KONU

HASAN el-BENNA NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ ?

Muhteva: Yeni Gerçekler Önemli Belgeler

 

 

HASAN EL-BENNA HAKKINDA

 

Asrımızda islâm davasının öncüsü olduğu için Hasan el-Benna'ya «imam» ve «Mürşid'ül-âm» unvanları verilmiştir. Başlattığı dâvayı yürütürken bir suikaste kurban gittiği için de «şehid» deniliyor.

Hasan el-Benna, Hicri 1324 - Miladi 1906 yılında, Mısır'ın İskenderiye şehri yakınlarındaki Mahmudiye kasabasında dünyaya geldi. Babasının adı Ahmed, dedesinin adı Abdurrahman el-Benna'dır. Babası ilim sahibi ve büyük muhaddislerdendi.

Hasan el-Benna ilk ve orta tahsilini kendi kasabasında yaptıktan sonra yüksek tahsil için başkent Kahire'ye gitti. Ve Kahire Üniversitesinin Darul-Ulûm Fakültesinden mezun oldu. Yüksek tahsilden sonra Ismailiye şehrinde lise öğretmenliği yapmaya başladı.

Küçük yaşta yeteri kadar din bilgisi almış, çok miktarda ayet ve hadis ezberlemişti. Müslümanlığını severek

(1) Bu bilgiler, Zirikli'nin «El-A'lâm» adlı kitabıyla Said Ramazan'ın «El-Havatır» adlı eserinden derlenmiştir.

(7. Risalenin Mütercimleri)

yapıyordu. Yüksek tahsili sırasında kendini kitap okumağa vermişti. Yeteri kadar islâmî bilgisi bulunduğu için daha çok islâm ideolojisi dışındaki kitapları okuyor ve islâm prensipleriyle mukayeseler yapıyordu, islâm nizamı yanında bütün ideolojilerin sönük kaldığını gördükçe Islama daha çok sarılıyor ve onu, içine sindire sindire yaşıyordu.

Hasan el-Benna, islâm dininin sahabe devrindeki ya-şanış şekline sonsuz hayranlık duyardı. Islâmın bugün de aynı şekilde yaşanmasını, müslümanlann o temiz ve berrak hayata tekrar kavuşmasını isterdi. O hayata dönüldüğü takdirde islâm aleminin maddi ve manevi bütün problemlerinin çözüleceğine sonsuz inancı vardı. Islâmı iyi bilen herkesin bu inancı taşıyacağını söylerdi. Müslüman olup ta bu inançtan mahrum yaşayan kimselerin islâm dinini iyi öğrenmemiş olduklarını, bu yüzden o inanca eremediklerini sık sık tekrarlardı. Bu yönleriyle onları mazur görmeye çalışarak: «Islâmı birbirimize öğretmeliyiz. Felâketler cehaletlerden doğar. Her şeyden önce mukaddes dinimizi iyi öğrenmeye, öğretmeye ve toplum olarak onu yaşamaya mecburuz» derdi.

imam Hasan el-Benna, inandığı islâm davasını gerçek müslümanlara açmak ve aynı istikamette onları birara-ya getirmek istiyordu. Bunun için de halka inmek ve işe henüz bozulmamış olan halk tabakasından başlamak gerekiyordu. Ismailiye'de öğretmenlik yaparken, bu fikrini ilk defa, kültürlü ve dindar olan yakın arkadaşlarına açtı. Onları ikna etti. Fikir birliğine vardılar. Birlikte kahvelere gidiyorlar, kahvede vakit öldüren müslümanlara son derece

hoşgörü içinde sokuluyorlar ve günün birinde birkaçını a-lıp namaza götürmeye muvaffak oluyorlardı. Sonra onlar da, Islâmı ve müslümanlann gerçek görevini daha iyi öğreniyor ve dava kervanına katılıyorlardı.

Böylece adetleri çoğaldı. 1929 yılında, merkezi îsmailiye'de olmak üzere «ihvanı Müslimîn» (Müslüman Kardeşler) adlı malum teşkilâtı kurdular. Hasan el-Benna 23 yaşındaydı. Teşkilâta başkan seçildi. Kendisine «Mürşid'ül-âm» unvanı verildi. Artık şehir-şehir, köy-köy, kasaba-ka-saba dolaşarak konferanslar veriyorlar, sohbetler yapıyorlar ve islâm davasının önemini müslümanlar arasında yaymaya çalışıyorlardı. Her gittikleri yerde teşkilatın bir şubesi açıldı. Teşkilat her gün biraz daha genişliyordu. Müslümanların kızlarını dini terbiyeyle yetiştirmek ve kadınları da bu davaya katmak için îsmailiye'de bir de «Müslüman Anneler Enstitüsü» kuruldu.

Bu arada Hasan el-Benna'nın öğretmenlik görevi Kahire'ye nakledildi. Dolayısiyle, teşkilatın genel merkezi de Kahire'ye getirildi. Müslüman Kardeşlerin son derece ihlâs ve samimiyetle başlattıklan bu dava Kahire'de büyük bir sevgiyle karşılandı. Teşkilat çemberinin gün geçtikçe genişlemesi o gün için Mısır'ı sömürge gibi kullanan ingiltere'nin dikkatini çekmeye başlamıştı.

Ihvan-ı Müslimin Teşkilatı Islâmın iyi öğrenilmesine toplum dertlerinin islâm prensipleriyle tedavi edilmesine çok önem veriyordu. Mısır'ın bir çok yerinde enstitüler, o-kullar, hastahaneler ve talim terbiye yerleri açtı. Kahire'de

günlük, «Ihvan-ı Müslimin» gazetesi çıkanlıyordu. Bu gazete Mürşid'ül-âm Hasan el-Benna'nın minberi sayılıyordu. Teşkilât gün geçtikçe genişledi ve Mısır'ın sınırlarını da aşarak bir çok arap ülkelerinde şubeler açıldı, islâm aleminde en kuvvetli teşkilât haline geldi.

O tarihlerde Mısır krallıkla idare ediliyordu. Kral ye Mısır hükümeti bu teşkilatın devamlı büyümesi karşısında endişe duymağa başladı. Müslümanların islâm prensiplerine bağlanarak birlik haline gelmesi, ingiltere, Fransa, Amerika gibi batılı ülkeleri daha çok düdüşündürüyordu. islâm alemi gerçek mânada Kur'ana sarılıp tek kuvvet haline gelirse dünya stratejisi ters dönecekti, özellikle ingiltere bu teşkilâtın dağıtılması için Mısır hükümetine baskı yapmağa başladı. Hükümet teşkilatın faaliyetlerini engelliyor ve kapatmak için bahaneler arıyordu. Kapatmak mümkün olmadı. Fakat, büyük lider Hasan el-Benna, 1949 yılı Şubat a-yında tertiplenen bir su-ikastla şehid edildi. Şehid olduğunda henüz 43 yaşını doldurmamıştı. Seyyid Kutuplar, Mu-hammed Kutuplar, Şeyh Fergali'ler, Abdulkadir Udeh'ler, Said Ramazanlar ve dah yüzlerce islâm mücahidi onun manevî medresesinde yetiştiler.

Bu yolda şehid olan bütün mücahidlere Hak Teâlâ-dan sonsuz rahmetler diler, hayatta olanlara ise muvaffakiyetler niyaz ederiz.

7. Risalenin Mütercimleri

HASAN el-BENNA NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ

Bismillâhirrahmanirrahîm

«Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayın, bilâkis Rabb'leri katında diridirler. Allah'ın bol nimetinden onlara verdiği şeylerle sevinç içinde rızıklamrlar, arkalarından kendilerine ulaşamayan kimselere, kendilerine korku olmadığını ve kendilerinin üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler. Onlar, Allah'dan olan bir nimeti, bolluğu ve Allah'ın mü'minlerin ecrini zayi etmeyeceğini de müjdelemek isterler.»

Âli İmrân sûresi, ayet: 169 - 171

ÖNSÖZ

Allah'ım; senin adınla başlıyor, sana hamd ederek söze giriyorum, ismin öyle yüce, şanın öyle ulu ki, akıllar idrake yetmez. Ve senden başka ilâh yoktur. Yarattıklarının en hayırlısına, peygamberlerinin sonuncusuna, Efendimize, Kurtarıcımıza ve O'nun ailesine, ashabına, kıyamete kadar yolunda yürüyenlere, yürüyecek olanlara da nihayetsiz salât ve selâmlar ediyorum.

Bu araştırma, milyonların zihninde dönüp duran bir sorunun, İmam Hasan el-Benna neden öldürüldü, Seyyid Kutub niçin idam edildi? sorusunun cevabıdır. Ayrıca, pek çok eksiğine rağmen davetin gerçek kahramanlarına karşı bir vefa ifadesidir de. Bereketli meyveleri dörtbir yanı tutan bir Islâmî harekete örnek olmuş, öncü olmuş, yoğun karanlıklara sahne olan tarihi bir dönemde şimşek gibi çakıp gözleri kamaştırmış bir adama yetişmeyen gençliğe karşı da aynı şekilde bir vefa ifadesidir. Bu bir zaruretti, vazgeçilmez bir görevdi, mesuliyetti. Dün neyse bugün de oy-

-17-

R: 14, F: 2

du çünkü, aralarında bir fark yoktu.

Kitabın ilk baskısı değerli okuyucular tarafından büyük ilgi gördü, hararetle arandı, kapışıldı. Bundan dolayı; gerçeğin unutulup gitmesi için zorbalann uzunca bir süre saklı tuttuğu tarihi belgeler de eklenerek, silâhsız şehidin hatırasına kitap, ikinci defa basıldı. Bu dünyada hangi suç, hangi cinayet gizli kalmıştır? Hak davetin düşmanları boşuna umutlanıyorlar. îşte, Kur'anın ezelî ifadesi:«Tuzak kuruyorlar, Allah'da onlara karşılık veriyor. Allah, tuzak kuranlara en iyi şekilde karşılık verendir.» (1) «Allah'ın nurunu a-ğızlanyla söndürmek isterler, fakat kâfirler istemese de Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır.» (2)

Hasan el-Benna'nın öldürülmesi olayı dünya küfrünü dehşete boğan bir ilkeler bütününün öyküsüdür. Filistin'e çöreklenen siyonizm başta olmak üzere genelde Müslüman Doğuyu kıskacına alan ve özel planda da kanalın i-ki yakasını tutan, fikir ve siyaset liderlerinin yüreklerine taht kuran Batı sömürüsü bu ilkelerden korkmuş ve dehşete kapılmıştı, işte, öykü budur.

Yalnız bu kadar mı? Firavunluk Mısır'ı peşinde koşan ve kendilerini böyle bir ülkenin firavunları olarak gören Kinane topraklanndaki mahut zorba ve ceberrut alayı

(1) Enfâl sûresi, 30

(2) Tevbe sûresi, 32

-18-

da sözkonusu ilkeler karşısında korkudan tir tir, titriyordu, ayakları birbirine dolaşıyordu. Halkın kendilerine tapmasını da bekleyen bu güruh hiç ummadığı bir çıkışla karşılaşmıştı: Hayır! demişti bir çığlık halinde, en büyük Allah'tır, hamd de kulluk da yalnız O'nadır, demişti. Olay, aslında, daha beride bu olaydır.

Buna, yeni bir gençlik inşasının öyküsü de denebilir. Tufanın, İslâm'a yönelen inkar ve şüphe tufanının karşısında duran, bütün fikir ordulanna dur diyen aşılmaz bir şeddin öyküsü demek de mümkündür. Doğuda hürriyetin, yeniden doğuşun, kendine gelişin yolunu açan yeni bir felsefenin öyküsü. Batı için de aynı şekilde uyancı bir çığlık. Dur ve adımlannı düzelt! diyen bir çığlık. Sosyol ve siyasî düşünce akımlannı dünya ölçüsünde safdışı etme girişimlerinin başlangıç öyküsü, insanlık ki, günümüzde bir uzay savaşının içindedir ve pek çok bilimsel bulgular, basanlar elde etmiştir. Dolayısiyle bu savaşın sıcak etkisini taşımaktadır, işte, bu yirminci yüzyıl şehidinin kanı insanlık üzerinde bundan daha derin, daha büyük etkiler meydana getirmiştir.

Müellif

-19-

W.İ

Şahsiyet Düşüklüğü:

Herşeyin altüst olduğu netameli bir dönemdi. Bir yanda, yurdun dörtbir yanına çöreklenen İngiliz sömürüsü, öbür yanda Mısır düşünce hayatını kıskacı altına alan Fransız ve genel olarak Batı düşünce hegemonyası. Hiçbir düşünce adamı kendi kendisi değildi. Görünüşte bir Mısırlıydı ama düşüncesi ve kafa yapısıyla asla.

Gözle görülür biçimde bir çürüyüş, çözülüş dalgası sarmıştı toplumu. Bu olay; düşünce hürriyeti adı altında ruhlarda ve düşüncelerde, şahsî hürriyet adı altında da hal ve davranışlarda korkunç boyutlara ulaşmıştı. Ortam, tam bir kargaşa ortamıydı. Mısır Üniversitesi bütün dinlere saldıran günün politik anlayışına uygun bir kurum haline gelmişti. Üniversitenin sözde bilim adamları yaptığı

-23-

yayınlar ve verdiği konferanslarla sürekli bu politik anlayışı destekliyorlardı.

Ortadaki İslâm ise gerçek manadaki İslâm değildi, Allah Resulünün (s.a.v.) getirdiği İslâmla ilgisi olmayan tuhaf bir anlayışı sergiliyordu. Dahası, Kahire'nin Menâh Caddesinde Amerikan Üniversitesine yakın bir yerde bir «Fikir Kulübü» kuruldu. Bu kulübün faaliyetlerini «Tyusüfî-ler» den bir grup yönlendiriyordu. Bu adamlar düzenledikleri konferanslarla mevcut dinlere saldırıyor ve yeni bir vahyi müjdeliyorlardı. Bahâîlerin neredeyse tıpkısıydı bunlar. Ya diğer İslâm ülkeleri? Onların da Mısır'dan pek bir farkı yoktu.

İşte, İmam Hasan el-Benna bu acıklı hali dile getirirken şunları söylüyor: «Yoğun bir gaflet döneminden geçiyoruz. Zihinler ve düşünceler; müthiş bir akımın, güçlü ve korkunç bir dalganın saldırısıyla karşı karşıya bulunuyor. Bunları görmek ve itiraf etmek zorundayız. Küfür kaynaklı ilke ve çağırılann istilâsına uğradık. Ortalığı yabancı sistem ve felsefeler doldurdu. Bizim olmayan uygarlıklar, medeniyetler kuruldu. Bütün bunlar müslüman-ların gönlündeki İslâm düşüncesinin yerini alma savaşı verdi ve veriyor. Daha önce hiçbir düşünce karşısında bu denli güçlü ve avantajlı olmamışlardı. İslâm düşüncesini yıkmaya yönelik faliyetlerinde fevkelade güç ve desteğe sahipler. Dolayısiyle İslâm milletlerini yenilgiye

- 24 -

uğratmayı başardılar. Önde gelen pek çok İslâm Ülkesi ağlarına düştü, geriye kalanlarsa müthiş bir etki altına girdi. Böylece bütün milletlerde, küfürle İslâm arasında bocalayan, ama en çok küfre yakın bir konumda bulunan tuhaf bir nesil boy attı. Ortama hâkim olan bu nesil fikrî, siyasî ve ruhî liderlik makamını işgal ederek dizginleri ele aldı ve gafil toplumları istediği yöne, daha doğrusu alıştığı ve tutkunu olduğu maceralara sürükledi. Bu zavallı toplumlarsa ne olup bittğinden habersizdi, başına nelerin geleceğini bilmiyordu. Ve can alıcı bir noktada bu azgın düşücenin çığırtkanları seslerini yükselttiler: İslâm'ın kalıntılarından, eserlerinden, izlerinden de kurtarın bizi. Gelin bizimle birlikte bu hayatın gereklerini, tarz ve düşüncelerini siz de kabul edin. Ama istemeyerek değil, bizzat isteyerek, içinizden gelerek. Ruh ve kafalarınıza çöreklenen bu kokuşmuş düşüncenin kırıntılarını artık bir yana atın. Hem, Batılılar gibi bir hayatınız olacak hem de müslüman olduğunuzu söyliyeceksiniz, bu olmaz, çelişkidir, İslâm'ı bütünüyle unutun! İşte, sonunda geldikleri nokta bu oldu.»

Cüzî Hedeflere Yönelen Islah Gayretleri:

Durumu düzeltme veya yenileme peşinde koşanlar bir takım küçük, önemsiz gruplara ayrıldı. Bu yoldaki

- '25 -

çabalarıysa cüzî hedeflere yönelikti. Sözgelimi şu a-dam sosyal İslahatçıdır, şu da siyasal ve şu da din adamıdır. Gerçekte her müslüman bir din adamıyken, dinini anlamaya, koruma ve yaymaya memurken, din bir meslek halini alıvermişti. Resmî sözcüleri olan ve başkalarına Allah'a davet hakkı tanımayan bir meslek. Tabiî, bunun bir amacı vardı. Hem buradaki din adamı, fıkıhta uzmanlaşan kişi anlamına değildir. Burada böyle şey sözkonu-su değil.

Hatta sofiler bile binlerce tarikata bölündü, birbirlerine karşı kin ve haset duyguları besler oldular. Pek çoğu da otorite makamlarının oyuncağı durumuna düştü.

islâmî Yönetim örneğinin Olmaması:

İmam el-Benna diyor ki:

«Çok tuhaf bir şeydir ki, bir komünizm düşüncesi devlet bulabiliyor ve onu bayraklaştırabiliyor. Yolunda her türlü gücünü harcayarak insanları ona özendirmeyi başarıyor. Diğer sistemler de öyle; milletlerin arasına sokuluyor ve toplumları peşinde sürüklemeyi biliyor, öteki mevcut sistemleri egemenliği altına alabiliyor. Ya İslâm; onun yeri, konumu ne acaba? Mevcut bütün sistemlerin en iyi yanlarını toplayan, kötü yanlarını atan gerçek anlamdaki İslâm'a davetle yükümlü, böyle bir görevi üstlen-

- 26 -

miş ciddî, samimi bir cemaat neden yok? İnsanlığın bütün müşküllerine en açık, en sağlıklı, en rahatlatıcı çözümleri getiren bu sistemi dünya toplumlarına evrensel bir düşünce olarak sunacak bir cemaatı maalesef bulamazsınız. Halbuki; daha bu düzenler ortada yokken, yayılma, propaganda düzeni diye bir şey bilinmezken İslâm, daveti kesin farz kılmış, Müslümanların toplumlar, cemaatlar halinde bu yükümlülüğü yerine getirmesini is-miştir. İşte, ezelî emir: «Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten alıkoyan bir cemaat olsun, işte, kurtuluşa erenler yalnız onlardır.» I1)

Müslümanların Başsız Kalması:

İslâm ülkelerinde olanları dile getirmek oldukça zor. Ne dil dayanır buna ne yürek. Küfür her alanda tam bir başarı elde etmişti. Şurada burada bölük pörçük bir hayata mahkûm olan müslümanlar, dolayısiyle İslâmî uygulamadan da uzak düştüler. Ne cemaat olabilmişlerdi ne de başlarında bir imam vardı. Oysa Ehl-i sünnet ve Şîa alimleri imam tayininin mutlak farz olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Allah'ın hükümlerini ayakta tutacak, İslâm'ın yayılma sancağını taşıyacak, müslümanları yön-

(1) Âli imrân sûresi: 104

-27 -

lendirecek, her iki dünya mutluluklarını gözetip, İslâmî hayat tarzına bağlı kalmalarını sağlayacak bir imam. «O nedenledir ki sahâbe-i kiram (Allah hepsinden razı olsun) Kâinatın Efenisi vefat ettiğinde O'nun teçhîz ve defin işleminden önce bu konuya eğilmişti. Bu işi bitirip yerli yerince çözüme bağladıktan sonra ancak Allah Resulünün teçhiz ve defin işine sıra gelmişti.» (1) Hazreti Ebu Bekir halka hitaben: «Şüphesiz Muhammed bu dünyadan göçtü; bu dine, kendisini ayakta tutacak mutlaka bir adam gerek» diyordu. Mâverdi, el-Ahka-mu's-sultâniyye adlı eserinde: «Müslümanlara, imamlık görevini üstlenecek birini tayin etmeleri ittifakla farzdır» diyor. İbni Haldun Mukaddime'sinde, İbni Tey-miyye es-Siyâsetü'ş-şer'iyye'sinde ve Gazzâii el-İktisâd fi'l-i'tikâd'ında aynı şeyi söylemiştir. «İmam, yeryüzünde Allah'ın gölgesidir,» diye bir rivayet de vardır. Hazreti Ömer de: «Cemaatsız İslâm olmaz; emirliksiz de cemaat, emirliğin şartı da itaattir» der.

Müslümanlara imam olacak kişide şu on şartın bulunmasını alimler ittifakla şart koşar: 1) İslâm, 2) Bulûğ, 3) Akıl, 4) Erkeklik, 5) Köleliğin karşıtı olan hürriyet, 6) İslâm hükümlerine eksiksiz şekilde uyma anlamındaki a-dâlet. Sorumluluk mevkiine gelecek kişinin inanç sağ-

(1) Beşinci Kongre Bildirisi: Kardeşler ve İmamlık.

-28-

lamlığı ve farzları yerine getirmedeki titizliği bir yana, ne büyük günahlan işlemeli ne de küçük günahlara bulaştığı görülmelidir! 7) Müslümanları güdüp gözetmede, Allah yolunda cihad etmede ihtiyaç duyacağı ölçüde duyu ve organlarının sağlam olması. 8) Din ve dünya işlerine dair bilgi. Öyle ki, Müslümanların çeşitli müşküllerine çözüm getirecek düzeyde Kur'an ve Hadisten hükümler çıkara-bilmelidir. En azından söz konusu hususla ilgili değişik bakış açılarından birini tercih edebilecek düzeyde Kuran ve Hadise, İslâmî ilimler sahasındaki araştırma me-todlarına yakınlığı, vukufu olmalıdır. 9) Yönetim işleri ve konularında yeterlilik ve tecrübesi bulunmalıdır. Çünkü, Hadîs-i şerîf açıktır: «iş, ehli olmayana bırakıldı mı kıyameti bekle!» 10) Yukarıdaki şartları haiz olan bir i-mam adayına bîat. Ama kimler tarafından? Öncelikle takvası, İslâmî konulardaki titizliği, buluğu, akıl ve adaleti, halkın iş ve yararına olan şeylere dair basireti, bütün bunlara sahip oluşu yanında sosyal ve siyasal olgunluğa erişmiş çözüm ve akid mevkiindeki kişilerin biati gerekir. Sözgelimi ilmiyle amel eden alimlerin, toplum içinde saygınlığı olan takva sahibi büyüklerin, dindarlığı, ihlas ve doğruluğuyle  bilinen  lider durumundaki  kişilerin  bîatı. Yoksa, bunlar önde bulunmadığı sürece kavgacı cahillerin bîatı yetmez.

Böyle bir imamlığın dayandığı en önemli esaslar

- 29 -

da şunlardır:

1) Şûra, 2) Adalet, 3) Günah olmayan her konuda itaat, 4) Hürriyet, 5) Eşitlik, 6) Hak, 7) Kur'an ve Hadîse bağlılık.

Bernard Louis, 'Batı ve Ortadoğu' adlı kitabında şunları söyler: «Ortadoğu'da istikrarlı bir siyasal düzen vardı. Müslümanlar tarafından tam bir kabul ve memnunluk gören bu düzen ne şiddet ve baskıya ihtiyaç duyuyordu ne de siyasal demagojiye. Meşruluğu konusunda her hangi bir muhalefetle da karşılaşmıyordu. Şimdi tarihin karanlık bodrumlarına itilmiş bulunan bu düzenin yerini başkaları aldı, ama belirli bir süre için ilgi ve alkış toplamalarına rağmen hiçbir zaman köklü ve tabiî bir kabul

görmediler.»

«İşte bu düzen ve ortamın elden çıkmasıyla Ortadoğulular biricik hüviyetlerini de yitirmiş oldular. Tek çatı altında toplanmış, aynı büyük toplumun birer üyesi iken ve bu ihtişamlı manzara tarihî dönemler boyunca sürüp gitmişken, sonunda, bölük pörçük toplumların, gönüllerde kendine yer arayan temelsiz siyasî birimlerin birer ü-yesi durumuna düşüverdiler.»

«Bu kadîm düzenin altüst oluşu beraberinde sosyal ve kültürel bir çöküşü getirdi.

' Batıdan alınan kurum ve ölçüler Müslüman toplumlara hiçbir zaman mal edilemedi, umut ve beklentileri-

- 30 -

ne ters düştü hep. İhtiyaçlarına cevap veremediği gözle görülen bir gerçekti.»

Bernard Louis devamla şöyle diyor: «Osmanlı İmparatorluğunu ele alalım. Bu imparatorluk, hulefâ-i Râşi-din'den bu yana Ortadoğu'ya egemen olan İslâm imparatorluklarının sonuncusu ve en uzun ömürlüsüydü. Büyük ve evrensel bir imparatorluktu. İslâm'ı bütünüyle hazmetmiş ve başına taç bilmişti. Zamanlar boyunca bütünlüğünü ve tek ses olma niteliğini hiç aksatmadan korumayı başarmıştı. Dünyanın dengesi durumundaydı. Düşmanlarıysa onun hep yönetim kadrosuyla uğraşmış ve hiçbir zaman bağlı olduğu temel espriyi, hüviyetini o-luşturan değer hükümlerini dejenere etme yolunda çaba göstermemişti.

Ancak, 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında imparatorluk Avrupa kökenli fikirlerin, değer hükümlerinin saldırısına uğradı. İslâm ki, sosyal yapısı itibariyle dâima demokrasi yanlısı bir dindir. Daha doğru bir deyişle adil bir dindir. Ne Hindistan'daki gibi sosyal sınıflar düzenini kabul eder, ne de Avrupa'daki gibi aris-tokratik sınıfsal ayrıcalıklar .düzenini. İslâm, fırsat eşitliği ve yeteneklerin değerlendirilmesi düşüncesini yaymak i-çin İslâm âleminde hiç bir zaman kanlı bir harekete ihtiyaç duymamıştır. Bu düşünce davetin daha başlangıç a-şamasında gelip yerleşmişti, ayrıca İslâmî görüş daima

-31-

kanun üstünlüğünden yana olmuş ve yöneticiler başta olmak üzere herkesin kanuna saygılı olmasını istemiştir. Osmanlı döneminde alimler bu İslâmî ilkeye saygı duyulmasını zorunlu kılacak kadar güçlü ve etkiliydi.

İslâm'ın öngördüğü şûra sistemi tam anlamıyla anlaşılamamış kavranamamış olmasına rağmen, yine de değişik ülke ve uygarlıkların malı hazır politik düşünceleri almaktan iyi idi. Batılıların ya da Batılılaşmış yöneticilerin eliyle böylesi düşüncelere yönelmekten hayırlıydı. Çünkü, bu tür uygulamaların Müslüman Ortadoğunun ihtiyaçlarını, istek ve beklentilerini karşılaması mümkün değildi.

Ama, ne görüyoruz? Kahire parlamentosu avuç a-vuç ve hazır kutular halinde böylesi düşünce ve sistemleri dışardın ithal etti. Bu yabancı sermayenin ne olduğuna dair açıklayıcı bir şerh ve yoruma bile gerek görmeden peşin uygulamaya koyuldu. Mısır halkının istek ve ihtiyaçları varmış, onun umurunda mı? Kendi dalâletinden başka bir şeyi düşündüğü yoktu. (1)

Böylece, İslâm'ın hayatı bütünüyle kavrayan sistem anlayışı yitirilmiş oluyordu; tabi, inanç mefhumu da. Ayrıca, İslâm'ı sağlıklı bir biçimde koruyup anlatma mevkiindeki İslâmî kumanda organı da elden çıkmış oluyordu. Bundan böyle İslâm'ın hem din hem bir hayat tarzı

(1) el-İ'tisâm; Zilhicce, 1397 /Kasım, 1977

-32-

olduğu, ruhaniyetle eylemi yanyana götürdüğü, kültürle yasayı eş gördüğü, mushaf ve kılıç anlamına geldiği nereden bilinecekti? Sonunda otorite makamının Kur'an ve Hadise bağlı olduğunu, olması gerektiğini bilmeyen bir millet ortaya çıktı. Bu milletin, medeni kültürle yüklü aydınları da islâm dininin şûra, adalet, hak, hürriyet ve ilâhi sistemlerden kaynaklanan bir nizama sahip olduğunu bilmiyordu. O ilâhî sistem ki, dörtbir yanı batıla kapalıdır, Hâkim ve Hâmîd sıfatlarının sahibi yüce yaratıcının gönderdiği bir vahiydir.

İşte, İslâm'ın hayatı bütünüyle kavrayan değerler sistemi böylece düşmüş oluyordu. Yerine gelenlere Ber-nard Louis'in «boş» diye nitelediği yabancı kökenli kurumlardı, sistemlerdi. Bunların başında ceberutların sultası yer alıyordu. Yani sömürgeciler, ya da onların adına iş gören uşakları.

Cihad Güçlerinin Hedeften Saptırılışı:

Urâbî hareketi başarısızlıkla sonuçlanıp da İngiltere'nin Mısır üzerindeki egemenliği eksiksiz bir şekilde sağlanınca, bu kez sömürgeciler okul ve halk kültürü yoluyla zihinleri, dikkatleri Mısır'ın düşüşüne yol açan temel sebebin özünden kaydırmaya yüklendiler,, O temel sebep, hiç şüphesiz dinin elden çıkması ve yüreklerde

-Sa-

. 14, F: 3

yaktığı meşalenin sönmesiydi. Uygulanan bu son taktik de beklenen ürünü vermekte gecikmemişti. İşte, merhum Mustafa Kâmil ve Muhammed Ferid hareketleri. Bunların amacı yalnızca bağımsızlıktı. Halkı şahlanışının temelinde yatan esaslara çekmek, örneklerini ondan almasını sağlamak ve yine millete şahlanışını yönlendiren bir düstur olarak İslâm ilkelerini göstermek, hatta bunu zorunlu kılmak varken, böyle bir şeyi hesaba bile katmadılar. Herhalde bu, o dönem revaçta bir görüş olan «Dini politikadan ayrı tutma» düşüncesinden kaynaklanıyordu.

Daha sonra 1919 devrimini sahnede görüyoruz. Bu devrim de tam bir fikrî hezimet içinde mevcut politik ortamı benimsedi. Siyasî düşüncenin, fikir ve ahlak savaşı veren yabancı güçlerin emrine girdi, teslim oldu. Bütün yaptığı iş şekilci bir politika izlemek oldu. Bağımsızlık, millî cihad, anayasa, parlamento ve ülke bütünlüğü gibi belli başlı sloganların peşine düşerek ileri devletleri taklit eden bir havaya büründü. 1919 devrimiyle gelen bu sloganlar nihayet Vefd Partisi liderinin İngilizler hakkında söylediği «Şerefli, makul dostlar» sözüyle mühürlendi. Böylece 1936 and.laşması imzalandı ve adına da «Şeref ve bağımsızlık andlaşması» dendi. Böylece bu andlaşmanın getirdiği hakla Kinane topraklarında onbin-lerce silahlı işgal askerleri yaşıyordu.

Sömürü, milleti partilere böldü, kısır seçim çekiş-

- 34 -

melerinin içine itti. Vatandaşlar birbirine düştü. Herkes birbirinin kuyusunu kazar oldu. Öyle ki halk, koltuk uğruna milliyetini feda etmeyecek güçlü ve samimi bir siyasî kadrodan umudunu kesmişti. Zaten samimi olanlar da ya umutsuzluğa kapılarak, ya da çıkarcılıkla suçlanmaktan korkarak millî hareket saflarından kaçtı. Çünkü, siyasî ortam,  tam  bir bataklık görünümündeydi.  Sömürünün sağladığı çıkar fırsatlarından yararlanan politik çevreler, her   yanı   tutmuş   bulunuyordu.   Masumiyetine   kıyılan gençlik siyasî partilerce, ya da şehvet çevrelerince yutulmuş, eritilmişti. Dolayısiyle mukavemet ruhları da dumura uğratılmıştı.

Üstad el-Benna, milletinin 1926 yılındaki manzarasını şöyle çiziyor:

«- Öyle inanıyorum ki, geçirdiği siyasî dönemler, sosyal çalkantılar, etkisinde kaldığı Batı medeniyeti ve Avrupa özentisi, maddeci felsefe ve frenk taklitçiliği, bütün bunlar milletimi dinî gayelerinden ve kitabının gösterdiği ana hedeflerden uzaklaştırdı. Şan ve şeref dolu tarihlerini unutturdu, geçmişlerinden devraldıkları ölümsüz eserleri göremez hale getirdi. Cehalet ve ihanet eseri yapılan iftiralar sonucu bir zerresi bile bozulmamış olan dinleri hakkında şüpheye düşmelerine sebebiyet verdi. İslâm'ın gün gibi aşikâr hakikatini, yüzdeyüz hak olan ve hoşgörüye, kolaylık esasına dayanan prensiplerini ev-

- 35 -

ham perdeleriyle gözlerinden gizledi. Böylece halk cehaletin koyu karanlıkları içine düştü. Hele gençlik ve öğrenci kesimi, inancı fesada veren, imanın yerine inkârı getiren şüphe ve şaşkınlığın çölünde çaresiz kalakaldı.!1) Mısır, güçlü ve dürüst islâm'ı- bir lider kadroya ne kadar muhtaç! İnsan kalbine ilâhi azameti yerleştiren, o-nu parıltı ve aydınlıklarla dolduran, insana insanlık anlamını kazandıran, yüce fazilet değerlerini gözünde bay-raklaştıran, insanlara ahiretin azametini hatırlatıp, dünya hayatının basit kaygılarından kurtulmalarını sağlayan, hıyanet ve bölücülüğün sızmasına meydan vermeycek şekilde insanoğulları arasında kardeşlik bağını güçlendiren, farklı sınıflar arasında karşılıklı sevgi ve yardımlaşma e-sasına dayalı, sosyal adalet ölçüsünü tesis eden ve bütün müşkülleri kökünden çözümleyecek, yüzdeyüz ilâhi kaynaklı   çareler   getiren   İslâmî   lider   bir   kadroya»

İsmâiliye'nin Manzarası:

Mısır'ın ve İslâm dünyasının manzarası genel olarak budur. Ya İsmâiliye ve öteki Kanal şehirlerinin manzarası? Kardeşler davetinin hareket noktası, çıkış mekâ-

(1) İmam Hasan el-Benna; Müzekkerâtu'd-Da've ve'd-Dâiye, s. 59 - 60, baskı. 1977 m. - 1397 h.

-36-

ni olan bu şehirler; onların hali, manzarası niceydi acaba! Gidip davetin beşiğini ziyaret ettim. Bu bölgenin tabiatını, şartlarını tanımak istiyordum. Kardeşler davetinin nuru buradan fışkırmıştı. Daha ince ve nazik bir ifadeyle bu bölge, İslâmî hareketin yenilenmesi olayına sahne olmuştu. Bu olay ilk buradan başlıyordu. İhmale uğrayan, üzerine tozlar çöken İslâmî hareket bu durumdan kurtarılıp ilk haline, Allah Resulünden devralınan o nezih şekline, insan hayatını dünya ve ahiretin mutluluğuna götürecek eski parlak gücüne yeniden kavuşturulmak isteniyordu. Davet bu davetti ve bölge bu mutlu o-laya sahne olmuştu. Peki, ya manzarası? Göreceğiz!

Mısırlı Kılığına Bürülü Yabancı Şirketler:

İşte, Süveyş Kanalı Şirketleri ve daha başkaları. Üst düzeydeki görevlilerin hepsi yabancı. Şirketler yabancı olunca başka türlüsü de beklenemezdi zaten. İşçi-lerse tamamen Mısır'lı ve hepsi de köle durumunda. Yabancı görevli Mısır'lı görevliye hep tepeden bakıyor. Mısır'lı işçinin köleden pek farkı yok. Yabancı buraya gelirken çoluk çocuğunu getirmemişti, tek başınaydı. Bu durumda çamaşırını, elbisesini kim yıkayacaktı, evinin hizmetine kim bakacaktı? İşçinin karısı, kızı dururken bundan kolay ne vardı. Mısır'lı bu şirketlerde çalışmak zo-

— 37 -

runda olduğuna göre bu hizmetleri de yürütecekti. Mademki geçim sıkıntısı içindeydi ve bir lokma ekmeği bu zorbaların elinden yiyordu, öyleyse bundan normali olamazdı. İşte böylece, Mısır'lı işçi bir anda ırzını, namusunu teslim edivermişti. O dönem aşırı geçim sıkıntısı altında bulunan Mısır'lı namusundan böylesine fedakarlığa alışınca, vatanından da aynı şekilde fedakarlıkta bulunması zor olmadı. Gerek Kanal şirketinin gerekse öteki şirketlerin işçiye verdikleri ücret ve" üçbeş kuruşla bu tür fedakarlıklar arasında doğrudan bir bağ vardı. Ahlakî değerlerin kaybolması bundandı. Ülkenin eleten çıkması, millî haysiyetin yitirilmesi, vatan savunması şuurunun bütün bütüne unutulması hep bu adî çıkarlarla ilgiliydi. Sonunda ölü bir millet ortaya çıktı. Uyarılmaya şiddetle ihtiyaç duyan bir millet. Düşman karşısında derlenip toparlanmasını sağlayacak, kendisini savaş alanına çekecek manevi dirilişe muhtaç bir millet.

Sözde Alimlerin Sergilediği Acıklı Durum:

Kanalın iki yakasını tutmuş alim kılığına bürülü bir takım insanlar gördüm. Buralarda güya vaaz ediyorlardı. Durup, vaazlarını dinledim. Aman ne hurafeler, uydurmalar! Bunları bir alimin söylemesi asla mümkün değildi. Bir sebebi olmalı bu halin dedim ve hemen araştırmaya ko-

- 38 -

yuldum. Bu adamlar hangi mihraklardan besleniyordu, sırtlarını nerelere dayamışlardı? Durum hemen anlaşıldı. Bunlar iki grupta toplanıyordu; birinci grup İngiliz birliklerine, ikinci grup ise yabancı şirketlere sırtını dayamıştı. Artık, herşey aşikârdı. Bu adamlar din adına konuşan bi-' rer uyduruk vaizdi. Şurada burada yaydıkları hurafelerle İslâm'ın hakikatlarını örtmek ve bu batılların yerleşip kökleşmesini sağlamak için uğraşıyorlardı. Sonunda, İslâm adı altında saçma bir din ortaya çıkıvermişti. İlimle ilgisi olmayan sözde alimlerin elindeki bir din başka nasıl olabilirdi ki! Üstelik bunlar İslâm düşüncesini fitneye vermek, bid'at ve hurafeleri bölgede yaymak için özellikle imal edilmiş kuklalardı.

Doğrusu şunları da eklemeliyim: Bu iki grubun hemen yanında bid'atlarla savaşan bazı kişiler de vardı, davetin üslubuyla faaliyet gösteriyorlardı, ama tecrübeleri yoktu. Bu durumda sömürüye yine gün doğmuş oluyordu. Bu iyi niyetli fakat tecrübesiz gruptan müslüman-lar aleyhine umdukları fırsatı koparmış bulunuyorladı. Giriştikleri dahili fikir savaşıyla onları asıl hedeflerinden o-yalıyorlar ve bu kozu iyi değerlendiriyorlardı. Gördüğüm, duyduğum, kaydedebildiğim ve ileri gelenleriyle tartışabildiğim kadarıyla sözde din adamlarının sergilediği acıklı durum da işte böyleydi.

Orada, başka bir grupla daha karşılaştım. Bahaî-

-39-

lerdi bunlar. İslâm'ın gerçek davetçileri hapishanelere doldurulurken, bunlar rahatça faaliyet gösteriyordu. Çünkü Krallık döneminde alınan ve uygulanan bazı kararlar sözkonusuydu. Nasır döneminde de uzunca bir süre yürürlükte kalan bu kararlara göre, resmî makamlarca tanınmayan hiçbir kimse kürsüye, minbere çıkamazdı. İslâ-mî konularda halkı aydınlatmaya kalkışamazdı. Bahaîler bu ortamdan yararlanmasını iyi biliyordu.

Bir yanda para yüzünden haysiyetini kaybeden sözde alimler, öbür yanda istilâsına uğradığı hurafeler, uydurma ve bâtıllar karşısında dinî düşüncesini yitiren şaşkın bir millet. İşte, bu bölge de İslâm bunların eline düşmüştü. Bütün bunların ötesinde de koyu kapkara bir cehalet. Milliyetçiliğin anlamını bilmemekten tutun da, nelere ve daha nerelere kadar cehaletin her türlüsü. Bölge halkını oluşturan fertler böylesine koyu ve katmerli bir cehaletin içinde yüzüyordu.

İmam'ın ta küçük yaşlarda başlayan müsbet

tavrı:

Henüz çocuk denecek yaşlarda çok genç bir delikanlı iken -bile bir şahsiyet sahibiydi ve bu her halinden belli oluyordu. Babasının da el-Urvet'ül-Vüskâ dergisinde sîret bölümünü yazarak katıldığı Efgâni hareketinin

-    - 40 -

sorumluluğunu taşıdığının şuurundaydı. Allah, kendisine zekâ ve kabiliyet bağışlamıştı, öyleyse büyük işler başarmalıydı, böyle düşünüyordu. İlk iş olarak da İslâm'la sıcak bağları bulunan büyük şahsiyetleri harekete geçirmeyi kararlaştırdı. Bir ramazan günü iftardan sonra «İslâm'ın uyanışı» cemiyetinin kurucusu ve ulema grubunun büyüklerinden üstad Yusuf ed-Decevî'nin evine gitti. Burada alim ve ileri gelenlerden büyük bir toplulukla karşılaştı. Sohbet havasına hakim olarak müslümanların durumuyla ilgili duyduğu acıları dile getirdi. İslâm'ı ve müslü-manları kurtarmaya yönelik ciddî çalışmaların gerekliliği üzerinde durdu. Müslümanların bugünkü zayıf durumuna karşılık İslâm'a düşman mihrakların çok güçlü olduğunu belirten üstad ed-Decevî, bundan üzüntü duyduğunu, a-ma bu yolda harcanacak her çabanın mutlaka sonuçsuz kalacağını, bu durumda kişinin sadece kendini kurtarmaya çalışması gerektiğini ve bunun da yeterli olacağını i-fade etti. Daha sonra da bir şaire ait şu beyti okudu:

Anlaşabilmişsem nefsimle, kendi kurtuluşum

için eğer Ölen ölmüş kalan kalmış umurumda olmaz

gayrisi.

Genç Hasan el-Benna öfkeyle atıldı: «- Hayır efendim, söylediklerinize kesinlikle katılmıyorum. İnancım odur ki, ortada za'ftan başka bir şey

-41 -

yok. Bir de hareketsizlik ve sorumsuzluklardan kaçış! Neden korkuyorsunuz? Hükümetten mi, ya da Ezher'den mi? Geçim derdiniz yok, bari oturun da evinizde hizmet edin İslâm'a. Şayet karşılık vermiş olsanız gerçekte halk sizinle beraberdir. Çünkü, halkımız müslümandır. Ben o-nu camilerde, kahve ve caddelerde tanıdım, imanla dolup taşdığını gördüm. Ama, ihmal edilmiş sahipsiz bir kuvvet; bu inkarcı küfür alayının karşısına çıkarılamıyor. Ayrıca, mahut küfür alayının dergi ve gazeteleri de gafletiniz sayesinde ayakta duruyor, eğer dikkat edip sesinizi yükseltmiş olsanız her biri köşe bucak kaçışıp kendi deliğine girecektir. Ey üstad! Şayet Allah için çalışmak istemiyorsanız, bari dünya için, yediğiniz somun için çalışın. Çünkü, eğer İslâm bu milletin elinden çıkarsa bilin ki, ortada ne Ezher kalır ne de alimler. Hatta yiyecek, harcayacak bir şey de bulamazsınız. O halde İslâm'ın varlığını savunmuyorsunuz, savurimayacaksanız hiç olmazsa kendi varlığınızı savunun. Ahiret için çalışmak içinizden gelmiyorsa, bırakın dünya için çalışın. Aksi halde hem dünyanızı hem de ahiretinizi yitirmiş olacaksınız. İkisi birden gidecek elinizden.»

Orada bulunan kötü niyetli bazı alimler genç Hasan el-Benna'yı üstad Decevî'ye ve Ezher'e karşı saygısızlıkla suçladı. Fakat Ahmed Bey Kâmil adında büyüklerden biri: «Gencin hakkı var, söyledikleri doğru diyerek

- 42 -

onlara itiraz etti; Hasan el-Benna'ya dönerek: Evim emrinizde, dedi.

Daha sonra Decevî çevresindekilere birlikte Mu-hammed Sa'd adında bir komşusuna geçti. Genç Hasan el-Benna da katıldı onlara. Herkes yerini alıp oturduktan sonra Decevî ne görse iyi; delikanlı hemen yanında oturuyor. Şaşırarak yine mi sen, dedi!. Hemen eline bir miktar çerez alarak ilave etti; hele şunları al bakalım, inşa-allah düşünürüz. Hasan el-Benna cevap verdi; evet, yine ben, işte, tekrar geldim. Eğer mesele çerez meselesi olsaydı bir veya iki kuruş verip yetecek kadar almasını bilirdim elbette. Bir sonuca varmadıkça peşinizi bırakmayacağım. Durumun vahameti inşaallah düşünürüz gibi laflara müsait değildir. Ciddî ve hemen hareket istemektedir. Siz İslâm'ın koruyucularısınız. Eğer sizin dışınızda İslâm'ın başka imamları, koruyucuları varsa ve bunları tanıyorsanız lütfen delalet edip bana gösterin, ayaklarına gideyim, sizde bulamadıklarımı belki onlarda bulurum. E-fendim, ne olur anlayın, kaybolan İslâmî varlığı ye İslâm'a ait herşeyi yeniden elde etme yolunda olumlu bir adım atmanızı istiyorum!

Bir an yakıcı, kavurucu bir sessizlik odaya çöktü. Decevî başta olmak üzere orada bulunanların bir kısmı gözyaşlarını tutamayıp ağlamaya başlamışlardı. Ne yapabilirim Hasan? dedi Decevî, ne gelir elimden? İngiliz

- 43 -

işgal kuvvetleri ülkeyi avucunun içine almış, herkes titriyor, korkuyor. Efendim, dedi genç Hasan, din gayretine sahip düşünce adamlarını toplayıp bir araya getirebilirsiniz, böylece bir durum değerlendirmesi yapmalarını sağlayabilirsiniz. Konuşmalar, konferanslar şeklinde bir hareket başîatabilirler. Küfrün, inkârın karşısında duracak bir gazete, dergi çıkarılabilir. Gençliği bünyesinde toplayacak bir cemaat kurulabilir. Bir yandan da vaaz ve ir-şâd hareketine hız kazandırılır. Bunları yapmamız pekala

mümkündür!

Bu sözler meclisi oluşturan zevat özerinde derin bir etki meydana getirdi ve bunun sonucu derhal harekete geçildi. Ülkenin önde gelen alim ve eşrafı kimlerdir, bunların   müzakeresine   başlandı.   Hasan   el-Benna'nın teklifi üzerine tesbit edilen isimler bir kâğıda yazıldı. Bu arada üstad Decevî Ehram gazetesinde İslâm hakimiyetinin zorunluluğunu gerektiren bir yazı yayınladı. Aynı yazıyı ayrıca Nûru'l-İslâm dergisinde de yayınladı. Öte yandan Muhibbuddîn Hatib el-Fetih adında bir dergi çıkarmaya başladı. Daha çok edebî bir espriye sahip olan bu dergi İslâm'a davet yolunda etkili yazılar ihtiva ediyor ve bu konuda bir meşale ödevini görüyordu.

O Yaşlarda Düşünce Olgunluğu:

Yıl, 1927. Yüksek öğrenim son sınıfında okuyor

- 44 -

Hocalardan Ahmed Yusuf Necati sınıf öğrencilerine bir kompozisyon ödevi veriyor. Herkes dilediğini yazabilecek. Başlık da şöyle: «Öğrenimini tamamladıktan sonra en büyük amacının ne olduğunu anlat ve bu amacı ger-leştirmek için hangi prensipleri hazırladığını açıkla!»

Öğrenci Hasan el-Benna yazdığı kompozisyonda insanlığın hayrı için çalışan ve bunu sırf Allah rızası uğruna yapan sosyal bir şahsiyet olmak istediğini belirterek şöyle dedi: «En hayırlı, en değerli iş, sonuçlarından o işi yapanın, ailesinin, milletinin ve topyekün insanlığın yararlandığı iştir. Elde edilen yararın kapsamı nisbetinde o iş önem ve değer kazanır.» Bu yolda kendisine yardımcı o-lacak öğretmenlik mesleğini seçişinin sırrını da şu sözlerle açıkladı: «Öğretmen olmak istiyorum. Çünkü görüyorum ki, öğretmenler büyük yığınları aydınlatan birer ı-şık durumundalar. Gerçi bu ışık kendisinin yanması pahasına halkı aydınlatan bir mum ışığı gibidir ama yine de her türlü ilgiye lâyıktır.» (1) Tarikata girmeyişinin en ö-nemli sebeplerini de şöyle dile getirdi: «Bunun iki sebebi vardır;

1-  Diğer tarikat mensuplarıyla anlaşmazlığa düşmek istemiyorum.

2-  Davetin az sayıda Müslüman bir grup arasında

(1) Müzekkerâtu'd-Dâve ved-Dâiye, sh.58 - 60.

-45 -

mahsur kalmasını istemediğim gibi İslâmî ıslah hareketlerinden yalnız birine mal edilip harice taşma şansını kaybetmesini de doğru bulmadım.» (1)

İmam el-Benna önemli bir durumu daha farketmiş-ti; ülkenin siyasî, İslâmî, millî ve içtimaî fikir yapısını temsil eden kesim bilimin ağır baskısı altındaydı. Avrupa kaynaklı bilimsellik hareketi düşünce ufuklarında bir şimşek gibi çakmış ve neredeyse gözlerini, basiretlerini kör etmişti. Hatta Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Muham-med Ferid Vecdi ve İslâm'a yardım etmek, Müslümanları harekete geçirmek için içtenlikle, hararetle çalışan talebeleri bile bu baskı çemberinin içindeydiler. Çünkü, hem onlar hem de talebeleri az ya da çok bundan etkilenmişlerdi. Ancak İmam el-Benna'nın bulunduğu İslâmî çizgi safdı, pürüzsüzdü. Gerek onların gerekse Efgâni gibi benzerlerinin maruz kaldığı bu etkiden tamamen uzaktı. Burada bir hatıramı kaydetmek isterim. Bir gün kardeşlerden biri merhum eş-Şeyh Tantâvî Cevherî'nin Kur'an tefsiri ile ilgili görüşünü sormuştu İmam'a. Merhum Cevheri Batı ansiklopedilerinin, hakkında çok şeyler yazdığı bir İslâm felsefecisiydi. Bir ara Müslüman Kardeşler gazetesinin yazı işleri müdürlüğünü de yapmıştı. Önde gelen davetçilerden biriydi, imam verdiği cevapta şunları

i i) Müzekkeretu'd-Dâve ved-Dâiye sh. 71.

söyledi: «O tefsir her müslüman için bir ansiklopedidir. Kur'an-ı Kerimi okuyan, inceleyen herkes için önemli bir eserdir. Çağının ve şartlarının mührünü taşıyan karakterini yansıtan ayrı bir tefsir oluşu gözden ırak tutulmamalıdır. Kendi çağında ve çağdaşları için yaşayan bir eserdir. Ancak bu, onun çok faydalı bir kitap olmasını, herkese ışık tutmasını Allah'ın izniyle gölgelemez.»

Bu kısa izahtan çıkan sonuç şudur: Efgânî, Muhammed Abduh, Reşid Rıza ve benzerleri İslâm davetinde bir merhalenin temsilcileridirler. Giriştikleri hareket bir ıslah hevesi, isteği olmaktan öteye geçmez. Diğer bir deyişle bu hareket; İslâm ilkelerini, toplum katlarında ve yönetimde egemen kılacak düzenli, pratik ve etkin bir güç oluşturamamıştır. Sadece aksiyon niteliği taşımayan bir teşebbüs olarak kalmştır.

O halde İmam Hasan el-Benna İslâmî hareketinde bir tashih, düzeltme merhalesidir. Cihad çizgisini pürüzlerden arındırma ve şaşırtılan hedeflerine yeniden yöneltme çığırıdır. Milleti ve her çeşit ıslahçı hareket komutasını Aziz ve Hamîd sıfatlarının sahibi yüce yaratıcının , sırât-ı müstakimine yönlendirme adımıdır. Hem de İslâm ümmetinin ve ona öncülük eden kadroların hakîkatlardan saptırıldığı, en doğru yoldan alıkonduğu ve dolayısiyle binbir çeşit çıkmazın girdabına itildiği bir dönemde.

Buna, sıtratejisi kesin çizgilerle belirlenmiş, büyük

- 46 -

- 47 -

bir hareket için ciddî bir hazırlık aşamasıdır da diyebiliriz. Bir yönüyle de Muhammed Abduh, Efgânl ve Reşid Rıza hareketinin çarpık taraflarını düzelten, ancak hassas bir büyüteçle görülebilir durumdaki eğriliklerini doğrultan bir başlangıç adımıdır. Onlardan başka, Abdülaziz Çavuş hareketi için de aynı şey ve hatta onun yolunu izleyip yığınla hataların içine düşerek, dalaletleri apaçık ortaya çıkan kişiler hep aynı değerlendirmeye tabidir.

Doktor Tahir Ahmed Mekkî de şöyle diyor: «Hasan el-Benna kendine has üslûbu olan bir İslâm davetçi-sidir. Eşsiz ber dehâ, emsaline zor rastlanıl* bir alim ve plan adamıdır. Yüzyılımızdaki İslâm hareketini yenileyendir ve gerçek manada bir din adamıdır. Etkili bir hatip, ikna eden bir söz ustasıdır. İslâm nizamını müjdeleyen bir davetçidir. Bir yandan Cemaleddin Efgânî'nin cesaretine sahip olurken, bir yandan da Muhammed Abduh'un fikir planındaki atılganlık özelliğini kendinde toplamıştır. Ayrıca Efgânî'de de, Abduh'da da bulunmayan üstün bir teşkilatçılık gücüne sahiptir.» (1)

Tıpkı, Robert Jackson'un dediği gibiydi. Onu anlatırken yazar şöyle diyor: «Her şeyi söylerdi, ama cerh mi etti, kötüledi mi anlayamazdınız. Eleştirilerini bir sanat ve vecize üslûbu içinde yöneltirdi. Bir konunun sadece ana

(1) el-Hilâl Dergisi; Sri. 40 - 41, Mayıs 1977.

hatlarını ortaya koyar, ayrıntılarını ise çevresindekilere bırakırdı. Muhatabını daima rahatlatan bir sadeliğe sahipti. Ama aynı zamanda son derece derindi de. Öyle ki, kendisiyle görüşen, konuşan biri sonunda mutlaka onun yanında yer alırdı. Savunduğu, sözcülüğünü ettiği düşünceye kesin kesin inanırdı.» (1)

Hele değişik isimleri, durum ve konumları hafızasında tutma kudreti herkese örnek teşkil edecek çaptaydı. Sözgelimi bir kere karşılaşmışsanız, yıllar sonra tekrar karşılaştığınızda size adınızla hitap eder, memleketinizden, ilk karşılaşma sırasında yanınızda bulunan arkadaşlarınızdan sorar. Çoğu zaman da bir kardeşe çocuklarının isimlerini ayrı ayrı söyleyerek ne halde olduklarını sorar, isterse onları bir kere görmüş olsun.

Hasan el-Benna ve Diğer Islahçı Hareketler Arasındaki Fark:   .

Amerikalı yazar Robert Jackson şöyle der: «Doğuda, batıda eski ve yeni dönemlere ait dünyanın tanıdığı kaç akım, çığır ve mesaj varsa Hasan el-Benna hepsini de okumuş ve araştırmıştır. Bunların kahramanları kimlerdir, başarıları, başarısızlıkları nelerdir hepsini bir bir

(1) el-Hilâl dergisi: sh. 114.

-48 -

49-

R: 14, F: 4

incelemiştir. Bunlardan çalışmalarına ışık tutacak olanları, tecrübe olarak kullanabileceklerini almayı bilmiştir. Bütün herşeyi adeta yutmuştu. Kanun, toplum, politika ve edebiyat konularında okuyup öğrenmediği ilim, fikir ve yeni gelişmelere dair bir teori yoktu.»

Yüzyılımızda gerçekten ıslâha yönelik pek çok hareketler ortaya çıkmıştır. Hindistan'da, Mısır'da, Sudan ve Kuzey Afrika'da. Önemsiz sayılmayacak sarsıntılar, yankılar meydana getirmişlerdir. Ne var ki, hiçbiri olumlu, kalıcı sonuçlar doğuramamıştır.                         J

Bunun sebebi açıktır: Bazı ıslahatçılar olaylarla karşılaştıklarında soğuk kanlı olamıyorlardı, içine düştükleri ölçüsüz reaksiyoner durum ve ruh hali yüzünden kurmaya çalıştıkları yapı daha tamamlanmadan yıkılmaya mahkum oluyordu. Halkla da bir bütünlük yoktu, sağlam bir kamuoyu oluşturamıyorlardı.

Sonunda bütün bu davetler, akımlar, çığır ve mesajlar meydanı bir bir terk etti, kitap sayfalan arasındaki kelimelerden, dillerdeki ibarelerden ibaret kaldı. Şimdi her biri yeni bir diriliş bekliyor, öğreti ve şartlarının yeniden ele alınmasını umuyor, tam manasıyla olgunlaşabile-ceği zemini kolluyor. Ama ne mümkün! İşte, İmam el-Bennâ kendinden öncekilerin tecrübelerinden yararlanmış, İslâm davetinin sancağını taşıyan liderlerin, mütefekkir ve öncülerin tarihinden istifade etmeyi bitmiş, ama

 

onların düzeyinde kalmak istememiştir. Daha ileri bir alana ayak basarak başka kahramanlarla buluşmuştur. Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer ve Hazreti Hâlid'den yararlanmıştır. Hazreti Ebu Bekir'den hoşgörü, Hazreti Ömer'den sertlik ve Hazreti Hâlid'den de teşkilatçılık dehâsı almıştır. (1)

Müslüman Gençler Cemiyetini Oluşturması:

İngiliz işgali azgın bir misyonerlik hareketi başlatmıştı. O dönemin büyüklerinden Doktor Abdülhamid Saîd Almanya'dan dönmüş, onun Mısır'a gelişi işte böyle bir ortama rastlamıştı. Misyonerlik hareketi ülkeyi korkunç bir dalga halinde sarmıştı. Hatta ingiliz himayesi altındaki bu misyonerler aynı görevle Ezher Üniversitesine kadar girmeyi başarmış ve eylemlerini sürdürebilmişlerdi. Cadde başlarını ve hele Ezher-i Şerif caddesini ellerine geçirmişlerdi. Kürsüler kurup nutuklar atıyorlardı. Misyonerliğin her türlü taktiğini deniyorlar ve İslâm hakkında milleti  şüpheye  düşürmeye  çalışıyorlardı.   Köyler,  şehirler bunların faaliyetleriyle doluydu. Sözgelimi,  Buheyre'ye bağlı Mahmudiye şehrinde İngiliz kilisesinin emriyle üç kız yoğun bir şekilde hıristiyanlık propagandasına girmişti) el-Hilâl dergisi.

-50-

- 51 -

ti. Başlarında Mis. Wait adında bir kızın bulunduğu bir grup; sağlık hizmetleri, dikiş nakış öğretmek ve küçük çocukları barındırıp eğitmek bahanesiyle müthiş bir misyonerlik faliyeti gösteriyorlardı. Böylece Hasan el-Ben-na'nın mücadele alanına bir ikincisi daha eklenmiş oluyordu. Sekreteri henüz on dört yaşında olan «Hassafiye Hayır Cemiyeti» ile birlikte Hasan el-Benna bu mücadele alanlarında etkin bir rol oynamıştır. (1)

Bu mesele alimlerimizi uyarmaya başlamıştı. O sıralarda Dâru'I Ulûmul'ulyâ öğrencisi olan genç Haşan el-Benna, Abdülhamid Said, Yahya Derdîr ve daha başka büyüklerle görüşmeler yapıyordu. Gençliği kurtarma yolunda ciddî tedbirler almanın zarureti üzerinde duruyordu. Gayri müslim gençlerin bir kulübü vardı. Buraya yalnız kendileri devam etmiyor, müslüman" gençler de gelip ¦ gidiyor, misyonerlik faliyetlerine yataklık eden bu kulüpte gençlerimiz planlı bir şekilde şüphelere itiliyor. Gençliği dağınıklıktan kurtaracak, bir araya getirecek bir kulübe ne kadar muhtacız! Böyle düşünüyor ve böyle söylüyordu genç Hasan el-Benna.

Bu düşünceler meyvelerini vermekte gecikmedi. Hasan el-Benna bir gençlik kulübünün tohumlarını atmayı başarmıştı. Asıl doğumu İsmâiliye'ye göçünden sonra

(1) el-Hilâl dergisi, Mayıs 1977.

- 52 -

gerçekleşen bu kutlu ocağın adı «Müslüman Gençler Cemiyetedir. Kendisi İsmâiliye'de idi ama onu desteklemede ve kuruluşuna katılmada hiç vakit kaybetmemişti. Bu cemiyetin yönetim kurulu ve kurucu meclisi doktor Abdülhamid Said'in başkanlığında doktor Yahya Derdîr, Şeyh Muhibuddîn Hatîb ve benzeri üyelerden oluşuyordu. Hasan el-Benna bu devlerin arasında gençliği temsil eden tek üye idi. Ömrünün son anına kadar da bu cemaata olan bağlılığını sürdürdü. Nitekim mübarek ömrünün son gecesi yine bu cemiyetin binasında geçti.

Neydi bu cemiyetin ana hedefleri? Şöyle sıralaya biliriz:

1-  İslâm ilke ve kurumlarının yeniden teessüsü i-çin çaba harcamak.

2-  Ülkede İslâm'ı hakim kılmak.

3-  Bazan haçlı bazan da lâiklik isimleri arkasına gizlenen Batılı fikir emperyalistlerinin pençesine düşen gençliği bütün bütüne kaybolmaktan kurtarmak.

işte, bu milleti Batı istikametinden döndürme yolunda girişilen ilk ciddî hareketin öyküsü. Böylece «Artık dur!» deniliyordu, burası İslâm ülkesidir, ileri gidiyorsunuz, kendinize gelin, diye haykırılıyordu.

Liderlik Özellikleri:

- 53 -

Sade tabiatı, hafif sakalı ve kimi âlimlerde görülen sun'î tavırlardan uzak görünüşüyle Hasan el-Benna İslâ-mî hareketin liderliği için yaratılmıştı sanki. Zekî idi, nereden neyin geleceğini iyi bilirdi. Vakur ve heybetliydi.

