Evlilik,
Evlilik Ve Bekârlıktan Hangisinin Hayırlı Olduğu Ve Kadınlarla İlgili Hükümler
Hakkındadır
Nikah
Konuş Unuda Azimet Ve Ruhsat
Ticaret Ve
Sanayiyle İlgili Nakiller Ve Selef' İn
İ2lediğ İ Yol
Ziyafetten Ayrılmayla
İlgili Ahmed B. Hanbel'in
(Ra) Görüşü
Helaller,
Haramlar Ve Şüpheli Konular
Allah Teala buyurdu ki: "İçinizdeki bekârları, köle ve cariyelerinizden evlenmeye uygun olanları evlendirin, eğer
fakir iseler, Allah onları lütfü ile ihtiyaçlarını giderir. Çünkü Allah Geniş'tir, herşeyi hakkıyla Bilen'dir". (Nur/32)
Allah Teala, evlenme ihtiyacı olanlara evlenmeyi emrederken, kendisini koruyabilenleri özendirmiştir. Evlilik ihtiyaç olması durumunda farz iken, ihtiyaç duyulmadığı şartlarda sünnettir. Allah Teala, evlenecek kimselere ihtiyaçlarını karşılamayı da taahhüt etmiştir. Evlenecek kimsenin zengin olması, fakirin fakir iken duyduğu ihtiyacım gidermesi şeklinde ihtiyacının giderilmesine mani değildir. Zengin ecir bakımından fakir olabilir. Allah Teala da kendisini ecir bakımından müstağni kılar. Hüküm bakımından fakir olanı ise olumlu hüküm vererek müstağni kılar. Kişi, dağınıklık, yitiklik, evsizlik ve eşyasızlık gibi hususlarda fakir olabilir. Onu da bunları varederek müstağni kılar.
Allah Teala, bu taahhüdünü ilgili ayetin son kısmıyla teyid etmiştir: "Çünkü Allah Geniş'tir, herşeyi hakkıyla Bilen'dir". (Nur/32) Yani Allah Teala, onların her türlü fakirliğini giderecek kadar geniş bir zenginliğe sahiptir. İnsanlara düşen kendi halleriyle meşgul olmaktır. Mertebe ve derecelerine göre hallerinin İslahı bilmedikleri bir şekilde gerçeleştirilecektir.
Hasan el-Basri (ra) Ebu Said el-Hudri'den (ra) şu hadisi rivayet etmiştir: "Allah Resulü (sav), buyurduki: Geçim korkusuyla evliliğe yanaşmayan bizden değildir". Yine O, başka bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Dindarlığından ve emanet duygusundan emin olduğunuz biri geldiğinde onu evlendirin. Böyle yapmazsanız yeryüzünde fitne ve büyük bir başıboşluk doğar".[1] Bir başka hadis de şöyledir: "Her kim Allah için nikahlar ve Allah için nikahlandırırsa Allah Teala'nın velayetini -dostluk ve korumasını- haketmiş olur". Bu, Allah Teala'nm velayetinin kazanılabileceği hallerin.en aşağı-sıdır. Çünkü velayet, bir çok makamdan oluşur ve her makam için de belli bir amel sözkonusudur.
Konuyla ilgili olarak Bişr (ra) hakkında şöyle bir hadise rivayet edilmiştir: Bir keresinde Bişr'e (ra), 'Halk senin hakkında konuşup duruyorlar1 denilmişti. O da, 'Ne konuşuyorlar ki?' diye sormuştu. Onlar da, 'Sizin evlilik sünnetini terketmiş olduğunuzu söylüyorlar1 dediler. Bişr'in (ra) cevabı şöyle oldu: Ben, sünneti farz için ter-kediyorum' dedi. Yine o, bir keresinde de şöyle demiştir: Bana engel olan, sırf Allah Teala'nın şu buyruğudur: "Kadınlar için sorumlulukları kadar hakları da vardır". O, şöyle derdi: Eğer bir tavuğa bakacak olsam, köprünün üzerindeki cellat gibi olmaktan endişe ederdim.
Bişr'e bu sorunun sorulduğu ve cevabın alındığı tarih Hicret'in ikiyüz yirminci yılıydı. O devirde öyle olunca yaşadığımız şu devirde ne yapmak gerekmez ki? Onun devrinde hem helal daha çoktu hem de evlenilebilecek temiz kızlar mevcuttu.
Yaşadığımız zamanda (Hicri IV. asır) fitneye düşmekten emin olan ve nefsinin günahlara sevketmediği bir mürid için evlenmemek daha hayırlı olabilir. Kafasından kadınlarla ilgili düşünceler geçmeyen, kalbi yoğunluğu kadınlar sebebiyle dağılıp bozulmayan, bu tür düşünceler kendisini hizmet yoluna yönelmekten alıkoymayan, fikir alışverişini sürdürüp nefsiyle kadınlar hakkında konuşmayan, gözü yasaklara kaymayan ve beyni onu istila edecek bir şehvetle tanışıp kaynaşmamış bir mürid için de evlilik tavsiye edilmeye değmez.
Cinsellikle ilgili günahların başı, erkek cinselliğinin işleyeceği bir takım kuruntu ve düşüncelerdir. Buna fikir yoğunlaşmasıyla doyurulan kalp şehveti denilebilir ve bu konudati günahların ilkderecesidir. İkinci günah, erkeğin cinsellik uzvunun harekete geçmesi ve kişinin eliyle tutulmaya ve kurcalanmaya başlamasıdır. Üçüncü günah kalpte şehvetin yer etmesidir. Dördüncü günah, şehvetin cinsellik uzvundan taşmasıdır. Cinsellik uzvuna sağ elle temas etmek mekruhtur.
Yukarıda naklettiğimiz hususlar gerçekleştiği takdirde kalp huşu halini terkedecek ve eksilmeye başlayacaktır. Kul bu duygu ve şehvetlerden etkilenmediği takdirde kendisi için halvet en güzel mekandır. Halvette varlığın lezzetiyle tanışacak, yaptığı muamelenin tadına varacaktır. Sürekli nefsine yönelecek ve kendi hali ile meşgul olarak başkalarının halleriyle ilgilenmeyecektir. Böyle birinin halinin başkasından beklenmesi, kendisinin eksilmesine veya o kimsenin başka hükümlere tabi olmasına yol açabilecek ve o kimse de bunu başaramayacaktır. Bu durumdaki mürid, kendi şeyta-myla beraber başka bir şeytanla daha uğraşmış ve kendi nefsine başka bir nefs daha katılmış olacaktır. Onun nefs mücahedesinde, nevasına ve düşmanına karşı sabrında gösterdiği çok zorlu bir çaba vardır.
Evliliğin tercih edilmeyişinin sebeplerinden biri de, kazanç kapılarının iyice bozulmuş olmasıdır. Bunların bir çoğunda günah iş-lemeksizin geçimlik kazanmak imkansız hale gelmiştir. Bilinçli bir müslüman olarak kazancının nereden kazandığının ve nereye harcadığının hesabını vermekle mükellef olacaktır. Eğer kazancı helalinden değilse bu kazanç onun aleyhine yazılacaktır. Hevası uğruna harcananlar da lehinde yazılmayacaktır. Bu noktada kadınların büyük çoğunluğu dini duyguları ve salahları bakımından kusurludurlar. Bunlara hakim olan hal cehalet ve hevadır. Evlenen birinin bunların boyunduruğu altına girmesinden emin olunamaz. Hevası-nı tatmin için girdiği bu cendere ahiretini kaybetmesine yol açabilecektir. Ama onları yanıltıp oyalayarak boyundurukları altına girmemesi ve bu suretle dünya hayatını çekilmez hale getirmesi de
muhtemeldir.
Hasan el-Basri (ra) konuyla ilgili olarak şöyle demiştir: Allah'a yemin ederim ki bu zamanda hanımının bütün arzularına boyun eğen kimseler Allah Teala tarafından cehenneme atılacaklardır.
Evlilik konusunda bir diğer boyutta zenginlerin durumudur. Zenginler, fakirler karşısındaki cimrilikleri sebebiyle zulüm işleyen zalimler konumundadırlar. Onlar fakirlerin haklarını yerine getirmekte kusur etmekte ve üzerlerine düşen mesuliyetleri ifa etmemektedirler. Evlenmek isteyen kimse fakir ise, büyük zorluk, sıkıntı, çaba ve dertlerle karşılaşacak, geçim meselesinden dolayı bir takım afetlere maruz kalmaktan kurtulamayacaktır.
İbni Ömer'e (ra), imtihanın en ağırı sorulduğunda şöyle demiştir: Paranın az, geçindirilenlerin çok olması! Selef-i Salih'ten bir zat da şöyle demiştir: Ailenin küçük oluşu iki zenginlikten biri iken, ailenin kalabalık oluşu iki fakirlikten biridir. Çoluk çocuğun fazla oluşunun, helal şehvete gem vurulmayışmın, hırsın da yeterden fazlasını istemenin cezası olduğu söylenmiştir. Bunlar da tev-hid ehlinin cezalarıdır.
Konuyla ilgili bir rivayette şöyle denilmiştir: "Yalnızlık, kötü eşten daha hayırlıdır". Bundan anlaşılan salih eşin yakini imana sahip oluşudur. Halbuki eşlerin çoğunda yakini iman şüphededir. Kadınların büyük çoğunluğu, gerek arzuların baskın gelmesi, gerekse dünya sevgisinin fazla olması sebebiyle salah ve istikametten uzaktırlar. İlgili bir rivayette şöyle buyrulmaktadır: "Kadınlar arasındaki salih kadın, kargalar arasında göğsü beyaz olan karga gibidir". Lokman (as) da oğluna vasiyetinde şöyle demektedir: Ey oğul, kötü kadından sakın! Öyle bir kadın, seni erkenden kocatır. Kadınların kötülerinden de sakın! Onlar asla hayra çağırmazlar. Sen kadınların hayırlısı karşısında dahi tetikte ol!
Allah Resulü (sav) de bir hadisinde hanımlarına şöyle buyurmaktadır: wEy hanımlar, sizler Yusuf peygamber'in (as) karşısına çıkanlar gibisiniz. Ebu Bekir-i Sıddık (ra) sizi imametten çevirdiğinde hevaya meylettiniz, aldanma ve gösterişe kapıldınız. Tıpkı Züleyha'nın Yusufu arzulamasında olduğu gibi hareket ettiniz". O hadise de Yusuf un hiç bir dahli olmaksızın sırf onun tahrik ve kışkırtmasının eseriydi. Burada Züleyha (as) kınanmakta, Allah Re-sulü'nün (sav) hanımları da ona benzetilmektedir.
Allah Teala, Resulü'nün (sav) bir sırrını ifşa ettiklerinde onlarla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Şimdi ikiniz de ey Peygamber eşleri, eğer kalplerinizin matlup olan durumdan kayması sebebiyle Allah'a tevbe ederseniz ne âlâ!". (Tahrim/4) Burada kalplerinin hevaya meyletmesinden dolayı tevbe etmeleri istenmektedir. Ardından da şöyle buyurmaktadır: "Yok eğer hislerinize mağlup olup Peygamber'e karşı birbirinize arka çıkarsanız bilin ki Allah da O'nun yardımcısıdır, Cebrail de, salih müminler ve melekler de O'nun yardımcılarıdır". (Tahrim/4) Kadınların en hayırlıları olan Allah Resulü'nün (sav) pâk eşleri böyle olunca, cehalet, heva ve dalalet denizinde yüzen kadınların durumu ne olmaz!
Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Bir kadın tarafından yönetilen toplum felah bulmaz".[2]Allah Teala, bazı hanımlar ve çocukların düşmanlığını haber verirken de şöyle buyurmuştur: "Muhakkak eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır, onlara karşı dikkatli olun". (Teğabün/14) Yani nevalarına ve çarpık fikirlerine meyletmeniz sebebiyle hanımlarınız ve çocuklarınız sizler için ahiret aleminin en büyük düşmanlarından olabileceklerdir. Onların Kıyamet'ten çok Önce dünya hayatında da düşman olmaları mümkündür. Kişi onların arzularına muhalefet ettiğinde ve kendileriyle ilgili olarak ilmin gereklerine göre hareket ettiğinde de ona düşman olacaklardır.
İbrahim b. Edhem (ra) şöyle demiştir: Kadınlara boyun eğmeye alışan kimseler asla iflah olmazlar. Bişr b. el-Hars da (ra) şöyle demiştir: Eğer çoluk çocuğum olsaydı, köprünün üstünde cellatlık yapmaktan endişe ederdim. Her halükârda gerek sıkıntının hafifliği, gerek taleplerin azlığı, gerek isteklerin sınırlılığı gerekse şer*i hükümlerden birinin sakıt oluşundan dolayı yalnızlık hali kalp için daha dinlendirici, kişinin kaygıları için de daha hafiftir. Selef-i Salih zorlukla eda edecekleri hükümleri iskât etmeyi tercih ederlerdi. Bu tür hususları da nrsat bilirlerdi.
Yalnız yaşayan kimseler; mal biriktirme, para toplama, çoluk çocuğu gözetme, evde uyuma zarureti, hesaba çekilmede azalma, haber almaya çalışma ve Allah Resulü'nün (sav) nehyettiği türden bilgilerin peşine düşme gibi hususlarda sınırlama sözkonusudur. Bütün bunlar, kötü bir hanımla yaşarken düşünülemeyecek hususlardır.
Zahidlerin dünya hayatında gösterdikleri zühdün sebebi; kalp huzuru, tasalardan sıyrılma ve talepkârlıktan kurtulma rahatlığına ulaşabilmektir.
Bu ümmet için ahir zaman olarak nitelenen Kıyamet'in kopmasına yakın dönemde bekârlık mubah görülmüş, hatta Özendirilmiş-tir. Konuyla ilgili bir hadiste Allah Resıüü'nün şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "İkiyüzüncü yıldan sonra bekârlık mubah görülür. Hatta sizden birinin deve veya köpek eğitmesi, çocuk eğitmekten daha hayırlı olur". Meşhur bir hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: "İkiyüzüncü yıldan sonra insanların en hayırlısı sırtındaki yükü hafif, hanımı ve çocukları olmayan kimselerdir".
Bir diğer hadis ise şöyledir: "İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, adamın helaki hanımı, ana-babası ve çocukları eliyle olacak; kendisini fakirlikle ayıplayacak ve takatinin üstünde beklentiler yükleyeceklerdir. O da dinini tehlikeye atacak bir takım yollara girecek ve oralarda helak olacaktır" Bu gibi durumlarda kadın, erkek için bir tür ceza olabilir.
Geçmiş peygamberlerin kıssaları arasında şöyle bir olay nakledilmiştir: Bir topluluk Yunus Peygamber'in (as) huzuruna girmişti. O da kendilerini misafir etmişti. Onlar evdeyken sürekli girip çıkıyor, bu arada hanımının rahatsız edici hareketlerine maruz kalıyor, hakarete uğruyordu. Ö ise devamlı sükut ediyordu. Misafirler buna çok şaşırdılar ve işin içyüzünü kendisine sormak istediler, O da, bir süre beklemelerini istedi. Sonra onlara şunu anlattı: Bu duruma hiç şaşırmayın! Çünkü ben Allah Teala'dan ahirette vereceği cezayı dünyada iken vermesini niyaz ettim. O da bana, 'Senin cezan filan kızı falandır, onunla evlen' buyurdu. Ben de onunla evlendim ve gördüğünüz gibi ona karşı sabrediyorum.
Bekârlıkla ilgili söylediklerimiz, zinaya düşmekten korkmayanlar içindir. Bekâr kalması halinde zinaya düşme endişesi bulunan kimsenin bir cariye ile evlenmesi daha hayırlıdır. Cariye ile evlenme hususunda sabır göstermesi de, evlenmesinden hayırlıdır. Yüce Allah'ın şu buyruğundan çıkan anlam da budur: "Bu, içinizde zinaya düşmekten korkanlar içindir". Kişinin cinsellikle ilgili duygu ve düşünceleri iyice artıp giderek bayağılaştığı ve kalbi fısıltılarla dolduğu, farzları eda etmesine engel olmaya başladığı zaman cariye ile evlenmesi yine hayırlıdır. Hür bir kadınla evlenmeye imkanı olan kimsenin cariye ile evlenmesi haram kılınmıştır.
Bir gün îbni Abbas'ın (ra) meclisi dağıldıktan sonra bir genç kalmıştı. Oturduğu yerden kalkmıyordu. İbni Abbas (ra), 'Bir ihtiyacın mı var?' diye sorunca, 'Evet, ancak halkın huzurunda söylemekten utandım' dedi. İbni Abbas (ra), 'Öyleyse şimdi sor1 dedi. Genç, 'Sizi çok sever ve sayarım' dedi. İbni Abbas (ra), 'Gerçek ilim adamı baba yerine geçer. Ondan utanma sıkılma olmaz. Babana ne anlatabiliyorsan, bana da anlat. Benden utanmana gerek yok' dedi. Genç adam şöyle dedi: Allah size merhamet buyursun, ben hanımı olmayan bir gencim, zinaya düşmekten korkuyorum, kendi kendimi tatmin etmiş de olabilirim. Bunlardan dolayı bana günah yazılır mı? İbni Abbas (ra) yüzünü ondan çevirdi ve TJf üf, bunları yapacağına bir cariyeyle evlenseydin daha hayırlı olurdu. Elbette bunlar da zinadan daha hayırlıdır" dedi.
Irak ulemasına göre on dirhem (=32 gr. gümüş) parası olan kişinin cariyeyle evlenmesi haramdır. Hicaz ulemasından bazılarına göre ise üç dirhemi olan kimsenin cariyeyle evlenmesinin helal değildir. Said b. el-Müseyyeb'in (ra) arkadaşlarına göre ise, iki dirhemi olan kimsenin cariye ile evlenmesi haramdır. Ulemadan bir zat ise şöyle demiştir: İnsanlann en ahmağı, kendisi hür olmasına karşın bir cariye ile evlenendir. İnsanlann en akıllısı ise hür bir kadınla evlenen köledir. Çünkü bu onu kısmen azat ettirirken kısmen de köle hükmünde tutar. Kendisi hür olurken çocuğu köle hükmünde olur.
Kendi kendine tatmin yoluyla boşalma (=istimnâ), mekruh, hatta haram olarak nitelenmiş ve hakkında bir takım ağır ifadeler bulunan hadisler rivayet edilmiştir. Bir hadiste Allah Resulü'nün şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Muhakkak Allah Teala ümmetlerden birini cinsel uzuvlanyla oynamaları sebebiyle helak etmiştir", İsmail b. Ebban bu hadisi Enes b. Malik'e (ra) isnad etmiştir.
Ebu Muhammed'e kadınlar hakkında bir soru sorulmuştu. Şöyle cevap verdi: Onlardan uzak durmada gösterilen sabır, onlarla birlikteyken gösterilecek sabırdan daha hayırlıdır. Onlarla birlikteyken gösetirlecek sabır ise cehennemde gösterilecek sabırdan daha hayırlıdır!
Ulemadan bir zat ise şöyle demiştir: Bekârlıkla uğraşmak, kadınlarla uğraşmaktan daha hayırlıdır. Basralı alimlerden yakin ve vera' sahibi biri de evlilik hakkında sorulan bir soruya şöyle cevap vermiştir: Zamanımızda geçim vasıtalarının azlığı, helalin azlığı ve kadınlardaki bozulmanın çokluğu nedeniyle vera' sıfatım gereği evliliği mekruh görürüm. Bilâhare aynı soru tekrar sorulmuştu. O zaman da şöyle cevap verdi: İnsanlar türlü afetlere kapılmış halde, kazançlar çoğunlukla haram, ameller gösterişten öte gitmiyor ve insanlar dinlerini sermaye edip yiyorken evlenmeyi mekruh görüyorum. Ancak dişi bir eşek gördüğünde kamış kanla dolduğu için onun üzerine çıkmaktan başka çaresi olmayan eşek gibi bir tabiata sahip olan kimselerin evlenmesi uygundur. Hatta böylelerinin evlenmeleri daha faziletlidir.
Konuyla ilgili olarak Katade'den (ra), Allah Teala'mn "Bize gücümüz yetmeyeni yükleme" (Bakara/286) buyruğuyla ilgili şöyle bir tefsir rivayet edilmiştir: Buradaki güç yitirilemeyen şey, cinsi münasebet arzusudur. Ikrime (ra) ve Mücahid (ra) ise, "Muhakkak insan zayıf yaratıldı" (Nisa/28) ayetinin tefsirinde, kadınlardan uzak durma noktasında sabır gücünden mahrum olarak yaratılmasının kasdedildiğini söylemişlerdir. Feyyaz b. Nüceyh ise şöyle demiştir: Erkeğin kamışı ayaklandığında aklının üçte ikisi gider. Bazıları, aynı durumda dininin üçte birinin gittiğini söylemişlerdir.
İbni Abbas'ın (ra), "Karanlık çöktüğünde gecenin şerrinden" (Felak/3) ayetinin tefsirinde ayaklanan tenasül uzvunun kasdedildiğini söylediği rivayet edilmiştir. Ancak bu rivayetin başka bir lafzında ayaklanmadan çok, saban misali tarlaya girme halinin kas-dedildiği söylenmektedir.
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kişi evlendiği zaman dininin yarısını muhafaza etmiş olur. Diğer yarısında Allah'tan korksun!". Bera b. Azib'in (ra) duası ise şöyledir: Kulağımın, gözümün, kalbimin ve menimin şerrinden Sana sığınırım". Meni biriktiği zaman yumurtaları şişirir ve çıkmaya çalışır. Onun da kalbi bozmasından endişe edilmiştir. Onunla ilgili rahatsızlıklar kana benzer. Kan, omurlara yükseldiğinde orada pişirilerek ağartılır ve Allah'ın izniyle beyaz bir tohum olarak çıkar.
Muaviye'nin (ra) meclisinde kadınlar hakkında konuşulmuş ve bir topluluk onları kötüleyen konuşmalar yapmışlardı. Bunun üzerine Muaviye onlara şöyle demiştir: Böyle yapmayın! Hastaya bakmada, ölüyü uğurlamada, evlere hayat vermede onlar gibisi yoktur. Erkeklerin de en çok muhtaç oldukları onlardır!
"Biz arzın üzerindekileri onlar için süs kıldık" (Kehf/7) ayetinin tefsirinde de 'Onlar* ile kasdedilenin kadınlar olduğu söylenmiştir.
İbni Abbas (ra) şöyle derdi: Gencin ibadeti ancak evlilikle kemale erer. O, İkrime ve Küreyb gibi gençlerin ergen olmalarından sonra kendilerini çağırarak İsterseniz sizi evlendiririm, çünkü kul zina ettiğinde kalbindeki iman nuru sökülüp alınır derdi.
Ömer (ra), Ebu'z-Zevaid'e şöyle demiştir: Evlenmene mani olan ya yaşlı bir bunak veya bir günahkârdır! Horasan alimlerinden biri, kendi şeyhlerinden salih bir zat hakkında şunu nakletmiştir. Şeyh, İbnü'l-Mübarek'in (ra) arkadaşlarından biriyle Abadan'a yolculuk ediyordu. İbnü'l-Mübarek'in (ra) arkadaşı, kendi sıfatlarını ve ahlakını anlatmaya başlamıştı. Bu arada çok evliliğinden de bahsetti. Her zaman iki veya üçten az hanımının bulunmadığım belirtti. Bu özelliği sebebiyle kınandı. Bunun üzerine şöyle dedi: Sizden biri Allah'ın huzurunda veya meclisinde oturup O'nunla karşı karşıya geldiğinde aklına bir şehvet veya başka bir fikir geldiği oluyor mu? diye sordu. Onlar da 'Evet, çok oluyor dediler.
Bunun üzerine şöyle dedi: Ömrümde bir kez dahi sizin yaşadığınızı yaşamayı göze alsaydım asla evlenmezdim. Ama ben hatırıma gelen her türlü fikri derhal uyguladım ve bir daha gelmesini önledim. Ardından amelime daha rahat bir kafa ve kalple devam ettim. Kırk yıldır aklıma günah veya isyana dair bir fikir gelmiyor.
Ulemadan bir zat, cahillerden birinin sufileri tenkid ettiğini işitmişti. Kendisine şöyle dedi: Be adam, sufileri gözünden düşüren nedir? Cahil adam, 'Yemeği çok yiyorlar* dedi. Alim, 'Onlar gibi acıksan, sen de onlar gibi yerdin". 'Sonra?' dedi. 'Çok evleniyorlar!* Alim şöyle dedi: Sen de namusunu onlar gibi korumaya çalışsan, onlar gibi çok evlenirdin. 'Başka bir şey var mı?' diye sorunca, cahil kişi, 'Söze çok kulak veriyorlar!' dedi. Alim de, 'Onların baktıkları ve düşündükleri gibi bakıp düşünebilsen sen de onlar gibi işitmeye
çalışırdın' dedi.
Ulemadan birine Kur"an okuyucularının neden çok yedikleri, kadınlara çok yanaştıkları ve tatlılardan daha çok hoşlandıkları sorulmuştu. O da şöyle cevap verdi: Onlar uzun süre aç kalırlar. Her an hazır yemekleri olmaz. Bu yüzden de buldukları zaman çok yerler. Tatlıları çok sevmeleri, eskiden alkol ve değişik türden nef-sani lezzetleri bolca tatmış olmalarından dolayı özlem duymamaları içindir. Nefsani nazlarını tatlı üzerinde yoğunlaştırmış oldukları için tatlıya düşkünlük gösterirler. Kadınlarla birlikte olmalarına gelince, onlar zahirde gözlerini kısan, kalplerinde ise şehvani fikirleri kısıtlayan kimselerdir. Bu noktaya ulaşabilmek için de alışılandan fazla sayıda nikahlanmak zorunda kalmışlardır. Onlar, diğer insanlara göre uzuvlarına daha çok kısıtlama getiren kimseler ve gözlerini sürekli kısan kimseler oldukları için bunu da anlayışla karşılamak gerekir.
Cüneyd-i Bağdadi (ra) şöyle derdi: Yemeğe nasıl ihtiyaç duyarsam, cinsi münasebete de öyle ihtiyaç duyarım. Allah Resulünün (sav) ashabının zahidlerinden ve alimlerinde biri olan Abdullah b. Ömer (ra), çok oruç tutar ve orucunu yemekten önce cinsi münasebet ile açardı. Onun akşam namazını eda etmeden Önce münasebette bulunup gusül abdesti aldıktan sonra namaz kıldığı da vakidir. Hatta bir defasında yatsı namazından önce dört cariyesi ile münasebette bulunduğu rivayet edilmiştir.
İbni Abbas (ra) şöyle demiştir: Bu ümmetin en hayırlısı, en çok nikahlanandır. Süfyan b. Uyeyne (ra) şöyle demiştir: Çok kadınla evlilik dünyaya düşkünlük sayılmaz. Çünkü Ali (kv) ashabın zühd bakımından en ilerisi olmasına rağmen dört hanımı ve on yedi odalığı vardı. Evlilik, yaşanan bir sünnet, bütün peygamberlerin de (as) sahip oldukları ahlakın vazgeçilmez parçası idi. Peygamberler tarihinde anlatıldığına göre zamanın birinde ibadet ve niyazda çok ileri gidip zamanının bütün insanlarını geçmiş bir abid vardı. Onu bu sıfatı her yerde anlatılırdı. O zamanın peygamberine anlatıldığında şöyle dedi: Bir sünneti terketmemiş olsa, gerçekten çok güzel ve üstün bir insan!
Bu söz o abidin kulağına gidince tasalandı ve şöyle dedi: Sünneti terkettikten sonra gece gündüz ibadetimin ne yararı olur ki? Ardından o peygamberin yanına gitmek üzere yola çıktı. Peygamberin yanına ulaştığı zaman kendisine o sünnetin hangisi olduğunu sordu. Peygamber de, 'evlilik sünneti' olduğunu söyledi. Abid durumu şöyle açıkladı: Evliliği kendime ne yasak ettim ne de ondan imtina ettim. Evlenmemin önündeki tek engel geçim sıkmtısıydı. Çünkü ben hiç bir şeyi olmayan bir fakirim. Karnımı bugün o, yarın şu doyurur. Evlenip de aldığım hanımı zora sokmak istemediğim içinVbuğüne kadar evlenmedim. Peygamber, 'Sırf bu yüzdendidemek?' dedi ve 'Sana kendi kızımı veriyorum!' diyerek onu kızıyla evlendirdi.
Geçmiş peygamberlerin kıssaları arasında anlatılan hadiselerden biri de şudur: Yahya b. Zekeriya (as) bir hanımla evlenmiş, ama ona asla yaklaşmamıştı. Onun bu davranışının sebeb-i hikmeti babında bir çok görüş rivayet edilmiştir. Bunlardan birine göre gözünü kısmak için onunla evlenmiştir. Diğerine göre gösterdiği sabrın fazileti yüzünden böyle yapmaktadır. Bu, bütün faziletlerin birleştirilmesi demekti. Bir başkasına göre ise sünneti yerine getirmiş olmak için evlenmişti.
Bişr b. el-Hars (ra), Ahmed b. Hanbel'in (ra) kendisine üstün olduğunu düşünür ve şöyle derdi: Üç noktada üstüme çıktı: Evvela hem kendisi, hem de ailesi için helal rızık kazanma noktasında. Çünkü ben, sadece kendim için helal rızık kazanmaktayım. İkinci olarak nikahta gösterdiği genişlikte. Çünkü ben nikahta kendimi çok sınırladım. Üçüncü olarak o herkesin imamı oldu, bense hala nefsim için yalnızlık peşinde koşuyorum.
Anlatıldığına göre Ahmed b. Hanbel (ra), hanımı Ümmü Abdullah'ın ölümünden sonra sadece bir gece bekâr kalmış ertesi gece evlenmiştir. Bişr b. el-Hars (ra), bu konuda hakkında söylenenlere cevap niteliğinde bir delile sahipti. Bir keresinde, 'Hakkında konuşuyorlardenildiğinde şöyle demişti: 'Ne konuşuyorlarmış?' 'Sünneti terkettiğini söylüyorlar1 denilince şu cevabı vermiştir: Onlara şunu söyleyin: Bişr, farzla meşgul olduğu için sünnete vakit bulamamaktadır! Evlenmeyişinden dolayı kınandığı başka bir ortamda ise şöyle demiştir: Beni bundan meneden Allah Teala'nm şu ayetinden başkası değildir: "Kadınların sorumlulukları olduğu gibi hakları da vardır".
Bu söz Ahmed b. Hanbel'in (ra) yanında söylendiği zaman şöyle demiştir: Nerede Bişr gibiler? Tarak dişi düzgün adamlar!
Bişr (ra) vefatından sonra rüyada görülmüş ve durumu sorulmuştu. Şunları söylemiştir: İlliyyun'da yetmiş derece yükseltildim ve peygamberlerin makamlarını gördüm. Ama evlilerin yerlerini göremedim. Rabbim bana sitem ederek şöyle buyurdu: Bana bekâr olarak kavuşmanı istemiyordum! Kendisine Ebu Nasr et-Tem-mar'm (ra) durumu sorulduğunda ise şunu haber vermiştir: Benden yetmiş derece daha yukarı çıkarıldı. 'Hangi ameli sayesinde? Biz seni daha üstte bilirdik' denilince şunu söylemiştir: Kız çocuklarına ve ailesine karşı gösterdiği sabrından dolayı!
İbni Mesud'un (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: On gün sonra öleceğimi bilsem, yine de evlenmek ister ve Rabbim'le bekâr olarak karşılaşmak istemezdim.
Muaz b. Cebel'in (ra) hanımı veba salgınında ölmüştü. Kendisi de hasta idi. Ama çevresindekilere 'Beni evlendirin, Rabbim'le bekâr olarak karşılaşmak istemiyorum' demiştir.
Sahabe'den bir başka zat ise kendisini Allah Resulü'nün (sav) hizmetine adamıştı. Sürekli evini temizler ve ihtiyaçları için kapısında beklerdi. Allah Resulü (sav), kendisine, 'Evlensen daha iyi olmaz mı?' diye sorunca, 'Ey Allah Resulü, ben fakir biriyim, hiç bir şeyim yok. Hem evlendiğimde senin hizmetinden de mahrum kalırım' demişti. Allah Resulü (sav), o zaman sükut etti. Bir müddet sonra aynı soruyu tekrar sordu. Adam aynı cevabı verdi. Ama bir müddet bunun üzerinde düşündü ve kendi kendine, 'Dünyam ve ahiretim için daha uygun ve beni Allah Teala'ya yaklaştıracak olanı Allah Resulü (sav) daha iyi bilir. Eğer üçüncü kez yine söylerse o zaman evlenirim' dedi.
Bir müddet sonra Allah Resulü (sav) 'Daha evlenmiyor musun?' diyerek sözünü tekrarladı. Sahabi de, 'Ey Allah Resulü, beni evlendir' dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: Falan oğullarına git ve onlara, 'Beni Allah Resulü gönderdi. Size kızınızı benimle evlendirmenizi söylüyor1 de, buyurdu. Sahabi, 'Ama benim hiç bir varlığım yok ya Resulellâh!' deyince, Allah Resulü (sav) Sa-habe'ye, 'Kardeşiniz için beş dirhem (=16 gr) altın toplayın' buyurdu. Altın hemen toplandı ve sahabi denilen yere gitti. Onlar da kızlarını kendisine nikahladılar.
Allah Resulü (sav) sahabisine, 'Ziyafet ver buyurunca, 'Ey Allah Resulü, param yok ki' dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) ashabına, 'Kardeşiniz için bir keçi parası toplayın' buyurdu. Onlar da keçi parasını topladılar. Sahabi, bir keçi alıp güzel ziyafet sofrası kurdu. Allah Resulü'nü (sav) ve ashabını da yemeğe davet etti.[3]
Meşhur bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğurivayet edilmiştir: "Varlığı olan evlensin [4] Bir başka hadiste ise şöyle buyurmaktadır: "-Münasebet ya da maddi- Gücü olan evlensin". [5] Çünkü evlilik, gözü saklama ve namusu koruma bakımından daha güvenlidir. Bu imkanı bulamayan kimse ise Allah Resulü'nün (sav) tavsiyesine uyarak oruç tutmalıdır. Çünkü oruç, onun için cinselliğin törpüsüdür. [6] Hadiste geçen *Vicâ' kelimesi, boğaların iğdiş edilmesi kullanılan bir kelime olup insanlar açısından cinselliğin törpülenmesini ifade etmektedir.
Evliliği teşvik eden hadislerden birinde de Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Evleniniz çoğalmız, Kıyamet günü diğer ümmetlere karşı çokluğunuzla övüneceğim. Düşük çocuklarınız ve emzirenler de dahil". [7] Bir diğer hadiste ise şöyle buyurmaktadır: "Beni seven, sünnetime -nikaha- sarılsın". Ebu Said el-Hudri de (ra) O'nun şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Geçim korkusuyla evlenmeyen bizden değildir".
Ömer de (ra), çok evlenirdi ve 'Evliliği çocuklar için yaparım' derdi. Selef-i Salih'ten bir topluluğun evlilikte güttükleri niyet buydu. Onlar nesillerinin devamı ve çocuklarının olması için evlenirlerdi. Çocuklarının yaşadıkları takdirde Allah Teala'yı birlemesini, O'nu zikretmesini, ölmeleri halinde yüklerini hafifletmelerini temenni ederlerdi. Nitekim Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Sabi çocuk, anne babasını boyunlarından tutarak cennete sokar" [8] Bu anlamda şöyle bir bilgi nakledilmiştir: Sabi çocuğa, 'Cennete gir" denilir. Ama o, cennetin kapısında durur ve öfkeli bir şekilde bekler. 'Anne babam olmadıkça ben de girmem!' der. Bunun üzerine, 'Onun anne babasını da cennete koyun' diye nida ediler.
Konuyla ilgili garib bir rivayette de şöyle denilmektedir: "Kıyamet günü sabiler, insanların hesaba çekildikleri meydanın Ötesinde cennetin kapısının önünde toplanırlar. Meleklere, onları cennete koymaları söylenir. Kendilerine, 'Haydi müslüman çocuklar! Size hesap yok, Cennete hoşgeldiniz!' denildiğinde, 'Analarımız, babalarımız nerede?' diye sorarlar. Cennet bekçileri, 'Anne babalarınız sizler gibi değil, onların verecek hesaplan ve sorguya çekilecekleri günahları var derler. Bunun üzerine çocuklar kızmaya ve cennetin kapısında bağrışmaya başlarlar. Bu gürültünün nereden geldiğini iyi bilen Allah Teala, meleklere 'Bu gürültü de nedir?' buyurur. Onlar da, 'Müslümanların çocukları! Anne babalarımız olmaksızın cennete girmeyiz, diyorlar1 derler. Allah Teala da, Toplananların arasındaki ebeveynleri bulun ve ellerinden tutarak çocuklarla beraber cennete girmelerini temin edin' buyurur.
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Her kim iki çocuğa sahip olarak vefat ederse, ona cehenneme karşı bir çit örülmüş olur". Bir başka hadis de şöyledir: "Her kim günah çağına ulaşmamış üç çocuğu yitirerek ölürse Allah Teala onlara olan rahmeti gereği kendisini cennete dahil eder. 'Ey Allah Resulü, iki tane olursa?' diye sorulunca, 'Aynı şekilde' buyurdu".[9]
Salihlerden bir zat, kendisine yapılanr evlenme tekliflerini zamanı ileri sürerek geri çeviriyordu. Bir sabah uykudan uyandığında, 'Beni everin' dedi. Kendisine sebebi sorulduğunda da şöyle dedi: Ya Allah Teala bana bir çocuk verecek veya beni yanına alacaktır. Her halükârda o çocuk ahirette benim öncüm olacaktır. Ardından da o gece gördüğü rüyayı anlattı: Uykumda Kıyamet'in koptuğunu gördüm. Herkes gibi ben de hesaba çekilecek insanların arasında bekliyordum. Sıkıntı, susuzluk ve güneşten dolayı her yanımdan terler akıyordu. Biz bu halde beklerken uzaktan bir takım çocuklar gördüm. Başlarında nurdan mendiller, ellerinde gümüş ibriklerle insanlara su dağıtıyorlardı. Yanımıza geldiklerinde ben de elimi uzatarak su istedim. Sırayla herkese su veriyorlardı. 'Bana da verin, çok yoruldum' dedim. Çocuk, 'Aramızda senin çocuğun yok, biz yalnız babalarımıza su dağıtırız' dedi. 'Peki siz kimsiniz?' diye sordum. 'Biz, ölen müslüman sabileriz' dedi.
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Hanımlarınızın hayırlıları sevecen ve doğurgan olanlardır".[10] Başka bir hadiste ise şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Evdeki bir hasır dahi doğurmayan kadından daha hayırlıdır". Bir başka hadis de şudur: "Doğuran bir zenci, doğurmayan bir güzelden daha hayırlıdır". Bütün bunlar çocuk doğurmanın teşvikiyle ilgili hadislerdi. Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Her kim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir. Nikah da sünnetimdendir. Beni seven sünnetime sarılsın".
Bir görüşe göre Allah Teala yüce Kitabı'nda, yalnız aile sahibi peygamberlerine yer vermiştir ki bunlar otuz beş geygamberdir. Daha önce de zikrettiğimiz gibi Yahya (as), evli peygamberlerdendir. İsa (as) ise gökyüzünden indiği zaman evlenecek ve çocuk sahibi olacaktır. Güzel bir sözde de, Evli kimsenin bekâra üstünlüğü, Allah yolunda cihad edenin evinde oturana üstünlüğü gibidir. Evli birinin kıldığı iki rekat, bekâr birinin kıldığı yetmiş rekattan dahafaziletlidir.
Allah Teala da peygamberlerini vasfedip överken evlilik hususunu vurgulayarak şöyle buyurmuştur: "Biz senden Önce de peygamberler gönderdik ve onlar için eşler ve çocuklar varettik". (Ra'd/38) Buradaki 'eşler ve çocuklar1 onlar için övgü babından zikredilmiştir. Aynı şey, Allah Teala'nm veli kulları için de sozkonusu-dur. "O kimseler ki şöyle derler: Rabbimiz bize eşlerimizden ve çocuklarımızdan göz aydınlığı ver". (Furkan/74) Görüldüğü gibi onlar Rablerinden evlilik ve çocuk sahibi olabilme nimetlerini ihsan etmesini niyaz etmektedirler.
Evliliğin faziletlerine dair rivayet ettiğimiz hadis ve bilgilerin hemen hepsi, aynı zamanda kadınlar için de geçerli, hatta onlar için daha faziletli ve sevap bakımından daha fazladır. Çünkü onlar açısından evlilikle birlikte geçinme derdi ortadan kalkmaktadır. Allah Resulü (sav) kadınlara da evlenmeyi emir ve teşvik etmiştir. O, hem erkeğin, hem de evli kadının bekârdan üstünlüğünü haber vermiştir. Bununla ilgili birden fazla hadis rivayet edilmiştir. Allah Resulü (sav), erkeğin kadm üzerindeki büyük hakkı ve ağır sorumluluğunu haber verdikten sonra şöyle buyurmuştur: "Allah kendilerini O'na adayarak 'evlenmeyiz' diyen erkeklere lanet etsin! Allah, kendilerini O'na adayarak 'evlenmeyiz' diyen kadınlara da lanet etsin".[11] Allah Resulü (sav) bunu, 'Öyleyse ebediyen evlenmyeceğim' diyen bir kadına cevaben söylemiş ve şöyle buyurmuştu: "Hayır, evlen Öylesi hayırlıdır".
Evliliğin her iki taraf için de hayırlı oluşuna dair bir çok hadis rivayet edilmiştir. Bunları tafsilatıyla zikrederek sözü uzatmak istemiyoruz. Allah Teala da evliliği teşvik ederek şöyle buyurmuştur: "Tarlalarınıza dilediğiniz şekilde gelin". (Bakara/223) Ayetteki en-nâ=dilediğiniz şekilde kelimesinin tefsiriyle ilgili olarak üç görüş belirtilmiştir. Bunların ikisi nasıllıkla ilgili olup gece, gündüz, istediğiniz şekilde yaklaşın, şeklindedir. Diğeri ise yaklaşma biçimiyle ilgili olup önden veya arkadan yaklaşmayı ifade etmektedir. Makattan olmamak şartıyla istenilen yönden yaklaşılabileceğini ifade etmektedir. Üçüncü olarak 'Nerede' anlamına gelmesinin de muhtemel olduğu söylenmiş, ancak bizce kabul görmemiştir.
Allah Teala bunun arkasından şöyle buyurmaktadır: "Nefsleri-niz için hazırlık yapın" (Bakara/223) Bununla kasdedilenin nikah olduğu söylenmiştir. Bu ifade, yaklaşmaya atfedilmekte ve bu şekliyle guslü gerektiren birleşmeye işaret etmektedir. Bunun bir diğer anlamının da sevişme olduğu söylenmiştir. Nitekim kadının ilişkiden önce öpülüp okşanması önün için sayısız güzellik ifade etmektedir. Böyle bir ilişkiden sonra gusül abdesti aldıklarında Allah Teala, bedenlerinden dökülen her su damlasından bir melek yaratacağını ve bu meleklerin de Kıyamet'e dek Zatı'nı teşbih edeceklerini haber vermiştir. Bu tesbihatın sevabı da o çifte verilecektir. Çünkü kurdukları ilişkide namuslarını koruma ve nutfeyi layık olduğu yere koyma sözkonusudur. Bu tür ilişkinin sayılmayacak kadar çok fazileti bulunduğu söylenmiştir.
Allah Resulü (sav) de bunu beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Her biriniz şükreden bir kalp, zikreden bir dil ve ahiretine yardım eden bir hanım edinsin"[12]
"Nefsleriniz için hazırlık yapın" (Bakara/223) ayetinin ikinci açılımı, yani çocuk yaparak ahiretiniz için bir hazırlık yapın, şeklindedir. Çünkü o da insanların amellerinden biridir. Nitekim Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Kendileri iman edip zür-riyetleri de iman ile kendilerinin izinden gidenlerin nesillerini de kendilerine kavuştururuz. Onların amellerinden hiçbirinin mükafaatını eksiltmeyiz". (Tur/21) Yani evlatlarını eksiltmeyiz ve onları bunlardan dolayı ödüllendirir, sevaplarında fazlalık sebebi kılarız. Çünkü çocuklar da onların kazançlarından ve çabalarının sonuçla-
rındandır.
Bu anlamda Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Ona ne malı, ne de kazandığı fayda verdi". (Tebbet/2) 'Kazandığı' ile kasdedilen çocuklarıdır. Bu ayet üzerinde düşünüldüğü zaman, Allah yolunda harcadığı mal nasıl fayda ediyorsa, çocuğun da mümin bir kula fayda edeceği anlaşılabilir. Konuyla ilgili bir rivayette Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Kişinin kazandıklarından biri de çocuğudur. Yediği rızkın en helali de çocuğunun kazanandan yediğidir"[13]
"Nefsleriniz için hazırlık yapın" (Bakara/223) ayetinin üçüncü açılımı ise, birleşmeye başlamadan önce besmele çekmektir. Birleşmeye başlamadan önce Allah'ın adını anmak gerekir. Bu, gerekli hazırlıklardan biridir. Cinsel birleşmeye besmele ile başlamak müs-tehap görülmüştür. İhlas suresini de okumak gerekir. Hadis ehlinden bir zat ilişkiden önce yüksek sesle tekbir ve tehlil getirirdi.
Kadın, Rabbine itaatte kocasına yardımcı olmalı, masraftan kaçınarak kanaat yolunu benimsemelidir. Bu bilince sahip olan bir hanım, Allah Teala'nm kula ihsan ettiği en büyük nimetlerden biridir. O, bu nimetinden dolayı şükredilmesin! talep etmiştir. Yüce Allah bunu şu ayet-i kerimede bildirmektedir: "Ve onun hanımını da çocuk doğurmaya uygun hale getirdik". (Enbiya/90) Bunu Allah Teala'nm ihsan ve lütuflarından biri olarak görmek gerekir. Tefsirde şöyle denilmiştir: Onun ahlakı kötü idi Allah tarafından güzel-leştirildi ve dili uzun idi kısaltıldı.
Allah Resulü de (sav) bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Bana adem'in üstünde iki haslet verildi: Onun günaha yardımcı olan bir hanımı varken benim hanımlarım bana itaatta destek oldular. Onun şeytanı inkarcı iken benim şeytanım müslüman idi ve bana yalnız iyiliği tavsiye ederdi". Allah Resulü (sav) bunu da kendisine lütfedilen faziletler arasında saymıştır.
Evlenilecek hanım; güzel yüzlü, güzel ahlaklı, saçı ve gözbebek-leri siyah, gözleri büyük, teni beyaz ve bakışı kısa olursa eşi tarafindan sevilen huri tabiatlı bir eş olur. Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Onların da içinde iyi huylu güzel hanımlar vardır". (Rahman/70) Yani ahlakı ve yüzü güzel huriler vardır. Bir başka ayette ise şöyle buyurmaktadır: "Ve gün görmemiş saklı inciler gibi güzel eşler". (Vakıa/22-23) Ayette geçen 'hür5 kelimesi beyaz, 'ayn' kelimesi ise büyük gözü ifade etmektedir. Bunlar büyük ve ye-yaz gözlerle simsiyah saçlara sahip olan huri kızlarını tavsif eden ifadelerdir.
Başka bir ayette geçen 'uruben* kelimesi ise iki anlama da gelmektedir: ilki, kocasına aşık olan kadını ifade ederken, ikincisi cinsel ilişkiyi arzulayan kadını ifade etmektedir. Her iki anlam da, ilişkiden alınacak lezzetin azami derecede olmasını temin eder. Kadın kocasına aşık olmadığı veya onu arzulamadığı zaman, erkeğin alacağı lezzet de tabiatıyla az olur. Allah Teala işte bu nedenle cennet hanımlarını tam zevk için donatmıştır. Arzuları güçlü bir erkek ile kadın, birleşme arzusunun doruğunu temsil ederler. Nitekim Allah Resulü de (sav) şöyle buyurmuştur: "Kadınlarınızın en hayırlıları, eşlerini en çok arzulayanlardır".-
Hikmet ehlinden bir zat şöyle demiştir: Üç şey lezzettendir. Yaz günü külotsuz yürümek; nehir kenarında büyük abdest bozmak ve istekli bir hanımla birlikte olmak. Allah Teala cennet hanımlarını tavsif ederken "Bakışları kısık" (Rahman/56) buyurarak tamamlayıcı sıfatlarını da bildirmiş olmaktadır. Yani onlar, eşlerinden başkasına bakmayan, onları en yakışıklı bilen hanımlardır. Eşlerinden başka bir erkek istemezler.
Allah Resulü (sav), hanımların sıfatlarıyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Hanımlarınızın en hayırlıları, eşlerinin kendilerine baktığında mutlu oldukları, emrettiğinde itaat eden, uzakta olduklarında namuslarını koruyan hanımlardır".
Muhammed b. Ka'b el-Karezi, Allah Teala'mn "Rabbimiz, bize dünyada güzellik ver" (Bakara/201) ayetinin tefsirinde şöyle demiştir: Yani saliha bir hanım ver! "Ona hoş bir hayat yaşatırız" (Nahl/97) ayetinde de saliha bir hanımın kasdedildiği söylenmiştir.
