KUR’AN VE SÜNNET IŞIĞINDA ESMA-İ HÜSNA ŞERHİ 9

Giriş. 9

Allah'a Hamd ü Sena Ve Yalvarma: 12

Esmâül-Hüsnâ Ne Demektir?. 12

Esmâül-Hüsnâ'yı Öğrenmenin Faydaları: 12

Hayâtın Gayesi: 12

Esmâü'l-Hüsnâ İle İlgili Hadîs'in Metnî: 12

Hadîs'în Ma'nâsı: 13

İhsâ Ne Demektir: 13

İsimleri Saymak Nasıl Yapılmalı?. 13

Hadîs'in Manâsına Devam Edelim: 13

İlâh Kelimesinin Manâsı: 13

Ulûhiyyet Kimin Hakkıdır?. 14

Dikkate Değer Bir Nokta: 14

Allah Teala'nın İsimleri Tevkîfîdir 14

Esmâ-i Hüsnâ’ya İmanın Esasları 15

Allah Teâlâ'nın Sıfatlarının Kısımları 15

Esma-i Hüsna'nın Delaleti 16

Esma-i Hüsnâ’yı İnkar 17

Esmâi Hüsna'yı Saymak İlmin Esasıdır 18

Allah'ın (c.c.) Bütün İsimleri Güzeldir 19

Allah Teâlâ'nın İsimlerinden Tek Başına, Başkası İle Birlikte Ve Karşıtı İle Birlikte Söylenilenler 19

Birkaç Sıfata Delâlet Eden İsimler 19

Bütün İsimVe Sıfatları Kapsayan Güzel İsimler 19

Allah Teâlâ'nın İsimleri Ve Sıfatlarının Kendisine Ait Olması 23

İsimlerin Aynı  Olmasının İsimlendirilenlerin De Aynı Olmasını Gerektirmediği 23

Bilinmesi Gereken Şeyler 27

Esma-i Hüsna'yı Saymanın Mertebeleri 28

Esma-i Hüsnâ Sayı İle Sınırlanamaz. 29

İlmî Araştırmalar, Fetva, Davet ve İrşad Daimî Komisyonunun Esma-i  Hüsna Hakkındaki  Fetvası 29

Esmâ-i Hüsnâ İle İlgili Ayet-i Kerimeler: 34

Tesbihat 34

Haşr Sûresinin Son İki Ayeti Ve Esma-i Hüsna. 35

Esmâ-i Hüsnâ Ve Tevhid. 35

Esmâ-i Hüsnâ Hakkında Gelen Rivayetler Ve Hadis-i Şeriflerde Geçen Lafızlar 36

Esmâ-i Hüsnâ'nın Sayımı 36

Esmâ-i Hüsnâ Hakkında Gelen Farklı Rivayetler 36

Esmâ-i Hüsnâ'nın Kur'ân-ı Kerim'deki Geçiş Şekli 37

Rasulullah (s.a.v.)'in "Doksan Dokuz" Sayısını Söylemesindeki Hikmet 42

ALLAH.. 43

Kelime-i Tevhid. 44

Hanif Kelimesi 45

Lügat Manası: 45

Istılahî Manası: 45

Kalbi Selim, Kalbi Korumanın Yolları Ve Tedavisi 46

Kalbin Dereceleri 47

Kalbin Korunması 47

Kalbin Tedavisi 48

İlâh Kelimesinin Tefsiri 48

İlâh Kelimesinin Manası Ve Kur’an’da Kullanılışı 49

Allah Lafz-ı Celâli Ve Kur'ân-ı Kerim'deki Sayısı 50

Ülûhiyyete Mahsus Sıfatlar: 55

Kıdem.. 55

Beka. 55

Vahdaniyyet 55

Muhâlefetün Lî’l-Havâdis. 55

Kıyam Bi-Nefsihî 55

Hayat 55

İlim.. 55

Semi 55

Basar 56

İrâde. 56

Kudret 56

Tekvin. 56

Kelâm.. 56

Allah İsminîn, İsmi Câmî Olması: 56

Vâcibül-Vücûd Mefhûmu: 56

Vâcibü’l-Vücûd'un Karşılığı "Mümkinü'l-Vücûd": 56

Bu İsm-i Şerîfîn, İsm-i A'zam Olması: 56

Allah İsm-i Şerifinin Ma'nâsındakî Topluluk: 57

Bu İsm-i Şerîf Hükmünce Bir Kul İçin Gereken Şey: 58

Bu Gayeye Ulaştırıcı Dört Mühîm Esas: 58

Eser- Müessir Kanununun İzahı: 58

ER-RABB.. 59

Esma-i Hüsnâ Ve Manaları 59

1. ER-RAHMAN.. 59

Rahmet Veya Merhametin Ma'nâsı: 63

İrâde-i Hayr Ne Demektir?. 63

Rahmetin Zıddı Gadab: 63

Öyle İse Sevgili Okuyucu! 63

2. ER-RAHİM... 64

Allah'ın "Rahîm" İsminin  Diğer Yüce İsimlerle Geçiş Şekli: 66

Ruhları Eseflere Boğan Acı Bir Duygu: 68

İsm-i Şerife Mazhar Olanlar: 68

Bu Noktanın Ezâhı: 68

Merhametli İnsanların Yapması Gereken Şeyler: 68

Îyilîk Görenlerin Yapması Gereken Şeyler: 69

Er-Rahmân, Er-Rahîm İsm-i Şerifinin Zevkini Duyanlar: 69

3. EL-MELİK.. 69

Kula Gereken Şey: 71

4. EL-KUDDÜS. 72

El-Kuddûs İsm-i Şerîfînin Biricik Sâhîbi: 73

El-Melik İsm-i Şerifinden Sonra El-Kuddûs İsm-i Şerifi: 73

Kula Gereken Şey: 73

5. ES-SELÂM... 74

Bu Ma'naya Göre Kul İçin Gereken Şey. 75

İsm-i Şerifin Başka Bir Ma'nâsı: 75

Bu Ma'naya Göre Kula Gereken Şey: 76

Felâket Ve Buhranlı Dakikalarda Dîn Ve Îmân Kuvveti: 76

Yîne Bu İsm-i Şerîfîn Tefsîrî Olmak Üzere: 76

6. EL-MÜ'MİN.. 77

Kula Gereken Şey: 78

Îmânın Bütünlüğü: 78

7. EL-MÜHEYMİN.. 78

Kula Gereken Şey: 79

8. EL-AZİZ.. 79

Kula Gereken Şey: 81

9. EL-CEBBAR.. 81

Kula Gereken Şey: 82

10. EL-MÜTEKEBBİR.. 82

Eski İnsanların Dîllerî Üstüne Yollar Yapıldı: 83

Kula Gereken Şey: 83

Kîbîrli Bîr İnsanın Her Şeyden Eli Boş Kalır: 83

11. EL-HÂLİK.. 83

Allah Vardı, Beraberinde Hîçbir Şey Yoktu: 84

Kula Gereken Şey: 84

12. EL-BÂRİ 84

Kula Gereken Şey: 85

13. EL-MUSAVVİR.. 85

Yaratmak Kelimesinin Hakikî Ma'nâsı: 86

Kula Gereken Şey: 87

14. EL-GAFFAR.. 87

Günahkâr Bîr Kimse Neye Benzer: 88

Günah Lekelerini Temizleyen Sabun: 88

İç Yüzü Tamâmîyle Kararmış Olmanın Alâmeti: 88

Kula Gereken Şey. 88

15. EL-KAHHAR.. 88

Kahr ve lûtf: 89

Kullara Gereken: 89

16. EL-VEHHAB.. 89

Kullara Gereken: 90

17. ER-REZZAK, ER-RÂZIK.. 90

Zâhîrî Ve Manevî Rızk: 91

Kula Gereken Şey: 92

18. EL-FETTAH.. 92

Kula Gereken Şey: 93

19. EL-ALÎM... 93

İnsanlardaki İlmin Kıymeti: 94

Kula Gereken Şey: 94

20. EL-KABID.. 95

21. EL-BASIT.. 95

Kula Yaraşan Şey: 95

22. EL-HAFİD.. 95

Kula Gereken Şey: 96

23. ER-RAFİ 96

Kula Gereken Şey: 96

24. EL-MUİZ.. 96

25. EL-MUZİL. 96

Kula Gereken Şey: 97

26. ES-SEMİ' 97

Mutlak Kemâl, İzafî Kemâl: 99

Kula Gereken Şey: 99

27. EL-BASÎR.. 99

Biz Kullara Yaraşan: 100

Allah Her Lâhza Bîzimle Berâberdîr: 100

28. EL-HAKEM... 100

Kula Gereken: 101

29. EL-ADL. 101

Adl İle Âdilin Farkı: 102

Allah’tan Başka Adl Yoktur: 102

Allah'ın Yaptığı Her İş, Tam Bir Adalet Ve Hikmettir: 102

Kula Gereken: 103

30. EL-LATİF. 103

Kula Gereken Şey: 104

31. EL-HABİR.. 104

Kula Gereken Şey: 105

32. EL-HALİM... 105

Bizlere Yaraşan Şey: 106

33. EL-AZÎM... 106

Mahlûkun Büyüklüğü: 107

Allâhu Teâlâ Büyükler Büyüğüdür: 108

Kula Gereken Şey: 108

34. EL-GAFUR.. 108

35. EŞ-ŞÂKİR, EŞ-ŞEKÛR.. 109

Şükran Yolunu Tutanların Alâmetleri Ve Akıbetleri: 110

Kula Gereken Şey: 110

36. EL-ALÎ, EL-ALİYY, EL-A'LÂ.. 110

Yüksekliğin Gerçek Manâsı Şudur: 111

Kula Gereken Şey: 111

37. EL-KEBÎR.. 111

Göklerin Esrarını Çözmeye Çalışan İlimler: 112

Bu İsm-i Şerif Hükmünce Kula Yaraşan Şey: 112

38. EL-HAFÎZ.. 113

Allahu Teala Kâînatı Muhafaza Buyurmaktadır 114

Haram, Helâl Sınırlarını Gözetmeyenler: 114

Kula Gereken Şey: 115

39. EL-MUKÎT.. 115

Şu Halde Kula Gereken: 116

40. EL-HASÎB.. 116

Allahu Teâlâ Çabuk Hesaplıdır: 117

İnsanın En Kıymetli Sermâyesi Ömrüdür: 117

Hesab Başında Meydana Çıkacak Netice: 117

Kula Gereken Şey: 118

41. EL-CELÎL. 118

Kula Yaraşan Şey: 118

42. EL-KERÎM... 119

Allahu Teâlâ'nın Kerim İsminden Nûr Ve Feyz Alan Bahtiyar Kullar: 120

43. ER-RAKÎB.. 120

Kula Gereken Şey: 121

44. EL-MUCÎB.. 121

Câhîl Tabiiyyeciler: 122

Kula Gereken Şey: 123

45. EL-VASİ' 123

Kula Gereken Şey: 124

46. EL-HAKÎM... 124

Kula Gereken Şey: 126

47. EL-VEDUD.. 126

Füyûzat nedîr?. 128

Kula Gereken Şey: 128

48. EL-MECÎD.. 128

Kula Gereken Şey: 129

49. EL-BA'İS. 129

Kula Gereken Şey: 130

50. EŞ-ŞEHÎD.. 131

Kula Gereken Şey: 132

51. EL-HAKK.. 132

Hak İtikat, Hak Söz: 133

Kula Gereken Şey: 133

52. EL-VEKÎL. 133

Kim Vekîl Olabilir?. 134

Tevekkül İhtiyâcı Ve Tevekkülün Ma'nâsı: 134

Tevekkül Demek, Sebepleri İhmâl Etmek Demek Midir?. 135

Kula Gereken Şey; 135

53. El-KAVİ 135

54. EL-METÎN.. 136

Kula Gereken Şey: 136

55. EL-VELÎ 136

Kula Gereken Şey; 137

56. EL-HAMÎD.. 137

Vasıtalı, Vasıtasız Nimetler: 138

Allahu Teâlâ Zâtında Hamîddir: 138

Cinayetler Ne İle Ölçülür?. 139

Kula Gereken Şey: 139

57. EL-MUHSÎ 139

Kula Gereken Şey: 140

58. EL-MÜBDİ 140

İlk İnsanın Yaradılışı: 141

Kula Gereken Şey: 141

59. EL-MUÎD.. 141

Allahu Teâlâ Haksızlığı Tervîc Etmekten Münezzehtir: 142

Kula Gereken Şey: 142

60. EL-MUHYÎ 142

Kula Gereken Şey: 143

61. EL-MÜMÎT.. 143

Kula Gereken Şey: 143

62. EL-HAYY.. 143

Nebatat, Hayvanat Ve İnsandaki Hayat: 145

Hakîki Hayat: 145

Kula Gereken Şey: 145

63. EL-KAYYUM... 145

İnsan ruhundaki esrar: 146

Kula Gereken Şey: 146

64. EL-VACİD.. 147

Kula Gereken Şey: 147

65. EL-MACİD.. 147

Kula Gereken Şey: 148

66. EL-VAHİD.. 148

Kula Gereken Şey: 149

67. EL-EHAD.. 149

68. ES-SEYYİD, ES-SAMED.. 149

Kula Gereken Şey: 150

69. EL-KADİR.. 151

70. EL-MUKTEDİR.. 151

Kula Gereken Şey: 152

71. EL-MUKADDİM... 152

72. EL-MUAHHİR.. 153

Kula Gereken Şey: 153

73. EL-EVVEL. 154

74. EL-AHİR.. 154

Kula Gereken Şey. 155

75. EZ-ZAHİR.. 155

Bir Temsil 156

Kula Gereken Şey: 156

76. EL-BATIN.. 156

Zatının görülmesi ve mahiyetinin bilinmesi açısından gizli ve gizli sırlara âşinâ. 156

Kula Yaraşan Şey: 157

77. EL-VALÎ 158

Kula Yaraşan Şey: 158

78. EL-MÜTEALİ 159

Allahu Teâlâ'ya İftira Eden Milletlerin Temsili: 159

Kula Yaraşan Şey: 159

79. EL-BERR.. 160

Kula Yaraşan Şey: 161

80. ET-TEVVAB.. 161

Allahu Teâlâ'ya Nazaran Tevbenin Ma'nası 162

Günahlarla Beraber Kötü Huylardan Da Dönmek: 162

Kula Yaraşan Şey: 163

81. EL-MÜNTEKİM... 163

Allah'ın Sevmedikleri Ve Bunların Akıbetleri: 163

Cehennemde Yemek: 163

Cehennemde İşkence Âyetleri 163

Cehennem Azabının Müddetine Akıl Erdirilmez: 164

Kula Gereken Şey: 164

82. El-AFÛVV.. 164

Allahu Teâla Afvı Sever: 165

Afvle Mağfiret Arasındaki Fark: 166

Kula Gereken Şey: 166

83. ER-RAUF. 166

Arı Ve İpek Böceği: 166

Allah’ın İnsanlara Re'feti Daha Büyüktür: 167

Kula Yaraşan Şey: 167

84. MALİKÜ'L-MÜLK.. 167

Hüner, Bu Fâni Sermaye İle Bâki Saadet Kazanmaktır: 168

Allah Kendi Mülkünü Yine Kendi Mülkü İle Satın Alıyor: 168

Kula Gereken Şey: 168

85. ZÜ'L-CELALİ VE'L İKRAM... 168

Her Nimet Ancak Allah'tan Gelir: 169

Kula Gereken Şey: 169

86. EL-MUKSİT.. 169

Bîr Dairede Görülen İntizam Neye Delâlet Eder?. 170

İnsanların En Hazin Ve Esef Verîcı Çarpıklıkları: 170

Kula Gereken Şey: 170

87. EL-CAMİ' 170

Allahu Teâlâ Bütün İnsanları Toplayacak: 171

Allahu Teâlâ Her Hak Sahibînî Hasmiyle Toplar: 171

İlim Meş'alesînın Işığıyla Neler Görülüyor: 172

Kula Gereken Şey: 172

88. EL-GANÎ, EL-ĞANİYY.. 172

İhtiyaç, Ma'budluğa Uymaz: 173

İbadetlerde Hedef: 174

Kula Gereken Şey: 174

89. EL-MUĞNÎ 174

Herkes Zengin Olmak İster: 175

Bahtiyar Zengin: 175

Hâline Sabredebilen Fukara: 175

Kula Gereken Şey: 175

90. EL-MANİ 176

Kula Gereken Şey: 177

91. ED-DARR.. 177

92. EN-NAFİ 177

Hayır Da Şer De İnsanlar İçîn Birer Îmtihandır: 178

Kahır Yüzünden Lütuf: 178

Zararlı Şeyler Neden Câzip Görünür?. 179

Bugünkü Zararlar, Dünkü Hatâların Neticeleridir: 179

Mazarratlar Bîrer Terbiye Ve Tekâmül Unsurudur: 179

Kula Gereken Şey: 179

Çaresiz Sıkıntılar: 180

93. EN-NÜR.. 180

Gökler Ve Yerin Nuru 181

Îmân Nuru Ve Güneşin Ziyâsı: 182

Îmân Nuruyla Aydınlanmayan Gönüller Niçin Muztariptir?. 182

Kula Gereken Şey: 182

94. EL-HADİ 183

İnsanlara İmân, Yaratılışlarında Bağışlanmıştır: 185

Kula Gereken Şey: 185

95. EL-BEDİ 185

Satranç Tahtasına Hayret Eden: 186

Dikkat Ve Tecessüs: 187

Kula Gereken Şey: 187

96. EL-BAKÎ 187

Dünya Bîr Bekleme Odası Veya Bir Misafirhânedir: 188

Kula Gereken Şey: 188

Fânî Hayatla Bakî Hayat Nasıl Kazanılır?. 188

97. EL-VARİS. 188

Kula Yaraşan Şey: 189

98. ER-REŞİD.. 189

Kula Gereken Şey: 189

Aklın Terbîyesî: 190

Nefs Ve Islahı: 190

99. ES-SABUR.. 190

Bu İsm-i Şerîfîn Halim Îsm-i Şerîfiyle Ma'nâca Farkı: 190

Sabırlı Adamlar, Faziletli İnsanlardır: 191

Kula Gereken Şey: 191

100- EL-KARÎB.. 191

101- EL-MUHÎT.. 192

102- EL-KÂFÎ 192

SONUÇ.. 192

Muztarîp Beşeriyet Îçin Birîcîk Kurtuluş Yolu. 193

BİBLİYOGRAFYA.. 194


 KUR’AN VE SÜNNET IŞIĞINDA ESMA-İ HÜSNA ŞERHİ

 

Önsöz

 

Esmâ, ism'in çoğuludur, Hüsnâ da "en güzel" anlamına gelir. Esmâ'ül Hüsnâ, "en güzel isimler" demektir. Allah'ın bu güzel isimleri Kur'ân-ı Kerim ve hadislerde geçer. Sayıları 99'dur. Bu güzel isimler, Cenâb-ı Hakk'ın kemal sıfatlarıdır. Sıfatlar, O'nun yücelik, üstünlük ve kemaline delalet ettiği gibi, ibadet ve dualarıyla yalvaran kimseyi Allah'a yaklaşmaya da sevk ederler. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"En güzel isimler Allah'a mahsustur. O'na bu güzel isimlerle dua edin. O'nun isimleri hakkında eğriliğe sapanları bırakın." [1]

Allah Rasûlu şöyle buyuruyor:

"Allah'ın doksan dokuz ismi vardır. Kim onları sayarsa cennete girer." [2]

Kur'ân ve Hadiste geçen Esmâ'ül Hüsna 99'dur. Bunun dışında insanların, cinlerin, me­leklerin, peygamberlerin bilmediği sayısız isim­leri vardır Allah'ın. Nitekim Allah Rasûlu bir hadiste bunu şöyle açıklamıştır:

"Allah'ım! Sana senin bütün isimlerinle dua ediyorum. O isimler ki sen yüce zatını onlarla isimlendirdin. Yahut onları bir elçine öğretmişsindir. Yahut kitapların­da indirmişsindir. Yahut gayb ilminde zâtın için seçmişsindir."

Mü'min, Rabbine bu güzel isimlerin biriyle veya her hangi bir sıfatla yakarışta bulunabilir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Rasûlum! Onlara de ki: "İster Allah diye dua edin, ister Rahman diye. Hangisi ile dua ederseniz edin, en güzel isimler O'nundur."  [3]

Mümin, hem Esmâ'ül Hüsna ile dua eder, hem de bu isim ve sıfatların anlamlarını, eser­lerini, etkilerini düşünür. Bir insan olarak yapa­bileceğini yapmak için hem çalışır, hem de Al­lah'tan yardım ister. Gücünü aşan olaylar için direk Allah'a müracaat eder, güzel isimleriyle O'na dua eder.

Kâinatta bulunan bütün belgeler, eserler Al­lah'ın güzel isimlerine delalet etmektedir. İsim­leri, Allah'ın sıfatlarına, sıfatları da zatına delalet etmektedir.

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak!" [4]

Yüce Allah'ın güzel isimlerinin belli özellikleri ve esrarı vardır. Güzel isimleriyle O'na dua ede­lim.[5]

 

Giriş

 

Hamd Allah'adır. O'na hamd eder, O'ndan yardım ister ve O'ndan af dileriz. Nefislerimizin şerrinden ve kötü amellerimizden O'na sığınırız. Allah kimi doğru yola iletmişse onu saptıracak, kimi de saptırmışsa onu doğru yola iletecek yoktur. Bir olan, eşi ve ortağı bulunmayan Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in (s.a.v.) O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehâdet ederim.

Bir insanın en büyük gayesi sağlam ve doğru bir imana sahip olmaktır. Allah Teâlâ her şey için bir sebep yaratmış ve her gaye için de o gayeye götüren yolu göstermiştir. Kişiyi imana götüren ve onun imanını kuvvetlendiren en büyük sebeplerden ve en önemli yollardan birisi de Allah Teâlâ'yı lâyık olduğu şekilde tanımaktır. Allah'ı (c.c) zatıyla tanımak gücüne ve yeteneğine sahip olmadığımıza göre O'nu ancak isimleri ve sıfatlarıyla tanıyabiliriz.

Allah'ın salât ve selamı Hz. Muhammed'e, ashabına ve kıyamete kadar O'nun yolundan gidenlere olsun.

Şüphesiz ki Allah (c.c), her istek ve arzunun gerçekleşmesini bir sebebe bağlamış ve her gayeye götüren bir yol yaratmıştır. İman, gaye ve arzuların en büyüğü ve en önemlisidir. Allah (c.c), imanın elde edilmesini ve onun güçlenmesini sağlayan sebepler var etmiştir. Nitekim onu zayıflatan ve ortadan kaldıran sebepler de vardır.

İmanın elde edilmesini ve onun kuvvetlenmesini sağlayan şeylerin en önemlilerinden birisi Allah Teâlâ'nın Kur'an ve Sünnette geçen güzel isimlerini bilmek, onların mânâlarını anlamaya çalışmak ve onlarla Allah'a kulluk etmektir. 

 Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na o güzel isimlerle dua edin ve O'nun isimleri hakkında eğriliğe sapanları bırakın; onlar yaptıklarının cezasını çekeceklerdir." [6]

Buharî ve Müslim'de Ebû Hureyre'den (r.a) rivayet edilen bir hadiste Rasûlullah (s.a.v.) şöyle demiştir:

"Allah Teâlâ'nın doksan dokuz ismi vardır. Kim bu isimleri sayarsa cennete girer." [7]

Yani, kim onları ezberler, anlamlarını ve delalet ettiği mânâları iyice kavrar, onlarla Allah'ı över, onlarla Allah'a istekte bulunur ve onlara kesin bir şekilde inanırsa cennete girer. Mü'minlerden başkası cennete giremez. Artık anlaşılmıştır ki, Esmâ-i Hüsnâ'yı bilmek, imanın oluşması, güçlenmesi ve yerleşmesinin en büyük kaynağı ve temel unsurudur.

Esmâ-i Hüsnâ'nın bilinmesi üç merhalede gerçekleşir:

1. Onların lafızlarını tek tek sayabilmek,

2. Anlam ve delalet ettiği mânâları kavramak,

3. Onlarla Allah'a dua etmek.

Esmâ-i Hüsnâ ile dua da iki türlüdür:

1. Övgü ve ibadet için yapılan dua,

2. Bir şeyler istemek için yapılan dua.

Allah'ın güzel isimlerini bilmek imanın temelidir. Çünkü onları bilmek tevhidin şu üç çeşidini de bilmek demektir:

1. Rubûbiyet tevhidi: Rabblikte teklik.

2. Ulûhiyet tevhidi: İlahlıhkta teklik.

3. İsimler ve sıfatlar tevhidi: İsimler ve sıfatlarda teklik ve benzersizlik.

Tevhidin bu üç nev'i, imanın ruhu, esası ve gayesidir. Kulun, Allah Teâlâ'nın isim ve sıfatlarıyla ilgili bilgisi arttıkça imanı da artacak ve şüphelerden kurtulacaktır. O halde inanan bir kimsenin, Allah Teâlâ'nın isim, sıfat ve fiillerini öğrenmek için bütün gücünü sarf etmesi gerekir. Bunu yaparken de Allah Teâlâ'yı sıfatlarından soyutlamamalı, O'nu başka varlıklara benzetmemeli, O'nunla ilgili bilgileri tahrif etmemeli ve O'na nitelik izafe etmemelidir. Bilgiler, Kur'an'dan, sünnetten, sahabeyi kiramdan ve onların yolundan güzelce gidenlerden alınmalıdır. Bu tür öğrenme tarzı kişinin imanını artırır, onu şüphelerden uzak bir inanca ulaştırır, ona kişisel özgüven kazandırır ve Rabbine olan sevgisini kuvvetlendirir. Allah'ı (c.c), isimleri, sıfatları ve fıileri ile tanımak O'na karşı kaçınılmaz bir sevgi doğurur. Bu sebeple, Allah'ı sıfatlarından soyutlayanlar, firavunlaşanlar ve Cehmiye [8]  taifesine mensup olanlar, kalplerle Allah sevgisi arasındaki yolu kesen yol kesicilerdir. [9]

İmanı oluşturan ve güçlendiren en önemli faktörlerden birisi de Kur'an ayetleri üzerinde düşünmektir. Kur'an'ı düşünerek okuyan bir kimse Kur'an ilimlerinden ve marifetinden sürekli yararlanır. Bununla da onun imanı artar. Kur'an'ın intizamına, ayetlerin yerli yerince oluşuna ve birbirini tasdik edişine, aralarında çelişki ve ihtilaf olmaksızın tam bir uyum içinde bulunuşuna baktığı zaman gördüğü gerçekler onun imanını kuvvetlendirir. Kulun Kur'an-ı Kerim'i düşünerek okuması, mânâsını ve sahibinin vermek istediği mesajı anlamaya çalışması onun imanını güçlendiren en önemli şeylerdendir. Kulun, varlık âleminde gördüğü ve duyduğu âyetlerle okuduğu Kur'an ayetleri üzerinde güzelce düşünmesi, ondan bir kavrayış ve basiretin doğmasına sebep olur. Bütün bunların özü şu iki noktada toplanmaktadır:

1. Kulun kalbini dünya yurdundan ahiret yurduna taşıyıp oraya yerleştirmesidir.

2. Kur'an'ın  mânâları üzerinde düşünmesi, niçin ve hangi maksatla indiğini iyice anlaması ve her ayetten gerekli dersi alıp kalbindeki hastalığı onunla tedavi etmesidir. "Yüce Dost”a ulaştıracak en kestirme ve kolay yol budur. Kur'an'ı düşünerek okumanın en yakın yollarından biri de budur. [10]

İmanı oluşturan ve güçlendiren şeylerden birisi de Rasûlullah'ın (s.a.v.) hadislerini ve bu hadislerin çağırdığı iman ve amel bilgilerini öğrenmektir. Bunların hepsi imanın elde edilmesini ve kuvvetlenmesini temin eder. Bir kulun Allah'ın Kitabı ve Peygamberin sünnetiyle ilgili bilgisi arttıkça imanı ve yakînî de artar, ilminde ve imanında her türlü şüpheden kurtulacağı bir mertebeye erişir. Kişiyi imana götüren yollardan bir diğeri de Peygamber'i (s.a.v.), O'nun yüce ahlâkını ve güzel sıfatlarını tanımaktır. Çünkü O'nu tam mânâsıyla tanıyan bir kimse O'nun getirdiği şeylerin -yani Kur'an, Sünnet ve hak dinin- doğruluğunda şüpheye düşmez.

İmana sebep olan şeylerden bir diğeri de varlık âlemini, göklerin ve yerin yaratılışını, onlarda bulunan çeşit çeşit yaratıkları, insanı ve insanın sahip olduğu nitelikleri düşünmektir. Bunları düşünmek de iman için kuvvetli bir sebeptir. Çünkü bu varlık âleminde yaratıcısının kudret ve azametine, içindeki şeylerin güzelliğine, onlardaki akıllara durgunluk veren nizam ve intizama, Allah'ın ilminin ve hikmetinin genişliğine delâlet eden nice deliller vardır.

Bütün yaratılmışların her yönden Rabblerine muhtaç ve mecbur olduklarını ve onların bir an bile olsa Allah'tan uzak kalamayacaklarını bilmek ve anlamak dahi iman için yeterli bir sebeptir. Bunları düşünmek, kulu Rabbi karşısında son derece mütevazi hale getirir, onu daha fazla duaya yöneltir, dinî ve dünyevî menfaatleri elde etmede ve zararları defetmede Allah'a muhtaç olduğunu anlamasına sebep olur. Allah'a tevekkülünü kuvvetlendirir, iyilik yapma hırsını ve Allah'ın va'dine olan güvenini artırır. İman ve takva işte bununla gerçekleşir,

Allah'ın nimetlerinin çokluğunu düşünmek de böyledir. Hiçbir yaratık bir an bile olsun bu nimetlerden uzak kalamaz.

Allah Teâlâ'yı çokça zikretmek ve dua etmek -ki dua bir ibadettir- de imanı kuvvetlendiren sebeplerdendir. Bu zikir, dil ile, kalp ile, amel ile, hal ile hulâsa her halükârda yapılabilir. Kulun imandan nasibi, zikirden nasibi kadardır. Bir başka sebep de İslamın güzelliklerini. tanımaktır. İslam dini tamamen güzelliklerden ibarettir. İnanç esasları en doğru, en sağlam ve en yararlı esaslardır. İslâm ahlâkı en güzel ahlâktır. Beşerî ilişkiler ve hukuka dair olan esaslar ise en güzel ve en adaletli hükümlerdir. Bu şekilde düşünen kulun kalbinde Allah imanı süsler ve ona imanı sevdirir.

İmanı takviye eden en önemli şeylerden birisi de Allah'a en güzel şekilde ibadet etmeye çalışmak ve Allah'ın yaratıklarına iyilik etmektir. Kul, Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etmelidir. Bunu yapamıyorsa Allah'ın onu gördüğünü ve müşahede ettiğini daima hatırında tutmalıdır ve amellerini en güzel şekilde yapmaya çaba göstermelidir. Kul nefsiyle mücahedeye devam ettiği müddetçe imanı ve yakînî kuvvetlenir ve şüphelerden uzak bilgi mertebelerinin en yükseği olan Hakkal Yakîn/kesin bilgi mertebesine ulaşır, böylece ibadet ve itaatin lezzetini tadar.

Allah'a ve O'nun dinine davet etmek, hakkı ve sabrı tavsiye etmek de imanı takviye eden şeylerdendir. Kul, bunlarla hem kendisini, hem de başkalarını olgunlaştırır.

Küfrün, nifakın, fısk ve isyanın her çeşidinden uzak durmak da imanı takviye eden sebeplerin en önemlilerindendir.

İmanı kuvvetlendiren bir diğer sebep, farzları yerine getirdikten sonra nafile ibadetlerle Allah'a yaklaşmak, nefsânî arzular galip geldiğinde Allah'ın sevdiği şeyleri yapmayı başka şeylerden öne almaktır.

Bir başka sebep de, kendisine yalvarıp istekte bulunmaları ve kelâmını okumaları için Allah Teâlâ'nın rahmetiyle indiği vakitlerde O'nunla birlikte olmak kalbini O'na bağlamak, O'nun huzurunda iken kulluk edebini takınmak ve sonra bu birlikteliği tevbe ve istiğfar ile bitirmektir.

İmanı kuvvetlendiren bir başka sebep, güvenilir ve ihlaslı âlimlerle bir arada bulunmak, meyvelerin güzellerini seçer gibi onların da güzel sözlerini öğrenip biriktirmektir.

Kulun Allah ile kalbi arasına giren bütün sebeplerden uzak durması da imanı kuvvetlendiren bir diğer sebeptir. [11]

Allah'ın güzel isimlerini her üç mertebesiyle bilmek imanı oluşturan ve güçlendiren en önemli sebeplerden biridir. Hatta  Allah'ı isim ve sıfatlarıyla tanımak imanın temelidir. İman bu büyük temelin üzerine bina edilir.

Kitaptaki doğru olan şeyler Allah'tan, yanlışlıklar ise benden ve şeytandandır. Allah ve Rasûlü her türlü yanlışlıktan uzaktır.

Kerem sahibi Allah Teâlâ'dan bu küçük ameli rızasına muvafık kılmasını, yazarını, okuyucusunu ve neşredenini cennetine dahil etmesini ve bu eseri aleyhimize değil lehimize şahit kılmasını ve müellifi ve okuyucusunu bu kitaptan faydalandırmasını dilerim. O, istenilenlerin en hayırlısı, ümit beslenenlerin en cömertidir. O bize kâfidir ve ne güzel vekildir!.. Yüce Allah'tan başka güç ve kuvvet yoktur. Salât selâm ve bereket, O'nun kulu ve elçisi, yaratıklarının seçilmişi, vahyinin emini Peygamberimiz ve önderimiz Muhammed'e (s.a.v.); onun âl ve ashabına ve kıyamet gününe kadar güzelce onun yolundan gidenlere olsun.

La havle velâ kuvvete illâ billahi'1-aliyyi'l-azîm...[12]

Allah adiyle andığımız büyük zât, bu muazzam varlığı ya­ratan, tutan, her lâhza görüp gözeten zâttır. Hudutsuz kudret sahibidir, isterse yaratılmışların daha nice benzerlerini de vücûda getirir, yine de kudretinden bir zerre eksilmez. O, Rabbü'l-Âlemin olmakla beraber kendisiyle aşinalığı olan kulla­rına bilhassa öyle lûtufları, öyle ikramları vardır ki, bunları söylemeğe ve saymağa kimsenin gücü yetişmez. Bu sebepten bir insan için mümkün olabilen en büyük kazanç, O'nu tanı­mak ve en büyük kayıp da, O'ndan gaflet hâlinde bulunmak­tır.

Farzedelim: Görgüsü, bilgisi geniş, servet ve sâmânı bol, hatır ve nüfuzu geçerli, aynı zamanda cömert, kibar, zarif, merhametli bir zât vardır ki, herkes, onun değil öyle dâire-i sohbetine girmek, yolda, belde şöyle bir iltifatına nail olmayı bile bir şeref biliyor; bundan dolayı bir zevk ve iftihar duyu­yor, O'nun dostluğunu kazanmak için büyük fedakârlıklara katlanmayı göze kestiriyor... Bu dostluğu kazandığımızı ka­bul edelim. Acaba bununla, isteklerimiz için başka dost ara­mak ihtiyacından kurtulabilecek miyiz? insanın bedenine, kalbine, ruhuna âit o kadar çeşitli hacetleri vardır ki, bunlar zaman ile beraber mütemadiyen değişiyor ve ardı arası kesilmeden teselsül edip gidiyor.

Pek açık bir hakikattir ki, böyle her an yenilenip duran bu sayısız hacetleri bitirmeğe Allâhu Zü'l-Celâl teâlâ ve tekaddes Hazretlerinden başka kimse muktedir değildir. O Allah ki, doğrulup gelenlere rahmet kapısı açıktır. Kapısında perdecisi, yanına varmak için mabeyincisi yoktur. Dilekler çoğaldık­ça, ihsanı, keremi çoğalan; hacetler arttıkça in'âmı, fazlı ar­tan; maddî, mânevi her çeşit ni'metin büyüğünü, küçüğünü mahlûkâtına ulaştıran ve onları her türlü zarar ve ziyandan ko­ruyan ancak O'dur. O halde asıl öğrenilecek ve dostluğu kaza­nılacak olan zât ancak Allâhu teâlâ'dır. O'nun dostluğunu ka­zanmak, her şeyi kazanmak demektir. Fakat, Allah'tan başka her şeyi kazanmak aslında hiçbir şey kazanmamaktır. Allah'ın rızâsına ermek, kendisini tanımak ve irâdelerine itaat etmekle elde edilir. Allah'ı tanımak, bir insan için mümkün olabilen en yüksek bir şeref, irâdelerine itaat etmek en yüksek bir ka­zançtır. Dürüst bir Allah bilgisi, insanı kendi zihin âleminde bütün evham ve hayâlâttan, her çeşit hurafelerden, bâtıl fara­ziyelerden kurtarır. Allah'ın buyruklarına itaat etmek de, in­sanın hakîki saadet ve bahtiyarlığını vücuda getirir, onu rûhan, cismen temizler ve yükseltir, Allah'ın muhabbetine lâyık bir hale getirir. Hakikaten Allah, insanı mükellef tut­makla ona ne kadar parlak bir şeref vermiş ve onu ne kadar yük­seltmiştir. Bu sayededir ki, insan mâsivâya tapmaktan, canlı cansız her hangi bir kuvvet karşısında korkup titremekten, göz yaşları dökerek onlardan beyhude merhamet dilenmekten kurtulmuş ve bir hamlede bütün kâinatı geçerek, yalnız Al­lah'tan korkmak, yalnız Allah'ı sevmek ve yalnız Allah'a kul olmak gibi tam ve hakîki bir hürriyete ulaşmıştır.

Allâhu teâlâ Hazretlerini insan takatinin erişebileceği en ileri bir mertebede öğreten ve O'nun hakkında en gerçek duy­guları veren ve irâdelerini bildiren biricik din, İslâm dinidir. İslâm güneşi, bulutsuz semâlarda bol ziyâsiyle hiç batmadan parlayıp dururken, beşeriyyetin bedbaht olmasına hiç bir se­bep yoktur. Yalnız o nura karşı gözlerini ve gönüllerini sım­sıkı tıkamasalar! İslâm Dini, Allâhu teâlâ'nın Kur'ân'da ve hadîste gelmiş isimlerini, sıfatlarını öğreterek O'nu tanıtı­yor, hadsiz hesapsız nimetlerini, lûtuflarını sayarak sevdiri­yor, bu nîmetleri iyi kullanarak arttırma ve ebedîleştirme yol­larını gösteriyor, kötü kullanarak mahrumiyete uğramaktan korkutuyor.

Bugün dünya yüzündeki insanları, (Allah bilgisi) husu­sunda üç sınıfa ayırmak mümkündür:

1- Tam ve gerçek bir bilgi edinenler: Gerçek bir duygu ile Allah'a inanan en kıymetli insanlardır. Çünkü her şeyde hakkaniyyetten ayrılmaz, kimseye kötülük etmez, bilâkis herke­se iyilik etmeye çalışır, ne kadar büyük olursa olsun insana tapmaz, herkesi kardeş bilir, kimseye boyun eğmez, yalan söylemez, gönlü ferahtır, dünya hırsı ile gözleri kararmaz, doğru yoldan aynlmazlar...

Ah!.. Bütün insanlar, o hakîkatlar hakikati yüce varlığı böylece öğrenebilselerdi. O zaman birbirlerini ne kadar seve­cekler, birbirleriyle boğuşmaktan ne kadar nefret edecekler­di!...

2- Bütün bütün varlığını inkâr edenler: Allah'ın varlığını inkâr etmek, riyâzî bir düsturu inkâr etmek kadar saçma ve he­zeyanken, (bilgi devri) diye öğünüp durduğumuz bu zamanda bile şirk ile inkâr, beşeriyyetin ötedenberi kanayan bir yarası olmakta devam etmektedir. Ne gariptir ki, bu münkirlerin ço­ğu, güzel eserlerin hayranı ve meselâ mâhirâne çizilmiş bir tabloyu görünce:

"Efendim hârika, hârika!... diye ressamını alkışladıkları halde, bu küçücük dünyâda milyarlarca tablo gösteren o büyük kudret sahibine karşı gaflet içinde bulunuyorlar. Bu hâle in­sanlık nâmına derin bir acı duymamak kabil değildir.

3- Varlığına înandıkları halde, bilerek veya bilmeyerek O'nu şânına yaraşmayacak surette vasıflayanlar: Nice insanlar da vardır ki, Allah'ın varlığına inandıkları halde O'na şirk koş­maktan, yâni her hangi bir mahlûka ulûhiyyet payesi vermek­ten, veya ulûhiyyete mahsus sıfatlardan her hangi birinde Al­lah'a bir denk veya bir ortak olabileceğini düşünmekten veya mahlûka ait herhangi bir sıfatı Hâlık'a isnad etmekten kurtu­lamamışlardır. Bu sınıftan insanlar daha çok görülmektedir. Bir taraftan da dünyânın herhangi bir noktasında beliren ve korkunç bir fikir hastalığı demek olan (münkirlik), bir kolera salgını gibi insanlar arasında yayılmaktadır.

Esasen insanın, kendini yaratan zât hakkında dürüst bir bilgi edinememesi çok hazin bir boşluktur. Bu bilgisizliği gidermek için Allahu teâlâ'nın isimlerini ve sıfatlarını öğren­mek îcâbeder. [13]

 

Allah'a Hamd ü Sena Ve Yalvarma:

 

İlâhî!

Hamd ü senalar, minnet ve şükranlar, takdisler, ta'zimler, tebciller ancak Sana'dır. Sayısız ni'metlerinin içinde bulunu­yoruz. Bu ni'metlerinin en büyüklerinden olmak üzere, gö­nüllerimize bir nûr verdin ki, biz o nûr ile Sen'i biliyor ve Sen'den başka asla bir mabud tanımıyoruz.

Kalbimizi bu nurdan ayırma!

Sevdiğin ve her hareketinden hoşnut olduğun ve insanlık için mutlak bir halaskar olarak yarattığın Fahr-i Kâinat aleyhi ekmelü's-salavâti ve't-teslîmât Muhammed b. Abdullah b. Abdü'l Muttalib b. Hâşim Hazretlerinin da'vetini kabul edip, enirinle açtığı cadde üzerinde yürüyenlerden ettin. Bu en bü­yük şerefle iftihar ediyoruz.

Ayağımızı bu caddeden kaydırma!

Yâ Rab!

Âlemler durdukça her türlü salât ü selâm, rızâ yollarının kılavuzu, maddî ma'nevî kazançlarımızın kaynağı, dilekleri­mizin kapısı, dertlerimizin tabîbi olan o mübeccel, muazzam, mükerrem Rasûlünün... Âl ü Ashabının üzerine olsun. [14]

 

Esmâül-Hüsnâ Ne Demektir?

 

Esma, ismin cem'idir. Hüsnâ kelimesi de en güzel ma'nâsına tafdil sîgasıdır. Terkibin ma'nâsı: En güzel isimler demek olur. En güzel isimler Allah'a mahsustur. Çünkü bütün kemâl­lerin sahibi O'dur. O'nun isimleri, en ileri ve mutlak bir kemâl ifâde eden, mukaddes kelimelerdir. [15]

 

Esmâül-Hüsnâ'yı Öğrenmenin Faydaları:

 

Allahu teâlâ Hazretlerini bilmek, sevmek, kulluğuna bağ­lanmak, O'nun sevmediği kötü huyları atmak, hoşnud olduğu temiz huylarla varlığını güzelleştirmek, bu suretle rızâsına ermektir.

Allahu teâlâ'yi bilmek, O'nun isimlerini ve sıfatlarını öğrenmekle olur.

Allahu teâlâ'yı sevmek: Bu da bütün kemâlâtın ancak Al­lah'ta bulunduğunu ve O'ndan olduğunu bilmekle kazanılır. Rûh kemâle âşıktır. Bir şeyin kemâlini öğrenince hemen ora­ya akıverir ve gördüğü kemâlin kuvvetine göre bir zevk duyar. Bütün kemâlâtın ancak Allah'ta bulunduğuna kat'î bilgi edi­nen rûh, bu bilgiden sonsuz bir zevke dalar ki, kendisinden bu zevkin asla kesilmemesini ister.

Allahu teâlâ'nın kulluğuna bağlanmak: Bu zevkin, in­tisap şerefinin hiç kesilmeden devamı için biricik yol da, Al­lah'ın buyruklarına sımsıkı yapışmak, yasak ettiği şeylerden son derece sakınmaktır. Seven için en büyük zevk, sevdiğini kendisinden memnun etmeğe çalışmaktır. Bunu temin için her şeyi ve hattâ icâbında canını feda etmeği göze alır. En ziyâde korktuğu şey de, sevdiğinin hışmına uğramaktır. Sevdiğinin nazarından düşürecek olan en ehemmiyetsiz şeylerden bile tit­rer,... ürperir. [16]

 

Hayâtın Gayesi:

 

Hayatın gayesi, Allah'ın rızâsına ermektir. Bütün ibâdet­ler, bütün güzel huylar, insanı Allah'ın rızasına ulaştıran yol­lar, vâsıtalardır. Bütün kabahatler, bütün kötü huylar, insanı Allah'ın hışmına uğratacak çirkinliklerdir. Velhasıl Esmâü'l-Hüsnâ'yı öğrenmekle Allah bilgisi kazanılır. Allah bilgisi, Allah sevgisinin tohumudur. Bir gönüle bu tohumdan düşerse filizlenir. O gönülden şevk ve muhabbet ağacı biter, bu ağa­cın meyveleri vardır ki, kalbde, ruhta, elde, ayakta, gözde, ku­lakta, insanın bütün maddî ve ruhî varlığında belirir ve olgun­laşır. Bu meyveler başlıca, Yaradana hürmet, yaradılmışlara merhamet etmek, kötü huyları atmak, güzel huy kazanmak, hak uğrunda her türlü fedâkârlığa katlanmak... gibi samimî meziyetlerdir. Hakikî insan olmak, bu meziyetleri kendinde toplamaktır. Allah'ın rızâsı, dünya ve âhiretin saadeti de bu meziyetlerin arkasındadır. [17]

 

Esmâü'l-Hüsnâ İle İlgili Hadîs'in Metnî:

 

An Ebi Hüreyrete Radiyallahü Anhü: Kale Rasûlullahi Sallâllahü Aleyhi ve Sellem, İnne Lillâhi Tis'aten ve Tis'îne ismen, men ahsâhâ dehalelcennete, Huva'llâhü'llezî lâ ilahe illâ Hû. Er-Rahmân Er-Rahîm EI-Melik El-Kuddûs Es-Selâm El-Mü'min El-Müheymin El-Azîz El-Cebbar El-Mütekebbir El-Hâlik El-Bâri' El-Musavvir El-Ğaffâr El-Kahhâr El-Vehhâb Er-Razzâk El-Fettâh El-Alîm El-Kâbid El-Bâsit El-Hâfıd Er-Râfı' El-Muız El-Müzil Es-Semi El-Basîr El-Hakem El-Adl El-Lâtîf El-Habîr El-Halîm El-Azîm El-Gafûr Eş-Şekûr El-Aliy El-Kebîr El-Hafîz El-Mukît El-Hasîb El-Celîl El-Kerîm Er-Rakîb El-Mucîb El-Vâsi' El-Hakîm El-Vedûd El-Mecîd EI-Bâıs Eş-Şehîd El-Hak El-Vekîl El-Kaviy El-Metîn El-Veliy EI-Hamîd El-Muhsî El-Mübdi’ El-Muîd El-Muhyî El-Mümît El-Hay El-Kayyûm El-Vâcid El-Mâcid El-Vâhid (El-Ahad) Es-Samed El-Kâdir El-Muktedir El-Mukaddim EI-Muahhir El-Evvel El-Âhir Ez-Zâhir El-Bâtın El-Vâlî El-Müteâlî El-Berr Et-Tevvâb El-Müntekım EI-Afüv Er-Raûf Mâlikü'l-Mülki Zü'1-Celâli ve'1-İkrâm El-Muksit El-Câmi’ El-Ğaniy El-Muğnî El-Mâni’ Ed-Dâr En-Nâfı' En-Nûr El-Hâdî El-Bedî El-Bâkî El-Vâris Er-Reşîd Es-Sebûr (Celle Celâluh).[18]

 

 Hadîs'în Ma'nâsı:

 

Ebû Hüreyre radiyallahü anh'den, dedi ki:

Allah'ın Resulü salla'llâhu aleyhi ve sellem buyurdu:

“Muhakkak ki, Allahu teâlâ'ya mahsus olarak doksan dokuz isim vardır. Her kim bu doksan dokuz ismi ihsâ ederse Cennete girer, sonsuz saadete ulaşmış olur. [19]

 

İhsâ Ne Demektir:

 

Bu kelimeye üç türlü ma'nâ verilmiştir: Saymak, ezberle­mek, ma'nâlarını şuurla anlamak. Şu halde ihsâ tahakkuk et­mek için bu doksan dokuz ismi hem ezberlemek, hem ma'nâlarını öğrenmek, hem de saymak gerektir. Yoksa bir papağan gi­bi sâdece ezber etmek veya saymak kâfi değildir. İnsan gibi şu­urlu bir mahlûka yaraşan da budur.

Bu doksan dokuz isme "İhsâ İsimleri" denir:

Burada dok­san dokuz adedinin söylenmesi hasr için değildir. Yâni Allahu teâlâ'nın ancak doksan dokuz ismi vardır. Bunlardan başka yoktur ma'nasına değildir. Belki yalnız ihsâ isimlerini bildir­mek içindir. Yoksa Kur'ân'da Allâh'u teâlâ'nın bunlardan başka isimleri de gelmiştir. Allah, nice has kullarına nice ad­larını bildirmiştir. Sonra hiç bir mahlûkuna bildirmediği ad­ları da vardır. Meselâ denir ki:

"İnne li fülânin elfe dinarın eaddehâ li's-Sadaka" yâni, "Filancanın bin lirası vardır ki, hayır için hazırla­mıştır." demektir. Acaba bu sözden o adamın bin liradan baş­ka parası olmadığı mı anlaşılıyor? Tabiî ki, hayır. İşte bu da

öyle.. [20]

 

İsimleri Saymak Nasıl Yapılmalı?

 

 Kur'ân'da "Haşr" sûresinin sonundaki  Esmâü'l-Hüsnâ'yı okuduğumuz gibi bütün isimleri birbirine ulaştıra­rak okumak caizdir. Bunun aksine olarak her ismi diğerinden bölerek teker teker ve her birinin sonunda vakfederek okumak da caizdir. Hattâ ihsâ'nın, saymak ma'nâsına olduğuna göre, bu şekilde okunması daha muvafıktır. Bâzılarında ulaştırmak, bâzılarında ayırmak suretiyle okumak da caizdir.

Bâzıları Esmâü'l Hüsnâ'yı harf-i tarif dediğimiz elif-lâm ile okumuştur. Nitekim âyette ve hadîste de böyle gelmiştir. Bâzıları da elif-lâm'a bedel olarak (yâ) harf nidâsiyle okumuş­lardır.

Yâ Allah, yâ Rahman, yâ Rahîm... gibi

Demek ki, Esmâü'l-Hüsnâ'yı okuma şekli geniş ve müs­aittir. Asıl mühim olan şey, okurken kalbin şuurlu ve uyanık bulunmasıdır. Bir de her ism-i Şerîf i okudukça (Celle Celâlühû) tazîm cümlesini tekrarlamak edep ve saygı iktizâsındandır. [21]

 

Hadîs'in Manâsına Devam Edelim:

 

"Hüvallâhü'llezî lâ ilahe illâ Hû. Er-Rahmân Er-Rahîm El-Melik."

Şu büyük hakikat., evet, onu bilmiş olunuz ki; Allah Celle Celâlühû öyle bir Allah'tır ki, hakikatte O'ndan başka ibâdet edilecek mâbud yoktur. Çünkü O, Rahmân'dır, Rahîm'dir, Melik'tir...

Hadîsin bu kısmı, acaba o isimler nelerdir? gibi hatıra ge­len bir suale cevap yerindedir. [22]

 

İlâh Kelimesinin Manâsı:

 

Ellezî lâ ilahe illâ Hû fıkrasındaki ilâh kelimesi ülûhiyyet demek olup bunun ma'nâsı mâbudluk demektir ki, en bü­yük sevgi ve ta'zîm ile ibâdet olunmağa istihkak sahibi ma'nâsınadır. [23]

 

Ulûhiyyet Kimin Hakkıdır?

 

Ulûhiyyet yalnız ve yalnız Allah'ın hakkıdır. Çünkü ibâ­dete istihkak, kâinatı yaratmakta ve her yaradılmışı istidadına ve kabiliyetine göre terbiye ve idare etmekte tam ve mutlak bir istiklâl ile olur. Bu istiklâl de bütün kemâl sıfatlarına sahip bulunmakla olur. Bunlar ise eşsiz ve ortaksız olarak yalnız Allah'a mahsustur. O halde ulûhiyyet de yalnız Allah'ın hak­kıdır. Allah'dan başka mâbud tanınmış olanların hiç biri de mâbudluğa lâyık değildir. Çünkü hepsi de mahlûktur. Madem­ki mahlûktur, muhakkak ki âcizdir, muhtaçtır. Bu sebepten mahlûk olan her hangi bir şey, mâbud değil, âbid olmalıdır. Binâenaleyh Allah'dan mâada mâbud sanılan şeyler, kendileri­ne bile sahip olamayan bir sürü zavallı ve boş şeylerdir, ibâdet olunmağa asla istihkakları yoktur. [24]

 

Dikkate Değer Bir Nokta:

 

Hadîs-i şerifte mühim bir fıkra ile beşeriyyetin derin bir yarası üzerine el konmuştur. İzah edelim: yukarıda söylediği­miz gibi hadîsin bu kısmı, acaba o doksan dokuz isim neler­dir? gibi hatıra doğan suâle cevap olarak geldiği için, sözün akışına göre Allah, Er-Rahmân, Er-Rahîm, El-Melik, El-Kuddûs... diye doğrudan doğruya isimlerin sayılması gerekir­di. Fakat böyle yapılmamış, doksan dokuz isimden birincisi olan Allah ismi ile ikincisi olan Er-Rahmân ismi arasına "Ellezî lâ illâ Hû" kelime-i tevhid'i [25] katılmıştır.

Acaba bunun hikmeti ne olabilir? Kanâatimizce bunun hikmeti her şeyden evvel Allah'ın birliğini tesbit etmek ve sonra müteakip her ismi mefhumiyle bu hakikati her bakım­dan müdellel bir hâle getirmektir. Önce Allah adiyle başlayıp Ellezi lâ ilahe illâ Hû fıkrasiyle Allah'ın birliği ilân edilmiş­tir. Hem de bu ilânın mevsullü ve silalı bir cümle hâlinde ifâ­de buyurulması, bu hakikatin üzerinde ehemmiyetle durulma­sını, şayet bu hususta yanlış fikirlere sapılmışsa, her şeyden evvel bu yanlışlığın düzeltilmesine önem verilmesini bildir­mek içindir. Kelime-i tevhidden sonra gelen doksan sekiz isimden her biri baştaki lâfza-i Celâle'ye birer sıfat olmuş­tur.

Bu isimler, bir ism-i cami olan [26] Lâfza-i Celâledeki icma­li tafsil etmekle beraber, Allah'ın varlığına ve birliğine herbiri başka başka birer delil, birer bürhandır. Bu kadar delil ve bürhanlarla bu yüce hakikatin zihinlerde kuvvetlenmesi ve muhkemleşmesi istenmiştir.

Ey maddiyâtın ağır ve üzücü ızdıraplariyle bunalan ruhlar! İşte size, yaranızın merhemini sunuyoruz. Bu büyük isimlere gönüllerinizi veriniz. Samimiyetiniz nispetinde faydalar gö­recek, şimdiye kadar söylenmemiş, işitilmemiş, kitaplara ya­zılmamış nice hakîkatlere ereceksiniz. Kazancınız hulûsunu­za göre olacaktır. Allah'ın tevfîki refik olursa bu isimlerin bereketiyle zâlimler hakka boyun eğer, münkirler ikrara dö­ner, câhiller arif olur, ariflerin irfanı artar, cimriler cömert kesilir, hasetçilerin içindeki ateş söner, hele şirkin her çeşidi yüreklerden silinir. Evet, bu isimler insanlara sanki şöyle bir ihtar yapıyor: Allah'ı bilmeli, birliğine inanmalı, emrini ta­nımalı, rızâsına ermeyi en ileri gaye tutmalı, hele hiçbir mahlûku hâlık derecesine çıkarmamalı. Bakınız o şânı büyük Allah nasıl bir Allah'dır:

"Hüva'llâhü'llezî lâ ilahe illâ Hû. Er-Rahmân, Er-Rahîm, El-Melik, El-Kuddûs.."

Ey münkirler, ey müşrikler! Allahu teâlâyı bırakarak tap­makta olduğunuz şeylerde bu sıfatlardan bir tanesi olsun var mıdır?

Ey zâlimler! Biliniz ki, Allah Alîm'dir, Habîr'dir, Kahhâr'dır, Azız'dir, Cebbâr'dır.

Ey cimriler! Biliniz ki, Allah Ganîdir, Muğnîdir.

Ey hasetçiler! Allah Mâni'dir. Mu'tîdir.

Velhasıl rûhları öldüren ma'nevî birer hastalıktan başka bir şey olmayan küfrün, inkârın, şirkin ve bunlardan doğan bütün kötü huyların tedavisi için bu mübarek isimlerden herbiri birer iksir, birer müstahzar tertiptir.

Salâh ve felah isteyenler onlara sıkı yapışsın..

Şimdi artık isimlerin tefsirine başlıyoruz, ilim ve takva yollarında büyüklerimizin bu mübarek isimlerden duyduğu ruhî zevklerden bir parçasına olsun tercüman olabilirsem ne mutlu bana!. [27]

 

Allah Teala'nın İsimleri Tevkîfîdir

 

Allah Teâlâ'nın isimleri tevkifidir. Yani bu isimler nasslarla bildirilmiştir. Bu konu aklın sahasına girmez. O halde Esmâ-i Hüsnâ konusunda Kur'an ve sünnetin bildirdiklerinin dışına çıkmamak, orada durmak gerekir. Bu isimlere ilave, eksiltme yapılamaz. Çünkü akıl Allah Teâlâ'nın layık olduğu isimleri idrakten âcizdir. Bu konuda nassların verdiği bilgilerle yetinilmesi gerektiği şu ayetlerden de anlaşılmaktadır:

"Bilmediğin bir şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül bunların hepsi yaptığından sorumludur."[28]

"De ki, Rabbin ancak açık ve gizli' kötülükleri, günahı ve haksız yere zulmetmeyi, hakkında hiçbir delil indirilmeyen bir şeyi Allah'a ortak koşmayı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır."[29]

Allah Teâlâ'ya kendisinin vermediği bir ismi vermek veya O'nun kendisine verdiği bir ismi inkar etmek Allah hakkında işlenmiş bir cinayettir. Bu konuda edebe riayet etmek ve nassın getirdiğiyle iktifa etmek gerekir. [30]

 

Esmâ-i Hüsnâ’ya İmanın Esasları

 

1. İsme iman.

2. İsmin delâlet ettiği mânâya iman.

3. İsimle  ilgili  olarak varid  olan hadislere  iman

Biz, Allah'ın rahîm olduğuna, rahmetinin her şeyi kuşattığına ve kullarına merhamet ettiğine inanırız. O, kadirdir, kudret sahibidir, her şeye gücü yeter. Ğafurdur, mağfiret sahibidir, kullarını  affeder. [31]

 

Allah Teâlâ'nın Sıfatlarının Kısımları

 

Allah kendisine rahmet etsin, İbnü'l-Kayyim der ki:

Rabb Teâlâ'ya sıfat olarak bildirilen ve O'nunla ilgili gelen haberler birkaç kısımdır:

Birincisi; Allah Teâlâ'nın zâtına ait olanlar. Zât, Mevcut, şey gibi.

İkincisi; Allah Teâlâ'nın manevî sıfatlarına ait olanlar. el-Alîm, el-Kadîr, es-Semî gibi.

Üçüncüsü; Allah'ın fiillerine ait olanlar. el-Hâlık, er-Razzak gibi.

Dördüncüsü; Allah'ın her türlü eksiklik ve kusurdan münezzeh/uzak oluşuna delâlet edenler. Allah'a nisbet edilen bir ismin sebat ve devamlılık ihtiva etmesi gerekir. Çünkü yoklukta mükemmellik bulunmaz. el-Kuddûs, es-Selâm gibi isimler bu dördüncü gruptandır.

Beşincisi; Bunu insanların pek çoğu zikretmez. Bunlar belirli bir sıfata özgü olmaksızın birçok sıfata birden delâlet eden isimler. Bu isimler tek bir mânâya değil birçok mânâya delâlet ederler. el-Mecîd, el-Azîm, es-Samed gibi.

el-Mecîd, kemal sıfatlarının pek çoğu ile sıfatlanan demektir. Mecîd lafzı buna delâlet eder. Çünkü bu lafız genişlik, çokluk ve fazlalık için kullanılır. Araplar "devenin yemini bol verdi" anlamında "emcede'n-nâgate alefen" derler. "O, yüce arşın sahibidir" ayetindeki "el-Mecîd" kelimesi "arş"ın sıfatıdır. Arşın genişliğini, azametini ve şerefini ifade etmek için ona sıfat olmuştur. [32] Bu ismin, Rasûlullah'ın (s.a.v.) bize öğrettiği gibi Allah'tan peygamberine salât etmesini istemekle nasıl bir arada zikredildiğini bir düşün... [33] Çünkü Allah Teâlâ, nimetinin genişliği, bolluğu ve sürekliliği sebebiyle ziyadeyi talep ve arz makamındadır. Böyle bir istek, ancak ona uygun bir isimle yapılır. Nitekim "Beni affet ve bana merhamet et, şüphesiz sen affedicisin ve merhametlisin" dersin. Böyle bir duanın ardından "Sen işiten ve görensin" demek uygun olmaz. Bu beşinci bölümdeki isimler kendileriyle Allah Teâlâ'ya tevessül edilen isimler ve sıfatlardır. Bu isimler duada tevessül edilecek vesilelerin en yakını ve Allah'a en sevimli olanlarıdır. Müsned ve Tirmizî'de geçen şu hadis bu anlamdadır:

"Ey  celal  ve  ikram  sahibi,  sözüyle Allah'a ısrarla dua ediniz.[34]

Şu hadis de aynı şekildedir:

"Allah'ım! Ben senden isterim. Çünkü hamd sanadır. Sen, gökleri ve yeri yaratan, çok iyilik yapan, kendisinden başka ilah olmayan celal ve ikram sahibisin." [35]

Bu üslûp, kendisi için birşeyler isteme ve Allah'a tevessül  [36] üslûbudur. Tevessül, Allah'a hamdetmekle, kelimeyi tevhidle ve O'nun Mennan ismiyle yapılmıştır. Hadis-i şerifte bize öğretilen dua, Allah Teâlâ'ya O'nun isimleri ve sıfatlarıyla yapılan bir tevessülden ibarettir. Böyle bir dua Allah katında icabete daha layıktır ve daha büyük bir yeri vardır. Bu, tevhidin kapılarından büyük bir kapıdır. Biz, buna işaret ettik. Bu kapı Allah'ın basiret ihsan ettiği kişilere açılan bir kapıdır.

Biz şimdi tekrar konumuza dönelim: Maksadımız Allah Teâlâ'nın birden fazla sıfatına delâlet eden isimlerini anlatmaktır. O'nun pek çok kemal sıfatına delâlet eden bir ismi de "el-Azîm"dir. "es-Samed" ismi de böyledir. Bu isim hakkında İbnu Abbas şöyle der:

es-Samed, ululuk ve yüceliğinde kemale eren efendi demektir. İbnu Vail'e göre ululuk ve yücelikte zirvede olana es-Samed denilir. İkrime'ye göre es-Samed, kendisinden üstünü bulunmayandır. Zeccac ise, ululuk ve yücelikte zirvede olup her konuda kendisine başvurulandır, der. İbnu'l-Enbarî'nin bu konuda söyledikleri şudur: Dilcilerin bu kelimenin anlamı konusunda ihtilafı yoktur. Dilcilere göre es-Samed, insanların ihtiyaçları ve işlerini halletmede kendisine başvurdukları ve kendisinin üstünde başka kimsenin bulunmadığı efendi demektir. Kelimenin kökünde toplamak ve yönelmek anlamları vardır. Samed, maksatların toplandığı kimsedir. Onda ululuk ve yücelik sıfatları toplanmıştır. Lügatteki asıl anlamı budur. Nitekim şair şöyle der:

"Esedoğullarının en hayırlı iki kişisinin yani Amr b. Yerbu'un ve sıkıntılı zamanlarında kendisine başvurdukları efendilerinin ölüm haberini veren haberci acele etti."

Araplar, ululuk, yücelik ve efendilik sıfatlarını bir araya getirmesi ve pek çok kimsenin bu konuma ulaşmayı istemesi sebebiyle asilzadelerini bu isimle isimlendirirlerdi.

Altıncısı; İki isim ve iki sıfattan birinin diğeriyle bir arada zikredilmesiyle oluşan isimler ve sıfatlar. Böyle isimler fazladan bir kıymeti ifade ederler. el-Ganiyyü'l-Hamîd, el-Afüvvü'1-Kadir, el-Hamidü'1-Mecîd gibi. Kur'an'daki bileşik sıfatlar ve bileşik isimlerin geneli böyledir.

el-Ganiyy kemal sıfatlarından birisidir. el-Hamîd de böyledir. el-Ganiyy ve el-Hamîd'in birleşmesi ise başka bir mükemmelliktir. Allah'a, ğaniy olması yönüyle bir övgü, kendisine hamdedilen olması yönüyle başka bir övgü vardır, ikisinin bir arada zikredilmesi ise başka bir övgüyü ifade eder. el-Afüvvü'1-Kadîr, el-Hamidü'1-Mecîd, el-Azîzü'1-Hakîm'de de durum böyledir.

Düşünürsen bunları bilmek, bilgilerin en şereflisidir...

Selbî/olumsuz sıfatlar, Allah Teâlâ'nın sıfatları arasına girmezler. Ancak Allah'ın rububiyet ve ilahlıkta tek olduğunu ifade eden el-Ehad gibi; kemaline aykırı olan her türlü noksanlıktan berî/uzak olduğunu ifade eden es-Selâm gibi olumlu bir mânâyı içerirlerse o zaman Allah'ın sıfatları içine girerler. Olumlu bir mânâyı içerdiği için olumsuz sözlerle Allah'a ait bir vasfı haber vermekte de durum böyledir. Nitekim ayet-i kerimelerde bunun örnekleri çoktur:

"Kendisini ne uyku yakalar, ne de uyuklama." [37]

Bu cümle Allah Teâlâ'nın Hayy ve Kayyum oluşundaki mükemmelliği ifade etmektedir.

"Bize hiçbir yorgunluk dokunmadı." [38]

Bu ayet, O'nun kudretindeki kemali ifade etmektedir.

"Ne yerde, ne gökte, zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden gizli değildir." [39]

Bu ayet, O'nun ilminin kemalini ifade eder.

"O doğmadı ve doğrulmadı  [40]

Ayeti O'nun kimseye muhtaç olmadığını ve yüceliğini ifade eder.

"Hiçbir  şey  O'na  denk  değildir[41]

Ayeti mükemmelliğiyle tek ve benzersiz olduğunu ifade eder.

"Gözler O'nu göremez" [42]

Ayeti de O'nun büyüklüğünü ve tam olarak kavranıp idrak edilemiyeceğini ifade eder.

Bu durum, Cenab-ı Hakk'ın kendisini böyle olumsuz cümlelerle anlattığı diğer yerlerde de aynı şekildedir. [43]

 

Esma-i Hüsna'nın Delaleti

 

Allah Teâlâ'nın isimlerinin hepsi güzeldir. Bu isimlerin tamamı mutlak kemale ve mutlak övgüye delâlet eder. Onlardan her biri kendi sıfatlarından türemişlerdir. Sıfat olmak isim olmaya, isim olmak sıfat olmaya engel değildir.

Esmâ-i Hüsnâ'nın delâleti üç türlüdür:

1. Mutabakat  delâleti:  

İsmi, delâlet ettiği mânâların  tamamıyle açıkladığımızda buna mutabakat delâleti denir.

2, Tadammun/kapsama delâleti:

İsmi delâlet ettiği mânâların bir kısmıyle açıkladığımız zaman buna tadammun delaleti denir.

3. İltizam/gereklilik ayrılmazlık delâleti:

Bir isimle ona bağlı olan diğer isimlere de istidlal ettiğimiz zaman buna iltizam delâleti denir

Mesela "er-Rahman" isminin "rahmet" ve "zat"a delâleti mutabakat delâletidir. Bunlardan sadece birisine delâleti tadammun delâletidir. Çünkü ihtiva ettiği anlamın içinde o vardır. "er-Rahman" isminin hayat, ilim, irade ve kudret gibi isimlere delâleti ise, bu isimler ancak rahmet sıfatıyla nitelendirildiğinde mümkündür ki buna da iltizam delâleti denir. Bu sonuncusunu anlamak için sağlam bir düşünce yapısına ihtiyaç vardır. İlim sahipleri bunu kavramada farklı farklı durumlarda olabilirler. [44]

Bunu bilmenin yolu şudur:

Bir lafzı ve onun delâlet ettiği mânâyı iyice anladıktan sonra, ona bağlı olarak olmazsa olmaz şeyleri de düşün. Bu kaide senin için bütün şer'i nasslarda geçerlidir. Esmâ-i Hüsnâ'nın bu üç delâleti de hüccettir. Çünkü bunlar doğru ve kesindirler. [45]

 

Esma-i Hüsnâ’yı İnkar

 

Esmâ-i Hüsnâ'yı inkarın anlamı, doğru yoldan sapmaktır. Bu da iki şekilde olur. Birincisi; yaratılmışlardan herhangi birisini bu isimlere ortak etmektir. Bunun örneğini Mekkeli müşriklerde görürüz. Onlar Allah'tan başkasına verilmesi caiz olmayan Allah'a ait sıfatlardan, kendi ilahlarına isimler türettiler. Lât’ı Allah adından, Uzza'yı Aziz'den, Menat’ı Mennan'dan türettiler. Her müşrik ibadet ettiği mahluka, ibadetini gerektiren sebeplere uygun olarak rubûbiyet ve ulûhiyet özelliklerinden birisini isim olarak veriyordu. .

Esmâ-i Hüsnâ'yı inkar noktasında en ileri gidenler, "yaratanla yaratılan aynıdır" diyen "Vahdet-i Vücutçulardır. Onlar övülmüş veya yerilmiş her ismin Allah Teâlâ (c.c.) için kullanılabileceğini söylerler. Allah onların söylediklerinden son derece yücedir ve münezzehtir.

Esmâ-i Hüsnâ'yı inkarın ikinci şekli Cehmiye fırkası ve onun kollarının yaptığı gibi Allah'ın sıfatlarını inkar edip, yerlerine aslı esası olmayan isimlerin konulmasıdır.

Doğrudan doğruya Allah'ın varlığını ve O'nun isimlerini inkar edenlere gelince -ki felsefeci zındıkların yaptığı gibi- onlar artık sırat-ı müstekimden sapmışlar ve cehennemin yoluna yönelmişlerdir. [46]

İbnü'l-Kayyim şöyle demiştir:

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"En güzel isimler (Esmâü’l-Hüsnâ) Allah'ındır, o halde O'na o güzel isimlerle dua edin. O'nun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını çekeceklerdir." [47]

Allah'ın isimlerini inkârın esası, isimlerin gerçekliklerinde ve anlamlarında haktan sapmaktır. İlhad kelimesinin kökünde meyl anlamı vardır. Kabrin yan tarafında açılan bölüme Lahid denilir. Bu bölüm kabrin ortasından meylettiği için bu isim verilmiştir. Dinde mülhid olan da haktan batıla meyledendir. İbnu's-Sikkit bu kelime hakkında şunu söyler: Mülhid, haktan sapıp, onun içine ondan olmayan şeyleri sokuşturan demektir. Mültehid kelimesi de burdan gelir.

Ayet-i kerimede "O'ndan başka bir sığınak bulamazsın"[48]  buyurulurken, sığınak anlamında mültehad kelimesi geçer. Yani O'ndan başka kendisine yöneleceğin, kaçacağın, iltica edeceğin, meyledeceğin kimse yoktur demektir.

Allah'ın isimlerini inkâr şu şekillerde olur:

Birincisi, el-İlah'tan Lât, el-Aziz'den Uzza isminin türetilmesi gibi Allah'a ait isimlerin putlara verilmesidir. Arapların putu ilah olarak isimlendirmeleri gerçek bir ilhad ve inkardır. Çünkü onlar Allah'ın isimleriyle kendi putlarına ve batıl ilahlarına yöneldiler.

İkincisi, Allah Teâlâ'nın uygun olmayan isimlerle isimlendirilmesidir. Nitekim Hristiyanlar O'na "baba", felsefeciler "mücibun bi zâtihi", "İlletün fâileh" demişlerdir. Bunların hepsi birer ilhaddır.

Üçüncüsü; Allah Teâlâ'da bulunması caiz olmayan noksanlıklarla O'nun nitelendirilmesidir. Habis ruhlu yahudilerin "O, fakirdir", "O, mahlukatı yarattıktan sonra istirahate çekildi" demeleri böyledir. Ayette hikaye edilen şu sözler de onlarındır:

"Yahudiler, Allah'ın eli bağlıdır (sıkıdır) dediler. Hay dediği yüzünden eli bağlanası ve lanet olası! Bilakis, Allah'ın elleri açıktır, dilediği gibi verir." [49]

Buna benzer sözler Allah Teâlâ'nın isimleri ve sıfatları hakkında ilhaddır.

Dördüncüsü; İsimlerin ihtiva ettikleri anlamların inkar edilmesi ve iptal edilmesidir. Cehmiyye fırkası ve onlara uyanların: "O isimler, anlamları ve sıfatları olmayan soyut lafızlardır" demeleri bu tür bir ilhaddır.

Böyle söyleyenler Allah'a Semî, Basîr, Hayy, Rahim, Mütekellim ve Mürîd isimlerini verirler ve "O'nun hayatı, işitmesi, görmesi, konuşması ve iradesi yoktur" derler. Bu durum, akıl, şeriat, lügat ve fıtrat açısından Allah'ın (c.c.) isim ve sıfatlarını inkarın en büyüğüdür. Bu tür bir inkar, müşriklerin inkarının karşıtıdır. Çünkü onlar Allah'ın isimlerini ve sıfatlarını kendi ilahlarına veriyorlardı. Bunlar ise Allah Teâlâ'yı kemal sıfatlardan soyutlayarak bu sıfatları inkar ve ibtal ediyorlar. Her ikisi de Allah'ın isimleri konusunda ilhada düşmüşlerdir.

Cehmiyye ve onun kolları bu inkarlarında çeşit çeşittir. Aşırı olanlar, ılımlı olanlar ve ortada olanlar vardır. Allah ve Rasûlünün bildirdiği sıfatlardan herhangi bir şeyi inkar eden bir kimse, bu inkarı ister az olsun, ister çok olsun haktan sapmıştır.

Beşincisi; Allah Teâlâ'nın sıfatlarını yaratıkların sıfatlarına benzetmektir. Allah Teâlâ, Müşebbihenin [50] söylediklerinden beridir (uzaktır) ve münezzehtir. Bu tür ilhad, Allah'ı sıfatlarından soyutlayan ve sıfatları iptal eden Muattıla'nın inkarının karşıtıdır. Onlar isimleri kemal sıfatlardan soyutlayıp, bu sıfatları inkar ediyorlardı, bunlar ise bu sıfatları yaratıkların sıfatlarına benzetiyorlar. Her ne kadar gidiş yolları ayrı ayrı olsa da haktan sapma noktasında birleşiyorlar.

Allah Teâlâ, Rasûlüne uyanları ve onun sünnetini ayakta tutan varislerini bu tür sapıklıklardan korumuştur. Onlar Cenab-ı Hakk'ı sadece kendisini vasfettiği şeylerle nitelemişlerdir. O'nun sıfatlarını ne inkar etmişler, ne de yaratıkların sıfatlarına benzetmişlerdir. Lafız ve anlam yönünden nasıl gelmişse öylece kabul etmişler ve herhangi bir değişikliğe gitmemişlerdir. Onların bu isimlere inanış biçimleri  bu  isimleri mahlukatın isim sıfatlarına benzetmekten uzaktır. Onların Allah Teâlâ'yı her türlü noksanlıktan tenzih etmeleri de O'nu bu sıfatlarından soyutlamaktan uzaktır. Onlar ne Allah'a sanki bir puta tapar gibi tapan Müşebbihe'ye benzerler, ne de sanki yokluğa tapan Muattıle'ye benzerler. Nasıl ki İslâm milleti diğer milletler arasında orta bir milletse, ehli sünnet de diğer fırkalar arasında orta bir yolu takip etmişlerdir. Onların bilgi kandilleri doğuya da batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan yani o ağaçtan çıkan yağdan tutuşturulur. Bu öyle bir ağaçtır ki yağı, neredeyse kendisine ateş değmese dahi ışık verir. Bu ışık nûr üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruna eriştirir.

Allah'tan bizleri nuruna eriştirmesini, rızasına giden yolu bize kolaylaştırmasını ve Rasûlünün yolunu izlemeyi bizlere nasibetmesini dileriz. Şüphesiz ki O, çok yakındır ve dualarımızı kabul edendir. [51]

 

Esmâi Hüsna'yı Saymak İlmin Esasıdır

 

Esmâ-i Hüsna'yı saymak ve onları bilmek, malum olan herşeyi bilmenin esasıdır. Çünkü Allah Teâlâ'nın dışındaki bilinen şeyler ya O'nun yaratmasıdır veya O'nun emridir. İlim ise ya O'nun yarattığı şeyleri bilmektir, ya da şeriat, kural olarak koyduğu şeyleri bilmektir. Yaratmanın ve emretmenin kaynağı Esmâ-i Hüsnâ'dan çıkar. Bu ikisi arasında iç içe bir irtibat vardır.

Buyrukların tamamının kaynağı Esmâ-i Hüsnâ'dır. Bu emirlerin hepsi güzeldir ve hepsi de kulların menfaatine uygundur. Onlar için birer rahmettir ve şefkattir. Onlara yönelik bütün emirler ve yasaklar, onların kemale ermeleri için Allah'ın bir ihsanıdır. Allah Teâlâ'nın bütün emirleri bir maslahattır, hikmettir, rahmettir, lütuf ve ihsandır. Çünkü bu emirlerin kaynağı Esmâ-i Hüsnâ'dır. O'nun bütün fiilleri de adaletlidir, hikmetlidir ve kulların mashalatına uygundur ve onlar için birer rahmettir. Çünkü bu fiillerin de kaynağı Esmâ-i Hüsnâ'dır. Onun yaratmasında bir uygunsuzluk, bir anlamsızlık yoktur. Allah Teâlâ hiçbir  şeyi  boş  yere,  başıboş ve anlamsız yaratmamıştır. Nitekim kendisi dışında var olan her şey onun var etmesiyledir. O'nun dışındaki şeylerin varlığı O'nun varlığına bağlıdır. Yapılan ve yaratılan, yaratıcısına tabi olur.

Öyleyse  Esmâ-i   Hüsnâ'yı  bilmek,   Allah'ın dışındaki herşeyi bilmenin  de  temelidir.   O'nun isimlerini bilmek ve saymak diğer bütün ilimlerin de temelidir. Kim ki O'nun isimlerini gerektiği gibi sayarsa bütün ilimleri de saymış ve öğrenmiş olur. Çünkü O'nun isimlerini saymak bilinen her şeyi saymanın esasıdır. Zira bilinen şeyler bu isimlerin gereğidir ve  onlara bağlıdır. Yaratma ve  emrin O'nun ilminden meydana gelişini iyi bir düşünürsen bunlarda hiçbir uygunsuzluk, ve lüzumsuzluk bulamazsın. Kulların emirlerindeki ve fiillerindeki bozukluk ve lüzumsuzluklara gelince bunlar ya onların cehaletinden veya beceriksizliğindendir. Rabb Teâlâ ise ilim ve hikmet sahibidir. O'nun fiiline ve emrine uygunsuzluk ve lüzumsuzluk  bulaşmaz. [52]

 

Allah'ın (c.c.) Bütün İsimleri Güzeldir

 

Allah Teâlâ'nın bütün isimleri güzeldir. Güzel olmayanı yoktur. Daha önce de geçtiği gibi isimlerinden bazıları O'nun fiilleriyle ilgilidir. Hâlık, Râzık, Muhyî, Mümît gibi. Bunlar O'nun fiillerine delâlet eder. Bu fiillerin hepsi hayırdır, hiçbirisinde şer yoktur. Çünkü O, şer olan bir fiil işleseydi o fiilden de bir isim türetilir ve o zaman Allah'ın isimlerinin tamamı güzel olmazdı. Bu ise bâtıldır.

Şer, kötülük ve fenalık onun fiillerinde bulunmadığı gibi zatında ve sıfatlarında da bulunmaz. İyi olmayan hasletler, fiil ve sıfatlar ona izafe edilemez. Bu olumsuz özellikler ancak O'nun yaratıklarında bulunur.

Fiil ile mef’ul/yaratma işi ile yaratılan farklı farklı şeylerdir. Kötülük, fiilde değil, mefuldedir, yaratılmışlardadır. O'ndan uzaktır ve O'nun fiili değildir.

Burada dikkatli düşünmek gerekir. Bu konu birçok Kelam bilgininin kavrayamadığı, ayakların kaydığı ve anlayışların saptığı bir sahadır. Allah'ın izni ve keremiyle ehl-i hak, onların ihtilaf ettiği bu konuda doğruya yönelmişlerdir. Allah dilediğini sırat-ı müstakime iletendir.[53]

 

Allah Teâlâ'nın İsimlerinden Tek Başına, Başkası İle Birlikte Ve Karşıtı İle Birlikte Söylenilenler

 

Allah Teâlâ'nın isimlerinden bazıları tek başına ifade edilirken, pek çoğu da bir başka isimle birlikte söylenir. Mesala el-Kadir, es-Semi', el-Basîr, el-Azîz, el-Hakîm böyle ayrı ayrı birer birer ifade edilebildiği gibi "Ya Azîzü ya Halim", "Ya Gafüru ya Rahîm" şeklinde bir diğeriyle birlikte de söylenebilir. Allah Teâlâ'yı överken de, O'ndan bir haber verirken de O'nun isimlerini istersen tek tek sayarsın istersen birleştirerek sayarsın.

Allah  Teâlâ'nın  isimleri içinde öyleleri de vardır ki bunlar ancak o isimlerin karşıtlarıyla birlikte söylenebilirler.  el-Mani, ed-Dârr, el-Müntekim gibi. Bu isimleri karşıtlarından ayrı olarak tek başına söylemek caiz değildir. Bunlar el-Mu'ti, en-Nâfi’ ve el-Afûvv isimleriyle birleştirilirler. el-Mu'tıyyü'1-Mâni/veren ve engelleyen, ed-Dârru'n-Nâfi/zarar veren ve fayda veren, el-Muntekimü'1-Afüvv/intikam alan ve affeden, el-Muızzü’l-Müzill/yücelten ve alçaltan gibi. Yani veren de O, mani olan da; zarar veren de O, fayda veren de; intikam alan da O, affeden de; yücelten de O, alçaltan da... Mükemmellik vasfı ancak bu isimlerin kendi karşıtlarıyla birlikte zikredilmesiyle ortaya çıkar. Böylece O'nun rubûbiyette, yaratıkları idarede ve tasarrufta tek olduğu anlaşılmış olur. Allah Teâlâ'yı sadece men etmek, intikam almak ve zarar vermek gibi olumsuz sıfatlarla övmek caiz değildir. Bu bileşik isimler tek isim hükmündedir. Harflerinin sayısı ne kadar çok olursa olsun birbirinden ayırmak mümkün değildir.

Sen ya Müzill/ey alçaltan Allah, ya Dârr/ey zarar veren Allah, ya Mâni/ey engelleyen Allah dediğin zaman Allah Teâlâ'yı övmüş ve O'na hamdetmiş olmazsın. Meğer ki bunları karşıtlarıyla birlikte zikretmiş olasın. [54]

 

Birkaç Sıfata Delâlet Eden İsimler

 

İbnu'l-Kayyim der ki:

"Esmâ-i Hüsnâ'dan birkaç sıfata delâlet edenleri de vardır. Bu isimler delâlet ettikleri sıfatların tamamını kapsarlar. el-Mecîd, el-Azîm, es-Samed isimleri gibi..." Nitekim İbnu Abbas'tan rivayetle İbnu Ebî Hatim şöyle der: "es-Samed, efendilikte mükemmel olan efendi ve şerefi tam olan şereflidir. el-Azim, büyüklüğünde tam olandır; el-Halîm, hilminde mükemmel olandır; el-Alîm, ilminde tam olandır; el-Hakîm, hikmetinde tam olandır. Allah Teâlâ egemenlik ve şerefin her türlüsünde mükemmeldir. O Allah'tır ve her türlü noksanlıktan münezzehtir.

Bu sayılanlar O'nun sıfatlarıdır ve sadece O'na aittir. Hiç kimse O'na denk ve O'nun benzeri olamaz. O, el-Vâhidu'1-Kahhar olan Allah'tır.

Bu durum Esmâ-i Hüsnâ'yı şerh konusunda söz söyleyen pek çok kimsenin kavrayamadığı ve ismi, anlamının dışında, eksik olarak tefsir ettiği bir konudur. Bununla ilgili yeterli bilgisi olmayanlar İsm-i A'zam'ın hakkın' verememişlerdir ve onun anlamım çarpıtmışlardır. Düşün dikkatli ol!.. [55]

 

Bütün İsimVe Sıfatları Kapsayan Güzel İsimler

 

İbnu'l-Kayyim, Fatiha Sûresi'nin tefsirinde şunları söylemiştir:

"Şunu bil ki bu sûre yüce gayelerin en önemlilerini tam olarak ihtiva etmektedir ve onları en mükemmel bir şekilde ifade etmektedir. Esmâ-i Hüsnâ'nın ve yüce sıfatların kaynağı ve temeli olan üç isimle Hak Teâlâ'yı tanımlamaktadır. Bütün isim ve sıfatların medarı ve esası bu üç isimdir: Allah, Rabb ve Rahman.

Fatiha Sûresi, ilahlık, rablık ve rahmet üzere bina edilmiştir. "Yalnız sana ibadet, ederiz" ayeti ilahlık, "Yalnız senden yardım dileriz" ayeti rablık üzerine mebnîdir. Hidayet talebi ise Allah'ın rahmet sıfatıyla olur.

Sûrenin başında geçen Allah'a hamdetmekte üç mesele vardır:

Allah Teâlâ ilahlığında övülmüştür, rablığında övülmüştür ve rahmetinde övülmüştür. Övgü ve yücelik O'nun büyüklüğü sebebiyle mükemmelliğini ifade eden iki unsurdur.

Ayrıca Fatiha Sûresi birkaç yönden de peygamberliği ispat etmektedir:

1. Allah Teâlâ'nın âlemlerin Rabbi olması:

Alemlerin Rabb'ı olan Allah'ın kullarını dünya ve ahiretlerinde onlara fayda ve zarar verecek hususları bildirmeden başı boş bırakması ve ihmal etmesi uygun olmaz.  Bu  durum rubûbiyetin hakkını vermemek, Rabb Teâlâ'ya layık olmadığı şeyleri nisbet etmek demektir. Böyle yapanlar Allah'ı hakkıyla takdir etmemiş olurlar.

2. Allah İsmi:

Allah, kendisine ibadet ve itaat edilen demektir. Kullar, O'na nasıl ibadet edileceğini ancak O'nun Peygamberi vasıtasıyla öğrenebilirler.

3. Rahman İsmi:

Allah'ın rahmeti, O'nun kullarını ihmaline manidir. Mükemmelliğe ulaşmayı öğrenmemelerini engeller. Rahman isminin hakkını veren ve gerçeğini kavrayanlar, bu ismin yağmur indirip yeşillikler bitirmek ve taneler çıkarmaktan daha büyük mânâlar taşıdığını, peygamberler göndermek, kitaplar indirmek gibi daha mühim işleri kapsadığını bilirler. Rahmetinin, kalblerin ve ruhların ihyasını, beden ve cesetleri ihyasından daha fazla gerektirdiğini anlarlar. Gerçeği tam kavrayamayanlar bu isimden sadece hayvanların ve böceklerin nasib aldığını görürken akıl sahipleri bunların da ötesinde pek çok şeyin bu isimden nasibini aldığını idrak ederler... [56]

Fatiha Sûresi bütün peygamberlerin üzerinde birleştikleri üç tevhid çeşidini de ihtiva etmektedir:

1. İlimde Tevhid:

Haberlere ve bilgiye taalluk ettiği için bu isim verilmiştir.  Buna isimler ve sıfatların tevhidi de denilir.

2. Kasdi-İradî Tevhid:

Kasd ve iradeye tealluk ettiği  için böyle  denilmiştir.  Bu ikincisi  de iki kısımdır: Rubûbiyette Tevhid, Ulûhiyette Tevhid.

İşte tevhidin üç türü budur.

İlimde olan tevhide gelince, bu tevhidin dayanağı Allah'ın kemal sıfatlarını ispat etmek, teşbih ve misali nefyetmek, kusur ve eksikliklerden tenzih etmektir. Mücmel ve mufassal olmak üzere iki şey bu tür tevhide delâlet eder.

Mücmel olan, hamdin Allah Teâlâ'ya ispat edilmesidir. Mufassal olan ise, Allah'ın ilahlık, Rabblık, Rahmet ve Meliklik sıfatlarının zikredilmesidir. Bütün isim ve sıfatlarının medarı da bu dört sıfattır.

Hamdin ihtiva ettiği hususlara gelince, hamd; Allah Teâlâ'yı severek, O'ndan razı olarak ve O'na boyun eğerek kemal ve celal sıfatlarıyla O'nu methetmeyi ifade eder. O'nun övülmüş olan sıfatlarını inkar eden, O'nu sevmekten ve O'na itaat etmekten yüz çeviren kimse gerçek mânâda O'na hamdetmiş olmaz. Hamdolunanın  kemal sıfatları ne kadar çok olursa O'na hamdetmek de o kadar mükemmel olur. Kemal sıfatları azaldıkça o oranda O'na hamdetmek de azalır.

İşte bundan dolayı, Allah'tan başka kimsenin sayamayacağı kadar çok olan bütün hamdler Allah'a aittir. Bundan dolayıdır ki, mahlukatın hiçbiri O'nun övgüsünü sayamaz, çünkü O'nun kemal ve celal sıfatlarının sayısı da, kendisinden başka kimsenin sayamayacağı kadar çoktur.

Nitekim Allah Rasûlü (s.a.v.) şöyle dua etmiştir:

"Ey Allah'ım, senin gazabından senin rızana, senin cezandan senin affına ve yine senden sana sığınırım. Ben senin övgünü hakkıyle yapamam. Sen kendini övdüğün gibisin." [57]

Bütün bunlar isimler ve sıfatların tevhididir. Bu beş ismin (Allah, Rabb, Rahman, Rahim, Melik) diğer isim ve sıfatlara delaleti şu iki esasa dayanmaktadır:

Birinci esas; Rabb Tebareke ve Teâlâ'nın isimleri, O'nun kemal sıfatlarına delâlet eder. Bu isimler sıfatlardan türetilmiştir. Bir kısmı isimleri, bir kısmı da sıfatlarıdır. Bundan dolayı da güzel isimler (Esmâ-i Hüsnâ) olmuşlardır. Zira bunlar bir  takım anlamsız lafızlardan ibaret olsalardı güzel olmazlardı. Medh ve kemale de   delâlet etmezlerdi. Yine böyle olsaydı gazab ve intikam isimlerinin rahmet ve  ihsan makamında bulunması caiz   olurdu. Bunun aksi de varid olurdu. Bu durumda mesela  "Ey Allah'ım!  Ben kendime zulmettim, beni bağışla,    zira sen müntakimsin (intikam sahibisin). Ey Allah'ım! Bana ver, sen zarar veren ve mani olansın" demek gerekirdi ki yersizliği açıktır.  Allah, zalimlerin sözlerinden beridir (uzaktır) ve yücedir.

Güzel isimlerin mânâlarını ortadan kaldırmak isimler konusundaki en büyük inkardır.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

 "Allah'ın isimleri konusunda ilhada (inkara) gidenleri bırakınız, yapmakta oldukları şeyin karşılığını göreceklerdir." [58]

Eğer bu isimler bir mânâ ve özellik taşımasalardı, bu isimlerin masdarlarından bahsedilmez ve bunlarla  vasıflandırma yapılamazdı. Fakat Allah kendisinden bu isimlerin masdarlarıyla bahsetmekte, onları kendisine isnat etmekte, Peygamber de (s.a.v.) bunu ikrar etmektedir,

 Allah Teâlâ;

"Şüphesiz ki, rızıklandıran da, güç ve kuvvet sahibi olan da Allah'tır" buyurur.[59]

Bundan anlaşılır ki, "el-Kavî" O'nun isimlerindendir. mânâsı kuvvetle nitelenmiş demektir. "Bütünüyle izzet Allah'ındır." [60] Aziz, izzeti olandır. Eğer Allah kuvvet ve izzet sahibi olmasaydı ne Kavı, ne de Aziz diye anılmazdı. "Allah onu ilmiyle indirdi" [61] ayetinde de durum böyledir.

Bir kimse şayet Allah'ın diriliğine, işitmesine, görmesine, güç ve kudretine veya azametine yemin etmiş olsa yemini geçerlidir ve gerektiğinde keffaret ödemesi icabeder. Çünkü bunlar, O'nun isimlerinin türediği kemal sıfatlarıdır.

Yine, şayet O'nun isimleri birtakım mânâ ve sıfatları içermiyor olsaydı, bunlardan fiilleriyle bahsetmek mümkün olmazdı. Mesela "işitir, görür, bilir, gücü yeter, irade eder" gibi fiillerle ifade edilmezdi. Çünkü sıfatların neticelerinin varlığı, sıfatların kendilerinin varlığına, bağlı onların bir fer'i ve parçasıdır. Sıfatın aslı ortadan kalkınca neticesinin varlığından da söz edilemez.

O'nun isimlerinin mânâlarını kabul etmemek, Allah'ın isimleri konusundaki en büyük inkarlardan biridir. Bu konudaki inkarlar türlü türlüdür. İşte bu da bunlardan biridir.

İkinci esas; Allah Teâlâ'nın isimlerinden biri mutakabat itibarıyla kendisinden türediği zat ve sıfata delâlet       ettiği gibi bu  isim tadammun/kapsama ve lüzum/ayrılmazlık yoluyla doğrudan kendisine de delâlet edebilir. Bir sıfata tek olarak tadammun/kapsama yoluyla delâlet ettiği gibi sıfattan tecrid edilmiş zata da delâlet eder. Diğer taraftan başka bir sıfata da lüzum/ayrılmazlık, gereklilik yoluyla delâlet eder.

Mesela es-Semî' ismi mutabakatla Rabbin zatına ve işitmesine yalnız başına delâlet eder. Yalnız başına zâta ve yalnız başına işitmeye delâleti de tadammun/kapsama yoluyladır. Hayy ismine ve bayat sıfatına ise lüzum/ayrılmazlık, gereklilik delâlet eder. Allah'ın diğer isim ve sıfatları da böyledir. Fakat lüzum/ayrılmazlık delâletinin varlığını bilmede insanlar farklı farklıdır. [62]

Bu iki esas sabit olduğuna göre "Allah" ismi bütün güzel isimlere ve yüce sıfatlara üç delâlet şekliyle (ilzam, tadammun ve mutabakat şekliyle) de delâlet eder. Bu isim O'nun subûtî ve selbî sıfatlarının hepsini içine alan ilahlığına delâlet eder. Bu sıfatların zıdlarını da O'ndan nefyeder/reddeder.

İlahlık sıfatları -yani sadece Allah'ın gerçek ilah oluşu ve ortağının olmaması- O'nun teşbihten, temsilden, ayıp ve noksanlıklardan münezzeh kemal sıfatlarıdır. Bundan dolayıdır ki Allah, güzel isimlerini hep bu büyük ismine izafe etmektedir: "Güzel isimler Allah'ındır." [63] Nitekim, "Rahman,  Rahim,  Kuddüs,  Selam, Aziz, Hakim isimleri Allah'ın isimleridir" denir, ama "Allah ismi, Rahman'ın isimlerindendir" veya "Aziz'in isimlerindendir" vs. denmez.

Görüldüğü gibi Allah ismi Esmâ-i Hüsnâ'nın mânâlarının hepsini karşılamakta, özlü olarak hepsine delâlet etmektedir. Diğer isimler ayrıntı ve açıklamadır. Allah isminin kendisinden türediği ilahlığın niteliklerini beyandır. Allah ismi O'nun ilah ve mâbûd olduğuna, yaratıkların sevgi, saygı ve haşyetle ihtiyaçlarını O'na arzederek ve belâ anında O'na sığınarak O'nu ilah edindiklerine delâlet eder. Bu ise O'nun Rabblığının ve merhametinin kemalini de ihtiva eder. Allah'ın ilahlığı, Rabblığı, Rahmanlığı ve Melik oluşu kemal sıfatların tamamını gerekli kılar. Çünkü bütün bunların diri olmayan, işitmeyen, görmeyen, muktedir olmayan, konuşmayan ve istediğini yapamayan ve hikmet sahibi olmayan bir kimse için söz konusu olması imkansızdır.

Celâl ve Cemâl sıfatları "Allah" ismine hastır.

Fiil ve kudret sıfatları, zarar ve fayda vermede yalnız olmak, vermek ve engel olmak, iradenin gerçekleşmesi, kudretin kemali yaratıkların işlerinin yürütülmesi ve düzenlenmesi gibi sıfatlar "Rabb" ismine aittir.

İhsan, Cûd (cömertlik), Birr (iyilik), Hanan (şefkat), Minnet (iyilik etmek), Re'fet (merhamet) ve Lutf gibi sıfatlar "Rahman" ismine hastır.

Bunlar, sıfatın sübutunu eserin husulünü ve taalluk ettiği şeylerle ilgisini açıklamak için tekrar edilmişlerdir. Rahman, rahmet vasfı olandır. Rahim, kullarına merhamet edendir. Bundan dolayı Allah Teâlâ:

"O müminlere Rahîm'dir" [64]der. Diğer bir başka ayette;

 "Şüphesiz Allah onlara Rauf ve Rahimdir"  buyurulur. [65] Bu ayetlerde vasıflandığı mânâların hepsi bulunmak ve rahmet vasfını da fazlasıyla içermekle beraber fa'lan veznindeki Rahman ismi; "kullarına Rahman" ya da  "mü'minlere  Rahman"  şeklinde  geçmemiştir. Fa'lan vezni genişlik ve kapsamlılığı ifade eder. İşte bundan dolayı çoğu kez Allah'ın arşı istivası bu isimle beraber gelmiştir:

 "Rahman arşı istiva etti." [66]

Çünkü arş bütün yaratıkları kuşatıcıdır ve içine alacak kadar geniştir. Rahman da mahlukatı kuşatıcı ve    kapsayıcıdır. Nitekim ayette;

 "Rahmetim herşeyi kuşatmıştır." [67] dediği buyurulmuştur. Ebu Hureyre'den gelen sahih bir hadiste Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Allah Teâlâ mahlukatı yarattığı zaman bir kitaba, rahmetim gazabımı geçer, diye yazdı. Bu kitap, Allah'ın nezdinde ve arşın üzerine konmuştur."

Diğer bir rivayette; "Bu Allah'ın yanında arşın üstündedir" [68]  şeklindedir

Bu kitabın rahmete tahsis edilmesini ve Allah'ın yanına arşın üzerine konuluşunu düşün... Bununla "Rahman arşı istiva etti" [69] ve"Sonra arş üstüne Rahman istiva etti, bunu bir bilene sor" [70] ayetleri arasındaki uygunluğu gör.   Sana Rabbinin marifetinden büyük bir kapı açılacak, şayet Mu'tezile ve Cehmiyye bu kapıyı kapatmamışsa.

Adl (adaletli olmak), Kabz (rızkı belli bir ölçüde tutup vermek, ruhu almak), bast (bol bol vermek, yaymak), Hafd (alçaltmak), Raf (yüceltmek), Ata (vermek), Men' (engel olmak), İ'caz (yüceltmek), îzlal (zillete düşürmek), Kahr (galip gelmek), Hüküm (herşeyi yerli yerine koymak) ve benzeri sıfatları Allah, Melik ismine has kılmıştır. Melik ismini de "Din gününe" tahsis etmiştir. Bu da o gün yalnızca kendisi hükmedeceği için adaletle ceza vermesidir. Çünkü o gün gerçektir ve ondan önceki zamanlar sanki bir andan ibarettir. Kıyamet günü gaye, dünya günleri ise bu gayeye doğru giden merhalelerdir.

Fatiha Sûresi'nde bu isimlerin hamdden sonra zikredilmesinde, hamdin bu isimlerin mukteza ve muhtevasına uygun düşmesinde, Allah'ın ilahlığında, Rabblığında, Rahmaniyetinde ve Melikliğinde övülmüş olduğuna yani Allah'ın övülmüş bir ilah, övülmüş bir Rabb ve övülmüş bir Melik olduğuna işaret vardır. Böylece de kemalin bütün kısımları O'na ait olmuş olur.

Bu isimden tek başına bir kemal, diğer isimden de tek başına bir kemal hasıl olur. Birinin diğerine bitişmesiyle de daha başka bir kemal ortaya çıkar. Bunun örnekleri şu ayetlerdir:

"Allah ganîdir, hamîddir." [71]

"Allah alimdir, hakimdir[72]

"Allah kadirdir ve Allah gafurdur, rahimdir." [73]

Gani, kemal sıfatıdır, hamd de kemal sıfatıdır. Hamd ile gına sıfatının beraber olması da kemaldir. İlmi ve hikmeti kemaldir. İlmin hikmete bitişik olması da kemaldir. Allah'ın kudreti ve mağfireti kemaldir. Kudretin mağfirete bitişik olması da kemaldir. Kudretle af de kemaldir:

"Allah affedici kadirdir."[74]

Kudreti olup da affetmeyen yoktur. Hiçbir affeden yoktur ki kudretinden affetmiş olmasın, hiçbir ilim sahibi yoktur ki halîm olmasın, halim hiç kimse yoktur ki ilim sahibi olmasın. Hilmin ilme, affın kudrete, melikin hamde, izzetin rahmete bitişik olmasından daha güzel ne vardır:

"Şüphesiz senin Rabbin azizdir, rahimdir." [75]

Bu da apaçık göstermektedir ki, Rabb Teâlâ'nın isimleri kendisiyle kaim olan sıfat ve mânâlardan türetilmiştir ve Allah'ın her isminin beraberinde zikri uygun düşen birbirine bağlı bulunan fiilleri ve emirleri vardır. Doğruya muvaffak kılan Allah'tır.

Dua eden bir kimse; "Allahümme innî es'elüke" (Allahım, ben senden isterim) dediği zaman sanki, "Güzel isimleri ve yüce sıfatları olan Allah'a bu isimleri ve sıfatlarıyla dua ediyorum" demiş olur.

"Allahümme" derken Allah kelimesinin sonundaki "mim" harfi çoğul anlamı ifade etmektedir. Allah'ın bütün isimleriyle isterim demektir. Nitekim Rasûlullah (s.a.v.) sahih bir hadiste şöyle demektedir:

"Kendisine  herhangi bir üzüntü ve keder isabet eden bir kul şu duayı okursa Allah onun gam ve kederini giderir ve ona bir ferahlık verir: 

Ey Allahım! Ben senin kulunum, kulunun ve cariyenin oğluyum. Mukadderatım senin elindedir. Benimle ilgili hükmün tahakkuk etmiştir. Senin, benim hakkımdaki takdirin adaletlidir. Sana, senin isimlerinin hepsiyle niyaz ederim. O isimler ki, sen Zât-ı Bâri'ni onlardan  her biriyle anmışsındır. Yahut kitaplarında inzal buyurmuşsundur. Yahut bir peygamberine öğretmişsindir. Yahut ezeli olan gayb ilminde kendin için  seçmişsindir.  Kur'an'ı kalbimin baharı, gönlümün nuru, hüznümün uzaklaştırıcısı, gam ve kederimin gidericisi kıl."

“Ya Rasulallah bu duayı öğrenmeyelim mi? dediler.

Evet,  bunları  işiten kimsenin  öğrenmesi gerekir,” buyurdu. [76]

Dua eden kimse, İsm-i A'zam'daki gibi Allah'tan isim ve sıfatlarıyla istemelidir:

"Ey Allahım! Ben senden isterim. Çünkü hamd sanadır. Sen gökleri ve yeri yaratan, çok iyilik yapan, kendisinden başka ilah olmayan, celal ve ikram sahibisin." [77]

Dua üç kısımdır:

1. İsimleri ve sıfatlarıyla Allah'tan istemek.

2. İhtiyacını, fakirliğini ve aczini itiraf ederek istemek ve "Ben fakir, miskin, âciz ve himayeye muhtaç bir kulum" demek.

3. Hiçbir şey söylemeksizin sadece ihtiyacını istemek.

Birincisi, ikincisinden, ikincisi de üçüncüsünden daha iyidir. Üçü de bir arada yapılırsa o dua daha güzeldir. Rasûlullah'ın (s.a.v.) duaları genellikle böyledir.

Rasûlullah (s.a.v.), Hz. Ebu Bekir'e (r.a) öğrettiği duada bu üç kısım da zikredilmiştir:

1. Duanın başında: "İlahî şüphesiz ben kendime çok zulmettim" [78] dedi. Bu dua edenin halidir.

2. Sonra: "Günahları mağfiret edecek de ancak sensin" dedi. Bu da kendisine dua edilenin halidir.

3. En sonunda da: "Öyleyse bana mağfiret eyle" dedi ve ihtiyacını belirtti. Duasını, Esmâ-i Hüsnâ'dan kendi maksadına ve isteyeceği şeye uygun olan iki isimle bitirdi.

İbnü'l-Kayyim bu hadisi zikrettikten sonra şöyle dedi:

Bizim de tercih ettiğimiz bu usul seleften pek çok kişiden bize ulaşmıştır.

Hasan-ı Basrî: "Allahümme kelimesi duaların ortak noktasıdır" der.

Ebû Recâ el-Atâî şöyle der: "Allahümme kelimesindeki mim'de Allah'ın doksan dokuz ismi vardır."

En-Nadr İbn Şümeyl ise şöyle der: "Kim Allahümme derse Allah'a bütün isimleriyle dua etmiş olur." [79]

 

Allah Teâlâ'nın İsimleri Ve Sıfatlarının Kendisine Ait Olması

İsimlerin Aynı  Olmasının İsimlendirilenlerin De Aynı Olmasını Gerektirmediği

 

İbnu Teymiye şöyle dedi:

Allah Teâlâ kendisini ve sıfatlarını bir takım isimlerle isimlendirmiştir. Bu isimler O'nun kendisine aittir. Bu  isimler Allah'a izafe edildiğinde başkaları için kullanılamazlar. Allah Teâlâ bazı yaratıklarına da olara mahsus ve onlara izafe edilebilen isimler vermiştir. Mahlukata verilen bu isimlerin, müsemmalarından/isimlendirilenlerden bağımsız düşünüldüğü vakit, Allah'a verilen isimlerle uyuştuğu görülür, isimlerin uyuşması ve aynı olması müsemmalarının/isimlerin sahiplerinin de aynı olmalarını ve benzeşmelerini gerektirmez. Bu aynilik, ismin bir    müsemmaya izafesi ve tahsisinden  soyutlanmış yalın halinde  iken  söz konusudur, izafet  ve  tahsis esnasında ne  bir benzerlik ne de aynilik söz konusu olamaz.

Allah Teâlâ kendisini Hayy (diri) diye isimlendirdi: 

"Allah, O'ndan başka tanrı yoktur. O, Hayydır, Kayyûmdur."[80]

Hayy smini bazı kullarına da vermiştir:

"Ölüden diriyi, diriden ölüyü O çıkarıyor."[81]

Birinci ayetteki hayy/diri, ikinci ayetteki hayy/diri gibi değildir. Çünkü birincisi Allah'a mahsus bir isimdir, diğeri yaratıklara ait bir isimdir. Ancak herhangi bir şeye tahsis edilmeksizin yalın halde söylenildiğinde aralarında herhangi bir fark yoktur. Yalın haldeki söyleyişte onun hariçte bir isimlendirileni yoktur. Fakat söyleyişte, iki şey arasında ortak bir noktanın bulunduğunu akıl kavrar ve bu ismi iki ayrı şeye tahsis ederken de yaratıcıyı yaratılandan ayırdetmek suretiyle bunu kayıtlandırır.

Bu durum Allah Teâlâ'nın bütün isimleri ve sıfatları için geçerlidir. Bunlar mahlukata da isim olarak verildiği zaman iki isimlendirme arasında hangi yönlerden benzerlik ve mutabakat olduğu ve yaratıcının yaratılanlardan hangi yönlerden farklı özelliklere sahip olduğu kolayca anlaşılır.

Aynı şekilde Allah Teâlâ kendisini "Alîm" ve "Halîm" [82] diye isimlendirmiştir. Bazı kulları için de "Alîm ve Halîm" demiştir. Mesela Hz. İbrahim'e müjdelenen oğlu İshak için:

"Ona bilgin (alîm) bir oğlan çocuğu müjdelediler" [83] ve İsmail için de; "Biz ona yumuşak huylu (halîm) bir oğlan çocuğu müjdeledik" buyurulur. [84] Allah'ın ismi olan Alîm, mânâ ve muhteva yönünden İshak'a verilen alîm ismi gibi değildir. Allah'ın ismi olan halîm ile İbrahim'e verilen halîm ismi de böyledir. Aralarında fark vardır.

Allah Teâlâ şu ayette kendisini Semi' (işiten) ve Basîr (gören) diye isimlendirmiştir:

"Allah size,' mutlaka  emanetleri  ehli  olanlara  vermenizi  ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah Semi'dir (herşeyi işiticidir), Basîr'dir (herşeyi görücüdür[85] Bazı yratıklarına da Semi' ve Basîr ismini vermiştir: "Gerçek şu ki, biz insanı katışık bir nutfeden yarattık. Onu imtihan edelim diye kendisini işitir (Semi') ve görür (Basîr) kıldık." [86]

Bu ayetteki Semi' ve Basîr, yukarıdaki ayetteki Semi' ve Basîr gibi değildir.

Cenab-ı Hak kendisini "Rauf (şefkatli, çok merhametli) ve "Rahîm" diye isimlendirmiş ve şöyle buyurmuştur: "Allah insanlara karşı Rauf'tur (şefkatlidir) ve Rahîm'dir (merhametlidir)."

[87]Aynı isimleri bazı kullarına da vermiştir:

"Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. Mü'minlere karşı Raûftur (çok şefkatlidir), Rahîm'dir (merhametlidir)."[88].

Bu Rauf, o Rauf gibi değildir, bu Rahîm de o Rahîm gibi değildir.

Yüce Allah kendisini, "Melik" diye isimlendirmiş [89] bazı kullarına da "Melik" demiştir [90] fakat iki Melik de farklı farklıdır.

Allah Teâlâ kendisini de "mü'min" [91] (emniyet ve güven sağlayan) diye isimlendirmiş, bazı kullarına da "mü'min"[92] demiştir. Fakat ikisi birbirinden çok farklıdır.

Azîz ismi de böyledir. Kur'an'da bu isim hem Allah'a hem  de bazı kullarına [93] izafe edilir. Fakat bunlar birbirinden çok farklıdır.

Allahü Zülcelal, Cebbar ve Mütekebbir isimlerini de hem kendisi için [94] hem de bazı insanlar için [95] kullanmıştır. Fakat her ikisinin de ifade ettiği anlam tamamen farklıdır. Buna benzer şeyler pek çoktur.

Allah Teâlâ kendi sıfatlarını bir takım isimlerle tesmiye ettiği gibi, kullarına ait sıfatları da bu isimlerin benzerleriyle isimlendirmiştir.

Mesela şu ayetlerde Allah Teâlâ İlim ve Kudret sıfatını, kendisine izafe etmiştir:

"O'nun bildirdiklerinin dışında insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler[96]

"Allah onu ilmiyle indirdi." [97]

"Şüphesiz rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan Allah'tır." [98]

"Onlar kendilerini yaratan Allah'ın, onlardan daha kuvvetli olduğunu görmediler mi?" [99]

Şu ayetlerde de mahlukatın sıfatlarına ilim ve kuvvet diye isim vermiştir:

"Size ancak az bir ilim verilmiştir." [100]

"Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır." [101]

"Onlar kendilerinde bulunan ilme güvendiler." [102]

"Sizi güçsüz yaratan, sonra güçsüzlüğün ardından kuvvet veren ve sonra kuvvetin ardından güçsüzlük ve ihtiyarlık veren Allah'tır. O, dilediğini yaratır. O, hakkıyla bilendir, üstün kuvvet sahibidir." [103]

"... Kuvvetinize kuvvet katsın[104]

"Kulumuz Davud'u, o kuvvet sahibi zâtı hatırla." [105]

Allah'ın ilmi, kulların ilmi gibi değildir, kuvveti de kulların kuvveti gibi değildir.

Allah Teâlâ kendisini meşiet (dilemek, istemek) .sıfatı ile nitelendirmiş, kulunu da aynı sıfatla nitelendirmiştir:

"O, herkes için, sizden doğru yola gitmek isteyenler için bir öğüttür. Alemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz." [106]

"Şüphesiz ki bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine bir yol tutar. Sizler ancak Rabbinizin dilemesi (izin vermesi) sayesinde (bir şeyi) dileyebilirsiniz. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir." [107]

Allah Teâlâ hem kendisini hem de kulunu irade (istek) vasfıyla nitelemiştir:

"Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, halbuki Allah (sizin için) ahireti istiyor. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir."[108]

Allah Teâlâ kendisini de kulunu da mehabbet (sevgi) ile nitelemiştir:

"...Allah, sevdiği ve kendisini seven bir topluluk getirecektir." [109]

"(Rasûlüm!) De ki: “Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın." [110]

Allah Teâlâ kendisini de kulunu da rıza (hoşnutluk) ile nitelemiştir:

"Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O'ndan razı olmuşlardır." [111]

Malumdur ki, Allah'ın dilemesi kulun dilemesi gibi değildir. O'nun iradesi, mehabbeti ve rızası da kullarınki gibi değildir.

Allah Teâlâ kendisini kafirlere gazap etmekle vasıflandırdı. Ayette bunu ifade için geçen "makt" kelimesini kulları için de kullanmıştır:

"İnkar edenlere şöyle seslenilir: Allah'ın gazabı, sizin kendinize olan kötülüğünüzden elbette daha büyüktür. Zira siz imana davet ediliyorsunuz, fakat inkar ediyorsunuz." [112]

Allah Teâlâ hem kendisini, hem de kulunu Mekr ve Keyd (tuzak kurmak) ile nitelendirmiştir:

"Onlar (sana) tuzak kurarlarken, Allah da (onlara) tuzak kuruyordu."[113]

"Onlar bir tuzak kurarlar, ben de bir tuzak kurarım." [114]

Fakat Allah'ın onlara kurduğu tuzak onların tuzağına hiç benzemez.

Allah Teâlâ kendisini amel (yapmak, yaratmak) ile nitelendirmiştir:

"Görmüyorlar mı ki biz kudretimizin eseri olmak üzere onlar için birçok hayvan yarattık. Bu sayede onlar bunlara sahip olmuşlardır." [115]

Aynı vasfı kullar için de söylemiştir:

"Yaptıklarına karşılık onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilmez." [116]

Fakat Allah'ın ameli kulların ameli gibi değildir.

Allah Teâlâ kendisini münadât (seslenmek) ve münâcât (fısıldamak) ile vasıflandırdı:

"Ona Tur'un sağ tarafından seslendik ve onu fısıldaşan kimse kadar (kendimize) yaklaştırdık." [117]

"O gün Allah onları çağıracak..." [118]

"... Rableri onlara nida etti..." [119]

Aynı şekilde kulunu da vasıflandırdı:

"Sana odaların arka tarafından bağıranların çoğu aklı ermez kimselerdir." [120]

"Peygamber ile gizli bir şey konuşacağınız zaman..." [121]

"Aranızda gizli konuştuğunuz zaman günahı, düşmanlığı ve peygambere karşı gelmeyi fısıldamayın." [122]

Allah'ın nida etmesi ve fısıldaması ile kulun nida etmesi ve fısıldaması farklıdır.

Allah Teâlâ kendisine teklim (konuşma) sıfatını verdi:

"Ve Allah Musa ile gerçekten konuştu." [123]

"Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tur'a) gelip de Rabbi onunla konuşunca..." [124]

"O Peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmı ile konuşmuştur..."

Aynı sıfatı kulları için de verdi:

"Kral dedi ki: Onu bana getirin. Onu kendime özel danışman edineyim. Onunla konuşunca:Bugün sen yanımızda yüksek makam sahibi ve güvenilir birisin, dedi." [125]

Allah'ın konuşması, kulun konuşması gibi değildir.

Allah Teâlâ hem kendisini hem de bazı yaratıklarını tenbie (haber vermek) ile vasıflandırdı:

"Peygamber, eşlerinden birine gizli bir söz söylemişti. Fakat eşi o sözü başkalarına haber verip Allah da bunu Peygamber'e açıklayınca, Peygamber bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber bunu ona haber verince eşi: Bunu sana kim bildirdi? Dedi. Peygamber: “Bilen, herşeyden haberdar olan Allah bana haberverdi , dedi." [126]

Her iki haber veriş birbirinden farklıdır.

Allah Teâlâ hem kendisini hem de kulunu Ta'lim (öğretmek) ile vasıflandırdı:

"Rahman Kur'an'ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona açıklamayı öğretti." [127]

"(Avcı köpeklerine) Allah'ın size öğrettiği şeyleri öğretirsiniz." [128]

"Andolsun ki içlerinden kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkardan) kendilerini temizleyen, kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur." [129]

Allah'ın öğretmesi kulların öğretmesi gibi değildir.

Allah Teâlâ gazabı hem kendisine hem de kuluna sıfat olarak vermiştir:

"Allah onlara gazap etmiş ve lanetlemiştir.”[130]

"Musa kızgın (gazaplı) ve üzgün bir halde kavmine dönünce..." [131]

Her ikisinin gazabı birbirinden farklıdır.

Allah Teâlâ kendisini arşı istiva etmekle vasıflandırdı ve bunu yedi ayrı ayette belirtti. [132] Allah bazı yaratıklarının da diğerlerine istiva ettiğini bildirdi:

"...Ve size bineceğiniz gemiler ve hayvanlar var etmiştir ki böylece onların sırtına istiva edersiniz (binersiniz)."[133]

"En, yanındakilerle birlikte gemiye istiva ettiğinde (binip yerleştiğinde)..."[134]

"Gemi Cûdî Dağı'nın üstüne istiva etti (yerleşti)." [135]

Allah'ın istivası ile yaratıkların istivası birbirine benzemez.

Allah kendisini Bastu'l-Yedeyn (eli açık olmak)la vasıflandırdı;

"Yahudiler, Allah'ın eli bağlıdır (sıkıdır) dediler. Hay dedikleri yüzünden elleri bağlanası ve lanet olasılar. Bilakis Allah'ın elleri açıktır, dilediği gibi verir." [136]

Bazı yaratıklarını da aynı şeyle vasıflandırdı:

"Eli sıkı olma, büsbütün eli açık da olma."[137]

Ne  Allah'ın eli kulların eli gibidir, ne de Allah'ın elinin açıklığı,  kullarınki gibidir. El açıklığından kastedilen bol bol vermek ve cömertlik olduğuna göre Allah'ın vermesi ve cömertliği hiçbir zaman kulların vermesi ve  cömertliğine benzemez. Buna benzer şeyler pek çoktur.

Allah Teâlâ'nın kendisini vasıflandırdığı şeyleri kabul edip, O'nu yaratıklara benzetmekten sakınmak gerekir. Bir kimse, Allah'ın ilmi yoktur, kuvveti yoktur, rahmeti yoktur, O konuşmaz, sevmez, razı olmaz, nida etmez, fısıldamaz ve istiva etmez derse O'nun sıfatlarını iptal ve inkar etmiş ve O'nu yokluğa ve cansız varlıklara benzetmiş olur. Bir kimse de O'nun ilmi benim ilmim gibidir, kuvveti benim kuvvetim gibidir, rızası benim rızam gibidir, elleri benim ellerim gibidir, istiva etmesi benim istiva etmem gibidir, derse o da Allah Teâlâ'yı kendisine ve canlı varlıklara benzetmiş olur. Birincilere Muattıle, ikincilere Müşebbihe denilir. Allah'ın isimlerini ve sıfatlarını hiçbir şeye benzetmeden ve O'nu sıfatlarından soyutlamadan kabul etmek gerekir. [138]

İbnü'l-Kayyim, bu tür isim ve  sıfatların  üç açıdan değerlendirilmesi gerektiğini beyan etti:

1. İsim ve sıfatların Rabb Tebareke ve Teâlâ'ya ve insanlara izafe etmeksizin onlara vermeksizin soyut olarak değerlendirilmesi.

2. Rabb Teâlâ'ya izafe ederek ve O'na tahsis ederek değerlendirilmesi.

3. İnsanlara izafe ederek ve onlarla kayıtlayarak değerlendirilmesi.

Zâtı ve hakikati sebebiyle gerekli olan bir isim hem Rabb Teâlâ, hem de kul için sabit olur. Yani böyle bir isim Allah'a da kula da izafe edilir. Ancak bu ismin Allah'a izafesi O'nun şanına layık bir şekilde ve kemaliyledir, kula izafesi de kulun durumuna uygun bir şekildedir.

Mesela es-Semi' (işiten) ismi, işitilecek şeylerin idrakini, el-Basîr ismi görülecek şeylerin idrakini gerekli kılar. El-Alîm, el-Kadîr vs. isimlerin durumu da böyledir. Bu kelimelerin herhangi bir kimseye isim olarak verilebilmesi için onların mânâlarının ve hakikatlerinin o kimsede mevcut olması şarttır. Bu isimlerin zatı için gerekli olan; Allah Teâlâ'ya nisbet edilmesidir. Bunda bir sakınca yoktur. Ancak bunun teşbih ve temsilden uzak olması, Rabb Teâlâ'nın yaratıklara benzetilmemesi gerekir. Kim, mahlukatın da bu isimlerle isimlendirilmeleri sebebiyle bunların Allah'a nisbetini kabul etmezse, Allah'ın isimleri konusunda ilhada düşmüş olur ve O'nun kemal sıfatlarını inkar etmiş sayılır. Kim, bu isimlerin Allah'a nisbetini, aynı isimlerin mahlukata nisbeti gibi anlarsa, o da Allah'ı yaratıklarına benzetmiş olur. Kim ki Allah Teâlâ'yı yaratıklarına benzetirse küfre girmiş olur. Kim ki Allah Teâlâ'yı yaratıklarına benzetmiyecek şekilde ve O'nun büyüklüğüne ve yüceliğine uygun bir biçimde isimlendirecek olursa o da teşbih pisliğinden ve ta'til [139] cinayetinden korunmuş olur. Bu, ehl-i sünnetin yoludur. Bir sıfatın yaratılmışlara nisbeti sebebiyle gerekli olan nice şeyler vardır ki aynı sıfatı Allah'a nisbet ederken Allah'ı bunlardan tenzih etmek gerekir. Nitekim kulun hayat sıfatına sahip olması onun uyumasını ve uyuklamasını, beslenme ihtiyacını ve buna benzer şeyleri gerekli kılar. Yine aynı şekilde kulun iradesi kendisine faydalı olanı almak, zararlı olanı uzaklaştırmak hususunda harekete geçmesini gerektirir. Yine kulun yüceliği, onun kendisinden daha yüce olacağı birisine ihtiyacı olduğunu ve onunla kıyas edildiğini gösterir. Halbuki Allah Teâlâ'nın bütün bunlardan tenzih edilmesi gerekir. Bir sıfat hangi cihetten sadece Allah Teâlâ'ya özgü ise yaratıklarından da o cihetten nefyedilmesi, o cihetin onlarda bulunamayacağının bilinmesi gerekir. Mesela Allah'ın ilmi, ezelidir. Vücub ifade eder (yani mutlaka vardır) ve her şeyi kuşatıcıdır. İradesi, kudreti ve diğer sıfatları da böyledir. Bu sıfatlardan Allah Teâlâ'ya özgü olan hususların mahlukat için sabit olması, onlarda   da   bu hususların bulunması mümkün değildir. Bu kurala tam olarak riayet ettiğin ve gerektiği şekilde kavradığın   takdirde iki türlü âfetten kendini kurtarmış olursun. Bu iki afet kelamcıların düştükleri belanın aslıdır.  Bunlar ta'til âfeti ve teşbih âfetidir.

Sen, düşünürken bu makamın hakkını verirsen, Allah'ın güzel isimlerini ve yüce sıfatlarını gerçek olarak ispat ve kabul etmiş olursun. Böylece hem ta'tilden kurtulmuş, hem de o sıfatlardan mahlukata ait özellikleri de reddederek teşbihten kurtulmuş olursun. Meselenin bu yönünü iyi düşün ve bunu bu konuda müracaat edeceğin bir kalkan haline getir. Allah (c.c.) doğruya ulaştırandır. [140]

İbnu'l-Kayyım bu konuda şunları da söyledi: Hayy, Semi', Basîr, Alîm, Kadîr ve Melik gibi hem Allah'a hem de kullara verilebilen isimler üzerinde kafa yorup düşünenler arasında farklı görüşler vardır. Kelamcılardan bir grup: "Bu isimler insanlar için hakikat, Rabb için mecaz ifade eder, dediler. Bu görüş Cehmiyye'nin aşırılarına aittir ve ortaya atılan görüşlerin en çirkini ve en bozuk olanıdır. İkincisi bunun karşıtıdır. Ebu'l-Abbas en-Nâşî'ye ait olan bu görüşe göre, bu isimler Rabb Teâlâ için hakikat, kullar için mecazdır. Üçüncüsü ise Ehl-i Sünnet'in görüşüdür ve onlara göre bu isimler hem Allah hem de kulları için hakikattir. Doğrusu da budur. Bu isimlerin Allah ve kullarına izafesinde farklı anlamlar ifade etmeleri Allah Teâlâ ve kulları için hakikat ifade etmelerine mani değildir. [141] Bu isimlerden Rabb Teâlâ için O'nun şanına layık mânâlar vardır, kullar için de onlara uygun mânâlar vardır. [142]

 

Bilinmesi Gereken Şeyler

 

Birincisi; Allah Teâlâ'dan haber verme konusu ve O'nunla ilgili bilgiler, O'nun ismi ve sıfatları konusundan daha geniştir. Mesela, "Eş-Şey', el-Mevcûd, el-Kâimu bi nefsihi" kelimeleri Esmâ-i Hüsnâ'dan olmadığı halde bu kelimelerle de Allah Teâlâ anlatılmaktadır.

İkincisi; bir sıfatın eksik ve mükemmel kısımları varsa mutlak haliyle Allah'ın isimleri içine giremez. Çünkü   mutlak/yalın hali hem kemali hem noksanlığı ihtiva eder. Bu sıfat ancak kemaliyle Allah'a izafe edilebilir. Mesela el-Mürid, el-Fail, es-Sâni' kelimeleri Allah'ın isimlerinden değildir. Bu sebeple es-Sani', el-Fail kelimelerini mutlak haliyle Allah'a isim vermek yanlıştır. O, "Fa'âlun limâ yürîd (dilediğini yapan)"dır. İrade ve fiil kısım   kısımdır. Bu sebeple Cenab-ı Hak bunlarla kendisinden haber verirken fiil ve haber olarak mükemmellik ifade edeni kullanmıştır.

Üçüncüsü; bir fiili takyid ederek Allah Teâlâ'dan haber vermek, o fiilden mutlak bir isim türetmeyi gerektirmez. Bazı muteahhirun ulema bu konuda hataya düşmüşler ve el-Mudıl (saptıran, delâlete düşüren), el-Fâtin (imtihan eden, fitneye düşüren), el-Mâkir (tuzak kuran) gibi kelimeleri Allah'ın güzel isimlerine dahil etmişlerdir. Allah Teâlâ onların yakıştırmalarından beridir (uzaktır). Bu isimler, Esmâ-i Hüsnâ'dan olarak Allah'a nisbet edilemezler. Bunlar belirli ve hususi fiillerdir.  Bu fiillerden Allah'a isim türetilemez.[143]

Dördüncüsü; Esnıâ-i Hüsnâ, isimler ve sıfatlardan oluşmaktadır. Sıfat olmak isim olmaya mani değildir. Fakat kulların sıfatları böyle değildir. Onların sıfatları isim olmaya engeldir. Çünkü bu sıfatlar kullar arasında ortaktır. Bu ortaklık özel isim olmalarını engellemektedir. Halbuki Allah Teâlâ'nın sıfatları kendisine hastır.

Beşincisi, Allah Teâlâ'nın isimleri iki yönden değerlendirilir. Birincisi bu isimlerin bizzat kendileri, zatları yönünden değerlendirilmeleri, ikincisi bu isimlerin sıfatları yönünden değerlendirilmeleri. Bu isimler birinci değerlendirmede eş anlamlıdırlar, ikinci değerlendirmede farklı anlamlıdırlar.

Altıncısı; isim ve sıfat olarak Allah için kullanılanlar tevkifidir. Kur'an ve sünnette belirtilenlerle sınırlıdır. Allah Teâlâ'dan haber vermek ve O'nu anlatmak için kullanılanların tevkifi olması gerekmez. Mesela el-Kadîm, eş-Şey, el-Mevcud, el-Kâim bi nefsihi gibi... Esmâ-i Hüsnâ tevkifi midir veya nakle dayanmayan isimlerinden de bunlara dahil edilmek caiz midir, konusunda hakla batılı birbirinden ayıran en güzel söz budur.

Yedincisi; Allah Teâlâ için kullanılan isimlerden mastar ve fiil türetilerek bunlarla Allah Teâlâ'dan haber verilmesi caizdir. Es-Semi', el-Basîr, el-Kadîr örneklerinde olduğu gibi. Bunlar Allah Teâlâ'nın  isimleri  olmakla beraber Sem'/işitmek, Basar/görmek, kudret/güç yetirmek şekillerinde bunlardan fiil ve mastarlar türetilerek anlatım ve haber vermek maksadıyla kullanılabilirler. Nitekim ayette;  "Andolsun  ki Allah  fakir,  biz  ise  zenginiz  diyenlerin sözünü Allah işitti." [144] "Biz buna güç yetirmişizdir. Ve bizim gücümüz ne büyüktür" buyurulur. [145] Ancak bu fiillerin müteaddi/geçişli olması gerekir. Lazım/geçişsiz fiil olursa onunla Allah'tan haber verilmez. Ondan ancak isim ve mastar yapılabilir. Mesela "Allah Hayy/diridir, denilir. Allah diri oldu, dirildi denilemez."

Sekizincisi; Allah'ın (c.c.) fiilleri, isim  ve sıfatlarından meydana gelmektedir.  Kulların ise isimleri fiillerinden meydana gelmektedir. Rabb Tebareke ve Teâlâ'nın fiilleri kemalinden kaynaklanır. Yaratıkların ise kemalleri fiillerinden kaynaklanır. Bir kimse bir işi mükemmel yaptıktan sonra o fiilden kendisine isim verilir. Rabb Teâlâ ise daima  kemal sahibidir.  Onun fiilleri kemalindendir. Onun için o fiili yapmıştır. Yaratıklar ise bir fiili işlerler ve neticede yaptıkları fiilin durumuna göre kemale ererler. [146]

Dokuzuncusu; sıfatlar üç türlüdür:

1. Kemal sıfatlar,

2. Noksan sıfatlar,

3. Kemal ve noksanlığı gerektirmeyen sıfatlar. Her ne kadar bu takdirî taksim, hem kemal hem de noksanlık ifade eden dördüncü bir çeşidi gerektirse de   geçerli   olan   tasnif   yukarıdaki şekildedir,

Rabb Teâlâ bu dört çeşidin üçünden münezzehtir ve birinci sınıftakilerle, yani kemal sıfatlarla muttasıftır/nitelendirilir. O'nun bütün sıfatları sadece kemal sıfatlardır. O, kemal sıfatlarının en mükemmellerine sahiptir. O'nun bir takım sıfatlara delâlet eden isimleri de en güzel ve en mükemmel isimlerdir. O'nun isimlerinden daha güzel isimler yoktur. Başka hiçbir isim O'nun isimleri yerine geçemez ve o isimlerin anlamını ifade edemez. O'nun isimlerinden herhangi birisini O'na ait olmayan başka bir isimle tefsir etmek eşanlamlı bir açıklama değil, bilakis yaklaşık bir izah ve anlatımdır.

Bu gerçeği anladığın zaman artık O'nun her kemal sıfatı için, en güzel, en mükemmel, mânâca en kapsamlı ve her türlü ayıp ve noksanlık şaibesinden en uzak ve münezzeh bir isim de olduğunu anlamış olursun. O'nun anlayış ve kavrayış sıfatlarını ifade eden isimleri var. El-Alîm, el-Habîr, es-Semi' ve el-Basîr bu sıfatlardandır. Bunların yerine el-Akıl, el-Fakîh, es-Semi', el-Basîr ve en-Nâzır denilemez. O'nun iyilik ve ihsan sıfatları olan er-Rahim ve el-Vedûd yerine eş-Şefûk gibi bir şey söylenilemez. Yine aynı şekilde el-Aliyy, el-Azim yerine er-Rafi' ve eş-Şerif denilemez. Keza el-Kerim yerine es-Sahî; el-Hâlik, el-Bârî, el-Musavvir yerine el-Fâil, es-Sânî ve el-Müşekkil; el-Gafûr ve el-Afüvv yerine es-Safûh ve es-Sâtir denilemez. Diğer isimleri de böyledir. Düşün ki onun sıfatları en mükemmel sıfatlar olduğu gibi, isimleri de isimlerin en güzelidir. Allah Teâlâ'nın kendisi için seçtiği isimlerden şaşma ve başka isimlere sapma. O, kendisini nasıl vasfediyorsa ve O'nun Rasûlü nasıl vasfediyorsa sen de O'nu o şekilde vasıflandır. Bunların dışına taşma, sıfatları iptal ve inkar edenlerin durumuna düşme. [147]

 

Esma-i Hüsna'yı Saymanın Mertebeleri

 

Bu bölüm, Allah Teâlâ'nın güzel isimlerini saymanın mertebelerini açaklamaktadır. Kim bu isimleri sayarsa cennete girer. Bu, mutluluğun istinadgâhı (dayanağı), kurtuluş ve felahın eksenidir.

Birinci mertebe: Bu isimlerin lafızlarını bir bir saymaktır.

İkinci mertebe: Delâlet ettiği mânâları kavramaktır.

Üçüncü mertebe: Bu isimlerle Allah'a dua etmektir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Allah'ın güzel isimleri vardır. Onlarla O'na dua edin."[148]

Bu üçüncüsü de iki mertebedir:

Birincisi: Övgü ve ibadettir.

İkincisi: İstekte bulunmaktır. Allah Teâlâ'ya ancak güzel isimleri ve yüce sıfatlarıyla övgüde bulunulabilinir. Yine ancak bu isim ve sıfatlarla O'ndan birşeyler istenebilir.      

"Ya Mevcûd! Ya Şeyh veya Ya Zât bana merhamet et!" denilmez. Bilakis her istek, o isteğe uygun ve münasip olan bir isimle istenilir. İsteyici O'na bu isimle tevessül eder. Peygamberlerin, özellikle son peygamberin duaları üzerinde düşünen bir kimse onların hepsinin bu kaideye uygun olduğunu görür. Bu ifade "Allah'ın isimleriyle ahlâklanılır" ibaresinden evladır. Çünkü böyle demek doğru değildir ve Allah'ı güçlerince mahlukata benzetmek isteyen filozofların görüşüdür. Ebu'l-Hakem İbn Burhan'ın ifadesi ondan daha güzeldir. Onun ibaresi teabbud ifade eder. Ondan daha güzeli ise Kur'an'a uygun olanıdır ki hem ibadeti hem talebi ihtiva eden dua Kur'an'ın öğrettiği şekilde yapılan duadır. Duanın mertebeleri dörttür. Bunların en kötüsü teşbih ifade eden filozofların ibaresidir. Allah'ın isimleriyle ahlâklanma, bundan daha güzeldir. Ondan güzeli ise ibadettir. Hepsinden güzeli ise duadır. O da Kur'an lafzıdır. [149]

 

Esma-i Hüsnâ Sayı İle Sınırlanamaz

 

Esmâ-i Hüsnâ sayı ile sınırlanamaz. Allah Teâlâ'nın gayb bilgisinde kendisi için seçtiği ve hiçbir melek ve peygamberin dahi bilmediği isimleri ve sıfatları vardır. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştu:

"Ya Rabbi, sana senin isimlerinin hepsiyle niyaz ederim. O isimler ki sen Zât-ı Bâri'ni onlardan herbiriyle anmışsındır. Yahut kitaplarında inzal buyurmuşsundur. Yahut bir Peygamberine öğretmişsindir. Yahut ezelî olan gayb ilminde kendin için seçmişsindir." [150]

Allah Teâlâ isimlerini üç kısma ayırmıştır: Bir bölümü, kendisini isimlendirdiği, meleklerinden veya başkalarından dilediğine açıkladığı ve kitabında bildirmediği isimleridir. Bir bölümü kendi ezeli gayb bilgisi içerisinde saklı tutulmayı tercih ettiği ve hiç kimseye açıklamadığı isimleridir. Bir bölümü de kitabında indirdiği

kullarına bildirdiği isimleridir.

Hadiste O'nun kendisine sakladığı isimler için "İste'serte" tabiri geçer. Bunun anlamı "sen o isimleri bilmede teksin" demektir. Yoksa "O isimlerle isimlendirümede teksin" anlamında değildir. Çünkü bu husus zaten O'nun kitapta bildirdiği isimler hakkında sabittir. Şefaat hadisindeki şu ifade de bu anlamı ihtiva eder:

"O gün bana Allah'ı övgü kapılarından öyleleri açılacak ki ben şimdiye kadar orada yapacağım övgüleri (burada) o güzellikte yapamadım." [151] Şefaat hadisinde sözü edilen bu övgüler, O'nun isim ve sıfatlarını ihtiva eder. Şu hadis de bu mânâyı ifade eder:

"Ben senin övgünü hakkıyla yapamam. Sen kendini övdüğün gibisin." [152]

"Allah'ın, kim hakkıyla sayarsa cennete gireceği doksan dokuz ismi vardır" [153] hadisine gelince bu söz tek bir cümledir. "Kim onları hakkıyla sayara cennete girer" sözü kendisinden önceki bölümün sıfatıdır, yoksa müstakil bir haber cümlesi değildir. Anlamı "Allah'ın müteaddit isimleri vardır ki bu isimlerin özelliği onları sayanların cennete girmesine sebep olmasıdır." Bu hadis, Allah'ın bunlardan başka isimlerinin de olmasına aykırı değildir. Bu şuna benzer: "Filan adamın cihad için hazırladığı yüz tane kölesi vardır" dediğin zaman bu söz onun cihaddan başka maksatlar için hazırladığı diğer kölelerinin olmadığı anlamına gelmez. Bu, ulemanın ihtilaf etmedikleri bir konudur. [154]

 

İlmî Araştırmalar, Fetva, Davet ve İrşad Daimî Komisyonunun Esma-i  Hüsna Hakkındaki  Fetvası

 

Fetva no: 11865

Tarih: 30/3/1409

Hamd Allah'adır. Salât ve selâm O'nun Rasûlüne âline ve ashabınadır.

İlmi Araştırmalar ve Fetva Dâimi Komisyonu, Dr. Mervan İbrahim el-'Iyş'den sayın genel başkana yönelik 169 no'lu ve 8/1/1409 hicri tarihli, aşağıdaki sorulara muhatap olmuştur. Komisyon bunlara aşağıdaki şekilde cevap vermiştir.

Soru: 1. Kitap ve Sünnette vârid olan zâti sıfatların her birinin, geçtiği bütün naslarda tek bir anlamı mı vardır, yoksa her bir bağlamda ayrı ayrı özel anlamları mı vardır. Aşağıdaki zâti sıfatların geçtikleri nasslarda hangi anlama geldikleri konusunda bize doyurucu bilgi verileceğini ümid ediyoruz.

A- Yed/el kelimesinden aşağıdaki nasslarda hangi anlamlar kastedilmektedir:

"De ki: Eğer biliyorsanız söyleyin, her şeyin melekûtu (mülkiyeti ve yönetimi) kendisinin elinde olan kimdir?"[155]

"De ki: lütuf ve ihsan Allah'ın elindedir." [156]

"Allah'ın eli cemaatle beraberdir." hadisi,

"Allah'ın eli cemaatin üzerindedir."hadisi,

"Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir." [157]

Ve el kelimesinin çoğul olarak kullanıldığı -bi eydin şeklinde geçtiği- âyetteki anlamı nedir. [158]

B- Ayın/göz kelimesiyle aşağıdaki âyetlerde hangi anlamlar kastedilmektedir:

"Gözlerimizin önünde gemiyi yap." [159]

"Rabbinin hükmüne sabret. Çünkü sen gözlerimizin önündesin" [160]

"(Ey Musa! Sevilmen) ve benim nezaretimde (gözümün önünde) yetiştirilmen için sana kendimden sevgi verdim."[161]

Allah Teâlâ'nın iki gözü olduğunun delili nedir?

