Halkın bu husustaki ihtilâfı, evlenmek veya evlenmemek hususundaki
ihtilafına benzer. Biz Nikâh bölümünde 'Bu durum, haller ve şahıslara göre
değişir' demiştik. Bu da, evlenmenin âfet ve faydalarını açıkça izah
ettiğimize göredir. İşte bu konuda da hüküm böyledir. Bu bakımdan önce
uzlet ve tenhaya çekilmenin faydalarını zikredelim. Bu faydalar dinî ve
dünyevî olmak üzere iki kısma ayrılır: Dinî faydaları da, yapılması
tenhada mümkün olan taatler, ibadetlerin devamlılığı, düşünce ve ilmin
gelişmesi gibi
kısımlar ile insanlara karışmakla meydana gelen riya,
gıybet, emr-i bi'1-mârufu terketmek, nehy-i an'il-münker yapmamak,
tabiatın diğer huylarından çaldığı rezil ahlâk ve kötü amel gibi
yasakların irtikabından kurt almaya ayrılır.
Dünyevî faydalarına gelince, şu kısımlara ayrılır: Sanatkârın halvette iken, insanlar arasında olduğu takdirde elde edemediğini elde etmesi gibi tenhada oluşması mümkün olan bir dünyanın şatafatına bakmak, halkın dünyaya hücum etmesine dikkat etmek, halkın elindeki şeylere tamah etmek veya halkın ona tamah etmesi, mürüvvetinin perdesinin insanlarla oturup-kalkmakla yırtılması, arkadaşının mürailik, kötü zann, nemime veya hased gibi kötü ahlâklarından rahatsız olması veya arkadaşın yükünden, fiziğinin bozukluğundan rahatsız olması gibi insanlarla oturup-kalkmaktan gelen mahzurlardan kurtulmaktır. Uzletin faydalarının tümü işte bu söylediklerimize bağlıdır. Bu bakımdan biz on-ları altı maddede izah edeceğiz:
I. Fayda
İbadet için vakit bulmak, düşünceye fırsat bulmak,
halkın münâcaatından kurtulup Allah'ın münacaatıyla ünsiyet kurmak,
Allah'ın dünya ve ahiret emirlerindeki esrarını keşfetmekle meşgul olmak,
yerin ve göğün melekûtî sırlarını keşfe çalışmaktır.
Bütün bunlar, vakit isterler. Halk ile oturup-kalkanın boş vakit bu-lamayacağı bir gerçektir. Bu bakımdan uzlete çekilmek söylediklerimize bir vesiledir.
Bunun içindir ki hükemadan biri şöyle demiştir: Ancak Allah'ın
Kitabı'na sarılan bir kimse halveti elde edebilir. Allah'ın Kitabı'na
sarılanlar ise Allah'ın zikriyle dünya için rahat olan kimselerdir. O
kimseler ki, Allah ile Allah'ı anarlar. Onlar Allah'ın zikriyle yaşarlar.
Allah'ın zikriyle ölürler. O'nun huzu-runa, onun zikriyle varırlar. Hiç
kuşkusuz insanlarla oturup-kalkmak böyle kimseleri düşünmekten ve
zikretmekten alıkoyar. Bu bakımdan uzlete çekilmek bu kimseler için daha
evlâdır. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) önceleri Hira dağına
çekiliyordu. Nübüvvet nûru kendisinde kuvvet buluncaya kadar orada tek
başına hayatını düzenledi. Artık nübüvvet nûru kuvvet bulduğu zaman halk
onunla Allah arasında perde olmuyordu. O bedeniyle halkla beraber olduğu
halde kalbiyle Allah'a yönelmekteydi. Hatta halk onun en çok sevdiği
kimsenin Ebubekir olduğunu sanmışlardı. Hz. Peygamber himmetini tamamen
Allah Teâlâ'nın cemâl-i ilâhîsine bağladığını bildirmek için şöyle
buyurmuştur:
Eğer ben bir halil edinseydim muhakkak Hz. Ebubekir'i
halil edinirdim. Fakat, sizin arkadaşınız (kendisini kastediyor) Allah'ın
halilidir.21
Zahirde halk ile oturup-kalkmasına rağmen, sırran Allah'a yönelmek hasletlerini bir araya getirmek, ancak peygamberlik kuvvetiyle mümkün olur. Bu bakımdan her insanın, nefsine mağrur olup böyle yapabileceğini sanması uygun bir hareket değildir. Bir kısım velîlerin derecelerinin bu raddeye varması, hakikatten uzak birşey değildir.
Çünkü Cüneyd-i Bağdâdî'den şöyle nakledilir: 'Ben otuz seneden beri Allah ile konuşuyorum. Halk ise sanıyor ki kendileriyle konuşmaktayım'.
Böyle yapmak ancak şöyle bir kimse için müyesser olur ki, Allah'ın
sevgisi onun bütün varlığını başka bir varlığın muhabbetine yer
bırakmaksızın kaplamıştır. Böyle bir durum muhal değildir. Zira halkın
sevgisiyle şöhret bulmuşların arasında bazı kimseler vardır ki,
bedenleriyle halkın içindedir, fakat ne dediğini
ve kendisine ne
denildiğini bilmemektedir. Çünkü aşık olduğu mahlukun sevgisi, ifrat
derecede onun herşeyine hâkim olmuştur. Belki dahası vardır: O kimse ki,
herhangi bir hâdise başına gelip dünyevî işlerden birisini teşvik
etmiştir, o kimse bu hâdiseyle o derece meşgul oluyor ki, halka karıştığı
halde onları hissetmez, ses-lerini duymaz ve hareketlerini tefrik edemez.
Çünkü hâdisenin dehşeti içerisinde bulunmaktadır. Ahiretin işi ise
akıllıların nezdinde daha büyüktür. Bu bakımdan ahiret işinde böyle bir
durum muhal değildir! Muhakkak ki bir çokları için, uzletten yardım
beklemek daha iyidir. Nitekim hükemadan birine 'Onlar halvetten ve uzleti
tercih etmekten neyi kasdettiler?' diye sorulduğunda, cevap olarak şöyle
demiştir: 'Onunla devamlı düşünmeyi, ilimleri kalplerine yerleştirmeyi,
böylece güzel bir hayatla yaşamayı, marifetin tadını çıkarmayı
kasdettiler'.
Ruhbanlardan (âbidlerden) birine 'Sen tenhada olmayı ne ka-dar çok seviyorsun' denildiğinde, cevap olarak şöyle demiştir: 'Ben tek başıma değilim. Ben Allah Teâlâ ile beraberim. Allah'ın benimle münâcaat etmesini istediğim zaman, O'nun kitabını (açıp) okuyorum. Ben ona münâcaat etmeyi arzuladığım zaman, kalkıp namaz kılıyorum'.
Hükemadan birine şöyle denildi:
- Zâhidlik ve halvete çekilmek, sizi
hangi hedefe götürdü?
- Allah ile ünsiyet kurmaya...
Süfyan b. Uyeyne der ki : İbrahim b. Edhem'le Şam'da karşılaştık. Kendisine 'Ya İbrahim! Sen (koskoca) Horasan tahtını terkettin' deyince, cevap olarak şöyle dedi: "Ben sadece burada yaşamanın zevkini tattım. Fitneden ötürü devamlı bir dağın tepesinden, öbür dağın tepesine kaçıyorum. Beni gören 'bu adam vesveseli veya hammal veya gemicidir' der".
Hasan Basrî'nin talebesi Gazvan Rekkâşi'ye denildi ki:
- Haydi senin
gülmediğini kabul edelim. Fakat sen neden ihvanlarının yanında oturmaktan
çekiniyorsun?
-Ben, nezdinde ihtiyacım bulunan zatla beraber oturmakta
kal-bimin rahatını görüyorum da ondan...
Hasan Basrî'ye şöyle denildi:
- Yâ Ebu Said! Şurada bir kişi var.
Biz onu her gördüğümüzde tek başına ve bir direğin arkasında
görüyoruz.
- Onu bir daha gördüğünüzde bana haber verin!
Birgün onu
gördükleri zaman Hasan Basrî'ye İşte sana bahsettiğimiz kişi buradadır'
dediler ve onu
gösterdiler. Hasan Basrî onun yanına giderek dedi
ki:
- Ey Allah'ın kulu! Görüyorum ki, tenhalık senin ruhuna işlemiştir.
Neden halkla birlikte oturmuyorsun?
- Beni halk ile oturmaktan meşgul
eden bir iş vardır.
- O halde Hasan dedikleri (şu vâiz) kişinin
meclisine neden gidip onun yanında oturmuyorsun?