Ömer (ra) şöyle demiştir: Salîha bir hanım dünyadan sayılmaz. Çünkü o seni ahirete yönlendirir. Ama aynı Ömer (ra), yalnız yaşayanın ibadetten alacağı tadı, evli kimsenin alamayacağını söylemistir. O, başka bir vesilede de şöyle demiştir: Allah Teala'nm kuluna imandan sonra nasip ettiği en hayırlı şey saliha bir hanımdır. O, hanımları tabiatlarına göre taksim ederken de şöyle demiştir: Kimi kadın ganimet gibidir, hiçbir bedelle alınamayacak kadar değerlidir. Kimi kadın kelepçe gibidir, almak için bedel verilecek kadar bile değerli değildir. Bu tür kadının kelepçe gibi olması, kocasının onun esiri gibi olması anlamına da gelebilir. Bu tarz kadınlardan ancak ölümleri halinde kurtulmak mümkündür. Ömer'in (ra) yaptığı bu ikinci tanım için kullandığı kelime, aynı zamanda eski Arap işkencelerinden biri için kullanılmaktadır. Buna göre keçinin derisi soyulduktan işkence edilecek şahsın çıplak vücuduna yaıştı-rılır ve orada kuruması sağlanırdı. Bilahare bu deri insanın üzerinde soyulmaya çalışır, ama kendi dersini de kaldırarak kalkardı. Kadınların bir türü de bu şekilde, yapışkan mizaçlı ve sorunludur. Kadınları tasnifte en güzel esas onları nefsin tabiatlarına göre ayırmaktır. Bu sıfatları hanımlar üzerinde sınayarak kıyasladığınız zaman nefislerin temel özelliklerine göre gruplara ayrıldıklarını görürsünüz.
1. Müsevvile' yani kışkırtıcı; 'Nefs-i şevvale* den adını alan bu kadın türü, kadınların huy bakımından en kötüsü ve en aşağısıdır.
2.'Emmâre' yani emreden; 'Nefs-i emmâre'den adını alan bu tur kadınlar, sürekli kötülüğü emreder, eziyet etmekten rahatsızlık duymaz ve kötü ahlakı esas alırlar.
3.'Levvâme' yani kınayan; 'Nefs-i levvâme'den adını alan bu tür kadınlar, salih hanımlar zümresine girer ve kötülük ettikleri zaman kendilerini kınamaktan geri durmazlar.
4. 'Mutma'inne' yani huzurlu; 'Nefs-i mutma'inne'den adını alan bu tür kadınlar hallerine rıza gösteren, hayır ehli, sakin tabiatlı ve Rablerinin takdirinden razı olmuş hanımlardır. En yüksek seviyede olanlar da bu tür hanımlardır.
Gurbette yaşayan bir kulun kalbinin salah bulması ve halinin istikamet üzere devam etmesi, yalnız bile olsun kendi yurdunda bulunanla asla bir olmaz. Kendi yurdunda bulunan kimsenin en asgari hali selamettir. Yaşadığımız şu devirde selamet, büyük bir lütuf ve ganimettir. Böyle biri, hevanın derekelerine düşmekten çekinü-yorsa, dininin selameti bakımından evlilik yoluna girebilir. Eğer bihanım yeterli olmazsa, ona ikinciyi de katabilir. Eğer bu ikisi ile hali tamama ermez ve muradına alamazsa üçüncüyü, hatta dördüncüyü de alabilir. Dört hanım, nefsin teskini ve şehvetinin dört nikaha dağılması sebebiyle tek hanım gibi olur. Tek hanım yeterli olması ve başkasına muhtaç etmemesi halinde dört hanıma eşittir.
Allah Teala, yarattığı nefslerin tabiatlarını herkesten daha iyi bildiği için onu bir ile dört hanım arasında muhayyer bırakmıştır. Denir ki: Allah Teala, dört hanımla evlenilmesine, dört farklı tabiatın varlığından dolayı izin vermiştir. Her tabiatın belli bir hareket kabiliyeti ve nefsin bu tabiatta bir arzusu vardır. Bundan dolayı da kulda herhangi bir eksilme olmamaktadır. Hanımlarına karşı vazifelerini yerine getirdiği ve hanımları da harcama ve yatma sırası gibi hususlarda hoşgörülü olduklarında erkeğe her hangi bir vbal gelmez. Hatta bundan dolayı ziyade sevap almaya hak kazanır. Bu, onun kuvvetini ve haline hakimiyetini de gösterir. Bunlar iradesi ve tabiatı kuvvetli kimselerin ve erkeklerin önde gidenlerinin yollarıdır.
Allah Teala'nm ona dört hanımı memnun etme yönünde verdiği kuvvet de hikmet-i ilahinin eseridir. Bazı tabiatlar, işte bu derece renkli yaratılmıştır. Bunu bineklerin çeşitliliğine de benzetebiliriz. Karada yürüyen ve insanlar tarafından kullanılan türlü binekler vardır. At, deve, eşek ve katır bunların belli başlılarıdır. Kulun ta-biatmdaki farklılık, bu farklı bineklere binmesi gibidir. Bazıları, tabiat gereği aynı anda hepsine binebilir. Allah Teala buyurdu ki: "Gemiden ve hayvanlardan binekler yarattı". (Zuhnu712) Bu bineklerden, deve nasıl attan, katır da eşekten farklı ise dört hanımı olan için de her biri diğerinden farklıdır. Kişinin durumu, her zaman aynı deveye binmeyip deve değiştiren veya bir gün deveye ertesi gün ata, diğer gün eşeğe binen gibidir. Bunlara bakıp besleme gücüne sahip olan için sorun yoktur.
Bazı kimseler, tek bir binek ile de yetinebilirler. Belli bir vadeye kadar, tek binek onların ihtiyacına yetmektedir. Bunlar, her şeyi Bilen, izzet Sahibi'nin takdiri, Hikmet ve Nimet Sahibi'nin en güzel şekildeki yapımının sanatının eseridir.
Allah Teala hanım için üç şart koymuştur. Bu üç şartı taşıyan bir hanım, kula yeten ve nefsini huzura kavuşturan bir hanımdır.
Bir hanım bu üç şartı tam olarak taşımadığı zaman erkeğin dörde kadar almaya hakkı doğar. Aslında sayı dört veya üç olsun, aslında tek bir hanımı ifade ederler. Çünkü şartları bağımsız olarak yerine getirememektedirler. Dört sayısı, sözkonusu şartların tam olarak bulunmasının üst sınırıdır. Allah Teala da bu şekilde haber vermiştir. O, sözkonusu şartlar mey anında şöyle buyurmaktadır: "O'nun ayetlerinden biri de sizin için kendi türünüzden eşler yaratmasıdır. Ki onlarla sükunet bulaşınız. Hem aranıza sevgi ve merhamet de
koymuştur". (Rum/21)
Buna göre kul, hanımında nefsin teskini, kalbi merhamet ve eş sevgisini bulabiliyorsa, bu Allah Teala'nm bir mucizesi olarak yeterliliği gösterir. Eğer sükunet, sevgi ve merhameti ancak dört hanımda bulabiliyorsa o zaman dört hanımla evlenir. Allah Teala kimi kulunu bir hanımla ihtiyaçtan kurtarırken, kimi kulunu da dört hanım sahibi yapar. Bu da Allah Teala'nın ayetlerindendir. O, buna güç yetirebilecek ve bu şekilde istikamet bulacak kullarını seçmiştir.
Bir adam, kadınları gömleklere benzetmiş ve şöyle demiştir: İnsanın dört gömleğinin olması israf değildir. Ama bunun üstündeki-ler israftır. Allah Teala da azami dördü emretmiştir. Bu konuda şu ayet-i kerime delil olarak görülebilir: "O hanımlar sizi için giysidir". (Bakara/187) Allah Teala, burada hanımları giyilen bir giysiye benzetmekte ve giysi sayısının azami sınırını da dört olarak vazetmektedir.
Nikahın emredildiği ayet şöyledir: "Hoşunuza giden hanımlarla evlenin: İki, üç ve dört tane". (Nisa/3) Görüldüğü gibi Allah Teala nikahla ilgili emrine 'tek veya birle1 değil ikiyle başlamıştır. Burada ne "bir* sayısının teşviki, ne de 'iki'nin müstehap görüldüğğüne dair bir işaret vardır. Adalet sağlanabilir ve iki eş konusuda buna güç yetirilebilir. Bu muhtemeldir. Ama ayetin sonunda, zulmetmekten korkanlar için sayının bire indirilmesi sözkonusudur. Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Eğer adaleti sağlayamamaktan korkarsınız, o zaman bir tane". (Nisa/3) Hitabın delaletinden çıkan, dört hanım arasında adaleti sağlamanın şart olduğudur. Ardından da şöyle buyurmuştur: "Bu durum adaletten ayrılmamanıza daha yakındır". (Nisa/3)
Hicaz fakihlerinden bir zat ise, ayetin üstteki son kısmına şöyle bir tefsir yapmıştır: Ayet şu şekilde anlaşılabilir: Bu durum ailenizi büyütmemeniz halinde daha mümkündür. Buna göre de, çocuk sayısını çoğaltmamanız gerekmektedir. Bize göre bu tür bir izah, Kur'an'm ifade kurgusuna ters düşmektedir. Doğru olan ilk verildiği şekildeki anlamıdır. Ayette geçen 'âle' fiili adaletten sapma, haksızlık etme anlamındadır, 'e'âle' kalıbındaki şekli ise gündelik geçim kullanılan manada, geçindirecek insan sayısı çok olan hane sahibinin fiilini tanımlamaktadır. Araplar'ın çoğunluğu bu ayrımı yapmışlardır. Şaz ve nadir bir görüş ise, kelimenin iki şekilde okunabileceğini söylemiştir. Buna göre fiil, birden fazla hanımı olan kimsenin, yiyecek, giyecek ve yatacak yer bakımından eşit şartları temin edememe ve bir kısmına diğerlerinden çok verme halini tarif etmektedir.
Allah Resulü'nün de (sav) bu anlamda şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "İki hanımı olan ve bunlardan birine meyleden -bir başka rivayette 'adaleti sağlamayan' - kimse, Kıyamet günü bir yanı eğik olarak gelecektir".
Eşler arasındaki adalet, sevgi ve birleşmeyi kapsamaz. Çünkü bu tür adalete kimsenin gücü yetmez. Adalet, yatı sırasındadır. Kişi, yatısına gittiği hanımıyla ilişki kurmak zorunda da değildir. Geceyi orada geçirmesi yeterlidir. Allah Teala'nın "Onlar arasında is-tesenizde adaleti temin edemezsiniz" (Nisa/129) ayetinin tefsirinde şöyle denilmiştir; Yani sevgi ve birleşme bakımından onlar arasında adaleti sağlayamazsınız. Çünkü bu, Allah Teala'nın kalbi duyguların ve nefsani şehvetlerle ilgili kanunlarının gereğidir.
Allah Resulü (sav) de harcama ve yatı bakımından hanımları arasında adaleti sağlar ve şöyle buyururdu: "Allahım! Sahip olduğum imkanlarla yapabildiğim budur. Sana ait olan hususlara ise gücüm yetmez." Allah Resulü (sav) hanımlarından bir kısmını bir kısmından daha çok sevmiştir. Medine'de en sevdiği hanımı Aişe (ra) idi. Hatta vefat hastalığı sırasında, hanımlanmn odaları arasında yatı için taşınırken, 'Yarın neredeyim?' diye sormuştu. Hanımlardan biri, 'Sorduğu Aişe'nin sırasından başkası değildir1 demiş, bunun üzerine diğerleri, 'Ey Allah Resulü! Bu halde taşınman seni çok yoruyor, Aişe'nin odasında kalmana müsaade ediyoruz 'dediler. O, 'Buna razı mısınız?' diye sorunca, 'Evet' dediler. Bunun üzerine 'Beni Aişe'nin (ra) odasına götürün' buyurdu". Aişe validemiz de (ra) buna işaret ederek şöyle demiştir: Ruhunu benim odamda teslim etti. O, fırsat bulduğu her yerde bunu iftiharla zikrederdi.
Birden fazla eşle evli olanlara yönelik ilahi ikazlar şu ayet ile devam etmektedir: "Öyleyse bir tarafa büsbütün gönlünüzü kaptırıp da öbürünü kocasızmış gibi bir halde bırakmayın". (Nisa/129) Yani birini tamamen ihmal ederek, kocasız, boşanmış veya dul kalmış gibi bir halde bırakmayın.
Araplar, bir şeyi durdurdukları zaman bunu 'ta'lik' kelimesiyle ifade etmişlerdir. Mesela 'Kavlun mu'allak' bir hükme bağlı olup mutlak olmayan söz anlamındadır.
Netice itibarıyla kocaya düşen; gündüz ve gecelerini eşleri arasında taksim etmelidir Her birinde bir gün ve gece kalmalıdır. Hanımlar kendi haklarını kumalarına devredebilir veya bunu hoşgö-rebilirler. Allah Resulü (sav) de eşleri arasında belli bir taksim yapmıştı. O, hanımı Sevde'yi (ra) boşamak istemişti. O da yaşlı olduğu için sırasını Aişe'ye (ra) vermişti. Sevde'nin (ra) tek arzusu mahşer günü Allah Resulü'nün (sav) hanımları arasında olabilmekti. Allah Resulü (sav) onu kendi haline bırakmıştı. Hanımları arasında iki gün Aişe'ye (ra) aitken diğer hanımlarına birer gün düşmekteydi. Hanımları arasında her hangi birini kendi gecesi veya gündüzü dışında özlediğinde onunla birlikte olduktan sonra bütün hanımlarını ziyaret ederdi.
Konuyla ilgili hadislerden biri Aişe validemizden (ra) nakledilmiştir: "Allah Resulü (sav) bir gecede bütün hanımlarını ziyaret etmişti".[14] Enes b. Malik de (ra) bir gecede dokuz hanımını ziyaret ettiğini rivayet etmiştir.
Tek eşli olan kimse, hanunıyla üç gecede bir ilişki kurabilir. Müstehap olan budur. Bunun kıyası, dört hanımı olan birinin aynı hanımıyla dördüncü gecede birlikte olmasıdır. Amr (ra) ve Ka*b b. el-Esved (ra) ise her dört gecede bir gece ilişkiye hükmetmişlerdir. Hanımının daha fazlasına ihtiyacı olduğunu düşünüyorsa, onun iffet ve namusunu korumak için gerekeni yapmalıdır. Hanımın münasebete soğuk baktığı ve hoşlanmadığı biliniyorsa, ayda veya yılda bir defadan fazlasını yapması gerekmez.
Kadın gece veya gündüz eşinin birleşme isteğine asla karşı çıkamaz. Hatta oruçlu bile olsa, isteğine teslim olur. Kocasının izni olmaksızın oruç tutamaz. Ali (kv) on hanımla evlenmişti. Vefat ettiğinde dört hanımı ve onyedi cadiyesi vardı. Şam emirlerinden birine Ali'nin (kv) çok evliliğiyle ilgili malumat ulaştığı zaman şöyle demiştir: Ne evlenir, ne de boşanırım!
Ali (kv) hanımı Fatıma'nın (ra) babasının vefatının üzerinden geçen dokuzuncu gün vefat etmesi üzerine O'nun diğer kızı Zey-neb'in (ra) kızı Ümame (ra) ile evlendi. Bu evliliği tavsiye eden de Fatıma (ra) idi.
Hasan b. Ali (ra) ikiyüz elli, bir rivayete göre üç yüz hanımla evlenmişti. Babası Ali (kv) bundan sıkılıyor ve oğlunun boşadığı hanımların ailelerinden haya ediyordu. O, insanlara şöyle derdi: Hasan çabuk boşar, ona kız vermeyin! Hemedan'dan bir adam kendisine şöyle dedi: Ey müminlerin emiri, oğlunu istediği kızla evlendiririz. İstediğini alıkoysun, istemediğim bıraksın. Ali (kv) buna çok sevindi ve şöyle dedi:
Cennetin kapısında bekçi olsaydım, Bütün Hemedan'a 'Selam ile girin!' derdim.
Bu, Hasan'm (ra) dedesi Allah Resulü'ne (sav) benzeyen yönlerinden biriydi. O, yaratılış ve ahlakı bakımından da O'na benzerdi. Allah Resulü (sav) kendisine, 'Yaradılışıma da, ahlakıma da çok benzedin' buyurmuştu. Bir başka hadisinde ise, "Hasan bendendir, Hüseyin Ali'dendir" buyurduğu söylenmiştir. Hasan (ra) ya dört hanımını boşar, ya dört hanımla nikahlanırdı. Yine bir keresinde iki hanımını boşamak üzere hizmetçisini göndermiş ve kendisine şöyle demişti: Onlara iddet saymalarını söyle ve her birine on bin dirhem ver. Hizmetçi bir süre sonra döndüğünde, "Ne dediler?' diye sordu. 'Biri başını eğdi ve sustu, diğeri ağlayıp feryat etti ve şöyle dedi: "Kıymetli bir sevgiliden az bir meta" Hasan (ra) biraz düşündü ve ona acıyarak şöyle dedi: Eğer bir hanımı geri alacak olursam, mutlaka onu alacağım.
Hasan (ra), Abdurrahman b. Hars b. Hişam'm kızını istemeye gitmişti. Abdurrahman kendisine şöyle demişti: Seni herkesten çok severim. Ama çok sık boşanıyorsun. Kalbimin sana karşı değişmesinden korkuyorum. Eğer onu bırakmayacağına dair güvence verirsen olur. Hasan (ra) sükut etti ve bir arkadaşına yaslanarak şöyle dedi: Abdurrahman kızım boynuma gerdanlık yapmak istiyor!
Konuyla ilgili olarak Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah Teala nikahı sever, boşanmaya buğzeder. Evlenin! Boşanmaym!" Bu tavsiye, dörtten fazla evlenmek isteyenler için uygun değildir. Mesela Muğire b. ŞuTae seksen hanımla evlenmişti. Sahabe arasında üç ve dört hamımı olanlar vardı. Çoğunluğun ise iki hanımı vardı. Denir ki: Çok evlilik gözü korur ve iz peşinden gitmeyi azaltır.
İnsanın gözü kısıldığı ve haramdan sakındığı zaman, yolda sadece bakışlarını kısarak yürür. Helallerde genişler. Çünkü nefs için kendi cinsinden olanlara dönük molalar vardır. Bu anlar, kişinin zikirden uzaklaştığı anlardır. Takva sahiplerinin nefsleri için geçerli olan istirahatlar mubaha yöneliktir. Bu noktada Allah Teala'nm şu buyruğu aklımıza gelmektedir: "Onda sükunet bulmak için". (A'raf7189) Bu, nefsin karşı cinste sükunet bulmasıdır. Bu sükunetin gerçekleşmesi için iki cins arasında müşterek sıfatlar bulunması gerekir. Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğu da bunu göstermektedir: "Kalpleri dinlendirin". Bunun zikirle olduğu söylenmiştir. Buradaki dinlendirme ile, nefsin huzur bulmasının kasdedildiği söylenmiştir. Yani ahireti zikretmektir. Zikir ise sevaptır. Allah Resulü (sav) de bu manada şöyle buyurmuştur: "Her alimin bir aç gözlüğü ve fetreti vardır. Fetreti sünnetime olan kimse hidayete ermiştir". Fetret durup dinlenme anlamına gelirken sürekli mücadele ve yırtınmadır.
Ebu'd-Derda (ra) şöyle demiştir: Bir takım oyun eğlence ile nefsimi dinlendiririm ki hakkı ifa etme gücünü koruyayım. Eski devirde kadınlar günümüz kadınlarından farklı özelliklere sahiptiler. Eskiden adam evden çıkarken hanımı, 'Ey kişi!', Kızı ise, 'Ey babacığım' dedikten sonra, 'Bugün helal dışında kazancın olmasın. Haram kazanç seni cehenneme sokar, sebebi de biz olmuş oluruz. Biz açlık ve susuzluğa karşı sabreder yine de senin cezalandırılmana neden olmayız!'
Selef-i Salih'ten bir adam cihada katılmak üzere yurdundan ayrılmaya niyetlenmişti. Ama evine bırakabileceği bir parası yoktu. Nitekim arkadaşları ailesine ve hanımına şöyle dediler: Kocanın gitmesine niçin izin veriyorsun? Size bir nafaka bırakmadan gidiyor ve sen ne zaman geleceğini de bilmiyorsun. Bunun üzerine kadın şöyle dedi: Benim eşim kendisini tanıdığımdan beri yiyicidir. Onu rızık taşıyıcısı olarak hiç görmedim. O gider ama er-Rezzâk kalır. Aynca, kendisini sefere çıkmaktan alıkoymak suretiyle uğursuzluk etmek de istemem.
Ahmed b. İsa el-Harraz evlendiği zaman, kendisiyle evlenen hanıma şunu sormuştu: Benimle niçin evlendin ve bende hoşlandığın şey neydi? Kadın şöyle cevap verdi: Benim üzerindeki haklarını yerine getirmem ve senin üzerindeki haklarımdan vazgeçmek üzere evlendim. Rabia bn. İsmail, İbni Ebu'l-Havari'ye talip olmuştu. O da nişanda ibadet boyutu olduğunu söyleyerek bu davranışını mekruh görmüştü. Ama Rabia ısrar etmeye devam etti. Bunun İbni Ebu'l-Havari kendisine şöyle dedi: Anla be kadın! Kadınlarla ilgilenmek istemiyorum. Halimle uğraşmaktan başka derdim yok! Sana da beri bırakıp kendi halinle meşgul olmanı tavsiye ederim. Bunun üzerine Rabia şöyle dedi: Ben kendi halimle öylesine meşgulüm ki senin halinle meşguliyetinden bile daha yoğundur. Benim şehvetle işim yok. Bütün derdim kocamdan miras kalan üçyüz bin dinar miktarındaki helal para. Bu parayı sana ve dostlarına infak etmek istiyorum. Seni salihlere tanıştırmak istiyorum. Böylelikle onları Allah Teala'ya götüren bir yol açmış olursunuz.
İbni Ebul-Havari bu teklifi işitince, 'Müsaade ederseniz, önce hocamdan izin isteyeyim' dedi. Ardından Ebu Süleyman ed-Dara-ni'ye (ra) gitti ve Rabia'nın sözlerini ona aktardı. Kendisi daha Önceleri beni evlilikten sakındırmış ti.
Ebu Süleyman (ra) bu konuda şöyle derdi: Dostlarımız arasında hiç kimse yoktur ki evlendikten sonra hali değişmesin!
Ebu Süleyman (ra) beni dinledikten sonra başını cübbesinin yakalarının arasına soktu ve düşünmeye başladı. Yaklaşık bir saat sonra başını çıkartarak şöyle dedi: Ey Ahmed! Onunla evlen, o Allah Teala'nın veli kullarından biridir, sözü sıddıklarm sözüdür.
Ahmed b. Ebu'l-Havari, Rabia (ra) ile evlendi. Evlerinde el yıkamak için kireçten başka bir şey yoktu. Yemek yiyenler, eğer getir-mişlerse çövenle temizlenebilirlerdi. Ahmed, Rabia'nın (ra) üstüne üç kadın daha almıştı. Rabia (ra) onu kendi elleriyle besler ve arkasından 'Gücün kuvvetinle hanımlarına git' diyerek onu hanımlarının odalarına gönderirdi. Kalp ehline yakışan da budur. Sufiler Rabia'ya (ra) haller hakkında soru sorarlardı. Ahmed de (ra) bazı konuları onunla istişare ederdi. Şam'daki Fazıla (ra) da, Basra'da-ki Rabia'ya (ra) benzetilirdi.
Ebu Süleyman (ra) evlilik hakkında orta bir sözün sahibidir: "Zorluğa dayanabilen kimse için evlilik daha faziletlidir. Yalnız yaşayanın ameli daha tatlı, kalbi daha boştur. Evli için aynı şeyleri söylemek mümkün değildir. Yine o, bir keresinde şöyle demiştir: Dostlarımızdan hiçbirini görmedim ki evlendikten sonra ilk mertebesi üzerinde sebat edebilsin.
Ebu Süleyman ed-Darani (ra) şöyle demiştir: Üç şey vardır ki onları isteyen kimse dünyayı arzu etmiş olur: Geçim vasıtası arayan; Evlenen; Hadis yazan.
Şunu iyi bilmek gerekir ki kadın fazlasıyla idare etmeyi, hikmetli şakaları ve hediyeler vermeyi gerektirir. Onlara yumuşak davranmak ve harcamalarını hoşgörmek gerekir. Güzel ahlakla ve güzel sözlerle konuşmak gerekir. Bunlar ise ancak ilim ve hilim sahipleri tarafından yapılabilen, arifler ve hikmet sahipleri tarafından başa-nlabilen davranış biçimleridir. Bunu daha önce yapmamış kimse, ne harcama yapmayı, ne de cemaatle yaşamayı bilebilir. Onlar yemeklerinde yalnızlığa alışmış kimselerdir. Diğer taraftan cimri, kaba, sabırsız ve hantal kimseler için yalnız yaşamak tavsiyeye daha layıktır. Böyleleri kalplerini kadınlardan uzak tutmalıdırlar.
Bu gibi olumsuz sıfatlara rağmen evlenen kimse, hem acı verir hem acı görür, hem eziyet çeker, hem eziyet çektirir, hem günah işler, hem de günah işletir. Çünkü kadınlar, duygusallıklarının telafisi için daha fazla yumuşakbaşlüığa, bilgisizliklerin kapatacak ilmi genişliğe, ahlaklanyla örtüşeşecek ve küçük hatalarını görmezden gelecek bir lütuf güzelliği ve hikmete ihtiyaç duyarlar. Erkek cahil ve akılsız, kaba ve ahlaksız olduğu zaman tarafların bilgisizliği birleşirken akıl ayrışır, karşılıklı kabalık ve kalp katılığı belirleyici olur. Böylece ilişkiyi düzeltmekten çok bozmak sözkonusu olur. Taraflar arasında karşılıklı nefret esas olup asla barış olmaz. Bu, akıl sahiplerine özgü bir vasıf değildir.
Evlenecek kimse hâl ve ahlakını bütün esaslarıyla hanımı olacak insana açıklamalı ve bu suretle kocasının nasıl bir insan olduğunu Öğrenmesini sağlamalıdır. Kişi, seçimini böyle yapmalıdır. Bu vera'nm gereğidir. Selef-i Salih'ten bazıları bunu yapmışlardır.
Ömer (ra) döneminde adamın biri evlenmişti. Adam sakallarını siyaha boyamıştı. Hanımıyla yaşamaya başladıktan bir müddet sonra sakallarında aklar ortaya çıkınca kadının ailesi bu durumu Ömer'e (ra) şikayet ettiler. Ömer (ra) adama dayak attırdı ve, 'İnsanları aldatmışsın' diyerek boşanmalarına hükmetti.
Başka bir hadisede ise Şuayb b. Harb evlenmek istediği bir kadına, 'Benim kötü ahlaklı biriyim' demişti. Kadın da kendisine, 'Ey kişi, ahlakı senden daha kötü kişi, seni kötü ahlaka zorlayan kişidir1 dedi. Bunun tersi bir hadisede ise evlenmek isteyen bir şahıs, istediği hanıma 'Benim bir takım huylarım var, onları söyleyeyim. Eğer kabul edersen seninle evlenirim'demişti. Hanım, 'Anlatın' dedikten sonra huylarını anlatmaya başlamıştı: Ben sıkıcı, kindar, su-i zan sahibi, kıskanç, sabırsız, peşin hükümlü biriyim. Bir şey fazla olursa bıkar, benden alınırsa tasalanır, konuştuğumda sertleşir, sükut ettiğimde kaygıyla dolarım.
Hanım bu huyları dinledikten sonra şöyle dedi: Bu anlattıklarınız, şeytanın kızlarının huylarıdır. Adem'in çocuklarına bunları nasıl yakıştırabiliriz. En güzeli efendilikle işine gitmen. Sana ihtiyacımız yoktur.
Nefsinin bir takım afetlerinden endişelenen kimsenin, övgüye değer bazı hasletleri olan bir hanımla karşılaştığında onunla evlenmesi daha hayırlıdır.
Evlenmek isteyen kimsenin belli niyetleri olmalıdır. Çünkü evlilik, en önemli amellerden biridir. Evlilik gibi mühim bir amelin sırf arzulardan hareketle yapılması düşünülemez. Ömer b. Abdüla-ziz (ra) şöyle demiştir: Hak hevaya uygun düşerse çok güzel bir durum olur.
Evliliğin niyeti, Allah Resulü'nün (sav) sünnetim ikame etmek, kalbi İslah ve dini korumak, bakışı kısarak namuslu kalmak olmalıdır. Müslümana emredilen budur. Ailesi ve çocukları için kazandığı nafakada Rabbine yönelmeyi ummalıdır. Hanımına karışı ahi-retle ilgili hususlarda yaptığı nasihatlarda da aynı beklenti içinde olmalıdır. Böylelikle kendi için kazandığı sevap kadar ailesi için de sevap kazanmış olacaktır. Kul, hanımına karşı şefkatli ve öğütleyi-ci olmalıdır. Bütün bunlarda da birinci derecede Allah rızasını gözetmelidir.
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kişinin ailesine harcadığı, verdiği sadaka hükmündedir". Kişi, hanımının ağzına uzattığı lokmadan dolayı sevap kazanır. Böyle birinin Allah yolunda cihad eden gibi olduğu da söylenmiştir. Adamın biri, alim bir zata Allah Teala'nın kendisine bahşettiği nimetleri sıraladıktan sonra şöyle demişti: Rabbim, bana her amelden bir pay verdi: Hac, cihad ve diğerlerinden. Bunun üzerine alim zat, 'Peki abdal zümresinin amellerinden biri olan amelin nerede?' diye sordu. Adam, 'Nedir o?' diye sorunca, alim 'Helal kazanmak ve aileye bakmak' dedi.
İbnü'l-Mübarek (ra) cihad meydanındaki arkadaşlarına şöyle demişti: Şu içinde bulunduğumuz amelden daha faziletlisini bilmek ister misiniz? Arkadaşları şöyle dediler: Bildiğimiz kadarıyla Allah yolunda cihad etmek ve O'nun düşmanlarıyla vuruşmak en güzel ameldir. Bundan daha üstünü acaba var mıdır? İbnü'l-Mübarek (ra), 'Ben biliyorum' dedi. Teki nedir?' diye sorulunca da şöyle dedi: Namuslu ve çoluk çocuğu olan bir adamın şu amelidir. O, geceleyin namaza kalktığında uyuyan çocuklarına bakar ve üstleri açılmışsa örter, hatta kendi elbisesini üzerlerine yayar, İşte o kişinin bu ameli, şu an yaptığımız cihaddan bile daha üstündür.
Adamın biri Bişr'e (ra) 'Geçim derdi ve fakirlik bana zarar vermeye başladı, beni için dua eder misin?' demişti. Bişr (ra) ona şöyle dedi: Ailen sana 'Ekmeğimiz ve unumuz kalmadı. Açız' dedikleri zaman Allah'a dua et. Öyle bir vakitte edeceğin dua, benimkinden çok daha faziletlidir! Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Namazı güzel, evladı çok, malı az ve gıybetten uzak kimse cennette benimle olacaktır". Allah Resulü'nün de (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah Teala çoluk çocuk sahibi iffetli fakiri sever"[15]
Ailenin işleriyle uğraşmak, belalarına karşısında kaygılanmak ve iyiliklerinin artması için çalışmak da evlilik niyetleri arasında bulunmalıdır. Denilir ki: Kulun günahları çok olduğu zaman Allah Teala kendisi tasalarla imtihan ederek günahlarını siler. Selef-i Salih'ten bir zat da şöyle demiştir: Öyle günahlar vardır ki onların kefareti sadece geçim kaygısıdır. Benzer manada bir hadis de Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilmiştir.
Kul, ailesine karşı sabırlı, sıkıntılarına karşı tahammüllü olmalı ve kendileriyle güzel geçinmelidir. Çocukların veya eşin vefatı, ya da nasibin eksilmesi, kula verilmiş bir ceza olabilir. Kişinin makamı ailesine karşı sabır ise, onu terkettiği zaman halinden ayrılmış ve kusurlu hareket etmiş olur.
Abidlerden biriyle ilgili olarak şöyle bir hadise anlatılmıştır: O abidin, güzel davrandığı bir hanımı vardı. Hanımı vefat etti. Dostları kendisine yeniden evlenmeyi teklif ettiklerinde bunu kabul etmeyerek şöyle dedi: Yalnız kalbim için daha dinlendirici, tasamı daha yoğunlaştırıcıdır. Hanımımın vefatından sonraki bir Cuma gecesi şöyle bir rüya gördüm: Semanın kapıları açılmıştı ve birileri inerek gökyüzünde yürüyorlardı. Birbirlerin ardısıra gidyorlardı. İnen herkes, bîr kez bana bakıyor ve peşinden gelene, 'İşte o uğursuz bu!' diyordu. Onun ardından gelen dördüncüye, o kendinden sonrakine hakkımda aynı şeyi söylüyordu. Sonunda bir çocuk çıktı. Ona 'Bunların bahsettikleri uğursuz kim?' diye sordum. 'Sensin!' dedi. 'Neden?' diye sorunçca şöyle dedi: Senin amellerini, Allah yolunda cihad edenlerin amellerinin bulunduğu yere taşırdık. Cuma'dan beri senin amellerini başkalarının amellerinin yanma koymamız emredildi. Bunu gerektirecek ne yaptığını bilmiyorum. Abid, bu rüyayı gördükten sonra, 'Beni evlendirin, beni evlendirin' demeye
başladı. Daima bir veya daha fazla hanımının bulunmasına itina gösterdi
gösterdi.
Kötülüğü emreden nefis (=nefs-i emmâre) kul için dört hanımdan daha zararlı olabilir. Aile ve çocukların hoş görülmeme sebepleri, kişiyi Allah'tan ve O*na yaklaştıracak amellerden uzaklaştırmalarıdır. Hanımı ve çocukları olmamasına rağmen arzu ve hırslarına teslim olan kimse, eş ve çocuk sahibi olanlardan çok daha kötü bir durumdadır. Kimileri de yokluk endişesiyle eş ve çocuk istemeyebilir. Bunun hali de mekruh görülür. Konuyla ilgili bir rivayette Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Cehennem sakinlerinden biri de dini hassasiyeti olmayan zayıf karakterli kimsedir. O aranızda dolanıp durur, ne mal ne de çoluk çocuk ister". Bu hadisin açıklamasında, sözü edilen kimselerin, karınlarını doyurmaktan başka düşünceleri olmayan, rızkını nasıl kazandığını düşünmeyen ve nereden geldiğini önemsemeyen dilenciler oldukları söylenmiştir.
Malı ve ailesinin kendisini Allah'ın zikrinden alıkoyamadığı bir kimse, ailesi olmayan kimseden daha faziletlidir. Çünkü bu sonuncusu, midesinin ve fercinin kulu olup heva ve şehvetinin esiridir. Allah Teala müminlerin de malları ve çocukları olacağını haber verdikten sonra, bu durumun onları Allah'tan alıkoymayacağını bildirmiştir. O, Kur"an'da anlattığı bazı toplumların alışveriş ve ticaretlerinin kendilerini O'nun yolundan uzaklaştırmadığını haber vermiştir. O'na göre bu kimseler, kalplerin ve gözlerin devrilip gideceği bir günden korkan insanlardı. Allah Teala kendisinden eş ve çocuklar isteyen bir topluluğu da övmüş ve haklarında şöyle buyurmuştur: "Rabbimiz, bize göz aydınlığı olacak eşler ve çocuklar bahşet". (Furkan/74) Onların niyaz ettiği göz aydınlıkları, kendilerini asıl göz aydınlığı olan Rablerinden alıkoymayacak ve O'ndan uzak-laştırmayacaktır. Bilakis O'nun önünü açacak ve kulun daima O'nunla hem hal olmasını temin edecek türden göz aydınlıklarıdır. Allah Resulü de (sav) bu manada şöyle buyurmuştu: "Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi: Güzel koku, kadınlar ve göz aydınlığım kılınan namaz".[16]
Ebu Süleyman ed-Darani (ra) şöyle derdi: Evliliği terketmeleri-nin yegane sebebi, kalpleri Allah'ın zikrine hasretmekti. İbni Ebil-Havari'den de (ra) Hasan'ın (ra) rivayet ettiği şu hadis nakledilmiştir: "Allah, bir kul için hayır dilediğinde onu, aile ve servetle meşgul etmez". Ahmed (ra) şöyle demiştir: Hadis ehlinden bir toplulukla bu hadis hakkında uzun uzun konuştuk ve anlamının şu olduğuna karar verdik: Burada kasdedilen kişinin hanım veya malının, kendisi için değil onların onun için varolmaları ve onu meşgul etmemeleridir.
Mutmain bir nefse, Rabbine huşu ile nazar eden bir göze ve korku dolu bir kalbe sahip olan, kadınlarla ilgili yoğun düşüncesi bulunmayan kimse, evliliğin en çok yakıştığı kimsedir. Konuyla ilgili olarak Davud et-Ta'i'den (ra) şöyle bir söz nakledilmiştir: Elli yıldır kamışıma yel bulaşmamıştır. Başka birine de, 'Kamışına şehvetle yel girdiği oldu mu?' diye sorulmuş ve şöyle cevaplamıştı: 'Kur'an okuduğumdan beri hahr!' Ulemadan bir zat ise şöyle demiştir: Yirmi yıldır, gözüm hiç tenasül uzvuma takılmadı!
Fakat işsiz güçsüz, kötülüğü emreden bir nefis sahibi, delici bir bakışa ve kuvetli bir şehvete sahip olur. Böyle biri için nikah, amellerinin en güzeli ve hallerinin en ulvisidir. Çünkü mubah, makamı olmayanların makamıdır.
Kul nikaha azmettiğinde, dindar, akıllı, kanaatkar ve saliha bir hanıma bakmalıdır. Yukarıdan beri sıraladığımız niyetler, ancak böyle bir namzet için uygun olabilir. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Kadın ya malı, ya güzelliği, ya da dindarlığı için nikahlanır. Sen dindar olanı seç". Başka bir rivayette ise şu lafiz geçmektedir: "Kadını malı ve güzelliği için nikahlayan kimse onun malı ve güzelliğinden mahrum olur. Kadınla dindarlığı için nikahlanana ise Allah Teala tarafından kadımn malı ve güzelliği bereketli kılınır". Başka bir hadiste ise şöyle buyurduğu bildirilmiştir: "Kadınla güzelliği yüzünden evlenmeyin, güzelliği onu adileştirebilir. Onunla malı yüzünden de evlenmeyin malı onu azdırabilir. Kadınla dini için evlenin"[17]
Kadın ile dindarlığı ve ahlakı sebebiyle evlenmek, ahirete götüren yollardan biridir. Eksik organlı, çirkin görünümlü ve yaşlı kadınla evlenmek, zühd kapılarından biridir. Ebu Süleyman (ra) şöyle derdi: Her şeyde, hatta evlilikte dahi zühd gerekir. Kişinin yaşlı bir hanımla ve görüntüsü hoş olmayan biriyle evlenmesi zühddendir.
Malik b. Dinar (ra) şöyle demiştir: Kiminiz yetim bir kızla evlenmek istemez. Halbuki onunla evlenmesinden dolayı ecir kazanır. Ona yedirmel ve giydirmek sevaptır. Yetim bir kızın sıkıntısı hafif, masrafı kısıtlı olur ve azla yetinir. Böyle yapmaz, falanın kızını, yani ehli dünyanın ileri gelenlerinden birinin kızını alırsınız.
O da arzuladıkça arzular. 'Bana şu elbiseyi al, filan tür ipek al* der ve dininizi alıp götürür. İmam Ahmed b. Hanbel (ra), tek gözü görmeyen bir hanımı, sağlam ve daha güzel kızkardeşine tercih etmişti. O, bu hanımı alırken şöyle sormuştu: Hangisi daha akıllıdır? Kendisine, 'Tek gözü gören daha akıllıdır' denilince, 'Bana onu verin' demişti. Ahlakı kötü ve şamatacı bir hanımla evlenmenin belki şöyle bir faydası olabilir ki kişi ona bakarak kalp bakımından yükselir, o ve benzerlerine rağbet etmemeyi öğrenir.
Evlenmeden önce, evlenilecek hanımın yüzüne ve evlenmeye teşvik eden yerlerine bakmak ve baktırmak müstehaptir. Yüzüne ve avuçlarına temas etmesinde Hicaz alimlerine göre mahzur yoktur. Evlenilecek hanımın yüzüne bakmayla ilgili bir çok hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan biri Muhammed b. Mesleme (ra) tarafından rivayet edilmiştir: O, bir hanımı semtine kadar takip etmiş, hatta bir hurmanın arkasına saklanarak hanımı gözetlemişti. Kendisine, 'Allah Resulü'nün (sav) ashabından biri olarak nasıl böyle yaparsın?' diye sorulduğunda ise şöyle demiştir: Allah Resulü (sav) bize böyle emretti ve şöyle buyurdu: "Allah Teala sizden birinin gönlüne bir hanımla evliliği düşürdüğü zaman ona baksın ve kendisiyle evlenmeye sevkeden özelliklerini görsün!"
Konuyla ilgili bir diğer hadis de şudur: "Ensar hanımlarının gözlerinde bir şey vardır. Sizden biri, onlardan biriyle evlenmek istediğinde ona iyi baksın!". Bu hadisin başka bir lafzı ise şöyledir: "Sizden birinin içine bir hanımla evlenmek düştüğünde ona iyi baksın. Böylesi deri altlarının kaynaması bakımından daha hayırlıdır". Buradaki kaynaşma, tenini görmekten daha derin bir boyuta sahiptir. Çünkü ten, üst deridir. Alt deri ise görünen derinin iç kısmıdır. Bu kelimenin zikredilmesi, kaşnamanın gerekliliği konusunda bir mübalağa ifadesidir.[18]
A'meş şöyle derdi: Eşlerin birbirlerini görmeden yaptıkları her evliliğin sonu kaygı ve tasadır.
Mihirde aşırıya kaçmamak gerekir. Allah Resulü (sav), hanımlarından bir çoğuyla on dirhem (=32 gr gümüş) ve ev eşyası karşılığında evlenmiştir. Ev eşyası da bir el havanı, bir testi, bir yastıkve lifle doldurulmuş bir yataktı. O, hanımlarından birinin düğün yemeğinde arpa ekmeği, birinde ise hurma ikram etmiştir. Düğün yemeği sünnettir. Düğün yemeği davetine katılmamak günahtır.
Ömer b. Hattab (ra) kadınların mihirlerinin yükseltilmesini yasaklamış ve şöyle demiştir: Allah Resulü (sav), hanımlarından hiçbirini veya evlendirdiklerinin hiçbirini dörtyüz dirhemin (=1280 gr Gümüş) üstünde bir mehirîe nikahlanlamıştır. Konuyla ilgili olarak Aişe (ra) şunu nakletmiş tir: Allah Resulü'nün hanımlarının mihir-leri on ikibuçuk ûkiye (=480 gr Gümüş) idi.[19] Allah Resulü (sav) ashabından bazılarını da 16 gram gümüş karşılığında nikahlamıştır.
Tabiun'un büyüklerinden Said b. el-Müseyyeb (ra) kızını Ebu Hüreyre'ye (ra) iki dirhem (=6.4 gr. Gümüş) mihirle nikahlamıştı. O da kızı bir gece babasının evine geri göndermişti. On dirhem yani 32 gr. gümüş, asgari mihir için müstehap görülen miktardır. Böylece ulemanın ihtilafından da kurtulmuş olunur. Mihrin üç dirhemden (=9.6 gr) daha aşağı olması müstehap değildir. Bu miktar, konuyla ilgili orta yoldur. Bu kıymet, bilek kesme cezasının da uygulandığı asgari miktardır. Hicaz alimlerinden bir topluluk da bu görüştedir. Konuyla ilgili bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kadınların en bereketlisi, mihri az olandır". Bir başka hadis de şöyledir: "Kadının bereketi, evlenmesinin ve hamileliğinin sürati ile mihrinin azlığmdadır". Urve (ra) şöyle demiştir: Kadının uğursuzluğu, mihrinin fazlalağıdır.
Evlenen kimse mihri hanımından isteyemediği gibi verdiğinden daha fazlasını almak üzere de veremez. Karşılığını vermekte zorlanacağı bir hediyenin verilmesi de helal değildir. Bütün bunlar nikahla ilgili bidatlerdir. Bunlar evliliği ticari bir ilişki gibi görenlerin çıkarttıkları hastalıklardır. Bir kısmı da faiz olarak görülecek türdendir. Her kim böyle bir akit veya niyetle evlenirse fasit bir niyette bulunmuş olur. Böyle bir nikah din veya ahiret için yapılmış görülemez.
Sevri (ra) şöyle derdi: Kişi bir hanımla evlenirken, 'Kadının nesi var?' diye sorarsa, bilin ki o bir hırsızdır! Ona sakın kız vermeyin! Bidatçı, fasık, zalim, içki içen ve faiz yiyene de kız vermeyin.
Böyle yapanlar dinini çiğnemiş ve kızına karşı iyi bir velilik göstermemiş olur. Bu tür kimseler, hür ve namuslu bir müslüman hanıma den değildirler. Selef-i Salih'ten bir zat ise şöyle demiştir: Evlilik bir tür köleliktir. Herkes kızının köle olacağı yere iyi baksın!
Bir başka zat ise şöyle demiştir: Kızlarınızı ancak takva sahipleriyle nikahlayın! Eğer kızınızı severlerse ona değer verirler. Sevmedikleri takdirde de muamelesinden insafı elden bırakmazlar. Konuyla ilgili olarak Allah Resulü'nün de (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Nutfeleriniz için iyi tercih yapın, denkleri evlendirin".[20]
Nikah ancak kızın velisi ve iki adil şahit ile olur. Eğer hanım olgun ve velisi yok ise kendisine veli atanır. Velisi olmayanın velisi devlet başkanı veya onun atadığı kimsedir. Sünnetin gereği budur. Evlenen kimse hayız, hayız vakitleri, uzama ve kısalma zamanlan ve nifasla ilgili hükümleri öğrenmelidir. Kadınların temizlenmesiyle ilgili hükümleri de öğrenmeli ve hanımına öğretmelidir. Böylelikle hanımını başkalarına giderek sorma zahmetinden de kurtarmış olur. Bunlar dışında bilinmesi gereken farzlarla ilgili hükümleri, namaz hükümlerini, islamın tmel esaslarını ve akaidini de öğretmelidir. Ehli Sünnet ve Cemaat'in temel esaslarını da ona öğretmelidir. Böyle yaptığı takdirde, hanımının evden çıkarak bunları öğrenmek için alimlere gitmesi gerekmeyecektir.
Tevhid, islamın esasları, imanın esasları ve Ehli Sünnet'in yolları hakkında bilgisi eksik olan bir hanım, cehaletinin mazur görülemeyeceği miktarda bilgiye sahip olmak için evden çıkabilir. Ancak bu tür bir ilim talebi için dahi olsun, kocasının iznini aramak zorundadır. Kadın, kocasını helal olmayan kazanç yollarına zorlamamalıdır. Günah işlemesine yol açacak uğraşlara da sokmamalıdır. Erkekler de kötü yollara girerek dünya uğruna ahiretlerini satmama-lıdırlar. Eğer hanımı iyilik ve takva üzerinde sabretmeyi sürdürürse onu nikahı altında tutar. Eğer kendisini günaha teşvik ederse ondan ayrılır. Allah Teala her ikisini de lütfuyla müstağni kılar.
Denir ki: Kıyamet günü kişiye sarılacak olanların ilki hanımı ve çocuklarıdır. Onlar erkeği Allah Teala'nm huzurunda durdurur ve şöyle derler: Rabbimiz, bundaki hakkımızı isteriz! Bilmediklerimizi öğretmedi. Bilmediğimiz halde bize haram yedirdi! Bu isteklerden haklı olanlar, adamdan sökülüp alınacaktır.
Konuyla ilgili bir rivayette de şöyle denilmektedir: "Kul, tartı için terazinin önüne geçirilir. Hasenat kefesinde dağlar misali sevabı olur. Ardından ailesiyle ilgili sorular ve istekler karşılanır. Malını nereden kazandığı ve nereye harcadığı sorulur. Bütün istek ve talepler karşılandığında hasenat kefesinin boşaldığı görülür. Bunun üzerine melekler şöyle nida ederler: İşte dünyadaki hasenatı ailesi tarafından yenilen, bugün de amellerine ipotek konulan biri!"
Belki bu nedenledir ki Selef-i Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Allah Teala bir kulu için kötülük murad ettiğinde tırnaklarını ona musallat eder! Tırnaklar1 ile kasdedilen eşi ve çocuklarıdır. İlgili bir hadiste de şöyle buyrulmaktadır: "Allah Teala ile kavuşuldu-ğunda kulun günahlarının en büyüğü eşini ve çocuklarını cahil bırakması olur".