Kişilerin farklı anlayışları üzerinde kudret sahibiydi. Muhataplarının gönüllerine girmesini bilirdi; düşünce ve görüşünü kabul ettirmeyi başarırdı. Çok geçmeden kendi düşüncesi konuştuğu kişilerin dilinden dökülmeye başlardı. Birden aynı düşüncenin bağlıları oluvermişlerdir. Hatta, söylediklerinin himaye ve neşri için birer asker o-luvermişlerdir. Karşı düşünce ve muhalefetlerden sıkılmazdı. Bize hep şöyle derdi: «İnsanların size ve savunduğunuz teze karşı çıkmasını nasıl düşünebilirsiniz! Varlığının hakikati apaçık olan Allah hakkında muhalefet ediyor ve; Allah üç tanrının üçüncüsü diyorlar, ve daha neler!» .

Ayrı ciltler halinde izah edilebilecek bir düşünceyi o birkaç satır ya da sayfada gayet veciz ifade ederdi. Böylece farklı seviyelerdeki bağlıları söylediklerini tamamıyla kavrar, muhafaza ederdi.

Bir söz ustasıydı, yeni düşüncelerini yumuşak ifadeler halinde sunma kudretine sahipti. Eğer böyle olmasaydı halkın muhalefetiyle karşılaşırdı. Kendisiyle savaşırlardı bile. İşte bu yeteneği ve gücü sayesinde onları, geçmişin mirası alışılagelmiş düşüncelerden uzaklaştır-

- 54 -

mayı başardı, din konusundaki yalnış anlayışlarını düzeltti. «Hayat görüşlerini değiştirdi, bir hedef verdi onlara, hürriyet ve kuvvete dair umutla doldurdu gönüllerini.» Jackson'nu dinleyelim, yazar şunları söylüyor: «- Liderlik niteliklerinden biri de sesiydi. Güçlü ve sevgi dolu sesi vardı. Bir de beyan dirayeti, anlatım gücü. Yığınların ruhuna kolayca nüfuz edebiliyordu. Kültürlü kesimin idrak zevkine uygun bir anlatım gücü vardı. Söz ustalığı ve ikna yeteneği konusundaki üstünlüğü, tecrübe ve mahareti sayesinde herkes tarafından kabul görürdü

Onda siyasetçilerin dehası, liderlerin gücü, alimlerin delil dirayeti, sofilerin imanı, sporcuların atılganlığı, felsefecilerin ölçüleri, hatiplerin hitabet gücü ve yazarla-ın kalem keskinliği vardı. Bütün bu nitelikler çok özel bir karakter halinde ayrı ayrı kendini gösteriyordu. Sahabe ve Tabiîn'in hayat hikayelerinde okuduğunuz niteliklerdi. Toplum tabiatından ayrı bir tabiata sahipti, çağı geçmiş bir kelimeydi adeta. O sebepledir ki, İslâm kelimesini yeni bir tarzda yücleten, sokak adamına varlığının ve aki-betinin hakikatini gösteren böyle bir imam karşısında Batı eli kolu bağlı kalmadı. İnsanları Allah kelimesi üzerinde toplayan, davetinin gücüyle her türlü yabancılaştırma,. milliyetçilik maskeli dalaletler ve dar ırkçılık hareketlerinin rüzgarını kesen, yazarların üslûbunu doğrultan ve bir

•¦     -55-

kısımınin da İslâmî hareket kervanına katılmasını sağlayan böyle bir İmam Batı için elbet bir tehlikeydi.» (1) Ak-kâd, Heykel ve benzerleri bunun en canlı örneğini teşkil ederler. İşte bu yazarların İslâm hakkında yazılar yazmaya yönlenmeleri onun etkisiyledir.

 

(1) el-Hİlâl dergisi, Mayıs 1977.

İSMAİLİYE'DE

Allah'ın izni ve iradesiyle Haziran 1927 de «Dâ-ru'l-ulûm»dan mezun olan bu genç aynı yılın eylül'ünde öğretmen olarak atanıyor ve bu, İsmailiye'deki ilk işi oluyor. 16.9.1927 ye rastlayan bir pazartesi günü ismaili-ye'ye gitti. Burada hiç vakit kaybetmeden bir yol aramaya koyuldu. Doğruca camiye gitti. Cami onun gibi bir kişi için en tabii bir yerdi. Zikir halkalarıyla karşılaştı camide. Bu yeni ortamı kavramakta gecikmedi. Tarikat mensuplarıyla başkaları arasında da cereyan eden bir takım sürtüşmelere tanık oldu. Şehir halkı ikiye bölünmüştü. Bir kısmı Şeyh Musa'nın, bir kısmı da Şeyh Abdussemi'in çevresinde toplanmıştı. Halkı yabancı işgalinden oyalayan ve kendi içinde didişmelere düşüren teferruat cinsinden bir takım meseleler çevresinde müthiş bir parçalanma olayı vuku bulmuştu. İşte sözkonusu meselelerden bazıları; tevessül, yani Allah'a yaklaşmada bir vesi-

-57-

leye sarılma meselesi. Ezandan sonra Peygambere sa-lât ü selâm okuma meselesi. Cuma günü camide Kehf sûresinin okunması durumu. Teşehhüdde peygamberin adı geldiğinde «seyyidunâ» diyecek miyiz, demiyecek miyiz? Yine peygamberimizin ana-babasının ahirettekî yeri? Ölünün arkasından okunan Kur'an onun ruhuna u-laşır mı, ulaşmaz mı? Tarikat müntesiplerince tertiplenen zikir halkaları bir masiyet midir, yoksa Allah'a yaklaştıran birer vesile mi?

Bir grup insanla cami köşelerinden birinde ayrı bir yer tutmaya çalıştı; onlarla dinî bir bağ kurmak ve karşılıklı sevgiye dayanan bir bütünlük sağlamak istiyordu. Ancak yaklaşık yirmi üç yaşındaki bir gencin öğütleri ileri düzeydeki şeyhlerin öfkesini çekti üzerine. Bu muhalif şeyhler birlik olup onu camiden kovdular. Artık kahvehaneden başka gidebileceği bir yer yoktu. Evet, kahvehane. Ya buradaki manzara? Tam bir garabet örneği. Sözgelimi biri oturmuş Zır Salim ya da Antere Bin Şeddad hikâyesi anlatıyor. Tabî, sazı ve şarkısıyla. Ortada her biri ayrı talden çalan ve danseden kadınlar. Nihayet kovulmadan oturabileceği bir sandalye bulabilmişti. Oturdu; halkı düşünmeye, tepeden tırnağa karakterlerini incelemeye başladı. Dans bitmiş ve çalgılar susmuştu ki gen öğretmen bir konuşma yapmak için izin istedi. Tamam, j dediler konuş, dinliyoruz. Cahiliye edebiyatı okuduğun-i

dan söz etti onlara ve cahiliye kahramanlarına dair öyle şeyler anlattı ki şaşırıp kaldılar. Böylesini hiç duyup dinlememişlerdi. Sonra sözü başka bir noktaya çekti. İslâ-mın bu kahramanlardan nasıl da devler meydana getirdiğini, bu çahjliye adamlarından Halid bin Velid, Amr bin Madikerib ve benzerleri gibi nice İslâm kahramanları ortaya çıkardığını sözkonusu etti.

Bu şekilde başlayan sohbetler birbirini izledi. Genç öğretmen el-Benna, İslâm fetihlerinin kahramanlarına dair çok şeyler anlatıyordu onlara. Halk kendisine öylesine sarıldı ki, peşini bırakmaz oldu adeta. Artık herkes ona «efendi» diye hitap ediyordu. Saz sahibi büyük öğretmenin kürsüsüne oturtuyorlardı. Daha sonra ayrı bir oturum düzenlediler onun için. Böylece aynı kahvehanede iki ayrı ders vermeye başlamış oldu.

Bu kahvehanade halk büyük yığınlar halinde toplanmaya başladı. Genç Hasan el-Benna garip bir durum farketti. Yığınların kalbinde gizli ve üstü kapalı bir iman vardı. Bu imanı araştırıp ortaya çıkarmak pekala mümkündü. Bir umut ışığı parlamıştı içinde. Bundan böyle kahve sohbetlerini sürdürmeliydi ve öyle yapıyordu. Bu kez başka bir kahvehane müşterilerinin gitgide azaldığını anladı. Koşup Hasan el-Benna'nın bulunduğu kahvehaneye gidip aynı sohbetleri ücret karşılığında kendi kahvehanelerinde de yapması ricasında bulundular. Hasan

- 58 -

-59-

el-Benna bu teklifi derhal kabul etti; ancak ücretsiz olarak; çünkü onları memnun etmek istiyor, kazanmak maksadını güdüyordu. Böylece, sonunda binlerce kişinin devam ettiği üç büyük kahvehanede üç ayrı kürsüye sahip olmuştu. Artık bu ortamın değerlendirilmesi zamanı gelmişti. Ele aldığı konuyu yavaş yavaş açıyor ve halka i-nanç hakkında, hayat tarzı ve ahlak konularında konuşmalar yapıyordu. Tabi, işe öncelikle inancı düzeltmek, güçlendirmek ve sağlamlaştırmak noktasından başlayarak. Bunun için de Allah'tan, Allah'ın varlığından-;,ve yüce sıfatlarından sözediyor, Allah Resulüne, O'nun azim ve sebatını, eşsiz ahlakını anlatıyordu. Bunları anlatırken de felseefî nazariyelerden ve mantıkî kıyaslardan özellikle kaçınıyordu. Dine aşk derecesinde bağlılık duyar hale geldikten  ve  kıyamet gününe  kesin  kesin  inandıktan sonra, İslâm'ın ahlak prensiplerini ve getirdiği yükümlülükleri açıklıyordu. Namazı anlatıyordu onlara; ama Ezher alimlerinin izlediği yolu izleyerek değil. Sözgelimi; «Temizliğe elverişli sular yedi bölüme ayrılır» şeklinde girmiyordu namaz konusuna. Allah Resulünün abdest alanların sevabına dair hadisinden söz ediyordu. Sözgelimi: «Kim güzel bir şekilde abdest alırsa vücudu günahlardan arınır; hatta tırnaklarının altında bile birşey kalmaz.» hadisini anlatıyordu. Yine şu hadis-i şerifi: «Kim güzelce abdest alır kalbi ve yüzüyle yönelerek iki rek'at namaz kı-

larsa cennet ona vacip olur.» İzlenen bu yol öylesine etkili oldu ki, dinine can atan bu kişiler bulundukları yere sığmaz oldular. Namazımızı nerede kılacağız ve mutlaka kılacağımıza göre? diye haykırdı. Yıkık dökük bir namazgah gösterdiler kendisine. Derhal eli kolu sıvadı ve işçilerle birlikte o camii inşaya koyuldu.

Halkı Nasıl Çağıracağız?

Hasan el-Benna'nın izlediği yol Allah Resulünün izlediği yoldu. Cahiliyeyi kaynağında, can evinde karşılıyor, yakalıyordu. Yani kahvehanede. Çünkü, Allah burada unutuluyor ve şeytana burada tapılıyordu, işte Hasan el-Benna da işe buradan başlayarak halka yavaş yavaş sokuluyor ve nazik bir üslûpla camiye çekiyordu. Camide de kendisine refakat eden bu insanlara vaaz ediyor, öğütler veriyordu. Onu beğenen ve kendisiyle birlikte camiye gelenler arasında biri vardı ki, ne aklı başında bir insandı ne de söyledikleri gibi deliydi. Sadece bir parça çakırkeyf biriydi. Hasan el-Benna namaza ilişkin konuşmasını bitirmişdi ki işte bu adam: Namaz kılmak istiyorum, diye atıldı. İmam el-Benna, yanındaki işçilerden Ab-durrahman Hasbullah adındaki birine: Abdurrahman, haydi bunu abdest mahalline götür ve kendisine abdesti öğret, dedi. Abdurrahman o şahsı abdest mahalline götür-

-61 -

dü. Sarhoş haldeki kişi orada Allah'ın iradesiyle kustu ve bir parça kendine geldi. Artık abdest alıyor, Abdurrah-man'dan da namazı öğreniyordu.

Zamanla Irâkiye bölgesinde ikinci bir köşede sabit bir ders edindi kendine. Bu dersin vakti akşamla yatsı a-rasıydı. Bu dersten sonra da kahve dersine çıkıyordu. Kahve dersi ise hem belli bir konuyu kapsıyor, hem de vurucu, açık ve kısaydı.

Davet ettiği insanlara karşı son derecede yumuşak ve şefkatli davranıyordu. Hasan el-Benna her işinde bu prensibe bağlıydı. Bunda yine liderimiz, öğretmenimiz Allah Resulünü örnek almış oluyordu. O ki; «Size düşkün, inananlara şefkatli ve merhametlidir.» (1)

Üstad avukat Muhammed Fehmi Ebu Gadir'den dinledim; Hukuk Fakültesindeki bir arkadaşından üstad Abdülvahhab Hamûde'nin yazdırdığı hadis notlarını istemiş. Arkadaşı da: Üstad el-Benna bu metinleri Kardeşler Dergisinde şerhetti, cevabını vermiş. Derken, Mağribilîn î caddesinde İmam'ın kardeşi öğrenci Muhammed Ahmed  < el-Benna ile  karşılaşır.  Muhammed  Ahmed  kendisine çok iyi davranır ve dergiyi vererek kardeşinin birkaç gün sonra yapacağı bir konuşmayı dinlemeye çağırır. Bu konuşmayı dinlemeye giden Ebu Gadir orada başkalarının

 

(1)Tevbe Sûresi, 128

katıldığı dinî bir sohbete tanık olur ve pek beğenir. Bu a-rada namaz vakti gelmiştir. Onun dışında herkes namaz kılar. Namazı ve sohbeti bitiren İmam, Ebu Gadîr'i yanına çağırır ve namaza katılmayışı konusunda asla dokunmadan rahatlatıcı nitelikte latifeler yapar kendisine. Onu tamamen kendi psikolojisine bırakır, yani içinin rahat akışına. Ne emir, ne de nehiy. Direkt olmayan, yani dolaylı nasihat çoğu zaman en uygun yoldur da ondan.

Üstad Abdurrahman Hasbullah'ın bana anlattığı bir olay da yine bu kabildendir. Şöyle ki; davetin fecir döneminde Abdurrahman Hasbullah İsmailiye kahvehanelerinden birinde bir arkadaşıyla tavla oynamaktadır; üstelik İ-mam'ın din için mücadele veren yiğit arkadaşları arasındadır. Tam o sırada İmam görüvermiştir kendisini; ancak hiç görmemiş gibi davranır. Bir saat sonra Abdurrahman, İmam'ın dersini dinlemeye gider. İmam el-Benna gördüğü bu aykırılıktan hiç söz etmez kendisine. Onu vicdanının muhakemesiyle başbaşa bırakır. Yeri ve meşguliyeti ne olursa olsun İslâm alanında mücadele verenlerin sıkı sıkıya sarılması gereken bu yüce değerlere aykırı davranmanın çirkinliğini doğrudan kendisi anlasın ister:

İhtilaflı meselelerden sürekli uzak dururdu. Halkı dinin genel esasları üzerinde toplamaya birleştirmeye çizen gösterirdi. Kahvelerden birinde bazı fitne tiryakileri yanına gelerek tasevvuf ıstılâhındaki vesile'yi sordular.

-62 -

- 63 -

Kardeşim, dedi, sanırım sen sadece bu meseleyi sormak istemiyorsun, bununla birlikte teşehhüddeki seyyi-düna kelimesinin durumunu, Kur'anın sevabının, ölüye u-laşıp ulaşmayacağını ve daha şunları, şunları sormak istiyorsun, değil mi?. Adam şaşkınlık içinde evet, cevabını verdi. İmam, gayet mütevazi bir şekilde şunları söyledi: Kardeşim, ben alim değilim, sadece bir öğretmenim. Ezberlediğim bazı ayet ve hadisleri, kitaplarda okuduğum bazı dini hükümleri fahri olarak halka öğretmeye çalışıyorum. Sen beni bu çerçevenin dışına çıkarırsan işimi zorlaştırırsın. Bilmiyorum diyen kimse de fetva vermiş

sayılır.

Vereceği cevaba katlanacaklarını anlayınca da onlara şunları söyledi: Fitne atmosferinde tam sekiz yıl tükettiniz, artık yetişir. Müslümanlar bu meselelerde yüzlerce yıldır ihtilaf halinde. Allah birbirimizi sevmemizi, birlik ve bütünlük halinde olmamızı istiyor, ihtilaf ve ayrılığı kesinlikle hoş görmüyor. Gelin Allah'a söz verelim ve bu işleri artık bırakalım. Dinimizin esaslarını, temel kurallarını öğrenmeye çalışalım. Onun ahlak ve faziletlerine sarılalım, herkesin ittifakla kabul ettiği irşadlarına kulak verelim. Ta ki, topyekün nefisler saf halinde gelsin. İşte o vakit bu meseleleri hep birlikte sevginin, güven ve İhlasın gölgesinde müzakere ederiz.

Hepsi de bu fikre katıldı, söz verdi.

Vaazlarının ekserisinde pek çok değişik konulara temas ederdi. Bir eğitimci şefkati titizliliğiyle ele-alırdı işlediği konuları. Verdiği konferanslardan dönen binlerce kişi kendi kendine sorardı: Bu adam bir veli mi? Allah basiretini öylesine aydınlatmış ki, içimden-geçenleri bildi, sormak için geldiğim ya da şaşırıp kaldığım meselelerin hepsine fetva verdi.

«Salı Aşkı» diye adlandırdığımız konuşmalarında pek çok müşkülü çözer, sonuca bağlardı. Salı dersleri hastaları bütünüyle tedavi eden bir uzman psikolog doktorun yürüttüğü psikolojik bir sağlık kontrolü gibiydi. Bir karantinaydı adeta.

İki kardeş arasındaki tartışmayı kesmek, sonuca bağlamak için kimi zaman başvurulan prensip: «Ey filanca, Allah'tan üç kere mağfiret dile», «Üç gün ya da bir ay oruç tut.» Veya «Gece kalkıp namaz kıl», «Allah'tan af iste, namazlarında O'na tevbe et» cümleleriydi.

Kardeşine nasihat ederken sert ve katı davrananlara çıkışırdı. Herkesin gözü önünde, açıktan nasihat e-denlere de aynı şekilde kızardı. Kardeşine başbaşa nasihat eden gerçekten nasihat etmiş olur, herkesin huzurunda nasihat edense gerçekten onu rezil etmiştir, derdi.

Merhum vaazı sırasında, nasihat ederken bir şefkat ve incelik çağlayanı olup akardı. «Tatlılık, yumuşak-

-64-

-65-

R. 14, F: 5

lık bir şeye girdi mi onu süsler, bezendirir. Bir şeyden de uzaklaştı mı onu bulandırır, karartır.» Hadisi şerifini

tekrarlardı.

«Siz insanları hiçbir zaman mallarınızla içinize a-lamazsınız. Onları ahlâkınızla içinize alın.» Hadisi şerifini de aynı şekilde tekrarlar dururdu.

Allah Resulünün bu eşsiz ahlakını bütünüyle kendimizde bulundurmak zorundayız. Şu olayı hatırlayalım ve o olayla birlikte Allah Resulünün verdiği dersi düşünelim. Peygamberimizin meclisine bir bedevi gelmişti. İdrarı sıkıştıran bedevi hemen orada mescidin bir kenarına idrarını boşaltmaya başlamıştı. Orada bulunanlar kendisini a-zarlayarak sert bir şekilde çıkıştılar. Ancak Allah'ın Resulü onlara engel oldu ve: «İdrarını kesmeyin,» buyurdu. Daha sonra da yerin idrardan nasıl temizleneceğini öğreterek: «Üzerine birkaç kova su dökün,» emrini verdi. Başka bir rivayete göre de: «Bırakın işini bitirsin ve idrarın üzerine kova ile su dökün. Şüphesiz siz kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz, zorlaştırıcı olarak değil,»

buyurdu.

Öbür yandan Peygamber ashabıyla namaz kıldığı

bir sırada yine bir bedevinin: Allah'ım, bana ve Muham-mede merhamet et, bizimle binlikte başka hiç kimseye merhamet etme, şeklinde duada bulunduğunu işitti. Namazını bitirdikten sonra Allah'ın Resulü: «Genişliği dr'*

 

ralttın,» dedi ve bedeviye bütün Müslümanlar için dua etmesini öğretti.

İhtilaflı konulardan uzak durma ve dinin esaslarına sarılıp önem verme ilkesi Hasan el-Benna okulunun başta gelen özelliklerinden biridir. Realite planındaki problemlerin çözümüyle uğraşma, her konuya sürekli olumlu yanlarından yaklaşma, muhatabı durumundaki her topluluğa seviyesine uygun bir dil ile konuşma ve davet edilen kişilere daima yumuşak ve ince davranma gibi prensipler de aynı şekilde bu okulun özelliklerini teşki eder.

Robert Jackson'ı dinleyelim, şöyle diyor yazar: «Herkese kendi diliyle konuşma kudretindeydi. Sahası, yolu yordamı neyse ona göre konuşurdu. Bam telini yakalar ve tam üzerine vururdu; muhatabını rahatsız eden yaranın üzerine kordu elini.

Ezherlilerin, üniversitelilerin, doktorların, mühendislerin, sofilerin ehli sünnet dillerini ayrı ayrı bilirdi. Delta, sahra, orta ve yukarı Mısır iklimlerinin lehçelerini hepsini bilirdi. Örf ve geleneklerini da aynı şekilde. Hatta kasapların, kabadayıların, belirli ve açık niteliklere sahip bazı Kahire mahallelerinin dilini, üslûbunu da çok iyi bilirdi. Dolayısıyla onlara konuşurken zevk ve sanat anlayışlarına uygun hikayeler anlatırdı.

Dahası, hırsızlann, yolkesici ve katillerin dilini bilmede de ustaydı. Bir keresinde onlara özel bir konuşma

66-

- 67 -

yapmıştı. Çeşitli iklim ve bölgelere yaptığı gezilerde bölge halklarıyla konuşur ve konuşmasının konusunu da bölgelerin problemleri, realiteleri ve ihtilaflarıyla besler, güçlendirirdi. Sonunu da parlak bir hitabe üslûbu içinde daveti ve davetinin en büyük prensipleriyle bağlardı. Tabi, bu konuşmalar çok ilgi görürdü. Aklı başında herkesin çok hoşuna giderdi. Aklı ikna ederek duyguyu, şuuru harekete geçirirdi. Ruhu da lafızla değil mana ile alev-lendirirdi. Bu yoldaki metodu atak çıkışlar değil aksine sükûnetti. Mugalatanın zıddı olan hüccetti.» 0)   ¦

Takva, Sadelik ve Kendini Gayeye adama:

Robert Jackson daha sonra şunları söylüyor: «- Gelişmeye, bir merhaleden öbürüne geçmeye kesin kesin inanan bir kişiydi. Olgunluk ve tekamül esasına bağlı olarak bir dönemden başka bir döneme geçileceği inancına sahipti. Onun bu tutumu bazı çevreleri rahatsız ediyordu. Ferdî çıkar isteklerine dayalı, kişisel amaçların ötesine geçmeyen ve şahsiyet planındaki özel etkenlere bağlı politik kaygılara sahip vatan düşmanı kişiler bundan hoşlanmıyorlardı.

Son derecede mutedil bir insandı. Belirli bir öğret-

ti) el-Hilâl dergisi Mayıs 1977, Enver Cûdi tercemesi.

-68-

 

menlik maaşı vardı; yanlız onunla yaşardı. Oysa kendisine bağlı kişiler büyük bir servet yığmıştı önüne. Çevresindeki işçilerden öyleleri vardı ki gelir düzeyleri kendi gelir düzeyini kat kat aşıyordu. Böyleyken evinde tam bir zühd hayatı yaşıyordu. Giyim kuşamdaysa tam bir sadelik örneğiydi. Eski kilimlerle döşeli ve muhteşem bir kütüphaneyle donatılmış mütevazi odasında kendisiyle karşılaştığında onu herhangi bir insandan ayıramazdın. Ancak tek özelliği gözlerinden taşan ve çoklarının karşı karşıya gelmeye cesaret edemediği o güçlü ve parlak mı parlak parıltıdır.

Başarısı:

Kardeşler   Metodunun   Büyük   Değişimdeki

Tarih, Zilkade 1347 h. ve Mart 1928. İsmâiliye'-de ilk Müslüman Kardeşler Cemiyeti oluşuyor. Altı kişilik bir kadro Üstad el Benna'yı evinde ziyaret ederek kendisine şöyle diyor: «Bu zillet hayatından ve eli kolu bağlı durumdan bıktık. Sahip olduğumuz tek şey damarlarımızda onurla akan şu sıcak kandır. Bir de çocuklarımıza ancak yeten şu az miktardaki maddî imkanlarla birlikte nefislerimizle beraber îman ve haysiyetle parlayarak akan mevcut ruhlar. Nasıl çalışacağız, metodumuz, yolumuz ne olmalı? Bu hususları en iyi bilen sensin, biz senin ka-

- 69 -

dar anlamıyoruz. Sana bey'at etmeye geldik. Dini için yaşamaya, yolunda ölmeye rızasından başka bir şey gözetmemeye Allah'a and içmiş bir cemaat var ve bu cemaat hiç şüphesiz zafere layıktır.» Cemiyet işte bu altı kişilik kadrodan oluşuyordu.

Bu kardeşler şunlardı: Hafız Abdulhamîd, Ahmed el-Husari, Fuad ibrahim, Abdurrahman Hasbullah, İsmail İzz ve Zeki el-Mağribî.

Cemaat imamın kahveden çekip kurtardığı kişilerden oluşmuştu. Yavaş yavaş sesini yükselten davet Şarkıyye vilayetine bağlı Tîbe ve Ümmü Rimâd doğumlu üstad vaiz Hâmid Askeriyye'nin evinde özel eğitim ve derinliğine araştırma için sade bir karargah edinmişti. Nitekim o iki kahve ile birlikte yine o sade zeviyeyi de genel davet enstitüsü haline getirmişti. Cemaatın teşkilinden sonra da üstad Ali Şerifin bürosunda altmış kuruş aylık ücret karşılığında bir oda kiralamışlardı.

Bu sade ve gösterişsiz çıkışla yol almaya başlayan davet giderek güçleniyordu. Peki, ya İngiliz işgalinin tavrı? Bu hareket karşısında uyuyor muydu acaba?!

Hasan el-Benna'yı ismailiye şehrinden uzaklaştırma karar aldılar. Bu karar kesindi. Niçin, neydi sebep?

Çünkü, Kardeşler kitlesi Kanal hattında giderek çoğalıyordu. Ebu Suveyr'de, Tellükebîr'de, Portsaid'de

ve İngiliz kuşatması altındaki öteki bölgelerde. Evet, her ij

İ

- 70

yerde çoğalıyordu Kardeşler.

Hasan el-Benna'nın İsmailiye'de bulunması İngiltere'nin bu ülkedeki işgali için büyük bir tehlike idi. Bu konuda İngiltere'yi ilk uyaran Cebesat Balah Şirketi oldu. Çünkü davet bu şirket bünyesindeki işçiler üzerinde son derece olumlu etkiler meydana getirmiş ve şirketten bir cami istemelerine yol açmıştı. Şirket bu isteği kabul etmek durumunda kalmıştı. Bunda samimi olmadığj açıktı. Yabancıların bağnaz olmadığı propagandasından kaynaklanıyordu. Şirket bir cami inşâ etti ve İsmailiye'deki Cemaatten hutbe ve öğretim hizmetlerini de yürütecek bir imam istedi. O günlerde üstad Muhammed Fergalî Hi-ra Enstitüsünde hoca olarak bulunuyordu. Genel Mürşid camideki sözkonusu göreve onu  getirdi.  Muhammed Fergalî derhal gitti ve camideki hizmetine başladı. Camiin hemen yanına kendisi için özel bir ev de yapıldı. Merhum üstad üstlendiği bu görevi şevkle yürütüydrdu. Rızkı verenin sadece Allah olduğunu, ecellerin de yine yalnız O'nun elinde bulunduğunu öğretiyordu halka. Artık halk Allah'ın tek Rab ve ve tek rızık veren olduğuna inanmıştı. Fazilete, hakları olmayan şeylerden kesinlikle uzak durmanın gerekliliğine, bir işi sağlam yapmanın şart olduğuna ve haysiyet için çalışıp başarı elde etmenin zorunluluğuna inanmıştı. İşte bu noktada okuma yazması olmayan sade işçi gerçekten garip bir şeyin farkına var-

- 71 -

W. J

di ve kendine şu soruyu sormaya başladı: Benim karım, kızım ne diye bu yabancı büyük görevlilerin evine gidiyor ve hizmet ediyor? Bu, müslüman bir insanın yapabileceği şey değil! Böylece işçiler hanımlarını üst düzeydeki bu görevlilerin evlerine göndermez oldular; artık bu tür hizmetlere son verdiler. Bundan böyle işçi kardeş emri altında bulunduğu yöneticinin karşısında başı dik tluruyordu. Onunla konuşurken hem edebini muhafaza ediyor; hem de delilli ve mantıklı konuşuyordu. Ölçüsüz sözleri kabul etmediği gibi mütekebbir ve küçümseyici tavırlara da boyun eğmiyordu. Oysa daha ö'fıce böyle

miydi?!

Üst düzeydeki yabancı görevliler sürpriz bir durumla karşılaşmışlardı; İsmailiye kentindeki Mısır'lı erkek ve kadının sosyal yaşantısında önemli bir değişim olayı meydana gelmiş; sosyal hayat yapısı birdenbire değişivermişti. Şu genç kız veya hanım, daha önce evine gelip kendisine hizmet ederken ve bu durum bir adet halini almışken şimdi .kimseyi bulamıyorlardı çevrelerinde. Başladılar bunun sırrını araştırmaya. Sonunda buldular: Sosyal gidişi etkileyen, hayatın yapısını, akışını değiştiren üstad Muhammed Fergalî idi, sır oydu. Şirket temsilcisi bir a-dam göndererek üstadı yanına çağırdı. Üstad geldi ve| sürprizle karşılaştı; Mösyö Fransuva o güne kadarki ma-ş lî istihkakını takdim ediyor ve kendisine: Artık şirketin

hizmetlerinize ihtiyacı kalmamıştır, diyordu. Üstad sükunet içinde şu cevabı verdi: Cebasat Balah şirketinin görevlisi olduğumu sanmıyordum ey mösyö Fransuva; eğer böyle olduğunu bilseydim kesinlikle bu işi kabul etmezdim. Ben İsmailiye'deki Müslüman Kardeşler tartından görevli olduğumu biliyordum. Maaşımı da sizin kanalınızla yine onlardan aldığım bilgisine sahiptim. Çünkü görevim konusundaki sözleşmemi sizinle değil, onlarla yaptım. Bu sözlerden sonra üstad dönüp gitti. Tekrar başvurur da maaşını ister diye günlerce bekledi şirket. Ama o böyle bir teşebbüste bulunmadı. Bu kez şirket valiye bir adam göndererek hocanın camiden kovulması hususunda yardımını istedi. Bir İngiliz olan vali, emniyet mensubu birini bu işle görevlendirerek bir askeri kuvvetin desteğinde camiye gönderdi. Hoca camide kalma konusunda direndi ve i'tikaf sünnetine niyet'etti. Gelen memura cevabı şu oldu: Bu, Allah'ın evidir. Üzerinde ne Mısır'ın velayet hakkı vardır, ne de Mısır Kralının. Ayrıca bu camiye girmeme kimse engel olamaz, kimse beni buradan uzaklaştıramaz da. İçişlerinin ya da emniyetin böyle bir hakkı yoktur. Allah'ın evinden ancak cesedim çıkar. Ya da kendileriyle   anlaşmam   olan   ismailiye'deki   Müslüman Kardeşlerden bu hususla ilgili bir emir gelir, işte o vakit çıkarım.

Bu arada işçiler hocayı desteklediklerini göster-

- 72 -

-73-

mek için işi boykot ettiler.

Bu gelişmelerden sonra memur derhal Üstad el-Benna ile temasa geçti. Anlaşma sağlamak için şirket müdürüyle görüşen üstad el-Benna, hocaya general adını veren sorumluların bu durumdan fazlasıyla korktuklarına şahit oldu. Evet, hocadan müthiş bir şekilde korkuyorlardı. Üstad el-Benna şirket müdürüne şunları söyledi: Eğer burada işçilerin isyan ve başkaldırısı sözkonu-su ise bunu hocaya mal etmeniz doğru olmaz. Bu doğrudan işçiler üzerindeki politik uygulamanızla ilgilidir. Çünkü, işçilerin gücünü, emeğini fazlasıyla sörrtürdünüz, emeklerinin karşılığını vermediniz. Tamam, Fergalî hocaya camideki hizmetinden çekilmesi için bir istek mektubu göndereceğim. Ama bu üç esasa bağlı olacak:

1 - Fergali hoca iki ay daha işine devam edecek, daha sonra kendisi için bir jübile düzenlenecek.

2- Kardeşlerden başka birinin tayini istenecek.

3- Yerine tayin edilecek alimin maaşı artırılacak. Hoca konusundaki girişimleri böylece sonuçsuz

kaldı. Şurası bir gerçekdi ki, İngiliz sömürüsü 23 Temmuz devriminden sonra gelen zorbalıktan baskıca daha gerilerdeydi. O dönemlerde hiç olmazsa cami için bir saygı sözkonusuydu, kırıntı kabilinden de olsa böyleydi. Hapishanede bir genç geldi yanıma. Ne tür bir isnatla aramıza getirildin? diye sordum kendisine. Camide

t «

i'tikaf sünnetini ihya ediyordum, o vaziyetteyken yakalanıp getirildim, cevabını verdi. İşte, Nasır devrimi çağının hali! Ne ilginç bir durum; işgal makamları Fergalî hocayı camien çıkaramamış ve onun herkesi şaşırtan bu hayret verici değişimi meydana getiren vazifesini sürdürmesine engel olamamıştı. Üstad el-Benna'nın anlaşmaya varıldığı yolundaki mektubunu alıncaya kadar bu köklü hizmetinden geri durmamıştı. Böyleyken...

Yöneticilerle Yeni İlişkiler Konusunda Bir Ör-

nek

Bir gün Kanal Başmühendisi ve seksiyon bölümü başkanı mösyö Solent evindeki bazı marangozluk aletlerini tamir ettirmek için Hafız kardeşi çağırıyor. Ücret olarak ne istediğini sorduğunda Hafız kardeş 130 kuruş cevabını veriyor. Mösyö Solent arapça konuşarak; sen bir haramisin, diyor. Yani yolkesici, hırsız. Kardeş kendine hakim olmaya çalışarak, gayet sakin bir şekilde; niçin? der. Mösyö Solent; çünkü der, hakkından fazlasını alıyorsun. Bunun üzerine Hafız kardeş: Yönetimin altındaki mühendislerden herhangi birine sorabilirsin, eğer haksız bir ücret istediğimi söylerse sana hak vereceğim

(1) Şehîd imam'ın; Davetçinin Hatıraları, adlı kitabı, s. 78-80

- 75 -

ve hiçbir şey almadan bu işi yapacağım, der. Adam bir mühendis çağırır ve durum sorar, sorduğu bu mühendis sözkonusu işe iki yüz kuruş değer biçer. Mösyö Solent Hafız kardeşe bir adam göndererek talep ettiği ücretle i-şe başlamasını ister. Bu kez Hafız; Sen bana hakaret ettin, özür dileyip söylediğin sözü geri alrnan gerekir, der.

Adam birden öfkeyle dolup taşar, sert Fransız tabiatının etkisiyle gurur ve isyana kapılır: Senden özür dilememi istiyorsun, öyle mi? Sen kimsin ki, ne oluyorsun ki? Bizzat Kral Fuad olsa yine özür dilemem! Diye çıkışır. Hafız yine sükûnet içinde şöyle der: Bu ikinci hata ey mösyö Solent. Sen şu anda Kral Fuad'in ülkesinde-sin. Konukluk edebi ve güzelim irfan ölçüleri bu türlü konuşmamanı gerektirir. Kralın adını tam bir ve saygıyla ağzına almalısın, başka türlüsüne izin vermem!

Bunun üzerine Hafızdan ayrılan Solent elleri cebinde gurur ve azametle yürümeye basıyor. Hafız da malzemelerini yere bırakarak bir sandalyeye oturdu ve yanı başındaki bir masaya tutundu. Bir suskunluk hakim oldu odaya. Sinirlenen, intikam duygusuna kapılan mösyönün ayak seslerinden başka bir hareket yoktu odada. Mösyö hem sinirli hem de şaşkındı. Daha önce kimse o-nu bu halde görmemişti. Az sonra Hafız'a yaklaşarak: Farzet ki, senden özür dilemedim, peki, ne yaparsın? dedi.

- 76 -

Gayet basit, dedi Hafız ve ilâve etti: Buradan kon-" solosluğunuza bir rapor gönderirim, öncelikle de sefaretinize. Sonra Paris'teki Kanal yönetim kuruluna. Daha sonra Fransız yerli ve yabancı basınına. Bu da olmazsa, sözkonusu yönetim kurulundan gelecek her üye ile bir fırsatını bulup görüşür, seni şikâyet ederim. Bu çabalar sonunda da hakkımı elde edemezsem bu kez sana caddede, halkın huzurunda hakaret ederim, hiç olmazsa buna gücüm yeter. Böylece isteğime ulaşmış olurum. Zalim yabancı imtiyazlarının zincirleriyle bağladığınız Mısır hükümetine şikâyet edeceğimi bekleme. Sadece şunu bil ki, herhangi bir yolla gerek kendi gerekse ülkemin hakkını almadıkça asla geri çekilmem.

Solent hâlâ direniyordu: Bir marangozla değil de sanki bir avukatla konuşuyorum. Bilmiyor musun ki, ben Süveyş Kanalının en büyük mühendisiyim. Senden özür dileyeceğimi nasıl düşünebiliyorsun? dedi.

Hafız atıldı: Bilmiyor musun ki, Süveyş Kanalı benim vatanımdadır, senin vatanında değil, ve sizin onu işgal süreniz geçicidir, yakında son bulacaktır. Kanalımız sonunda yine bize ait olacaktır. Sen ve senin gibiler de yanımızda çalışan birer görevliden ibaret kalacaksınız. Bu durumda hakkımı sana bırakmamı nasıl düşünebilirsin?

Adam dönüp tekrar yürümeye devam etti. Bir süre -77 -

sonra ikinci kez geldi, yüzünde üzüntü belirtileri vaıds. Masaya bir kaç kere sert sert vurarak: özür dilerim Hafız, sözümü geri aldım, dedi.

Hafız kardeş olanca sükünetiyle kalktı ve mösyö Solent, teşekkür ederim, karşılığını verdi. Artık işe başlamıştı, nihayet bitirdi. Mösyö Solent ücret olarak 150 kuruş takdim etti. Yalnız 130 kuruş alan Hafız 20 kuruşnu geri verdi. Mösyö; bahşiş olarak kabul edin onu, dedi. Hafız itiraz etti: Hayır, hayır. Hakkımdan fazlasını alamam, aksi halde hırsız durumuna düşerim, dedi.        ,,

Adam dehşet içinde kalmıştı. Şöyle diyebildi: Hayret ediyorum, niçin bütün Arap sanatkârları senin gibi o-lamıyor? Sen Muhammed ailesinden misin? Yani O'nun neslinden misin? demek istiyordu.

Hafız cevap verdi: Mösyö Solent, bütün müslü-manlar Allah Resulünün ailesindendir. Ne ki, pek çoğu yabancılara uydu, onlarla düşüp kalktı ve sonunda onları taklid etti. Tabi, böylece ahlakları bozuldu.

Adam tokalaşmak için elini uzattı: Teşekkür ederim, teşekkür ederim, dilerim daha iyi ol, mesele kalmadı, anlaştık, diyordu.

İngiliz ve Uşaklarını Öfkelendiren Neydi?

İngilizler bir noktada uyandılar; Hasan el-Benna'- 1

 

nın öğrencilerine öğrettiği şekilde bir İslâm realitesiyle karşılaşmaları halinde İngiliz makamlarının yerlilerle olan muamele üslûbunda pekâla bir değişiklik meydana gelebilirdi. Yani bir karşı tavır alabilirlerdi. Hasan el-Benna'-nın verdiği eğitim her iki taraf açısından da ilk merhaleyi oluşturuyordu ve aynı zamanda da ilerdeki patlamaya yol açacak ilk fitil demekti.

Üstad el-Benna Kahire'ye nakledilmiş ve durum kıvamını bulmuştu. Davet iyiden iyiye yayılmaya başlamıştı. Biz de oturmuş ilkeleri beJirliyorduk. O halde bu davetin temel yasası ne olmalıydı?

Kardeşler Cemaatının temel yasasının gaye ve a-raç bölümündeki birinci madde şöyle diyordu: «Gayemiz, İslâm'ı sağlıklı bir şekilde anlayan, onu aynen uygulayan kalkınmanın, yeniden varoluşun kurallarını ondan alan yeni bir nesil oluşturmaktır.»

Bu söz, evet bu söz. Topyekün Müslüman Doğudaki sömürünün mücadelesi işte bu sözde düğümleniyordu. Niçin mi? Çünkü İngiliz işgali yok edilmek üzere bulunan bir halka gelmiş ve onu çepçevre sarmıştı. Burada bazı mefhumların uyanıp egemen olmasından korkuyordu İngiliz sömürüsü. Bir tarihî gerçeği hatırlatıyor ve ürperiyordu. Şöyle ki; egemen olmasından korktuğu mefhumlar İslâm'ın ilk döneminde Allah'ın Resulünü Doğuya yöneltmiş ve İran sömürüsünü yıkmasına yol aç-

- 78 -

- 79-

rriıştı. Bir yandan da Batıya yöneltmiş ve Roma sömürüsünü yerle bir etmesine sebep olmuştu. Bu Muhammedi mefhum, anlayış ya yeniden uyanır ve dört bir yanı tutarsa! Artık bunun önü alınamazdı ve Mısır'da olsun başka bir yerde olsun sömürüyü kökünden yıkardı.

Robert Jackson şöyle diyor: «Kur'an adamı»nın ci-had tarihi gerçekten uzun. Ancak O 1939 yılında hapis-hanede.n çıkışından itibaren savaş günleri boyunca yıllarını çok verimli bir şekilde geçirdi. Bundan önce de Vefd Partisinin «Şeref ve Bağımsızlık Andlaşmaşı» olarak adlandırdığı andlaşmaya karşı olduğunu ilân etti. Alabildiğine kızışan savaş bütün dünyayı partilerden, politikadan ve herşeyden meşgul ederken, başka hiçbir şeyi düşünemez hale getirirken o uyumuyordu; köy, kasaba, şehir... Her yere gidip gençliği elde etmeye çalışıyordu. Yaşlılarla konuşuyor, büyüklerle, alimlerle görüşüyordu. Dönemin bakanları üzerinde bile bir etkinliğe sahipti ve-hatta bazıları onun asıl sancağı altına girdiğini, ortalığı birbirine katan ordusuna katıldığını ilân ediyordu.»

«İngilizler kendisine bol miktarda maddî yardımda bulunmak istediler, ama o bütün bunları elinin tersiyle bir yana itti. Oysa o dönemde bütün parti ve kuruluşlar bu türlü yardımlara can atıyordu. Gazetecilerden biri çok sayıdaki İngiliz birlikleriyle nasıl başa çıkacağını, ülkesini terk edip etmeme konusunda neler düşündüğünü sor-

-80-

muştu kendisine. Cevabı şu oldu: Mesele gayet basit; onları buraya getiren gemiler, uçak ve trenler ülkelerine pekala geri götürebilir. Nasıl gelmişlerse öylece geri gidebilirler de.

Bütün bunlar dehşete düşürdü onları. Derhal harekete geçip «Hür Kardeşler» adı altında bir casusluk cemiyeti kurdular. Bu cemiyet Kardeşlerin davetine karşı duracaktı.

İngiliz politikasının bütün sömürgelerde uyguladığı bir ilke vardı: «Parçla ve yut.» Bu teşebbüs de işte bu ilkeden kaynaklanıyordu.

Hasan el-Benna ancak davetinin yoluna çıkanlara hücum ediyor ve yalnızca davetini güçlendirmeye çalışıyordu. Jackson'un da dediği gibi, «dahili sürtüşmelere a-let olmaktan kesinlikle kaçınınyor ve hem kendini hem de davetini bunun üstünde tutuyordu. Varolan gücünü ülkesi için harcıyordu. Onun bu tutumu şüphesiz bazı çevreleri rahatsız ediyordu. Ferdî çıkar isteklerine dayalı, kişisel amaçların ötesine geçmeyen ve şahsiyet planındaki özel etkenlere bağlı politik kayıplara sahip vatan düşmanı kişiler bundan hoşlanmıyordu.

-81 -

R. 14, F: 6

 

KARDEŞLER VE GENÇLİK

Bu davet yapısı itibariyle İslâm davetidir ve ilk planda gençliğe yönelir, gençliği derler ve toparlar. Allah Resulünün ashabı da gençlerden oluşmuyor muydu? Öyle bir gençlikti ki, vallahi her biri gençliğinin en olgun dönemindeydi. Her yanlarından hikmetler fışkırıyordu. Şehvetlerinin üstesinden gelmeyi bilmişlerdi. Geceyi ibadetle geçiriyorlar gündüzleri de at koşturuyorlardı.

Bunun birkaç sebebi var. İlki, gençliğin yapısındaki ciddiyettir. Her işe tam bir kuvvetle sarılması ve müşküllerin çözümünde laubalilikten hoşlanmamasıdır. islâm ise ilkelerini tam bir açıklık içinde belirler ve kuvvetle ortaya koyar. Dine şerefle, eksiksiz bir iman ve kuvvetle sarılmayı ister. İşte, birkaç ayet-i kerîme: «Ey Yahya, kitaba kuvvetle sarıl!» (1), «Şana vahyolunana sarıl!» (2), «Son-

(1)  Meryem sûresi, 12

(2) Zuhruf sûresi, 43

ra seni de din konusunda bir şeriat sahibi kıldık. Ona uy, bilmeyenlerin heveslerine kapılma.» (1) «O halde Allah'ın indirdiği kitabla aralarında hükmet, Allah'ın sana indirdiği Kur'anın bir kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın, heveslerine uyma.» i2)

Sonra İslâm, gençliğin bütün müşküllerine ve beklentilerine cevap veriyor:

Hürriyet konusu mu? İşte: «Sizden biriniz zillet tuzağına düşürülmek istendi mi, olanca ses tonuyla haykırsın ve desin ki; hayır! Ne zamandan beri insanları köleleştirdiniz, oysa anaları onları hür olarak doğurmuştur?»

Tabiî ihtiyaçlar konusu mu, buyurun: Evliliğin kolaylaştırılmasını farz kılmış ve buna teşvik ederek Beytül-mal'den özel bir yardımı zorunlu tutmuştur.

Ya tarımsal üretim ve buna bağlı olarak toprak dağıtımı konusu? işte getirdiği ilkeler: «Kim ölü bir toprağı canlandırırsa o onundur.» «Kim bir toprağa sahipse o-nu ekip biçsin, ya da kardeşine bağışlasın.»

Sanat ve endrüstriyel faaliyetler mi, işte bu konulardaki tavrı: Kur'anda sanatı ve endüstriyel faaliyetleri övüyor ve demir işlemeciliğini değerli peygamberi Haz-

(1) Câsiye sûresi, 18.

(2)  Mâide sûresi, 49.

-82 -

-83

reti Davud'a mal ederek şöyle diyor: «Ey dağlar ve kuşlar, Davud teşbih ettikçe siz de onu tekrarlayın», diyerek «Andolsun ki ona katımızda lütufta bulunduk. Geniş zırhar yap, dokumasını sağlam tut, diye ona demiri yumuşak kıldık.» (1)

Allah'ın Resulü de şöyle buyuruyor: «Allah sanatkâr mü'mini sever.»

Ticaret konusu mu? Hep birlikte görelim: Bir kere ticaret konusunda öylesine köklü kurallar, esaslar getiriyor ki, her türlü hakkı tam bir güvence altına almış oluyor. Sömürü, karaborsa, aldatmaca gibi oyunların yolu daha işin başında tıkanmıştır.

Doğru yolda olanlar için fıkıh kitablarında, Kur'an ve Hadis'te özlü ve ayrıntılı bilgiler verilmiş ve ışık tutulmuştur. İşte, ilgili hadîs-i şerifler: «İçlerinden biri arkadaşına ihanet etmedikçe Allah'ın eli iki ortakla beraberdir.» «Doğru ve dürüst tacir sıddîklerle beraberdir.»

Gerek şahıs gerekse toplum planındaki bütün müşküller konusunda çözümler, yol göstermeler. Hiçbir insaflı kişi ve araştırmacı bunların büyüklüğünü inkâra cesaret edemez.

Bunlar şüphesiz her türlü bid'at ve hurafeden ve her türlü karışıklıktan uzak bir şekilde, eksiksiz olarak

(1) Sebe sûresi, 10-11

uygulanıyordu. Onlar da, emsali olan gençlerde bunu aynen görüyor ve buluyorlardı. Dolayısıyla onlara katılmakta tereddüt etmiyorlardı. Sonra hep birlikte Kur'anın sancağı altında birbirleriyle kardeş oluyorlardı.

İşte, o nedenle üniversitelerde, yüksek enstitülerde, lise ve ortaokullarda, hatta ilkokullarda gençliğin tamamı Kardeşlere katılıyor, onların yanında yer alıyordu. Öylesine müthiş bir durumduki bu, sömürünün ve yerli u-şaklarının aklını başından alıyordu. Hele üniversitenin işçi ve çiftçilerle birlik olup tam bir dayanışma havasına girmesi onları paniğe boğdu. Çünkü, üniversite işçi ve çiftçilerle «Mü'minler birbirleriyle ancak kardeştir.» (1j buyuran Kur'anın ve «İnsanlar bir tarağın dişleri gibi birbirleriyle eşittirler» buyuran gerçek lider Allah Resulünün sancağı altında toplanmışlardı. Bundan böyle bu hikmetlerin buyruğunda idiler.

Nihayet ordu konusu: Her yanı tutan davet endüstri alanında öğrenim gören gençliği de etkisine almıştı. Bu etki aslında tabiî bir olaydır. Çünkü davetin özelliklerinden biri de gençliği çekmek, kazanmaktır, işte bu gençlikten bir kısmı subay okullarına katılıyordu, bir kısmı da sivil görevlerle ordunun değişik silah hizmetlerinde yer alıyordu. İşte bu noktada işgalci ingiliz birliklerinin

(1) Hucurat sûresi, 10

-84-

-85-

baskısıyla karşılaştılar. Zira bu yabancı işgalci güçler; ordu okullarında kalkınmayı sağlayacak, orduyu ileri u-fuklara götürecek uzmanlar olarak çalışıyor, iş görüyorlardı. Oysa fennî ve askerî yeterlikten uzaktılar, düzeyleri düşük mü düşüktü. Ayrıca da İngiliz yandaşı ülkeler a-dına Mısır ordusunda birer casus olarak görev yapıyorlardı.

Bu gençler millî ve dinî şuuru uyandırmaya muvaffak oldular. İnsan hak ve haysiyetini duyurdular, gündeme getirdiler, işte o gün İngilizler ordudaki sivil işçilerin bir tehlike olduğunu anladı ve beklenmeyen bu olay karşısında dehşete kapıldı.

Ama onlara kim aldırdı? Koruyan, rızık veren ve kahreden Allah'a iman elbisesini giymiş işçiler, görevlerine son verileceği yolundaki tehdide aldırmayıp aksine görevlerinin güvence altına alınmasını istediler. Ayrıca verdikler bir raporla da terfilerini ve normal ikramiyelerini talep ettiler. Bu gösterinin önderi kardeş Sa'düddîn el-Velîli idi. İşçilerin istekleri yerine getirildi. Ama önder de olayın kurbanı oldu. O Sa'düddîn el-Velîli ki, daha sonra Kardeşler Genel Merkezine gitmiş ve oradan köyüne dönecek bir bilet parası bulamamıştı cebinde.

Şehid İmam, «Sa'd»ın gözlerinde üzüntü belirtileri görür ve olanları bizzat kendisinden dinledikten sonra hemen kutlar ve şöyle der: Hürriyetin kutlu olsun... Bu, i

-86-

aslında halkın hürriyetidir. Artık halk, devlet işçi ve memurlarına musallat olan korku perdelerini bir bir parçalıyor ve kurtuluşa eriyor. Bu aynı zamanda kendisini madde toprağına bağlayan görev bukağılarından kurtulmayı başarmış bir mü'minin hürriyetidir. Artık bu mü'min insanî kişiliğiyle davet ufuklarında Tek ve eşsiz Allah'a doğru yol alacaktır, yükselecektir.

Daha sonra «ordunun düzen ve silahlandırılması» konusunda yeni düzenlemeler getirilmesi istendi. «Müslüman Kardeşler» dergisi bu konuda son derece geniş kapsamlı, ilmî araştırmalar yayınladı. Birkaç özel sayı halinde yayınlanan bu büyük araştırmalar orduya dağıtıldı. Büyük bir ilgi ve şuur uyandırmıştı. Orduya mensup gençlerden İslâm davetine koşanların sayısı çığ gibi artıyordu. Bu çalışma herkese göstermişti ki, askerî araştırma konularında da din; onların içinde bulunduğu durumun yetersiz, düzeyin çok çok üstünde ileri ve yüce u-fuklara sahiptir.

Böylece dîni mefhumlar asker ve subayın şahsiyetini geliştirmiş ve güçlendirmişti. Sonunda hepsi, herkes varlığını anladı, bir varlığa sahip olduğunu farketti. Sonunda anladı ki, gerek kendisinin gerekse dini ve ülkesinin haysiyeti için üzerine bazı görevler düşmektedir. Hepsinden önemlisi Allah'ın kulu olduğunu anladı. Evet, ne kralın ne de sömürünün kuluydu, yalnızca Allah'ın ku-

- 87 -

luydu. Bütün bunlar günlük hayatında ve başkalarıyla o-lan davranışlarında müsbet etkisini gösteriyordu. İşte, Filistin savaşında fedaîler saflarına katılan ordu gönüllüleri. «Ordu halkın ordusudur!» sloganını haykırdılar. «Subay Kulübü»nün yönetim kurulu seçiminde oylarını dindarlara ya da gerçek milliyetçilere verdiler, oysa krallık sarayı bu iş için bazı subayları aday göstermiş bunlar en bariz etkileri gösterir.

-88-

EĞİTİM UZMANLARININ DEĞERLENDİRMESİNE

GÖRE MÜSLÜMAN KARDEŞLERİN İZLEDİĞİ

EĞİTİM POLİTİKASI

Doktor Salih Abdülaziz Kahire Eğitim Enstitüsü Genel Sekreteri idi. Daha sonra İskenderiye Eğitim Enstitüsü rektörü oldu. 1951 yılında bize Eğitim Tarihi derslerini okutuyordu. Bir keresinde derste şunları anlattı bize: Herhangi bir toplumun eğitim felsefesi o toplumun hedef ve amaçlarına kesinlikle uym»tf zorundadır. O nedenle dünyadaki eğitim felsefeleri toplumdan topluma değişiklik gösteririn Hatta kimi zaman aynı toplumun eğitim felsefesi bile nesilden nesile hedeflerin değişmesiyle belli değişikliklere uğrar.

Hoca konuşmasını şöyle sürdürdü: Mısır'ın ihtiyaç duyduğu insan tipi kendine güvenen, şahsiyetine inanan ve belli ilkelere sahip bir insandır. Bu insan, müsbet bir felsefî anlayışa sahip olurken öbür yandan Fransız ya da İngiliz veya Doğu kültürlü olmayacaktır. Ondan beklediğimiz şey, Mısır toplum yapısı içinde bu parçalanmanın

-89-

üstesinden gelmesidir. Zaten bu parçalanma topluma e-gemen olan değişik kültürlerin ürünüdür. Biz halkı bir a-raya getirecek, belirli mefhumlar üzerinde birleştirecek bir kültür birliği istiyoruz. Evet, kültürlü fert istiyoruz. Toplumdaki cehalet olgusu bilinen bir gerçektir. Yüzde doksanı aşan bir cehalet oranıyla karşı karşıyayız. Bir yandan düşünce planındaki bölünmelerden kurtulmaya çalışırken bir yandan da gelişmiş, kendini bulmuş bir kültür düzeyi istiyor, sosyal hedeflerimizden birinin de bu olmasını diliyoruz. Ülkemizi savunan, hürriyetimizden yana bir ordu istiyor, böyle askerler özlüyoruz. Ve daha şunları, şunları istiyoruz.

Doktor Salih Abdülaziz sözü ekonomik konulara getirdi ve bu alandaki zaafları anlatarak: Ekonomik bir u-yanış, silkiniş istiyoruz! dedi. Sözlerine devamla: Ancak biz eğitimciler, Mısır'ın istediği şekilde iyi vatandaş yetiştirecek bir eğitim felsefesi koyabilecek miyiz ortaya? Yavrularım, açıkça söylemeliyim ki bu imkânsız gibi birs şey. Buna gücümüz yetmez, âciziz. Peki, hiç mi umut yok? Var elbette. O ufukta olanca parıltısıyla bizi bekliyor. Bütün mesele ona ulaşabilmekte. Mısır'ın beklediği iyi vatandaş için gerekli olan nitelikler, ilkeler ancak o zaman belirlencek ve anlaşılacaktır. Gerçek anlamdaki çözüm de yine ona bağlıdır. Hemen söyleyeyim ki o, ilkelerini Hasan el-Benna'nın belirlediği ve yardımcılarını da

- 90 -

ona göre yetiştirdiği Müslüman Kardeşlerin eğitim politikasıdır.

Sözlerini şöyle sürdürdü: Bilmiyorum, Hasan el-Benna adamlarını ve çevresindeki gençleri nasıl yetiştirdi? Kardeşlerden herhangi birini ele alalım. Bakıyorum; bir genç derslerinde, araştırmalarında herkesten üstün; kendini bütün bütüne ilme vermiş gibi. Aynı genç seccadesine kapanmış bir âbiddir; ibadetten başka bir şey düyünmeyen, dünyadan kopmuş bir kişidir adeta. Hem de birinci derecede bir sporcudur, sanki sporcu olarak yaratılmıştır, arkasında bir kulüpten başka birşey olmayan herhangi bir sporcu. Aynı genç yiğit, üstün bir asker olarak çıkar karşımımza, tıpkı Filistin'de olduğu gibi. Ya da sosyal hizmet düşkünü bir kişi olarak gösterir kendisini. Sosyal hizmetlerin en yeni, en modern örneklerini sunan bir kişidir. Bu genç aynı zamanda bütün işlerinde tam bir düzen ve disiplin sahibidir. Ekonomik faaliyetlerinde de parlak başarılar gösterir. Ülkesini ve milletini dünya politikaları karşısında en iyi şekilde savunan bir muhafazakârdır, işte, Müslüman Kardeşlerden bir genç bu üstün özellikleriyle çıkar karşıma ve ben hayranlıkla seryrederim kendisini. Ben bütün bu özellikleri kendinde toplayan bir adam istiyorum. «Müslüman Kardeşler» adını verdiğimiz kişilerin dışında böyle bir insanı bulmamız da mümkün değildir. Bu özellikler bütünüyle ancak onlar-

-91-

\

da bulunabilir.

Hoca konuşmasını şu cümlelerle bitirdi: Şehid Hasan el-Benna niçin öldürüldü, biliyor musunuz? Müslüman Kardeşlerin lideri öldürüldü, çünkü o, Mısır'ı kurtaracaktı! Dilerseniz Kardeşlerin islâm Eğitimi konusundaki metodunu araştırın, eğer onlardan geriye kalan herhangi birine rastlarsanız izledikleri eğitim politikasının metodlarını sorun. Hasan el-Benna onları nasıl yetiştirmiş; sorun, öğrenin. Hiç şüphesiz o, izlediği eğitim politikası yüzünden öldürüldü. Çünkü onun eğilim anlayışı İslâm tarihinin akışını değiştirecekti.

Bunları Müslüman Kardeşlerden olmayan bir insan söylüyor. Şimdi hâlen hayatta mı, öldü mü bilmiyorum. Kesin olarak bildiğim bir şey varsa o da Müslüman Kardeşlerle bir ilişkisi olmadığıdır. Sadece ilim gayretine ve hür düşünce saygısına sahip bir kişiydi. Üniversite anfi-lerindeki derslerinde işte bu gayretle konuşurdu. Haysiyetli bir insan olmayı başarmış ve bu hakikati dile getirebilmişti. Hayattaysa da, öldüyse de Allah rahmet eylesin derim.

Daha sonra Eğitim ve Öğretim Bakanlığı Müsteşarı olan, eğitimde ve eğitim tarihinde uzman bu değerli alim Hasan el-Benna'nın öldürülmesine yol açan ana sebeplere dair önemli şeyler anlatmıştı bize. Evet, neden?

Eski Eğitim Bakanı doktor Hilmi Murad da şunları

- 92 -

söylüyor: Müslüman Kardeşlerin yeniden faaliyete geçmesi hiç şüphesiz İslâm ruhunun gelişip serpilmesine, dörtbir yana yayılmasına yol açacak bir olay olacaktır. İ-yi bilinmelidir ki, İslâm toplum yapısı, tepeden inme kararlar ve göstermelik yasal uygulamalarla kurulup ta-mamlanamaz. Bunun tek bir yolu vardır, o da toplumun çocuklarını eğitmek, iyi bir şekilde yetiştirmektir. (1) Hiç şüphesiz bu hedefin gerçekleştirilmesinde Müsülüman Kardeşlerden daha güçlüsü yoktur.

Allah Şehîd İmam'a rahmet eylesin. O, eğitim felsefesinde büyük bir uzman olarak hedeflerini iyi belirledi. Hicrî 1357 yılında kaleme aldığı risalelerinden birinde şöyle diyordu: «Müslüman Kardeşlerin daveti bütün hayırlı işlerde her yönüyle tam bir ortaklığa çağırıyor. Bu ortak çabalar daha ileri aşamada İslâm düşüncesinin birleştirdiği mü'min bir cemaat oluşturma noktasında yoğunlaşacaktır. Olanca gayreti ve gücüyle İslâm kelimesini yüceltme yolunda cihad verecektir. İslâm toplumlarının sosyal ve medenî hayatını yine İslâm'ın hüküm ve esasları üzerine kuracaktır.  Müslüman Kardeşler davetinin

(1) Bkz. Nura Doğru Risalesi: Davetin ve Bir Davetçinin Hatıraları, s. 222-230; inancımız Risalesi: Davetin ve Bir Davetçinin Hatıraları; (Sorbon üniversitesi profesörlerinden Ernest Renan'ın görüşlerini içeren Kardeşlerin inancı başlıklı bölüm) s. 173-175; prensipler risalesi. (Bu risalelerin yazarı imam Hasan el-Bennadır.)

