu yön­den garib olduğunu söylemiştir) İbn Mâce, fiten 20; Nesaî, Bcy'at, 37; ZekaE, 49;

[224] İbn Kesîr Tefsiri, VII, 130.

[225] Fî Zilâl IV, 2262'den özet.

[226] Buharı, Tefsîr63, 5-7; Müslim, Birr (64) 2584.

[227] Müslim, İmaret, (68) 1848, Ebû Davüd, Edeb, 112; İbn Mace, Fiten, 7.

[228] bk. Yoldaki işaretler, 143 (orijinal)

[229] Süyûtî, et-İlkan Fî Ulûmi'l-Kurân, I, 37.

[230] Fî Zılal, III, 1503, (orijinal) yoldaki işaretler, 17-50 (orijinal).

[231] bk. Muhammed Kutub, İslâm'da Eğilim Metodu, II, 38-40.

[232] K.Kerîm ve Açıklamalı Meali, (İFAV), Ankebût, 29/41 âyetin dipnotu. 400.

[233] Fî Zılâl, V, 2737 (orijinal) 

[234] İbn Hişâm, Sîretünnebeviyye, I, 280.

[235] bk. Önceki kaynak, I, 280.

[236] bk. Önceki kaynak, I, 282.

[237] Besûs savaşı: 494-534 yıllan arasında Tağlib kabilesiyle Bekr b. Vail arasında sü­ren bir savaştır. Bu savaş iki kabile arasında kırk yıl sürmüştür.

Dahis ve Gabrâ: Bu bir yarış sonucu meydana gelen savaştır. Abs ile Zübyan arasında meydana gelmiştir. Bu savaş da kırk yıl süreyle devam etmiştir. Da­his ve Gabra adındaki iki yarış atı sebebiyle oluşan bu savaş, yine bu iki yarış atı adıyla anılır. Züheyr b. Ebû Selmâ bu olayı Muallakasında dile getirir.

Ficar savaşı: Miladî altıncı y.y. da meydana gelen bir savaştır. Kureyş ile Kinâne ve bazı kabileler arasında cereyan etmiştir. Gatafan kabilesi dışında Kays ve Aylan kabileleri de bu savaşa katılmıştır. Bu savaşa, Ficar adının verilmesi İse, haranı aylarda yani savaşmanın yasak olduğu zilkade, zilhicce, Muharrem ve Recep ayı gibi aylarda olmasından dolayı bu ismi almıştır. (Çeviren).

[238] Ebu'l-Hasan en-Nedvî, Müslümanların gerilemesiyle dünya neler kaybetti? 97(den özetlenerek)

[239] Fî Zilal, Davel yolu, I, 188 (orijinal).

[240] Şeyh Muhammed el-Gazzalî, İşte Dinimiz, 178.

[241] İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 3/30, Nedvî, a.g.e., 13.

[242] Üstad Ahmed Mahmûd Ahmed, MiislUmanların başka milletlerle ilişkileri, 8-9.

[243] Muhammed Emin el-Mısrî, İslam'a Davel yolu, 111-113 (ten özetle).

[244] İbn Kesîr, Tefsir, V, 431; Ahmed b. Hanbel, M us ne d, III, 462. Bu hadisin sene­dinde Ma'bed b. Ka'b b. Malik bulunmaktadır. İbn Hacer "Takrîb" adlı eserde bu zatın makbul biri olduğunu bildirmiş, ayrıca "et-Tehzîh"de de, bu zatın Buha-rî de bir tek hadisinin olduğu, Müslimin'de kendisinden rivayette bulunduğu belir­tilmiştir. İbn Hibban da bunun sika yani güvenilir olduğunu bildirmiştir.

[245] Fî Zılâl, II, 714.

[246] İbn Düğünne Cahili dönem insanlarından biridir. Kavmi, Hz. Ebu Bekri Mekke'­den çıkarıp, o da Habeşistan'a hicrete karar verince Ebu Bekre komşuluk ve hima­ye teklif edip Mekke'de kalmasını sağlamıştır. el-İsebe-2/344.

