Allah Teâlâ, insanoğluna iyi davranmayı (ihsânı) ve adâleti emir buyurmaktadır. Adâlet, kurtuluşun biricik sebebidir. Bu bakımdan adâlet, ticaret sermayesi yerine geçer. İhsan (iyi davranmak) ise, zaferin elde edilmesi ve saadetin kazanılmasına biricik sebeptir. Bu bakımdan iyi davranmak, ticarette kârın yerine geçer. Dünya muamelelerinde sadece sermayesiyle yetinip kâra ilti-fat etmeyen bir kimse, akıllı sayılmadığı gibi, ahiret muameleleri de böyledir; yani bu muamelelerde de kişi, sadece sermaye ile yetinmemeli, kâr aramalıdır. Dindar bir kimse, sadece adâletle hareket edip zulümden kaçınmakla yetinmemeli, ihsanın (iyi davranmanın) bütün kapılarını çalmalıdır.
Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsanda
bulun!
(Kasas/77)
Allah'ın rahmeti ihsan edenlere
yakındır!
(A'raf/90)
Muhakkak ki Allah, adâleti ve ihsânı
emreder.
(Nahl/5)
İhsan'dan gayemiz; muamele yapan kişiye fayda
verici hareketlerde bulunmaktır. Böyle davranmak, gerçi satıcı (veya
alıcıya) farz değil ise de, bu şekilde davranmak bir fazilettir. Zira
muamelede farz olan ihsan, adâletli hareket etme ve zulmü terketme bahsine
girer. Biz de bunu daha önce zikretmiştik. İnsanoğlu, ihsan (iyi
davranmak) mertebesine ancak aşağıda gelen altı şeyin birisiyle
varabilir:
1. Kâr etmek hususundadır. Bu bakımdan müslüman bir kişi, normal olarak
insanların aldanmadığı bir şekilde arkadaşını aldatıp fâhiş kârlar elde
etmemelidir. Kâr etmenin aslına gelince,
Allah buna izin vermiştir.
Çünkü ticaret kâr ile olur. Kâr ise çok olacağı gibi az da olabilir. Fakat
kişi sattığı mala bu artışı yüklerken en yakın derecesini gözetmelidir.
Zira müşterinin normal kârdan fazlasını vermesi iki sebepten doğar; a) O
malı edinmekte çok isteklidir, b) Veya o mala şiddetle muhtaçtır. Bu
bakımdan böyle bir kimseye fâhiş bir şekilde mal satmaktan kaçınmak
gerekir ve bu şekilde yapmaksa, ihsan kısmına dâhil olur. Kandırmak ortada
olmadıkça fazla almak (dinen) zulüm sayılmaz. Âlimlerin bir kısmı satılan
malın sermayesinin üçte birinden fazla satıcı kâr ederse, alıcı için
muhayyerlik (isterse olduğu gibi kabul, isterse iade eder) icab
ettireceğini söylemişlerdir. Fakat biz aynı fikirde değiliz. Lâkin bu
şekilde yapılan kârdan bir kısmını müşteriye bağışlamak ihsâna dâhil
olur.
Rivayet ediliyor ki, Basralı Yûnus b. Ubeyd'in yanında fiatları çeşitli
olan abâ ve izarlar vardı. Bu giyim eşyasından bir kısmının fiatı dörtyüz
dirhemdi, bir kısmının fiatı da ikiyüz dirhemdi. Bu zat, namaza gidip
dükkanı yeğenine bıraktı. O esnada bir göçebe geldi. Kendisi için, mevcut
bulunan elbiselerden dört yüz dirhemlik bir elbise istedi. Dükkânda
bulunan adam, göçebeye ikiyüz dirhemlik bir elbiseyi gösterdi. Göçebe
elbiseye baktı. Beğenip dört yüz dirheme satın aldı ve gitti. Elbise,
adamın elinde iken camiden dö-nen Yûnus, onu gördü ve elbiseyi tanıdı.
