MÜSLÜMANIN MÜSLÜMAN ÜZERİNDE HAKKI
a- Daru'l-Küfürde İkamet Etmek:
b- Daru'l Küfür'den Daru'l-İslâm'a Hicret:
Müslümanlar Aleyhine Casusluk Yapmanın Hükmü
BİD'ADÇILARDAN (HEVA VE İSTEKLERİNE UYANLARDAN)
UZAKLAŞMAK
Şeriat Açısından İlgiyi Kesmek İki Çeşittir
Hakka Tabi Olmak Ve Bi D'atçılıktan Uzak Durmakli İlgili
Olarak Selefin Görüşleri
MÜSLÜMAN İLE KÂFİR ARASINDA MİRAS VE EVLENME GEÇERLİ
DEĞİLDİR
FİRLERE BENZEMEME VE İSLÂM TOPLUMUNU KESİNLİKLE KORUMA
Teşebbüh Ve Velâ Arasındaki Alâka
Yahudi Ve Hıristiyanlara Müşabehet (Benzerliğe) Bir Tek
Örnek (Bayram)
İlk İslâm Toplumundan Bize Işık Tutan Aydınlatıcı Bir
Örnek
Kâfirlerin Girmelerinin Yasaklandığı Yerler
MÜSLÜMANLARIN GAYRİ MÜSLİMLERLE MUAMELELERİ
Dinlerin Birbirlerine Yaklaştırılması Hakkında Birkaç Söz
1- Muvalat Ve İyilikle Muamele Arasındaki Fark
2- Kâfirlerle Karşılıklı Muamele
c- Müslüman Olmayan Kimseleri Ziyaret Etmek Ve Onları
Tebrik Etmek
3- Kâfirlerden Ve Yanlarındaki Şeylerden Yararlanmak
GEÇMİŞTE VE GÜNÜMÜZDE VELÂ VE BERÂ'NIN TATBİK ŞEKİLLEN
VELÂ VE BERÂ KONUSUNU SELEF NASIL UYGULAMIŞTIR?
ÇAĞIMIZDA VELÂ VE BERÂ ÖRNEKLERİ
1- Terbiye Ve Ta'lim (Eğitim Ve Öğretim)
Çağdaş Düşünce Sisteminde Velâ'yâ Dair Bir Örnek
Irkçılıkla İlgili Sözün Özü Şudur
İslâm Kurtuluş Ve Saadet Yoludur
Velâ ve Bera'nın gerekleri:
Konunun tâ başında da söz etmiştik; demiştik1 ki, “Velâ"mn temeli sevgidir. Bera'mn aslı da buğzdur. Dolayısıyla insanların işleyegeldikleri veya yaptıklarfşeyler ya bu sevginin doğruluğunu veya yalan oluşunu te-yid eder. Yahut Bera'yı destekler veya onun bu konudaki iddiasını tümüyle iptal edip ortadan kaldırır.
Esas itibariyle İslâm düşüncesinde sevgi temel bir unsurdur. Bunun delili ise Rabbimizin aşağıdaki âyetleridir. Rabbim buyuruyor ki:
"İman edip de iyi davranışlarda bulunanlara gelince, onlar için çok merhametli olan Allah (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır." (Meryem, 19/96).
Bir diğer âyette ise şöyle buyuruyor:
"Muhakkak ki Rabbim çok merhametlidir, (müminleri) çok sever." (Hûd, U/90).
Yine Rabbim buyuruyor:
"O (tevbe edenleri) çok bağışlayan, (itaat edenleri) serendir." (Bürûc, 85/14).
Başka bir âyette ise şöyle buyuruluyor:
"Ve iman edenler ise Allah'ı daha çok severler." (Bakara, 2/165).
Yine Rabbim şöyle buyuruyor:
"(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin”
(Âl-i İmrân, 3/31).
Bu ayetlerden anlaşılmaktadır ki, İslâm düşüncesi, ulûhiyet gerçeği ile ubudiyet gerçeğini birbirinden ayırıp pek açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Yoksa Allah ile kulları arasındaki bu derin sevgi çağrısı, kuru kuruya bir çağrı değildin Bu davet, Allah ile kullan arasında öyle sağlam bir irtibat, bir alâka, tesis etmiştir ki, özünde rahmet (merhamet) vardır, adalet vardır, derin sevgi vardır. Yoksa Allah düşmanlarının ileri sürdükleri gibi, kul ile Rabbi arasındaki alâka ve ilgi, kuru ve zorlayıcı bir alâka ve ilgi değildir. Kahırdan ve zorlamadan doğan bir ilgi, herhangi bir azaptan ve bir cezalandırmadan meydana gelen bir ilgi ve alâka değildir. Kupkuru ve sonunda ilginin kesilmesine varan bir alâka hiç değildir. Yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Ağızlarından çıkan bu söz (bir kelime olarak) ne büyük oldu! Yalandan başka bir şey söylemiyorlar." (Kehf, 18/5).
Allah (cc.)'m kullarından bir kuluna olan sevgisi, öyle bir şeydir ki, onun değerini herhangi bir kimse idrak edip kavrayamaz. Ancak yüce Allah (cc.)'i (takdis ve tenzih ederiz), Rabbimİn kendisini kendisi nasıl tanıtmış ve Rasûlü de nasıl vasıflandırmış ise, o şekilde tanıyanlar bu sevginin, ne olduğunu idrak edip kavrayabilirler. Aksi takdirde kimse gerçeği anlayamaz. Kişi bu sıfatları hislerinde, nefsinde ve şuurunda duyacak ki anla-yabilsin.
Aynı zamanda, kulun Rabbini sevmesi de, o kul için bir nimettir. Fakat bunu da, ancak tadanlar duyabilir, idrak edebilir. Mademki Allah'ın kullarından bir kulunu sevmesi, gerçekten pek büyük ve önemli bir iştir, pek değerli ve üstün bir fazilettir. Öyleyse Allah'ın kulunu kendisini sevmeye hidayet eylemesi de, Allah'ın kuluna olan bir in'amı ve ikramıdır. Hakikaten kulun, bu güzel ve önemli zevki tadması, esas itibariyle pek büyük bir in'am ve ikramdır.[1]
Allah'ın mümin kullarına en büyük nimeti, sevgiyi aralarında en muazzam bir bağ yapmasıdır. Bu, gerçekten o kadar tatlı bir yerdir ki, su içmek için herkes, topluca oraya gelir. Her şeyden yüce ve münezzeh olan Allah, daha sonra bu sevgiyi bir kavim ve. millet ve onlara bağlı olanlar için, güçlü bir yol kılmıştır. Nitekim bunun böyle olduğunu Rasûlüllah (s.a.v.)'ın şu ifadeleri ortaya koymaktadır:
"Kişi sevdiğiyle beraberdir."[2]
Abdullah b. Mes'ûd (r.a.)'un rivayetine göre demiştir ki, Rasûlüllah (s.a.s.)'ın yanına bir adam geldi ve şöyle dedi:
— Ey Allah'ın Rasûlü! Henüz kendilerine katılmamış (ve aralarına girmemiş) olduğu bir kavmi (milleti ve toplumu), bir zümreyi seven bir kimse hakkında ne buyurursunuz?
Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurdular: "Kişi sevdiğiyle beraberdir."[3]
Yine Hz. Enes (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, adamın biri Rasûlüllah (s.a.s.)'a: "Ey Allah'ın Rasûlü! Kıyamet ne-zaman kopacak?" diye sorar. Rasûlüllah (s.a.s.) da: "Onun için ne hazırlık yaptın?" buyurur. Adam: "Ben kıyamet için fazla bir namaz, oruç ve zekât hazırlamadım. Ancak ben Allah'ı ve Rasûlünü seviyorum" der. Rasûlüllah (s.a.s.) da: "Sen sevdiklerinle beraber olacaksın" buyurur."[4]
Ancak, burada mutlaka zikretmemiz gereken bir husus vardır ki, o da bu sevginin basit manada ve dilde olan bir sevgi olmadığıdır. Bahsi geçen kişinin yaptığı sevgi çirkin ve iğrenç fiillerle çelişen kuru bîr sevgi değildir. Veya meselenin özünden habersiz bazı tasavvufçuların ileri sürdükleri gibi, safsatadan oluşan bir sevgi de değildir. Bu sevgi şunların... şunların... ve şunlann dillerine doladıkları gibi de değildir. Bu sevgi öyle bir sevgidir ki, kalbten gelir fiil ve davranışlarla ortaya konulur böylece varlığı isbatlanır. Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"Ne sizin kuruntularınız,
ne de ehl-i kitabın kuruntuları (gerçektir); kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görür ve kendisi için Allah'dan başka bir dost da, yardımcı da bulamaz."
(Nisâ, 4/123) Bir diğer ayette ise şöyle buyuruluyor:
"(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve" günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir." (Âl-i İmrân, 3/31)
Hasan diyor ki: "Sen 'Kişi sevdiğiyle beraberdir' sözünü söyleyerek tendini aldatma. Zira bir kavmi veya milleti seven, onların izlerine ye yolarına tabi olur. Kişi iyilerin yolunda yürümedikçe onlardan kabul edilmez, onların yollarından gittiği, onların sünnet ve kanunlarını uyguladığı iürece onlardan kabul edilir. Sen akşam ve sabah onların yolunda.olacakım, onlarla bir ve beraber olmak için can atacaksın, izledikleri yolu, tabi oldukları düzeni takip edeceksin ki, onlardan olmuş olasın. Amel bakımından eksiklerin olabilir. Ama işin başı, senin istikamet üzere olman, doğru yoldan ayrılmamandır. İşte sevgini ancak böylece kanıtlayabilirsin.
Meselâ, sen yahudileri ve.hır istivan lan, red ehlini, heva ve hevesleri-nm peşinden giden kimseleri görmez misin? Hepsi peygamberlerini sev-iiklerini söylüyorlar, fakat onlarla beraber değiller. Onların istediklerini yapmıyorlar. Çünkü söz ve davranışlarıyla peygamberlere muhalefet ediyorlar. Başka başka yollan izliyorlar. Bu gidiş ise onları ateşe, cehennem ateşine, götürmektedir.[5]
Sevgi, yani muhabbet dört kısımdır:[6]
1- Şirke dayalı olan muhabbet ve sevgi. Yüce Allah (c.c.) bunlar hakkında şöyle buyuruyor:
"İnsanlardan bazıları, Allah'tan başkasını (putları, Allah dışında değer verdikleri şeyleri, tağutları) Allah'a (hâşâ) denk ilahlar edinenler (Allah ile aynı ölçüde tutanlar) vardır. Onları, tıpkı Allah'ı sever gibi severler. İman edenler ise Allah'ı daha çok severler. Keşke zulmedenler azabı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının çok şiddetli olduğunu önceden an-I ay a bil s el erdi.
O zama.n (görecekler ki) kendilerine uyulup arkalarından gidilenler, uyanlardan hızla uzaklaşırlar ve (o anda her iki taraf da) azabı görmüş, nihayet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır. (Kötülere)
uyanlar şöyle derler: 'Âh, keşke bir daha dünyaya geri gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!' Böylece Allah onlara, işlerini, pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık ateşten çıkamazlar." (Bakara, 2/165-166-167)
2- Batıl ve batıl ehlini sevmek, Hakk'a ve hak ehline de buğzetmek. Bu da münafıkların özelliğidir.
3- Tabii (doğal) sevgi ve muhabbet: Böyle bir muhabbet veya sevgi, mala ve çocuklara karşı olan sevgidir ki, insanı Allah'a itaatten alıkoymadığı, haramları işlemeye yardımcı olmadığı sürece mubah kabul edilen bir sevgidir.
4- Tevhid ehlini sevmek ve şirk ehline de buğzetmekle ilgili olan sevgi ve muhabbet. İşte bu manadaki bir sevgi, iman bağlarının ve kulpunun en sağlamıdır. Böyie bir sevgiyi esas alan kul, Allah'a karşı en büyük ibadeti yapmış olur. îmanın en sağlam kulpu olan bu sevgi, Rasûlüllah.(s.a.v.) tarafından da aynı şekilde ifade edilmiştir:
"İmanın en sağlam kulpu (bağı ve ipi) Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir”[7]
Zira insanı Allah'ı sevmeye ve O'nun dostluğunu kazanmaya götüren şey, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in O'ndan getirmiş olduğu şeriatına bağlanmak ve buna tâbi olmaktır. Bu yolun dışındaki bir yoldan velayet» sevgi ve dostluk iddiasında bulunmak, yalandan başka bir kuru iddiadan öte 'birşey değildir. Bu tıpkı şuna benzer. Müşrikler, Allah'dan başkasına takınarak Allah'a yaklaştıklarını söylerler. Nitekim Rabbim onlar için şöyle buyurur:
"Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz." (Zümer, 39/3)
Yine tıpkı yahudi ve hıristiyanlardan hikâye edile geleni söylemiş gibi olmaktadırlar. Çünkü onlar şöyle diyorlardı: "Biz Allah'ın oğullan ve sevgilileriyiz." (Maide, 5/18)
Halbuki bütün bu ifadelerine rağmen, bu kimseler, peygamberleri yalanlamaya devam ediyor ve bunda ısrarlı davranıyorlar ve her türlü haramı ve yasağı işlerlerken, farzları da terkediyorlar.[8]
Ne zaman kalb, Allah'ın azametiyle muhabbetiyle dolarsa, o zaman kalpte mevcut, diğer şeyler tamamen yok olur. Böyle bir sevgi nefsinden, heva ve isteklerinden, arzularından bir şey bırakmaz, orada sadece Allah'ın isteyip murad ettiği şey kalır. Kalbte tam anlamıyla bir tevhid gerçekleşirse, artık böyle bir kalpte Allah'dan başkası için sevgiye yer kalmaz. Allah'ın istemediği ve hoşlanmadığı şeylere de artık yer yoktur. İşte bir kimse böyle olursa, artık onun bütün organları Allah'a itaate yönelir. Bilindiği gibi günahlar, Allah (c.c.)'ın sevip hoşlanmadığı şeyleri sevmekten veya Allah'ın sevip hoşlandığı şeyleri istememek ve hoşlanmamaktan doğar. Bu ise kişinin nefsi arzu ve isteklerini Allah'ın sevgisine takdim etmek ve Allah'a olan korkunun önüne bunu geçirmekle olur.[9]
İbn Teymiyye merhum yüce Allah'a olan sevginin ve lezzetin azametini şöyle tasvir ediyor ve diyor ki:
"Doğrusu dünyada bir cennet vardır ki, o cennete giremeyen, ahiret cennetine giremez” Bazıları da şöyle söylemişlerdir: "Dünya sakinleri (miskinleri), dünyadaki en güzel şeyi tadmadan çıkıp gittiler. Bunlara: "Dünyadaki en güzel şey nedir?" diye sorulması üzerine, şu cevabı verdiler: "Allah sevgisi, onunla ünsiyet elde etmek, hep O'na kavuşmayı özlemek, O'na yönelmek ve O'ndan başka tüm şeylerden yüz çevirmek."[10]
Allah için buğzetme meselesine gelince, bu, Allah için sevmek konusu ile o kadar içiçedir ki, birinin diğerinden ayrılması mümkün değildir. Çünkü seven kimse, sevdiğinin (sevgilisinin) sevdiklerini de sever, sevgilisinin sevmeyip buğzettiklerini ise sevmez, buğzeder. Yine seven kimse, sevgilisinin dostluk kurduğu ve yanında yer aldığı kimselerle dostluk kurar ve onların yanında yer alır. Aynı zamanda kime düşmanlıkta bulunuyorsa, o da ona düşmanlıkta bulunur. Kısaca onun hoşlandığından hoşlanır, onun buğzettiklerine de buğzeder. Onun emrettiklerini emreder, onun nen-yettiklerini de yasaklar. Çünkü o bütün bu konularda onunla uyum içerisindedir ve ona muvafakat eder.
Şurası da bilinen bir gerçektir ki, bir kimse vacip olan sevgi ve muhabbetle Allah'ı severse, o kimsenin, mutlaka Allah düşmanlarına buğzetmesi gerekir. Aynı zamanda o kimse bunlarla cihadın da gerekli olduğunu bilir, severek ve isteyerek cihad yapar. Nitekim Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak savaşanla n sever." (Saf, 61/4)[11]
Allah (c.c), kendisinin onları ve onların da kendisini sevdiği kullarını şöylece tanıtıyor:
"Müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu..." (Maide, 5/54)
Yani bu kimseler müminlere şefkat kanatlarını gererler, onlara yumuşak davranırlar; kâfirlere karşı ise daha onurlu, şiddetli ve onlara karşı sert bir şekilde muamelede bulunurlar. Zira onlar Allah'ın sevdiklerini sevmektedirler, dolayısıyla bunlara karşı şefkat, merhamet ve yumuşaklıkla muamelede bulunuyorlar. Allah'a düşmanlıkta bulunan Allah düşmanlarına da buğzediyorîar, onlara karşı en ağır, en şiddetli ve en onurlu bir muameleyle muamelede bulunuyorlar. Nitekim yüce Allah (cc.) şöyle buyuruyor:
' 'Kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler:* (Fetih, 48/29)
Yine Rabbim şöyle buyuruyor:
“(Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar).” (Maide, 5/54)[12]
Allah düşmanlarına karşı mümin buğzedecektir ve müminler onlara karşı cihadda bulunacaklardır. Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"Onlarla savaşın ki Allah, sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın." (Tevbc, 9/14)
İşte buradan itibaren el-Velâ ve el-Bera'nın gerekleri nelerdir, göreceğiz. Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı. O halde nedir bu hak?
Diyoruz ki: Allah için sevgi ve muhabbet, müminlerin üzerinde buluştukları en büyük bağdır. Öylesi bir bağdır ki, Allah'ın yeryüzünü ve üzerinde kileri kendilerine miras bıraktığı her şeyi elde etmeye götürecek olan bir bağ. tşte bu bağ ve temel üzerine müslümanın müslümandaki hakkı bina edilir. Aslında bu haklar gayet çoktur. Meselâ: Yardım, sevgi, ziyaret, ikram, selâm, ırzını ve namusunu koruma, eşitlik ve daha buna benzer Kitap ve Sünnetten kendisi için delil sunacağımız birçok şeyler.
Ancak benim hakkında konuşacağım haklar konumuzla ilgisi olanlar olacaktır. O halde nedir bu haklar?
1- Meveddet = Sevgi: tşte bu, müminin yine mümin için duyacağı ve yapacağı bir görevdir. Böyle bir sevgiden kâfirin, fasıkın ve bid'atcmm' payı yoktur. Nitekim böyle bir sevginin gereği olan bir sevginin örneğini şöylece verebiliriz. Müslüman bir kimsenin kendi nefsi için sevip istediği bir şeyi aynen müslüman kardeşi için ele sevip istemesidir. Nitekim bu hususta Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
"Sizden biriniz kendi nefsi için sevip istediği bir şeyi, (müslüman) kardeşi için de sevip istemedikçe iman etmiş olamaz."[13]
2- Yardım: Bu, imana dayalı ve iman kardeşliğinin de bir gereği olan vacip/farz bir görevdir. Her bir müslüman, diğer bir müslüman kardeşine, hangi cinsten olursa olsun ve har ıgi topraklar üzerinde otururlarsa otursunlar, yapması gereken yardimdrt. Bu, farz derecesinde bir iman kardeşliği görevidir. Bu hususta kişinin diline, rengine ve toprağına bakılmaz, sadece onun bizim din ve iman 'Kardeşimiz olduğu hususu göz önünde tutulur. Dolayısıyla müslüman bir kimse diğer müslüman kardeşine gerektiğinde bizzat canıyla, malıyla ve tüm imkânlarıyla yardım edecek, ırz ve namusunu savunacaktır. Hatta, böyle bir görevi yapmaya gücü olduğu halde yapmak istemeyen kimse hakkında, tehdit bile varid olmuştur. Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadırlar:
"Herhangi bir kimse, şerefi çiğnenen ve ırzına leke getirilen bir yerde bir müslümana yardım etmeyip, onu rezil eder bir şekilde terkederse, Allah da onu, zafer kazanmayı ve yardım görmeyi istediği bir yerde yardımsız bırakıp rezil eder. (Yine herhangi bir kimse ırzının küçük düşürüldüğü, saygınlığının çiğnendiği bir yerde bir müslümana yardım ederse, Allah (c.c.) da, onun zafer ve yardım istediği bir yerde kendisine zafer ve yardım kazandırır."[14]
Nitekim her şeyden münezzeh ve yüce olan Allah (cc), Ensar'ın -Allah kendilerinden razı olsun- Muhacir kardeşlerine yardımlarını överek şöyle buyurmaktadır:
"îman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenleri (muhacirleri) barındıran ve yardım edenler var ya, işle gerçek müminler onlardır..." (Enfal, 8/74)
Yardımla ilgili olarak Hz. Peygamber (s.a.v.)’in emirleri arasında şunu görmekteyiz:
"Kardeşin zalim olsun mazlum olsun yardım et."[15]
Kişi mazlum ise, yani zulüm görmüş ise, buna yardımın yapılacağı bellidir. Fakat kişi şayet zalim ise, buna yardım nasıl olur? Evet, buna yardım da, o zalim kimseyi zulmünden vaz geçirmek, ona engel olmakla sağlanır. Yine Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyuruyorlar:
"Müslüman müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez, onu (tehlikeli) durumda yalnız başına bırakmaz. Kim kardeşinin ihtiyacını giderirse, Allah da onun ihtiyacını karşılar. Kim de bir müslümamn bir sıkıntısını ve üzüntüsünü giderirse, Allah da ondan kıyamet sıkıntılarından bir sıkıntı ve üzüntüsünü kaldırıp sevindirir. Kim de bir müslümanın (örtünmesi gereken ayıbım) örterse, Allah da kıyamet gününde onu örter."[16]
İslâm toplumu içerisinde yer alan bir müslüman, tıpkı vücuttaki organlar misalidir, onu oluşturan faal bir organı gibidir. Eğer bu organda bir hastalık veya işini aksatacak bir rahatsızlık meydana gelirse, vücudun diğer kısımları da buna katılır. Nitekim bunu Rasûlüllah (s.a.v.) mübarek sözlerinde şöyle ifade buyuruyorlar:
"Müminin mümine göre durumu (bağlılığı), kısımları birbirini perçinleyen bina gibidir."[17]
Yine bir başka hadislerinde şöyle buyuruyorlar: "Müminlerin birbirlerini sevmede, birbirlerine acımada (merhamette), birbirlerine şefkatli davranmada durumları tıpkı bir vücut gibidir. O vücuttan bir organ rahatsız-laşınca, vücudun öteki organları, birbirlerini hasta olan organın acısına, uykusuzluk ve humma (hararet) ile katılmaya çağırırlar."[18]
Yine Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyuruyorlar: "Mümin müminin aynasıdır. Mümin müminin kardeşidir, onun eşyasını (malını ve varını) toparlar ve onu arkasından korur."[19]
Şayet biz bu durumla ilgili nassları araştıracak olursak, söz bir hayli uzar. Kaldı ki Rasûlüllah (s.a.v.)'ın sireti, ashabının sireti ve ondan sonra gelen en hayırlı çağdakilerin sireti, onların yollarından giden ve onların hidayetleriyle yol bulanların sireti bütün tarih"boyunca buna örnektir, hepsi bu gerçeği teyid etmektedir.
; Kaldı ki müslümanların savaşları ve zaferleri bütün savaş tarihinde, yardımlaşma ve birleşme tarihlerinde tüm ümmette aynı seviyede olmak Üzere ferdleri de dahil, hepsi sahasında tek Örnektirler. İster dostluklarında ve ister düşmanlıklarında olsun her ikisini de düşmana karşı nasıl uygulanması gerekiyorsa, bütün açıklığı ile ortaya koymuşlardır.
Müslümanlar, akidelerini arındırıp vuzuha kavuşturduktan sonra, müslüman kardeşini sevmeyi, tıpkı kendi canını sevdiği gibi sevmeyi gerçekleştirmediği müddetçe, zafer elde edemezler. Müslümanlar kardeşlerinin tüm acılarını, dertlerini ve üzüntülerini tıpkı kendilerininmiş gibi paylaşmadıkça zafer elde edemezler. Aynı şekilde kardeşinin zafer sevincini, bizzat kendisinin sevinciymiş gibi görmedikçe yine zafer gerçekleşemez. Çünkü Allah (c.c.) hakikaten çok güçlü, kuvvetli ve yücedir.
Akidenin berraklaşmasından, açığa çıkmasından sonra müslümanlar zafer ve yardımı birkaç şeyle kazanırlar. Bunları şöylece anlatabiliriz:
Müslüman kardeşini, canını siper ederek savunmak, zalimlerin üstünlüğünü kırmak, kardeşinin güçlenmesi için malını ortaya koymak ve bir de onun bulunduğu tarafta yer almakla görevlidir. Onun ırzını, şeref ve haysiyetini korumak, müslümanın asaletini ve şerefini zedelemek isteyen batıl ehline karşı savunmaya geçmek ve batılın karşısında engel oluşturmakla vazifelidir.
Aynı zamanda kardeşi yanında değilken onun yardım görmesi ve zafere kavuşması için ona dua etmek, muvaffakiyetini istemek, onun hatalarım ve eksikliklerini düzeltmekle mümkün olur. Bir de mamur bölgelerdeki müslümanlara ilişkin haberleri araştırmak, onların durumlarını Öğrenmek ve gücü oranında onların yanında yer alması gerekir.
İşte tüm bu işler, müslüman kardeşlerine karşı dostluk sürdüren kimsenin yerine getirmesi gereken şeylerdir. Onu böylece gerçek anlamda çalışan bir uzuv yani organ haline getirir ki, İslâmî bir vücuda ancak böylesi uygun düşer.
Bu bölümün ayrıca bir önemi bulunmaktadır. Zira hicretin Velâ ve Berâ ile bağlantısı vardır. Hatta bu ikisi hicretin en önemli iki unsurun-dandır. Bu bakımdan bundan söz edilmesi birkaç bakımdan ele alınması gerekmektedir. Ben de bunu aşağıdaki fıkralara ayıracağım:
a- Daru'l-Küfürde
= Küfür ülkesinde ikamet etmek ve bunun hükmü.
b- Daru'l-Küfürden Daru'l-İslâm'a hicret.
Öncelikle bizim burada Daru’l-Küfr'ün ve Daru'l-İslâm'ın ne olduğunu öğrenmemiz gerekmektedir. İlim ehli -Alîah kendilerine rahmetiyle muamelede bulunsun- bu hususta demişlerdir ki:
Daru'l-Küfür: Kâfirlerin hükümran olduğu ülkedir ki, burada küfür hükümleri geçerlidir. Burada yetki de kâfirlerin elinde bulunmaktadır. Bu da ikiye ayrılmaktadır:
1- Harbî olan yani kendileriyle savaş halinde bulunduğumuz kâfir ülkeler. Müslümanlarla aralarında herhangi bir anlaşma da bulunmamaktadır. 2- Kendileriyle aramızda mütareke ve barış antlaşması bulunan kâfir ülkeler. Burada şayet yetki ve hükümranlık kâfirlerde ise, müslümanlar çoğunlukta olsalar da, ülke Daru’l-Küfür olur.[20]
2- Daru'I-lslâm: Burada hükümranlık ve yetki müslümanlardadır. İslâmî hükümler yürürlüktedir.Burada çoğunluk itibariyle kâfirler sayıca fazla da olsalar, yetki müsiümanlardadır. İşte bu ülke Daru'l-İslâm"dır.[21]
Bilindiği gibi İslâm izzet ve kuvvet dinidir. Bu itibarla İslâm, mensuplarına, kâfirleri zelil ve aşağılandırma görevi vermiştir. Sırf bu yüzden müslümanların, müslüman olmayanlar arasında ikametlerini men etmiştir. Zira müslümanların kâfirler arasında ikametleri, onlarla beraberliği hissettirir, aynı zamanda zaaf ve güçsüzlük doğurur. Bu arada onlar arasında kalınmanın bir sonucu olarak küçümsenmeleri ve aşağılanmaları düşüncesi hâkim olur. İslâm onu güzel davranmaya ve karşılıklı tabi oluşa çağırır.
İslâm, müslüman için her zaman şunu ister. Müslüman her zaman güç ve kuvvet dolu olacak, izzet ve şerefini koruyacaktır. Müslüman kendisine tabi olunan ve itaat edilen olacak, yoksa tabi olan, uyan olmayacaktır. Müslüman her zaman güç ve sulta sahibi bulunacak. Onun gücünün üstünde -Allah'ın gücünün dışında- bir başka güç olmayacaktır. İşte İslâm sırf bu yüzden müslümanlara, bir yerde üstünlükleri ve hâkimiyetleri yoksa, orada ikameti ve yerleşimi haram kılmıştır. Ancak müslüman, kaldığı ve ikamette bulunduğu yerde İslâmi açık bir şekilde yaşayabiliyor ve kendi adına herhangi bir fitneden korkmaksızm akidesini uygulayabiliyorsa, ikameti caizdir. Aksi takdirde müslümanın orada ikamet etmesi caiz olmayıp, hemen oradan İslâmın hâkim olduğu ve gücünün ortaya konmuş bulunduğu beldeye (ülkeye) hicret etmesi gerekir. Eğer buna yanaşmaz ise, bu kimse hicret edebilme gücüne sahip olduğu halde, hicret etmez ise, İslâm o kimseden beri ve uzaktır. Nitekim bütün bunlar için Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: 'Ne işde idiniz' dediler. Bunlar: 'Biz yeryüzünde çaresizdik1 diye cevap verdiler. Melekler de: 'Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!' dediler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş (yeri)dir.
Erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) aciz olup hiçbir çareye gücü yetmeyenler, hiçbir yol bulamayanlar müstesnadır.
İşte bunları, umulur ki Allah affeder; Allah çok affedicidir, bağışlayıcıdır." (Nisa, 4/97-99)
Hz. Peygamber (s.a.v.) efendimiz de bir hadislerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Ben müşriklerin arasında ikamet eden her müslümandan uzağım." Ey Allah'ın Rasûlü! Neden? diye sordular. Rasûlüllah (s.a.v.) da şöyle buyurdular: "Çünkü ikisinin ateşleri (müslümanlarla müşriklerin ateşleri) birbirinden ayırdedilmez."[22]
Yine Rasûlüllah (s.a.v.) bir başka hadislerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Kim müşriklerle beraber bulunur ve onlarla birlikte oturursa o da onun gibidir."[23]
Hz. Peygamber (s.a.v.) bir başka hadislerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Tevbenin kabulü kesilmedikçe hicret kesilmez (devam eder). Güneş de batıdan doğmadıkça tevbe kapısı kapanmaz."[24]
Hasan b. Salih de şöyle söylemektedir:
"Kim düşman toprağında ikamet ettiği halde İslâmı kabul ederse, gidip müsîümanlara katılma imkânı da var ise, ve (buna rağmen) müslümanlara katılmazsa, kendisine uygulanacak hüküm, müşriklere uygulanacak olan hükmün aynısıdır. Bir harbî (gayri müslim ve düşman) İslâmı kabullenip de buna rağmen kendi ülkesinde ikamete devam ederse ve oradan ayrılmaya gücü yettiği halde ayrılmazsa, o kişi bu durumda (zahiren) müslüman değildir. Bu kimsenin cam ve malı hakkında uygulanacak olan hüküm, harb ehline uygulanan hükümdür"[25]
Yine Hasan diyor ki:
“Kişi, Daru'î-Harbe gitse (katılsa) ve fakat İslâmdan da dönmezse (mürted olmazsa) bile» sırf Daru'l-İslâm'ı terketme-si sebebiyle mürted olmuş olur."[26]
İbn Hazm ise şöyle söylemektedir: "Bir kimse kendi arzu ve isteği ile Daru'l-Küfr'e ve Daru'l-Harb'e katılsa, aynı zamanda kendisini karşılayıp gören müsîümanlara karşı da yine arzu ve isteğiyle, kendi seçimiyle savaşırsa (muharip duruma geçerse), bu kimse bu davranışı ile mürted olmuş olur, kendisi hakkında mürtedlere uygulanan tüm hükümler uygulanır: Meselâ nerede ele geçirilip öldürülebilinirse, hemen orada katli=öldürülmesi vacip (farz)tir. Malı müslümanlara mubahtır. Nikahı da hemen fesh olunmuş olur ve daha buna benzer tüm hükümler kendisine uygulanır.
Ancak kişi, düşman toprağına, kendisine karşı uygulanacak bir zulümden korktuğu için kaçarsa, müslümanlara karşı savaşır duruma geçmez, onlar aleyhine düşmanlara yardımcı olmazsa, bu kimse aynı zamanda müslümanlar arasında kendisini himaye edecek birini de bulamıyorsa, böyle bir kimse için herhangi bir şey sözkonusu değildir. Çünkü kendisi ikrah olunmuş, yani mecbur bırakılmış ve zorunlu olarak bu vaziyete giriftar olmuştur.
Ancak kişi, müslümanlara karşı muharip duruma geçer, hizmet veya yazılarıyla (yazışma göreviyle) kâfirlere yardımcı olursa, bu kimse kâfirdir.
Ancak bu kimsenin orada ikamet etmesi, beklediği herhangi bir dünyalık içinse, bu da tıpkı, onlar arasındaki zımmî gibidir. Bu kimse aynı zamanda müslüman topluma katılmaya kadir ise, İslâm toprağına da gitmeye gücü müsaitse, bu kimse küfürden pek uzak değildir ve biz kendisi için de herhangi bir mazeret kabul etmemekteyiz. Allah'dan afiyet dileriz.
Karmatilerin hâkim olduğu topraklara kendi arzularıyla yerleşenler, hiç şüphesiz kâfir olurlar. Çünkü bunlar küfürlerini açıkça ilân etmekte, dolayısıyla İslâmdan uzaklaşmaktadırlar.
Ancak öyle bir ülkede yerleşmiş ki, bu ülkede kimi durumlar kişiyi açıkça küfre vardırabiliyor, işte böylesi bir yerde kalınması halinde kişi kafir olmaz. Çünkü orada İslâm adını her halükârda açık bir şekilde kullanabilmektedir, kimi hallerde tevhidi ikrar etmekte ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'in risaletini de ikrar ettiği gibi, İslâm dininin dışındaki tüm dinleri de kabul etmeyip, bunlardan uzak ve berî olduğunu söyleyebilmektedir, namazını kılmakta ve Ramazan orucunu da tutabilmekte, iman ve İslâmı ilgilendiren diğer şer'î durumları da yerine getirebilmektedir. İşte böyle bir yerde kalınması kişinin küfrünü gerektirmez.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in: "Ben müşriklerin arasında ikamet eden herbir müslümandan uzağım" ifadesine gelince, bizim yukarıda anlattığımız durumu dile getirmiş bulunmaktadır. Zira Rasûlüllah (s.a.v.), bununla Daru'l-Harbi kasdetmiş bulunmaktadırlar. Şayet böyle olmamış olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.v.) valilerini Hayber'de görevlendirmezdi. Çünkü Hay-ber'in tümü Yahudi idi. Buna rağmen Rasûlüllah (s.a.v.) oraya vali atadı.
Şayet küfrü açık bir şekilde ilân eden bir kâfir İslâm ülkelerinden birine üstün gelse ve oradaki müslümanlan da, olduğu gibi kendi hallerinde bıraksa, ancak orada hâkimiyeti ve sahipliği kendi adına kullansa, orayı zabtetmekle kendi adına hareket etse ve İslâm dışı bir dini ilân etmiş olsa, oradakiler onunla kalmayı kabul ettikleri, ona yardımcı oldukları ve onunla birlikte ikamet ettikleri takdirde, müslüman olduklarını ileri sürseler bile kâfirdirler, dolayısıyla durum bizim anlattığımız gibidir."[27]
Şeyh Hamd b. Atîk [28] (rh)'ın bu konu ile ilgili olarak çok değerli bir kitabı bulunmaktadır.[29] Bu zat bu eserinde Daru'l-Harb'de ikamet edenleri üç kısma ayırmaktadır:
Birinci kısım: Orada ikamet etmekte olan müslümanların, bu hali sırf onlara duydukları arzu ve iştiyakdan, onların sohbet ve konuşmalarını tercih etmekten ileri gelmektedir. Bu kimseler bu hareketleriyle onların dinlerine rıza göstermektedirler veya onları övmektedirler yahut müslümanlara ait eksiklikleri ve ayıplan onlara aktarmaktan hoşnutluk duymaktalar. Mallarıyla canlarıyla, aynı zamanda dilleriyle onlara müslümanlar aleyhinde yardımda bulunmaktadırlar. İşte bunlar kâfirdir. Rabbimizin aşağıda zikredilecek olan ayetine göre, Allah ve Rasûlünün de düşmanıdırlar.
Rabbim şöyle buyurmaktadır:
"Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah ne/dinde hiçbir değeri yoktur.” (Âl-i İmrân, 3/28)
İbn Cerîr bu hususta diyor ki: "Bu kimse Allah ile tümüyle ilgisini kesmiş olduğundan, Allah'dan beridir. Allah (c.c.) da her bakımdan ondan beridir. Çünkü Allah'ın dininden irtidat edip ayrılmış ve küfre girmistir. Nitekim Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanlan dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır." (Maide, 5/51)
Rasûlüllah (s.a.v.) da bir hadislerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Kim bir müşrikle bir arada bulunur ve onunla birlikte oturursa, o da onun gibidir."[30]
Abdullah b. Ömer (r.a.)'den sahih bir şekilde bildirildiğine göre, kendisi şöyle söylemiştir:
"Kim müşriklere ait bir toprakta bina yapar, onların nevruzlarını aynen işler ve festivallerini de taklid ederse = işler ve ölüm kendisine gelinceye dek bu haliyle onlara kendisini benzetirse, o bu durumda kıyamet gününde onlarla birlikte haşr olunur.”[31]
Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiyye de şunları söylemektedir: "Bundan açıkça anlaşılanı şu ki, sayılan bütün bu hususlarda onlara katılan ve onlarla birlikte hareket eden kimse küfre girmiş olur."
Şeyhu'l-İslâm Muhammed b. Abdulvahhâb (rh) ise, kişinin küfre girme çeşitlerini anlatırken, diyor ki, bunun dördüncü nevi de şöyledir:
"Bir kimse bütün şeyleri kabullenip müslüman olsa ve fakat ikamet etmekte olduğu ülke halkı Tevhide karşı düşmanlıkta ısrar edip, müşriklere tabi olmakta da ısrarlı iseler ve kendisi de mazeret olarak: "Eğer ben vatanı terkedecek olursam, bu bana sıkıntı verir ve zor gelir" diye böyle bir gerekçeyi ileri sürecek olursa, kendi ülkesinin müşrik ve kafir halkıyla birleşerek malını ve canını ortaya koymak suretiyle tevhid ehliyle savaşırsa, haliyle böyle bir kimse kâfir olur.
Şayet o ülke halkı bu kimseye, sen babanın hanımıyla (annen ya da üvey annenle) evleneceksin diye emretseler, böyle bir durumu ancak onlara muhalefetle ve karşı gelmekle sağlayabilecekse, o da bunu yapmayıp, onların dediğine göre hareket etse, kafirlere malı ve canı ile muvafakat ile katılsa, onlar (kâfirler) istekleriyle o kimseyi Allah ve Rasûlünün dininden etmek isteseler, işte bu, çok daha büyük bir tehlikedir ki, bu da aynı şekilde küfürdür. Nitekim böyleleri için Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur:
"Hem sizden hem de kendi toplumlarından emin olmak isteyen başkalarını da bulacaksınız. Bunlar her ne zaman fitneye götürülseler ona başaşağı dalarlar (daldırılırlar). Eğer sizden uzak durmaz, sulh teklif etmez ve ellerini çekmezlerse onları yakalayın, rastladığınız yerde öldürün. İşte onlar üzerine sizin için apaçık bir yetki verdik." (Nisa, 4/9l)[32] -[33]
İkinci kısım: Bunlar kâfirlerin ve müşriklerin yanında sırf malları, çocukları ve ülkeleri açısından endişe duydukları için kalmayı kabullenenlerdir ki, hicrete güçleri yetmesine rağmen, hicret etmeyip dinlerini gizle yenlerdir. Aynı zamanda hem canıyla, hem malıyla hem diliyle müslümanlar aleyhine kâfir ve müşriklere yardımda bulunmuyor. Kalbi ve diniyle olsun bunlara velayet vermiyor ve dostluk beslemiyor. Böyle bir kimsenin sadece onlarla beraber oturması, orada bulunması, o kimsenin küfrünü gerektirmez, küfrüne sebep oluşturmaz. Fakat böyle bir kimse için şu söylenebilir. Hicreti terketmesi yüzünden Allah ve Rasûlüne isyan etmiştir. Gerçi böyle bir kimse için için kâfirlere buğzda da bulunuyor. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: 'Ne işte idiniz?' dediler. Bunlar: 'Biz yeryüzünde çaresizdik' diye cevap verdiler. Melekler de: 'Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret e t sevdiniz ya!" dediler, tşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir." (Nisa, 4/97)
İbn Kesîr bu âyetin: "Zalimi Enfüsihim" = "Kendilerine yazık edenler" bölümünü yorumlarken, diyor ki: "Hicreti terk edenler". Daha sonra şu hükmü belirtiyor: Bu âyet, hicret edebilme gücüne sahip bulunduğu halde müşrik ve kâfirler arasında ikamet eden, yerleşip kalan herkes için geçerlidir. Yani âyet hüküm itibariyle Âmm=geneldir. Bir kimse bu manadaki bir toplum arasında kalmakla dininde de bir saygınlık kazanmamak-tadir. Kişinin bu manadaki fiili haramdır. Bunun haramlığı konusunda âlimlerin icmaı vardır. Delilleri de yukarıdaki âyettir."[34]
Ben de diyorum ki: Buharî'nin İbn Abbas'tan rivayetine göre, Rasûlüllah (s.a.v.) zamanında birtakım müslümanlar müşriklerle birlikte kalıp onların şirk camiasını çoğaltıyorlardı. Bedir harbi sırasında düşman safları arasında bulunan kimselere ok atılıyor, atılan ok bunlardan herhangi birine isabet ediyor ve ölümüne sebep oluyordu, veya adamı vurarak öldürüyorlardı. İşte bunun üzerine Allah: "Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken..." Nisa, 97. âyetini indirdi."[35]
Rabbimiz aşağıdaki âyetle bu tür aşağılık mazeretlerin kapısını kesinlikle kapatmıştır. Buyuruyor ki:
"De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez." (Tevbe, 9/24)
Esas itibariyle, hicreti terk edenlerden hemen her biri, yukarıda saydığımız sekiz maddeden bir tanesini mazeret olarak ileri sürer. İşte Allah (c.c.) yukarıdaki âyetle bu mazeret kapısını kapamış bulunmaktadır. Allah (c.c.)» sırf bu amaçlarla veya bu amaçlardan herhangi biri sebebiyle hicreti terk edenleri fasık olarak bildirmektedir. Bilindiği gibi, Mekke-i Mükerreme yeryüzündeki beldelerin ve bölgelerin en şerefli ve mukaddes bulunanıdır. Allah (c.c.) böyle bir yerden hicreti vacip = farz kılınca, Mekke'yi yani ülkeyi seviyorum.mazeretini kabul etmemektedir. Mekke için hal böyle olunca, acaba diğer ülkeler için "vatanım" bahanesini ileri sürerek mazeret beyan etmek ne kadar geçerli olabilir?[36]
Üçüncü kısım: Bu kısımda yer alanlar ise, müşrikler arasında ikametlerinde herhangi bir sıkıntı ve zorluk bulunmayanlardır. Bunlar da yine iki madde içerisinde değerlendirilir:
1- Dinini onlar arasında açıklayabiliyor, onlarla dinî manada.herhangi bir ilişkiye girmeyip, kendilerinden ve mensup oldukları şeylerden uzak duruyor. Aynı kendisi onların yüzüne karşı açık bir şekilde, onlarla hiçbir ilişkilerinin bulunmadığını ve onlardan uzak ve beri olduğunu haykırmaktadır. Onların hak üzere bulunmadıklarını açık bir şekilde söyleyebilmektedir. Hatta onların batıl üzere olduklarını da hiç çekinmeden açıklayabilmekte ve ilân edebilmektedir. İşte böyle bir durum "Dinini izhar etmek, yani açıklamaktır". Böyle bir durumda hicret vacip değildir.Nitekim Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"(Ey Muhammed!) De ki: Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam. Şu anda siz de benim kulluk ettiğime kulluk etmiyorsunuz. Ben de sizin taptıklarınıza asla tapacak değilim. Öyle ya siz de benim kulluk ettiğime kulluk etmezsiniz. O halde sizin dininiz size, benim dinirn bana." (Kâfirûn, 109/1-6)
Bu sûrede yüce Rabbimiz (c.c), Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimize, kâfirlere seslenirken, onlara "Ey kâfirler!" diye seslenmesini emir buyurmaktadır. Kendisinin onların mabutlarına tapmayacağını ve onların önünde asla eğilmeyeceğini ilân etmesini emir buyuruyor. Aynı şekilde bu halleriyle kâfirlerin Allah'dan beri ve uzak olduklarını, zira müşrik olduklarını ilân etmesini istiyor. Tevhid üzere bulunmadıklarının beyanını emrediyor. Kendisine yani Rasûlüllah (s.a.v.)’a gelince, Allah'ın dininden razı ve hoşnud olduğunu, bu itibarla da müşriklere ait hiçbir inançla ilgisinin bulunmadığının ilânını emir buyurmaktadır. Nitekim Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"De ki: Ey insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz, (bilin ki), ben Allah'ı bırakıp da sizin taptıklarınıza tapmam, fakat ancak sizi öldürecek olan Allah'a kulluk ederim.. Çünkü bana müminlerden olmam em-rolundu. Ve (bana), hanîf (Allah'ın birliğini tanıyıcı) olarak yüzünü dine çevir; sakın müşriklerden olma, diye emredildi." (Yunus, 10/104-105)
Yunus 104. âyetine şöyle de mana verilmiştir: "Eğer benim dinim hakkında ve üzerinde bulunduğum yolda şüphede iseniz, kendi kendinize muhal olan bir konuda konuşup duruyorsunuz demektir. Bundan ümitlerinizi kesin ve bilin ki, ben Allah'ı bırakıp da sizin taptıklarınıza kulluk edecek değilim."
İşte kim müşriklere bu açıklıkta cevap verirse, böylece haykırabilen kimseye hicret etmek vacip değildir.
Dinini açıkça izhar edip ortaya koymaktan amaç şu demek değildir. Adamın namazına engel olunmamakta ve kendisine des meselâ, "gel de putlara tap" diye bir şey söylenmemektedir. Zira yahudiler ve hıristiyanlar olsun, bunlar kendi ülkelerindeki kimseleri namaz kılmaktan menetmemektedirler ve namaz kılan kimseleri putlara tapmaya da zorlamamaktadırlar. O halde dinini açık bir şekilde açıklayıp ortaya koymaktan neyi anlamak gerekir? Bundan anlaşılan şu husustur: Müslüman, kâfirlere karşı açık bir şekilde düşmanlığını ilân edecek ve bunu ortaya koyacaktır. Tıpkı susması karşısında Mücaa'ya karşı Hz. Halid b. Velid'in delil ve hüccet ortaya koyması gibi.[37]
Çünkü Mücaa susmuş, beraatini yani müşriklerle ilgisinin bulunmadığını açıkça ortaya koymamıştı. Halbuki Sümame ve Yeşkûrî durumlarını açık bir şekilde ortaya koymuşlardı.[38] Ayrıca bu hadise Siyer kaynaklarında meşhur olan bir olaydır, bilinen bir şeydir. Bu itibarla müşriklere karşı, onlarla herhangi bir ilgi ve münasebetinin olmadığını, onlardan berî ve uzak olduğunu açık bir durumda ilân etmeyen, onların dinlerinden uzak bulunduğunu belirtip, kendi dinini açık bir halde ortaya koymayan bir kimse dinini sarih olarak ortaya koymuş olamaz.[39]
2- Müşrik ve kâfirler nezdinde ve ülkesinde müstaz'af olduğu için ikamet etmiş olmaları. Allah (c.c), müstaz'afı Kur'an'da açıklamıştır. Rab-birri şöyle buyurmaktadır:
"Erkekler, kadınlar ve çocuklardan gerçekten aciz olup hiçbir çareye gücü yetmeyenler müstesnadır." (Nisa, 4/98)
Bu istisna, Rabbimiz müşrikler arasında ikamet konusunda kesin olarak şu uyarıyı:
"İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir" (Nisa, 4/97) yapmasından sonra indirilmiştir.
Dolayısıyla 97. âyetten sonraki 98. âyette Rabbim, hicret için herhangi bir yol bulamayanları ve herhangi bir çıkış elde edemeyenleri istisna etmektedir. Nitekim İbn Kesîr de, bu âyetin tefsirinde şöyle demektedir: "Müşriklerin ellerinden kurtulabilecek bir yola güç bulamayanlar veya buna güçleri olsa bile, nasıl bir yoldan gideceklerini bilemeyenlerdir."[40]
Yine Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Size ne oldu da Allah yolunda ve: Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar Bize tarafından bir sahip gönder.Bize katından bir yardımcı yolla, diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?" (Buna hakkınız yok). (Nisa, (4/75)
İlk âyette bu kimselerin halleri dile getirilmektedir ki, bu husus, adı geçen kimselerin oradan çıkıp veya kaçıp kurtulmaktan aciz olmaları veya yolu bilen birilerinin olmamasıdır.
İkinci âyette ise, bu kimselerin sözleri dile getirilmektedir. Bunlar, Allah'dan, halkı müşrik ve zalim olan ülkeden çıkmalarını istemektedirler. Bir de Allah'ın kendilerine bir veli, yardımcı ve yâr göndermelerini dilemektedirler. İşte bu durumda bulunanlar ve sözü aynı olan kimseler, için umulur ki, mealini vereceğimiz şu âyetin kapsamına girebilirler:
"İşte bunları, umulur ki Allah affeder, Allah çok affedicidir, bağışlayıcıdır." (Nisa,4/99)[41]
Beğavî bu hususta şunları söylemektedir: "Eğer müslüman esir, kâfirlerden kaçıp kurtulma gücüne sahip ise, onların arasında kalması helâİ değildir. Eğer böylesi bir esire, kaçmamak şartıyla yemin ettirilip, bu durumda seni serbest bırakırız, derler, o da yemin edip, bunun üzerine salı-verilirse, hemen oradan çıkıp ayrılması kendisine (vacip) farz olur. Yemini de zorla yani ikrah ile yaptırıldığı için, kendisine ayrıca bir yemin keffareti = cezası gerekmez. Ancak kâfirler kendisine herhangi bir yemin teklif etmeksizin, sırf onların gönlünü hoş tutmak için yemin ederse, yine Daru'i-İslâm'a kaçması gerekir ancak bu defa yaptığı yemin için keffaret=ceza ödemesi icabeder"[42]
Lâkin ticaret amacıyla harbî olan kâfir ülkelere çıkılması halinde, bu konuda ayrıntılara inmek gerekmektedir:
Şayet, çıkması halinde müşrikler diyarında dinini açık bir şekilde açık-, layabilecek ve müşriklere de herhangi bir dostluk ve velayet verilmeyecek-se, bu halde çıkış caizdir. Nitekim sahabeden bazıları bu amaçla sefere çıkmışlardır. Hz. Ebû Bekir (r.a.) bunlardan biridir. Ayrıca daha başkalar da çıkmışlardır. Evet ticaret amacıyla müşriklerin ülkelerine gitmişler, Hz. Pey-, gamber (s.a.v.) de bunu yadırgamamış ve menetmemiştir. Nitekim Ahmed b. Hanbel Müsned'inde ve daha başkaları da eserlerinde bunu zikretmişlerdir.[43]
Eğer gitmesi halinde orada dinini açıkça îfâ etmeye ve icraya güç yeti rem eyecekse, veya onlara dostluk ve velayet göstermeksizin başaramaya-caksa, böylelerinin kâfir ve müşrik ülkelere seferi caiz değildir. Nitekim âlimler bu konuda delil ortaya koymuşlar, aynı şekilde nehyi gösteren hadisler de buna hamledilmiştir. Zira Allah (c.c), insanlara Tevhide göre amel etmeyi müşriklere düşmanlığı farz kılmıştır. Bu kibarla bu gibi şeylere sebep olacak veya bir engel teşkil edecek durumlarda sefer caiz değildir.[44]
Bu çok ve aynı zamanda açık olan delil ve nasslar karşısında görevimiz, şu noktayı iyice anlamamızdır. Günümüz müslümanlannın bu hale gelmelerinin sebebi ne olabilir? Müslümanların bugün kâfir ve müşriklere karşı dostluk ve velayetleri hangi noktadadır? Onların topraklarında kalıp ikamet etmekte durumları ve titizlikleri nedir? Arap dili ve edebiyatı ve Şeriat konularında yüksek doktora yapmak ve üstün diploma almak için oraya çocuklarını gönderen müslümanların hali nicedir?
Gerçekten bu bir lekedir, yüz karasidır, ağlanacak bir durumdur ki, tarih bunu tescil edecektir. Diyecektir ki: Müslümanlar Arap dilini ve Şeriatını öğrenmek için diploma almak üzere çocuklarını kâfir ülkelere gönderdiler.
Değerli alimler bu meselenin tehlikesini yazıyorlar, oraya öğrenci göndermenin tehlikelerini ve kâfirlerin amaçlarını açıklıyorlar. Çünkü kâfirler oralarda müslümanların beyinlerini yıkamaktalar, onları İslâm'dan uzak-Iaştırmaktalar, böylece onların kendi görüşlerine dönmelerini sağlamaktalar.[45]
Muhaceretin esası, uzaklaşmak ve terketmektir.
Şeriat dilinde ise terim olarak: Küfür ve şirk diyarından veya ülkesinden Daru'l-İslâm'a intikal etmektir, geçmektir.[46]
Şurası bilinen bir gerçektir ki, dini, İslâm olan bir kimse, bütün ibadetlerini sadece ve sadece bir olan Allah'a arzeder, O'ndan şirki red eder, şirke ve şirk ehline buğzda bulunur, onlarla düşmanlığını sürdürür, onlarla her türlü münasebetini keser. Şurası bir gerçektir ki, kâfirler, bir müs-lümanın kendi dininde kalmasını kesinlikle İstemezler. Buna güçleri yettiği sürece ellerinden geleni yaparlar. Nitekim bu konuda Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"Onlar, eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünce-ye kadar size karşı savaşa devam ederler." (Bakara, 2/217)
Nitekim Rabbim Ashab-ı Kehf'ten haber veriyor, onlar şöyle demişlerdi:
"Çünkü, onlar eğer size muttali olurlarsa, ya sizi taşlayarak öldürürler veya kendi dinlerine çevirirler ki, o zaman
ebediyyen iflah olmazsınız." (Kehf, 18/20)
Yine Rabbimiz tüm kâfirlerden bahisle şöyle buyurmaktadır:
"Kâfir olanlar peygamberlerine dediler ki: Elbette sizi, ya yurdumuzdan çıkaracağız, veya mutlaka dinimize döneceksiniz! Rab Itri de onlara: Zalimleri mutlaka helak edeceğiz! diye bildirdi." (İbrahim, 14/13)
Nitekim Varaka b. Nevfel de, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e şöyle söylemişti: "Keşke, kavmin seni çıkaracakları gün ben genç olabilseydim." Rasû-lüllah (s.a.v.): "Onlar beni çıkaracaklar mı?" diye sordu. O da: "Evet" dedi. Senin gibi bir dâva getiren hiçbir adam yoktur ki, mutlaka ona düşmanlık edilmemiş olsun. İşte bunun için onu Mekke'den Taife çıkardılar, daha sonra Rasûlüllah (s.a.v.) ve ashabı Medine'ye hicret buyurdular. Daha önce de ashabı iki kez Habeşistan'a hicret etmişlerdi.[47]
Hicret aslında çok büyük bir olaydır, fonksiyonu da o derece büyük ve önemlidir. Çünkü hicret olayı da Velâ ve Berâ hadisesinin bir parçasıdır. Hatta daha da ilerisi, Velâ ve Berâ yükümlülüklerinin en belirgin ve açık olan örneğidir. Mademki İslâm cemaati, toprağını ve kavmini terk etmekte ve gurbetin acılarını ve seferin sıkıntılarını tatmaktadır, bunun bir de karşılığı olmalıdır. Zaten kendi topraklarında dininin gereklerini yerine getirmeye güç yetiremeyen ve bunu orada açıkça izhar edemeyenlere bu teklif Rabbânî bir teklif olmamış olsaydı, müslüman olan cemaat ülkesini ve toprağını terk edecek değildi. Kaldı ki Allah (c.c), Muhacir müminlere hem dünyada hem ahirette iyilikler vaad buyurmuştur. Bunun için şöyle buyurmaktadır:
"Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Eğer bilirlerse âhiretin mükâfatı elbette daha büyüktür. (Onlar), sadece Rablerine tevekkül ederek sabredenlerdir.” (Nahl,16/42)
Diğer taraftan islâm düşüncesinde hicretin kapsamı oldukça geniştir. Bu, sadece küfür ülkesinden İslâm ülkesine bir intikal veya geçiş demek değildir. Ancak İbn Kayyım el-Cevziyye'nin de dediği gibi, hicret ikidir. Biri, bedenle bir ülkeden diğer bir ülkeye yapılan hicret olup, hükümleri zaten bilinmektedir.
İkinci hicret ise: Allah'a ve Rasûlüne olan hicrettir. İşte gerçek anlamda hicret bu demektir. Esasen bedenin hicreti de bu hicrete tabidir. Yani bu "Min" ile "İlâ"yı kapsayan bir hicrettir. Kısaca da "...den" ile "....e kadar"ı kapsayan bir hicrettir. Kişi bu haliyle Allah'dan başkasını kalbiyle sevmekten, Allah sevgisine hicret etmektedir. Başkasına kulluktan Allah'a kulluğa hicret etmektedir. Başkasından korkmak ve umut bağlamaktan, onlara dayanıp güvenmekten Allah korkusuna, O'na olan umuda ve O'na dayanıp güvenmeye = tevekküle hicret etmektedir. Başkasına çağırmaktan ve başkasından istemekten, başkasına boyun eğmekten, zelil olmaktan, boyunduruğu altına girmekten; Allah'a dua etmeye, O'ndan istemeye, O'na boyun eğmeye, O'nun önünde yerlere kapanmaya ve O'nun boyunduruğuna girmeye hicret etmesidir. Çünkü Allah (c.c.) her şeyden yüce ve münezzehtir. İşte tam manasıyla Allah'a yönelmek, O'na sığınmak bu şekilde olur. Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"O halde Allah'a koşup kaçın." (Zâriyât, 51/50)
Esas itibariyle, kuldan arzulanan manadaki bir tevhid, kulun her türlü şirk, küfür ve isyan gibi şeylerin tümünden Allah'a koşması ve kaçmasıdır.
Allah'a hicret, kapsam olarak şunu içermektedir: Arzulanmayanı ve istenmeyeni terketmek, Allah'ın hoşlanmadığı şeyleri bırakmak, O'nun sevip hoşlandığı ve rızasına uygun gördüğünü de yerine getirmektir.
Bunun da temeli Allah için sevmeye ve Allah için buğzetmeye daya-înr. Zira bir şeyden bir başka şeye hicret eden kimseye göre, hicret edilen işeyin hicret ettiği şeyden kendisi için çok daha değerli ve sevimli olması.
gerekir. Böylece iki şeyden birini diğerine tercih ederek, bunlardan en iyisini ve sevgili olanını almış bulunmaktadır.
İşte bu manadaki bir hicret kulun kalbindeki sevgi oranında güç ve kuvvet kazanır, veya zayıflar. Şayet istek ve arzu güçlü olursa, bu hicret de o oranda güçlü, kuvvetli, daha mükemmel ve tam olmuş olur. Eğer bu arzu veya istek zayıf olursa, hicret de o nisbette zayıf olur. Hatta nerede ise bunu hissedemez bir hale gelebilir. Dolayısıyla hicret için kendisinde herhangi bir irade harekete geçmez.[48]
Küfür ülkesinden İslâm beldesine intikal demek olan hicrete gelince, şimdi bunun hükümlerini görelim:
Bu hususta Hattabî[49] şöyle diyor: İslâmın ilk zamanlarında (başında) hicret mendup idi, farz kılınmış değildi. Bu durum Rabbimizin şu âyetinde beyan edilmektedir:
“Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek bir çok güzel yer ve bolluk (imkân) bulur." (Nisa, 4/100)
Bu âyet, Rasûlüllah (s.a.v.)'ın Medine'ye intikalinden sonra, müşrik-i ierin müslümanlara karşı baskılarını ve işkenceleri artırmaları üzerine inmiştir. Daha sonra müslümanların, Rasûlüllah (s.a.v.)'ın yanında yer almaları için oraya gitmeleri emredildi, bir durumla müslümanların karşı karşıya kalmaları halinde birbirlerine hem yardımcı olsunlar ve birbirlerine böylece arka çıkmış bulunsunlar. Aynı zamanda dinleriyle ilgili hususları, öğrensinler ve bu konuda gerçek anlamda bilgi sahibi bulunsunlar. Çünkü bu dönemde en büyük korku, Mekke halkından bulunan Kureyş müşriklerinden gelmekte idi. Ancak Mekke fethedilince, bunlar da itaat altına girdiklerinde, artık bütün bu engeller ortadan kalkmış oldu. Bundan böyle hicretin farzİyyeti ortadan kalktı, durum tekrar mendup hale gel-' miş oldu. Buna göre Hz. Muâviye tarafından Rasûlüllah (s.a.v.)'dan rivayet olunan hadis ile, İbn Abbas (r.a.)'tan rivayet olunan hadislerin arası da bulunmuş oldu. Muâviye kanalıyla gelen hadiste Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadırlar: "Tevbe (kapısı) kesilmedikçe (kapanmadıkça) hicret kesilmez. Güneş de batıdan doğmadıkça tevbe kapısı kapanmış olmaz."[50]
tbn Abbas (r.a.)'dan gelen hadise göre, diyor ki, Rasûlüllah (s.a.v.) Mekke'nin fethi gününde şöyle buyurdular:
"Artık hicret yoktur. Bundan böyle cihad ve bir de niyyet vardır. Cihada çıkmanız istendiğinde derhal cihada çıkınız."[51]
Kaldı ki iki isnad arasında da yine çok farklar bulunmaktadır. Meselâ İbn Abbas (r.a.)'na isnadı hem muttasıldır hem sahihtir. Fakat Muaviye'nin isnadı hakkında ise görüşler farklı farklıdır.[52]
Hicretin önemi sebebiyle ve özellikle de İslâmın ilk çağında, Allah (c.c), Medine'ye hicret eden müslümanlarla, Mekke'de kalıp hicret etmeyen müslümanlar arasında yardımlaşmayı da kesmiştir. Rabbim şöyle buyurmaktadır:
"İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp yardım edenler (var ya) işte onlar (şimdilik mirasta) birbirlerinin velileridir. İman edip de hicret etmeyen (ve müşriklerle yaşayan) lar ise, hicret edinceye kadar, sizin için, onlara velî olmak diye hiçbir şey yoktur. Eğer onlar dinde sizden yardım isterlerse, ancak sizinle aralarında andlaşma bulunan bir kavme karşı olmamak şartıyla (onlara) yardım etmek size borçtur. Allah işlediklerinizi hakkıyla görendir." (Enfaî, 8/72)
Bu âyetin hemen peşinden muhacirlerle Ensar'm övüldüğü âyet gelmektedir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler, , (muhacirleri) barındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek müminler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır." '(Enfai, 8/74)
Muhacirler ile Ensar hakkında konuşma ve konuyla ilgili hadis geçmişti. Ancak burada bizim üzerinde konuşmak istediğimiz, iman ettikleri ; halde Mekke'de kalıp hicret etmeyenlerdir. İşte bunlar hakkında Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: Ne işte idiniz, dediler. Bunlar: 'Biz yeryüzünde çaresizdik' diye cevap verdiler. ; Melekler de: 'Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!' dediler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş (yeri) dir. Erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) aciz olup hiçbir çareye gücü yetmeyenler, hiçbir yol bulamayanlar müstesnadır.
lîşte bunları, umulur ki Allah affeder; Allah çok affediciğidir, bağışlayıcıdır." (Nisa, 4/97-99)
Buharî (r.a.), İbn Abbâs (ra.)'dan rivayet etmektedir. Rivayete göre: i "Müslümanlardan Mekke'de kalıp hicret etmeyen birtakım kimseler, Rasülüllah (s.a.v.) zamanında müşriklerle birlikte kalıp onların şirk toplumlarını çoğaltıyorlardı. Bedir savaşı sırasında düşmanlarla birlikte bulunan ; (ve hicretten geri kalan) bu kimselere ok atılıyor ve atıîan ok, gidip bunlardan birisine isabet ediyor ve öldürüyordu. Bunun üzerine Allah (c.c) "Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken..." mealin-: deki Nisa, 97. âyetini inzal etti."[53]
Bunun içindir ki, hicret etmeyip yerlerinde kalan ve badiyelerinden ayrılmayanların alınan ganimetlerden pay haklan yoktur. Aynı zamanda bunların humustan (beştebirden) de pay alma haklan yoktur. Nitekim Ahmed b. Hanbel'in de anlattığı gibi bizzat savaşta hazır bulunanların bundan pay hakları vardır.[54]
Bu durumu Müsned'de ve Sahih-i Müslim'de babası kanalıyla Büreyde'den rivayet olunan hadis göstermektedir. Demiştir ki: Rasûlüllah (s.a.v.) bir ordunun veya bir seriyyenin (ordu birliğinin) başına bir emîr atadığı zaman özellikle onun kendisi ile ilgili olmak üzere Allah'dan korkmasını ve yanında bulunan müslümanlara iyi davranmasını, tavsiye ederdi. Sonra da şöyle buyururdu: "Allah adıyla Allah yolunda cihad edip, Allah'ı inkâr ile küfredenlerle savaşın, gazada bulunun (cihad edin), taşkınlık göstermeyin (ganimette hıyanetlik etmeyiniz), ahdinizi bozmayınız. Düşmanın vücudundan parça, organ kesmeyiniz, hiçbir çocuk Öldürmeyiniz. Müşriklerden olan düşmanlarınla karşı karşıya geldiğin zaman onları üç haslete (tercihe-seçeneğe) veya üç şeye davet et. Bu üç şeyden hangisinde seni kabul ederlerse, onlardan kabul et ve kendilerinden elini çek (kendilerine dokunma). Sonra kendilerini İslâm'a davet et. Şayet sana katılırlarsa (icabette bulunurlarsa), onlardan kabul et ve kendilerine dokunma. Sonra da onları kendi yurtlarından hicret yurduna (Medine'ye) çağır, kendilerine (şunu da) bildir: Şayet bunu yaparlarsa (Medine'ye hicret ederlerse), muhacirler lehine olan şeyler, onlar için de olacaktır. Muhacirler üzerinde olan yükümlülükler aynı şekilde bunlar için de vardır. Eğer kendi yurtlarını değiştirmek istemeyip de çekimser kalmak isterlerse, onlara şunu bildir ki, bu takdirde kendileri müslümanların bedevîleri gibi olacaklardır. Müminler üzerinde carî ve geçerli olan Allah'ın hükmü, kendilerine de uygulanır. Müslümanlarla birlikte cihad etmeleri hali müstesna, kendilerine ganimetten ve fey'den (kâfirlerden savaşsız alınan maldan) hiçbir şey alamazlar. Şayet kendileri müslüman olma teklifini kabul etmezlerse, kendilerinden cizye vergisi iste. Eğer onlar cizye ödemede seni kabul ederlerse, bu takdirde kendilerinden cizyeyi kabul et ve kendilerine dokunma. Şayet onlar bu hususta da senden uzak dururlarsa (vergi ödemek istemezlerse), bu takdirde Allah'dan yardım iste ve kendileriyle savaş."[55]
Biz burada ister farz olanı olsun, ister neshedileni (yürürlükten kalkanı) olsun veya bunun dışında olsun, aşağıda göreceğiniz gibi hicreti özetlemek isteriz:
1- Daru'l-Harp'ten Daru'l-îslâm'a hicret: Bu Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde farz idi. İşte bu hicret, aynı zamanda, kıyamete kadar farz olarak bakidir. Ancak Mekke'nin fethiyle sona eren hicret (kesilen hicret) ise, nerede olursa olsun, müslümanların Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yanına hicret etmeleri ve oraya gelmeleri olayı idi. Kim Daru'l-Harb'de müslüman-lığı kabul ederse, bu kimseye Daru'l-İslâm'a gitmesi vacip = farzdır.[56]
Nitekim bu olayı Mücaşi b. Mes'ûd hadisi teyid etmektedir. Kendisi kardeşi Mücalid b. Mes'ûd ile birlikte Rasûlüllah (s.a.v.)'a gelerek, şöyle söylemiştir: "İşte bu Mücaiid'dir, hicret etmek üzere sana biatta bulunacaktır”[57] Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: "Artık bundan böyle Mekke'nin fethinden sonra hicret yoktur. Ancak kendisi ile İslâm üzerine (müsîüman olması üzerine) biatta bulunurum."[58]
İşte buna göre, hicretin vücubu, yani farziyyeti ile ilgili olarak gelen nasslar, sadece Daru'I-Harp'te ikamet etmekte devam eden müslümanın durumu ve haliyle ilgili bulunmaktadır. Ben bu hususu da kâfirler ülkesinde ikamet bahsinde anlatmıştım.