- Bir iş vardır, o
beni hem halktan, hem de Hasan'ın yanında oturmaktan alıkoymaktadır.
-
Allah sana rahmet eylesin! Nedir o seni meşgul eden iş?
- Ben nimet ile
günah arasında sabah ve akşamlarım. Gördüm ki, nimete karşılık nefsimi
Allah'ın şükrüyle meşgul ettirmem ve o günahtan tevbe istiğfar etmem
gerekiyor.
- Ey Allah'ın kulu! Benim kanaatime göre sen Hasan'dan daha
bilgin ve fakîhsin. Şimdi devam ettiğin yoldan ayrılma!
Rivayete göre Uveys-i Karânî oturuyordu. O esnada Hayyan'ın oğlu Herem onun yanına geldi. Uveys-i Karânî Herem'e 'Seni bu-raya getiren nedir?' diye sordu. Herem 'Seninle dost olmak için' dedi. Uveys 'Rabbini tanıyıp da başkasıyla dost olacak bir kimseyi ben göremiyorum'.
Fudayl b. Iyaz şöyle der: "Gecenin geldiğini gördüğümde sevinir, 'rabbimle başbaşa kalırım' diye mırıldanırım. Sabahın yetiştiğini gürdüğümde halk ile karşılaşmaktan aciz olduğum için 'İnna lillahi ve innâ ileyhi râciûn' derim. Çünkü beni rabbimin ibadetinden meşgul edeceklerdir".
Zeyd oğlu Abdullah 'Cennet o kimseye olsun ki, bir anda hem dünya hem ahirette yaşıyor' dediğinde, kendisine 'Bu nasıl olur?' denir. O da şu cevabı verir: 'Dünyada Allah'a münâcaat eder, ahi-rette onun komşusu olur'.
Zünnûn-i Mısrî şöyle demiştir: 'Mü'min bir kimsenin sevinmesi ve lezzetlenmesi ancak halvette rabbinin münâcaatından gelir'.
Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: 'Allah ile konuşmaktan zevk alıp, mahlukların konuşmasından müstağni olmayan kimsenin ilmi az, kalbi kör ve ömrü zayi olmuştur'.
İbn Mübarek şöyle demiştir: 'Allah'a yönelenlerin hâli ne güzeldir'.
Salihlerden birinden şöyle rivayet edilir: Ben Şam'ın bazı bölgelerinde
gezdiğimde o dağlardan inen bir âbidle karşılaştım. Bana baktığı zaman,
bir ağacın kovuğuna sığındı ve kendi kendisini gizlemeye çalıştı.
Kendisine 'Sübhânallah! Sana bakmayı bana (çok mu görüyorsun?) Cimrilik mi
yapıyorsun?' dedim. Bana şu cevabı verdi:
Ben uzun zamandan beri bu
dağda bulunuyorum. Kalbimi dünyadan ve dünya ehlinin aşkından soğutup
tedavi etmeye çalışıyorum. Bu hususta uzun zahmet çektim. Ömrüm bitti.
Allah Teâlâ'dan şunu istedim: Kalbimle mücahede ettiğim günlerden dolayı
benim mükafat ve nasibimi vermesin. Böylece Allah Teâlâ kalbimi ıztıraptan
sükûnete kavuşturdu. Bana yalnızlığı ve tenhayı hoş gösterdi. Sana
baktığım zaman, ilk vaziyetime dönmekten korkuyorum. Bu bakımdan benden
uzaklaş. Çünkü senin şerrinden, ariflerin rabbine sığınıyorum. Senin
şerrinden âbidlerin dostu olan Allah'a iltica ediyorum.
Sonra, dünyada fazla kaldığımdan ötürü hasretler olsun bana diye
bağırdı ve yüzünü benden çevirdi. Ellerini silkti ve dedi ki: 'Ey dünya!
Benden uzaklaş! Benden başkasına süslen. Ehlini kandırmaya çalış'. Sonra
şöyle dedi: 'Ariflerin kalbine hizmetin lezzetini, yalnızlığın aşkını atan
Allah her türlü eksiklikten münezzehtir. Ne acaip bir şeydir ki, onların
kalplerini, cennetlerin yâdedilmesinden, ela gözlü cennet kadınlarının
hatırlanmasından gafil etmiştir. Himmetlerini zikrinde toplamıştır.
Onların yanında, onun münacaatından daha lezzetli birşey yoktur'. Sonra
'kuddûs kuddûs' diye bağırarak uzaklaştı.
O halde anlaşıldı ki, halvete
çekilmekte Allah'ın zikriyle ünsiyet vardır. Marifetini çokça elde etmek
vardır.
Uyumak isterim. Oysa uykum yok. Belki ki, o esnada gelen
hayâlin hayâlime rastlar. Belki, senden gizlice nefsimle konuşurum.
Bu sırra binaen hukemadan biri şöyle demiştir: İnsanoğlu faziletten
uzak olduğu için nefsinden nefret eder ve böylece halk ile karışması
çoğalır. Onlarla bir araya gelmekle nefsinden vahşet ve nefreti
uzaklaştırır'.
Bu bakımdan eğer faziletli ise, mutlaka tenhayı ister ki
tenhada düşünce imkanını bulsun, ilim ve hikmeti elde etsin. 'Halk ile
karışmak, iflas etmenin alâmetlerindendir' denilmiştir. O halde uzlete
çekilme büyük bir faydadır. Fakat herkes için değil... Ancak birtakım has
kullar içindir. Kimi zikrin devamıyla Allah'ın ünsiyetini kazanır veya
fikrin devamıyla Allah Teâlâ'nın marifetinde tahkik sahibi olur, böyle bir
kimse için halkla ilgili herşeyden uzaklaşmak daha faziletlidir. Çünkü
ibadetlerin gayesi, muamelelerin meyvesi insanın Allah'ın dostu olarak ve
Allah'ı bilerek ölmesi demektir. Allah'ın sevgisi ise, ancak zikrin
devamından ötürü meydana gelen ünsiyetten gelmektedir. Allah'ın marifeti
ise, ancak düşüncenin devamından neş'et eder. Bu iki hususta kalbin
boşalmış ve temizlenmiş olması şarttır. Oysa insanlarla oturup-kalkınca
kalp hiç de boş olamaz.
II. Fayda
Çoğu zaman halkla karışmaktan ötürü insanın
başından geçen günahlardan, insanoğlu uzlete çekilmek sayesinde kurtulur.
Bu günahlar da dört çeşittir:
a. Gıybet
b. Nemime (Koğuculuk, laf
götürüp getirmek)
c. Riyâ
d. Emr-i bi'1-mâruf ve nehy-i an'il-münker
yapmamak.
Gıybet
Mühlikât bölümünün dil âfetlerinden sözeden kısmında
gıybetin yönlerini bildiğin zaman anlayacaksın ki, insanlarla oturup
kalkınca gıybetten sakınmak gayet güçtür. Ancak sıddîklar bu durumda
gıybetten kurtulurlar. Çünkü umumi olarak insanların âdeti halkın namusunu
çiğnemek, onu âdeta meclislerinin meyvesi yapmak, onun tadından zevk
almaktır. Onların yemeği ve lezzetleri gıybettir. Halvette vahşetlerinden
ancak gıybet etmek suretiyle rahat bulurlar. Eğer onlarla oturup-kalkar,
onlara uyarsan günahkar olup Allah'ın gazabına maruz kalırsın. Eğer sükût
edersen, günahta ortakları olursun. Çünkü gıybetçileri dinleyen onlardan
olur. Eğer gıybet yaptıklarını hoş görmezsen sana buğzederler. Gıybetini
yaptıkları insanları bırakarak bu sefer sana yönelirler. Dolayısıyla
gıybet üzerine gıybet yapmış olurlar. Çoğu zaman gıybet üzerine gıybeti
yapa yapa artık gıybeti ve başkasına küfretmeyi hafif görmeye
başlarlar!
Emr-i bi'l-mâruf ve nehy-i an'il-münker
Bu, dinin
esaslarındandır. Bu bölümün sonunda geleceği gibi emr-i bi'l mâruf ve
nehy-i anil-münker yapmak farzdır. İnsanlarla oturup kalkan bir kimse ise,
münkerâtı görmekten kurtulamaz. Münkerâtı gördüğünde susarsa Allah'a isyan
etmiş olur. Onları önlemeye kalkışırsa, birtakım zararlara maruz kalır.
Zira münkerâttan kurtulma isteği, çoğu zaman onu daha başlangıçta
yakalayıp o münkerlerden daha büyük olan günahlara sürükler. Uzlete
çekilmekte bu felâketten kurtulmak vardır. Zira bu hususta ihmalkârlık
göstermek pahalıya mal olur. Onu yapmaya kalkışmak da gayet güçtür. Hz.