C- Vech/yüz kelimesiyle aşağıdaki nasslarda ne kastedilmektedir:

"Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır." [162]

"Yapacağınız hayırları ancak Allah rızası (Alla'ın vechi) için yaparsınız." [163]

"Biz sizi Allah rızası için (Allah'ın vechi için) doyuruyoruz." [164]

"Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı (vechi) baki kalacak." [165]

Daha fazla yararlı bilgiye ulaşmak için, bu sorulara verilecek cevabın, müracaat edeceğimiz kaynakları da ihtiva etmiş olması faydalı olacaktır.

Cevap:

A1- 1. Sorunun A şıkkında zikredilen nasslardaki "yed" kelimesiyle hepsinde tek bir anlam kastedilmektedir. O da Allah Teâlâ'nın gerçekten elinin olduğudur. Ancak O'nun elinin bulunması sıfatı O'nun şanına lâyık, yaratıkların eline benzemeyen ve ta'tile ve tahrife imkan vermeyecek kadar açık bir anlam ifade eder. Nitekim Allah Teâlâ'nın zâtının olması da hakiki bir anlam ifade eder. Ancak O'nun zâtı kulların zâtına benzemez, sıfatları da onların sıfatlarına benzemez. Allah'ın elinin, iki elinin veya ellerinin olduğuna dair bu nassları teyid eden daha pek çok nass varid olmuştur. Bunların keyfiyetini Allah'a havale ederek hepsine olduğu gibi inanmak icab eder. Kitap ve Sünnetin nasslarıyla amel etmenin ve müctehid imamların yoluna uymanın gereği budur.

"Ve's-Semâe beneynâ hâ bi eydin..." âyetindeki "eyd" kelimesine gelince bu "âde-yeidü-eyd" fiilinin masdarıdır ve "kuvvet" anlamına gelir. Ayetin meali:

"Göğü gücümüzle Biz kurduk. Şüphesiz biz geniş kudret sahibiyiz"[166] şeklindedir. Bu fiil şeddeli olduğu zaman "eyyedehu-te'yiden" şekline gelir ve anlamı "kuvvetlendirmek" olur. Yoksa el anlamındaki "yed" kelimesinin çoğulu değildir. Ve bu kelime, yani "eyd" kelimesi Allah'ın tartışma konusu yapılan sıfatlarından değildir. Çünkü Allah Teâlâ'nın kuvvet sıfatına sahip oluşu hiçbir zaman tartışma konusu olmamıştır.

Bu nasslardaki cümlelerin anlamlarına gelince, bunlar kendi bağlamlarında ve taşıdıkları ipuçlarına göre çeşitli anlamlara sahiptirler. Mesela:

"De ki, herşeyin melekûtu kendisinin elinde olan kimdir?" âyeti, her şeyin mülkiyet ve yönetimini kendi üzerine alması cihetiyle ve bu âyetin öncesi ve sonrasının ifade ettiği anlam cihetiyle Allah Teâlâ'nın kudretinin mükemmelliğine delâlet eder. "De ki, lütuf ve ihsan Allah'ın elindedir" âyeti iyilik yapmak ve nimet vermenin sadece Allah'a mahsus olduğuna delâlet eder. "Allah'ın eli, cemaatin üzerindedir" hadisiyle birlik ve dayanışmayı teşvik ve birlik ve dayanışma içinde bulunmaları,. Allah'ın koruyup gözeteceğine, hak ölçüsünde bir araya geldikleri zaman Allah'ın onları destekleyip yardım edeceğine dair va'di olduğu kasdedilmektedir. "Allah'ın eli onların elinin üzerindedir" âyetiyle de onların Rasûlullah'a yaptıkları biati, Allah'a yapılmış biat gibi sayarak bu biati sağlamlaştırmaktır. Bu, Allah'a, O'nun şânına lâyık şekilde hakiki manada el izafesine mani değildir. Nitekim bu, Rasûlullah'la (s.a.v.) biat edenlere de onlara uygun bir şekilde hakiki mânâda eller izafe edilmesine de mani değildir. [167]

B1- Sorunun B şıkkında zikri geçen nasslardaki ayın/göz kelimesiyle Allah'ın hakiki manada gözünün olduğu kastedilmektedir. Ancak O'nun gözünün olması sıfatı, O'nun şanına lâyık, yaratıkların gözünün olmasına benzemeyen ve arapçada bilinen anlamın dışına çıkarılamıyacak bir anlamı ifade eder. Sözün akışı, bu kelimeleri kendi müsemmalarından/ifade ettikleri nesnelerden uzaklaştırıp başka bir anlamı ifade etmelerini gerektirecek bir etkiye sahip değildir. Sözün akışı içinde bu kelimelerle cümle içinde ne kastedildiğine gelince; birinci örnekte Cenab-ı Hak, Nuh'a (a.s.) kendi gözetiminde ve himayesinde bir gemi yapmasını emretmektedir, ikinci âyette Hz. Muhammed'e (s.a.v.) kavminin eza ve cefasına karşı, Allah aralarında  adaletle  hükmedinceye kadar  sabretmesini   emretmektedir. Bununla beraber o, yine de Allah'ın gözetimi ve himayesi altındadır. Üçüncü âyette Cenab-ı  Hak,   Hz. Musa'ya daha önce bir defa daha iyilik yaptığını haber vermektedir. Çünkü Allah Tealâ Hz. Musa'nın  annesine oğlunu Allah'ın himayesi ve gözetiminde güzel bir şekilde terbiye etmesini emretmişti.  Bu,  Ona Allah'ın bir lütfü idi.  Söz konusu  nasslardaki  "bia'yûnina"  kelimesi  çoğul kalıbında  olmakla  beraber Allah  Teâlâ'nın iki gözünün olduğuna delâlet eder. Çünkü ayneyn/iki göz  kelimesi  çoğul  zamiriyle  tamlama yapıldığı zaman çoğul hale getirilir ve a'yünina/bizim gözlerimiz, şeklini alır. Nitekim "kalb" kelimesinin tesniyesi de böyledir ve çoğul zamiriyle bu kelime arasında tamlama yapıldığı zaman kalb kelimesi çoğul hale getirilir ve "kalbeynina"   denilmeyip "kulûbuna" denilir. [168] Allah Teâlâ'nın iki gözü olduğuna Rasûlullah'dan (s.a.v.) rivayet edilen Deccal'le ilgili şu hadiste delalet eder:

"Şüphesiz ki, Deccal şaşı gözlüdür. Allah ise şaşı değildir."  [169]

Ehli sünnet bununla Allah Teâlâ'nın gözlerinin olduğuna delil getirmiştir. [170]

C1- Sorunun C şıkkında birinci cümlede yer alan Vechallah/Allah'ın yüzü ibaresiyle, Mücahid ve İmam Şafii'nin bildirdiğine göre "Allah'ın kıblesi" kastolunmaktadır. Çünkü bir sözün her yerde cümlenin akışına ve karinelere göre delâlet ettiği anlamı vardır. Cümlenin akışı ve karineler, bu cümledeki "vech" kelimesiyle "kıble"nin kastedildiğini göstermektedir. Bu cümlenin ayetteki akışı şöyledir:

"Doğu da Allah'ındır, batı da. Nereye dönerseniz Allah'ın vechi/kıblesi orasıdır." [171]

Bu ayet tıpkı şu âyet gibidir:

"Herkesin yöneldiği bir veche/yön vardır." [172]

O halde bu âyet, üzerinde tartışma yapılan sıfatlara ait âyetlerden değildir. Sorudaki diğer cümlelerde geçen "vech" kelimesine gelince, bunlarla hakiki anlamıyla Allah'a ait ve O'nun şanına layık bir vech/yüz sıfatının olduğu anlaşılır. Çünkü başka bir anlamı gerektirecek herhangi bir sebep bulunmadıkça kelimelerde esas olan hakikat anlamıdır, O'nun yüzünü yaratıkların yüzüne benzetmeye de gerek yoktur. Çünkü her yüzün kendisine mahsus ve kendisine uygun özellikleri vardır. [173]

Soru: 2A- İnsanların Allah'ın isimleriyle isimlendirilmelerinin haram oluşunun delili nedir? Eğer mubah ise bunun belirli kayıtları var mıdır? Ben sıfatları değil isimleri kastediyorum. Çünkü yaratıkların yaratıcının sıfatlarıyla nitelendirilmelerinin caiz olduğu malumdur.

2B- Allah'ın Kitabında bunun pek çok örneği vardır. Benim sorduğum, isimlendirmenin hükmüdür, sıfatlandırmanın değil. Bu konuyu aydınlatıcı kaideleri açıklayabilir misiniz?

Cevap:

2A- İsim ile sıfat arasındaki fark: İsim, zâta ve o zâttan ayrılmayan sıfatlara delâlet eder. Sıfatlar ise onların varlığı tamamen zâta bağlıdır ve o zâtı diğerlerinden ayırdedici manaları vardır. Bu manalar yâ ilim ve kudret gibi zâtın bizzat kendisiyle ilgilidir veya yaratmak, rızık vermek, diriltmek ve öldürmek gibi o zâtın fiilleriyle ilgilidir.

2B- Allah'ın kendisini vasıflandırdığı şeylerle mahlûk da vasıflandırılabildiği gibi, Allah'ın kendisini isimlendirdiği şeylerle mahluk da isimlendirilebilir. Fakat bu isimlendirmede herkesin kendisine uygun ve Onu diğerlerinden ayırdedici özellikleri taşıdığının kabulü gerekir. Böylece, her ne kadar lafzın kûllî anlamında ve ifade edilişinde bir müştereklik olsa da, mahlûkatın yaratıcılarına, yaratıcının da mahlûkâta benzetilmesi durumu ortaya çıkmamış olur. Çünkü kûllî mânâ sadece zihinde olan bir manadır, onun hariçte bir varlığı yoktur.

Meselâ Allah Teâlâ kendisini el-Hayy/diri diye isimlendirmiştir:

"Allah, O'ndan başka tanrı yoktur; o, hayydir, kayyûmdur."  [174]

Bu ismi kullarına da vermiştir:

"O, ölüden diriyi çıkarır."[175]

Fakat birinci ayetteki "hayy", ikinci ayetteki "hayy" gibi değildir. Bilâkis her birinin hâriçte kendisine mahsus ifade ettiği bir anlamı vardır. Allah Teâlâ kendisini "Alîm" ve "Halım" diye isimlendirdiği gibi Hz. İbrahim'in iki oğlundan birisini "halîm" diğerini de "âlîm" diye isimlendirdi. Bundan Allah ile onlar arasında bir benzerlik olduğu anlamının çıkartılması gerekmez. Çünkü, mutlak isimlendirmede ve telaffuzda bir müştereklik olsa bile, bu isimle isimlendirilen herkesin kendisine mahsus ve zihnin dışında birini diğerinden ayırdedici özellikleri vardır. Yine Allah Teâlâ hem kendisini [176]hem de bazı yaratıklarını [177] semi/işitici ve basîr/görücü, gören diye isimlendirmiştir. Bu da O'nunla yaratıkları arasında bir benzerliği gerektirmez. Çünkü diğer misallerde de görüldüğü gibi her birinin kendisine mahsus ve birini diğerinden ayırdedici özellikleri vardır. Yine bu örneklerden birisi de Allah Teâlâ'nın hem kendisini hem de bazı kullarını ilimle vasıflandırmasıdır:

"Onun bildirdiklerinin dışında insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler."[178]

"Size ancak az bir ilim verilmiştir."[179]

Bir başka örnek, Allah Teâlâ'nın hem kendisini hem de bazı kullarını kuvvet sahibi olmakla vasıflandırmasıdır:

"Şüphesiz rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır."[180]

"Sizi güçsüz yaratan sonra güçsüzlüğün ardından kuvvet veren, Allah'tır." [181]

Her ne kadar telaffuzlarında ve kûllî anlamlarında müştereklik olsa da birinci ayetteki kuvvet, ikinci ayetteki kuvvet gibi değildir. Fakat her birinin kendisine mahsus ve kendisine uygun başka özellikleri vardır. [182]

Soru: 3- İnsanların yaratıcının isimleriyle isimlendirilmelerinin haramlığına delil olarak getirilen şeyler sahih midir?

A- "Allah" özel ismini mahrukata vermek yasak olduğuna göre, yaratıcının diğer isimlerini de mahlûkata vermek aynı şekilde haram olmaz mı? Çünkü Allah Teâlâ'nın isimlerini birbirinden farklı görmenin bir sebebi yoktur.

B- Dilde bilinen bir kaidedir ki harfi cerle mecrûru marifeden önce gelirse kasr ifade eder. Bu kaideye göre "ve lillâhi'1-esmâü'l-hüsna/en güzel isimler Allah'ındır" âyeti güzel isimlerin sadece Allah'a ait olduğunu ve mahlûkatın bunlarla isimlendirilmesinin caiz olmadığını ifade eder. Bu söz, delil olarak geçerli midir?

Cevap: 3- Allah Teâlâ'nın isimlerinden "Allah" lafzı gibi şahıs özel ismi olanlarını başkalarına isim olarak vermek mümkün değildir. Çünkü onun muayyen/belirli bir müsemması/isimlendirileni vardır ve bu müsemma başka birisiyle ortaklığı kabul etmez. Bunun gibi müşterekliği kabul etmeyen başka isimler de vardır. Meselâ el-Hâlık ve el-Bâri' gibi isimler bunlardandır. el-Hâlık, geçmişte bir örneği olmaksızın bir şeyi icâd eden yaratan demektir. el-Bâri' ise bir şeyi ayıpsız ve kusursuz olarak yaratan demektir. Bu özellikler sadece Allah Teâlâ'da vardır. O halde Allah'dan başkasına bu isimler verilemez. Ancak bazı isim ve sıfatlar vardır ki bunların kûllî anlamlarını bu isim alan fertler farklı ölçülerde taşırlar. Melik, Aziz, Cebbar ve Mütekebbir gibi isimler böyledir. Allah'tan başkalarına bu isimlerin verilmesi caizdir. Allah Teâlâ bu tür isimlerle hem kendini, hem de bazı kullarını isimlendirmiştir. Yûsuf sûresi 30 ve 51. Ayetlerinde "Azizin karısı" ifadeleri geçer. Gâfir Sûresi 35. âyette: "Allah her mütekebbir (büyüklük taslayan) ve cebbarın (zorbanın) kalbini işte böyle mühürler" buyurur. Buna benzer örnekleri çoğaltmak mümkündür. Aynı ismi taşımaları aralarında bir benzerlik veya denklik bulunmasını gerektirmez. Çünkü herbirini diğerlerinden ayıran kendilerine mahsus özellikleri ve alametleri vardır.

Böylece Cenab-ı Hakkı "Allah" ismiyle isimlendirmekle, O'nu, kûllî anlamları olup başka fertlerin de bu anlamlardan pay alabildikleri diğer isimlerle isimlendirmek arasındaki fark anlaşılmış oldu. Bunlar lafzatullah'a/Allah ismine kıyas edilemezler.

"Ve lillahi'1-Esmâi'l-Hüsna/En güzel isimler Allah'a mahsustur" ayetine gelince bu ayetle, güzelliğin en mükemmelinin sadece Allah'ın isimlerine ait olduğu murad edilir. Çünkü "el-hüsna" kelimesi ismi tafdildir ve "el-esma" kelimesinin sıfatıdır. Ayet, bu isimlerin yalın haliyle sadece Allah'a ait olduğunu ifade eder. Nitekim "Pek zengin ve çok övülmeye lâyık olan sadece Allah'tır"[183] ayetinde de zenginlik ve övgüye liyâkatin kemalinin/en mükemmel şeklinin, sadece Allah'a ait olduğu kastedilmektedir. Yoksa isim olarak bunların sadece Allah'a ait olduğu kastedilmemiştir. Çünkü Allah'tan başkalarına da ğaniy/zengin ve hamid/övülen denilebilir.

Soru: 4- Allah Teâlâ'nın isimleriyle mahlukatı isimlendirmek caiz olmadığına göre, mahlûkata isim olarak verilmesi caiz olmayan Allah'ın başka isimleri var mıdır? Rahman ve Kayyum isimleri de bu yasak kapsamının içine girer mi?

Cevap: 4- Allah'ın hangi isimlerinin mahlukâta verilebileceği ve hangilerinin verilemeyeceğine dair kural, 2. ve 3. sorulara cevap verilirken misalleriyle birlikte açıklanmıştı. Buna göre, Kayyum isminin yaratıklara verilmesi caiz değildir. Çünkü Kayyum kendi kendine var olabilen, varlığı bir başkasına bağlı olmayan ve kendisinin dışındaki her şeyin kendisine muhtaç olduğu kimsedir. Böyle olmak ancak Allah'a ait bir özelliktir. Ve başka hiç kimse bu konuda O'na ortak olamaz. İbnu'l-Kayyım, en-Nûniyye isimli eserinde şöyle der:

"Kayyum isminde iki unsur vardır. Birincisi, kendi kendine kâim olan demektir. İkincisi, varlıkların kendisiyle kâim olduğu demektir. Birincisi Allah'ın kendisinden başkasına muhtaç olmamasıdır, ikincisi her şeyin O'na muhtaç olmasıdır.

Rahman ismi de böyledir ve mahlûka isim olarak verilemez. Çünkü hep Allah'a ait bir isim olarak kullanıldığı için o da Allah'ın özel bir ismi olmuştur. Tıpkı "Allah" lafzı gibi Rahman da başkalarına isim olarak verilemez.[184]

İlmi Araştırmalar ve Fetva Daimî Komisyonu Başkanı Abdulaziz İbn Abdillah İbn Bâz Fetva no: 3862 Tarih. 12/8/1401

Hamd Allah'adır, salât ve selâm O'nun Rasulüne âline ve ashabınadır.

İlmî Araştırmalar ve Fetva Komisyonu, Maarif Bakanlığı makamından sayın komisyon başkanına yönelik 818 sayılı ve 3/5/1401 tarihli yazıyla aşağıdaki soruya muhatap olmuştur. Söz konusu yazının metni şöyledir:

Bakanlığın Sınavlar Dâiresinin 2121 sayılı ve 7/4/1401 tarihli Esma-i Hüsna ile ilgili bilgi talebi yazısı tarafımıza havale edilmiştir.

"el-Fadîl" ismi, Allah'ın güzel isimlerinden midir? Abdulfadîl ismini taşıyan bir kimse ne yapmalıdır? İsmini değiştirmeli midir, yoksa olduğu gibi mi bırakmalıdır? Abdûnnebî, Abdûlimam ve Abdûzzehra [185] gibi şeriatın onaylamadığı isimlere sahip olup aralarında akit yapan pek çok kişinin bulunması sonucu, esma-i hüsna konusunda pek çok yönden sorular tekrar tekrar sorulmaya başlandığı için, bize, "abd" kelimesi ile tamlama yapılması caiz olan isimleri ve özellikle de kullanılması caiz olan isimleri belirleyici ve tatmin edici bir açıklama yapılmasını arzu ve temenni ediyoruz. Pek çok kaynak Allah'ın isimlerinin sadece doksan dokuzdan ibaret olmadığına ve rivayetlerin bu doksan dokuz ismin tek tek sayımında ve belirlenmesinde bile farklılıklar arzettiğine işaret ediyor. Bazı âlimler, "Allah'ım ben senden, senin  kendini isimlendirdiğin bütün isimlerle istekte bulunurum" hadisini delil getirerek Allah'ın isimlerinin doksan dokuzdan fazla olduğu görüşündedirler.

Komisyon bu suale aşağıdaki şekilde cevap vermiştir:

1- Allah Teâlâ buyuruyor ki:

 "En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na o güzel isimlerle dua edin. O'nun isimleri konusunda eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır."

Allah Teâlâ bu ayette kendisinden haber veriyor ve sıfatlarının mükemmelliğini, kendisinin büyüklüğünü ve yüceliğini ifade eden en güzel isimlerin sadece kendisine ait olduğunu bildiriyor. O, kendisini nasıl isimlendirmişse kullarının o isimlerle dua etmelerini, sevinç ve üzüntü anlarında o isimlerle tazarru' ve niyazda bulunmalarını emrediyor; bu isimleri ve manalarını inkar ederek veya O'nun kendisini isimlendirmediği başka isimlerle O'nu isimlendirerek veya O'na ait isimleri başkalarına vererek haktan sapmalarını yasaklıyor ve bu konuda muhalefet edenleri acıklı bir azapla tehdit ediyor.

Allah Teâlâ Kur'an’da ve peygamberine vahyettiği sünnette kendisini birtakım isimlerle isimlendirmiştir. Bunlar arasında el-Fadîl [186] ismi yoktur. Hiç kimse O'nu bu isimle isimlendiremez. Çünkü O'nun isimleri tevkifidir, sadece O'nun tarafından bildirilir. Çünkü kendi yüceliğine lâyık olan şeyleri en iyi bilen yine kendisidir. Başkaları bu konuda yeterli değildir.

Kim O'nu kendisinin isimlendirmediği bir isimle veya peygamberinin isimlendirmediği bir isimle anarsa O'nun isimleri konusunda haktan sapmış ve doğru yoldan uzaklaşmış olur. O'nun yaratıklarından hiç kimse, bir kimseyi Allah'tan başkasına, O'nun kullarından birine kul yapamaz. O halde Abdulfadîl, Abdunnebî, Abdürrasûl, Abdualî, Abdulhüseyn veya Gulamuahmet [187] ve Gulamumustafa gibi isimleri kullanmak caiz değildir. Bu isimler mahlûkun mahlûka kulluğunu ifade eder. Bu, salih kişileri ve liderleri sevmede haddi aşıp onları putlaştırmak ve Allah'ın hakkına bir tecavüz demektir. Çünkü bu şirke ve azgınlığa götüren bir vesiledir. İbnu Hazm, Allah'tan başkasına kulluk izafe edilmesinin haramlığı konusunda âlimlerin icmâını nakletmiştir. Buna göre soruda sözü edilen isimlerin ve benzerlerinin değiştirilmesi icabeder.

2- Ebû Hureyre'den (r.a.) Rasûlullah'ın (s.a.v.) şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Allah Teâlâ'nın doksan dokuz ismi vardır; bunları kim sayarsa cennete girer." Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir.

Bu hadisi ayrıca Tirmizî, İbnu Mâce, İbnu Hibban, Hakim Beyhaki ve daha başkaları da rivayet etmişler ve buna, aralarında farklılıklar olmakla beraber doksan dokuz ismin her birini tek tek ilave etmişlerdir. Alimler bu konu ile bir kaç nokta üzerinde durmuşlardır:

A- Esmâ-i hüsnayı saymaktan murat, onları bilmek, manalarını anlamak, onlara imân etmek, gereklerine güvenmek ve delâlet ettiği şeylere teslim olmaktır. Yoksa sadece lafızlarını ezberleyip, isimlerini sıralamak değildir.

B- Doksan dokuz ismin belirlenmesinde en güvenilir yol hadiste gösterilmiştir. Bazı âlimler bunu sadece Kur'an’dan seçmişler veya hem Kur'an’da, hem de sahih hadislerden seçmişler ve bu bilgileri esma-i hüsna hadisinin tefsiri ve hadisteki mücmel sayının açıklaması olarak kullanmışlardır. Böylece, cennete girerek kurtulma ümidiyle Hz. Peygamberin (s.a.v.) bu isimleri sayma konusundaki teşvikine uymuşlardır.

C- Hadisten maksat Allah'ın isimlerinin sadece doksan dokuz'dan ibaret olduğunu ifade etmek değildir. Çünkü hadisin konuyu ifade ediş tarzı bu isimleri doksan dokuzla sınırlandırmayı gerektirecek tarzda değildir. Ancak maksat, Allah'ın isimlerinden doksan dokuz tanesinin özelliklerinden bir özelliği haber verip, bunları hakkıyle sayanların kavuşacakları büyük mükafaatı açıklamaktır.

İmam Ahmed'in Müsned'inde Abdullah İbn Mesud'dan (r.a.) rivayet ettiği Hz. Peygamber'in (s.a.v.) şu hadisi de bunu teyit etmektedir:

Kendisine herhangi bir üzüntü ve keder isabet eden bir kul şu duayı okursa Allah onun gam ve kederini giderir ve ona bir ferahlık verir: Ey Allah'ım! Ben senin kulunum, kulunun ve cariyenin oğluyum. Mukadderatım senin elindedir. Benimle ilgili hükmün tahakkuk etmiştir. Senin, benim hakkımdaki takdirin adaletlidir. Sana senin isimlerinin hepsiyle niyaz ederim. O isimler ki, sen Zât-ı Bâri'ni onlardan her biriyle anmışsındır. Yahut kitaplarında inzal buyurmuşsundur. Yahut bir peygamberine öğretmişsindir. Yahut ezeli olan gayb  ilminde  kendin için  seçmişsindir.  Kur'an'ı kalbinin baharı, gönlümün nuru, hüznümün uzaklaştırıcısı, gam ve kederimin gidericisi kıl.”

“Ya Rasûlallah bu duayı öğrenmeyelim mi?” dediler.

Evet,  bunları  işiten  kimsenin  öğrenmesi gerekir,” buyurdu.

Rasûlullah (s.a.v.), Allah'ın bazı isimlerini kendisine sakladığını ve yaratıklardan hiç kimseye bunları bildirmediğini açıkladı. Bu konuda hiç kimsenin tahmine dalması caiz değildir. Çünkü aşağıda da izah edilceği gibi Allah'ın isimleri tevkifidir.

D- Allah Teâlâ'nın isimleri tevkifidir. O, ancak kendisinin ve Peygamberinin (s.a.v.) bildirdiği isimlerle isimlendirilebilir. Kıyas veya fiilinden isim türetmek gibi yollarla O'na isim icad etmek caiz değildir. Bu konuda Mutezile ve Kerramiye'ye muhalefet edilir. Allah Teâlâ'yı, aşağıda geçen âyetlerdeki O'na ait fiillerden hareketle Benna'/bina eden, Mâkir/tuzak kuran ve Müstehzi/istihza eden gibi isimlerle isimlendirmek caiz değildir.

"Göğü gücümüzle biz bina ettik."

"Onlar tuzak kurdular, Allah da tuzak kurdu."

"Allah onlarla alay ediyor."

Yine aşağıdaki ayetlerde geçen fiillerinden dolayı O'nu Zâri/ziraatçi, bitiren, Mâhid/döşemeci, Dâkik/çatlatan, yaran, Münşi'/inşa eden, yaratan, Kâbil/kabul eden ve Şedid/şiddetli gibi isimlerle isimlendirmek de caiz değildir:

"Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz?"

"Yeri de döşedik. (Bak) ne güzel döşeyiciyiz!"

"Onun ağacını siz mi inşa edip yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz?"

"Şüphesiz Allah tohumu ve çekirdeği çatlatandır."

"...Tevbeyi kabul eden, azabı çetin..."

Çünkü bunlar bu nasslarda, ya tamlama olarak veya bir takım haberlerde fiil olarak kullanılmıştır; yalın bir isim halinde geçmemiştir. O halde bunlar, ancak şer’i nasslarda vârid olduğu şekliyle kullanmak caizdir.

Abd/kul kelimesini de, ancak Allah'ın Kur'an'da kendisine açık bir şekilde isim olarak verdiği veya Peygamberinin (s.a.v.) sahih hadislerinde bildirdiği O'na ait isimlerin başlarında kullanmak gerekir. Allah'ın Kur'an’da bildirdiği isimlerine örnek olarak Haşr Sûresinin sonundakiler, Hadid Sûresinin başında zikredilenler ve Kur'an'ın diğer sûrelerine serpiştirilmiş olanlar gösterilebilir. Allah'ın rahmeti ve bereketi peygamberimiz Hz. Muhammed'e, O'nun âline ve ashabına olsun.

İlmi Araştırmalar ve Fetva Daimî Komisyonu

Başkan Abdulaziz İbn Abdillah İbn Baz

Başkan Yardımcısı Abdurrezzak Afîfî

Üye Abdullah Ğadyan

Üye Abdullah İbn Kudud[188]

 

Esmâ-i Hüsnâ İle İlgili Ayet-i Kerimeler:

 

"En güzel isimler (Esmâ-i Hüsnâ) Allah'ındır. O halde ona en güzel isimlerle dua edin."[189]

“De ki: İster Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini derseniz olur. Çünkü en güzel isimler O'na hastır."[190]

"Allah kendisinden başka ilah olmayandır. En güzel isimler O’na mahsustur." [191]

"O, yaratan, var eden, şekil veren Allah'tır. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun şanını yüceltmektedirler. O galiptir. Hikmet sahibidir." [192]

 

Tesbihat

 

(Subhanellahi velhamdulilahi vel mülkü lillahi, vel azametu vel kibriyau lillah, vela ilahe illallah, vela havle vela kuvvete illa billah, vellahu ekber, adedi halkihi, ve zinete arşihi, ve midade kelimatihi, ve rızae nefsihi, ve kema yenbeği leh, ve kema huve lehu ehl, la yenkatiu vela yenfed, min ezeli'l-ezeli ila ebedil ebed.)

"Allah bütün noksan sıfatlardan münezzehtir. Bütün övgü Allah'adır. Mülk Allah'ındır. Zatının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar ulu ve yücedir.

Allah kendisinden başka ilah olmayandır. Onun güç ve kudretinin üstünde hiçbir güç ve kuvvet yok­tur.

Allah, mahlukâtın sayısıyla, arşın ölçüsüyle ke­limelerin ifade edemeyeceği kadar zat ve sıfatlarıyla ulu, ezeli ve ebedidir." [193]

 

Haşr Sûresinin Son İki Ayeti Ve Esma-i Hüsna

 

"Eğer biz bu Kur'ân’ı bir dağa indirseydik, mu­hakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara dü­şünsünler diye veriyoruz.

O, öyle bir Allah'tır ki kendisinden başka hiçbir ilah yoktur. O mülkün sahibidir, eksikliklerden mü­nezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturan­dır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, müşrik­lerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir.

O, yaratan, var eden, şekil veren Allah'tır. En güzel isimler Onundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun şanını yüceltmektedirler. O galiptir, hikmet sahibidir.” [194]

 

Esmâ-i Hüsnâ Ve Tevhid

 

İsminin anılmasıyla yeryüzünde ve gökyüzünde hiçbir şeyin zarar veremeyeceği Allah'ın adıyla başla­rım. O her şeyi işiten ve her şeyi bilendir.

Hamd, kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a­dır. O, her türlü övgüye layıktır. O'na sınırsız ilmi ka­dar hamdü senalar olsun. O'nun Celâlinin kemalini ve hükümranlığının azametini mahlukât tam mana­sıyla kavramaktan acizdir.

Selâtü selam, O'nun Rasulü mahlukâtın en şe­reflisi, insanların her bakımdan en üstünü Ümmi Peygamber Muhammed (s.a.v.)'e, onun güzide aile ef­radı ve ashabı üzerine olsun.

Kendisini her türlü noksanlıklardan tenzih etti­ğimiz yüce Allah'ın bir takım "Güzel isimleri" ve ulvi sıfatları vardır. Biz bu isimleri ele alırken Allah'ın ki­tabından ve Rasulullah'ın sünnetinden yola çıktık. Ve bu konuda ilim ve fazilet sahibi kimselerin görüş­lerinden istifade ettik.

Bununla ilgili olarak Cenab-ı Hakk:

"En güzel isimler (esmâ-i hüsnâ) Allah'ındır. O halde O'na en güzel isimlerle dua edin" [195] buyur­maktadır. İşte bu; Allah'ın kendi kitabında, peygam­berinin diliyle bize isimlerini bildirdiğinin delilidir.

Bu konuda Tirmizî'de rivayet edilen ve yaygın olarak geçen hadis ile Ebu Hureyre tarikiyle Velid b. Müslim'in rivayetini kısaca açıkladım. Bu, Ebu Bekir el-Beyhakî ve diğerlerinin kitaplarındakiler gibi Safvetü't-Tabiin'de çıkarılan isimlerdir.

Bu konuda birtakım güçlüklerle karşılaştım. Ve bu konuda Allah'ın tevfîkine defalarca müracaat et­tim. Sonunda bu durum bana kolaylaştırıldı. Ve nef­simi mutmain eden, göğsümü açan, sınırsız bir mut­luluk duyduğum bu kitabı yazdım. Bununla Allah'ın isimlerinin bir kısmını okuyucuya aktarmayı umu­yorum. Şüphesiz ki Allah'ın isimlerinden her bir isimde de bir azamet, sıfatlarından her bir sıfatta de­rin bir muhabbet ve vakar vardır. Öyle ki bunlar Rabbinden korkanların tüylerini diken diken yapıyor. Sonra bu güzel isimlerden her biriyle Allah'ı zikirle kalpler yumuşak olur. Allah'ın bu güzel isimleriyle Al­lah'ı zikreden, kalpleri yumuşayan göğüsleri huzura eren mü'minlere ne mutlu!

Allah'ı çokça zikretmemiz gerekir.

Zira Cenab-ı Hak:

"Öyle ise siz beni (ibadetle) anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana nankörlük et­meyin!" [196]

“…Rabbını çok an, sabah akşam tesbih et."[197]

“... Muhakkak ki namaz, hayasızlıktan ve kö­tülükten alikoyar. Allah'ı anmak elbette (ibadet­lerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir." [198]

"Andolsun ki Resulullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir." [199] buyurmak­tadır.

Resulullah (s.a.v.) de:

"Rabbini zikreden kimse ile Allah'ı zikretmeyen kimsenin benzerliği ölü ile dirinin benzerliği gibidir." buyurmaktadır.

İşte bu sebepledir ki Allah (cc)'ın isimlerini bize gelen haberlere göre tertib üzere yazdım ve Allah'ın Kitabı'nın gösterdiği üzere açıkladım. Bu isimleri Kur'ân-ı Kerim'den, Allah'ın kitabındaki muhkem ayetlerden çıkardım. Allah'ın isimlerinden her bir gü­zel ismi Nebi (s.a.v.)'e dua ederek açıklamak için gay­ret gösterdim. Ben bu husustaki gayretimin sevabını Allah'tan umuyor ve Rabbimin rızasına ermek için yapıyorum. İşte bununla Cenab-ı Hakk'ın en büyük nimetine kavuşmuş olmayı Rabbimden temenni edi­yorum. Çünkü bu hususta yüce Rabbimin rızasını umuyorum. Bunun hakkımda bir dua olmasını te­menni ediyor ve azamet sahibi olan Allah'a sığmıyor, Allah'ın rızasına ermek istiyorum.

Allah'a bunu faydalı işlerden sayılması için en samimi duygularla dua ediyorum. Çünkü Resulullah'a:

"Hangi amel daha hayırlıdır?" diye soruldu. Peygamberimiz (s.a.v.):

"Allah'ı bilmektir" buyurdu. Peygamberimiz (s.a.v.)'e:

"Bununla hangi ilmi kastediyorsun?" diye so­rulduğunda, Peygamberimiz (s.a.v.):

"Noksan sıfatlardan münezzeh Allah'ı bilmek­tir" buyurdu.

Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.)'e:

"Biz sana yapılacak ameli soruyoruz,  sen ise bize ilim'den bahsediyorsun" denildiğinde. Peygambe­rimiz (s.a.v.):

"Allah'ı bilmekle faydalanılacak en küçük bir amel Allah'ı bilmeden elde edilecek pek çok amelden daha faydalıdır" buyurdu. Zira Allah (c.c):

"Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"[200]

"De ki: İster Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini derseniz olur. Çünkü en güzel isimler O'na hastır."[201] buyurmaktadır.

Ey Allah'ım!

Sen Bir ve Samed'sin.

Samed, ihtiyaçlarda kendisine ihtiyaç duyulan efendi, kendisine rağbet edilen, hiçbir şeye ihtiyaç duy­mayan kimse demektir. Samed, kendisine ihtiyaç du­yulan şerefli zâttır. Samed, ebedi ve ezelidir. O, mahlukat yok olup gittikten sonra da bakidir. Samed bir diğer mana itibariyle efendilikte son rütbeye ulaşmış kimse demektir. Bir diğer manada Samed, her şeyin kendisine ihtiyaç duyduğu zâttır. Yani her yaratılan mahlukât ondan herhangi bir şekilde müstağni ola­maz, mutlaka ona ihtiyaç duyar. Samed, teşbih ol­maksızın yemeye, içmeye, mideye ihtiyacı olmayan­dır. Samed olan Cenab-ı Hak doğmamış ve doğurulmamıştır. Onun hiçbir dengi yoktur. Şu da bilinsin ki; O, hiçbir şeye benzemez, O'nun dengi yoktur. O, bir olan mabuddur. O halde akıl sahipleri düşünsün ve ibret alsınlar.

"Ey Allah'ım! Bana faydalı olanı öğret ve beni öğ­rettiğin şeylerle faydalandır, ilmimi artır."

Varlığı zatının müktezası (gereği) olan, her şeyin varlığı kendisine bağlı olup kâinatı idare eden, ebedi hayatla diri olan, eşi ve örneği olmadan yeri ve göğü ve bunlar arasındakileri yaratan, kendisinden başka mabud olmayan Allah'tan; bizi dergâh-ı izzetinde ba­ğışlamasını ve bize merhamet etmesini diliyor ve umuyoruz. Şüphesiz ki O, bütün günahları bağışlayan ve çok çok esirgeyendir.

"Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla hu­zur bulur." [202]

 

Esmâ'ül Hüsna ve Kâinat

 

Kâinât, Yüce Allah'ın eserlerindendir. Allah'ın eserleri, O'nun isimlerine, isimleri sıfatlarına, sı­fatları da zatına delil teşkil eder. Bütün varlıklar, Allah'ın isim ve sıfatlarının tezahürü, tecellisi ve eserleridir.

Yüce Allah buyuruyor:

"Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak." [203]

"Andolsun ki, sana apaçık âyetler indirdik." [204]

"Kesinlikle inanan kimseler için âyetleri açık­lamışızdır." [205]

"Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Al­lah'ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilt­tiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasında emre âmâde du­ran bulutları döndürmesinde, düşünen kimseler için deliller vardır." [206]

"Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gün­düzün birbiri ardınca gelmesinde akıl sahipleri için deliller vardır."[207]

"Anlayan bir millet için âyetleri uzun uzadıya açıkladık." [208]

"Rabbinin, dosdoğru yolu işte budur. İbret alan kimselere âyetleri uzun uzadıya açıkladık." [209]

"O, gökten su indirendir. Her bitkiyi onunla bitirdik, ondan bitirdiğimiz yeşilden, birbirine benzeyen ve benzemeyen yığın yığın taneler, hurmaların tomurcuklarından sarkan salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nar çıkardık. Ürün ver­diklerinde ürünlerine, olgunlaşmalarına bir ba­kın. Bunlarda, inananlar için, şüphesiz, deliller vardır." [210]

"Rasûlum! Bir bakın neler var göklerde ve yerde! Fakat bu deliller, bu uyarılar, inanmak istemeyen bir topluluğa fayda vermez." [211]

"Göklerde ve yerde nice belgeler vardır ki yan­larından yüzlerini çevirerek geçerler." [212]

"Kâinatta düşünenler için deliller vardır." [213]

Bütün kainat Allah'ın eseridir. Bu eserleri gör­meyen göz kör, duymayan kulak sağır, anla­mayan kalp mühürlüdür!

Kâinattaki bütün belgeler, eserler Allah'ın isimlerinden birine delalet eder. Canlılardaki rızık eseri, Allah'ın Rezzâk ismine delalet eder. Can­lılardaki hayat eseri, Allah'ın Muhyi (hayat ve­ren) ismine delalet eder. Nimet eseri, Allah'ın Mün'im (nimet veren) ismine delalet eder. Yüce Allah'ın her eseri bir ismine delalet eder.

Varlıklardaki bütün eserler, Yüce Allah'ın gü­zel isimlerinden bir isme delalet eder.

Yüce Allah, yarattığı her şeyi ve yaptığı her işi bir hikmete göre yapmıştır. O, boş bir şey yaratmaz, anlamsız ve lüzumsuz bir iş yapmaz.

O, mutlak hikmet sahibidir.

Hikmet nedir?

Hikmetin pek çok anlamı vardır.

Hikmet, doğru söz ve iştir.

Hikmet, olayları sebep-sonuç ilişkileri içinde görmektir.

Hikmet, eşyanın tabiatında mevcut olan sırla­ra vakıf olmak, işin iç yüzünü, gerçek tarafını kavramak ve gizli yönlerine girmektir.

Hikmet, varlıklar ve olaylar hakkında en mükemmel ve en sağlıklı bilgidir.

Hikmetin bir anlamı da maslahattır. İslâm dini bir maslahat dinidir.

Gerek dünyevî gerekse uhrevî maslahatları azamî derecede gerçekleştirmek ve fesatları asgari hadde indirmek için Allah tarafından gön­derilmiştir.

Kâinatın bir parçası, hatta en önemli unsuru olan insan, aklın yanında gönül hayatı açısından da Rabbi ile münasebet kurar. Bu münâsebetin sağlanmasında Esmâ'ül Hüsna'nın çok büyük rolü vardır. İsimlerin kelimeler ve seslerle ifade edilmesi ve bu seslerin kulaklarda yankılanması söz konusu iletişimi geliştiren ve güçlendiren fak­törlerdir. Kur'ân-ı Kerim'de dua ve zikrin ısrarla vurgulanmasının bir sebebi de budur. Allah Rasûlü'nün dua ve zikirlerinde Esmâ'ül Hüsna'nın çokça geçmesi de bundandır.

Muhyiddin İbn-i Arabi diyor ki:

Kainat ve özellikle insan ilâhî isimlerin bilin­mesine ve tecelli etmesine vesile olmuştur. İn­sanın çeşitli halleri ilâhî isimlerin farklı tecelli etmesiyle bağlantılıdır. Her kulun durumuna uygun düşen ilahi bir isim vardır. Kul bir beden­dir, ona tekabûl eden ilâhî isim ise onun kalbi gibidir.

Yüce Allah'ın isimleri O'nun sıfatlarına delâlet eder. Esmâ'ül Hüsnâ denilen Allah'ın güzel isim­leri, O'nu çeşitli yönleriyle tanıtan sıfatlarıdır. İnsanlarda ve diğer varlıklarda bulunan cüz'î sıfatlar ve görülen bütün eserler, Yüce Allah'ın sıfatlarının bir tezâhürüdür, görüntüsüdür.

Kur'ân-ı Kerîm baştan sona kadar Yüce Allah'ı tanıtan âyetlerle doludur. Hemen hemen her âyet yüce Allah'ın bir yönüne işaret eder. Allah'ı tanı­mak için, hiç şüphesiz O'nun isimlerini iyi anla­mak gerekir. [214]

 

Esmâ-i Hüsnâ Hakkında Gelen Rivayetler Ve Hadis-i Şeriflerde Geçen Lafızlar

 

Esmâ-i Hüsnâ'nın Sayımı

Ebu Hureyre (r.a.)'dan:

“Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu:

"Allah'ın doksan dokuz -yüz­den bir eksik- ismi vardır. Bunları ezberleyip benimseyen cennete girer."[215]

Ebu Hureyre (r.a.) şöyle naklediyor:

“Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Allah'ın doksan dokuz ismi vardır. Kim bunları ezberleyip anlarsa cennete girer."[216]

Ebu Hureyre bir başka rivayetinde diyor ki:

Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Cenab-ı Hakk'ın doksan do­kuz ismi vardır. Kim onu özümseyerek ezberlerse cen­nete girer."

Bunlar: Tirmizi rivayetinde yer alan Es­mâ-i Hüsnâ'dır. [217]

 

Esmâ-i Hüsnâ Hakkında Gelen Farklı Rivayetler

 

Esma-i Hüsna'nın sayısı, Buhârî'nin Sahih'inde "Allah'ın yüzden bir eksik ismi vardır."[218] şeklinde geçmektedir.

Hadiste geçen 'ahsâhâ' lafzı, burada 'hafizaha" şek­linde geçmektedir. Nitekim Ebu Hureyre rivayetinde Peygamberimiz (s.a.v.):

"Allah'ın doksan dokuz -yüzden bir eksik- ismi vardır. Bunları anlayarak ezberleyen cennete girer. O tektir, teki sever."[219] buyurmuştur.

Sahih-i Buhari'yi şerheden İbn-i Hacer el-Askalani ise Tirmizi'nin, Velid kanalıyla "Şuayb'dan nak­lettiği rivayeti doğruya en yakın olup Esmâ-i Hüsnâ'yı şerhedenlerin ekseriya güvendiği rivayet budur" [220] demiş ve daha önce Tirmizi'de geçen isimleri ifade etmiştir.

Taberanî hadiste geçen isimleri Ebu Zera' ed-Dımeşkî kanalıyla Safvan b. Salih'den çıkarmış. Fakat isimlerin sayısı konusunda farklı görüşler serdetmiş el-Kabid, el-Basit yerine, el-Kaim, ed-Dâim kullanılmış, er-Reşid yerine eş-Şedîd, el-Vedud, el-Mecid, el-Hakîm yerine- el-Âlâ, el-Muhid, Maliki yevmîddîn kullanılmıştır.

İbn-i Hayyan'ın Hasan b. Süfyan'dan onun da Safvan tarikıyla rivayet ettiği hadiste, el-Mani karşı­lığında er-Rafi gelmiştir.

İbn-i Huzeyme Safvan rivayetiyle gelen hadis­lerde aynı şekilde bazı isimlere muhalefet ederek el-Hakîm yerine el-Hâkim; el-Valî yerine el-Mevla isim­lerini kullanmıştır.

El-Muğisi"[221] kullanmıştır.

Sünen-i İbn-i Mace'de Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği hadiste Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın doksan dokuz -yüzden bir eksik- ismi vardır. Kim bunları anlayarak sayarsa cennete girer."

Bir diğer hadiste Ebu Hureyre (r.a.) diyor ki:

Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın doksan dokuz -yüzden bir eksik- ismi vardır. Allah tekliğe geniş ölçüde yer verdi. Her kim bu doksan dokuz ismi özümseyerek ezberlerse cen­nete girer.[222]

İbn-i Mace'de Tirmizi'deki düzen korunmadığı gibi farklı isimlere de yer verilmiştir. Metnin sonun­daki ahad ismiyle de sayı 100'e çıkarılmıştır.

Allah, doğurmayan ve doğmayan hiçbir şeye muhtaç olmayan birdir. Zuheyr: Hadiste Esmâ-i Hüsnâ'nın başlangıcının "La ilahe illallah" kelime-i tevhi­di ile başladığını söylemiştir.

Tirmizi'de bulunan yirmi beş isim İbn-i Mace'de, İbni Mace'de bulunan yüz isimden yirmi beş isim de Tirmizi'de mevcut değildir.[223]

 

Esmâ-i Hüsnâ'nın Kur'ân-ı Kerim'deki Geçiş Şekli

 

Esmâ-i Hüsnâ'nm Kur'ân-ı Kerim'deki tertibi şu şekilde nazil olmuştur.

1. Allah

2. Rahman: Bağışlayan, esirgeyen.    

3. Rahîm: Bağışlayan, acıyan.

"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla." [224]

4. Rab: Her şeyin sahibi. (Rabb'ül-Alemin)

"Hamd âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur."[225]

5. Melik: Görünen ve görünmeyen alemlerin sahibi.

"O, ceza gününün malikidir." [226]

"Gerçek hükümdar olan Allah, yücedir." [227]

6. Muhît: Her şeyi çepeçevre kuşatan.

"Halbuki Allah, kafirleri çepeçevre kuşatmış­tır." [228]

"Bilesiniz ki O, her şeyi (ilmiyle) kuşatmış­tır."![229]

7. Kadir: Her şeye gücü yeten.

"Şüphesiz ki Allah'ın her şeye gücü yeter." [230]

8. Alîm: Hakkıyla bilen.

"O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra (kendisine has bir şekilde) semaya yöneldi, onu yedi kat olarak yaratıp düzenledi. O, her şeyi hakkıyla bilendir." [231]

9. Hakîm: Bütün iş ve emirleri yerinde olan.

"Melekler: Yâ Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz âlim ve hakim olan ancak sensin, dediler." [232]

10. Tevvab: Kullarını tevbeye sevk eden ve tevbeleri bol bol kabul eden.

"Adem, Rabbinden bir takını ilhamlar aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır." [233]

11. Bari: Yaradan.

"... Onun için yaradanınıza tevbe edin." [234]

12. Basîr: Her şeyi gören.

"... Allah onların yapmakta olduklarını eksik­siz görür." [235]

13. Velî: Yardımcı, dost.

"...O ne güzel dost ve ne güzel yardımcıdır."[236]

14. Nasır: Yardımcı.

"... Sizin için Allah'dan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır." [237]

15. Vasi': İlim ve merhameti her şeyi kuşatan.

 "Allah'ın rahmeti ve nimeti geniştir. Her şeyi bilendir." [238]

16. Bedi': Eşi ve örneği olmayan, sanatkârane yaratan.

"(O), göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır." [239]

17. Semi': Her şeyi işiten.

"Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur. Şüp­hesiz sen işitensin bilensin." [240]

18. Aziz: Yenilmeyen, eşsiz galip

"Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin ayet­lerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hik­meti öğretecek, onları temizleyecek bir peygam­ber gönder. Çünkü üstün gelen, her şeyi yerli ye­rince yapan yalnız sensin." [241]

19. İlâh: Yegane mabud.

20. Vahid: Bölünüp parçalara ayrılmayan, ben­zeri bulunmama anlamında tek.

"Yoksa Yakub'a ölüm geldiği zaman siz orada mı idiniz? O zaman (Yakub) oğullarına: Benden sonra kime kulluk edeceksiniz? demişti. Onlar: Senin ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilahı olan tek Allah'a kulluk edeceğiz; biz ancak O'na teslim olmuşuzdur, dediler." [242]

21. Rauf: Merhametli, şefkatli.

"... Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve mer­hametlidir." [243]

22. Şâkir: İyiliğe karşı mükafat veren.

"Her kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa şüphesiz Allah kabul eder ve (yapılanı) hakkıyla bi­lir." [244]

23. Gafur: Bütün günahları bağışlayan.

"Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan, çokça esir­geyendir." [245]

24. Karîb: Kullarına çok yakın.

"Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onla­ra): Ben çok yakınım..." [246]

25. Halim: Acele ve kızgınlıkla acele hareket et­meyen.

"Allah yapmakta olduklarınızı bilir." [247]

26. Habîr: Her şeyden haberdar olan.

 "Allah yapmakta olduklarınızı bilir." [248]

27. Hayy: Ebedi diri.

28. Kayyum:  Her şeyin varlığı kendisine bağlı olup kainatı idare eden.

"Allah, O'ndan başka ilah yoktur; O, Hayy'dır, Kayyum'dur." [249]

29. Âlî:  Şeref ve hükümranlık bakımından en yüce, aşkın.

30. Azîm: Zat ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar ulu.

"... O yücedir, büyüktür." [250]

31. Ganî: Her şeyden müstağni, kendi dışındaki her şey O'na muhtaç,

"Allah zengindir, acelesi de yoktur." [251]

32. Hamid: Övülmeye layık.

"...  Biliniz  ki Allah zengindir,  övgüye lâyık­tır." [252]

33. Vehhâb: Karşılıksız bol bol veren.

"... Bize tarafından rahmet bağışla. Lütfü en bol olan sensin." [253]

34. Camı:  Toplayıp düzenleyen,  kıyamet günü hesaba çekmek için mahlukâtı toplayan.

"Rabbimiz!  Gelmesinde  şüphe edilmeyen bir günde, insanları mutlaka toplayacak olan sensin."'[254]

35. Kâim: İşleri tedbir edip, ayakta tutan.

 "Allah, adaleti ayakta tutarak (delilleriyle) şu hususu açıklamıştır ki, kendisinden başka ilah yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de bunu ikrar etmişlerdir." [255]

"Herkesin   kazandığını   gözetleyip   muhafaza eden, (hiç böyle yapmayan gibi olur mu?)" [256]

36. Malîkü'l Mülk: Mülkün sahibi.

"(Rasulüm!) De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın..." [257]

37. Şehîd: Her şeyi gözetleyerek bilen.

"... Allah yaptıklarınızı görüp durur..." [258]

38. Nasır: Yardım eden.

"Oysa sizin mevlânız Allah'tır ve O, yardımcı­ların en hayırhsıdır." [259]

39. Vekîl: Güvenilip, dayanılan.

"...Onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve 'Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!' dediler." [260]

40. Rakîb: Gözetleyip kontrol eden.

"... Hesab sorucu olarak da Allah yeter." [261]

41. Hasîb: Kullarına yeten ve onları hesaba çe­ken.

"... Hesap sorucu olarak da Allah yeter." [262]

42. Kebîr: Zat ve sıfatları anlaşılamayacak ka­dar büyük, ulu.

"... Çünkü Allah yücedir, büyüktür." [263]

43. Afûv: Hiçbir sorumluluk kalmayacak şekilde günahları affeden.

"Şüphesiz Allah çok affedici ve bağışlayıcı­dır." [264]

44Mukît: Bedenlerin ve ruhların gıdasını ya­ratıp veren, bilip gücü yeten ve koruyan.

"Allah her şeyin karşılığını vericidir." [265]

45. Rezzâk: Mahlukâtın beden ve ruhlarının gıdasını yaratıp veren.

"... (Ey Rabbimiz!) Bizi rızıklandır; zaten sen, rızık verenlerin en hayırlısısın." [266]

46. Fâtır: Yoktan var eden.

"De ki: Gökleri ve yeri yoktan var eden, ye­dirdiği halde yedirilmeyen Allah'tan başkasını mı dost edineceğim!"[267]

47. Kahir: Yenilmeyen, yegâne galib.

"O, kulların üstünde her türlü tasarrufa sa­hiptir." [268]

48. Kâdîr: Her şeye gücü yeten, yegâne kudret sahibi.

"Ona Rabbinden bir mucize indirilseydi ya!" dediler. De ki: Şüphesiz Allah mucize indirmeye kadirdir."[269]

49. Hak: Fiilen var olan, mevcudiyeti ve uluhiyyeti gerçek olan.

"Sonra insanlar gerçek sahipleri olan Allah'a döndürülürler." [270]

50. Âlimü'l-Gaybi Ve'ş-Şehadeti: Gizliyi de açığı da bilen.

"Gizliyi ve açığı bilendir ve O, hikmet sahibi­dir, her şeyden haberdardır." [271]

51. Halîk: Takdirine uygun yaratan.

"İşte Rabbiniz Allah O'dur. O’ndan başka ilah yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır." [272]

52. Latîf: Yaratılmışların ihtiyacını en ince nok­tasına kadar bilen sezilmez yollarla karşılayan.

"Gözler O'nu göremez; halbuki O, gözleri gö­rür. O eşyayı pek iyi bilen, her şeyden haberdar olandır."[273]

53. Hakem: Hüküm veren.

"(De ki): Allah'dan başka bir hakem mi araya­cağım? Halbuki size Kitab'ı açık olarak indiren O'­dur."[274]

54. Sâdık: Doğru söyleyen.

"Bu, zulümleri yüzünden onlara verdiğimiz cezadır. Biz elbette doğru söyleyeniz." [275]

55. Mevlâ: Gerçek dost, sahip.

"... Bilin ki Allah, sizin sahibinizdir. O ne gü­zel sahip ve ne güzel yardımcıdır!" [276]

56. Kavi: Her şeye gücü yeten, kudretli.

"Allah güçlüdür. Onun cezası şiddetlidir."[277]

57. Hafız: Koruyan gözeten.

"... Benim Rabbim her şeyi gözetendir." [278]

58.  Mucîb: İstek ve arzulara karşılık veren.

"... O'na tevbe edin. Çünkü Rabbim (kullarına) çok yakındır (dualarını) kabul edendir." [279]

59. Mecîd: Şanlı, şerefli.

"... Şüphesiz ki O, övülmeye lâyıktır, iyiliği boldur." [280]

60. Vedûd: Çok seven ve sevilen.

"... Muhakkak ki Rabbim çok merhametlidir (mü'minleri) çok sever." [281]

61. Müsteân: Sığınılan.

"...Artık (bana düşen) hakkıyla sabretmektir. Anlattığınız karşısında (bana) yardım edecek olan ancak Allah'tır."[282]

62. Gâlib: Yegane galebe sahibi.

"Allah emrini yerine getirmeye kadirdir. Fa­kat insanların çoğu (bunu) bilmezler." [283]

63. Kahhar: Yenilmeyen, yegane galib.

"... Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa gücüne karşı durulamaz olan bir tek Allah mı?" [284]

64. Hafîz: Koruyup gözeten.

"... Allah en hayırlı koruyucudur. O, acıyanla­rın en merhametlisidir." [285]

65. Müteâlî: İzzet ve şeref, hükümranlık bakı­mından yüce, aşkın.

"O, görüleni de görülmeyeni de bilir, çok bü­yüktür, yücedir." [286]

66. Valî: Kainata hâkim olup onu yöneten.

"... Onların Allah'tan başka yardımcıları da yoktur." [287]

67. Şedîd: Azabı çetin ve şiddetli [288]

"Onlar, Allah hakkında mücâdele edip durur­ken O, yıldırımlar gönderip onlarla dilediğini çar­par. Ve O azabı pek şiddetli olandır." [289]

68. Varis: Varlığının sonu olmayan

. "Şüphesiz biz diriltir ve öldürürüz. Ve her şe­ye biz varis oluruz." [290]

69. Hallak: Hakkıyla yaratan.

"Şüphesiz Rabbin hakkıyla yaratan, pek iyi bilendir." [291]

70. Kefîl: Bütün işleri üzerine alan yegâne var­lık.

"Antlaşma yaptığınız zaman, Allah'ın ahdini yerine getirin ve Allah'ı üzerinize şahit tutarak, pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın." [292]

71. Muktedir: Her şeye gücü yeten, kudretli.

"Allah, her şey üzerinde iktidar sahibidir." [293]

72. Hafi: Lütufkar.

"İbrahim: Selâm sana (esen kal) dedi, Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O ba­na karşı çok lütufkardır." [294]

73. Gaffar: Çok bağışlayan, daima  affeden.

"Şu da muhakkak ki ben, tevbe eden, inanan ve yararlı iş yapan, sonra (böylece) doğru yolda giden kimseyi bağışlarım." [295]

74.  Hadî: Yol gösteren, hidayete erdiren

"Allah, iman edenleri, kesinlikle dosdoğru bir yola yöneltir." [296]

75. Mübîn: Apaçık gerçek olan.

"Allah'ın apaçık gerçek olduğunu anlayacak­lardır." [297]

76. Nur: Nürlandıran, nûr kaynağı.

"Allah, göklerin ve yerin nurudur." [298]

77. Kerîm: Her türlü fazilete sahip olan, kerem sahibi.

"... Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o bilsin ki, Rabbinin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahi­bidir." [299]

78. Müntekîm: Suçluları cezalandıran.

"Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatıldıktan sonra onlardan yüz çevirenlerden daha zalim kim olabilir? Muhakkak ki biz, günahkârlara layık ol­dukları cezayı veririz." [300]

79. Fettah: İyilik kapılarını açan, en güzel ha­kem, fatih.

"De ki: Rabbimiz hepimizi bir araya toplaya­cak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir." [301]

80. Şekûr: Az bir iyiliğe karşı çok mükâfat veren.

 "Çünkü Allah, onların mükâfatlarını tam öder ve lütfundan onlara fazlasını da verir. Şüphesiz O, çok bağışlayan, şükrün karşılığını bol bol veren­dir." [302]

81. Kâ'fî: Her şeye kâfi gelen.

 "Allah kuluna kâfi değil midir?"[303]

82. Gâfir: Bağışlayan.

"Günahı bağışlayan..." [304]

83. Rafiu'd-Derecât: Dereceleri yükselten.

"Dereceleri yükselten..." [305]

84. Zu'l-Arş: Arş sahibi.

"Dereceleri yükselten, Arşın sahibi Allah, ka­vuşma günüyle korkutmak için kullarından diledi­ğine iradesiyle ilgili vahyi indirir." [306]

85. Muhyî: Hayat, can veren.

"Senin yeryüzünü kupkuru görmen de Allah'ın âyetlerindendir. Biz onun üzerine suyu indirdiği­miz zaman, harekete geçip kabarır. Ona can veren, elbette ölüleri de diriltir. O, her şeye kadirdir." [307]

86. Rezzak: Her türlü rızkı veren, ruhu, bedeni rızıklandıran.

87. Zu'l-Kuvva: Güç, kuvvet ve kudret sahibi.

88. Metin: Herşeye gücü yeten, yegane kudret sahibi.

"Şüphesiz rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır." [308]

89. Ber: İyilik eden, vaadini yerine getiren.

"Gerçekten biz bundan önce O'na yalvarıyorduk. Çünkü iyilik eden, esirgeyen ancak O'dur." [309]

90. Melik: Gayb ve şuhûd âlemlerin sahibi.

 "Güçlü ve yüce Allah'ın huzurunda hak mec­lisindedirler." [310]

91. Zû'l-Celâlî Ve'l-İkrâm: Azamet ve ikram sahibi.

"Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı baki kalacak." [311]

92. Evvel: Varlığının başlangıcı olmayan.

93. Âhîr: Varlığının sonu olmayan.

94. Zahir:  Varlığını ve birliğini belgeleyen bir çok delilin bulunması açısından aşikar.

95. Bâtın: Zatının görülmemesi ve mahiyetinin anlaşılmasının mümkün olmaması bakımından gizli olan.

"O ilktir, sondur, zahirdir, bâtındır. O, her şe­yi bilendir." [312]

96. Kuddüs: Her türlü eksiklikten münezzeh olan.

97. Selâm: Esenlik ve barış veren.

98. Mü'mîn: Güven veren ve güvenilip dayanı­lan, vaadi hak.

99. Müheymin:  Kâinatın bütün işlerini tedbir edip, yöneten.

100. Cebbar: İradesi baskı altında olmayan, her durumda yürüten, yaratılmışların halini iyileştirip gözeten.

101. Mü'tekebbir: Azamet ve yüceliğini izhar eden.

"O, öyle Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilah yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten mü­nezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuştu­randır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, müşriklerin ortak koştukları şeylerden münez­zehtir."[313]

102. Musavvir: Şekil veren, nitelik ve özellik kazandıran.

"O, yaratan, var eden, şekil veren Allah'tır. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O’nun şanını yüceltmektedirler. O galiptir, hik­met sahibidir."[314]

103. Âlâ: Yüce.

"Yüce Rabbinin adını tesbih (tasdik) et." [315]

104. Ekrem: Kerem sahibi.

"Rabbin, en büyük kerem sahibidir." [316]

105. Ahad: Benzerinin bulunmaması, parçalan­maması itibariyle tek.

"De ki: O, Allah birdir."[317]

106. Samed: Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, her şeyden müstağni, arzu ve ihtiyaçları, sebebiyle her­kesin yöneldiği ulular ulusu, müstağni.

"Allah Samed'dir."[318]

Öyle kî:

O, doğmamış ve doğurmamıştır. O'nun hiçbir dengi yoktur.

İşte saymış olduğumuz Allah'ın bu güzel isimleri Kur'ân-ı Kerim'de isim kipiyle gelmiş olup, ayet-i ke­rimelerde açık olarak geçmektedir. Ben bunları ayeti kerimelerde isim lafzıyla gelen 106 isim olarak tespit etmiş bulunmaktayım. Fakat ben tespit ettiğim sayı­lar kesindir iddiasında değilim. Sayı değişebilir. Be­nim isimleri tespit hususundaki gayretimde hata ola­bilir. Ben elimden geldiği kadar tespitte hata etme­meye çalıştım. Eğer isim tespitinde hata etmişsem, Rabbimin bundan dolayı beni muaheze etmemesini niyaz ediyorum. Zira Kur'ân'da nazil olan Esmâ-i Hüsnâ'yı bu sayıya hasretmeye benim gücüm yetmez.

Çünkü ben göklerin ve yerin nurlarından bir nuru ve doksan dokuz ismin daha fazlasından hula­sa edebildiklerimi aldım. [319]

 

Rasulullah (s.a.v.)'in "Doksan Dokuz" Sayısını Söylemesindeki Hikmet

 

Resulullah (s.a.v.), doksan dokuz sayısını pek çok değişik yerlerde zikretmiştir. Mesela Peygamberi­miz (s.a.v.) bir hadisinde:

"Allah (c.c.) yüz tane rahmet yarattı. Bunlardan bir rahmetle mahlukât birbirine merhamet eder... Di­ğer doksan dokuz rahmeti ise kıyamet gününe bırak­tı." buyurmaktadır.

Bu sayı Kur'ân-ı Kerim'de de Sâd Sûresinin yir­mi üçüncü ayetinde:

"(Onlardan biri şöyle dedi:) Bu kardeşimdir. Onun doksan dokuz ismi vardır..." şeklinde bir defa geçtiği gibi kanaatimce bu sayı iman ettiğimiz Allah'ın diğer kitaplarında da geçmektedir.

Acaba İslam alimlerinin Esmâ-i Hüsnâ'nın sayı­sının bundan daha fazla olduğunda icma etmesine rağmen bu sayıyı bizatihi tercih etmelerindeki hikmet nedir? Kaldı ki Esmâ-i Hüsnâ'nın bazısını Allah ken­disi tercih etmiş ve yanına almıştır. Bu Allah'ın bil­gisi dahilindedir. Çünkü Peygamber (s.a.s.) bir du­asında:

"... Ey Allah'ım kendini nitelendirdiğin veya kita­bında indirdiğin ve mahlukâtından her birine öğretti­ğin veya ilm-i gaibinde kendi yanına alıp kendin için seçtiğin bütün isimlerle sana niyazda bulunuyor, Kur'ân'ı kalbimin baharı, göğsümün nuru, hüznümün cilası, üzüntü ve kederimin yok edicisi kılmanı temen­ni ediyorum..."[320] buyuruyor.

Dolayısıyla bu hadis­ten de anlaşılacağı üzere Kur'ân'daki Allah'ın mahlukâta öğrettiği isimlerden daha başka gayb ilminde sakladığı isimleri de mevcuttur.

Fahreddin er-Razî, "Allah'ın isimlerinin doksan dokuza hasr edilmesini akıl kavramaktan aciz de­mekte ve bunda diğer tesbih ve dualardaki sayılarda olduğu gibi teabbud, ibadet kasdı bulunmaktadır" görüşünü" açıklamaktadır. Ona göre bu sayı Allah'ın isimlerinin bir başka şeye kıyaslanarak alınamaya­cağına da işaret etmekte olup, isimler kıyası değildir. Bu sayının bu şekilde doksan dokuz şeklinde tercih edilmesinin sebebi; bu sayının eşyaya hasredilmesi zor olmakta olup eşya için kullanılmamasındandır.

Bir diğer hikmette; Allah'ın isimlerinin manası her ne kadar çok da olsa bu isimlerin manasını ihti­yacımız kadarıyla doksan dokuz isimde bulmak mümkün olabilmektedir. Veyahutta bu geçen isimler en meşhur ve manaları en açık isimlerdir. Bundan dolayıdır ki gücümüz yettiği kadarıyla bunlarla Al­lah'ı isimlendiriyoruz. Yoksa kendisinden başka ilâh olmayan Cenab-ı Hakk'ın isimlerini sınırlandırmak mümkün değildir.

Son olarak şunu da ilave etmek gerekir ki bazı­larına göre hadisteki isim sayısı doksan dokuz değil yüzdür. Mesela Ebu Bekir el-Beyhakî, Velid b. Şuayb kanalıyla gelen hadiste isimlere "Kafi" ismi de ilave edilerek bu sayının toplamı 100'e ulaşmaktadır. [321]

Suheyli ise Esmâ-i Hüsnâ "cennetin dereceleri­nin sayısı üzere yüz" diyerek kesin bir tabir kullan­mıştır.

Velid'in Şuayb'dan rivayet ettiği hadiste "bir ha­riç yüz" geçmektedir. Züheyr'in rivayetinde Peygam­ber (s.a.v.) Esmâ-i Hüsnâ için 'biri hariç yüz' yani doksan dokuz tabirini kullanmıştır ki bu "bir" isimde kendisinden başka ilah olmayan doğmamış ve doğur­mamış hiçbir şeye ihtiyacı olmayan eşi ve benzeri ol­mayan 'Allah' ismidir. Yine de Allah ve Rasulü en iyi­sini bilir.

"İman edenlerin Allah'ı anma ve O'ndan inen Kur'ân sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı da­ha gelmedi mi?.." [322]

 

ALLAH

 

Uluhiyete mahsus bütün kemal sıfatları kendisinde toplanmış bulunan, bütün varlık aleminin yaratıcısı ve mabudu O yüce Zâtın özel ve en kapsamlı ismidir. [323]

Esmâ'ül Hüsna'nın bütün an­lamını içinde toplayan, bütün alemlerin yaratıcısı ve mabûdu olan o yüce zatın özel adıdır.

Bu mübarek isim, Kur'ân'daki Esmâ'ül Hüsna'dan ilk inen isimdir. Çünkü ilk inen âyet "besmele"dir. Allah ismi, Kur'ân'da (2697) yerde geç­mektedir. Cenâb-ı Hakk'ın özel ismidir. Bu ismin çoğulu yoktur. Mecaz yoluyla da olsa başkası için söylenemez. Mekkeli müşrikler, senenin günleri sayısınca Kabe’nin etrafını (360) putla doldurmuş­lardı. Bu putlara ayrı ayrı isim vermişlerdi. Ancak hiçbir puta Allah ismi koymamışlardı. Bu mü­barek isim sayılan isimler içinde en büyük isimdir. [324]

Ülûhiyyete mahsus sıfatların hepsini kendinde top­lamış bulunan Zât-i Vâcibül-Vücûde delâlet eden alem­dir ve sayılan isimlerin içinde İsm-i A'zam'dır.[325]

"Allah" Celle Celâlühü lafzı Cenab-ı Hakk'ın var­lığına delalet eden, onun bütün ilâhi kemal sıfatlarını içine alan özel ismi olup isimlerinin en büyüğüdür. Allah ismi diğer bütün isimlerin manalarını içine al­maktadır.

Allah özel ismi sadece Cenab-ı Hakk için kulla­nılan; yalnızca ona mahsus bir isimdir. Onun bütün isimlerinden önce gelir. Diğer isimleri ona izafe edilmistir. Allah isminin dışında olup da ondan sonra gelenler bir sıfat olup bu isme bağlıdır. Diğer isimler Allah'ın ismi diye vasıflanır. Çoğunlukla da ona izafe edilerek veyahut sıfat yerine kullanılarak tarif edilir. Allah özel ismi diğer dillere tercüme edilemez. Bazen Esmâ-i Hüsnâ'dan Râb, Rahman, Aziz, Hamîd, Hakîm gibi isimler onun yerine kullanılmıştır. Bazı ayeti kerimelerde nadir de olsa bu şekilde kullanım mev­cuttur. Mesela "Rabb" ismi buna istinaden şu şekilde kullanılmıştır:

"Senin, bağışı bol olan Rabbin merhamet sa­hibidir.”[326]

Şu ayette ise "Hakîm" ismi ona dayanarak kulla­nılmıştır.

"Elif, Lam, Râ, (Bu sana indirilen), hikmet sa­hibi (ve) her şeyden haberdar olan (Allah) tarafın­dan sağlamlaştırılmış, sonra da açıklanmış bir ki­taptır." [327]

Allah (c.c)'ın ism-i fail ve sıfat kipiyle gelen isim­leri de dahil bütün isimlerine "Esmâ-i Hüsnâ" denir. Kendisinden başka ilah olmayan Allah'ın bir takım güzel isimleri vardır ki bunlar Allah'a nisbet edilerek "Allah'ın Esmâ-i Hüsnâ'sı" denir. Fakat sıfatlarına nisbet edilerek Halîm veya Gafür'un Esmâ-i Hüsnâ'sı denilemez.

"Allah" dediğimiz zaman sadece Sübhanehu ve Teâla akla gelip ona itlâk olunur. Bundan dolayıdır ki "Allah" ismini lamı tarifle kullanmak caizdir. Bu durumda hemzesi Hemze-i munkatı olup, "Ya Allah" şeklinde kullanılır.

İster arapça isterse diğer dillerde kullanılan hangi isim olursa olsun asla 'Allah' isminin yerini tutamaz. Çünkü "Allah" ismi Cenab-ı Hakk'ın özel ismi olup diğer dillere tercümesi mümkün değildir.

"Bil ki Allah'tan başka ilâh yoktur. (Habibim!) Hem kendinin hem de mümin erkeklerin ve mü’min kadınların günahlarının bağışlanmasını dile!" [328]

 

Kelime-i Tevhid

 

Resulullah (s.a.v.):

"Ben ve benden önceki diğer peygamberlerin en güzel sözü "La ilahe illallah sözü­dür. " buyurmuştur.

O halde gelin beraberce bu kelimedeki manayı görmek ve nura erişebilmek için bu güzel sözü tahlil edelim.

"La ilahe illallah'taki "la" nefıy içindir. Bununla Allah'ın yerine konulan bütün ilahlar nefy edilmiş olur. "İlâh" kelimesi, kitap vezninde "ism-i meful" vezniyle kullanılan "mabud" manasındadır ve kulluk demektir. Mesela kitap, mektup manasındadır. İmam, me'mum manasında kendisine uyulan demektir.

Bu lafzın işaret ettiği manayı anlamanın en gü­zel yolu kelimenin iştikakına, türediği kelimeye bak­maktır.

"Ellehe", (ellehe) kulluk etti, boyun eğdi. "Ellehe ilahete" "İlaha", ibadet etti. Ellehe uluheten "mabuda ibadet etti."

Yeteellehu (kulluk etti) denilir. Buradan "ilahu" kelimesi mabud manasına gelmektedir.

İbadet: îtaat ve dini uygulama demektir ki bura­da ibadetten maksat gayeye erişmek için çalışmaktır. Yani, ibadet gayeye, maksada götüren bir yoldur. Kim Allah'a kulluk ederse bu ibadetiyle kul ya sevaba erer veya cezaya uğramaktan kurtulur. Mabud hakikatte iyiliğin ta kendisidir. Zira Cenab-ı Hakk:

"İnsanlar­dan öyleleri vardır ki, Allah'ın rızasını almak için kendini ve malını feda eder. Allah da kullarına şefkatlidir.[329] buyurmaktadır. Ayette geçen "yeşteri" alışveriş manasındadır.

Yüce Allah bir diğer ayet-i kerimede:

"İnsanlardan kimi Allah'a yalnız bir yönden kulluk eder. Şöyle ki:

“Kendisine bir iyilik doku­nursa buna pek memnun olur, bir de musibete uğ­rarsa çehresi değişir (dinden yüz çevirir). O, dün­yasını da, ahiretini de kaybetmiştir. İşte bu, apa­çık ziyanın ta kendisidir." [330] buyurmuştur.

İbadet ancak Allah için yapılması gerekir. Aksi takdirde bu; dinden bir sapma ve Allah yolundan ay­rılmaya sürükler. Bu da çoğunlukla insanları görül­meyen şirke götürür. Bu bakımdan yapılacak en gü­zel iş onun dinini Allah'a has kılmak ibadetlerimizi Allah için yapmaktır.

Zira Hak Tealâ:

 "Her secde ettiğinizde yüzleri­nizi O'na çevirin ve dini yalnız Allah'a has kılarak Ona yalvarın."[331]

"Dikkat et, hâlis din yalnız Allah'ındır." [332]

İhlâs: Mü'minin ameliyle ve niyetiyle sadece Al­lah'ın rızasını kastetmesidir. Kast ise, insanın gizlice bizatihi kastedilen şeye yöneldiği gibi açıkçada mak­sada yönelmesidir.

Lügatte ihlâs; 'bir şeyi halis kılmak, salim olmak ve kurtulmak, halis katıksız olmak' manalarına gelir. Zira 'Halasa mau minel kederi' (Su bulanıklıktan kur­tuldu) yani saflaştı anlamına gelir. Yine 'bu halis el­bise' dediğimiz zaman 'saf beyaz' anlaşılır. 'Halis din" de şirkten ve riyadan arınmış din demektir.

Dua ise ibadetin özüdür. Yalnız Allah'tan bir şeyler istemek ibadetin tâ kendisidir. Şunu da bil­mek gerekir ki: Allah bize şah damarımızdan daha yakındır. Bundan dolayıdır ki bir şey istenildiği za­man ancak ondan istenilir. Ancak ona yönelinir. Al­lah'ın dışında güzel isimlere sahip kim vardır ki ona sığınılsın? Bunlar sadece Allah'a mahsus olup onlar­la Allah'a yönelinir.

Her kim Allah'tan bir şey isterse, dua ederse; Al­lah dua edenin duasına icabette bulunur.

Her doğan, temiz ve salim bir yaratılış üzere do­ğar. Fıtrat kalpten yaratılışa yönelen tabii bir duygudur. Bu da Allah'ın bütün insanları temiz ve salim şekilde yarattığı yaratılıştır. Bu da Allah'ın dini üzere olmadır. Allah'ın dininde ise kesinlikle bir değişiklik olmaz. Bununla ilgili olarak Cenab-ı Hakk:

"(Rasûlüm!) Sen yüzünü hanif olarak, Allah in­sanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğ­ru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler." [333] buyurmuştur.

Ayette geçen 'halkullah' Allah'ın yaratışı, 'Dinullah' Allah'ın dinidir. Alimler, ayette geçen 'Allah'ın ya­ratışında değişme yoktur' ayetinin 'Allah'ın dininde de­ğişme yoktur' demek olduğunda görüş birliğine var­mışlardır.[334]

Mücahid’den gelen rivayette "Allah'ın yaratışın­da değişiklik olmaz" ayeti "Allah'ın dininde değişik­lik olmaz" şeklinde tefsir edilmiştir.

Buharî'de de "Allah'ın yaratışında değişine ol­maz" ifadesi "Allah'ın dini" diye tefsir edilmiş, ilklerin yaratılışı, ilklerin dini, "İslâm fıtratı" olarak açıklan­mıştır. Bu da Allah'ı tanımadır, doğru dindir, [335]

Din; Şeriat, itaat ve boyun eğmek demektir. Doğ­ru din ise; Allah'ın sevgisine ulaşabilmedir. Bu da Rahman'a kulluk yapmak ve Allah sevgisine giden ipe sımsıkı sarılmakla mümkün olur.

"... Her kim Allah'a bağlanırsa kesinlikle doğ­ru yola iletilmiştir." [336]

Sevgi, kalbin sevdiği kimseye karşı meyilidir. Bunun için "male ileyhi", "sevdi, tarafını tuttu" sevdi anlamındaki "Ehabbe" manasına gelir. Bu doğru sev­gi ise, kulluk yapanın (abidin) kalbinin kendisinden başka ilah olmayan Allah'a meylidir. Bu da fıtrî kal­bin yerin ve göğün yaratıcısına tabii bir meylidir. Bu tabii duygu Allah'tan, onun ruhundan gelmektedir. Bu Allah'ın nuru, Allah'ın ayetlerindendir. Bu sevgi Allah'ın yarattığı kimse için de bir mülktür. Kendisin­den başka ilâh olmayan, Rahman ve Rahim olan Al­lah kalpleri değiştirendir. O kullarından dilediğini doğru yola erdirendir. Bu yol yerdeki ve gökteki her şeyin sahibi Allah'ın yoludur. 'Şüphesiz benim Rabbim doğru yol üzeredir,'

Bu, meyil kalpten fazilet sahibine gitmektedir. Bu insanın yaratılışında ve tabiatında vardır. İşte bundan dolayıdır ki yeni doğan bir çocuk sevgi dolu­dur. Bir şeye doğru meyleder. Sevinçle kendisini em­ziren, şefkat gösteren annesine doğru sıçrar. Onun kucağında uyur ve onun önünde durur. Bir hasta da, bu tabii duyguyla kendi acılarının giderilmesine sebep olan doktoru sever. Bütün bu faziletler Allah'­tan gelmektedir. Bunun başlangıcı, kalbin Allah'ın kendisine gösterdiği doğru yola meyletmesidir. Kal­bin tabii yaratılışına meyli en doğal bir haldir. Her şey bu hal üzere yaratılmıştır. Allah Tealâ, İbrahim (a.s.)'ın diliyle şöyle buyuruyor:

"Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O’dur. Beni yediren, içiren Odur. Hastalandığım za­man bana şifa veren Odur. Benim canımı alacak, sonra beni diriltecek O'dur." [337]

Allah Tealâ bize bir ananın evladına acıdığından daha çok acır. Allah'ın dilediğini kendisiyle hidayete erdirdiği bu fıtri meyil, Cenab-ı Hakk'ın bize acıması ve bir lütfudur. Bununla insanlar sırat-ı müstaki­me/Allah’ın yoluna ererler. Allah doğruyu söyler O doğru yolu gösterir. Bu hak dindir, bu doğru ve eğri­likten koruyan dindir. [338]

 

Hanif Kelimesi

 

Lügat Manası:

 

“Ha, Nun, Ve, Fe" harflerinden müteşekkil olan Hanıf kelimesinin aslı müstekim (doğru)dur. Bu ise Allah’ın yarattığı tabii olan fıtrata "meyildir. Bunun için "Male Yehilu", "Hanife, Yehnifu, Hanfen" müradif manalardır. Bundan dolayı bir şeye meylettiği zaman falanca ayağını içe doğru meylettirdi" denilir. Bâtıl dinden dönen kimse için de: "O hanif oldu" yani "eğri­likten doğruya yöneldi" denir. Bu ise hak dindir. Bir kimse müslüman olduğu zaman, falanca müslüman oldu manasında "fehannefe" fiili kullanılır. 

 

Istılahî Manası:

 

Hanif, "Allah'ın emrine teslim olmuş ihlâslı kim­se" demektir. Bununla ilgili Allah (cc) "Kendisine or­tak koşmaksızın Allah'ın hanifleri (Onun birliğini tanıyan mü'minler) olun." [339] buyuruyor. Bu kelime tefsir kitaplarında "hünefa" Allah'ı birleyen, İhlâslı bir şekilde Allah'ın doğru yolunda olan kimseler diye tef­sir edilmiştir.

Bundan dolayıdır ki "bana meyletti" yani "bana yöneldi." Yahut "döndü" denir. "Adalet te bu kelime­den gelmiştir ve zulmün zıddı olarak "doğruluk, in­sanların kendisiyle hayatını sürdürdüğü şey" diye ta­rif edilmiştir. Onun için "İedale" yani "istikame" "doğ­ruluk üzere oldu" denilir. İbn-i Manzur'un "Lisanu'l-Arab" adlı eserinde de "bu Allah'ın isimlerindendir" de­nilmiş ve el-Adlu: Heva ve hevesine meyletmeyen aş­kın yüce varlık olarak açıklanmıştır. Ta'dîlde "doğ­ruluk üzere bulunma" olarak nitelendirilmiştir.

"Meyl", bir şeye rağbet etmektir. Bir kimse bir şeye hırs ve arzu duyduğunda "rağabe/yerğabu/rağbeten" fiili kullanılır. Allah'a rağbet etme, arzu duy­ma bu bapta incelenir. Bir kimse bir şeyi isteyip, hırsla murad ettiği zaman "rağabe fi rağben ve rağbeten" denilir. Nitekim Cenab-ı Hakk bu konuyla ilgi­li şöyle buyurmaktadır:

"Eğer onlar Allah ve Rasulünün kendilerine verdiğine razı olup, "Allah bize yeter, yakında bi­ze Allah da lütfundan verecek, Resulü de: 'Biz yal­nız Allah'a rağbet edenleriz' deselerdi (daha iyi olurdu)”[340]

"Belki Rabbimiz bize bunun yerine daha iyi­sini verir. Çünkü biz (artık) Rabbimizi (Onun hoş­nutluğunu) arzuluyoruz." [341]

"Yalnız Rabbine yönel." [342]

Ancak şu kadar var ki burada Kahhar ve bir olan Allah'a rağbet korkuyla karışık bir meyildir. Kor­ku ile ümit arasındaki bir rağbettir. Zira Cenab-ı Al­lah bu konuyu aşağıdaki ayet-i kerimelerde bu şekil­de açıklıyor:

"Onlar (bütün bu peygamberler), hayır işlerin­de koşuşurlar, umarak ve korkarak bize yalvarır­lardı. Onlar, bize  karşı derin saygı içindeydiler."[343]

"Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarmak üzere (ibadet ettikleri için), vücutları yataklardan uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar." [344]

Her ne kadar "Hanif kelimesi bir şeyin yaratı­lışı, manasında kullanılmışsa da arapçada meyletti manasındaki "meyele" fiilinin müradifı olmaktadır.

"Millet", lügatta gayeye ulaştıran yol demektir. Yolların en hayırlısı dini Allah'a has kılan İbrahim (a.s.)'ın yoludur. İbrahim (a.s.), kalbindeki fıtrî meyli Rahman ve Rahîm olan Allah'a ulaşmak için kullan­mıştır.

"Nefsini aşağılık yapan (beyinsiz) den başka, kim İbrahim'in dininden yüz çevirir." [345]

Yani Allah'ın yolundan ancak fıtratı bozuk kim­seler yüz çevirebilir.

Kur'an-ı Kerim'de Hanifler'den bahsedilirken on­ların Allah'a şirk koşmadıklarından ve Allah'a karşı olan îhlâslarının pekiştiğinden sözedilir.

1. "... De ki: Hayır! Biz, hanif olan İbrahim'in dinine uyarız. O, müşriklerden değildi.” [346]

2. "İbrahim, ne Yahudi, ne de Hristiyandı; fa­kat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslüman idi, müşriklerden de değildi." [347]

3. "De ki: Allah doğruyu söylemiştir. Öyle ise, hakka yönelmiş olarak İbrahim'in dinine uyunuz, O, müşriklerden değildi." [348]

4. "Ben hanif olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşrik­lerden değilim."[349]

5. "Ve bana hanif (Allah'ın birliğini tanıyıcı) olarak yüzünü dine çevir, sakın müşriklerden ol­ma, diye (emredildi.)"[350]

6. "De ki: Şüphesiz Rabbim beni doğru yola, dosdoğru dine, Allah'ı birleyen İbrahim'in dinine iletti. O, ortak koşanlardan değildi."[351]

7. "İbrahim, gerçekten Hakk'a yönelen, Al­lah'a itaat eden bir önder idi; Allah'a ortak koşan­lardan değildi." [352]

8. "Sonra da sana; 'Doğru yola yönelerek İb­rahim'in dinine uy! O müşriklerden değildi" diye vahyettik." [353]

9. "Kendisine ortak koşmaksızın Allah'ın hanifleri (O'nun birliğini tanıyan mü'minler olun)."[354]

10. "Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gel­miş olsaydı onda birçok tutarsızlık bulurlardı." [355]

"Hanif kelimesinin Kur'an-ı Kerim'de bu anlam­da geçtiği hususunda ittifak edilmiştir. Bu aynı za­manda bir ve Kahhar olan yüce Allah'a meyildir. Kur'ân'da birkaç ayette de "ahdine vefa gösteren İbrahim" şeklinde geçmektedir ki bu; onun ruhlar alemindeki yaratılışında, kalbinin Cenab-ı Hakk'a ulaşma isteği­nin bir göstergesidir. Çünkü O'nun kalbi, atalarının ilah edindiği putlara meyletmemiş, yıldızların kudsiyetini kabul etmemiştir. Allah'ı ararken ay ve güne­şin Rabb olamayacağını tabii, fıtrî duygusuyla red­detmiştir. Dönüp giderek Allah'a sığınmıştır. Çünkü, biliyordu ki Allah'a giden yol birdir. O yol insanı bir olan mabuda götürür. Onun için İbrahim (a.s.) Rabbine kalb-i selim ile geldi. İbrahim (a.s.)'a selâm ol­sun! [356]

 

Kalbi Selim, Kalbi Korumanın Yolları Ve Tedavisi

 

İmana yöneliş, fıtrî meyil ve hidayet, Allah'ın kul­larından dilediğine bir lütfudur. Bununla mü'minlerin iyice imanları kuvvetlenir. Hidayete giden yolları pe­kişir.

"Kim Allah'a ve Resul'e itaat ederse işte on­lar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu pey­gamberler, sıddîkler, şehidler ve salih kişilerle be­raberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!"[357]

"Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir!" [358]

Ayette geçen heva ve heveslere uyma, Haktan bü­yük ölçüde sapma göstermedir. Kişinin şehevî arzu­larına uyması kalbinde büyük bir hastalık meydana getirir, kalbi çirkinleştirir.

"Lakin Allah dilediğini doğru yola iletir."[359]

Bu görüleni de görülmeyeni de bilen aziz ve rahîm olan Allah'ın ilmi dahilindedir. Allah'ın içimiz­deki ilmi, göğün gölgesi gibidir.Yeryüzünde onun çok azı bize gelmektedir. Nasıl ki yerin ve göğün günah­larımızı taşıması mümkün değilse işte onun gibi bi­zim Allah'ın ilminin dışına çıkmamız da mümkün de­ğildir. Bizim Allah'ın İlmini yüklenebilmemiz ise im­kansızdır.

Vücudumuzu mikrop ve virüslerden koruduğu­muz gibi yaratılışımızdaki tabii imanımızı koruyabil­memiz için de insan ve cin şeytanlarının bizi sapıt­masından sakınmamız gerekir. [360]

 

Kalbin Dereceleri

 

Kalbi her türlü hastalıklardan koruyarak Allah'­ın çağırdığı yola sevk ve şeytanın tuzaklarından ko­rumanın yolları şu şekilde sıralanabilir:

Birincisi: Kalb-i selim. Bu, kalbin sıhhat ve se­lameti için en yüksek derece olup, muttakilerin dercesidir. Allah bu vasfa sahip olanları şu şekilde övü­yor:

"Takvaya erenler var ya, onlara şeytan tara­fından bir vesvese dokunduğunda (Allah'ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler."[361]

İkincisi: Kalb-i selimden sonra gelip, nûr ve Kur'ân'ın kalbi dirilten emir ve yasaklarına çağrıldığı zaman Allah'a ve peygamberine icabet edip, uyanla­rın derecesidir. Bu, iman edenlerin derecesidir. Onlar salih amel işleyip, Râblerine tevekkül ederler. Şeyta­nın onlar üzerinde hiçbir otorite ve etkisi yoktur. Bu­nunla ilgili Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Gerçek şu ki: İman edipte yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) hiçbir hakimiyeti yoktur."[362]

Üçüncüsü: Bundan sonraki derece bilmeden bir kötülük işleyip kalpte hastalığın arız olduğu başlan­gıç halidir. Fakat onlar en kısa zamanda bundan rücu edip tevbe ederler. Bunlar hakkında ayet-i kerimede şöyle buyurulur:

"Allah'ın kabul edeceği tevbe, ancak bilmeden kötülük edip te sonra tez elden tevbe edenlerin tevbesidir; işte Allah bunların tevbesini kabul eder. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir."[363]

Dördüncüsü: Bundan  sonra kalbi hastalık hali gelir. Kalp dışardan kuvvetli bir tesir geldiği müddet­çe kendisini   koruyacak şeylere icabet eder. Fakat kendisini tesir altında tutan şey ortadan kalktığı za­man kalbin Allah'a  icabeti zail olur. Bir doktorun görmediği halde kontrol altında tuttuğu hastaya göz­le görülmeyen bir hastalığı çeşitli belirtileriyle teşhis edip bildirdiği gibi, manevi olarak hasta olan bir kalp de kendisine arız olan şeylerden izale edilerek kalbin hastalığı ortadan kaldırılabilir. Nasıl ki bir göz dok­toru hastasının gözlerini muayene ederken onun göz kapağının önündeki şeffaf bölgeye ışık tuttuğunda veya dokunduğu zaman gözler kasılıyor, göz kapak­ları açılıp kapanıyorsa, bir etki olmadığı zaman göz kapakları çalışmıyorsa gözün anormal olduğuna de­lalet ediyor.  Fakat etki olmaksızın göz kapakları ve göz bebeğinin zarı kendiliğinden çalışıyorsa bu da gö­zün normal olduğunu gösteriyor. Sağlıklı bir kalp de­vamlı Allah'ın emir ve yasaklarına icabet eder. Allah'a niyaz ve  tazarruda bulunur. Fakat kalpte, hastalık varsa Allah'ı unutur ancak zor anlarda ve musibet anında Allah'ı hatırlar. Bununla ilgili Allah (c.c.) şöy­le buyuruyor:

"Nimet olarak size ulaşan ne varsa, Allah'tan­dır. Sonra size bir zarar dokunduğu zaman da yal­nız O'na yalvarırsınız. Sonra da sizden o zararı gi­derdiğinde, içinizden bir zümre, hemen Râblerine ortak koşarlar!"[364]

Beşincisi: Kalbin müzmin bir hastalığa yakalan­ması katılaşmasıdır. Bu kalp kaskatıdır. Onu sıkıntı ve musibetler de harekete geçirmez. Bu kalp Allah'a kar­şı boyun eğip ona rücu etmez. Kur'ân böyle kalpler için şöyle buyuruyor:

"Hiç olmazsa, onlara bu şekilde azabımız gel­diği zaman boyun eğselerdi! Fakat kalpleri iyice katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını cazip gös­terdi." [365]

 

Kalbin Korunması

 

Her yeni doğan çocuğun sağlıklı bir şekilde ya­şayıp vücudunun sağlam kalabilmesi için nasıl ki bulaşıcı hastalıklara karşı bedeninde bağışıklık ka­zandırmak gerekiyorsa, aynı şekilde daha küçük yaş­larda ona İslâm'ın prensiplerini devamlı surette tel­kin etmek de gerekiyor. Bu durumun akıl ve baliğ oluncaya kadar sürdürülmesi gerekir. Böylece onların dimağına Allah'ın bize bahşetmiş olduğu din iyice yerleştirilir. Böylece çocuk namazlarını artık devamlı kılar ve heva ve heveslerine, şehvetlerine tabi olmaz. Artık onlar için din oyun ve eğlence, şeytan onlar için bir dost olmaz. Çünkü şeytan her an içki, kumar gibi çirkin, kötü, pis zehri onların damarlarına zerkeder. Kazandıkları günahlar onların kalplerindeki bayağı duygulan kabartır. Kalp katılaşır ve kalbe kalbî has­talıklar girer. Hasta bir kalp ise hakkı akledemez, işitemez ve basiret gözleri kapanır ve görmez. Kalbin ci­lası, beyazlığı, parlaklığı ve şeffaflığı kaybolur. Hida­yet nuru sökülür, atılır. Allah nurundan akıtıp, feyz vermediği, ruhundan üfürmediği müddetçe kalbi kap­kara olur. Artık o insan hayvanlar gibi hatta gidişat bakımından onlardan daha düşük olur. Çünkü insan kendi kendini kontrol edemeyen hayvana çevrilmiş olur. Bu durumda artık o insan şeytanların fayda­landığı, şehvetlerini giderdiği bir otlak haline gelir. Şeytana ancak böyle bir hasta kalp uyar. Zira. Allah (c.c): "Kötü duygularını kendisine ilah edinen kim­seyi gördün mü?" [366] buyurmuştur.

Böyle bir hastalığın komplikasyonları çok zor­dur. Bundan sonraki durum, kişinin helaki demek­tir. [367]

 

Kalbin Tedavisi

 

Kalbin hastalığının tedavisi Allah'a sığınma, ona dönme ondan başkasına kulluk etmeme...Allah'ın kitabına sımsıkı sarılma olarak özetlenebilir.

Zira Cenab-ı Hak bu konuyla ilgili Kitab-ı Hakîm'inde şöyle buyurmaktadır:

"De ki: Kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan çok, esirgeyendir."[368]

"Ancak tevbe eden, iman eden ve iyi davra­nışta bulunan kimseler hariçtir. Bunlar, hiç bir haksızlığa uğratılmaksızın cennete, çok merha­metli olan Allah'ın, kullarına gıyaben vâdettiği Adn cennetlerine girecekler. Şüphesiz O'nun vadi yeri­ni bulacaktır."[369]

"Şu muhakkak ki ben, tevbe eden, inanan ve yararlı iş yapan sonra (böylece) doğru yolda giden kimseyi bağışlarım."[370]

"Hepiniz Ona yönelerek O'na karşı gelmekten sakının, namazı kılın; müşriklerden olmayın." [371]

Samimi tevbe kalbin temizliği, berati ve fıtrata dönüştür. Sanki yeniden dünyaya geliş gibidir. Böy­lece iman nura çıkarır. Bununla şeytanın dostlarıyla savaş, Allah'ın kitabıyla hakka ve doğru yola ulaş­mak mümkün olur. O yol öyle bir yoldur ki yerde ve gökte ne varsa hepsinin maliki Allah'ın dosdoğru yo­ludur. Böylece kişi; yeryüzünde fitne kalmayıncaya, din tamamıyla Allah'ın oluncaya, Allah'a yöneliş ger­çekleşinceye, tamamıyla Allah sevgisine gark olunca­ya, sadece Allah'a kul olup, uluhiyyetin sırlarına eri­şip kelime-i tevhidin manasının künhüne ulaşıncaya kadar mücadele eder. [372]

 

İlâh Kelimesinin Tefsiri

 

"İlah" öncelikle şöyle açıklanabilir: Bir insan bir musibet ya da belaya uğramaktan korktuğu zaman; "eliherraculu" "kişi bir musibet veya beladan korktu ve başkaları onu himayesine aldı." Yani onu himaye etti, onun imdadına icabet etti, onu emniyete aldı de­mektir. Allah (c.c.):

"Eğer biliyorsanız (söyleyin), her şeyin melekûtu (mülkiyeti) ve yönetimi kendisinin elinde olan, kendisi her şeyi koruyup kollayan, fakat ken­disi korunmayan (buna muhtaç olmayan) kimdir?" diye sor"  [373] buyuruyor.

Yardım isteyenin sığındığı kimse sadece Allah (c.c.)'dır. Bir başkası tarafından yaratılan bir kimse­nin başka bir yaratılanı himaye etmeye gücü yetmez. Buna ancak herşeyi yaratan Allah'ın gücü yeter.

İlâh kelimesi ikinci olarak şu şekilde açıklan­mıştır: "elihe" şaşırdı manasında "tehayyera" fiilinin müradifi olarak da kullanılmıştır. Bir kimse şaşırıp, afalladığı zaman "elihe-ye'lehu" fiilinde kullanılır, "ilahe" kelimesi bu fiilin ismi faili olup şaşıran (el-mütehayyirun) manasındadır. Mabutluk manasındaki "el haniyyetün", "fealaniyyetün" kalıbında "tehayye­ra" manası ela taşıyan "elihe"den gelmektedir.

Nitekim Vehb b. Verd:

Kul, Rabbının sıfatları, sıddıkların gözetip ko­ruması, iyilerin ona olan mükâfatı karşısında kalbi yumuşar Allah'tan başka kimseyi sevgili, görmez. Ya­ni kul Allah'ın azamet, celali ve diğer sıfatları karşı­sında himmetini ona yöneltir. Kalbi, Allah'tan başka meyledilen şeyleri çirkin görür. Bu da başlangıcı ve sonu olmayan zatının, görülmesi ve mahiyetinin bi­linmesi açısından gizli, varlığını ve birliğini belgele­yen bir çok delilin bulunması açısından aşikâr, akıl­ların azameti karşısında hayretlere düştüğü Allah'a yönelmekle mümkündür.

Fahrettin Razı:

Kul şöyle bir düşündüğü zaman hayretler içinde kalır. Çünkü Allah, insanın tahay­yül ve tasavvurunun dışındadır. Akıl onun kemal ve varlığını kavramaktan acizdir. O sonunda onu idrak etmekten aciz kaldığını itiraf etmek durumundadır. Buradan bir kimsenin bir şeyi anlamaktan aciz oldu­ğunu anlaması da idraktir. Bununla beraber bunun şaşkınlık meydana getireceği ve hayran bırakacağı da şüphesiz bir durumdur. Bu durumda da akıl elbette ki onun karşısında hayrete düşer, hayranlığını gizleyemez. Onun için;

"O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." [374] der.

"Velahu" kelimesi "elihe" kelimesindeki hemze’nin vava çevrilmesi suretiyle oluşmuş olabilir. O za­man vavın hemzeye çevrilip, "velahu"daki "vav" elife çevrilip "ilahe" denilir. Mesela "eşahu" daki hemze va­va çevrilerek "veşahu" olmuştur. "İlah" kelimesi "velihe"den geldiği zaman "aşırı sevinç veya aşırı korku ve hüzün" manalarına da gelir. O zaman "velihe-yelehu” denilir. Annesine aşırı düşkün manasına da gelir. Mesela çocuk annesini kaybedip onu bulduğu zaman "velihe biümmühi" çocuk annesine sarmaş dolaş oldu" denir.

Onun için "elihe" veya "velahu"nun dördüncü açıklaması; mahlukât, ihtiyaçlarında Allah'a sığınır. Bela ve musibetlerde ona tazarruda bulunur, şeklin­dedir.

"De ki: Karanın ve denizin karanlıklardan (teh­likelerinden) sizi kim kurtarır ki? (O'na gizli gizli yalvararak) "Eğer bizi bundan kurtarırsan andolsun şükredenlerden olacağız" diye dua edersiniz. De ki: Ondan ve bütün sıkıntılardan sizi Allah kurtarır. Son­ra siz yine O'na ortak koşarsınız." [375]

Ragıb el-Isfahanî diyor ki;

"Mahlukatın hepsi de Allah'a sığınır. Bu ya hay­van ve cansız varlıklarda olduğu gibi gayri ihtiyari olur ya da inananlarda olduğu gibi irade ve ihtiya­rıyla olur. Bu yüzden bazı filozoflar:

"Allah bütün eş­yanın sevgilisidir" demişlerdir. Nitekim Yüce Allah şu ayet-i kerimede:

"O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yok­tur. Ne var ki sîz onların tesbihini anlayamazsı­nız. O, halimdir, bağışlayıcıdır."[376] buyurarak cemadatın dahi kendisini zikrettiğini bildirmektedir."

Nitekim "Mu'cemu elfazi'l-Kur’ani’l-Kerim"de "sebaha" kelimesinin altında "sebaha yesbihu sebhan sıbahatun" yani suda geçti yüzdü, cereyan etti, mana­ları yatmaktadır. Yine Yasin sûresinde:

"Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündü­zü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzerler."

"Güneşte kendisi için belirlenen yerde akar (döner). İşte bu, aziz ve alim olan Allah'ın takdiri­dir." [377]

Yine "haffe" kelimesi "saafe" manasında kullanılmştır. Cenab-ı Hak ayeti kerimede:

"Melekleri görürsün ki, Rablerini hamd ile tesbih ederek Arş'ın etrafını kuşatmışlardır. Artık aralarında adaletle hükmolunmuş ve "alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun" denilmiştir." [378]

 

İlâh Kelimesinin Manası Ve Kur’an’da Kullanılışı

 

Arapça lisanında aralarında lafız ve mana uy­gunluğu bulunan bir kelimeden başka bir kelime tü­retmek mümkündür. Hal böyle olunca üç harften müteşekkil ilah kelimesinden aşağıdaki mana ve kelime­leri türetmek mümkündür.

1. "Lahe/yelihi/liiha" "yükseldi" manasında (ala-irtefea) gelebilir. Mesela güneş yükselip göğün ar­kasına geldiği zaman güneş yükseldi manasında "lahet'iş-Şemsu" denilmiştir. Bundan dolayı güneş ilah diye isimlendirilmiştir.

Nitekim Cevheri, bir kısım insanlar güneşe say­gı gösterip onu prestij ettikleri için güneş "Elaha" di­ye isimlendirilmiştir" der. Bazen ay da bunun gibi isimlendirilmiştir. Zira ateşin cevheri ulvî olduğu için ona saygı duyan ve ihtiram gösterenler bulunmuş­tur. Fakat Allah Teâla bunlar hakkında şöyle buyu­ruyor:.

"... Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa gücüne karşı durulamaz olan bir tek Allah mı?" [379]

"Sizden, sözü gizleyenle onu açığa vuran, ge­celeyin gizlenenle gündüzün yürüyen (Onun il­minde) eşittir."[380]

"Allah, kullarının üstünde her türlü tasarrufa sahiptir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, herşeyden haberdardır."[381]

"Allah (c.c.) kudretiyle her şeyin üzerindedir.”

(Yani arşın sahibi Allah'ın, yüksek dereceleri vardır.)" [382]

2. "Elihe" kelimesi "ilahe/yelihu ve ilahen", "ör­tünüp gizlendi" aynı şekilde "irtefea" yükseldi mana­sına gelir. Zira O Allah ki kalpler ondan huşu duyar.

"Eğer biz bu Kur'ân'ı bir dağa indirseydik, mu­hakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek par­ça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz." [383]

"Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tura) gelip de Rabbi onunla konuşunca; (Rabbim!) "Bana (kendini) göster, seni göreyim!" dedi. (Rabbi): "Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin!" buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti, Musa da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: Seni noksan sı­fatlardan tenzih ederim, Sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim." [384]

Gözler dünyada Allah'ı nasıl görebilsin ki? Zira O: "Gözler Onu göremez; halbuki O, gözleri gö­rür. O, eşyayı pek iyi bilen, her şeyden haberdâr olandır."[385] buyuruyor.

"İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki onun (Kur'ân'ın) gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması, yetmez mi?" [386]

3. "Elihe" kelimesi harflerin yer değiştirmesiyle "ehile, ehil" olarak geldiğinde birini ehil görmek layık olmak manasında "işta'hele ve yuşta'hele" şeklinde kullanılmıştır. Gerçekte Allah'tan başka kim uluhiyyete lâyık olabilir ki?

"... Sakınılmaya lâyık olan da O'dur, mağfiret sahibi de O'dur." [387]

4. Yine harflerin yer değiştirmesiyle "ve ilahule hael haula" "bir işten korkmak manasında" kullanıl­mıştır. Rahmetini umduğumuz, azabından korktu­ğumuz yegane varlık ise sadece Allah (c.c.)'dır.

"Allah kuluna kafi değil midir? Seni O'ndan başkalarıyla korkutuyorlar." [388]

"Hayır! Kim muhsin olarak yüzünü Allah'a döndürürse (Allah'a hakkıyla kulluk ederse) onun Rabbinin indinde ecri (mükâfatı) vardır. Onlara bir korku yoktur ve onlar mahzun olacak değillerdir!"[389]

5. "He lam lam" harflerinden müteşekkil olduğu zaman sesi yükseltme manasında "helilu" şeklinde gelir. Çocuk doğduğu zaman çığlık attığında "istahlele elmatar" denir. Yağmur yere düşüp ses çıkardı­ğında "yağmur hışırtı yaptı" denir. Allah ise bir kulu imdad dileyerek ona dua ettiği zaman zorda kalanın ihtiyacını giderir. Kederleri kullarından kaldırır. [390]

"Nimet olarak size ulaşan ne varsa, Allah'tan­dır. Sonra size bir zarar dokunduğu zaman da yal­nız O'na yalvarırsınız." [391]

Yine aynı şekilde hac ve umrede telbiyede bulu­nan kimseye "hehilun" denilir, "ehilu bil hacci" yani telbiye yaparak sesi yükseltmeye denir. "La ilahe illal­lah" kelime-i tevhidine "ihlâl, tehellül" denir. Bu cümleden olarak kelime-i tevhide gözlerinden şıpır şıpır yaş döküldü manasına gelen "tehellulun" de­nilmiştir. Zira Cenab-ı Hak:

"Gaybı bilen Rabbim hakkı için o, mutlaka size gelecektir. Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey bile Ondan gizli kalmaz.[392]

"Denizde başınıza bir musibet geldiğinde, On­dan başka bütün yalvardıklarınız kaybolup gi­der..." [393] buyurmuştur.

Müfessirler "vema ehille bihi gayrullah" yani "Al­lah'ın ismi dışında bir isim zikredilerek putlar adına kesilen" şeklinde tefsir edilmiştir. Bu yüzden Allah mü'minlere leşi, kanı haram kıldığı gibi Allah adına kesilmeyen hayvanların etlerini de haram kılmış ve:

"Allah size ancak ölüyü, (leşi) kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı."[394] buyurmuştur.[395]

 

Allah Lafz-ı Celâli Ve Kur'ân-ı Kerim'deki Sayısı

 

Varlığı zorunlu (vacibu'l-vücud) olan ve bütün övgülere layık olan zatın özel ve en kapsamlı ismi.

Cenab-ı Hakk'ın "Allah" ismi Mü'cemül-müfehres adlı kitapta tespit edildiği üzere Kur'an-ı Kerim'de 2699 defa geçmektedir. Bu sayı sûrelerin başındaki "besmele" ayet sayılması halinde daha da artmakta­dır.

Kur'ân-ı Kerim'de Allah'ın yüce isimleri şu şe­kilde geçmektedir.

1. "Allah kendinden başka hiçbir ilah bulun­mayan Allah'tır. O, Hayy'dir ve Kayyûm'dur. Ken­disini ne uyku yakalar, ne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi Onundur. İzni olmadan ka­tında hiç kimse şefaat edemez. O, kullarının yap­tıklarını ve yapacaklarını bilir (Ona hiçbir şey gizli kalmaz). O'nun bildirdiklerinin dışında, insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları ko­ruyup gözetmek kendisine ağır gelmez. O, yüce­dir, büyüktür." [396]

2. "Allah, inananların dostudur, onları karan­lıklardan kurtarıp aydınlığa çıkarır. İnkâr edip kâfır olanların dostları ise Tâğuttur. Çünkü onları ay­dınlıktan alıp karanlığa götürür. Onlar ateş ehli­dirler, orada devamlı kalıcıdırlar."[397]

3. "Hayy ve Kayyûm olan Allah'tan başka ilâh yoktur." [398]

4. "Allah ki ondan başka hiçbir ilah yoktur, elbette sizi kıyamet gününde toplayacaktır; bun­dan asla şüphe yoktur. Söz bakımından Allah'tan daha doğru kim vardır!" [399]

5. "Allah görmekte olduğunuz gökleri direk­siz olarak yükselten, sonra Arş üzerine istiva eden, güneş ve ayı emrine boyun eğdirendir. (Bun­ların) herbiri muayyen bir vakte kadar akıp gitmek­tedir. O, Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanmanız için (mahlukât ile ilgili) her işi düzenle­yip âyetleri açıklamaktadır." [400]

6. "Allah, her dişinin neye gebe kalacağını, rahimlerin neyi eksik, neyi ziyâde edeceğini bilir. Onun katında her şey ölçü iledir." ![401]

7. "Allah dilediğine rızkını bollaştırır da, da­raltır da. Onlar dünya hayatıyla şımardılar. Oysa ahiretin yanında dünya hayatı, geçici bir fayda­dan başka bir şey değildir."[402]

8. "Allah öyle bir varlıktır ki, göklerde ve yer­de ne varsa hepsi Onundur. Şiddetli azaptan do­layı kâfirlerin vay haline!" [403]

9. "Gökleri ve yeri yaratan, gökten suyu in­dirip onunla rızık olarak size türlü meyveler çıka­ran, izni ile denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize veren, nehirleri de size akıtan ancak Al­lah'tır."[404]

10. "Allah, kendisinden başka ilâh olmayan­dır. En güzel isimler sırf Ona mahsustur." [405]

11. "Allah, kıyamet gününde” ihtilâf etmekte olduğunuz konulara dair aranızda hüküm vere­cektir." [406]

12. "Allah, meleklerden de elçiler seçer, insan­lardan da. Şüphesiz Allah, işitendir, görendir.[407]

13. "Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir; o fanusda sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da, batıya da nispet edilemeyen mübarek bir ağaçtan yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuştu­rulur. (Bu, öyle bir ağaç ki) yağı, neredeyse kendi­sine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu ışık) nûr üs­tüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruna erişti­rir. Allah insanlara (işte böyle) temsiller getirir. Al­lah her şeyi bilir." [408]

14. "(Halbuki) büyük Arş'ın sahibi olan Allah'­tan başka ilah yoktur." [409]

15. "Allah rızkı kullarından dilediğine bol bol verir, dilediğine de kısar. Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla bilendir."[410]

16. "Allah, ilkin mahlukâtını yaratır. (Ölüm­den) sonra bunu (yaratmayı) tekrarlar. Sonunda hep O'na döndürüleceksiniz.[411]

17. "Allah, (Yüce varlıktır) ki sizi yaratmış, sonra rızıklandırmıştır. Sonra O, hayatınızı sona erdirecek daha sonra da sizi tekrar diriltecektir. Peki sizin (Allah'a eş tuttuğunuz) ortaklarınız için­de bunlardan birini yapabilecek var mı? Allah on­ların ortak koştuklarından münezzehtir ve yüce­dir." [412]

18. "Allah O'dur ki, rüzgârları gönderir, bun­lar da bulutu kaldırır. Derken, Allah onu gökte di­lediği gibi yayar ve parça parça eder; nihayet ara­sından yağmurun çıktığını görürsün. Allah diledi­ği kullarına yağmuru nasip edince, onlar seviniverirler." [413]

19. "Sizi güçsüz yaratan, sonra güçsüzlüğün ardından kuvvet veren ve sonra kuvvetin ardın­dan güçsüzlük ve ihtiyarlık veren, Allah'tır. O, di­lediğini yaratır. O, hakkıyla bilendir, üstün kud­ret sahibidir." [414]

20. "Gökleri, yeri ve bunların arasındakileri altı günde (devirde) yaratan, sonra arşa istiva eden, Allah'tır. O'ndan başka ne bir dost ne de bir şefaatçiniz vardır. Artık düşünüp öğüt almaz mı­sınız?" [415]

21. "Allah, sizin de  Rabbiniz,  sizden önceki atalarınızın da Rabbidir." [416]

22. "Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyum­lu ve bakılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi. Rablerinden korkanların, bu Kitab'ın etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri ve hem de gönülleri Allah'ın zikrine ısınıp yumu­şar. İşte bu kitap, Allah'ın dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği hidayet rehberidir. Allah kimi de saptırırsa artık ona yol gösteren olmaz."[417]

23. "Allah, ölenin ölüm zamanı gelince, ölme­yenin de uykusunda iken canlarını alır da ölümü­ne hükmettiği canı alır, ötekini muayyen bir vak­te kadar (bedene) salıverir. Şüphe yok ki, iyi düşü­necek bir kavim için ibretler vardır." [418]

24. "Allah her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeye vekildir."[419]

25. "Allah, geceyi dinlenmeniz için (karanlık), gündüzü de (işinizi) görmeniz için aydınlık yapan­dır. Şüphesiz Allah, insanlara karşı lütufkârdır. Fakat insanların çoğu şükretmezler." [420]

26. "Allah, kimine binesiniz, kimini yiyesiniz diye sizin için hayvanları yaratandır." [421]

27. "Allah Kitab'ı ve mizanı hak olarak indi­rendir. Ne biliyorsun, belki de kıyamet saati ya­kındır!"[422]

28. "Allah, kullarına lütufkârdır. Dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, galiptir." [423]

29. "Allah, O (yüce) varlık ki, emri gereğince içinde gemilerin yüzmesi ve lütfedip verdiği rızklanamanız için, birde şükredesiniz diye denizi size hazır hale getirmiştir."[424]

30. "Allah (vardır, birdir) Ondan başka hiçbir ilah yoktur. Mü'minler yalnız Allah'a dayanıp gü­vensinler." [425]

31. "Allah, yedi kat göğü ve yerden bir o kada­rını yaratandır. Allah'ın fermanı bunlar arasından iner ki, böylece Allah'ın her şeye kadir olduğunu ve her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz." [426]

32. "Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur."[427]

 

Allah'ın Lafzının Surede

Ayet

Sure

 

Kaç Kez Geçtiği

Sayısı

No:

Sure

2

7

1

Fatiha

282

286

2

Bakara

209

200

3

Âl-i İmran

229

176

4

Nisa

147

120

5

Maide

87

165

6

En'am

61

206

7

A'raf

88

75

8

Enfal

170

129

9

Tevbe

61

109

10

Yunus

38

123

11

Hûd

44

111

12

Yusuf

34

43

13

Ra'd

37

52

14

İbrahim

2

99

15

Hicr

84

128

16

Nahl

10

111

17

İsrâ

16

110

18

Kehf

8

98

19

Meryem

6

135

20

Tâhâ

6

112

21

Enbiya

75

78

22

Hac

13

118

23

Mü'minûn

80

64

24

Nur

8

77

25

Furkan

13

227

26

Şuâra

27

93

27

Neml

27

88

28

Kasas

42

69

29

Ankebut

24

60

30

Rûm

32

34

31

Lokman

1

30

32

Secde

90

73

33

Ahzab

8

54

34

Seb'e

 

Allah'ın Lafzının Surede

Ayet

Sure

 

Kaç Kez Geçtiği

Sayısı

No:

Sure

36

45

35

Fâtır

3

73

36

Yasin

15

182

37

Saffat

3

88

38

Sâd

60

75

39

Zümer

53

85

40

Mü'min

11

54

41

Fussilet

32

53

42

Şûra

3

89

43

Zuhruf

3

59

44

Duhan

18

37

45

Casiye

16

35

46

Ahkâf

27

38

47

Muhammed

39

29

48

Feth

27

18

49

Hucurat

1

5

50

Kâf

3

60

51

Zariyat

3

49

52

Tûr

6

62

53

Necm

55

54

Kamer

78

55

Rahman

 

96

56

Vakıa

31

29

57

Hadid

40

22

58

Mücadele

29

24

59

Haşr

21

13

60

Mümtehine

17

14

61

Saf

12

11

62

Cuma

13

11

63

Münafikun

20

18

64

Teğabun

25

12

65

Talak

13

12

66

Tahrim

3

30

67

Mülk

-

52

68

Kalem

 

Allah'ın Lafzının Surede

Ayet

Sure

 

Kaç Kez Geçtiği

Sayısı

No:

Sure

1

52

69

Hakka

1

44

70

Mearic

7

28

71

Nuh

10

28

72

Cin

7

20

73

Müzzemmil

3

56

74

Müddessir

-

40

75

Kıyame

5

31

76

İnsan

-

50

77

Mürselat

-

40

78

Nebe

1

46

79

Naziat

-

42

80

Abese

1

29

81

Tekvir

1

19

82

İnfıtar

-

36

83

Mutaffifin

1

25

84

İnşikak

3

22

85

Buruc

-

17

86

Tarık

1

19

87

A'la

1

26

88

Gaşiye

_

30

89

Fecr

_

20

90

Beled

1

15

91

Şems

-

21

92

Leyl

-

11

93

Duha

-

8

94

İnşirah

1

8

95

Tin

1

19

96

Alak

-

5

97

Kadr

3

8

98

Beyyine

-

8

99

Zilzal

-

11

100

Adiyat

-

11

101

Karia

-

8

102

Tekasür

 

Allah'ın Lafzının Surede

Ayet

Sure

 

Kaç Kez Geçtiği

Sayısı

No:

Sure

_

3

103

Asr

1

9

104

Hümeze

-

5

105

Fil

_

4

106

Kureyş

-

7

107

Maun

-

3

108

Kevser

-

6

109

Kâfirun

2

3

110

Nasr

-

5

111

Tebbet

2

4

112

İhlâs

-

5   .

113

Felâk

-

6

114

Nâs

2699

6236

114

TOPLAM

 

Lafza-i celâlin Kur'ân'ın 29 sûresinde geçmeme­si Kur'ân'ın esrarındandır, Allah lafzının geçmediği sû­reler şunlardır. Kamer, Rahman, Vakıa, Kalem, Kıya­met, Mürselat, Nebe, Abese, Mutaffifin, Târik, Fecr, Beled, Kaf, İnşirah, Zilzâl, Adiyât, Kâri'â, Tekâsür, Duhâ, Asr, Fil, Kureyş, Mâ'ûn, Kevser, Kâfirûn, Teb­bet, Felak ve Nâs'dır.

Kur'an'a şöyle bir göz gezdirdiğimiz zaman Allah lafzının pek çok kere geçtiğini hatta ayet sayısı çok fazla olan sûrelerde "Allah" lafzının ayet sayısından daha fazla olduğunu görürüz. Bu sûreler, Al-i İmrân, Nisa, Mâide, Enfâl ve Tevbe sûreleridir.

Lafza-i Celâl 30 ayetlik Secde sûresinin dört ayetinin başlangıcında birer kere geçmektedir. "Allah" kelimesi, Yasin sûresinin yedinci ve kırkıncı ayetle­rinde ikişer defa geçmektedir. Kaf sûresinin yirmialtıncı ayetinde bir kere geçmektedir. Hakka, Meâric, Naziât, Tekvir, İnfitar, İnşikâk, Âla, Gaşiye, Şems, Tin, Alak ve Hümeze sûrelerinin toplamında bir kere zikredilmiştir. Hicr, Nasr, İhlâs ve Fatiha sûrelerinde ise "Allah" lafzı iki kere geçmiştir. En'âm sûresinin 124. ayetinde peşpeşe gelmiştir.

"Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden hay­ra sarfediniz" denildiğinde, kafirler müminlere de­diler ki:

"Allah'ın dilediği takdirde doyuracağı kim­seleri biz mi doyuracağız? Siz gerçekten apaçık bir sapıklık içindesiniz." [428]

"Onlar, yardım göreceklerini umarak Allah'­tan başka ilâhlar edindiler."[429]

"Allah ile beraber başka ilâh edineni, şiddetli azaba birlikte atın!"[430]

"Onlara bir âyet geldiğinde, Allah'ın elçilerine verilenin benzeri bize de verilmedikçe kesinlikle inanmayız, dediler. Allah peygamberliği kime ve­receğini daha iyi bilir." [431]

 

Ülûhiyyete Mahsus Sıfatlar:

 

Ülûhiyyete mahsus sıfatlar, bütünlük ve üstünlük ifâde eden bütün kemâllerdir. Allahu teâlâ kemâl sıfatlarının hepsi ile muttasıf, noksan sıfatlarının (eksiklik ma'nâsı sezilen bü­tün sıfatlar) hepsinden münezzeh ve mukaddesdir (uzak ve yüksektir). Bunda tekmil ilim ve hikmet erbabının ittifakı vardır. Allah'ın muttasıf bulunduğu kemâlâta bir son yoktur. Her kemâlin zıddı bir nakîsa olduğu için, münezzeh bulundu­ğu nakîsalara da bir nihayet yoktur. Bunları güzelce seçmek ve kolayca zaptetmek için tenzihler beş asla, kemâller sekiz asla irca edilmiştir.

Allahu teâlâ'nın her hangi bir suretle mahlûkâta benzerli­ğini nefyeden ve bu nakîsadan Allahu teâlâ'nın nezâhat ve kudsiyyetini bildiren tenzihler şunlardır:

Kıdem, Beka, Vahdâniyyet, Muhalefettin li'l-havâdis, Kıyam bi-nefsihî.

Kemâllerin râci' olup Allahu teâlâ'da bulunması vâcib olan sıfatlar da şunlardır:

Hayat, İlim, Semi', Basar, İrâde, Kudret, Tekvin, Kelâm. [432]

 

Kıdem

 

Allahu teâlâ'nın varlığının önü olmamaktır. Yâni yokken var olmuş değildir. Eğer öyle olsa idi, kendisini var eden bir mucide muhtaç olur ve bu takdirde vücûdu vâcib, hak mâbud olamazdı. [433]

 

Beka

 

Allahu teâlâ'nın varlığının sonu olmamaktır. Eğer sonu olsa idi, varlığı zâtının muktezâsı olmaz ve binâenaleyh vâcibü'l-vücud olmamak lâzım gelirdi, bu takdirde yine ülûhiyyetle muttasıf olamazdı. [434]

 

Vahdaniyyet

 

Allahu teâlâ'nın ülühiyyetinde ve sı­fatlarında her hangi bir ortak veya bir benzeri olmamaktır. Benzeri veya ortağı bulunmak, kemâle ve ülûhiyyete münâfîdir. Allah misilsizdir, her şey O'na muhtaçtır. O'nun emri ile doğar, O'nun emriyle ölür. Muhtaç olan bir şey nasıl O'na mi­sil olabilir? [435]

 

Muhâlefetün Lî’l-Havâdis

 

Allahu teâlâ havadis ve mümkinattan ibaret olan kâinattan hiçbir şeye benzemez. Hiç, Hâlık, mahlûk gibi olur mu? Olsa idi, O da bir halika muhtaç olurdu, vâcib ve ganî olamazdı. [436]

 

Kıyam Bi-Nefsihî

 

Varlığı kendinden başka hiçbir şeye istinat etmeyen ihtiyaçsiz bir varlıktır. Herhangi bir şeye zerre kadar ihtiyaç, ülûhiyyete münâfîdir. [437]

 

Hayat

 

Allahu teâlâ diridir. Ölü olan, birşey yapabilir mi? Allahu teâlâ her lâhzada ne bedîalar, ne hârikalar yaratıyor ki, bunların seyrine doyulmaz, hakikatine erilmez. [438]

 

İlim

 

Allahu teâlâ olmuşu, olacağı, her şeyi bilir. Çünkü her şeyi yaradan ve her an yenileyip duran O'dur. Yaradan bil­mez mi? [439]

 

Semi

 

Allahu teâlâ'nın işitmesi. [440]

 

Basar

 

Allahu teâlâ'nın görmesidir. Kâinatın hiç bir noktasında Allahu teâlâ'nın göremiyeceği veya işitemiyeceği hiç bir şey yoktur. [441]

 

İrâde

 

Allahu teâlâ her istediğini, istediği gibi yapar. İstemezse yapmaz. Hiçbir şeye mecbur değildir, istemediği bir şeyi O'na cebren yaptıracak bir kuvvet yoktur. [442]

 

Kudret

 

Allahu teâlâ'nın her şeye gücü yeter. O'nun ya­pamayacağı bir şey yoktur. O, bir şeyi yapmak istediğinde onu düşünüp tasarlamağa veya yardımcıya veya zamana, mekâna muhtaç değildir. Onu istemesiyle o şeyin meydana gelmesi bir olur. [443]

 

Tekvin

 

Allahu teâlâ'nın yaratılmışlar üzerindeki icraat ve tasarrufâtını bildiren fiilî sıfatlar, hep buna râci'dir. [444]

 

Kelâm

 

Allahu teâlâ'nın söylemesidir. Kur'ân'a bak: Allah kullarına nasıl emirlerini ve nehiylerini bildiriyor, on­lara nasihat ediyor; isimlerini, sıfatlarını öğreterek kendini tanıtıyor. Ni'metlerini, lûtuflarını sayarak kendini sevdiriyor. Kurtulma ve mes'ut olma yollarını gösteriyor. Onları bu yolları tutmağa teşvik, zarar ve ziyan görecekleri hallerden tahzîr ediyor. [445]

 

Allah İsminîn, İsmi Câmî Olması:

 

Allah ism-i şerifi, ülûhiyyete mahsus sıfatların hepsini cami' bulunan O ekmel zâta delâlet ettiği için kendisine îsm-i Cami' denir. [446]

 

Vâcibül-Vücûd Mefhûmu:

 

Vâcib, zarurî ma'nâsınadır. Vücud, varlık demektir. Şu halde Vâcibü'l-Vücud demek, varlığı zarurî olan yâni bir an için yokluğunu farzetmek imkânsız bulunan zât demektir. Allahu teâlâ varlığı zarurî olmak sıfatiyle muttasıf bir mevcûd-i hakîkîdir. O'nun varlığı, zâtının muktezâsıdır. Yâni varlığı da zâtından başka bir şeye muhtaç değildir. Böyle bir varlığın -velev ki bir an olsun- yokluğunu farzetmek, ilmî bir ifâde ile; lâzım-i mahiyyetin, mâhiyyetten infikâkini kabul etmek de­mektir ki, muhaldir, çünkü bir tenakuzdur. [447]

 

Vâcibü’l-Vücûd'un Karşılığı "Mümkinü'l-Vücûd":

 

Mümkinü'l-vücûd demek, varlığı kendisinden değil demek­tir. Çünkü varlığı kendinden olsaydı, asla yok olmaması icap ederdi. Görüyoruz ki, bugün var olan yarın yok olup gidiyor. Mümkinü'l-vücûd, varlığında yaradana muhtaçtır. Mademki varlığı kendinden değildir. O halde kendi kendine kalınca yok demektir. Onun için her mümkinin varlığı, Allah'ı bildiren bir nişane olmuştur. Çünkü varlığa çıkması ve varlığının devamı, ancak Allah'ın yaratması ve irâdesiyledir. [448]

 

Bu İsm-i Şerîfîn, İsm-i A'zam Olması:

 

Allah ism-i şerifi, sayılan isimlerin içinde ism-i a'zamdır. Çünkü bu ism-i şerifde bir takım hususiyetler var ki, öte­ki isimlerde yoktur. Bunlardan bazılarını yazalım:

1- Bu ism-i şerif Kur'ân'daki Esmâü'l-Hüsnâ'dan ilk gelmiş olandır. Bilindiği gibi ilk âyet Besmele-i Şerîfe'dir. Bütün bir sûre hâlinde ilk gelen sûre de Fatiha süresidir.

Bismi'llâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm. El-Hamdü li'llâhi Rabbi'l-âlemîn, Kur'ân'da ve hadîste hemen dâima önceden bu ism-i şerif zikredilmiş, ondan sonra Allahu teâlâ'nın sıfat­larından veya fiillerinden bir veya bir kaçı gelmiştir. Yâhud bu sıfatlara veya fiillere delâlet eden Esmâü'l-Hüsnâ bildi­rilmiştir. Şu halde Esmâü'l-Hüsnâ içinde bu ism-i şerif asıl­dır. Öteki isimler buna mülhaktır, muzaftır. Bunun için Esmâü'l-Hüsnâ'dan herhangi biri tefsir ve izah edilirken Allah ism-i şerifine izafe edilir de meselâ: "El-Muhsî, Allahu teâlâ'nın isimlerindendir" denilir. Fakat "Allah, El-Muhsî Celle Celâlühû'nun ismidir" denilmez.

2- Allah ism-i şerifi, Cenâb-ı Hakk’ın zât-i sübhânîsine mahsus ism-i alemdir. Alemler, ancak tek olarak müsemmâlarını bildirir, bu sebepten, bu ism-i şerif mecaz yoluyla da ol­sa, Allah'dan başkasına söylenemez. Fakat öteki isimlerle meselâ:

Reşîd, Halîm, Hasîb gibi isimlerle, fakat mecaz ola­rak (çünkü Esmâü'l-Hüsnâ'dan hiç biri hakikat ma'nâsiyle Allah'tan mâadasına ıtlak edilemez) başkaları da adlanabilirse de, Allah ismiyle hiçbir mahlûk adlanamaz ve adlanmamıştır da. Tanrılık da'vâsına cür'et eden fir'avun bile, kendi adamları­na karşı (Ene Rabbükümü'l-a'lâ) demiş; fakat (Ene'llâh) deme­miştir. Cehalet devrinde Mekke müşrikleri, senenin günleri sayısınca Kâbe’nin etrafını 360 putla doldurmuşlardı. Bu put­ların ayrı ayrı adları da vardır. Kendileri de son derece câhil ve kaba adamlar olduğu halde, hiçbir puta Allah diye isim verme­mişlerdir.

3- Müslümanlığın anahtarı, îmânın temeli olan "Kelime-i Şehâdet" ancak bu ism-i şerifle hâsıl olur, başka isimlerle olmaz.

'Eşhedü en lâ ilahe illa'llâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resulüh." Meselâ bir gayr-i müslim, müslim olmak için Eşhedü en lâ ilahe illa'llâh yerine Eşhedü en lâ ilahe ille'r-Rahmân yahud Eşhedü en lâ ilahe iller-Rahîm yâhud Eşhedü en lâ ilahe îlle'l-Melik... dese Müslümanlığa girmiş olmaz. Her halde Eşhedü en lâ ilahe illa'llâh demesi lâzımdır. Çünkü, şimdi söylediğimiz gibi Allah ismi müteferrid, yâni tek ve eşsiz olarak Zât-ı Hak'kı ifâde eden bir ism-i hastır. İsm-i haslarda ortaklık ma'nâsı düşünmek mümkün de­ğildir. Bunun için hakikî bir tevhiddir. Fakat öteki isimler alem değildir, muayyen ve has olarak zâta delâlet etmezler. Ya bir sıfat veya ism-i cins gibi umumî ve kaplayıcı bir ma'nâ ifâde ederler. Bu ma'nâlarda ise. ortaklık ma'nâsı düşünülmek mümkündür. Gerçi bu ma'nâlarda da Allah tekdir ve eşsizdir. Fakat bu hüküm, ma'nâsının kendine nazaran değil, dış delil­lere nazaran sabit olmuştur. Onun için tevhid de sarih değildir.

İman ve İslâmın temelini teşkil eden kelime-i şehâdetin, doğrudan doğruya sarih ve kat'î tevhid ifâde eden Allah ismiyle söylenmesi kabul edilmiştir.

4- Allah ism-i şerifinin hem lâfzında hem ma'nâsında top­luluk vardır. Lâfzındaki topluluk: Bu ismi teşkil eden harfler birer birer kaldırılsa, ma'nâ bozulmaz ve yine Zât-ı Hakk’a delâlet eden bir ism-i alem olarak kalır. Baştaki hemze kaldırı­larak (Li'llâhi) dense, birinci lâm kaldırıp (Lehû) dense, bu lâm da kaldırıp (Hû) dense hep aynı ma'nâdır, Allah'a delâlet ederler. Kur'ân'da çok yerlerde her üçü de gelmiştir. Yalnız bir (He) kaldığı surette de yine Zâtu'llah'a delâlet eder. Çünkü (Hû) ism-i şerifinin aslı da Yalnız (He) dir. (Vav) aslî değil zaidedir. -Sarf ilminde beyan edildiğine göre tesniye ve cemi hallerinde ve (vav) bütün bütün yâni hem yazılışta, hem oku­nuşta düşüyor. -Eğer (vav) aslî olsaydı sabit kalırdı. Şu halde tek bir harf olan (He) de Esmâü'l-Hüsnâ'dan bir isimdir. Hem de zât-ı ülûhiyyete delâlet eden bir isimdir.

Her canlı mahlûk, teneffüs etmek suretiyle mecburî ola­rak Allah'ı anmaktadır. Çünkü (He) harfinin mahreci göğüs­ten ve ciğerlerden gelen nefes ile çıkar. Her nefes, bir (He) harfidir. Her insan ve hattâ teneffüs eden her mahlûk farkına varmadan her nefeste Allahu teâlâyı bu ismiyle anmaktadır. Teneffüs, Allah'ı anmak olunca, Allah anılmadığı surette ha­yat bitiyor demektir. Şu halde bu ism-i şerif aynı hayat de­mektir. Ruhların, bedenlerin varlıkta devamının ancak bu ism-i şerif ile temin edilmekte olduğu ne kadar açık görül­mektedir. [449]

 

Allah İsm-i Şerifinin Ma'nâsındakî Toplu­luk:

 

Mâ'nâ itibariyle Allah ism-i şerifi öteki isimlerin hepsi­ni câmî'dir. Öteki isimlerde bu cemiyet yoktur. Onlar yalnız bir sıfat veya bir fiile delâlet ederler. Meselâ: Er-Rahmân, yalnız merhameti; El-Kahhâr, yalnız kahrı; El-Alîm, yalnız il­mi; El-Kâdir, yalnız kudreti ifâde eder. Fakat Allah ism-i şerîfi bunların ve daha ötekilerinin ma'nâlarını hepsini birden toplu olarak ifâde eder. Onun için ma'nâdaki bu topluluğu mülâhaza ederek "Ya Allah" diyen bir kimse, Cenâb-ı Hak'kı bütün isimleriyle ve bütün sıfatlariyle zikretmiş olur. İşte bu hususiyetlerinden dolayı, sayılan Esmâü'l-Hüsnâ içinde Al­lah ism-i şerîfî (İsm-i A'zam)dır. Onun için şanı büyük, bere­keti daha bol, feyzi ve inayeti daha süreklidir. Bu sebepten bu ism-i şerîf dâima âşıkların gıdası, sâdıkların nevası olagel­miştir. [450]

 

Bu İsm-i Şerîf Hükmünce Bir Kul İçin Gere­ken Şey:

 

Mademki, Allah ism-i şerîf-i bütün isimlerin, sıfatların birleştiği bir ism-i câmi'dir ve biz bu ism-i şeriften Cenâb-ı Hak'kın bütün noksan sıfatlardan münezzeh ve bütün kemal sıfatlariyle muttasıf bulunduğunu öğreniyoruz; o halde bu ism-i şerifin hükmüne göre kul için yapılması gereken şey, tam ve kâmil bir insan olmağa çalışmaklar. Yâni mümkün ol­duğu kadar noksanlarını azaltmağa, faziletlerini çoğaltmağa gayret etmekdir. [451]

 

Bu Gayeye Ulaştırıcı Dört Mühîm Esas:

 

1- Birincisi ve en mühimi, Allah bilgisi edinmek: Dü­şünme çağına gelen her insanın ilk vazifesi Allahu teâlâ'yı öğ­renmektir. Bir çiftçi, bir mühendis, bir asker, bir tüccar, bir âmir, bir san'atkâr velhâsıl içtimaî sınıflardan hangisine mensup olursa olsun, bir şahsın mesleğinden gerek kendisi­nin, gerek başkalarının samimî surette faydalanması için, bu bilgi ile mücehhez olması şarttır. Allah'ı bilmeyen ve Allah'dan korkmayan bir şahıstan ne ferde, ne cemiyete bir hayır vardır. Şayet bu bahtiyarlığı hayâtının ilk çağlarında kazanamamışsa, hayâtının bitim noktasına varmadan bu yüksek bil­giyi elde etmeğe çalışmak lâzımdır, insanın ömrü doğduğu günden değil, Allah'ı bildiği günden itibaren başlar. Allah'ı bilmeyen gönüller, gezen ve konuşan birer ölüdür. Birçokları evlâdının, kardeşlerinin, sevdiklerinin ölümünden kederle­nir, günlerce acılar içinde kalır. Halbuki kendi kalbinin ölü olduğundan haberi bile yoktur. Ne hazin bir hal!..

2- Allah bilgisini kat'î delillere dayamak: Allah bilgi­sinde bir taklitçi gibi, şundan bundan duyduğu yarım yamalak sözlerle kanaat etmemek lâzımdır. Çünkü dediğimiz gibi bu duygu, hayâtın her safhasında âdilâne muamelenin, samimi­yetin, hele ibâdette ihlâsın temel taşıdır. Bu, ne kadar kuvvet­li olursa, bu hususlarda insan o kadar dürüst ve o kadar kıy­metli olur. Bunun için herkes anlayışı nisbetinde yerleri, gökleri, havayı, bulutu, yağmuru, değişen mevsimleri, gece­leri, gündüzleri, yerden çıkan mahsulleri, sınıf sınıf hayvan­ları ve nihayet kendi şahsını, içinde, dışında yapılmış, kurul­muş, durup dinlenmeden işleyen bunca makinaları düşünmeli, düşünmeli de basit bir bostan kulübesinin bile kendi kendine olamayacağına ve her eserin bir müessiri bulunacağına göre, bütün bunları yapan, eden, görüp gözeten, kurup işleten, mutlak kudret sahibi bir zâtın varlığına ve O'nun kemâl sıfat­larına yürekten inanmalı ve bu inancı ile dünya yüzünde tek başına kalsa bile sarsılmamalı. [452]

 

Eser- Müessir Kanununun İzahı:

 

Eser, iz; müessir, izin sahibidir. Eser gözle görülür; mü­essir, akıl ile sezilir. Meselâ, uzaktan yükselmiş bir duman sütunu görüp de orada ateş bulunduğunu anlamak, ateşin var­lığına hükmetmek aklın işidir. Duman gözle görülmüş, onun delaletiyle ateşin varlığına aklen hükmedilmiştir. İşte buna: “eserden müessire istidlal” denir. Eseri görünce hemen mües­sire intikâl etmek, insanların yaradılışlarında bulunan bir hassadır. Bir insan -aydın olsun, câhil olsun- eseri görüp du­rurken müessiri inkâr edemez, inkâr edeni de şiddetle reddeder. Şu halde bir tabloyu görüp de onun ressamını, bir nakşı görüp de onun nakkaşını bilmek kadar tabiî bir şey olamaz, işte bu bilgi yolunca yaradılmıştan, Yaradan'a, gözetilmişten Gözeten'e, yaşayanlardan ekmel bir hayat sahibine, büyük ve mü­him işler başında bulunanlardan Kayyûm'a, işleri nizam ve tertibine koyanlardan her şeye bir nizam veren Nazzâm'a, ada­letlilerden büyük Âdile, kâinatta zıt kuvvetlerin muvâzene­sinden tek bir Hâkim'e, merhametlilerden Rahman ve Rahîm'e... velhasıl her şeyde suretten ma'nâya, eşyadan esma­ya, esmadan müsemmâya geçerek fikirlerde Allah bilgisi de­lillerini çoğaltmak, genişletip derinleştirmek iktizâ eder.

3- İbadetlere îtinâ etmek: Allahu teâlâ'ya karşı borçlu olduğumuz ibâdetlere itinâ etmek, âdâb ve erkânını gözeterek her birini vaktü zamanı ile ifa etmek, bu hususta kat'iyyen gevşeklik göstermemek lâzımdır. Çünkü ibâdetler, insanları kâmilleştiren ve yükselten en kuvvetli âmillerdir.

4- İyi veya kötü huylarını sıkı bir kontrole tâbi tut­mak: Kibir, hased, cimrilik, zorbalık, şunu bunu çekiştirmek gibi he'rbiri insan için birer ayıp, birer eksiklik demek olan birçok kötü huylardan kalbde hangileri varsa (korkunç bir hastalığın tedavisine çalışılır gibi) bunlara teşhis koyarak kendini onlardan kurtarmak, buna mukabil bütün güzel huy­larla nefsini kıymetlendirmek lâzımdır. Ancak bunun ne kadar çetin ve başarılması ne kadar güç bir iş olduğu, kendini ıslaha çalışan her insanın duyduğu bir hakikattir. Bir kötü huyu kalbden. söküp atmak için aylarca ve bâzan daha uzun zamanlar uğraşmak lâzım gelir. Fakat her kötü huydan kurtuldukça (mühim bir ameliyat atlatmış hastalar gibi) bir bayram yap­mak haktır. Allah'ın sevdiği kulları arasına katılmak, elbette ki kolay olmaz. Kuvvetli irâde, geniş tahammül lâzım...