2- Bid'at işlenen bir ülkeden çıkmak: İmam Mâlik (rh) diyorki: Şayet bir ülkede Selefe, yani önceki büyüklere sövülür ve dil uzatılırsa, orada ikamet etmek ve kalmak helâl değildir, doğru olmaz.[59]
3- Haram işlenme olayı baskın olan bir ülkeden çıkıp ayrılmak: Çünkü her müslüman için helâli aramak farzdır.[60]
Bu konuda ŞeyhuM-İslâm İbn Teymiyye diyor ki: Ülkelerin hali tıpkı kulların haline benzer. Bazan kişi müslüman olur, bazan kâfir, bazan mümin, bazan münafık, bazan iyi ve takva sahibi, bazan ise facir ve şakî yani kötü olur. İşte insanların kalmakta oldukları yerler de aynen orada kalanların durumu gibidir. İnsanın küfür ve masiyet işlenen yerlerden iman ve itaat merkezlerine=yerlerine hicret etmeleri, tıpkı kişinin küfür ve masiyetten iman ve taate yönelik tevbe etmesi gibidir. İşte bu, kıyamete dek baki ve kalıcı olan bir iştir.[61]
4- İnsana yapılan işkence ve eziyetten dolayı firar edip kaçmak: Bu, Allah (c.c.) tarafından bir ikram ve fazilet olmaktadır ki, bunu kullarına bir ruhsat ve izin olarak vermiştir. Eğer kişi, herhangi bir yerde canı ile ilgili olarak bir korku ve endişe ile karşı karşıya ise, Allah (c.c.) bu kimseye oradan ayrılma ve uzaklaşma izni ve ruhsatı tanımaktadır. Böyle bir sakıncadan canını kurtarması için kaçıp kurtulmaya ve firara izin vermektedir. Nitekim ilk defa böyle bir şeyi yapan kişi Hz. İbrahim (a.s.)'dir. Kavminden korktuğu için şöyle demişti:
"Doğrusu ben Rabbim (inemrettiği yer)'e hicret ediyorum." (Ankebût, 29/26)
Yine şöyle demiştir: "Ben Rabbim e gidiyorum. O bana doğru yolu gösterecek, dedi."(Saffât, 37/99)
Nitekim işte Hz. Musa (a.s.), Allah (c.c.) kendisi hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Mûsâ korka korka, (etrafı) gözetleyerek oradan çıktı. 'Rabbim! Beni zalimler güruhundan kurtar' dedi." (Kasas, 28/21)[62]
5- Sağlık bakımından havası zararlı olan bir yerden daha temiz havaya sahip bulunan bir yere veya ülkeye hastalanma korkusundan dolayı ayrılmak. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.), Urenîlilere, Medine havasının iyi gelmemesi üzerine, buradan ayrılmak istemelerinde Merec denilen yere gitmelerine izin vermişti. Orada kalarak sağlıklarına böylece kavuşmuşlardı. Böyle bir durumdan sadece taun, veba salgını istisna tutulmuştur. Nitekim bu olay sahih hadisle de sabittir.[63]
6- Malı açısından korku ve endişesi olmasından dolayı firar etmek, kaçıp kurtulmak. Zira müslümanın malının saygınlığı tıpkı canının saygınlığı gibidir. Canına dokunulamıyacağı gibi malına da dokunulamaz. Aile ferdleri, yani çoluk çocuğu için de durum böyledir, belki bu, çok daha geçerlidir.[64]
Şimdi bütün bu anlatılanlara göre hicret ve hicret dışında diğer ameller ve sözler, Hz.Peygamber (s.a.v.)'in de buyurdukları gibi niyete göre değerlendirilir. Çünkü şöyle buyurmuşlardır: "Ameller niyyetlere göredir. Her kişi için niyet ettiği şey vardır. Kimin hicreti Allah ve Rasûlüne yönelik ise onun hicreti Allah'a ve Rasülünedir. Kimin de hicreti evleneceği (nikahlayacağı) bir kadına yönelik ise, o kimsenin de hicreti hicret ettiği şeyedir."[65]
Bu konu da Velâ ve Berâ konusunun en önemli ve ayrılmaz unsurla} rından biridir. Çünkü Hak ile batılı birbirinden ayırt eden, Rahman'ın tat raftarlanyla Şeytan'ıri yandaşlarını ortaya koyan nokta budur.
"Cihad" kelimesi (C)'nin esre harekesiyle sözlükte zorluk, sıkıntı ve meşakkat anlamına gelir. Meselâ "ben öylesine bir cihadda bulundum ki' t denilir. Bu şu demektir: "Ben en zor sıkıntıya katlandım."
Şeriat, yani din dilinde ise cihad şu anlamadır: Tüm gayreti ve gücü kâfirlerle savaşmada kullanmaktır.[66]
Cihad aynı zamanda, kişinin kendi nefsiyle, şeytanla ve fasıklarla da çarpışması, onlara karşı koyması anlamına da gelir.
Nefisle m.ücahede denilince, buna din işlerini öğrenme girer. Sonra buna göre amel etmek, iş yapmak, sonra bunları öğretmek girer.
Şeytan ile mücahede ise: Şeytanın getirdiği şüpheleri ve süsleyip gösterdiği şehvetleri geri çevirmek, defetmektir.
Kâfirlerle mücahede ise: Bu da el ile (yani güç kullanarak), mal ile (malını ortaya koyarak), dil ile (meseleyi anlatarak) ve kalb ile (buğz ederek) yapılır.
Fasıklarla cihad ise: El ile yani güç kullanarak, sonra dil ile anlatarak ve sonra da kalb ile buğzederek yapılır.[67]
Bununla ilgili bilgi, birinci bab'ın ikinci bölümünde: "Rahman'ın dostları ve şeytan'ın yandaşları ve ikisi arasındaki düşmanlık karakteri" bahsinde geçmişti. Çünkü bu iki fırka veya grup arasındaki düşmanlık çok köklü bir düşmanlıktır. Bu, aynı zamanda Allah'ın kendilerine miras kıldığı dünyayı ve üzerindeki kimselere kalıncaya kadar da sürüp gidecektir.
Zira her iki metod ve program farklı farklıdır ve muhteliftir. Bu bakımdan aralarında birleşme imkânı hiç yoktur. Çünkü Hizbullah dediğimiz Allah taraftarları, yeryüzünde Allah'ın kelimesinin ayakta kalmasını ve her konumda şeriatın hâkimiyetini isteyeceklerdir. Şeytanın yandaşları ve taraftarları ise, bu metoda ve nizama kin güdecekler, hemen her yoldan bunu yıkmaya, silip süpürmeye ve bundan hiçbir eser bırakmamaya gayret göstereceklerdir.
Biz Berâ hakkında bilgi verirken şöyle demiştik: Bunun en açık şekli bizzat cihad etmektir. Zira Rahman'ın taraftarlarıyla şeytanın yandaşlarını birbirinden ayıran yegâne ve tek özellik budur.
Nitekim Hz. Mustafa (s.a.v.)'nın sîretini ve hayatını incelediğimizde, buraya başvurduğumuzda, hemen şunu görmekteyiz. Hicret-i Nebevî'nin ikinci adımı olarak hemen cihad gelmektedir. Bu da, bu dinin hakimiyeti ve ayakta kalabilmesi için cihadın önemini göstermektedir. Allah yolunda cihad çağrısını yükseltmek için yine kişinin Allah yolunda canını satması, yâni vermesidir.
Şurası bilinen bir gerçektir ki, bu Hanîf dini, insanları Allah'ı birlemeğe, tevhide, ibadette ve kullukta sadece O'nun önünde eğilmeye, ilâh-hkta yalnız O'nu kabullenmeye çağırmayı emretmektedir. O zaman bu seslenişe ve çağrıya kulak vermek gerekmektedir. Zira Peygamberlerin gönderiliş gayesi ve kitapların indiriliş amacı budur. İnsanlar eğer topukları üzerinde gensin geri dönerlerse, bu takdirde bu dönenlerle mutlaka cihada girişmek gerekiyor. Evet gerekiyor ki:
"Fitne ortadan kalkıncaya ve din de tamamen Allah'ın oluncaya kadar." (Enfâî, 8/39) bu olabilsin.
Biz daha önce Rasûlüllah (s.a.v.)'ın şu hadisini görmüştük: "Sen, müşriklerden olan düşmanınla karşılaştığında onları üç haslete çağır. Bunlardan hangisine icabet ederlerse, onu kendilerinden kabul et ve kendilerine dokunma."[68]
Esasen İslâm dini insanları hayra ve İyiliğe davetle işe başlar. însanlarla en iyi bir şekilde mücadele ile işe girişir. İnsanlara gösterilmesi gereken yollar ve deliller tümüyle gösterildikten sonra, eğer buna rağmen yüz çevirirlerse, bu takdirde kendileriyle cihad etmek ve savaşmak vacip = farz olur. Eğer ortada İslâm'ın insanlara ulaşmasını engelleyen bir güç veya ta-ğutlar varsa, bu takdirde tüm bu tağutların kökünden silinip atılması farz olur ki, böylece İslâm kelimesi ve davası insanlara ulaşabilsin.
Ayrıca burada bir de şu prensip vardır: "Din de zorlama yoktur." (Bakara, 2/256). Bu prensibi de unutmamak gerekmektedir. Yani müslümanlar, bir ülkede veya bölgede hâkimiyeti ellerine geçirdiklerinde, o bölge halkını mutlaka İslama girmeye zorlayamazlar, zorlamamalıdırlar. Fakat, müslümanların ve İslâm devletinin hâkimiyetine boyun eğmek mecburiyetindedirler. Buna mutlaka uyacaklardır. Şayet bu arada İslâm dinini de kabullenirlerse, o zaman müslümanların lehine olan şeyler kendileri için de aynen geçerlidir. Şayet îslâmı kabul etmeyip de kendi dinlerinde kalmak isterlerse, bu takdirde müsîümanlara cizye = vergi ödeyeceklerdir. Vergi vermeyi de kabullenmemeleri halinde, artık aralarında işin çözümü silâha kalır.[69]
Şimdi burada şu hususa dikkatinizi çekmek isteriz: İslâm dininde cihadın hedef ve amaçları pek yüce ve çok üstündür. Şöyle ki:
1- Özgürce bir akidenin yaşanması için kâfirlerle savaşılır.,
2- Özgürce İslâm davetinin ve tebliğinin yapılması ve kesinleşmesi için cihad yapılır.
3- Yeryüzünde İslâmın hâkim olması ve kanunlarının uygulanması, bir de insanın özgürlüğünün gerçekleşmesi için cihad yapılır.
Bunlar gerçekleşip kesinleşince, ortada sadece yüce Allah'a kulluk kalır. Dolayısıyla yeryüzünde insanın insana kulluğu kalkar. Kulun Allah'a kul olması sağlanmış olur. İnsanların insanlara kulluklarının hemen her şekil ve türü silinir.
Artık ortada insanlar için hükümler koyan bir fercı, bir tabaka ve bir ümmet de olamaz. İnsanları kendilerinin uydura geldikleri kanunlara boyun eğmelerini sağlayacak bir güç de kalmaz. Artık ortada tüm insanların Rabbi olan Allah vardır ve O'nun insanlar için şeriat ve yasa olarak gönderdiği kanun ve hükümler vardır, bunlar geçerlidir. Böylece insanlar sadece O'na ve O'nun kanun ve hükümlerine yönelirler, O'na itaat edip boyun eğerler. Tıpkı eşit bir şekilde iman ederek ve ibadette bulunarak Allah'a yöneldikleri gibi, her konuda O'na yönelirler.[70]
Diğer taraftan cihad noktasındaki kulluk/Allah'a kullukların en şereflisi ve en sevgili olanıdır. Çünkü:
"Şayet bütün insanlar inanmış olsalardı, bu kulluk ve buna bağlı diğer şeyler kesinlikle atalete uğrardı. Yani Allah için dostluk ve sevmek, Allah için düşmanlık ve buğzetmek gibi şeyler, düşmanlarına karşı canını ortaya koymak, iyiliği emretmek .ve kötülüğü nehyetmekle ilgili kulluklar; sabır, heva ve arzuya karşı koyma ile ilgili kulluklar, Allah sevgisini, can sevgisine tercih gibi şeyler atalete uğrardı."[71]
Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiyye merhum bu konuda şöyle demektedir:
"Cihad sevabıyla ilgili olarak hiçbir amelin sevabı ve fazileti hakkında oldukça fazla gelen delil ve nass olmamıştır. Zira cihadın faydası din ve dünya açısından hem yapanın kendisi için ve hem de başkası içindir. Bu da batını ve zahirî tüm ibadetleri kapsamaktadır. Cihadda Allah sevgisi vardır, Allah için ihlâs ve samimiyet vardır, O'na tevekkül = dayanıp güvenme vardır, malı ve canı teslim etmek vardır. Sabır bundadır, zühd bundadır, Allah'ı zikretmek bundadır. Ayrıca diğer tüm amel türleri de cihadda vardır. Başka hiçbir amelin kapsamında yer almayan amel nevileri bundadır. İster şahıslardan biri veya ümmetten herhangi biri olsun, bunu yerine getirenleri iki güzellik beklemektedir, ya yardım ve zafer veya şehitlik ve cennet vardır."[72]
Gerçekten cihadın fazileti ve değeriyle ilgili olarak birçok nass ve delil varid olmuştur. Şimdi bunlardan bazılarını zikredelim. Allah (c.c.) şehidin rütbesiyle ilgili olarak, O'nun Rabbi nezdinde diri olduğunu bildirerek buyuruyor ki:
"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın! Bilâkis onlar diridirler; Allah'ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar." (Âl-i İmrân, 3/169-170)
Yine Rabbim şöyle buyurmaktadır:
"Müminler ancak Allah'a ve Rasûlü'ne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır." (Hucurât, 49/15)
Cihad, kişinin Allah ile yaptığı en kârlı ve kazançlı bir ticarettir. Nitekim Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah'a ve Rasûlüne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altından ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerîndeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah'dan yardım ve yakın bir fetih. Müminleri bunlarla müjdele." (Saff, 61/10-13)
Sünnet-i Nebevîden yani hadislerden bu konuda gelen rivayetle}- ise bir hayli çoktur. Cihadın fazileti konusunda birçok hadis görebilmekteyiz ki, biz bunlardan Rasûlüllah (s.â.v.)'ın şu hadisini zikretmek isteriz:
"Cennette yüz derece vardır ki, Allah, bunu Allah yolunda cihad edenler için hazırlamıştır. Her bir derece arasındaki mesafe ise gök ile yer arasındaki gibidir”[73]
Yine Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Ayakları Allah yolunda toza bulanan bir kula cehennem ateşi dokunmaz (yakmaz)."[74]
Yine Buharî'nin
sahihinde gelen rivayete göre: "Rasûlüllah (s.a.v.)'ın yanına bir adam
gelir ve şöyle der: Cihada denk olan bir ameli bana göster (yapayım).
Rasûlüllah (s.a.v.) böyle bir şey bulamıyorum dedi ve devamla şöyle buyurdu:
Mücahid, cihad (savaş) için çıktığında, mescidine girip, hiç ara vermeksizin
namaz kılmaya, hiç iftar yapmaksızın oruç tutmaya güç yetirebilir misin? Adam:
"Kim buna güç yetirebilir ki?"[75]
Sünen'de ise Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: "Aslında ümmetimin seyahati, Allah yolunda cihad etmektir”[76]
Esas itibariyle Cihad, İslâm'ın tepe noktası yani zirvesidir. Nitekirr Hadiste de böyle geçmiştir. Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
"İşin başı İslâmdır, direği de namazdır ve bunun zirvesi, tepe nokta sı ise cihaddır."[77]
Yine Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Allah yolunda saba hin veya akşamın herhangi bir bölümünde yürüyüş, kesinlikle dünyadar ve dünyadaki şeylerin tümünden çok daha hayırlıdır."[78]
Bütün bu güzel övgülerin yanında, cihadı terkedenler hakkında da aynı şekilde kötüleme ve zem varid olmuştur. Hatta dahası var, Allah (c.c.) bu kimseleri münafıklıkla nitelemiş ve kaîb hastalan olduğunu beyan buyurmuştur. Nitekim Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size
Allah'dan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasiklar topluluğunu hidayete erdirmez." (Tevbe, 9/24)
Yine Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"İman etmiş olanlar 'Keşke cihad hakkında bir sûre indirilmiş olsaydı!' derler. Ama hükmü açık bir sûre indirilip de onda savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık olanların, ölüm baygınlığı geçiren kimsenin bakışı gibi sana baktıklarını görürsün. Onlara uygun olan da budur. (Onların görevi) itaat ve güzel sözdür. İş ciddiye bindiği zaman Allah'a sadakat gösterselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu. Geri dönerseniz, yeryüzünde bozgunculuk yapmanız ve akrabalık bağlarını kesmeniz beklenmez mi sizden. İşte bunlar, Allah'ın kendilerini lanetlediği, sağır kıldığı ve gözlerini kör ettiği kimselerdir." (Muhammed, 47/20-23)
Bu âyetlerde şu hususlara dikkat çekilmektedir: Hükmü açık sûre, muhkem olan ve müteşabih olmayan sûre anlamınadır. Bu bakımdan İslâmda muharebe ve savaşın hükmü muhkem âyetlerle kesin olarak ortaya konulmuştur. Zaten savaşın geçtiği her bir sûrenin muhkem olduğu ve üzerinde herhangi bir neshin (yürürlükten kaldırılmanın olmadığı) bildirilmiştir.
Esasen cihad, İslâm daveti için zaruri olan bir durumdur. Aynı zamanda cihad, kişinin imtihanı iyi verdiğine ve başarıyla bunu isbat ettiğine ilişkin Rabbani bir sünnettir, bir yoldur. Nitekim Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"Yoksa, Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan
cennete gireceğinizi mî sandınız?" (Âl-i İmrân, 3/142)
Bir başka âyette ise Rabbim şöyle buyurmaktadır:
"Yoksa, Allah sizden, ci-had edenlerle Allah, peygamber ve müminlerden başkasını kendilerine sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan bırakılacağınızı mı sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır.'' (Tevbe, 9/16) .
Gerçekten Allah yolunda cihad etmek, Allah'a davet yoludur. Yoksa cihad, davetin ük fetret dönemindeki karışıklıktan ötürü ortaya çıkmış bulunan bir şey değildir. Ancak cihad, gerçekten bu davetle içice olan zaruri bir şeydir. Eğer cihad, İslâm ümmetinin hayatında karışıklıklar sebebiyle ortaya çıkan bir durum olmuş olsaydı, bütün bunların hepsi Allah'ın kitabında geniş bölümler halinde yer almazdı. Aynı şekilde bu, Allah Rasûlü'nün sünneti içerisinde de geniş bölümler olarak ifadesini bulamazdı.
"Gerçeği en iyi Allah bilir, hakikaten ilahî metod ve yol, bütün ta-ğutları reddeder ve hiç birisini hoş karşılamaz. Yine Rabbimizin de bildirdiği gibi, aslında güç ve iktidar sahiplerinin, mutlaka bu metodu ayakta tutmaları gerekmektedir. Çünkü Allah'ın koymuş olduğu yol, kesinlikle güç ve varlık sahiplerinin yollarına benzemez. Aynı şekilde Allah'ın metodu ve prensibi, iktidar sahiplerinin kişi gibi değildin
Bu, yalnız dün böyle değildi, bugün de öyledir, yarın da öyle olmakta devam edecektir. Yeryüzünün her tarafında ve tüm nesiller arasında bu böyledir. Her şeyden yüce ve münezzeh olan Allah (c.c.) biliyor ki, doğrusu kötülük ve şer kesinlikle övüngendir. Zaten şerrin ve kötülüğün insaflı olması mümkün değildir. Aynı zamanda kötülük, hiçbir vakit hayrın, yani iyiliğin yeşermesini istemez ve buna fırsat bile tanımaz. Hayrın ve iyiliğin herhangi bir yoldan sağlıklı bir şekilde ve hiçbir düşmanlık olmaksızın varlığını sürdürmesine şer ve kötülük fırsat tanımaz. Zira hayrın, yani iyiliğin mücerred olarak (soyut olarak) gelişmesi ve yeşerme ortamı bulması bile, şer ve kötülük için büyük bir tehlike olur. Mücerred olarak Hakkın varlığı gerçekten batıl aleyhine büyük tehlikeler getirir. O halde şerrin ve kötülüğün görevi, kesinlikle düşmanlığını başarılı bir şekilde hakka karşı yürütülmesidir. Batıl da, kesin bir şekilde kendi adına hakka karşı koymak zorunluluğunu duyar. Çünkü batıl böylece hakkı öldürmek ve onu gücüyle
boğmak ister. Çünkü şerrin ve batılın fıtratı budur. Bu hal, şer ve batıl için geçici olan bir durum değildir.
işte bütün bu sebepler açısından cihad gereklidir. Ve cihadın tüm suret ve şekilleri ile yapılması gerekmektedir. O halde silâhlı şerre ve kötülüğe karşı, silâhlı hayır ile karşı konulmak gerekmektedir. Bu işe önce vicdan dünyasından başlanılıp karar verilmeli, sonra bu açığa vurulmalıdır ki, böylece gerçekler dünyasını da kapsamına almış bulunsun. Yani silâhlı kötü ve şerre karşı, silâhlı hayır. O halde her türlü silâh ve kalkana bürünmüş bulunan batılın sayılı gücüne karşı, müslüman da hazırlıklı olmalı ve Hak ile kucaklaşmış olan kuvvete karşı koymalıdır. Aksi takdirde, iş önemsenmemiş ve değer verilmemiş olur ki, bu da mümine yaraşmaz. Cihad için müminin kesinlikle malını ve canını ortaya koyması gerekir. Zira Allah (c.c), müminlerden bunu istemektedir.[79]
Müminler ve müslümanlar Rabbimizin şu âyetinin manasını anladıkları gün iş gerçekleşecektir:
"O halde dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz." (Nisa, 4/74)
İşte böylece fslâm fetih ordusu, yeryüzünde hayrı ve iyiliği yaymaya başlar, imanı telkin eder, yeryüzünde sadece bir tek Allah'a kulluk edilsin, hâkimiyet sadece O'na ait kılınsın diye tağutun gücünü ve kuvvetini kırar.
İslâmın bu aydınlatıcı ve parlak tarihinde, çok üstün ve yüce örnekler görülecektir ki, İslâm Hak sayesinde ölüm sanatını ortaya koymakla göstermiştir. Çünkü bu ölüm sanatı, mutlu bir hayat ve yaşayış sağlayacaktır. Yaşanacak olan bu mutlu hayat, Allah'ın müslümanlara zafer verip onları üstün kılarak ve yeryüzünde Allah'ın nizamını ve sistemini yücelterek verilmek suretiyle sağlanmış olsun ve Allah (c.c.) yanındaki bir hayat ile yaşanmış olsun, müminler için farketmez. Çünkü Rabbim şöyle buyurmaktadır:
"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilâkis onlar Rabbleri katında diridirler, cennet nimetleriyle rızıklanırlar." (Âl-i İmran, 3/169)
İşte verilen bu örnekler, özellikle imanı güçlendiren örnekler olmaktadır. Öyle ki böyle bir imana sahip bulunan kimse, kendisiyle cennet arasına oraya gidilmesi bakımından, bir hurma bile gecikmeye sebep olabilir. Nitekim değerli sahabî Ukeyr b. el-Hammam el-Ensarî'yi buna örnek olarak verebiliriz. Bu sahabî Bedir gazasında Hz. Peygamberdin şöyle söylediğini işitmişti:
"Genişliği göklerde yer kadar olan cennete koşun." Bu sahabî: "Ey Allah'ın Rasûlü, genişliği göklerle yer kadar olan cennete mi?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.v.) de, evet, diye buyurdu. Bunun üzerine sahabî: Ahh, ahh diye, sesler çıkarmaya başladı. Rasûlüllah (s.a.v.), kendisine: "Sana, ahh, ahh dedirten şey nedir?" diye sordular. Sahabî dedi ki: "Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'a yemin ederim ki, başka bir şey değil, tek isteğim, benim de o cennetlik olanlardan olmamdır!' Bu defa Hz. Peygamber (s.a.v.) kendisine şöyle buyurdular: "Sen de o cennetlik olanlardansın" Daha sonra sahabî, heybesinden birkaç hurma çıkarıp ağzına attı, bunları yemeye başladı, sonra da kendi kendisine şöyle seslendi: "Eğer, ben bu hurmaların bitimine kadar yaşamak istersem, bu hayat benim için gerçekten çok uzun bir hayat olmuş olur." Hemen ağzındaki hurmaları çıkarıp attı, sonra da düşmanla savaşmaya başladı. Savaşırken şöyle diyordu:
"Takva olmaksızın ve ahiret hayatı için hazırlık yapmaksızın Allah'a doğru koşmak azıksızlıktır.
Cihad yolunda Allah için sabır gerekir. Çünkü başka her türlü azık, sonunda tükenmeye mahkûmdur.
Kalıcı olanı ise, takva, iyilik ve dürüstlüktür." Böylece savaşmaya devam etti, nihayet şehid düştü.[80]
Aynı şekilde, melekler tarafından yıkanan değerli sahabî Hanzala'ya bir bakın. Hanzala b. Ebû Amir, Uhud için savaş emrini duyduğunda, hemen evinden dışarı fırlıyor. Halbuki henüz yeni evlenmişti, taze damad idi. Savaşa katılmaktan geri kalmaması ve gecikmemesi için, cünüplükteiı yıkanmayı bile ertelemişti. Hemen telâşlı bir şekilde kendisini savaşın ortasına atıverdi, şehid oluncaya kadar savaştı. Şehid olunca Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular:
"Arkadaşınızı melekler yıkamaktadır, hele bir hanımına sorun. Hanımı da dedi ki: "Savaş emrini duyar duymaz fırladı,kendisi cünüptüu" Rasûlüllah (s.a.v.) da: "işte bundan dolayı melekler kendisini yıkıyordu.”buyurdular”[81]
"Bu, deryadan bir damla, denizden bir noktadır. Evet, kahramanlardan sadece bir iki örnek. îmanları onları, harikulade bir cesarete götürüyor, onlara cennet özlemini veriyor. Böylece hayatı hiçe sayan ve ender rastlanan bir iman örneğini vermektedirler. Bu kahramanlar bütünü ile ahiret hayatına adamışlar kendilerini, cennet tüm nimetleriyle onların gözleri önüne serilmiştir. Sanki bu kimseler cenneti bu baş gözü ile görmüş gibidirler. Bunlar ahirete öylesine uçup gitmişler ki, tıpkı hiçbir şeyin önünde asla eğilip bükülmeyen ve hep yoluna devam eden posta güvercini misali yollarına devam edip gitmişlerdir."[82]
İşte cihadın asıl anlamı budur. İşte gerçek mânâda iman edip, cihad eri olanlar da bu kimselerdir. Aynen bunların yürüdüğü yolda gidenler ve bunların izlediği metodu izleyenler de bunlardandır. Çünkü bunlar da Allah yolunda cihad etmektedirler. Bunların dışında kalanlar ise, tağut adına ve tağut yolunda cihad edenlerdir. Nitekim Rabbimiz bununla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"İman edenler, Allah yolunda savaşırlar. İnkarcılar da (kendilerini Allah'ın emrinden saptıran) tağut uğruna savaşırlar." (Nisa, 4/76)
Yoksa günümüzde hezimete uğramış olanların ağzına aldıkları şey, cihad değildi Aslında bu, doğru ve gerçek ifadesiyle fesadın ve bozgunculuğun kendisidir. Çünkü günümüzdeki bu insanlar, şeytanın dost ve yandaşlarıyla savaşmamaya davet ediyorlar. Bunlar, Şeytanın dost ve yandaşlarını veli ve dost edinmeye, onlara karşı sevgi göstermeye davet etmektedirler. Günümüzün sözde mücahidleri şeytan dostlarına ve yandaşlarına boyun eğmeyi istiyorlar, insanları hep bu yola davet ediyorlar. Allah'ın Kitabında ve Rasûlü'nün sünnetinde yer alan açık hükümleri ise, mülhid ve dinsizlerin şüphe ve kuşkuları karşısında hep amacından saptırarak yorumlamaktadırlar. İşte böyle yapmaları sonucu da hezimete, yıkıma uğradılar, aşağılanıp gittiler ve sürekli onların kucağına düşer oldular. Çünkü bu kimseler İslâm gerçeğini bilememektedirler. Bunlar kuru bir islâm ismi dışında da İslâmı temsil edememektedirler. İslâmı sadece isim olarak taşımaktadırlar. Bunların tüm gayretleri kör bir taklidden başka bir şey değildir. Bunların yaptıkları şey, nereden bir ses duyarlarsa, hemen o sesin peşinden seyirdip koşmalarıdır. İşte durum bu merkezde olunca, iş bu çerçevede zayıflar ve önemsenmemiş olur. Çünkü bu adamlara zaten itibar edilmemektedir ki, davalarına önem gösterilmiş olsun. Allah'ın arzında veya toprağında kim Allah'ın dinini ayakta tutmak isterse, işte Allah (c.c), buna kefildir.
Ancak bu kimseler korkaklık ve aşağılıklarını tâ Kur'ân ve Sünnetteki nasslara kadar vardırıyorlar. Sonuçta da şöyle deniliyor:
"İslâm'da cihad, sadece savunma amacıyladır."
îşte bu husus o kadar önemlidir ki, bu noktada susmamız doğru değildir. Kesinlikle bunu açıklayıp ortaya koymamız gerekmektedir. Böyle düşünen kimselerin unvanları, lâkapları ve şöhretleri ne merkezde olursa olsun, kesinlikle gerekeni bunlar hakkında açıklamak zorundayız. Çünkü, Allah'ın dini, bizzat hakkın kendisidir. Hakk ise, mutlaka tabi olunması gereken bir yoldur. Bu konuda, herhangi bir şekilde sözü uzatacak değilim. Zira ben, bu konuya ilişkin olarak önceki bölümlerde açıklamada bulunmuştum."[83]
Eski ve yeni alimlerden değerli zatlar, bu çarpık fikre karşı koymayı üzerlerine almışlardır. Bu yanlış düşünceyi İslâm tasavvurundan silip atmaya çalışmışlardır. Onların bu husustaki düşüncelerine başvurulabilir.
Tekrar başa dönüyor ve diyoruz ki: Bu pırlanta gibi olan Hanîf dinin mutlu ve üstün bir hayatı sürdürebilmesi, ancak bu dinin berrak olan kaynaklarına dönülmesiyle mümkündür. Bu kaynaklar da Allah'ın Kitab'ı ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sünnetidir. Bir de doğru ve sağlam bir akideye sahip olmak, bu ümmetin geçmiş büyüklerinin ibretli hayat tarzlarını ve siretlerini öğrenmekle sağlanır. Ayrıca La ilahe illallah kelime-i tevhidinin manasını çok iyi kavramak gerekir. İbadetin ve dinin manalarını çok iyi anlayıp idrak etmek icabeder. Bunun yanında Allah yolunda cihadın ne anlama geldiğini bilmek de lâzımdır. Çünkü bir toprak için, bir vatan yolunda, bir cins, renk, şahıs, vb. gibi şeyler adına yapılan şeyin de cihad olmadığını bilmek gerekir.
Günümüz müslümanlarının bütünüyle bu manaları bilip öğrenmeleri zorunludur. Ancak bu sayede yardakçıların ve düzenbazların yaltaklanmalarından, düzenlerinden ve hilelerinden kendilerini ve akidelerini kurtarabilirler. Günümüz müslümam tüm dikkatini Rabblerinin Kitabına ve Peygamberlerinin sünnetine yöneltmeliler. Ayrica şunu da bilmeliler ki, kendileri her zaman Allah'ın beraberliğine, O'nun velayetine muhtaçtırlar. Artık böyle olması halinde, şeytanın hile ve tuzağı zayıf kalır.
İslâm alimleri adetleri gereği, cihad bölümünde, casusluk konularını kitaplarında işlemişlerdir. Bunun ise çok önemli bir hikmeti bulunmaktadır. Zira casusluk olayı, müslümanların durumlarını, düşmanına karşı en açık bir şekilde ortaya konulma konusunu içermektedir. Özellikle de tam savaşın kızıştığı bir anda böyle bir hareket daha büyük bir önem kazanmaktadır. Bunun içindir ki, İslâm alimleri cihad bahsinde, casusluk konusunu da dile getirmişler, bu konuda hükümleri açıklamışlardır. İşte ben de onların bu metodlarını izleyerek, bu konuyu cihad bölümünde ele aldım.
Tecessüs bir şeyi gözetleyip, onun içyüzünü ortaya dökme olayıdır. Dolayısıyla bir müslümanın başka bir müslüman aleyhinde mütecessis hareketlerde bulunması çirkin bir ihanettir ve büyük günahlardan biridir. Çünkü böyle bir davranış kâfirlere gösterilen dostluğun bir başka şeklidir. Zira böyle bir durumda hüküm, kişiyi dinden çıkaracak noktaya kadar vardırır. Evet, şayet yapıîan casusluk, kâfirlere olan sevgi, dostluk sebebi ile yapılıyor, bunların müslümanlara karşı üstün gelip zafer kazanmaları arzu ve inancından doğuyorsa böyle bir hareket, kişiyi dinden çıkarır. Şayet böyle değil de, herhangi bir dünyalık için, kişisel bir çıkar uğruna bir makam veya benzeri bir gaye hedeflenerek casusluk yapıyorsa, bu takdirde o kimse büyük günah işlemiş olur.
Allah (c.c), Hatıb b. Ebî Beltea kıssasında görüldüğü gibi, uyarı ve ikazda bulunmuştur. Rabbim Hatıb (r.a.) olayıyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:[84]
"Ey iman edenler! Benim de düşmanım sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Siz onlara sevgi (yüzünden peygamberin ve müminlerin maksadını) ulaştırıyorsunuz. Halbuki onlar, size hak olarak gelen Kur'an'ı inkâr etmişler; Ra-sûlü de, sizi de, Rabbiniz olan Allah'a inanmanızdan dolayı yurdunuzdan çıkarmışlardır. Eğer siz benim yolumda savaşmak ve benim rızamı kazanmak için çıkıp hicret etm iş senin, onlara sevgiyle (nasıl) sır veriyorsunuz? Ey kullarım oysa ben, gizlediğinizi de açıkladığınızı da çok iyi bilenim. İçinizden kim bunu yaparsa, muhakkak düz yoldan sapmış olur." (Mümtehine, 60/1)
Taberî bu âyeti yorumlarken tefsirinde diyor ki: "Yakınlarınız, akrabanız, çocuklarınız, sizi Allah'ı inkâra sevketmesin. Böylece gidip Allah düşmanlarına sevgi kucağı açmak suretiyle dostluk kurmayasınız. Çünkü kıyamet gününde, Allah nezdinde, hiçbir yakınınız akrabanız ve çocuğunuz size yarar ve menfaat sağlamayacaktır. Allah'a itaat edenler cennete girecekler ve masiyet ehli ile küfür ehli ise cehennem ateşine girenlerden olacaklardır."[85]
İmam Buharı "Sahih" adlı kitabında, senedi Hz. Ali'ye varan şöyle bir rivayette bulunuyor. Hz. Ali (r.a.), diyor ki: Hz. Peygamber (s.a.v.), Beni, Zübeyr ve Mikdad b. Esved'i göndermek üzere (çağırdı) ve buyurdu ki: "Hemen Hâh bostanına kadar varın. Orada mahfe içinde yolcu bir kadın bulunmaktadır. Yanında bir mektup taşımaktadır. Hemen o mektubu onun elinden alıp getirin. "Biz hemen harekete geçtik. Atlarımızı koşturarak denilen bostana ulaştık. Bir de gördük ki, gerçekten orada mahfe içinde bir kadın bulunmaktadır. Bunun üzerine kendisine: "Hemen yanındaki mektubu çıkar ver" dedik. Kadın, bende herhangi bir mektup falan yoktur cevabını verdi. Bu defa kendisine şöyle söyledik: "Ya yanındaki mektubu çıkarır bize verirsin veya biz senin üzerindeki elbiselerini soyar çıkarırız." Kadın hemen mektubu başındaki saç örgülerinin arasından çıkarıp teslim etti. Biz de onu alıp Rasûlüllah (s.a.v.)'a götürdük. Mektup-ta şöyle yazılıydı:
- Hatıb b. Ebî Beltea'dan, Mekke halkının müşrik insanlarına!
Rasûlüllah (s.a.v.) bunu görünce: "Ey Hatib! Nedir bu?" diye sordular. Hatib dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, benim hakkımda acele davranma. Ben, Kureyş ile bağlantısı (antlaşması) bulunan bir kimseyim. Ben bizzat Kureyş'ten biri değilim. Halbuki muhacirlerden yanında olanların Mekke'de yakınları ve akrabası bulunmaktadır. Muhacirler bu sayede Mekke1 de kalmış bulunan çocuklarının himaye ve korunmasını sağlamış bulunmaktalar. Malları da aynı şekildedir. Halbuki benim Mekke'Iilere soy bakımından herhangi bir yakınlığım yoktur. Bu bakımdan ben, yakınlarımın himayesine bir vesile olur diye, yanlarında bir iyiliğim olsun istedim. Yoksa ben, herhangi bir küfür ve dinden dönme gibi bir sebeple böyle hareket etmediğim gibi, İslâm'dan sonra küfre rıza gösterme anlamında bir şey sebebiyle de bu yola tevessül etmedim.
Rasûlüllah (s.a.v.): Gerçekten Hatıb size doğruyu söyledi. Fakat bu durum karşısında Hz. Ömer (r.a.) dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, beni bırak da bu münafıkın boynunu vurayım. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular: "Hatıb, Bedir savaşında bulunmuştur. Ne bilirsin, Allah'ın Bedir ehli hakkında bir bildiği var ki, onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Dilediğinizi yapın, ben sizi bağışladım."
İşte bunun üzerine Rabbimiz yukarıda mealini verdiğimiz Mümtehi-ne sûresinin birinci âyetini indirdi.[86]
Allame İbn Kayyım, bu kıssaya dayanarak, casus müslüman da olsa, öldürülmesinin caiz olduğunu söylemekte gerekçe olarak şunu göstermektedir: Hz. Ömer (r.a.), Rasûlüllah (s.a.v.)'dan, Hatıb b. Ebî Beltea'nın öl-. dürülmesini istemişlerdir. Hz. Peygamber (s.a.v.), Hz. Ömer'in isteğine, "Bu adam müslümandır, dolayısıyla öldürülmesi helâl ve caiz değildir" diye cevap vermeyip, şöyle buyurmuşlardır: "Ne bilirsin, Allah'ın Bedir ehli hakkında bir bildiği var ki, onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Dilediğinizi yapın..."
Hz. Peygamber (s.a.v.), cevap verirken, burada şu noktaya dikkat çekmektedir: Hatıb'm öldürülmesi hususunda bir engel vardır, engel de, onun Bedir halkından olmuş olmasıdır. İşte Rasûlüllah (s.a.v.)'ın böyle cevap vermiş olması, sanki casusluk yapan kimsenin öldürülebileceğine dair bir cevaz gibi anlaşılmaktadır. Burada olduğu gibi, bir engelin olmaması halinde caiz görülmektedir. Bu, İmam Malik'in mezhebidir. Aynı şekilde, Ah-med b. Hanbel'in iki görüşünden biri de bu merkezdedir. Her iki grup da, bu hususta Hatıb kıssasını delil olarak getirmektedirler.
Bu hususta en doğru olan durum şudur: Bu gibi hallerde iş, devlet başkanına, İmama kalmıştır. Şayet İmam (devlet başkanı), casusun öldürülmesinde müslümanlar için bir maslahat ve yarar görürse, öldürtür. Eğer öldürülmeyip bırakılmasında hayır umuyorsa, bu takdirde öldürtmeyip bırakır. En iyisini bilen Allah'dır.[87]
Allame İbn Kayyım der ki: Bu kıssadan yine şu hususları da yararlanarak çıkarabilmekteyiz: Derece itibariyle şirkten aşağı bulunan büyük günahlar, bazan o derecede bir iyiliğin yapılmasıyla silinebilir. Nitekim, Ha-tıb'ın casusluğu, kendisinin Bedir halkından olmasıyla bağışlanmıştır. Çünkü böyle büyük bir iyiliği kapsamış bulunması, bir maslahattır. Bu, aynı zamanda Allah sevgisini ve rızasını içinde bulunduran ve bununla da sevinip övünen bir haldir. Zira melekler böyle bir fiili işleyeni övmüşlerdir. Dolayısıyla buradaki casusluk sebebiyle doğabilecek olan bir seyyie ve kötülükten daha önemli ve büyük şeyleri kapsamaktadır. Gerçi burada aynı zamanda Allah'ın gazabı da söz konusudur. Ancak bununla birlikte en kuvvetli olan zayıfa tercih edilmiş oldu. Durum böyle olunca ona yapılması gereken şeyi izale etti ve muktezasım geçersiz kıldı.
İşte durumun bu şekilde değerlendirilip ele alınması Allah'ın bir hikmeti gereğidir. Yani iyilik ve güzelliklerden doğan sıhhat ve sağlık, kötülüklerden doğan hastalık sebebiyle Allah'ın bir hikmeti gereği olmaktadır. Kalbin sıhhat ve sağhğıhı veya hastalığım neticelendiren bir gerekçenin sonucu olmaktadır. Zira Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak ki iyilik (ve güzellik) ler kötülükleri (küçük hata ve günahları) giderir." (Hud, 11/114)
Bir başka âyette Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Eğer yasak edildiğiniz(günah ve hatalardın büyüklerinden kaçınırsanız, sizin diğer kusurlarınızı örteriz." (Nisa, 4/31)
Daha sonra İbn Kayyım şöyle devam ediyor:
"Hatıb'ın imanını bir düşün hele. Bu iman, kendisini Bedir'de savaşmaya kadar götürmüştür. Bizzat kendisi Hz. Peygamberle birlikte bu uğurda hayatını ortaya koymuştur. Allah'ı ve Rasûlünü kavmine, yakınlarına, akrabasına tercih etmiş, onların hepsini düşmanın ortasında ve ülkesinde bırakıp hicret etmiştir. Hiçbir zaman bu hal Hatıb'ın azminden bir şey kırmamıştır. İmanına bir zarar vermemiştir. Ailesinin ve yakınlarının, arasında bulundukları düşmana karşı çıkıp onlarla savaşmasına engel olamamıştır.
Ancak casusluk yapmak bir tür hastalıktır. îşte Hz. Hatıb'ta da bu hastalık tezahür edince buhran yani kriz başgöstermiş olmaktadır.[88]
Hastalık patlak verince, hasta sanki kendisinde hiçbir rahatsızlık ve yorgunluk yokmuş gibi bir patlama gösterir. Ancak tabib (hekim veya doktor) onun imanının kuvvet derecesini görünce, bu iman derecesi, casusluk hastalığının çok çok üstündedir ve onu kahredebilecek güçtedir. Bu durumda ondan kan almayı veya onu ikiye ayırmayı isteyen kimseye, şöyle diyor: "Bu hastalık kan aldırmayı gerektirmez. Ne bilirsin ki Allah (c.c), Bedir ehline muttalidir, onları bilmektedir. Çünkü onlar için şöyle buyurmuşlardır: Dilediğinizi işleyin, ben sizi bağışladım."
Bunun tam aksi de Temimli Zulhaveysıra'dır.[89] Bu ve Haricilerden benzerlerinin durumlarıdır. Sahabe bunların namaz, oruç ve Kur'an okumaktaki gayret ve üstünlüklerini gördüklerinde, kendi amellerini ve yaptıklarını adeta küçümsemişlerdir. Halbuki bunlar hakkında şu hadis gelmiştir:
"Şayet, onlara erişirsem, Ad kavminin öldürüldüğü gibi onları öldürürdüm."[90] Yine şöyle buyurmuşlardır:
"Öldürün onları. Çünkü onların öldürülmesinde, öldürenler için Allah nezdinde ecir vardır”[91]
Gerçekten aklı ve düşüncesi olan kimse, bu meseleyi gerçek anlamı ile değerlendirebilir: Çünkü buna fazlasıyla muhtaçtır, bundan faydalanmak durumundadır. Bu sayede herşeyden yüce ve münezzeh olan Allah-ın yaratması, emri, sevap vermesi ve cezalandırması konularındaki hikmetini ve marifetinin kapılarını, hem de büyük, kapılarından birini aralamış olabilirsin. Dengeleme hükümlerini ve bu konudaki mertebelerin farklı farklı oluşunu sezebilirsin. Bunları öğrenebilmen, işi, sebeplerine bağlamanla sağlanabilir ki, bunlar her bir nefsin kazandığı şey ile kaim olmaktadır."[92]
"Gerçi en iyisini Allah bilir. Fakat benim kanaatim de şudur ki, İmam Malik'in ve Ahmed b. Hanbel'in ashabından İbn Akîl'in ve bu ikisi dışındakilerin şu husustaki görüşleri bence de uygun olanıdır. Buna göre, müs-lüman casus, öldürülmelidir. Zira Hz. Hatıb olayındaki gerekçe gözönünde tutulursa, bu gerekçe Hatıb'ın öldürülmesini engellemektedir. Başkası konusunda ise herhangi bir gerekçe kabul edilmemektedir. Hz. Hatıb'ın özel bir durumu vardır. Yoksa öldürülmesine, onun müslüman olması bir gerekçe olmamaktadır. Eğer müslüman olması, casusun öldürülmesine bir engel teşkil etseydi, bu takdirde bundan daha özel bir gerekçe (Bedir ehli olma gerekçesi) getirilmezdi. Zira bir hüküm için genel olan bir şey, gevrekçe kabul edilirse, artık özel durumların bunda bir etkenliği olamaz. İşte bu çok daha kuvvetlidir. Yine de en iyisini bilen Allah'dır."[93]
Kur'an'ın iniş hitabı bakınız şöyledir:
"Ey îman edenler,
benim de düşmanım sîzin de düşmanınız olanları dost edinmeyin (veliler olarak
edinmeyin)." (Mümtehine, 60/1)
Bu ayete göre, Hatıb mümin ismine sahiptir, bu vasfı taşımaya da haklıdır. Aynı zamanda âyet genel hatlarıyla yasaklamayı ve nehyi içermektendir. Ancak burada Hatıb'ın durumunu gösteren Özel bir sebep vardır. Gerçi ayet, Hatıb'ın yaptığı iş, bir tür muvalat yani onları dost edinmedir ve bu, meveddet (sevgi besleme) ile de daha aşırı gidildiği gösterilmiş olmaktadır. Gerçekten bunu işleyen kimse orta yolu kaybetmiştir, sapıtmıştır. Ancak Hz. Peygamber (s.a.v.)'in onun hakkındaki: "Size doğruyu söylüyor, firakın yolunu" ifadeleri, onun kâfir olmadığını bildirmektedir. Kişi Allah ve Rasûlüne karşı şüphesiz bir imanla iman etmiş ve fakat bunu dünyevî bir amaçla yapmış ise, kafir olmaz. Şayet kafir olmuş olsaydı Hz. Peygamber (s.a.v.), onun için şöyle buyurmazdı: "Bırakın yolunu."[94]
Eğer casusluk yapan kimse kâfir biri ise, bu kimse öldürülür ve öldürülmesi de gereklidir, vaciptir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v,) müşriklerden bir casusu öldürtmüştür..İyas b. Seleme b. Evka rivayet ediyor. Bu zatın babasından rivayetine göre, babası şöyle demiştir:
"Rasûlüllah (s.a.v.) bir seferde bulunuyorken, yanına müşriklerden bir casus geldi. Rasûlüllah (s.a.v.)'ın ashabının yanında oturdu, bir şeyler konuştu. Daha sonra ayrılıp gitti. Bunun üzerine Rasûlülîah (s.a.v.), onu arayın ve öldürün1' buyurdu. (Ebu Seleme) onu buldu ve öldürdü", o casusun üzerinde ne varsa, Rasûlüllah (s.a.v.) tümünü onu öldürene verdi."[95]
Velâ ve Berâ'nın beraberinde getirdiği bir başka sorumluluk ise bid-atçılardan, heva ve isteklerine esir olanlardan uzak durmak ve bunları ter-ketmektir. Bunların sahip oldukları bozuk inanç ve akidelerinden, bağlı oldukları batıl sistemlerinden ilgiyi kesmektir.
Ben üçüncü bölümün
birinci babında, Selef-i salihinin bid'atçılar karşısındaki tutumlarından söz
etmiştim. Aynı zamanda orada bid'atın tanımını yapmış ve küfrü gerektiren
bid'atler ve gerektirmeyen bid'atler kısımlarına ayrıldığını izah etmiştim.
Ben şimdi burada onları terketmenin, yanlarına gitmemenin, onlarla beraber olmamanın ve onlara karşı koymanın "Velâ ve Berâ" meselesinin bir gereği olduğundan söz edeceğim. Bu prensibin ayrlmaz şartlarından \birinin de bu olduğunu anlatacağım. Çünkü bu meselede esas olan şudur:
Allah'ı sevmek ve Allah'ın sevdiğini sevmektir. Birde Allah'ın buğzettiklerine ve buğz edilecek şeyler yapana buğuzda bulunmaktır. Çünkü £ dinin fesada uğraması ve bozulması bu iki yoldan biriyle veya her ikisiyle olmaktadır.
a- Ya batıl bir itikad ve inanca düşmek, bunu konuşup propagandasim yapmaktır ki buna "Havd" dalma denir.
b- Ya da hak ve doğru olmayan bir ameli yapmaya girişmektir ki, bu da, boş ve yararsız şeylerden faydalanmaya gitmektir.
Bunlardan ilki bid'at adını alır. İkincisi ise, heva ve arzuya tabi olmaktır. işte bu ikisi de her türlü şerrin, kötülüğün, fitne ve belânın aslıdırlar. Bu iki yoldan peygamberler yalanlandı, Allah'a isyan bu iki yoldan yapıldı. Cehenneme bu iki yoldan girildi. Cezalandırılmalar bu iki yol yüzünden meydana geldi. İtikadda bozukluk, hep şüphelerden meydana gelir. Amelde bozukluk ve fesad ise şehevi isteklerden meydana gelir. Bunun içindir ki, selef şöyle söylerlerdi:
"İki sınıf insandan uzak durun:
a- Birisi heva ve isteklerinin esiridir ki, heva ve istekleri onu fitneye soktu.
b- Dünyaya bağlı olan kimse ki, dünya bu kişinin aklını başından almıştır:”[96]
Yine bu zatlar derler ki:
'Tacir (kötü alimin) fitnesinden sakının, bir de çok ibadet eden cahilin fitnesinden. Zira bu ikisinin fitnesi, herkesi tuzağa düşürür. Çünkü birincisi, Allah'ın kendilerine gazapta bulunduğu kimseye benzer, hakkı ve gerçeği bilirler ve fakat bu hakka tabi olmazlar. İkinciler ise, dalâlette ve sapıklıkta olanlara benzerler ki, hiçbir şey bilmeden körü körüne amelde bulunurlar."[97]
Bid'atın tehlikesi, şurada gizlidir. Bid'at "Bir tek Allah'a teslim olmada çelişkilidir." Nitekim seleften bazıları şöyle söylemişlerdir: "İslâmın değeri ve ölçüsü, ancak teslimiyet kantarında kanıtlanır."[98]
Bu, İmam Süfyan es-Sevrî'nin dediği gibidir. O der ki: "Bid'atçı olmak, şeytana, masiyet sahibi olmaktan, yani asi olmaktan daha hoş gelir. Zira bid'atın tevbesi yoktur, bundan dolayı tevbe kabul olunmaz. Halbuki masiyet öyle değildir. Masiyet sebebiyle tevbe kabul edilebilir. Bid'attan dolayı tevbenin olmayışı, bid'at sahibinin Allah ve Rasûlü'nün meşru kılmadığı bir şeyi, insanlara bir din gibi sunması, bunu bir din edinmesin-dendir. Ona kötü ameli süslendirildi de o bunu güzel gördü. İşte bu kimse bunu güzel bulduğu müddetçe tevbesi kabul olmaz. Zira kişinin yaptığı işin kötülüğünü kabul etmesi halinde tevbesinin kabulü mümkündür. Yaptığı fiil kötü olduğu halde, bid'atçı onu güzel görmekte devam ettiği sürece, "tevbesi makbul değildir.
Gerçi tevbe, Allah'ın kendisini hidayette kılması ve irşad etmesi suretiyle hak kendisine apaçık ortaya konunca, mümkündür ve olabilir. Nitekim Allah (c.c), kâfirlerden ve münafıklardan, bid'atçılardan ve dalâlete düşmüşlerden birçoklarını hidayette kılmıştır. Bu da ancak, Allah'ın kendilerine öğrettiği hakka tabi olmalarıyla gerçekleşecektir. Çünkü Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Doğru yolu bulanlara gelince, Allah onların hidayetlerini arttırır ve sakınmalarını sağlar." (Muhammed, 47/17)[99]
İhsanlar arasında peygamberlerin sunmuş olduğu dini bilmeme olayı ' yaygınlaşırsa, kalplerine ve nefislerine de cahiliyet tohumu yerleşip yeşerme imkânını bulunca, artık bundan böyle karakterler hızlı bir şekilde çözülüşe doğru kayar. Çünkü tabilerinin ipleri çözülür. Zira nefiste bir tür : kibir ve büyüklenme meydana gelir. Bu da imkân ve fırsat buldukça kulluktan çıkmak ister. Nitekim Seleften bir zat şöyle söylüyor:
"Herhangi bir sünneti terk eden kimsenin nefsinde mutlaka bin bu yüklük (kibir) meydana gelir.”[100]
Biz de ikinci bölümün birinci babında demiştik ki: Rahman olan Allah'ın velileri ile, Şeytan'ın yandaşları arasında düşmanlık kesin olan bir ; durumdur. İşte burada da düşmanlık, tabi olanla bid'atçı olan arasında aynı derecededir. Bunun içindir ki İmam Şevkânî şöyle diyor:
"Tabi olan ile bid'atçı arasındaki düşmanlık, güneşten daha açık bir şekilde ortadadır. Çünkü tabi olan kimse, bid'atçıya bid'atı yüzünden düşmandır. Bid'atçının da tabi olana düşmanlığı, sırf onun tabi oluşu ve doğru yolda olması yüzündendir. Aksine bid'at erbabının başkalarına karşı düşmanlığı, yani hakka tabi olanlara karşı düşmanlıkları, yahudi ve hırisitiyanlara karşı olan düşmanlıklarından çok daha fazladır."[101]
Biz bid'at ehlinden nasıl uzak kalabiliriz, bunlardan uzak kalmanın ve berî olmanın keyfiyetini, heva ve heveslerine uyanlardan uzak kalma j. keyfiyetini öğrenmeye geçmeden önce, mutlaka insanlarla bir arada nasıl bulunulabileceği konusuna basit bir tarzda değinmek isterim. Bu konuda s İbn Kayyım merhumun güzel bir sözünü gördüm. Bunu aşağıda görüldüğü gibi kısaca aktaracağım. Allah rahmetiyle muamele buyursun İbn Kay- yım, insanlarla bir arada bulunmayı dört kısımda ele almaktadır.[102]
1- Kendileriyle bir arada bulunulması gıda gibi ihtiyaç duyulanlar. Kişi gece veya gündüz olsun bunsuz yapamaz. İnsan ihtiyacını, bir araya gelmek sebebiyle elde edince, gitmeyi bırakır. Tekrar ihtiyaç duyulunca, yine bir araya gelmeye başlar. İşte bu birinci tür, altundan da değerlidir. Bu kısım insanlar, Allah'ı bilip tanıyanlar, emrini bilip takdir edenler, düşmanının hile ve tuzaklarını anlayanlardır. Bunlar AUah için nasihatta bulunurlar. Allah'ın kitabı ve Rasûlü için insanlara öğüt verirler. İşte bu insanlarla bir araya gelmekte tamamen kâr ve kazanç vardır.
2- Kendileriyle bir arada bulunma durumu bir ilâç gibi olanlar. Buna hastalık anında gerek duyulur. Sağlıklı kalındığı sürece, buna gerek-duyulmaz. Bunlar maişet noktasında kendilerine ihtiyaç duyulanlardır, belli muameleler ve hizmetler için bir arada bulunmayı gerektiren hallerdir. İşte bunlarla bir araya gelinerek, ihtiyacın giderilmesi halinde, artık bunlara da gerek kalmaz. Bu defa üçüncü kısım devreye girer.
3- Bunlarla bir arada bulunmak, değişik seyirler ve durumlar, merhaleler gösteren hastalıklara benzer. Hastalık kuvvetlilik ve zayıflık durumlarına göre seyir değiştirir. Kimisi tıpkı müzmin ve tedavisi, teşhisi güç olan hastalık gibidir. Ne dinine ne de dünyasına bir yararı vardır. Böylesi bir hasta hem dinini, hem dünyasını veya bunlardan birini ziyan eder. Kimi hasta da, sanki diş ağrısına ve sızısına yakalanmış gibidir. Diş ağrısı sürdüğü müddetçe ızdır.ap çekersin, fakat ağrı kaybolunca da sükûn ve huzur tekrar döner. Kimisi de ruh sıtmasına tutulmuştur. Bu kimse pek öfkeli ve aynı zamanda başkalarına karşı aklen kinli ve öfkelidir. Bu kimse öyle bir hastadır ki, güzel bir şekilde konuşmaz, dolayısıyla dinleyip yararlanamazsa, iyi bir şekilde susmasını bilmez ki, sen ona yararlı olasın. Bu kimse konuştuğu zaman, konuşması dinleyeni erce, sözlerine hayret ve şaşkınlıkla bakmalarına rağmen, bir isyan ve hançer gibi saplanmış görünür. Dinleyen sanır ki, o sözü bir misk gibidir, meclise tatlı ve güzel bir hava teneffüs ettiriyor. Bu kimse bir de susarsa artık çekilemez olur. Tıpkı bir değirmen taşı gibi, ne taşınmasına güç yetirilebilir, ne de yerden çekmek suretiyle taşınabilir. İşte hasta bu türden bir hasta ise, ona iyilikle muamele et, ta ki Allah (cc), sana ondan bir kurtuluş ve çıkış yolu göstersin. .
4- Bunlarla bir arada bulunmak tamamen helak olmaktır. Bu da zehir yemek gibidir. Gerçi böyle bir zehirin tedavi de uygun olacağına dair, bir panzehirde ittifak etseler de, durum böyledir. Zira panzehirin tedaviye cevap vermemesi halinde, Allah (cc.) sonunu iyiliğe ve hayra çevirsin. Bu türlü insanlara halk arasında ne kadar da çok rastlanmaktadır. Bunlar gerçekten bid'atçılarla, heva ve isteklerine esir olanlardır. Bu kimseler Allah Rasûlü'nün sünnetine engel olurlar, sürekli aykırı ve muhalif şeylere da-
vet ederler. Bunlar öyîe kimselerdir ki, Allah'a giden yolda insanlara engel olurlar ve devamlı eğri yolu ararlar. Bid'atı sünnet gibi sunarlar. Sünneti de bid'at, iyiliği kötülük, kötülüğü de iyilik diye takdim ederler. Eğer aralarında sadece tevhidi dile getirmelerini söylersen, "Velileri ve salihleri' dışladın, bunların değerini düşürdün" diye konuşurlar. Şayet sadece Rasûlüllah (s.a.v.)'a tabi olunmak gerekir, diye büdirirsen, bu defa, "Peşinden gidilen imamların değerini heder ettin" diye cevap verirler. Eğer yüce Allah'ın kendi zatını vasfettiği gibi vasfedersen veya Hz. Peygamber (s.a.v.)'in O'nu vasfettiği gibi vasfedecek olup tanıtırsan, bu hususta herhangi bir aşırılığa ve eksikliğe meydan bırakmadan gerekeni söylersen, bu defa "Sen Müşebbihe'densin" diye mukabele ederler. Eğer kendilerine Allah ve Rasûlü'nün emrettiği gibi iyiliği emreder, Allah ve Rasûlünün kötülükten neh-yettiği gibi yasaklar ve nehyedersen, bu defa da: "Şen fitnecilerdensin" derler. Şayet sünnete uyar, buna aykırı şeylerden uzak durursan, "Sen bid'at sahibi sapıklardansın" diye konuşurlar. Eğer sen sırf Allah'a yönelir, onlarla bir cîfe ve leş olan dünyalarından ilgiyi keser, önem vermezsen, bu defa "Sen tüm işleri birbirine katıp karıştıranın birisin" diye söylenirler. Eğer bu defa gittiğin yolu bırakır, onların istekleri doğrultusunda hareket edecek olursan, bu durumda sen Allah yanında hüsrana uğrayanlardan olursun, onların yanında münafık olarak yer alırsın. Sen yine de onlara gazab etmek suretiyle, Allah ve Rasûlünün rızasını ara dur, onların yor-gunluğuyla veya seni yormak istemeleriyle uğraşma. Onların seni kötülemelerine de aldırma. Onların sana kızıp öfkelenmelerine de bakma. Senin bizzat kemalin ve olgunluğun şairin söylediği gibidir. Şair der ki:
Gelirse bir nakıstan sana benim zemmim
Bu, ondan tanıklığıdır hakkımda, ki, ben fazılım.
Öldüklerinde halk takva sahiplerini över
Sabahlayınca kavim şerefliyi över.[103]
Müslümanların bid'atçılarla, heva ve arzularına düşkün olanlar karısındaki tutumları, onların farklı durumları sebebiyle değişiktir.
Meselâ bid'atı küfür veya şirk durumunda olan kimseden bütünüyle uzak durmak gerekir. Bunlarla kat'i surette alâka kesilmelidir. Kendileriyle herhangi bir şekilde dostluk kurulmamalıdır. Bunlardan, tıpkı kâfirlerden ve müşriklerden uzak kalındığı gibi uzak kalınıp ilginin kesilmesi gerekir. Bu hususla ilgili örnekleri şöyle gösterebiliriz; Meselâ adam, İslâm'da olmayan ve dinen reddedilen bir şeyi icad eder veya bir bid'atçıyı barındırır, yardımcı olur. Bununla ilgili olarak Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Kim bir yenilik meydana getirirse veya bir yenilikçiye yaltaklık ederse, Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların laneti onun üzerine olsun."[104]
İbn Kayyım der ki:
"En büyük ve fena bid'at, Allah'ın kitabı ve Rasûlü'nün sünnetini geçersiz kılıp bu iki kaynağa aykırı olan şeyleri ortaya çıkarmaktır. Bu gibi kimselere yardımda bulunmak, kendilerini savunmak Allah'ın Kitabına, Rasûlüllah (s.a.v.)'ın sünnetine davet eden kimselere düşmanlık göstermektir.[105]
Ancak, bu kadar tehlikeli bid'at sahibi olmayanların durumu farklıdır. Eğer bid'atları günah ve masiyet türünden olup küfre girmelerine, şirk koşmalarına sebep teşkil etmiyorsa, bu vaziyet şahıslara ve zamana göre değişik bir şekilde ele alınır.
İyiliği emretmek ve kötülükten nehyetmek, ancak basiretle ve tam bir bilgi ile sağlanabilir. Bazan insan, böyle bir şeyi önleme imkânını bulamayabilir. O zaman Hz. Peygamber (s.a.v.)'in buyurduğu gibi, sadece kendilerine bakacaklardır. Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
"İtaat olunan bir cimrilik, tabi olunan bir neva, tercih olunan bir dünya, her görüş sahibinin kendi görüşünden başkasını tercih etmediğini gördüğün zaman, senin görevin, kendine bakmandır (kendini kurtarmandır.)"[106]
Müslüman bir kimse, birini masiyet işlerken gördüğünde, ona işlemekte olduğu şer ve kötülük sebebiyle buğzeder ve yapmakta olduğu hayır sebebiyle de sever. Nitekim biz konunun başında, Ehl-i Sünnet itikadında zikretmiştik. Yoksa bir kimsenin işlemekte olduğu kötülük ve şer sebebiyle, yapmakta olduğu hayra rağmen her halükârda ona buğuzda bulunulacak anlamı çıkarılmamalıdır. Aksine o kişiye karşı buğuzda bulunulması, onu bu kötülüğünden menetmek içindir. Bu durum, kişiyi ve benzerlerini ıslaha ve düzeltmeye çalışanlara bir geri çekilme anlamına gelmesin. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.), bu gibilerden uzak durmuş, fakat sonuçta bu davranışın onları yola getireceğini bildiği için, kendilerini terk etmiştir. Ancak, kötülükte bulunan kimseyi, uyarılmadan önce, bunun bir etkisi olmayacağını ileri sürerek terk etmek doğru değildir. Önce yapılması gereken yapılır, kişinin durumunu ve gizli kalan sırlarını Allah'a havale eder. Bu arada, kişiyle ilgiyi kesmenin kendisine fayda vermeyeceği bilinen insanın mazereti de kabul edilir, durumu Allah'a bırakılır,"[107]
Hangi halde olursa olsun, müslümanın görevi, bid'atçılarla, facir ve masiyet sahibi kimselerle düşüp kalkmamasıdır. Ancak onu Allah'ın azabından kurtarmak için irtibat kurmalıdır. Bunun da en aşağı yolu, işlediği zulmü hoş görmemek, imkân nisbetinde karşı çıkıp tenkid etmektir. Nitekim Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
' 'Sizden kim bir
münker (kötülük) görürse onu eliyle (güç ve zor kullanarak) önlesin, eğer buna
gücü yetmezse, diliyle anlatarak önlesin, şayet buna da gücü yetmezse,
kalbiyle buğzederek önlesin. Bu üçüncüsü imanın en zayıf derecesidir."[108]
Birincisi: Münkerleri terk anlamında ilgiyi kesmek.
İkincisi ise: Bunu yapanlara ceza yoluyla engel olmaktır.
Birinci durum, Rabbimizin şu âyetinde dile getirilmiştir:
"Ayetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gördüğünde onlar başka bir söze geçinceye kadar kendilerinden uzak dur." (En'am, 6/68)
Yine Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"O (Allah), Kitap'ta size indirmiştir ki, Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini, yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (konuya geçinceye) kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz." (Nisa, 4/140)
Su uzak durma şekli, tıpkı insanın kendisini fiilen münker olan şeylerden menetmesidir. Nitekim Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
"Asıl muhacir, Allah'ın nehyedip yasakladığı şeylerden uzak duran kimsedir."[109]
Nitekim küfür ve fasıklık ülkesinden hicret edip, orayı terk etmek, İslâm ve iman ülkesine gitmek bu kabildendir. Zira böyle bir hareket, kâfirler ve münafıklar arasında ikametten kaçıştır. Çünkü buralarda AllahL in emrettiği bir işi yapma imkânı yoktur. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Kötü şeyleri
terk et”(Müddessir, 74/5)
İkinci durum ise, tedip etmek ve kötülük işleyen hakkında gereken işlemi yapmak suretiyle engel olmaktır. Bu, açık açık kötülükleri yapan kimseler hakkında, o kimseler tevbe edip, yaptıklarından vazgeçinceye kadar uygulanır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) ve müslümanlar, Tebük seferine katılmayan üç sahabi hakkında bu yola başvurdular. Allah (c.c), tevbelerinin kabul edildiğine ilişkin hüküm bildirinceye kadar devam etmişti.[110]
Bu şekilde bir uygulama, kişilerin kuvvetlerine ye zaaflarına göre değerlendirilir. Azlık ve çoklukları göz önünde tutularak gereken yapılır. Çünkü burada istenen, hakkında bu anlamda bir ceza uygulanan kimsenin yaptığı işten menedilmesi ve tedibidir. Halkın böyle bir fiile dönmemesini sağlamaktır. Eğer bu konuda maslahat, bunu gerektiriyorsa, yani böyle bir yol ile şer ve kötülük azalacaksa, bu, meşru olur. Şayet cezaya tabi tutulan ve başkaları, bu gibi şeylerle engellenemiyorsa, aksine kötülük giderek artıyorsa, hacir yani cezayı uygulayan zayıf kalıyorsa ve giderek ifsad söz konusu ise, o zaman, maslahata göre gerekeni tercih eder, menetme cezasını uygulamaz. Aksine, bazı insanlarla ülfet meydana getirip durumu bu çerçevede ele almak, daha çok yararlı olmaktadır, cezalandırmadan daha etkin rol oynamaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) de, bir kavmin arasım bulurken, başka biriyle de ilgiyi kesmiştir.
Bu durum anlaşılmış ise, artık şöyle diyebiliriz. Hecr, yani ilgi ve alâkanın kesilmesi, Allah rızası gözetilerek, samimi bir şekilde uygulanmalıdır, Allah'ın emrine uygun düşmelidir. Çünkü kişinin kendi heva ve isteğine uyarak ilgi kesme cezasını vermesi, veya emredilmeyen manada bir cezanın-uygulanması gibi bir yola başvurması halinde, anlatılan çizgiyi ve temeli çiğnemiş olur. Ne acıdır ki, kimi insanlar bu konuda kendi heva ve istekleri doğrultusunda hareket ediyor, Allah'a itaat ettiğini sanıyor."[111]
Bu konuda hecr yani terketmek ve ilgiyi kesmek cezası, "Şer'î olan cezalar" türündendir. Dolayısıyla Allah yolunda cihad gibidir. Zira sadece Allah'ın kelimesi, nizamı ve şeriatı yücelsin, din, bütünüyle Allah'ın olsun diye yapılmaktadır. Müminin görevi Allah için düşmanlık göstermek ve Allah için dostlukta bulunmaktır. Meselâ ortada bir mümin var. Bu mümin, zalim de olsa, mazlum da olsa, İslama göre kendisine muvalâtta bulunmamız, dost kabul etmemiz gerekir. Çünkü zulüm imana bağlı olan dostluk ve muvalâta engel değildir. Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adaletle düzeltin ve her işte adaletli davranın. Şüphe yok ki Allah, adil davrananları sever. Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve AHah'dan korkun ki esirgenesiniz." (Hucurât, 49/9-10)
Ayete dikkat edilecek
olunursa, aralarında savaş ve saldırı olmasına rağmen Allah (c.c.) onları kardeşler
olarak bildirmektedir."[112]
Burada ayrıca işaret etmemiz gereken bir nokta ise şurasidır: "Temel ve asıl olan şeyler konusunda bid'atçı olan kimselerle ilgiyi kesmek, kendilerinden uzak bulunmak, onlara karşı düşmanlık beslemek gerekmektedir. Ancak alimler arasında fürûlarda yani ikinci derecedeki meselelerde yapılan ihtilaf, rahmete vesile olan ihtilaf türündendir. Allah (c.c), müminlere dinde zorluk ve güçlük dilememiştir. Bu gibi meselelerde ilgi ve alâkanın kesilmesine gerek yoktur. Nitekim bu gibi ihtilâflar Rasûlüllah (s.a.v.)'ın ashabı arasında da cereyan etmiştir. Halbuki hepsi de birbirlerine iyice ısınmış kardeşler, aralarında birbirlerine karşı çok merhametli kimselerdi. Kendilerinden sonra ilim erbabından olanlar, bu sahabeden dilediklerinin görüşlerini benimsemişlerdir. Hepsi de hakkı istemekteydiler ve hepsi de müştereken doğru yolu arıyorlardı.”[113]
Bu ümmetin selefi -Allah kendilerine rahmetiyle muamele buyursun-Allah'ın yüce Kitabım gereğince bilme ve Rasûlünün sünnetini öğrenme meselesinde gerçekten pek titizdiler. Aynı zamanda bu iki temel kaynaktan uzak kalanlara da buğzetmekteydiler. Bu zatların konuya ilişkin bir hayli görüşleri bulunmaktadır. Ancak ben burada, kendilerine ait bazı önemli görüşleri sunacağım ki, müslümanlardan hak üzere sebat etmekte olanlar gereğince bu sebatlarını sürdürsünler.