Ebubekir ayağa kalkıp ashab-ı kirama şöyle hitap etti: 'Siz kendinize
bakın, siz doğru yolda olduğunuz takdirde sapan kimse size zarar veremez'
(Mâide/105) ayetini okuyup yeri olmayan mânâlara hamlediyorsunuz.
Oysa ben Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu işittim:
Halk yasak olan
bir hareketi gördüğü zaman onu değiştirmezlerse Allah Teâlâ'nın tümünü
kapsayıcı bir azap göndermesi pek yakın olur.22
Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Allah Teâlâ kuluna şöyle
sorar: 'Sen dünyada münkeri gördüğün zaman ona karşı çıkmaktan seni
alıkoyan nedir?' Allah Teâlâ o kuluna eğer delili telkin ve ihsan ederse o
kul şöyle der: 'Yâ rabbî! Senin affını ümit ettim. Halktan kork-tum. (Bu
nedenle zahirde münkere karşı çıkmadım)'.23
Kişi, dövüleceğinden ve gücü yetmeyecek bir duruma düşeceğinden
korktuğu zaman, durum böyledir. Bunun hudut-larını bilmek ve bunun için
bir tarif yapmak gayet müşkildir. Bunda tehlike vardır. Uzlete çekilmekte
ise, insanın kurtuluşu vardır. Emr-i bi'l-mâruf ve nehy-i an'il-münker'de
birtakım husumetlerin alevlenmesi ve göğüslerin vesveselerinin tahrik
edilmesi sözkonusudur.
Sizin arkanızdan nice nasihat sevkettim.
Oysa
bazen nasihat kabul eden bir kimse öfkeden istifade eder.
Emr-i bi'1-mârufu tecrübe eden, çoğu zaman pişman olur. Çünkü emr-i bil-mâruf, eğri bir duvar gibidir. İnsanoğlu onu dü-zeltmek isterken neredeyse üzerine yıkılıverir. Üzerine yıkılıverdiği zaman der ki: 'Keşke ben onu eski halinde bıraksaydım!' Evet, eğer kişi kendisine yardım edip duvarı tutan ve duvarı (bir direğe dayatmak suretiyle) doğrultmaya yardım eden bir grubu bulursa düzeltir. Oysa sen bugün yardımcı bulamazsın. Bu bakımdan onları kendi halinde bırak, nefsini kurtarmaya çalış.
Riya
Riya, müzmin bir hastalıktır. Abdal ve Evtadlar bile çok
zor kendilerini riyadan kurtarabilirler. Halkla oturup-kalkan herkes
onlarla mudârâ eder. Halkla mudârâ edenin de, onlara riyakârlık yapması
muhakkaktır. Onlara riyakârlık yapan bir kimse onların girdikleri girdaba
girer. Onların helâk oldukları gibi, o da helâk olur! Riyanın en azı
münafıklıktır. Çünkü sen düşman olan iki kişiyle oturup-kalktığın zaman
herbiriyle gönlüne göre konuşma-dığın takdirde ikisinin yanında da kötü ve
düşman bir kimse olur-sun. Eğer onlara dalkavukluk yaparsan, o vakit
insanların en şerlilerinden olursun.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
İnsanların en kötüsü
iki yüzlülerdir. Bu gruba bir yüzle, diğer bir gruba ise başka bir yüzle
sokulur.24
Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
İki yüzlü bir kimse insanların
şerlilerindendir. Şunlara bir, öbürlerine diğer bir yüzle sokulur.25
İnsanların arasına karışmakta, en azından onlara hevesli olduğunu göstermek ve bu hususta mübalağa etmektir. Bu kimse yalandan kurtulamaz. Yalan ya bunun temelinde veya mübalağalı kısmında vardır. Rastladığı kişinin hâlinden sormak suretiyle şefkatini izhar etmek ise katıksız münafıklıktır. Meselâ 'sen nasılsın!', 'Aile efradın nasıl? dersin. Oysa kalbin adamın durumuyla zerre kadar ilgilenmemektedir.
Sırrı es-Sakatî der ki: 'Eğer benim bir arkadaşım huzuruma gelirse, bende onu görünce sakalımı elimle düzeltmeye kalkışırsam, münafıkların defterine yazılmamdan korkarım'.
Fudayl b. İyaz tek başına Mescid-i Haram'da oturuyordu. Bir dostu
yanına geldi. Dostuna 'niye geldin?' diye sordu. Dostu 'Ey Ebu Ali!
Seninle ünsiyet etmeğe geldim' deyince, Fudayl şöyle dedi: 'Allah'a yemin
ederim, senin bu ünsiyetin herşeyden daha çok vahşete benziyor. Benim
sana, senin de bana riyakârlık yapmamızı mı, senin bana, benim sana yalan
söylememizi mi istiyorsun? Ya sen benim yanımdan kalkıp gideceksin veya
ben!'
Âlimlerden biri şöyle demiştir: 'Allah Teâlâ herhangi bir ku-lunu
sevdiği zaman, onun başkaları tarafından bilinmemesini de sevmiş ve
istemiştir'.
Tavus, Halife Hişam'ın huzuruna girdi ve şöyle dedi: Ya Hişam!
Nasılsın?
- Bana niye emir'ul-mü'minîn diye hitap etmedin?
- Çünkü
bütün müslümanlar senin halifeliğinde ittifak etmemişlerdir, böyle
söylemekle yalancı olmaktan korktum,
Bu bakımdan herhangi bir kimse, bu şekilde sakınabiliyorsa, halkla oturup-kalksın. Aksi takdirde isminin münafıklar defterine yazılmasına razı olsun. Zira selef-i salihîn bir araya gelirlerdi. Nasıl sabahladın? 'Nasıl akşamladın?', 'Nasılsın', 'Hâlin nasıldır?' gibi sözlerinde riyadan kaçınırlardı. Bu suallerin cevabında da sakınırlardı. Onların sualleri dünyanın hâllerinden değil, dinî hâllerinden olurdu.
Hatem-i Esamm, Hamid Leffâf e dedi ki:
- Nefsinde nasılsın?
-
Afiyetteyim.
- Yâ Hâmid! Selâmet sırat köprüsünün ötesindedir, afiyet
ise cennette.
İsa (a.s) 'Nasıl sabahladın?' denildiği zaman şöyle cevap veriyordu: 'Umduğumu ileride almaktan aciz, korktuğumu defetmeye gücü yetmez bir vaziyette sabahladım. Amellerimin rehini olarak sabahladım ki, hayrın tamamı benden başka zatın elindedir ve benden daha fakir bir kimse de yoktur'.
Hayseme'nin oğlu Rabia'ya 'Nasıl sabahladın?' denildiği zaman şöyle demiştir: 'Günahkarların zayıflarından olarak sabahladım. Rızkımızı tüketiyoruz, ecelimizi bekliyoruz...'
Ebu Derda'ya 'Nasıl sabahladın?' denildiği zaman 'Eğer ateşten kurtulursam hayır ile sabahladım' demiştir.
Süfyân es-Sevrî'ye 'Nasıl sabahladın?' denildiği zaman: 'Şunu şuna şikayet ettiğim, şunu şuna kötülediğim, şundan şuna kaçtığım halde sabahladım' diye cevap verdi.
Uveys-i Karanî'ye 'Nasıl sabahladın?' denildi. Cevap olarak şöyle dedi: 'Akşamladığı zaman sabaha varacağını bilmeyen, sabahladığı zaman da akşama varacağını bilmeyen bir kişi nasıl sabahlarsa ben de öyle sabahladım'.
Mâlik b. Dinar'a 'Nasıl sabahladın?' denildiğinde, cevap olarak dedi ki: 'Eksilen bir ömür ile artan günahlar arasında sabahladım'.
Hükemadan birine 'Nasıl sabahladın?' denildi. Şöyle cevap verdi: 'Ölümüm için hayatıma ve rabbim için nefsime razı ol-madığım halde sabahladım'.
Başka bir hakîme 'Nasıl sabahladın?' denildi. Şöyle cevap verdi: 'Rabbimin rızkını yediğim ve düşmanı İblis'e itaat ettiğim halde sabahladım!'
Muhammed b. Vası'a 'Nasıl sabahladın?' dendiği zaman: 'Hergün ahirete bir konak yaklaşan bir kimse hakkında ne zannediyorsun?' cevabını verdi.
Hamid Leffaf e 'Nasıl sabahladın?' denildiğinde şöyle dedi: 'Bir günün geceye kadar, afiyetini arzulamakta sabahladım'. Kendisine 'Hergün afiyette değil misin?' diye soruldu. Şöyle dedi: 'Afiyet bir gündür ki, o günde Allah'a isyan etmemiş olurum'.