Kim ki, bu zorluklarla savaşır, yılmaz; neticede muhak­kak ki, muzaffer olur. İyi bir insan olmak uğrunda zorluklara katlananları, muratlarına erdireceğine dâir Allah'ın vaa'di var­dır. Bu muzafferiyetin ma'nâsı İsm-i A'zam ile tahakkuk et­mek demektir ki, kullar için bundan daha ileri bir mertebe yoktur. Ni'met külfete göredir; kâidesince mükâfatın büyük­lüğünün, tahammül edilecek zorluklar nisbetinde olacağına şüphe yoktur. [453]

 

Hikmet ve Esrarı:

 

Bir Müslüman inanarak, ihlâsla “Yâ Allah" diye bu mübarek ismin zikrine devam ederse onun tecellisine, eserlerine nâil olur. İmanı kuvvet­lenir. Duası kabûl olunur. Şeytanın şerrinden emin olur. Mutluluğa ulaşır. Rızkı genişler ve Allah'ın izniyle şifa bulur.[454]

 

ER-RABB

 

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"De ki: Allah her şeyin Rabbi iken ben Ondan başka Rabb mi arayacağım?"[455]

O, bütün kullarını çekip çevirerek ve çeşitli nimetler vererek terbiye edendir. Özel olarak da salih kullarını, onların kalblerini ruhlarını ve ahlaklarını düzeltmek suretiyle terbiye edendir.

Bu sebeple onlar çoğunlukla bu ism-i şerif ile O'na dua ederler. Çünkü onlar Cenab-ı Haktan bu özel terbiyeyi talep ederler. [456]

 

Esma-i Hüsnâ Ve Manaları

 

1. ER-RAHMAN

 

Bağışlayan, Esirgeyen[457]

Ezelde bütün yaratılmışlar hakkında hayır ve rahmet irâde buyuran, sevdiğini, sevmediğini ayırt etmiyerek tekmil mahlûkâtını sayısız ni'metlere müstağrak kılan.

Bu ism-i şerîf rahmetten sıfat ma'nâsı ifâde ederse de ism-i has olarak kullanılmış ve Lâfza-i Celâle gibi Allahu teâlâ'dan başkasına söylenmemiştir. [458]

"Rahman" Cenab-ı Hakk'a mahsus onun güzel isimlerindendir. Bir başkasının bu sıfatla isimlendi­rilmesi caiz değildir. Bu isim genellikle, besmelede "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla" dediğimiz gi­bi onun bir sıfatı olarak kullanılır. Fakat bazen "Rah­man arşı istiva etti" ayetinde olduğu gibi Allah'ın is­mi yerine de kullanılır.

Rahman sıfatı Allah'ın kendisiyle muttasıf oldu­ğu onun merhamet ve acımasına işaret eden bir isimdir. Lügatçılara göre "Rahman", "rahmet"ten türedikten sonra sonsuz merhamet sahibi, acıyan, acı­mada dengi olmayan kimse anlamını almıştır. Bun­dan dolayı Rahman kelimesinin tesniye ve cemisi ya­pılamaz. Başka bir dile tercüme edilemez. Çünkü bu isim Allah'a mahsus bir isimdir.

Rahman, Allah'ın Rahîm sıfatı gibi ta'zîm kipiyle kullanılır. Fakat Rahman, Rahîm'den daha şümullü ve tazim, ululuk bakımından daha büyüktür. Çünkü Rahman sigası Allah'ın nimet büyüklüğünü içine al­dığından, daha umumi mana ifade eder.

Rahman ismi, her ne kadar "rahmet" kelimesin­den türemiş olsa da sadece sıfat olarak değil hem isim hem de sıfat olarak kullanılır. Bunlardan birinin diğeri yerine kullanılması mümkündür. Nitekim Kur'ân'da iki şekilde de kullanılmıştır.

Kur'ân'-ı Kerim'de Allah'ın isimlerinden hiç biri­nin Lafza-ı Celalin yerine kullanıldığını göremiyoruz. Fakat bu isim lafza-ı Celalin yerine kullanılmıştır ve Kur'an-ı Kerim'de olup en fazla bu ismin kullanıldığı­nı görüyoruz.

Allahu Tealâ buyuruyor ki;

1. "(Ey Muhammed!) Böylece seni, kendilerin­den önce nice ümmetlerin gelip geçtiği bir ümme­te gönderdik ki, sana vahyettiğimizi onlara oku­yasın. Onlar Rahmanı inkâr ediyorlar. De ki: O be­nim Rabbimdir. Ondan başka İlah yoktur. Sadece O'na tevekkül ettim. Ve dönüş sadece O'nadır."[459]

2 "Meryem dedi ki: Senden, çok esirgeyici olan Allah'a sığınırım! Eğer Allah'tan sakınan bir kimse isen (bana dokunma)." [460]

3. "Ye, iç gözün aydın olsun! Eğer inananlar­dan birini görürsen de ki: Ben çok merhametli olan Allah'a oruç adadım; artık bugün hiçbir insan­la konuşmayacağım." [461]

4.  "Babacığım!  Şeytana kulluk etme!  Çünkü şeytan, çok merhametli olan Rahman'a asi oldu."[462]

5. "Babacığım! Rahman tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyo­rum." [463]

6. "İşte bunlar, Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerden, Adem'in soyundan, Nuh ile birlikte (gemide) taşıdıklarımızdan, İbrahim ve İsrail (İshak vb.)'in soyundan doğruya ulaştırdığı­mız ve seçkin kıldığımız kimselerdendir. Onlara çok merhametli olan Allah'ın ayetleri okunduğun­da ağlayarak secdeye kapanırlardı."[464]

7. "Bunlar hiçbir haksızlığa uğratılmaksizın cennete, çok merhametli olan Allah'ın kullarına gı­yaben vadettiği Adn cennetlerine girecekler. Şüp­hesiz O'nun vaadi yerini bulacaktır." [465]

8. "Sonra her milletten, Rahmana en çok asi olanlar hangileri ise çekip ayıracağız."[466]

9. "De ki: Kim sapıklıkta ise, çok merhametli olan Allah ona mühlet versin!" [467]

10 "O gaybı mı bildi, yoksa Rahmanın katın­dan bir söz mü aldı?" [468]

11 "Takva sahiplerini heyet halinde çok mer­hametli olan Allah'ın hızurunda topladığımız gün."[469]

12. "Rahman nezdinde  söz ve  izin  alandan başkalarının şefaata güçleri yetmeyecektir." [470]

13. "Rahman çocuk edindi' dediler." [471]

14. "Rahman için çocuk isnad ettiklerinden ötürü neredeyse o (sözün dehşetinden) gökler çatla­yacak, yer yarılacak ve dağlar yıkılıp darılacaktı."[472]

15. "Halbuki çocuk edinmek Rahman'ın şanı­na yakışmaz." [473]

16. "Göklerde ve yerde herkes istisnasız, kul olarak Rahmana gelecektir." [474]

17. "İman edip de iyi davranışta bulunanlara gelince, onlar için Rahman, (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır."[475]

18. "Rahman arşa istiva etti." [476]

19. "Rahman'ın huzurunda sesler kısılır. Bu yüzden, fısıltıdan başka bir ses işitemezsin." [477]

20. "O gün, Rahman'ın izin verdiği ve sözün­den hoşlandığından başkasının şefaati fayda ver­mez." [478]

21. "Rahman (olan Allah, melekleri) evlat edin­di dediler. Haşa! O, bundan münezzehtir. Bilakis  (melekler) lütuf ve ihsana mazhar olmuş kullardır."[479]

22. "(Resulüm!) Kafirler seni gördükleri za­man: "Sizin ilahlarınızı diline dolayan bu mu?" di­yerek seni hep alaya alırlar. Halbuki onlar, çok esir­geyici Rahmanın Kitabını inkar edenlerin ta ken­dileridir."[480]

23. "De ki: Rahmana karşı sizi gece-gündüz kim koruyacak? Buna rağmen onlar Rablerini anmaktan yüz çevirirler." [481]

24. "İşte o gün gerçek mülk (hükümranlık) Rahman'ındır. Kafirler için de pek çetin bir gündür o."[482]

25. "Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri al­tı günde yaratan sonra Arş’a istiva eden (ona hük­meden) Rahmandır. Bunu bilene sor." [483]

26-27. "Onlara: Rahman'a secde edin denildi­ği zaman: Rahman neymiş, bize emrettiğin şeye secde eder miyiz hiç?' derler ve bu emir onların nef­retini artırır."[484]

28. "Rahman'ın has kulları onlardır ki, yeryü­zünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimse­ler onlara laf attığında incitmeksizin, Selâm! der­ler (geçerler)." [485]

29. "Kendilerine çok esirgeyici Allah'tan hiç­bir yeni öğüt gelmez ki, ondan yüz çevirmesin­ler." [486]

30. "Sen ancak zikre (Kur’an’a) uyan ve gör­meden Rahman'dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte böylesini, bir mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele.” [487]

31. "Elçiler dediler ki: Siz de ancak bizim gibi birer insansınız. Rahman, herhangi bir şey indir­medi. Siz ancak yalan söylüyorsunuz." [488]

32. "Ondan başka tanrılar mı edineyim? Rah­man, eğer bana bir zarar dilerse onların (putların) şefaati bana hiçbir fayda vermez."[489]

33. "Dediler: "Vah bize, bizi kabrimizden kim kaldırdı? İşte Rahmanın vadettiği şey budur. De­mek peygamberler doğru söylemiş!" [490]

34. "(Kur’ân) Rahman ve Rahim olan (Allah) ka­tından indirilmiştir." [491]

35. "Onlardan biri, Rahmana isnad ettiği kız çocuğuyla müjdelenince, hiddetlenerek yüzü sim­siyah kesilir."[492]

36. "Onlar, Rahmanın kulları olan melekleri de dişi saydılar. Acaba meleklerin yaratılışlarını, mı görmüşler? Onların bu şahitlikleri yazılacak ve sorguya çekileceklerdir." [493]

37. "Ve dediler ki: Rahman dileseydi biz onla­ra tapmazdık. Onların bu hususta bir bilgileri yok­tur. Onlar sadece yalan söylüyorlar." [494]

38. "Şayet insanların küfürde birleşmiş bir tek ümmet olması (tehlikesi) bulunmasaydı, Rahmân'ı inkar edenlerin evlerinin tavanlarını ve çıkacakla­rı merdivenleri gümüşten yapardık." [495]

39. "Kim Rahmanı zikretmekten gafil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ede­riz." [496]

40. "Senden önce gönderdiğimiz elçilerimize (ümmetlerine) sor! Rahman'dan başka tapılacak tan­rılar (edinin diye) emretmiş miyiz?" [497]

41. "De ki: Eğer Rahman'ın bir çocuğu olsay­dı, elbette ben (ona) kulluk edenlerin ilki olur­dum." [498]

42. "Gaybde (içtenlikle) Rahman'a saygı göste­ren ve  (Hakka) dönük bir yürek getiren herkesin (mükâfatı budur.) [499]

43. "Rahman Kur'ân'ı öğretti." [500]

44. "O ki birbiri ile ahenktar yedi göğü yarat­mıştır. Rahman olan Allah'ın yaratmasında hiçbir uygunsuzluk göremezsiniz. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?" [501]

45. "Üstlerinde kanatlarını aça-kapata uçan kuşları (hiç) görmediler mi? Onları (havada) Rah­man olan Allah'tan başkası tutmuyor. Şüphesiz O, her şeyi görmektedir." [502]

46. "Rahman olan Allah'a karşı şu size yardım edecek askerleriniz hani kimlerdir? İnkarcılar an­cak derin bir gaflet içinde bulunmaktadırlar." [503]

47. "De ki: (Sizi imana davet ettiğimiz) O (Allah) çok esirgeyicidir; biz O'na iman etmiş ve sırf Ona güvenip dayanmışızdır. Siz kimin apaçık bir sa­pıklık içinde olduğunu yakında göreceksiniz." [504]

48. "Ruh (Cebrail) ve melekler saf saf olup dur­duğu gün, Rahman'ın izin verdiklerinden başkala­rı konuşmazlar, konuşan da doğruyu söyler." [505]

Besmele Tevbe sûresinin dışında bütün sûrele­rin başında yeralmıştır. Ancak, Peygamber (sav)'e Tev­be sûresinin başına getirilmesi vahyedilmediği için söz konusu surenin başında zikredilmemiştir. Başın­da besmelenin yer almamasındaki hikmeti, Müşrik­lere Hudeybiye antlaşmasıyla verilen eman ve tanı­nan hakları kaldırması, münafıkların içyüzlerini or­taya çıkarmasıdır. Zira bu sure-i celile müşriklere tehditle başlıyor, onlara ültimatom veriyor. Dolayısıy­la bu tehditlerin başında Rahman ve Rahim sıfatla­rının yer aldığı besmelenin yer alması uygun düşmü­yor.

Neml suresinde ise sure-i celile'nin içinde yer alır.

"(Mektub) Süleyman'dandır, Rahman ve Ra­him olan Allah'ın adıyla (başlamakta)dır." [506]

"Rahman" Kur'ân-ı Kerim'de, Fatiha sûresinde besmelenin söz konusu sureden sayılması halinde iki kere geçmektedir. Bu sıfat Fatiha sûresinin üçüncü ayetinde "O Rahman'dır, Rahîm'dir" şeklinde geç­mektedir.

Bakara sûresinde "ilahınız bir tek Allah'tır. O'ndan başka ilah yoktur. O, Rahman'dır, Rahîm'dir" [507] şeklinde geçmektedir.

Allah'ın "Rahman" sıfatı Râd ve İsra sûrelerinde birer kere zikredilmektedir.

"De ki: İster Allah de­yin, ister Rahman deyin. Hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler O'na hastır." [508]

Rahman sıfatının en çok geçtiği sure Meryem sûresi olup, söz konusu surenin, 18, 26, 44, 45, 58, 61, 69, 75, 78, 85, 87, 88, 91, 92, 93, 96. ayetlerinde toplam onaltı kere, Tâhâ suresinin, 5, 90, 108 ve 109. ayetlerinde olmak üzere dört kere, Enbiya sûre­sinin 26, 59, 60, 63. ayetlerinde dört, Şuarâ sûresi­nin 5. ayetinde bir kere, Neml sûresinin 30. ayetinde olmak üzere bir kere, Yasin sûresinin 1, 15, 33, 52. ayetlerinde dört kere, Fussilet sûresinin 2. ayetinde bir kere, Zuhruf sûresinin 2. ayetinde bir kere, Zuhruf sûresinin 17, 19, 20, 33, 36, 45 ve 81. ayetlerinde ol­mak üzere 7 defa, Rahman sûresinin 1. ayetinde bir kere, Haşr sûresinin 2. ayetinde bir kere, Mülk sûre­sinin 3, 19, 20, 29. ayetlerinde olmak üzere dört, Nebe sûresinin 56 ve 57. ayetlerinde iki kere zikre­dilmiştir.

Halimi, "Rahman", hastalıkları ve sebebleri gide­rici manaya gelir, demiştir. Zira Rahman cin ve in­sanların kendisine kulluk etmesini emretmiştir. On­lara ibadet şekillerini öğretti. İbadetlerin sınır ve şart­larını onlara açıklamış ve beş duyu organının yanın­da akıl, düşünce ve bu ibadetleri yerine getirebilecek organlar ve bu organları kullanacak güç ve kuvvet vermiştir. Bundan sonra onları muhatap alıp, bir ta­kım sorumluluklar yüklemiştir. Onlara belli bir süre tanıyarak. Güçlerinin üstünde bir şey de yüklememiştir. Böylece, onların itiraz hakkı da kalmamıştır.[509]

Ebu Süleyman, "Rahman" kelimesinin kökü ve anlamı üzerinde ihtilaf edilmiştir" demiştir. Binaena­leyh acaba "Rahman" kelimesi "rahmet" kelimesinden mi türemiştir? Bu konuda bazı alimler onun "rah­met" kelimesinden türediğini söylemişlerdir. Ancak eğer rahmet kelimesinden türemiş olsaydı mevsufa yani merhamet edilene bitişmesi ve izafesi mümkün olurdu. Oysa ki "Rahim bi ibadihi" denildiği halde "Rahman bi ibadihi" denilmez. Çünkü bu söz bu şe­kilde söylendiği zaman Arap bunu duyduğunda ya­dırgar. Zira Arapça'da böyle bir kullanım yoktur. Fa­kat "rahmete rabbihim", "Rablerinin merhameti" biçi­mindeki bir ifadeyi yadırgamaz.

Nitekim Cenab-ı Hak bununla ilgili olarak:

"Rahman’a secde edin! denildiği zaman: "Rah­man da neymiş! bize emrettiğin şeye secde eder miyiz hiç!" derler ve bu emir onların nefretini ar­tırır." [510] buyurmuştur.

Oysa ki ulemanın çoğunluğu Rahman kelimesi­nin  "rahmet"  kelimesinden türemiş olup,  mübalağa siğasından olduğu görüşündedirler. Buna göre Rah­man, çok rahmet sahibi, pek merhametli, çok mer­hametli, sonsuz rahmet sahibi, merhamette eşi ve benzeri olmayan" anlamına gelir." [511]

Nitekim Abdurrahmân b. Avf Peygamberimiz (s.a.v)'i şöyle derken işittim der. Resulullah (s.a.v.):

"Allah Tealâ: Ben Rahîm'i yaratan Rahman'ım. Ben ismimden isim çıkardım. Her kim ona ulaşırsa Ben de ona ulaşırım. Kim de rahmetini keserse Ben de ondan rahmeti keserim." buyurdu, demiştir. .

Ebu Süleyman el-Hattabı'ye göre Cenab-ı Hakk'ın "Rahman" ismi mahlukatın rızıklarına şamil, geçim­lerine, maişetlerine ve barış içinde yaşamalarına se­bep olan sonsuz acımasıdır ki Allah'ın bu sıfatı mü'minlere de kafirlere de, salihlere de salih olmayanla­ra da şamildir.

Gazali, Allah'ın "Rahman" isminin kesinlikle "rah­met" isminden türemiş olup "Allah" ismi yerine kulla­nılan ona en yakın isimdir, demiştir.

Rahman'dan anlaşılan diğer bir mana rahmetin bir çeşidi olup kullarına çok çok şefkat ve merhamet eden demek olup şu manalara da gelmektedir.

1. İcad: Yoktan varetme.

2. Hidayet: İmana erdirme ve mutluluğa sebep olma.

3. Ahirette mutluluğa erdirme.

4. Cenab-ı  Hakk'ın  mü'min  kullarına  kendine bakma nimetini vermesi.

Rahman, kullardan dilediğine hayır veren ve bi­zi Kitab-ı Mübini ile şereflendirendir.

Kendisinden başka ilah olmayan Rahman'a son­suz hamdü senalar olsun. O Rahman ki Kur'ân'ı öğ­retti. [512]

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Hamd övme ve övülme, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. O, Rahmandır ve Rahimdir." [513]

"Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o bilsin ki Rabbimin hiç bir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahibidir." [514]

"Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor, Allah kullarına çok şefkatlidir." [515]

Büyük âlim Şeyh Abdurrahman İbn Nasır es-Sa'dî şöyle dedi: er-Rahmân, er-Rahîm, el-Berr, el-Kerîm, el-Cevâd, er-Rahîm ve el-Vehhab isimleri anlamları yönünden birbirine yakındırlar. Bunların hepsi Rabb Teâlâ'nın rahmet,   iyilik, cömertlik ve keremle muttasıf/nitelendirilmiş olduğuna, hikmeti gereği bütün varlıkları kaplayan bağışlarının ve rahmetinin genişliğine delalet eder. Bu bağışlardan ve rahmetten özel olarak mü'minlerin daha bol nasibi ve hissesi vardır. Allah Tealâ şöyle buyurur:

"Benim rahmetim her şeyi kuşatmıştır. O'nu takva sahipleri için yazacağım." [516]

Nimetler ve ihsanın tamamı O'nun rahmetinin, cömertliğinin ve kereminin eseridir. Dünya ve ahiretteki bütün hayırlar O'nun rahmetinin eserlerindendir. [517]

İbnu Teymiyye:

"Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir" [518] âyetlerinin tefsirinde şöyle der: Allah Teâlâ insanı yarattığını haber verdikten sonra, mahlukatını nimetlendirdiğini ve onları övünecekleri mertebelere ulaştırdığını beyan etmek için kendisini en büyük kerem sahibi olmakla vasıflandırdı. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurdu:

"Yaratıp,   düzene   koyan,   takdir   edip   yol gösteren... yüce Rabbinin adını tesbih et." [519]

"Bizim Rabbimiz, her şeye hilkatini veren, sonra da doğru yolu gösterendir." [520]

"Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O'dur." [521]

Yaratma, başlamayı, kerem de sonuçlandırmayı ihtiva eder. Nitekim Fatiha sûresinde Cenab-ı Hak önce "Alemlerin Rabbi" dedi, sonra "Rahman ve Rahîm" dedi. "Kerem" lafzı, bütün iyilikleri ve övülecek şeyleri ihtiva eder. Murad olunan, sadece vermek değil, tam anlamıyle vermektir... Allah Teâlâ ism-i tafdil kalıbıyla ve  lâm-ı tarifli olarak "el-Ekrem" olduğunu haber vermiştir. Bu, sadece Allah Teâlâ'nın en büyük kerem sahibi olduğuna delalet eder. Lâm-ı tarifsiz olarak "Ekrem" demiş olsaydı hasr ifade etmiş olmazdı. "Filandan veya falandan daha keremli" de demedi. Bu da O'nun keremin zirvesinde olduğuna, O'ndan daha yüksekte hiçbir şeyin olmadığına ve O'nda eksikliğin olamıyacağına delalet eder. [522]

 

Rahmet Veya Merhametin Ma'nâsı:

 

Kalb yufkalığıdır. Sevdiklerimizden veya tanıdıklarımız­dan birinin veya her hangi bir mahlûkun sıkıntı ve ızdırap içi­ne düşmüş olduğunu öğrenince içimizde bir üzüntü duyar ve onun hâline acırz. İşte merhamet, kalbimizde böyle bir tees­sür ile başlar, bu teessürün tazyiki ile o zavallıyı sıkıntıdan kurtardığımız zaman, sona erer. Sâde acımak kâfi değildir. Acıyı giderip ferahlık vermeye muktedir olmak da lâzımdır. Filânca merhametlidir demek, acınacak hâdiseler karşısında müteessir olur, kederlenir demektir. Eğer o acıyı gidermeğe gücü yoksa, sâde kederlenmekle kalır, başkaca bir yardım yap­mak elinden gelmez. Bu hal ile noksan bir merhamettir. Am­ma falanca merhametlidir, düşkünlere el uzatır, onlara yardım etmekten, iyilik yapmaktan zevk alır, demek, merhamet ma'nâsının tam bir ifadesidir. Şu halde merhamet, iyilik yap­mağı istemek ve yeri gelince yapabilmek... Asıl makbul olan ve herkesin sevdiği ve övdüğü meziyet budur. Bu ifâdeye göre merhametde bir teessür ve infial vardır. Halbuki Allahu teâlâ infial ve tegayyürden münezzehdir. Çünkü bu haller mahlûk şanıdır. Onun için Er-Rahmân ism-i şerifi "irâde-i hayr" ma'nâsı ile tefsir edilmiştir, trâde bir infial değil, belki bir işi yapmak veya yapmamak şıklarından birini tercih etmek de­mektir. [523]

 

İrâde-i Hayr Ne Demektir?

 

Ezelde henüz mahlûkât yaradılmamışken Allahu teâlâ ya­ratacağı bu mahlûkât hakkında önünden sonuna kadar, rahmet veya gazabından her hangi biri ile muamele yapmağa müsâvî surette kadir bulunduğu ve bunlardan her hangi birinin tercihinde "Niçin onu tercih ettin" diye O'na bir sual açacak üs­tün bir kuvvet bulunmadığı halde, bizzat kendisi -lütuf ve ihsan yolu ile- bütün mahlûkâtı hakkında rahmeti tercih ve il­tizam edip, onu kendi zât-ı mukaddesine bi'1-ihtiyar vâcib kıl­dı; rahmeti, ahlâk edindi. Bundan dolayı Allahu teâlâ tarafın­dan mahlûkâta ilk tecellî eden hüküm ve te'sir rahmetten iba­ret olmuştur. [524]

 

Rahmetin Zıddı Gadab:

 

Rahmetin zıddı olan gadab, baştan ve birinci olarak ahlâkı İlâhî'nin muktezâsı değildir. Belki halkın isyanı ve verilen ni'metleri kendi istekleri ile kötüye kullanmaları neticesi olarak, ikinci derecede tecellî eden rabbani bir hikmettir. Öyle ya, âsîlere karşı gadabın hükmü olan mücâzat olmasa idi, so­nunda tâatle isyanın, îmanla küfrün, küfrân ile şükranın bir farkı olmamak lâzım gelirdi. Bu da hikmete uymayan bir ek­siklik olurdu.

Allahu teâlâ, bütün bu eşyayı rahmetiyle yaratmış ve ezelden beri kâffe-i muamelât rahmet üzerine akıp gelmiştir. Bu cümleden olmak üzere, insanları temiz bir fıtrat üzerine yaratmış ve onlara hadsiz hesapsız ni'metler vermiştir. Verdiği bu ni'metleri arttırma ve ebedîleştirme yollarını bildirdiği gibi, o ni'metleri kötüye kullanmak yüzünden zarar ve ziyana uğramak tehlikelerini de göstermiş, bu suretle kâr ve zarar yollarını açarak, bu yolların başında insanı serbest bırakmış ve fakat indirdiği kitaplar, gönderdiği peygamberler vasıta­sıyla kâr yoluna gidenlerin, rızasıyla karşılaşacaklarını, zarar yoluna sapanların gadabına uğrayacaklarını da önden haber ve­rerek kâr yoluna teşvik etmiştir, insanın ileride, ebediyet âle­minde karşılaşacağı ceza ve ihsanın, vukuundan önce bildiril­mesi ne büyük bir lûtuftur. [525]

 

Öyle İse Sevgili Okuyucu!

 

Sen de serbestliği hayra kullan, kâr yoluna git ki, verilen ni'metlerden sana ziyan gelmesin, küfrân-ı ni'met etmiş olmayasın.

Bu ism-i şerîf hükmünce, Allahu teâlâ'nın lütuf ve ihsanı kapısında mahlukatın tek mümeyyiz vasfı, birbirleriyle kapı yoldaşı bulunmalarından ibarettir. O halde kendilerine yara­şan şey, birbirlerine değil, Allah'ın huzur-u azametinde hepsi bir hizaya gelerek, ancak O'na tapmaktır. [526]

 

2. ER-RAHİM

 

Bağışlayan, Esirgeyen[527]

Pek ziyâde merhamet edici, verdiği ni'metleri iyi kul­lananları daha büyük ve ebedî ni'metler vermek sure­tiyle mükâfatlandırıcı. [528]

Er-Rahmân ism-i şerifinden Allahu teâlâ'nın ezelde bü­tün mahlûkâtı için hayr ve rahmet irâde buyurduğu anlaşılı­yordu. Er-Rahîm ism-i şerifi ise mahlûkâtı arasında irâde sa­hipleri için muzaaf bir rahmet-i ilâhiyyeyi ifâde eder. Yâni in­sandan mâada her mahlûk, kendisi için tâyin edilen hudut için­de kendisine verilen ni'metlerden yaradılışı şevki ile faydala­nır ve o huduttan dışarı çıkmazken, irâde sahibi olan insanlar için terakki imkânı verilmiştir. Bu imkân, fıtrî ni'metleri art­tırma ve ebedîleştirme imkânı. Meselâ, çiğneyip geçtiğimiz ot yaprağından rüzgâr dalgalarına kadar her şey, bizim hayır ve saadetimize yarayan ni'met hazinesidir. Sonra yaradılışımız­da başka mahlûkâta verilmeyen bir çok kabiliyetler ve tabiat kanunlarının azat kabul etmez köleler gibi bize tâbi ve emri­mize munkat olması, hep o şânı büyük Rahmân'ın lütuf ve atıfeti eseridir. Fakat her şeyde ve kendimizde gizlenmiş olan bu sayısız ni'metleri meydana çıkarmak ve onlardan faydalan­mak için çalışacağız. Bütün kabiliyetlerimizi işleteceğiz. Bu takdirde gayretlerimizin boşa gitmiyeceğini bize tebşir eden işte bu, Er-Rahîm ism-i şerifidir. Çünkü bu ism-i şerife göre her gayret bir mükâfatla karşılanacaktır.

Er-Rahmân, Er-Rahîm isimleri iki türlü rahmet ifâde eder. Er-Rahmân ism-i şerifinin ifâde ettiği rahmet, hiç bir türlü şarta, hiç bir türlü kesb ve irâdeye bağlı olmayarak bahşolunan rahmettir. Bu bir rahmet-i şâmiledir ki, bütün mahlû­kâtı kaplar. Bunda çalışan-çalışmayan, suçlu-itaatli, îmanlı-îmansız ayırt edilmez.

Er-Rahîm ism-i şerifinin ifâde ettiği rahmet ise, Rahmân'ın lûtfu olan rahmeti iyiye kullanarak çalışanlara bir mükâfat olmak üzere verilen rahmettir ki, en az (bire on) dur.

Çalışanın ihlâsındaki kuvvete göre Allahu teâlâ'nın daha fazla ve hattâ hudutsuz ve hesapsız mükâfatları da vardır, işte gayr-i meşru arzulara kapılmamanın, kötülükten korunmanın, Allah yolunda fedakârlıkta bulunmanın ehemmiyeti bu yüzdendir. Şunu kat'î surette bilmek lâzımdır ki, -dünya için olsun, âhiret için olsun- çalışanlarla çalışmayanlar müsavi muamele görmeyeceklerdir.

Dünya milletleri arasında Allahu teâlâ'nın ahlâkını, evsâ­fını en dürüst ve en geniş bilenlerin Müslümanlar olması icâbeder. Böyle olunca, meselâ bu ism-i şerifin hükmüne göre "fikrî teşebbüs" Müslümanlar için en umumî ve en tabiî bir haslet olması lâzım gelirken, i'tiraf etmeliyiz ki, Müslüman­ların çoğu, bugün Müslümanlık esaslarını her zamankinden ziyâde ihmal etmişlerdir. Bunun neticesi olarak dünya yüzün­deki Müslümanların ne duruma düştükleri de meydandadır. [529]

Peygamberini âlemlere rahmet olarak gönderen, Kur'ân'ı mü'minler için rahmet vesilesi kılan Allah'a sonsuz hamdü senalar olsun.

"Rahim" Allah'ın isimlerinden olup rahmet keli­mesinden türemiştir. Rahmetin manası, "Allah'ın kul­larına acımasıyla onları her türlü zarar, ziyan ve sa­pıklıktan kurtarıp onları hidayetle, mağfiret ve iman şerefiyle nimetlendirmesi" demektir.

Rahîm, "feiilun" vezninde "Rahîmun" acıyan ma­nasında ism-i faildir. Çok çok acıyan manasında mü­balağa ifade eder. Rahîm, acıma ve tazim ifade eden sigada gelmiştir. Rahmet, Allah'ın acınılan kimseye bir ihsanıdır. Cenab-ı Hak bununla ilgili olarak şöyle buyuruyor:

"Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize rahmetini gönderen Odur. Melekleri de size istiğfar eder. Allah, müminlere karşı merha­metlidir." [530]

Allah rahmetini dilediği şekilde taksim eder. Di­lediğini de rahmetine sokar. Rahmet Allah'ın bir ni­meti ve lütfudur. Allah'ın rahmeti o kadar çoktur ki, nerdeyse biz onu farkedemiyoruz. Çünkü Allah'ın nimetlerini saymak mümkün değildir. Eğez biz rah­metinin bir kısmını saymayıp, inkâr edersek sanki bütün rahmetini çekip çıkarmış oluruz. Allah Tealâ:

"Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi ku­şattı..." [531]

Yüce Allah şu kısacık dünya hayatında bizlere merhamet edip her türlü ihsan ile nîmetlendirince, muttakiler için en hayırlı yurt olan daru'l-karar/ebedî hayat için rahmeti nasıl olur? Varın siz düşünün.

Allah Celle şöyle buyuruyor:

1. "İman edip de (kötülüklerden) sakınanlar için ahiret mükâfatı daha hayırlıdır." [532]

2. "Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hic­ret edenlere gelince; onları dünyada güzel bir şe­kilde yerleştireceğiz. Eğer bilirlerse ahiretin mükâ­fatı elbette daha büyüktür." [533]

3. "Baksana, biz insanların kimini kiminden nasıl üstün kılmışızdır! Elbette ki ahiret, derece ve üstünlük farkları daha büyüktür." [534]

Bundan dolayıdır ki Allah rahmetinin bir nu­munesi olarak rahmet peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.)'i şahit, müjdeci ve korkutucu olarak gönderdi. Son peygamber Nebi (s.a.v.)'i, ahiret saadetini tahsil için rahmetine sebep olarak yarattı.

Zira Cenab-ı Hak:

"...Kimi dilersem onu azabıma uğratırım; rah­metim ise her şeyi kuşatır. Onu, sakınanlara, ze­katı verenlere ve ayetlerimize inananlara yazaca­ğım." [535] buyurarak rahmetinin tecelli etmesi için takva ve ihsanı şart koştu. Bir başka ayette de:

"Muhakkak ki iyilik edenlere Allah'ın rahme­ti çok yakındır." [536]

Allah'ın azabı ise kalpleri kaskatı olanlardan ge­ri çevrilmez. Nitekim Yüce Rabbimiz:

"De ki: Rabbiniz geniş bir rahmet sahibidir. Bununla beraber O'nun azabı,  suçlular topluluğundan uzaklaştırılmaz," [537]' buyurmuştur.

"Rahîm", "Rahman"ın sıfatlarından biri olup, Allahu Teâlâ kullarına bir miktar rahmet feyz buyurup, bahşetmiştir. Kullar bu sayede Allah'ın izniyle mer­hamet sahibi olur ve hemcinslerine ve mahlukâta acırlar. Allah'ın bahşettiği bu rahmetten en fazla pay sahibi olan Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.)'dir. Kur'ân-ı Kerim'de bu husus şu şekilde geçmektedir.

"Andolsun size kendinizden öyle bir peygam­ber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, mü'minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir." [538]

Allah Tealâ bu ayette kendi isimlerinden olan "Rauf; çok şefkatli ve Rahim, pek merhametli sıfatla­rını Peygamberimize de vermiştir ki önceki peygam­berlerden hiç biri bu sıfatların ikisine birden mazhar olamamıştır.

4. Peygamberimiz (s.a.v.):

"Allah yüz rahmet ya­rattı, îşte bu rahmetin bir tanesiyle mahlukât birbirine merhamet eder. İşte onunladır ki vahşi hayvanlar da­hi yavrularına şefkat eder. Diğer kalan doksan dokuz rahmetini ise kıyamet gününe tehir etmiştir." Buyu­rarak Allah'ın merhametinin enginliğini ifade buyur­muştur. Bu hadis diğer kaynaklarda şu şekilde geç­mektedir:

"Allah Tealâ yeri ve göğü yarattığı zaman yüz rahmet yarattı. Her bir rahmet yer ve göklerin arasını dolduracak kadar engindi Bu rahmetten doksan do­kuzunu yanına ayırdı. Bir rahmeti de mahlukâtı ara­sında paylaştırdı. İşte bununla mahlukât birbirine şef­kat eder. Vahşi bir hayvan bununla su içer. Kıyamet günü olduğunda ise Allah bu rahmeti takva sahibi kullarına haşretmiş ve onlara doksan dokuzunu ziya­de etmiştir." [539]

Allah'ın rahmeti çok geniştir. Rahmetini mahlukâtına habsetmek veya onlara bağlamak mümkün değildir. Fakat bu durum, Allah'ın lütfuyla ve mer­hametinin genişliği ile olmaktadır. Ancak merhame­tin mü'minin kalbine çevrilmesi mümkündür. Al­lah'ın dünyada mahlukatından merhametli kimselere emanet ettiği rahmet, Allah'ın kullarından hikmet ve bilgili insanlara öğrettiği ilimlerle birleştiği zaman doğru olur. Allah'ın dünya hayatında kullarına verdi­ği rızıktaki muvazene onun rahmetinin tecellisidir. Mahlukât arasındaki rahmetin bir kısmı, gökyüzün­de kuşların birbirinin peşinde uçuşmaları, deryalar­da balıkların birbirleriyle sarmaş dolaş olması, bir annenin yavrusuna olan şefkatiyle inlemesi, sevgi, muhabbet, aşk, İsa (a.s.)'ın vasiyette bulunduğu her türlü sevgi hepsi de Allah'tandır. Allah, kullarına ba­ğışladığı rahmetinin benzeriyle, dilediği kimselerin kalpleri arasında ülfet, muhabbet ve sevgi meydana getirir.

"Ve (Allah), onların kalplerini birleştirmiştir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin..." [540]

İşte bütün bunlar Rahman'ın merhametli kulla­rına rahmetinden bahşettiği bir durumdur. Bunun sayılması mümkün değildir. Allah'ın ahirette muttaki kullarına bağışladığı rahmet daha hayırlı ve bakidir. Onun rahmeti geçtiği gibi yüz şubedir. İşte bununla Allah, iman edip salih amel işleyenleri o gün rahmetiyle rızıklandırmıştır. Kıyamet gününde mü'min erkek ve hanımlar Allah'ın kendilerine verdiği lütufla sevinir, büyük bir surüra gark  olurlar.  Aralarında rahmet, muhabbet ve sevgi ile konuşurlar.

"O gün, Allah'a karşı gelmekten sakınanlar dı­şında, dost olanlar (bile) birbirlerine düşman kesi­lirler." [541]

Allah'ın verdiği bu cüz'i rahmetle, cennetteki ni­met sahipleri pak eşleri hurilerle karşılıklı aşk ve muhabbet içinde yaşarlar. Yine bu rahmet sebebiyle Allah muttaki kullarının göğsünden-kalplerinden sa­dır olabilecek eğrilik, kin ve nefreti çekip çıkarmış, aralarında ülfet ve muhabbet temin etmiştir. İşte bu­nunla kardeş olmuşlardır. Cennette altından ırmak­lar akan- yerde karşılıklı sedirler üzerinde birbirlerine bakarlar.

İşte bu durum Hakimler Hakimi'nin kullarına vahyettiği şu duaya ışık tutmaktadır:

"Rabbimiz!

Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeş­lerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz şüphesiz ki sen şefkatli, çok merhametlisin!"

Muhacir ve Ensar'ın arkasından gelenler, kıya­mete kadar gelmiş ve gelecek olan mü'minlerdir. Cenab-ı Hak duaları işitendir ve kendisinden korkan takva sahibi insanlara kıyamette hiçbir eksilme ol­maksızın onlara rahmetini tam olarak tecelli ettire­cektir. Biz de ahirette hesaba tabi tutulmaksızın Rabbimizin rahmetini umuyoruz.

Bize verilen ilim kelimelerle ifade edilebilir. Oy­saki Allah'ın rahmeti her şeyi kuşatmış olup, onun rahmeti katsayılara bağlı değildir. Onun rahmeti hakkındaki bilgimiz yeterli değildir. Rabbimizin rah­met hazineleri de kelimeleri gibi engin ve geniştir.

"De ki: Rabbimin sözleri için derya mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave getirsek dahi, Rabbi­mizin sözleri bitmeden önce deniz tükenecektir."[542]

"Şayet yeryüzünde ağaçlar kalem, deniz de ar­kasından yedi deniz katılarak (mürekkep olsa) yine Allah'ın sözleri (yazmakla) tükenmez. Şüphe yok ki Allah mutlak galip ve hikmet sahibidir." [543]

Hiç kimsenin yaptığı ameller kendisini kurtara­maz. Ancak Allah'ın rahmet ve lütufu bizi kurtarabi­lir. Bizim Allah’ın rahmetini istememizden başka çaremiz yoktur. Çünkü Allah'ın rahmeti geniştir. Ve O, merhamet edenlerin en hayırlısı ve merhametlilerin en merhametlisidir.

Allah'ın rahmetini bir kavrayabilsek, Allah'ı ar­zularız. Allah'ı gerçek manada arzuladığımızda da Al­lah'ın rahmetini umarız. [544]

 

Allah'ın "Rahîm" İsminin  Diğer Yüce İsimlerle Geçiş Şekli:

 

"Rahîm" Kur'ân-ı Kerim'de aşağıda görüleceği üzere 114 defa geçmiştir. Söz konusu isim genellikle Allah'ın diğer isimleriyle terkib halinde kullanılmıştır. Bunlar:

1. Er-Rahman, er-Rahîm, altı ayette altı kere geçmiştir. Bunlar, Fatiha süresinin bir ve üçüncü ayetlerinde,   Bakara, 2/163,  Neml: 27/30, Fussilet: 41/2 ve Haşr: 59/22'de geçmektedir.

2. Et-Tevvabu'r-Rahim, Kur'ân-ı Kerim'de altı kere geçmiştir.

"Adem Rabbinden bir takım ilham­lar aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır."[545] 

Ayrıca Bakara: 2/54, 128, 160'da geçmektedir.

Et-T.evvabu'r-Rahîm Tevbe sûresinde iki kere zikredilmiştir. Bunlar; "Allah'ın kullarının tevbesini kabul edeceğini, sadakaları geri çevirmeyeceğini ve Allah'ın tevbeyi çok kabul eden ve pek esirgeyen olduğnu hala bilmezler mi?"[546] ayrıca Tevbe: 9/18'de geçmektedir.

3. Ve huve Tevvabûn Rahim şeklinde:

"Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin ku­surunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz ölmüş kardeşinin etini ye­mekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir."[547]

4. Tevvaben Rahîmen şeklinde; en-Nisâ, 4/64'de şu şekilde geçmektedir:

"Biz her peygamberi Allah'ın izniyle ancak ken­disine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan bağışlanmayı dileseler, Resul de onlar için istiğfar etseydi Allah'ı ziyadesiyle affedici, esirgeyici bulurlardı."

5. El-Aziz ve-Rahîm şeklinde Kur'ân'da onüç de­fa geçmektedir. Bu eş-Şuara: 26/9, 68, 104, 122, 140, 159, 175, 191, 217 olmak üzere dokuz defa geçmiş­tir. 191. ayette:

"Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak galib ve en­gin merhamet sahibidir." şeklinde, 217. ayette ise:

"Sen O mutlak gâlib ve engin merhamet sahi­bine tevekkül et." şeklinde geçmektedir. Diğer ayet­lerde:

"Allah dilediğine yardım eder. O, mutlak güç sahibidir, çok esirgeyicidir." [548]

"Üstün ve çok esirgeyen (Allah'ın) indirdiği (Kur’an)."[549]

"Ancak Allah'ın merhamet ettiği kimseler böy­le değildir. Şüphesiz O, üstündür, merhametlidir."[550]

"İşte, görülmeyeni de görüleni de bilen, mut­lak galib ve merhamet sahibi Odur."  [551]

 6. El-Gafûru'r-Rahîm.

"Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine O'ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O'nun keremini geri çevirecek de yoktur. O, hayrını kullarından dilediğine eriştirir. Ve O bağışlayandır, esirgeyendir." [552]

"(Yakub:) Sizin için Rabbimden af dileyece­ğim. Çünkü O çok bağışlayan pek esirgeyendir, dedi."[553]

"(Rasulüm!) Kullarıma, benim, çok bağışlayıcı ve pek esirgeyici olduğumu haber ver." [554]

"Rabbim! Doğrusu kendime zulmettim (başı­ma iş açtım). Beni bağışla, dedi. Allah da onu ba­ğışladı. Çünkü, çok bağışlayıcı ve çok esirgeyici olan ancak Odur."[555]

"De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım!  Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphe­siz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir."

"Neredeyse yukarılarından gökler çatlayacak! Melekler de Rablerini hamd ile tesbih ediyorlar ve yerdekiler için mağfiret diliyorlar. İyi bilin ki, Al­lah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." [556]

"Yoksa O'nu uydurdu mu diyorlar? De ki: “Eğer ben onu uydurmuşsam, Allah tarafından bana gelecek şeyi savmaya gücünüz yetmez. O, sizin Kur’an hakkında yaptığınız taşkınlıkları çok daha iyi bilir. Benimle sizin aranızda şahit olarak O ye­ter, O, bağışlayan, esirgeyendir." [557]

7. er-Rahîmü'l-Gafûr şeklinde ise bir yerde şu şekilde geçmektedir.

"Yerin içine gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni, ortaya çıkanı bilir. O esirgeyendir, bağışla­yandır." [558]

8. Gafurun Rahim şeklinde ise, Kur'ân-ı Ke-rim'de, Bakara: 2/173, 182, 192, 199, 218, 226; Âl-i İmrân: 3/31,  89, 129; Nisa: 4/25; Maide: 5/3, 34, 39, 74, 98; Enam: 6/54, 165, 145; Araf: 7/152, 167; Enfâl:  8/69-70; Tevbe:   9/5, 27,  91  ve 102; Hûd: 11/41; Yûsuf: 12/53; İbrahim: 14/36; Neml: 27/11, 18, 110, 115, 119; Nûr: 24/5, 22, 33, 62; Fussilet: 41/32; Hucurat: 49/5,15; Hadid: 57/28; Mücadele: 58/12; Müzzemmil: 73/20. ayetler olmak üzere kırkdokuz ayette kırkdokuz kere geçmiştir.

9. Gafûren Rahimen şeklinde onbeş ayette onbeş kere geçmektedir.  Bunlar,  Nisa: 4/23, 96, 100, 106, 110, 129, 152; Furkân: 25/6, 70; Ahzab: 33/5, 24, 50, 59, 73; Fetih: 48/14. ayetlerdir.

10. Râufun Rahîm, bu şekilde sekiz ayette sekiz defa zikredilmiştir. Bunlar, Bakara: 2/143; Tevbe: 9/117;  Nahl:   16/7,  Neml: 27/47; Hac: 22/65;  Nûr: 24/20; Hadid: 57/9; Haşr: 59/10. ayetlerdir ki son ayette şu şekilde geçmektedir.[559]

"Bunların arkasından gelenler şöyle derler: Rabbimiz! Biz ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kar­deşlerimizi bağışla kalplerimizde, iman edenlere karşı bir kin bırakma. Şüphesiz ki sen çok merha­metlisin." [560]

11. Rahimun Vedûd.

"Rabbinizden bağışlama dileyin; sonra O'na tevbe edin. Muhakkak ki Rabbim çok merhametli­dir, (mü'minleri) çok sevendir."[561]

12. Rabbun Rahim.

"Çok esirgeyen  Rabden  (onlara)  sözle  selam (verilir)." [562]

13. El-Berru'r-Rahim.

"Gerçekten biz bundan önce O'na yalvarıyorduk. Çünkü iyilik eden, esirgeyen ancak O'dur."[563]

14. Rahîmen.

"Ey iman edenler! Karşılıklı rızaya dayanan ti­caret olması hali müstesna, mallarınızı batıl (hak­sız ve haram) yollarla aranızda (alıp vererek) yeme­yiniz. Canlarınızı da öldürmeyin. Doğrusu Allah size karşı çok merhametlidir."[564]

"(Kullarım!) Rabbinizin lutfuna nail olmanız için denizde gemilerinizi yüzdürendir. Doğrusu O, sizin için çok merhametlidir." [565]

"Sizi karanlıktan aydınlığa çıkarmak için üze­rinize rahmetini gönderen O'dur. Melekleri de si­ze istiğfar eder. Allah, mü'minielere karşı çok mer­hametlidir." [566]

Görüldüğü gibi, "er-Rahîm" ism-i şerifi Kur'ân-ı Kerim'de sure sayısı kadar, yani 114 defa geçmekte­dir. [567]

 

Ruhları Eseflere Boğan Acı Bir Duygu:

 

Uzun asırlar Müslüman yaşayan ecdadın bugünkü torunla­rı arasında Müslümanlığı, teşebbüs fikrini öldüren, insanları atâlete ve miskinliğe sürükleyen bir din sananlar türemiştir. Bu telâkki doğru ise, dindar ve Müslüman ecdadımızın o silin­mez izlerini nasıl izah edeceğiz? Yurdumuzu dolduran ve asır­lar boyunca ihmâlin, bakımsızlığın yok edemediği bunca hayr müesseseleri karşısında ne yapacağız? Hele o târih ve ahlâk kitaplarımızı dolduran ve başka milletlerde pek azına rastlanan bunca fazilet menkıbelerine, kahramanlık destanlarına ne di­yeceğiz? Bu iftihar ve gurur verici izler, miskin ve hakir in­sanların mahsûlü olmak kabil midir? Hayır hayır, bunlar, hakîkî birer Müslüman olan, Allah uğrunda yorulmak bilmez, pulat îmânlı, çelik iradeli ecdadımızın izleridir. Fakat ne yazık ki, biz onları bilememişiz, gittikleri yoldan ayrılmışız, miskin sinekler gibi hevâ vü heves tuzaklarına yapışıp kalmı­şızdır. [568]

 

İsm-i Şerife Mazhar Olanlar:

 

Aramızdaki merhametli insanlar, Allahu teâlâ'nın rahmet sıfatına mazhar olmuşlardır (mazhar demek, bir şeyin görün­düğü yer demektir.) Allahu teâlâ'nın merhameti, içimizdeki merhametli insanlardan sezilir. Eğer dünyâda merhametli in­sanlar olmasaydı ve merhamet denilen ma'nâdan ortada hiç bir nişan bulunmasaydı, Allahu teâlâ'nın rahmeti öğrenilmez ve merhamet hakkında hiç bir fikir edinilemezdi.

İnsanlardaki merhamet sıfatı, Allah'ın Rahmet sıfatına benzer mi? Hayır asla benzemez. Allah'ın hiç bir sıfatının benzeri yoktur. O bütün sıfatlarda tektir, eşsizdir, insanlarda­ki merhamet, Allahu teâlâ'nın merhametini bildiren bir iz, bir nişandır. Bir şeyin izi ve nişanı o şeyin ne benzeridir, ne de ondan bir parçadır. Yalnız ona delâlet eden bir gölge veya bir akisdir. Asıl merhamet, Allah'ın merhametidir. Yâni merha­met kelimesinin hakîkî ma'nâsı, Allahu teâlâ ile kâim bulu­nan ma'nâdır. insanlara merhametli denmesi hakikat ma'nâsıyle değil, mecaz ma'nâsı i'tibâriyledir. (Medlulün is­mini dâlle ıtlak kabilinden.) Şu halde Allahu teâlâ'daki mer­hametle insanlardaki merhamet arasındaki münâsebet yalnız kelime benzerliğinden ibarettir. [569]

 

Bu Noktanın Ezâhı:

 

İnsanların hayâtı, kudreti, bilgisi mahdut olduğu gibi merhametleri de mahduttur. Merhametli insanları bir sıraya koymak ve her birinin mevkiini, derecesini tâyin etmek müm­kün olsaydı, bunun için elimizde bulunması lâzım gelen ölçü ne olabilirdi? Şüphesiz bu hasletin kuvveti ve şumûlü... Ha­yırseverlikte en yüksek duygu sahibi, hayır yapmakta en ge­niş kudret sahibi hangisi ise, en ileride bulunacak ve herkesin hattâ haslet ortaklarının bile takdir ve hürmetlerini üstüne toplayacak olan da o olacaktır. Şimdi bu en merhametli farzettiğimiz zâtın merhametini tahlil edelim: -Acaba bu adam ne yapmıştır?

Bir çok hayır müesseseleri meydana getirmiş, hastahâneler, çeşmeler, yollar, köprüler, mektepler... Bir çok kimsesiz çocukları himayesine almış, onları yurda yarar birer mütehas­sıs yetiştirmiş... Bir çok felâketzedelere yardım etmiş, serma­yesizlere sermâye, evsizlere  ev, işsizlere iş bulmuş...

Peki, acaba bunlar ne kadar, bir memleketi doldurur mu dersiniz?

İşin hakikati şudur ki: bu faaliyeti ne kadar geniş kabul edersek edelim, sayısı rakamlara sığmayan yaratılmışlar üze­rinde, tâ ezelden sonu gelmeyen müddetler boyunca tecellî edip duran Allah'ın merhameti karşısında dâima sönük kala­caktır. Sonra insanlar, yaptıkları iyilikten mutlaka kendileri­ne âit bir menfaat ve meselâ ad yapmak, şan ve şöhret kazan­mak veya sevap ve mükâfat dilemek gibi bir hedef, bir gaye gözetir. Dünyâca, âhiretçe her halde bir karşılık beklerler. Çünkü noksanlıkları, ihtiyaç ve aczleri böyle icap ettirmekte­dir. Bu ise cömertlik değil bir çeşit muvazaadır. Hakikî cö­mertlik, minnetsiz, garazsız ve ivazsız olarak yapılan iyiliktir. Buna da insanlar muktedir değildir.

Allahu teâlâ kemâl-i zâtı ile kâmil bulunduğu için, zâtına âit beklediği her hangi bir şey, bir kemâl yoktur. Binaenaleyh O'nun cûd-ü rahmetinin her hangi bir kemâlin istihsâli için olması imkânsızdır. Her türlü ivaz ve garazdan münezzehtir. Mutlak ve hakîkî merhamet edici ancak O'dur. Daha doğrusu merhametli dediğimiz şahısların kendilerini yaradan O olduğu gibi, ellerindeki ni'metleri yaradan da O'dur. O ni'metlerden muhtaçlara vermek üzere gönüllerinde arzu uyandıran da yine O'dur. Bütün bunları sahibine verdikten sonra ortada kalan şey, yalnız hayır sahiplerinin irâdesi, yâni hayrı yapmağa vic­danlarında karar vermiş bulunmalarıdır. Fakat bu da yine Al­lah'ın verdiği serbestliğin bir neticesidir. Şu kadar ki, onlar Allah'ın verdiği bu serbestliği kötüye kullanmayıp iyi niyete sarfetmişlerdir. Mükâfata istihkakları da işte bu yüzdendir. [570]

 

Merhametli İnsanların Yapması Gereken Şeyler:

 

1- Dâima Allâhu teâlâ'ya şükretmeli ki, kendilerini, bu meziyete lâyık görmüştür.

2- Hayırlı işlerde kullanıldığından dolayı kat'iyyen onurlanmamalıdır. Çünkü o imkânı veren ve bu meziyeti yaratan Allah'tır. Eğreti bir vasıfla onurlanmak, olgun insanların ka­bul edeceği bir şey değildir.

3- Kendine bahşedilen bu meziyetten Allah'ın kullarını elinden geldiği kadar faydalandırmağa çalışmalı ve bu uğurda zahmet ve meşakkat görse bile tahammül etmeli ve bunu ya­parken yüreğindeki dileği yalnız Allah'ın rızâsı olmalıdır. O zaman bu uğurdaki çalışmaları bir ibâdet olur da Allah'tan mükâfatını görür, kazancı yalnız dünyâ'da eline geçenden iba­ret kalmaz.

4- Yaptığı iyiliği, iyilik ettiği insanların başına kakma­malı; çünkü bu hal iyiliğin sevabını öldüren çirkin bir iştir. Halbuki Allahu teâlâ eğer başkalarının yardımına muhtaç in­sanlar yaratmasaydı, servet sahipleri, ellerindeki servetleri ile Allah'a yarar bir iş yapmağa fırsat bulamazlardı. Şu halde aramızda bir takım aceze ve fukaranın bulunması da bir nî'mettir. Onlar ücretsiz emanetçidir, kendilerine burada veri­lir, âhirette fazlasıyle alınır. [571]

 

Îyilîk Görenlerin Yapması Gereken Şey­ler:

 

1- Onların yüzünden faydalandıkça kendilerine teşekkür etmeli ve her zaman onları iyilikle anmalı. Çünkü Allah iyi­lik bilenleri sever, nankörlük edenleri sevmez.

2- Yüzünden iyilik gördüm diye onları mabut derecesine çıkarıp da kendilerine tapmamalı, her iyiliğin, her yardımın Allah'tan geldiğini ve mahlûkatın bu hususta nihayet birer vâsıta, birer âlet olduğunu bilerek, asıl iyiliği yaratanla ona vâsıta olanları güzelce ayırt etmeli ve her birinin şanına lâyık bir suretle sevgi ve saygı göstermelidir. [572]

 

Er-Rahmân, Er-Rahîm İsm-i Şerifinin Zevkini Duyanlar:

 

Bu zevki duyan gönüllere yeis ve ümitsizlik giremez. Ne kadar darlık ve ıstırap içine düşerse düşsün, Allâhu teâlâ'nın mutlaka onu selâmete çıkaracağına emindir. Çünkü suret-i kat'iyede bilir ki, O merhametlilerin merhametlisi, kerimle­rin ekremidir. İnsanlar arasında intihar faciasının ümitsizlik­ten, bunun da çok defa Rahman ve Rahîm sıfatlarının sahibi bulunan Allahu teâlâ'ya imansızlıktan ileri geldiğine şüphe yoktur. [573]

 

3. EL-MELİK

 

Görünen ve Görünmeyen Alemlerin Sahibi. [574]

Bütün kâinatın sahibi, bi'l-esale ve mutlak surette hükümdarı. [575]

"EI-Melik", "Mülk" ve Milk" mastarlarından tü­remiş olup, her türlü hükümdarlığın Allah Tealâ'ya ait olduğunu belirtmektedir. Kur'ân'da bu anlamda "mülk" kelimesi kullanılarak Allah'ın dünya ve ahiretin mülküne sahip olduğu belirtilmiştir.

Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü kendisine ait olan Allah ne yücedir! O as­la çocuk edinmemiştir.

O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Ve her şe­yi bir ölçüye göre yaratmıştır. İbda; "örneği yokken bir şeyi ilk kez yaratma ve bilemediğimiz şekilde bir şeyi ortaya koymak" demektir. Bundan dolayı onun hü­kümranlığını akıl kavrayamaz. Buradaki "el-Melik" ke­limesinin manası ancak gerçek hükümran olan Al­lah'ın hakimiyet ve hükümranlığı ile anlaşılabilir. Çün­kü O, her şeyi hiç yoktan yaratmak ve halketmekle her şeyde yegane tasarruf sahibidir, Kur'ân'da ölüm­de ve hakiki hükümdarın daima Allah olduğu gerçeği zihinlere yerleştirilerek her türlü şirke zihinlerin ka­pısının kapatılması hedeflenmiştir.

Gerçek hükümdar her şeye sahip mutlak zen­gindir. Hiçbir şeye muhtaç değildir. Bir başkasına muhtaç olan kimseyi "Melik" diye isimlendirmek doğ­ru değildir. O sınırlı bir hükümdarlık ve mecazi bir manadır.

Bu durum bugün bütün mü'minler için gerçek­ten apaçık ve yevmi kıyamete kadar da bütün mahlukât için şüphesiz bir gerçektir. Nitekim bu Kur'ân'­da:

"O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmaz. Bugün hü­kümranlık kimindir? Kahhar olan tek Allah'ındır."[576]

"Onlar Allah'ı hakkıyla tanıyıp bilemediler. Kıyamet günü bütün yeryüzü Onun tasarrufunda­dır. Gökler O'nun kudret eliyle durulmuş olacaktır. O, müşriklerin ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir." şeklinde belirtilmiştir." [577]

Kur'ân-ı Kerim'de birkaç ayette şu şekilde zik­redilmiştir:

1. "Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. O, Rahmandır, Rahimdir. Din gününün mâlikidir."[578]

2. "Gerçek hükümdar olan Allah,  yücedir..."[579]

3. "Mutlak hakim ve hak olan Allah, çok yüce­dir. O'ndan başka ilah yoktur. O, yüce Arş'ın sa­hibidir."[580]

4. "O, öyle Allah'tır, kendisinden başka hiçbir ilah yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklik­ten münezzehtir, selamet verendir." [581]

5. "Göklerde ve yerde olanların hepsi, mül­kün sahibi, eksiklikten münezzeh, aziz ve hakîm olan Allah'ı tesbih eder." [582]

6. "De ki: İnsanların Rabbine, Melikine (mut­lak sahip ve hakimine) sığınırım." [583]

"Melikinnas" tefsirinde Abdullah İbn-i Ömer Pey­gamberimiz (s.a.v.)'in şöyle dediğini rivayet ediyor:

"Kıyamet günü Allah yeryüzünü kabzeder ve kudre­tiyle göğü katlar, sonra "Ben yegane hükümdarım, yeryüzünün hükümdarları nerede?".der."[584]

"Her şeyin mülkü kendi elinde olan Allah'ın şa­nı ne kadar yücedir! Siz de Ona döneceksiniz." [585]

El-Melekût, büyük, geniş ve mutlak yegane me­lik demektir. "Feület" vezninden gelip hükümranlıkta sonsuzluğu ifade etmektedir.

"Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüce­ler yücesidir. Onun her şeye gücü yeter.”[586]

Arapçada yed (el) kelimesi mecazi manada kud­ret manasında kullanıldığı gibi, el-Melikü, işitilene, görülene, kalplere, ölüme, hayata, yeniden diriltme­ye, şefaate, rahmete, rızık vermeye malik demektir ki, O da Allah'tır. Oysa ki biz yeryüzündeki ve gökyü­zündeki zerre miktarı şeye buna göre malik değiliz.

Bundan dolayı Allah'tan başka mülk sahibi, O'ndan başka melik ve hükümdar yoktur. Hükümran­lıkta hiçbir şey ona ortak değildir.

Yine bu sebepten ötürü Arafat'ta şöyle dua ede­riz:

"Buyur Ey Allah'ım! Buyur ey eşi ve benzeri ol­mayan Allah'ım. Bütün hamd, her türlü nimet, yegane hükümranlık senindir. Senin hiçbir ortak ve benzerin yok," [587]

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Gerçek hükümdar olan Allah yücedir. O'ndan başka tanrı yoktur. O, yüce arşın sahibidir."[588]

"Allah'a karşı gelmekten sakınanlar güçlü hükümdarın huzurunda hak meclisindedirler."[589]

"Ey Muhammed de ki: "Mülkün sahibi Allah'ım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın, dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın; iyilik elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin."[590]

O, mülk sıfatıyla nitelemiştir. Mülk veya milk, azamet, büyüklük, galibiyet, yönetim, yaratma, emretme ve ceza vermede her türlü tasarrufa sahip olmak demektir.

Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O, bütün âlemlerin sahibidir. Hepsi O'nun kulu ve kölesidir. Hepsi O'na mecburdur. [591]

O, gerçek Rabb'tır, gerçek meliktir, gerçek ilahtır. Onları rubûbiyetiyle yaratmış egemenliğiyle onlara galip gelmiş, uluhiyetiyle onları kendisine kul etmiştir. Bu üç kelimenin (Rabb, Melik, İlah) en güzel şekilde ve en güzel bağlamda ifade ettiği şu büyüklüğü ve şu yüceliği düşün: İnsanların Rabbi, insanların Meliki ve insanların İlahı. Bu üç izafet tamlaması, bütün iman esaslarını ve esmâ-i hüsnâ'nın anlamlarını ihtiva eder. Esma-i hüsnâ'nın anlamlarını ihtiva etmesi şu şekildedir. "er-Rabb" Kaadirdir/kudret sahibidir, Haliktır/yaratıcıdır, Bârîdir/yaratıcıdır, Musavvirdir/şekil verendir, el-Hayydir/hayat sahibidir, Kayyumdur/ kendi kendine vâr olandır, Alîmdir/bilendir, Basîrdir/görendir. Semi'dir/işitendir, Muhsindir/iyilik yapandır, Mün'imdir/rızıklandırandır, Cevâddır/cömerttir, Mu'tîdir/verendir, Mâni'dir/engel olandır, Dâr'dır/elem ve zarar verici şeyleri yaratandır. Nâfi'dir/hayır ve menfaat verici şeyleri yaratıcıdır, Mukaddimdir/öne alandır, Muahhırdır/geri koyan, arkaya bırakan, dilediğini saptıran, dilediğini hidayete sevkedendir, dilediğini mutlu eden, dilediğini bedbaht edendir, dilediğini yücelten, dilediğini alçaltandır. Bütün bunlar ve diğerleri O'nun rubûbiyetinin anlamları içinde vardır, bu anlamlar da onları, esmâ-i hüsnâ içinde bulunmaya lâyık kılar.

el-Melik ismine gelince, O emredendir, yasak­layandır, dilediğini yücelten, dilediğini alçaltandır, kullarının işlerinde istediği gibi tasarruf edendir. Onları dilediği şekilde evirip çevirendir. Bu isim de esmâ-i hüsnâ'dan Aziz/güçlü galip, Cebbar/dilediğini zorla yaptırmağa muktedir, Mütekebbir/ her yerde büyüklüğünü gösteren, Hakem/ hükmeden, Adl/adaletli, Hâfıd/indiren, alçaltan, Rafi'/yükselten, Muiz/yücelten, Mûzil/alçaltan, Azîm/ pek azametli, Celîl/ululuk sahibi, Kebîr/pek büyük, Hasîb/hesaba çeken, hesabını bilen, Mecîd/şanı büyük ve yüce, Velî/dost, Müteâli/pek yüce, Mâlikül-Mülk/Mülkün sahibi, Muksıt/herşeyi yerli yerinde yapan, Câmi'/toplayan gibi isimlerin ve Melik'e ait daha başka isimlerin anlamlarını ihtiva eder.

"el-İlâh" ismine gelince bu da bütün kemâl ve yücelik sıfatlarını kendinde toplayan bir isimdir ve esma-i hüsnâ'nın tamamı bu ismin içine girer. Bunun içindir ki "Allah" kelimesinin aslı el-İlâh'tır sözü doğrudur. Nitekim Sibeveyh ve âlimlerin cumhuru/çoğunluğu bu görüştedir. Çok az âlim farklı görüştedir. "Allah" ismi, esma-i hüsnânın ve yüce sıfatların tamamının anlamlarını içinde toplayan bir isimdir. Bu üç isim de esma-i hüsnânın anlamlarının tamamını ihtiva etmektedir. Bu sebeple bunlarla istiazede bulunan/Allah'a sığınan kimse, korunmaya ve sinsi vesvesecilerin vesveselerinden ve ona tasallutundan engellenmeye fazlasıyla lâyıktır.[592]

Sadece Allah Teâlâ bizim Rabbimiz ve Melikimiz olduğuna göre, sıkıntı ve musibet anlarında bizim O'ndan başka sığınağımız ve O'ndan başka mabudumuz yoktur. Artık O'ndan gayrisine dua edilmesine, O'ndan başkasına korku, ümit ve sevgi beslenmesine ve O'ndan başkasına tevekkül edilmesine gerek ve ihtiyaç yoktur. Çünkü senin ümit ve korku beslediğin, dua edip tevekkül ettiğin kimse ya senin mürebbindir/seni terbiye eden, besleyip büyütendir ve senin işlerinin evirip çevirenidir; halbuki senin Rabbin Allah'tır, O'ndan başka rabbin yoktur. Veya sen O'nun gerçekten kulu ve kölesisindir; halbuki insanların gerçek sahibi ve mâliki Allah'tır ve hepsi O'nun kulu ve kölesidir. Veya senin mabudun ve her an muhtaç olduğun ilâhındır. Üstelik senin O'na olan ihtiyacın, hayata ve ruha ihtiyacından daha büyüktür. O, gerçek ilahtır, insanların ilahıdır. Onların O'ndan başka ilâhı yoktur. Onların Rabbi, Meliki ve İlâhı kim ise, O'ndan başkasına sığmamazlar ve O'ndan başkasından yardım isteyemezler. O, onlara kâfidir. O onların yardımcısı ve dostudur. Rubûbiyyeti, egemenliği ve ulûhiyeti ile onların bütün işlerinin idarecisi ve evirip çevireni O'dur. O halde kul, bela, sıkıntı ve musibet anlarında ve düşman saldırılarında Rabbine, malikine ve ilâhına nasıl iltica etmez! [593]

Görüyoruz ki, dünya yüzünde bir çok hükümdarlar var, her hükümdarın bir yurdu, teb'ası, ordusu, idarî teşkilâtı var. Hiç bir hükümdar, yabancı bir kuvvetin yurduna saldırmasına, yurdundan bir parçasını koparmasına veya işlerine karışması­na tahammül edemez ve buna meydan vermemek için bütün kuvvetiyle çalışır. Hükümdar, teb'asıyle yakından ilgilen­mek, onların ahvâline vâkıf olmak, aralarında haklıyı haksı­zı, iyiyi kötüyü, hırsızı doğruyu, zâlimi mazlumu, sâdıkı hâini bilmek ister. Bunun için inzibati kuvvetler, kanunlar, hâkimler, mahkemeler, hapishaneler... gibi bir çok teşkilât vücuda getirmek ve bu teşkilâtı beslemek ve ayakta tutmak için teb'asından vergiler almak mecburiyetindedir. Arazisi ne kadar geniş, teb'ası ne kadar çok, ordusu ne kadar kuvvetli olursa olsun, dünya hükümdarlarından hiç birinin hükümdar­lığı hakikî ve bi'1-esâle değildir. Belki Allahu teâlâ tarafından muvakkaten iktidar mevkiine getirilmiş mecazî ve niyâbî bi­rer memuriyetten ibarettir ve bunlardan her biri hakîkî hü­kümdarı bildiren küçük birer izdir. O izlerden hakîkî hüküm­dar sezilir. Kâinatın ezelî ve ebedî tek hükümdarı ancak Allahu teâlâ'dır. Kâinatda hakîkî ve mutlak olarak hükümdarlık an­cak Allahu teâlâ'nın hakkıdır. Bu sıfatda O'na denk olacak baş­ka bir hükümdar yoktur. Çünkü mülkü yaratan O'dur, bütün mahlûkâtı yoktan var eden O'dur. O'nun mülkünün genişliği­ni, ordularının sayısını yine ancak O bilir. Üzerinde bir çok hükümdarların barındığı arz küresi, bu genişliğin içinde niha­yet bir zerre olmaktan ileri değildir. (Zerre, milyonlarcası bir araya geldiği takdirde ancak görülebilen bir cisimdir) işte bu sonsuz âlemlerde ve bu sayısız mahlûkat üstünde hâkimiyet ve saltanat ancak O'nundur, ancak O'nun irâdesi, hüküm ve ta­sarrufu câridir. Ancak O'nun istediği olur, istemediği olmaz. Fermanını geri döndürecek, hüküm ve kazasını bozacak yok­tur. Her dilediğini dilediği gibi yapar. Dilerse mülk verir, şah yapar, dilerse pâdişâhken indirir atar, dilerse cebreder, dilerse serbestlik verir, dilerse küçültür, dilerse büyültür, dilerse sı­kar, dilerse açar, dilerse yıkar, dilerse yapar, dilerse daha baş­ka âlemler yapar, onlarda da dilediği gibi tasarruf eder. Velha­sıl bu muazzam devletde, bu sonsuz mülk ve saltanatta her şeyin varlığı veya yokluğu O'nun bir tek irâdesine bağlıdır. "Ol" deyince oluverir. "Olma" derse bir lâhzada her şey yoklu­ğa dönüverir. Her şey O'nun kudreti altında makhur, herkes O'nun irâdesine tabî, fermanına, baş eğmeye mecburdur. O'nun müsaadesi olmadan kimin haddine düşmüş ki, O'nun karşısında hükümdarlık da'vâ etsin, O'nun mülküne göz diksin. Hü­kümdarlar teb'asından vergi alır. Allahu teâlâ mahlûkâtından bir şey almaz, her şeyi O verir. O, kâinata muhtaç değil, kâi­nat O'na her lâhza muhtaçtır. Kâinat üzerinde tasarrufu bi'l-istikiâldir. Yardımcıya, vezire, vekîle, vâsıtaya ihtiyacı yok­tur. Bütün dünya hükümdarları bir araya gelseler O'nun irâde­si inzimam etmedikçe hiç bir şey yapamazlar. O pâdişâhlar pâdişâhı, hükümdarlar hükümdârı, dünyâyı bir çalışma yeri, âhireti de hesap günü olarak yaratmıştır. Mahkeme-i kübrâ oradadır, iyiler için cennetler, kötüler için cehennem hazır­lanmıştır. Herkes akıbetini görecektir. O günden ve o mahke­meden kaçıp kurtulacak bir sığınak da yoktur. [594]

 

Kula Gereken Şey:

 

Kendisinin önü, sonu nereye varacağı belirsiz bir serseri değil, Alîm ve Habîr, Rahîm ve Kadir bir hükümdarın hüküm ve tasarrufu altında bulunduğunu ve hayatı boyunca, iyi kötü bütün söylediklerinin, yapıp ettiklerinin, görüp işittikleri­nin kamusunun muntazam kayıtlarla tesbit ve tescil edilmek­te olduğunu ve mahkeme-i kübrâda bütün bu dosyaların ortaya dökülüp hesabı sorulacağını kat'i surette bilerek, giderini ona göre ayarlamaktır. Hele yüksek rnevki'ler, hudutsuz salâhi­yetler çok defa insanı sarhoş eder. Öte taraftan mürâilerin, dal­kavukların uyuşturucu sözleri de insana kendisini düşünmeyi güçleştirir, işte o zaman gurura, hodgâmlığa kayar. Kendisi­ni hiç bir şey değilken âmir yapan, hükümdar yapan, her şey yapan Hâlik-ı zü'1-celâlini ve buyruklarını unutur, isyan eder. Küfrân-ı ni'metde bulunur, gadabına çarpılır ve bir daha da onu kimse kurtaramaz. Dünyanın bir gölge gibi geçici ni'met ve devletleriyle gevşeyip bayılmamalı, o ni'meti vereni düşü­nüp daha ziyâde ayılmalı.O'nu veren Allah'ın almağa da kadir bulunduğunu ve düşmez kalkmaz yalnız Allah'tan başka olma­dığını bilmeli de, kendisinin nihayet muayyen bir zaman için ücretle tutulmuş bir çoban vaziyetinde olduğunu ve idaresi al­andaki koyunların hastasına bakar, geride kalanlarını gözetir­se ücretini almağa hakkı olacağını, böyle yapmazsa mücâzâta çarpılacağını asla unutmamalı. Günün birinde bu muvakkat tasarruf kudreti, müddeti bitip de hakiki sahibine dönünce, bu hakikat anlaşılır. Lâkin onu sonradan değil, önceden anlamak ve ona göre ondan faydalanmak gerektir. [595]

 

4. EL-KUDDÜS

 

Her Eksiklikten Münezzeh. [596]

Hatâdan, gafletten, acizden ve her türlü eksiklikten çok uzak, pek temiz. [597]

"Kuddüs" Allah'ın güzel isimlerinden olup "Kuda" kökünden türetilmiştir. Fu'ül vezninde olan el-Kuddüs temiz ve pak anlamlarına gelmektedir.

"Kuddüs", Allah'ın her türlü eksiklik ve noksan­lıktan münezzeh, pak olması demektir. "Takdis ve tethir" Allah'ı noksanlıklardan tenzih etmek demektir.

"Biz seni hamd ile tesbih eder ve her türlü nok­sanlıklardan tenzih ederiz." [598]

Ebu İshak ez-Zeccac bu konuda şunları söy­lüyor; Nefislerimizi temizleriz. Bunu da sana itaat eden kimselerle yaparız. İlahi emir ve yasakları melek­lere ve peygamberlere ulaştırmakla görevli vahiy meleği Cebrail insanları manevi açıdan temizleyen vahyi getirmesi ve hiç günah işlememesi sebebiyle 'Ruhu'l-Kudüs" diye isimlendirilmiştir, demiştir, [599]

Kuddüs,  Kur'ân-ı Kerim'de iki yerde geçmekte­dir. Bunlar bir (Haşr: 59/23)'de ve diğeri:

"Göklerde ve yerde olanların hepsi mülkün sahi­bi, eksiklikten münezzeh, aziz ve hakim olan Allah'ı teşbih eder."[600] geçmektedir.

Aişe (r.anha) diyor ki:

Resulullah (s.a.v.) rükuda: "Meleklerin ve ruhun Rabbini takdis ve tesbih ederim."derdi. [601]

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"O, öyle Allah'tır ki, kendisinden başka hiç bir tanrı yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, esenlik verendir." [602]

"el-Kuddûs" ve "es-Selâm"ın mânâları birbirine yakındır. el-Kuddûs, "tazim ederek ve yücelterek birisini tenzih etti, ayıplardan ve kusurlardan uzak ve temiz gördü" anlamına gelen "kaddese" fiilinden türetilmiştir. "es-Selâm" ise "selamet" kelimesinden alınmadır. Allah Teâlâ yaratıklardan herhangi birine benzemekten, her türlü eksiklikten ve kemâline aykırı her şeyden salimdir. [603]

O, mukaddestir/pâk  ve temizdir, muazzamdır/büyüktür, her türlü kötülük   ve çirkinlikten   münezzehtir/uzaktır,   yaratıklardan herhangi birine benzemekten, eksiklikten ve kemâline  aykırı  her  şeyden  salimdir.  Allah  şu şekilde tenzih edilir: O her yönden ve her türlü noksanlıktan münezzehtir. O, bir benzerden, denkten,  rakipten, eşten ve  zıddan münezzehtir/uzaktır, temizdir ve bunlara sahip olmaktan çok üstün ve büyüktür. En mükemmel, en muazzam ve en kapsamlı olan sıfatlarından herhangi bir sıfatın eksikliğinden de münezzehtir. O'nun "azamet" ve   "kibriya" sıfatlarına sahip olması her türlü noksanlıktan tam olarak münezzeh oluşundandır. Tenzih/kusurdan  beri görme O'nun gayrisi içindir. Yani O'nun tenzihe ve takdise ihtiyacı yoktur.  Tenzih, kötü zanlardan O'nun kemalini yüceliğini korumak maksadıyla yapılır. Nitekim cahiller O'nun hakkında bir takım kötü zanlara  düşmüşler ve  O'nun  şânına lâyık olmayan şeyler söylemişlerdir. Kul Rabbine sena ederek "Sübhanallah" veya "Tekaddesallah" veya "Teâlâllah" veya benzeri şeyler söylediği zaman O'nun her türlü noksanlıktan sâlim/uzak ve her türlü kemâle/mükemmelliğe sahip olduğunu ifade ederek övmüş olur. [604]

Allahu teâlâ mahlûkâta benzemekten münezzehtir. Allah yaradılmışların zâtlarından, hallerinden, vasıflarından hiç bi­rine benzemez. Meselâ cisimlerin, zahirî hislerimizle bile­bildiğimiz lezzet, renk, koku, soğukluk, sıcaklık, sertlik, yu­muşaklık... gibi bütün hallerinden; dert, tasa, sevinç, korku, hüzün, ızdırap, infial, tagayyür gibi nefsânî keyfiyetlerinden veya her hangi bir şekilden, suretten, miktardan, zamandan, mekândan, tertipten, tecezziden, tenâhîden ve bunlar gibi di­ğer bütün mahlûkatın şânından olan her hangi bir hal ve vasıf­tan, bir şeye benzemekten çok yüksek, çok uzaktır.

Bu ism-i şerîf, temiz ve pâk olmak ma'nâsına Kuds mas­tarından mübalâğa sîgasıdır. Her türlü ayıptan, kirden, pas­tan, lekeden, eksiklikten son derece temiz demektir. Ülûhiyyete mahsus sıfatlardan Muhâlefetün li'I-havâdis sıfatına râci'dir.

İnsan oğlunda bulunan iki türlü sıfat: İnsan oğlunda bir takım haller ve sıfatlar vardır ki, onlar yüzünden sevilir, hür­met edilir. Yine bir takım haller ve sıfatlar da vardır ki, o yüz­den yerilir, nefret edilir. Meselâ halleri ve sıfatları kusurlu ve ayıplı olan, bilgisiz ve âciz insan sevilmez, herkes onlardan uzak kalmak ister. Bâzı insanlar da yaradılışı i'tibâriyle gü­zeldir, sözü sohbeti bellidir, bir şeyler bilir, bir şeyler yapar. Evvelkilere nakıs insanlar, ikincilere mükemmel insanlar de­nirse de, insanların da yine bir çok eksik tarafları bulunur. Mahlûkun kusursuzluğu izafîdir.

Mahlûkat içinde her türlü ayıplardan, kusurlardan tam ve mutlak surette tertemiz bir varlık sahibi bulunması imkânsızdır. Mahlûkun kusursuzluğu, kendi aralarında ve birbirle­rine nisbetle izafî ve mahduttur; bu i'tibarla en kıymetli in­sanlar hiç noksanı bulunmayan değil, pek az noksanı olandır. Böyle insanların fazileti, kemâli daha çok olur ve bunlar, mensup oldukları aileler, memleketler, milletler ve hattâ bazan bütün insanlar için iftihar kaynağı olurlar. Allahu teâlâ, insanlardaki kemâl sıfatlarından da mukad­destir.

İnsanlarda bulunup da nefret ve istikrah edilen sıfatlardan başka, insanların birbirlerine karşı üstünlüğünü ve kıymetini ifâde eden ve insanlar tarafından kemâl sıfatlar diye adlandırı­lan sıfatlardan da Allahu teâlâ münezzehtir. Gerçi bu sıfatların kemâl sıfatlar diye adlandırılması, insanların kendi aralarında ve kendi hallerine göre doğru olabilirse de, Allah teâlâ hakkın­da bunlar hep noksan sıfattır. Meselâ ilim, kudret birer kemâldir, fakat muhakkak surette Allahu teâlâ insanların bildiği gibi bilmekten, insanların yapabildiği kadar yapmaktan çok üstündür. Çünkü O, kayıtsız şartsız her şeyi bilir ve her şeye gücü yeter, işte hakikî kemâl sıfaü budur, insanlar ise bir şeyi bilir, fakat bilmediği nâ-mütenahîdir. Bir şey yapar, fakat is­teyip de yapamadığı nâ-mütenâhîdir. Daha doğrusu Allahu teâlâ'nın müsaade ettiği sınıra kadar bilir ve tâyin ettiği hudu­da kadar yapar. Ondan ilerisi kat'î bir acz... kat'î bir hiçlik­tir. [605]

 

El-Kuddûs İsm-i Şerîfînin Biricik Sâhîbi:

 

El-Kuddûs ism-i şerifinin tek ve eşsiz olarak biricik sahibi, Allahu teâlâ'dır. Her bakımdan mutlak kemâl O'na mahsustur. Allahu teâlâ zâtında, sıfatında, efâlinde, ahkâmında, esmasında her türlü lekeden, eksiklikten uzak ve çok temizdir. O zâtında veya her hangi bir sıfatında veya fiilinde veya hükmünde veya isminde mahlûkundan birine benzemek­ten veya mahlûkâtından biri O'na benzemekten mukaddestir. O'nun zâtı kadîmdir, bakidir, sıfatları kâmildir, ezelîdir. Hiç bir fiilinde maddeye, müddete, yardımcıya ihtiyacı yoktur. Bütün hükümleri hikmetlidir. Kullar içinde baştan başa hayır, menfaat ve inayettir. O'nun isimleri de nâ-mütenâhî kemâlâtını bildirdiği için en yüce, en güzel kelimelerdir.

İnsanların zâtları, sıfatları, fiilleri, hükümleri, isimleri hep ayıplı ve kusurludur. Bir kere varlıkları mahduttur. Halle­ri, sıfatları da mahduttur, işleri ıvazlı ve garazlıdır. Hükümle­rinin doğrusu olduğu gibi hatalısı da çoktur, insanlara müte­allik ma'nâlar ifâde eden, isimlerin ve kelimelerin de nihayet taşıdıkları ma'nâlardan fazla bir güzelliği olamaz. [606]

 

El-Melik İsm-i Şerifinden Sonra El-Kuddûs İsm-i Şerifi:

 

Allahu teâlâ'nın bütün varlığa hâkim bir saltanat sahibi bulunduğunu bildiren El-Melik ism-i şerifinden sonra El-Kuddûs ism-i şerifinin getirilmesi, fikirleri yanlış yollara sapmaktan koruduğu için ne kadar uygun düşmüştür. Evet, ni­ce insanlar var ki, Allahu teâlâ'yı hakkıyle bilmediklerinden, O'nu kendi aralarındaki hükümdarlara benzetiyorlar, O'nun -hâşâ- Arş üzerinde ikâmetgâhı olduğunu ve mahlûkatı içinden bir takım şahısları seçerek onlara tasarruf salâhiyeti verdiğini ve onların eliyle ahkâmını yürüttüğünü ve güya onların vere­ceği raporlarla işlere muttali olacağını ve daha bunun gibi ülûhiyyet şânına uymayan bâtıl zanlara düşüyorlar. Bütün bunlar düzeltilmesi vacip bozuk akidelerdir ve bu bozuk aki­deler yüzünden insanların başına gelmedik belâ kalmamıştır. Allahu teâlâ, cisim sahipleri gibi bir yerde oturmaktan, bir yerde bulunmaktan, bir işi başkasına gördürmekten... münez­zehtir. O'nun her zerreye yakınlığı birdir. Her şeyi ilmiyle, kudretiyle kuşatmıştır, ikâmetgâh, zaman, mekân mefhumları yaradılmışlarla beraber doğmuştur. Bu varlık yokken zaman ve mekân da yoktu, fakat Allahu teâlâ vardı. [607]

 

Kula Gereken Şey:

 

Allahu teâlâ'yı üstün güzelliklerle yâni kendine mahsus vasıflarla öğmek ve O'na noksan vasıflar isnat etmekten sa­kınmaktır. Birincisi takdis, ikincisi tesbih'dir. Yâni Allahu teâlâ'ya kendine mahsus kemâl sıfatlarıyle hamd-ü sena etmek takdis; O'nu herhangi bir lekeden, herhangi bir yaraşıksızlıktan tenzih etmek tesbihtir.

İ'tikâdını, ibâdetini, kalbini lekeden ve çirkinlikten te­mizlemeğe çalışmaktır.

İ'tikât Temizliği: Şüphe ve tereddütten uzak olma­sı, inanışın yakîne dayanmasıyle olur. Onun için i'tikâda ait herhangi bir mes'elede tereddüt duyulunca hemen o noktayı kat'î bir kanâat hâline getirinceye kadar çalışmak ve ihtisas sahiplerinden soruşturmak icâbeder. Çünkü i'tikât mes'elesi bir küldür, tecezzî kabul etmez. Herhangi bir unsurunda mütereddid bulunmak, bütün i'tikâdı sarsar.

İbâdet Temizliği: İhlâs ile olur. Mâlî olsun, bedenî olsun, her türlü ibâdet yalnız Allah için yapılır. Âbid'in gayesi ancak Allah'ın rızâsına ermektir. Bu gaye gönülde başka maksatlara, başka mülâhazalara yer vermeyecek kadar kuvvet­li ve şümûllü olmalıdır. Eğer ibâdetlerde Rızâu'llah ile bera­ber başka maksatlar da güdülürse, o ibâdette ihlâs kalmaz; ka­rışık ve katkılı olur. İbâdette şirk işte budur. Bu da insan için bir yüz karası, tevbesiz afvedilmeyen bir suçtur.

Kalb Temizliği: Oradan kötü huyları atmakla olur. Kalbler Allahu teâlâ'nın dâima bakıp durduğu yerlerdir. O'nun için gayet temiz tutulmalıdır. Maddî bir temsil ile, kötü huy­lar, kalb sahasında yer yer yığılmış müteaffîn çöplükler, pislîkler, bataklıklar, ayrık kökleri, yabanî dikenler gibidir, iyi huy kazanmak da bunları temizleyip tesviye turâbiyesini yapmak, muntazam taksimatlı çiçeklikler ve güzel çiçeklerle kalb sahasını temiz bir park hâline getirmektir. [608]

 

5. ES-SELÂM

 

Esenlik Veren. [609]

Her çeşit arıza ve hâdiselerden salim kalan, -her türlü tehlikelerden kullarını selâmete çıkaran- Cennet'deki bahtiyar kullarına selâm eden. [610]

"O, öyle Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilah yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten mü­nezzehtir, selamet verendir." [611]

Es-Selâm; lügatta selâmet ve emniyet manaları­na gelmektedir. Selâm; "kendisi bizatihi var olan bir esenlik demek değil, Allah (c.c.)'dan sâdır olan bir esenlik" demektir. Allah'ın selâmı, esenlik vermesi, hiçbir şekilde mal ve çocuğun fayda vermediği ancak kendisine kalbi selim ile gelindiğinde faydalanacağı günde dünya ve ahiret esenlik mükafatı demektir. Genel bir ifadeyle "her türlü selametin menbaı ve mastarı, kendisi ayıptan kusurdan eksiklikten, fena ve zevalden, hasılı her türlü muhataradan salim ol­duğu gibi, kendisinden selamet umulan ve esenlik arayanları selamete erdirecek olan" [612] demektir.

"Biz de İslâm Peygamberi Muhammed (s.a.v.)'e selâtü selâm gönderiyor ve Rabbimizden esenlik dili­yoruz.

Resulullah (s.a.v) namazdan ayrılmak istediği za­man üç kere istiğfarda bulunur, sonra da:

"Allah'ım! Selâm olan sensin ve esenlik de sende­ndir. Sen Celâl ve ikram sahibi yücesin." diye dua ederdi. [613]

Îbnü'l-Kayyim (Allah rahmet etsin) "es-Selâm" ismi hakkında şunları demiştir:

Allah Teâlâ, her türlü ayıp ve noksanliktan salim olduğu için, bu isimle isimlendirilen herkesten daha çok "es-Selâm" İsmine müstehaktır. Her bakımdan gerçek "Selâm" O'dur. Mahlûkat, izâfî/göreceli olarak selâm'dır. [614]O, zâtında, akla hayale gelebilecek her türlü ayıptan ve noksandan salimdir; sıfatlarında her türlü ayıptan ve noksanlıktan salimdir; fiillerinde her türlü ayıptan, noksanlıktan, şerden, zulümden ve hikmet dışı vâki olacak davranıştan salimdir. Bilakis O, her yönden ve her bakımdan hakikî "es-Selâm"dır. O, bu isim kendisine verilenlerin hepsinden daha çok bu isme müstehaktır. İşte bu, O'nun kendisini tenzih etmesinin ve peygamberinin O'nu tenzih etmesinin gerçek şeklidir. O, arkadaştan, evlattan beridir; benzerden, denkten, rakipten ve benzerlikten berîdir; ortaktan biridir. Bu sebeple O'nun sıfatlarını tek tek incelediğin zaman her bir sıfatın kemâline aykırı olan şeylerden salim olduğunu görürsün. O'nun hayatı ölümden, uyku ve uyuklamadan; kendi kendine var oluşu ve kudreti yorgunluktan ve bitkinlikten; ilmi kendisinden bir şeyin gizli kalmasından veya unutkanlıktan veya düşünme veya hatırlama ihtiyacından; iradesi hikmet ve maslahat dışına çıkmaktan; sözleri yalan ve haksızlıktan berîdir/uzaktır. Bilakis O'nun sözleri tamamen doğruluk ve adalettir. Zenginliği  herhangi  bir şekilde   başkasına   muhtaç olmaktan uzaktır. Bilakis O'nun dışındaki her şey O'na muhtaçtır ve O her şeyden müstağnidir.    Egemenliğinde çekişecek birisinden, ortaktan, yardımcıdan, destekçiden veya O'nun katında O'ndan izinsiz şefaate yeltenecek şefaatçiden beridir. İlahlığında ortaktan beridir.  Bilakis O öyle bir Allah'tır ki kendisinden başka hiç bir ilah yoktur. O'nun hilmi, affı, müsamahası, mağfireti ve cezası herhangi bir ihtiyaçtan, zilletten veya başkalarında olduğu gibi herhagi bir yapmaçıklıktan uzaktır. Bilakis hepsi keremi ve ihsanındandır. Aynı şekilde O'nun azabı, intikamı, şiddetle yakalayışı, süratle cezalandırması, zulümden, kinden, düşmanlık ve kabalıktan uzaktır. Bilakis tamamen hikmet, adalet ve herşeyi yerli yerine koymasından dolayıdır. O'nun  ihsanı,  sevabı ve  nimeti  övülmeye  lâyık olduğu gibi azabı ve cezası da övülmeye lâyıktır. Eğer sevabı ve mükafaatı azabın ve cezanın yerine koymuş olsaydı bu O'nun hikmetine ve izzetine aykırı olurdu.  Cezayı yerinde uygulamış  olması O'nun adaleti, hikmeti   ve izzetindendir. O, kendisini tanımayan düşmanlarının zannettikleri hikmetine muhalif şeylerden beridir.

O'nun kazası ve kaderi abesten, zulüm ve haksızlıktan ve sonsuz hikmetine aykırı bir şekilde vukubulma vehminden uzaktır. O'nun şeriatı ve dini çelişkiden, farklılıktan, bozukluktan ve kulların maslahatına aykırılıktan, Allah'ın kullarına rahmetine ve ihsanına aykırılıktan ve hikmetine aykırılıktan uzaktır. Bilakis O'nun şeriatının tamamı hikmet, rahmet, maslahat ve adalettir. O'nun verdiği nimetler herhagi bir karşılıktan veya nimet verdiği kimselere muhtaç olmaktan beridir, O'nun nimeti vermemesi ve kısması da cimrilikten veya fakirlik korkusundan dolayı değildir. Bilakis O'nun vermesi bir karşılık ve ihtiyaç sebebiyle değil, sırf ihsanıdır. Vermemesi de acizliği veya cimriliğinden değil sırf hikmeti ve adaletindendir.

O'nun arşını istiva etmesi, kendisini taşıyacak veya üzerinde yükseleceği herhangi bir şeye muhtaç olmaktan beridir. Bilakis arş da O'na muhtaçtır, arşı taşıyan melekler de O'na muhtaçtır. O, arştan da arşı taşıyan meleklerden de ve başka şeylerden de müstağnidir. Bu istiva, herhangi bir sınırlamadan, arşa veya başka birşeye ihtiyaç veya Hak Teâlâyı bir şeyin kuşatması şaibesinden uzaktır. Bilakis Allah Teâlâ var iken arş mevcut değildi ve ona muhtaç da değildi. O, her şeyden müstağnidir ve övülmüştür. O'nun arşını istiva etmesi ve yaratıklarını emrinde tutması, herhangi bir şekilde arşa veya başka bir şeye muhtaç olmaksızın O'nun egemenliğinin ve galibiyetinin bir gereğidir.

O'nun her gece rahmetiyle dünya göğüne inmesi, O'nun ululuğuna ve her şeyden müstağni oluşuna zıt gelecek durumlardan münezzehtir. O'nun kemali, muattılenin ve müşebbihenin [615] vehimlerinden uzaktır. O, bir şeyin altında olmaktan veya bir şeyde mahsur kalmaktan münezzehtir. Rabbimiz Teâlâ, kemaline zıt gelen her şeyden yücedir ve uzaktır.

O'nun işitmesi, görmesi ve zenginliği müşebbihenin hayal ettiği ve muattılenin uydurduğu şeylerden uzaktır. Dostlarıyla dostluğu, mahlûkatın birbiriyle dostluğunda olduğu gibi herhangi bir mecburiyetten dolayı değil rahmetinden, lütuf ve ihsanından dolayıdır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur:

"Çocuk edinmeyen, hâkimiyette ortağı bulunmayan, acizlikten ötürü bir dosta ihtiyacı olmayan Allah'a hamdederim, de." [616]

Allah dost edinmeyi mutlak mânâda reddetmiyor, bilakis acizlik sebebiyle dost edinmeyi reddediyor.

Aynı şekilde O'nun dostlarına ve sevdiklerine olan sevgisi, mahlûkatın aralarındaki sevgilerde olduğu gibi ihtiyaçtan, yapmacılıktan ve menfaatten uzaktır. Ayrıca bu konuda muattılenin uydurduğu şeyleden de uzaktır.

O, kimi ayetlerinde kendisine nisbet ettiği el ve yüz gibi şeylerde de müşebbihenin zanlarından ve muattılenin uydurmalarından beridir.

Şimdi düşün, O'nun es-Selâm ismi, bütün bu noksanlıklardan ve ayıplardan tenzih edilişini nasıl ihtiva ediyor. Nice kimseler bu ismin ihtiva ettiği mânâ ve sırları tam olarak kavrayamamışlardır. Allah, kendisinden yardım istenilecek olandır. [617]

İsm-i şerif mastardır. Dertten, belâdan, ayıbtan, kusurdan berî olmak ma'nâsınadır. Esas i'tibâriyle mastarlardan isim olmaz. Fakat mübalâğa ma'nâsı gözetilerek mastarlardan isim yapıldığı vardır. Şu halde ma'nâ: Her türlü noksandan, ayıp­tan, âfât ve belâlardan son derece salim ve münezzeh bulunan demek olur. Bu ifadeye göre bu ism-i şerîf de EI-Kuddûs ism-i şerifine yakın bir ma'nâ bildirmekte ise de, bu daha ziyade is­tikbâle aittir.

Yâni Allahu teâlâ'nın gerek zâtı, gerek sıfatı ileride en ufak bir tagayyüre, bir değişikliğe uğramaktan münezzehtir. O, ezelde nasılsa, ebedde de öyledir. O, asla yok olmaz, ilmi gevşemez, kudreti kesilmez, mülkü elinden çıkmaz...Bu sıfat da ancak Allahu teâlâ'ya mahsustur. Ondan başka salim kalacak yoktur. Mahlûk varken yok olur, sultanken kul olur, bilirken câhil, muktedirken hiç olur. Hiç bir varlığa ina­nılmaz, hiç kimseye güvenilmez; bir anda hepsi yalan oluve­rir. [618]

 

Bu Ma'naya Göre Kul İçin Gereken Şey

 

Her işinde fânilere değil, yalnız Allahu teâlâ'ya dayanıp güvenmektir. Çünkü yıkılmayacak ve her türlü afat ve belâdan salim kalacak olan yalnız O'dur. Fânilere bağlananlar hayal sükûtuna uğrayarak sonunda ağlayanlardır. "Ağaca dayanma kurur, insana güvenme ölür" diyen dedelerimiz bu hakikati ne güzel ifâde etmişlerdir. [619]

 

İsm-i Şerifin Başka Bir Ma'nâsı:

 

Es-Selâm ism-i şerifi, gerek dünyâda, gerek âhirette, teh­like içine düşen kullarını, isterse selâmete çıkaran diye de tef­sir edilmiştir. Öyle ya, her türlü selâmetin sahibi ancak O ol­duğu gibi, istediğini selâmete erdirecek plan da ancak O'dur. [620]

 

Bu Ma'naya Göre Kula Gereken Şey:

 

Selâmeti yalnız O'ndan bilmek ve yalnız O'na teşekkür et­mektir. Allahu teâlâ her türlü tehlikenin selâmet yollarını ve sebeplerini yaratmıştır, tanzim ve tertip etmiştir. Fakat bu sebepler nihayet bir halâs vasıtasıdır. Şu halde tehlikeden selâmete çıkanın, vâsıtaya değil, o vâsıtayı yaratıp sevkedene teşekkür etmesi icâbeder. Gerçi vâsıtaya da teşekkür edilir ama, Allah'a ortak gibi değil, iyi bir işe vâsıta olduğu için. Söz temsili, Allah'ın yaradıp kuluna ilham ettiği selâmet se­bepleri, denize düşüp de dalgalar arasında bocalayan bir zaval­lıya atılan (tahlisiye simidine) benzer. O simidi tutarak selâ­mete çıkan felâketzedeye bu selâmeti veren simit midir, yoksa o simidi ona atan mıdır? [621]

 

Felâket Ve Buhranlı Dakikalarda Dîn Ve Îmân Kuvveti:

 

Hayatta bâzan öyle hâdiseler olur ki, bu hâdiseler karşı­sında insan, müthiş bir fırtınaya tutulmuş vapur gibi, ıztırap dalgaları arasında çalkalanır durur. Vapurun kaptanı olduğu gibi, vücûdun kaptanı da akıl ve ilimdir. Fakat onu destekliyecek olan kuvvet de İmandır. İman muvâzene temin eder. Muvâzene de selâmete çıkaracak bir sebep olur. İman yoksa muvâzene de yok.. Muvâzene olmayınca selâmete çıkar bir yol da yok demektir.

Faraza denizin ortasında azgın dalgalar arasında teknesi battı, batıyor vaziyetine düşen kaptanın orada biricik dayanıp güveneceği kuvvet, kalbindeki Allahu teâlâ'ya olan îmânıdır. O bilir ki, her türlü selâmetin biricik sahibi, yaradanı, bağışlıyanı yalnız Allah'tır ve inanmıştır ki, Allahu teâlâ merha­metlidir, kudretlidir, bütün işleri hikmetlidir. Artık o, Al­lah'ın hükmüne ve kendi hakkındaki emr-ü fermanına razıdır. Allah'ın yardımından ve merhametinden asla ümidini kesmez. Kalbinin bir tarafında korku varsa, öte tarafında da ümit bulu­nur. Korku ile ümitten meydana gelen muvâzene içinde yeise kapılmaz, izini şaşırmaz, ma'nâsız telâşlarla vahameti arttırmaz. Bilâkis soğuk kanlılığını muhafaza eder, vaziyete göre tedbir alır, kumanda verir, ondan ötesini Allah'a birakır. Onun yaradıp sevkedeceği fırsatları gözetir ve her fırsattan sükûnet­le faydalanarak, böylece selâmet sahiline çıkar. Fakat bu inan­cı ve bu kuvveti bulamayan kalblerde yalnız korku hâkimdir. Müthiş bir yeis, bütün kalbi kaplamıştır. Orada hiç bir ışık, hiç bir ümit yoktur. İşte bu yeis hâli, daha büyük felâketlere yol açabilir. Her zaman görüp ve işitip duruyoruz ki, muvâze­nesini kaybederek kendisini fazla yeis ve ıztıraba kaptıranlar­ da hemen barut gibi ateş almak, olura olmaza hiddetlenmek, düşünmeden her şeye saldırmak gibi gayri tabiî ve mazarratlı haller görülür. Onun için kalpleri perişan, fikirleri kararsız­dır. Çâredir diye asılsız şeyler araştırır, tedbirdir diye yanlış şeylere baş vurur. Halbuki böyle yapmak zâten mevcut olan mazarrata daha başka mazarratlar eklemekten, durumu bütün bütün kötüleştirmekten başka bir şeye yaramaz. Bu cihetten bu gibi hallerde muvazeneli bulunmak Allah'ın büyük ni'metidir. Çünkü muvazenesizliğin neticesi - Allah'a sığındık - ya intihar.... ya tecennün.. işte bu da bu surette helak girdapları­na batar gider. Şayet kurtulmaları mukadder değilse, imanlısı da, imansızı da dalgalar veya ızdıraplı hâdiseler arasında boğu­lur gider. Bunlar, görünüşe göre hayatlarının sonucu i'tibariyle birleşmiş gibi olsalar da, ölümden sonra görecekleri mua­mele ayrıdır.

Allahu teâlâ buyurmuştur ki:

"Kullarımdan bir kuluma bedeni, yahut malı, yahut evlâdı yüzünden bir musibet verirsem, o da bunu sabr-ı cemil ile karşılarsa, kıyamet günü kendisi için mizan kurmaktan yahut defter-i a'mâlini aç­maktan haya ederim." [622]

İşte îmân sahibi, sabr-ı cemîli sebebiyle Hak'kın o büyük mükâfatına erecektir. Sabr-ı cemîl ne demektir? insanın mukadderatı içinde hoşuna giden hâdiseler olduğu gibi, hoşlanmadığı hâdiseler de olur. Bunların hepsi de Allah'ın hükmü, emr-ü fermanı neti­cesidir. Hoşlanmadığı hâdiseleri de hoşuna giden hâdiseler gi­bi karşılayabilmek sabr-ı cemildir. Bunun izahı, öfkelenme­mek, yeise dalmamak, önüne gelene hâlinden şikâyet etme­mek, hele ağzından Allah'ın hükmüne i'tiraz yollu bir söz kaçırmamaktır. İşte tam bir olgunluk nişaneleri...

Sevgili okuyucu! Her zaman için ve bilhassa hayâtın kor­kunç safhalarında din ve İmân kadar kalbe metanet veren bir kuvvet yoktur.

İflâs haline gelmiş namuslu bir tüccar, ıssız ve tehlikeli çöllerde kalmış veya dağlarda yolunu, izini kaybetmiş bir yolcu ve daha bunlara benzer hallerde hep ayni hâlet-i ruhiye ve aynı akıbet. [623]

 

Yîne Bu İsm-i Şerîfîn Tefsîrî Olmak Üzere:

 

Cennetteki bahtiyar kullarına selâm eden, denmiştir.

Yâ-sîn Sûresinde                             

"Selâmün kavlen min Rabbi'r-Rahîm" büyurulmuştur.

Meâl-i Şerîfi: Ehl-i cennete, Rahîm olan Rab'dan doğru­dan doğruya söylenme bir selâm da vardır. Bu âyetteki Er-Rahîm ism-i şerîfi, sonunda mü'minleri rahmetiyle muratla­rına erdirecek demek ma'nâsınadır.

Bu günahkâr kullarını da cemâlini gören, selâmını duyan o bahtiyarlar sırasına katıver; ey lütuf ve kerem sahibi Allah'ım! [624]

 

6. EL-MÜ'MİN

 

Güven veren, [625] güvenilen,  korkudan  emin  kılan peygamberlerini mucizelerle tasdik ve teyit eden,[626] gönüllerde imân ışığı uyandıran, kendine sığınanlara aman verip onları koruyan, rahatlandıran, [627]

"Melekler ve ilim sahipleri de (bunu ikrar et­mişlerdir. Evet) mutlak güç ve hikmet sahibi Allah'­tan, başka ilah yoktur." [628]

Mahlukatın şehadetinden önce birliğine bizatihi şehadet eden Allah'ı her türlü noksanlıklardan tenzih ederiz. Arapçada "iman" tasdik etmek demektir. Allah Celle Celâlühü kendi varılığını tasdik eden mü'mindir. Söz bakımından Allah'tan başka daha doğru kim­se yoktur.

Mü'min; arapçada korku ve endişeden emin ol­mak, güvenmek, doğrulamak, tasdik etmek, bir şeye inanma demektir. İman, şüphe ve tereddütleri kal­dırmak isteyenlere, korku içinde olanlara emniyet ve­ren, güven verendir.

Bize güven ve esenlik veren ancak kendi yanın­da güven duyulan mü'min Allah'ı her türlü noksan­lıklardan tenzih ederiz.

Allah'ın bu güzel ismi En'âm sûresinde şu şekil­de geçmektedir.

"Kavmi onunla tartışmaya girişti. Onlara de­di ki:

Beni doğru yola iletmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Ancak, Rabbim'in bir şeyi dilemesi hariç. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır."[629]

"Siz, Allah'ın size haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri Ona ortak koşmaktan kork­mazken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden na­sıl korkarım! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki grup­tan hangisi güvende olmaya daha layıktır." [630]

"İnanıp ta imanlarına herhangi bir haksızlık bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır." [631]

Allah Teâlâ kendisini kemal sıfatlarla, güzellik ve yücelikle sena edip övendir. O, peygamberlerini  gönderip, ayet ve delillerle, kitaplarını indirendir. Peygamberlerini de onların doğruluğuna ve getirdikleri mesajın sıhhatine delalet eden her türlü mucize. ve burhan ile destekleyip tasdik etmiştir. [632]

Allahu teâlâ, kalplere îmân bağışlıyarak, oralardan şekleri, tereddütleri kaldırmıştır- Kendine sığınanlara aman verip korumuş, emniyetle rahatlandırmıştır. Bunların hiçbirini Allah'dan başka yapacak yoktur. İmân Allah'ın en büyük ni'metlerinden biridir. Eğer Allah bir kuluna îmân nasip etmemişse, onu hiç kimse îmâna getiremez, binaenaleyh îmân sahibi bir kul dâima:

El-Hamdüli'llâhi alâ dîni'l-İslâmi ve alâ tevfîkı'l-îmâni ve alâ hidâyeti'r-Rahmân" diye bu büyük bahşişten dolayı Allahu teâlâ'ya hamd-ü sena etmelidir. Kendisinin îmân sahibi olmasına sebep olanlara da saygı gösterilmesi, iyilik bilirlik olması i'tibariyle Allah'ın sevdiği bir hareket­tir.

Allahu teâlâ'nın ni'metlerinden biri de emniyet'dir. İnsan, malı, canı, ırz ve namusu için her saat korku ve endişe içinde kalsaydı, bu ne büyük azap olurdu. Yüreklerimizde böyle bir korku taşımıyor, bilakis rahatlık ve iç ferahlığı içinde yaşıyorsak, bunun El-Mü'min ism-î şerifinin tecelliyâtından olduğuna şüphe yoktur. Binâenaleyh emniyet ve asayişin te'mini için çalışan her şahıs ve bu uğurda kullanıla­cak her çeşit silâh ve âlât, hep bu ism-i şerîfin mazharıdır. Yâni aynasıdır, sebepleri ve vâsıtalarıdır.

Bir de insanın dâima kötülüğüne ve zararına çalışan ve hiç bir zaman onun mes'ut olduğunu istemeyen düşmanlar vardır. Bunların içinde en azılısı ve en merhametsizi ve kendisiyle sa­vaşmak en güç olanı şeytandır. Haydutlar, zâlimler, iftiracı­lar, hasetçiler ondan sonra gelir. Bir insan, şöyle söz alışkan­lığı neticesi değil de, idrak ve şuurla "Bütün bunların şer­rinden Allah'a sığındım" dediği zaman, Allah onu reddet­mez. Çünkü Allah'ın isimlerinden biri de el-mü'min'dir ve bunun bir ma'nâsı da, kendine iltica edenlere aman vermesi, onları hususî himayesine almasıdır. Şerlilerin şerrinden dâima Allah'a sığınırız. [633]

 

Kula Gereken Şey:

 

Etrafındakilerin emniyetini kazanmak ve îmânını bütün­leştirmeye çalışmaktır. Dünya ve âhiret selâmet ve saadetinin biricik âmili olan îmânın bütünlüğü hakkında şu satırları yazmadan geçemedik: [634]

 

Îmânın Bütünlüğü:

 

Bir şeye inanmanın üç mertebesi vardır. Bu mertebelerin üçü ile birden îmânı benimsemek, onun bütünlüğünü ve par­laklığını gösterir. Bu mertebeler şunlardır:

1- Kalb ile tasdik: Peygamberimiz Efendimiz'in (salla'llâhu aleyhi ve sellem) Allah tarafından getirip haber verdiği şeylerin doğruluğunu gönlünden kat'î surette teslim et­mek.

2- Dil ile tasdik: Gönlünden doğruluğuna inandığı bir şe­yi başkalarına karşı, evet Peygamberimiz Efendimiz'in Allah tarafından getirip haber verdiği şeylerin hepsi de gerçektir ve ben buna sûret-i kat'iyede inanmış bulunuyorum diye söyle­mektir.

3- İş ile tasdik: İnandığı şeyin icâbına göre yürümektir. Farzları yapmak, haramlardan sakınmak gibi.

Kalb ile tasdik esastır. Hiç bir surette bırakılamaz. Allah saklasın, gönüllerden bu tasdik gidince küfür tahakkuk eder ve o zaman dil ile, iş ile yapılan tasdik de para etmez. Kalbten tasdiki olmadığı halde sâde dili ile tasdik edene münafık; sâde­ce işi ile tasdik edene mürâi denir. Dil ile tasdik, dilsizlik ve­ya cebir ve tazyik karşısında kalmak gibi mazeretle söylenmeyip bırakılabilir. Kalbde esas baki kaldıkça küfür olmaz. An­cak ortada hiç bir mâni yokken tasdik ve îmânını yalnız kal­binde saklayıp da kimseye bildirmemek, insanlar nazarında kendisinin îmânsız bir şahıs telâkki edilmesine sebep olur. Üçüncüsü, yâni giderini inancına uydurmak, îmândan bekle­nen semereler ve neticelerdir. Maddî bir temsille bunun izahı: İmân bir meyva ağacına benzer. Kalb ile tasdik, bu ağacın top­rak altındaki kökleridir. Dil ile tasdik, ağacın gövdesidir. Îş ile tasdik de, dalları, yaprakları, çiçekleri ve meyvalarıdır. Yerin altında kuvvetli kökleri bulunmayan bir ağaç sahtedir, meyva yapmaz. Kısa bir zamanda kurur ve çürür. Münafıklarla mürâîlerin taşıdıkları îmânın kıymeti budur. Ağaçtan mak­sat, meyvası olduğu gibi, imandan maksat da dürüst i'tikat, temiz kalb, güzel iş, yüksek ahlâktır. [635]

 

7. EL-MÜHEYMİN

 

Kainatın bütün işlerini gözetip, yöneten, [636] gözetici ve koruyucu. [637]

Allah, ilmiyle herşeyi düzenleyip, gözeten ve yö­netendir. Kudretinin kemaliyle de herşeye gücü ye­tendir. Müheymin, "herşeyi gözeten ve yöneten, kai­natın bütün işlerini düzenleyen, insanları murakabe eden, hükümdarlığı ile herşeyi hükmü altına alan, herşeyi koruyan, gözeten" demektir.

Cenab-ı Hak, mahlukâtının bütün işlerini çekip çevirmek, onu rızıklandırmak ve ecellerini tayin et­mek suretiyle onlar üzerinde yegane otorite sahibidir. Müheymin'in bir diğer manası Allah'ın mahlukâtının fiillerine muttali olup şahit olması" demektir. Nitekim Cenab-ı Hak bununla ilgili olarak:

"Sana da, daha önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere hak olarak Kitab'ı (Kur’an’ı) gönderdik."[638] buyurmuştur.

Ayette geçen "Müheyminen aleyhi" daha önceki kitapları gözetmek, onların hak olduğunu ikrar et­mek, yanlışı da ortaya çıkarmak demektir.

Dilciler, "el-Müheymene": Bir şey üzerine kaim olma, onu gözetme, "el-Müheymin"; "Eşya ve varlıklar üzerinde emin, her türlü korkudan, başkalarından emin olan kimse için kullanılır" demektedir. Ayrıca "Müheymin" kendisinin birliğine şahit olan" manasın­da da kullanılır, denmiştir.

Müfessirler ise "Müheymin", emin, "güvenilir manasındadır" demişlerdir. Ebu Süleyman, bunun as­lının "Mü'min" iken hemze "ha"ya çevrilmiştir, çünkü "ha" okunması kolay ve hemzeden daha hafiftir ve "museytırun" vezninde gelmiştir, demişlerdir.

İbn-i Abbas (r.a.): Ayette geçen "Müheyminen aleyhi", "mü'teminen aleyhi" olup el-Müheymin, gü­venilir demektir. Zira Kur'ân, kendisinden önceki ki­taplara göre güvenilir bir kitaptır" demiştir.

Mücahid; ayetteki "Müheyminen aleyhi"yi, Kur'ân kendinden önceki kitaplara şahittir", şeklinde yorum­lamıştır.

Ebu Süleyman ise, Allah (cc), Müheymin'dir. Ya­ni Cenab-ı Hak mahlukatının söz ve fiillerine şahittir demiştir. Nitekim Cenab-ı Hak bununla ilgili şöyle buyurmaktadır:

"Ne zaman sen bir işte bulunsan, ne zaman Kur'ân'dan bir şey okusan ve siz ne zaman bir iş yaparsanız, O işe daldığınız zaman biz mutlaka üstünüzde şahidizdir." [639]

Ayetteki, el-İfada, "bir şeyi kuvvetle akıtmak, at­mak yani bunu süratle yapmak" anlamındadır. Aye­tin diğer kısmında:

"... Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak (ve gizli) kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki apaçık kitapta (levh-i mahfuz'da) bulunmasın." [640]

Yerde ve gökte zerre kadar hiçbir şeyin kendi­sinden gizli kalmadığı, kainatın bütün işlerini düzen­leyen gözeten ve yöneten, insanları murakabe eden Allah (c.c.) bütün noksanlıklardan, münezzehtir.

"Müheymin" ismi Kur'ân'da bir kere zikredilmiş­tir. [641]

Olayların arka planını ve işlerin gizli yönlerini bilen, kalblerin sakladığı şeylerden haberdar olan ve ilmiyle herşeyi kuşatan demektir. el-Bagavî der ki: el-Müheymin, kulların yaptığı herşeyi müşahede edendir. İbnu Abbas, Mücahid ve daha başkaları da bu görüştedir. Bir şeyi görüp gözeten kimseye müheymin denilir. [642]

Allahu teâlâ Müheymin'dir. Rabbü'l-âlemîndir. Bütün varlığı görüp gözeten, yetiştirip varacağı noktaya ulaştıran ancak O'dur. Hiç bir zerre, hiç bir lâhza O'nun bu lütuf ve atı­fetinden boş değildir.

Bu ism-i şerîf, Mü'temenün aleyh dîye de tefsir edilmiş­tir. Kendisine emniyet olunan demektir. Meselâ, buyruk tu­tup güzel işler yapan kullarının yaptıkları iyi işlerden hiç bi­rini saklamaz, inkâr etmez, istihkak kazandıkları sevaptan bir zerresini eksiltmez. Yahut kulları iyilik yapmakta birbiriyle yarış edercesine faaliyet gösterseler.. "Artık yeter, ben bun­ların karşılığını veremem" demez, bilâkis onların güzel iş­ler yapmakta birbirlerini geçmeye çalışmalarından hoşnut olur, vaad ettiği sevabı kat kat artırır. Buyruk tanımıyan âsi­lerin de cür'et ettikleri kötü işleri bir zerre arttırmaz, ne yap­mışlarsa odur. Görecekleri ceza da santimi santimine odur. İs­tihkaklarından bir zerre fazla ceza vermez. [643]

 

Kula Gereken Şey:

 

İşlerini ve huylarını, yâni yapıp ettiklerini gözetmekte mümkün olduğu kadar uyanık davranmak ve bu hallerde eğrili­ğe kaymaktan kendini korumaktır. [644]

 

8. EL-AZİZ

 

Mağlûb edilmesi mümkün olamayan[645], yenilmeyen, yegane galîb. [646]

Eşi ve benzeri olmayan değerli, güçlü, hiçbir za­man yenilmeyen yegâne galib, şerefli. Onun benzer­likte zıddı da yoktur. Bütün ihtiyaçlar ona bağlıdır. Kendine ulaşılamaz yegâne varlıktır.

Aziz, mağlub edilemeyen, eşi ve benzeri olmayan demek olup O, öyle bir güç ve kudret sahibidir ki hiçbir hilekârın hilesi onun için geçerli olmaz.

Aziz kelimesi Kur'ân-ı Kerim'de seksen sekiz de­fa zikredilmiştir. Ancak bu yerlerde Esmâ-i Hüsnâ'dan diğer bir isimle kullanılmış olup münferid ola­rak kullanılmamıştır. Bunlar; Ve Hüvel-Azizu'r-Ra­him, ve Hüve'l-Azizü'l Alîm, ve Hu Azizu'n-Tikâm, ve Hüvel-Kaviyyu'1-Aziz, ve Huve'l-Azizu'l-Gaffar, ve Huve'1-Azizul-Gafûr, ve Huve'l-Azizu'l-Hamîd, ve Huve'l-Azizu'l-Vehhab, ve Huve Azizun-Muktedir, şeklinde geçmektedir. Bu isimlerin el-Aziz ismi ile kullanılma­sında birbirini teyid ve dengeleme münasebeti vardır. [647]

Bu büyük isimlerin anlamları birbirine yakındır. Allah Teâlâ çok büyük kuvvet ve kudret, sonsuz izzet ve şeref sahibidir:

"İzzet (üstünlük) tamamen Allah'ındır." [648]

"Şüphesiz rabbin kuvvetlidir, azizdir (herşeye galip gelendir)." [649]

İzzetin her üç anlamı da Allah için kemali ifade eder:

1. Kuvvet izzeti: O'nun el-Kavî ve el-Metîn isimleri bu anlama delâlet eder. Bu, öyle büyük bir sıfattır ki,  yaratıkların kuvveti  ne kadar büyük olursa olsun böyle bir sıfat onlara nisbet edilemez.

Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"Şüphesiz rızıklandıran da, güç ve kuvvet sahibi olan da Allah'tır." [650]

"Allah gücü yetendir. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." [651]

"De ki: Allah'ın size üstünüzden veya ayaklarınızın altından bir azap göndermeye, ya da birbirinize düşürüp kiminize kiminizin hıncını tattırmaya gücü yeter." [652]

"Allah herşey üzerinde iktidar sahibidir.” [653]

"Takva sahipleri cennetlerde ve ırmakların kenarlarında güçlü ve yüce Allah'ın huzurunda hak meclisindedirler."[654]

2. İmkansızlık İzzeti: Allah Teâlâ zatıyla her şeyden müstağnidir. Hiç kimseye muhtaç değildir. Hiçbir kulun O'na verebileceği bir zarar da yoktur, fayda da yoktur. Zarar veren de O'dur, fayda veren de ihsan eden de O'dur, engelleyen de...

3. Üstünlük ve galibiyet izzeti: Varlıkların tamamı Allah'ın egemenliği altındadır, O'nun azametine boyun eğmişler ve O'nun iradesine bağlanmışlardır. Bütün mahlukatın mukadderatı O'nun elindedir. Her hareket ve tasarruf sahibi ancak O'nun gücü, kuvveti ve izni sayesinde hareket edip tasarruf edebilir. O'nun dilediği şeyler olur, dilemediği şeyler olmaz. Güç ve kuvvet ancak O'nunla vardı. Gökleri ve yeri ve bunların arasındaki şeyleri altı günde yaratması ve mahlukatı yaratıp sonra öldürmesi daha sonra onları diriltip huzurunda toplaması hep O'nun kuvveti ve iktidarındandır,

"Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir." [655]

"İlkin mahlukatı yaratıp (ölümden) sonra bunu (yaratmayı) tekrarlayan O'dur, ki bu, O'nun için pek kolaydır."[656]

Kupkuru ve ölü bir halde gördüğün yeryüzünün üzerine yağmur indiğinde kıpırdanması, kabarması ve her çeşitten iç açıcı bitkileri bitirmesi O'nun kudretinin eserlerindendir. Kendisini yalanlayan milletleri, kafirleri ve zalimleri çeşitli cezalarla cezalandırması ve onları ibret alınacak hale düşürmesi, hile ve tuzaklarının, mal ve ordularının, kale ve surlarının Allah'ın azabı karşısında onlara hiçbir fayda vermemesi, bütün bunların özellikle bu dönemlerde onların ziyanlarını artırmaktan başka bir şeye yaramaması hep O'nun kudretinin eserlerindendir. Bugünkü insanlığın ulaştığı korkunç güç ve göz kamaştırıcı keşifler hepsi Allah'ın onlara güç vermesi ve bilmedikleri şeyleri onlara öğretmesi sayesindedir. Onların sahip oldukları güç ve kuvvetlerin, keşif ve icatların, başlarına gelen felaketleri ve helak edici cezaları savmada hiçbir fayda vermemesi, bunlardan korunmak için bütün güçlerini ve imkanlarını ortaya koymalarına rağmen bunlara mani olamamaları Allah'ın ayetlerindendir. Fakat Allah galiptir, göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nun emrine boyun eğmiştir.

Allah Teâlâ'nın kulları yaratması gibi onların fiillerinin, itaat ve isyanlarının da yaratıcısı olması O'nun izzet ve kudretinin kapsamına girer. Bunları yaratan ve takdir eden Allah'tır, ancak gerçekte bir fiil olarak işleyen ve teşebbüs edip başlayan kullardır. Bu ikisi arasında bir çelişki yoktur. Kulların iradelerinin ve kudretlerinin yaratıcısı Allah'tır. Sebepleri tam olarak yaratan, neticelerini de yaratıcı demektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Sizi ve yapmakta olduğunuz şeyleri Allah yarattı." [657]

Kur'an'da anlattığı gibi, sayı ve teçhizat yönünden kendilerinden kat kat üstün düşmanları karşısında daha az sayı ve mühimmata sahip olmalarına rağmen kendi dostlarına yardım etmesi de O'nun kudretinin eserlerindendir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Nice az sayıda bir birlik Allah'ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir." [658]

Cehennem ehli ve cennet ehli için çeşit çeşit cezaların; türlü türlü, sayısız, sürekli, kesintisiz ve bitmez tükenmez nimetlerin olması O'nun kudreti ve rahmetinin eserlerindendir.[659] Varlıkları kudretiyle var etmiş, kudretiyle yönetmiş, kudretiyle düzeltmiş ve sağlamlaştırmış, kudretiyle diriltmiş ve öldürmüştür. Kudretiyle kulları tekrar diriltecek, iyileri iyilikleriyle ödüllendirip, kötüleri de kötülükleriyle cezalandıracaktır. O, yine kudretiyle kalpleri dilediği gibi değiştirir. O, bir şeyin olmasını dilediği zaman "Ol" der, o da "Oluverir" [660] Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Nerede olursanız olun, sonunda Allah hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz Allah herşeye kadirdir." [661]

Bu ism-i şerîf, kuvvet ve galebe sahibi olmak manâsına izzet'dendir. Allahu teâlâ mutlak surette kuvvet ve galebe sahibidir. Emir ve irâdesine karşı bütün bu kâinatın hiç hük­mü yoktur. O, muradına karşı asla mağlûb edilmez, isterse bir saniyenin binde biri kadar kısa bir zamanda bu muazzam var­lık hemen sönüverir.

İzzet sıfatı Kur'ân'da bir çok yerlerde azap âyetleri yerin­de gelmiştir. Fakat bu ism-i şerifin yine bir çok defa Hakim ism-i şerîfi ile birleştiği görülür..Bunun ma'nâsı, Allahu teâlâ'nın kudreti galiptir; fakat hikmeti ile kötülerin cezâsını te'hîr eder, kötülük edip durmakta olan insanları cezalandır­makta isti'câl etmez demektir.

Hani aramızda bâzı büyük adamlar vardır kî, kuvvetlerini gösterirler de kullanmazlar. Böyle adamların bu hâli bu ism-i şerifin mazharıdır. Onlar, Allah'ın bu ahlâkından nasîb almış insanlardır. Allahu teâlâ'nın izzet ve intikam sıfatlarının bir­leştiği azdır, yoksa insanların dünya yüzünde ettiklerine göre eğer Cenâb-ı Hak, Hikmeti ile izzetinin tecellîsini geri bırak­mamış olsa çoktan her şey alt üst olurdu. [662]

 

Kula Gereken Şey:

 

Bütün heveslerine hâkim ve galip olmağa çalışmak, is­teklerini, arzularını temiz, dürüst ve helâl yollardan te'min etmesini bilmek, her işinde, her sözünde akıl ve basiretin icap ettirdiği hududu aşmamağa gayret etmektir. [663]

 

9. EL-CEBBAR

 

Kırılanları onaran, eksikleri tamamlayan, dilediğini zorla yaptırmağa muktedir olan[664], iradesini her durumda yürüten mahlukâtın halini iyileştiren. [665]

İradesini her durumda yürüten, mahlukâtını kahreden onları dilediğine mecbur eden Cenab-ı Hak her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir.

Cebbar Arapça'da "hükmü altına alma, kahr, zorla bir işi birine yaptırma" manasına gelen "Cebr" kelimesinin mübalağalı sigasıdır.

Nitekim bu mana Kur'ân'da şu şekilde geçmek­tedir:

"O, kullarının üstünde her türlü tasarruf sa­hibidir. O, hüküm ve hikmet sahibidir. Her şey­den haberdardır." [666]

El-Cebbâr, aynı zamanda bir şeyi ıslah etmek manasında da kullanılmıştır. Nitekim ayet-i kerime­de:

"İman edip yararlı işler yapanların, Rableri tarafından hak olarak Muhammed’e indirilene ina­nanların günahlarını Allah örtmüş ve hallerini dü­zeltmiştir." [667] buyurmuştur.

Ayette geçen "bale" kelimesi had, durum, nefsin rehaveti "kalp" manalarına gelmektedir.

"El-Cebbar" kendisine ulaşılamayan demektir ki Enbari, Cebbar, kendisine ulaşılamayan Allah'ın sıfatlarındandır, demiştir.

Bunun için Arapçada boy atıp çok yüksek olan hurma ağacına "cebbare" denilir. Bu "ulaşılamayacak durumda azamet sahibi" manasında kullanılmasına işarettir. [668]

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"O, öyle Allah'tır ki, kendisinden başka hic bir tanrı yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selamet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır." [669]

Esma-i hüsnadan olan el-Cebbar'ın üç anlamı vardır. Her üç mânâ da bu isme dahildir.

1- O, zayıfı güçlendiren, kırık gönülleri tamir eden, kırığı onaran, fakiri zenginleştiren, her güçlük çekenin güçlüğünü kolaylaştıran, musibete uğrayana tevfik ve inayetiyle sabır ve sebat veren, gereğini yerine getirdiği zaman ona karşılaştığı musibetten daha büyük ecir ve mükafaat veren, azameti ve yüceliğinden dolayı kendisine boyun eğen ve seven kalblere çeşit çeşit kerametler, türlü türlü marifetler ve imâni hakikatler ihsan edendir.

Dua eden bir kimse "Allah'ım!.. Dağınıklığımı toparla, bana dirlik düzenlik ihsan et!" derken "el-Cebbar" kökünden türeyen emir siğasını kullanır ve bununla kul, durumunun düzeltilmesini ve zorlukların kendisinden uzaklaştırılmasını kasteder.

2- İkinci anlamı, her şeye hâkim olan ve galip gelen demektir. Allah Teâlâ her şeye egemendir ve her şey O'na boyun eğmiş ve itaat etmiştir.

3- Üçüncü anlamı her şeyden yüce olan demektir. el-Cebbar ismi er-Raûf (pek şefkatli), el-Kahhar ve el-Aliyy (yüce, ulu) anlamlarını da ihtiva eder.

4- Bu ismin dördüncü bir anlamı daha vardır ki o da her türlü kötülük ve eksiklikten, bir kimseye benzerlikten, kendisine denk veya zıd olmasından veya haklarında ve özelliklerinde kendisine ortak koşulmasından münezzeh    olan, her şeyde büyüklüğünü gösteren demektir. [670]

İsm-i şerîf cebir maddesindendir. Cebir, kırık kemiği sa­rıp bitiştirmek, eksiği bütünlemek ma'nâsına geldiği gibi, ic­bar etmek, yâni zorla iş gördürmek ma'nâsına da gelir.

Allahu teâlâ Câbirdir, Cebbardır, kırılanları onarır, ek­sikleri tamamlar, her türlü perişanlıkları düzeltir, yoluna kor. Bu ma'nâdan olmak üzere Hazret-i Ali'nin (radiyallâhu anh) münâcâtında: Ey her kırığı kaynaştırıp birleştiren ve her zor­luğu kolaylaştıran ma'nâsına:

"Yâ Câbire külli kesîrin ve yâ müsehhile külli asır" kelimâtı gelmiştir. İkinci ma'nâya göre Allahu teâlâ Cebbardır, ceberut sahibidir. Kâinatın her noktasında ve her şey üzerinde dilediğini dilediği gibi yaptırmağa muktedirdir. Hüküm ve irâdesine karşı gelinmek ihtimâli yoktur.

Her şey üzerinde Allahu teâlâ'nın cebbâriyeti hâkimdir. Önünden sonuna kadar yaratacağı bütün mahlûkat, bunların cinsleri, nevi'leri, sınırları ve her sınıf efradının varlığa çıkış sırası, varlığı, müddeti ve bu müddet içinde görüp geçireceği bütün ahval, bütün safahat üzerinde Allah'ın cebbâriyeti, emir ve irâdesi hâkimdir. Her mahlûkun hayat şartları ve bu âlemde göreceği iş, yapacağı vazife Allahu teâlâ tarafından tâyin edilmiş, sınırları çizilmiştir. Her mahlûk ister istemez bu sınırlar içinde yürümek ve bu vazifeleri yapmak mecburi­yetindedir. Meselâ: Arz "Ben artık dönemiyeceğim", güneş, "Ben artık doğamıyacağım" diyemez. İlk kumanda ile baş­lamış olan bu muttarit devran son kumandaya kadar devam edip gidecektir.

Allah teâlâ yalnız teşrîî hükümlerinde insanları serbest bırakmıştır. Allahu teâlâ'nın teşrîî yâni insanları vazifelendi­ren dinî bir takım hükümleri ve emirleri vardır ki, bunların üstünde cebbâriyetini kaldırmış ve bu emirlerin yapılıp ya­pılmaması ve bu hükümlerin yerine getirilip getirilmemesi hususunda insanları mecburî değil, muhayyer bırakmıştır. Bir insan isterse dîne uyar dindar olur; dînin hükümlerine göre yaşar; isterse dînsiz ve imansız olur. Tamamen serbesttir. Gerçi Allahu teâlâ insanları, kendini bilsinler ve kendine kul­luk etsinler diye yaratmıştır; fakat bu teklîfi icbar yolu ile de­ğil, ihtiyar yolu ile yapmış ve tamamen kendi arzularına bırakmıştır. Eğer Allah, diğer hususlarda olduğu gibi bu husus­ta da cebretmiş olsaydı, insanlar içinde Allah'tan başkasına ibâdet eden bir fert bulunmazdı. Halbuki Allah'ın insanlara ve ibâdetlerine ihtiyâcı yoktur. Ulu Tanrı kendisine intisap ve kulluk şerefini, kullarının isteklerine bağlamıştır, isteyen Allah'a kul olur, rızâsını bulur, isteyen hevâ ve hevesine köle olur, kahr görür ve bu takdirde kendinden başka kimseye bir şey demeğe hakkı olmaz. [671]

 

Kula Gereken Şey:

 

Kırılan ümitlerin canlanması, şaşırtıcı perişanlıkların iyi bir hâle ve yola konması için biricik mercî Allahu teâlâ ol­duğunu bilerek yanlış kapıya müracaat etmemek... Bu husus­ta Allah'ın yarattığı sebeplere tutunmağı kâfi görüp gayr-i meşru olarak yüz suyu dökmemek...

Bir de Allah'a âsi vaziyette olanlar, Allah'ın azap ve uku­beti kendilerine gelip kuşatmadan derhal Onun afv ve mağfire­tine, rahmet ve re'fetine sığınmalıdır. Çünkü vakti gelince ukubet onları ister istemez saracaktır. Sonra bunu önliyecek bir kuvvet ve ondan saklıyacak bir sığınak da bulamayacaklar­dır.

Allah'ın intikamına karşı tek çâre:

O intikam gelip çatma­dan yine Allah'a sığınmaktır. [672]

 

10. EL-MÜTEKEBBİR

 

Azamet ve yüceliğini izhar eden [673] Her şeyde ve her hâdisede büyüklüğünü gösteren. [674]

İradesini her durumda yürüten, yaratılmışların halini düzelten Cenab-ı Hak her türlü noksanlıklar­dan münezzehtir. Yeryüzünde ve gökyüzündeki mahlukât O'nun mahiyetini anlamayacak kadar uludur. O, aziz ve hikmet sahibidir.

"Kibriya", derecesi çok yüksek olan, zatının ve sı­fatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar ulu olan demek olup, izzet ve kibriya da Allah'a mahsustur. Nitekim sahih bir hadiste: "İzzet gömleğim, kibriya ise elbisemdir. Kim ki bunlardan birini benden çıkarmaya kalkışırsa onu helak ederim." [675] şeklinde gelmekte­dir.

Her türlü mütekebbir (kibir) ve cebbar kalpden Allah'a sığınırız. Çünkü ululuk ve kibriya (azamet) Allah'ın sıfatlarındandır. Bunun kullarında olması kötü bir ahlâk ve zulmü ifade eder. Kalbinde ise zerre miktarı kibir olan kimse cennete giremez. Çünkü Al­lah o kimsenin kalbini mühürlemiştir.

"Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kal­bini işte böyle mühürler." [676]

İradesini her durumda yürüten (Cebbar), aza­met ve yüceliğini izhar eden (Mütekebbir) olan Allah her türlü noksanlıklardan münezzeh olup, yüce ve büyüktür.

Mütekebbir sıfatı, Kur'an-ı Kerim'de bir kere Haşr süresinin 23. ayetinde geçmektedir:

"(Allah) üstün, istediğini zorla yaptıran, büyük­lükte eşi olmayandır." [677]

Allah Tealâ şöyle buyurur:

"O öyle Allah'tır ki, kendisinden başka hiç bir tanrı yoktur. O, mülkün sahibidir. Eksiklikten münezzehtir. Selâmet verendir, emniyete kavuşturandır. Gözetip koruyandır, üstündür. İstediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır, Allah müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir." [678]

Allah Teâlâ azameti ve büyüklüğü sebebiyle her türlü kötülükten, ayıp ve noksanlıktan münezzehtir. [679]

Büyüklük ve ululuk, ancak Allah'a mahsustur, varlığı ile yolduğu Allah'ın bir tek emrine ve irâdesine bağlı bulunan kâinattan hiçbir şey bu sıfatı takınamaz, Yaradılmışlar içinde ilk defa kendini büyük gören İblis olmuştur. İblis'in izince giden, iblis tabiatlı insanlar da vardır ki, muvakkat bir zaman için Tanrı'nın kendisine ariyet olarak ihsan ettiği varlık, zekâ, bilgi, servet veya mevkii kendinin sanır da kibirlenir, varlık satar. Vah vah! Ne çirkin şey! Ah zavallı! Sen kendine ne kadar kıymet vermişsin. Halbuki kendi önünü, sonunu dü­şünen bir insan kibir yapamaz..

Sen de önünü sonunu şöyle bir düşün..

Önün, idrar yolundan gelmiş bir damla murdar su; sonun da, iğrenç bir gövde. Seni sevenler, senin için can, baş feda edenler bile bu gövdeye tahammül edemezler ve hemen topra­ğa atarlar. Sonra hayatının her lâhzasında yemeğe, içmeğe, te­neffüs etmeye, uykuya, istirahate ve daha başka bir çok şeyle­re ihtiyacın var. Allah, senin muhtaç olduğun bu şeyleri kesiverse, bunları kimden dileneceksin? Ve sen bunları dilenebi­lecek vaziyette iken, sana büyük görünmek asla yaraşmıyor, seni gülünç bir vaziyete düşürüyor. [680]

 

Eski İnsanların Dîllerî Üstüne Yollar Ya­pıldı:

 

Geçmiş insanlar arasında da büyüklük taslayanlar vardı. Şimdi onlar ne halde? Bugün onların dilleri üstüne yollar ya­pılmış olduğunda şüphe yoktur. Düşünecek olursak ayakları­mızın altında çiğnediğimiz topraklar, çok eski devirlerde ya­şamış insanlardır. Meselâ: Bu topraklar vaktiyle kolu bükül­meyen pehlivanların pazusu, yahut bir gülümsemesine bin­lerce kurban verilen dilberlerin yanağı, yahut yüzlerine bakıl­mağa cesaret edilemeyen taçlı hükümdarların azametle salla­nan başlarıdır.. [681]

 

Kula Gereken Şey:

 

İnsan çalışıp çabalamalı. Büyük bir adam olmalı, fakat hiç bir zaman büyük görünmemeli. Kendini bilen büyüklenmez. Büyüklük ancak Allah'ın şânıdır. O'nun sıfatını mahlûk takınamaz, haddini aşmış olur. Böylelerinin cezası da çetin olur. Bu hikmetten ötürü kibrin hasmı Allah'tır. Kibirlenenleri hor ve hakir, rezil ve rüsvay bir hale indirir. Haddini gözetenleri de bilâkis yükseltir, [682]

 

Kîbîrli Bîr İnsanın Her Şeyden Eli Boş Ka­lır:

 

Kendini yüksek görmeğe çalışmak hakikatte kendinin iflasına uğraşmak demektir. Çünkü tekebbür denilen haslet bü­tün feyzlerin, saadetlerin nefsimizde ve ruhumuzda yer tutma­sına engel olur.

Bunun maddî temsili: Gökten inen rahmet yüksek yerler­de durmaz, engin yerlere dökülür, üstelik o yüksek yerlerden geçerken oralarda bulunan ve yerden biten şeylerin büyümesi­ne, kuvvetlenmesine, güzelleşmesine yarayan kıymetli ve kimyevî maddeleri de beraber sürükler, o engin yerlere Bu suretle bütün feyz ve bereket oralarda husule gelir. [683]

 

11. EL-HÂLİK

 

Takdirine uygun bir şekilde yaratan[684] her şeyin varlığını ve varlığı boyunca görüp geçireceği halleri, hâdiseleri tâyin ve tesbît eden ve ona göre yaratan, yoktan var eden. [685]

İsm-i şerifin ma'nâsı şu iki şeyden ibaret: Birincisi bir şeyin nasıl olacağını tâyin ve takdir etmek, ikincisi o takdire uygun olarak o şeyi îcâd etmektir. [686]

Allah (c.c.) her şeyi takdirine uygun şekilde ya­rattı.

Halik, yaratan, daha önceden benzeri olmadan yeni bir nesneyi meydana getiren demektir.

Dini ve felsefi sistemlerin "kâinatın ve insanın var oluşunun kaynağı nedir?" şeklinde sordukları so­ruyu Kur'ân-ı Hakim "Allah"tır şeklinde cevaplandır­maktadır.

Kur'ân'a göre Allah'ın yaratıcılığı bir kereye mah­sus olmayıp, O'nun yaratması süreklidir ve hiçbir zaman yaratmadan uzak durmaz.

Allah yeri, göğü, melekleri, ölen kimsenin ölüm anı olan ecelleri yarattığı gün ve insanların faydalan­dığı her şeyi halkettiği zaman, en güzel şekilde Hz. Adem'i yaratıp cennete koyup bizi Adem (a.s.)'ın sır­tından yaratıp, çıkardığında bizden söz aldı sonra da bizi öldürdü.