.    -93-

gayesi işte budur.»

Doktor Meetshah'in Görüşü :

Doktor   Meetshel,   bir   doktora   tezi   hazırladı.   Konusu Müslüman Kardeşler ve eğitim düzenleri idi. Şöyle diyordu bir yerinde: «Müslüman Kardeşler binası, merkezi İslâm dünyasının her yerindeki İslâm savaşçıları için sıcak ve besleyici bir yuva idi.» 182. Sayfada da şunları söyler: «Kuşkusuz Cemaat, kendisini yutacağını sanan politik grupların içine düştüğü ihtilaflardan yararlanmasını bilmiştir. Cemaatın en büyük gücü ve en faal kolu Mısırın bütün siyasal alanlarını tutan gençliğidir.» izcilik hizmetlerine de değinerek diyor ki: «Kardeşlerin gezi kolları değişik yer ve konumlarda pek güzel hizmetler vermiştir. 1940 Yılı Malerya vebasında, aynı yılın sel baskınında ve 1947 Yılında görülen kolera salgınında büyük fedakârlıklar göstermişlerdir.»

Şehîdlik iştiyakı: Tezinin 208. Sayfasında da şöyle der doktor: «Müslüman Kardeşleri Filistin'de, Kanal'da ve hatta darağaçlarında kahramanca savaşmaya sevke-den, coşturan, şevklendiren şehidlik ruhu ne büyük bir şey! Bir Kardeş biliyor ve inanıyordu ki, sahip olduğu yiğitçe konum ve durum onu mü'min kahramanlar derecesine yükseltecektir. Bu ruh öbür hayata ulaştıran yolların

en kısası ve en güvencelisidir. İşte bu ruha bir de siyasî aktivite eklenince zaten farklı yollar tutmuş olan Mısır hükümetleri bu akıma karşı koyamadı.»

Yazar daha sonra Kardeşlerdeki  bu  ruhun ne denli sağlam ve köklü olduğunu kanıtlamak için Aralık 1954'de şehid edilen bazı Kardeşlerin sözlerini zikredip şöyle diyor: Abdulkadir Udeh ki, darağacına giderken, yolda, «Hamdolsun Allah'a ki, kendisine şehîd olarak kavuşma nimetini lütfetti bana,» diyordu. Ya, Muhammed Fergalî hoca, o da: «Merhaba Allah'a kavuşmak! Biz ölüme dünden hazırız,» diye konuşuyordu. Yusuf Talat'ı u-nutmak mümkün mü? Yiğitçe, kahramanca, sevinerek ve şevkle durdu darağacının önünde. Tek isteği oldu; zindancıların   çözdüğü   elbiselerinin  yeniden   bağlanması. Rabbine örtülü halde kavuşmasından emin olmak için. İşte, darağacındaki sözü: «Bugün Rabbime kavuşuyorum. O benden razıdır. Allahım, milletimi affet, çünkü bilmiyorlar. Allahım, beni bağışla, bana zulmedenleri de bağışla!»

Yazar devamla: «Kesin inancımız odur -ki, verilen ve uygulanan bu idam hükümleri Müslüman kardeşler Cemaatının yeniden dirilmesine asla engel olamayacaktır. Bütün bu olanlar beklenen bir patlamaya yol açmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Kanaatimiz odur ki

-94 -

-95 -

(M.Helbert (1) Mısır'da ırkçılık ve Devrim adlı kitabında (2) S. B. Herris ve benzerleri de aynı görüştedir) bugün A-rap dünyasında revaçta olan dünyevî ıslah kaygıları esasına dayalı ırkçılık gayretleri yoluna devam ederken sonunda Mülüman Kardeşler Cemaatinin daha işin başında davet ettiği noktaya gelip duracaktır.»

Öğretim konusunda da şunları söyler yazar: «Bir dönemde Mısır'da misyonerlik faaliyetleri hızlanmıştı. Müslüman Kardeşler Mısır hükümetlerinin söz konusu misyoner gruplar karşısındaki tutumlarını şiddetle eleştirdi. Dinî öğretimin yaygınlaştırılmamış olmasına, Avrupa tarihinin İslâm tarihinden daha geniş bir şekilde ele alınıp okutulmasına şiddetle karşı çıktılar.»

Misyonerliğe Karşı:

Buheyre'nin Mahmudiye ve Dehlekiye'nin Menzile kentlerinde, İsmailiye'de, Ebu Suveyr ve Kahire'de mis-1 yonerlik merkezleri vardı. Üstelik de Kardeşlerin faal bü-j rolarının yanıbaşlarında. Ancak Kardeşler gerek bir taife-cilik fitnesinin alevlenmesinden korktuklarından gerekse \ «Onlarla en iyi şekilde mücadele et!» (3) ezelî düstûru- j

(1)  Ortdoğu'da Sosyol Değişim Politikaları, 1965, s.1953.

(2)  Aynı eser, s. 209, baskı 1964.

(3)  Nahl sûresi, 125.,

- 96 -

na uyduklarından sadece savunma durumunda kaldılar. Hareket planlarını da iki önemli esasa bağladılar:

1-  Halka misyonerlik faaliyetlerinin tehlikesini anlatmak.

2-  Misyonerlerin merkezlerinin kullandığı araçları, usûl ve kaideleri aynıyla kullanmak ve uygulamak. Sağlık ocakları, sosyal yardım ve hizmetler, öğretim faaliyetleri vs.

Menzile'deki Protestan Barış Okulunda olduğu gibi. Burada Cemaat ailesinin hastalığı nedeniyle malî ihtiyaç içine düşen ve o yüzden hıristiyanlaşan Vefîka adındaki bir genç kızı kurtarmıştı. Açılışı 9 Şevval 1351 cumartesi günü yapılan bir Kızlar Okulu vardı. Cemiyet ü-yeleri bu kızı bu okula kaydetti. Genç kızları çeşitli konularda yetiştirmeyi hedef alan bu okul çok ilgi gördü ve bir ay zarfında yüzden fazla kız talebe kaydoldu. Bu o-kulun başına Kahire İslâm Enstitüsü eski rektörü Mustafa et-Tayr getirildi. İslâm'ı çok güzel bir şekilde öğretti kızlarımıza. Artık hepsi de beş vakit namazlarını hem de vaktinde kılıyorlardı.

Menzile'de olanlar Portsaîd'de ve başka yerlerde de oldu.

Kardeşler Genel Merkezine gönderilen yazılar incelendiğinde açıkça anlaşılıyor ki, misyonerlik merkezleri bu iş için pilot bölge olarak yoksul semtleri seçmiştir

-97-

R. 14, F: 7

ve bir de küçük yaştaki çocukları. Sözgelimi Portsaîd'de hıristiyanlaştırılmak istenen birkaç genç kızı zikredelim burada: 1) Efkâr Mahsur, henüz 13 yaşında. Annesi babasından başka biriyle evli. Bu adam Mensiye Balah'ın Arap mahallesi ikinci semtinde oturan Hüseyin Usta a-dında basit bir işçi. 2) Nazla Ahmed el-Hûlî, 14 yaşında. Babası avcı iken daha sonra bir hastalık yüzünden çalışamaz duruma düşmüş. 3) Zekiyye Muhammed, 12 yaşında ve ailesini taınımıyor. 4) Seyyide Abduh er-Rey-han, 13 yaşında, ailesi olmayan bir yetim. 5) Atıyyat Muhammed Zekzûk, 7 yaşında ve annesini ancak yüzündeki bir alâmetle tanıyabiliyor. Portsaîd okulu bunları alıp Menzile'ye kaçirmıştı, herkesten uzak ve hiç kimsenin dikkatini üzerlerine çekmeden bu çocukları hıristiyanlaş-tıracaklardı. Niketkim Nazla el-Hûlî ve Atıyyat Zekzûk Menzile'de bir sığınakta ele geçirildiler.

Kardeşler halkı  misyonerlerin  ağına düşmekten korumak ve bu hususta barışçı yollarla faaliyet göstermek için komisyonlar oluşturdu. Ayrıca 22 Safer 1352 (1937 m.) tarihinde İsmailiye'de toplanan ve ülkedeki 15| Cemiyet şubesini temsil eden Müslüman Kardeşler Ge-1 nel Şûra Meclisi konuyla ilgili olarak Kral Fuad'a bir mektup   göndermişti.   İşte,   mektuptan   bazı   bölümler «Misyonerler azgın bir şekilde halkın inancına saldırıyor,! çocuklarını, ciğerparelerini küfre düşürmeye, ailelerinder

- 98 -

koparmaya, hayasızlaştırmaya ve İslâm'ın kesinlikle yasakladığı başka dinlerden olan kişilerle evlendirmeye çalışıyorlar: Halkı ve ülkeyi bu fitneden korumanızı diliyoruz.» «Müslüman Doğu'nun lideri Mısır günün birinde bir misyonerlik karargâhı ya da küfür vatanı olmayı kesinlikle kabul etmez.» «İnancımıza göre en başarılı tedbir usûlleri şunlardır:

1 - Misyonerlikle uğraştıkları tesbit edilen bu okulların, enstitülerin, misyoner yurtlarının, kız ve erkek talebelerin üzerinde güçlü ve etkin bir denetim sağlanmalıdır.

2-  Misyonerlikle uğraştığı tesbit edilen hastaha-ne, okul ve benzeri yerlerin ruhsatları geri alınmalıdır.

3-  İnançları bozmak, erkek ve kız çocuklarını hayasızlaştırmaya çalışmak gibi faaliyetlerde bulundukları hükümetçe tesbit edilen kişiler ülke dışına çıkarılmalıdır.

4-  Bu cemiyetlere kesinlikle mal ve yer yardımı yapılmamalıdır.

5-  İçte ve dıştaki ilgili bakanlarla görüşüp bu tedbir planının uygulanmasında Mısır hükümetine yardımcı olmaları istenmelidir. Güvenliğin korunması ve dostane i-lişkilerin sürdürülmesi için bunun gerekli olduğu anlatılmalıdır.»

Bu mektubun birer nüshası ayrıca Başbakana, İçişleri Bakanına, Eğitim ve Öğretim Bakanına, Evkaf Ba-

- 99 -

kanına ve Millet Meclisi ve Senato (ki, bu iki meclisin yerini şimdi Halk Meclisi almıştır) Başkanına gönderildi.

Dinî Öğretim Alanındaki Başarılı Hizmetleri:

Bu konuda Kardeşlerin sadece kayıtlarına bakmak bile yeter. Bu kayıtlardan konuyla ilgili olarak maddeler halinde şunları çıkarabiliriz:

1- Kardeşlere ve çocuklara Kur'anı ezberletmeye özel bir önem vermek. Sözgelimi 28 Eylül ,-1934'e rastlayan 19 Cumâdessâniye 1353 Cuma günü Meyt Hu-dayr bucağında toplanan Küçük Deniz bölge halkına ait bir bölge kongresinde (ki, bu kongre her üç üyda bir toplanırdı) gündemin ilk maddesini bir teklif oluşturuyordu. Bu teklife göre her şube birkaç çocuğa halleriyle mütenasip olarak Kur'anı ezberletecek ve yine her şube kongre toplandığında o çocukların imtihanlarıyla ilgili bilgi

verecektir.

2- «İnancımız» başlıklı risalenin ilk paragrafı şöyledir: İnanıyorum ki emir, her şey bütünüyle Allah'a a-ittir, mutlak hakim O'dur. Efendimiz Muhammed Aley-hisselâm insanlara gönderdiği peygamberlerin sonuncusudur ve topyekün insanlığa gönderilmiştir. Ceza haktır. Kur'an Allah Kitabıdır. İslâm dünyayı ve ahireti içine alan ilâhî bir nizamdır. Kuranı Kerîm'den her gür

-100-

bir bölüm okumayı kendime adet edineceğim, buna söz veriyorum. Sünnet-i Mutahhareye sımsıkı sarılacağım. Allah Resulünün hayat hikâyesini ve ashâb-ı kirâmının tarihini ciddî bir şekilde okuyup öğreneceğim, bütün bunlara söz veriyorum.

3-  Şehîd İmam 29 Rebîussânî 1354 - 30 Temmuz 1935 tarihinde Portsaîd'i ziyaret etmişti. Altı gün sürecek olan bu ziyaret sırasında halka bir dizi konferans vermesi de kararlaştırılmıştı. Kur'anı Kerîmin ışığı altında çeşitli konuların ele alınacağı bu konferanslar her günün akşamında sunulacaktı. Konular sırasıyla şöyleydi: Kur'anın etkisi, ayrılık, denge, ıslâh, esas ve fazilet. Ayrıca Üstadın perşembe günü vereceği konferansın ardından üstad Yakut Hasan da Humus'da «Eski Mısırlıların Din Telâkkileri» konulu bir konferans sunacaktı.

4-  Öte yandan Kardeşler pek çok imzalı dilekçe ve müzekkere vererek sorumlulardan orta dereceli ve yüksek okullardaki öğretim programlarında din derslerine de yer vermelerini istemişlerdir. Kimi zaman da bu hususlarda halkı harekete geçiriyoriardı.

1935 Ağustos'unda günlerden bir gün, bir heyet oluşturdular. Heyetin başında Şehîd imam, merhum doktor Muhammed Abdullah Derraz, mernum Üstad Hâmid Askeriyye ve Vişay Mahallesi muhtarı Abdurrahman Derraz, öğretmen Ahmed Hasan ve daha bazı önde ge-

- 101 -

len büyükler bulunuyordu. İskenderiye'de Bakanlık özel kalem müdürü Saîd Zülfikâr Paşa, Krallık Divan Başkanı Ali Mahir Paşa ve Mısır'daki orta dereceli ve yüksek o-kullarda din derslerinin esas medde haline getirileceği konusunda Kardeşlere yardım va'dinde bulunan Ezher Rektörü Muhammed Mustafa Merâğî ile görüştüler. Bu arada Nahhâs Paşa'dan da yardım istediler. Çünkü Nah-hâs Paşa, başında Nesim Paşanın bulnduğu söz sahibi Bakanlıkla uyum halindeydi. Necip el-Hilâlî ise Maarif Bakanı idi. Üstad el-Benna' (ki, Nahhâs Paşa'ca kimliği hâlâ bir meçhuldü) ince bir üslûpla heyeti Muhtarlar ve eşraf olarak, sadece böyle bir isimle takdim etti. Tabi, doktor Derraz'ın dışında. Çünkü onun üzerindeki madalya ve Ezherli kılığı gerçek kimliğini ve Ezher alimlerinden biri olduğunu ele veriyordu. Oysa Nahhâs'ın Ezherle arası iyi değildi. Böylece el-Hilâlî Paşa ile görüşme imkânı elde etmiş oldular. Uzun süren tartışmalardan sonra günün geç saatlerinde okutulan din derslerinin ilk saatlere alınması karara bağlandı. Ayrıca Kur'anı Kerim'den bazı kısımların ezberletilmesi ve sınıf geçmek için sözlü Kur'-anı Kerim imtihanlarının baraj kabul edilmesi gibi hususlar da karar altına alındı. Elde edilen bu sonuçlar ilerisi r-çin bir adım teşkil ediyordu.

Bunu, Maarif Komisyonu Başkanı Üstad Sa'd ei-Lebbân'ın Millet Meclisine din derslerinin temel madde

haline getirilmesi tezini savunan bir rapor sunması olayı izledi. Kardeşler derhal herekete geçip gerek komisyonu gerekse milletvekili ve senatörleri bu konuda desteklemeyi, işi daha da ciddiye almalarını sağlamayı kararlaştırdı. Lütfullah Sarayında onlar adına bir onur toplantısı düzenlediler. Bu toplantıya hem onları hem de bütün siyasî parti temsilcilerini davet ettiler. 1358 Cumâdel'ûlâ-sında icra olunan toplantıda Genel Mürşid bir konuşma yaparak, Kardeşlerin davetini, bu davetin Kur'ana dayanan köklerini, şahsî ve millî eğitimde dinin önemini anlattı. Toplantıya daha kimler gelmemişti ki! Ülkenin ileri gelenlerinden ve aynı zamanda Kardeşlerin dostları olan Prens Sekip Arslan, Alûbe Paşa, Üstad Mahmud Beysû-nî, milletvekili Sa'd el-Lebbân, sonraları Ezher Üniversitesi vekili olan üstad Abdullatîf Derraz, doktor Abdülha-mid Saîd, doktor Medkûr, doktor Abdülvahhab Azzâm ve daha niceleri!

Okul İnşâ Faaliyetleri:

Müsteşrikler okuldan söz ederken misyonerliğin en önde gelen organı olduğunu söylerler. Bu gerçeği göz ö-nünde tutan Kardeşler özel okullar kurmaya büyük ö-nem verdiler. Bu okullar Eğitim ve Öğretim Bakanlığının kültür programlarını içerirken bir yandan da yeterli dü-

- 102 -

- 103-

zeyde İslâm kültürüne eğilecektir. Sosyal etkinliklere sahip, ibadet ve amel konularında titiz İslâmî şahsiyetler yetiştirmeye de büyük önem verecektir. Vilayetlerin çoğunda açılan bu özel okulların öğrencileri gezici tiyatrolarla köylere çıkıyor ve temsil yoluyla daveti yayıyorlardı. Bir önemli nokta da şu ki, Hasan el-Benna'nın İs-mâiliye'de kurduğu ve «Hirâ İslâm Enstitiüsü» adını verdiği deney esasına dayalı okul stili ileri ülkelerin modern eğitim sistemlerinden yeterince yararlanmıştır. Üstad bu konudaki  anılarını  anlatırken  şunları söyler: (1) «Yüce Allah'ın izniyle Kardeşler camiinin üzerinde inşa edilen okulun yapımı tamamlanmıştı. O sıralarda benim örnek eğitim ve eğitimciler üzerindeki bilgilerim henüz taze idi. Pestolazzo'nun Betohafen, Estanz ve Yercodoruf okullarındaki öğretim metodu, Mezveyl'in Cerşim ve Kielhou okulundaki öğretim metodu ve daha nice örnekler zih-nimdeki tazeliğini hâlâ koruyordu. Herbert ve Bentsori'nin öğretim metodları da öyle. Bütün bunlar hafızamda taptaze duruyordu. Ancak bunlara belli bir olgunluk düzeyine gelen ve davet tarafından beslenen İslâmî eğilim ve emellere uygun yeni bir şekil vermemiz gerekiyordu. O sebeble okulun yapımı tamamlanır tamamlanmaz İslâmî

(1) Davet ve Davetçinin Hatıraları, s. 95-96, Dâru'ş-Şihâb basımı, 1397 h.-1977 m.

- 104-

bir isim bulduk ve «Hirâ İslâm Enstitüsü» dedik.

Öğrenciler için de özel bir kıyafet getirerek bunu zorunlu tuttuk. Buna göre her öğrenci yerli imalat ürünü bir entari ve pardesü giyecekti. Yine yerli imalat ürünü beyaz bir fes ve sandelet giyecekti.

Ders saatleri de benzerlerinden farklıydı. Çünkü, namaz vakitlerine göre ayarlanmıştı. Buna göre dersler erken saatlerde başlıyor önce sona eriyordu. Böylece öğrenciler namazlarını camide toplu halde cemaatle kılıyordu. Öğle yemeğinden sonra ikinci kısım dersler başlıyor ve ikindiye az bir zaman kala bitiyordu. Böylece ikindi namazı da yine cemaatle kılınıyordu.

Hazırlanan Ders Programları:

Enstitünün öğretim programı üç bölümden oluşuyordu:

1)  Öğrenciyi Ezher ve dinî enstitülere hazırlamayı hedef alan ilkokul programları.

2)  Sabahları önce ilkokul, sonra da endüstri okulları programları. Öğle yemeğinden sonra da öğrenciler Kardeşlerin yönetimindeki yerli fabrika ve atölyelere gidiyorlardı. Kardeşler, özel bir program dahilinde enstitünün ve enstitü hocalarının kontrolünde bu öğrencilere gönüllü olarak uygulamalı sanat öğretiyorlardı.

-105-

3) Öğrencileri lise ve yüksek okullara hazırlamak için ortaokul programları uygulanıyordu.

Harçlar ve Öğretmen Seviyesi:

Öğrencilerden okul giderlerini karşılamak için külfet getirmeyen uygun bir ücret alınıyordu. Bunun yanında öğrenci velilerinin içinde bulundukları şartlar gereği parasız öğrenim görenlerin sayısı gittikçe artıyordu. Ayrıca Enstitü üstün kabiliyetli ve yüksek diploma sahibi seçkin fen öğretmenlerine kavuşmuştu.

Öğretim Metodları:

Enstitüde uygulanan öğretim metodları modem e-ğitim teorilerine uygun tarzda ve en yeni esaslara bağlı olarak yürütülüyordu. Derslerin pek çoğu açık havada ve ismâiliye çevresinde, şehrin göz alıcı bahçelerinde veriliyordu. Hece harfleri ve matematik problemleri çamur, balçık ve benzeri şeylerden mamul araç ve gereçlerle öğretiliyordu.

Öğrenciler geniş bir hürriyete sahipti. İçlerinden geçen her şeyi öğretmenlerine açıkça söyleyebiliyorlar-dı. Yorgunluk, bezginlik, hatıra vs. talebe, hoca, okul, ev tam anlamıyla bir dayanışma ve yardımlaşma havasına

- 1Ob -

girmişti. İsmâiliye gençlerinin pek çoğu bugün bile hâlâ bu enstitünün üstünlüğünü konuşur ve talebe - hoca a-rasındaki karşılıklı sevgi ve saygıyı hatırladıkça içlerinde tuhaf bir tad duyar.»

Müslüman Kadın Yetiştirmek:

İsmâiliye'de kurulan «Hirâ İslâm Enstitüsü» yalnızca erkek çocuklar içindi. Çok geçmeden bir de «Mü'min Anneler Enstitüsü» kuruldu. Bu enstitü kızlarımızı ibadet ve taatında, her türlü gayri meşru gpsterişten uzak, evlilik mutluluğunu garanti edecek şekilde ev ve aile işlerine bakan iyi birer müslüman kardeş olmaları için hazırlayacaktı. Enstitü bu gaye ile kurulmuştu. Anlaşıldığı gibi enstitü kızlarımıza aile mutluluğunu öğretecekti. Sıcak aile yuvasında, düzenli biçimde yürüyen sağlıklı karı - kocalık ilişkilerinde ve karşılıklı sevgiden, saygıdan kaynaklanan sürekli mutluluk ortamında çocukların en güzel şekilde nasıl yetiştirebileceğini öğretecekti.

Ayrıca, Müslüman Kız Kardeşler için özel bir program da hazırlanmıştı. Bu program dahilinde kadınlar arasında daveti yayacaklardı. Bu hizmetin Mürşid nezdinde-ki ilk sorumlu başkanı da merhume Hâce Lebîbe Ahmed idi. Bu değerli sorumlu başkan Süveyş köprüsü caddesinde ve Kubbe Sarayı yanında Müslüman Kız Kardeşler

- 107-

için Hayır Camiî adında bir mâbed inşâ etmişti. «Kadınlığın Uyanışı» adlı derginin müdiresi de olan Lebîbe Ah-med aynı zamanda «Uyanan Kadınlar Cemaatı» nın da

kurucusuydu.

Faziletli Şehir:

Meetshel doktora tezinde Kardeşlere ait bir «Faziletli Şehir» projesinden de söz ediyor. Bu şehir Mu-kattam yaninda ve 400 feddan üzerinde kurulacaktı. Bu iş için satın alınan arazînin ilk taksicff de ödenmişti. Kurulması planlanan bu faziletli şehir Kardeşlerden ikibin a-ileyi barındıracaktı. 1951 yılında inşâ faaliyetine başlanmış, ancak 1954 yılında herşey tümüyle yüzüstü kalmıştı. Çünkü, Müslüman Kardeşlerin topyekün emlâkine el-konmuştu. Cemaata ait malvarliğından fertlere ait şirketlere kadar herşey devlet tarafından müsadere edilmişti.

Politik İhanet Hastalığını Teşhis:

Davet dergisinin kendisiyle yaptığı bir basın soruşturmasında Dr. Meetshei, bazı gençlerin takındığı sert t tavırla Mısırlı 'iaerierin uşaklık derecesine varan politik ihanetleri arasında bir bag kuruyor ve şöyle diyordu: Mı-; sır'ii siyasi liderlerin başını çektiği politik ihanetler dinî e-

- 108 -  .

ğiîimdeki eksiklikten kaynaklanıyordu. 5u gerçeği fark eden Cemaat üyeleri kargaşayı önierpek acundan da fertlerin ruhunu eksiksiz bir şekilde cihad duygularıyla doldurmanın zaruretine inanıyordu

Jackson'a Göre Kardeşlerin Eğitim Politikası:

Üstad Rektör Salih Abdülaziz'in Amerikan Dergisi olan «Nevvyork Cronokel» da (1951) yine Amerikalı gazeteci Robert Jackson'la yaptığı bir konuşması yayınlanmıştır. Bu konuşmada Amerikalı gazeteci Şehîd imam'la yaptığı ve 1946'da «Nevvyork Post»da yayınlanan bir görüşmeden söz ediyordu. Hasan el-Benna'nın eğitim ve yetiştirme konsundaki metoduna değinen gazeteci şunları anlatıyordu: «Mısır'da kaldığım süre içinde Hasan el-Benna'nın tarihi, hayatı ve hedefleri ile ilgili dokümanları eksiksiz bir şekilde elde etme imkânı bulmuştum. Bu belgelerin ışığında onunla Muhammed Abduh, Cemaled-din Efgani, Mehdi, Sünûsî ve Muhammed Bin Abdulvah-hab arasında karşılaştırmalar, değerlendirmeler yapmıştım. Giriştiğim bu araştırma beni şu noktaya götürdü: el-Benna bu zevatın hepsinden de yararlanmış, ama onların içine düştüğü hatalardan uzak durmayı da bilmişti.»

«Sözgelimi Efganî gerekli oian ıslahatın yönetim yoluyla yapılması gerektiğine inanırken Muhammed Ab-

- 109-

duh'da bu işi eğitim yoluyla başarılabileceği görüşünü i-ieri sürüyordu. Hasan el-Benna ise bu her iki yöntemi de bir arada kullandı ve hedef aldığı noktaya ulaşmayı başardı. Değişik sınıf ve kültürlere mensup seçkin kişileri tek bir çizgi ve tek bir hedefte topladı.»

«Bu bilgi ve izlenimlerle ayrılmıştım Mısır'dan. A-merika'ya döndükten sonra da onu adım adım izliyor ve hep onunla meşguldüm. Nihayet hakkında bir takım şüpheler uyandırıldı; kuşkunun, tecessüsün tozu dumanı a-rasında bırakıldı. Sonuçta yardımcıları ..tutuklandı. Gelip dayandığı bu aşamada yardımcılarının, yolunu izleyenlerinin böyle bir sınavdan geçmesi kaçınılmazdı. En sonunda kendisi de mesajını, maksadını tam olarak hedefine uiaştıramadan şehîd edildi.

Oysa ben Kahire'de iken duyuyor ve biliyordum ki, el-Benna o ana kadar kendisini kânunlar nezdinde suçlu düşürecek herhangi bir şey yapmış değildi. Yaptığı tek şey büyük bir yekûn teşkil eden bir genlçlik kütlesi toplamaktı çevresinde. Bundan fazlasını yapmamıştı. Ancak Filistin savaşı ve Kanal'daki hürriyet mücadelesi a-çıkça ortaya koymuştu ki, bu adam bir kahramandı; büyük, olağanüstü kahramanlıklar göstermişti. Bu kahramanlıkların bir benzeri ancak İslâm davetinin ilk döneminde görülebilirdi.»

- 110 -

Şahsî ilişkiler:

Jackson devam ediyor: «el-Benna'nın en büyük kabiliyetlerinden biri de ikna yeteneğiydi; fert fert insanları kazanma becerisiydi. Kişiyi kendine kopmaz bağlarla bağlardı. Beraber olduğu kişi onu ideal bir arkadaş olarak görürdü. Tanıştığı herkesle arasında çok samimi ve özel bir dostluk meydana gelirdi. Kimi zaman rastgele biriyle karşılaşır, tanışır, onun görevini, ne gibi işlerle uğraştığını öğrendikten sonra sözü aile ve çocuklarına kadar götürürdü. Böylece o kişiyi her yanı ve yönüyle tanımış olurdu. Konuştuğu insanların ruh kaynaklarına kadar iner ve keskin görüşü, ince mantığıyla onları inançlarından, politik ya da dini düşüncelerinden alır ve kendi görüşüne, düşüncesine çekerdi. Sonunda o kişiler kendi geçmişlerini unutur; eski hallerinden ötürü Allah'tan af dilerlerdi.»

Millî Eğitim:

Yine Jackson'u dinliyoruz, şöyle diyor yazar: «el-Benna'nın en bariz eylemlerinin başında vatan sevgisini ruhî iştiyakların bir parçası haline getirmesi olayı gelir. Vatanın, hürriyetin değerini yüceltti ve bunu en üst düzeyde tuttu. Getirdiği ve topluma mal ettiği anlayışa göre

- 111 -

zenginle yoksul arasında lütuf değil bir hak sözkonusuy-du. Yönetenle yönetilen arasında üstünlükten, egemenlikten söz edilemezdi; ancak bir dayanışma ve yardımlaşma olabilirdi. Yöneticilerin halk üzerinde sulta kurması diye bir şeyse asla. Ortada sorumluluktan başka bir şey

olamazdı.»

«Bu, aslında Kur'anın gösterdiği bir yoldu. Ancak el-Benna bunu apayrı bir üslupla ve yeni bir biçimde ilân ediyordu topluma.

Bu Kur'an adamı, bildiğim kadarıyla ne bir fitne peşindeydi, ne de sivrilme amacını güdüycirdu. Tek istediği iyi, güçlü ve hür bir toplum kurmaktı. Doğu asaletinin bütün özelliklerine sahip yeni bir nesil yoğurmaktı.»

Doğu, İslâm ve Kur'an:

Jackson devamla şunları söylüyor: «Hasan el-Benna, gerek daveti gerekse hayatı için düzenlenen çeşitli komplolara rağmen toprağa yeni bir tohum saçmayı başardı. Bu tohum Kur'an tohumuydu. Eski ağacı yok o-lup gitse bile asla ölmeyecek, çürümeyecek olan bir tohumdu.

Hasan el-Benna Kur'anı aldı eline ve üç kelimeyle, «Doğu, İslâm ve Kur'an» kelimeleriyle alay eden modern düşünce adamlarının yoluna çıktı, kaşılarında dimdik dur-

- 112 -

du. Onlara ve herkese karşı şöyle haykırıyordu: 'Artık Doğunun Batı düşüncelerini yeniden gözden geçirme zamanı geldi. Batı uygarlığı kendi öz sahiplerinin gözünde bile kendinden bekleneni veremez duruma düşmüştür. Bizimse dinî ve siyasî gruplar olarak ortak düşmanımız olan şeytan ve sömürüye karşı sahip olduğumuz şeyler tartışmasız cehalettir, yoksulluk, hastalık ve ahlaksızlıktır.' Evet, böyle haykırıyordu. Adıın vermediği bir sapık kişiyi eleştirirken de: 'İslâm için çalışan bir cemaatı daha iyi hale getirmek ve güçlendirmek zayıf düşürmekten hayırlıdır,' diyordu.»

Kardeşlerini Öteki grup ve toplulukları yaralayıcı bir üslûpla eleştirmekten de menediyordu. Ayrıca Kardeşlerini sürekli hareket ve tatbikat halinde tutmak istiyordu. Onların boş kalmaları ya da gereksiz işlerle uğraşmaları anlayışına ters düşüyor ve böyle bir şeye meydan vermiyordu. Bu noktaya dikkat eden Robert Jackson şöyle diyor: «Eğer bu adam uzun müddet yaşasaydı ülkesi için çok şeyler yapardı. Özellikle Şia - Ehli Sünnet arasındaki ihtilafları giderme konusunda İran'lı lider Ayetullah Kâşânî ile anlaşabilirdi. Bu iki lider 1948 yılında Hicaz'da bir araya gelmişti. Bu görüşmede bir anlaşmaya vardıkları ve bir ana noktaya ulaştıkları anlaşılıyor. Ne var ki, Hasan el-Benna'nın ömrü vefa etmedi, bu iş başarılamadan öldürüldü.»

- 113-

R. 14, F: t

O, düşünce planındaki ayrılığa, zıtlığa inanır ve bunu asla halk plânında bir ayrılığa, zıtlaşmaya dönüştür-mezdi. Böyleyken siyasî partiler ona karşı amansız bir

savaş açtılar.

İmam'ın İslâmî ve siyasî grupları birbirleriyle kaynaştırma yolundaki gayretini çok ince politik hassesiyle duyan Robert Jackson söylediklerinde tamamen haklıydı. Keşke yazar, Üstadın bu alandaki müthiş rolüne, buraya sığmayacak derecedeki büyük çabalarına daha yakından tanık olabilseydi!

- 114-

LİDERLER EĞİTİM KAMPI

1937 Yılıydı. Üstad el-Benna iskenderiye'ye bağlı Dahile bölgesinde yüze yakın genci barındıran bir eğitim kampı kurdu. Kampın süresi yaklaşık 32 gündü. Ona benzer daha başka kamplar da vardı.

Bu Kampta Neler Yapıldı?

Bu kampta öncelikle İslâm Ümmetinin siyasî tarihi okutuluyordu. Bu dersi okutan da bizzat Hasan el-Benna idi ve özellikle Doğu - Batı ilişkilerine de temas ediyord-du.

Gençler kampta Allah Resulünün ashâbıyla kıldığı huşûlu namazı öğreniyor ve bu konuda eğitiliyordu. Sözgelimi Allah'ın Resulü o seçkin toplulukla bir keresinde akşam namazını kılarken muavvizeteyn sûrelerini okumuştu. Başka bir zaman da aynı vaktin namazında Sâffât sûresini okumuştu. İşte imam el-Benna da kardeşlerine

- 115 -

akşam namazını kıldırırken Allah Resulünün sünnetini uyguluyordu.

Bazan da uygulamalı olarak savaş halindeki namaz kılma durumunu gösteriyor ve ilk grupla kıldırdığı yatsı namazında bütünüyle Bakara sûresini okuyordu. Tabi, çok özel bir namazdı bu. Çünkü bu kamp canlarını Allah'a adayan ve bu uğurda hayatlarına asla önem vermeyen seçkin bir topluluğun kampıydı. Bir kere topye-kün halde canlarını Allah'a satmışlardı. Böyle olunca da uzun süre Allah'la birlikte, O'nun huzurunda yaşamak kendilerirr ağır gelmezdi.

Sömürgecinin Heybetli Maskesi Parçlanıyor:

Öyle oldu ki şaşırırsınız. Ama oldu, hem de aynen. İslâm kampının karşısında bir de İngiliz kampı vardı. Gençler İskenderiye'deki camilere gidiyor ve uygulamalı olarak Allah'a davet eğitimi görüyorlardı. Hatta o sıralarda Müslüman Kardeşlerin İskenderiye'de şubesi yoktu. Hasan el-Benna istedi ki çocukları, talebeleri çölde Allah'a nasıl kulluk edileceğini öğrensin, bu arada da İngilizlerin nasıl yaşadıklarını görsün. Şimdi gençlere böyle bir fırsat veriyordu. Allah'ın izniyle ve iradesiyle bu ilginç kampta bir nesil her bakımdan gerçek anlamda eğitilmiş oluyordu. Bu manzarayı gören İngilizler şaşırıp kaldılar.

Olup bitenleri izlerken bu nasıl bir kamp böyle? diye birbirlerine soruyorlardı. Öyle ya, herkesin kıldığı namazdan farklı bir namaz görüyorlardı. Askerî eğitimse çok ayrı ve renkli bir manzara sergiliyordu.

Ve garip bir olay!

Üniversiteli genç Mahmud Ebu'ssuûd, Kardeşlerin spor eğitimine bakıyordu. Bu işi o üstlenmişti. Kardeşlerin içinde bir istek belirdi; İngiliz gurur ve şımarıklığını kırma konusunda Mısırlıları yüreklendireceklerdi. Ne mi oldu? Anlatalım: Kampın spor sorumlusu Mahmud Ebu'ssuûd Kardeşlerden bir izci grubuyla zaman zaman şehre inerdi. Bu arada tramvaya bindikleri olurdu. İngilizler sarhoş olarak dolaştıkları İskenderiye sokaklarında halkın onurunu kırıcı davranışlarda bulunurlar, halkın değerlerine hakaret ederlerdi. Sonra da gecenin geç saatlerine doğru ingiliz kampına dönerlerdi. Herkes korkarlardı kendilerinden; çünkü herbirinin üzerinde bir tabanca vardı. Ayrıca kanunları gereği güçlüdürler, zorbalık maka-mındadırlar. Kardeşler işte İnlgilizin bu heybetini parçalamak istediler. İngilizleri Mısırlıların güçlü pençesinden koruyan tamamen vehimden ibaret bu korkunç duvarı yerle bir etmeyi kararlaştırdılar. Bir akşamüstü igiliz askerleri yine tramvayda her zamanki gibi sululuk ediyorlar ve İskenderiye halkına, Müslümanlara küçük düşürücü sözlerle takılıyorlardı. Mahmud Hoca birden ve aniden ilk

- 116-

- 117 -

kez bir ingilizin suratına müthiş bir tokat indirdi. Neye uğradığını şaşıran ingiliz, bir Mısırlı nasıl olur da bir İngilizi tokatlayabilir gibilerden apışıp kaldı oracıkta. Tuttu Mahmut Hoca bir tokat daha aksetti kâfir askerin suratına ve yaptığı şeyin insana yakışır bir iş olmadığı konusunda kendisini uyardı. Kampın spor sorumlusu Mahmut Hoca sonuç ne olacak diye çevresini gözlüyordu; ama çevre. de ingiliz kardeşine yardım eden tek bir ingiliz bile yoktu. Orada bulunan her ingiliz kendi kabuğuna çekilmişti. Aralarında kuvvetli bir bağ yoktu ki. İçkiydi onları bir araya getiren, mal sevgisiydi, ingiltere'nin askerî makamları toplamıştı onları bir araya ve buralara göndermişti. Gelmek istememişlerdi; ama buna güçleri yetmemişti. Yani burada bulunmalarının millî ve insanî duygularla bir ilgisi yoktu, işte böylece İskenderiye halkı İngilizlere yüklenme cesaretini bulmaya başlamıştı kendinde. Gerektiğinde onlara kötek atabileceğine inanmıştı. Artık ingilizlere herhangi bir insan gibi muamele etmeye başladılar. Hiç bir ingiliz korkulmaya lâyık ceberrut bir tanrı değildi, olamazdı da. Bu psikolojiye varmak önemli bir olaydı.

Böylece kardeşler, ingilizlerin korkulacak tanrılar, saygı duyulacak melekler olmadığını öğretmeye başladı halka. Gerektiğinde dövülebilen, tokatlanabilen ve ülkeden kovulabileln bir takım insanlardı ancak. Gelişen bu olaylarla biriıkte biz Kardeşler de aynı şeyi öğrenmeye

118 -

başlamıştık. İskenderiye ve topyekün Mısır halkı da aynı şekilde öğrenmiş ve anlamıştı ki, İngilizler bizim gibi insanlardı sadece. Hiçbir İngiliz İskenderiye'de kendini tanrı olarak göremezdi.

İngilizler İskenderiye halkının kendilerine bu türlü davranmalarının sebebini anlamaya çalışıyordu. Bu hususta köklü bir araştırmaya koyuldular ve sonuçta şu karara vardılar: «İskenderiye halkını böylesine değiştiren Hasan el-Benna ve Müslüman Kardeşlerdir. Bu olay tamamen onların eseridir. Aynı değişikliği daha önce İsmai-liye şehrinde general Fergalî gerçekleştirmiştir. Bu kez olduğu gibi yanında yine Hasan el-Benna vardı.» Artık başladılar Kralı, Nahhâs Paşa ve Ali Mahir Paşa'yı Üstad üzerine kışkırtmaya.

İslâm Daveti Krala Ulaştırılıyor:

İşte o sırada Hasan el-Benna Kral Faruk'a ilk müzekkeresini gönderdi. Onunla birlikte Divan Başkanı ve Başbakana da. İslâm'la hükmetmenin zorunluluğunu anlatıyordu onlara. Mısır'daki İngiliz varlığına saygı duyulmaması gerektiğini, İngiliz varlığının korkulacak, üstüne varılamayacak bir şey olmadığını vurguluyordu. Mısır halkının ülkedeki İngilizleri hezimete uğratacak hatta onlan sınır dışı edebilecek bir güce sahip olduğunu da dile ge-

- 119 -

tirerek Mısır'ın İngilizlerden nasıl temizleneceğine, fikrî ve askeri hürriyetin ne şekilde elde edileceğine ve yabancı tahakkümün, yabancı kanunların boyunduruğundan hangi tedbirlerle kurtulabileceğine dair bir plânı gözler önüne seriyordu.

Bildiriyi Kardeşler kalemleriyle, yani el yazılarıyla yazıp çoğalttılar ve sorumlulara gönderdiler. El yazılarıyla yazdılar, çünkü bu işte kullanabilecekleri bir daktiloları yoktu. Bildiri Ahmed Hasaneyn, Ali Mahir ve Nahhâs dahil herkesi derinden düşündürdü. Umut içinde yaşamakla sultalarını yitirme' korkusu" arasında şaşırıp kaldılar. Mevcut düzenin gölgesinde mutlu bir hayatları vardı ve böyle bir düzende yönetimde nasıl kalabileceklerini iyi biliyorlardı. Ama, ya şimdi? İki seçenek vardı önlerinde: Ya, İslâm, ya da mevcut düzen. (Tabiî bu düzen içinde İngilizler onları eritip yokedecektir.) Kardeşlerin ileri sürdüğü tez bunu zorunlu kılıyordu. Bu durumsa onlara çok garip geliyordu. Allah'ım affet bizi, bizi ve herkesi!

Bir Mektup Daha Krala:

8 Muharrem 1358'de Şehîd İmam Hasan el-Benna Kral Faruk'a bir mektup daha gönderdi. Bu mektupta ülkenin içine düştüğü fesat ortamını dile getiriyor ve problemin çözümü için İslâm'dan başka bir çare bulunmadığını vur-

-120-

guluyordu. Mektubun metni aynen şöyle:

«- Sayın Kral; Anayasasında dini İslâm'dır kaydı bulunan ülkemizde Allah'ın şeriatı açıkça çiğnenmekte ve hükümleri bir yana itilmektedir.

Meyhaneler, fuhuş yuvalan, dans salonları, çılgınlık odakları her yeri kaplamış ve herkesin başını döndürmüş bulunmaktadır. Hatta devlet radyosu, çoğu zaman bu fesat pisliklerini evlere kadar taşımaktadır. Eğlence ve kumar kulüpleri hem vakitleri öldürüyor hem de malı mülkü tüketiyor. Bu yuvaları besleyen de ülkenin ileri gelenleri. Milletin varlıklı kesimi akşam sabah buralarda. Öyle ki başkentlerde ve büyük şehirlerde bulunan memur kulüpleri ülkedeki fesat ve ahlaksızlığın bizzat kendisi haline gelmiştir.»

«Devletin üst düzeydeki memurları bütün şahsî ve resmî tasarruflarında halka en kötü şekilde örnek olmaktadırlar. Halkın diline düşen bu memurlar, şiddetli eleştirilere uğramakta ve yöneticilere duyulan güvenin sarsılmasına yol açmaktadırlar..

Hele basının sergilediği manzara tüyler ürperticidir. İslâm'ın edep ölçüleriyle asla bağdaşmayan, Allah'ın kadına farz kıldığı örtü ve ihtişam kurallarını hiçe sayan hayasızlık örneği kadın resimleri irili ufaklı bütün basın organlarında yer almakta ve şaşkın gözleri, kötü kalpleri oyalayıp durmakta. En kötüsü de bunlar en köklü ailele-

- 121 -

re, en büyük evlere ve en temiz namuslara kadar uzanmaktadır.»

«Pek çok yerde düzenlenen resmî ve özel nitelikli gece toplantıları, adet haline getirilen ihtifaller, eğlenceler. Kadınlı erkekli bu toplantılarda içkiler içilmekte ve sabahlara kadar dans, oyun, eğlence her türlü çılgınlık fütursuzca icra edilmektedir.

Sayın Kral; bütün bunlar ve benzeri hareketler, halkın inançlarını ve kendine olan güvenini yıkmaktadır. Dolayısıyla yüce değerleri unutturmakta ve Allah'a kulluktan, hayırlı işlere teşebbüsten alıkoymaktadır. Aklı, sıhhati, mal ve şuuru tahrip etmektedir. Müslüman aileleri, huzur dolu evleri hızlı ve çok yönlü bir çözülmeye götürecek, çabucak harap hale gelmelerine yol açmaktadır. Gazete ve dergilerde ardarda yayınlanan haberler gerçekten müthiştir, kaygı ve korku vericidir. Artık bir şifalı elin uzanması şart olmuştur. Toplumumuzun içine düştüğü bu çılgın ve batak durumdan kurtulup arınması için böyle bir mücadele kaçınılmaz hale gelmiştir.

Artık hedefini mutlak surette bulacak bir söz söyleyin, bir krallık emri çıkarın da bundan böyle Müslüman; Mısır'da islâm'la bağdaşmayan hiçbir şey olmasın.»

Hasan el-Benna Müslüman Kardeşler Genel Mürşidi

Nura Doğru

Dahası, Üstad 1939 yılında Nura Doğru başlığı altında dünyadaki bütün krallara, bakanlara, ileri gelen şahsiyetlere genel bir mektup göndererek hepsini, herkesi İslâm'la hükmetmeye çağırdı. Ne ki, ince, yumuşak bir üslûpla kaleme alınan bu mektup kültürlerini, gelenek ve hayat tarzlarını Batıdan alıp özümleyen, Batıyı kutsal gören ve ondan çekinip korkanların hoşuna gitmedi. Biz, bir tarihi anlatıyoruz burada, kimseyi yaralamak gayesinde değiliz. Sorumlulara yöneltilen bu nasihat yerine getirilmesi gerekli olan farzdı, görevdi. Bir sahabî anlatıyor: Allah'ın Resulü; «Din nasihattir!» buyurdu. Kim için bu nasihat, kime ey Allah'ın Resulü? diye sorduk. «Allah i-çin, Kitabı ve Resulü için, müslümanların imamları ve topyekün kendileri için!» cevabını verdiler. Ancak üzülerek belirtelim ki, bu nasihata muhatap olan kişiler düşünce ve uygarlık anlayışlarının gereği olarak İslâm'a karşı zıt bir konum içinde bulunuyorlardı. Dolayısiyle bu davet usta ve çıkarcı politikacılarla, kral ve sömürü arasında bir ittifakın başlamasına sebep oldu, böyle bir ittifakın ilanı demek oldu adeta. Evet, bir ittifak ya da çağın diliyle bir işbirliği. Bu noktada taraflar birbirleriyle anlaşıyor ve tam bir görüş birliğine varıyor. Hedef tek: İslâm da-vetçilerinin ve İslâm hareketinin işini bitirmek! O ne-

- 1 22 -

denle' 40 lı yıllarda Kardeşlerle ittifak çevreleri arasındaki mücadele iyiden iyiye kızışıyor. Tabiî, işbirlikçilerin başında daima sömürü yer alıyor, süngünün başı hep o. Ya da bu çevreleri pençe olarak kullanan yırtıcının başıdır sömürü; ona, aynı zamanda ipleri eline geçirip karagöz ya da kukla oynatan bir oyun ustası da diyebiliriz. İşte bu gelişmeler yüzünden o dönemde kardeşler ve Hasan el-Benna Kral ve işgal güçleri dahil bütün siyasîlerin e-linde bir oyuncak durumuna düştü. Nihayyet 1948 yılında Kardeşler bu yiğit ve şerefli halktan çıkardıkları savaşçı kafileler gönderdiler Filistin'e. Bunu yapmaya mecbur kaldılar. Bu kafileler herkesin gözü önünde şeref meydanına atılıyordu. Canları ve cesetleriyle cennet kapılarını çalacakları bir yere gidiyorlardı.

İmam bir şeyi farketmişti; saltanatın miras yoluyla babadan oğula geçeceği fikrini onaylamayan İslâm'dan Kral korkuyordu. İslâm'ın egemen olması halinde tahtının elinden çıkacağı endişesine kapılmıştı. İmam derhal o-nunla görüşme yolunu tuttu; İslâm'ın krallık ya da Cumhuriyet herhangi bir yönetim biçimiyle uğraşmadığını, yalnızca İslâmî anlamda bir yeterlilik istediğini anlatmak istiyordu kendisine. Bu arada Kralın bir temsilcisiyle görüşüp durumu aynen izah etti. Ayrıca İslâm'ın egemenliğinden azınlıkların da korkmaması gerektiğini, İslâm ilke ve hükümlerinin hakim olması durumunda

-124-

türlü mal, düşünce ve ırz emniyetlerinin tam anlamıyla sağlanmış olacağını, «Dinde zorlama yoktur!» (1) buyruğunun gereği olarak inançlarına kimsenin dokunamayacağını anlattı.

Kardeşler ve Kiptiler:

Şurası bir gerçektir ki, Kardeşler sürekli davetleriyle çevrelerindeki etkin Hıristiyan unsurları da derleyip toparlama gücüne ulaşmışlardır. 40 ların başında Kardeşlerin Yahya Şarkıyye'nin merkezi Ferîdiyye (Şerişme) deki şubesini ziyaret ettim. Şubenin malî kayıtlarını inceliyordum ki gözüm bir 50 (kuruş) rakamına ilişti. Bu bir aylık aidat bedeliydi. Oysa öteki aylık aidat bedelleri ya iki kuruştu ya da beş kuruş. Rakamın karşısındaki isme göz attım ve aidat sahibinin kimliğini tesbit ettim: Tren istasyonu müdürü olan bir hıristiyan. Hem niçin aidat ö-dediğini öğrenmek hem de kendisine teşekkür etmek i-çin adamın ziyaretine gittim. Bana şunları anlattı: Tren istasyonundan hayli uzak mesafede bulunan bu bölgeye yerleştiğimde görev mahalline gidip gelebilmem oldukça zordu. Hele güneş battıktan sonra kasabaya dönmek bir meseleydi. Çünkü yol kesmeler, sağdan soldan gelen

(1) Bakara sûresi, 256

- 125 -

bombalar vs. gelip giden herkesin yüreğini korkudan titretiyordu. Ortam tam bir terör ortamıydı. Nihayet Kardeşler geldi ve barış komiteleri kurdular. Terör gitmiş ve yerine huzur ortamı gelmişti. Yol kesmeler, tehditler son bulmuştu. Bomba gürültülerinin yerini zikrullah nidaları almıştı. Kardeşlerdir ki, yol emniyetini sağladılar, istasyondaki müdür odasında mahpus kalan görevliyi esenliğe çıkardılar. Bu durumda bizim ödediğimiz bu aidat nedir ki! Her yana sevgi tohumları saçan, silahlı çatışmaların önünü alan, halkın hüzünlerini, matemlerini sevince, mutluluğa dönüştüren ve herkesi hayır üzerinde toplayan, birleştiren bu kişilere asgarî takdir ve minnet borcumuzu yerine getirmiş oluyoruz. Nihayet İslâm'ın kalbime yabancı gelmediğini düşündüm. Evet, yabancı değildi, garip gelmiyordu. Çünkü o Allah kelâmını sükût içinde dinlemeye çağırıyordu. Kura'n: «Kur'an okunduğu zaman o-na kulak verin dinleyin..» (1) buyuruyor. Nitekim İncil'de: «Mukaddesatınızı köpeklere vermeyiniz!» der.

Böylece İslâm daveti hür düşünce sahibi her kişi ve kesimin desteğini kazanıyordu. Zeytûn'da Hıristiyan din adamları Kardeşlerin ziyaretine geliyordu. Şubelerindeki dini toplantılarına katılıyorlardı. Saîd'de Kardeşler tutuklanırken onlarla birlikte çok sayıda hıristiyan da tu-

(1) Araf sûresi, 204.

- 126 -

tuklanmıştı. Çünkü bu Hıristiyanlar, islâm'ın meziyetlerini şahıslarında somut halde temsil eden Kardeşlerin kulüplerine katılmışlar ve sürekli de katılıyorlardı. Onlardan E-min Batris'i hatırlıyorum. İbni Haldun Lisesinin ilk İngilizce öğretmeniydi. Nakrâşî döneminde pek çoğu Kardeşlerle birlikte içeri alınıp tutuklandı.

1941 de Üstad Hasan el-Benna tutuklandığında Esyot'un Merkezi Menfelut bölgesi milletvekili ve eski U-laştırma bakanı Üstad Tevfik Dûs Paşa bu tutuklama o-layı ile ilgili bir soruşturma yaptı. Tevfik Paşa'nın sonunda söylediği söz şu oldu: İslâm Şeriatı Mısır'daki Kıptîle-rin ruhuna, her türlü güvenliğine gerçekten sahip çıkmış ve esaslı bir şekilde korumuştur.

Müslüman Kardeşler Genel Merkezinde siyasî bir komisyon teşkil edilmişti. Cemaatın vekili, üye üstad a-vukat Vehîb Dûs, Esyot ili Ebnop milletvekili üstad Lou-vis Faunus ve Kardeşlerin ileri gelenlerinden üç kişinin de katılmasıyla oluşturulan bu komisyonun görevi Müslüman Kardeşlerin bağlı olduğu ilkeleri, ülkede İslâmî uygulamanın nasıl ve ne şekilde gerçekleştirileceğini açıklayıp ayrıntılarıyla anlatacak ortak çıkarın temel politikasını belirlemekti.

Ne ki, Cemaatın karşısına çıkan büyük ve çetin o-lâylar bu komisyonun vazifesini yerine getirmesine engel oldu. Böylece bu önemli teşebbüs sonuçsuz kalmış olu-

- 127 -

yordu. Yeter ki İslâm doğru anlaşılsın, Allah Resulünün hayatı, nasıl yaşadığı bilinsin, yeterince öğrenilsin. Bu, Müslüman olmayanların İslâm'a girmesini ya da en azından kalplerinin islâm sevgisiyle dolmasını sağlayacaktır. İşte kültürlü kiptiler de Mısır'da Müslüman Kardeşlerle böyle bir konum içinde yaşıyordu. «Sizin dininiz size, benim dinim banadır.» (1) ve «Allah din uğrunda sizinle, sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve onlara adil davranmanızı yasaklamaz.» (2) kurallarına uyuluyordu.

Hıristiyanlık adıyla bulanık suda balık avlamaya çalışanlarsa elbette olacaktı. Nasıl ki bizde de aynı şeyi sofîlik adı altında yapanlar vardır ve böyleleri toplumda daima bulunur. Ama günün birinde suyun bulanıklığı gider ve ortaya tatlı bir berraklık çıkar.

Bulanık suda balık avlamaya çalışanların en şerlisi şüphesiz bu sömürgeci alayı idi. «Millî Birlik» sloganını a-ğızlarından düşürmeyen bu hainler böylece asıl millî birliği parçlamak ve değişik millet ve inançlara sahip bütün milliyetleri yutmaktı. Bu menhus politikanın saçmalıklara na sarılmada Mısır hükümetleri de bunlara uydu. Ülke ve denizaşırı bölgelerdeki Siyonist ve sömürgeci odaklar da

(1)Kâfirûn sûresi, 6. (2) Mümtehine sûresi, 8.

-128-

Mısır'ın ve topyekün Arap dünyasının üzerine atılıyordu, bölmek ve parçlamak için. Bunda başarılı olabilmek için tek bir prensibe sarılmışlardı: İslâm nizamını bulandırmak ve Müslümanları ondan ürkütmek. Hem İslâm'a hem de Müslümanlara karşı gönüllerini karartmak. Bir talihsizlik de, Müslümanların başında yönetici olarak bulunan kişilerin İslâm Fıkhında derinlik sahibi olmayışları idi. Dolayı-siyle Siyonist ve sömürgecilerin sebebiyet verdiği yanlış anlamaları bertaraf edecek şekilde İslâmi bir uygulama gayreti içinde olamıyorlardı. İslâm şeriatını öyle sağlam, öyle mükemmel tatbik edelim ki bu yalancfvehimler tutunamayıp çekip gitsin, gibilerden bir hamaset göstere-miyorlardı.

Artık vatandaş haklı olarak: 30 lardan itibaren giriştiği ciddî mücadelelerle misyonerliğe tek başına karşı duran Müslüman Kardeşler olmuştur! demektedir; ve elbette doğru söylemektedir.

Ancak bir noktanın bilinmesi gerekir. Şöyle ki; misyonerlik yoksulun ihtiyacını sömürüyordu. Küçük yaşlardaki çocukları alıp götürüyordu. Cahil ya da yoksul çevrelerin yetişkin gençlerini kandırıyor, saptırıyordu. Hem cahil hem de yoksul çevrelerin yetişkinlerini kandırıp saptırmaksa daha kolaydı. İşte Kardeşler böyle bir ortam içinde misyonerliğin karşısına çıkarken, onunla savaşırken ne herhangi bir şiddet prensibine başvur-

-129-

R. 14, F: 9

muşlardır ne de kötü bir söz söylemişlerdir. Çünkü bağlı oldukları temel kanun böyle davranışlardan men eder onları. İşte ayeti kerîme: «Kitap ehliyle en güzel şekilde mücadele edin..» (1)

Misyonerlik hareketinin arkasındaki parmaklar yerli yani Mısır'lı değildi. Mısır'lı olup da bu hareket içinde böylesine rol oynayan kişilerse ne İslâm'la ne de millî ve insanî şuurla ilgisi olan kişilerdi. Onlar olsa olsa fırsatçılardı, en önemlisi de sınırsız ahmak ve cahil kişilerdir. Çünkü Kur'an gerek Hazreti İsa'dan, gerekse annesi Hazreti Meryem'den öyle yücelticf- ifadelerle söz etmiştir ki, buna hiçbir misyonerin gücü yetmez.

Özetlersek: Kardeşlerin daveti İslâm daveti olması hasebiyle dün, bugün ve her zaman millî birliğe giden, götüren tek yoldur ve hep öyle kalacaktır. Özlenen huzur ortamı da yine bu davete bağlıdır. Onların dışındaki siyasî parti adamlarının bu hedefe ulaştıracak herhangi bir esasa dayalı kaideleri yok ellerinde. Çünkü onlar i-man nedir, kitap nedir, bilmiyorlar ki!

(1) Ankebût sûresi, 46

- 130-

KARDEŞLER VE İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI Zayıf Yöneticiler:

İngiliz işgali ülkede kasvetli bir hava meydana getirmişti. Bu durumun Mısır halkını içten içe tahrik ettiği şüphesizdi. Halk gerek içinde bulunduğu olumsuz şartların etkisiyle gerek hürriyete duyduğu aşırı hasretin verdiği heyecanla ülke çapında ayaklanma belirtileri gösteriyordu. Ne ki, başlarındaki yöneticiler güçsüz, beceriksiz insanlardı. Azmi zayıf, şuuru kıt, inancı çarpık, İslâm'ı doğru şekliyle göremeyen ve politik görüşlerini doğrudan sömürgeciden almış, özümlemiş bu kişilerin halka sağladığı destek, yardım ne ölçüde yararlı olabilirdi?!

İkinci dünya savaşı patlak verdiğinde Mısır sıkıyönetim ilân etti ve 1936 andlaşması gereğince İngiltere yanında yer aldığını duyurdu dünya kamuoyuna. İtalya da Haziran 1940'da Almanya ile birlikte katıldı savaşa. Kardeşler Mısır'ın savaşa iştirakini desteklemediklerini i-lân etti. Yalnızca 1936 andlaşmasının öngördüğü yar-

- 131 -

dımlarla yetinilmesini onaylıyordı Kardeşler. Mısır bu savaşta İngiltere'nin yanında yer aldığını ilân etmişti ama ittifak devletlerine karşı bilfiil savaş açmamıştı. Tabi, bu durum İngiltere'nin hoşuna gitmemişti. Asıl merkezinin, üssünün sarsıntıda olduğu yorumuna varıyordu. Ne yapıp edip Mısır'ı savaşa sokmalıydı. Bunun için şu çarelere başvurdu:

1- Hasan el-Benna'nın dost ve arkadaşlarını bütün idarî makamlardan uzaklaştırmak. Hemen faliyete geçti ve ilk planda Ali Mahir'i başbakanlık makamından uzaklaştırdı, yerine Hüseyin Sırrımın geçmesi için. Ali Mahir, milliyetçi tavrından ötürü 1935 yılından beri İ-mam'la iyi ilişkiler içindeydi. İslâmî değerlere de az çok saygılı bir insandı. Ama bu saygısı sosyal ahlak, fikrî miras ve Mısır'ın öteki İslâm devletleriyle olan ilişkilerine hizmet eden siyasî bir faktör oluşu gibi açılara dayanıyordu.

Ali Mahir kabinesinde olan Salih Harb Paşa'yı da yeni kabinenin teşkilinde safdışı bıraktı. Öte yandan 20 Mayıs 1941 de Abdurrahman Azzâm Paşa'yı sınır ordusunun komutanlığından aldı. Yine onun marifetiyle Azîz el-Mısrî emekliye sevkedildi. Azîz el-Mısri Kardeşlerle ilk kez 1937 de Londra'da tanışmıştı. Bu tarihte Londra'ya gelmiş ve Kardeşlerden üç kişi orada kendisini Arap elbisesiyle karşılamıştı. Daha sonraki tarihlerde çeşitli de-

-.132-

falar Kardeşlerle buluşup görüşmüştü. Sözgelimi 1940 yılında Cemaatın ikinci vekili Dr. İbrahim Hasan'la bir görüşme yapmıştı. Bu görüşmede subay Enver Sedat da bulunmuştu. Daha sonra Enver Sedat İmam el-Benna ile de birkaç defa görüşmede bulunmuştu. Görevden alınması Azîz'i ordudaki, polis ve Kardeşler teşkilatındaki milliyetçilere yaklaştırdı, onları sevmesini sağlayan bir etken oldu.

2- Hasan el-Benna'yı Kahire'deki işinden Kına'ya nakletmek. 19 Mayıs 1941 de bu işi de gerçekleştirdi. Nitekim Cemaat Genel Sekreteri Ahmed es-Sükkerî de Kuzey Deniz Bölgesine nakledilmişti. El-Benna'nın Saîd-e nakli meselesi Millet Meclisine götürüldü. Hükümet gerekçe olarak; el-Benna'nın sık sık geziye çıktığını, dola-yısiyle görevini ihmal etme durumunda kaldığını ileri sürdü. Gene! Merkez'de hükümetin bu gerekçesine cevap olarak el-Benna'nın apayrı bir görev anlayışına sahip olduğunu, görevini hiçbir zaman ihmal etmediğini, hizmeti süresince hastalık, mazeret gibi izinler almadığını, gezi ve yolculuklarını görevine halel getirmeyecek şekilde a-yarladığını, dünyevî ve uhrevî çalışmalarını birbirini zedelemeyecek şekilde düzenlediğini isbat eden belgeler ibraz etti. Üstad Kına'da ise telgraf hizmetlerinin istasyona alınması dolayısiyle bunlardan boşalan yeri işgal etti ve burayı davetin merkezi haline getirdi. Buradan yürüttüğü

-133-

davet faliyetleri Uksur'a ve hatta daha uzaktaki çoğu bölgelere kadar uzandı. Sonunda hükümet buradaki fali-yetini önlemek için onu Kahire'ye nakletmek zorunda

kaldı.