Meşhur bir hadiste de Allah Resulü'nün şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kişiye günah olarak, geçindirdiğini yitirmesi yeter". Bir diğer hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: "Ailesinden kaçan kimse, efendisinden kaçan köle gibidir. Dönünceye kadar ne namazı, ne de orucu kabul edilir". Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler, kendinizi ve ailenizi öyle bir ateşten koruyun ki.." (Tahrim/6) Görüldüğü üzere aile, kişinin kendisine izafe edilmektedir. Burada onları ateşten korumanın yolu, kendilerine hayrı ve şerri öğretmek, emir ve yasakları talim etmekten geçmektedir. Bu konuda Allah Resulü (sav) de şöyle buyurmuştur: "Onları terbiye edin, onlara öğretin".[21]
Bu anlamda Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen hadislerin belki de en meşhuru şudur: "Hepiniz çobansınız ve hepiniz de sürüsünden meşgulsünüz".[22]
Denilir ki: Kadın, kocasının malından onun izni olmaksızın alarak harcadığında Allah Teala'mn gazabı onun üzerinde olur. Bu gazaptan kurtulmanın yolu, ondan izin almasıdır. Kocasının izni olmaksızın yedirebileceği tek şey, bozulmasından endişe edilen sulu yemeklerdir. Eğer kocasının iznini alarak yedirir ve infakta bulunursa onun ecri kadar ecir kazanır. İznini almaksızın yaptığı harcamalarda ise kocası sevap kazanırken kendisi günah kazanır.
Erkek, kadının kendisi üzerindeki büyük hakkını iyi bilmelidir. Bunun temelinde de analık sorumluluğu yatmaktadır. Bu meyanda annesi kızma şöyle demelidir: Her ne şekilde olursa olsun kocana itaat et. Senin cennetin de, cehennemin de odur! Konuyla ilgili olarak Allah Resulü'nün şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kocası kendisinden memnun olarak ölen her kadın cennete girer". Rivayet edilmiştir ki: Adamın biri yolculuğa çıkmıştı. Karısından evin üst katından alt katına inmemesini istemişti. Kocası gittikten bir süre sonra kadının babası hastalanmıştı. Babası, alt katta oturuyordu. Kadın, babasının hastalığı sebebiyle kendisini ziyaret etmek için Allah Resulü'nden izin istemişti. O da, 'Kocana itaat et' tavsiyesinde bulunmuştu. Bir süre sonra babası vefat etmiş ve kadıncağız Allah Resulü'ne (sav) elçi göndererek cenazesini teşyi etmek için inmesine izin verilmesini istemişti. Ama Allah Resulü (sav) yine 'Kocana itaat et' tavsiyesinde bulundu. Babası kızı göremeden defnedilmişti. Allah Resulü (sav) ona bir elçi göndererek şöyle buyurdu: Baban, kocana itaatin sebebiyle bağışlandı".
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Bir hanım beş vakit namazı kılar, Ramazan ayı orucunu tutar ve namusunu koruyarak kocasına itatte devam ederse Rabbinin cennetine girer". Görüldüğü üzere Allah Resulü (sav), kocaya itaati islamın temel esaslarına izafe etmiştir. Cennete girmek için bu amelleri eda etmek gerektiği gibi, eşine itaat etmesi de gerekmektedir. Allah Resulü (sav), hanımları anarken şöyle buyurmuştur: "Hamileler, doğranlar, emzirenler, çocuklarına merhamet gösterenler; eğer eşleriyle birleşecek olmasalar namazgâhlarıyla cennete girerler".
Allah Resulü (sav) bir hadislerinde de şöyle buyurmuşlardır: "Cehenneme baktığımda sakinlerinin çoğunun kadınlar olduğunu gördüm. Cennete baktığımda, orada yaşayanların da çok azının hanımlar olduklarını gördüm. 'Kadınlar nerede?' diye sorduğumda şöyle denildi: İki kızıl onları meşgul etti: Altın ve Safran".[23] Gerçekten da Arap kadınlarının takı ve koku düşkünlüğü çok meşhurdur. Allah Resulü (sav) bir defasında hanımlara hitaben şöyle buyurmuştur: 'Takılarınızı tasadduk edin! Cehennem sakinlerinin çoğunun sizden olduğunu gördüm. Bunun üzerine, 'Neden ey Allah Resulü?' dediler. O da şöyle buyurdu: Lanetlenmişleri çoğaltıyor, eşlerinize nankörlük ediyorsunuz" buyurdu.
Belki de bu yüzden bir genç kız Allah Resulü'ne (sav) şöyle demişti: Ey Allah Resulü, ben evlenmeyeceğim! İbnü Ümmil-Muğan-niye Aişe validemizden (ra) şunu nakletmiştir: "Allah Resulü'ne (sav) genç bir kız geldi ve 'Ey Allah Resulü, ben nişanlıyım, ama evlenmek istemiyorum. Kocanın hanımı üzerindeki hakkı nedir?' diye sormuştu. Allah Resulü (sav) de şöyle buyurdu: Tepesinden tırnağına başta ayağa yalasa ona olan şükranını yine etmiş olmaz. Bunun üzerine genç kız, 'Ben evlenmeyeceğim' dedi. Allah Resulü (sav) de, 'Aksine evlen, öylesi daha iyidir1 buyurdu". Bu, konuyla ilgili Hasemiyye hadisinin özetidir.
İkrime (ra), İbni Abbas'tari (ra) rivayet etti ki: "Has'em'den bir kadın gelerek, 'Ey Allah Resulü, ben dulum ve evlenmek istiyorum. Erkeğin kadın üzerindeki hakları nedir?' diye sordu. Allah Resulü (sav) de şöyle buyurdu: Kocanın hanımı üzerindeki hakkı, bir devenin sırtında dahi olsun kocası kendisini istediğinde ona engel olmamasıdır".
Kocanın faziletlerini ihtiva eden geniş bir hadiste de Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Allah'tan başka bir şeye secde etmeyi emredecek olsaydım, üzerindeki hakkının büyüklüğünden dolayı kadına kocasına secde etmesini emrederdim. Kocanın kadın üzerinde ki haklarından birisi de evinden hiç bir şeyi onun izni olmaksızın vermemesidir. Eğer verirse, sevabı kocasına günahı da kendisine ait olur. Kocasının izni olmaksızın nafile oruç tutamaz. Eğer tutarsa, boş yere aç ve susuz kalmış olur. Yine haklarından biri onun izni olmaksızın evden çıkmamasıdır. Eğer aksini yaparsa evine dönünceye veya tevbe edinceye kadar meleklerin laneti onun üzerine olur. O, her gece kendini kocasına sunmalıdır".
Konuyla ilgili bir başka hadiste de şöyle buyrulmaktadır: "Kadının Rabbine en yakın olduğu yer, evinin orta yeridir. Evinin kilerinde kıldığı namaz, mescidde kılacağı namazdan daha hayırlıdır.
Evinin en iç kısmında kıldığı namaz da evinde kıldığı namazdan daha hayırlıdır".[24] Evin iç kısmı ile kasdedilen, muhtemelen kapılı odalardır. Kadın, bir bütün olarak avret sayıldığı için ne kadar gizli kılarsa, o kadar emin olacaktır. Elbette daha emin olan, daha faziletli olacaktır. Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyumuş-tur: "Kadın avrettir. O sokağa çıktığı zaman şeytan onu görmeye çalışır".[25] Bu babda zikredilen garib bir hadis de şöyledir: "Kacü-nın on avreti vardır. Evlendiği zaman kocası bunlardan birini örter. Vefat ettiği zaman, kabir onun bütün avretlerini örter".
Koca, hanımına meşru bir telkinde bulunur ve o buna karşı çıkarsa, onu azarlayabilir. Tekrarladığında yine karşı çıkarsa yatağını terkedebilir. Ulemadan bir zat ise şunu söylemiştir: Yatakta sırtını döner. Bazılarına göre bir geceden üç geceye, ondan yedi geceye kadar yatağı terkeder. Bu da fayda etmez ve karısı umursamazlığını sürdürürse o zaman vurma hakkı doğar. Alimler buradaki vurmanın, yaralamayacak ve iz bırakmayacak bir vurma olduğunu söylemişlerdir.
Koca dini konulardan herhangi biriyle ilgili olarak hanımına on günden bir aya kadar öfkeli kalabilir. Nitekim Allah Resulü (sav) hanımlarından birinin söylediği bir sözden dolayı bir ay boyunca bütün hanımlarına öfkeli kalmıştır. Anlatıldığına göre Allah Resulü (sav), Zeyneb'e (ra) bir hediye göndermişti. O da, hediyesini geri göndermişti. Bu olay O'nu çok üzmüştü. Ardından Zeyneb'in (ra) umursamaz sözü öfkesini daha da arttırmış ve onlara hadlerini bildirmek üzere küsmüştü.
Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Hayırlılarınız, ailesine karşı hayırlı olandır". Ali'nin (kv) dört hanımı vardı. O, eşlerini ayırmaz ve her birine her dört günde bir bir dirhemlik et alırdı. Hasan (ra) şöyle demiştir: Ali'nin (kv) eşleri seferde ikişerli olurlardı. Bunun dışında ev eşyası ve giyim bakımından birbirlerine yakındılar. İbni Şirin de (ra) şöyle demiştir: Erkek için müste-hap olan, her ay belli bir dönem tahammül göstermektir. Karısının ufak tefek hareketlerine karşı anlayışlı ve hoşgörülü olmalıdır. Ona karşı şiddet kullanmamalıdır.
Konuyla ilgili bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kadın, eğri kemikten yaratılmıştır. Onu düzeltmeye kalkarsanız kırabilirsiniz. Bırakırsanız eğriliği devam edip gider". Bu hadisin Hasan (ra) tarafından rivayet edilen lafzında ise şu ifade yer almaktadır: "Onu kırmak boşamaktır".
Allah Resulü'nün (sav) hanımları O'nunla darılır, sonra tekrar düzelirlerdi. Bir defasında hanımlarından biri O'nu göğsünden itmişti. Annesi o hanımı şiddetli bir dille azarlayınca, Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştu: Bırakın onu, onlar daha beterini bile yapıyorlar!
Bir keresinde Allah Resulü (sav) ile Aişe (ra) arasındaki sözlü münakaşa o derece büyümüştü ki Aişe'nin (ra) babası Ebu Bekir (ra) devreye girerek hakem olmuştu. Allah Resulü (sav), 'Sen mi konuşacaksın, yoksa ben mi konuşayım?' buyurduğunda Aişe (ra) 'Sen konuş, ancak sadece gerçeği söyle!' demişti. Bu söz üzerine Ebu Bekir (ra) kızının yüzüne bir tokat atmış ve ağzından kan boşanmıştı. Öfkesini alamadan kızma şöyle demişti: Sen nefsinin düşmanı, sen mi yoksa O mu yalnız hakikati söyler? Elbette sen ve baban; siz ikiniz batıl söylersiniz! Ama Allah Resulü (sav) ancak gerçeği söyler!! Bunun üzerine Aişe (ra) kaçmış ve Allah Resu-lü'nün (sav) arkasına gizlenmek zorunda kalmıştı. Allah Resulü (sav) de, onun bu davranışını tasvip etmeyerek şöyle buyurmuştur: Seni bunun için çağırmadık ve bunu da beklemezdik.
Aişe (ra) bir defasında Allah Resulü'nün bir sözüne kızmış ve 'Sen mi Allah'ın peygamberisin?' demişti. Allah Resulü (sav) de onun bu sözü karşısında tebessüm etmişti. Bu, O'nun üstün hilim ve kereminin tezahürüydü. O, Aişe'ye (ra) şöyle buyururdu: Senin Öfkeli anım hoş anından ayırabiliyorum. O da, 'Nasıl?' diye sormuştu. Allah Resulü (sav), 'Memnun anında 'Hayır, Muhammed'in İlahı Adına' diyorsun. Öfkeli zamanında ise, 'Hayır, İbrahim'in İlahı Adına' diyorsun". Aişe de (ra) bunu doğrulayarak, 'Kızdığımda senin adın yerine İbrahim'in (as) adını koyuyorum' dedi.
Allah Resulü (sav), hanımlarıyla şakalaşır ve onların seviyesine inmeye çalışırdı. Konuyla ilgili bir rivayette de şöyle denilmiştir: "Allah Resulü (sav) halk içinde hanımlarıyla en çok şakalaşan insandı".
Lokman Hekim bu konuda şöyle güzel tesbitler yapmıştır:
Akıllı kimse, evinde ailesiyle iken çocuk gibi, halk arasında iken de erkek gibi olandır. İlgili bir rivayette de şöyle buyrulmaktadır: "Allah Teala kendisi kibirli ve ev halkına karşı kaba ve sert olana buğzeder". Bir başka hadis ise şöyledir: "Allah Teala'nun buğzetti-ği kıskançlık, kişinin ev halkım kıskanmasıdır". Bu, bir anlamda Allah Resulü (sav) tarafından nehyedilmiş olan su-i zan gibi olmaktadır.
Konuyla ilgili olarak Ali'nin (kv) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ailenizi fazla kıskanmayın. Yoksa yanlışlıkla iftiraya düşebilirsiniz. Gerçekten kıskanma, sınırı olması gereken bir illettir. Kişi bu sınırı aştığı zaman görevinin ötesine gitmiş ve hakka tecavüz etmiş olur. Hasan (ra) şöyle derdi: Kadınlarınızı pazarlara salıveriyorsunuz. Allah eşini kıskanmayanlan kabih görür.
İbni Ömer (ra) ise şöyle demiştir: Allah'ın cariyelerini, O'nun mescidlerinden mahrum etmeyin. Bunun üzerine çocuklarından biri, Biz mescide gitmelerine izin vermeyiz, giderlerse döveriz' deyince çok kızmış ve şunu söylemiştir: Sen ne dediğimi işitiyor musun? Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Kadınları mescidlerden menetme-yin. Siz de kalkmış, 'engelleriz' diyorsunuz. Allah Teala buyurdu ki: Muhakkak Allah her şey için bir ölçü yarattı.
Hikmet ehlinden bir zat ise şöyle demiştir: Bir sınırı aşan kimse yerilmeyi hakeder. Ondan geri kalan da aynı şekilde yerilir. Namuslu bir hür kadın, mutlaka ihtiyacı olan bir şeyi almak için sokağa çıkabilir. Allah Resulü (sav) de şöyle buyurmuştur: "Siz hanımların ihtiyaçlarınızı görmeniz için çıkmanıza izin verildi".[26] Kadınlar, aynı şekilde bayramlarda da çıkabilirler. Bu da kendilerine serbest bırakılmıştır. Ama bütün bunlar, Allah Resulü (sav) tarafından eşlerin iznine bağlanmış çıkışlardır. Gereksiz yere çıkarak erkeklere görünmemeleri, kendileri açısından daha hayırlıdır. Böylesi kalplerinin düzgün kalabilmesi için de daha iyidir. Allah Resulü (sav) bir gün kızı Fatıma'ya (ra) şöyle buyurmuştu: Kızım, kadın için en hayırlı şey nedir? O da şu cevabı vermişti: Onun erkek, erkeğin de onu görmemesidir. Bunun üzerine onu kucakladı ve soy soyun parçasıdır!
Sahabe, evlerinin duvarlarındaki delikleri harçla güzelce tıkar, kadınların dışarı sarkmasına izin vermezlerdi. Muaz b. Cebel (ra) duvar deliğinden dışarıyı gözetleyen bir kadın görmüş ve ona vurmuştu. Yine onun hanımı başka bir kadının hizmetçisine bir elma vermişti. Bunun üzerine hanımına vurmuştu. Ömer (ra), kadınların hicabdan çıkarılmaması hususunu çok sıkı tembih ederdi. Bir defasında da 'Kadınlara 'Hayır* demeyi bırakmayın' demişti. Bir defasında da evde bir konuyla ilgili hanımının itirazını görünce şöyle demişti. Sana ihtiyacımız olduğunda konuşursun. Aksi halde bir kenara oturup dinlemen gerekir!
Erkek, hanımın bir takım çıkışlarına ve ölçüsüz sözlerine gösterdiği tahammülden dolayı sevap kazanacaktır. Aynı şey verdikleri eziyetlere karşı sabırlı olmak ve onlarla güzel geçinmek için de geçerlidir.
Muhammed b. el-Hanefîyye (ra) şöyle demiştir: Güzellikle geçi-nemeyen hikmet sahibi olamaz. Biriyle geçinmek durumunda olan kişi, Allah Teala bir çıkış yaratıncaya kadar güzellikle geçinmeli ve sabretmelidir. Kadının ağzı bozuk, kabullenmesi zor, cehaleti derin ve sıkıntısı sona erecek gibi değilse boşanması kişi için daha hayırlıdır. Adamın biri Allah îlesulü'ne (sav) hanımının ağzının bozukluğunu şikayet etmişti. O da, 'Öyleyse boşa' buyurmuştu. Bunun üzerine adam, 'Ama onu seviyorum' dedi. Adamın bu sözü üzerine karısıyla yaşamaya etmesini öğütledi. Çünkü hanımından ayrılması halinde kafasının daha da karışacağını ve kalbininparçalanacağını hissetmişti. Bu tür ruhi meseleler, çoğu zaman bedeni arazlardan daha büyük tahribatlara yol açabilmektedir.
Allah Teala buyurdu ki: "Açık bir fuhuş yapmadıkça hanımları evlerinden çıkartmayın, onlar da çıkıp gitmesinler". (Talak/l) Bu ayetin tefsirinde, 'Fâhişetün mübîne=açık bir çirkinlik' kelimesinin anlamı hakkında farklı görüşler belirtilmiştir. İbni Mesud'a (ra) göre kocasına sıkıntı vermek ve terbiyesiz konuşmalar yapmak bu kelimenin kapsamına dahildir. Yalnız bunun iddet sırasında olması gerekir. Çünkü ayetin siyak ve sibakı bunu göstermektedir. Bazılarına göre boşanma bu ayet ile yasaklanmıştır. Halbuki ayetin bu şekilde yorumlanması mümkün değildir. Boşama mubah bir fiildir. Ama meşru bir sebebe dayanmadığı takdirde mekruhtur.
Boşanmayla ilgili bir hadiste de Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Allah Teala'mn en çok buğzettiği helal boşamadır".[27] Kadın, kocası hakkındaki yükümlülüklerini yerine getirmekten ve haklarını ifa etmekten endişe ettiği takdirde kocasına fidye verebilir. Bu fidyenin verilen mihirden fazla olması bizce mekruhtur. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Eğer o ikisinin de Allah'ın sınırlarına riayetinden endişe ederseniz, kadının -boşanabilmek için- erkeğe fidye vermesinde bir mahzur yoktur". (Bakara/229) Ulemanın büyük çoğunluğuna göre caiz olan Hal' budur. Bir kadın kocasından -onun rızası olmaksızın- boşamasını veye hal' etmesini isteyemez.
Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Hangi kadın ki -sebepsiz yere -kocasından kendini boşamasını isterse cennetin kokusunu ebediyen tadamaz". Yine O, böyle yapan kadınların münafık tabiatlı olduklarını haber vermiştir.[28]
'Nüşûz=Geçimsizlik' eşlerden her ikisinden de kaynaklanabilir. Ancak nüşuz göstermesi halinde kocanın hanımına vurması mubah görülmüştür. Bunun yanısıra yatağı ayırmak ve konuşmamak da terbiye için verilebilecek cezalardandır. Geçimsizliğin giderilerek sulh olunması en güzelidir. Bu noktada devreye eşlerin aileleri devreye girerek sorunları çözmeye çalışabilirlerdi. Ailelerin atayacakları hakemler, eşlerin durumlarını gözden geçirirler ve şikayetleri dinlerler. Allah Teala evlilikte muhtaç etmeyeceğini vaadeder-ken ayrılmada da muhtaç etmeyeceğini vaadetmektedir. Nitekim O bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Eğer ayrılırlarsa Allah Teala her ikisini de zenginliği ile muhtaç etmez". (Nisa/130)
Allah Resulü (sav) de şöyle buyurmaktadır: "Üç kimsenin duasına icabet edilmez: Kötü bir hanımı olduğu için boşama hakkı elinde olduğu halde 'Allah beni senden kurtarsın' diyen kimsenin sözü; kötü ahlaklı köle; kötü komşu".
Kişi hanımı ile güzel geçinmeli ve hukukunu yerine getirmeye çalışmalıdır. Allah Teala buyurdu ki: Eğer size itaat ederlerse -onları boşamak için- başka yol aramayın". (Nisa/34) Bu tür davranış, iman davetine kulak vermiş mutma'in nefslere layık bir davranıştır. Zaten müminlerin ahlakına yakışan da budur. Hanımlara karşı müşfik ve yumuşak olmak bu ahlakın esaslarmdandır. Allah Te-ala eşin hakkını en güzel şekilde eda etmeyi, ebeveynin hakkını eda etmeye benzetmiştir. Ku/an, kadınlarla güzel geçinilmesini emrederken, kadınların da örfe uygun biçimde erkekler üzerinde hakları bulunduğumu bildirmektedir.
Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Kadınlar için, sorumlulukları gibi örfe uygun hakları da vardır". (Bakara/228); WO hanımlar sizden çok ağır bir söz aldılar". (Nisa/21); "Yol arkadaşına". (Nisa/36) Bu yol arkadaşı ile kasdedilen saliha eş olduğu söylenmiştir. Allah Resulü (sav) de bir konuşmasında onu üç kez tavsiye etmiştir. Konuşurken dili tutulmuş ve sesi gizlenmişti. Dediği, "Namaz namaz! Sağ elinizle sahip olduklarınıza takatlarının yetmeyeceğini yüklemeyin! Kadınlar hakkında Allah'tan, Allah'tan korkun. Onlar yanınızdaki esirlerdir. Onları Allah'ın ahdi ile alır ve namuslarını Allah'ın adıyla helal kılarsınız. Allah Resulü'ne (sav) kadın erkek üzerindeki hakları sorulmuştu: Buyurdu ki: Yediğinde yedirmesi, giydiğinde giydirmesi, surat ekşitmemesi, terketmemesi".
Evlenmek isteyen kimse kadının ihtiyaç duyacağı, güzel geçinme, güzel idare, güzellikle uzlaşma, haklarını yerine getirme, yapması gerekenleri en güzel şekilde yapma konusunda bilgilenmeli, kendisi öğrendikten sonra, hanımına öğretmelidir. Kadın sizinle ilgili olarak hiç bir şeye tam hakim değildir. Allah Teala yönlendirme gücünü size vermiştir. Eğer hevana uyup Allah'ın hikmetiyle oynarsan, iş senin aleyhine dönebilir. Böylece şeytana kulap vermiş ve ona itaat etmiş gibi olursunuz. Bu hususta Kur'an'da şu hususlar haber verilmektedir: "Onlara emredeceğil ve Allah'ın yaratışını değiştirecekler". (Nisa/119) Allah Teala buyurdu ki: "Allah'ın size destek olmaları için verdiği malları akılsılara vermeyin". (Nisa/5) Buradaki 'mallar* ile kasdedilenin kadınlar ve çocuklar olduğu söylenmiştir.
Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Hanımının kölesi perişan olmuştur". Çünkü karısının arzularına kayıtsız şartsız teslim olan kimsenin perişan olmasından başka bir sonu olamaz. Böyle biri, Allah Teala'nın nimetini küfranla değiştirmiş olmaktadır. Çünkü Allah Teala kendisini o kadının efendisi kılmıştır. Ama o, Rabbine itaat etmeyerek O'nun nimetine nankörlük etmiştir. Hasan (ra) da şöyle demiştir: Bugün karısına her türlü arzusunda itaat eden adam öldüğü zaman doğru cehenneme atılır.
Kişi hanımını belli bir şeye alıştırmamalıdır. Aksi halde cüretkârlık edip alıştığını isteyebilir. Dikkat edilirse bu durum, nefs ahlakına çok benzemektedir. İsterseniz onu serbest bırakıp güçlenmesini ve azgın bir hale ulaşıp sizi ele geçirmesini seyredersiniz. İsterseniz kuvvetinizi ve iradenizi hissettirerek gerektiğinde bileğini kıvırarak boyun eğdirirsiniz.
İmam Şafii (ra) şöyle demiştir: Üç kimse vardır ki onlara değer verdiğinizde sizi aşağılar, aşağıladığınızda ise değer verirler: Kadın; Hizmetçi ve Nabatî. Arap kadınları, erkek çocuklarına hanımlarını nasıl sınayacaklarını öğretirlerdi. Bir kadın kızını evlendirdiğinde ona şöyle tembihte bulunurdu: Kızım, ukcağma atılmadan önce kocanı sına. Eğer mızrağını bağından çıkarırken sükut ederse etini onun kalkanında döversin. Eğer ses çıkarmayıp onaylarsa kılıcıyla kemik kırarsın. Eğer buna da tahammül gösterirse sırtına semeri vurabilirsin. Çünkü o katıksız bir eşektir.
Esma b. Harice el-Fezari Araplar'm en büyük hekimlerinden biri olarak zifaf odasındaki kızma şöyle öğütte bulunmuştur: Kızım, hayatta olsaydı annen seni daha iyi eğitebilirdi. Ama o olmadığına göre benden daha iyi eğiteci bulamazsın! Söylediklerimi iyice anla. Doğduğun kuş yuvasından çıktın ve bugüne kadar hiç görmediğin ve tanımadığın birinin yatağı oldun. Sen yeryüzü ol, o da sana gökyüzü, sen salon ol o da sana sütun, sen cariye ol o da sana köle. Ona yapışma ki atmaya çalışmasın, fazla uzak durma ki unutmasın, eğildiğinde ona yaklaş, çekildiğinde sen de uzaklaş. Kulağı çirkin bir ses, burnu çirkin bir koku, gözü çirkin bir şey görmesin. Annene şöyle bir şiir söylemiştim:
Beni hoşgör ki sevgim devam etsin,
Öfkeli olduğum zaman konuşma o sertliğimde,
Kulaklarımı tırmalama definle,
Gidişin ne olduğunu bilmezsin.
Şunu öğrendim ki sevgi ile eza,
Buluştuklarında aynı kalpte sevgi gidiyor.
Araplardan biri de oğluna şöyle öğüt vermiştir: Şu sekiz tür kadınla evlenme: Fazla sızlanan, fazla minnet bekleyen, fazla merhametli, fazla keskin bakan, fazla ışıldayıp parlayan ve fazla konuşan.
Bu anlamda bir kıssa da geçmiş milletlerin hikayeleri arasında zikredilmiştir. Bu kısada gezgin Ezdli İlyas peygamber (as) ile karşılaşmış ve ona evlenmeyi tavsiye etmişti. İlyas (as) karşı çıkınca, evlenmeyi reddetmenin iyi bir şey olmadığını açıklayarak evliliğin onun için daha hayırlı olacağını söylemiştir. Ezdli gezgin nasıl bir kadınla evlenmesi hususunda da onu uyararak şöyle demiştir: Şu dört kadınla evlenme, bunların dışındakilerle evlenebilirsin: Kocasına para vererek boşanan; Övünüp kibirlenen; Zina eden; Üstünlük taslayan.
Ali (kv) şöyle demiştir: erkeğin en kötü hasletleri, kadının en güzel hasletleri olabilir. Cimrilik, kendini beğenme ve korku. Kadın kendini beğendiği zaman, erkeklerle konuşmaktan tiksinir ve tenezzül etmez. Korkak olduğu zaman her şeyden uzaklaşır, evinden dışarı çıkmaz.
Azl : Azli ağır bir mekruh olarak görüyor ve gizli şirkin hassas tezahürlerinden biri şeklinde değerlendiriyorum. Azl konusunda Allah Resulü'nden (sav) gelen bir yasak sözkonusudur. Selef-i Salih'ten bir topluluk da azli mekruh görmüşlerdir. Takva ehlinin ileri gelenleri azl yapmazlardı. Azl, en basitiyle Allah'a tevekkülden uzaklaşma ve O'nun hükmüne rızada kusur etmedir.
İbni Abbas (ra) şöyle demiştir: Azl, küçük cinayettir. Onun bu sözünün sünnet-i nebeviden çıkartılan güzel bir istinbatı da sözkonusudur. Cinsel münasebetin faziletleri hakkında Allah Resulü'nden (sav) şöyle rivayet edilmiştir: Adam hanımı ile birleştiği zaman bu ilişkisinden dolayı Allah yolunda çarpışıp ölen bir erkek çocuk sevabı yazılır. 'Ey Allah Resulü, bu nasıl olur?' diye sordular. O da şöyle buyurdu: Çünkü sen onu yarattın, ona nzık verdin, ona hidayet ettin, ölümü de dirilmesi de sanadır". Bunun üzerine, 'Ey Allah Resulü, bilakis onu yaratan da, rızık veren de, hidayet eden de, dirilten de, öldüren yalnız Allah Teala'dır. Bunun üzerine Allah Resulü (sav), 'Siz öyle bilin' buyurdu ve anlattı: Siz meniyi rahme attığınızda Allah Teala buyurur ki: Meni olarak attığınızı görüyormusunuz, onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa biz mi yarattık? Senin meninde onu yarattığında, bir manada seni vasıta kılmış oldu. O meniden olacak çocuğa da kendi yolunda cihad edip öldürülmüş gibi sevap verdi. Çocuk olmasa da bu sevap yazılır. Çünkü siz o meniyi oraya bırakmakla vazifenizi yaptınız. Ondan çocuk yaratmak ise Allah Teala'nm işidir. Ama sizi de onu sanki yapmış gibi bir konuma yükseltmektedir.
İbni Abbas (ra) işte bu rivayetten hareket ederek azli 'küçük cinayet' olarak nitelemiştir. Buna göre menisini rahme boşaltmayan erkek, yukarıdaki faziletten mahrum olmak bir yana, atıldığında belki döllenip ortaya çıkacak bir insanın da doğuşuna engel olarak bir anlamda onu öldürmektedir.
Araplar, erkek ve kız çocukları olup erkek çocukları Ölerek kız çocukları hayatta kalan kimseye 'Ebter=Soyu kesik' derlerdi. Allah Resulü (sav) de böyle bir tecrübe yaşamıştı ve onun da erkek çocukları ölüp sadece kızları hayatta kalmıştı. İşte bu nedenle de kendisini 'Müzemmem=Kınanmış>> olarak isimlendiriyorlardı. Hatta el-As b. Vail daha da ileri giderek 'Sen Ebter'sin!' demiştir. Ama Allah Teala bu sıfatı onlara iade etmiş ve Resulü'nün (sav) şanının devamlı ve sürekli yüce olacağını müşriklerin ise unutulup gideceklerini beyan buyurmuştur. Aynı Araplar şöyle de derlerdi: Üç anası olanın ne ailesi, ne kavmi kurur. Üç ana ile kasdedilen; anne, kız-kardeş ve kız çocuğudur.
Tabiun'un büyükleri arasında da birçok zat üç anaya sahip olmayı müstehap görürlerdi. Onlar bu üçüne birden sahip olarak ca-hiliye geleneğine de ters düştüklerini iyi bilirlerdi. Bu cahiliye geleneğinden bir kısmının azille ilgili olduğu aşikârdır. Onu 'gizli şirk' olarak niteleme sebebimiz de budur. Bazı kadınlar rahimlerini aşırı yıkamaları ve hamamlara sık gitmeleri nedeniyle bu adete meyyaldirler. Bir takım kaide dışı kadınların azl yaptırdıkları bilinmektedir. Onlar, hayz günlerinde namazları kaza edip oruç tutarlar. Ancak hayz kanı bulaşmış giysilerle namaz kılmazlar. Helaya çıplak olarak gider ve temizliğe düşkünlükleri sebebiyle çocuk doğurmaktan hoşlanmazlardı. Halbuki bu, sünnete aykırıdır. Arap kadınları bu bidatları ihdas etmiş ve bunlarla Allah Resulü'nün (sav) sünnetini çiğnemişlerdir.
Irak Nabatileri ve Fırat halkının değişik gelenekleri de mevcuttur. Bunların kadınların bazıları Aişe validemiz (ra) Basra'ya geldiğinde kendisine konuk olmak istemişler, ama o yanına girmelerine izin vermemiştir.
Allah Teala ve Allah Resulü (sav) doğumu teşvik etmişlerdir. Takip eden ayet ve hadisler bunu teyid etmektedir: "Tarlanıza istediğiniz şekilde yaklaşın ve kendiniz için hazırlık yapın". Bununla çocuğun kasdedildiği söylenmiştir. Allah Resulü (sav) de müteaddit hadislerinde bunu teşvik etmektedir: "Evleniniz, çoğalınız, Kıyamet günü diğer ümmetlere sizin çokluğunuzla övüneceğim".; "Kadınlarınızın en hayırlısı sevecen ve doğurgan olandır""Doğuran bir siyahi, doğurmayan bir güzelden hayırlıdır".; "Evde bir hasır, doğurmayan kadından daha hayırlıdır".[29]
Kadının doğurgan oluşu, temizlenmenin hemen ardından birleşme ihtiyacını hissetmesinde kendini gösterir. Bu, kadınların en yoğun hamile kaldıkları dönemdir. Çocuğun en sağlıklı olmasının ümid edildiği dönem de budur. Allah Teala temizlenmenin hemen ardından birleşme emrini vererek bunun doğum için en uygun zaman olduğuna işaret buyurmaktadır: "Temizlendiklerinde Allah'ın size emrettiği yerden onlarla birleşin". (Bakara/222) Bunun tam zıddı olarak kadınların kirli günlerinde de onlardan uzak durulması emredilmektedir. Bu dönemde hamile kalınan çocukların akılsız, deli, hastalıklı ve sakat gelme ihtimalleri çok fazladır. Çünkü bu tür.ekim sağlıksız olmaktadır. Tarlanın ekimi için belli mevsim şartları ve yer şartları aranır. Şartların uygun olmadığı dönemlerde ekilen mahsullerin ne kadar bozuk ve verimsiz çoktıkları malumdur. Halbuki temiz bir toprağa yapılacak ekimden Allah'ın izniyle temiz bir mahsul çıkacaktır.
Sahabe'den bazıları azle ruhsat vermişlerdir. Bu konuda Allah Resulü'nden de rivayet edilen hadisler vardır. Sahabe'den mesela Sa'd (ra) azil yapardı. Ali (kv) İbni Abbas'ın (ra) azille ilgili görüşünü tasvip etmemiş ve şöyle demiştir. Onun bahsettiği 'küçük cinayet' kız çocuğu yedi evresini tamamladıktan sonra yapılan türdür. Burada ise yedi evresini tamamlamış bir varlık sözkonusu değildir. Bu yedi evre şu ayet-i kerimede geçmektedir: "Şu bir gerçektir ki Biz insanı süzme çamurdan yaratırız. Sonra onu nutfe halinde sağlam bir yere yerleştiririz. Sonra nutfeyi alakaya, yapışkan döllenmiş hücreye, alakayı mudgaya, yani bir çiğnem et görünümündeki varlığa, mudgayı kemiklere dönüştürür, sonra da kemiklere et giydirip , derken bir yeni yaratılışa mazhar ederiz". Müminun/12-14) Ali (kv), 'İbni Abbas'ın bahsettiği suçun gerçekleşmesi için en azından böyle bir canlının Öldürülmesi gerektiğini söylemiştir. Bu, onun ümindeki derinliğin, Allah vergisi nüfuzun, kuşatıcı düşüncenin ortaya koyduğu bir görüş olup sırf ona mahsus bir melekenin mahsulüdür.
Kadınlar hayzdan temizlenmedikçe ilişki kurulmaz. Kıbleye dönük olarak ilişki kurmak kıblenin hürmetini ihlal etmesi bakımından mekruh görülmüştür. Konuyla ilgili bir hadiste Allah Resu-lü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Sizden biri ha-nımıyla ilişki kurarken, eşekler gibi çıplak olmasın". Rivayete göre Allah Resulü (sav) ilişki esnasında başını örter ve sesini kısardı. Bir defasmda da bir kadına şöyle buyurmuştur: "Sana düşen huzurdur". Bir kez ilişki kurduktan sonra tekrar kurmak isteyen kimse avret mahallini yıkamalıdır. İhtilam olan kimse de avret mahallini yıkamadan ilişki kurmamalıdır. Bu esnada mümkünse küçük ab-dest yapılmalıdır. İhtilam olduktan sonra, avret mahallini temizlemeden ilişki kuran kimsenin çocuğundan endişe edilmiştir. Çünkü ihtilamda ilişki kurduğu şeytanların izlerinin çocuğa bulaşması muhtemeldir.
Şu üç gece cinsel ilişki kurmak mekruhtur: ayın ilk gecesi, orta gecesi ve son gecesi. Anlatıldığına göre bu gecelerde şeytanlar çiftleşmekte veya birleşen insanlara katılmaktadırlar. Ali'den de (kv) bunun mekruh oluşuna ilişkin bir görüş nakledilmiştir. Ebu Hü-reyre (ra) ve Muaviye (ra) de bu görüştedir. Ulemadan bir kısmına göre Cuma gecesi ilişkide bulunmak müstehaptır. Bunun dayanağı da Allah Resulü'nün (sav) şu hadisidir: "Her kim Cuma günü gusleder ve (hanımını) guslettirirse.."[30]
Abdestsiz olarak uyumamak için gecenin ilk kısmında ilişkide bulunmamak gerekir. Çünkü gecenin orta kısmında ruhlar gökyüzüne yükselir ve teiniz olan ruhlara secde izni verilirken, cünüp olanlara bu izin verilmez. Aynı şekilde temiz olarak görülen rüya, cünüp olarak görülenden farklıdır.
En sıhhatli ve faziletli olanı gusül abdestini aldıktan sonra yatmaktır. Eğer gusletmemişse ve tekrar ilişki kurnıuşsa en azından namaz abdesti almaksızın yemek yememeli ve uyumamalıdır. İlişkiden sonra suya hiç dokunmaksızın uyumaya da ruhsat verilmiştir. Allah Resulü'nün (sav) böyle yaptığı rivayet edilmiştir.
Cünüp iken saç kesmek, tırnak kesmek veya başka bir temizlik yapmak bizce mekruhtur. Çünkü Kıyamet günü bütün saç, tüy, tırnak, kan vb kendisine geri verilecektir. Cünüp iken ayrılan kısımlar da ondan davacı olacaktır. Maktu' ve mevkuf'bir hadiste bu anlamda malumat mevcuttur. el-Evza'i ve Yahya b. KesirMen gelen bu hadis şöyledir: Evza'i demiştir ki: Bu hadisi işitinceye kadar cünüp olarak yatmanın pek bir mahzuru olmadığını söylüyorduk. Bu hadise göre ise, kişinin cünüp olarak yatması yasaklanmıştı. Ayrıca kişinin hanımının avret mahallinden başka yerleri de kendisine helal değildi. [31]
Yaşadığımız dönemde -Hicri IV. asır-, çıplakların çokluğu ve hükümlerini layıkıyla yapamamaktan dolayı hamamlara, girmemek daha hayırlı görünmektedir. Ancak hamama girmek, mübahlık hükmünü korumaktadır.
Hamama girme konusunda Sahabe'nin kanaatlan farklılık göstermiştir. Bildiğimiz gibi onların hepsi de Örnek ve hidayet rehberidir. Sahabe'den bir zat şöyle demiştir: Hamam, ne de çirkin bîr mekandır; avret mahallerini açtırır ve hayayı kaldırır! Bu söz İbni Ömer'den (ra) rivayet edilmiştir. Ali'den de (kv) bu anlamda bir söz nakledilmiştir.
Sahabe'den bir başka zat hamamlar hakkında şunu söylemiştir: Hamam ne de güzel bir mekandır; kiri temizler ve cehennemi hatırlatır! Bu söz de Ebu'd-Derda (ra) ve Ebu Eyyub el-Ensari'den (ra) rivayet edilmiştir. Allah Resulü'nün (sav) ashabı Şam'a gittiklerinde şehirdeki hamamlara girmişlerdir.
Hamama giren kimse, oraya dünyevi bir arzusunu tatmin etmek veya sırf canı istediği için laf olsun diye girmemelidir. Çünkü hamama girmek ve temizlenmek, kulun yapması gereken amellerden biridir. Kul, her şeyden olduğu gibi bu amelinden de sorumludur. Amelinde bir bilgisizlik yaptığında bundan dolayı hesaba çekilir. 'Niçin girdin? Nasıl girdin? Kimin için girdin?' gibi sorular sorulur. Bilindiği gibi bu sorular, kulun bütün amelleri için sorulacaktır.
Hamama girme fiilinde sekiz hüküm sözkonusudur. Bunların dördü farz, dördü de nafiledir.
Hamama girmenin dört farzı şunlardır:
1. Avret mahallini örtmek;
2. Bakışı kısmak;
3. Vücuduna kendi elinden başkasının değmemesi;
4. Gereken noktada iyiliği emretmek; buna göre çıplak birini gördüğünde 'Örtün, bu yaptığın haramdır, böyle yapman helal olmaz, Allah Resulü (sav) bunu yasaklamıştır, hamamlara peştemal-siz girmek helal değildir* demesidir. Bunun ötesine gitmemek gerekir. Çünkü iyiliği emretmek, bu ve benzeri sözleri söylemekle yerine getirilmiş olur.
Böyle birini zorlama hakkı yoktur. Bu tür bir hayasızlıkta bulunanları tutmak, dinin emrini ve müslümanların arzusunu yerine getirmek üzere cezalandırmak, bu noktada gereken kuvveti kullanmak -Allah'a hamdolsun ki- vatandaşlara değil devlet başkanına ve onun ilgili memurlarına verilmiştir.
Hamama girmenin nafile hükümleri ise şunlardır:
1. Tahareti din, temizliği de ibadet için yapmak; taharet, ahiret işlerinin en faziletli olanlarından biridir. Hamam da taharetlenmenin en güzel yapılabileceği yerdir.
2. Hamam ücretini girmeden vermek; kul için müstehap olan, bütün alışverişlerinde ücreti önceden.ödemektir. Özellikle içilen su ve girilen hamam gibi ücreti belirsiz olabilecek şeylerde böyle yapmalıdır. Bunlarda belli bir tarife olmadığı için şartsız gibi görülebilir. Verdiği ücret hamam işleten tarafından kabul edildiğinde mesele yoktur. Eğer yüzüne bakmaya devam ettiğini görürse belli bir ücret verilmesi gerektiği anlaşılır.
3. Gereksiz su kullanmamak; özellikle sıcak sudan iki veya üç kişiye yetecek miktarda su kullanmamak gerekir. Bu bir vebaldir. Kullanılan su, hamam sahibinin görmesi halinde rıza göstereceği miktarla sınırlı olmalıdır. Hamam sahibinin görmesi halinde hoşlanmayacağını bildiği miktarda su kullanmak mekruhtur.
4. Hamamdaki sıcaklığa bakarak cehennemi hatırlamak; yüksek ısının cildini nasıl tırmaladığını ve karanlığın nasıl çöktüğünü iyi görmelidir. Çünkü hamam, loşluğu bakımından cehenneme benzer. Alttan sıcak vurmakta, üstten karanlık çökmektedir. Bu, cehenneme çok benzeyen bir mekandır. Cehennemden Allah Teala'ya sığınırız. Kul, hamamda kalmaya nasıl zor tahammül ettiğini ve oradan bile beter olan cehenneme hapsedilmesinin ne büyük bir sıkıntı olacağını iyi düşünüp öğüt almalıdır.
Aşırı sıcak bir hamamda bir saatten fazla kalan kimsenin ruhu yavaş yavaş gevşemeye başlar. Sonuç itibarıyla basiret sahipleri için hamamda büyük ibret ve öğütler saklıdır. Takva ehlinin öğüt alacağı hususlar sonsuzdur. Onlar için gördükleri her şeyde bir ibret ve öğüt, kudret-i ilahiyi ihtar sözkonusudur. Allah Teala onlara güzel bir hayat yaşatmaktadır. Bu, kalbinde imanın ziyadesi bulunanlar için geçerli olan bir makamdır.
Hamama giren kulun, besmele ve istiğfar yoluyla Allah Teala'yı anmasında bir mahzur yoktur. İçinden gizli olarak okuması dışında hamamda Kur'an okumak mekruhtur. İçeri girerken bildiğimiz selam lafzıyla da selam verilmez.
Adamın biri hamamda Hüseyin b. Ali'ye (ra) selam vermişti. Bunun üzerine Hüseyin (ra), 'Hamamda selam verilmez' dedi. Kişinin hamamda konuşmasında bir mahzur yoktur. Konuşurken elini kullanmasında da bir beis yoktur. 'Allah afiyet versin! Allah selamette kılsın!' türünden iyi hal temennileri mekruh görülmemiştir. Hamamda çok konuşmak, lüzumsuz konulardan sözetmek mekruh görülmüştür. Hamama girerken Besmele çekilir, istiazede bulunulur ve bağış dilenir. Kişinin hamama tek başına girebilmek için parasını vererek kapatması da caizdir. Bişr b. el-Hars (ra) şöyle demiştir: Sahip olduğu tek dirhemi vererek hamam kapattıran kimse ne kadar sert biridir! Bişr (ra) hamamda yalnız olabilmek için istenen parayı verir ve kapısını içerden kapatırdı. Hamamda yalnız başına olunduğumda vücudu sabunlatmak için kendi cariyesini getirmek caizdir.
Konuyla ilgili olarak şöyle bir hadise nakledilmiştir: İbni Ömer'i (ra) hamamda yüzünü duvara çevirmiş bir halde gördük. Gözlerini bir bezle bağlamış ve ellerini duvara doğru uzatmıştı. Konuyla ilgili başka bir nakil de şudur: İbrahim el-Harbi'ye, 'Bira içenin arkasında namaz kılar mısın?' diye sorulduğunda 'Evet' demişti. Teki hamama peştemalsiz girenin arkasında kılar mısın?' diye sorulunca, 'Hayır1 dedi.
Hamama gün batımında, akşam ile yatsı arasında girmek mekruhtur. Çünkü bunlar, şeytanların her yöne dağıldıkları saatlerdir. Kul, hamama girmekle Allah Teala'nm bir nimetini daha görmüş olmalı, tabiatın kendi emrine verilişini müşahede etmelidir.
Bu, Allah Teala'nın nimetlerden istifade eden kullarına dönük lü-tuflarından biridir.
Hamama, bu hükümler çerçevesinde giren kimsenin bu girişi daha faziletlidir. Çünkü oraya girmekle birçok ilave amelde daha bulunmaktadır.
A'meş hamama girdiğinde bir çıplak görmüştü. Derhal gözlerini kıstı ve el yordamıyla yürümeye başladı. Bunu gören çıplak, 'Gözlerin ne zaman kör oldu?' diye sordu. A'meş de kendisine şu karşılığı verdi: Haya örtünü yırtmandan beri! İmam Şafii (ra) ise İmam Malik'ten (ra) şunu nakletmiştir: Üç şeyde kul için hor görülme sözkonusudur: Meclise mürekkepsiz ve kağıtsız gelmek; Gemiye azıksız binmek; Hamama sarmasız giren. Sözü nakleden kimse Şafii'ye (ra) Teştemali zikretmediniz?' diye sorunca İmam şu cevabı vermiştir: Hamama peştemalsiz girmeyi ancak fasıklar hoş görür!
Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Hamama girmek kadınlara haramdır. Erkeklere de peştemalsiz girmek haramdır".[32] Ömer b. Hattab'ın (ra) ise şöyle dediği nakledilmiştir: Hamam, sonradan çıkarılmış nimetlerdendir.
"Sonra işte o gün nimetlerden dolayı hesaba çekileceksiniz" (Te-kasür/8) ayetinin tefsirlerinden birinde de buna işaret edilerek şöyle denilmiştir: Kış günü kullandığınız sıcak sudan hesaba çekileceksiniz.
Hamamda avret mahalli dışında elle ovalamakta bir beis yoktur. Dostlarımdan biri, ilim ehlinden bir zat ile hamama gitmişti. Başından geçenleri şöyle anlattı: Hamamda ona kese yapmak istedim, imtina etti. Başka bir defasında gittiğimizde ise onu keseledim. O zaman imtina etmedi. Kendisine, 'Daha önce neden imtina etmiştiniz?' diye sorunca şöyle dedi: O konuda Sahabe'den bir bilgi nakledilmişti. Bu nedenle de imtina etmiştim. Sonra Esbağ er-Raşanî'nin hamamda bir adam tarafından keselendiğini öğrendim. Onu keseleyen adam, uyluğunda kendi damanyla 'Allah için kelimesinin yazılı olduğunu görmüştü. O da kendisine şöyle demişti: Görmez misin ki o, bir insan tarafından yazılabilecek bir şey değildir!
Konuyla ilgili bir rivayet de Yusuf b. Esbat (ra) hakkındadır. Vefatı yaklaştığı zaman kendisini tanınmış birinin yıkamasını vasiyet etti. Bu adam iyilğiyle bilinen biri de değildi. Niçin onu vasiyet ettiği sorulduğu zaman, o kimsenin bir keresinde kendini keselediğini ve bunun için para ödemediğini, cenazesini de yıkamak istediğini bildiğini ifade etti. Yusufa (ra) göre, ona olan borcunu böyle ödemiş olacaktı.