O Allah ki, mahlukâtı bir kaza. takdirine uygun şekilde bir söz ve irade ile yarattı. Yaratma Allah'a mahsus olup bu O'nun için çok kolaydır. Zira Allah (c.c.) bununla ilgili şöyle buyurmaktadır:

"Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Allah işitendir, bilendir." [687]

Halk (yaratma) ve ba's (ölümden sonra dirilme) ikisi de Allah'ın fiilinden olup, "halik ve bâ's" her şeyi gayb aleminde yaratmış olan anlamında Hâlık, halk kökünden gelmektedir. Bunun da asıl manası "doğru takdir etme" demektir.

"Halik" kelimesi Haşr sûresinin sonunda geç­mektedir. Diğer yedi ayet-i kerimeyi de şu şekilde sı­ralayabiliriz:

1. "İşte Rabbiniz Allah Odur. Ondan başka ilah yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O'na kulluk edin, O her şeye vekildir (güvenilip dayanılacak tek varlık O'dur)." [688]

2. "O halde, yaratan (Allah), yaratmayan (put­lar) gibi olur mu? Hala düşünmüyor musunuz?"![689]

3. "De ki; her şeyin yaratıcısı Allah'tır. O tek­tir, kahreden (herşeye üstün gelen)dir." [690]

4.  "... İlk defa sizi O yaratmıştır. Yine O'na döndürüleceksiniz." [691]

5. "Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?"[692]

6. "Andolsun ki biz, gökleri, yeri ve ikisi ara­sında bulunanları altı günde yarattık. Bize hiçbir yorgunluk çökmedi." [693]

Bu ayette, yahûdilerin "Allah  cumartesi  günü istirahate çekildi. Arşın üstüne bağdaş kurup otur­du." şeklindeki sözleri reddedilmiştir. Bazı müfessirler bu "altı günü" altı dönem olarak tefsir etmişlerdir.

7. "Biz insanı en güzel biçimde yarattık." [694]

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"O, yaratan, var eden, şekil veren Allah'tır. En güzel isimler O'mındur."[695]

"Şüphesiz Rabbin hakkıyla yaratan, pek iyi bilendir."[696]

Allah Teâlâ bütün mevcudatı yaratan, yoktan var eden, hikmetiyle düzene koyan, onlara şekil verendir. O'nun bu vasfı ezelî ve ebedîdir. [697]

 

Allah Vardı, Beraberinde Hîçbir Şey Yok­tu:

 

Ucu, bucağı, sınırı ve sonu nerededir? Allah'tan başkasına ma'lûm olmayan şu feza (boşluk) içinde rasat aletleriyle göre­bildiğimiz ve adına Kâinat dediğimiz bütün yaradılmışların ve bütün hadislerin umumî bir yekûnundan ibaret olan mevcu­datın cinsi, nev'i, sınıfı, ferdi, zerresi, mayası, anasırı, arzı, semâsı, yıldızı velhâsıl hiçbir şeyi, hiçbir zerresi yoktu. Allahu teâlâ bu kâinatı yaratmayı diledi, eğer dilemeseydi her şey yoklukta kalır, hiçbir zerre varlığa çıkamazdı. Her şeyin ömrünü, erzakını, şeklini, suretini, soyunu sopunu, doğum ve ölüm yerlerini ve zamanlarını ve daha her lâhza görüp geçi­receği bütün hâdiseleri de tâyin buyurdu. Her şey hayr ve hik­met yolu ile ve muntazam kanunlarla sırasını, yolunu şaşır­madan akıp gitmektedir. Kâinatta hiçbir şeyin oluşu körü kö­rüne ve rastgele kabilinden değildir.

Allahu teâlâ'nın kâinatı yaratması her hangi bir ihtiyaç­tan ileri gelmiş değildir. Allahu teâlâ yaptığı her işte zât-ı ülûhiyyetine âit bir menfaat gözetmekten veya her hangi bir ihtiyâcı karşılamaktan münezzeh ve mukaddestir. Kâinatı ya­rattı, fakat yaradılmışlara muhtaç olduğu için değil, belki onları yaratmak hususundaki ezelî irâdesini tahakkuk ettirmek ve onlara azamet ve kudretini göstermek, cemâl ve kemâlini sezdirmek ve sayısız ni'metlerinden onları faydalandırmak gi­bi lütuf ve keremiyle yarattı. Allah'ın, kâinatı yaratmazdan önce hiç bir noksanı yoktu; yarattığı zaman da hakikatına hiçbir şey ilâve olunmamıştır ve yarattığından dolayı da kudretinden bir zerre eksilmiş değildir. Allah'ın varlığı, ekmel bir varlık olduğundan, kendisinde tamamlanmasını beklediği her hangi bir eksiklik bulunması imkânsızdır. Her yaptığı işte, her verdiği emirde ancak yaratılmışlar için menfaatlar, düşü­nenleri hayran eden hikmetler vardır. [698]

 

Kula Gereken Şey:

 

Bu menfaatları bulup onlarla faydalanmak ve bu hikmetle­ri sezip onlarla ruhlarını ferahlandırmaktır. [699]

 

12. EL-BÂRİ

 

Bir örneği olmadan canlıları yaratan. [700] Eşyayı ve her şeyin âzâ ve cihazını birbirine uygun ve mülayim bir halde yaratan. [701]

"İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, halkın en hayırlısı da onlardır." [702]

Alimler "el-Buraye" bir model olmaksızın yarat­ma kelimesinin halk (yaratma) ve tasvir (şekil verme) kelimeleri arasında bir şey olduğunda icma etmişler­dir. Bu durum Esmâ-i Hüsnâ'nın tertibine de uy­gundur. Çünkü tertib "el-halik “el-bariu'l-musavir" şeklindedir. Bu durumda ise tasvir takdiren evvelce olup "Buraye" ise bunlar arasında geçmektedir.

"El-Bari", "Ber" veya "buru" mastarından gelmiş olup "bir şeyin diğer bir şeyden kurtuluşu, hoş olma­yan hastalık, kusur vb. şeylerden azade olma" mana­sına gelip, hastalıktan bir kimsenin kurtulması veya borçlunun  borcunu eda etmesi halinde bu kelime kullanılır. İşte bundan dolayıdır ki Allah'ın bu güzel ismiyle Cenab-ı Hakka bela, musibet ve afetlerden kurtulmak için dua ederiz.

El-Bari'nin mahlukâtın özünü afetlerden koru­ması manasına alınması da muhtemeldir. Hatta bu kelimeyi takdir ve ilk yaratılış metafizik aleminden, fizik alemine geçiş anlamına almak da mümkündür.

Alimler, Haşr sûresinin son ayetindeki yarat­makla ilgili Halik, Bari ve Musavvir isimleri arasındaki farkı; Halik, yaratılacak şeyin bütün ayrıntıları­nı bilip takdir eden, projelendiren, Bari, bunu fiilen uygulama sahasına koyup meydana getiren, Musav­vir kendine has özelliklerini verendir, şeklinde belirt­mişlerdir. [703]

Ayrıca fiil ve sıfat sigalarıyla "yaratmak, beri ol­mak" manasında Allah'a nisbet edilmektedir. [704]

Her şeyin vücûdu mütenâsip, yâni âzası, hayat cihazları ve anâsırı keyfiyet i'tibariyle birbirine uygun ve yaraşık ola­rak yaratıldığı gibi, her şeyin hizmeti ve faydası umumî ahenge uygun yaratılmıştır. Öyle ki, bütün eşya birbirine lâzım ve mülayim ve bu namütenahi âlemler gûyâ ki, bir tek makina imiş gibi her şey, bir şey için ve bir  şey, her şey içindir. [705]

 

Kula Gereken Şey:

 

Hilkatin bu kânununu örnek tutarak kendisine bağışlanan kuvvetleri yerli yerinde ve yaradılış i'tibariyle vazîfesine uy­gun olarak kullanmak, bunun hilâfına hareketten sakınmak­tır. Meselâ:

Allah'ı bilmek için verilen akıl ve fikri, O'nu inkâr yolunda kullanmak tamamiyle çarpık ve ters bir muame­ledir. Umumî âhenge aykırı bir yoldur. [706]

 

13. EL-MUSAVVİR

 

Varlıklara şekil ve özellik veren[707] Tasvir eden, her şeye bir şekil ve hususiyet veren. [708]

"Sizi rahimlerde dilediği gibi şekillendiren O dur." [709]

İnsanı çeşitli şekillerde yaratan, bazısını bazı­sından farklı şekiller, hacimler, renkler yaratarak ayırıp birbirlerini tanımalarını sağlayan Cenab-ı Hakk'ı her türlü noksanlıklardan uzak tutarız. Bizi rahim­lerde safha safha şekillendiren Allah, her türlü nok­sanlıklardan münezzehtir.

Kur'ân-ı Kerim'de, kainattaki bu kadar varlığın ve yeryüzündeki milyarlarca insan genellikle "halk, ibda, fatr" gibi kelimelerle ifade edilirken, bu varlıklar birbirine benzemesine rağmen bunlar arasında ince farklılıklar gösteren maddi ve manevi özellikler veril­mesi "tasvir" köküyle ifade edilmiştir." [710]

Bu şekil verme, atomların ve daha önce yaratılan unsurların tamamlanmasıyla meydana gelmiştir. Bu tasvir, insanoğlunun "elest" bezminde Cenab-ı Hak tarafından "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" şek­linde kendi nefislerinin şahit tutulmasıyla tamamlan­mıştır.

Şehadet "fizik" aleminde suretlerin terkibi, Al­lah'ın dilemesiyle ilk yaratılıştaki "ahsen-i takvim" durumu üzere tamamlanmıştır.

İşte bununla ilgili olarak Necm süresindeki şu ayetlerini şöyle bir düşünelim:

"Öldüren de dirilten de O'dur. Şurası muhak­kak ki (rahime) atıldığında nutfeden, erkek ve di­şiden ibaret olan iki çifti O yarattı. Şüphesiz ki tekrar diriltmek de O'na aittir." [711]

Acaba buradaki tekrar diriltmekten maksat ne­dir? Konuyla ilgili olarak Fahreddin Razi, Mefatihu'l-Gayb adlı tefsirinde diyor ki: "Uzun bir tefekkürden sonra bu sorunun cevabı tekrar dirilmekten maksat, insanın ruhunun kendisine üfürülmesi ve yüce olan nefsin karanlık ve kesif olan bedene karışması şek­linde olması muhtemeldir. İşte Allah, ruhun bedene üfürülmesiyle insanı kerim, değerli bir varlık kılmış­tır."

Hadis-i şeriflerde geçtiği üzere rahimlerde tasvir tamamlandığı gibi ruhun üfürülmesiyle de tasvir gerçekleşmiştir. Nitekim Nevevi'nin şerhettiği Sahih-i Müslim'in kader bahsinde rivayet edildi ki Resulullah (s.a.v.):

"Nutfeden kırk iki gece geçtikten sonra Allah, bir melek gönderdi ve nutfeyi şekillendirdi ve onun kula­ğını, gözünü, cildini etlerini ve kemiklerini yarattı, son­ra da melek:

 "Ya Rabbi! Bu erkek mi olsun yoksa dişi mi?" dedi. Allah da dilediği şekilde hüküm verdi. Me­lek de o hüküm üzere onu yazdı." buyurdu.

Yine Resulullah'tan gelen diğer bir sahih hadis­te Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

"Sizden biri annesinin karnında kırk gün nutfe olarak yaratılıp toplanır. Sonra bir kan pıhtısı olur, sonra bunun gibi bir çiğnem et parçası olur. Sonra ilgi­li melek gönderilir ve ona ruh üfürülür."

Nitekim ayetlerdeki "Sonra biz onu başka bir şekilde yaratırız" ifadesi nutfenin kan pıhtısı olma­sından ve kan pıhtısının et olmasından ve ete kemik giydirilmesinden önce ruhun üfürülmesidir, denildi. Bununla diğer bir yaratılış gerçekleşir yahut ruh üfürülür, diğer yaratma meydana gelir. İnsan böylece diğer canlılardan ayrılır.

Sonra "en-Neşetü'l-uhra"nın ruhun üfürülmesi şeklinde anlaşılması da mümkündür. Ayrıca "en-Nevşetü'l-Uhrâ" haşr için tahsis edilmiştir. [712]

Allahu teâlâ her şeye bir suret, bir hususiyet vermiştir. Her şeyin kendine göre bir şekli, dıştan görünüşü vardır ki, başkalarına benzemez. Meselâ insanlar, tamamiyle birbirinin ayni iki insan yoktur. Bir çok yerleri birbirine benzese bile, mutlaka benzemeyen tarafları da bulunur, insanların yüzlerindeki alâmetler hep birbirinin ayni olduğu halde, tıpkı tıp­kısına iki insan görülmez. Bundan daha garibi, parmak uçla­rındaki çizgilerdir. Bu çizgiler, insanların sayısı kadar deği­şip gidiyor ve hiç biri ötekine uymuyor. Şu halde insanın hiç taklit olunamıyacak imzası bastığı parmaktır.

Bu ism-i şerif hükmünce eşya biribirinden temayüz etmiş, seçilmiştir. Bunlar Allahu teâlâ'nın ne büyük rahmet ve hik­metidir. Eşyayı biribirinden ayıran hususiyetler olmasaydı ve meselâ hayvanlar ve insanlar birbirinden seçilmemiş olsaydı, ne facialar olurdu. [713]

 

Yaratmak Kelimesinin Hakikî Ma'nâsı:

 

Bu üç ism-i şerif Allahu teâlâ'nın yaratıcılık sıfatını ifade ediyor. Allahu teâlâ bu sıfatının en canlı ve açık izlerini, ni­şanlarını insanlarda yaratmıştır. Allahu teâlâ'nın verdiği kud­ret ve bilgi ile insanlar birçok şeyler icat ediyor, meydana ko­yuyorlar. Ancak ellerindeki bu kudretin hakikî kıymet ve öl­çüsünü tâyin edemediklerinden, onu yaratıcı bir kudret sanı­yorlar. Halbuki bu yaratıcı bir kudret değildir. Bunu izah için, insan kudreti ile yapılmış bir misâl alalım: Diyelim ki şurası boş, pis, ıssız ve korkunç bir arsa idi, üzerine bir fabrika ku­ruldu, şimdi orada yepyeni bir hayat dirildi. Etraf tertemiz.. Fabrikanın içi dışı pırıl pırıl yanıyor. Makinalar harıl, harıl çalışıyor... Diyelim ki, bir un fabrikası. Bir taraftan çuval çu­val buğday giriyor, öbür taraftan çuval çuval un çıkıyor. En son bilgilere göre yapılmıştır. Siyah renkli elbisenizle, fabri­kanın altını üstünü her tarafını gezip dolaştığınız halde üzeri­nizde bir toz zerresi görülmüyor.. Evvelce yokken var olan ve bugün mahsul veren bu fabrika nasıl vücûda gelmiştir, ne gibi safhalar geçirmiştir, ne kadar insan emeği sarfedilmiştir? Şunları kısaca bir düşünsek; evvelâ mühendisler gelmiş, arsa üzerinde kurulacak fabrikanın eb'âdını, temel yerlerini, duvarlarını, kapısını, penceresini, irtifâını, çatısını, bacasını, hulâsa bütün tereffuatını ölçmüşler, biçmişler, hesaplamışlar, krokisini çizmişler, plânını yapmışlar, kâğıt üzerinde gölgesini, alçıdan resmini hazırlamışlar. Sonra malzeme yı­ğılmıştır, îşçiler, ustalar, mimarlar gelmiş.. Hazırlanan plân uyarınca yerleri düzeltilmiş, temelleri açmış, aylarca ve belki de senelerce çalışarak arsa üzerine fabrikanın asıl gövdesini kurmuşlardır. Daha sonra sıvacı gelmiş sıvamış, boyacı gel­miş boyamış, her iş bitmiş.. Fabrika kendine mahsus olarak evvelce hazırlanmış olan şeklini temâmiyle almıştır. Bundan sonra açılış merasimi ve faaliyet..

Demek ki, insanlar bir şey yapmak için her türlü bilgiden sonra, malzemeye, zamana, işçiye, yardımcıya, bir takım âlet ve edevata muhtaçtırlar. Yapacakları herhangi bir şey için, bol malzeme, bol zaman, sonra çeşitli ihtisas sahibi mühen­disler, ustalar, işçiler, işte insanlarda bir şey yapmak kudreti böyle bir takım şartlara bağlıdır. Bu şartlar tamamlanmayınca hiçbir şey yapamazlar. Onun için bu kudrete yaratıcı denmez. Yaratıcı kudret hiçbir kayda, hiçbir şarta tâbi değildir.

Allahu teâlâ bir şeyi yaratırken örneğe, maddeye, müdde­te, yardımcıya, âlet ve edevata muhtaç değildir. O, bir işi yap­mak isteyince sadece ona "Ol!" der. O da hemen oluverir. Baş­ka hiçbir şeye muhtaç olmaz. Yerleri, gökleri her şeyi yalnız bir istemesiyle, sade bir "Ol!" demekle yaratmıştır. Milyon­larca esbabın, asırlarca zamanın yapamadığı muazzam şeyler, Allah'ın bir tek irâdesi ile "Kün!" emri ile oluverir. Kün, ol mânasına emir sîgası bir kelimedir. Onun için (Allah'ın hazî­nesi kâf ile nun arasındadır) derler, işte yaratıcı kudret budur, insanlardaki kudretin bir kıymeti varsa, o da, asıl yaratıcı kudreti izleyip, arayanlara rehberlik yapması, onları hakikî yaratıcı kudret sahibi bulunan Allahu teâlâ'yı bilip öğrenme­ğe sevk etmesidir. [714]

 

Kula Gereken Şey:

 

Yaratmak kelimesinin hakikî ma'nâsını bilmek, yaratıcı kudretin Allahu teâlâ'ya mahsus olduğunu tasdik etmek, bun­ca yaradılmışları görüp dururken yaratıcı kudreti inkâr eden­lerle fikir birliği yapmaktan son derece sakınmaktır. Öyle ya; bir makineyi yapıp işletmek için ilim ve fen kudreti icab ede­ceği ve bu kudrete sahip olduklarından dolayı mucitlere, muh­terilere saygı ve sevgi gösterilmesi bir vazife, hattâ bir mede­niyet borcu olarak kabul edildiği halde, o mucit ve muhterile­rin bizzat kendilerini, zekâlarını, îcat ve ihtira ettikleri şeyle­rin maddelerini yaratan, velhasıl bütün kâinat makinasını ku­rup işleten ve onun her zerresini her an yenileyip duran Allahu teâlâ nasıl inkâr edilir ve buyrukları ne cesaretle hiçe sayılabi­lir? [715]

 

14. EL-GAFFAR

 

Daîma affeden, tekraren bağışlayan. [716] Mağfireti pek çok. [717]

"El-Gafru" ve "el-Gufran" lügatta, "örtmek, gizle­mek anlamlarına" gelmektedir. Çok bağışlayıcı olan Sübhanehu Tealâ güzellikleri ortaya çıkaran ve çir­kinliği örtendir. Günahlar Allah Tealâ'nın örttüğü çirkinlikler cümlesindendir. İşte bundan dolayıdır ki Allah Tealâ günahları örtendir.

El-Esmâ-i Hüsnâ ve's-Sıfat adlı Allah'ın güzel isimlerini ihtiva eden kitaplarda "el-Gaffar" ismi çok çok örten manasında mübalağa ifade edip '"Settar" günahları örten anlamında Allah'ı vasıflar. Günahları ne dünyada ne de ahirette yüze vurur. Bir sahabeye Resulullah'ın fısıldaşmak hakkında ne buyurduğu neler işittiği sorulduğunda, Sahabi:

"- Ben, Resulullah'ı şöyle derken işittim:

 'Allah (c.c), mü'mine yaklaşır. Onu rahmetiyle kuşatır, ayıbı­nı insanlardan gizler. Kendisine şöyle bir günahtan haberin var mı? Şöyle bir günah biliyor musun? der. Bu durum kul günahını ikrar edinceye kadar devam eder.  Artık ölünceye  kadar kendi nefsinde günahını görür. Sonra Cenab-ı Hak, "dünyada, günahını örtmüş­tüm bu günde de günahını bağışlıyorum" der ve iyilikler verilir." buyurdu, dedi.

Bu durum mü'minler içindir. Kafirler ve müna­fıklar için tam tersi durum söz konusudur.

"Gaffar" kelimesi Kur'ân-ı Kerim'de beş ayette beş kere şu şekilde zikredilmiştir;

1. "Şu da muhakkak ki ben, tevbe eden, ina­nan ve yararlı iş yapan, sonra (böylece) doğru yol­da giden kimseyi bağışlarım." [718]

2. "Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan­ların Rabbi (olan) Allah üstündür, çok bağışlayıcı­dır." [719]

3. "Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı. Ge­ceyi gündüzün üzerine örtüyor, gündüzü de gece­nin üstüne sarıyor. Güneşi ve ayı emri altına al­mıştır. Her biri belli bir süreye kadar akıp gider. Dikkat et! O, azizdir ve çok bağışlayandır."[720]

4. "Siz beni, Allah'ı inkâr etmeye ve hiç tanı­madığım nesneleri O'na ortak koşmaya çağırıyor­sunuz. Ben ise sizi, aziz ve çok bağışlayan Allah'a davet ediyorum." [721]

5. "Dedim ki: Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O çok bağışlayandır." [722]

Bu mübarek ismin çokça zikredilmesini tavsiye ediyoruz. Çünkü bu isimde Allah'a sığınma ve ona rücu vardır.

Bütün bunlarla birlikte "gafir, gufran, gafur, gaffar, "gafr" mağfiret kökünden gelmiş olup Allah hakkında  kullanıldığında Allah'ın kullarının günah ve hatalarını örtmesi ve onları azap görmekten koru­ması anlamına gelmektedir.

Allah merhametlilerin en merhametlisi olup gü­nahta tevbe etmek ekseri ulemaya göre vaciptir. Eğer günah kul hakkına taalluk etmiyorsa bu gibi günah­tan tevbenin üç şartı vardır.

1. O günahı yapmamak üzere azmetmek.

2. Günahı terketmek.

3. Günahı işlediğine içtenlikle pişman olmak. [723]

Bir insan, ne kadar günahkâr olursa olsun, bu günâhları üstüne bir perde çekilip, örtülmesini can ve yürekten Allah'tan dilerse, Allahu teâlâ o günâhların hepsini örter, açık­lamaz. Günâhlar ne kadar çok olsa, yaptıkları günâhlar ne kadar büyük olsa mağfireti hepsine yetişir. Allahu teâlâ'nın mağfiret sıfatının insanlara büyük bir ferahlık verdiğinde şüp­he yoktur. Allah'ın mağfireti olmasaydı hâlimiz nice olur­du? [724]

 

Günahkâr Bîr Kimse Neye Benzer:

 

Günahkâr bir kimse hela kuyusuna düşmüş ve her tarafı berbat olmuş bir zavallı gibidir. Şimdi bu durumda olan bir adamın yapacağı ilk iş bellidir. O, her şeyden evvel temizlen­meye çalışır. Çünkü o halde ne bir yere varabilir, ne de bir iş görebilir, insan yüzüne çıkacak hâli yoktur. Meğer ki, aklı ve şuuru olmayıp da durumunu idrâk edemiyecek kadar divâne ola.. Bunun gibi, günâh yapıp dururken, Allah'tan mağfiret niyazında bulunmayanlar da böyle mecnunlar gibidir, kalple­rinin ve ruhlarının kirlenmiş olduğunu fark etmiyorlar de­mektir. [725]

 

Günah Lekelerini Temizleyen Sabun:

 

Günahlar insanın içini çirkinleştiren birer lekedir, istiğ­far, yâni Allah'tan günahlarının afvını istemek, bu lekeleri te­mizleyen su ve sabun gibidir, istiğfarla bu lekeler temizlen­mezse, gitgide insanın bütün iç sathını kaplar, artık nezahet ve ulviyyete karşı hissiz hâle gelir. [726]

 

İç Yüzü Tamâmîyle Kararmış Olmanın Alâ­meti:

 

Günâha girip te istiğfar ihtiyacını duymamaktır. Günâha dadanmış olanlar, irtikâb etmekte oldukları günâhlar yüzün­den hakikat âleminde kendilerinin ne kadar iğrenç bir hâle gel­diklerimi, yanlarına yaklaşılmaz derecede fena kokular içinde bulunduklarını anlayarak o halden kurtulmağa çalışmak şöyle dursun, hattâ o iğrenç halden zevk duyar, lezzet alır. Bunun için istiğfar etmek hatırına bile gelmez, işte bu hal onların iç yüzünün tamamiyle karardığına alâmettir.[727]

 

Kula Gereken Şey

 

Maddî kirlerin temizlenmesi için suyu, sabunu yaradan Allah, mânevî kirlerden temizlenmek için de istiğfarı sebep kılmıştır. Bundan dolayı da hamd-ü senasında bulunmalı ve sık sık istiğfar edilmelidir. Bu da zor bir iş değildir. Çünkü merasime tabi değildir. Bir insan işiyle, gücüyle meşgul iken de, yalnız gönlünden mağfiret isteyebilir. Allah bundan ha­berdardır. Vakti gelince namazı ihmal etmemeli. Çünkü na­mazlar büyük mağfiret vesilesidir. Hele seher vakitlerinde is­tiğfar çok makbuldür. Çünkü Allah Kur'ân'da seher vakitle­rinde istiğfar edenleri medhetmiştir. Seher vakti, tan yeri ağarmazdan biraz evvelki zamandır. [728]

 

15. EL-KAHHAR

 

Yenilmeyen, yegâne galib ve hakim. [729] Her şeye, her istediğini yapacak surette gâlib ve hâkim. [730]

"El-Kahr" sözlükte zahiren ve batınen bir şeyi istila etmek hükmü altına almaktır. Allah'tan başka her şeyiyle mevcudatı hükmü ve kudreti altına alan kimse yoktur. Bu kelimeden türeyen "Kahir" galip ge­len, "Kahhar" ise mübalağa ifade edip fazlasıyla hük­mü altına alan yegane galip demektir.

Allah'ın güzel isimlerinden, er-Rahman (bağış­layan), er-Rahim (esirgeyen), el-Melik (görünen ve gö­rünmeyen alemlerin sahibi), el-Kuddüs (her türlü ek­siklikten münezzeh), es-Selâm (esenlik veren), el-Mü'min (güven veren), el-Müheymin (kainatın bütün işle­rini gözeten), el-Aziz (yenilmeyen), el-Cebbar (ira­desini her durumda yürüten), el-Mütekebbir (azame­tini izhar eden), el-Halik (yaratan), el-Bari (yoktan vareden), el-Musavvir (şekil veren), el-Gaffar (çok çok bağışlayan), isimlerini düşündüğümüz zaman bütün bu fiillerin bir ilâha ve kainatın işlerini tedbir eden birine bağlı olduğunu görürüz. Bu durumda insanın Allah'a teslim olmasından başka bir çare yoktur. İşte O yegâne mabud, yegâne galib geceyi gündüze çevi­ren, gündüzü geceye çeviren sonsuz bağışlayıcı Cenab-ı Hak'tır. O yegâne galib olan zata teslim olduğu­muzda O bize yeter. Biz onun iradesine teslim olmaz isek o zaman biz kendi irademize heva ve hevesimize tabi olmuş oluruz. O Allah'ın iradesinden başka bir iradeye teslim olunmaz.

Kur'ân'da "el-Vahidü'l Kahhar" şeklinde gelen "Kahhar" ismi altı kere geçmektedir. Bunlar:

1. "Ey zindan arkadaşlarım! Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa gücüne karşı durulamaz olan bir tek Allah mı?"[731]

2. "De ki: Allah  her şeyi yaratandır. Ve O, birdir, karşı durulamaz güç sahibidir." [732]

3. “... (İnsanlar) bir ve gücüne karşı durula­maz olan Allah'ın huzuruna çıktıkları gün (Allah bütün zalimlerin cezasını verecektir)."[733]

4. "(Resulüm) De ki: Ben sadece bir uyarıcı­yım. Tek ve Kahhar olan Allah'tan başka bir ilah yoktur."[734]

5. "O yücedir, O, tek ve Kahhar olan Allah.tır." [735]

6. "Bugün hükümranlık kimindir? Kahhar olan tek Allah'ındır." [736]

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"De ki Allah her şeyi yaratandır. Ve O, birdir, karşı durulamaz güç sahibidir."[737]

"O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar, Onların hiç bir şeyi Allah'a gizli kalmaz. Bugün hükümranlık kimindir? Kahhâr olan tek Allah'ındır[738]

"O, kullarının üstünde her türlü tasarrufa sahiptir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, herşeyden haberdardır."[739]

Allah Teâlâ, bütün varlıklara hükmedendir. Bütün mahlukat O'na boyun eğmiştir. Yerde ve göklerdeki bütün unsurlar ve maddeler O'nun kudretine, ve iradesine itaat ederler, Olanlar ancak O'nun izniyle olur, duranlar da ancak onun izniyle durur. O'nun dilediği olur, dilemediği olmaz. Bütün insanlar O'na muhtaçtırlar. Acizdirler. Kendileri için ne bir faydaya, ne bir zarara, ne bir hayra ne de bir şerre muktedir olamazlar. O'nun egemenliği, diriliğini, güç ve kudret sahibi olmasını gerektirir. Yaratıklara galibiyeti ancak diri, güçlü ve muktedir olmasıyla tamam olur. [740]

Çünkü bu üç sıfat -hayat, izzet ve kudret-olmasaydı O'nun egemenlik ve saltanatı da olmazdı. [741]

İsm-i şerîf kahr'dandır. Kahr, bir şeye onu hor, hakîr veya mahv ve helak edebilecek surette gâlib olmaktır. Allahu teâlâ Kahhâr'dır, her veçhile üstün ve dâima galiptir. Kuvvet ve kudretiyle her şeyi içinden ve dışından kuşatmıştır. Hiçbir şey O'nun bu ihatasından dışarı çıkamaz. O'na karşı her şeyin boy­nu büküktür. Kahrına yerler, gökler dayanmaz. Kahrı ile nice ümmetleri ve milletleri mahv ve perişan etmiştir. [742]

 

Kahr ve lûtf:

 

Kahrın zıddı lûtufdur. Lütuf, iyi muamele ile birinin gönlünü hoş etmek demektir. Allah'ın kahrı da var­dır, lûtfu da vardır. Yâni Allah, lûtfu için de, kahrı için de se­bepler, vâsıtalar yaratmıştır. Meselâ îmân ve irfan, adalet, doğruluk, hayır severlik ve bütün güzel huylar Allah'ın lûtfuna ulaştıran vâsıtalardır. Küfür, şirk, isyan, bilgisizlik, zu­lüm, yalancılık ve bütün kötü huylar da kahrına çarptıran se­beplerdir. [743]

 

Kullara Gereken:

 

Allah'ın kahrından sakınmalı, lûtfunu istemeli. Allah lûtfunun da, kahrının da sebeplerini bildirecek kitaplar ve bunları öğretecek mürşitler ihsan buyurduğu gibi, insanlara bu hakikatleri sezip anlayacak bilgi cihazı da bağışlamış ve sonra lûtfu ile kahrından herhangi birini istemek üzere onları serbest bırakmıştır. İnsanlar dünyaya gelir, büyür, reşit olur. Derken bakarsın Allah'ın verdiği serbestliğe binâen iki sınıfa ayrılıverir: Biri lütfunun sebeplerinden, öteki kahrının se­beplerinden hoşlanır. Her biri kendi zevkine göre arkadaş da bulur, beğendiği yolda yol alır ve bu uğurda ömrünün günleri­ni, saatlerini tüketir gider. Böyle yapmakla evvelki sınıf hal diliyle: Yâ Rab! Bizi lûtfuna erdir! Öbürleri de yine hal diliy­le:

Yâ Rab! Bizi kahrına çarptır! demiş olurlar ve bir gün gelir, her sınıf istediğini bulur. Allah'ın kahrından yine Allah'a sı­ğınırız. [744]

 

16. EL-VEHHAB

 

Karşılıksız olarak nimetlerini bol bol veren,[745] çeşit çeşit ni'metleri dâima bağışlayıp duran. [746]

"Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet ba­ğışla. Lütfü en bol olan sensin." [747]

"Vehhab" bağış anlamına gelen "hibe"den türe­miş olup çok çok bağış ve atiyyede bulunan demek­tir. Allah'ül-Vehhab: Bağışı bol yani hibe ve atiyyeleri bol olan Allah demektir.

Hibe ise, herhangi bir bedel ve menfaat olmak­sızın karşılıksız bağışlamak manasına gelmektedir. Eğer bu hibe çok olursa hibe sahibi "Vehhab" diye isimlendirilir. Bu da Ancak Allah Tealâ hakkında ger­çek bir hakikattir. İşte bundan dolayıdır ki yeni çocuk sahibi "bağışlayana şükrettim" der. Böyle bir kim­se için göz aydınlığı verme manasında "bağışlanan hakkında hayırlı olsun" denilir. Ve yine dua edilir­ken: "Ey Allah'ım günahlarımı bağışla, Allah'tan gü­nahlarımı bağışlamasını niyaz diyorum" denilirken "heb" ve "istevhebe" fiilleri kullanılır. Yani estağfir manasındadır.

Gerçek şu ki Allah'ın dışında karşılıksız bir şeyi veren hiçbir mülk sahibi yoktur.

Vehhab kelimesi Kitab-ı Kerim'de üç defa zikre­dilmiştir. Bunlar;

1. "(Onlar şöyle yakarırlar) Rabbimiz! Bizi doğ­ru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bi­ze tarafından rahmet bağışla. Lütfü en bol olan sen­sin." [748]

2. "Yoksa aziz ve lütufkâr olan Rabbinin rah­met hazineleri onların yanında mıdır!" [749]

3. "Süleyman: Rabbim! Beni bağışla; bana, ben­den sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hüküm­ranlık ver. Şüphesiz sen, daima bağışta bulunan­sın, dedi." [750]

İsm-î şerîf he'nin kesriyle hibe'dendir. Hibe, herhangi bir karşılık ve menfaat gözetmeden birine bir malı bağışlamak ma'nâsınadır. İsm-i şerîf bu ma'nâ'nın çokluğunu ifâde eder. Bu da her zaman, her yerde ve her şeyi verebilmek kudretidir. Meselâ:

Muhtaca mal, hastaya şifâ, câhile bilgi, kısıra çocuk, sıkılmışa kurtuluş... bağışlamak gibi.. Sonra en ufak, en ehemmiyetsiz hacetten, en büyük ve mühim hacetlere kadar hudutsuz, kayıtsız ve şartsız hakikî bağışlayıcı ancak Allahu teâlâ'dır. Çünkü her şeyi Allah yarattığından ve Allah verme­dikçe hiç kimse bir zerreye sahip olamıyacağından, hakikî olarak her şeyin sahibi de Allah'tır; bağışlayanı da Allah'tır. Allahu teâlâ, insanlar arasında bağışlayıcı bir sınıf yaratmış­tır. Bunlar, Allah'ın bağışlayıcılık sıfatını gösteren nişanedir. Bir insan bir veya birkaç insana birşeyler bağışlayabilir, bununla umûmun sevgisini üzerine toplar, işte bunu düşüne­rek El-Vehhâb ism-i şerîfîndeki büyüklüğe ermeli, ermeli de asıl sevginin ve minnettarlığın, mahlûkâtına namütenahi ni'metler bağışlayıp duran Allahu teâlâya aidiyetini kabul et­meli. Bu kabil insanları, bağışlayıcılık sıfatında kat'iyyen Allah'a ortak tutmamalı. Allah, her sıfatında olduğu gibi bu sıfatında da tektir, insanlar bağışladıkları malların muvakkat, ve iğreti olarak sahibi olsalar da yaratıcısı değildirler. O mal­ları onlara Allah bağışladığı gibi, verene verme muhabbetini, alana faydalanma kudretini bağışlayan da O'dur. [751]

 

Kullara Gereken:

 

Allah ile kulu arasındaki muameleyi, uşakla efendi arasın­daki muameleye benzetmemeli. Uşak efendisinin hizmetinde çalışır, emirlerini yerine getirmek için yorulur. Fakat bu çalı­şıp yorulmalar, efendinin şahsını sevdiğinden değil, ondan alacağı ücret içindir. Efendi de uşağı ile iyi geçinmek ister, ona ihsanda bulunur. Bâzı kusurlarına göz yumar, lâkin kat­landığı bu fedakârlık, uşağın şahsı için değil, onun hizmetine olan ihtiyacından dolayıdır, işte yaradılmışlar arasındaki bü­tün muameleler hep bunun gibidir. Birbirlerine hizmetleri, fedakârlıkları karşılıklı bir ihtiyacın mahsûlüdür. Allahu teâlâ'nın ise bir ismi de El-Ganî'dir. Yani O, hiçbir şeye muh­taç olmadığı için, O'nun bahşişleri hep lûtfunun, kereminin rahmet ve re'fetinin ifadesidir. [752]

 

17. ER-REZZAK, ER-RÂZIK

 

Bedenlerin ve ruhların gıdasını veren, [753] yaradilmışlara faydalanacakları şeyleri ihsan eden.[754]

Rızk, Allahu teâlâ'ınn bilhassa yaşayan mahlûkâtına fay­dalanmalarını nasip ettiği şeydir. Rızk yalnız yenilip içilecek şeylerden ibaret değildir. Kendisi ile intifâ olunan her şeye rızk denir. [755]

Bütün mahlukatın rızkını Cenab-ı Allah verir. O, rızkı pek çok ve bol veren yüce varlıktır. Kalpleri ve nefisleri gıdalandıran Allah'a hamdolsun. Allah nu­runu onlara ulaştırsın. Onları imana erdirip, taatta muvaffak kılsın. Cenab-ı Hak Teâlâ rızka kefildir. Her canın kendisiyle ayakta kalabileceği kadar rızkı verir. Allah yedirir, fakat yedirilmez. Bundan dolayıdır ki Kur'ân'da bu fiil insana nisbet edilmemiş, gerek doğ­rudan doğruya ve gerekse bir takım sebeplere bağlı olarak rızık verme Cenab-ı Hakk'a ait olduğu vurgu­lanmıştır.

Rızkı da, rızık verileni de yaratan Rezzak'tır. Rızıklardan yararlanma yollarını da yaratan O'dur. Rı­zık iki kısma ayrılır:

1. Bedenlerde zahir olan rızık. Yiyecek ve içe­cekler gibi.

2. Kalplerde gizli olan rızık. İlim gibi. Her iki rızkı da yaratan Allah'tır.

"Semada da rızkınız ve size vadedilen başka şeyler vardır." [756]

"Rabbiniz rızkı hem daha hayırlı, hem daha süreklidir." [757]

Kuşeyri "Kim Allah'ın Rezzak olduğunu bilirse ona yönelen gerçek bir ferd olmuş olur" dedi.

"Ailene namazı emret; kendin de ona sabırla devam et. Senden rızık istemiyoruz; (aksine) biz seni rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç, takva iledir."[758]

Allah'ın "Rezzak" ism-i cemili Kur'ân-ı Kerim'de bir kere zikredilmiştir[759]

er-Razzâk kelimesi "rızık veren" anlamındaki "râzık" kelimesinin mübalağa kalıbıdır ve çokluk ifade eder. er-Razzâk Allah Teâlâ'nın isimlerindendir.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Şüphesiz ki Allah pek çok rızık verendir." [760]

"Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı yalnızca Allah'ın üzerinedir." [761]

Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurur:

"Şüphesiz ki Allah, piyasada fiatları ayarlayandır, rızkı kısıp tutandır ve rızkı bol bol verendir." [762]

O'nun kullarını rızıklandırması iki çeşittir:

1- Genel rızıklandırma: Yaşamaları ve hayatlarını devam ettirmeleri için muhtaç oldukları her şeyi bütün mahlûkata ulaştırmasıdır. Onlar için rızkı kolaylaştırır, vücutlarında besin haline getirir ve  küçük büyük bütün  organlara ihtiyaçları olan gıdayı ulaştırır. Bu, iyi, kötü, müslüman, kâfir hatta bütün insanları, cinleri, melekleri ve hayvanları kapsayan bir rızıklandırmadır. Bir başka yönden de mükellefler hakkında gereklidir. Çünkü mükelleflerin elde ettikleri rızık bazan helâl yoldan olur ve bu rızıkla ilgili kul bir hesaba muhatap olmaz. Bazan de haram yoldan elde edebilir. Bu itibarla o da rızık ve nimet diye isimlendirilir. İster helalden isterse haramdan rızıklansın hepsine "Allah'ın rızkı" denilir.

2- Özel rızıklandırma: Bunun faydaları dünya ve âhirette süreklidir. Bu rızkın kullara ulaştırılmasında peygamberleri görevlendirir. Bu tür rızıklandırma da iki türlüdür:

a) Kalplerin ilimle, imanla ve imanı hakikatlerle  rızıklandırılmasıdır. Çünkü kalbler, hakkı tanımaya, onu talep etmeye ve Allah'a kulluk etmeye son derece muhtaçtır. Kalplerin zenginliği ve fakirlikten kurtulması bu rızıklanmayla hâsıl olur.

b) Bedenin helâl rızıkla rızıklandırılmasıdır. Allah Teâlâ'nın mü'minlere tahsis ettiği ve mü'minlerin istedikleri rızık her ikisine şâmildir. Kul,  kendisini  rızıklandırması  için  Rabbine  dua ettiği  zaman  niyetine  her  ikisini  de  almalıdır. "Allahım beni rızıklandır" şeklinde yaptığı duanın anlamı "kalbime faydalı olacak ilim, hidayet, marifet, bütün salih amellerin ve güzel huyların kaynağı iman ile bedenime fayda verecek helal, yararlı, meşakkatsiz ve sonunda verilecek hesabı olmayan rızık nasib et" demektir. [763]

 

Zâhîrî Ve Manevî Rızk:

 

Zahirî rızklar, her türlü yiyecek ve içecek, giyilecek ve kullanılacak eşya, nukut, mücevherat ve hattâ bir kimsenin çoluk çocuğu, karısı, vücudunun çalışma kudreti, bilgisi, mülk ve serveti hep bu kısımdandır. Allahu teâlâ insanlara eşyanın hassalarını, tabiat kanunlarını ve her şeyi idare eden esasları öğretmiştir. Bunlar hep insanlar için rızk ve refah se­bepleridir. Kâinatta her şey bir hazînedir, boş şey voktur.[764]

"Rabbena mâ halakte hazâ bâtıla" âyet-i celilesi tabiat­ta gizli olan bu hazîneler üzerine dikkat nazarlarımızı çekmek için indirilmiştir. Şu halde her şeyi incelemek ve ondaki has­salardan faydalanmak icâbeder. Yoksa malından, kudretinden, ilminden intifa edemiyenler merzuk değil, nasipsizdir. Manevî rızkların kaynağı semavî kitaptır. Fakat bugün dünya yüzünde hiçbir harfi değişmeyen ve indirildiği gibi aslını mu­hafaza eden tek kitap Kur'ân-ı Kerîm'dir. Kur'ân, en son Kitâb olarak bütün peygamberlerin sonuncusu ve yükseği, kâinatın kendisi ile iftihar ettiği Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz Hazretlerine indirilmiş­tir. Diğer kitapların ortada asılları yoktur. (Kitâb-ı mukaddes) nâmı ile ellerde dolaşan kitaplar, insan eliyle kirletilmiş, birçok hükümleri değiştirilmiş, birçok tahrifat yapılmıştır. Bu cihet, Kur'ân'ın şehâdetiyle sabit olmuş bir hakikat-ı kat'iyyedir. Onun için onlarda manevî rızk yoktur, manevî zehir vardır. Bunlardan sakınmak gerekir.

Maddî rızklar, yaradılışında saftır, temizdir. Fakat insan eliyle kirlenirse, insan ondan nefret ve istikrah eder. Meselâ, Nisan yağmuru temiz bir kap içinde toplanırsa, o suyu herkes kana kana son damlasına kadar içer, fakat aynı su içine kirli bir el dalarsa, hiç kimse onu içmek istemez. Manevî rızklar da böyledir. Allah'ın vahiy suretiyle indirdiği hakikatlere insan eli karışırsa saffet-i asliyesini kaybeder. Ruhun muhtaç oldu­ğu gıdayı veremez bir hâle gelir. [765]

 

Kula Gereken Şey:

 

Yiyeceğine, içeceğine, giyeceğine nasıl dikkat ediyorsa, iyisini ve temizini arıyorsa, ruhunun gıdası demek olan manevî rızkların da hâlisini ve temizini arayıp bulmak için da­ha fazla çalışması icabeder. Arayan bulur, elverir ki, samimî olsun. [766]

 

18. EL-FETTAH

 

İyilik kapılarını açan, hakemlik yapan,[767] her türlü müşkülleri açan ve kolaylaştıran. [768]

"Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır; onla­rı Ondan başkası bilmez." [769]

Rahmet hazinelerini kullarına açan Fettah Tealâ bütün noksan sıfatlardan münezzehtir. O, nefislere tevfik kapısını açan, dostlarının kalplerinden perdeyi kaldırandır. Kalpler ve gözlerin perdeleri hakkı gör­mesi için açılır.

O, kullarına melekut âleminin kapılarını açar, o takdirde "feth" açmak ve açıklamak olur.

Fettah'ın bir manası da "mahlukâtı, arasında hükmeden" demek olup, "feth" kökünden gelmektedir ve hüküm demektir. Fettah da bu bağlamda kulları arasındaki kapalı olan örtüyü açan, hakkı batıldan ayıran, hakkı üstün tutan, batılı zelil eden demektir.

Bu anlamda Cenab-ı Hak:

"Ey Rabbimiz ara­mızda hükmet" mealinde buyurmuştur.

Fatih ise zafer ve zafer kazanan anlamında kul­lanılmıştır.

"(Ey kafirler!) Eğer siz fetih istiyorsanız, işte size fetih geldi! (Yenelim derken yenildiniz)" [770]

Fettah kelimesi Kur'ân'da bir kere zikredilmiştir

"De ki: Rabbimiz hepimizi bir araya toplaya­cak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir. O, en âdil hüküm veren, (her şeyi) hakkıyla bilendir." [771]

"Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sa­dece Allah'a dayanırız. Rabbimiz! Bizimle kavmi­miz arasında adaletle hükmet! Sen hükmedenle­rin en hayırlısısın." [772]

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir. O, en âdil hüküm veren, (herşeyi) hakkıyle bilendir." [773]

el-Fâtih: Hükmeden demektir: el-Fettah, mübalağa kalıplarındandır.

"el-Fettah" hakemlik ve hâkimlik yapan, iyilik yapan ve cömert anlamlarını ihtiva eder. [774] Allah Teâlâ'nın açması iki kısımdır:

1- Dînî ve cezai hükümleri açması,

2- Kaderi hükümleri açması.

Dini hükümlerini açması, peygamberleri vasıtasıyle, mükelleflerin muhtaç olduğu ve onları doğru bir yola sevkedecek olan bütün şer'i hükümleri açıp ortaya koymasıdır. Cezaî hükümlerini açmasına gelince, o da, peygamberleri ile muhalifleri, dostları ile düşmanları arasını, peygamberlerine ve tâbilerine ikram etmek ve onları başarıya ulaştırmak, düşmanlarını da cezalandırıp zillete düşürmek suretiyle hallü fasledip açmasıdır. Kıyamet gününde herkesin yaptığının karşılığını vermek suretiyle insanlar arasında hükmetmesi ve iyilerle kötülerin arasını açması da böyledir.

Kaderî hükümleri açmasına gelince bu, O'nun kulları hakkında hayır ve şerri, fayda ve zararı vermek ve vermemeyi takdir etmesidir. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurur:

"Allah'ın insanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutup hapsedebilecek yoktur. O'nun tuttuğunu O'ndan sonra salıverecek de yoktur. O, üstündür, hikmet sahibidir." [775]

Rabb Teâlâ, Fettahu'l-Alîm'dir. İtaatkâr kullarına cömertlik ve iyilik hazinelerinin kapılarını açar. Düşmanlarına da bunun zıddını açar. Bu O'nun lütfundan ve adaletindendir. [776]

İsm-i şerîf feth'dendir. Feth, kapalı olan şeyi açmak ma'nasınadır. Kapalı bir şeyi açmak çeşit çeşit olur. Maddî olur, bir kapıyı, bir kilidi açmak gibi. Manevî olur, yürekten tasaları, kederleri atıp gönlü açmak gibi. Iztırapla yanan yü­rekleri, sevindirici şeylerle serinletmek feth olduğu gibi; an­laşılması güç olan ilimlerin üstünden zorluğu kaldırmak, zih­nin takılıp kaldığı müşkülleri açmak da fethdir. Bunların en kıymetlisi kalbin kapısını ledünnî ilimlere karşı açmaktır. İsm-i şerîf bunlara ve daha başka ma'nâlara da şâmildir. Çünkü bütün hayr ve bereket anahtarları Allahu teâlâ'nın emrindedir, bütün zorlukları da açacak ancak O'dur. Maddî olsun, mânevi olsun, dince ve dünyaca olsun her hangi bir lûtfunu, ni'metini açarsa onu önliyecek ve tutacak bir kuvvet yoktur, insanlar bu lütuf ve ni'metten doya doya faydalanırlar. Amma herhangi bir ni'met ve rahmetin de kapısını Allah açmazsa, o ni'metin değil kendisini, kokusunu bile duyuracak kuvvet bulunmaz.

Allahu teâlâ, din işlerinde hidâyet ve mağfiret kapıları açıverir, nice insanlar sırlar hazînesi, hikmetler öğreticisi olur. Dünya işlerini açar, nice fakirleri zengin yapar, mazlumlara yardım eder, keder ve ıztırap içinde yaşayanların acılarını gi­derir. [777]

 

Kula Gereken Şey:

 

Bilmelidir ki, Allah'ın feth ve yardımı hiç kesilmez. Her insan için her saat, görünmez kapılardan gönlüne bir hayr ve bereket kapısı açılmak mümkündür. Allah'tan bunu istemek ve sebeplerine yapışmak lâzımdır. Meselâ, sıkışmışlara fe­rahlık vermek, işte bu sebeplerden biridir. Senden zayıf olan­lara merhamet et ki, senden kuvvetli olanların kahrına uğramıyasın, gücün yeterse, elinden gelirse düşmüşlere yardım et, düşkün vaktinde sana da bir yardımcı bulunur. Hele hiç insan incitme! Zira felâket ve musibet zamanında böylelerine kimse acımaz. [778]

 

19. EL-ALÎM

 

Hakkıyla bilen.[779] her şeyi çok iyi bilen. [780]

İlmi sonsuz olan Allah (c.c.) noksan sıfatlardan münezzehtir. Allah Tealâ'nın ilmi bütün malumata şamil ve her şeyi kuşatmıştır. Ve ilmi ezelidir. Hiçbir gizli şey Allah'a gizli kalmaz. İlminden hiçbir şey hali değildir.

Kıyamet saatinin bilgisini, gökleri ve yerdeki gaybleri sadece Yüce Allah bilir. Hz. Adem ve Muhammed (s.a.v.)'e isimleri O öğretmiştir. Allah risaleti kime vereceğini en iyi bilendir.

"İlm" Kur'ân'da türevleriyle birlikte en çok kulla­nılan bir kelime olup "bir şeyi tam ve kesin bilmek" anlamındadır ve diğer kelimelerle de terkib halinde kullanılmıştır.

Allah'ın "Alim" ismi 154 yerde zikredilmiş olup bunlar şu şekilde geçmektedir.

"O, muttakileri bilendir.", "O yaptıklarımızı bi­lendir.", "O, istediklerimizi bilendir.", "O, yaptıkları­nızı bilendir.", "Allah yaptıklarınızı bilendir.", "Allah yaptıklarımızı bilir.", "Allah fasidleri bilir.", "Allah za­limleri bilir.",   "Allah her şeyi bilir", "Allah göğüslerdekini bilir.", "O, işitendir, bilendir.", "O, hikmet sa­hibi bilendir.", "O, aziz ve bilendir.", "O'nun, ilmi her şeyi kuşatandır.", "Allah her şeyi bilir ve haber­dardır.", "O, her şeyi bilen ve her şeye kadirdir.", "O, her türlü kapıları açan ve bilendir.", "O, her şeyi bi­len ve hilm sahibidir.", "O, her türlü noksanlıklardan münezzeh; iyiliğin karşılığını veren ve bilendir."

Bir ayette de "alim",  "rahim"  sıfatı ile zikredil­miştir.

"Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şe­yi kuşatmıştır." [781]

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"O, kullarının üstünde her türlü tasarrufa sahiptir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, herşeyden haberdardır." [782]

"Şüphesiz ki Allah herşeyi bilendir." [783]

O, alimdir, ilmi herşeyi kuşatıcıdır: Varlığı zorunlu olanları, imkansız olanları ve mümkün olanları, herşeyi ilmiyle kuşatmıştır. Kendisini, mukaddes ve muazzam sıfatlarını bilir. Bunlar, varlığı zorunlu olan vâcibâttır. Mümkün olmayan şeylerin imkansızlık durumlarını da, var olmuş olsalardı ortaya çıkacak durumları da bilir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur:

"Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar olsaydı, yer ve gök (bunların nizamı) kesinlikle bozulurdu." [784]

"Allah çocuk edinmemiştir; O'nun yanında hiçbir tanrı da yoktur, olsaydı, her tanrı kendi yarattığı ile gider ve birbirinden üstün olmaya çalışırlardı." [785]

Bu ve benzeri anlattığı şeyler, O'nun bildiği ve gerçekleşmesi imkansız olan şeylerdir. Bu tür şeyler bir faraziye olarak gerçekleşmiş olsaydı ortaya çıkacak durumu da Allah haber verir. Allah ayrıca olması imkan dahilinde olan şeyleri de bilir. Bunların meydana gelmesi de, gelmemesi de caizdir. Meydana gelenleri vardır, bir hikmet gereği meydana gelmeyenleri vardır. O, alimdir. O'nun ilmi hem maddî âlimi, hem de ruhî âlemi kuşatmıştır. Hiçbir zaman ve mekan O'nun bilgisinin dışında değildir. Görüleni de görülmeyeni de, gizli olan şeyleri de açık olan şeyleri de bilir.

"Şüphesiz ki Allah herşeyi bilir." [786]

Allah'ın ilminin kapsamına ve en ince şeyleri bütün tafsilatıyla bildiğine dair deliller sayılamayacak kadar çoktur. Ne yerde, ne gökte zerre ağırlığınca bir şey O'ndan gizli kalmaz.

Zerreden daha küçük ve daha büyük olan da gizli kalmaz. O, gaflete düşmez ve "unutmaz. Bütün genişliğine ve çeşitliliğine rağmen insanların bilgisi Allah'ın bilgisine nisbetle bir hiç mesabesindedir. Allah'ın kudretine  nisbetle kulların kudreti de böyledir. Bunlar hiçbir şekilde birbirine  kıyas  bile edilemez. İnsanlara bilmedikleri şeyleri öğreten de O'dur. Güçlerinin yetmediği şeylerde onları güç sahibi kılan da O'dur. Nitekim O'nun  ilmi  hem  bütün  cismanî  âlemi, hem rûhânî âlemi, hem de onlardaki yaratıkların zatlarını, sıfatlarını, fiillerini ve bütün işlerini kuşatmıştır. O, olan şeyleri de, sonsuz gelecekte vuku bulacak şeyleri de bilir. Ayrıca olmayan bir şeyin şayet olsaydı nasıl olacağını da bilir.

Mükelleflerin buluğ çağlarından itibaren her türlü hallerini, öldükten ve tekrar dirildikten sonraki durumlarını bilir. O'nun ilmi, hayır ve şer onların bütün amellerini,  bu amellerin ahretteki karşılıklarını ve bunların ayrıntılarını kapsar. [787]

Hulasa Allah Teâlâ'nın ilmi gizli olan şeyleri de açık olan şeyleri de zorunlu olan şeyleri de imkansız ve mümkün olan şeyleri de, ruhanî âlemi de cismânî âlemi de, geçmiş zamanı da şimdiki ve gelecek zamanı da kuşatır. Hiçbir şey O'na gizli kalmaz. [788]

Allahu teâlâ Alîm'dir. Her şeyi bilir. Olmuşları bildiği gi­bi, olacakları da, olmuşlar kadar açık bilir. Zamanın başladığı tarihten sonuna kadar olmuş, olacak her şey Allah'ın ilminde her lâhza hazırdır. Hiç bir hâdise Allah'ın ilminden bir lâhza dışarıda kalamaz. Hiç bir şey O'na karşı kendini gizliyemez. Mahlûkat O'nun yaratmasıyle var olduğu gibi, O'nun tâyin et­tiği kadar yaşar, yer, içer. O'nun müsâade ettiği kadar bilir, ilerisini bilemez. Öteki sıfatları da böyledir. Meselâ, Allah'ın muktedir kıldığı kadar yapar, ilerisine gücü yetmez. O'nun irâ­de ettiği kadar görür, işitir, ilerisinden haberi olmaz, insanla­rın her şeyi bir hudut içinde ve bîr ölçüye göre olduğu gibi, bilgileri de böyle. [789]

 

İnsanlardaki İlmin Kıymeti:

 

Bu varlık içinde insanın bildiği bir ise, bilmediği hadsiz ve hesapsızdır. Meselâ, arz küresi, insanın evi demektir. İnsan oturduğu evin muhteviyatını bile henüz tamâmiyle öğrenmiş değildir. Halbuki bu evin içinde, mahzenlerinde, ambarların­da, dolaplarında acaba daha neler var? diye asırlar boyunca dur­madan, dinlenmeden araştırmalar yapagelmiştir. Yattığı yerin bir metre altında, altun hazînesini bilemediği için açlıktan ölen bir insan farzedelim. Yahut devasız derde düşmüş, ümit­sizlik içinde ıztırap çekiyor. Kimbilir o bilinemeyen deva, belki de hergün çiğneyip geçtiği bir ottadır, işte bu haller, her şeyi öğrendim zanneden insanların hakîkaten acınacak tarafla­rıdır. Evet insanlar bir çok şeyler öğrenmiştir, fakat daha öğre­nilecek o kadar esrar var ki, bilgi arttıkça bunların kesafeti de artıyor. Bir de şu var ki, insanlar bildikleri şeylerde tam ve mutlak bir biliş sahibi olamıyorlar; bütün bilgiler eşyanın ve hâdiselerin dışında kalıyor. İç yüzüne nüfuz etmeye sarfedilen gayretlerin sonu, acze varıp dayanıyor. İnsanların bilgi husu­sundaki aczleri, asıl istikbâle dönünce daha açık canlanır. Bir lâhza sonra ne olacak? Bunu görebilecek bir göz veya gözlük insana verilmiş değildir. Zaten bir insanın nihayet yüz senelik hayâtı, ezellerin, ebedlerin sonsuzluğu içinde nedir ki? Göz açıp yumacak kadar bir zaman değil mi? Bu kadar kısa bir ömür içinde neyi görecek, neyi bilecek? Eğer aczini görebilirse ne mutlu!

İnsanoğlu, bu günkü atom devrinde elindeki hikmet ve kimyanın ışığıyle denizlerin dibinde yüzmesine, havaların üstünde gezmesine rağmen, bilgisi de, kendisi de dar bir çem­ber içinde bağlı bulunmaktadır. Meselâ, oturduğu arzın sat­hından merkezine doğru yüz kilometre inemediği gibi, aksi is­tikamette de başını alıp hudutsuz uzaklaşamaz. Halbuki arzın tabiî büyüklüğüne bakarak bu kadarcık mesafe, bir yumurta kabuğu kalınlığı demek olduğuna göre, mağrur insan, iki ka­buk arasına sıkışmış kalmış bir vaziyetle olduğunu unutur ve­ya idrak etmezde, her şeyi bilirim ve her şeyi yaparım zanne­der. Zaman olur ki, insan bildiklerini unutur da bilmez hâle gelir. (Unutmak, ilmin âfetidir.) Bâzan da insan bildiği şeyde yanılır ve yanlış bilir. Hakkı bâtıl, bâtılı hak sanır. Hele bu ne kadar fecidir! [790]

 

Kula Gereken Şey:

 

İnsanda birtakım kemâller bulunduğuna şüphe yok, fakat bunların mahdut olduğunda da şüphe yoktur. Öyle ki; İnsanın yaşayışı mahdut, mevkii mahdut, bilgisi mahdut, iktidarı mahdut, her şey mahduttur. Kendisinde gördüğü bu mahdut kemâllerden nâmahdut kemâl sezmeli ve bütün nâ'mahdut kemâllerin hakîkî sahibi bulunan Allahu teâlâ'yı bilip rızası­nı gözlemeli. Ebedî sâadet, O'nun rızâsına ermektir. [791]

 

20. EL-KABID

 

Rızıkları belli bir ölçüye göre veren, ruhları kabzeden,[792] sıkan, daraltan. [793]

"Kabz" mastarından ism-i fail olup nimet ve rızıkları belli bir ölçüye göre veren, ruhları kabzeden demektir.

Esmâ-i Hüsnâ hadisinde "basit" ismi ile zikredil­miştir. [794]

"Allah (rızkı) kısar da, açar da. Hep ona döndü­rüleceksiniz." [795]

 

21. EL-BASIT

 

Rızkı genişleten, ruhları bedenlere yayan,[796] açan, genişleten. [797]

"Bilâkis, Allah'ın elleri açıktır, dilediği gibi ve­rir." [798]

Rızkı tutup, ruhları alan ve rızkı genişleten Al­lah her türlü noksanlıklardan münezzehtir.

"Kabz" kelimesi "bast" kelimesinin zıddı olup, "bast" arapçada "genişletmek" manasına gelir. Onun "kabz" manasına alınması da mümkündür.

Allah (c.c), rızkı kullarından dilediğine bol bol verir. Sübhanehu Tealâ nefisleri sürür ve sevinçle genişletir.

Basit, hayattayken cesedlerde ruhları yayan öl­dükten sonra ise amelleri arzetmek için kalıplara ru­hu yayan demektir.

"Bast", lügatta yaymak, "baslatü" genişlik ma­nasına gelir. Basit, geniş demektir.

Basit, Allah'ın sıfatlarından bir sıfattır. Allah, bu sıfatının bir tecellisi olarak rızkı dilediğine genişletir. Yani çok bol rızık verir. Bu sıfat Kur'ân-ı Kerim'de fazla geçmemiştir. Sıfat fiil olarak Ra'd 13/26'da şöy­le geçmektedir.

"Allah rızkını dilediğine bollaştırır."[799]

Bütün varlık, Allahu teâlâ'nın kudret kabzasındadır. iste­diği kulundan, ihsan ettiği servet ve sâmânı, evlât ve ıyâli ya­hut hayat zevkini, gönül ferahlığını alıverir. O adam zengin­ken fakir olur, yahut evlât acısına boğulur, yahut iç sıkıntısı­na, ıztırap ve huzursuzluk içine düşer, işte bu haller El-Kâbıd isminin hükümleridir, istediği kuluna da yepyeni bir hayat verir, neş'e verir, rızk bolluğu verir; bu da El-Bâsıt isminin tecelliyâtıdır. Allah hakimdir, kuluna bâzan bast ile bâzan da kabz ile muamele buyurur. Bast ettiğinde de, kabz ettiğinde de hikmeti vardır. Hayat imtihandan ibarettir. Allah her kulunu bir çeşit imtihana tâbi tutar. [800]

 

Kula Yaraşan Şey:

 

Kabz vaktinde elden çıkan ni'metlerden dolayı hasbelbeşeriyye müteessir olsa bile, kendini şaşırmamak, (sabr) denilen fazileti bütün bütün kaybedecek derecede yerinmemek, bast vaktinde de şımarıp gurur ve heyecana kapılmamak, (şükr) denilen fazileti unutacak derecede sevinmemek ve bu hallerin hepsinin de Allah'ın takdiri ile Allah'tan geldiğini ve nice giz­li hikmetleri bulunduğunu düşünmek, her iki halde de gönlü­nü Allah'ın rızâsına ve hoşnutluğuna bağlayarak kulluk vazi­felerini yerine getirmekten uzaklaşmamaktır. Şu muhakkak­tır ki, taşkınlığa ve şaşkınlığa kapılmadan edebi gözeten, ciddî ve ağırbaşlı insanlar, Allah'ın yardımını ve muhabbetini kazanmış olurlar.

Tenbih: El-Kâbid ism-i şerifini tek olarak okumayıp El-Bâsıt ism-i şerîfiyle beraber okumak edebe muvafıktır.[801]

 

22. EL-HAFİD

 

Alçaltan, zillete düşüren[802] Yukarıdan aşağıya indiren, alçaltan. [803]

Allahu teâlâ, istediği kulunu yukarıdan aşağı alıverir. Şan ve şeref sahibi iken rezil ve rüsvây eder ve bu muamelesi çok defa, kendisini tanımayan, emirlerini dinlemeyen âsîlerle başkalarını beğenmiyen mütekebbirler ve hak, hukuk tanıma­yan zorbalar hakkında tecellî eder.

Allah'ın düşürdüğünü yine Allah'tan başka kimse kaldıra­maz. Eğer bunlar bu akıbetten uyanıp ta, Allah'a iltica ederek vaziyetlerini kurtarabilirlerse, bu muamele kendileri için bü­yük bir ni'met olmuş olur. Bir de bu kötü sıfatlarda onlara or­takken, henüz bu akıbete düşmemiş olanlar, bunlardan ibret alarak salâh-ı hâl peyda ederlerse, kendi menfaatları için bü­yük bir anlayış göstermiş olurlar. Çünkü bu kötü sıfatlar, in­sanı bu akıbete sürükleyici sebeplerdir. [804]

 

Kula Gereken Şey:

 

Bilmek lâzımdır ki, düşüren Allah'tır, fakat sebebi insanın kendisidir. Dikkat edilirse, düşenlerin uzun zamanlar bu kötü sıfatlarla haşir neşir oldukları görülür. Herkesin bildiği gibi maddî olsun, mânevi olsun yıkan ve yükselten sebeplerden her biri dâima ayni neticeyi verir ve hiç şaşmaz. [805]

 

23. ER-RAFİ

 

Yücelten, izzet ve şeref veren, [806] yukarı kaldıran, yükselten. [807]

Bu iki sıfat birbirinin zıddı olduğu için ikisini birlikte incelemeyi uygun bulduk.

"Hafid", kafirleri ve facirleri alçaltan, "Rafı" mü'min salih kullarını yücelten ve yüce mertebelere erdiren demektir.

Kafirleri şekavetle alçaltan, zillete düşüren, mü'minleri mutlulukla yücelten, Allah'ı noksan sıfatlar­dan tenzih ederiz. Allah Sübhanehu Tealâ dostlarını kendisine yaklaştırmakla mertebesini yükseltir. Düş­manlarını ise uzaklaştırmakla alçaltıp, zillete düşü­rür.

Din gününün sahibi olan Allah, noksan sıfatlar­dan münezzehtir. Allah (c.c.) bir topluluğu cehenne­mine atmakla alçaltır ve zillete düşürür. Diğer bir kısmını cennetine koymakla yükseltir.

Mizan kendi yedi kudretinde olan hertürlü nok­sanlıklardan münezzeh olan Allah alçaltır ve yüksel­tir.

"Kıyamet koptuğu zaman, ki onun oluşunu yalanlayacak hiçbir kimse yoktur. O, alçaltıcı ve yükselticidir." [808]

Allahu teâlâ istediği kulunu indirdiği gibi, istediği kulu­nu da yükseltir. Şan ve şeref verir. Bâzı gönülleri îmân ve ir­fan ışığıyle parlatır, yüksek hakikatlerden haberdar eder. Bâzı gönülleri de gaflet ve cehaletle karartır. Onlar da alçaklık çev­relerinde mıhlanır kalır.

Allah'ın yükselttiği insanlar çok defa melek huylu, tatlı dilli, yemekten ziyâde yedirmekten zevk alan, temas halinde bulunduğu insanların ayıplarını, kusurlarını örtüp, eksikleri­ni tamamlayan, istihkak sahiplerine malıyla, bedeniyle, bilgisiyle, nasîhatiyle yardım eden, hakîkaten nâzik, kibar in­sanlardır. Onlar bu istikâmetten ayrılmadıkça Allah da kendi­lerinden bu ni'meti almaz.

Allah'ın itibardan düşürüp aşağılattığı kimseler yine çok defa mukaddesatını arka plânlara atarak geçici dünya zevkleri için yalan, binbir çeşit hile ve tezvir tuzakları kuran, birbiriy­le boğuşup çarpışan, haksız, utanmaz, kavgacı mahlûklardır. Bunların görünüşleri göz doldursa bile, gönülleri hakikî in­sanlık meziyetlerinden sıfır olduğu için kelp tabiatlıdır, in­sanlık mahfiline çıkacak kabiliyetleri yoktur. Yüzlerce insan bir masada tatlı tatlı sohbet ederek yemek yer, fakat iki köpek bir laşenin başında hırlaşır durur. însanı Allah'tan uzaklaştı­ran dünyalık da, bir laşedir. [809]

 

Kula Gereken Şey:

 

Allah insanlar içinde yükselmeğe lâyık olanları da bilir, olmayanları da. Bildiği gibi de yapar. Her işi hikmetli ve yerli yerinde olur. Bize düşen vazife, insanlığa yaraşmayan kötü­lüklerden kurtulmağa çalışmaktır. Ancak böylelerinedir ki, Allah yardım eder.

Tenbih: EI-Hâfıd ism-î şerifini tek başına okumayıp Er-Râfi' ism-i şerîfi ile beraber okumalıdır. [810]

 

24. EL-MUİZ

 

Yücelten, izzet ve şeref veren,[811] izzet veren, ağırlayan. [812]

 

25. EL-MUZİL

 

Alçaltan, zillet veren,[813] zillete düşüren, hor ve hakîr eden. [814]

Yine bu iki sıfatı daha iyi anlayabilmek için bir­birine zıt bu iki ismi birlikte inceleyeceğiz.

"De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğin­den geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Ger­çekten sen her şeye kadirsin." [815]

Muizz; sözlükte değerli ve şerefli olmak, güçlü, yenilmez, şeref ve güç manasına gelen "izzet ve izz" kökünden gelmiştir.

Muzill, izzetin zıddı olup zillet ve alçaklık olan zillet kökünden gelmekte olup zillet veren demektir.

Allah Tealâ, itaat edenlere itaatları karşılığı izzet ve şeref verir. Dostlarını koruyarak onları yüceltir. Sonra onları rahmeti ile mağfiret eder. Sonra onları hürmet evine nakleder ve onlara zatını ve cemalini göstererek ödüllendirir.

Allah (c.c.) dilediğini mal sahibi ve izzet sahibi kılar. Günah işleyerek asi olan günahkârları da zelil eder. Cenab-ı Hak, düşmanlarını kendisini tanımak­tan mahrum bırakmakla, onları haramlarıyla başbaşa bırakarak, sonra da onları dar-ı ukbaya o şekilde naklederek, onları rahmetinden terk ederek ve lanetiyle mukabelede bulunarak zelil eder.

Allah Tealâ'nın hor ve hakir ettiğini, kimse şe­refli ve aziz kılamaz. İzzet ve şerefe ulaştırdığını da bütün insanlar bir araya gelse zelil edemez.

Kim Allah'a itaat eder ve günahlardan kaçınırsa Allah onu yüceltir. İtaati devam ettiği müddetçe bu şeref onunla devam eder. Günaha daldığında ise Al­lah onu hor, hakir ve zelil kılar. O halde bir insan Al­lah'ın verdiği şerefle nasıl asi olabilir? Hayır bu mümkün değildir. Allah bundan dolayıdır ki izzeti taata bağlamıştır. İzzet, taat, nür ve perdenin kaldırıl­masıdır.

Hak Tealâ, zilleti masiyyete bağlamıştır. Zillet, masiyyet zulüm, Cenab-ı Hak'la kişi arasına perde indirmedir. [816]

İzzetin zıddı zillettir, izzet kelimesinde şeref ve haysiyet, zillet kelimesinde alçaklık mâ'nâsı vardır. Bunlar hep, Allahu teâlâ'nın mahlûkâtı üzerindeki tasarrufları cümlesindendir. Allah istediği kuluna izzet verir, o kul haysiyet ve vekar sahi­bi olur. Yalancılığa, samimiyetsizliğe tenezzül etmez. Evet o da bir insandır. Yemek, içmek, hayâtın her türlü zevklerinden faydalanmak ister, fakat onları hep doğru ve meşru yollardan temin etmeğe çalışır. Çünkü Allah, insanların arzu ettikleri zevklerin hepsi için kendi rızâsı ve müsâadesi içinde yollar göstermiştir. Kul, o yollardan başka türlüsüne, ölür de yine gitmez, çünkü izzet-i nefsi buna mânidir.

İzzet, kibirden başkadır, bunları biribirine karıştırmamalı. İzzet, bir insanın kendi haysiyetini tanıması ve onu fâni ni'metler için Allah'ın razı olmıyacağı yollara saparak hakare­te düşürmeyip kıymetli tutmasıdır. Kibir ise, insanın kendi­sini bilmemesi ve onu hakikî mevkiinin üstünde tutmasıdır. İzzet, Allah'ın verdiği bir şeref, bir irfandır. Fakat kibir bir maskaralık olduğundan, Müslümanlar için haramdır. Kibir, maskaralıktır diyoruz. Evet, çünkü azıcık fikir sahibi olan bir insan; yerin, göğün büyüklüğünü düşününce, üzerinde barındığımız koca dünyânın âlem içinde bir zerreden fazla olmadı­ğını anlar. Halbuki insan da o arzın üzerinde bir zerre kalıyor. Şu halde yere, göğe karşı bile büyüklenmek haddi değilken, onları yaratan Hâlık'a karşı kibir taslamağa kalkması, ne büyük cehalet ve ne hazin bir maskaralıktır!

İnsanlar içinde itibarsız, haysiyetsiz, zillet içinde yaşa­yanlar da vardır. Bunların gönülleri dünya hırsı ile yanıp tu­tuşmaktadır. Cimrilikleri yüzünden kendilerinden hayır gel­mez. Bunların şiarı, dünya menfaati için nefsini alçaltmak, yârın Hak'kın huzurunda yüzlerini kara çıkaracak çirkinlikle­re tenezzül etmektir. Hele iki günlük azığı bulunan bir Müslümanın dilenmesi, şunum yok, bunum yok diye önüne geleni rahatsız etmesi, zilletin en bariz örneklerindendir ve haram­dır. Hakikî bir Müslüman fâni ni'metlere düşkünlük yüzünden Allah'tan başkasına zillet göstermez ve tapınmaz. [817]

 

Kula Gereken Şey:

 

Zillet ve hakaretten kurtulmak, şerefli, haysiyetli ve kuv­vetli olmak istiyen bir kul bilmelidir ki, her türlü izzet ancak. Allah'ındır ve Allah'ın emrindedir. Bunun için izzet isteyen­ler, şuna buna taparak kendilerini zelil etmemeli, hepsini ge­çip Allah'a yükselmeli ve ancak Ondan istemelidir.

Bilindiği gibi her inkılâpta mühim değişiklikler olur. Bu arada birçok insanlar yukarıdan aşağıya düşer. Aşağıda görü­len birçok insanlar da yüksek mevki'lere çıkar. En büyük in­kılâp ise âhiret inkılâbıdır. Bu gün fakir ve zelil gibi görülen­leri Allah yarın kuvvetlendirip büyük büyük izzetlere erdirir. Zengin ve kavi sanılanları da zelil ve perişan eder. Mes'ul ol­mayız zannedenleri mes'ul eder. Uykudakileri uyandırır, ölüleri diriltir, Resulüne vâdettiklerini yerine getirir. O her şeye kadirdir. [818]

 

26. ES-SEMİ'

 

Her şeyî işiten, [819] iyî işiten. [820]

"O'nun benzeri olan hiçbir şey yoktur. O, işi­tendir, görendir." [821]

Sözlükte "Sem" işitmek, duymak gibi manalara gelir. Terim olarak "Allah Tealâ'nın işitilecek her şeyi tam olarak işitmesi" demektir. Sübhan, kullarının bütün dua ve niyazlarını işitir. Hiçbir nida onu meş­gul etmez. Birinin duasına icabet etmesi diğerinin dua ve isteğine icabet etmesine mani değildir.

Cenab-ı Hak, zorda kalan kimsenin duasına icabet eder ve kötülüğü kaldırır. İstiğfarda bulunan­ların günahını bağışlar. Sığınma anında tevbeye mu­kabelede bulunur. Özür dilendiğinde özre mukabelede bulunur.

Sübhan Tealâ, göğüslerdeki bütün gizlilikleri bi­lir. Bütün fısıltıları işitir. Yeryüzünde ve gökyüzünde hiçbir şey ona gizli kalmaz.

Her türlü noksanlıklardan münezzeh olan Allah her şeyi işiten, gören, kullarının davetine icabet eden her şeyi gözetendir. "es-Semiu"' işitme manasında icabet etmek demektir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.)

"Ey Allah'ım! İşitilmeyen duadan sana sığınırım" bu­yurmuştur. Yani "icabet edilmeyen duadan sana sı­ğınırım" demektir.

"Es-Semi" bir manası da kabul etmek demektir. Zira rükudan doğrulurken "Allah hamdeden kimseyi işitti" yani Allah hamd eden kimsenin hamdini kabul etti, demektir.

Resulullah (s.a.v.);

"Allah'ım! Dört şeyden sana sığınırım: Faydasız ilimden, huşu duymayan kalpten, doymayan nefisten, işitilmeyen (kabul olunmayan) du­adan" derdi.

Kur'an-ı Kerim'de, Allah'ın Semi' ismi 45 defa zikredilmiştir. Bunlar, Es-Semiu'1-alim, ve huve's-Semiu'1-alim, ve huve semiu'd-du'a, ve huve semiu'n-karib şeklinde geçmektedir. [822]

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

 "Allah herşeyi işiten ve herşeyi görendir." [823]

Allah Teâlâ Kur'an'da çoğu defa işitme sıfatı ile görme sıfatını birlikte zikreder. Bu iki sıfat işitme ve görmeye konu olan gizli ve aşikar herşeyi içine alır. Es-Semî', işitmesi işitilecek herşeyi kapsamına alan demektir. Allah Teâlâ ulvî ve suflî âlemdeki bütün sesleri gizlisiyle açığıyla hepsini işitir. O'na göre sesler arasında fark yoktur, sanki tek bir ses gibidir. Seslerin hiçbirisini diğerine karıştırmaz. Hiçbir lisan O'na gizli değildir, hepsine âşinâdır. Uzak, yakın, gizli, açık O'na göre müsavidir.

"Sizden sözü gizleyenle onu açığa vuran, geceleyin gizlenenle gündüzün yürüyen (O'nun ilminde) eşittir."[824]

"Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikayette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah sizin konuşmanızı işitir. Allah işitendir, görendir." [825]

Hz. Aişe (r.a.) bu ayetle ilgili olarak  [826]şunları demiştir: İşitmesi bütün sesleri kuşatıcı olan Allah çok yücedir. Rasûlullah'a (s.a.v.) şikayet için gelen bu kadın konuşurken ben yan odada bulunuyordum ve sözlerinden bir kısmını duyamamıştım. Nihayet bu ayet nazil oldu.

Allah Teâlâ'nın işitmesi iki türlüdür:

Birincisi; açık ve gizli, alçak ve yüksek bütün sesleri işitmesidir. O'nun işitmesi bütün bunları tam olarak ihata eder.

İkincisi; dua eden, isteyen ve ibadet eden kimseleri işitip onlara icabet etmesi ve karşılıklarını vermesidir. Şu ayette buna işaret edilir:

"Şüphesiz Rabbim duayı işitendir." [827]

Namaz kılan bir kişinin rüku'dan doğrulurken söylediği "Allah kendisine hamdedeni işitir" sözünün anlamı "O'na icabet eder" demektir. [828]

Allahu teâlâ işitir. Yüreklerimizdeki sözleri, ellerimizin hafif dokunmasından husule gelen sesleri işitir. Mesafeler O'nun işitmesine perde olamaz. Kâinatın her noktasında işi­tilmek şânından olan her şeyi işitir. Birini işitmesi, ötekileri­ni işitmesine engel olamaz. Her hâdiseyi ayni derece açık ola­rak işitir.

İnsanlardaki işîtme sıfatı, Allahu teâlâ'nın işit­mesine benzemez. Evvelâ insanların işitmesi, görmesi de bir­çok şartlara bağlıdır, işitme cihazı dediğimiz kulaktaki bir ta­kım teşkilât, hava ve havanın ihtizazı gibi ki, bu şartlardan birine arız olacak sakatlık, işitme sıfatını derhal yok eder. Sonra bütün bu şartlar tamam olduğu takdirde de, ancak belli bir mesafe içindeki sesleri, sözleri işitirler. Onun dışındakileri değil. Daha sonra, işitilecek hâdisenin de belli bir ölçüye tâbi olması şarttır. Meselâ, işitme cihazının tahammül edemiyeceği kadar şiddetli gürültüler, kulak zarının patlamasına sebep olur. Allahu teâlâ'nın işitmesi hiçbir şarta, hiçbir kayda tâbi değildir. [829]

 

Mutlak Kemâl, İzafî Kemâl:

 

İşitme sıfatı bir sıfat-ı kemâldir. Çünkü bunun zıddı olan sağırlık bir kusur, bir eksikliktir. Fakat bilindiği gibi kemâl, iki türlüdür: Mutlak kemâl, izâfı kemâl. Mutlak kemâl kayıt­sız, hudutsuz, şartsız olmak lâzımdır. Meselâ, işitme sıfatı bir kayıt ile mukayyet, bir hudud ile mahdut, bir şart ile meş­rut bulunursa, o zaman mutlak değil, ancak nisbî ve izafî bir kemâl olur. Kâinatta bir lâhza içinde milyarlarca işitilecek hâdiseler vuku buluyor ve bu hâdiseler ezelden ebede kadar an­bean hiç kesilmeden değişip duruyor, işte bunlardan hiç birini kaçırmadan ve hiç biri ötekine mâni olmadan, hepsini birden aynı zamanda ve aynı vuzuhla işitip duran zât Semidir. Yoksa birini işitip, milyarlarcasından haberi bile olmayan değil. Fa­kat bir sıfât-ı kemâl olan işitme kuvvetinden, insanda velev ki, bir zerre olsun bulunduğu için, yine bir kıymeti vardır. Fa­kat bu kıymet, onun mutlak kemâle bir kılavuz olmasından­dır. Onunla asıl kemâle erilir. Eğer bizde bu kadarcık olsun işitme sıfatı bulunmasaydı, daha doğrusu Allahu teâlâ kendi kemâl sıfatını bize sezdirmek için, bizde bu sıfatın izlerini, nişanlarını yaratmış olmasaydı, Allahu teâlâ'nın Semî' sıfatı­nı anlamak için hiçbir yol bulamazdık da bu sıfât-ı ilâhiyye bize kapalı kalırdı. Bizdeki işitme kuvvetinin kıymeti, bu sıfât-ı ilâhiyyeye tercüman olmasından ve onu bize öğretmiş bulunmasından ötürüdür, işte bizim "Kemâlât" dediğimiz sı­fatların hepsinin de mâhiyeti budur. Onun için Esmâü'l-Hüsnâ'dan herhangi bir ismi (kemâl-i mutlak ma'nâsı mülâha­za olunarak) mahlûka söylemek, hem şirk koşmak, hem yalancılık etmektir. Allah'ın hiçbir isminde hakîkî ma'nâsiyle ben­zeri yoktur, insanlardaki bütün kemâlât hakikî kemâl değildir, mecazdır, yani yoldur. Onunla hakikate geçilir, [830]

 

Kula Gereken Şey:

 

Mahlûkâtta görüp te bir kemâl sandığı herhangi bir ma'nâya bağlanıp ta ona kul ve köle olmamalı. Belki ondan derhal Allahu teâlâ'nın nâ'mütenâhî kemâl ve cemâline is­tidlal ederek bütün varlığıyle O'na bağlanmalı ve ancak O'na kulluk etmelidir. [831]

 

27. EL-BASÎR

 

Her şeyi hakkıyla iyi gören. [832]

"Gözler O'nu göremez; halbuki O, gökleri gö­rür. O, eşyayı pek iyi bilen, her şeyden haberdar olandır.' [833]

"Basîr" lügatta bilmek, sezmek, görmek, göz gibi manalara gelip, terim olarak Allah Tealâ'nın görmeye konu olan herşeyi görmesi demektir.

Sübhan, gözlerdeki karineleri, sadırdaki en gizli şeyleri anlar ve görür. O, bütün gizli işleribilir.

Eğer biz Allah'ın basir ve her şeyi gördüğünü bi­liyor ve anlıyorsak; o zaman her ne kadar onu gör­mesek de onu görüyormuşçasına O'na kulluk edip ibadet yapmamız gerekir.

Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Bir kimsede Allah'ın haramlardan alıkoyan Allah korkusu yoksa, Allah o kimsenin işlediği bir şeye önem vermez."

Bunun manası "Eğer Allah'a isyan etmek isti­yorsa, onun görmediği yerde asi ol" demektir ki bu ise mümkün değildir. Çünkü ondan hali olunabilecek hiç bir yer ve zaman yoktur. Bunun için Allah'ın iş­lemiş olduğumuz her şeyi gördüğünü bilmemiz takva ve günahtan azade olmak için kâfidir.

"El-Basîr" ism-i şerifi Allah'ın kitabında 41 kere geçmektedir. Bunlar:

 "O her şeyi işiten ve görendir", "O her şeyden haberdar ve her şeyi görendir", "O kul­larını hakkıyla görür", "O işlediklerinizi görür", "O işle­diklerinizi görür" şeklindedir.

"Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gizlilikleri­ni bilir. Allah yaptıklarınızı görendir." [834]

Görmeye konu teşkil eden herşeyi hakkıyla gören demektir. Allah Teâlâ, göklerdeki ve yeryüzünün bütün bölgelerindeki herşeyi, hatta en gizli olanlarını dahi görür. O'nun görme alanının dışında kalan hiçbir şey düşünülemez. Karanlık bir gecede, sert  bir kayanın üzerindeki siyah bir karıncanın yürüyüşünü, onun iç ve dış   bütün organlarını, aldığı besinin incecik organları içinde nasıl ilerlediğini görür. Ağaçların dalları ve damarlarından suyun geçişini ve bütün çeşitleriyle irili ve ufaklı bitkileri görür. Karıncaların, arıların, sineklerin  hatta  ondan daha  küçük  hayvanların damarlarını dahi görür. Büyüklüğünde, sıfatlarının kapsamının genişliğinde,  azamet ve lutfunda, görülen ve görülmeyen herşeyden haberdar oluşunda akılları hayretlere düşüren Allah Teâlâ,  her türlü eksiklikten ve  kusurdan münezzehtir. O, gözlerin hain  bakışını, göz kapaklarının açılıp kapanışını ve   organların hareket edişini görür.

"O ki, (gece namaza) kalktığın zaman seni görüyor. Secde edenler arasında dolaşmanı da görüyor." [835]

"Allah, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir." [836]

"Allah herşeyi müşahede eder."  [837]

Yani O'nun ilmi, görmesi ve işitmesi bütün kainatı kuşatmıştır. [838]

Allahu teâlâ görür. Herkesin gizli, açık yapağını ve yapa­cağını görüp durmaktadır. Karardıklar O'nun görmesine engel olamaz. Kat kat karanlığa boğulmuş katran maddelerini ve su­yu teşkil eden zerreleri görür, namütenahi avalimin herhangi bir noktasında hiç bir hâdise yoktur ki, Allah onu görmüş ve işitmiş olmasın.

Allahu teâlâ, insanları da görür ve işitir yaratmıştır. Gör­me ve işitme cihazlarının yaradılışındaki esrar nedir? Üzerinde bu kadar incelemeler yapıldığı halde indikçe derinleşen ve bir türlü sonu gelmeyen bu kadar ince san'at kudretini, gözü olan­lara gösterip dururken, kendisinin görmemesi ve işitmemesi mümkün müdür? O, işitenleri, görenleri de yaratan ve onlar üzerinde istediği gibi tasarruf eden ve hiç benzeri bulunmayan tam ve kadîm bir Semi’ ve Basîr'dir. [839]

 

Biz Kullara Yaraşan:

 

Vaziyetimizi bilmeliyiz; ağzımızdan çıkanı da kulağımız işitmelidir. Tâ ki, Allah'ın sevmediği bir söz kaçırmayalım ve Allah'ın sevmediği çirkin vaziyetlere düşmiyelim ve şayet bu yüzden günâha girersek, derhal Allah'ın afv ve mağfiretine iltica etmeliyiz. [840]

 

Allah Her Lâhza Bîzimle Berâberdîr:

 

Allah'ın her hareketimizi gördüğünü ve her sözümüzü işit­tiğini mülâhaza etmek ve bu mülâhazayı mümkün olduğu ka­dar muhafazaya çalışmak insanı adam eder. Söz temsili: insan çok saygı gösterdiği büyük bir zâtın huzurunda bulunurken, tavırlarında, hareketlerinde ve konuşmalarında edep ve terbiye dışına çıkamaz. Başkaları tarafından teşvik edilse de çıkamaz, zorlansa da çıkamaz. Halbuki Allahu teâlâ büyükler büyüğü­dür ve her lâhza bizimle beraberdir. O'nun göremiyeceği, işitemiyeceği bir şey de yoktur. Şu halde Allah'a isyana çağıran­lara nasıl uyulur? [841]

 

28. EL-HAKEM

 

Son hükmü veren, [842] hükmeden, hakkı yerine getiren. [843]

El-Hakemü "Hükm" kökünden gelip düzelt­me maksadıyla men etme, "Hâkem" zulmü önleme "hakîm" ise yanlışlığı engelleme demektir. Terim ola­rak "hakem" hükmeden, hakla batılın, iyi ile kötü­nün arasını ayıran demektir. "Hâkim" hükmü döndürülemeyen, hükmü üzerine bir başkası getirilemeyen manasına da gelir. Hakemin manasında kalbin rızası üzere hükmeden manası da vardır ki, nefis bu hü­küm üzerine boyun eğip itaat eder, denilmiştir. Bir diğer manası da, herkese hayır ve şerden işlediklerini haber veren demektir. Bununla ilgili olarak Cenab-ı Hak şöyle buyurur:

"Allah  aranızda  hükmedinceye kadar bekle­yin. O hakimlerin en iyisidir." [844]

"Hakem" olarak ise Kur'ân'da bir kere geçmekte­dir.

"(De ki:) Allah'tan başka bir hakem mi araya­cağım? Halbuki size Kitabı açık olarak indiren O'dur..." [845]

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Allah aranızda hükmedinceye kadar bekleyin. O hâkimlerin en iyisidir." [846]

"Rabbimin sözü doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. O'nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur." [847]

"Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği emreder." [848]

"(De ki): Allah'tan başka bir hakem mi arayacağım? Halbuki size Kitab'ı açık olarak indiren Allah'tır."[849]

Hz. Peygamber de (s.a.v.) şöyle buyurur:

"Şüphesiz ki Allah hakemdir.  Hüküm O'na aittir." [850]

Allah Teâlâ, dünya ve âhirette kulları arasında adaletle hükmedendir. Zerre miktarı zulmetmez. Hiç kimseye   kimsenin günahını yüklemez. Bir kula günahından daha fazla ceza vermez. Bütün hakları sahiplerine verir. Her hak sahibine hakkını mutlaka ulaştırır. O, yönetiminde ve takdirinde âdildir. O, fiilinde adaletle muttasıftır. O'nun bütün fiilleri adalet ve istikamet kanunları üzere cereyan eder.  Bunlarda  asla zulüm ve haksızlık şüphesi yoktur. Tamamı lütuf ve rahmet, belirttiğimiz şekilde adalet ve hikmet üzere cereyan eder. Asîlere ve dini yalanlayanlara   dünyada verdiği çeşitli helak edici cezalar ve rüsvaylıklar, âhirette onlar için hazırladığı küçültücü cezalar, sadece onlar bunu hak ettikleri içindir. O, ancak bir suç  sebebiyle  cezalandırır  ve  ancak kesin  delil ortaya koyduktan sonra  azabeder. O'nun bütün sözleri âdildir. O, ancak tamamen veya çoğunluğu faydalı olan şeyleri emreder ve ancak tamamen veya çoğunluğu zararlı olan şeyleri yasaklar. Kıyamet gününde kulları arasında vereceği hüküm de böyledir. Onların amellerini, tartacak terazi de adaletlidir, asla haksızlık yapmaz. [851]

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu (adalet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak biz (herkese) yeteriz." [852]

Allah Teâlâ fiillerinde, sözlerinde ve sıfatlarında adaletlidir. O, el-Hakem'dir. Hükmünde adaletlidir. Bu, şu âyetin anlamıdır:

"Gerçekten Rabbim doğru bir yol üzerindedir." [853]

Çünkü O'nun sözleri doğrudur. Fiilleri adalet ve fazilet arasında deveran eder. Bunların tamamı isabetli ve yerli yerincedir. İhtilaf ettikleri konularda kulları arasında verdiği hükümler adaletli hükümlerdir. Hiç bir şekilde bunlarda haksızlık ve zulüm yoktur. Cezaî hükümleri de böyledir, verdiği cezalar da âdildir, mükafaatlar da âdildir. [854]

Allahu teâlâ hâkimdir, her şeyin hükmünü O verir ve hük­münü tamamen icra eder. Hâkimlerin hâkimliğine, hükümdar­ların hükümdarlığına hüküm veren de ancak O'dur. O'nun hük­mü olmadan hiçbir şey, hiç bir hâdise meydana gelemediği gi­bi; O'nun hükmünü bozacak, geri bıraktıracak, infazına mâni olacak, hiçbir kuvvet, hiçbir hükümet, hiçbir makam da yok­tur. Allahu teâlâ dînini ve Kitabında bildirdiği hükümleri yü­rütecek, mü'mini, kâfiri, dinliyi, dinsizi ayıracak, isyan eden­lere ceza, itaat edenlere mükâfat verecektir. Bunda îmân sahip­lerine müjdeler, imansızları korkutma vardır. [855]

 

Kula Gereken:

 

Dine yalandır dememeli, ceza gününü de inkâr etmemeli, hâkimler de verdikleri hükümlerde, kuvvetlerine mağrur olup ta hak ve adaletten ayrılmamalı, büyük Hâkim'in kudretinden korkmalı, O'nun ahkâmına sarılmalı, kullarına karşı adalet yapmalı, kendi salâhiyeti çevresinde salâha hizmet ederek tü­kenmez ecre ermeli. [856]

 

29. EL-ADL

 

Mutlak adalet sahibi, aşırılığa gitmeyen, [857] çok adaletli. [858]

"Rabbin’in sözü, doğruluk (sıdk) ve adalet bakı­mından tamamlanmıştır." [859]

Noksanlıklardan münezzeh olan Allah mutlak hakim ve adalet sahibidir. "Adl" sözlükte ziyadesiyle yerli yerince davranan yani son derece adaletli, hiç kimseye zulmetmeyen demektir.

"El-Adl" itidal kelimesinden alınmış olup doğru­luk demektir. Hüküm ve hakim için beraberce kulla­nılır. Bunun için adaletli hüküm ve adaletli hakim denilir.

Yüce Allah adalet sahibidir, bağışlayandır. Her şey onun adaletiyle doludur. Nitekim ayet-i kerimede şöyle geçmektedir:

"Allah, şu iki kişiyi de misal verir: Onlardan biri dilsizdir, hiçbir şey beceremez. Ve efendisinin üstünde bir yüktür. Onu nereye gönderse bir ha­yır getiremez. Şimdi, bu adamla, doğru yolda yü­rüyerek adaleti emreden kimse eşit olur mu?" [860]

Adalet zulmün zıddıdır. Zulüm kelimesinde, incitme, can yakma ma'nâsı vardır. Zulmetmiyerek herkese hakkını ver­mek ve her şeyi akıl ve mantığa, hikmet ve maslahata uygun olarak yerine koymak da adalet demektir. Meselâ, çok zengin ve cömert bir zât, zenginlere mal, ilim adamlarına silâh, as­kerlere kitap dağıtmış olsa, adalet değil zulüm yapmış olur; çünkü hiçbirini lâyıkı veçhile yerine koymamıştır. Adaletçe iş yapmak için, kitabı âlime, silâhı askere, malı fukaraya ver­mek icâbederdi.

Allahu teâlâ âdildir, zâlimleri sevmez, zâlimlerle düşüp kalkanları ve hattâ zâlimlerle teması olmadığı halde uzaktan onlara imrenenleri ve sevenleri de sevmez. Onun için Müslü­manlıkta, her ne suretle olursa olsun, zulüm haramdır, menfur ve müstekreh bir sıfattır, hasmı da Allah'tır. Adalet ise mak­bul bir sıfattır. Bu sıfat kendisinde bulunan zevata (âdil) denir ve adaletlerinden dolayı kendilerine hürmet edilir; bu sıfat bil­hassa hâkimlere, âmirlere, valilere daha ziyâde yaraşır. Onla­rın, muamelelerinde zulme kaymayarak dâima hak ve hakikati aramaları cidden büyüklüktür. [861]

 

Adl İle Âdilin Farkı:

 

Adalet mefhumunun tahakkuk etmesi için, vücudu iktiza eden bir takım vasıflar vardır. Meselâ, Allah korkusu, kalp selâmeti, keskin zekâ, idrak ve basiret, sür'at-i intikal, cefâya tahammül, kudret, dâima cesaret, âsâb kuvveti, insaf ve mer­hamet, insanlığa muhabbet... gibi. Bu vasıflar bulunmayan şahıslarda adalet de olmaz... Fakat bu hisler, her insanda aynı derecede inkişaf etmiş olmaz. Bâzısında hafif bir gölge gibi gelip geçici olduğu halde, diğer bâzısında daha sabit ve daha devamlı olur. İşte adalet sıfatı, zaaf ve kuvvet de bu vasıfların kuvvet ve selâmetiyle mütenâsip olur.

Şu halde insanlar, diğer sıfatlarda olduğu gibi adalet sıfa­tında da müsâvî olamazlar. Âdil insanlardan bir saf teşkil edil­se, en aşağıdaki şahıstan en yukardakine kadar hepsine de (âdil) unvanı verilir. En baştaki şahsa gelince: Bunu ötekilerinden ayırt etmek için, mübalâğa ma'nâsı gözetilerek mastardan isim yapılır da, o şahsa âdil yerine (adl) denir ve böyle denmek­le gûyâ o şahsın her tarafı adalet kesilmiş, içinde ve dışında adaletten başka bir unsur kalmamış gibi bir ma'nâ mülâhaza edilir. [862]

 

Allah’tan Başka Adl Yoktur:

 

İnsanların kemâlleri hep kusurlu olduğu gibi, adalet sıfat­ları da tam ve kâmil olamaz. Aramızda hâkimlerin bile hürme­tini kazanmış yüksek adalet sahipleri bulunabilirse de, bunla­rı hiçbir zaman hakiki ma'nâsiyle adl ismini alamazlar. Çünkü hakikî ma'nâsiyle adl demek, bütün varlığa şâmil ve her an de­ğişip duran, nâ-mütenâhi şuûn üzerinde adaletini gösteren demektir. Bu ise ancak Allahu teâlâ için mütehakkıktır (gerçek­leşir).

Bizim bâzı kimseleri eşsiz bir adaletçi veya âlim... diye övdüğümüz olur; fakat hakikati düşündüğümüz zaman, bunun bir kuru da'vâdan ibaret olduğunu teslim etmek zorunda kalı­rız. Çünkü eşsizlik Allah'a mahsustur.

Hattâ sözümüzü te'vîle kalkışıp ta, bizim bâzı insanlar hakkında (eşsizdir) dememiz, Allah'a karşı değil, kendi emsali insanlara karşıdır. Yâni, insanlar içinde onun gibisi yoktur, demek istiyoruz desek bile, yine da'vâyı kazanamayız. Çünkü biz eşsizliğini iddia ettiğimiz zâtın, insanlar içinde bir benze­ri ve hattâ daha üstünü bulunmadığına veya bulunamıyacağına sûret-i katiyede nasıl hükmedebileceğiz? Meselâ, elimizde bir adalet ölçüsü var da onunla dünyâ sakinlerini mukayese mi ettik? Acaba geçmişte daha âdil insanlar yok muydu? ileride de zuhur etmiyecek mi? Sonra bu zât acaba hangi nevi hâdiseler hakkında adalet yapabiliyor ve bunun için ne kadar zaman ça­lışmış, taallüm ve mümârese yapmıştır? Acaba hayâtının ba­şından sonuna kadar bu sıfatı aynı kuvvetle muhafaza edebil­miş midir? Acaba, dostluk, akrabalık veya düşmanlık gibi ilcaata kapılmayarak, istisnasız bütün insanlar arasında adalet icraasına muvaffak olmuş mudur? Acaba, ihtiyaç gibi za'f ve­ya fütur gibi salim bir düşünceye mâni olacak hususlardan ebediyyen uzak kalabilmiş midir? Acaba, mukavemet edemiyeceği bir kuvvet karşısında kalıp ta, kerhen, vicdanına isyan ederek adaletten ayrılmamış mıdır?

Velhasıl işte bir daha sabit oluyor ki, mahlûk demek, âciz ve muhtaç demektir. Bu acz ve ihtiyaç içinde gaflet, nisyan, hatâ, korku, ihtiras ve heyecan... gibi insandan ayrılmaz hal­ler arasında, adalet gibi yüksek bir kemâli, hem de hakîkî ma'nâsiyle hâmil olması imkânsızdır. Belki bu bapta son hâd adalet mefhumunu öğrenmek, mutlak adaleti sevmek, zulmü yermek, fikirlerinde ve muamelelerinde elinden geldiği kadar adaleti izhar etmeğe çalışmak. İşte mahlûkun adaleti bununla icmal olunabilir. Bu kadarcık olsun adalet duygusu olmasay­dı, Allah'ın bu ismini bilemez, Allah'ın adaleti hakkında bir bilgi edinemezdik. Bizdeki bu duygu Allah'ın adaletini gör­mek için bir aynadır. Allahu teâlâ, adaletini bildirmek için bi­ze bu duyguyu bağışlamıştır. [863]

 

Allah'ın Yaptığı Her İş, Tam Bir Adalet Ve Hikmettir:

 

El-Hakem ism-i şerifinden sonra El-Adl ism-i şerifinin gelmesi ne kadar uygun düşmüştür. Allah hâkim ü adldir. On­dan başka hâkim ü adl yoktur. Çünkü her şeyi hakkiyle gören, işiten ve her şeyin içini dışını, önünü sonunu bilen ve her şeye gücü yeten ancak O'dur. Allahu teâlâ'nın ezelî takdirine göre yapıp durmakta olduğu her iş, tam bir adalet ve hikmettir. Me­selâ, güzellik, çirkinlik, zenginlik, fakirlik, hastalık, sağ­lamlık, ömür uzunluğu ve kısalığı gibi, insanların birbirine benzemeyen dış halleri ve âlim, câhil, ahmak, zeki, doğru, sa­pık gibi iç halleri, hep Allah'ın takdiri ve işidir ve hepsi de adldir, doğru ve yerindedir. Bâzıları âlemdeki fenalıklara, şer­lere bakarak, meselâ, insanlar arasında kör, topal, sağır, dil­siz, yoksul gibileri düşünerek Allah'ın adaletinde bir nevi ek­siklik görmek istiyorlar; halbuki her şeyin yaradılışında insan aklının kavrayamıyacağı bir çok gizli hikmetler vardır. Allah iyilik de yaratmış, kötülük de; çirkinlik de yaratmış, güzellik de. Ve bu sayededir ki, insanlar bunlar hakkında bir fikir sâhibi olabilmişlerdir. Çünkü kötülüğü görmeyen iyiliği bile­mez, her şey zıddiyle öğrenilir. Eğer âlemde hiç çirkinlik bulunmasaydı, güzelliğe dâir kat'iyyen bir fikrimiz olamazdı. Şu halde mâhiyetlerin birbirinden seçilmesi için hayr lazım­sa, şer de lâzımdır. Allah bunları yaratmakla hayrı, şerri öğ­retmiş, bunların kazanç yollarını açmış, her iki yolun sonu­cunu bildirmiş ve eklediği yolu tutmak için insanları serbest bırakmıştır. Hayır ve iyilik yollarını tutanlara hazırladığı ni'metleri, şer ve kötülük yoluna gidenlerin de görecekleri cezaları şimdiden söylemiş, bildirmiştir. Allahu teâlâ terbiye ve imtihan için ve herkesin kıymetini ortaya koymak için ne güzel nizam kurmuş. Kimbilir bahtsız dediğimiz kör, sağır, topal gibi insanların hallerinde de bilemediğimiz sebebler vardır. Bunlar ayrı ayrı incelense, onların o vaziyetlerinde de belki bir hikmet olduğu anlaşılır. Bununla beraber, hâlihazır vaziyetlerinin kendileri için muhakkak bir fenalık olduğu da malûm değildir. Belki de hayırladır.

Meselâ, servet bolluğu istemeyen insan yoktur. Halbuki nice insanlar serveti yüzünden nice belâlara uğramış ve (keşke fukara olsaydım da bu haller başıma gelmeseydi) demiştir. Evlât ve akraba çokluğu, beden kuvveti, mevki' ve nüfuz şere­fi, gibi şeyler de hep böyledir. Allah, Erhamü'r-Râhimîn, Ekremü'l-Ekremîndir; kulunun hayır ve menfaatini kulundan da­ha iyi bilir. O'nun rızası, kullarını kendi rızalarından ziyâde esirger. O'na tefvîz-i umur eden kazanır. [864]

 

Kula Gereken:

 

Gerek kendileri hakkında, gerek başkaları hakkında Allahu teâlâ ne takdir etmiş ve ne muamele yapmışsa, onun tam bir adalet ve hikmet olduğuna inanmak ve ona râzı olmak ve asla şikâyette bulunmamaktır. [865]

 

30. EL-LATİF

 

Yaratılmışların bütün ihtiyaçlarını en ince noktasına kadar bilip sezilmez yollarla karşılayan,[866] en ince işlerin bütün inceliklerini bilen, nasıl yapıldığına nüfuz edilemeyen, en ince şeyleri yapan, ince ve sezilmez yollardan kullarına çeşitli faydalar ulaştıran, [867]

"Rabbim dilediğine karşı lütufkârdır. O, her şeyi bilen, hikmet sahibidir." [868]

Sübhan Tealâ, her şeyin gizli ve aşikar tarafını ve eşyanın inceliklerini, bütün boyutlarıyla derinlik­lerini, en ince yönünü ve letafetini bilir. O sadırlardakini en iyi bilen ve idrak edendir. Çünkü Allah Tealâ her şeyin yaratıcısıdır. Yaratıcı ise yarattığı şeyi en iyi bilir.

"Hiç yaratan bilmez mi? O, ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır." [869]

"El-Latif’in bir diğer manası da, "nasıl geldiğini bilmeden kullarına iyilik yapan" demektir. O, hiç um­madıkları yerden onların maslahatlarına uygun se­bepler yaratandır.

Nitekim Cenab-ı Hak:

"Allah kullarına karşı lütufkârdır, dilediğini rızıklandırır."[870]

"El-Latif” Kur'ân-ı Kerim'de yedi defa zikredilmiş­tir. [871]

Yüce Allah şöyle buyurur: 

"Allah kullarına lütufkardır, dilediğini rızıklandırır. O kuvvetlidir, gaaliptir." [872]

"Gözler O'nu göremez; halbuki O, gözleri görür. O, latiftir, herşeyden haberdardır."[873]

el-Latîf de Allah'ın güzel isimlerinden birisidir. O, kuluna karşı, gerek iç dünyasıyla ilgili işlerinde ve gerekse dış dünyasıyla ilgili işlerinde son derece lütufkar ve nezaketli muamelede bulunur. Onu kendi iyiliğine ve hayrına olacak şeylere doğru hissettirmeden sevkeder. Ve O'nun ilminin, cömertliğinin ve rahmetinin eserlerindendir. Bu sebeple "el-Latîf'in iki anlamı vardır

1. O her şeyden haberdardır. O'nun ilmi her türlü gizlilikleri, kapalılıkları, incelikleri, kalplerin gizlediği şeyleri, ğaybî konuları, meselelerin arka planlarını  ve herşeyin en ince ve  gizli yönlerini ihata eder.

2. Kuluna ve iyilik yapmak istediği dostuna karsı son derece lütufkardır. Onu cömertliğiyle kuşatır ve yüksek     mertebelere eriştirir. Kolaylıklarda ona başarı ihsan eder, zorluk ve güçlüklerden de onu uzaklaştırır. Onun hoşuna gitmeyen ve meşakkat veren çeşitli sıkıntılar vermek suretiyle onu imtihan eder. Bu sıkıntılar aslında onun iyiliğine ve hayrınadır ve onu saadete götüren şeylerdir. Nitekim peygamberleri de kendi kavimlerinin   eziyetleriyle ve uğrunda cihad etmekle imtihan etmiştir. Allah Teâlâ'nın Kur'an'da verdiği bilgilere göre Hz. Yusuf (a.s), başına gelen   hadiseler   nasıl   da   yükselmiş   ve Allah'ın  lütuf ve ihsanına  mazhar olmuştur.  Bu olayların    neticesinde Hz.Yusuf için Allah Teâlâ'nın takdir ettiği şey meydana gelmiş, dünya ve ahirette en güzel mertebeye ulaşmıştır. Aynı şekilde Allah Teâlâ veli kullarını da, arzu ettiklerine nail olmaları için hoşlanmadıkları şeylerle imtihan etmektedir.

Allah Teâlâ'nın akıllarının almadığı, düşüncelerin tasavvur edemediği nice lütuf ve keremi vardır. Kul, velayet ve riyaset gibi nice dünyevî arzuya veya kendisine hoş gelen, daha başka şeylere gözünü diker de Allah Teâlâ bunları ona, dinine zarar vereceği için rahmetinden dolayı nasip etmez. Kul da cehaletinden veya Rabbini tanıyamadığından dolayı bundan üzüntü duyar. Halbuki o, bilmediği nice şeylerin kendisi için hazırlandığını ve bu konuda onun hayrının ve iyiliğinin murad edildiğini bilmiş olsaydı Allah'a hamdeder ve bundan dolayı O'na şükrederdi. Şüphesiz ki Allah kullarına karşı pek şefkatli ve merhametli, dostlarına karşı çok lütufkardır. Hadiste geçen bir duada şöyle denilir: [874]

"Ey Allah'ım, benim isteyip de bana nasip ettiğin şeyleri senin sevdiğin şeyleri yapmamda bana güç kaynağı kıl. Benim isteyip de bana vermediğin şeylerin yerine de kendi sevdiğin şeyleri bana nasip et." [875]

Allahu teâlâ Lâtiftir, en ince şeyleri bilir. Nasıl bilmesin ki, onları yaratan O'dur. Nasıl yapıldığı gizli olan en ince şey­leri yapar. Meselâ: Ruh nedir? Akıl nedir? İlîm nedir? Nur ne­dir? Bunların esrarı çözülebilmiş midir? Gözlerin gördüğü manzaraları, memleketleri ve çeşit çeşit eşyayı kafatasımızın içinde zapteden ve senelerce sonra onları seyretmek istediği­mizde, idrâkimizin önüne açılan o filimlerde, kulakların işit­tiği bunca sesleri, sözleri birbirine karıştırmadan muhafaza eden o hazinelerde, akıl ve düşünce sahiplerini düşündürecek o san'at incelikleri nedir?

Su, hava gibi hayâtımız için en ziyâde lâzım olan gıdaları Allahu teâlâ lûtfiyle bol bir surette yaratmasaydı, bunlar da karaborsacıların eline düşseydi hâlimiz nice olurdu? Henüz dünyâya gelmiş bir çocuğun kulağına lâf gitmez, gitse bile ma'nâsını anlamaz. Allah ona, ana memesini ağzına alıp ta emmesini lûtfiyle ilham etmemiş olsaydı, biz nasıl anlata­caktık? Emerken memeyi ağzında sıkıca tutsun diye meme başlarının çocuğun ağzına göre topacık yaratılması bir lütuf değil midir? Velhâsıl Allahu teâlâ öyle bir Lâtiftir ki, her şe­yi bir şeye hazîne yapmıştır. Meselâ, sedef dediğimiz deniz böceğini inciye, arıyı bala, tırtıl böceğini ipeğe hazîne yaptı­ğı gibi, insan oğlunun gönlünü de kendi ma'rifetine hazîne yapmıştır. Eğer bir gönülde bu ma'rifet nuru inkişâf edememişse, sahibinin bal yapmaz arılar gibi sâdece iğnesi vardır, önüne geleni zehirler durur.

Bilenler tasdik eder ki, dünyânın her türlü bahtiyarlığında bir takım elemler, kederler gizlenmiştir, safî değildir. Bunun gibi her türlü ıztırap ve felâketli hâdiselerde de gizli bir takım lûtuflar, teselli kaynakları vardır. İşte bütün bunlar El-Lâtîf ism-i şerifinin tecelliyâtıdır. [876]

 

Kula Gereken Şey:

 

Kalp gözünü açmalı, Allahu teâlâ'nın kederleri sürurla ka­ncık bir halde yaratmış olduğunu görmeli; görmeli de hayâtın hiç eksik olmayan ıztırablı demlerinde başkasının tesellisine muhtaç olmadan kendi kalbinde Hak'kın tesellisini duymalı, kahrında bile lûtfu görünen Allahu teâlâ'yı minnetle anarak ecir ve mükâfat kazanmalı.. Böyle bir kalbe yeis denilen musibet ne kadar uzaktır. [877]

 

31. EL-HABİR

 

Her şeyîn iç yüzünden[878], gizli taraflarından haberdar olan. [879]

"El-Habir", "hibre" mastarından gelmiş olup "her şeyin iç yüzünü bilen, yakinen tanıyan" demektir. Hiçbir şey ondan gizlenemez. Görünen ve görünme­yen alemde hiçbir şey ondan habersiz hareket ede­mez. Zerre bile onun bilgisinin dışında hareket ede­mez. "Habir", "her şeyin saklı ve gizli olan yönlerini bilen ve künhüne vakıf olan" demektir.

Allah'ın "Habîr" ismi Kitab-ı Mübin'de 45 defa zikredilmiştir. Bunlar:

"O, hikmet sahibi ve her şey­den haberdardır", "O, her şeyden haberdar ve gören­dir", "O, her şeyin inceliklerini bilen ve her şeyden haberdardır", "O, her şeyi bilen ve haberdar olandır", O, işlemiş olduklarınızdan haberdardır", "O, yaptığı­nız şeylerden haberdardır", "O, yaptıklarınızdan ha­berdardır", "O, yaptıklarından haberdardır."

"O, latiftir. (Bilgisi her şeyin içine geçen, herşeyi) haber alandır." [880]

Allahu teâlâ Habîr'dir, en küçük bir mikrobun gece karan­lıklarında gidip geldiği, girip çıktığı yerlerden, hava boşlu­ğunda uçuşan, kaynaşan zerrelerin harekâtından haberdar oldu­ğu gibi, mülkünün her tarafında meleklerin varamadığı, insan fikrinin ulaşamadığı en gizli noktalarda olan biten şeylerden haberdardır. Meselâ diyelim ki, şu memlekette her lâhza, ferdî, ailevî, içtimaî, ahlâkî, siyasî, cinaî ne işler oluyor. Şüphe yok ki, bunların her birine âît binlerce hâdise zuhur edip duruyor. Bunlardan her birinin başlangıcını, sûret-i vuku­unu, sonucunu, bütün teferruatiyle iç yüzünü bildiği gibi, arzda, karada, denizde, semâda, ecramda, berzahta, ecsamda, ervahta, velhâsıl bütün ekvanda akıp durmakta olan işleri, hâdiseleri, apaçık bilir. En gizli, en duyulmaz sanılan şeylerden, gönüllerin hiç kimseye açılamıyan esrar ve temâyülünden, iyi veya kötü, sahiplerinin neler düşündüğünü, neler yapmak istediğini, ne düzenler kurduğunu, ne kararlar verdi­ğini bilir; bunların hiç birinden gaflet etmez, hiç birini hü­kümsüz, cezasız bırakmaz ve hiç kimse yakasını kurtaramaz. [881]

 

Kula Gereken Şey:

 

Allahu teâlâ Habîr'dir. O'na karşı yalandan, hilekârlıktan, terbiyesizlikten sakınmalı. Gizli yaparız da cezasız kalırız sanmamalı. Hacetlerden doğrudan doğruya haberdar olmaz di­ye kendisine dilekler sunmak için vasıtalar aramamalı. O'nun razı olmıyacağı şeylerden son derece çekingen davranmalı­dır. [882]

 

32. EL-HALİM

 

Acele ve kızgınlıkla muamele etmeyen,[883] hilmi çok. [884]

"Halîm", nefsi, tabii kızgınlığın sevk ve heyecanınından geri tutmak, nefsi engellemek manasmdadır.

Cenab-ı Hak, yavaş ve yumuşak hareket eder. Allah nimetlerini ve lütfunu günahları sebebiyle kul­larından esirgemez. O, kendisine itaat edenleri rızıklandırdığı gibi günahkârları da rızıklandırır. Allah ce­za vermekte aceleci değildir.

"Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden ce­zalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bı­rakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir müddete kadar erteliyor. Ecelleri geldiği zaman onlar ne bir saat geri kalabilirler ne de öne geçebilirler." [885]

Allah bir şeyin kaçmasından korkmuyor ki acele etsin. Zira Cenab-ı Hak:

"Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve ye­rin çerçevesinden çıkıp gitmeye gücünüz yeti­yorsa geçin. Ancak büyük bir güçle çıkıp gidebilir­siniz." [886] buyurmaktadır.

Resulullah bu sıfatla şöyle dua buyurmaktadır:

"Kendisinden başka ilah olmayan halim, kerim olan Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. Arşın sa­hibi olan Allah yücedir, bütün hamd alemlerin Rabbi olan Allah'adır."

Acele ile muamele etmeyen Allah (c.c.) günah­kârlara mühlet verir. Eğer tevbe ederlerse onların tevbesini kabul eder. Eğer günahlarında ısrar eder­lerse cezayı tehir eder. Çünkü kul Allah'ın mülkiye­tinden çıkamaz.

Onun için şöyle dua ederiz:

"Ey günahkârları koruyan, ey korunanları koru­yan, ey salihleri salih yapan, eğer beni korursan korunmuş olurum. Eğer beni ihmal edersen, terkedilmiş olurum. Alnım yed-i kudretindedir. Ey kalpleri çeviren kalbimi dinin üzerine sabit kıl!"

"El-Halim", Kur'ân-ı Kerim'de "gafurun halimûn", "ve huve alimûn halim", "ve huve ganiyyün halim", "ve hüve Tealâ zekûrun halim" şeklinde geçmektedir. [887]

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Bilin ki Allah, gönlünüzdekileri bilir. Bu sebeple Allah'tan sakının. Şunu iyi bilin ki Allah gafurdur (çok bağışlayandır), halimdir (cezada aceleci değildir)." [888]

Allah Teâlâ, günah ve isyankarlıklarının çokluğuna rağmen yaratıklarına gizli ve açık bol bol  nimetler verir  ve  suçluları  cezalandırmada acele etmez, sabırlı davranır.

Onlara, tevbe etmeleri için hoş muamele eder, hatalarından dönmeleri için mühlet verir. [889]

O, kafirleri ve günahkarları kuşatan kamil bir hilme sahiptir. Onlara mühlet verir ve tevbe etmeleri için kendilerini cezalandırmada acele etmez. O, isteseydi onları günah işler işlemez hemen cezalandırabilirdi. Çünkü işlenen günahlar, hemen arkasından acil ve çeşitli cezaları gerektirir. Fakat Allah'ın hilmi onlara mühlet verilmesini gerekli kılar. [890]

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur:

"Şayet Allah, insanları yaptıkları yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Ancak o, onları belirlenen bir müddete kadar erteliyor." [891]

"Şayet Allah, insanları zulümleri yüzünden cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir müddete kadar erteliyor. Ecelleri geldiği zaman onlar ne bir saat geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler." [892]

(Hilm) suçluların cezasını vermeye gücü yetip dururken bunu yapmamak, onlar hakkında yumuşak davranmak ve ceza­larını geriye bırakmaktır. Suçluyu cezalandırmağa iktidarı ol­mayan âcize halîm denmez. Halîm, kudreti yetişecek, fakat bir hikmete binâen yapmıyacak...

Allahu teâlâ, halimdir. Her günah işliyeni hemen muaheze edivermez. Hışm ve gadapta isti'cal göstermez. Niceleri vardır ki, önüne gelene fenalık eder. Allah'ın kullarına ezâ ve cefâ eder dururlar da, başları bile ağrımaz. Bunların böyle kaldığı­na bakıp ta yaptıklarının yanlarına kalacağını zannetmemelidir. Allahu teâlâ Habîrdir, onların yaptıklarından gafil değil­dir ve haksızlığı da sevmez, hakkı yerine getirir. Fakat Halîm'dir, mühlet verir.'Bu mühlet içinde yaptıklarına neda­metle tevbe edenleri afv ve mağfiret buyurur, fakat ısrar eden­ler hakkında hüküm Allah'ın iradesine kalmıştır. Dilerse affe­der, dilerse ukubet yapar. Bir ismi de Adl'dir. (Allah imhâl eder amma, ihmâl etmez.) sözünün ma'nâsı da budur.

Bu ism-i şerifte bizim için büyük bir nefha-i teselli var. İsyansız günümüz, hattâ saatimiz geçmiyor. Buna karşı eğer Allahu teâlâ sert davransaydı, her isyan edeni hemen helak ediverseydi, dünya yüzünde kimse kalmazdı. Allah'ın bu suretle mühlet vermesi de büyüklüğünün şanı ve kullar için büyük ni'mettir. [893]

 

Bizlere Yaraşan Şey:

 

Bu ni'metten faydalanmalıyız, yoksa bu hilme mağrur olup ta kötülükte ısrar etmemeliyiz, muamelâtımızda mülâyemetle hareket edenleri Allah sever. Binâenaleyh Allah rızâsı için sert ve kaba muameleden mümkün olduğu kadar sakınma­lıyız. Hele umumî işlerde mülâyemet pek ma'kul bir hareket­tir. Peygamberimiz'in dâima mülâyemetle muamele buyurdu­ğunu hiç unutmamalıyız. [894]

 

33. EL-AZÎM

 

Zatı ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar ulu,[895] pek azametli. [896]

"O, yücedir, büyüktür." [897]

"Azîm", izam, kökünden büyüklük manasında bir sıfat olup büyüklükte mübalağa ifade etmektedir. İzam, büyük, aziz, ulu, yüce ve kibriya manalarına gelmektedir.

Her türlü noksanlıklardan münezzeh olan aza­met sahibi yüce Allah, mecid ve değeri çok yüksek sı­fatlara layıktır.

Sübhan Tealâ'nın büyüklük sıfat ve azametine akıllar erişemez, O'nun künhünü gözler kuşatamaz.

Bütün noksanlıklardan münezzeh olan yüce Al­lah'ın varlığı zorunludur.

Sübhanellahil-azim, her şeye gücü yeten sonsuz kudret sahibidir. O, öyle bir güç kudret sahibidir ki hiçbir şey onu aciz bırakamaz.

Yüce Allah, yaratılmış olanların sahip olacakları sıfatlardan münezzeh, her türlü sena ve övgüye la­yıktır.

Peygamber (s.a.v) bir üzüntü anında şöyle derdi.

"Allah ki, Ondan başka ilah yoktur. Büyük ar­şın sahibidir." [898]

Peygamberimiz (s.a.):

"Kim bir hastanın huzuru­na girer de, hastanın eceli henüz gelmemişse (hasta­ya), yüce arşın sahibi, azamet sahibi Allah'tan sana şifa vermesini niyaz ediyorum" der de bunu yedi defa tekrarlarsa Allah'ın izniyle o kimse şifa bulur.

Allah en yüce mesel sahibidir. Allah Resulü Muhammed (a.s.)'ın mü'minlere şu müjdesi kafidir:

"Her kim ilim öğrenir ve öğretirse, bununla göğün melekutunda "azim" diye çağırılır."

"El-Azim" ismi Kur'ân-ı Kerim'de altı defa zikre­dilmiştir. Bunlar, el-Bakara: 2/256, Şûara, 26/4, Va­kıa, 56/74, 96, Hakka, 69/33, 52.

"O halde, ulu  Rabbi'nin adını yüceltip nok­sanlıklardan tenzih et." [899]

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Gökleri ve yeri koruyup gözetmek Allah'a zor gelmez. O, yücedir, büyüktür." [900]

Allah Teâlâ büyüktür. Tazimi gerektiren bütün vasıf ve anlamlar O'na aittir. Hiçbir yaratık O'nu layık olduğu şekilde övemez ve O'na yapılması gereken övgüleri sayamaz. Bilakis O, kendisini nasıl övmüşse öyledir. Kulların övgülerinin üstündedir.

Biliniz ki Allah için sabit olan ta'zimin iki türlü anlamı vardır:

Birincisi; O, bütün kemal sıfatlarla muttasıftır. Bu sıfatların da en mükemmellerine, en büyüklerine ve en kapsamlılarına sahiptir. Herşeyi kuşatıcı ilim O'nundur. Geçerli ve nüfuz edici güç, kuvvet, azamet ve büyüklük O'na aittir. İbnu Abbas ve başkalarının da söylediği gibi; gökler ve yerin, Rahman'ın avucunda sanki bir hardal tanesinden daha küçük mesabede olması O'nun azametindendir. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurur:

"Onlar Allah'ı hakkıyla tanıyıp bilemediler. Kıyamet günü bütün yeryüzü O'nun avucundadır." [901]

"Şüphesiz Allah gökleri ve yeri, nizamları bozulmasın diye tutuyor. Eğer onların nizamı bir bozulursa kendisinden başka hiç kimse onları tutamaz." [902]

"...O yücedir, uludur. O'nun azametinden, yukarılarından neredeyse gökler çatlayacak..." [903]

Rasûlullah'tan (s.a.v.) gelen sahih bir hadiste söyle buyurulur;

"Allah Teâlâ buyurur ki; kibriya benim ridamdır, azamet ise izârımdır. [904] Kim ki benimle bunlardan birisi için yarışıp çekişirse ben onu azabımla cezalandırırım." [905]

Büyüklük ve azamet Allah'a mahsustur. Bu iki safatın hakkını takdir etmek ve künhüne vakıf olmak mümkün değildir.

Allah'ın azametinin anlamlarından ikincisi; yaratıklardan hiç kimse Allah'a yapılan ta'zim gibi bir ta'zime müstehak değildir. O'nun kullarının O'na kalpleriyle, dilleriyle ve bütün azalarıyla ta'zim göstermeleri gerekir, bu, O'nu tanımak ve sevmek hususunda bütün gücü sarfetmekle, O'na itaat etmek ve boyun eğmekle, O'ndan korkmakla, dil ile O'nu anmak ve bütün azalarıyla O'na olan şükrünü ve kulluğunu yerine getirmekle olur. O'na hakkıyla saygı göstermek, itaat edip karşı gelmemek, zikredip unutmamak, şükredip nankörlük etmemek de O'na ta'zimin gereklerindendir. O'nun hürmetli kıldığı ve meşrulaştırdığı zaman, mekan ve amellere saygı göstermek de Allah'a saygı göstermek demektir.

"Bu böyledir. Her kim Allah'ın nişanelerine hürmet gösterirse şüphesiz bu, kalplerin Allah'a karşı gelmekten sakınmasındandır." [906]

"İşte böyle; her kim Allah'ın emir ve yasaklarına saygı gösterirse, bu, Rabbinin katında onun iyiliğinedir." [907]

O'nun yarattığı hiçbir şeye ve koyduğu hiçbir kurala itiraz edilmemesi O'na saygıdandır. [908]

Azamet, büyüklük ma'nâsınadır. Hakikî büyüklük Allah'a mahsustur. Yerde, gökte, bütün varlık içinde mutlak ve ekmel büyüklük ancak O'nundur ve herşey O'nun büyüklüğüne şahit­tir. Bu sıfatta da Allah'a herhangi bir denk bulunması muhal­dir. Çünkü her şey, her an ve her hususta, Allah'a ihtiyacını gösterip dururken büyüklük bahis mevzuu olur mu? İhtiyâç ile büyüklük birbirine zıt şeylerdir. Varlığımızı O'na borçlu olduğumuz gibi, kafamızda ve kasamızda ne varsa, onları da O'na borçluyuz. İhtiyaçlarımızın husulü O'nun lûtf ve kere­mine bağlı, maksatlarımızın meydana gelmesi O'nun irâdesi­ne mütevakkıftır. [909]

 

Mahlûkun Büyüklüğü:

 

Yaradılmışlar kendi aralarında içlerinden bâzıları hakkın­da "büyük" sözünü kullanırlar. Meselâ, zaferler kazanmış bir komutana büyük asker, bilgi şubelerinin her hangi birinde yepyeni mevzular açana büyük âlim, Süleymâniye camii gibi seyrânı bile insana hayranlık veren eserler kurana büyük mi­mar... derler. Kendilerine büyüklük ünvânı verilen bu zâtların büyüklüklerini isbat eden alâmet, şüphe yok ki, her birinin ortaya koyduğu eserdir. Bu eserlere ne kadar nüfuz edilirse, on­ların büyüklük dereceleri o kadar iyi anlaşılmış olur ve o nisbette de gönüllerde kendilerine karşı bir sevgi ve tazim hissi uyanır. Fakat bu eserlere nüfuz edebilmek de bilgiye bağlıdır. Süleymâniye câmiinin bir âbide-i san’at olduğunu ben de gö­rüyorsam da, san'atın bütün inceliklerine vâkıf olan bir mimar-mühendis kadar zevk alamam. [910]

 

Allâhu Teâlâ Büyükler Büyüğüdür:

 

İyice düşünülünce tasdik edilir ki, büyük dediğimiz bu adamları bir damlacık sudan meydana getiren ve onlara büyük­lük vasfını kazandıran, kudret ve kabiliyet bağışlıyan, büyük­ler büyüğü Allahu teâlâ, daha evvel sezilmek, sevgi ve saygı­nın en yükseği ona tahsis edilmek iktizâ eder. Her göz attığı­mız noktada, Allah'ın yarattığı, bir değil, milyarlarca eser gö­rüyoruz.

Bir çimen yaprağı, Allah teâlâ'nın sun'undaki büyüklüğü gösteren bir kitaptır. Ufak bir çimen yaprağında, Süleymâniye camiinden ziyâde san'at esrârı bulunduğuna şüphe yoktur. Ben bir nebatat mütehassısı olmadığım halde, kaba görüşle­rimle, bu çimen yaprağındaki esrara tamâmiyle nüfuz edilerek künhüne, son haddine ulaşıp, son esrara el dokundurmanın imkânsızlığına kaniim.

Evet, yaprağın eb'âdı, üst ve arka satıhlarının kuruluşu, rengi, biçimi, dokunuşu, cilâsı, kokusu... birer bahis değilmidir? Sonra görüyoruz ki, yaprağın tam ortasında uzanmış bir ana damardan iki tarafa nasıl birçok damarlar ayrılmış ve her ayrılan damar mütemadiyen çatallanıp gitmiştir. Öyle ki, bu çatallanmalar gözle ve hattâ mikroskopla görülemiyecek kadar incelmiştir. Allahu teâlâ o yaprağa gıdalanma ve nemâlanma kuvvetleri bahşetmiştir. O kuvvetlerle toprakların al­tında kendine yarayan ve dağınık bir halde bulunan gıda madde­lerini bir hortum gibi nasıl kendine çekiyor. Bu gıda zerreleri ırmaklar gibi o damarlardan akıyor. Yaprağın her zerresi bun­dan nasibini alarak, süt emen yavrucaklar gibi o da büyüyüp gidiyor.

Muhakkak ki, o yaprağın içinde ve dışında çok geniş bir teşkilât var... Alan, veren, çeken, toplayan, saklayan, bağla­yan, ıslatan, kurutan, dokuyan cihazlar, teller, düğmeler var. Bunlar Allahu teâlâ'nın emir ve takdiri ile durmadan işleyip duruyor. İnsan bunların ne ince, ne acaip şeyler olduğunu öğ­renmeğe kalkışsa, sonu acze varır dayanır, işte Allahu teâlâ'nın büyüklüğünü görmek ve öğrenmek isteyenler için bir çimen yaprağı, bir kitap kadar derin ve geniştir. [911]

 

Kula Gereken Şey:

 

Küçük bir yaprağın yaradılışındaki esrara nüfuz edemiyeceğini anlayan bir insan, onu yeryüzünde henüz ismini, cis­mini öğrenemediğimiz milyarlarca çeşit nebatata, yüksek dağlara, engin denizlere ve o denizlerde yaşıyan hadsiz hesap­sız acâip mahlûkâta ölçmeli de, kâinatın yaradılışındaki hik­met ve esrârın zihinler yırtıcı heybeti karşısında Yaradan'a secdeye kapanmalı ve "Yâ Rabbe'l-âlemîn! Büyüksün, büyük­sün. Büyüklük, ancak Sen'in şânındır. Bizi ancak Sana kulluk edip, rızâna eren kullarına kat! Câhillerin, Sen'in şânına yaraşmıyan sözlerinden Sen'i tenzih ve takdis ederiz. Bizi onlar­la beraber tutma" diye dâima lûtf ve merhametini istemeli­dir. [912]

 

34. EL-GAFUR

 

Bütün günahları bağışlayan, [913] mağfireti çok. [914]

"Allah'tan başka günahları kim bağışlayabi­lir."[915]

Sözlükte, gizlemek, kirden pastan korumak için bir şeyin üstünü örtmek manasına gelen gafur, keyfiyyet yönünden bağışı bol olan, en büyük günah­ları bağışlayan demektir. Bunun türevlerinden olan "gaffar" kemiyyet yönüyle affı bol, pek çok günahı ba­ğışlayan demektir.

Her türlü noksanlıklardan münezzeh olan Rabbim, mağfireti ve günahları örtmesi çok olandır. Allah Tealâ:

"Ben bütün günahları bağışlayan ve çok acıyanım”  [916] buyurmaktadır.

Ebu Bekir es-Sıddık (r.a.)'den gelen bir rivayette Ebu Bekir (r.a.) Resulullah (s.a.v.)'e:

“Bana bir dua öğret de onunla namazımda dua edeyim, dedi.

Peygamberimiz (s.a.v.) de:

"Ey Allah'ım! Ben nefsime pek çok zulmettim. Senden başka günahları bağışlayan kimse yoktur.Tarafı ilahinden bir mağfiretle beni bağışla, bana acı, şüphesiz ki sen bütün günahları bağışlayan, pek çok merhamet sahibisin de" buyurdu.

Buhari'de zikredilen bu duadan başka Resulul­lah (s.a.v.) seyyidü'l-istiğfar olarak bilinen duayı irad buyurmuştur:

"Ey Allah'ım, sen benim Rabbimsin, senden baş­ka ilah yoktur. Sen beni yarattın. Ben senin kulunum. Ben sana verdiğim ahid ve vaadime gücümün yettiği kadar sadık kalacağım. Yaptığım kötü eylemlerden sana sığınırım. Bana verdiğin nimetlerden ötürü ve gü­nahlarımdan sana sığınırım. Beni bağışla! Şüphesiz ki senden başka günahları bağışlayacak kimse yoktur."

Kur'ân-ı Kerim'de, Allah'ın "Gafur" sıfatı 91 defa zikredilmiş; iki ayette tek başına geçmektedir. Bunlar: "Ve hüve'l gafuru'r-rahîm","ve hüve rahimü'l-gafûr", "ve hüve'-gafûr'ul-Halim", "ve hüve halimu'n-gafûr", "ve hüve1-azizul-gafur", "ve hüve'l-gafûru'l-vedûd", "ve hüve'l-gafuru ş-şekûr" şeklinde geçmektedir. [917]

Allahu teâlâ'nın mağfireti çoktur. Mağfiret, Allah'ın yarlığamasıdır. İsm-i şerifteki çokluk ma'nâsı i'tibâriyle bir ku­lun kusuru ne kadar büyük ve çok da olsa yine saklar. Meydana koyup ta sahibini rezil ve rüsvây etmez demek olur. Bu ma'nâ (Ğaffâr) ism-i şerifinde daha geniştir. Aynı maddeden bir de Ğâfîr ism-i şerîfi vardır ve bu üç isim arasında ma'nâca şöyle bir fark da beyan edilmiştir, Ğâfîr, umumiyet i'tibâriyle kötü ve yüz kızartıcı sözleri ve işleri örten demektir. Bu sayede in­sanlar biribirini seviyor, emniyet ve i’timad ediyor. Öyle ya, benim gizli kabahatlarım, iğrenç düşüncelerim aşikâr olsa, Cenâb-ı Hak onları örtmeyip de, meydana koysa, herkes ben­den selâmı-kelâmı keser ve kaçardı. Senin de öyle., bütün in­sanların da böyle.. Şu halde Ğâfîr isminin hükmü olmasaydı "İnsan topluluğu" diye ortada bir cemiyet bulunmazdı.

Ğafûr ism-i şerifinde çirkinliklerimizi meleküt âlemin­den de saklamak vardır.

Melekût âlemi: Ruhanîler, melekler ve diğer göze görün­meyen nûrânî ve ecsam-ı lâtife sınıfı demektir. Melekût, nâsut'un zıddıdır. Nâsut, maddî cisim taşıyan insanlık ve dün­ya âlemidir. Dünyâ âleminde herkes birbirine saygı gösteri­yorsa, bu hal Allahu teâlâ kusurlarımızı sakladığı içindir. Fa­kat nâsut âleminin göremediğini melekût âlemi görür. Me­lekût âlemine sefer ettiğimizde, onlardan da aynı hürmet ve riâyeti görmek için, kusur ve kabahatlerimizin onların naza­rında da kapalı kalması lâzımdır, işte melekût sakinlerine kar­şı  da  kusurlarımızı   örtmesi i'tibâriyle Allahu  teâlâ "Ğafûr"dur. Sonra, insan gizli kalmış kabahat ve kusurların­dan dolayı başkalarına karşı hicap duymazsa da kendi nefsine karşı mahcuptur. Herkes kendi iç âleminde, vicdanında yaptığı kötülüklerden müteessir ve müteezzîdir. insanı bu ezadan kurtarmak için, kabahatlarını kendi nazarından da örtmek, yâni kabahat sahibine kabahatlârını bütün bütün unutturmak lûtfu vardır, işte bu i'tibârla da Ğaffâr'dır. Allah'ım ne büyüksün, ne kerîmsin!

Sevgili okuyucu: İçimizi gıcıklayan nefsânî ve şeytanî arzuların bir düziye tehacümü, bir taraftan hevesâtımız karşısında zaafımız, diğer taraftan çok defa ayağımızı kay­dırır, bizi günahkâr eder. Bu yüzden Allah'ın mağfiretine ih­tiyâcımız hiç kesilmez. Allah'ın mağfireti ise boldur. Hiçbir isteyici bundan boş dönmez. Yalnız mühim olan cihet Yaptı­ğımız kötü işlerden dolayı yürekten bir nedamet acısı duymak ve bu acının tazyiki iledir ki, "Yâ Rab! Mağfiretini dile­rim.." diyebilmektir. [918]

 

35. EŞ-ŞÂKİR, EŞ-ŞEKÛR

 

Az îyîliğe çok mükâfat veren,[919] kendi rızâsı için yapılan iyi işleri daha ziyadesiyle karşılayan. [920]

"Muhakkak ki O (Allah) çok çok bağışlayan, çok karşılık verendir." [921]

Şekûr, yapılan ihsanı açığa vurma manasına ge­lir vee sadece Cenab-ı Hakk'a mahsustur. O, çokça sena edilmeye layıktır. Öyle ki Sübhan Tealâ, az bir taata pek çok dereceler lütfeder. Cenab-ı Hak Tealâ, sayılı günlerde yapılan amele ahirette sınırsız nimet­ler verir.

Kur'ân-ı Kerim'de eş-Şekûr dört defa geçmektedir.

1. "Çünkü Allah, onların mükâfatlarını tam öder ve lütfundan onlara fazlasını da verir. Şüphe­siz O, çok bağışlayan, şükrün karşılığını bol bol verendir." [922]

2. "(Cennette şöyle) derler: Bizden tasayı gide­ren Allah'a hamdolsun. Doğrusu Rabbimiz çok ba­ğışlayan, çok nimet verendir." [923]

3. "Kim bir iyilik işlerse onun sevabını faz­lasıyla veririz. Şüphesiz Allah bağışlayan, şükrün karşılığını verendir."[924]

4. "Allah çok mükâfat verendir, ceza vermek­te acele etmeyendir." [925]

Şükür; iyiliği iyilikle karşılamak demektir. Şükür, Alla­hu teâlâ'ya karşı kulun yapması gereken bir vazifedir. Çünkü Allah onu yaratmış ve sayısız ni'metlerine müstağrak kılmış­tır ve bu ni'metlere karşı kullarını şükran veya küfran yollarından herhangi birini seçmek üzere serbest bırakmıştır.