Göçebeden kaça aldığını sordu. Göçebe dörtyüze aldığını söyleyince, şöyle
dedi:
-Bu, ikiyüz dirhemden fazla etmez. Bu bakımdan, bunu sahibine
vermek üzere geri getir.
-Bu elbise, bizim memleketimizde beşyüz
dirheme de değer.
Üstelik ben bunu kendi rızamla aldım.
-Sana dön
diyorum. Dinde (müslümanlara) nasihat etmek,
dünya ve dünyadakilerden
daha hayırlıdır.
Sonra Yûnus, göçebeyi dükkâna getirdi. Dörtyüzden
ikiyüz dirhemi kendisine iade etti. Yeğenine 'Neden böyle yaptın?' diye
çıkıştı ve şöyle dedi:
-Sen utanmadın mı? Allah'tan korkmadın mı? Malın
serma-
yesi kadar kâr edip müslümanlar için yapılması gereken
nasihatı,doğruluğu terkettin.
-Allah'a yemin ederim, o bu elbiseye razı
olduktan sonra aldı.
-O razı oldu diyelim. Ya sen? Kendi nefsin için
razı olmayacağını ondan niye esirgemedin?
Böyle bir muamelede günün
rayici gizlenmişse ve kandırmak varsa, bu zulüm grubuna girer. Daha önce
bunun bahsi geçmişti. Hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmuştur:
Râyici bilmeyen ve tamamen kendisini satıcının vicdanına teslim eden bir müşteriden fazla kâr almak haramdır.46
Zübeyr b. Adiy47 der ki: 'Ben Hz. Peygamber'in onsekiz ashabına
yetiştim. Onların hiçbiri doğru dürüst bir dirhem ile et almayı dahi
beceremezlerdi'. Bu bakımdan bu gibi alışverişten anlamayan zatlardan
fazla kâr etmek zulmün ta kendisidir. Eğer bu kârı kandırmaksızın elde
ederse, o vakit Allah'ın insanlardan istediği ihsanı terketmiş olur.
Üstelik fazla kâr etmek kandırmaksızın ve günün râyicini gizli tutmaksızın
pek de kolay elde edilecek birşey değildir.
Katıksız ihsana gelince, o,
Sırrî es-Sakatî'den (Cüneyd-i Bağdadî'nin dayısıdır) nakledilen şu
hakikattir: Sırrî es-Sakatî, bir ölçek bademi altmış dinara satın aldı ve
gelir-gider defterine 'Bunun kârı üç dinardır' diye yazdı. Yani on dinarda
yarına dinar kâr kabul etti. Tam bu esnada bademin ölçeği doksan dinara
yükseldi. Salihlerden bir tellâl, Sırrî es-Sakatî'ye gelerek bademleri
almak istedi. Sırrı kendisine şöyle dedi:
-Al götür!
-Kaç dinar
kârla götüreyim?
-Üç dinarla...
-Badem doksan dinara çıktı! Nasıl
olur da, böyle az bir kârla
veriyorsun?
-Ben kalbimde bir mukavele
akdetmişim. Onu artık çözemem.
Ben bu ölçeği ancak atmış üç dinara
satarım.
-Ben de Allah ile aramda hiçbir müslümanı kandırmamak
üzere
mukavele yaptım. Senden ancak bunu doksan dinara alabilirim.
Bunun
üzerine ne tellâl Sırrı es-Sakatîden o malı satın alabildi, ne de Sırrî o
malı satabildi. İşte bu, iki taraftan olan katıksız ihsandır. Zira hâlin
hakikâtini bilmekle olan bir davranıştır.
Rivayet edildiğine göre, Şukûk tâbir edilen elbiseler vardı. Bu
elbiselerin bir kısmı beş, bir kısmı da on dirhemlikti. Muhammed b.