[247] İbn Hişâm, Sîret, I, 344.

[248] agk. I, 367; (Buhârî'nin sahihinde de şöyle diyor İbn Mesud: "Hz. Ömer, müslü­man olduğundan bu yana bizim gücümüz sürüyor." Hz. Ömer'in menkıbeleri bahsi.

[249] İbn Hişam, agk. I, 374.

[250] İbn Hişam, agk. II, 60 (Bu hadisi Heysemî, Mecmeuzzevaid, 6/35'te zikretmiş ve hadisi Taberânî'ye nisbet etmiştir. Aynı zamanda demiştir ki, bunda İbn İshak var­dır. O da müdellestir, sikadır. Hadisin diğer ravileri sika (güvenilir) kişilerdir, El-bânî ise, Gazzatî'nin Fıkhussîresindeki hadislerin tahririni (s: 132) yaparken, bu­nun zayıf olduğunu belirtmiştir. Ancak hadisin lafızlarından Peygamberlik nuru gözükmektedir).

[251] Beğavî Tefsiri, V/188; Vahidî, Esbabı Nüzul, 195 (Hadis için bkz.) Mişkatii'I-Mesabîh, 11/1092

[252] Yoldaki İşaretler, 16-17.

[253] İbn Kayyım, Emsâlu'l-Kur'ân, (Thk. Dr. Nasır Reşîd).

[254] Ebû Dâvud, Edeb, 5055, Tirmizî, Daavât, 3400. Ahmed b. Hanbel, V456. Dârimî, Fedâilu'l-Kur'ân, II, 458. Elbanî, bu hadisi Hasen olarak bildirmiştir, bk. Sahihu Camiussağîr, I, 140..

[255] Sahihi Müslim, Nevevî şerhi, VI, 5; Müsned, Saatî baskısı, IV, 225.

[256] Mişkatülmesabîh, I, 268. Bedaiul-Fevaid, I, 138.

[257] Seyf âyeti en sahih olan görüşe göre Tevbe süresi 5. âyetidir. Ayrıca aynı sûrenin 36. âyeti diyenler de olmuştur.

[258] Bedaiu'I-Fevâid, I, 138 141.

[259] İbn Teymiye, el-Cevabussahîh, Limen beddele DîrielrMesîh II, 30-32.

[260] Kurtubî Tefsiri, XX, 225.

[261] Kurtubî Tefsîrî, XX, 255

[262] îbn Hişam, Sîrel, II, 70-71.

[263] Mus'ab b. Umeyr b. Haşim, çok zengin bir ailede yetişti. Gerçekten çok dikkat çekici bir delikanlıydı. Kendisi Mekke'nin en iyi delikanlısı olarak tanınırdı, Müs­lüman olunca, onun bu durumu değişti, sıkıntı ve ızdırap içinde kaldı, sertliklerle karşılaştı. İlk müslümanlardandı. İlk kez Habeşistan'a hicret edenler arasında idi. Sonra Medine'ye hicret etti. Bedir'de bulundu, sancağı taşıdı ve Uhud'da şehit ol­du. Sahih olan rivayete göre, Mus'ab bir elbise dışında hiç bir şey bırakmamıştır. Bununla da başını örttüklerinde ayaklan, ayaklarını kapattıklarında başı aç ik ka­lıyordu. Rasûlullah (s.a) bunun için; "Ayaklarına izhir = otu kapatın" buyurdu. Buhârî, Cenaiz, H. 1272; İbn Abdilberr, el-İstîab, III, 468; Îbn Hacer, İsâbe, 3/421.

[264] İbn Hişâm, Siret, 11, 76.

[265] Gazzalî, Fıkhu's-Siyre, 157.

[266] Ensardan olan Hazrec kabilesine mensup Berâ b. Ma'rûr, Rasûlullah (s.a)'a ilk biatta bulunan, kıbleye ilk yönelen, malının üçte birini ilk olarak vasiyet eden zattır. Aynı zamanda seçilen 12 temsilciden birisidir. (Geniş bilgi için bk. el-lsabe, I/I44, Ziriklî, A'lâm, 1/47. Hadis için bkz. Müsned, 3/461.