Kul şükrederse Allah onun şükrünü karşılıksız bırakmaz. Kul serbestliğini şükür yolunda kullanır; elindeki ni'metleri Allah'ın razı olacağı bir surette sarfederse, Allah onun da şük­rünü karşılıksız bırakmaz, iyiliği daha geniş iyiliklerle karşı­layarak ni'metini arttırır, iyiliklerin çoğalmasına meydan ve­rir, çünkü Allahu teâlâ Şekûr'dur. Ni'met, esasen kendisinin olduğu halde, şükreden kullarına mahz-ı lûtfundan, ni'metlerini arttırarak şükür muamelesi yapar. [926]

 

Şükran Yolunu Tutanların Alâmetleri Ve Akıbetleri:

 

Kendilerine gelmiş olan ni'metleri, sebeplerden, vasıta­lardan değil, ancak Allah'tan olduğunu i'tiraf ederler. Çünkü onlar hediyeyi getiren uşaklara değil, gönderen efendiye bakar­lar. Gönüllerinden inanmışlardır ki, ni'meti yaratan, kısmet eden, gönderen, onunla meşgul olacak kuvvetleri, sebepleri veren, tertip eden ancak Allah'tır. O halde teşekkür edilmeye lâyık olan O'dur.

Şükran yolunu tutanlar, vücutlarının her uzvunu ne iş için yaratılmışsa ancak o işlerde çalıştırırlar. Meselâ, neslin tesel­sül ve devamı için ihsan edilmiş bir uzvu, neslin kuruması için kullanmadıkları gibi, hakikatlerin keşfi ile Allah bilgisi kazanmak için bahşedilmiş akıl ve zekâ nurunu, mefsedetler tervici ve hakların iptali için kullanmazlar. Allah'ın verdiği her ni'metin kıymetini bilir ve o ni'metten kendi heveslerine göre değil, Allah'ın irâdesine ve rızâsına göre faydalanırlar. Allahu teâlâ Şekûr olduğu için, verdiği ni'meti kötüye kullan­mayan bu sadakatli kullarını sever. Sevdiği için onlara yardım eder. işlerinde muvaffak kılar, ni'metlerini de arttırır. Çünkü, şükrü yerine getirilen ni'metleri arttıracağına dâir Allah'ın kat'î va'di vardır.

Bunlar da gelmiş olan ni'metleri örterler. O ni'metlere dâir ağızlarından bir kelime olsun işitilmez. Halleriyle, tavırlarıyle güya kendilerine böyle bir ni'met verilmemiş gibi davra­nırlar. Hak yoluna bir para sarfetmezler, fakat şeytan yoluna hiç gözünü kırpmadan binlerce lira dökerler... Böylelerine “Kâfir-i ni'met” denir ki, nankör demektir. Allah verdiği ni'metlere karşı bu suretle nankörlük edenleri sevmez. Sev­mediği için onları himaye etmez. Kendi nefisleriyle, arzularıyle başbaşa bırakıverir. Onlar da hevâ ve heveslerine kapılır. Bütün ni'metleri o uğurda çürütürler. Zarardan zarara, felâket­ten felâkete uğrarlar. Eğer bu zarar ve felâketlerden de akıllanmazlarsa kapıldıkları bu hevâ ve heves cereyanları onları niha­yet ebedi helak ve hüsrana sürükler ve bitirir. Böyle bir akı­betten Allah'a sığnırız. [927]

 

Kula Gereken Şey:

 

Sıhhatini korumak, mevkiini kuvvetlendirmek için, Alla­hu teâlâ'ya şükretmesini bilmek ve elinden geldiği kadar bunu yerine getirmektir. Sermâyesinin tükenmemesini, bilâkis ço­ğalmasını isteyen ticarethane sahipleriyle, müessesesinin yıkılmamasını, bilâkis uzun ömürlü olmasını isteyen fabrika­törlerin dikkat nazarlarını çekerim. Bu işin hakikî sigortası budur. [928]

 

36. EL-ALÎ, EL-ALİYY, EL-A'LÂ

 

Îzzet, şeref ve hükümranlık bakımından en yüce, [929] pek yüksek olan.[930]

Alî, "ulüv ve ala" mastarından gelip, yücelik, şeref ve kudret sahibi manasına gelmektedir.

Celal ve kemal sahibi yüce Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Yüceliğinin üstünde hiçbir güç yoktur. O'nun yüceliği kendisiyle bir başkası arasın­da da ortak değildir. Fakat o mutlak yüce, izzet, seref ve hükümrandır.

İyas b. Seleme'nin babasından naklettiğine göre babası şöyle demiştir:

"Resulullah'tan "sübhane'a'la'l-vehhab" ile başla­mayan hiçbir dua işitmedim."

Allah'ın isim ve sıfatlarından bahseden kitaplar­la anlatıldığına göre, Resulullah (s.a.v.)  İsra gecesi göğün en yüksek yerinde bir tesbih işitmişti. Bu tesbih:

"Subhanel aliyyul a'la, subhanehu ve tealâ."

El-Alî, ismi Kur'ân-ı Kerim'deki ayetlerde 8 defa rikredilmiştir. Bunlar:

el-Bakara: 2/255, el-Hac: 22/62, Lokman: 31/30, Sebe: 34/23, Gâfir: 40/12, Şûra: 42/4, 55, Nisa:4/24'tür.

"Ala" ismi tesbihatta pek çok kullanılmakta olup namazda secde anında "Sübhane rabbiye'a'lâ" diye söylenir. [931]

Allah Teâlâ söyle buyurur:

"Artık hüküm, yücelerin yücesi Allah'ındır."[932]

"Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O'na zor gelmez. O, yücedir, büyüktür." [933]

"Yüce Rabbinin adını tesbih et." [934]

"O görüleni de görülmeyeni de bilir, çok büyüktür, yücedir"[935]

Bu ifadeler, yücelik ve ululuğun bütün anlamlarının her yönden Allah Teâlâ için sabit olduğuna delâlet eder. O, zâtı yönüyle uludur. Çünkü O, bütün mahlukatın üstündedir. Arşa istiva etmiştir. Kadri yücedir. O'nun sıfatları ve azameti yücedir. Hiçbir yaratığın sıfatı O'nunkine denk olamaz. Yaratıkların hiçbirisi O'nun sıfatlarından bir sıfatın ifade ettiği anlamların bir kısmını bile kapsayamaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Onların ilmi bunu kapsayamaz.”[936]

Bununla anlaşılmaktadır ki Allah Teâlâ bütün sıfatlarında hiçbir şeye benzememektedir. Galibiyetin en üstün olanı O'na aittir. O, birdir ve gücüne karşı konulamaz. Sonsuz güç ve kudretiyle, azamet ve yüceliğiyle bütün yaratıklarına egemendir. Onların  mukadderatları O'nun elindedir. O, neyi dilerse o olur. Hiçbir şey buna mani olamaz. O'nun istemediği şey de asla olmaz. Bütün mahlukat, O'nun istemediği bir şeyi gerçekleştirmek için bir araya gelseler buna güçleri yetmez. O'nun iradesinin hükmettiği bir şeyi engellemek için biraraya gelseler onu da engelleyemezler. Bunun sebebi, O'nun iktidarının mükemmelliği, iradesinin geçerliliği ve bütün mahlukatın her yönden O'na son derece muhtaç oluşudur. [937]

Allahu teâlâ bütün kâinatın üstündedir. Fakat bu yüksek­lik cisimlerin yüksekliği gibi, yukardakilerine daha yakın, aşağıdakilerine daha uzak ma'nâsına değildir. Allahu teâlâ kâinatın her noktasında her zerreye aynı nisbette yakındır ve bu nisbet hiç değişmez. Her insana şah damarından daha yakın­dır. Allahu teâlâ'nın zâta, cisimlerin zâtına benzemediği gibi, yakınlığı, uzaklığı da cisimlerin birbirine olan yakınlığına, uzaklığına benzemez. [938]

 

Yüksekliğin Gerçek Manâsı Şudur:

 

1- Allah'tan daha üstün bir varlık düşünülmesi imkânsız­dır.

2- Bir benzeri veya ortağı veya yardımcısı veya mabeyinci­si olmaktan münezzehtir.

3- Şânına yaraşmıyan her şeyden uzaktır.

4- Kudretde, bilgide, hükümde, irâdede ve diğer bütün kemâl sıfatlarında üstündür. Şu halde "El-Aliy", her şey ken­dinin dûnunda, emrinde ve hükmü altında olan Zât-ı Eceli ü A'lâ demektir.

Kâbe-i Muazzama'ya Allah'ın evi deniliyor. Bunun ma'nâsı nedir? Kâbe-i Muazzama'ya ve mabetlere Allah'ın evidir demek, buraları Allah'ın ikametgâhıdır demek değildir. Bu izafet tebcil ve teşrif içindir.

İzah edelim: Şahıslara mahsus olan meskenler vardır ve her mesken sahibine nisbet olunur da, filancanın evi, filanca­nın dükkânı denir. Neden? Çünkü bir mesken veya dükkân ki­me âit bulunuyorsa menfaati de yalnız.ona aittir. Fakat Kâ'beye ve camilere Allah'ın evi denir. Bundan maksat Allah'a bir mesken isnâd etmek değildir. Belki Kâ'benin veya mabedin hiçbir şahsa ihtisası olmayıp, âmmenin menfaati için yapıl­mış olduğunu ve bundan dolayı ehemmiyetinin büyüklüğünü anlatmak içindir. Nitekim âmme hakkına da "Allah hakkı" de­nir. Çünkü bu hakkın faydası umûma şâmildir. Bir ferde, bir şahsa mahsus değildir.

Allah hakkını yerine getiren, bütün insanların menfaatına riâyet etmiş olur. Onu ihmâl eden de, insanları zararlandırmış olur. Bir kimse bir meskene tecâvüz ederse, yalnız o mesken sahibini mutazarrır eder. Halbuki bir câmi'ye tecâvüz eden, bir ferde değil, cemâate tecâvüz etmiş olur. [939]

              

Kula Gereken Şey:

 

Allahu teâlâ'nın şânına yaraşmıyan i'tikatlardan fikrini kurtarmak ve Allah'ın mahlûkuna, haksızlık etmekten sakın­maktır. Bir çok câhiller Allahu teâlâ'yı insan suretinde bir ci­sim ve bir ruhtan müteşekkil ve insan gibi infiale mâruz sanı­yorlar. Dünya hükümdarları gibi, kâinatın en yüksek yerinde kendine mahsus bir sarayda bulunduğunu ve oradan bir takım vekiller vâsıtasıyle kâinatı idare ettiğini... İ'tikâd ediyor­lar.

Bütün bunlar ve benzerleri, ulûhiyet şânına yaraşmıyan eksikliklerdir. Allahu teâlâ, hiçbir vekile mahtaç olmadığı gi­bi, zamandan, mekândan münezzehtir. Zamanlar O'nu sınırlayamaz, mekânlar O'nu kaplıyamaz. Zaman ve mekân O'nu na­sıl ihata edebilir ki, zamanı da, mekânı da yaratan O'dur. Onlar yokken Allah vardı. [940]

 

37. EL-KEBÎR

 

Zatının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar ulu, [941] pek büyük.[942]

'Ey azametinden dolayı akılların ulaşamadığı ulu zat."

Kebir, “kebere” kökünden gelmektedir ve büyük an­lamındadır. Genellikle, el-Alî ve el-Mütealî isimleriyle bitişik kullanılmıştır.

Sübhanu'l-Kebîr, medhedenlerin methinin üs­tünde yücedir. Allah'ın büyüklüğünü hislerin müşa­hede etmesi, aklın idrak etmesi mümkün değildir. Hiçbir şeyle onu anlamak mümkün değildir.

İbn-i Abbas (r.a.)'dan rivayet edilen bir hadiste Resulullah (s.a.v.) her türlü acılardan ve humma gibi hastalıklardan kurtulmak için ashaba şöyle dua öğ­retmişti:

"Zat ve sıfatları anlaşılamayacak kadar ulu Al­lah'ın ismiyle, fışkıran kanın her türlü şerrinden ve cehennemin  sıcağının şerrinden yüce Allah'a sığınırız."

El-Kebîr ismi, Kur'ân-ı azimde beş defa geçmek­tedir:

1. "O görüleni de görülmeyeni de bilir; çok bü­yüktür, yücedir." [943]

2. "Böyledir. Çünkü Allah, hakkın ta kendisi­dir. O'nun dışındaki taptıkları ise batılın ta ken­disidir. Gerçek şu ki Allah, evet O, uludur, büyük­tür." [944]

3. "Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir; Ondan başka taptıkları ise hiç şüphesiz bâtıldır. Gerçek­ten Allah çok yüce, çok uludur." [945]

4. "Rabbiniz ne buyurdu? derler. Onlar da: Hak olanı buyurdu, derler. O, yücedir, büyüktür."[946]

5. "Artık hüküm, yücelerin  yücesi Allah'ın­dır." [947]

Rabb Sübhânehu ve Teâlâ yücelik, büyüklük, azamet ve ululuk sıfatlarıyla nitelenmiştir. O, herşeyden büyüktür, herşeyden yücedir ve herşeyden uludur.

Dostlarının kalbinde O'nun çok saygın ve yüce bir mevkii vardır. Onlar gönüllerini Allah'a saygı ve O'nu yüceltme duygusu ile doldurmuşlardır. O'na boyun eğmişler ve O'nun büyüklüğü karşısında hep tevazu göstermişlerdir. [948]

Bu ismin, Kur'an'daki bütün kullanımlarında yücelik bildiren "el-Aliyy" ve "el-Müteâl" isimlerine bitişik olarak geçtiği görülür:

"Bu, Allah'ın hak olmasından ve O'ndan başka taptıkları şeylerin bâtıl olmasındandır. Doğrusu Allah yücedir, büyüktür." [949]

"O, görüleni de görülmeyini de bilir, çok büyüktür, yücedir." [950]

Göklerde ve yerde eşsiz tek büyük O'dur. Kâinatın büyük­lüğü, elbette ki Yaradan'ın büyüklüğüne delâlet eder. Bulut­suz berrak bir gecede, başını gökyüzüne kaldıran ve orada sayı­sız yıldızların ışıldadıklarını gören aklı başında, iz'ânı yerin­de bir insanın bu büyüklüğe hayran olmaması mümkün mü­dür? O parlayan yıldızların herbiri, bizim güneş gibi güneştir ve herbiri başlıbaşına bir âlemin merkezidir. [951]

 

Göklerin Esrarını Çözmeye Çalışan İlimler:

 

Bu ilimler diyor ki, güneş bir âlemdir. Göklerin derinlik­leri içinde böyle nice güneşler ve herbirinin etrafında nice yavrular ve torunlar vardır. Fakat bu güneşlerin sayısı, bugün kat'î olarak tesbît edilememiştir ve o kadar çalışmalara rağ­men tesbîtine de imkân yoktur; çünkü ihâtâ dâiresi genişle­dikçe, ufuklar nâmütenâhîliğe doğru açılıp gidiyor. Bugün bu ilimlerin elindeki netice şudur: Namütenahi feza içinde, namütenahi güneşler vardır.

Halbuki mahlûkat, namütenahi olamaz, mahlûkat hakkın­da kullandığımız namütenahi sözü, bizim bilgimize ve ihata­mıza göredir; yoksa Allah'ın ilminde sayısı, zaman ve mekân yönünden sınırlı apaçık bellidir. "Namütenahi feza içinde, namütenahi güneşler vardır." sözü, hakîki bir nâmütenahilik mefhûmunu değil, kâinatın bizim idrâk ve ihata çerçeve­mize sığmıyacak kadar büyüklüğünü ifâde içindir. Farzedelim, fikir kadar serî bir vâsıtamız olsun, bu nakil vâsıtası, bir hattı müstakim üstünde, bizi semânın ölçülmesi imkânsız olan derinlikleri içine sürüklesin, yâni saniyede bir milyon güneşin önünden geçirsin; bu şekilde, yâni saniyede bir mil­yon güneş tâdât etmek şartiyle, ömrümüz olsa da milyarlarca asır gitsek, yaratılmış âlemlerin yine pek azmi saymış oluruz ve daha milyarlarca asır mesafeler alsak ve sonra etrafımıza bir göz atsak, yine içinde güneşlerin kaynaştığı muazzam bir gökyüzü göreceğiz ki, bu güneşler aczimizle alay eder gibi, bize uzaklardan göz kırpmağa devam edip duracaklardır.

İşte akılları durduran, insan havsalasına sığmayan bu var­lık, O'nun tek bir iradesiyle meydana gelmiştir ve O, isterse tek bir irâde ile daha başka âlemler de yaratır, yine kudretinden bir zerre eksilmez. Bir zerreyi yaratmakla, bu ölçüsüz, sayısız âlemleri yaratmanın O'na göre asla bir farkı yoktur. Velhâsıl her şeyin varlığı veya yokluğu, Allahu teâlâ'nın bir irâdesine bağlıdır. Ol! deyince oluverir. Olma! derse bir anda her şey yokluğa dönüverir. Bu, ne kudrettir, ne büyüklüktür! [952]

 

Bu İsm-i Şerif Hükmünce Kula Yaraşan Şey:

 

Yalnız Allah'tan korkmak, yalnız Allah'ı sevmek, yalnız Allah'a kul olmaktır. Korku iki türlüdür; biri, haksız yere ev-bark söndüren zorbaların zulmünden korkmaktır. Bu korku, gönüllerde o zorbalara karşı nefret ve istikrah uyandırır. Öteki de en yüksek kuvvet ve kudret sahibi olduğu halde, suçlar bağışlıyan, hacetler bitiren, af ve ihsanı bol, keremkâr bîr zâtı sevmek neticesi olan korkudur. Bu korku gönüllerde, o zâta karşı derin bir saygı husule getirir. Allahu teâlâ'ya karşı olan korku işte budur. Buna daha ziyâde "haşyet" denir. Bu haşyeti duyan gönüller, Allah'ın emir ve fermanını her şeyin, her hatır ve nüfuzun üstünde tutarlar. Hatırını saydığımız veya nüfu­zundan korktuğumuz kimselere hoş görünmek gayreti, Al­lah'ın emir ve fermanının ihmâl veya inkâra sebep olmamalıdır. İnsanoğlu için en büyük musibet, Allah'ın gadabına uğra­maktır. En büyük kazanç da, kişinin kendini Allah'a sevdirmesidir. İnsanların sevgisini kazanmak veya onların gözünden düşmek, ehemmiyetli bir şey değildir. Çünkü Al­lahu teâlâ'nın ezelî takdirine karşı, bunların hiçbir te'sîri ola­maz. Bir kimse Allah yanında makbul ise, bütün insanlar ondan yüz çevirseler, ona hiçbir zarar gelmez. Bunun aksine olarak, Allah yanında makbul olmayan bir kimseye bü­tün insanların hürmet ve ta'zîmi ne fayda te'mîn eder?

Hâlık'ı unutup da, mahlûkun gözüne girmeye çalışanlar, efendisini bırakıp da, kendini kapı yoldaşlarına beğendirmeğe çalışan ahmak hizmetçilere benzer. Hem de çalışıp çabalıyarak kendini mahlûka sevdirenler, Hâlık'ın ezelî hükmünü değiştiremiyeceklerinden, beyhude yorulmuş olurlar. Velhâsıl nazarlar, ancak Allah'ın razı olacağı yere dikilmelidir. Gönül­ler yalnız O'nun rızâsı ile ferahlanmalı, ancak O'nun gazabı ile kederlenmelidir. Bir kimseden halkın yüz çevirmesi, o kimsenin Hâlık'a ilticasını mucip olduğundan, ondan keder­lenmek şöyle dursun, daha sevinmek lâzımdır. Şu muhakkak ki, halkın teveccühüne aldanmak bir nevî sarhoşluktur. [953]

 

38. EL-HAFÎZ

 

Koruyup gözeten, dengede tutan, [954] yapılan işleri bütün tafsilâtiyle tutan, her şeyi, belli vaktine kadar âfât ve belâdan saklıyan. [955]

"Şüphesiz Rabbim her şeyi gözetendir."[956]

Lügatta; "hafz" kökünden koruma ve unutma­mak demek olan "el-Hafız" eşyayı zeval bulmaktan tu­tan, saklayıp koruyan demektir.

Bütün noksanlıklardan münezzeh her şeyi ko­ruyan, gözeten "hafiz" bir şeyi yok olmaktan koru­mak manasına "hıfz" kökünden gelmektedir. Sübhan Tealâ yeryüzünde ve gökyüzündeki her şeyi koruyup, kalmasını murad ettiği kadar baki bırakıp, zevale erdirmeyen ve bozmayandır.

Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Onları koruyup gözetmek kendi­sine zor gelmez." [957]

"Ve (göküyüzünü) itaat dışına çıkan her şeytandan koruduk" [958]

Buradaki "hıfz" gerçek manada korumak manasına gelmektedir. Allah, kullarını helak edecek şeylerden korur, şerrin altetmesinden korur.

Allah (c.c), "Onun önünde ve arkasında Al­lah'ın emriyle onu koruyan takipçiler (melekler) vardır."[959] Buyurmaktadır ki burada onun emriyle koruyucular var demektir.

Allah (c.c), mahlukâtı amelleri ve sözleri üzere korur, kalplerindeki niyetleri bilir. Ondan hiçbir şey gaib olmaz, hiçbir gizli şey ona gizli kalmaz.

Yüce Allah, dostlarını koruyup, onları günah bataklığına düşmelerinden muhafaza buyurur. Şey­tanın tuzaklarından, onun şerrinden; fitnesinden sa­lim olmaları için onları muhafaza eder.

"El-Hafîz" ism-i şerifi Kur'an-ı Kerim'de üç kere geçmektedir.

1 "Çünkü benim Rabbim her şeyi gözetendir.”[960]

2. "Rabbin gerçekten her şeyi koruyandır." [961]

"Allah'tan başka dostlar edinenleri Allah da­ima gözetlemektedir.  Sen onlara vekil değilsin." [962]

Allah Teâlâ  şöyle buyurur: 

"Doğrusu benim Rabbim her şeyi koruyup gözetendir." [963]

"el-Hafîz"in iki anlamı vardır:

Birincisi; kullarının yaptığı hayır ve şer, itaat ve isyan her şeyi eksiksiz ve yanlışsız kaydedip hesaba çekmek üzere saklayan ve muhafaza edendir. O'nun ilmi, kullarının gizli ve açık bütün amellerini kuşatır. Bunları Levh-i Mahfuz'da yazmıştır. Kullarının yaptıklarını kaydetmek üzere Kirâmen Kâtibin isimli melekleri görevlendirmiştir. "Onlar sizin bütün yaptıklarınızı bilirler." O'nun muhafaza etmesinden çıkartılan bu anlam Allah'ın açık ve gizli, kulların bütün ahvalini bilmesini, Levh-i Mahfuz'da ve meleklerin elindeki sahifelerde bunların yazılmasını, miktarlarını, eksiğini yükseğini,  ceza ve mükafatlarını bilmesini sonra lütuf ve adaletiyle onlara gerekli karşılığı vermesini kapsar.

"el-Hafîz"ın ikinci anlamı Allah Teâlâ'nın kullarını hoşlanmadıkları her şeye karşı korumasıdır. O'nun yaratıklarını koruması da iki türlüdür: Genel koruma, özel koruma.

Genel Koruma; Allah Teâlâ'nın yaratıklarını, güçlerinin yeteceği ve niyetlerine aldıkları şeyleri onlara kolaylaştırmak suretiyle koruyup gözetmesidir. Onlar O'nun hidayetine ve kendi maslahatlarına uygun şeylere Allah'ın irşadı ve şu ayet-i kerimede işaret ettiği genel hidayeti sayesinde ulaşırlar:

"Bizim Rabbimiz herşeye hilkatini (varlık ve özelliğini) veren, sonra onu hidayet edendir." [964]

Yani herbir yaratığı kendisi için takdir edilen ve hükmedilen yemek, içmek ve nikahlanmak gibi aslî ihtiyaçlarına ve pek çok zararlı ve hoşa gitmeyen şeyleri onlardan uzaklaştırmak gibi bunları elde etmenin sebepleri konusunda çalışmaya yönlendirir. Bu tür koruyup gözetmenin içine iyi insanlar da girer kötü insanlar da girer. Hatta hayvanlar ve diğer varlıklar da bu korunmanın kapsamı içindedir. O, gökleri ve yreri yok olmaktan koruyandır. Yaratıklarını nimetleriyle koruyup gözetir, insanlara, koruyucu melekler görevlendirmiştir. Onları Allah'ın emrinden korurlar. Yani onları kendilerine zarar verecek her şeye karşı savunurlar. Allah'ın koruması olmasaydı yanıbaşlarında cerayan eden bu felaketler onlara da zarar verebilirdi.

İkincisi; O'nun kendi dostlarını özel olarak korumasıdır. Yukarıda zikredilenlerden başka Allah Teâlâ, dostlarını,  onların imanlarına zarar verecek, kesin inançlarını sarsacak şüphe fitne ve şehvetlerden korur. Bu tür şeylerden onları uzak tutar ve onları selamete çıkarır. Allah Teâlâ onları-insan ve cin düşmanlarına karşı da korur. Onlara yardım eder ve düşmanlarının tuzaklarına karşı onları savunur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Allah şüphesiz inananları savunur."[965]

Bu, dinlerinde ve dünyalarında onlara zarar verecek her şeyin defi hususunda geneldir. Kulun imanına karşılık Allah'ın lütfuyla onu korumasıdır. Bir hadis-i şerifte:

"Allah'ı gözet ki, Allah da seni koruyup gözetsin."[966]

Yani emirlerine sarılmak, yasaklarından kaçınmak, koyduğu sınırları çiğnememek suretiyle Allah'ı gözet ki Allah da senin canını, malını, dinini, çoluğunu çocuğunu ve lütfundan sana verdiği herşeyini koruyup gözetsin[967]

Allahu teâlâ, insanlar tarafından yapılan hiçbir şeyi kaçırmaz. iyiden, kötüden, insanların yaptıkları bütün işleri, ko­nuştukları bütün sözleri, kafalarındaki bütün niyetleri ve dü­şünceleri bir bir bilir, hiçbirini unutmaz, hiçbirinde yanılmaz başkalarına karıştırmaz. O'nun için, yapılan kötülüklerın hiçbir zerresi kaybolmaz, yapan cezasını bulur. [968]

 

 Allahu Teala Kâînatı Muhafaza Buyurmaktadır

 

Gökleri, yeri ve kamu yaratılmışları, ta'yin edilen ömürlerini tamamlayıncaya kadar, her türlü âfât ve belâdan  muhafaza buyurmaktadır. Bu sâyededir ki fezâlar içinde ölçüye sığmaz bir hızla uçuşan sayısız ecrâm," birbiriyle çarpışmadan, herbiri Kendi hududu içinde yüzmektedir. Allahu teâlâ, her mahlûkuna, kendine zararlı olan şeyleri bilecek bir his ilham buyurmuştur. Bu da  El-Hafîz ism-i şerefinin tecelliyâtındandır. Bir hayvan kimyevi tahlil raporuna muhtâc olmadan, kendine muzır olan otları bilir ve yemez.

İnsanlara da mızır olan şeyleri haram kılmıştır. Meselâ, halâl, zülâl bir yemek ekşir veya bozulursa, bir ekmek yanar-haram olur. Çünkü onlar artık gıda maddesi olmaktan çıkmış, uzviyeti zehirliyen muzır şeyler haline gelmiştir. Allah, insanların maddi varlıklarını zehirleyen bu kabil şeyleri, fuhşu, alkolü ve benzerlerini haram kıldığı gibi, ma'nevî varlıklarını zehirleyen dalâleti, sapıklığı, cahilliği ve benzerini de haram kılmıştır. [969]

 

Haram, Helâl Sınırlarını Gözetmeyenler:

 

İnsanları maddî' ma'nevî zararlardan; zulmetlerden muhâfaza için; akıl, fikir, basîret vermesi, peygamberler göndermesi, kitaplar indirmesi, helâli, haramı bildirmesi hep bu ism-i şerifin hükmü olarak şükrü ödenmez ni'metlerdir. Hem Allah ister ki, insanlar bu ni'metlerden fay­dalansınlar. Nankörlük etmesinler. Onun için Allah, bunlar­dan faydalanmak isteyenlerin hafizıdır. Onları günahlara dal­maktan, sapıklara uymaktan, her türlü kötünün kötülüğünden muhafaza buyurur. Fakat, ni'metlere karşı körlükte isrâr ile inkâr ve şirk bataklarına sapan nankörler, kendi arzuları ile Allahu teâlâ'nın hıfz ve himayesinden yüz çevirmişler demek­tir. Onun için onlar hakkında El-Hafîz ismiyle muamele bu­yurmaz. Er-Rakîb ismi ile muamele buyurur. Onların gözle­rini ve kalplerini çevirir, körlük ve dalâlet yaratır. Karanlık­lara bırakır ve bir daha onları nûra çıkaracak bir dost ve muha­fız da bulunmaz. Bu nasipsizler Allah'ın verdiği imkânlardan faydalanmağı arzu etmediklerinden mes'uliyet kendilerine ait­tir. [970]

 

Kula Gereken Şey:

 

Allah'ın ihsan ettiği muhafaza vâsıtalarını iyi kullanmak, yaptığı iyiliklerin veya kötülüklerin bir zerresinin bile kâybolmıyacağına ve günün birinde önüne çıkacağına inanarak, iyilikleri çoğaltıp, kötülüklerden sakınmaktır. [971]

 

39. EL-MUKÎT

 

Bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratıp veren, bilip gücü yeten ve koruyan,[972] her yaratılmışın azığını veren. [973]

"Allah her şeyin karşılığını vericidir." [974]

El-Mukît, beden ve ruhların gıdasını yaratan ve bunları beden ve ruhlara ulaştıran demektir. Bütün rızıkları veren Allah'tır.

Peygamber (s.a.v.)'e her türlü rızıklar sunulmuş, ancak O, ölümsüz olan diriyi zikrederek:

"Beni yedi­ren ve içiren Rabbimin yanında kalacağım" buyur­muştur.

Ezherî diyor ki:

"el-Mukît" Kureyş lehçesinde "muktedir" manası­na gelmektedir. Nitekim Cenab-ı Hakk'ın şu sözü bu­nu teyid etmektedir.

"Allah her şeye muktedirdir (mutlak kadirdir)."

El-Mukît  Kur'ân-ı Kerim'de bir yerde zikredil­miştir.

"Kim iyi bir işe vesile olursa bu iyilikten onun da bir nasibi olur. Kim bir kötü işe aracı olur­sa bu kötülüğün vebalinde mutlaka ona da bir pay vardır. Allah her şeyin karşılığını verendir." [975]

Allah Tealâ şöyle buyurur:

"Allah her şeyin karşılığını verendir."[976]

el-Mukît, bütün varlıklara gıdalanacakları şeyleri ve rızıklarını ulaştıran ve onları hikmeti ve hamdine uygun olarak dilediği şekilde sarfedendir.[977]

er-Râğıb el-Esfehâni der ki: Kişiyi hayatta tutan gıdaya "el-kût" denir, çoğulu "akuvât" gelir. Allah Tealâ âyette buyurur ki:

"Allah orada takdir etti."[978]

"Gıda ile doyurdu, yedirdi" anlamında "kâtehû" denilir. "Yiyecek verdi, gıda verdi" anlamında da "ekâtehû" denilir. Hadis-i şerifte:

"Ehl-i iyâlinin nafakasını boşa vermesi kişiye günah olarak yeter" buyurulur.[979] Ayet-i kerimede:

"Allah her şeyin karşılığını verendir" buyurulurken "Mukît" kelimesi kullanılır. Bu kelime için "muktedir",    "şahit" anlamları verilmiştir. Gerçek anlamı "koruyup gözeten, besleyip ayakta tutan" demektir.[980]

el-Kâmusu’l-Mukît'te el-Mukît şöyle izah edilir: "el-Mukît: Bir şeyi koruyan, gözeten, muktedir demektir. Herkese rızkını veren de böyledir."[981]

İbnu Abbas (r.a.) ayeti kerimedeki "Mukît" kelimesini "Muktedir" "cezalandıran" diye tefsir etti. Mücahid bu kelime için "şâhid", Katade hafız/koruyucu anlamını verdi. Bu kelime "her canlının gıdasını ona ulaştıran" diye de tefsir edildi.[982] Bu kelime için "her insana çalışması kadar rızık veren" denildi. [983]

İsm-i şerîf (ikâte) dendir. îkâte, gıda vermek demektir. Mahlûk, yaşamak için gıdaya muhtaçtır, Allahu teâlâ, her mahlûk için ne kadar yaşama müddeti ta'yîn etmişse, ona göre de gıda maddesi ta'yin ve tahsîs etmiştir. Hiç bir mahlûk ken­disi için ta'yîn edilen gıdayı bitirmeden ölmez ve hiçbiri baş­kalarına ait gıdadan bir zerre alamaz. Allah her şeyin miktarını ve ölçüsünü ta'yîn etmiş ve ta'yîn ettiği gibi de yaratıp ulaş­tırmakta bulunmuştur. Yerden biten şeylere bak! O kara top­raktan nasıl gıdâlanıyorlar ve bu sayede nasıl yapraklar, çiçek­ler, meyvalar meydana geliyor.

Ana rahmindeki ikizleri düşün! Gıdalarını göbeklerinden nasıl çekiyorlar, orada sulh ve selâmetle rahat ve sükûn içinde nasıl yaşıyorlar. Herbiri, Allah tarafından kendisi için ta'yîn ve sevk edilen ve kandan ibaret bulunan azığını kavgasız, fü­tursuz alıp duruyorlar. Fakat ne yazık ki, dünyâya geldikten sonra birçokları bu sulh ve selâmeti bozuyorlar ve meselâ bâzı kardeşler arasında olduğu gibi mal ve mîras yüzünden birbirle­rine öldürmeğe kalkışıyorlar. Acaba Allahu teâlâ bunların rızklarını unuttu mu? Yoksa dünyâya çıktıktan sonra, "Allah rızkınızı, gıdanızı kendiniz te'mîn edin, ben karışmam" mı? dedi. Allah Alîm’dir, Habîr'dir, unutmak, gaflet etmek, hatâya düşmek gibi eksikliklerden münezzehtir. Kayyûm'dur, Müheymîn'dir, Rabbü'l-Alemîn'dir. Kulunu görüp gözetmesini bir lâhza kesmez. Meselâ, insan henüz çalışamaz ve istemesi­ni bilmezken, onun gıdasını, onu hiçbir sebep ile mükellef tutmadan verir. Fakat vaktaki çalışır, ister ve arar bir çağa ge­lince, onun gıdasını da bir takım sebepler ve vâsıtalar içinde sevkeder. Bunda büyük hikmetler vardır. Yoksa vâsıtaya, se­bebe ihtiyâcı yoktur. Allah insanlar için geçim sebebleri ya­ratmış ve maîşetini te'min etmek için herkesi bir sebep ucuna yapışmakla mükellef tutmuştur. Ancak bu sebeplerin meşru' olması şarttır. Gayr-i meşrû’ sebeplerle rızk aranmasını ha­ram kılmıştır ve sonra herkese kendi kıymetini ve verilen emirler karşısındaki sadâkat derecesini bildirmek için serbest bırakmıştır, herkes muhayyerdir, isterse rızkını meşru' yol­lardan arar, dilerse gayr-i meşru yollara sapar, fakat şunu bil­mek gerektir ki, meşru’ yollara kanâat edenin gıdası noksan kalmış, gayr-i meşrû' yollara düşenin gıdası çoğalmış değil­dir. Herkes Allah tarafından ta'yîn edilen tahsisatını alır. Bir miligram fazla veya eksik olmaz.  

Farzedelim, birisi fazla hırsla başkalarına âit olan parayı eline geçirebilir, fakat Allah öyle hâdiseler yaratır ki, hırs ile eline geçirdiği bu parayı, ayağı ile sahibine götürmeğe mecbûr olur. Neticede hem beyhude yere yorulmuş, hem de bedava başkalarına bekçilik etmiş olur.

Sebepler rızk yaratmaz, rızk vermez, rızkı Allah yaratır ve Allah verir. Sebepler birer yoldan başka birşey değildir. Söz temsili, her insana mahsus bir boru... her borunun içi sahibi­ne âit gıda maddeleri ile dolu... Gıda maddelerinin arkasında ölüm vardır. Arkadan, ölümün tazyîki ile, borunun ağzından gıda maddeleri akmaktadır. Gıda bitmeden ölüm gelemez, çün­kü önü tıkalıdır. Gıda tükenince de ölümle karşılaşacağı mu­hakkaktır, işte sebepler, bu borular gibi birer yoldan ibarettir. Eğer sebepler insana rızk vermiş olsaydı, en kuvvetli kazanç sebebi akıl olduğu için, akıllıların çok zengin, ahmakların çok fakir olması icâbederdi. Halbuki nice ahmakların merzûk, nice akıllıların mahrum olduğu görülüp duran hâdiselerden­dir. [984]

 

Şu Halde Kula Gereken:

 

Mahlûkâtın rızklarını, ancak Allah'ın yaratıp ulaştırdığı­na inanmış olan bir kul, rızk hususunda O'nun va'dine güve­nir. Rızkını elde etmek için meşru' sebeplerin dışına çık­maz. Vakar ve haysiyetini ayaklar altına almaz, yüreğini de yalan, hile, ihtiras ve tabasbusla kirletmez. [985]

 

40. EL-HASÎB

 

Kullarına yeten, onları hesaba çeken, [986] Herkesin hayâtı boyunca yapıp ettiklerinin, bütün tafsilât ve teferruâtiyle hesabını iyi bilen. [987]

"Onlar: Allah bize yeter. O ne güzel vekildir' dediler." [988]

Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah her şe­ye kâfidir. "Hasîb" kökünden "ihtifa" manasındadır. Onun manası "noksanlıklardan münezzeh Al­lah (c.c.) her şeye kafi" demektir. Şu iki ayeti düşün­düğümüzde bu mana daha iyi anlaşılır.

"Eğer sana hile yapmak isterlerse,  şunu bil ki, Allah sana kafidir." [989]

"Kim Allah'a güvenirse O, ona yeter." [990]

Hasîb'in bir manası da hesaba çeken demektir. Şu ayetler bunu teyid etmektedir.

1. "(Yapılan iş) bir hardal tanesi kadar dahi ol­sa, onu (adalet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak biz (herkese) yeteriz." [991]

2. "Sonra insanlar gerçek sahipleri olan Al­lah'a döndürülürler. Bilesiniz ki hüküm yalnız Onundur ve O, hesap görenlerin en çabuğudur." [992]

3. "Kolay bir hesapla hesaba çekilecek." [993]

Resulullah (s.a.v.)'de:

"Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çe­kin. " buyurmaktadır.

"El-Hasîb" Kur'ân-ı Kerim'de üç kere zikredil­mektedir.

1. "Hesap sorucu olarak da Allah yeter." [994]

2. "Şüphesiz Allah, her şeyi hesaplayandır." [995]

3. "Onlar Allah'tan korkarlar ve Ondan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah (herkese) yeter." [996]

"Bilesiniz ki hüküm yalnız  O'nundur ve  O hesap görenlerin en çabuğudur."[997]

el-Hasîb:

1- Allah Teâlâ, menfaati celb ve mazarratı defetmekle ilgili onların din ve dünyalarını alâkadar eden her şeyde kullarına kâfidir.

2- Özel anlamıyla el-Hasîb, "Allah Teâlâ takva sahibi olan ve kendisine tevekkül eden kulunun din ve dünyasını ıslah etmede ona kâfidir" demektir.

3- el-Hasîb, kullarının hayır ve şer bütün amellerini muhafaza edip onları hesaba çeken, iyilik yaptıysa mükafaatlandıran, kötülük yaptıysa cezalandıran demektir.

Allah Teâlâ şöyle buyurur: 

"Ey Peygamber! Sana ve sana uyan mü'minlere Allah yeter." [998]

Allah'ın kuluna yeterli olması, zahirî ve batınî bütün amellerinde Peygamber'e (s.a.v.) bağlılığı ve Allah Teâlâ'ya kulluğu yerine getirmesi hasebiyledir. [999]

Bâzı şeyler vardır ki, onlar rakamlarla ifâde olunur. Bu gibi şeylerde, neticeyi öğrenmek için bir takım hesap ameliye­leri yapılmak iktizâ eder ve muhasipler bu ameliyeleri tamam­lamadan neticeyi bilemezler. Allahu teâlâ, neticesi hesapla bilinecek ne kadar miktar ve kemmiyyet varsa, hepsinin neti­celerini hiçbir ameliyeye muhtaç olmadan, doğrudan doğruya ve apaçık bilir. Çünkü O'nun ilmi, hiçbir kayıt ve şarta, tet­kik ve tefekküre veya herhangi bir ameliyye icrasına bağlı de­ğildir. [1000]

 

Allahu Teâlâ Çabuk Hesaplıdır:

 

Kıyamet günü, mükellef olan her insanın Allah'a karşı ve­receği hesap vardır. Çünkü, alınmış sayısız ni'metlerin, pek tabiîdir ki, bir gün hesabı sorulacaktır. Onun için, kıyametin bir adı da (Hesap günü) dür. Fakat, dünyaya ne kadar insan gel­miş geçmiştir, bunların sayısını Allah'tan başka kimse bil­mez. Halbuki biz, dünyâda, kendi aramızda görüyoruz ki me­selâ, bir sû-î isti'mâlden dolayı mahkeme altına alınan tek bir şahsın hayat safhalarından yalnız sû-i isti'mâli anlaşılan tek bir safhanın hesabı üzerinde günlerce ve bâzan aylarca heyetler çalışıyor, raporlar hazırlanıyor ve daha bir çok yorucu şeyler. Buna rağmen, hakikatin olduğu gibi anlaşılması mümkün ol­muyor. Dünyâya gelip gitmiş, sayısız insanların hesaplarını da sakın buna benzetme! Allahu teâlâ, ilk insandan son insana kadar hepsinin hayâtı boyunca ne kadar nefes aldıklarını ve her nefeste, iyiden kötüden neler yaptıklarını, göz açıp yumacak kadar kısa bir zamanda hesabını görür ve karşılığını verir, işte Allah böyle bir muhasiptir. [1001]

 

İnsanın En Kıymetli Sermâyesi Ömrüdür:

 

İnsanın ömrü, kendi mülkü değildir. Belki Allah tarafın­dan bilâhare hesabı görülmek üzere verilmiş ariyet bir sermayedir. İnsan, ne kazanacaksa onunla kazanacaktır. Ömrü ise; her gün, her saat, hattâ her nefes aldıkça bitip tükenmekte, suâl ve hesab yaklaşmaktadır. Onu durdurmak elde değildir. Şu halde ömür ne uğurda harcanılıyor ve ne ile mübadele edili­yor, buna dikkat etmek lâzımdır. Çünkü hesab günü, herkes bu sermâyeyi sahibine ödedikten sonra, onun sarf ve mübâdelesinden hâsıl olacak kâra göre mükâfat görecek veya açığına göre mes'ûl olacaktır, iflâsı tahakkuk edenlerse, ebedî hüsran, ve azâb içinde kalacaktır. [1002]

 

Hesab Başında Meydana Çıkacak Netice:

 

Kâr, ziyan, iflâs. Kâr, îman kazanmış, iyi işler yapmış (bütün farzlar, vâcibler, sünnetler, müstehaplar burada dâhil) olan kimselerin hesabı. Ziyan imân kazanmış olmakla bera­ber, bir çok kötü işler de yapmış (bütün haramlar, mekruhlar burada dahil) veya birçok iyi işler yapmak için önüne çıkan fır­satları kaçırmış olanların hesabı. Îflâs -Allah'a sığındık- bu, imansızlıktır, bunlar için felâh yoktur. [1003]

 

Kula Gereken Şey:

 

Bilmek lâzımdır ki, kârsız geçen her lâhza, o nefis sermâ­yeden heder olmuş bir ziyandır. Onun için, içinde bulunduğu vaktin kıymetini bilmeli ve onunla âhireti için ne kâr edebil­mek mümkün ise onu kazanmağa çalışmalı. İnsan, gaflet için­de ise uyanmalı, kendi hâline kalarak, başını avuçlarının arasına alıp şöyle bir düşünmek"; hayatından ne sarfetmiş ve kar­şılığında ne kazanmıştır? Hesap başına varmadan, kendi ken­dini hesaba çeken çok şey kazanır. Gerek ölüme kadar, gerek ölümden sonra korktuğu şeylerden kurtulma, umduğu şeylere erişmenin yalnız îmân ve sâlih amel sahiplerine va'd buyurulmuş olduğu Kur'ân-ı Azîmü-ş-şân'da tekrar tekrar beyân edildiğine göre, kârını zararını tanıyan uyanık bir Müslüman için, îmân ve sâlihât hakkındaki bilgilerini çoğaltmak ve bu uğurda faaliyetini arttırmaktan daha tabiî bir şey olamazdı. Ne çâre ki, yaşadığımız asırda hayat yükü ağırlaştı. Birde zarurî olmadığı halde ve hattâ bir çoklarının lüzumsuz ve belki de mazarratlı olduğu halde (moda) diye sayısız ihtiyaçlar belirdi ve bunlar hakîki ve zarurî ihtiyaçların önüne geçti, ardı arkası kesilmeyen mütevâlî hamleler hâlini aldı. Biz mütemadiyen bunları karşılamak ve te'min etmek için, ömrümüzün bir çok saatlerini o uğurda harcayıp duruyoruz. Bu itibarla, ömrümü­zün bir çok seneleri bir su gibi boşu boşuna akıp gitmiştir. Bununla beraber me'yus olmak da doğru değildir. Ömrün her lâhzasını fırsat bilerek, onunla kaçırılmış fırsatları telâfiye çalışmalı, zayi' edilmiş bir ömrün son bir lâhzasında, kendisi­ne ebedî Cenneti kazandıracak iyi bir iş yapmağa muvaffak olursa, geçen bütün zayiatı telâfi ederek ziyandan kurtulmuş olur.

Allah'tan hidâyet ve tevfîk istiyelim. [1004]

 

41. EL-CELÎL

 

Azamet, [1005] celâlet ve ululuk sahibi. [1006]

"Celâl ve ikram sahibi Rabbinin adı çok yüce­dir." '[1007]

Bütün celâl sıfatlarıyla muttasıf olan Allah, nok­san sıfatlardan münezzehtir. O, azamet ve ikram sa­hibidir. Kudreti celil olan Allah ariflerin kalplerindedir.

Celil, uzun ömürlü olmak, büyüklük ve azamet sahibi anlamlarına gelen "celâl" mastarından gel­mekte olup, "şanı yüce izzet ve azamet sahibi" ma­nasına gelen bu kelimeden türemiştir. Allah, hiçbir kayıt ve kıyas söz konusu edilmeden mutlak azamet sahibi mertebesi en yüce olan zattır ve O,  emir ve nehye tek müstehak olandır. Yaratan (c.c.)'ün, ya­rattığı kimselere emretmesi en geçerli haktır. Ve da­ima ona itaat gereklidir. O'nun dışında büyük her şey küçüktür. Her yüce ve yüksek sayılan onun ya­nında bir hiçtir.

Lügatta, "Celâlullah" onun azameti demektir. Bundan dolayı bir şey olduğunda "senin büyüklü­ğünden dolayı yaptım" yani senin yüzünden yaptım demektir.

"Celle", "kadri kıymeti büyük, azameti şanı, yü­ce ve ulu olan" demektir. O, mertebesi yüce olandır.

Bundan dolayıdır ki "Celil" ismi şerifinin sadece Allah hakkında kullanıldığını görüyoruz.

Cenab-ı Hakk'ı bu isimle de çağırmak caizdir. [1008]

Evet, celâlet ve ululuk Allah'a mahsustur. O'nun zâtı da büyük, sıfatları da büyüktür, fakat bu büyüklük, cisimlerdeki gibi hacim i’tibâriyle veya yaşlılık i'tibâriyle değildir. Al­lah'ın varlığı büyüktür. Zamanlarla ölçülmez; mekânlara sığ­maz, bununla beraber her yerde, her noktada hâzır ve nazır. Allah'ın ilmi büyüktür. O'nun bilmediği, bilmeyeceği birşey yoktur. Nasıl olsun ki, her şeyi yaratan O'dur. Kudreti büyük­tür; her şeyi ve her zerreyi kudretiyle kuşatmıştır. Rahmet ve keremi büyüktür. Afv ve gufranı büyüktür. O, unutmayan Âlim, yorulmayan Kâdir'dir. Hazîneleri tükenmeyen Zengin, emir ve fermanı her yerde yürüyen Hükümdar'dır, ortağı olma­yan Mâlik, veziri bulunmayan Melik'tir. Soruyoruz:

“Hürmet ve ta'zîm kimlere karşı yapılır?”

“Büyüklere karşı.”

“Büyüklüğün alâmeti nedir, ne ile ölçülür?”

“İlim, kudret, bütün kâinatı kaplayan merhamet gibi sıfat­larla ölçülür. Bunlardan yalnız bir sıfatın bulunması bile kâfidir büyüklük için. Allahu teâlâ bildiğimiz, bilmediğimiz, bütün büyüklük sıfatlarının sahibidir. Mahlûkatta gördüğü­müz bütün büyüklük sıfatları da O'nun bir emânetidir. Diledi­ğine verir, dilediğinden alır. O halde sevilecek, emir ve ferma­nı her şeyin, her hatır ve nüfuzun, her arzu ve hevesin üstünde tutulacak tek varlık sahibi de ancak Allahu teâlâ'dır. [1009]

 

Kula Yaraşan Şey:

 

Böyle bir celâlet ve ululuk sahibine intisap şerefiyle bü­yük kazançlar elde edeceğini düşünerek emirlerini yerine getir­mek, büyük kayıplara uğrayacağını düşünerek de rızâsına muhalif şeylerden sakınmaktır. Meselâ, terfî ve tecziyemiz, ticâret hayâtımız ve kredimiz, emrinde bulunan bir şahsa karşı hislerimiz, muamelelerimiz nasıldır? Onun hoşlanmadığı bir işi yapabilir miyiz? Memnun kalmıyacağı bir sözü söyliyebilir miyiz? Yâhud onun sevmediği insanlarla dostluk samimiyeti içinde yaşıyabilir miyiz? İşte bu maddî bir temsildir. Bir insan muhakkak surette bilirse ki, her hayrın, her kemâlin sahibi ancak Allah'tır; her ümidin, her emelin tahakkuku ancak O'nun irâdesine bağlıdır; yaşaması, ölmesi, kazanması, kaybetmesi, velhâsıl her işi yalnız O'nun bir tek emri altında­dır; artık o insanın ruhu, fikri, kalbi, cismi tamamen O'nunla, O'nun sevgisiyle, O'nun korkusuyla dolmuş olur. Yalnız O'nu sever, yalnız O'ndan korkar. Gerçi O'ndan başka, O'nun sevdiklerini, O'nun yolunu göstermek üzere gönderdiklerini, O'nu sevenleri, O'nun sev dediklerini de sever, fakat bütün bu sevgiler onlar için değil, hep Allah için, Allah yolunda ve Al­lah rızâsı uğrundadır. Onun için, yine bütün sevgiler Allah'a râcîdir. [1010]

 

42. EL-KERÎM

 

Fazilet türlerinin hepsine sahip,[1011] Keremi bol. [1012]

Allah hakimlerin hakimi, her şeyden müstağni, fazilet türlerinin hepsine en çok layık, dilediğine, di­lediği kadar; dilediği şekilde, hiçbir sorguya tabi tu­tulmaksızın, istenildiği zaman bol bol ihsanda bulu­nur.

Nitekim Resulullah (s.a.v.):

"Allah ismi aziz (yegane galib); güzel ahlakı se­ven, kerim (fazilet türlerinin hepsine sahip), beyinsiz­lere ise buğz edendir" buyurmuştur.

Karşılık bekle­meksizin bol bol veren, atiyye ve ihsanda bulunan demektir, demişlerdir. Hak Tealâ'dan bize hayırlı lütufta bulunmasını niyaz ediyoruz. Şüphesiz ki O'nun her şeye gücü yeter. Bu kelime Allah ona ikram etti. Ona lütufta bulundu, ona takva ile ihsanda bulun­du. Onu günahlardan koruma lütfunda bulundu şeklinde kullanılır.

Dilciler; "Kerim", "krm" kökünden gelip şeyler­den münezzehtir. O ikramın en yücesidir, gibi cümle­ler de kullanılır.

Kerim aynı zamanda cömert manasında da kul­lanılır. Ve "O kavminin en comertidir" denilir. Bir ha­diste:

"Size bir kavmin cömerti gelirse ona ikramda bulunun" buyurulmuştur.

Bir müslüman bu sıfatla güzelleşir ve sehavetle vasıflanır.

Resulullah (s.a.v.):

"Üzüm ağacı hakkında "el-Kermü" tabirini kullan­mayın, şüphesiz ki "kerm" (cömert), müslüman bir kimsedir" buyurmuştur.

Yine Peygamberimiz (s.a.v.):

"Sehavet sahibi cömert bir kimse Allah'a, insan­lara ve cennete daha yakın, cehennemden ise uzaktır. Cimri ise Allah'tan da insanlardan da cennetten de uzak; cehenneme daha yakındır" buyurmuştur.

Her şeyden müstağni, fazilet türlerinin hepsine sahip olan Allah:

"Kim (Allah huzuruna) iyilikle ge­lirse ona getirdiğinin on misli vardır" [1013] buyuru­yor.

"Mallarını Allah yolunda harcayanların örne­ği, yedi başak bitiren bir dane gibidir ki, her ba­şakta yüz dane vardır." [1014]

İşte bunlar dünya hayatındaki iyiliklere karşılık  ecirlerdir. Fakat Allah'ın lütuf kapısı açıktır. Al­lah için İhlâs ile yapılan amele Allah katında kat be kat ecir vardır.

"Allah  dilediğine kat  kat fazlasını verir.  Allah'ın ilmi geniştir." [1015]

Bu ziyade, büyük ecir bazen sınırsız olabilir.

"Yalnız sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir."[1016]

"Kim bir kötülük işlerse, onun kadar ceza, görür. Kim de kadın veya erkek, mü'min olarak faydalı bir iş yaparsa işte onlar, cennete girecek­ler, orada onlara hesapsız rızık verilecektir." [1017]

Bu ne güzel hesap! Bu ne büyük ecir! Bu mükâ­fatlar ancak cömert ve fazilet sahibi Allah tarafından verilebilir.

Bilakis Kerimu'l-avf olan Cenab-ı Hak'tan bun­dan daha fazlasını umuyor, bu güzel vaadler karşı­sında Allah'a ziyadesiyle hamdediyoruz. Cenab-ı Hak vadediyor:

"Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışta bu­lunanlar başkadır; Allah onların kötülüklerini iyi­liklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin mer­hamet sahibidir." [1018]

Nebi (s.a.v.) Allah'ın afv ve keremine dair bun­dan daha fazlasını haber vermiştir. Peygamber (sav):

"Şüphesiz ben cennet halkının sonunun cennete girmek olduğunu, cehennem halkının sonunun ise ce­hennemden çıkmak olduğunu biliyorum. Bir adam ge­tirilir ve O'nun küçük günahlarından vazgeçin, büyük günahlarını ise kaldırın" denilir. Bunun üzerine onun küçük günahlarından vazgeçilir ve:

“Şu gün şöyle şöyle bir fiil işledin. Veyahut şu şu gün şöyle şöyle bir amel işledin mi?” diye sorulur. O da:

“Evet,” der. Günahının inkar edilmesine güç yetiremez, O büyük günahlarının affedilmesini ister. Bu­nun üzerine

“Senin her kötülüğünün karşılığında iyiliğin var,” denilir. Bunun üzerine kul,

“Rabbim ben bura­da gördüklerimi şurada işledim" der." Ravi diyor ki; ,

"Andolsun   ki  Resulullah'ı,   bu  esnada  gülerken  gör­düm. Öyle ki onun azı dişleri göründü."

Allah hakkında kullanılan ululuk ve mutlak ke­rim anlamındaki "kerim" lafzı Kur'ân-ı Kerim'de iki yerde geçmektedir.

"... Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük yapana gelince; o bilsin ki, Rabbimin hiç bir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahi­bidir." [1019]

"Ey insan, ihsanı bol Rabbine karşı seni alda­tan nedir?" [1020]

Resulullah (s.a.v.) ayette geçen "insanı aldatan şeyin" onun bilgisizliği olduğunu açıklamıştır. Doğ­rusu insanı aldatan şey "insanın kendi ahmaklığı ve şeytanın aldatmasıdır", denilmiştir. Bunun için "ko­vulmuş şeytanın şerrinden her şeyi bilen ve işiten Al­lah'a sığmıyoruz" deriz.

Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, kerim­lerin en kerimi, avfı bol Ekremü'l-Ekremin'dir. [1021]

Allahu teâlâ bâzı kulları hakkında keremiyle, bâzı kulları hakkında da intikâmiyle muamele buyurur, emir ve irâde O'nundur, O'na hesap soracak, niçin böyle ettin diyecek bir kudret yoktur. Allahu teâlâ Kerîm'dir, muktedirken affeder, va'd edince sözünü yerine getirir. Allah, iyilik edenlere mükâ­fat va'd etmiş ve bu va'd, kullar için bir hüccet olmuştur. Al­lah'ın bu va'dini yerine getirecek iyiler, behemehal mükâfatını bulacaklardır. Bir de tehdit ma'nâsına (vaîd) vardır. Allah, kullarının kötülük yapıp da mücâzât görmelerine razı olmadı­ğı için, kendilerini azâb ile tehdit etmiştir. Vaîd budur. Bu vaîd hükmünce, günah yüküyle huzuruna gelen kulların hepsi de azâb ile mahkûm olmak îcâb ederken, O dilediğini adliyle muaheze eder, dilediğini keremiyle afveder. Demek ki, bâzı kulları hakkında vaîdini infaz etmemesi de O'nun lûtf ve kere­midir.

Yine O'nun lûtf ve keremidir ki, bâzı kullarına umduğun­dan ziyâde ihsan eder. Çok meşakkatli olmayan bâzı ibâdetle­re, yine o cinsten kat kat meşakkatli olanların sevabından daha çok bir sevab tahsis buyurur. Nitekim bâzı zamanlarda, bâzı mekânlarda yapılan bir ibâdete diğerlerinden fazla sevap tahsis edilmiştir. Meselâ, mübarek gecelerde ve Harem-i Şerif gibi mübarek yerlerde yapılan ibâdetler imtiyazlıdır.

Kendine sığınan düşkünleri, kimsesizleri reddetmez. Huzuruna çıkmak için vâsıtalar aranmasına da müsâade etmez. Yarın, hesab ve muhakeme gününde, bâzı kullarını inceden in­ceye hesaba çektiği halde, bâzılarını da hafifçe geçiverir. Bü­tün bu saydıklarımız, mahzâ Allah'ın keremi eseridir. Bu gibi tahsisat da

(Yef alü'llâhü mâ yeşâ'ü ve yakümü mâyürîd) hükümlerindendir; başka sebeb de aranmaz. Bunların hepsinde, ancak Allahu teâlâ'nın kendi bildiği hikmetleri vardır. [1022]

 

Allahu Teâlâ'nın Kerim İsminden Nûr Ve Feyz Alan Bahtiyar Kullar:

 

Ferde veya cemiyete karşı, iyi bir iş yapamadıkları gün fe­rah olmazlar. Burada şu noktayı nazar-ı dikkate arzetmek iste­riz: Bilindiği gibi, iyilik yapanlar çok taciz edilir, katlanmak büyüklüktür. Meyvesiz ağaca kimse taş atmaz, meyvalı ağaca atarlar, yâni zahmet verirler, iş bitiren, iyilik seven rahatsız edilir. Çünkü uzaktan, yakından dilek sahipleri etrafına üşü­şür. Bilinmelidir ki, bu, Allah'ın büyük bir iltifatıdır, teşek­kür etmek lâzımdır. Çünkü Allah, kulunu bu hizmetine kabul etmekle, onun şerefini arttırmıştır. Acizlik getirmemeli. Bir de kat'iyyen gurura sapmaman, bu tehlikelidir. Düşünmelidir ki, Allahu teâlâ bu şerefi hiç vermeseydi veya vermişken geri alsaydı, kul bu imkânları nereden bulacaktı?

Allah'ın lûtf ve keremine karşı, kişinin ümitsizliğe kapıl­ması da tehlikelidir. Bunun için bir adam ne kadar kötü, ne ka­dar günahkâr olursa olsun Allah'ın afv ve kereminden ümitsiz­liğe düşmesi doğru değildir -küfür üzerinde ölmedikçe- çünkü ümitsizlik ancak leîm olanlara karşı duyulur ve meselâ, bu adam leîmdir, bundan asla hayır gelmez denir. Allahu teâlâ ise kerîmlerin ekremi, leîmlerin düşmanı, rahimlerin erhamıdır. [1023]

 

43. ER-RAKÎB

 

Gözetleyip, kontrol eden, [1024] bütün varlık üzerinde gözcü, bütün işler murakabesi altında bulunan. [1025]

"Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir." [1026]

Noksan sıfatlardan münezzeh her şeyi kontrol eden Allah (c.c.) bize şah damarımızdan daha yakın­dır.   Kullarının fiillerinden hiçbir şey O'na gizli kalmaz. Cenab-ı Hakk:

"Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ken­disine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şahdamarından daha yakınız." [1027]

"Er-Rakib" Kur'an-ı Kerim'de üç yerde zikredil­mektedir.

1. "Ben onların içinde olduğum sürece onları kolladım, fakat sen beni vefat ettirince onları gö­zetleyen (yalnız) Sen oldun. Sen herşeyi görensin."[1028]

2. "Allah her şeyi gözetler."[1029]

3. "Adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir." [1030]

er-Rakîb, gönüllerde gizlenen şeyleri bilen ve herkesin yaptığını görüp gözeten, murakabe ve kontrol eden demektir.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Allah şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir." [1031]

er-Rakîb, bütün mahlukatı koruyup gözeten ve onları en güzel bir düzen içerisinde ve mükemmel bir şekilde idare eden Allah Teâlâ'dır. [1032]

Allahu teâlâ, bütün varlık üzerinde bir râsıd gibi her lâhza gözetip duran bir şâhid, bir nazırdır. Hiçbir şeyi kaçırmaz. Her birini görür ve herkesin yaptığına göre karşılığını verir. Onun için ellerine geçirdikleri kuvvetle, Allah'ın kullarına musal­lat olarak yer yüzünde akıl ve hayâle gelmez binbir çeşit fesat çıkaran azgın bozguncular, vakti gelince Allah'ın azabından kaçıp kurtulacaklarını asla ummasınlar. [1033]

 

Kula Gereken Şey:

 

Kendi iç âleminde, Allah'a karşı gaflet ve muhalefete dü­şürmek için düşmanlarının entrikalarını dâima murakabesi ve yumruğu altında tutup, teşebbüslerini boşa çıkarmağa çalış­maktır. Buna muvaffak olan ne büyük kahramandır.

Hiç kimseyle muamele yapmamış, yumuşak huylu bir in­sanın bile, kendi iç âleminde iki düşmanı vardır: Nefs, şeytan. Şeytan, insanın yükseldiğini çekemeyen, çok tehlikeli ve kor­kunç bir düşmandır. Nefs de, maddî zevklere pek düşkün ve bunların te'mîni için, sahibini muhataralara süren dahilî bir düşmandır. Şeytan haset yüzünden, geçici hevesleri yaldızlıyarak ileri sürer. Nefs de, buna imrenir, cehalet ve ahmaklık yüzünden, şeytan gibi, ilk babamızdan kalma, kadim bir düş­mana yardakçılık eder. Biri içerden; öteki dışardan, iki düşman birleşerek bizi ve ömrümüzü, yâni bugün şu saat elimizde bu­lunan maddî ve ma'nevî kuvvetlerimizi, dâima fânî ve kıymet­siz şeylerle oyalamağa, ömrümüzün o kıymetli saatlerini ge­çici şeylere harcayıp boşu boşuna tüketmiye, yüksek ve baki kazançlardan mahrum etmiye çalışırlar, işte asıl murakabe edilecek düşman bunlardır. [1034]

 

44. EL-MUCÎB

 

Dilek ve dualara karşılık veren,[1035] kendine yalvaranların isteklerini veren. [1036]

"Çünkü Rabbim (kullarına) çok yakındır, (dua­larını) kabul edendir." [1037]

Noksan sıfatlardan münezzeh Rabbim insana şahdamarından daha yakındır. Dilek ve dualara he­men icabet eder. Öyleki bir kimse dua ettiği zaman onun duasına karşılık verir. Allah'tan kendisine ve Resulüne itaat etmekle bize icabet etmesini niyaz ediyoruz.

"Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi ça­ğırdığı zaman, Allah ve Resulüne uyun." [1038]

"İşte Rablerinin emrine uyanlar için en güzel (mükâfat) vardır." [1039]

El-Mucib şeklinde şu ayetlerde geçmektedir.

"O halde O’ndan mağfiret  isteyin; sonra da O'na tevbe edin. Çünkü Rabbi (kullarına) çok yakındır, (dualarını) kabul edendir."[1040]

"Andolsun, Nuh bize yalvarıp yakardı. Biz de duayı ne güzel kabul ederiz!" [1041]

"el-Mücîb", dua edenlerin duasını, istekte bulunanların isteğini ve ibadet edenlerin ibadetini kabul eden demektir. O'nun icabeti iki tülüdür:

1. Genel icabet: Dua eden ve ibadet eden herkese icabet etmesidir. Allah (c.c.) buyurur ki:

"Rabbiniz; Bana kulluk edin ki size karşılığını vereyim." [1042]

Talep duası, bir kulun "Ya Rabbi bana şunu şunu ver" veya   "Beni şundan şundan koru" demesidir. Böyle bir dua   iyi insanlardan da, günahkar insanlardan da vaki olur. Allah Teâlâ da bu tür dualarda, dua eden herkese duruma göre ve hikmeti gereği icabet eder. Bu, Mevla'nın keremine, iyi ve kötü herkese ihsanının şümulüne delâlet eder. Sadece duanın kabulü, duası kabul edilen kişinin iyi haline delâlet etmez. Ancak bununla birlikte onun iyiliğine   ve doğruluğuna delâlet eden başka emareler bulunursa o zaman kişinin iyi halli olduğu anlaşılır. Mesela   peygamberlerin   kendi kavimleri lehine  veya  aleyhine  dua edip de bu dualarının Allah tarafından kabul edilmesi onların verdikleri haberlerde doğruyu  söylediklerine  ve Rabbleri katındaki değerlerinin yüksekliğine delâlet eder. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.v.) çoğu kez, kabul edildiğini müslümanların ve başkalarının bizzat müşahede ettikleri   dualar ederlerdi. Bu, onun peygamberliğinin delillerinden ve doğruluğunun alametlerindendir. Allah'ın veli kullarının  kabul edilen dualarıyla ilgili  anlatılan pek çok şey de böyledir.  Bunlar da onların Allah katındaki kıymetlerinin birer delilidir.

2. Özel icabet: Bunun gerçekleşmesi için de pek çok sebep vardır. Mesela bunlardan birisi başına büyük bir sıkıntı gelip de zorda kalan kişinin yaptığı duadır. Şüphesiz ki Allah böyle bir kişinin duasını kabul eder. Ayet-i kerimede Yüce Allah şöyle buyurur:

"(Allah'a ortak koştukları putlar mı hayırlı) yoksa darda kalana kendine yalvardığı zaman karşılık veren ve başındaki sıkıntıyı gideren Allah mı hayırlı?"  [1043]

Bunun sebebi; kişinin Allah'a olan ihtiyacının şiddeti, son derece çaresizlik içinde kalması, yaratıklarla ilgisinin kesilmesi ve Allah'ın rahmetinin bütün mahlukatın ihtiyaçlarını kuşatacak şekilde geniş olmasıdır.

Duanın kabulünün sebeplerinden birisi de uzun bir yolculuk ve Allah'ın isimleri, sıfatları ve nimetleri gibi O'nun en çok .sevdiği vasıtalarla Allah'a tevessül edilmesidir.

Hastanın, mazlumun ve oruçlunun duası, ebeveynin evladına, evladın ebeveyne olan duası, namazların arkasında, seher vakitlerinde, ezan ve ikamet arasında, nida esnasında, yağmur yağarken, şiddetli sıkıntı anında ve bunlara benzer önemli ve mübarek vakitlerde ve durumlarda yapılan dualar da böyledir. [1044]

"Muhakkak ki Rabbim (kullarına) çok yakındır ve (dualarını) kabul edendir." [1045]

Allahu teâlâ kuluna, kulundan daha yakındır. Bundan mak­sat, mekân veya cihet yakınlığı değildir. Çünkü bir mekânda veya cihette bulunduğunu kabul etmek, ordakilerine daha ya­kın, başka yerdekilerine daha uzak gibi, ulûhiyyete yaraşmıyan bâtıl netîceler doğurur. Allah'ın her zerreye, her noktaya yakınlığı müsavidir. Onun için ne kadar içten olursa olsun, kendisine yalvaranları bilir ve yalvarmalarını işitir. Biz baş­kalarının bize karşı ricalarını işidip duruyoruz ve kendilerine cevab da verebiliyoruz; yâni ricalarını elimizden geldiği kadar is'af ediyoruz. O halde bize bu sıfatı bahşeden ve bize bizden daha yakın bulunan Allahu teâlâ'ya arzettiğimiz dualarımızı, münâcâtlarımızı, her türlü dileklerimizi daha evvel işittiğine îmân etmemiz zarurî olur.

Allahu teâlâ kendisinden ne istendiğini işitir. İstiyeni ve istediği şeyi bilir, dilerse lâhza içinde verir; dilerse bir zaman sonra verir, dilerse hiç vermez.

Bâzan ihtiyaçlarının bertaraf edilmesi için, şuna buna müracaat niyetinde bulunan bir kulunun ihtiyaçlarını, onun müracaat etmek istediği yerlerin gayrisinden gönderir. Bu suretle, o kulunu isteme zilletinden saklar, bâzan da bir kulunun dostları, ahbabları, sevdikleri birleşir; onun pürüzlü işlerini düzeltmek ve yoluna koymak için elbirliğiyle çalışırlar da hiçbir şeye muvaffak olamazlar. Sonra Allah, o işleri başka yollarla halleder, kulunu minnet yükü altında kalmaktan kur­tarır.

Velhâsıl, Allah'ın her kuluna ayrı bir muamelesi vardır. Kula yaraşan istemektir. Ondan sonra kendi hakkında, Hak'dan ne muamele zuhur ederse, ona memnunlukla razı ve teslim ol­maktır. [1046]

 

Câhîl Tabiiyyeciler:

 

Câhil tabiiyyeciler, namaz, oruç ve Allah'a yalvarmak gi­bi, insanların ancak nezâhet ve fazîletde yükseldikleri zaman anlayabilecekleri ibâdetleri, faydasız ve lüzumsuz telâkki edi­yorlar. Hele bunlardan bâzı müfritlerin, namaz kılıp, oruç tu­tanları hor görmesi, Müslümanların toplaşarak rahmet duala­rına çıkmalariyle veya umûmî âfet ve belânın kaldırılması için Hak'tan niyazda bulunmalariyle alay etmesi ne kadar kaba bir vahşîlik, ne kadar büyük bir edepsizliktir. Bunlar Allahu teâlâ'nın-hâşâ- bilmez, işitmez, kör, sağır bir kuvvet olduğu­nu sanıyorlar. Kendisine kulluk etmenin ve yalvarmanın boş olduğunu söylüyorlar, insan gibi şuurlu bir mahlûkun kendini yoktan var edip, gören, işiten, düşünen, fikirlerini başkaları­na anlatan bir hâle koyan Yaradan'ı hakkında, bu kadar derin bir sapıklığa saplanması ne fecî bir körlük ve sağırlıktır. Bu sıfatlar Allah'ta yoksa ve Allah yaratmadıysa, acaba kendileri onları nereden ve hangi kaynaktan almışlardır? Güneşten daha açık olan bu hakikati inkâr etmelerinin tek sebebi, heveslerine kul ve köle olmayı, Allah'a kul olmaktan üstün tutmalarından başka bir şey değildir. Heveslerine esir olanlar, dünyâda da, âhirette de ziyan ve ızdırap içindedirler. Bunların bol dünyalık bulanlarına bile imrenilmez. Çünkü bu dünya bolluğuna rağmen -Allah kendilerine ağız tadı vermediği için- onların dışarı taşan çeşitli ıztıraplarından başka, kalplerinin derinliklerin­de, kimseye söyliyemedikleri bir takım sızılar vardır ki, içle­rini daima kemirir durur. [1047]

 

Kula Gereken Şey:

 

Hususî ve umûmî bütün ihtiyaçların te'mîn ve tesviyesi için birbirlerinden faydalanmak üzere, arzda yaşayan bütün in­sanların birbirlerine müracaatları ve "yardımlaşma" isteği doğru ise de, insan kudretinin üstünde bulunan işler için yine insanlara müracaat etmenin doğru olmadığını bilmek lâzım­dır. Çünkü, insan kudretinin üstünde olan her müşkülü ancak Allah açar ve böyle bir şeyi Allah'tan başkasından istemek onu Allah'a denk tutmak olurki, bu küfürdür, şirktir.

Esbabı bilinmeyen, çâresi bulunmayan hüccetler vardır ki, bunlara "ıztırar hâli" derler; bu hallerde yalnız Allah'a il­tica edilir ve yalnız Ondan istimdat umulur ve ancak Ondan yardım istenir. Böyle çaresizlik zamanlarında, câhil tabiiyyecilerin hangi kapıya baş vurduklarını bilmem, fakat Mücîb, Rahîm, Kerîm bulunan Allahu teâlâ'ya inanmış olanlar kalblerinin bütün samîmiyetiyle O'na yalvarırlar. Metanet ve so­ğukkanlılıkla ezelî mukadderat hükmüne kendilerini teslim ederler, nihayet böyle ıztırar hallerinde kendisine iltica eden­ler hakkındaki Allah'ın va'di gelir, çok defa umulmıyan yer­lerden selâmet kapıları açılıverir. [1048]

 

45. EL-VASİ'

 

İlmi ve merhameti her şeyi kuşatan, [1049] geniş ve müsâadekâr. [1050]

Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'ın ilmi ve merhameti her şeyi kuşatmıştır. Allah Tealâ şöyle buyuruyor:

"Rahmetim herşeyi kuşatır. Onu, sakınanla­ra, zekatı verenlere ve ayetlerimize inananlara ya­zacağım." [1051]

Allah'ın ilmi her şeyi kuşatır. Bu durum Kur'ân-ı Kerim'de 7 defa geçmektedir.

1. "Her nereye yönelirseniz, Allah'ın yüzü (za­tı) oradadır. Şüphesiz ki Allah(ın rahmeti ve nimeti) geniştir. O, her şeyi bilendir." [1052]

2. "Allah mülkünü dilediğine verir. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir." [1053]

3. "Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Al­lah'ın lütfü geniştir. O her şeyi bilir." [1054]

4. "Allah size katından bir mağfiret ve bir lü­tuf vaadeder. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir." [1055]

5. "De ki: Lütuf ve ihsan Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir. Allah'ın rahmeti geniştir. Ve o her şeyi hakkıyla bilir." [1056]

6. "Bu Allah'ın, dilediğine verdiği lütuftur. Allah'ın lütfü ve ilmi geniştir." [1057]

7. "Eğer fakir iseler, Allah lütfü kereminden onları zenginleştirir. Allah'ın lütfü ve ilmi geniş­tir.”[1058]

Allah'ın mağfireti boldur. Ayetlerde bu, şu şekil­de ifade ediliyor:

"Ufak tefek kusurları dışında, büyük günah­lardan ve edepsizliklerden kaçınanlara gelince, bil ki Rabbin affı bol olandır. O, sizi daha topraktan yarattığı zaman ve siz annelerinizin karınlarında bulunduğunuz sırada (bile), sizi en iyi bilendir. Bu­nun için kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, kötülükten sakınanı daha iyi bilir." [1059]

Allah hikmeti bol olandır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

"Eğer (eşler) birbirlerinden ayrılırsa Allah, bol nimetinden her birini zenginleştirir. (Diğerine muh­taç olmaktan kurtarır) Allah'ın lütfü geniş, hikmeti büyüktür." [1060]

El-Vasî, Kur'ân'da dokuz defa zikredilmiştir. [1061]

Allah Tealâ şöyle buyurur:

"Allah size katından bir mağfiret ve bir lütuf vâdeder. Allah herşeyi ihata eden ve her şeyi bilendir."[1062]

Allah. Teâlâ'nın sıfatlarının ve bu sıfatlarının taalluk ettiği şeylerin kapsamı çok geniştir. Kimse O'nu hakkıyla methü sena edemez. Bilakis O, ancak kendisinin kendisini övdüğü gibidir.

Azameti ve egemenliği çok geniştir, lütuf ve ihsanı yaygındır. Cömertlik ve ikramı çok büyüktür. [1063]

Allahu teâlâ'nın kudreti ve rahmetinin ve diğer bütün sı­fatlarının genişliği ve tükenmezliği, her zerrede görülüp duru­yor, fakat insana en yalan yine kendi şahsıdır. İnsan kendi var­lığında bu yüce sıfatların izlerini, nişanlarını daha iyi görebi­lir. Meselâ, insanların seslerine, konuşmalarına, simalarına, tavırlarına dikkat edilsin. Bütün insanlar, hep ayni maddeden ve ayni unsurdan yaratıldıkları halde, birbirinin tamâmiyle ayni olarak iki ses işitilemiyor. Bunu, kulak farkediyor. Bir­birinin tamâmiyle aynı iki sîmâ görülemiyor. Bunu da göz ayırıyor. Yeryüzünde yaşıyan milyonlarca insanlardan sureti, sîreti, tavrı tamâmiyle birbirine benzeyen iki insan bulunamıyor.

Sonra insanlar arasında, bilgisi geniş, ihtisas sahipleri görüyoruz, bilgilerinden herkes faydalanıyor. Çok zengin ve merhametli insanlar vardır ki, dâima geniş ölçüde yardım et­mekten zevk alır ve bunu yapmağa fırsat bulamadığı zaman keder duyar. Bâzı insanlar da vardır ki, gönülleri denizler kadar geniştir, terbiyesiz ve münasebetsiz hareketlerle karşılaşınca birdenbire hiddetlenip bulanmaz. Tahammülü geniştir, âkilâne ve hakîmâne davranır, birçok yolsuzların yola gelmesine sebep olur. Nasıl ki, denizler de, bir çok süprüntü ve daha baş­ka kirli şeyler atıldığı halde bulanmaz. Eğer Allah, insanlarda El-Vâsı' isminin izlerini bu suretle göstermemiş olsaydı, in­sanlar içinde yüksek mütehassıslar yetişmez, eli bol cömert­ler görülmez, geniş yürekli insanlar bulunmazdı. Onlar bu­lunmayınca da onların yüzünden görülen faydalar hâsıl olmaz­dı. Şu halde, fayda verenlerle fayda görenler hep beraber Al­lah'a yönelip, bu ni'metinden dolayı hamd ü sena etmeleri lâzım gelirken, ne yazık ki, bu günkü dünya Allah'ı tamâmiy­le unutmuş bir vaziyette bulunduğundan, nimete nail olanlar azmış, tuğyan etmiş, ötekiler de onlara tapmış, boyun eğmiş, aralarında Allah'ı bilenler hor ve hakîr kalmıştır. [1064]

 

Kula Gereken Şey:

 

Kul bilmelidir ki, Allahu teâlâ Vâsi'dir. Yâni O'nun ilmi, rahmeti, kudreti, afv ve mağfireti geniştir ve her şeyi kapla­mıştır. Allah'ın ilminden hiçbir şey gizlenemez; öyle ise her nerede olursa olsun kötülükten utanmalı. Kudretinden hiçbir şey kurtulamaz; Öyle ise fenalıktan çekinmeli. Merhameti boldur, öyle ise ancak O'na dönmeli. Suçları bağışlamakta, emir ve nehyinde genişliği sever. Binâenaleyh ümitsizliğe ka­pılmamalı ve ilâ-âhirihî. [1065]

 

46. EL-HAKÎM

 

Bütün emirleri ve işleri yerli yerinde olan, [1066] buyrukları ve bütün işleri hikmetli. [1067]

Allah (c.c.) her şeyi ölçüsüne göre yaratan, ted­birini en güzel yapandır. Bütün emir ve işlerini yerli yerince yapan hikmeti bol, ilmi geniş olan Yüce Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. Hikmet, her şeyin en iyi yönünü, en üstün bir ilimle bilmek demektir. Hikmet adalet, düzen, doğruluk ve ilmin toplamına denildiği söylenmiştir.

El-Hakîm, hikmet sahibine tazim ifade eden bir kip olup manası bütün emir ve işlerinde yerli yerinde olan hikmetin de azamet sahibi manasını taşır.

El-Hakîm, Kur'an-ı Kerim'de bütün sûrelerin toplamında 91 yerde zikredilmiştir. Bunlar: "Ve hüve'1-azizü'l-hakim" (O aziz ve hikmet sahibidir.) "Ve hüve'l-alimu'l-hakim" (O her şeyi bilen ve hikmet sa­hibidir.) "Ve hüve'l-hakimu'l-alim" (O hikmet sahibi ve her şeyi bilendir.) "Ve huve'l-hakimu'l-habir" (O, hikmet sahibi ve her şeyden haberdardır.) "Ve huve'l-tevvabu'l-hakim" (O tevbeleri kabul eden hikmet sahibi.) "Ve huvel-aliyyu'l-hakim" (O hikmet sahibi yü­cedir.) "Ve huve'l-vasiu'l-hakim" (O ilmiyle ve merhametiyle her şeyi kuşatan hikmet sahibidir.)" şek­linde geçmektedir.

"Allah'tan başka ilah yoktur. Muhakkak ki Al­lah, evet O, mutlak güç ve hikmet sahibidir." [1068]

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"O, kullarının üstünde her türlü tasarrufa sahiptir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır." [1069]

Allah Teâlâ hakimdir, mahlukatı arasında verdiği hükmün ve hikmetin kemaliyle muttasıftır. Hakim, geniş ilmi olan, işlerin başlangıcı ve sonucunu bilen, her yönüyle övülen, eksiksiz güç ve kudret sahibi ve rahmeti bol olandır. O, her şeyi yerli yerine koyan, yaratması ve idare etmesinde herşeyi layık oldukları yere yerleştirendir. Ona hiçbir soru yöneltilemez, hikmetine laf edilemez.

O'nun hikmeti iki türlüdür:

Birincisi; O'nun yaratmasındaki hikmettir. O, mahlukatı hak üzere yaratmıştır. O'nun yaratması hakkı ihtiva etmektedir. Bütün mahlukatı en güzel nizam ile yaratmış, en mükemmel şekilde tertip etmiş ve her yaratığa kendisi için en uygun yaratılış biçimini vermiştir. Hatta bütün mahlukatın her bir parçasına ve bütün canlıların her bir organına kendi biçimini ve şeklini vermiştir. Hiç kimse O'nun yaratmasında en ufak bir boşluk, bir eksiklik, bir bozukluk göremez. Bütün insanlık âleminin akılları bir araya gelse dahi, Rahman'ın yaratmasının bir benzerini veya O'nun kainata yerleştirdiği sağlam ve güzel nizama yakın bir nizamı teklif edemezler. Onların buna nereden gücü yetecek ki, içlerinden en akıllıları ve filozofları O'nun hikmetlerinden pek çoğunu tanıdıklarını zannederler;  halbuki onlar kainattaki nizam ve intizamın ancak bir kısmım görebilmişlerdir. Bu husus, O'nun büyüklüğünün, sıfatlarındaki mükemmelliğinin, yaratma ve idare etmedeki sonsuz hikmetlerinin bilinmesi île malum olan kesin bir gerçektir. Allah, kullarına meydan okumuş ve yaratılışta herhangi bir bozukluk ve eksiklik var mı diye kainata tekrar tekrar bakmalarını ve düşünmelerini emretmiştir. Böyle yapsalar dahi gözler mutlaka yorgun olarak geri dönecek ve O'nun yaratıklarından herhangi bir şeyi tenkidden aciz kalacaklardır.

İkincisi; şeriatinde ve emirlerindeki hikmettir. Şüphesiz ki Allah Teâlâ şeriatlar ve kanunlar koymuş, kitaplar indirmiş ve kendisini kullara tanıtsın ve nasıl kulluk edeceklerini öğretsinler diye peygamberler göndermiştir. Hangi hikmet bundan daha güzeldir ve bundan daha büyük bir lütuf ve iyilik olabilir mi? Çünkü Allah Teâlâ'yı tanımak, hiçbir ortak koşmaksızın sadece O'na kulluk etmek, ihlasla O'na ibadet edip hamdetmek, O'na şükretmek ve sena etmek, kullarına O'nun kesinlikle en büyük ihsanıdır ve en değerli nimetidir. Bu, ebedî saadete ve cennet nimetlerine kavuşmanın yegane sebebi olduğu gibi, dünyada da en büyük saadettir, kalplerin ve ruhların sevincidir. O'nun şeriatı ve emirlerinde, bütün iyiliklerin kaynağı, zevklerin en mükemmeli, yaratılışın, ceza ve mükafatın, cennet ve cehennemin yaratılış gayesi olan bu büyük hikmetten başkası olmasaydı bu dahi yeterli olurdu.

Bu böyledir. O'nun şeriatı ve dini her türlü hayrı ihtiva eder. O'nun verdiği haberler kalpleri ilim, yakın, iman ve sağlam akide ile doldurur. Kalpler onlarla doğru yolu bulur ve sapmaktan kurtulur. Bütün güzel huylar, salih  ameller ve hidayetler bu haberlerle elde edilir. O'nun emirleri ve yasakları en büyük hikmeti, din ve dünyanın ıslahını ve imarını ihtiva eder. Allah Teâlâ kulların ya tamamen veya çoğunlukla iyiliklerine olan şeyden başkasını emretmez. Yasakladığı şeyler de ya tamamen veya çoğunlukla zararlarına olan şeylerden başkası değildir.

Kalplerin, ahlâkın ve amellerin düzeltilmesi gayesi İslâm şeriatının hikmetindendir. Bu gaye, dünyanın ıslahı içindir. Dünya işleri ancak Hz. Muhammed'in (s.a.v.) getirdiği hak din ile gerçek mânâda düzelebilir. Bu, her akıl sahibinin gördüğü bir gerçektir. Çünkü Muhammed ümmeti, bu dini bütün esaslarıyla ve insanları yönelttiği prensipleriyle ayakta tuttuğu zaman onlar son derece istikamet ve iyilik üzere olmuşlardır. Ondan uzaklaştıkları, yönelttiği şeylerin çoğunu terkettikleri ve yüce prensiplerinin kılavuzluğundan vazgeçtikleri zaman dinleri bozulduğu gibi dünyaları da bozulmuştur. Aynı şekilde kuvvet ve medeniyette büyük bir seviyeye ulaşmış diğer milletlere de bak... Fakat onlar dinin ruhundan, rahmetinden ve adaletinden uzak kaldıkları zaman sahip oldukları medeniyetin zararı faydasından, kötülüğü iyiliğinden büyük olmuştur. Bilim adamları, düşünürleri ve siyaset adamları bu uygarlığın sebep olduğu kötülükleri önlemede acze düşmüşlerdir. Aynı hal üzere devam ettikleri sürece buna asla güçleri yetmeyecektir. Bu sebeple Hz. Muhammed'in (s.a.v.) getirdiği din ve Kur'an'ın, onun ve getirdiği şeylerin doğruluğunun en büyük delili oluşu da Allah'ın hikmetindendir. Çünkü bu din sağlamdır, eksizsizdir ve ona ancak Kur'an'la ulaşılır.

Özetle "el-Hakîm"  ismi  bütün  mahlukat  ve şer'î hükümlerle ilgilidir. Bunların hepsi yerli yerincedir, hiçbirisinde bir fazlalık ve eksiklik yoktur. Allah Teâlâ, kaderi hükümlerinde, şer'î hükümlarinde ve cezai hükümlerinde "Hakîm"dir. Kaderi hükümlerle şer'î hükümler arasındaki fark şudur: Kader, O'nun yaratmasına ve takdir etmesine bağlıdır. Allah'ın dilediği şey olur, dilemediği şey olmaz. Şer'î hükümler O'nun koyduğu kurallarla ilgilidir. Kul, bu ikisinden veya birisinden uzak olamaz. Kim Allah'ın sevdiği ve razı olduğu şeyi yaparsa onda bu iki hüküm birleşmiş olur. Kim buna aykırı bir iş yaparsa onda da kaderi bir hüküm ortaya çıkar. Onun yaptığı şey Allah'ın kazası ve kaderi ile vaki olmuştur. Allah'ın sevdiği ve razı olduğu şeyi terketmiş olduğundan şer'î hükmün içinde bunun yeri yoktur. Hayır ve şer, itaat ve isyan hepsi kaderi hükümlerle ilgili ve onlara tabidir. Bunlardan Allah'ın razı olduğu ve sevdiği şeyler ise şer'î hükümlere tabidir ve onlarla ilgilidir. [1070]

Hakim, hikmet sahibi demektir. Allahu teâlâ'nın buyruk­ları ve yasakları hep hikmettir ve kullar için, hayr ve menfaat kaynağıdır. Bu buyruklar Kitap ve Sünnet'in ta'rîfine göre îfâ edilirse, ona mahsus hayr ve menfaat husule gelir, insanlar bilmediğini öğrenir, her an terakkî eder, fakat îfâ edilmezse hayr ve menfaat kesilir, terakkîde durur.

Allah'ın yasak ettiği şeylere dikkat edilsin. Her biri insan­lar için birer âfettir. Bu âfetleri, haram ve halâli yaratan Al­lah'tır. Onları yapabilecek kuvvet ve kudreti veren de O'dur. Bununla beraber haramı yasak eden, halâli mubah kılan da O'dur. Bundaki hikmeti, imtihandır. Bu imtihanla herkes ken­di kıymetini ve insanlar birbirlerinin sadâkat derecelerini öğ­renmiş olacaklardır. Yoksa Allahu teâlâ, yasak ettiği şeylere riâyet edenlerle etmîyenleri, daha kendilerini yaratmazdan ön­ce biliyordu.

Allahu teâlâ'nın hiçbir işi de hikmetsiz ve faydasız değil­dir. Fakat gerek emir ve nehiylerindeki, gerek işlerindeki hik­met ve fâidelerin gayesi, kâinatın intizâmı ve mukadder olan vakte kadar devamıdır. Yoksa kendi zâtına âit bir menfaat de­ğildir. Çünkü Allah'ın hiçbir şey'e ihtiyacı yoktur ve hiçbir beklediği de yoktur. Kâinatın küçük bir modeli olan vücûdu­muza şöyle bîr ibret gözü ile bakarsak görürüz ki, varlığımızdan her uzvun bir hizmeti vardır ve her şey yapacağı hizmete uygun olarak yaratılmıştır. Hiçbir şey hizmetinde aksaklık göstermez, sû-i isti'mâl yapmaz. îşte a'zâmızın birbirine uy­gunluğu, sadâkati ve hizmetini güzel yapması sayesindedir ki, "menfaat-i müştereke" meydana geliyor.

Menfaat-i müştereke dediğimiz, eceli tamamlanıncaya ka­dar, ferdin yaşamasından ibarettir. Ferdin yaşaması için vücû­dumuzda ayrı ayrı hizmet gören birçok makinaların birleştiği müşterek hedef de, vücûde lâzım olan gıdanın alınıp üğünmesi ve vücûda muzır maddelerin dışarıya atılması... Modelde gör­düğümüz bu tertip ve intizâmın bütün kâinatta da böyle oldu­ğuna şüphe yoktur. Kâinatın her cüz'ü, sadâkatle yapmakta ol­duğu vazife ile, mensûb olduğu küllün selâmetini te'mîn et­miş oluyor. Fakat bu kânunlar, bu hikmetler ne kadar derin ve ne kadar çok, bunların ihatasına imkân yok... [1071]

 

Kula Gereken Şey:

 

Bir kul ibâdet kastiyle, Allahu teâlâ'nın bu sonsuz hikmet deryalarını düşünür, sezebildiği kadar görür, görebildiği kadar îmânı kuvvetlenir, parlaklığı artar. Meselâ, vücûdumuzun devamı için alacağımız gıda methaliyle (girişiyle) vücûdumu­za zararlı maddeleri atacağımız mahrecin yaradılış tarzını dü­şünmek bile insanı: "Yâ Rabbi! Ne büyüksün, ne hakimsin!" demeğe mecbur eder. Öyle ya, evvelkisi gözlerimize ve burnu­muza yakın yaratılmıştır. Çünkü yemeğin nefasetini görelim, duyalım, iştahımız artsın. Bir de, şayet yemekte muzır bir madde varsa veya ekşimiş ise atalım. Fakat iğrendiğimiz mevaddı gaitanın (dışkı maddelerinin) mahreci (çıkışı) de, his kuvvetlerimize mümkün olduğu kadar uzak yaratılmıştır.

Sübhâna'llâh mâ a'zama'llâh.. [1072]

 

47. EL-VEDUD

 

Çok seven ve çok sevilen, [1073] iyi kullarını seven, onları rahmet ve rızâsına erdiren, yâhud sevilmeye ve dostluğu kazanılmağa biricik lâyik olan. [1074]

"İman edip de iyi davranışlarda bulunanlara gelince, onlar için çok merhametli olan Allah, (gö­nüllerde) bir sevgi yaratacaktır." [1075]

El-Vedud, "sevgi" manasına gelen "Vedd"den gel­mektedir. Allah mü'minleri sever. O da onların sevgi­lisidir. Allah'ın kullarını sevmesi, onlara acıması de­mektir. Mü'minlerin Allah Tealâ'yı sevmesi ona itaat etmeleridir. Allah'a itaat, Allah tarafından bir rah­mettir. Allah göğün ve yerin nurudur. Her kim bu nurdan payına düşeni almışsa Allah'ın hidayetine kavuşmuş olur.

El-Vedud'un manasında şu da vardır: Allah'ın salih kulları Allah'ı severler, ve Allah'ın zat ve sıfatlarındaki kemali, bağışı bildikleri için ona karşı son dere­ce muhabbet gösterirler. Bu iki sıfat bir medhu sena­dır. Çünkü Hak (c.c.) yücedir. Kullarından kendine itaat edenleri sevdiği zaman, bu onlar için bir lütuftur. Allah, gerçek manasıyla bilen, arif kulları onu sevdiği zaman bu da onlara ikrar edildiğinde bu du­rum onlar için bir kerem ve ihsandır.

Allah'ın mü'min kullarla bu şekilde karşılıklı sevgiyi ifade edip kendisine itaat eden ve hayırlı iş yapanların "gafur" ve "rahim" ismi ile bitişmiş olması söz konusu isimler arasındaki birbirleriyle ilintiyi ha­tırlatır. "El-Vedud" ismi Allah'ın kullarına karşı mu­amelesinin sevgiye dayandığını ifade eder. [1076]

Vedud ismi Kur'ân-ı Kerim'de iki yerde geçmek­tedir.

1. "Rabbinizden bağışlama dileyin: Sonra O’na tevbe edin. Muhakkak ki Rabbim çok merha­metlidir, (mü'minleri) çok sever." [1077]

2. "O, çok bağışlayan ve çok sevendir[1078]

Allah Teâlâ şöyle buyurur:  

"Rabbinizden bağışlanma dileyin; sonra O'na tevbe edin muhakkak ki Rabbim çok merhametlidir, (mü'minleri) çok sever." [1079]

"O, çok bağışlayan ve çok sevendir." [1080]

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Her kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa şüphesiz Allah kabul eder ve (yapılanı) hakkıyla bilir."[1081]

"Eğer Allah'a (rızası uğruna) ödünç verirseniz, Allah onu sizin için kat kat arttırır ve sizi bağışlar. Allah çok mükafaat verendir, ceza vermekte acele etmeyendir."[1082]

"Allah şükre karşılık veren ve herşeyi bilendir."[1083]

Allah'ın isimlerinden olan "eş-Şâkir, eş-Şekûr", Allah rızası  için çalışanların çalışmasını zayi etmeyip karşılığını kat kat veren demektir. Şüphesiz ki Allah, güzel işler yapanların ecrini zayi etmez. Kendi kitabında ve peygamberinin sünnetinde bir tek iyiliğin on ile yediyüz misliyle, hatta daha fazlasıyle mükafaatlandırılacağını   haber vermiştir. Bu, O'nun kullarına bir teşekkürüdür. Allah Teâlâ kendi yolunda tahammül gösterenlere karşılığını verecektir. Kim Allah için bir şey yaparsa Allah onun karşılığını fazlasıyla verir. Kim Allah için bir şeyi   terkederse Allah terk ettiği şeyden daha hayırlısını nasib eder. O, kendi rızasına uygun işleri yapmakta  mü'minleri   başarıya ulaştırır sonra da onlara bu yaptıkları işten dolayı teşekkür eder ve lütfü kereminden onlara gözlerin görmediği, kulakların duymadığı akla hayale gelmedik nimetler bahşeder. Aslında Allah buna mecbur değildir.  Ancak bunu, cömertliğinden ve kereminden dolayı kendine vacip kılmıştır. [1084]

O'nun üstünde, bunu yapmaya kendisini mecbur eden hiç bir şey yoktur. Ayet-i kerimede:

"Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir" buyurulur.[1085]

Allah Teâlâ, itaat edene sevap vermeye, isyan edene de ceza vermeye mecbur değildir. Bilakis verdiği sevaplar sırf O'nun lütuf ve ihsanındandır. Cezası ise sadece adalet ve hikmetindendir. Fakat Allah Teâlâ dilediği şeyleri kendisine vacip kılar ve vaad ettiği şeylerden asla dönmediği için de bunlar kendisine vacip olur.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur:

"Ayetlerimize inananlar sana geldiğinde onlara de ki: Selâm size! Rabbiniz merhamet etmeyi kendisine yazdı. Gerçek şu ki: Sizden kim, bilmeyerek kötülük yapar, sonra ardından tövbe edip de kendisini islah ederse, bilsin ki Allah çok bağışlayan çok esirgeyendir."[1086]

"Mü'minlere yardım etmek üzerimize bir borç idi. "[1087]

Ehl-i sünnet mezhebine göre ne olursa olsun kulların Allah'tan alacağı hiç bir hak yoktur. Onu hak haline getiren ve kendisine vacip kılan Allah'tır. Bu sebeple ihlaslı bir şekilde ve Hz. Peygamber'in (s.a.v.) sünnetine uygun olarak yapılan hiç bir amelin ecri ve mükafaatı, Allah katında zayi olmaz. Zaten bu ikisi -yani ihlas ve peygamberin sünnetine uygunluk- amellerin kabulü için iki temel şarttır. [1088]

Kul hangi nimete kavuşursa ve hangi musibetten kurtulursa bu, Allah'ın lutfu keremindendir. Nimetlendirirse lütfü ihsanından dolayı nimetlendirir, cezalandırırsa da adalet ve hikmetinden dolayı cezalandırır. Bunların hepsi de övülmeye ve hamde layıktır. [1089]

"Vedûd" katıksız sevgi anlamına gelen "vüdd" kelimesinden türemiştir. "Vedûd" hem seven, hem de sevilen demektir. Allah Teâlâ, peygamberlerini, meleklerini, ve mü'min kullarını sever, onlar tarafından da sevilir. Onlara Allah'tan daha sevgili hiç bir şey yoktur. Allah dostlarındaki Allah sevgisi, ne aslında, ne keyfiyetinde ve ne de tealluk ettiği şeylerde başka hiç bir sevgiye denk olamaz. Farz olan da budur. Kulun kalbindeki Allah sevgisinin bütün sevgileri geçmesi, bütün sevgilere galip gelmesi ve diğer sevgilerin hepsinin de O'nun sevgisine bağlı olması gerekir.

Allah sevgisi bütün amellerin ruhudur. Gizli ve açık bütün, kulluk davranışları Allah sevgisinden kaynaklanır. Kulun Rabbini sevmesi Allah'ın bir lütfü ve ihsanıdır. Kulun gücü ve kabiliyeti sebebiyle değildir. Allah Teâlâ kulunu sever ve kulunun kalbine de bir sevgi yerleştirir. Sonra, Allah'ın tevfikiyle kul Rabbini sevince Allah da onu bir başkasının sevgisiyle mükafaatlandırır. Gerçekte bu tam bir ihsandır. Çünkü sebep de O'dur, müsebeb de O'dur. Sevende O'dur, sevdiren ve sevilen de O'dur. Bundan maksat karşılıklı sevgi değildir. Bu ancak şükreden kullarını ve şükürleri sebebiyle Allah'ın sevmesidir. Bunların hepsi de  kulun maslahatı ve iyiliği içindir.

Sevgiyi yaratan ve onu mü'minlerin kalbine yerleştiren Allah Teâlâ çok mübarektir. O, daha sonra bu sevgiyi velilerin kalbinde öyle bir noktaya ulaştırır ki, artık bu noktada diğer bütün sevgiler çok küçük ve değersiz bir hale gelir ve onların bağından kurtulurlar, bela ve musibetler onlara hafif gelir, ibadet ve taatlerin zorlukları onlar için zevk verir ve nihayet en yücesi Allah sevgisi, Allah rızası ve yakınlığı olan çeşitli kerametlerden dilediğini elde eder.

Kulun Rabbini sevmesi, Rabbinden gelen iki sevgiyle kuşatılır: Biri, kulun sevgisinden önceki sevgidir ki kul bununla Rabbini sevmiştir. Diğeri de kulun sevgisinden sonraki sevgidir ki, bu da kulunun sevgisine karşı Rabbinin bir teşekkürüdür. Kul bununla Allah'ın ihlash dostlarından birisi oluverir.

Gayelerin en büyüğü olan Allah sevgisini kazanmanın en önemli yolu, O'nu çok zikretmek ve sena etmek, O'na yönelmek ve tam manâsıyla O'na tevekkül etmek, farz ve nafile ibadetlerle O'na yaklaşmak, söz fillerde ihlaslı olmak ve açık ve gizli her halinde Hz. Peygamber'e (s.a.v.) tâbi olmaktır. [1090] Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın." [1091]

Arapçada bu vezindeki kelimeler, yerine göre iki türlü ma'nâ ifâde eder: seven sevilen. Burada her iki ma'nâ da müm­kündür. Evvelki ma'nâya göre, iyi kullarım çok seven, onları lûtf ve ihsanına garkeden demek olur. ikinci ma'nâya göre, se­vilmeğe lâyık ve müstehık olan ancak O'dur demektir.

Allahu teâlâ kullarını çok sever ve sevdiği içindir ki, onlar için namütenahi fuyûzât kaynaklarını açmıştır ve bu kaynak­lardan faydalanmak istiyenleri sevmiş, gafletle bunlardan is­tifâde etmek istemiyenleri yermiştir. [1092]

 

Füyûzat nedîr?

 

Zihnimizin Allah'ın açtığı bu kaynaklardan başka hiçbir yerden alamıyacağı, hiçbir vâsıta ile bulamayacağı bir takım yüksek hakîkatlar elde etmesidir. Ancak şu da var ki, bu füyûzâttan faydalanmak için îmân şarttır. Muhakkak ki, Allah teâlâ inanmış gönüllerin îmân zevkinden kazanacakları halleri, farz kıldığı ibâdetlerde depo etmiştir. Feyz istiyen, ibâdetlere koş­sun. Bâzı ağızlardan işitiliyor ki, bizim için, ibâdete lüzum kalmamıştır. Çünkü ibâdetler insanı Hak'ka ulaştırıcı bir vâsıtadır. Biz ise Hak'ka ermiş ve dâima Hak ile beraber kalmı­şızdır. Bu söz yalandır. Şu teklif dünyâsında, insanı ibâdetten müstağni kılacak hiçbir mertebe ve makam yoktur. Sevgili okuyucu! Şunu düşünelim ki, eğer böyle bir mazhariyet ol­saydı, evvelâ Peygamberimiz, o mübeccel metbûumuzla Ashâb-ı âlîlerinde vâki’ olurdu.

El-Vedud ism-i şerifinin ikinci ma'nâsına göre, Allah sevgisi, gönüller için biricik hedef, dostluğu kazanılmak için her türlü fedâkârlık, seve seve göze alınacak tek ve yüksek bir gayedir. Çünkü O'nun dostluğunu kazanan, her şeyi kazanmış ve artık başka dost aramağa ihtiyâcı kalmamıştır. Bilindiği gibi, sevmek idrakten doğar, yâni idrak olunan şeylerdeki kemâl ve yüksekliğe gönül akıverir. Bizde idrak cihazları muhtelif olduğu için, her idrak cihazının kendine mahsus sev­diği, meylettiği şeyler vardır. Hepsinin bilittifak âşık olduğu şey biricik sevgili olur. Allahu teâlâ kendini bilen nezih ruh­ların biricik sevgilisidir. Çünkü bütün kemâlât Ondadır. İdrak kuvvetleri, müttefikan bu kemâlâtın sonsuz lezzetleriyle tatlı bir hayat içinde mesttir. Bu duyguya yükselebilen gönüllerin -acz ve za'f içinde kıvranıp durmakta olan- mâsivâya bakmağa ve onların içinden Allah'a denk olacak bir sevgili aramağa te­nezzülü olur mu? [1093]

 

Kula Gereken Şey:

 

Bir kimsenin çoluk çocuğunu, evini, malını, ticâretini, sıhhatını, hayatını sevmesi fitrî ve tabiîdir. Kulun bunlara düşkünlüğü, doğrudan doğruya yaradılışının îcâbı olduğun­dan, bunları sevmesi hakkında hiçbir zaman sevk ve teşvike, fikir ve muhakemeye muhtâc olmaz. Fakat Allahu teâlâ'yı sevmesi fikir ve muhakeme yoluyla hâsıl olur. Şöyle ki, sev­diği bu şeylerin hepsinin de Allah'ın olduğunu ve kendisine Allah'ın bir ihsanı bulunduğunu ve bütün bunların fâniliğini, Allah'ın bâkiliğini düşünen bir insan, ancak bu düşünceden ve idrakten sonra, Allah'ı daha ziyâde sevmeğe başlar. Bu sevgi­lerden evvelkisi tabiî, ikincisi kisbîdir.

Kisbî olan sevgiyi, çalışarak tabiî olandan ileri geçirmek­tir. İşte o zaman Allah, Peygamber, din ve vatan muhabbeti, her şey üzerine tercih olunur- Allah'ın rızası uğrunda sevilen şeylerin hepsi de feda edilir ve bu fedâkârlıktan dolayı, gönül­ler yine ferah ve müsterih olur. Muztarip olamaz; niçin? Çün­kü en sevgili şey Allah rızâsıdır. Buna da din yoluyla erilir. Onu muhafaza edecek olan da vatandır. Bunun için bir milletin efradı, din ve vatan muhabbetini her şeye tercih ederse, o mil­let ölmez, yaşar; dünyâ ve âhirette saadete erer; zîrâ onların yardımcısı Allah'tır. Fakat din ve vatan kaygusu gönüllerden silinirse, hiç kimse, malıyla veya bedeniyle veya fikir ve kale­miyle bu uğurda yorulmak istemezse, o milletin başından felâketler, musibetler eksik olmaz. En nihayet horluk ve hakirlik uçurumuna yuvarlanır gider. [1094]

 

48. EL-MECÎD

 

Şanlı, şerefli, [1095] şanı büyük ve yüksek.[1096]

Noksan sıfatlardan münezzeh Mecid olan Allah, tam kamil, yüce, şanlı ve şerefli, lütuf ve keremi bol olandır.

Kullarına karşı bol lütuf ve keremiyle lütufkardır. "El-Mecid" şeref, azamet ve kadri yüce anlamla­rına gelir. "El-Macîd" ise sözlükte kerim ve azamet sahibi demektir

Mecid'in bir manası da zatı şerefli olan, fiilleri güzel olan, bağış ve atiyyesi bol olan, cömertlikte sı­nırsız davranan demektir. Bu isim Kur'ân-ı Kerim'de bir kere zikredilmiştir.

"Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin, üzeri­nizedir. Şüphesiz ki O, övülmeye lâyıktır, iyiliği boldur." [1097]

el-Mecîd, şanı yüce ve büyük olandır. El-Mecd, sıfatların büyüklüğü ve genişliği demektir.[1098] O'nun bütün vasıflarının şanı büyüktür: O, Alimdir, ilminde mükemmeldir. Rahimdir, rahmeti her şeyi kuşatmıştır. Kadirdir, hiç kimse O'na güç yetiremez. Halimdir, hilminde mükemmeldir. Hakimdir, hikmetinde mükemmeldir. Bütün sıfatlarında ve isimlerinde böyledir. [1099] Şanın ve şerefin zirvesine ulaşmıştır, bunların hiçbirisinde kusur ve eksiklik yoktur. [1100]

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizedir ey ev halkı! O, Övülmeye layıktır, yücelerin yücesidir." [1101]

Allahu teâlâ, Azîmü'ş-Şân'dır. Göklerde ve yerde en yük­sek şan ancak O'nundur. O'na el ermez, güç yetmez. O, ordu­larla kuşatılmaz, kuvvetlerle mağlûb edilmez. Bununla bera­ber, kullarına kendilerinden daha yakın ve daha merhametlidir. Afv u İhsanı bol, rahmet ve inayeti hudutsuzdur. Ni'metleri sayılmaz, kerem ve âlâsı rakamlara sığmaz, ahlâkı kemâlât, ef âli serâpâ hikmettir. Okuyup durmakta olduğu­muz "Esmâ'ül-Hüsnâ" O'nun ne büyük şan sahibi olduğunu ve O'na intisâb ile rızâsını gözleyenlerin ne yüksek şeref kaza­nacaklarını gösterip durmuyor mu? O ne büyük Ma'bûd, ancak O'na tapanlar ne güzel kul! Onlar, hayâtın hiçbir lâhzasında ye'se kapılmayan, fânilere boyun eğmeyen bahtiyarlardır.

İsm-i Şerifin ma'nâsında iki mühim unsur vardır: Biri azamet ve kudretinden dolayı yaklaşılamaz, yanına varılamaz olmak, ikincisi de, yüksek huylarından, güzel işlerinden dola­yı öğülüp sevilmektir. Güzel ahlâkından dolayı gönüllerde yer tutmuş, fakat herhangi bir kuvvet karşısında zebun ve aciz kalan bir insana "Mecîd" denmediği gibi, haydutlukla geçi­nen, sarp dağlarda müstahkem mevkıa kapanmış şakilere de denmez.

Aramızda nisbî olarak bu iki ma'nânın kendisinde birleşti­ği zevat, ism-i şerîfîn hakîkî ma'nâsına delâlet eden nişaneler­dir. Onlardaki mahdut ma'nâya bakılır da bu ma'nâların ekmel bir surette birleşmiş bulunduğu Allah teâlâ'nın "El-Mecîd" ism-i şerifinde de eşsizliği sezilir. [1102]

 

Kula Gereken Şey:

 

Allahu teâlâ'nın azamet-i şânı düşünülerek O'na karşı gayet ciddî ve samimî bulunmak, ibâdetlerinde ve kâffe-i mua­melâtında hâlis muhlis Allah rızâsını gözetmek, yalandan, riyakârlıktan, iki yüzlülükten son derece uzaklaşmaktır. Gös­teriş olarak iş yapanların elleri boşa çıkar.

Söz temsili, on biner liralık, elli biner liralık banknotlara benziyen kâğıt desteleriyle çantasını şişiren bir adamın, pazar yerinde dolaşırken, bunları sahiden "sahihten" para sananların imrenmesinden başka eline birşey geçmez. Yankesicilerin, aç gözlülerin ağzının suyunu akıtan bu kâğıt tomarlariyle, o adam pazardan birşey alabilmek şöyle dursun, bir bardak su bi­le içemez, işte mürâîlerin, riyakârların işi de tıpkı buna ben­zer. Karşıdan görenleri imrendirir, amma hakîkatta o işler sahibine hiçbir fayda te'min etmez. [1103]

 

49. EL-BA'İS

 

Ölümden sonra dirilten,[1104] ölüleri diriltip kabirlerinden çıkaran. [1105]

"Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) ken­dilerini temizleyen, kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, mü'minlere büyük bir lütufta bulunmuştur." [1106]

Peygamberleri müjdeci ve korkutucu olarak gön­deren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. Onların içerisinden seçip üzerlerine ayetlerini okuyan ümmi peygamber gönderen Allah'a hamdolsun. O Allah Re­sulü Muhammed (s.a.v.) ki gönderilenlerin en hayırlısıdır. Sübhan (c.c), insanları öldükten sonra tekrar diriltecektir.

"Kıyamet saati mutlaka gelecektir. Bunda şüp­he yoktur. Şüphesiz Allah (c.c.) kabirlerdekileri tekrar diriltecektir." [1107]

"El-Ba'is'in manasının "duranı harekete geçiren" anlamında olması da caizdir. Zira Hak Tealâ, akıldan geçirileni, gayb alemindeki şeyleri harekete geçiren­dir.

İbn-i Mace'de gelen bir hadiste Peygamberimiz (s.a.v.) yatağa girdiği zaman sağ elini sağ yanağının altına koyduktan sonra:

"Ey Allah'ım! Beni öldükten sonra dirilttikten sonra veya kullarını topladığın za­man koru" buyurdu.

Nebi (s.a.v.) uykudan uyandığı zaman da:

"Bizi öldürdükten sonra tekrar dirilten Allah'a hamd olsun. Dönüş O'nadır" diye dua etmiştir.

Bu yüce isim Kur'ân-ı Kerim'de isim sigasıyla varid olmamıştır. Ayet-i kerimede şu fiil şeklinde geç­mektedir:

"Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namazı kıl. (Böylece) Rabbinin seni, övgüye değer bir makama ulaştıracağı umulur." [1108]

Allahu teâlâ insanları, ölüp toprak olduktan sonra dirilte­rek kabirlerinden kaldıracak "Mevkıf-ı Arasat" denilen çok ge­niş, dümdüz, ağaçtan, binadan tamâmiyle boş bir yere çıkara­caktır. Yânı dünyâya geliş gibi, bölük bölük ve birbirlerinden doğup türeme suretiyle değil, belki ilk insandan son insana kadar dünyâya ne kadar insan gelmiş geçmişse, hepsi birden kabirlerinden Arasat meydanına çıkarılıvereceklerdir. Âhiret günü yâhud Kıyamet günü denilen ve Kur'ân'da bunlardan başka daha birçok adları olan gün, işte budur. İmânın kökle­rinden biri olan (Ve'l-ba'sü ba'de'l-mevt) de budur. Haktır ve gerçektir, muhakkak surette olacaktır. Allahu teâlâ, bu hakîkati bütün indirdiği kitaplarda bildirmiş, bütün Peygamberler diliyle insanlara duyurmuştur. Böyleyken insanlar içinde âhiret akidesini inkâr eden bir sınıf hiç eksik olmamıştır. Her Peygamber ümmetine bu akideyi haber verdikçe bu herifler: (Olur şey değil...) diye bu mühim haberi büyük bir şaşkınlık­la karşılamışlardır. Kur'ân'ın da hemen her sûresinde bu mev­zua dâir âyetler vardır. Çok defa münkirlerin ağızından:

"Öl­düğümüz ve bir toprakla bir yığın kemik olduğumuz vakit mi, biz mi ba'solunacakmışız? Evvelki atalarımız da mı?" dedikleri hikâye edildikten sonra Allahu teâlâ Resulüne fer­man buyuruyor ki:

Onlara deki:

 "Evet siz ba's olunacaksı­nız; hem de sizler çok hor ve hakir olarak, çünkü o iş bir kumandadan ibarettir. Derhal bütün ölülerin gözleri açılıverir.

“O zaman:

“Eyvah bizlere, işte ceza günü! derler. Onlara denecek:

“Evet bu, işte sizin yalan dediğiniz fasl gü­nü."

Übeyy b. Halef adında bir ahmakî bir gün elinde toprak al­tında çürümüş bir kemik parçasiyle, Peygamberimiz Muhammed Mustafa sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz'in huzûruna gelerek kemiğin bir parçasını parmakları arasında ezip toz hâline getirdikten sonra:

"Allah, bunu böyle çürüdükden sonra diriltir der mi­sin?" demiş.

 "Evet seni de ba's eder ve ateşe kor," buyurmuştur.

Hattâ bu hâdise "Yasin" sûresinin sonlarındaki birkaç âyeti kerîmenin inmesine sebep olmuştur.

Câhiliyye devrinin kaba saba adamları, böyle bir i'tikatsızlığa batabilir. Çünkü karanlıklar içinde kalmıştır. Fakat ortada Kur'ân kadar eşsiz bir nur kaynağı, bir gönüller güneşi varken, hâlâ böyle kimselerin bulunmasının hidâyetsizlikten, nasipsizlikten başka bir şeyle îzahı mümkün değildir. Yeni münkirler, eskî münkirlerden bu akîdesizliği devr ve teslîm alırken, birbirlerine tavsiyeleri dâima şüphe ve hayrettir.

Fakat bu şüphe kime karşı ve niçin? Allahu teâlâ'nın kud­retinden şüphe edilir mi? Allah bir şeyi yaratmak isteyince ona sadece Ol! der. Bu emir ve irâdeyi müteakip hemen o şey oluve­rir. Allah kudreti bu. isterse bir kumanda ile uçsuz, bucaksız kâinat yok oluverir. Sonra göz açıp yumacak kadar kısa bir za­manda, isterse yine tek kumanda ile yepyeni ve bambaşka âlemler meydana geliverir.

Hem biz, Allahu teâlâ'nın birer damla sudan hergün binler­ce insan-oğlu yaratıp onlara can verdiğini görüp duruyoruz, iş­te her gün binlerce insan-oğlunu, nasıl ana karnı kabrinden dünyâya çıkarıyorsa, böylece insanları da kabirlerinin karnın­dan âhiret sahasına çıkaracaktır. Ba's insanın kabrinin karnın­dan kalkması ve can bulması demektir. Dünyâya doğmak da, insanın ana karnından çıkması yoluyle olan bir ba'stir. Bu ba'si gören, yarınki ba'si gözüyle görmüş demektir.

Toprağın altında milyarlarca habbeciklerin ölüler gibi yatıp dururken, bahar mevsiminde yağan yağmurlar sebebiyle, o cansız kapkara topraklardan, hadsiz hesapsız nasıl bir nebatat âleminin fışkırıp çıktığını da her sene görüp dururken, ölüle­rin dirileceğinde şüpheye düşmeye hiç hakkımız yoktur. Çün­kü Yaradan yine yaratabilir.

Çok defa görülüyor ki, ba'se inanmak istemiyenler bu i'tikatsızlıklarını şüphe ile değil de, kat'î inkâr suretinde ifâde ediyorlar. Meselâ onlara, öldükten sonra dirileceğiz ve yaptık­larımızdan sorulacağız dendiği zaman:

“Canım bırak böyle köhne masalları... diyorlar.

“Peki bunlar masalmış bıraktık, hangi hakîkatları konu­şacağız? dendiği zaman da:

“Bugün öğle yemeğini nerede yiyeceğiz? Bu gece hangi barda toplanacağız? Yarın kimi kafesliyeceğiz? Piyasada han­gi mallar üzerinde fırıldak çevireceğiz?., gibi lâkırdılar konu­şurlar.

İşte bunlar, işleri kötü, muameleleri bozuk, fikirleri bula­nık olan ve dâima başkalarının zararına lüks hayat yaşamak is­teyen kimselerdir ki, âhiret akidesi, mesuliyet fikri onların yüreklerini hoplatan, vücutlarını ürperten korkunç bir mevzû'dur. İnanmağa değil, işitmeğe bile tahammül edemez­ler. Âhiret akidesi, dünyânın bitmez, tükenmez keder ve ıztıraplarına karşı, Allah'ın büyük bir lûtfu ve tesellîsidir. Şu halde buna inanmıyanlar, Allah'ın bu ni'metinden mahrum kalmışlardır demektir. [1109]

 

Kula Gereken Şey: 

                                         

Ba's hakkında Allah'ın kat'î va'di vardır. Onun için ona can ve gönülden inanmalı. Fırsat kaçmadan, mevsim geçmeden, ona göre elindeki imkânlardan azamî surette faydalanmanın yollarını aramalıdır. Dünyâda ne ekildi ise, âhirette o biçileceğine göre, her çeşit hayırdan çok çok ekmeli. Bir ekinci bilirse ki, bu sene gayet çok mahsul olacak, hem çok eker, hem iyi to­hum seçer. Çünkü tohum ne kadar güzel olursa ve ekilecek ye­re ne kadar emek verilirse, o nisbette geniş mahsul alacağına şüphe yok. Burada tohumun güzelliğinden ve ekilecek yerin nadas edilmiş olmasından maksat, yapılacak hayırların tam yerini bulmak, Allah yoluna verilecek şeylerin temiz ve tayyip olmasına dikkat etmek ve niyetinde hâlis-muhlis, yâni ka­tıksız olarak Allah teâlâ'nın rızâsını gözetmektir. [1110]

 

50. EŞ-ŞEHÎD

 

Her şeyi gözlemîş olarak bilen,[1111] her zamanda ve her yerde hâzır ve nazır. [1112]

"De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter." [1113]

Şehit, "bir olayın meydana gelişi esnasında ola­ya tanık olan", şahit ise bunun daha abartılı şeklidir. Şehid, Allah'ın bir sıfatı olarak, "Cenab-ı Hakk'ın her şeyi gözetleyip hiçbir şeyin ondan gizli kalmaması" demektir.

Eşyanın zahirini bilen ve ona şahit olan Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. Sübhan Tealâ, eş­yanın gizliliklerini de en ayrıntısını da bilir ve onlar­dan haberdardır. Şehit şahitliğin mübalağasını ifade eder. Şehadet, bir şeyin huzurunda bulunarak onu bilmenin adıdır.

Cenab-ı Hak, insanı nimetine şahit olarak mükerrem kılmıştır. İnsan, Allah'ın ayetlerinden kalpleri dolduran şehadeti görür. Ve Allah'tan başka mabud olmadığına, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in onun kulu ve elçisi olduğuna şehadet eder. Allah (c.c):

"De ki: Hangi şey şehadetçe en büyüktür? Al­lah şahittir. Bu Kur'ân bana, kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam için vahyolundu. Yoksa siz, Allah ile birlikte başka tanrılar olduğuna şa­hitlik mi ediyorsunuz? De ki: Ben buna şahitlik etmem. O ancak bir tek Allah'tır. Ben sizin ortak koştuklarınızdan kesinlikle uzağım"[1114] buyurmuştur.

Eş-Şehit ismi şerifi Kur'ân-ı Kerim'de 19 defa geçmektedir. Bunlar: "Vallahu şehidun ala ma ta'melûn" (Allah her yaptıklarınıza şahitdir), "Allahu ala külli şeyin şehid" (Allah her şeye şahittir), "Sümme'l-lahu şehidûn ala ma yefalûn" (Sonra Allah yaptıkla­rınıza şahittir), "Ve ennellahe ala külli şey'in şehid" (Şüphesiz Allah her şeye şahittir), "Ve kefa billahi şehiden (Allah şahit olarak yeter)" şeklindedir. [1115]

Yani her şeye muttali olan demektir.

O, alçak ve yüksek bütün sesleri işitir. Büyük ve küçük bütün varlıkları görür. O'nun ilmi herşeyi kuşatır. O, kullarının bütün yaptıklarına şahittir. Onların amelleriyle lehlerine ve aleyhlerine şahitlik edecektir. [1116]

Şeyh Abdurrahman es-Sa'dî şöyle der:

er-Rakîb ve eş-Şehîd eş anlamlıdırlar. Her ikisi de Allah'ın işitmesinin bütün işitilecek şeyleri; görmesinin bütün görülecek şeyleri; ilminin de gizli ve açık bütün bilinecek şeyleri kapsadığına delâlet eder. O, gönüllerden geçenleri ve gözleri hareket ettiren şeyleri görür ve gözetir. Organlarla yapılan açıktaki fiilleri görüp gözetmesi ise bundan daha tabiidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Allah şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir."[1117]

"Şüphesiz Allah her şeye şahiddir.[1118]

Bu sebeple murakabe kalbî amellerin en büyüğü olmuştur. Murakabe, Allah'a er-Rakîb ve eş-Şehîd isimleriyle ibadet edip dua etmektir. Kul, gizli ve açık bütün hareketlerinin Allah'ın ilmi tarafından kuşatıldığını ve her türlü davranışında bu ilmi hazır olduğunu bildiği vakit, bu ona, her türlü fikre ve aklına gelip de Allah'ın hoşuna gitmeyen düşüncelere karşı bir iç murakebe yapmasını gerektirir. Dış  dünyasını Allah'ı gazaplandıracak her türlü söz ve davranıştan muhafaza eder. İhsan makamında kulluk etmeye başlar ve Allah'ı sanki görüyormuş gibi ibadet eder. Her ne kadar o Allah'ı göremese de, Allah onu görmektedir. [1119]

Allah Teâlâ bütün gizlilikleri ve incelikleri görüp gözettiğine, bütün sırları ve niyetleri bildiğine göre, görünen ve açıkta olan şeyleri görüp gözetmesi çok daha kolaydır. Bunlar organlarla işlenen fiillerdir. [1120]

Şehîd, şahidin mübâlâğasıdır. Şâhid, bir hâdise vukua ge­lirken, orada hazır olup, hâdisenin vukuunu gözleriyle gören kimseye denir. Fakat hâdise yerine uzak olanlar, gözleriyle göremiyeceklerinden, başka vâsıta ile hâdiseyi öğrenseler bi­le, onlara şâhid denmez.

Allahu teâlâ işte bu suretle, kullarının görmedikçe bilemiyecekleri bütün hâdiseleri bilir, onun için her şeye karşı Allah hem şâhiddir, hem şehîddir. Allah her yerde hazır ve na­zırdır demek, her şeye ve her zerreye yakınlığı birdir demektir. Yakın olduğu için, yapılan her işi görmekte ve söylenen her sözü işitmektedir.

O zâten mutlak surette her şeyi biliyor. Bu yönden O'nun adı Alîm'dir. Hâdiselerin esrarını, iç yüzünü bilmesi yönün­den, O'nun adı Habîr'dir. Dış yüzünü bilmesi yönünden de adı Şehîd'dir. Şu halde başkalarının yanında yapmaktan çekindi­ğimiz kötü işleri, tek başına kaldığımız vakit yapacak olur­sak, her zamanda ve her yerde hâzır ve nazır olan Allahu teâlâ'ya ehemmiyet vermemiş oluruz. Allah'ın her yerde bu­lunduğuna ve her işi gördüğüne inanmış olanlar ne temiz, ne dürüst insanlardır. Çünkü onlar kimsenin yanında kötülük ya­pamadığı gibi, tek başına kaldığı ve hiç kimsenin görmediği, duymadığı yerde dahi bir kötülük yapamaz. Hattâ kötülük yap­mayı içinden dahi geçiremez. Çünkü Allah Alîm'dir. Habîr'dir, içimizi de dışımızı da aynı suretle görür ve bi­lir.

İbn-i Mes'ûd radiya'llâhu anh, bâzı arkadaşlariyle Medîne civarında bir mesireye çıkmışlardı. Oralarda koyun güt­mekte olan bir çoban gördüler, çobanı yemeğe da'vet ettiler. Fakat çoban oruçlu olduğunu söyliyerek özür diledi. Kırlarda yaşayan genç bir çobanın ramazandan başka günlerde böyle oruçlu bulunması dikkat nazarlarını çektiğinden, yarı lâtîfe yan da imtihan kasdiyle, kendilerine bir koyun satmasını ve koyunun yarı etini de kendisine hediye olarak bırakacaklarını söylediler. Çoban:

"Koyunlar benim değildir ve benim koyun satmağa salâhiyetim ve me'zûniyetim yoktur." dedi. Bunun üzerine asıl imtihan noktasına basarak:

"A canım! Koyunların sahibine bu hayvan telef oldu deyiverirsin.” deyince çoban yüksek sesle:

“Eyna'llah”; demiş ve geçip gitmiştir. (Eyna'llah: Allah nerededir? demektir).

Sonra İbn-i Mes'ud bu koyunları sahibinden satın alarak hepsini de çobana bağışlamıştır. Bu suretle çoban kazandığı imtihanın semerisini daha dünyâda iken tatmağa başlamıştır İbn-ı Mes'ûd arasıra Medine'de bu çobana rastlayınca ona:

“Eyna'llah?” diye takılır, lâtife edermiş, işte Müslüman­lık... işte Müslümanlar. [1121]

 

Kula Gereken Şey:

 

Çoban kıssasını örnek tutarsak, meselâ, bir hâkim, her­hangi bir te'sir altında hak ve adaletin hilâfına bir hüküm vere­ceği sırada, yâhud bir san'atkâr aldığı bir işi yaparken, iş vere­nin farkına varmıyacağı surette, o iş için daha kolay, daha ucuz bir hîle yolu bulabilir. İş verenin zararına olan bu hileyi kul­lanacağı zaman, Allah'tan korkarak veya utanarak bundan vaz­geçmesi ne büyüklüktür!..

Bir doktor, bir me'mur, bir tüccar, hâsılı her meslekten her insanın, kanunların mes'ul etmiyeceği ve fakat Allah'ın razı olmıyacağı fırsatlardan, Allah için (başka değil) nefsini çek­mesi ne dürüstlük, ne temizliktir. Allahu teâlâ ancak böyle kullarının kefili, vekili ve yardımcısıdır. [1122]

 

51. EL-HAKK

 

Fiilen var olan, mevcudiyeti ve uluhiyeti gerçek olan,[1123] varlığı hiç değişmeden duran. [1124]

"Allah'ın apaçık gerçek olduğunu anlayacak­lardır." [1125]

Allah'ın varlığı en açık bir gerçektir. Allah, her türlü noksanlıklardan münezzeh, fiilen var ve uluhiyeti ve mevcudiyeti gerçektir. O, haktır, hak ondan südûr etmiş, bütün hak kendisine racidir. Allah Tealâ'nın bütün sıfatları fiilen var ve mevcudiyeti ger­çektir. Adalet hak, doğruluk haktır manasına kulla­nılmıştır. Bunun için "adaleti gerçekleştirdi" mana­sında, "Allah hakkı gerçekleştirdi" denilir. Yani hakkı ortaya çıkardı, onu ispat etti, hak onun sözleriyle gerçekleşti demektir.

Resulullah (s.a.v.);

"Şair Lebid'in söylediği söz­lerin en doğrusu "Dikkat edin Allah'tan başka her şey batıldır." buyurmuştur.

Peygamber (s.a.v.) gece teheccüd namazı kıldığı zaman şöyle dua ederdi:

"Ey Allah'ım! Bütün hamd Sanadır, Sen göğün, yerin ve içindekilerin sahibisin. Her türlü hamd Sana aittir. Sen haksın (fiilen var ve mevcudiyeti hak olansın). Senin sözün hak, senin vaa­din hak, sana kavuşma hak, cennet hak, cehennem hak kıyamet saati haktır. Ey Allah'ım! Sana sığındım. Senin için kafirlere düşmanlık yaptım. Senin hükmüne razı oldum. Geçmiş ve gelecekteki gizli, açık yaptığım günahları bağışla! Sen benim ilahımsın. Sen'den baş­ka mabud yoktur."

El-Hakk, Kur'ân-ı Kerim'de 6 yerde geçmekte­dir: En'âm: 6/62; Yûnus: 10/32; Hac: 22/6; Mü'minun: 23/116; Nür: 24/25'de geçmektedir.

Hakk münferid olarak Kur'an-ı Kerim’de, yüzlerce defa zikredilmiş ki bu sayı, 227'dir.

"İşte O, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah'tır. Artık haktan (ayrıldıktan) sonra sapıklıktan başka ne kalır? O halde nasıl (sapıklığa) döndürülüyorsu­nuz?" [1126]

Yüce Allah bizi hakka ulaştırsın. Allah'tan bizi hakka ulaştırmasını ve kendi rızasına erdirmesini ni­yaz ediyoruz.[1127]

Allah (c.c.) zâtında ve sıfatlarında haktır/gerçektir.

O, Vâcibü'l-vücuddur/varlığı zorunlu olandır. Sıfatları mükemmeldir. O'nun varlığı, zâtının gereklerindendir.

O olmadan hiç bir şey olamaz.

O, yücelik, güzellik ve mükemmellik sıfatlarıyla mevsuf/nitelenmiş olarak ezelî ve ebedîdir.

O, ihsan ve iyilikle maruf olarak ezelî ve ebedîdir.

O'nun sözü haktır, fiili haktır, O'nunla karşılaşmak da haktır. O'nun peygamberleri haktır, kitapları haktır, dini haktır. Kendisine ortak koşmaksızın sadece O'na kulluk etmek, o da haktır. Her şey O'na nisbet edilir. O, haktır/gerçektir.[1128]

"Böyledir. Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir. O'nun dışındaki taptıkları ise bâtılın ta kendisidir. Gerçek şu ki Allah, evet O, uludur, büyüktür."[1129]

"De ki: Hak, Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin." [1130]

"İşte O, sizin hak/gerçek Rabbimiz olan" Allah'tır. Artık haktan ayrıldıktan sonra sapıklıktan başka ne kalır?"[1131]

"De ki: Hak geldi, bâtıl yıkılıp gitti. Zâten bâtıl yok olmaya mahkûmdur." [1132]

"O gün Allah onlara hak ettikleri cezalarını tam olarak verecek ve onlar Allah'ın apaçık gerçek olduğunu anlayacaklardır." [1133]

O'nun sıfatları haktır, fiilleri haktır, O'na kulluk haktır, va'di haktır, tehdidi haktır, hesabı haktır, Adildir, hesabında haksızlık yoktur. [1134]

Hak, varlığı hakikî bulunan zâtın ismidir. Yâni varlığı dâima mütehakkıktır; dâima sabittir. Allahu teâlâ'nın zâtı, yokluğu kabul etmediği gibi, herhangi bir değişikliği de kabul etmez. Hakîkaten var olan yalnız Allah'tır ve hiç değişmiyerek hakîkaten sabit olan da O'dur. Çünkü O, varlığında zâtından başkasına muhtaç değildir. Kâinat dediğimiz başka varlıklar ise, Allahın yaratmasiyle var olmuşlardır. Onların içinde varlığı, Allah'a muvazi - yâni ezelî ve kadîm - hiçbir mevcut yoktur. Meselâ, ben, sen ve bütün insanlar, birer birer nasıl sonradan, Allah'ın yaratmasiyle meydana gelmişsek, yekûnumuz da öyledir. Bütün hayvanât, bütün nebatat da böy­ledir. Alelumum madenler de, diğer uzvî olmayan varlıklar da öyle... Üzerinde barındığımız arz küresi ve kardeşleri olan öteki seyyareler ve peykleri ve bütün bunların merkezi bulu­nan güneş de böyledir. Aralarında büyüklük küçüklük ve ömürlerinde uzunluk ve kısalık gibi farklar varsa da, hepsi de sonradan yaratılmış ve her birinin ömrü bir başlangıç ve bir son ile çevrilmiştir. Zamanın ancak bir parçasını işgal eder­ler. Sonra bütün kâinat ve onun her zerresi, ömürleri boyunca bir hâl üzere sabit değildir. Dâima halden hâle, tavırdan tavıra değişir dururlar. Hayâtın değişikliğini aya benzetmişler: Ay, başında, görülür görülmez incecik bir hilâlken, gün gün bü­yür, bedir hâline gelir; sonra bu hâlde de kalmaz, kemâli bu­lan, zevale döner. Tamamlığı eksiklik ta'kib eder. Gittikçe küçülmeğe başlar. Nihayet tamâmiyle perdenin arkasına çekilir. Bütün bütün gözden kaybolur.

İşte bütün kâinatı kaplayan ezelî nizam budur. Allah'tan başka her şey değişir, yıkılır; tekrar yapılır; bâki, ancak Hak'tır; [1135]

 

Hak İtikat, Hak Söz:

 

İsbâtı lâzım, inkârı mümkün olmıyan her şey haktır; bu i'tibarla dürüst i'tikatlara, Hak uğrunda söylenmiş dürüst söz­lere, hak söz, hak i'tikat denir; çünkü bu i'tikatlar ve bu sözler de sabittir. Allah onları yaşatır; sahiplerini de mükâfatlandı­rır. [1136]

 

Kula Gereken Şey:

 

Ancak Hak'ka tapmalı, ancak O'na dayanıp güvenmeli; başkaları yıkılır. Aramalı, hak i'tikadı buluncaya kadar çalış­malı; elden gelirse hak için hak sözü söylemekten veya yaz­maktan çekinmemeli; çünkü sabit tutamak sâdece bunlardır. Bunları tutmağa muvaffak olanlar, yıkılmayan bir akarın iradından veya kurumayan bir bahçenin hâsılatından faydala­nıp duranlara benzerler. Bâtılları Allah tervîc etmez. Onun için bâtıl peşinde koşanlar ümitleriyle beraber yıkılır gider; işte insanın uğrayacağı en hazin bir akıbet. [1137]

 

52. EL-VEKÎL

 

Kendisine güvenilip, dayanılan,[1138] işlerini yoluyla kendisine bırakanların işini düzeltip, onların yapabileceğinden daha iyisini te'mîn eden. [1139]

"Allah'a güven. Allah vekil olarak yeter." [1140]

Vekil, “Vekele” kökünden türemiş olup vekil kıl­ma demektir. Sübhan Tealâ kendisine güvenen ve dayanan için vekil olarak yeter. Allah kullarının işle­rini idare edendir. O, her şeyden müstağni güvenilip dayanılandır. O, iradesi yönünde bütün işleri çekip çeviren, bütün işlerin çekip çevrilmesinde kendisine güvenilip dayanılandır.

Yüce Allah'ın el-Vekil ismi şerifi, Kitab-ı Hakim'de 13 yerde zikredilmiştir. "O her şeye vekildir:” "Allah söylediğimiz şey üzere vekildir", "Allah gü­venilip dayanılan olarak yeter", "Rabbin vekil olarak kafi", "Allah'a güvenip dayan", "Allah vekil olarak ye­ter" şeklinde geçmektedir.

"O doğunun da batının da Rabbidir. Ondan başka ilâh yoktur. Öyleyse yalnız Onun himaye­sine sığın." [1141]

"Kararını verdiğin zaman da artık Allah'a da­yanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp gü­venenleri sever."[1142]

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Allah her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeye vekildir."[1143]

O, ilmi, mükemmel kudreti ve kapsamlı hikmeti ile bütün varlıkların rızık ve idarelerini üstlenendir. O veli kullarına/dostlarına yardım eder ve onları kolay şeylerde muvaffak kılar, zorluklardan uzaklaştırır. Her şeylerinde onlara kâfidir.

Kim Allah'ı kendisine vekil edinirse Allah ona kâfidir.

"Allah inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır." [1144]

Kendisine iş ısmarlanan zâta vekîl denir. Allahu teâlâ ne güzel ve ne büyük vekildir. İşlerin hepsini tedbir ve idare eden O'dur. Fakat kendisi hiçbir işinde vekîle muhtaç değildir. O her şeyin yerini tutar, fakat hiçbir şey O'nun yerini tutamaz ve O'na dayanmadan duramaz. Allah'ın yerini tutacak bir vekîl düşünülmesine imkân yoktur. Peygamberler bile O'nun maka­mına kâim, vekîl olamaz. Fakat O hepsinin üzerinde Rab ve Mâlik olduğu gibi, her şeye karşı Vekîl'dir de. Peygamber de­mek, Allah'ın bir vekîli demek değildir. Allah'ın buyruklarını insanlara öğreten bir emir kulu demektir. Bunun için Hıristi­yanlık dünyâsının patriklere, papazlara ve hele Roma'daki Papa'ya "Allah'ın vekilidir" diye i'tikad etmeleri bâtıldır.

Allahu teâlâ, kendisine yoluyla tevekkül edenlerin işleri­ni en iyi bir neticeye ulaştırır. Gerçi O'na hiçbir şey vâcib de­ğildir. Yani hiçbir şeyi yapmağa veya yapmamağa mecburiye­ti yoktur. O'nun irâdesi çerçevelenemez; isterse yapar, iste­mezse O'na zorla yaptıracak bir kuvvet yoktur. Fakat O'nun razı olacağı surette işler kendisine bırakılırsa, hayırlı ve kârlı olanı işler; âdeti ve hikmeti budur. [1145]

 

Kim Vekîl Olabilir?

 

Bilindiği gibi vekîl yapılacak zâtın, vekîl olacağı iş hak­kında kâfi derecede bilgi sahibi olması, o işi yapmağa gücü yetmesi, kendisini vekîl edenin her bakımdan güvenine lâyık olması iktizâ eder. Şu halde, tevekkül, emin ve muktedir bir vekile güvenerek, işlerini ona tefviz etmektir. Meselâ bir da'vâ için vekîl tutmak lâzım gelse, evvelâ o da'vâya âit geniş bilgisi ve müdâfaa kudreti, bununla beraber sadâkat ve merha­meti var mıdır? Bu cihetler araştırılır ve ancak bu hususlar ta­hakkuk ettikten sonra i'timâd edilir. Şu hâlde, bir adam her iş için vekîl olamaz, bilemediği veya yapamayacağı işlerde vekîl de, müvekkil gibi acz içindedir, hele müvekkiline merhameti olmayan vekiller daha korkunçtur.

Hakîkî vekîl ancak Allahu teâlâ’dır. Çünkü her işi bütün esrâriyle bilen ve her müşkülü açan yalnız O'dur. İnsanların, birbirlerinin işlerini görüvermeleri mecazî bir vekâlettir. On­dan dolayı, vekâlet ma'nâsından ziyâde yardımlaşma ve karşı­lıklı ivaz ma'nâsı vardır. Bir tüccar, bir avukata iş verdiği za­man, biri ona bilgisi ile yardım ediyor, öteki de para ıvaziyle onu karşılamış oluyor demektir [1146]

.