Bu rivayetlerden çıkan bir diğer hüküm de, vücudu ovdurup keseletmenin caiz olduğudur. Konuyla ilgili olarak şöyle bir hadis de rivayet edilmiştir: "Allah Resulü (sav) seferlerinden birinde bir eve konuk olmuştu. Ashabından biri şunu nakletmiştir: Hurmalara bakmaya gitmiştim. Allah Resulü (sav) de karnı üzerine yatmış dinleniyordu. Geldiğimde siyahi bir kölenin sırtını ovduğunu gördüm. 'Ey Allah Resulü, bu nedir?' diye sorduğumda şöyle buyurdu: Deve beni çok yordu".
Bazılarına göre hamama iki peştemalle girilebilir. Biri yüz kısmı, diğeri de avret mahalli için kullanılır. İbni Ömer (ra) hamamda çıplak birini görünce oradan derhal çıkmıştı. Bir yandan da, 'Şeytan'dan Allah'a sığınırım, bir şeytan gördüm' diyordu.
İmam Malik (ra) şöyle demiştir: Her kim hamama girer ve oradan çıplak olarak çıkarsa, şahitliği kabul edilmez. Yıkanmak için havuzda oturmakta mahzur yoktur. Hamamdan çıkarken ayakları soğuk su ile yıkamak, ayak varislerine karşı birebirdir. Yüzü yıkamadan önce gül suyu kullanmak sakalları ağartır. Kınanın da cüz-zamdan koruduğu söylenmiştir. Etek temizliğinden önce hamamda iken küçük abdesti ayakta bozmanın faydalı olduğu tıb ehli tarafından söylenmiştir. Arap tabipleri, kılları temizlemeyi ayda bir defa yapmayı tavsiye etmişlerdir. Sünnete uygun olan da azami kırk gündür. Bunu aşmak müstehap görülmemiştir.
Tıp ehli, kışın hamamda küçük abdest bozmanın ilaç içmekten daha yararlı olduğunu söylemişlerdir. Hamamda küçük abdest bozmak, sünnet bakımından mekruh görülmüştür. Hamamda abdest bozmanın vesvese doğuracağı söylenmiştir. Bir tabip, yaz günü hamamdan sonra uyumanın, şişeyle ilaç içmekten daha faydalı olduğunu söylemiştir. Onlar, yazın uykudan kalktıktan sonra soğuk su ile yıkanmayı da faydalı görmüşlerdir.
Denilir ki: Kişi kırk yaşını geçtikten sonra hamama girdiği gün dışında her gün biraz daha eksilir. Tıp ehline göre hamama yazın girmek, kışın girmekten daha faydalıdır. Hamamdan çıktıktan sonra soğuk su içmek mekruhtur.
Allah Resulü (sav) kadınlara hamama gitmeyi yasaklamıştır. Erkeklere de peştemal şartını koymuştur. Kadın, bir zaruret sonucu hamama girebilir. Mesela hayızdan temizlenmek, tedavi olmak ve nifastan arınmak için hamama girebilir. Aişe annemiz de (ra) rahatsızlığından dolayı hamama girmiştir.
Erkek, hanımını ve ailesini hamama girmekten menetmelîdır. Eğer kabul etmezlerse, hamam ücretini vermesi gerekmez. Bu durumda sorumluluk onlara ait olur. Bir m üs lü m an hanımın hamama girmesinden sonra ona hizmet etmek için zimmi bir kadının hamama girmesi helal değildir. Ömer (ra) ve Ebu Ubeyde (ra) bunu yasaklamışlardır. Bize göre de erkeğin hanımına hamam parası vermesi mekruhtur. Böyle yapmakla günaha iştirak etmiş olur. Hanımını menetmesine rağmen giderse, günah yalnız ona ait olur.
Her halükârda birleşmede erkek kadını biraz beklemeli, tatmin olmasını temin etmek için beklemelidir. Kadının erkekten sonra boşalması onun da hoşuna gitmiyor olabilir. Eğer indiğini hissediyorsa beklemeye ve oyalanmaya gerek yoktur. Cinsel ilişkinin en mükemmeli, iki tarafın aynı anda boşalmasıdır. Ama çoğunlukla cinsel tabiatlardaki farklılıktan dolayı erken veya geç kalınmaktadır. Ediplerden biri kadından sonraya kalmaz ve onu belirleyici yapardı. Erkek bu hususu kadına öğretmelidir. Her kadın baliğ olup ihtilam olmaya başladıktan sonra erkek gibi gusül abdesti almak zorundadır.
Ümmü Süleym (ra) kadınların uykuda ihtilam olma meselesini Allah Resulü'ne (sav) sormuş ve O da ihtilamdan dolayı guslü emretmişti. Ardından da şöyle buyurmuştu: Ne iyi kadınlar şu En-sar'ın kadınları! Dini öğrenme konusunda hiç çekinmezler!
Kadın hayızlı olduğu zaman göbek altından diz üstüne kadar bir peştemal sarar. Koca, birleşme dışında hanımının vücudundan zevk alabilir. Hicaz fakihlerinin görüşü budur. Bize de sevimli gelen görüş budur. Iraklı fakihlerin bir kısmı da, hayızlı hanımla avret mahallinin altında kabaların arasından ilişki kurulabileceğinisöylemişlerdir ki bizce hoş bir görüş değildir. Erkek, kadının vücudundan dilediği lezzeti alabilir. Sadece birleşmeden sakınır.
Erkek, hanınııyla yatağa girerken göbek altım örtecek küçük bir peştemal sarınmalı, tamamen çıplak olmamalıdır. Bu, edep gereğidir. Hayızlı kadınla birlikte uyumakta hiç bir mahzur yoktur. Eliyle yaptığı ve sunduğu yenilir. Cinsel ilişki kurulmaksızın her türlü fiil müştereken yapılabilir. Bu hususta ittifak edilmiştir. İhtilaf edilen, rahim dışında kalan beden parçalarının hangileriyle ve nasıl ilişki kurulabileceğidir. Hicaz ehlinin görüşünü daha önce belirtmiştik. Buna göre göbek altıyla diz üstü kısmı örtüldükten sonra vücudun diğer kısıntılarıyla yapılabilenler yapılır.
Evlenen kişi boşanmayla ilgili hükümler bilmelidir. Boşama durumunda kalırsa tek bir boşama yapmalı ve bunu da kadının hem temiz olduğu, hem de o temizlik döneminde ilişki kurmadığı bir zamanda yapmalıdır. Çünkü tek boşamanın süresi, kadının hayzının bitmesiyle sona erer. Erkek isterse üç talakı tamamlayabileceği gibi vaz da geçebilir. Tek boşamanın dört esası vardır:
1. Kitaba ve sünnete uygunluk; Allah Teala buyurdu ki: "Hanımları iddetleri esnasında boşaym". (Talak/l) Ömer (ra) ve İbni Abbas'ın (ra) kıraatinde bunun açıklaması şöyle yapılmıştır. Yani onları iddet saymaya başlamadan önce boşaym. Buna göre üç 'kuru' temizlenme olmaktadır. Bana göre de kasdedilen temizlenmedir. Gerek dil, gerekse anlam bakımından hayız ile temizlik anlamları denk anlamlardır.
2. İddeti bunun üzerinden yürütmek; böylelikle kadının iddet süresi çabuk dolacak ve kadın iddetten çıkacaktır. İddetinde, boşandığı temizlik dönemi de bir 'kaf sayılır. Böylelikle iddet en kısa sürede beklenmiş olur. Çünkü bu Allah Teala'mn sınırlarmdandır. Ayrıca adamın pişman olması durumunda, iddeti içinde geri alması hakkı mevcuttur. Bunun için ikinci bir akde ve yeni bir mihre ihtiyaç yoktur. İddetin bitiminden sonra geri almak isterse, bunu da yapabilir. Bu durumda da eşinin başka bir erkekle evlenme şartı yoktur.
Bu ancak üç talakın bir defada yapılması halinde geçerli olan bir şarttır. Böyle bir durumda hanımıyla tekrar birlikte olabilmek için onun başka bir erkekle evlenmesine göz yumacak ve ancak üçüncü kişiyle evlenip tekrar boşanmasından sonra evlenebilecektir. Bu noktada göstermelik nikah, hülle ve benzeri hileler bu akid-leri fasid kılar. Allah Resulü (sav) hülle yapana da, hülle yaptırana da lanet etmiştir. Ulemadan bir zat da, bu tür bir hülleden sonra ilk eşiyle evlenmesi halinde, yapılan nikahın sahih olmayacağını söylemiştir. Bütün bunlar cehalet ve sünnete muhalefetin sonuçlarıdır.
Yüce Allah, "Onları iddetlerinde boşayın" buyurduktan sonra, "Umulur ki Allah bundan sonra başka bir iş çıkartır" (Talak/l) buyurmuştur. Yani boşayan kişi pişman olabilir, hanımından tekrar hoşlanabilir. Böylelikle bir veya iki boşamada iddet bitmeden vazgeçerse nikah tazelemek bile gerekmeden tekrar birleşebilir. Eğer iddet dolmuşsa, o zaman nikah akdini tazeleyerek tekrar evlenebilirler. Her iki halde de ikinci bir şahsın nikahına gerek yoktur.
Allah Teala bunların ardından şöyle buyurmaktadır: "Her kim Allah'tan korkarsa onun için bir çıkış yaratır". (Talak/2) Burada anlatılan, iddet dolmadan önce Allah korkusunun galip gelmesiyle hanımın tekrar geri alınması halidir.
Eğer kişi üç talakı pir defada ve hayız esnasında yaparsa üçü birden gerçekleşir ve hanımı kendisine haram olur. Tekrar helal olabilmesi için başka bir erkekle evlenmesi gerekir. Sünnete uygun olan budur. Ama başka bir erkekle göstermelik olarak evlendirip boşatmak da birçokları tarafından yapılmış bir uygulamadır. Bu konuda Ömer (ra), oğlu, Übey b. Ka*b (ra), Zeyd b. Sabit (ra), İbni Abbas (ra) ve diğer Sahabe ile Tabiun'dan^görüşler nakledilmiştir. [33]
Allah Teala '-buyurdu ki: "Sizden olan bekârları evlendirin". (Nur/32) Bizler için iyilik ve güzelliğin hangisinde olduğunu elbette en iyi Bilen Allah Teala nikahı, yani evlenmeyi (emretmektedir. Ayette geçen 'Eyâmâ' kelimesi, eşi, olmayan, 'hanımı bulunmayan, dul, bekâr diye anılan kimsedir. Allah Teala hemen ardından şöyle buyurmuştur: "Kölelerinizden salih olanları". (Nur/32) Eğer nikah faziletli bir amel olmasaydı, salihlere mahsus kılınmaz ve onların faziletlerine katılmazdı. Onlar Allah Teâla'mn velayetine mazhar olmuş kimselerdir: "Allah salihleri veli edinir". (A'raf/196)
Üçüncü kısımda ise şöyle buyrulmaktadır: "Eğer fakir iseler, Allah onları kendi lütfü ile ihtiyaçtan kurtarır". Allah Teala zenginlerin durumlarını en iyi Bilen'dir. Peki bu fakirleri ihtiyaçtan kurtarma nasıl olacaktır? Allah Teala bu fakirleri eşyaya muhtaciyetten kurtaracak ve onlara kanaat ve zühd nasip edecektir. Böylece onların nefslerini dünya metalarmdan müstağni kılmış olacaktır. Nitekim Allah Resulü (sav) de şöyle buyurmaktadır: "Zengin, malı çok olan değildir. Gerçek zengin, nefsi zengin olandır". Allah Teala'nm taahhüdü, onları yakini iman ile başkalarına muhtaç olmaktan kurtarmaktır. Başka bir hadiste de şöyle buyurmuştur: "Zenginlik olarak yakin yeter".
Allah Teala o kullarını gözlerini kısma ve namuslarını koruma ile de zenginleştirebilir. Allah Resulü (sav) de bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Güç bulan kimse evlensin. Böylesi gözün kısılmasına ve namusun korunmasına daha elverişlidir".
Allah Teala'nm muhtaç etmeme vaadi, evlenenler için olduğu gibi boşananlar için de geçerlidir. "Eğer ayrılırlarsa, Allah her birini zenginliğinden müstağni kılar" (Nisa/130) ayeti de bunu teyid etmektedir. Aslında muhtaç etmeme ve zengin kılma fiilinin bütün tezahür biçimleri bu son ayette ortaya konmuştur.
Allah Teala'nm zengin kılması; günahtan koruma, kazanç için çalışmak zorunda bırakmama, insanlara el açtırmama, kazancın hesabını vermekten kurtarma, kacunlara muhtaciyetten kurtarma ve benzeri şekillerden herhangi biriyle olabilir.
Nikahla ilgili ikinci emirde şöyle buyrulmaktadır: "Hoşunuza giden kadınlardan iki, üç veya dört tane evlenin". (Nisa/3) Bu ayet, hüküm bakımından birinciden aşağıdır. Çünkü bunda bizim irademiz devreye girmektedir. Evlenilebilecek kadın sayısını dört olarak sınırlaması, bir genişlik içindir. O, kalplerin ilaçlarını, nefslerin hareket ve sükunlarını, mizaç ve karakterlerini iyi bilmektedir. Ardından bize merhamet buyurarak şunu eklemiştir: "Eğer adaleti sağlayamamaktan korkarsanız bir tane ile veya elinizin altında olan cariyelerle yetinin. Bu durum, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır.". (Nisa/3)
Son verilen bir sayısı, bekârlıkla dört hanım arasında orta bir noktadır. İşlerin en hayırlısı da ortasıdır. 'Adaleti sağlayamazsanız'
ifadesinin üç şekilde anlaşılması mümkün olup en güzeli bu şekilde anlaşılmasıdır. Bize de en sevimli gelen, bu anlamdır.
Allah Teala nikahı farz kılmadığı gibi bekârlığı da farz kılmamış, dört hanımı da gerekli görmemiştir. O, kalp temizliğini, dini duyguların selametini, nefsin huzur bulmasını ve gerektiğinde istenen emirleri yapabilmeyi farz kılmıştır.
Kim kalbini temiz ve düzgün tutabilmek için evlenmek zorun-daysa böylesi onun için daha faziletlidir.
Kim istikametini koruyabilmek ve nefsini huzura erdirebilmek için dört hanımı gerekli görüyorsa, gerekli hükümleri gözetmek şartıyla bunu yapmasında bir sakınca yoktur.
Kim de birine zor yetişiyorsa, onun için bir hanım çok daha faziletli ve daha münasiptir. Çünkü bu; kişinin ruhi ve akli selametine, kalbinin istikameti ve halinin İslahına daha yakındır. Böylesi selamete daha yakındır. Yaşadığımız şu devirde selamete yakın olan elbette daha faziletlidir. Eğer imkan bulunabiliyorsa, nikahın maksadı da budur. Bulunursa ne âlâ, aksi halde zararı olmaz.
Dinde biri Azimet, diğeri Ruhsat olan iki yol var dersek, bunu nikah konusunda da belirlemek gerekir. Neticede nikah dini bir konudur. Nikahın, dini maksatlarla terkedilmesinde izlenen iki yol vardır. İlk yol; kuvvet sahiplerinin yoludur. Bunlar nikah erbabı ve nikahın hükümleriyle kadınlarla geçinme konusunda sabır gösteren tahammüllü kimselerdir. Kuvvet sahiplerinin ikinci yolu ise, kendilerini ahirete adayarak evlilik ve nikahtan uzak duranlardan oluşur.
Bir diğer yol ise vesvese, beşeri tabiata teslim olma, kadınlarla içice olduğunda hal bakımından zayıflama gibi olumsuzlukları taşıyanların yoludur. Bunlar, istikamet ve salah bulabilmek için işe nikahla başlamalıdırlar. Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle derdi:
Ah ne güzel bekârlık! Ve anahtar!
Rüzgarların yarıp geçtiği bir ev!
Ne ses geliyor içinden ne sadâ!
Başında da sonunda da emir Allah'a aittir. Ve Hamd Tek olan Allah'adır. [34]
Allah Teala buyurdu ki: "Ve gündüzü geçim zamanı kıldık". (Ne-be/11) Allah Teala bunu, mucize ve nimetlerini sıraladığı bir ortamda zikretmiştir.
O, başka bir ayet-i kerimede de şöyle buyurmaktadır: "Biz (yeryüzünde) geçim yolları varettik. Ne kadar da az şükrediyorsunuz?!" (A'raf/10) Görüldüğü üzere burada 'geçim yolları', şükredilmesi gereken nimetler olarak görülmektedir.
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Günahlar arasında öyle günahlar vardır ki onlar, ancak geçim tasasıy-la kefaret bulurlar". Başka bir hadisinde ise şöyle buyurmaktadır: "Kişinin bileğinin kazancıyla ve helal iş sayesinde yediği, helal kılınmıştır". Bu hadis-i şerifin başka bir lafzı da şu şekildedir: "Dürüst zanaat ehlinin bileğiyle kazandığından yemek, kula helal kılınmıştır". Allah Resulü (sav) başka bir hadislerinde ise şöyle buyurmaktadır: "Özü sözü doğru tacir, kıyamet günü sıddıklar ve şehitlerle beraber haşrolunur".
Bir hadis-i şerifte de Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Dilencilikten sakınmak, ailesi için çalışmak ve komşusuna yardım etmek için dünya (malının) helalini arayan kimse, Allah Teala'ya yüzü ondördündeki ay misali parlayarak kavuşur".
Rivayete göre Allah Resulü (sav) bir sabah ashabı ile otururken, güçlü kuvvetli bir gencin geçtiğini gördüler. Genç, erken saatte işe gidiyordu. Sahabeden biri, 'Vah şuna, gücünü ve gençliğini Allah yolunda harcasa ne iyi ederdi!' dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: 'Sakın böyle demeyin. Eğer o, kendisi için çalışıyorsa başkalarına el açmaz ve insanlara muhtaç olmaz, bu durumda da Allah yolunda çalışmış olur. Eğer güçten düşmüş ana baba veya ailesi için çalışıyorsa onları dilenmekten ve başkalarına muhtaç olmaktan kurtarır. Bu da Allah yolu sayılır. Eğer böbürlenmek ve çoklukla övünmek için çalışıyorsa, işte o zaman şeytanın yolundadır".
İbni Mesud (ra) şöyle derdi: Ben, ne dünya ne de ahiret uğraşında bulunmayıp boş gezen kimseden nefret ederim. İbrahim en-Ne-ha'i de (ra) şöyle demiştir; Geçimini el emeğiyle kazanan zanaat ehli, Selef-i Salih gözünde ticaret ehlinden daha sevimli idi. Tüccar da, boşta gezenlerden daha sevimli görülürdü.
İbrahim'e dürüst taciri mi, yoksa zamanını devamlı ibadetle geçiren kişiyi mi daha çok sevdiği sorulduğunda şu cevabı vermiştir: 'Dürüst taciri daha çok severim. Çünkü o, ölçü ve tartıda kendine musallat olan şeytanla cihat etmektedir. Alışverişle uğraşan kimse, devamlı onunla cihad halindedir. -
Hasan el-Basri (ra) işe bu hususta onun görüşüne karşı çıkmış ve Ömer b, Hattab'ın (ra) şu sözünü rivayet etmiştir: Ölümün bana ulaşacağı her yer, ailemin geçimi için ticaret yapmak gayesiyle seyahatte bulunduğum yerde ulaşmasından çok daha sevimlidir.
Eyyub şunu nakletmiştir: "Ebu Kılabe bana şöyle dedi: Pazara devam et. Çünkü zenginlik afiyettedir. Burada 'afiyet', insanlara muhtaç olmamak anlamına gelmektedir. Allah Teala, herşeyi en iyi bilendir. Ancak burada kasdedilen 'zenginlik', Allah'a itaati engellemeyen bir zenginliktir.
Selef-i Salih'ten bir zat şöyle derdi: Ticaret yap, al ve sat. Sermayenin bereketi, çiftçinin bereketi kadar olmasa bile böyle yap". Şam abidlerinden İbni Muhayriz şöyle derdi: "Allah yolunda müşriklerin ganimetinden alınan ve içindeki Allah hakkı ifa edilmiş bulunan bir kaynaktan sağlanarak karnımı doyurduğum bir yemek, dürüst tacirin kazancından yapılan yemekten daha sevimlidir.
Selef-i Salih, ailesinin geçimi için çalışan müslümanı, Allah yolunda cihad eden mücahid gibi görüyor ve onu diğerlerinin üstünde görüyordu. Bu konuda şöyle bir hadis-i şerif rivayet edilmiştir:
"Allah Teala bir meslek edinerek insanlara muhtaç olmaktan kurtulan kulu sever".
Dostlarımdan biri, Ebu Cafer el-Fergani'den şunu nakletmişti: Bir gün Cüneyd-i Bağdadi'nin huzurunda otururken, mescidlerde oturup sufilere benzemeye çalışan kimselerin bahsi geçmişti. Onlar, mescidlerde layıkıyla oturma noktasında kusurlu davranmakla kalmayıp bir yandan da pazara giden insanları ayıplıyorlardı.
Cüneyd (ra) bunun üzerine şöyle dedi: Pazarda öyle insanlar vardır ki, hakiki mescid ehlinin izniyle oraya oturup diğerlerini çıkarma ve çıkanların yerlerini alma mertebesinde dirler. Ben öyle bir zat tanıyorum ki, pazar esnafından olmasına rağmen günlük evradı olan üçyüz rekat namaz ve otuz bin teşbihi eda eder. O zat, benim tasavvurumu dahi aşmış durumdadır.
Kul pazar esnafından ise, öncelikle alışveriş, satın alma, satma ve insanlarla yapılması gereken ticari muameleyi iyice öğrenmelidir. Ayrıca faize bulaşmaktan sakınabilmek için ona götüren yolları da iyi bilmelidir. Böylelikle o afetten sakınıp uzak durabilecektir. Ticaret ehli her gün müftüye giderek ticari işlerinin durumunu sorup öğrenmelidir. Ticari konularda bilgi ve tecrübesi olmayan her tüccar böyle yapmalıdır. Hatta ticari bir işleme başlamadan önce müftüye giderek onun hükmünü öğrenmelidir. Çünkü her amelin bir ilmi, Allah Teala'nm da her hususta bir hükmü vardır. Bilginizin çokluğu, hiçbir zaman sizi bundan müstağni kılamaz. Eğer böyle titiz davranmazsanız, faize bulaşmanız ve yanlış alışverişlerde bulunmanız mümkündür.
Ömer b. Hattab (ra) pazarları gezer ve tüccarlara değneğiyle dokunarak şöyle derdi: Bizim pazarımızda ancak fıkıh bilgisine sahip olanlar alışveriş yapabilir. Aksi halde istemeyerek de olsa faize bulaşabilir.
Kul, ticari hükümlerle ilgili bilgileri iyice öğrendikten sonra kendisine mubah kılman ticaret ve zanaat dalma girmelidir. Yaptığı her işte içten, alışverişinde dürüst, sünneti yaşatacak, iyiliği emredip kötülükten sakındıracak ve Allah yolunda cihada niyetlenecek tarzda hareket etmelidir. Zira her kim hakkıyla alıp verir, dürüstlük ve ihlas ile işlemde bulunursa iyilik ve takva üzerinde yardımlaşma enirine uymuş olur.
Bu şuur ile ticaret yapan bir kul, özellikle de batılın çoğalıp yaygınlaştığı şu dönemde, şeytanla ve arzularıyla mücadele etmiş olur. Dünyanın denge ve düzeni, dinin denge ve düzenine bağlıdır. Dünyanın bozulması da, aynı şekilde dinin bozulmasının sonucudur. Çünkü bu ikisi, birbirleriyle içice olup her ikisi de bir diğerine muhtaçtırlar. Allah Resulü'nün (sav) bir hadislerinde şöyle buyurdukları rivayet edilmiştir: "Kalbi düzelinceye kadar kul düzelmez. Dili düzelinceye kadar da kalbi düzelmez".
Yüce Allah'ın "İman eden ve imanlarına haksızlık bulaştırma-yanlar var ya, işte onlar için emniyet vardır ve onlar hidayete ermişlerdir" (En'am/82) buyruğunda adı geçenlerin kimler olduğu Allah Resulü'ne (sav) sorulduğunda şu cevabı vermiştir: "Sağ eli iyilikte bulunan (infakta bulunan), sözü doğru olan, kalbi dosdoğru, ırzı ve midesine sahip olandır". Bunlar; geçiminde rahatlamaya yönelen, insanlara el açmaktan uzak duran ve halka muhtaç olma haline düşmeyerek onların ellerinkine tamah etmeyen ve onlara yaranmaya çalışmayanlardır. Kişi bunları niyetlenerek yaparsa, ibadet etmiş olur.
Kul, kendi ihtiyaçlarını ve ailesinin geçimliğini temin etmek için çalışmalıdır. Bu da onun için bir sadaka sayılır. Ama bunu yaparken de, sözünde doğru, müslüman kardeşleriyle ilişkilerinde dürüst olmalıdır. Dininin gereği olarak böyle davranmalı ve halkın kendisinden selamette olduğuna dair kanaatini muhafaza etmelidir. Halka göstermesi gereken dürüstlük ve merhametin icabı da budur.
Salih bir kul, bu minval üzere çalışır ve her konuda, din ve takvanın gereklerine öncelik verir. Böyle yaptıktan sonra dünyevi durumu düzelirse, Allah Teala'ya hamd eder. Bu hal, onun için bir kazanç ve tercihiyet olmuş olur. Eğer böyle davrandığı için işleri bozulur, din ve takva hislerini önde tutması sebebiyle dünyevi vaziyeti sarsılırsa, bu durumda da dinini koruyup onu kazanmış ve takva sermayesini muhafaza etmiş olur. Dinine teslim olmuş ve ona dayanarak onu kazanmış biri sayılır.
Dünya malını katlarla kazanırken dininin onda birini ziyan edene gelince, böyle bir kulun ticareti hüsranda olduğu gibi, yolu da yol değildir. O, Allah katında da hüsranda olanlar arasındadır.
Selef-i Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Akıllı kişiye layık olan, dünyada en fazla ihtiyacı olduğu şeydir. Onun, dünyada en fazla muhtaç olduğu şey; ahirette en çok övgüye mazhar olabileceği sondur. Muaz b. Cebel (ra) de vasiyetinde şöyle demiştir: Dünyadaki nasibine ulaşman gerekir. Ama ahiretteki nasibine daha fazla muhtaçsın. Bu nedenle işe ahiretteki nasibinle başla ve onu al. Çünkü o, dünyadaki nasibine de uğrayacak ve onu da senin için güzelce düzenleyip sonsuza kadar seninle olacaktır.
Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Dünyadaki nasibini unutma". (Kasas/77) Yani dünyadaki nasibini terkedip onu ahirete bırakma. Çünkü hasenatı kazanma yeri dünyadır. Onları kazandığında, ahirette de ihsan ehlinden olursun. Allah Teala'nın bu hitabında gizli olan maksada, şu Kelam-ı İlahi delalet etmektedir: "Allah sana ihsanda bulunduğu gibi sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde fesat (çıkmasını) isteme". (Kasas/77)
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Alışveriş için pazara gidip kendi dirhemini kardeşinin dirheminden daha sevimli gören kimse, yaptığı muamelede müslümanlara karşı dürüst olamaz.
Başka bir alim ise şöyle demiştir: Kendisi alıcı olduğunda beş Denge'ye alacağı bir malı kardeşine bir dirheme satan kimse, kendi için istediğini din kardeşi için istemeyen kimsedir. Böyle olmaması için, kardeşine ancak kendi alacağı fiyattan satması gerekir. Bu tür bir tacir için gereken şudur ki, kardeşinin dirhemiyle kendi dirhemini, onun bineğiyle kendi bineğini eşit görmelidir. Ancak bu şekilde alışverişinde adil ve Allah Teala'nın vazettiği şeriatın hükmüne uygun hareket etmiş olur.
İnançlı tüccar, paraya ulaştıran sebep ve vasıtayı iyi araştırmalıdır. Bu vasıta, ilmen maruf ve hükmen mubah olmalıdır. Aldığı dirhem hakkında da vera' sahibi ve dikkatli olmalıdır. Bu dirhem hainlik, hırsızlık, fesat, hile, zulüm ve haksızlık yoluyla kazanılmış olmamalıdır. Bütün bunlar, mubah kazançları harama dönüştüren yollardır. Bu hususlarda sakınan, ama aldığı dirhemin kaynağını bilmeyen veya adil birinden öğrenmeyen kimse de, onu şüphe ile kazanmış olur. Bu dirhem de helal olmaz. Zira haksız yollardan biriyle kazanılmış olabilir. Çünkü bu dirhemin kaynağını kesin olarak bilmemektedir.
Bu gibi hadiseler, takva sahiplerinin azalması ve vera' ehlinin yokolmasmdan kaynaklanmaktadır. Bu tür kazançlarda haram şüphesi olduğu gibi helallik şüphesi de mevcuttur.
Konuyla ilgili olarak şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: Allah Re-sulü'ne (sav) bir süt getirilmişti. "Bu sütü nereden aldınız?' diye sordu. 'Şöyle şöyle bir keçiden' dediler. 'Bu keçi size nereden geldi?' diye sordu. 'Falan şekilde' deyip anlattılar. Bundan sonra sütü içti ve şöyle buyurdu: 'Biz, peygamberler zümresi ancak helal yemekle ve salih amel işlemekle emrolunduk. Allah Teala buyurdu ki: 'Ey İman edenler, size verdiğimiz rızıkların güzel(helal)lerinden yiyin". (Bakara/172)
Görüldüğü gibi Allah Resulü (sav) kendisine getirilen bir şeyin kaynağını ve kaynağının kaynağını sormuş, bunun ötesine geçmemiştir. Zira bu, hem güç hem de öğrenilmesi zor bir bilgidir.
Tüccar ve sanat ehlinin malları, askeri mallarla karışmıştır. Askeri yollardan kazanılan malların çoğunluğu, haketmeksizin alınmış mallardır. Bunu, malları batıl yollarla yemek gibi de görebiliriz. Çünkü askerler canlarını ve bineklerini arzuları peşinde koşturmakta, kendilerine verilen malları yanlış yerlerde sarfetmekte-dirler. Onların bu kirli mal ve paralan da esnafin mallarına karışmakta, bu zümreler de sözkonusu malları ayırdetmeksizin almaktadırlar. Bunun sebebi, takvanın azalması ve vera' duygusunun tamamen kaybolmasıdır. Bu nedenledir ki mevcut mal ve paraların çoğunluğu haram niteliğindedir.
Helal, takva ve vera'nın bir dalıdır. Takva sahipleri çoğalıp vera' ehli gözle görülür hale gelince helal sermaye de artar. Bunlar azaldığında ise, haram yaygınlık ve tesir kazanır. Helal de haramın içine gizlenip kalır. Vera' sahipleri pazardan çekildiği ve takva ehli azaldığı zaman kaçınılmaz sonuç budur.
Helal ancak ilk asırda mevcuttu. Çünkü o zaman Selef-i Salih hayattaydı. Halk da vera' sahibi idi. Haketmedikleri şeyleri almazlardı. Takva herkese hakimdi. Öyle ki kendi haklarının bir kısmını dahi şüphelendikleri için almazlardı. Bu yüzden de onların devrinde helal sermaye yaygındı. Irak fakihlerdinden bir zatla ilgili olarak şöyle bir olay anlatılmıştır: O, bir defasında 'Ben amirinin şahitliğini kabul etmem' demişti. Kendisine, 'Neden?' diye sorulduğunda şu karşılığı vermişti: Cimrilik onu, hakkını tamamıyla almaya zorlar. Hakkın tamamıyla alınması halinde ise kendi hakkı olmayan bir şeyin alınması da muhtemeldir.
Ata, Ali b. Ebi Talib'den (kv) şu sözü nakletmiştir: Ikramsever kimse, hakkını sonuna kadar almaya gayret etmez, aldığıyla yetinir. Ali (kv) bunu söyledikten sonra, Allah Teala'nın şu buyruğunu okumuştur: "Peygamber de eşine o söylediğinin bir kısmını bildirip bir kısmından ise vazgeçmişti". (Tahrim/3)
Konuyla ilgili bir rivayette şöyle denilmektedir: Biz, harama açılabilecek tek bir noktaya düşme endişesiyle helalin yetmiş noktasını terkederdik. Hasan el-Basri'nin (ra) şu sözü de yerindedir: Geçmiş kuşaktan öylelerini gördüm ki, kendilerine sunulan helal malı almaz ve 'Buna ihtiyacım yok, almam halinde kalbimin bozulmasından korkarım' derdi. O zamanın halifeleri de adalet sahibiydiler. Askerler de takva üzere onlara yardımcı olur ve kendilerine verilen payları, hak üzere alırlardı.
Allah Resulü (sav) bir hadislerinde atlar hakkında şöyle buyurmuştur: "At, kişi için günah kaynağı olabilir. Atını gurur, riya, şöhret veya İslama kötü bir kasıtla bağlayan kimse için, o atın yediği, içtiği, midesini doldurduğu, hatta idrar ve pisliği dahi Kıyamet günü sahibinin günahları olarak ona isnad edilecektir".
Allah Teala buyurdu ki: "Zulmedenleri ve eşlerini (onlara benzeyenleri ve yardımcılarını) toplayın". (Saffat/22) Süfyan-ı Sevri (ra) de bu ayetin tefsirinde şöyle demiştir: Kıyamet günü şöyle nida edilir: 'Kötü yöneticiler ve onlara yardımcı olanlar ayağa kalksınlar!' Onlar için hokkaya bez koyan, divitlerini sivrilten, kavuklarını taşıyan yahut herhangi bir işte onlara yardım edenlerin hepsi o zalimlerle beraber olacaklardır.
Bir adam İbnu Mübarek'e gelerek, 'Ben terziyim, sultanın ava-nesinden birileri için birşeyler dikmiş olabilirim, ne dersiniz ben de zalimlerin yardımcılarından sayılır mıyım?' diye sordu. O da şu cevabı verdi: Sen zalimlerin yardımcılarından değil bilakis zalimlerden birisin. Zalimlerin yardımcıları, senden iğne iplik alanlardır.
Ulemadan bir zat, emirlerden birinin divanında oturuyordu. Emir bir mektup yazmıştı. Alim zata dönerek *bana biraz mum ver de mektubu mühürleyeyim' dedi. Alim, onun isteğini yerine getirmeyerek 'Yazdığın mektubu ver de bir göz atayım, gayri meşru bir şey olup olmadığına bakayım' dedi. Emir mektubu ona vermedi.
Süfyan-ı Sevri (ra) benzer bir davranışı Halife Mehdi'ye sergilemiştir. Halifenin elinde beyaz bir kağıt vardı. O esnada içeri Süf-yan girdi. Halife ona, 'Ey Eba Abdullah, diviti uzatıver de bir mektup yazayım' dedi. Bunun üzerine Süfyan, 'Önce ne yazacağım söyle. Eğer hakka uygun ise veririm. Aksi halde zulümde sana yardımcı olmam* karşılığını verdi.
Mekke emiri MekkelileiMen bir zata, kale yapımına nezaret etme görevini vermişti. Anılan zat şunu anlatmıştır: Bu işle ilgili olarak içime bir kuşku düştü. Meseleyi Süfyan-ı Sevri'ye (ra) sordum. O da bana, 'Bu işi asla yapma, az veya çok, ona hiçbir şekilde yardımcı olma' dedi. Ben de kendisine, 'Ey Eba Abdullah, bu müslü-manların yararı için Allah yolunda yapılan bir kale' dedim. Bunun üzerine şöyle dedi: Evet, bu doğru olabilir. Ama bunda bile kalbine doğacak şeylerin en hafifi, ücretini verebilmesi düşüncesiyle onun idarede kalmasını temenni etmendir.
Konuyla ilgili bir rivayette de şöyle denilmektedir: Kim bir zalimin idarede kalması için dua ederse Allah Teala'ya isyanı istemiş olur. Bir hadis-i şerifinde de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bir fasık övüldüğü zaman Allah Teala gazap-lanır". Başka bir rivayette de şöyle buyurduğu haber verilmektedir: "Kim bir fasıka ikramda bulunursa, İslam'ın yıkılmasına yardım etmiş gibi olur".
Esnaf, fasit alışverişlerden uzak durmalıdır. Aldatıcı, tehlikeli ve bilinmeyen malların ticareti türünden alışverişler böyledir. Bir alışverişte iki alışveriş yapmak da buna benzer ki, bunlardan biri şart koşma veya şarta bağlamadır. Müslüman esnaf, elinde olmayan bir malı satmamak, aldığı bir malı da eline geçinceye kadar devretme-melidir. Borcu, borca s atmam alıdır. Olgunlaşıp kalitesi belli oluncaya, hastalıklı olup olmadığı açıkça ortaya çıkıncaya kadar hiçbir sebze veya meyvenin alım satımına girmemelidir. Kızarmamış veya sa-rarmamış hurmanın alışverişini de yapmamalıdır. Yumuş amadıkça veya kararmadıkça üzüm için pazarlık etmemelidir.
Allah Resulü (sav) iddiaya girerek mal bedelini arttırma yoluyla yapılan satışı da yasaklamıştır. Bu durumda başkasını kandırmaya dönük bir alışverişin gerçekleşmesi muhtemeldir. Altın ve değerli taşlardan yapılmış kolye türü zinet eşyalarını da parçalarını tamamen tahlil etmeden alıp satmamak gerekir. Sünnete uygun olan budur.
Müslüman tüccarlar, hayvanlar ve toprak mahsulleriyle ilgili satışlarda satılan malın her yönü açığa çıkmadıkça alışverişi ta-mamlamamahdırlar. Müslüman esnaf, faiz karışması veya başka bir hükmün ihlali nedeniyle batıl olduğu bilinen alışverişlerden sakınmalıdırlar. Bunlar, dini hassasiyeti azaltıcı ve kazancı kirletici hususlardır.
Bu konularda tereddüte kapılanlar, ilim ve fetva ehline sormalı, onlardan alacakları fetvalarda da vera' ve takva ehlinin mezhebine uygun düşeni tercih etmelidirler. Dinleri hakkında ihtiyatlı olmalı, nefislerine dikkat etmeli ve ahiretleriyle ilgili endişelerde asla ihmalkar davranmamalıdırlar. Bu, kendileri için çok daha hayırlı ve muvaffakiyet temin etmeye daha yakındır.
Müslüman esnaf ve tüccar, yeni zanaat ve geçim yollarına tereddütle yaklaşmalıdırlar. Bunların Selef döneminde mevcut olmayışları, bidat ve mekruh olarak görülmeleri sebebiyle olabilir. Ma-siyete yol açan her türlü araç ve yol da masiyettir. Müslüman, bu tür alet ve edevatı imal etmez ve satmaz. Aksi halde zulüm ve saldırganlığa yardım etmiş olur.
Bidat veya münker bir iş sebebiyle kazandığı her kuruş da bidat ve münkerdir. Bidat ve masiyet ehline yardım edenler, bu bidat ve masiyette onların ortaklarıdır. Bu gibi yollarla kazanılan paralar, halkın mallarını batıl ile yeme hükmüne girer. Haram yiyen kimse de, kendini ve din kardeşini öldürmüş gibidir. Çünkü o, haramı hem kendisi yemiş, hem de din kardeşine yedirmiş olmaktadır. Allah Te-ala buyurdu ki: "Mallarınızı aranızda batıl (yollar) ile yemeyin". (Bakara/188); "Kendinizi öldürmeyin". (Nisa/29) Bütün bunlar, müslümanlarm izlemesi gereken yolun dışındaki yollardır. Allah Teala buyurdu ki: "Kim müminlerin yolundan başkasına uyarsa, onu saptığı yere döndürür ve cehenneme sokarız". (Nisa/115)
Esnafın geçimini temin ettiği iş, onu ahiret işinden uzaklaştır-mamalı, dünyevi ticareti uhrevi ticaretinden koparmamalıdır. Dünya pazarı, ahiret pazarındaki alışverişine mani olmamalıdır.
İnançlı bir esnaf şunu iyi bilir ki, Allah Teala'nm yeryüzündeki evleri olan camiler, aynı zamanda ahiretin pazarlarıdır. Yüce Allah buyurdu ki: "Öyle adamlar vardır ki hiçbir ticaret ve alışveriş onları Allah'ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoymaz". (Nur/37); "Allah'ın yükselmesine izin verdiği evlerde (camilerde) O'nun adı anılır, geceleri ve sabahları oralarda O'nu teşbih eden adamlar vardır". (Nur/36)
Esnaf, günün iki tarafını Efendisi'nin hizmetine adamak, O'nu zikir ve en güzel amellerle teşbih etmelidir. Ömer (ra) tüccarlara bu konuda emirde bulunarak şöyle demiştir: Gününüzün ilk kısmını Allah Teala'ya tahsis edin, kalan kısmını da kendinize ayırın. Se-lef-i Salih'ten nakledilen haberlerde günlük hayatlarını şöyle düzenledikleri nakledilmiştir: Onlar, günün ilk kısmını ahirete, son kısmını da dünyaya tahsis ederlerdi. Denir ki: Kış mevsimleri helva ve kelleyi çocuklar ve zimmiler satardı. Çünkü helvacılar ve kelleciler gün doğumuna kadar geçen vakti mescidde geçirirlerdi.
Selef-i Salih, ikindi namazından sonra da zikir ve teşbih için mescidde toplanırlardı. Hatta o vakitte mescide gidenler, topluca oturduklarını görünce, 'İkindi'yi mi kılacaksınız?' diye sorarlardı. Onlar, İkindi vaktinden gün batımına kadar geçen zamanı zikir ve teşbihle geçirirlerdi. Bu, artık izi kalmamış bir adettir. Bu vakitte böyle yapanlar, o güzel adeti ihya etmiş olurlar.
Ariflerden bir zat şöyle demiştir: İnsanlar üç sınıftır: Ahireti sebebiyle dünyayı ihmal edenler ki onların hali 'kazananlar=fâ'izûnJ derecesidir. Ahireti için dünyalık kazananlar ki bunların hali de, 'Kurtulanlar=nâcûn' derecesidir. Dünya sebebiyle ahireti ihmal edenler ki bunların hali de, 'Helak olanlar=hâlikûn' derecesidir. Bir alim biraz daha ileri giderek şöyle demiştir: Allah Teala'yı seven yaşar, dünyayı seven şaşar, akılsız ahmaklar da sağa sola gidip gelirler.
İbni Ömer (ra) pazara girdiğinde şöyle dua ederlerdi; Allahım! Küfür, fısk ve pazarı kuşatan kötülüklerden Sana sığınırım. Pazarda Allah Teala'yı anmak, çok mühim bir vazifedir. Esnaf, gaflet anlarında ve halkın alışveriş için yüklendiği saatlerde Allah Teala'yı anmayı asla ihmal etmemelidir. Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: Pazarda Allah'ı zikreden kişi, Kıyamet günü ay ışığı gibi bir ışık, güneşgibi bir delille huzur-u ilahiye gelir. Pazar yerinde Allah'tan bağışlanma dileyen kimseye, ailesinin fertleri sayısınca mağfiret edilir.
Konuyla ilgili bir rivayette şöyle denilmiştir: Gafiller arasında Allah'ı zikreden kimse, firarilere uymayıp savaşan, ölüler arasında diri kalan kişi gibidir. Başka bir rivayette ise şöyle denilmiştir: Pazara gelen ve 'Allah'tan başka ilah yoktur, Tek'tir, ortağı yoktur, mülk O'nundur, hamd O'nadır, diriltir ve öldürür, Zatı diridir, asla ölmez, hayır O'nun kudret elindedir ve O herşeye Kâdir'dir' diyen kul için Allah Teala ikibin hasene yazar.
Abdullah b. Ömer (ra) ve Muhammed b. Vasi' (ra) pazara gittiklerinde lütuf dileyerek Allah Teala'yı zikrederlerdi. Çarşı pazara gittiğinizde veya orada iken Allah Teala'yı anıp kelime-i tevhid g«^ tirmeyi asla ihmal etmeyin. Bu, orada yapılması gereken amellerdendir. Pazarda, ya Allah'ı anar veya iş yapar halde bulunun. Bunlar dışında yapılanlar, mekruh görülmüştür.
Ezanı işittiğinizde namaza yönelin ve cemaatten sonraya kalmayın. Aksi halde bazı alimlere göre fısk haline düşülebilir. Zaman yeterli veya başka bir mescidde cemaate katılabilmek sözkonusu ise oyalanmak caizdir. Cemaatin başlangıç tekbirine yetişmek,, esnaf için ölünceye kadar dünyada kazanacağı bütün servetlerden daha sevimli, kaçırılması ise, dünyada kaybedebileceği her varlıktan daha ağır bir kayıptır. Akıl ve basiret sahibi esnaf bu hakikati iyi bilir.
Selef esnafı ezanı işittiklerinde mescidlere koşar ve kamet vaktine kadar niyaz ederlerdi. O vakitte çarşı pazarda esnaf kalmaz, dükkanlarda çocuklar ve zimmiler otururlardı. Bunlar, tüccar tarafından istihdam edilir, kendileri mescidde iken küçükler paraları istifler, dükkanları beklerlerdi. Bu da, izi kaybolmuş sünnetlerden biri olup devam ettirenler onu ihya etme sevabını kazanırlar.
"Öyle adamlar vardır ki hiçbir ticaret ve alışveriş onları Allah'ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoymaz". (Nur/37) ayet-i kerimesinin tefsiri yapılırken şu hikaye nakledilmiştir: Ayette anlatılan kimseler, demirciler ve ayakkabıcılardır. Çekici kaldırdıkları veya iğneyi soktukları an ezanı işitirlerse, iğneyi deriden çıkarmaz, çekici de demire vurmayıp derhal mescide koşarlardı.
Rivayete göre Vehb şöyle demiştir: Malik (ra) Cuma günü ezandan sonra alışveriş yapan kişiyle ilgili olarak alışverişin münfesih olduğunu söylemişti. Kendisine, "Ticari bir muamelede bulunsa ve namaza gitmese ne olur? O hür değil midir?' denildiğinde ise şu cevabı vermiştir: Böyle biri, Rabbi'nden bağışlanma dilemelidir. Re-bfa ise aynı adam hakkında, 'Zulümde bulunmuş ve kötülük etmiş* tir" şeklinde fikir beyan etmiştir. Malik de (ra) şöyle demiştir: Cu<-ma günü imam camiden çıkıncaya kadar alışveriş etmek haramdır.
Zanaat ehli, süslü ve gösterişli eşya imal etmekten uzak durma* lıdır. Bu çerçevede faydasız ve zinet olma Özelliğinden başka bir hususiyeti olmayan resim, nakış, fildişi oymalar, fildişi kakmalar, kireçten dökümler, nefsi tahrik edici renklerle yapılmış boyamalar ve benzerlerinin tamamı mekruhtur. Bunlar karşılığında alman ücret de şüphelidir. Selef-i Salih'ten bir zat şöyle derdi: Evlatlarınız için zanaatların iyilerini seçin. Huzeyfe'den (ra) bu hususta şu söz rivayet edilmiştir: Allah Teala, her zanaatçıyı ve zanaatı yaratandır. Selef, yemek ve un satmayı da mekruh görürdü. Bunların satışının mekruh oluşuyla ilgili olarak Allah Resulü'nden (sav) birçok hadis rivayet edilmiştir.
Konuyla ilgili bir rivayette şöyle denilmektedir: Allah Teala, zanaatında becerikli olan kulunu sever. Başka bir rivayette ise şöyle denilmektedir: Allah Teala, kulu bir iş yaptığında onu en iyi şekilde yapmasını ister.
Ariflerden bir zat, tavsiyelerde bulunduğu bir şahsa şöyle demiştir: Oğlunu şu iki ticarete ve iki zanaata sokma: Yemek satışı ile kefen satıcılığına. Çünkü ilkinde fiyatların artmasını, ikincisinde de insanların ölmesini temenni eder. İki zanaat ise, kasaplık ve kuyumculuktur. İlki kalbi katılaştırır, ikincisi de altın ve gümüşle süsleyerek dünyayı güzel gösterir.
Osman el-Şehham, Muhammed b. Sirin'in komisyonculuğu (=tellaliye) mekruh gördüğünü söylemiştir. Said de, Katade'nin komisyon ücretini mekruh gördüğünü bildirmiştir. Bir Arap atasözünde şöyle denir: Canlı sat, ölü al! Bu sözde sanki telef olması endişesiyle canlı hayvanın ücretini geri vermeyi hoş görmedikleri gibi bir mana vardır. Alimler, cansız hayvan almayı hoş görmüşlerdir, çünkü alman hayvan zaten ölüdür.
Araplar elbise ticaretini severlerdi. Said b. el-Müseyyeb şöyle derdi: Benim için, -içinde yeminler edilmemek şartıyla- elbise ticaretinden daha sevimli bir ticaret yoktur. Konuyla ilgili bir rivayette de şöyle denilmektedir: Eğer cennet ehli ticaret yapacak olsalardı elbise ticareti yaparlardı. Cehennem ehli ticaret yapacak olsalardı, sarraflık yaparlardı. Hasan el-Basri (ra) ve Muhammed b. Şirin (ra) sarraflığı (kuyumculuğu) mekruh görmüşlerdir. Hasan el-Basri'ye (ra) sarrafın durumu sorulduğunda şöyle dedi: O, fisk sahibidir, gölgesinde durulmaz, ardında namaz kılınmaz.