[267] Ebul Heysem b. Teyhân: Malik b. Atîk Evs kabilesinden olup, ensar'dandır. Aynı zamanda bu da 12 delegeden biridir. Hz. Peygamber (s.a) bu zat ile Osman b. Maz'ûn (c.c)'u kardeş yapmıştır. Hemen hemen bütün savaşlarda bulunmuştur. Rasû­lullah (s.a) için okuduğu mersiyesinde şöyle diyen zattır: "Sen ansızın bizi kulakla­rımızdan ve burunlarımızdan ettin, biz peygamber Muhammed (s.a)'in kaybıyla perişan kaldık. "Hz. Ömer b. Hattab'ın hilafeti döneminde vefat etmiştir. H. 20'de bkz. İstîab, 4/200. İsabe, 4/212. İbn Kuteybe, Maarif, 270.

[268] İbn Hişâm, Sîret, II, 84; Hadis için bk. müsned, 2/274.

[269] Es'ad b. Zürare (Ebû Ümame): Ensardan olan bu zât Neccarî ve Hazrec kabilesine mensuptur. Her iki Akebe beyatinde bulunmuş ve aynı zamanda kendi kabilesinin delegeliğini yapmıştır. Vakidî'nin bildirdiğine göre, kendisi H. 9. yılın başlarında vefat etmiştir. Beğavî'nin bildirdiğine göre diyor ki: "Öğrendiğime göre, hicretten sonra ölen ilk sahabîdir. Aynı zamanda Rasûlullah (s.a) tarafından İlk olarak ce­nazesi kılınandır. İbn Hacer de şöyle diyor: Meğazî ve Tarih bilimcileri, bu zatın Hz. Peygamber (s.a)'in sağlığında ve Bedir savaşından önce ölen ilk sahabî oldu­ğunda ittifak etmişlerdir. el-İsabe, I, 34.

[270] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 322, 339, 394; Hâkim, II, 624-625; Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ, IX, 9.

[271] Şeyh Gazzâlî, FıkhıTs-Sîre, 161.

[272] Buhârî, Edeb, 36; Müslim, Birr 65 (2585); Mezâlim, 5.

[273] Zâdü'l-Meâd, III, 43.

[274] Ibn Hişam, Sîrel, 2/124-127; Zâdülmeâd, 3/50-51.

[275] Zadülmead, 3/63.

[276] İslami Eğitim Metodu, 2/40-41.

[277] Müslim, birr, 2585; Buhârî, Edeb, 36; Mezâlim, 5.

[278] Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66 (Lafız Buhârî'nindir.)

[279] Buhârî, İman 10; Müslim, İman, 19; Menakıbul Ensâr, 4.

[280] Buhârî, Menakıb, 4-5, Müslim, îman, 20.

[281] Buhârî, Edeb, 42; Müslim, iman, 43.

[282] Buhârî, Menakibul-Ensâr, 5-6.

[283] Şeyh Gazzalî, Fıkhussîre, 193.

[284] M. Kutub, İslâm'da Eğitim ve Terbiye Metodu, 2/69.

[285] Fî Zilâl, 6/3526.

[286] İbn Hişam, Sîret, 2/147.

[287] Bennâ, Müsned şerhi, 21/10.

[288] İbn Hişam Sire, 247.

[289] İbn Hişânı, Siyer, 2/148-149.

[290] Zâdu'l-Meâd, III, 126.

[291] Taberî, Tefsiri, 4/23; Vahidî, Esbabünnüzûl, 66; Kurtubî, Ahkâmül-Kur'ân, 4/155; Beğavî,- Tefsir, I, 389.

[292] İbn Kayyım, Tarîku'I-Hicreteyn ve Babüssadeteyn, 402-408.

[293] İbn Kayyım, İğasetüllehfân, 190.

[294] Abdülaziz Humeydînin "Kur'ân'da Münafıklar; Şeyh Abdurrahman Duserî, Ni­fak Belirtileri ve Kavramları".

[295] Vahidî, Esbabü'n-nüzûl, 235. Kurıubî Tefsîri, 17/304.