Tevekkül İhtiyâcı Ve Tevekkülün Ma'nâsı:

 

Bir insanın gerek şahsına âit husûsatta, gerek ailesi umu­runu tedbir ve idarede, çocuklarının terbiyesinde, sağlık işle­rinde, bir tüccar olduğuna göre, mütemadiyen temevvüc hâlin­de bulunan ticâret muamelâtında veya bir me'mur olduğuna göre, resmî işleri etrafında, velhâsıl hangi meslektense ona göre iş ve gücünün her gün çeşitleşen pürüzleri karşısında, kâr-zarar düşünülerek, işler ne kadar hesaplı tutulursa tutul­sun, yine insanın karşısına hiçbir hesapta olmayan şeylerin çıktığı çok görülür. Alınan tedbirler, yapılan istişareler, hatır ve hayâle gelmedik nice sebepler yüzünden hükümsüz kalabi­lir. Allah korusun, yerden, gökten beklenmedik nice afatlar, insan takatinin, fen kudretinin önleyemeyeceği nice engeller beliriverir; bütün hesaplar alt üst olabilir, işte bundan dolayı, arzularımıza nail olmak için, elimizden gelen bütün gayreti sarf ederek çalışıp çabaladıktan sonra, üst tarafı için telâş ve heyecana kapılmıyarak, bütün sebepleri emir ve fermanı al­tında tutan Allah'a tevekkül etmek iktizâ eder.

Burada tevekkülün ma'nâsı, sarf ettiğimiz bu gayretlerin mahsûl vermesi, boşuna gitmemesi için Allah'tan muvaffaki­yet ve yardım dilemektir ve ancak O'na güvenmektir. Bu ise, maddî kuvvetten sonra manevî kuvveti de kazanmak istemek­tir. Şu halde tevekkül, manevî bir istimdat demektir ki, her iş­te her insanın buna ihtiyâcı vardır.

Tevekkül denilen ma'nânın bir gönülde yer tutması, sahibi için, dünyânın en zengin hazinelerine sahip olmaktan daha kıymetlidir. Bilenler tasdik eder ki, bir insan için gönlünün feragat ve huzuru en büyük ni'metlerdendir. Çünkü maddî, manevî kazançlar, afiyet ve huzur içinde gönül rahatlığına bağlıdır. Fikir selâmetini, gönül huzurunu öldüren başlıca se­bepler:

1- Lüzumundan fazla hırs, tama, rekabet gibi insana huzur ve rahat nedir bildirmeyen hâller;

2- İflâs edersem, vereme yakalanırsam, işimden atılırsam gibi kendi kendine zihinde kurulan ma'nâsız korku ve helecan­lar;

3- Başa gelen felâket ve musibetlerin giderilemeyen ıztırapları. Kendisinde bu hâller bulunan insanlar, hayatlarında, dünyâlarına, âhiretlerine yarar bir şeye muvaffak olamazlar, müvesvisdirler, hiçbir iş beceremezler; ürkektirler, hiçbir işe atılamazlar. Bunlar rûhan hasta ve cidden tedaviye muhtaç bir takım zavallılardır. Onların günleri ah, vah ile, vesvese ve ev­hamla geçer, biter. Bu halleri parayla, pulla gidermek de mümkün olmaz. Ancak gönüllerde kuvvetli bir tevekkülün, hem de gerçek ma'nâsiyle bir tevekkülün yer tutmuş olması lâzımdır, işini yoluna koyduktan sonra ötesini Allah'a havale edip de O'na güvenmek ve O'nun iyi yapacağına inanmak, kalb için büyük bir kuvvettir. [1147]

 

Tevekkül Demek, Sebepleri İhmâl Etmek De­mek Midir?

 

Sebeplerin ihmâli tembellik demek olduğuna göre, arala­rında zıddiyet vardır. İslâm Dîninde tevekkül vâcib tembellik haramdır. Onun için tevekkül bahsinde şu noktaların da bilin­mesi faydalıdır.

1- Tembellik etmemek, bir maksadın ele geçmesi için, in­sanlarca ötedenberi bilinen ve yapılan sebepler, tedbirler ve çâreler ne ise, onları tatbik etmek vâcibtir. Çünkü Allahu teâlâ bu âlemde her şeyin, her hâdisenin meydana gelmesini, kullarına ilham buyurduğu sebeplerin ve çârelerin yapılması­na bağlamıştır. Buna "tesbîb hikmeti" denir. Yâni bir şeyin yaradılması, bir isteğin verilmesi, ona mahsus sebeplerin husulünden sonra vuku bulur diye Allah, bir nizam koymuş­tur. O'nun âdeti bu veçhile akıp gelmektedir. Allah'ın âdetinde ise değişiklik olmıyacağından, müsbet veya menfî, istediğini bulmak için, insanın sebeplere dikkat etmesi lâzımdır. Sebepleri ihmâl etmek, Allah'ın vaz'-ı esbâb hakkındaki ezelî hik­metini çürütmeğe çalışmış olmakla beraber, göz göre göre kendini cahilliğin, hastalığın, fukaralığın dişleri arasına at­mak demektir ki, bunların hepsi de dînen haramdır. Halbuki sebeplere ehemmiyet verildiği surette, bir hacetinin kazası için insan, elinde mevcut bulunan bütün kuvvet ve vesâit ile Allah'a teveccüh etmiş olur ki, elbette daha ciddî ve daha samîmî ve binâenaleyh daha kıymetlidir.

2- Sebeplerin hakikî kıymetînî bilmek:

Bunların kıymeti, Allah'a karşı birer dilek vâsıtası olmak­tan ibarettir. Yoksa te'sir Allah'tandır. Yâni sebepler, ilâhî te'sîrin meydana gelmesi için, birer yol olmak üzere, yine Al­lah tarafından tertip buyurulmuştur. Kendisine ancak o yol­lardan müracaat etmek iktizâ eder. Fakat maksadın husulünü sebeplerden değil, onları yaratıp ilhâm eden Allahu teâlâ'dan beklemek lâzımdır. Çünkü her şeyin yaradanı ve müessiri O'dur. Yâni şu iş için çalıştık, çabaladık, artık o ister istemez olacak demeyin; te'sîri Allah'tan bekleyin; biz istedik, Allah da müsâade ederse olur, deyin.

3- Her hususta, Allah'tan başka hiçbir şeye güvenme­mek. Nice insanlar vardır ki, ellerindeki servete veya mevkıa veyâhud büyük adamlarla olan hususiyetine, yâhud yüksek tahsil görmüş oğluna veya kızına güvenmektedir. Onların varlığı gönlünü doldurmuştur. Yarına emniyetle bakıyor. Al­lah'tan bütün bütün gaflet halindedir. Her teşebbüsünü bu kuvvetlerle başaracağına inanmıştır. Halbuki bütün bunlar ve hattâ her şey, bir anda yok olabilir. O zaman yalnız bunlara da­yananın hâli ne olur? Bunlara yine dayanmalı, fakat asıl Allah'a güvenmelidir. [1148]

 

Kula Gereken Şey;

 

İzahatımızın bir icmali olmak üzere deriz ki, gerçek bir te­vekkül, fikirlerin sükûnetini, kalplerin istirahatını te'min eden bir kuvvettir. Bunu anlayanlar, hayâtın değişip duran dar­lığına ve genişliğine kulak vermezler. Kişinin kendine, mev­kiine, bilgisine, zekâsına güvenmesi hep yalandır, insana ge­reken, ancak Allah'a güvenmektir. Çünkü O'nsuz hiçbir şeye muvaffak olamaz. O'nunla ise, her şeye kadir olur. İnsanın kendi gibi zayıf ve fânî mahlûkata i'timâdı, akıl ve hikmete uygun değildir. Bugün lehinde bulunanlar, yarın aleyhinde bulunabilir.

İşlerin başarılması için meşru sebeplere başvurulması, hattâ bu hususta fazla bilgisi olanlara danışılması ve ötedenberi tecrübelerle, fennî incelemelerle kararlaşmış usûllerden faydalanılması, daha ilerisi için aczini bilerek işini Allah'a ıs­marlayıp ancak O'na i'timat edilmesi gerektir. Bu sayededir ki, insan kendini telâş ve heyecandan, üzücü isti'calden, insanlık şeref ve haysiyetini kaybetmek tehlikesinden kurtarmış olur. Peygamberimiz salla'llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz tehli­kenin en uzağını, en gizlisini herkesten evvel görürdü. Ona göre ne yapmak lazımsa yapar, tedbîrini alır, sonra aldığı bu tedbîrlere değil, ancak Mevlâsına güvenirdi, işte tevekkül babında bize yüce örnek. [1149]

 

53. El-KAVİ

 

Her şeye gücü yeten, kudretli, [1150] pek güçlü. [1151]

Her şeyi takdirine uygun olarak yaratan, her şe­yi bilen ve bütün noksanlıklardan münezzeh olan Cenab-ı Hak, her şeye gücü yeten kudret sahibidir.

Şimdi şu ayeti kerimedeki bu isme dikkat ede­lim.

"Âd kavmine gelince, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve: Bizden daha kuvvetli kim var? dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah'ın onlardan daha kuvvetli olduğunu görmediler mi? On­lar bizim âyetlerimizi (mucizelerimizi) de inkâr edi­yorlardı." [1152]

"El-Kavi" ismi şerifi Kur'ân-ı Kerim'de 9 kere zik­redilmiştir. Allah'ın bu güzel ismi, "Kaviyyu, Şedidu'1-ikab" (O, cezası şedid herşeye gücü yetendir) şek­linde, Enfâl: 8/2 ve Gâfir: 40/22’de geçmektedir.

El-Kaviyyu'1-Aziz (Her şeye gücü yeten, yegâne galib) şeklinde, Hûd, 11/66; Hac: 22/42, 19; Hadid: 57/25; Mücadele: 58/21; Ahzab: 33/25'te geçmekte­dir.

"Bu, Allah'ın dinine ve peygamberlerine gayba inanarak yardım edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, daima üstündür." [1153]

Allahu teâlâ kaviy'dir, hiçbir zaman kendisine dermansız­lık erişmez. Kuvvet, tam bir kudretin ifadesidir. Yâni "Allah kaviy'dir" demek kudret-i tâmme sahibidir demektir. O'nun kudreti de öteki sıfatları gibi nâ-mütenâhîdir, tükenmez, gev­şemez, hudut içine sığmaz, ölçüye gelmez.

Allahu teâlâ kayıtsız şartsız, her şeye kaadirdir ve hiçbir şey Allah'a karşı kaadir değildir. Allah'ın kudreti bahsinde zorluk, kolaylık bahis mevzuu olamaz. Bir çimen yaprağını yaratmakla, kâinatı yaratmak birdir. Biri zor, biri kolay değil­dir. Yaratılmışların isterse milyarlarca emsalini yaratır ve yi­ne de kudretinden bir zerre eksilmez. Hâsılı, Allahu teâlâ'ya. göre ağır ve yorucu bir iş yoktur. Hâdisâtı ezelî takdiri uyarın­ca yürütmek, mahlûkâtını hıfzetmek, amellerini zaptetmek O'na ağır gelmez. Ne kadar güç, ne kadar büyük olursa olsun, bir işi yapmak için kuvvet ve kudretin yetersizliği yüzünden zorlanmaktan ve kendisine herhangi bir sebeple bir durgunluk ve gevşeklik ârız olmaktan münezzehtir. [1154]

 

54. EL-METÎN

 

Her şeye gücü yeten, kudretli, [1155] çok sağlam. [1156]

Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, beden­lerin ve ruhların gıdasını veren ve her şeye gücü ye­tendir O'nun güç ve kudreti asla noksanlaşmaz.

İbn-i Abbas (r.a.), ayeti kerimelerde geçen "el-Metin", "eş-Şedid" anlamındadır" diyor. Onun için "O her şeye gücü yeten kudretli anlamında "el-metinu'l-kavi'" denilir. Mecazi olarak "benim görüşüm kuvvet­li" manasında "Ra'yî metinun" denilir.

Allahu Tealâ'nın el-Metin ismi kuvvet ve kudre­tinin şiddetini gösterip sağlamlık ve metanet anlam­larına gelir. Allah kainatı idare ederken hiçbir şekilde yorgunluk göstermez, kuvveti eksilmez. Bu isim Al­lah'ın güç ve kudretini mübalağalı bir şekilde ifade eder. El-Metin Kitab-ı Mübin'de bir kere zikredilmiş­tir.

"Şüphesiz ki rezzak, kuvvet sahibi ve metin olan ancak Allah'tır." [1157]

Allahu teâlâ kuvvet ve kudretinde metindir. (El-Kaviy) is­mi, kudretinin kemalini ifade ettiği gibi, (El-Metîn) ismi de kuvvetinin şiddetini bildirir. Allahu teâlâ hem Kaadir, hem Kaviy, hem Metîn'dir. Hiçbir iş O'na meşakkat vermez, hiçbir hâl O'nu âciz bırakmaz, hiçbir kimsenin yardımına muhtaç ol­maz, hiçbir kimse Onun irâdesine karşı gelemez, hiçbir kimse O'nun kudretinden kurtulamaz.[1158]

 

Kula Gereken Şey:

 

Allahu teâlâ'nın rahmeti vardır, gadabı da vardır. Sevdik­lerine ulaştırmak istediği rahmetini önliyecek bir kuvvet ve kudret olmadığı gibi, gadab ve intikamından kurtaracak bir kuvvet de yoktur.

O hâlde bir kul, istediği lûtf ve inayeti ancak Allah'tan beklemeli; korkusu ve endişesi de ancak Allah'ın gadabını icâbettiren şeyler olmalıdır. Bu suretle, gönülde Allah'tan başka­sından korkuyu kaldırmak ve ümidi kesmek, yüreklerin bütün ümitlerini ve korkularını Allah'a bağlayabilmek, olgunluk­tur. [1159]

 

55. EL-VELÎ

 

Yardımcı ve dost [1160], iyi kullarına dost. [1161]

Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, kulla­rının bütün işlerinin mütekeffilidir. Allah salih kulla­rının velisi, kendisine itaat edenlerin yardımcısıdır. Bu ise; Allah'ın dostlarına yardım etmesi, düşmanla­rını kahreyleme şeklinde tecelli eder. "El-Veli" dostları tarafından sevilen, onları günahlarından kaçındır­mak suretiyle dostlarına yardım eder. Bir manası da kullarının işlerini üzerine Allah ve tekeffül edip özel­likle onlara lütuf ve ihsanda bulunan" demektir.

"El-Veli" sözlükte "yakınlık, yardım ve birinin işini üstlenme" demektir. Onun için "Teba ada ba'del veli", "yakın olduktan sonra uzaklaştı" demektir. "El-Veli" Kur'ân-ı Kerim'de 13 kere zikredilmiştir.

1. "Allah inananların dostudur. Onları karan­lıklardan aydınlığa çıkarır."[1162]

2.Allah mü’minlerin dostudur." [1163]

3-4. "Yoksa Allah'tan başka veliler mi edindi­ler? Veli yalnız Allah'tır.”[1164]

5. "O, övgüye lâyık velidir." [1165]

6. "Allah muttakilerin velisidir.[1166]

7. "Allah dost olarak yeter." [1167]

8. "Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allah'tır, Resulüdür ve iman edenlerdir." [1168]

9. "Sen bizim velimizsin, bizi bağışla ve mer­hamet et. Sen bağışlayanların en hayırlısısın." [1169]

10. "(Melekler de:) Sen yücesin, bizim dostu­muz onlar değil, sensin, diyecekler." [1170]

11. "Rableri katında onlara esenlik yurdu (cen­net) vardır. Ve yapmakta oldukları (güzel) işler sebebiyle Allah onların dostudur." [1171]

12. "Ey gökleri yerleri yaratan! Sen dünyada da ahirette de benim sahibimsin. Beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat!" [1172]

13. "Allah gerçek dosttur." [1173]

Evet; Allahu teâlâ sevdiği kullarının dostudur. Onlara yar­dım eder, sıkıntıları, darlıkları kaldırır, ferahlık verir, hidâyet eder, dünyâca, âhiretce iyi işlere muvaffak kılar, her çeşit ka­ranlıklardan kurtarır, nurlara çıkarır, gönüllerini nurlandırır, bu sayede o gönüller, hayâtı bugünün dar çemberi içinde sıkı­şık görmezler, ezellere, ebedlere uzanır; ezellerin, ebedlerin hâkimi bulunan Allahu teâlâ'yı bilir, birliğini tanır, ancak O'na kul olmak şerefiyle, yerin ve göklerin esrarından nice hikmetlere erer. Allah dostlarının kulağı da nurludur, gözleri de, işittikleri, gördükleri her şeyden ibretler sezer, yüzleri de nurludur; onları görenler Allah'ı hatırlarlar.

Allah dostları, Allah'tan başka dost tanımadıkları ve Al­lah'ın rızâsına muhalefetten korkup korundukları ve Allah'tan başka hiç kimseden korkuları veya bekledikleri olma­dığı ve Allah da kendilerine dost olduğu için, artık onlara ne korku vardır, ne de hüzün. Onun için herkesin korktuğu zaman onlar korkmazlar, herkesin tasalandığı zaman onlar tasalan­mazlar. Allah'ın va'di böyledir. Allah'ın sözünü değiştirecek, hükümden düşürecek, meselâ, Allah'ın korkma, mahzun olma dediğini korkutup mahzun edebilecek hiçbir hâkim kuvvet bulunmıyacağı gibi, Allah teâlâ'nın kendisi de asla va'dinden dönmez, sözünü yerine getirir. [1174]

 

Kula Gereken Şey;

 

Allah'ın dostluğunu kazanmağa çalışmaktır. Allah'ın dostluğunu kazanan, başka dost aramağa muhtaç olmaz, Allah'ın dostluğunu kazanmak, Allah dostlarının sıfatlariyle sıfatlanmağa bağlıdır. Onların başlıca sıfatları:

Tam bir îmânla Allah'a gönül bağladıkları gibi, O'nun emirlerini, hükümlerini yerine getirirler; Allah'ın rızasına uymıyan hallerden dâima korunur ve şüpheli şeylerden sakınır dururlar. [1175]

 

56. EL-HAMÎD

 

Övülmüş, senaya layık olan, her bakımdan övülen, [1176] ancak kendisine hamd ü sena olunan, bütün varlığın diliyle biricik öğülen. [1177]

Hamd edilmeye layık Allah noksan sıfatlardan .münezzehtir.

Allah'ı, övgüye değer her türlü sena ile överiz. Bütün hamd ve övgü; övgü ve sena sahibinedir. O'ndan başka her türlü hamde layık kimse var mıdır? Bilakis bütün hamd O'nadır. O'ndan başka övgüye değer kimse yoktur. O her halükârda darlıkta da genişlikte de her türlü övgüye layıktır. Çünkü her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah (c.c.) hikmet sahibi ve övülendir. Mü'minler daha Kitab-ı Mübin'in baş­langıcında O'na hamdü senada bulunurlar ve dün­yada da ahirette de "bütün hamd alemlerin Rabbinedir"[1178] derler. Ve onların dualarının, niyazlarının sonu da alemlerin Rabbi olan Allah'a hamd ile biter.

Cennet halkının sözleri ve halleri göz önüne alındığında Allah'a hamdin sonu yoktur.

Ey Allah'ım! Celâlin, kudretinin gereği ve hükümranlığının büyüklüğü nasılsa sana sonsuz bir hamd ile seni övmek istiyoruz. Çünkü diller seni öv­mekten acizdir.

El-Hamîd "Kur'ân'da 17 defa zikredilmiş olup şu ifadelerle gelmektedir: "El-Ganiyyu'l-Hamid" (Her şey­den müstağni övülmeye layık), "Ve huve'l-azizu'l-hamid" (Aziz ve övgüye değer), "Ve huve hamidun mecid" (O övülen ve şanı yüce olandır), "Ve huve hakimun hamid" (O hikmet sahibi övgüye layık olandır), "Ve huve veliyyul-hamid" (O veli ve övülmeye layıktır.) [1179]

Yüce Allah şöyle buyurur:

"Ey İnsanlar! Allah'a muhtaç olan sizsiniz. Zengin ve övülmeye layık olan ancak O'dur." [1180]

İbnu'l-Kayyım, Allah Teâlâ'nın iki yönden hamîd olduğunu söyler:

Birincisi; bütün mahlukat O'nun hamdini söyler. Göklerin ve yerin ilk sakinlerinden son sakinlerine kadar hepsinin yaptığı her türlü övgü ve senaya, yine onların dünyada ve ahirette yaptıkları her türlü övgü ve senaya ve henüz yapmadıkları fakat zaman geçtikçe yapmaları mukadder olup ulvî ve suflî bütün varlık âlemini ve onun bir benzerini dolduracak sayısız övgü ve senaya Allah Teâlâ pek çok yönden layıktır: çünkü Allah onları yaratmış, rızıklandırmış, görünür ve görünmez, dinî ve dünyevî pek çok nimeti onlara vermiş, bela ve musibetlerden onları korumuştur. Kullar hangi nimete kavuşmuşsa hepsi Allah'tandır; hangi kötülükten kurtulmuşlarsa o da Allah'tandır. O halde her an ve her lahza kulların Allah'a hamdetmeleri,  O'nu övmeleri ve O'na şükretmeleri gerekir.

İkincisi; Allah Teâlâ'ya, güzel isimlere, yüce ve mükemmel sıfatlara sahip olması sebebiyle hamdedilmesidir. Bütün kemal sıfatlar ve bu sıfatların en mükemmelleri ve en büyükleri O'na aittir. O'nun sıfatlarından herbiri en büyük hamde ve övgüye layıktır. Bütün mukaddes sıfatlarından dolayı kendisine nasıl hamdedileceğini düşünmek gerekir. Zatı sebebiyle O, hamde layıktır; sıfatları sebebiyle hamde layıktır ve fiilleri sebebiyle hamde layıktır. Çünkü O'nun fiilleri hep lütuf ve ihsan ile adalet ve hikmet arasında döner dolaşır. Bu da O'nun hamdin en büyüğüne layık olduğunu gösterir. O'nun yaratması, şeriatı, kaderle ve şeriatla ilgili hükümleri, dünya ve ahirette uyguladığı cezaî hükümleri, hepsi O'na hamdetmeyi gerektiren hususlardır. Allah'a yapılan hamdın ayrıntıları ve hamdi gerektiren sebepler tasavvur edilemeyecek ve yayılamayacak kadar geniş ve kapsamlıdır.[1181]

Hamd, ihsan sahibi büyüğü övmek., tazîm fikri ve teşek­kür kasdiyle medh ü sena etmektir. Her mevcut hâl diliyle ol­sun, kâl diliyle olsun, Allahu teâlâ'yı tesbîh ve takdis etmek­tedir. Bütün hamd ü senalar O'na mahsustur. Hamd ü şükürle kendisine ta'zîm ve ibâdet olunacak veliy-yi ni'met ancak O'dur. O'nun karşısında kimse hamd ve ta'zîm edilmeye lâyık olamaz. Çünkü hamd ü senayı îcâbettiren bütün kemâlât ancak O'ndadır. Her ni'metin mevlâsı da ancak O'dur.

Farzedelim bir fen adamı, kudretinin dışında denecek ka­dar mükemmel bir makine îcat etmiş.. O makine kendi kendine işler, konuşur, yazar, muhabere eder, eşyanın resimlerini alır, sesleri zapteder ve daha birçok işler yapar. Mucidi, büyük bir kalabalık muvacehesinde bu makinenin son tecrübelerini de yapıp istediği gibi işlediği görülünce, umûmun alkışlarını kazandığı gibi, bizzat o makine bile, mükemmel surette ken­dinden beklenen neticeleri vermiş olmakla mucidini alkışla­mış, takdir ve tahsîn etmiş sayılır. Bunun gibi - nankör insan­lardan mâada - zerrelere varıncaya kadar bütün mevcudat, bildi­ği kadar O Sâni-i Hamîd'in kemâlâtını sayıp dökerek, her lâhza O'nu övüyor, mehdü sena ediyor, alkışlıyor ve hep bir ağızdan minnettarlığını i'lan ediyor. [1182]

 

Vasıtalı, Vasıtasız Nimetler:

 

Allahu teâlâ kuluna verdiği hayat, akıl, mantık, suret, sîret gibi vasıtasız ni'metlerden dolayı nasıl hamd ü senaya müstahik ise (hak kazanmışsa, değerse), vâsıta ile, meselâ, insan eliyle sevkettiği ni'metlerden dolayı da yine ancak O, hamd ü senaya müstahiktir. Çünkü insan eliyle gelen ni'meti ve getiren insanı yaratan, o ni'meti o insanın emir ve tasarrufu altına koyan ve onu mahalline vermek için gönlünde arzu uyandıran, vermeyi kolaylaştıran, verme yollarını açan, buna mâni' olacak engelleri kaldıran hep Allah'tır; başkası de­ğil.[1183]

 

Allahu Teâlâ Zâtında Hamîddir:

 

Yâni Allah'ın Hamîd olması, insanların kendisine hamd etmesine bağlı değildir. İnsanlar, ister hamd etsin ister etme­sin, O had-di zâtında Mahmûd ve hamd ü senaya müstahiktir. Allahu teâlâ Hamîd olduğu içindir ki, mahz-i rahmeti, kerem ve inayeti ile, insanlara menfaatlarını kazanmak için bir takım vazifeler, mazarratlardan korunmak için de bir takım sakınma­lar emretmiştir. Onun için mâlî olsun, bedenî olsun, yâhud fikre, ahlâka, içtimaiyata âit bulunsun, her saatin kendine mahsûs ve Allah'ın emriyle yapılması gereken bir vazifesi vardır. Yine Allah'ın lûtf ve ihsanı olarak, her vazîfenin ken­dine mahsus bir kazancı, rûhânî bir zevki ve feyzi vardır. Bu vazifeler sırf Allah rızâsı için yapılırsa, ona mahsûs olan feyz husule gelir, insan bilmediklerini öğrenir, her an terakki eder. Fakat vazife yapılmazsa feyz kesilir, terakki de durur. İşte bu vazifeleri teşrî buyurup da, o vâsıtalarla kullarına ni'metler ulaştıran da O'dur. Sonra küfür ve insanı küfre ileten bütün kö­tülüklerden son derece sakınılmasını emretmekle, âhirette, son büyük mahkemede, en ağır ve en büyük cezaya çarpılmak­tan muhafaza buyuran da O'dur. Çünkü küfrün cezası müebbed cehennemlikdir. İnsanoğlunun yapabileceği en büyük cinayet de küfürdür. Bir adam küfürden daha büyük bir cinayet yapaca­ğına söz verse, bu söz boş ve kıymetsiz bir lâkırdıdır. Çünkü küfürden daha büyük bir cinayet yapılamaz. Buna fîi'len imkân olmadığı gibi, fikren de imkân yoktur. [1184]

 

Cinayetler Ne İle Ölçülür?

 

Bir cinayetin büyüklüğü, küçüklüğü, meydana getirdiği mazarratın genişliği ile ölçülür. Meselâ, bir adam eliyle, di­liyle bir şahsı mutazarrır edebilir, bu bir suçtur; fakat öldürür­se daha büyük bir suç irtikâb etmiş olur. Allah göstermesin, kundak koymuş, birçok evlerin yanmasına, bir çok ailelerin perişanlığına sebep olmuş... bu daha büyük. Bütün bir köye, bir memlekete, ülkeye, bütün bir millete zarar yapmış.. Bun­ların dereceleri hep biribirinden büyüktür. Yapılan suçun ge­nişliği bâzan da dolayısiyle olur. Meselâ, bir mahallenin veya bir köyün gözbebeği bir zât olur. Bütün o mahalle veya köy halkı, yedi yaşından yetmiş yaşına kadar, o zât için parçalanırlar, ona ufak bir zarar gelse, derhal hepsi birden o zararı yapana düşman olur, buğzederler, intikam alırlar. Niçin? Çünkü o zât, o mahallenin hamişidir. Açları doyurur, çıplakları giydi­rir, yetimleri terbiye eder, işgüç sahiplerine sermâye verir, câhillerine nasihat, büyüklerine hürmet, küçüklerine şefkat muamelesi yapar. Bu sebepten bütün mahalleli, o zâta candan bağlıdır, o kadar ki, onun üzerine ufak bir toz konmasına bile tahammül edemezler...

İşte böyle bir zâta karşı gerek içlerinden, gerek dışarıdan biri bir terbiyesizlik yaparsa, hepsi birden ona düşman kesi­lirler. Evlerde, meclislerde, çarşı ve pazarlarda hep ona lanet ederler. Halbuki o kimse ahâliye bir fenalık yapmış değildir. Lâkin umum ahâlînin sevgisini kazanmış bir zâta hakaret et­mesi dolayısiyle, bütün o halka fenalık etmiş sayılır. Bâzı ilim ve fen adamları vardır ki, onlar bir milletin değil, bütün beşeriyetin hürmetini kazanmıştır. Biri bu zâta karşı fena bir muamelede bulunursa, bütün dünyâyı incitmiş olur.

Peygamberlere karşı, terbiye ve edep dışı sözlere cesaret edenler, bütün ümmeti gücendirmiş olmaz mı ve bütün ümmet bir dâvâcı sıfatiyle onun yakasına yapışmaz mı? Bu ne büyük cinayettir. Bir bedbaht utanmadan Resûl-î Ekrem salla'llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretlerine dil uzatırsa, milyar­larca ümmet-i Muhammed'e tecâvüz etmiş sayılmaz mı?

Mes'eleyi bu noktadan mülâhaza edince, birisi Allahu teâlâ'yı inkâr etmekle veya buyruklarını hâşâ tenkit etmekle veya her ne suretle olursa olsun ülûhiyet şânına lâyık olmıyacak bir fikir, bir söz söylemek veya bir iş yapmış olmakla, kendini karalarda gezen, denizlerde yüzen bütün arz sâkinleri­nin, göklerdeki mahlûkâtın, arşın, fersin velhâsıl zerreden kürreye kadar bütün mahlûkâtın lâ'netine hedef etmiş olur. Hattâ kendi vücûdunun eczası ve hücreleri bile kendisine lâ'net eder. Çünkü terbiyesizlik ettiği zât, kendi de dâhil olduğu hal­de, bütün kâinatın Halikı, mürebbîsi, râzıkı, nigehbânı, hâmisi velhâsıl her şeyidir. Allahu teâlâ'nın mülkünden başka bir köşe, bir bucak olmadığından, bir kâfir, kâinatın hangi noktasında bulunsa, hep lâ'netle karşılanacak, hiçbir yerde bir tek güleryüz görmeyecek, bir tek tatlı söz işitmeyecek, her ta­raf onun için cehennem kesilecektir. Düşünmelidir ki, insan oğlu küfürden daha büyük cinayet yapmağa muktedir midir? [1185]

 

Kula Gereken Şey:

 

Her hâlinde, dâima, bilhassa küfür karanlıklarını açıp, göğüslerde îmân nuru uyandırdığından dolayı, Allahu teâlâ'ya hamd ü sena etmek, yâni şuurla "El hamdü li'llâhi Rabbi'l-âlemîn" demektir. [1186]

 

57. EL-MUHSÎ

 

Her şeyi tek tek bütün ayrıntılarıyla bilen[1187], Nâ-mütenâhî de olsa, bir bir her şeyin sayısını bilen. [1188]

"Her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Cenab-ı Hak ilmiyle her şeyi bilen, her şeyi ayrıntılı ve toplu olarak kuşatandır. O her şeyin gizliliklerine vakıf olan ve her şeyi tek tek ve bütün ayrıntılarıyla bilendir.

"El-Muhsî", "eşyayı bütün ayrıntılarıyla bilip iha­ta eden, insanların dünyada yapıp unuttuğu bütün işleri bir bir sayarak ahirette hatırlatan demektir" de­nilmiştir.

El-Muhsî, sözlükte "ardun muhsatun" yani "ça­kılı bol yer" demektir ki iyilikler sayılamazlar. Çünkü bu sayılamayan bir durumdur. Yani bu güç yetirilip zaptedilemez.

Ancak Allah sayılması mümkün olmayan bir şe­yi noksansız bilir.  Çünkü nâmütenahilik ona aittir.

Yaratılan ne kadar çok olursa olsun bir sonu vardır. Allah ise sonsuz ilim ve kudrete sahiptir.

Bu isim Kur'ân-ı Kerim'de isim kipiyle gelmemiş ancak Esmâ-i Hüsnâ ile ilgili hadiste yer almıştır. Kur'an-ı Kerim'de ise şu şekilde işaret edilmiştir:

"Göklerde ve yerde olan herkes istisnasız, kul olarak Râhmân'a gelecektir." [1189]

"Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (levh-i mahfuz’da) sayıp yazmışızdır." [1190]

"Biz ise her şeyi bir kitapta sayıp yazmışız­dır." [1191]

Hakîkî nâ-mütenâhîlik Allahu teâlâ'ya mahsustur. Mahluk ne olursa olsun nâ-mütenâhî olamaz, fakat biz mübalâğa ma'nâsı ifâde etmek için bu kelimeyi mahlûk hak­kında kullandığımız olur. Bu hakîkî değil mecazîdir. Meselâ, deniz suyunun damlaları ve bu damların zerreleri ne kadardır? Elbette bir sayısı vardır. Lâkin bunu bilmek bizim idrâkimi­zin çerçevesine sığmaz. Çünkü bizim o zerreleri saymağa kud­retimiz yoktur. Bizim ölçümüze sığmayan bu sayıyı, muay­yen bir rakamla ifâde edemediğimizden nâ-mütenâhîdir deyip geçiyoruz. Allahu teâlâ ise her şeyi olduğu gibi görür ve bilir, yâni bütün mevcudatın toptan bir yığın hâlinde, birbirinden seçilmez, karışık bir şekilde değil, cinslerini, nevilerini, sı­nıflarını, fertlerini, zerrelerini birer birer saymış gibi gayet açık görür ve bilir. Allahu teâlâ, yerde ve göklerde her şeyin sayısını, nâmütenâhî de olsa, ihsâ ettiği gibi, müddet-i hayâ­tımızda ne kadar nefes alıp verdiğimizi de sayar, bilir. İyi, kö­tü bütün yaptıklarımızı, bir bir bilir ve her ne yapıyorsak bir bir defterimize, hesabımıza kaydeder. İcâbında bir bir ortaya kor ve söyler. Alîm, Habîr, Şehîd ism-i şeriflerinde olduğu gi­bi, bu isimde de, dostlarını teşvik, düşmanlarını tehdit var­dır. [1192]

 

Kula Gereken Şey:

 

Mademki bütün istediklerimizi Allahu teâlâ bir bir görü­yor ve biliyor, o halde yapacaklarımızı yaparken bunu düşün­mek, hayr veya şer, eğri veya doğru, iyi veya kötü olup olma­dığını hesâb etmektir. Hiçbir lâhza gaflet etmemek, her vakit­te, her nefeste, her harekette, her sükûnda kendini gözetip uya­nık bulunmak cidden büyüklüktür. [1193]

 

58. EL-MÜBDİ

 

İlkin yaratan,[1194]

"El-Mübdî", "Cenab-ı Hakk'ın varlıkları ilkin ya­ratması, mahlukâtın tamamını yoktan maddesiz ve örneksiz olarak ilk defa varetmesi" demektir.

Sözlükte, "başlangıç bir iş, ilk iş ve acaip iş" de­mektir.

Allah Tealâ şöyle buyuruyor:

"(Onlar mı hayırlı) yoksa ilk baştan yaratan, sonra yaratmayı tekrar eden ve sizi hem gökten hem yerden rızıklandıran mı? Allah'tan başka bîr ilah mı var?"[1195]

"İlkin mahlukatını yaratıp (ölümden) sonra bunu (yaratmayı) tekrarlayan O'dur ki, bu, O'nun için pek kolaydır. Göklerde ve yerde (tecelli eden) en yüce sıfat O'nundur. O, mutlak güç ve hikmet sahibidir.”[1196]

mahlûkâtı maddesîz ve örnekslz olarak ilk baştan yaratan. [1197]

Ezelde, yâni zaman ve mekân mefhumları yokken, Allahu teâlâ vardı. Kendisiyle beraber başka birsey yoktu. Kendi ken­dine bir menfaat veya bir mazarrat veya herhangi bir şey yapa­bilecek hiçbir mevcut olmadığı gibi, bâzıları tarafından bu­gün kendisinde bir te'sîr ve kudret bulunduğu sanılan tabiat da yoktu. Velhâsıl ortada hiçbir şeyin örneği ve vücûdunun mal­zemesi, nizam, varlığının vâsıtaları, sebepleri yokken yalnız Allah vardı.

Sonra Allahu teâlâ, varlığını ve kemâlini duyurmak, mahlûkâtını sonsuz rahmet ve lûtfuna doyurmak, hikmetiyle kâinatı yaratmak istedi ve istediği şekil ve nizam üzerine yarattı. Her şeyin ilk örneğini meydana çıkardı ve her şeyin yaşa­masını ve kendi cinsinin çoğalıp üremesini bir takım sebeple­re, vâsıtalara, nizamlara, kânunlara bağladı. Bütün bunlar, Allahu teâlâ'nın emr ü fermanına musahhar, mahlûku ve memlûküdür. [1198]

 

İlk İnsanın Yaradılışı:

 

Arz küresi, yaratıldığından beri nice değişiklikler geçir­miştir. Orada en son insan yaratılmış olduğuna göre, dünyâda hiç insan yokken, onun ilk örneğini -büyük babasının may­mun olduğunu iddia edenlerin hilâfına olarak-kupkuru toprak­tan meydana getirmiş ve sonra insan zürriyetinin devamını, erkek ve kadın nutfelerinin birleşmesine bağlamıştır. Yeryü­zünde yaşayan, henüz cinslerinin sayısını bilemediğimiz hayvanâtın menşei de yine o topraklar!

Allah her şeyi, ne derin, ne ince, ne değişmez nizamlara bağlamış; her sene bahar mevsiminde o kapkara topraklardan, hadsiz hesapsız bir uzviyet âleminin fışkırıp çıktığını da gö­rüp duyuyoruz. Güneşten yere akan hararet dalgalarıyle, de­nizlerden yükselen buharlar, yukarıda tekasüf ederek, kar veya yağmur hâlinde yine yeryüzüne yağıyor. Bu karların ve yağ­murların yeryüzüne yağmasiyle, hayat verici nehirler, ırmak­lar hâsıl oluyor. Ağaçlar, nebatlar gözlere fer, gönüllere fe­rahlık veren yemyeşil ovalar, sıra sıra ormanlar, renkleri, kokuları, şekilleri başka başka, sayıya gelmez çiçekler meydana geliyor, bu sayede her mahlûkun ilk örneğini veren o toprak­lar, öteden de onların binbir çeşit gıdalarını, binbir çeşit deva­larını ve daha birçok menfaatlarıni, zînetlerini hazırlamak ve vermekle meşguldür. 

Bütün bu işlerde, tabiatın veya herangi bir kuvvetin hakîkî dahl ve te’sîri var mıdır? Yaradılmışlar içinde  hakîkaten te’sîr ve kudret sahibi herhangi bir şey bulunduğunu ve mesela­ güneşin bizzat her şeye hayat ve hareket verebileceğini zannetmek şirktir. Nitekim birçok insanlar, yıldızlara, aya, güneşe veya kendi arlarında yetişen kahramanlara, hakîkî kuvvet ve kudret sahibidir diye, bir Tanrı gibi tapınmışlardır. İnsanlık şeref ve gururunun doğrayan ne çirkin faciadır bu. Olan biten her şeyde ilk te’sîr ve kudret nasıl Allahu teâlâ’nın ise, yine öyledir ve dâimâ da öyle olacaktır. Sebeplerde, vasıtalarda hiçbir te'sir yoktur. Toprağın altından bir otu, bir mantarı dürten güneş değildir, belki güneş vâsıtasiyle Allah'tır. Fakat bu O’nun vâsıtaya ihtiyâcından değil,  yaratılan şeyleri halden hâle, tavırdan tavıra, şekilden şekle geçirerek, tedbir ve terbiyesinin, azamet ve kudretinin, rahmet ve re’fetinin izlerini basiret sâhiplerine göstermek hikmetindendir. Tabiata tapanlar düşünmelidir ki, toprağın tabiatı ölülük ve durgunlukdur; o halde bu ölü toprakları harekete geçiren, faâliyete sevkeden ve onu üzerinde yaşayan mahlûklar için bitmez tükenmez bir kaynak haline getiren kimdir? [1199]

 

Kula Gereken Şey:

 

Her şeyden evvel kendi şahsını ve ilk yaradılışını düşünerek, kupkuru topraklardan böyle görür, işitir, düşünür, konuşur, nazik, zarif bir mahlûk meydana getiren ve aslında ölüden başka bir şey olmayan toprakta bunca tahavvülatı göstren ve onu bu derece tekâmüle erdiren ancak Allahu teâlâ’nın kudret ve rubûbiyeti olduğunu ve bunların hiç birinde, velevki zâhiren olsun, başkasının dahli bulunmadığını  kat'i surette tasdik etmeli ve yaratılıp durmakta olan mahlûkattan hiçbirini, hiç­bir veçhile Yaratan'a denk tutarak, alt tarafı Cehennem çuku­runa inen şirk uçurumuna yuvarlanmaktan son derece sakın­malıdır. [1200]

 

59. EL-MUÎD

 

Mahlukâtı yok ettikten sonra tekrar yaratan.[1201]

"Allah, ilkin mahlûkunu yaratır, sonra onu (ölümün ardından diriltip) alır. Nihayet hepiniz O'na döndürüleceksiniz." [1202]

El-Muid lügatta, "avd" kökünden ve ifâl babın­dan "i'âde" mastarından gelir ki; "bîr şeyin tekrar edilmesi" manasındadır. Cenab-ı Hakk'ın bir sıfatı ola­rak "mahlukâtı öldükten sonra yeniden dirilten sonra tekrar yaratan" demektir.

Mahlukâtı canlılıktan sonra ölüme iade eden, sonra onları ölümden sonra tekrar dirilten Allah, nok­san sıfatlardan münezzehtir. Allah Tealâ:

"(Düşün o) günü ki, yazılı kağıtların tomarını dürer gibi göğü toplayıp düreriz. Tıpkı ilk yarat­maya başladığımız gibi onu tekrar o hale getiririz. (Bu), üzerimize aldığmız bir vaaddir. Biz (vaâdettiğimizi) yaparız."[1203] buyuruyor. [1204]

Her şey, mukadder olan ömrünü tamamlayıp öldükten son­ra, Allah'tan başka kimse kalmaz; fakat varken yok olan bu in­sanlar hayatlarında neler yapmışlardır? Hangileri afif, nezih, temiz yaşamıştır? Hangileri buyruk tanımamış, bir çok cina­yetler işlemiş, birçok ocak söndürmüştür? Dünyâ hâkimleri bunların binde birini olsun meydana çıkaramamıştır.

Allah Alîm'dir, Habîr'dir, bunların hepsini biliyor. Muksıt'tır, Adil'dir, hakkı yerine getirir. Müntekım'dır, zalimleri sevmez, onlardan öç alır. Kudretine, emr ü fermanına karşı ge­lecek yoktur. Şu halde eğer ölmekle iş bitmiş olursa, hak yeri­ni bulmayacak, zâlimlerin bütün yaptıkları yanlarına kalacak demektir. Hikmet, akıl ve mantık, elbette ki bunu kabul et­mez. [1205]

 

Allahu Teâlâ Haksızlığı Tervîc Etmekten Münezzehtir:

 

Zâlimleri, kâfirleri, canileri, müşrikleri hesaba çekmek­ten ve onların müstehik oldukları cezayı vermekten âciz değil­dir. Öyle ise, her şeyin ölüp bitmesiyle işler sona ermiş değil­dir. Bunun ilerisinde, iyilerle kötülerin birbirlerinden tama­men ayrılacağı, iyiliğin sevabı, kötülüğün ıkâbı verileceği umûmî bir hesap ve ceza gününün olacağı muhakkaktır ve bu günün olacağına Allah'ın Kur'ân'da tekrar tekrar va'di vardır. Allah asla va'dinden dönmez. Çünkü buna hiçbir sebep yok­tur.

İşte o belli gün gelince Allah va'dini yerine getirecek, her­kesin çürümüş bedenini suya, havaya, toprağa dağılmış olan eczâsını tekrar birleştirecek, parmak uçlarındaki hususiyetle­re kadar en ince mahsûsâtını çevirip yeni baştan yaratacak ve her bedenin ruhunu kendisine iade edecektir. [1206]

 

Kula Gereken Şey:

 

Anlaşılıyor ki, mahlûkâtın ne ölümü ellerindedir, ne diri­mi, ne de öldükten sonra berzahta kalımı. Bunların hepsinde de muhakkak bir acz içindedirler. Ne kendileri, ne de başkaları hakkında istedikleri gibi tasarruf edemezler. Bunları yapamıyan da mâbud olmaz. Öyle ise, bütün bu tasarruflara sâhib bu­lunan Allahu teâlâ'ya kulluğu bırakıp da böyle âcizlere tapmamalı; mahlûkun hatırı için Hâlik'a isyan etmemelidir. [1207]

 

60. EL-MUHYÎ

 

Can veren, [1208] can bağışlayan, sağlık veren. [1209]

Allah (c.c), hayatı dilediğine bahşeder. Mü'minlerin kalbini nuruyla yeşerten Allah, noksan sıfatlar­dan münezzehtir. Peygamberini hak üzere gönderen, insanları uyarması için kitabı indiren, kafirlere karşı vaadini gerçekleştiren Allah'a hamdolsun.

Noksan sıfatlardan münezzeh olan, Yüce Allah gökten su indirendir. Her türlü canlıyı ise sudan ya­ratmıştır.

"Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak: Arzı, ölümün ardından nasıl diriltiyor! Şüphesiz O, ölü­leri de mutlaka diriltecektir.'[1210]

"Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayacak durumdaki kimse gibi olur mu? İşte kâfirlere yap­tıkları böyle süslü gösterilmiştir."[1211]

Resulullah (s.a.v.):

 "Sabah çıktığınız zaman: "Ey Allah'ım! Senin sayende sabahladık, senin sayende akşamladık, senin diriltmenle dirilir, senin öldürmenle ölürüz, dönüş Sanadır, deyiniz." buyurdu.

Yüce Allah'ın bu ism-i şerifi Kur'ân-ı Kerim'de 49 yerde ihya şeklinde iki yerde de muhyi şeklinde geçmektedir.[1212]

Allahu teâlâ cansız maddelere can verir. Bir de bakarsın, dün ortada yokken, bugün canlı bir mahlûk, meselâ, bir nebat, bir hayvan, bir insan meydana geliverir. Hergün binlerce in­san hayat bulur, dünyâya gelir. Binlerce insana ölüm gelir, çe­kilir gider. Bütün bunlar Allah'ın emr ü fermâniyle, yaratmasiyle ve müsaadesiyle olur. Allah, yoğu var edip hayat verdiği gibi, ölüyü de tekrar canlandırabilir. Öldürüp diriltmenin çe­şitleri vardır. Bunlar âdl sebeplerle vâki' olabildiği gibi hari­kulade suretlerde de olur.

İnsan kendi evvelini düşünmeli. Bir vakitler ölü idik. Hayâtımız yoktu, sonra ana rahminde Allah vücûdumuzu ya­rattı, hayat verdi, dünyaya çıkardı. Teneffüs ediyor, gıdalanıyor, büyüyor, boylu poslu, güçlü kuvvetli, arar, düşünür, bi­lir, bulur, işitir, söyler, kırar, koparır bir insan oluyor, döl, döş türetiyoruz. Bu hayat bizim malımız değil, sırf Allahu teâlâ'nın bahşettiği bir ni'mettir. Dünyâ bir imtihan yeridir. Orada herkes yaptığı işle kendi değerini göstermiş ve bunu fii­len imzalamış olur. Allah, vakti gelince öldürecek ve sonra, herkese yaptığının karşılığını vermek üzere tekrar diriltecektir. [1213]

 

Kula Gereken Şey:

 

Yokken verilen hayat ni'metlerine şükretmek, sonra hayâ­tı gidecek olan ölümü dâima gözönünde tutarak güzel işler yapmağa çalışmak, ölümle neticelenecek olan bu fâni hayâtın kıymetini ona göre ölçmek... [1214]

 

61. EL-MÜMÎT

 

Öldüren,[1215] canlı bir mahlûkun ölümünü yaratan[1216]

Her türlü noksanlıklardan münezzeh olan Allah Tealâ ölümü ve hayatı yarattı, diriden ölü çıkardı. Yeryüzünü ölümden sonra diriltti.

Yüce Allah arif kullarını kendisine itaat ve emir­lerine boyun eğmekle diriltti. Günahkârları ise mu­halefetle ve günahlarla öldürdü. Sübhan Tealâ ölü­mü yarattı ve dirilerden dilediklerine dilediği zaman, dilediği şekilde tevcih etti. Allah (c.c.) kalpleri kendi­sini zikirle yeşertti. Yüce Allah'ı, zikirden gafil olan kalp ve ruhtan her şeyi işiten ve bilen Allah'a sığını­rız. Bu yönüyle diriler de, ölüler de reşit değildir. Al­lah'ı zikreden kalp daima diri ve üstündür. Allah'ı zi­kirden gafil olan kalp ise ölü durumdadır.

Peygamber (s.a.v.) yatağa girdiği zaman; "Allah'ım isminle dirilir ve isminle ölürüm" derdi. Sabahladığı  zaman:   "Bizi  öldürdükten sonra  dirilten Allah'a hamd olsun, dönüş O'nadır" derdi. [1217]

Canlı mahlûklar için ölüm mukadderdir ve her an geliver­mesi mümkün bir hâdisedir. Allahu teâlâ her kulu için dünyaya geliş ve gidiş zamanı ta'yin etmiştir. Herkes zamanı gelin­ce gelir, ikâmet müddeti bitince gider, insan, cesetle ruhtan mürekkep olarak yaratılmıştır. Ceset aşikâr, ruh gizli, ceset fâni, ruh bakî. Şu halde bunlardan herbirine mahsus olmak üzere iki türlü hayâtın vücûdu tabiîdir: fânî hayat, bakî ha­yat.

Fânî hayat doğmakla başlar, ölmekle biter. Lâkin bakî ha­yat böyle değildir, işte şimdi bizim yaşayışımız, rûh ile cese­din birleşmesinden hâsıl olan fânî hayattır. Ruhun, cesetten ayrılmasıyle bu hayat biter, fakat ruh yine bakîdir, idrâki var­dır. Ruh ölmez, belki felç illeti gibi bedeni duygudan ve hareketten bırakır. Bir tarafı felce uğrayan, ne hâle girdiğini anla­dığı gibi, ölü de vaziyetini bilir. Ölüm tam bir felçtir. Kalbi ve bütün bedeni kaplar. Artık ruhun bedeni ile alâkası kesil­miş, duygu ve hareket bütün bütün durmuştur.

Bir temsil: Yaşarken ruh cesede hâkim bulunuyor ve ceset tamâmiyle ruhun emrinde ve onun arzularına göre hareket edi­yordu; şu halde ölen bir adamın ruhu, maiyetindeki adamları dağılmış bir âmir vaziyetindedir. Artık onlara emirler verme­ye ve bu emirleri infaza muktedir değildir. Yahut sermâyesi tükenmiş, ticarethanesi ve ticaret tesîsâtı tamamen yok ol­muş bir tacir gibidir. Artık birşeyler kazanamaz, o âna kadar iyi kötü ne kazanmışsa onunla kalır. Ölümden sonra ruh ber­zaha intikal etmiştir, orada kazancına göre ya acılar ve ıztıraplar içinde, yahut sürür ve neş'e içinde haşrı bekler. [1218]

 

Kula Gereken Şey:

 

Ölüm Allah'ın emridir; ondan korkmak değil, ona göre ha­zırlanmak îcâbeder. Hayat, ancak şu içinde bulunduğumuz ha­yattır, bunun ilerisi yalandır diyenler de, bugünün bir yârını ve bu dünyânın bir âhireti vardır diyenler de, nasıl olsa bu ha­yattan çıkıp gitmektedirler. Ancak dünyânın boş ve aldatıcı lezzetlerini gaye edinip, yalnız onlar için çalışanların dünyaları bitmekle saadetleri de bitmiş olur. Çünkü ilerisi bakî ha­yattır. Bunların ise bu hayâta âit ne ümitleri var, ne emelleri. Fakat fânî hayatlarından faydalanarak îmân ve irfan kazanan ve Allah için çalışıp güzel amellerle Hak'ka kavuşanlar da, ebedî saadet ve bahtiyarlık bulmuşlardır. Çünkü Allah dünyadan, âhiretten herkese arzu ettiği kadarını verir. Çalışanların emeklerini boşa çıkarmaz. [1219]

 

62. EL-HAYY

 

Ebedi hayatla diri,[1220] diri, her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten. [1221]

"Ölümsüz ve daima diri olan Allah'a güvenip dayan." [1222]

"Hay" varlığı zorunlu olan Cenab-ı Hakk'ın diri olması demektir. Yüce Allah'ın varlığı ezelden ebede bakidir. Varlığının başlangıcı ve sonu yoktur. Ezel, varlığının geçmişte de devamlı bulunmasıdır. Ebed, varlığının gelecekte devam etmesi, sonu olmaması" demektir.

Allah Tealâ'nın ve sıfatlarının ezeli olması "za­man söz konusu olmaksızın devamlı olarak var olma­sı" demektir. O, varlığının başlangıcı olmayan (ka­dim) Allah'ın isimlerindendir. O, kendisinden başka hiçbir varlığın mevcut olmaması, demektir. Yüce Allah varlığının başlangıcı olmaması yönüyle ezelidir. Diri olan Cenab-ı Hakk asla ölmez. Zira her şey yok olacak, O'nun zatı baki kalacaktır.

Ya Hay! Kalplerimizi mağfiretinin nuruyla, ahiretten önce dünyada sevginle yeşert!

Peygamber (s.a.v.), "Allah'ın en büyük ve yüce ismi Kur'ân'ın üç sûresi; Bakara, Âl-i İmrân ve Tâhâ sûrelerinde geçmektedir" buyurmaktadır. [1223]

Bu üç ayeti beraberce düşünelim:

1. "Allah, O'ndan başka ilah yoktur. O, Hayy'dir, Kayyûmdur."[1224]

2. "Elif, Lâm, Mim. Hayy ve Kayyûm olan Al­lah'tan başka ilah yoktur." [1225]

3. "Bütün yüzler (insanlar), diri ve her şeye ha­kim olan Allah için eğilip boyun bükmüştür." [1226]

"Hayy" lügatta diri, canlı manasına gelir. Al­lah'ın sıfatlarından olup devamlı var olan, kesintiye uğramayan, varlığı ezeli ve ebedi olan demektir. "Kayyum" ise, bütün mahlukâtın idaresini bizzat yürüten, hepsini hesaba çeken demektir.

Enes b. Malik (r.a.) diyor ki:

"Resulullah (s.a.v.)'le beraber bir halkada oturu­yordum. Bir adam da ayakta namaz kılıyordu. Rükû, secde yapıp teşehhüde oturdu ve dua ettiğinde dua­sında:

"Allah'ım! Senden niyazda bulunuyoruz. Bü­tün hamd Sanadır. Senden başka ilah yoktur. Sen nimeti bol bol veren yerin ve göğün yaratıcısısın. Ey Celal ve ikram sahibi Allah'ım! Ey diri, bütün mah­lukâtın işlerini idare eden... Ancak sana tazarruda bulunuyoruz" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz:

"Andolsun ki Alah'ın en büyük ismi ile dua etti. Öyle ki Allah'a bununla dua edildiğinde o kimseye icabet eder. Bununla kendisinden bir şey istendiğinde atiyye ve ihsanda bulunur." [1227]

El-Hayy ismi şerifi Kitab-ı Mûbin'de 5 kere geç­mektedir. Üçü daha önce geçmişti. Diğer ikisi ise şunlardır:

4. "Ölümsüz ve daimi diri olan Allah'a güve­nip dayan. O'nu hamd ile tesbih et." [1228]

5. "O daima diridir. O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. O halde dinde ihlâslı ve samimi kişiler ola­rak O'na dua edin. Her türlü övgü âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur." [1229]

Şu ayet-i kerimeleri de burada zikredebiliriz.

"Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı baki kalacak.” [1230]

Noksan sıfatlardan münezzeh olan Hayy, haya­tının zevali yoktur. İnsan ve cinler ölümlüdür. Ancak Allah ölümsüz bakidir. [1231]

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Allah, O'ndan başka tanrı yoktur; O, hayydir, kayyûmdur." [1232]

"Bütün yüzler (insanlar), diri ve her şeye hâkim olan Allah için eğilip boyun bükmüştür. Zulüm yüklenen ise, gerçekten perişan olmuştur " [1233]

el-Hayy ve el-Kayyûm Allah'ın iki ismidir, ikisinin bir arada zikredilmesi aralarında son derece ilgi olduğu içindir. Nitekim Cenab-ı Hak Kur'an'ın pek çok yerinde bu iki ismi birlikte zikretmiştir. Bu ilgi her ikisinin de kemal sıfatların tamamını ihtiva etmiş olmasıdır. "el-Hayy" tam olarak diri demektir. Bu isim, ilim, izzet, kudret, azamet, kibriya/büyüklük ve diğer mukaddes sıfatlar gibi Allah'a ait zatî sıfatları ihtiva eder.

el-Kayyûm ise kayyumluğu tam ve mükemmel olandır. el-Kayyûm'un iki anlamı vardır:

1- Varlığı kendi kendini kâim olan, var olmak için  bir  başkasına  muhtaç  olmayan,   muazzam sıfatları olup bütün mahlûkatından müstağni olan (soyutlanan) dır.

2- Gökle ve yer ve bu ikisi arasındaki bütün yaratıklar O'nunla kâimdir. Varlıkları O'nun varlığına bağlıdır. Onları   O yaratmış, yardım etmiş, varlıklarını devam ettirebilmeleri, iyilikleri ve ayakta kalabilmeleri için her  şeyi onlara hazırlamıştır. Allah hiçbir şekilde onlara muhtaç değildir. Mahlukat ise her bakımdan O'na muhtaçtırlar. el-Hayy ve el-Kayyûm her türlü kemal sıfata sahip olandır. O, dilediğini mutlaka yapandır. [1234]

Hay, diri demektir. Bunun zıddına meyyit denir ki, ölü de­rnektir, Mahlûkat içinde hayat sahibi olanların ötekilerinden, yâni taş ve toprak gibi hayâtı bulunmayanlardan daha kıymet­li olduğunu görüyoruz. Çünkü hayat sahibi olan her mahlûk, bir bilgi ve faaliyet kaynağıdır. Bilgi ve faaliyet hayâtın izle­ridir. Fakat bu izler her hayat sahibinde müsavi değildir ve her hayâtın kıymeti bu izlerle ölçülür. [1235]

 

Nebatat, Hayvanat Ve İnsandaki Hayat:

 

Allahu teâlâ hayat sahiplerine yaradılışlarındaki hikmete göre bir hayat vermiştir. Meselâ, otlar ve ağaçlar hayat sahibi­dir. Çünkü onlar da doğar, yer, içer, büyür, ürer ve nihayet ölür. Hallerine göre bilgileri de vardır. Bir âlete, bir vâsıtaya muhtaç olmadan kendilerine yarayanı, yaramayanı ayırdederler. Faaliyetleri vardır. Havada, suda, toprağın derinliklerin­de, büyümesine, üremesine yarayan maddeleri arar bulur, ken­dilerine çeker, hazmeder. Bizim için türlü meyvalar, gıdalar, devalar ve daha binler çeşit faydalı şeyler hazırlarlar. Böyle ol­makla beraber, kendi hayatlarından daha yüksek, daha kudretli bir hayat bulunduğundan haberleri yoktur. Halbuki hayvânattaki hayat daha üstündür. Çünkü hayvanlarda fazla olarak duy­gu da vardır, görür, işitir, hareket serbestliği vardır. Nebatat gibi olduğu yerde saplanıp kalmaz ve istediği yere gidebilir, yatar, kalkar... Otlar ve ağaçlardaki hayat bunlara bakarak ek­sik, zayıf ve sönüktür. Onun için hayvanât nebatata hâkimdir. Çiğner, koparır, yer... Ancak hayvanların üstünde daha üstün bir hayat var ki, Allahu. teâlâ Hazretleri bu şerefi de insanlara ihsan buyurmuştur, insanlardaki hayat bunlardan daha üstün­dür. Çünkü bunlarda saydığımız bütün vasıflar insanlarda da var. Fazla olarak insanlarda bir takım kuvvetler daha var ki, bunların hiç biri ötekilerinde yok. Meselâ, insan bir hayvan gibi sâdece görüp işitmekle kalmaz; aynı zamanda bunları dü­şünür, inceler, mukayese yapar, muhakeme eder, neticeler alır. Kaynayan suyun, kapağını fırlatmasından buhar kuvveti­ni keşfeder. Her işin önündeyken sonunu görür, ona göre vazi­yet alır. İşte insanlardaki hayat, akıl ve hayâle sığmayacak ka­dar büyük hâdiseleri bilmeye ve onları başarıp meydana getir­meye elverişli bir kaynaktır. Bir hayat nerde, ötekilerindeki hayat nerede?.. Onun için insanlar yer yüzünün efendisidir. Demek ki, nebatatta görülen hayat, basit ve iptidaî bir hayat­tır. Hayvanattaki hayat daha üstün, insanlardaki hepsinden üstündür. Bu üstünlüğü te'min eden şey ise, hayat vasıflarının kuvvet ve kıymetidir.

Hayâtın iptidâi vasıfları, yemek, içmek, doğurup üret­mektir. Hayâtın yüksek ve kıymetli vasıfları iptidaî vasıflarla beraber bilmek ve yapmaktır. Bu sebeptendir ki, hayatta in­sanlar bile müsavi olmayıp, bilgisi ve kudreti nisbetinde bir­birinden üstündür. Şahıslar olsun, milletler olsun, en ileride bulunanlar, bilgisi ve kudreti en çok, en geniş olanlardır. Şu halde bir şey bilmiyen, bir şey yapamayan insanlar yaşıyor -değil, sürünüyor demektir [1236]

 

Hakîki Hayat:

 

Allahu teâlâ'ya mahsustur. Allah'ın hayâtı, ilim ve irâde­ye mebde olan ezelî bir sıfattır. Kayıtsız şartsız her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten, ekmel bir hayâttır. Onun için her şeyi görür, işitir, bilir, istediği gibi yapar. Yoksa şuursuz, kör, sağır bir kuvvet değildir. Dinsizler O'na öyle iftira ediyorlar. Böyle ise bu herifler, kendilerindeki şuurlu ve iradeli hayâtı nereden ve hangi membadan almışlardır? Bir eser, müessirin­den daha üstün olabilir mi? Yaratılmış olan bir şeyde, kâmil bir hayat görüp dururken, onu yaratanda noksan, bilgisiz bir hayat kabul etmek bir hezeyandan başka birşey değildir. Alla­hu teâlâ ölmez, dâima hâzır ve nazırdır. Yaşayan mahlûkâtının hayâtını veren de O'dur. O olmasaydı hayattan zerre kadar eser görülmezdi. Hem O'nu ne gaflet basar, ne uyku. O dâima fena­dan, zevalden, hatâdan münezzehtir. Her an Alîm, her an Habîr, her an Kaadir'dir. [1237]

 

Kula Gereken Şey:

 

Her işini O'na ısmarlamak ve her hususta ancak O'na dayanıp güvenmektir. [1238]

 

63. EL-KAYYUM

 

Her şeyin varlığı kendisine bağlı olup kainatı idare eden,[1239] gökleri, yeri ve her şeyi tutan. [1240]

"Allah'tan başka ilah yoktur. O, Hayy'dir, Kayyum'dur." [1241]

Noksan sıfatlardan beri olan Hak Tealâ, kendi kendine kaim, bir başkasıyla var olmaktan münez­zehtir. Resulullah (s.a.v): "Allah kendisiyle bir şey yok­ken de vardı" buyurmuştur.

Kayyum, zeval bulmayan. baki, daim demektir, denilmiştir. Çoğunlukla "Hayy" ismi te'kid etmek için bitişik vaziyette gelir.

Kayyum, "mahlûkatının yönetimini uygun biçim­de yürüten daim" demektir ki, O, yarattıklarının işle­rini yürütür ve yeryüzünün ve gökyüzünün işlerini tedbir eder ve yönetir. Her şey onunla kaimdir. Her şeyin varlığı O'nun varlığına bağlıdır.

"Allah yıkılmamaları için gökleri ve yeri tut­maktadır. Andolsun gökler ve yer yıkılsa onları, kendinden başka hiç kimse tutamaz." [1242]

"Göğün ve yerin O'nun buyruğu ile durması da O'nun (varlığının) delillerindendir. Sonra sizi top­raktan bir çağırdı mı hemen (kabirlerimizden) çıkıverirsiniz." [1243]

El-Kaim kullarının yaptıklarını gözetleyici de­mektir.

"Her nefsin yaptığı işin başında duran, (hiçbir şeyden haberi olmayanla bir olur) mu?" [1244]

Allah Tealâ adaletiyle işleri düzenleyendir. Allah (c.c.) adaletiyle kaimdir.

"Allah kendisinden başka ilah olmadığına şahiddir. Melekler ve ilim ve ilim sahipleri de adalet­le şahittir ki ondan başka ilah yoktur. (O) Aziz'dir, Hakim’dir." [1245]

Kur'ân'ı incelediğimizde bu ismin "Kayyum, ka­im, kıyam, kıvam mukim" şeklinde geldiği ve aynı manayı ifade ettiği görülür.

El-Kaim manasında, Rakîb (gözetleyen), müfessirler tarafından "kaimun bil-kıst" (adaleti gerçekleş­tiren) demek anlamında tefsir edildiğini görmüştük. Mü'minlerin kalbini huşua erdiren onların tüylerini tir tir titreten bu sıfatlar aşağıda şöyle ifade edilmiş­tir.

"Bütün yüzler (insanlar), diri ve her şeye ha­kim olan Allah için eğilip boyun bükmüştür. Zu­lüm yüklenen ise, gerçekten perişan olmuştur."[1246]

Ya Hayy, ya Kayyum rahmetinle sana sığınıyo­ruz. Ey Allah'ım! Bütün işlerimi düzelt. Göz açıp ka­payıncaya veya daha az bir zaman için bile olsa bizi nefsimizle baş başa bırakma.

El-Kayyum'un bir manası da uyku tutmayan demektir.

Yerin ve göğün Kayyım'ı şeklinde Peygamberimi­zin duasında iki rivayet vardır.

Sahih-i Buhari'de geçtiği üzere:

Resulullah (s.a.v.) gece namaza kalktığı zaman "Ey Allah'ım bütün hamd sanadır. Sen yerin ve göğün sahibisin. Her türlü övgü sanadır. Sen yerin, göğün ve kainatı yöneten en yüce varlıksın..."

"El-Hayyu'l-Kayyum" şeklinde ise Kur'ân-ı Kerim'de üç yerde zikredilmiştir. Yüce Allah'tan kalple­rimizi doğru olan dini üzere sabit kılmasını niyaz ediyoruz. [1247]

Kayyûm, kâim'in mübalâğasıdır. Kayyâm gibi. Her şey üzerine kâim demektir. Bunun ma'nâsı, herşeyin kıyamı, yâni bir varlık sahibi olarak durabilmesi neye mütevakkıf ise, onu veren demektir. Allahu teâlâ, her şeye, mukadder olan vaktine kadar durmak için sebeplerini ihsan etmiştir. Onun için her şey Hak ile kâimdir, insan kendi ruhunun, kendi bedenini na­sıl tuttuğunu ve idare ettiğini güzelce düşünürse, bu yüksek hakikati birazcık sezebilir. Görülüyor ki, insan yaşayıp du­rurken ölüyor ve o zaman beden yine eskisi gibi görünse de âtıldır; görmez, işitmez, suyu çekilmiş değirmen gibi olur ve bir zaman sonra da dağılır. Çünkü onu tutan, idare eden ruh idi. Ruhun alâkası kesilince beden bu hâle geldi. [1248]

 

İnsan ruhundaki esrar:

 

İnsanın ruhunda ve ruhun cesetle olan alâkasında çok esrar vardır. Bu esrara nüfuz etmeye çalışmak, birçok hakikatların bilinmesine, bir çok müşküllerin çözülmesine sebep olur. Meselâ, ruh cesedin bütün zerrelerine, hücrelerine, en ince elyafına kadar hayat ve intizam serpiyor; bu sayededir ki, vücuddan çekici bir güzellik, zindelik ve sıhhat fışkırıyor. Ceset her an ruhun bu feyz ve inayetine muhtaçtır. Bu kesilirse çir­kin ve müstekreh bir hâle gelir. Bunun gibi kâinatın her zerre­si her lâhza Allah'ın inayetine muhtaçtır. İnayet, bir şeyin ıs­lah ve ibkâsına itinâ ve ihtimam göstermek ma'nasınadır ki, Allahu teâlâ'dan her zerrenin kıyamı için îcâb-ı hâle göre her lâhza değişen husûsî irâdedir. Bu irâde iledir ki, her zerre muhtâc olduğu şeyin sebeplerini elde etmiş olur. Allah'ın bu inayeti bir lâhza kesilmiş olsa, hiçbir şey ayakta kalamaz, her şey kökleri kesilmiş ağaçlar gibi devrilir gider.

Gafil insan! Allahu teâlâ'nın senden başka nice nice kulla­rı var. Öyleyken O seni görüp gözetme işini, sanki senden başka kulu yokmuş gibi, husûsî bir ehemmiyetle yerine ge­tirmektedir. Senin ise O'ndan başka tutanın ve gözetenin yokken, seni bırakıverdiği surette, gûyâ elinden tutacak, hayâtını kurtaracak başka hamilerin varmış gibi, O'nun kullu­ğunda tembellik edip gevşeklik gösteriyorsun. Allah'ın rah­meti, inayeti ne büyük... Senin gafletin ne derin! [1249]

 

Kula Gereken Şey:

 

Bilmek lâzımdır ki, Hayy ü Kayyûm "ancak Allahu teâlâ'dır. Her şeyi yaratan, tutan, besliyen, bununla beraber kendinden hiçbir şey eksilmeyen ve dâima Hayy ü Kayyûm olarak kalan O'dur. Onun için şahadet ederiz ki, O'ndan başka mâ'bud yoktur[1250].

 

64. EL-VACİD

 

Dilediğini dilediği zaman bulabilen hiç bîr şeye muhtaç olmayan,[1251] istediğini, istediği vakit bulan. [1252]

"Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır." [1253]

Allah'tan başka hiç kimse birşeyi yokluktan var­lığa çıkaramaz. Allah her şeyden müstağni, her şey anında O'nun yanındadır.

El-Vacid, hiçbir şey kendisinden kaybolmayan ve zayi olmayan demektir. El-Vacid, vicdandan alın­mış olup "hlm" manasına gelmektedir. Bunun için bu kökten fiil "falancayı anlayışlı buldum. Yani onun böyle olduğunu bildim" anlamına gelir. "El-Vacid"in bir manası da, her şeyi bilen manasında el-alim de­mektir.

El-Vacid, Allah'ın her şeyi dilediği şekilde bul­ması ve hiçbir şeyin kendisinden azade olmaması de­mektir. Hiçbir şey O'nu dilediğini ortaya çıkarmaktan aciz bırakamaz. [1254]

Allahu teâlâ her şeyi, bilhassa hükmünü infaz edeceği kimseleri, istediği vakitte hemen bulur. Herhangi bir şeyi ele geçirmek için zaman kollamağa, tedbir almağa, tuzak kurmağa ihtiyâcı yoktur, istediği şey, istediği zaman hemen o lâhza huzûrundadır. Hiçbir şey O'na karşı kendini gizleyemez ve O'nun elinin ermiyeceği, gücünün yetmiyeceği bin noktaya kaçıp kurtulamaz, her şey dâima Hak'kın huzûrundadır[1255].

 

Kula Gereken Şey:

 

Kendini Allah'a uzak zannetmemek'. Dâima: "Yâ Rabbî huzurundayım; hâlim sana ma'lûm" demeli, insanoğlu der­de düşer, derman arar. Bazen de kendi gibi bir mahlûka, meselâ bir hükümdar veya bir vekile hâlini arzetmek mevkiine düşer. İşte o zaman, derdini söylemek istediği o zâtın bulunduğu yere kadar gitmek mecburiyetindedir. Bununla beraber vakit ve zamanını da kollamak lâzım. Çünkü gece ile gündüzün her­hangi bir saatinde mülakat mümkün olmaz; sonra hüviyetine ait incelemeler... ağır ve üzücü sorgular ve bir takım mera­sim...

İnsan bir hükümdar sarayına girmek ve bir defacık olsun, hükümdar huzuruna çıkmak için bu kadar fedakârlıklara katla­nır da, hükümdarlar hükümdarı Allahu teâlâ onu günde beş defa huzuruna da'vet ettiği halde ihmâl eder. Eğer bu ihmal, gafletten değil de inkârdan ileri geliyorsa, yâni kendisini şuur­suz bir tabiatın, gelişi güzel ortaya fırlatıverdiği bir serseri sanıyorsa, işin fecaati daha büyüktür. Çünkü kendisinin böyle muazzam bir hükümdarın teb'asından olduğunu öğrenmemesi bir ruh için ne acı bir mahrumiyettir! Öyle ya, bir insan kalb ve ruhu ile öyle bir zâta inanmış ve bağlanmış ki, O'na daya­nan yıkılmaz, güvenen aldanmaz, her hususta kâfi, vâfî, afv ve ihsanı sever, kerem ve semâhati bol, kendine kendinden daha yakın, kalbinin en ince sırlarına vâkıf. Öyleki, gece ve gün­düz, hangi saatte ve nerede olursa olsun bir hacet için müracaat lâzım gelince, yerini aramağa, zamanını kollamağa, vâsıtalar kullanmağa lüzum yoktur. Samimî bir kalb ile bir kerre "Ya Allah" dedimi, o anda kendini sonsuz kudret ve merhamet sahibi O zât-ı Eceli ü A'lâ'nın huzurunda bulur. Böyle bir zâta intisab gibi yüksek bir şerefi atıp da, O'nun yerine kör, sağır, merhametsiz bir kuvvete bağlanmak, cidden ağlanacak bir şaşkınlıktır. [1256]

 

65. EL-MACİD

 

Şanlı, şerefli, [1257] kadr ü şânı büyük, kerem ve semahatı bol. [1258]

"Ey Allah'ım! Dilediğini yapan şan ve şeref sahi­bisin, kıyamet gününde senden emniyet istiyoruz."

"El-Macid", lügatta "kerem, şan, şeref ve ululuk anlamına gelir "Mecd" kökünden gelmekte olan bu kelime şanlı, şerefli, keremi bol, şanı yüce" demektir. Bu kelimenin Alim şeklinde kullanıldığı gibi Macîd manasında da kullanılması mümkündür.

Ebu Zerr (r.a)'den rivayet edilen bir kudsi hadis­te, Nebi (s.a.v.) Rabbinden şunları anlattı:

"Allah (c.c) şöyle der:

"Ey kullarım benim afiyet üzere bıraktıkla­rım müstesna hepiniz günahkârsınız. Bağışlanma dileyin ki sizi kudretimle bağışlayayım. Kim bağışla­maya kadir olduğumu biliyorsa bana istiğfarda bu­lunsun ki ben de onu bağışlayayım. Benim hidayete erdirdiklerim müstesna hepiniz helak oldunuz. Ben­den hidayet isteyin ki sizi hidayete erdireyim. Benim zenginleştirdiklerim müstesna hepiniz fakirlersiniz. Benden rızık isteyin ki sizi rızıklandırayım. Ey Kul­larım şayet sizin ilkleriniz, sonrakileriniz, tazeleriniz, canlılıklarını kaybetmişleriniz, dirileriniz, ölüleriniz kullarımdan takva sahibi bir kulun kalbi üzere top­lanmış olsalar, bu benim bir sineğin kanadı kadar mülkümde ziyade yapmaz. Yine bunlar kullarımdan bir asi, günahkâr, şaki kulun kalbinde içtima etseler bunlar da mülkümden, bir sineğin kanadı kadar bir şey eksiltmez. Şayet sizin ilkleriniz, sonrakileriniz, canlınız, cansızınız, dirileriniz, ölüleriniz toplansalar onlardan her biri bir istekte bulunsa onların bu is­tekleri tarafımdan bir şey eksiltmez. Şu misalde ol­duğu gibi: Şayet sizden biri denizin kenarına gitse sonra ona bir iğne daldırsa sonra da çıkarsa (bu de­nizden bir şey eksiltmez.) Bu da benim cömertliğim gibi (Macid oluşum gibi), lütufta bulunmak istedi­ğime bir söz yeterlidir. Bir şeyi murad ettiğim zaman ona hemen "ol" deyiveririm, o da olur."

Bu isim Kur'ân-ı Kerim'de geçmemektedir.  Fa­kat el-Mecid şeklinde mezkurdur. [1259]

Allahu teâlâ'nın kendisiyle aşinalığı olan kullarına kerem ve semâhati ifâdeye sığmaz, ölçüye gelmez. Meselâ, onları te­miz ahlâk sahibi olmağa, iyi işler yapmağa muvaffak kılar da, sonra da yaptıkları o güzel işleri, hâiz oldukları seçkin vasıf­ları anarak, onları över, sitayişlerinde bulunur. Kusurlarını affeder, kötülüklerini mahveder. Fakat bunları anarak onları utandırmaz. Mazeretlerini kabul eder, haklarını himaye ve müdâfaa lütfunda bulunur. Sıkışık zamanlarında bilinmeyen, akıl ve hayâle gelmiyen yollardan yardım eder, salâh ve saadet­lerinin sebeplerini hazırlar, her türlü müşküllerini hal ve tes­viye eder. Nihayet onlara karşı olan va'dlerini yerine getirir, ebedî saadetlere kavuşturur. [1260]

 

Kula Gereken Şey:

 

Allahu teâlâ'nın bu lütuf ve keremini daima hatırlayarak O'nu candan sevmek ve bütün emirlerini baş tacı yapmaktır. Hattâ Allah'tan korkmak bile, O'nu sevmesinin kuvvetinden ileri gelmiş olması lâzımdır. [1261]

 

66. EL-VAHİD

 

Bölünüp parçalara ayrılmaması ve benzerinin bulunmaması anlamında tek,[1262] tek... Zâtında, sıfatlarında, işlerinde, isimlerinde, hükümlerinde asla şeriki-ortağı- veya nazîri-benzeri- dengi bulunmayan. [1263]

"O, kendisinden başka ilah olmayan tek ilahtır. [1264]

Sübhanul-Vahid, bölünememesi yönüyle zatın­da birdir. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, benzeri olmaması yönüyle ezeli sıfatlarda birdir.

Sübhan Tealâ, fiillerinde ortağının bulunmama­sı yönüyle fiillerinde birdir.

Allah hiçbir şeyin sıfatlarında kendisine benze­memesi yönüyle birdir. Hiçbir şey ona benzemez.

Allah, fiillerinde ortağının bulunmaması yönüyle birdir.

Kim onun el-Vahid (bir olduğunu) anlar, kav­rarsa, kalbi onun için ferdleşir. O'nun için şöyle dua

ederiz:

"Ey Allah'ım! Senden kalbimi sevginle doldurma­nı istiyorum. Öyle ki artık senden başka benim için bir meşguliyet bir arzu olmasın!"

Peygamberimiz (s.a.v.)'in "Allah tektir, teki sever" sözü kalp sadece Allah'ı ister manasında tefsir edijmiştir.

Bir hadiste, Peygamber (s.a.v.) bir adamı:

"Allah'ım! Ben sana "Vahid" hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, doğmayan, doğurmayan hiçbir dengi olma­yan bir olarak niyazda bulunuyorum" derken işitti ve “Andolsun ki (bu adam) dua edildiği zaman mutlaka Allah'ın icabet ettiği büyük bir isimle Allah'tan niyaz­da bulundu, bu isimle niyazda bulunduğu zaman mutlaka Allah lütufta bulunur" buyurdu.

El-Vahid Kur'an-ı Kerim'de 21 defa zikredilmiş­tir. [1265]

Allahu teâlâ zâtında birdir; O'nun yarattığı ve ayakta tut­tuğu bir mahlûk, hiç O'na denk olabilir mi? Sıfatlarında bir­dir; hiçbir sıfatının benzeri başkasında yoktur. Mahlûkatta, bilhassa insanlarda O'nun sıfatlarının benzeri değil, izleri ve nişaneleri vardır ki, onlardan Allah'ın yüce sıfatları sezilir ve îmân edilir, işlerinde birdir, her şeyi yaratmakta tedbir ve ida­rede hiçbir yardımcıya ihtiyâcı yoktur. Maddî, ma'nevî sebep­ler, kendiliklerinden hiçbir şeyde müessir olamazlar. İsimle­rinde birdir. Esmâü'l-Hüsnâ'sından hiçbir isminde hakîkî ma'nâsiyle benzeri yoktur. Hükümlerinde birdir, hâkimiyet münhasıran O'nun şanıdır. Sevabı, ıkâbi, helâli, haramı tâyin etmek ancak O'na mahsustur. Şu haramdır, şu helâldir demiye, Allah'tan başka kimsenin selâhiyeti yoktur. Bu sayılan hu­suslarda Allah'a bir denk bulunabileceğini kabul etmek şirk­tir. Şirk yaradılmışlar içinde herhangi birini, bu hususların herhangi birinde Allah'a benzetmek veya Allah'a ortak tut­maktır. Bunun neticesi o mahlûkun da Mâbutluğunu kabul edip ona tapmaktır.

Allahu teâlâ Vâhid sıfatiyle muttasıf bir ilâhtır. İlahlıkta tektir. Ondan başka, hak olarak hiçbir ilâh yoktur. Amma in­sanların kendi kendilerine uydurdukları, yâni ilâhlık payesi verdikleri yalan ve bâtıl ilâh çoktur. Onun için biz "Lâ ilahe illâ'llah = Allah'tan başka ilâh yok" dediğimiz zaman, dünyâ yüzünde bir takım putların birçok kimseler tarafından mabut ittihaz edildiğini inkâr etmiş olmuyoruz, belki bunla­rın hak olmadıklarını bütün dünyâya ilân ve ancak hak mabut olarak bir Allah isbat ve kabul etmiş oluyoruz. Müşrikler puta tapar, ateşe, güneşe, insana tapar, veya herhangi bir mahlûku kendi kendine ilâh yapar; ilâh olarak tanır ve ona tapar. Böyle yapmakla onlar da Allahu teâlâ'yı inkâr etmiş olmuyorlar, yalnız O'nun yarattığı herhangi bir mahlûku mâbudlukta O'na ortak tutmuş oluyorlar ve bu işi de kendi kendilerine yapmış oluyorlar. Yoksa buna ne Allah'ın emri var, ne de bir peygam­berin. Allahu teâlâ insanların şirk bataklığına batmalarına razı değildir. Onun için şirkin afv olunmaz (yâni tevbesiz ola­rak) bir suç olduğunu bildirmiştir ve bütün peygamberler, fi­kirlerden bu şirk sapıklığını kaldırmak için gönderilmiştir. Bugünkü Hristiyanlar Allah'ın üç olduğuna inanırlar. On­ların bu i'tikâdı da kitabî değildir. Meşhur İznik kongresinde toplanan papazların ekseriyetle verdikleri bir karardır[1266]

 

Kula Gereken Şey:

 

Allahu teâlâ, insanı şerefli olarak yaratmıştır. Şu halde insana yaraşan şey, bu şerefi muhafaza etmektir. Bu da Yaradan'ı bilmek, yaradılmışı bilmek ve herbirinin hakkını yerine getirmekle olur. Şirke sapan bir insan, bu hakları birbirine karıştırmıştır. Herhangi bir mahlûka baş eğmeyi, ona karşı alçalmayı kabul eden korkak, ürkek ve Allah'ın verdiği izzeti, cehaletle zillete çevirmiş, kötü bir şahıs olmuş demektir.

Müşrik bir şahsa soruyoruz: Aylıkla çalıştırdığı uşağının, servetinde, şerefinde kendisiyle ortak sanılmasına ve onunla beraber tutulmasına tahammül edebilir mi? Pek tabiîdir ki, hayır diyecek. Halbuki o servet ve o şeref, o şahsa Allah vergisidir, onun, ona sahipliği ariyettir, geçicidir. Sonra uşağı da kendisine servetinde ortak olmasa bile, diğer birçok cihetlerde ortaktır. Hiç olmazsa mahlûk olmakta beraberdir. Böyleyken, kendisi için kabul etmediği beraberliği nasıl oluyor da Allahu teâlâ hakkında kabul ediyor, âciz, muhtaç, fakir bir mahlûku O'na denk tutuyor da tapınıyor? [1267]

 

67. EL-EHAD

 

Allah Teâlâ şöyle buyur:

 "De ki: O Allah birdir."[1268]

"De ki: Allah her şeyi yaratandır. Ve O birdir, karşı durulamaz güç sahibidir."[1269]

Allah Teâlâ bütün mükemmelliklerin yegane sahibidir. Hiç kimse ve hiç bir şey bu konuda O'na ortak değildir.

Bütün kulların akide, söz ve davranış olarak O'nun mutlak mükemmelliğini ve vahdaniyetini itiraf etmek suretiyle O'nu birlemesi ve her türlü kulluğu ve ibadeti sadece O'na yapması gerekir.[1270]

el-Ehad, bütün kemalâtı, şan ve şerefi yücelik ve güzelliği, övgü ve senayı hikmet ve rahmeti ve diğer kemal sıfatları sadece kendisinde toplayan demektir,

O'nun bunların hiç birisinde bir benzeri ve eşi yoktur. O, diriliğinde ve kendi kendine varoluşunda, ilminde ve kudretinde, azamet ve celâlinde, güzellik ve övgüye liyakatinde, hikmet ve rahmetinde ve diğer sıfatlarında tektir. Sonsuz mükemmellik ile muttasıftır, nitelendirilmiştir.

O'nun birliğini ve tekliğini gerekli kılan şeylerden birisi de "es-Samed" oluşudur. Yani O, bütün kemalâtı kendisinde toplayan bir Rabb ve büyük bir efendidir. Onun nitelendirilmediği hiç bir kemal sıfatı kalmamıştır. Bunların en mükemmelleriyle nitelendirilmiştir. Öyle ki, bu sıfatların bir kısmını bile insanlar tam manasıyla kavrayanı azlar ve dilleriyle ifade edemezler. [1271]

 

68. ES-SEYYİD, ES-SAMED

 

Arzu, ihtiyaçları sebebiyle, herkesin yöneldiği ulular ulusu, müstağni,[1272] hacetlerin bitirilmesi, ızdırapların giderilmesi için tek mercî'. [1273]

"Allah hiçbir şeye muhtaç değil, aksine her şey ona muhtaçtır. "[1274]

"Kasd" insanın bizatihi açıktan kasdedilene yö­nelmesi. Onun bir benzeri de kalplerin gizlice mak­suda yönelmesidir. İster gizli ister açıktan elbetteki kasdın sadece Allah'a olması gerekir. İnsanın bizatihi kendisinin veya kalbinin Allah'tan başkasına yönel­mesi onun müşrik olmasını gerektirir.

"Es-Samed", bütün işlerin kendisine yöneldiği kimsedir ki, O'ndan başka bunu yerine getiremez.

Kur'ân-ı Mecid'de es-Samed İhlâs süresinde bir defa zikredilmiştir.

Resulullah (s.a.v.):

"Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin olsun ki, "kul huvellahu ehad" sûresi Kur'an'ın üçte birine denktir" buyurmuştur.

Kur'ân'ın üçte biri ahkam üzere, üçte biri va'd ve vaid üzere, üçte biri ise Allah'ın isim ve sıfatlarından müteşekkildir ki, bu da İhlâs sûresinde toplan­mıştır. Bundan dolayıdır ki İhlas suresi Kur'ân'ın üç­te biri diye nitelendirilmiştir. [1275]

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"De ki: O, Allah birdir. Allah sameddir."[1276]

Rasûlullah da (s.a.v.) şöyle buyurur:

"es-Seyyid, Allah Tebâreke ve Teâlâdır."[1277]

"es-Seyyid", Rabb için verilen bir isimdir. Bu kelime, mülk sahibi, şerefli, faziletli, kerim, halîm, reis  ve bay  gibi  anlamlara da gelir. Kavminin eziyetine katlanana da "Seyyid" denilir, Allah (c.c) bütün mahlukatın kaderine sahip olan seyyiddir ve onların mevlâsıdır. Bütün ululuk ve yücelik gerçekten Allah içindir. Halkın tamamı  O'nun kuludur. Bu, insan bireylerine mahsus izafî riyasete aykırı değildir. Halik Teâlâ'nın riyaseti, zayıf mahlûkâtın riyaseti gibi değildir. [1278]

"es-Samed" ismi ise bu yüce ismi yorumlayan bütün anlamları içinde toplayan bir isimdir. Allah Teâlâ   "es-Samed"dir.   Bütün   mahlûkat,   zillet, ihtiyaç ve zaruret içerisinde O'na yönelir. Bütün âlemler O'na iltica eder, O'na sığınır. O, ilminde, hikmetinde, hilminde, kudretinde, azametinde, rahmetinde ve sâir sıfatlarında kemal sahibidir. es-Samed, bütün sıfatları mükemmel olandır. Mahlûkâtın her türlü ihtiyacı için kendisine yöneldiği kimsedir. [1279]

O, efendilik ve ululuğunda mükemmel olan Seyyid'dir; ilminde mükemmel olan Alimdir; hilminde mükemmel olan Halimdir; zenginliğinde mükemmel olan Ganiyy'dir; Ceberûtunda mükemmel olan Cebbar'dır, şerefinde mükemmel olan Şeriftir; azametinde mükemmel olan Azimdir; hikmetinde mükemmel olan Hakimdir. O, her türlü şeref ve ululukta mükemmel olandır. Bu, O'nun sıfatıdır. Başka hiç kimsede bu sıfat yoktur. Hiç bir şey O'na denk değildir. Hiç bir şey O'na benzemez. O, her türlü kusur ve noksanlıktan münezzehtir, birdir, her şeye gâalip ve hâkimdir. [1280]

Samed Mesmûdü'n-ileyh ma'nâsına "yüsmedü ileyhi fî'l-havâici" demektir. Kapısına hacet sahiplerinin akın ettikleri şerefli zâta, "Samedü'1-kavm" der­ler. Bir sıkıntıya düşen, bir müşküle çatan insan, bu vaziyet­ten kurtulmak için bir halaskar arar. Bu herkes için tabiî bir haldir. Aranan halaskar, sıkıntının nev'ine göre değişir. Bu, ya bir âlimdir veya bir zengindir veyahut bir makam ve selâhiyet sahibidir. Çünkü bir ilim mes'elesinin çözülmesi için, bir zengine müracaat edilmediği gibi, bir sermaye buhranından dolayı da, sırf ilimle uğraşan bir zâta baş vurulmaz. Şurası yüksek ihtisas sahibi bir doktorun kapısıdır denir. Bu kapı uzaktan, yakından gelen hastaların merciidir. Ötede yüksek bir makam sahibinin bulunduğu söylenir. Bu zât o kadar meşgul ki, ziyaretçilerinin kendisiyle görüşebilmeleri için sıra, nöbet, gün ve saat beklenir, işte bunların hepsi de "Samedü'l-kavm" dır. Çünkü, gece gündüz her birinin kapısına, uzak uzak yerlerden nice hacet sahipleri doğrulup gelmektedir. 

İçimizde bu çeşit şerefli insanların olması ve hacet sahip­lerinin ihtiyâçlarına göre merci' bulunması da, Allah'ın bü­yük bir ni'metidir. Allahu teâlâ onların herbirini bir çeşit ih­tiyâca cevap verecek duruma yükseltmiş ve onlarla asıl kendi samediyetini göstermiştir. Allahu teâlâ her dileğin biricik merciidir. Yerde, göklerde bütün hacet sahipleri, yüzlerini O'na döndürmekte, gönüllerini O'na bağlamakta, el açarak yalvarmalarını O'na arzetmektedirler. Her şey O'na dayanır ve her şeyin mercîi ve maksûdu ancak O'dur. [1281]

 

Kula Gereken Şey:

 

Haceti, insan eliyle bitmişse de, hacet bitiren insan, o kudreti kazanmak için uzun zamanlar emek vermiş, çalışmış, Allah da onun emeğini boşa gidermemiş, ona bir meziyeti ih­san buyurmuştur. O halde hacet sahibine yaraşan şey, hacetini bitirene karşı teşekkür ve böyle insanları yaratıp yetiştirdi­ğinden dolayı da Allahu teâlâ'ya hamd-ü sena etmektir. Me­selâ, iki kişi farzedelim; biri Allah’ı unutmuş, sırf esbaba ta­pıyor... Öteki Allah'ı biliyor. Evvelki şahıs hastalandı. Kısa görüşlü doktorlarla tedaviye çalıştı, düzelemedi; çok ızdırap çekti, nihayet uzak bir bölgede bulunan hastalığın mütehassı­sını öğrendi. Onun geniş bilgisiyle hastalıktan kurtuldu.

Şimdi coşkun bir sevinç içindedir. Teşekkür için husûsî suret­te doktoru ziyaret etti. Bir hâtıra olmak üzere fotoğrafını aldı; büyüttü, altın yaldızlı çerçeve içine koydurdu; evinin i'tinâlı bir yerine astı. Akşam sabah doktorun gölgesini ziyaret et­mektedir. Fikrince hastalığın iyileşmesinde biricik müessir doktordur. Şayet hastalık nüksederse doktor hazır, öyleyse doktorla ilgi kesilmemeli, hastalığa karşı böyle bir siper bul­muştur. Artık ondan korkusu yoktur. Doktorla münasebeti devam ettirmek için her fırsattan istifade ediyor, samimiyet mektupları, hediyeler, teşekkürler... Fakat Allah'tan bütün bütün gaflet içindedir. Allah'ı anmak ve O'na hamd ü sena et­mek ne aklına geliyor, ne diline. Halbuki bütün bunları yara­tan ve muvaffak kılan asıl O'dur. Derken bir gün acı bir haber, doktor ansızın öluvermiş... Şimdi adamcağızın gönlünde çe­şitli ızdıraplar kaynaşmaktadır.

Allah'a inanmış olan ikinci şahıs da, ayni surette hastalan­mış ve aynı yollardan ve aynı ellerden tedavi görmüştür. Bu­nun fikri de şudur: Allah kendisine şifâ vermiş, tekrar sıhhat ni'metine kavuşturmuştur. Doktor, eczacı, ilâç hep o ni'metin husulü için birer vâsıta olmuştur. Doktoru, eczacıyı o da se­ver, teşekkür eder, hediyeler gönderir. Fakat hakîki minnet ve şükranlarını Allah'a arzeder de "Yâ Rab! Sana hamd ü senâlar olsun ki, kulların içinde derdimin inceliklerini görebilecek insanlar yarattın ve ona göre de devalar ihsan buyurdun" der. (Diğer hacet sahiplerini de bu ölçüye göre dü­şünmelidir.) [1282]

 

69. EL-KADİR

 

Her şeye gücü yeten, kudretli, [1283] istediğini, istediği gibi yapmağa gücü yeten. [1284]

"Biz buna güç yetirmişizdir. Bizim gücümüz ne büyüktür!" [1285]

"Kadr" mastarından gelen "Kadir" ölçmek, düzen­lemek, gücü yetmek, sahip olmak, hakim olmak gibi manalara gelmektedir. Bu kelimenin türevleri olan kader, kudret, takdir, kadr de Kur'an-ı Kerim'de geç­mektedir.

Allah, tam bir kudret sahibi hiçbir şeyin ken­disini aciz bırakamayacağı mutlak kadirdir. Diledi­ğini dilediği şekilde yapmaya gücü yetendir.

"Ne göklerde, ne de yeryüzünde Allah'ı âciz bı­rakacak bir güç vardır. O bilendir, güçlüdür." [1286]

Kader, Allah'ın kadir fiilinden etkilenen kudre­tin vaki olduğu isimdir.

Kadr, bir şeyin ölçüsü demek olup mastardır. "Ve ma kaderullahe hakka kadrih", "onu azametinin gereğiyle ta’zim edemediler", demektir. Kader Allah'ın kaza olarak takdir ettiği şey demektir.

"Kadir gecesi", "şerefli ve büyük gece" demektir. Kadr takdir olarak tefsir edilmiştir. Kurtubi'de Mücahid, "Vema edrake ma leyletu'l kadr" ayetindeki "leyletul kadr"i "leyletu'l hukm" (hüküm gecesi) ola­rak tefsir etmiştir. Bunun manası takdir gecesi de­mektir. Bundan dolayıdır ki bu isimle isimlendiril­miştir ki Allah (c.c.) bu seneden gelecek senenin ka­dir gecesine kadar ölüm, ecel, rızık, ve diğer şeyleri bu gecede takdir eder.

Bir hadiste "De ki: Allah'ın size üstünüzden (gök­ten) veya ayaklarınızın altından (yerden) bir azap gön­dermeğe ya da birbirinize düşürüp kiminize kiminin hıncını tattırmaya gücü yeter" [1287] ayeti indiği zaman Peygamberimiz:

"Senin zatına sığınırım" demiştir.

El-Kadir, Kur'ân-ı Kerim'de 7 defa zikredilmiştir.

"Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir? Evet! Elbette kadir­dir, O her şeyi hakkıyla bilen yaratıcıdır." [1288]

Allahu teâlâ, kudretine bir ayna olmak üzere kâinatı yarat­mıştır. Gök boşluğunun ölçülmesi mümkün olmayan genişli­ği içinde, akıllara hayret ve dehşet verecek derecede birbirine uzak mesafelerde milyarlarca güneşler yandırmak ne kudrettir. Fezalarda, sayısı belirsiz âlemleri birbirine çarpmadan nasıl koşturuyorsa, bir damla suyun içinde öylece birbirine temas etmeden hesapsız hayvanâtı yüzdürüyor. Mikroskobun önüne alınan bir parmak yosun parçasında, gayet muntazam orman­lar, çayırlar, çimenler görüp de bu kudrete hayran olmamak kabil mi?

Gâfîl insan! Secde edeceksen, kapkara topraklardan nur topu gibi insanlar yaratan, bir kemik parçasına (kulak) işitme kuvveti, bir et parçasına (dil) konuşma kabiliyeti veren kudret sahibine secde et! Yapabilirsen, bu senin için en büyük bir şeref olur! [1289]

 

70. EL-MUKTEDİR

 

Her şeye gücü yeten, kudretli[1290]

"Takva sahipleri cennetlerde ve ırmakların kenarlarında güçlü ve yüce Allah'ın huzurunda hak meclisindedirler."[1291]

Noksanlıklardan münezzeh olan Allah (c.c), kudret sahibi, azametli, yüce kudretiyle mahlukâtına hakimdir. Herkes üzerinde etkisi vardır.

O, yaratılan mümkinatın tamamına gücü ye­tendir. El-Muktedir, kadir manasını ifade eder. An­cak daha çok mübalağa ve daha fazla tazim ifade eder.

"Kadr" lügatta ölçü demektir. O'na kadir, muk­tedir, kudret sahibi ve takdir eden denilir.

Bütün işler Allah'ın ölçüsüyle, onun takdiri üze­re kudretiyle cereyan eder. "Kadr" Allah'ın, kazadan takdir ettiği şey demektir. Bir şey uygun olduğu za­man ölçüsü üzere geldi manasında "Cae ala kaderin" denilir. "Kaddere’ş-şey'e", "bir şeyi takdir etti", demek­tir. Bir hadiste Peygamberimiz (s.a.v.):

"Hava bulutlu olup hilal görünmediği zaman onu takdir edin." [1292] buyurmuştur.

Muktedir, Kur'ân-ı Kerim'de Kamer sûresinde olmak iki kere geçmektedir.

"Lâkin onlar bütün âyetlerimizi yalanladılar. Biz de onları güç ve kudretimize lâyık bir şekilde yakaladık." [1293]

Fahreddin Razi "azizun-muktedir" ayetindeki el-Aziz, yegane "galib" manasındadır. Fakat aziz bazen düşmanlarına karşı galib ve zafer kazanan anlamına da gelir. Ancak bunun kul hakkında kullanılması uy­gun değildir, demiştir. [1294]

Allah teala herşeye karşı mutlak ve ekmel surette kadirdir. Her şeye kadir olduğu içindir ki, dilediği şeyi yaratır ve isterse ondan dilediği kadar kuvvet ve kudret de yaratır. Allah’tan başka her şey haddizatında acizdir. Yani hariçten bir kuvvetin te’siri olmaksızın kendi kendine acizdir, sağırdır, kördür, topaldır, elinden hiçbir şey gelmez; ama Allah muktedir kılınca dağları yerinden oynatır. Allah dilerse zayıfları kavi, acizleri kaadir kılar. Yerdeki, gökteki bütün kuvvetleri ilim ve hikmetiyle dilediği gibi kullanır. Kâh olur ki, birbirine çarptırır. Çarpışan kuvvetlerden birini, ötekinin kahrı altına alır. Mesela birbirine düşman iki kuvvet, biri iyi fikirlerle, ıslah niyetiyle ortaya atılmıştır, öteki ise zalimdir, haksızlıkla halkı canından bezdirmiştir. Allahu teala hüsnü niyet sahiplerinin yardımcısı, zalimlerin düşmanıdır. Onun için evvelkilere kolaylık ihsan eder, tevfik verir, teşebbüsleri hiçbir engele rastlamaz. Buna mukabil karşı tarafın da gafletini artırır, zevk ve heveslerinin derinliklerine dalarlar. Öyleki, berikiler mühim noktaları sarıp kuvvet ve nüfuzlarını yerleştirinceye kadar haberleri olmaz. Sonra birdenbire uyanırlar, fakat iş işten geçmiş olur.

Hasılı yerde, gökte bütün kuvvetler O’nundur. İnsanlara iyilik, ferahlık veren rahmet orduları da, sıkıntı ve ızdırap veren azap orduları da O’nun emrindedir. Allah bir millete, bir aileye, bir şahsa yardım etmek isterse, neler, ne sebepler yaratır. Dünya hayretlere düşer. [1295]

 

Kula Gereken Şey:

 

Kaadir, muktedir ancak Allah olduğuna ve Allah’ın yardımını kazananların asla yenilmeyeceğine can ve gönülden inanarak, bu yardımı kazanmaya çalışmaktır. Fakat Allah’ın yardımına eriştikçe azıp şımarmamalı, bilakis daha ziyade tevazü ile “Ya Rab bu senin lütf ve inayetindir. Şükürlerimizi kabul, kusurlarımızı afv buyur. Bu inayetini üzerimizden kesme!...” diye yalvarmalıdır.

Allah’ın yardımına nasıl erişilir? Bunun biri müsbet, biri menfi iki şartı vardır. Müsbet şartı Allah’a inanmak, emirlerini yerine getirmektir. Menfi şartı, her türlü zulümden, haksızlıktan çekinmektir. Çünkü muhakkak surette Allah, zalimleri doğru yola çıkarmaz. İnsanı Allah’ın yardımından mahrum eden en kuvvetli sebep zulümdür. [1296]

 

71. EL-MUKADDİM

 

İstediğini ileri geçiren, öne alan. [1297]

Allahu teâlâ bütün mahlûkatı yaratmıştır. Fakat ancak seçtiklerini ileri almıştır, insanları dince, dünyâca bâzısını bâzısı üzerine derece derece kaldırmıştır. Meselâ, insanların Hak yoluna daveti umumîdir. Fakat Allah'ın hidâyet ettikleri davete icabet eder, ileri gider, ötekileri geri kalır. Allah'ın emirleri, nehiyleri her kul içindir. Fakat Allah'ın tevfik ver­dikleri bunlara uyar, yükselir; diğerleri ayak altında kalır. Al­lah kimini gözde ve gösterişte ileri götürür. Kimini de gönül­lerde ileri götürür. Nice hükümdarlar vardır ki, ölümüne halk bayram etmiştir. Nice hiç mevkii olmayan fakirler de vardır ki, ölünce halk matem tutmuştur.

Bulundukları yerlerde daima mevki'leri ileri olan hatır ve nüfuz, servet ve sâmân sahiplerini bir çokları çekemez. Bu çe­kemeyenlere dikkat edilse, onların hep atâlet içinde, sefahet peşinde dolaşıp duran adamlar olduğu anlaşılır. Tabiîdir ki, atâletin netîcesi, darlık ve ıztırap, sefâhetin neticesi, fakr ü zarurettir, Allah'ın bu kanunu değişmez... Şu hâlde ileri geç­mek isteyenlerin yoluyla çalışması gerekir. Şayet çalışmala­rından sonra Allahu teâlâ yine kulunu zengin etmezse, o kulu­nun hâlini herhalde kendisinden daha iyi bilir. Kim bilir, Al­lah o kulunu zengin etseydi, onda berikiler kadar da i'tidâl bu­lunmayacaktı da, onlardan fazla kötülük yapacak, bu suretle dünyâsını da âhiretîni de harâb edecekti. Böyle bir neticeden muhafaza ettiği için, o kulun Allah'a şükretmesi lâzımdır. [1298]

 

72. EL-MUAHHİR

 

İstediğini geri koyan, arkaya bırakan[1299]

Allah (c.c), hikmetinin gereği olarak dilediğini öne alır, dilediğini geriye bırakır. Sübhan Tealâ kul­larından dilediğini takvası, ihlasla Allah'a sığınışı, doğruluğu, yaptığı dua sebebiyle öne geçirir, taltif eder. Mevlayı Müteâlâ Hazretleri dilediğini itaat ve marifetine, çalışıp çabalamasına rağmen geri bırakır. Bunda bir hikmet vardır. Allah bunu kullarının sala­hının gereği olarak yapar.

Cenab-ı Hak, iyileri öne geçirir. Günahkârları ulvi mertebelerden geri bırakır. Kimi kendine yaklaştırmışsa onu öne almış, kimi kendinden uzaklaştırmışsa onu da geriye bırakmış demektir.

Allah, bâzı şeyleri de diğer bazısı üzerine takdim edebilir. Bu ya varlık sebebiyle olur. Mesela sebeblerin müsebbiblerinden önce oluşu gibi. Veya şeref yönüyle olabilir. Peygamberlerin, salihlerden önce oluşu gibi.

Peygamber (s.a.v.), Cenab-ı Hak tarafından bü­tün mahlukâtın en şereflisi olarak takdim edilmiştir.

"O'nun ortağı yoktur. Bana sadece bu emrolundu ve ben müslümanların ilkiyim." [1300]

"De ki: Bana, dini Allah'a halis kılarak O'na kulluk etmem emrolundu. Bana müslümanların ilki olmam emrolundu." [1301]

Resulullah (s.a.v.), şöyle dua ederdi:

"Ey Allah'ım! Hatalarımı, cehlimi ve boş işlerimi bağışla. Sen benim hakkımda hayırlı, olanları en iyi bilensin. Bilerek veya bilmeden, ciddi veya şaka ile yaptıklarımı bağışla. Bütün bunların bilgisi senin ya­nındadır. Ey Allah'ım! Önceden yaptıklarımı ve sonra yapacaklarımı, gizlediklerimi ve ilan ettiklerimi bağışla. Sen istediğini öne ve sona alansın, senin her şeye gücün yeter."

Ayet-i Kerimelerde bu isimler şu şekilde geç­mektedir.

"O gün insana, ileri götürdüğü ve geri bırak­tığı ne varsa bildirilir." [1302]

"(Allah) buyurdu ki; "Huzurumda çekişmeyin. Ben size daha önce uyarıcı göndermiştim." [1303]

"(Resulüm!) Sakın, Allah'ı zalimlerin yaptıkla­rından habersiz sanma! Ancak, Allah onları (ceza­landırmayı), korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor." [1304]

Allahu teâlâ istediğini ileri, istediğini geri aldığı gibi; bâzan da kullarının teşebbüslerini, onların bekledikleri zamanda semerlendirmez, maksatlarını arkaya bırakır; hikmet­leri vardır. Bu hikmetleri araştırmalı, sezmeğe çalışmalı. Bunlar da ibâdettir. Meselâ, istemekte kusur edilmiştir. Âdaba riâyet lâzım... Bâzan da mihnet ve ıztırâbı arttırmak için teahhur eder. Bu surette bunun arkasından çok defa ferah­lık gelir. Bâzı kerte de, istenen şeyin ehemmiyetine, kıymet ve izzetine işaret için teahhur eder ki, arayan bu uğurda bâzı güçlüklerle uğraşsın, yorulsun da eline geçince kıymetini bil­sin, muhafaza etsin diye.[1305]

 

Kula Gereken Şey:

 

Allahu teâlâ'nın ileri aldığına veya geri bıraktığına değil, ancak Allah ile aşinalık te'sisine ehemmiyet vermektir. Ku­lun, Allah ile münâsebeti için tek vâsıta ibâdet ve ubudiyettir. (İbâdet, Allah'ın razı olacağı şeyi yapmaktır. Ubudiyet, Allah'ın yaptığına razı olmaktır.) Allahu teâlâ'nın müstehık ol­duğu şükrü ve ubudiyeti kimse hakkiyle yerine getiremez. Bu­nunla beraber, kulun asıl ehemmiyet vereceği şey, elinden geldiği kadar ubudiyet edeplerine riâyet edip sonunda:

"Yâ Rab! Sana lâyık kulluk edemedik." diye özür dilemek ve kullu­ğunda sadâkat gösterenleri Allah'ın ihmâl etmiyeceğine inan­maktır.

Bir temsil: Büyük müessese sahiplerinden biri, husûsî kâtibine şu emri yazdırıyordu: Filancanın maaşına bir misli zam yapılsın! Çünkü görüyorum ki, o dâima vazifesi başında ve verilen emirleri büyük bir dikkât ve ciddiyetle yerine getir­mektedir. Öteki adamlarımız arzuları peşinde koşar ve vazife­lerine karşı uyuşuk bir halde bulunurken o, her lâhza bize bak­maktadır; ne emir verilecek, ne işaret edilecek diye...

İşte Allah'ın kullarının, birbirlerine nispetle dereceleri­nin ve mertebelerinin yüksekliği de bunun gibidir. Allah'ın emirlerine, âdâb ve erkânına dikkatle riayet edenler yükselir. Çünkü Allah'ın va'di böyledir. Kulluk vazifesinde kusur eden­lerin işi ise, Allah'ın lütfuna kalmıştır. Hakiki bahtiyarlık, buyruk kabul etmektedir. Buyruğa kulak asmamak, emr ü fermana itaatsizlik etmek, dünyâ ve âhirette mahrumiyetin, perişanlığın en kuvvetli sebebidir.[1306]

 

73. EL-EVVEL

 

Varlığının başlangıcı olmayan, ilk.[1307]

"Allah, her şeyden önce olan başlangıcı olmayan ezelidir. Sonu olmaksızın en sondur."

Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'ın var­lığı zatının gereğidir ve zorunludur. Kendisi dışında hiçbir varlığın varlığı zorunlu değildir. Kendisinin dı­şındaki her şeyden önce ezelidir. Yalnız bu öncelik zaman ve mekan itibariyle değildir. Akıl ve ilmin hu­dudu bunun için yeterli değil, anlamaktan acizdir.

Allah (c.c), evveliyet bakımından zahir ve batın­dır. O, bütün görünenlerden daha zahir evveldir. Çünkü akıl sonradan yaratılanların, sonradan yara­tıldıklarına şahitlik eder. Allah'ın da bu cihetle ilk ol­duğu açıktır.

O, bütün gizlilerden zatının görülmesi ve mahi­yetinin bilinmesi açısından daha gizli olan ilktir. Biz bu evveliyatı tam anlamıyla anlamaktan aciziz. Çünkü aklın ve ilmin ihata ettiği her şey sınırlıdır. Akıl ve ilim de bunun gibi  sınırlı olduğu için sınırsızı tam manasıyla anlamak imkansızdır. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

"Aranızda ölümü takdir eden biziz. Ve biz, önüne geçilebileceklerden değiliz." [1308]

Ayette geçen "ve ma nahnu bi mesbukîn", "ken­disinden önce hiçbir şey olmayan" manasında el-evvel'dir. [1309]

Allahu teâlâ bütün varlık üzerine mukaddem olup kendi varlığının evveli yoktur. Kendisi için asla başlangıç tasavvur olunamaz. Onun için O'na (Evvel) demek, ikincisi var demek değildir. Sabıkı, yâni kendisinden evvel bîr varlık sahibi yok demektir. Çünkü bütün mevcudat varlığı Ondan almaktadır. Amma O'nun varlığı kendi zâtiyledir. Başkasından alınma bir varlık değildir[1310]

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"O her şeyden öncedir, kendisinden sonraya hiçbir şeyin kalmayacağı son'dur; varlığı aşikardır; gerçek mahiyeti insan için gizlidir.”[1311]

Hz. Peygamber (s.a.v.), bu dört ismi gayet açık ve kapsamlı bir şekilde izah etmiştir. Konu ile ilgili hadisinde Rasûlullah (s.a.v,) Rabbine şu sözlerle hitap etmektedir:

"Ey Allah'ım! Sen Evvelsin, senden önce hiçbir şey yoktur. Sen Ahirsin, senden sonra da hiçbir şey yoktur. Sen Zahirsin, senin üstünde, seni aşan hiçbir şey yoktur. Sen Bâtınsın, senden öte hiçbir şey yoktur." [1312]

Bu hadis her ismi en yüce manâsıyla yorumlamış ve ona zıt ve aykırı olan anlamları da nefyetmiştir/reddetmiştir. Rab Teâlâ'nın mutlak kemali ve bütün zamanları ve mekanları kuşatıcılığındaki eşsizliğine delâlet eden bu yüce anlamları iyice düşün. el-Evvel ve el-Ahir isimleri bütün zamanları kuşatıcılığını, ez-Zâhir ve el-Bâtın isimleri ise bütün mekanları kuşatıcılığını ifade etmektedir. "el-Evvel" ismi O'nun dışındaki herşeyin sonradan olduğuna, yokluktan sonra var hale geldiğine delâlet eder. Bir kulun, Rabbini dinî ve dünyevî bütün nimetlerdeki lütuf ve keremini düşünmesi gerekir. Çünkü bütün sebepler ve sebep olunanlar O'ndandır.

"el-Ahir" ismi O'nun tek gaye olduğuna, bütün yaratıkların, kulluklarıyla, ümit ve korkularıyla ve bütün istekleriyle O'na yöneldiklerine delâlet eder.

"ez-Zâhir" ismi, O'nun sıfatlarının azametine ve O'nun azameti karşısında herşeyin mahv ü perişan olacağına delâlet eder.

"el-Bâtın" O'nun bütün sırlara vakıf olduğuna, vicdanlardaki ve gönüllerdeki şeyleri bildiğine, hiçbir şeyin O'na gizli kalmadığına, aynı zamanda O'nun son derece yakın olduğuna delâlet eder. [1313]

ez-Zâhir ve el-Bâtın isimleri birbirine aykırı değildir. Çünkü Allah Teâlâ hiçbir sıfatında hiçbir şeye benzemez.[1314]

 

74. EL-AHİR

 

Varlığının sonu olmayan, son.[1315]

"O, her şeyden sonra son bulmayan sondur."

Esmâ-i Hüsnâ'dan biri olan "el-Âhir" son manasında Allah'ın "el-Baki" ismine yakındır.

Noksan sıfatlardan münezzeh olan Cenab-ı Hak sonu olmayan, daim, baki, ebedi ve varlığının sonu olmayandır.

Allah insanların ilk durak yeri dünya ve son du­rak yeri ahiretin de sahibidir.

"Hamd, göklerde ve yerde bulunanların sahi­bi olan Allah'a mahsustur. Ahirette de hamd O'na mahsustur. O, hikmet sahibidir, (her şeyden) ha­berdardır." [1316]

Resulullah (s.a.v.), şu sözlerle dua ederdi:

"Ey her şeyden önce, her şeyin yaratıcısı, her şey yok olduktan sonra da olacak olan! Senden, koruyan, bağışlayan sana iltica edilecek ve bizi kurtaracak bir an niyaz ediyorum."

"O ilktir, sondur, zahirdir, bâtındır, O, her şe­yi bilendir." [1317]

Her şey biter, helak ve fenaya gider, ancak O kalır. Varlı­ğının sonu yoktur. Evveliyetine bidayet olmadığı gibi, âhiriyyetine nihayet yoktur. Onun için O'na Âhir demek, bir sabıkı var demek değildir. Bir lâhikı yok demektir.

Allahu teâlâ'nın varlığı ezelî ve ebedîdir. Varlığının baş­langıcı olmadığı gibi nihayeti de yoktur. Çünkü bunlar fânilerin, mahdut varlık sahiplerinin sıfatıdır. Mahdut varlı­ğın iki ucu vardır:

Biri başlangıç, biri de nihayet, yâni biri doğduğu, biri de öldüğü uçtur.

Allahu teâlâ hem Evvel'dir, çünkü bütün kâinatı yoktan var eden O'dur. Hem Âhir'dir, çünkü her şeyden sonra kalacak da O'dur/. Kâinat silsilesinin ilk halkası Allahu teâlâ'da biter. Dönüş yerinin son noktası da Allahu teâlâ'da kesilir. Her şeyin mebde’ ve meâdı Allah'tır, yâni gelinen ve gidilecek olan yer ancak Allahu teâlâ'ya varır ve orada biter. Daha arkası ve ilerisi yoktur. [1318]

 

Kula Gereken Şey

 

Allahu teâlâ hakkında, sâdece Evvel'dir veya sâdece Ahir'dir dememeli, ikisini beraber okuyarak hem Evvel'dir, hem Ahir'dir demeli. Maddî, mâ'nevî nemiz varsa hepsinin O'ndan olduğunu ve bütün işlerin O'na döndürüleceğini ve O'nun huzurunda hesabı görüleceğini mülâhaza ederek, her türlü icraat ve tasarrufâtımızı ancak O'na kulluk nâmına, ev­vel ve âhir ancak O'nun rızâsına uygun yapmak iktizâ eder. [1319]

 

75. EZ-ZAHİR

 

Varlığını ve birliğini belgeleyen pek çok delilin bulunması açısından aşikar[1320]

"Sen. varlığını ve birliğini belgeleyen pek çok deli­lin bulunması yönüyle aşikarsın. Senin üstünde hiçbir şey yoktur."

Lügatta, açık ve aşikar, bir şeye nail ve muttali olmak, manasına gelen ez-Zahir, Allah'ın varlığını gösteren pek çok delil olması hasebiyle aşikar de­mektir. O, üzerinde delillerinin olması itibarıyla aşi­kardır. Fiillerindeki deliller sebebiyle onun varlığını inkar mümkün değildir. O insanı hayrete düşürecek derecede delil bulunması itibarıyla, varlığına delalet eden kesin, kati deliller bulunması itibarıyla, onun rububiyyetine delalet eden alametler bulunması ve vahdaniyetini gösteren deliller bulunması itibarıyla zahirdir.

"Ez-Zahir"in bir manası da yegâne galibdir. Cenab-ı Hakk'ın şu sözü buna delalet etmektedir;

"Nihayet biz inananları, düşmanlarına karşı destekledik. Böylece üstün geldiler." [1321]

Buradaki "zahirin" kelimesi "galip geldiler" manasındadır.

Osman (r.a.) Peygamber (s.a.v.)'e "Göklerin ve yerin anahtarları (mutlak hükümranlığı) O'nundur." [1322] ayetinin tefsirini sordu.

Peygamber (s.a.v.);

"Bunun tefsirini hiç kimse ba­na sormadı. Allah'tan başka ilah yoktur. Allah en bü­yüktür, bütün noksanlıklardan münezzehtir, hamd O'na mahsustur. Allah'tan mağfiret istiyorum. Allah'ın güç ve kudretinin üstünde hiçbir şey yoktur, Allah baş­langıcı olmayan ilk, sonu olmayan, varlığına dair pek çok delil bulunması itibarıyla aşikar, mahiyetinin bi­linmesi açısından gizli, hayır O'nun kudretinde, O, öldü­ren ve diriltendir. O'nun her şeye gücü yeter" buyur­du. [1323]

Allahu teâlâ'nın varlığı her şeyden aşikârdır. Gözümüzün gördüğü her manzara, kulağımızın işittiği her nağme, elimi­zin tuttuğu, dilimizin tattığı her şey, fikirlerimizin üzerinde çalıştığı her ma'nâ, hâsılı gerek içimizde gerek dışımızda şim­diye kadar anlayıp sezebildiğimiz her şey, O'nun varlığına, birliğine, sıfât-ı kemâliyesine şahittir. Çünkü bütün bunları yaratan ve yaşatan ancak O'dur. Hiç bir şey yoktur ki, gerek varlığa çıkarken, gerek varlıkta dururken, her lâhza O'nun var­lığını isbat etmiş olmasın... Her şey hal diliyle şunu söyle­mektedir: "Ben hiçim, beni var eden, tutan, görüp gözeten, Allah'tır ve ben her an O'na muhtacım, bende görülen kuvvetlerin, kıymetlerin hepsi O'nun bir emâneti, bir lûtfu ve ihsanıdır." Bu umûmî şehâdet, Allah'ın varlığını ve sıfat-ı kemaliyesini en müsbet, en aşikâr bir hakikat hâline getirmiştir. Bundan başka bütün peygamberler, bütün temiz ruhlu din adamları, ömrünü ilim ve hikmete vermiş irfan âşık­ları, bu hakikati isbat için söylenmedik delil bırakmadılar. Buna rağmen dünyâ yüzünde Allahu teâlâ'yı inkâr eden birçok insanlar görülmektedir. Buna nasipsizlik demekten başka bir şey söylenemez. [1324]

 

Bir Temsil

 

Bu tıpkı şuna benzer ki, bir takım insanlar gezip eğlen­mek üzere şehir civarında bir çiftliğe gidiyorlar. Çiftlik sahi­bi, bunları kabul ediyor, onlara çay, kahve ikram etmekle beraber, çiftliğin muhtelif kısımlarını gezdiriyor. Bağlar kıs­mı, meyvalı ağaçlar kısmı, çiçekler kısmı, hayvanât ahırları, arı kovanları, kümesler ve kümes hayvanları ve daha birçok yerleri dolaşarak, nihayet çiftliğin saf hava, bol ziya, tatlı çi­çek kokularıyle dolu salonunda istirahata geçiliyor. Daha sonra, bembeyaz sofra takımları üzerinde, çiftlikte yetişen taze, temiz gıda maddelerinden hazırlanmış nefis yemeklerle ağırlandıktan sonra oradan ayrılıyorlar.

Şimdi çiftlik ziyaretçilerinin bu gezintiye âit intihalarını dinlediğimiz zaman, onlardan herbirinin idrâk, zekâ, dikkat, ulviyeti takdir, intizâma hayranlık ve daha bunlar gibi, insanlığa mahsus vasıflarda derecelerini anlamış, daha doğrusu in­sanlık bakımından herbirinin kıymetini ta'yin etmiş oluruz. Çünkü çiftlikteki her şeyin durumu, tertibi bir aynadır. Bu ay­nadan çiftlik sahibinin aklı, tedbiri, serveti, anlayışı görülür ve bu görüş kabiliyeti herkeste bir değildir. Bununla beraber birbirinden az veya çok farklı da olsa, yine insan olanın bu çiftlik dolayısiyle çiftlik sahibi hakkında bir fikir edinmiş ol­ması lâzım gelir, işte ziyaretçilerden herbiri kendi görüş ve anlayışı nisbetinde bu husustaki hayranlıklarını açıklarken, içlerinden birisi de yalnız yediği yemeklerle tatlıların listesi­ni saymış ve bunlardan başka birşey anlamadığını söylemiş olsa, acaba bunun adı nedir?

Sonra bu dünyâya gelip gitmenin bir çiftlik gezintisi kadar da mı ehemmiyeti yoktur? Eğer varsa, o halde milyarlarca es­rar hazîneleri taşıyan, her zerresinde gizlenmiş sayılmaz, sonu gelmez hikmetlerle akıl ve basiret sahiplerini hayretten hay­rete düşüren bu kadar eşyanın şehâdetiyle, akıl ve idrak önün­de, varlığı güneşten daha parlak olarak tecellî edip dururken, onu inkâr edenler, hayâtı ve hayâtın gayesini, yalnız hayvanı zevklerin tamamlanmasından ibarettir zannedenlerdir. Peki bunlar nedir? [1325]

 

Kula Gereken Şey:

 

Varlığına ve birliğine her zerrenin şahadet ettiği Allahu teâlâ'yi inkâr edenlere katılıp da, dünyâsını, anketini harap et­mekten sakınmak; bilâkis O'na îmân ederek, hudutsuz lûtf ve kereminden faydalanmaktır. [1326]

 

76. EL-BATIN

 

Zatının görülmesi ve mahiyetinin bilinmesi açısından gizli ve gizli sırlara âşinâ.[1327]

"Batın" lügatta, "gizli bir şeyin gizliliklerine vakıf olmak" demektir. Allah'ın zatının hakikati gizli olup akıl onun künhüne vakıf olamaz. Hak Tealâ, her ha­lükarda aşikar, nurunun mükemmelliğine rağmen, hisler onu anlamaktan acizdir. Allah'ın benzeri de muarızı manasında zıddı da yoktur.

Allah (c.c.) rahmet ve ilmi itibariyle her şey üze­rine gizlidir. Sübhan Tealâ'nın nimetlerin üzerinde tecelli etmesi itibariyle aşikâr, anlaşılamaması bakı­mından gizlidir. Bizim Allah'tan başka veli ve dostu­muz yoktur.

Ebu Hureyre (r.a.), Peygamber (s.a.v)'den şu du­ayı nakletmektedir:

"Ey Allah'ım! Sen göğün ve büyük arşın sahibi­sin. Ey Rabbimiz ve her şeyin Rabbi! Sen çekirdek ve tohum yaran, Tevrat'ı, İncil'i ve Kur'ân'ı indirensin. Her türlü canlının şerrinden sana sığınırım. Sen onların alınlarından tutansın. Ey Allah'ım! Sen başlangıcı olma­yansın. Senden önce hiçbir şey yoktur. Sen sonu olmayansın. Senden sonra hiçbir şey olmayacak. Sen varlığını ve birliğini belgeleyen çok delilin bulunması bakımından aşikarsın. Senin üzerinde hiçbir şey yok­tur. Sen zatının ve mahiyetinin bilinmesi bakımından gizlisin. Senden başka bizden borcumuzu giderecek yoktur. Bizi fakirlikten zenginleştir."

El-Evvel, el-Alim, ez-Zahir, el-Batın, Kur'ân'da bir kere Hadid süresinin üçüncü ayetinde zikredilmiş ve hepsi bir arada yer almıştır.

"O ilktir, sondur, zahirdir, bâtındır. O, her şe­yi bilendir." [1328]

Yani Allah ilktir, her şeyden öncedir. Başlangıcı yoktur. Varlıkları O yaratmıştır. Sondur, varlıkların yok oluşundan sonra da o bakidir. Zahirdir, varlığı bir çok delille gün gibi açıktır. Bâtındır, zâtının haki­kati duyular ve akıllarla idrak edilemez.

Fahreddin Razi diyor ki:

Yukarda geçen ayet geldiği zaman, müşrikler Kabe'ye doğru yönelip secde ettiler. [1329]

Allahu teâlâ'nın varlığı, hem aşikârdır, hem gizlidir. Aşikârdır; çünkü varlığını bildiren izleri, nişanları gözsüzler bile görmüş ve bu hakîkatler hakikati yüce varlığa, eşyanın umumî şahadetini sağırlar bile işitmiştir. Gizlidir; çünkü biz O'nu künhüyle bilemeyiz, amma varlığını kat'î surette bili­riz. Ortada mademki mahlûk var, elbetteki Hâlık vardır. Bu yarlara bakarak yaratıcı bir varın varlığını kabul etmek, akıl için her halükârda zarurettir. Sonra O'nun ilmini, kudretini, her şeyi görüp işittiğini... yine kat'î surette biliriz. Varlar içindeki âlimleri izliyerek her şeyi bilen âlime, güçlüleri izle­yerek her şeye gücü yeten kadire, işitenlerden en iyi işitene, görenlerden en iyi görene, yaşayanlardan en kâmil hayat sahi­bine geçmek, yine akıl için bir zarurettir. Varlığını Hâlik'a borçlu olan bir var; bilgi, kudret, görme, işitme, yaşama gibi yüksek sıfatları şayet Halik ona bağışlamasaydı, nereden bulacaktı? Bu izler görülüp dururken, o izleri meydana getiren Hâlık'ta, bu sıfatların yokluğunu akıl kabul eder mi? İşte Al­lahu teâlâ, yarattığı eserlerden izlenerek bu suretle bilinirse de (mârifet-i hakîkiyye) ile asla bilinmez. Yâni O'nu tam bir biliş ile tanımak, hiçbir mahlûk için mümkün değildir. Çün­kü mahlûkun akılları da, bilgileri de mütenâhidir. Mahdut bir çerçeve içine münhasırdır. Allahu teâlâ ise gayr-i mutenanidir. Önü, sonu olmayan bir varlık ve asla bitmez, tükenmez ilim ve kudret sahibidir. Mütenâhînin, gayr-i mütenâhîye tam bir bilgi ile ulaşması muhaldir. Meselâ, uçsuz, kenarsız deniz­leri bir fincana sığdırmak imkânı var mıdır? Onun için O'nun bir ismi de (El-Bâtın) dır. O'nu tam bir biliş ile bilmek, insan takatinin ilerisinde olduğu içindir ki, hiç kimse bununla mü­kellef tutulmamıştır. Allah bilgisi hususundaki mükellefiye­timizin derecesi, O'nun varlığına, birliğine ve her şeyi bildi­ğine, görüp işittiğine, gücü, kudreti her şeye kâfi olduğuna, O'nun hiçbir hususta ortağı ve benzeri olmadığına, kemâl sıfatlariyle muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh olduğuna îmân etmektir. İşte bizim vazifemiz budur. Allah ve Rasûlü bize bu kadarını emretmiştir ve bundan ötesini düşünmeyin, çünkü ne kadar çalışsanız o ciheti anlamaya gücünüz yetmez buyurmuştur. Allah ve Peygamber'in "Burada durun ve buradan ileri geçmeyin" dedikleri yerde durmayıp ta, ileri git­mek için aklını zorlayanlar, ya inkâr veya şirk uçurumuna yu­varlanmışlardır. Bunlar ellerindeki terazinin ne kadar siklet tartabileceğini bilmeyen gafiller gibidir. Meselâ, miligram tartan terazi de vardır, şayet birisi bununla balya tartmağa kal­kışırsa, neticede balyanın sikletini değil, elindeki terazinin bütün bütün bozulduğunu görür, başka bir şey öğrenemez. Her şeyin haddi, hududu var, o hudut içinde kullanılırsa faydalanı­lır. Hududu dışında zorlandığı vakit ise, ziyan görülür.

Bilme cihazımızın da böyle olduğunu unutmamalıyız. Malum ya, bir şeyi bilmenin iki yolu vardır: ayan yolu, istidlal yolu. Bilinecek olan şey, eğer karşınızda bulunuyor, onu aynen ve şahsen gözünüzle açıkça görebiliyorsanız buna ayan-beyan bilmek denir. Kafa gözüyle görüp bilmektir. Eğer bilinecek olan şeyin bizatihi kendisi görülmeyip de, hâsılları ve tezahürleri, yâni alâmetleri ve nişanları görülüyor ve bu alâmetler vasıtasıyla o şeye eriliyorsa, buna da istidlal sure­tiyle bilmek denir. İstidlal, bir şeyi doğrudan doğruya değil de ona âit bir nişan, bir iz kılavuzluğu ile görmektir ki, bu da akıl gözüyle, kalp gözüyle anlayarak bilmektir. Gerek kafa gözüyle olsun, gerek akıl gözüyle olsun, bu bilgi yollarının son ucu (hayret) durağına varır ve orada kalır. İlmin nihayeti, acz ve hayrettir.

Hiçbir şeyi künhüne ulaşmak ve onu içinden, dışından bü­tün zerrâtiyle, bütün esrâriyle kavrayabilmek mümkün değil­dir. Tam bir biliş ile, değil Yaradan'ı, yaratılmışı bile bilmek imkânsızlığı açık bir hakikattir. Yaratılmışlar içinde kendi­mize en yakın olan, yine kendi şahsımız değil mi? O halde kendi şahsımızı öğrenmek, ötekilerden daha kolay olacak de­mektir. Öyleyken sorarız, acaba insan kendini tam bir biliş ile öğrenebilmiş midir? Onun ne acîb hazîneleri var ki, gözlerin gördüğü eşyayı, o çeşitli manzaraları... kulağın işittiği türlü türlü sesleri, o hazînelerde saklayıp senelerce sonra istediği­miz zaman onları oralardan çıkarıp basiretiniz önüne getiri­yor. On, onbeş yaşında tekmil Kur'ân'ı ezberlemiş çocuklar görüyoruz. Bâzı insanlar da var ki, bir kütüphane dolabı doldu­racak kadar hadîsler, şiirler, kasideler ve birçok ilmî mesele­lerle hafızalarını donatmışlardır. Bütün bunlar (dimağ) dediği­miz kafatasının içindeki yumuşak maddenin nerelerinde ve na­sıl muhafaza ediliyor? Hem öyle muhafaza ki, fotoğraf maki­neleri, gramofon plâkları bunun yanında sıfır kalıyor. Bunla­ra, bu esrara nüfuz etmiş bir insan var mı?

Allahu teâlâ'nın kudretiyle kurulan bu uzuv, böylece idrâ­kımızın önünde bir muamma halinde dururken, onu yaratan kudreti, künhüyle nasıl idrâk edebiliriz? Hele o kudretin sahi­bi, o ekmel varlığı tam bir biliş ile nasıl biliriz? Allahu teâlâ'nın künh-i zâtı bir sırr-ı mutlaktır; o sırrı ancak kendisi bilir. O'nun ihataya sığmaktan münezzeh olan azamet ve ulu­luğu sahasına yükselmek isteyen fikirler, uçsuz bucaksız deryalara düşmüş katrecikler gibi mahvolur... biter. [1330]

 

Kula Yaraşan Şey:

 

Allahu teâlâ'nın hakîkatına ereceğim, O'nu ve O'nun ilmi­ni, kudretini ihata edeceğim diye uğraşmamalı. Zîrâ bu ihata muhaldir. Böyle muhal ve imkânsız şeylerle uğraşmak Müslü­manlıkta yasaktır. Çünkü bunda, faydasız yere emek ve ömür telef etmek vardır. Binâenaleyh Allahu teâlâ'yı tanımak için O'nun zâtı hakkında tefekküre dalmamak. Gayet açık ve aşikâr olan efâl ve âsârını, âlâ' ve eltâfını düşünmeli, emirlerini öğ­renmeli, bitmez tükenmez lûtuflarının yollarını araştırmalı, neticesiz şeylerle değil, verimli şeylerle uğraşmalı, dünya ve âhiretin saadetini kazanmaya bakmalı.

Muhakkak surette bilinmelidir ki, kendisince faydalı şey­leri bırakıp ta neticesiz şeylerle çene yarışına çıkanlar, şeyta­na uymuş insanlardır. [1331]

 

77. EL-VALÎ

 

Kainatı yöneten,[1332] bu muazzam kâinatı ve her an olup biten hâdisâtı tek başına tedbîr ve idare eden.[1333]

"Zaten onların O'ndan başka koruyucuları da yoktur." [1334]

Eşyanın maliki, onun işlerini üzerine alan ve mülkünde dilediği gibi tasarruf eden manasına gelen bu isim, Cenab-ı Hak hakkında işleri çekip çevirme­de tek ve bütün işleri üzerine alan, idareye malik olan, her şey kendisiyle kaim olan anlamına gelir. O’nun izni olmaksızın bir şeyin beka ve devamı müm­kün değildir.

El-Valî'nin bir anlamı da, ihsan ve bağış ile nimetlendiren, belaları def edendir.

Kur'ân-ı Kerim'de bu durum şöyle ifade ediliyor:

"Bir toplum kendi durumunu değiştirmedik­çe, Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledi mi, artık onu geri çevire­cek yoktur. Zaten onların O'ndan başka koruyucu­ları da yoktur." [1335]

Allahu teâlâ vâlîler, hükümdarlar yaratan ve bütün varlığı idare eden biricik ve en büyük Vâli’dir. Allahu teâlâ öyle bir vâlî-i a'zamdır ki, bütün kâinat daha yaratılmadan önce O'nun kudreti ve tasarrufu altında idi ki, tek bir emirle yokluktan varlığa çıkardı. Vakti gelince her şey ancak O'nun kudret ve ta­sarrufunun te'siriyle belirir ve yine ancak O'nun terbiye ve iradesiyle gelişir. Yine vakti gelince ancak O'nun iradesiyle ölür ve her şey öldükten sonra da O'nun kudret ve tasarrufu al­tındadır ki, onları yeniden diriltir.

Allahu teâlâ Vâlîdir. Fakat bildiğimiz valiler gibi olmak­tan Müteâlî'dir. Bildiğimiz vâlîlerin, vilâyetleri içinde olup bitenler şöyle dursun, oturdukları binanın içinde ve daima te­mas hâlinde bulundukları adamlarının çevirdikleri fırıldaklar­dan bile haberleri yoktur. Onların bildikleri birlerle, bilme­dikleri yüzbinlerle ifâde olunur. Tedbirlerinin ve yaptıkları­nın nispeti de budur. Halbuki Allahu teâlâ bütün bir hilkat âleminde neler oluyor ve daha neler olacak, bütün bunları takdîr etmiş, ta'yin ve tensip buyurmuştur. Takdirinin hük­müne göre işleri yürüten de ancak kendisidir. O hilkat âleminden, meselâ yalnız insan nev'ini alalım:

Allah, her insanın içi­ni, dışını, kabiliyetini; istidadını ve bütün ruhî temâyülâtını bilir. İyilikle kötülükten hangisine daha fazla düşkün olduğu­nu ve bunların ayrıldığı noktaya gelince, hiçbir zorlama ve tazyik görmeden, kendi arzusuyla hangi tarafa yöneleceğini ve istediği gibi tasarruf etmek üzere verdiği ömrünü, servetini, mevkiini nasıl ve hangi yollarda kullanacağını en ince tafsilâtiyle bilir ve ona göre ezelde her kul için bir fihrist çizmiştir. Allah'ın çizdiği bu fihristte, kulun daha vücûdu yaratılmadan, hayâtına âit görüp geçireceği bütün hâdiseler tesbit edilmiş­tir. Meselâ, Ali'nin hangi tarihte, hangi sene, ay, gün, saat ve dakikada, arz küresinin hangi noktasında, hangi memleketin, hangi mahallesinin, hangi evinin, hangi odasının, hangi kö­şesinde ve hangi ananın rahminden ve ne suretle doğacağı ve doğduğu dakikadan i'tibâren, her an geçireceği ahvâli, ne kadar yaşayacağı, müddet-i ömründe kaç nefes alıp vereceği, ciğerle­rinin ne kadar hava, mide ve bağırsaklarının ne kadar gıda sarfedeceği, santimine, milimetresine kadar, ağzından ne kadar ve ne mahiyette sözler çıkacağı, kulağının neler işiteceği, gözlerinin neler göreceği, ellerinin neler yapacağı, burnunun neler koklayacağı, ağzının neler tadacağı, kafasının neler düşüneceği, daha daha... meselâ, hangi kadınla evleneceği ve ne kadar çoluk çocuk sahibi olacağı, iyi veya kötü tekmil arzula­rı, tekmil dış ve iç işleri ilâ-âhirihî, orada yazılmıştır. Her kul vakti gelince dünyâya çıkar, yapıp edeceğini, görüp geçirece­ğini tamamladıktan sonra, iyi-kötü yaptıklarının karşılığını görmek üzere başka bir âleme geçer gider. Kirâmen Kâtibin (zabıt kâtipliği yapan melekler) herkesin işlediğini yazar. Bü­tün vukuat, noktası noktasına herkesin ezeldeki fihristine gö­re zuhura gelir, öyle ki, hiçbir harfi şaşmaz. İşte her kul için Hak'kın bu yazdıklarına (ezelî mukadderat) denir ki, kulun alın yazısı demektir. Allah yazar, vakti gelince de yazdığı gibi yapar. Her kul, yazısını görse gerektir.

Allahu teâlâ, bir tek insanın ahvâlini nasıl böyle ilmiyle, kudretiyle kuşatmışsa, bütün yaratılmışların da görüp geçire­ceği kâffe-i vukuatı öylece kuşatmıştır. Alemde körü körüne, rastgele kabilinden hiçbir hâdise yoktur. Ne kadar ehemmiyet­siz olursa olsun, her hâdise mutlaka O'nun münasip görmesi ve müsâade etmesiyle olur. Bir yaprağın düşmesi, harekete ge­çen bir zerrenin kımıldayışı hep O'nun izin vermesiyle ve ira­desiyle vukua gelir.[1336]

 

Kula Yaraşan Şey:

 

İnsan kendini kör, sağır bir tabiatın hikmetsiz, gayesiz, ortaya fırlatıverdiği bir serseri sanmamalı, insanın şerefine yazıktır, insan böyle bir Vâlî-i A'zam'ın idaresi altında, bütün ahvâli ölçülü ve hesaplı, sicilli muntazam, varlığının önü ile sonu arasında görüp geçeceği duraklar, dönüm noktaları belli bir şahsiyet olduğunu bilmeli ve O'na karşı zulümden, haksız­lıktan, sadâkatsızlıktan, terbiyesizlikten, vazifesini kötüye kullanmaktan son derece sakınmalıdır. [1337]

 

78. EL-MÜTEALİ

 

İzzet ve şeref bakımından en yüce,[1338] yaratılmışlar hakkında aklın mümkün gördüğü her şeyden, her hal ve tavırdan pek yüce. [1339]

"(O), gizliyi ve aşikâreyi bilendir, büyüktür, yü­cedir." [1340]

Yüce, derecesi yüksek, şan, şeref, kudret ve kuv­vet sahibi manasına gelen "ulüvv" ve "alâ" mastarın­dan gelen bu isim Cenab-ı Hakk'ın Esmâ-i Hüsnâ'sındandır.

Cenab-ı Hak son derece yüce, varlığı zorunlu şan ve şeref sahibi, derecesi yüksek arşın sahibidir.