Bahçıvan, hamal, tuzcu, hamam işleten, hırkacı ve berber de zanaat ehlinin hayırlıları arasında sayılmıştır. Marangozluk, hamallık, terzilik, ayakkabıcılık, mestçilik, çamaşırcılık, zırh yapımcılığı, demircilik, dokumacılık, kara ve deniz avcılığı ile kağıt imalatı mubah görülmüş zanaatlardır.
Abdülvehhab b. el-Verrak'm şunu naklettiği haber verilmiştir: İmam Ahmed b. Hanbel (ra) bana mesleğimi sorduğunda 'Kağıt imalatçısıyım* dedim. Bunun üzerine şöyle dedi: Kazancın da güzel, zanaatın da. Eğer bir zanaatla uğraşacak olsaydım, senin zanaati-ni yapardım. Sonra şu tembihte bulundu: Yazarken sadece vasıfları belirt, haşiye ve notları müstesna tut.
Malik b. Dinar (ra) kağıt imalatçısıydı. Selef-i Salih, kazançlarını kendileri tedarik eder ve bunu boşta gezmeye tercih ederlerdi. Kulu Allah Teala'ya yaklaştıran her amel, ahiret amellerinden sayılır. İyilik, 'ma'ruf görülmüş ve buna karşılık ücret almak ise mekruh olarak nitelenmiştir.
Mesela Kur"an ve ilim öğretmek, zikir meclislerine katılmak, Ramazan ayında halka namaz kıldırmak, ölü yıkamak ve benzeri işler için ücret almak mekruhtur. Çünkü bunlar, ahiret ticareti sayılan işlerdir ve bunların karşılığı ancak ahirette alınır. Bunların karşılığını dünyada alan kimse, açık bir ziyandadır.
Muhtesibler de ifa ettikleri göreve karşılık ücret
talep ederlerse, mekruh işlemiş olurlar. Allah Resulü (sav), Osman b. EbiVAs'a
(ra) şöyle buyurmuştur: Bir müezzin bul ve ezan için ücret alm [35] Ebu
Ubade (ra) Allah Resulü (sav) devrinde şöyle bir hadise cereyan ettiğini haber
vermiştir: "Öğrettiği bir sureye karşılık Allah Resulü'ne (sav) bir yay
hediye edilmek istenmişti. O, hediye teklif edene şöyle buyurdu: Allah Teala'nm
seni ateşten bir yaya sarmasını ister misin? Ardından da yayı geri
verdi".
Müslüman tüccar, gıda maddelerini stoklayıp
karaborsaya düşürmekten kesinlikle sakınmalıdır. Özellikle de halkın temel
gıdası olan buğday ticaretinde ihtikarcılık (stokçuluk) yapmamalıdır.
Stokçuluğun kerahati ve kötülüğü hakkında sayısız hadis rivayet edilmiştir:
Huzeyfe (ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Müslümanların yiyeceğini stoklayan bizden değildir[36]
Başka bir hadiste ise O'nun şöyle buyurduğu haber
verilmektedir: "Her kim kırk gün süreyle ihtikarda bulunur, ardından da
bu gıdaları tasadduk ederse bu, sadaka sayılmayıp ihtikar günahının kefareti
sayılır". Bir diğer hadiste ise şu ifade yer almaktadır: "Kim kırk
gün ihtikarda bulunursa, insan öldürmüş gibi (günahkar) olur". Bir başka
hadis de şöyledir: "Allah onu cehennemin en büyüğüne atar".
Ali (kv) de şöyle demiştir: Her kim kırk gün
ihtikarda bulunursa, kalbi katılaşır. Rivayete göre Ali (kv), ihtikarcıların
stokladığı gıda maddelerini yaktırmıştır. Bir vesiyle de şöyle dediği nakledilmiştir:
Kim bir yiyecek getirir ve onu günün fiyatıyla satarsa, onu tasadduk etmiş gibi
olur. Bu sözün başka bir rivayetinde ise şu lafız kullanılmıştır: Sanki bir
köle azat etmiş gibi olur.
Ulemadan bir cemaate göre ihtikar kapsamına giren ana
kalemler şunlardır: Her türlü hububat, mercimek, bakla, yağ, bal, peynir,
hurma, sıvı yağ ve peksimet. Bunların stoklanması mekruh görülmüştür. Benzer
bir hüküm İbni Abbas'tan da (ra) rivayet edilmiştir: O, bunu "Her kim
orada ilhad ile zulüm(de bulunmak) isterse ona acı bir azap tattırırız".
(Hac/25) ayetinin tefsirini yaparken söylemiştir. Ona göre ihtikarcılık, bir
zulüm türüdür.
Selef-i Salih'ten bir zat şöyle bir hadise
nakletmiştir: Kendisi Vasıt şehrinde iken Basra'ya göndermek üzere buğday dolu
bir gemi hazırlamış ve oradaki vekiline de şu talimatta bulunmuştu: Bu malı,
Basra'ya indiği gün sat, ertesi güne olsun bırakma. Fiyat konusunda da orta
bir yol tutmuş, makul bir fiyat belirlemişti.
Oradaki tacirler vekile 'Malın satışını Cuma'ya
ertelersen, birkaç kat daha fazla kazanabilirsin1 dediler. O da malın piyasaya
arzım Cuma'ya erteledi ve gerçekten de misliyle kazandı. Mal sahibine gönderdiği
mektupta bunu bildirdi. Selef-i Salih'ten olan mal sahibi, ona şöyle bir
mektup gönderdi: Be adam, biz dinimizin emrine uyarak üçte bir kazanmakla
kanaat etmiştik. Sen bizim talimatımıza karşı çıktın ve ahirette aleyhimize
olacak bir suç işledin. Bu mektubum sana ulaştığında, paranın tamamını al ve
Basra'nın fakirlerine dağıt. Umulur ki böyle yaparak ihtikarcüık dolayısıyla
işlediğim günahtan lehte ve aleyhte birşey kalmayacak şekilde kurtulmuş
olabilirim.
Şeyhimiz Muzaffer b. Sehl bize şunu anlatmıştı:
Gaylan el-Hay-yat'tan şöyle bir hadise dinledim: Seri es-Sekatî bir ton
civarında bademi altmış dinara satın almış, etiketine üç dinar kâr ilave ederek
satışa sunmuştu. O gün badem fiyatı doksan dinara çıktı. Bir süre sonra tellal
geldi ve ona, 'Bademini satın almak istiyorum' dedi. Serî, 'Alabilirsin,
fiyatı altmış üç dinar" dedi.
Tellal, bademe yetmiş dinar vermek istediğini
söyleyince şöyle dedi: Ben Allah Teala ile aramda bir şey kararlaştırdım. Bu
bademi, altmış üç dinardan farklı bir fiyata satmam. Tellal, 'Ben de Allah
Teala ile aramda şunu kararlaştırdım ki hiçbir müslümanı aldatmayacağım. Bu
bademi yetmiş dinardan aşağısına satın alamam' dedi. Sonuçta ne tellal malı
aldı, ne de Serî malını sattı.
Tabiundan bir zatın Basra'da ticaret yapan bir adamı
vardı. Basra'da satması için kendisine şeker gönderdi. Adanı, efendisine
yazdığı mektupta o yıl şeker kamışına bir zararlının dadandığını, daha fa2İa
şeker göndermesini istedi. O da şeker üreten birinden bol miktarda şeker alarak
kendisine gönderdi. Şeker piyasası yükseldiğinde bu ticaretten otuz bin dinar
kazanıldı.
Şekeri gönderen şahıs, otuz bin dinarı eline aldıktan
sonra evine gitti ve gece sabaha kadar bu kazanç üzerinde düşündü. Sonunda
kendi kendine şöyle dedi: Otuz bin dinar kazandım ama bir müslümana doğru
söyleme görevimi ihmal ettim. Ertesi sabah doğruca şekeri satın aldığı kişiye
gitti ve otuz bin dinarı ona vererek, 'Bu, senin haklan, Allah bereketini
arttırsın' dedi. Adam, 'Bu da nereden çıktı?' diye sorunca şu cevabı verdi:
Senden şeker alırken, işi usulüne uygun yapmadım.
Basra'daki adamım, oradaki şeker mahsulüne bir zararlının dadandığını ve telef
ettiğini bildirmişti. Oysa ben bu hususu sizden gizledim. Eğer buseydin belki
de şekeri bana satmayacaktın.
Şeker üreticisi, 'Allah sana merhamet buyursun! Şimdi
haber verdin, ben de hakkımı helal ettim' diyerek parayı geri verdi. Adam evine
döndü ama gece yine uyuyamadı. Sürekli bu meseleyi düşünüyor, kendi kendine
'İşi usulüne uygun yapmadım, alışverişte bîr müslümana karşı dürüst
davranmadım' diyordu. Sabah erkenden yine o şahsa gitti ve 'Allah sana afiyet
versin, şu paranı al, böylesi kalbimi daha sakinleştiricidir' dedi. Ardından da
otuz bin dinarı ona verdi.
Süleyman et-Teymî şöyle demiştir: Muhammed b. Şirin
(ra) kafasına takılan bir şüpheden dolayı kırkbin dirhemi almamıştır. Alimler
de bunda bir mahzur olmadığı hususunda müttefiktirler.
Geçmiş zamanlarda gösterilen bu hassasiyetin
arkasında dini hislerin çok kuvvetli oluşu yatmaktadır.
Satıcı, malını övmekten, süslü sözlerle olduğundan
farklı göstermeye çalışmaktan sakınmalıdır. Aynı şekilde alıcı da, satın alacağı
malı haksız yere kötülemekten, ona kulp takmaktan sakınmalıdır. Tarafların
malla ilgili yeminleri de masiyetten sayılmıştır. Bu tür yeminler, kazancı yokedicî
niteliktedir. Selef-i Salih bu hususlarda çok titiz davranırlardı.
Ebu Zer (ra) şöyle demiştir: Allah Teala'nm
kendilerine bakmayacağı kimseler arasında günahkar tüccar da vardır. Biz, malı
olmayan özelliklerle Övmeyi günah sayardık.
Yunus b. Ubeyd ipek tüccarıydı. Bir müşteri gelerek
kendisinden ipek elbiselik almak istedi. O da adamına ipek toplarını çıkarmasını
söyledi. Topları açan adamı, 'Allah Teala'dan cennet niyaz ederim' deyiverdi.
Bunun üzerine ona, 'Topları dür1 dedi. Tezgâhtarın söylediği sözün malı övme
olarak anlaşılabileceği endişesiyle o müşteriye satış yapmadı.
Rivayete göre Yunus'un dükkanında iki tür elbise
vardı. Biri dörtyüz, diğeri de ikiyüz dirhem değerindeydi. Birgün namaz kılmak
için mescide gitmiş ve dükkanı yeğenine emanet etmişti. O namazda iken, bir
köylü gelerek dörtyüz dirhemlik bir elbise istedi. Yeğeni de ona, ikiyüz
dirhemlik elbiseleri gösterdi. Köylü, onlardan birini beğendi ve rızasıyla
satın alarak yoluna gitti.
Yolda giderken, bir yandan da elinde tuttuğu elbiseye
bakıyordu. Mescidin önünde Yunus ile karşılaştı. Yunus, adamın tuttuğu
elbiseyi tanımıştı. Yanına yaklaşarak, 'Bunu kaça aldın?' diye sordu. Köylü,
'Dörtyüz dirheme' deyince, 'O kadar etmez, onun değeri ikiyüz dirhemdir1 dedi.
Köylü, 'Behey adam, bu elbise bizim oralarda beşyüz bile eder dedi. Yunus b.
Ubeyd ona, 'Dinde dürüst olmak, bütün dünyanın malından daha hayırlıdır1
diyerek adamın elinden tuttu ve dükkana götürdü. Orada yeğeni ile tartışıp
'Allah'tan korkmadm mı? Malın bedeli kadar kâr etmekten utanmadın mı? Müslümana
niye dürüst davranmadın?' diyerek çıkıştı.
O da kendini savunarak, 'Rızası olmaksızın para
almadım ki' dedi. Yunus, 'O rıza göstermiş olsa bile, kendin için rıza
gösterdiğine kardeşin için de rıza göstermen gerekmez mi?' diyerek onu tersledi.
Ardından köylüye ikiyüz dirhemini geri verdi.
Muhammed b. el-Münkedir de Yunus'a benzer şekilde
davranmıştır. Onun Basra, Bağdat gibi muhtelif yerlerden gelme uzun bezler
sattığı bir dükkanı vardı. Fiyatlar, beş ve on dirhem olmak üzere iki kısımdı.
Bir gün dükkanı adamına emanet ederek dışarı çıkmıştı. Adamı da hata ile bir
köylüye beşlik malı ona satmıştı.
İbnü'l-Münkedir dükkana dönüp de bezlere baktığı
zaman, adamının hatasını anladı ve adamım *Yazık sana, bizi mahvettin' diyerek
azarladı. Sonra da, 'Git, heryeri dolaş ve o köylüyü bul' dedi. Adamı, akşama
kadar o köylüyü aradı ve sonunda bularak dükkana getirdi. İbnü'l-Münkedir,
'Adamım hata etmiş ve beş dirhemlik bir malı, sana on dirheme satmış' dedi.
Köylü, *Ne önemi var ki benim itirazım yok* dedi.
Bunun üzerine o, 'Sen kendin için razı olsan da, biz
senin için ancak kendimiz için razı olduğumuza rıza gösteririz. Şimdi şu
üçünden birini seç: Verdiğin parayla on dirhemlik bir bez satın alabilirsin.
İstersen beş dirhemini geri alabilirsin. Ya da aldığın bezi iade edip bütün
paranı geri alabilirsin' dedi. Köylü, beş dirhemini geri istedi ve onu alarak
dükkandan ayrıldı.
Çevreye bu yaşlı tüccarın kim olduğunu sordu. 'O,
Muhammed b. el-Münkedir'dir' denilince, 'La ilahe illallah! Bu, kuraklık olduğu
zaman kendisiyle yağmur duasına çıkmamız gereken bir zattır* dedi.
Ulemadan bir zata, alışverişte vera'nm hükmü
sorulmuştu. Şu cevabı verdi: Alışverişte vera', ancak hakiki manada dürüstlük
ile mümkün olur. Teki bu nasıl olur?' diye sorulduğunda şu cevabı verdi: Bir
şeyi bir dirheme sattığınızda bakarsınız; aynı şeyi bir dirheme satın almak
size uygun gelirse, o zaman müşterinize karşı dürüst davranmış olursunuz. Eğer
size beş kuruşa uygun geldiği halde bir dirheme sattıysanız, o zaman kendiniz
için razı olmadığınız bir şeye müşteriniz için razı olmuş olursunuz. Bu
noktada da dürüstlük gider. Dürüstlük ortadan kalktığında vera' da ortadan
kalkmış olur.
Denir ki: Satıcı, Kıyamet günü bir şey sattığı
herkesle yüzleşti-rilir ve yaptığı her muameleden dolayı hesaba çekilir. Dünya
hayatında ondan mal satın alan herkese onunla ilgili soru sorulur.
Bir zat şunu anlatmıştır: Ticaret ehlinden birini
rüyamda gördüm ve kendisine, 'Allah sana ne yaptı?' diye sordum. Şöyle dedi:
Önüme ellibin sayfalık bir kitap konuldu. 'Bunların hepsi benim günahlarım mı?'
diye sordum. Bana, 'Bunlar dünya hayatında yaptığın alışveriş ve
muamelelerdir. Bu kitabın her sayfası, ticaret yaptığın bir kişiye mahsustur.
Kitapta ilkinden sonuncusuna kadar yaptığın bütün muameleler mevcuttur'
denildi.
Ticaretinde tartı kullanan esnaf, sattığı ve mal
verdiği zaman terazinin kendi aleyhine ağır basmasını, alırken de aksine olmasını
tercih etmelidir. Alırken ayrı, satarken ayrı şekilde tartan kişinin hesabı
çok ağır olacaktır. Ulemadan bir zat şöyle derdi: Bir da-ne sebebiyle Allah
Teala'nm veylini satın almamak gerekir. Alırken kendi aleyhine bir dane
eksiltmeli, verirken de bir dane arttırmalı-dır. Yüce Allah buyurdu ki:
"Veyl (yazıklar) olsun, ölçü ve tartıda eksiltenlere!".
(Mutaffifîn/1) Burada 'Yazıklar olsun!' azarına muhatap olanlar, ölçü ve
tartıda eksiltmeye rıza gösterenlerdir.
Onlar, eksik verdikleri bir iki dane ile, eni gökler
ve arz olan bir cennet satmaktadırlar. Böyle davranmalarının sebebi de, Allah
Te-ala'nın emrini hakkıyla bilmemeleri, ahiret inançlarının zayıflığıdır. İşte
bu nedenle cennet karşılığında 'Veyl' satın almışlardır. Denir ki: Bu tür
haksızlıklar, asla karşılıksız kalmaz ve haksızlık ya-pılanların tümünü
bilmenin mümkün olmayışı sebebiyle tevbe de sıhhatli olmaz. Rivayete göre Allah
Resulü (sav) bir şey satın aldığı zaman, tartıcıya 'Onu kendi lehine olacak
şekilde tart' buyururdu [37]
Fudayl b. Iyaz (ra), oğlu Ali'yi bir dinarın üzerindeki sürmeyi temizlerken
gördü. Ali, dinarı ovalıyor ve yıkıyordu. Fudayl oğluna, 'Ey oğulcuğum, bu
yaptığın yirmi kez haccetmekten daha hayırlı bir iştir" dedi. Selef-i
Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Gündüz sürekli tartan ve yemin eden, gece de
uyuyan tüccarların kurtuluşa nasıl ereceklerine şaşmak gerekir. Süleyman'ın
(as) şöyle buyurduğu haber verilmiştir: Günah, yılanın iki taşın arasına
girdiği gibi alıcı ile satıcının arasına girer.
Rivayete göre Seleften bir zat, kadın ve erkeklerle
birlikte olan bir 'hünsa'nın (=kadın gibi davranan erkek) cenaze namazını
kıl-dırnuştı. Ona, 'O, fasık biriydi, şöyle şöyle yapardı, onun namazını nasıl
kıldırırsın?' denildiğinde sustu. Söz sahibi, sözlerini tekrar ettiğinde yine
sustu. Üçüncü kez tekrar ettiğinde de şöyle dedi: Bundan vazgeç! Sanki o,
biriyle aldığı diğeriyle sattığı iki terazisi olan bir tüccarmış gibi
konuşuyorsun!
Onun bu sözü, işin ehemmiyetini vurgulamak ve öğüt
vermek manasında alınmalıdır. Ona göre alışverişteki haksızlık insanlar
arasında cereyan ederken, sözü edilen günah kişinin kendi aleyhine işlediği
bir zulümdür. Halka yapılan zulüm ile ferdin kendi kendine yaptığı zulüm
arasında elbette çok büyük fark vardır. Halk, yoksul, cahil ve dalgın
kimselerden oluşur ve onlar, haklarını ihtiyaçları olduğu için ararlar. Allah
Teala ise, herşeyi bilen, cömert ve hiçbir şeye muhtaç olmayandır. O, hakkını
alma konusunda çok hoşgörülüdür.
Müşterinin satıcıdan terazinin ağır basmasını
istemesi yakışık almaz. Çünkü Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Tartıyı
adaletle yapın". (Rahman/9) Buradaki 'adalet=kıst', eşitlik ve hakkaniyet
anlamındadır. Eşitlik ise, terazinin dillerinin aşağı yukarı olmaksızın aynı
hizada olmalarıdır. Abdullah b. Mesud'un (ra) kıraati şöyledir: Terazide
ölçüsüzlük etmeyin, tartıyı (terazinin) dilleriyle adilce tutun ve tartıyı
eksiltmeyin. Onun bu kıraati, bir anlamda ayetin tefsiri de olmaktadır.
Ticari muamelelerde düşük kaliteli veya sahte paralar
kullanmak mekruhtur. Buna göre kaynağı belli olmayan veya hurda gümüşten
yapılmış bir dirhemle alışverişte bulunmak uygun değildir. Değeri bilinmeyen
veya gümüşü başka metallerle karışık dirhemler de böyledir. Selef, bu hususta
çok titiz davranmış ve bunu haram saymışlardır. Süfyan-ı Sevri (ra), Fudayl b,
Iyaz (ra), Vehb b. el-Verd, Davud b. el-Mübarek, Bişr b. el-Hars ve el-Mu'afi
b. Ümran (ra) bu zevattandır.
Denir ki: Kullanılan her sahte para, sahibinin amel
defterine yapıştırılmış olarak karşısına çıkar ve bunun altına günah sayısı
yazılır: Bin günah, beşbin günah gibi. Bu sayı, onun tartısı mikda-rıncadır.
Tartılan her zerre için bir günah yazılır. Zerre, güneş ışığını oluşturan ve
gözle görülmeyen ışık parçalarına verilen addır. Ulemadan bir zat, Allah
yolunda cihad eden gazilerden birine şu hadiseyi anlatmıştır: Yabani eşek yakalamak
için atıma bindim. Ama atım, eşeklere bir türlü yetişemedi. Geri döndüm.
Eşekler tekrar göründü. İkinci kez atıma binerek onları yakalamak istedim. Ama
atım yine geri kaldı. Üçüncü kez bindiğimde eşeklere yaklaştım, bu defa atım
beni üstünden atmaya yeltendi. Atımdan asla böyle bir hareket beklemezdim.
Üzgün bir halde geri döndüm ve bir çardağın kenarına
oturdum. Yaban eşeklerini yakalarken başıma gelenleri düşünüyordum. Atımın
huyu tamamen değişmişti. Başımı çardağın kenarına yasladım ve orada uyudum. Ben
uyurken, atım da önümde duruyordu. Rüyamda, atımın benimle konuştuğunu ve
şöyle dediğini gördüm: Allah'a yemin ederim ki, yabani eşekleri arkama bağlamak
için üç kez teşebbüs ettin. Ben de buna müsaade etmedim. Çünkü dün bana aldığın
yem için verdiğin dirhemlerden biri sahte idi. Bu dürüstlüğe sığmaz.
Dehşet içinde uyandım ve derhal yem satıcısına
gittim. Ona, 'Dün senden aldığım yeme karşılık verdiğim dirhemleri çıkar1 dedim.
Adam onları kasasından çıkarttığında sahte olanı buldum ve satıcıya, 'Dün bu
dirhemi sana ben vermiştim' dedim. Ardından bu dirhemi yenisiyle değiştirdim ve
oradan ayrıldım.
Abdülvehhab şöyle demiştir: Bişr'e sahte parayla
alışverişin hükmünü sorduğumda, 'Bundan dolayı affedilmeni niyaz etmen
gerekir1
dedi. Süfyan-ı Sevri'ye sorduğumda ise 'Haramdır*
dedi. Ebu Da-vud'dan şu söz nakledilmiştir: Ahmed b. Hanbel'in sahte veya sürmeli
parayla alışveriş ve muameleyi münker gördüğüne şahit oldum.
Ulemadan bir zat şöyle derdi: Sahte bir dirhem
vermek, yüz dirhem çalmaktan daha ağır bir suçtur. Çünkü yüz dirhem çalmak,
tek bir günahtır ve cezasının çekilmesiyle son bulur. Oysa sahte bir kuruş
kullanmak, sonradan ihdas edilmiş kötü bidatlerden ve uzun süre devam
ettirilecek çirkin adetlerden biridir.
Aynı zamanda müslümanlarm paralarını ifsad etmektir
ki bunun vebali, yapan kimse için yüz hatta daha fazla yıl; o dirhem tedavülde
oldukça sürer. Sahte para kullanan kişi, bozulmasına yol açtığı ticari ahlakın
ve müslümanlarm mallarına zarar vermenin günahım sürekli sırtında taşır. O para
tedavülden kalkıncaya kadar bu durum devam eder.
Ne mutlu o kimseye ki, ölümüyle birlikte günahları da
son bulur! Yazık o kimseye ki ölümüne rağmen günahları belki yüz hatta iki yüz
yıl sürer! Bundan dolayı da kabrinde azap görür. Piyasaya sürdüğü sahte para
tedavülden kalkıncaya kadar onun hesabını verir.
Yüce Allah buyurdu ki: "Onların takdim
ettiklerini de bıraktıkları izleri de yazarız". (Yasin/12) Ayette geçen
'takdim ettiklerinden maksad, insanların dünyada yaptıklarıdır. 'İzlerinden
maksad ise, başlattıkları sünnet, adet ve sebep oldukları olaylarla
bıraktıkları eserlerdir.
Başka bir ayet-i kerimede ise şöyle buyrulmaktadır:
"O gün insana takdim ettiği de tehir ettiği de haber verilir".
(Kıyamet/13) 'Takdim ettiği' ile kasdedilen dünya hayatında yaptığı işlerdir.
Tehir ettiği' ile murad edilen ise, kendisinin başlatıp diğerleri tarafından
sürdürülen adet ve sünnetlerdir.
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Her kim kötü bir
sünnet başlatır ve kendinden sonra bu sünnetle amel edilirse, onun vebali ile
birlikte, onu takip edenlerin vebalini de üstlenir. Onu yaşatanların vebalinde
de eksilme olmaz [38]
Paranın sahte olduğunu bilerek kullanmak çok ağır ve
büyük bir suçtur. Sahte parayı tanımayan birinin onu kullanması, dahahafif ve
mazur görülebilir bir suçtur. Çünkü bunda sadece aldanma vardır. Oysa ilkinde
kasıt ve taammüd vardır.
Geçmiş devirde müslüman tüccarlar din kardeşlerini
-bilmeden- aldatmamak için paranın kalitesini öğrenme hususunda eğitim
görürlerdi. Paranın hakikisi ile sahtesi arasındaki farkı bilmek, bu bilgiye
sahip olan tüccar için de bir imtihan ve vebal sebebidir. Bu incelikleri
bildikleri halde gereğini yapmayan tüccarlar, bu bilgilerinden dolayı hesaba
çekileceklerdir.
Kendisine sahte dirhem verilen bir tüccar, onu erittirmeli
ve başka bir ticari muamelede bulunmamalıdır. Bu yaptığı için Allah Teala'dan
sevap umabilir. Çünkü erittirdiği dirhemin zerreleri kadar hasenat
sözkonusudur. Onu gözden çıkardığında ise, oruç ve namaz gibi ameller kadar
sevaba nail olacaktır.
Elindeki paranın nakit olarak kullanılabilirliği
sözkonusu ise, onun emsaliyle muamelede bulunur. Böyle bir parayla her hangi
bir şey satın almak istediğinde satıcıya paranın durumunu bildirmelidir.
Satıcı, o parayı bilerek ve hoşgörü göstererek alırsa bunda bir mahzur yoktur.
Paranın durumunu bildirmezse, dürüst davranmamış olur. Çünkü satıcı, parayı
bilmeden kabul edebilir.
Rivayete göre Ömer (ra) şöyle demiştir: Dirhemleri
sahte olan tacir, onları avucuna koyup bunu yüksek sesle duyurmalıdır. Bu
hükümler, sahte paranın dış yüzüyle ilgili sahtecilik, örneğin tunç veya
kurşunla kaplı olması gibi durumlar için geçerlidir. Bu tür paraların emsal
değerleri mevcuttur. İbni Ömer (ra), Naiİ'e şöyle demiştir: Benim ilmimi,
Ikrime'nin İbni Abbas'm (ra) ilmini koruduğu gibi koruman, bana sahte bir
dirhemin olmasından daha sevimli gelir. Bu sözü üzerine, 'Onu sağlam yapsan
olmaz mı?' denildiğinde şu karşılığı vermiştir: Benim gönlümde de öyledir.
Neha'i'den şu söz nakledilmiştir: Dirhemde az da
gümüş bulunuyorsa bunda mahzur yoktur. Ebu Davud'dan şöyle bir bilgi nakledilmiştir:
İshak b. Raheveyh'e (ra) karışık paranın harcanmasının hükmünü sorduğumda
şöyle dedi: Bunda sakınca yoktur. Karşı tarafça bu özelliği bilinen ve
hoşgörülen karışık paranın harcanması hususunda ruhsat mevcuttur. Bu tür
parayı sevap kazanmak maksadıyla almak da caizdir. Ancak onu müslümanlarla
ticaretinde kullanan kişi, hoşgörü ve titizliğine rağmen günah işlemiş olur.
Böyle birinin sağlam para alması daha hayırlıdır.
Bunlar, amellerin incelikleri ve zahirde hayır
görünüp batında şer olan hususlara girer. Ama sahte ve karışık paraları alıp
bunları ticaretine sokmayarak çöpe atan kimseler gerçekten büyük hayra sahip
olurlar. Gösterdikleri mesuliyet şuuru, onlar için ecir ve sevap olarak kayda
geçirilir.
Ticaret erbabı, hatalarının, yersiz yemin ve
yalanlarının kefareti olmak üzere bol bol sadaka vermelidirler. Allah Resulü
(sav) de tüccarlara sadaka vermeyi emretmiştir. Tüccar ve sanayiciler yukarıda
aktardığımız hasletlere sahip olmalıdırlar. Onlarda bulunması gereken bu
hasletler, hayır ve infak işlerini de kapsar. Onlar kendilerini bu işleri yapma
noktasında denetlemelidirler. Bunlar, müminlerin genel ahlakı ve Selefin
izlediği sünnetlerdir. Müslüman tüccar ve sanayiciler de bunlara
özendirilmişlerdir.
Müslüman tüccarın uyması gereken güzel prensiplerden
biri de, gerek satarken, gerek satın alırken hoşgörülü olması, borcunu öderken
veya alacağını tahsil ederken güzellikle hareket etmesidir.
Kişi borçlusuna gittiği zaman, onu başkasından
borçlanmaya zorlayacak şekilde sıkıştırmamalı, borçlusuna karşı sabırlı olmalı,
alacağını tahsilde güzellikten ayrılmamalı, ona iyi gözle bakmalı, alacağını
onu rahatlatacağı bir zamana ertelemelidir. Bu noktada Allah Resulü'nün (sav)
böyle kimseler için ettiği duayı fırsat bilerek O'nun övgüsüne nail olmaya
çalışmalıdır.
Bu meyanda Allah Resulü'nün şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Hoşgörü göster ki sana da hoşgörü gösterilsin" [39] O,
başka bir hadisinde de şöyle buyurmaktadır: "İnsanların en hayırlısı,
borcunu en güzel1 eda edendir". [40]
Başka bir hadislerinde ise şöyle buyurduğu haber
verilmiştir: Hakkını iffetli bir şekilde al, tam veya eksik olsun. Böyle yap ki
Allah Teala seni kolay bir hesapla hesaba çeksin". [41]Konuyla
ilgili rivayet edilen bir başka hadis-i şerif de şudur: "Allah Teala
alırken ve satarken hoşgörülü olan, borcunu öderken ve tahsil ederken güzel
davranan kula rahmet etsin"[42]
Yine Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır:
"Alacağını istemek üzere borçlusuna giden kimseye melekler gölge
olurlar". Bir diğer hadis-i şerif de şöyledir: "Her kim sıkıntılı
borçluya mühlet verir veya borcunu affederse, Allah Teala onu kolay bir hesaba
çeker". Bu hadisin başka bir rivayetinde ise şöyle buyrulmaktadır:
"Allah onu hiçbir gölgenin olmadığı günde Arş'mın altında gölgelendirir".
Allah Resulü (sav) şöyle bir hadise anlatmıştır:
"Kendine zulümde aşırı giden bir kul vardı. Kıyamet günü hesaba çekildiği
zaman tek bir hasenesi dahi bulunamadı. Bunun üzerine, 'Sen hiç hayır işledin
mi?' diye soruldu. O da, 'Hayır, ama ben insanlara ödünç para veren biriydim.
Adamlarıma şöyle derdim: Durumu iyi olanlara güzel davranın, sıkışık olanlara
da mühlet verin'. Bunun üzerine Allah Teala şöyle buyurdu: Böyle yapmaya Biz
senden daha la-yığızdır. Ardından onun günahlarını bağışladı."
Konuyla ilgili bir haberde ise şöyle denilmektedir:
Belli bir vade ile borç veren kimse için, o sürenin her günü için bir sadaka
sevabı yazılır. Vadesi gelip de onu uzattığında ise, geçen her gün için borç
miktarı kadar sadaka sevabı yazılır. Bir hadis-i şerifte Allah Resulü'nün (sav)
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim tahsil etmek niyetiyle bir borç
verirse, melekler onun vekili olurla ve tahsil edinceye kadar onu korur ve
esenliği için dua ederler".
Selef-i Salih'ten bazı kimseler, yukarıdaki hadisler
sebebiyle insanlara borç vermek isterlerdi. Bir kısmı da borçluların parayı zamanında
ödemelerini tercih etmezlerdi. Çünkü ertelenen her gün için vaadedilen sadaka
sevabından istifade etmeyi arzu ederlerdi.
Allah Resulü (sav) bir hadisinde şöyle
buyurmuşlardır: "Cennetin kapısı üzerinde şöyle yazılı olduğunu gördüm:
Sadakaya on misli, borca onsekiz misli sevap verilir" [43] Bu
hadisin açıklamasında şöyle denilmiştir: Sadaka, muhtaç olan/olmayan herkese
gidebilir. Ama borç, ancak ihtiyaç ve zaruret sahibine gider. Allah Resulü
(sav) alacağım almak üzere bir borçluya sürekli giden bir adam görmüştü. Eliyle
alacaklıya borcun yarısını affetmesini işaret etti. O da kabul etti. Borçluya
da, 'Kalk ve borcunu öde' dedi. O da yansını ödedi.
Allah Resulü (sav) birinden belli bir vade ile borç
almıştı. Vadesi dolduğunda alacaklı yanına geldi. O anda Allah Resulü'nün
(sav) borcu ödeyecek durumu yoktu. Alacaklısı O'na ağır konuşmaya başladı.
Sahabe onu susturmaya yeltenince, Allah Resulü (sav), 'Bırakın onu, her hak
sahibinin konuşma hakkı vardır1 buyurdu".[44]
Alışveriş tarafları arasında en çok alıcı ile
yardımlaşmak müs-tehap görülmüştür. Borçlanmamn tarafları arasında da, borçluya
yardım etmek müstehaptır. Ancak bu yapılırken, satıcıyla alacaklının
haksızlığa uğramasına da müdahale edilmelidir. Allah Resulü'nün (sav) şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kötü sözlerle sö-vüşenler,
düzeltilirler". Hadiste geçen 'müstebb', sözle birbirlerine ağır konuşan
kimseleri ifade eder. Bunlar arasında zulme uğrayan taraf aşırıya kaçmadıkça,
haksızlık eden tarafa yüklenilir.
Ticari işlemlerde hafif aldanma olabilir. Karşılıklı
rıza bulundukça ticari muameledeki hafif aldanma, onu geçersiz kılmaz. Ancak
kıymet farkı varsa ve aldatma ciheti Öğrenilmişse işlem mekruh olur. Konuyla
ilgili olarak Allah Resulü'nünün de (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Gafili aldatmak haramdır".
Başka bir hadiste de şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Aldatılanın sözü, övülmemiş ve sevaba layık görülmemiştir".Bu,
şu manaya gelir ki, bilerek aldanan kimse, kendi hakkını kendisi kaybeden ve
kendi yanlışını başkasına yükleyen kimsenin şikayet ve sızlanması hoş
görülmemiştir.
Basra Kadısı, devrinin önemli alimlerinden, kendisi
tabiundan babası sahabeden olan İyas b. Muaviye şöyle derdi: Ben aldanıcı
değilim. O bu sözüyle Muhammed b, Sirin'i kasdederdi. Hasan ve Muaviye b. Kurre
de ticarette aldananlardandı. Zübeyr b. Adiyy şöyle derdi: Sahabeden
onsekiziyle görüştüm. İçlerinde biri dahi elindeki parayla et almayı
beceremezdi.
Hasan (ra) hayvanını dörtyüz dirheme satmıştı.
Müşteriden parayı istediği zaman o kendisine, 'Ey Eba Kasım, hoşgörü göster dedi.
O da 'Senden yüz dirhem indirdim' dedi. Müşteri, 'Ey Eba Kasım ihsanda
bulunmaz mısın?' dedi. O, 'Sana yüz dirhem daha bağışladım' dedi. Böylece
hakkından ikiyüz dirhemi bağışlamış olmuştu. Bu hadisenin başka bir
rivayetinde, müşterinin 'ihsanda bulun' ricası üzerine, ikiyüz
dirhem bağışladığı söylenmiştir. Bunun üzerine kendisine, 'Ey Eba Kasım, bu fiyatın
yarısı!' denilince, 'İhsan böyle olur!' demiştir.
Peygamberimizin torunları Hasan (ra), Hüseyin (ra) ve
Selefin bazı seçkin mensupları satın alırken çok titiz davranırlardı. Bununla
beraber mallarından yüklü miktarlarda infakta bulunurlardı. Onlara, 'Satın
alırken, en küçük şeyleri bile araştırırken, yüklü miktarlarda paralan infak
ediyor ve bunu hiç önemsemiyorsunuz, neden böyle?' diye sorulduğunda şöyle
derlerdi: İnfak ve hibe eden lütfü ile verendir. Aldanan ise, aklı kanandır.
Bir diğeri de şöyle demiştir: Kendi akıl ve basiretimi ancak kendim
kandırırım. Aldatıcıya ise bu firsatı vermem. İnfak ettiğimde sırf Allah
rızası için veririm ve O'na hiçbir şeyi çok görmem.
Bu manada birçok söz rivayet edilmiş, birçok fazilet
nakledilmiştir. Burada bunların tamamını vermek gibi bir niyetimiz olmamakla
birlikte göze çarpanları ibret için naklettik.. Bütün bunlar, iyilik ve takva
babına giren, ihsan ve adaletten sayılan hususlardır. Hayırda seferber olma ve
iyilikte yarışmanın özü de budur. Allah Teala, yüce Kitabı'nm birçok yerinde
böyle davranmayı emretmiştir.
Alışverişte dürüst olmak gerekir. Zanaatlar için de
bu geçerlidir. Dürüstlük noktasında alıcı ile satıcı, mamul ile hizmet
eşittir. Alıcı, satıcı ve zanaatkar, ürün veya hizmette varolan kusuru karşı
tarafa bildirmelidir. Zanaatkarın işinde bir kusur varsa, iş sahibinin bilgisi
olmasa da ücretini düşürmelidir. Tarafların satış ve iş konusundaki bilgileri
denk olmalı, birbirlerini güzellikle anmalı-dırlar.
Konuyla ilgili bir rivayette şöyle denilmektedir:
Alışverişin tarafları doğru söyledikleri ve dürüst davrandıkları zaman
alışverişleri bereketli kılınır. Yalan söyledikleri ve dürüst davranmadıkları
zaman ise alışverişlerinin bereketi çekilip alınır. Bir hadislerinde Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Birbirlerine ihanet
etmedikçe, Allah'ın eli ortakların üzerindedir, ihanet ettiklerinde Allah'ın
eli üstlerinden kaldırılır".
Sahabeden bir zat şu hadiseyi nakletmiştir: Allah
Resulü (sav) Cerir'in islam üzere biatini aldıktan sonra, yanından ayrılırken
elbisesinden çekip durdurdu ve ona, müslümanlara karşı dürüst olmasını şart
koştu.[45]
Cerir (ra) bir mal satacağı zaman, kusur ve
ayıplarını gösterdikten sonra şöyle derdi: İster al, ister bırak. Biz de
kendisine, 'Allah sana merhamet etsin, her alışverişinde böyle dersen, hiçbir
şey satamazsın' derdik. O da bize şöyle derdi: Biz Allah Resulü'ne (sav)
müslümanlara karşı dürüst olmak şartıyla biat ettik.
Vasile b. el-Eska' (ra), Küfe pazarında halkın
başında durmuş alışverişlere bakıyordu. Adamın biri, üçyüz dirhem vererek bir
deve satın aldı. Alışveriş, Vasile'nin (ra) dalgınlığına gelmişti. Adam deveyi
alıp gitti. Vasile onun ardından koştu ve adıyla seslendi. Adam sesini duyarak
geri döndü. Vasile, 'Bu deveyi eti için mi yoksa binmek için mi satın aldın?'
diye sordu. Adam da, 'Binmek için' dedi. Vasile, 'Onun hakkında sana açıklama
yapmadık. O deveyi iyi bilirim, onun üzerinde uzun yola gidilmez' dedi.
Bunun üzerine müşteri deveyi geri vermek istedi.
Satıcı da ona yüz dirhem iskontoda bulundu ve Vasile'ye şöyle dedi: Allah sana
merhamet etsin, ahşverimizi ifsad ettin. Vasile de ona şöyle karşılıkta
bulundu: Biz Allah Resulü'ne (sav) şunun üzerine biat ettik: Bir malı
kusurlarım açıklamadan satmak helal olmadığı gibi satılan bir malın kusurunu
bildiği halde onu açıklamamak da helal değildir. Allah sana merhamet etsin,
sen de müslümanlara karşı dürüst olma sorumluluğunu iyi düşün.
Müslümanların alışverişlerde birbirlerine karşı
dürüst davranmaları, günümüzde çoğu kimseye zor gelmektedir. Allah Resulü
(sav) ise, bunu müslümanlığm sıhhat şartlarından biri olarak takdim etmiştir.
O, diğer müslümanlarla dürüstlük üzere biat ederdi. Allah Resulü (sav)
ticarette dürüstlüğü dinin faziletleri arasında zikretmiştir. Takva sahiplerinin,
Allah'a yakınlıkta ulaşabilecekleri nihai sınır yoktur. Çünkü O, şöyle
buyurmuştur: "Din dürüstlüktür".[46] O,
bu sözü üç kez tekrarlamıştır. Halk tabakalarım da bu fazilet noktasında
eşitleyerek şunu ilave etmiştir: "Allah için, Kitabı için, Resulü için,
müslümanlarm imamları için ve avam için".
Allah Resulü'nün (sav) meşhur bir hadislerinde de
şöyle buyurduğu haber verilmiştir: "Kelime-i Tevhid, dünyevi
ticaretlerini uh-revi ticaretlerine tercih etmedikçe Allah Teala'nın gazabını
insanlardan savmaya devam eder".
Bu hadisin değişik rivayetleri vardır. Bunlardan
birinde de şöyle buyurduğu haber verilmektedir: "Dinlerinin selameti için
eksilen dünyalıklarını önemsemedikçe (böyledir). Aksini yaparlarsa, 'Allah'tan
başka ilah yoktur1 dedikleri zaman Allah onlara, *Yalan söylüyorsunuz,
sözünüzde samimi değilsiniz' buyurur". Aynı hadisin başka bir rivayetinde
de, "Kelime-i tevhidleri kendilerine iade edilir" buyrulmuştur.
Özlü ve mücmel bir hadis-i şerifi açıklayan şöyle bir
hadis rivayet edilmiştir: "Her kim ihlasla 'La ilahe illallah' derse,
cennete girer. O'na, 'îhlas nedir?' diye soruldu. O da şöyle buyurdu: 'İman
ifadenizi, Allah Teala'nın haram kıldıklarından korumanızdır".
Meşhur bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kur'an'ın haram saydıklarını helal gören
kimse iman etmiş değildir".13
Tabiundan bir zat şunu anlatmıştır: Bana, 'Şu camiye
gitseniz, orası namaz kılanlarla doludur1 denildi. Camide, 'Onların en hayırlısı
kimdir?' diye bir soru soruldu. Ben de, 'Onlara karşı en dürüst olanıdır"
dedim. Sonra birini göstererek 'İşte cemaatimizin en hayırlısı budur1 dediler.
Ben de, 'Bu adam onların en kötüsü olsa gerek* dedim.
Alışveriş ve zanaatlarda sahtekârlık, müslümanlara
kesin olarak haram kılınmıştır. Bu tür yollara sık sık başvuran kimse, fasık
olarak nitelenmiştir.
Sahtekârlık ve aldatmanın bazı şekilleri şunlardır:
Müşteriye malın güzel taraflarını gösterip diğer kısımlarını gizlemek. Elbiselerin
güzelini gösterip diğerini vermek. Zanaat ehlinin, güzel mamullerini gösterip
müşteriye aksini yapması.
Rivayete göre "Allah Resulü (sav) yolda meyve
satan bir adam görmüştü. Meyvenin görünen kısmı hoşuna gitmişti. Elini, seleye
sokup altını karıştırınca çürükler gördü. Satıcıya, 'Bu nedir?' diye sordu. O
da, *Yağmur vurdu' dedi. Allah Resulü (sav) de, 'Onu üstekoysan da insanlar
aldıkları malı görseler daha iyi olmaz mı?! Aldatan benden değildir!"[47]
Abdullah b. Ebi Rebi'a (ra) da şunu rivayet etmiştir:
Allah Resulü (sav) yolda meyve satan bir adam gördü. Selenin üstü çok güzel
sıralanmıştı. O, bundan kuşkulandı ve elini seleye soktu. Alttaki meyvelerin
yağmur yemiş olduğunu gördü. Adama, 'Bu ne?' diye sordu. Adam da, "Vallahi
ikisi de aynı meyve ey Allah Resulü' dedi. Allah Resulü (sav) de, 'Bunları ayın
ayrı koysan da, insanlar ne aldıklarını bilseler daha iyi olmaz mı? Bizi
aldatan bizden değildir".
Dostlarımızdan biri şunu anlatmıştı: Ayakkabı imalatı
yapan bir usta vardı. Alimlerden birine, ayakkabı imalatında haramdan nasıl
emin olabileceğini sordu. O da kendisine şöyle dedi: Öncelikle deriye güzelce
kes, ikisi de eşit olsunlar. Her ikisinin de yüzleri aynı olsun. Sağ ayak daha
üstün olmasın. Dolgusunu güzel yap. Dikişlerini düzgün ve benzer yap. Diktiğin
ayakkabıları da üst üste koyma.
Tüccar ve zanaat ehli, malları ve mamullerinin en
kötü ve en zayıf noktalarını göstererek müşterinin onu tanımasını sağlamalıdırlar.
Alan da, satan da mal ve hizmetin kusurlarını bilmelidirler. İbni Şirin (ra)
bir keçi satacaktı. Müşteriye, 'Bunun bir kusuru vardır1 dedi. Müşteri kusuru
sorunca şunu söyledi: Yemini ayaklarıyla karıştırıp altüst eder. Hasan b. Salih
de bir cariye satmış ve müşteriye şöyle demişti: Bizde iken bir defa ağzından
kan gelmişti.
Mal ve hizmetlerde, müşteri veya hizmet alan her
türlü incelik ve kusurdanyhaberdâr edilmelidir. Dürüstlük ve ve doğruluğun gereği
budur. Satış ve istihdamda bulunması gereken vera' ve takvanın icabı da budur.
Bu durumda elde edilen kazanç, helal ve temiz kazançlardan biri olur. Müslüman,
bunlarla ilgili bütün haram ve mekruhlardan sakınmalıdır. Selef-i Salih'in ve
onları güzellikle takip eden halefin yolu da budur.
Alışverişte araştırma, takva ehli ve alimlere
danışma, alışveriş yapmak istediği kimseyi tetkik etmesi müstehap görülmüştür.
Haramdan sakınmayan kimselerle ve serveti kuşkulu insanlarla ticari ilişki
kurmak mekruh görülmüştür.
Ibnü'l-Mübarek'in kızkardeşinin oğlu Muhammed b.
Şeybe bir hadise anlatmıştır: İbnü'l-Mübarek'in kölesi ona şöyle bir mektup
göndermişti: Biz burada kralla alışverişi olan kimselerle ticaret ya-;
pıypruz. Bu hususta ne dersiniz? İbnü'l-Mübarek ona şu cevabı gönderdi: Kralla
ve diğerleriyle iş yapan kimseyle ticaret yapabilirsiniz. Sana bir şey
verdiğinde onu alabilirsin. Ancak haram olduğu*, nu kesinlikle bildiğin birşey
vermek isterse, sakın alma. O kimse^ kraldan başka hiç kimseyle ticaret
yapmıyorsa, onunla alışverişte bulunma.
Şeyhlerimizden biri kendi şeyhinden şunu nakletmişti:
İnsanlar öyle bir dönem yaşadılar ki, her hangi biri ticaret yapmak için çarşı
idaresine başvurup 'Sadakat ve vefa ehlinden tavsiye ettiğiniz kim varsa
onunla alışveriş edeyim' diye sorduğunda kendisine şöyle denilirdi: Dilediğin
herkesle ticaret yapabilirsin.
Sonra şöyle bir zaman geldi ki aynı soru sorulduğu
zaman ken* dişine, 'Şu, şu kimse dışında dilediğinle ticaret yapabilirsin'
denilir oldu.
İçinde bulunduğumuz bu devirde ise, bize 'Kimle
ticaret yapmamızı tavsiye edersiniz?' diye sorulduğu zaman şöyle deriz:
Falanın oğlu falanla ticaret yapabilirsin.
İnsanların başına öyle bir zamanın gelmesinden endişe
ederim ki o 'yemin etmeyen, yalan söylemeyen ve sözünde duran falan oğlu
falan'ın da bulunması mümkün olmayacaktır!