İngiltere'nin durumu sallantıda kalmaya devam etti. Bir yandan Kardeşlerin davet faliyetleri, bir yandan da düşman devletlerin karşı propagandaları İngiliz varlığını i-yiden iyiye tehdit ediyordu. Sonunda İngiliz tankları 4 Şubat 1942 günü Abidin Sarayını kuşattı. Aynı günün gecesi haberi alan İmam el-Berlrıa Krallık Divan Başkan-lıîına müracaat ederek: «Eğer izin verirseniz biz bu ku-s rtmayı yarar, dağıtabiliriz,» dedi ve ilâve etti: «Gerçekte İlah buna izin vermiştir. 'Haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmalarına izin verilmiştir. Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir' (1) ayeti bunun isbatıdır.» Krallığın verdiği cevapsa aynen şöyle: «Bu kahramanca ve vatanperver tutumunuza teşekkür ederiz. Sayın Kral kendine has hik-metiyle durumu bizzat düzene koyacaktır.» Sözü edilen hikmet İngilizlerin isteğine boyun eğmekten başka bir şey değildi. İngilizlerin isteği ise Vefd hükümetinin, iş başına gelmesiydi. 6 Şubat 1942 de Mustafa Nahhâs yeni kabinenin kurulduğunu ilân etti. Bu kabine Ekim 1944 de

 

Kral tarafından düşürülünceye kadar iş başında kaldı. Daha sonra Kral yeni kabinenin kurulması görevini Ah-med Mahir Paşaya verdi.

Bu arada işgali protesto eden gösteriler düzenlendi. Ülkenin içişlerine müdahale edilmesi, Krallık Sarayının kuşatılması şiddetle kınandı. Ne var ki, askerî yönetim bütün bu yükselen sesleri hemen bastırıp, susturdu. Bunun üzerine Nahhâs'da kabinenin kuruluşunun hemen ardından, 7 Şubatta parlamentoyu feshettiğini duyurdu.

Ocak 1941 de toplanan Müslüman Kardeşler 6. Genel Kongresinde Üstad el-Benna'nın İsmâiliye bölgesinden milletvekili adayı olması kararlaştırıldı. Üstadın a-day olma teşebbüsü Nahhâs'ı telâşlandırdı ve derhal yanına çağırarak umumun yararı için adaylıktan çekilmesini istedi. Korkunç bir askerî güce sahip olan İngilizlerle a-ramızdaki dostluk ve içinde bulunduğumuz savaş durumu bunu gerektiriyor. İngilizler etkin güçlerine rağmen Kardeşlerden birinin parlamentoda bulunmasından, kendilerine karşı sert ve katı bir politik programı hem de resmî planda uygulamaya kalkışmasından korkmaktadırlar, dedi. (1)

(1) Hacc sûresi, 39

(1) Heawart Dont: Modern Mısır, s. 40

Richard B. Meetshel: Müslüman Kardeşler, s. 63-82

- 134-

- 135-

Bu, İmam'ın önüne çıkan bir fırsattı. Değerlendire-bildiği takdirde dini ve vatanı için pek çok kazanç sağlamış olurdu. Böyle düşündü ve adaylıktan çekilmek için i-ki şart ileri sürdü. Bu şartlar şunlardı:

1-  Bazı şubelerde tatil edilen faliyetlerine devam konusunda Cemaata serbestlik tanınması, durdurulan risale neşrine yeniden izin verilmesi.

2-  Alkollü içkilerin ve fuhuş faliyetlerinin önlenmesi için gerekli tedbirlerin alınması, ülkenin bu tür kirli işlerden arındırılması.                               <•

Hükümet bu şartları kabul etti. Ancak uygulama a-lanı çok dar tutuldu. Batakhanelerin ancak bir kısmı kapatılmıştı. Alkollü içkilerin satışı ile ilgili yasaklama kararı ise dini merasimleri, ramazan ayını ve günün belirli vakitlerini kapsıyordu.

Bu arada Müslüman Kardeşler halka gerçek düşmanlarını gösterme eylemlerinden geri durmadı. Halkın gerçek düşmanları hiç şüphesiz işgal, kötü yönetim, İslâm dışı yönetim ve cehaletti. Bunlardan kaynaklanan yoksulluk ve hastalıktı, aile çöküntüsü, ahlak çözülme-siydi, sınıfçılık ve kapitalilzme dayanan haksız ayrıcalıklardı.

Zorlu bir mücadeleydi. Cennetin kazanılması yolunda candan maldan geçiliyordu. Ama böyle bir direniş sayesinde davet beklenen ürünlerini vermişti. İslâm'ın yi-

- 136-

ğit erleri Mısır ufuklarında: «Cihad yolumuzdur, Allah yolunda ölmekse en yüce emelimizdir!» nidalarını yükseltiyordu. İmam bu muhteşem nidaları gerçek anlamda harekete dönüştürdü, uygulama alanına döktü. Bu sloganın ruhunu fiilen ortaya koyacak müthiş bir askerî potansiyel vardı. «Göçebe» durumundaki bu ordu altınordu olmuş ve gerek İngiltere'nin gerekse onun uşak hükümetinin korkuları bir bir tahakkuk etmeye başlamıştı. Nihayet 1942 yılının sonlarında Müslüman Kardeşler Cemaatının feshi ve Genel Merkezi hariç bütün şubelerinin kapatılması kararlaştırıldı.

Gerçek şuydu ki, Vefd hükümeti kurtuluş savaşlarında yiğitçe mücadeleler veren milliyetçi şahsiyet için İslâmî yapının ne derecede değer taşıdığını bilmiyordu. Oysa İngilizler daha 1935 yılında Nahhâs Paşa'yı Kardeşlerden korkutmaya başlamıştı. 40 lı yıllarda ise Paşa İngiltere'nin Kardeşler üzerinde daha çok durduğuna tanık oldu. İngiltere açıktan açığa Kardeşlerden kurtulmak istiyordu. Vefd kabinesinin bakanlarına İslâm'ı anlatma gereğini duyan İmam bu durumun etkisiyle işi daha da hızlandırmak istedi. Tutumlarını değiştirirler de belki fesih kararından vazgeçtiklerini ilân ederler umudundaydı. Bakanlar 1943 yılının başlarında Müslüman Kardeşler Genel Merkezini ziyarete gittiler. Beraberlerinde büyük bir gazeteci kütlesi de vardı. El-Benna'nın arkasında bulun-

-137-

duğu sanılan silah ve askerî güç durumunu yerinde ted-kik etmek istiyorlardı. Ancak üstad duruma hakim olarak gelen bakanlara tek tek davetini anlattı, İslâm'ın kendilerinden neler beklediğini, bakanlık sorumluluklarını ne şekilde yerine getirebileceklerini izah etti ve konunun saptırılmasına fırsat vermedi.

Toplantıyla ilgili yorumunu anlatın Fikri Abaza şöyle diyor: «Genel Merkeze gittik, adamı ısındıralım ve ağzından sır alalım diye sesten soluktan kaldık. Ama adam bize sadece güldü ve adeta dil çıkarttı. Tabiî sonunda raundu sıfıra karşı kazandı!»

İmam anlamıştı ki, bu ziyaret Cemaatın güvencesiyle ilgili herhangi bir müsbet sonuç getirmeyecekti. Nitekim, şubelerin kapatılması sırasında Kardeşlere ışık tutan sıcak tavsiyelerde bulunuyor ve risaleler halinde her tarafa gönderiyordu. Yazıp gönderdiği «Aileler Nizamı» risalesi bu cümledendi. İngilizlerin karşı tedbir alacağını, bu yolda mümkün olan her çareye başvuracağını bildiği halde bu tür faaliyetlerinden geri durmuyordu.

İmam'ın Zorluklarla İlgili Bazı Tavsiyeleri:

Şöyle diyordu Kardeşlere: «İlk mücadele alanınız nefislerinizdir. Eğer nefislerinizi yenerseniz başkalarına karşı daha güçlü olursunuz. Şayet nefislerinize karşı gi-

riştiğiniz cihadda başarısızlığa uğrarsanız başkalarına hiç güç yetiremezsiniz. O halde mücadelenizi öncelikle nefisleriniz üzerinde denemelisiniz. Biliniz ki, bütün dünya halis bir nesil beklemekte. Bu nesil tam anlamıyla temiz, güçlü ve faziletli bir ahlak yapısına sahip, bu özelliklerle donanmış seçkin gençliğin içinden çıkacaktır. İşte, bu gençlik sizler olmalısınız. Umutsuzluk mu, asla! Allah Resulünün (Altı şey için bana garanti verin, ben de size cennet için söz vereyim; konuştuğunuz zaman doğru söyleyin, vaadinizi mutlaka yerine getirin. Bir emanet aldığınızda güzelce yerine iade edin. Namuslarınızı koruyun, gözlerinizi haramdan sakının. Harama kat-iyyen el uzatmayın!) hadisi şerifini gözünüzün önüne a-lın ve sonra dikkat edin; bakalım öyle misiniz? Hem yaptıklarınızı Allah da, Resulü ve mü'minler de mutlaka görecektir. Görünen ve görünmeyen dünyaları bilen Allah'ın huzuruna çıkarılacaksınınz ve O size yaptıklarınızı anlatacak, haber verecektir.»

Bu tavsiyeler, yönlendirmeler Kardeşler için uygulanması gerekli ilkeler demekti. Uygulanmasından bereketler doğacak olan ciddî talimatlardı. Böyle inanıyorlar ve böyle titizlikle sarılıyorlardı. Gözü haramdan koruma meselesini ele alalım; Kardeşlerden birinin trende yolculuk ettiğini düşünelim, kesinlikle albenili bir kadının karşısına oturmazdı. Caddede yürürken önünde tahrik edici

-139-

kılık ve tavırlar içinde bir genç kızın yürümekte olduğunu mu farketti? Derhal adımlarını hızlandırır ve onu arkasında bırakırdı. Tıpkı Hazreti Musa'nın Şuayb Peygamberin kızlarıyla yürürken yaptığı gibi.

Başka bir tavsiyesende de Allah Resulünün: «Ab-dest mü'minin silahıdır!» hadisi şerifi üzerinde duruyor ve sürekli abdestli bulunmanın gereğini vurguluyordu. Bu ilkeye titizlikle uyan Kardeşler kesinlikle abdestsiz yere basmıyorlardı. Abdestleri bozulduğunda derhal yeniliyorlardı. Soğukların bastırdığı şiddetli kış günlerinde bile abdestsiz uyumazlardı.

İmam'ın ilke ve tavsiyelerinden biri de Allah Resulünün şu hadisi şerifiydi: «Üç şey vardır ki, kurtuluşa götürür ve siz onları ganimet bilip iyi değerlendirin. Yine üç şey vardır ki, helake götürür, onlardan uzak durun. Namaz, Kur'an ve sürekli murakabe, dünyada kurtuluşa, ahirette de saadete götürür.» O halde namazları vaktinde ve cemaatle kılmaya büyük önem verin, hükümleri hakkında derinliğine bilgi sahibi olun. Edası sırasında erkân ve şartlarına riayet ederek kendinizi bütünüyle namaza verin, ayet ve dualarını okurken dikkat ve titizlik gösterin. Kur'an da mümkün olduğu kadar düşünerek ve sükûnet içinde okuyun. Gerek dururken, gerek her halinizde, her zaman Allah'ı gözetin. Kim Allah'la beraber olursa Allah da onunla beraber olur. İçki, kumar

- 140-

 

azgın şehvet dünyada helake, ahirette de bedbahtlığa götürür. İlk kadehten sakının, boş şeylerle uğraşan laü-bâli kişilerin meclislerinden uzak durun. Gözlerinizi harama kapatın, zinadan kendinizi koruyun. Kötü arkadaştan, hayasız genç kızlardan kaçın, şeytanların iğvâsına kapılmayın.

Sıcak bir veda üslubuyla kaleme aldığı «Aileler Nizamı» risalesinde geçmişteki büyük davetlerin tarihini sergilemiş ve her asırda bu davetleri yenilemek için ileri atılan samimî kişilerin karşılaştığı güçlükleri dile getirmiştir. Müslüman Kardeşler ki, davetlerle ilgili ilâhî sünnetin üzerlerinde hükmünü icra ettiği nesillerden bir nesildir. Bu önemli noktayı vurgulayan Üstad şöyle diyordu: «Size açıkça söylemek isterim ki, davetiniz çoğu insanlarca hâlâ bir meçhuldür, ne olduğu bilinmemektedir. Bildikleri, gaye ve hedeflerini öğrendikleri gün ise şiddetli bir husûmet ve amansız bir düşmanlık gösetereceklerdir. Yığınla zorluk ve güçlük bulacaksınız önünüzde. Pek çok dağ, tepe çıkacak karşınıza. Şimdiyse hâlâ birer meçhulsünüz. Davetiniz için zemin hazırlamaktasınız hâlâ. O-nun istediği cihad ve mücadele için hazırlık yapmaktasınız, işin sadece bu safhasında bulunuyorsunuz.

Halkın İslâm'ın hakikati konusundaki cehaleti büyük bir engel olarak durmaktadır yolunuzda. Öyle ki dindarlar ve resmî alimler arasında İslâm anlayışınızı garip

- 141 -

bulanlar, İslâm yolundaki cihadınıza karşı çıkanlalr olacaktır. Başkanlar, liderler, makam ve otorite sahipleri kin besleyecek size. İstisnasız bütün hükümetler karşınıza çıkacaktır. Her hükümet faaliyetlerinizi kısıtlamak, yolunuza türlü engeller koymak isteyecektir, bunun için elinden geleni yapacaktır. Zorba güçler her çareye başvurup olanca hınçlarıyla karşınızda duracak ve davetinizin nurunu söndürmeye çalışacaktır. Bu işi başarmak için de zayıf hükümetlerden, zayıf ahlaklı kişilerden ve kendilerine dilenmek için uzanmış hain ve düşman ellerden yardım isteyeceklerdir. Herkes davetinizin çevresinde şüphe tozları ve itham karanlıkları koparacaktır. Böylece size noksanlığın her türlüsünü bulaştırmaya, sonra da en iğrenç şekilde halka teşhir etmeye çalışacaklardır. Güç ve otoritelerine güvenerek, maddî imkân ve nüfuzlarına dayanarak. Kur'anı Kerîm'in uyarışına dikkat edin: «Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Fakat, kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.» (') Hiç şüphesiz bu şekilde bir tecrübe ve imtihan dönemine girmiş olacaksınınz. Zindanlara doldurulacaksınız, tutuklanacaksınız ailenizden, yurdunuzdan sürüleceksiniz, haklarınız elinizden alınacak. İşleriniz, çalışmalarınız engellenecek, evleriniz altüst edilip aranacak. İçine girdiği-

Saff sûresi, 8.

142 -

niz imtihan süreci uzadıkça uzayacak. «İnsanlar inandık deyince denenmeden bırakılacaklarını mı sanıyorlar!?» (1) buyuruyor Allah. Ancak Allah, bütün bunlardan sonra mücahidlere yardım vadediyor, içtenlikle çalışanlara hakettikleri karşılığı vereceğini taahhüt ediyor. İşte, Kur'an-ı Kerim «Ey inananlar; size, can yakıcı bir azaptan kurtaracak kazançlı bir yolu göstereyim mi? Allah'a ve Peygamberine inanırsınız; Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla cihad edersiniz, bilesiniz ki bu sizin için en hayırlı yoldur. Böyle yaparsanız Allah günahlarınızı bağışlar, sizi içlerinden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerinde hoş yerlere koyar. Büyük bir yadım ve yakın bir zafer vadır. İnananları müjdele! Ey inananlar, Allah'ın dininin yardımcıları olun. Nitekim Meryem oğlu İsa, Havarilere: Allah'a giden yolda, yardımcılarım kimlerdir? deyince, Havariler: 'Allah'ın dininin yardımcıları bizleriz' demişlerdi. İsrâiloğullarının bir kısmı böylece inanmış, bir kısmı da inkâr etmişti. Ama biz, inananları düşmanlarına karşı destekledik de üstün geldiler.» (2) O halde Allah'ın yardımcıları hususunda kararlı mısınız? Öyleyse, ey Müslüman Kardeşler, dinleyin: Bu sözlerle düşüncenizi, davanızı gözlerinizin önüne

(1) Ankebüt sûresi, 2

(2)  Saff sûresi, 10-14

- 143 -

koymak, dikkatlerinizi çekmek istedim. Galiba zor günler, saatler beklemektedir bizi, belki bir süre birbirimizden ayrı düşeceğiz. O yüzden sizinle konuşmam ya da size mektup yazmam mümkün olmayabilir. Bu sözlerimi i-yi düşünmenizi, gücünüz yettiğince hafızalarınızda tutmanızı ve üzerinde birleşip toplanmanızı tavsiye ediyorum. Çünkü, her birinin altında sayısız mânâlar yatmaktadır.

Kardeşler! Sizler ne bir hayır cemiyetisiniz ne de siyasal bir parti; hatta ne de sınırlı hedefler, amaçlar için bir araya gelmiş herhangi bir heyetsiniz. Hayır, bunlardan hiçbiri değilsiniz. Siz, bu ümmetin kalbine nüfuz e-den ve onu dirilten yeni bir ruhsunuz. Maarifetullah ile parlayan, madde karanlıklarını aydınlatan yeni bir nursunuz. Allah Resulünün davetini tekrarlayan ve bütün dünyaya haykıran gür bir sessiniz. Seksiz ve şüphesiz bilmelisiniz ki, insanların ortada bırakıp gittiği böyle bir yük sizin omuzlarınızdadır, bu yükü sizler taşımaktasınız.

Eğer denilirse ki size; davetiniz neyedir, insanlığı nereye çağırıyorsunuz? Cevabınız şu olsun: Allah Resulünün getirdiği İslâm'a çağırıyoruz! Yönetim de onun bir parçasıdır. Hürriyetse onun farzlarından bir farzdır. Davetimiz işte bunlaradır. Bu, doğrudan doğruya siyasettir diye itiraz ederlerse; islâm'ın tâ kendisidir bu, biz bu tür bölümleri, dilimleri bilmeyiz, deyin. Şayet, siz devrim da-vetçilerisiniz derlerse buna da şu cevabı verin ve deyin

-144-

ki: Biz Hakkın ve barışın davetçileriyiz, buna inanıyor ve ' bununla şeref duyuyoruz. Şayet siz bize karşı çıkar ve davetimizin yoluna durursanız, bu durumda Allah kendimizi savunma hususunda bize izin vermiştir. Sizse zâlim intikamcılar konumuna girmiş olursunuz. Bu kez, çeşitli kişi ve heyetlerden yardım görüyorsunuz, diyebilirler size. Hemen cevap verin: Biz yalnız Allah'a inandık ve sizin putlarınızı tanımıyoruz! Söyleyecek söz bulamayıp da saldırgan bir tavır içine girecek olurlarsa: «Size selâm olsun, biz câhillerle ilgilenmeyiz!» d) ayetiyle karşılık verin.

Çalışan Kardeşler risaleyi bütünüyle elleriyle yazıyor ve çoğaltıyorlardı. Kardeşlere ait herhangi bir risaleyi bulundurmak hoş karşılanmıyordu; şiddet baskı hemen hazırdı.

Müslüman Kardeşler davet yolunda her türlü fedâkârlığa katlanıyor ve coşkun bir ibadet şevki içinde eylemlerini sürdürüyorlardı. Başlarına ne gelirse gelsin yollarından alıkoyamazdı; böylesi kesin bir inançla çıkmışlardı ortaya. Sabır sebat gösterenlere Allah'ın ne büyük mükâfatlar hazırladığını biliyor ve seksiz inanıyorlardı. Kardeşler; «Vefd» hükümetinin, şubelerini kapattığı sıralarda gizlice buluşup sözleşiyor, akşam vakti de bir

(1) KaSas sûresi, 55

- 145 -

R. 14, F: 10

camide toplanıyorlardı. Cemaat halinde yüksek sesle ve ağır ağır mutad zikirlerini, dualarını okuyorlar; yatsıdan önce geri kalan zaman içinde de vaazla, nasihatle meşgul oluyorlardı. Davetin savunması ve Kur'anın hâkim kılınması ile ilgili konulan görüşüyor ve bu hususta neler yapılması gerektiğini müzâkere ediyorlardı. Cuma namazını da aynı şekilde kararlaştırdıkları bir camide kılıyorlardı. Namazın bitiminde davetçilerden biri kalkıyor, Kuranın egemen olması konusunda herkese düşen görevi anlatıyor; üzerlerindeki zulüm baskısını dile getiriyordu. Sömürünün getirdiği felâketleri, İşgalcilerin mutlak surette kovulması gerektiğini, bu yolda cihadın şart olduğunu vurguluyordu. Toplantılardaki gizlilik ilkesine herkes yüz-deyüz uyuyordu. Öyle ki siyasî polis toplantı yerini ancak herşey olup bittikten sonra öğrenebiliyordu. Siyasî polisin Kardeşlerin bu büyük ve umûmî çaptaki toplantılarını izleyememsi, bu konudaki başarısızlığı, Kardeşlere karşı daha sert bir tutum içine girmesine sebep oluyordu. Aynı şekilde hükümetin de daha sert tedbirler almasına sebebiyet veriyordu. Bu durum hükümeti ciddî şekilde tedirgin ediyor; hükümet Kardeşlerin faaliyetlerini izleme, kontrol altında tutma konusundaki bu gayet açık aczi karşısında şiddet plânını bir yana bırakıp onlarla ba-nş halinde olmayı düşünmeye basıyor.

- 146 -

 

İngilz Lâubliliği:

Davetin maksadı gayret ve haysiyet duygularını u-yandırmaktı. Gerçekten halkın içinde haysiyet sahibi insanlar vardı; İngilizlerin şehir içilerinde dolaşıp serkeşlik etmelerini kesinlikle kabul etmeyen bir haysiyete sahiptiler. O İngilizler ki, özel arabalarıyla sarhoş ve laubali tavırlar içinde umumî caddelerde küçük çocuklara ve yaşlılara sataşıp rezalet çıkartıyorlardı. Yollarda, sokaklarda onun bunun namusuna saldırıyorlardı. Öyle ki, kimi zaman içlerinden bir sarhoş silahını çekip bir genç kızın peşine düşüyor ve onu evine kadar kovalıyordu. Bununla da yetinmeyip oturduğu daireye canını zor atan genç kızın odasına kadar dalıp iğrenç arzusunu doyurmak istiyordu.

Daha neler, neler! Genelevlere düşmüş zavallı kadınların yoksulluktan doğan sıkıntılarını fırsat bilip sömürmeleri, dahası vadilerde ve Mukattam tepelerinde yaptıkları, şimdilerde hayli nüfus yoğunluğuna sahip olan fakat o zamanlar bomboş bulunan Yeni Mısır caddelerinde sergiledikleri rezaletler! Bunların yaptıkları saymakla bitmez.

- 147 -

Dönemin Siyasî Problemlerine Bir Yaklaşım:

İngilizlerin yaptıklarına halk artık katlanamaz olmuştu. Ülkenin bunlardan tam anlamıyla arındırılması yolunda, bu amaçla çeşitli gösteriler düzenlendi. Meselenin çözümü ve Nil Vadisinin birliği, bütünlüğü konusunda halkı uyandırmak için Müslüman Kardeşler üniversite ve enstitülerde bir hafta düzenledi.

İngilizler Sudan meselesinden özellikle kaçıyordu. İsmail Sıdkı Paşa kabinesinde Dışişleri Bakanı olarak bulunan İbrahim Abdülhâdi Paşa Sudan meselesinin gündem dışı bırakılması kaydıyla -daha sonra Abdunnâsır da aynı şeyi yaptı- ingilizlerin yalnızca Mısır'dan uzaklaştırılmaları konusunda görüşmelere razı oldu. Tabi, halk buna karşı çıkıyordu.

Mısır'a yaptığı son ziyaret gezisi sırasında İngiliz Dışişleri Bakanlığı daimî Büyükelçisi Mr. VVilliam Shırank-la İbrahim Abdülhâdi Paşa bu konuyu tekrar görüşmüştü. (1) Sudan'ın Mısır için bir can damarı demek olduğu taraflarca iyi biliniyordu. 1948 Yılında Mısır'ın Nil suların-j dan faydalanma nisbeti %94 idi. Tarıma elverişli toprakları ise 5 milyon feddanı geçmiyordu. Sudan'ın aynı sulardan faydalanma nisbeti ise %6 idi. Buna karşılık tan-'

(1) el-Kütle Gazetesi, 10.9.1949

ma elverişli toprakları ise 30 milyon feddanı aşıyordu. Bu durumu iyi hesap eden İngilizler Britanya adalarındaki mavi gözlü ağızlar için bu toprakları elinde tutmak ve tarımsal açıdan değerlendirmek istiyordu.

Çeşitli üniversite ve enstitülerde okuyan biz gençler şehirlere, köy ve kasabalara dağılıyor ve ülkenin İngilizlerden temizlenmesi, Nil vadisinin bütünlüğü meselesini içine alan pankartlarla halkı uyandırmaya çalışıyorduk. Bunları daha da küçülterek bir amblem halinde vatandaşların göğsüne iliştiriyorduk. Böylece trenlerde, toplu taşıma araçlarında, kahvehanelerde, camilerde, meydanlarda ve halkın toplu bulunduğu her yerde meseleyi gözler önüne seriyorduk.

Bu millî davada gençlik tamamen birlik halindeydi. Bu Kardeşler Cemaatıyla ilgisi bulunan bir müslüman kardeşle başkası arasında herhangi bir fark yoktu. Sözgelimi, Şarkıyye'de giriştiğimiz bu şuurlandırma çalışmasında sosyalist düşünce sahibi kişilerden Dr. Abdülmelik Avde de bizimle beraberdi. O sırlalarldâ Avde Kahire Ü-niversitesi Ticaret Fakültesinde öğrenciydi. Ancak, bu şuurlandırma hareketi beraberinde bazı maddi külfetleri de getiriyor ve Kardeşler bu konuda epeyce zorlanıyordu

Ezher ve üniversite gençlilği halkı uyandırmaya yönelik bu tür hareketlerde bulunurken, bir yandan da

- 148

- 149 -

Kardeşler her sınıf ve seviyede halkı bir araya getiren «Halk Toplantıları» düzenliyordu. Büyük şehirlerde düzenlenen bu toplantılarda ikinci dünya savaşının bitiminden hemen sonra halkın neler istediği, bu isteklerin nelerden ibaret olduğu anlatılıyordu. Bu toplantılara bizzat Mürşid ve ülkenin önde gelen ekonomi, politika ve kanun uzmanları da katılıyordu. Bunların hemen ardından bütün şehir ve kasabalarda başka toplantılar da düzenlendi.

Sonunda savaşan taraflar, ittifak ve itilâf devletleri savaşın sona erdirilmesi konusunda bir andlaşma imzalamışlardı. Bu fırsatı değerlendiren Şehîd İmam İngilizlerin, kayıtsız şartsız ülkeyi terketmesi isteğinde bulundu. İngilizlerin Mısır'a olan borçlarını da ödemesini istiyordu. Devrim öncesi dönemde İngilizler Mısır'a dört milyon cü-neyh tutarında borçlu bulunuyordu. Ayrıca, kanun buyurucu işgalin güdümünden artık kurtulmak gerektiğini ısrar ediyor ve buna son verilmesini istiyordu. İngiliz işgalinin, Mısırda temellerini attığı yabancı kanunların yerini İslâm'dan kaynaklanan hükümlerin almasını teklif ediyordu. Önemle istediği hususlardan biri de camiye ilk vazifesinin, mesajının yeniden kazandırılması, eğitimde, öğretimde, sosyal hizmet ve siyasi şuurlanmadaki etkin gücün tekrar sağlanması ve kiliseyi andıran bir mabed durumundan kurtarılması konusuydu. Arap Birliğini geliştir-

mek, aldığı kararları hiçe sayan kanunlardan kurtulmasını sağlamak ve büyük devletlerin baskısı altında kalmayacak güçte bir Arap Toplumları Birliği oluşturmak, daha i-leri aşamada buna İslâm Toplumları Birliği niteliği kazandırmak başlıca amaçları arasındaydı.

Bu soylu çıkışı İngilizler ve uşakları mutlak surette ve zor yoluyla bertaraf edilmesi gerekli müthiş tehlikelerden biri olarak gördü ve öyle değerlendirdi.

O dönem Mısır'ı gerçekte milliyetçilik heyecanla-rıyla kaynıyordu. Önemli doğum yıldönümü gecelerinden birinde bir genç İskenderiye'deki İngiliz kamplarına birkaç bomba attı. Bu gence hakim Ahmed Haznedar on yıl hapis cezası verdi. Oysa aynı hakim pekçok Mısır'lıyı öldüren İskenderiye canavarına bu cezanın çok çok altın-bir hapis cezası vermişti. Daha sonra bu hakimin İskenderiye'den Kahire'ye nakli  çalışmalarına başlandı.  Bir doğum yıldönümü gecesi halkın dinini, örf ve geleneklerini hiçe sayarak Kahire caddelerinde ve barlarda türlü rezaletler çıkaran İngiliz askerlerinin üzerinede bomba a-tılmıştı ve bu olaya milliyetçilerin adı karışmıştı. Ahmed Haznedar işte bu milliyetçileri yargılayacaktı Kahire'de, Bütün bu olanlar karşısında gençlik büsbütün galeyana geldi. Yargı adamlarının arasında adaletin de milliyetçiliğin de yüzkarası durumundaki kişilerin bulunmasını istemiyorlardı. Bu hakimin oraya naklini ve sözkonusu dava-

-150-

- 151 -

lara bakmakla görevlendirilmesini endişeyle karşılıyorlardı. Hele daha önceki hükümlerinde nasıl taraf tuttuğu ve olumsuz bir tavır takındığı ortadayken ve bu durum herkesçe bilinirken! Tabi, hemen gereği düşünüldü: Evinden çıktığı ve özel arabasıyla hareket ettiği bir sırada üç öğrenci genç yola taşlar yığarak önünü kesti ve hemen orada kendisini öldürdü. Bu eylemle, yargı kürsüsünü işgalin korunması için kale haline getirenlere bir ibret dersi verilmek istendi.

Ekim 1944 te Sa'dî Partisi lideri Ahmet Mahir Ah-rar Partisinin desteğiyle bir azınlık hükümeti kurdu. Eline geçen bu fırsatı değerlendiren Başbakan Ocak 1945 te yapılan genel seçimlere hile karıştırarak bölgelerinden aday olan beş Kardeşin hepsini düşürmeyi başardı. Oysa bu Kardeşler ezici bir çoğunlukla milletvekilliğini kazanmışlardı. «İslâm yönetimin esasıdır» ana ilkesine dayanan programları herkesçe benimsenmiş kabul görmüştü. Ahmet Mahir bununla da yetinmeyip Mısır'daki İs-lâmî cemaatlerin gereğinden fazla olduğu ve caiz olmayacak şekilde dinî fetvalara yüklendikleri yolunda Ezher Üniversitesi   rektörü   Muhammed   Mustafa   Merâgî'den derhal bir fetva aldı. Bununla Kardeşleri meydandan silmeyi amaçlıyordu. İş başına getirilişinin tek sebebi vardı: İttifak devletlerine savaş açmak! Bu politik eylemi rahat bir şekilde sonuca bağlayabilmek için  de  Müslüman

-152-

Kardeşler engelinden kurtulması gerekiyordu. İcraatının temelinde yatan ana espri buydu.

24 Şubat 1945 te Millet Meclisi toplandı. Bu arada hükümet ittifak devletlerine karşı saldırı kararı almıştı. Kararın amacı Birleşmiş Milletler'de bir sandalye alabilmekti. Gelişmeleri adım adım izleyen gençlik; kararın icrası halinde meydana gelecek savaş harcamalarının ülkeye büyük malî külfetler getireceğini, Mısır'ın İngiltere üzerindeki beş milyon cüneyhe yakın alacağını silip götüreceği gibi alacaklı durumundan borçlu durumuna da düşüreceğini anlamakta gecikmedi. Başbakan Ahmmet Mahir hükümetin bu kararını duyurmak için Millet Meclisine gitmişti. Hukuk Fakültesi öğrencisi olan Mahmud İsevî adındaki bir genç firavunvâri bir gurur içindeki Ahmed Mahir'e yaklaştı; bir eliyle tokalaşırken, diğer eliyle de tabancasını çıkarıp: Mısır'ın menfeatı müttefiklerin çıkarından önce gelir, diyerek orada ateş edip öldürdü.

Meclis savaş kararını onaylamıştı; ama bu bir taarruz savaşı değildi; savunma şeklinde bir savaş kararıydı. Olaydan sonra Hasan el-Benna, sekreteri ve vekili göz-tına alınmış fakat sözkonusu gencin Kardeşlerden olmadığı anlaşılınca serbest bırakılmışlardı. Bununla beraber 25.2.1945 ile 4.2.1946 tarihleri arasında iş başına gelen Nakrâşî, Kardeşleri sıkı denetim altında tutmuştu. Teşkilat ve faaliyetleri, Cemaat üyeleri üzerindeki dene-

- 153 -

tim ve gözetimi kat kat artırmıştı.

Mahmut İsevî, Ahmet Mahir'i öldürüş sebeplerini anlatırken ülkenin savaş döneminde içine sürüklendiği duruma da değiniyor ve özetle şöyle diyor: d)

1-Zenginlerle yoksullar arasındaki korkunç uçurum; işçiyi, çiftçiyi zor duruma düşüren enflasyon; orta sınıfı ve küçük memur zümresini sıktıkça sıkan geçim şartları. Nihayet, «siyah ekmek» olayının patlak vermesi. Olay meşhurdur; halkın ne derece güç şartlar içinde bulunduğunu vurgulamak için bayram namazına gitmekte olan Kralın önüne bir siyah ekmek atılmış ve bu olay ülke çapında geniş yankılar uyandırmıştı.

2-Tarım işçiliğinin sınırlandırılması kötü sonuçlar doğurmuştu. Bunu fırsat bilen İngiliz birlikleri ülkedeki kaliteli ve vasıflı işçi kesimini bünyesine çekmiş, muhtelif kalkınma hizmetlerinde çalışma gücüne sahip kişileri emrinde toplamıştı. Böylece köyler, şehir ve kasabalar çalışan ellerden mahrum kalmış ve sonunda harap duruma düşmüştü. Taban harcamalarının getirdiği külfetleri hafifletmek için İngiliz kuvvetlerinin çoğu geri çekilince i-ki yüz elli bin işçi ve memur açıkta kalıverdi. Böylece ortaya çıkan işsizlik Mısır halkını daha da yoksullaştırdı.

(1) Kirk: Orta Doğu, s. 269-272; Richard B.Meetshal: Müslüman Kardeşler, s. 79-87

- 154 -

Çünkü, bu memur ve işçiler savaşta görev almak için İngiliz birliklerine katılınca daha önceki çalışma alanları başkaları tarafından doldurulmuştu.

3-  işte bu şartların egemen olduğu böyle bir ortamda sapık kavramlar gelişmelerine elverişli münbit bir zemin bulmuş oldu. Bunun sonucu olarak sosyalist ve kominist düşünceler ortalığı sarmıştı. Bu düşünceleri demokrasi ve ülke bağımsızlığı için yardımcı unsurlar olarak anons eden İngiliz ve Amerikan propagandası da yurdu bir uçtan öbür uca sarmış bulunuyordu.

4-  Gerek Filistin, gerekse Mısır - İngiltere ilişkileri meselesi karşısındaki olumsuz tutumu ve bu problemlerin çözümsüz bırakılması türlü sürtüşmelere "yol açtı. Önce bizzat partiler arasında, ikinci olarak da sarayla partiler arasında.

Bütün bu sürtüşmeler, her ne kadar resmen itiraf edilmese de ülke çapında bir anarşinin patlak vermesini t çabuklaştırırken parlamento hayatı ve kanunun üstünlüğü açısından da müthiş bir boşluk meydana getirdi.

Özetlersek, savaş Mısır'ın başını derde sokmuştur, türlü zararlara uğramasına sebep oimuştur. O halde Ahmet Mahir'in savaşa katılma ilkesine arka çıkması ülkenin siyasî, iktisadî ve fikrî bakımdan çöküşünü hazırlayacak etkenlerin en önemlisine arka çıkması demekti.

Sanık duruşma sırasında Mısır siyasî liderlerinin

-155-

de mahkeme önüne çıkarılmasını, ülkenin Ahmet Mahir dönemindeki kötü durumundan ve savaşa neden olmalarından dolayı sorguya çekilmelerini talep etti. Tanık durumunda olanlardan biri de Hasan el-Benna idi. Savcılık sorgulama sırasında İmam'ı Ahmet Mahir'in öldürülmesi olayına karıştırmak itedi. Ancak, Mahmut İsevî mahkemeden tanığın dinlenmemesini istedi.

Vefd Hükümetinin Maliye Bakanı Emin Osman Paşa: «Bizim İngiltere ile olan dostluğumuz katolik evlenmesine benzer!» deyince gençlik galeyana gelmiş ve derhal onu öldürmeyi planlamıştı. Plan uygulandu ve Paşa Kahire Continantal Oteli'nin merdivenlerinde öldürüldü. Katil Hüseyin Tevfik'in hapishaneden kaçması sağlanmış ve bu, işe yardım edenler hapis cezasına çarptırılmıştı. Mahcup Câbirî de bunlardan biriydi.

Bu arada Siyonist faliyetlerin yuvası haline gelen Şarkıyye Yahudi ilân Şirketi mü'min gençliğin öfkesini mucip olmuş ve havaya uçurulmuştu. Olay, herhangi bir işçinin zarar görmemesi için istirahat saatinde gerçekleştirilmişti. Onun yerine vakit geçirilmeden bir Arap İlân Şirketi kuruldu. İlân veren firmaların malları Siyonistlerin eline geçmesin ve Araplara karşı silah olarak kullanılmasın diye bu karar alınmıştı.

Yahudi Mahallesinin aynı şekilde Siyonist faliyetlerin yuvası haline gelmesi, patlayıcı madde yapımına ya-

taklık etmesi gençliği karşı tedbir almaya zorlamıştı. Sonunda gençlik bu patlayıcı maddeleri mahallenin gizli mahzenlerinde patlatmayı başardı. Bu olaylardan Kardeşler sorumlu tutulmuştu.

Romel Batı Sahra'da askerleriyle İngiliz Kuvvetlerini sıkıştırmış ve İngilizlerin bentleri yıkarak Delta'yı sulara boğacağı yolunda Kardeşlere haberler sızmıştı. Bunun üzerine Kardeşler derhal harekete geçerek bölgeyi koruma ve «Hürriyet Kardeşlerinden olması muhtemel kişileri kontrol altında tutma kararı aldı. «Hürriyet Kardeşleri» İngilizlerin kurduğu bir mason derneğiydi. Bu dernek, Müslüman Kardeşlerin İngilizlerden gelen sosyal yardım tekliflerini kabul etmemesi üzerine kurulmuştu. «İslâm, sevgi ve barış dinidir!» diyen İmam'ın yol gösterici sözlerini dinleyen Kardeşler daveti yaymak, kitlelere mal etmek için kendi kıt imkânlarıyla sağladıkları arabalarıyla yollara düşmüşlerdi. Çünkü İmam, Ortadoğu Bakanı olan sefire ve beraberindeki heyete: «Biz davetimizi yaymada Allah'a ve Kardeşlerin ceplerinden ayırdığı üç-beş kuruşa güveniriz,» demişti.

«Hürriyet Kardeşleri» cemiyetinin kâtip ve üyelerinden Abbas Akkâd, Almanların galibiyeti halinde başına geleceklerden korktuğu için Sudan'a gitti. Çünkü Akkâd, «İslâm ve Demokrasi» ya da «islâm Demokrasisi» adlı kitabıyla Almanlara karşı yürütülen menfi propagandaya

- 156 -

- 157 -

katılmış ve adıgeçen kitabında Nazi diktatörlüğüne hücumlarda bulunmuştu. Abbas Akkâd'ın Kral Faruk ve bazı üst düzeydeki yetkinleri bir tehlike anında Sudan'a götürmesi için uçaklar hazırladığı da söylenmektedir.

Kardeşlerin bu hareketi İngiliz politikasına meydan okumak ve Mısır hükümetinin milliyetçilik anlayışını reddetmek şeklinde değerlendirildi.

General Aziz el-Mısri ve Pilot kardeş Abdulmun'im Abdurrauf 1941 Mayısında bir uçağa bindiler. Anlatıldığı-, na göre Sahra yollarını gösteren Almanlara ait bir haritayı da yanlarına almışlardı. Daha sonra Aziz el-Mısrî 1942 baharında serbest bırakılmıştı. Abdulmun'im ise hava kuvvetlerinden alınarak kara kuvvetlerine verilmişti.

Bu dönemde Mısır içten içe kaynıyordu. Toplumun her kesimine şâmil bu gerilim çeşitli şekillerde sık sık patlak veriyordu. Kardeşlerin varlığı öylesine etkin bir güç olarak belirdi ve ağırlığını koydu ki, topyekün milliyetçi unsurları bir araya getirdi ve onları dinle besleyip yoğurdu. Ülkedeki bütün hareketleri birbirine bağlayarak tek bir yöne çekti. Çok sayıda beliren zayıf istikametleri bertaraf etti. Artık Kardeşler bir güçtü; hem de ülke çapında herşeyi yapabilecek bir güçtü ve bu herkes tarafından anlaşılmıştı. Bu durumda onlardan korkulması da doğaldı; öyle oldu. Fesat ve işgal çevreleri, işbirlikçi çıkarcılar Müslüman Kardeşleri ortadan kaldırabilmenin, ilk

olarak anlara yön veren başın, Genel Mürşid'in yok edilmesini görüyor, bunun başka bir yolu olmadığını düşünüyordu.

1946 YILI TALEBE OLAYLARI

Biri soruyor, diyor ki: Marksistler şu anda 1946 yılı talebe olaylarını anma toplantısı düzenlemiş bulunuyorlar. Bu olaylar gerçekten onların eseri miydi; kontrol, başarı onlara mı aitti? Yoksa, her zaman olduğu gibi hazıra mı konmuşlardı? Nedir bu olayların hakikati, içyüzü?

Gerçekte marksistler -Allah ıslâh etsin- hiç sezdirmeden insana bulaşan necaset gibiydiler. Aralarında bulunduğum süre içinde şeref, haysiyet ve temizlik adına hiç bir şeye rastlamadım; hepsinden mahrumdular. Çünkü, marksizmin tabiatı şeref ve temizliğe müsait değildir. Daha doğrusu marksizmin tabiatı şerefle, temizlikle bağdaşmaz, çelişir. Konuyu daha net ve açık bir şekilde anlamanız için başımdan geçen ilgili bir olayı anlatayım kısaca:

Şimdi doktor olan bir arkadaşım vardı. Talebelik günlerimden birinde bana: «Seninle beraber aynı yerde kalmak istiyorum, amacım İslâm davetiyle daha yakından tanışmak!» dedi. Teklifinde ısrar edince ben de kabul ettim; birlikte aynı yerde bizimle kaldı. Prensiplerini nasıl

- 158 -

-159-

uyguladıklarına dair bir misal vereyim size: Kamplardan birinde ayaklarımdan yaralandım. Kardeşlerden biri ziyaretime gelmişti. Gelirken yanında üzeri yağlı ve tatlılı çok ince ekmekler getirmişti. Fazla miktarda olmayan bu ekmekleri ilerde yemek için özel odamıza koyduk. Odayı kilitlemek adetimiz değildi. İşte bu komünist arkadaş her gün gizlice odaya girer ve bir parça alırmış. Bir süre sonra durumun farkına varan merhum arkadaşım doktor Muhammed İsmail Abduh bana: «Bu ekmekler hakkında bir tasarruf da bulundun mu, kimseye verdin mi?» diye sordu. Hayır, dedim; hiç bir zaman! Bu basit olaydı belki; ama kayda değerdi. Biz güvenilir insanlarız, yalan söylemeyiz; hem yalana alışmamışız. Daha sonra bu değerli hırsızı gün ışığına çıkarmış olduk.

Vereceğim ikinci örnek ahlakî sapıklık içindeki komünistlerle genelevler arasındaki dostluğu, dayanışmayı ortaya koyuyor. Şöyle ki: Arkadaşım doktor Muhammed İsmail Abduh'la beraber bir talebe pansiyonu arıyorduk. Nihayet bir hanımefendinin pansiyonunu kiraladık. Bu hanımefendi üniversitede talebe olduğunu, filanca kadınlar cemiyetinin üyesi bulunduğunu, babasının a-lim ve fazıl bir zat, kardeşinin de Mansûra'da doktorluk yaptığını; ayrıca da büyük bir İslâmî cemiyette üye olarak hizmette bulunduğunu iddia ediyordu. Zamanla komünistlerin de bulunduğu bir toplantıda anladım ki, Tıp

Fakültesine mensup S. adlı bir komünist şahıs bu kadının evinde, dayalı döşeli bir odada kalmaktadır. Biz de bu e-vi boşaltıp hemen başka bir yere geçtik. Günün birinde bu kadının evine uğradım. Giriş kapısında «ücretsiz muayene» yazılı bir tabela asılıydı. Yukarı, muayenehanenin bulunduğu kata çıktım. Bir de ne göreyim! Çok ince, şeffaf bir kombinezon içinde ve isterik tavırlarla bir kadın kapıyı açıyor, beni içeri davet ediyor. Açıkçası içeri girmekten korktum; sadece tedavi eden doktoru, muayene saatlerini sormakla yetindim. Kadının bana anlattığı doktor, sözünü ettiğim S. adlı komünist kişiydi; henüz öğrenimini de bitirmemişti. Daha sonra ahlak polisinden öğrendim ki, bu muayenehane bir fuhuş yuvasıymış. Buna benzer daha başka yerler de varmış; bu işleri çeviren, i-dare eden de sözkonusu komünist kadınla, yine komünist arkadaşı imiş. Başvurup şikayet ettiğim mahkeme kadını hapis ve para cezasına mahkûm etti. İşte, komünizmin hali ve hayat anlayışı. Şunun için ki, ahlaksızlık vadisinde boğulanlar her türlü değer hükümlerini unutuyorlar. Daha doğrusu kendilerini yediren, içiren ve yaşatan Allah'ı unutuyorlar. Bunun sonucu olarak ta hayvanlardan daha aşağı bir seviyeye düşüyorlar, hayat tarzları hayvanların yaşayışından daha sefil bir tablo çiziyor. Çünkü hayvanlar tabii bir doyuma ulaşıp sükûnete ererken bunlar asgrî plânda böyle

-160-

- 161 -

R: 14, F: 11

bir seviyeden de mahrum bulunuyorlar. Kendilerine hiçbir zaman hakim olamıyor ve tam manasıyla yüzüstü yere kapaklanıp hayatlarını yitiriyorlar. Şehvetten, zevk ve eğlenceden başka bir şey bilmeyen bu zavallılar böylece her yola sapıyor ve pervasızca, hayasızca herşeyi yapıyorlar. Nitekim hadisi şerîfde: Şüphesiz ilk peygamberlik sözlerinden insanlara ulaşan bir haber de: 'U-tanmazsan dilediğini yap!' sözüdür» buyuruluyor.

Komünistlere göre fazilet diye bir kural yoktur. Varsa yoksa menfaattir, kişisel çıkardır yalnızca. Çünkü, faziletlerin kaynağı dinlerdi. Dinlerse onlara göre birer hurafedir ya da burjuvazinin emekçi kitlelere karşı kullandığı afyon. Marksistler bir gün bile ne fazilet sahibi olmuşlardır ne de milliyetçi ve ne de başka bir şey. Bir kominist bağlı olduğu doktrin hesabına, onun çıkarı için topyekün vatanını ve bayrağını taşıyan devletini tereddütsüzce satar. Ben, komünistlerin yüce onurlu bir tavra sahip olduklarını hiç bir zaman görmedim. Hep çıkarcıdırlar ve ne pahasına olursa olsun hedeflerine ulaşmak isterler. Çünkü onlara göre ana kural, işin başında da sonunda da sadece menfaattir, çıkardır. Kısacası, menfaat tek tanrılarıdır onların.

Kahire Üniversitesinde okuyan Talebe Kardeşler, 6 Ekim 1946 da genel bir toplantı düzenlediler. Milliyetçi Partiye, Genç Mısır ve öteki gençlik gruplarına mensup

talebelerin de desteklediği bu toplantıda «Hükümete, milliyetçi hareketin asgarî plandaki isteklerini belirleyen bir muhtıra verme» kararı aldılar.

7 Ekim 1946'da da Vefd Partisine mensup talebe kesimi milliyetçi komite adıyla komünistlerle ortaklaşa başka bir toplantı düzenledi. Bu toplantıya Kardeşler de katıldı. Hedef ve sloganları talebe birliği ve bütünlüğüydü. Kardeşlerin temsilcisi toplantıya geçen toplantının kararlarını sundu, «talebe birliği» adı altında bu kararların desteklenmesini istiyordu. Ancak, komünistler bu istekleri reddettiler.

Aralık ayında milliyetçi komite Kardeşlerin de katılmasıyla yeniden toplandı. 26 Ocak 1947 de İngilizlerin, Nakrâşi müzekkeresine yumuşak ve kaypak bir cevap vermesi üzerine aralarında kavgaya son veren talebeler, iç çekişmelerini bir yana itip toplu harekete geçtiler. Mısır'ın egemenliğini küçük düşürücü bir müdahale saydıkları bu durum, galeyana gelmelerine sebep olmuştu. Umumî talebe kongresi sebebiyle Kardeşlerin sunduğu güçlü boykot kararları kabul görmüş ve bu çerçeve dahilinde saflar sıklaştırılmıştı.

9 Şubatta Kral Faruk'a hemen görüşme başlaması yolunda istekler kapsayan acil bir müzekkere gönderildi. Aynı gün talebeler Abidin Sarayına sessiz bir yürüyüş düzenlediler. İsteklerinin gerçekleşmesinde ısrarlı olduk-

- 162-

- 163-

farını vurgulamak istiyorlardı, yürüyüşün amacı buydu. Ü-niversiteden Saraya doğru yol alan talebeler Abbas Köprüsü (Cîze Köprüsü)'nün tam ortasına gelmişlerdi ki, birden polis baskınına uğradılar. Sopa ve bombalarla saldıran polis planlı bir operasyonla geniş çapta tutuklamalarda bulunuyordu. Bu arada bazı talebeler Nil'e düştü. Kardeşler yürüyüşün önünde yer alıyordu. Böylece ilk şehidler onlar oluyordu. Burada hatırlatmak bir insaf borcudur ki, o günkü polis otorite makamları İngiliz eğitim ve terbiyesi almış kişilerin elindeydi. O nedenle Kahire polis şefi Selim Zeki'den şehidlerin intikamını almak için Kasr-ı Aynî Tıp Fakültesi bir gösteri düzenlerken bu hususu göz önünde bulundurmuştu. Selim Zeki ki, İngiliz polis şefinin halef ve onun talebelerindendi. İşte bu kişi, dilediği talebeleri tutuklatmak için poilslerle fakülteyi kuşatmış ve sis bombası, göz yaşartıcı bomba kullanmıştı. Ama talebler attıkları bir bombayla onu orada öldürdüler. 10 Şubatta Kral Faruk Cîze talebe yurdunu hizmete açmak için üniversite mahalline gitmişti. Ancak karşısına çıkan talebe topluluğu öylesine öfkeliydi ki, selâmını dahi almayıp reddetti. O günün akşamı Kral Divan Başkanı Ahmet Hasaneyn Paşa vasıtasıyla bütün talebe liderlerini krallık sarayında bir toplantıya çağırdı. Bu toplantıda Divan Başkanı polisin yaptıklarından memnun ol--^dığını, onları onaylamadığını ifade ederek bu olayların

- 164 -

bundan böyle kabinedeki tutumuna da tesir edeceğini belirtti.

11 Şubatta Kardeşler Talebe Başkanı Mustafa Mümin'in liderliğinde bir gösteri yürüyüşü daha düzenlendi. Üniversiteden Kasr'ı Aynî'ye doğru harekete geçen yürüyüşte Nakrâşî kabinesinin düşürülmesini isteyen sloganlar söyleniyordu. Yürüyüş etkisini gösterdi ve 14 Şubatta Nakrâşî kabinesi düştü. Köprü olayı kabinedeki iç kriz silsilesinin son halkası olmuştu ve artık kabinenin bundan sonra iş başında kalması imkansızlaşmıştı. «Nakrâşî'nin Kardeşler eliyle düşmesi, içinde derin ve kalıcı bir iz bırakmıştı. Daha sonra kurduğu kabinede Müslüman Kardeşler Cemaatını feshetmekle bunun cevabını vermiş oldu.»

Nakrâşî'nin düşmesinden sonra Kral yeni kabineyi kurması için İsmail Sıdkı Paşayı çağırdı. Görevi ona vermişti. Bu duruma öfkelenen Vefd Partisi «Milliyetçi işçi Talebe Komitesinin» toplanması için komünistlerle işbirliği yaptı. 21 Şubatı «Bağımsızlık ve Nil Vadisinin Bütünlüğü» günü ilân eden komite ülke çapında genel grev kararı aldı, herkesi bu greve katılmaya çağırdı. Talebelerin önce eski hükümete sonra da kendisine yönelttiği söz konusu millî istekleri gerçekleştirmek için iki ya da üç ay mühlet isteyen Sıdkı hükümetini güç durumda bırakmaktı maksat. Kardeşler, tutumunu anlamak için, yeni kabine-

- 165-

ye istediği mühleti vermeyi uygun buldu. Alınan grev kararı belirlenen boyutlarda uygulanmış ve halka mal olmuştu. Grev günü Kardeşler millî istekleri anlatmak ve meydana gelmesi muhtemel tahrip olaylarını önlemek i-çin caddelere çıktı. Ne var ki, komünistler tahripten başka bir şey bilmiyordu. İngilizlerin Kahire'deki kuvvet merkezlerine saldırmaları üzerine polis ve İngiliz kuvvetleri karşı koyup sindirme cihetine gitti.

İrşad bürosu Sıdkı Paşaya belirli bir süre tanırken öbür yandan İmam el-Benna Kardeşlerin millî gayret ve atılımlarını bütünüyle durdurmuş değildi. Kendi denetiminde gelişip serpilmeleri için serbestlik tanımıştı onlara. Kardeşler de Sıdkı Paşaya süre tanırken 21 Şubatta talebe ve işçi kesimine yöneltilen düşmanca saldırıları bilmiyor değillerdi. Gelişmeler nazik seyrini sürdürürken 27 Şubat günü İmam el-Benna bir bildiri yayınlayarak 4 Marta rastlayan millî yas günü dolayısıyla ülke çapında ikinci bir grev eylemi düzenlenmesi için bir «Birlik Komitesi» oluşturlmasını istedi. Bu eylemin asıl gerekçesi de 21 Şubat gösterilerinde verilen kurbanlardı. Sonunda «Yüksek İcra Komitesi» adıyla kurulan bu komite değişik siyasî grupları da toplamıştı bünyesinde. Bütün grupların katıldığı bu genel grev İskenderiye olaylarının dışında sakin bir hava içinde geçmişti.

Grev ilâhının hemen ardından Mart 1946 da Kar-

 

deşler Subra bölgesinde eyleme katıldı. Ancak 4 Marttan sonrda Kardeşler milliyetçilik sıfatıyla greve sürekli katılma kararı aldı; ama kesinlikle komünizmin emrinde olmadan. Komünistlerle aralarındaki ilişki salt görüşmelerden ibaretti. Sonunda komünistler tamamen safdışı oldular. Çünkü, eylem İslâmî bir hareket şeklini almış ve öncüleri de geniş halk yığınlarının güvenini kazanmıştı.

Nisan 1946 da Sıdkı Paşa İngilizlerle görüşmelere başlama niyetinde olduğunu ilân etti. Bunun üzerine Kardeşlerin liderliğinde tekrar ve zaman zaman gösteriler düzenlendi. Gösterilerin bir amacı da Sıdkı Paşa'ya millete verdiği taahhüdleri hatırlatmaktı. Görüşmeler süresince büyük çapta toplantılar düzenleniyordu; gelişmeleri anında izlemek ve durumu değerlendirmek için. Mayıs sonlarında ve Haziran başlarında, özellikle de 8 Haziran günü İskenderiye'de bazı olaylar patlak vermiş ve bu olayları tutuklamalar izlemişti. Hükümet baskısını sürdürüyordu. Kardeşlerin Temmuz ve Ağustos ayları boyunca düzenlediği toplantılar ve bu topantıların icra edildiği yerler sıkı denetim altında tutuluyordu; hatta, camilerde namaz kılan müslümanlar bile gözetim altında bulunuyordu.

Eylül ayında hükümet aldığı bir kararla Kardeşlerden sayıları kırk bine varan bir gezici grubu her türlü faaliyetten menetmişti. Kardeşler Sıdkı Paşa hükümetinin

- 166-

-167-

Cemaata karşı giriştiği bu caydırıcı müdahaleyi protesto etti. İmam el-Benna da Sıdkı Paşaya bir uyan mektubu göndererek: «Allah'ın topladığını, bir araya getirdiğini kul dağıtamz, parçalayamaz!» dedi.

Üç ay süren görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine Sıdkı Londra'ya gitmek istedi. 27 Ekim günü yolculuk tarihi olarak belirlendi. Biz de Kahire Üniversitesi meydanında Hukuk Fakültesi önünde toplandık. Kardeşler SıdkıPaşa ve İngiliz Dışişleri Bakanı Befen'in birer portresini yapıp havada yakmışlardı. Bu arada Sıdkı Befen ikilisinin düşmesi ve ifâsi arasında yapılan anlaşmanın geçersiz sayılması yolunda sloganlar söylüyorlardı. Kardeşler her yerde gösteriler düzenliyor ve :«U-ğursuz yolculuklar ey Sıdkı», «Önce bağımısızlık, sonra görüşmeler!» diye sloganlar haykırıyordu. Öte yandan Üstad el-Benna da Kral ve Sıdkı Paşay'a mektup göndererek, milletin cihada çağrılmasını, ingilizlelre sosyal, ekonomik ve kültürel boykot ilân edilmesini istiyordu, d) «Nil vadisi Halkına» hitaben yayınladığı bir bildiride de şöyIediyordu:«GörüşmelerinicrasındaisraredenSıdkıPaşa hükümeti bu konuda milletin iradesini asla temsil ede-mez.İngiltere ülkeden kuvvetlerini tam anlamıyla çekmeden yapılacak her hangi bir anlaşma'ya da alınacak her

(1) Kardeşler Gazetesi; 8 Ekim 1946, s. 1

- 168-

hangi bir dosttuk kararı milleti kesinlikle bağlamaz!» 21 Ekim de Kardeşler resmen İngilizlere «Kültürel Boykot» ilân etti. 25 Ekim 1946 da Kahire'ye dönen Sıdkı (Sıdkı-Befen) anlaşma planına dair geniş kapsamlı projeler getirmişti beraberinde. Ancak mevcut iki büyük parti Kardeşlerin kontrolündeki halk iradesinin baskısıyla bu plan ve projeleri reddetmişti.

16 Kasım günü ise talebeler Kardeşlerin de içinde bulunduğu «Nil Vadisi Talebeleri Milliyetçi Cephesi» ne katıldı. İyice güçlenen bu milliyetçi cephe hükümet ve parlamantoya millî istekleri içeren mektukplar gönderdi. 25 Kasımda da bütün ana merkezlerde İngiliz kuvvetlerine karşı hücum hareketlerine girişildi. Bir yandan da protesto gösterisi olarak umûmi meydanlarda İngiliz kitapları yakılıyordu. Bunun üzerine hükümet üniversiteyi kapattı ve çok sayıda Kardeş ve milliyetçiyi tutukladı. Taraflar arasında gerginlik iyice artmıştı. Bunun sonucu olarak İngilizler, İngiliz kurum ve kuruluşlarını, hatta Mısır polisini hedef alan hücumlar da iyice yoğunlaşmış ve müthiş boyutlara ulaşmıştı. En nihayet güç durumda kalan Sıdkı Paşa 8 Aralık 1946 da istifasını sundu. Ondan boşalan iktidar koltuğuna Mahmud Fehmi Nakrâşî oturdu. Nakrâşî 9 Aralık günü kabineyi kurduğunu kamuoyuna duyurdu.

Yeni Başbakan Nakrâşî 15 Ocak 1947 de görüş-

- 169 -

meleri kestiğini, Mısır sorununu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine götürme kararında olduğunu ilân etti. Sıdkı dönemi ve sonrasında Kardeşlerin istediği sürekli savunduğu ilke de buydu zaten.

26 Temmuzda Mısır heyeti Güvenlik Konseyi yolunu tutarken aynı heyette Kardeşleri temsîlen Mustafa Mümin de yer aldı. Mustafa Mümin hem Mısır heyetini denetleyecek hem de Birleşmiş Milletler ve Amerika Birleşik Devletlerinde Mısır Davasının sesini duyuracaktı.

Tarih, 22 Ağustos 1947. Güvenlik Konseyinde görüşmelerin yeniden başlamasıyla ilgili karar tartışılıyor. Tartışmalar hararetli bir şekilde sürerken Mustafa Mümin ziyaretçiler locasında herkesi şaşırtan nüthiş bir konuşma yaptı. Konuşması sırasında görüşmeleri reddeden tam bağımsızlık ve Nil Vadisinin gerçek anlamda bütünlüğü ilkesini savunan talebe kanlarıyla imzalı bir belge gösterdi. Tabi, hemen salondan dışarı atıldı. Mustafa Mümin, Birleşmiş Milletler Binasının dışında üyeleri arasında bazı Mısırlıların da bulunduğu Nevvyork deniz işçilerinin yardımıyla olayı protesto eden bir gösteri düzenledi. Bu arada İmam el-Benna, Güvenlik Konseyi ve üyelerine tam bağımsızlık ve bütünlük konusunda Nakrâ-şi'yi destekleyen bir mektup gönderdi; hem de Mustafa. Nahhâs Güvenlik Konseyine Nakrâşî'ye karşı telgraf gönderirken. Hatta İmam el-Benna Mısırda, Mısır'ın millî

istekleri karşısındaki kararlı tutumunu destekleyen büyük bir gösteri düzenledi. Polis silahlı müdahalede bulunarak bu gösteriyi dağıtmış ve Hasan el-Benna da kurşun isabeti almıştı. Nihayet hiç bir çözüme varmadan 10 Eylül de Güvenlik Konseyi dağıldı.