El-Müteali'nin bir manasının da "büyüklük ve azameti yüksek, idrak edilen şeylerden şanı yüce, kemal sahibidir, olduğu söylenmiştir. Allah'ın isimle­rinden "Mecid, Âli, Azim, Kebir ve Müteali" birbirini takip eden isimlere kullanılmıştır.

Mesela:

"O, şanı yüce", "azametinde şeref sahi­bi", "her konuda yüce", "her şeyde ulu."

Resulullah (s.a.v.):

"Hilekarlık yapan, Kebir ve Yüce Allah'ı unutan kul ne kadar kötüdür" buyurdu.

Allah'ın el-Müteali ismi Kitab-ı Azim'de bir kere zikredilmiştir.

"(Allah) hazırı da gaybı da bilendir, büyüktür, yücedir." [1341]

Meselâ zengin bir adam hakkında:

"Bu adamın yarın fakir düşmek ihtimâli vardır." denilebilir ve o adam, zenginken fa­kir olur. Şunun bunun yardımına muhtaç bir vaziyete gelebi­lir. Fakat Allahu teâlâ hakkında böyle bir ihtimâl düşünülme­si mümkün değildir. Allah öyle bir Allah'tır ki, isteyenler ço­ğaldıkça İhsanı artar, irâdesine, hikmetine göre verir. Ver­mekle hazîneleri tükenmeyen biricik ganî ve müteâlî O'dur. Vücûdunun bütün âzası tam ve sağlam, gayet kuvvetli bir şah­sın, günün birinde kör, topal olarak, kolsuz, bacaksız bir hâle gelip de yerlerde sürünmesi mümkündür. Bunun gibi bir mil­let de, ne kadar zengin ve bilgili, ne kadar kuvvet ve satvetli olursa olsun, ondan daha üstün bir millet bulunmak veya be­lirmek ve o milletin tepesine çullanarak memleketlerini ha­rap, hazînelerini yağma, kendilerini esir, şeref ve haysiyetle­rini ayaklar altına alma ihtimali olabilir. Bu gibi haller, yara­tılmışlar için dâima mümkün ve fiilen vâki' olagelen hâdise­lerdir. Allahu teâlâ böyle arızalardan münezzeh ve müteâlîdir. Öyle ki, bütün kuvvetler, bütün hileler, bütün ordular birleşse, Allahu teâlâ'ya el uzatamazlar, memleketinden bir zerre koparamazlar, izin ve müsâadesi olmadan hazinelerinden bir şeyi cebren alamazlar. [1342]

 

Allahu Teâlâ'ya İftira Eden Milletlerin Temsili:

 

Dünyâ nurunda yaşayan insanlar içinde, Allah'ın varlığını inkâr eden ve zâten şahsından ve zevkinden başka bir şey kabul etmiyen güruh varsa da, dinli bir millet olduğunu iddia edip dururken, Allahu teâlâ'yı şânına lâyık olmayan şeylerle vasıf­landıran ve bu bozuk akidelerin dürüstlüğüne inananlar daha çoktur. Meselâ, Allah'ın -günün serinliklerinde- (adn) bahçe­lerinde dolaştığını, bulutlara inip gezdiğini, evlât ve ıyâl sahibi olduğunu, bâzı mahlûkatı ve hele insanları yarattığına pişman olduğunu söyleyen ve daha buna benzer ülûhiyet sânı­na yaraşmayan hezeyanlarla dinlerini eğlenceye ve oyuncağa çeviren zâlimlerin bu gibi saçma sapan lâkırdılarından O, mü­nezzeh ve müteâlîdir. Bu iftiralar Allah'a ulaşmaz, kendi iflâslarından ve harâbiyetlerinden başka bir netice vermez. Bu tür­lü edep ve bilgi dışı hezeyanlar, derin bir kuyunun dibine dü­şüp de oradan kuyunun ağzına doğru mütemadiyen çirkef atıp duran ahmağın hâline benzer; attığı şeylerden bir zerresi kuyu­nun ağzına varmaz; yan yoldan gerisin geriye yine kendi üstü­ne düşer ve bu halden kurtulamazsa, çirkef içinde boğulur gi­der, işte bunların akıbetleri budur. [1343]

 

Kula Yaraşan Şey:

 

(Âmentü billahi) diyen bir kul, Allahu teâlâ hakkındaki îmânını sahih’ ve dürüst bir hale getirmelidir. Bu da Allah'ın Kur'ân'da ve hadîste gelmiş olan isimlerini ve sıfatlarını öğrenmekle olur. Aklı olan ve kendini kayıran her insan, ne bahâsına olursa olsun bunu elde etmeye çalışır, çünkü dünyâ­da, âhirette geçer akçe ancak budur, ötekileri kalptır. Dürüst bîr îmân sahibi, âyân hâlis altun kazanmış gibidir. Kazandığı şey dünyânın her tarafında yürür, kendisi de rahat eder. Bozuk i'tikât taşıyan da, alan zanniyle kızıl bir bakır almış gibidir. Hiçbir yerde geçmez, kendisi de rezil ve rüsvây olur. [1344]

 

79. EL-BERR

 

İyilîk eden, vadini yerine getiren,[1345] kulları hakkında müsait bulunan... İyiliği ve bahşişi çok olan. [1346]

"Çok iyilik eden, esirgeyen ancak Odur." [1347]

Sübhan Tealâ kullarına karşı lütuf ve şefkat sa­hibi, isteyen ve niyazda bulunanlara karşı güzel bir lütufla bol bol ihsanda bulunan, abidleri güzel mü­kâfatlarla mükâfatlandırandır. Her türlü iyilik ve ih­san O'ndandır.

"El-Berr"; iyilik ve ihsanda bulunandır. Bu keli­me hayır ifade eden bütün sıfatlara camidir ve Allah Tealâ'nın güzel isimlerindendir.

El-Berr, lügatta, genişlik demektir. Müfessir ve dilcilere göre el-Berr, lütuf, ihsan ve doğrulukta ge­nişlik, hayır demektir.

El-Berr'in bir manası da çok itaatkâr demektir. Çoğulu ise Ebrar şeklinde gelmektedir.  Bunun için bu kelime kullanılarak, "Rabbine itaat ediyor", denir. Bu durumda "el-Birr", Allah'a yaklaştıran hayırlı amelleri ve itaati içine almaktadır. Ve razı olunan bü­tün fiil ve hasletleri ifade etmektedir.

Allah (c.c.)'a, itaat, "ona ibadet etmek ve kulluğu" ifade etmektir. Bunun için anne babaya itaat, iyilik "Birru'l-valideyn" şeklinde ifade edilmiştir. Yani onla­ra ihsanda, geniş ve cömert olmak" demektir. Çünkü cennet anaların ayakları altındadır.

El-Bârr, kendisinden iyilik ve itaat sadır olan kimse demek olup, cemisi "Berare"dir.

"(Ayetler), değerli ve güvenilir katiplerin elle­riyle (yazılıp) tertemiz kılınmış, yüce makamlara kaldırılmış mukaddes sahifelerde (yazılı) bir öğüt­tür, dileyen ondan (Kurandan) öğüt alır." [1348]

İnsanların en hayırlısı iyi amellerle meşgul olan hayırda yarışan, kalbinde şer bulundurmayan ve kimseye eziyet etmeyendir. Çünkü iyi biri eziyet ede­mez. Bundan dolayı "Birr, müsamahakar, sakin ve teanni sahibi adam, güler yüz, yumuşak söz" denil­miştir.

Abdullah b. Ömer'in rivayet ettiği bir hadisi şe­rifte, Peygamber (s.a.v):

"İyilik eskimez, günah unu­tulmaz, Kahhar olan Cenab-ı Hak uyumaz, ektiğini biçer, yaptığını karşılığını bulursun." Rabbin rızası ana babanın rızasındandır.

Noksan sıfatlardan münezzeh olan merhamet sa­hibi, çok ihsanda bulunan Rabbimiz, mü'minlere, iç­lerinden bir peygamber gönderip, onlara ayetlerini okutması ve onları temizlemesi, onlara kitabı ve hik­meti öğrettirmesi yönüyle ayrıca ihsanda bulunmuş­tur.

Allah (c.c.) mü'minleri ashab-ı yeminden kılarak onlara ihsanda bulundu. Zat-ı Bari, mü'min kulları­nın kalbine feyiz yoluyla salih amelleri telkin etti. Onların günahlarını affetti. Tevbelerini kabul edip, onları rızıklandırdı.

"Böylece Allah, onların geçmişte yaptıkları en kötü hareketleri bile örtecek ve yaptıklarının en güzeline denk olarak mükâfatlarını verecek­tir."  [1349]

El-Birru'r-Rahim, Kur'ân-i Kerim'de bir yerde geçmekte olup şu ayeti kerimedir.

"Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tav­siye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmet­le doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi, otuz ay sürer. Nihayet insan, güçlü çağına erip kırk ya­şına varınca der ki: Rabbim! Bana ve ana babama verdiğin nimete şükretmemi ve razı olacağın ya­rarlı iş yapmamı temin et. Benim için de zürriyetim için de iyiliği devam ettir. Ben sana döndüm. Ve elbetteki ben müslümanlardanım." [1350]

"İşte, yaptıklarının iyisini kabul edeceğimiz ve günahlarını bağışlayacağımız bu kimseler cen­netlikler arasındadırlar. Bu, kendilerine verilen doğru bir sözdür," [1351]

"Allah bize lütfetti de bizi vücudun içine işle­yen azaptan korudu. Gerçekten biz bundan önce O'na yalvarıyorduk. Çünkü iyilik eden, esirgeyen ancak Odur." [1352]

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

"(Derler ki:) Gerçekten biz bundan önce O'na yalvarıyorduk. Çünkü iyilik eden, esirgeyen ancak O'dur." [1353]

"(Onlar şöyle yakarırlar): Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Lütfü en bol olan sensin." [1354]

Allah Teâlâ'nın isimlerinden olan "el-Berr" ve "el-Vehhab" iyilik ve bağışlarıyla lütuf ve keremiyle bütün varlıkları kuşatan demektir. O, bütün güzelliklerin, sürekli iyiliklerin ve sınırsız bağışların sahibidir. O'nun "birr" sıfatı ve bu sıfatın eserleri gizli ve aşikar bütün nimetlerde görülür. Hiç bir yaratık bir an O'nun ihsanından ve iyiliğinden mahrum kalamaz.

O'nun ihsanı/iyilikleri umumî ve hususîdir:

1- Umumî ihsanı şu âyetlerde söz konusu edilen ihsanıdır:

"Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır." [1355]

"Benim rahmetim her şeyi kuşatır." [1356]

"Nimet olarak size ulaşan ne varsa Allah'tandır." [1357]

Bu iyilikte iyiler de kötüler de, gök ehli de yer ehli de, mükellef olanlar da olmayanlar da ortaktır.

2- Hususî ihsanı: Bu bölümdeki rahmeti ve nimeti müttekîler/Allah'a saygı duyanlar içindir. Şu âyet-i kerîmelerde de buna işaret edilir:

"Onu, sakınanlara, zakâtı verenlere ve âyetlerime inananlara, o elçiye, ümmi peygambere uyanlara yazacağım."[1358]

"Muhakkak ki iyilik edenlere Allah'ın rahmeti çok yakındır." [1359]

Süleyman'ın (a.s.) şöyle dua ettiği nakledilir:

"Rahmetinle beni iyi kullarıyın arasına kat." [1360]

İşte bu, peygamberlerin ve onlara uyanların talep ettikleri özel rahmettir. İman, ilim, amel, bütün ahvâlin düzeltilmesi, ebedî saadet, kurtuluş ve başarı hep bu rahmetle elde edilir. Seçkin insanların en büyük gayesi de budur.[1361]

Allah Teâlâ cömertlik vasfına sahiptir. Cömertlik lütuf ve ihsanın çokluğu demektir. Allah Teâlâ'nın cömertliği iki türlüdür:

1- Bütün varlıklar şamil olup onları lütfü kereminden ve çeşitli nimetlerle doldurup taşıran mutlak cömertlik.

2- İyi olsun, kötü olsun, müslüman olsun, kâfir olsun sözle veya lisanî hal ile istekte bulunanlara yönelik özel cömertlik. Kim Allah'tan isterse, Allah ona istediğini verir ve arzusuna ulaştırır. Çünkü "el-Berr"dir, "er-Rahîm"dir:

"Nimet olarak size ulaşan ne varsa, Allah'tandır. Sonra size bir zarar dokunduğu zaman da yalnız O'na yalvarırsınız." [1362]

Allah Teâlâ'nın kendisine  dost olanlar için hazırladığı ve gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir beşerin aklına gelmeyen nimetler O'nun cömertliğinin genişliğindendir. [1363]

Allahu teâlâ, kulları için dâima kolaylık ve rahatlık ister, zorluk istemez, zorluk çıkaranları da sevmez. Yapılan kötü­lüklerin çoğunu bağışlar, örtbas eder, bir iyiliğe on mükâfat verir, kötülüğün cezası ise mislini geçmez. Bir kul gönlünde iyi bir şey yapmayı kurmuş, fakat herhangi bir engel yüzün­den onu yapamamış olsa bile, bilfiil meydana getirmiş gibi mükâfatlandırılır. Bunun aksine olarak bir kötülük yapmayı tasarlamış ve karârını vermişken, herhangi bir sebeple yap­mamışla ona ceza vermez. Daha buna benzer nice lûtuflan, müsâadeleri, keremleri vardır ki, sayıya gelmez. [1364]

 

Kula Yaraşan Şey:

 

Allah rızâsı için, Allah'ın mahlûkâtına elinden geldiği ka­dar iyilik etmeğe, hiç olmazsa, tatlı bir söz, tatlı bir yüz, gü­zel bir muamele ile gönül kazanmağa çalışmaktır. Bunu ken­dine huy edinenler, bir gün Allah'ın rızâsına kavuşurlar, işte bir kul için en büyük bayram budur. [1365]

 

80. ET-TEVVAB

 

Kullarını tevbeye sevkeden, tevbeleri kabul eden,[1366] günâhları bağışlayan[1367]

"Sonra (eski hallerine) dönmeleri için Allah onların tevbesini kabul etti. Çünkü Allah tevbeyi çok kabul eden, pek esirgeyendir." [1368]

Allah kullarından tevbeyi kabul eder ve günah­larını afveder. O, tevbeleri çok çok kabul eden hikmet sahibidir. Allah (c.c.) kullarının dualarına lütuf ve atiyye ile mukabelede bulunan, onların özür ve istiğ­farlarına, kendisine sığınmalarına icabetle mukabele edendir.

Tevbe; sözlükte rücu, yani günahtan itaate dö­nüş demektir. Rücu ettiği zaman tevbe eti denilir. Ya­ni sığındı ve rücu etti, demektir. "Tabellahu aleyh", "bağışladı, onu günahtan kurtardı", denilir.

"Allah, kötülükten yüz çevirerek tevbeye yö­nelenleri son derece bağışlayıcıdır." [1369]

Aynı kelime ile müradif manaya sahip "nabe" de rücu manasındadır. Allah (c.c.) bununla ilgili olarak;

"Size azap gelip çatmadan önce Rabbinize dö­nün. Ona teslim olun, sonra size yardım edilmez."[1370] ayetteki "enibu" dönüş manasındadır.

"Sabe"de rücu etti manasında "tabe" ile muradıf manada kullanılmaktadır. Tabe, sabe, nabe, enabe, âbe bütün bunların hepsi rücu manasındadır.

Tevbe, kullarına nisbetle günahlara pişmanlık, Alah'a itaata dönüştür. Allah (c.c.) kullarından dile­diğinin tevbesini kendisine dönüşünü kabul ederek tevbelerini kabul eder. Kul, Allah'tan bir şey isteye­rek tevbe ettiği zaman, Allah o kimsenin yönelişini ka­bul eder.

Halis tevbe Allah ile buluşmadır. Kim Allah'a ka­vuşmayı umarak Rabbine sığınırsa, salih amel işle­sin, Rabbine kullukta kendisine hiçbir şeyi ortak koş­masın.

Et-Tevvab, Kur'ân'da 11 defa zikredilmiştir. [1371]

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Allah'ın kulların tövbesini kabul edeceğini, sadakaları geri çevirmeyeceğini ve Allah'ın tövbeleri kabul eden ve merhamet eden olduğunu bilmiyorlar mı?" [1372]

et-Tevvab, tövbe edenlerin tövbesini daima kabul eden ve kendisine dönenlerin günahlarını affeden demektir. Allah'a, samimi olarak yürekten tövbe eden herkesin tövbesini Allah kabul eder.

O, tövbe edenlerin tövbesini şu şekilde kabul eder:

Önce onları tövbeye muvaffak kılar ve kalplerini tövbeye yöneltir. Onlar tövbe ettikten sonra da tövbelerini kabul eder ve hatalarını affeder. [1373]

Buna göre Allah'ın tövbeleri kabul etmesi iki merhalede olur:

1- Birinci merhalede kulunun kalbine tövbe düşüncesi ve kendisine yönelme arzusunu yerleştirir. Kul da tövbe eder ve günahlardan sıyrılmak, yaptıklarından pişman olmak, bir daha onları işlememeye azmetmek ve salih amellere önelmek gibi şartları yerine getirir.

2- İkinci aşamada: Kulun tövbesini kabul eder ve ona icabet eder, günahlarını bu tövbe ile siler. Şüphesiz ki yürekten ve samimi bir tövbe kendinden önceki günahları siler, yok eder [1374]

Bu ism-i şerîf tevbenin mübalâğa sigasıdır. Tevbenin asıl ma'nâsı dönmektir; kulun isyan yolundan dönmesi. Bu dön­mek şu üç şeyden ileri gelmiş olursa çok güzeldir:

1- Yaptığı günâhın çirkinliğini sezmek.

2- Allah'ın azabının şiddetini, buna karşı yalnızlığını ve za'fını düşünmek, Allah'ın azabından kurtaracak yine Allah'tan başka bir mevcut olmadığını kat'î surette bilerek, Al­lah'ın afv ve mağfiretine dönmek mecburiyetini duymak.

3- Yaptıklarına samimî olarak can ve gönülden pişmân olup, onları bir daha işlememeğe azmetmek. [1375]

 

Allahu Teâlâ'ya Nazaran Tevbenin Ma'nası

 

Günahkâr kullarının kalblerinde onlan gafletten uyandıra­cak, günahlardan döndürecek korkular yaratmak, tevbe yolla­rını kolaylaştırmak, bu işaretlerden mütenebbih olup günah­tan dönenlerin tevbelerini kabul etmektir.

Kul Allah'ın razı olamıyacağı şekilde hayat sürerken Allahu teâlâ, onun dikkat ve basireti önüne düşündürücü ve ibret verici hâdiseler sevkeder. Allah'ın öyle kulları vardır ki, onla­rın gönülleri kav gibi ufacık bir kıvılcımdan ateş alır. öyle kulları da vardır ki, onların gönülleri taş kesilmiştir. Soğuk mermerler üstüne kıvılcım değil, kürekle ateş dökülse yine yanmaz. Birçok gönüller de demir gibidir, ateşi görünce biraz yumuşar, kısa bir zaman sonra yine eski hâlini alır. Onun için sık sık Kur'ân'ın nasîhatlarını dinlemeğe ihtiyaç vardır. Her kim, dikkat çekici hadiselerden ibret alıp da Allah'a karşı özür dilerse, Allah fazl u keremiyle onun özrünü ve tevbesini kabul eder, eder de gadabından rahmet ve mağfiretine dönüverir. [1376]

 

Günahlarla Beraber Kötü Huylardan Da Dönmek:

 

Tam temizlik işte budur. Kullardan tevvâb sınıfı da bu te­mizliğe muvaffak olanlardır. Çünkü tevbe edenler; tâib, tevvâb olmak üzere ikiye ayrılır. Tâib, yalnız dış günahlardan tövbe edendir. Tevvâb ise, iç günâhlar denilen kötü huylardan da temizlenen kimselerdir. Yalnız dış günâhlardan temizle­nenler, ayrık otunu kesip te köklerini bırakanlara benzer. Kökleri durdukça bütün günâhlar yine belirir. Dış ve iç günâhlardan birden dönmek, ayrık otunu köklerinden söküp atmağa benzer, bir daha bitse bile pek az olur. Bu yolda temizlenenleri Allahu teâlâ kendi muhabbetiyle müjdelemiştir. [1377]

 

Kula Yaraşan Şey:

 

Bilmek gerektir ki, Allahu teâlâ kulunun tevbesini kabul eder. Onun için, ne kadar günahkâr olsa da, Allah'ın rahmetin­den ümidini kesmeyip, tevbesinin kabulüne güvenmelidir. Ancak kulun tevbedeki sadâkati, kaçırdığı farzları kaza etmek, yaptığı haksızlıkları tamir etmekle anlaşılır. [1378]

 

81. EL-MÜNTEKİM

 

Suçluları cezalandıran,[1379] suçları, adaleti ile müstahik oldukları cezaya çarpan. [1380]

Noksan sıfatlardan münezzeh olan Cenab-ı Hakk'ın kudret ve azametinin ukubet (ceza) ile tecelli et­mesinden korkuyor ve rahmetini umuyoruz. O'na korku ile ümit arasında duada bulunuyoruz. Bu sıfat Kur'an-ı Kerim'de şu şekilde ifade edilmektedir.

"Biz, çetin ve belâlı, bir günde Rabbimizden (O'nun azabına uğramaktan) korkarız. İşte bu yüz­den Allah onları o günün fenalığından esirger; (yüz­lerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir." [1381]

"Fakat biz büyük bir  şiddetle  yakalayacağı­mız gün, kesinlikle intikamımızı alırız." [1382]

"Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak ol­duğu bir günden korkarlar." [1383]

"Onların yalvardıkları bu varlıklar, Rablerine hangisi daha yakın olacak diye vesileler ararlar: O'nun rahmetini umarlar ve azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı, sakınılacak bir azaptır." [1384]

Allahu teâlâ'nın intikamı vardır. Hepimiz, fertler, cemi­yetler bundan tir tir titremeliyiz; çünkü Allah'ın muâhazesi çok elemli ve pek şiddetlidir. [1385]

 

Allah'ın Sevmedikleri Ve Bunların Akıbet­leri:

 

Allahu teâlâ, buyruklarına isyan edenleri, yer yüzünde tür­lü fesat çıkaranları, çeşitli zulümlerle Allah'ın kullarını

canından bıktıranları, kâfirleri, müşrikleri, kötü huyluları sev­mez. Fakat âdeti öyledir ki, sevmediği bu herifleri hemen kahredivermez. Bir zaman mühlet verir, verir amma bu mühletin arkası o kadar müthiş ve o kadar korkunçtur ki, bunun en hafif temsili: Böyle çeşitli günahlar içinde kulaç atarak tevbe ve is­tiğfar ile Allah'ın afv ve keremine dönmeyi akıllarına bile ge­tirmeyen gafiller, biraz ilerde şiddetle çarparak param parça olacakları duvarı görmeden, dolu dizgin at koşturanlara ben­zer. Halbuki dünyâda bu ve benzerleri tüyler ürpertici facialar, âhiretteki intikâm-ı İlâhî’nin pek küçük birer örneğidir. Çün­kü dünyâdaki facialar ölümle biter, Cehennem azabı ise son­suz bir şekilde tekrarlanır durur. Bu azaba âit bir iki hadîs-i şerîf:

Cehennem'in ateşi tasvir ediliyor: "Dünyânın bir başın­da bulunması farzolunan bir kıvılcımın hararetini, öbür başındaki insan duyacak"[1386]

 

Cehennemde Yemek:

 

"Dünyâya bir damlası düşse, bütün insanların yiyece­ğini, içeceğini bozmağa kâfi gelecek derecede acı olan bir şeyi, her gün yiyenin hâli nasıl?"[1387]

 

Cehennemde İşkence Âyetleri

 

"Bütün insanların ve cinlerin birleşerek kaldırmağa gücü yetmiyecek ve bir dağa vurulsa o anda toz hâline getirecek derecede ağırlığı bulunan demir kırbaçlar.."[1388]

 

Cehennem Azabının Müddetine Akıl Erdirilmez:

 

"Veyl, Cehennemde bir deredir ki, kâfir oraya düşer de, kırk sene sonra dibine erişmez."[1389]

İnsanoğlu dünya güneşinin yakıcı hararetine, bir polis kamçısına, bir karınca ısırmasına tahammül edemezken, onun Cehennem ateşinin hararetine, zebanilerin kamçısına, ateşten yaratılmış ve etrafında kaynaşan yılan ve akreplerin ızdırabına tahammül etmek zorunda bırakılması ve sonra, hele bu azabın sonsuzluğu ne müthiş bir ızdıraptır. İnsanca yaşamak için Allahu teâlâ sınırlar çizmiş, ortaya kanun koymuştur. Allah'ın bildirdiği sınırlardan dışarı çıkmak ve Allah'ın kanununa göre değil, nefsânî arzularına göre yaşamak isteyen hevâ düşkünle­rini Allah mahv ve helak edeceği zaman, çok defa öyle istidrac verir ki, her istediği zahmetsizce meydana geliverir. O da şı­mardıkça şımarır, yükseklerden uçmağa başlar, nihayet bir gün ansızın belâsını bulur. Zîrâ yüksekten uçanın düşüşü çok vahimdir.

Zulme, küfre kayan cemiyetler de böyledir. Fir'avun, Âd ve Semûd kavimleri gibi, vaktiyle dünyâda yaşamış şevketli ve kuvvetli milletler, ellerindeki kuvvete güvenip Allah'ın âyetlerini inkâr ederek hiçe saymışlardı. Sonunda her biri bir türlü felâketle bu âlemden yok oldu gitti. Ellerindeki kuvvet kendilerini kurtaramadı. Onları saran şiddetli felâketlerin, kü­für ve inkâr yollarında, onların izince gidenlerin hepsinin ba­şına geleceğini Kur'ân birçok âyetlerinde haber vermiştir. Hele Allah'a inanmış ve O'nun buyruklarına göre yaşamakta bulunmuşken azıp da, yoldan çıkan bir milleti, Allahu teâlâ dinsiz, imansız ve merhametsiz kâfirlerle terbiye eder, onları başlarına musallat kılar. Bu ne korkunç bir felâkettir. Salih ellerde ıslâhı kabul etmiyen milletleri bekliyen akıbet bu­dur. [1390]

 

Kula Gereken Şey:

 

İman ve temiz ahlâk kazanmalı. Çünkü bunlar hayır ve re­fah kaynaklarıdır. Bu kaynakları çok titizlikle muhafaza etme­li, kurutup köreltmemeli, çünkü o zaman hayr ve refah kesilir, onun yerine darlık ve ızdırap gelir. Bilinmelidir ki, gerek tek bir şahıs olsun gerek bir ev halkı, gerek bir şehir ahalisi, gerek bir millet olsun, Allahu teâlâ kendilerine verdiği rahat ve refa­hı, huzur ve afiyeti değiştirmez, onlar iyi gidişlerini değiştir­medikçe, iyi hallerini, kötü huylara çevirenlerin şeref ve ni'metleri zâil olur. [1391]

 

82. El-AFÛVV

 

Günahları hiç bir sorumluluk kalmayacak biçimde affeden,[1392] afvı çok. [1393]

"Hakikaten Allah çok bağışlayıcı ve mağfiret edicidir." [1394]

Günahları silen, cezalarını kaldıran Allah'a hamdü senalar olsun. O, kullarındaki zilleti gidermeyi ve keremiyle onlardan bu durumu kaldırmayı ister.

Resulullah (s.a.v.), "Bir kötülükten sonra iyilik yap ki, iyilik onu silsin!" buyurmuştur.

Afv, birşeyin izini izale etmektir. "Gufran", ört­meye: "Afv", ise silmeye, yok etmeye işaret eder.

Avfın bir manası da "atiyye ve bağışı bol" de­mektir, denilmiştir. Onun için "Hafa male fülanin", "falancanın malı bol oldu" denilir.

Avf, lügatta saf, helal ve temiz manasına gelir. Bir manası da fazlalık ve artık demektir. Bu Kur'ân-ı Kerim'de şu şekilde ifade edilmektedir.

"Yine sana iyilik yolunda ne harcayacaklarını sorarlar. İhtiyaç fazlasını' de." [1395]

Afûv, Kur'ân-ı Kerim'de beş yerde zikredilmiştir. Bunlardan dördü el-Gafur ismi ile, beşincisi ise, el-Kadir ismiyle geçmektedir.

1. "Hakikaten Allah çok bağışlayıcı ve mağfi­ret edicidir." [1396]

2. "Kuşkusuz Allah, affedicidir, bağışlayıcı­dır."[1397]

3. "Şüphesiz Allah, çok affedici ve bağışlayı­cıdır." [1398]

4. "İşte bunları, umulur ki Alah affeder; Allah çok affedicidir, bağışlayıcıdır." [1399]

5. "Bir iyiliği açıklar yahut gizlerseniz veya bir kötülüğü (açıklamayıp) affederseniz, şüphesiz Allah da ziyadesiyle affedici ve kadirdir." [1400]

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcı ve çok mağfiret edicidir." [1401]

O, geçmişte ve gelecekte daima affedici olarak bilinmiştir ve kullarına karşı daima bağışlayıcı ve müsamahakar olmakla nitelendirilmiştir.

Herkes O'nun rahmetine ve keremine muhtaç olduğu gibi affına ve mağfiretine de muhtaçtır.

Gereklerini yerine getiren kimseleri affedip bağışlayacağını va'd etmiş ve şöyle buyurmuştur:[1402]

"Muhakkak ki Ben, tevbe eden, inanan ve yararlı iş yapan, sonra da doğru yola gireni bağışlarım." [1403]

Afüvv, özellikle affa sebep olan istiğfar, tevbe, iman ve salih ameller gibi şeyleri yerine getirdikleri zaman kulların işlediği bütün günahları affeden demektir. Allah Teâlâ, kullarının tevbelerini kabul eder ve suçlarını affeder. O, affedicidir, affı sever ve kullarının affa ulaşmalarına sebep olan şeyleri yerine getirmek için çalışmalarından hoşlanır. Bunlar, O'nun hoşnutluğunu kazanmak için çalışmak ve O'nun yaratıklarına iyilik yapmaktır. Kul ne kadar günah işlerse işlesin, sonunda tevbe eder ve kötülükten vazgeçerse, büyük küçük bütün günahlarını affeder. O, müslüman olmayı, önceki küfrün vebalini ortadan kaldıran bir sebep kıldığı gibi, tevbeyi de önceki günahın temizleyicisi kıldı. [1404]

Allah Teâlâ şöyle buyurdu.

“De ki: “Ey nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok merhametlidir." [1405]

Bir kudsî hadiste Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Ey Ademoğlu, eğer sen dünya kadar günahla bana gelsen, sonra buna hiçbir şeyi şirk koşmadan vefat edersen ben de sana dünya kadar mağfiretimle gelirim." [1406]

Bir başka ayette de:

"Şüphesiz Rabbi'nin affı geniştir." [1407]

Allah Teâlâ, mağfiretine ulaştırıcı bir takım sebeplerin kapılarını kullarına açmıştır. Bunlar, tövbe, istiğfar, iman, salih amel, Allah'ın kullarına iyilik yapmak, onları affetmek, Allah'ın lütfunu iştiyakla talep etmek, Allah'a hüsnüzanda bulunmak ve O'nun mağfiretine yaklaştırıcı daha başka şeylerdir. [1408]

Afv, intikamın zıddıdır. Allahu teâlâ bâzı suçluları intikâmiyle muahaze eder, bâzı suçluları da afviyle sevindirir. Hakî­katen bahtiyar olanlar, Allah'ın afvîne erenlerdir. Bunların belli başlı vasıfları şudur:

Allah teâlâ'ya ve Âhiret gününe inancı olan, yaptığı günâhların bir kötülük olduğunu bilerek yüzü kızaran ve bu duygunun zorlamasiyle günâhlarına tevbekâr olanlardır. Bunlara karşı, Allahu teâlâ'nın afüv ve hilmiyle muamele buyurması ne büyüklüktür. Ne büyük hayır ve rahmet, ne geniş ihsan ve keremdir. El-Hamdü lillâh.

Bu geniş lütuf ve kereminden faydalanamıyarak intikamı­na uğrayanların ise vay hâline! Bunlarsa Allah'a inancı olmıyan, afvı gördükçe şımaran, her türlü kötülükten zevk alıp, bunu kendine âdet edinen ve Allah'ın sevmediği çirkinliklerin insanlar arasına yayılmasına ve yerleşmesine çalışan, habis ruhlu insanlardır. Bu kabil suçları afv ve mağfiret etmek bir hayr değil, bir şerdir. Çünkü böyle bir muamele, haklı ile hak­sızı karmakarışık bir hâle getirmek, iyiliklerle kötülükleri bir tutmak olur. Bu da insanları fenalığa teşvik ve kötülüğe ortaklık etmek olurki, Allahu teâlâ'nın Adl ve Rahmet sıfat­ları böyle eksikliklerden münezzehtir. [1409]

 

Allahu Teâla Afvı Sever:

 

O'nun âdetlerinden biri de şudur ki: Âsi kullarına afv ve ihsan ile muamele yapmayı, onları muaheze etmekten ve ken­dilerinden öç almaktan ziyâde sever. Onun içindir ki, günâhkârları birden yakalayıvermiyor. Onlara mühlet vermesinde ve hattâ günahkârlar için Cehennemi hazırladığını şimdiden ha­ber vermesinde, ondan korunma ve kurtulma sebeplerini öğ­retmesinde, kendilerini Cehenneme atmaktan ziyâde afv ve ihsanına, şefkat ve keremine döndürmek hikmeti vardır. Me­selâ, çok sahî ve cömert bir zâtın şöyle bir ilânı görülür: Kapı­larımız açık, sofralarımız meydandadır. Gelenler ağırlanacak, gelmeyenlere sözümüz yok. Aynı şekilde cömert başka bir zâtın da davetiyelerinde şu kelimeler okunuyor: Gelenler izzet ve ikram görecek, gelmeyenler hakkında adamlarımıza emir verilmiştir. Zecrî muameleye teşebbüs edeceklerdir. Tabiîdir ki, bu ikinci zâtın sehaveti evvelkinden daha geniş ve üstün­dür, işte Cehennemin yaratılışında bu türlü bir zecr vardır. Allahu teâlâ'nın kullarına ihsan edip durmakta olduğu sayısız ni'metlerini hatırlatmasında da yine bu ma'nâ seçilmektedir. Çünkü Allah insanlardan o ni'metlerin tamamlanması, yâni fâni olan o ni'metlerin baki olan ni'metlerle mükâfatlandırılmasına istihkak kazanmalarını istemiş ve onları kötüye kulla­nıp da intikamına uğramaktan sakındırmıştır. Allahu teâlâ'nın, Kur'ân'da birçok yerde, itaat edenler için hazırladı­ğı, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, hayallerin erişmediği nimetleri; isyan edenler hakkında ise tertip edeceği çe­şitli ukubetleri, birbirinden çekici muhtelif üslûplarla ifâde buyurması, hep ni'metlerinin yollarını tutmağa teşvik, helak ve hüsranı mûcîp ahvalden tahzîr içindir. Onun için bir kul, ne kadar günahkâr olursa olsun, bir gün Rabbinden utanarak O'na döndüğü zaman, Allah onu hemen afv ve gufrâniyle karşılıyor. Allah'ın rahmeti, kulun günâhından çoktur. Doğrulup gelene kapısı açıktır. Fakat eğri kalanlar ne kapıyı bulur, ne de onlara kapı açılır. [1410]

 

Afvle Mağfiret Arasındaki Fark:

 

Afv, günâhların izlerini silip bütün bütün yok etmektir. Mağfiret, sâdece günâhların üstüne bir perde çekmektir. Onun için afv, mağfiretten daha ileridir. Mağfiret günâhları örtmek­ten ibaret olduğuna göre, günâh yerinde duruyor demektir, yal­nız açık değil... Fakat afv tamâmiyle günâhları silmek mahv ve izâle etmektir. [1411]

 

Kula Gereken Şey:

 

Sevgili okuyucu! Biri seni rencide eder, sonra da beyân-ı i'tizâr ederse özrünü kabul et, yahut da doğrudan doğruya onu afvet ki, Allah'tan mağfiret bulasın. Allah sana, senin başka­larına ettiğin muamele gibi muamele eder:

Affedersen afvolunursun. îstiskâ edersen, yâni bir hakkı aramakta çok ileri gi­dersen, istiskâ görürsün.

Bunalmış ve namuslu borçlulara mühlet vermek veya ala­cağının bir mikdârını veya vaziyetinin icâbına göre hepsini bağışlamak da böyledir[1412]

 

83. ER-RAUF

 

Çok merhametli, müşfik, çok şefkatli,[1413] pek re'fetli. [1414]

"İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah'ın rıza­sını almak için kendini ve malını feda eder. Allah da kullarına şefkatlidir." [1415]

Noksan sıfatlardan münezzeh olan Rabbim çok şefkatli, pek müşfik ve çok merhametli, merhametin en ileri derecesiyle muttasıf, fakiri sorumlu tutmadı­ğını zengine sorumlu kılan, yolcudan almadığını yol­cu olmayandan alan, zayıf ve çaresizlerin halinden dolayı fazlaları onlara hafifleten Allah'ın merhameti engindir.

İnsanı azimetle sorumlu tutmakla sevdiği gibi, kullarına ruhsat vermeyi seven Allah'a hamdü sena­lar olsun.

Er-Raûf, sözlükte şefkat duyan demek olup, son derece merhametli manasında "Re'fat" kökünden gel­mektedir. Allah'tan olan şefkat, kötülüğü gidermek­tir.

Ve biz şu yedi isimle Allah'a niyazda bulunuruz. "Allah'ım beni ve onları, dünya ve ahirette, dinen ken­dine ehil yap. Ey Mevlamız bize gücümüzün üstünde yük yükleme. Sen bağışlayan, hilm sahibi, cömert, ke­rim ve çok acıyan merhamet sahibisin."

Er-Raûf, Kur'ân-ı Kerimde on kere geçmektedir. Bunlar:

(Bakara: 2/143; Tevbe: 9/117; Nahl: 16/7, 16; Hac: 22/65; Nür: 24/20; Hadid: 57/9; Haşr: 59/10, "Ve hüve raufun bi'l ibâd" şeklinde Bakara: 2/207; Âl-i İmrân, 3/30) şeklindedir.

"Herkesin, iyilik olarak yaptıklarını da kötü­lük olarak yaptıklarını da karşısında hazır bulun­duğu günde (insan) isteyecek ki kötülükleri ile kendisi arasında uzun bir mesafe bulunsun. Allah kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Allah kullarına çok şefkatlidir." [1416]

Allahu teâlâ büyüktür, zengindir, kudret eliyle yarattığı ve isterse bir lâhzada yok edebileceği mahlûkâtından hiç biri­ne muhtaç değildir. Fakat Allah'ın bu gınâsı mahlukâtına kar­şı re'fet ve rahmetine mâni' değildir. Bilâkis re'fetinin büyük­lüğüne delâlet etmektedir. Meselâ dünya yüzünde yaşıyan hay­vanların, o ağzı dili söylemeyen zavallıların halleri ne kadar acıklı görünür. Halbuki Allahu teâlâ kemâl-i re'fetinden onla­ra bir ilham, bir sevk-i tabiî ihsan buyurmuştur. Bu sebepten onlar yaşamalarını te'min edecek maddeleri bulurlar. Kendi nevi'lerinin muhafazası sebeplerini bilirler. Helaklerini mûcib olacak ifrat ve tefrîte kapılmazlar, bunlardan başka yu­va kurmak, yavrularını gözetip yetiştirmek gibi daha nice iş­ler yaparlar ki, bu esrar, hayvanât ilmiyle uğraşanları hayret­ten hayrete düşürür.[1417]

 

Arı Ve İpek Böceği:

 

En zarif giyecek maddesi olan ipekle, en lezzetli yiyecek maddesi olan balı yapan ve menfaatimizle ilgili olmaları dolayısıyle bir çoklarımızın meşgul olduğu arı ile ipek böceğinin, bunları yapmakta gösterdikleri intizam ve esrara nüfuz etmek bile, Allah'ın hudutsuz re'fet ve keremini göstermeğe kâfidir. Sevgili okuyucu! Eğer vaktin müsaitse ve içinde daha geniş bilgi edinmek hevesi varsa, öteki hayvanlara ve meselâ yerin altında yuva tutan karıncalarla, yükseklerde bacalar üstünde yuva kuran leyleklere ve hele o nebatatın fasilelerine bir bak!

Allah'ın geniş re'feti öyle görülür ki, insan o Rauf u Rahîm'e ister istemez muhabbet eder. Çünkü hiçbir mahlûku­nu bırakmamıştır ki, hayâtı ihtiyaçlarını te'min, nev'inin bekâsını tefekkül edecek ve helakini mucip felâketlerden ko­ruyacak sebepleri mebzûliyetle ihsan etmiş olmasın! Vakti gelip de mahv ve helak edilenlerin bile -varlığın hey'eti mec­muası için- daha geniş ve daha yüksek bir re'fet eseri olduğuna şüphe yoktur. [1418]

 

Allah’ın İnsanlara Re'feti Daha Büyük­tür:

 

Mahlûkat içinde bilhassa insanlar için, Allah'ın inayeti, kerem ve re'feti, hiçbir ölçüye, hiçbir ifâdeye sığmayacak ka­dar geniş ve büyüktür. Hayâtımızın kısa bir devresi için ika­metimize tahsis buyurduğu arzın içi, dışı, her zerresi bizim menfaatimiz için çalışmaktadır. Maddî rızıklarımızın da ma'nevî rızıklarımızın da kaynaklarını bol bol yaratmıştır. Allahu teâlâ insanı, hilkatin gayesi, mahlûkâtın ekmeli ola­rak yaratmıştır. Yeryüzünde nebatî, hayvânî bütün hayatlar, hülasa oluna oluna, bir zübde-i safiye ve kâmile halinde insa­nın nasîbi meydana geliyor. Allahu teâlâ insanların kadın sı­nıfını da öteki mahlûkâtın dişilerinden seçkin bir güzellikte yaratmıştır. Onlardaki letafet ve melâhât, hiçbir mahlûkta bu­lunmaz, insanı çeken nefsânî lezzetlerden, şehvani istekler­den her ne varsa, hepsi için tayyip, helâl ve rızasına uygun yollar göstermiştir. Sonra o bahâ biçilmez akıl ve fikri ver­miş, insanoğlunun kafasına ne ince mâ'nâlar, nükteler, ne yü­ce hakikatler, hikmetler ilham etmiştir. Sonra bütün bunları başkalarına ifâde edebilmek için ne zengin lâfızlar, kelimeler, cümleler öğretmiştir.

Hele o yazı yazma kabiliyeti, Allah'ın ne büyük ni'metlerindendir. Yazı yazma âleti olan kalemin, söz söyleme âleti olan dilin kardeşi olduğuna şüphe yok ve her ikisi de Allah'ın büyük ni'metierindendir, amma ölçüye vurulduğu zaman, ka­lemin sahasının daha geniş, muhatabının daha çok olduğu an­laşılır, insan, diliyle yanındakilere, kalemiyle de uzaktakilere anlatır. Dille yalnız, işitenlere, kalemle ise sayısız insanlara, asırlar boyunca ifâde edilir. Eğer yazı olmasaydı, meselâ üç bin sene evvel yazılan bir kitaptan faydalanabilir miydik? Pek eski zamanlarda yaşamış olan ecdadımızın bilgilerinden müstefid olmasaydık, terakki edebilir miydik? Ecdadımız da kendi ecdâdından faydalanmıştır. Bir insan birşey keşfeder. Ondan yalnız kendisi mi müstefîd olur? Hayır.... Demek ki insanlar bidayetten şimdiye kadar birbirileri için çalışmışlardır ve bu­nu yazıyla muhafaza etmişlerdir. Halbuki bir hayvan, başka bir hayvan için böyle çalışmaz. Velhâsıl, insanlar üzerinde Allah'ın ni'metlerini saymağa kalkışanlar muhakkak ki mağlûp olur.

Allahım! Bildiğimiz, bilmediğimiz bütün ni'metlerinden dolayı, hamd ü minnet ancak sanadır. [1419]

 

Kula Yaraşan Şey:

 

Allahu teâlâ'nın bunca nimetlerine karşı hamd ü sena mefhûmunun bir zerresi olmak üzere, Allah'ın mahlûkatına bir yararlık, malıyla veya bedeniyle veya fikriyle bir fedâkâr­lık göstermeğe çalışmaktır. Ecdadımızı hayırla anmak, ara­mızdaki acezeyi hayırla gözetmek insanlık borcudur. Geçmiş­lere dil uzatanlarla, aceze ve zuafâyı hor tutanların dünyâda ve âhirette rahat edeceği bir yer yoktur. [1420]

 

84. MALİKÜ'L-MÜLK

 

Mülkün ebedi sahibi. [1421]

"Sen mülkü dilediğine verirsin." [1422]

Allah mülkün sahibi, mülkünde mutlak muta­sarrıf, dilek ve iradesini mülkünde dilediği gibi kul­lanandır. O'nun hükmünü uygulamadan alıkoyacak kimse olmadığı gibi, hükmünü sorgulayacak kimse de yoktur.

Mülk burada, "hakimiyyet, kudret ve idare al­tında bulunan" demektir. "El-Malik", mutlak kudret sahibi manasındadır.

Mülk kudretinde olan Allah yüceler yücesidir. O, mülkün sahibi, her şeye malik olandır. Kulaklara, gözlere, kalplere mutasarrıfdır, Rahman ve Rahîm’dir. Din gününün sahibidir. Hiçbir şey ondan gizli kalamaz. Kıyamet günü; "Bu gün mülk kimindir?" diye sorduğunda, kullar Kahhar olan bir Allah'ındır diye haykıracaklardır.

Maliku'1-Mülk, Kur'ân-ı Kerim'de  bir  defa  geç­mektedir.

"(Resulüm!) de kî: “Mülkün gerçek sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dile­diğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elinde­dir. Gerçekten sen her şeye kadirsin."[1423]

Allahu teâlâ mülkün hem sahibi, hem hükümdarıdır. Mâlikiyetinde olsun, Melikiyetinde olsun[1424] O'na bir ortak veya bir denk yoktur. Kullarından bâzılarına muvakkaten mülk verir, hükümdar yapar, bâzılarına da arazi ve emlâk verir, mülk sahibi yapar. Bu suretle onlar, Allah'ın verdiği bu mal ve mülk üzerinde ariyet bir melikiyet hakkına mâlik olurlar. Allahu teâlâ verdiği bu hükümdarlık veya mal ve servet kuvvetini kullanma ve onlardan faydalanma yolları­nı da bildirmiştir.

Allah ister ki, kullar nefs ü hevâya uyup da zarar ve ziyana uğramasınlar, bilâkis bu fâni kuvvetle daha büyük kârlar elde etsinler. [1425]

 

Hüner, Bu Fâni Sermaye İle Bâki Saadet Ka­zanmaktır:

 

İnsanlar bu kuvvetleri yalnız fâni maksatlar uğrunda ve kendi keyf ve heveslerine göre kullanırlar ve harcarlarsa, ecel geldiği vakit bunların hepsi biter, herşeyden mahrum kalır. Fakat muvakkat sâhibliğe aklanmayarak, mülk ve melekûtun hakîki sahibi olan Allah'ın emirlerine göre, O'nun rızâsı için, O'nun yoluna sarf ederlerse, Allah onları boşa gidermez, ebedî ni'metlerle karşılar. Bu suretle ecel gelince, fâni hayâta bedel bakî hayat başlamış, olur. [1426]

 

Allah Kendi Mülkünü Yine Kendi Mülkü İle Satın Alıyor:

 

Allahu teâlâ Mâlikü'l-mülk olduğu için, kulun elindeki de O'nun mülküdür ve hattâ kulun bizzat kendisi de. Şu halde Al­lah kendi mülkünü yine kendi mülküyle değiştiriyor; fâniyi baki ile tebdil ediyor demektir. Fakat burada kazanç yalnız ku­la âit olduğu için, bu kazancı kabul edip etmemek hususunda Allah kulunu serbest bırakmıştır. Kul kazanmak istiyorsa, gönül hoşluğiyle Allah'ın rızâsını gaye tutarak, elindeki kuv­vetle o uğurda çalışması icâbeder. Birçokları bu ariyet kuvvete aldanarak, yâni bu kuvvet kendisininmiş te, ileride hiç hesabı sorulmayacakmış gibi davranarak, Allah'ın kullarına ezâ ve cefâ ettiğini, hak, hukuk tanımayarak, bir çok hak sahibinin haklarını elinden aldığını ve nihayet günün birinde eli boş, di­li tutuk göçüp gittiğini düşünerek, böyle feci bir sonuçtan Al­lah'a sığınmak ve Allah'ın verdiği bu imkânlarla kendine ve başkalarına hayır ve menfaat sağlamağa çalışmak durumunda­dır. [1427]

 

Kula Gereken Şey:

 

Bir kul için ni'metler azdırıcı değil, düşündürücü olmalı­dır. Köylerde olsun, şehirlerde olsun, malına güvenerek cebbarlık eden zenginlerle, Allah'ın kullarına zulüm yapan, kuv­vet ve salâhiyet sahibi olanlar, bu hakikati dâima gözönünde tutmalıdır. Menfaatleri bunu icabettirir. [1428]

 

85. ZÜ'L-CELALİ VE'L İKRAM

 

Azamet ve ikram sahibi, [1429] hem büyüklük sahibi, hem fazl-ı kerem sahibi. [1430]

Azamet ve büyüklük sahibi, rahmet ve cömertlik sahibi, herkese iyilik ve ihsanda bulunan demektir.

O, kendisini yücelten, saygı duyan ve seven dostlarına ve samimi kullarına ikram edendir.[1431]

Kendisinden başka azamet, kemal ve şeref sahi­bi olmayan Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. O'ndan başka kerem ve ikram sahibi yoktur. Bütün bunlar ondan sadır olur.

Allah zatında azamet sahibi, mahlukatına karşı hükmünde kerem sahibidir.

Zü'1-Celal, Allah'ın kemal sıfatına işaret etmek­tedir. İkram ise Allah'ın tenzihi sıfatına delalet eder. "Celâl" hakiki bir sıfat, "el-İkram" izafî bir vasıftır. Celâl, onun zatî sıfatı, ikram ise fiilî sıfatıdır.

Bazı rivayetlere göre de zül-celali ve'1-ikram İsm-i Azam'dır.

Rivayete göre Peygamber (s.a.v.) bir yoldan geçi­yordu. Birden bir bedevi "Allah'ım senin en büyük isimlerinle el-Azim, el-Hennan, el-Mennan, Malikü'l-Mülk ve Zü'1-Celali ve'1-İkram'la senden niyazda bu­lunuyorum" diyordu. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.):

"O, kendisiyle dua edildiğinde mutlak icabet edilen Allah'ın ismiyle dua etti, bununla dua edildiği zaman mutlaka Allah verir." buyurdu.

"Zü'l-Celali ve'1-İkram", Kur'ân-ı Mübin'de iki yerde geçmektedir.

1. "Ancak azamet ve  ikram  sahibi Rabbinin zâtı baki kalacak." [1432]

2.  "Büyüklük ve ikram sahibi Rabbinin adı yücelerden yücedir." [1433]

Celâl, büyüklük, ululuk ma'nâsmadır. Büyüklük nişanesi olan ne kadar kemâlât varsa, hepsi O'na mahsustur. Bu nâ-mütenâhî kemâlâttan, velevki bir tek olsun, başkasında bulun­mak imkânsızdır, hattâ benzeri bile. Gerçi Allahu teâlâ, bü­yüklüğünü göstermek, kemâlâtını sezdirmek için, insanlarda o kemâlâtın izlerini, nişanlarını yaratmıştır. Bu izlere ve nişanlara bakıp da büyüklenmemeli, belki bunların kılavuzluğuyla hakiki büyüğü izleyip bulmalı ve ondan faydalanmalı, yoksa Allah'ın büyüklüğü önünde zâtlarıyle, sıfatlarıyle topyekûn bütün mahlûkat sıfırdır. Çünkü onlar ne kendilerine sahiptir, ne de üzerlerindeki ni'metlere...

Celâl sahibi, ancak Allah'tır. O'nun karşısında hiçbir şey kendi kendine tutunamaz. Azamet ve celâliyle, her şeyi bir an­da yok edebilecek derecede büyüktür. O halde, kime ve hangi kuvvete güvenerek O'na isyan edilir? [1434]

 

Her Nimet Ancak Allah'tan Gelir:

 

Allahu teâlâ yoklara varlık, fânilere hayat vererek, onları çeşitli ni'metlerine müstağrak kılan fazl u kerem sahibidir de. Mahlûkat üzerine akıp taşmakta olan sayıya gelmez, tenâhî kabul etmez ni'metler, ancak O'nun ihsanı, O'nun ikramıdır. O ni'metlerin velev ki bir zerresinde olsun, O'ndan başka kim­senin hakkı yoktur. Allahu teâlâ insanları, ihtiyaç denilen gö­rülmez, tutulmaz iple birbirine bağlamıştır. Her insan başka insanlara muhtaçtır; tek başına yaşıyamaz. Onun için her ni'metin ele geçmesinde, insanlar birbirlerine yardımcı, vâsı­ta, bir sebep, bir mecra olabilirler. Fakat hiçbir zaman, hiçbir ni'metin halikı ve saikı olamazlar. Ni'meti yaradan da Al­lah'tır, sevk eden de... Allah'ın bu sayısız ni'metlerinden daha büyük bir ni'meti de şudur ki:

İnsanlara bu fânî ni'metleri, bakî ni'metlerle değiştirme yollarını bildirmiş olmasıdır. O halde bu kadar kârlı kazançtan kaçmak için, insanda bulunması lâzım gelen gafletin kalınlığı ve derinliği nasıl ifade edi­lir? [1435]

 

Kula Gereken Şey:

 

Yalnız Allah'tan korkmak ve yalnız O'na karşı alçalmak, yâni yalnız Allah'a karşı kendini hor, hakir görmek ve her um­duğunu da, yalnız O'nun lütuf ve kereminden beklemektir. Bu hal büyük bir mertebedir. Allah'ın birliğine inanmış olanların tam nişanı da budur. İnsanlardan beklediği bir şey olmayan, her haceti için Allah'tan başka merci' bilmeyen bir gönül. Al­lah'a yalvarmakta ve Allah'a hâlini arz etmekte ne yüksek bir samimiyet taşır. Böyle gönüller için elbette Allah kâfidir. On­ları himaye eder, lûtfuyla muamele buyurur. Onun için hakikî tevhid ehli (tevhid ehli, Allahu teâlâ'nın zâtında, sıfatlarında, efal ve icraatında, birliğine inanmış olanlardır.) olanların kimseden ne pervası vardır, ne de umduğu... Hakîki insanlık ölçüsü işte budur. Tevhid ehlinin öyleleri vardır ki, ayağına altın dökmekle başına kılıç tutmak birdir; ne sevinir, ne de ye­rinir.

Tenbih: Bu ism-i şerîf, Allahu teâlâ'nın hususî sıfatlarındandır. Zü'1-Celâl-i ve'1-İkrâm sıfatı, Allah, Er-Rahmân ism-i şerifleri gibi, Allahu teâlâ'ya mahsus olan ve O'ndan başkası için velev ki mecazen olsun kullanılmayan sıfatlar­dandır.

"(Yâ Ze'1-Celâli ve'1-İkrâm) diye ısrar ediniz" mealinde bir hadîs-i şerîf vardır. Bu ism-i şerîfin İsm-i A'zam olduğunu söyleyenler de olmuştur. [1436]

 

86. EL-MUKSİT

 

Adaletle hükmeden, [1437] bütün işlerini denk ve birbirine uygun ve yerli yerinde yapan. [1438]

"Aralarında adaletle hükmedilir. Ve onlara zulmedilmez." [1439]

El-Muksit; gerçeğe uygun hükmeden, adaleti ye­rine getiren, hükmünde adil olan demektir.

Allah, mazlumu zalimin zulmünden korur. O'nun bu vasfı mazlumun hakkını zalimden alması yönüyle tam ve kamildir. Bu adaletinin nihayetsizliğini, insaf ve merhametini gösterir. Buna Allah'tan başkası güç yetiremez.

Bu isim, onun bütün fiillerinin denk ve uygun­luk arzettiğini ifade eder. [1440]

Allahu teâlâ en üstün adalet ve merhamet sahibidir. Her işi birbirine denk ve lâyıktır. Zerre kadar da olsa haksızlığı terviç etmez. Kullarına muamelesi tam, adalet ve merhamet üzere­dir. Allah, onlardan hiç birinin yapmış olduğu iyiliğin, bir zerresini karşılıksız bırakmaz. Birbirlerine karşı yaptıkları haksızlıkları düzeltir, hakkı yerine getirir. Hiçbir mazlumun hakkı kaybolmaz. Mahlûkattan görebildiklerine dikkatle bak! Allah onları nasıl denk ve birbirine uygun yaratmıştır. Meselâ denizlerin, dağların, ovaların doyulmaz güzelliği ne kudrettir. Allah, bunları ve daha etrafımızı dolduran güzellikleri görebilmek için göz vermiştir. Hamd ü senalar olsun, eğer göz vermeseydi bütün bu güzelliklerin icadı abes olurdu. Göz verip de, güzel­likleri yaratmasaydı bu defa da gözün faydası olmazdı.

Üzerinde barındığımız dünyâyı düşün! Eğer o bulunduğu mevkiden biraz daha güneşe yakın olsaydı yanar, kavrulurduk. Yahut, biraz daha güneşten uzaklaşsaydı, bu defa da soğuktan buz kesilirdik. Ya dünyânın sathı, her tarafı deniz olsaydı veya her tarafı yalçın kayalarla örtülü bulunsaydı yaşayabilir miy­dik? Ciğerlerimize bol bol çektiğimiz temiz hava dalgaları, içimizi temizleyip hayâtımıza hayat kattıktan sonra bize mazarratlı olan maddeleri de alarak çıkıp gidiyor. Bu ne büyük ni'mettir. Eğer hava olmasaydı, yahut havanın unsurlarından yalnız biri eksik olsaydı, bizim gibi teneffüsle yaşayan mahlûkat yok olurdu. Velhâsıl onun suyu, havası, taşı, toprağı, ya­zı, kışı, gecesi, gündüzü hep insan ihtiyaçlarını karşılayacak surette yaratılmıştır.

Allahu teâlâ, herkesin istidadını ve kimin neye istihkakı olduğunu bilir ve ona göre her hakkı, müstehikkıne ve her şeyi müstaiddine ulaştırır. Vereceğini vermek, vakti gelince ver­diklerini geri almak için hiç bir kayıt ve şarta tâbi' değildir. Zaman gelir daraltır, zaman gelir açar. Fukarayı zengin yapar, mülksüze mülk verir. Mülke lâyık olanı, olmıyanı, kimlere niçin ve ne kadar müddet vereceğini de bilir. Buna karşı "Biz dururken niçin filâna verdi?" denemez. Varlığına, birliğine inanmış oldukları halde, buyruklarına göre gitmeyen âsi kul­larına, zâlimleri musallat kılar, onları terbiye eder, gün olur zâlimleri birbirine düşürür.

Allahu teâlâ cehilden, gafletten münezzehtir, hatâdan uzaktır. Her işin önünü, sonunu bilir ve bildiği gibi yapar. Hiçbir işine kimsenin i'tirâz etmeğe hakkı yoktur. Çünkü her muamelesi haktır, sırf hayırdır. İ'tiraza cür'et edenler câhildir. Bunlar i'tirâz ettikleri noktalar üzerinde biraz dursalar, biraz hâdiselerin içyüzüne nüfuz etmeğe çalışsalar, söyledikleri sözlerden dolayı utanır, yerlere geçerler. [1441]

 

Bîr Dairede Görülen İntizam Neye Delâlet Eder?

 

Bir şehir veya müessese veya bir ev yahut bir daire ziyaret edilip de, her şeyin yerli yerinde ve herkesin vazifesi başında çalışmakta olduğu görülünce orada âdil bir hâkim bulunduğu­na derhal hükmedilir. Bunun gibi kâinatta herşey şayan-ı hay­ret bir intizam ve ittirat içinde çalışmaktadır. Bu çalışmalar öyle dağınık ve birbiriyle çarpışan bir çalışma olmayıp, bü­yük hikmetler ve belli gayeler etrafında birleşmektedir. Alla­hu teâlâ'nın birliğine, adalet ve merhametine apaçık delâlet et­mekte olan bu ahenk ve intizâmı, insanların kendilerine örnek tutarak bütün muamelâtında hak ve adalet sınırlarını gözetme­leri ve herhangi bir çarpıklık ve yaraşıksızlıktan sakınmaları lâzımdır[1442].

 

İnsanların En Hazin Ve Esef Verîcı Çarpık­lıkları:

 

Kendini yaratan Hâlik'ı, ni'metlerini yiyip durduğu o ha­kikî velîni'meti bilmemesi ve öğrenememesidir. Bugünün

medeniyet üstadı olan milletlerle, onların eteğine yapışarak izince gidenlerin, maddî medeniyetin her şubesi hakkındaki geniş ve derin bilgilerine ve çalışmalarına hayran olmamak kabil değildir. Fakat ne yazık ki, bu adamların Allah hakkında­ki, din ve fazilet hakkındaki bilgileri, pek azları istisna edilir­se koskoca bir sıfırdan ibarettir. Zekâlarını, akıl ve fikirlerini tamâmiyle maddiyâta bağlamış, maddiyât da, kendilerini kuşatmış, birbirleriyle sımsıkı sarmaş dolaş olmuşlardır. Ruh­tan ve ruhun ihtiyaçlarından zerre kadar haberi yoktur. Bunların hâli kapısının bir kanadını oymalı, kırmalı tahtalardan imâl ettirip, üzerini altın yaldızla boyatığı halde, öteki kana­dını, çürük, delik deşik tahta parçalarından yaptıran adamın haline benzer, işte bu kapının kanatları arasındaki uygunsuz­luk ve manzarasındaki zevk-i selimi rencide eden çirkinlik tamâmiyle bu adamların iç ve dış durumunun temsilidir. [1443]

 

Kula Gereken Şey:

 

Bu ism-i şerîf hükmünü kendine örnek tutanlar, işlerinde, sözlerinde, fikirlerinde ifrat ve tefrite kapılmazlar, i'tidalden ayrılmazlar. Onların işleri sözlerine, sözleri fikirlerine uygun ve muvafık olur. İşi sözüne, sözü işine, fikri hiçbirine uy­mayan, samimî bir insan değildir. [1444]

 

87. EL-CAMİ'

 

Toplayıp düzenleyen, kıyamet günü hesaba çekmek için mahlukâtı toplayan,[1445] istediğini istediği zaman, istediği yerde toplayan. [1446]

"Mahşer vaktinde sizi toplayacağı gün, işte o, zarar günüdür." [1447]

Zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bütün kemal sıfatları toplayan Cenab-ı Hak noksan sıfatlardan münezzehtir. O'nun zatı gibi zatı olan, O'nun sıfatları gibi sıfatı olan, O'nun fiilleri gibi fiili olan yoktur.

Cenab-ı Hak Tealâ olacağında hiç şüphe olma­yan bir gün olan kıyamette insanları haşr için topla­yacaktır.

"Mahşer vaktinde sizi toplayacağı gün, işte o zarar günüdür. (Ancak) kim Allah'a inanır, yararlı iş yaparsa, Allah onun kötülüklerini örter, onu (ve benzerlerini), içinde ebedi kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte büyük kur­tuluş budur." [1448]

Ayette geçen "yevmu'1-cem" kıyamet günüdür. Cenab-ı Hak önceki ve sonraki insan ve cinlerin ara­sını birleştirdiği, yer ve gök halkını bir araya getirdi­ği, her kulu ameli ile birleştirdiği, zalimle mazlumu bir araya getirdiği, her bir Peygamberle ümmetini bir araya topladığı, taat ehli ile sevabı günahkârlar ile cezaları bir araya getirdiği için kıyamet günü "yevmu'l-cem" diye isimlendirilmiştir.

Et-Teğabûn, tefaûl babından olup "abn" kökün­den gelmektedir. "Aldanma ve kâr-zarar" manasına gelir. Buradaki maksat cennette kendi yerini ve aile­sinin yerini kaybeden kimsedir. Buradaki Teğabûn" iki kişi arasında ziyan değil kişi ile nefsi arasındaki kayıptır. Kıyamet gününde o gün taksiratı sebebiyle Allah'ın lütfunda zararda olacak kimseler kendini Al­lah'ın ihsanlarından tecrid ettiği için zarardadırlar.

Cenab-ı Hak kalpler arasında ülfet temin ede­rek, kalpler arasında sevgi tohumları yeşerterek on­ları bir araya getirir.

"Allah'ın size olan nimetini hatırlayın:

Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönülle­rinizi birleştirdi ve O'nun nimeti sayesinde kar­deşler oldunuz."[1449]

"Ve (Allah), onların kalplerini birleştirmiştir. Sen yeryüzünde bulunan herşeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allah, onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mut­lak galiptir, hikmet sahibidir." [1450]

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Rabbimiz! Gelmesine şüphe edilmeyen bir günde, insanları mutlaka toplayacak olan sensin. Allah asla sözünden dönmez."[1451]

O, insanların amellerini ve rızklarını toplayandır. Küçük büyük hiçbir şeyi terk etmez, hepsinin hesabını bilir.

O, ilk ölenden son ölene kadar bütün ölülerin değişen ve değişik bir hal alan bütün parçalarını sonsuz kudreti ve geniş ilmiyle toplayıp bir araya getirendir. [1452]

Cem', dağınık şeyleri bir araya toplamak demektir. Allahu teâlâ, vücutlarımızın çürüyerek suya, havaya, toprağa dağıl­mış olan zerrelerini tekrar birleştirecek, bedenlerimizi yeni baştan kuracaktır. Bu âlemde milyarlarca insanın, milyarlarca zerrelerinin birbirine karışmış olduğunu düşünerek, bunun Allah'a göre güç bir şey olduğunu zannetmemelidir. Allah'ın ilminde, her insanın vücudunu teşkil eden zerrelerin sayısı ve bulunduğu yer, ayan beyan bellidir. Bunların lâhza içinde bir­leşip bedeni vücuda getirmeleri ise yalnız Allah'ın tek bir fermanına bakıyor. [1453]

 

Allahu Teâlâ Bütün İnsanları Toplaya­cak:

 

Allahu teâlâ, bir insanın dağılan eczasını nasıl bir lâhza içinde toplayıp cesedini teşkil ve ruhunu iade edecekse, bütün insanları da öylece hesaplarına bakılmak, muhakemeleri gö­rülmek ve herkese yaptığının karşılığı verilmek üzere Arasat meydanına toplayacaktır. Allahu teâlâ dünyâya insanları im­tihan için çıkarmıştır. Gerçi O, imtihanda kimlerin kazanaca­ğını, kimlerin kaybedeceğini tâ ezelden biliyordu. Fakat güya tecrübe ediyormuş gibi, fiilen bu işi açığa vurmak, herkese kendi yaptığıyla kendi mertebesini bildirmek ve bu suretle kimsenin kimseye bir diyeceği kalmamak hikmetiyle, insan­ları bir imtihan yeri olan dünyâya sevk etmiştir. Herkes bura­da, imtihanını vermekte, kazanan da, kazanamayan da geçip gitmektedir. Fakat vakti gelince bunların hepsi toplanacak ve son büyük mahkemede ayrılacak, iyiler ikram ve selâmet yeri olan Cennette, kötüler de işkence ve azap yeri olan Cehennemde iskân olunacaklardır. Allah bu suretle dostlarını Cennette, düşmanlarını Cehennemde toplayacaktır. [1454]

 

Allahu Teâlâ Her Hak Sahibînî Hasmiyle Toplar:

 

Hak sahiplerini hasımlarıyle huzurunda karşı karşıya geti­rir. Bir zâlimin ne kadar davacısı varsa bir anda hepsi etrafındadır. (O kalabalıkta beni davacım nerede bulacak? dememeli). Allahu teâlâ bir kap içinde şekilleri, renkleri, tatları ve daha başka vasıfları birbirine benzeyen ve benzemiyen şeyleri top­ladığı gibi, birbirlerine zıt unsurları da toplar. Sıcağı, soğu­ğu, yaşı, kuruyu bir araya getirir, birbirine tecâvüz etmeden durdurur[1455].

 

İlim Meş'alesînın Işığıyla Neler Görülü­yor:

 

İnsanoğlunun elindeki ilim meş'alesinin ışığıyla görebil­diği hakikatler bile, akılları durduracak derecede hayretler ve­riyor. Meselâ, bir damla kanın içinde Allah, takriben altı mil­yon kürecik toplamıştır, işin daha garibi, bu altı milyon kürecik, o bir damla kandaki suyun içinde yüzüyor ve asla birbirle­rine değmiyor. Bir insanda, ortalama hesapla altı, yedi kilo kan bulunduğuna göre, insan kanında bulunan küreciklerin sa­yısı trilyonlara çıkıyor, hele o zerrelerin sayısı ise bizim öl­çüleri aşıp taşıyor. Allahu teâlâ, insanoğlunun bu mahdut be­deni içinde, sayıya gelmez hücreleri, zerreleri toplamış, yarat­mıştır. Bunların her biri, bir fabrika gibi işleyen, başlıbaşına birer âlemdir. Tegaddî eder, teneffüs eder, hareket eder, arar, bulur, reddeder, doğurur, ölür. Allahu teâlâ bunları bu mahdut beden içinde nasıl ilmiyle, kudretiyle kuşatmış, istediği gibi tasarruf ediyorsa, bu zerrelerin her biri, kâinatın sonsuz ge­nişliği içinde yayılıp dağılsa, yine aynı suretle Allah'ın ilmi ve kudreti içindedir. Yine istediği gibi tasarruf eder. Asla fark yoktur. Çünkü mülk Allah'ındır ve Allah'ın kudreti, mülkünün her noktasında aynı kuvvetle müessirdir, hâkimdir, bir iradeyle dağılır, bir iradeyle toplanır. [1456]

 

Kula Gereken Şey:

 

Gafletten uyanmağa, hakikî vaziyeti sezmeğe gayret et­mektir. Yâni, dünyânın geçici görünüşüne aldanmıyarak, ken­disine baki kalacak arkadaşlarının kıymetini ve hüviyetini şimdiden teşhis etmeğe çalışmaktır. Çünkü Allahu teâlâ, her kulunu kendi yaptıklarıyla toplamıştır. Baki yoldaş, herkesin kendi işidir.

İmân ve sâlih amellerin nurları, gönülleri açan bahçeler, köşkler, eşler, hadimler şeklinde ve her amel kendisine münâ­sip surette tecessüm eder, sahibine görünür. Küfür, şirk, ceha­let, dalâlet ve bütün kötü huyların da karanlıkları yılanlar, ak­repler gibi ürküntü ve ıztırap verici şekilde sahibinin etrafını sarıverir. Zâten iyi veya kötü herkesin ameli kendini kuşat­mıştır. Bu itibarla iyi işlerle çalışanlar şimdiden Cennette, kötülüklerle uğraşanlar Cehennemdedir. Fakat dünyâda sağ ol­dukça fark edilmez. Çünkü maişet derdi, yiyip içecek temini, sevdiklerimizin keyfine hizmet aşkı gibi hayat gürültüleri, bizi gaflet uykusuna daldırır ve biz âdeta iptidaî bir değirmen­de gürültü içinde yaşayan değirmenci gibiyiz. Nasıl ki, gürül­tü kesilirse değirmenci o zaman uyanır. Bunun gibi, ruh be­denden ayrılıp da hayat gürültüleri durunca, bir de bakarsın ye­nilen bitmiş, giyilen eskimiş, sevdiğimiz şeylerin hepsi si­linmiş, yok olmuştur, işte o zaman hakikat bütün çıplaklığıy­la gözlerimizin önünde belirecek ve biz yalnız amellerimizle başbaşa olduğumuzu anlıyacağız. Kendini bilmeyecek kadar sarhoş olan kimsenin koynundaki şey sevdiği bir çıkın mı, yoksa yılan ve akrep mi, sarhoşluğu gidince anlaşılır. Fakat bunu şimdiden anlayıp ona göre tedarikâtta bulunmak gerekir. Yoksa o zamanki anlayış faydasızdır. [1457]

 

88. EL-GANÎ, EL-ĞANİYY

 

Kendisi her şeyden müstağni, her şey kendisine muhtaç olan,[1458] çok zengin ve her şeyden müstağni.[1459]

"Rabbin her şeyden müstağni, rahmet sahibi­dir." [1460]

El-Ganî, zatında, sıfatlarında ve fiillerinde hiçbir şeye ihtiyaç duymayan demektir. O, kendisinin dışın­da her şeyden müstağni, kendisinin dışında her şey ona ihtiyaç duyandır. Allah (c.c):

"Ey insanlar! Allah'a muhtaç olan sizsiniz. Zengin ve övülmeye lâyık olan ancak O'dur." [1461]

El-Ganî, "kendisi ve yanındakiler tam, kamil ve bir başkasına ihtiyacı olmayandır." Allah (c.c), bu sı­fatla muttasıftır. Çünkü ihtiyaç bir noksanlıktır. Muhtaç, ihtiyaçlarını yerine getirmekten ve ona ulaş­maktan acizdir. Muhtaç için, muhtaç olmayan bir za­tın bulunması bir lütuftur. Acziyet, noksan sıfatlar­dan münezzeh olan Allah hakkında caiz değildir. Bü­tün üstün vasıflara sahip bir kimsenin aciz olması düşünülemez. Çünkü O, kendisi dışındaki her şeyi bizatihi kendisi yaratmıştır. Yoktan yaratılan, sonra­dan yaratılan bir başka şeye malik olamaz. Allah her şeyin yaratıcısıdır.

Allah'ın dışındaki her şey fakirdir. O, noksan sı­fatlardan münezzeh ve âlemlerden müstağnidir. Pey­gamberimiz (s.a.v.):

"Zenginlik mal çokluğu ile değil, fakat zenginlik nefsin zenginliğiyledir" buyurmakta­dır. Yağmur dasmda da: "Allah'ım! Hak mabud sen­sin. Biz ise sana muhtacız, yağmur ihsan et" [1462]' diye dua ederdi.

Zenginliğin, hiçbir şeye ihtiyaç duyulmayan zir­vesi, en yüksek derecesi mevcudla iktifa etmektir. Bu yüzden nefsin zenginliğinden başka zenginlik yoktur. Bazen insan gerçekten fakirdir, fakat insanlar ara­sından zengin ve güzel görünüşlü olarak bilinir. Nok­san sıfatlardan münezzeh olan dilediğine, dilediği şe­kilde verir. Sonra dilediği zaman ondan alır.

El-Gani, Kur'ân-ı Kerim'de onsekiz defa zikredil­miştir. Bunlar:

"Ve huve'l-ganiyyu'l-hamid" (O hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, övülmeye layıktır.) "Ve hüve ganiyyun hakim" (O, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, her şeye hükmedendir.) "Ve hüve ganiyyun kerim "(O, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, kerem/sahibidir.) "Ve rabbüke'l-ganiyyu zür-rahme" (Rabbın her şeyden müstağni, rahmet sahibidir.) Ve sübhanehu'l-ganiyyu lehu mafi's semavati vema fi'l-ardi “noksan sıatlardan münezzeh olan Allah her şeyden müstağni ve yerdeki ve göktekilerin sahibidir."

"(Müşrikler:) "Allah çocuk edindi" dediler. Ha­şa! O bundan münezzehtir. O'nun (çocuğa) ihtiyacı yoktur. Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Bu hususta yanınızda herhangi bir delil yoktur. Allah hakkında bilmediğiniz bir şey mi söylüyorsunuz?" [1463]

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Doğrusu zengin eden de varlıklı kılan da O'dur." [1464]

"Ey insanlar! Allah'a muhtaç olan sizsiniz. Zengin ve övülmeye layık olan ancak O'dur." [1465]

Allah Teâlâ ğaniydir (herşeyden müstağnidir, hiçbir şeye muhtaç değildir.) Zatının kemali ve hiçbir yönden eksiklik arız olmayan sıfatlarının kemali sebebiyle O'nun zenginliği (ğaniy oluşu) tam ve mutlaktır. O'nun ğaniy olmamasını düşünmek mümkün değildir. Çünkü O'nun zenginliği zatının gereklerindendir. Nitekim O, ancak ihsan sahibidir, cömerttir, çok şefkatlidir, merhametlidir ve kerem sahibidir. Yaratıkların hepsi her halükârda O'na muhtaçtır. Yaratılışlarında  O'na  muhtaçtırlar. Hayatlarını devam ettirmede O'na muhtaçtırlar. Göklerin, yerin ve rahmetin hazinelerine sahip olması O'nun çok geniş zenginliğindendir. O'nun yaratıklarına karşı cömertliği her zaman ve her lahza kesintisiz devam eder. O'nun eli gece gündüz açıktır. Yaratıklarına olan lütuf ve ihsanı pek boldur.

Kullarının kendisine dua etmesini istemesi, dualarına icabet edeceğini, bütün arzularını gerçekleştireceğini, istedikleri ve istemedikleri şeyleri kendi lütfundan onlara vereceğini va'd etmesi O'nun zenginliğinin ve cömertliğinin kemalindendir. İlk yaratılandan son yaratılana kadar bütün insanlık, genişçe bir yerde toplansa ve onlardan herbiri bir takım isteklerde bulunsa; bu isteklerin hepsini yerine getirmesi ve bunlar ne kadar olursa olsun O'nun mülkünden zerre miktarı bir şeyin eksilmemesi O'nun zenginliğinin kemalindendir. Cennet ehline, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, hiçbir beşerin aklına hayaline gelmeyen nimetleri, peşpeşe lezzetleri ve sürekli iyilikleri vermesi O'nun zenginliğinin kemalinden, bağışlarının genişliğindendir.

O'nun kendisine eş ve çocuk edinmemesi, egemenliğinde ortak kabul etmemesi, acizlikten ötürü bir dosta ihtiyacının olmaması ğaniy oluşunun kemalindendir. O, sıfatları ile mükemmel olup herşeyden müstağnidir. Bütün yaratıkları zengin eden de O'dur. [1466]

Hulasa Allah Teâlâ, her yönden tam ve mutlak mânâda müstağnidir ve bütün mahlukatı da O'na muhtaçtır. Onları varlıklı eden O'dur. Seçkin kullarını, kalplerine rabbani bilgileri ve imanî hakikatleri doldurmak suretiyle zengin eden de O'dur. [1467]

Zengin kimdir? Zengin hiçbir şeye ihtiyacı olmıyan, herşey yanında mevcut bulunduğu için hiçbir suretle başkasına müracaat mecburiyetinde olmayan zât demektir. Bu sıfat, tam ve mutlak surette Allah'a mahsustur. Gerek zâtında, gerek sı­fatlarında, gerek işlerinde hiçbir zaman, hiçbir suretle, hiçbir şeye muhtaç olmayan, bununla beraber bütün ihtiyaçları tat­min eden tek zengin, O'dur. O'nun sıfatları namütenahidir; bitmez tükenmez hazineleri, kâf ile nun arasındadır, istediği her şey (Ol!) demekle bir anda oluverir[1468].

 

İhtiyaç, Ma'budluğa Uymaz:

 

Çünkü hacet eksikliktir. Hacet sahibi, muhtaç olduğu şe­yin tedarikinden aciz bulunuyor demektir. Velev ki bir zerre­nin milyarda biri kadar olsun âciz ve muhtaç olan değil, ancak aczleri kaldıran, ihtiyaçları gideren ma'bud'dur. Hele bazı in­sanlar, o kendilerini bir çok mahlûktan üstün görüp de gurura ve şımarıklığa kapılan zavallılar, yaşamak için havaya, gıda­ya ve birbirlerinin yardımına muhtaç bulunmaları gibi daha nice eksikliklerle çevrilmişken, şımarıklığı, edep ve terbiye dışına taşıracak kadar ileri götürüp, hak ma'bud'u inkâr etmek, O'na kulluğu kibirlerine yedirememek, öte taraftan da, birbir­lerine kul ve köle olmayı cana minnet bilmek gibi, cidden in­sanlığın temiz alnını kirleten çirkinliği ve bunun iğrençliğini göremiyorlar; ne feci bir düşüş!.

Allahu teâlâ'nın kulunu ibadetle mükellef tutması, ihtiya­cından değildir. Allah din yolu açtıysa, bir takım ibadetler emrettiyse, kitap indirip içindeki ahkâm ile insanları mükellef tuttuysa, bunlar kendi ihtiyacı için değil, insanların ihtiyacı içindir, insanların dünyâ yüzünde insanca yaşamaları içindir. Mahlûkat içinde Allah'a ihtiyacı en çok olan insanlardır. İn­sanların maddî ve ruhî o kadar ihtiyaçları vardır ki, bunları tatmin etmek, Allah'tan başkasının yapacağı iş değildir. Allahu teâlâ kendi yarattığı insanların her türlü ihtiyaçlarını bildiği için, bu ihtiyaçlara göre ahkâm tesis etmiştir. Yaradan O, der­di bilen de O, dermanı hazırlayan da O'dur. [1469]

 

İbadetlerde Hedef:

 

Bazı ince görüşlü zâtlar, namaz, oruç gibi dinin emrettiği ibadetlere ait hükümlerin sıhhî faydalarını ve meselâ namazın mükemmel ve muntazam bir idman vasıtası olduğunu, orucun hazım cihazını ve dolayısıyle bütün vücut makinesini dinlen­dirmek için çok faydalı bir perhiz olduğunu söylerler..

İlim ve hikmet, rahmet ve re'fet sahibi bulunan Allahu teâlâ'nın insanlara verdiği emirler, onları mükellef tuttuğu vazifeler elbette faydalı şeylerdir. Çünkü Allah, abes ve fayda­sız birşey yaratmaktan münezzeh olduğu gibi, abes şeyler em­retmekten de münezzehtir. Binaenaleyh bu emirlerde yalnız sıhhî değil, iktisadî, içtimaî, siyasî nice nice faydalar bulun­duğu muhakkak; fakat şu da muhakkak ki, Allahu teâlâ kulu­nun hizmetine muhtaç değildir. îstiğnayı tâm ile, gani ve müstağni bulunduğundan, bu faydaların bir zerresine bile ihti­yacı yoktur. Bu faydalar, tamâmiyle ve olduğu gibi ibadeti ya­pana verilir, ibadeti yapan bu faydaları kazanırsa da, onun maksûdu ve hedefi bu değildir. Belki yalnız Allah'ın emirleri­ne uymak ve bu vesileyle O'nun rızasına ermektir. İşte onun can ve yürekten aradığı ve uğrunda her şeyi göze aldığı tek gaye budur. Her ibadet ancak Allah'ın rızasını bulmak fikriyle yapı­lır ve bu fikir tamâmiyle gönülleri kaplamalı ve Allah'ın rızasından başka hiçbir fikir, hiçbir düşünce orada yer bulmamalı­dır. Biz bir ibadeti yaparken, idman gibi, perhiz gibi dünyevî menfaat düşünemediğimiz gibi, âhiret menfaatlerini de düşün­meyeceğiz. Meselâ, birisi namaza başlarken:

"Cennete gire­bilmek için kılıyorum." yahut "Cehennemden kurtulmak için oruca niyet ettim." yahut "şu sadakayı veriyorum..." dese, bunlar hâlis bir ibadet olmaz. Karışık ve katkılı olur. Allahu teâlâ'ya böyle katkılı bir ibadet arzedilemez ve O, böyle iba­detleri kabul etmez; çünkü bu takdirde bunlar Allah emrettiği için değil, Cennet ümidi veya Cehennem korkusu için yapıl­mış olur. Farzedelim Allah Cennetin kapılarını istisnasız bü­tün insanlara açtığını ve Cehennemi ilga ettiğini bildirmiş ol­sa, yukarıdaki maksatlarla ibadet edenler artık ibadete lüzum görmeyecekler demektir. Çünkü maksatları hasıl olmuştur. .Halbuki Allah'ın emri ortada durdukça, maksat hasıl olsa bile yine emre itaat lâzımdır. [1470]

 

Kula Gereken Şey:

 

Allahu teâlâ'ya karşı daimî aczini ve ihtiyacını takdir edip, gerek kendisi için, gerek başkaları için kulluk mevkiin­den ileri bir mevki aramak deliliğine kapılmamalı ve Allah'a kulluk vazifesi yaparken bunu, yalnız Allah emrettiği için ve kendisine ibadet olunmak, bütün emirlerine kayıtsız şartsız boyun kesilmek, Allah'ın tam hakkı olduğu için yapılmalı­dır.

Bilinmelidir ki, zengin ancak Allah'tır. İnsanlar âciz, muhtaç ve fakirdirler. Acz ve ihtiyaç, insana hakikî mevkiini gösteren en açık bir mürşit ve bütün mahlûkatı hat-tı müsta­kim üzere bir sıraya getiren, bir hizaya koyan en umumî bir eksikliktir. [1471]

 

89. EL-MUĞNÎ

 

Zenginlik veren,[1472] istediğini zengin eden. [1473]

Sözlükte "zengin etmek, ihtiyacını gidermek" manasına gelen "Muğni", Allah'ın güzel isimlerinden biri olup Allah'ın zenginlik vermesi, kullarından di­lediğini hükmettiği konumda bırakması, dilediğini daha yükseltmesi manasına gelir. O, isteyenin iste­ğine karşı lütufta bulunur. Allah Tealâ bu konuyla ilgili olarak;

"O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan zalim, çok nankördür." [1474] buyurmaktadır.

Gerçek ihsanda bulunup zenginlik verenin mahlukâttan kimseye asla ihtiyacı yoktur. Gerçekte muh­taç olan ve ihtiyaç duyduğu şeyleri başkası aracılığıy­la temin edip yanında bulunduran, her istediği bulu­nan kimsenin zenginliği mecazi zenginliktir.

Her kim Allah'ı gerçekte "gani" ve "muğni" (hiç­bir şeye ihtiyacı olmayan, zenginlik veren) olarak bi­lirse bir şeylere dayanmaktan müstağni olur. Allah onun yardımcısıdır.

Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Eğer yoksulluktan korkarsanız, (biliniz ki) Al­lah dilerse sizi kendi lütfündan zengin edecektir. Şüphesiz Allah iyi bilendir, hikmet sahibidir." [1475]

Allahu teâlâ, kullarından dilediğini zengin yapar ve bütün ömrünü zengin olarak yaşatır, bazı kullarını da ömrü boyunca fakirlik içinde bırakır. Bazı kulunu zenginken fakir, bazıları­nı fakirken zengin yapar. Kulları ve servetleri üzerinde diledi­ği gibi tasarruf etmek hakkıdır. Bu tasarruflarda bize acı gelen cihet bulunursa, bunda bilemediğimiz hikmetleri vardır. O'nun hikmet ve kudret sahibi bir Rabbi Rauf olduğunu öğ­renmiş olanlar, bu hakikati bilirler de, Allah'ın icraatına gö­nül hoşluğuyla rızâ gösterirler.

Bu icraat bir mihenk mahiyetindedir; her kulunun ayarını meydana kor. Kiminde teslimiyet ve sadâkat, kiminde i'tiraz ve şekavet görülür. Bu dünya bir deneme yeridir. Herkes gelir, rengini, boyunun ölçüsünü ve ne mal olduğunu gösterir geçer. Maksat zenginlikte, fakirlikte değil, maksat imtihanı kazan­maktadır. Bu da Allah'ın yaptığını ve münasip gördüğünü can­la başla kabul etmekle olur. Allah bazı kullarını varlıkla imti­han eder, bazı kullarını yoklukla... Muhakkak olan bir şey varsa o da, varlıklı olanların mutlaka Allah yanında seçkin ol­dukları anlaşılmaz. Allah'ın buyruklarına riâyet derecesine bakılır; yoksa yalnız zenginliğe kalırsa, varlık yüzünden Allah'ın hışmına uğrayan kapitalist çoktur. Fakirin de mutlaka Allah yanında menfur olduğu anlaşılmaz. Fakir olduğu halde Allah'a nazını geçiren nice kullar vardır. [1476]

 

Herkes Zengin Olmak İster:

 

Allah insanlar için zenginlik yollarını açmış, sebeplerini bildirmiştir. Her insan bu yollardan çalışırsa da kazançları müsavi olmaz. Allah'ın hikmetleri vardır. Her kuluna belli bir nasip takdir etmiştir. Hakkın takdir ettiği bu nasibi bul­mak için çalışmak şarttır. Çalışmayan mahrum kalır, tembel­lik haramdır, fakat sa'yü gayretten sonra mukadder olan nasi­bine razı olmak ve ilerisi için beyhude zorlanmamak lâzımdır. (Kanaat) denilen ma'nâda işte budur ve zenginlik de, hakikat te bu kanaatten ibarettir. Bu sayede kendinden daha üstün olanla­rın malına, servetine veya mevkiine göz dikmek veya onlara haset etmek gibi, iç yakıcı üzüntülerden kendini kurtarmış olur. Bunda geniş bir gönül ferahlığı vardır. Bunun aksi gidişde olanlar çok haris, çok tamahkâr olanlardır. Bunlar için rahat ve huzur yoktur. Onlar şöyle bir sükûn içinde yemek bile yi­yemezler; bilfarz bütün çevrelerine mâlik olsalar, madem ki doymazlar, yine fakirdirler. Çünkü bunlar, daima kendilerinin servet veya mevkiinin başkalarından daha çok olmasını ister dururlar. Bu ise mukadderatın ezelî hükmüne karşı durmaktır. Böyle yersiz istekler, ancak sahibini üzmekten başka bir neti­ce vermez. [1477]

 

Bahtiyar Zengin:

 

Bahtiyar zengin, elindeki servetle dünyâ ve âhireti birden kazananlardır. Servet sahipleri, yemekle dünyâsını, yedir­mekle de âhiretini kazanmış olur. Şu halde Allah'ın verdiği ni'metlerden israf etmemek şartiyle yemelidir. Diğer yandan da, Allah yoluna seve seve bağışlamaktan, yedirmekten de çe­kinmemelidir. Mâlî yardıma muhtaç, umûmî işler ve insanlar arasında darlığa düşmüş hakikî yoksullar hiçbir zaman eksik olmaz. Bunlar âhiret postacısıdır. Ahirete gönderilecek şey­ler, onlar vasıtasıyla gönderilir. Böyle bir postahâne bulun­ması da büyük bir ni'met değil midir? Allah herkese serveti müsavi surette ihsan etmiş olsaydı, dünyânın nizâmı bozulur, yeryüzünde fesatlar çıkardı. [1478]

 

Hâline Sabredebilen Fukara:

 

Yüz kızartıcı nice kötülükler vardır ki, servet vâsıtasiyle kolayca elde edilir. Fakir olan bir adam içkiye, fuhşiyâta, ku­mara ve diğer kötülüklere tab'an düşkün olsa bile, elinde para olmadığı için bu fenalıkları yapamaz. Fakat böyle bir adam zengin olursa bütün ayıpları meydana çıkar. Çünkü fırsat bul­muştur. Aile yuvasındaki dirlik bozulur, birçok samimî dostlariyle arası açılır. Şu halde bu kabil kimseler hakkında fuka­ralığın daha hayırlı olduğunda şüphe yoktur. Gerçi fukaralığın sabrı çok güçtür. Fakat ecri de o nispette büyüktür. Meselâ aç­ken önüne çıkan haramı yemeyip de, helâli buluncaya kadar sabretmek, değme babayiğitin kârı değildir. Yırtıcı köpekler et bulursa hemen yerler. Acaba bu koyun eti mi, yoksa eşek eti mi, demezler; yâni haram, helâl seçmezler ve nefsi azınca, eli­ne geçen herhangi bir dişiyle çiftlesin. Eğer insan da böyle ya­pacak olursa onlardan ne farkı kalır? İnsanlık sınırları edeple, ahkâmla çevrilmiş değil midir? [1479]

 

Kula Gereken Şey:

 

Allah'ın zengin ettiği kullar, şükre âit Kur'ân'da ve hadîste gelen esasları belleyip şükür bahsini bütün incelikleriyle okuyup öğrenmelidir. Bir memleketin zenginleri, senede bir defa yüzde iki buçuk hesabiyle verecekleri zekâtı -ki bu nis­pette fukaraya para vermek farzdır, bundan ziyâdesi Allah uğ­runda göze alınacak fedakârlık derecesine bağlıdır, hamiyyette endaze olmaz- tam olarak verseler, bir de zekât verecek kudret­te olanlar, her biri başka başka değil de, aralarında birleşip, anlaşarak, bir sene için çevrelerindeki fukrânın hâline, mev­simlerin icâbına göre muntazam bir surette tevzî etseler, fu­kara içinde ağlayan göz, sızlayan yürek bir hayli azalmış olur. Hele fukara çocuklarının, kabiliyetlerine göre memlekete ya­rar bir şekilde yetiştirilmesi, dâima göz önünde tutulmalıdır. Çünkü insanlar arasında ayyaş, hırsız, serseri gibi muzır mik­ropların türeyip üremesi, ancak bu suretle azaltılmış olur. Zenginler, yukarıdan aşağı düşmek ihtimâlini, gördüğü ve alıştığı bolluk hayattan uzak kalmak, vaktiyle kapılarında hizmet etmiş uşaklara boyun eğmek, ihtiyaç zorlukları içine düşmek acılarını da, vaktiyle bir levha gibi göz önünde tuta­rak, içinde bulundukları saadetin hamd ü şükründen gaflet etmemelidir.

Alçak tabiatlı insanların zengin olması, cemiyet için teh­likeli bir belâdır. Bir cemiyette bu çeşit zenginlerin belirme­si, Allahu teâlâ'nın o cemiyete gadabına işarettir.

Allah'ın verdiği ni'metlerin artıp eksilmemesini arzu edenler, ni'metin şükrünü yerine getirmelidir. Onun hakikî sigortası odur. [1480]

 

90. EL-MANİ

 

Bir şeyin olmasına mani olan, hikmeti gereği murad etmediği şeylerin gerçekleşmesine izin vermeyen,[1481] Bir şeyin meydana gelmesine müsâade etmiyen. [1482]

Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah (c.c.) hikmeti gereği kullarını korumak için belâlara mani olur. Bazılarına bir imtihan vesilesi olarak lütufta bulunmaz. Buna mani olur.

Allah (c.c.) dünyada sevdiğine de sevmediği kim­selere de verir. Ahirette ise ancak sevdiği kimselere lütufta bulunur.

Bu isim Kur'ân-ı Kerim'de geçmemektedir fakat Esmâ-i Hüsnâ ile ilgili bütün hadislerde zikredilmiş­tir. Buhari'de geçtiği üzere  Peygamber (s.a.v.) her namazdan sonra: 

"Allah'tan başka ilah yoktur. O'nun ortağı yoktur. Mülk O'nundur. Bütün hamd O'na mahsustur. O her şeye kadirdir. Ey Allah'ım! Verdiğine ma­ni olacak kimse yoktur. Senin verdiğin nimeti verecek kimse yoktur. Gayret sahibinin gayreti de sana fayda vermez" buyurmuştur.

Allah (c.c), beden ve din bakımından her türlü eksiklik, tehlike ve helaktan koruyandır. Kim el-Hafîz'ın, manasını anlarsa el-Mani'nin manasını da an­lar.

Şüphesiz Men' korumayı murad etmeyi ifade eder. Bazen el-Hafz (koruma), el-Men' (mani olma)'dır.

Her koruyan aynı zamanda mani olandır. Bu­nunla beraber her mani, hafız (koruyan) değildir. Ta­bii tehlikeye düşüren sebeplerin hepsine mutlak ma­ni olmak bundan istisnadır. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

"Eğer Allah seni bir zarara uğratırsa, onu kendisinden başka giderecek yoktur. Ve eğer sana hayır verirse, şüphesiz O her şeye kadirdir." [1483]

İyiden, kötüden birçok arzularımız vardır ki, biri bitme­den, birkaç tanesi uç gösterir. Yaşadığımız müddetçe bunlar ne biter ne tükenir. Biz de bu arzularımızı elde etmek için çalı­şır dururuz. Her arzumuz bir takım sebeplere, sebepler de (Mâni’) ve (Mu'tî) olan Allahu teâlâ'nın emr ü fermanına bağ­lıdır. Allahu teâlâ, isteyenlerin isteklerini dilerse verir, o za­man isteyenin tuttuğu sebepler çabucak birbirine eklenir, ke­netlenir, maksat da meydana geliverir. (El-Mu'tî) ism-i şeri­finin ma'nâsı budur. Allahu teâlâ bâzı isteklere de müsaade etmez. O zaman isteyenin tuttuğu sebepler kısır kalır, mahsul vermez. Bu da (El-Mâni') ism-i şerifinin ma'nâsıdır.

Bir mülk almak veya evlenmek veya bir memuriyete geç­mek için teşebbüse girişiriz; derken ortaya akla hayâle gelme­dik bir takım vâsıtalar, sebepler çıkar; onlar bizim maksadı­mıza ulaşmamıza engel olurlar ve biz ha oldu, ha oluyor diye beklerken, bir de bakarız o iş bozulmuştur. Geri kalır, elimiz, boşa çıkar, bu neden? Çünkü o işin ya henüz vakti gelmemiş­tir, vakti gelince yeniden canlanır. Bu takdirde Allahu teâlâ (El-Muahhir) ism-i şerifinin hükmünce muamele buyurmuş demektir. Çünkü O, her şey için bir vakit ta'yin buyurmuştur. Hiçbir şey vaktinden evvel meydana gelmediği gibi, vaktin gelince de bir lâhza arkaya kalmaz; yahut da, o iş hiç mukadder değildir. Bu takdirde (El-Mâni') ism-i şerifinin hükmü zuhura gelir, istek sahibi geri kalır; çünkü Allah'ın takdir ettiği, yâni ezelde yazdığı olur, yazmadığı olmaz. Herkes gayret edip uğ­raşmakla, velev ki ehliyeti ve liyâkati olsa bile, istediği vakit istediği mevkie atlayamaz veya serveti elde edemez. Evlât ve­ya torun sahibi olamaz. Ezelî tertibi veya kaderin hükmünü gözetmek lâzım; takdir, tedbir ile ne değişir, ne de bozulur. Kaderin hükmü ise ancak teşebbüsten sonra anlaşılır. Eğer Al­lahu teâlâ, kulunun arzusunu is'af edecekse, teşebbüsü üzeri­ne onu ihsan eder, etmeyecekse teşebbüs akim kalır. Fakat biz insanlar isteriz ki, her teşebbüsümüz mahsûl versin; hiçbir işimiz aksamasın. Allahu teâlâ bâzı isteklerimizi vermediği zaman insanlık hâli, daha doğrusu hamlık icâbı canımız sıkı­lır, bâzı sert konuşmalar yapar, taşkın haller gösteririz. Bun­ların doğru bir şey olmadığı muhakkak... Fakat sevgili oku­yucu, bu mes'eleyi gel seninle beraber düşünelim:

Allahu teâlâ isteklerimizden bâzılarını veriyor, bâzılarını vermiyor. Vermediği zaman muhakkak ki, bir hikmeti vardır. Çünkü verilmemesinin başka türlü izahına imkân yoktur. Ak­lın, naklin ittifâkıyle şu yüce hakikatler tesbit edilmiştir:

1- Kulunun istediğinden haberdardır.

2- Kulunun istediği o şeyin cinsinden hazinesinde nâ-mütenâhi mevcuttur.

3- Bunu istediği zaman kuluna ulaştırmağa kadirdir.

4- Allahu teâlâ kendisinden bir şey istenenlerin en zengi­ni, en merhametlisi, en kerîmi, en cömerdi, en kuvvetlisi ol­duğu gibi, en hakimidir de. Her işinde birçok hikmetleri var­dır. Bu hikmetlerin bâzısı anlaşılsa bile, birçokları karşısında insan anlayışı acz ve hayret içindedir. Şu halde kulunun bâzı arzularını vermemesi acaba nedendir? Bundan haberi olmadığından mı? Hâşâ...

Kulunun istediği şeyi bulamadığından mı? Hâşâ...

Yetiştiremediğinden mi? Hâşâ...

Bahillikden mi? Hâşâ...

Bunların hepsinden, O münezzeh ve müteâlîdir...

Hikmetinden mi? Evet Hikmetinden ötürü vermedi. Bi­zim salâhımızın, onun verilmemesinden olduğuna inanmalı­yız. Buna aklımız erse de, ermese de hakikat budur. Söz temsi­li:

Evlâdına çok düşkün bir baba, öyle ki çocuklarını esen rüzgârdan bile sakınıyor, onların ufak bir rahatsızlığı uğrunda bütün servetini dökmek istiyor. Aynı zamanda çok sehâvetli, cömert bir baba. Yerli, yabancı, tanıdığı, tanımadığı kimsele­re yedirip içirmekle onların ihtiyaçlarını görüp gönüllerini al­makla zevk duyuyor. Böyle bir baba, çocuğunun mide ve barsağını bozmamak için, itidalinden fazla yiyip içmesine mü­sâade etmese, yahut ham meyvalara, abur cubur şeylere atılma­sına mâni’ olsa, buna bahil veya merhametsiz bir baba diyebi­lecek miyiz? Tabiîdir ki, diyemiyeceğiz. Çünkü o, çocuğunun hayrını ve salâhını düşünerek menetmiştir. Allah'ın kullarına merhameti ise, bu babanın evlâdına olan merhametinden çok fazladır[1484].

 

Kula Gereken Şey:

 

Teşebbüsten, yâni çalışıp çabaladıktan sonra arzusuna nâilolan "Eh mukaddermiş, çalıştık Allah ihsan buyurdu." de­meli ve Allah'a şükretmeli. Şayet eli boşa çıkarsa "Mukad­der değilmiş, çalıştık amma Allah vermedi." diye Hak'kın takdirine razı olmalı ve bunda O'nun mutlak bir hikmeti oldu­ğunu düşünerek işin sonuna bakmalı ve kat'iyyen sözünde ve işinde fazla taşkınlık göstermemelidir. [1485]

 

91. ED-DARR

 

Zarar veren,[1486] elem ve mazarrat verici şeyler yaratan. [1487]

Allah (c.c.) hikmetinin gereği olarak elem ve ke­der verici şeyleri yaratandır.

"De ki: Ben kendime bile Allah'ın dilediğin­den başka ne bir zarar ne de bir menfaat verme gücüne sahibim." [1488]

 

92. EN-NAFİ

 

Fayda veren,[1489] hayr ve menfaat verici şeyler yaratan. [1490]

"De ki: Ben Allah'ın dilediğinden başka ken­dime hangi bir fayda veya zarar verecek güce sa­hip değilim." [1491]

Cenab-ı Hak, kullarından dilediğine rahmetiyle muamele eder. O, zarara da faydaya da maliktir. O’nun her şeye gücü yeter. Bazen zarar veren şeyden fayda tedavi yöntemlerinden bir yöntem olabilir. Rablerine şirk koşmayanlar için zararlı gibi görünen şey­ler onun lehine olabilir. Nitekim ayet-i kerimede bu husus şu şekilde bildirilmiştir:

"Size ulaşan her nimet, Allah'tandır. Sonra size bir zarar dokunduğu zaman da yalnız O'na yalvarırsınız. Sonra da sizden o zararı giderdiğinde, içinizden bir grup, hemen Rablerine ortak ko­şarlar."[1492]

"İnsanların başına bir sıkıntı gelince, Rable­rine yönelerek O'na yalvarırlar.  Sonra Allah, ka­tından onlara bir rahmet  (nimet ve bolluk)  tattı­rınca, bakarsınız ki onlardan bir grup yine Rablerine ortak koşuyorlar." [1493]

Her şey Allah'ın emrine musahhar ve bütün se­bepler O'nun kudreti altındadır.

"Oysa şeytan, Allah'ın izni olmadıkça, mü­minlere hiçbir zarar veremez." [1494]

Buna en büyük delil Kur'ân'da anlatılan İbra­him (a.s.) kıssasıdır. İlk önce İbrahim (a.s.) oğlu İs­mail'i kurban etmek için boğazlamak istemiş fakat bıçak onu kesmemiştir. İkincide İbrahim (a.s.)'ı müş­rikler ateşe attıkları halde, ateş Allah'ın emriyle İbra­him'e karşı soğumuş ve esenlik olmuştur. Ey Allah'ım hükmünün geri çevrilmesini istemiyoruz. Bilakis hükmünde lütfunu istiyoruz. Dünya ve ahirette:

"Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dün­ya hayatı ise aldatma metaından başka bir şey değildir." [1495]

"De ki: Ben Allah'ın dilediğinden başka ken­dime herhangi bir fayda verecek güce sahip deği­lim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık do­kunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim." [1496]

"De ki: "Ben kendime bile Allah'ın dilediğin­den başka ne bir zarar ne de bir menfaat verme gücüne sahibim." Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman artık ne bir saat geri kalır­lar ne de ileri giderler." [1497]

Bu isimle yeryüzünde ve gökyüzünde hiçbir şe­yin zarar veremeyeceği Allah'a hamdü senalar olsun. O işiten ve bilendir. [1498]

Menfaatları ve mazarratları yaratan, ancak Allahu teâlâ'dır. Bütün vukuat sebeplerle meydana geliyorsa da, sebepler yoğu var etmez. Onlar ancak insanların elinde birer tu­tamak ve Hak'tan bir isteme vesikası olmak üzere yaratılmış­tır. İnsanın menfaat ve mazarratında hâkim ve rakipsiz müessir ancak O'dur. Allahu teâlâ gerçi mazarrat verici şeyler yarat­mıştır. Fakat onlardan zararlanmamızı değil, bilâkis maddî, manevî bütün zararlardan sakınıp, korunmamızı emretmiştir. Allahu teâlâ, insanlara menfaat ve mazarratı ayırt edecek kuv­vet verdiği gibi -ki bu kuvvet, akıl ve ilimdir- bunlardan her­hangi birinin sebeplerini tutabilmek üzere kendilerine tam bir serbestlik de vermiştir. Bu serbestliğe binâen, bir insan hangi tarafın sebeplerini tutarsa akıbeti oraya çıkar ve bu akıbeti bi­le bile, kendi arzusuyla hazırlamış olur. Allah isterse bu ser­bestliği kaldırabilir, buna muktedirdir ve o zaman insanlar kendi arzulariyle iyiden, kötüden bir şey kazanamazlar. Fakat insanlardan hangilerinin iyiliğe, hangilerinin kötülüğe daha istekli bulunduğunu ortaya koymak için bu serbestliği devam ettirir. [1499]

 

Hayır Da Şer De İnsanlar İçîn Birer Îmtihandır:

 

İnsan dünyâya gelir, rüşt çağına ulaşınca fazileti de anlar, rezîleti de. İki tarafın isteyicisi de çıkar. Allahu teâlâ, imtihan için herkesin hareketine meydan verir, istediği tarafın sebep­lerini yaratır. Her iki tarafın da tellâlı, teşvikçisi, vâsıtaları bulunur. Derken insanlar ikiye bölünür, iki muvazi ırmak gi­bi iyiler iyiliğe, kötüler kötülüğe akar, koyulur gider. Allahu teâlâ Halimdir, Sabûrdur, kötüleri hemen kahredivermez; mühlet verir, rızklarını da kesmez. Bu arada yol değiştirenler de görülür. Kötülükten iyiliğe dönenler olduğu gibi, iyilikten kötülüğe doğru kayanlar da bulunur, imtihanın neticesi de hatimede, yâni son nefeste belli olur.

Maddî bir temsil:

Malumdur ki, bir duvar ne tarafa eğilmişse çok defa o tara­fa yıkılır. Sağ tarafa meyleden bir duvar günler geçtikçe o tara­fa meyli artar ve nihayet o tarafa göçer. Bunun aksi de böyle­dir, amma bâzan tam duvarın yıkılacağı anda fevkalâde bir hâl, bir hâdise oluverir. Meselâ, müthiş bir bora ve fırtına kopmak gibi... Bu hâdise yüzünden, sağa yıkılacakken sola veya sola yıkılacakken sağa yıkılabilir. Bu da her zaman mümkündür. Kötü yollarda giderken kalbinde Allah korkusu bulunan ve günün birinde Allah'ın rızâsına uygun herhangi bir iş beceren­ler, çok defa doğru yola döndürüldüğü gibi, iyi yollarda bulu­nuyorum diye kendini beğenip, kendine kıymet veren Allah'ın kullarını hor, hakir tutan kimselerden de -Allah'a sı­ğındık- bulunduğu mertebeden kovulanlar bulunur. Onun için akıbet endişesini hiç unutmamak ve hayâtımızın hayırla ve imânla bitmesini daima Allah'tan dilemek lâzımdır[1500].

 

Kahır Yüzünden Lütuf:

 

Allahu teâlâ iyilik yollarında yaşayan kullarından bâzı sevdiklerini ağyardan örtmek için onların üstüne darlıktan ve ıztıraptan bir tül gerer. Bu makbûliyet işaretidir. Onun için buna, kahır yüzünden lütuf denir. Bir de, bunun aksine olarak bâzı kötülerin de tuttuklarını kolaylaştırır, her işini asan eder. Onlar da işleri rastgeldikçe şımanr, şımardıkça azar, Al­lah'tan büsbütün gaflet eder. İyi yola dönmek aklına bile gel­mez, irşat sözü kulağına bile girmez. Derken, bu delâlet yolla­rında hora teperken hayat perdesini hüsranla kapatır gider. Bu da lütuf yüzünden kahır olur. Çünkü görünüş i'tibâriyle işleri­nin arzusuna göre zuhur etmesi bir lütuf ise de, elde fırsat var­ken aklını başına aldırmayıp, mukadder olan akıbetine, Al­lah'ın ebedî kahır ve gadabına çekip götürmesi i'tibâriyle kahrolmuştur. [1501]

 

Zararlı Şeyler Neden Câzip Görünür?

 

Allahu teâlâ, yasak ettiği şeylerle kullarını birçok mazar­ratlardan ve korkunç akıbetlerden korumuşken, insanların ço­ğu yine bunlara atılır durur. İnsan oğlu men olunduğu şeyin üstüne düşer. Çünkü yasak edilen şeye riâyet edenlerle etme­yenler, seçilmek ve neticede riâyet edenler takdir, etmeyenler tekdir edilmek hikmetinden ötürü, yasak edilen şeyler tatlı görünür. Meselâ nice insanlar hesnâ, müstesna helâli varken, ha­ram olan çirkin ve murdar kadınlara can ve gönülden bağlanır. Eğer o kadın helâli olsaydı, şüphesiz yüzüne bile bakmazdı. Hele içkinin, kumarın, fuhşun namusa, vücûda, servete do­kunduğunu çocuklar bile bilip dururken, nice yaşlı başlı insanların bunlara harısâne düşkünlüğü hep bu cazibenin tesiri­dir. Eğer içki, kumar ve emsali fenalıklar yasak olmayıp da, bilfarz bunların yapılması din tarafından emredilmiş olsaydı, insanlar din nasıl emrediyor diye, dini de inkâra kalkışırdı. İş­te bunlar gibi dînen yapılması yasak edilmiş ne kadar ma'sıyet varsa, hepsinin ilk ucu insanı mest edecek kadar parlak ve yal­dızlı olduğu halde, alt ucu maddî, mânevi birçok mazarratlara, acı nedametlere bağlıdır. [1502]

 

Bugünkü Zararlar, Dünkü Hatâların Neti­celeridir:

 

Kederlerimiz hep kendi hatâlarımızdan doğar. Bir mazarrat gelince, onun sebebini, kendimizde aramalıyız. Meselâ bir hasta güzelce düşünür ve hastalığının sebeplerini araştınrsa, bunun vaktiyle kendi ihmâli ve dikkatsizliği yüzünden hâsıl olduğunu anlar. Ticâret veya başka herhangi bir teşebbüste muvaffakıyetsizliğe uğrayan, bunun neden ileri geldiğini dik­katle incelemiş olsa, evvelce bu işe lâyıkıyla hazırlanmadığı, hesaplarda kusur ettiği veya işinde sebat gösteremediği anlaşı­lır. Vaktiyle göz göre göre kaçırılmış fırsatlar, sonra insana ilelebet iç sızısı olur. Taçlı hükümdarlar bile, tahtının üzerin­de hatâlarının cezasını çeker. Akıllı müşavirleri dinlemez ve ihtiyatlı reyleri reddederse, kendini istinat noktalarından mahrum etmiş olur, hatâlara düşer, zararını çeker. Bâzı ahmaklar da vardır ki, bir mahlûkun gözüne girmek, teveccühü­nü kazanmak için, Hâlık'ın gadabını mucip işlere atılır. Bun­lar da çok defa, ilk silleyi, teveccühünü beklediği adamdan yer. İbret verici bir hikmettir.

Velhâsıl, her insan felâketini, yaptığı fenalıklardan bu­lur, bunun için (etme-bulma) dünyâsı denmiştir, insan oğlu bahtiyarlığını da, yapacağı iyiliklerden bulur. [1503]

 

Mazarratlar Bîrer Terbiye Ve Tekâmül Un­surudur:

 

Görünüşte mazarrat olan şeyler, hakikatta kulun terbiye­sini ve adam olmasını mucip olduğundan, ayn-ı hayr olur. Gerçi mazarratları yaratan Allah'tır; fakat onu kazanan, iste­yen ve işleyen de kuldur. İsteyen cezasını çekerken başkaları­na ibret ve intibah vesilesi olur ki, bu da bir çeşit hayır ve ih­sandır. Bir zarara uğrayan, o zararın meydana gelmesine kendi­si sebebiyet verdiğinden, bu sebepleri bulup geri dönmesi ne kadar lâtif bir terbiyedir. Uğradığı zararlardan ders alabilmek, ne kadar büyük kazançtır. Ayağı kaymıyan, aldanmıyan insan hemen yok gibidir. Fakat aynı hatâya iki kere düşmemek hü­nerdir. Hatâlar ders yerine geçmelidir. Hatâsını hatırda tutup da tekrarından sakınmak, insanı adam eder, kıymetini arttırır. Meselâ, denizin fırtınalı havalarında birçok kazalar, maceralar atlatarak ustalaşan kaptanın kıymeti elbette fazladır, iflâsa uğrar gibi olup da aklını başına alıp, işini, gücünü ona göre yürüten tüccar da öyle değil mi? Velhâsıl dünyâda aksilik ve daha bir takım can sıkıcı hâdiseler, felâketler, musibetler ol­masaydı ve insanın başına gelmeseydi, sabr, metanet, cesaret, soğukkanlılık gibi -ancak türlü hâdiselerle uğraştıktan sonra- kazanılacak meziyetleri insanlar nasıl bulacaktı? [1504]

 

Kula Gereken Şey:

 

Allah bir kuluna elem, tasa, korku, hastalık, fakirlik gibi bir sıkıntı verirse, onu yine Allah'tan başka açacak yoktur ve eğer bilâkis, lezzet, sevinç, sıhhat, gına, muvaffakiyet gibi bir menfaat verirse, onları devam ettirecek olan da ancak O'dur. O hâlde ferahlık zamanında olsun, ıztırap zamanında ol­sun, yalnız Allahu teâlâ'ya müteveccih olmak, onun hükmü­ne, emr ü fermanına razı ve teslim olmak lâzımdır. Çünkü iki­si de bir membadan çıkıyor. Haktan geliyor, öyleyse haktır, gerçektir, yerindedir ve her birinde bizim aklımızın ermediği, eremiyeceği birçok sırlar, birçok hikmetler vardır.

Ni'metler içindeyken, o ni'metleri kötüye kullanmaktan sakınarak, Allah'ın hesabından korkmak icâbettiği gibi, felâ­ketler içine düşünce de ye'se kapılmayıp, o felâketlerin açıl­ması için yalnız Allah'a yalvarmak iktizâ eder. Ancak burada dikkat edilecek nokta şudur:

Bir felâkete uğrayınca sâde diliyle değil, bütün vücûdiyle, varlığiyle Allah'a yalvarmak gerektir. Yâni, Allah'ın bize il­ham buyurduğu bir takım lâfızlar, kelimeler vâsıtasiyle ken­disine yalvarıp, derdimize derman istediğimiz gibi, yine O'nun yaratarak bize ilham buyurduğu bir takım çârelere ya­pışmak suretiyle de isteyeceğiz. Çünkü bunların her ikisi de duadır. Şu kadar ki, kavlen duâ, lâfızlar ve kelimelerle vücûda geldiği halde, fiilen duâ da bizce bilinen çâreler ve tedbirleri yapmakla hâsıl olur. Bunların her ikisi de mümkün olduğu takdirde taksir ve ihmâl edilmemelidir. Çünkü bir insanın mâlik olduğu bütün kuvvet ve vesâit ile Allahu teâlâ'ya teveccüh etmesi hiç şüphe yok ki, daha ciddî ve daha kıymetlidir. Meselâ bir hasta: “Yâ Rab, bana ve umum hastalara şifâlar ihsan buyur” diye yalvardığı gibi, o hastalığı giderecek veya ağırlığını azaltacak, ortada fen ve tecrübe ile ma'lûm ve mu­hakkak sebepler, tedbirler varsa, bir taraftan da onlara sarı­lır.

Zulme, hakarete, yoksulluk acılarına uğrayanlar da böyle. Yâni, bunların da meşru yollardan korunma ve kurtulma se­beplerini araştırmak ve bu uğurda yerine göre akıl ve fikirle­riyle, beden veya servetleriyle, velhâsıl ellerinde bulunan maddî, mâ'nevî bütün kuvvetleriyle çalışmak lâzımdır. Bir sı­kıntının açılması için esbabına sarılmak, Allah'ın hüküm ve fermanına razı olmamak ma'nâsına gelmez. Bilâkis esbabını tutarak o yoldan Allahu teâlâ'ya, O müsebbibü'l-esbaba arz-ı hâl etmek demektir ki, bu da bir ibâdettir. [1505]

 

Çaresiz Sıkıntılar:

 

Bâzı felâketler vardır ki, onlara karşı insan kudretinin ya­pabileceği bir çâre yoktur ve o zaman insanların elinde fiilî bir dilek vâsıtası da bulunmayacağından, yalnız dilden ve gönül­den Allah'a yalvarılır. Dünyâda bulundukça böyle ağır imti­hanlarla müptelâ olmamayı haktan istemeliyiz. Bununla bera­ber, her vakit böyle bir hâdise ile karşılaşmak mümkündür ve işte o zaman haddinden fazla telâş ve heyecana kapılmak çok muzır ve tehlikelidir. Böyle muhakkak acz içinde kalanlar, Allah'ın hâzır ve nazır olduğunu, kâfi ve vekil bulunduğunu düşünerek, mümkün olduğu kadar sükûnet bulmaya çalışmalı­dır. Aksi takdirde insan kendine kıymış olur. Tehevvürle yapılacak tedbirlerse, felâketi arttırmaktan başka bir şeye yaramaz. Bu sebepten insanların metanetlisi ve soğukkanlısı da, böyle çaresizlik zamanlarında belli olur. Bize bizden daha mer­hametli bulunan Allahu teâlâ'ya şuurla inanmış olanlar, böyle zamanlarda aşırı derecede teessür ve heyecana kapılmayarak, gönül hoşluğuyla Allah'tan gelecek emr ü fermanı beklerler. Eğer bu müşkül durumdan kurtulmak için Allah tarafından bir çâre ve imkân, bir tedbir yolu ilham ve ihsan buyurulursa, dik­kat ve i'tinâ ile ondan faydalanırlar. Aksi takdirde " Allahım! Hüküm ve ferman Sen'indir. Bizi fermanına razı olanlar­dan et." diye sabır ve tâatla ancak Allah'a sığınırlar. Kaderin hükmü ne ise elbette yerini bulur. Bağırıp çağırmakla, Allah'a karşı isyan etmekle buna karşı durulmaz. Âsî olarak kaderin hükmüne teslim olanlarla, gönül hoşluğuyla teslim olanların arasında, namütenahi fark vardır. Çünkü biri bir yaşar, biri namütenahi yaşar. Yâni, âsî olanın görüp göreceği o kadardır, ilerisi hüsran ve ıztıraptır. Razı olan ise, ebedî hayatla dâima zinde ve ferahtır.

Velhâsıl sevgili okuyucu! Bir felâkete uğrayınca sakın if­rat derecede mahzun olma. Allahu teâlâ'nın gizli lütuf ve ina­yetleri vardır. Senin için sezmediğin yerden saadet sebepleri yaratır. Her felâketin hikmetsiz ve sonu hayr ve rahmetsiz ol­madığına candan inan da, nefret ve istikrahını mucip hâdiseler­den müteneffir olmamağa, kalbinin parlaklığını, bulandırmamağa çalış. [1506]

 

93. EN-NÜR

 

Nurlandıran, nur kaynağı, [1507] münevvir, alemleri nurlandıran, istediği simalara, zihinlere ve gönüllere nur yağdıran. [1508]

"Allah, göklerin ve yerin nurudur." [1509]

Allah (c.c.) sadıkların kalbini tevhidiyle nûrlandırır. Hak Tealâ yerde ve gökte yarattığı nurlarla gök ve yerleri nûrlandırdı.

İbn-i Abbas'a göre, "En-Nûr", "Cenab-ı Hakk'ın dilediğini hidayete erdirmesi, ona hakkı açıklayıp, hakka ittibayı ilham etmesidir." Halimi; "Kulların an­cak Allah'ın bildirdiği ve anlaşılmasını kolaylaştırdığı şeyleri bilmesi Allah'ın onlara bahşettiği bir nurdur" demiş ve şunu ilave etmiştir:

"İnsanın yaratılış fıtratı aklı, hisleri ve ahlakı da nurdur."

Nûr, "bütün açıklığıyla ortaya çıkan" açıklık olup, zatında apaçık olan ve başkasını ortaya çıka­rana nûr denir. Allah her şeyi açığa çıkarandır. Mev­cudatı da yokluktan varlığa çıkarmasıyla zahirdir.

İbn-i Abbas (r.a.) Peygamber (s.a.v.)'e:

“İsra gecesinde Rabbini gördün mü? diye sor­du. Peygamberimiz (s.a.v.):

Evet, Nur'u gördüm.” dedi.

Peygamber (s.a.v.) sabah namazında şöyle dua ederdi:

"Allah'ım! Kalbime, kabrime, kulağıma, gözü­me, saçlarıma, vücuduma, etlerime, kanıma, kemik­lerime, önüme, arkama, sağıma, soluma, üstüme, al­tıma nûr bahşet. Allah'ım! Bana nuru ziyade et ve nûr bağışla, bana nûr ver."

Nûr sûresinde; nûr ayetini şöyle bir düşünelim:

"Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nu­runun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir; o fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki do­ğuya da batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuş­turulur. O'nun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu) nûr üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruna eriştirir. Allah in­sanlara (işte böyle) temsiller getirir. Allah her şeyi bilir." [1510]

İbn-i Abbas ayetteki "Allah göğün ve yerin nuru­dur" ifadesini gök ve yer halkını hidayete erdiren, O'nun nurunun benzeri, nasıl ki safî zeytinin yağı neredeyse kendisine ateş değmese dahi ışık verir. Ancak ona ateş değdiği zaman ışık olur ve ışığı artar. İşte mü'minin kalbi de bunun gibidir. İlim gelmeden önce hidayetle muttasıf ve onunla amel eder. Fakat mü'min ilim sahibi olunca bir hidayet üzerine hida­yet, nûr üzerine nûr olur" diye tefsir etmiştir. [1511]

 

Gökler Ve Yerin Nuru [1512]

 

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil yuvası gibidir. O lamba kristal bir fânûs içindedir, o fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da, batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur. Onun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu), nûr üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nûrûna eriştirir.”[1513]

Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurur:

'Allah'ım! Hamd senin içindir. Sen göklerin ve yerin ve ikisi arasındaki şeylerin nurusun." [1514]

Yine Rasûlullah (s.a.v.) buyurur:

"Şüphesiz ki Allah uyumaz ve uyuması da gerekmez. Teraziyi indirir ve kaldırır.[1515] Gecenin ameli gündüzün amelinden, gündüzün ameli gecenin amelinden önce O'na yükselir. O'nun görülmesini engelleyen perde bir nurdur. Eğer onu açmış olsaydı zâtının nuru ve yüceliği bütün mahlukatı yakardı." [1516]

Büyük âlim Abdurrahman İbn Nasır es-Saidî şöyle der:

Allah'ın (c.c.) isimlerinden ve sıfatlarından birisi de "en-Nûr"dur. Bu O'nun büyük bir vasfıdır. O, yücelik ve kerem sahibidir. Nurunun ve parlaklığının önündeki perdeyi kaldırmış olsaydı bütün mahlukat tutuşur helak olurdu. Bütün âlemler O'nunla aydınlanır. O'nun zâtının nuru karanlıkları aydınlığa çevirir; arş, kürsi, yedi kat gök ve bütün varlıklar O'nunla aydınlığa kavuşur.

Nur, iki çeşittir.

1. Hissi/maddi nûr: Bu varlık âlemini aydınlatan nûr, sadece O'nun nurudur.

2. Mânevi nur: Kalblerde ve ruhlarda hâsıl olan nurdur. Bu nûr Hz. Muhammed'in (s.a.v.) getirdiği Kur'an ve Sünnetle hâsıl olan nurdur. Malumdur ki Kur'an ve Sünnet ve bu ikisiyle amel etmek kalpleri kulakları ve gözleri aydınlatır. Dünya ve ahirette kul için bir nur olur. "Allah dilediği kimseyi nuruna eriştirir." [1517] Çünkü Allah Teâlâ, kendisinin göklerin ve yerin nuru olduğunu bildirdi ve kitabını, peygamberini ve vahyini de nûr diye isimlendirdi...

İbnü'l-Kayyım bazı tasavvufçuların bu konuda içine düştükleri bir hataya dikkat çeker: Bunlar Allah'ın   sıfatlarının  nuru  ile  iman  ve  marifet nurunu birbirine karıştırırlar. Ellerinde sağlam bir ölçü ve yeterli bir bilgi olmadan ibadet ve kullukta bulunurlar ve kalblerinde bu kulluğun nuru belirmeye başlar. Çünkü yapılan   ibadetlerin kalblerde meydana getirdiği nurlar vardır. Onlar zannederler ki bu nur, Allah Teâlâ'nın mukaddes zâtının nurudur. Böyle bir zanna kapılınca onlar cehaletlerinin  aldanmışlıklarının ve sapıklıklarının eseri olarak Ölçüsüz  [1518] ve çirkin sözler söylerler. İlim, iman ve sağlam  ölçüsü olanlar ise Allah'ın zât ve sıfatlarına ait olan nûr ile O'ndan mahlukatına lütfedilen maddi ve manevi nuru ayırdederler. Ve onlar bilirler  ki Allah Teâlâ'nın sıfatlarına ait nur O'nun zatına aittir, zatından ayrılmaz ve mahlukatına geçmez. Allah Teâlâ zâlimlerin   söyledikleri  şeylerden yücedir. Ve büyüktür. Mahlûkun nuruna gelince o, kendisini  meydana  getiren  ve  varlığını  devam ettiren bir takım sebepler ve unsurlar hasebiyle yaratıkların nitelendirildiği nurdur. Mü'min, imanında kemale erdiği zaman Allah onun kalbini nurlandırır, eşyanın hakikati ona açılır ve hak ile bâtılı ayırdedebileceği bir ölçü elde eder. Bu nur, kulun hayatının ana maddesi; ilim ve amel olarak onu hayra götüren güç ve kuvveti olur. ilmi ve inancındaki şüphelerden, gaflet ve zulümden doğan şehvetlerden, tamamen kurtulur. Artık onun kalbi nur olur, sözleri nûr olur, yaptıkları nûr olur. Her tarafını nur kuşatır. Kâfir, münafık, muarız veya gafil kimseler ise hepsi karanlıklar içinde şaşkın bir haldedirler. Onların herbirinin zulmetten nasibi kendi günahları ve isyanları nisbetindedir. Başarıya ulaştıran sadece Allah'tır. [1519]

Nur, ışık demektir. Işık ta'rif istemez. Çünkü o gözlüye gizli değildir. Allahu teâlâ mahsûsâtı görmek için ışık yarat­tığı gibi, ma'kulâtı anlayabilmek için de, ışık yaratmıştır. Mahsûsâtı gösteren ışık, Güneşin ziyası, onu gören de göz­dür. Makulâtı gösteren ışık, îmân ve irfan nuru, onu idrak eden de basiret, yâni kalb gözüdür. [1520]

 

Îmân Nuru Ve Güneşin Ziyâsı:

 

Güneş, gökleri ve yeri aydınlatıyor, bu sayede etrafımız­daki eşyayı görüyor, onların biçimlerini, renklerini, nevi'lerini öğrenip kendilerinden faydalandığımız gibi dağlarda, kır­larda, çöllerde geçeceğimiz yolların selâmet taraflarını, tehli­keli bataklıkları veya uçurumları görüp duruyoruz. Demek ki, Allahu teâlâ güneşi, bize maddiyâtımızda faydalı ve tehlikeli noktaları gösteren bir nur olarak bağışlamıştır. Bunun gibi maneviyat âleminde de yine faydalı şeyleri sezmek, tehlikeli noktaları görmek için, îmân nuru ihsan buyurmuştur. Al­lah'ın insana en büyük bağışlarından biri de, gönlünde uyandırdığı îmân güneşidir. El-Hamdüli'llâh, bu güneşin nuru sahibinin yüzünü, suratını güzelleştirip letâfetlendirdiği gi­bi, sîretini de parlatır, bütün kötü huylardan kurtarır. Çünkü kötü huylardan herbirinin küfre inen bir yolu vardır. Onun için îmânla barışamaz. Meselâ, başkasının elde etliği ni'metin yok olmasını istemek: Bunu tahlil edersek, hasedde Allahu teâlâ'ya i'tiraz ma'nâsı bulunur. Yâni hâsid, demek istiyor ki, "Yâ Rabbi bu ni'meti bu adama vermemeliydin; çünkü bu ona lâyık değildir." hâşâ, Allahu teâlâ vereceği yeri bileme­miş demek oluyor ki, bunun küfür olduğunda şüphe yok­tur.

İmân nuruyla, insanı içinden, dışından kuşatmış olan böy­le tehlikeli karanlıklar açılır. Altı, üstü, sağı, solu, önü, ar­kası nûr içinde kalır. Karanlıktan ileri gelen kuruntular dağı­lır, hakikatlar sezilir, gönüllerde emniyet ve ferahlık nurları doğar. Haktan gelindiği ve yine Hak'ka dönüleceği bilinir. [1521]

 

Îmân Nuruyla Aydınlanmayan Gönüller Ni­çin Muztariptir?

 

Çünkü oralarda bütün kötü huylar toplanır ve bunların herbiri birer diken olur da, sahibine rahat yüzü göstermez, iğneli fıçı işkencesine atılmış gibi dâima ıztırap verir. Halbuki şuur­lu bir îmânın hâkim olduğu kalblere fena huylar giremez; gir­se bile barınamaz. Bu şuna benzer ki, bir hükümet son derece âdil olur, en ufak bir haksızlığa meydan vermez, hudutları üze­rinde uyanık ve kahir kuvvetler bulundurur, dışardan hiçbir fenalığın ve fena kimselerin içeri girmesine imkân bırakmaz. O memlekete, yabancı kötüler giremez, girse de yüz bulamaz. Bir hainliğe kalksa başı ezilir. Kaçacak, barınacak kuytu bir köşe arar, fakat en hücrâ yerleri kaplayan adalet ışığı gözlerini kamaştırır, kalbini daraltır.

Bir de bunun aksini düşünelim: Kudret ve servet i'tibâriyle birbirinden üstün olan insanların birbirlerine tecâvüzlerini önleyemiyen, adalet ve insafı yerine getiremiyen, ilim ile ada­leti takbih, zulümle cehaleti terviç eden bir hükümet tasavvur edelim. Kaatil, cani, yankesici, dolandırıcı, zânî, ayyaş, ku­marbaz hâsılı bütün ahlâksız ve kötü insanlar çarçabuk orada toplanır; yüz bulur, söz sahibi, mevki’ adamı olur. Sonuç: Kaviler zaiflere çullanır, mallar, canlar, ırzlar, namuslar mu­bah olur. Derken karşılıklı saldırışlarla insanlar birbirini yer, bitirir. Kötü insanlarla dolu bir memlekette barınmak ne ka­dar güçtür. Orada yaşamak, gecesi gündüzünden, gündüzü ge­cesinden daha ıztıraplı bir hayattır, işte bu misâlde, insanın bedeni bir memlekete, iyi huylar medenî ve kibar insanlara, kötü huylar, vahşî ve kaba insanlara, îmân ile küfür de, hâkim bir kuvvete benzetilmiştir. Kötüler nuru sevmezler. Çünkü nûr bunların ayıbını meydana kor.

Küfrün hakim olduğu bedenlerde bu suretle korkunç bir ka­ranlık ve kararsızlık, bitmez tükenmez bir ıztırap ve üzüntü vardır, imansızlar -ne kadar neş'eli görünmeğe çalışsalar da- bunu acı acı duymaktadırlar. Bu haller cehil ve küfür karanlı­ğının bir neticesidir. Bu karanlık, Allah'tan hidâyet erişmez­se, ileriye doğru eksilmez, bilâkis artar. Öyle ki, hayâtın ağır ve ıztıraplı dakikaları, daha ıztıraplı olan kabir karanlıkları­na, bu da mahşer karanlıklarına ve nihayet Cehennem karan­lıklarına çeker, götürür.

Ruh ise karanlıktan hoşlanmaz. Daima nûr ister. Bunun için bu fânî hayâtın mahdut karanlıklarını açmak için birçok masraflara ve külfetlere katlanan bizlerin bakî hayâtımızın, nâ-mütenâhî, asırlar sürecek olan karanlıkları hakkında, bir ölü gibi hissiz ve lakayt kalmamız izah edilemez bir gaflet, anlaşılmaz bir sarhoşluktur! [1522]

 

Kula Gereken Şey:

 

Gönlündeki imân nurunu söndürmekten son derece sakın­mak gerektir. Çünkü bunun neticesi kalb körlüğüdür. Bunun fecaatini ölçmek için göz körlüğünü düşünmek lâzım. Âmâ olan bir insanın vücudu ne kadar zinde ve sağlam olursa olsun, daimî bir zindan içinde demektir. Sonra gözdeki görme kuvve­ti zayıf olur, keskin olur veya bütün bütün yok olur. Dikkat lâzım, kalb gözü de böyle taksimatlıdır. Fakat kalb körlüğü, göz körlüğünden kötüdür. Çünkü gözü kör olan yedilir, yola gider. Fakat kalbi kör olan yedilmez, yola da gitmez.

Hani bazı öyle hâdiseler olur ki, onlar bizim için âdeta ölüm, kalım mes'elesi olur. O hâdiseler karşısında ne kadar uyanık ve dikkatli bir vaziyet almağa çalışırsak, imân nuru­nun muhafazası mes'elesinin, ondan daha çok dikkat ve basire­te lâyık olduğunu asla göz önünden ayırmamalıyız. Çünkü o, bizim ebedî saadetimizi temin edecek en kıymetli servetimiz­dir. [1523]

 

94. EL-HADİ

 

Yol gösteren, hidayete erdiren, murada erdiren, [1524] hidâyet lütfeden, istediği kulunu hayırlı ve kârlı yolla­ra muvaffak kılan, muradına erdiren. [1525]

"Şüphesiz ki Allah, iman edenleri doğru yola erdirir."[1526]

El-Hadî, hidayet ve hüda mastarından rehberlik manasına gelip "hidayete erdiren" demektir.

Allah (c.c), yarattığı her şeye lütufta bulundu. Sonra onlara yol gösterdi. O, yarattığı mahlukâtına kendisine giden yolları gösterdi. Yarattıklarına din ve dünyayla alakalı olan her hususta gerçekleri açıkla­dı.

Allah kullarına bir mürşid olup, mü'minlere hak dini gösterendir.

Noksan sıfatlardan münezzeh olan Cenab-ı Hak kalplere marifetinin nefislere de itaatin yolunu gös­terdi. Kim Allah'a iman etmişse kalbi hidayete ermiş­tir. Çünkü hidayet Allah'ın hidayetidir.

Ebu Seleme b. Abdurrahman b. Avf’dan varid olan bir hadiste Ebu Seleme diyor ki:

“Aişe  (r.a)'a,  Peygamberimiz gece kalktığı za­man namaza ne ile başlardı,” diye sordum: Aişe (r.a.):

“Peygamber (s.a.v.) gece namaza kalktığı zaman O:

“Ey Alah'ım! Cebrail'in, Mikail'in, İsrafil'in, göğün ve yerin yaratıcısı, gaybı da hazırı da bilen Rabbim, sen  kulların arasındaki ihtilaflara hüküm  verirsin. Beni onların ihtilafa düştükleri konularda hakka ulaştır.  Şüphesiz sen dilediğini doğru yola erdirirsin" sözleriyle dua ederdi,” dedi.

El-Hadi, Kur'ân-ı Kerim'de isim olarak iki yerde geçmektedir.

1. "Şüphesiz ki Allah,  iman edenleri, kesin­likle dosdoğru bir yola yöneltir."[1527]

2. "... Hidayet verici ve yardımcı olarak Rabbin yeter." [1528]

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Hidayet verici ve yardımcı olarak Allah yeter." [1529]

"Şüphesiz ki Allah, iman edenleri, kesinlikle doğru yola iletir." [1530]

el-Hâdî, kullarını her türlü faydalı şeylere yönelten ve zararlı şeylerden korunmaları için onlara rehberlik edendir. Allah Teâlâ kullarının bilmediği şeyleri onlara öğretir, doğruya ve başarıya ulaşmalarında onlara rehberlik eder, onlara takvayı ilham eder ve kalblerini kendisine dönderir ve emirlerine bağlı kılar. [1531]

Hidayet, lütuf ile rehberlik etmek demektir. Allah Teâlâ'nın insana hidayeti dört şekilde olur:

Birincisi: Bütün mükellef varlıklara kapasite ve istidatlarına uygun biçimde akıl, anlayış ve zarurî bilgilerin ihsan edilmesidir.  [1532]Bu konuda Hak Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Rabbimiz her şeye yaratılışını (varlığını ve biçimini) verip sonra onu yaratılış gayesine uygun yola iletendir." [1533]

İkincisi: Peygamberler ve mukaddes kitaplar vasıtasıyla insanları kendi yoluna çağırması şeklindeki hidayetidir. Şu âyet-i kerîmedeki kastedilen de bu türdendir:

"Onları (peygamberleri) emrimiz  uyarınca doğru yolu gösteren önderler yaptık.". [1534]

Üçüncüsü: Hidayeti bulanlara tevfikin yani muvaffakiyetin, başarının ihsan edilmesidir. Şu âyet-i kerimelerdeki hidayet bu anlamdadır:

"Doğru yolu (hidayeti) bulanlara gelince, Allah onların hidayetlerini artırır ve sakınmalarını sağlar." [1535]

"Kim Allah'a inanırsa Allah onun kalbini doğruya (hidayete) götürür." [1536]

"Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarınıza eriştireceğiz (hidayet edeceğiz)."[1537]

Dördüncüsü: Ahirette cennetliklerin cennete hidayetidir. Şu âyetlerdeki hidayet bu anlamdadır: ...