İmam Malik (rh) şu görüşlere yer veriyor: "Bu ümmet arasında, daha önce, bu ümmetin geçmiş alimlerinin üzerinde olmadıkları bir şeyi ortaya çıkarmaları halinde, bunu çıkaranlar adeta şöyle bir iddia ile ortaya çıkmış olurlar: Gerçekten Rasûlüllah (s.a.v.) dine ihanet etmiştir. Çünkü Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"Bugün size dininizi ikmal ettim (Maide, 5/3)
O gün dinden kabul edil-'meyen bir şey, bugün de kabul edilmez."[114]
İbn Mesûd (r.a.) da der ki: "Sizi Allah'ın Kitab'ına davet eden bir kavim (topluluk) göreceksiniz. Ki bunlar, o kitabı arkalarına atıp terket-mişlerdir. Size ilim öğrenmenizi, bid'at yapmaktan sakınmanızı, söz ve davranışlarınızda aşırılıktan uzak durmanızı, amellerde şiddet gösterip ifrat ve tefrite sapmamanızı emrediyorum. Aynı zamanda size eskiye (Kur'an'a) sarılmanızı emrederim."[115]
Ebu'l-Aliye er-Riyahî de der ki: "İslâmı öğrenin. Onu öğrendiğinizde sakın yüz çevirmeyin. Size, sıratı müstakime (dosdoğru yola) girmenizi emrediyorum. Çünkü sıratı müstakim: Bizzat İslâm'dır. Sağdan ve soldan onu tahrif edip bozmayın. Aynı zamanda size peygamberinizin ve ashabının sünnetine bağlanmanızı emir ve tavsiye ediyorum."[116]
İmam Şafiî (rh) de der ki: "Kulun şirk dışında, tüm suçlardan günahlardan herhangi biriyle Allah ile karşılaşması, heva istekleri sebebiyle karşılaşmasından çok daha hayırlıdır."[117]
Süfyan b. Uyeyne'ye sorulmuş: "Bu heva.ve isteklerinin esiri olanların durumu ne ki, heva ve isteklerine pek aşın bir şekilde düşkündürler, söyler misiniz?" O da cevap olarak: "Sen-yüce Allah'ın şu âyetini unuttun mu:
"Küfürleri sebebiyle kalb-lerine buzağı sevgisi dolduruldu." (Bakara, 2/93)[118] diye konuştu.
Bunun içindir ki Ebû Kilabe şöyle söylemektedir: "Heva ve arzularının esiri olanlarla birlikte oturmayın. Çünkü onların, sizi, sapıklıklarına daldırmamalarından veya bildiğiniz bazı şeyler konusunda kafanızı allak-bullak etmeyeceklerinden emin değilim."[119]
Abdullah b. Mes'ûd (r.a.) da şöyle buyurmaktadır:
"Tabi olunuz ve fakat bid'atcı olmayınız. Size (Allah'ın kitabı) kifayet eder."[120]
Abdullah b. Mes'ûd, doğru ve gerçek söylemektedir. Bize Allah'ın, kitabı açık ve seçik olarak yeter, Rasûlünün de sünneti açık ve mufassal olarak bizim için kafidir. Çünkü Allah'ın kitabını açıklamaktadır. Kaldı ki salih selefimizin hayatı bizce bilinmektedir. Bizim görevimiz Kitap ve Sünnete tabi olmaktır. Her türlü bid'atten ve İslama sonradan sokuşturulmuş şeylerden de uzak durmaktır. Eğer bunu yapacak olursak, bu takdirde seçkin bir ümmet haline geliriz, bizim de bağımsız bir kişiliğimiz oluşur. Öyle bir kişilik ki, heva ve arzularının peşinde koşanların ve beşeriyetin eksik düşünce ve görüşlerinin, hiç birisine ait durum ve düşünceleri burada cereyan etmez, yer almaz.
Bir ümmet ve millet ki, şayet her seslenenin peşine düşecek olursa, bu takdirde cehalet çukurlarında yuvarlanır giderler. Halbuki Allah (c.c), mümin kulları için nûr, salâh, felah, yani aydınlık, iyilik ve kurtuluş dilemektedir. Bütün bunlar sadece İslâmda vardır. Bunun dışında ise cahillik ve sapıklık yer almaktadır. Allah (c.c.) bizi bunlardan korusun.
İslâm şu hususa gereğince dikkat gösterir: Müslümanın üstünlüğünü ister. Allah'ın istemediği tüm şeylerden ilgi ve alâkanın kesilmesini murad eder. Müslüman için Allah'ın dilediğinin dışında bir şey yoktur. Bu bakımdan müslüman ile onun kâfir olan akrabası arasında miras geçerli değildir. Zira bu yükümlülük de, İslâm düşüncesine göre, Velâ ve Berâ'mn, yani dostu dost bilme ve düşmanı da düşman tanımanın bir gereğidir.
Ancak bütün bunlar, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e cihad emri geldikten sonra söz konusudur. İbn Kayyım'ın da belirttiği gibi, cihad farz kılınmadan önce insanların, önceki nikâhları, evlilik akidleri geçerliydi. Bunlardan İslâm dinini kabul edenlerden, meselâ kadın müslüman, kocası kâfir olabiliyordu. Buna rağmen aralan tefrik edilmiyordu, birbirinden ayrılmaları sözkonusu değildi. Bu durum Hudeybiye Barış antlaşmasına kadar böylece devam etti. Bu barış antlaşmasından sonra, müslüman kadının kâfir erkeklere haram olduğuna dair hüküm indi.[121]
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Bu (kadınlar) onlara helâl değildir, o kâfirler de bu (müslüman kadınlara) helâl olmazlar." (Mümtehine, 60/10)
Yine Rabbim şöyle buyuruyor:
"Kâfir kadınlarınızı nikâhınızda tutmayın." (Mümtehine, 60/10)
Artık böylece tam ayrılışın zamanı gelmiş oldu. Bu durum hem inanan erkeklerin hem de kadınların kalblerinde ve vicdanlarında gerçekleşmek üzere geldi. Nitekim bu, onların pratik hayatlarında da gerçekleşmiş olan bir şeydir: İman bağından başka bir bağ tanınmıyor, akide bağının ötesinde de bir bağ aranmıyor. İrtibat ve bağlılık, ancak Allah'a istenilen manada bağlı olanlar arasında olacaktır."[122]
Bu haramlık konusu aynı zamanda Bakara sûresinde de yer almaktadır. Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"İman etmedikçe putperest kadınlarla evlenmeyin. Beğenseniz bile putperest bir kadından, imanlı bir cariye kesinlikle daha iyidir. İman etmedikçe putperest erkekleri de kızlarınızla evlendirmeyin. Beğense-niz bile putperest bir kişiden inanmış bir köle kesinlikle daha iyidir. Onlar cehenneme çağırır. Allah ise, izni ve yardımı ile cennete ve mağfirete çağırır. Allah, düşünüp anlasınlar diye âyetlerini insanlara açıklar." (Bakara, 2/221)
Şeyh Abdurrahman b. Sadî (rh), Rabbimizin: "Putperest kadınlarla evlenmeyin" âyetiyle ilgili olmak üzere şunları söylemektedir:
"Bu âyet, tüm müşrik ve putperest kadınlar hakkında geçerlidir. Ancak Maide suresinin beşinci âyeti bunu tahsis etmiştir. Çünkü burada Ehl-i Kitap olanların kadınlarıyla evlenebileceği hükmü açıklanmıştır. Rabbim şöyle buyurmaktadır:
"Kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar da size helâldir.” (Maide, 5/5)
"İman etmedikçe müşrik (putperest) kadınlarla evlenmeyin" âyeti âmm yani geneldir. Bunda bir tahsis söz konusu değildir.
Bu arada Allah (c.c), müslüman erkekle kadının kendilerine muhalif olanlarla evlenmelerinin haram oluş sebebi ve hikmetini de açıklamaktadır. Rabbim şöyle buyuruyor:
"Onlar cehenneme çağırır."
Yani onlar sözleriyle,
davranışlarıyla ve fiilleriyle cehennem ateşine fçağınrlar. Kendileriyle
birlikte'bulunulduğu takdirde tehlike durumu söz İkonusudur. Hatta daha da
ötesi, ebedi şakavet sebebi olabilirler."[123]
Müslüman erkeğin,
ehl-i kitaptan kadınlarla evlenmesi ise, icma vardır. Nitekim Şeyhu't-İslâm
İbn Teymiye, selef ve haleften bu görüşü belirtenler olduğunu söylemiştir.
Ancak, Abdullah b. Ömer'den rivayet edildiğine göre bu sahabî, hıristiyanlarla
evlenmeyi uygun görmemiş, bu hususta şöyle demiştir. "Benim Rabbim,
Meryemoğlu İsa'dır diyen bir kadının şirk koşmasından daha büyük bir şirk
bilmiyorum."[124]
Ancak buna üç bakımdan
cevap verilmektedir:
1- Rabbimizin aşağıda mealini sunacağımız âyetine göre, Kitap ehli müşriklere dahil edilmemektedir. Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Şüphesiz (bütün) iman edenler, Yahudi olanlar, Hıristiyanlar ve Sabiîlerden kim Allah'a ve ahiret gününe inanır da..." (Bakara, 2/62)
Şayet bunlar şirkle tavsif olunmuşlardır, denilecek olursa, ki âyet şöyledir:
"(Yahudiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarım); (hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryemoğlu Mesih'i (İsa'yı) rabler edindiler. Halbuki hepsine de tek ilâha kulluk etmekten başka bir şey emrolunmadı.. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. O bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır." (Tev-be, 9/31)
Denilmiştir ki: Kitap ehlinin dinlerinin temelinde şirk yoktur. Çünkü Allah (cc.) peygamberleri tevhid ile göndermiştir. Fakat hıristiyanlar şirk icad ettiler. Mademki, O, onları müşriklerden ayırmaktadır. Çünkü bunların dinlerinin temelinde, Allah tarafından indirilen kitaplara tabi olmak vardır.
2- Bakara süresindeki âyet umumidir. Maide süresindeki âyet ise hususidir. Zira hususi olan, umumi olana takdim edilir.
3- Maide süresindeki âyet nesh edici yani hükmü yürürlükten kaldırandır. Bakara süresindeki âyeti neshetmiştir. Çünkü Maide sûresi Bakara sûresinden sonra nazil olmuştur. Bu, âlimlerin ittifakıyla böyledir.[125]
Gerçi en iyisini bilen Rabbimdir. Burada kanaatim odur ki, yukarıda sunulan üç cevaptan ilki, pek doğru gibi görülmemektedir. Gerçi bunu Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiye ileri sürmektedir. Biz burada şunu da dile getirmek isteriz. Evet, hıristiyanhğm temeli tevhide dayanır. Fakat onlar bunu sonradan değiştirip bozmuşlardır. Buna rağmen yine itibar sonuçlara göredir. İkinci ve üçüncü olarak verilen cevaplara gelince, işte bu iki görüşü, ilim erbabından birçokları kabul etmişlerdir."[126]
Diğer taraftan müslüman ile kâfir arasında mirasın geçersizliği meselesi ise, bu da aynı şekilde getirilen yükümlülük ve sorumluluklardandır.' Velâ ve Berâ konusunun da önemli meselelerinden birini oluşturur. Bunun delili ise Hz. Peygamber (s.a.v.)'in aşağıdaki şu hadisleridir. Rasülüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadırlar:
"Müslüman kâfire mirasçı olamayacağı gibi kafir de müslümana mirasçı olamaz."[127]
Bunun sebebi ise, tevarüs yani birbirlerine miras olma durumu, aynı zamanda velayet yetkisini de beraberinde getirir. Aşağıdaki âyete göre müslüman ile kâfir arasında velayet sözkonusu değildir.
Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin (velayet sahibi kılmayın). Çünkü onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar)." (Maide, 5/5l)[128]
İmam Begavî der ki: "Sahabe'den alim olanların bir çoğu ve onlardan sonra gelenlerin görüşleri ve amelleri buna göredir. Kâfir müslümana mirasçı olamaz, müslüman da kâfire mirasçı olamaz. Zira aralarında velayet bağı sona ermiştir.
Bir de Hz. Muaz ile Muaviye tarafından gelen bir görüş vardır. Bu ikisi demişlerdir ki: "Müslüman kâfire mirasçı olabilir, fakat bir kâfir müslümana mirasçı olamaz." Bunu ise İbrahim en-Nehaî anlatıyor. Bu, tıpkı şunun gibidir. Müslüman erkek ehl-i kitaptan bir kadınla evlenebilir, bu caizdir, fakat kâfir bir erkek ile müslüman bir kadın evlenemez. Bu görüşü, aynı zamanda İshak b. Ruhûye de benimsemektedir.[129]
Mürted ise hiç birisine mirasçı olamaz. Mürted bir kimse ne bir müslümana, ne bir kâfire ve ne de bir mürtede mirasçı olamaz. Ancak mürted olan bir kimsenin bıraktığı miras konusunda ihtilâf bulunmaktadır.
Bir grup cemaatin görüşüne göre, onun malı miras olarak kalmaz. Aksine ondan kalan mal, bir fey, yani ganimettir. Bu görüşü İmam Malik ve Şafiî beyan etmektedirler.
Bir grup alime göre de, ondan kalan miras, onun müslüman akrabasına aittir. Bu görüşü destekleyenler ise, Hasan, Şa'bî, Ömer b. Abdula-zîz, Evzaî, İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'dir. Mürted olan kimsenin, irtidadından sonraki kazancına gelince, bu kazanç, ganimettir. Bu görüşü.de Süfyan es-Sevrî ve Ebû Hanife ileri sürmektedirler.[130]
İslâm izzet, iffet ve kuvvet dinidir. Bu itibarla müslümanın kısır dünyevî menfaatlerle aşağılanmasını istemez, her yönüyle müslümanın üstünlüğünü diler. Çünkü kısır menfaatlerin peşinden gitmek bu dinin esas ve prensipleriyle, seçkinliğiyle ve şeriatının yüceliğiyle uyuşamaz. Aksine İslâm, müslümanı sıkıntıya sokacak, onu bu gibi yollarla veya nifak yoluyla dininden uzaklaştıracak şeylerden ilgi ve bağını koparır. Bu bakımdan kâfirle nikahlanmak haram kılındı, kâfirin müslüman kadın üzerinde bir hakimiyeti ve sultası olmasın istendi. Zira İslâm en yücedir ve onun üzerine bir başka şey yüceltilemez. Kâfir ve putperest, müşrik kadınla evlenmek de kesinlikle haram kılınmıştır. Çünkü böyle bir kadınla evlilik, kocasının dinini yok etmede büyük bir tehlike arzetmektedir. Zira doğacak olan çocuklar, küfür ve şirk esaslarına dayalı olarak yetişeceklerdir. Müslüman ile kâfir arasında aynı zamanda mirasçılık durumu da yoktur. Böylece müslüman haram olarak gelebilecek maldan korunmuş bulunmaktadır. Zira onun yani müslümanın kâfir arkadaşı (yakını) harama rıza gösteren, Allah'ın dosdoğru olan helâl şeriatini, İslâm şeriatini inkâr ile terkediyor.
Mademki bu durum müslüman üe kâfir arasında yardımlaşmayı ye iman noktasından olan veiâyeti ve dostluğu ortadan kaldırmaktadır. Durum böyle olunca, evlilik ve miras hadisesi de daha evleviyet ve öncelikle yasaklanmış bulunmaktadır. Böylece müslüman olan kimse, âlemlerin Rab-bi olan Allah'a tam bir teslimiyetle, her şeyden arınarak teslim olabilsin. Müslümanın yaşaması da ölümü de Allah'ın her bakımdan sağlam olan metodu ve hikmetlerle dolu olan şeriatı üzerinde olabilsin.
Bu sayede müslümanın hayatında tam anlamıyla bir seçkinlik ve üstünlük gerçekleştirilmiş olunur. Müslüman anık Allah'dan başkasına ibadet etmeyecek, boyun eğmeyecektir. Allah'dan başka bundan böyle bir şey istemeyecektir. Umudu, isteği, rızık açısından arzulan sadece ve sadece Allah'dan olacaktır. İster kolay ve ister büyük bir iş olsun, bütün bunlarda Allah'ın iradesinin dışında bir şey düşünmeyecek ve istemeyecektir. İşte Allah'a gereğince teslim olmanın manası budur. İtaat etmenin ve boyun eğmenin anlamı bundan başkası değildir.
islâm dini sadece insanın muhteva olarak seçkin olmasıyla yetinmez. İslâm, kendi şahsında müslüman, genel plânda müslüman ve yine umumi hatları itibariyle de İslâm toplumu için vardır. İşte onun seçkinliği kendisini bu noktalardan da gösterir. Bunun içindir ki, İslâm'da kâfirlere benzememekten nehyedilmesi, inancımız ve akidemiz gereği Rabbani sorumlulukların biridir.
Nitekim Kitap ve Sünnet bu mesele ile ilgili olarak bir hayli delil ile dopdolu bulunmaktadır. Zira dış görünüm itibariyle kâfirlere benzemek, bir süre sonra insana, onlann.akide ve inançlarını da benzetir, onların akidelerine de benzeyiş itibariyle yönelmeye başlar, veya onlara sevgi beslemeye, onlar gibi hareket etmeye, onların arzu ve istekleri doğrultusunda, onlarla uyum göstermeye gidebilir. Kısaca müslümanı hep hayatı ve yaşayışı itibariyle başkasına meyleden bir hale getirir. Öyle ki müslümanı her çağıran sese eğilmeye götürür.
Kaldı ki Allah (c.c), müslüman için izzet, şeref ve üstünlük istemektedir, asil olmasını dilemektedir. Eğer biz Kur'an'ın eğitim ve terbiyesine eğilecek olursak, şu gerçeği görmüş olacağız. İslâm, öncelikle uzun bir süre, müslümanları en sağlam ve doğru bir akide üzerinde eğitip terbiye etmiştir. Yani henüz îslâmî teklif ve yükümlülükler gelmezden önce, İslâm kendi bağlıları olan müslümanları, sağlam bir akide ve iman temeli üzerine oturtmuştur. Ne zamanki bu mübarek ağacın tohumlan ruhlar üzerinde etkinliğini gösterdi, kalplere iyice yerleşti, bundan böyle sorumluluklar da birer birer geldi. İşte bu iman ve İslâm terbiyesiyle müslüman eğitile eğitile en yüksek tepe noktasına tırmandırılmış olunmaktadır.
İşte bu eğitimin bir devamı olarak Medine döneminde kâfirlere benzeme ile ilgili yasaklama gelmiş bulunmaktadır. Bu yasaklamanın da ci-
had hükmünden sonra geldiğini görmekteyiz. Bunun sebebi islâm toplumunu her türlü yabancı unsurlardan arındırılmasını sağlamak, yabancı bir unsurun İslâm toplumuna girmesini önlemektir.
Aynı zamanda İslâm, örnek bir İslâmî şahsiyetin veya kişiliğin gelişmesine de çok özen gösterir, bu noktada buna düşkün ve haristir. Kaldı ki İslâm, akidesi, muhtevası, özü itibariyle de bir tektir, eşsizdir. İslâm aynı zamanda yapısı ve görünümüyle de böyledir. İşte bütün bu sebeplerden dolayı İslâm'a bağlı olan kimselerin de, İslâm, seçkin olmasını ister. Çünkü Allah (c.c), onları zulmün karanlıklarından İslâm aydınlığına çıkarmıştır.
Halbuki günümüz dünyasındaki müslümanlar, her konuda körü körüne başkalarına tabi olmaları sebebiyle helâl olmuşlardır. Bu tabi oluş ve kâfir batılıya kendisini benzetmesi, imanlarının zayıf olmasından kaynaklanmaktadır. İman zayıf olunca da, ilericiliğin bir simgesi olarak kendilerini kâfir batılıya benzetmekte buluyorlar.
Bu konuda Prof.Muhammed Esed diyor ki:
"...Bu insanların çok sathî ve yüzeysel planda düşündüklerini gösterir. Onlar herhangi bir medeniyet veya uygarlığı taklid edebileceklerini, hayatın dış görünümü itibariyle bunu uygulayabileceklerini ve fakat bu uygulamanın aynı zamanda ruhlarında ve özlerinde herhangi bir etkilerinin olmayacağına inanırlar. Derler ki, biz özde değişmedikçe şekli bir değişikliğin bizim inancımız ve itikadımız üzerinde herhangi bir etkisi olmayacaktır.
"Esasen uygarlık öyle şekli anlamda boş bir şey ifade etmez. Fakat herhangi bir medeniyet, aynı zamanda canlı bir hayat demektir. Biz o medeniyeti aldığımız andan itibaren, şeklini kabullenmekle, onun beraberinde getirmiş olduğu etkin faktörleri de aynen kabul etmiş oluruz, demektir. Çünkü bu, içimize etki eden ve gerçekten önemli bir rol oynayan faktördür. Medeniyeti şekil itibariyle almakla, giderek bu şekil yönü bizim akıl ve düşüncemiz üzerinde de etken olacak, en azından sağlıklı düşüncemizi önleyecektir, hem de bu konuda hiçbir mülahazaya varmaksızın, akıl üzerinde bir yavaşlık gösterecektir.
"Hz. Peygamber (s.a.v.): "Kim kendisini bir kavme (topluma) benzetirse o da onlardandır.”[131] hadisini söylediği zaman, zaten bu benzemece"" benzetmenin ölçüsünü takdir buyurmuşlardır. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bu hadisi, meşhur bir hadistir. İşte bu meşhur hadis, işin sadece edebiyat yönünü ifade etmek için değildir. Bu, kesinlikle uyulması gereken bir hükmü ifade eden bir tabirdir. Bu, şunu göstermektedir. Müslümanlar bir başka medeniyet veya uygarlığı taklid etmek suretiyle o medeniyetin içinde eriyip gitmesinler.
"İşte işin bu yönü itibariyle, toplumsal hayat noktasından bizim, (önemli olan) ile (önemli olmayan) arasında bir fark görmememiz mümkün değildir. Bu dış yön itibariyle benzeme, "sadece büyük bir hatadır" demek değildir. Meselâ giyim itibariyle onlara benzesek de, "ne var ki, bu sadece dış görünüşü ilgilendiren bir konudur" diye farzetsek ve böylece yola çıksak, bu, yanlış olur. "Bu dış benzeyiş yönünden müslümanın hayatından endişeye yer yoktur, zira aklî ve ruhî yönünü ilgilendirmemektedir, demek doğru değildir.
Genel olarak medeniyet veya uygarlıklar, uzun bir süre bir toplumu etki altına alırsa, bu belirli bir yönden olsa bile, yine bazı yönlerden ruh ve öz üzerinde etkisi olur. Meselâ herhangi bir medeniyeti ele aldığımızı düşünelim, bu, giderek kişilerin, milletlerin ve toplumların bediî olan idrakine ve eğilimlerine tesir eder. İlk önce belli bir tarafını benimseyerek başlar ve bu giderek, devamlı olması halinde, bu devamlılık ve süreklilik müddetince o toplumun düşünce ve inançları üzerinde belli yönlerden etki eder, eğilimlerinde farklılık olmasına götürür. Kişiye Avrupalılık giysi-sini°giydirdin mi, bundan böyle müslüman, düşünce bakımından kendisi ile bir Avrupalı arasında herhangi bir farkın olmadığını, kendisinin de onun gibi düşünmeye başladığını görür, buna uyum da gösterir. Şekil bakımından bu benzerlik sonunda düşünce alanını da^tesir^altma alır. Kişi böylece yepyeni bir elbise giymiştir, yaptıkları ile düşündükleri arasında da bir uyum meydana gelir, böylece de müslüman okluğunu, ifade eder. Halbuki kendisini bağlı bulunduğu toplumun kültürel imkânlarından soyutlamıştır, kendi toplumunu taklid etme zevkinden kopmuştur. Akla kul olma elbisesini giymiştir. Ona bu yeni elbiseyi giydiren ise, yabancısı olduğu batı uygarlığı olmuştur.
"Müslüman Avrupalıyı giyimde, kuşamda,adet ve törelerinde,hayat tarzlarında taklid etmeye başlayınca,kendisi her ne kadar benim davam,ve amacım budur,demiş olsa bile o bizzat fiilen Avrupa uygarlığını tercih ettiğini açıklamış olmaktadır. Çünkü davranışları ve düşünceleri,bunu yanıtmakadır. Bir kimse medeniyet ve uygarlık olarak batıyı tasvip edecek, yabancı kültürleri üstün görecek, bunu, onun bediî akıl ve düşüncesine göre, amaçlarına uygun olarak sürdürecek, sonra da kalkıp, "bunun benim özüm ve ruhum üzerinde bir etkisi olamaz" diyecek, bu, yanlıştır. Kişi, kendi dininin temeline ruh ve özde aykırı bir uygarlığı düşünecek, tatbik edecek, sonra da "ben tam bir müslümanım" diyebilecek, işte bu mümkün değildir.
"Aslında yabancı bir medeniyete karşı eğilim göstermek, şuur ve düşünce yapısı itibariyle, bir eksikliğin sonucudur, başka bir şey değildir. Bugün müslümanların başına her ne gelmiş ise hepsi batı uygarlığını taklid etmekten kaynaklanmaktadır."[132]
“Allah (c.c), bu işten, Muhammed (s.a.v.) için bir şeriat var etmiş ve bunu onun için uyulması gereken bir yasa yapmıştır. Bu yasaya (şeriata) uymayı da ona emir buyurmuştur. Aynı zamanda Hz. Muhammed (s.a.v.)'i, bilmeyenlerin heva, istek ve tutkularına uymasını da yasaklayıp menetmiştir. Burada: "Bilmeyenler" ifadesine şeriata karşı olan ve muhalefet eden tüm unsurlar dahildirler. Bunların hevaları ise akıllarının estiği gibi davranmaları, müşrik unsurların yapageldikleri şeylerdir. Bunlar görünürde ne gibi davranışlara sahipseler, bunların tamamını kapsar. Çünkü bunların batıl dinleri ve bu manadaki şeyler bu tür yanlış ve İslama aykırı şeyleri gerektirir. O halde onların görünürde yapageldiklerini işlemek, bu konuda onlara muvafakat edip, onlarla uyum sağlamaktır. Bu da onların arzu ve isteklerine uymak anlamındadır. Nitekim bunun içindir ki, bazı hususlarda müslümanların kendilerini taklid etmeleri, onlara muvafakatlan sebebiyle, kâfirleri sevindirir, bu gibi şeylerden ötürü onları mutlu kılar.
Yapılan iş veya hareket ve davranış onların heva ve isteklerine tabi olmak ve boyun eğmek anlamına gelmediğini farzetsek bile, şurası kesinlikle unutulmamalıdır ki, onların sundukları bir şeyde, onlara muhalefette bulunmak meselesi, "Onların heva istek ve arzularına uyma" meselesini kökünden kazıyıp silecek ve o işi terketme bakımından da Allah'ın rızasını ve hoşnudluğunu kazanma bakımından çok daha büyük bir yarar ve yardım getirecektir.[133]
Bir. başka delil. Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Sen onların milletine (dinlerine) uymadıkça, yahudi ve Hıristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olacak değillerdir. De ki: 'Kuşkusuz doğru yol, Allah'ın gösterdiği dosdoğru yoldur/ Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların heva (arzu ve tutku) larına uyacak olursan, senin için Allah'tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı." (Bakara, 2/120)
Şimdi bu ayete dikkat edecek olursak, Rabbim burada "Onların milleti yani dini" durumunu belirtirken, peşinden de "Onların nevalarına" uyma yasaklığı gündeme getirilmiş olmaktadır. Çünkü küfür toplumu, kesinlikle, bir toplum onların dinlerine girmedikçe, onların arzulan doğrultusunda hareket etmedikçe bundan hoşnud kalamazlar. Mutlak bir şekilde onların dinlerine uyulmalıdır ki, senden hoşnud kalabilsinler, ister az ve ister çok olsun, kesinlikle onlara tabi olmaktan, neva ve arzulan doğrultusunda hareket etmekten menedüme vardır. Şurası da bilinen bir gerçektir ki, bunların üzerinde bulundukları din ve inançlarına tabi olmak, bir tür, onların arzularına, neva ve isteklerine tabi olmak anlamını taşır. Veya onların arzu ettikleri şeylere tabi olma zanm uyandırır.[134]
Yine Kur'an'dan deliller sunmaya devam edelim. Bakara sûresinden bir âyet, kıblenin Kudüs'ten Kâ'be yönüne doğru değişmesiyle ilgilidir. Rab-bimiz bu âyetlerde şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun ki, kendilerine kitap verilenlere (yahudi ve hıristiyanlara) her ayeti (delili) getirsen, yine de onlar senin kıblene uymaz; sen de onların kıblelerine uyacak değilsin. Hatta onlardan bir kısmı, bir kısmının kıblesine de uymaz. Andolsun, eğer sen gelen bunca ilimden sonra onların neva (arzu ve istek) larına uyacak olursan, kuşkusuz, o zaman zalimlerden olursun." (Bakara, 2/145)
"Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu (peygamberi), çocuklarını tanır gibi tanırlar. Buna rağmen içlerinden bir bölümü, bildikleri halde mutlaka gerçeği gizlerler."
"Gerçek (hak) Rabbindendir. Şu halde sakın kuşkuya kapılanlardan olma."
"Herkesin (her toplumun) yüzünü kendisine doğru çevirdiği bir yön vardır. Öyleyse hayırlarda birbirinizle yansınız. Her nerede olursanız, Allah sizleri bir araya getirecektir. Hiç şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir."
"Her nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Şüphesiz bu, Rabbin'den olan bir haktır. Allah, yapmakta olduklarınızdan gafil değildir."
"Her nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Siz de her nerede olursanız yüzünüzü onun yönüne çevirin. Öyle ki onlardan zulmedenlerin dışında insanların, size karşı kullanabilecekleri delilleri olmasın. Onlardan korkmayın, Ben'den korkun, üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım. Umulur ki hidayete eresin iz." (Bakara, 2/146-150)
Seleften, yani önceki geçmiş alimlerden birçokları bu âyetleri şöyle yorumlamışlardır:
"Yahudiler, kıbleleri olan Kudüs'e yönelmemiz sebebiyle, bir delil ve hüccet ileri sürerek, şöyle konuşmasınlar: "Kesinlikle bu insanlar yani müslümanlar, bizim yöneldiğimiz kıbleye, Kudüs'e yönelmektedirler. Yakında bizim dinimize de uymaları ihtimal dahilindedir! İşte bu manada bir delil ileri sürmemeleri için Rabbimiz, onlara kıble bakımından bile muhalefeti kesinlikle emir buyurdu. Her şeyden yüce ve münezzeh olan Rabbimiz, kıblenin feshi meselesindeki hikmeti ve değişmeyi şöyle açıklamaktadır: Kıble noktasından kâfirlere muhalefetin sebebi,batıl olan hususlarda onlara özentiden ye benzemekten kesinlikle ilgiyi ve münasebeti kesmek içinindir. Bu meseleyi böyle anlamak, hemen her muhalefet ve muvafakat konularında sabit ve geçerlidir. Çünkü kâfirlere ait olan herhangi bir hususta, ona tabi olmak ve uymak, onun eline bir delil vermek anlamını taşır. Bu da tıpkı yahudilerin elindeki kıblenin bir delil ve hüccet olarak ileri sürülmesi gibidir veya buna yakın bir anlam taşır.[135]
Herhangi bir halde veya konumda onlara benzemenin yasak olduğunu belirten delilleri Kur'an sıralıyor:
"Öyleyse dosdoğru yolda devam edin ve bilgisizlerin yoluna uymayın." (Yunus, 10/89)
Yine Rabbimiz buyuruyor:
"Bozguncuların yoluna uyma." (A'raf, 7/142)
Bir başka âyette Rabbim buyuruyor ki:
"Kim de kendisine dosdoğru yol apaçık belli olduktan sonra, peygambere muhalefet ederse ve müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü şeyde bırakırız ve cehenneme sokarız." (Nisa, 4/115)
İşte sunmuş olduğumuz tüm bu deliller, müslüman olmayan unsurlara, yahudi ve hıristiyanlara muhalefet etmenin ve onlara benzemeyi ter-ketmenin meşruluğunu göstermektedir.[136]
Hz. Peygamber (s,a.v.)'in sünnetinden bu konuya ilişkin deliller ise bir hayli çoktur. Bunlardan bir tanesi Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şu mealdeki hadisleridir:
"Kim bir kavme kendini benzetirse o da onlardandır."[137] îbnn Teymiye bu hadisin isnadının sağlam olduğunu söylerken, aynı zamanda der ki: En azından bu hadis, insanın kendisini kâfirlere benzetmesini haram kılmaktadır. Gerçi ilk bakışta bu, kendisini kâfirlere benzetenin kâfir olduğunu da gösterir ama, hiç olmazsa bu, haramlığın bir delilidir. Çünkü aşağıdaki âyete baktığımızda teşebbüh yani kendini kâfirlere benzetme küfrü gerektirir. Rabbim buyurur ki:
"Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır." (Maide, 5/51)
Bu da aynen Abdullah b. Amr'ın söylediğine benzemektedir:
"Kim müşriklerin yurdunda kalırsa, onların yılbaşlarına (nevruzlarina) katılır ve bayramlarını kutlarsa ve ölünceye dek (ölüm kendisine gelinceye dek) kendisini onlara benzetirse, bu da onlarla beraber kıyamet gününde haş rolü nacaktır.''[138]
Bu, küfrü gerektiren mutlak teşebbühe, kendini kâfire benzetmeye yorumlanıyor, kimi zaman ise şöyle yorumlanmıştır: Kişi kendisini onlara benzettiği oranda, benzeşme ölçüsüne göre küfre girer veya onlardan sayılır. Durum ister küfür olsun, ister masiyet olarak değerlendirilmiş olsun, veya küfrün yahut masiyetin bir şiarı olmuş olsun, hüküm aynıdır, durumda bir farklılık söz konusu değildir.
Bir başka durum var ki, adam bir fiil veya iş işlemektedir. Yaptığı bu iş veya fiil ve davranışı bir başkası da yapmakta, her ikisi de yaptıkları bu işte ittifak etmekte ve benzeşmektedirler. Ancak yapılan bu işi, biri diğerinden almamıştır. Kısaca ortak bir özellik görülmektedir. Böyle birinin diğerinden almadığı ve fakat ortak özellik taşıyan şeylerde de benzeşme veya kendisini benzetme hükmü aynen geçerli midir, yoksa bir başka türlü mü değerlendirilir? İşte böyle bir şeyin benzeşme veya kendisini benzetme olması konusunda kesinlik yoktur. Fakat bununla beraber, mademki yapılan o davranış kâfirlerinkiyle bir uyum göstermektedir, durumun benzeşme ve kendini benzetmeye varmaması bakımından bunun yasaklanması ve nehyi güzel olur. Zira aynı zamanda böyle bir davranışı yapmamakta onlara muhalefet hükmü de yer almaktadır. Bu itibarla yapılan bir davranış şayet kâfirler tarafından da işleniyorsa, her ne kadar bu fiil onlardan alınmış değilse de, görünürde bir benzerlik olmasın diye, onlara muhalefet için bu nehyedilir, yani yasaklanır.[139]
Yine Hz. Peygamber'in sünnetinden delil sunmaya devam ediyoruz. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
"Sizler kesinlikle, sizden öncekilerin yollarını karış karış ve arşın arşın izleyeceksiniz. Öyle ki onlar bir kelerin deliğine girseler, onların peşinden gireceksiniz." Sahabe diyor ki: "Ey Allah'ın Rasûlü, bunlar yahudiler ve hıristiyanlar mı?" diye sorduk. Hz. Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurdular: "Ya kimler olacak?"[140]
Yine Sahih'te rivayet olunduğuna göre, Abduliah b. Ömer (r.a.) anlatıyor:
"Sahabe Hz. Peygamber (s.a.v.) ile birlikte Semud kavminin toprağı olan Hicr denilen yerde konakladılar. Buradaki kuyulardan su çektiler ve bu su ile hamur yoğurdular. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.), onlara, buradaki kuyulardan çekmiş oldukları suları dökmelerini ve yoğurdukları hamurlan da develere yem olarak yedirmelerini emretti. Hz. Peygamber, ashabına, her zaman develerini götürüp suladıkları kuyudan su ihtiyaçlarını karşılamalarını kendilerine emretti."[141]
Müşriklere ait bir ağaç vardı. Müşrikler bu ağaca silâhlarını asıyor, "Zatu Envat" adım veriyorlardı. Müslümanlardan bazısı, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e dediler ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Müşriklerin silâhlarını astıkları bir ağaçlan (zatu envatı) olduğu gibi sen de böyle bir zatu envat edin-sen olmaz mı (bize izin verir misin)? İşte böyle bir durum karşısında Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdular: "Allahu Ekber! Siz de, tıpkı Hz. Musa'nın kavminin Hz. Musa'ya: "Onların ilâhları olduğu gibi, bizim için de bir Üah yap" dedikleri gibi demiş oldunuz. İşte o, bir toplumun gelenekleri ve adetleridir. Siz de kesinlikle sizden öncekilerin adetlerine ve geleneklerine yönelip bineceksiniz."[142]
Hz. Peygamber (s.a.v.), mücerred manadaki bir ağaçtan onları menetmektedir. Halbuki onlar bunun gölgesinde barınacaklar ve onların yaptıkları gibi silâhlarını dallarına asacaklardı. O halde bundan çok daha büyük bir tehlike arzeden müşriklere kendisini benzetme noktasında veya bizzat şirk olan bir şeyde nasıl susulabilir ki?[143]
Acaba bunlardan hangisi daha büyük bir tehlike oluşturmaktadır? Hayret! Düşünün bir kere, silahlarını asacakları bir şeyden menediliyorlar. Çünkü burada kâfirlere benzeme olayı gündeme gelmektedir. Veya içinde teşriin (yasamanın), helâl ve haram kılmanın, ilzam etmenin ve cezalandırmanın yer aldığı bir hayat nizamı ki, bu, temel itibariyle kâfirlere muhalefete dayanmaktadır.
Yine yahudi ve hiristiyanlara, kısaca kafirlere muhalefete ve onlara kendisini benzetmekten menedilmesine ilişkin sünnetten bir başkaca delil. Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadırlar:
"Gerçekten yahudi ve hıristiyanlar (saç ve sakalını) boyamazlar. O halde onlara muhalefet edin."[144]
Yine Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadırlar:
"Yahudi ve hıristiyanlara muhalefet edin. Çünkü onlar, ayakkabıları ve mestleriyle namaz kılmazlar (ibadet etmezler)."[145]
Yine Rasûlüllah
(s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Bizden başkasına kendisini benzeten bizden değildir:”[146]
Kuşkusuz bu deliller ve daha bir çokları şu gerçeği amaçlamış olmaktadırlar: Kötülüklerin gelebileceği kapıları ve yolları tıkamak esastır. Zira dış görünüş itibariyle müşabehet, yani benzeşme, giderek yapılan işlerde, amelde ve maksatta da benzemeyi getirir.[147]
Ancak bazı durumlar var ki, görünürde kimi zaman kâfirlere müşareket yani bir tür ortak yönler olmasını gerektirir, işte böylesi bir muvafakat ne zaman olur ve muhalefet ne zaman başlar?
Şeyhu'l-İslâm Ebu Abbas Ahmed b. Teymiyye (rh), bunu şu cümleleri ile cevaplıyor:
Aslında bunlara muhalefet etmek, ancak müslümanın din noktasından üstünlük elde etmesinden sonradır ve yücelmeyi sağlamasıyla mümkün olabilir. Bu ise cihad yoluyla elde edilir. Düşman durumundaki kâfirleri cizye vermeye ve onları küçük düşürmeye mecbur kılmakla sağlanır. Bilindiği gibi, müslümanlar işin başında zayıf ve güçsüz iken, kendilerine müşrik ve kâfirlere muhalefet etmeleri meşru kılınmamıştı. Fakat din kemale erince, üstünlük kazanıp varlığını gösterince bu muhalefeti de beraberinde getirmiş oldu. Böylece kâfirlere muhalefet meşru kılınmış oldu.
Bunun gibi durumlarda acaba bugün için ne söylenebilir? Zira yukarıdaki ifadeler, İbn Teymiyye'nin kendi çağıyla ilgili bulunmaktadır. Acaba o çağları izleyen daha sonraki çağlarda durum nasıl değerlendirilmelidir?
Şayet bir müslüman Daru'l-Harp'te ise veya Daru'1-Harp olmayan bir küfür diyarında ise, bu durumda müslüman, kendisine zarar gelebilecek dış benzerliklerde, onlara muhalefet ile memur değildir. Bu hususta onlara muhalefet edecek diye bir durum söz konusu değildir. Hatta kimi zamanlarda müslüman kişi için, zahirdeki (dıştaki) hususlarda onlara benzemesi müstahap veya bu, kendisi için vacip yani gerekli olabilir. Fakat bu gibi durumların da mutlaka dini noktadan bir maslahata dayanması gerekir. Meselâ onları dine davet etmek gibi, veya onların içyüzlerini öğrenerek, bunu müslümanlara bildirmesi veya müslümanlara gelebilecek bir zarar veya tehlikeyi önlemek için yapması ve bu gibi şeyler ki, bütün bunlar güzel ve iyi maslahata ve amaca bağlı bulunmaktadır. Fakat Daru'l-İslâm olan bir ülkede, Allah'ın hicret yoluyla orada üstün ve güçlü kıldığı dininin hakim olduğu bir ülkede, kesinlikle kâfirlere muhalefet meşru kılınmıştır. Burada kâfirler küçük düşürülecekler ve kesinlikle kendilerinden cizye, yani vergi alınacaktır. Çünkü güç müslümanlarındır.
Zaman ve durumlara göre bu kimselere muvafakat ve muhalefetin ortaya çıkması, aynı zamanda hadislerin de gerçek manalarının ortaya çıkmasıdır.[148]
İslâm alimleri -Allah kendilerine rahmetiyle muamelede bulunsun- bu hususta gerçekten güzel bir kural ortaya koymuşlardır. İbn Kayyım'ın da söylediği gibi şeriat bu temele dayanır, halkın durumu ve işi bu hesaba bağlıdır. Bu gerçek de şudur:
İki maslahattan en büyüğünü ve en yücesini tercih etmek. Şayet iki mefsedetin, kötü şeyin en kötüsüne düşmek yerine, daha aşağı bir derecede ve durumda olan bir maslahatın kaçırılması gerekse de, en büyük mefsedet yerine bu, kabul edilir. Çünkü daha büyük bir zararın önlenmesi için böyle yapılması gerekmektedir. Bir maslahatı kaçırır ama, böylece daha büyük olanını kaçırmamak amaçlanmıştır. Bir mefsedet ve hata irtikab ediliyor ve işleniyor ama, bununla daha büyük bir tehlikenin ve mefsedetin işlenmesinin önüne geçiliyor.[149]
Fakat bütün bunlara rağmen müslüman için gerekli olan şey, dikkatli olmasıdır. Zira bu öyle kolay kolay bilinebilecek bir iş ve bir mesele değildir. Ancak bu, Allah'ın bir kulunun kalbine vereceği bir ilham ile bilinebilir, basiret isteyen bir iştir. Böyle bir imkana sahip olabilmek için de kişinin hemen her bakımdan Rasülüllah'a kesinlikle tabi olması, Allah (c.c), nezdinde üstün olan amellere titizlikle uyması sayesinde kazanılır. Bu amellerin Allah'a en sevgili olanı hangisidir ve Allah'ın hoşnudluğunu kazandıranı hangisidir, bunu yapmakla sağlanır.[150]
Biz, kitap ehline hangi hususlarda muhalefette bulunmak durumunda olabiliriz, bunun etraflı olarak açıklanmasını istersek, bu meseleyi üç kısım altında ele alabiliriz.[151]
1- Her iki şeriatta da meşru olan şeyler veya bizim için meşru olduğu gibi, onların da işledikleri şeyler. Meselâ, Aşure gününde oruç tutmak gibi, namaz ve orucun aslında bunlarda da olması gibi. Fakat burada bir incelik bulunmaktadır. Bu gibi ibadet olan şeylerde onlara muhalefette bulunmak, yapılan işin sıfatında yani niteliğindedir. Mesela bizim bu orucu hem dokuzuncu ve hem onuncu günü tutmak suretiyle yerine getirip, böylece onlara muhalefet etmekteyiz. Yine kitap ehline muhalefet olsun diye, iftar yapmada ve akşam namazını kılmada acele davranmak gibi. Yine bunlara muhalefet olsun diye, sahuru geciktirmek, yahudilere muhalefet olsun diye mestlerle namaz kılmak gibi. İşte gerek ibadetlerde gerekse adetlerde buna benzer birçok husus vardır.
2- İlk başta meşru olmasına rağmen, sonra tamamen neshedilen, yani yürürlükten kaldırılan şeyler: Meselâ: Cumartesi günü gibi. Veya orucun yahut namazın farziyyeti gibi. İşte bu hususta onlara muvafakatta bu-lunmaktan nehyedilmiştir, burada yasaklama söz konusudur.
Aynı zamanda durum bunların bayramları için de böyledir. Zira meşru bayramlarda, kimi ibadetler ya vacip olarak veya müstahap olarak vardır. Meselâ namaz gibi, zikir, sadaka, ibadetler gibi şeyler hep meşru olan şeylerdir. Bu gibi bayramlarda kimi şeyler var ki, bunlar mubahtır, kimisi müs-tahaptır, kimisi de vacip olabilir. Bunlar da insanların nefis ve ruhları açısından bir payı olan adetler ve gelenekler olabilir. Meselâ: Bolca yemek yedirme ve elbiselerde, giysilerde görülen iyilikler bu türden şeylerdir.
Fakat bu manada meşru olmayan ve ibadet diye sunulan batıl şeylerin, adetlerin, töre ve geleneklerin hiç birisi meşru değildir, geçerli değildir.
İşte bunun içindir ki, bize iki bayramda yedirmek vacip olmuştur. Bu iki bayramdan birinde namaz ile birlikte fıtır sadakası meşru ve vacip kılındığı gibi, diğerinde de namazla birlikte kurban kesmek meşru ve vacip kılınmıştır. Dikkat edilirse her ikisinde de bir yedirme sözkonusudur.
İşte kitap ehline, mensuh olan yani hükümleri yürürlükten kaldırılan ibadetlerde ve adetlerde uymak, onlara muvafakatta bulunmak, bu iki hususun her ikisinde veya bir tanesinde uyum sağlamak, temelde meşru olan şeylerde onlara muvafakat etmekten daha kabih ve çirkindir. Bu yüzden onlara bu gibi şeylerde muvafakat haram kılınmıştır. Ancak birinci kısım da, muhalefet etmeme haram olmayıp mekruh olmuş olur.
3- İbadetlerde, geleneklerde veya her ikisinde birden ortaya koydukları şeyler. Bunlar çirkinin de ötesinde çirkindir. Kabinin kabinidir. Mesela müslümanlar herhangi bir şeyi veya yeniliği ortaya koysalar, bu, çirkin ve kabih görülmektedir. Zira herhangi bir peygamber böyle bir şeyi kesin bir şekilde meşru kılmış değildir. Şimdi bu gibi bir işi bir müslüman değil de bir kâfir ortaya koymuş ise, artık bunun kötülüğü ve çirkinliği, kabih-
ligi konusunda bir tartışmaya bile yer yoktur. İşte bu gibi bir hususta onlara muvafakat etmek, kötülüğü açık bir şekilde ortadadır. Bu, işin bir temeli ve esasıdır.
Bir başka temel ve esas ise* herhangi bir ibadet, adet veya her ikisi konusunda teşabüh ve benzeşmenin olmasıdır. Dolayısıyla bu durum da ümmet içinde meydana getirilen şeyler ve bid'atlerden olmaktadır. Biz, onların damgasını taşıyanlar hakkında konuşmak istiyoruz. Fakat bizim için meşru olanlar hakkında veya bizden önce büyüklerimizin (selef alimlerimizin) işledikleri için bir şeyler söyleyecek değiliz.
Bu üç maddeyi şöylece özetleyebiliriz. Birincisinde görüldüğü gibi yapılanlar ve işlenenler mekruhtur. İkinci maddede yer alanları işlemek haramdır. Üçüncüsünde yer alanları yapmak ise daha ağır bir şekilde haram kılınmıştır.
Burada fazladan birtakım şeyler söylemek isteriz:
Aslında sari (kanun
koyucu), hüküm koyucu, hiçbir hayır bırakmaksızın hepsini ümmete göstermiştir.
Aynı zamanda hiçbir şer ve kötülük de bırakmaksızın, hepsi hakkında gereken
uyarıyı yapmıştır. Zahirî ve görünürdeki şeylerde, kafirlere muhalefeti
emreden Şari-i Hâkim, bunu birkaç yüce hikmet sebebiyle yapmıştır.[152] Bu
hikmetlerden bazısı şöyledir:
1- Zahiri şeylerde esasen müşareket yani ortaklık, iki müteşabih yani benzeşme arasında tenasüb ve teşakül yani benzeşmeyi getirir. Bu ise kişiyi ahlâkta, yapılacak işlerde onlara muvafakat etmeye götürür.
Zira bu, yaşanılan ve duyulan bir haldir. Meselâ üzerine savaş kahramanlarının ve askerlerinin elbisesini giyenler, kendi kendine onlar gibi olmaya, onların huyu ile huylanmaya çalışır. Neredeyse karakterleri o askerlerin karakterine tıpa tıp uyar. Ancak biri çıkıp da kendisini böyle bir işten menetmesi halinde, bundan kurtulabilir.
2- Aslında görünürdeki şeylerde muhalefet, zıtlık ve ayrılık meydana getirir. Yine gazabı ve sapıklık sebeplerini gerektirecek şeylerle de ilginin kesilmesini sağlar. Hidayette olanlara, Allah'ın rızasına göre hareket edenlere de bir şefkat ve acıma getirir. Böylece Rabbimiz kendisinin felaha eren ordusu ve askeri ile, hüsrana uğrayan düşmanları arasındaki muvalatın kesilmesini de gerçekleştirmiş olur.
Kalb hayat itibariyle ne kadar tam ve mükemmel olursa, bizzat İslâmın ne olduğunu yine İslâmî ölçüler dairesinde bilirse, işte böyle bir durumda ancak hem içten ve hem dıştan yahudi ve hıristiyanlardan ayrı olmanın, uzak durmanın anlamını da o derece mükemmel bir şekilde anlamış olur. Ben gerçek hayat ve İslâm derken, sadece sözde müslüman adım taşıyanı veya mücerred yani soyut anlamda ben içten tam olarak inanıyorum diyen kimseleri kasdediyor değilim. Kitap ve Sünnetin öngördüğü ölçüde yahudi ve hıristiyanlardan ayrı olmanın, onlardan uzak durmanın manası gerçek olarak anlaşılmış olur. Yine bunların bazı müslümanlarda var olan onlara ait ahlâk ve huylarından da uzaklıkları gerçek anlamıyla ortaya konulmuş olur. Bu suretle de gerçek müslüman, sözde müslüman-lardan gereğince uzak kalır.
3- Yahudi ve hıristiyanlara, mevcut görünürdeki yollarına uymak, onlara bu hususta uyum göstermek, yine zahiri anlamda onlarla bir arada olmayı da netice itibariyle doğurur. İş öyle bir noktaya gelir ki, hidayete ermiş, Allah'ın hoşnutluğuna hak kazanmış olanlarla, gazaba uğramış ve dalâlete sapmış bulunan kimseler arasındaki belirgin özellikler de ortadan kalkıp kaybolur. İşte bunlar ve benzeri hikmet sebepleri bu işin önemini göstermiş olmaktadır.
Esasen bu müşabehet ve müşareket sadece mubah olan ve zahirde sembol anlamını taşımayan şeylerde böyledir. Bu durumda kişi, onlara müşabehetten ve benzeşmekten tamamen soyutlansa da, farketmez. Fakat şayet dıştaki benzerlik, zahiri anlamda bu sembolleri ve yolları gerçekten küfrü gerektiren şeylerden ise, bu takdirde yapılan iş de küfrün bir şubesi durumunda olur. Bu gibi şeylerin herhangi birisinde onlara muvafakat etmek, bir tür onların dalâleti ve masiyeti olarak yapılmış olunur. İşte bu, gerçekten bilmemiz gereken temel bir unsurdur ve çok dikkat etmemiz gerekir.[153]
Bayramlar, bir ümmetin veya milletin belirgin özelliğini taşır. Ben buj rada yahudi ve hıristiyanlara kendini benzetmeyle ilgili olarak bir tek ör| nek seçtim. Bunun haramlığım yani bu manada onlara kendini benzetme! nin haramlığım gösteren birçok deliller yer almaktadır. Bu deliller, Kitaptan, Sünnetten, icma ve kıyastan oluşmaktadır.[154]
Şu ayet-i kerime Kur'an'dan bir delildir:
"Ki onlar zûra tanıklık etmezler (şehadette bulunmazlar)." (Furkan, 25/72)
İmam Mücahid, bu âyetin tefsir ve yorumunu yaparken, burada göçen "Zûr" ifadesini müşriklere ait bayramlar olarak değerlendirmektedir. Nitekim Rebî' b. Enes, Kadı Ebû Ya'lâ ve Dahhak da bu manada görüş ortaya koymuşlardır.[155]
Mademki Allah (c.c.) "Zûr" olarak değerlendirilen şeyleri terkedenleri övmektedir. Hem de mücerred manada oraya gidip onların bayramlarını, törenlerini terkedenleri veya dinlemeyenleri Rabbim övmektedir. Bu da göstermektedir ki, bunun çok çok üstünde olan hususlarda onların yaptıklarını yapmada, Rabbim nasıl buna izin verebilir veya bunu uygun görebilir. Ki bu, her türlü hatayı, günahı ve hatta küfrü içine alan "Zûr" ifadesinin içinde yerini bulmaktadır. Bu sadece gidip ona şahit olma ve tanıklık etme demektir.
Sünnetten delil ise şöyledir: Enes b. Malik (r.a.)'in rivayeti şöyledir: Demiştir ki: "Rasûlüllah (s.a.v.) Medine'ye geldiğinde, Medine'lilerin iki günleri vardı ki, onlar bu iki günde oynayıp eğlenirlerdi. Bunu gören Ra-sûlüliah (s.a.v.): "Nedir bu iki günün önemi?" diye sordular. Medineliler: "Cahiliyet döneminde değer verip oynadığımız iki gündür" diye cevaplandırdılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular:
"Allah (c.c),
gerçekten sizin için bu iki günü çok daha hayırlı olan başka iki gün ile
değiştirdi. Birisi Kurban bayramı günü ve diğeri de Ramazan bayramı
günüdür."[156]
Bu hadisin konuya delâlet yönü şöyledir: Rasûlüllah (s.a.v.)'ın tasvip etmediği ve uygun görmediği cahiliye dönemine ait olan iki gün ve töreleri gereği de oyun oynamalarına izin vermediği bu günlere ilişkin şu ifadeler olmaktadır: "Gerçekten Allah (cc), sizin için bu iki gün yerine çok daha hayırlı iki gün vermiştir."
Burada bir şeyin değiştirilmesi, değiştirilen şeyin bırakılmasını ve yapılmamasını gerektirir. Çünkü bir şey, eğer kaldırılan şeyin yerine getirilip konulmuş ise, artık bundan böyle o kaldırılan şeyin yapılmasında ısrarın bir anlamı yoktur, o bırakılacak ve terk olunacaktır. Bu söz ise, ancak bu ikisinin birlikte terki halinde söylenmiştir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Beni bırakıp İblisi ve soyunu dostlar mı ediniyorsunuz? Halbuki onlar sizin düşmanızdır. Zalimlerin Allah'ı bırakıp şeytanı dost edinmeleri ne kötü bir mübadeledir." (Kehf, 18/50)
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in: "O iki günden daha hayırlısı..." ifadesinden şu anlam çıkmaktadır: Cahiliye döneminde değer verdikleri iki güne karşılık olmak üzere îslâm'ın iki günü veya bayramı.
Her iki kitap ehlinin yani yahudi ve hiristiyanlarm bayramlarına ilişkin sakınca, tesbit ettiğimiz ve gördüğümüz gibi, hiçbir zaman tesbit ve tasvip etmediğimiz cahiliye bayramlarına ve şenliklerine nazaran çok daha büyük sakıncalar doğurmaktadır. Diğerleri de sakıncalı ve fakat ehli kitabınkileri daha büyük sakıncalar doğurmaktadır. Zira ümmet yani müs-lümanlar, genellikle yahudilere ve hıristiyanlara kendilerini benzetme konusunda uyarılmışlardır. Zira haber verildiğine göre herhangi bir toplum bu ehl-i kitapla ilgiii bir sakıncayı işleyecek olursa, o zaman olan olacaktır. Bu, cahiliye dininin ve inancının aksine olarak meydana gelecektir. Ancak böyle bir durum ise genel olarak bütün insanların kendilerini apaçık bir ölüm tehlikesine atacakları zaman meydana gelecektir. Bu, cahiliye döneminden daha şiddetli ve ağır olmayacaksa bile, en azından onun kadar olacağı da unutulmamalıdır. Yani kötülükleri hemen hemen denk olacaktır. Zira bir kötülük düşünün, onu yapan ve işleyen bir kesim vardır. O halde bunu işleyen insanların başına gelebilecek tehlikeden, henüz bir varlığı söz konusu olmayan kötülüğe nazaran mevcut kötülükten doğacak felaket çok daha büyüktür.[157]
İcma'dan delil: Tarihi kaynaklardan ve siyerden edindiğimiz bilgiye göre, ister yahudiler olsun, ister hıristiyan ve mecusî (putperestler) olsunlar, cizye vermek kaydıyla müslümanlara ait şehirlerde kalanlar, kendilerine ait bayramları sürdürmüşlerdir. Ancak bütün bunlara rağmen, selef döneminde jıicbir müslüman onlarınbu bayramlarına, tören ve ihtifallerine katılmamışdır.
İlerdeki sayfalarda anlatacağımız gibi, özellikle Hz. Ömer (r.a.)'in, zimmet ehline nasıl davrandığını bilmekteyiz. Hz. Ömer (r.a.)'in, ashabın ve fakihlerin üzerinde ittifak ettikleri duruma göre, zimmet ehli, bir İslâm beldesinde (Daru'lİslâm'da) açık bir şekilde bayramlarını icra edemezler. Mademki bu zevat bu konuda bir ittifakta bulunmuşlardır, o halde herhangi bir müslümanın bunu yapması nasıl caiz görülebilir? Müslümanın kâfirlere ait olan bir işi ve davranışı benimsemesi, işin kâfirin yapmasına göre daha fazla yaygınlık ve açıklık kazanacağını sağlamış olmaz mı?
Nitekim Hz. Ömer (r.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Acemlerin (yabancıların) anlaşılmaz ifadelerinden uzak kalmanızı, bayramlarına ait günlerinde müşriklerin kiliselerine ve mabetlerine girmemenizi istiyorum ve sizi bu konuda uyarıyorum. Çünkü Allah'ın gazabı onların üzerine iner”[158] Kıyas yoluyla delil: Bayramlar da bir tür şeriat ve yasa türündendir. Bunlar da bir manada menhec ve menasik, yani kanun ve ibadet manasınadır. Nitekim Allah (cc.) şöyle buyurmuşlardır:
"Her biriniz için bir şeriat ve minhac (yol) tayin ettik." (Maide, 5/48)
Bu takdirde ister bayramlarında ve ister onların başkaca yollarında ve işlerinde yanlarında bulunmakta bir fark aranmaz. Her ikisi de yasak-hk açısından aynıdır. Kuşkusuz onların tüm bayram ve ihtifallerinde yanlarında yer almak, onlara muvafakatta bulunmak, küfürlerinde onlara muvafakattir, katılmadır. Bazı bölümlerinde onlara katılmak ise, küfrün bazı şubelerinde onlara katılmak anlamını taşır. Özellikle bayramlar, şeriat-lerin ve düzenlerle sistemlerin en belirgin olarak kendilerini ortaya koyduğu şeylerdir. Bu dinlere ve sistemlere ait her türlü şiar ve prensipler buralarda açık bir şekilde ortaya konulur. Onlara bu gibi şeylerde katılmak ve muvafakat etmek, küfrün en Özel ve belirgin şeriatlerinde onlara katılmak ve en açık prensiplerinde onların yanında yer almak anlamını taşır.
Hiç kuşkusuz bu gibi konularda onlara katılıp muvafakat etmek genel hatları itibariyle işi küfre vardırır.[159]
Diğer taraftan bunların kutladıkları bayramları, Allah'ın hem bayramlarını ve hem bağlılarını rahmetinden uzaklaştırmış olduğu bir din olmuş olmaktadır. Bu gibi durumlarda onlara katılmak ve yanlarında yer almak, Allah'ın gazabını ve öfkesini, cezasını çekmiş olur. Zira bu gibi şeyler özellikle Allah'ın gazabını çeken hususlardır.
Yine bu gibi şeylerden herhangi bir fiilin işlenmesine az bir şekilde de izin verilmesi halinde, bu, işin giderek artmasını sağlar. Diğer taraftan herhangi bir şeyin halk tarafından şöhret ve yaygınlık kazanması halinde, sıradan halkın da buna katılmalarına sebep olur. Bu defa insanlar bunun kök itibariyle nereden kaynaklandığını unuturlar, giderek bir gelenek haline ve hatta bayram haline getirirler. Öyle Allah'ın meşru kıldığı bir bayramla denk tutarlar. Hatta gerçek bayramları da geçer, böylece İslâmın ölmesini ve küfrün yaşamasını sağlar.[160]
Müslümanların kendilerini onlara benzetmesi halinde, özellikle de, bunlara ait bayramlarında böyle bir şeyi yapmaları halinde, bunların üzerinde ve kalblerinde bıraktığı bir tesir olacaktır. Bu onlara sevinç ve mutluluk verecektir. Zira böyle bir işin yapılmasında, müslüman bir kimsenin onların batıl olan şeylerine değer verdiğini, yücelttiğini akla getirir. Bu ise onları kahretme, onlardan cizye alarak kendilerini küçük düşürme prensibine aykırıdır. Durumları böyle olan bir toplumu, bir bakıma yüceltmek olur ki, bu yanlıştır.
Bu işi özetleyecek olursak, bu hal çoğu zaman işi ya küfre vardırır veya masiyete götürür yahut her ikisine birlikte vardırır. Kaldı ki, işi bu noktaya vardırmada herhangi bir maslahat, yani yarar yoktur. Bir iş ki, sonuçta durum böyle bir noktaya kadar gelebilmekte veya durumu buna vardırabilmektedir, o bu durumda haram olur. O halde müşabehet yani benzeşme olayı da haramdır.
İkincisi ise, bunun hâramlığında herhangi bir kuşkuya yer yoktur. Çünkü şeriatın bu konudaki tesbiti, çoğu zaman bir şeyi, neticede işi küfre vardırmaktadır, o şey de böylece haram olmaktadır. Aynı zamanda gizli ve sinsi bir şekilde işi böyle bir noktaya vardıran şey de yine haramdır, veya az da olsa işi sonuçta böyle bir duruma getiriyorsa, yine haramdır. Yani açıktan bir çağırma yok, fakat sonuçta işi böyle bir noktaya getiriyorsa bu da haramdır.[161]
Müslüman bayram münasebetiyle bütün bu hükümleri kesin bir şekilde öğrenince, artık ölçü olarak Kitap ve Sünneti ele almalı ve buna göre değerlendirmeye girmelidir. Meselâ günümüzde bayram diye uydurulan günler, bunları ortaya koyanlar, bu bayramlar sebebiyle kâfirler ve dinsizlerin tebrikleri hep bu manada değerlendirilmelidirler. Meselâ kurtuluş ve ayaklanma bayramı, oturma bayramı, yılbaşı bayramı, anneler günü, yasama bayramı, şeriattan kurtuluş bayramı, vatan bayramı, sürgünden kurtuluş bayramı... gibi cahiliye dönemine ait isimlerle anılan birçok bayramlar. Bunlar herhangi bir güç tarafından indirilmiş bayramlar değillerdir. Yani bunlar Allah'ın meşru kıldığı bayramlar değillerdir. Ki tutup bunları Allah'ın meşru kıldığı bayramlara benzetmektedirler. Bütün bunlar Allah'ın şeriatına ve hükmüne aykırıdırlar.
Bugün müslümanm görevi, bunların hiç birisini tasvib etmemek, bunları tebrikte bulunmamaktır. İslâmın iki bayramı olan Fıtır yani Ramazan bayramı ile Kurban bayramlarıyla yetinmektir. Diğer günlerde İse, mesela cuma günü ile diğer günler gibi günler bizi, küfrün ve küfür erbabının prensipleri olan şeyler icad etmekten bizi müstağni kılmaktadır. Onların günleri gibi günlere ihtiyaç duymaktan bizi kurtarmaktadır.
İslâm toplumunda müslüman olmayan unsurlarla, müslümanlann birbirlerinden ayırd edilmesini açık ve net bir şekilde ortaya koyan aydınlatıcı bir örnek sunmak isteriz.
Söz ne zaman bu ilk İslâm toplumuna gelirse, insanda bir haz ve bir tad meydana getiriyor ki, ruhta gerçekten bu büyük topluma uymak ve onlar gibi olmak arzusu, umudu ve emeli harekete geçmektedir. Tüm gayretler çemrenip harekete geçiyor ve böylece bu iman kafilesinin katarına, hidayete ve hayır davetçilerine katılmak istiyor.
Hz. Ömer el-Faruk (r.a.)'ıın getirmiş olduğu ve uymayı zorunlu kıldığı bir şartnamesi veya kanunu vardır. Buna göre Hz. Ömer, muamele ve ilişkilerinde müslümanlarla müslüman olmayan unsurların birbirlerinden ayırd edilmesini öngörmekteydi. Zimmet ehli ile müslümanlannjıyırd edilmesini bir şartname veya genelge ile ortaya koyan Hz. Ömer, islâm toplumunun muhafazasını istiyordu.İslam toplumu bu sayede kendi başına bağımsız bir kişiliğe sahip olacak aynı zamanda bu Hanif yani tevhid dininin emrettiği gibi" zimmet ehlinin de haklarına riayet edecektir.
Esasen Hz. Ömer'in müslümanlarla müslüman olmayan unsurların birbirlerinden fark edilmesini bir genelge ile öngörmesi, onun akide ve inancının ruhunda meydana getirdiği derin bir duygu ve hassasiyetten kaynaklanmaktadır. O böylece bir yetkili ve sorumlu kişi olarak görevinin bilincinde olduğunu gösteriyordu. Tıpkı bir çoban gibi, ümmetin başında, ümmetten sorumlu bir kimseydi. Nitekim sahih bir hadiste bu gerçek dile getirilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Hepiniz çobansınız ve hepiniz kendi raiyyesinden yani idaresi altındaki şeylerden sorumlusunuzdur”[162]
Beni burada zimmet ehli konusunu seçmeye bizzat sevk eden şey, zimmet ehlinin İslâm toplumunda harbî ve sözleşmelilerden farklı olarak ayrı bir konumlarının bulunmasıdır.
Öyle ki zımmîler İslâm toplumunun ortasında yetişip yaşamaktadırlar. Mutlaka bu hususta müslümanlann onlardan korunabilmelerini sağlayan özel tedbirlerin bulunması ve uygulanması gereklidir. Çünkü müslümanlann bunlarla bir arada bulunmaları sebebiyle, kendilerini onlara benzetme yönüne gitmemelerini sağlamış olsun. Onların arasında İslâmî şahsiyetin erimesini önlemiş olsun. Çünkü İslâm dini, müslümanların diğer unsurlardan çok farklı bir yerlerinin ve konumlarının olmasını, her konuda onlardan seçkin olmalarını istemektedir.
Ayrıca bu Hanif yani tevhid dininin bir vasfı da adalettir. Karşımızdaki insan kâfir de olsa, kendilerine karşı adil davranmak bu dinin gereğidir. O halde onlara adil davranmanın, sınırı nereye kadardır, bu sınırın alametleri nerede biter? Özellikle de zımmîler şayet İslâm toplumunun ortasında yaşamaya karar vermişlerse, bu sınır ne olmalıdır?