Bu olay güçsüzlerin karşısında yer aldığını göste^-ren ve yeni gelişmekte olan beynelmilel bir kurumun politik planda ilk denenmesi oldu. Bunu, Güvenlik Konseyinin Filistin tokpraklarının Filistinlilerle, Filistin dışındaki yurtsuz Yahudiler arasında bölüştürülmesi yolundaki 29 Kasım 1947 tarihli kararı izledi. Bu olay ise bütün meselelerimizde özgürlüğümüzü elde edebilmemiz için tabiî bir yol izlememizi zorunlu kılan ayrı bir ibret dersi oldu. Bu tabiî yol ise silahlı cihaddı; canla başla meydana atılmak ve her türlü fedakarlığı göze almaktı.

İşte, 1946 ve 1947 yıllarına ait basın organlarının bizzat yaşayıp kaydettiği ve Kardeşlerin bütün açılarıyla birlikte göğüsleyip çilesini çektiği millî davanın özet halinde dökümü! Peki, komünistlere ne bundan? Bu davada bir kurban mı vermişler; gözle görülür onurlu bir tavır mı takınmışlar? Hayır, en ufak bir pay sahibi değiller!

Üniversiteyi sarsan olaylar, geneldeki talebe hareketleri İslâmî bir öz taşıyor ve bu olayları Kardeşlerin talebe kesimi yönetiyor, yönlendiriyordu. İnançları yalnızca İslâm olan Kardeşler, olayları hem yönlendiriyor, hem de

-170-

- 171 -

maddî destek sağlıyorlardı.

Şimdi olayları yeniden ve kısaca hatırlayalım: (Köprü olayı; (İngiliz kültürüne açıkça meydan okumak demek olan 25 Kasım 1946 günkü kitap yakma olayı; (Sıdkı-Befen anlaşmasına karşı çıkış; (Kahire Üniversitesi Hukuk Fakültesi önünde düzenlenen toplantıda Sıdkı-Befen ikilisinin portrelerinin yakılışı; hem de herkesin gözleri önünde; mahut anlaşma planının sonucunu protesto için. O günkü manzara, o mübarek talebe kütlesi hâlâ gözlerimin önündedir.

İşte böyle; nerede bir millî bir olay, hareket varsa bu doğrudan doğruya Müslümanların liderliğinde olmuştur. Eğer kimi zaman, çok az sayıda komünistler de katılmışsa bu da tamamen ortalığı bulandırmak ve «zevahiri kurtarmak» içindir.

Daha doğrusu, İslâm dünyasındaki bütün kurtuluş hareketlerinin arkasında İslâmî hareket vardı. Endonezya'da, Malezya, Suriye, Sudan, Irak, Cezayir, Tunus, Me-rakeş, Pakistan, Eritre, Filistin ve daha diğer ülkelerdeki bütün kurtuluş hareketlerinde hakim olan güç, islâmî insi-yatifti, müslüman liderlerdi. Müslüman Kardeşler Genel Merkezi geliyor gözümün önüne; İslâmî harektin lider kadrosunu yeniden gözlerimle görür gibi oluyorum. Fu-dayl Vertalânî, Abdülhalim Sıddîkî, Abdülkerim Hattâbî,; Hacı Emin Hüseynî, Beşir İbrahimî, Mesâlî el-Hac, Em-|

-172-

ced Zehavî ve daha niceleri. Topyekün İslâm dünyasındaki bütün kartuluş hareketlerini, İslâmî eylemleri sevk ve idare eden daha nice sancaktarlar. Bunlara asgarî planda sağlanan destek, yardım, diledikleri beyan ve bildirilerin neşri konusunda tasarruflarına verilen bazı imkânlar. Genel Merkez'deki «İslâm dünyasıyla Haberleşme Bölümü» nü hiç unutamam; bir arı kovanı gibiydi bu bölüm. Dünyanın her yerindeki kurtuluş hareketleri, İslâmî eylem planları burada görüşülür ve karara bağlanırdı.

Sözgelimi, son olarak İsviçre'nin 1973 yılında Yahudilere karşı gösterdiği kararlı tutum ve direniş bile, direniş kumanda merkezi olan camiin topluma kazandırdığı terbiyenin bir ürünüydü.

Tarihî tecrübeler ise siyasî ve askerî hedeflerin gerçekleştirilmesinden sonra bile İslâmî terbiyenin sürdürülmesini, sürekli gündemde tutulmasını zorunlu kılıyor.

-173-

YÖNETİM DÜZENİ VE İSLÂM EKONOMİSİ

İmam el-Benna, yönetim düzeniyle ilgili yeni bir kavram ileri sürdü ve haykırdı: «Kur'an düsturumuzdur!» Sömürgeci ve onun kuyruklarını tepeden tırnağa tir tir titreten iki kelime. Peki, ne vardı bu iki kelimede?

«Kur'an düsturumuzdur!» ifadesi, toplumu bir durumdan alıp başka bir duruma koymaktır. Yeryüzünden göklere, çamurdan ve madde çukurundan Merih'e, ay'a ve yüceliğe, ululuğa çıkarmaktır.

«Kur'an düsturumuzdur!» ifadesi, hiç yoktan ortaya büyük bir ümmet koyan, İslâmî nizamın sağlam bir şekilde yerleştirilmesi eylemine çağıran bir slogandır. Peki, Sina gibi daha nice değerlerin elden çıkmasına yol açan İslâm dışı düzenlerle bu düzen hiç bir olur mu?

Mısır'ın elden çıkmasıyla İslâm dışı düzen arasında ne gibi bir ilgi olduğu merak edilebilir. Bu ilgiyi açıklaması bakımından beşerî sistemlere ait önemli bir noktaya dikkat çekeceğim. İngilizler Mısır'ı işgal ettiklerinde ilkj kez faiz sistemini koydular önümüze, Niye idi, niçindi bu | acaba?                                                                                 j

Faizin haramlığını kabul etmeyen, böyle bir şeye i-

nanmayan küçük bir zümre, ilgili bakanlara gidiyor ve ba-zan yarım milyon cüneyhe varan miktarlarda kredi alıyordu. Sözgelimi, ben üç kardeş biliyorum, bunlar sömürgecilere ait toplu mesken yapımı dolayısıyle yarım milyon cüney kredi almışlardı. Bir yarım milyon da yıllık taksit ve sigorta tutarı adı altında yarını için birşeyler biriktirmek isteyen halktan aldılar; elinde avucunda olanı gasbettiler.

Bu, neden başkalarına değil de yalnızca onlara mümkün oluyordu?    .

Çünkü, aralarında faizin haramlığına inanan tek kişi yoktur. Kutsal kitaplarında faizin haram oldouğuna dair bir nass yoktur; her şeyden önce. Böylece, malvarlığı halkın alın terinden oluşan banka, yalnızca azınlıklara hizmet veren bir kurum halini almıştı. Oysa, halkın %90'ı Müslümandır ve düzenli vergi vermektedir. Böyleyken bu hizmetlerden mahrum kalıyor ve kredi alamıyorlardı. Buna ancak bir yolla imkân vardı: Allah Kitabının hükümlerini çiğnemek, inkâr etmek ve haya perdesini yırtarak «Ey inananlar, Allah'a karşı gelmekten sakının, inanmışsa-nız faizden arta kalan hesaptan vazgeçin!» (Bakara, 278) âyetine karşı çıkmak. Bunu yaparlarsa herşey tamam. Bu sistem kredi ihtiyacındaki kişiye hal diliyle adeta şöyle diyor: İslâm'ından kop; dininden ayrıl bir kere. Hele, öncelikle Kur'anının bağlarından bir kurtul; sonra

-174-

- 175 -

gel, bankaya gir. Artık herşey önündedir. Bir şirket, a-tölye, fabrika mı kurmak istiyorsun? Tamam, bu işleri başarman için her türlü ekonomik destek sağlanacaktır. Yeter ki, sen işin başında Allah Kitabının sözünü çiğne; gerisi kolay; bütün hizmetler ayağına serilir.

Beşerî sistemlerde de benzeri görülen bu sömürü planı ve ona bağlı olarak yapılan uygulama halk arasında bir sermayedar sınıf meydana getirmiştir. Bu varlıklı zümre öğretim alanında daha güçlüydü şüphesiz. Dolayısıyle düşünce ve kültürde de ileri bir aşamada bulunuyorlardı. Maddi imkân ve düşüncenin desteğiyle de idari etkinlik ve güçlü bir kişilik oluşyor. Mal, ekonomi, ilim, güçlü kişilik, evet, bütün bunlar ülkede fikri kumanda otoritesinin zirvesinde yer almayı sağlar. Bundan sonra olacaklarsa hesaba sığmaz. Müslümanların bankalardaki mallarından yararlanmaları hayal olur.

Faizi meşru kılarak bu esasa dayalı bankalar kuran ve azınlıkların hizmetine veren beşerî sistemin getirdiği buHşte. Faizi haram kılan, sermaye hakimiyetine kesinlikle karşı çıkan İslâm'a düşman, kin ve öfke dolu bir sınıf düzeni meydana çıkarmak için; amacı bu. Oysa ki, insanların umûmî servetten eşit ölçülerle yararlanmasını öngörür. Bir Müslümanla Yahudi ve Hıristiyan arasında fark gözetmez. Muhtaç ve fakiri ihtiyaç zilletinden kurtarmaya çalışır. Bu cümleden olarak da zekâtı ve karşılık

gözetmeden ödünç para verme ilkesini getirir. Zümreler arası dengeyi sağlamak için. Ferdî plandaki ayırıcı özellikler ne olursa olsun, insanla insan kardeşi arasındaki dengeyi sağlamak önde gelen hedeflerinden biridir.

Kahire'deki Zeytûn semtinde fotoğrafçılıkla uğraşan bir komşum vardı. Müslüman olmadığı için faizli kredi almasına engel bir durum yoktu. O sebeple kısa zamanda dört büyük bina sahibi oldu. O ve benzerleri Zeytûn'u neredeyse bir üs, ya da mahalle haline getireceklerdi. Söylediğim bu hususun şahidi olan biri yüksek sesle soruyor bana: Çoluk çocuğum için tek katlı bir ev yapmak istiyorum. Karaborsacıların, fırsatçıların pençesine düşmemem için faizle iş görebilir miyim, mübahlığına dair bir fetva yok mudur? Dedim ki: Önce sorumluların yüzüne haykıracaksın; Allah'ın şer'ini yurdumuzda eksiksiz uygulayın, Allah'ın haram kıldığını yasaklayın, bir keşi-, min zararına olacak şekilde toplum dengesini bozmayın, umumî servetten adil ölçüler içinde herkesin yararlanmasını sağlayın, buna engel olmayın diyeceksin. İlâve e-deceksin; ülkedeki ezici çoğunluğun dinî değerlerine, duygu ve düşüncelerine saygı gösterin. İhtiyacın kahrına terkederek onları dinde tefrite ve zillete zorlamayın! Evet önce böyle diyeceksin. Her müslümanın parolası: «Kur'-an düsturumuzdur!» cümlesi olmalıdır. Milletin Kur'anla birlikte, onun aydınlığında kurtuluşa doğru yol alması,

- 176 -

- 177-

R, 14. F: 12

sosyal, kitle ve ırk açısından farkların erimesi buna bağlıdır.

Peki, sözkonusu bu farklar nasıl ve ne zaman eriyecektir?

Hemen cevap verelim ki, İslâm'ın hakim olduğu gün. Bankaların müslim, gayri müslim herkese açık olduğu ve programlarında, «Öfkenizle ölün, ey müslüman-lar!» demek olan %3 ya da %7 gibi kayıtlar bulunmadığı

gün!

Biz «İslâm'la hükmetme» ilkesini savunur ve buna davet ederken, aslında yürürlükteki bu iğrenç banka modelini yıkmak istiyoruz. Dahası, onun sosyal ve ekonomik hayatımızda ırk, sınıf ve kitle açısından yaptığı, fiilen meydana getirdiği türlü tahribatları bertaraf etmek istiyoruz. Büyük Allah ne güzel ve doğru söylüyor! Hep birlikte görelim: «Ey inananlar, Allah'tan korkun, inan-mışsanız faizden arta kalmış hesaptan vazgeçin. Böyle yapmazsanız, bunun Allah'a ve Peygamberine karşı açılmış bir savaş olduğunu bilin!» (1) Allah'a ve Peygamberine savaş açan kimse ise peşinen mahvolmuştur. İşte buyruğu: «Allah'a ve Peygamberine karşı gelenler; işte onlar alçak kimselerle beraberdirler.» I2)

(1) Bakara sûresi, 278 - 279

(2) Mücadele sûresi, 20

-178-

Hasan el-Benna «Kur'an düsturumuzdur!» diye haykırırken müslüman tabakalarda esaslı bir değişim o-perasyonundan, bunun mutlaka yapılması gerektiğinden söz etmektedir. Bu gerçekleştirildiği takdirde ekonomik denge güçsüzlerin lehine değişecektir. Sağlıklı bir sos->/al dengenin kurulması için bu şarttır. Çünkü bu durumda bankaların sunduğu sosyal hizmetlerden yasal olarak ve adil ölçüler içinde güçsüzler kesimi faydalanma imkânı bulacaktır.

Müslümün Kardeşlerin Ekonomik Programı:

Dr. Meetshel şunları kaydediyor: «Kardeşlerin e-konomik programı şöylece özetlenebilir:

1-  Ekonomik bağımsızlık siyasal bağımsızhğın e-sasıdır. Ekonomik talan ise yine siyasal talanın esasını teşkil eder.

2-  Yoksul kitleler açısından ekonomik ilerleme Mısır toplum yapısındaki uçurumları kapatmak için şarttır.

3-  Faiz sisteminin kesinlikle kaldırılması. Böylece, sermaye çevreleri kolay para kazanma şansını yitirecektir. Bu yol kapandığı için de zorunlu olarak yatırımlara yönelecek ve şirketler, projeler halinde fiilen iş hayatına gireceklerdir. Dolayısiyle zenginler kesiminin atâlet ve tembelliği önlenmiş olacaktır.

- 179-

4- Doğal servet kaynaklarını yabancı egemenliğinden kurtarıp halkın istifadesine açık tutmak.

5- Yerli bankaları millîleştirmek.

6-  Borsa sistemini lağvetmek ve gayri meşru kazanç yollarını tıkamak.

7- Vergi sisteminin İslahı.

8- Tarım alanında İslâhat.

9-  Çalışanlara üretim satışından pay vermek ve işçi eğitimini yaygınlaştırmak, işveren çevrelerini buna zorlamak. Alınacak tedbirlerle tarım toprakları müstecir-lerini korumak, işçi ve çiftçileri her türlü işsizlik, iş kazası, ve hastlık ihtimallerine karşı güvence altına almak.»

Nüfus problemiyle ilgili olarak da şunları söylüyor yazar: «Kardeşlere göre Mısır yoksul bir ülke değildir. Bütün mesele ülke kaynaklarının adil bir şekilde dağılımı noktasında düğümlenmektedir.» Tabi, bu durumda büyük mülkiyetler önemli ölçüde zorlanacaktır. Sonunda sahipleri üzerlerine düşen oranda haklarından fedakarlıkta bu-nacak ve toplum karşısındaki sorumluluklarını yerine getireceklerdir. Küçük mülkiyetleri yüreklendirmeye de ayrı bir önem vereceğiz. Böylece, yoksul kesim bu ülkede bir desteğe sahip olduğu bilincine varacak ve bir yeri bulunduğunu anlayacaktır. Öte yandan bu kesime devletî emlâkinden pay vermek suretiyle büyüme imkânı tanıyacağız.

Dr. Meetshal'in süyledikleri, İmam el-Benna'nın risalelerinde yazıp enine boyuna anlattığı hususların ana başlıkları durumundadır; öyle sayılabilir.

Kardeşlerin Derebeylik Sistemiyle Savaşma-

sı:

Müslüman Kardeşlerin derebeylik sistemiyle savaşması, çiftçi haklarını savunması Cemaatın feshine ve mürşidlerinin öldürülmesine yol açan sebeplerden biri oldu. Daha önce de Kefûrnecm, Kefer Beranon, Kefer Bedvay ve diğer bölgelerde derebeyliğe karşı mücadele veren Kardeşlere mensup milletvekili ve mücahidler öldürülmüş, hapse atılmış ve sürgün edilmişti.

1948 yılında emniyet genel müdürü olarak görev yapan Abdurrahman Ammâr hükümet tartından Cemaatın feshine sebep olacak maksatlı bir rapor hazırlamakla görevlendirilmişti. Ammâr, hükümete sunduğu söz konusu raporun 11. maddesinde şunları söylüyordu: 26 Nisan günü Müslüman Kardeşler Tarım Bakanlığına bağlı Musa bölgesi tarım araştırma işçilerini işi bırakma eylemine teşvik etmiştir. Kışkırtma sonucu işçiler arama alanına giren topraklara sahip olmak istiyordu. Olay, Kefer Şeyh Mahkemesinin 1948 tarih ve 921 no'lu dava dosyasında aynen tescil edilmiştir.»

Burda olayın ayrıntılarına inecek değilim; ben sa-

- 180-

- 181 -

dece Kardeşlerin çiftçileri topraklarda çalışan köle duru-rumundan, yine aynı topraklarda başı dik dolaşan özgür insan durumuna yükseltme konusunda, bu alanda verdikleri mücadeleye bir ışık tutmak istedim.

İşte, Davet dergisinin 25 Eylül 1951 tarihli sayısında yayınlanan Kardeşlere ait bir yazıdan bazı paragrafları! Şöyle diyor Davet dergisi:

«Köylerde zaman zaman hayvanlara zarar veren yırtıcılar görülüyor. Bu yırtıcılar hem hayvanları tuzağa düşürüyor, hem de köylüleri öldürerek ortalığa dehşet saçıyor. Hükümet çiftçilerin hakkından gelmesi için insan kılığındaki bu yırtıcılara arka çıkıyor, imkân tanıyor ve o nedenle bölgeye çok sayıda silahlı tedhiş kuvveti gönderiyor. Hükümet bir yandan bu vahşileri ortaya salarken, bir yandan da silahlı takviye kuvvet gönderiyor; canını kurtarmak isteyenleri kurşun yağmuruna tutuyor.

Niçin olmasın? Efendi mâlik, köle de memlûk değil midir? Hem, köleler efendileri karşısında başları dik durmaya nasıl cesaret edebilir? Efendiler ki, atlara, katırlara, eşşeklere, kedi ve köpeklere nasıl sahip olur, onlar üzerinde mutlak egemenlik kurarsa, aynen öyle köleler üzerinde de hak ve egemenlik yetkisine sahiptirler.

Köleler Kefûrnecm'de karınlarını doyuracak kadar bir gelir seviyesine sahip olmak istediler. Nasıl olur da böyle bir hak iddiasında bulunabilirlermiş? Kimi öldü-

- 182 -

rüldü, (1) kimi işkencelere tabi tutuldu, kimi de zindanlara dolduruldu. Derebeylik canavarı bu işin üstesinden gelmeyi başardı; köle kanlarından doyuncaya, kanıncaya kadar içti.

Bohût'da da köleler yine aynı şekilde isteklerde bulundular. Hükümet derhal kuvvetleriyle bölgeye uçtu; köle kanlarıyla şişeler doldurmak ve şampanya, viski sofralarında bekleyen efendilere sunmak için.

17 Eylül 1951 pazartezsi günü Başsavcılık Bürosu şöyle bir telgraf aldı: «Mitfadale halkı üzerine büyük bir saldırıda bulundu; ateşli silah kullanarak Abdulhakim Ahmed Atıyye, İbrahim Ali Harb gibi zevatın yaralanmasına sebep oldu. Merkez olayı savcılığa bildirmedi; çünkü, cinayet unsuru, delili diye bir şey bırakılmadı ortada. Bölgede hâlâ büyük bir tedhiş kuvveti bulunmaktadır. En kısa zamanda olay mahallinde tahkikat yapılmasını rica ediyoruz.»

Aynı gün Eca Merkez komiseri şu telgrafı aldı: «Mîtfedâle halkı üzerine düzenlediğiniz saldırıdan sizi sorumlu tutuyoruz. Açılan ateşin sorumluluğu da aynı şekilde size aittir.» Telgrafı alır almaz komiser, kölelere hak

(1) Müslüman Kardeşlerin Kefûrnecm bölge vekili Anâhi'nin şehid edilmesi gibi. Anâni Suudi Arabistan veliahdi Emir Muhammed Ali'nin teftişine karşı çıkmış ve o yüzden alandan döndüğü bir sırada pusuya düşürülerek öldürülmüştü.

- 183-

ettikleri cevabı verme hareketine girişti. Ertesi günün sabahı «üzerlerine sert taşlar atan sürülerle kuşlar gönderdi.» Dörtbir yanı kaplayan karınca sürüleri gibi imdat çığlıkları yükselten Mîtfedâle halkı üzerine silahlı polis birlik^ leri saldı. Nasıl olur da telgraf gönderirlerdi; bunu ancak efendiler yapabilirdi. Bu edepsizlikleri cezasız kalmamalıydı.

Mitfedâle'nin talihinden midir yoksa talihsizliğinden midir, şu ana kadar anlayabilmiş değilim. Bu bölgeyi Talat Paşa seçti; yedi yüz feddşn tutarındaki bir toprak bütünlüğüne sahip olmak için. ö Talat Paşa ki Kral Hazretlerinin en önde gelen yakınıdır ve dolayısıyla bu teftiş konusunda da en büyük hak payı ona düşmektedir. Bu sebeple kölelerin elinden tutacak ve onları Allah rızası i-çin özgürlüğüne kavuşturacak ya da onları sarayında evcilleşmiş hayvanlar gibi tutacak yalnızca zât-ı âlileridir.

Mitfedâle'ye düşen ya da Mitfedâle'nin düştüğü bu yedi yüz feddan ki, sizin Mîtfedâle dışında sahip olduğunuz topraklara nisbetle çok az bir yekûn teşkil e-der, sayın paşa, iki eşit parçaya bölünür:

1)  Muhtarın, belediye başkanının ve bir de bir memurun kiraladığı bölüm.

2)  Kölelere kiraya verilen bölüm. Kira bedeli ise sizin vekiliniz tarafından belirlenir. Boş sözleşme kağıtları verilir eline. Köleler mühürleri kâtibe teslim eder, kâtip

- 184 -

de istediği şekilde bu sözleşmeleri düzenler ve mühürler, köleler adına imzalar.

Zulme dayanamayan köleler, sonunda mahsûlü sayın vekile terkederek deliklerine çekildiler. Bu durumda vekilinizin bir çözüm yolu bulması gerekiyordu. Ve buldu: İçişleri Bakanlığının zoruyla kölelerin mahsûlü toplaması sağlanacaktır! «Kefûr Necm» de, «Bahût» ta işleri yoluna koyan bu yöntem değil midir!

Yine aynı taktikle vekiliniz, «Mîtfedâle» deki pürüzleri ortadan kaldırmasını istedi sayın komiserden.

Sayın komiser de kölelere hak ettikleri dersi vermek için büyük bir harekete geçti. Bir kısmını tutukladı; bir kısmına da ateş açtı. İşte bu silahlı operasyondan kaçıp kurtulabilen üç kişi yukarda sözünü ettiğim telgrafları göndermişti.

Bu iki telgraf yüzünden de kölelerin başına neler neler geldi! Kuşatma içine alındılar, işkencelere uğratıldılar. Bu kuvvete ayrıca Sünbilâvin, Mitgaver ve Mansûra-dan gelen takviye kuvvetleri de katıldı. 18 Eylül den şu satırların yazıldığı ana kadar köleler gerek merkezde gerekse Mîtfedâle'de azabın, işkencenin her türlüsünü tad-maktadır. Artık, polisin vicdanına kalmış, polis onlara aklına estiği şekilde davranıyor. Sizin merhamet eliniz bu mazlum kölelere ne zaman uzanacak acaba Paşa Hazretleri?!»

-185-

KARDEŞLER VE FİLİSTİN KURTULUŞ DAVASI

Müslüman Kardeşlerin bütün şubelerinde ana a-maçlarını özetleyen bir levha asılı bulunurdu. Şimdi böyle bir levhayı birlikte okuyalım: Amacımız, topyekün İslâm dünyasını kurtarmak ve islâm esaslarının beşerî kuralların yerini almasını sağlamaktır. Particiliği, bölücülüğü bertaraf edip dünyanın dörtbir yanında İslâm sancaklarını yükseltmektir. «Müşrikler istmese de, dinini bütün dinlerden üstün kılmak için, Peygamberini, doğruluk rehberi Kur'an ve gerçek dinle gönderen O'dur.» (r

Prensibimiz: «Allah yolunda hakkıyla cihad edin,| sizi bu iş için O seçti» ayeti gereğince Allah yolundi cihad etmektir.

Allah yolunda ölmek en yüce emelimizdir. Çün-j kü Cenab-ı Hak «Allah şüphesiz, Allah yolunda savaşıp öldüren ve öldürülen mü'minlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır.» (2)

Fıkıh alimlerinin üzerinde ittifak ettiği ve Kardeşleri rin de risalelerinde kaydedip bildirdiği gerçeklerden biı

(1)Saff sûresi, 9 (2) Tevbe sûresi, 111

- 186-

de şudur: Düşman kâfir ayaklarıyla Müslümanların topraklarını çiğnedi mi, onlarla cihad etmek ve onları haket-tikleri karşılıkla gedikleri yere göndermek Müslümanlara farzdır. Komşuları da onlara her türlü mal, silah ve asker yardımında bulunmakla yükümlüdür. Ne zamana kadar mı? Kesin zafere kadar!

O nedenle Filistin'i kurtarmak, Mısır'ı, Sudan'ı, Suriye'yi ve yabancı işgalindeki öteki İslâm topraklarını kurtarmak gibi İslâmî bir emirdir, farzdır.

Filistin ki, Allah Resulünün miraca yükseldiği yerdir ve topyekün Mü'minlerin kalbi orada atar. İslâmi strateji, sınırları belirlerken vahyin indiği mekânları Arap yarımadasının tabii sınırları sayar. Öte yandan güney Hint Okyanusunu, Yemen sahillerini, Aden, Şahr ve Hadramut'u, doğuda Arap körfezini, batıda Kızıldeniz'i, kuzeyde Ak-. denizi bu coğrafyanın tamamlayıcı sınınları olarak belirler. Allah Resulü ve ashabı bu hakikati hem nass hem de uygulama olarak ortaya koymuştur. «Arap yarımadasında iki din barınamaz!» hadisi şerifi konuyla ilgili nassı belirler. Yani İslâm'la birlikte başka bir din bir arada yaşayamaz. Şu sebeple ki Arap yarımadası İslâm ümmetinin kalbidir, öyleyse fitne uyandıracak her türlü şaibeden uzak bulunmalıdır. İşte söz konusu uygulama: Benî Kaynukâ ve Beni'n- Nadir adlı Yahudi kabileleri Medine dışına sürülüyor. Kur'anı Kerîm onların Müs-

-187-

lümanlar ve Araplar için tabii düşmanlar olduğunu ilan e-diyor: «İnananlara en şiddetli olarak insanlardan Yahudileri ve Allah'a ortak koşanları bulursun!» (Maide, 82) ve tabiatlarını, hayat stratejilerini bildiriyor: «Savaş ateşini ne zaman körükleseler Allah onu söndürür. Yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Allah ise bozgunculuğu sevmez.» (Maide, 64)

Ayet-i kerîmedeki (küllemâ = ne zaman ki) lafzı tekerrür eden bir durumu ihbar anlamı taşır. Hemen ardından gelen (evqadû = yaktılar) kelimesi ve (yes'avne = koşarlar) kelimesini izliyor. Oysa'koşuyorlar değil de! koştular kelimesinin kullanılması gerekirdi; cümle kullanımı açısından normal olanı buydu. Böyle olmasının sebebi ise bu husustaki sürekliliği vurgulamaktır. Çünkü bu, Allah'ın öylece yarattığı bir cinsin tabiatını artaya koymak- i tır. Allah ki, her yarattığında sayısız hikmetler gözetir. Yi- J lanları, yırtıcıları, haşaratı nasıl yaratmışsa, zehiri nasıl,-: yaratmışsa onları da öylece yarattı ve bunda da aynı • şekilde hikmetleri vardır. Bu hikmetlerden biri de Allah'ın • hem yararlanmak hem de korunmak için yarattığı bütürvjj yaratıkların tabiatlarını tanımaktır.

Sonra Mûte savaşı çıkıyor karşımıza. Bu savaşta! sayıları üç bini geçmeyen müslümanlar sürpriz bir durumj karşısında buldular kendilerini: Filistin'i işgal eden, Şam'ı! kontrol altına alan Rum ordusu iki yüz bin er ve subaya dan oluşmakta ve arkalarında bütün bir Avrupa ve Bi-J

- 188 -

zans bulunmaktadır. Bu fevkalade durum karşısında Müslümanlar aralarında müşavereye başladılar. Bir kısmı, dönüp gidelim diyordu. Bir kısmı da, burada bekleyelim, Allah Resulüne durumu bildirip yardımını istiyelim, diyordu. Abdullah bin Revaha ortaya atılıp herkesi derinden sarsan şu sözleri söyledi: «Sizler ki, Allah yolunda şehid düşmek için yola çıktınız. Ama, vallahi bugün bundan sakınıyor ve adeta korkuyorsunuz. Halbuki biz düşmanımızla savaşırken silah ve asker gücümüze dayanmıyoruz ki! Biz sadece bu dinle ve Allah'ın adıyla, O'nun kuvvetiyle çıkıyoruz karşılarına. Zaferse ancak Allah katın-dandır. Muvaffak kılacak olan yalnız O'dur. Vallahi düşmanla karşılaşmadan geri dönmeyeceğiz. Allah Resulüne haberi de daha sonra göndereceğiz.» Böylece, Arap yarımadası ve çevresini, İslâm'ın kalbini ve Müslümanların kıblesini tehdit edecek bir tehlike unsuru halini alması muhtemel her türlü işgalci askeri kuvvetten arındırmaya yönelik savaşların en çetini sergilendi. Medine'de kurulan İslâm devletinin üzerinden yirmi yıl bile geçmemişti ki Arap yarımadası ve çevresi tehlike teşkil edecek her türlü unsurdan temizlenmiş oldu. Artık bu geniş coğrafya parçasında üstünlük İslâm'ın ve Müslümanlarındı. Gerek yarımadada gerekse yarımada çevresinde yaşayan Yahudi ve Hiristiyanlar inançta, kazanç ve güvenlik konularında adalet ve şefkat başta olmak üzere insan hakları-

-189-

nın hepsinden yararlanıyordu. Çünkü,«Dinde zorlama yoktur.» d) ayeti bunu ifade ediyor. Ancak, İslâm ülkesinde yaşayan bir gayri müslim'in elinde de savaş silahı bulunmayacaktır.

Bu sebeple Müslüman Kardeşler Filistin davasına sahip çıktılar. Çünkü Filistin, İslâm beşiğinin, Haremeyn-i Şerifeyn'in ilk savunma hattıydı. Hemen işe koyularak Sînâ ve Filistin topraklarını coğrafî ve jeolojik açıdan incelediler. Bu bölgede yaşayan insanların durumlarını, tabiat ve sorunlarını bir bir etüd ettiler.. Bu bölgelere ilişkin olarak bilmedikleri bir mesele kalmamıştı. Meseleyi kamuoyuna ayrıntılı bir biçimde maledebilmek için bir de Filistin Günü düzenlediler. Kendilerine ait basın, büro, ev, cami, her yerde kürsüler kurarak davayı kamuoyuna duyurdular. Filistin'i kurtarma, Nil Vadisi Yüksek Komitesinin kurulmasında katkıları oldu. Özel olarak hazırladıkları altı birlik, savaş için Filistin'e gitti. Arap Birliği ve Filistin'i Savunma Yüksek Arap Komitesi yardımayla Filistinliler için silah topladılar. Sonunda Filistin'de gösterdikleri kahramanlıklar dillere destan oldu. İşte Müslüman Kardeşler Cemaatının feshi, mensuplarının tutuklanması ve maddî kaynaklarına el konması yolunda Arap devletlerine yapılan beynelmilel baskıların sebeplerinden biri de

(1) Bakara sûresi, 254.

buydu. Sürekli barış trajedisi sahneye konuncaya kadar da Müslüman Kardeşler başlattıkları savaşı sürdürdü.

Müslüman Kardeşler ve Barış :

Hasan el-Benna Nakrâşî Paşa'ya şunları söyledi: «Filistin'de Yahudilerle neden barış istiyorsunuz? Filistin'deki savaş Filistin topraklarına giren Siyonist çetelerle biz müslüman gerillalar arasında cereyan etmektedir. Bırakın da bunlar birbiriyle çarpışsın! Eğer biz kazanırsak bu Mısır'ın şerefidir. Şayet ölürsek cennete gireriz, ki Filistin'e yüklenişimiz de ona duyduğumuz iştiyaktan kaynaklanmaktadır. Bırakın da Filistin'de siyonizmle çarpışalım. Beynelmilel baskılara maruz kalan bir siyasî olarak barışı kabul etmenizi anlıyoruz, bunda haklısınız, dilediğinizce hareket edebilirsiniz. Ancak, Arap ya da Müslüman güçlerin siyonistlerle savaşasına engel olmak hakkına sahip değilsiniz.

Siyonistler ki, çeteler halinde ortaya çıkmaktadır ve Filistin'li değiller. Bizler de karşı gruplarız ve Filistin'li değiliz. O halde Hak batıla yüklensin ve hakkından gel-

sin.»

- 190 -

Kardeşler Hakkında Neler Dediler:

Filistin'deki Kardeşler hakkında ben konuşmaya-

- 191 -

cağım. Sözü başkalarına, Kardeşlerden olmayanlara bıkıyorum, onlar konuşsun. Kardeşlerin yanında yer almak diye bir düşünceleri olmaz, çünkü bundan ellerine birşey geçmez. O halde neler dediler acaba?

Mükrim Abid Paşa'nın çıkarmakta olduğu el-Kütle gazetesinde «Askeri Hakime Açık Mektup» (1) başlığıyla bir yazı yayınlanmış ve yazıda şunlara yer verilmiştir: «Müslüman Kardeşlerden oluşan yüz kırk gönüllü Filistin'i kurtarmak için harekete geçen Arap Birliği kuvvetle-i rine katılmış ve Arap ordularından bir aydan daha fazla; bir süre önce kararlaştılan topraklara girmeyi başarmıştır. Üstelik bu süre içinde Refah'tan Mecdel bölgesine doğru uzanan ve yetmiş kilometreden fazla bir alanı kaplayan kuzey cephesinde bütün Arap köylerini, top-j raklarını karış karış hakimiyetleri altına almışlardır. Hatta kahraman ordularımız ileri atıldığında onlar daha ileri hatlarda fedai birlikleri olarak görev yapmışlardır.

Ordu komutanlarına ve Kudüs muhafızlarına sorun, her türlü kuvvet ve destekle donanmış düşman orduları üzerine saldıran kimlermiş acaba? Bu fedailerden başkası olduğunu söyleyebilirler mi? üstelik de kuşatma altındaydılar! Yahudiler Nakab şeytanlarını salıyordu üzerlerine.»

«İşte bu kahraman insanlar için tutuklama emirleri veriliyor ve derdest edilip bir zindana dolduruluyorlar.

-192-

Yedi ayı aşkın bur süre zindanda tutuluyor ve işkencenin her türlüsü uygulanıyor, en hafif tabirle hayvan muamelesi yapılyor kendilerine.»

«O yiğit kahramanlar ki, daha önce Kral'ın özel ilgi ve iltifatına mazhar olmuşlar; saraya davet edilip madalya ve liyakat nişanlarıyla ödüllendirilmişler ve en yüksek rütbelere yükseltilmişlerdir. Bütün bunlardan sonra onları hâin olarak nitelendireceksiniz, öyle mi?

Eğer haklarındaki bu zannınız gerçekse onları yargı önüne çıkarmaktan ne diye korkuyorsunuz?»

Nakrâşî'nin öldürülmesi olayı ile ilgili davanın görüldüğü 5.9.1949 günkü duruşmada savcılık temsilcisi üstad Muhammed Abdüsselâm şunları söylüyor: «Kardeşlerden biri Hasan el-Benna'ya gönderdiği bir mektupta özetle komando ve fedai birliklerine katıldığını, ayrıca kendisine kan üzerine beyat ettiğini bildiriyor. Hasan el-Benna da bu şahsa; Allah kesin zafer nasip edinceye kadar sabır ve sebat göstermesini öğütlemiştir.»

Şaşılacak şeydir ki, savcılık bu sözü söylerken a-damın İslâm davetçisi olduğunu ortaya koymuş oluyor, bir yandan da aynı iddia ile adamı suçlu duruma düşürüyor!»        s

İhsan Abdülkuddüs, 27 Kasım 1951 tarih ve 1224 sayılı Rûz el-Yusuf dergisinde yayınlanan bir yazısında şunları kaydediyor: «Halk kuvvetlerinden söz e-

- 193-

R: 14, F: 13

derken Müslüman Kardeşler Cemaatını unutacağım öyle mi? Bunu yapamam! Ben dinî davetlerin halk kesimine öbür davetlerden daima daha yakın olduğuna, toplum psikolojisini daha çabuk sardığına inananlardanım. Bu davet ister İslâmi olsun, ister Hıristiyanî; hatta isterse Siyonistlerin Filisitin topraklarında devletlerini kurma hususunda güç kaynağı olarak kullandıkları Yahudilik dini daveti olsun.

Müslüman Kardeşler ki dün olduğu gibi bugün de cihada çağıran din davetinin tek temsilcisidirler. Bu da-vetlerinin üstünlüğü nedeniyledir ki, Filistin meydanları pek çok kahramana şahit olmuştur onlardan. Bir dev gibi ileri atılan bu kahramanlar Allah'ın ismini haykırıyordu ve her biri on kahramana bedeldi; böyle çıkıyordu ortaya. Filistin taarruzuna katılan hiç bir subay, bu savaşları gözleyen hiç bir gözlemci Müslüman Kardeşler gönüllülerinin bu çarpışmalardaki üstünlüğünü, kahramanlıklarını, ölümü cesaretle kucaklayışlarını inkâr edemez. İsteyerek, hatta övünç duyarak yüklendikleri büyük sorumluluk payını ve o yolda eriştikleri şehidlik mertebelerini görmezlikten gelemez.»

Yahudilerin Avrupa ve Amerika'dan Kardeşlere Karşı Yardım İstemesi:

- 194-

El-Mısrî gazetesi 1948 yılında Müslüman Kardeşlerin Filistin savaşına katılışıyla ilgili bir yazı yayınladı. 1947 yılının ilk günlerine ait Sunday Merour gazetesinden iktibas edilen bu yazının yazarı Rose Çaren adlı si-yonist ve mutaassıp bir genç kızdı. Şimdi söz konusu yazıdan bazı pasajları birlikte görelim: «Müslüman Kardeşler Arapları en üstün toplum oldukları yolunda iknaya çalışıyorlar. İslâm'ın bütün dinlerden hayırlı olduğuna, yeryüzünde yaşayan sistemlerin en üstünü olduğuna i-nandırmaya çabalıyorlar.»

«Şimdi Müslüman Kardeşler Amerika Birleşik Devlerinin Ortadoğu'ya maddî müdahalesine karşı kesin ve ciddi bir savaşa çağırıyor Arap toplumlarını. Artık Amerikan halkı vakit kaybetmeden bu hareketin nasıl bir hareket olduğunu öğrenmelidir. Bu romantik ve çekici (Müslüman Kardeşler) adının arkasında kimler var? Bilmelidir.»

«Filistin'deki Yahudiler Müslüman Kardeşlerin düşmanı durumunda bulunuyor.»

Ve bir de iftira: «Müslüman Kardeşlere mensup kişiler Ortadoğunun çoğu şehirlerinde Yahudilere ait binaları kundaklıyor ve mallarını yağmalıyorlar. Ayrıca Amerikan konsolusluk ve temsilcilik binalarına da saldırmışlardır.

Güvenlik Konseyini Müslüman Kardeşlere karşı -195-

yardıma çağıran Siyonist yazar şöyle diyor: «Yahudiler Güvenlik Konseyinden Filistin'e uluslararası, bir kuvvet göndermesini isterken aslında kendisini savunma ihtiyacından kaynaklanmıyor bu. Bütün istediği uluslararası kuvvetin Filistin'de Müslüman Kardeşler mensuplarıyla bizzat yüzyüze gelmesidir. Böylece bütün dünya bu hareketin temsil ettiği gerçek tehlikeyi anlama imkânı bulacaktır.»

1948 yılı içinde yeniden kaleme sarılan Siyonist yazar Rose Çaren Sunday Times gazetesinde yayınlanan bir yazısında Müslüman Kardeşlere tekrar saldırıyor ve bu hususa Avrupa'nın dikkatini çekerek şunları söylü-; yor: «Eğer dünya bu gerçeği kavramakta gecikirse (yani; Müslüman Kardeşler sömürüye, sömürünün planlarına, ülkedeki uşaklarına karşı belirttiği tehlikenin gerçeğini vaktinde idrak edemezse) şüphesiz daha bu dönemde Avrupa Kuzey Afrika'dan Pakistan'a ve Türkiye'den Hint Okyanusuna uzanan faşist bir İslâm İmparatorluğuy karşılaşacaktır.» (1)'

Müslüman Kardeşlerin 1948 savaşlarına katıiışıyl^j ilgili bir yorumunda Bin Coryun da şöyle der: «İsrail'in yakta durması, istikrarını bulması Arap dünyasındaki gı ricilerin, bağnaz din adamlarının ve Müslman Kardeşleri!

(1) el-Müçtema1 dergisi: sayı 249, tarih 2 Cumâdel'ûlâ 1395 (13 Mayıs 1975

- 196-

mutlaka ortadan kaldırılmasına bağlıdır.»

Yahudilerin Yadım Çağırışına Batı Nasıl Karşılık Verdi?

Amerika derhal savaş alanına özel türde bombalar gönderdi, savaşçı Müslüman Kardeşlerin özel olarak ortadan kaldırılması için. Bu bombaların özelliği havada patlaması ve bir ateş bulutu meydana getirdikten sonra savaş alanı üzerine çökmesiydi. Böylece, Müslüman Kardeşlerden tek bir kişi bile kurtulamayacaktı. Gerçi bu uluslararası yasalara göre yasaktı, ama Yahudi ve Amerikalılar özel olarak Müslüman Kardeşlere karşı kullandılar. Ancak, Beytullah'ı filden ve Ebrehe'nin ordusundan koruyan Büyük Sahip onları bu felaketten korumuştu. Yere inen bombalar patlamamıştı. Bu, Amerika'nın söz konusu bombaya ilişkin ilk deneyi oldu. Allah, o bombayı atanlara emniyet subabını çekmeyi unutturdu. Ya da sen buna başka bir sebep bul. Tıpkı beyitte söylendiği gibi: «Allah'ki korur; ihtiyaç bırakmaz

Kat kat zırha yüce kalelere.»

«İşte mü'minleri böyle kurtarırız.» (1) ayeti kerîmesi de aynı şeyi ifade etmiyor mu?

(1) Enbiya sûresi, 88.

- 197-

Uluslararası kuvvetler: Uluslararası kuvvetler fiilen bölgeye geldi. Ancak, Müslüman Kardeşlerin gücü kırıldıktan ve zindanlara doldurulduktan sonra. Bölgeye gelen bu kuvvetlerse, şu ana kadar İsrail'e koruyucu şemsiyelik etmektedir. Üstelik bu kuvvetlerin gölgesinde İsrail ticari faaliyetleri, ürünleri Kızıldeniz'den Güney ve orta Afrika'ya, hatta Hint okyanusu adalarına kadar geniş bir alana hakim olmuştur. Bu haliyle İsrail Araplara ve Yahudi mallarını boykot komitelerine adeta dil çıkartıp kıs kıs gülmektedir.

Kuvet'te yayınlanan el-Belâğ gazetesi de diyor ki: «Amerika İngiltere'nin yarıda bıraktığı bir işi devraldı. Sıkı esaslara bağlı İslâmî hareketin kökünü bundan böyle o kazıyacaktı. İngiltere saray ve partilerden yanına aldığı uşaklarla bu işe girişmiş ve bilinen eski metodlarıyla üstesinden gelmeye çalışmış ama başaramamıştı. Bu hareketi yok etmek ve getirdiği düşünceyle savaşmak için neler yapmadı ki! Mümkün olan her çareye başvurdu; yeni ve korkunç metodlar kullandı.»

«Cehennemi bir savaş oldu. Öyle işkenceler yapıldı ki, bir benzeri daha görülmedi. Tarihte hiç bir düzen-bu denli vahşî olmamıştır. Ne insanları yırtıcı hayvanların! .pençesine atan Roma düzeni; ilkel düzenler, ne de vah-1 silikte üstüne olmayan komünist düzen ve ne de Sibirya! Zindanları buna yetişmez. Hatta, &' nyanın pek çok ye-f

-198-

rinde türlü cinayet ve komplolara girişen Amerikan Gizli İstihbarat Örgütü bile böylesini başaramamıştır. Üstelik olanların hepsi kamuoyuna yansımış değildir; bunlar şu günlerde basına geçmiş bazı kesitlerdir sadece. Ya, geçmeyenler, gizli kalanlar!

islâmî hareketi yok etmeye yönelik bu yeni saldırı politikası adını andığımız ve anmadığımız her türlü işkence usulünü kullanmıştir.»

«Psikolojik işkence, ekonomik ambargo, aleyhte yaygara, canileri, canavarları musallat kılmalar, her türlü ahlakî değerden mahrum zorbaları fazilet sahibi insanların ve asil, muhafazakâr aileler üzerine salıvermeler vs. bunlardan ayrı.»

«Bu cehennemi işkence metodlarının hiç olmazsa bir kısmı hakkında yeterli bilgi edinmek isteyen, uşak canavar Salah Nasr'ın Psikolojik Savaş adlı iki cilt halindeki büyük eserine başvurulabilir.

Bütün bu metodlar islâm'ı ve İslâm hareketini ortadan kaldırabilmiş midir dersiniz? Hiç şüphesiz, bu sorunun cevabını tarih verecektir. Ancak, kesin olarak bildiğimiz bir şey varsa, o da inançların öldürülemiyeceğidir. İmanın topla tüfekle, ruble ve dolarla ortadan kaldırılamayacağıdır.»

Kardeş'in Savcaşçılar Arasındaki Yeri: - 199-

Biz Mısırlılar Filistin'de geleneksel özel silahlarla donanmış orduya sahiptik. Çünkü bizi Mısır'da ve Ürdün'de silahlandıran ingiltere idi. Buradaki gençliğimiz de toplumun çeşitli kesimlerine mensup bulunuyordu. Üniversiteliler, çiftçiler, işçiler vs. Bu tabii birliği sağlayan da İslâmdı ve her kesimden insanlar bu birlik içinde Filistin-de çarpışıyordu. Ancak, müslüman mücahidler olarak çarpışan ve maneviyata, cesaret ve atılganlığa sahip savaşçılar nerede, İngiltere'nin plan ve emirleriyle çapışan ordu nerede! Aradaki farkı görmemek mümkün mü? Filistin için silah yapımıyla uğraşan bir zat vardı; bu zatın ölümü sözkonusu sırrın ortaya çıkmasına sebep oldu. Sonraları Zeyneb Gazâlî ile evlenen merhum Muhammed Salimdi bu zat.

Savaşta İsrail bir Mısır başarısıyla karşılaşınca birden şaşınverdi; uçan mayınlar! Filistin'de Siyonist ingiliz tanklarına atılan bu mayınlar hedeflerini buluyor ve olduğu yerde kalakalan tanklara Kardeşler dilediğince sahip oluyordu.

Neydi bu savaş fabrikası?

Bu, Mısır'lı müslüman bir el ile gerçekleştirilmiş bir fabrika idi.

Bu olay, Kardeşlerin savaş için yeni bir silahı zorunlu gördüğünü, böyle bir idrak içinde bulunduğunu gösteren mutlu bir belirtidir.

- 200 -

Zaferi kazanmanın yolu da bu idi. Mısır çok eski dönemlerde de silahlarını çoğu zaman kendi eliyle yapardı.

Beynelmilel Siyonizm bir inanç karşısında bulunduğunu anlamaya başladı: Yusuf Talat gibi bir adam geliyor; Yusuf Talatın adamları İngiliz ordusuna ait bir bomba ele geçirmişti. Desem Yahudiyye'yi bombalamada buna ihtiyaçları vardı.

Yusuf Talat: Bir hafta izin verin, düşüneyim, diyor ve derhal kalkıp abdest alıyor, iki rekat namaz kılarak bu problemin çözümü için Allah'tan başarı diliyor. Sonra başladı düşünmeye; Deşem'i çökertmede, sahrada bu bomba nasıl kullanılmalıydı? Mütevazi çadırında Allah'ın yardımıyla bir top yapmaya başladı. Elinde olan tek imkân da son derecede basit bir soğutucu aleti idi. Allah, bu işte onu başarılı kılmıştı. Bu toptan başka bir şey yoktu ellerinde. Deşem'i de bombalamaya muvaffak olmuşlardı.

Şübhesiz Allah savaşa müdahale etmiş ve Yusuf Talat'a herkesi şaşırtan böyle bir ilhamı bağışlamıştı. İşte Kardeşler bunlardı ve böyle garip başarılar elde ediyorlardı. Siyonizme karşı koyan silahlar yapıyorlardı. Öyleyse beynelmilel Siyonizm, nasıl cezalandırmalıydı? Bunlara İngiliz sömürüsü nasıl bir ceza vermeliydi?

Onlara göre normal mantık gereği Hasan el-Ben-

- 201 -

na'nın öldürülmesi gerekirdi. Yusaf Talat'ın, Muhammed Fergalî'nin ve bu mertebede Allah yolunda savaş verenlerin öldürülmesi gerekirdi.

İşte, İmam el-Benna'nın konum ve tutumu! İslâm savunma stratejisini böyle belirlemişti. Ancak, onlanlar...

Komünist ve Batılı haçlı bloklar şunu keşfetmişlerdi: Yahudiler Mısır ordusunun ön saflarında Müslüman Kardeşlere mensup savaşçıların -isterse bunlar sadece beş kişiden ibaret olsun- bulunduğunu öğrendi mi derhal geri çekiliyorlar. Çünkü Yahudiler imanın karşısında duramıyorlar, özellikle Müslüman Kardeşler, birliklerinde apaçık biçimde şahit oldukları gibi Allah ve cennet aşıkı tertemiz iman karşısında!

O halde yeryüzünde «Allah en büyüktür, hamd yalnız O'nadır!» diyen bir adam bulunduğu sürece siyo-nizme kesinlikle hayat hakkı yok demektir. Hem, İsrail'in bütün çeşitleriyle sömürünün pençesi olarak ortada kalabilmesi için İslâmî hareketin kökten yok edilmesi şarttır. Öte yandan Müslüman Kardeşlerin varlığı demek İsrail'in bölgeden silinmesi demekti. Filistinli olmayan bütün Yahudilerin o topraklardan kovulması demekti. Müslüman Kardeşlerin tasfiyesi ise İsrail varlığı için bir hayat garantisi anlamı taşıyordu. Ama bu tasfiye işi nasıl gerçekleşecekti?

Doğu Ürdün kralı Abdullah ile Kral Faruk'a gidip

-202-

onları islam davetine karşı kışkırttılar. «Hasan el-Benna bu hareketiyle Kudüs'te yeni bir İslâm devleti kurmak istiyor. Bu devlet bütün bu şehirleri fethedecek ve İslâm dünyasını birleştirecektir. Sonunda Faruk Mısır krallığını, Abdullah da Ürdün krallığını kaybedecektir. Ne kadar kral varsa ortada hepsi silinip gidecektir!» dediler. Başladılar müslümanların kralların), bakan ve başbakanlarını korkutmaya; Hasan el-Benna Kudüs'te bir İslâm devleti kurduğu takdirde durumlarının tehlikeye gireceğini tekrarladılar ısrarla Hem de nasıl bir noktada? Müslüman Kardeşler Yahudileri yenmiş ve Kudüs'ü ele geçirmişken! Müslüman hukukçu Dr. Saîd Ramazan Kudüs askerî hekimi olmuş ve benzeri görülmedik bir İslâm adaleti örneği sergilemişti. Kadın - Erkek, çoluk çocuk herkes İslâm hakikatini haykırıyordu.

Kudüs'te bir İslâm devletçiği kurulmak üzereydi ki, çıkar çevrelerini de arkalarına alan beynelmilel haçlı teşkilatlarıyla yine beynelmilel Siyonizm bir araya gelip bunu mutlaka önleme kararı aldılar. Bu hareketi yürüten, besleyen Müslüman Kardeşler olduğuna göre onlardan da kurtulmaları gerekiyordu, böylece, İmam'ın öldürülmesi kesin kararına varıldı. 8 Aralık 1948'de gerçekleştirilen Müslüman Kardeşler Cemaatının feshi hususu da ayrıca karar altına alındı.

İşte, Hasan el-Benna niçin öldürüldü? sorusuna

-203-

verilecek cevaba ışık tutacak olan bazı gerçekler! Hasan el-Benna, İsmailiye halkını, neslini değiştiren bir o-kulu kurup geliştirdi. Hasan el-Benna İskenderiye halkıyla İngilizler arasındaki ilişkiler düzenini değiştirdi. Hasan el-Benna zafer metod ve mekânını değiştirdi. Beklenen zaferin görüşme masalarında ve hele kuru gürültüden başka bir ses, sonuç vermeyen iş başındaki hükümetin prensipleriyle elde edilemeyeceğini ispatladı,

Zafer, İngiliz birliklerinin girdiği topraklarda ve halkın eliyle atılıp da düşmanı un-ufak eden top gülleleriyle kazanılırdı. Zafer için izlenecek yol buydu, bu olmalıydı.

Kral Faruk'un isteyip yaptığı tek şey Filistin'e bir keşif birliği göndermek oldu. Yani, Siyonist çetelere ders verecek çapta askerî bir hamle. Planda İsrail devletinin varlığını önleyecek herhangi bir tedbir yer almıyordu. Müslüman Kardeşierse bu gayri meşru devlete meydan vermemek için, hatta sömürünün Ortadoğu'da bir Siyonist pençe bulundurma yolundaki isteğine engel olmak i-çin gönüllülerini gönderdi.

Arap kral ve başkanları Müslüman Kardeşlerin e-zici bir kuvvet haline geldiğini kabul ettiler. Gerek iç ve gerek dış, gerekse askerî politikada bir uygulmada mı bulunacaklar, İngilizlerin, Amerikan ve Fransızların «Doğunun Hitler'i» diye isimlendirdikleri Hasan el-Benna için bin bir hesabın içine girerlerdi. O nedenle nasıl haçlı Batı

-204-

ile komünist Doğu Nazi Almanyasının Hitler'i konusunda bir araya gelip birlikte hareket etmişlerse, aynen öyle, Doğunun Hitler'i Hasan el-Benna konusunda da ortak bir harekete girişmişlerdir. Müslüman Kardeşleri ortadan kaldırma planı yalnızca bir taktik hedef olmayıp asıl stratejik hedefi oluşturuyordu.

-205-

ÖNEMLİ BELGELER

CEMAATIN FESHİ VE İLGİLİ BELGELER

Fesih Teşebbüsleri:

«Müslüman Kardeşler Cemaatının feshine ilişkin dört teşebbüs» başlığı altında bir yazı yazan İhsan Ab-dülkuddûs (1) şöyle diyor: «Arap Birliği siyasî komisyonunun son toplantısında Birliğin Yemen delegesi Müslüman Kardeşlerin Yemen olaylarındaki tutumunu kınayan bir konuşma yaptı Bunun üzerine delegelerden biri Yemen trajedisinin bir daha tekrar etmemesi için Müslüman Kardeşler Cemaatının feshini önerdi. Ancak, öneri reddedildi.»

Ne var ki yazar, Yemen hükümetiyle Kardeşler a-rasındaki anlaşmazlığın sebeplerine dair bilgi vermiyor.

Cezayir'li mücahid alim kardeş Fudayl Vertelânî

(1) Rûz el-Yusuf dergisi, yıl: 1948, sayı: 1035

-209-

R. 14, F: 14

petrol arama şiketlerinde çalışmak üzere Yemen ülkesine gitti. Asıl "amacı ise daha ziyade gerçek iman tohumlarının ekilmesine elverişli kalpleri araştırmak ve onları Kur'an ve Hadis hakîkatıyla beslemekti. İlginç bir manzara ile karşılaşmıştı Yemen'de. «Hür Yemenliler» adı verilen bir topluluk çevresinde somut biçimde kendini gösteren dini bir potansiyel, şuur ve kurtuluş hamlesi buldu.

Kardeşlerin davetini ve mürşidlerini yakından tanımak amacıyla bu topluluktan bir heyet geldi Mısır'a. İ-mam'a inkılâp planına ilişkin düşüncelerini sundular. Düşüncelerinin doğru olmadığını bidiren İmam şunları söyledi: «İmam Yahya hasta, üstelik de çok yaşlı ve bir ayağı mezarda. Bu durumda ölümünü beklemeniz gerekir. Sonra da elinizi çabuk tutup veliahd tayin edilmeden önce kabineyi kurduğunuzu ilan etmelisiniz. Sonu hiç de iyi olmayacak tehlikeye atmayınız kendinizi. Kan dökmeme imkânı bulunduğu sürece böyle davranmamız gerekir.»

İmam el-Benna'nın görüşünü kabul eden Hür Yemenliler, İmam Yahya Hamidî'nin vefat haberi duyulduğunda dergi ve günlük gazetelerinde ilan etmeleri için bir kabine taslağı bıraktılar.

İlahî irade gereği İmam Yahya'm vefat haberi ilan edildi. Haberin ilanından hemen sonra yeni kabine de kamuoyuna duyuruldu. Ancak, bu ilanın ardında kadrerin

- 210-

bir cilvesi yatıyordu; öldüğü sanılan İmam yeniden hayata dönmüştü; çünkü tıbbî keşif titiz olmaktan uzaktı.

Yapılan bu yayının üzerine öldürüleceklerini düşünen Hürler, bu kez, henüz tam ölmemiş İmam Yahya'yı öldürüverdiler. Abdullah Bin yezir yönetimin başına geçti. Üstad el-Benna, kendisine çok acele olarak deniz suyuna batırlmış bir yufka ile de olsa aç kabileleri doyurmasını öğütledi; İmam Yahya'nın öldürülmesi dolayısıyle kendine karşı ayaklanmamaları için. Ne ki, Allah olayların Abdullah Bin Vezir'den daha büyük olmasını dilemişti. Kanlarının, kurutulmuş ağacını sulaması, onu izleyen ve hâlâ da süregelen çileleri yeşertmesi için hem o, hem de öbür devrim liderleri öldürüldü.

Bu olay Müslüman Kardeşler Cemaatının feshini istemek için iyi bir bahane idi; ama ne ilkti ne, de son. Bu konuda defalarca girişimde bulunulmuştu. Bunları şöylece sıralıyabiliriz:

1) Yıl, 1941. Hüseyin Sırrı kabinesi iş başında. Müslüman Kardeşler Kahire'nin Seyyide Zeynep semtinde açılacak bir şube nedeniyle toplantı düzenlemek istediler. Bunun için de büyük bir çadır hazırladılar; mensuplarından oluşan büyük bir kalabalık toplandı burada. İngiliz sefareti bu durumdan favkalade rahatsız oldu. Hem de İngiltere'nin Almanya'dan üstüste yenilgiler tattığı bir sırada.

- 211 -

2)İngiliz sefareti, Müslüman Kardeşlerin İngiliz düşmanlığı sürdürmesine ve imparatorluğun selametini tehdide göz yumduğu gerekçesiyle Sırrı Paşa hükümetine bir protesto yazısı göndererek, hükümetinin bu Cemaatı feshetmesini istedi. Ancak, Sırrı Paşa bu isteği reddetti. Bunun üzerine sefaret, Müslüman Kardeşlerin karşısına çıkarmak üzere «Hürriyet Kardeşleri» cemiyetini kurmak zorunda kaldı.

Lord Kleren yeniden fesih isteğinde bulundu ve buna yeni bir istek daha ekledi. O da, İngiliz kuvvetlerinin hemen yanıbaşında karargah kurduğu İsmailiye bölgesinden seçimlere giren «Hasan el-Benna» nın kazanmasına engel olmak!

İngiliz sefirinin bu ısrarlı isteği karşısında dönemin başbakanı Nahhâs Paşa Üstad el-Benna'yı çağırarak a-daylıktan çekilmesi yolunda tehdit etti. Sonra da şubelerin kapatılması emrini verdi; tam elli şube kapatıldı.

Bu olay Müslüman Kardeşler Cemaatının feshi yolunda atılan ilk olumlu adım oldu.

Çok geçmeden Kardeşler kuvvet kullanarak şubelerini yeniden açma teşebbüsünde bulundu. O nedenle Nahhâs Paşa kapatılan şubelerini yeniden açma zorunda kaldı. Ayrıca, Kardeşlerle bir de barış imzaladı. Bu gelişmelerden sonra Fuad Siraceddin Paşa ile üstad Abdulhamîd Abdulhak onur üyesi olarak Cemiyete katıl-

dılar.

3)  Merhum Ahmed Mahir Paşa kabinesi iş başındaydı. Cemaatın feshi konusu yine gündemde. Bu kez fesih girişimi Ahmed Mahir'in zoruyla bütün dinî heyetlerin feshini isteyen Ezher rektörü üstad Merâgî'nin Kar deşleri de içine alan bu isteğine dayandırılıyordu. Üstad Merâgî ise bu isteği uygulamaya konulmadan vefat etti.

4) Bu seferki teşebbüs Müslüman Kardeşlerin Yemen olaylarındaki tutumu, rolü dolayısıyla gündeme geldi.

Davet dergisinin d) birinci yıl ilk sayısında «İngiliz sefiri emrediyor, Nakrâşî uyguluyor» başlığıyle yayınlanan bir yazıda şunlara yer veriyordu: «10 Kasım 1948 günü İngiltere, Amerika ve Fransa sefirleri Fayıdda bir toplantı yapmışlardır. Bu toplantıda İngiliz sefirinin Müslüman Kardeşlerin feshi talebinde bulunmak için Mısır hükümetine (Nakrâşî Paşa kabinesi) başvurması kararlaştırılmıştır.»

13 Kasım günü ise karargahı Fayıd'da olan İngiliz Ortadoğu Kara Kuvvetleri Genel Komutanı siyasî sekreteri Macur (C.V. Oberian) İngiliz Mısır ve Doğu Akdeniz Kuvvetleri Komutanlığına bağlı İstihbarat idaresine bir yazı  göndererek Fay id toplantısı  ve varılan sonuçlar

(1) 22 Rabîussânî 1370 - 30 Ocak 1951.

-212-

-2,o -

hakkında bilgi verdi. İşte, noktası noktasına tercemesi: Konu:      İngiltere, Amerika ve Fransa Majesteleri

sefirlerinin 10 Kasım 1948 tarihli Fayıd

toplantısı.