Münkedir'in48 dükkânında bulunmadığı bir anda tezgâhtarı beş dirhemlik
elbiselerden birini on dirheme sattı. Dükkâna gelip bu durumu öğrenen
Muhammed b. Münkedir bütün gün elbiseyi satın alan göçebenin arkasına
düşüp aradı. Nihayet onu buldu. Kendisine şöyle dedi:
-Hizmetçi
yanlışlık yaparak beş dirhem değerindeki bir elbiseyi sana on dirheme
satmış.
-Ben buna razı oldum.
-Her ne kadar sen buna razı olmuşsan
da biz ancak nefsimiz için razı olduğumuz bir muameleye senin için razı
olabiliriz. Bu
bakımdan üç yoldan birisini seç; a) Ya gelip on
dirhemlik
şükûklardan birisini alırsın, b) Veya senin beş dirhemini
geri veririm, c) Ya da bizim elbisemizi geri verip bütün paranı
geri
alırsın.
-O halde benim beş dirhemimi ver!
Böylece Muhammed,
göçebenin beş dirhemini geri verdi ve göçebe geçip giderken 'Bu ihtiyar
adam kimdir?' diye soruşturmaya başladı. Kendisine onun, Muhammed b.
el-Münkedir olduğu söylendi. Göçebe 'Allah'tan başka ilah yoktur. (Bu
kelime hayret ye-rine kullanılır). Bu, o kimsedir ki, biz çöllerde kıtlığa
tutulduğumuz zaman, bunun yüzü suyu hürmetine Allah'tan yağmur talep
ediyoruz'.
İşte on dirhemde yarım dirhem veya normal olarak satılan
eşyada o yerde ne kâr ediliyorsa o kârı yapmak ihsana dâhildir. Az bir
kâra rıza gösteren bir kimsenin satışı çoğalır ve fazla sarfiyattan çok
kârlar elde eder ve böylece bereket görünmeye başlar.
Hz. Ali (r.a) Kûfe çarşısında elinde kamçısı olduğu halde gezip şöyle
derdi: 'Ey tüccarlar! Hakkı alınız ve hakkı veriniz! Böyle yaptığınız
takdirde (faizden veya felâketten) salim kalırsınız. Az kâra razı olun ki,
çok kârdan mahrum olmayasınız..'
Abdurrahman b. Avf a (r.a) şöyle
denildi:
-Senin zengin oluşunun sebebi nedir?
-Ben ne kadar az
olursa olsun, hiçbir zaman, hiçbir kârı
tepmiş değilim. Benden
istenilen bir hayvanın satışını geciktirmiş
değilim. Ben borçla satış
yapmam. İşte benim zenginliğimin sebepleri bunlardır.
Deniliyor ki, Abdurrahman b. Avf (r.a) bin deveyi sattı. Sattığı develerde ancak yularlarını kâr etti. Sonra her yuları bir dirheme sattı. Böylece develerde bin dirhem kâr etti. Bir de o günlük deve yeminden bin dirhem kâr etti.
2. İkincisi, biraz fazlaca kâr vermeye tahammül göstermektir. Müşteri eğer zayıf bir kimseden yiyecek maddesi alıyorsa veya herhangi bir fakirden birşey alıyorsa ona biraz fazla kâr vermekte hiçbir beis yoktur. Böyle bir kimse ile alışveriş yaptığı zaman, müsamaha ve kolaylık göstermesi ve bu şekilde satıcıya iyilik yapması gerekir. Bir de böyle yapmak suretiyle Hz. Peygamber'in 'Allah, satışı kolay bir kişiye rahmet eylesin' hadîsinin kapsamına dâhil olmuş olur. Zengin ve tüccar bir kimseden herhangi bir malı satın almasına gelince, eğer satıcı ihtiyacından fazla kâr istiyorsa, böyle bir kimsenin fazla kâr istemesine karşı ses çıkarmamak iyi bir hareket değildir. Çünkü ecri olmaksızın malını zâyi etmiş ve hiçbir dua da almamış olur. Ehl-i Beyt yolu ile rivayet edilen bir hadîste şöyle vârid olmuştur:
Alışverişte kandırılan bir kimse ne övülür, ne de parasının karşılığını görmüş olur.49
Basra kadısı Iyaz b. Muaviye tâbiîn-i kirâmın akıllılarındandı. Diyor ki: 'Ben hilekâr değilim. Hile ne beni, ne de Muhammed b. Sirîn'i aldatmaz. Hile ancak Hasan-ı Basrî'yi ve benim babam Muaviye b. Kırre'yi aldattı. En kâmil vasıf, kişinin aldatmaması ve aldanmamasıdır'.