Ticari kaygı ile yalan yere yemin etmek, kazancı kirletir.
Denildi ki: Vay haline o tüccarın ki 'Hayır vallahi! Evet vallahi' deyip durur.
Vay haline o ustanın ki, 'Bugün veririm, yarın veririm, yarından sonra' diye
oyalayıp durur.
Ebu Amr eş-Şeybanı, Ebu Hüreyre (ra) kanalıyla Allah
Resu-lü'nden (sav) şu hadisi rivayet etmiştir: "Allah Resulü (sav) buyurdu
ki: Allah Teala Kıyamet günü şu üç kimseye bakmaz: Kibirli kul; Verdiğinden
minnet bekleyen ve sattığı malı (olmayan özellikle övüp) süsleyen".
Müslüman, sattığı malı, yapacağı hizmeti Övmez. Satın
alacağı malı veya alacağı hizmeti kötülemez. Böyle yapması rızkını
arttır-mayacağı gibi, yapmaması da rızkını eksiltmez. Rızkın takdiri konusunda
iman etmesi gereken esas budur. Aksi şekilde davranması, günahlarını
arttırdığı gibi dini duygularını da eksiltir.
Zanaat ehlinin yapması gereken, yaptığı işte
kendisine iş veren kimseye karşı olabildiğince dürüst davranması, onun
maksadının hasıl olması için elinden gelen bütün çabayı
sarfetmesi, işi en sağlam ve en güzel şekilde yapmasıdır. Yaptığı işin kısa zamanda
bozulmasından sakınmalıdır.
Kendisine iş veren kimsenin işin inceliklerini
bilmesi gerekmez. Usta ve esnaf, işlerinde böyle davrandıkları zaman dünyevi ve
uh-revi sorgu ve hesaptan azade olmuş olurlar. Aksi halde yaptıklarından
dolayı hesaba çekileceklerdir. Ticaret ve zanaati iyi bildikleri takdirde, 'İyi
bildiğiniz hususta ne yaptınız?' diye kendilerine sorulacaktır. Bir beldenin
mamur ve istikrarlı olmasını buna bağlıdır.
Dini ilimlere sahip olan kimselere nasıl sorular
somluyorsa, ticaret ve zanaat sahiplerine de sorulmalıdır. Bu hususlar dini
bilgilere vakıf olanlara da sorulabilir. Çünkü onlar, her ne kadar dini
ilimleri iyi biliyorlarsa da, dünya ile ilgili akli ve fenni ilimler hakkında
da bilgi ve derece sahibidirler. Kendileriyle iş yapılacak tüccar ve
zanaatkarlar da bu insanlara sorulabilir. Çünkü bulundukları mevki itibarıyla
onlara düşen bir takım görev ve sorumluluklar mevcuttur.
Güzel bir sözde şöyle denilmektedir: Semtindeki
komşuları, yolculuktaki arkadaşları ve pazarda iş yaptığı kimseler tarafından
övülen kimsenin dürüstlüğü hakkında kuşkuya kapılmayın.
Adamın biri Ömer b. Hattab'ın (ra) yanında şahitlikte
bulunmuştu. Ömer (ra) yanındakilere, 'Bana onu tanıyan birini getirin dedi.
Gelen adam o kişiden övgüyle sözetti. Bunun üzerine Ömer (ra), 'Onun en yakın
komşusu musun? Evine giriş çıkışını iyi büir misin?' dedi. O da, 'Hayır1 dedi.
Ömer (ra), 'Peki adamın ahlakının güzellik veya
çirkinliğini ortaya çıkartacak bir yolculuk ettin mi?' dedi. Adam, 'Hayırdiye
cevapladı.
Ömer (ra), 'Peki vera' ve takvasını gösterecek
dinarın, dirhemin karıştığı ticari bir ilişkin oldu mu?' diye sordu. Adam, yine
'Hayır dedi.
Bunun üzerine Ömer (ra) 'Sanıyorum sen onu mescidde
namaz kılıp Kur'an dinlerken başını sallarken görmüşsün' dedi. Adam da, 'Evet'
dedi. Ömer (ra) de şöyle dedi: Gidebilirsin, sen onu tanımıyorsun! Bir başka
rivayette ise şöyle dediği nakledilmiştir: Bilmediğin bir şey hakkında
konuşuyorsun! Ardından da şahitlik eden kimseye şöyle dediği nakledilmiştir:
Git ve seni tanıyan birini getir!
Selef-i Salih'in tüccarlarının şöyle bir adetleri
vardı: Esnafin iki defteri olurdu. Bunlardan biri meçhul defterdi. Burada ismi
yazılı olanlar, esnafın tanımadığı fakirler ve düşkünlerdi. Yiyecek maddelerini
görüp almak isteyen, ama parası olmayan kimselere istedikleri verilir ve adı
meçhul deftere yazılırdı.
Onlar satıcıya, 'Şundan iki üç kilo ihtiyacım var,
ama param yok derlerdi. Satıcı da, 'Al, elin genişleyince verirsin. Paran
olunca getirirsin derdi. Sonra da adını meçhul deflere kaydederdi. Böyle
yapanlar bile, müslümanların hayırlıları arasında sayılmazdı. Hayırlı
satıcılar, istenilen malı verdikleri halde deftere isim kaydetmeyerek adamı
borçlandırmayanlardı. Böylelikle borçlu hakkında şikayetçi olma hakkından da
feragat etmiş olurlardı. İhtiyaç sahiplerine sırf şunu söylerlerdi: İhtiyacın
olduğu kadar al. Para bulursan, getirirsin. Bulamazsan helalliğim olduğunu bil
ve kalbini ferah tut!
Bu, artık ölmüş bir adettir. Bu güzel sünneti devam
ettirenler, onu diriltmiş olurlar. Öncekiler arasında bu sünneti takip edenler,
müstakil bir kitaba sığmayacak kadar çoktur.
Selef döneminde dürüstlüğün inceliklerini sergileyen,
nefsinin isteklerine karşı durmada aşırı titizlenen, din kadeşleriyle ilişkisinde
olabildiğince cömert ve hoşgörülü davranlar yukarıda anlatılan kesimden çok
daha fazlaydı. Bunları zikretmemizin sebebi; yaptıkları işler hakkında gaflet
denizinde yüzenleri uyarmak ve kaybolan bir sünnetin takipçilerini gün ışığına
çıkartmaktı.
Yukarıda anlattığımız hayırlı esnaf, o günlerin en
hayırlıları da değillerdi. Onlardan da hayırlı olan, mescidliler vardı. Mescid
kurdu abidler, dünyadan uzaklaşmış zahidler fazilet bakımından elbette daha
yukarıda idiler. Bunların bir kısmı da, ticaretlerini bitirdikten sonra pazarda
asla zaman kaybetmeyerek mescidlere dalarlardı.
Selef-i Salih'ten bazıları, öğle namazıyla birlikte
dükkanlarından ayrılarak günün kalan yarısını Rablerine tahsis ederlerdi. Bazıları
ise, ikindi namazından sonra işyerinden ayrılarak günün kalan kısmını ahirete
tahsis ederlerdi.
Kimisi de, o günün ve ailesinin gideri için gereken
miktarı kazandıktan sonra, hangi vakitte olduğuna bakmaksızın dükkanını
kapatarak mescide veya evine giderdi. Kalan vaktini kullukta bulunarak
değerlendirirdi.
Bazıları ise bir Danik (Dirhemin altıda biri) veya
bir kırat kazandıklarında işi bırakırlardı. Bu gibi kimseler, az ile kanaat
eder, dünyalık hakkında zühd gösterir ve hırs beslemezlerdi. Konuyla ilgili
işittiklerim arasında en ilginci şuydu: Büyük fıkıh alimi Ham-mad b. Seleme
(ra), sepet içinde et satar ve iki kuruş kazandıktan sonra sepetini sırtlanıp
pazardan ayrılırdı.
İbrahim b. Yesar şunu nakletmiştir: İbrahim b.
Edhem'e (ra) 'Bugünkü işim, çamurda çalışmak* dediğimde bana şöyle dedi: Ey
İbni Yesar, sen hem arayan, hem de aranan bir zatsın. Kaçırmaman gereken seni
arıyor, sen ise seni kaçırmayacak olam aramaktasın. Çok hırslı olduğu halde
mahrum olan, zayıf olduğu halde rızkı bolca verileni görmedin mi?
Ben de, 'Bakkalda bir 1/6 dirhemim var1 dedim. Bunun
üzerine şöyle dedi: İşte buna dayanamam. Böyle bir paran varken neden iş
arıyorsun?! Selef ustalarından birçoğu yarım gün veya günün üçte ikisinde
çalışır, almterinin karşılığını aldıktan sonra mescide giderlerdi. Bazıları da
haftada bir veya iki gün çalışır, kalan günleri ibadetle geçirirlerdi.
Selef esnafı, günün ilk kısmı ile son kısmını ahiret
ticaretine tahsis ederlerdi. Sadece günün orta kısmında çalışarak dünya ticaretiyle
uğraşırlardı. Rivayete göre melekler, sabah ve akşam vakitlerinde semaya yükselerek
kulun amellerini Allah Teala'ya gösterirler. Eğer her iki vakitte de hayır
varsa, Allah Teala bu ikisi arasında işlenen küçük günahları bağışlar.
Allah Resulü'nün (sav) de şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Gecenin ve gündüzün melekleri fecr vaktinde buluşurlar. Gece
melekleri ayrılarak gündüz melekleri yeryüzüne inerler. İkindi vaktinde ise
gece melekleri inerek gündüz melekleri yukarı çıkarlar. Allah Teala her iki
zümreye de şöyle sorar: Siz ayrılırken kullarını ne haldeydi? Onlar da, bıraktığımızda
da namaz kılıyorlardı, tekrar karşılaştığımızda yine namaz kılıyorlardı. Allah
Teala da bunun üzerine şöyle buyurur: Sizi şahit tutarım ki Ben de onları
bağışladım".
Ali (kv) Küfe pazarında dolaşıyordu. Elinde bir kamçı
vardı ve şöyle diyordu: Ey tüccar topluluğu! Hak üzere alın, hak üzere satın
ki kurtuluşa eresiniz! Kârı az görüp reddetmeyin, yoksa mahrum edilirsiniz.
Hak üzere olup mani olunanın katlarca fazlası batıla gider. Abdurrahman b. Avfa
(ra) 'Zenginliğinin sebebi nedir?' diye so-ruldiquğunda şöyle cevap vermiştir:
Üç husustur: Kârı hiçbir zaman -az görüp de- geri çevirmedim. Benden satın
alınmak istenen hiçbir hayvanın satışını -daha fazlasını umarak- ertelemedim.
Hiçbir zaman aldatıcı satış yapmadım. Denir ki: Abdurrahman b. Avf (ra) bir
keresinde bin deve satmış ve sadece onları bağladıkları iplerden kâr etmişti.
Ardından her ipi bir dirheme satmış ve toplamda iki bin dirhem para
kazanmıştı. Bunlardan da binini kendine almış, diğer binini de infak etmişti.
Vera' ehli, ticari gaye ile deniz yolculuğuna çıkmayı
hoş görmezlerdi. Bu meyanda şöyle denilmiştir: Ticaret için denize açılan kimse,
rızık talebinde aşırıya kaçmış olur.
Allah Resulü'nün (sav) de şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Ancak hac, umre ve cihad için deniz zeferine çıkılır".[48]
Zeyd b. Vehb ise Ömer'den (ra) şunu nakletmiştir:
Yetimlerin mallarıyla ticaret yapın ki yıllık zekâtı onları tüketmesin. Onların
mallarını kârlarla meyvelendirin. Onların mallarıyla hayvan alım satımından
uzak durun. Çünkü hayvanlar telef olabilir. Denizlerin dalgalarından da
sakının. Onların mallarıyla meta türü işlerde ticaret yapın.
Amr b. el-'As (ra) şöyle derdi: Pazara ne ilk giren,
ne de ondan son ayrılan olun! Çünkü şeytan orada yumurtlar ve yavruları da
orada yaşar. Muaz (ra) ve Abdullah b. Ömer'den (ra) şu söz nakledilmiştir:
İblis, oğlu Zelenbur*a şöyle demiştir: Ey Zelenbur! Kitabınla mutlu t)l! Çünkü
pazar yerleri senindir. Oralarda yemini, yalanı, hile ve tuzağı, ihanet ve
ahde vefasızlığı güzel göster. Oraya ilk girenin ve oradan en son ayrılanın
yanında ol.
İbni Ömer (ra) ve İbni Abbas (ra) şunu rivayet
etmişlerdir: Allah Resulü'nün (sav) pazara günün ilk ışıklarıyla girmeyi ve
oradan en son ayrılmayı yasakladığını işittik.
Rızkını arayan ve pazarda ticaret yapan kimseler, bu
güzel sıfatlara sahip olur ve koşulan şartlara uygun davranırlarsa, hal ve makamlarını
muhafaza etmekle kalmaz, Allah Teala'nm yollarındanbirine girmiş olurlar.
Onların bu yoldaki bütün fiil ve eserleri de kendileri için hasenat sayılır.
Yaptıkları ahiret için de kazanç olur.
Kulun bu durumu, ahireti için de kendisine destek ve
ahiretine götüren güzel bir yol olur. Eğer zikredilen şartlara aykırı hareket
eder, ticari hallerinde ilmin gereklerine uymaz, davranışlarında takvadan
ayrılır, mal biriktirme hırs ve sevdasına kapılır, yitirdiği dünyalıklar için
sızlanır ve dünyalıklarını kurtardıklarında dinlerinden kaybettiklerini
umursamaz, kazançlarının kaynağını önemsemez ve nereye harcandığına
bakmazlarsa Allah Teala'ya isyan etmiş ve O'nun hoşgörmediği bir konuma düşmüş
olurlar.
Böyle bir tüccar, Allah Teala'nm gazabına maruz kalır ve yaptıklarıyla O'ndan uzaklaşır. O, ölüme hazırlıksız ve ahirete îmandan uzaktır. Bütün fiil ve eserleri günahtan ibarettir. Bu tür bir ticareti yapmaktansa, terketmek kendisi için daha hayırlıdır. [49]
Alkame (ra), İbni Mesud (ra) kanalıyla şunu rivayet
etmiştir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Her kim müslümanlarm
şehirlerinden birine mal getirir ve günün fiyatıyla satarsa, onun için Allah
katında şehid sevabı vardır. Allah Resulü (sav) bunu söyledikten sonra şu
ayet-i kerimeyi okudu: 'Kimileri Allah'ın lütfundan nasiplerini aramak için yol
tepecek, dünyanın çeşitli yerlerinde dolaşacaklardır. Kimileri de Allah
yolunda cihada çıkarlar1 (Müzzemnıil/20) [50].
Ukbe b. Amir (ra) de Allah Resulü'nden (sav) şunu
işittiğini nakletmiştir: "Alacağı malın bedelim -haksız yere- düşürmeye
çalışan kimse cennete giremez".16 Ebu Salih, Ebu Hüreyre (ra) kanalıyla
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet edilmiştir: "Her kim
alışverişten pişman olanı rahatlatırsa, Allah Teala da Kıyamet günü onu
rahatlatır".
Hişam b. Urve (ra) de Muaviye'ye (ra) şunu
nakletmiştir: Cür-hüm kabilesine mensup yaşlı bir adam kendisine yalan
durmuştu. Onu yanına çağırttı ve, 'Kimlerdensin?' diye sordu. O da,
'Cür-hüm'den' dedi. Hişam, 'Kaç yaşındasın?' diye sorunca, 'Üçyüz elli' dedi.
Hişam kendisine şunu sordu: Söyle bana malın en faziletlisihangisidir? Adam şu
cevabı verdi: Ses çıkan (meskun) bir beldede, kendi kendine geçinip başkasına
muhtaç olmayan bir hane. Hişam, 'Sonra hangisidir?' diye sordu. O da, 'Karnında
bir tayı olan kısrak' dedi. Hişam, 'Peki deve ve davarı niçin söylemiyorsun?'
diye sorunca, 'Onlar sana değil, bizzat ilgilenecek kimseye yarar* dedi.
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Müslümanın
malının hayırlısı aşılı hurma ve birçok hamile attır". Hadisteki Wmure'
kelimesinin 'çok' anlamına geldiğinin delili de şu ayet-i kerimedir:
"Herhangi bir beldeyi imha etmek istediğimizde oranın şımarıklarım arttırırız".
(İsra/16) Araplar 'Emera el-kavmü' denildiği zaman, kavmin nüfus bakımından
çoğaldığını anlarlardı.
Abdullah b. Ahmed'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Muavi-ye'nin (ra) hazinesinden üçyüz bin dinar almıştım. Şu anda ise elimde un,
davar sürüsü ve ev eşyasından başka bir şey kalmadı. Bundan çok endişelendim ve
Kabul Ahbar'la görüştüm. Ona, durumu bildirdim. O da bana 'Hurma hakkında ne
düşünürsün? Onu Allah'ın Kitabı'nda da görüyoruz. Hurmalar, evlerde yiyecek, çamurlarda
direk gibidir.
Bence, malların en hayırlısı hurmadır. Onun satıcısı
övülmüş, müşterisi de rızıklanmıştır. Onu satan ve emsal fiyatı koymayan kimse,
şiddetlenen rüzgarın savurduğu düz kayanın üzerindeki kül gibidir* dedi. Ben de
endişelerimi hurmayla giderebileceğimi düşündüm ve hurma satın aldım.
Mervan b. el-Hakem, Vehb b. el-Esved'e, insanlığın ne
olduğunu sormuş, o da şu cevabı vermişti: Anababaya iyilik ve rnalı temiz
tutmak. Abdülkuddüs b Abdüsselam şunu rivayet etmiştir: İbrahim b. Edhem (ra),
Ibad b. Kesir'e (ra) bir mektup yazarak şöyle demişti: Tavafinı, sa'yini ve
haccını Allah yolunda cihad eden bir mücahidin bir öğün uykusu gibi kıl.
O da İbrahim'e (ra) şöyle karşılıkta bulundu: Sen de
korumanı, nöbetini ve savaşını ailesinin geçimini helalinden kazanmaya çalışan
kişinin bir öğünlük uykusu gibi kıl.
Abbas'tan şu bilgi nakledilmiştir: Ahmed b. Sevr'in
şunu söylediğini işittim: Bir adam İbrahim b. Edhem'i hurma gölgesine tevdi etmiş
ve 'Ey Eba İshak bana Öğüt ver!' demişti. O da adama şöyle dedi: Arttır ve saf
kıl! Ne haccı umreyle tamamlayan hacı, ne nöbet bekleyen mücahid ve ne de
geceyi ibadetle geçiren oruçlu bize göre insanlara muhtaç olmaktan kurtulmaya
çalışandan daha üstündür!
Lokman (as) oğluna verdiği öğütlerden birinde şöyle
demiştir: Ey oğulcuğum! Dünyadan yetecek kadarım al ve onu tamamıyla reddetme!
Aksi halde insanlara muhtaç olursun.
Şazan'dan da şu nakledilmiştir: Hasan b. el-Hayy'a
geçim yolları hakkında soru sormuştum. Bana şöyle karşılık verdi: Bunun için
kafa yorarsan Fırat'ın suyu sana haram olsun! Helal nzık peşinde koşmak,
düşmanın hücumunu göğüslemekten daha zordur!
Heysem b. el-Cemil de Îbnü'l-Mübarek'in (ra) şöyle
dediğini nakletmiştir: İster kara, ister deniz hangi yola çıkarsan çık yeter ki
insanlara muhtaç olmaktan kurtul! Heysem bu söz üzerine şöyle demiştir:
Herhangi birinden bana ulaşan içime öyle düşerdi ki, ancak ona muhtaç
olmadığımı hatırladığımda içimdeki yük hafiflerdi.
Hammad b. Zeyd'den şu bilgi nakledilmiştir: Eyyub
dedi ki: İçinde kısmi kusur da bulunsa bileğimin hakkıyla kazandığım, insanlara
muhtaç olmamdan daha güzeldir. îbni Ebi'd-Dünya oa Ömer b. Abdullah'ın şu
beytini okumuştur:
Dağların doruklarından kaya taşımak, Halkın
minnetinden daha hafif gelir bana. Varsın halk 'Ne kadar da yüz kızartıcı bir
iş! desin, 'Esas yüz kızartan, dilenmenin zilletidir'derim.
Musa b. Tarif şu hadiseyi anlatmıştır: İbrahim b.
Edhem (ra) deniz yolculuğuna çıkmıştı. Yolda şiddetli bir fırtınaya yakalanmış,
batma tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardı. İşte o anda gemideki-ler, 'Ey Eba
Kasım! İçinde bulunduğumuz zorluğu görmüyor musun?' dediler. O da, 'Bu mu
zorluk?' dedi. Onlar da, 'Bu değilse nedir?' diye sordular. O şu karşılığı
verdi: İnsanlara muhtaç olmak!
Bir alim, ediblerden birinin şu beyitlerini okumuştu:
Delikanlının ölmesi, daha hayırlıdır ona edilen
cimrilikten, Cimrilik de daha hayırlıdır, bir cimriden dilenmekten. Yüzsuyuna
asla değer biçme, Hiçbir mahlukla da görüşme zelil bir suratla.
Bir zamanlar dilenenden sakın isteme bir şey,
Fakirlik daha hayırlıdır, dilenenden istemekten.
Şeyhlerden biri de şöyle bir beyit okumuştu:
Afetleri sayarsan en kötüsüdür cimrilik,
Ondan da kötüsü oyalama ve verilen boş sözdür.
Yalansa eğer yoktur hiçbir değeri verilen sözün,
Yoktur asla hayırı fiiliyatı olmayan boş sözün.
Bir diğeri de şöyle demişti:
Eğer zorundaysan yemeye,
Olma yemek isteyen gibi.
Zira gerçekten yemek isteyen,
O kimsedir ki açlığı hatırladığında yemek yemeyen.
Bir diğer arif de şöyle bir beyti okumuştur:
Yılan karşısında akılsızlık eden Havva (as),
Daha akılsız değildi, dilenciden zenginlik
bekleyenden.
Zeyd b. Eşlem şöyle bir hadise anlatmıştır: Muhammed
b. Mes-leme arazisinde hurma dikerken Ömer b. Hattab (ra) yanına geldi ve 'Ne
yapıyorsun ey Muhammed?' dedi. O da, 'Gördüğünü' dedi. Bunun üzerine Ömer (ra),
'Doğru yapıyorsun, insanlara muhtaç olmaktan kurtul, böylesi dinin için daha
sağlam, insanlar arasında da değerini arttırıcıdır1 dedi. Kardeşiniz de
İbnül-Hallac'a şöyle dememiş miydi?
Bağdat'ı imar etmeye devam edeceğim, Çünkü canlara
canan gelen, serveti olandır.
İbni Mesud'un (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Bir dirhem için dahi olsa iyi pazarlık et. Çünkü aldatılan, ne övülmüş, ne de
ecir kazanmıştır.
Süfyan-ı Sevri (ra) de şöyle demiştir: Bir dostunuza
'İhsanda bulun' dediğinizde, eğer o ihsanda bulunuyorsa, bu bir sadakadır.
Abdullah b. Abdurrahman da şöyle bir hadise nakletmişti:
İbrahim b. Edhem (ra) ve yarenleri Ramazan ayında bir
mescid-de idiler. İmam selam verdiği zaman adamın biri kalktı ve bir şeyistedi.
O da vermedi. O esnada İbrahim'in (ra) dostları sofrayı kurmuşlardı. Ona, 'Ey
Eba İshak, şu adamcağızı da çağıralım mı?' diye sordular. İbrahim (ra) 'Hayır,
çağırmayın' dedi.
Adam o geceyi yemek yemeden geçirdi. Ertesi gün
İbrahim'in (ra) dostlarından biri mescide geldiğinde ona şöyle dedi: Ey Eba İshak,
dün dilenen şahsı rüyamda gördüm. Başının üstünde bir odun bağı vardı. İbrahim
b. Edhem (ra) dedi ki: Bilir misiniz neden 'onu çağırmayın' dedim? Çünkü
kalbimden neden daha önce bizden istekte bulunmadığı geçti. Ben de bu yüzden
onu çağırarak, yemeğinize dayanmasını istemedim.
Adamın biri İbrahim b. Edhem'e (ra) 'Nasıl
sabahladın?' diye sormuştu. O da şu karşılığı verdi: Sıkıntımı benden başkası
çekmediği için hayırla sabahladım.
Musa b. Tarifden de şu hadise nakledilmiştir: İbrahim
b. Ed^ hem biriyle bir iş yaptığı zaman fiyatta pazarlık etmezdi. Yusuf b:
Said'den ise şu nakledilmiştir: Adamın biri Ali b. Bekar'a şöyle bir soru
sormuştu: Başı Öne eğip istemek mi, yoksa yerlerden birşeyler toplamak mı,
hangisi daha hayırlıdır? O da şu cevabı verdi: Yerlerden bir şeyler toplamakta
bir çok hayır mevcuttur.
Süleyman el-Hawas (ra) orada burada bir şeyler
toplardı. İbrahim b. Edhem (ra) ise ücret karşılığında çalışırdı. Huzeyfe (ra)
süt sağardı. Ebu Amr b. el-Ala şunu nakletmiştir: Hasan el-Basri (ra) şöyle
demişti: Pazarlar, Allah Teala'nm sofralarıdır. Oralara gidenler, nasiplerini
alırlar.
Hasan b. Dinar, Katade'den şunu rivayet etmiştir:
Tevrat'ta şöyle yazılıdır: Kork ki koranabil, iste ki verilen ol, ara ki bulan
olî incil'de de şöyle yazılıdır: Ey Adem oğlu, sabırlı ol ki sana da sabır
gösterilsin!
Ebu'-Hulde, Ebul-Aliye'den şunu aktarmıştır: Bir şey
satın aldığınızda, en iyisini almaya çalışın. Ebu't-Tufeyl ise şunu
anlatmıştır: Enes b. Malik'in (ra) yanında idim. Kendisine 'Deccal çıktı
denildi. O da, 'Bir boyacımn uydurmasıdır7 dedi. Yahya b. Yeman, Bessam
es-Sayrafî kanalıyla İkrime'nin şu sözünü nakletmiştir: Sarraflıkla
uğraşanların cehennem ehlinden olduklarına şahitlik ederim.
Abdülhamid b. Mahmud'dan şöyle bir hadise
nakledilmiştir: Bir gün ibni Abbas'm (ra) yanında idim. Adamın biri geldi ve
başından geçen şu olayı anlattı: Bir toplulukla beraber hacca gidiyorduk. Safah
mevkiinde arkadaşlarımızdan biri vefat etti. Onun için bir mezar kazdık. Ama
kazdığımız çukur bir anda kara yılanlarla doldu. Biz de başka bir çukur kazdık.
Yılanlar onu da doldurdu. Bir çukur daha kazdık, onu da yılanlar doldurdu. Ne
yapacağımızı şaşırdık ve sana geldik Ne yapmamızı tavsiye edersin?
îbni Abbas (ra), 'Bu, onun hayatta iken yaptığı
işiydi' dedi. Başka bir rivayette ise şöyle dediği nakledilmiştir: 'Bu, onun
hayatta iken yaptığı sahtekarlık ve hilekarlığın tecellisidir. Gidin ve çukurlardan
birine defnedin. Allah'a yemin olsun ki yeryüzünün tamamını kazsanız, aynı
şeyin olduğunu görürsünüz!'
Adam, hadisenin devamında şunları anlatmıştır: Arkadaşımızı,
çukurlardan birine gömdük. Hac seferimizi tamaladığımızda onun hanımına gittik
ve hayatta iken ne yaptığını sorduk. O da, kocasının yemek işi yaptığını, her
gün evde hazırlanan yiyeceği çarşıdan aldığı arpa samanryla karıştırdıktan
sonra pazar yerinde sattığını söyledi.
Haccac, Ebu Cafer Muhammed b. Ali'den şunu
nakletmiştir: Ali (kv), çamaşırcı, terzi ve boyacı esnafından halkın mallarını
iyi muhafaza etmeleri üzere güvence alırdı. Hişam b. Ammar'dan nakledildi ki:
Malik b. Enes'e (ra) yarım dirhem, bir buçuk dirhem veya iki dirhem
karşılığında dokumak üzere ustaya elbise siparişi verilmesinin hükmü
sorulmuştu. O da, bunun sağlıksız bir şart olduğunu söylemiş, ustaya emsal
ücretin verilmesi gerektiğini ve anlaşmaya uymaması halinde ise tazminat talep
edilebileceğini ifade etmiştir.
Ahmed b. Hasan el-Makırri'den nakledildi ki: Benim de
bulunduğum bir mecliste Ebu Bekir el-Mervezi'ye iki buçuk, üç buçuk ya da daha
fazla ücret karşılığı giysi dokuyan kimsenin durumu sorulmuştu. O, 'Biz, sipariş
veren olarak rıza gösterdikten sonra mahzuru yoktur1 dedi. Ben, 'Peki yarım
veya bir buçuk dirheme dokursa' diye sordum. Yine, 'Mahzuru olmaz* dedi. Bu
mesele, Ahmed b. Hanbel'e sorulduğunda, o da mahzuru olmadığını söylemiştir.
Ebu Davud'dan şöyle nakledilmiştir: Ahmed b.
Hanbel'e, üçte bir veya dörtte bir karşılığında dokumacıya ip vermenin hükmü sorulduğunda
mahzuru olmadığını söylemiş, ardından şunu ilave etmiştir: Bunun en güzel
misali mudârebedir. Bu hususta Cübeyr'in başından geçenler, toprağın
hiçbir mahsul vermemesi ve mudari-bin kâr etmemesi gibi neticelerin tamamı
benim için karinedir.
İbni Vehb, Cuma günü namaz vaktinde yapılan ticaretle
ilgili şunu nakletmiştir: İmam Malik (ra), Cuma namazı için ezan okunduktan
sonra yapılan alışveriş hakkında şöyle demiştir: Bu alışveriş feshedilir.
Kendisine, Teki namaz vaktinde ticari muamelede bulunan ve namaza gitmeyen
kimsenin durumu nedir?' diye sorulduğunda ise şöyle demiştir: O, çok kötü bir
iş yapmıştır! Derhal Rabbi'nden bağışlanma dilemelidir. Aynı fiil hakkında
Rebia ise 'Açık bir zulüm ve kötülükte bulunmuştur' yorumunu yapmıştır. İmam
Malik (ra) bu konuda şöyle bir hüküm vermiştir: Cuma günü imam namazı
bitirinceye kadar ticaret yapmak haramdır.
Ebu Davud şunu nakletmiştir: İmam Ahmed b. HanbeFin
taklit (=kalb) veya sürmelenmiş metal para ile alışveriş ve muameleyi defalarca
mekruh saydığını gördüm. Yine o şöyle demiştir: İshak b. Raheveyh'e, taklit
para harcamanın hükmünü sorduğumda, Mahzur yoktur1 dedi. Abdülvehhab b.
el-Verrak da şöyle demiştir: Bişr*e, kalp para ile muamelede bulunmanın hükmünü
sorduğumda, bana 'Ondan dolayı affedilmeyi iste* dedi. Aynı soruyu Süfyan-ı
Sevri'ye sorduğumda, 'Haramdır1 dedi.
Hasan el-Hayyat ise Bişr b. el-Hars'la ilgili olarak
şunu nakletmiştir: Komşularından biri ona şöyle demişti: Titiz bir dokumacıya,
'ipler benden dokuması senden' şartı üzere dokuması için bir sarık sipariş
ettim. Bişr bunu ikrar etmiştir.
Bişr-Fudayl b. Iyaz-Leys kanalıyla Mücahid'den şu
rivayet nakledilmiştir: Meryem (as) oğlu İsa'yı (as) kaybetmişti. Onu ararken
yolun kenarında oturmuş müşteri bekleyen dokumacılarla karşılaştı. Onlara,
gideceği yere nasıl gidebileceğini sordu. Onlar da kendisine başka bir yol
tarif ettiler. Meryem (as) dokumacıların söylediği yola girerek kayboldu. Bunun
üzerine dokumacılara çok kızdı ve Rabbi'ne şöyle dua etti: Allahım! Onların
kazançlarına bereket nasip etme ve onları yoksul olarak vefat ettir! Onları
halk nazarında hakir kıl! Bişr (ra) der ki: Sanırım Allah Teala onun bu duasını
kabul ettiği için, dokumacıların hali bu şekildedir.
Ebu Abdurrahman el-Ceyli, Ebu Eyyub el-Ensari'nin
(ra) Allah Resulü'nden (sav) şunu naklettiğini rivayet etmiştir: "Allah
Teala,alıverişte baba ile oğul arasında farklı (muamele eden) kimseyi Kki yamet
günü sevdiklerinden ayıracaktır". >i
Süfyan, Mansur vasıtasıyla Musa b. Abdullah'tan şunu
rivayet etmiştir: Musa'nın babası, kölelerinden birini dört bin dinar serma-r
ye vererek ticaret yapması için İsfahan'a göndermişti. Sermaye1 orada dört
misline ulaşarak onaltı bin dinara ulaştı. Bir süre sonra kölenin öldüğünü
duydu. Parasını almak üzere İsfahan'a gittik ğinde kölesinin faiz ticaretine
bulaştığını işitti. Bunun üzerine dört bin dinarını alıp kalanı bıraktı ve
döndü.
Ebu Bekir el-Mervezi'den nakledildi ki: Ebu
Abdullah'a, faizle para kazanan birinin yemeğinin yenilip yenilmeyeceğini sorduğumda,
bana yenilmeyeceğini söyledi. Ayrıca Ebu Abdullah'ın şöyle dediğini de
işittim: Faizle iş yapan kimse, temizlenmek istediğinde anaparasını alır,
kalan parayı -sahiplerini biliyorsa- onlara iade eder, bilmiyorsa sadaka olarak
dağıtır.
Rebia b. Yezid, Atiyye es-Sa'di (ra) kanalıyla Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kul, sakıncası
olabilir diyerek sakıncalı olmayanları dahi almayı terketmedikçe takva sahiplerinden
olmayı başaramaz". Abbas b. Celid de, İbnü'd-Der-da'nın (ra) şöyle
dediğini nakletmiştir: Takvanın kemale ermesinin işareti; zerre ağırlığı malda
dahi Allah'tan korkması, hatta helal olarak gördüğü şeylerin bir kısmını da,
haramla arasında perde olmasa düşüncesiyle almamasıdır.
Ebu Bekir el-Mervezi şunu nakletmiştir: Ebu
Abdullah'a, cebinde içlerinden biri haram olan üç dirhem bulunan ve hangisinin
haram olduğunu bilmeyen adamın durumunu sorduğumda bana şu cevabı verdi:
Dirhemlerden hangisinin haram olduğunu öğreninceye kadar onlarla bir şey alıp
yememelidir.
Ebu Abdullah, bu meselede Adiy b. Hatem'den (ra)
nakledilen şu hadise dayanmaktaydı: Adiy (ra) Allah Resulü'ne şunu sormuştu:
Avın peşinden köpeğimi gönderdiğimde köpeğim yanında başka bir köpekle gelirse
ne yapayım? Allah Resulü (sav) de şöyle buyurmuştu: Avı hangisinin öldürdüğünü
öğreninceye kadar o avı yeme. Ebu Abdullah'a kendisine sıhhatli dirhem verildiği
halde onları tekrar kalıba döken kimsenin durumunu sorduğumda ise şöyle demişti:
Bu meselede Allah Resulü (sav) ve ashabından nakledilen açık bir
yasak vardır. Ben de dirhemlerin kırılmasını ve parçalara ayrılmasını mekruh
görürüm. Kendisine şunu sordum: Kalıba dökmem için bir dinar verilse ne yapmam
gerekir?
Şu cevabı verdi: Önce o dinarla dirhem alırsın, sonra
o dirhemlerin aldığı kadar altın alırsın. Eğer aldığın dirhemler, ganimet malı
ve sahibi de onların aynı olmasını isterse o zaman eşit ölçüde olmalarına
dikkat edersin. Böylelikle hepsi aynı emsal olurlar.
Ebu Abdullah, Alkame b. Abdullah'ın babası
vasıtasıyla Allah Resulü'nün (sav) şu uygulamasını rivayet etmiştir: O,
sakıncası olmadıkça müslümanlar arasında geçerli olan bir sikkeyi kırmayı yasaklamıştı
[51] Ebu
Abdullah, buradaki sakıncayı, dirhemler arasındaki farklılık olarak tefsir
etmiştir. Farklılık, insanlardan bir kısmının 'iyi' diğerlerinin de 'kötü'
dediği dirhemlerde olur. Bu şekildeki dirhemler kırılabilir.
Ebu Abdullah'a, ücret karşılığı çalışıp mescidde
oturan kimsenin hükmünü sormuştum. Bana şöyle dedi: Terzi ve benzeri zanaat
ehlinin mescidde oturmalarından hoşlanmam. Çünkü mescidler, Allah Teala'nm
isminin zikredilmesi için bina edilmişlerdir. Oralarda alışveriş mekruhtur.
Yine ona, ip eğiren birinin, muhtemelen yağmur
sebebiyle mezarlığa gidip oradaki kubbelerden birinin altına sığınarak orada
çalışmasının hükmünü sordum. Bana, mezarlığın ahiret yurdunun bir parçası
olduğunu ve orada çalışmanın da mekruh olduğunu söyledi.
Ebu Abdullah'a un alırken bir ölçeğin üstüne 4.370
kilogram ilave etmenin hükmünü sorduğumda ise şunu söylemiştir: Bu kötüdür ve
insanların aldatılmaması gereken bir miktardır. 'Peki kilo ve daha altının
hükmü nedir?' diye sorduğumda, bu miktarlarda insanların karşılıklı
aldanabileceğini söyledi.
Ebu Abdullah'a yastık ve yataklarda dolgu için
kullanılan samanın durumuyla ilgili olarak şunu sorduk: Tüccar için dikilen
yastık ve yatakların onlar tarafından içindeki samanın kalitesi bil-dirilmeksizin
satılmasının hükmü nedir? Şöyle cevap verdi: Tüccar, kendisine güvendiği
kimseler dışındakiler için bu işi açık olarak yaptırmalıdır.
Ebu Abdullah'a, kendi giyimim için satın aldığım bir
elbiseyi kâr gayesiyle satıp satamayacağımı sorduğumda 'Hayır* dedi ve ilave
etti: Eğer onu pahalı satacaksan, giydiğini belirtmen gerekir. Aksi halde,
kullanılmış giysi pazarında satarsın. Yine ona, gümüş destinin satış hükmünü
sorduğumda, desti kırılmadıkça satılamayacağım söyledi. İpeğin satılamayacağını
da o söylemişti.
Ümeyye b. Huld dedi ki: Yunus b. Ubeyd bir mal
alacağı zaman, Sus şehrindeki vekiline bildirerek belli bir malın istendiğini
ve onun kimden alınabileceğini öğrenmesini talep ederdi.
el-Mervezi'den şu söz nakledilmiştir: Ebu Abdullah'a cevizi
saçmanın hükmünü sordum. Bunun mekruh olduğunu söyleyerek cevizin çocuklara
taksim edilerek verilmesini tavsiye etti. Bir defasında yine Ebu Abdullah'ın
evine gitmiştim. Oğlu bir maharet gösterdi ve çocuklara vermek üzere aldığı
cevizi onlara paylaştırarak dağıttı. Onların üzerine saçmayı hoş görmeyerek
şöyle dedi: Bu, yağmalama gibi olur.
Ebu Abdullah, İbnü'l-Mübarek'in bazı meselelerle
ilgili görüşlerini zikrettikten sonra şöyle demişti: Bu meseleler arasında
biri vardır ki çok ilginçtir. Bu mesele şöyle gündeme gelmişti:
îbnü'l-Mübarek'e, vurduğu kuş, başka bir şahsın arazisine düşen kimseyle
ilgili şu soru sorulmuştu. Av, onun mu, yoksa düştüğü arazinin sahiplerinin mi
hakkı olur? Îbnül-Mübarek, bu soruyu 'Bilmiyorum* diye cevaplamıştı. Aynı
soru, Ebu Abdullah'a da sorularak 'Bu meselede sen ne diyorsun?* denildi. Ebu
Abdullah, 'Bu, gayet ince bir mesele, bununla ilgili herhangi bir nakil
bilmiyorum' cevabım verdi.
Bir defasında Ebu Abdullah'a şunu nakletmiştik: İsa
b. Abdül-fettah dedi ki: Bişr b. el-Hars'a (ra) şüpheli bir konuda anne-baba-ya
itaat etmenin hükmünü sordum. Bunun çok ağır olduğunu söyledi. Ebu Abdullah'a
dedim ki: Şüpheli konuda da anne-babaya itaat sözkonusudur. Ardından dedi ki:
Bunu Muhammed b. Mukatil'e söylediğimde, şu karşılığı verdi: Ben de aynı
fikirdeyim. Bişr b. el-Hars da, onun söylediğini ikrar etmiştir. Ebu Abdullah
bunun ardından şöyle demiştir: Anne-babayla hoş geçinmek ne kadar da güzeldir!
O, başka bir zaman da şöyle demişti: Günah, kalplere nasıl da nüfuz etmiş!
el-Mervezi şunu anlatmıştır: Bir defasında, adamın
birini Ebu Abdullah'ın meclisine götürdüm. Adam, 'Kardeşlerim şüpheli yollardan
kazanç elde eden kişiler. Annem, onların getirdiklerini pişirip bizi yemeğe
çağırmış, biz de o yemekten topluca yemiş olabiliriz. Bunun hükmü nedir?' diye
sordu. Ebu Abdullah şu cevabı verdi: Bu, Bişr'in konuşması gereken bir
konudur. Senin içinse, Allah Teala'mn gazabına uğramamanızı niyaz ettiğim bir
noktadır. Ebu'l-Hasan Abdülvehhab'a git ve ona da sor.
Adam, ona giderek, 'Bu hususta bildiğin bir şeyse
varsa bana bildir1 dedi. O da Hasan'ın şu sözünü aktardı: Kişi, cihada gitmek
için annesinden izin ister ve annesi kendisine izin verdiği halde, gönlünden
kalmasını istediğini hissederse cihada gitmeyerek annesinin yanında
kalmalıdır. Ebu Abdullah'tan şunu işitmiştim: Annesi hayatta olan birinin ilim
talep etmek üzere sefere gitmek için ondan izin istemesinin hükmünü sorduğunda
şu cevabı verdi: Eğer o kimse, nasıl abdest alacağını ve nasıl namaz kılacağını
bilmeyecek derecede cahil ise, ilim talebinde bulunması onun için daha öncelikli
bir farzdır.
Bunları biliyorsa, annesinin yanında kalması kendisi
için daha
elzem bir farizadır.
Ben de kendisine şunu sordum: Bir münkeri gördüğü
halde onu değiştirecek ilmi kuvveti yoksa, o zaman ne yapar? Şu karşılığı verdi:
Anne-babasmdan izin ister, eğer verirlerse ilim talebi için yola
çıkabilir.
Ebu'r-Rebi es-Suii'den şu hadise nakledilmiştir:
Basra'da Süf-yan-ı Sevri'nin (ra) meclisine gittim. Ona, 'Ey Eba Abdullah, ben
muhtesiplerle (=fiyatları ve islami kuralların uygulanışını kontrol eden
görevliler) beraber kadın gibi davranan erkekleri basıyoruz. Kimi zaman da
onların evlerine, duvarlarından tırmanarak giriyoruz. Bunun hükmü nedir?'
dedim.
'Evlerinde kapı yok mu?' diye sordu. 'Evet var, ama
kaçmalarını önlemek için böyle yapıyoruz' dediğimde davranışımızı çok çirkin
buldu ve beni ayıplayarak 'Bunu kim içeri aldı?' diye sordu. Ben de, 'Sırf
derdime derman olacak bir tabip için geldim' dedim. Bunun üzerine şöyle dedi:
Kendimiz hasta olduğumuz halde tabip olarak anıldığımız için helak olduk!
Ardından da şunu ekledi:
İyiliği emredip kötülükten sakındıran kimse, şu üç
hasleti taşımalıdır: Sakındırdığında yumuşak, emrettiğinde adaletli, sakındırdığında
adaletli, emrettiğinde bilgili ve sakındırdığında bilgili olmak.
Ahmed b. Muhammed b. Haccac'ın şöyle dediği
nakledilmiştir: Bir defasında Süfyan-ı Sevri'ye (ra) şunu sordum: Pazarı
dolaşırken davul görürsem kırıyorum, ne dersin? 'Gücün yetiyorsa kırabilirsin'
dedi. 'Ölü yıkamak için davet edildiğimde davul çaldığını işitirsem ne yapmam
gerekir?' diye sorduğumda ise şöyle dedi: Gücün yeterse onu kır, aksi halde
oradan ayni.
Tambur kırmanın hükmünü sorduğumda, kırılabileceğini
söyledi. 'Saklanmış tambur için ne yapmam gerekir?' diye sorduğumda ise, 'Eğer
senden gizlenmişse kırma' dedi. 'Sokakta kölenin elinde bulunan küçük bir
tambur gördüğümde ne yapmam gerekir?' diye sorduğumda ise, 'Eğer açıkta ise onu
da kırabilirsin' dedi.
Süfyan-ı Sevri'ye (ra) nergis suyu satanlara karşı ne
yapmam gerektiğini sordum. Şöyle dedi: Nergis suyundan civa yapıldığını
söylüyorlar. Teki sırf meyhane sahipleri satın alıyorsa, o zaman ne yapmak
gerekir?' diye sorduğumda şu karşılığı verdi: Satıcıya bu husus sorulur, eğer
öyle ise, pazarda sattırılmaz.
Adamın biri ona şöyle bir husus arzetmişti: Babam,
pazarda her türlü kimseyle alışveriş yapıyor. Hatta sizin muameleyi mekruh
gördüğünüz kimselerle dahi ticari muamelede bulunuyor, ne dersiniz? Şu cevabı
verdi: Servetinin kârı kadar olan mikdan bırakılır. 'Peki alacağı ve borcu
varsa, ne yapmak gerekir?' diye sorulduğunda şöyle dedi: Alacağı alınıp
borçlusuna verilir. 'Böyle davranılma-sını uygun görür müsünüz?' diye
sorduğumda şöyle karşılık verdi: Sen de onu borcunu ödemekle yetinmiş halde
bırakırsın.
Ebu Abdullah'a, gidişatını beğenmediğim bir yakınımın
kendisi için bir giysi veya yün satın almamı istediğini, bu durumda ne yapmam
gerektiğini sordum. Bana şöyle dedi: Öyle biri ise ona yardım etme ve onun için
hiçbir şey satın alma. Ancak annen emrederse yapabilirsin. Çünkü böyle bir
alışveriş, anneni Öfkelendirmenden daha hafif bir kusurdur.
Bir defasında Ebu Abdullah'a şu husus sorulmuştu:
Faiz ticareti yapan bir baba, alacağını tahsil için oğlunu gönderse, oğlunun
ne
yapması gerekir? Ebu Abdullah şöyle dedi: Tahsilata gitmemeli ve
babasına şöyle demelidir: Siz tevbe edinceye kadar oraya gitmeyeceğim.
Ebu Abdullah'a, hadis ravilerinden birini anmıştım.
'Allah Te-ala ona rahmet etsin, bir huyu dışında çok değerli adamdı!' dedi.
Ardından da, İnsanın bütün huyları kamil olmayabilir' dedi. Kendisine, Teki
onun bir hasenesi olsun yok mudur?' diye sorduğumda, 'Elbette vardır, ben bile
kendisinden hadis yazmıştım. Ama güzel olmayan bir huyu da vardı' dedi. 'Ne gibi?'
diye sordum. Şu cevabı verdi: Hadisi, kimden aldığını pek önemsemezdi.
Bir keresinde Ebu Abdullah'ın Bişr b. el-Hars'ı
anarak şöyle dediğini işittim: Allah Teala ona rahmet etsin. Onda ünsiyet,
zikir ve büyük bir vera mevcuttu. O, kendisine sorulan hususlarla ilgili olarak
çoğu zaman, 'Böyle bir soru ancak Bişr'e sorulur, bu Bişr*in konuşması gereken
bir noktadır, bu konuda konuşmak bana düşmez' derdi. Bir defasında Ebu
Abdullah'a eski elbiselerle dolaşan fakir bir adamdan söz etmiş ve, 'Ne kadar da
ilme muhtaç biri' demiştim. Bana şöyle dedi: Fakirliğine ve ilimden uzak
oluşuna karşı gösterdiği sabırdan dolayı onun hakkında böyle konuşma. Ben
yatağa her girişimde onu hatırlarım. O ve onun gibiler, bizden daha hayırlıdır.
Süfyan-ı Sevri'ye şöyle bir hadise nakletmiş tim:
İbnü'1-Müba-rek'e salih bir alimin nasıl bilinebileceği sorulmuş, o da şu
cevabı vermişti: Dünya hakkında zühd gösterir ve ahiret amellerine yönelir.
Bunun üzerine Ebu Abdullah şöyle dedi: Evet, salih bir alim böyle olmak ister.