[296] Buharı, Tefsir, Sûre, 63,5, Müslim, Birr, 63-64.

[297] İbn Hişâm, Sîret, 2/292; İbn Kesîr, Tefsir, 8/159 (Bildiğim kadarıyla bu hadisi İbn İshak dışında rivayet eden yoktur).

[298] İbn Kesîr Tefsir, 8/159.

[299] İbn Kesîr, Tefsir, 4/100.

[300] M. Emîn el-Mısrî, İslam'ın davet yolu, 113.

[301] M. Kutub, İslam'da terbiye metodu, 2/70

[302] Bunlar arasında Şeyhul İslâm tbn Teymiye'yi, Allame İbn Kayyım, Muhammed b. Abdulvehhab ve öğrencilerini sayabilirim. Bir de çağdaş ve merhum iki değerli alimi. Ebu'1-A'lâ el-Mevdûdî ile, Seyyid Kutub ve Şeyh Süleyman b. Hamdan (r.a) gibi isimlen ve şu anda hatırlayamadığım sayısız alimleri örnek verebiliriz.

[303] Zadü'l-Meâd, 3/158-160.

[304] İbn Kesîr Tefsiri, 3/597.

[305] Yoldaki İşaretler, Cihad bölümü. Fî Zilâl, 1

[306] Buharı, Tefsîr, Tevbe sûresi tefsiri, VIII, 317-4655. Hadisi.

[307] İbn Kesîr, Tefsîri, 4/73.

[308] Kur'ân Meali (İfav), Tevbe, 28. âyetle ilgili dipnot.

[309] Taberî Tefsîri, 26/100, İbn Kayyım, Zimmet Ehli ahkairfı, 1/69.

[310] Ebû Davûd, Cihad 95; Nesâî, Kasâme 27, Tirmizî, Siyer, 1654.

[311] Zâdü'l-Meâd, 3/161.

[312] Buharî, Tefsir, Haşr sûresi.

[313] İbn Kesîr, Tefsir, 4/132.

[314] Vahidî, Esbâbünnüzûl, 236; İbn Kesîr, Tefsir, 8/79.

[315] Daha fazla bilgi için bak. Kurtubî, Ahkâmü'l-Kur'ân, 17/307.

[316] Fî Zilâl, 6/3514, 3516.

[317] İbn Kesîr, Tefsir, 4/66.

[318] Kurtubî, Ahkamu’l-Kur'ân, 8/94.

[319] a-agk. 8/94.

[320] Fî ZİIâl, 3/161

[321] ed-Dürerüsseniyye, 7/201; "el-Hediyyetüssemîne," 17.

[322] er-Resâilu'l-Müfîde, 43.

[323] İbn Teymiyye,- Kulluk, 95, 96.

[324] İbn Teymiyye, es-Sarimu'l-Meslûl Alâ Şatimirresûl, 371.

[325] Mecmuatuttevhîd (Nevakidu'l-lslâm), 129.

[326] Şezeralül Helâlin, 1/354 (Emr'i bil Maruf risalesi).

[327] Taberî Tefsiri, 3/228.

[328] agk. 6/277.

[329] el-Muhallâ, 13/35. Thk. Hasan Zeydân.

[330] İbn Teymiyye, İman, 14.

[331] îbn Kayyım, Ehlüzzimme (Zimmîler),

[332] Fî Zilal, 2/909, 910.

[333] İbn Teymiyye, Fetâvâ, 28/199-201.

[334] Bu arada şunu hatırlatmak isterim ki, bilindiği gibi çok değerli ve büyük yazarlar var ki, bunlar bu hususta hayli söz etmişlerdir. Meselâ S. Kutub, D. Muhammed el-Behiyy, M. Kutub, Mevdûdî ve daha başkaları. Bu konuda gerçekten daha fazla bilgi edinmek isteyenler varsa, Üstad Sefer b. Abdurrahman el-Havalî'nin (Laik­lik) adındaki kitabına başvursunlar.

[335] İbn Teymiyye, İman, 13.

[336] Kurtubî Tefsiri, 9/108; Bağavî ve Hazin, 3/256.