Nitekim âlimlerden biri, Hz. Ömer'in vasfını söylerken şöyle buyurmuştur: 'Başkasını aldatmaktan çok yüce idi ve başkası tarafından aldatılmaktan da çok daha akıllıydı'.
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a) ve selef-i sâlihînin hayırlı kimseleri alışverişte titiz davranırlar, sonra mallarını hibe yoluyla müslümanlara verirlerdi. Bunun üzerine bu zevat-ı kirâmdan birisine denildi ki: 'Sen satın alırken az birşey üzerinde titizlikle duruyorsun. Sonra perva etmeksizin birçok şeyi hibe ediyorsun. Bu nasıl olur?' O zat şöyle cevap verdi: 'Hibe bir fazilettir. Kandırılmak ise ahmaklıktır'.
Seleften biri şöyle demiştir: 'Ben kandırıldığım zaman, ancak aklım ve basiretimi başkasına kaptırmış olurum. Bu bakımdan beni kandırmak isteyene bu imkânı vermek taraftarı değilim. Fakat hibe ettiğim zaman, Allah için vermiş olurum. Bu bakımdan Allah için verdiğimi hiç de fazla görmem'.
3. İhsanın üçüncüsü, satılan malın bedelini tamamen almak ve halkın
boynunda bulunan alacaklarını tahsil etmektir. Bazen müsamaha göstermek
suretiyle alacağını tahsil etmekte ihsanda bulunmak, bazen mühlet vermek
ve tahsil müddetini geciktirmek suretiyle ihsanda bulunmak... Bazen de bir
kısmını affetmek suretiyle, bazen de nakdin en güzelini istemekten
vazgeçmek suretiyle ihsanda bulunmaktır.
Bütün bunlar mendub
hareketlerdir ve insanoğlu bunlara teşvik edilmiştir. Nitekim Hz.
Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Sattığı zaman kolaylık gösteren, satın aldığı zaman kolaylık gösteren,
borcunu verdiği zaman ve alacağını istediği za-man kolaylık gösteren bir
kimseye Allah rahmet etsin!
Bu bakımdan Hz. Peygamber'in duasını
kazanmaya çalışılmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber, başka bir hadîs-i
şerifinde şöyle buyurmaktadır:
Müsamaha göster ki, sana da müsamaha gösterilsin.50
Eli darda olan bir borçluya mühlet veren veya alacağını onun için terkeden bir kimse ile, Allah Teâlâ çok kolay bir şekilde hesap görür.51
Allah'ın (veya arşının) gölgesinden başka gölge olmayan bir günde Allah o kimseyi arşının gölgesinde gölgelendirir.
Hz. Peygamber (s.a), dünyada israfçı bir kişinin Allah huzuruna getirilip hesaba çekildiğini ve bir tek sevabı kalmadığı zaman, melekler tarafından kendisine 'Sen dünyada hiçbir hayır işlemedin mi?' denildiğinde, onun da 'Hayır, ben hiçbir hayır işlemedim. Ancak halka borç veren bir kimseydim ve hizmetçilerime 'borçluların zenginlerine müsamaha gösteriniz, fakirlerine de mühlet veriniz' emrini veriyordum. (Bütün yaptıklarım bundan ibaret idi) dediğini anlatmıştır.