Kayıt No: 1843-İ-48 Tarih:      13.11.1948

İstihbarat Teşkilatı Başkanı(no: 13)na;

«10.11.1948 Günü İngiltere, Amerika ve Fransa Majesteleri sefirleri iştirakiyle Fayıd'da yapılan toplantıda, Kahire'de meydana gelen son taşkınlıklara üyelerinin sebebiyet verdiği anlaşılan Müslüman Kardeşler Cemaatının feshi için İngiltere'nin Kahire sefiri vasıtasıyla gerekli icraatlarda bulunma kararının alındığı tarafınıza duyurulur.»

İmza C.V. Oberian - Macur

20 Kasım 1948 günü ise İstihbarat Teşkilatının İngiliz Ortadoğu Kara Kuvvetleri Komutanlığı (A) şubesi başkanı Colonil A.M.Mc Darmut Mısır'daki İngiliz Kuvvetleri Yüksek Komutanlığı C.S.3 Muhaberat idaresine bir mektup göndermiştir. Harfi harfine tercümesi şöyle:

Konu:      Müslüman Kardeşler Cemaatı.

Kayıt No: 1670 - N T - 48

C.S.3 İdaresine.

Tarih:     20 Kasım 1948

Mısır'daki İngiliz Kuvvetleri Yüksek Komutanlığı.

«1- 734/N T/B/4Ş No ve 17 Kasım 1948 tarihli

müzekkereniz Hk.

2-  İngiliz Yüksek Komutanlığımız, İngiltere'nin Ka-hire'deki Majesteleri sefaretinden Müslüman Kardeşler Cemaatının mümkün olan en kısa zamanda feshi konusunda Mısır makamlarının ikna edileceği, bu yolda derhal diplomatik girişimlerde bulunulacağı resmî haberini almıştır.

3-  Mısır'da ikamet eden yabancılarla ilgili raporlar ise bilgi için Dışişleri Bakanlığına gönderilmiştir.»

İmza

İngiliz Ortadoğu Kara Kuvvetleri

Komutanlığı A İdaresi Başkanı

Colonul A.M.Mc Darmut

4 Aralık günkü sayısında el-Esas 0 gazetesi sekiz sütuna manşet atarak Müslüman Kardeşler Cemiyetinin feshedildiği haberini verdi. Devamla şunlara yer ve-

li) Ammar'ın, Nakrâşi'nin öldürülmesi olayı ile ilgili davada bu konuya ilişkin olarak söylediklerine, itiraflarına ve el-Kütle dergisinin Eylül 1949 tarihli sayısına bakınız.

-214-

215-

riyordu haberde: Oysa Emniyet yetkilileri Emniyet Müdürü Abdurrahman Ammar'a sundukları bir raporda genel güvenlik gerekçesiyle fesih kararının ertelenmesi gerektiği görüşünde olduklarını belirtiyorlardı.

Ne var ki, Nakraşî sorumluların güvenlikle ilgili görüşlerini dinlememişti.

8 Aralık'ta Mısır radyosu günün son haber bülteninde Müslüman Kardeşler Cemiyetinin feshedildiğini; mülklerine, malvarlığı ve şirketlerine, enstitülerine, hastane ve fabrikalarına el konduğu hakkındaki askeri bildiriyi verdi.

Derginin ilk sayısında yayınlanan ve İngiliz yazarlarınca da belge ve fotoğraflarla teyid edilen bu tarihi o-laylar zinciri, hıyanetin odak noktasını göremeyenlerin gözlerini açması bakımından ne kadar ilginç!

Kardeşlerin hain ve canilerin ateşiyle dağlandığı bir gerçek. Ancak, ortalığı yangına veren yakıtın tükenmesinden sonra ateş söndü. Canilerin saltanatı da son buldu ve kalan yine kardeşler oldu. Ayet-i kerimede ne güzel buyrulur: «Biz, ey ateş, İbrahim'e karşı serin ve esen ol, dedik.» (1)

Fesih Kararı Metni:

(1) Enbiya sûresi, 69

Batı sultasından kaynaklanan şerrin hangi boyutlara vardığını göstermesi ve durumu açıkça ortaya koyması bakımından çok yararlı olacağına inandığımız bu korkunç belgeyi aynen zikrediyoruz:

«Biz Mahmud Fehmi Nakrâşî Paşa, sıkıyönetim ilanıyla ilgili 13 Mayıs 1948 tarihli yasaya ve sıkıyönetim nizamına ve onu düzenleyen esaslara özgü 1923 tarih ve 15 no'lu yasanın 8. bendinin 3. maddesine ve adıge-çen yasanın bize verdiği yetkilere dayanarak aşağıdaki hususları karar altına alıyoruz:

Madde 1: Müslüman Kardeşler adıyla bilinen cemiyet bütün şubeleriyle birlikte şu andan itibaren feshedilmiştir. Cemiyet faaliyetlerinin sürdürüldüğü bütün özel yerler kapatılmıştır. Cemiyete ait evrak, belge kayıt, yayın, meblağ, malvarlığı ve genel olarak her şey zabıt altına alınmıştır. Adıgeçen cemiyet- ve şubelerinin yönetim kurulu üyeleri, müdürleri, üyeleri ve hangi sıfatla olursa olsun mensupları bundan böyle cemiyet faaliyetlerini sürdüremezler. Özellikle toplantı düzenlemek ya da bu yolda çağrıda bulunmak veya yardım, aidat toplamak yahut bunlardan herhangi birine teşebbüste bulunmak kesinlikle yasaktır.

Bu hüküm yürürlükte olduğu sürece adıgeçen cemiyetin daha önce üyesi durumundaki kişilerden beş ve daha yukarı sayıda şahsın bir araya gelmesi yasak top-

-216 -

-217 -

lantılardan sayılır. Ayrıca, gerçek ya da tüzel hiç kimse kendine ait herhangi bir yerin bu tür toplantılar için kullanılmasına müsaade edemez, maddî manevî hiç bir yardımda bulunamaz.

Madde 2: Feshedilen cemiyetin yürüttüğü faaliyetleri doğrudan ya da dolaylı aynen veya değişik biçimde yeniden sürdürme amacına yönelik ne tür olursa olsun herhangi bir cemiyet veya heyet kurmak yahut söz konusu cemiyet veya heyeti her hangi bir şekilde diriltmeye kalkışmak yasaktır. Ayrıca, bütün bunlara katılmak, fi-ilen teşebbüste bulunmak da yasaktır.

Madde 3: Feshedilen bu cemiyetin üyesi ve mensubu olup da yanında bu cemiyete ya da şubelerinden herhangi birine ait evrak, belge, defter, alet ve her türden eşya bulunan herkes bütün bunları bu emrin yayımını izleyen beş gün içinde bölgesindeki polis merkezine teslim etmekle yükümlüdür.

Madde 4: Feshedilen cemiyetin bütün mallarını teslim alacak, tasfiyesini uygun gördüğü şeyleri tasfiye edecek ve kalanı da ya hayır işlerine ya da Sosyal İşler Bakanının belirleyeceği sosyal hizmetlere tahsis edecek tam yetkili bir vekil atanacaktır. Bu atama İçişleri Bakanlığının kararıyla yapılacaktır.

Madde 5: Feshedilen cemiyete üye ya da mensup olan ve elinde cemiyete ait değeri itibariyle önemi

haiz mal bulunan herkes kararın yayımından itibaren en geç bir hafta içinde özel vekile bildirimde bulunmakla yükümlüdür.

Madde 6: Gerçek ya da tüzel feshedilen veya şubelerinden biriyle muamelelerde bulunan her şahıs emrin yayımı tarihinden itibaren bir hafta içinde bu muamelelerin niteliği ve ilgili belgeler hakkında bildirimde bulunacaktır. Özel vekil bu cemiyet ya da şubelerinden herhangi biriyle yapılan bütün andlaşmalan bozma hakkına sahiptir. Bu işlemden dolayı andlaşma yapanlar herhangi bir suretle tazminat talebinde bulunamazlar.

Madde 7: 1., 2. ve 3. maddelere aykırı davrananlar 6 aydan az ve 2 yıldan çok olmamak şartıyla hapis cezasına çarptırılırlar. Ayrıca, 200 ila 1000 cüneyh arasında değişen para cezasına mahkum edilirler. Bu hükümler sanığın ceza kanununun öngördüğü daha büyük suçları işlememesi halinde uygulanır.

Madde 8: 5. maddeye aykırı davranan olursa hapis cezasıyla birlikte 50 cüneyh para cezasına çarptırılır. 5. maddede belirtilen mal bildirimi esasına uyulmaması halinde eğer o malın değeri 50 cüneyhi aşıyorsa, bu durumda hem hapis hem de mezkur meblağın değerine eş para cezası verilir.

Madde 9: Yukarıda zikri geçen suçlardan herhangi birini işlediği için mahkum olan kişi memur, kamu gö-

-218-

- 219-

1

revlisi ise, ya da idare meclislerinde, belediye ve köy meclislerinde veya umumi heyetlerden herhangi birinde görevli ise yahut muhtar ve belediye başkanı ise, bu durumda mahkeme, ayrıca görevden alınmasına da hükmeder. Mahkumun doğrudan devlete bağlı ya da devletin kontrolünde bulunan okullarda öğrenci olması halinde mahkeme yine ayrıca okuduğu okuldan ilişiğinin kesilmesine ve bir yıldan az olmamak üzere okuluna dönmemesi hükmünü verir.

Madde 10: Özel vekil 3. ve 5. maddelerin belirttiği hükümleri uygulamada adlî polis* hak ve sıfatına sahiptir. Ayrıca, özel vekil evlere girebileceği ve arama yapabileceği gibi bu işlemlerden belli bir işlemi aynı amaçla kendi adına yürütecek başka birini de görevlendirebilir.

Özel vekil adına görev yapanlar, adlî polis söz konusu icraatların yürütülmesi sırasında cinayet soruşu maları yasasına bu amaçla konulmuş hükümlere uymak zorunda değillerdir.

Fesih Kararının Uygulanması:

8 Aralık 1948 gününü akşamı karanlık ve yağmur-; lu bir gecede Müslüman Kardeşlerin Kahire el-Hilmiyi el-| Cedîde meydanındaki Genel Merkezi kuşatılarak içerde^ bulunan herkes tutuklandı ve kamyonlara doldurularak

-220-

götürüldü. İmam el-Benna Kardeşleriyle birlikte binmek için kamyonlardan birinin merdivenine ayağını atmıştı ki, siyasî polis derhal müdahale ederek engel oldu. Seni tutuklama emri almadık, dediler. Bu kez sorumlularla görüşmek istediğini belirterek başka bir arabayla vilayete gitme teşebbüsünde bulundu. Ancak, buna da fırsat verilmedi. Hep aynı cümleyi tekrarlıyorlardı: Seni tutuklama emri almadık!

Evet, doğru; üstelik tutuklananların isimlerini içeren bir emir de yoktu ellerinde. Ancak... Bu bir plandı; beklenen ihaneti apaçık ortaya koyan bir plan. Ama Allah'ın ihatasından kaçmaları mümkün müydü? Asla!

-221 -

KRALLIK DÖNEMİNDE TUTUKLANANLAR

Cemiyetin fesih kararından hemen sonra binlerce! Kardeş zindanlara, tutukevlerine, ve polis şubelerine, dol-1 duruldu. Haksitip hapishanesi ki, beş yüz tutuklu kon-J muştu buraya. Ya, Tur hapishanesi!, Uyunu Musa hapis-j hanesinde ise dört yüz elli tutuklu bulunuyordu; E Kayr zindanı! Burada, halen ölmüş bulunan adıgeçen bakan Mükrim Abîd'in çıkardığı el-Kütle adlı günlük bir gazeteden söz etmemiz gerekecek. Bu gazetede yayınlanan ve asla tarafgirlik kokusu taşımayan bir yazı; sanırım Kardeşler konusunda en doğru ve sağlam belge olma niteliğini haizdir. İşte, yazının metni:

«Nihayet, İbrahimiyye Hükümeti Tur sürgün kampının açılışını gerçekleştirdi. Bu hapishanede Nazilerin Bilsin ve Yohnafyald kamplarında siyasî düşmanlarına uyguladıkları yöntemlerin aynısını uygulamaya koyulduğunu söylersek meseleyi abartmış olmayız.»

- 222 -

«Hükümet bu sürgün kampında tutukluları dar hücrelerde ve ahşap tahtalar üzerinde uyumaya zorlamıştır. Üstelik yağmurun inmesine müsait olması ve içerdekilerin her an ıslanması için tavanlar da özellikle delinmiş, yırtılmıştır. Tayin ettiği yemek müteahhidi, tutuklulardan kişi başına beş kuruş ücret alıyordu. Hükümetle müteah-hid arasında varılan anlaşmaya göre tutuklular çok miktarda ama yalnızca ekmek ve tuz alabileceklerdi.

Bu durumda tutuklular ister istemez her türlü vitaminden ve gıda unsurlarından yoksun şeyleri yiyeceklerdi. Bu da pek çok tutuklunun sağlığını tehlikeye düşürdü.

Hükümet tutukluların sağlık durumlarını hiç mi hiç ciddiye almıyordu; hatta kasıtlı ihanet ediyordu. Ne ilaç, ne tedavi; hepsinden mahrum bırakıyordu onları. Sağlık Bakanlığı Genel Sekreteri Dr. Muhammed Nazğ Bey hayatları ölüm tehlikesiyle karşı karşıya bulunanların dışındaki tutuklu hastaları hastaneden çıkarması konusunda hapishane doktorunu uyardı. Eski Emniyet Müdürü Sabir Tantavî Bey de Kamp komutanını tutukluları kesinlikle hastane ziyaretine çıkarmaması ve doktorun haftada bir ziyaretiyle yetinmesi huşunda uyardı.»

«Hükümetin uyguladığı bu politika kötü sonuçların doğmasına yol açmıştır. Cerrahî müdahale gören bazı tutuklu hastalar tam anlamıyla iyileşmeden hastaneden çıkarıldılar. Mısran A'ver bunardan biridir. Hasan Muham-

- 223 -

med de aynı şekilde ameliyat edilmiş; fakat iyileşmeden çıkarıldı. Böylece, kapanmak üzere olan yara yeniden a-çılıyor ve hasta hayatî tehlikeyle yüzyüze geliyordu. Tu-tutuklulardan Atiyye İbrahim Necm'in apandist ameliyatı olması gerekirken buna dahi imkân tanınmadı.

Kötü sağlık şartları ve kamp doktorlarının yürüttüğü politika ile ilgili olarak burada kaydettiklerimiz basit bir kaç örnektir sadece. Doktor Founs'dan bir hastayı görmesi istenmiş o da: Nasıl olsa ölmeyecek mi? Ölürse ölür; bana ne, demişti. Hapishanenin bir de eczanesi vardı ki içinde beyaz aspirinden başka bir şey yoktu. Durumu bundan daha iyi anlatan bir örnek olabilir mi?»

«İdare tutukluların Tur mıntıkasında dolaşmasını yasaklamıştı; hatta bir subay futbol dahil her türlü eğlenceye yasak koymuştu. Bu uygulamadan asıl amaçları da tutukluları bunaltmak ve hayatlarını cehennem haline getirmekti.»

«İdare tutuklulara öyle işkence usûlleri uygulamıştır ki, benzerine ancak faşist ülkelerde rastlanabilir. Sözgelimi kampın Başkomutanı Abbas Asker Bey tutukluları paniğe boğmak amacıyla sürekli teftişler, aramalar yapardı. Birkaç dakika geçmezdi ki, Nizam Bölüğü askerlerinin kurşun sesleriyle uyandırırlardı. Gardiyanların kamçıları, subayların da tabancaları sürekli enselerindeydi. Bir keresinde askerlerin bir -kısmı kampı kuşatmış, bir

- 224 -

kısmı da yasak yayın ve eşya arama bahanesiyle tutukluların bulunduğu odalara dolmuştu. Pek çok tutuklu kırbaç altında inletildi. Sözgelimi, üstad avukat Enver Mahir Hamîs, Ahmim'e bağlı köylerden birinin muhtarı merhum üstad Enver Mahrus bunlardan iki örnektir. Komutan tutuklulara ağıza alınmayacak ve eşine ancak fuhuş ve kötülük yuvalarında rastlanacak küfürler savuruyordu. Bu arada bir tutuklu gözünden müthiş bir kırbaç isabeti aldı ve idare hastaneye kaldırmak zorunda kaldı.»

«Tutuklular mahkeme önüne çıkarılmadan tutuklanmalarını protesto etmek için açlık boykotu yapmışlardı. İçişleri Bakanlığı duruma derhal müdahale ederek her birine 15 gün süreyle hücre hapsi verdi. Yine Bakanlığın emri gereğince tutuklulardan üç kişi seçildi ve ibret dersi olsun diye herkesin gözü önünde en kötü muamelelere tabi tutuldu. Yine bu üç tutuklu boyu iki metreyi geçmeyen penceresiz, ışıksız hücrelere atıldılar. Hepsi bundan ibaret de değildi. İkinci komutan içişleri Bakanlığı emri gereğince bunlara hergün çeşitli işkenceler yapıyordu.»

«Sonra, tutuklular arasında gizli bir casusluk şebekesi kuruldu. İngiliz Gizli istihbarat kaleminde çalışan Al-bert Tadors bu şebekenin yalan dolu raporlarını yazıyordu. Bu arada tutukluların ailelerinden gelen nakit paralara el kondu. Bunlar basit miktarlarda ve birbirinden

- 225 -

R. 14, F: 15

uzak taksitler halinde veriliyordu tutuklulara. O da, tedavi ve yiyecek karşılığı olarak.»

«Avukat Muhammed Talat Şubrî'nin aile fertleri tümüyle tutuklandı. Öğrencilerin birinci dönem sınavlarına girmeleri çıkarılan askerî bir emirle yasaklandı. Ayrıca bazı fakülteler birinci dönem kaybı ya da devamsızlık ve yıllık programlarını eksik gerçekleştirildiği gerekçesiyle öğrencileri her iki dönem haklarından da mahrum etti. Bazı ders kitapları toplatıldı, bazıları da parçalandı, d)

Hükümet evleri tek tek arayarak bulduğu işe yarar herkesi işkence hücrelerine tıkmak için alıp götürdü. Ortam, dayanılmaz bir hal almıştı. Hapishane dışında kalan özgür kişi ve ailelerin ağızlarının tıkanmasına kadar varmıştı iş. Biri protesto etmeyi mi geçirmişti aklından ya da yol göstermek mi istemişti, sıkıyönetimin korkunç silahını buluyordu karşısında.»

Daha sonra gazete sözü tutukluların bakımsız ailelerine getirerek vicdanları sızlatan şu ilginç açıklamalarda bulunuyor:

«İşte, Mansur Ebu'l-kasım! Babasını kaybettikten

(1) Polis, benim Halevat Şarkıyye'deki büromu ve evimi ararken aynısını yapmıştı. Her seferinde tutuklanmamla sonuçlanan Nasır dönemindeki Halk mahkemesi (1954) ve Devlet Güvenlik mahkemesi (1965) davalarında uygulanan tıpkısı tatbik ediliyordu. Zaten çöküş halindeki her uygarlıkta bu çağdışı yöntemler gündemde olur.

- 226 -

sonra annesi ve küçük kardeşlerinin geçimi ona kalmıştı. Bu aileye ondan başka bakacak kimse yoktu ve o da şimdi zindanda bulunuyor. Dünyası kararan bu aile şimdi ne yapsın!, işte, Abdulhakim Muhammed Nuveyre! Ticarî rekabette bulunduğu yolunda yapılan bir gammazlık sonunda tutuklanmıştı. Muhammed Ebu Devh,. Mansur E-bu'lkasım, Fadlusseyyid, Muhammed Seyyid Ahmed, Hı-dır Seyyid Halife, Emin Ivad, merhum Hüseyin Mermuş ve daha pek çok işçinin başına gelenlerse taşlaşmış yürekleri dahi eritecek niteliktedir. Açlıktan inleyen çocuklarını doyurmak için herşeylerini sattılar; asgari planda zaruri olan şeylerle kaldılar. Hatta üzerlerindeki sağlam elbiselerini çıkarıp yıkadılar ve üç beş kuruş karşılığında sattılar. Böyleyken bile yığınla borç altında kaldılar. Artık çaresizdiler; yerlerde yatıyor, yırtık, çürümüş elbiseleri çekiyorlardı üstlerine.

Oysa bu tutuklular eğer suçluysalar mahkeme ö-nüne çıkarılmalıdırlar. Şayet suçsuzlarsa derhal salıverilmeleri gerekir. Veya onlar zindanda sürünürken aileleri de bitmeyen bir azab içinde ömür tüketir. Bu sefer şeytan kapılar açacaktır onlar için; ama buna insanın gönlü razı olmaz.

- 227 -

ŞEHİD İMAM'IN NAKRA$I HÜKÜMETİNE CEVABI

Şehid İmam Hasan^I-Benna'nın yazdığı tarihî bir beJgeden söz edeceğiz burada. Hükümetin Müslüman Kardeşlere yönelttiği asılsız suçlama ve iddiaları, Cemaatın feshi ile ilgili aldığı kararı, Cemaat ve davetin ortadan kalkması yolunda giriştiği her türlü baskı, zulüm ve tedhiş yöntemlerini, Cemaat ferdlerine kendilerini savunma imkânı tanımamasını ve kendilerine yardım etmek isteyen herkese engel olmasını; bu hususlara ilişkin aldığı bütün kararları reddeden İmam, olayları en acı ve en gerçekçi yanlarıyla ortaya koymuştur. Savtu'l-Ümme gazetesinin 23-24 Aralık 1949 Tarihli sayılarında yayınlanan belgede şunlar yer alıyor:

«Gerek Mısır, gerekse Arap ve İslâm kamuoyu Müslüman Kardeşler davasını hiç şüphesiz tek taraftan dinledi, duydu. O da, çıkardığı askerî emirle Cemaatı

- 228 -

fesheden ve böylece ona düşmanlıkların en büyüğünü yapan Hükümet tarafıdır. Bütün propaganda araçlarına sahip olan da yine o taraftır. Denetime tam anlamıyla sadık basın, devletin yönetim ve denetimindeki radyo, camilerin resmi hatipleri, bunlarlın hepsi onun elinde. Görüldüğü gibi kamuoyu meseleyi bir de ikinci taraftan; Müslüman Kardeşlerden dinlememiştir. Çünkü Müslüman Kardeşler kendilerini savunacak her türlü imkândan mahrum bırakılmıştır. Basınına el konmuş, kalemleri susturulup ağızlarına kilit vurulmuş; bütün hatipleri tututlan-mıştır. Nerede, ne şekilde olursa olsun beş kişi halinde toplanmaları suç ve en az altı ay hapis cezasını gerektiriyor.»

«O yüzden gerek Mısır, gerekse Arap ve İslâm kamuoyuna ve ayrıca yeryüzünde yaşayan insanlığın vicdanına bu bildiriyi sanmamız boynumuza borç oldu. Ta ki herhangi bir hataya düşülmesin, haksız hüküm verilmesin ve sadece düşmanı dinlemekle bir sonuca varılmasın. Yaygın bir sözdür: İki taraftan biri bir gözü çıkarılmış durumda sana geldiği zaman ikinci düşman tarafı görmeden hüküm verme; olabilir ki, onun iki gözü birden çıkarımıştır. Bizim de bütün ricamız kamuoyunun üzerimize saldıranlara karşı bize yardımcı olmasıdır. Üstümüzdeki bu amansız zulmün kaldırılmasını ve herkesin hayrına olan davete hürriyet hakkı verilmesini istemesidir; hem

- 229 -

de bütün şiddetiyle. Davet ki, yüce ilkelerin, faziletli ahlakın davetidir. İşte böylece bu davet ruhî gıdaya ve yüce ahlaka susamış bu insanlık toplumuna hizmette payına düşeni yerine getirmiş olsun.

Yapılan Zulümlerden Örnekler:

«Bu bildirinin yayımına kadar gerek Kahire'de, gerek diğer bölgelerde askeri emirle bin kişi tutuklandı. Haksitip hapishanesi başta ojmak üzere şube, müdüriyet ve merkez zindanlarına bölüştürülüp dolduruldular. Oysa hiç biri suçlu değildi. Hem onların arasında üniversite, Ezher, yüksek okul, DâruPulum ve Eğitim Enstitüleri gibi muhtelif fakülte ve okullarda hocalık yapan yüksek seviyeli kişiler vardı. Avukatlar, tacirler, işçiler ve öğrenciler, de bulunuyordu aralarında. Bunlardan hiç biri hiç bir zaman suçlu değildi; lekelenmiş de değildi. Zindanlara doldurulan bu masum insanlar asfalt üzerinde uyuyor ve türlü işkenceler görüyordu. Nezleden bilmem hangi hastalığa kadar çeşitli dertlere müptela oldular; ne ilâç ne tedavi!»  .

«Memurların görevlerine son verildi; maaşları haczedildi. Evleri aranarak özel mallarına el kondu. Bankalardaki birikimleri de haczedildi. İşçiler, öğrenciler bağlı oldukları kurumlardan atıldı. Bu durumda Mısır'lı bin aileyi

kim bakacak; gelir kaynakları, kapıları tamamen kurutulmuşken? Bu ailelerden birine dost ve yakınlarından biri dostluk elini mi uzattı, hastasını mı ziyaret etti veya bir ihtiyacını mı karşıladı; doğru zindana!»

«Hükümet, Kardeşlerle ilişki kuran memurlara duyduğu kini, düşmanlığı onları görevden almakla ortaya koydu. 150 memurun işine son verildi. Sadece Kahire' den 500 memur sürüldü Kubla istikametine. Fakülte ve liselerden yaklaşık bin öğrenci kovuldu.

Mal ve Şirketlerin Müsadere Edilmesi:

İnsanı şaşırtan şeylerden biri de büyük bir vatandaş yekûnunun maaş ve mallarının müsadere edilmesine ilişkin çıkarılan askerî emirlerdir. Gerekçe mi? Bu kişilerin bir zamanlar Müslüman Kardeşler Cemaatına üye olmaları!»

«Ve bazı şirketler! Bu şirketler çıkarılan bir emirle korunma altına alındı. İsimleri şöyle: Mîtgamer Kardeşler Ticaret Şirketi, Madenler ve Taşocakları Şirketi, Kardeşler Tekstil Şirketi, Kardeşler İskenderiye Okullar Şirketi, Ferûşt İslâm Kardeşleri Şirketi, Kardeşler Yurdu Basım Şirketi... Oysa bütün bu şirketlerin isim benzerliğinden başka ne Kardeşlerin Cemaatıyla ne de plan ve programlarıyla ilgisi vardı. Sadece ticari propaganda amacıy-

- 230-

-231 -

la bu isimleri almışlardı.

Kardeşlerle asgari planda ilişkisi olduğu sanılan vatandaşlar üzerinde polis sıkı bir baskı uyguluyordu. Gecenin karanlığında evlerini arıyor, kadınları, küçük çocukları paniğe boğuyordu. Aynı şekilde ticari müesseselerini de arıyor ve bu hal dayanılmaz biçimde sürüp gidiyordu. Daha sonra telefonlar, alelade konuşmalar, şahıs-1 lar, evler, normal geziler ve hatta hanımlar sıkı bir kontrol altına alındı.»

Hükümetin Asılsız Suçlamaları:

«Hükümet Müslüman Kardeşlere üç suç isnad etti ve hepsi de asılsızdı. İsnad edilen suçlar şöyleydi:

1) Suça teşvik eden tedhiş örgütü olmak.

2)  Dinî bir cemaat olmaktan çıkıp siyasî bir topluluk şekline dönüşmek.

3)  Yörietim şekjini değiştirmeye yönelik eylemlerde bulunmak.

İçişleri Bakanlığı Genel Sekreteri güya somut suç ve tedhiş örnekleri göstererek Kardeşlere yöneltilen suçları kanıtlamak istedi. O nedenle uzun bir müzekkere yazdı ve askeri hakim Cemaatın feshiyie ilgili karara bu müzekkereyi esas kabul etti. Müzekkere aynı zamanda hükümet tarafından radyoda da yayınlandı. İçişleri Ba-

- 232 -

kanlığı Genel Sekreteri kaleme aldığı bu müzekkerelerde suç olarak nitelendirdiği on beş olay zikretti ve hepsini de Kardeşlere yükledi. Bunun üzerine bir cevap yazıp bütün suçları reddettik. Tabi, bizim cevabımız yayınlanmadı. Basılıp yayınlanması şöyle dursun; bir suretini bulundurmak bile bir kişinin tutuklanması ve zindana tıkılması için yeter sebep sayıldı.»

«Sözkonusu olayların özetle dört bölümde toplandığını vurgulayan cevapta şöyle deniyordu:

1)  Bu bölümü oluşturan olayların bir kısmı tamamen uydurmadır. Sözgelimi, İsmailiye'de bazı Kardeşler bomba yapımı konusunda eğitim görürken yakalnmış. Bunun gibi daha niceleri!

2) Bu olayların bazıları Kardeşlerin tamamen bera-atlarıyla sonuçlanmıştır. Askeri cinayet olayı bunlardan birdir. Bu olayda iki Kardeş suçlanmış ama sonunda beraatlarına hükmedilmiştir.

3). Bu bölümdeki olayların bir kısmı da Kardeşlere karşı girişilen düşmanca saldırılar şeklindedir. Kardeşlerden birinin şehid edildiği Şebîn Kûm olayı gibi. Mahkeme bu şehidin katiline bin cüneyh para cezasıyla on beş yıl hapis cezası vermiştir.

4) Bunları bir kısmı da şahsî ve ailevî etkenlerden kaynaklanan tamamen ferdî olaylardır; Müslüman Kardeşlerle en ufak bir ilgisi yoktur.»

-233-

Dinden Siyasete Kayma Yolundaki Suçlamanın Saçmalığı:

«Ne saçma, ne boş iddia; bu, İslâmı bilmemekten kaynaklanıyor. Kardeşler siyasete karışmıştır da ne yapmıştır? Ülkenin özgürlük ve haklarına sahip çıkmıştır. Sosyal konum ve şartlarının İslâm'dan bütün bütüne soyutlanmamasını istemiştir. Bu da İslâm'ın bizzat kendinden kaynaklanan haklı bir istektir ve dinin ayrılmaz bir parçasını teşkil eder. Kardeşler kesinlikle ve hiç bir zaman particilik oyunlarını, siyasî çıkar hesaplarını esas a-larak eylemde bulunmamıştır. Sadece meselelere vatanın çıkarları açısından bakan halis milliyetçilik ruhuyla hareket etmiştir.

Yönetim şeklini değiştirmeye çalışmak yolundaki suçlama ise suçlamaların en şaşırtıcı olanıdır. Bir kere Mısır'daki yönetim ya dinîdir; yani anayasaya göre devletin resmî dini İslâm'dır; ya da medenidir; yani halk iradesine ve halk hürriyetine saygı esasına dayanan demokratik bir düzendir. Peki, Müslüman Kardeşler bu iki düzenden birini mi değiştirmeye çalışacaktır; böyle bir; şey düşünülebilir mi hiç?»

«Gerçek şu ki, yönetim şeklini değiştiren bizzatJ hükümetlerdir. Çünkü, İslâm ahkâmını bir yana attılar, a-J nayasanın ruhunu çiğnediler.

- 234 -

Su ortama bakın bir; her taraf kötülüklerle dolu; içki kumar, oyun eğlence, fesat yuvaları birer illet gibi sarmış ülkeyi; şu çiğnenen farzlara, herşeyin sahibi Yüce Allah'ın kitabına aykırı kaynaklardan beslenen hüküm ve davranışlara bakın. Bütün bunlar hem İslâm'ı yıkmaktır, hem de toplum düzenini değiştirmektir. Başka ne anlama gelir ki!

Fert ve toplulukların maruz kaldığı şu zulümler, hürriyetleri yok etme, meclis ve parlamento haysiyetini çiğneme yolundaki girişimler, seçimlerde halkın iradesine karşı girişilen ihanetler, yalan ve dolanlar. Anayasa esasına dayanan yönetim şeklini değiştirmeye yönelik eylemler asıl bunlardır. Bunların sorumlusu da her halde Kardeşler değil, zorba yöneticilerin bizzat kendileridir.

Kardeşler sadece durumu düzeltmek istiyor. Davetten, eğitimden ve iyi yönlendirmeden başka bir şey olmayan, bilinen, meşru bir programla dinî ve dünyevî durumlara istikamet vermek istiyor. Evet, sadece bunları istiyor. Bu da her vatandaşın en tabii hakkıdır; buna ancak zalim, zorba egemen güçler karşı çıkar. Ancak ne yapabilirler ki! Allah ki, çepçevre sarmıştır onları.»

Silah, Cephane ve Patlayıcı Madde Konusu:

«Evet, çalışan ve eylem halinde olan Kardeşler - 235 -

topluluğu çeşitli yerlerden silah temini hususunda Filistin Arap yüksek heyetine yardım etmiştir. Filistin'li Kardeşler silah almak için Mısır'a geldiğinde onlara da yardım etmişitir. Arap Birliği de bu yolda resmen yardımda bulunmuştur. Önce Süveyş'li Kardeşler, sonra da sırasıyla Nusayrat ve Beric'li Kardeşler adıyla mükemmel bir askeri birlik donatmıştır. Müslüman Kardeşler, Filistin ve A-rap topluluğuna mensup mücahidlere ait bu silahları hükümetin bizzat kendisi çok iyi bilmektedir.»

«İşte, bütün bu silahlar Filistfi davası için hazırlanmış, biriktirilmişti. Ne var ki, kimi zaman çıkar hesaplarına kapılan, kimi zaman da zorbalara kendini teslim eden bu istikrarsız hükümetler bu davayı mahvettiler. Sonunda işte bu yürekler yakan hazin netice doğdu.»

Fesih Sebeplerinin Altında Yatan Gerçekler:

Şehid İmam kaleme aldığı müzekkerelerinde Müslüman Kardeşler Cemaatının feshi olayının arkasında yatan gerçek sebepleri anlatıyor ve diyor ki:

«Mademki İçişleri Bakanlığı Genel Sekreterinin müzekkeresinde zikrettiği sebepler boş şeylerden ibarettir; ileri sürdüğü suçlamalar da asılsızdır; o halde fesih kararının çıkarılmasına esas teşkil eden gerçek sebep nedir?

- 236 -

Cevabımız Şu:

1- Yabancı Baskı:

İngiltere, Fransa ve Amerika sefirlerinin 6 Aralık 1948 günükü Fayd toplantılarından sonra Nakrâşî Paşaya Müslüman Kardeşler Cemaatının feshi gereğini içeren bir rapor vermişlerdir. Bunu Genel Mürşid'e İçişleri Bakanlığı Genel Sekreterinin bizzat kendisi ikrar etmiştir. Bu ilk kez görülen bir istek değildi; öteki Mısır hükümetlerine de aynı şekilde isteklerde bulunulmuştur. Ama hepsi de bu yoldaki istekleri reddetmiştir. İngiliz sefareti 1942 de ikinci dünya savşının en kızgın döneminde Nahhas" Paşanın yüce katından Kardeşlerin feshini ve faaliyetlerinin durdurulmasını istemişti. Nahhas Paşa Genel Merkeze dokunmadan yalnızca şubeleri kapatmakla yetinmişti. (el-Esas gazetesi bir yetkiliye ait şu tek cümlelik açıklamayı yanınlamışıtır: Hükümeti Kardeşlerin feshine zorlayan, yabancı baskılardır!)    1

2-İngilizlerle Görüşmelere Zemin Hazırlamak:

Özelde, genelde herkes bilir ki, Müslüman Kardeşler ülke hakları üzerine yapılacak pazarlıklar husun-

(1) el-Kütle Gazetesi, 2 Eylül 1949

-237 -

da en büyük, en çetin engeldir. Nitekim yabancı basın buna aynıyla işaret etmiştir. Bu durumda Kardeşler Cemaatının feshi beklenen görüşmelere zemin hazırlamak bakımından en tabii yoldu.»

3- Filistin ve Sudan Davalarındaki Başarısızlığı örtmek:

«Mısır ve diğer Arap hükümetleri Filistin ve Sudan davalarında destanlık çapta başarısızlığa uğradılar. Hükümet, Müslüman Kardeşlerin bütün herşeyin ve bu başarısızlığın temelinde yatan sebeplerin içyüzünü bildiğinin çok iyi farkındaydı. Günün birinde bunların hesabını soracağını da biliyordu. İşte bu icraatıyla elini çabuk tutmak ve herşeyi örtbas etmek istemiştir.

4- Seçimleri Mutlaka Kazanma Hırsı:

Yönetimin başındakiler gelecek seçimleri Ekim 1949'da yapmayı kurmuşlardı içlerinden. Yeni dönem milletvekili seçimlerini yine bilinen usullerle kazanabileceklerini umuyor ve bekliyorlardı. Ama aynı zamanda Kardeşlerin ağırlığını, düşüncelerinin millet ruhunda ne denli köklü bir yere sahip olduğunu da biliyorlardı. Bu durumda Kardeşleri safdışı etmeye yönelik hesaplar içi-

-238-

ne girmeleri gayet normal ve tabii idi. Böyle bir darbe indirerek onları milletten uzaklaştırmaya ve bayraklaştır-dıkları cihadı meçhule gömmeye çalışmaları kaçınılmazdı.»

5- Gizli Parmaklar:

«Gizli parmakların bu işteki rolünü asla gözden ı-rak tutamıyoruz. Bu davete başından beri düşman olan ve yolunu tıkamak için fırsat kollayan kötü niyetli kişilerin desiselerini de unutmuyoruz. Dünyü Yahudiliği, beynelmilel Komünizm küfür ve inkârın uşakları ve daha niceleri. Bütün bunlar daha ilk günden itibaren Kardeşleri ve onların davetini önlerinde aşılmaz bir set olarak gördüler. Bu set önlerinde durduğu sürece her türlü ifsat ve tahrip girişimlerinin sonuçsuz kalacağını bildikleri için olanca güçleriyle yüklendiler. İmanlarının gereğini yerine getiren mü'minlere karşı düşmanca bir saldırıya geçen Mısır Hükümeti bu tasarrufu gereçekieştirirken sapık ve saptırıcı küffarın gözü, gönlü olma ödevini görüyordu. Şikayetimiz yalnız Allah'adır! Allah ki, hükmünü geçirendir; ancak insanların pek çoğu bilmez.

tir?

Müslüman Kardeşler Topluma Neler Vermiş-

- 239-

«Bunları altı madde halinde sıralayabiliriz:

1-Yeni Bir Düşünce ve Yeni Bir Şuur:

Müslüman Kardeşler, İslâm'ın hem bir din, hem de dünya hayatını yönlendiren bir sistem, hayatı bütünüyle kucaklayan bir nizam olduğunu duyurdu. Hiç bir insaf sahibi Kardeşlerin bu alandaki payını, başarısını tartışamaz. Onların tuttuğu ışıkladır ki, duygular, vicdanlar u-

yandı; zihinler aydınlandı.

i.

2- Yeni Bir Nesil:

Kardeşlerin daveti yepyeni bir nesil yetiştirdi. Bu nesil bir düşünce sistemiyle yaşar; bir gaye için çalışır ve bir inanç uğrunda mücadele eder. Verir, almaz; Allah yolunda ve O'nun rızası uğrunda hiçbir fedakârlıktan kaçınmaz. Dünya şehvetlerine iltifat etmez; özel bir zevk, özel bir hüküm ve yüksek bir felsefe ile toplumda seçilir, seçkinleşir. Oysa Mısır'lı vatandaş gurbetten hoşlanmaz, hicreti sevmez, ölümden kaçar, cihadın getireceği riskten korkardı. Kardeşlerin daveti ki, geldi; güçlü bir eğitim yoluyla bütün bu zaaflara karşı savaştı. Aydınlık ruhların önüne yine aydınlık bir hedef koydu. Böylece muhtar, güçlü, aziz, kerim, atılgan ve yılmaz bir nesil boy attı; yetişti.

3- Okullar, Yüksek Okullar ve Camiler:

Kardeşlerin sadece Mısır'da 2000 şubesi vardı. Sudan'da 50 şubesi bulunuyordu. Hepsi de halk kültür merkezleri durumundaydı. Pek çoğu da din ve ilim ocakları olarak kuruldu; bir kısmı da okullar şeklinde.

4- Şirketler ve Fabrikalar:

Davet, gençliği serbest ekonomi alanına yönlendirdi; pek çok şirketin kurulmasına, onlara bağlı fabrikaların açılmasına yardımcı oldu. Ekonomik ruhu gönüllerde bir coşku halini almaya başladı.

5- Basın, Gazete ve Dergiler:

Kuşkusuz davet, yayınladığı kitap, dergi ve gazetelerle Mısır toplumunu yüklü bir kültür gıdasıyla besledi; güçlendirdi. Günlük el-İhvan Gazetesi, aylık eş-Şihab Dergisi ve haftalık el-İhvan Dergisi gerçekleştirilen yayınlar arasındadır.

6- Tıbbî Müesseseler, Spor Kulüpleri ve Hayır Dernekleri:

-240-

-241 -

R. 14, F: 16

Bütün bunların ötesinde Kardeşlerin daveti bütün Arap ve İslâm ülkelerindeki yaşayan, faal unsurları toplayıcı bir birlik ödevini yerine getirdi. İşte bu konumuyla hem Arap birliğinin, hem de İslâm birliğinin en güzel temsilcisi oldu.»

Bu Bildirinin Muhatapları Kimler?

«Bu bildirinin muhatapları; değerli alimler, hatipler, imamlar, müftüler, şer'î hakimler, senato ve meclis başkanları, senatörler, milletvekilleri, kurullar, cemaatlar, yazarlar, basın mensupları ve eli kalem tutanlar. Saydığımız bu zevata ve bütün bir millete işbu bildiriyi sunuyor ve mücadelesini verdiğimiz davayı gözlerinin önüne seriyoruz. Okusunlar da maruz kaldığımız zulüm ve saldırıların ne korkunç boyutlara ulaştığını anlasınlar; bizimle beraber bu korkunç gidişe karşı durup cihad versinler. Tehlike ortada: Ferdin topluma tahakkümü, kanun ve hukukun bir yana itilmesi, otoritenin fert ve cemaatlar arasında ayırım yapması!»

«Gücümüz yettiğince haklarımıza sahip çıkacağız^ bu uğurda cihad edeceğiz. Şayet bu şerefli, nezih hayaf kaybedersek herhalde aynı derecede şerefli ve nezif bir ölüm kazanmış olacağız. Hiç olmazsa onu kaybetme yiz.»

- 242 -

Müslüman Kardeşler Cemaatını Tasfiyede Kullanılan Usûl:

Kardeşlerin   Filistin'de  bir  kampı  vardı.Mücahid Kardeşlerden oluşan bu kamp umumî orduya ve onun genel komutanlığına bağlı savaşçı birliklerden birini teşkil ediyordu.  Fedailer de  Kardeşlerden  başkası  değildi. Çünkü onlar yalnızca Allah rızasını istiyorlardı. Yeryüzünde ne ululuk peşinde koşuyorlardı, ne de fesat. İktidarda gözleri yoktu. İşte bu askerler bir gece her zamanki gibi silahlarını yerlerine koyup normal uykularına yatmışlardı. Sabahleyin bir felaketle uyandılar. Kardeşler fedailerinin komutanlarından Kâmil Şerifin adı anons ediliyordu. Ya takheden çıkan Kâmil Şerif görüşmek için Tuğgeneral Fuad Sadık'ın yanına gidince, komutanın şu sözleriyle karşılaştı: Şu andan itibaren silahlarınızı alamazsınız! Ve ekledi:  Bize  kızmamanızı  rica  ederim.  Çünkü  ortada Müslüman Kardeşler Cemaatının feshedildiğine dair siyasî bir karar var. Kahire'de çıkan karar bize de tebliğ edildi. Biz burada hem kardeş, hem de savaşçı olarak bulunuyoruz. Karar dolayısıyla bize tepki göstermemenizi ve savaşın seyrine yönelik herhangi bir karşı harekette bulunmamanızı rica ediyorum. Eğer isterseniz Kahire' ye dönebilirsiniz. Dilediğiniz takdirde de askeri inzibat çerçevesi dahilinde cephede bizimle beraber kalabilirsi-

- 243 -

niz, gerektiğinde orduya yardım edersiniz.

Filistin'e gidiş sebeplerini teşkil eden görevlerini yerine getirmek için kalmayı tercih ettiler. Özellikle Genel Mürşid'in gönderdiği mektubu aldıktan sonra. Üstad mektupta huzur ve nizama titizlikle uymalarını, olanca güçlerini harcayarak, kesin zafere kadar Filistin'i kurtarma hareketine devam etmelerini istiyordu. Zaferi verecek olan Allah idi ve O, zafere en iyi ulaştırandı.

Böylece mücahid Kardeşler tutuklananlar meya-nında ordu müfreze yedekleri abasında kalakaldılar. Filistin'deki Kardeşler işte böyle kıskaç altına alındılar. Hayır, Yahudiler tarfından değil. Hele silahdan arındırılmalarından sonra bu işe ortak olanlar bir yandan Mısır Başba-nı Mahmud Fehmi Nakrâşî, bir yandan da Ürdün ordu komutanı İngiliz Celup idi. İsrail ise bu arada olanlardan dolayı zil çalıp oynuyordu. Hiyanet çevresinde buluşup birleşen taraflar şöyleydi: Ürdün kralı Abdullah, Mısır kralı I. Faruk ve Siyonistler.

Tarih adına anmak durumundayım ki, Kardeşlerle beraber onlar gibi cihad eden başkaları da vardı. Liderleri merhum Emin el-Hüseyni idi. Bunlar da tıpkı Kardeşler gibi Allah yolunda cihad ediyordu; çamurun ve maddenin sancağı altında değil. Büyük kıyım tamamlansın diye tabi onların da defteri dürüldü.

Kardeşleri savaş meydanından silme planı işte

- 244 -

böyle gerçekleştirildi burada. Mısır'da ise Nakrâşî, ailesini ziyaret etmek için savaş meydanından Mısır'a gelen Müslüman Kardeşe tekrar Filistine dönüş izni vermeme kararı aldı. Üstad Muhammed Fergalî ordunun fedaî ihtiyacından dolayı gönüllülerden oluşan bir kuvvet toplamak için Mısır'a gelmişti; hemen tutuklanıverdi.

Kardeşler baktılar ki, herhangi bir sebeple Mısır'a gidenler bir daha geri dönemiyor; savaş meydanında kalmayı ve hiç ayrılmamayı tercih ettiler. Mısır'daki aile ve emlâkini tamamen Allah'a emanet etmişlerdi.

Dahası var; Yahudiler Ekim 1948 de ikinci barış anlaşmasını bozmuş ve Faluca'da ordumuzu kuşatmışlardı. Kardeşlerse bu anlaşmaya daha başından karşı çıkmışlardı. İşte bu olayda Nakrâşi'ye, Hasan el-Benna-nın kuşatmayı kırmak için çok sayıda gönüllü göndermek istediği yolundaki ricası iletildi; tabi, Nakrkâşi bunu reddetti. Kuşatma sürdü ve sonunda Nakrâşî öldürüldü. Kuşatmayı Şubat 1949 da yine de subayları Maruf el-Hu-dari komutasında Filisti'ndeki Müslüman Kardeşler kırdı; (1) hem de haklarında tutuklama kararı çıkmışken. Sonra dönüp zindanlarına girdiler. Çünkü onlar Filistin'de sadece Allah için cihad ediyorlardı. Ne orduya kinleri vardı, ne de topluma karşı. Onlar bütün tabakalarıyla

(1) Meetshal: Müslüman Kardeşler, s. 122-123

-245 -

bütün bir milleti müdafaa ediyorlardı. Ne var ki, Mısır'ın ahmak politikacıları siyonizmin ağına düşmüştü.

Kardeşler Yönetimi Ele Geçirmek istemiyor:

Cemaatın feshinden önce savaş alanından dönen Kardeşlerden biri Şehid İmam'a giderek kendisinin ve Nakrâşî tarafından Filistin'e dönmesine izin verilmeyenlerin Krala ve Nakrâşî'ye karşı bir protesto hareketi düzenlemesine izin verilmesini istedi. Merhumun cevabı şu oldu: Yunanistan'da olduğu gcbi bir iç savaşın çıkmasını mı istiyorsun. Hayır, asla. Sabredeceğiz, katlanacağız; kan akıtmayacağız. Elbette bir fırsat doğacak; güzel bir şekilde haklarından geleceksin. Ama şimdi Allah bize yeter; dostumuz, sahibimiz O'dur; O ne güzel Mevlâ, ne güzel yardımcıdır.

Kardeşler yeryüzünde sulta kurmak istemiyordu. Kendisinden başka tanrı olmayan Allah'ı şahit tutarak söylüyorum ki, bir keresinde Genel Mürşid Hasan el-Hü-daybî ile oturuyordum. Dedim ki: Kardeşlerime bir soru sordum: Şayet bizden Genel Mürşid'in cumhurbaşkanı olmasını isteseler kabul edermisiniz, dedim. Benim görüşümü sordular. Ben kabul etmemesi gerektiği fikrini ileri sürdüm. Bu işi, Mürşid'in ve Kardeşlerin sahip olduğu halk eğitimi konularındaki deneylerden uzak herhangi bir

- 246 -

siyaset adamının üstlenmesi gerkir, dedim. İlave ettim: Senin de böyle bir teklifi reddetmen gerekir; İslâm'a davet eden bir adam olarak kalmalısın. Çünkü, İslam da-vetçisi yeryüzünde İslâm adaletini hakim kılmayan ve O-nun davetini yaymayan kraldan da cumhurbaşkanından da üstündür Allah katında. Genel Mürşid şu karşılığı verdi: «Doğru söylüyorsun. Ben cumhurbaşkanlığını da başbakanlığı da kabul etmem. Aziz ve Celil olan Allah'a davet eden bir nefer olarak kalmayı tercih ederim.»

Seyyid Kutub da 1964 yılında tahliye edildiğinde kendisine Irak'ta büyük bir makam teklif edilmiş; fakat daveti bırakıp da rahata çekilmeyi istemediğinden bu teklifi anında reddetmişti.

Arap Birliği Genel Sekreteri Abdurrahman Azzam Paşa Kardeşlerin Filistin'deki kahramanlıklarına ve Arap devletleri komutanlıklarının haklarındaki övgülerine dair duyduklarını içeren bir rapor sunmuştu Kral I. Faruk'a. Bunun üzerine Kral, Azzam Paşa'dan haber göndererek Genel Mürşid'in Nakrâşî kabinesine Cemaat adını değiştirerek başka bir ad altında üç üye vermesini istedi. Genel Mürşid-Azzam Paşa görüşmesini izleyen günün akşamı İrşad Bürosu bir toplantı yaptı ve oybirliğiyle hükümete katılmama kararı aldı. Nitekim Nasır da aynı yolda tekliflerde bulunmuş ve aynı şekilde onun teklifleri de reddedilmiştir. Her iki dönemdeki bu tavır gerek Kralı

- 247 -

gerek Nasır'ı aleyhlerine harekete geçiren etkenlerden olmuştur. Ne diyelim, her işin sonu Allah'a aittir. (1)

Biz açıkça mükemmel bir plan düşüncesine sahip olamak istiyoruz. Biz, İslâm'ı anlayan, onu uygulayan ve kalkınmanın kurallarını ondan alan yepyeni bir nesil istiyoruz. Öyle bir nesil yoğrulmalıdır ki, Hazreti Ömer dö-mindeki nesilde olduğu gibi onun da geri saflarında en üst düzeydeki yöneticiye hakkı söyleyen kadınlar bulunsun. Olay meşhurdur: Hazreti Ömer kadınlara verilen mehrin sınırlanması huşunda teklifte bulununca arka saflardan bir kadın itiraz ederek: Bu teklifinizin Kuran'da yeri yoktur! Allah: «Bir eşin yerine başka bir eş almak isterseniz; birincisine bir yük altın vermiş olsanız bile ondan bir şey almayın. İftira ederek ve apaçık günaha girerek ona verdiğinizi geri alır mısınız?» (Nisa/20) buyuruyor. Allah mehir konusunda yükten söz ederken sen nasıl o-lur da onu sınırlarsın? Yapman gereken tek şey «Kadınların en az miktarda mehir alanları en çok berekete sahip olanlarıdır.» buyuran Allah Resulü gibi halktan mehir hususunda kolaylık göstermesini istemendir; bu yolda ö-ğüt vermendir. Ama en iyisi bu işi onlara bırak. Çünkü, Allah bu hususta insanları mecbur etmemiştir. Eğer isteseydi elbette ederdi. Hazreti Ömer'in cevabı şu oldu:

(1) ed-Da've Dergisi, Rebiussâni, 1398 - Mart, 1978

-248

Kadın haklı; Ömer yanıldı!

Bu düzeyde teşrii fıkıh bilgisi ve idrakine sahip Müslüman kadın istiyoruz.

Fıkhını, dinini iyi öğrenmiş zeki çocuk istiyoruz. Şu örnekte olduğu gibi: Sokak ortasında oynayan çocuklar Hazreti Ömer'in geçmekte olduğunu görünce heybetinden korkup kaçmışlardı; yalnız içlerinden biri aldırmayarak olduğu yerde dimdik ayakta duruyordu. Hazreti Ö-mer: «Arkadaşlarınla birlikte niçin sen de kaçmadın?» diye sorduğunda: «Suçlu değilim ki kaçmak isteyeyim, sokak da dar değil ki onu genişletme derdim olsun!» cevabını vermiştir, İşte, böyle bir çocuk.

Kendisinden hesap sorma ve hesap verme konusunda tartışma hakkına sahip olduğumuzu kabul eden müslüman bir hakim istiyoruz.

Tehdit etmeden, korkmadan, tir tir titremeden krala, cumhurbaşkanına hata ettin, diyebilen adam istiyoruz. Arkasında, kendisini zindanları atılmaktan koruyacak bir halk kitlesinin de bulunduğu bir adam.

Ebedî düstûru koruyacak, hakkında: «Ne önünden ne de arkasından batıl yaklaşamaz ona, o Hakim ve Hamîd (olan Allah) katından indirilmiştir.» (Fussilet/42) buyrulan semavî düstûra saygı gösteren iktidarı koruyacak işte bu Müslüman halkı ve bu Müslüman fertleri istiyoruz.

- 249 -

ŞEHİD İMAM'A KOMPLO

"Allah'ın ayetlerini inkâr edenleri, baknz yere peygamberleri öldürenleri, insansanlardan adaleti emredenlerin canlarına kıyanları, can yakıcı bir azapla müjdele. Onlar, dünya ve ahirette amelleri boja çıkacak olanlardır. Onların biç yardımcıları da yoktur."

'•¦                              Âli İmran sûresi, 21-22

Mısır ve Filistin'de Kardeşlerin iktidar makamları karşısındaki konumu yukarıda anlattığımız gibiydi. Her-şey artık oldu bitti safhasına girmiş görünüyordu. Merhum Hasan el-Benna dedi ki: Mademki Müslüman Kar deşler Cemaatını feshettiniz ve Mısır'da olsun, Filistinde olsun tüm üyelerini tutuklayıp Tur dağındaki sürgün kampına gönderdiniz; öyleyse beni de onlarla birlikte tutuk-layınız. Çünkü, onları eğitip yetiştiren benim. Beni tutuk-lamamakla öldürmeyi planlıyorsunuz. Kardeşlerim zindandayken burada benim serbestçe yaşamam haram olsun. Bırakın da herhangi bir Arap ülkesine gidip orada yaşıyayım; Rabbime hicret edeyim. Yine hayır, dediler, öyleyse dedi Üstad; Hacı Abdullah Nebrâvî'nin çiftliğin de ikametim sağlansın, sınırlansın. Yine hayır, dediler.

- 250 -

;

Peki, sonra?

Her siyasî lider, siyasî parti başkanı gibi o da bir ; iyük cemiyetin başkanı olarak tabanca taşıma ruhsatı-a sahipti. Bu ruhsatı alarak tabancasına el koydular; ta->, kendini savunmasın diye. Binmekte olduğu bir otomo-b:! vardı, onu da elinden aldılar. Otomobil kız kardeşinin kocası Abdulhakim Abidin Üstadın idi. Kardeşi merhum üstad Adulbâsit el-Benna komplonun ayak seslerini duymaya başlayınca onu mutlaka korunması gerektiğini anladı. Ama fırsat vermeden tutuklayıp hapse attılar. Artık herşey gittikçe daha belirgin bir biçimde ortaya çıkıyordu. Planlanan komplo sinyallerini vermeye başlamıştı bile. Gizlenmesi ya da kaçması yolunda kendisjne tavsiyelerde bulunuldu. Gülümseyerek şu mısraları okuyordu: Ne gün gelir ölüm dayanır kapıma, Gücü yetmez kimsenin bellidir o gün. Kaçmak mı, böyle bir günden asla! Kurtarmaz takdirden, tedbir dediğin. Kocalarının, babalarının Tûr'da silah çemberi içine düşmesi sonucu aç kalan kadınlara, çocuklara duyduğu şefkat bu köşeye sıkıştırılmış adamın kalbini parçalamıştı adeta. Durmadı; kendini aç çocukların, aç dulların babası yerine koydu. 150 cüneyh ödünç para alarak doğruca merhum Abdullatif Şa'şâî'nin evine giderek: Ey Ab-dullatif bu meblağı filancadan ödünç aldım, eğer yaşar-

- 251 -

I

sam ben öderim; şayet ölürsem sen halledersin. Bu meblağı al; yiyecek içecek bulamayan dullara, açlara bölüştür, dedi.

Robert Jackson anlatıyor: «Gece mahut emri görevli kişiden tebellüğ etmek için uyandığında ellerini kulaklarına götürerek; zindanlarda babaları kaybolan çocukların feryatlarını duyuyorum,» diyordu. (1)

İslâm davetçisi hiç bir suretle davetinden geri durmaz; onun uğrunda her türlü güç engeli aşar. Kamış boru içine doldurulmuş hayat suyu gibidir; dışarı taşması önlenemez. İşte o nedenle fmam kurucu üyesi de olduğu Kahire Müslüman Gençler Cemiyetine gidip geliyordu. Bu cemiyetle olan iyi ilişkilerinin sürmesine büyük önem veriyordu. Hem de başka hiçbir cemaatın başaramadığı şekilde dört bir yana yayılıp serpilen kendi cemaatının onca külfeti altında yorulurken! Sık sık gittiği bu cemiyette müslüman gençlerle oturur ve onlarla din konusunda sohbetler yapardı. Bir gece onlara şunu anlattı: «Rüyamda Ömer bin Hattab Efendimizi gördüm; yanıma gelerek sesinin en yüksek tonuyla: Yakında öldürülecek sin ey Hasan! dedi bana. Uyanıp kalktım; Allah'a ham-dettim. Sonra tekrar uyudum; ikinci kez bir ses geldi Yakında öldürüleceksin ey Hasan! diyordu. Kalktım;

(1) el-Hilâl, Mayıs 1977, s. 119.

-252-

sabaha kadar namaz kıldım. Bunlar gökten gelen uyarılardır. Allah'a kavuşmak için hazırlık yapmam isteniyor.»

9  Şubat 1949 günü de İmam'ın, yanında ikametine izin verilmesini istediği Hacı Abdullah Nebrâvî tutuklandı. Nebrâvî aynı zamanda Genel Mürşid'le Hükümetin arasını bulmaya çalışoyordu. Onunla birlikte Müslüman Gençler Cemiyeti yönetim kurulu üyesi ve Büro Müdürü Üstad Muhammed Nâğî ve Posta İşleri Genel Müdürü, Başbakan İbrahim Abdülhâdi'nin de yakını Ali Zeki de tutuklandı.

10  Şubat Cuma günü ise Muhammed Nâğî Üstad el-Benna'yı yanına çağırdı. Bu işle de Müslüman Gençler Cemiyeti Gençlik Şubesi Başkanı Üstad Muhammed Yusuf Leysi'yi görevlendirdi. Üstad el-Benna'nın evine giden Leysi, onu 11 Şubat Cumaertesi akşamı saat 5'te Müslüman Gençler Cemiyeti binasında Nâği ile görüşmeye çağırdı. Görüşme sırasında Nâği telefonla devlet bakanı üstad Zeki Ali'nin evini aradı; ama bulamadı. Üstad, akşam 8'e kadar Nâği ile arabulucu bakanı bekledi. Ancak bakan gelmedi. Bunun üzerine Nâği ertesi gün yani, 12 Şubat günü sabah görüşmek üzere ayrılıp gitti. Nâği'nin Ustad'dan bütün istediği silahları ve kardeşlere ait radyo istasyonunu teslim etmeleri idi.

Üstadın cevabı şu cMu: Bu, herkesin bildiği bir

- 253 -

şey. Ancak, konunun enine boyuna araştırılması ve bir sonuca varılması için tek yol tutukluların salıverilmesidir. Saat 20.15 de Üstad, hısımı Avukat Abdülkerim Mansur ile birlikte çağırdıkları bir taksiye binmek için a-şağıya indi. Leysî kapıya kadar onları uğurladı. Bu sırada Cemiyet müstahdemi geldi ve Leysî'ye: «Telefondan isteniyorsun, cinayetin sonucu soruluyor,» dedi. Leysî derhal geri dönmüştü. Üstad bir de baktı ki, her taraf zifiri karanlık!   Müslüman   Gençler   Cemiyetinin   bulunduğu Ramses  Caddesinin   ışıkları  tamamen  söndürülmüştü. Cadde üzerindeki kahvelerde oturanlar da oradan uzaklaştırılmıştı. Ayrıca trafik durdurulmuş ve vasıtalara başka bir geçiş yolu verilmişti. Tâ ki, İmam, Cemiyet binasından çıktığında kapının hemen yanındaki taksiden başka bir taksi bulamasın. Aynı zamanda bir hukuk adamı da olan arkadaşı ve akrabası Avukat Abdülkerim Man-sur'la birlikte arabaya biner binmez birden kurşun yağmuruna tutuldu. Gözü dönmüş caniler kurşun yağdırıyorlardı. Çünkü, onlar arslandan korkarlardı, isterse tırnakları kesilmiş olsun. Kurşunlarını boşalttılar ve 9979 numaralı siyah bir polis arabasıyla kaçtılar. Bu alçakça komployu düzenleyenlerin Muhammed Saîd ve Ahmed Hüseyin adlı iki sivil polisle Emniyet Müdürü kaymakam Mah-mud Abdülmecid olduğu anlaşıldı. Plana göre Merhum İ-mâm'ın başı kral I. Faruk'a doğum günü armağanı olarak

sunulacaktı. Ne ki, Hasan el-Benna güçlüydü, gençti ve henüz 43 yaşındaydı. Ağır yaralı durumda arabadan indi ve canileri kaçıran otomobilin plaka numarasını alarak Cemiyet binasına girdi. Üstad aldığı kurşun isabetlerinden etkilenmeyen o mü'min ve güçül hafızasıyla telefonu çevirdi ve bizzat ilk yardımı aradı. Leysî'de olay mahal-lindeydi ve sonra tanık olarak dinlendi. Canileri kaçıran ve hemen oradan uzaklaşıp gözlerden ırak olan arabanın plaka numarasını biliyordu: Siyasî kalem subayı Sağ Muhammed Cezzâr numarayı bir daha ağzına almaması konusunda kendisini uyardı. İmam önce ilk yardıma kaldırıldı, daha sonra da Kasr'ul-aynî Hastahanesine. Tedavi için hastahaneye girmek isteyen müslüman doktorlara engel olundu. Kral durmadan hastahaneyi arıyor ve: «Hasan el-Benna öldü mü?» diye soruyordu. Hayır, henüz ölmedi, cevabı veriliyordu. Merhum sürekli kan kaybediyordu. Hiç bir doktor kendisine ilk yardım müdahalesinde bulunmaya cesaret edemiyordu.