Ebu Abdullah'a, başka bir kadına sözle hücum ederek nesebi hakkında iddiada
bulunan bir kadının hükmünü sormuştum. Bununla ilgili olarak hiç bir şey
söylemedi. Israr ederek sorumu tekrarladım. Şöyle bir karşılık verdi: Doğru
olduğunu bildiğin halde niçin soruyorsun?
Bir defasında Ebu Abdullah'ın İbni Avn'dan sözederek
şöyle dediğini işittim: İbni Avn, evlerini müslümanlara kiralamazdı. 'Niçin?'
diye sordum. 'Onları -kira Ödeme- endişesine düşürmemek için' dedi.
Ibnü'l-Mübarek, Hakim b. Züreyk'ten ve onun babası
vasıtasıyla Said b. el-Müseyyeb'den şunu nakletmiştir: O, buğdaya karşılık un
vermenin hükmüyle ilgili olarak bunun faiz olduğunu söylemiştir. Bir defasında
Ebu Abdullah'a şöyle bir hadise nakletmiştik: Bişr b. el-Hars'ın kardeşi, Eyle
şehrinden kendilerine hurma göndermişti. Annesi, ev halkına dağıtmak üzere
ayırdığı hurmalardan birini kenarda tutmuş ve Bişr"e, 'Üzerindeki hakkım
için, onu sakın yemeyesin' demişti. Bişr, annesinin sözünü unutarak o hurmayı
yemiş ve ardından üst kata çıkmıştı. Annesi onun arkasından yukarı çıktığında
Bişr"in hurmayı istifra ettiğini gördü. Muhtemelen kardeşinin kazancında
kusur vardı. Bu hadise üzerine Ebu Abdullah şöyle dedi: Bunun benzeri bir
hadise de Ebu Bekir'den (ra) rivayet edilmiştir.
Ebu Abdullah, Vüheyb b. el-Verdle ilgili şunu
anlatmıştı: İb-nü'1-Mübarek ona Mısır'dan gelen yiyecekler hakkında bir şeyler
söylemişti. İbnü'l-Mübarek bunu, onun kolaylığı için söylemişti. Mısır'dan
gelen yiyecekler hakkında çok titizlendiğini bilmiyordu. Halbuki Vüheyb, kuru
üzüm dışında Mısır'dan gelen hiç bir yiyecek maddesini yemezdi.
Ebu Abdullah şöyle demiştir: Bişr b. el-Hars Bağdat
menşeli gıda maddelerini yemezdi. 'Fakat, Bağdat menşeli gıda maddesi yiyenleri
de kınamazdı' dediğimde şu açıklamada bulundu: Tek başına yaşadığı için buna
muktedir olabilmiştir. Geçindirdiği bir ailesi olmadığı gibi, kendisine rızık
temin eden biri de yoktu. O, yalnız yaşayan biriydi. Evimde kimse olmasa, ben
de yemezdim.
Ebu Abdullah'a göre, fethedilmiş şehir arazisinin
emlak ve arazisinden sadece geçinmeye yetecek kadar almak, fazlasını tasad-duk
etmek gerekir. O, bu hususla ilgili olarak, 'Bu tür arazi ve emlaki satmayı
yerinde bulmam' demiştir. Ona, 'Bu tür arazinin suyundan içen kimsenin durumu
nedir?' diye sorduğumda şöyle demişti: İçinde yaşadığımız bütün bu emlak ve
arazi mirastır. Gelirinden ancak zaruret miktarı kadarını almak gerekir.
Yine ona, bu tür arazi ve emlakin satın alınmasının
hükmü sorulduğunda soru sahibine şöyle demiştir: Eğer kendine yetecek bir
gelirin varsa satın alma. Aynı meseleyle ilgili olarak başka bir mecliste de
şöyle demiştir: Kişinin bu tür arazi ve emlak içinde bulunan ev veya arazisini
satmasını mekruh görürüm. İhtiyacından fazlasını satın alması da böyledir.
Eğer ganimettten payına düşen, ihtiyacından fazla ise o miktarı tasadduk
olarak vermesi daha güzeldir.
Ebu Abdullah dedi ki: Fetih yoluyla ele geçirilen
arazi ve emlak, bütün müslümanlara vakfedilmiştir. Ömer (ra) bu tür arazi ve emlaki
olduğu gibi bırakmış ve insanlara taksim etmemiştir. Osman (ra) da böyle
davranmış ancak sahabeden İbni Mesud (ra) ve Sa'd (ra) gibi bazı zevata iktâ'
olmak üzere tahsiste bulunmuştur. Ali (kv) de onun uygulamasını tasvip ederek
taksimde bulunmamıştır.
Ebu Abdullah dedi ki: Bu meselede İbnül-Mübarek'in
görüşünde olanların durumu büyük bir imtihandır. Onların iddiasına göre fetih
yoluyla ele geçirilen arazi ve emlak o savaşa katılan mücahid-ler arasında
taksim edilmelidir.
İmam Şafii Bağdat'ta satılan bir evle ilgili olarak,
orayı ilk fethederek o eve sahip olan kimseye başvurulmasını şart koşmuştu.
Kendisine, bunun nasıl mümkün olabileceğini sorduğumda tebessüm etti ve şöyle
dedi: Medine'ye gider ve Medine halkına sorar. Ebu Abdullah bu konuda şöyle
demiştir: Medine halkı da bu meselede İmam Şafii'nin görüşündedir. Onlara göre
her hangi bir şehir silah kuvvetiyle fethedildiği zaman, arazi ve emlaki
fatihleri arasında taksim edilir.
Ebu Abdullah'a bu meselede İmam Şafii ve
Medineliler*e muhalif olanların kimler olduğunu sorduğumda, 'Ömer b. Hattab
(ra) ve Ali b. Ebi Talib'dir (kv), o ikisi bu tür arazi ve emlaki bütün
müslü-manların malı olarak görmüşlerdir' dedi.
Ebu Abdullah'a böyle bir şehirde kendisine bir ev
miras düşen kimsenin ne yapması gerektiğini sordum. Bana şu cevabı verdi: İmam
Şafii'ye göre, o şehri fethederek o eve sahip olan kimse bulunmalıdır.
Kendisine, 'Peki sizin görüşünüz de böyle midir?' diye sorduğumda, 'Evet' dedi.
Ne kadar da güzel söyledi!
Şu an sahip olduğumuz türden arazi ve emlak arasında
bu tür bir mala sahip olup elinden çıkarmak isteyen kimseye şunu tavsiye
ederiz: En güzeli bu tür gayri menkulü vakfetmektir. Çünkü o, savaş
edilmeksizin elde eldilmiş ganimet hükmündedir.
Ebu Abdullah'a Basra ve Kûfe'nin durumunu sorarak bu
şehirlerin de silah gücüyle fethedilip edilmediğini sorduğumda şu cevabı
verdi: Bu şehirler bizzat müslümanlar tarafından kurmuşlardır.
Ebu Abdullah'ın meclisine bir adam götürmüştüm. Adam,
'Fetih yoluyla alınan arazilerden iki parça arazi babamdan bana miraskaldı, ne
yapmam gerekir?' diye bir soru sordu. Ebu Abdullah şöyle dedi: O arazileri
yakınlarına vakfet. Eğer yakının yoksa, o zaman komşularına vakfet.
Bir defasında da, adamın tekinin bu türden bir eve
mirasçı olduğu söylenmişti. O da, evi vakfetmesini tavsiye etmiş ve bu tür
arazi ve emlakin müslümanlar için ganimet hükmünde olduğunu belirtmişti.
Ebu Abdullah, fetih yoluyla ele geçirilip devlet
başkanı tarafından mücahitlere tahsis edilen arazi ve emlakin satın alınması
için ruhsat vermişti. Ben de kendisine, satmanın mekruh olduğu bir şeyi satın
almaya ruhsat vermenin nasıl olabileceğini sordum. Şu karşılığı verdi: Bana
göre satın alma satmadan farklıdır. Buna delil olarak da Sahabe'nin
uygulamasını gösterdi. Aralarında İbni Ab-bas (ra) ve İbni Mesud'un (ra) da
bulunduğu sahabiler mushaf almaya ruhsat verirken satmayı mekruh görmüşlerdi.
Bir keresinde Ebu Abdullah'a 'Devlet tarafından
bağışlanan bir evde mi yoksa bir hayvan ağılında kalmayı mı tercih
edersin?'diye sorulmuş, o da 'Hayvan ağılında' demişti.
Ebu Abdullah'a, 'Devlet tarafından bağışlanan 'sevâd'
arazisi, diğer pazar yerlerinden daha kârlıdır' demiştim. Bana şöyle dedi:
Bunlann durumu bellidir ve sen de onların kimler için olduğunu bilirsin. 'Peki
oralarda amel etmeyi de mekruh mu görürsün? Bu hususta kalbimde bir tereddüt
var7 dediğimde ise şu cevabı verdi: İbni Mesud (ra) dedi ki: Günah, kalplere ne
de çok nüfuz edendir! Ebu Abdullah'a şöyle bir mesele sormuştum: Adamın biri
serhat boylarına gitmek istiyor. 'Sevâd' emlakinden olup içinde oturduğu evi
satmak isterse hükmü nedir? 'Satmamalidir* dedi. 'Peki adam, 'Sırf harabe
olarak satmak istiyorum' derse, bunun hükmü ne olur?' diye sorduğumda tebessüm
etti. 'Eğer müşteri rıza gösterirse olabilir1 dedi. Bu, onun açısından şei^i
bir hile hükmündeydi. Ardından da şöyle dedi: İbni Şirin de, 'sevâd'
arazisinden bir yere varis olmuştu. 'Bu bir ruhsat mıdır?' diye sordum. O da,
'Bu, İbni Sirin'Ie ilgili olarak iyi bilinen bir husustur' dedi.
Ebu Bekir şöyle demiştir: Ebu Abdullah'ın şunu
dediğini işittim: Hiç bir şeyim olmadığı zaman çok sevinçli olurum. Hiç bir
şey fakirliğe denk olamaz. Bir keresinde de şöyle demişti: Şu gelir, azığımızdan
başkası değildir.
Ebu Abdullah'a bir adamın onunla ilgili olarak
söylediği şu sözü haber vermiştim: Eğer Ebu Abdullah gelirini terkedip
sığınabileceği bir dost bulursa ona karşı hayranlığım daha da artar. Bu söze
şöyle karşılık verdi: O, çok kötü bir yiyecektir. Başka bir vesilede ise şöyle
dedi: Böyle bir şeye alışan kimsenin fenalığına tahammül edilemez. Sonra da
şunu ekledi: Böylesi benim için daha çok hoşlanılacak bir durumdur.
Eğerci Abdullah b. Nuh şu hadiseyi nakletmiştir: Bir
gün Bişr şöyle dedi: Ey eğerci, devlet tarafından bağışlanan araziden uzak
mısın? Ben de, 'Evet' dedim. Bunun üzerine benim için için şöyle dua etti:
'Allah Teala seni oralara yerleşmeye muhtaç etmesin!
Bişr'in arkadaşlarından birinden şöyle bir hadise
nakledilmiştir: Hastalığının tedavisi için bir bitki tavsiye edilmişti. O
bitki de, sırf 'sevâd' arazisinde bulunan bir çiftlikte yetişmekteydi. Bunun
üzerine Bişr'in. arkadaşı şöyle demişti: Derdimin tek dermanı o bitkide olsa
dahi, yine de istemem.
Muhammed b. Hatim şunu nakletmiştir: îbnu Ebi
Bişr"den şunu duydum: Bişr'le beraber idik. Bab-ı Harb beldesinden
çıktığımızda Bişr şöyle dedi: Ey Ebu Yakub, şu belde ve ona girmeyi mekruh
görenler hakkında çok düşündüm. Unutma ki tabakhanede çalışan deri ustası
orada bulunduğu esnada içerideki pis kokuyu far-kedemez. O pis kokuyu ancak
oraya dışardan gelenler hissedebilir.
Bir zat şunu nakletmiştir: Bişr b. el-Hars'ı şöyle
derken işittim: Günahlarımdan biri de Bağdat'ta oturmamdır. Şuayb b. Harb şöyle
demiştir: Şu Bağdat halkından kimin bir hayrı vardır?
Abdülvehhab dedi ki: Bağdat halkından bir kısmı,
Şuayb b. Harb'ın yaşadığı Medain'e gitmiş ve kendisine Bağdat'ta yaşamanın
hükmünü sormuşlardı. O da kendilerine Bağdat'a geri dönmemelerini tavsiye
etmişti. Onlar da bu tavsiye üzerine Bağdat'taki evlerim terkederek oradan
ayrılmışlardı. Bunlardan biri Meda-ih'de su çıkartarak satma işine girmişti. Şuayb
onlardan birini gördüğünde şöyle demişti: Süfyan (ra) seni görseydi çok mutlu
olurdu.
Bir keresinde Ebu Abdullah'a şu hadiseyi nakletmiş
tim: Tarsus'tan bir mektup geldi. Orada bir topluluk, Neyfii'l-Esel'den çıktıktan
sonra yanlarında bulunan bakliyatı yol üzerindeki bir değirmende dövdürmüşler.
Daha sonra bu değirmenle ilgili olarak mekruh gördükleri bir hususa muttali
olmuşlar ve içlerinden kimi payına düşen miktarı tasadduk ederken, kimi de
elinde tutmuş. Bana görüşüm soruldu.
Ben de şu cevabı verdim: Bu meselede hiç bir şey
tavsiye etmiyorum. Ben olsam böyle bir gıdanın yenilmesine de, tasadduk edilmesine
de rıza göstermezdim. Bunu Ebu Abdullah'a sordum. Onun mezhebi, mekruh gördüğü
bir hususu ihtiva eden gıda maddesi veya kazancı tasadduk etmek gerektiği
yönünde oldu.
Ebu Abdullah'a şöyle bir mesele sorduk: Adamın biri
bir yerden odun satın almış ve bir binek kiralayarak onu beldesine taşımıştır.
Daha sonra odunun menşei hakkında hoşuna gitmeyen bir hususun farkına
varmıştır. Size göre bu adam ne yapmalıdır? Onu yerine iade mi etmeli, yoksa
başka bir yola mı başvurmalıdır? Bunun üzerine tebessüm etti ve 'Bilmiyorum'
dedi.
Ebu Abdullah'a şöyle demiştik: Adamın biri size şöyle
bir soru sormuştu: Yağ satan birinde, mekruh görülen bir huy bulunduğu zaman
ondan alınan yağ ile aydınlanmanın hükmü nedir? Siz de şöyle cevap vermiştiniz:
Onun yağıyla aydınlanmak doğru olmaz. Şimdi ne dersiniz?
Ebu Abdullah, Osman b. Zaide'yle ilgili şöyle bir
hadise nakletti: Osman'ın hizmetçisi, efendisinin sevmediği birilerinden ateş
almıştı. Osman bunu öğrenince o ateşi söndürmüştü. Ebu Abdullah bu hadiseyi
anlattıktan sonra şunu ekledi: Yağ satanın durumu daha vahimdir. Bir defasında
Ebu Abdullah'a ocağı aydınlatarak yanan odunun kaynağını mekruh gördüğümü
söylemiştim. Bunun üzerine ocağın üstünü kapattı. Ben gidip başka odun getirdim
ve ocağa onu attım.
Ebu 4-bdullah'a iğdiş edilmiş bir kölenin hanımının
saçlarına bakıp bakamayacağını sorduğumda 'Hayır, bakamaz' dedi. 'Peki
memesinde hastalık bulunan bir kadım tedavi eden kimsenin elini kadının
memesine sürmesinin hükmü nedir?' diye sorduğumda ise, 'Zaruret gereğidir' dedi
ve bunda bir mahzur görmedi. Kendisine şu açıklamada bulundum: Bunu sormam
gerekiyordu, çünkü memeyi tedavi edecek kimse bana, 'Kadının memesini görmem ve
elimi onun üzerine koymam gerekir5 demişti.
Ebu Abdullah'a, diğer kadınlar gittikten sonra kadın
ile halvet ortamına giren sürmecinin durumunu ve bu tür halvetin yasakolup
olmadığını sorduğumda şöyle dedi: Sürmeci yol kenarında çalışmıyor mu? 'Evet'
denildi. Bunun üzerine şu izahatta bulundu: Yasaklanan halvet, evde (=dört
duvar arasında) gerçekleşen halvettir.
Ebu Bekir dedi ki: Ebu Abdullah'a şunu sordum: Kişi
leş yemek ile başkasına ait bir yemeği izinsiz olarak yemek tercihleriyle karşı
karşıya kaldığında ne yapmalıdır? Dedi ki: Leş yemesi daha doğrudur. Çünkü
böyle bir zaruret halinde leş yemek helal kılınmıştır.
Ebu Abdullah'a bir duvarın veya hurma ağacının
yanından geçerken oradaki yemek veya meyvayı yiyen kimsenin hükmünü sordum.
Şöyle cevap verdi: Allah Resulü'nün (sav) ashabından bir topluluk bunda bir
mahzur görmemiştir. Teki leş yemekle başka birine ait yiyeceği izinsiz olarak
yemek tercihiyle karşı karşıya kalan kimse hakkında görüşünüz nedir?' diye
sorduğumda ise şöyle dedi:
Sahibinin izni olmaksızın bu tür bir yiyeceği
yiyebilir ama taşımak üzere üstüne alamaz. 'Peki adam bir bağın yanından
geçiyorsa durum ne olur?' diye sordum. O zaman da şöyle bir açıklamada
bulundu: Eğer bahçenin duvarları varsa, oraya girmez. Duvarları yoksa oradan
yiyebilir fakat yanma alamaz.
Ebu Abdullah'a, Mekke evlerinin kira gelirleriyle
ilgili görüşünü sormuştum. Aşırılığından dolayı hoş görmediğini söyledi. Bir
ev kiralayıp oradan ayrıldıktan sonra kira bedelini ödemeyen kimsenin durumunu
sordum. Kiranın ödenmemesini de hoş görmediğini söyledi ve şunu ilave etti: Bu,
kan aldıran kimsenin durumuna benzer. Kan aldırdıktan sonra ücretini ödemek
gerekir.
Ebu Abdullah'a Mekke'de ev satın alma ve satmayla
ilgili görüşünü sorduğumda ise şöyle dedi: Bunu tavsiye etmem. Filan, filan
kimselerin evleri gibi büyük evler aldığınızda hac zamanı avlunuzu açmak ve
hacıların oralara çadırlarını kurmalarına müsaade etmek zorunda kalırsınız.
Hiç bir kuvvet de buna mani olamaz. Bu meyanda kendisine şöyle dendi: Ama Ömer
b. Hattab <ra) orada bir hapishane satın almıştır, buna ne dersiniz? O da şu
açıklamada bulundu: Ev satın almak, Ömer'inki (ra) gibi hapishane satın almaya
benzemez. O, sözkonusu hapishaneyi müslümanların yararı için satın almıştır. O,
hırsız, yankesici gibi suçluları atmak için böyle bir yer satın almıştır.
Ebu Abdullah'a huyu beğenilmeyen kimselerin dağıttığı
sulann hükmü sorulmuş ve bu sularla abdest alınıp alınamayacağı hususundaki
görüşü istenmişti. O, 'Cuma günü namazın kaçırılması endişesi bulunmadıkça bu
gibi sularla abdest alınmaması gerekir* diyerek görüşünü dile getirdi.
Yol kenarına koyulan suların içilip içilemeyeceği
sorulduğunda ise, 'Bu soru Hasan'a da sorulmuş ve o içilebileceğini
söylemiştir' dedi. Ardından da şunu ilave etti: Ebu Bekir (ra) ve Ömer (ra)
Üm-mü Said'in yol üzerindeki sularından içmişlerdir.
Bir defasında Ebu Abdullah'a şu hadiseyi aktardık:
Fudayl'm hizmetçisi ona iki dirhem getirmiş ve 'bu iki dirhemi filan kişinin
evinde çalışarak kazandım' demişti. O kimse Fudayl tarafından sevilmeyen
biriydi. Fudayl dirhemleri alarak taşların üzerine fırlattı ve şöyle dedi:
Allah Teala'ya ancak temiz olanla yaklaşılabilir! Ebu Abdullah onun bu
titizliğine çok şaşırdı ve 'Allah Teala ona merhamet buyursun!' dedi.
Ebu Abdullah tasaddukta bulunacağı zaman, çok
ihtiyatlı olma görüşündeydi. O, bu nıeyanda şöyle derdi: Kişinin sadaka verdiği
zaman hakikaten tasaddukta bulunması çok hoşuma gider. Dünyadan baki kalan nedir
ki[52]
Ahmed b. Abdülhalık bize şunu nakletmişti: Ebu Bekir
el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah Ahmed b. Hanbel'e bir ziyafete davet edilen
kişinin hangi sebeplerden dolayı oradan ayrılabileceğini sorduk. O da şöyle
cevap verdi: Ebu Eyyub el-Ensari (ra), İbni Ömer'in (ra) kendisini davet ettiği
ziyafeti evinin lüks döşeli olmasından dolayı terketmişti. Huzeyfe (ra) ise,
davet edildiği evde, bir takım yabancı giysiler gördüğü için ziyafetten
ayrılmıştı.
Kendisine şunu sordum: Ev lüks döşeli olmasa ama bir
takım gümüş eşyalar bulunsa o zaman he yapmak gerekir? Şu cevabı verdi: Eğer
kullanılan eşyalar gümüşten ise, oradan ayrılmak daha güzeldir.
Ebu Abdullah'ın şöyle dediğini işittik:
Dostlarımızdan biri fitne devrinden önce bizi evine davet etmişti. Biz de ara
sıra Affan'a giderdik. Bir seferinde orada gümüş eşya gördüm ve oradan hemen
ayrıldım. Davetlilerden bir topluluk da beni izledi. Ev sahibi bu olaya çok
içerlemişti.
Ebu Abdullah'a, davet edildiği evde sürmeliğin
başının gümüşten olduğunu gören kişinin ne yapması gerektiğini sordum. Sürmelik,
kullanılan bir eşyadır, oradan ayrılmak daha uygundur. O, kapı sürgüsü gibi
eşya için ruhsat vermişti. Çünkü bunlar önemsiz niteliktedir.
Ebu Abdullah'a cibinliğin hükmünü sorduğumda mekruh
olduğunu söyledi. Yaka ve yere kadar uzanan elbiselerin durumunu sorduğumda
ise bunlarda bir sakınca olmadığını ifade etti. Ebu Abdullah'a şöyle bir
hadise nakletmiştik: Adamın biri bir topluluğu yemeğe davet etmişti. Sofraya
gümüş kupalar ve deştiler getirildiği zaman davetliler sofradan kalkarak gümüş
eşyaları kırdılar. Ebu Abdullah bundan hoşlandı.
Bir keresinde Ebu Abdullah'a, davet edilen kişinin
gittiği evde lüks mefruşat ve saf ipek döşemeler gördüğü zaman orada oturup
oturamayacağım sordum. 'O evden ayrılması gerekir. Ebu Eyyub el-Ensari (ra) ve
Huzeyfe (ra) ayrılmışlardı dedi. Bu
hadise, ibni Mesud'dan (ra) nakledilmiştir. 'Peki onlara iyiliği ve doğruyu emretmek
gerekir mi?' diye sorduğumda ise, 'Evet, böyle kimselere bunun caiz olmadığını
söylenir1 dedi.
Ebu Abdullah'a şunu sordum: Saf ipek döşemelerin
bulunduğu bir evde oturan biri, oğlunu herhangi bir sebeple içeri çağırdığında,
çocuğun ne yapması gerekir? Şu cevabı verdi: Oraya girmez ve onunla beraber
oturmaz. Başka bir vesilede ise, davet edilen kimsenin evde cibinlik gördüğü
zaman ne yapması gerektiğini sordum. Cibinliği mekruh gördü ve şöyle d«di:
Cibinlik bulundurmak gösterişten öte gitmez. Zira o, ne soğuktan, ne de
sıcaktan korur.
Ebu Abdullah'a 'Davet edildiği evde resim gören kimse
ne yapmalıdır?' diye sormuştuk. 'Resimlere bakmaz' dedi. 'Fakat ben baktım'
dediğimde şöyle dedi: Onları sökme imkanın varsa sökersin.
Ebu Salih el-Ferra', Yusuf. b. Esbat'tan şunu
nakletmiştir: Kimin davetine icabet etmem gerekir? Dedi ki: Yanına gittiğinde
kalbin bozulan kimsenin davetine icabet ederek gitme. O, zenginlerin
davetlerine katılmayı da mekruh görürdü.
Ebu Bekir el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah'a örtüye
Kur'an ayeti yazılıp yazılamayacağını sorduğumda, bunun mekruh olduğunu
söyledi ve şunu ilave etti: Yere çakılı veya perde gibi asılı şeyler üzerine
Kur'an ayeti yazılmaz. Yeni bir ev kiralayan kimsenin orada gördüğü resimleri
kazıyıp kazıyamayacağını sorduğumda ise kazıyabileceğim söyledi.
Ebu Abdullah'a, gittiğim herhangi bir hamamda bir
resim gördüğüm zaman onun kafa kısmını kazımanın hükmünü sorduğumda,
kazıyabileceğim! söyledi.
Eşyada Vera'
İbnü Abdülhalık dedi ki: Ahmed b. el-Haccac bize şunu
nakletmiş-ti: Ebu Abdullah'a şunu sordum: Çocuklarla ilgilenmekten sorumlu bir
vasi, onların kendisinden oyuncak almasını istedikleri zaman ne yapması
gerekir? Bana şu cevabı verdi: Resim ise alamaz. Başka oyuncakları alabilir.
Ardından bir şeyler anlattı.
Sözün bir yerinde 'Suret/resim, el veya ayak bulunan
çizgiler değil midir?' diye sordum. Şöyle dedi: Bu hususta Ikrime şunu söylemiştir:
Başı olan her. türlü çizgi surettir. Ebu Abdullah ise şu tarifi yapmıştır:
İnsanların elle göğüs, göz ve burun yaptıkları her şey surettir. 'Peki bu tür
eşyayı satın almaktan uzak durmak sizce daha mı güzeldir?' diye sorduğumda,
'Evet* dedi.
Ona el öpmenin hükmünü sorduğumda dini maksadlarla
olması halinde bunun bir mahzuru olmadığını söyledi. Ardından da Ebu
Ubeyde'nin (ra) Ömer b. Hattab'ın (ra) elini öptüğünü haber verdi. Eğer dünyevi
gayelerle ise, kılıcından veya kırbacından korkulması gereken hiç bir adam
bulunmadığını söyledi. Ebu Abdullah bana şunu nakletmişti: Said el-Hacib dedi
ki: Müslümanların veliahdi-nin eli Öpülmez. Dedim ki: Filan kişi ellerimi şöyle
öpmek istedi, ama ben izin vermedim.
Ali b. Sabit'ten şu bilgi nakledilmiştir: Süfyan-ı
Sevri'nin (ra) şöyle dediğini işittim: Adalet sahibi imamın elinin Öpülmesinde
bir mahzur yoktur. Dünyalık için el öpmeyi ise mekruh görürüm. Bir keresinde
Ebu Abdullah'a şunu söylemiştim: Adamın biri serhad diyarlarına gitmek istiyor.
Şu durumu sana sormamı istedi: Gideceği Enbar yolu tehlikelerle dolu imiş.
Yolda
hırsızlarla karşılaşırsa, onlarla çarpışması doğru olur mu? Ebu Abdullah
şöyle dedi: Eğer onun eşyalarını almak isterlerse onlarla çarpışır. Çünkü Allah
Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Malını korumak için çarpışırken ölen
kimse şehittir".[53]
'Peki beraberinde giderseler, yine çarpışmalı mı?' diye sorduğumda ise,
'Bizzat onun hayatına kasdetmedikleri sürece çarpışmaz' dedi. O, silahlı
eşkıyanın yolda refakatinden dolayı onlarla çatışmaya girilmemesi görüşündeydi.
Ebu Abdullah'a, müslüman bir esirin kaçıp
kaçamayacağı sorulmuştu. 'Başardığı takdirde kaçabilir* dedi. Bir keresinde
Ebu Abdullah'a şunu sormuştum: Adamın birine hızlı koşan birini getirseler,
onun için herhangi bir topluluktan yardım isteyebilir mi? Ebu Abdullah, 'Hayır,
ancak onu kendilerine gösterir. Allah Resulü (sav) de böyle yapmıştır.
Kendisine panter avcıları getirildiği zaman 'Filan bunlara şu kadar tasadduk
etmiştir* buyurmuştur1[54]Ebu
Abdullah'ın Abdülvehhab'ı kasdederek şöyle dediğini işittim: Başkalarından çok
daha temiz lokması vardır. O, bununla Abdül-vehhab'm mesleği olan kağıtçılığı
kasdetmişti.
Ebu Abdullah dedi ki: Yahya b. Yahya vefat etmeden
önce cübbe-sini bana vasiyet etmişti. Oğlu bana geldi ve durumu bildirdi. Genç
adama şöyle dedim: O, salih bir insandı ve cübbesiyle daima Allah Teala'ya itaatta
bulunmuştu. Ondan feyiz alacağımdan eminim.
Ulemadan bir zat şunu nakletmişti: Yahya b. Yahya'nın
hanımı kendisine ilaç içirdikten sonra, 'Kalkıp evin içinde biraz dolansan daha
iyi olur* demişti. O şu cevabı vermişti: Bunun sebebini bir türlü anlayamıyorum.
Halbuki kırk yıldır nefsimle muhasebe ediyorum.
Musa b. Abdürrahman b. Mehdi'den şu hadise
nakledilmiştir: Amcam vefat ettiği zaman babam bayıldı. Ayıldığı zaman
altındaki kilimi kaldırmalarını istedi. Çünkü onu da varislerin haklarından
saymışlardı.
İbnü Ebi Halid'den ise şöyle bir hadise nakletmiştir:
Ebu'l-Ab-bas el-Hattab ile beraberdim. Hanımı ölen bir adama taziyede bulunmaya
gittik. Evin zemininde bir kilim vardı. Ebu'l-Abbas evin kapısında
dikildi ve, 'Ey kişi, hanımının senden başka varisi var mıdır?' diye sordu.
Adam da, 'Evet dedi. Bunun üzerine, 'Öyleyse sana ait olmayan şeylerin üstünde
oturma dedi. Adam bunu duyar duymaz üzerinde durduğu kilimden uzaklaştı.
Bişr b. el-Hars'ın (ra) dostu İbnü'd-Dahhak'tan ise
şu söz nakledilmiştir: Kocası vefat ettiği zaman kızkardeşime taziyeye gitmiştim.
Orada geceleyeceğim için beraberimde üstüne yatabileceğim bir yaygı götürdüm.
Varislerin hakkı olan eşyanın üzerinde uyumayı uygun görmedim.
İbnü Abdülhalık, el-Mervezi'den şunu nakletmiştir:
Ebu Abdullah'a mescid inşaatından arta kalan ahşap yongaları ve kerestenin
hükmünü sorduğumda şöyle dedi: Bunların tasadduk edilmesi uygundur. 'Peki
kireç ve kum ne yapılır?' diye sorduğumda ise, 'Benzeri bir inşaatta
kullanılır" dedi. Bir keresinde de Ebu Abdullah'a şunu sormuştum: Ramazan
ayında itikafa çekilmek üzere gittiğim bir mescide, menşeini hoş görmediğim bir
yerden kokulu ağaçlar getirilirse ne yapmam gerekir? O da şöyle karşılık verdi:
Ağaçtan maksat kokusundan başka bir şey-olamaz. Ama yine de endişe edersen o
mescidden ayrıl.
Ebu Avane, Abdullah b. Raşid'den şunu nakletmiştir:
Ömer b. Abdülaziz'e (ra) beytülmalde bulunan misklerden bir parça götürmüştüm.
Eliyle burnunu sıkarak koklamak istemedi ve şöyle dedi: Onun kokusundan ancak
Abdülaziz b. Ebu Seleme istifade edebilir.
İsmail b. Muhammed şunu nakletmişti: Ömer'e (ra) Bahreyn'den
bir misk getirilmişti. Ömer (ra) şöyle dedi: İsterdim ki tartısı güzel bir
kadın bulayım da şu miski tartsın, ben de müslüman-lara dağıtayım. Hanımı Atike
bn. Amr b. Nüfeyl, 'Ben iyi tartanın, izin ver de miski ben tartayım' dedi.
Bunun üzerine Ömer (ra) 'Miski şöyle tartmandan korkarım' dedi ve parmaklarını
tamamen miskin içine soktuktan sonra 'Sonra da bununla boynunu sıvazlarsın,
böylelikle ben de müslümanlara ait bir mala el sürmüş olurum' diyerek
hanımının teklifini geri çevirdi.
Süleyman et-Teymi dedi ki: Nuaym bana bir attarla
ilgili olarak şunu nakletmişti: Ömer (ra) beytülmale ait bir miski satması için
hanımına vermişti. Hanımı miski satmak üzere attara gitti. Attar, Ömer'in (ra)
hanımının miski kendisine sattıktan onu karıştırdığını, arttırıp eksilttiğini
ağzına alıp çiğnediğini, sonra da parmağının üzerinde kalan kısmını baş
Örtüsüne sürdüğünü söyledi.
Ömer (ra) eve geldiğinde kokuyu hissederek hanımına 'Bu
koku da ne?' diye sordu. Hanımı da olup biteni anlattı. Bunun üzerine Ömer (ra)
öfkelenerek şöyle dedi: Müslümanlara ait miski sen nasıl kullanırsın? Ardından
hanımının başörtüsünü çekti ve üzerine su dökerek toprakla çitüedi. Sıktıktan
sonra kokladığında yine koktuğunu gördü. Aynı işlemi defalarca tekrarladı.
Attar şunu da anlatmıştır: Ömer'in (ra) hanımı başka bir zaman yine dükkanıma
gelmişti. Miski verirken parmağının üzerinde bir miktar kaldığını farketti.
Derhal parmağını ağzına koyarak ıslattı ve yerdeki toprağa silerek kokunun
gitmesini sağladı.
Ebu Bekir el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah'a şunu
sormuştum: Cuma günü, soğuk bir güne rastlarsa, sünnet olan gusül abdestini
almak için hoşlanmadığımız birinin evinde su ısıttırmamızın hükmü nedir? Cevaben
dedi ki: Guslü terketmek bence daha sevimlidir.
Ebu Abdullah, Ebu Sevr'in şu görüşünü reddetmiştir:
Ebu Sevr'e göre kişinin tedavisi için bütün tabipler şarap içmesi üzerinde
fikir birliği ettikleri zaman o kimsenin şarap içmesinde bir mahzur yoktur.
Ebu Abdullah bu görüşü şiddetli bir şekilde reddetmiş ve şöyle demiştir:
Makadın bile şarapla tedavi edilmesini mekruh görürken içilmesine nasıl müsaade
edebilirim! Bu konuda benzeri ağır sözler sarfetmiştir.
Şuayb b. Harb'dan nakledildi ki: Oğlumun hırsızlık
ettiğini veya zina yaptığını görmem, Allah Teala'yı tanımaz hale geldiğini
görmemden daha sevimlidir.
Muhammed b. Ebu Davud el-Enbari dedi ki: Ebu Üsame'ye
şunu sormuştum: İçki sunulan bir ziyafete icabet etmem gerekir mi? 'Hayır
dedi. 'Ama Allah Resulü'nün (sav) şu hadisine aykırı düşmekten korkarım:
"Her kim davete icabet etmezse isyandadır".[55]
Bunun üzerine şöyle dedi: Günümüzdeki ziyafet davetlerine icabet etmeyenler,
Allah Teala'ya ve Resulü'ne (sav) layıkıyla itaat etmiş olurlar!
Harun b. Maruf şunu anlatmıştır: Bir delikanlı yanıma
geldi ve şöyle dedi: Babam, ilacı içkiyle karıştırıp içmem halinde
boşanmamüzerine yemin etti. Ben de bunu Ebu Abdullah'a sordum. O da buna
ruhsat vermeyerek Allah Resulü'nün (sav) şu hadisini okudu: "Her sarhoş edici
haramdır. Her sarhoş edici de şaraptır"[56]
Ebu Bekir el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah'a astarlı
elbise diken terzinin hükmünü sorduğumda şu cevabı verdi: Eğer erkek içinse
caiz olmaz. Kadınlar için mahzuru yoktur. Kadınlar için dikilen enli ve
gösterişli giysilerin hükmünü sorduğumda ise, 'Lüzumundan geniş ve gösteriş
gayesi taşıyan giysileri mekruh görürüm' dedi. O, bu tür giysilerin bidat
olduğunu söylerdi. Ona göre normal ölçülerde olan dış giysilerde bir mahzur
yoktu. Kadınlar için de erkek giysileri gibi cepler dikilmesini mekruh
görürdü.
Ebu Abdullah, kendi kızı için bir gömlek kumaşı
kestirmişti. Ben de oradaydım. Terziye, cebi ön tarafa koymasını söyledi. Başka
bir seferinde ise, kızı için kumaş kestirdikten sonra terziye yaka kenarlarını
ince kesmesini ve enli yapmamasını söyledi. Ebu Abdullah'ın kendisi için de bir
cübbe dikilmiş ve yakaları ince yapılmıştı. Bir gün kendisine şunu sordum:
Gördüğünüz yaşlı ulemadan geniş yakalı birini gördünüz mü? 'Hayır* dedi.
Ebu Abdullah'ın yanında bulunduğum günlerden
birindeydi. Önümüzden kaftan giymiş bir cariye geçti. Onun hakkında kendi
kendine bir şeyler söyledi. 'Giysisinden hoşlanmadınız mı?' diye sorduğumda,
'Nasıl olur da hoşlanmamazlık edebilirim? Allah Resulü (sav) erkeklere
benzemeye çalışan kadınlara lanet etmiştir7 dedi[57]
Abdüssamed'den şöyle bir hadise nakledilmiştir: Yezid
b. Harun ibadet ehli terzilerden birini çağırdı ve ona, 'Şu cariyeye bir kaftan
dik' dedi. Bunun üzerine terzi makası yere bıraktı ve, 'Ey Ebu Ha-lid, kaftan
kimin içindir?' diye sordu. Yezid sükut etti.
el-Mervezi şunu nakletmiştir: Ebu Abdullah'a hadis
şeyhlerinden birinden sözedilmişti. 'Bahsettiğiniz şeyhi reddetmemin yegâne
sebebi, zahidlere yakışan bir kıyafet giymemiş olmasıdır* dedi.
Ebu Abdullah'a ökçeli ayakkabı giymenin hükmünü
sormuştum. Şöyle dedi: Ben o tür ayakkabı kullanmam. Dışarıda veya çamurda
gitmek için giyilebilir. Ama gösteriş için giyilmez. Bir defasında da kapının
eşiğinde Sind tipi bir ayakkabı görmüştü. Bana, ayakkabının sahibini sordu. Ben
de söyledim. Bunun üzerine şöyle dedi: Lut'un (as) çocuklarına özenen biri. Ebu
Abdullah'a ailemin çocuklar için Sind ayakkabısı almamı istediklerim
söylediğimde, 'Sakın alma' dedi. 'Onu abidler için olduğu gibi çocuklar için de
mi mekruh görüyorsunuz?' diye sordum. 'Evet, onlar için de mekruh görüyorum'
dedi.
Ziyad b. Eyyub şunu nakletmiştir: Said b. Iyaz'ın
yanında oturuyordum. Kızının küçük çocuğu geldi. Ayağında Sind ayakkabısı vardı.
'Bu ayakkabıyı sana kim giydirdi?' diye sordu. Çocuk da, 'Annem' dedi. Bunun
üzerine, 'Annene git ve onu çıkartmasını söyle' dedi.
el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah'a kadınların koyu
kırmızı elbise giymesinin hükmünü sordum. Bunu kesin bir şekilde mekruh gördü
ve şöyle dedi: Süslenme ve gösteriş maksadıyla bu renk elbise giyilmemelidir.
Kırmızı rengi ilk giyen Karun ve avanesidir. Onlar, halkın huzuruna kırmızılar
içinde çıkardı.
Mücahid, kırmızı giysilerle ilgili olarak Abdullah b.
Ömer'den (ra) şunu nakletmiştir: "Üzerinde kırmızı giysiler bulunan bir
adam Allah Resulü'nün (sav) yanından geçti. Adam O'na selam verdiğinde Allah
Resulü (sav) selamını almadı".[58]
el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah kırmızı astarımı
gördüğünde, 'Astarını niçin kırmızıya boyattın?' diye sordu. Ben de, Yamalannı
gizlemek için' dedim. Bunun üzerene şöyle dedi: Yamaları niye bu kadar
önemsiyorsun ki? 'Mekruh mu gördünüz?' diye sorduğumda, 'Evet' dedi.
Bir defasında da kendisine uçkur almamı istemiş ve
'İçinde hiçbir kırmızılık olmasın' diye tembihte bulunmuştu. 'Kırmızıyı mekruh
mu görüyorsunuz?' diye sorduğumda ise, 'Evet' demişti. Ebu Abdullah'a cenazenin
üstüne örtülen kırmızı bezlerin hükmünü sorduğumda, onları da mekruh gördüğünü
söylemişti. 'Peki tabutun üstündeki kırmızı bezleri çekip almamı tavsiye eder
misiniz?' diye sorduğumda, 'Evet' dedi.
el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah'ın ailesi üzerinde
yazılar bulunan bir giysi satın almamı istemişlerdi. Ebu Abdullah, 'Onlara
deki: Onu satın aldığımda üstündeki yazıları sökmemi uygun görüyorsanız
alayım' Kendisine, 'Onlar özellikle yazılı olanı istiyorlar" deyince, 'O
zaman alma' dedi.
Hanımın biri Ebu Abdullah'ın kendisini kına ile nakış
yapmaktan menettiğini söyleyerek şöyle dediğini nakletmişti: Kınayı eline yak.
Onunla nakış yapma. Ebu Abdullah kına hususunda şöyle demişti: Aişe (ra) dedi
ki: Bütününe kına koy ve onu tamamen kınalı yap.
Süleyman et-Teymi, Ebu Osman'dan şunu nakletmiştir:
Üm-mü'1-Fadl kızını Enes'e (ra) göndererek şunu sordurmuştu: Kadının boynuna
takılan gerdanlığın ve kınanın hükmü nedir? O da şu cevabı vermişti: Namaz
esnasında kadının boynuna deriden bile olsun bir gerdanlık takması
müstehaptır. Kına yakarken ise, elinizi ona tam batırın.
el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah'a evi kireçle
boyamanın hükmünü sormuştum. Şöyle cevap verdi: Zemini kireçliyorsa hane halkını
topraktan korumuş olur. Duvarları boyamak ise mekruhtur. Ebu Abdullah'a
yapımında çok büyük paralar harcanan bir mescid-den bahsetmiş ve kanaatini
sormuştum. Bir müddet düşündü ve bunu hoş görmediğini söyleyerek şunu ilave
etti: "Sahabe Allah Re-sulü'ne (sav) mescidi süslemenin hükmünü sormuştu.
O da şöyle buyurmuştu: Mescidi, Musa'nın (as) çardağı gibi süslü bir çardağa
çevirmemek gerekir".[59] Ebu
Abdullah bu hadisi naklettikten sonra şunu ilave etti: Mescidleri bu şekilde
boya ve nakışlarla süslemek Allah Resulü (sav) tarafından menedilmiştir.
Ahmed b. Abdülhalık, Ebu Bekir el-Mervezi'den şunu
nakletmiştir: Ebu Abdullah'a şunu sordum: Şehirli köylüye mal satmayacak,
deniliyor, bu naftıl olur? O da şu cevabı verdi: Süfyan, Ebu'z-Zübeyr kanalıyla
Cabir b. Abdullah'tan (ra) şunu rivayet etti: "Allah Resulü (sav) buyurdu
ki: Şehirli köylüye malsâtmaz. Bırakın da Allah Teala insanların bir kısmını
diğerleriyle rmklandırsın".[60]
Denildi ki: Köylü, köyde yaşayan kimsedir. Siz ise şehirlisiniz. Köylü şehire
geldiği zaman malların gerçek fiyatlarını bilemez. Siz ise, gerçek fiyatları
bilirsiniz. Hadis-i şerif ile yasaklanan husus; bu gibi durumlardan istifade
ederek köylüye fahiş fiyatla mal satmanız-
dır.
el-Mervezi der ki: Ebu Abdullah'a şunu sordum: Peki
onun içinbaşkalarından mal satın almanın hükmü nedir? Çünkü sizin satmamanız
halinde başkalarına gidecek ve onlardan pahalı fiyatla mal satın alabilecektir.
Oysa birinin köylü için mal satın alması durumunda fiyatı daha ucuza
gelecektir. Ebu Abdullah dedi ki: Üstteki hadis ile kasdedilen bu değildir.
Öyle olsaydı insanlar arasındaki alışveriş hayatı tamamen biterdi. Burada
kasdedilen köylüye doğrudan mal satmaktan sakınmaktır. Onun için mal
alıvermekte her hangi bir mahzur yoktur.
el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah'a, Allah Resulü'nden
(sav) rivayet edilen "Tek bir alışverişte iki şart olmaz"[61]
'hadisinin manasını sormuştum. Bana şu cevabı verdi: Bu; her hangi birinin
cariyesini sattığı adama şöyle demesi gibidir: Bu cariyemi sana şu şartla
satarım: Onu satacak olduğun olduğun zaman öncelik benim olacaktır.
Bir defasında da Ebu Abdullah'a ele geçirilmemiş mal
üzerinden kâr etmenin hükmü sorulmuş ve şu misal verilmişti: Kişi eline,
geçirmediği yiyecek maddesini satar ve bunun üzerinden kâr .ederse bunun hükmü
ne olur? Bunun benzeri olarak bir de şu husus sorulmuştu: Toptan aldığı her
hangi bir gıda maddesini, tartmadan satan kişinin durumu nedir? Her ikisi için
de, 'Olmaz' cevabını vermiştir.
Bir seferinde de kavun karpuz satışının hükmü
sorulmuştu. O, bu tür mahsûllerin günü birlik satılması gerektiğini
söylemiştir. Ebu Abdullah'a evin tavanında altın bulunmasının hükmünü sorduğumda
bunun mekruh olduğunu söyledi ve daha ileri giderek
ağır konuştu.
Ebu Abdullah'a soruldu ki: İçkiden sarhoş olan
akrabayı kovmanın hükmü nedir? *Kişi içtikten sonra hükmü ne olur?' dedi. Cevaben,
'evet, azarlamak veya kovmak' denildi.el-Mervezi şunu aktarmıştır: Bir
seferinde ona, içki içmeye zorlanan kimsenin hükmünü sormuştum. Şöyle dedi:
Ömer'den (ra) bu konuda şu söz nakledilmiştir: Kişi bir işkence görünceye kadar
içki içmez. 'Peki içmemesi halinde ölümüne emredilirse ne olur?' diye sordum.
Dedi ki: Böyle biri bana göre Allah katında katledilmiş sayılmaz.
Ebu Abdullah'a hıristiyana ev satmanın hükmü
sorulmuştu. Bunu tasvip etmeyerek şöyle dedi: Bu, doğru olmaz. Orada Allah'a
inkar ve isyanda bulunmayacak mıdır?
Ebu Abdullah bana, 'Abdülvehhab Mekke'ye gitmem
hakkında ne diyor?' diye sormuştu. 'Senin oraya gitmeni uygun görmüyorum.
Yakında iken selamette olamazken uzakta nasıl selamette kalabileceksin
diyor" dedim. Bunun üzerine şöyle dedi: Salih bir zat da gitmememi işaret
etti. Git ve kendisine, tavsiyesine uyarak Mekke'ye gitmekten vazgeçtiğimi
söyle. Oysa biz gideceğini düşünerek bir takım ihtiyaçlarını satın almıştık.
Ebu Abdullah'a, gerekli parası bulunmadığı ve borçlu
olduğu halde hacca niyetlenen kimsenin durumunu sormuştuk. Şu cevabı verdi:
Böyle birinin borçlulardan müsaade almadıkça hacca gitmesi caiz değildir. Ama,
niyet etmek suretiyle hacci üzerine farz kılmıştır.
Ebu Abdullah'a annesi görme özürlü olan ve yeterli
maddi varlığı bulunan bir şahsın annesi için hacca gidip gidemeyeceğini sormuştum.
Ebu Abdullah, eğer bineğe binecek kadar olsun gücü yoksa onun yerine hacca
gidebileceğini söyledi. Bir keresinde de şöyle demişti: Kişinin ancak kendi
yakınları için hacca gitmesini hoş görürüm.
el-Mervezi dedi ki: Dostlarımızdan birinin naaşım
yıkamak üzere gasilhaneye girmiştim. Birden kelam ehlinden biri içeri girdi.
Vefat edenin adım ona söylediğimde şöyle dedi: Sebat edip onu yıkamakla doğru
ettin. Gasilhaneden çıksaydm bizimkilerden birinin gelerek onu yıkama işini
üstlenmesinden emin olamazdın.
el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah'a arkasında kitap
bırakarak vefat eden ve varisleri de bulunan birinin durumunu sordum. Bana
şöyle dedi: Eğer varisleri, reşid olmayan çocuklar ise kitapları gömülür.