Hadîsin başka bir lâfzında "Fakirin borcundan vazgeçiniz' ibaresi vardır. Bunun üzerine Allah Teâlâ o ki kuluna şöyle der:
Mademki sen, aciz bir kul olduğun halde, yoksulların bor-cundan vazgeçerdin, o halde bizim senin günahından vazgeçmemiz daha uygundur. Böylece Allah Teâlâ, o kulun azabından vazgeçer ve onu affeder7.52
Kim bir zamana kadar müslüman kardeşine bir dinar (altın) borç verirse, o borcun zamanı gelinceye kadar hergün için ona bir sadaka yazılmaktadır. Zamanı geldiğinde bir daha ona mühlet verirse hergün o alacak kadar onun için sadaka yazılır.63
Selef-i salihînden bazıları bir zamana kadar müslüman kardeşinden
borcunu edâ etmesini (sadece bu hadîs-i şerîfin ifade buyurduğu hikmetten
istifade etmek için) istemiyordu ki böylece her gününde o borç kadar
sadaka vermiş bir kimse gibi olmuş olsun.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle
buyurmuştur:
Gördüm ki, cennetin kapısında şöyle yazılıydı: 'Sadaka on misline, borç
vermek ise onsekiz mislinedir'.54
Bu hadîs-i şerifin açıklanmasında
denildi ki: 'Sadaka, muhtaç olan ve olmayanın eline geçer. Borç almak
zilletine tahammül etmek ise ancak muhtaç bir kimsenin işidir'.
Hz. Peygamber (s.a), başkasının yakasına, alacağını istemek için
yapışan birisine baktı. Alacaklıya eliyle alacağının yarısını hibe
etmesini işaret etti. O da Hz. Peygamber'in bu emrini yerine getirdi.
Bunun üzerine borçluya şöyle buyurdu: 'Kalk ve borcunu öde!' 55
Kim
birşeyi satar, derhal onun parasını vermek suretiyle sıkıştırmazsa borç
vermiş gibi olur.
Rivayet ediliyor ki, Hasan Basrî, bir katırını
dörtyüz dirheme sattı. Parasını alacağı zaman, alıcı kendisine şu ricada
bulundu:
-Ey Ebu Said! Bana biraz müsamaha et!
-Yüz dirhemi
bağışladım.
-Biraz daha müsamaha et!
-Yüz dirhem daha bağışladım,
dedikten sonra ikiyüz dirhem
hakkını aldı. Kendisine 'Ey Ebu Said! Bu
katırın yarı parasıdır'denildiği zaman, İşte ihsan böyle olur. Böyle
yapmadığın takdirde ihsan etmiş sayılmazsın' dedi.
Hakkını »ister tamam ister eksik olsun- kötü söz söylemeden helâl ve meşru şekilde al ki, Allah Teâlâ seni en kolay şekilde hesaba çeksin.50
4. Dördüncü emir, borcun ödenmesi hakkındadır.
Borcu güzelce ödemek,
ihsâna dahildir. Borcun güzelce ödenmesi şu şekildedir: Borçlu kimse, hak
sahibine bizzat gider. Onu, hakkını almak için gelmeye mecbur etmez.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Sizin en hayırlınız, borcunu ödemek hususunda en iyi davrananızdır.57
Borcunu ödemeye imkânı olduğu zaman tehir etmeksizin hemen yapmalıdır, velev ki borcun vakti henüz gelmeden de olsa... Şart koşulan maldan daha iyisini ve daha güzelini teslim etmelidir. Eğer borcunu edâ etmekten âciz ise, kalbinde Allah Teâlâ ne zaman kendisine imkân verirse borcunu edâ etmek niyeti olmalıdır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Bir müslüman vakti gelince ödemek üzere başkasından borç alıyorsa, Allah Teâlâ (c.c), onu koruyan ve borcunu ödeyinceye kadar kendisine dua eden bir grup meleği vekil kılar.58
Seleften bir cemaat, sadece şu geçen hadîs-i şerifteki fazilete nail olmak için, ihtiyaçları olmadığı halde borç alırlardı.