Yarası, gidip gelmeye ve telefon etmeye kadar müsait olan bu insan, kasıtlı ihmalden ve kan kaybından öldü. Bir fincan kahve istediği, ve hayatının sona ermesine işte bu bir fincan kahvenin sebebiyet verdiği de söylenir. Sabah saat l'de babasına vefat haberi duyuruldu. Resmî makamlar ayrıca, babasına, başsağlığı,ya da cenazenin kaldırılması gibi nedenlerle herhangi bir suretle

-254-

- 255 -

gösteri düzenlenmeyeceğini taahhüt ettiği takdirde cesedi alabileceğini bildirdi.

Yaşlı babası cenazeyi aldı. Resmî makamların aldığı tedbirler sonucu hiç kimse eve yaklaşamadı, cenazenin teşyiine katılmadı. Babası yıkadı ve kefenledi. Cenazeyi kabre sadece yaşlı babası, Mükrîm Abid Paşa ve üç kadın taşıdı. Cenaze namazı Kaysun Camiinde kılındıktan sonra tanklar ve zırhlı araçların kontrolü altında İ-mam Şafii mezarlığındaki toprak seviyesinde bir kabre, son karargâhına götürüldü.

Bu arada tutuklanmaktan'kurtulabilmiş bazı Kardeşler engin vefa duygularının verdiği bir heyecanla ne olup bittiğini yakından görebilmek için el-Hilmiye meydanında toplanmışlardı. Baktım, durum çok ciddî bir tehlike gösteriyor, gördüğüm ve rastladığım herkese hemen dönüp gitmesini söyledim. Bende hüzün ve acılar içindeki Dâr'ul-Ulûm'a gittim, başsağlığı dilemek için gelen gözü yaşlı talebeleri karşılıyordum. Halen hükümet ortağı olan katil Sa'dî ve Düstûrî partilerinin mensupları ise Dâr'ul-U-lum'um övüncü ve umudu olan böyle bir İslâm mücahidinin kaybından duydukları üzüntüyle, İslamcı ve milliyetçi davaya hükümetlerinin yaptığı bu caniyane ihanet karşısındaki utanç hisleri arasında, kimsenin yüzüne bakamı-yorlardı.

imam'ın Öldürülmesi Olayı Hakkındaki Soruş-

turma:

İmam'ın öldürülmesi olayı hakkındaki soruşturma, İbrahim Abdülhadi döneminde, üç ay sürdükten sonra katillerin bilinemediği gerekçesiyle askıya alındı. Hüseyin Sırrı kabinesi döneminde soruşturmaya tekrar başlandıysa da yine askıya alındı. Nahhas Paşa hükümeti döneminde üçüncü defa başlatılan soruşturma yine sonuçsuz kaldı. Devrim döneminde dördüncü defa gündeme gelen soruşturma krallık döneminin skandallannı ortaya çıkarmek amacıyla ciddî bir görünüm kazandı. 1954 A-ğustos'unda görülen davada mahkeme şöyle karar verdi:

Sivil polis Ahmed Hüseyin Câd'a 25 yıl hapis cezası.

Miralay Mahmud Abdülmecid. ve şoför Muhammed Mahfûz'a 15'er yıl hapis cezası.

Binbaşı Muhammed Cezzâr'a I yıl, çalışma zorun-luluğuyla birlikte. Ancak hiçbiri cezalarını tam çekmeden kendilerini yargılayan devrim mahkemesinin hükümeti tarafından salıverildiler. Çünkü, haklarında af kararı çıkmıştı.

Mahkeme ayrıca, Şehîd İmam'ın varisleri için öğrenimlerini tamamlayıncaya kadar maaş bağlanması ka-

- 256 -

-257 -

R. 14, F: 17

rarını verdi. Allah, İmam'ın çocuklarına bizzat kendisi sahip çıktı ve hepsi de yüksek seviyede öğrenim gördü. Allah'ın bir lütfü ve nimeti olarak.

Hasan el-Benna'nın öldürülmesine NakraşF-nin Öldürülmesi mi Neden Oldu?

48 ve 49 lu yıllara ilişkin Kardeşlere yöneltilen suçlamaları tartışan Doktor Meetshal: «Kardeşlerin başına gelen bunca dert, belâ ve Mürşidlerinin öldürülmesi Nakrâşî'nin öldürülmesi olayından mı kaynaklanıyordu a-caba, ana sebep bu muydu?» diyor ve sorusunu yine kendisi cevaplandırıyor: «Kardeşlerin başına gelenler, hiç şüphesiz, Nakrâşî'nin öldürülmesinden kaynaklanmıyor, sebep bu değil. Ancak şu var ki, iş başındaki iktidarın Cemaata karşı kuşkulu olduğu, düzen ve adamları hakkında bir tehlike olarak gördüğü de bir gerçekti. İngiliz sefirinin bu iş için maddî destek sağladığı yolundaki söylentilerse isbata muhtaçtır. Ayrıca, Cemaatın sömürgecilik ve komünizme maşalık ettiği yolundaki iddia ise tartışma konusu edilmesi güç söylentiden ibarettir.  *•

Şüphesiz Kardeşler sendikacılık alanında belirgin bir ağırlık ve faal konuma sahipti. Çünkü, işçi kitleleri çevresinde toplanmış ve haklı olarak onu bu alanda söz\ sahibi etmişti.»

- 258 -

«Şubralhayme'deki işçi grevlerinde komünistler grev sırasında Kardeşlere kötü bir oyun yapmaya kalkışmışlar ve Kardeşler de grevlere taraftar olmadıklarını bildirerek onlara güzel bir ders vermişlerdi. Tabi, sonunda işçiler komünistlerden tamamen ayrılıvermişti.»

Peki Nakrâşî Niçin Öldürüldü?

Nakrâşî'nin öğrenci olan katili Abdülmecid Hasan, basının aynen yer verdiği gibi bu cinayeti kendisine mubah kılan sebepleri şöyle sıralamıştı:

«1- Müslüman Kardeşler Cemaatını feshetmesi. Mensuplarını zindanlara tıkması ve mallarını yağmalaması. Oysa bu Cemaat, işgal altındaki İslâm ülkelerinin kurtuluşu için İslamcı eylemin güç kaynağıydı. Hurafelerden tertemiz arınmış İslâm terbiyesinin sözcüsü ve yürütücü-süydü.

2-  Filistini kaybetmesi, İsrail'le birlikte uluslararası andlaşma masalarına oturması ve yahudilerin ülkeye girişine göz yumması.

3-  Sudan meselesi ve Sudan'ı Mısır - İngiliz görüşmelerini kapsayan ortak çalışma pragramlarından çıkarması.

İşte, diyordu Abdülmecid Hasan, Nakrâşî'yi bu i-hanetlerinden dolayı öldürdüm.» .

-259-

O halde Hasan el-Benna Niçin öldürüldü?

Hasan el-Benna, askeri hakimi Kardeşlerden olan Kudüs Cumhuriyetini düşürmek ve bölgedeki İsrail varlığını garanti altına almak için öldürüldü.

Hasan el-Benna, İslâm ilkelerini savunduğu için'öldürüldü.

Hasan el-Benna, İslâm hakimiyetini gerçek anlamda sağlamak ve İslâm ümmetini sağlam bir İslâmî yapıya kavuşturmak istediği için öldürüjdü.

Hasan el-Benna, Arap ve islâm ülkelerindeki çalışan halkı aç bırakan, süründüren zorba tahakkümcüleri kaldırmaya çalıştığı için öldürüldü.

Hasan el-Benna'yı, kısacası zorbalar öldürdü. Müslüman Kardeşler Cemaatını onlar feshedip masum insanları süründüren; zindanlara tıkıp işkencenin her türlüsünü tattıran hep onlardı.

Savcılık Raporu:

Müslüman Kardeşler İbrahim Abdülhadi'nin başbakanlığı döneminde tutuklanmış ve türlü işkencelere uğratılmıştı. Şehid İmam Hasan el-Benna da yine bu dönemde öldürüldü. İşte bütün bu olaylardan dolayı eski Başbakan İbrahim Abdülhadi 1950 lerin başlarında mahke-

- 260 -                                        ;

me önüne çıkarıldı. Duruşmada Genel Savcı iddianamesini okurken şunları söyledi:

«Merhum ve mağfur Üstad Hasan el-Benna'nın uğrunda şehid olduğu davet davasının amacı, hiç şüphesiz ıslahdı; her türlü fesadın esası, kaynağı olarak kabul ettiği sömürüden kurtulmaktı; kurtarmaktı. İşte bu davet sömürgecinin gözünden kaçmadı; durumunu tehlikede gören sömürü, bu daveti daha beşiğindeyken öldürmeleri için güçlerini kaybetmiş Mısır'lı yöneticilere gerekli baskıyı yapmakta ve bunda da başarılı olmakta kusur etmedi.

Seçimlere katılan Şehid İmam'ı adaylıktan çekilmeye ikna etmesi için politika ustalarından birine iradesini kabul ettiren, sonra da İbrahim Abdülhadi ve diğer uşaklarını, eski kralın kalbine Merhumun daveti hakkında hayatı ve tahtı aleyhine korku kıvılcımları düşürmede kullanan sömürünün, bu işte parmağının bulunması uzak bir ihtimal değildir.

Soruşturmayı yürütürken bu konuda Doktor Yusuf Reşad ve karısıyla konuştuk. Eski kralın en yakın dostlarından olan bu kişilerin anlattığına göre Kral, Müslüman Kardeşlerin şahsına karşı aktif faaliyetlerinden duyduğu korku ve endişeyi gizleyemezmiş; mevcut yönetimin kalbini korkuyla dolduran bu faaliyetler karşısında: «Bu cemaatı feshetmekten ve dağıtmaktan başka kurtuluş ça-

-261 -

resi yok!» dermiş.

Amerikalı Bir Gazetecinin Soruşturması:

Newyork Post gazetesi Kahire muhabirine ait bir yazı yayınladı. Yazıda şunlara yer veriliyordu: «Oysa ben Kahire'de şu ana kadar el-Benna'nın hiçbir şey yapmadığını; çevresinde topladığı büyük bir gençlik kütlesinin ötesinde herhangi bir eylemde bulunmadığını duyuyordum.» Söyleyebileceğim tek şey şudur: «Adamın kadın, mal ve makam gibi dertleri yok. Bu tür şeyler umurunda bile değil. Oysa sömürü, mücahidleri bunlarla avlamaya çalışıyor. el-Benna'ya bu yolda ne yapıldı ise kâr etmedi. Sağlam dindarlığı ve doğal takvası, sadeliği bu konularda ona yardımcı oldu. Bir kere erken evlenmiş ve yoksul yaşamış. Çevresinde toplananların güvenini kazanmış ya, makam olarak bu ona yetmiş. Ömer ve Ali'nin adımlarını izlemiş ve Hüseyin gibi mücadele vermiş ve tıpkı onlar gibi şehîd olarak öldü.»

Hasan el-Benna'nın ölümünden Sonraki Etki-

leri:

Aynı gazeteci daha sonra şunları diyor: «Kesin kesin inanıyorum ki, bundan sonra Doğuda ortaya çıkacak her milliyetçi hareket bu dev liderin koyduğu pren-

-262-

siplerden, ölçülerden kaynaklanmış, beslenmiş olacaktır.»

Doktor Meetshal de eserinde Cemaatın örgüt ve komuta yanına ilişkin ayırdığı bölümde (s.306) şunları söyler: «Müslüman Kardeşler Cemaatının hatıraları Mısır tarihinde nasıl bir yer tutarsa tutsun, yaptıkları ve yapamadıkları ve Mısır politika çevrelerinde uyandırdığı akisler oranında politik etkisini sürdürecektir.»

Peki, bu sonuncu maktul, sonuncu şehîd midir? Şüphesiz Hasan el-Benna Hazreti Hüseyin gibi öldürüldü. Seyyid Kutub da öyle öldürüldü. İbrahim Tayyib, Hin-dâvî Duveyr, Ahmed Nusayr ve Abdülkadir Udeh gibi pek çok hukukçu, Muhammed Fergalî, Yusuf Talat Ab-dülfettah İsmail ve Muhammed Hevâş gibi hukukçu olmayan zevat Allah'ın hayat sistemini savundukları için hep aynı amaçla öldürüldüler. Öyleyse,darağaçları bundan sonra da Allah Resulü yolunda yürüyen başka şe-hîdler bulacaktır.

Devrim İmam Hakkında Neler Söyledi?

28 Cümâdel-ûlâ 1372 - 13 Şubat 1953 günü Devrim Konseyi üyeleri Tuğgeneral Muhammed Necîb başkanlığında Şehîd İmam'ın kabrini ziyaret etti. Ziyaret sırasında konsey üyeleri adına bir konuşma yapan Mu-

- 263 -

hammed Necîb Paşa İmam'ın şahsı ve daveti hakkında ilginç şeyler söyledi. Mademki «fazilet düşmanın şeha-det ettiğidir», öyleyse bu belgeyi okuyucuların önüne koymak yerinde bir hareket olacaktır. Bu belge Şehidin davetinden, tarihinden habersiz ve merkez kuvvetleri dönemi diye isimlendirilen istibdat dönemi boyunca sadece adını bile ağzına alamayanlara herşeyi açıkça göstermiş olacaktır. İşte, Tuğgeneral Muhammed Necîb'in konuşması:

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHIM

Öyle insanlar vardır ki, sadece kendisi için yaşar ve yalnız kendini düşünür. Yapıp ettiği herşey yine yalnızca kendisi içindir. Öldüğü zaman hiç kimse farkına bile varmaz, hiç bir vatandaş yokluğunun yangınını duymaz içinde.

Buna karşılık öyle insanlar vardır ki, milleti için yaşar ve hayatını milletine adar. Milleti için veremeyeceği bir şeyi yoktur, onunla dopdoludur ve onun yolunda kurbandır. İşte bu insanlar öldüğü zaman gözler ağlar, kalpler onların hatıralarıyla taşar.»

«Bu seçkin insanların hatıraları eskimek nedir bilmez, unutmak denen şey onların zirvesine ulaşamaz. İşte, Şehîd İmam Hasan el-Benna da bunlardan biridir.

- 264 -

I

Çünkü, merhum kendisi için yaşamadı, insanlık için yaşadı. Şahsı için çalışmadı, umumun hayrı için çalıştı.

Şüphesiz, Hasan el-Benna sağlam bir inanç sahibiydi. Kendisini inancının emrine vermişti. İnancı bütün duygularına hakimdi. Onun uğrunda zorlu ve sıkıntılı bir hayat sürdü ve yine onun uğrunda en yüce ve en şerefli bir ölümle öldü. Değerli vatan çocuklarının gönüllerinde güçlü bir ahlak hissi meydana getirmede dinin tek garantili güç olduğuna inanırdı. Onun inancına göre gönülleri fedakârlığa sevkeden, şeref, hürriyet ve adalet uğrunda kahramanca faiiyetlere sürükleyen tek vesile yine dindir. Din ki; şeref, hürriyet ve adalet kavramlerı emreder, topyekün insanlar arasında bu kavramların daha köklü hale getirilmesini, değerlerinin daha dayüceltilme-sini ister. İşte o nedenle merhum İmam köy ve kasabaları bir bir dolaşarak alim cahil herkesle konuştu, tartıştı, Vatandaşlarıyla sıkı dostluk ilişkileri kurardı. Vatanına, dinine inanan yeni bir neslin inşasına zemin ve imkân bulabilmek için. Bu nesil öyle bir imana sahip olmalıydı ki, o iman sayesinde yerinde duramaz olsun, aksiyona, fedakârlığa yönelsin, seve seve, gülerek ölümü kucaklasın. Dünya hayatının peşin menfaatlarını bir yana itip Allah katındaki ebedî sevaba talip olsun ve onunla yetinsin. Bütün çabası böyle bir neslin inşası içindi.»

«Ben şahsen yaşadığım sürece Filistin savaşların-

- 265 -

daki bu mü'min gençliği unutamam. Çelik kaleler gibiydi düşmana saldırırken. Düşman karşısında çarpışırken geçit vermez yollar gibiydi. Kuvvet ve askerleriyle bütün yolları kontrol altına almıştı. Katlanmadığı sıkıntı, katlanmadığı güçlük yoktu. Buna ancak, kalbi yüce Yaratıcının azametiyle dolu olan, kalbinde iman tadı bulan kişiler dayanabilir, katlanabilirdi.»

«Hasan el-Benna güçlü bir mü'mindi, şiddetli bir i-mana sahipti. İslâm'dan sözederken geniş bir ufka, derin bir anlayış ve hoşgörüye sahip olduğu da hemen farke-dilirdi. Konuşmalarından âlim cahil herkes faydalanırdı. Dinin çok uzağındaki kişileri Dinin yardımcıları durumuna getirdi, onları kazanmasını bildi, başardı. Herkes tarafından sevilir ve hiç kimsenin görmediği saygıyı görürdü. O yüzden facia; bir cemaatın faciası olmadı, bir taifenin faciası olmadı, bütün bir milletin faciası oldu. Daha doğrusu, kalplerine girdiği ve ruhlarını kardeşlik noktasında bir araya getirip topladığı pek çok milletin faciası oldu.»

«Merhumun verdiği savaş, zorbalara ve işgalcilere olduğu kadar, fesat ve çöküntüye karşı da amansız bir cihatdı. Güvendiği tek silah üç ana madde halinde ifade edilebilirdi:

1-  Gönüllerde, başkasının erişemiyeceği yücelikte bir yer tutmak

2-  Harekete geçiren, yönlendiren ve ayağa kaldı-

-266-

ran güçlü ve parlak bir anlatım dehası.

3- Milletlerin liderliğini ele geçiren pek az insanın başarabileceği teşkilatçılık gücü.»

«Bu hakikat karşısında düşmanları, vatan hainleri anladılar ki, bu silah elinde bulunduğu sürece hiç bir kuvvet önünde duramaz. Hem sonra öyle bir silah ki o, karşısında kimse direnemez, yenilgi diye bir şey yakla-şamaz yanına. İşte o yüzden caniler tek başına ve silahsız, savunmasız bir şekilde onu öldürmeyi planladı, bu hususta sözbirliği etti. Onu öldürmeyi planlayan kuvvet, planı aynen uyguladı ve canilere gözcülük etti. Onları kolladı, güvenlerini sağladı. Cinayeti ört-bas edip sanki hiç bir şey olmamış havası verdi.

Alçak caniler sandılar ki, Allah'ın gözleri uykudadır, görmez. Eli bağlıdır, tutup yakalayamaz. Ve kudreti acizdir hesap soramaz. Ne kötü, ne çirkin bir düşünce i-di bu! Oysa Allah sadece mühlet verirdi, zalime süre tanırdı, sonunda daha güçlü bir şekilde yakalasın ve bir daha bırakmasın. Ayeti kerîmede buyurulduğu gibiı'AI-lah, kasabaların zalim halkını yakalayınca böyle yakalar, yakalaması da şiddetli ve elîmdir.' 0 Aynen böyle oldu, Allah va'dini yerine getirdi, zalimleri suçüstü yakaladı. Hasan el-Benna'nın, Abdülkadir Tâha'nın ve daha

(1)Hûd sûresi, 102

- 267 -

nice değerli Mısır evladının öldürülmesi ihlaslı gönüller-deki ateşi daha da alevlendirdi. Bu yangınla harekete geçen mücahitler ülkeyi zulümden, tahakkümden kurtardı, fesat ve çöküntüden temizledi. Sonra da vatanlarının zillet ve işgalden tamamen kurtulması için canlarını, her-şeylerini verdiler. Akan bunca kan yüceliklere erdi. Ülkelerine hayat ve ebedîlik veren şehidler gerçek ve ölümsüz hayatı buldu.» Ayeti kerîmede ne güzel buyrulur: «Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin, doğrusu onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz.»!1)

(1) Bakara süresi, 154.

-268-

GENÇLİK TARAFINDAN SORULAN SORULAR

• Müslüman Kardeşler - Abdünnâsır arasındaki

ihtilaf? Kardeşlere yapılan işkencelerde Abdün-

nâsır'ın payı.

¦ Abdünnâsır'ın kendisine suikast girişiminde bulunulmasından önce Kardeşlere hiç dokunmadığı, ancak bu olaydan sonra hucûma geçtiği

söyleniyor, bu doğru mu?

Hak yolda olan yalnızca Kardeşler midir?

Onlara karşı duran kimse var mı?

Kardeşlere karşı girişilen katliam hareketleri?

Niçin? Nasıl oldu?

Kardeşler neden Abdünnâsır'ı öldürmeye çalış

madı?

Üstad Hasan el-Hüdaybi nin Kardeşler hareke-

tindeki rolü?

Seyyid Kutab neden idam edildi?

Partiler yeniden kurulsa, Müslüman Kardeşler

Cemaatı da harekete geçer mi?

Şehid İmam'ın son mesajı?

- 269 -

MÜSLÜMAN KARDEŞLER - ABDÜNNÂSIR İHTİLAFINA DAİR   SORULAR

Soru: 1954 Yılında Müslüman Kardeşlerle mevcut yönetim arasında ihtilaflar oldu. Müslüman Kardeşlerin kabinede belli sayıda sandalyeye sahip olmak istediği ve bunda ısrar ettiği, söz konusu ihtilafların da bundan kaynaklandığı doğru mudur?

Cevap: Gerçekte bjz yüzdeyüz İslâmî olmayan bir yönetime katılmayı kesinlikle kabul etmedik. Sözgelimi, Seyyid Kutub'a Eğitim Bakanı olması yolulnda teklifte bulunulmuştur. Seyyid Kutub'un teklif sahiplerine cevabı şu oldu: «Eğer gerçek anlamda Eğitim Bakanı olmamı istiyorsanız, tamam, kabul." Yani Bakanlığın sistem ve kültür programlarından sorumlu ve bu konularda tam yetkili olmam şartıyla. Şayet bu isim altında Başkanlık sekreteri olmam isteniyorsa, hayır!» Üstad el-Benna'dan da Kardeşlerden bazılarını kabineye üye vermesini istediler; ancak Üstad yönetimin yüzdeyüz İslâm! olmaması durumunda böyle bir teklifi kabul edemeyeceğini bildirerek Kardeşlerin dışında bazı elverişli kişileri aday gösterdi. Mesele gayet açık: Ya İslâm; yoksa hiçbir şey. Biz yönetim heveslisi değiliz; o sebeble hükümete katılmayı reddettik. Biz ancak, İslâm'ın esas alınmasını istiyoruz.

-270-

Bu takdirde ülkeyi yönetenlere hizmet etmek bizi mutlu eder. Çalışmak istiyoruz sadece, birer nefer olmayı ve bu davanın askerleri olarak kalmayı tercih ediyoruz. Biz Kardeşlerde temel ilke şudur: Eğrilen safları doğrultmak; bir boşluk mu oldu, koşup hemen doldurmak. Bir yardıma, desteğe ihtiyaç mı doğdu, derhal imdada yetişmek! Neferliktir sevdiğimiz; liderlikte, komutada gözümüz yok. İşte o yüzden yönetime ortak olmayı kabul etmedik, tabi yüzdeyüz İslâmî olmadığı sürece.

Soru: Bazıları eski Başbakanın Müslüman Kardeşlere vahşiyane metodlarla yapılan işkencelerden sorumlu olmadığını iddia ediyor; ne dersiniz?

Cevap: Sadece şu beyti okuyacağım: Bu bir musibettir eğer bilmiyorsan, Ya biliyorsan işte asıl musibet.

Üstad Avukat Abdullah Selim'in yorumu: Bu cevap hakkındaki yorumumuz şudur ki; Cemal Abdünnâsır yapılan işkenceleri bizzat görmüş ve izlemiştir; bunu açıkça söylemek isterim size. Eski bir konferansımda belirttiğim gibi Kardeş Zeynep Gazali askeri hapishande kendisine yapılan işkenceler sırasında Cemal Abdünnâsır ve Abdulhakim Amir'in bizzat ve maksatlı olarak hazır bulunduğunu açıkça herkese söylemiştir. Yine aynı konferansta sizlere ifade etmiştim: Salâh Nasr yapılan sorgulamasında Cemal Abdünnâsır'in kendisine verdiği yazılı

-271 -

emirleri ibraz etmiştir. Bu emirlere göre bazılarına ölünceye kadar, bazılarınada başka boyutlarda işkence edilmesi; isteniyordu.

Soru: Cemal Abdunasır'ın kendisine suikast girişiminde bulunulmasından önce Kardeşlere dokunmadığı; ancak bu olaydan sonra hücuma geçtiği söyleniyor, bu doğru mu?

Cevap: Tarih yakında hakikati ortaya koyacaktır. Söylentiye göre suikast planını güya Kardeşlerin Gizli İstihbarat Başkanı Yusuf Talat hazırlamış ve üyelerinden biri olan Mahmud Abdüllatif'le birlikte uygulamaya girişmiş. Oysa, idama mahkum olan Yusuf Talat'olay gecesi bir arkadaşının yanında idi; haberi duyunca: «Bu Abdün-nâsır'ın işi, başardı da. Yarın mutlaka Müslüman Kardeşlere bulaştıracaktır bu pisliği!» demiştir. Bu arada Radyo Mahmud Abdüllatif'in adını yayınladı. Yusuf arkadaşına soruyor: «Tanıyor musun, kim bu adam» diyor. Arkadaşı da; hayır, tanımıyorum, cevabını veriyor. Daha sonra arkadaşı şunları söylüyor: «Eğer olayın arkasında Kardeşler olsaydı Yusuf herşeyi bilirdi. Çünkü, Kardeşler Cemaatı içinde özel bir organın başkanı idi. Zorba İngilizlerle savaşmak için bizzat Hasan el-Benna düzenlemişti bu organı.»

Yusuf Talat'ın tutuklandığı evin bir silah deposu haline getirilmiş olduğu söylendi. Halbuki Yusaf Talat'ın

- 272 -

tutuklandığı evde tek bir silah bile bulunmadığı kanıtlandı. Yusuf Talat'ın başına ödül konmuştu, yakalayana büyük miktarlarda ödüller verilecekti. Böyleyken Yusuf bulunduğu yerden camiye çıkıyor, imamlık yapıyor ve cemaatla birlikte namaz kılıyordu.

Burada, 1954 Ekiminde Başkana suikast girişiminde bulunmakla suçlanan Mahmud Abdüllatif, sabahleyin evinde tutuklanıp akşam İskenderiye'ye, oyunun sahneye konduğu yere götürüldüğüne dair bazı tablolar göze çarpıyor. Böylece haklı olarak soruyoruz: Mademki sanık halkın ortasında tabancasıyla ateş etmiş ve suçüstü yakalanmış, öyleyse nasıl olur da tabanca bulunmadı, kaybolmuş denir. İkinci gün de kalkıp bir vatandaş tabancayı bulmuş ve İskenderiye'den getirip teslim etti, diye kamuoyu önünde yalan söylenir? Kim inanır buna! Ama öyle değil tabi, eğer hukukçuysanız bilirsiniz-ki, ortada delil diye bir şey olmayınca sanık daima serbest bırakılır. İşte bunu unutan bu katil düzenbazlar sonunda uyanıp kurşunları boşaltılmış bir tabancanın bulunması gerektiğini anladılar ve bunu da ancak ikinci gün tamamlayabildiler. Oyunun eksiksiz bir biçimde tamamlanabilmesi için bu şarttı ve aynen öyle yaptılar.

Unuttukları bir şey daha vardı: Üzerine ateş açılan bir şahıs kendini derhal yüz üstü yere atar ve kurşunlardan korunmaya çalışır. Herhangi bir uyarıya gerek kal-

-273-

R. 14, F: 18

madan yapar bunu. Hayatta kalma tutkusu ve içgüdüsel bir etkileşimle yapar bunu en azından. Ama görüyoruz ki, Abdünnâsır'ın kılı bile kıpırdamıyor.

Bir de şunu unutmuşlardı: Mahmud Abdüllatif iyi e-ğitim görmüş bir komando idi. Hedefi tutturmak için ne kadar bir mesafenin gerekli olduğunu çok iyi bilirdi. Onlarca koruma görevlisinin ortasındaki bir şahsa nasıl o-lur da ateş edilebilirdi? Tam bir güven ve coşkunluk i-çinde çeyrek saattir konuşan bir hatibe nasıl ateş edilebilirdi? Her taraf koruma görevlilerinin denetim ve kont-rolü altındayken!

Hem başkan çok uzak mesafedeki bir kürsüden konuşuyordu; böylesine uzak bir mesafeden kurşunun hedefini bulması imkânsızdır. Evet, Mahmud Abdüllatif hedefini şaşırmayan iyi bir nişancıydı, havaya attığı bir kuruşa ateş eder ve hiç şaşırmazdı. Ama bu öyle bir mesafe değildi. Merkez kuvvetleri işte bunları düşünmemişti. Bu Allah'ın bir takdiriydi. Böylece tarihe son sözü söyleme fırsatı doğmuş olacaktı. Tarih konuşacak ve heüşeyi apaçık ortaya dökecekti.

Pek yakında tarih ortaya koyacaktır ki, Mahmud Abdüllatif i tutuklayanlar gerçekte onu daha oyun oynanmadan tutuklamışlardı. Onu alıp İskenderiye'ye götürdüler ve oraya vardıktan sonra da içlerinden biri bu oyunu sergiledi. A/akit yitirilmeden  de  hakikat ört-bas edil-

- 274 -

miş olsun diye Mahmud idam edildi. Herşey onunla birlikte toprağa gömülmüş oldu. Hem böylece Müslüman Kardeşlerin en başarılı nişancı komandolarından biri o-lan bu şahıstan kurtulmuş oldular. Ama hangi ihanet gizli kalmış ki bu da kalsın!

Olayı inceleyen Amerikan diplomatı Dr. Meetshal: «Meseleyi iyice kavrayabilmek için 1954 Ekim'inden öncelere uzanmak gerekir,» diyor ve şunları ilave ediyor: «Abdünnâsır aynı yılın Mart'ında devrim şartlarının sona erdiğini ve demokratik hayata dönüldüğünü ilan etti. Bu arada tutuklu Kardeşleri salıvererek faaliyetlerine yeniden izin verdi. Ancak çok geçmeden zıt bir konuma girdi. Başkanlıkta kalmasını isteyen, partilerin feshini savunan gösteriler düzenletti. Hatta bu gösterilerden birinde Meclis Başkanı Senhûri'ye saldırıda bulunuldu; bu olay üzerine Abdünnâsır bazı subayları mahkemeye şevketti.»

Meetshel yazısının bundan sonraki bölümünde Müslüman Kardeşler Genel Mürşidi Hasan el-Hüdaybi-nin bir bildiri yayınladığını ve bu bildiride Hükümetin sözünde durmadığını, basın hürriyeti ve demokratik hayata dönüleceği yolundaki vaadlerini yerine getirmediğini vurgulayan sözlerini dile gitiriyor.

Abdünnâsır, el-Hüdaybi'yi Müslüman Kardeşlerin liderliğinden uzaklaştırmak ve bu Cemaatı bizzat ele ge-

- 275 -

çirmek istedi, bu yolda epeyce çaba harcadı. Ancak, başarılı olamadı tabi. Böyleyken Kardeşler, (Dr. Meets-hal'in deyimiyle) Hükümetle çatışmaya girmedi; bundan özellikle uzak durdu. Bu durumda ne üstad el-Hüdaybi suçlanabilir ne de Kardeşler. Bu mümkün değil.

Kitabında, 1954 yılının Ekim-Aralık olaylarıyla Ab-dünnasır'a suikast girişiminde bulunulması olayı ve Müslüman Kardeşler Cemaatının feshi, üyelerinin tutuklanması olaylarına ayrı bir bölüm ayıran Dr. Meetshal şunları söylüyor: «Yargılamalar basına kapalı olarak yapıldı. O yüzden dışarı bir şey sızmadı. O nedenle de ne olup bittiğini aktarmamız güç. Ama daha önceki soruşturmalar, basında yer alan yorumlar Kardeşlerin iddiasını haklı çıkarıyordu. Hem, hakikatler zaten gün gibi açıktı.»

«Suçlama konusu gayet basit: Hükümet Başkanını öldürmeye teşebbüs ve kanlı bir terör ortamı meydana getirmek. Bunun sorumlusu da Hüdaybi ve Kardeşler. A-ma bize göre bu kesinlikle doğru değil. Çünkü bu yoldaki iddia isbatlanmamıştır.»

Ben bu kitabın birinci baskısında bunları yazmıştım. Ama daha Allah'ın takdirine bakın ki, Nasır'ın ileri düzeydeki subaylarından biri geliyor ve bir kararla ilgili tanıklıkta bulunmak istiyor. Olay şu: Başkan için Amerika-dan özel bir şekilde kurşun geçirmez gömlek getirtiliyor. Gerçi bir oyun oynanacaktır ve oyuncular da bizzat ken-

- 276 -

dileridir; ama Nasır yine kendini tam bir güvence altına almak istemektedir. Zaten kendinden bile korkar hale gelmiştir; hele başkalarına hiç güvenmemektedir. Ancak bu arada gömleğin, gelmesi gecikince sözkonusu toplantıya da hemen başlanamıyor. Nihayet gömlek geliyor ve toplantı da başlıyor. Sonra da oyunun temsiline geçiliyor. Nasır'ın yüksek rütbeli subaylarından biri bunu anlatıyor işte. Böylece hakikat herkesin gözü önüne serilmiş oluyor.

-277 -

i

MÜSLÜMAN KARDEŞLERE YÖNELİK KATLİAM OLAYLARI

Soru: Çeşitli yer ve tarihlerde Müslüman Kardeşlere yönelik katliam çlayları görülmüştür. Sözgelimi, 1954 ve 1965 yıllarında ve yine Turra hapishanesinde. Bunları anlatımlısınız?

Cevap: Gerçekte biz, devrimin başlarında bu hareketi yürütenlere inancımızın doğrultusunda bir yönetimin kurulması, davamızdan kesinlikle vazgeçmeyeceğimizi, bunu asla unutmayacağımızı belirterek bu işin vazgeçilmezliğini gösteren yirmi dolayında gerekçe koyduk | ortaya. Abdünnâsır da gece saat 0 da kardeşlerin dev-| rim  delegesi  eski  Binbaşı  Salâh  Sadî'nin  huzurunda] Mushafa el basarak Krala karşı devrimi başardığı takdir-1 de Kardeşlerin istediği şekilde bir yönetim kuracağına dair yemin etti. Kardeşler de devrimi destekledi, başarıya ulaşması için yardımcı oldu. Karşı çıkmanın bir yararı olmadığını düşünerek kol kanat gerdiler devrime. Kardeşler sözünde durmuştu. Ancak, Abdünnâsır sözünden

- 278 -

dönerek Allah'a ve Kardeşlere verdiği vaadini bozdu. A-merika'nın sözünü dinlemişti. Çünkü, Amerikalılar büyük devletlerin sevgisini kazanabilmesi için İslâm'a söz hakkı tanımamasını öğütlemişlerdi ona. O da bunun üzerine İs-lâmî sistem ve ilkelerin yerine güya modern ve ilerici kavramları seçmişti.

Amerika ile arasındaki anlaşma şöyleydi: Amerika devrimi İngiliz şerrinden koruyacak, buna karşılık o da Yahudilere dokunmayacak ve Siyonist işgal meselesini gündeme getirmeyecekti. Her iki taraf da vaadini yerine getirmişti.

İşte, mesele bu! Artık, Amerika'nın yolu açılmıştı. Halkı çiğnemeye ve ülkeyi tek başına yönetmeye başlamıştı. Bunun nasıl başladığı, hangi noktada bittiği ve Mısır'ın da hangi noktada karar kıldığı herkesin malûmudur.

Mailez Kupland diyor ki: «Amerikan Gizli İstihbarat Teşkilatı İslâm'a ve Allah Resulüne hücum eden komünist muhtevalı broşürler basıp dağıttı. Sonra bu işi Rusya'nın sefaretine yükledi, öyle bir hava estirdi. Tabi, sonunda bu olayın Abdünnâsır'dan kaynaklandığını sanarak Rusya Abdünnâsır yönetimine yüklenmeye başladı. Bu arada en çok da asıl hedef olarak Müslüman Kardeşler gösteriliyordu.»

Kupland'ın ifadesine göre Amerikan Gizli İstihbarat Teşkilatı VVaşhington'dan İsrail'in aynı çizgiyi sürdürme-

- 279 -

ye ikna edilmesi ve Müslüman Kardeşler gücünün Ab-dünnâsır'ı düşürme yolunda yoğunlaştırılmasını talep ediyor.

Komünistlerin,   Nâsır'la   Kardeşlerin  Arasını Açma Çabaları ve Buna Dair Bir Belge P)

et-Tahrîr dergisi 9 Kasım 1954 tarihli (82) sayısında bir yazı yayınlanmıştır. Yazının metni şöyle: Ortada Kardeşlerle komünistlerin anlaşma halinde olduklarını gösteren müthiş bir belge var. Mısır Komünist Partisinin er-Râye adıyla çıkardığı gizli bir bültenin 29 Haziran 1954 tarihli sayısında (129) «Abdünnâsır'a neler yapılmak isteniyor?» başlıklı bir yazı yayınlanmıştır. İşte, yazıdan bir paragraf: «Devrime karşı direnen güçleri iki ana mihrak yönetiyor; Komünist Parti ve Müslüman Kardeşler Cemaatı. Komünistlerle Kardeşler arasındaki dostluğun daha sağlam bir şekilde pekiştirilmesi, şüphesiz, milliyetçi cephenin oluşturulması ve topyekün milliyetçi safların birleştirilmesi yolunda ilk adım olacaktır.»

İşte bu şekilde Abdünnâsır ağa düşmüş oldu. Müslüman Kardeşlere karşı açıkça savaş açtı ve onları zindanlara doldurdu. Kamuoyunun karşısına çıkıp şu kor-

J

kunç hakikati ilan etti:

«Halk mahkemeleri Müslüman Kardeşlere bağlı ve üye sayısı dört ya da beş bin civarında olan Gizli Teşkilatın 867 üyesini mahkûm etmiştir. Kardeşlerin çeşitli şube ve silahlı odaklarda yuvalanan bu kişiler hakkettikleri cezaya çarptırılmışlardır.» Ayrıca yedi kişiye idam cezası verilmiştir:

1 - Genel Mürşid Üstad Hasan el-Hüdaybî

2- Üstad Muhammed Fergalî.

3- Üstad Abdülkadir Udeh. (Müsteşar)

4- Üstad İbrahim Tayyib.    (Avukat)

5- Üstad Hedâvî Duveyr.     (Avukat)

6- Üstad Yusuf Talat.         (İşçi)

7- Üstad Mahmud Abdüllatif Muhammed.

Genel Mürşid'in idam cezası daha sonra ömür boyu hapse çevrildi.

İdamların infaz edildiği gün Başkan Abdünnâsır halini hatırını sormak için Yahudilerin en büyük hahamına özel bir temsilci (Teşrifatçı Salâh Şahid) gönderdi. (1) Bu hahamın İslâm ülkelerindeki İslâm düşmanlarına yardım ettiği bilinen bir gerçekti. Filistin savaşlarında büyük kahramanlıklar gösteren bu seçkin insanların, komutan ve fi-

(1) el-Adâle, sayı: 1

(1) el-Ahrâm, 8 Aralık 1954

-280-

-281 -

kir öncülerinin idan edildiği gün Nâsır'ın haham Hayım Nahum'a bir temsilci göndererek hâl ve hatırını sorması bir tesadüf eseri midir acaba?

Bunun cevabını basiret sahiplerine bırakıyoruz!

Mailez Kupland'ın söyledikleri gerçeğin sadece bir yanını yansıtıyor. Oysa gerçeğe ışık tutan daha başka şeyler de var. Sözgelimi, şehîd Abdülkadir Udeh'i alalım ele. Onun subaylar Kulübündeki konferanslarına her seferinde büyük bir dinleyici kitlesi katılırdı. Abdünnâsır bu işin önünü nasıl alacağını bilemiyordu.

Nitekim bir gün Abdülkadir Udeh'e: «el-Hüdaybî İngilizlerle görüştü, aralarında geçen konuşmalar banta kaydedildi ve bu bantlar bende,» dedi. Bunun üzerine U-deh aylarca Cemaatten koptu. Udeh'i yanına çağıran el-Hüdaybî işin içyüzünü öğrenince; git dedi Udeh'e, Nasırdan iddia ettiği bantları iste, nasıl yalancı olduğunu gözlerinle göreceksin! Bunun üzerine Udeh Nâsır'a gitti ve: «el-Hüdaybî'nin İngilizlerle yaptığı konuşma bantlarını dinlemek istiyorum,» dedi. Çaresiz kalan Nasır: «O asla emanete ihanet etmez, temiz bir milliyetçidir ve hiçbir zaman hakkında şüpheye düşülmez,» cevabını verdi. Bu durumda Nasır kendisini köşeye sıkıştıran ve yalanını ortaya çıkaran bu adamdan mutlaka kurtulmalıydı. Hem bu.; adam, general Muhammed Necîb'i görevden aldığı za-" man tekrar ayni göreve getirilmesi için büyük bir gösteri

düzenlemiş ve çevresinde bütün bir milleti toplayabilmişti. Bütün bunlar, Nâsır'ın içinde birikmiş ve uydurma bir suç isnad ederek işini bitirmek istemişti. Oysa O, Hazre-ti Yusuf'un kanından kurtlar nasıl habersiz ve suçsuz i-diyse aynen öyle temizdi, suçsuzdu.

Seyyid Kutub da broşür davasıyla ilgili olarak Hat-tare başkanlığındaki Halk Mahkemesinde yargılandı. Hasta olduğu için hakkındaki hüküm tecil edilmişti. Nihayet 1965 hareketi olarak adlandırılan davanın soruşturması tamamlanınca bizimle birlikte yeniden mahkeme ö-nüne çıkarıldı ve 15 yıl hapis cezasına mahkûm edildi. Daha sonra 1965 lerin başlarında sağlık durumu nedeniyle salıverildi. Ancak, bu tahliye maksatlıydı. 1965 A-ğustos'unda yeniden tutuklanacaktı, bu arada sıhhatına kavuşacak ve darağacında sallanmaya elverişli hâle gelecekti. Aynen öyle oldu. «Allah'ın inananları ortaya koyması ve içinizden şâhidler edinmesi için Allah zâlimleri sevmez!» (1)

O halde 1954 trajedisi bir katliamdan ve İslâmî harekete yönelik bir tasfiye eyleminden başka bir şey değildir. Suyonizmi ve İngilizleri perişan eden General Muhammed Fergali'den İngiltere'nin memnun olacağını mı sanıyorsunuz! O Fergali ki, İngilizler onun başına tam

(1) Âli imrân sûresi, 140.

- 282-

-283-

beşbin cüneyh ödül koşmuştu. Onun cihad hareketinde-ki kardeşi Yusuf Talat'ın başına da aynı şekilde ödül koşmuşlardı. Ya, Abdülkadir Udeh? Siyonist ve Batılı sömürünün ondan memnun olabileceğini düşünmek mümkün mü? O Udeh ki, karşılaştırmalı İslâm Ceza Hukuku alanında yepyeni bir çığır açmıştır. Onu nasıl böyle bırakabilirlerdi? Bu mümkün değil. Nasır adındaki bu insan bilerek ya da bilmeyerek şeytana uşaklık etmiştir. Katliamı kuran, düzenleyen, icra eden işte bu insandı. Kim bilir, belki de şeytana hizmet ettiğini bilmiyordu.

TURRA KATLİAMI Olayın Şahitlerine Ait Bir Belge:

Katliamı bizzat gözleriyle gören ve hatta yaşayan güvenilir kişilerin bana yazıp verdikleri bu belgeyi kitabın bu baskısına koymayı tercih ettim.

Olay, 1957 Haziran'ının ilk cumartesi günü vuku buldu. Kardeşler bu katliamda 22 şehid ve yine 22 yaralı verdiler. Olay sırasında 6 kişi de aklını yitirdi. Olayın meydana gelmesine yol açan çeşitli sebepler vardı. Bunları şöylece sıralayabiliriz:

1- Doğrudan ve gerçek sebep: Müslüman Kardeşler Ürdün'de Cemal Abdünnâsır'ın lehine olacak bir inkılâbı engellemişlerdi. Müslüman Kardeşler Cemaatı Başkanının halifesi ve Ürdün Millet Meclisi Başkanı Ab-durrahman bu darbeyi ortaya çıkarmış ve başarısızlığa mahkûm etmişti. Darbenin arkasında da yine Cemal Ab-dünnâsır vardı. Olanlara içerlenen Abdünnâsır Turra zin-danındaki silahsız savunmasız Kardeşlere bir darbe indi-

-284-

-285-

rerek bunun öcünü almak istedi. Böylece, sıkıyönetim halk mahkemesinin haklarında verdiği caniyane hükümleri de uyglamış olacaktı. Devlet Güvenlik polisi müfettişi Ahmed Salih Davud Echur Reml'den Mauhammed Şeyh ya da Seyyid Şeyh'e bunu ikrar ve itiraf etmiştir.

2-  Doğrudan ve bahane niteliğindeki sebep: O-laydan birkaç gün önceydi. Bazı kadın erkek ve çocuklar mahpus yakınlarını ziyaret ediyorlardı. Ziyaretçilerden bir ana göğsünden çıkardığı pişirilmiş bir kuşu ziyaretçilerle mahpusları ayıran demir parmaklıklardan oğluna u-zattı oğlu da bunu aldı. Bu duruma sinirlenen hapishane görevlisi bir subay (Abdullah Mahir) yakınlarının gözü ö-nünde Kardeşlerden altı kişiyi kelepçeleyerek işkence koğuşlarına gönderdi. Bir yandan da ziyaret sırasında karışıklıklara sebep oldukları ve ayrıca bir kadının oğluna kuş eti vererek disiplinsizlik ettiği gerekçesiyle haklarında gereken soruşturmanın yapılması için ziyaretçileri polis şubesine gönderdi.

3-  Dolaylı sebep: Abdünnâsır ve düzenini tehdit eden İslâm'a karşı duydukları kin. Bu bozuk düzen hiç şüphesiz toplumu daha da yozlaştırıyor fakat öbür yandan bazı çıkar çevreleri bundan büyük ölçüde yarar sağlıyordu. Bu adamlar üstelik tedhiş yasalarının koruması altında ellerinden geleni yapıyordu. İslâm ise bu a-damları hem de düzenlerini tehdit ediyordu.

- 286 -

I

fi              Bu Ziyaretten Sonra Neler Oldu?

il

Kardeşler günün büyük bir bölümünü dağda çalışarak geçirdikten sonra hapishaneye dönüyor ve akşamdan önce de koğuşlarına giriyorlardı. Ancak bu ziyaretten sonra daha ikindi vaktinde koğuşlara girmeye zorlandılar.

Bir gün Kardeşlerden biri mahzen adıyla bilinen bir koğuşun önünde ikindi namazı kılıyordu. Bir subay geldi ve birden sert bir şekilde namaz kılan Kardeşin a-yağı altındaki seccadeyi çekti ve namazdaki bu masum insan neredeyse yüzüstü kapaklanıp düşecekti. Ve ardından bağırdı: Hemen koğuşuna gir! Kardeş koğuşa girdi. Ancak durum çok gergindi, ufuk bulutlarla kaplıydı. Bu arada hapishane idaresi çıkardığı bir kararla dağda 24 ayını dolduran her mahpus idareye vereceği bir dilekçeyle dağda çalışmaktan muaf tutulup liman içindeki şantiyede çalıştırılmayı isteyebileceğini bildirdi. Bu karar üzerine Kardeşler derin bir nefes aldı. Adı geçen ziyaret sırasında dağda bunun hasabını sararım sizden diyen ve tehditler savuran mahut subayın şerrinden korunmak düşüncesiyle Kardeşler bu yoldaki isteklerini idareye bildirmeye karar verdiler. Çünkü, mahut subayın tehdidi ciddî idi ve tamamen korunmasız bulundukları hapishane

- 287 -

T

dışında bu adam üzerlerine kurşun yağdırabilirdi. Bahane mi yok, kaçmaya kalkıştılar ben de arkalarından ateş ettim, derdi. Ayrıca, hapishane kanunları koğuş duvarları i-çinde mahpusa ateş açılmayacağı açık hükmünü taşıyordu.

1957 Haziran'ının ilk cumartesi sabahı koğuşların kapıları açılınca her kardeş Liman bildirisi uyarınca ilgili gardiyana dilekçesini verdi. Bu durumda yapılması gereken şey şuydu: Kardeşler kendilerine tanınan bir hakkı kullandıklarına göre koğuş subayı mahpusların verdiği dilekçeleri gardiyandan alır ve idareye takdim eder. Dilekçeler sonuca bağlanıncaya kadar da her zaman olduğu gibi ağaç kesimi için Kardeşleri dağa götürür ve çalıştırırdı. Ama öyle olmuyor, evrakları topluyor ve Kardeşlere koğuşlarına girmeleri emrini veriyor. Sonra da gardiyana kapıları kapatmasını emrederek saat 10'a kadar kapılar kapalı kalıyor.

Saat 10'da Kardeşlerden Hasan Devh, Abdürrez-zâk Emânüddîn, Abdülhamîd Hattâbî ve Ahmed el-Bes üstadların isimleri anons ediliyor. Hücrelerinden çıkarılan bu Kardeşler koğuş duvarları üzerinde mevzilenmiş büyük bir asker kalabalığıyla karşılaşıyor. Öyle ki, aralarında üç metreden fazla bir mesafe bulunmamaktadır. Üstelik her askerin elinde birer otomatik silah. Bundan başka binanın çevresi cephane dolu sandıklar ve sert

- 288 -

sopa ve kırbaçlarla donatılmış. Bu da yetmiyormuş gibi koğuş duvarlarının dışında ve liman alanında da sanki bir meydan savaşı varmış gibi tetikte bekleyen askerî birlikler yer almış. Adları anons edilen bu dört Kardeş koğuş sekreteri   Muhammed   Subhî'nin   bürosuna   götürüldü. Sekreterin yanında hapishane müdürü Albay Seyyid Vali ile birlikte bütün liman subayları bulunuyordu. Hepsinin elinde birer tabanca vardı. Üstad Hasan Devh'a; konuş, dediler, birşeyler söyle. O da bir iki kelime konuştu. Sonra sırasıyla Abdurrahman Emânüddîn, Abdülhamîd Hattâbî ve Ahmed el-Bes'si konuşturdular. el-Bes şunları söyledi: «Silahla donatılmış bunca asker, subay çevremizi neden sardı? Bu durum beni ciddî bir şekilde kaygılandırıyor. Bu cephane ve sopa yığınları, böyle bir tedbire neden gerek duyuldu, bütün bunlara sebep ne? Eğer maksat Kardeşleri vurmaksa, bunlara gerek yok, çünkü onların elinde herhangi ber şey bulunmamaktadır. Hem onlar bunu hakedecek ne yaptılar ki! Sayın  müdürden  istirham ediyorum,  gereksiz yere kuvvete başvurmadan durumu hikmet ve merhametle halletsin.»

Bu sözler müdüre tesir etmişti. Ahmet el-Bes'se dönerek: «Vallahi, dedi, vallâhil'azîm ey filanca, ben polislik hayatım boyunca her işi kuvvetten önce hikmet ve merhametle halletmişimdir. Hizmet dosyam bunun isbatı-

- 289 -

R: 14, F: 19

dır. Şimdi de aynı şeyi yapacağım emin olun. Bu sözlerinden sonra müdür kalkıp limandaki bürosuna gitti. Bu dört Kardeşi beklemekle görevli birkaç subayın dışındaki öteki subaylar da müdürü izleyerek beraberce çıktılar. Bürosuna giden müdür Hapishaneler Genel Müdürü ve dönemin içişleri Bakanı Zekeriya Muhyiddîin ve tabii olarak da Başkan Cemal Abdünnâsır'la ayrı ayrı telefon görüşmesi yaptı. Bu görüşmelerin sonucu şu idi: «Ne olursa olsun Kardeşler ezilecek ve tamamen yok edilmeye çalışılacak!»

Birden aralarında eski genel sivil polis müfettişi Ahmet Salih Davud'un da bulunduğu birkaç genel istihbarat elemanının çevreye dağıldığı görüldü. Herbirine yirmi ya de otuz Kardeşin bağlanabileceği kalın zincirler dolaşmaya başladı ortada. Gardiyan işe başlamıştı bile. İlk zincire Hattâbî'yi, el-Bes ve Emanüddîn'i bağladı. Hasan Devh mi? O, daima tek başına tutulduğu özel hücresine götürülmek üzere işkence koğuşuna gönderildi.

Daha sonra gardiyanlar Kardeşlerin bulunduğu koğuşları ikişer ikişer açmaya başladılar. Önce iki koğuştan altışardan 12 kişi çıkmıştı arayıp taradıktan sonra bunları alıp zincirlere vurdular. Böylece, ilk planda 15 kişinin zincirlenmesi işi tamamlanmış oluyordu. Sıra 5. ve 6, koğuşlardaki Kardeşlere gelmişti, onlarda çıkarılıp a-rama ve zincirleme işinin tamamlanması için liman mey-

- 290 -

danına götürüldüler. Biri hariç hepsi oturmuştu. Subay a-yaktakine bağırdı: «Otursana veled!» Oysa, buraya konulmadan önce her Kardeşe görev unvanıyla hitap edilirdi. Doktor! ya da Başmühendis! gibi. Bu durumdan fazlasıyla rencide olan bu altı Kardeş, büyük bir öfkeyle ö-teki Kardeşlerin kapatıldığı koğuşların bulunduğu üçüncü kata çıktılar. Gardiyanın elinden anahtarı alan şehid Kardeş Ali Hamza kapıları açarak bütün Kardeşleri dışarı çıkardı. Hainlerin planı bu şekilde başarısızlığa uğratılmış oldu. Plan gayet açıktı: Bütün Kardeşler zincire vurulacak ve sonra dağa götürülüp kaçmaya teşebbüs ettikleri gerekçesiyle kurşun ve sopa yağmuruna tutulacaktı.

Emir böyleydi ve yüksek makamlardan gelen bu emrin mutlaka uygulanması gerekirdi. Liman idaresi beraberindeki sivil polis ve subaylarla yok etme planı üzerinde uzun uzun düşündükten sonra zincire vurulan on-beş Kardeş başka bir bölümdeki hücreye nakledildiler. Burada öğle namazını cemaat halinde kıldılar. İmamlıklarını da tedavi için Vâhât'dan gelen bir Kardeş yaptı. Vâ-hât'daki bu Kardeşler kendilerine yapılan işkencelere . katlanamaz hâle gelmişler ve belki salıveriliriz umuduyla geçmişte güya yaptıklarından özür dileyerek hükümeti destekleyen bir gösteri düzenlemişlerdi.

Dağdan dönen mahkûmlar koğuşlarına konulmuşlardı. Bunlara mahsus dört koğuş vardı ve hepsinin kapı-

-291-

sı da üzerlerinden kapatılmıştı. Hapishane içindeki atölyelerde çalışan öteki mahkûmlar da aynı işleme tabi tutulmuştu. Ancak, Kardeşlerin bulunduğu bölümdeki koğuşların kapıları açık bırakılmıştı. Kardeşler bu durumdan umuda kapılmıştı. Sanmışlardı ki, onaltı Kardeşin hücre-reler kapatılmasıyla -ki, Devh tek kişilik hücreye, ötekiler de zincirlenmiş olarak ayrı bir hücreye konulmuştu.-bu iş artık sona ermiştir. Heyhat! Başladılar öğle namazı için hazırlık yapmaya. Bir yandan abdest alıyorlar bir yandan da hücreleri temizliyorlardı. Birden, evet birden müthiş bir manzara: Büyük bir askeri birlik başlarında subaylar bir numaralı binaya dalıyor. Bir kısmı da dördüncü kata tırmanmış ve içlerinden bir subay baskını haber veren bir el ateş ediyor. Bu baskın elbette İsrail ü-zerine değildi. Kardeşler bunu sadece korkutmayı hedef alan kuru sıkı ateş olarak düşünmüş, bir an öyle sanmışlardı. Ama asıl hakikati çok geçmeden anladılar. Gerçek kurşunlarla belirli hedeflere ateş ediliyordu. Bu baskında pek çok Kardeş yerde buldu kendini. Ayakta kalabilen-lerse koğuşlara kaçıp sığındılar. Bir kısmı da orada ellerine geçirdikleri demir kazıklarla kapıları içerden destekleyerek iyice kapattılar, bu kapılar kolay kolay açılamazdı. Diğerleriyse böyle bir imkândan mahrumdu. Kapı biraz zorlandı mı açılabilirdi. Hain subay da öyle yaptı ve koğuşun bir köşesine sıkıştırdığı Kardeşlerin hem de gö-

- 292 -

güslerine boşalttı kurşunlarını. Kardeşlerin kapısını içerden iyice kapattığı koğuşa gelen bir askerde, kapının ortasında gözetleme deliği olarak açılan bir boşluğa otomatik silahının namlusunu dayayarak mevcut bütün kurşunlarını içerdekilerin üzerine boşaltıyordu. Artık, kime rastlarsa. Ölen ölüyor, kalan kalıyordu. Bu kurşun yağmuru yaklaşık bir saat sürdü. Artık yapacaklarını yapmışlardı, olanca güç ve imkânlarını kullanmışlardı. Sonunda bekledikleri hasadı toplamaya gelmişti sıra: 22 ölü ve 22 yaralı!

Ortalığa korkunç bir sükûnet çökmüştü. Şehîdlerin can çekişmeleri, yaralıların iniltileri ve sıkıntı içindeki mahpus mücahidlerin sessiz figanlarından başka bir şey duyulmuyordu çevrede. Bu hâl yatsı vaktine kadar sürdü. Ortalık, toparlanmalıydı. Liman idaresi, hizmetindeki sivil polislerle birlikte mum ışığında -Çünkü, elektrik ışığı yoktu- ölü ve yaralıları toplamaya başladı. Hapishane bahçesine inen yolda silahlı ve eli sopalı askerler birikmişti, yaralılar geçerken üzerlerine saldırıyor ve çoğunu ölüler listesine dahil ediyorlardı. Bu katliamın kahramanı Mete adında bir askerdi.

İş bu kadarla da kalmıyor, eşi görülmedik bir vahşet örneği sergilenerek Liman yetkilileri sivil polislerin de yardımıyla ellerinde bıçaklar ölülerin cesetlerini, özellikle kurşunların  bulunduğu  yerleri  didik  didik  ediyorlardı.

- 293 -

Sonra verdikleri raporda olayın Kardeşler arasında çıkan bir kavga sonucu birbirlerini bıçakla yaralayıp öldürdük-ri, ortalığı yatıştırmak için müdahale eden hapishane görevlilerine de saldırdıkları belirtildi. Takdire bakın ki, savcılık yetkilileri meslek şerefini ve kendilerine olan saygılarını bütün bütün yitirmiş olmadıkları için olay üzerine ciddiyetle eğildiler; olanları anlamakta gecikmediler. Çünkü, herhangi bir şekilde isabet almış tek bir hapishane görevlisi bile yoktu. Hem bu derin yaralar kurşun isabetlerini kamufle etemk içirj, açılmıştı. Sonunda, ailelerini ebediyyen bırakıp giden bu zavallı vatandaşların geride kalanları için en azından diyet hakkı doğmaktadır; bu hakların çiğnenmesini sağlayacak ve tamamen yalana dayalı böyle bir soruşturmayı yürütemeyiz, hakikat neyse o olmalı, dediler. Bunun üzerine söz sahibi makamlar bu yetkilileri derhal değiştirdi ve yerlerine başkalarını getirdi. Tabi, onlar da soruşturmayı rafa kaldırdılar.

Liman doktorlarıysa değerli insanlardı, çok gayret harcadılar. Yetkililerden, ağır yaralıların çok acele Kas-rul'aynî hastahanesine kaldırılmasını istediler. Çünkü bu hastahanede her türlü kurtarma, tedavi araç ve usûlleri mevcuttu. Ancak sivil polisler bunu kabul etmedi. Bu iş yapılırken parola; «ölen ölür!» değilmiy di? dediler.

Aradan bir gün geçti. Katliam gününü izleyen günün akşamı; birgün öncesinin vahşet tablosunu seyre-

- 294 -

den atmosfer zor nefes alıp veriyordu. Gecenin karanlığına gömülen 22 ceset yine ihanet karanlığının kucağında dayanılmaz bir manzara çiziyordu. Taş yürekli insanların yüklendiği bu cesetler sıkı güvenlik önlemleri arasında değişik bölgelerdeki şehid ailelerine gönderiliyordu. Bu şehidler ailelerinin elinde bile rahat değildi. Ne merasim ne başsağlığı dilekleri ve ne de kabir ziyareti! Bir damla göz yaşı dökülmesine bile izin verilmiyordu. Çünkü, her cesedin başında bir bekçi vardı. Uzaktan yakından hiç kimse şehidin kabri başında üç beş dakika durmayaı içinden geçiremezdi. Gözetim o denli acımasızdı.

Olaydan üç gün sonra işkence dümeni, ölümden ve yaralanmadan kurtulan Kardeşlere doğru kırıldı. Bu kardeşler ilkin anadan doğma elbiselerinden soyuldular. Sonra yırtık pırtık birer mahkum pjaması verildi her birine. Daha sonra üç kişilik hücrelere 15 er kişi halinde dolduruldular. Ertesi güne kadar tam 38 saat bu hücrelerde ayakta durdular.

Olayın dördüncü günü; Kardeşler 20 şer kişi hâlinde ayrı ayrı zincirlere bağlanıyor ve yatsı vaktine kadar toprak üstünde oturtulduktan sonra sanki gündüz-müşcesine ışıklandırılan Liman kapısına sürülüyorlar. Meydan ise eli silahlı büyük bir asker kütlesiyle kuşatılmış. Buraya götürülen Kardeşler askerlerin ortasında

- 295 -

korkunç bir görünüm içinde bekleyen arabalara doldurulurlar. Ama, nasıl? Sözgelimi, bir zincire bağlı Kardeşlerin hepsi aynı arabaya binemiyor; bir kısmı arabanın içinde kailken bir kısmı da dışarda kalıyor. Bu durumda zorunlu olarak birbirlerini çekiyorlar. Sıkışmalar, ezilmeler kaçınılmaz oluyor. Kafa göz, el ayak hepsi birbirine karışıyor; bilekler kırılıyor; duyulmayan çığılıklar göklere yükseliyor. Bu ön hazırlık da bittikten sonra mazlumlar konvoyu motorsikletli askerler kordonunda yola koyuluyor. Trafikten arındırılan Korniş caddesi boyunca dizi dizi asker. Turra hapishanesinden yola çıkan konvoy Kanâtır-ı Hayriyye hapishanesine doğru ilerlemekte. Kardeşlerse nereye gittiklerini biimemekteler. Nihayet, Kanatır hapishanesi. İkinci bir arama. Oysa, elbiseleri, bırakın aramayı gerektirecek durumda olmayı, vücutlarını bile kâfi derce-de örtmemektedir.