Bunun cevabını biz Hz. Ömer'in şartnamesinde veya kanunnamesinde veya genelgesinde görebilmekteyiz. Hz. Ömer (r.a.) bununla müslümanları korumayı ve zimmet ehlinin haklarını muhafazayı öngörmüştür ki, işte bu şartname elimizde bunun kanıtıdır. Şartname müslümaniarın himayesini getirirken, zımmîlerin haklarını da garanti ediyor. Bunun yanında zımmîlerin kesinlikle kendilerini Müslümanlardan ayıran giysilerini, dinlerini gösteren işaretlerini taşımalarını da öngörmektedir. Böylece karşımızdaki şahsın müslüman mı, yoksa bir zımmî mi -diye bir şaşkınlığa meydan bırakılmasın. Çünkü böyle bir şeyin yapılmaması halinde karmakarışık bir toplum meydana gelir ki, bunların ne sınırlandırılmış bir yönleri ve ne de belirlenmiş bir hüviyetleri olmuş olur. İşte böyle olmaması için Hz. Ömer,şartnamesini yürürlüğe koymuştur. İbn Teymiyye'nin de ifade ettiği gibi, bu artlar şu hükümleri ihtiva etmekte idi: Şuurda, giyimde, isimlerde, bineklerinde konuşmalarında mutlaka bir farklılık olması gerekiyordu. Çünkü amaç islâm toplumunda yaşayanların birbirinden ayırd edilmesiydi. Evet bu ve benzeri konularda müslümanın kâfirden ayırd edilmesi, birinin ötekisine görünürde benzememesi içindi. Fakat Hz. Ömer işin sadece yüzeysel kalanıyla ilgileniyor değüdi. Kısaca müslümanları kâfirlerden ayıran özellikler gerçekleşti ve iş bitti, demiyordu. Aksine Hz. Ömer (r.a.)'e göre hemen bütün hususlarda, hidayet ve yol oîarak değerlendirilen her hususta müslümanlann diğerlerinden farklı olması gerekiyordu. Durum böyle olunca da, mutlaka bu konuda müslümanlar tarafından bir icman, kesin kararın olması gerekiyordu.
Yapılacak olan icma, müslümanların dış yönleri itibariyle kafirlerden hemen ilk karşılaşılmada tanınmalarının sağlanması, onlara kendilerini benzetmeyi bırakmaları, terketmeleri. Gerçekten iki Ömer gibi hidayet bayrağını omuzlamış bulunan Emirler (liderler) ve daha niceleri bu konuda pek titiz hareket etmişler ve bunun gerçekleştirilmesi için çaba sarfetmişlerdir. Çünkü amaçlarına kavuşabilme ancak böyle sağlanır.
Yine şartnamede yer alan başka birtakım hükümlerde, dinlerinin mi|rı-ker olan şeylerini gizlemeleri, bunları açık bir şekilde yapmamaları onlardan isteniyordu. Meselâ açık bir şekilde içki içmekten menediliyorlardı. Kilise çanlarını açık olarak çalamazlardi, bayramlarda ateş yakmaya izin verilemezdi. Bu şartnamede yer alan yasaklardan bazıları şöyleydi: Dinlerinin şiarı kabu! edilen şeyleri de gizli yapacaklardı. Meselâ kitaplarını okurlarken sessiz olacaklardı. Diğer bir husus ise şöyleydi: Bu kimselere ikram olunmayacak ve bunların küçük düşürülmesi sağlanacaktır. Çünkü şeriat bunların aşağılanmasını emretmektedir.[163]
Şimdi biz burada Hz. Ömer (r.a.)'in bu şartnamesini olduğu gibi sunmak isteriz:
Süfyan-i Sevri Mesruk'tan Abdurrahman b. Ganem yoluyla rivayet ediyor. Abdurrahman b. Ganem demiştir ki:
"Ben, Hz. Ömer (r.a.), Şam hıristiyanlarıyla barış antlaşması yaptığı zaman, Hz. Ömer için kâtip olarak yazmıştım. Hz. Ömer bu yazısında onların şu şartları yerine getirmelerini öngörüyordu:
Kendi şehirlerinde ve şehirlerinin çevresinde herhangi bir manastır, bir kilise, bir kalaye (papaz veya piskopos yurdu), bir rahip mabedi yeniden inşa etmeyeceklerdir. Harabe haline gelmiş olanlarını yenilemeyecek-lerdir. Müslümanlardan herhangi bir kimse gelip kiliselerinde kalıp barınmak istediğinde, onları buralarda yeyip içmekten, rahatlarını teminden üç gün engellemeyeceklerdir. Herhangi bir casusu barındirmayacaklardır. Müslümanları aldatmak, onlara tuzak hazırlamak gibi gizli bir işe girmeyecekler ve gizlemeyeceklerdir. (İslâmı kabul etmedikleri müddetçe) çocuklarına Kur'an öğretmeyeceklerdir. Herhangi bir şirki açık ve aleni olarak işlemeyeceklerdir. Eğer yakınlarından herhangi birisi müslüman olmak isterse, buna mani olmayacaklardır veya müslümanlara saygı ve tazim belirtmek isterlerse, karşı çıkmayacaklardır. Eğer bunlar müslümanların meclisinde kalmak isterlerse, orada oturmalarına izin vereceklerdir. Giyimlerinde herhangi bir şekilde müslümanlara benzemeyeceklerdir. Müslümanlara ait künyeleri taşımayacaklardır. Hayvanlarına eğer tak m ayacaklardır, kılıç kuşanmayacaklar, içki satmayacaklardır (İçki alım satımı yapmayacaklardır). Başlarının ön taraflarını .traş edecekler, kesecekler, nerede olurlarsa olsunlar, kendilerine özgü giyimlerini giyecekler, zünnarlarmı takınacaklar, haçlarından ve kitaplarından herhangi bir şeyi müslümanların bulundukları yollarda açık bir şekilde taşımayacaklardır. Ölülerini müslümanlara yakın yerlerde gömmeyecekler (İslâm mezarlığından uzak olacaklar), çanlarını çok hafif bir şekilde çalacaklar, müslümanlann bulundukları yerlere yakın olan kiliselerde seslerini yükselterek okumayacaklar, bayramlarında şamata yaparak ortaya çıkmayacaklar, ölülerinin olması halinde bağırıp çağırmayacaklar, beraberlerinde bir ateş yakmayacaklar, içinde müslümanın hakkı bulunan bir köleyi satın almayacaklardır.
Bu şart kılınan şeylerden herhangi birisine aykırı davranmaları halinde, bundan böyle zimmetlikleri kabul edilmeyecektir. İnadçi halka ve isyancılara karşı uygulanan müeyyideler bunlar hakkında da, Müslümanlar tarafından uygulanacaktır.[164]
Hz. Ömer (r.a.)'in bu şartnamesi başka yollardan da rivayet olunmuştur. Hemen hepsi yukarıda anlattığımız konularda birleşmektedir. Bunun içindir ki İbn Kayyım (rh), bunun farklı rivayetlerine rağmen şu ifadelere yer veriyor:
"Bu şartların şöhret bularak yaygınlık kazanması, isnadına nerede ise ihtiyaç duyulmamaktadır. Çünkü bütün imamlar bunu kabul etmişler, bunu kitaplarında zikretmişler, delil ve hüccet olarak göstermişlerdir. Hz. Ömer'in bu şartnameleri dillerde ve kitaplarda durmadan dolaşmaktadır. Nitekim Hz. Ömer (r.a.)'den sonraki halifeler de bunu uygulamışlar ve bununla amel etmişlerdir.[165]
Sübhanellahü!!
Aman Allah'ım! Dünkü zirveye varan durum ile, bugün sel üzerindeki bir köpük gibi yaşamamız arasındaki açık ve belirgin farkı bir görün. Bugün yeryüzünde hemen herkese yaltaklanıyor, kâfirlerin ve dinsizlerin arkasında şaşkın şaşkın yürümekteyiz. Dünkü gün ile bugünküsü arasında ne de ulaşılamayacak bir fark var? Bugünün müslümanı bütün bunlara rağmen halen kendisini müslüman saymaktadır.
O neslin sahip bulunduğu izzet, şeref, kuvvet ve Rabbani hakimiyet nerede? Günümüz Müslümanlarının kör bir taklitçilikle peşlerine takılıp gittikleri, hizasında yürümeye çalıştıkları kimseler ve düştükleri zaaf nerede?
Baktığın zaman şunu göreceksin: Günümüz müslümanları, haklarında yukarıdaki şartlar uygulanan zımmîlerin derecesine düşmüşlerdir.
Acaba günümüz müslümanlan kâfirlerin zimmîleri midirler?
Bana öyle geliyor ki, ileri sürdüğüm son durum farzedilmiş olsa, inanın ki, günümüz müslümanları, dünkü zımmîler kadar bile bir değere ve öneme sahip değiller. Dünkü zımmîler, İslâm'a göre zelil görülmekteydiler, belirli giysileri giyme zorunlulukları vardı, belli yerlerde bulunma mecburiyetleri bulunuyordu. Evet onlar böyle idiler.
Halbuki günümüz müslümanları, dinsiz doğuya ve kâfir batıya tabi olmaları yüzünden, sırf müslümanhkları sebebiyle aşağılanıyorlar, zillet içinde bulunuyorlar ve önemsenmiyorlar. İslâm düşmanlarının sahip bulunduğu şeylere hayretler ve şaşkınlıklar içinde bakıp bunlara önem veriyorlar, bu ümmetin eskilerinin sahip bulundukları ve yaşadıkları tüm şeyleri alaya ve eğlenceye alıyorlar.
Bugünkü müslümanlar böyle devam ettikleri sürece, Allah nezdinde değer bakımından en aşağılık olurlar. Çağdaş devletler toplumunda herhangi bir şekilde sözleri dinlenmez, çünkü en aşağılık olmuşlardır. Onlara heybet verecek, onları ürkütecek güçlerine sahip değillerdir.
Samimi ve dosdoğru olan müslümanm görevi, uyanık müslümanm vazifesi, İslâmin esasını, özünü kavramış bulunan gerçek idrak sahibi müslümanm ödevi, ayağının nereye bastığını bilmektir, sevgisini ve muhabbetini kime vereceğini, kime velayet yetkisi sunacağını idrak etmektir. Müslüman bilmelidir ki, Allah'ın düşmanlarını sevmek, onlara dostluk göstererek velayet yetkisini vermek, kendisini onlara benzetmek imanının doğ-ruluğuyla bağdaşamaz. Bunu yapanlar, sadece bir iddia ve sözde ifade ile müslüman olanlardır. Böylesi bir iddia ne yalan bir iddiadır.
İslâm alimleri, müslümanların içine sonradan sızabilecek herhangi bir şeyden onları korumak için, müsîümanın müsamahasını kötüye kullanıp müslümanlara kötülük yapmak için harekete geçmelerini Önlemek amacıyla, hangi hallerde zımmîlerle antlaşmanın geçersiz olduğunu kesin bir dille açıklamışlardır. İşte bu maddeleri şöylece sıralamak mümkündür. Zımmîlerin antlaşma ve sözleşmeleri aşağıdaki hallerde geçersizdir
1- Müslümanlarla savaşanlara ve müslümanları öldürmeye yardımcı olmak. Kadın veya erkek bir müslümani öldürmek.
2- Müslümanlara ait yollan kesmek.
3- Müşrik ve kâfirlere ait casusları barındırmak, yataklık etmek. Yazmak suretiyle veya bir başka yoldan müşrik ve kâfirler adına casuslukta bulunmak.
4- Bir müslüman kadınla zinada bulunmak veya nikâh adı altında ona yakın olmak.
5- Müslümanları dinlerinde fitneye sokmak.
6- Allah'a ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'e dil uzatmak, hakarette bulunmak.[166]
Zımmîlerin Allah'a, Rasûlüne, Allah'ın kitabına, dinine dil uzatmak suretiyle ahidlerini bozmalarına ilişkin deliller oldukça fazladır. Bütün bu deliller böyle bir kimsenin kesinlikle öldürülmesini emretmekte, katlinin vacip olduğunu bildirmektedir. Böyle bir fiili bir zımmî veya müslümanm işlemesi halinde öldürülmesi vaciptir. Konuya ilişkin deliller Kitap'tan, Sünnetten, Sahabeye ait icmalardan, tabiine ait icmadan oldukça fazladır. Ayrıca kıyas yoluyla da bir hayli delil vardır.[167]
Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Eğer onlar sözleşme yaptıktan sonra, yeminlerini bozar ve dininize dil uzatırlarsa, küfrün o Önderleriyle savaşın (çarpışın, hemen öldürün). Çünkü onlarda yeminlerine uyma diye bir şey yoktur. Olur ki (böylece onlara tabi olanlar) cayarlar."
Yine Rabbim şöyle buyuruyor:
“Kitap ehlinden Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyenler, Allah'ın ve peygamberinin haram kıldığını haram saymayanlar ve hak dîn olan "İslâm"i din edinmeyenlerle, boyun eğip kendi elleriyle cizye Verinceye kadar savaşın." (Tevbe, 9/29)
Bir başka âyette de Allah (cc)şöyle buyuruyor:
"Şüphesiz Allah'a karşı gelen ve Rasûlüne eziyet edenleri Allah, dünyada da ahirette de lanetlemiş ve onlar için hor ve hakir yapan bir azap hazırlamıştır. Mümin erkeklere ve mümin kadınlara, yapmadıkları bir şeyden ötürü eziyet edenler, şüphesiz İftira etmişler ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir." (Ahzab, 33/57-58)
Şa'bî Hz. Ali (r.a.)'den rivayet etmiştir. Bu rivayete göre:
"Yahudi bir kadın Hz. Peygamber (s.a.v.)'e sövüp dil uzatıyordu, küfrediyordu. Bu kadını (sahabeden) bir adam boğup öldürdü. Hz. Peygamber (s.a.v.) bunun kan davasını iptal etti, geçersiz kıldı."[168]
Yine bir başka delil. Bunu da îkrime (r.a.), Abdullah b. Abbas (r.a.)'tâ ı rivayet etmektedir. Bildirdiğine göre: "Bir âmânın, bir ümmü veledi, (kendisinden çocukları olan bir cariyesi) vardı. Bu kadın Hz. Peygambere dil uzatıp küfrediyordu. Adam kadını menediyor ve fakat kadın vazgeçmiyordu, onu azarlıyor, ancak o bundan anlamıyordu. Yine bir gece, bu kadın Hz. Peygamber (s.a.v.)'e sövmeye ve dil uzatmaya başladı. Adam da (yanında bulunan) bir kargıyı alıp, bunu kadının karnına sapladı, kadin ölünceye dek, buna yaslandı durdu. Kadını öldürdü. Sabah olunca, durum Hz. Peygamber'e anlatıldı. Bu arada insanları da topladı. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular: "Bu kadını öldüren kimse, gerçekten bana inanıyorsa, ayağa kalksın." Bunun üzerine âmâ olan zat ayağa kalktı ye sallana sallana insanları yararak gelip Hz. Peygamber'in huzurunda oturdu ve dedi ki:
"Ey Allah'ın Rasûlü! O kadının sahibi benim. O kadın hep sana dil uzatır, küfredip dururdu, ben onu menettim, anlamadı; azarladım fakat vazgeçmedi. Benim o kadından iki tane de oğlum var. İkisi de inci gibidirler. O benim esimdi. Dün yine sana dil uzatmaya ve küfretmeye başladı. Bunun üzerine ben de şişi aldım ve karnına batırdım, onu öldürünceye dek, üzerinde yaslandım durdum."
Bu durum karşısında Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular: "Şa-hid olun, o kadının canı hederdir (bir hakkı yoktur)."[169]
Sünnetten bir başka delil: Şafiî bununla ihticac etmiş, bunu delil göstermiştir. "Bir zımmî şayet sövecek olursa, dil uzatırsa, Öldürülür. Bunun zimmetle ilgili hakları da kendiliğinden kalkmış olur. îşte bir yahudi olan Kâ'b b. Eşref kıssası buna örnektir."[170]
Sahabenin icmaından delil ise şöyledir:
Bu gibi hususlar kendilerinden müteaddid meseleler sebebiyle anlatı-la gelmiş, bunlardan hiç birisi de bunu red ile karşilamamıştır. Dolayısıyla bu icma halini almıştır. İşte buna bir örnek: Olay Yemame ve Yemame bölgesinde emirlik görevinde bulunan Muhacir b. Ebu Ümeyye'ye dayandırılmaktadır.[171]
"İki şarkıcı kadından birisi Hz. Peygambere şarkılarıyla hakarette bulunuyordu. Emir bunun elini kesti, ayrıca bu kadının ön ait ve üst ikişer dişini çıkardı. İkinci kadın ise şarkılarında müslümanlara hakarette bulunuyordu. Bu kadının da eli kesildi ve üst ve alt ön dişlerinden ikişer tanesi çıkarıldı. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (r.a.) ona şöyle yazdı:
"Beni mutlu edip sevindiren bir iş yaptığın bana ulaştırıldı. Hz. Peygam-ber'e dil uzatan ve hakarette bulunan kadın hakkında yaptığını öğrendim. Şayet sen bu konuda beni geçmemiş olsaydın, mutlaka ben sana iki kadının öldürülmesini emredecektim. Çünkü peygamberler için cezalandırılacak olanların had cezalan başkalarınınkine benzemez. Kim müslümanlardan böyle bir şeyi yapacak olursa o kişi mürted olmuş olur, antlaşmalı veya sözleşmelilerden de kim bunu yapacak olursa, o da muhariptir, sözünde durmayandır.[172]
Hz. Ömer (r.a.) zamanında Kitap ehlinden bir adam, Hz. Ömer'in Şam'a girdiği sırada kendisine gelir. Üstü ve başı yara bere içindedir. Hz. Ömer (r.a.) bunu görünce kızar, hemen Ayf b. Malik'in huzura getirilmesini emreder.[173] Çünkü zımmîyi bu duruma getiren Eşcaîli Avf b. Malik'tir.
Hz. Ömer (r.a.), onu bu duruma sokmasının sebebini kendisine sorunca, cevap olarak der ki:
Bu adamı bir eşek üzerindeki müslüman bir kadını çektiğini, hayvana dürterek huysuzlaşmasını sağlayıp kadını hayvandan düşürmek istediğini gördüm. Kadın bu şekilde düşmeyince, bu defa kadını itti ve kadın düştü, kadının üzerine abandı ve üzerinde yattı. Hz. Ömer, dediklerini doğrulaması için bana kadını getir, dedi. Avf ona gitti, beraberinde kadının babası ve kocası geldiler, Avf'ın anlattığının aynısını Hz. Ömer'e aktardılar. Hz. Ömer (r.a.), yahudinin idam edilmesi için emretti ve yahudi de asıldı. Sonra da Hz. Ömer (r.a.) şöyle konuşmuştur: "Biz böyle bir şey yapasınız diye sizinle barış antlaşması yapmadık." Devamla demiştir ki:
"Ey insanlar! Hz. Muhammed (s.a.v.)'in zimmeti hususunda Allah-dan korkun. Onlardan kim bu adamın yaptığı gibi bir iş yapacak olursa, onun için bir zimmet ve anlaşma yoktur."[174]
Bunu da birkaç yönden ele alacağız:[175]
Birincisi: Doğrusu bizim dinimizin ayıplanması, peygamberimize hakaret edilmesi bize karşı açılmış bulunan bir mücahededir, bir muharebe ve savaştır. Bu da ahdi bozmak için yeter sebeptir. Çünkü ahdin bozulması bize karşı açılmış olan bir mucahede, muharebe gibidir. İşte bu ve benzeri durumlarda hiç tereddütsüz yapılması gereken yapılır.
İkincisi: Bizimle onlar arasındaki mutlak manadaki bir ahid ve antlaşma, onların bizim dinimize dil uzatmamalarını, hakarette bulunmamalarını, bu konuda dikkatli olmalarım da içerin Dinimize açık bir şekilde dil uzatmaktan, peygamberimize açıkça hakaretten uzak duracaklardır. Nitekim kanlarımıza, canlarımıza karşı da temkinli olacaklar ve bize karşı savaşır duruma geçmeyeceklerdir.
Üçüncüsü: Allah (c.c), bize, Peygamberine saygı göstermemizi ve tazimde bulunmamızı farz kılmıştır. Hz. Peygamberi tazim etmek demek, dinine yardımcı olmak, karşı gelenlerine de mani olmaktır. Saygı ve tevkı-ri ise: Ona tazimde ve saygıda kusur etmemektir. Bu da hemen her yoldan onun ırzını korumayı gerektirir. Zimmet ehli peygamberimize hakaret eder, bunu da bize duyurur olduğu bir halde, kendileriyle musalaha ve antlaşma yapmamıza izin yoktur, böyle bir şey caiz değildir. Çünkü şayet biz onları bu gibi durumlarında serbest bırakacak olursak, bizim Hz. Peygamber (s.a.v.)'e karşı olan görevimizi yapmadığımız ortaya çıkar.
Birtakım yerler var ki buralara Allah düşmanlarının girmeleri ve buralarda ikametleri yasaktır. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Sonra Allah, bunun ardından yine dilediğinin tevbesini kabul eder. Zira Allah bağışlayan, esirgeyendir." "Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan korkarsanız, biliniz kî, Allah dilerse sizi kendi lütfundan zengin edecektir. Çünkü Allah iyi bilendir, hikmet sahibidir." (Tevbe, 9/27-28)
Burada konumuzla ilgisi olan âyet, tevbe 28. âyetidir. Bu âyetle ilg olarak İfav tarafından yayınlanan mealde, şöyle bir açıklama görmekteyiz. Konuyla ilgisi dolayısıyla aynen aktarıyoruz:
"Müşriklerin Mescid-i Haram'a yaklaştırılmaların sebebi ekonomik olduğundan ayette buna dikkat çekilerek zenginliğin Allah'ın lütfü olduğu, binaenaleyh pis olan müşriklerin Mescid'e yaklaştırılmaları yoluyla maddî çıkar aramanın uygun olmayacağı ihtar ediliyor.
Buradaki Mescid-i Haram'dan maksadın bütün mescidler olduğu, dolayısıyla müşriklerin hiçbir mescide girmelerinin caiz olmayacağı görüşünü hesaba katarsak, bugün camilerimizin yaşadığı vakıayı bu âyet ışığında daha iyi anlarız."
Ebû Hüreyre (na.)'den rivayete göre demiştir ki: Bizler Mescid'de bulunduğumuz bir sırada, Hz. Peygamber (s.a.v.) yanımıza çıkageldi de şöyle buyurdu: "Yahudilere gidin!" Biz de birlikte çıkıp, Beytülmedaris denilen yere kadar geldik. Hz. Peygamber (s.a.v.) kalktı ve onlara şöyle seslendi:
"Ey yahudi topluluğu! Müslüman olun ki, kurtulasınız." Onlar da: "Ey Eba'l-Kasım! (Peygamberimizi kasdederek, künyesiyle çağırdılar) sen tebliğ ettin, dediler. Hz. Peygamber (s.a.v.) yine kendilerine dedi ki: "Ben bunu istiyordum" yine devamla buyurdu ki: "Müslüman olun ki, kurtulun." Onlar da: "Ey Eba'l-Kasım, sen tebliğ ettin" diye cevapladılar. Hz.Peygamber de, istediğim bu idi, buyurdu. Sonra Rasûlüllah (s.a.v.) onlara karşı sözünü üçüncü kez tekrarladı da şöyle buyurdu:
"Şurasını iyi bilin ki, topraklar (arz) Allah ve Rasûlüne aittir. Ben sizi bu topraklardan sürmek istiyorum, sizi bu topraklardan çıkaracağım. Kim malımdan bir şeyler bulmak (almak) istiyorsa, onu satsın. Yoksa şu hususu iyi bilmelisiniz ki, toprak (arz) Allah ve Rasûlüne aittir."[176]
Yine Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: "Müşrikleri Arap yarımadasından çıkarın."[177]
Yine Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Yahudileri ve hıristiyanları kesinlikle Arap yarımadasından çıkaracağım. Orada yalnızca müslümanlar kalıncaya kadar onlardan bir tek kimse koymayıp çıkaracağım."[178]
Sunduğumuz bu açık ve seçik deliller, nasslar ve daha başkaları, İslâmın kendi ümmetini ne derece korumaya itina ettiğini, titiz davrandığını göstermektedir. Müslümanların kâfirlerden gelebilecek tehlikelerden arındırılmasını, onlarla beraber yaşamaktan doğabilecek tehlikelerden korunmalarını ortaya koymaktadır. Zira onlarla beraber olmak, onlara sevgi göstermeye, velayet vermeye kadar işi götürür ki Allah (c.c.) bunu menetmiştir.
İmam Şafiî (rh) der ki: Müşrik ve kâfirler Hicaz bölgesinden men olunurlar. Buraları da Mekke, Medine, Yemame ve bunlara bağlı köylerdir. Hicazın harem dışındaki bölgelerine ise, ehl-i kitap olsun veya başka kâfir ve müşrikler olsun, bunların hicaz bölgesini vatan edinmelerine ve ikametlerine izin verilmez, bundan menedilirler. Ancak İmamın yani devlet başkanının izniyle herhangi bir maslahat ve iş gereği girişleri mümkün olabilir. Meselâ elçilik görevini yerine getirmeleri veya müslümanların ihtiyaç duydukları eşyayı oralara taşımaları gibi.
Şayet o bölgeye fazlaca bir ihtiyaç duyulmayan bir ticaret için girilecekse, sadece o ticareti için alabileceğini alacak kadar izin verilir. Üç günden fazla da orada kalınmasına izin verilmez.[179]
İmam Şafiî'nin sözüne İbn Kayyım şunları ilave ediyor: "Mekke'nin haremine gelince, buraya hiçbir şekilde girmelerine izin verilmez. Meselâ buraya herhangi bir elçi de gelse, İmamın (devlet başkanının) buraya giriş
izni vermesi caiz olamaz. Ancak gelen elçiyle ilgili durumu vali veya kendisine güvendiği biri tarafından bildirilir. Medine haremine gelince, buraya bir elçilik, ticaret veya herhangi bîr metaın taşınmasıyla ilgili olarak giriş izni için bir engel yoktur, buraya girmesine bu sebeplerden ötürü mani olunmaz, izin verilir.[180]
Denilebilir ki: Her şeyden münezzeh olan Allah (cc.) müşrikleri Mescid-i Haram'dan, buraya yaklaşmaktan menetmiştır. Kitap ehlini buradan menetmiş değildir. Nitekim Hacc-ı Ekber gününde, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in müezzini şöyle seslenmiştir:
"Artık bu yıldan sonra hiçbir müşrik haccetmeyecektir." O gün hacceden müşrikler, puta tapanlardı. Kitap ehli değillerdi.[181]
Buna verilecek cevap şöyledir: Bu hususta iki görüş ileri sürülmektedir. Kitap ehli de müşrik lâfzı içinde yer alır mı, almaz mı? Evet bu hususta iki görüş vardır.
Abdullah b. Ömer (r.a.) ve başkaları şöyle diyorlar: "Kitap ehli de müşriklerdendirler." Abdullah b. Ömer (ra.) bu hususta der ki: "Mesîh İsa Allah'ın oğludur ve Üzeyir de Allah'ın oğludur, demekten daha büyük bir şirk bilmemekteyim. Zira Allah (c.c), bunlar için şöyle buyurmaktadır:
"Onlar, hahamlarını, papazlarını ve Meryemoğlu İsa Mesih'i, Allah'dan başka Rab-ler edindiler. Halbuki onlar, ancak 'bir tek' olan ve kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a ibadet etmekle emrolun m uslardı. Allah, onların koştukları ortaklardan münezzehtir." (Tevbe 9/31)
İkinci görüş ise: Kitap ehli, müşrik lâfzı içinde düşünülemezler. Çünkü Allah (c.c), aşağıdaki âyetinde onları müşriklerden saymamaktadır. Rab-bim şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz îman edenler, yahudiler, hırisîiyanlar ve sabi-îlerden Allah'a, iman edenler."
(Bakara, 2/62)
İbn Teymiyye diyor ki: Gerçek olan şu ki, bunların dinlerinin asıl ve temeli tevhid dinidir. Bunlar asıl itibariyle müşriklerden değiller. Şirk, sonradan buna dahil edilmiştir. Dolayısıyla bu sonradan olma durum sebebiyle bunlar müşriklerdendirler, yoksa dinlerinin aslı ve temeli itibariyle bunlar müşrik değillerdir. Bunun âyetin lâfzına dahil olmadığı takdir ed: lip düşünülse bile, mana itibariyle umumu bakımından dahil olduğu gerülür. Çünkü bunlar necistirler. Dolayısıyla illetinin, yani sebebinin umış mi olması bakımından, hüküm de umum, yani genel olmuş olur.
"Bütün sahabe ve müctehid imamlar: "Bu yıllarından sonra onlaj Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar." (Tevbe, 9/28) âyetine dayanarak diyorlar ki, bundan maksad Mekke'nin tümü haremdir. Yoksa bunlarda sadece birine tahsis edilmek değildir. Yani bizzat tavaf olunan mescid manasına değildir. Bu âyet nazil olduğu sırada, yahudiler Hayber'de ve çevresinde yaşıyorlardı. Bunlar Medine'ye sokulmaktan menedilmiyorlardı.[182]
Bu konu üç başlık altında ele alınacaktır.
1- Muvalat ile hüsnü muamele arasındaki fark:
Bu meseleyi ele alıp
açıklamak noktasında gerçekten zorlanıyorum. Çünkü işin gerçek, doğru ve hak
olan yönü ile, yanlış kavranılan yönü arasında kalmış bulunmaktayız. Bunun
için de işin gerçeğini anlatmakta adeta
bocalıyoruz. Zira bu meselede hak ile batıl hep birbirine karıştırılmış bulunmaktadır. Hele benim gibi henüz ilim talebinde olan bir kimse, ilim dallarında isim yapmış büyük zevatın yaptıkları karşısında donup kalmaktadır. Hepsi de haçlıların ve yahudilerin yönetmiş oldukları bu tuzağa düşmektedirler. Çünkü sözü edilen haçlılar ve yahudiler bu dinin düşmanıdırlar. Bu yüce daveti yüklenen kimseler yaptıklarıyla adı geçen grupların tuzağı içinde bulunmaktadırlar.
İddia edilen ve dinlerin birbirlerine yaklaştırılması, dinlerin birbirlerine olan düşmanlıklarının son bulması gibi hareketlerin gerisinde müslümanların belirgin özelliklerini kaybetmeleri amaçlanmaktadır. Bu bulanık davet içerisinde müslümanın şahsiyetinin erimesi amaçlanmaktadır.
Biz öncelikle şunu tesbit etmek zorundayız. Allah'ın peygamberlerine indirmiş olduğu semavî risaletlerin tümü, bir tek Allah'a ibadete ve kulluğa insanı çağırır. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"AndoIsun ki, biz, Allah'a kulluk edin ve Tağut'tan sakının, diye emretmeleri için her millete, bir peygamber gönderdik." (Nahî, 16/36)
Bizim bilmediğimiz ve Rabbanî hikmet gereği, değişik şeriatlerle Rab-bim peygamberler göndermiştir.
Ancak son peygamber olarak gönderilen Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ri-saletinden önceki risaletlerde insanlar eliyle birçok değiştirmeler, tahrif ve tebdiller olmuştur. Rabbim bunun için de şöyle buyurmaktadır:
"Elleriyle kitabı yazıp sonra onu az bir para karşılığında satmaları için Bu Allah kalındandır’diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü vay haline onların." (Bakara, 2/79)
Allah'ın dilemesi ve hikmeti gereği, Abdullah oğlu Muhammed'in risaletinin bu bakımdan önceki tüm risaletlerin sonucu olmuş ve kendisinden önceki tüni şeriatleri neshetmiş, hükmünü yürürlükten kaldırmıştır.
Burada bir konuya açıklık getirmek isteriz. Dinler arasında yakınlaşma fikrini ve düşüncesini savunanların bizzat kendi ağızlarından, görüşlerinden bazı ifadelerini sunmak isterim. Çünkü bunlar aynı zamanda bizzat yaptıkları bu davranışlarıyla, İslama ve bütün insanlığa hizmet ettiklerini iddia etmektedirler.
Mustafa Merağî'nin dünya dinler kongresine gönderdiği bir bildirisi vardır. Burada şu düşüncelere yer vermektedir:
"İslâm dini, müslümanların kalplerinden dini bakımdan olan kini söküp atmıştır. Halbuki öteki semavî din bağlıları böyle değildir. İslâm dini, aynı zamanda insan nevinin bireyleri arasında evrensel beraberliği kabul etmektedir. İslâm dini, dinlerin yanyana varlıklarını sürdürmelerine de bir engel oluşturmamaktadır"[183]
Prof.Muhammed Ebu Zehra ise şunları söylemektedir;
"Mademki dinler farklı farklıdır. O halde her din mensubu, kendi dinine hikmet ve öğütle davette bulunmalıdır! Gerçeklere kulaklarını tıkamaktan uzak ve bir taassuba kapılmaksızın, zorlamaya gitmeksizin ve hüccet ve delil sunmaksızın hikmetle ve öğütle davetini yürütmelidir."[184]
Dr.Vehbe ez-Zuhaylî de der ki: "İslâm'ın amacı, kendisini insanlara sunarken, dünyanın evrensel tek dini olmak değildir. Çünkü bütün bunlar sonuçsuz bir gayrettir, varlık sünnetine karşı bir mukavemettir ve ilahî iradeye karşı andlaşmaktır."[185]
Adı geçen bu zatlar, Kur'an-ı Kerim'in bunlar için tesbit edip bildirdiği hükmü unutmuş görülmektedirler. Çünkü Kur'an bunların bazısının bazısına dost olduğunu, birbirlerini himaye edip koruyacaklarını ve müslüman topluma karşı savaşmada, aleyhlerine davranmada bir ve beraber olduklarını bildirmektedir. Bu, onlar için sabit ve kesin olan bir durumdur. Onlar, müslümandan sırf dini için intikam almaktadırlar. Onlar müslümanlar, dinini bırakıp kendilerinin dinine ve yaşayışına geçmedikçe hoşnud kalmazlar.
Bu ne basitlik ve ne gaflettir ki, hem bizim için, hem onlar için bir tek yol varmış, biz temkin için ve din adına bu bir tek yola girecekmişiz. Evet kâfirlerin ve dinsizlerin önünde bunu böylece kabulleneceğiz! Savaş İslama karşı sürdürülüp dururken onlar kâfir ve mülhidlerle birlikte yer alacaklar öyle mi? Bundan daha basitlik ve daha büyük gaflet olamaz. Bu basitlik veya iyi niyet diyor ki: Biz elimizi kitap ehlinin eline koyabilir ve böylece maddenin ve ilhadın (dinsizliğin) karşısında durabiliriz. Çünkü hepimiz birer din sahibiyiz, din ehliyiz. Evet gerekçeleri bu olan basit düşünceli kimseler, Kur'an öğretisini ve talimini büsbütün unutmuş görünmekteler, tarihin bize öğrettiklerini de bunlar unutmuş gözüküyorlar. Bu kitap ehli ki, onlar kâfir ve müşrik olanlara şöyle seslenip konuşuyorlardı. Kâfir ve müşrikler için:
"Bunlar, AHah*a iman edenlerden daha doğru yoldadır, diyorlar." (Nisa, 4/51)
Bunlar ki, Medine'de müslümanlar aleyhine hareket edip müşriklerle birleşen, Medine'de müslümanlar aleyhine müşriklere yataklık ve şığınaklık eden kimselerdir.
Bu Kitap Ehli ki, ikiyüz yıl haçlı savaşlarını sürdürmüştür. Endülüs fecaatini işleyenler de bunlardır. Müslümanları Filistin'den çıkaranlar da bu zihniyettir. Buralara yahudileri getirip yerleştirenler de bunlardır. Bütün bunlar dinsizlikle maddenin birleşmesi sonucu meydana gelmiş, düşmanlık sürüp gitmiştir.
Bu güvendiğiniz Kitap Ehli ki, hemen her yerde müslümanları yerlerinden ve yurtlarından etmektedirler. Meselâ Somali'de, Habeşistan'da, Eritre'de ve daha birçok yerlerde müslümanlar aleyhine olmak üzere dinsizler ve maddecilerle birleşip hareket ediyorlar, putperestlerle ortaklaşa işe girişiyorlar. Nitekim Yugoslavya'da, Çin'de, Türkistan'da, Hindistan'da ve hemen dünyanın her bir yanında İslâm aleyhine her yola başvurmaktadırlar.
Bu, bizimle kitap ehli arasında bir dostluk, bir yardımlaşma olur zan-nına kapılanlar -ki bir vehimden başka bir şey değildir-, böylece güya birlikte hareket ederek dine karşı olan madde ve ilhadı yani dinsizliği önleyecekler. Bunlar Kur'an okumuyorlar mı? Gerçekten bunlar Kur'an'ı okuduklarında, herhalde işi birbirine karıştırmışlardır. Kur'an'daki müsamaha -ki bu İslâmın en belirgin özelliğidir-, bunlar bunu, dostluğa, velâya yani yetkinin bunlara verilmesine yorumlamışlar. Velâ ile müsamahayı birbirine karıştırmışlardır. Halbuki Kur'an, velayet noktasında dikkatli bulunmayı ve uyanık olmayı emretmektedir. Buradan anlaşılan o ki, bunlar şuna uğraşıp durmaktalar, halktan bir çoklarının da bu üç şahıs gibi değişmelerini sağlamaktır. Yine bana öyle geliyor ki, bu ve benzeri kimseler, ilk akıl hocaları Cemaleddin Efgani’nin anlattıklarına itimad etmektedirler. Kj bu adam, Masonluğun iğrenç düşüncelerinden etkilenmişti. İlk defa dinler arasında yakınlaşma bayrağını yüklenen kişidir bu zat. Cemaled-dîn Efganî, ' 'Birlik Teorisi" adını verdiği hatıratında şu ifadelere yer veriyor:
"Hemen hemen her araştırmadan, incelemeden ve tetkikten sonra şunu gördüm: Üç Tevhid dini (İslâm, yahudilik ve hıristiyanlık), prensipte ve amaçta tamamen birleşmektedirler. Bunlardan birisinde şayet bir şey eksikse, hemen o eksiğin yerini ötekisi doldurmaktadır. Bu, mutlak hayır ma-nasindaki emirler noktasında birbirini tamamlar durumdadır.
... İşte buna göre bende çok önemli bir fikir belirdi, kafamda büyük bir şimşek çaktı. Dinler nasıl ki özde, cevherde, amaçta ve temelde bir iseler, bu üç din erbabı da dinlerinin birleştiği gibi birleşebilirler. İşte böyle bir ittihadın ve birleşmenin neticesinde insanlar, barışa doğru bir adım atmış olurlar. Evet insanlar bu kısacık hayatta büyük bir adımı barış için atmış olurlar.
İşte ben bu teorim için planlar hazırladım. Bazı satırlar çizdim, da ve için risaleler kaleme aldım. Ancak bütün bunları yaparken ben, "çok yakın bir tarihte tüm din ehlini birbirine karıştıracağım" demek istemiyorum. Çünkü ben bir tek dinin ehli olan kimselerin niçin parça parça gruplara ayrıldıklarını, ihtilâf sebeplerini derinliğine araştırmadım..."[186]
Yukarıdaki sözleri gördünüz. Hepsi de mugalatadan öteye geçmemektedir. İleriyi görebilen herkes bunu çok iyi anlar ve kavrar. Meselâ biri çıkıp derse ki:
"Gerçekten İslâm dini müsamahakâr bir dindir, o hıristiyanların hıristiyanlığa, yahudilerin de yahudiliğe davette bulunmasına, Budistlerin de budizme çağırmasına, kısaca beşeri dinlerin hepsine ve muharref dinlere, niteliği ne olursa olsun müsamaha ile bakıyor?
Acaba bu davetçiler, Kur'an'ın İsrailoğullarıyla ilgili anlattıklarından, peygamberlerini öldürdüklerinden, sonra da Tevrat ve İncil'i değiştirip tahrif ettiklerinden habersiz midirler? Sonra yine bunların heva ve istekleri doğrultusunda Allah tarafından indirilmiş bulunan kitaplarla oynadıklarını bilmiyorlar mı?
Acaba bunlar Rabbimizin şu. şyetinden habersiz midirler?:
"Andolsun ki Allah, üçün üçüncüsüdür, diyenler de kâfir olmuşlardır/' (Maide, 5/73)
İşte bir başka âyet meali, Rabbim buyuruyor ki:
"Yahudiler, Üzeyir Allahın oğludur, dediler! Hıristiyanlar da, Mesih (İsa) Allah'ın oğludur dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. Sözlerini önceden kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl haktan batıla döndürülüyorlar?” (Tevbe, 9/30)
Yine Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi istediler ki onlarla eşit olasınız." (Nisa, 48/89)
Şimdi de bir başka âyet, yüce Mevlâ şöyle buyurmaktadır:
"Ehl-i Kitaptan çoğu, sizi imanınızdan sonra vazgeçilip küfre döndürmek isterler." (Bakara, 2/109)
Daha birçok nass ve deliller var ki, hepsi kitap ehlinin müslümanlara karşı olan düşmanlıklarını açıklamaktadırlar. Allah (c.c), Rabbani bir alim olan Seyyid Kutub'a rahmetiyle muamele buyursun, demiştir ki:
"îslâmın, kitap ehline karşıjmisamahakâr olması başka şeydir, onları veliler edinmek ise daha başka bir şeydir. Fakat bu iki nokta kimi müslümanlar tarafından birbirine karıştırılmaktadır. Bu da, mensubu olduğu dinini, gereğince bilmemesinden ve görevini idrak etmemesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü bu dinin gerçeğinde ve düşünce temelinde yatan şudur:
"Yeryüzünde İslâm düşüncesine uygun bir nizamı gerçekleştirmek." Amacı ve görevi budur. Öyle bir nizam ki, bütün insanlığın tanıdığı öteki düşünce sistemlerinden tamamen ayrı ve farklı olan bir nizamdır. Şu işi birbirine karıştıranlar var ya, onlar bu akidenin gerçeğini anlama duygusundan uzaktırlar, bu yönden eksiktirler. Yine bunlar kitap ehlinin bu konudaki tavır ve tutumunu, bu alandaki savaşın mahiyetini ve karakterini kavramaktan uzaktırlar. Bu kimseler Kur'an'ın bu konudaki yöneltmelerinden, apaçık ifadelerinden gafildirler. Bu kimseler, kitap ehliyle yapılacak olan ilişki ve muamelelerde, İslâm toplumunda kendilerine karşı müsamahakâr davranma ve yine İslâm toplumunda iyilik ve güzellikle davranma durumunu, Velâ, yani yetki verip dost edinme olayım birbirine karıştırmaktadırlar. Şayet kitap ehli müslüman bir toplumda yaşıyorsa bunlara müsamahalı dayranılacak ve gerektiğinde iyilik yapılacaktır. Fakat Velâ hadisesi sadece Allah'a, Rasûlüne ve İslâm cemaatinedir. Yetki bunlara verilecektir. Müslüman olmayan unsurların bunda payları yoktur.
Halbuki semavi dinlere bağlı olanlar arasında müsamaha ve yakınlaşma adıyla ortaya çıkanlar, kesin olarak müslümanlarla kitap ehli arasında olmaması gereken velayeti gündeme getiriyorlar. İşte böyle bir iddiayla ortaya çıkanlar, dinleri anlamakta yanıldıkları gibi, müsamahanın ne manaya geldiğini anlamakta ve kavramakta da yanılıyorlar.
Allah (c.a)'ın, Rasûlü Hz. Muhammed (s.a.v.)'e indirdiği din, Allah nezdinde de makbul olan dindir. Müsamahaya gelince bu, kişisel muamelelerde söz konusudur. Yoksa itikadı tasavvur açısından bunun yeri yok-, tur, sosyal nizam noktasından da böyle bir şey düşünülemez. Fakat böyle bir iddia ile ortaya çıkan bu kimseler var ya, bunlar, müslümanın kalbin de ve ruhunda kesin yerleşmiş bulunan, din İslâm'dır ve Allah (c.c.) bundan başka din kabul etmez, inancım sulandırmak istiyorlar. Halbuki müslümanın görevi, İslâm'da temsil olunan Allah kanununu gerçekleştirmektir. Onun yerine başka bir şey kabul etmemektir. Onda herhangi bir tadı ve değişimi de istememektir. Çünkü yüce Mevla şöyle buyuruyor:
"Allah nezdinde hak din İslâm'dır." (Âl-i İmran, 3/19)
Yine Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin kî kendisinden böyle bir din asla kabul edilmeyecektir." (Âl-i İmran, 3/85)
İslâm, müşriklerin, putperestlerin itikadlanni düzeltmek için geldiğ: gibi aynı zamanda kitap ehlinin de itikad ve inançlarını düzeltmek içir gelmiştir. İkisini de aynı şekilde tashih etmek için inmiştir. Aynı zamandz İslâm onların tümünü İslama çağırmaktadır. Çünkü din, sadece İslâmdır. Allah (c.c), hiçbir insandan başka bir din asla kabul etmemektedir. Müslüman, dinsizleri, puta tapanları dine davet etmekle yükümlü olduğu gibi, aynı şekilde kitap ehlini de İslama davetle mükelleftir. İslâm aynı za manda, ne onlardan ve ne berikilerden hiçbirini zorla ve güç kullanarak İslama sokmalarını istemez. Çünkü inançları, zor kullanılmak suretiyle kalplere ve vicdanlara yerleşemezler. Kaldı ki dinde zorlama yasaklanmış tır. Çünkü bunun kalpte bir varlığı yoktur."[187]
Biraz önce demiştik ki, Velâ yani yetki vererek dostluk kurmak ayrı bir şeydir, fakat bunlarla muamelede bulunmak yine ayrı bir şeydir. Bu konudaki dayanağımız ise, Rabbimizin şu âyetidir:
"Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve adil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever." (Mümtehine, 60/8)
Bu âyetin tefsiri ile ilgili olarak ilim ehli ihtilâf etmişlerdir. Kimileri demişler ki, bu âyette kasdolunan, Mekke'de iman edip ancak orada kalıp hicret etmeyenlerdir. Allah (c.c), müminlere, onlara iyilik yapmaları ve güzellikle davranmaları için izin vermektedir Bu görüşü ileri süren Mücahid'dir.
Başkaları ise, bu âyette kasdolunan Mekke'li olmayıp, hicret etmeyenlerdir, demişlerdir.
Bir diğer görüşü ileri sürenler de diyorlar ki: Müminlerle savaşmayan ve müminleri yurtlarından çıkarmayan Mekke'li müşriklerdir. Daha sonra Allah (c.c), onlarla savaşmayı emrederek bu hükmü neshetmiş yani yürürlükten kaldırmıştır. Bu görüş de Katade'den rivayet olunmaktadır.[188]
İbn Cerîr'in tercihine göre bu konuda en uygun ve doğru görüş şöyle diyenlerin görüşüdür:
"Allah sizinle din uğrunda savaşmayanlara iyilikten sizi menetmez" hükmünden maksat, tüm milletler ve dinlerdir. Bunlara iyilik yapılmasında, ziyaretlerinde ve kendilerine adaletle davranılmasında herhangi bir sakınca yoktur. Çünkü Rabbim bunlar için şöyle buyurmaktadır; bu hüküm bu manada geneldir. "Onlar ki din hususunda sizinle savaşmıyorlar ve sizi ülkenizden çıkarmıyorlar."
O halde kim bu nitelikleri taşıyorsa, bu hükme dahildir. Herhangi bir toplumun "tahsis" edildiği sözkonusu değildir. Ayrıca "bu hüküm men-suhtur, yürürlükten kaldırılmıştır" diyenlerin sözünün de bir anlamı kalmaz. Çünkü mümin, Ehl-i Harpten olan birine iyiliği, ya aralarındaki bir nesep sebebiyledir, veya aralarında haram olmayan bir nesep yakınlığı yoktur ama yine bir iyilik yapılmaktadır. Ya da bundan nehyedilmemiştir. Ancak bu hususta şayet buna delâlet edecek bir şey varsa, veya harb ehlinir müslümanların avretine (sırlarına) ilişkin bir şey varsa, yahut silâh veya bir durumu takviye etmek içinse bunlara iyilik yapılmasında sakınca yoktur.
İşin bu yönünü Hz. Esma (r.a.)'nın annesi ile ilgili kıssa, Hz. Zübeyir (r.a.) tarafından geien rivayet açıklamaktadır.[189]
İşte İslâm bu fiili itibariyle -hatta düşmanlık halinde bile de olsa- gidişatın temiz ve iyi olması, iyi niyet taşınması kaydıyla sevgi sebeplerin: baki kılmıştır. Muamelelerde de adaletli davranıldığı sürece, kişi kendisine karşı husumet besleyen kimsenin ikna olacağı günü beklemelidir. Çünkü hayır ve iyilik bunun en yüce bayrağı altında bitkin hale gelir.[190]
Nitekim bu konunun başında bir hadis geçmişti. Bu hadiste Allah (cc)'ın kâfir ve müşrik olan akraba ile de ilginin kesilmemesini emrettiğini Öğrenmiştik. Ancak bu, onlara karşı bir muvalat değildir. Bununla onların sırdaş edinileceği, her konuda itimat olunacağı hususu anlaşılmış olur.
Biz bu konuyu daha anlaşılır bir şekilde açıklamak isteriz. Bunu da bize Hz. Ebû Bekir'in kızı Esma'nın annesi ile ilgili olan kıssası açıklığa kavuşturacaktır.
Buharı ve Müslim'in Hz. Esma (r.a.)'dan rivayetlerine göre Hz. Esh mâ şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.v.) henüz hayatta iken müşrik olan annem yanıma, Medine'ye gelmişti. Bunun için Rasûlüllah (s.a.v.)'den sof-rarak dedim ki: "Annem buraya yanıma gelmiş, beni arzulamaktadır, annemi görebilir, onu ziyaret edebilir miyim?" Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdular: "Evet, anneni ziyaret edip görebilirsin."[191]
Hattabî bu hadisle ilgili olarak der ki: "Kâfir olan bir kadının akrabalık bağı, mal ve benzen şeyler itibariyledir ki, onu müslüman olan yakınına bağlamaktadır. Bundan çıkan hüküm şüdür:
"Baba veya anne
kâfir de olsalar, müslüman olan çocuğu onların nafakalarını temin etmek
zorundadır, bu vaciptir."[192]
İbn Hacer der ki: Birr (iyilik), akraba ile ilgiyi kesmek, ihsanda bulunmak gibi hususlar, Rabbimizin aşağıdaki âyette yasaklanmış bulunaiı sevgi ve dostluğu içermektedir. Rabbim şöyle buyuruyor:
"Allah'a ve ah i ret gününe inanan bir toplumun, Allah'a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin." (Mücadele, 58/22)
Bu ayet ifade ettiği hüküm itibariyle (âmm) geneldir. Kişi ister bizzat savaşa katılsın, ister katılmasın, farketmez.[193]
İbn Kayyım der ki: Burada hakkında delil ikame edilen nokta, müs-lüman olmayan ebeveyne infakın vacip olduğudur. Dinleri farklı da olsa, kişi bakmakla yükümlüdür. Zira Rabbim şöyle buyurmuştur:
"Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. İşte bunun için önce bana, sonra da ana-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak banadır. Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi körü körüne bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin.”(Lokman, 31/14-15)
Bir müslümanın gerçekten durumu müsait ve zengin iken, anne ve babasını sıkıntı ve zorluk içinde kıvranır vaziyette bırakması, bir iyilik ve ihsan sayılmaz. Allah (c.c), akraba ile ilgisini keseni kötülemiş, bunun haklarına riayet etmeyenin büyük günah işlediğini bildirmiş, yakınları kâfir de olsalar, Allah (tc), bunların haklarını yakınlarına vacip kılmıştır. Rabbim buyuruyor ki:
"Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının." (Nisa, 4/1)
Rasülüllah (s.a.v.) de hadislerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Akraba ile ilgi ve alâkayı kesen cennete giremez.”[194]
y Akraba ile ilgiyi sürdürmek ve münasebeti kesmemek vaciptir. Akraf
ba kâfir de olsa durum böyledir. Onun dini ona aittir. Münasebetini kes| meyip sürdüren kimsenin de dini kendisinindir. Burada nafakayı miras olayı ile kıyaslamak, fasit bir kıyaslamadır. Çünkü mirasta asıl nokta yardımj ve muvalâta, yakın ilgiye dayanmaktadır. Halbuki nafaka böyle değildir! Çünkü bunda akrabalık ilgisini kesmeme vardır, akrabalık hukukundaki eşitlik yatmaktadır.
Kâfir de olsalar Allah (c.c), akrabalar için bir hak öngörmüştür. Zifra küfür dünyada gerekli olan hakkı düşürmez. Rabbim şöyle buyurmuştur!
"Allah'a ibadet edin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya (eş-dost ve arkadaşa), uzak komşuya, ellerinizin altında bulunanlara (köle, cariye, hizmetçi ve benzerlerine) iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.” (Nisa, 4/36)
Bu âyette adı geçen tüm sınıfların, kâfir de olsalar haklan vardır ve bu hak vaciptir. O zaman, Allah'ın kendilerine ihsanda bulunmayı ve iyilik yapmayı emrettiği kimseler içerisinden akrabaları çıkarmanın anlam) nedir, günahı ne ki akrabalar bu sayılanlar arasından çıkarılmaktadır?[195]
Buradan biz, şu
gerçeği anlamış bulunmaktayız. İş burada açıklanmış bulunmakladır. Sevgi ve
yardımda temsil olunan muvalât başka bîi şeydir, kâfir akrabaya nafaka temin
etmek, onları ziyaret etmek, onlara ihsanda bulunmak ise daha başka bir şeydir,
tslâmın müsamahasını isd, esirlere, yaşlılara, kadın ve çocuklara savaşta nasıl
davranıldığı açıkça gösterebilir. Bu tarihin parlak sayfaları arasında her
zaman görülecek bir gerçektir.
Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiyye (rh) der ki: Esas olan, insanların ihtiyaç duyduğu şeylerle ilgili olarak muamelede bulunmalarında bir haramlik söz konusu değildir. Ancak Kitap ve Sünnette kesin haram olarak belirlenen hususlar bunun dışındadır. Aynı şekilde, bunların Allah'a yakınlık için yapıyoruz diye meşru olmayan ibadetleri de meşru değildir. Ancak ibadetlerden Kitap ve Sünnet tarafından meşru kılınanlar var ise, bunlar konunun dışındadır. Çünkü din, Allah'ın şeriat olarak kabul ettiğidir. Haram da Allah'ın haram kıldığıdır. Ancak Allah'ın zemmettiği şeyler bu anlatılanların dışındadırlar. Çünkü bunlar Allah'ın haram kılmadığı bir şeyi Allah'ın emrine rağmen haram kılmışlar, Allah'ın hakkında herhangi bir hüküm indirmediği şeyleri de Allah'a şirk koşmuşlardır. Bunlar aynı şekilde Allah'ın dinde şeriat olarak izin vermediğini de, yasa ve şeriat olarak ortaya koymaya kalkışmışlardır. İşte Allah (c.c.) bütün bu manadaki şeyleri reddeder, ancak bunun dışındaki hususlarda yapılacak muamelelerde bir sakınca görmez.[196]
İşte bu kurala dayanarak, şer'î nasslara bağlı kalarak, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, Raşid ashabının ve müslüman liderlerin (müctehid imamların) sireti, hayat ve yaşayışları bize yol göstererek, şu gerçekleri ortaya koymaktadır. Daha doğrusu bütün bunlara bakarak diyebiliriz ki:
“Alım ve satımda, hediyeleşmede kâfirlerle muamelede bulunmak gibi şeyler “Muvalât" ifadesine veya kapsamına girmezler. Aksine bu gibi alanlarda müslüman için alım-satım kâfirlerle mubahtır, işte Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiyye, istilâcı Tatarlarla yapılacak olan muamele hakkındaki bir soruyla ilgili olarak diyor ki:
Onlarla yapılması caiz olan muamelelerin yapılması ve benzerleri caizdir. Aynı zamanda kendileriyle yapılacak haram şeylerde ise zaten bu ve benzeri şeylerde muamele haramdır. Bir kimsenin bunlardan hayvan ve at ve benzeri şeyler satın alması caizdir. Tıpkı Arap ve Türkmenlerden, kürtlerden hayvan satın almanın caiz olduğu gibi bunlarla da alış-veriş caizdir. Aynı zamanda bunlardan yiyecek ve giyecek satın almaları ve satmaları caiz olduğu gibi, bunlar gibilerinden de alış-veriş caizdir.
Ancak haram işlemede bunlara yardım ve yararı dokunacak şeylerin bunlara satılması, ya da başkalarına satılması, caiz değildir. Meselâ savaşta yararlanılacak atlar, silâh, araç ve gereçlerin satışı caiz değildir. Çünkü Rabbim şöyle buyurmuştur:
"İyilik ve Allah'ın yasaklarından sakınma üzerinde yardımlasın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah'dan korkun; çünkü Allah'ın cezası çetindir." (Maide, 5/2)
Ya da öyle bir durum var ki, onlarla veya başkalarıyla yapılan mulamele esnasında, ellerinde var olan mal, bir masumun malı ise ve bu mal o masum kişiden gasbolunarak alınmış ise, bunu kendisine mülk edinmek isteyen kimseler için bunu satın almaları caiz değildir. Ancak gasb edilmiş bu malı, gasb edenin elinden kurtarıp, eğer mümkünse bunu tekrar sahibine iade etmek için satın alırsa, bu mümkün olmaması halinde şer'î işlerde harcanmak üzere, müslümanların maslahatlarında kullanılmak kaydıyla satın alırsa bu da caizdir. Bir de kâfirlerin elinde bulunan mallarda haram olan bir durum da söz konusudur, fakat bizzat hangisinin haram olduğu bilinememektedir, işte bu gibi şeylerde de onlarla muamele haram olmaz, caizdir. Meselâ pazarlarda satılan malların gasp edilip edilmediği çalınıp çalınmadığı bilinmemektedir. İşte bu gibi alım satımında bir mahzur yoktur."[197]
Buharî'nin, Alım-Satım
kitabının, müşriklerle ve harb ehliyle alım-satım bahsinde bir rivayeti
bulunmaktadır. Hadisi rivayet eden Hz. Ebu Bekir (r.a.)'in oğlu Abdurrahman
(r.a.)'dır, demiştir ki: "Biz Hz. Peygamber (s.a.v.) ile beraber
bulunuyorduk. Bir ara saçı-başı toz içinde bir müşrik adam geldi. Önünde
birkaç koyun bulunuyordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle dediler:
Bunlar satılık mı, yoksa bağış mı? Adam dedi ki: Hayır, bunlar,satılıktır.
Hz.Peygamber (s.a.v.) de bundan bir koyun satın aldı.[198]
İbn Battal da diyor ki: Kâfirlerle ticarî manadaki muameleler caizdir.
Ancak müslümanlarla savaş halinde olanların (harb ehlinin) müslü-manlann
aleyhine kullanılabilecek şeylerin muamelesi ise caiz değildir”[199]
Yine Hz. Peygamber (s.a.v.)'den sabit olarak gelen rivayete göre, kendisi (s.a.v.), bir yahudiden 30 vesak arpa almış, bunun için de yahudiye zırhını rehin olarak bırakmıştır.[200]
Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiyye diyor ki:
- "Müslüman bir kimse, bir şeyler satın almak için Daru'l-harb'e yolculuk edip gitse, bu bize göre caizdir. Nitekim bunun caiz olduğunu, Hz. Ebu Bekir (r.a.)'in Hz. Peygamber'in hayatta iken Şam'a yaptığı ticari seferleri bunu göstermektedir. Halbuki Hz. Ebu Bekir'in ticaret için buralara yolculuk yaptığı sıralarda, burası Daru'1-Harb idi. Bununla ilgili başka hadisler de vardır.
i Ancak müslümanların, müslüman olmayan unsurların bayramlarında, onların yararlanabilecekleri şeyleri, bayramları sebebiyle satmaları, yiyecek, giyecek, koku ve çiçek gibi şeyler satmaları veya bunları bayramları sebebiyle onlara hediye etmeleri, bu, bir tür onlara yardımdır. Bayramlarının ayakta kalması için bir katkıdır. Bu da bir temele dayanıyor ki, bu temel şudur: Müslümanlar, şarap ve içki imal etmeleri için üzüm ve şıra gibi şeyleri bunlara satamazlar, böyle bir şey caiz değildir.
Ayni zamanda, müslümanlarla savaşmaları için bunlara silâh satışı da caiz değildir.[201]
b- Müslüman bir kimsenin müslüman olmayanlara, müslüman olmayanın da müslümanlara vakıfta bulunması:
İbn Kayyım der ki: Bunların yaptıkları vakıflara gelince, bu hususta şuna dikkat edilir: Eğer belirli bir şeye veya cihete vakfederlerse, müslüman için bu şey veya cihete vakfı caizdir. Meselâ miskinlere, yoksul ve fakirlere sadaka olmak üzere yapılan vakıf, kamu yararına ait hizmetler için, yollar için yapılan vakıf, çocukları adına, kendilerinden sonra gelecek olan nesilleri adına yapılacak olan vakıflar, sahih ve geçerli olan vakıflardır. Bu vakıfların hükmü de tıpkı müslümanların bu gibi cihet ve yerlere yapmış oldukları vakıfların hükmü gibidir.
Ancak müslüman olmayan kimsenin yapmış olduğu vakıf şartında, çocuklarının veya akrabasının küfürlerinde kalmaları şartı ile bir vakıf yapmışlarsa, müslüman olmaları halinde bundan yararlanamazlar diye bir şart getirmişlerse, işte bu şart sahih değildir. Hakimin de bu vakıf hükmüne veya şartına göre hükmetmesi, gereğine göre hareket etmesi caiz değildir. Bu ümmetin ittifakıyla da böyledir. Çünkü böylesi bir şart İslâm dini ile, Allah'ın kendilerini peygamber olarak gönderdiği Hz. Muhammed'in dini ile çelişkilidir.
Müslüman bir kimsenin bunlara bir şeyi vakfetmeleri ise, Allah ve Rasûlünüh hükmüne uygun olan hususlarda sahihtir. Buna göre müslüman bunlardan belirli birilerine, veya bunlardan olan akrabasına yahut onlardan filan oğullarına diye vakıf yapabilir, bu sahihtir.
Ancak yapılan vakfın sebebi ve gereği küfür olmamalıdır, veya vakıftan yararlanabilme şartı küfür olmamalı yahut yararlanabilmelerine bir mani olmamalıdır. Meselâ adam, çocuklarına, babasına veya yakınlarına kâfirliklerinde kalırlarsa da bundan yararlanabilirler, şayet müslüman olurlarsa artık kesinlikle bundan yararlanma hakkına sahiptirler.
Fakat bunların kiliseleri için, havraları ve küfür yerleri için yaptıkları vakıflar, burada küfrün şiarlarını ayakta tutacaklardır. İşte bu manadaki vakıflar ne bir kâfir için ve ne de bir müslüman için sahih değildir. Çünkü böyle bir şeyde onların küfürlerine daha büyük bir yardım, buna daha güçlü bir takviye yapılmış olur. Bu ise Allah'ın dinine aykırıdır.[202]
İmam Buharı, Cenaze bahsinde, Hz. Enes (r.a.)'den rivayette bulunuyor. Hz. Enes (r.a.) demiştir ki: "Yahudi bir çocuk vardı, bu çocuk Hz. Peygamber (s.a.v.)'e hizmet ediyordu. Hastalandı, Hz. Peygamber (s.a.v.) kendisini ziyarete gitti, başucunda oturdu ve ona dedi ki: "Gel, mtislü-man ol". Çocuk, dönüp babasına baktı, çünkü babasının yanında idi. Bunun üzerine babası dedi ki: "Ebu'l-Kasım'a (Muhamrned'e) itaat et. O da müslüman oldu." Hz. Peygamber (s.a.v.) oradan çıkıp gittiğinde şöyle diyordu:
"Onu cehennem ateşinden kurtaran Allah'a hamdolsun."[203]
Yine bir başka rivayet Ebu Talib ile ilgilidir. Ebu Talib ölüm döşeğinde iken, Hz. Peygamber (s.a.v.) kendisini ziyaret eder ve, ona İslâmı sunar."[204]
İbn Battal diyor ki: "Eğer bunların ziyaret edilmelerinde, İslama girmeleri umudu varsa, ziyaret meşrudur. Şayet böyle bir durum yoksa, gerekmez."[205]
îbn Hacer ise der ki: Benim kanaatim odur ki, bu ziyaret meselesi maksatlara göre değişir. Bazan olur ki, gayri müslimi ziyaret etmenin bir başka yaran ve maslahatı olabilir."[206]
Ancak gayri müslimlere ait küfür şiarları ve alâmetleri ile ilgili olarak kendilerini tebrik etmek, kutlamak haramdır. Hem de bu haramlık ittifak iledir. Meselâ bunları bayramları sebebiyle tebrik etmek gibi. Bir misal olarak adam diyor ki:
"Bayramın kutlu olsun, veya seni bayram dolayısıyla tebrik ederim." İşte böyle söylemek, söyleyen kimseyi küfre sokmasa da, bu da işlenen ha-ramlar türümdendir. Bu.tıpkı şuna benzer: Haça secde eden kimseyi yaptığı secdeden ötürü kutlamak gibi. Hatta belki bu kimsenin onu tebrik etmesi bundan da büyük bir günah olabilir. Adamı içki içtiğinden ötürü tebrik etmekten öteye Allah'ın gazabını çeken bir hal olmuş olur. Adam öldürmek, haram olan zina fiilini işlemek ve benzeri şeylerden de ağır bir günah olmuş olur, Allah'ın gazabını çeker.
Çoğu kimse, dinde bu gibi şeylerin yapılmasının bir Önemi olmadığını düşünebilir. Yaptığı işin kötü ve çirkin bir iş olduğunu da bilmeyebilir. Kim bir kulu bir masiyetinden, bid'atmdan ve küfründen ötürü tebrik eder veya kutlarsa, bu kimse sının aşmış, Allah'ın lanetini ve gazabım üzerine çekmiş olur.
Nitekim gerçek takva sahibi kimseler, bunlardan ilim ehli olan zatlar, zalimlerin belli makamlara gelmeleri halinde, onların bu görevleri sebebiyle tebrik etmiyorlar, kutlamıyorlar. Aynı zamanda cahil ve makama ehil olmayan kimselerin kaza (yargı) makamına getirilmelerini, Öğretim görevlisi vazifesinin verilmesini, fetva makamına getirilmesini gördüklerinde bunları kutlamıyorlar, tebrikte bulunmuyorlar. Çünkü onların hepsi Allah nezdinde düşük oldukları için, kendileri yüzünden gelebilecek bir gazaptan çekiniyorlar. Ancak bir kimsenin şerrinden ve kötülüğünden emin olabilmek için ona giderse, bundan dolayı hiçbir şey söylemeyip sadece ona hayır söyler, muvaffakiyeti ve doğru olabilmesi için, düzelebilmeleri için onlara dua ederse, bunda herhangi bir sakınca yoktur.[207]
Bu konuya ayrıca şu hususlar da girer: İslâma aykırı davrananlara tazimde bulunmak, onlara, efendim, beyim, paşam efendim gibi ifadelerle saygı göstermek kesinlikle haramdır. Nitekim merfu olan bir hadislerinde Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
"Münafık olan kimseyi "Efendim, beyim, paşam" diye çağırmayın. Şayet o kimse bey ve paşa yapılacak olursa, siz bu durumda aziz ve celil olan Rabbınızın gazabını çekmiş olursunuz."[208]
İbn Kayyım'ın da belirttiği gibi bu gibi kimselere aynı zamanda, devlet büyüğü, ulu devlet başkanı, veya ey yüce falan, diye veya Reşid (sağlam) ve salih kimse diye de lâkab verilerek çağrılamazlar. Şayet kim bu gibi isimlerle isimlendirilecek olursa, müslüman için bu kimseleri bu isimle çağırmaları caiz değildir. Aksine adam şayet hıristiyan ise, bu kimseye ey hıristiyan, ey haçlı, yahudiye de ey yahudi diye seslenip çağıracaktır.
Daha sonra İbn Kayyım deli! ile konuşarak diyor ki: "... Biz bugün öyle bir dönemde bulunmaktayız ki, bu kimseler meclislere, toplantı mahallerine çıkıp geliyorlar, bunlar gelince bunlara kıyam ediliyor, bunlar için ayağa kalkılarak saygı gösteriliyor, elleri öpülüyor, ordunun ve askerin hizmetlerinde, devlete ait mallar üzerinde yetkili ve söz sahibi kılınmaktadırlar. Bunlar da müslümanlar gibi Ebu'1-A'Iâ, Ebu'l-Fazl, Ebu't-Tîb gibi lakablarla anılıyor, künye alıyorlar. Hatta dahası var, bunlara Hasan, Hüseyin, Osman ve Ali gibi isimler veriliyor. Halbuki daha önceleri bunların isimleri, Yuhanna, Matta, Corcis, Botris, Azra, Eş'i-ya, Hazkîl ve Huyey idi. Her devre göre adamı olmaktadır."[209]
751 hicrî yılında vefat eden Allame İbn Kayyım böyle konuşursa, bugünkü müslüman, bu çer-çöpe dönüp bir baksın. Tıpkı sel üzerindeki köpük ve çerçöp gibidirler. İslama müntesiptirler, küçük ve büyük ne varsa her konuda Allah düşmanlarının dediği yolda giderek onlara tabi oluyorlar. Şayet bunlar bir kelerin deliğine girseler, kesinlikle müslümanlar da oraya gireceklerdir. Bunlar sadece peşlerinden gitmekle yetinmiyorlar, on-îarın tüm yaptıklarını ve iyi gördüklerini de şaşkınlık ve hayret içinde kabul etmektedirer. Hemen her bir fırsatta ve münasebette düşman bir şey yapmışsa, yaptığından ötürü öncelikle atılıyor, tebrik ediyor, takdir ediyor, kutluyor, ona karşı minnet duygusunda ve temennisinde bulunuyor.
d- Müslüman olmayanlara selâm vermenin hükmü:
Hz. İbrahim (a.s.)'ın, babasını davet etmesi üzerine, babası kabul etmediği zaman, kendisine:
' 'Selâm sana.” (Meryem, 19/47) diye söylemişti.
İşte İslâm alimleri bu konuda ihtilaf etmişlerdir.