Ölüm döşeğinde bulunan bir kişiye 'Nasılsın?' diye soruldu. Cevap olarak şöyle dedi: 'Uzak bir sefere azıksız çıkan, ünsiyetsiz ve vahşetli bir kabre girmek isteyen, delilsiz olarak adil bir padişahın huzuruna varmak durumunda olan bir kişinin hâli ne olabilir?'
Ebu Sinâ'nın oğlu Hasan'a 'nasılsın' denildiğinde cevap olarak şöyle demiştir: 'Ölüp, sonra dirilip, sonra hesaba çekilen bir kim-senin hâli ne olabilir?'
İbn Şîrin bir kişiye 'Nasılsın?' dedi. Kişi 'Boynunda beşyüz dirhem
borç olduğu halde bir sürü çoluk çocuğun babası olan bir kimsenin hâli
nasıl olsun?' diye cevap verdi. Bu söz üzerine İbn Şîrin evine döndü,
adama bin dirhem para çıkarıp verdi ve dedi ki: 'Beşyüzüyle borcunu öde,
beşyüzünü de kendine ve aile efradına sarfet'. İbn Şîrin 'Allah'a yemin
olsun, bundan sonra hiç kimsenin hâlini sormayacağım' diye yemin
etti.
İbn Şîrin işte bu nedenle yemin etti ve başkasının hâline ihtimam
etmediği halde durumunu sormuş olmaktan ve böylece riyakar ve münafık
olmaktan korktu. Çünkü selef-i sâlihînin suali dinî işlerdendi. Kalbin
Allah'ın karşısındaki durumundan sorarlardı. Eğer dünya işlerinden
sorarlarsa, bu ihtimam ettiklerinden neşet
ederdi. Adama ihtiyacını
gidermek suretiyle yardım etmeye azimli olduklarından ileri geliyordu.
Biri şöyle demiştir:
Ben birtakım insanlar biliyorum. Bir araya
gelmezler. Fakat onlardan biri diğerine 'Bütün servetini ver' dese,
tereddüt etmez verir. Şu anda ise bir kısım insanlar tanıyorum ki, hergün
bir araya gelirler, birbirlerinin hâlini sorarlar, hatta bazısı evdeki
tavuğu bile sorar, fakat hâlini sorduğu insan malından bir taneye muhtaç
olursa onu dahi ondan esirger. Bu riya ve nifaktan başka birşey
değildir.
Böyle bir sualin riya ve nifak olduğunun delili şudur. Sen
adamı görürsün ki, karşısındaki adama 'Nasılsın?' der. Soran, sualinin
cevabını beklemez sorulan da cevap vermekle değil, soru sormakla meşgul
olur. Bunun hikmeti şudur: Onlar bilirler ki, bu sual ve cevaplar riya ve
tekellüften başka birşey değildir. Onlar kalpleri kin ve nefretten uzak
olmadığı halde dilleriyle sual sormaktadırlar!
Hasan Basrî şöyle demiştir: 'Selef-i sâlihîn ancak kalplerin se-lâmet bulduğu zaman karşısındaki insanlara esselâmü aleyküm derlerdi'. Hasan bunu söylerken sözünü yemin etmek suretiyle de tekid etti ve devamla şöyle dedi: "Şimdi ise 'Nasıl sabahladın?', 'Allah sana afiyet versin', 'Nasılsın?', 'Allah seni ıslah eylesin' deniyor".
Eğer biz onların sözlerine yapışırsak keramet olmaz, bid'at olur. İster onlar bize kızsınlar, ister kızmasınlar.... Selef sadece es-selâmü aleyküm demişlerdir. Çünkü 'Nasıl sabahladın?' cümle-siyle konuşmaya başlamak bid'attır.
Bir kimse Ebubekir b. Ayyaş'a26: 'Nasıl sabahladın?' dediği zaman, ona cevap vermediği gibi 'Bizi bu bid'atın şerrinden selâmet bırak' diye çıkışmış ve şöyle demiştir: "Bu bid'at Şam'da Amevas (Kudüs'e yakın bir yer) vebası diye bilinen hastalık za-manında ölüm çoğaldığı bir anda ihdas edilmiştir. O zamanda kişi arkadaşıyla sabahleyin karşılaşınca 'Nasıl sabahladın?', akşam rastlayınca 'Nasıl akşamladın?' diye sorardı".
Bütün bu nakillerden gayem, âdetlerin çoğunda iki kişinin bir araya geldi mi tasannu, riya ve nifakın çeşitlerinden uzak olamadığını göstermekti. Oysa bütün bunlar kötülenmiştir. Bazısı mahzurlu, bazısı mekruhtur. Uzlete çekilmekte ise, bütün bunlardan kurtuluş vardır. Çünkü halk ile bir araya gelen kimse onların âdetiyle onlara muamele yapmazsa, ona buğzederler, sakil telakki ederler, gıybetini yaparlar, âdeta ona eziyet vermek için seferber olurlar. Bu bakımdan onun için söylediklerinden ötürü onların dinleri gider. Onun da onlardan intikam almak için hem dini, hem de dünyası gider!
Tabiatın, insanların ahlâk ve amellerinden çalması meselesine gelince, bu gizli bir hastalıktır. Gafiller değil, akıllılar bile onu çok az hisseder ve uyanırlar. İnsan fâsık bir kimse ile bir müddet beraber oturdu mu, o insan, kalbinden fasığı tenkid etmesine rağmen, eğer fasıkla oturmadan önceki hâliyle şimdiki hâlini kıyas ederse, fesattan nefret etmek ve fesadı sakil saymak hususunda, iki hâlin arasında bariz bir ayrılık görecektir. Zira fesad çok görüldü mü artık tabiata kolay gelir. Onun tehlikesi ve ona karşı olan kalpteki ürkeklik yok olur. Oysa insanoğlunu fesad işlemekten alıkoyan ancak kalbinin fesada karşı olan nefretidir. Fazla müşahede etmekten ötürü fesad, kalbe hafif görünmeye başladığı zaman, artık onu alıkoyan kuvvetin nerde ise, silinip gitmesi muhtemeldir.
Tabiat ona veya onun altındaki bir duruma meyleder. Ne zaman tabiat başkasından gördüğü büyük günahları görmeye başlarsa artık kendi işlediği küçük günahlar gözünde hafif görünmeye başlar! Bunun içindir ki, zenginlere bakan bir kimse, Allah'ın kendisine vermiş olduğu nimetlerle alay etmeye başlar. Onlarla oturması, kendisine verilen nimetleri küçük görmesine sebebiyet verir. Böyle bir kimseye verilen nimetlerin büyük görülmesi fakirlerle oturmayı tercih etmesiyle ancak mümkün olur. Böylece Allah'a itaat edenlere veya isyan edenlere bakmak da tabiatta bu tür bir tesir bırakır. Bu bakımdan herhangi bir müslüman nazarını sadece ashabın ve tabiinin ibadet yönlerine ve dünyadan kaçmalarına teksif ederse, böyle yaptığı müddetçe kendi nefsine küçük ve ibadetine de hiç gözüyle bakar. Nefsini kusurlu gördükçe daha fazla gayret gösterir, ibadetini kemâle erdirmeye yönelir. Ashab-ı kirâm ve tabiine uymasının tam olmasına gayret eder.
Kim bu zamandakilerin hâllerine, onların Allah'tan yüzçevirip dünyaya
daldıklarına bakıp âdet edindikleri günahlara dikkat ederse, kalbinde
rastladığı ve hayra iteleyici az bir rağbeti, büyük birşey olarak görür,
böbürlenir ve böylece helâk girdabının tam ortasına girmiş olur. Tabiatın
değişmesinde sadece hayır ve şerr kelimelerini işitmek bile yeterlidir.
Görülmesi nerede kalır? İşte bu incelikle Hz, Peygamberin aşağıdaki
sözünün sırrı anlaşılır.
Sâlihler anıldığı zaman rahmet nazil
olur.27
Rahmet, ancak cennete girmek, Allah'a kavuşmak demektir. Salihler anıldığı zaman bu durum meydana gelmez. Fakat onun sebebi meydana gelir. O sebep de kalpten gelen bir istek, salihlere uymayı gerektiren bir harekettir. Bu hareketi körleten, kusur ve günahtan uzaklaşmaktır. Rahmetin başlangıcı hayrı yapmak, hayrı yapmanın başlangıcı rağbet ve iştiyaktır. Rağbet ve iştiyakın başlangıcı da salihlerin durumlarını anmaktır. İşte rahmetin inişinin mânâsı budur.