Arama işi bittikten sonra kendileri için hazırlanan karanlık bir binanın yan kapısından birer birer içeri alındılar. Birinci kattaki her koğuşun önünde eli kırbaçtı bir as-- ker durmakatadır; önünden geçen her Kardeşe saldırıp vuruyor. Öyle ki, birinci darbenin acısıyla kıvranan Kardeş hemen araksından ikinci darbeyi alıyor. Bunu üçüncü, dördüncü... Yirminci darbe izliyor. Karanlıklar içinde çığılık çığılığa bağıran Kardeş hangi yöne gideceğini de bilememektedir. Bu arada binanın ortasındaki merdiven-

- 296 -

İ

de bulur kendini, kırbaçlı zebanilerin arasında. Bir asker sırtında kırbacını şaklatarak ikinci kata çıkmasını emreder. Birinci katta karşılaştıklarının tıpkısıyla ikinci katta da karşılaşır ve nihayet hücresine girer. Her hücreye üç kişi alınır, sayı tamamlandıktan sonra gardiyan kapıyı ü-zerlerinden kitler. Karanlıklar içindeki hücreyi el yordamıyla tanımaya çalışırlar. Hücrede bulabildikleri eşya şunlardan ibarettir: Üç küçük hasır, adest bozmak için bir kova ve sızan sularıyla hücrenin toprak zeminini ıslatmış bezden yapılma bir matara. Bu karanlık gecenin kurban hasadı da şöyleydi: Aklını kaybeden altı kişi ve bir öncekilerle birlikte sayıları elliye varan ölü ve yaralı!

Tam sekiz ay kaldılar burada. Hücrelerden ancak birkaç dakika için çıkabiliyorlardı. O da, her hücreden ancak bir kişi olmak üzere ve içinde kazuratların biriktiği kovayı helaya boşaltmak için. Hücre kuyusundaki yerini almak, gözleri bozulmuş, yüzleri sararmış ve bir deri bir kemik kalmış, gölgeden, hayaletten farksız arkadaşlarına kavuşmak için çok hızlı bir şekilde geri döner. Daha sonra Dr. Mustafa Nehhas banyo yapmasına izin verdi. Tabi, soğuk kış günlerinde. Binanın rutubeti zaten yetip artıyordu. Hapishane binasını çevreleyen deniz ve ağaçlarsa havayı büsbütün çekilmez etmişti. Bina, deniz ortasındaki küçük bir ada gibiydi.

- 297 -

Ve Güya Banyo:

Olayın şahidi anlatıyor: Hamama epeyce bir mesafe kala elbiselerimizi çıkarmamız emredilirdi. Anadan doğma çıplak vaziyette; tek sıra halinde dizilirdik. Sonra altışar kişilik gruplar halinde hamama doğru koşmamız emredilirdi. Hamam kapısının önündeki asker elimizdeki kirli elbiseleri alır, yerine daha pis elbiseler verirdi. İçeri tek tek giriyorduk. Gardiyan buz gibi soğuk suyu birden açıyordu üzerimize; bir dakika sonra içeri giren eli kır-baçlı bir asker hem vuruyor hem de bir yandan çabuk giyinmemizi emrediyordu. Bazılarımızın ceketini ayağına, pantolonunu da başına geçirdiği olurdu. Çok acele hamamı terkederdik. Güya kullanmamız için verilen sabunları akşam olunca askerler toplar evlerine götürürlerdi. «Allah'ı unuttular, Allah da onlara kendilerini unutturdu. Onlar yoldan çıkmış kimselerdir.» (Haşr/19)

Vâhât'a:

, Bu dayanılmaz işkencenin üzerinden 13 ay geçmişti ki Vâhât hapishanesine gönderilmek üzere bazı Kardeşleri bir kenara ayırdılar. Maksat belliydi. Bu Kardeşler Vâhât'da oraya özgü işkencelere tabi tutulacaklardı. Ötekiler ise Turra olayında köşe taşı olan Davet düşmanı Abdu'l es-Selüme adlı subayın emrinde bırakılmıştı. Bunları da yeni, Vâhât cehenneminden daha zorlu işkenceler bekliyordu.

- 298 -

 

TURRA LİMANI ŞEHİDLERİ

(3 Zilka'de 1376 h. - 1 Haziran 1957 m.)

1-  İbrahim Mahmud Ebud'dehb - Öğretmen - İs kenderiye.

2-   Ahmed Hâmid Ali Karkar - Muhasebeci -Dendît - Mîtgamer.

3-  Ahmed Mahmûd Şenâvî - Buzdolabı işçisi -Kahire - Abbasiye.

4-  el-Ahmedî Abduh Mütevelli - Ziraat Fakültesi öğrencisi - Ebuşşakuk Şarkıyye.

5-  Enver Mustafa Ahmed - Tabak - Kahire, Mıs-relkadime.

6-  Hayri İbrahim Ayta, Ezher Lisesi öğrencisi -Cîze, imbaba.

7-  Hacı Razk Hasan İsmail - Çiftçi - Kefer Şeyh, Kefer Mürâzaka.

8- Sadüddin Mahmûd Şevki, Memur - İmbaba.

9-  Seyyid Azb Savan - Gazel Şirketinde memur el-Mahalletülkübra.

10- Seyyid Ali Muhammed - Bakır tüccarı - İskenderiye.

11- Abdulfettah Mahmud Ataullah - Terzi - Kefer-Vehb - Kuyisna.

12- Abdullah Abdulazizi Cündî - Demiryolları işçisi

-299-

Şubralkahire.

13- Osman Hasan îd - Dârululum Fakültesi öğrencisi - Kal'atulkebş - Kahire.

14-  Osman İzzet Osman (ismet) Süveyş Gümrüğü memuru - Süveyş.

15- Ali İbrahim Hamza - Gömlekçi - Hilvan.

16- Fehmi ibrahim Nasr - Lise öğrencisi - Behvâş Menûfiye.

17-  Muhammed Ebul'fetuh Kavvâre - Matbaacı -Azbenâsıf - Menûfe.

18-  Muhammed Seyyid Afifi - Memur - Böynessi-rayat, Cîze.

19-  Mahmud Abdulcevad Attar - Terzi - İskenderiye.

20-  Mahmud Muhammed Süleyman Tamavi - Demiryollarında Mühendis - Abbasiye

21-  Mustafa Hâmid Ali - Lise öğrencisi - imbabe, Cîze.

Haber alma ajansları bu Kardeşlerin şehidi edildiğini kamuoyuna duyurunca Mustafa Emin önce içişleri Bakanlığına, arkasından da Cumhurbaşkanlığına telefon etti. Hepsi de bu haberin Mısır'ı dünyanın gözünde küçük düşürmek amacıyla sömürü tarafından uydurulan bir yalan olduğunu söylüyordu, işte, «Hürriyet yalnızca halkın hürriyetidir», «Halk düşmanlanna hürriyet yok» slogan-

-300-

larını taşıyan hürriyet! Bu sloganlarda sözü edilen halk düşmanları Lafon davasında hapse mahkum edilen Yahudiler değildi. Çünkü bunlar bulundukları hapishanelerde bile her türlü rahat ve kolaylığa sahiptiler. Yalnız bunlar mı? İslâm davası dışındaki tüm mahkûmlar!

Sinir krizleri yüzünden hayatlarını kaybeden Kar-deşlerse şunlardır:

22-   Muavvıd Ebu Zehra. Yemedi, içmedi, hatta konuşmadı da. Sonunda öldü.

23- Muhammed Fatih.

24- Abdulhalim Şahate.

1965 KATLİAMI

1965 katliamının tezgahlayıcısı hiç şüphesiz Ab-dünnâsır idi. Bunu anlamak hiç de zor değil. Abdünnâsır Rusya'dan silah ve çeşitli savaş malzemeleri almak ihti-yacındaydı. Bunun için de Rusya'ya şirin görünecek bazı şeyler yapması gerekiyordu. Bu işte en kârlı yolun müminleri vurmak ve Müslüman Kardeşleri ezmek olduğunu düşündü. O yüzden Abdünnâsır'ı Kiremlin'de görüyoruz. 6 Eylül 1965 de Müslüman Kardeşleri yakıp yıkmakla tehdit eden bir mesaj yayınlıyor Kiremlin'den. Mesaj yayınlanır yayınlanmaz da Mısır'daki zebanileri emri derhal uygulamaya koyuyorlar. Bir gece içinde Abdünnâsır'ın

-301 -

verdiği rakamlar esas alınarak binlerce Kardeş hapsi boyluyor. Bu, Rusya'nın olaydaki dahlini gösteren bir yaklaşımdır. İktidarda kalma hırsı da ayrı. Üzerinde titrediği bir «andlaşma» vardı; buna muhalefet eden bir cephe istemiyordu karşısında. Bu andlaşmanın bölümlerinden biri «Kesin çözüm Sosyalizmdir» ana başlığını taşıyordu. Küslüman Kardeşlerin «Kur'an düsturumuzdur», «İslâm hükmün esasıdır.» ve «Kesin çözüm İslâmdır» sloganlarının karşılığı olarak koymuştu bu bölümü.

Olaya bir de Amerika'nın rolü açısından yaklaşmak gerekir. Burada üstad" Muhammed Kutub'la aramda geçen bir konuşmadan söz etmek isterim. Muhammed Kutub 1965 yılı tutuklanmalarından önce çıkan kitabları-nı takdim etmek için Doktor Muhammed Mehdî Allam üstadımıza gider. Üstadın yanında bir müsteşrik ile karşılaşır. Müsteşrik Muhammed Kutub'a: Yazıların fikir ve üs-lûb itibariyle kardeşinin çizgisinde midir? diye sorar. Muhammed Kutub: Ben yazıyorum; o da yazıyor, cevabını verir. Müsteşrik devam eder: «Biz özellikle üstad Seyyid Kutub'un yazdıklarına büyük önem veriyor ve inceliyoruz. Tabi, genelde öteki İslamcı yazarların yazdıklarına da. Her birinin nasıl yazdığını, nerelerden kaynaklandığını bilmek, öğrenmek istiyoruz. j(Müslüman Kardeşlenin düşünce çizgisinde mi, (Sofiler)in istikametinde mi, (Şer'î cemiyet) ya da (Sünnet ihyacıları) çığırında mı sürdürüyor

- 302

yazı eylemini, buna bakarız. Çünkü, her cemaatın bir fikir, üslûp ve çizgi özelliği vardır ve bu özellikle diğerlerinden ayrılır.»

1965 yılında Kardeşlerin inkarcı ve maddeci a-kımlar arasında eylemci bir islâmî akım başlatmayı başardığına tanık oluyoruz. Cami ve kulüpleri halktan adeta devralmışlardır. Bu iki koldan harekete geçerek bütün düşünür ve yazarlara savaş açmışlardır. İşte, Merkezi Haber Alma Örgütü'ndeki «Yazarları Denetleme» komiteleri Amerikan kamuoyunun dikkatini çekerek bu İslâmî hareketin şiddetle ve mutlaka bastırılması gerektiği vurguluyordu.

Soru: Cemal Abdünnâsır'ın niyeti ortada olduğuna göre, bu durumda yapılacak en makul iş onu öldürmek değil miydi?

Cevap: Biz biliyor ve inanıyoruz ki, hakkın sesi tabancanın sesinden daha güçlüdür. O nedenle bu işi Allah'a havale ettik, intikamını O alsın dedik. O'nun muamelesinden daha güzel bir muamele, O'nun cezalandırmasından daha etkili bir cezalandırma olamazdı.

Soru: Peki, Seyyid Kutub neden idam edildi?

Cevap: Edinilen en son bilgiler şunlar: Merkezi Haber Alma örgütünün sürekli Mısır'da kalan bir heyeti vardı. Bu heyetin görevi Mısır'da yayınlanan kitapları o-kuyup incelemek ve Mısır düşünce gelişimini izlemekti.

-303-

w

Tabi, bütün bunları raporlar halinde Amerika'ya bildiriyorlardı. Gördüler ki; Seyyid Kutub, Hasan el-Benna'nın açtığı çığırda ve onun düşünce çizgisinde yürüyor, yazıyor, durumu derhal rapor edip Hasan el-Benna gibi mutlaka onun da öldürülmesi gerektiğini bildirdiler.

Mesele nedir? Mesele, toplumu cahiliyeden İslâm-a çıkarmayı hedef alan canlı İslâm ilkeleridir. Verilen mücadele işte böyle bir değişimi sağlamak içindi. Seyyid Kutub da bu uğurda öldürüldü. Cennette şehidler için hazırlanan özel makamlar, Allah Resulünün yolunda yürüyüp de şehid düşen sahiplerini bunun için bekliyor. Elbette bu şehidler bizim aramızdan çıkacaktır.

Soru: Rica etsek, şehid Seyyid Kutub'un öldürülmesine kadar geçen süre içinde olanlardan bahseder misiniz? İdamın infazını durdurmaya yönelik .çalışmalardan da?

Cevap: Bir hukukçu olarak bilirsiniz ki, 60 yaşını aşanların idam cezası ömür boyu hapse çevrilir. Ancak burada mesele kanun meselesi değildi. Biz kanunla hükmetmiyorduk ki. Sudan'da ve öteki İslâm ülkelerinin tamamında Seyyid Kutup ve arkadaşlarının, serbest bırakılmasını isteyen bir büyük çapta gösteriler düzenleniyordu.

Başkan Nasır son ve gizli emir verdi: «Artık bu işi bitirin. Bir oldu-bittiye getirerek Arap ve İslâm dünyasın-

-304-

daki şiddet alevlerini söndürün, yükselen sesleri susutu-run.» Emir aynen uygulandı ve Seyyid Kutup sessiz sedasız idam edildi. Her şey olup bittikten sonra dünya kamuoyu olayı öğrenmişti. Dilerseniz bir de şu olayı anlatayım: Bir gece uyuyorduk. Bazı Kardeşlerimiz tabi merak şevkiyle koğuşlardaki deliklerden dışarıyı gözetlerken bazı silahlı gardiyanların Muhammed Nevvaş ve Abdul-fettah İsmail ile birlikte olduğunu görürler. Bunlar idama mahkum olmuşlar ve karar vicahi olarak kendilerine duy-rulduktan sonra daha önce bulundukları büyük hapishanedeki koğuşlarından alınarak küçük bir hücreye konulmuşlardı. Şimdi buraya da elbiselerini almak için geldikleri anlaşılıyordu. Birden, idam cezasının infaz edildiğinin haberi duyuldu. Mutad icraat ve işlemlerden hiç biri yapılmadan hem de. Sözgelimi, hapishaneler yönetmenliğine göre hüküm infaz edilmeden önce mahkum tartılır, nabzı, kan basıncı ölçülür, ailesine haber verilir, vasiyye-tini yazma fırsatı tanınır ve son arzuları yerine getirilir. Bu iki şehide bu haklardan hiç biri tanınmamıştı. Arap ve İslâm dünyasında pek çok gösteriye neden olan bu a-damlardan bir an önce kurtulmaktı mesele. Ne iğrenç ne yüzkarası bir tablo, değil mi?

Soru: Davetçilerin sonu neden darağacı olmuştur?

Cevap: Bu sorunun cevabını Mağrib'de yayınlanan

Şaban 1365 sayılı en-Nur dergisi veriyor, birlikte okuya-

- 305 -

R. 14, F: 20

lım: (Amerika'nın Kahire sefiri Mr. Cafre, Cemal Abdün-nâsır'ı ziyaret ederek Müslüman Kardeşleri ortadan kaldırdığı takdirde Amerika Birlekşik Devletlerinin kendisine her türlü yardımı yapmaya hazır olduğunu bildirdi. Bunun üzerine yönetimde İslâmî esaslara uyacağına dair yemin ederek söz veren Nasır bu sözünü tanımamaya başladı. Müslüman Kardeşlere karşı takındığı tavır da değişivermişti. Bu görüşmeden sonra tabi Mr. Cafre de Beyaz Saray'da Başkanın müsteşarı oldu. Daha sonra özel temsilci sıfatıyla Arap ve İsrail bölgelerini dolaştı. Amerika'ya döndüğünde Arap ve İsrail arasındaki barıştan söz eden bir rapor sundu ve: «Böyle bir barış mümkün, ancak Müslüman Kardeşlerin ortadan kaldırılması şartıyla. Çünkü, bu konuda aşılması imkânsız zorlu geçit görünümü sergiliyor Müslüman Kardeşler. Gerek Mısır'da gerekse öteki Arap ükelerinde böylesine siyasi bir etkinliğe sahipler.» dedi.)

Rapor, Amerika'da yayınlanan Life dergisinde yayınlanmış ve tutuklamalar, işkence ve idamlar başlamıştı. Bu olayalar 1954 yılına rastlar. Aradan 20 yıl geçtikten sonra yine benzerleriyle karşılaşıyoruz. Çünkü, sebepler aşağı yukarı aynı.

Mytshecen Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Meets-hal de profesörlük tezinde: Müslüman Kardeşlerin İslâm anlayışı, hareket ve faaliyetleri, sahip oldukları çizgi içte

ve dışta karşılaştıkları bütün düşmanlıkların tek sebebidir,» der.

Robert Jackson da şunları söyler: d) «Sağlık durumu iyiden iyiye bozulan Seyyid Kutub o nedenle affa uğradı ve 1964 yılında hapishaneden çıktı. 1965 Hazi-ran'ında yeniden tutuklandı. Sağlığı bozulmuş bir yazar, düşünce adamı devrim plaları için vakit bulabilmiş midir? Bu işin o kadar kolay olmadığı açık. Nitekim, 23 Temmuz 1952 hareketini yürütenlerin de zikrettiği gibi bu tür eylem planları hem de silahlı kuvvetlerin ortasında 1940 lardan 1952 lere kadar uzunca bir hazırlık dönemini kapsamıştır. Ortada böyle bir tecrübe de varken, e-vinde hasta yatan Seyyid Kutub'un hem de sürekli sivil polis gözetimi altında bulunurken devrim planladığı nasıl iddia edilebilir?»

«Seyyid Kutub tutuklandığında evinde arama yapılmış ve kitaplarından, telif eserlerinden başka bir şey bulunamamıştır. Peki, bu durumda hangi silahla devrimi gerçekleştirecek ve yönetimi ele alacaktı?

Sadece inkılap hakkındaki düşüncelerinden dolayı tam on kişinin tasfiye edildiği nerede görülmüştür? Madem öyle, inkılap girişimindeki payı hesaba katılarak askerî kuvvetlerin ve silahlı halk örgütlerini de yanına alan

(1) Kur'an Adamı Hasan el-Benna, Enver Cûdî tercemesi, s.15-36, baskı 1977

-306-

-307-

merkez kuvvetleri bu dava dolayısıyle neden tasfiye e-dilmemiştir? Onlara niçin dokunulmamıştır?»

Seyyid Kutub davası; Alâl el-Fâsî'nin (1) de dediği gibi; «Hak ve hakikat davetçisi olan herkesin davasıdır. Gören herkesin rahatça anlayabileceği gibi dava adamı her müslümanın başına gelenlerdir onun başına gelenler. Böyle bir dava adamı kalbindeki iman kökleri iyice sağ-lamlaştıktan sonra insanların gönlüne giden yolu iyi bilir. Artık kafasındaki ilkeler kendini, istikametini bulmuştur, sahip olduğu irrjan ve idraki, pratikte uygulama safhasına dökmüştür. Yazdıklarıysa kalblere, zihin ve ruhlardaki yerine doğru yol almaya başlamıştır.»

«İslâm düşmanları bu dava adamının önünde duramaz artık. Fikirlerinin susuz kalblere, çıkış arayan ruhlara, şaşıran zihinlere doğru yol almasını önleyemez. İnsanlık halka halka onun çevresinde toplanır. Seyyid Ku-tub'un içinde bulunduğu realite işte bu idi.»

«İşte bunun için, fikrini bertaraf etmek gayesiyle onu idam ettiler. O da Rabbine yürüdü, ama fikirleri yine kaldı.»

«Seyyid Kutub'un yazılarında sosyal konularla ilgili yanlış anlamalara sebep olan yabancı kavramlar bulma-

(1) Bir İslâm düşünce adamı olan Fâsî aynı zamanda, Merakeş İstiklal Partisinin de lideridir.

ya çalışanlara onun şu ebedî sözünü hatırlatmamız gerekir. Şöyle diyor: «Biz hakim değil davetçiyiz. insanları hidayete çağıran davetçileriz. Şurada, burada hayatlarını Allanın nasıl sona erdireceğini bilmediğimiz insanların karşısına hakim konumunda çıkamayız, buna hakkımız yok. Amel hususunda titiz davrananlar yaptıklarına güvenmemelidirler. Çünkü, itibar sonuçlaradır.»

Seyyid Kutub şehîd edilmek üzere bulunduğu sırada bile daha önce yazdığı şu cümleleri tekrarlıyordu: «İslâm davetçisi mü'min olduğu sürece galip durumundaki muhalifine yüksekten bakar. Kesin kesin inanır ki, içinde bulunduğu yenilgi durumu geçicidir ve kısa bir süre sonra iman yeniden şahlanacaktır, kimse bunun önüne geçemez. Farzet ki ölüm çıktı karşısına, yine baş eğmeyecektir ona. İnsanlar nasıl olsa ölecektir; ama o şehid olacaktır. Galibi bu dünyadan cehenneme doğru yol alırken o, cennete uğurlanacaktır. Ne müthiş fark! O, Rabbisinin şu nidasını dinlemektedir: Kafirlerin diyar diyar gezip refah içinde dolaşması sakın seni aldatmasın, az bir faydalanmadan sonra onların varacakları yer cehennemdir. O, ne kötü bir durak! Ancak, Rabblerinden korkanlara Allah katında ziyafet olarak içlerinden ırmaklar akan cennetler vardır. Orada ebedî kalırlar. Allah katında o-lan iyiler için daha hayırlıdır.» i1)

(1) Âli Imran sûresi, 196-198.

-308-

-309-

MÜSLÜMAN KARDEŞLER ÇEVRESİNDE BİR TARTIŞMA

Soru: Bazıları, Müslüman Kardeşler hareketinin Krala karşı direnen tek silahlı güç olduğunu söylüyor. Za-tıailinizin bu konudaki görüşü nedir?

Cevap: Kardeşlerin daveti yüzdeyüz İslâmî idi. Zorba kafirlerle savaşmak ve onları topraklarımızdan sürüp çıkarmak da İslâm'ın bize yüklediği bir görevdi. Bu arada hürriyet içinde yaşayan toplumumuz sömürünün istilasına uğramıştı. Hal böyle olunca gerek Mısır gerekese öteki İslâm ülkelerini istiladan temizlemek için harekete geçip silah topladık, savaşlar hazırladık. Halkın cihad hakkını e-linden almasın diye hain yöneticilerden durumu gizledik.

Yönetimin başındakileri kurtuluş hareketinin içine sokmayı başarmıştık. Bu hareket Filistin'deki siyonizme karşı mücadele verirken, ikinci dünya savaşı sonrası Mısır'daki İngiliz işgaline karşı da bir direniş gücü olarak etkinliğini sürdüyordu. İşte bu gelişmelerden sonra Hükümet bizim cihad konusunda neler yapabileceğinize dair bir bilgi edinmiş oldu. Ama bu bilginin hacmi baştakilerin iman ve milliyetçiliklerine duyulan güven kadardı.

Soru: Bazıları da Kardeşlerin inandığı ilkelerin mutlak doğru olduğunu, diğerlerinin inandığı ilkelerinse yine mutlak yanlış bir muhtevaya sahip bulunduğunu iddia edi-

yor. Zatıalinizin bu konudaki fikrini istirham etsem?

Cevap: Biz; gayemiz Allah, Liderimiz Peygamber, ¦ düstûrumuz Kur'an, yolumuz cihad ve Allah yolunda öl-mekdir, diyoruz. Yine diyoruz ki: Gayemiz, İslâm'ı gerçek manada anlayan, onunla amel eden ve silkinişe yönelik her harekette onu esas alan yepyeni bir nesil oluşturmaktır. Doğruların bir değil de birden fazla olabileceğini de her zaman ihtimal dahilinde tutarız. O yüzden İmam: «İttifak halinde olduğumuz konularda yardımlaşırız; görüş ayrılığına düştüğümüz konulardaysa birbirimizi mazur görürüz,» derdi. Hatanın karşıtı olan doğrunun birden fazla olabileceğini söylerken, bundan batılın karşıtı olan hakkın birden fazla olabileceği manası çıkarılmamalıdır. Merhum şöyle derdi: «İslâm için çalışan bir cemaatın güçlü halde bulunması zayıf_ durumda bulunmasından hayırlıdır. Böyle bir cemaatı zayıf düşürmeye çalışmaksa hiç doğru değildir.» Üstad bu tür cemaatlerin zedelenmesine asla izin vermezdi.

Söylediklerimiz ana hatlarıyla şunlardır: Yepyeni bir İslâm nesli oluşturmamız için, öncelikle, Allah Resulünün ortaya koyduğu İslâm toplumu hakkında Müslümanları sağlıklı bir bilgiye sahip kılmamız gerekiyor. Günlük hal ve harekatımızı, yaşayışımızı o topluma uydurmaya çalışmamız, kendimizi o toplumun terbiyesiyle yetiştirmemiz şarttır. Çoluk çocuğumuzu, aile ve yakınlarınızı,

-310-

-311 -

hatta amiri durumunda bulunduğumuz kişileri de aynı havaya sokmamız gerekir, «Önce kendini ıslah et, sonra başkalarını çağır» cümlesi parolamız olmalıdır. Davet alanında birlikte çalıştığımaz kişiler hakkında daima iyi düşünmeliyiz. Onlarla birlikte olduğumuz sürece parolamız: «Nefsini suçla, kardeşin hakkında iyi düşün» olmalıdır. Daha önce İslâm için çalışanlar olmuştur, onların geriye bıraktığı tecrübe'hazinesini görmemezlikten gelemeyiz. Üstadın Presipler Risalesi'nde İslâm düşüncesinin esaslarına dair ayrıntılı bilgiler vardır. Davet erlerinin yazdığı diğer eserlerde de bu düşünceye dair geniş açıklamalar mevcuttur. (1) Ayrıca, İşçi Kardeşin Görevleri adlı risale i-le Kardeşlerin çeşitli zamanlarda düzenlemiş olduğu toplantılarda İslâmî uygulamalar konusunda eğitim metotları sergilenmiştir. Yeni bir İslâmi nesili oluşturmak için önce bu safhalardan geçmemiz gerekiyor.

İşte, İslâm toplumu böyle bir sükunet ortamında ve kendi kendiliğinden oluşur. Bu şekilde oluşan bir İslâm toplumu kendi içinden kendi hakim güçlelrini de çıkaracaktır. Çünkü, bir şeyin madeni neyse kendisi de o olur.

Kardeşlerin daveti gaye ve vesile bakımından kı-

tı) SeyykJ Kutub, Fethi Yeğen, Abdulkerim Zeydan, Mustafa Meşhur, Abdulka-dir Udeh, Abdulmüteal el-Cebrî ve Said Havva gibi Kardeşlerin eserleri.

-312-

saca işte bu. Kim bu yolda yürürse doğru yolda, hak yolda olur. İnancımız odur ki, bu davetin dayandığı esas Allah'ın kitabında beyan ettiği ve Resulünün de ashabıy-la birlikte aynen uyguladığı sistemdir. Önümüzde Allah Resulünün hayatı var, O'nun bu sisteme bağlı cihadından bize intikal eden tecrübeler mevcut. Şöyle söyliyeyim; eğer başımıza belalar geliyorsa, bundan yolun doğruluğunu gösteren bir mana çıkarırız. Çünkü, bizden önceki samimi dava erleri bu tür belalarla karşılaşmışlardır. Müslüman Kardeşlerin dışındaki İslâmî cemaatların yürüttüğü davet eylemlerine gelince, Allah'ın verdiği muvaffakiyet, idrak ve takat ölçüsünde onları da birer cihad hareketi kabul ederiz. Hadisi şerifte: «Herkes fıtratına uygun olanı başarır.» buyuruluyor.

Soru: Merhum Üstad Hasan el-Hüdaybî'nin Müslüman Kardeşler hareketindeki rolü nedir?

Cevap: Üstad Hüdaybi'nin rolü mü? Bunu şöyle anlatayım: Bir kere o, sebatta, şecaat ve atılımda, İslâmî hareketi eritmeden sağlam bir yapı halinde ayakta tutmakta mükemmel ve örnek bir liderdir. Tahrir, Irkçı Birlik, Sosyalist Birlik gibi gruplara katılmama ve herhangi bir kabineye girmeme konularındaki isabetli kararlarıyla Davet gücünü, potansiyelini dağılmaktan, çürümekten koruyan, kurtaran adamdır. Kardeşler, topluma İslâm'ı, haysiyet ve hürriyeti kazandırmaya çalışıyordu; yoğun bir e-

-313-

ğitim faaliyeti içindeydi. el-Hüdaybî üstün sevk ve idaresiyle Kardeşlerin bu çabalarını-b'oşa çıkarmaktan korumuştur. Sonra bütün bu grupların, kuruluşların, çıkarcıların, komünistlerin emrinde olduğu apaçık ortaya çıktı. İçlerinde ancak pek az kişi milliyetçilik davasında samimi idi; fakat onlar da egoist zorbaların tufanında boğulup gitmişti. Nitekim, gelmiş geçmiş bütün kabineler Cumhurbaşkanlığına bağlı sekreterlikten farksızdı. Biri kazara: «Hımmm,» demeyegörsün, «işinize son verildi!» denirdi hemen; tıpkı Mısır mizahında olduğu gibi. Ezher Rektörü Muhammed Hudari Hüseyin ki, makamının ehli olmasına rağmen görevden uzaklaştırılmıştı. Mühendis Abdulaziz Ali ve Dr. Hilmi Murad başarılı iki bakandı; onların da atıldığını, sanırım hatırlarsınız.

Sonra İmam el-Hüdaybî, Müslüman Kardeşlerin bakış açısını belirleyendir. Hatta gezip dolaştığı Arap ülkelerinde Filistin davası konusunda Müslümanları uyaran, ne yapmaları gerektiğini öğretendir. Gayet açık bir üslupla Filistinlilere şöyle haykırmıştır: «Arap devletleri birbiriyle uğraşıyor, İsrail ise yapacaklarını yapmaya devam ediyor. Eğer Filistinliler ülkelerini gerçekten seviyorsa zorbaların elinden geri almak için bir an önce kendileri harekete geçmeliJer!» 1954 yılında yaptığı bir gezi sırasında ahmak arap politikacılarına şu sözleri söylemiştir: «Filistin'deki bir köyü savunmak Kahire'yi savunmaktır,

-314-

Mekke'yi, Medine'yi savunmaktır, diğer Arap şehirlerini, başkentlerini savunmaktır. Arap devletleri bu gerçeği idrak etmek zorundadır. Filistin davasına yapacakları yar-mı bir iane, sadaka olarak göremezler. Nefsî müdafaanın, Arap ülkelerinin hepsini birden tehdit eden tehlikeyi ortadan kaldırmanın ana esaslarından biridir bu!»"

Üstad el-Hüdaybî Daveti her zaman yozlaşmaktan korumuştur. Ahrar diktası, onu, muhalif grup hakkında küfürle hüküm vermeye zorlamıştı. İslâmî hükümlerin baskı altında sağlıklı bir şekilde ortaya konamayacağını bildirerek bu işten kurtulmasını bilmiş ve o meşhur: «Biz hakim değiliz, sadece davetçiyiz!» sözünü söylemiştir. Onun bu keskin kararının Cemaatın bütünlüğünü muhafazasında büyük etkisi olmuştur. Döneminde hiç kimse O-nun kadar zorbalar karşısında başı dik durmamıştır. Hakka bağlılıkta, sabır ve sebatta aşılmaz bir dağ gibiydi. Nihayet, hem razı hem de rıza kazanmış olarak Rabbine kavuştu. Allah Onu geniş cennetleriyle armağanlandırdı.

Soru: Bugün de Müslüman Kardeşler Cemaatına karşı çıkan var mı?

Cevap: İslâm daveti hiç şüphesiz ebede kadar batılla mücadeleye devam edecektir. Neden mi? Çünkü, Allah Resulüne bile karşı çıkanlar olmuştur. Halbuki O, kavmi arasında doğruluğu ile biliniyor ve söyledikleri kabul görüyordu. Dürüstlüğü herkesçe malumdu. «Biliyo-

-315-

ruz ki onların söyledikleri seni üzüyor. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar.fakat o zalimler bile bile Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar.» (1)

Şüphesiz, mesele savunduğumuz ilkeler meselesi değil. Bu ilkeler doğru mu, yanlış mı tartışması yok ortada. Mesele şu: Karanlıkta yaşayan yarasalar ışıkla karşılaşmaktan, İslâmî davet ışığıyla yüzyüze gelmekten korkuyor, hem de şiddetle. Çıkar çevreleri, resmî makamlarca beslenenler ve arkalarındaki haçlı, Siyonist sömürü, Siyonizm ve komünizm, bütün bunlar bazı kişileri çalıp ö-zel olarak işliyor ve tam "kullanılır hale geldikten sonra zalimlerin eline maşa olarak takdim ediyorlar. İşte bütün mesele bu güruhun kasıtlı düşmanlığıdır. Sahih-i Buharî-den şöyle bir hadis zikredelim burada; Huzeyfe bin Ye-mân anlatıyor: «Ashab bir sohbet sırasında Allah Resulüne hayırdan soruyordu. Ben de karşılaşabilirim korkusuyla serden soruyorum. Dedim ki: Ey Allah'ın Resulü, cahiliye ve şerr içinde bulunuyorduk, Allah bizi bu hayra yani İslâm'a hidayet etti. Bu hayırdan sonra karşımıza tekrar çıkacak bir şer var mıdır? 'Evet,' cevabını verdiler. Peki, bu serden sonra hayır var mıdır? dedim. 'Evet, a-ma üzerinde bir bulanıklık da olacak,' buyurdular. Nedir bu bulanıklık, üstü kapalılık? diye sordum. Buyurdular ki:

(1) En'am sûresi, 33

-316-

'Yakınımızdan bazı insanlar, dilimizle konuşurlar, bazen tanırsın bazen de tanıyamazsın.' Sordum: Bu zamanla karşılaşırsam ne yapmamı emredersiniz? 'Müslümanların cemaatına ve imamlarına sarılırsın!' cevabını verdiler. Dedim: Ya cemaatları da imamları da yoksa? Buyurdular: 'O grupların tamamından ayrıl, git istersen bir ağacın köküne tutun, dişlerinle kavrayarak!»

Kur'an-ı Kerîmde ne güzel buyrulur: «Kendi milletlerine uymadıkça Yahudi ve Hıristiyanlar senden asla hoşnud olmayacaklardır.» (1)

Hazreti Adem ve oğulları ile şeytan arasındaki düşmanlık hikayesi hakla batıl arasındaki mücadelenin sürekliliğini vurgulamaktadır. Çünkü, İblis cennetten ko-ğulduğunda Rabbine: «Senin kudretine and olsun ki, onlardan sana içten bağlı olan kulların bir yana, hepsini azdıracağım» (2) dedi.

Soru: Partiler yeniden kurulsa, Müslüman Kardeşler Cemaatı da harekete geçer mi, ne dersiniz?

Cevap: Gelin, bu sorunun cevabının Cemal Ab-dünnâsır'dan dinleyelim, şöyle diyor: «Müslüman Kardeşler Cemaatı ölümsüz bir topluluk. Ondan nasıl kurtulacağımızı bilemiyoruz. Biz Sosyalist Birlik ve benzeri

(1)  En'âm sûresi, 120

(2) Sad sûresi, 82-83

-317-

teşkilatlarımız için binlerce cüneyh harcıyoruz, varlıklarını sürdürebilmeleri için sayısız defalar maddî destek sağlıyoruz, gelişip serpilsinler diye her türlü imkânı önlerine seriyoruz. Ama ne oluyor? Biz ıslah etmeye çalıştıkça onlar batıyor adeta. Oysa Kardeşler, her zaman dimdik ayakta, hayatiyetini sürdürüyor. Sosyalist Birliği temizlemeye büyük önem veriyoruz. Onu kökünden sarsıp kendine getirmek, saf bir şekil vermek istiyoruz. Öte yandan şu gerçeğin farkındayım; Kardeşlerden herhangi biriyle sokağa binlerce cüneyh at, hiç korkun olmaz, kaybolmaz çünkü. Dürüstlüklerine kimse bir şey diyemez. Biliyorum ki, tutuklanan Kardeşler suçsuzdur. Ancak, bunlar bir gizli ordu durumunda kopmaları mümkün olmayan ilkelerini savunuyorlar. Zaten bunun için bir araya gelmişler, işte ben de bundan dolayı tutukladım onları. Güvenliğimizi sağlayabilmemiz için bu şarttı. Çünkü onlar, inançlarını hiçbir zaman unutmadılar ve ebede kadar da unutmayacaklar.»

Doğru; Müslüman Kardeşler ölmeyen bir davettir. Ya da John Cony'nin, Amerika'da yayınlanan bilimsel nitelikli hıristiyan Montiez dergisinde, Amerikalı bir yetkilinin diliyle söylediği gibi: «Müslüman Kardeşler Cemaatı, yokluğa karşı sıkı tedbirlerle donanmış sağlam bir kaledir.»

Neden mi? Çünkü o, Allah Resulünün davetidir.

-318-

Çünkü o, Allah'ın korumasını bizzat üstlendiği İslâm ve Kur'anın davetidir. Cenabı Hak: «Doğrusu Kitabı biz indirdik, onun koruyucusu da elbette biziz» C) buyurmu-yor mu?

Bizler, İslâm davetinin korunması uğruna şehid o-larak ölmeye hazırız. Bu davetin hurafeler tarafından yenmesine, kavramlarının değişip bozulmasına izin veremeyiz. Bizler ölürüz, ancak bu bir gaye uğrunadır; davetin gençliğimizde daha genç, daha güçlü bir şekilde yenilenmişidir gayemiz.

Hasan el-Benna, siyah sakalıyla zamanın tek örnek genciydi. Siyah sakallı tek kişiye rastlamak mümkün değildi o vakit. Hasan el-Benna ve birkaç gencin dışında mevcut sakallar hep beyazdı. Ya şimdi? Hamdolsun binlerce sakallı genç, binlerce başı örtülü genç kız mevcut.

Merhum Üstad el-Benna kadınlardan oluşan büyük bir topluluğa bir konferans vermişti. Konferansa katılanların çoğunluğunu üniversite mensubu genç kızlar o-luşturuyordu ve aralarında başı örtülü tek bir kişi yoktu. Üstad konferansı bitirince: Konferans dediler, dini bir konferanstı ve biz böyle bir kanferansı başı açık dinledik, bu hususta ne dersiniz? Üstad: Bu konferansı anla-

(1) Hicr sûresi, 9.

-319-

diniz mı? dedi. Evet, dediler, anladık. Bunun üzerine Üs-tad: Ancak bunun gibi beş konferantan sonra, inşaallah, başörtüsü ve benzeri konular üzerinde durabiliriz, cevabını verdi. Yani gönüllerdeki imanı, Allah, Peygamber ve İslâm sevgisini iyice pişirdikten, olgun hale getirdikten sonra.

Dünkü şartlar böyleydi. Bugün böyle konuşmak durumunda değiliz, artık, saçların örtülmesi gerektiğini söylüyoruz. Bir telini dahi göstermenin haram olduğunu ve mutlaka kapatılması icap ettiğini konuşuyoruz. Bazı genç kızlarımız da tepeden tîrnağa kapanılmasını, yüzün dahi gösterilmemesi gerektiğini haykırıyor. Bu da gösteriyor ki, artık İslâm daveti büyük bir kuvvet halinde ilerlemektedir.

Ben şahsen Daveti Merhum Hasan el-Benna'nın elinde yetişmiş marangozlardan öğrendim, davete ait uygulamalı fıkhı endüstri okullarından mezun gençlerden öğrendim. Allah hepsinden razı olsun.

Şimdi, çağdaş İslâm fıkhını anlayan üniversiteliler, yüksek liyakat sahibi kişiler buluyoruz. Dahası, İslâm davetine ait özel üniversite şubeleri ve hatta fakülteler bulabiliyoruz.

40 lı yıllarda üniversitede öğrenci Kardeşlerle o-turur sıkı bir çalışma düzenine girmimizin şart olduğu ü-zerinde düşünür, üstün hale gelebilmemizin buna bağlı

-320-

olduğunu konuşurduk. Böylece İslâm düşüncesine hizmet edecek üniversite ders programları hazırlardık. Tabî, bu programlar belli konuları ihtiva ederdi. Biz tutuklandıktan sonra üniversite bu programları kaldırdı. Şimdi bildiğiniz gibi İslâm daveti gençliğe yönelmiş bulunmaktadır. İşte, biz de hâlâ diriyiz, davetimiz ayakta. Geriye sadece resmî kuruluş meselesi kalıyor.

Resmî kuruluş biçimine gelince; Biz hiçbir zaman Müslüman Kardeşler Partisi adını taşıyan ve o şekilde bir parti olmayı istmedik kabul etmedik. Hasan el-Benna'nın bıraktığı gibi derleyip toparlayıcı İslâmî bir cemaat, «Müslüman Kardeşler» olarak kalmayı ve öylece devam etmeyi hedef alıyoruz. Hasan el-Benna şöyle diyordu:

«Kardeşler; siz bir hayır cemiyeti değilsiniz. Siyasî bir parti veya hedefleri belli bir takım gayeler için kurulmuş bir kuruluş da değilsiniz. Sizler bu ümmetin kalbine akan yeni bir ruhsunuz. Marifetullah nuruyla parlayan ve madde karanlıklarını yırtan yepyeni bir ışıksınız. Allah Resulünün davetini tekrarlayan ve sürekli yükselen ulu bir sessiniz!»

Burada iki şık var: Ya, kayıtsız şartsız hareketimize döneceğiz, ya da davet, olduğu gibi ayakta duracak ve bütün bir ümmet İslâm daveti için çalışacak. Bu arada Kardeşlere mensup kişiler mevcut davetlerini sürdürecekler, bu yoldaki çalışmalarını aksatmayacaklardır. Her

-321 -

R. 14, F:21

iki durumda da Kardeşler daima ayakta bir davettir ve herhangi bir yaftaya slogana da ihtiyacı yoktur. Müslüman Kardeşlerin bizzat kendisi toplumu sarsan bir akımdır. Şahsiyet ve ahlâkları ile bir ilandır, sancak ve slogandır. Bütün bunlar gerçekleşmiştir bile. Kardeşlerin getirdiği kavramlar sözkonusu türde bir sancağın yükseltilmesine ihtiyaç duymaz. Neden mi? Çünkü biz sabit, sarsılmaz bir hakikat olduk.

İ'tisam Dergisi temsilcileri İslâmî esasların kesin çözüm kabul edilmesi ve İslâmî hükümlerin düstûrda tek ana kaynak olarak belirtilmesi konusunda Doktor el-Atî-fî ile bir konuşma yapmıştı. Biz hapishanede iken el-Atî-fî (tek ana kaynak) cümlesini (herhangi bir kaynak) olarak değiştirdi. Kendisine ve bizzat Cumhurbaşkanına ve hatta basına bir yazı gönderdim ve o yazıda şöyle bir cümle kullandım: (İslâmî hükümlerin neden yalnızca herhangi bir kaynak değil de tek ana kaynak olamasını istiyoruz?) dedim. Sonra basında bir makale gördüm. (İslâmî hükümlerin neden herhangi bir kaynak değil de tek a-na kaynak olmasını istiyoruz?) başlığını taşıyordu. Bu başlık benim gönderdiğim makalenin başlığıydı, ama söz Doktor Abdülhalim'e aitti. Fakat bu sözde benim anlatmaya çalıştığım mana yoktu. Şimdi aradan tam altı yıl geçti. O vakitler biz konuşurduk fakat kimse dinlemezdi. Ama ya şimdi? Bütün bir millet bu istikamete yöneliyor.

-322 -

el-Atîfî de İ'tisam Dergisinden özür dileyerek: «Mutlaka İslâmî hükümleri istiyoruz, isteyeceğiz...» diyor.

Millet, artık doğru yolu görmeye, anlamaya başlamıştır. O halde ey Kardeşler; kimliğimizi gösterecek herhangi bir yaftaya ihtiyacımız yoktur. Müslüman Kardeşlerin daveti herhangi bir hareket gibi yoluna devam edecektir. Bu dönemde, İslâm adıyla siyasî bir parti olmayı kesinlikle isteyemeyiz.

Biz sadece tabii hakkımız olan hürriyetimizi, İslâmî hükümleri yerine getirme serbestimizi istiyoruz. Allah'ın ortaya koyduğu ve İngiliz işgalinin sesini kısmaya güç yetiremediği metod üzre İslâm için çalışmak ve bu hakkımızı kullanmak gayesindeyiz. Abdünnâsır ve çömezleri Kardeşlere saldırdı, ırz ve mallarına musallat oldu. Daha önce yaptıklarından özür dileyerek Cemaatın faaliyetine dönmesi konusunda karar vermişler, ondan sonra da yeniden fesih isteğinde bulunmamışlardır, böyle bir karara yeltenmekten Allah gözlerini kör etmiştir. O nedenle Davet meşru bir niteliğe ve anayasal bir varlık hakkına sahiptir. Şu ana kadar zorbaların hâlâ birşeyler yapmaya çalışıyor olması bu hakkı engellemez. Öyleyse ya hakkımız geri verilir, ya da Allah Resulünün yaptığı gibi yolumuza devam ederiz. Gayemiz Allah, liderimiz Peygamber, düstûrumuz Kur'an, yolumuz cihad ve Allah yolunda ölmek en yüce emelimizdir ilkesini kendimize bayrak ya-

- 323 -

parız. Erkam bin Ebu'l-erkam okulu örneğini devam ettiririz. Gerisi Allah'a kalmıştır, diler zafer kapılarını açar, dilerse başka türlü tasarruf eder.

Müslüman Karedeşleri particilik ya da hayır cemiyetleri kumkumasına çekme teşebbüsleri yeni değildir. İslâm davetini kuzeyden esen rüzgarlara karşı güçsüz duruma düşürerek tasfiye etmeyi hedef alan bu tür girişimler daha önce de görülmüştü. Sözgelimi, Kral I.Faruk döneminde çıkarılan 1945 tarihli hayır cemiyetleri kanunundan sonra Kardeşlerden statülerini belirlemeleri istenmiş, buna göre şayet siyasî bir parti iseler faaliyetlerinde İçişlerine bağlı olmaları, yok eğer bir hayır cemiyeti iseler Sosyal İşler Bakanlığının kontrolünde bulunmaları gerektiği bildirilmiştir.

Kardeşlerin şekli cemaattır. İyilik ve sosyal hizmet için and içmiş bir cemaat. Sürekli yeri Müslüman Kardeşlerin Kahire'deki Genel Merkezidir. Ülkede pek çok şubesi vardır. Sosyal İşler Bakanlığınca tescil edilmiş, her şube için bir sekreterlik kurlmuş ve gerekli defterler bastırılmış, öyle ki, bu düzen ve disiplin Bakanlık müfettişlerinin hoşuna gidecek ve aman diyecekler nasıl yapıyorsunuz bu işi, yol gösterin de öteki hayır cemiyetleri de sizi izlesin.

Daha sora iş başına gelen Vefd hükümeti Müslüman Kardeşler davetini parçlamak için 1951 yılında ce-

- 324 -

miyetler kanununu çıkardı. Bunun üzerine Kardeşler kurucu heyeti toplandı. Mısırlı, Irak'lı, Kuveyt'li ve Pakistanlı kardeşlerden oluşan kurucu heyet Cuma sabahına kadar çalışmalarını sürdürdü. Sabah namazını birlikte kılan heyet üyeleri kararı açıkladılar: «Müslüman Kardeşler; İslâm'ın gelişine neden olan ve Müslüman Kardeşler ana tüzüğünün öngördüğü hedefleri gerçekleştirmek için çalışan birleştirici islâmî bir teşekküldür.»

Daha sonra Devrimin çıkardığı 1952 tarih ve 79 sayılı kanun 9.10.1952 den önceki partilerden çeşitli icraatlar istedi. Aynı kanun Müslüman Kardeşleri partilerin teşkili kanununun kapsamı dışında bıraktı.

Bizi daha önce de çeşitli badirelerden kurtaran Allah bundan sonra da her türlü sıkıntıya karşı koruyacaktır. O bize yeter, O ne güzel vekildir.

-325-

ŞEHİD İMAM'IN SON MESAJI

8 Rebîülâhir 1370 h. ve .16 Ocak 1951 tarihli el-Mebahis dergisi Şehîd İmam Hasan el-Benna'nın Müslüman Kardeşlere hitaben yazdığı bir mesajını yayınladı. Şehid düşeli aradan yaklaşık on dokuz yıl geçmesine rağmen mesaj sanki bugün Arap ve İslâm dünyasının karşı karşıya bulunduğu olaylar üzerine kaleme alınmış gibidir. İhtiva ettiği mana ve hükümler, öğütler öylesine diri ve canlı. Çünkü büründüğü örtü değişmiş olsa bile haçlı Batı politikası yine aynı politika. Dış görünüşü, üzerindeki cila her ne kadar değişmişse de Moskova politikası yine aynı politika. Yahudi, düşman pençesi ve tır-naklaırıyla yine ayakta; niyeti, emelleri ortada.

Yalnız bu kadar mı? Memleket evladının arasında, silahın! dışardan gelmekte olan düşmanın göğüsüne doğrultmak yerine kendi insanına, kendi insanının değerlerine doğrultan niceleri bulunmakta. Üstad, dünü bugünü nasıl görebilmiş böyle? Aslında bunda şaşılacak bir şey yok. Çünkü o, her zaman ve mekanda geçerli olan Kur'an ve Hadisten çıkarıyordu bunu; idrakinin kaynağını

-326-

bu iki ana esas teşkil ediyordu. Şehid İmam şöyle diyordu: «Değerli Kardeşler, önce hepinizi kutlarım, Allah'ın izni ve takdiriyle pek çok başarılar elde ettiniz, hayırlar gerçekleştirdiniz. Yıllardan beri değişen olaylara rağmen hak dava üzerinde sabır ve sebat gösterdiniz; kutlarım, mübarek olsun. Hemen üstlendiğiniz davetin öteki davetler arasındaki yerini, özelliklerini ve hele şu sıralar ne büyük sorumluluklar taşıdığını hatırlatmak isterim. Biliniz ve hatırlayın ki, şehvetler, heva ve hevesler karanlığına batmış bu madde asrında Allah'ın kelam ve mesajlarını savunma, şer'i hüküm ve ayetlerini muhafaza ve uçsuz bucaksız çölde yolunu şaşırmış insanlığı doğru yola çağırma görevi siz iman erlerine düşmektedir. Siz bu halinizle yeryüzünün en şerefli davetini ve en kutsal sistemini yükleniyor ve haykırıyorsunuz!»

«Değerli Kardeşler; bugün dünya, Rusya komünizmi ile Amerika demokrasisi arasında sıkışıp kalmıştır. Bu ikisi arasında şaşkın bir şekilde sürekli gidip geliyor. Bu iki yoldan hiç biri ona özlediği istikrar ve başarı kazandı-ramadı. Sizlerse elinizde sema yahyinden bir deva şişesi taşımaktasınız. O halde bize düşen tam bir açıklık içinde bu hakikati bütün dünyaya duyurmaktır. İnsanlığı cesaretle kendi İslâmî sistemimize çağırmaktır. Buyurucu bir güce sahip olamayışımız bize zarar verecek aleyhimize bir durum değildir hiçbir zaman. Çünkü, davetlerin gücü

- 327 -

bizzat kendindedir, sonra mü'minlerin gönlünde, sonra dünyanın ona olan ihtiyacında ve daha sonra Allah'ın o-nu desteklemesindedir. Tabi, bilemeyiz, Allah'ın iradesi ne vakit tecellî eder, zafer ne zaman müyesser olur!»

«Belâlar ardarda gelmiş, beynelmilel gelişmeler zorlamış ve talihsiz bir dönem gelip çatmış, sonunda bir okyanustan öbür okyanusa dört milyon müslüman sömürünün pençesine düşmüş, esiri olmuş. Bu acı durum ilânihaye sürüp gidemez! Tek karışında «Lâilâhe illallah Muhammedürresûlullâh» diyen bir müslümanın bulunduğu herhangi bir toprak vatanımızın değerli bir parçası demektir. O toprağa hürriyet isteriz, o toprağı yabancı zalim sömürünün pençesinden kurtarmaya çalışırız. Bu uğurda olanca gücümüzle mücadele ederiz. Bu vatan -Doğuda Endonezya'dan batıda Kazablanka'ya kadar-Kur'an-ı Kerîmin gösterdiği düzen ve disipline bağlı olarak birlik, hürriyet ve barış ortamında yaşamak durumundadır, bu mutlu hayat onun hakkıdır. Allah'ın bahşettiği din, inanç ve düzen varken ne diye böyle bir duruma katlansın!»

«Şansımıza bakın ki, beynelmilel Yahudiliğin Arap ve İslâm Ülkelerine meydan okuduğu, topla tüfekle mukaddesatına saldırdığı böylesine netameli bir asra şahit oluyoruz. Allah'ın, bütün bu düşmanlıklar karşısında bize verdiği mukavemet üstünlüğüne inanarak bu saldırılara

-328-

i

göğüs geriyoruz.

Değerli Kardeşler; biliyorsunuz, sömürünün okulunda yetişmiş Arap ve İslâm Ülkelerindeki politika a-damları 48 ay savaşının verdiği fırsat ve imkânları bile bile kaçırdılar. Sömürü onları böyle yetiştirmişti çünkü. Sömürünün ekmeğiyle büyümüşlerdi, zorbalardan korkuyorlardı, Allah'a, kendilerine ve milletlerine olan güvenlerini kaybetmişlerdi. Üzerlerine düşeni yerine getirmek diye bir dertleri yoktu. Makam, mevki hırsına kapılmışlardı, gözlerini kin ve hased bulutları bürümüştü. Cihaddan kaçtılar, adî şeyleri tercih ettiler, teslim oldular. Sizler ki, Allah'a imandan kaynaklanan izzet meltemlerini teneffüs ettiniz, O'nun destek ve yardımından en yüce kuvvet manaları devşirdiniz. Öyleyse kaybolanları geri getirmek size düşer, baştakilerin bozduğunu düzeltmek sizin gö-revinizdir. Allah sizinle beraberdir. O, düşmanlarınızı sürekli gözetlemektedir. Allah ile savaşan, onun takdirini alt etmeye çalışan herkes eninde sonunda perişan olacak, yenilgiden yakasını kurtaramayacaktır. İşte, ayeti kerime: «Allah emrinde galiptir; ancak insanların çoğu bilmezler.» I1)

Allah sizi davete intisapla lütûflandırıp böyle bir seçkinlik kazandırdı. O halde onun adap ve alametleriyle

(1) Yusuf sûresi, 21.

-329-

insanlar arasında seçkinlik kazanın, seçilin. Gizli hallerinizi düzeltin, amelleriniz iyi olsun. Allah'ın emrinden şaşmayın. İyiyi emredin, kötüden vazgeçirmeye çalışın. Herkese, her insana nasihat edin; ama nazik bir üslûpla. Kur'anı çokça okuyun, namazlarınızı cemaat halinde kılmaya devam edin. Allah için çalışın, dininize bağlılıkta samimi olun, hakla batılı birbirine karıştırmayın. İşte bundan sonra Allah'ın tevfikini, yardım ve zaferini bekleyin. Ayeti kerimede: «Andolsun ki, Allah'a yardım edenlere O da yardım eder. Doğrusu Allah güçlüdür, azizdir.» (1)

«Bu münasebetle size çok özel bir tavsiyede bulunmak isterim: Temizlik şiarımız olmalıdır! Vicdan, düşünce, dil, davranış, elbise, beden, yeme içme, görünüş, mesken, muamele, meslek, söz, iş... Evet, bütün bunlara azami derecede temizlik titizliği. Allah Resulünün ümmetine tavsiyesi de bu değil midir? İşte, hadisi şerifleri: 'Diğer ümmetler arasında parmakla gösterilecek derce-de temiz olun.'

İbadetlere başlamanın da ilk şartının temizlik olması, fıkıh kitaplarımızın başında ilk bu ibarenin yer alması ne ince ve ne güzel bir işarettir. 'Cennetin anahtarı namazdır, namazın anahtarı da temizliktir,' buyuran Allah Resulü ne güzel buyurmuştur. 'Allah şüphesiz dai-

(1) el-Hac sûresi, 40

-330-

ma tevbe edenleri ve temizlenenleri sever,» (Bakara/ 222) buyuran Allah ne doğru buyurur

Hasan Fehmi Ulus

17 Ağustos 1982,

Çırağan

MEHMED AKİF KÜLLİYATI

MİLLİ şairimizin hayatı boyunca kaleme aldığı bütün eserleri biraraya toplayarak gün ışığına çıkaran bu eser adeta bir Mehmed Akif Ansiklopedisidir. 10 ciltten oluşan külliyatın ilk dört cildi Safahat ve açıklamasını içeriyor. Şiirin orjinali, altında lügatçesi ve karşı sayfadaki geniş açıklamasıyla Safahat günümüz türkçesiyle daha rahat anlaşılır bir hale getirildi. Beşinci ciltte istiklâl Şairimizin tüm makalelerini, altı-yedi ve sekizinci ciltte tercüme eserlerini, dokuzuncu ciltte vaaz. mektup ve ayet tefsirlerini, onuncu ciltte ise Mehmed Akif'in hayatı, şahsiyeti ve idealini bulacaksınız. Eseri, değerli ilim adamımız İsmail Hakkı Şengüler dört yıl sûren titiz çalışmaları sonucu kaleme almış, sayın M. Ertuğrul Düzdağ ise son tashih ve düzeltmelerini yaparak gözden geçirmiştir.

İSTİKLÂL ŞAİRİMİZİN BÜTÜN ESERLERİNİ AÇIKLAMALARIYLA BİRARAYA TOPLAYAN TEK KAYNAK ESER...

10 cilt, 5000 sayfa, 1. hamur şamua kağıt, kuşe selefon kaplı lüks cilt.

\

KUR'AN-I KERİM ve TÜRKÇE MEALİ

Bu meal ev halkının tümüne hitabedebilen anlaşılır bir dille kaleme alınarak beş kişilik ilmi bir heyet tarafından hazırlanmıştır. Parantezlerin, ayrı açıklamaların yer almadığı eser Diyanet İşleri Başkanlığınca tasdik edildi. HERKESİN ANLAYABİLECEĞİ SÂDE BİR MEAL... 640 sayfa - Lüks Şamua Kağıt - iki renk baskı - Süper Lüks Cilt.

SEYYÎD KUTUB GÖZÜYLE AMERİKA

Şehid Prof. Seyyid Kutub tahsil için gittiği ABD'de yıllarca kaldı ve bu yıllar içerisinde Amerika'nın gerçek yüzünü gördü. Bu kitapta dışarıdan hür ve adil olarak görünen Amerika'nın gerçekte ruhsuz, acımasız ve zalim bir sistemden ibaret olduğunu Seyyid Kutub'un gözüyle, onun penceresinden izleyeceğiz.

ABD nin MASKESİNİ BU KİTAPLA DÜŞÜRÜN..İ

280 sayfa - 2. Hamur kağıt - Lüks Karton Kapak.

SARAYDAKİ CASUS

"to Kemal ÖKE

GİZLİ BELGELERLE II. ABDULHAMİT DEVRİ VE İNGİLİZ AJANI YAHUDİ VAMBERY.

Değerli bilim adamı Prof.Dr. Mim Kemal ÖKE

tarafından kaleme alınan BU KİTAPTA

Yıldız Sarayı'na rahatça girip çıkabilen ve bu sayede İngilizlere sürekli raporlar gönderen, Yahudilerin Filistin'e yerleşme çabalarının Abdülhamid tarafından kabul edilmesi için mücadele eden, İstanbul'da Reşit Efendi takma adıyla   müslümari çocuklarına ve şehzadelere özel dersler veren: Bilim adamı,   sahte derviş,   seyyah, casus gibi pek çok niteliği kimliğinde taşıyan Prof. Arminius Vambery'nin 82 yıllık yaşamına sığdırdığı akıllara durgunluk veren serüvenleri, Osmanlı Devletinin son döneminin bilinmeyen yanlarıyla birlikte şimdiye kadar yayınlanmamış İngiliz, İsrail ve Türk arşivlerindeki gizli belgelerle gözler önüne seriliyor

320 sayfa - 2. Hamur Kağıt - Lüks karton kapak.

¦'*,

BU KİTAPTAKİ KONU

" HASAN el-BENNA NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ?

ISBN 975-7449-02-4

Hasan Elbenna _ Risaleler Cilt14

www.kitapsevenler.com

Merhabalar

Buraya Yüklediğim e-kitaplar Aşağıda Adı Geçen Kanuna İstinaden

Görme Özürlüler İçin Hazırlanmıştır

Ekran Okuyucu, Braille 'n Speak Sayesinde Bu Kitapları Dinliyoruz

Amacım Yayın Evlerine Zarar Vermek Değildir

Bu e-kitaplar Normal Kitapların Yerini Tutmayacağından

Kitapları Beyenipte  Engelli Olmayan Arkadaşlar Sadece Kitap Hakkında Fikir Sahibi Olduğunda

Aşağıda Adı Geçen Yayın Evi, Sahaflar, Kütüphane, ve Kitapçılardan Temin Edebilirler

Bu Kitaplarda Hiç Bir Maddi Çıkarım Yoktur Böyle Bir Şeyide Düşünmem

Bu e-kitaplar Kanunen Hiç Bir Şekilde Ticari Amaçlı Kullanılamaz

Bilgi Paylaştıkça Çoğalır

Yaşar Mutlu

Not: 5846 Sayılı Kanunun "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler " bölümünde yeralan "EK MADDE 11. - Ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim

ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaç güdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü

bir kişi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill

alfabesi ve benzeri 87matlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir şekilde

satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz. Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması

ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur." maddesine istinaden web sitesinde deneme yayınına geçilmiştir.

T.C.Kültür ve Turizm Bakanlığı Bilgi İşlem ve Otomasyon Dairesi Başkanlığı

Ankara

Bu kitaplar hazırlanırken verilen emeye harcanan zamana saydı duyarak

Lütfen Yukarıdaki ve Aşağıdaki Açıklamaları Silmeyin

Tarayan

Süleyman Yüksel

www.suleymanyuksel.com

suleymanyuksel@suleymanyuksel.com

suleymanyuksel6@hotmail.com

Hasan Elbenna _ Risaleler Cilt14