Fakat bu konuda cumhur diyorlar ki, bundan maksat, tahiyye selamlaşma olmayıp, bir müşareket ve karşılıklı esenlik istemedir,
Taberî ise diyor ki: Bunun anlamı, benden sana güvence vardır. Bu duruma göre, kâfire ilk defa selâm ile karşılık verilmez.[210]
Kimisi de diyorlar ki, bunun manası içinde teslimiyet vardır. Bu da ayırıcı bir tahiyye, yani selamlaşmadır. Dolayısıyla kâfirin selamı caizdir, yani kendisine selam verilebilir, kâfire ilk olarak da selam verilmesi mümkündür. Nitekim İbn Uyeyne'ye sorulmuş, kâfir bir kimseye selam vermek caiz midir? diye. O da: "Evet" demiş. Çünkü Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
"Allah sizinle din uğrunda savaşmayan ve sızı yurtlannızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve adil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever." (Mümtehine, 60/8)
Yine Rabbim şöyle buyuruyor:
"İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır." (Mümtehine, 60/4)
Hz. İbrahim (a.s.) babasına demişti ki: "Selâm (esenlik) sana".
Kurtubî diyor ki, ben diyorum ki, ayetten açıkça anlaşılan şey, Süf-yan b. Uyeyne'nin söylediğidir, onu kabul ediyorum.[211]
Bu konuda iki hadis gelmiştir. Ebû Hüreyre (r.a.)'nın rivayetine göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: "Yahudilere ve hıristiyanla-ra selâm ile ilk başlayan siz olmayın. Şayet siz yolda bunlardan biri ile karşılaşırsanız, kendisini yolun en dar yerine sıkıştırın."[212]
Buharı ve Müslim'de, Hz. Üsame b. Zeyd'den rivayete göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) bir gün altına Fedek dokuması saçaklı bir kadife konularak kaplanmış bir merkep üzerine bindi. Hz. Üsame b. Zeyd'i de terkisine aldı, Hazrec kabilesinin Harisoğuîlan boyundan olan Sa'd b. Ubade'yi ziyarete gitmişti. Bu hadise, henüz Bedir savaşından önce idi. Yolda müslü-manların, putperest müşriklerin ve yahudilerin karışık olarak bulunduğu bir meclise uğradı. Aralarında Abdullah b. Ubeyy b. Selûl de bulunuyordu. Bu mecliste Abdullah b. Revaha da vardı. Merkebin yerden kaldırdığı toz meclisi kaplayınca (oturanların üzerine doğru gidince), Abdullah b. Übeyy, kaftamyla burnunu kapadı ve sonra da dedi ki: Bizim üzerimizi tozlatmayınız! Hz, Peygamber (s.a.v.) de bunlara selâm verdi.[213]
"Birinci hadis, ilk kez bunlara selâm verilmemeyi bildirmektedir. Çünkü böyle yapmakta, bunlara saygı ve ikram yatmaktadır, kâfire ikram söz konusudur. Halbuki bunlar ikram edilecek kimseler değiller.
İkinci hadis ise, bunu caiz görmektedir. Taberî diyor ki, burada aynı zamanda herhangi bir çelişki yoktur. Hz. Üsame'nin rivayet ettiği ile Hz. Ebu Hüreyre'nin rivayeti arasında bir çelişki mevcut değildir. Çünkü bu iki hadisten biri diğerinin aksi olan bir şeyi rivayet etmektedir. Ancak burada Ebû Hüreyre hadisi geneli ifade etmektedir. Üsame hadisinin manası ise özeldir. İmam İbrahim en Nahaî diyor ki: "Şayet bir yahudiden veya bir hıristiyandan görülecek bir işin varsa, önce selâm verebilirsin."
Böyle anlaşılan ve açıklığa kavuşan şu ki, Hz. Ebu Hüreyre'nin: "Onlara selâmla işe girişmeyin (ilk selâm veren siz olmayın)" hadisi, şayet herhangi bir sebep ve durum yoksa böyledir. Şayet, onlar tarafından görülecek olan bir işiniz ve ihtiyacınız sözkonusu ise, veya arkadaşlık, komşuluk veya yolculuk gibi bir beraberliğiniz sözkonusu değilse, durup dururken önce selâm veren siz olmayın. Fakat bu gibi sebeplerin olması halinde önce selâm verenin sizin olmanızda bir sakınca yoktur.
Taberî diyor ki: "Seleften rivayet olunduğuna göre, bunlar kitap ehline selâm verirlerdi. Nitekim Abdullah b. Mes'ud bunu Dehkânla yapmıştır. Çünkü İbn Mes'ud bununla yolculuk etmişti. Alkame kendisine demiştir ki: "Ey Eba Abdurrahman, bu mekruh olmuyor mu ki, o önce selâm ile başlıyor". İbn Mes'ud, evet, ancak arkadaşlık hakkı vardır, diye cevap vermiştir.
İmam Evzâî ise diyor ki: "Eğer sen selâm vermek istersen, senden önceki salih kimseler de selâm vermişlerdir. Şayet selâm vermek istemezsen, senden önceki salihler de selâmı terketmişler, bunlara selâm vermemişlerdir. Burada deniliyor ki, salihlerden yani sahabeden selâmı veren olduğu gibi, vermeyen de olmuştur. Hasan Basrî'den gelen rivayete göre demiştir ki: "Eğer gittiğin bir meclis veya toplulukta hem müsiümanlar hem kâfirler varsa, bunlara selâm ver."[214]
. İbn Kayyım diyor ki: Önce müslümanlar da selâm verebilir, durumunu caiz görenler, onlara sadece "es-Selâm" der. Ancak "Rahmet" kısmını zikretmez. Aynı zamanda bunu tekil ifadesiyle söyler."[215]
Bunların verdiği selâma karşılık vermeye gelince, bunun vacip olup olmadığı hususunda ihtilâf edilmiştir. Cumhur, onlara, selâm vermeleri halinde, selâmlarına karşılık verilmesi vacip ve gereklidir, diyorlar ki, doğru olanı da budur.
Bir başka grup ise diyorlar ki: Bid'at ehline selâm verilmediği gibi bunlara da selâm verilmez. Ancak evlâ ve Buradaki fark ise şöyledir. Biz, bid'at ehlinden uzak kalmakla, onları terketmekle emredilmişizdir. Çünkü onlara bir saygı olmasın ve onların sakıncalarından kurtulma imkânı sağlanmış olsun. Halbuki zimmet ehli bid-atcilar gibi değildir”[216]
Kitap ehline selâmın iadesinin vacipliği ve gerekliği konusunda ben de derim ki: Bu hususta tercih olunanı cumhurun görüşüdür. Çünkü onlar Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şu kavline göre hareket ediyorlar:
"Yahudiler size selâm verdiklerinde, bu arada onlardan biri "es-Samü aleyküm (Ölün, geberin anlamında) lanet okuması" O zaman sen de: "Sa.-na..." diye karşılık verirsin.[217]
Bir de Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şu kavli vardır: "Kitap ehli size selâm verdiklerinde, siz de onlara "ve Aleyküm" deyin" buyurmuştur.[218]
İşte cumhur bu iki hadise dayanmaktadırlar.
Müslümanın müslüman olmayan unsurlardan aşağıdaki hususlarda müsamahalı davranarak yararlanma imkânı vardır. Meselâ müslümanın gayri müslimlerden kimya, fizik, astronomi, tıp, zenaat, ziraat, idarî işler ve benzeri şeylerde yararlanmasında bir sakınca yoktur. Bunun böyle olması, şayet bu dallarda eğitim verebilecek ve kendisinden yararlanılabilecek takva sahibi bir müslüman yoksa mümkündür.[219]
Aynı zamanda bu kimselerden yolda kılavuzluk yapmalarından veya yanlarındaki silâh ve benzeri aletlerden yararlanma caizdir. Evet, silâh ve giyim gibi insanların genel ihtiyaçları durumunda olan şeyler konusunda bunlardan yararlanmanın bir sakıncası yoktur. Kaldı ki, zaten gelenekler de, bu gibi şeylerde müslümanların ve kâfirlerin eşit şekilde birbirlerinden yararlanmasında bir sakınca görmemektedirler.
Fakat yasak olan ve hiç caiz olmayan bir şey vardır. O da müslüman kesinlikle akidesi ve inancıyla ilgili olarak veya düşüncesinin temel unsurlarından birisiyle ilgili olarak bunlardan alıp öğrenemez. Kur'an tefsirini, peygamberinin sünnetinin tefsir ve yorumunu, tarihinin metod ve sistemini, siyasetinin yasasını, nizamını bunlardan öğrenemez. Aynı zamanda edebiyatını ve buna bağlı yorumlan yine bunlara güvenerek alamaz. Çünkü İslâm konusunda bu noktada onlara güvenilmez.[220]
Bu konunun başında geçmişti, demiştik-ki: "Gerçekten müslüman-lar büyük bir hataya ve yanılgıya düşmüşlerdir. Bu ise Yunan felsefesini, Hind, Fars (İran) tasavvufunu almalarıyla başlamıştır. Çünkü bunlar sel üzerindeki köpük ve çer-çöp gibidirler. Bunlar temiz ve berrak olan İslâm düşüncesiyle karıştırılınca, bundan karışık ve yanlış bir inanç ve amacından saptırılmış bir düşünce ortaya çıkar.
Gerçi tıp ve kimya ile ilgili kaynakları terceme etmekle iyilik yapmışlardır. Çünkü bu onları yepyeni ilimlerin keşfine götürmüştür. Mesela Cebir ilmini Örnek verebiliriz. Allah'ın nuru ile aydınlanmış bulunan İslâm akılcılığı, bilimsel alanlarda, hem tüm bilim dallarını kapsamak kaydıyla büyük bir hıza, güce ve yenilik yapma imkânına sahiptir. Bunu edebî ve kültürel alanlarda da görebiliriz.
Zira müslümanın elinde bu akidenin ve inancının kendisine verdiği bir güç ve kuvvet vardır. Bunlar onu gayretle, ciddiyetle ve sabırla çalışmaya yöneltir. Çünkü müslümanlar biürler ki, bu, aynı zamanda Allah'a bir tür ibadettir, ibadetin bir parçasıdır. Çünkü elde ettikleri işin getirdiği veya sağladığı yarar sadece bunu yapanlara ait olarak kalmamaktadır. Öyle ki tüm insanları kapsamaktadır. Hatta Avrupa'yı bile. Çünkü Avrupa'da bugün görülen yeniliklerin, keşiflerin aslı Müslümanların ortaya koyduğu nazariyelere dayanmaktadır. İslâm dünyasında maddi ilerlemeler çok erken ortaya çıkmıştır. Avrupa bugünkü seviyeye Müslümanlar sayesinde erişmiştir. Şurası acı bir gerçektir ki, her şeyi İslâm dünyasından ve müslümanlardan Öğrenmiş bulunan Avrupa, bugün farklı bir konuma gelmiş, işler tam aksine dönüvermiştir. Bugün batılı önemli bir mesafe kat etmişken, müslüman geride kalmıştır. Bu da müslümanların parlak çağlarındaki çalışma gibi bir çalışmayı bırakıp uyumaları, her alandaki ilerleme ve araştırma merkezlerini bırakmaları sonucu olmuştur. Hatta nesil öyle bir duruma geldi ki, günümüz müslüman çocukları, babalarının dünkü çömezlerinin ve Öğrencilerinin çırağı durumuna, işçi İpline geldiler.
İşte bunun için diyoruz ki: Biz artık hayır müjdesini verebiliriz. Çünkü bugün artık tüm yeryüzünde müslümanlar toparlanmaya başladılar. Müslümanlar için gerekli olan şu ki, başkalarından neleri alıp faydalanacaklar, neleri terkedecekler. Bunu bilmeliler ki, kendilerinden öncekilerin düştükleri duruma bir daha düşmesinler.
Müslümanlar öncelikle İslâm akidesini öğrenecekler. Çünkü ancak bu akide üzerinde yeniden İslâm binasının temelini atıp kuracaklardır. Daha sonra da bilimsel alanlarda eksik oldukları ve kendileri için gerçekten hayatî önemi haiz hususları, müslüman olmayan unsurlardan alıp öğrenebilirler. Ancak alınacak olan bu şeylerde çok dikkat ve itina ile hareket edilmelidir. Zira olur ki, buna dinsizlik ve laiklik ve lâdinüik gibi şeyleri ekleyip sunabilirler. İşte alınacak olan bilgilerin bu gibi sakıncalardan ve tehlikelerden tamamen arındırılmış olmasına oldukça özen gösterilmelidir. Çünkü bilimsellik adı altında, küfür davetçilerinin göz boyamalarına aldan mamahdir.
Belki biri çıkar ve şöyle sorabilir: Bilimsel olan ve kesin hatlarla belirlenmiş bulunan bilim üslûbunun dini üslûpla ne ilgisi olabilir?
Bunun cevabı şöyledir: Din ile ilim arasında bir ayırım yoktur. Aksine İslâm dini, bizzat ilim dinidir. Gerçekten İslâm potasında doğru bir şekilde sunulan ilmî bir üslup, insanların ruhları üzerinde iman açısından derin bir etki bırakır. Böylece yaratıcının kudretini, sanatının azametini, bu kainatın ilk mucidi olduğunu ve hem kainatın içindekileri ile birlikte
hepsinin bedii mucidi olduğunu ilim, eğer İslâm potasından geçmişse, derin bir iman etkisi yapar.
Diğer taraftan böyle bir sorunun sorulmasında apaçık bir mugalata ve işi amacından saptırmak vardır. Bilimsel üslup veya tarz diye, işi dinden soyutlamaya ne kadar kalkışanlar varsa, hepsi de tarafsızlık adıyla ortaya çıkan hokkabazlar ve düzenbazlardır. İşi amacından saptıranlardır. Düşünün, bir kimse Marksın, Fröydün, Durkaym’ın ve benzerlerinin teorilerini alacak, bunları bilimsellik adı altında sunacak ve kalkıp tarafsızlığını ileri sürecek, bu mümkün olmayan, kısaca muhal olan bir şeydir. Bu tıpkı şuna benzemektedir: Bize "Bilim veya ilim" yeterlidir, diyenlerin durumundan farksızdırlar bunlar. Ancak bir kimse Abdullah oğlu Muhammed (s.a.v.)'in getirdiği "Lâilâhe illallah" kaynağından akideyi almış ise, işte o farklıdır.
İşte bu apaçık bir husustur ki, büyüklenen herhangi bir kimse kibri veya bir cahil de cehli sebebiyle mugalata ederek inkâra kalkışamaz. Bizzat böyle bir gücü kendisinde bulamaz.
Kâfirlerden yararlanılabileceğine ilişkin delilleri Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sünnetinde bulmaktayız. Buharî'nin ve başkalarının da rivayet ettiği sarıih bir hadiste bu gerçek dile getirilmiştir. Buharî'nin İcare bölümünde rivayet ettiği bu hadise göre, zaruret halinde müşrikler, ücretle tutulabilir. Şayet bu konuda ehil bir müslüman bulunamaz ise, bu takdirde caizdir. Hz. Aişe validemiz (r.a.) rivayet ediyor, diyor ki:
"Hz. Peygamber (s.a.v.) ile Hz. Ebu Bekir (r.a.), sonradan Abd b. Adiy oğullarından olan dil oğullarından kılavuzlukta çok usta olan bir adamı ücretle tuttular. Bu adam As b. Vail ailesi içinde yemin ederek, geleneğe göre elini yemin taşına batırmıştı. Bu adam Kureyş kâfirlerinin dini üzere idi. Hz. Peygamber (s.a.v.) ile Hz. Ebu Bekir (r.a.), bunun güvenilirliğine inandılar, dolayısıyla yük ve binek hayvanları olan develerini kendisine teslim ettiler. Üç gece sonra develeriyle birlikte Sevr mağarasında buluşmak üzere sözleşip anlaştılar. Bu kılavuz, Hz. Peygamber (s.a.v.) ile Hz. Ebu Bekir'in develeriyle birlikte üçüncü gecenin sabahında, Sevr'e, onların yanına geldi. Böylece Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Hz. Ebu Bekir (r.a.) yola koyuldular."[221]
İbn Kayyım der ki: Bu adamın ismi Abdullah b. Uraykıt ed-Düelî idi. Kendisi ücretle tutulduğu sırada kâfirdi. Bu hadise, tıp, tedavi, hesap ve benzeri şeylerde kâfirlere başvurulabilmenin caiz olduğunu göstermektedir. Ancak bu husus, adaleti tazammun eden yani içeren bir şey olmadığı ve velayeti de kapsamadığı müddetçe böyledir. Yoksa sırf adam kafirdir, diye bu, onun güvenilir olmayacağı konusunda bir temel değildir. Çünkü yol gibi önemli bir şeyde onlardan kılavuzluk istemekten ve hele hicret yolculuğu gibi bir yolculuk esnasında kılavuzluk istenmesinden daha önemli bir tehlikeli bir şey olamaz.[222]
Bu nokta da güvenildiğine göre bu, caiz olmaktadır.
İbn Battal diyor ki: Fakihlerin çoğunluğu zaruret halinde ve başka durumlarda müşriklerin ücretle tutulmalarını caiz görmüşlerdir. Çünkü bu gibi durumlarda, onların zelil kılınması söz konusudur. Ancak burada yasak olan ve kaçınılması gereken şey, bir müslümanın kendisini ücretle müşrikin emrine vermesidir. Zira böyle bir durumda müslümanın aşağılanması ve küçük düşürülmesi bahis konusudur.[223]
Acaba bir müslüman bir kâfirin yanında bizzat ona ücretle çalışır hizmette bulunursa, bunun hükmü nedir?
Bunun cevabını yine Buharî'nin rivayet etmiş olduğu bir hadisten öğrenmekteyiz. Buharî'nin Habbab b. Eret (r.a.)'ten rivayetine göre demiştir ki:
"Ben cahiliye döneminde kılıç yapardım. Ben As b. Vail için bir iş yapmıştım. Yaptığım işten ötürü, yanında alacaklarım birikmişti. Ben alacağımı istemek .üzere kendisine gittim. Adam bana dedi ki: Hayır, Allah'a yemin ederim ki, sen Muhammed'e küfretmedikçe, ben alacağını vermeyeceğim. Bunun üzerine ben de kendisine dedim ki: Dikkat et, Allah'a yemin ederim ki, sen ölüp tekrar dirilinceye kadar, ben Muhammed'e dil uzatıp küfretmem. Bu defa adam dedi ki: Ben ölüp tekrar diriltilecek miyim? Ben de: "Evet" dedim. Bunun üzerine o da şöyle dedi: Benim orada malım ve çocuklarım olacaktır, işte ben de o zaman orada sana ederim. İşte bunun üzerine Rabbim şu âyeti indirdi:
"Rasûlüm, âyetlerimizi inkâr eden ve: Muhakkak surette bana mal ve evlat verilecek, diyen adamı gördün mü?" (Meryem, 19/77)[224]
Mühelleb de diyor ki: Savaş toprağında bir kimsenin kendisini bir müşrik emrinde ücretle çalıştırmasını alimler pek uygun görmemişler, bunu kerih kabul etmişlerdir. Ancak zaruret halinde bu iki şartla olabilir. Bu şartlardan birisi, müslümanın çalışacağı veya yapacağı iş, yapılması kendisi için helâl olan bir iş olacaktır. Diğeri ise, zararı müslümanlara olabilecek bir işte çalışmayacaktır.[225]
Ancak müşrik olan bir kimsenin savaş için ücretle tutulmasına gelince bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v.)'den nehiy yani yasaklama söz konusudur. Nitekim İmam Müslim, Hz. Aişe (r.a.)'den buna ilişkin bir hadis rivayet etmiştir. Demiştir ki:
"Hz. Peygamber (s.a.v.) Bedir yönüne doğru sefere çıktı. Hz. Peygamber (s.a.v.) Harretu'I-Vebere -ki burası Medine'ye dört mil mesafede bulunan bir yerin adıdır- varınca, burada bir adam gelip kendisine yetişti. Bu adam cesareti ve yiğitliği ile anılırdı. Rasûlüllah (s.a.v.)'ın ashabı kendisini gördüklerinde buna sevindiler. Bu şahıs Rasûlüllah'ın yanına gelince dedi ki: "Ben sana tabi olmak ve seninle birlikte alacağın ganimetten pay almak üzere geldim." Rasûlüllah (s.a.v.) kendisine dedi ki: "Allah ve Rasû-lüne inanıyor musun?" Adam; hayır, diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Geri dön, ben kesinlikle bir müşrik-tem yardım istemem." Hz. Aişe validemiz devamla diyor ki:
Sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) geçti gitti, ta ki biz Şecere demlen mevkie gelmiştik. Bu sırada adam yine gelip Rasûlüllah'a yetişti, önce söylediklerinin aynısını söyledi. Hz. Peygamber (s.a.v.) de, önce kendisine sorduklarının aynısını sordu ve: "Geri dön, ben bir müşrikten hiçbir zaman yardım istemem." Ravî devamla diyor ki: Sonra tekrar döndü ve Beyda denilen yerde yine Rasûlüllah'a gelip yetişti. Yine Rasûlüllah (s.a.v.) ona ilk defa söylediği gibi: "Allah'a ve Rasûlüne inanıyor musun?" diye sordu. Adam da, "Evet" diye cevap verdi. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v.) kendisine şöyle dedi: "O halde sen de git, katıl."[226]
Ancak Hâzımî diyor ki: İlim ehli bu konuda ihtilâf etmişlerdir.[227]
Bir grup, mutlak manada müşriklerden yardım istemeyi menetmektedirler. Bunlar yukarıda geçen bu hadise göre amel ediyorlar ve diyorlar ki:
"Bu hadis, Rasûlüllah (s.a.v.)'dan sabit olan bir hadistir. Bununla te zat teşkil eden diğerleri ise, sıhhat ve sabit olma açısından buna denk değillerdir. Bundan dolayı bu hadisin neshine ilişkin iddia da özürlü bulun maktadır.
Bir grup ise, diyorlar ki, devlet başkanı (imam), müşriklerin müslü manlann yanında savaşa katılmalarına izin verebilir, onlardan yardım is' teyip, kendilerinden yararlanabilir. Fakat bu da iki şartla olur:
a- Müslümanların sayısı gayet az olacak ve buna ihtiyaç duyacaklar,
b- Kendilerine güvenilen ve intikam duygusunu taşıyanlardan olma yacak. Müslümanlar aleyhine bir endişe verecek durumda olmayacaklar,
Şayet bu iki şart ortada yoksa, o zaman İmamın (devlet başkanının bunlardan yararlanmak için izin istemesi caiz olmaz. Bu gruptakiler di yorlar ki, iki şartın var olması halinde, bunlardan yararlanmak caizdij-Bu hususta bunların tutundukları delil, Abdullah b. Abbas'ın Hz. Pey gamber (s.a.v.)'den olan rivayetidir. Buna göre, Hz. Peygamber (s.a.v.), Kay nuka oğullan yahudilerinden yardım alarak yararlanmıştır. Huneyn sava şında ise, Hevazinlilerle savaş konusunda Safvan b. Ümeyye'den yararlan mıştır. Bu görüşü savunanlar diyorlar ki, bu rivayetler, bu işin caiz oldu ğunu göstermektedir. Çünkü Hz. Aişe hadisi, Bedir gününe aittir, bu ise daha öncedir. Dolayısıyla bu, mensuhtur yani hükmü yürürlükten kaldırılan bir olaydır.[228]
Sonra demiştir ki: "Müşriklerle savaşmak üzere müşriklerden yardım alınmasında herhangi bir sakınca yoktur. Ancak isteyerek ve kendi arzu larıyla çıkmak isterlerse, buna dair bir sakınca yok ve fakat kendilerin savaş ganimetinden herhangi bir pay ve hisse ayrılmaz.[229]
İbn Kayyım da bu görüşü desteklemektedir, kendisi Hudeybiye bari antlaşmasının faydalarından söz ederken diyor ki:
"Cihad konusunda güvenilir müşrikten yararlanmak ve yardımım almak caizdir. Bu ihtiyaç halinde böyledir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.)'in Huzaa kabilesinden olan casusu kâfirdi ve kâfir olduğu bir sırada ondan yararlanmıştı. Çünkü bu, bir maslahat gereğidir. Böyleleri daha rahat bir şekilde düşmanla içice olabilirler ve onlardan gereğince haber alabilirler.[230]
İbn Kayyım, Huneyn savaşının getirdiği yararlar ve faydalar hususunda ise der ki: "Devlet başkam, yani İmam, müşriklere ait silâhlan ve buna benzer hazırlıkları ve iaşelerini, düşmanla savaşmak üzere kendilerinden iare yoluyla alabilir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) de, Safvan b. Ümey-ye'ye ait zırhı iare yoluyla almıştı. Halbuki Safvan bu sırada henüz müşrikti, müslüman olmamıştı.[231]
İmam Muhammed b. Abdulvahhab da bu konuda kendisine tabi olmuştur. Bu zat da şöyle diyor: Bazı dini işler hususunda kâfirlerden yararlanmak kötü bir şey değildir. Nitekim Huzaa kabilesinden olan zatın durumu buna şahittir.[232]
Kâfirlerden ve bunların yanındaki şeylerden yararlanmak, ilimlerinden faydalanmak caizdir. Ancak alınacak şeylerin ve ilimlerin insan çalışması olan yararlı ürünlerden olması şartıyla caizdir. Bununla ilgili deliller oldukça fazladır. Ki biz bunlardan bazı örnekleri zikretmiştik. Meselâ Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, Hayber'de bulunan yahudilerin burada ziraat işlerinde çalışmaları şartıyla, ekip dikebileceklerini, topraktan alınacak olarj ürünlerden yarıcı olabileceklerini biliyoruz.[233]
Müslüman olan bir kimsenin bizzat kendisinin müşrik ve kâfirlere ait iş veya işlerde çalışmaları ise, çalışacak olan müslüman kimselerin, bunların dinlerine saygılı olmaması kaydıyla, veya dini esaslarına ve prensiplerine değer vermemek şartıyla çalışmaları caizdir. Bir de çalışan müslü-manlan aşağılamamak ve onları küçümsememek kaydıyla çalışabilirler.
Savaş işlerinde müslümanların müşrik putperestlerden yararlanması ve bunlardan yardım alması da caizdir. Fakat bunun caiz oluşu, müslümanların devlet başkanı durumundaki imamlarına bırakılmıştır. Şayet devlet başkanı durumundaki imam, bunların istihdamında ve çalıştırılmalarında bir yarar ve fayda görüyorsa caizdir, aksi halde değildir.
Bütün bunlara rağmen, en iyisi, bunlardan sakınmak ve uzak durmaktır. Müslümanların velayetlerine ilişkin herhangi bir işte bunların çalıştırılmasına engel olmak gerekir. Çünkü kendilerine yetki verilebilecek ve velayet anlamında bir işte çalıştırılacak olunurlarsa, müslümanlar üzerinde hakimiyet kurarlar. Meselâ devlet yazışmalarında bunları görevlendirmek gibi. Böyle bir görevin kendilerine verilmesi halinde, İslama ve müs-lürnanlara karşı işlenmiş bir cinayet anlamına gelir. Kaldı ki bu gibi bir işin kendilerine tevdi edilmesi halinde, bu, açık bir şekilde şeriatın hükmüne ve yeryüzünde hakim ve egemen olmasına aykırıdır. Ayrıca böyle bir işin verilmesinde açık bir şekilde müslümanların küçük düşürülmesi, aşağılanması manası yatmaktadır. Hatta bu durum, müslümanlar arasında böyle bir hizmetin kendilerinden başkalarına verilmesinin caiz olabileceğine götürür.
İsterseniz şimdi bazı nasslar ve delillerle, önemli tarihi olaylar sunalım ki, bununla düşmanların İslama ve müslümaniara karşı nasıl bir hile ve tuzak içinde olduklarım öğrenmiş olalım. Müslümanların kendilerinden olmayan kimselere bu görevleri vermeleri yüzünden nelerle karşı karşıya kaldıklarını öğrenmiş bulunalım.
İmam Ahmed b. Hanbel, sahih bir isnad ile Ebû Musa el-Eş'arî'den rivayet ediyor. Allah kendilerinden razı olsun, Ebü Musa diyor ki:
"Hz. Ömer (r.a.)'e dedim ki, benim devlet hizmetinde yazıcı olarak kullandığım hıristiyan bir kâtibim vardır." Hz. Ömer de dedi ki: "Sana ne oluyor? Allah sana lâyık olduğun şeyi versin, sen Allah.'in şöyle buyurduğunu işitmedin mi:
"Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost (veli), (idareci) edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostu, veli sidirler (birbirinin tarafım tutarlar, yetkiyi birbirlerine verirler)." (Maide, 5/51)
Hanif, bir tek Allah inancına bağlı birisini bu hizmette kullanamaz miydin? Ebu Musa diyor ki: "Dedim ki: Ey müminlerin emîri, bana onun yazıcılığı lazım, onun dini, ona aittir. Hz. Ömer de devamla dedi ki: Allah (c.c.), mademki onları küçük düşürmüş, ben orJara ikram etmem, (o halde sen de onlara ikramda bulunma). Allah (ccı. onları zelil kılınca, ben onları aziz kılıp yüceltemem (sen de yapma). Allah (c.c), madem ki onları uzaklaşnrmış, sen de onları yaklaştırma."[234]
Aynı zamanda Hz. Ömer (r.a.), Hz. Ebû Hüreyrs (r.a.)'ye de bir mektup yazıyor ve diyor ki:
"... Müslümanların işleriyle ilgili bir işte sakın müşrik ve putperest kimselerden yararlanma. Müslümanlara ait işlerle bizzat kendin ilgilen. Çünkü sen onlardan birisin. Diğer taraftan Allah (cc), seni onların yüklerini sırtlamanla görevli kılmıştır."[235]
Ömer b. Abdülaziz (r.a.), bazı valilerine şöyle yazmıştır:
"Asıl konuya gelince: Bana ulaştığına göre, işlerinde hıristiyan yazıcılar (kâtipler) çalıştınyormuşsun. Müslümanlarla ilgili işlerde bunlara görev vermişsin. Halbuki Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kâfirleri veli (dost ve idareci) kılmayın. Allah'tan korkun; eğer müminler iseniz." (Maide, 5/57)
Sana bu mektup gelince, hemen Hassan b. Zeyd'i -Yani şu yazıcını-İslâma davet et. Eğer İslâm dinini kabul ederse, o bizdendir, biz de ondanız. Şayet İslâm dinini kabullenmezse, ondan yardım isteme, onu işte çalıştırma. İslâm dininden başka bir dinde olan hiçbir kimseyi müslümanlara ait hizmetlerde bulundurma. Bunun üzerine Hassan İslâm dinini kabul etti ve iyi bir müslüman oldu."[236]
Kitap ehlinin, Abbasîlerin hilâfeti döneminde müslümanlara ait işlerde oldukça fazlaca hizmete alınmalarından ötürü, alimlerden biri olan bir zat ayaklandı. Bu alim iyiliği emretme ve kötülüğü nehyetme vazifesini bu konuda üzerine aldı. Bu zat Şebîb b. Şeybe idi.[237]
Bu alim Ebû Cafer Mansur'dan huzura girmek için izin istedi, kendisine izin verildi ve gidip dedi ki:
"... Ey müminlerin emiri! Allah'dan kork! Çünkü bu hususta Allah'ın emir ve vasiyyeti bulunmaktadır. Allah'ın vasiyyeti ve emri size geldi, sizin tarafınızdan kabul olundu. Görev size verildi. Beni bu hususta söz söylemeye sevkeden şey, sadece sana öğüt vermekten ve sana acımaktan ileri gelmektedir. Bir de Allah'ın senin yanında olan nimetleri sebebi iledir. Topukların yükselince kanatlarını ger, Allah ellerini zengin kılınca, iyiliklerini yaygınlaştır. Ey müminlerin emiri! Senin kapının önünde zulümden ve kötülükten bir ateş tutuşmuş yanıyor, yangın çıkarıyor ki, bu, Allah'ın kitabı ve Peygamberi Muhammed (s.a.v.)'in sünneti ile amel olunmamak-tan kaynaklanıyor.
Ey müminlerin emiri! Zimmet ehli, müslümanlara musallat oldu, onlara zulmetmektedirler, kötülükte bulunmaktadırlar. Müslümanlara ait eşyayı alıyorlar, müslümanların mallarını gasbediyorlar. Seni kendi şehvetleri, arzu ve istekleri için bir merdiven ve payanda yapıyorlar. Halbuki bunlar, kıyamet gününde hiçbir bakımından seni Allah'ın huzurunda kurtaramayacaklardır. Bunun üzerine Mansur dedi ki:
"İşte mührüm, al, müslümanlardan kimi tanıyorsan, bununla onu gönder (ona görev ver). Devamla dedi ki: Ey Rebî', valilere yaz, onlarda zimmet ehlinden kim varsa, onları geri al (görevlendirme). Şebîb sana kimi gönderirse, biz onun yerini ve değerini biliyor, onu görevlendirmek için gerekenin yapılmasına izin veriyoruz (imza koyuyoruz). Bunun üzerine Şebîb dedi ki:
Ey müminlerin emîri! Doğrusu müslümanîar, bu kâfirler senin hizmetinde oldukları sürece sana gelemezler. Şayet onlara itaat ederlerse, Allah'ın gazabıyla karşı karşıya kalırlar. Eğer bu kâfirleri kizdırırlarsa, bu defa seni onlara düşman kılarlar. Ancak bir günde birkaç kişiyi görevlendir. Her görevlendirdiğin bir adam yerine, birini de görevden al.[238]
Burada bir noktaya dikkat olunması gerekir. Şöyle ki, kâfirlerin ve müslüman olmayan unsurların istihdamında veya görevlendirilmesinde, şuna dikkat edilecektir. Şayet kâfirlerin herhangi bir işte, kişilere ait olarak hizmet verilmesinde, yani bir şahsın özel işinde çalışması ile, devlete ait herhangi bir işte, kendi başına buyruk, İslâm devletinde yetkili bir kişi olarak çalıştırılması arasında fark vardır. Kişi bir şahsın murakabesinde ve gözetiminde olmak kaydı ile hizmetinden yararlanılabilir. Bu itibarla;
a- Birinci durumda yani herhangi bir şahsın işinde veya bir kişinin emrinde çalışmasında herhangi bir sakınca yoktur, caizdir, çalıştırılabilir. Buna ait bilgi ve deliller daha önce sunulmuştu.
b- İkinci durumda ise, yani İslâm devletinde kendisine bir sorumluluk ve yetki verilerek çalıştırılmasında cevaz yoktur. Çünkü bu İslâm şeriatının ruhuna ve özüne aykırıdır. İslâmın temel amacına terstir ve zıddır. İslâmm temel amacı, "Allah'ın kelimesinin yücelmesi ve küfür kelimesinin de aşağılanmasıdır."
Tüm hayırların ve iyiliklerin başı, müslümanların her şeyde birbirlerine bizzat itimad etmeleridir. İslâm ümmetinin bekası ve varlığı buna bağlı bulunmaktadır. Bu, İslâm ümmetinin kendisini başkalarından ayıran en belirgin özelliğidir. Müslümanlar kesinlikle, Allah'ın kendileri için dilediği boya ile boyanmak zorundadırlar.
Allah'dan müslümanların tek isteği, onları yine sahih ve dosdoğru olan dinlerine dönecekleri günü kendilerine vermesidir. Bütün işlerinde ve hizmetlerinde kâfirlere ihtiyaç duymaksızın, düşmanlarına muhtaç olmaksızın sahih olan dinlerine dönecekleri günün kendilerine tekrar verilmesini istemek. Bu ise Rabbim için zor ve güç olan bir şey değildir.
Bu ikisi de iki önemli meseledir ki, her ikisinin de hükmü İslâm şeriatında geçmiş bulunmaktadır. Bu ikisi ancak belirli durumlarda zaruret hallerinde uygulanabilir. Herhangi bir müslüman bu gibi şeyler ile karşı karşıya kalması halinde bu esaslara göre hareket edilir. Önce Takiyye nedir? Bunu öğrenelim:
Takıyye'yi Hibru'1-Ümme yani ümmetin en üstün alimi diye bilmen Abdullah b. Mes'ûd (r.a.) bu konuda diyor ki: "Tuka (Takıyye): Kalbi iman ile dopdolu ve huzurlu bulunduğu halde, dil ile kendisinden istenileni söylemektir."[239]
Ebu'l-Aliye de şöyle diyor: "Takıyye: Sadece dil iledir, yoksa amel (yani istenileni yapmak) ile değildir."[240]
İbn Hacer Askalanî de şunları belirtiyor: "Takıyye: İçte ve kalpte var olan inancı ve buna bağlı başka şeyleri, başka bir şeyden dolayı açığa vurmaktan uzak durmaktır."[241]
Prof.Seyyid Kutup da der ki: "Takıyye: Dilde olan takıyye, öylesine görünmedir. Yoksa içten ve kalpten istenilen şey bağlılık ve dostluk vermek demek değildir. Aynı zamanda takıyye, amel ve iş bakımından da onlara dostluk beslemek ve yetki vermek demek değildir. Kaldı ki, ruhsat veya izin verilen takıyye, mümin ile kâfir arasında bir sevgi ve meveddetin doğması da değildir. Aynı şekilde, herhangi bir şekilde çalışarak veya hizmet vererek müminin kâfire yardımcı olması da takıyye değildir. Bunların hiç birisinin takıyye ile ilgisi yoktur. Böyle bir aldatma ile haşa Allah'a karşı aldatmaya girmek caiz değildir.[242]
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Müminler müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız (takıyye yapmanız) başkadır. Allah, kendisine karşı gelmekten sizi uyarıp sakındırıyor. Dönüş yalnızca Allah'adır." (Âl-i İmran, 3/28)
Beğavî der ki: Allah (c.c), müminlere, kâfirleri dost edinmeyi, onlara velayet ve yetki vermeyi yasaklamıştır. Onlara müdahanede bulunmayı, içini onlara dökmeyi nehyetmiştir. Ancak kâfirler şayet üstün iseler, veya mümin olan bir kimse kâfir bir toplumda bulunuyorsa, bunlardan da gerçekten korkuyorlarsa, o zaman sadece dilden olmak suretiyle onlara mü-darada bulunurlar. Ancak kalpleri iman ile dopdolu olacak, inançlarından asla bir şey kaybetmeyeceklerdir. Böyle dilden söylemekle onlardan gelebilecek bir kötülüğü önleyecekler ve fakat bunu yaparlarken herhangi haram olan bir kanı helal kılmaksızın, veya helâl olan bir malı haram yapmaksızın, veya müslümanlarm açıklarıyla ilgili olarak kâfirlere hiçbir şey açıklamaksızın hareket edeceklerdir. Takıyye, ancak ölüm korkusu olması ve niyyetinin de salim ve sağlıklı olması halinde olabilir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
"Kalbi iman ile dopdolu olduğu halde inkâra zorlanan başka. "(Nahl, 16/106)
Öte taraftan bu takıyye olayı bir ruhsattır sadece. Kişi böyle takıyye cihetine gitmeyip de sabretse ve hatta bu uğurda öldürülse, kendisi için büyük bir ecir vardır.[243]
İbn Kayyım da diyor ki: "Şurası malumdur ki, Tuka (Takıyye), muvalât yani kâfirleri sırdaş ve dost edinme demek değildir. Ancak Allah (c.c.) müslümanları kâfirlere muvalâttan yani dost ve sırdaş edinmekten uzak kalmalarını isteyince, aynı zamanda bu, onlara düşmanlığı ve onlarla ilgiyi kesmeyi ve uzak olmayı gerektirir. Her halükârda bu kimselere açıkça düşmanlığı da ilan etmesi icab eder. Ancak bunların şerrinden korkulması halinde, takıyye yapmaları kendileri için mubah kılınmıştır. Ancak takiyye, onlara dostluk ve sırdaşlık anlamında muvalât göstermek demek değildir."[244]
Bu tuka yani takıyye yapısı öyle bir kapıdır ki, bu kapıdan şeytan gayet kolaylıkla içeri sızabilir. Çünkü hasta kalplilere ve zayıf ve düşük karakterlilere işi süslü gösterir, böylece onların Allah'ın düşmanlarına meyletmelerini sağlar. Bunun içindir ki, Rabbimiz takıyye ifadesinden hemen sonra şöyle buyurmaktadır:
"Allah, kendisine karşı gelmekten sizi uyarıp sakındırıyor. Dönüş yalnızca Allah'adır. " (Âl-i İmran, 3/28)
Sizi dünyada hemen uyarıyor ki, bu kapıyı kendiniz için bir dayanak ve destek yapmayasınız. Olur ki, bu çok büyük ve önemli olan hususu küçük ve kolay görürsünüz. İşte böyle yapmamanız için sizi uyarıyor. Zira bu çok büyük olan hadise, Allah'ın düşmanlarının dost ve sırdaş edinilmesi, takıyye adıyla böyle bir işe gidilmesi, şeytan bunu kolay bir yol gösterebilir. İşte bundan Rabbimiz bizi derhal aynı ayette uyarıyor. Öyle bir uyarış ki, dönüşünüz sadece Allah'adır denilerek, gafil olmamamız isteniyor. Çünkü dönüş Allah'a olunca, düşmanlarınıza karşı gösterdiğiniz dostluk yüzünden Allah sizi cezalandırır, dünyada işlediğinize karşılık cezalandırılırsınız. Kimse sanmasın ki, hem kendilerini ve hem insanları aldatmak suretiyle, böyle bir büyük günahı işleyecekler ve yeryüzünde böyle bir fiili işlemelerine rağmen, kendileri ahirette Allah'ın azabından kurtulacaklar, asla böyle bir şey varid değildir. İşin bu noktasına gerçekten dikkat olunmalıdır."[245]
İbn Cerîr: "Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız (takıyye yapmanız) başkadır." (Âl-i İmran, 3/28) âyetiyle ilgili olarak tefsirinde şu görüşlere yer veriyor:
"Yani sizin onların gücü ve hakimiyeti altında olmanız halinde, can güvenliğinizden de korkuyorsanız, o zaman dillerinizle onlara karşı velayeti -içten olmamak kaydıyla- söyleyebilirsiniz. Fakat buna rağmen onlara karşı olan düşmanlığınız içinizde gizli kalacaktır. Onların küfür bakımında üzerinde bulundukları şeyler sebebiyle onları teşyi etmeyeceksiniz Herhangi bir müslüman aleyhine herhangi bir fiil ile de onlara yardımcı olmayacaksınız."[246]
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Kim iman etmesinden sonra Allah'ı inkâr eder, -Kalbi iman ile dolu olduğu halde
(küfre ve inkâra) zorlanan başka- fakat kalbini kafirliğe açarsa, işte Allah'ın gazabı bunlaradır; onlar için büyük bir azap vardır. Bu azap, onların dünya hayatine ahire t e tercih etmelerinden ve Allah'ın kâfirler topluluğunu hidayete erdirmeni esimleri ötürüdür." (Nahl, 16/106-107)
Abdullah Abbas (r.a.), diyor ki: "İlk âyet, Hz. Ammar b. Yasir hakkında nazil olmuştur. Bilindiği gibi müşrik putperestler kendisini, babasını, annesi Sümeyye'yi, Suhayb'ı, Bilal'i, Habbab'i ve Salim'i yakalamışlardı. Hz. Sümeyye (r.a.)'yi iki deveye bağladılar ve mızrakla ön tarafından vurarak şehid ettiler. Kocası Yasir de şehit edildi. Bu ikisi İslâm'ın ilk şehitleridirler. Hz. Ammar (r.a.) ise, bir hayli işkenceden sonra, büyük bir baskı altında kalması sonucu diliyle onların kendisinden istediği şeyi söyledi. Hz. Ammar küfre girdi, diye Rasûlüllah'a haber verildi. Ancak Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular: "Asla. Doğrusu Ammar, baştan aşağı iman doludur. İman onun eti ve kanıyla karışmıştır."[247]
Hz. Ammar (r.a.), kurtulur kurtulmaz ağlayarak Rasûlüllah'a koşup geldi. Hz. Peygamber (s.a.v.), hem gözlerinin yaşını siliyor ve hem şöyle diyordu: "Şayet yine sana böyle bir şey, yaparlarsa, söylediklerini yine söyle."[248]
İşte bunun üzerine yukarıda meallerini sunduğumuz âyetler nazil oldu.[249]
Taberî âyetin manasıyla ilgili olarak diyor ki:
"Kim iman ettikten sonra Allah'ı inkâr eder, kalbi iman ile dopdolu olduğu halde, küfre ve inkâra zorlanırsa, o da sadece diliyle küfür sözünü söylerse, ancak kesin imanında bir yalpalanmaya girmezse, onun bu tür gayreti kendisi için doğru ve sahihtir. Ancak bunun bir şartı gönlünü küf-J re açmayacaktır. Fakat bir de gönlünü küfre açarsa, onu tercih ederse, iman yerine küfrü seçerse, buna isteyerek boyun eğerse, bu takdirde Allah'ın gazabı üzerlerine olacak ve kendileri için büyük bir azap vardır."[250]
Bunun sebebi, dünya
hayatını ahiret hayatına tercih etmeleri, dünya hayatını ahiret hayatından
üstün görmeleri yüzündendir. Sırf dünyalık içins mürtedliğin kendilerine takdim
ettiği şeyi ön plâna aldılar, bunu tercih et-l tiler.”[251]
İbn Hacer diyor ki: İkrah ile ilgili şartlar dörttür:
1- İkrahta bulunan kimse, tehditte bulunduğu şeyi yapabilecek ve dediğini yerine getirebilecek güçte olmalıdır. Kendisine emir verilen yani ikrah altında bulunan kimse kaçma yoluyla da olsa, bunu önleyebilmekten aciz olması, kaçış imkânının bile olmaması.
2- Galip zannına göre, ikrahta bulunan kimsenin dediğini yapmaması halinde, adam dediğini yapacak, yapacağını yapacak. îşte bu konuda galip zannı varsa, cevaz vardır.
3- Tehditte bulunan kimsenin, dediğini o anda yapacağının bilinmesi. Adam: "Sen bunu yapmazsan, seni yarın döveceğim" dese, bu ikrah olamaz. Ancak verilen mühlet çok çok az bir mühlet ise ve kişi dediğini yapacaksa, ikrah sayılır. Veya ikrahta bulunan kimse, gerçekten dediğini yapan biri olarak biliniyorsa, bu takdirde yine ikrah sayılır.
4- Emredilen yani ikrah altında bulunan kimseden, kendi arzusu ve ihtiyarına bırakılmış manasında buna delâlet eden bir şeyin olmaması.
Cumhura göre, sözle veya fiil ile, yapılan ikrah arasında herhangi bir fark yoktur. Ancak fiil ile ikrahtan, ebediyyen haram olan bir şey isteniyorsa, bu istisna edilmiştir. Meselâ haksız yere bîrini öldürmeye zorlanmak, ikrah gibi.[252]
Hazin diyor ki: Alimler şöyle demektedirler: "Küfür kelimesini söylemeye sebep olan ikrahın caiz olabilmesi için, kişinin karşı koyamayacağı ve güç yetiremeyeceği bir azap iîe azaplandırılmasi (vacip) gereklidir. Meselâ öldürmekle tehdit edilerek korkutulması gibi, şiddetli darp gibi. Ağır işkenceler gibi, meselâ: Ateşte ve benzeri şeylerde yakarak cezalandırmak gibi.[253]
Aynı zamanda şu hususta icma etmişlerdir: "Küfür üzerine ikrah, yani zorlanan kimsenin, küfür kelimesini açıkça söylemesi caiz değildir. Ancak buna yakın ifadelerle veya küfür olabilir vehmini ifade eden sözlerle söylemesi gerekir. Buna rağmen küfür sözünü açık bir şekilde söylenmeye zorlanıyorsa, kalbi iman ile huzurlu ve dolu olması şartıyla, küfür sözünü de açık bir şekilde söyleyebilir. Küfür olarak söylediklerine içtenlikle iman etmeyecektir. Fakat buna rağmen söylemeyip de, sabır gösterir ve öldürülürse, Yasir ve Sümeyye'nin fiillerinde görüldüğü gibi çok daha faziletlidir. Hz. BilaFin tüm işkencelere rağmen sabır göstermesi gibi, sabır gösterirse çok daha iyidir.[254]
Hz. Bilal Habeşî'ye her türlü işkence yapılıyordu. Öyle ki şiddetli sıcağın altına yatmıyor ve göğsüne kocaman kocaman taşlar konularak, böylece kendisinden Allah'a şirk ve ortak koşmasını istiyorlardı. O da: "Allah bir tektir, Allah bir tektir" diyerek, onları reddediyor ve diyordu ki: "Eğer bu söylediğimden daha çok sizi kızdıracak bir söz ve kelime bil£-bilseydim, mutlaka onu söylerdim."[255]
Aynı şekilde Ensar'dan olan Habib (Hubeyb) b. Zeyd de, yalancı peygamber Müseyleme'nin kendisine: "Sen Muhammed'in Allah'ın Rasûjü olduğuna şehadet ediyor musun?" demesi üzerine, "Evet" diye cevaplamıştı. Bunun üzerine Müseyleme Hubeyb'e,[256] devamla şöyle dedi:
"O halde sen, benim de Allah'ın Rasûlü olduğuma dair şehadet ediyormusun?" Hubeyb ise demişti ki: "Ben.böyle bir şey işitmedim." Müseyleme de onu parça parça doğradı ve fakat o yani Hubeyb hiçbir zaman sözünden geri durmadı.[257]
Meselâ Sehmili değerli sahabî Abdullah b. Huzafe'nin durumunu göz-önüne getirelim. Abdullah b. Huzafe,[258] Rumlar kendisini esir ettiklerinde onu alıp krallarına getirdiler. Kral ona dedi ki: "Gel, hıristiyan ol, seni mülküme ortak kılacağım ve kızımı da seninle evlendireceğim."
Abdullah ise şöyle cevap verdi: "Sen sahip olduğun her şeyini ve arakların da tüm sahip olduklarını bana vermiş olsan bile, Muhammed'in dinini bırakmam için bunları bana sağlamış olsan, ben göz açıp kapanacak bir müddet kadar bile bunu bırakmam, dinimden vazgeçmem." Bunun üzerine kral kendisine dedi ki: "O halde seni öldürürüm." Abdullah: "İstediğini yap." Bunun üzerine emir verildi, haça gerildi. Okçulara emir verilerek, elleri ve ayakları yakınından olmak üzere kendisine oklar fırlatıldı. Bu arada kral kendisine hıristiyanlık dinini telkin ediyordu, fakat Abdullah da reddediyordu. Sonra emir verildi, haçtan çözülüp indirildi. Sonra da bir kazan getirilmesini emretti. Bu, kazanın içine müslüman esirler getirilip atılıyor, Abdullah da buna bakmak zorunda bırakılıyordu. Öyle ki kazandakaynayanların kemikleri gözükmeye başladı. Bu arada kendisine hıristiyanhk dini telkin ediliyordu, fakat o bunu reddediyordu. Bu defa Abdullah'ın bu kazanın içine atılması için emir verildi. Kendisi makaraya (mancınığa) kaldırıldı, bununla kazana atılması emri verildi. Bunun üzerine Abdullah ağladı. Abdullah durumun yanlış anlaşılmaması için kralı çağırıp ona dedi ki: tsBen sadece şunun için ağlıyorum. Benim tek canım (nefsim) ve ruhum var. Bu canım da Allah için şu kaynar kazanın içine atılacaktır. İsterdim ki, vücudumdaki kıllar sayısında ruhum olsun, hepsi de bu şekilde Ailah yolunda işkence ve azap çeksin."
Bazı rivayetlerde ise, Abdullah hapse atıldı, yemek ve su verilmedi. Günlerce aç susuz bırakıldıktan sonra, kendisine içki ve domuz eti gö'nde-rildi. O bunlara yaklaşmadı. Sonra kendisi huzura çağrılıp, soruldu: Seni bunları yemekten meneden şey nedir? O da cevap olarak der ki: Aslında bu, benim için helâldir. Fakat ben bunu yemekle sizi sevindirmek istemiyorum. Bu defa melik ona dedi ki: Gel, başımı öp, ben de seni bırakayım. Abdullah ise, bir şartla dedi: Benimle birlikte tüm esirleri de bırakırsan, dediğini yapanm. Kral evet dedi. O da başını öptü. Böylece esir düşen bütün müslümanları oradan kurtarıp serbest bıraktırdı.
Hz. Ömer diyor ki, Abdullah b. Huzafe geri dönüp geldiğinde dedim ki: "Her müslümanın kalkıp Abdullah b. Huzafe'nin başım öpmesi haktır ve gereklidir. İlk defa öpen ben olayım. Bunun üzerine kalktı ye başından onu öptü."[259]
1- İlca yoluyla ikrah (İkrahı mülci): Burada kişinin rızası ve seçeneği yani ihtiyarı yoktur. îrade ve kasdının dışındadır herşey. Bu da çok ağır işkencelerin altına sokulmasıyla ve benzeri peylerle ölür. İşte bu durumla ilgili olarak Nahl süresindeki âyet nazil olmuştur. Rabbim şöyle buyurmuştur:
"Kim îman etmesinden sonra Allah'ı inkâr eder -kalbi iman ile dolu olduğu halde küfre ve inkâra zorlanan başka- ..." (Nahl, 16/106)[260]
2- Tehdit yoluyla ikrah: Burada rıza yoktur. Ancak ihtiyarı tamamen alınmış olmuyor. Meselâ bu gibi durumlarda insan, iki durumun en hafifini, iki zararın en azını seçer. Tıpkı Hz. Şuayb (a.s.)'ın kavmiyle olan durumu gibi. Hz. Şuayb (a.s.)'m kavmi kendisini, ya küfre girmesi veya beldelerini terketmeleri şartıyla onu muhayyer bırakmışlardı. Dikkat edilirse burada rıza yok, iki şeyden birini seçmek var. Ya küfre girecek veya o şehri terk edecektir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Kavminden ileri gelen kibirliler dediler ki: 'Ey Şuayb! Seni ve seninle beraber inananları memleketimizden kesinlikle çıkaracağız. Veya dinimize döneceksiniz/ Şuayb dedi ki: 'İstemesek de mi?' Doğrusu Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek, Allah'a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah dilemiş başka, yoksa geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimi/in ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah'a dayanırız. Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adaletle hükmet Sen hükmedenlerin en hayırlısısın." (Araf, 7/88-89)
Bu delile ve Rabbimizin aşağıdaki âyetine göre bu tür ikraha cevap vermek caiz olmaz. Çünkü Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"İnsanlardan kimi vardır
ki, Allah'a inandık der, fakat Allah uğrunda eziyete uğratıldığı zaman, insanların işkencesini Allah'ın azabı gibi tutar. Halbuki Rabbinden bir mısret gelecek olsa, mutlaka, doğrusu biz de sizinle beraberdik, derler. İyi de, Allah, herkesin kalbindekileri en iyi bilen değil midir?" (AnkebûU 29/10)[261]
3- Mustaz'af olmaları: Bu durumda herhangi bir azap ve işkence, bir tehdit yoktur. Ancak mustaz'af (güçsüz) olan kimsenin başkalarına göre farklı ve zorunlu bir konumu bulunmaktadır. Meselâ Mekke'de kalıp İkamet etmek zorunda olanlar gibi. Müslümanların hicretinden sonra bazı kimseler hicret edememişler, mecburen Mekke'de ikameti sürdürmüşlerdi. İşte durumu böyle bir şeyi kendisinden gidermeye müsait değilse veya oradan çıkmaya uygun değilse, bu da acizlikleri sebebiyle olmuş ise, ellerine bir imkân geçmesi halinde, sonucu ne olursa olsun ve nasıl bir yükümlülük getirecekse getirsin, böyle bir imana sahip olarak acizlikleri sebebiyle kalmışlarsa, işte Allah (c.c), bunları affetmektedir.[262]
Fakat durumu bir öncekiler gibi olmayıp, eğer bunu kaldırabilecek bir durumda ise, veya buradan çıkmak imkânına sahipse, fakat buna rağmen buradan çıkmayıp, neticeyi beklemek için orada kalırsa, bunların durumları farklıdır. Nitekim bunlarla ilgili olarak daha önceki, konularda Şeyh b. Atik ve başkalarının görüşlerini öğrenmiştik.
İbn Teymiyye diyor ki: Ben tüm mezhepleri ve görüşleri gözden geçirdim. Gördüm ki, ikrah altında tutulan, yani hakkında zor kullanılan kimsenin durumu farklı durumlarda değişiklik gösterir. Meselâ küfür kelimesiyle ilgili muteber olan bir ikrah, hibe (bağış) ve benzeri şeyler hakkındaki ikrah gibi değildir. Kaldı ki, İmam Ahmed b. Hanbel buna ilişkin birçok yerlerde gereken delili göstermiştir. Küfürle ilgili ikrah, ancak işkence yapılmakla, azap ile, darb ve benzeri şeylerle olabilir. Sözle yapılan İkrah ikrah sayılmaz.[263]
Önemli ve gerekli olan bir husus bulunmaktadır. Kesinlikle ikrah ile korku alâmetleri arasında fark vardır. Korku belirtileri veya alâmetleri denilince bunun içinde rica ve tazim yani saygı da yer alır. Doğrusu bunlar ibadet işaretleridirler.
Ayrıca aralarındaki farkı bilmemiz gereken başka şeyler de vardır. Meselâ Mustaz'af olmakla, dahili hezimet, düşmana boyun eğmek, ona meyletmek, Allah'a güveni kaybetmek, O'na tevekkülü terketmek gibi, bütün bunların birbirinden ayırd edilmesi gereken hususlar olduğunu bilmek zorundayız.
Aslında insan en sıkıntılı ve dar zamanlarında bile güçlü bir kuvvete sahiptir. Bu kuvvet, kalp ile reddetme gücüdür. Nitekim bu kuvvete Rasû-lüliah (s.a.v.) şu ismi vermiştir: "Cihad". Bunu Hz. Peygamberin şu ifadesinde görmekteyiz:
"...Kim onlarla kalbiyle cihad cihad ederse, işte o da mümindir. Bunun ötesinde ise, imandan bir hardal danesi bile yoktur"[264]
Batılın önünde hezimete uğramak, aynı zamanda batılın ihtiyaç duyduğu muvalât, bu güçlü bir anlamda da olsa, bundan kesinlikle uzak durmak ve sakınmak gerekir. İşte kalp ile cihad bu demektir. Nitekim Uhud savaşından sonra Allah (c.c), müminlere şöyle buyurmuştur:
"Nice peygamberler vardı ki, beraberinde Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler; boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever. Onların sözleri, sadece şöyle demekten ibarettir: Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla; ayaklarımızı yolunda sabit kıl; kâfirler topluluğuna karşı bizi muzaffer kıl! Allah, onlara dünya nimetini ve daha da güzeli, ah i ret sevabının güzelliğini verdi. Allah iyi davrananları sever. Ey iman edenler!
Eğer kâfirlere uyarsanız, sîzi eski dininize geri çevirirler; o takdirde büsbütün kaybedersiniz. Bilâkis, Mevlanız Allah'tır ve O, yardımcıların en hayırlısıdır." (Âl-i îmrân, 3/146-150)
Bilindiği gibi Uhud savaşında: "Muhammed öldürüldü" diye yalan bir haber yayılmıştı. Bu fırsatı kaçırmayan münafıklar, hemen harekete geçtiler, İslâm askerlerine: "Gelin eski dininize ve dostlarınıza dönün, Mu-hammed şayet peygamber olsaydı, öldürülür müydü? diye konuşmaya başladılar. Yukarıdaki âyetler, her zaman ve her toplum içinde bulunabilen münafıkların bu tür bozguncu sözlerine karşı müslümanları uyarmış olmaktadır.
İşte batılın önünde hezimete uğranılması halinde, ki bu sırada batıl kendisine dostluk beslenilmesini, sırların kendilerine verilmesini ister. İşte böyle bir zamanda müslüman bu noktada daha dikkatli bulunmalı, batıla muvalâttan, dost ve sırdaş olmaktan uzak durmalıdır. İşte kalbin cihadı budur.
Değerli sahabî Abdullah b. Mes'ûd diyor ki:
"Müslüman bir kimse için şu yeterlidir: Kendisinin değiştirmeye gücünün yetmediği bir münkeri görüp, Allah'ın da bu kimsenin kalben bunu istemediğini bilmesi ona yeter."
Adamın böyle bir şeyi istemediği ve hoş karşılamadığının delili ise,-bu kimsenin bunlardan ayrılıp uzak durması ve bu işi yaygınlaştırmaya çalışmamasıdır.
Doğrusu, iç hezimet üzerine kalbin bu hezimetin üzerine çıkması, batılı reddetme konusunda, gücünü koruması gerekir. Bu hezimet ne kadar uzarsa ve dağılma ne olursa olsun, kişi varlığını korumalı. Gittiği yolda güçlü olmalı ki, diğerlerinden uzak durması, yapılanlara yaygınlık kazandırtmayacaktır. İşte bu, kalb ile yapılan cihaddır. Bu Öyle bir cihaddır ki, gerçek hayatta insanlar üzerindeki etkinliği olan bir cihaddır.[265]
Ben daha önce Hz. Muhammed'in ümmetine ilişkin geçmiş ümmetlerden örnekler vererek bu konuda konuşmuştum. Yine birtakım örnekler de Hz. Peygamber (s.a.v.)'in dönemine ait olmak üzere verilmişti. Fakat bu nesü gerçekten parlak örneklerle dopdolu bir nesildir. Bunun içindir ki, bu konuya daya çok açıklık getirecek, bazı tahliller ve ilaveler yapmak istedim. Yine bazı örnekler vererek bu konuyu daha iyi bir şekilde açıklamak istedim. Çünkü bu oldukça önemli bir konudur.
Herhangi bir söz ki, pratikte uygulanma alanı bulamıyorsa, söylenen söz sadece geçersiz bir iddiadan öteye geçmez, bunun gerçekle bir bağı olamayacağı gibi, yaşanan hayat için de bir delil sayılamaz.
O halde, Velâ ve Berâ hususunda gerçek anlamda uygulama: "Lâilahe illallah, Muhammed ün Rasûlüllah" tevhid kelimesinin prensibini gerçek manada aydınlatır, doğru bir şekilde anlaşılmasını sağlar.
Şurası bilinmesi gerçekten önemli olan bir husustur ki, bu ümmetin selefi (önceki alimleri) -Allah kendilerinden razı olsun-, bu akideyi tüm yönleriyle, gerekleriyle ve yükümlülükleriyle uygulayan en hayırlılarıdırlar.
Esasen seleften sözetmek hem yararlı ve hem güzel bir şeydir. Hatta dahası var, aksine bu, pratikte uygulanmış olan gerçekler, İslâm ümmetinin tarihinde de tescil edilmiş bulunmaktadır. Çünkü bunun, kendilerinden sonra gelecek olan İslâm nesline örnek ve alâmet oluşturmasını arzulamışlar, böylece onların yollarından gitmeyi, metodlarını izlemeyi istemişlerdir.
Bu zatlar -Allah kendilerinden razı olsun-, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu nimeti takdir etmişler, değerini bilmişlerdir. Bu nimet ise, iman nimetidir.
Aynı zamanda bunlar, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in kendisiyle gönderildiği bu apaçık şeriatı ve Allah'ın nurunun faziletini de takdir edip değerini bilmişlerdir.
Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bîr ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkmayan kimse gibi olur mu?" (En'âm, 6/122)
Yine Allah'ın kendilerine rahmetiyle muamele buyurduğu bu selef alimleri, Hz. Mustafa (s.a.v.)'nın terbiye ve eğitimini, O'nun değerli sünnetinin sözlü ve fiili olanına önem verip takdir ederler. Bunlar gerçeğin de idraki içindedirler. Bunlar biliyorlar ki kendileri:
. "Herhangi bir cinsin hizmetçileri değiller. Herhangi bir milletin, toplumun ve vatanın elçileri de değiller ki, sadece onların refahı ve yalnız onların maslahatları için çalışabilsinler. Aynı zamanda böyle bir inanca sahip değiller ki, sırf bağlı oldukları toplumun üstünlüğüne inanıp, başka toplumları kendilerinden aşağı toplumlar olarak gören, sadece kendi vatanlarını düşünebilen, başka vatanları hiçe sayan bir fikrin sahibi de değiller bunlar. Bunlar herhangi bir şekilde bir Arap imparatorluğunun da peşinde değiller. Sadece Arap imparatorluğunu düşünüp, onun nimetlerini düşünen ve bu imparatorluğun gölgesinde kalmayı amaçlayan kimseler değiller. Böyle bir Arap imparatorluğunun himayesi altında büyüklene-rek yaşama peşinde olan kimseler değiller, İnsanları Rum ve Fars (İran) imparatorluklarının hakimiyeti altından çıkarıp, bir Arap imparatorluğunun altına sokmak için de olmadıklarını iyi bilirler.
Selefin bir tek gayesi vardır. Onlar insanları kullara kul olmaktan kurtarıp, bir tek Allah'a kulluk ve ibadete davet etmektedirler. Tıpkı müslümanların elçisi Rib'î b. Amir'in Yezdicerd’in meclisinde söylediği hususları gerçekleştirmek için çalışmışlardır. Rib'î bu mecliste diyordu ki: Allah (c.c), insanları kullara kulluktan çıkarıp bir tek Allah'a ibadet ve kulluk etmeleri için, dünyanın darlığından, bunun genişliğine çıkarmak için, dinlerin zulmünden kurtarıp İslâmın adaletine sokmak için göndermiştir. Onların (müslümanların) yanında tüm insanlar ve ümmetler eşittirler. Tüm insanlar Hz. Âdem'dendir. Hz. Âdem ise topraktan yaratılmıştır.
Bunlar yanlarında olan herhangi bir hayır, din, ilim ve terbiye kdhu-sunda hiçbir kimse için cimrilik yapan kimseler değillerdir. Bunlar Emirlik (başkanlık), herhangi bir hüküm ve sistem adına, veya bir soyun üstünlüğü, bir rengin ve vatanın üstünlüğü için herhangi bir şeyi gözetmek amacı ile gönderilmiş değillerdir. Aksine bunlar hayır bulutlarıdırlar. Ülkeleri düzene koyacaklar, bunu kullara yaygınlaştıracaklardır. Bundan ülkeler ve insanlar faydalanacak, bütün bunlar da herkesin alabilme kapasitelerine ve buna olan salahiyetleri oranında olacaktır. Bunlar bereketli yağmur gibidirler ki, ovaları ve çorak yerleri rahmetiyle yararlandırır.[266]
Burada merhum selefin başardıkları çok büyük ve önemli vak'aları, Velâ ve Berâ konusunda gerçekleştirdikleri hususları anlatmak bana bayağı zor gelecektir. Ancak doğru bir fikir edinebilmemiz için, dipdiri ve yaşanan bir olay olabilmesi açısından az da olsa vereceğim bu örneklerle yetinmek isterim. Bu dinin örnekliği açısından, Allah'ın iradesiyle gerçekleştirmiş olduğu iman ile ilgili bu aydınlatıcı örnekleri sunmak isteriz. Böylece insanlar, bu dinin gerçek anlamda bir anda yaşanabilecek bir din olduğunu öğrensinler.[267] Evet eğer bu dini sırtlayabilecek değerli kimselerin bulunması ve bunu doğru bir şekilde insanlara anlatmaları halinde, ancak bu dinin yaşanabilecek örnek bir din olduğunu anlayacaklardır. Şayet doğru, emin bir şekilde anlatıhrsa, bunun temizliği, berraklığı aktarıhrsa, ihlâs ile ve hiçbir şey gözetilmeksizin, sırf Allah'ın masını gözeterek ve onun yanındakiyle yetinerek anlatüırsa, işte böylelerinin bulunması halinde bu din derhal uygulanma alanına konulabilir.
İşte bu örneklerden bazıları şöyledir:
1- Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ashabının Kâ'b b. Mâlik ile ilgili tutumları. Hz. Kâ'b ve iki arkadaşı birlikte Tebük seferine katılmamışlardı. Sahabe bu üç kişiyle her türlü ilgi ve alâkayı kesmişlerdi.
Bu üç sahabeye karşı yürütülen bu manadaki bir ilgi kesme hadisesi öylesine önemlidir ki, temelleri takva üzerinde atılmış bulunan mescidde Allah Rasûlü'nün arkasında namaz kılıyorlar. Buna rağmen adı geçen üç sahabe ile her türlü münasebetlerini kesmiş oluyorlar, onlarla konuşmuyorlar ve hatta îslâmın emri olan selâmı dahi bunlara vermiyorlar!..
Aman Allah'ım! Bu nasıl bir iman?.. Bir de günümüz müslümanları-na bakalım. Acaba bunlar Allah ve Rasûlüne karşı savaş açanlardan, yeryüzünü fesada verenlerden uzaklaşıp bunlardan ilgilerini kesiyorlar mı?..
Esasen müslümanm kendi dinine ve mümin kardeşlerine karşı gösterdiği velâ yani dostluk, verdiği yetki, dinine karşı olan bağlılığı ancak böyle önemli bir konuda ortaya çıkar. Öyle ki bu mümin kimse kardeşlerinden ve dostlarından ayrı bırakılıyor, terkediliyor. Öyle ki Allah'ın selâmı bile verilmiyor. Evet bu şahıs Kâ'b b. Mâlik oluyor. Büyük bir madde ile imtihan edilmiş bulunmaktadır, kendisine buna rağmen hem madde, hem iyilik, hem makam bu dünyada teklif edilip sunulmaktadır. Bütün bunlar değerli sahabî Hz. Kâ'b b. Mâlik'in şahsında görülmektedir. -Allah kendisinden razı olsun- bu sahabî hakkında uzun bir hadis bulunmaktadır. Bu uzun hadiste anlatıldığı gibi, Hz. Peygamber (s.a.v.) ashabına, bu zat ve bununla beraber olan diğer iki kişi ile görüşmemek, iigiyi kesmek konusunda emir vermişti. Öyle ki hanımı bile onu bırakıp ailesinin yanına gitmek zorunda kalmıştı. Bütün bunların yanında çok büyük bir imtihan ile aniden karşı karşıya geldi.