Hak sahibi, borçluya karşı kaba davranırsa, borçlu tahammül etmeli ve ona yumuşak bir şekilde karşılık vermelidir. Bunu da Hz. Peygamber'e uymak niyetiyle yapmalıdır. Zira alacaklı, alacağının zamanı geldiğinde çıkıp Hz. Peygamber'e geldi. Kazara Hz. Peygamber borcunu verememişti. Kişi bunun üzerine Hz. Peygamber'e sert konuşmaya başladı. Ashâb-ı kirâm adamı hırpalamak isteyince Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:
Yakasını bırakınız! Çünkü hak sahibinin konuşmaya hakkı vardır.59
Borçlu ile alacaklı arasında konuşma cereyan ettiği zaman, aracılık
yapanlar için borçlunun lehinde konuşmak ihsandandır. Zira borç veren
kimse, büyük bir ihtimalle zengindir. Borç alan ise, ihtiyacından dolayı
borçlanmıştır. Böylece satıcıdan fazla alıcıya yardım etmek uygundur. Zira
satıcı satılan maldan rağbetini kesmiş, onun paha etmesini ister. Alıcı
ise, o mala muhtaçtır. İşte böyle yapmak en güzel harekettir. Ancak borçlu
sınırı aşacak derecede aşırı giderse, o zaman zulme kaçmaktan onu menetmek
ve
hak sahibine yardım etmek gerekir. Zira Hz. Peygamber (s.a) şöyle
buyurmuştur:
Kardeşine yardım et. İster zâlim olsun ister mazlum.60
Ashab-ı Kirâm
'Ey Allah'ın Rasûlü! Biz nasıl zâlim kardeşimize yardım edebiliriz?' diye
sorunca, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:
Kardeşini zulümden menetmen, ona yardımdır.
5.Beşincisi, vereceğin bir kısmından vazgeçilmesini isteyen bir kimseyi
affetmektir. Zira ancak alışverişten zarar görmüş ve pişman olmuş bir
kimse affedilmesini ister. Bu bakımdan bir müslüman diğer müslüman
kardeşinin onun yüzünden zarara
uğramasını istemez. Nitekim Hz.
Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Kim alışverişinden pişman olan bir kimseyi affederse, yani
pişmanlığında ona yardımcı olup istediği şekilde muamele ederse, Allah
Teâlâ da kıyamet gününde onun sürçmelerini affedip kaldırır.61
Veya Hz.
Peygamber'in hadîsi söylediği gibi...
6.Altıncı şey, muamelesinde bir müddete kadar borç vermek
için bir
grup fakiri aramalı, onlara imkân vermek suretiyle ecir elde etmeye
çalışmalıdır. Bu muameleyi yaparken onların imkânları olmadıkça, onlardan
hakkını istememeye azimli olduğu halde
yapmalıdır. Çünkü selefin
sâlihlerinden bazılarının iki defteri vardı. O hesap defterlerinden
birinde bilinmeyen fakir ve zayıfların isimleri yazılıydı. Böyle bir
defter tutmanın hikmeti şuydu: Fakir yiyecek maddesini veya meyveyi
görürdü. Canı onu çekerdi. Gelir dükkâncıya 'Benim şu maddeden beş batmana
ihtiyacım var, fakat almak için param yok' derdi. Dükkân sahibi de 'A1!