Zeki bir kimsenin nezdinde bu sözden çıkan mânâ tıpkı onun aksinden anlaşılan mânâ gibidir. Şöyle ki, fasıklar anıldığı zaman lanet iner. Çünkü fasıkları çokça anmak tabiata günah işlemeyi kolaylaştırır. Lânet ise, uzaklık demektir. Allah'tan uzaklaşmanın başlangıcı günahlardır ve Allah'tan yüz çevirmektir. Geçici zevk ve safalara ve şehvetlere, meşrû olmayan bir şekilde dalmaktır. Günahların başlangıcı günahın ağırlığının ve çirkinliğinin kalpten düşüşüdür. Bu ağırlıkların kalpten düşüşünün başlangıcı ise, günahları çokça işitmek suretiyle onlarla bir nevi ünsiyet kurmakla meydana gelir.
Madem ki salih ve fasıkları anmanın durumu budur, acaba onları bilfiil görmeyi nasıl telakki edersin? Hz. Peygamber (s.a) bunu açıkça belirterek şöyle buyurmuştur: Kötü arkadaşın misali demirci körüğünün misaline benzer. Eğer kıvılcımlarıyla seni yakmazsa, kokusundan birşeyler mutlaka sana bulaşır.28
Nasıl körüğün kokusu insanın haberi olmaksızın elbisesine bulaşıyorsa, öylece, insanın haberi olmaksızın fesadlık da insanın kalbine kolay gelir.
Hz. Peygamber devamla şöyle buyurmuştur:
İyi arkadaşın misali, misk
satanın misaline benzer. Eğer miskinden sana birşey hibe etmese bile onun
kokusunu alırsın.
İşte bu sırra binaen derim ki, herhangi bir kimse bir âlimin kusurunu biliyorsa, onu söylemek iki illet ve sebepten dolayı haramdır. O illetlerden biri; âlimin kusurunu söylemenin gıybet oluşudur. İkincisi ki en felâketlisi budur âlimin işlediği kusuru söylemek, dinleyenlere o kusuru işlemeyi kolaylaştırır. Onu işlemek hususundaki korku onların kalplerinden gider. Dolayısıyla o kusuru söylemek, o günahı rahatça işlemeye sebep olur! Zira kişi o günahı işlediği zaman, birisi ayıplarsa derhal ayıplayanın sözünü reddederek der ki: 'Benim gibi bir insandan böyle bir günahın çıkması neden tuhaf görünüyor? Hatta hepimiz böyle günahlar işlemeye mecburuz. Hatta âlim ve abidler de bunu işlerler!' Eğer kişi bir âlimin böyle bir günahı işlemeyeceğine ve âdet edinmeyeceğine inanıyorsa ve Allah'ın tevfikine mazhar olan bir kimse böyle yapmaz kanaatinde bulunuyorsa, bu günahı işlemek, ona gayet zor gelecektir.
Nice şahıslar vardır ki, dünyaya dalar, mal toplamak için hırsla
çalışır. Riyaset sevgisinde, süsünde battıkça batar. Riyasetin ve dünyanın
kötülükleri onun nefsine gayet kolay gelir ve iddia eder ki, sahabe-i
kiram da nefislerini riyaset sevgisinden alıkoymamışlardır. Çoğu zaman da
riyaset sevgisi hususunda Hz. Ali ile Muaviye'nin durumuyla istidlâl ve
istişhad eder. Bu mücadelenin hakkı aramak için olmadığını tahmin eder.
'Bu mücadele riyaset içindir' der. İşte bu inanç yanlıştır. Kişiye
riyasetten gelen günahları kolaylaştırır. Kötü tabiat, düşüşlerin
arkasında gitmeye meyleder! Hasenattan yüz çevirir. Belki düşüş olmayan
şeylerde bile düşüşü takdir etmeye kalkar. Onu şehvetinin isteği üzerine
hamledip onunla kendisini makbul göstermeye çalışır. Bu, şeytanın
hilelerinin inceliklerindendir. Bunun için Allah Teâlâ bu hilelerde
şeytanın burnunu yere sürten kullarını şu ayetle
vasıflandırmıştır.
Onlar sözün en güzeline uyarlar. (Zümer/18) Hz.
Peygamber ise şöyle buyurmuştur:
O kimse ki, oturup hikmeti dinler. Sonra dinlediğinin şerli kısmıyla amel eder. Onun misali, şu kimsenin misaline benzer ki çobana gelip 'Ey çoban! Bana koyunlarından bir koyun ver!' der. Çoban kendisine 'Git, koyunlar içerisinden en iyisini kendin al!' der, o da gider koyunları koruyan köpeğin kulağından tutar.29
İşte imamların hatalarını nakleden kimse için de bu misal geçerlidir. Bir şeyin tekrarından ve görünmesinden ötürü onun kalpten düşeceğini işaret eden hâdiselerden biri de şudur: İnsanların çoğu, herhangi bir müslümanı Ramazan ayında orucunu yerken gördükleri zaman, bu hâdiseyi oldukça çirkin görürler. Oysa bu kimseler beş vakit namazlarını vaktinde kılmayan birçok kimseleri görürler de tabiatları bu namaz kılmayanlardan, orucunu tutmayanlardan olduğu gibi nefret etmez. Oysa bir tek namazın bir kavle göreterkedilmesi küfrü gerektirir. Diğer bir kavle göre terkedenin boynunun vurulmasını gerektirir. Bütün Ramazan orucunun terki ise, hiç kimseye göre böyle birşeyi gerektirmez. Peki bunun sebebi namazın hergün tekerrür etmesi ve namaz hakkında gösterilen hassasiyetin çok olmasından başka ne olabilir? Elbette sebebi budur. Bu bakımdan görünmesinden ötürü kalpteki tesiri azalır!
Şöyle ki: Eğer fakîh bir kimsenin (erkekler için haram olan) ipekli bir elbiseyi veya altın bir yüzüğü kullandığı veya gümüş bir kaptan içtiği görülürse, nefisler bunu acaip karşılarlar. Şiddetle hücum ederler. Oysa uzun süren bir mecliste görülür ki, insanların gıybetinden başka birşey konuşulmaz ama yine de kimsenin kalbi tınmaz. Oysa gıybet zinadan daha kötüdür! Zinadan daha kötü olan gıybet, ipekliyi giymekten nasıl daha kötü olmaz? Fakat gıybetçileri çokça görmek, gıybetin kalpteki tesirini düşürüp nefis için yapılmasını kolaylaştırmıştır.
Bu bakımdan bu incelikleri kavramak için uyan! Arslandan kaçtığın gibi, insanlardan kaç. Zira onlardan ancak dünyadaki hırsını artıran, seni ahiretten gafil kılan, günahları işlemeyi sana kolaylaştıran, başlangıçtaki rağbetini zayıflatan manzaraları görürsün. Eğer görülmesi ve ahlâkı sana Allah'ı hatırlatan bir arkadaş bulursan onun eteğine sarıl ve ondan ayrılma. Onu kendin için bir ganimet say. Onu hiçbir zaman hakir görme. Zira böyle bir arkadaş, akıllı kimsenin ganimeti, mü'min kimsenin de kaybolan servetidir. Anlaşılmıştır ki, salih arkadaş, tek başına oturmaktan daha hayırlıdır. Tek başına oturmak da kötü arkadaştan daha hayırlıdır. Sen bu mânâları anladıktan sonra durumunu inceler, kendisiyle oturup-kalktığın herhangi bir kimsenin haline baktığında ondan uzak durup uzlete çekilmek mi veya onunla haşırneşir olmak mı senin için daha hayırlıdır, derhal kestirebilirsin! Sakın mutlak mânâda uzlete çekilmek daha hayırlıdır veya mutlak mânâda halk arasına karışmak daha hayırlıdır şeklinde iddiada bulunma. Birisinin diğerinden daha üstün olduğunu mutlak mânâda savunma. Zira tafsil edilmiş veya tafsile muhtaç olan şey hakkında mutlak olarak 'hayır' veya 'evet' demek katıksız bir yalandır. Mufassal birşeyin hakkı, ancak tafsilat ve açıklama yapmaktır.
III. Fayda
Fitne ve husumetten kurtulmak, din ve nefsi,
fitneye dalmaktan korumak ve fitnenin tehlikelerine maruz kalmaktan
kaçınmaktır. Memleket çok az zaman taassuplar, fitneler ve husumetlerden
uzak kalır. Bu bakımdan insanlardan uzak olan bir kimse bütün bunlardan
selâmet kalır.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a) Abdullah b. Amr b. el-As'a fitneden
bahsederek fitneyi vasıflan-dırdığında şöyle hitap etti:
- İnsanların
sözlerinin sallantıda olduğunu, emanetlerinin azaldığını ve (parmaklarını
birbirine geçirerek) şöyle olduklarını gördüğün zaman...