Hz. Kâ'b (r.a.) anlatıyor: "Ben, Medine pazarında dolaşırken, bir de baktım ki Şam Nabtîlerinden bir Nabtî, Medine'ye yiyecek satmak üzere gelmiş ve şöyle diyor: "Kâ'b b. Mâlik'i bana kim gösterir?" İnsanlar kendisini ona göstermeye başladılar. Adam benim yanıma geldi. Bana Gas-san kralından bir mektup getirdi. Bir de gördüm ki, mektupta şunlar yazılıydı: "İmdi.. Öğrendiğime göre, arkadaşın (Hz. Muhammed'i kasdedi-yor) sana eziyet veriyormuş. Allah, seni zayıflanacak, küçük düşürülecek bir belde halkından kılmamıştır. Sen öyle kötülenecek biri değilsin. Bize gel, katıl ki, sana gerekeni yapalım." Mektubu okuyunca, kendi kendime dedim ki: "Bu da işte bir başka belâ, imtihan ve felâket. Hemen onu dü-rüp, kızgın olan ateşe attım."[268]
Hz. Kâ'b'ın: "Ayrıca bu da bir başka beladır" sözü gerçeği dile getirmiş olmaktadır. Evet bu, büyük bir belâdır. Hz. Kâ'b (r.a.), müslüman-lardan tecrid edilmesine, kendisine karşı boykot uygulanmasına rağmen, O, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e, dinine ve müminlere karşı dostluğu, velâsı sürmekte, hiçbir zaman bunlardan bir taviz vermemektedir, eksiklik yapmamaktadır. Allah'a olan dostluğu ve velâsı aynen devam etmektedir. O Gassan melikinden gelen mektubu da yakmak suretiyle, onunla olan ilgi ve münasebeti kesiyor, ondan beri ve uzak olduğunu belirtiyor.
Şimdi bu zatın bu azametine, dostluk, velâ ve yetki konusundaki doğruluğuna ve samimiliğine, İslama ve müslümanlara olan sevgisine bir bakın. Dünya metaından ve onun kendisine sağladığı şeylerden olan uzaklı| gına, bunları elinin tersiyle itmesine dikkat edin. Bütün bunların hiç biH-j sinin onun yanında bir sineğin kanadı kadar değeri yoktur.
İbn Hacer, Kâ'b kıssasını açıklayarak diyor ki: "Kâ'b'ın bu yapttğı şey var ya, işte bu onun imanının kuvvetine delâlet eder. Bir de Allah'ı; ve Rasûlünü ne kadar sevdiğini gösterir. Şayet böyle olmasaydı, kendisiyle her bakımdan ilgi ve alâka kesiliyor, yüz çevriliyor, o buna benzer şeyleri kat kat taşıyor, kendisini terkedenler sebebiyle mal ve makam teklif ediliyor, özellikle de Gassan melikinden kendisine gelen davet enterasandır. Gassan meliki, bununla kendisini dininden dönmeye zorlamamaktadır. Fakat Hz. Kâ'b, şu gerçeği bilmektedir, böyle bir durumda kendisi kesinlikle fitneye sokulacaktır. Hemen gelen mektubu yakar ve net cevabı verir. O çağırıldığı ve davet olunduğu rahatı ve nimetleri bırakıyor, dünyadaki sıkıntı ve azabı tercih ediyor. Bu da onun Allah'a ve Rasûlüne olan sevgisinden ve muhabbetinden kaynaklanıyor. Nitekim Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: [269]
"Allah ve Rasûlü! Ona başka her şeyden daha sevgili olmaktadır."
2- Şimdi bir başka örnek. Bu da değerli sahabî Abdullah b. Huzafe es-Sehmî ile ilgilidir. Kendisinin Rum kralının karşısındaki tavır ve tutumunu sergilemektedir. Rum meliki onu varlığına ortak kılmak suretiyle azdırmak istiyordu. Fakat o büyük sahabî bunu reddetti. Hıristiyanlığı teklif etti, o kabul etmedi, kral bu sahabiyi ölümle tehdit etti, yakacağını söyledi. Bütün bu örnekler, İslâmda velânın yetkiyi ve dostluğu sadece İslama ve müslümanlara vermenin önemini gösteren örneklerdir. Bu durum aynı zamanda bu sahabînin bu noktada ne kadar samimi olduğunu, doğru ve dürüst davrandığını, İslâm akidesinin veya inancının bunların kalbinde ne kadar yer ettiğini gösteren bir örnek olmaktadır.
Nitekim münafıkların reisi Abdullah b. Übeyy b. Selûl'ün oğlu Abdullah'ın durumu da ayrı bir örnek teşkil etmektedir. Bununla ilgili durum daha önce anlatılmıştı. Müslüman ve samimi sahabî Abdullah, münafık babası Abdullah'ı Medine'ye sokmamış, ancak Hz. Peygamber'in izin vermesi ile girmesine müsaade ermişti.
Meselâ Ebû Ubeyde (r.a.)'nin durumu daha büyük bir örnek teşkil etmektedir. Bu şahabı, Bedir gazasında babasının kâfir olması sebebiyle, Allah ve Rasülüne karşı savaşması sebebiyle hiç gözünü kırpmaksızın babasını öldürmüş. Bu noktada babalık bağına hiç bakmamıştır. Zira Allah'a karşı velâ (dostluk), Allah'a ve Rasülüne yardım, dinine ve müminlere destek olmak ancak bu şekilde kanıtlanabilirdi. Kâfirlerden beri ve uzak olduğunu ortaya koyması, Allah'ın düşmanlarına karşı cihad etmesi ancak böylece sağlanabilirdi. Çünkü Allah düşmanları, şeytanın dostlarının ayakta kalıp müslümanlara karşı savaşma imânım, cihad olunmadığı takdirde bulabilirler. Onlar ancak cihad yoluyla bundan alıkonulabüir.
3- Şimdi de başka bir Örnek: Siyer kitaplarının rivayetine göre, Zeyd b. Desine (r.a.), bu hususta bir başka örnek oluşturmaktadır. Kendisi Reci' gününden sonra, Safvan b. Ümeyye tarafından satın alınmıştı. Safvan Hz. Zeyd b. Desine'yi, babası Ümeyye b. Halef yerine öldürmek istiyordu. Müşrikler, Hz. Zeyd'i Ten'îm denilen yere çıkardılar. Burada Kureyş'in önde gelenleri toplanmışlardı. İçlerinde Ebu Süfyan da bulunuyordu. Ebu Süf-yan b. Harb, öldürülmek üzere getirilen Zeyd'e şöyle diyordu:
— Ey Zeyd,[270] Allah için doğru söyle. Şu anda senin yerinde Muham-med'in boynunun vurulmasını, senin de ailen içinde mutlu kalmanı ister miydin?
Zeyd ona şu cevabı verdi: "Vallahi şu anda değil Muhammed'in benim yerimde olmasını istemek, ben ailem içinde otururken onun ayağına bir dikenin biîe batmasına rıza gösteremem." İşte bunun üzerine Ebu Safvan şöyle konuşmak zorunda k^ldı: İnsanlar arasında, Muhammed'in ashabının Muhammed'i sevdiği kadar, birinin diğerini sevdiğini asla göremedim. Sonra Hz. Zeyd (r.a.)'i öldürdüler.[271]
Şimdi bu sevgiye ve birbiri için kendilerini fani kılmaya bakın. Bu nasıl bir dostluk, nasıl bir velâ ve yetki, bu nasıl bir yardım ve zafer gücü! Allah kendisinden razı olsun, çok uzaklarda olmasına rağmen, Rasûlüllah (s.a.v.) de yanında değilken o, Rasûlüllah (s.a.v.)'a bir dikenin bile batma-, sına rıza göstermemektedir. Buna rıza göstermeyen bir kimsenin Allah Ra~ sûlü için daha başka büyük tehlikeleri düşünebilir mi hiç?
İşte gerçek aniamda velayet, samimiyet ve dosdoğru bir bağlılıktır ki, ruhlarla bu manada bir akideye bina etmiş olmaktadır. İnsanlar için bu manada önemli örnekler sunabilecek şahsiyetler çıkarmış olmaktadır. Böyle bir azametin ve büyüklüğün önünde yeryüzünün tüm azametleri ve büyüklükleri eğilirler, böyle bir duruma asla erişemezler.
4- İşte bir başka örnek daha. Ahmed b. Hanbel ve başkalarının rivayetlerine göre, Enes b. Nadr (r.a.), Bedir savaşına katılamamıştır. Bu sahabî diyor ki: "Ben İslâmın ilk savaşı olan Bedir savaşına katılamamıştım. Bu savaşta Rasûlüllah (s.a.v.) müşriklere karşı savaşmıştı. Dedim ki: Şayet Allah (cc), bana müşriklerle savaşmayı gösterirse, benim onlara nasıl davranacağımı ve ne yapacağımı Allah (c.c.) görecektir. Nihayet Uhud savaşı günü geldi. Müslümanlar bu savaşta açıldılar (çözüldüler). Bunların bu halini görünce şöyle dedi: "Allah'ım bu arkadaşlarımın yaptıklarından ötürü (davranışları sebebiyle) senden özür dilerim. Şu müşriklerin yapıp getirdikleri şeyden de ben uzağım." Daha sonra öne atıldı Uhud önlerinde Hz. Sa'd b. Muaz'ta karşılaştı, ona şöyle dedi: "Ben de seninleyim." Ancak Sa'd ona şu cevabı verdi: "Yapılacak olanı ben yapabilecek bir güçte değilim.” Sa'd devamla diyor ki: "Bu zat savaş esnasında bulunduğunda, üzerinde seksenin üzerinde kılıç darbesi, mızrak yarası ve ok yarası bulunuyordu. Dediklerine göre, aşağıdaki âyet bunun ve arkadaşlarının hakkında nazil olmuştur. Rabbim şöyle buyurmuştur:
"İşte onlardan kimisi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de şehitliği beklemektedir.” (Ahzab, 33/23)[272]
Allah kendilerinden razı olsun, bizim salih selefimiz, dinleri hususunda çok titiz ve saygılıydılar. Boş görüntüler ve süsler hiçbir zaman onları al-datmazdı. Cahiliyede insanların tapınırcasına önem verdiği değerler ve güçler kendilerini yamltmazdı, onlara aldanmıyorlardı. Bunun en doğru örneği Rib'î b. Amir (r.a.)'in hikâyesidir. Bu zat Rüstem'le karşılaşmıştı. İranlılar (Farslılar) tümüyle silâhlıydılar. Hepsinin giysi olarak üzerlerinde altın sırmalarla dokunmuş elbiseler, başlarında taçlar vardı. Hepsi de Rüs-tem'in meclisinde yaygılar ve yaslanacakları yastıklar koymuşlar, Rüstem'in kendisi ise ahundan bir yatak üzerinde (döşek) üzerinde bulunuyordu. Rib'î tüylü ve bodur bir kısrağın üzerinde onlara doğru yönelerek yürüdü. Yanında eski bir elbisenin katlan arasında gizlenmiş kılıcı, mızrağı, kalkanı ve oku olduğu halde içeri girdi. Hz. Rib'î en yakın yaygının yanına varınca, kendisine "in" denildi. Ancak Hz. Rib'î atını yaygının üzerine sürdü, yaygının üzerine varınca durdu, orada atından (kısraktan) indi. Onu iki yastığa bağladı. O iki yastığı ikiye ayırdı, ortalarından ipi geçirdi. Ancak Rüstem'in adamları onu böyîe bir şeyi yapmaktan menedemediler. Daha sonra kendisine: "Silahını bırak" dediler. Fakat Rib'î:
"Ben buraya sizin emrinizle silâhımı bırakmak üzere gelmedim. Siz beni davet ettiniz. Şayet geldiğim gibi size, aynen içeri alınmama izin vermez, bundan kaçınırsanız, ben de derhal geri dönerim." diyerek onlara cevap verdi. Durumu hemen Rüstem'e bildirdiler. O da girmesi için izin verdi ve şöyle dedi: "Gelen kişi bir tek şahıs değil mi ki?" Rib'î mızrağına dayanarak Rüstem'e doğru yöneldi. Mızrağının ucunda yaklaşık bir adım gelecek bir sivri demir bulunuyordu ki, bununla yastıkları ve yaygıları par-çalaya parçalaya Rüstem'e doğru ilerliyordu. Neredeyse bir tek yastık ve yaygı bırakmaksızın hemen hepsini yardı, bunlarda birer kusur meydana getirdi, bozup adeta kullanılamaz duruma soktu. Rüstem'e yaklaşınca, hemen Rüstem'in koruyucuları önünü kestiler, Rib'î hemen yere oturdu ve mızrağı ile yaygılara batırdı (Mızrağını yaygılara dikti). Bunun üzerine kendisine: "Seni böyle bir duruma sevk eden olay nedir? dediler. Rüstem de onlara şu cevabı verdi: "Biz sizin şu zinet ve süsleriniz üzerinde oturmayı uygun görmemekteyiz! Bunun üzerine onunla konuşarak dedi ki: "Sizi getiren şey nedir?" O da dedi ki:
"Bizi Allah (c.c.) gönderdi ve Allah, bizi şunun için gönderdi. Dileyen kimseleri kulların kula ibadetten kurtarıp bir tek Allah'a ibadete iletmek, dünyanın darlığından ve sıkıntısından kurtarıp, onun genişliğine eriştirmeye, dinlerin zulmünden kurtarıp İslâmın adaletine kavuşturmaya bizi göndermiştir. Allah (c.c), bizi kendi dini ile yarattığı insanlara gönderdi ki, o insanları bu dine davet edelim. Bizden bunu kabuİ edenleri, biz de bunu kendisinden kabul eder ve ondan döner gideriz. Onu, toprağını onun önünde ve yanında koyarız. Kim de bundan yüz çevirirse onunla ebedî olarak savaşırız, ta ki Allah'ın vadine ve vadettiği şeye kavuşuncaya kadar." Rüstem: "Allah'ın vadettiği şey nedir?" diye sordu. Rib'î, bu davetten kaçınıp kabul etmeyenlerle yaptığı savaş sonucunda ölenler için "Cennet-'tir diye cevap verdi. Geride sağ kalanlar için de zafer vardır, dedi. Bunun üzerine Rüstem dedi ki: "Sizin söylediklerinizi duydum. Bizim de sizin de düşünebilmemiz için bu işi biraz tehir edebilir misiniz? Rib'î: "Evet" dedi. Sizin içift ne kadarlık bir süre gereklidir? Bir gün mü yoksa iki gün mü? Rüstem, nayır, dedi. Biz önce bunu içimizde görüş sahibi olanlarımıza, kavmimizin önde gelenlerine yazacağız. Rüstem bununla onların yaklaşımlarını ve müdafaalarını almak istiyordu. Bu durum karşısında Rib'î
şöyle konuştu:
"Doğrusu bize metod ve uygulama olarak peygamberimizden gelen, imamlarımızın ve liderlerimizin uygulaması, onlarla karşılaştığımız andan itibaren, kendilerine üç günden fazla olarak izin vermemiz, süre tanımamız mümkün değildir. Biz size üç gün bir süre tanıyoruz. Bu zaman zarfında kendi durumunu ve arkadaşlarının durumunu düşünün. Süre bitiminden sonra üç şeyi tercih etmek, seçmek zorundasınız.'Ya İslâmı seçersin, biz de seni bırakırız, toprağın da senin olur. Veya cizye (vergi) ödersin, bu takdirde yine seni bırakır, sana el uzatmayız. Eğer senin bizim yardımımıza ihtiyacın yoksa, seni bundan terkederiz, bundan sana bir şey yok. Eğer. senin buna ihtiyacın varsa, seni menederiz. Üçüncüsü ise dördüncü günü aramızda savaş başlar. Dördüncü günden itibaren bizimle sizin aranızda plan şey konusunda buna ilk başlayan biz olack değiliz. Ancak bunu sen başlatmış olacaksın (başlatmış oluyorsun). Bu verdiğim söz konusunda ben ashabım ve arkadaşlarım adına size kefilim ve görülecek olan bir şey konusunda size garanti veriyorum. Rüstem dedi ki:
"Onların başı ve lideri sen misin?" Rib'î şöyle cevapladı: "Hayır, ancak, müslümanlar, tıpkı bir cesedin organları gibidirler, biri diğerindendir. Bizden en aşağıdaki bir kimsenin verdiği garanti en üst düzeydeki kimsenin verdiği garantidir."[273]
Şimdi bu velayet, dostluk ve yetki konusu, bu hayırlı toplumun r.uh-Iarına öylesine etki etmiştir ki, bu durumu aşağıdaki örnekler açık bir şekilde ortaya koyup göstermektedir. Rasülüllah (s.a.v.)'m Tebük seferi esnasında söylediği şu ifadeler bu gerçeği açık bir şekilde ortaya koymuş olmaktadır: "Medine de öyle kavimler var ki yürüdüğünüz her yerde (yolda) ve kat etmiş olduğunuz her vadide onlar kesinlikle sizinle beraberdirler." "Sahabe Medine'de oldukları halde ha?" diye sorarlar. Rasülüllah (s.a.v.) da şöyle buyurur: "Onlar Medine'de bulundukları halde böyledir. Çünkü onları burada bulunmaktan mazeretleri engellemiştir (hapsetmiştir)."[274]
Şimdi bu velâ'ya dostluğa, bağlılığa ve yardımlaşmaya bir bakın. Mazeretleri sebebiyle savaşa katılamamalarına rağmen, savaştakilerle her an beraberlikleri olan bir topluluk. İşte bu, gerçekten, müslümanların terket-mesi konusunda bir mazeretleri olmayacak olan bir konudur. O Medine-deki müslümanlar, dualarıyla, onlara tabi olmakla her zaman kardeşlerinin yanındadırlar.
Bugün ise, durum böyle midir acaba? Görülecek olan tablo hep mağrur kimseler, nefesleri ve takatları kesilmiş bir toplum, hepsi yani kâfirler aslında en şereflilerin ve soyluların düşmanı iken, aksine bu yıkıma uğramış olanlar ise bu kâfirleri dostlar ve vefalı kimseler olarak görmektedirler.
Ancak bugünkü müslümanların anlamaları gereken bir husus vardır. Bu da şudur: Müslümanlar, Rasûlüllah'ın siretine, hayatına tabi olacak-iar, her konuda Rasûlüllah'ın ve salih selefin sîretini uygulayacaklardır. Özellikle bu Velâ ve Berâ meselesinde de bunlara uymak zorundadırlar. Çünkü bu mesele, özellikle kendilerinden istenen bir meseledir. Artık bundan sonra müslümanların başka seslere kulak vererek ayaklanmaları, başkalarına uymaları, özellikle kâfir batı ile mülhid (dinsiz) doğuya bağlılık gösterip velayet vermeleri doğru değildir. Onların sloganlarını, onlar tarafından dikte ettirilen şeyleri gündeme getirmeleri müslüman için doğru olmaz. Bu, gerçekten bir gerilemedir, kendi varlığını yitirmedir.
Aksine müslümanların samimi azimleri, bu akidenin gereklerinin gerçekleşmesi konusunda harekete geçmesi, Rabbani ve sağlam olan şeriatın hüküm olarak uygulanması üzerinde ısrar etmeleri halinde işte o zaman kurtuluş yolunu ve huzur kaynağını hem dünyada hem ahirette kazanmış olurlar. İşte böyle bir durumda en üst ve çok arzulanan bir düzeye gelmiş olurlar. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer kalpten inanmişsanız. üstün gelecek olan sizsiniz." (Âl-i İm-
rân, 3/139)
İslâm düşüncesinde Velâ ve Berâ meselesini açıkladıktan, bu konunun ne kadar önemli olduğunu öğrendikten, aynı zamanda bu ümmetin ilk altın dönemine ait bize ışık tutan örneklerini sunduktan sonra, şimdi de içinde yaşamakta olduğumuz bu çağda müslümanların konumunu bilmek zorundayız. Günümüz müslümanlan bu meselede acaba işin hangi noktasında bulunmaktadırlar? Buna ne denli bağlı bulunuyorlar veya bundan ne derece uzaktırlar? Günümüz müslümanlarına ne olmuştur? Bu acı gerçeğin değişmesini bize müjdeleyen şeyler var mı?
Burada açık bir şekilde söyleyebiliriz ki; son çağlarda İslâm dünyası, hemen her alanda bir gerileme ve aşağılanma noktasına gelmiş bulunmaktadır.
Müslümanlar akideleri yani inançları bakımından bir düşüş ve aşağılanmaya yuvarlanmışlardır. Çünkü müslümanlar selefin gitmekte oldukları yolu bırakmışlar, boş sözlerin, sonradan İslama sokuşturulan kelam ilminin önemsiz meselelerine dalmışlardır. Bizansınboş ve önemsiz tartışmalarına bulanmışlardır. Bunlar herhangi bir şekilde bir gerçeği ifade etmedikleri gibi, işi giderek fesada ve yıkıma götürmüşlerdir.
Cihada gerekli önem verilmediği, İslâmın izzetine ve şerefine sımsıkı bağlanılmadığı için bir düşüş görülmektedir. Çünkü hakkı almaları yerine hemen her türlü hurafeleri, yanlış tasavvuf! düşünceleri ve körükörüne bir tevekkülü almışlardır. Zaten düşmanları onların böyle bir duruma düşmelerini devamlı istiyorlardı.
Kısaca hemen her türlü ilmî alanlarda geri kalmışlar, lider olma yerlerini bırakmışlar, bunun yerine başkalarına tabi olma zilletini kabullenmişlerdir. Halbuki müslümanlar her yararlı bilim dalında birer araştırıcı ve dalgıç durumunda iken, onlardan sonra gelen nesiller, kendilerine bırakılan bir mirası, hem de muazzam mirası terkettiler.
Evet, bu mirası terkettiler ki, kendilerinden bunu bu dinin düşmanları alsınlar ve bundan yararlansınlar ve bugün gelebildikleri noktada bunu müslümanlara versinler.
Son olarak deriz ki, sonradan gelen bu müslümanlar, insanlara İslâm adına çok kötü bir örnek ve ezilmişlik bıraktılar. Bu ise, din düşmanlarının hemen her birnoktadan kendilerine saldırmalarım sağladı. Çünkü düşmanların amacı bu yoldan Allah'ın nurunu söndürmektir. Halbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nurunu tamamlamaktan asla vazgeçmez.
İslâm dünyasına karşı birçok sayıda ordular hareketegeçmiştir. Bunların çokluğuna ve askeri güçlerine rağmen, bununla da yetinmemişler. Bu defa daha başka saldın yollarını ve türlerini denemişlerdir. Askeri saldırılardan sonra, buna ek ve yardım olarak bu defa müslümanlara karşı kültürel ve fikri saldırıyı başlatmışlardır. İşte bu kültürel ve fikri saldırının müslümanlar üzerinde yapmış olduğu tahribatı sıradan ordular yapamamıştır.
Bu alanda düşmanların ilk defa üzerinde kesinlikle durdukları bir şey var. Bu, kalplere ve zihinlere şüphecilik zehir ve tohumlarının düşman eliyle atılması, kavramların alt üst edilmesiyle olmuştur. Çünkü düşmaT şüphe meydana getirebilecek düşünceleri yaymaya başlamıştır. Şöyle ki:
"Dinin sosyal düzen ve sistemle ilgisi ne olabilir ki? Dinin iktisad ve ekonomiden ne gibi bir haberi olabilir ki? Dinin, ferdle toplum, toplum ile devlet arasında münasebeti olabilir mi hiç? Şu yaşanan gerçek hayatta, dinin bilimsel çalışmalardaki fonksiyonu söz konusu edilebilir mi? Dinin giysilerde ve özellikle de kadınlara ait giysilerde söz söyleme hakkı olabilir mi? Din ile sanat ilişkisi ne derece doğru olabilir? Dinin yayınla, basınla, radyo, sinema ve televizyonla münasebeti ne olabilir? Kısaca din hayat gerçeğinden ne anlar ki? İnsanların üzerinde yaşamakta oldukları bu dünya gerçeğinde, dinin gerçekle olan ilgisi ne olabilir ki?"[275]
Şeyh Muhammed Gazzalî'nin de söylediği gibi bu sömürünün amacı şudur:
"İslama mensup olmaktan aşağılık kompleksine düşen bir neslin meydana getirilmesi. İslâmî esas ve prensiplerden herhangi birisini yerine getirmekten hoşlanmaması ve özellikle de büyük gördüğü kültürlü kesim arasında kendisinin böyle bir durumda görülmesini istememesi. Nüfuzlu ve yönetimde söz sahibi olan kimseler yanında böyle bir durumda görülmeyi arzulamaması. İşte böyle bir kuşağın oluşmasını istemeleri.
Meselâ böyle şahsiyetini yitirmiş olan bir kimse, gazinodan vb. gibi bir yerden çıkarken insanların kendisini görmesini ister de, camiden çıkarken görülmesini istemez. Yine böyle bir kimseye bu kimse, on kadınla zina yapmış, diye söylenmesi, çok daha kolay gelir fakat, bu adam iki kadınla evlidir, denilince yüzü kararır ve kızarır. Hele hele böyle bir kimsenin Kuran âyetlerini okunurken dinlemesi, tefekkür etmesi veya Rasûlüllah (s.a.v.)'in sünnetinden herhangi birisine dönülmesi, böylesi bir kimsenin aklından bile geçmez."[276]
Aynı zamanda sömürücü sistem şundan da mutluluk duymaktadır. İslâm bayrağı altında çalışmayı reddeden bir neslin ortaya çıkarılmasında başarılı olmaları sebebiyle mutludurlar. İşte bu nesil, askeri tabirle "Beşinci kol" durumundadır. Bunlar hemen her alanda bize hezimet ve yıkım getirmişlerdir.[277]
Bu sözlerin ve söylenenlerin sadece boş sözler olmadığını -çünkü böyle denilmektedir- anlatabilmem için burada açık ve seçik olarak bazı deliller sunmak isterim. Bunları kâfir olan düşmanlarımız söylemişler, ve uygulama alanına koymuşlardır. Bunların bu söyledikleri, kendilerinin İslama ve müslümanlara ne kadar düşman olduklarını göstermek bakımından yeterlidir. Gerçekten bunların tek amaçlan bulunmaktadır: Kötülük yapmak, hile ve tuzak kurmak, bu dini böylece zarara uğratmak, dinin prensiplerini geçersiz kılmak.
Diğer tarafdan sunacağımız bu örneklerde gafil olanlar için, şımarıp aldananlar için bir öğüt ve ibret vardır. Kaldı ki bu aldananlar bizdendir-' ler ve bizim dilimizi konuşmaktadırlar, aynı zamanda bizim isimlerimizi almış bulunmaktadırlar. Sonra da insaflı bir kimse, bunları okuduktan sonra, bu söylenenlerden gerçekleştirilenler var mı yok mu, karar versin.
Keşiş Züveymür, 1935 yılında Kudüs'te toplanan Kudüs kongresinde İslâm dünyasında misyonerlik faaliyetini yürüten ve hıristiyanlaştırma için çalışanlara şöyle sesleniyordu:
"Sizi bir delege ve eleman olarak Muhammedi ülkelere gönderen hıristiyan ülkelerin en çok önem verdikleri şey, halkı İslâmdan ayırıp hıris-tiyanlık dinine sokmak değildir. Böyle bir şey, onlar için bir hidayettir ve saygınlıktır. Sizin buralardaki en önemli göreviniz, müslümanı dininden çıkarıp bundan uzaklaştırmaktır. Böylece öyle bir duruma gelsinler ki, Allah ile ilgileri kalmasın. Buna bağlı olarak ahlâksız olarak yetişsinler. Çünkü bu milletlerin ayakta kalabilmeleri bu esaslara bağlıdır. Sizin böyle yapmanız halinde İslâm ülkelerinde ve topraklarında sizler yaptınız işlerle fetih açısından onların öncüleri olursunuz. Nitekim bu, sizin geçen yüz sene içerisinde yerine getirdiğiniz en hayırlı işiniz olmaktadır. İşte bu nokta, sizi tebrik edeceğim bir noktadır. Tüm hıristiyan ülkelerinin ve hıristiyanların sizi tebrik edeceği bir konudur bu. Sırf bu yüzden tüm tebrikleri ve kutlamaları sizin olacaktır."[278]
Şimdi sen bu sözün sonuç itibariyle nereye geldiğini düşün, çünkü bu kin kusan hiristiyanî delil, kendilerin alim sanan teslimiyetçi müslümanlara bir fikir verir sanırım. Çünkü bu teslimiyetçi bilginler dinlerin kardeşliği meselesinden, dinlerin birbirlerine yaklaş t ırılması konusundan sözetmektedirler. Nitekim biz bu konuyu İkinci Bab'da ele almıştık. Bu, onların gerçekten ne derece gaflette olduklarını, ne derin bir cehalete sahip bulunduklarım, İslâmı ne kadar bilmediklerini, İslâm düşmanlarının İslama olan düşmanlıklarının ne kadar gerçek olduğunu bile bilmemektedirler.
9. Levis şöyle diyor: "Müslümanların yıkıma uğratılması için sadece askerî savaş yetmez. Kesinlikle onların akidesi ve inancıyla da savaşmak gerekir." Sonra bir başka düşmanın şöyle konuştuğunu görmekteyiz: -Bu adam müslümanların Islama dönüşlerini değerlendirerek der ki-:
"Gerçekten yepyeni bir güç ortaya çıkmış bulunmaktadır. Dikkat edin bu yeni güç İslama davettir. Hem de çok onurlu bir davet. İslâmı bir yol ile gayret göstermek suretiyle, tekrar hayata egemen olmaktır. Bu, öteki sistemlerin bir nüshası veya onların bir taklidi değildir. Tam aksine bu, kendisine özgü hüviyetiyle, taklidiyle, maddî ve manevi maslahatıyla ortaya çıkmış olmaktadır."[279]
Vilyim Gifard Balgraff ise şöyle diyor: "Arap ülkelerinden Kur'an ve Mekke şehri ne zaman gizlenir. İşte ancak o zaman biz Arapların uygarlık alanında adım adım ilerlediklerini göreceğiz. Çünkü onları bundan uzaklaştıran Muhammed ve onun kitabıdır.”[280]
" Buna benzer daha yüzlerce örnek verebiliriz. Bunların hepsi aynı ma niyettedir ve işledikleri tema şudur:
"îslâmı geçersiz kılmak, müslümanları İslâmdan ayırmaktır." Şu acı bir gerçektir ki, bugün müslüman olan ülkelerde, bu düşmanlara yardımcı olan ve plânlarını uygulamada fırsat tanıyan kimseler bulunabilmektedir. Bunlar Allah düşmanlarına uyum sağlamak uğrunda İslâmı esas ve prensipleri bu yolda feda edebilmektedirler.
Üstad Abdülkadir Udeh (r.a.) diyor ki: "Öyle bölgeler var ki, kendilerini müslüman olarak lanse etmelerine ve tanıtmalarına rağmen, ingiliz, Fransız, İtalyan ve Amerikan misyonerlerinin kendi ülkelerinde cirit atmalarına izin verirler. Hatta hıristiyanhğın propagandasını yapabilmeleri için, bunların müsrümanlannju'kelerinde okullar açmalarına da izin verirler. Böylece buralarda devam edecek olan müslüman çocuklarını, dinleri açısından bir fitneye sokmak isterler. Nitekim bunun doğal bir sonucu olarak bu misyonerler, devletin resmi okullarında İslâm dinine ait ilimlerin ve bilgilerin okutulmasını kaldırabiİmişler, hatta îslâm tarihi derslerini bile kaldırıp yerine Avrupa tarihini koyarak buna değer vermeye, Önem vermeye çalışmışlardır. Avrupa tarihini, kültürünü ve uygarlığını saygınlığın, medeniyetin ve ilerlemenin kıblesi olarak takdim etmektedirler.[281]
Durum hükümetler seviyesinde böyle olunca, bu gibi konularda insanların aldatılması çok daha kolay olmaktadır. Öyle insanlar var ki daha aşırı bir şekilde ileri gitmektedirler. Bu tür kimseler iki sınıftır. Birincileri alimlerden, sözde alimlerden oluşan sınıf, diğeri de Avrupalılar tarafından sömürülüp eğitilen uşaklardır. Şimdi bunları ele alalım.
1- Bu birinci sınıf içerisinde yer alan alimler, bu yeni tarih döneminde bir mevkileri ve yerleri olan kimselerdir. Bunlar adına yazılan ciltler dolusu kitaplar ve reformcu, ıslahatçı lakaplar vererek cankurtaran simidi gibi tanıtmışlardır. Ancak tarih bunların hüviyetlerini, durumlarını açıklayıp ortaya koymuştur. Şimdi bunlardan birkaç isim sunalım.
a- Abdurrahman el-Kevakibî: bu adam, din ile siyasetin birbirinden ayrılması konusunda öncelik payı olan bir kimsedir. Bu adam dini davet ile siyasi akımların birbirinden ayrılmasını açıkça ifade etmiştir. Nitekim "Ümmü'1-Kura" adını verdiği bir kitap yayınlamıştır. Bu kitap 1899'da yayınlandı. Bu kitapta öylesine görüşler yer alıyor ki; burada müslüman-ların kafalarını bulandıracak, şüphe doğuracak düşüncelere, Avrupa devletlerine karşı sevgi ve bağlılığa yer verilmiştir. O Avrupa ki, tek gayesi müslümanları sömürmektin Bu adam kitabında şunlara yer vermektedir:
"Müslüman olmasalar da kapıları ardına kadar açıp bu adi! hükümetlere güzelce itaat etmek ve irşadlarından yararlanmak gerekir. Ömer b. Hattab gibi de olsalar, halkı mutlak bir boyun eğmeye yöneltenlere de tüm kapıları kapamak gerekir."[282]
b- Şeyh Muhammed Abduh: Kendisi hakkında Üstad Gazî et-Tevbe şunları söylüyor: "Bu zatın Mısır'ı işgal eden ingilizlere yardımı o derece olmuştur ki, bu şahıs, İngiltere'de bulunan misyoner casuslara varıncaya dek, bunlarla işbirliği yaparak yardımlaşmaya girişmiştir. Nitekim Abduh, bunlara olan mutlak güvenini ve bunlarla olan yardımlaşmalarım, Mister Bellent'e gönderdiği iki mektubunda açıklamaktadır. Bu mektup adı geçen kimsenin Mısır Müftüsüne gönderdiği bir sorusu üzerine kaleme alınmıştı. Mısır Müftüsüne sorulan soru şu merkezde idi: Mısır'daki yeni siyasetin durumu hakkındaki görüşleri soruluyordu. Bir. de, Mısır için yapılması düşünülen yeni bir kanun ile ilgiliydi. Reşid Rıza bu iki mektubu, yazmış olduğu tarihinin birinci cildinin 899 ve 902. sayfalarında kayda geçmiştir. Burada yer alan ikinci mektubunun üçüncü fıkrasında şu ifadeler yer alıyor:
"Mesela şöyle farz edinki, şayet bazı İngiliz bakanların, Mısır'da ele-başları, adamları vardır. O halde gerekli olan şey, bu temsilcilere, yani Mısırlı temsilcilere veya bu ikinci derecedeki bakanlara bir yetki verilmelidir. Bu yetki kendilerine verilsin ki, din ile ilgili hemen her meselede ve benzeri şeylerde gereken ayırımı iki. temel bakanlık altında ele alsınlar. Böylece Mısırlı görevliler, bugün görüldüğü gibi onların ellerinde birer oyuncak olmasınlar."[283]
İşte yukarıda gördüğünüz fikirler, çağın maslahatlarım haykıran bir alimin görüşleridir.
c- Abbas Mahmud Akkâd: Bu şahıs: "et-Tefkîr Fariza un İslâmiyye" adını verdiği kitabında aşağıdaki görüşlere yer vermektedir:
"Müslümam demokrasi için çalışmaktan meneden şey nedir? Müs-lümanı sosyalizm adına çahşmaktanmeneden şey nedir? Veya dünya birliği için çalışmasına mani olan bir şey var mı?
Müslümam, dini hükümlerinden hangisi gelişmeyi savunan görüşleri engelleyebilir. Veya dinin hükümlerinden hangisi, en güzel örnekliği ile varlık mezhebini kabul etmesine engeldir?
Nihayet şu görüşlere yer veriyor ve diyor ki: M.üslümanın akidesi ve inancı onun sosyalist olmasına engel değildir."[284] Başkalarının bildiği gibi ben de biliyorum ki, bu söz garip karşılanacak ve hiç hoş görülmeyecektir. Çünkü bu söz alışılanın dışında bir sözdür. Ancak ben de Prof.Dr. Muhammed Muhammed Hüseyin (rh)'in değerli kitabı: "İslâm ve Batı Uygarlığı" adlı kitabında söylediklerini demek isterim.
Muhammed Muhammed Hüseyin şöyle diyor:
"Biz yeniden insanların değerlerine ve hayatlarına göz atmaya davette bulunurken, hiçbir kimsenin değerini düşürelim istemiyoruz. Ancak bizim bir istediğimiz şey vardır. Toplumda ve toplumumuzda tapınılan yeni putlar edinmesinler insanlar. Birtakım insanlar çıkıp bunların masumiyetlerini, hata işlemez olduklarını savunmasınlar. Bütün bunların yaptığı şeylerin iyi ve güzel olduğunu, kesinlikle leke ve tenkid tanımayacağım iddia etmesinler. Zira bunlara aldanmış olan biri, veya bunlara taassup derecesine bağlı biri, bunların görüş ve düşüncelerine önem veren biri çıkar da, başka bir kimsenin bunların liderlerini hata ile nitelemesi halinde heyecana kapılır ve aleyhte harekete geçer. Bunlar bunu savunurlarken, Hz. Peygamber'in ashabından herhangi birisinin durumu anlatılınca, masum liderlerinin kabul edemeyecekleri bir şeyle tanıtılmaları halinde feveranı basarlar. Meselâ bunlar İslâmın kılıcı Hz. Halid bin Velid'in, savaşta Malik b. Nuveyriye'yi öldürmesini, mürtedler savaşında bunu öldürmesini, Hz. Halid'in bunun güzel hanımına göz dikmesine bağlarlar ve böyle bir şeyle damgalamak isterler. Bu kendilerini rahatsız etmez. Bu konuda birçok da yalan uydurup dururlar, yayarlar. Aynı zamanda bu kimseler iki nur sahibi diye tanıtılan Zinnureyn Osman b. Affan (r.a.)'ın tarihine gölge düşürerek yahudi Abdullah b. Sebe'nin çizdiği yoldan hareket ederler. Onun töhmetlerini ve iftiralarım gündeme sokmak isterler. Evet bütün bu gibi şeyleri bunlar kabul ederler. Daha sonra birisinin kendi putlarına dokunması halinde feveranı basarlar. En ufak bir şekilde bile putları için bir şeyler söylenmesine tahammül edemezler. Müslümanların icmaına aykırı ve muhalif olan konularda tamamen her yönüyle özgürlük ve hürriyet isterler, bunu kesinlikle yapmak isterler. Bu hürriyete dayanarak kendi görüşlerinin karşıtı olanlarına ise bunu tanımazlar, bundan kaçarlar. Bunlar müslümanların müctehid imamlarını, hem de büyüklerini hatalı olarak bildirir ve tanıtırlar, zan ve vehimlerine dayanarak bunları cerhetmeye, kötülemeye kalkışırlar. Ancak kendi efendilerinin ve beylerinin hatalarını veya kesin gerçeklere aykırılıklarını doğru olarak tercih ederler."[285]
Bizim görevimiz mutlaka hatalı olanlara sen hatalısın, demektir. Aynı zamanda isabetli olan kimseye de: "Sen güzel yaptın. Allah bunu senin için mübarek kılsın" demek durumundayız. Gerçekten bu alimlerin ve başkalarının kâfirlere bağlılık ve dostluk gösterme meselesinde kaygan davranmaları veya ellerinde herhangi şer'î bir delil bulunmaksızın bazı konularda onlarla birlik olmada umursamaz olmaları konusu, İsiâmm reddettiği bir konudur, İslâm bundan hep uzak durmuştur. Çünkü burada bizim örnek edineceğimiz kimse Allah Rasûlü ile değerli ve şerefli ashabı, bir de salih selefimizdir. Bu, bizim için yeterlidir. Kim olursa olsun, hiçbir ferdin, kendi görüş ve düşüncesini ve ilmini yükselme için bir merdiven ve dayanak yapma hakkı yoktur. Evet kâfirleri kendilerine yandaş ve dost ve kabul edip bunlara yetki veren, bunlara bağlılık gösteren hiçbir kimsenin kendi görüş ve düşüncesini bir merdiven yapmak suretiyle yükselmeye giden bir yol olarak sunmaya hakkı yoktur. Daha sonra da bu adamın ortaya çıkarak, kendisinin bir İslâm davetçisi, büyük bir ıslahatçı olduğunu ileri sürmeye de hakkı yoktur!..
2- İkinci sınıf. Bu sınıfı oluşturanlar, bizzat sömürgecilerin gözleri önünde eğittikleri ve kendilerine Avrupai bir düşüncenin hayranı haline getirdikleri kimselerdir. Özellikle de düşüncede, yaşama tarzında içlerinde erittikleri kimseler. Çünkü bu gibi kimseler müslümanlarla Avrupalı sömürücüler arasında yakınlaşmayı sağlayacak olanlardır.
Tâhâ Hüseyin bu sınıf içinde yer alanlardandır. "Mısır'da Kültürün Geleceği*' adlı eserinde şu görüşlere yer veriyor:
"Ancak bu ilerlemeye giden yol, sadece sözle değil ki, bir elçi gönderip gerekeni yapasın, veya yalancı görüntüler de değildir. Aynı zamanda yaldızlı sözlerin ve ifadelerin konumu da değildir. Ancak bu, açıktır, nettir, dosdoğrudur. Bunda herhangi bir eğrilik ve yalpalanma da yoktur. Bu bir tek yoldur. Farklı farklı yollar değildir. O halde bu tek yol, bizim izlememiz gereken Avrupalılara ait olan yoldur. Onları izlememiz, onların yolundan gitmemiz gerekir. Ancak böylece onlara eş ve denk olabiliriz. Diğer taraftan hayrında da, şerrinde de onlara her yönüyle uygarlıklarında ortak olmak zorundayız, iyi ve kötü, tümünü almalıyız. Acısını da tatlısını da, sevilenini ve sevilmeyenini, hoşa gidenini ve gitmeyenini almalıyız. Övüleni ve ayıplananı kabul etmeliyiz”[286]
Mademki biz, genel hatlarıyla düşmanlarımızın amacım öğrendik. Onlara aldanmış olan bazı kimselerin gerçek mevkilerini mademki tanıdık. O halde, onların plânlarım, araçlarını etraflı bir şekilde açıklamak biie düşmektedir. İşte bazı plânları:
Şurası kesinlikle bilinen bir gerçektir ki, denildiği gibi, iki sınırlı bir reform. İşte bundan hareketle, tüm Allah düşmanı kâfirler şu gerçeği kavradılar. İslâm akidesi (inancı) kayasını yıkmak, silâh ile mümkün değildir. Silâh gücü yoluyla bu iş başarılamaz. Bu silâh gücü ki, birçok kanlan akıtmıştır. Aynı zamanda Allah yolunda samimi bir şekilde cihad eden bu güçlerin karşısında da durulamaz. Bunun bir başka yol seçtiler. Bu seçtikleri yol çok daha etkin ve deha açısından da çok daha geçerli ve iğrenç bir yol. Bu yeni savaş metodu, İslâm dünyasındaki eğitim ve öğretim kurumlarını ele almaktır. İçine yalan ve iftira karıştırılmış olan şüphe ve kuşkular üzerinde oturtulan teoriler ve düşünce sistemleri. Sadece bilimsellik elbisesiyle ve bilimsel araştırma adıyla devreye girdiler. İslâm düşmanları bunun için iki yol izlediler:
a- İçteki
eğitim ve öğretim kurumlarının hakimiyetini ellerine almak,
b- Kâfir ülkelere insan yetiştirmek için gönderilen kimseler yoluyla.
Birinci yola gelince, bununla ilgili olarak Keşiş Züveymür der ki: -Ki biz bu adamla ilgili söylediklerinin bir kısmını daha önce anlatmıştık-: "Ey kardeşler! Bu 19. asrın üçte birinde ve bu zaman zarfında günümüze kadar, bağımsız İslâm ülkelerinde şu noktayı ele geçirdik. Tüm eğitim programlarını bağımsız ülkelerde ve bir de hiristiyanlık nüfuzu altında bulunan yerlerde veya doğrudan hıristiyanların egemen olduğu yerlerde bu eğitim kurumlarını ele geçirdik. Biz bütün bu bölgelere hıristiyanlığın misyoner pususunu kurduk, kiliselerde gerekenleri yaptık. Dernek ve cemiyetler yoluyla girdik. Birçok okullarda ise egemen olanlar Avrupa ülkeleri ve Amerikadır. Aynı zamanda birçok merkezler ve birçok kişiler eliyle bu işler yürütülmektedir ki, burada bunlardan söz etmek doğru olmaz. Burada size düşen iş ve bir üstün görev vardır. Her işin başı siz olacaksınız öncelikle. Ayrıca daha birçok yardımlaşma örnekleri vardır ki, hepsi de sonuç itibariyle çok umut verici ve parlaktır. Bu sonuçlar tüm insanlığın hayatında, evet beşer hayatında öğrendiği en büyük pay olacaktır. Aslında siz İslâm ülkelerinde tüm akılları kendi vasıtalarınız ve yollarınızla hazırlayacaksınız. Onların, sizin kendileri için hazırlamış olduğunuz yola kolaylıkla girmesini sağlayacaksınız. Bu yapacağınız iş: "Müslümanı İslâmdan çıkarmak" olacaktır. Siz gerçekten öylesine bir nesil ve toplum hazırlayacaksınız ki, bunların Allah ile bir bağlan olmasın. Allah'ı tanımayı da istemesin. Müslümanı İslâmdan uzaklaştıracaksınız, fakat sakın onu hıristiyan da yapmayacaksınız. İşte bundan sonra şu nokta gündeme girmiş olacaktır: Siz öyle bir toplum meydana getireceksiniz ki, onları sömüren kimseler kendilerinden ne isterlerse onu yapacak hale gelmiş olsunlar. Hiçbir zaman önemli şeylere ve büyüklerine ihtimam göstermesinler. Hep rahatlarını düşünsünler, tembel olsunlar. Eğer öğrenim göreceklerse, bu onların şehevi istekleriyle ilgili bir öğrenim olsun. Eğer bir araya geleceklerse, bu onların şehevî isteklerini tatmin etmek için olsun. Eğer en yüksek rütbelere hazırlanmak istenirlerse bu, şehevî istekler doğrultusunda olsun, kısaca her bir şeyi bu manada değerlendirsin."[287]
Evet bu keşiş doğruyu söylemiştir. Bu bir kafirdir ki, o, batı kültürüne göre yetişmiş, Allah ile bağı kesilmiş bir nesil getirmek istiyor.
Nitekim bu kindar haçlı zihniyetinden hareketle, Lord Kramer, bir İngiliz olan bu şahıs, Mısır'ı işgal altında tuttukları dönemde burada Viktorya Fakültesi adıyla bir okul açmak istedi. Bu şahıs İngilizlerin Mısırdaki güvenilir adamıydı. Bu adam idarecilerin, liderlerin ve önderlerin çocuklarından bir kesimin burada okutulmasiyla, İngiliz eğitimi almış ve onların muhitinde yetişmiş elemanlar hazırlamak istiyordu. Zira kendilerinin Mısır'dan ayrılmalarından sonra buraları halen kendilerinin bir sömürgesi halinde devam etmesin, müslümanların işlerini idarede kendi adamları olsun istediler."[288]
Daha sonra "Donlop" geldi. Bu şahıs İngiltere'de İlahiyat Fakültesini bitirmiştir. Mısır'da eğitim kurumlarının programım hazırlamak için gelmiştir. Bunun getirmiş olduğu veya hazırladığı programlar, aynen Keşiş Züveymür'ün dediklerini gerçekleştirecek programlar idi. Allah ile olan bağı kesecek olan bir eğitim sistemi.
Bunun en doğru kanıtı şöyledir: Okullarda din dersi gayet az bir zaman zarfında okutulacak. Mesela: İslâm dini, putperestlerin puta tapıcılığını ortadan kaldırmak için, bir tek Allah'a ibadeti sağlamak için gönderilmiştir. Kız çocuklarının diri diri gömülmesini haram kılmak üzere gönderilmiştir. Bu gibi konular ele alınacak ve fakat işin başkaca yönlerine geçilmeyecektir. Bu dersi verecek olan kimse de, en yaşlı hocalardan seçiliyor ve öğrencilerin karşısına da beğenilmez bir görüntüyle çıkarılıyor. Nihayet ders yılının sonunda din maddesi programdan çıkarılıyor.[289]
Tarih maddesine gelince, burada öğrencilere İslâm tarihi noktasından birçok şeyler gizleniyordu. Özellikle İslâm tarihinin: "İslâm şirkin tüm çeşitleri ve görüntüleriyle savaşmak üzere gönderilmiştir" noktası gizli tutuluyordu. Sadece İslâm tarihinin başlangıcından biraz bir şeyler veriliyordu, hemen dikkatler şu noktaya çekiliyordu: İslâm, Arapları cahiliyetlerinden kurtarmak için gönderilmişti. Ayrıca bir miktar da, hakim tabakalar arasındaki çekişmelere tarih bakımından yer verilirken, İslâmın toplum hayatından kesinlikle bahsedilmemekteydi.
Aynı şekilde İslâm kahramanlarından, İslâmın ilmî hareketlerinden asla söz edilmiyor, işin bu yönleri öğrencilerden gizleniyordu. Çünkü hemen Avrupa tarihini devreye sokarak onu tüm yönleriyle etraflı bir şekilde anlatıyorlardı. Avrupanın kalkınmasını, liderlerini, kahramanlarını okutuyorlardı. Bu ülkeleri ilerlemenin ve yükselmenin, uygarlığın beşiği olarak sunuyorlardı. Çünkü oralarda kömür ve demir vardır."[290]
Sözün özü şu ki, bunlar talebelere Avrupa'nın yenilmez, üstün bir güce sahip olduğunu, iri yarı kimseler olduklarını telkin ediyorlar, İslâmı ise işe yaramayan cılız bir şey olarak değerlendirip, üzerinde yaşamaları için bu efendilerine kulluk etmeleri gereken varlık olarak sunuyorlar.[291]
İkinci yol ise: Bu da dış ülkelere, kâfir ülkelere insanların gönderilmesiydi. Bu plân da kendileri için iyi bir sonuç vermiştir. Bu dış ülkelere gönderme olayı, çoğunlukla müslüman ile kâfir arasındaki ayırımı kırmaktadır. Müslümanı ortada bırakmaktadır. O böylece gördükleri karşısında şaşırıp kahvermektedir. Diğer taraftan bu kimsenin dinini bilmemesi, değerlerinden ve örnek kahramanlarından habersiz olması, kendisini daha çok batıya bağlamaktadır. Evet bu kimse böyle bir durumda ya kâfir batıya veya dinsiz doğuya kapılmaktadır. Adam öyle bir damga ile damgalanıyor ki, bu kesinlikle İslâm damgası olmamaktadır. Bu damga giderek zamanla, işin farkına varsın veya varmasın, tüm benliğinden sıyrılmasına sebep oluyor. Kişiyi böylece giyiminde, yemesinde ve içmesinde, konuşmasında, gittiği yolda ve muamelesinde ya bir batılı olarak veya bir doğulu olarak görebiliyoruz. Hatta çoğu zaman daha da aşırı bir şekilde görebiliyoruz.[292]
Bunların başında ilk yer alan kimse, onların istediği doğrultuda onlara hizmette bulunan şahıs Rifaa Tahtavî'dir. Bu şahıs Fransa'da 1826-1831 yılları arasında beş yıl kalmıştır. Fransa'dan dönünce İslâm toplumunda ilk kez duyulan sözlerden konuşmaya başladı. Meselâ vatan, vatandaşlık, eski tarihe önem verip bununla yepyeni bir vatan ruhunu diriltmek gibi. Bunun peşinden ise özgürlüğü gündeme getirdi. Bunu ilerlemenin yolu olduğunu söyledi. Bu arada Avrupa kanunları tarzında yeni kanunlar getirilmesini işledi. Bunu kadın haklarıyla ilgili konular izledi. Meselâ kadın eğitimi taaddüdü zevcatın yasaklanması, boşamanın sınırlandırılması, kadın-erkek olarak her yerde beraberliğin sağlanması gibi...[293]
İslâm düşmanlarının arzuladıkları şeyin özeti, bilhassa eğitim ve öğretim meselesiyle ilgili olarak, Müsteşrik Gibb'in "îslâmî Yön" adını verdiği kitabında belirttiği gibidir. Bu adam şöyle diyor:
"... İdarî manada bunları batılaştırmanın veya frenkleştirmenin gerçek yolu, nasıl bir durumda batı tarzında bir eğitimi bunlara vermemiz gerektiğini açıklamamızdır. Batı prensiplerine uygun, batı düşünce sistemine bağlı bir eğitim sistemini açıklamamız gerekir. İşte tek yol budur. Bundan başka bir yol yoktur. Nitekim biz daha önceki merhalelerde görmüştük. Batılı manadaki bir eğitimin İslâm dünyasında nasıl damgasını vurduğunu, uygar liderlerin düşünce sistemi üzerinde ne kadar etkin olduğunu, az da olsa dini liderlerden de bunun etkisinde kalanların olduğunu görmüştük.[294]
Aslında bugün tüm İslâm dünyası eğitim ve öğretim alanında batılı manada bir eğitim tarzım benimsemiş veya doğulu anlamda bir eğitim tarzım uygulamış olmaktadır. Meselâ felsefe ile ilgili ve psikoloji derslerinde Fröyd teorisi okutulmakta, sosyolojide Dürkeym teorisi, sosyalist ve komünist Marks teorileri verilmektedir. Dinlerin karşılaştırılmasında, mukayeseli dînler dersinde ise Freyzır'ın teorilerine önem verilmektedir.
Allah'ın Kitabı'nda ve Rasûlünün sünnetinde cahiliyye diye tanımlanan cahiliye sistemlerini yeniden diriltmeye davet ediyorlar. Bunların ilerici uygarlıklarmış gibi okutulmakta, bütün bunların tarihin derinliklerinde, hatta yedi binlerce sene derinliklerinden geldiğini ileri sürerek değer kazandırmaktadırlar.
Yine Avrupa'nın önem verdiği şarkıları, Avrupa uygarlığının kahramanlarını gündeme sokarlar. Din-devlet ayrılığını gündeme getirirler. Dinin kul ile Allah arasında bir durum olduğunu, bunun hayatla ilgili işlere müdahale etmemesi gerektiğini söylerler. İşte bütün bunlar bir kültür savaşının sonucu, kısaca kültür emperyalizminin sonucu olmuş olan şeylerdir.[295]
Son olarak: Bu öğretim ve eğitimle ilgili programlar, metodlar aynı zamanda müslümanın Allah ve Rasûlüne, dinine, mümin kardeşlerine bağlılığını, dostluğunu da alıp götürmüştür. Hatta Allah düşmanlarına karşı olan ve olması gereken düşmanlığını da alıp götürmüştür. Öyle bir nesil yetişti ki, bunların Allah ile olan herhangi bir bağlan kalmamıştır. İnancı ve akidesi gereği yapması gerekeni, bağlı olması icabedeni yerine getirmiyor. Bunun tam aksi olan cahili sistemlere bağianıp kalıyor, evet eğitimde, düşünce sistemlerinde hep onlara bağlanıp kalıyor.
Burada bir tek şekil var ki, üzerinde durmam gerekmektedir. Çünkü bu, gerçekten önemlidir. Verilecek olan bu örnekten batıya bağlanmanın ve ona bağlı olarak, ona tabi kalarak yaşamanın açık bir durumunu gösterecek bir örneği sunmak isterim. Övünçle ve saygıyla laisizme giden bir batı eğitimini arzulayanların, bunu ister durumda olanların, şiddetli bir istekle yönelmenin gereği üzerinde durulmaktadır. İşte buna ilişkin bir örnek vermek isterim. Yoksa kapılar üzerinde daraltılmışken, ona karşı olanlara kapıların açılması halinde bunun kaydedilebileceğinden söz edenlerden bir örnek vermek isterim.
Günlük bir gazetenin baş yazarı, uzun bir makale yazdı. Makalenin başlığı şöyleydi: "Arap insanı ve öğrenim problemi". Bu makale gazetede tam iki sayfa tutmaktaydı. İkinci ve üçüncü sayfalar buna ayrılmıştı.
Şimdi bu makaleden bazı alıntılar vereyim ki, bu Allah düşmanlarına karşı nasıl bir bağlılık ve yetki gösterildiğini, onlara tabi olmayı nasıl izah ettiğini ortaya koymaktadır.
Bu yazar diyor ki:
"Arap ülkelerinde öğrenim iki değişik tarzda yürütülmektedir. Bunun ilki İngiliz Donlop paşanın hazırladığı programdır. Kendisi Mısır'da Maarif (Eğitim) bakanlığı görevini yürütmüştür. İkili veya genel antlaşmalar çerçevesinde yapılan kültürel ittifaklar ve antlaşmalara göre Arap toplumu üzerinde sonuç bakımından büyük etkiler bıraktı. Bu eğitim toplumu alt üst etti. Bu eğitim metodu, düşünme gücünü iptal etti. Böylece değişik düşüncede yazarlar ortaya çıkardı. Bunların hepsi doğru dürüst okuma yazmaktan bile aciz kişiler olmalarına rağmen, iyi bir şekilde okuyup yazma ihtiyacını bile duymamaktadırlar. Çünkü tümü rotin görevi görmektedirler. İnsan sadece şöylece bir bakmakla, ülkemizde öğrenim görmüş kesimin bu okullara mensup olduklarını görecektir."
Yazar söylediklerinin bir çoğunda gerçeği söylemektedir. Gerçi bizim itirazımız Donlop'un getirdiği programadır. Mesele sadece bununla da kalmamaktadır. Bu durum çoğu4 zaman, işi, en tehlikeli bir noktaya götürmektedir. Müslümanlardan öylesi bir kuşak yetiştiriyorlar ki, İslâmm gerçekte ne olduğunu bilmeyen bir nesil. Aksine yetiştirdikleri bu nesil giderek İslâmdan soyutlanmadadırlar. Hepsi de aşağılanmış bir halde batının kuyruğu olmaktadırlar. Şimdi sen de benimle birlikte bunların söylediklerini izle bakalım:
Arap ülkeleri içerisinde eğitim ve öğrenimin ikinci tarzı da İngiliz tarzıdır. Bu da birincinin aksine şöyle bir tarzı amaçlamaktadır: Arap toplumunda, batılı bir düşünce tarzıyla düşünebilecek bir toplum meydana getirmek. Bu eğitim tarzı iki fakültede gerçekleştiriliyordu. Birisi İskenderiye'de ve diğeri de Kahire'de bulunan Vîktorya adını taşıyan iki fakülte... İŞöylenenin aksine bu okullarla ilgili olarak, bunlar sömürgeci bir eğitim yeya misyonerlik kurumlan diye itham olunmaktadırlar. Kaldı ki kesin deliller, şunu ortaya koymuştur. Bugün Arap toplumunun birçok düşünürleri, ilk ve orta öğrenimlerini ortadoğu bölgesine dahil yerlerde yapmaktadırlar, dolayısıyla hepsi bu iki'ekolden birine mensupturlar. Çünkü bu ikisinde yani İskenderiye ve Kahire okullarındaki eğitim düzeni bilimsel îbir araştırmaya dayanmaktadır. Bu bilimsel araştırma ki, çocuklarda ve .gençlerde, uzun eğitim süresince bir şeyler bırakmaktadır. Çocuklar ve gençler üzerindeki bıraktığı etki şu olmaktadır: İnsan buralardan mezun olun-jca doğru düşünebilme, değişik olaylar arasındaki münasebeti tesbit edebilme gücünü kazanır. Evet buralardaki eğitim böyle bir netice vermektedir.
Eğitim süresince bu eğitim döneminin ciddiyeti açıklanıyor. Bunun ise böyle kesin çizgilerle belirlenmiş bulunan programlar sonucu kazandı-nldığı düşüncesi veriliyor. Öyle bir propaganda yapılıyor ki, bu program, özellikle İngiliz öğrencileri için hazırlananın aynısı olmaktadır. Oksford Ve Kembriç tarzında bir eğitim. Genel öğrenim merhaleleri süresince veri-jlen budur. İlk, orta ve lisede verilen bu.
Ancak bunu gerçek manada bir araştıracak olursak, bu eğitim ve öğretim tarzı, İskenderiye ve Kahire Viktorya eğitim kurumunda verilen şu-;dur. Arap ülkelerinde, Arap toplumu içerisinde tıpkı batılı anlamda düşünecek bir kuşak yetiştirmek. Ki bu batılı ülkeler bilimsel eğitimin vatanıdırlar!.. Öyle bir bilimsellik ki, aralarındaki üslûp bile onlarca bilinen Jbir konuşma tarzıyla olmaktadır!
Yukarıda adından söz ettiğimiz iki okuldan mezun olan Arap çocuktan, hatta bunların üniversite eğitimini de almaları, tıpkı ingiltere'de, Ame-irika'da veya Arap ülkelerinin içindekileri de olsa, hepsi şu noktada eşittirler. Hepsi değişik yerlerde ülkelerinin maslahatına ve hayrına hizmet etmeye kalkışıyorlar. Çünkü bunlar, batılılara onların tarzında hitap edebilecek gücü kendilerinde görmektedirler!.. Güya bilimsel bir biçimde karşılarında durabiliyorlar! Kullandıkları tarz kendilerince hem bilimsel, hem de kabul edilebilir ve anlaşılabilir bir şekildedir. Bu da iyi bir mantık sonucu, düşünme kabiliyetinden olmaktadır. Evet bunlar kendilerince böyle düşünüyorlar. Çünkü çağdaş batı uygarlığı bunlara güya bu imkânı tanımıştır!..
Yazar devamla anlatarak -ki kendi dönemini dile getiriyor- der ki: İki okul arasındaki çarpışma, yani Viktorya okulu ile Donlup okulu arasındaki çekişme, bir de Viktorya fakültesi mezunları arasındaki bir bağ bulunuyordu. Sonra devamla diyor ki: Mezunlar arasındaki bu bağ lağvedildi. Fakat bütün bu lağvedilme durumlarına rağmen mezunlar asındaki irtibat ve sevgi devam etti. Hatta bunlar yeniden bu bağı devamlı kılabilmek için İngiltere'nin Londra şehrinde bir de teşkilat oluşturdular. Bu çok hassas olarak oluşturdukları yeni teşkilatlarını bir cuma günü 4 Mayıs 1979’da bir bayramla kutladılar.
Bundan sonra yazarlar birbirlerine sormaktadırlar: Bu fakülte niçin lağvedildi? Halbuki Donlup okulu halen varlığını sürdürmektedir. Daha sonra bunun yerine konulan yeni programlardan söz edildi ki, halen bu programlar uygulanmaktadır. Fakat bu yeni programlar tamamen cılız bir şekilde hazırlanmışlardır. Devamla diyor ki:
"Şahsi bir görüş olarak, Viktorya fakültesine şöyle bir göz attığımız zaman, bunu Arap toprakları üzerinde kurulmuş olan yabancı bir okul olarak görmemiz gerekir. Ben böyle bir okula mensup olmaktan aslında kıvanç duyarım. Kanaatimce, bu okulun yeniden açılmasında acele etmek gerekir. Burada Oksford ve Kembriç gibi yüksek düzeydeki öğrenim kuruluşlarında verilen dersler düzeyinde programlar uygulanması, bilimsel adım atma yolunda en sağlıklı ve en güvenli adım olmuş olur. Zira bu sayede amaçladığımız bilimsel noktaya varabiliriz. Aynı zamanda değişik türde yeni yabancı okullar açma alanlarının genişletilmesi de mümkündür. Ancak bunları misyonerlik damgasını almaktan da uzak tutabilmek de mümkündür. Ki bunlar hem çoktur ve hem bunlar şunun da garantisidirler. Sağlıklı düşünebilen değişik kimseler mezun edilebilir. Bunlar başkalarıyla birlikte başka başka bilimsel yollar ve tarzlar da edinme imkânını kazanabilirler. Zira böyle olmaları halinde Arap insanının yaratıcılığını ortaya çıkarabilirler. Batı ile nasıl bir diyaloga gireceklerini bilirler. Bizim meselelerimiz ve işlerimiz ile ilgili konularda, bizim milliyetçi amaçlarımız doğrultusunda batı ile nasıl yapılması gerekiyorsa, bu okullardan mezun olanlar işte bu gerçeği öğrenerek çıkarlar."[296]
Ben öyle inanıyorum ki, size sunmuş olduğum bu fıkralar, batıya ve batılıya karşı dostluğu ve bağlılığın ne oranda gerçekçi olduğunu göstersin. Bu aynı zamanda şunun da bir kanıtıdır. Böyle bir düşünceyi savunanlar, İslâmın doğru ve sağlıklı olan düşüncesine ne kadar yabancı ve bundan ne kadar uzaktırlar.
Yazar, bugün İslâm dünyasında uygulanmakta olan eğitim programlarının ne kadar cılız ve İslâmî amaçtan uzak olduğunu görmemektedir. Halbuki bunların yerine konulacak olan en uygun program İslâmın programı olması gerekir. Fakat yazarın her şeyden önce İsiâmın buna salahiyeti olup olmadığı noktasında kanaati yoktur. Çünkü İslâmı bilememektedir. Bu İslâm ki, müminleri İslâm'ın doğru, sahih ve sağlıklı olan akidesi üzerinde eğitir. Aynı zamanda müslümanın bu akideye göre dostluğunu ve bağlarını sürdürmesini ister. Müslüman sadece akidesine güvenir, onun gösterdiği kimselere ve hedeflere bağlanır. Aynı zamanda İslâm, sonradan akidesine sokuşturulmuş olan her şeyle de ilginin kesilmesini ve bunlardan uzak durulmasını öngörür. İslâm, bağlılarının öyle bir şuura sahip olmalarını ister ki, onlar Rabbani olan bu saygın şey ile şereflensinler, izzeti ve şerefi burada arasınlar. Bu yazarların ve benzerlerinin bu akideye bu manada girmeleri düşünülemez. Çünkü bunlar buna lâyık değillerdir. Böyle bir durum sadece sadık, samimi müminler için geçerlidir. Çünkü bunlar Allah ile yaptıkları sözleşmede ahidlerini yerine getirenlerdir. Yoksa bunlar kâfir batı öğreniminin ortaya koyduğu yavrular veya civcivler değillerdir. .
Bizden olup da aklı eren bir kimse, şu yukarıdaki ifadeleri bizim gazetelerimizde yayınlayan bu çözümlerin ortaya koyduğu tehlikeyi kavrayan var mı? Böylesine tehlikeli eğitim programlarını ülkemizde uygulamaya çalışanların koyduğu tehlikeyi sezebilen akıl sahipleri ülkemizde mevcut mu?
Aman Allah'ım, gerçeği anlattım mı? Allah'ım buna sen şahid ol!..
İlân ve reklâm araçlarının, yayın organlarının da bu yıkım üzerinde büyük bir etkinliği bulunmaktadır. Yazarın ortaya koymuş olduğu yayınlar, kitaplar,kıssalar, hikâyeler, radyo, televizyon, mecmua, dergi, gazete sinema ve nihayet video... Evet bütün bunların toplum üzerinde büyük ve çok tehlikeli bir etkinliği bulunmaktadır. Hemen her tabakadaki hâlk kesiminde bunlar etkin olmaktadır. İslâm düşmanları bu işin önemini ve bu araçların ehemmiyetini kavramışlardır. Aynı zamanda bunların halk kitleleri üzerindeki tesirini, ruhlar üzerindeki etkinliği de çok iyi biliyorlar. Batılı hemen bu alanlara elini atmış, bu yollar ile müslümanları fesada ve bozgunluğa erdirebilmek için, zehirli tohumlarını aralarına serpiştirivermiştir. Müslümanları İslâmdan uzaklaştırmak için yapılması gereken ne varsa yapmıştır.
Verdiğim ve anlattığım tüm hususlar göz önünde tutularak bütünü ile bu vasıtalar, müslümanın dinine olan bağlılığını, onun kendisi için gösterdiği hedefi çökertmeye, İslâm elbisesini çıkarttirmaya yönelik bulunmaktadır. Müslüman dinine ve mümin kardeşine karşı ilgi ve bağını kesecek, dostluğunu bırakacak, bunun yerine kâfir batılıyı koyacak şekilde bir çalışma sürdürülmüş bulunmaktadır. Bunlar tüm var güçleriyle İslâm toplumunun diğer toplumlar içerisinde tamamen eriyip gitmesini amaçlamaktadırlar. Müslümanın kâfirlerle bağını kesmesi olayını ve kâfirlere düşmanlıklarını ortadan kaldırmak istiyorlar. Öyle ki insanlara şirin ve güzel görünmek için şu propagandaları sürdürüyorlar:
"Sanayi ülkeleri özgürlük, ilericilik, ilim, uygarlık ve yücelme ülkeleridirler. Bugün sırf bir din ayrılığı gözönünde tutularak sürdürülen düşmanlık veya böyle bir duygusallıkla hareket edenler, gerçekten bu büyük devletleri tanımıyorlar. Böyle düşünen insanlar ise henüz çağın ruhunu, özünü; bilimselliğin mantığını kavramış değiller. Çünkü bu çağ ve bu ilim cinsler arasındaki tüm engelleri paramparça etti, tüm kıtalara varıp erişti. Artık doğusuyla batısıyla tüm insanlar kardeş oldular!.. Ülkeler öyle bir duruma gelmiş ki, insan buralarda dilediği şeyi dilediği şekilde yapabilir durumdadır!..
Bu sayılan ilân, reklâm ve yayın araçları klâmjiîkelerinde de varlığını sürdürmektedir. Özellikle de en iğrenç bir şekilde islâm aleyhtarı ve müs-lümanlar üzerinde yürüttüğü olumsuz propagandalarını sürdürüp durmaktadırlar. Bu yayın araçları veya kitle iletişim araçları bununla da kalmayıp, kâfirleri güzel gösteriyor, onlara bağlı kalmayı, onları vazgeçilmez dostlar olarak edinmeyi de telkin ediyor, buna davette bulunuyor. Öte yandan
inananlar arasında ahlâksızlığın yayılmasını körüklüyor.