[337] Kurtubî, 9/108; Bağavî ve Hazin, 3/256; Buradaki beyt Tarafa b. Abd'a aittir.

[338] Mecmuatuttevhid,' 117.

[339] Buharî, î'tisâm, 14, Enbiya, 50; Müslim, İlim, 6; İbn Mâce, Fiten, 17.

[340] Hakim, Müstedrek, 1/62, K. İman; Buharî ve Müslim'in şartlarına göre hadis sa­hihtir, demiştir. Ancak ikisi bu hadisi sahihlerinde zikretmemişlerdir. Zehebî de Telhis adlı eserinde bu konuda ona katılmıştır.

[341] Vahidî, Esbabünnüzûl, 68.

[342] Beğavî Tefsiri, ,1/409, İbn Kesir, 2/89.

[343] Müsned, 16/178; Tirmizî, Zühd, 2379.

[344] Mecmu atuttevhîd, 117.

[345] İbn Kesîr Tefsir, 3/322.

[346] Taberî Tefsîri, 5/330.

[347] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 8/80; Buharî-Meğazî, 4419; Müslim, Zühd, 2980.

[348] Zimmet ehli Ahkamı, tbn Kayyım, 1/242, 244.

[349] Mecmuatuttevhîd, 117.

[350] agk. 117.

[351] İbn Kesîr Tefsiri, 6/210. Daha Önce biz bu konu hakkında bilgi vermiştik.

[352] Mecmuatuttevhîd, 117. Sa'd b. Atîk Risaleleri, 101.

[353] Şeyh Hamûd et-Tuveycurî, Tuhfetu'I-İhvân, 19.

[354] Müslim, Selâm, 2167; Tirmizi, siyer, 40.

[355] Şeyh Abdullatîf, er-Resaihı'l-Müfîde, 64.

[356] Tirmizi, Siyer, 40; Sahihıı Camiussağîr, 6/279.

[357] Hakim, Müstedrek, 2/141; Bu hadisin Buhârî'nin şartına göre sahih olduğunu söy­lemektedir. Zehebî de buna uymaktadır.

[358] Dr. Muhammed Naim Yasin, İman (Hakikati, rükünleri ve onunla çelişen şeyler),147.    

[359] bkz. M. Kutub, İnsan hayatında değişiklik ve sebat (Bölüm: Üç Yahudi, 35). Biz  Müslüman mıyız, 133.

[360] Dün ve bugün oian irtidat, 33.

[361] agk. 40.

[362] Dr. Muhammed Naim Yasîn, t man, 147-148.

[363] Harûrâ: Kûfe'de bir kasabadır. Haricîlere burada karşı konulmuştur. Bunlar Nec­de b. Amir'in komutasında idiler, bkz. Ahmed b. Hanbel, es-Sünne adlı eserinin hamişi, 84.

[364] agk. 83-85.

[365] Malatî, el-Tenbîh ve'r-Red, 53.

[366] İmam Ahmed, age, 82.

[367] Makalatu'f-îslâmiyyîn, 3/89.

[368] Burada Rabbimizin şu âyetine işaret vardır: "(İslam dinine girme hususunda) öne geçen ilk Muhacirler ve Ensâr ile onlara güzellikle labi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır." (Tevbe, 9/100) .

[369] İbn Kesîr, Tefsir, 4/142.

[370] Şerhuttahaviye, 522.

[371] el-Fetâvâ, 28/636-637.

[372] Tahaviye ve şerhi, s: 528.

Bu kitabı yazdıktan sonra Şia'nın tüm perde arkası durumlarına ve çağırmz-daki şianın durumuna açıklık getiren önemli bir kitap yazıldı. Yazarı, Dr. Abdul­lah Muhammed el-Garîb'tir. Kitap: "Ve Mecûsî devri geldi" adını taşıyor. Bu alanda gerçekten önemli bir kitaptır. Dileyene ona müraacat etsin, etsin de bunların Ehli Sünnet ve'1-Cemaat aleyhindeki planlarını ve durumlarını öğrenmiş olsun.