- Ya
Rasülüllah! Böyle olduğunu gördüğüm zaman ben ne yapmalıyım?
- Evinden
çıkma, diline hakim ol, bildiğini al, bilmediklerini bırak. Havassın
işiyle meşgul ol. Avamın işini ise bırak.30
Ebu Said el-Hudrî Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet
eder:
Kişinin en hayırlı malının dağların başında ve yağmurun isabet
ettiği yerlerde otlattığı koyun sürüsü olma zamanı yaklaşıyor. Bu kişi
dağların bir tepesinden öbür tepesine dinini fitneden kaçırmaktadır!31
Abdullah b. Mes'ud Hz. Peygamberin şu hadîsini rivayet eder:
-
İnsanların üzerine bir zaman gelecektir ki, dindarın dinisağlam kalmaz.
Ancak dinini bir köyden diğer bir köye, bir dağın tepesinden diğer bir
dağın tepesine, bir taştan diğer bir taşa (veya bir delikten diğer bir
deliğe) kurnaz tilki gibi (kaçıran bir kimse bu hükmün dışında
kalacaktır!'
- Ey Allah'ın Rasûlü! Bu hâdise ne zaman olacaktır?
- O
zaman, kazanç Allah'a karşı günahları işlemek suretiyle elde edilir! İşte
o zaman geldiğinde bekar kalmak zamanı gelmiş demektir.
- Bu nasıl
olur? Oysa sen bize evlenmeyi emrettin?
- O zaman gelip çattığında kişi
annesinin ve babasının eliyle helâk olur. Eğer anne ve babası yoksa
hanımının ve çocuğunun eliyle helâk olur. Eğer o da yoksa akrabasının
eliyle helâk olur!
- Bu nasıl olur?
- Kişiyi elinin darlığından ve
fakirliğinden dolayı ayıplarlar! O da gücünün yetmediği işlere kalkışır.
Öyle ki bu işler kendisini felaketin ortasına sürükler!.32
Bu hadîs-i şerif, her ne kadar bekarlık hakkında varid olmuş ise de, uzlete çekilmek de bu hadîsten anlaşılır. Zira evli bir kimse geçimini temin etmek ve halk ile karışmaktan kurtulamaz. Sonra kazanç da ancak Allah'a isyan etmek suretiyle elde edilir. Ben şu zaman o zamandır demiyorum. Belki (Hz. Peygamber'in söylediği) o zaman bizim bu asrımızdan birkaç asır önce tahakkuk etmiştir. Onun içindir ki Süfyan şöyle demiştir: 'Yemin ederim, bekar kalmak gerekli olmuştur'.
İbn Mes'ud da şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a) fitne ve herc
günlerinden bahsetti. Şöyle sordum:
- Herc ne demektir?
- Kişi
yanına oturduğu arkadaşından emin olmadığı zaman demektir.
- Eğer o
zamana yetişirsem bana ne yapmamı emredersin?
- Nefsini ve elini tut
(onlara hâkim ol) ve evine gir!
- Eğer kişi gelip evimde beni taciz
ederse ne yapmalıyım?
- Odana gir!
- Eğer odama girerse ne
yapayım?
- Mescidine gir ve şöyle yap, (O esnada Hz. Peygamber mübarek
bileğini tuttu) ve ölünceye kadar 'Rabbim Allah'tır' de.33
Sa'd b. Ebî Vakkas, Muaviye döneminde Muaviye'ye karşı çıkmaya davet
edildiğinde cevap olarak şöyle demiştir:
Hayır çıkmam! Ancak bana iki
gözü ve dili olan bir kılıç ve-rirseniz o zaman savaşırım. O kılıç gözü
ile görmeli, diliyle de 'İşte bu kâfirdir' demeli ki ben de onu öldüreyim;
'Şu da mü'mindir' demeli ki ben de ondan elimi çekeyim sakınayım. Sonra
şöyle devam etti:
Bizimle sizin misaliniz, bembeyaz bir yolun üzerinde
bulunan bir kavmin misaline benzer ki o kavim bu apaçık yoluna devam
ederken, ansızın bir kasırga koptu ve bunlar yollarını şaşırdılar. Böylece
yolun çıkarılması bunlara zor geldi. Bazıları 'yol sağda kaldı' deyip sağa
doğru gittiler. Böylece şaşırdılar ve sapıttılar. Bazıları 'solda kaldı'
deyip sola doğru devam ettiler. Onlar da şaşırıp sapıttılar. Başkaları
oldukları yerde kalakaldılar ki, rüzgar dinip yol görününceye kadar... O
zaman sefere çıktılar.
İşte böylece Sa'd b. Ebî Vakkas ve beraberinde
bir cemaat uzlete çekildiler ve fitneden uzak durdular.
İbn Ömer'den şöyle rivayet ediliyor: İbn Ömer'e Hz. Hüseyin'in (r.a)
Irak'a gitiği haberi geldiği zaman İbn Ömer Hz. Hüseyin'in arkasına düşüp
üç günlük bir mesafeden sonra Hz. Hüseyin'e yetişti ve şöyle dedi:
-
Nereye gidiyorsun?
Hz. Hüseyin'in yanında tomar tomar kağıtlar vardı.
Dedi ki:
- İşte bunlar Iraklıların mektuplarıdır.
- Sen onların
mektuplarına aldanma. Onlara gitme!
Fakat bütün bu ısrara rağmen Hz.
Hüseyin gitmekte direndi. Bunun üzerine İbn Ömer, Hz. Hüseyin'e şöyle
hitap etti: O halde ben size Hz. Peygamber'in bir hadîs-i şerifini
hatırlatayım:
Cebrail (a.s) Hz. Peygamber'e geldi. Hz. Peygamber'i
dünya ile ahiret arasında muhayyer bıraktı. Hz. Peygamber ahireti dünyaya
tercih etti. Sen ise Hz. Peygamber'in bir parçasısın. Allah'a yemin
ederim, siz ehl-i beyt'ten kıyamete kadar hiç kimse dünyaya hâkim
olamayacaktır. Sizi dünyaya hâkim olmaktan alıkoyan şey, sizin için
dünyadan daha hayırlı olan bir iştir.
İbn Ömer'in rivayet ettiği bu hâdise rağmen yine Hz. Hüseyin dönmeye razı olmadı. Bunun üzerine İbn Ömer Hz. Hüseyin'in boynuna sarılarak hüngür hüngür ağladı ve dedi ki: 'Ben seni bir ölü veya bir esir olarak Allah'a emanet ediyorum'.34
Ashâb-ı kirâmdan onbin kişi vardı. Oysa fitne zamanında kırk kişiden fazlası gizlenmedi. Tavus evinde oturuyordu. Ona 'Neden evinden çıkmıyorsun?' denildiği zaman şöyle dedi: 'Beni çıkarmayan zamanın fesadı, hükemanın zâlimliğidir'.
Urve b. Zübeyr Akik adlı yerde köşkünü yaptıktan sonra oraya çekildi ve dışarı çıkmadı. Kendisine 'Sen saraya kapanıp Hz. Peygamberin mescidini niçin terkettin?' diye sordukları zaman şu cevabı verdi: 'Sizin mescidleriniz levhiyatla, çarşılarınız fesad ile doludur. Fahişelik yollarınızda yükselmektedir. Şu köşkün içinde sizin içinde bulunduğunuz felaketten emin kalmış olurum'.
Durum bu iken, husumetler ve fitne merkezlerinden sakınmak, uzlete çekilmenin faydalarından birisi olur.
IV. Fayda
Halkın şerrinden kurtulmaktır. Zira halk bazen
aleyhinde konuşmak suretiyle sana eziyet verir. Bazen de sû-i zan ve itham
etmek suretiyle... Diğer bir zaman yerine getirilmesi zor olan şeyle
eziyet verirler. Bazen senden akıllarının ermediği amel ve sözleri
görürler. Onu, fırsat kendilerine düştüğünde şer için kullanmak üzere
ellerinde tutarlar. Sen onlardan uzak durdukça bütün bu durumlardan
korunma külfetine girmezsin. Bu sebebe binaen hükemadan biri başkasına
dedi ki: 'Sana onbin dirhemden daha hayırlı iki beyit öğreteceğim'. O da
'Onlar nedir?' diye sorunca şöyle dedi: 'Gece konuştuğun zaman yavaş ol!