Nitekim bu miladî asrın başlarında yayınlanan gazetelere bir göz atılacak olunursa, söylediğimizin doğruluğunu gösteren yayınlar mutlaka görülecektir. Meselâ "Muktam" gazetesinde İngiliz hayranlığını göreceksiniz, her şeyiyle İngilizlere teslimiyeti öneren bir yayın organı olarak karşımıza çıkacaktır. Onlar adına hesaplar yapıyor, onların yaptıkları gibi işleri yapmaya çalışıyorlar. Çünkü onların işlediklerini insanî fiiller ve davra-nışlar olarak değerlendirmektedir. Halbuki İngilizler Mısır'da sadece Mısırlılara zulmetmeyi kaldırmak ve adaleti yeniden canlandırmak için gelmiş olduğunu ileri sürmektedirler. İşte Mısır'ın başına gelen tüm tehlikelerden onları kurtardığı için, sırf bunun için Mısırlıların onlara minnet duyması, saygıda kusur etmemesi gerektiğini belirtirler. Nitekim "el-Muktataf' dergisi de tüm yazılarım, makalelerini bu konu etrafında yoğunlaştırır."[297]
Bütün bu gazete, dergi ve mecmuaların, bu kiralık basının tek bir amacı bulunmaktadır. Islâmî manadajci dosdofrifve"sapasağlam İslâm cihad kavramım öldürmek. Nitekim bunların Önde gefen simalarının ağızlarında hep geveleyip durdukları şey şudur:
"Müslümanlar çok ahmak kimselerdir, tek bildikleri şey savaşmaktır. Çünkü bunlar savaşı ve kan dökmeyi severler. Hiçbir zaman yüreklerini müsamahaya açmazlar." Çünkü bunlar hepsi de mutaassıptırlar.
Ne zaman ki bunlar böyle bir taassuptan ve yanlıştan çıkmak isterlerse, bunlara düşen başkalarına müsamaha etmek ve başkalarını sevmektir. Bir de onlara bakış açılarını değiştirmektir. Kendilerini bu derece taassuba sürükleyen bu kötü ve derin ruhtan kurtarmaları, o eski mirası bırakıp ondan uzak durmaları gerekir.[298]
Aynı şekilde "el-Hilal" ve "el-Muktataf" dergileri de, İslâmî fikir ve düşüncede bir değişimin olmasını, onların da artık laik bir düşünceyle düşünmeleri propagandacını yürütürler. Çünkü 19. asırda Avrupa'yı böylesine yükselten düşünce bu laik düşüncedir, derler.[299]
Bu yayın ve ilân araçlarının üzerinde titizlikle durdukları şey, kötülüğün, fuhşun yaygınlaşması, akidenin bozulması noktasından yeryüzünü fesada vermesinde bunların büyük gayretleri vardır. Ahlâkı çökertmek için oldukla çalışıyorlar. Zaten iki temel rükün yani akide ve ahlâk yıkılınca, bundan sonra acaba nasıl sağlam bir bina yapılabilir ve temel kurulabilir?[300]
Genel hatlarıyla kitle iletişim organlarının halk üzerindeki etkisi ve tahribatı böyle olunca, şu gerçeği de bu durumda göz ardı etmemek gerekir. Mademki bu gazete ve dergileri idare edenlerin çoğunlukla kâfir kimseler oldukları, bu dine karşı hoşnudsuzluk ve kin dolu bulundukları bir gerçektir. Bunlar, dinin bu insanlar üzerinde bıraktığı tesiri, ruhları üzerindeki etkinliğini gördükçe kinlerinden ne yapacaklarını şaşırır hale geliyorlar. Bu akide ve inancın yaptığını bir türlü hazmedemiyorlar.
Aslında bu tipten olanlar bir hayli çoktur. Sıradan bir misal diye vereyim. Ancak bu verdiklerim bunlara inhisar ediyor değildir. Corci Zeyden, İslâm Tarihi üzerinde tahrif ve tezyifte bulunan kişi. Bu adam "Hilal Yayınevi"nin sahibidir. Selim Takla, "Ehram" gazetesinin sahibi durumundadır. Yakub ve Fuad Sarruf bu iki şahıs da ''el-Muktataf". dergisinin sahipleri durumundadırlar.
İşte bu araçlarla yeryüzünde Allah'a savaş açılmış bulunmaktadır. Amaçlan Allah'ın haram kıldığını helâl kılmak ve Allah'ın helâl kıldıklarını da haram yapmaktır. Bunlar artık Aüah'dan başka tapınılan Tağutlar olmuşlardır. Allah (hâşâ) bırakılmış, yerine bu tağutlar konulmuştur.
İşte bunun doğruluğu şöyledir: Bu satılık basının Mısır'da kuruluşları döneminde, konu olarak şunu işliyorlardı: 30 yıl, genelev kadınının problemlerini söyleyip durdular. Kadın meselelerini güya ele aldılar. Erkek ve kadınla çalışmaları, okulda aynı beraberlikleri sınıflarda sürdürmeleri konulan işleniyordu. Böylece dinin bunlar üzerindeki etkinliği yıkılmaya çalışılıyordu. Din gericilikle damgalanıyor. Dinin kalıplaşmış kurallarının dışında bir şeyinin olmadığı ve eskimiş taklidlerden ibaret bulunduğu fikri savunuluyordu. Dolayısıyla din, çağın problemlerini ve meselelerini çözemez düşüncesini yayıyorlardı. Nitekim satılık bir gazeteci olan "Heykel" şöyle konuşuyordu:
"Gerçekten teknolojik ilerlemeler, en kutsal kitabı yani Kur'an'ı sarı yapraklara havale etti, artık bugün müzelerde korunur hale geldi.[301]
Öyle ki bu satılık basın, İslâm düşmanlannca adeta ilâhlık derecesine getiriliyordu. Nitekim, Necip Mahfuz bir hikayesinde şöyle diyor: "Artık Allah ölmüştür (hâşâ)."[302]
"Dikkat edin ki, Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir." (Hûd, 11/18)
Bir de müslüman kadının örtüsü meselesi vardır. Bu öyle bir konu ki, tüm kitle iletişim ve yayın araçları bunun üzerinde yoğunlaştırılmış bulunmaktadır. Bu iğrenç savaşı ilk başlatan kişi ise Kasım Emin'dir. Bu şahıs: "Kadın Özgürlüğü" ve "Yeni Kadın" adıyla yayınladığı kitaplarında, Mısır'h kadına seslenmektedir. Ondan istediği şey, hemen her alanda avrupah kızkardeşini taklid etmesidir. Nitekim bu davetin ürünleri de görülmedi değil. Adı Emine olmasına rağmen, Eminelikten çıkanlar. Bu Emine, Emine Said idi. Artık bizzat kadının örtüsüne hücum eder hale gelmiştir. Bu Emine artık şöyle seslenebiliyordu:
"Kültürlü ve okumuş kadınlara şaşmaktayım. Bu kadınlar nasıl oluyor da ölülere ait kefenleri giyebiliyor? Halbuki bunlar kendileri yaşıyorlar!."
Bundan önce de "Lider" Huda Şa'ravî ve Safiyye Zağlul ve daha başkaları bulunuyordu ki, bunların hepsi Mısır'da İsmailiye denilen meydanda örtüleri yakan kadınlardır. Daha sonraları bu kadın örtülerinin yakıldığı meydana "Özgürlük Meydanı" adı verildi.[303]
Bu araçlar hakkında söyleyebileceklerimizin özeti, kısaca şöyledir: Bunlar münkeri ve kötülüğü iyilik gibi gösterip bunu emrettiler, Marufu yani iyiliği de kötülük şeklinde göstererek bunu da engellediler, yasakladılar.
Şayet bir kimse Siyon protokollerine başvurursa, bizim burada ifade ettiklerimizin doğruluğunu görecektir. Hem bunları harfi harfi harfine görebilecektir. Hatta fazlasını bile görebileceklerdir. Şimdi bizzat bunların protokollerine ilişkin olarak buradan canlı bir örnek sunalım.
Siyon Protokollerinin 13. maddesinde şu ifadelen görüyoruz:
"Yahudi olmayan toplumları, bizzat kendilerinin yepyeni bir iş ortaya koymalarını önlemek ve onları bundan uzaklaştırmak için, mutlaka onları değişik oyun ve eğlence alanlarına ve benzeri şeylere itmeliyiz.
Hemen ilk elden yapılacak olan şey, gazetelere ilân verip, halkı değişik sanat ve spor dallarında yanşa davet etmek ve benzeri şeylerle uğraşmaya çağırmak olsun.
Bu yeni şeyler, bizim kendileriyle ayrı düşündüğümüz konularla ilgili olarak bu kimseler düşünme imkânını kesin bulamasmlar. Doğru düşünebilme yeteneklerini yitirsinler. Giderek tedricî bir şekilde kendi başına bağımsız bir şekilde düşünüp karar verir hale gelmesinler. Hepsi bizimle birlikte aynı sebepleri, aynı şeyleri söyleyip dursunlar, bizim söylediklerimizi tekrar edip dursunlar. Bu ise şu olmalıdır: Hepimiz bir toplumun üyeleriyiz, ilerlemeye ehil olan toplumlar arasında yeni fikir üretebilenler arasında biz de aynı toplumun birer üyesi durumundayız, düşüncesi olmalıdır.
İşte biz bu plânları bunlara sunalım ki, onları kendi yaptıklarımızla emrimizde çalıştırır hale getirelim. Öylesine bir toplum oluşturalım ki, bu kimseler bizimle herhangi bir sözleşme ve anlaşma yapabilir duruma gelmesinler.
Gerçekten özgür örnek dönem yakında amacına erişecektir. Bu da bunlar ne zaman bizim yönetimimizi kabul ederler, ne zaman bize iyi bir şekilde hizmet sunarlarsa o zaman olacaktır. İşte. o zaman gelinceye dek biz bunu sürdürmek zorundayız. Bu bakımdan bizim görevimiz, tüm çalışma ve çabalarımızı bu sebebe yöneltmeliyiz. Genel düşünce tarzını her türlü parlak teorilere çevirmeliyiz ki, ilerleme ve özgürlük kazanılmış olsun.
Böyle yapabildiğimiz takdirde tüm basanlar bizim olacaktır. Onlara sunduğumuz teorilerle, ilerleme konusunda gösterdiğimiz ve meselelerin iç yüzünü bilmeyen, düşünemeyen kimselerin başlan ve liderleri durumun-dakileri çevirebilme imkanını kazanabilelim. Meselâ bunları sosyalizme yöneltelim. Bu bilgisizler ve okur-yazar olmayan kesim arasında hiç kimse başka şeyler düşünmesin. Özellikle de "İlericilik" kelimesinin arkasında gizli olan sapıklık ve haktan kaydırma olayının hiçbir kimse farkına varamasın.”[304]
Öyle sanıyorum ki, hemen her akıl sahibi kimse, onların şu ifadelerini okuyunca, nasıl bir amaç güdüldüğünü kavrar:
"Ne zaman toplum veya millet düşünme nimetini tedrici bir şekilde kaybedince, kendi başına bağımsız düşünebilme yeteneğini yitirince o da bizimle birlikte aynı şeyleri söyleyip duracaktır..."
Ancak bununla beraber biz diyoruz ki: "Aslında bu fikir savaşı ile ne kadar titiz ve dikkatli bir şekilde, planlı bir tarzda, uygun zaman da dikkate alınmak suretiyle, buna uygun bir çaba sürdürülse de, bütün bun lara rağmen müslümanlar veya kendilerini İslâm'dan sayanların çoğu, bu iğrenç plânların yürütülmesinde paylan olmuştur. Çünkü bunlar gerçekten dinlerinden uzaklaştılar ve akidelerinin ne mana ve kavram ifade ettiğini kavrayamadilar. Herşeyden yüce ve münezzeh olan Allah (c.c), bir toplumun kendisi, bizzat kendisini değiştirmedikçe, onları asla değiştirmez.
Daha önceleri de
işaret ettiğimiz gibi, ilk dönemlerde yapılmış olan terceme hareketlerinin
değişim ve bozulmaya ne kadar etkisi olmuş ise, çağdaş terceme hareketlerinin
ise, eskilerin çok çok üzerinde iğrenç denilecek boyutlara varan tesirleri ve
toplumu bozma olayını meydana getirmiştir.
Çünkü bu yeni terceme
hareketleri, çoğu zaman müslüman olmayan unsurlar tarafından yapılıyor
değildir. Sadece müslüman olmayan unsurlar bunu yürütmüyorlar. Aksine bugün
misyonerlerin, özellikle de kindar misyonerlerin kitaplarının tercemesine
girişilmiştir. Bunlar o derece kinli misyonerlerdir ki, tek amaçlan
müslümanlarca değer verilen kaynakların bulandırılması, gözden düşürülmesi olan
kimselerin eserleridir. Amaçlan bu kitaplarla, tamamen dinlerinden
uzaklaştırılmış bir müslüman nesil meydana getirmektir. Evet dininden ve
milletinden uzaklaşmış bir toplum... Bunlar tüm düşünce sistemlerini batılı
yollardan alacaklar, araştırma bunların tek kıblesi olsun. İslama din olarak,
metod olarak, kanun ve yasa olarak, kültür ve uygarlık olarak bağlı bulunduğunu
hiç düşünmesin istiyorlar. İşte bu manada yayınlar gündeme getirilmiştir.
Misyonerlerin
yazdıkları tümüyle bir tek amaçta düğümlenmektedir. Bu ise: Öyle bir
araştırmaya yöneltilsin ki, bunların bizzat ipleri misyonerlerin elinde
bulunsun, onlar ne gibi şeylere yönelip eğilim gösteriyorsa, ellerinde oyuncak
edindiklerinin de öyle olmasını istemektedirler. Yoksa hiçbir zaman bilimsel
bir araştırmaya yöneltip de, bunların ilim açısından meseleyi görmesini
istemezler. Nitekim Şimit'in "Modern veya Yeni Çağda İslâm" adlı
kitabında, Araplardan söz etmektedir. Bu kitabın üçüncü bölümünde Araplardan
söz ederken der ki:
"Gerçekten İslâm
dini, Batı ile Arap dünyasını birbirinden ayıran asıl hüviyette İslâm temel ve
önemli bir sebeptir." Daha sonra devamla der ki:
"Bizim modern
uygarlığımızda yepyeni gerçekler ortaya çıkmış bulunmaktadır. Mutlaka, bu
İslâm hüviyetinin üstünde bir bina kurmak suretiyle şu kuleleri kapatmak
gerekiyor. Kesinlikle kavrayış ve anlayışa götüren, kaynaşma ve birleşmeye
vardıran sebepler yaratmak gerekiyor. Aynı zamanda bu gibi anlayışlar ve
değişik uygarlıklar, birbirine zid dinler arasında çok acil gayretler yaratmak
gerekiyor. Ancak bunları kazanabilmek de çok kolay olmayacaktır.”[305]
"Oryantalistler
büyük gayretlerle bazı İslâmî kaynaklan ve yazma eserleri gündeme getirmeye
çalıştılar. Bunların bu alanda çok önemli metodları ve tecrübeleri vardır. Bu
eserler üzerinde çalışırlarken, büyük yanlışlar yaptılar. Nassları ve olayları
yorumlarlarken hep yanlış yorumlamaya gittiler. Ancak bütün bunların yanında,
esas önemli olan bunların amaç edindikleri nokta önemlidir. Acaba bunları bu
üstün gayret ve çaba ile "İslama hizmeti" mi hedef edinmişlerdi?
Yoksa fslâmi bulandırmak, müslü-manların ruh ve kalplerine şüphe sokmak için
miydi?"[306]
Doğu ilimleri üzerinde
araştırma yapan batılılar, yani oryantalistler, ortaya koydukları ve yazdıkları
eserlerini "Bilimsel araştırma" veya "Öze" inme gibi
şeylerle ortaya koydular. Bu ve benzeri birçok şeyler var ki, bizzat bu
oryantalistler tarafından yazılan yeni başkaca eserler ile kendilerini
yalanlamış ölüyorlar. Meselâ bunların önde gelenlerinden ve liderlerinden
Margolyus, "Dünya Tarihi" adlı ansiklopedide kendisinin yazmış olduğu
bölümde şu ifadelerini görmekteyiz:
"Muhammed
(s.a.v.), nesebi, soyu ve sopu belli olmayan biridir. Çünkü bu, Muhammed
"b. Abdullah (Abdullah'ın kulu)" oğlu Muhammed diye geçmektedir.
Araplar soyu bilinmeyen kimseye hep böyle Abdullah (Allah'ın kulu) adını
verirler"
"Muhammed
(s.a.v.), nesebi, soyu ve sopu belli olmayan biridir. Çünkü bu, Muhammed
"b. Abdullah (Abdullah'ın kulu)" oğlu Muhammed diye geçmektedir.
Araplar soyu bilinmeyen kimseye hep böyle Abdullah (Allah'ın kulu) adını
verirler."
Şimdi bu, haçlı
zihniyetinden doğan bir kin değil mi? Yoksa bu bilimsellik ruhundan uzak olan
bir araştırmadan öteye geçmez.
Acaba bunda güdülen
amaç, İslâmın açık ve net olan gerçeklerine şüphe ve gölge düşürmek değil
midir?
Yoksa bu söz hiç
söylenecek bir söz müdür? Rasülüllah (s.a.v.)'ın durumunu hiç bilmeyen bir
toplum içinde mi söylüyorlar ki, o toplum ki, nesep ve soy ilmi bakımından
onlar kadar bilgili olanı yoktur. Bu toplumun soyla övündüğü kadar bir başka
toplum bu açıdan gösterilemez.
Gerçekten bu ne iğrenç
ve ne aşağılık bir araştırmacı zihniyetidir ki, böylesine bir iğrençliğe
gidilebiliyor?[307]
Şimdi bunlardan başka
ne beklenebilir ki? Yine bunların önde gelen isimlerinden biri "Gold
Zeyhir: "Akide ve Şeriat" adım verdiği kitabında şu ifadelere yer
veriyor: "İslâm hukuku, aslında Roma hukukundan alınmıştır. İslâm'ın
siyaset nizamı ise, İran'dan alınmıştır. İslâm tasavvufunun kaynağı ise, Hind
görüşlerinden ve Eflatunculuktan alınmıştır."[308]
Eğer biz örnekleri
araştıracak olursak, söz bir hayli uzar.
Ancak biz diyoruz ki:
Mademki bu insanlar böyle kin dolu bir ruha sahipler, böyle kötü bir niyeti
sürdürmektedirler, böylesine iğrenç bir fiilin içindeler. Bunları tanımak
zorundayız. Çünkü bunların silâhı hep kafalarda şüphe uyandırmak, sözleri
yalan uydurmak, iftirada bulunmaktır. En önemli karakterleri de eski haçlı
kinini devam ettirmektir. Madem ki bunlar böyledir. O halde bunların bütün
yazdıkları ne mana ifade eder ki?
Bunların
yetiştirdikleri öğrencilerinin ve çömezlerinin ne gibi hizmetleri beklenebilir
ki? Halbuki bu öğrenciler bu kimselere hep saygınlıkla bakıyorlar. Bunları
bilimsel araştırmaların öncüleri olarak görüyorlar.
Aslında bunların
öğrencilerinden bir çoğu, onların tarzında gitmeleri halinde sadece
kendilerini çoğu kez zor duruma düşürmüş olurlar. Fakat kendisi,
oryantalistlerin hayatında bizzat görülen ve bizim anlattığımızın dışındaki
daha birçok gerçekleri inkâra hiçbir zaman kalkışamazlar. Evet kendilerini zor
duruma sokabilirler.
Bugün bu
oryantalistler eliyle araştırma yapanlar, özellikle hocalarının kendilerine
dikte ettirdiği konular üzerinde bilimsel araştırmalarını sürdürmek
zorundadırlar. Şayet böyle olmadığı takdirde, öğrenciye seçim hakkı
verilmesinde, mutlaka yazması gereken konu, yine bu oryantalistin ona dikte
ettirdiği şey olacaktır ki, bu da mutlaka İslama dil uzatmayı, akidesini
eleştirmeyi, hayat düzenini tenkid etmeyi amaçlar. Evet şayet araştırma İslâmî
konularda olursa, olay böyle olmaktadır.
Bunun en güzel
örneğini Üstad Mustafa Sıbaî vermektedir. Üstad diyor ki:
"Bana
Prof.Enderson anlattı, bizzat kendisi aktardı. Bu zat, "İslâmda yasamayla
ilgili bir doktora" tezi hazırlamak isteyen bir öğrenciyi, Londra
Üniversitesinden çıkarttırmıştır. Öğrenci Ezher mezunudur. Çıkartma sebebi bir
tek şeydir. Tezini sunarken kadın haklarına değinmiş ve burada İslâmın kadına
asıl haklarını verdiğine ilişkin delilleri bir bir sunmuş, işte sırf bu yüzden
Öğrenci doktoradan mahrum edilip, üniversiteyle olan ilişkisi kesilmiştir.
Bu durumu, bu
oryantaliste yani Enderson'a bizzat sordum, dedim ki: "Nasıl onu
doktorasından engelleyip, düşürttün, böyle bir sebepten nasıl uzaklaştırdın?
Halbuki sizler kendi üniversitelerinizde düşünce özgürlüğü tellallığı
yapmaktasınız?" Cevap olarak şunları söyledi:
"Çünkü bu kişi
diyor ki, İslâm kadına şöyle şöyle özgürlük ve imkân vermiştir, kadın için
şunları şunları öngörmüştür. Acaba bu adam, İslâm adına ortaya çıkmış resmi bir
konuşmacı mıdır?"[309]
İşte misyonerlerin ve
oryantalistlerin zayıf iman sahibi kimseler üzerinde bu tür kitaplarıyla büyük
etkileri olmuş, tehlikeler doğurmuştur. Bu şüpheci ekolden Öyle kimseler çıktı
ki, bunlar İslâm dünyasında fikir ve ilim babalığı görevini üstlendiler.
Yaptıkları tek şey, sözde alimlerinin kendilerine dikte ettirdikleri şeyleri
papağan gibi aktarmaktan ibaret olmuştur.
En doğu ilimleri
üzerinde araştırma yapanların ve çömezlerinin en önemli amacı, Rasûlüllah'ın
sünnetine dil uzatmak ve bu alanda başarılı olmaya çalışmaktır. Bunun
doğruluğunu şöyle gösterebiliriz. Bunların öğrencilerinden biri olan Dr. Hasan
Abdülkadir, doktora yapıp döndükten sonra Öğrencilerine diyor ki:
"Ben size İslâm
Hukuk Tarihi dersini okutacağım. Ancak bunu bilimsel bir şekilde okutacağım
ki, böyle bir metoda Ezher sahip ve alışık değildir. Ben size itiraf edeyim ki,
Ezher'de yaklaşık 14 yıl okudum. Lâkin bunca seneye rağmen İslâmı öğrenemedim.
Ancak Almanya'daki araştırmalarım esnasında İslâmı öğrendim."[310]
Üstad Sıbaî (rh) diyor
ki: "Daha sonra Öğrendik ki, bu adam bize Corc Züveyhir'in motamot
tercemesi olan "İslâm Araştırmaları" adlı kitabını okutacakmış.[311]
Bunların hadise dil
uzatmak için, Rasûlüllah'ın sünnetine gölge düşürmek için en fazla itibar
ettikleri husus, hadisleri "Akla" sunma hikâyesidir. Bu eskilerce de
çok denenmiş bir yoldur. Çünkü bu yolu Mutezile seçmişti. Müsteşrikler
(oryantalistler) ve bunların yetiştirmeleri olan çömezleri ve Ahmed Emin, Ebu
Reyye gibileri ve daha niceleri de bunları izlemişlerdir.
Bu oryantalistlerin
daha başkaca kitapları da vardır ki, burada bala zehiri katmaktadırlar.
Kitaplarına başından itibaren birazcık İslâmdan övgüyle söz ederek giriş
yapıyorlar. İşte islâm şunları yapmıştır, şöyle şöyle yapmıştır gibi... Ancak
bu kimselerin bunun ardından da bekledikleri bazı şeyler vardır. Önce
okuyucunun kitaba olan güvenini kazanmak. Sonra da bizzat gizli olan kinini
buraya kusmak oluyor. Akidede, şeriatta kuşku uyandıracak ifadelere yer
veriyorlar. Böylece müsiümanlarm dinlerine olan güvenlerini sarsmak istiyorlar.
Tıpkı şu ayetteki gibi gerçek ifadesini bulmuş olmaktadır. Rabbim şöyle
buyuruyor:[312]
"Ehl-i Kitaptan
bir grup, müminlere indirilmiş olana sabahleyin görünüşte inanıp akşamleyin
inkâr edin. Belki onlar böylece dinlerinden dönerler, dedi." (Âl-i
İmrân, 3/72)
Hiç kuşkusuz, İslâm
dünyasında bu müsteşriklerin kitaplarının yayılmasını sağlayan malî güçler ve
hükümetler vardır. Bugün İslâm dünyasında bunların ordularla
başaramadıklarını, bu yayın yoluyla istediklerini başardılar.
Burada önemle
değinmemiş gereken bir nokta vardır. Şöyle ki:
Müslümanlar gerçek
anlamda doğru olan akide ve inançlarından uzaklaştırılınca, böylece bilimsel
olan metodlanndan da uzaklaşmış oldular. Çünkü hadis bilginlerinin bilimsel
olan araştırma yöntemlerini bıraktılar. Halbuki bu yöntem insanlık tarihinde
görülmüş olan en bilimsel yöntemdir. Müslümanlar böyle bir yöntemi gerçekte
bıraktıkları için, hayatlarında bu sapmalar oldu ve oryantalistlerin hile ve
tuzaklarına böylece düşmüş oldular.
Gerek düşünce ve gerek
yöntem açısından oryantalistlerden etkilenen gerçek, dinine dostça ve ona bağlı
olarak bakamaz. Kendi ümmetine ve milletine temiz ve doğru bir şekilde bakamaz.
Aynı zamanda bu kimsenin müslümanlara yaklaşım veya uzaklaşma tarzı da İslama
uygun olan bir tarzda olmayacaktır. Etkisi altında kaldığı düşünceye oranla
İsİâmdan uzak kalacaktır.
Şu anda içinde
yaşamakta olduğumuz bu çağda, en iğrenç ve en tehlikeli durum müslümanların
karşı karşıya bulundukları dinsizlik görüş ve akımlarıdırlar. Bu görüş ve
akımların tek amacı, yeryüzünde Allah'ın şeriatını kaldırmaktır. Müslümanların
hayatından gerçek anlamda onu uzaklaştırmaktır. Müslümanların tek bir amaca ve
davaya olan dostluklarını, bağlılıklarını değişik ve çok sayıda olan cahili
sistemlere bu dostluğu yüceltmektir. Bir müslüman şayet dinine olan
bağlılığını ve dostluğunu yiti-rirse, ona herhangi bir düşünceyi kabul ettirmek
çok basit olacaktır. Hangi toplum ve ortam olursa olsun öylece bir toplum ve
ortam içinde yaşamayı da kolayca kabullenecektir. Çünkü kendisi hep
başkalarının peşinden giden biri olacaktır. Zira hezimete ve yıkıma
uğramıştır, hüviyetini yitirmiştir.
Burada İslâm
düşmanlarının değişik akımlar olarak ortaya çıkmalarına rağmen, iki amaçları
bulunmaktadır. Şöyle ki:
1- En ağır
ve kötü bir şekilde İslâm akidesine ve şeriatına karşı hücuma geçmek. En ağıza
alınmayacak ifadelerle İslâm şeriatım küçük düşürmektir. Meselâ diyorlar ki:
İslâm şeriatı, bir barbarlık şeriatıdır. Çünkü hırsızın elini kesmektedir, zina
eden evli kadını recm yoluyla yani taşlayarak öldürmektedir. Çağın ruhuna
uymamaktadır. Çağ dışıdır. Biz öyle bir çağdayız ki, teknolojik bilgiler artık
alabildiğince üstünlük kazanmıştır. Hatta İslâm öyle bir sistemdir ki, doğru
dürüst insanların hayatlarını düzenleyen bir kanunu bile yoktur. Evet bu ve
benzeri daha birçok iftiralar...
2- Bu
dinsizlik akımlarının göz boyayıcı yalancı ve yıkıcı hallerine ve durumlarına
rağmen, bunların ilerlemenin ve ilericiliğin bir alameti olarak sunulması.
Dünya uygarlık yolu olarak gösterilmesi. İnsanlara hemen her şeyde özgürlüğü
bunların sağlayacağı düşüncelerinin hakim kılınması gibi durumlar. Aslında
bunlar öylesine akımlardır ki, insanların herhangi bir din ile bağımlı ve belli
bir inanca sahip olmasını istememektedirler. Bunların amacı insanların
dilediğini alsın, dilemediğini de bıraksın gibi bir duruma gelmesini
arzulamaktadırlar. Bunlar öylesine akımlardır ki, hemen her türlü düşünceden
kendilerini soyutlamış bir toplum olsun istiyorlar.
Şurası da acı bir
gerçektir ki, bugün müslüman olduklarını söyleyen birçok kimseler bu hileci ve
düzenbaz düşünce savaşının tuzağına düşerek buna av olmaktır. Kaldı ki ben
burada bütün bunların her bir parçasına ayrı ayrı cevap vermek, meseleyi bu
çerçevede burada ele almak istemiyorum. Çünkü bu araştırmanın programı ve
metodu bu değildir. Nitekim
buna daha önce de
değinmiştim. Gerçekten söyleyen ne kadar doğru söylemiş:
Eğer havlayan her bir
köpeğe bir taş atacak olsaydım,
Bir kayanın ağırlık
fîatını değer olarak bir dinara getirirdim.
Diğer taraftan bizler,
düşmanların kuşkularını ve şüphelerini cevaplama ihtiyacında, değiliz, buna
büyük Ölçüde bir ihtiyacımız yok. Bunların "Bu çağda dine gerek
yoktur" tarzındaki sözleriyse, bizzat hayat gerçeğinin kendisi onların bu
sözlerinin yalan olduğunu ortaya koymuş bulunmaktadır. Nitekim bunun kanıtını
kâfir ülkelerde görebilmekteyiz, buna tanık olabiliyoruz. Meselâ: Amerika ve
Avrupa gibi ülkelerde meydana gelen kayıplar, intiharlar, öldürme olayları,
çok iğrenç olarak işlenen suçlar, ruhsal bunalımlar hep bundan
kaynaklanmaktadır. Bunların insanların ruhsal açıdan bir doyumsuzluk olarak
gösterdikleri bilimsel araştırmaları, ancak İslâm iîe doldurulabilir. Bu
manevi açlığı giderecek olan sadece İslâmdır.
Ancak bunların çok
yaldızlayarak gösterdikleri dinsizlikle ilgili fikir akımları, çoğunlukla yine
kendileri tarafından yalanlanır hale gelmiş olmaktadır. Artık kendi
ülkelerinde bile bu akımlar felce uğramışlardır.
Diğer taraftan bizzat
bunların kendi düşünürleri tarafından bile batı uygarlığının çöküşünden söz
edilmekte ve bu konuda yazılar yazılmaktadır . Anlattıklarına ve
bildirdiklerine göre medeniyetleri giderek çökmeye doğru ilerliyor. Kaldı ki
bunun böyle olduğu sabittir ve tartışma götürmeyen bir gerçektir. Çünkü
Allah'ın koymuş olduğu temeller üzerine kurulmayan her bina, sonuç itibariyle
yıkıma ve yok oluşa mahkûmdur. Bakınız bu hususta Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Kendilerine
yapılan uyarılan unuttuklarında (indirmiş olduğumuz darlık ve musibetleri
kaldırıp) üzerlerine herşeyin kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilenler
yüzünden şımardıkları zaman onları ansızın yakaladık, birden bire onlar bütün
ümitlerini yitirdiler.' '(En'am, 44)
Bu ayette bir gerçeğe
işaret olunmaktadır. Rabbimiz burada bizi uyanıyor. Çünkü eski ümmetler,
kendilerine gönderilen peygamberlere iman etmedikleri için Allah onlara çeşitli
darlık ve musibetler verdi. Fakat bunlar yine direndiler ve inanmadılar. Bu
defa Rabbimiz cezalarını daha da artırmak için onlara bütün nimetlerin
kapılarını açtı, bol rızık ve nimetlere gömüldüler. Nimetin gerçek sahibine
şükretmeleri gerekirken zevk ve safalanna daldılar, O'nu unutup, şehevî
isteklerine teslim oldular. İşte böyle tam bir sarhoşluk ve dalgınlık anında
Allah onları yakaladı da neye uğradıklarını bilemediler, ne yapacaklarını
şaşırdılar, düşünmekten de aciz kaldılar ve böylece helak olup gittiler.
tşte günümüz
Avrupasma, maddi ilimler açısından tüm kapılar açılmış bulunmaktadır. Sanayi
açısından önde gitmektedirler. Siyaset, mal, iktisad ve daha başkaca konularda
ilerleme kaydetmiş durumdalar. Fakat bütün bu varlıklara rağmen bir yok oluşa
doğru gidiyorlar. Allah'ın böy-leleri için koymuş olduğu sünnete ve kanuna
uygun olarak değişmeden ve bozulmadan böyle bir yok oluşa doğru gitmektedirler.
Bununla birlikte ben,
bu fikri akımlarla ilgili olarak ve araştırmamla da bağlı olması sebebiyle kısa
bir fikir vermek isterim. Ancak hemen şurasını belirtmeliyim ki, bunların ilk
ve son hedefleri, bu küfür akımlarının tek amaçları müslümanı İslâmdan
uzaklaştırmak, müslümarın Rabbine, dinine ve mümin kardeşlerine karşı olan
bağlılığını, velayetini ve dostluğunu kesip sona erdirmektir. Sonra da yeniden
cahiliye ruhuna dönüşü sağlamaktır. Bu cahiliye ruhu ise bu kâfir düşünce
sistemlerine ve tağutlarına boyun eğmekte, onlara itaatta yatmaktadır. Onların
çizmiş oldukları plânlar çerçevesinde yürümek ve hareket etmekte yatmaktadır.
Aynı zamanda bunların amacı cahiliyeden olan ırkçılığa, soy-sop üstünlüğüne,
toprağa ve benzeri kokuşmuş fikirlere kurban etmek isterler. Halbuki Allah (c.c.)
bütün bunların bırakılmasını emretmiştir. Çünkü bunların tümü İslâm bağım ve
kulpunu bir bir çözen ve yıpratan şeylerdir.
İşte bu manadaki
amaçlarda tüm sapık ve dinsiz akımlar birleşmiş bulunmaktadırlar. Bu akımlar
değişik görüntülerle ve farklı farklı şeylerle karşımıza çıkmaktadırlar. Ancak
ben, evet bu Velâ ve Berâ akidesini yazan ben, bu akımlardan kısaca söz etmek
isterim. Bunların bu akideye ne kadar zıd olduğunu açık bir şekilde ortaya
koymak isterim. Bunların akideyle olan çelişkilerini göstermek isterim.
İşte bu akımlardan
kavimcilik vatancılık. İşte bu ikisi temel olarak velâsını, bağını ve
dostluğunu bir cinse bağlanmayı veya bir toprak bütünlüğüne bağlamayı
amaçlamışlardır. Meselâ böyle bir şeyde Arap olan bir yahudi, hıristiyan bir
Arap, müşrik bir Arap, milliyetçi bir Arap ve müs-îüman bir Arap bu amaçta
birleşebilirler. Çünkü aradaki bağ, onları birleştiren unsur kavmiyetçilik
veya milliyetçilik bağıdır. Halbuki böyle bir bağ Hanif olan bu din tarafından
red edilmiştir. İslâm vatan ve kavmiyetçilik kavramlarının üstünde tek bağ
olarak akide bağını üstün kabul eder.
Çünkü diğer iki bağ
Velâ'nın yani İslâmî manadaki bir bağlılığın ve dostluğun sınırını daraltmış
bulunmaktadırlar.
Aslında İslâm dünyası
bir tek ümmettir. Bu itibarla bunlar: "Lâilahe illallah, Muhammedün
Rasûlüllah" sancağının altında gölgelenmek isterler. Evet, İslâm tarihinde
var olan çıkış ve iniş çizgisine rağmen müslümanla-nn bu sancak altında
gölgelenmelerini ister akide. Zira müslümanlar yaklaşık üç asır bir tek ümmet
olduklarını, bir tek dine sahip olduklarım, bir tek kitaba inandıklarını, bir
tek sünnete bağlı olduklarını, bir tek şeriat ile yönetildiklerini
biliyorlardı.
Bir müslüman Tanca'dan
çıkıp tâ Bağdad'a geliyordu. Bu esnada hiç bir milliyetçilik, kavmiyetçilik,
ırkçılık, bir vatancılık hüviyet ve düşüncesiyle hareket etmiyordu. Hepsi de
İslâm şiarını taşıyorlardı. Bu da Tevhid kelimesiydi. Herhangi bir toprağa
girdiğinde, şayet orada bir mümin kardeşi bulunuyorsa, dilleri ve renkleri
farklı farklı da olsalar, hemen birbirlerine bağlanırlar. Çünkü İslâm
cahiliyenin birer eser ve ürünü olan tüm zararlı tohumlan kaldırmış ve onları
İslâm potasında eritmiştin
Ancak müslümanlann
zayıflamaları sonucu, bizzat düşmanlarının onlar üzerinde üstünlük kurmaları
ile Allah'ın en rezil yaratıkları tarafından sömürülmeleri de kolaylaştı.
Bunlar ise yahudiler, hıristiyanlar ve bunları izleyen dinsiz
komünistlerdir.
Düşmanlar, İslâm
topraklarında üstünlüklerini kurup yerlerini sağ-lamlaştırdıktan sonra, artık
zehirini yaymaya başladı. Halktan zayıf karakterli ve kişiliksiz kimselerin
üzerinde etkili olmaya başladı. Bunlara sevgisini, yardımım ve dostluğunu
kazanma tohumlarını ekti. Küfür ve batıl olan şeyleri bunlara güzel göstermeye
başladı. Buralarda müslümanın müslümana göstereceği bağlılığı ve dostluğu ondan
alıp cahili ve kâfiri sistemlere bağlı olanlara göstermesini sağladı.
Bunun doğruluğunu yine
bir oryantalistin sözlerinden öğrenebiliyoruz. Bunlardan birinin yazdığı
"Yakın doğu, toplumu ve kültürü" adlı kitabında şu ifadeleri
görüyoruz: Bu şahıs müslümanlara gösterilecek dostluktan insanların nasıl
uzaklaştırılacağı gösterilerek deniliyor ki:
"Bizim girmiş
olduğumuz her İslâmî ülkede, biz toprağı eştik, kazı yaptık ki, oralarda gizli
olan eski uygarlıkları ortaya çıkaralım. İslâm öncesi uygarlıkları tesbit
edelim. Çünkü biz müslümanlan bununla dininden uzaklaştıracağız, müslüman
böylece dinini bırakacaktır inancında değildik. Fakat bizim için yeterli olan
şudur. Müslüman bu işin sonunda İslâm dostluğu ile bu eski kültüre olan
bağlılık ve dostluğu arasında eriyecek ve İslama olan dostluğunu
yitirecektir."[313]
Bu söz aslında çok
doğrudur. Çünkü bunun altında yeni uygarhğın doğuşu ve yeniden dirilişi
yatmaktadır. Cahiliye naraları bunda yatmaktadır. Bu ise Velâ meselesinde yani
dostluk ve bağlılık meselesinde İslâm adına büyük bir tehlike oluşturmaktadır.
Zira bunun sonucunda tehlikeli bir kesinti olacak, cin ve insan şeytanlarının
yaptıklarıyla bu kesime doğru bir eğilim ve meyil görülecektir. Ortaya
çıkarılan bu uygarlık gözünde büyüyecek, böylece müslümanın âlemlerin Rabbi
olan Allah'a karşı gösterdiği halis ve samimi velâsı, dostluğu ve bağlılığı
kaybolup gidecektir.
Kaldı ki, Berâ yani
İslâm düşmanlarıyla ilgiyi kesme olayı, Velâ inancının ayrılmaz temel bir
unsuru olarak gündeme gelmiş oluyor. Çünkü Berâ olmaması halinde müslüman bu
cahili naralara karşı yönelip eğilim gösterecek, onlardan ayrılmaz bir noktaya
gelinecektir. Bundan sadece Allah'ın kendilerine rahmetiyle muamelede bulunduğu
kimseler kurtulacaklardır. Çünkü bu tür düşünceler, imanı zayıf olanların
gönlünden Berâ olayını, kâfirlerden ve kötü düşünce ve sistemlerden uzak olma
inancını siler götürür. Veya bazılarınca bu mugalata ile karşılanır. Meselâ
adam der ki, bu akımların ve düşünce sistemlerinin İslâm ile çelişkili bir
tarafı yoktur. Giderek şöyle denilir:
Müslümam müslüman
olmaktan, kavmiyetçi olmaktan meneden bir şey mi var ki? Veya müslümam lâik bir
müslüman olmaktan yahut sosyalist bir müslüman olmaktan men eden bir şey mi
bulunuyor ki?
İşte İslâm düşmanları
ne zaman böyle bir noktaya erişir ve böyle bir fikir ortamı oluşturursa, artık
müslümam inançlarından kolayca arıtır. Müslüman öylesine bir insan olur ki,
Allah ile herhangi bir bağı kalmaz. Nitekim bunu bizzat söylemektedirler.
Çünkü ırkçılık, kavmiyetçilik ve vatan düşüncesini Türkiye'de yaydılar. Halbuki
burası hilâfet merkeziydi. İslâm hilâfetinin beşiği mirasıydı. Burada ırkçılık
ve kavimcilik, meselâ Turancılık doğdu. Bu düşünceyi de "İttihad ve
Terakki Cemiyeti" yaydı. Türkiye'de Türkleştirme hareketi. Turancılık
hareketinin başlamasıyla, bunun için de bazı semboller kondu. Meselâ:
"Bozkurt". Bu, Türklerin İslâmî tanımazdan önce mabudu ve tanrısı
imiş.
İşte bu Türkleştirme
hareketiyle, Osmanlı devleti Araplar üzerinde bazı farklı haklar tanıdı. Meselâ
Türklere özel imtiyazlar verildi. Çünkü Türkçüler. Halbuki bu düşünce İslâm
adaletine temelden aykırı bulunmaktadır. Böyle bir durum ister istemez Arapları
da böyle bir düşünceye itmeye götürdü. Araplar da yeni bir Arapçüık ve ırkçılık
hastalığına yakalandılar. Düşman yaptığında başarılı oldu. Çünkü artık bu
durum hem Türkiye'de ve hem Arap ülkelerinde fiilen başarılmıştı.
Bizzat bu durumda
Casus biri olan Lavrens devreye girdi. Gafil Araplar bu adamı "Arapların
Lavrens'i" diye tanıttılar. Çünkü bu öyle bir planın sonucu yapılmıştı ki,
adını büyük Arap devrimi koydular. Amaç ise Osmanlı hilâfetini devirmekti.
Böylece Araplar karşı tarafın ordularına ve güçlerine katıldılar. Herhangi bir
mümin için ne bir ahid tanıyorlar ve ne de bir andlaşma kabul ediyorlar.
Böylece herhangi bir müslüman için de bir ahid ve saygınlık tanımıyor, bunu
gözetmiyor ve riayette bulunmuyordu.[314]
Şurası ne kadar gülünç ve küçük düşürücüydü ki, bu ordunun başını çeken
tahrikçi de işte bu Arap Lavrens'ti.
Ey okuyucu! Arap
ordusuna dikkat et, kendilerinin müslüman olduklarını söylüyorlar. Fakat
bağlılıklarını ve dostluklarını bir kâfir batılıya gösteriyorlar. Bu batılı
kâfirlerin adı da Lavrens'tir.
Bu ordu görevini yapıp
bitirdikten sonra, bir İngiliz komutan olan Ellenbî şu meşhur sözünü
söylemektedir:
"İşte şimdi haçlı
savaşları sona erdi."
Bu adam bu sözleriyle
şunu demek istiyordu: "Haçlı kini, hiçbir zaman dinmem iştir. Bu kin
haçlıların gönlünde hep canlı kalmıştır. Ta ki Kudüs'ü geri alıncaya
kadar."[315]
Araplar, mamur
bölgelerde bulunan müslüman kardeşlerinden ayrıldılar da, lâikliğe dayalı bir
milliyetçilik ve ırkçılık düşüncesini kucakladılar. Bunu da sırf batıyı taklid
etmek için yaptılar. Evet dün güvenerek bağlandıkları, bugün de inkâra
kalkıştıkları batılı uğruna bunu yaptılar. Öyie ki: "Hepsi de şu hususta
birleşiyorlar ve anlaşabiliyorlardı: Aslında din veya akide geri kalmanın ve
gericiliğin bir sembolüdür, O halde bugün toplumlara düşen vazife, akide ve
dinden uzaklaşmak olmalıdır. Evet ileri ve modern sayılabilmeleri için böyle
olmaları gereklidir toplumların."[316]
Araplar ne zamanki
başaşağı oldular, cahiliye naralarına döndüler. Böylece cihad ruhunu ve Allah
yolunda kendilerini feda etme ruhunu yitirdiler. Kimisi yönünü sağa çevirdi,
kimisi de sola yöneltti. Sağa çeviren kimse o tarafta değişik şekiller ve
renklerle karşılaştı. Vaşington'dan Paris'e, Londra'ya gibi değişik yönlere.
Yönlerini sola çevirenler ise kırmızı ve sarı renklerle bu iki renk arasındaki
değişik tonlarda dolaştı durdu, Moskova ile Pekin arasında mekik dokudu.[317]
tşte bu cahiliye
naralarının gerçekleşmesiyle peşinden her türlü batıl ve şer geliverdi.
Allah'ın şeriatı ve
hükmü ise, bunun gerçekleştirilmesi meselesi ise hayattan uzaklaştırıldı. Halbuki
insanlık buna muhtaçtır. Çünkü bu, her şeyi bilen ve her şeyden münezzeh olan
Allah tarafındandır. İşte bu ilâhî kanun hayattan uzaklaştırılıp yerine Arap
sosyalizmine dayalı kanunlar getirildi. Nitekim biri bunu şöyle dile
getiriyordu:
Sorma benim mezhebimden
dinimden Ben arap sosyalistim baastan
Şurası çok gülünç bir
olaydır ki, bu şiirin sahibi olan kimse, yahudi-den tokadı yeyince, tüm
dostluğunu ve bağlılığını onlara vermesine rağmen, yahudiden tokadı alınca,
hemen yukarıdaki şiir yerine şunu yazıyordu:
"Nice az sayıdaki
bir birlik Allah'ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir." (Bakara,
2/249)
İşte bu "Yeni
Fethin" ürünleriyse, milliyetçilik veya ırkçılığın kabul edilmesinden ve
buna rıza gösterilmesinden sonra, yeni fetihle gelen şeylerin önünü almak
gayet güçleşti. Çünkü hayvanî arzular baskın gelmeye, şehevî istekler ön planda
yer almaya başladı. Kötülük ve fasıklık alabildiğince yayıldı. Ahlâk çöktü,
faziletler yitirildi. İffetli olmak, haya sahibi olmak kesin birer gericilik
unsuru gibi kabul edildi. Artık yirminci asrın nuru görülmez oldu. Oyun
eğlence, çıplaklık, edep hayadan uzak hikâyeler, şarkıcılık, dans ve
erkek-kadın beraberliği uygarlığın sembolü olarak kabul edildi.İlericiliğin ve
özgürlüğün alâmeti hep bunlardı. Bunlar da eskimiş cahili taklidlerden
geliyordu.[318]
Bütün bunlardan daha
şaşırtıcı olanı, bütün bu yeni dinden dönme hareketinin perde arkası
idarecileri olan yahudiler, şu gerçeği çekinmeden ve açık bir şekilde ilân
ediyorlar ve şöyle haykırıyorlar:
"Kendileri hiçbir
zaman dinlerini bırakmayacaklardır?' İşte Moşe Dayan, kendisine: "Haziran
ayındaki savaşınızda Allah'ın sizin yanınızda ve sizinle beraber olduğunu
hissediyor musunuz?" diye sorulduğu zaman şöyle demiştir:
"Biz her zaman
şunu hissetmiş ve duymuşuzdur: Biz Allah'ın tarafındayız."[319]
Siyonizmin ilk lideri
olan Hertzeî şöyle diyordu: "Doğrusu siyonizme dönmekle, bunu yahudiliğe
dönülme olayı izlemesi gerekir."[320]
Bu yıkıcı davetlerin
Firavunca naraların su yüzüne çıkmasıyla çok şeyler oldu. Halbuki daha
önceleri böyle bir şey yoktu. Fakat bütün bunlar ya aldatmaca bir ikna yoluyla
veya bir perde arkası düzenle yapılıyordu.
Bu manadaki bir görevi
yüklenen ve buna davet edenler gazetelerde, dergilerde, konferans salonlarında
bunu yürüttüler. Aynı zamanda bunlar "Esul-Havl’ın” kafasını posta pullarına
veya paralara basmak suretiyle, böylece Mısır'ı Firavun dalgasına muhtaç
bıraktılar. Artık diğer kültürel "faaliyetleri de bunun içine alma
uğraşılan bulunmaktadır. Sanatları ise hep Firavnî temellere
dayandırmaktadırlar. Nitekim haftalık olan "es-Siyasetu'I-Usbûiyye
(Haftalık Siyaset)" gazetesi bu yeni yönelişi gündeme getiriyor.
Sayfalarını bunun öncülerine açmış bulunuyor. Bu gazetenin hiçbir sayısı yoktur
ki, Firavunlara ait uygarlıktan söz etmemiş olsun Bunların kül-türlerini gündeme
sokmamış olsun, üstünlüklerini savunmamış olsun."[321]
Nitekim bu gibi
soylulukları terennüm eden şarkılar artmaya başladı. Bu da müslümanların kime
ve nereye bağlı olmalarını ve dostluk göstermelerini kaybetmelerinden
kaynaklanıyor. İşte Hafız İbrahim şöyle sesleniyor:
Ben Mısırlıyım.Benim
yapım ehramların yapısındandır ki o çağ tüm sanatları geride bırakır.
Bakın Iraklılar da
Asur'kılardan geldiklerini ileri sürüyorlar. Nitekim böylece her bir toplum
artık.bu yeni dinden,dönme hareketini çağrılıp durmaktadır.
Yeni vatancılık
sembolü ve hareketi ise, bunun öncülüğünü Sa'd Zağ-lûl aşağıdaki ifadeleriyle
ilân etmiş bulunmaktadır:
"Din Allah'ındır.
Vatan ise herkesin!" Yani vatan Allah'ın değildir, demek istiyor bu adam. Sonra
devamla bu adam diyor ki:
"Artık bundan
böyle İslâmî şiarlar ile çağırmayın. Çünkü kıbtî olan kardeşlerimiz
kızarlar."[322]
İnsanları
kavmiyetçiliğe ve ırkçılığa çağıranlar, hileci ve tuzakçı bir ifadeyle
çağırmaktadırlar ve diyorlar ki: "Müslüman bir Arabın önce Arap ve sonra
müslüman olmasına engel olan bir şey var mı ki?" Sonra da şöyle diyorlar:
"Sadece Arap milliyetçisi olması, yoksa bir müslüman Arap olması
olamaz." O halde neden Arap kavmiyetçiliği kınansın ki? Çünkü Araplar
zelil kılındıklarında, İslâm da zelil kılındı. O halde biz îslâmı değil, Arap
milliyetçiliğini hep gündemde tutalım, ona çağırıp duralım!..
Bu söz hiç de doğru
bir söz değildir. Çünkü Arapların zelil edilip hakarete mazur kaldığı sırada
bir Selahaddîn-i Kürdî ve Memluklar dönemi geldi de müslümanlan düştükleri
aşağılıktan kurtardılar. İki komutan ve lider onların sözleriyle zafere
erdiler. Vah onların İslâmlığı nerede?
Onların duygularında
ve akidelerinde hiçbir zaman böyle bir tefrika ve ayırım olmadığı gibi, onlar
böyle cahiliye naraları da atmıyorlardı.[323]
İslâm bütünüyle bu
yalan iddiayı reddediyor ve İslâm bu manadaki kavmiyetçilik iddialarıyla ortaya
çıkanları yalanlıyor. Zira kavmiyetçilik ve ırkçılık sırf bu tür cahiliyye
adetlerini ve naralarını silip atmak için gelmiştir. İslâm kendi daveti
içinde, hem de ilk daveti içinde Arap ve bir Kureşli olan Hz.Ebu Bekir(r.a)’i
Habeşli Bilal'i, Suhayb-i Rûmi'yi ve Selman-ı-Farisî'yi -Allah hepsinden razı
olsun- hep bir araya getirmiştir. Nitekim Hz. Ömer (r.a.) de şöyle diyordu:
"Biz, Allah'ın
bizi İslâm ile aziz kılıp yücelttiği bir kavimiz. Ne zaman ki biz izzeti ve
şerefi, soyluluğu bir başka şeyde aradık, Allah onun için bizi zelil
kıldı."
Arapların ırkçılık,
laiklik veya bir mezhep veya düşünceyi ve buna bağlı esas ve prensipleri alarak
batıyı taklid etmeleri, zihinlere şu sembolik ve eski fıkrayı getiriyoruz.
Şöyle ki: İki eşekten söz edilir. Bunların birisine tuz yüklü, diğerine de
sünger yüklüdür. Sünger yüklü olan eşek bakar ki, suya iniyor ve böylece
üzerindeki tuzun bir miktarını eriterek, sudan çıkarken yükü daha hafiflemiş
olarak çıkmaktadır. Sünger yüklü eşek, ben neden böyle yapmayayım, ben de aynen
onun gibi hareket ederek, yükümü hafifleteyim, der ve suya dalar. Tabii tam
aksi olur, yükü daha ağırlaşmış olarak, böyle bir deneyimle oradan çıkar.[324]
Irkçılık Allah'a jîrk
ve ortak koşmaktan ibarettir. Çünkü bunda temel görüş, onun istediği
doğrulTuHiı hareket etmek vardır. Çabaların, cihadın, kendini feda etmenin hep
ırkçılık uğrunda olmasını ister. Irkçılık bir şeyi isterken veya reddederken,
dostluğunu da düşmanlığını da, Velâ-sını ve Berâsmı hep buna göre
değerlendirir. Bir şeyden hoşnudsuz mu, veya istemiyor mu, bir şeyle ilgiyi mi
kesmek istiyor, mutlaka bunların ırkçılık adına olmasını ister.
Sevginjnıj3aj|lüık^e=^ şeylerinjde aynejı jrkçıhk adına yürütülmesini ister.
Kim ırkçılığı seviyor ve bunu teşvik ediyorsa, böyle olan kimseler velayet
yetkilerini de böylele-rine teslim ederler. İşte durumun böyle olması halinde
bu, Allah'tan başka tapınılan ve Allah'a denk ve eş kabul edilen bir ilâh
edinilmiş olur. Çünkü bu durum şu makamda olmaktadır. Tevhid kelimesindeki
Nefiy ve Berâ-nın, İsbat ile Velânın yerinLalmısjojur. Çünkü bu ikisi yani velâ
ve berâ, Nefiy ve İsbat ikisi de "Ulûhiyyet" veya "İbâdefin iki
temel rüknüdür. Çünkü "Lâilahe illallah" sözünü ele aldığımız zaman,
bunu' tahlil ederken şunu görüyoruz:
"Lâ ilahe"
burası nefiy ve berâyı içerir. Yani burada red vardır. Allah düşüncesinin ve
inancının karşısında olanlardan uzak, kalmak vardır. "İllallah" da
ise "İsbat ve Velâ" vardır. Yani İlâhî varlığın kabulü, ona
bağlılığın kabul edilmesi, yardımın O'ndan beklenilmesi ona dayanılıp güvenilmesi,
Allah'a hiçbir şeyin eş ve ortak koşulmaması. Nitekim Rabbimiz şöyle
buyurmaktadırlar:
"İnsanlardan
bazıları Allah'dan başkasını Allah'a (haşâ) denk tanrılar edinirler de, onları
Allah'ı sever gibi sever-ler." (Bakara, 2/165)[325]
Hak'dan sonra sadece
dalâlet ve sapıklık vardır. O halde her bir müs-lüman kendisini böyle bir kötülüğün
içine düşüp kaybolmaktan sakınsın.
Erensellik ve İnsanlık
(Hümanizm). Bu iki akım da tıpkı kavmiyetçilik (ırkçılık ve vatancılık)
gibidir. Bunlar da yine el-Vela ve el-Berâ konusuyla ve akidesiyle
çelişkilidirler. Fakat bu tenakuz veya çelişkinin bir başka şekli vardır. Bu,
sınırları itibariyle daha geniş kapsamlıdır. Bu, velâ yani dostluk ve bağlılık
sınırlarını ojçadar geniş tutuyor ki, bütün ırkları kavimleri, dinleri ve
vatanları sevme kormsunu gündeme getiriyor. Aslında bu da Velâ inancının kayBı
ve Berâ akidesinin de inançlardan silinmesi manasınadır. Çünkü bu sonuç
itibariyle şöyle bir inancı ve düşünceyi gündeme getiriyor: Müslüman
kendisiyle dünyanın herhangi bir yerindeki kâfir arasında bir farkın olmadığını
ve her ikisinin de her konuda aynı haklara sahip olduğu düşüncesini veren bir
sistemdir. Bu da İslâmın Velâ ve Berâ akidesine aykırıdır.
Esasen bu prensip bir
takım aldatıcı ve vehim verici bazı lâfızlar üzerine oturtulmuştur. Bunlar ise
hürriyet; kardeşlik, adalet ve eşitlik gibi lâfızlardır.
Nitekim bu konuda
Karlferlî şunları söylüyor:
"Ne zaman ki,
herkesin değer ölçüsünde, nevalardan soyutlanmış her türlü malûmat ve bilgilere
vakıf olunursa, herkes düşüncelerinde tamamen özgürleştiği zaman ve işte böyle
olunması halinde, o zaman cesaretle hayır olanı, güzel ve adil olanı kendi
adlarına kabul edeceklerdir. İşte bu durumda, bütün dünyada bir tek dinin
egemen olması ihtimal dahilindedir. İşte o zaman bir tek olan dünya yani
evrensellik dinine tabi olmakla mutlu olacağım. Bunun kaynakları tarihin
gerçeklerinden fışkıracak, bunun prensipleri sosyal adaleti kapsayacaktır.
İşte bunun üstünlüğüyle isteksizliğin, düşmanlığın enkazı üzerinde sevginin ve
kardeşliğin görüntü-1leri belirecektir.”[326]
İşte bu söz açık bir
şekilde İslâmı yıkmak manasınadır. Bu söz aynı jzamanda İslâm cihadını temelden
silip götürmek demektir. Ki İslâm'da cihad, insanların insanlara kulluğunu
reddeden, onlara özgürlük verilmesini sağlayan bir sistemdir. Bölünüp parçalanmaktan
kurtulup cemaat olma imkanını sağlar. Kölelikten kurtarıp güçlü efendiler
haline getirir. Başkalarının boyunduruğu altında ezilip kalmaktan kurtarıp
hepsini bir tek Allah'a kul kılar.
Hepimizin bildiği gibi
cihad, Allah düşmanlarını ürpertir ve onları oldukça korkutur. Bunun içindir
ki, İslâm düşmanları birçok yollarla ve değişik araçlarla müslümanlann îslâmca
düşüncelerini iptal etmek ve geçersiz kılmak isterler. Bu bakımdan düşmanlar
bazan derler ki, İslâm kılıçla yayılmıştır, bazen de, İslâm bir vahşet dinidir,
insanlara merhamet nedir bilmez, diye söylerler. Bazan da bu, istedikleri şey
olmaz, o zaman şöyle derler: "Biz Evrenseliz ve Hümanistiz". Bu da
yepyeni bir akımdır ki, insanlar bununla güven içinde, sağlıklı bir şekilde,
adaletle ve kardeşlik içerisinde hayatlarını geçirirler. Böylece dinler ve
vatanlar diye de bir şey kalmaz.
Maruf ed-Devalibî'nin
sözleri, bu gerçeği oldukça iyi bir şekilde açıklar:
"... Biz, içinde
yaşamakta olduğumuz çağın yani yirminci asrın ikinci yansından itibaren büyük
tırmanışlar müşahede etmekteyiz. Bu tırmanış insanlık kuralları ve kavramları
üzerinde insanlık hayatını kuracaktır. Fikir ve ilim adamları ile siyasi
liderler tarafından seçkin bir İslâmî topluma doğru gidişi ve rağbeti, hem de
güçlü bir rağbeti görmekteyiz. Bütün bu seçkin insanlık toplumu, bir tek insanlık
toplumunun birbirleriyle yardımlaşan ve bir tarzda hareket eden bir topluma
doğru gidişi görmekteyiz. Bu gidiş: "İnsanlık ailesi birliğidir."
Takvanın dışında insanlarda bir başka üstünlük aramamaktır.. Bu "Üstün
hayat içerisinde hepsinin de hakkı vardır." Böylece herhangi bir ırkın
veya cinsin, dinin ve benzeri şeylerin ayırımı yapılmayacaktır. Öylesine bir
birlik tarzı ki, hepsi için aynı iktisadî yani ekonomik hayatını sağlayan
maslahat birliğine dayalı bir sistem." Büyüklerden ve güçlülerden herhangi
birisinin üstünlüğü ve tercihi yapılmayan, küçüklerin ve zayıfların üzerinde
bir hesaba dayanmayan bir sistem. Yine bu sistem "İnsanları korumak için
tüm insanlar arasında mutlak adalete dayalı" bir birlik ister.
Sonra anlatarak der
ki, Birleşmiş Milletler, bu yeni evrensel kavrama çağırmaya başladı. İnsanlık
aileleri arasındaki farklılıkların, cinslerin, ırkların ve ekonomik hayatların
tamamen insan haklarına uygun bir şekilde ele alınmasını davet etmeye başladı.
Bu manadaki şeylerin bundan böyle değerlendirilmemesini, bu noktadan bir farklılığa
gidilmemesini istedi.[327]
Bu sözden sonra
soralım: Hangi beşeri kanunu, bu evrensellik çağrısını yapanlar
istemektedirler? Evet'hangi kanunun gölgesi altında insanlar yaşayacaklar?
Acaba bu, Birleşmiş
Milletlerİnsanlık Beyannamesi mi olacak? Ki bu, öyle bir nizamnamedir ki,
burada egemenlik yahudinin ve hıristiya-mndır, komünistlerindir. Bunun en
belirgin örneği de: "VETO" hakkıdır. Bunlardan herhangi birisi,
gelen bir maddenin prensiplerine aykırılığını gördükleri zaman hemen
reddediyorlar. Veya bu fasid ve bozguncu düşünce sistemlerini ortaya koyanların
bu çağrılarına, buna davette bulunan kimselerin plânlarına aldanmaktalar. Yani
gafil ve aldatılmış kimseler durumunda olmaktalar.
Yahut bu Öylesine bir
iğrençlik ve bir kurnazlıktır ki, müslümanlan şu ifadelerle uyuşturmak
isterler: "Cihad, çağın ilerlemesine uygun bir şey değildir". Çünkü
evrensellik düşüncesine aykırı gelmektedir. Evet böylece bizi yani müslümanlan
bu düşüncelerle uyuşturmak isterler.
Bana göre buna
verilecek en uygun cevap, son sorunun cevabı olmaktadır. Çünkü dininde ve
Rabbini tanımada samimi ve ihlâs sahibi olan her bir müslüman ve her mümin
çağdaş cahiliyenin hile ve tuzaklarını bilir ve sezer. Böylece herhangi bir
davete kapılmaz. Hz. Muhammed'in nübüvvet kaynağından ve ebedî risalet
menbaından fışkırmayan hiçbir şeye itibar etmez.
O halde biz bu kesin
cevabı tesbit edelim. Bu bir intikam duygusu değildir. Bu küfür düşünce
sistemlerine ve akımlarına karşı bir intikam duygusuyla verilmemektedir. Aksine
bu da tıpkı dünya Masonluğunun amaçladığı şeyin aynıdır. Çünkü Masonlar da
dünya birliğini ve büyük dünya birliğine mensup olmaya insanları çağırırlar.
Hem de tüm amaçlan ve prensipleriyle aynı doğrultuda hareket ederler. Bu
itibarla evrensellik düşüncesiyle Masonik zihniyet aynıdır.
Nitekim Masonlardan
biri şöyle diyor:
"Doğrusu
Masonluğun arzuladığı şey, insanlığın azar azar veya yavaş yavaş en üstün ve
ideal amaca doğru onu gerçekleştirmek için yürümeleridir. Çünkü tüm mana ve
kavramlarıyla özgürlük veya hürriyet böyle gerçekleşir. Böylece farklılıklara
son verilin Ferdler ve milletler arasında farklılık gözetilmez. Artık burada
ilim, güzellik ve fazilet yükselir.”[328]
Bugün insanlar eliyle
üretilen tüm fikir ve düşünce sistemleri, yeryüzündeki tüm bu sistemler varlık
itibariyle Kitap ve Sünnetten kaynaklanmazlar. Hepsi Allah ve Rasûlüne karşı
savaş açmışlardır. Allah'ın dinine, Kitabına ve Rasûlü'nün sünnetine harb açmış
bulunuyorlar. Kim bunlardan herhangi birisini kabul eder ve bunlann
prensiplerine göre hareket ederse, bu açık bir şekilde kâfirlere dost olmak ve
onlara yetki vererek, onların velayetini kabul etmektir. Yine bu açık bir
şekilde İslâm'dan beri ve uzak olmaktır. Nitekim Rabbim şöyle buyurmaktadır;
kâfirleri dost edinen, onlara velayet yetkisini tanıyan onlardan, diye
açıklıyor. İşte ayet meali:
"İçinizden onları
dost tutanlar onlardandır." (Maide, 5/51)
İslâm, İnsanların
üzerinde toplanmaları gereken ve hiç ayrılığa sapmamaları icab eden dindir. Bu
din, insanları iman terazisiyle eşit ve denk tutar. Tıpkı bir tarağın dişleri
gibi. Arabm aceme (Arap olmayana), siyahın beyaza üstünlüğü yoktur. Üstünlük
yalnızca takva iledir.
Bu din, huzur ve
mutluluğun kendisinde bulunduğu yegâne dindir. Nitekim Rabbim şöyle buyuruyor:
"Bilesiniz ki,
kalpler ancak Allah'ı anmakla sükûnet bulur." (Ra'd, 13/28)
Bu din ancak istenilen
mutlu ve üstün bir hayatı gerçekleştirip insanlar için sağlar; bakınız
Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Erkek veya kadın,
kim mümin olarak iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel bir hayat ile yaşatırız.
Ve onların mükâfatlarını, elbetteki, yapmakta olduklarının en güzeli ile
veririz." (NahI, 16/97)
Ancak bu din sayesinde
Rabbani manada bir temkin elde olunabilir. İmkânlar sağlanabilir. Rabbim şöyle
buyuruyor:
"Allah, sizlerden
iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip
ve hakim kıldığı gibi kendilerini de yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını,
onlar için beğenip seçtiği dini (İslâmı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını
ve geçirdikleri korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven
sağlayacağını va-detti. Çünkü onlar bana kulluk ederler; hiçbir şeyi bana eş
tut-
mazlar. Artık bundan
sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır." (Nûr,
24/55)
Müslümamn böyle bir
aşağılanmaktan ve başkalarına kuyruk olmaktan kurtulması ne zaman
gerçekleşecektir? Çünkü müslümamn başına her ne gelmiş ise hep bu iki yoldan
gelmiştir.
Acaba bu kurtuluşa
giden yol nedir? Bugün yeryüzünün hemen her bölgesinde müslümanlara reva
görülen böyle bir durumdan çıkış yolu ne olabilir?
Acaba bu kurtuluş için
belirli ölçüler vealâmetler var mı? Sonunda bu işin geleceği nasıl olacaktır?
Cevap olarak deriz ki:
Onun kurtuluşu İslâm'dadır. İslâm'dan başka kurtuluş yoktur. Müslümanları bugün
düştükleri durumdan, aşağılanmaktan, Allah'dan başkasına kulluktan kurtaracak
olan budur. Bu ümmetin selefini yani öncekilerini İslâm nasıl ki zulmetten ve
karanlıklardan nura çıkarmış, zulümden adalete eriştirmiş, dünyanın darlığından
onun genişliğine ve ahiret nimetlerine eriştirmiş ise, bugünkü ınüslümanları
da kurtaracaktır.
Ancak bu dosdoğru olan
yol, burada ciddî manada yürüyüp hareket eden birilerine ihtiyaç duymaktadır.
Bu yolda öylesine bîr yolcu istiyor ki, bu yolcu hiçbir zaman sağına ve soluna
iltifat edip önern vermemelidir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz bu
benim dosdoğru olumdur. Şu hâlde ona uyun. Başka yollara uymayın. Zira o
yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları
emretti." (En'am, 6/153)
"Gerçek şu ki,
kâmil manada bir İslâmî hayat ancak samimi ve ihlâsh bîr şekilde olmak şartıyla
Tevhid'in temel unsurlarını kabul etmeye ve bu esaslara bağlıdır. Çünkü bu,
insanın bütün hayatını, hem ferd hem cemaat oîarak kapsar. İnsan bunun gereğini
hisseder ve bunu içinde duyarsa, işte bu, elinde var olan her şeyin Allah'a
ait olduğu imkânını verir, buna vekil olanın Allah olduğunu bilir. Yine o bilir
ki, Allah (c.c), gerçek ve hakiki manada bizzat Şer'î malik yani şeriatın
sahibidir. Onun koymuş olduğu şeriat bütün dünyayj kapsar. O Ailah (c.c), itaat
olunan mabuddur ki, emir ve nehiy O'na aittir. Emri de O koyar, yasağı da O
getirir.