"Onları hidayete iletecek ve durumlarını düzeltecektir. Onları kendilerine tanıttığı cennete dâhil edecektir." [1538]

"Lütfedip bizi buraya (cennete) getiren (hidayet eden) Allah'a hamdolsun." [1539]

Hidayetin bu dört şekli birbiriyle irtibatlıdır. Birinci şıkta belirtilen hidayeti elde edemeyen ikincisini de elde edemez. Hatta ikinci hidayetin ona teklif edilmesi doğru olmaz. İkinci hidayeti elde edemeyen üçüncü ve dördüncüyü de elde edemez. Dördüncüyü elde eden, kendisinden önceki üç hidayeti de elde eder. Üçüncüyü elde eden, önceki ikiyi de elde eder. Bunun aksi de olabilir. Birinci hidayeti Allah ona nasibetmiştir, ama ikinci ve üçüncü şıkta zikredilen hidayetleri elde edemeyebilir. İnsan, bir başkasını asla hidayete sevkedemez. O, ancak onu hidayete çağırır ve yollarını tarif eder. Şu âyet-i kerimelerde buna işaret edilir:

"Şüphesiz ki sen doğru bir yola hidayet etmektesin (çağırmaktasın)." [1540]

"Onların içinden buyruğumuzla doğru yola ileten rehberler tayin etmiştik." [1541]

"Her toplumun bir rehberi (davetçisi) vardır." [1542]

"Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin; bilakis Allah dilediğine hidayet verir." [1543]

Allah Teâlâ'nın sözleri hidayettir, fiilleri hidayettir. O, sapıtanlara ve şaşıranlara hidayet eder ve onları doğru yola iletir. Hidayeti beyan eder, öğretir ve bu yolda onlara başarı ihsan eder. Eşyayı var ettiği ve işleri evirip çevirdiği kaderle ilgili sözlerinin tamamı haktır, hepsi hikmet, güzellik ve sağlamlığı ihtiva eder. Şeriatle ilgili sözleri, kitaplarında ve peygamberlerinin lisanında ifade edilmiştir. Bunlar, verdikleri haberlerde tam bir doğruluk, emir ve yasaklarında mükemmel bir adaleti ihtiva ederler. Çünkü Allah'ın sözünden daha doğru ve daha güzel başka bir söz yoktur. "Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır." [1544]

Kur'an ve sünnet kullar için en büyük hidayet kaynağıdır. Onlar olmadan hidayete ulaşılamaz. Kim bunların dışında hidayeti ararsa Allah onu saptırır. Kim onların rehberliğine müracaat etmezse akıllı olamaz. İlmî rüşd onlarla elde edilir. İlmî rüşd, gerçekleri, usul ve fürûu, dinî ve dünyevî açıdan faydalı ve zararlı şeyleri açıklamak demektir. Amelî rüşde de onlarla ulaşılır. Çünkü onlar nefisleri ve kalbleri temizler, amellerin faydalı ve uygun olanlarına ve en güzel ahlâka çağırır, güzel olan her şeye teşvik eder, .kötü ve çirkin olan her şeyden uzaklaştırır. Onlarla hidayeti arayan hidayete erer, onlarla hidayeti aramayan da sapıtır. Allah, peygamberler gönderdikten ve mutlak hidayeti kapsayan kitaplar indirdikten sonra hiç kimse için başka hiç bir hüccet ve delil koymadı. O, lütfuyla nice sapıkları hidayete ulaştırır, nice yolunu şaşırmışlara doğruyu gösterir. Özellikle O'na bağlanan ve samimi bir kalble hidayeti O'ndan isteyen ve O'nun tek hidayet verici olduğunu bilen kimseleri hidayete sevkeder.[1545]

Allah Teâlâ'nın zâlimleri ve kâfirleri mahrum ettiğini bildirdiği bütün hidayetler üçüncü şıkta belirtilen ve hidayeti bulanlara ihsan edilen başarı ve ilham hidayeti ile dördüncü şıkta belirtilen âhirette sevap ve cennete girme hidayetidir. Kâfirler ve zâlimler, Allah'ın âyetlerinde de belirtildiği gibi bunlardan mahrum edilirler:

"Allah zâlim kimseleri hidayete erdirmez." [1546]

"Bu (azap) onların dünya hayatını âhirete tercih etmelerinden ve Allah'ın kâfirler topluluğunu hidayete erdirmemesinden ötürüdür." [1547]

Allah'ın bir peygamber veya bir insanın başkasını hidayete erdiremeyeceğini söylerken kasdettiği şey, hidayet yollarını tarif etmenin ve hidayete çağırmanın dışında kalan hidayet şekilleridir. Meselâ bir kimseye akıl vermek, başarı vermek ve onu cennete sokmak gibi... Bu tür şeylere ne bir peygamberin ne de başka bir insanın gücü yetmez. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"(Ey Muhammed) Onları doğru yola iletmek sana ait değildir. Lâkin Allah dilediğini doğru yola iletir." [1548]

Allah'tan bizi sevdiği ve razı olduğu şeylere hidayet etmesini diliyorum. Yardım istenilecek olan O'dur. Güven ve itimad O'nadır. Güç ve kuvvet ancak Allah iledir. [1549]

Hidâyet, Allah'u teâlâ'nın lütuf ve keremiyle kuluna -sonu hayr ve saadet olacak- isteklerinin yollarını gösterivermesi veya yola götürüp muradına erdirivermesidir. Sâdece yolunu ve sebeplerini gösterivermeğe irşad; neticeye erişinceye kadar yola götürüvermeye (tevfik) denir. Hidâyetin zıddı dalâlettir. Dalâlet, doğru yoldan bile bile veya iğfale kapılarak sapmak­tır. Hidâyetin neticesi îmân, dalâletin neticesi imansızlıktır. İnsanın kalbi, terazinin iki gözü gibi imâna doğru eğilmeğe elverişli olduğu gibi, küfre doğru da eğilmeğe elverişlidir. Terazinin gözleri boşken nasıl, kılı kılına beraber duruyorsa, kalb de imânla küfre karşı müsavi surette müstait olarak yaradılmıştır. Şu halde kalbin imânla küfürden birini tercih ve il­tizam etmesi için mutlaka çekici bir sebep icâbeder. Hidâyeti de, dalâleti de ancak Allah yaratır. Yâni gönüllere imânı sevdi­ren sebepleri Allah yarattığı gibi, küfür tarafını tutturan se­bepleri yaratan da O'dur. Kullarından istediğine hidâyet, iste­diğine dalâlet verir. Allah'tan başka insanları hidâyet ve bah­tiyarlığa eriştirecek, yahut dalâlet ve hüsrana düşürecek ha­kikî bir fail yoktur. Allah'ın hidâyet ettiğini kimse saptıramaz. Allah'ın sapıttığını kimse doğru yola getiremez. Yalnız burada şu noktayı iyi bilmek lâzımdır ki, Allahu teâlâ'nın bir kulunda dalâlet yaratması, o kulun, kendi arzusu ile sapıklık yolunu tutmuş olmasındandır. Yoksa kul irâdesini, kabiliye­tini dalâlete yöneltmedikçe Allah onu cebren dalâlete sevk et­mez. Nitekim insanlarda hidâyet ve imân asıldır, dalâlet ve kü­für sonradan arız olmuştur. Cüz'i irâdenin sû-i isti'mâlinden doğmuştur. [1550]

 

İnsanlara İmân, Yaratılışlarında Bağış­lanmıştır:

 

Bezm-i elestde, yâni hilkat sabahında, ruhlar meclisinde Allahu teâlâ hepimizden ahd ve mîsak aldı. O'nun huzurunda doğru yola gideceğimize hep bir ağızdan söz verdik. Gerçi biz bu macerayı hatırlıyamıyoruz ama, onu Allahu teâlâ Kitabın­da bildirmiş, bu suretle kat'î olarak ma'lûm olmuştur. Hatırlıyamamak, inkâr vesilesi olamaz. Biz üç günlük kısa hayâtı­mızda bile, nice mühim ve hayâtı hâdiseleri unutup duruyo­ruz; meselâ bu günün insanları arasında, tufan gibi büyük bir beliyyeye bile inanmıyanlar görülüp işitilmektedir, işte ezelî îmân, Allah'ın bir hidâyeti ve bu maceranın tatlı bir hâtırası ve insanlarda her türlü fazilet ve ahlâk sermayesidir. Dünyâya çıkma zamanı gelince, her ruh için cismânî ve ruhanî kuvvet­lerle mücehhez bir ceset bağışlaması, dünyâya kitaplar indir­mesi, peygamberler göndermesi, dünyâda gördüğü, işittiği, fikren mülâhaza ettiği her hâdisede bir hikmet dersi göstere­rek, ezelî imân nurunu kuvvetlendirip, parlaklığını arttırma­sı, hep Allahu teâlâ'nın muzâaf hidâyetleridir ki, kul, hidâyet istedikçe ve hidâyete uydukça Allah'ın hidâyeti de dâima artar durur. Dünyâya geldikten sonra kendi güzel arzularıyla ezelî îmânlarında sabit kalabilmek ve onu kuvvetlendirip, nurunu arttırmak bir kul için dünyâda, âhirette verilen ni'metlerin en büyüğü ve en kıymetlisidir. Çünkü îmân her hayrın köküdür. İmân olan kalbde bulunmıyacak hayr yoktur. Dünyâ ve âhiretin bahtiyarlığı da ancak imânla hâsıl olur, başka değil. Bun­lar hakkı tanır, hakka hürmet eder, hak söze boyun keser, hak­sızlığa, zulme ölür de yine tahammül etmez; elinde kuvvet de olsa, teşvik de görse hakkı çiğnemez, hak söyler, hak dinler, hak ile yaşar, hak olarak ölür. Hak'tan geldiği gibi şaşmadan, sapmadan yine Hak'ka gider, işte Allah'a karşı sözlerinin eri olan hakperest babayiğitler bunlardır.

Bir kısım insanlar da dünyâya gelir. Gözünü açar açmaz az­gınları görür, çevresini Allah ile aşinalığı olmayanlar bürür, onların Allah'a karşı, küfran ve isyan hareketlerine bu da alışır. Kendi kötü arzusuyla ezelî imârını bırakıverir. Kazanmak için geldiği dünyâda sermâyesini de kaybeder. Hak yolundan sapar, hayâtı hemen dünyâ yaşayışından ibaret sanır, bütün kuvvetiyle dünyâya tapar, derken bir gün gayyâ-yı esfele ka­yar gider, işte Hak'tan dönen, dalâleti tutan, sözünden cayan, nefsine uyan azgınların akıbeti de budur. [1551]

 

Kula Gereken Şey:

 

Bilinmelidir ki, dünyâda insanları iyiliğe çağıran hidâ­yet müşritleri bulunduğu gibi, kötülükleri süsleyerek iyiliktir diye yutturmaya çalışan şeytanlar da vardır. Ara­mızda şeytan tabiatlı nice insanlar vardır ki, adamı yoldan çı­karırlar. Öyle kurnaz, öyle sıcak davranırlar ki, insan onların samimiyetinden şüphe etmeyebilir. Fakat parasını bitirip vücudunu harap ettikten sonra bir daha semtine uğramazlar. Buna karşı melek tabiatlı insanlar da vardır. Bunlar da insanın yolu­nu Allah'a ve rızâsına çevirirler. Bunlarla tanışabilmek Al­lah'ın büyük lûtfu ve hidâyetidir. Bunu kazanmak için Allah'a yalvarmalı, bunun için de, Fatiha sûresini çok okumalıdır. Çünkü orada

"îhdine's-sırâta’l-müstakîm" = Yâ Rab bizi doğru yola hidâyet et" dileği vardır [1552]

 

95. EL-BEDİ

 

Örneksiz, misâlsiz, [1553] hiç benzeri olmayan şeyleri, acib ve hayret verici alemleri icad eden

"O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. O'nun eşi olmadığı halde nasıl çocuğu olabilir." [1554]

Eşsiz, benzersiz anlamında “Bedea” kökünden ge­len Bedi örnek ve model olmadan birşeyi yapan, ya­ratmak manasına gelen "Allahu bediu's-Semavati ve'1-ardi" yani Hak Tealâ göklerin ve yerin eşsiz yara­tıcısıdır.

Noksan sıfatlardan münezzeh olan Cenab-ı Hak; zatında eşsiz, sıfatlarında, hükümlerinde ve iş­lerinde benzeri ve dengi olmayandır. O, mutlak bütün varlıkları eşi ve benzeri olmadan sanatkârane ya­ratandır. O, mahlukâtı daha önce benzeri olmaksı­zın yaratandır. Allah yaptıklarında acaib ve hayret verici, alemleri icad eden, hükmünün benzeri olma­yandır. Bunun için benzeri olmadığı zaman bu eşsiz manasında "bedi" denildi. Aynı zamanda "bedi", ilk manasınadır. Bir ayeti kerimede:

"De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim." [1555]

Manasında "kul ma küntü bidan miner-Resulü" şek­linde geçmektedir. Yani ben, "tevhidi getiren ilk pey­gamber değilim." Bu da "ben daha önce benzeri geç­meyen biri" değilim demektir.

Enes b. Malik (r.a.)'den rivayet edilen bir ha­diste Resulullah (s.a.v.) bir adamı:

"Allah'ım! Sen çok çok lütufta bulunan tek mabudsun, yerin ve göğün tek yaratıcısının, celal ve ikram sahibisin. Bütün hamdın sana mahsus olması yönüyle senden niyazda bulunu­yorum. Senden cennet istiyorum" dediğini gördü. Bu­nun üzerine Peygamber (s.a.v.):

"Andolsun ki O dua edildiği zaman mutlaka icabet edilen, bir şey istenil­diğinde mutlaka lütufta bulunulan bir isimle Allah'a dua ediyor" buyurdu.

El-Bedi"' Kitab-ı Aziz'de iki kere zikredilmekte­dir.

1. "O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Bir şeyi dilediğinde ona sadece "Ol" der, o da he­men oluverir." [1556]

2. "O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. O'nun eşi olmadığı halde nasıl çocuğu olabilir. Her şeyi O yaratmıştır. Ve her şeyi hakkıyla bilen O'dur." [1557]

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Bir şeyi dilediğinde ona sadece "ol" der, o da hemen oluverir."[1558]

O, gökleri ve yeri en güzel şekilde, eşsiz bir biçimde, hayret verici ve sağlam bir sistemde yaratandır.

Allah Teâlâ buyurur ki:

"İlkin mahlukunu yaratıp (ölümden) sonra bunu (yaratmayı) tekrarlayan O'dur."[1559]

Hangisinin daha güzel işler yaptığını denemek için insanları ilk defa o yarattı, sonra da iyilik yapanları cennetle mükafatlandırdı, kötülük yapanları da kötülükleriyle cezalandırdı.

Böylece mahlukatı aşama aşama/tedrici olarak vâr eden, sonra her an bu yaratma işini tekrarlayan O'dur.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Muhakkak ki senin Rabbin istediğini hakkıyla yapandır."[1560]

"O, yüce Arş'ın sahibidir, dilediği şeyleri mutlaka yapandır."[1561]

Bu, O'nun kuvvetinin kemalini, iradesinin ve gücünün etkinliğini ve geçerliliğini gösterir. Her istediği şeyi hiçbir engelle ve muhalifle karşılaşmadan gerçekleştirir. Hangi iş olursa olsun O'nun yardımcı ve destekçiye ihtiyacı yoktur. Bilakis O, bir şeyi dilediği zaman "ol" der ve "oluverir". Dilediği her şeyi yapmakla beraber O'nun iradesi hikmetine ve hamdine tâbidir. O, mükemmel bir kudret, nüfuzlu/geçerli bir irade ile muttasıftır. Aynı zamanda yaptığı ve yapacağı her şeyi kuşatıcı bir hikmetle de nitelendirilmiştir. [1562]

Bedî, mübdî, ma'nâsınadır. Mübdi’, ibda' eden, yâni örneği bulunmayan bir şey ihtira ve icâd eden demektir. Bedî ile mübdi' arasında fark da yok değildir. Gerçi her ikisinde de örneksiz icâd ma'nâsı varsa da örneği bulunmayan -velev ki bir tek olsun- bir şey ihtira edene mübdî, denilebilir; amma bedî’denmez. (Bedî’) hiç birinin de örneği ve misâli yokken, sayısız şeyler îcâd ve ihtira eden, düşünmeğe, araştırmağa muhtaç ol­madan, kolaylıkla ve dâima misilsiz şeyler yaratmak, îcâd etmek âdeti ve kadîm sıfatı bulunan zât demektir ki, bu ma'nâca Bedî’ ancak Allahu teâlâ Hazretleridir.  

Örneği yokken Allah'ın kudretiyle meydana gelen fevkalâ­de güzel ve insana hayret verici şeylere de -ibda' olunmuş ma'nâsına- bedî' denildiği vardır. Bu i'tibarla gökler ve yer ve Allah'ın yarattığı her şey, ne kadar bedî, ne kadar misâlsizdir! Allahu teâlâ onlardan hiç bir zerre yokken, ortada örnek ve misâl tutulacak hiçbir şey bulunmuyorken, ilk önce bunları ihtira etmiş, her nev'in ilk ferdini, ilk örneğini ibda' edip yok­tan vücuda getirmiştir. Her nev'in ilk ferdi misilsiz olarak ya­ratıldığı gibi, bir nev'in bütün ferdleri de her yönden tamâmiyle birbirinin aynı değildir. Aralarında hem benzerlik var, hem ayrılık var. Meselâ insan nev'ini alalım: Surette, sîrette tamamiyle birbirinin aynı iki insan bulmak imkânsızdır. Bu ba­kımdan denilebilir ki, her insanın, her zerrenin yaradılışı baş­lı başına bir bedîadır. [1563]

 

Satranç Tahtasına Hayret Eden:

 

Halife Ömer'ül-Fârûk (Radıyal'lâhu anh)'in sohbetinde bulunanlardan biri bir gün:

"Şu satranca şaşırıyorum. Satranç tahtasının eni de, boyu da birer arşından fazla değilken, insan onun üzerinde binlerce oyun oynasa, bir oynadığı oyun mutla­ka öbürüne benzemez." demiştir.

Hazret-i Ömer buna cevap olarak:

"Bundan daha ziyâde hayret verici şeyler vardır. Meselâ insanın eni bir karış, boyu bir karıştan ibaret olan yüzünde kaşlar, gözler, burun ve ağız gibi âzânın yerleri kat'iyyen değişmediği halde, yine dünyâ yüzünde yüzleri tamâmiyle birbirine benzeyen iki insan bula­mazsın. Şu ufacık deri parçası üzerinde bu sayısız değişiklikleri, bu sınırsız bedîaları gösteren Allah Celle Şânühû ne bü­yük kudret ve hikmet sahibidir!" dedi. İşte kâinat baştan başa böyle bedîalarla, acibelerle doludur. Fakat onu görmek için düşünmeyi ve her şeye dikkatle bakmayı âdet edinmek iktizâ eder. [1564]

 

Dikkat Ve Tecessüs:

 

İnsanoğlunun mühim hassalarından biridir. O, dinini de, dünyâsını da bununla kazanacaktır. Meselâ, ağzı kapalı bir tencerede su kaynıyordu. Derken birdenbire kapak fırladı. Bu hâdiseyi gören bir adam dikkat etti, düşündü. Acaba bu kapak neden fırladı? Sebebini aramağa başladı. Nihayet suyun tabahhuru neticesinde hâsıl olan tazyikten ileri geldiğini ve bu taz­yikin müthiş bir hareket âmili olabileceğini keşfetti. Buhar kuvveti işte bu basit hadiseden doğdu. Meydana konan büyük hakikatler, hep böyle küçük vakıalara dikkat etmekle bulun­mamış mıdır? Eğer insanlarda bu hassa olmasaydı, bu kadar ilimler, fenler meydana gelir, sanayi bu kadar incelir miydi? Bu dünyacası... Bu hassa yaratılmışlar üzerinde tatbik ve icra edildiği zaman da Allah bilgisi kazanılır. Emek verip dikkat edenler, Allah'ın azamet ve kudretini sezenler, dirilir, nimet­lerini düşünen gönüllerde Allah sevgisi uyanır. Allah'ın, iyi­liği sevapla karşılayacağını düşünen gönüllerde isyan korku­su çoğalır ve nihayet bir kul, Allah'a karşı kusurlarını ve çe­şitli günâhlarını idrak edebildiği zaman, büyük bir hicap ve pişmanlık acısı duyarak hemen tevbeye ve Allah'ın afv u mağ­firetine döner ve bunların her biri imrenilir birer makamdır. Dikkat ve tefekkür bu kadar zengin mahsûl verdiği için, Kur'ân'da ve hadîste insanları tefekküre teşvik ve davet eden birçok âyet ve hadîs vardır. Tefekkür İslâm'da büyük ibâdetler­dendir. [1565]

 

Kula Gereken Şey:

 

Allahu teâlâ dilediği kuluna hikmet verir. Kendisine ilim ve hikmet bağışlanan, hakikaten büyük hayra ulaşmıştır. Bir kul anlayışı nisbetinde Allah'ın her şeyde parlayan hikmetle­rini görmeye, bu bahtiyarlığa katılmaya çalışmalıdır. İnsan var ki, onun hayattan nasibi, sâdece yemek içmekten ibarettir, ondan ilerisine kafa yormaz. Halbuki kendisine hikmet veri­lenler, yenilip içildikten sonra, bu gıda maddelerinin vücutta kana tahavvül ederek et olması, tırnak olması, kıl olması, gö­rür göz olması, düşünür fikir olması gibi ince ince bedîaları görürler ve bu çeşniyi tatmak için uzun seneler emek vermek­ten, üzücü yorgunluklara katlanmaktan zevk alırlar.

Ne güzel söylemişler: Hikmetle uğraşanlar ışık, ilimle uğraşanlar yol gösterici, öğütçüler lâmba, âkiller diri, câhil­ler ölüdür. Herkes beğendiği sınıfı seçsin. [1566]

 

96. EL-BAKÎ

 

Varlığın sonu olmayan[1567]

"Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı baki kalacak." [1568]

Varlığı zorunlu, vücudu zatının gereği olan Al­lah (cc) varlığı devamlı olması ve varlığının sonu olma­ması sıfatıyla muttasıftır. O varlığının sonu olma­yandır. Ebedidir, ezelidir ve varlığı nihayetsizdir.

Cennetin ebedi olması ise, onun varlığının Al­lah'ın dilediği müddetçe devamlı olmasıdır. Ayet-i ke­rimede bu husus şu şekilde ifade edilmektedir.

"Mutlu olanlara gelince, onlar da cennettedir­ler. Rabbinin dilediği hariç, gökler ve yer durduk­ça onlar da orada ebedi kalacaklardır. Bu (nimet­ler) bitmez, tükenmez bir lütuftur."[1569])

Allah'ın ezeli olması, Allah'ın sıfatlarında sadece ona mahsus bir sıfat olup, varlığında hiçbir zaman yokluk olmayan demektir. Her şeyi yokluk kapladığı halde ve her şey yok olacağı halde onun zatı bakidir. O aynı zamanda/mekanı olmaksızın ezelidir. [1570]

Bu ism-i şerif varlığın devamını bildiren bir kelimedir.Varlığın devamı, önü ve sonu olmamakladır. Önü olmamak mülahazasıyla Allahu teâlâ'ya (El-Kadîm), sonu olmamak mülahazasıyla (El-Bâkî) denir. Bu ma'nâlara yakın (El-Ezelî, El-Ebedî) ism-i şerifleri de vardır. Ezel demek, geçmişte baş­langıcı olmayan; ebed demek, ilerde sonu olmayan demektir. Allahu teâlâ'nın varlığı imtidâd, istimrar ve devam bakımın­dan zaman mefhûmunun içine girmez. Çünkü zaman denilen şey: Kâinatın yaradılmış olduğu lâhzadan i'tibâren adem'e doğru akışının derecelerini gösteren bir mefhumdur. Şu halde yaradılmışlarla başlamıştır ve onlarla bitecektir. Kâinat yok­ken zaman da yoktu, fakat Allahu teâlâ vardı. Kâinat biter, za­man da biter, fakat Allah Bâkî'dir[1571]

.

Dünya Bîr Bekleme Odası Veya Bir Misafirhânedir:

 

Dünyâyı bir misafirhaneye benzetmişlerdir, ne doğru tem­sil. Yolcu oraya gelir, birkaç gün eğlenir, sonra, bırakır gider. Bu misafirhaneye binlerce asırdan beri kimler geldi, gitti, na­sıl memleketler, ne muazzam medeniyetler kurdular, şimdi ise, onların yerlerinde yeller esiyor.

İnsan ve dünyâ yüzündeki her şey böyledir. Dünyâya gelir, hayat safhaları, bebeklik, çocukluk, yiğitlik, kocalık, birbi­rini sürükler, çeker, vakti gelir ukbâya göçer gider. Dünyâda işlediklerini orada görür. Dünyânın, âhiretin tarlası olduğu­nu, dünyâda anlamamışsa âhirette anlar. Burada ne ektiyse ora­da onu toplar. Hayırsa mükâfat, şerse mücâzat görür. Bu haller arkadan gelenlerde de devam eder. Büyük bir geçit resmi gibi herkes sırasıyla gelir geçer. Dünyâ kimseye kalmaz; dünyanın kendisi de kalmaz. Her şey fânidir. Bakî Allah'tır ancak. [1572]

 

Kula Gereken Şey:

 

Bu geçici hayâta aldanıp kıymetli ömrünü boşuna telef et­memek, dünyâya niçin geldiğini öğrenip, Allah'ın rızâsını ka­zanmak üzere hayâtından faydalanmak, hâline ve mevkiine gö­re Allah'ın kullarına lütuf ile, hilm ile, adaletle muamele yap­mak, fânî hayatla bakî hayat kazanmaktır. [1573]

 

Fânî Hayatla Bakî Hayat Nasıl Kazanılır?

 

İnsanların yorgunluklarından yalnız dünyâda faydalanmakla kalmayıp, bu çalışmalarının mahsulünü ebediyete ka­dar toplamak için, o işleri ebedîleştirmek, üzerlerine birer-(ebedîdir) damgası vurdurmak, iktizâ eder. Böyle damga ile damgalanan ameller, beka ile muttasıf olur. Her şey çürüyüp bittiği zaman bunlar bitmez. İnsanın yaptığı işler içinde, ebedî damgası alabilecek olan, kendisiyle Allah'ın rızâsı is­tenmiş olanlardır. Mâadası fânidir. Meselâ, bir doktor, bir mi­mar, hastalık olmayan, inşaat yapılmayan bir âleme göçtükle­ri zaman, onların ilmini arayıp soran olmaz; bedenleri gibi ilimleri de söner gider. Fakat dünyâdayken o ilimleriyle Allah rızâsı için bir iş yapmışlarsa işte o, ebedîdir ve ondan faydala­nacaklardır. [1574]

 

97. EL-VARİS

 

Her şey yokluğa döndükten sonra da varlığı ile hükümranlığı devam eden,[1575] servetlerin geçici sahipleri, elleri boş olarak yokluğa döndükten sonra, varlığı devam eden, servetlerin hakîkî sahibi. [1576]

"Şüphesiz biz diriltir ve biz öldürürüz. Ve her şeye biz varis oluruz." [1577]

Gökte ve yerdekilerin hepsi noksan sıfatlardan münezzeh olan Cenab-ı Hakk'a aittir. O her şeyin Rabbi, varisi, rızık vereni ve acıyanıdır.

Allah (c.c.) tüm varlıklar fani olduktan sonra da bakidir. Öyle ki onun mülkü için nihayet yoktur. Her şey ona döner. Salih amel ise kişiyi yükseltir. Ayet-i Kerime’de:

"... Ey Rabbim! Beni yalnız bırakma! Sen vâ­rislerin en hayırlısısın (her şey sonunda senindir)."[1578] buyurulmaktadır.

Ey Allah'ım sen apaçık varissin, bizi yalnız bı­rakma. Yer şiddetli bir şekilde sarsıldığı, ağırlıklarını çıkardığı, kabirdekiler diriltilip dışarı atıldığı, kalpler­de gizlenenler ortaya konduğu zaman, senden bizi sabit bir söz olan kelime-i şehadet üzere ayaklarımızı sabit kılmanı niyaz ediyoruz. Ey sözü hak ve sur üfürüldüğünde de mülk kendisine ait Rabbim! Bizi hak üzere sabit eyle! Bugün mülk, saltanat kime aittir? denildiğinde:

"Bir ve Kahhar olan Allah'a aittir" de­meyi nasip eyle. Çünkü sen varislerin en hayırlısısın. [1579]

Allahu teâlâ mülkün vârisidir, her şeye vâris ancak O'dur. Çünkü mülkün ortaksız sahibi O idî. Ortaksız vârisi de O ola­caktır.

Allahu teâlâ mülkünden istediği mikdârı, istediği insanla­ra verir, yâni onlara muvakkat bir zaman için tasarruf hakkı bağışlar. Onlar da bunun Allah'ın bir lütuf ve ihsanı olduğunu unuturlar, kendileri için müktesep bir hak sanırlar da tasarruf­larında hiçbir emr ü ferman tanımazlar. Hayatta bulundukları müddet, ancak kendi keyiflerine göre kullanırlar. Ölünce mal ve mülkümüz vârislerimize kalır ya, o da bir kâr diye haklı haksız demeyip mal toplarlar. İşte bu şekilde tasarruf dâvasın­da bulunanların ellerindeki ariyet tasarruf hakkı alınır. Kendi­leri de gider, biter de, ortaksız olarak Evvel ve Âhir, Bakî ve Mâlik bulunan Allahu teâlâ kalır. [1580]

 

Kula Yaraşan Şey:

 

Elindeki mal ve servetin hattâ hayâtının sahip ve mâliki ve sonunda vârisinin ancak Allahu teâlâ olduğunu bilerek, kendisinin bir emanetçi bulunduğunu kabul etmeli ve işleri nefsânî arzularına göre değil, Allah'ın emirlerine ve kanunla­rına göre yürütmelidir. Allah'ın sevmediği ve emretmediği ta­sarruflarla, sağken türlü türlü bozuk muameleler, öldükten sonra da, meselâ, vârisleri hakkında, kanun dışı olarak kimine az, kimine çok, kimine hiç bir vasiyyet yapmamak gibi, ken­disini çok ağır bir mes'uliyet altına atmamalıdır. [1581]

 

98. ER-REŞİD

 

Kullarına doğru yolu gösteren, îrşad eden, bütün işleri isabetli olan,[1582] bütün işleri ezelî takdirine göre yürütüp dosdoğru ve bir nizam ve hikmet üzere akıbetine ulaştıran. [1583]

"... Rabbimiz! Bize tarafından rahmet ver ve bize, (şu) durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazır­la!" [1584]

Allah (c.c.) kullarına doğruyu gösteren ve insan­ları irşad eden, kullarından taat ehline doğru ilham edendir. O, mahLukatı hidayete çağırandır.

Halimi, "er-Reşid", "doğruyu gösteren manasın­da irade buyuran demek olup, manası iyiyi, uygun olanı, maslahata uyanı gösteren ve ona çağıran de­mektir" diye tarif etmiştir.

Allah (azze ve celle) şöyle buyuruyor:

"... Rabbimiz! Bize tarafından rahmet ver ve bize (şu) durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazır­la!"  [1585]

"... Allah kime hidayet ederse, işte o, hakka ulaşmıştır. Kimi de hidayetten mahrum ederse ar­tık onu doğruya yöneltecek bir dost bulamazsın."[1586] buyurmaktadır.

Rüşd, salah, istikamet demek olup, sapıklık ve eğriliğin zıddıdır.

Şu dua Peygamberimizin dualarından birisidir.

"Ey Allah'ım! Tarafından kalbimi hidayete erdire­cek rahmet istiyor, dağınıklılığımı toplamanı, fitneyi benden çevirmeni düzgün yaşamayı, gayb alemini muhafaza etmeni, hazırı da yükseltmeni, amellerimi tezkiye etmeni, yüzümü ak etmeni, bana doğruyu il­ham etmeni, her türlü kötülükten korumanı niyaz edi­yorum" der ve şöyle deyinceye kadar duasını devam ettirirdi..." Bu benim sana duamdır. Sana düşen ise icabettir. Bu gayretimdir. Sen ise gayreti geri çeviremezsin. Biz Allah'a döneriz, yüce ve azamet sahibi Al­lah'tan başka hiçbir güç ve kuvvet yoktur. Bu sağlam bir yol, doğru bir dindir." [1587]

Reşîd, mürşid ma'nâsınadır. Mürşid kelimesi başlıca iki ma'nâ ifâde eder. Birincisi doğru ve selâmet yolu gösteren de­mektir. Bu ma'nâca (El-Hâdî) ism-i şerîfiyle beraber olur. İkincisi hiçbir işi boş ve faydasız olmayan, hiçbir tedbîrinde yanılmayan, hiçbir takdirinde hikmetsiz bir şey bulunmayan zât demektir. Burada ma'nâ budur.

Küçük, büyük işlerin kumandası ancak Allahu teâlâ'nın elindedir. Her iş O'nun irâdesi ve tedbiriyle meydana gelir ve yine O'nun takdiri çerçevesi içinde neticelenir. Allahu teâlâ'nın tekvînî olan tedbirleri, kâinatın idaresine ait emirle­ridir. Her şey bu tedbirlere göre ve tam bir mecburiyet içinde vazifesini yapıp durmaktadır.

Teşriî olan tedbirleri ise, mükellef olan insanların saadet ve refahı için bilhassa Kur'ân'da gelmiş olan emirlerdir, bun­larda cebir yoktur, dinî işlerin cebirle değil, insanların irade­leriyle yapılması istenmiş ve bu iş onların ihtiyarına bırakıl­mıştır. Onun için bir kulun, irâde-i cüz'iyesini kullanmadan aradığı sevap husule gelmez. Şu halde insanların, kendileri için va'd buyurulan saadet ve refahı bulmak istiyorlarsa, kendi arzularıyle Allahu teâlâ'nın teşriî olan emirlerini yerine getir­mek, bu suretle rızâsına ermek için niyet etmeleri ve gayret göstermeleri lâzımdır. [1588]

 

Kula Gereken Şey:

 

İşlerinde ve muamelâtında hayırlı ve kazançlı tarafı tuta­bilmek için tedbirli ve uyanık bulunmaktır. Bu da akıl gibi Al­lah'ın en büyük ihsânı olan hassayı terbiye ederek, çalıştırmak ve nefsi, aklın idaresi ve baskısı altına almakla olur. Akıl, in­sanı hayvandan ayırt eden bir kuvvettir. Vazifesi Allah'ın ka­nunlarını anlamak ve onların hükümlerine göre vücut makine­sini idare etmektir. Bu akıl her insanda varsa da, ancak işleri­ni, sözlerini aklının idaresiyle yürütenlere akıllı denir. Yoksa yalnız kendisinde akıl bulunana değil. Biz kendi kendimize akıllı adam olmakla ve hayrını, şerrini bilenlerden bulunmak­la iftihar eder, kimsenin aklını ve icrâatını beğenmeyiz. Fakat emin olunuz ki, zengin, fakir, âlim, câhil binlerce insan için­de, aklına göre yürüyen pek az kimse bulunur. Ötekiler hep ak­lı lüzumsuz bir şeymiş gibi bir tarafa atarak, nefislerinin arzu­larına göre giderler. Akıllarından faydalanamadıkları için bun­lara akıllı denmez. [1589]

 

Aklın Terbîyesî:

 

Hiç aklı olmayana deli derler. Bunlar bir şeyle mükellef değildir. Fakat aklı olup da onu terbiye edemediğinden, yerli yerinde ondan faydalanamayanlara ahmak denir, sefih de denir. Aklın terbiyesi ilme bağlıdır. Onun için İslâm dininde kadın, erkek her ferdin hususiyetine göre, din ve dünya ilmi öğren­mesi farzdır. Akıl, ilimle kuvvetlenince, sahibine dâima olan biten işlerin nereden çıktığını ve hangi yollardan akıp geldiği­ni dikkat nazarına aldırır. Her hâdisede Allah'ın irâdesini, kud­retini sezdirir, O'nun rızâsı için çalışmayı sevdirir. Onun için büyükler demişler ki: İhsân-ı İlâhî'nin en hayırlısı akıl, âfet­lerin en zararlısı cehldir. [1590]

 

Nefs Ve Islahı:

 

Nefs insanın içinde şiddetli bir istek kaynağıdır ki, insan bununla işine gelen, hoşuna giden her şeyi kendine maletmek,. nerede ve kimin elinde olursa olsun çekip almak, işine gelme­yen her şeyi yok etmek ister. Bu istek hayvanlarda da bulundu­ğu için, insanla hayvan arasında müşterek sıfatlardandır, içi­mizde mütemadiyen fışkırıp duran bu istek kaynağının arzula­rı mutlak surette verildikçe, o sırnaşık insanlar gibi, daha ziyâde arsızlanır, verdikçe azar, onu imlâya getirmek güç olur. Sahibini de yener. Onun için nefsi Allah'ın razı olacağı hudut­lar içinde tutarak taşkınlıktan, fasit heveslerden alıkoymak lâzımdır. Bu da nefsi, aklın hükmü ve idaresi altına almakla olur. İnsan doğduğu günden i'tibâren, işine geleni çekmek, gelmeyeni atmak için çalışmaktadır. Bu hal insanların maya­sında vardır. Eğer bu olmasaydı âlemin nizâmı bozulurdu. Şayet bu kuvvet aklın baskısı altına alınmayıp serbest bırakı­lırsa, yine âlemde herc ü merç hâsıl olur.

Akıl, nefsin isteklerini gözden geçirir, Allah'ın rızâsına uygun olanlarını kabul, olmayanlarını reddeder. Aklın eli, nefsin dizginini tutarsa, kötü yollara bırakmaz, hakka bâtıl, bâtıla hak dedirtmez. Nefsini aklının baskısı altına alabilenler hakikaten büyük insanlardır. Mes'ut olanlar da bunlardır. Çünkü onlardan mahlûkat mutazarrır olmaz, memnun olur. Halkın memnun olduğundan Hak da razı olur. [1591]

 

99. ES-SABUR

 

Çok çok sabırlı[1592]

Allah (c.c.), mühlet veren, bekleyen, acele etme­yen itidali muhafaza eden, zamanı gelmeden fiilinde acele etmeyen, bütün işleri takdir edilen belli zaman­da yapan geciktirmeyendir.

Es-Sabur, çoğunlukla hilm sıfatında olduğu gi­bi cezalandırma kudretine sahip olduğu halde, suç­luların cezasını hemen vermeyip, cezayı tehir eden anlamında kullanılmıştır.

Bazen de mahlukâtın hepsine sabır ilham eden manasında kullanılmıştır.

Sözlükte ise nefsi acele etmekten alıkoymak de­mektir. Allah (c.c):

"Sabah akşam Rablerine, Onun rızasını dile­yerek dua edenlerle birlikte candan sebat et." [1593] buyurmaktadır.

Ayette geçen "vesbır nefseke" nefsini hapset manasındadır.

"İşte bunda, ahiret azabından korkanlar için elbette bir ibret vardır. O gün, bütün insanların bir araya toplandığı bir gündür ve o gün (bütün mah­lukâtın) hazır bulunduğu bir gündür." [1594]

"Biz onu (kıyamet günü) sadece sayılı bir müd­dete kadar bekletiriz." [1595]

Allahu teâlâ Sabûr'dur. Âsilerden öc almakta istical et­mez, kendilerine mühlet verir. Kullarının binbir çeşit edep ve saygı dışı hallerini görüp dururken ve onları bir lâhzada yok edivermeye kudreti varken, bunu yapmıyor. Münkirler O'nun hakkında yoktur diye bar bar bağırırken, müşrikler kendine if­tira edip dururken, yine naz ve ni'met içinde yaşamaktadırlar. Onların tahsisatını hemen kesmiyor, sıhhat ve afiyet veriyor. Çünkü O, her şeye bir müddet tâyin etmiştir. Her şey muayyen olan seyrini tamamlayacaktır. Vaktinden evvel isti'câl etmez. Vakti gelince de bir lâhza geri bırakmaz. Allah'ın verdiği bu mühlet de şüphesiz büyük bîr rahmettir. Şayet bu mühlet içinde tevbeye gelirlerse tevbelerini kabul eder, suçlarını bağış­lar.[1596]

.

Bu İsm-i Şerîfîn Halim Îsm-i Şerîfiyle Ma'nâca Farkı:

 

Her iki ism-i şerîf ma'nâca birbirine yakındır. Yalnız bu ism-i şerîf, âsiler tevbeye muvaffak olamadan dâr-ı cezaya gö­çerlerse, kendilerine intikamın orada icra edileceğini bildirir. Halîm ism-i şerifi ise, daha ziyâde afv ve mağfireti bildirir. Fark budur. [1597]

 

Sabırlı Adamlar, Faziletli İnsanlardır:

 

Yukarılarda bir iki defa tekrar ettiğimiz bir hakikati son olarak bir daha söyleyelim:

İslâm ahlâkında sabır, şükür, te­vekkül, tefviz, rızâ ve teslim gibi îmânın bütünlüğünü ve in­sanlığın en yüksek mevkiini bildiren ve yüce ma'nâlar taşıyan kelimelerden hakikî ma'nânın tamâmiyle zıddı bir ma'nâ anlı­yorlar ve meselâ, sabırlı bir adam denince miskinlik içinde ya­şamağa, hor ve hakîr kalmağa, dövülüp sövülmeğe katlanan bir şahıs anlıyorlar, halbuki bu sabır değil (tezellül)dür. Tezellül ise haramdır, yâni bir mü'min için kendini Allah'tan başkasına karşı alçaltması helâl değildir.

Sabır, Allahu teâlâ'nın huylarından biridir. Onun için sa­bırlı adamlar, faziletli insanlardır. Cehalete, zulme, buhle sabredilmez, haksızlığa sabredilmez, bunlara karşı durulur ve yoluyla izâlesine çalışılır. Sabırlı bir adam demek, dinin ve aklın kabul edip de nefsin hoşlanmadığı veya nefsin arzulayıp istediği halde dinin ve aklın beğenmeyip reddettiği hususlarda, daima dinin ve aklın muktezâsına uyarak, nefsin dizginini ona göre kullanan zat demektir. Sabır büyük makamlardan bir makamdır. En müşkül işler, sabırla başarılır. En çetin ve dola­şık mes'eleler sabırla çözülür.

Dünyânın rahat ve refahı sabırlı elde edilir. İnsan önce kendisine ağır gelen sa'y ve gayreti göstermez, uzun zamanlar büyüklere hizmet etmek zahmetine katlanmazsa, geçim için bir hüner ve ma'rifet sahibi olamaz ve sonraki hayatında rahat edemez. Âhiretin ebedî saadeti de sabırla kazanılır. "Cennet, gönlün istemediği şeylerle çevrilmiştir."[1598] İnsan onlara uğramadan Cennet'e geçemez. Bütün fazi­letler sabırla bulunur. Fazilet ve kemâl hiçbir vakit kolayca ve meşakkatsiz ele geçmez. Yol üzerinde para bulunur ama, ilim, ahlâk, fazilet bulunmaz. Gayretli insanlar bu uğurda nice zah­metlere uğrarlar. Gayret ve zahmetleri nisbetinde ahlâk ve fa­zilet sahibi olurlar[1599].

 

Kula Gereken Şey:

 

Haksızlığı, Hak'ka tecavüzü âdet edinenler bilmelidir ki, Allahu teâlâ zâlimlerden intikamını alır. Allah'ın yakalaması çok şiddetlidir, O'nu hiçbir kuvvet önleyemez. Allah'a isyan edip dururken O'nun müsâadesine ve imhalîne mâruz kalanlar, kat'iyyen buna aldanmamalıdır. Günün birinde hatır ve hayâle gelmeyen azap kendilerini sarıverir. Her halde Allah'a dön­mekte, O'nun afv ü mağfiretine sığınmakta isti'câl etmek ge­rekir.

Hayatta sabredilecek yerlerde sabredenlere, Allahu teâlâ hadsiz hesapsız sevap ve mükâfat va'd buyurmuştur. Bir insa­nın hiddetine mağlûp olmaması, birlikte yaşadığı kimselerin bazı kusur ve kabahatlerini hoş görmesi,-günâh olan şeylere dönüp bakmaması, onların vereceği geçici lezzetlere aklanma­ması sabır olduğu gibi, ilim ve fazilet yolunda, memleket uğ­runda, rahatını, uykusunu, malını ve hattâ icâbında canını feda edivermek de sabırdır. Allah'tan gelen ve define çâre ol­mayan felâketler, hastalıklar ve kazalar vardır. Onlara taham­mül etmek ve o gibi hallerde eline, diline sahip olmak, bağı­rıp, çağırmamak, yakasını paçasını yırtmamak, başını, göğ­sünü dövmemek, rast geldiğine dert yanmamak ve hattâ yüzü­nü bile ekşitmemeğe gayret etmek de sabırdır. Hak'tan kuluna musibet gelir. Hiç şüphe yok ki; ecri de beraber gelir. Sabre­derse o ecri alır, edemezse musibet birken iki olur. Biri musi­betin kendisi, öteki de kaçırmış olduğu ücrettir. Halbuki Hak'tan gelen ücreti kaybetmek, musibetin bizzat kendisin­den daha ağırdır. [1600]

 

100- EL-KARÎB

 

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah sizi topraktan yarattı. Ve sizi yeryüzünde yaşattı. Öyleyse O'ndan mağfiret dileyin, sonra da O'na tövbe edin. Muhakkak ki Rabbim (kullarına) çok yakındır, (dualarını) kabul edendir." [1601]

Allah'ın isimlerinden birisi de "el-Karîb"tir. O'nun yakınlığı iki türlüdür:

1. Umumî yakınlık: O'nun  ilminin her  şeyi kuşatır olmasıdır. O, insana şah damarından daha yakındır. Bu, umumî beraberlik anlamındadır.

2. Dua eden ve ibadet edenlere ve kendisini sevenlere özel yakınlığı: Bu, sevgiyi, yardımı, bütün hareket ve hareketsizliklerde desteği, dua edenlerin dualarına icabeti, ibadet edenlerin ibadetinin kabulünü ve sevabı gerektiren bir yakınlıktır. [1602] Allah Teâlâ şöyle buyurur: 

"Kullarım sana beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine   karşılık veririm." [1603]

Yakınlığın bu genel ve özel anlamı anlaşıldığı zaman onunla Allah'ın varlığının arşının üstünde olması arasında bir çelişki olmadığı görülür. Yakınlığında yüce, yüceliğinde yakın olan Allah her türlü eksiklikten uzaktır. [1604]

 

101- EL-MUHÎT

 

Allah Tealâ şöyle buyurur:

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Ve Allah her şeyi kuşatmıştır."[1605]

"Eğer sabreder ve korunursanız, onların hilesi size hiç bir zarar vermez. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır."[1606]

O, ilmi, kudreti, rahmeti ve egemenliği her şeyi kuşatandır. O'nun ilmi bilinecek şeylerin hepsini, görmesi görülecek şeylerin hepsini, işitmesi işitilecek şeylerin hepsini kuşatmıştır.

O'nun iradesi ve kudreti bütün varlıklara nüfuz eder. O'nun rahmeti göklerdeki ve yerdekileri kucaklar. Üstünlüğü ile bütün mahlûkata galip ve egemendir. Her şey O'na boyun eğer. [1607]

 

102- EL-KÂFÎ

 

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Allah kuluna kâfi değil mi?" [1608]

O, kullarının bütün ihtiyaçlarını gidermede ve karşılamada yeterlidir. O, özellikle kendisine inanan, tevekkül eden ve yardım isteyen kimselerin dînî ve dünyevi ihtiyaçlarını karşılayandır. [1609]

 

SONUÇ

 

Bütün hamd evvel, âhir, varlığı ve birliği aşikar, mahiyetinin bilinmesi gizli olan Allah'adır. Şehadet ederiz ki O'ndan başka ilah yoktur. O'nun zatından başka her şey yok olacaktır. Selatu selam son pey­gamber, müslümanların ilki, Alemlerin Rabbi tara­fından övülenlerin en hayırlısı Muhammed (a.s.) üze­rine olsun. O peygamber ki yüce Allah hakkında "Senin üzerine sena yapmaktan aciziz. Sen kendini övdüğün gibi senaya layıksın" buyurmuştur.

Sonuçta Allah Resulünden gelen "et-Tabibi" ile renklemek güzel olacak. Kainatın efendisi şöyle bu­yuruyor:

"et-Tabib demeyin fakat er-Refık (dost) de­yin. Çünkü gerçek Tabib (çare veren) Allah'tır. Bu­nun manası her ne kadar sanatında mahir, kendisi­ne helal ve temiz rızık verilen manasına gelse de bu­radaki manası, "beşerin hastalıklarına derman veren" demektir. Bazen tıp ilmi, her ne kadar hastalığı tanı­sa ve teşhis etse de hastalığı kuşatamaz. Hastalığın miktarını, hastalığın bedende ne kadar beklediğini ve etkisini anlayamaz. Hastasına ancak etkisine inan­dığı ilacı verir ve isabetli olabilir de olmayabilir de. Bu durumda "er-Refik", isminin kullanılması   "et-Tabib" isminden daha güzeldir. Çünkü doktor hastaya acır ve onu bedenine zarar verecek şeye karşı himaye etmeye çalışır, ona göre tedavi uygular.

"Et-Tabib" ise derman ve çarenin hakikatına, sıhhat ve şifaya gücü yeten demektir. Bu sıfatta an­cak her şeyin yaratıcısı ve şekil vereni olan Allah'a mahsustur. Bir başkasının bu isimle isimlendirilmesi doğrudur. Bununla birlikte: "Ey Allah'ım sen sıhhat veren dertlere derman veren tabibsin" denilmesi dua adabına daha uygundur. "Ya tabibu" şeklinde denil­mez.

Eş-Şafı' de Esmâ-i Hüsnâ'dandır.

Allah (c.c): "Hastalandığım zaman bana şifa veren Odur." [1610]

Resulullah (s.a.v): "Allah'ım Sen şifa verensin, şi­fa yer" diye dua ederdi. Aişe (r.a.) diyor ki:

"Resulullah (s.a.v.) bir hastanın huzuruna girdi­ği zaman elini hastanın şikayetçi olduğu yere koyar sonra da:

 "Ey İnsanların Rabbi, ağrıyı gider, şifa ver, sen şifa verensin. Senden başka şifa veren yoktur. Sen onulmaz dertlere şifasın" diye dua ederdi."

Yine Aişe (r.a.) diyor ki:

"Peygamber (s.a.v.) hastalandığında elimi onun üzerine koydum. Bu duayı okuyarak gezdirdim. "Al­lah'ım! Sen en yüce dostsun, Allah'ım! Sen yüce dost­sun" buyurdu."

El-Hennan ve el-Mennan, el-Vakî de Allah'ın güzel isimlerindendir.

"... Allah tarafından senin ne bir dostun ne de koruyucun vardır." [1611]

"Allah bize lütfetti de bizi vücudun içine iş­leyen azaptan korudu." [1612]

Ey Allah'ım! Bildiğimiz ve bilmediğimiz bütün en güzel isimlerle niyazda bulunuyoruz. Senden bizi sa­na itaatle ve güzel kullukla nimetlendirmeni, dostla­rına bağışladığını bize de lütfetmeni, senden bizleri seni zikir ve övgüyle nimetlere erişenlerden kılmanı istiyoruz. Ey Allah'ım! Bizi dünya ve ahiret saadetiyle rızıklandır. Bizi zatını temaşa edenlerden eyle!

Ey Allah'ım! Sen emsali olmadan yaratan, yarat­tıklarına şekil veren, hükmedenlerin en hikmetlisisin. Sen bizi en güzel şekilde yaratansın. Bizi güzel ahlak üzere kıl! Ey Allah'ım! Suretlerimizi güzelleştirip bizi tasvir ettiğin gibi amellerimizi de güzelleştir. Senin her şeye gücün yeter. Dualarımızı kabul buyur.

Allah Tealâ'dan beni ve okuyucularımı takva üzere kılmasını ve kendisine hidayet üzere itaat eden­lerden eylemesini, günahlarla aramıza kendi korku­sunu sokmasını niyaz ediyorum. Allah korkusu ise Allah'ı bilmekle, ilimle olur. Bunun için Allah (c.c): "Allah'tan ancak âlim kulları korkar." [1613] buyuru­yor.

Her kim de Allah'a asi oluyorsa, okuyup anlasa bile onu unutmuş demektir.

Cenab-ı Hak şu ayeti kerimede bize bunun nasıl olacağını öğretiyor.

"Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek yük­sek olmayan bir sesle sabah akşam Rabbini an. Ga­fillerden olma."[1614]

Gelin Allah'ı çokça zikretme hususunda yarışa­lım,  ona en güzel isimlerle duada bulunalım.

"İş bunlar cennet nimetlerine erişmiş Allah'ın mukarreb kullarıdır.

O sonu olmayan bir sondur. Bunu Muhyiddin b. Arabi (ö.638 h) şöyle tefsir ediyor:

"Allah'ın isim­lerinden her bir isim nmuayyen bir manaya delalet etmektedir. Bu isim ancak medih sıfatlarına ve celal sıfatlarına delalet ettiği zaman güzel olur. Bu mana­lara delalet eden her isim güzel olur. Zira Cenab-ı Hak: "En güzel isimler (el-esmâ'i-hüsna) Allah'ın­dır. O halde O'na o güzel isimlerle dua edin." [1615] buyurmaktadır.

Allah'ın dört bin ismi vardır denilmiştir. Bunun bin tanesi Kur'ân-ı Kerim'de ve sahih hadislerde geç­miş, diğer bini Tevrat'ta, bin tanesi İncil'de, bin ta­nesi de Zebur'da geçmektedir, denilmiştir. Diğer bir görüşe göre bin tanesi Levhi mahfuz'dadır. Fakat bu beşer alemine ulaşmamıştır, denilmiştir. Ben bunun uzak olmadığını düşünüyor ve bilakis Allah'ın hik­metinin izleri her yerde vardır. Allah'ın isimlerine muttali olmanın yolları çoktur. Allah'ın medhi ve ta­zimini gerektiren sıfatlara vukufıyetin sebepleri de çoktur. Bir kimse insanın göğsünü yarıpta yaratı­lıştaki rahmet ve hikmetin on binini görebilse, on bin tanede Allah'ın sıfat ve Esmâ-i Hüsnâ'sına muttali olur. Onun tazim ve medhini gerektiren şeyleri görür. Sonra bir kimse mahlukâtta daha önce anlattığımız rahmet ve hikmetin sayılarına vakıf olabilse bunun bildiklerinden daha çok olduğunu görür. Bu durum­da Allah'ın güzel isimlerini saymak, sınırlandırmak sayı ile ifade etmek, ayeti kerimede de buyurulduğu gibi mümkün değildir.

"Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız, onu sayamazsınız." [1616]

Bu hikmetlerin her bir çeşidine vakıf olmak, Al­lah'ın isimlerinden diğerine ulaştırır.

Sonuçta, bu konuda her şeyi yazmak isterdim. Esmâ-i Hüsnâ'nın bütün derinliklerini, Rahman'ın sıfatlarının     her türlüsünü. Fakat onun güzel simlerini hasr etmek mümkün değildir.  Bu sonsuz bir şeydir. Çünkü onun zat ve sıfatları sonsuzdur. Biz onun hakkında her şeyi ifadeden aciziz. Ancak biz onun rızasını umarak bize verilen az   bilgi  ile bunlar   yazdık. Bu konuda O'nun rızasını taleb diyoruz. O'nun azı bize göre çok çok fazladır.

Esmâ-i Hüsnâ'yı belli bir sayıyla sınırlamak ve saymak mümkün olabilir mi? Sonra onun bütün manalarını ince detaylarına kadar anlamak mümkün mü? O'nun indirdiklerinin tevilini de On'dan başka kimse bilemez. O'nun isimlerinden her bir isimde ke­limeler yetersizdir. O'nu anlatmada derya tükenir. Onun için Rabbimize şöyle dua ediyoruz.

"Ey Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme! Bize tarafı ilahinden rahmet bahşet! Şüphesiz ki sen lütufta bulunursun."

Ey Allah'ım! Biz böyle dua ediyoruz. Sen icabet buyur. Gayret bizden muvaffakiyet Senden.

Biz O'ndan geldik ve dönüşümüz de O'nadır. Al­lah'tan başka hiçbir güç ve kudret sahibi yoktur. [1617]

 

Muztarîp Beşeriyet Îçin Birîcîk Kurtuluş Yolu

 

İnsanlık târihi gözden geçirilsin... Felâketlerin, musibet­lerin, ardı arkası kesilmeyen hücumlarıyle nice medeniyetle­rin, cemiyetlerin yok olup gitmesinin iç sebepleri araştırıl­sın... Görülecektir ki, bu müthiş, faciaların her birinde hep ay­nı sebep, aynı âmil hâkim olmuştur: Allah bilgisizliği.

Allah duygusu gönüllerden silindiği zaman, hakikî insan­lık kıymetleri ve bütün ahlâkî faziletler de derhal yıkılır. On­dan sonra artık o topluluk medenî ve insanî bîr topluluk değil­dir. Sırtlanların yaşayışından daha kötü bir saldırganlık görü­lür. Zamanımızda bütün çalışmalar, bütün düşünceler maddi­yatın hududu içinde kalmıştır. Bu maddî dünyâda bir çokları arasında maneviyat düşmanlığı, medeniyet ve kibarlık ölçüsü olarak kabul edilmiş, münkirlik alabildiğine yayılmıştır. Bu şımarıklığın, tabiat kanunlarına hâkim bulunmanın verdiği sarhoşluktan ileri geldiğine şüphe yoktur. Ancak şu da mu­hakkak ki, bugünkü maddî ilerlemeler, maneviyatla muvazî elarak başbaşa yürüseydi, dünyâ yüzünde hakikî ve samimî bir medeniyet havası bütün gönüllere genişlik ve ferahlık vere­cek, içinde bulunduğumuz bunaltıcı ve ıztıraplı bir yaşayış olmayacaktı.

Ne yazık ki, böyle olmadı. Tabiî kuvvetlerden faydalan­mak fazileti, ahlâkı ve insanlığı bütün bütün atmak bahâsına satın alınmış oldu. Asrımızın tamâmiyle maddîleşmiş ve âde­ta bir taş kesilmiş olan insanları, tavırlarıyle, hüviyetleriyle işte meydanda. Dış cepheleri ne kadar temiz, iç cepheleri ne kadar iğrenç!

Kalblerinde binbir çeşit hile, iğfal, yalan ve ihtiras kayna­şırken, giyinişlerindeki zarafet, yüzlerindeki tebessüm ve he­le asla yürekten olmayan samimiyet ve nezaket gösterileri, ruhlara i'timat yerine, nefret telkin ediyor.

Bu içsiz medeniyet dünyâsında yer yer dalgalanan kargaşa­lıklar ve bu yüzden dökülen kanlar, çekilen ızdıraplar hep maneviyatta hâsıl olan tezebzübün ve Allahsızlığın tabiî bir neticesidir. Allah'ı unutmakta ısrar edildikçe, bu hallerin kor­kunç bulut katarları gibi, birbiri ardınca devam edip gitmesin­den korkulur.

Tek çare: Allah'ı bilmek ve Allah'a dönmektir. Onun için insanlık âşıklarının, ruh mürebîlerinin fikir ve elbirliğiyle ancak bu nokta üzerinde çalışmaları icâbettiğine inanmış bu­lunuyoruz ve bu inancımızın sevkiyledirki, aczimize ve hiç­liğimize bakmayarak, Ulu Allah'ın 99 adını bildiren hadîs-i şerifi şerhettik.

Gayemiz, zâten gönüllerde var olan Allah bilgisini açmak ve kökleştirip kuvvetlendirmekti. Bu i'tibarladır ki, şayet ba­zı sözlerimizde bir nevi' tekrarlama olmuşsa bile, biz bunları bililtizam çok görmediğimiz gibi, şuracıkta da yazılarımızın bir icmalini kaydetmekten kendimizi alamadık: (Tekerrürden, tekarrür hâsıl olur).

Evet Allah'ı bilen bir cemiyet efratı, birbirini seven bir cemiyettir. Allah'ı bilmeyen yığın da anarşi halinde kaynaşan bir volkandır.

Üzerlerinde Allah'ın hâkim ve murakıp bulunduğunu ka­bul etmeyenler, yalnız iki şeydan korkarlar: Kanunun hüküm­lerinden, zabıta kuvvetinden... Şayet kanunun hükümlerin­den, zabıtanın takibinden serbest kalacaklarını bilseler, onla­rın yapamıyacağı yoktur. Fakat ruhlarının derinliklerinde giz­ledikleri niyet ve düşüncelerinden Allah'ın haberdar olduğunu bilenler, kötü maksat ve düşüncelerinden dolayı Allah'a karşı utanırlar da, kanunun cezalandırmıyacağına veya zabıtanın ulaşamıyacağına emin olsalar bile, ruhlarını kirletmezler.

Onların ruhları, hisleri, fikirleri, lekesiz ve tertemiz olur. Allah'ı hakkiyle bilenin yalan aklına gelmez. Hileyi hiç dü­şünmez, kimseyi aldatmaz. Çünkü bütün bunlar Allah'a ehem­miyet vermemenin neticesi olan kötü şeylerdir.

Allah'ın lûtfunu bilen intihar etmez. Keremini bilen me'yûs olmaz. Büyüklüğünü bilen büyüklenmekten titrer. Birliğini bilen, insanlığın şeref ve haysiyetini yok eden, ruhu kirleten şirkten kurtulur. Allah'ın hilmini bilen, yapmakta olduğu kötülüklerin cezasının geriye bırakıldığını ve bu arada nedametle vazgeçtiği surette afva uğrayacağını, ısrar ettiği takdirde korkunç bir akıbetin kendisini beklemekte olduğunu takdir eder. Allah'ın kudsiyetini bilen, Allah'tan başka her şe­yin, ne kadar büyük olursa olsun, âciz, muhtaç, eksik olduğu­nu tasdik eder. Emniyetin, selâmetin yalnız Allah'tan olduğu­nu bilen, içine düştüğü her türlü darlık ve ızdıraptan dolayı yanlış kapıya yalvarmaz. İzzet ve Kibriya sıfatlarının Allah'a mahsus olduğunu bilen, haysiyet ve şerefini muhafaza eder de Allah'tan başkasına zillet göstermez. Varları yok, yokları var edip duran Allah'ın, öldükten sonra tekrar dirilteceği hakkındaki va'dine inanır ve giderini ona göre düzenler.

Allah'ın adlini bilen, kötülükten uzaklaşır. Mülkün sahi­binin Allah olduğunu bilen, elindekinin başında; (ileride he­sabını vermek mecburiyetinde olan) bir emanetçi olduğunu i'tiraf eder. Kendisine ulaşmış olan her ni'metin, ancak Al­lah'ın sevk ve iradesiyle geldiğini bilen, yalnız Allah'a boyun eğer. Verilen ni'metler hayır yollarında kullanıldığı surette Allah'ın bunları kat kat arttıracağını ve ebedîleşeceğini bilen, önüne çıkan her hayırlı işi kıymetli birer fırsat telâkki eder... ilâ-âhirihî.

Velhâsıl Allah'ı bilenler sevişir, birbirlerine kenetlenir, bir cisim gibi olur. Ara bozan şeytan, aralarına girmez. Dünyâ ve âhiretin saadeti de, işte bu birlikten doğar. Allah'ı bilme­yenler de hep dövüşür, birbirlerine düşmanlık kapısı açar. Şeytan araya girer, derken her birinin başına bir çok gaile dü­şer. Rahat ve huzur görmeden bu âlemden göçerler.

İşte önümüzde iki yol: Biri suret-i mahsusada dikkatle, önemle açılmış ve üzerinde milyarlarca ayak izleri görülen bir yol... bir cadde... Öteki de ötede caddeden ayrılmış, belli be­lirsiz, tek tük bir kaç iz... Evvelkisi Allah'ı tanıyanların yo­ludur. Görülen izler de, peygamberlerin, temiz yürekli fazilet sahiplerinin, dinli ve îmânlı ilim ve hikmet adamlarının izi­dir, ikincisi de, nefsinin arzularına uyan, görmez, işitmez, ne yaptığım bilmez bir kuvvet olan tabiata tapanların yolu... Sevgili okuyucu! Bu yolların hangisinde selâmete çıkacağını kendin tâyin et ve ona göre git!..[1618]

 

BİBLİYOGRAFYA

 

1. Kur'an-ı Kerim.

1. M. Fuad Abdulbaki, el-Mu'cemül-Müfehres li Elfâzi'l-Kur'ân'il-Kerim, Kahire, 1950/1378 h

2. Ragıb el-İsfehani, el-Müfredât fi Garibi'l-Kur'ân, Kahire,1381/1761

3. Mu'cemu elfazi'l-Kur'ân-il Kerim.

4. Mecmuu'l-Lügati’1-Arabiyye.

5. İbn-i Cerir et-Taberi, Cami'u'l-Beyan, Kahire 1383 h.

6. Fahreddin er-Razi, Mefâtihu'1-Gayb, Kahire 1308/1934-62.

7. Kurtubî, el-Camiu1 li Ahkâmi'l-Kur'ân, Daru'l-Kütübi' Mısriyye, 1354 h.

8. Tefsiru İbnu Kesir.

9. Tefsiru'l-Bağavi.

10. Ebu's-Suûd, İrşadu Akli Selim Kahire 1347 h.

11. Ebu Hayyan el-Endulusi el-Gırnâtî, Kahire, 1328 h.

12. Muhyiddin b. Arabî, Fütuhat, Beyrut, 1387 h.

12. Kütübu Tis'a: 1. Sünen-i Tirmizî, 2. Sünen-i İbn-i Mace, 3. Müsned-i İbn-i Hanbel, 4. Sahih-i Buharı, 5. Sünen-i Ebi Davud, 6. Müsned-i Darimî, 7. Muvatta, İmam-ı Malik, 8. Sahih-i Müslim, 9. Sünen-i Neseî.

8. Şeyh Nasiruddin el-Elbânî, Sahihu't-Tirmizî

31. Şeyh Nasiruddin el-Elbânî, Sahihu'n-Nesei.

32. Şeyh Nasiruddin el-Elbânî, es-Sünenü'1-Ehâdisi's-Sahiha. 

10. Şeyh Nasiruddin el-Elbânî Sahihu'l Câmii's-Sağır

11. İbnu'1-Esir, Câmiu'l-Usul li Ehâdisi'r-Rasûl, Thk: Abdulkâdir el-Arnavud.

32. El-Askalanî, Fethu'l-Barî fi şerhi Sahihi'l-Buhari.

33. Es-Sehavî, Hedyu's-Sari fi Mukaddimeti Fethi'l Bari, Kahire, 1348 h.

34. El-Kastalanî İrşadu's-Sari li şerhi Sahih-i Buhari.

35. Bedreddin Aynî, Umdetu'l-Karî fi Şerhi Sahih-l Buharı, el-Muniriyye, 1347 h.

33. en-Nihaye fi Ğaribi'l-Hadis ve'1-Eser. İbnu'1-Esir. [1619]

11. Mu'cemu'l Mufehres li elfazil-hadis en-Nebevî, Leiden, 1936-1964.

13. Muhammed Fuad Abdulbaki, Mefatihu Kunuzî's-Sünne, Kahire.

14. El-Kenzu's-Semin Fî Ehadis-Nebiyyi'1-Emin, es-Soade, 1388 h.

15. İbni Hişam; Siret

16. El-Vâkidi, Megazi

17. İbni Sa'd; Tabakat

18. Ebu Davud et-Tayalisî

19. Hasan b. Zekeriyya, Mekayisü'l-Luğa, Kahire, 1366 h.

20. Necdûddin eş-Şirazî, el-Kamusu'1-Bustan.

21. Ahmed Rıza, Mefnu'1-Luga, Beyrut.

22. Muhubuddin el-Vasitî, Tacu'1-Arus

23. Suyutî, el-İtkan fi İlmi'l-Kur'an, Kahire, 1360 h.

24. Süleyman Cemel, el-Futuhatu'1-İlahiyye Kahire 1198 h.

25. Gazzali, el-Maksudü'1-esma fi Şerhi Meânî Esmaillahi'l-Hüsna, Beyrut 1782.

26. Ebu Bekir el-Beyhakî, el-Esma ve's-Sıfat, 1313 h.

27. Abdulaziz Yahya, ed-Durru'1-Mensur fi Tefsiri Esmaillahi'l-Hüsna, Kahire 1348 h.

28. İbn-i Ataullah el-İskenderî, el-Kahire.

29. Ebu Saîd el-Harraz,

30. Zamahşeri, Esasu'l-Belağa, Daru’l-Kutubi'l-Mısriyye, 1360 h.

31. Eş-Şeyh Abdulkadir er-Razi, Kahire, 1335 h.

36. Muhammed b. Abdulkerim eş-Şehristanî, el-Milel ve'n-Nihal, Kahire.

37. Ebu Ferecel-Cevzî, Zu'1-Heva, Daru'l-Kutubu'l-Hadise, 1381 h.

38. İbn-i Kayyım, Muhammed b. Ebî Bekir ed-Dimeşkî, Tariku'l-Hicreteyn.

39. İbn-i Kayyım, Muhammed b. Ebî Bekir ed-Dimeşkî, Bedaiu'l-Fevaid.

40. İbn-i Kayyım, Muhammed b. Ebî Bekir ed-Dimeşkî, Hâdi'l-Ervah ila Bıladi'l-Ervah.  

41. İbn-i Kayyım, Muhammed b. Ebî Bekir ed-Dimeşkî, Medaricü's-Salikîn Beyne İyyâke Na'bûdu ve İyyake Nestein.

42. İbn-i Kayyım, Muhammed b. Ebî Bekir ed-Dimeşkî, es-Savaiku'1-Mursele ale'l-Cehmiyyeti vel-Muattıle.

43. Muhammed Üveys en-Nedvî,.Tefsiru'l-Kayyım li'bni'l-Kayyım.

44. Ahmed İbn İsa İbn İbrahim, Şerhu Kasideti'ibni'l-Kayyım.

45. Şeyhu'l-İslam İbnu Teymiyye,.Fetâvâ.

46. Şeyhu'l-İslam İbnu Teymiyye,.er-Risaletü't-Tedmüriye.

47. Dr. Muhammed Halil el-Heras, Şerhu'l-Kasideti'n-Nûniyye.

48. Şeyh Muhammed İbn Salih el-Useymin,.el-Kavâidü'l-Müsla fi Sıfâti'l-lahi ve Esmai'l-Hüsna.

49. Şeyh Abdülaziz İbn Muhammed es-Selman,.Muhasaru'l-Ecvibeti'l-Usûliyye ale'l-Abideti'l Vâsıtıyye.

12. Allame Abdurrahman İbn Nasır es-Sa'di, el-Hakkul-Vâdıhu'l:Mübîn fi Şerhi'l-Kafıyeti'ş-Şâfıye.

13. Allame Abdurrahman İbn Nasır es-Sa'di, Tevdihu'l-Kafiyeti'ş-Şafiye.

14. Allame Abdurrahman İbn Nasır es-Sa'di, Teysiru'l-Kerimi'r-Rahman fi Tefsiri Kelâmi'l-Mennan.

20. Allame Abdurrahman İbn Nasır es-Sa'di, et-Tevdîh ve'l-Beyân li Şecerati'l-İmân.  

25. Allame Abdurrahman İbn Nasır es-Sa'di, Behcetü'l-Kulubi'l-Ebrar ve Kurratu Uyûni'l-Ahyar fi Şerhi Cevami'l-Ahbâr.  

40. Bekir Topaloğlu, Esmâ-i Hüsna, DİA, XI, 404, 418.

41. Metin Yurdagür, Esmâ-i Hüsna, İstanbul 1996.

 

 



[1] A’raf: 7/180

[2] Buhârî, Şurût, 18

[3] İsra: 17/110

[4] Rûm: 30/50

[5] Rauf Pehlivan, Esmâ’ül Hüsna, İstanbul Dağıtım, İstanbul, 2002: 5-6

[6] A’raf: 7/180

[7] Buhari, Fethu'l-Bâri ile birlikte V/354, Xl/214. Müslim, IV/2063. Lafız Müslim'indir.

[8] Cehmiyye: Cebriyye mezhebinin en meşhur koludur. İsmini kurucusu Cehm İbn Safvan'dan (ö. 128/745-746) almıştır. Temel görüşleri şunlardır: Tüm  fiil ve davranışların yaratıcısı  Allah'tır.  Kul, fiilinde hür değil mecburdur. Allah'ın sıfatları yoktur. Allah'ın ahirette görülmesi mümkün değildir. Cennet ve Cehennem ebedî değildir ve henüz yaratılmamıştır. Kabir azabı, sorgu  meleği, mizan, sırat, şefaat yoktur, v.s.  Allah'ı sıfatlarından soyutladıkları  için "Muattıle" de denilmiştir.  Görüşlerini ispatlamak için nassları akıllarınca tevil ederler. (Çeviren).

[9] İbnu'l-Kayyım, Medaricü's-Salikın,111/17; Abdurrahman es-Sa'dî, et-Tavdih ve’l-Beyan, s. 39; İbnu’l-Kayyım, Bedâiul-Fevaid,1/164.

[10] İbnul -Kayyım, Medâricu‘s-Salikin, 11/28

[11] İbnu'l-Kayyım, Medâricu's-Salikîn, 111/17; Sa'dî, et-Tavdih ve'l-Beyyan li-Şecerati'l-İman, s. 40-62.

[12] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi:7-16.

[13] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 5-8.

[14] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 9.

[15] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 10.

[16] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 10-11

[17] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 11

[18] Tirmizî, İbn-i Hibbân, Hâkim. Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 13.

[19] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 13-14.

[20] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 14.

[21] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 14-15.

[22] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 15.

[23] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 15-16.

[24] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 16.

[25] Tevhid: Allah'ın birliğine inanmaktır. Kalbin bu inancını başkaları­na bildirmek istendiğinde Lâ ilahe illâ Hû yahut Lâ ilahe illallah denildiği için buna kelime-i tevhid denmiştir.

Bir tahlil: Hüvallâhü'llezî lâ ilahe illâ Hû bir cümle-i ismiyedir. Baştaki Hüve şan zamiridir. Bu gibi zamirler okuyucu veya dinleyicilerin dikkatlerini uyandırmak için bâzı mühim cümle başlarına getirilir. Allah mübtedâ, Ellezi lâ ilahe illâ Hû haberdir. Haberdeki Ellezî ism-i mevsûlü Zâtu'llah'tan ibarettir. Sılası da kelime-i tevhiddir.

[26] İsm-i câmi'nin ne demek olduğu  Allah ism-i şerifinin tefsirinde gele­cektir.

[27] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 16-18.

[28] İsra: 17/36

[29] A'raf: 7/33

[30] Muhammed İbn Salih el-Useymin, el-Kavaidü'l-Müsla fi Sıfati'l-lahi Esmai'l-Hüsna, İbnu'l-Kayyım, Bedaiu'l-Fevaid, 1/162.

Cumhurun bu konudaki görüşü yukarıdakanlatıldığı gibi olmakla beraber, yine cumhura göre Allah için nasslarda bildirilenlerin dışında başka isimler kullanırken, bunların hem zât-ı ilahiyye'nin niteliklerine uygun düşmesi, hem de ta'zim ve hürmet unsurları taşımasına dikkat etmelidir. Bu sınırları korumak şartıyla nassların bildirdiklerinin dışında Allah için başka isimlerin de kullanılması zaruretten öte bir realitedir. Nitekim Arap olmayan müslüman milletler de kendi dillerinde Allah'a başka isimler vermekte ve O'na bunlarla dua ve niyazda bulunmaktadırlar. Türklerin Tanrı ve Çalap, Farsların Huda, Fransızların Diyö ismini kullanmaları gibi... (Çeviren). Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 17-18.

[31] Abdulaziz  es-Selman, Muhtasaru’l-Ecvibeti-l-Usliyye-Şerhu’l-Akıdeti’l-Vasıtıyye, s. 27. Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 19.

[32] İbnu Kesir, Tefsirinde şöyle der: el-Mecîd kelimesinde iki kıraat vardır. Birincisi; Rabb kelimesinin sıfatı olarak merfu okunuşudur. İkincisi; Arş kelimesinin sıfatı olarak mecrur okunuşudur. İkisi de mânâ yönünden doğrudur. C. IV, 497.

[33] Allahümme Salli...duasının sonundaki "...İnneke hamîdun mecîd"i kastediyor. (Çeviren).

[34] Tirmizî, V/539; Ahmed, IV/177; Bkz. Sahihu Tirmizî, 111/172.

[35] Bu hadisi Sünen sahipleri rivayet etti. Bkz. İbnu Mace, 11/329

[36] Tevessül: Allah'a dua ederken herhangi bir kelimeyi, herhangi bir ameli veya herhangi bir kimseyi aracı olarak zikretmektir, bu sonuncusuyla yapılan tevessül  İslam âlimleri  arasında tartışma konusu  olmuştur. (Çeviren).

[37] Bakara: 2/255

[38] Kâf: 50/38

[39] Yunus: 10/61

[40] İhlas: 112/3

[41] İhlas: 112/4

[42] En'am: 6/103

[43] Bedaiu’l  Fevaid,  I/ 159-161. İbnu’l-Kayyım, burada  bilinmesi gerekli şeyler  vardır,dedi ve Altın  harflerle  yazılacak  yirmi faideyi zikretti.  Bkz.Aynı eser,1/ 159-170. Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 20-25.

[44] İsimler, sıfatlar ve hükümler konusundaki ihtilafların çoğu da buradan kaynaklanır. İhtiyarî bir fiilin hayatta olmayı, semi'/işitme ve basar/görme vasfının tam bir diriliği gerektirdiğini ve diğer kemal sıfatlarının da tam bir hayat sahibi olmanın gereği olduğunu söyleyen biri, Allah'ın isim, sıfat ve fiillerini de kabul etmiş olur. Bunların lüzumunu anlayamayanlar, hayatın/canlılığın gereklerinin gerçeğini kavrayamayanlar bu isim ve sıfatları da inkar durumuna düşerler. (Çeviren).

[45] Abdurrahman İbni Nasır es-Sadi, Tevdihu’l- Kafiyetiş- Şafiye, s.  132. Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 26-27.

[46] Abdurrahman İbn Nasıres-Sa'dî, Tevdîhu'I-Kafiyeti'ş-Şâfiye, s. 132

[47] A'raf : 7/180

[48] Kehf: 18/27

[49] Mâide: 5/64

[50] Müşebbihe: Allah'ı yaratıklara benzeten fırkaya verilen isim. Cehm İbn Safvan, Allah'ın sıfatlarını inkar ettikten sonra buna bir tepki olarak Allah'ı insanlara benzetme hareketi başlamıştır. Müşebbihe ikiye ayrılır: Biri Allah'ın zâtını O'nun dışındakilere benzetir, diğeri ise, O'nun sıfatlarını yaratıkların sıfatlarına benzetir. Allah'ın zâtını insanlara benzetenler Şia’nın Gulat koludur. Bunlardan Abdullah İbn Sebe, Hz. Ali'yi ilah olarak vasıflandırmıştır.

[51] İbnu’l-Kayyım,Bedâiul-Fevaid, 1/169-170’den biraz kısaltarak; İbnu’l-Kayyım burada Allah’ın güzel isimleri konusunda yirmi faide  zikretti ve sonunda şöyle dedi: “İşte Allah’ın Sıfatlarının kısımları bölümüne başlarken ortaya koyduğumuz kaideye ilave edilen yirmi faide budur. Sen bunları iyice öğren, gereklerine riayet et, sonra da şayet düşünen  bir kalb, konuşan bir dil ve kabul eden bir muhatap bulursan bu Esma-i Hüsna‘yı şerhet. Yoksa susman senin için daha hayırlıdır. Çünkü Rabb Teâlâ akla gelen şeylereden ve söylenen sözlerden yücedir ve hepsinin üstündedir. “Her bilgi sahibinin üstünde çok daha iyi bir bilen vardır’’ Nihayet bütün bilgiler, ilmiyle her şeyi kuşatan Allah’ta son bulur. O’nun bilgisine hiç kimseninki ulaşamaz. Umulur ki Allah Teâlâ, bu kaidelerin ahkamını gözeterek, Esma-i Hüsna konusunda haktan sapmayarak bu güzel isimlerin şerhedilmesine lütfuyla yardım eder. O, çok iyilik edendir ve büyük lütuf sahibidir.’’ Bkz.Bedaiu’l-Fevaid: 1/159-170  Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 28-32.

[52] İbnu’l-Kayyım, Bedaiu’l-Fevaid,1/163. Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 33-34.

[53] İbnu’l- Kayyım, Bedaiu’l- Fevaid,1/163. Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 35.

[54] İbnu’l-Kayyım,Bedaiu’l- Fevaid, 1/167. Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 36-37.

[55] İbnu’l- Kayyım, Bedaiul-Fevaid, 1/167. Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 38.

[56] İbnu'l-Kayyım, Medaricu's-Salikîn, 1/8. İbnu'l-Kayyım, bundan sonra da Fatiha Sûresinin peygamberliği isbatına dair pek çok şeyi zikretti. Fakat biz bunlardan sadece Esma-i Hüsna ile ilgisi olanlarıyla iktifa ettik.

[57] Müslim, 1/352

[58] A'raf: 7/180.

[59] Zariyat: 51/58.

[60] Fâtır: 35/10.

[61] Nisa: 4/166.

[62] İsimler, sıfatlar ve hükümler konusundaki ihtilafların çoğu da buradan kaynaklanır. İhtiyarî bir fiilin hayatta olmayı, semi'/işitme ve basar/görme vasfının tam bir diriliği gerektirdiğini ve diğer kemal sıfatlarının da tam bir hayat sahibi olmanın gereği olduğunu söyleyen biri, Allah'ın İsim, sıfat ve fiillerini de kabul etmiş olur. Bunların lüzumunu anlayamayanlar, hayatın/canlılığın gereklerinin gerçeğini kavrayamayanlar bu isim ve sıfatları da inkar durumuna düşerler. (Çeviren).

[63] A'raf: 7/180.                                                                 

[64] Ahzab: 33/43.

[65] Tevbe: 9/17

[66] Tâhâ: 20/5.

[67] A'raf: 7/157,

[68] Buharî, (Fethu'1-Bârî ile birlikte), Vl/187, Müslim, lV/2107.

[69] Tâhâ: 20/5.

[70] Furkan: 25/59.

[71] Teğabün: 64/6

[72] Nisa: 4/26.

[73] Mümtehine: 60/7.

[74] Nisa: 4/43.

[75] Şuara: 26/191.

[76] Ahmed, 1/391.

[77] Sünen sahipleri rivayet etmiştir. Bkz. İbnu Mâce, 11/329.

[78] Buharı, 1/68; Müslim, lV/2078.

[79] İbnü’l-Kayyim, Tefsiru’l-Kayyım, s, 210-211. Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 39-51.

[80] Bakara: 2/255.

[81] Rûm: 30/19.

[82] Alîm: Çok iyi bilen. Halîm: Acele etmeyen, teennî sahibi.

[83] Zâriyat: 51/28.

[84] Saffat: 37/101.

[85] Nisa: 4/58.

[86] İnsan: 76/2.

[87] Bakara: 2/143.

[88] Tevbe: 9/128.

[89] Haşr: 5923.

[90] Kehf: 18/79; Yusuf: 12/54.          

[91] Haşr: 5923.                                                                                      

[92] Secde: 32/18.

[93] Haşr: 59/23.

[94] Yusuf: 12/51.

[95] Ğafir: 40/35.

[96] Bakara: 2/255.

[97] Nisa: 4/166.

[98] Zâriyat: 51/58.

[99] Fussilet: 41/15.

[100] İsra: 17/85.

[101] Yusuf: 12/76.

[102] Ğafir: 40/83.

[103] Rûm: 30/54.

[104] Hûd: 11/52.

[105] Sâd: 38/17.

[106] Tekvir: 81/28-29.

[107] İnsan: 76/29-30.

[108] Enfal: 8/67.

[109] Maide: 5/54.

[110] Al-i İmran: 3/31.

[111] Maide: 5/119.

[112] Ğafiri: 40/10.

[113] Enfal: 8/30.

[114] Tarik: 86/9.

[115] Yasin: 36/71.

[116] Secde: 32/17.

[117] Meryem: 19/52         

[118] Kasas: 28/62

[119] A'raf: 7/22

[120] Hucurat: 49/4

[121] Mücadele: 58/12

[122] Nisa: 4/164

[123] A'raf: 7/143

[124] Bakara: 2/253

[125] Yusuf: 12/54

[126] Tahrim: 66/3

[127] Rahman: 55/1-4

[128] Mâide: 5/4

[129] Ali İmran: 3/164

[130] Feth: 48/6

[131] A'raf: 7/150

[132] Bu âyetler: Taha: 20/5, A'raf: 7/54, Yunus: 10/3, Ra'd: 13/2, Furkan: 25/59, Secde: 32/4, Hadid: 57/4

[133] Zuhruf: 43/13

[134] Mü'minün: 23/28

[135] Hûd: 11/44

[136] Mâide: 5/64

[137] İsrâ: 17/29

[138] İbnu Teymiye, et-Tedmüriyye, s. 21-30

[139] Teşbih: Allah Teâla'yi mahlukata benzetmek. Ta'til: Allah Teâla'nın sıfatlarını inkâr etmek.

[140] İbnu'l-Kayyım, Bedâiu'l-Fevâid, 1/165-166, Muhtasarru's-Samâıku'l-Mursele ale'l-Cehmiyyeti ve'l-Müattıle, ll/37

[141] Allah Teâla'nın hayat sahibi olmasıyla kulların ve yaratıkların hayat sahibi olmaları arasında fark vardır. Allah'ın diriliği ezeli ve ebedîdir, mahlukat ise hem sonradan olmuştur, hem de fânîdir. Bu farklıklar hem hayat sıfatında hem de diğer sıfatlarda sayılamıyacak kadar çoktur. Mesela Allah Teâla'nın ilmi hem görülen, hem de görülmeyen âlemi kapsar. Allah gizliyi ve aşikarı bilir, kalplerde olanı bilir, bunları bilmek için bir vasıtaya ve eğitime ihtiyacı  yoktur.  Kulların  bilgisi ise son derece sınırlıdır vs. (Çeviren).

[142] İbnu'l-Kayyım, Bedâiu'l-Fevâid, 1/164. Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 52-65.

[143] Kur'an'da bu kelimelerin Allah'a nisbeti fiil şeklinde olmuştur, isim şeklinde olmamıştır. Mesela

"Allah (verdiği sinek misaliyle) bir çok kimseyi  saptırır, birçok kimseyi de doğru yola sevkeder. Verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırır." (Bakara: 2/26).

"Onlar (sana) tuzak kurarlarken Allah da (onlara) tuzak kuruyordu." (Enfal: 8/30).

[144] Ali İmran: 3/181

[145] Murselât: 77/23

[146] İbnu'l-Kayyım, Bedaiu'l-Fevâid, 1/161-162.

[147] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi:  66-69.

[148] A'raf: 7/180                                                                          

[149] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 70-71.

[150] Ahmed, 1/391

[151] Müslim: 1/183, 185

[152] Müslim: I/352

[153] Buhâri  (Feîhu'l-Bâri  ile birlikte olan),  V/354, Xl/214;  Müslim, IV/2063. Bu hadisi İbnu'l-Hacer Fethu'l-Bâri'de şerhetti. Hadis "Allah tektir, teki sever"  hadisinin sonundadır.

[154] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 72-74.

[155] Müminûn: 23/88

[156] Âl-i İmran: 3/73

[157] Feth: 48/10

[158] Zâriyat: 51/47

[159] Hûd: 11/37

[160] Tur: 52/48

[161] Tâhâ: 20/39

[162] Bakara: 2/115

[163] Bakara: 2/272

[164] İnsan: 76/9

[165] Rahman: 55/27

[166] Zâriyat: 51/47

[167] Bkz. İbnu Huzeyme, Kitabu't-Tevhid; İbnu Teymiye, Kitabu't-Tedmûriyye; el-Mevsılî, Muhtasaru's-Savaıkı'l-Mursele, c. II, s. 153; Şerhu'n-Nuniyye, c. II, s. 307.

[168] Bkz.Tahrim: 66/4

[169] Buhari Meal Feth. Xlll/91; Müslim, lV/2248

[170] İbnu Huzeyme, Kitabu't-Tevhid; İbnu Teymiyye, Kitabu't-Tedmûriyye; el-Mevsılî, Muhtasaru's-Savaıkı'l-Mursele, 1/34-37

[171] Bakara: 2/115

[172] Bakara: 2/148

[173] el-Mevsılî, Muhtasaru's-Savaıkı'l-Mursele, II/299/308

[174] Bakara: 2/255

[175] En'am: 6/95

[176] Nisa: 4/58

[177] İnsan: 76/2

[178] Bakara: 2/255

[179] İsra: 17/75

[180] Zâriyat: 51/58

[181] Rûm: 30/54

[182] İbnu Huzeyme, Kitabu't-Tevhid; İbnu Teymiyye, Kitabu't-Tedmûriyye; el-Mevsılî, Muhtasaru's-Savaıkı'l-Mursele, ll/37.

[183] Fâtır: 35/15

[184] İbnu Kesir ve diğer tefsirlerin "Ayete'l-Kürsî" tefsiri ve Bkz. el-Mevsılî, Muhtasarü's-Savaıkı'l-Mursele, c. II, s. 110; İbnu'l-Kayyım, Kitabu'n-Nuniyye ve Şerhuha, c. ll, s. 236

[185] Bu isimlerin anlamları şöyledir: Abdûnnebî: Peygamberin kulu. Abdûlimam: İmamın kulu. Abdüzzehra: Zehranın kulu. Abdulfadîl: Fadîl'in kulu.

[186] el-Fadîl, fazilet sahibi, erdemli demektir. (Çeviren).

[187] Gulamuahmet, Ahmet'in kulu, hizmetçisi demektir. (Çeviren).

[188] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 212-228.

[189] A'raf: 7/180

[190] İsra: 17/110

[191] Tahâ: 20/8.

[192] Haşr: 59/24. Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 4-5.

[193] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 6.

[194] Haşr: 59/21-24 Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 7-8.

[195] A'raf: 7/80

[196] Bakara: 2/152

[197] Al-i İmran: 3/41

[198] Ankebut: 29/45

[199] Ahzab: 33/21

[200] Zümer: 39/9

[201] İsra: 17/111

[202] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 9-14.

[203] Rûm: 30/50

[204] Bakara: 2/99

[205] Bakara: 2/118

[206] Bakara: 2/164

[207] Al-i İmrân: 3/190

[208] En'âm: 6/98

[209] En'âm: 6/126

[210] En'âm: 6/99

[211] Yunus: 10/101

[212] Yusuf: 12/105

[213] Nahl: 16/12

[214] Rauf Pehlivan, Esmâ’ül Hüsna, İstanbul Dağıtım, İstanbul, 2002: 9-12

[215] Sahih-i Tirmizi, XIII, 34

[216] Sahih-i Tirmizi, XIII, 34

[217] Sahih-i Tirmizi, XIII, 34. Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 17.

[218] Sahih-i Buharı, VIII, 107

[219] Sahih-i Buharı, VIII, 107

[220] Fethu'1-Bari, XI, 180

[221] el-Esmâ ve's-Sıfat, s. 4

[222] Sünen-i İbni Mâce, 11, 228

[223] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 19-22.

[224] Fatiha: 1/1

[225] Fatiha: 1/2

[226] Fatiha: 1/4

[227] Taha: 20/114

[228] Bakara: 2/19

[229] Fussilet: 41/54

[230] Bakara: 2/20

[231] Bakara: 2/29

[232] Bakara: 2/23

[233] Bakara: 2/37

[234] Bakara: 2/55

[235] Bakara: 2/55

[236] Şûra: 42/28

[237] Bakara: 2/107

[238] Bakara: 2/115

[239] Bakara. 2/117

[240] Bakara: 2/127

[241] Bakara: 2/129

[242] Bakara: 2/133

[243] Bakara: 2/143

[244] Bakara: 2/158

[245] Bakara: 2/173

[246] Bakara: 2/186

[247] Bakara: 2/234

[248] Bakara: 2/234

[249] Bakara: 2/255

[250] Bakara: 2/255

[251] Bakara: 2/263

[252] Bakara: 2/267

[253] Âl-i İmran: 3/8

[254] Âl-i İmran: 3/9

[255] Âl-i İmran: 3/18

[256] Ra’d: 13/33

[257] Âl-i İmran: 3/26

[258] Âl-i İmran: 3/98

[259] Âl-i İmran: 3/150

[260] Âl-i İmran: 3/173

[261] Nisa: 4/1

[262] Nisa: 4/6

[263] Nisa: 4/34

[264] Nisa: 4/43

[265] Nisa: 4/85

[266] Maide: 5/114

[267] En’am: 6/14

[268] En’am: 6/18

[269] En’am: 6/37

[270] En’am: 6/62

[271] En’am: 6/73

[272] En’am: 6/102

[273] En’am: 6/103

[274] En’am: 6/114

[275] En’am: 6/146

[276] Enfal: 8/40

[277] Enfal: 8/52

[278] Yûsuf: 12/21

[279] Hûd: 11/61

[280] Hûd: 11/73

[281] Hûd: 11/90

[282] Yûsuf: 12/18 

[283] Yûsuf: 12/21

[284] Yûsuf: 12/39

[285] Yûsuf: 12/65

[286] Ra’d: 13/9

[287] Ra’d: 13/11

[288] Hasan 'Şedid' ismini Züheyr'in rivayetinden almıştır. Şedid isminin Allah'ın yüce ve mübarek isimleri arasında zikredilmesi Kur'an'ın esrarındandır. Yine bu ismin Kur'an'ın onüçüncü cüzünün, onüçüncü suresinin, onuçüncü ayetinde yer alması calib-i dikkattir. Zira bu isim Mushaf-ı Şerifin tertibi üzere onüçüncü sûresi olan Ra'd sûresinde yer almaktadır. Aynı şekilde ayette geçen Şedidü’l-İkab harflerinin onüç olması. Kur'an'ın esrarın­dandır.

[289] Ra’d: 13/13

[290] Hicr: 15/23

[291] Hicr: 15/86

[292] Nahl: 16/91

[293] Kehf, 18/45

[294] Meryem: 19/47

[295] Tâhâ: 20/82

[296] Hacc: 22/54

[297] Nûr: 24/25

[298] Nûr: 24/35

[299] Neml: 27/40

[300] Secde: 32/22

[301] Sebe: 34/26

[302] Fatır: 35/30

[303] Zümer: 39/36

[304] Mü’min: 40/3

[305] Mü’min: 40/15

[306] Mü’min: 40/15

[307] Fussilet: 41/39

[308] Zâriyât: 51/58

[309] Tur: 52/28

[310] Kamer: 54/55

[311] Rahman: 55/27

[312] Hadid: 57/3

[313] Haşr: 59/23

[314] Haşr: 59/24

[315] A’la: 87/1

[316] Alak. 96/3

[317] İhlâs: 112/1

[318] İhlas  ,112/2

[319] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 23-39.

[320] Şerhu Sahihi Müslim, XVII, 5

[321] el-Esma ve's-Sıfât. s. 4. (Hindistan’daki baskıya göre)

[322] Hadid: 57/16 Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 40-42.

[323] Allah ve Rabb isimleri üzerinde Melik ismi izah edilirken de durulmuştur. Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 75.

[324] Rauf Pehlivan, Esmâ’ül Hüsna, İstanbul Dağıtım, İstanbul, 2002: 13

[325] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 19.

[326] Kehf: 18/58

[327] Hûd: 11/1

[328] Muhammed, 47/19. Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 43-45.

[329] Bakara: 2/207

[330] Hacc: 22/11

[331] A’raf: 7/29

[332] Zümer: 39/3

[333] Rûm, 30/30. "Hanif eğriliğe sapmaksızın doğru yoldan giden demektir. Terim olarak, İbrahim Peygamber'in tevhid, yani "Allah'ı bir tanıma dini" manasında kullanı­lır. Bir Allah'a inanan kimseye de "hanif denir.

[334] Tefsiru Taberi, XXI, 41

[335] Buhari, Kitabu't-Tefsir, VI, 143

[336] Ali İmran: 3/101

[337] Şuara, 26/78-81

[338] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 45-50.

[339] Hacc: 22/31

[340] Tevbe: 9/59

[341] Kalem: 68/32

[342] İnşirah: 94/8

[343] Enbiya: 21/90

[344] Secde: 32/16

[345] Bakara: 2/130

[346] Bakara: 2/135

[347] Âl-i İmran: 3/67

[348] Âl-i İmran: 3/95

[349] En’am: 6/79

[350] Yûnus: 10/105

[351] En’am: 6/161

[352] Nahl: 16/120

[353] Nahl: 16/123

[354] Hac: 22/31

[355] Nisa: 4/82

[356] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 50-57.

[357] Nisa; 4/69

[358] Kasas, 28/50 

[359] Bakara: 2/272

[360] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 58-59.

[361] A'raf. 7/201

[362] Nahl: 16/99

[363] Nisa. 4/17

[364] Nahl: 16/53-54

[365] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 59-62.

[366] Furkan: 25/43

[367] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 63.

[368] Zümer: 39/53

[369] Meryem: 39/53

[370] Tâhâ: 20/82

[371] Rum: 30/31

[372] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 64-65.

[373] Mü'minûn, 23/88

[374] Şûra: 42/11, Mefatihu'1-Gayb, 1, 85

[375] En’am: 6/63-64

[376] İsra: 17/44

[377] Yasin: 36/38

[378] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 66-70.

[379] Yûsuf: 12/39

[380] Ra’d: 13/10

[381] En’am: 6/18

[382] Gafir: 15/15

[383] Haşr: 59/21

[384] A'raf: 7/143

[385] En’am: 6/103

[386] Fussilet: 41/53

[387] Müddessir: 74/56

[388] Zümer: 39/36

[389] Bakara: 2/112

[390] İbni Faris, Kitabu'l-Makayîsi'l-lugati

[391] Nahl: 16/53

[392] Sebe: 34/3

[393] İsra, 17/67

[394] Bakara: 2/173

[395] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 70-77.

[396] Bakara: 2/255

[397] Bakara: 2/257

[398] Âl-i İmrân, 3/2

[399] Nisa: 4/87

[400] Ra’d: 13/2

[401] Ra’d:13/8

[402] Ra’d: 13/26

[403] İbrahim: 14/2 

[404] İbrahim: 14/32

[405] Tâhâ: 20/8

[406] Hac: 22/69

[407] Hac: 22/75

[408] Nûr: 24/35

[409] Neml: 27/26

[410] Ankebut, 29/62

[411] Rûm: 30/11

[412] Rûm: 30/40

[413] Rûm: 30/48

[414] Rûm: 30/54

[415] Secde: 32/4

[416] Sâffât, 37/126

[417] Zümer: 39/23

[418] Zümer: 39/42

[419] Zümer: 39/62

[420] Mü'min/Ğâfir, 40/61

[421] Mü'min/Ğâfir, 40/79

[422] Şûra: 42/17

[423] Şûra: 42/19

[424] Câsiye, 45/12

[425] Teğâbûn, 64/13

[426] Talâk, 65/12

[427] İhlâs: 112/2

 

[428] Yasin: 36/47

[429] Yasin: 36/74

[430] Kâf: 50/26

[431] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 79-99.

[432] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 19-20.

[433] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 20.

[434] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 20.

[435] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 20.

[436] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 20.

[437] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 20.

[438] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 21.

[439] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 21.

[440] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 21.

[441] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 21. 

[442] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 21.

[443] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 21.

[444] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 21.

[445] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 21.

[446] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 22.  

[447] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 22.

[448] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 22.

[449] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 23-25.

[450] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 25-26.

[451] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 26.

[452] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 26-27.

[453] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 28.

[454] Rauf Pehlivan, Esmâ’ül Hüsna, İstanbul Dağıtım, İstanbul, 2002: 13

[455] En'am: 6/164.

[456] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 145.

[457] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları:101.

[458] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 29-30.

[459] Ra’d: 13/30

[460] Meryem: 19/18

[461] Meryem: 19/26

[462] Meryem: 19/44

[463] Meryem: 19/45

[464] Meryem: 19/58

[465] Meryem: 19/61

[466] Meryem: 19/69

[467] Meryem: 19/75

[468] Meryem: 19/78

[469] Meryem: 19/85

[470] Meryem: 19/87

[471] Meryem: 19/88

[472] Meryem: 19/90-91

[473] Meryem: 19/92

[474] Meryem: 19/93

[475] Meryem: 19/96

[476] Tâhâ: 20/5

[477] Tâhâ: 20/108

[478] Tâhâ: 20/109

[479] Enbiya: 21 /26

[480] Enbiya: 21/36

[481] Enbiya: 21/42

[482] Furkan: 25/26

[483] Furkan: 25/59

[484] Furkan: 25/60

[485] Furkân, 25/63

[486] Şuârâ: 26/5

[487] Yasin: 36/11

[488] Yasin: 36/15

[489] Yasin: 36/23

[490] Yasin: 36/52

[491] Fussilet: 41/2

[492] Zuhruf: 43/17

[493] Zuhruf: 43/19

[494] Zuhruf: 43/20

[495] Zuhruf: 43/33

[496] Zuhruf: 43/36

[497] Zuhruf: 43/45

[498] Zuhruf: 43/81

[499] Kâf: 50/37

[500] Rahman: 55/1-2

[501] Mülk: 67/3

[502] Mülk: 67/19

[503] Mülk: 67/20

[504] Mülk: 67/29

[505] Nebe': 78/38

[506] Neml: 27/30

[507] Bakara: 2/163

[508] İsra: 17/110

[509] Ebu Bekir b. Ali el-Beyhakî, el-Esmâ’ül-Hüsnâ ve's-Sıfat, s. 36.

[510] Furkan: 25/60

[511] Ebu Bekir b. Ali el-Beyhakî, el-Esmâ'ül-Hüsnâ ve's-Sıfat, s. 36.

[512] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları:101-121.

[513] Fatiha: 1/1-2.

[514] Neml: 27/40.

[515] Âli İmran: 3/30.

[516] A'raf: 7/156

[517] Tefsiru'l-Al-lame es-Sa'dî, V/621.

[518] Alak: 3/3-5.

[519] A'la: 87/3-4.

[520] Tâhâ: 20/50.

[521] Şuara: 26/78.

[522] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 135-137.

[523] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 30.

[524] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 31.

[525] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 31-32.

[526] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 32.

[527] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 122.

[528] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 32.

[529] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları:  33-34.

[530] Ahzab, 33/43

[531] Mü’min: 40/7

[532] Yûsuf: 12/57

[533] Nahl: 16/41

[534] İsrâ, 17/21

[535] Arâf, 7/156

[536] Arâf: 7/56

[537] En'âm: 6/147

[538] Tevbe: 9/128

[539] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 439, Taberi Tefsiri, VII, 273

[540] Enfâl: 8/63

[541] Zuhruf: 43/67

[542] Kehf: 18/109

[543] 'Lokman: 31/27

[544] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 122-130.

[545] Bakara: 2/37.

[546] Tevbe: 9/104.

[547] Hucurat: 49/12

[548] Rûm: 30/5)

[549] Yasin: 36/5

[550] Duhan: 44/42

[551] Secde. 32/6

[552] Yûsuf: 12/107

[553] Yûsuf: 12/98

[554] Hicr: 15/49

[555] Kasas, 28/16

[556] Zümer: 39/53

[557] Şûra: 42/5

[558] Ahkâf, 46/8

[559] Sebe: 34/2

[560] Haşr: 59/10

[561] Hûd. 11/90

[562] Yasin: 36/5S 

[563] Tür, 52/28

[564] Nisa: 4/29

[565] İsrâ: 17/66

[566] Ahzab:33/43

[567] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 130-139.

[568] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları:  34-35.

[569] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları:  35.

[570] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 35-37.

[571] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 37-38.

[572] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 38.

[573] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 38-39.

 [574] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 140.

[575] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 39.

[576] Mü’min: 40/16

[577] Zümer: 39/67

[578] Fatiha: 1/2-4

[579] Tâhâ: 20/114

[580] Mü'minûn, 23/116

[581] Haşr. 59/23

[582] Cum'a, 62/1

[583] Nâs, 114/1-2

[584] Buhari, IX, 142

[585] Yasin: 36/83

 [586] Mülk: 67/1

 [587] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 140-144.

[588] Mü'minûn: 23/116.

[589] Kamer: 54/55.

[590] Âl-i İmran: 3/26.

[591] Tefsiru'l-Allame Abdirrahman İbn Nasır es-Sa'dî, V/620.

[592] İbnu'l-Kayyım, Bedâiu'l-Fevâid, 11/249.

[593] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 146-149.

[594] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 39-41.

[595] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 41-42

[596] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 145-146.

[597] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 42.

[598] Bakara: 2/30

[599] Ebû İshâk ez-Zeccac, Tefsirû Esmâ'illahi'I-Hüsna, s. 30

[600] Cum'a: 62/1

[601] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 145.

[602] Haşr: 59/23

[603] Şerhu'n-Nûniyye li'l-Heras, II/105

[604] el-Hakku'l-Vadıhu'l-Mübîn, s. 81-82. Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 127-129.

[605] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 42-44.

[606] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 44-45.

[607] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 45.

[608] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 46-47. 

[609] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 147.

[610] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 47.

[611] Haşr: 59/23

[612] Elmalılı, III.4872

[613] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 147-148.

[614] Yani mahlûkat içinde her türlü ayıplardan kusurlardan tam ve mutlak surette tertemiz bir varlık sahibinin bulunması  imkansızdır. Onların kusursuzluğu, kendi aralarında ve birbirlerine nisbetle izafî/göreceli ve sınırlıdır; bu itibarla en kıymetli insanlar hiç noksanı bulunmayan değil, pek az noksanı olandır. (Çeviren)

[615] Muattıle: Allah'ın sıfatlarını inkar edenler. Müşebbihe: Allah'ı başka varlıklara benzetenler.

[616] İsra: 17/111

[617] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 129-132.

[618] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 47-48.

[619] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 48.

[620] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 48.

[621] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 48-49.

[622] Bir hadîs-i kutsi meali.

[623] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 49-51.

[624] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 51-52.

[625] En'âm, 6/82 Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 149.

[626] Mütercim, Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 151

[627] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 52-53.

[628] Ali İmrân: 3/18

[629] En'âm: 6/80

[630] En'âm: 6/81

[631] En'âm: 6/82 Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 149-151.

[632] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 151-152.

[633] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 52-53.

[634] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 53.

[635] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 54-55

[636] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları:152.

[637] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 55-56.

[638] Maide: 5/48

[639] Yûnus: 10/61

[640] Yûnus: 10/61

[641] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları:152-154.

[642] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 152.

[643] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 55-56.

[644] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 56.

[645] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 56.

[646] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları:155.

[647] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları:155.

[648] Yunus: 10/65                  

[649] Hûd: 11/66

[650] Zâriyat: 51/58

[651] Mümtehine: 60/7

[652] En'am: 6/65

[653] Kehf: 18/45

[654] Kamer: 54/55

[655] Lokman: 31/28

[656] Rûm: 30/27

[657] Saffât: 37/96

[658] Bakara: 2/249

[659] el-Hakku'l-Vadıhu'l-Mübîn, s. 45-46;   Şerhu'n-Nuniyye,   II/78; Tefsiru's-Sa'dî, V/624.

[660] Tefsiru's-Sa'dî, V/624. Ayet Yasin Sûresindedir: 82.

[661] Bakara: 2/148 Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 89-93.

[662] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 56-57.

[663] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 57.

[664] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 57.

[665] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları:156.

[666] En'âm: 6/18

[667] Muhammed: 47/2

[668] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları:156-157.

[669] Haşr: 59/2.3

[670] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 118-119.

[671] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 58-59.

[672] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 59-60.

[673] Haşr: 59/23 Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 158.

[674] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 60.

[675] Müslim, "Birr". 136; Ebu Davud, "Libas", 25

[676] Mü'min/Ğafîr: 40/35

[677] Haşr: 59/23 Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 158-159.

[678] Haşr: 59/23.

[679] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 150-151.

[680] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 60-61.

[681] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 61.

[682] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 61-62.

[683] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 62.

[684] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 160.

[685] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 62.

[686] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 62-63.

[687] Lokman: 31/28

[688] En'âm: 6/102

[689] Nahl: 16/17

[690] Ra’d: 13/16

[691] Fussilet: 41/21

[692] Mü'minûn: 23/115

[693] Kâf: 50/38

[694] Tin: 95/4. Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 160-163.

[695] Haşr: 59/24.

[696] Hıcr: 15/86.

[697] el-Hallâk:Yaratıcılığı devamlı ve sürekli olan. el-Bârî: Yoktan ve bir örneği olmadan yaratan. el-Musavvir: Her varlığa ayrı bir şekil ve özellik veren. Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 151.

[698] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 63-64.

[699] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 64.

[700] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları:164.

[701] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 64.

[702] Beyyine: 98/7

[703] Bekir Topaloğlu, 'Bari', DİA, V. 73

[704] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları:164-165.

[705] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 64.

[706] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 65.

[707] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları:166-168.

[708] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 65.

[709] Ali-İ İmrân: 3/6

[710] Metin Yurdagür, Esmâ-i Hüsnâ, s. 96

[711] Necm, 53/44-47

[712] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları:166-168.

[713] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 65-66.

[714] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 66-67.

[715] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 68.

[716] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 169.

[717] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 68.

[718] Tâhâ: 20/82

[719] Sad: 38/66

[720] Zümer: 39/5 ..

[721] Mü’min: 40/42

[722] Nuh: 71/10

[723] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 169-172.

[724] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 68-69.

[725] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 69.

[726] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 69.

[727] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 69-70.

[728] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 70.

[729] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 173.

[730] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 71.

[731] Yûsuf: 12/39

[732] Râ'd: 13/16

[733] İbrahim: 14/48

[734] Sa'd: 38/65

[735] Zümer: 39/4 .

[736] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 173-175.

[737] Ra'd: 13/16

[738] Ğafir: 40/16

[739] En'am: 6/17

[740] el-Hakku'l-Vâdıhu'l-Mübîn, s. 76

[741] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 117-118.

[742] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 71.

[743] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 71.

[744] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 71-72.

[745] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 176.

[746] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 72.

[747] Al-i İmrân: 3/8

[748] Al-i  İmran, 3/8

[749] Sa'd, 38/9

[750] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 176-178.

[751] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 72-73.

[752] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 73-74.

[753] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 179.

[754] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 74.

[755] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 74.

[756] Zâriyat: 51/22

[757] Tâhâ: 20/13

[758] Tâhâ: 20/132

[759] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 179-180.

[760] Zâriyat: 51/58

[761] Hûd: 11/6.

[762] Ebû Davûd, III/272; Tirmizî, III/596; İbnu Mâce. II/741; Ahmed, III/156,286; Dârimî, II/165.

[763] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 139-140.

[764] ÂI-i İmrân: 3/191

[765] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 74-75.

[766] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 75-76.

[767] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 181.

[768] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 76.

[769] En'âm: 6/59

[770] Enfâl: 8/19

[771] Sebe': 34/26

[772] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 181-182.

[773] Sebe: 34/26.

[774] Bu ism-i şerifin, yukarıdaki ayette anlamı "adaletle hüküm demektir. İsmin türediği "feth" kökünün temel anlamı "açmak"tır. Hakem veya hâkim de davacı ve davalı taraflar arasında kapalı kalan hak ve adalet kapısını açmak özelliğine sahip olduğu için ona bu isim verilmiştir. Öte yandan birisine yardım eden de ona zafer ve ganimet kapılarını açmış olur. Ayrıca Cenab-ı Hak kullarının hem rızık kapılarını açar, hem de gerçeği görebilmeleri için kalp ve basiretini örten perdeleri kaldırır ve açar. (Çeviren)

[775] Fâtır: 35/2

[776] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 137-139.

[777] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 76-77.

[778] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 77.

[779] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 183.

[780] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 77.

[781] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 183-184.

[782] En'am: 6/18

[783] Enfal: 8/75

[784] Enbiya: 21/22

[785] Mü'minûn: 23/91

[786] Enfal: 8/75

[787] el-Hakku'l-Vâdıhu'l-Mübîn, s. 37-38; Şerhu'l-Kasîdeti'n-Nuniyyye li'l-Heras, II/73; Tefsiru's-Sa'dî, V/621

[788] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 86-88.

[789] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 77-78.

[790] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 78-79.

[791] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 79-80.

[792] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 185.

[793] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 80.

[794] Metin Yurdagür, Esmâ'i Hüsnâ, s..114

[795] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 185.

[796] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları:186.

[797] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 80.

[798] Mâide: 5/64

[799] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları:186-187.

[800] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 80.

[801] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 80-81.

[802] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 188.

[803] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 81.

[804] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 81-82.

[805] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 82.

[806] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 188.

[807] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 82.

[808] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 188-189.

[809] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 82-83.

[810] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 83.

[811] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 190.

[812] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 84.

[813] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 190.

[814] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 84.

[815] Al-i İmrân: 3/26

[816] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 190-191.

[817] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 84-85.

[818] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 85-86.

[819] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 192.

[820] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 86.

[821] Şûrâ: 42/11

[822] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 192-193.

[823] Nisa: 4/134

[824] Ra'd: 13/10

[825] Mücadele: 58/1

[826] Bu ayet kocası tarafından, zihâr yapılıp terkedilen bir kadının Hz. Peygambere gelip şikayette bulunması ve kocasının kendisine .dönmesi için bir hüküm istemesi  üzerine inmiştir.  Hz. Peygamber "Sen ona haramsın" demiş ve kadın da lehinde bir hüküm vermesi için tekrar tekrar ricada bulunmuştu. Nihayet bu ayet nazil olarak araplar arasındaki bu eski geleneğin yanlış bir zandan ibaret olduğunu böyle sözlerle kadının, kocasının anası olamayacağını bildirdi. (Çeviren.)

[827] İbrahim: 14/39

[828] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 83-84.

[829] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 86-87.

[830] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 87-88.

[831] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 88.

[832] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları :194. Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 88.

[833] En'âm, 6/103

[834] Hucurat: 49/18. Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 194-195.

[835] Şuara: 26/218-220

[836] Ğâfir: 40/19

[837] Burûc: 85/9

[838] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 85.

[839] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 88-89.

[840] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 89.

[841] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 89.

[842] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 196.

[843] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 90.

[844] A'raf: 7/87

[845] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 196-197.

[846] A'raf: 7/87

[847] Enam: 6/115

[848] Nahl: 16/90

[849] En'am: 6/114.

[850] Ebû Dâvûd; lV/289; Neseî, VIII/226

[851] Şerhu'n-Nûniyye lil-Heras, 11/104

[852] Enbiya: 21/47

[853] Hûd: 12/56

[854] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 125-127.

[855] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 90.

[856] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 90.

[857] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 198.

[858] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 91.

[859] En’am: 6/115

[860] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 198-199.

[861] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 91.

[862] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 92.

[863] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 92-94.

[864] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 94-95.

[865] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 95-96.

[866] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 200.

[867] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 96.

[868] Yûsuf: 12/100

[869] Mülk: 67/14

[870] Şûra: 42/19

[871] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 200-201.

[872] Şûra: 42/19

[873] En'am: 6/103

[874] el-Hakku'l-Vadıhu'l-Mübîn, s. 61-62; Bkz. Şerhu'n-Nuniyye, 11/91; Tevdihu'l-Makasıd, ll/228

[875] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 106-108.

[876] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 96-97.

[877] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 97.

[878] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 202.

[879] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 98.

[880] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 202.

[881] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 98.

[882] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 99.

[883] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları:203.

[884] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 99.

[885] Nahl: 16/61

[886] Râhmân: 55/33

[887] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 203-205.

[888] Bakara: 2/235

[889] Tefsiru's-Sa'dî, V/630

[890] Şerhu'n-Nuniyye, II/86

[891] Fatır: 35/45

[892] Nahl: 16/61 Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 98-99.

[893] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 99-100.

[894] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 100-101.

[895] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 206-207.

[896] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 101.

[897] Bakara: 2/255

[898] Neml: 27/26

[899] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 206-207.

[900] Bakara: 2/255

[901] Zümer: 39/67

[902] Fatır: 35/41

[903] Şûra: 42/4, 5

[904] Ridâ: Aba, cübbe veya gömlek gibi elbise; İzâr: Belden aşağıya giyilen elbise. Azamet ve kibriya Allah'a ait iki sıfat ki, sadece O'na mahsustur. Mahlukatın bu sıfatları alması caiz değildir. Bu iki sıfatın ridâ ve izâra benzetilmesinin sebebi şudur: Nasıl ki insan ridâsı ve izârını giyerken bir başkası, ona ortak olamazsa Allah Teâlâ da bu sıfatlarında ortaklığı asla kabul etmez. (Çeviren.)

[905] Bu hadisi birbirine yakın lafızlarla Müslim, III/2620; Ebu Davud, lV/4090; İbn Mace, 11/4174 ve Ahmed, II/376 da rivayet etmişlerdir.

[906] Hac: 22/32

[907] Hac: 22/30

[908] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 79-81.

[909] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 101.

[910] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 102-103.

[911] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 103.

[912] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 103-105.

[913] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 208.

[914] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 105.

[915] Al-i İmrân: 3/135

[916] Hucurat: 49/12

[917] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 208-209.

[918] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 105-106.

[919] Teğabun: 64/17. Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 210.

[920] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 106.

[921] Fâtır: 35/30

[922] Fâtır: 35/30

[923] Fâtır: 35/34

[924] Şûra: 42/23

[925] Teğabun: 64/17 Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 210-211.

[926] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 106-107.

[927] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 107.

[928] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 107-108.

[929] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 212.

[930] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 108.

[931] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 212-213.

[932] Mü'min/Gafîr: 40/12

[933] Bakara: 2/255

[934] A'la: 87/1

[935] Ra'd: 13/9

[936] Tâhâ: 20/110

[937] el-Hakku’l Vazıhu’l-Mübin, s. 26; Heras, Şerhu’n-Nuniyye, II/68 Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi:  78-79.

[938] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 108.

[939] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 108-109.

[940] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 109-110.

[941] Mü’min: 40/12 Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 214.

[942] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 110.

[943] Ra’d: 13/9

[944] Hac: 22/62

[945] Lokman: 31/30

[946] Sebe: 34/23

[947] Mü’min: 40/12 Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 214-216.

[948] Sa'di, Teysîru'l-Kerimu'r-Rahman fi Tefsiri'l-Mennan, V/622.

[949] Hac: 22/62

[950] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 82-83.

[951] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 110.

[952] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 111-112.

[953] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 112-113.

[954] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 217.

[955] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 113.

[956] Hûd: 11/57

[957] Bakara: 2/255

[958] Sâffât: 37/7

[959] Râ'd: 13/11

[960] Hûd: 11/57

[961] Sebe': 34/21

[962] Şura: 42/6 Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 217-219.

[963] Hûd: 11/57

[964] Taha: 20/50

[965] Hac: 22/38

[966] Tirmizî, lV/667; el-Elbanî bunu sahih görmüştür. Bkz. Sahihu'l-Cami, lV/300

[967] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 104-106.

[968] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 113-114.

[969] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 114.

[970] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 114-115.

[971] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 115.

[972] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 220.

[973] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 115.

[974] Nisa: 4/85

[975] Nisa: 4/85. Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 220-221.

[976] Nisa: 4/85.

[977] Teysiru'l-Kerîmi'r-Rahman fi Tefsiri Kelâmi'l-Mennan, V/625.

[978] Fussilet: 41/10.

[979] Ebû Davud: II/321; Ahrned:  II/160; Müslim'deki ibare şöyledir: "Kölesini aç bırakması kişiye günah olarak kâfidir." I/692.

[980] el-Müfredât fi Ğaribi'l-Kur'an, s. 414.

[981] el-Kamusu'l-Muhît, s. 202.

[982] Tefsiru'l-Beğavî, I/457.

[983] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 153-154.

[984] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 115-117.

[985] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 118.

[986] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 222.

[987] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 118.

[988] Al-i İmran: 3/173

[989] Enfâl: 8/62

[990] Talâk: 65/3

[991] Enbiyâ: 21/47

[992] En'âm: 6/62

[993] İnşıkak: 86/62

[994] Nisa: 4/6

[995] Nisa: 4/86

[996] Ahzab, 33/39 Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 222-224.

[997] En'am: 6/62

[998] Enfal: 8/64

[999] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 121.

[1000] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 118.

[1001] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 119.

[1002] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 119-120.

[1003] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 120.

[1004] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 120-121.

[1005] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 225.

[1006] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 121.

[1007] Rahman: 55/78

[1008] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 225-226.

[1009] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 121-122.

[1010] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 122-123.

[1011] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 227.

[1012] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 123.

[1013] En'âm: 6/160

[1014] Bakara: 2/261

[1015] Bakara: 2/261

[1016] Zümer: 39/10

[1017] Mü’min: 40/40

[1018] Furkân: 25/70

[1019] Neml: 27/40

[1020] İnfıtâr: 82/6

[1021] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 227-231.

[1022] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 123-124.

[1023] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 124-125.

[1024] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 232.

[1025] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 125-126.

[1026] Nisa: 4/1

[1027] Kaf: 50/16

[1028] Maide: 5/117

[1029] Ahzâb: 33/52

[1030] Nisa: 4/1 Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 232-233.

[1031] Nisa: 4/1

[1032] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 102.

[1033] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 125-126.

[1034] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 126.

[1035] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 234.

[1036] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 127.

[1037] Hûd: 11/61

[1038] Enfâl: 8/24

[1039] Ra’d: 13/18

[1040] Hûd: 11/61

[1041] Saffat: 37/75 Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 234-235.

[1042] Ğafir: 40/60

[1043] Neml: 27/62

[1044] el-Hakku'l-Vadıhu'l-Mübîn, s. 65-66; Şerhu'n-Nuniyye li'l-Heras, II/93-94; Şerhu'l-Makasıd ve Tashihu'l-Kavaid, II/229

[1045] Hûd: 11/61 Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 110-111.

[1046] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 127-128.

[1047] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 128-129.

[1048] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 129.

[1049] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 236.

[1050] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 130.

[1051] A'raf: 7/156

[1052] Bakara: 2/115

[1053] Bakara: 2/247

[1054] Bakara: 2/261

[1055] Bakara: 2/268

[1056] Al -i İmrân: 3/73

[1057] Maide: 5/54

[1058] Nûr: 24/32

[1059] Necm: 53/32

[1060] Nisa: 4/130

[1061] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 236-239.

[1062] Bakara: 2/268.

[1063] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 157-158.

[1064] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 130-131.

[1065] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 131.

[1066] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 240.

[1067] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 132.

[1068] Al-i İmran: 3/62. Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 240-241.

[1069] En'am: 6/18

 

[1070] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 95-98.

[1071] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 132-133.

[1072] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 133-134.

[1073] Buruc, 86/14 Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 242.

[1074] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 134.

[1075] Meryem: 19/96

[1076] M. Yurdagür, A.g.e., s. 168

[1077] Hûd: 11/90.

[1078] Buruc: 85/14.

[1079] Hûd: 11/90

[1080] Burûc: 85/14. Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 242-243.

[1081] Bakara: 2/158

[1082] Teğabün: 64/17

[1083] Nisa: 4/147

[1084] el-Hakku'l-Vâhıdu'l-Mübin, s. 70

[1085] Enbiya: 21/23

[1086] En'am: 6/54

[1087] Rûm: 30/47

[1088] Şerhu'n-Nûniyye li'l-Heras, II/98;  Bkz. Tavdıhu'l-Makasıd  ve Tashihu'l-Kavâid, H/231.

[1089] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 113-115.

[1090] el-Hakku'l-Vâdıhu'l-Mübîn, s. 69-70; Şerhun-Nûniyye li'l-Heras, II/92; Tavdıhul-Mekâsıd, 1/230.

[1091] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 111-113.

[1092] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 134.

[1093] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 134-135.

[1094] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 135-136.

[1095] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 244.

[1096] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 137.

[1097] Hud: 11/73. Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 244.

[1098] Bu  ismin  anlamında iki önemli  unsur vardır:  Biri azamet ve kudretinden dolayı yaklaşılamaz, yanına varılamaz olmak, İkincisi de yüksek huylarından dolayı övülüp sevilmektir. (Çeviren.)

[1099] el-Hakku'l-Vâdıhu'l-Mübîn, s. 33; Şerhu'n-Nuniyye li'l-Heras, II/71.

[1100] Şerhu'n-Nuniyye, 11/71.

[1101] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 82.

[1102] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 137-138.

[1103] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 138.

[1104] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 245.

[1105] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 138.

[1106] Ali İmrân: 3/164.

[1107] Hac: 22/7

[1108] İsra: 17/79. Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 245-246.

[1109] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 138-141.

[1110] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 141-142.

[1111] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 247-248.

[1112] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 142.

[1113] Ra’d: 13/43.

[1114] En'âm, 6/19

[1115] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 247-248.

[1116] Tefsiru's-Sa'dî, V/628; Bkz. Medaricü's-Salikîn, III/466.

[1117] Nisa: 4/1

[1118] Mücadele: 58/6

[1119] el-Hakku'l-Vadıhu'l-Mûbîn, s. 58-59

[1120] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 103-104.

[1121] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 142-144.

[1122] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 144.

[1123] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 249.

[1124] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 145.

[1125] Nûr: 24/25

[1126] Yûnus: 10/32

[1127] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 249-250.

[1128] Teysiru’1-Kerîmi 'r-Rahman fi Tefsiri Kelami'l-Mennan, V/631-632.

[1129] Hacc: 22/62.

[1130] Kehf: 18/29.

[1131] Yunus: 10/32.

[1132] İsra: 17/81.

[1133] Nûr: 24/25.

[1134] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 158-159.

[1135] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 145-146.

[1136] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 146.

[1137] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 146.

[1138] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 251.

[1139] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 147.

[1140] Nisâ:, 4/81

[1141] Müzemmil: 73/9

[1142] Al-i İmran:: 3/159 Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 251-252.

[1143] Zümer: 39/62.

[1144] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 154.

[1145] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 147.

[1146] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 148.

[1147] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 148-150.

[1148] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 150-152.

[1149] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 152.

[1150] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 253-254.

[1151] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 153.

[1152] Fussilet: 41/15

[1153] Hadid: 57/25. Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 253-254.

[1154] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 153.

[1155] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 255.

[1156] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 154.

[1157] Zariyat: 51/58. Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 255.

[1158] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 154.

[1159] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 154.

[1160] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 256.

[1161] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 155.

[1162] Bakara: 2/257

[1163] Âl-i İmrân: 3/68

[1164] Şûra: 42/9

[1165] Şûra: 42/28

[1166] Câsiye: 45/19

[1167] Nisa: 4/45

[1168] Mâide: 5/55

[1169] A'raf: 7/155

[1170] Sebe': 34/41

[1171] En'âm: 6/127

[1172] Yûsuf: 12/101

[1173] Şûra: 42/9 Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 256-259.

[1174] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 155-156.

[1175] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 156.

[1176] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 260.

[1177] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 156.

[1178] Fatiha: 1/2

[1179] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 260-261.

[1180] Fâtır: 35/15

[1181] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 88-89.

[1182] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 156-157.

[1183] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 157.

[1184] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 158-160.

[1185] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 160.

[1186] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 161.

[1187] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 262.

[1188] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 162.

[1189] Meryem: 19/93

[1190] Yasin: 36/12

[1191] Nebe: 78/29. Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 262-263.

[1192] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 162.

[1193] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 162-163.

[1194] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 264.

[1195] Neml: 27/64

[1196] Rûm: 30/27 Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 264-265.

[1197] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 163.

[1198] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 163-164.

[1199] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 164-165.

[1200] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 165.

[1201] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 266; Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 166.

[1202] Rûm: 30/11

[1203] Enbiyâ: 21/104

[1204] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 266-267.

[1205] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 166.

[1206] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 166.

[1207] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 167.

[1208] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 268.

[1209] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 168.

[1210] Rûm, 30/50

[1211] En'âm, 6/122

[1212] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 268-269.

[1213] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 168.

[1214] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 168-169.

[1215] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 270.

[1216] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 169.

[1217] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 270.

[1218] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 169.

[1219] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 170.

[1220] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 271.

[1221] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 170.

[1222] Furkân, 25/58

[1223] Ebu Bekir el-Beyhaki, Kitabu'l-Esmâ'il-Hüsnâ ve's-Sıfat, s.14

[1224] Bakara: 2/255

[1225] Âl-i İmrân, 3/1-2

[1226] Tâhâ: 20/111

[1227] Ebu Bekir el-Beyhaki, Kitabu'l-Esmâ'il-Hüsnâ ve's-Sıfat, s.14

[1228] Furkan: 25/58

[1229] Mü’min: 40/65

[1230] Rahman: 55/27

[1231] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 271-274.

[1232] Bakara: 2/255; Âli İmrân: 3/2.

[1233] Tâhâ: 20/111.

[1234] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 141-142.

[1235] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 170.

[1236] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 170-172.

[1237] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 172.

[1238] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 172.

[1239] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 275.

[1240] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 173.

[1241] Bakara: 2/255

[1242] Fatır: 35/41

[1243] Rûm: 13/25

[1244] Ra’d: 13/33

[1245] Âl-i İmrân: 3/18

[1246] Tâhâ: 20/111

[1247] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 275-278.

[1248] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 173.

[1249] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 173-174.

[1250] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 174.

[1251] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 279.

[1252] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 175.

[1253] Hicr: 15/21

[1254] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 279-280.

[1255] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 175.

[1256] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 175-176.

[1257] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 281.

[1258] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 176.

[1259] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 281-282.

[1260] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 177.

[1261] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 177.

[1262] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 283.

[1263] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 177.

[1264] Mâide: 5/73

[1265] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 283-284.

[1266] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 178-179.

[1267] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 179-180.

[1268] İhlas: 112/1.

[1269] Ra'd: 13/16.

[1270] Tefsiru'l-Allâme Abdirrahman İbn Nasır es-Sa'dî, V/620.

[1271] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 149-150.

[1272] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 285.

[1273] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 180.

[1274] İhlas: 112/2

[1275] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 285-286.

[1276] İhlas: 112/2

[1277] Ebû Dâvud, IV/254;-Ahmed, 111/241, IV/25; isnadı sahihtir. Bkz. Fethul-Mecîd, s. 613, el-Arnavud Tahkikli.

[1278]en-Nihaye fî Garîbi'l-Hadis, İbnu'l-Bir, 11/418. Bkz. Acnu'l-Ma'bud Şerhu Süneni Ebi Davûd, XIII/161.

[1279] el-Hakku'l-Vadıhu'l-Mübîn, s. 75

[1280] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 116-117.

[1281] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 180-181.

[1282] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 181-182.

[1283] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 287.

[1284] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 183.

[1285] Mürselât. 77/23

[1286] Fâtır: 35/44

[1287] Hadis-i Şerif

[1288] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 287-288.

[1289] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 183.

[1290] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 289.

[1291] Kamer: 54/54-55

[1292] Buhari, VI, s. 81

[1293] Kamer: 54/42

[1294] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 289-290.

[1295] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 184-185.

[1296] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 185.

[1297] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 186. Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 291.

[1298] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 186-187.

[1299] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 187. Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 291.

[1300] En'âm: 6/163

[1301] Zümer: 39/11-12

[1302] Kıyamet: 75/13

[1303] Kâf: 50/28

[1304] İbrahim: 14/42. Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 291-293.

[1305] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 187.

[1306] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 187-188.

[1307] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 294. Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 76.

[1308] Vakıa: 56/60

[1309] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 294-295.

[1310] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 189.

[1311] Hadîd: 57/3

[1312] Müslim: IV/2084

[1313] İslâm uleması ve dil bilginleri; "Bâtın" kelimesine, Esmaü'l-Hüsna'dan birisi olması ve türediği kökün taşıdığı çeşitli anlamlar sebebiyle pek çok yorum yapmışlardır. Bazıları şunlardır:

1. Varlığını belgeyen pek çok delil bulunmakla birlikte, duyulardan gizli olup, gözle algılanamayan, mahiyeti bilinmeyen,

2. Gizli olan herşeyi bilen ve haberdar olan,

3. O, hem görünen (zahir), hem görünmeyen (bâtın) âlemi yaratandır,

4. Açık ve gizli bütün nimetleri veren,

5. Herşeyin içine nüfuz eden, herşeye her şeyden daha yakın olan. (Çeviren)

[1314] el-Hakku’l Vazıhu’l-Mübin, s. 25; Heras, Şerhu’n-Nuniyye, II/67 Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 76-77.

[1315] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 296. Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 76.

[1316] Sebe': 34/1

[1317] Hadid: 57/3 Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 296-297.

[1318] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 189-190.

[1319] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 190.

[1320] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 298. Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 76.

[1321] Saf: 61/14

[1322] Zümer: 39/63

[1323] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 298-299.

[1324] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 190-191.

[1325] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 191-192.

[1326] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 192.

[1327] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 300. Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 76.

[1328] Hadid: 57/3

[1329] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 300-301.

[1330] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 193-196.

[1331] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 196.

[1332] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 302.

[1333] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 197.

[1334] Ra’d: 13/11

[1335] Ra’d: 13/11 Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 302-303.

[1336] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 197-199.

[1337] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 199.

[1338] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 304.

[1339] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 200.

[1340] Ra'd: 13/9

[1341] Ra'd: 13/9. Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 304.

[1342] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 201.

[1343] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 201-202.

[1344] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 202.

[1345]  Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 306-310.

[1346] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 203.

[1347] Tûr: 52/28

[1348] Abese: 80/11-16

[1349] Zümer: 39/35

[1350] Ahkâf: 46/15

[1351] Ahkâf: 46/16

[1352] Tur: 52/27-28 Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 306-310.

[1353] Tur: 52/28

[1354] Âli İmran: 3/8

[1355] Ğâfir: 40/7

[1356] A'raf: 7/156

[1357] Nahl: 16/53

[1358] A'raf: 7/157

[1359] A'raf: 7/56

[1360] Neml: 27/19                                                      .

[1361] el-Hakku'l-Vâdihu'l-Mübîn,.s. 82-83; Bkz. Şerhu'n-Nûniyye, 11/106

[1362] Nahl: 16/53

[1363] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 132-135.

[1364] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 202.

[1365] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 203.

[1366] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 311.

[1367] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 203.

[1368] Tevbe: 9/118

[1369] İsrâ: 17/25

[1370] Zümer: 39/54

[1371] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 311-312.

[1372] Tevbe: 9/104

[1373] Tefsiru'ş-Şeyh Abdurrahman İbn Nasır es-Sa'dî, V/623

[1374] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 101-102.

[1375] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 203.

[1376] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 204.

[1377] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 204-205.

[1378] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 205.

[1379] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 313.

[1380] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 205.

[1381] İnsan: 76/10-11

[1382] Dûhan: 44/16

[1383] Nûr: 24/37

[1384] İsra: 17/57 Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 313-314.

[1385] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 205.

[1386] Hâdîs-i şerif meali. Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 205-206.

[1387] Hâdîs-i şerif meali. Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 206.

[1388] Hâdîs-i şerif meali. Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 206.

[1389] Hâdîs-i şerif meali.

[1390] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 207-208.

[1391] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 208.

[1392] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 315.

[1393] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 208.

[1394] Hac: 22/60

[1395] Bakara: 2/219

[1396] Hac: 22/60

[1397] Mücâdele, 58/2

[1398] Nisa: 4/43

[1399] Nisa: 4/99

[1400] Nisa: 4/149. Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 315-317.

[1401] Hac: 22/60

[1402] Tefsiru's-Sa'dî, V/623; Bkz. el-Hakku'l-Vadıhu'l-Mübîn, s. 56

[1403] Taha: 20/82

[1404] Şerhu'l-Kasidetu'n-Nuniyye li'l-Heras, II/86; el-Hakku'l-Vadihu'l-Mübîn, s. 56

[1405] Zümer: 39/53

[1406] Tirmizî, IV/122; el-Elbani buna hasendir, dedi. Sahihu'l-Cami, V/548

[1407] Necm: 53/32

[1408] el-Hakku’l-Vadıhu’l-Mübin, s. 73-74 Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 99-101.

[1409] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 208-209.

[1410] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 209-210.

[1411] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 210.

[1412] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 211.

[1413] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 318.

[1414] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 211.

[1415] Bakara: 2/207

[1416] Al-i İmran: 3/30. Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 318-319.

[1417] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 211-212.

[1418] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 212.

[1419] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 213-214.

[1420] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 214.

[1421] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 320-321. Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 214.

[1422] Âl-i İmrân: 3/26

[1423] Âl-i İmrân: 3/26. Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 320-321.

[1424] Melikiyet: âmme menfa­ati için kanunlar ve nizamlarla hükümet yürütmek kuvveti. Mâlikiyet: emlâk ve arazi üzerinde tasarruf etmek kuvveti.

[1425] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 214-215.

[1426] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 215.

[1427] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 216.

[1428] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 216.

[1429] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 322

[1430] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 217.

[1431] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 155.

[1432] Rahman: 55/27

[1433] Rahman:  55/78. Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 322-323.

[1434] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 217.

[1435] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 217-218.

[1436] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 218-219.

[1437] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 324.

[1438] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 219.

[1439] Yûnus: 10/54

[1440] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 324.

[1441] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 219-221.

[1442] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 221.

[1443] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 221-222.

[1444] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 222.

[1445] Enfal 8/63. Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 325-3227.

[1446] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 223.

[1447] Teğabûn, 64/9

[1448] Teğabûn, 64/9

[1449] Ali- İmrân, 3/103

[1450] Enfal: 8/63. Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 325-3227.

[1451] Ali İmran: 3/9.

[1452] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 155.

[1453] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 223.

[1454] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 223-224.

[1455] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 224.

[1456] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 224-225.

[1457] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 225-226.

[1458] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 328.

[1459] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 226.

[1460] En'âm: 6/133

[1461] Fâtır: 35/15

[1462] Ebu Davud, İstiska, s. 2

[1463] Yunus: 10/68. Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 328-330.

[1464] Necm: 53/48

[1465] Fâtır: 35/15

[1466] el-Hakku'l-Vadıhu'l-Mübîn, s. 47-48; Şerhu'n-Nuniyye, II/78

[1467] Tefsiru’ş-Şeyh Abdurrahman İbn Nasır es-Sadi, V/629 Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 93-94.

[1468] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 226-227.

[1469] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 227-228.

[1470] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 228-229.

[1471] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 229.

[1472] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 331.

[1473] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 230.

[1474] İbrahim: 14/34

[1475] Tevbe: 9/28. Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 331-332.

[1476] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 230-231.

[1477] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 231-232.

[1478] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 232.

[1479] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 233.

[1480] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 234-236.

[1481] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 333.

[1482] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 236.

[1483] En’am: 6/17. Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 333-334.

[1484] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 236-237.

[1485] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 237-238.

[1486] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 335.

[1487] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 238.

[1488] Yunus: 10/49. Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 335.

[1489] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 336.

[1490] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 238.

[1491] A'raf, 7/188

[1492] Nahl: 16/53-54

[1493] Rûm, 30/33

[1494] Mücâdele, 58/10

[1495] Al-i İmrân, 3/185

[1496] A'raf, 7/188

[1497] Yûnus, 10/49

[1498] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 336-339.

[1499] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 238-239.

[1500] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 239.

[1501] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 239-240.

[1502] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 240-241.

[1503] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 241-242.

[1504] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 242-243.

[1505] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 243-244.

[1506] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 245.

[1507] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 340.

[1508] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 245.

[1509] Nûr: 24/35

[1510] Nûr: 24/35

[1511] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 340-342.

[1512] Bkz. İbnu Teymiyye, Fetâva, VI/302-396. İbnu Teymiyye bu isimle ilgili nefis sözler söylemiştir.

[1513] Nûr: 24/35.

[1514] Buharî, (Fethul-Bârî ile}, Xl/116, XIII/464; Müslim, I/532.

[1515] İbnu Kuteybe'nin yorumuna göre bununla, kullarına Allah'a yükselen amelleriyle onlara inen rızıkların tartılması kastedilir. (Çeviren).

[1516] Müslim, 1/161.

[1517] Nûr: 24/35.

[1518] İbnu'l-Kayyım bu tür sözleri "şatah" diye tabir eder. Kasdettiği şey tasavvuf kitaplarında sözü edilen "Şatahaf'tır. (Çeviren)

[1519] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 142-145.

[1520] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 245-246.

[1521] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 246-248.

[1522] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 248.

[1523] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 249-250.

[1524] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 343.

[1525] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 250.

[1526] Hac: 22/54

[1527] Hac: 22/54

[1528] Furkan: 25/34. Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 343-344.

[1529] Furkan: 25/31

[1530] Hac: 22/54

[1531] Teysiru'l-Kerimi’r-Rahman fi Tefsiri Kelami’l-Mennan, V/631

[1532] Hidayetin bu türüne mükellef varlıkların dışındaki bütün mahlukata ihsan edilen, varlıklarını devam ettirmeyi sağlayan bütün vesileleri de eklemek gerekir. Kur'an bu tür hidayete "yaratıp düzene koyan takdir edip yol gösteren" (Ala: 87/2-3) ayetiyle işaret eder. (Çeviren)

[1533] Tâhâ: 20/50

[1534] Enbiya: 21/73

[1535] Muhamrned: 47/17

[1536] Teğabün: 64/11

[1537] Ankebut: 29/69

[1538] Muhammed: 47/5

[1539] A'raf: 7/43

[1540] Şûra: 42/52

[1541] Secde: 32/24

[1542] Ra'd: 13/7

[1543] Rağıb el-Esfehanî, el-Müfredât fî Ğaribi'l-Kur'an, s. 538; Kasas: 28/56

[1544] En'am Sûresi: 115

[1545] el-Hakku'1-Vâdıhu'i-Mübîn, s. 78-79; Bkz. Şerhu'n-Nûniyye, 11/103

[1546] Bakara: 2/ 258

[1547] Nahl Sûresi: 107

[1548] Bakara: 2/ 272

[1549] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 121-125.

[1550] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 250-251.

[1551] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 251-252.

[1552] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 252-253.

[1553] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 253.

[1554] En’am: 6/101

[1555] Ahkâf: 46/9

[1556] Bakara: 2/117

[1557] Enam: 6/17 Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 345-347.

[1558] Bakara: 2/117.

[1559] Rûm: 30/27.

[1560] Hûd: 11/107.

[1561] Burûc: 85/16.

[1562] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 156-157.

[1563] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 253-254.

[1564] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 254-255.

[1565] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 255.

[1566] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 255-256.

[1567] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 348. Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 256.

[1568] Rahman: 55/27

[1569] Hûd: 11/108

[1570] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 348-349.

[1571] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 256.

[1572] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 257.

[1573] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 257.

[1574] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 258.

[1575] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 350.

[1576] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 258.

[1577] Hicr: 15/23

[1578] Enbiya: 21/89

[1579] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 350-351.

[1580] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 258-259.

[1581] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 259-260.

[1582] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 354.

[1583] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 260.

[1584] Kehf: 18/10

[1585] Kehf: 18/10

[1586] Kehf: 18/17

[1587] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 352-353.

[1588] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 260.

[1589] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 261.

[1590] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 261-262.

[1591] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 262-263.

[1592] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 354. Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 263.

[1593] Kehf: 18/28

[1594] Hûd: 11/103

[1595] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 354-355.

[1596] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 263.

[1597] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 263-264.

[1598] Hadîs-i şerîf meali.

[1599] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 264-265

[1600] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 266-270.

[1601] Hûd: 11/61

[1602] el-Hakku'l-Vadıhu'l-Mübîn, s. 64; Şerhu'n-Nuniyye, II/92.

[1603] Bakara: 2/186

[1604] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 109.

[1605] Nisa: 4/126.

[1606] Âl-i İmran: 3/120.

[1607] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 152-153.

[1608] Zümer: 39/36.

[1609] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 157.

[1610] Şuara: 26/80

[1611] Ra’d: 13/37

[1612] Tûr: 52/27

[1613] Fatır: 35/28

[1614] Araf,  7/205

[1615] A'raf, 7/180

[1616] İbrahim: 14/34

[1617] Prof. İzzeddin Cemel, El-Esmaü’l-Hüsna, Ravza Yayınları: 356-360.

[1618] Ali Osman Tatlısu, Esmaü’l-Hüsna Şerhi, Başak Yayınları: 271-278.

[1619] Said el-Kahtani, Kur’an Ve Sünnette Esma-i Hüsna Şerhi, Uysal Kitabevi: 229-230.