Gündüz konuştuğun zaman, önce etrafını süz! Çünkü söz ağzından çıktıktan
sonra bir daha geri dönmez. İster iyi, ister kötü olsun'.
Şüphe yoktur
ki, insanlara karışan, çalışmalarında onlara ortak olan bir kimse,
hakkında hased eden ve su-i zan yapan düşmandan kurtulamaz ve insanlara
karışan bir kimse vehmeder ki, karşısındaki düşman daima düşmanlık için
hazırlanmakta, kendisi için tuzak kurmakta, tehlike ve desise ile
arkasında gezmektedir. Çünkü insanlar birşey hakkında muhteris oldukları
zaman, her bağırmayı korkularından kendi aleyhlerinde sanırlar!
İnsanların hırsı dünya için kabardıkça kabarmış olduğundan onlar başkasının da dünyaya haris olduğunu sanırlar. Nitekim Mütenebbî şöyle demiştir: 'Kişinin yaptığı kötü olduğu zaman zanları da kötü olur. Âdet edinmiş olduğu vehmi derhal şüphenin kapkaranlık bir gecesine dalar ve devam eder'.
Denildi ki: 'Kötü insanlarla oturup-kalkmak, iyi insanlar hakkında su-i
zan yapmayı doğurur'. İnsanın tanıdıklarından gördüğü kötülükler ve oturup
kalktığı kimselerden çektiği ızdırap pek çoktur. Biz bunun izahını uzun
uzadıya yapmayacağız. Zira bizim şimdiye kadar zikrettiklerimizde bunun
tümüne birden işaret vardır. Uzlete çekilmekte ise, bütün bunlardan
kurtuluş vardır. Uzleti tercih eden kimselerin çoğu buna işaret
etmişlerdir. Ebu Derdâ (r.a) şöyle demiştir: 'Tecrübe ettiğin zaman
buğzedersin'. Ebu Derdâ'nın sözü merfû hadîs olarak da rivayet
edilmiştir.
Şair şöyle der: 'Kim insanları övüp onları denememişse, o
kimse daha sonra onları denediği zaman övdüklerini kötüler. Rahatı
yalnızlıkta görür. En yakın ve en uzak kimselerden nefret eder'.
Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: 'Uzlete çekilmekte, kötü arkadaştan kurtuluş vardır!'
Abdullah b. Zübeyr'e35 neden Medine'ye gelmediği sorulduğunda, 'Niye geleyim ki, orada ancak başkasının nimetine haset eden veya başkasının felaketiyle sevinen kimseler kalmıştır' diye cevap vermiştir.
İbn Semmak diyor ki: Bir arkadaşımızdan şöyle mektup aldık: "Hamd ve salavattan sonra; halk daha önce tedavide kullanılan ilaç idi. Şimdi ise, devası bulunmayan bir dert olmuşlardır. Bu bakımdan arslandan kaçtığın gibi onlardan kaç! Bedevilerden biri ağacın altında oturuyor, onu besliyor, suluyor, etrafını süpürüyor ve diyordu ki: 'Bu ağaç benim dostumdur. Onda üç haslet vardır: a) Benden dinledi mi, gidip beni başkasına jurnal etmez, b) Eğer onun yüzüne tükürürsem benim bu eziyetime katlanır, c) Eğer ona kızıp döver, hakaret edersem o bana hiç hırslanmaz ve kızmaz. Bedevinin bu sözleri, beni arkadaşlar hakkında zahid kıldı. (Artık arkadaşlık yapılacak kimse bulamıyorum)".
Seleften biri, kitapları mütalaa etmeye ve mezarlar arasında oturmaya başlamıştı. Kendisine 'neden böyle yapıyorsun?' denildiği zaman, şöyle dedi: Tek başıma oturmaktan daha selâmetli, kabirlerden daha ibretli ve kitaplardan daha faydalı bir dost bulamadım da ondan...'
Hasan Basrî şöyle anlatmaktadır: Hacca gitmek istedim. Sabit el-Bennanî
benim hacca gideceğimi işitmiş, gelip bana dedi ki:
- İşittiğime göre,
sen hacca gitmek istiyorsun? Ben de sana arkadaş olmak istiyorum.
-
Allah senden razı olsun! Bırak da biz Allah Teâlâ'nın üzerimize gerdiği
örtü altında birbirimizle muaşeret edip geçinelim.Çünkü, eğer arkadaşlık
yaparsak, birbirimizden nefret etmeyi gerektirecek hareketler görmekten
korkuyorum!
Hasan Basrî'nin bu sözü uzlete çekilmenin diğer bir
faydasına işarettir. O da örtünün, din, mürüvvet, ahlâk, fakirlik ve diğer
kusurlar üzerine gerili kalmasıdır.
Allah Teâlâ, örtülü kalanları överek şöyle buyurmuştur:
(Sadakalar)
şu fakirlere mahsustur ki, Allah yolunda kapanıp kalmışlardır. Bilmeyen,
utangaçlıklarından dolayı onları zengin sanır. (Bakara/273)
Şair şöyle der: 'Eğer hür bir insanın elinden nimet çıkarsa Bu onun için ayıp ve ar değildir. Ancak ar ve ayıp odur ki, kişiden iyilik soyulsun'.
İnsan, din ve dünyasında, ahlâk ve işlerinde kusurlardan uzak değildir. En iyisi din ve dünyasında örtünmektir. Onlar açıkta olursa selâmette kalamaz. Ebu Derda şöyle demiştir: 'Halk, dikensiz yapraklar idi. Fakat bugün insanlar yapraksız diken oluverdiler'.
Ebu Derda'nın yaşadığı zamanın hükmü buysa ki o birinci asrın sonunda yaşıyordu artık o asırdan sonra gelen asrın şer olduğunda şüphe etmek uygun bir hareket olur mu?
Süfyan b. Uyeyne diyor ki: Süfyân es-Sevrî hayatta iken ve uyanıkken, öldükten sonra da rüyamda bana şöyle dedi: 'Halkı az tanı! (veya halkı tanımayı azalt). Çünkü halktan kurtulmak zordur. Ben, hoşuma gitmeyen şeyleri tanıdıklarımdan gördüm'.
Seleften biri şöyle demiştir: 'Dinar oğlu Malik'e geldim. Tek başına
oturuyordu. Baktım ki, bir köpek çenesini ayaklarının üzerine koymuştu.
Ben köpeği kovmak istedim. Bana şöyle dedi: 'Onu kovma! Bu hayvancağız ne
zarar verir ne de eziyet. O kötü arkadaştan hayırlıdır'.
Birisine
denildi ki:
- Halktan uzak kalmaya seni zorlayan nedir?
- Ben
haberim olmaksızın, dinimden olmaktan korktum.
Bu zatın sözü işaret
eder ki, insanın tabiatı kötü arkadaşın huylarından etkilenir.
Ebu
Derdâ şöyle demiştir: 'Allah'tan korkunuz, halktan da uzak durunuz. Zira
halk herhangi bir devenin sırtına binmişse, mutlaka onu yara ve bereler
içerisinde bırakmışlardır. Herhangi bir atın sırtına binmişlerse, sırtını
şerha şerha yapmışlardır. Herhangi bir mü'minin kalbine oturmuşlarsa,
muhakkak onu tahrip etmişlerdir'.
Seleften biri şöyle demiştir: 'Tanıdıkları azalt! Çünkü tanıdıkları azaltmak, hem senin dinin, hem de kalbin için daha selâmetlidir. Hakların boynundan düşmesi için daha hafiftir. Zira tanıdıklar çoğaldıkça hakları da o nisbette çoğalır ve o hakları yerine getirmek zorlaşır'.
Seleften biri şöyle demiştir: 'Tanıdıklarını tanımamazlıktan gel! Tanımadıklarınla tanışma!'
V. Fayda
Uzlet sayesinde halkın senden ümitleri ve senin de
halktan beklediklerinin kesilmesidir. Halkın senden ümitlerinin
kesilmesine gelince, burada birçok faydalar vardır. Çünkü halkın rızası
öyle bir uzaklıktır ki, bir türlü kavuşulmaz. Bu bakımdan kişinin kendi
nefsinin ıslahıyla meşgul olması daha iyidir. Oturupkalktığı insanlara
karşı yerine getirilmesi gereken hakların en rahat ve en kolayı,
cenazesinde hazır bulunmak, hasta iken ziyaret etmek, düğünler de ve
evliliklerinde hazır bulunmaktır. Bütün bunlarda vaktin zayi edilmesi
sözkonusudur ve felaketlere maruz kalma vardır. Sonra bir kısmına gitmeye
birtakım engeller çıkar. Onlar hakkında bir kısım özürler ileri sürmen
gerekir. Oysa her özrü izhar etmek de mümkün değildir. Kişiye 'Filanın
hakkını yerine getirdin bizim hakkımızda ise, kusurlu davrandın' derler.