Bizzat hidayetin
menbal ve kaynağı O'dur. Allah (c.c), insanın sapmalardan, Aîlah'dan başkasına
itaaten ayrılma tehlikesi doğurduğunu ikna edici ve tatmin eder manada ona
imkân verir, duygu ve düşünce verir. İnsan, Allah'ın hidayetinden müstağni
kalamayacağı, yani ona muhtaç olmadan yaşayamayacağını anlar. Bu da, Allah'ın
ona verdiği duygu ve idrak sayesindedir. Zatında, sıfatlarında, haklarında ve
tasarruflarında Allah'ın eş ve ortağı olmadığını idrak imkânını Allah
kendisine verir. Aksi takdirde bu, hangi yönden ve hangi renkten gelirse
gelsin, sapıklıktan ve dalâletten başkası olamaz.
Sonra bu temel, yani
Allah'a iman etme temelini direkleri ve esasları merkezine yerleştirme imkânı,
kişinin bunu davasının içinde görmedikçe ve bunun yerine kesin olarak
getirilmesi gereken bir şey olduğunu görmedikçe mümkün olamaz. Ayrıca müslüman
şunu da kesinlikle anlamak zorundadır. Bu konuda tam bir şuur ve idrak sahibi
olmalıdır ki, elinde var olan her şey, Allah'ın mülküdür. Tam olarak bunun
İdrakinde olmalıdır. Hepsi de neticede Allah'ın rızasına bağlı olduğunu
bilmelidir. Kendi adına yapılan şeyleri Allah'ın rızası veya gazabı
çerçevesinde değerlendirmelidir. Bütün bunları Rabbının rızasını kazanmak ve
gazabından uzak kalma esaslarına dayandır m alıdır. Bunun idrak ve şuurunda
olmalıdır. Kendisinin başkalarından üstün görmeyi, büyüklenmeyi bir kenara
itmelidir. Tüm düşüncelerini, değerlerini, prensiplerini, bir şeyi kabul veya
reddetme hususundaki değerlendirmelerine, Allah'ın yüce Kitabında indirmiş olduğu
ilme dayandırmahdır.
Allah'a itaati
içermeyen ve başkalarına karşı duyulan dostluk, itaat ve bağlılıkları, velayeti
boynundan söküp atacaktır. Tâ kalbinin derinliklerine Allah sevgisi ve
muhabbetini yerleştirecektir. Gönlünde, kendisinden Allah'dan daha üstün bir
yer, saygı ve değer isteyen tüm putları söküp atacaktır. Müslüman sevgisini,
buğzunu, sadakatini, düşmanlığını, rağbetini ve nefretini, barışını ve
savaşını ve buna benzer birçok şeyleri tama-
men Allah'ın rızasına
ve hoşnudluğuna bırakmalıdır. Kendi adına razı olacağı şeylerde, Allah'ın
bundan razı olup olmadığı noktasına dikkat etmelidir. Hoşlanmadığı ve
istemediği şeylerde de, Allah'ın hoşlanmayıp dilemediği şeyler olmasına dikkat
etmelidir. İşte bu, gerçek ve hakiki imanın mertebesi ve amaçlanan nokta olmuş
olmaktadır."[329]
Bugün insanlığın
içinde bulunduğu hayat konumu, tüm dünya üzerinde yıkıma ve ruh bunalımına
doğru yönelmiştir. İşte hemen her yerden çığlıklarım duyduğumuz bu düşüş ve
aşağılanma, değerini yitirme olayı, kendisini kurtaracak bir kurtarıcıya
seslenmektedir. Onu böyle bir boşluktan ve uçurumdan kurtarıp dilediği bir
işe, davaya götürmesini istemektedir. İşte bu, İslâm'dan başkası değildir.
Çünkü bu, her şeyi en iyi bilen Allah'ın dinidir. O Allah, insanları düzeltecek
ve ıslaha götürecek her şeyi bilir ve tüm kalplerde gizli olandan da
haberdardır.
Aslında İslâm, tek
kurtuluş yoludur. Çünkü bu, fıtrata ve yaratılışa uygun olanını vermektedir. O
İslâm ki, insanın maddî icadlarındaki adımlarında ve ruhî ilerlemelerindeki
adımlarında bir düzeni getirmiştir. Sadece İslâm bunu yapmaya malik ve
sahiptir. İslâm onun için hayat gerçeğine uygun bir nizam getirmeye ve koymaya
sahip olduğu gibi, bununla da gerçek manada düzen sağlanmış olur. Hem de
insanlığın bugüne dek hiç tanımadığı bir şekilde bunu sağlar. Zira bu manadaki
sağlıklı bir düzeni ancak İslâm'ın gölgesinde bulabilir. Hem de tüm tarih
boyunca bu nizamın gölgesinde, başka bir nizamda değil sadece ve sadece İslâm
nizamında bulabilir."[330]
İslâm düşmanları çok
iyi bilirler ki, onların tek düşmanları İslâmdir. İşte bunun için onlar bu yüce
dağı yıkıp dağıtmak için tüm gayret ve çabalarını sarfederler. Çünkü sömürme
yolunda ve amaçlarında karşılarında dikilecek tek engel İslâmı görmektedirler.
Aynı zamanda kâfirlerin taşkınlıklarına, tağutluklarma, azgınlıklarına ve
yeryüzünde Hanlıklarına tek engel olarak İslâmı görmektedirler. Onun için bu
dini ortadan kaldırmak maksadıyla akla gelebilen her türlü yolu ve metodu
denemektedirler. Bu dinin yerine yepyeni bir sistem getirip temeli sapasağlam
olan bu dini yıkmak isterler, var güçleriyle bunun için çalışırlar."[331]
Gayretli ve anlayışlı
her müslüman bilir ki, bu din, kesinlikle İslâm için yazılan binlerce kitap
ile, hutbe ve vaazlar yoluyla, İslama davette bulunan davet filimleriyle ayakta
kalamaz. Evet sadece bu yollar bunun için yeterli değildir. İslâm gerçek manada
dipdiri ve atılgan olan bir gerçekle ayakta durur. İşte bunu da ancak samimi ve
doğru olan müslümanların şahsında görme imkânı vardır. Bu, gözlerin göreceği,
ellerin dokunabileceği, aklî eserlerin hissedebileceği bir gerçeğin ta
kendisidir.[332]
Çağdaş insanlığın
hayat akışını değiştirecek olan bu üstün kişiler, bizzat kendileri, Allah'ın
düşmanlarını dost kabul etme ve onlara velayet yetkisini verme noktasında
kendilerini aşmış kimselerdir. İster kâfirler olsun, ister münafıklar ve ister
mülhid (dinsizler) olsun, hepsine bu sadık kimseler rest çekmişlerdir. Hiçbir zaman
çağdaş batıl sistemlerin yıldızlı propagandaları onları aldatamaz. Gerçi hem
batı ve hem doğu atom bombalarına sahiptirler. Bundan başka daha nice nükleer
silâhlara sahip bulunuyorlar. Fakat samimi ve dosdoğru müslüman bunların
aksine şu gerçeği bilir: En büyük sadece ve sadece Allah'dır. Veli, yardımcı,
imkân verici sadece Ö'dur. Batılın imkânları ne kadar çok olursa olsun, Hakkın
üstünlüğü O'nun elindedir. Batıl hak üzerinde bir üstünlük kazanamaz. Çünkü
Rabbim şöyle buyuruyor:
"Nice âz sayıda bir
birlik, Allah'ın izniyle çok sayıdaki birliği
yenmiştir.” (Bakara,2/249)
Yine Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
' 'Bizim ordumuz
şüphesiz üstün gelecektir." (Saff'ât,37/173)
Bir başka âyette ise
Rabbim şöyle buyuruyor:
"Şüphesiz
peygamberlerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında, hem şahitlerin
şahitlik edecekleri günde yardım ederiz.*' (Mümin, 40/51)
Rabbim düşmanlarla
ilgili olark da şöyle buyuruyor:
"Şayet sizinle
savaşa girecek olsalar, size arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine
yardım da edilmez.” (Âl-i İmrân, 3/111)
Sadık ve samimi her
müslüman böyle bir amacı gerçekleştirebilmesi için Allah'ın şeriatına aykırı
olan her kanun, yasa, nizam, tüzük ve sistemden uzak olduğunu açıkça
bildirmelidir. Yani Berâ olayını hemen gündeme sokmalıdır. Yine İslâm
akidesiyle çelişen her türü akide ve fikirden de beri ve uzak olmalıdır. Bu
husustaki Berâsmı da ortaya koymalıdır. Çünkü bizden önceki büyüklerimiz yani
salih selefimiz, bu sayede yardıma ve izzete erdiler, şeref sahibi olabildiler.
Küçük ve büyük her şeyleri bu Rab-banî şeriattan, tüm hükümlerini ve
idarelerini bundan aldılar. Zira sırat-ı müstakim adı verilen dosdoğru yol
sadece budur. Bunda herhangi bir eğiklik ve sapma yoktur. Allah'ın Hanif olan
dinidir ki, bunda herhangi bir darlık ve sıkıntı sözkonusu değildir. Bu dinin
koymuş olduğu hiçbir emir konusunda akıl, keşke bu olmasaydı ve bu
yasaklansaydı, daha uygun olurdu, deme imkânını bulamaz. Yine yasakladığı
hiçbir şey de yoktur ki, akıl, keşke bu mubah olsaydı daha güzel olurdu
diyebilme gücünü bulamaz. Aksine Allah'ın her emrettiği şey, en uygun olanıdır.
Yani salih olanını emretmiş ve fesada götüreni yasaklamış, her iyi ve güzeli
mubah kılmış, her kötü ve iğrenç şeyi de haram kılmıştır. İslâmın emirleri gıda
ve ilâçtır, yasakları da koruma ve himayesidir, her türlü hastalıktan
muhafazadır. Dışı içini süsler, içi dışından çok daha güzeldir. Prensibi
doğruluk, direği ve temeK hak, ölçüsü adalet, hükmü de kesin gerçektir. Bunda
herhangi bir kralın veya bir görüş sahibinin siyasetine gerek yoktur. Çünkü
Allah (ç.c), bunu tamamladığını şu ifadeleriyle bildirmiştir:
"Bugün size
dininizi kemale erdirdim (ikmal ettim), üzerinize nimetimi tamamladım ve
sizin için din olarak İsla mı beğendim.” (Maide, 5/3)
Hz. Peygamber (s.a.v.)
şöyle buyurmaktadırlar:
"Ben sizi, gecesi
gündüzü gibi apaydın olan (en küçük bir şüphe bile kabuî etmeyen gayet açık)
bir din üzerinde bıraktım. Benden sonra ancak helak olanlar, o dinden başka
yönlere sapar."[333]
İyiliği emredip,
kötülükten meneden hayır davetçilerinin bu ümmeti tertemiz ve berrak olan
akideye çağırmaları gerekir ki, bu da şu esaslar içerisinde temsil
edilmektedir:
1- "Lâ ilahe illallah, Muhammedun
Rasûlüllah" kavramının tashih olunarak gerçeğin dile getirilmesi.
İnsanları bu kelimenin manasını anlamaya ve bu muazzam kelimenin ne manaya
geldiğini bilmeye davet edilmesi. Tıpkı Hz. Muhammed (s.a.v.) ve ashabının bu
kelimeyi anladıkları gibi anlama imkânının kazandırılması. Son dönemlerde
sapmalara ve yanlış anlamalara götürmekten arındırılması. Çünkü son dönemde bu
söz söylenirken, ne gibi bir mana içerdiği üzerinde durulmamaktadır. Getirdiği
yükümlülükler ele alınmamaktadır.
Bu kelimenin içerik ve
kapsam olarak müminler için hem velâ ve hem berâ olayını gündeme getirdiğini ve
bu manadaki sorumlulukları yüklediğini aktarmalılar. Tüm kâfirlerden uzak
kalınacak, tüm müminlerle de bir ve beraber olunacaktır. Allah'ın şeriatı kanun
olarak gündeme getirilip bu gerçekleştirilecektir. Allah'ın indirdiğine tabi
olunacak, uyduruk ve sapık ilâhlar varlığına, değişik rabler edinilmesine son
verilecektir. İlâhlaştın-lan örf, adet, gelenek, heva ve isteklerden ilgi
kesilecektir. Allah'ın indirmediği bir şeyi insanlara ilah olarak sunup,
bunların şeriat haline getirilmesine son verilecektir.
2- İbadet kavramının asıi manasıyla tekrar ele
alınması ve bu manada tashihi gerekir. Çünkü bu, çok kapsamlı bir kelimedir.
Sadece şiarlardan ve sembollerden ibaret bir şey değildir. Yani bu hayat ile
ölüm arasında bazı esaslardan ibaret olan sembolik şeylerden ibaret değildir.
İnsanlığın ortaya koymuş olduğu esaslara dayalı, din ile devleti birbirinden
ayıran sembolik ibadetler manzumesi değildir, İslâmî ibadet. Evet bu ibadette
din ile sosyal hayat, iktisadî, siyasî ve kültürel hayat ayrılığı diye bir şey
düşünülemez.
Çünkü ibadet, bizzat
akidedir, bizzat şeriattır, bizzat hayat nizamıdır. Çünkü Rabbim şöyle
buyurmaktadır:
"De ki: Şüphesiz
benim namazım, kurbanım, (ve ibadetlerim), hayatım ve ölümüm hepsi alemlerin
Rabbi Allah : içindir. Onun ortağı yoktur. Bana sadece bu emrolundu ve ben
müslümanlann ilkiyim." (En'am, 6/162-163)
3- Kitap ve
Sünnet esasları ölçüsünde yepyeni bir neslin yetiştirilmesi. Çünkü en sağlıklı
yol budur. Zira Ümmet ancak böyle bir yol ile Rabbine ve dinine dönme imkânına
kavuşur.
4- Fikir
savaşlarının atılması, bu da yeni cahili sistemlerin uzaklaşti-rılmasıyla
sağlanır. Bunun dağıtıcı ve parçalayıcı tüm unsurlarının, aşağılayıcı
durumlarının, yalancı parlaklığının tümü ile anlatılıp İslâm akidesinin
sağlamlaştırılması. Zira ancak böylece onun yapmış olduğu inhiraflar ortaya
çıkabilir. Evet gerçek manada doğru ve sahih olarak İslâm konulmak suretiyle,
insanlar tehlikelerden arındırılmalıdır.
5- Müslümanın
müslümana karşı yetkisini onun adına kullanması, onu sevmesi, onu dost edinmesi
meselesinde derin bir inanca sahip olması gerekir. Mümin kardeşlerine bağlı
kalması ve onlara intisab etmesi icabeder. Cahiliye yetki vermesi, bunların
devamı olan: kavmiyetçilik, ırkçılık ve va-tancılık, evrensellik gibi
sistemlere bağlı kalmaması, bunlara yetki tanımaması gerekir. Çünkü bu bir
akide işidir. Bu itibarla müslüman ne bu adı geçen görüşlere ve ne de bunun
gibi düşüncelere hiçbir zaman itibar etmez ve etmemelidir. Hangi bölgede ve
toprak üzerinde bulunursa bulunsun, müslüman müslümanın kardeşidir.Daru'l-İslâm,
aslında bütün müslümanlann yurdudur. Yeryüzünde herhangi bir bölgede ayrı
olarak yaşamakta olan müslümanlann tek yurdu, Daru'l-İslâm'dır.
Tarihimiz en parlak
sayfalarıyla bu meselenin önemine şahittir. Şöyle bir olay cereyan etmiştir
İslâm tarihinde: Bir müslüman kadın, Amuriye'de ihanete uğrar. Bunun üzerine
"Ey Mu'tasım neredesin?" diye imdat çağrısında bulunur. Bunun
üzerine Mu'tasım, buyur ey müslüman hanım, derhal imdadına koşuyorum, der.
Orduyu hazırlar ve böylece Amuriye şehrini fetheder. İnanmış o müslüman kadına
böylece yardım etmiş olur.
Mu'tasım kendisini
imdada çağıran bu kadın için: "O bir başka ülkede ve vatanda yaşıyor, ben
ise bir başka vatandayım" diye düşünmedi. Müslümanların başı ve halifesi
olarak sorumluluğun bilincinde olmak şartıyla hemen harekete geçti. Mademki
müslümanların halifesidir, tüm İslâm ümmetlerinin sorumluluğu onun
boynundadır. Çünkü halife, Allah'ın huzuruna vardığı zaman, bundan
sorulacağının bilincindedir.
O halde başı sıkışan
tüm dünya üzerindeki müslümanlann dertlerine ve yardımlarına koşmak, bu İslâm
akidesinin ve inancının farz kılmış olduğu bir husustun Durum böyle olunca,
müslümanın vacip ve farz görevlerinden bir diğeri de yeryüzünde dağınık bir
şekilde bulunan müslüman-ları sevmesi, eliyle, diliyle ve malıyla yardımlarına
koşması görevidir. Her yerde ve her münasebetle onun yardımına koşması icab
eder.
6- Allah'ın
kâfir ve müşrik düşmanlarına karşı düşmanlık ve onlardan beri ve uzak olma
meselesini, münafıklara, kâfirlere ve müşriklere düş-
manhfc, onlarla ilgiyi
kesmek ve onlardan beri olmak meselesini de çok iyi bilmek gerekir. Aynı
şekilde dinden dönmüş mürtedlere karşı da böylece davranmakla yükümlü ve
görevlidir. Bu sayılanlardan hem uzak olacak, beri olacak ve aynı zamanda
düşman olarak tanıyacaktır. Zira imanlı bir kalbte küfrü ve küfür ehlini sevme
barınamaz, ikisi birlikte bulunamaz. Nitekim Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Allah'a ve ahiret
gününe inanan bir toplumun -babalan, oğulları, kardeşlen, yahut akrabaları da
olsa- Allah'a ve Ra-sûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin."
(Mücadele, 58/22)
Müslümanı, Allah'ın
Kitabı ve Rasûlü'nün sünnetine aykırı olan her aşağılık düşünceden arıtmaya
düşkün olmak ve bu noktada titiz olmak gerekir.
7- Bu arada
şeytanın dostlarının ve yandaşlarının Rahman olan Allah'ın velilerine,
dostlarına karşı olan düşmanlıkları meselesini de kesin bilmek gerekiyor. Çünkü
bu düşmanlık tâ Hz. Adem (a.s.)'dan kıyametin kopacağı zamana kadar sürecektir.
Her iki grup hiçbir zaman birleşemez-ler Çünkü Allah taraftarı olanlar,
insanları Allah'a ibadete çağırırlar. Şeytanın taraftarları ve yandaşları
Allah'a ibadete çağırırlar. Şeytanın taraftarları ve yandaşları içinse durum,
bunlar tağuta ibadete ve kulluğa çağırmaktadırlar. Tağutlara itaati bunlar
öngörmektedirler. Müminleri dinlerinden engelledikleri için hep müminlere
karşı savaş açmışlardır. Rabbim şöyle buyurmaktadır:
"Onlar eğer
güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünce-ye kadar size karşı savaşa devam
ederler." (Bakara, 2/217)
8- Allah'ın
yakınlığı ve Allah'ın zafer vereceği gerçeğiyle yeniden umudu diriltmeli ve
ruhları yeniden güçlendirmeliyiz. Nitekim Rasûlül-lah (s.a.v.) bir hadislerinde
şöyle buyurmuşlardır:
"Siz, kesinlikle
Yahudiyle savaşacaksınız ve siz kesinlikle onları öldüreceksiniz. Hatta öyle
bir durum olacak ki, her taş şöyle seslenecektir: Ey Müslüman! İşte yahudi, gel
ve derhal onu öldür."[334]
İşte şu yazılanlar
bazı önemli başlıklardır sadece. Bunlar kurtuluş yollarının işaret taşlarıdır.
Şayet müslüman, Allah'a karşı sadık ve samimi davranırsa, kesinlikle Allah ile
beraberliğini, Allah'ın kendisiyle olduğunu, Allah'ın ona yardım edeceğini
görecektir. Çünkü müslümanlar en yücedirler. Müslümanlar yeryüzünde Allah'ın
emrini egemen kılacaklardır. Bunun içindir ki, müslümanlar gerçek olarak
Allah'ın velayetine ve dostluğuna, O'nun ikramına hak kazandıklarını
göreceklerdir. Çünkü Rabbim şöyle buyurmaktadır:
"Bilesiniz ki,
Allah'ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de." (Yunus, 10/62)
Zira bunlar hizbullah
yani Allah taraftarıdırlar. Bu gruplar, Allah yolunda cihad ettikleri ve
Allah'ın kelimesini yüceltmek için çaba gösterdikleri için en çok ikrama hak
kazananlardır. Onlar bu açıdan herhangi bir kınayıcının kınamasına da hiç mi
hiç aldırmazlar. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"İşte onlar,
Allah'ın grubudur. İyi bilin ki, kurtuluşa erecek olanlar sadece Allah'ın
grubu olanlardır." (Mücadele,
58/22)
Biz Allah'ın izniyle
ve Allah'ın dilemesiyle hayır müjdesini vermek istiyoruz. Çünkü yeni İslâmî
nesil, bize doğuşların ve müjdelerin öncüleri olduklarını göstermiş
bulunmaktadırlar. İşte bu yeni nesil, bu ümmeti böylesi bir aşağılıktan,
değerlerini yitirmekten ve başkalarına kuyruk olmaktan kurtaracaktır. Bu
apaçık bir şekilde dünyanın her bir bölgesinde görülmektedir. İşte o gün
gelince, müminler Allah'ın yardımı ve zaferiyle sevinip mutlu olacaklardır.
Bütün dualarımızın
sonunda, âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd ederiz.
[1] Fî Zilâl, 2/9I8-9İ9.
[2] Buharı, Edeb, 96/192.
[3] Buharı, Edeb, 96/193, Müslim, Birr, 2639, 2640
[4] Buharı, Edeb, 96/195.
[5] el-Hükmü'l-Cedîr bi! İzaâ, İbn Recep, 133. Thk.M.Hamid
el-Faki. "Kıyametin yakın olduğu bir dönemde kılıçla (peygamber) olarak
gönderildim" hadisinden. (Ah-med, 2/50-92)
[6] Muhammed b. AbduKahhab, Mecmuatu't-Tevhîd, 17.
[7] Ebû Bekr Abdullah b. Muhammed b. Ebû Şeybe, (vh. 235),
el-îman, 45. Thk. Elbâ-nî. Diyor ki, Taberânî bu hadisi îbn Mesud'dan merfu
olarak "el-Kebîr'inde" zikretmiştir. Hasen bir hadistir. Müsned,
4/286.
[8] İbn Recep, Camiul Ulül ve'I-Hikem, 316.
[9] agk., 320.
[10] Medaricu’s-Salikîn, 1/454.
[11] et-Tuhfetu'1-Irakiyye, 64-65.
[12] Camiul Ulûm ve'l-Hikem, 317.
[13] Buharî, İman, 13. Müslim, t man, 45.
[14] Ebû Davûd, Edeb, 4884. Müsned, 4/30. Sahihu
Cami's-Sağîr, 5/160, H.5566. Elba-nî hadisin hasen olduğunu belirtmiştir.
[15] Buharı, Mezalim, 2443.
[16] Buharî, Mezalim, 2442, Müslim, Birr, 2580 (58).
[17] Buharî, Edeb, 6026. Müslim, Birr, 2585 (65).
[18] Buharî, Edeb, 6011. Müslim, Birr, 2586 (66).
[19] Buharî, Edebul Müfred, 70. Ebû Davud, Edeb, 4918.
Hadis Hasendir. Şa'hjhul Camiu's-Sağir, 6/6, H.6532.
[20] Şeyh Abdurrahman b. Sa'dî, el-Fetevâ es-Sa'diyye,
1/92.
[21] Bak. Önceki kaynak: 1/92.
[22] Ebû Davûd, Cihad, 95; Nesaî, Kaseme, 27; Tirmizî,
Siyer, 1654.
[23] Tirmizî, . Siyer, 40; Sahîhu Camiu's-Sağîr, 6/279.
[24] A. b.Hanbel, Müsned, 4/99; Ebû Davûd, 3/7, H.2479,
K.Cihad, Darimî, Siyer, 2/239. Sahihu Camiu's-Sağîr, 6/186, H.7346. Elbânî,
hadis sahihtir, diyor. bk. A.Kadir Udeh, el-İslâm ve Evdâuna el-Kanûniyye, 81.
[25] Cassas, Ahkâmü'l-Kur'ân, 3/216.
[26] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'ân, 3/216.
[27] İbn Hazm, el-MuhalIâ, 3/139, 140.
[28] Muhakkik Şeyh Hamd b. Alî b. Muhammed b. Atîk, hicri
1227 'de "Zülfâ" denilen yerde dünyaya gelmiştir. Kur'an'ı
hıfzetmiş, birçok gayretler göstermiş, önemli hizmetlerde bulunmuştur.
"Fethu'l-Mecîd" adlı kitabın yazan Şeyh Abdurrahman b. Hasan Âl
eş-Şeyh'ten öğrenim görmüş, devamlı onunla bulunmuştur. Ayrıca bu zatın dışında
daha birçok alimlerden ders görmüş, böylece çalışmaları ve gayreti sonucu
sayılı âlimler arasında yer almıştır. Kendisi Hare ve Eflaç'ta kadı olarak
görev yapmıştır. Eserlerinden bazıları şöyledir: "İhtafut-Tendîd Şerhu
Kttabi't-Tevhîd", "en-Necat ve'l-Fikâk ve'd-Difâ' an ehlis-sünneti
ve'1-Etbâ.", "el-Farku'1-Mübîn beynesselefi ve İbnisseb'în".
Hicrî 1310 yılında 70 yaşlarında iken vefat etmiştir. (Bak. Bessâm, Necd
alimleri, 2/229)
[29] Bu kitabın adı: "ed-Difa an ehlissünneti
ve'1-Etbâ (Ehli Sünneti ve tabilerini savunma". Bu kitap torunu İsmail b.
Sa'd b. Atîk tarafından yayınlanmıştır.
[30] İbn Alîk, "ed-Difa..." adlı eseri, s.10-12.
Hadis, Ebü Davûd, Cihad, 3/224. Sahihu Camiu's-Sağîr, 6/279, H.6062.
[31] İbn Teymiyye, "İiaiza'us-Sırati'l-Müstakîm,
s.200. Bu ifadenin isnadı sahihtir.
[32] Burada sözkonusu edilen kâfirler, Medine dışındaki
münafıklardır. Bunların bir kısmı Mekke'de kalmış, hicret etmemiş ye
müşriklerle işbirliği yapmışlardır; bunlar miis-lümanlann düşmanları oldukları
ve onlara karşı savaştıkları İçin bulundukları yerde imha edileceklerdir.
{Çeviren. Bak. İfav, Meal, Nisa, 91. âyet meali dipnotu).
[33] İbn Atîk, "ed-Difa' " s.10-12.
[34] İbn Kesîr Tefsiri, 2/343. İbn Atik, "ed-Difa'
", s.13.
[35] Buharı, 8/262, H.4596.
[36] İbn Atîk, "ed-Difa' ", s.13-14; "Beyanü'n-Necât
ve'l-Fikâk", s.70-72.
[37] Mücaa b. Mürare b. Sülemî el-Hanefî, Yemamelidir.
Hanifeoğullarının liderlerindendir. Yemame gününde esir düşmüştür. Kendisi çok
beliğ ve hikmetli konuşan biridir. Nitekim onun bu hikmetli ifadelerinden Hz.
Ebû Bekir (r.a.)'e söyledikleri şu ifadelerini örnek gösterebiliriz: "Eğer
söz, ehil olmayanın ağzına düşerse, silah da,
kuşanmayacak kimsenin elinde ise, mal, infak etmeyenin yetkisinde ise
artık işlerdeğerini yitirmiş demektir?' (el-îsabe, 3/362)
[38] Sürname b. Üsâl b. Numan b. Seleme el-Hanefî Ebû
Ümame, Yemame'lidir. Bunun durumu esir alındığında Buhart'de dile
getirilmektedir. Sonra müslüman olmuştur. İbn İshak kendisi hakkında şunları
dile getirmektedir: "Sümame, Yemâme halkı dinlerinden irtidat edip
dönmelerine rağmen, İslâm dininde sebat eden bir zattır. Kendisi ve kavminden
onun yanında yer alanlar ayrıldılar, gidip Ala b. el-Hadremî'ye katıldılar.
Bununla birlikte Bahreyn halkından mürtedlerle savaştılar. (el-İsabe, 1/203)
[39] ed-Difa' " s.16'dan naklen: Burada adı geçen
kıssayı yazar "el-Fikak ve'n-Necat" adlı kitabında anlatarak, diyor
ki: "Hz. Halid b. Velİd (r.a.), mürtedlerle (dinden dönenlerle) savaşmak
üzere Yemame'ye yürüdüğünde, hareketinden önce oraya iki-yüz atlı öncü kuvvet
göndermiş ve onlara şöyle emir vermişti: İnsanlardan gördüklerinizi yakalayın.
Bunlar da, halkından 23 kişiyle birlikte Mücaa'yi yakaladılar. Hz. Halid'e
getirildiklerinde, Hz. Halid'e şöyle dedi:
- Sen de biliyorsun ki,
ben Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sağlığında yanına geldim ve müslüman olarak
kendisine beyatte bulundum. Ben dün ne idiysem, bugün de o şey üzereyim
(müslümanım). Eğer yalancı ise, bu kesinlikle bizden çıkmıştır. Çünkü Allah
(c.c.) şöyle buyurmaktadır: "Hiçbir günahkâr başkasının günahını
yüklenmez." (Fatır, 35/18). Hz. Halid de şöyle konuştu:
- Ey Mücaa, esasen sen,
dün üzerinde bulunduğun İslâmı bugün terk ettin. Senin hoşuna giden de bu
yalancıların yaptığı iştir. Bundan dolayı ses çıkarmayıp susmandır. Zira sen
Yemame halkının en güçlüsü ve soylususun. Benim öncülerim gelip sana erişti.
Yolum sana kadar geldi, sen onu ikrar ettin ve onun getirdiğini kabul ettin,
mademki durum böyledir de, sen niçin bir özür beyan etmedin, konuşacak bir şey
de söyleyip konuşmadın, bir durum mu vardı? Bunun üzerine Sümame söz aldı, Mücaa'yi
red ve inkâr etti. Aynı şekilde Yeşkürî söz aldı ve dedi ki:
- Şayet, ben kavmimden
korkuyordum, diyecek olursan, o zaman bana gelseydin veya bana bir elçi
gönderseydin ya? Bunun üzerine şöyle dedi: Bütün bunları affetmen mümkün değil
mi ki? Ey Muğire'nin oğlu! Hz. Halid de şöyle konuştu:
- Senin canını bağışladım. Ancak, seni bırakmak da gönlüme çök ağır
gelmektedir. (Beyanü'n-Necât ve'1-Fikâk, 68-70).
[40] İbn Kesîr Tefsiri, 2/343.
[41] ed-Difa', s.16. Burada Şeyh Hamd b. Atî'k'in
anlattığı, M. Abdulvahhab'ın iki oğlu Hasan ve Abdullah'ın anlattıklarına
tamamen uygundur. Bu konuda bunlara sorulmuş, onlar da böyle cevaplamışlardır.
(Mecmuatu'r-Resail ve'1-Mesail en-Necdiyye, 1/39).
[42] Beğavî, ŞerhuVSünne, 10/246.
[43] el-Camiu'l-Ferîd"deki ifade böyle. Ancak ben
araştırdım. Fakat bunu Müsned'de bulamadım.
[44] el-Camiu'l-Ferîd, 382.
[45] Bu değerli yazarlardan biri Muhammed Muhammed
Hüseyin'dir. Önemli kitapları: el-Itticahatu'1-Vataniyye, İslâm ve Batı
Kültürü, Kalelerimiz içerden tehdit altındadır. Ayrıca Şeyh Muhammed Lütfî
Sabbağı'm da "el-İbtias ve Mehatiruhu" adlı pek önemli bir kitabı
bulunmaktadır. Bu gibi kaynaklara başvur, özellikle de zikrettiklerimize.
[46] Fethu'1-Barî, 1/16.
[47] İbn Atîk, "ed-Difa' " s.18-19. Varaka
Kıssası için Bak. İbn Hişam, Sîret, 1/254.
[48] İbn Kayyım, "er-Risalütü't-Tebûkiyye",
14-18.
[49] Bu zat Zeyd b. Hattab'ın çocuklarından İmam Hamd b.
Muhammed b. İbrahim b. Hattab'tır. Künyesi Ebû Süleyman'dır. Kendisi muhaddis,
fakih, şair, edip, dilcidir. Hakim en-Nisabûrî, bunun Öğrencilerindendir. Hicrî
319'da Kabil sınırlan içerisinde yer alan Best şehrinde doğmuş ve yine burada
Hicrî 388'de ölmüştür. (Bak. Mealimüssünne, Mukaddime, 1/11. Ziriklî, A'Iâm,
2/273.
[50] Müsned, 4/99, Ebu Davud, 3/7, H.2479, Cihad, Darimî,
Siyer, 2/239, Elbanî Sahi-hu Camiu's-Sağîr, 6/186, H.7346. Elbanî hadisin sahih
olduğunu belirtiyor.
[51] Buhari, Cihad, 6/37. H.2825.
[52] Hattabî,Mealimüssüne
3/352. en-Nasih ve'1-Mensûh, s.207.
[53] İbn Kesir Tefsiri, 2/343.
[54] İbn Kesîr Tefsin, 4/40.
[55] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/352. Müslim, Cihad, 3, İbn
Mace, Cihad, 38.
[56] îbn Arabî, Ahkâmü'l-Kur'ân, 1/484. Müslim, Nevevt
şerhi, 13/8. Kurtubî, 5/308.
[57] Mücaşi' b. Mes'ûd b. Sa'lebe, es-Sülemî, Buharı ve
başkalarınin.ifadesine göre Rasûlüllah (s.a.v.) ile sohbeti vardır. Ebû Osman
en-Nehdî ve başkaları kendisinden rivayette bulunmuşlardır. Cemel vak'asında
öldürülmüştür, el-îsabe, 3/362. İbn Ku-teybe, Maarif, s.331.
[58] Buharı, Hicret, 6/189. H.3079. İmare, 3/1488, H.1864.
[59] İbn Arabi, Ahkamu'I-Kur'ân, 1/484-485.
[60] age. 1/484-485.
[61] Mecmuu Fetavâ, İbn Teymiyye, 18/284.
[62] İbn Arabî, Ahkamu'l-Kur'ân, 1/485.
[63] a.g.k. 1/485: Hadis için bak. Buharı, Tıb, 10/142.
H.5686. Müslim, Kasame, 10. Taun (veba) ile ilgili hadis için bak. Buharî,
10/179, H.5728. Tıb, Müslim, Selâm, 4/1741. H.2219. Hadis şöyledir: "Bir
yerde taun (veba) salgınını işittiğinizde oraya girmeyiniz. Siz, bulunduğunuz
bir yerde taun salgını çıkarsa, oradan çıkmayınız (ayrılmayınız).
[64] Ahkamu'l-Kur'ân, 1/486.
[65] Buharî, Bed'ul Vahy, 1/9. H.1. Müslim, İmaret, 3/1515.
H.1907.
[66] İbn Hacer, Fethu'1-Barî, 6/3.
[67] a.g.k. 6/3.
[68] Müsned, 5/352. Müslim, Cihad, 3. İbn Mace, Cihad, 38.
[69] Bakara, 256. âyetinin tefsiri için bak. îbn Kesîr,
1/459. Yine bak: Seyyid Kutub, daki İşaretler, Cihad Bölümü, s.74.
[70] Bak: "Davet Yolu'’, 1/288-289.
[71] Medaricüssalikîn, 2/196.
[72] İbn Teymiyye, es-Siyasetü'ş-Şer'iyye, s.118.
[73] Buharı, Cihad (Allah yolunda cihad edenlerin
dereceleri), 6/11. H.2790.
[74] Buharı, 6/29. H.2811.
[75] Buharı, 6/4. H.2785
[76] Ebu Davûd, Cihad, 3/12 H. 2486. Hakim, Müstedrek,
2/73. Mişkatü'l-Mesabih,1/225. H. 724.
[77] Tirmiri, İman, 7/281. H. 2619. İbn Mace, 2/1314. H.
31973. Elbanî hadisin sahi olduğunu söylüyor. Bak. Sahihu'l-Camiissağîr, 5/30.
H. 5012.
[78] Buharı, Cihad, 5. H.10. Müslim, İmaret, H.188O.
[79] Davet Yolu, 1/303-304.
[80] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/137. Müslim, İmare, H.1899.
Gazzalî, Fıkhu's-Sîre,
s.244.
Umeyr b. el-Hammam, b.
Cemûh b. Zeyd b. Haram b. Ka'b b. Seleme, es-Sülemî,
Ensar'dandır. Musa b. Ukbe ve başkaları onun Bedire katılanlardan
olduğunu zikret inektedirler. Bu zat, savaşta Allah yolunda ilk şehid düşendir,
bk. tsabe, 3/31.
[81] el-İsabe, İbn Hacer, 1/360. el-Gazzâlî, Fıkhu’s-Sire,
272.
[82] Fazla bilgi için, bkz. Nedvî, Müslümanların
Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti?, adlı kitap, s.104-108.
[83] Bak. Cil, 1/274.
[84] Hatıb b. Ebû el-Lahmî, Kureyşlilerin antlaşmah ve
sözleşmelisi bulunan bir zat idi. Bir rivayete göre de bu zat, Ztibeyr b.
Avvam'ın sözleşmelisiydi. Bedir ve Hudeybİye'de bulunmuştur. Medİne-i
Münevvere'de 65 yaşında iken vefat etmiştir. Medine'ye gelişinin otuzuncu
yılında ölmüştür. Hz. Osman -Allah hepsinden razı olsun- cenaze namazını
kıldirmıştır. Allah (cc), Mümtehine sûresinde, Hatıb'ın İmanlı olduğuna
şehadette bulunmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v.) hicretin altıncı yılında Mısır
ve İskenderiye kralı Mukavkıs'a onu elçi olarak göndermiştir. Mukavkıs kendisini
birçok hediyelerle yollamıştır. Mısır'lı Mariye de bu hediyeler arasında idi. İ
Bk. îstîab, 1/348, Isabe, 1/300.
[85] Taberî Tefsiri, 28/61.
[86] Buharı, Çihad, Meğazî, H. 4890. Müslim,
Fedailussahabe, 161.
[87] İbn Kayyım, Zadu'1-Mead, 3/422.
[88] Tıp otoriteleri böyle, bir defa başgösterip kriz ve
buhran halini alan hastalan böyle değerlendiriyorlar. Bkz. Zadu'1-Mead, 3/425.
(Haşiye=dipnot).
[89] Temimli Zulhuvaysır: îbn Esîr onu, ondan öncekilere ek
olarak "es-Sahabe"de zikretmektedir. Bunun tercemesinde, Buharî'nin
el-Menakıb kitabında 6/617 (H.361O) ve Müslim'in Zekat bahsinde 2/740 (H.1063)
de irade ettiğinin dışında bir şey yazmamıştır. Bu da Ebû Said hadisinden
alınmıştır ki, Ebû Said şöyle diyor: "Biz Ra-sûlüllah'ın yanında idik,
kendisi ganimet paylaştırıyordu. TemimoğuIIanndan Zul-huvaysıra adındaki bîr
adam: "Ey Allah'ın Rasûlü, adil ol" dedi. işte bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular: "Yazıklar olsun sana, ben adil olmazsam,
kim adil olacaktır?" İbn Hacer, el-îsabe, 1/485.
[90] Müslim, zekat, H. 1064.
[91] Buharı, Menakıb, Nübüvvet alametleri bahsi, 6/618;
Müslim, Zekat, 2/746, H.1066. Buharı, H.3611.
[92] Zadu'1-Mead, 3/424-427'den özetlenerek.
[93] agk. 3/114. Ayrıca tbn Ferac el-Malikî,
Akdiyetü'r-Rasûl, s.25.
[94] Şeyh Süleyman b. Sehman, İrşadu't-Talib, s:15.
[95] Buharı, Cihad, 6/168, H.3051. Ebû Davud, Cihad, 3/112,
H.2653.
[96] İbn Kayyım, İ'lam (A'lam)'ul-Muvakknn, 1/136, İbn
Teymiyye, İktizau's-Sırau'l- Müstakîm, s.25
[97] İktizau’s-Sırat, s.25.
[98] Beğavî, Şerhu's-Sünne, 1/171.
[99] İbn Teymiyye, et-Tuhfetu'1-Irakiyye, s.38.
[100] Mulhaku Müellefat'il-İmam Muhammed, s..87.
[101] Şevkânî, Kutru'l-Veliyy, s.259.
[102] Bedaiu'l-Fevaid, 2/274-275.
[103] Bedaiu'l-Fevaid.'den.
[104] Ebû Davud, Diyât, 11. Nesâî, Kasame, 10.
[105] İ’lamu'l-Muvakkıîn, 4/405.
[106] Ebu Davud, Melahim, Tirmizî, Tefsir, İbn Mace, Fiten.
Camiu'1-Usûl, 10/3, H.7453. j
Mişkatu'l-Mesabîh, 3/1423.
[107] ed-Dürerü's-Seniyye, fi'1-Ecvibed'n-Necdiyye",
7/41.
[108] Müslim, İman, H.49.
[109] Buharı İman, H.10.
[110] Bu konu, üç sahabinin durumu, Ka'b b. Malik hadisi ele
alınırken ileride anlatılacaktır.
[111] Mecmûu'l-Fetavâ, 28/203-207.
[112] agk. 28/208.
[113] Beğavî, Şerhu's-Sdine, 1/229.
[114] Şatıbî, el-İ'tisam, 2/53.
[115] Malatî, et-Tenbîh'u ve'r-Redd, s.85.
[116] agk. s.84.
[117] Beyhakî, el-İ'tikad Ala Mezhebi's-Selef, s.118.
[118] İbn Teymiyye, el-Ubudiyye (Kulluk), s.70.
[119] Beyhakî, el-İ’tikad, s.118.
[120] Darimî, İlim, 1/69. Sehavî, Deylemî Müsned'inde
rivayet etmiştir, demektedir. Bak. el-Makasıdu'I-Hasene, s.16.
[121] Bak. Ahkamu Ehli'z-Zimme, 1/69.
[122] Fi Zılal,6/3546.
[123] İbn Sadî, Tefsiru Kelami'l-Mennân, 1/274.
[124] Hadis Buharî'de Talak bahsinde, "İman etmedikçe
müşrik (putperest) kadınlarla evlenmeyin" ayeti bölümünde ele alınmıştır.
Nafi'den rivayete göre, Abdullah b. Ömer (r.a.)'den, Hıristiyan ve Yahudi
kadınlarla evlenmek hakkında sorulduğunda, şöyle demiştir: "Gerçekten Allah
(cc.) müminlere müşrike (putperest kadınlarla) evlenmeyi haram kılmıştır. Hz.
Isa Allah'ın kullarından bir kul olduğu halde, bir kadının Rabbinin isa
olduğunu söylemesinden daha büyük bir şirk görmemekteyim." 9/416,
H.5385.
[125] İbn Teymiyye, Dekaiku't-Tefsir, 1/258-260.
[126] İbn Kudame, 7/129 = eI-Muğnî.
[127] Buharı,Veraiz, H. 6764. Müslim, Feraiz, H.16I4.
[128] Fethu'l-Barî, 12/50.
[129] Şerhu's-Sünne, 8/364.
[130] Agk 8/365.
[131] Sünen, Ebu Davud Libas, H.4031, Müsned, 7/142.
[132] Ömer Ferrh "Yolların Ayrılışında İslâm"
s.81-83. II
[133] Agk. s.14.
[134] Agk. s.15.
[135] Agk. s.16.
[136] Agk. s.16.
[137] Sünen Ebû Davud, Libas, H.4O31. Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 7/142, H.51I4. Ah-med Şakır, Hadisin isnadının sahih olduğunu
belirtiyor. Elbanî de sahih olduğunu bildirmektedir. "Sahîhu'1-Cami",
5/270, H.6025.
[138] İbn Teymiyye, "İktizau's-Sırat." s.83. îbn
Teymiyye bu eserinin 200. sayfasında bu ifadenin sahih- olduğunu
bildirmektedir.
[139] agk. s.82-83.
[140] Buharî, İ'tisam, H.7320. Müslim, İlim, H.2669. Lafız
Buharî'nindir.
[141] Müslim, 4/2285 H.2981.
[142] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/218. Hadis isnad yönünden
sahihtir. Hadis ricali de sahihin ricalidir.
[143] İbn Teynıiyye, agk. s.314
[144] Buharı, Enbiya, H.3462. Hz. İsa'nın nüzulü. Müslim,
3/1663, H.21O3
[145] Müslim, Libas, 80. Ebu Davud, Salat, H. 652.
Sahîhu'1-Cami, 3/106. H.3205. Elbanî, sahihtiv-diyor.
[146] Tirmizî, 7/335, H.2696. isnadının zayıf olduğunu
belirtmiş ve fakat Elbanî hasen olduğunu bildirmiştir. Sahihu'1-Cami, 5/101,
H.5310.
[147] İbn Kayyım, t'lamu'l-Muvakkun, 3/140.
[148] İbn Teymiyye, İktiza, s.176-177.
[149] İbn Kayyım, "el-Cevabu'I-Kafî", s.167.
[150] Bedaiu'l-Fevaid, 2/262.
[151] İbn Teymiyye İktiza, s.178-179.
[152] İbn Teymiyye, tktizau's-Sirat, s.11-12.
[153] Agk, s.12.
[154] Agk. İbn Teymiyye, gönüllere şifa veren bilgiyi
sunmuştur. Oraya bakın.
[155] Agk. s.181.
[156] Hadisi Ebû Davud rivayet etmiştir. Salât, H. 1134. îbn
Teymiyye, agk. s.184. Bu hadisi ayrıca Nesâî ve Ahmed b. Hanbel Müslim'in
şartlarına uygun olarak rivayet etmişlerdir.
[157] A.g.k. s.184-186.
[158] A.g.k. s.182-199. Bunu Ebu'ş-Şeyh el-Isbahanî rivayet
ettiği gibi, Beyhakî de Ha-sen bir isnad ile rivayet etmiştir.
[159] A.g.k. s.208.
[160] A.g.k. s.209.
[161] A.g.k. S.216.
[162] Buharı, 13/111, H.7I38, Ahkâm. Müslim, İmaret, H.1829.
[163] İbn Teymiyve, İktizau's-Sırat, s.122-124.
[164] İbn Kayyım, Ahkamu ehli'z-Zimme, 2/661-662, 668.
[165] İbn Kayyım, agk. 2/663
[166] İbn Teymiyye, "es-Sarimu'l-MeslûI Alâ
Şatimi'r-Rasûl", s.5-26.
[167] Bak. Önceki kaynak.
[168] Ebû Davud, sünen, Hudûd, H. 4362- Darekutnî, Hudûd, 3/112,
H.102. Hafız "Bülûğulmeram" da, ravilerinin sika olduğunu belirtiyor.
Bk. Muğnî'nin taliki, 3/112.
Hadisi îbn Batta da Sünen'inde zikretmiştir. Hadis muttasıl bir
hadistir. Çünkü Şa'bî, Hz. Ali'yi görmüştür. Kendisi Hz. Ali zamanında yaklaşık
yirmi yıl bulunmuştur. Öte taraftan şayet hadis mürsel bir hadis ise -çünkü
Şa'bî'nin Hz. Ali'den duyması uzak bir ihtimaldir- bu, yine de bir hüccet ve
delil sayılmaktadır. Hem de uygun olan bir hüccet. Çünkü bunlara göre
Şa'bî'nin mürselleri sahihtir. Zira Şa'bî yoluyla bilinen ne kadar mürsel
varsa, hepsi de sahih olarak gelmiştir. Bak. İbn Teymİyye,
"es-Sarim", s.61.
[169] Ebû Davud, Sünen, Hudûd, 4361. Nesaî, Sebbünnebiy,
7/108. Hadisin isnadı hasendir.
[170] Buharı, Meğazî, 4037, Müslim, Cihad, H.1801.
[171] Muhacir b. Ebû Ümeyye b. Abdullah b. Amr b. Mahzûm
Kareyşî olup mahzum kabilesindendir. Peygamberimizin hanımı annemiz Ummü
Seleme'nin erkek kardeşidir. Zübeyr diyor ki: Müşriklerle birlikte Bedir
savaşına katılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.v.), kendisini Sana'daki sadakalar
üzerinde vali olarak görevlendirdi. Sonra da Hz. Ebû Bekir kendini vali olarak
atadı. (el-İsabe, 3/465).
[172] İbn Teymiyye, "es-Sarim..." s.200.
[173] Avf b. Malik el-Eşcaî için Vakıdi der ki: Hayber
senesinde müslüman olmuştur. Humus'a gelmiştir. Başkası da şunları söylüyor:
Mekke'nin fethine şahit olmuş, fetihte bulunmuş ve Eşcaîlerin sancağını
taşımıştır. İbn Sa'd ise şunları söylüyor: Hz. Peygamber (s.a.v.) bununla Ebû
Derdâ'yi kardeş yapmıştır. H.73'te Abduime-lik'in hilâfeti döneminde vefat
etmiştir. (el-İsabe, 3/43).
[174] Ebû Ubeyd, "el-Emval", s.235-236.
[175] İbn Teyfmyye, "es-Sarim..." s.206-209.
[176] Buharî, ikrah, H.6944. Müslim, Cihad, H.1765.
[177] Buharî, Cihad, H.3053. Müslim, Vasiyyet, H.1637.
[178] Müslim, Cihad, H.1767.
[179] İbn Kayyım, "Ahkamu Ehli'z-Zimme", 1/184.
Ebû Ubeyde, "el-Emvai", s.90.
[180] İbn Kayyım, agk. 1/185.
[181] Agk. l/188.
[182] Agk. 1/189.
[183] Dr. Vehbe Zuhaylî, "Asaru'I-Harb Fil
Fıkhi'l-İslâmî", s.63. Bu zat, Kur'an'ın bazı ayetlerini yorumlarken hep
işi bu noktaya getirir. Öyle konuşur ki, alimler ve talebeler bir yana,
sıradan tevhid erbabının bile kabul edemeyeceği şeyler konuşur durur.
[184] el-Alakatu'd-Devliyye Fil İslâm", s.42.
[185] Asaru'1-Harb", s.65.
[186] Cemaleddîn Efganî Hatıratı, (Abdulaziz Seyyidul Ehl)
s14, yine 158.
[187] Fî Zılâl'il-Kur'ân, 2/9O9-915'teh özetleyerek.
[188] Taberî tefsiri, 28/66.
[189] Taberî Tefsiri, 28/66.
[190] Fî Zılâl, 6/3544.
[191] Buharî, Hibe, H.2620, Müslim, Zekat, H.1003.
[192] Fethu'l-Barî, 5/234.
[193] Fethu'l-Bari 5/233.
[194] Buharı, Edeb, H.5984, Müslim, Birr, H.2556.
[195] Ahkamu Ehli'z-Zimme", 2/417-418.
[196] İbn Teymiyye, "es-Siyasetu'ş-Şeriyye",
s.155.
[197] İbn Teymiyye, "el-Mesailu'1-Mardiniyye",
s.132-133.
[198] Buharı, 4/410, H.2216.
[199] Fethu'1-Barî, 4/410.
[200] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/137, H.3409. Hadisin isnadı
sahihtir.
[201] İbn Teymiyye, "İktizau's-Sirat...", s.229.
[202] Ahkamu Ehli'z-Zimme, 1/299-302.
Mecmuatu'r-ResJfflfe'l-Mesail, 1/229.
[203] Buharî, 3/219 H.1356.
[204] Buharî, Cenaiz, H.1360.
[205] Fethu'1-Barî, 10/119.
[206] Fethu't-Barî, 10/119.
[207] İbn Kayyım, "Ahkamu Ehli'z-Zimme",
1/205-206.
[208] Ebû Davud, Sünen, Edeb, H,4977. Mişkatu'l-Mesabîh,
3/1349, H.4780. Elbanî, hadisin isnadı sahihtir, diyor.
[209] İbn Kayyım, Ahkamu Ehli'z-Zimme, 2/771
[210] Taberî Tefsiri, 11/111-112.
[211] Taberî Tefsiri, 11/111-112.
[212] Müslim, Selam, H.2167. Ebû Davud, Edeb, H.52O5.
[213] Buharî, İstizan, H.6254. Müslim, Cihad, H.1798.
[214] Taberî Tefsiri, 11/112.
[215] İbn Kayyım, Zadu'1-Meâd, 2/425.
[216] İbn Kayyım, Zadu'1-Meâd, 2/245.
[217] Buharı, İstizan, H.6257. Müslim, Selam, H.2164.
[218] Buharı, İstizan, H.6258. Müslim, 4/1705, H.2163.
[219] Yoldaki İşaretler, s.131-132. İbn Teymiyye,
Mecmûu'l-Fetavâ, 4/114.
[220] Yoldaki İşaretler, s.131.
[221] Buharı, İcar, 3-4, Menakıb.
[222] Bedaiu'l-Fevaid, 3/208.
[223] Fethu'1-Barî, 4/442.
[224] Buharı, İcare, 4/452. H.2275.
[225] Fethu'i-Barî, 4/452.
[226] Müslim, Cihad, H. 150 (1817).
[227] İmam Epû Bekir Muhammed b. Musa b. Osman b. Hazım.
Kendisi Hazımî diye şöhret yapmıştır. Hadis ricalindendir ve Hemedanlidır. 548
hicrîde doğmuş ve Bağdat'ta 584 hicride vefat etmiştir. Bak. Ziriklî, A'lâm,
7/117.
[228] Hazımî; "el-İ'tibar fi'n-Nasih ve'I-Mensûh
minelasâr", s.219.
[229] Bak. Önceki kaynak, s.220.
[230] Zadu'Uvleâd, 3/301. Huzaî'li zatın kıssası için bak,
Taberî Tarihi, 2/625.
[231] İbn Kayyım, Zadu'1-Meâd, 3/479. Bu kıssa için Bkz. tbn
Hişam, Sîret, 4/83 Tabe-rî TariM, 3/73.
[232] Mülhaktı Musannafaı İmam Muhammed b. Abdulvahhab, s.7.
[233] Buharî, Muzaraa, 5/15, H.2331.
[234] İbn Teyrniyye, tktizau's-Sirat, s.50. Ahmed b.
Hanbel'in öayet ettiği bu hadise"Ebû Musa'nın Müsned'İnde
rastlayamadım." Beyhakî, "es-Sünen'ü! Kübrâ"', Kitabu
Ada.bi1-Kadî, 10/127.
[235] İbn Kayyım, "Ahkamu Ehli'z-Zİmme", 1/212.
[236] Bak. Önceki Kaynak, 1/214.
[237] Şebîb b. Şeybe b. Abdullah et-Tamîmî el-Minkarî
el-Ehtemî, Bu zat Meliklerin edebiyatçısı, güzel söz söyleyeni, fakirlerin
arkadaşı, yoksulların kardeşidir. Kendisine "Hatip" unvanı
verilmiştir. Çünkü kendisi çok fasih bir zat idi, deha bakımından gayet
üstündü. Kendi ülkesinin halkı ihtiyaçları olduğu zaman ona.gelirlerdi. Bak:
"Şezeratu'z-Zeheb", 1/256, 4/307. Ziriklî, A'lam, 3/156.
[238] Bak. Öhceki kaynak, 1/215.
[239] Taberî Tefsin, 3/228-229.
[240] Agk. 3/228-229.
[241] Fethu'1-Barî, 12/314.
[242] Fî Zılâl l/386.
[243] Beğavî Tefsiri, 1/336. Cassas Ahkamu'l-Kur'ân, 2/289.
[244] Bedaiu'l-Fevaid, 3/69.
[245] Dirasat Kur'aniyye", s.326-327.
[246] Taberî Tefsiri, 3/228.
[247] Hz. Ammar ile ilgili bu konuda en sahih rivayetler
şunlardır: Hakim, Müstedrek, 3/392-393. Nesaî, 8/111 (İman), Buradaki hadis
şöyledir: "Ammar, iliklerine varıncaya dçk iman ite doludur."
Elbanî, Sahihu'1-Camİ, 5/211,H.5764. Sİlsİletu'I-Ahadisi's-Sahİha, 2/466,
H.807.
[248] Hadis mürseldir, ravileri güvenilirdir. Fethu'1-Barî,
12/312.
[249] Vahidî, "Esbabu'n-Nüzûl", s.162. Taberî
Tefsiri, 14/182. İbn Kesîr, Tefsiri, 4/525.
[250] Taberî Tefsiri, 14/182.
[251] îbn Kesîr Tefsiri, 4/525.
[252] Fethu'1-Barî, 12/311-312.
[253] Hazin Tefsiri, 4/117.
[254] Hazin Tefsiri, 4/117.
[255] Îbn Kesir Tefsiri, 4/525.
[256] Habib (Hubeyb) b. Zeyd b. Asım b. Amr Ensar'dandır.
Abdullah b. Zeyd'in kardeşidir. Îbn İshak'ın anlattığına göre, Ensar'dan Akabe
biatmda bulunanlardandır. Yine Îbn İshak diyor ki, bu, Müseyleme'nin öldürdüğü
yani şehid ettiği kimselerdendir. Îbn Sa'd da diyor ki: Hubeyb, Uhud, Hendek
ve birçok savaşlarda bulunmuştur, (el-İsabe, 1/307).
[257] İbn Kesir Tefsiri, 4/525.
[258] Bu zat Abdullah b. Huzafe b. Kays b. Adiyy b. Sa'd b.
Sehm'dir. Kendisi Kureyş'in Sehmî koluna mensuptur. Annesi Ami bnt. Harsan İse,
Beni Haris'tendir. Bu zat ilk müslüman olanlar arasında yer alır. Denildiğine
göre kendisi Bedir gazasında bulunmuştur. Ancak Megazî yazarlarından Musa b.
Ukbe, İbn İshak ve daha başkaları bu zatı zikretmemişlerdir. Bu zatın Rum
kralı ile olan kıssasını yukarıda anlatmıştık. Hayatı için bak: (el-tsabe,
2/296, Tehzîbu't-Tenzîb, 5/185).
[259] İbn Kesir Tefsiri, 4/88-89.
[260] Prof.Abdülmecid Şazelî, "Haddü'I-İslâm ve
Hakikatu'I-İman", s.523.
[261] Abdülmecid Şazelî, "Haddu’l-İslâm ve
Hakikatu'l-lman", s.523.
[262] Bak. Önceki kaynak, s.526.
[263] İbn Atîk, "ed-Difa' ", s.30.
[264] Müslim, İman, 1/50.
[265] Şazelî, Haddu'l-İslâm, s.527-528'den özetlenerek
alındı.
[266] Nedvî, "Müslümanlann Gerilemesiyle Dünya Neler
Kaybetti?", s.126-127.
[267] Seyyid Kutub, "İslâm Düşüncesinin
Özellikleri", M. Kutüb, "İslâm'da Terbiye Metodu", "İnsan,
Madde ve İslâm".
îslâmın örnek bir sistem olduğuna dair bu eserler okunursa, doğru bir
fikir kazanılmış olunur.
[268] Buharı, Meğazî, 8/113, H.4418. Taberî Tefsiri, 11/60,
İbn Kesir Tefsiri, 4/İ66-168.
[269] Fethu'1-Barî, 8/121. Buharî, İman, i. 60, H.16.
Müslim, İman, H.43, 66, 67. İbn Kayyım, "Zadu'l-Meâd", 3/581.
[270] Zeyd b. Desine b. Muaviye b. Ubeyd b. Amir b. Beyaza.
Ensar'dandır. Bedir ve Uhud savaşlarmıgörmüş, kendisi Bi'ri maune faciasında
müşriklere esir düşmüştü. Ku-reyş müşrikleri, kendisini "Ten'îm"
denilen yerde şehid ettiler. Bk. el-lsabe, 1/565.
[271] İbn Hişam, Sîret, 3/181.
[272] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/301. İbn Kesîr Tefsiri,
6/394.
[273] Taberî Tefsiri, 3/519-520.
[274] Buharı, Meğazî, H.4423. Müslim, İmare, H.1911 (159).
[275] Biz Müslüman mıyız?", s.110.
[276] Kifahu Dîn", s.147.
[277] Hasadu'l-Ğurûr", s.39.
[278] Prof.Abdullah et-Tell, "Cüzûru'1-Belâ",
s.275.
[279] General Bayar Galu, "Muctama'ul-Kuveytiyye"
dergisi, sayı: 450, s.4, Yıl.1399 h.
[280] İslam dünyasına baskın (el-Garetu Alel Alemi' 1-İslâmî)",
s.94.
[281] el-İslâm ve Evdauna el-Kanuniyye", s.75.
[282] Dr. Muhammed Muhammed Hüseyin,
"Ezmetu'i-Asr", s.18-20.
[283] el-Fikru'1-İsSâmî el-Muasır. Dirase ve takvîm",
s.35-37.
[284] Mevsûatu’l-Akkad", 4/958. Gazî Tevbe,
"el-Fikru'!-İsIâmî", s.171.
[285] İslâm ve Batı Uygarlığı", s.50.
[286] el-İtticahatu'l-Vataniyye fi'l-edebilmuasır",
2/229. Garf Tevbe, "el-Fikru'1-İslâriıî' s.104.
[287] Cüzûru'l-Belâ", s.276.
[288] Muhammed Muhammed Hüseyin, "îslâm ve Batı
Kültürü", s.46.
[289] Muhammed Kutub, "Biz Müslüman mıyız?"
s.136-138. "Müzekkiretülmezahibul-fikriyyetulmuasıra”
[290] Bak. Önceki iki kaynak.
[291] Biz Müslüman mıyız?" s.141.
[292] Dr. Ali Cureyşe ve arkadaşı,
"Esaübulğazvilfikrî", s.64-65.
[293] Dr.Muhammed Muhammed Hüseyin, "İslâm ve Batı
Uygarlığı", s.17-30.
[294] el-îtticahatu'l-Vataniyye", 2/217.
[295] Üstad Sefer b. Abdurrahman el-Havalî, "Laiklik ve
İslâm Dünyasındaki Etkileri" kitabı bunu çok İyi açıklamaktadır.
[296] Ukaz Gazetesi, Haftalık sayı: 4728. Hicri 16.6.1399.
[297] Geniş bilgi için bak:
"el-îtticahatu'1-Vataniyye", 1/90-113.
[298] Agk. 1/112.
[299] islâm ve Batı Uygarlığı, s.60.
[300] Batı Düşünce Tarzları", s.71.
[301] M.Kutub,
"Müzekkiretu'l-Mazihibi'l-Fikriyye".
[302] Bkz. Önceki kaynak.
[303] Muhammed Muhammed Hüseyin,
"el-İtticahatu'l-Vataniyye", islâm ve Batı Uygarlığı,
"Kalelerimiz içten tehdit altındalar.
[304] Siyon Protokolleri", Trc. Muhammed Halife
et-Tunûsî, s.I68. Meydanı, "Yahudi Tuzakları", s.346.
[305] İslâm ve Batı Uygarlığı", s.102,103,109.
[306] Biz Müslüman mıyız?" s.l74'den özetlenerek.
[307] Agk. s. 172.
[308] Agk. s.176.
[309] Dr. Sıbaî, "Sünnet ve İslâm Hukukundaki
Yeri", s.13. Bu kitapta güzel örnekler sunulmuş, isteyen oraya baksın.
[310] A.g.k.
[311] A.g.k.
[312] Dr.Muhammed Muhammed Hüseyin, "İslâm ve
Batı'Uygaralisi" adlı kitabinin özellikle 4,5 ve altıncı bölümler.
Dileyen bunlara bakabilir.
[313] Müzekkîretu'l-Mezahibu'l-Fikriyye."
[314] Nedvî, "Araplar ve İslâm", s.9.
[315] M.Kutub, "Siyon Planlan" adlı konferansı.
[316] Yusuf el-Kardavî,
"Dersü'n-Nükbetü's-Saniye", s.45.
[317] A.g.k. s.36.
[318] Dersü'n-Nükbe..." s.39.
[319] A.g.k. s.82.
[320] A.g.k. s.82.
[321] A.g.k.
[322] Müzekkiretu'l-Mezahibi'l-Fikriyye".
[323] Müzekkiratu'l-Mezahibİ'l-Fikriyye".
[324] İslâm ve Batı Uygarlığı", s.237.
[325] Şeyh Salih el-Abûd, "İslâm Işığında Arap
Irkçılığı Düşüncesi", s.254. Nedvî, "İslâm ve Batı Düşüncesi
Çatışması", s.124-162. "el-İtticahatu'1-Vataniyye", 1/67,105.
Muhammed Mustafa Ramadan, "eş-Şuubiyyetu'1-Cedîd"
"el-ltticahatu'l-Vataniyye", 2/292.
[326] İslâm ve Batı Uygarlığı", s.132.
[327] Aylık "İslâm Dünya Birliği" dergisi, sayı:
5. Yıl: 19. (Cemadilûlâ, 1401 h.) burada hatırlatmak yerinde olacaktır.
Kuveyt'le yayınlanan "el-Arabî" dergisi, sayı: 267, h. 1401.
Rebİulevvel ayındaki sayısında bu davetle ilsiü olarak iki makale yayınlandı.
Birinci makale şöyledir: "(s.18) Dr. Muhammed Fethi Osman burada:
(Müslümanlar ve Ötekiler) adıyla şu ifadelere yer veriyor:
"Çağdaş müslümanlann
yeniden Daru'1-Harb ve Daru'l-İslâm düşüncesine ve konusuna bir göz atmalarını
İster. Bunun doğru bir ayırım olmadığını belirtir. Çünkü Kitab ve Sünnette buna
ait herhangi bir deli! yoktur, bu sadece fakihlerin ortaya koydukları bir
prensiptir, diye belirtir. Aynı zamanda açıklamasına devamla, hilafetin yani
Islama dayalı hilafetin sadece tarihi bir örnektir ve zaten fazlaca da sürmemiştir.
O halde bugün Müslümanların görevi artık bir daha bu noktada düşünme-meleridir.
Yine müslümanlann görevi, müslüman yeniden dikkatlerini şuna çevirmeliler;
Çağdaş dünyadaki ülkelerle ilişkiler meselesine dönsünler. Böylece ülkeler
arası yardımlaşma sanatını öğrenmiş olurlar. Bilhassa Birleşik Amerika'ya,
bunların siyasetlerine baksınlar. Bilhassa bu yirminci asrın otuzlu
yıllarındaki ekonomik sıkıntıyla birlikte sürdürdükleri siyasete bir baksınlar.
Aynı zamanda Doğu Bioku-na da bir göz atsınlar. Görsünler Kuruşçef selefi
Stalin'in siyasetinden nasıl vazgeçmiştir, bunu görsünler...
Yazar burada İslâmî
kavramlarda değişikliğe gidilmesini istiyor. Tıpkı kanun koyucuların koymuş
oldukları kısır kanunlar gibi kanun yapmalarını istiyor. Sanki bu adam bilmiyor
veya bilmez görünüyor. Hiç Rabbani olan ve herşeyden haberdar olan, hakîm olan
Allah tarafından indirilenle, beşerin kısır ve geçersiz görüşlerine dayalı
kanunların karşılaştırılması yapılabilir mi? Bu olacak şey değildir. İşte
böylesi bir davet, "Evrenselliğe" çağıran bir davet olup, doğrudan
İslâm'daki cihadın meşruluğunu ortadan kaldırıyor. İkinci makale şöyledir:
Bu, bir öncekine göre daha
iğrençtir. Yazı Fehmi Huveyda*ya aittir. Başlığı da şöyledir: "Müslümanlar
ve ötekiler: Yolda diken ve düğümdürler, s. 19. Bu makale de bir öncekisi gibi
ve daha ileri giderek aynı şeyleri terennüm ediyor. İslam alimlerini cahil,
nassların delâlet ettiği şeyleri bilmez kimseler olarak damgalamaktadır. Bu
adam diyor ki: Aslında İlk merhale -İslâmın aydınlık tarihi olan ilk
merhalesini kasdediyor- bunun kendine göre hesaplan ve ölçüleri vardır. Bunu
olduğu gibi bütün insanlık tarihinin kalan bölümüne genelleştirmek imkânı
yoktur. Sözlerini te-kîdle der ki: Diğer taraftan müslümanlar sırf müslüman
oldukları için seçkin ve üstün olmaları doğru bir görüş değildir. Onlara
üstünlük veren İslâmdır görüşü de doğru değildir. Başkalarını kendilerinden
aşağı görmek ve kâfir oldukları için böyle kabul etmek doğru değildir.
İşte bu söz, evet sadece bu
söz bizim İçin yeterlidir. Çünkü bu, Masonluğun insanlık prensibini ortaya
koymaktadır. Aynı zamanda bu, kafirlere olan bağlılığı, itimadı ve dostluğu,
yetkiyi onlara vermeyi en açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Çünkü
Hüveyda'nın söylediği bu ifadeler, kâfirler için bir güvence ve teminat olmaktadır.
Zira artık bunu müslüman çocukları söylemektedir. İslâm'da Velâ ve Berâ temeli
üzerinde kurulmuş bulunan, sevgiye dayanan, buğzu İçeren bir ayırım esasına
dayalı binayı yıkmaktadır. O halde müslümamn İyi bir hesap yapması için, İslâmî
bir sonuca varmak için, müslümanlara ayak sürçme ve kaygan yerlerin gösterilmesi
gerekir. Bu tür dinsiz çağrıların öğretilmesi icab eder.
[328] İslâm ve Batı Uygarlığı", s.197.
[329] Mevdûdî, "Ahlâkî Esaslar", s.49-50'den
özetlenerek.
[330] İstikbar İslâmındir, s.109.
[331] Bkz. İstikbal Ulamındır.
[332] S.Kutub, "İslâm ve .Uygarlık Problemleri",
S.182.
[333] İbn Kayyım, "İ'camu'l-Muvakkıîn", 3/207.
Hadis: Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/126. tbn Abdi't-Berr, Camiu Beyanı'1-İtim,
2/222. tbn Mace, Mukaddime, 6. Terğib ve Terhîb, 1/46. Camiu'l-Usûl, (Haşiye)
1/293.
[334] Müslim, Eşratussaa, H.2921.