Zengin olduğun zaman getirip verirsin' derdi. Fakire karşı bu şekilde
davranan kimse ümmetin hayırlı kimselerinden sayılmazdı. Belki fakirin
ismini deftere yazmayıp onu fakirin boynuna borç yapmayan ümmetin
hayırlılarından sayılırdı. Bu kimse ancak fakire şöyle derdi: 'İstediğini
al! Eğer daha sonra imkânın olursa gelir verirsin. Eğer imkânın olmazsa
sana helâl-i hoş olsun!'
İşte buraya kadar selef-i sâlihîn'in ticarî muamelelerinin yollarını belirttik. Bu yollar şimdilik tamamen ortadan kalkmıştır. Böyle hareket eden bir kimse, bu sünneti yeniden diriltmeye ve bid'atları öldürmeye çalışmış olur. Kısacası ticaret insanlar için mihenk taşıdır. Ticaret ile kişinin dindarlığı ve takvâsı ölçülür. Bunun için de şâir şöyle demiştir:
Sakın kişinin yamaladığı elbisesi veya topuğunun üstüne kadırdığı izarı (peştamalı) veya secde eseri bulunan alnı seni aldatmasın. Parayı ona göster (veya paranın yanında ona bak!) Onun dalâletini takvasından o zaman ayırabilirsin.
Bunun içindir ki, şöyle denildi: 'Hazerde kişinin komşuları, seferde arkadaşları, çarşıda kendisiyle alışveriş yapanlar, kendisini övdükleri zaman, onun sâlih bir kişi olduğunda şüpheniz kalmasın'.
Hz. Ömer'in yanında, birisi şahitlik yaptı. Hz. Ömer, şahide 'Seni
tanıyan birini getir' dedi. Adam giderek birini getirdi. Gelen adam
şahidin lehinde konuşmaya başlayınca Hz.Ömer şöyle sordu:
-Sen onun
çıkış ve girişini bilen en yakın komşusu musun?
-Hayır!
-Onun iyi
ahlâklı olduğuna delâlet eden bir yolculukta kendisiyle arkadaşlık ettin
mi?
-Hayır!
-Onunla, kişinin takvâsını bildiren dirhem ve dinar
(para) ile bir alışveriş yaptın mı?
-Hayır!
-Sanırım sen onu
mescidde namaz kılarken, Kur'an'ı teganni ile okurken, kâh başını eğip,
kâh kaldırırken görmüşsün.
-Evet! Bu şekilde gördüm!
-O halde çık
git! Onu tanımıyorsun!
Sonra adama şöyle dedi: 'Seni tanıyan bir
kimseyi getir!'
________
46)Taberânî, (Ebu Umâme'den zayıf bir senedle); Beyhakî, (Câbir'den
hasen
bir senedle)
47)Hemedanlıdır. Künyesi Ebu Adiy'dir. Rey
şehrinin kadısıydı. H. 131
senesinde Rey'de vefat
etmiştir.
48)Künyesi Ebu Abdullah'tır. II. 130 senesinde yetmiş küsur
yaşındayken vefat etmiştir.
49)Hakîm-i Tirmizî, Nevadir
50)Taberânî,
(İbn Abbâs'tan)
51)Müslim, İmam Ahmed, İbn Mâce ve İbn
Hibban
52)Müslim, (Ebu Mea'ud'dan); Müslim ve Buharî, (Ebu
Huzeyfe'den
benzerini)
53)İbn Mâce, (Büreyde'den); İmam Ahmed ve
Hâkim
54)İbn Mâce, (Enes'ten zayıf bir senedle)
55)Müslim ve Buharî,
(Ka'b b. Mâlik'ten)
56)İbn Mâce, (Ebu Hüreyre'den hasen bir
senedle)
57)Müslim ve Buharî, (Ebu Hüreyre'den)
58)İmam Ahmed, (Hz.
Âişe'den)
59)Müslim ve Buharî, (Ebu Hüreyre'den)
60)Müslim ve
Buharî, (Enes'ten)
61)Ebu Dâvud ve Hâkim, (Ebu Hüreyre'den)