Böyle yapmak düşmanlık sebebi olur. Buna binaen şöyle denilmiştir:
'Ziyaret zamanında hastayı ziyaret etmeyen, o hasta iyileşirse mahcup
olmamak için onun ölümünü temenni eder!'
O kimse hiç kimseyi ziyaret etmezse, kendisine birşey demezler. Eğer bazılarını ziyaret ederse geri kalanlar kendisinden nefret ederler. Bütün insanlar için bütün hakları yerine getirmek için, gece gündüz sadece kendisini bu vazifeye adayan bir kimse bile buna güç yetiremez. Acaba din ve dünya hususunda kendisini meşgul eden mühim vazifesi olan bir kimse nasıl bunları yerine getirebilir?
Amr b. el-As der ki: 'Dostların çokluğu, alacaklıların çokluğu demektir'.
İbn Rumî der ki: 'Senin düşmanın, dostundan istifade eder. Bu bakımdan çok arkadaş edinme. Çünkü hastalığın çoğunu görürsün ki, yiyecek ve içecekten gelir'.
İmam Şâfiî şöyle demiştir; 'Her düşmanlığın kökü, mutlaka kötü bir
kimseye yapılan iyiliğe dayanır!'
Senin insanlardan ümidinin
kesilmesine gelince, bu da büyük bir faydadır. Zira dünyanın malına ve
süsüne bakan bir kimsenin hırsı kabarır, hırsının kuvvetiyle tamahı artar.
Durumların çoğunda mahrumiyetten başka bir şey görmez. Bu bakımdan ümidi
yok olur, büyük sıkıntı ve üzüntülere düşer. Fakat halktan uzaklaştığı
takdirde bunları görmez. Görmediği takdirde nefsi çekmez ve tamahı
kabarmaz.
İşte bu sırra binaen Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Onlardan bazı
zümrelere kendilerini denemek için verdiğimiz dünya hayatının süsüne
gözlerini dikme.
(Tâhâ/131) Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Malca altınızda bulunana bakınız. Üstünüzde bulunana bakmayınız. Çünkü böyle yapmak Allah'ın size bahşettiği nimetleri takdir etmenize daha uygundur.36
Avn b. Abdullah37 der ki: 'Ben zenginlerle oturuyordum. Daima
üzüntülüydüm. Elbisemden daha güzel elbiseler, bineğimden daha kuvvetli
binekler görüyordum. Ne zaman ki, fakirlerle oturmaya başladım, rahata
kavuştum!'
Rivayete göre, (İmam Şafiî'nin talebesi) Müzenî birgün
Fustat camiinin kapısından çıktı. O anda Abdülhakem'in oğlu Muhammed
cemaatiyle beraber geliyordu. Onun süslü hâli ve güzel durumu Müzenî'yi
şaşırttı. Müzenî derhal 'Bir de hanginiz sabırlıdır bilelim diye bir
kısmınızı diğer bir kısmınız üzerine bir imtihan vesilesi kıldık'
(Furkan/20) ayetini okudu; sonra şöyle bağırdı: 'Evet, ben sabreder ve
razı olurum'.
Müzeni fakir ve yoksuldu. Bu bakımdan evinde oturup halka karışmayan bir kimse, böyle fitnelerle karşılaşmaz. Çünkü dünya ziynetini gören bir kimsenin ya dini ve yakîni kuvvetli olup sabreder. Bu takdirde sabrın acılığını tatmaya mecbur olur. Oysa sabır 'sebir' denilen acı bitkiden daha acıdır veya böyle bir kimsenin isteği kabarır. Dünyayı elde etmek için hileli hareket etmeye mecbur olur. Bunu yaptığı takdirde de ebediyyen helâk olur. Dünyada helâk olması ise, çok zaman mahrumiyetle sonuçlanan tamahkârlıktır. Zira her isteyenin eline dünya geçmez. Ahiretteki helâk olması ise dünya malını Allah'ın zikrine ve Allah'a yaklaşmaya tercih etmesinden kaynaklanır.
Nitekim İbn Arabî şöyle der: 'Zilletin kapısı zenginlik tarafından olduğu zaman, ben fakirlik yönünden yücelere çıkarım' İbn Arabî bu sözüyle tamahkarlığın halihazırda bile insanı zelil kıldığına işaret etmektedir.
VI. Fayda
Ahmakları görmekten kurtulmaktır. Onların
ahmaklıklarının ve ahlâklarının ağırlığını çekmekten kurtulmaktır. Zira
bunun gibi insana ağırlık veren şeyleri görmek küçük bir körlüktür.
A'meş38 'Gözlerin hangi illetten zayıfladı?' denildiğinde, şöyle demiştir: 'Ağırlık veren kimseleri görmekten...'
Hikaye ediliyor ki, Ebu Hanife A'meş'in ziyaretine gelir ve 'Allah Teâlâ herhangi bir kimseden iki gözünü alırsa onların yerine onlardan daha hayırlısını ona ihsan eder'39 hadîsini okuya-rak, 'Acaba Allah sana gözlerinin yerine ne gibi bir ihsanda bulundu?' diye sorar. A'meş şaka yollu şöyle der: 'Allah onların yerine beni ağırlık veren kimseleri görmekten kurtardı ve sen de onlardan birisin'.
İbn Sîrin der ki: Bir kişinin şöyle dediğini duymuştum: 'Ben hoşlanmadığım bir kimseye bir defa baktım ve bayıldım'. Yunan filozof hekîm Calinus (Galen) şöyle der: 'Herşeyin bir sıtması vardır. Ruhun sıtması da sıkıntı veren kimselere bakmaktır'.
İmam Şafiî şöyle demiştir: 'Ben sıkıntı veren biriyle oturduğum zaman, onun tarafına düşen yanımın ağırlaştığını hissediyordum. Sanki o taraf diğer tarafımdan daha ağır geliyordu bana'.
Birinci ve ikinci faydadan başka, uzletin bu faydaları dünyanın hazır maksadlarıyla ilgilidir. Fakat aynı zamanda dinle de ilgilidir. Zira insanoğlu sıkıntı veren bir kimsenin görülmesiyle üzülüp sıkıldığı müddetçe onun aleyhinde bulunmaktan, Allah'ın sanatını görmekten emin olamaz! Bu bakımdan kişi başkasından gıybet veya su-i zan, hased, nemime veya başka bir kötülük görüp üzüldüğü zaman, onun karşılığını vermemekten sabrı taşar. Bütün bunlar dinin, fesadına sebep olur! Uzlet ve tenhaya çekilmekte ise, bütün bunlardan selâmette kalır.
21) Müslim
22) Tirmizî ve Sünen sahipleri
23) İbn Mâce
24)
Müslim, Buhârî
25) Müslim
26) Kûfeli meşhur kurralardandır. İsminde
ihtilaf vardır. En güvenilir ri-vayete göre ismi Şu'be'dir. H. 94
senesinde 100 yaşında iken vefat etmiştir.
27) Irâkî bu hadîsin merfû
hadislerden bir aslı olmadığını, ancak İbn'ul-Cevzî tarafından Süfyan b.
Uyeyne'nin sözü olduğunun iddia edildiğini kaydeder.
28) Müslim ve
Buhârî
29) İbn Mâce
30) Ebu Dâvud, Nesâî
31) Buhârî
32) Ebu
Nuaym, Hilye; Beyhakî, Zühd; Halilî, Tarih
33) Ebu Dâvud
34)
Taberânî, Bezzar
35) Abdullah, Hz. Ebubekir'in kızı Esma'dan doğmuştur.
Hicretten sonra ilk doğan çocuk Abdullah'tır. Annesinin karnındayken
annesi hicret etmiş ve kendisi hicretten sonra dünyaya gelmiştir. Hz.
Peygamber vefat ettiğinde, dokuz yaşında idi. Fasih konuşan bir kimseydi.
Muaviye'nin oğlu Yezid öl-dükten sonra, H. 64 senesinde Mekke'de
müslümanlar Abdullah'a biat ederek onu halife seçtiler ve o da Hicaz,
Irak'ın iki parçası, Yemen, Mısır ve Şam topraklarının çoğunu ele geçirdi.
Halifeliği dokuz sene sürdü. Daha sonra Abdülmelik b. Marvan zamanında (H.
122 yılı, bir salı günü Mekke'de Haccac-ı Zâlim tarafından
öldürüldü.
36) Müslim
37) Mekkeli, güvenilir ve âbid bir zattı. H.
120 senesinden önce ölmüştür.