Çocuklar üzerinde vasi olan kimse o kitapları toprağa gömer.
Ebu Abdullah'ın kadın gibi davranan erkekler hakkında
şöyle bir fetva verdiğini işitmiştim: Onların hakkı, bulundukları şehirden
sürülmeleridir.
Yine ona, varlıklı ama kocası gurbette olan bir
hanımın hacca gidip gidemeyeceği meselesini sormuştum. Şöyle dedi: Kocasına
mektup göndererek izin ister. Kocası izin verirse ancak mahrem yakınlarından
birinin refakatinde hacca gidebilir. 'Eğer hacca gideceğinin bilinmesi halinde
onu engelleyecek başka bir akrabası varsa, onlara bildirmeksizin hacca
gidebilir mi?' diye soruldu. 'Evet, hiç kimsenin hacca gideni engelleme hakkı
yoktur1 dedi. Yalnız bu durumdaki bir hanımın yakınlarından biri olmaksızın hac
seferine çıkamayacağını söylemiş, erkek süt kardeşi ile de gidebileceğini belirtmiştir.
Ebu Abdullah'a, bir ev veya dükkanı kiraladıktan
sonra daha yüksek bir bedelle başkasına kiralamanın hükmü sorulmuştu. Bu
meselenin ihtilaflı olduğunu söyleyerek her Hangi bir görüş belirtmedi. Yine
ona, kökü kendi arazisinde bulunup dalları başkasının arazisine sarkan ağacı
olan kimsenin durumu sorulmuştu. Komşuya sarkan dalların kesilmesi gerektiğini
söyledi. 'Peki diğer arazi sahibiyle ağaçtaki meyvalarm taksimi üzerinde
uzlaşsa ne olur?' diye soruldu. Cevabı, 'Bilmiyorum' oldu.
Ebu Abdullah'ın ihramlı kişinin mecbur kalması
halinde avla--nıp avlanamayacağı veya leş yiyebileceği hususuyla ilgili bir
soru hakkında şöyle dediğini işittim: Leş yemeyle ilgili olarak görüşüm şu
yöndedir: İbni Hakim rivayet etti ki: Vefatından bir ay önce Allah Resulü'nün
(sav) şöyle bir mektubu bize ulaştı: "Leş etinden hiçbir şekilde istifade
etmeyin".[62]
Ebu Abdullah'a ihramlı birinizi kestiği av hayvanının
etinden yenilip yenilemeyeceğini sormoftum. 'Hayır, böyle birinin kestiği
hayvanın eti yenilmez' dedi. Ona, 'Peki azı dişini çıkarıp daha sonra yerine
takan kimsenin durumu nedir? O, bu dişini üç vakit dışarıda tuttuktan sonra
tekrar yerine takıyor. Şafii, kıldığı namazı iade etmesi gerektiğini söylüyor.
Bu hususta sen ne dersin?' dedim. 'Bana biraz süre ver1 dedi ve bir saat kadar
düşündükten sonra şöyle dedi: Onun sözü hakikate çok uzaktır. Eğer o kimse eti
yenilen koyun türü bir hayvanın dişini taksaydı bunda bir mahzur olmazdı. Bana
göre o kimsenin kıldığı namazı iade etmesi daha doğrudur. Ebu Abdullah'a ana
karnında bulunan ve ölü olma ihtimali de olan bir ceylan yavrusunun
satılmasının hükmü sorulmuştu. Ebu Abdullah, eğer ölü olduğu kesin biliniyorsa
satılamayacağını ifade etti. 'Peki murdar hayvanın derisinden mest veya
ayakkabı dikilebilir mi?' denildi. O da, 'Hayvan eşek ise mekruh görürüm'
dedi.
Ebu Abdullah'a, 'Hangi hususta görüş belirtirsiniz?'
diye sorulmuştu. Şöyle dedi: Bilmediğiniz ve araştırmayı murad etmediğiniz
hususta.
Ebu Abdullah'a, içinde domuz kızartılmış bir fırında
ekmek kızartmanın hükmü sorulmuştu. 'îyice yıkanıp domuz etinin tesiri tamamen
giderilmedikçe orada ekmek pişirilmez' dedi. 'Böyle bir fırının yıkılması
doğru olur mu?' diye sorulduğunda ise, 'Hayır* demişti. Ebu Abdullah'a eşek
sidiği bulaşan bir kapta yıkanmadan önce dövülen bakliyatın hükmünü sormuştuk.
Bu tür bir gıda maddesinin yenilemeyeceğini söyledi.
Ebu Abdullah'a, birlikte yattığı bir hanımı ve
yiyecek ekmeği olan kimsenin nimet ehlinden sayılabileceğini söylemiştik.
'Doğrudur' dedi. Ebu Abdullah'ın lokantalardan bahsettikten sonra evde elle
hazırlanan yemekleri tercih ettiğini işittim. Bir keresinde kendisine şöyle
demiştim: Abdülvehhab dedi ki: Ebu Abdullah'a şunu soruver: Hadis ilmiyle
uğraşmama mani olan şeyler sebebiyle akıbetim hakkında endişe eder mi? Ebu
Abdullah, 'Onu hadisle uğraşmaktan alıkoyan şeyler ne imiş?* diye sorduğunda,
'Geçim derdi ve iş' dedik. Bunun üzerine, 'Bunlar onun için daha elzemdir"
dedi.
el-Mervezi dedi ki: Dostlarımızdan birinin şöyle
dediğini işittim: Ebu Abdullah'ı Cuma günü gördüm. Dilencinin biri mescidin
önünde dileniyordu. Adamın biri bir parça kumaşı dilenciye vermek üzere ona
verdi. Ebu Abdullah da kumaşı alarak dilenciye verdi.
Ben de kendisine şunu sordum: Aç olduğunu bildiğim
bir komşum olduğu zaman ne yapmam gerekir? 'Ona mali yardımda bulunman
gerekir dedi. 'Peki kendi yiyeceğim iki ekmek ise ne yapmam gerekir?' diye
sorduğumda, 'Ona da bir şeyler yedirmen gerekir. Hadiste gelen uyarı, Özellikle
komşu içindir1 dedi.
Ebu Abdullah'a şunu sormuştuk: Kişinin kendine bir
gömleği ve iki cübbesi varsa, bununla da yardımda bulunması gerekir mi? 'Şu
soğuklarda kendi ihtiyacı olanı veremez. Ama fazlası varsa, onunla yardımda
bulunması gerekir dedi. Teki zenginlerin mali yardımda bulunması gerekir mi?'
diye sorduğumuzda şöyle dedi: Bir şeyleri üstüste yığan kimselerse elbette
gerekir.
el-Mervezi dedi ki: Yahya el-Cela' ve Ebu Talib'den
şunu işittim: Yezid b. Harun'dan şunu dinledik: Sürmeliğin infak edilmesinin
hükmü sorulmuştu. 'Haramdır, uygun olmaz' dedi. 'Ey Ebu Halid, alan da veren de
razı olsa yine olmaz mı?' diye soruldu. Şu karşılığı verdi: Zina eden erkek ve
kadının her ikisi de buna rıza gösterseler, işledikleri fiil helal olur mu?'
Abdülvehhab'ın şöyle dediğini işittik: Ebu Üsame'nin şunu söylediğini duydum:
Sürmelik yapan eller kırılsın!
Ebu Abdullah'a şunu sordum: Adamın birine on dirhem
borç vermiştim. Borcunu sürmeli dirhemler olarak geri vermek istedi. Ben de bir
dirhemini aldım. Bu hususta ne dersiniz? Dedi ki: Verdiğin borcu geri almış
sayılmazsın. 'Peki sürmeli dinar olarak verse ne yapmam gerekir, sürmesini
kazımam uygun olur mu?' diye sorduğumda ise şu cevabı verdi: Bu tür paranın
kazınarak temizlenmesi, sahibinin dürüstlüğünü gösterir.
el-Mervezi dedi ki: Yahya el-Cela'mn şunu
zikrettiğini işittim: Şuayb b. Harb dedi ki: Oğlumu bir dirhemi kazırken
görmem, benim için Allah yolunda sefere çıkmamdan daha sevimlidir.
el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah bana bir dinar verdi
ve 'Bunu sağlam dirhemlerle değiştir1 dedi. Dinarını dirhemlerle değiştirdim ve
dirhemleri kendisine verdim. Ertesi gün, dirhemlerden birinin bozuk olduğu
ortaya çıktı. Ebu Abdullah'a, bozuk dirhemi değiştireceğimi söylediğimde bana
şöyle dedi: Bu hususta alimler ihtilafa düştüler. Ortaya şu dört görüş çıktı:
Malik dedi ki: İlk değiştirme yok sayılır.
Sevri dedi ki: Dirhemlerden eksik çıkan kadarı,
dinarlardan eksiltilir. Bu görüşün neye yaradığını anlayamadım. Teki sizin
görüşünüz nedir?' diye sorduğumda, 'Bunda bir mahzur olmayacağı ka-natindeyim'
dedi.
Ibni Ömer (ra) ise, bu dirhemi geri verme hakkının
olmadığınısöylemiştir. Ebu Abdullah bunu yorumlayarak şöyle dedi: Meçhul bir
ravi tarafından nakledilen bu görüş, sıhhatli değildir.
Katade ise, onun geri verilebileceğini söylemiştir.
Ebu Abdullah bunu da belirttikten sonra şöyle dedi:
Katade'nin görüşü, insanlar için büyük genişlik ihtiva etmektedir. İstiharede
bulun ve onu geri ver. Bozuk dirhemi bana verdi. Ben de onu değiştirdim.
Muğire, İbrahim en-Neha'i'nin içlerinde sahtesinin
bulunması halinde dirhemleri dinarlarla değiştirmeyi mekruh gördüğünü söylemiştir.
Veki\ Süfyan ve başka biri vasıtasıyla el-Hasan'dan şunu nakletmiştir: Ona
dinar karşılığında bozuk dirhem veren kimsenin durumu sorulduğunda, bozuk
olanları değiştirmesinde bir mahzur olmadığım söylemişti. Süfyan-ı Sevri dedi
ki: Dirhem bozuk ise, onu geri verir ve dinardaki hissesi kadar o kimsenin
ortağı olur.
Muhammed b. Cafer'den nakledildi ki: Ona, dinar
vererek dirhem satın alan ve satıcıya şöyle bir şart koşan kimsenin durumu
sorulmuştu: Eğer verdiğin dirhemler geri çevrilirse onun bedelini ödemek de
sana düşer. Muhammed dedi ki: Said, Katade vasıtasıyla el-Hasan'm şöyle
dediğini rivayet etti: Eğer dirhemler arasında sahtesi varsa onu geri
verebilir. Her ikisi de şart koşamazlar.
Ebu Abdullah'a şu husus sorulmuştu: Yüz yaprak
yazması karşılığında on dirhem verilmesi üzerine anlaşılan birine bir dinar verilse
bunun hükmü ne olur? Cevaben şunu nakletti: İbni Ömer (ra) dedi ki: Her hangi
bir şeyi dinar vermek üzere kiralayan, sonra da ona denk başka bir şey veren
kimsenin bu yaptığında her hangi bir mahzur yoktur. Ancak verilen dirhemin, o
günkü dinar değerinin tam karşılığı olması gerekir. Bir kuruş dahi fazlalık
olmamalıdır.
Ebu Abdullah'a enseyi tıraş ettirmenin hükmünü
sorduğumda şöyle dedi: O, mecusilerin adetidir. Huzeyfe (ra) bir yere davet
edilmişti. Orada bir takım yabancı giysiler gördü. Oradan hemen ayrıldı ve
şöyle dedi: Her kim bir kavme benzerse o onlardandır[63]Ebu
Abdullah ancak kan vereceği zaman ensesini tıraş ettirirdi.
Ebu Abdullah'a, yüzdeki kılları aldırmanın hükmünü
sormuştum. Bana şöyle dedi:
Yüzdeki kıllar makasla alınabilir. Ama onları
cımbızla yoldurmak mekruhtur. Allah Resulü (sav) kıllarını aldıran kadınlara lanet
etmiştir[64]
Ebu Abdullah'a, kadınlarda saç örmenin hükmünü
sorduğumuzda bunun mekruh olduğunu söylemişti. Bir hanımdan şunu işittim: Ebu
Abdullah'a saçları tarayıp ören kadınlardan biri gelmiş ve şöyle demişti: Ben,
kadınların saçlarını tarar ve örerim. Bundan edindiğim kazançla hacca gitmem
hakkında ne dersiniz? Ebu Abdullah, 'Hayır* dedi ve Allah Resulü'nün (sav) yasağından
dolayı bu kazancı mekruh gördüğünü belirtti. Haccın daha temiz bir parayla
yapılması gerektiğini ilave etti.
Ebu Abdullah'a yaşı ilerlemiş hanımların durumunu
sorduğumda, onlar için bile saçları örmeye ruhsat vermedi ve tebessüm ederek
şöyle dedi: Beyaz yüne dönmüş olsa dahi örülmez. Bir defasında Ebu Abdullah'ın
evine gittiğimde bir hanımın kız çocuğunun saçını taradığını gördüm. Hanım
çocuğun saçlarını tarayıp ördükten sonra kendisine, Ebu Abdullah'ın bunu mekruh
gördüğünü söyledim. Kız çocuğu, babasının bunu menettiğmi ve kızdığını itiraf
etti.
İbni Cüreyc'den nakledildi ki: Ebu'z-Zübeyr bana
Cabir*den (ra) şunu rivayet etti: "Allah Resulü (sav) kadınları saçlarını
örüp toka bağlamaktan menetti".[65]
Ebu Bekir dedi ki: Ebu Abdullah'a kafayı tıraş
etmenin hükmünü sordum. Mekruh gördüğünü söyledi. Ben de, TMekruh mu görüyorsunuz?'
diye tekrar sordum. 'Çok kesin bir kerahiyetle mekruh görüyorum' dedi ve şunu
ilave etti: Muammer de kafanın tıraş edilmesini mekruh görürdü.
Ebu Abdullah bu meselede, Ömer b. Hattab'dan (ra)
rivayet edilen şu söze dayanmakta idi: Ömer (ra) adamın birine şöyle dedi:
Eğer seni kafan tıraş edilmiş olarak görürsem, gözlerinin bulunduğu yere
(kafana) vururum. Ebu Bekir el-Mervezi dedi ki: Arkadaşlarımızdan birinin Ebu
Abdullah'ın yanında namaz kıldığını gördüm. Saçını kökünden kazıtmıştı. Ebu
Abdullah ise kafasını tıraş ettiğini sanmıştı. Adamı gece de görmüştü. Bana,
'Onu tanıyor musun?' diye sordu. Ben de tanıdığımı söyledim. Bunun üzerine
şöyle dedi: Kafasını tıraş ettiğin sandığım için ona ağır konuşacaktım.
Ebu Bekir el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah'a idrar
tutmanın hükmünü sormuştum. 'Zaruret halinde bunda bir mahzur yoktur* dedi. Ebu
Abdullah'ın sünnetçiye kap içinde iki dirhem verdiğini gördüm. Onun şöyle dediğini
işittim: Çocukların oynadıkları cevizin yenilmesinden hoşlanmam.
Ebu Abdullah'a yırtıcı hayvan postlarının yere
serilmesinin hükmünü sormuştum. Şöyle dedi: Allah Resulü (sav) nehyettiği için
yırtıcı hayvan postları sergi olarak kullanılmaz.[66]
Ebu Bekir el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah'a şöyle
bir hadise naklettim: Tüccarın biri, mallarının arkasında oturuyordu. İşçisi
onun sevmediği birine bir elbise sattı ve ondan aldığı dirhemleri keseye attı.
İşçi durumu efendisine anlattığı zaman, derhal keseyi alarak Yusuf b. Esbat'm
yanına gitti. Ona olup biteni anlattı. Yusuf b. Esbat konuyla ilgili olarak
.Süfyan ve İbnü'l-Mübarek'ten duyduklarım anlattı. Adam, 'Bu keseyi tasadduk
etmedikçe kalbim rahat etmeyecek' dedi. Ebu Abdullah şöyle dedi: Allah onun bu
sadakasını mübarek kılsın.
Ebu Abdullah'a şöyle bir mesele sorulmuştu:
İhtiyaç sahibi biri var ve dostlarından biri ona
birşeyler vermek istiyor ama onun kabul etmemesinden endişe ediyor. Bu durumda
ne yapması gerekir?
Ebu Abdullah dedi ki: İhtiyaç sahibinin isteği ve
nefsinin arzusu olmaksızın vermesi halinde, ihtiyaç sahibinin reddetmesinin
ona ağır gelmesinden endişe ederim. Ardından şunu anlattı: O kimseye hamalla un
götürdüm. Hamalın parasını verdin mi diye sorduğunda, 'Evet' dedim. Bunun
üzerine evinden ekmek getirdi ve hamala vermemi söyledi. Ben de verdiği ekmeği
hamala ikram ettim.
Sonra bana dönerek şöyle dedi: Vay canına, şu ana
kadar hiç kimseden bir şey kabul etmemiştim. Ama Ebu Abdullah'ın getirdiği bir
şey reddetmem sözkonusu olamaz. Onu getirdiğinde bereket bulurum. Ebu Abdullah,
aynı adama bir kez daha un götürdüğünü ve onun yine ekmek verdiği ve şöyle
dediğini bildirmiştir: Nefsim de bunu arzulamıştı. Ebu Abdullah, onun bu sözü
üzerine tebessüm ederek şöyle demişti: Senin reddetme hakkın var. Biz ise, kabul
etmeni isteriz. Adam o yardımı da kabul etmişti.
Ebu Abdullah'a, ince yelpaze satmanın hükmünü
sormuştuk. Bunlar bir dirheme veya biraz fazlasına satılan yelpazelerdi. Cevaben
şöyle dedi: Yelpazeler, ince elbiseler hükmündedir. Tam olarak ne kasdettiği
sorulduğunda ise şunu söylemişti: Tüccardan alındıkça bunda bir mahzur yoktur.
Ebu Abdullah'a kirlenmiş mushafm gömülüp
gömülmeyeceğim sormuştuk, 'GömülebihY dedi. Namazda iken annesi tarafından çağırılan
kimsenin ne yapması gerektiğini sorduğumuzda şöyle dedi: İbnü'l-Münkedir dedi
ki: Eğer kıldığı namaz nafile ise, namazı bırakarak annesinin çağrısına
uymalıdır.
Ebu Abdullah'a şöyle bir mesele sormuştuk: Yolda
giderken birinin cebinden bir kağıt düşse ve onun üzerinde bir takım hadis ve
rivayetler bulunsa, bunları yazmamız ve ezberlememizin hükmü nedir? Şöyle
cevapladı: Sahibinin izni olmaksızın caiz olmaz.
Ebu Abdullah'a vera' hakkında bir şeyler sormuştum.
Başını yere doğru eğdi ve sükut etti. Yüzü sanki değişir gibi oldu. Sorduklarımdan
bazıları hakkında 'Estağfurullah' diye mırıldanıyordu. 'Ne diyorsunuz, ey Ebu
Abdullah?' dedim. 'Beni mazur gör" dedi. Ben de, 'Sizi mazur görürsek
bunları kime sorarız? Rehberler yolları şaşırır oldular* dedim. 'Sorduğunuz
husus çok ağır bir konudur1 dedi. Bir defasında da şöyle dediğini işitmiştim:
Yetmiş yıldır ziyan içindeyim. Dünyadan ne kadar az alınırsa, hesap da o kadar
olur.
Bir seferinde Ebu Abdullah'a şunu aktarmıştım: Adamın
biri şöyle diyor: Ahmed b. Hanbel ve Bişr b. el-Hars bana göre zühd sahibi
değildirler. Ahmed'in yediği bir ekmeği, Bişr*in ise Horasan'dan gelen
dirhemleri var. Ebu Abdullah tebessüm etti ve şöyle dedi: Ben zühd sahibi
olmaya çalışanlardanım. Bir defasında da şöyle dediğini işittim: Teymi'ye bir
hal geldi de yirmi sene kurduğu çardak veya çadırda yaşadı. O aşırı giden bir
topluluğu anlattıktan sonra şöyle demişti: Onlara yaklaşmak da, onlarla
birlikte oturmak da fitnedir.
Ebu Abdullah'a şunu nakletmiştim: İbnü'l-Mübarek'in
azatlısı bana şunu anlattı: Said b. Abdülgaffar, İbnü'l-Mübarek'e şöyle bir
soru sormuştu: Sevmediğin birinin evine ücret karşılığı oturmakhakkında ne
dersin? 'Bunda bir mahzur yoktur dedi. Bunu aktardıktan sonra Ebu Abdullah'a
şunu sordum: Hoşlanmadığınız biri, bir konaklama evi satın alsa, orada ücret
karşılığı kalmam hakkında ne dersiniz? Cevabı 'Hayır* oldu.
Ebu Vehb dedi ki: Ebu Abdullah yani İbnü'l-Mübarek
dedi ki: Herhangi birinden satın aldığı cariyede kusur çıkan kimse, o cariyeyi
satın aldığı kimseye değil ilk sahibine iade eder,
Abbas el-Anberi, Süfyan'la ilgili olarak bir kişiden
şunu naklet-miştir: Abdurrahman b. Mehdi ile birlikte Abadan'da idik. Ellerimizi
sel suyu ile yıkıyorduk. Ama o, öyle yapmadı. Hizmetçisini göndererek deniz
suyu getirtti ve ellerini onunla yıkadı.
Abdüssamed b. Mukatil dedi ki: Selef mektup
yazdıkları zaman onu kurutmak için sel kumu kullanmaz, adam göndererek deniz
kumu getirtirlerdi. İbnu Haşrem bize şöyle bir mektup gönderdi: Bişr b.
el-Hars, Abadan'da kralların yaptırdığı şadırvanlardan su içmedi. İçmek için
gölden su getirtti.
Said b. Haysem Muhammed b. Halid'den şunu nakletti:
İbrahim en-Neha'i, Ümmü Bekr denilen bir kadına uğramıştı. Kadın ip eğiren
biriydi. Ona şöyle dedi: Ey Ümmü Bekr! Artık bunları ter-ketme zamanın gelmedi
mi? Kadın şöyle cevap verdi: Ey Ebu Ümran! Bunu nasıl terkederim? Ben Ali b.
Ebu Talib'in (ra) bunun kazananın en temiz kazanç olduğunu söylediğini
işittim.
Ebu Abdullah'a şöyle dedim: İbnül-Mübarek'in azatlısı
Hasan, Said b. Abdülgaffar hakkında şunu anlattı: O, ibnül-Mübarek'e şöyle bir
mesele sormuştu: İki adam var ve bunlar senin hoşlanmadığın bir şahsın
dükkanına giriyorlar, o, her ikisine de mükafaat veriyor. Biri kabul ederken
diğeri kabul etmiyor. Mükafaatı kabul eden dışarı çıkıyor. Reddeden ise o kişiden
bir şeyler satın alıyor. Bu ikisi hakkında görüşünüz nedir? İbnül-Mübarek
sükut etti. İbnü Said ona, 'Sizi susturan nedir? Niçin cevap vermiyorsunuz?'
diye sordu. Bunun üzerine İbnül-Mübarek şöyle dedi: Cevap vermenin benim için
daha hayırlı olduğunu bilseydim sorunu cevaplardım. Said dedi ki: Bu meselede
asıl olan kerahet değil midir? İbnü'l-Mübarek, 'Evet' dedi»
Bu hadiseyi dinledikten sonra Ebu Abdullah şöyle
dedi: Bu sorunun cevabına kimin gücü yeter ki? İbnü'l-Mübarek'e denildi ki:
Kendisine mükafaat verilen ve bu para ile bir ev
satın alan kimsenin evinde kalmam hakkında ne dersiniz? İbnül-Mübarek de sükut
etti. Niçin cevap vermediği sorulduğunda ise şöyle dedi: Bu, cevap
veremeyeceğim kadar dar bir sahadır. Kendisine şöyle dedim: Süf-yan-ı Sevri
dedi ki: Maiyetin elinde olanlar haram kazançtır.
Ebu Abdullah, Abdülvehhab'ın şu sözünü
benimsememiştir: O, kendisine mükafaat verilen kimsenin bunu başka birine
verdiği zaman, paranın aynı hükümde olduğunu söylemişti. Ebu Abdullah, bunun
çok ağır bir hüküm olduğunu söyledi. Ben de, 'ilkine verildiğinde mekruh görüp
ikincisinde mahzursuz mu görüyorsunuz?' diye sordum. Şu cevabı verdi: ilkinde
mekruh görmem, aradaki iltimas ilişkisinden dolayıdır, ikincisinde ise bundan
farklı bir durum mevcuttur.
Ardından da şöyle dedi: Her kime böyle bir para
verilir veya bağışlanırsa onu kabul etsin ve sahabenin yaptığı gibi kendi
parasından ayırsın. Ömer (ra) Ebu Ubeyde'ye (ra) bir para göndermişti. Ebu
Ubeyde (ra) parayı aldı ama ayrı bir yere koydu. Mervan, Ebu Hüreyre'ye (ra)
para gönderdiği zaman o bu parayı ayrı bir yere koyardı. İbni Ömer (ra) ve
Aişe (ra) de kendilerine gönderilen hükümet paralarını ayırırlardı. İbni
Ömer'in (ra) böyle bir parayı neye dayanarak kabul ettiğini sordum ve bir
topluluğun buna delil olarak, eğer mubah olmasa idi onların da almayacaklarım
söylediklerini belirttim.
Ebu Abdullah bunu tasvip etmedi ve şöyle dedi:
Onların bunu almaları, bağışı reddetmeyi mekruh görmelerinden kaynaklanmaktaydı.
Ama onu eşitçe ayırırlardı. Kendisine şunu söyledim: Rivayete göre Muaz'ın
(ra) bu tür bir dinarı kalmıştı. Hamını onu kendisinden isteyince o da
kendisine vermişti. Ebu Abdullah bunu açıklayarak şöyle dedi: Muaz (ra), hanımı
o paraya muhtaç olduğu için kendisine onu vermişti.
Bunun üzerine ben de şöyle dedim: Siz böyle bir para
ile imtihan edilen kimsenin, onun ayrımında titiz olması gerektiğini söylüyorsunuz.
Aişe (ra) ise İbnül-Münkedir kendisine sıkıntısından dert yandığı zaman şöyle
demişti: Eğer onbin dirhemim olsaydı size yardım ederdim. Ibnül-Münkedir
sefere çıkınca Aişe'ye (ra) onbin dirhem gönderdi. O da bu parayı kendisine
geri gönderdi ve sözü ile imtihan edildiğini söyledi. Aişe (ra) yaşadığı
darlığa rağmen bu parayı geri vermişti. O, gerçekten zühd ve vera' sahibi idi.
Ebu Abdullah dedi İd: Ebu Musa el-Eş'ari (ra) gibi
sahabiler, bilmedikleri konuları Aişe'ye (ra) sorarlardı. Allah Resulü'nün
(sav) hanımları arasında onun gibisi yoktu. Sadece onsekiz yaşında olmasına
rağmen ilim ve ahlak bakımından böyle yüksek idi.
Ebu Yahya en-Nakıd dedi ki: Ebu Talib bize şunu
nakletti: Abdullah b. Yahya b. Ebi Kesir, babası vasıtasıyla ensardan bir
zatın şöyle dediğini rivayet etti: Allah Resulü (sav) kalp kulakçığını
me-netti. Ebu Abdullah, 'Evet, öyledir5 dedi. Ben de, 'Bu nasıl bir hadistir?'
diye sordum. Hadisi açıklayarak şöyle dedi: Burada Allah Resulü'nün (sav) kalp
kulakçığının yenilmesini menettiği haber verilmektedir.
Abdullah b. Ahmed'den nakledildi ki: Ebu'l-Gudde'ye
bu hadisi sorduğumda şöyle dedi: Allah Resulü (sav) onu yememiştir. Sebebi de
mekruh görmesidir. Nitekim Evza'i hadisi buna delalet etmektedir. Sözkonusu
hadis, Vasıl tarafından Mücahid'den rivayet edilmiştir: Dedi ki: Abdullah b.
Yezid, Ümmü Seleme'den (ra) şunu rivayet etti: "Allah Resulü (sav) ona
hayvanın kalp kulakçığını ne yaptığını sordu. O da attığını söyledi. Bunun
üzerine Allah Resulü (sav) 'Makamın güzel olsun' diye iltifatta bulundu".
Geçim ve kazanç yolları ile bunlarla irtibatlı
hususları ele aldığımız bölüm burada sona ermektedir. Allah Teala hiç şüphesiz
her şeyin en doğrusunu Bilen'dir. [67]
Bu bölümde helal, haram ve bu ikisi arasındaki
şüpheli konular ile helalin fazileti ve şüphenin kötülüğü gibi noktalar
üzerinde duracağız. Helal ve haramla ilgili misaller verdiğimiz gibi bunu
değişik misallerle açıklamaya ve akılların alabileceği kıvama getirmeye
çalışacağız.
Ebu Hüreyre (ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir: "İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir
ki faiz yemeyen hiç kimse kalmayacaktır. Yemeyene de tozundan bulaşacaktır".
[68]
Şüphesiz Allah Teala en iyisini bilir, ama anladığımız kadarıyla 'tozundan
bulaşma' ile kasdedilen; faiz alışverişinde bufros-mayan kimselerin dahi ister
istemez ona bulaşmalarıdır. Tozun hef yere sızması gibi, faizi kazanç yolu
olarak görmeyen, o yönde iradeleri bulunmayan kimseler dahi ondan uzak
kalamayacaklardır. Bu, faizin gerçekten çok yaygın bir hal alacağını haber
veren bir hadistir. Bu yaygınlık öyle bir seviyeye ulaşacaktır ki ondan
sakınmak mümkün olmayacaktır
Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur:
"Faiz ile kazanılan bir dirhem, Allah katında islamın otuz zinetinden daha
ağır (bir günah)dır". Allah Teala hiçbir konuda faiz yiyenlerle ilgili
olarak vahyettiği tehditlere benzer derecede tehditte bulunmamıştır. O'nun
faiz yiyenlerle ilgili tehditlerinde iki temel husus işlenmektedir:
İlki, Allah'a ve Resulü'ne (sav) savaş açmak;
İkincisi, ise cehennemde ebedi kalmaktır.
Her ikisini birden şu ayet-i kerimede görmekteyiz:
"Ey İman edenler, Allah'tan korkun ve eğer müminlerseniz faiz olarak
artanı bırakın". (Bakara/278) Görüldüğü gibi Allah Teala, faiz olarak artanı
bırakmayı imanın şartı olarak koymuştur.
Burada bir şart cümlesi sözkonuşudur. Bunun karşılığı
ise şöyle gelmektedir: "Eğer böyle yapmazsanız, Allah'a ve Resulü'ne savaş
açtığınızı bilin". (Bakara/279) Bundan sonra ise alınan faizden dolayı
muhakkak tevbe edilmesi gerektiği bildirilmektedir: "Eğer faizcilikten
tevbe ederseniz, sermayeleriniz sizindir. Böylece ne zulmeder, ne de zulme
uğrarsınız". (Bakara/279)
Allah Teala faizin haramlığını şu ayet-i kerime ile
de açık olarak teyid etmiştir: "Allah alışverişi helal, faizi haram
kıldı". (Bakara/275) Bütün bu açıklama ve tehditlerden sonra.da ebedi
cehennem tehdidini vazederek şöyle buyurmuştur: "Her kim de (faizciliğe)
dönerse, işte onlar cehennem sakinleridir ve orada ebedi kalacaklardır".
(Bakara/275) Bu ayet-i kerime, hitab-ı ilahinin en sertlerinden ve azabın en
ağırlarından birini ihtiva etmektedir.
ibni Mesud'dan (ra) şu hadis rivayet edilmiştir:
"Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Helali aramak, farzın üstündeki
farzdır". Görüldüğü gibi Allah Resulü (sav) ilmi arama ile helali aramayı
farziyet bakımından aynı derecede değerlendirmiştir. Her ikisi için de arama
ve talepte bulunmak müslüman için gereklidir.
Temiz kazanç için helalini aramak, cahil kimse için
ilmi aramak ve öğrenmekle aynı Önemdedir. Diğer taraftan herhangi bir fiil farz
kılındığı zaman, onun bu özelliği kıyamete dek baki kalır. Bir şeyi aramak
emrolunduğunda, bu onun varlığına delalet eder. Dolayısıyla aslen olmayan bir
şeyi aramak bize farz kılınmaz.
Buna göre helal, bize farz kılınması ve aramamızın
emredilme-si bakımından mevcuttur. Ama helale giden yol dardır. Onun tezahürleri
çoğu kimseye gizlidir. Helali arayıp bulmaktada bir takım sıkıntılar
sözkonuşudur.
Netice itibarıyla helali arama ve helale uygun
hareket etme insanlara ağır gelen ve nadir görülen davranışlardır. Öte yandan
helal için yardımcı olanlar da harama göre çok azdır. Helalin ardından
gidenler yalnızlardır. Bunlar, nefslere hoş gelmeyen hususlardır. Ama şunu
unutmamanız gerekir ki, hoşunuza gitmeyen nice şeyler, sizler için daha hayırlı
olabilir.
Farzlar için vazedilmiş bir takım ilim ve hükümler
mevcuttur. Bunların ilimlerini bilmeyenler, hükümlerinin gereklerini de yapamazlar.
Dolayısıyla onları hiç bilmeyenler gibi bir konumda olurlar. Ömer (ra) pazar
esnafına deyneği ile dokunur ve şöyle derdi: Bizim pazarımızda ancak fıkıh
bilgisi olanlar ticaret yapabilir. Aksi halde hata ile olsun faize
bulaşabilirler. Ulemadan bir zat ise şöyle demiştir: Önce fikıh Öğren, sonra
pazara gir ve alışveriş yap.
Allah Resulü'nün (sav) "İlini öğrenmek her
müslüman üzerine farzdır"[69]
buyruğunun açıklamasında şöyle denilmiştir: Burada kasdedilen helal ve haramı,
almayı ve satmayı öğrenmek, bunlarla ilgili hükümleri bilmektir. Kişi ticarete
girmek istediği zaman, bunları öğrenmesi kesinlikle farzdır. Bir rivayette
şöyle denilmektedir: Ailesini helalinden geçindirmek için koşturan kimse,
Allah yolunda cihad eden mücahid gibidir. Dünyalığı iffet içinde helalinden
isteyen kimse de şehidlerin derecesinde yer alır.
Denildi ki: Kulun helalinden yediği ilk lokma, geçmiş
günahlarının bağışlanmasına vesile olur. Rızkın helalini arama noktasında
elinden gelen her türlü çabayı gösteren kimsenin günahları, kış mevsimi kuruyan
yaprakların dökülmesi gibi dökülür gider.
Ulemadan bir zat mücahidlerden birine şöyle demişti:
Kahramanlara yakışan helal kazanç ve aileye bakma uğraşında hangi noktadasın?
Şuayb b. Harb ve diğerleri de şöyle demişlerdir:
Helalinden kazanıp kendine, ailene veya dostlarından birine sarfettiğin bir
kuruşu dahi küçük görme! Umulur ki o kuruş senin veya başka birinin midesine
girmeden çok önce günahlarının bağışlanmasına vesile olmuş olabilir.
Konuyla ilgili nakledilen rivayetlerden birinde de
şöyle denilmektedir: Her kim kırk gün boyunca helal yerse, Allah Teala onun
kalbini nurlandırır ve oradan hikmet pınarları akıtır. Bu sözün başka bir
şeklinde ise, 'Allah Teala onu dünyada zahid kılar* ifadesi geçmektedir.
Denildi ki: Her kim helal yer ve sünnet dairesinde amelde bulunursa, bu ümmetin
abdal zümresindendir.
Sehl (ra) şöyle derdi: Kul, titizlik içinde helal
lokma yemedikçe imanın hakikatine eremez.
İbrahim b. Edhem (ra) ve Fudayl b. Iyaz'dan (ra) ise
şu söz nakledilmiştir: Büyüklük; haccetmek, cihad etmek, oruç tutmak ve namaz
kılmakla olmaz. Bize göre büyüklük, mideye gidenleri sıkı tutmaktır. Onların
bu ifade ile kasdettikleri, mideye helalden başkasını sokmamaktır.
Yusuf b. Esbat, Şuayb b. Harb'e şöyle demişti:
Farkettin mi, cemaatle namaz kılmak sünnet iken helal kazanmak farzdır? O da,
'Evet' dedi.
Adamın biri İbrahim b. Edhem'e (ra) şöyle bir soru
sormuştu: Ben rızkını pazarcılıktan temin eden biriyim. İşim esnasında cemaatle
namazı kaçırdığım oluyor. Sana göre cemaatle namaz mı, yoksa ticaretimle
uğraşmam mı daha sevimlidir? İbrahim (ra) şöyle cevap verdi: Helal kazandığın
sürece cemaatte sayılırsın!
İbrahim b. Edhem (ra) ve yarenleri bir Ramazan ayında
hasatta çalışıyorlardı. O, dostlarına şöyle diyordu: Gündüz vakti işinizde
dürüst olun ki rızkınızı helalinden yiyebilesiniz. Gece namazı kılmasanız da,
size cemaatte namazın ve gece namazının sevabı verilecektir.
Selef-i Salih'ten bir zat şöyle demişti: İnsan için
en faziletli olan üç husus şunlardır: Sünnete uygun amel etmek; Helalinden kazanılan
dirhem; Cemaatle kılınan namaz.
Sehl (ra) şöyle derdi: Yolumuzun hakikatine ancak şu
dört şeyle ulaşılır: Farzları sünnete uygun olarak eda etmek; Vera' ve titizlik
içinde helal yemek; zahirde ve batında yasaklardan sakınmak; Ölünceye dek
bunlarda sebat ve sabır göstermek.
Yine o, şöyle demiştir: Yemeği helal olmayan kimsenin
kalbindeki perde kaldırılmaz, kalbindeki azaba son verilmez. Böyle biri Allah
Teala'nın affı olmazsa ne namazı, ne orucu önemser.
Sehl (ra) şöyle derdi: Melekûtunun müşahedesinden ve
vuslattan mahrum edilmenin nedenleri şu ikisidir: Haram yemek ve yaratılmışlara
eziyet etmek. O, şöyle demiştir: Hicret'in üç yüzüncü yılından sonra hiç
kimsenin tevbesi kabul olunmaz. 'Neden?' diye sorulduğunda şu cevabı verdi:
Çünkü ondan sonra ekmek bozulur ve bu tarihten sonra gelenler rızıkta sabır
göstermezler.
Ebu Bekir-i Sıddık'tan (ra) Allah Resulü'nün (sav)
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Haramla beslenen hiç bir beden cennete giremez. Cehennem ona daha layıktır[70]
Rivayete göre Ebu Bekir-i Sıddık (ra) azatlı
hizmetçisinin kazancıyla aldığı bir yemek yemişti. Ardından ona bu yemeğin
parasını nereden kazandığını sordu. O da, 'Filan kimsenin hastasını okuyup
üfledim ve bunun karşılığında para aldım. -Başka bir rivayette- Filan kimse
için kehanette bulundum' dedi. Bunun üzerine Ebu Bekir (ra) parmağını boğazına
sokarak kustu ve yediklerini tamamen çıkarmaya çalıştı. Sonra da şöyle dedi:
Allahım! Damarlarıma ve bağırsaklarıma karışanlar için Sen'den özür diliyorum.
Bu husus Allah Resulü'ne (sav) haber verildiğinde şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Sıddık'm midesine helalden başkasını koymayacağını bilmez
misiniz?".
Rivayete göre Sa'd b. Ebi Vakkas (ra) Allah Resulü'ne
(sav) ricada bulunarak duasının kabul edilmesini için niyazda bulunmasını
istemişti. Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: "Ey Sa'd! Yediğin helal
olduğunda duan da kabul edilen dua olur".
Alimler şöyle demişlerdir: Yenilen lokmanın haramhğı,
duanın semaya ulaşmasını engeller. Denildi ki: Kul lokmasını ıslah edip amelini
düzeltmedikçe Allah Teala onun duasına icabet etmez. Seleften bir topluluk da
şöyle demiştir: Cihad on kısım olup bunların dokuzu helal kazanmakla ilgilidir.
Ali b. Fudayl babasına şöyle demişti: Babacığım,
helal çok mu kıttır? Babası da şu cevabı verdi: Oğlum, kıt bile olsa onun azı
Allah katında çoktur. Denildi ki: Karnında haram lokma veya sırtında haramla
dikilmiş bir giysi bulunan kimsenin namazı kabul edilmez.
Seleften bir zat şöyle demiştir: Ey miskin! Oruç
tuttuğun zaman kimin evinde iftar ettiğine ve kimin ekmeğini yediğine iyi bak!
Çünkü kul öyle bir yemek yer ki onun yüzünden kalbi eğrilir ve derinin
değişmesi gibi değişerek eski haline bir daha asla dönemez.
Bu söz, Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen şu
hadisin iki yorumundan da biri olmaktadır: "Nice oruç tutan vardır ki oruçtaki
nasibi aç susuz kalmaktır". [71]
Denildi ki: Bu, iftarım haramla açan oruçlunun halidir.
Bir rivayette de şöyle denilmektedir: Helal olmasına
rağmen övünmek ve biriktirmek maksadıyla dünyalık peşine düşen kimse, Allah
Teala'nm huzuruna O'nun öfkesi üzerinde olarak çıkar.
Selef-i Salih'ten şöyle bir haber nakledilmişti: Vaiz
veya uyarıcı, insanlara bir şeyler anlatmak için oturup kendini buna atadığında
ilim ehline bu kimsenin meclisine katılmanın hükmü sorulurdu. İlim ehli de
şöyle derdi: O kimse hakkında şu üç hususu araştırın: İtikadının sıhhati;
Aklının olgunluğu ve yediği lokma.
Eğer bidatlara inanan biri ise onun meclisine asla
oturmayın. Çünkü o, şeytanın diliyle konuşacaktır. Eğer lokması helal değilse
iyi bilin ki arzularına uygun olarak konuşacaktır. Eğer aklî olgunluğu tam
değilse, o zaman da sözleriyle İslah etmekten çok ifsad edecektir. Böyle
birinin meclisine de katılmayın.
Meclisine oturulacak kimsenin bu şekilde titizlikle
araştırılması, günümüzde kaybolmuş bur sünnettir. Bu sünnetin gereğini yapanlar,
onu ihya etme şerefini kazanacaklardır.
Allah Resulü (sav) dünya için hırslananlardan
bahsedip onları kınadıktan sonra şöyle buyurmuştur: "Değişik diyarlarda
dur durak bilmeden dolaşan saçı başı dağınık üstü başlı tozlu nice kimse
vardır ki yedikleri haram, giydikleri haramdır. Onlar haramla beslenirler.
Namazda ellerini kaldırarak 'Ey Rabbim! Ey Rabbim!' diye dua ederler ama
kendilerine asla icabet edilmez".
İbni Abbas'm (ra) Allah Resulü'nden (sav) şunu
rivayet ettiği nakledilmiştir: "Allah Teala'nın Kudüs üzerinde bir meleği
vardır. O her gece şöyle seslenir: Her kim haram yediyse, onun ne nafile, ne de
farz ameli kabul edilir!".
Ebu Hüreyre (ra) ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir: "Mide, bedenin havuzudur. Damarlar ona doğru
giderler. Mide sıhhatli olduğunda ona gelen damarlar da sağlıklı olur. Mide
hastalıklı olduğunda ona doğru gelen damarlar da hastalıklı olur".
Yenilen lokmanın din açısından konumu, bina açısından temelin konumu gibidir.
Temel sağlam olduğu zaman, üzerinde yükselen bina da sağlam olur. Temel zayıf
olduğu zaman bina bir süre sonra sallanmaya başlar ve çöker.
En güzel Yaratıcı şöyle buyurmaktadır:
"Binasını, Allah'a karşı gelmekten sakınma ve O'nun rızasını kazanma
temelleri üzerine kuran kimse mi hayırlıdır; yoksa binasını, yıkılmak
üzere olan bir uçurum kenarına kurarak onunla beraber cehenneme yuvarlanan
mı?" (Tevbe/109)
Bir hadis-i şeriflerinde Allah Resulü'nün (sav) şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: "Haram mal kazanan kimse onunla sadaka verse
dahi kendisinden kabul edilmez. Ardında bıraktığı ise cehenneme götüreceği
azık olur". Allah Teala buyurdu ki: "Mallarınızı aranızda batıl
(yollarla) yemeyin ve kendini öldürmeyin". (Nisa/29) Bu ayet-i kerimenin
tefsirinde şöyle denilmiştir: Haram lokma yiyen kimse kendi kendini öldürmüş
olur. Çünkü bu, onun helakine ve ahirette de azap görmesine neden olacaktır.
Ali (kv) ve diğerlerinden nakledilen meşhur sözlerden
biri şöyledir: Dünya malının helali için hesap, haramı için azap vardır! Yusuf
b. Esbat ve Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle demişlerdir: Şüpheli hususlarda anne
babaya itaat gerekmez.
Fudayl b. Iyaz (ra) şöyle demiştir: Helal rızık
peşinde koşan kişiyi Allah Teala sıddıklarla beraber diriltecek ve onu
şehidler mertebesine yükseltecektir.
Ebu Süleyman ve diğer alimler de şöyle demişlerdir:
Helal kazanmaktan utanç duyan kimse asla kurtuluşa eremez. "Onun için güç
bir geçim vardır" (Taha/124) ayetinin tefsirinde şöyle denilmiştir: 'Güç
geçim' ile kasdedilen haram lokmadır. "Ona güzel bir hayat
yaşatırız" (Nahl/97) ayetinin tefsirinde ise burada kasdedilenin helal
rızık olduğu söylenmiştir.
Allah Teala buyurdu ki: "Ey iman edenler! Size
verdiğimiz rızık-larm güzellerinden yiyin" (Bakara/172) Burada
kasdedilenin, lıela-linden yiyin' olduğu söylenmiştir. Yine O, peygamberlerine
hitaben şöyle buyurmuştur: "Ey Peygamberler! Güzel rızıklardan yiyin ve
salih amel işleyin". Görüldüğü gibi Allah Teala peygamberlerine salih amel
işlemeyi emretmeden önce helal yemeyi emretmiştir.
Ulemadan bir zat şöyle demişti: Amellerin zekatı
helal yemekle verilir. Yenilen yemek ne kadar helal olursa, yapılan amel de o
kadar temiz ve faydalı olur.
Bişr b. Hars (ra) Ahmed b. Hanbel'i (ra) andıkça
şöyle derdi: O, üç hasletiyle benden üste çıkmıştır: Ailesine karşı sabır ve
tahammülü ki ben buna tahammül edemedim. O, helal rızkı hem kendisi, hem de
başkaları için kazanmaya çalışırdı. Ahmed (ra) şöyle derdi: Temiz rızıkları
terketmemin sebebi, dünyalık hakkındaki zühdümden değil, onları alacak helal
parayı kazanamayışımdan-dır. Eğer helal param olsa, onları alır ve afiyetle
yerdim.
Zahir uleması şöyle derlerdi: Helal on kısımdır.
Alimler arasında helalin yedi kısım olduğunu söyleyenler de olmuştur. Ama bunların
tamamı temelde şu üç kışıma dayanmaktadır:
1. Doğrulukla
yapılan ticaret;
2. Dürüstçe icra edilen zanaat;
3. Meşru bir hükme dayalı bağış;
Bağış, dört kısma ayrılır: a. Savaşmadan elde edilen
ganimet payları; b. Miras yoluyla gelenler; c. Gönül hoşluğuyla yapılan hibeler;
d. Hakiki fakirlikten dolayı alman sadakalar.
Bunların hemen tamamının çerçevesi ve bel kemiği
şudur: Helal, iki farklı anlama gelen bir fiilden türemiştir. Bunların ilki
zulmün çözülüp yayıldığı şey anlamında kullanılmasıdır. İkincisi ise, ilmin
hakim olduğu şey anlamında kullanılmasıdır. Zulmün çözülüp yayıldığı şeyin
talep edilmesi sözk'onusu değildir. İlmin hakim olduğu şey ise, mübahlık.ve
emrin hakim olduğu şeydir.
Alimlere göre 'helal'; yapılması ve alınmasıyla Allah
Teala'ya isyan konumuna düşülmeyen şeydir. Bâtın uleması ise onu şöyle tarif
etmişlerdir: Başında Allah Teala'ya isyan edilmeyen, sonunda Allah Teala'nm
unutulmadığı, yapılması esnasında O'nun anıldığı ve bitirilmesinden sonra O'na
şükranda bulunulan şeydir.
Sehl (ra) kendisine 'helal'in ne olduğu sorulduğu
zaman şöyle derdi: Helal, ilimdir. Bir defasında da şöyle demiştir: Kul,
gökyüzüne doğru ağzını açsa ve içine tek bir yağmur damlası düşse, o da bu
damladan aldığı güçle Allah Teala'ya isyanda bulunsa veya O'na itaatini
gösteren bir amelde bulunmasa, o damla dahi kendisine helal olmaz.
İlim ehlinden bir topluluk şöyle demişlerdir:
İnsanlara karşı yapmacık davranan veya gösterişte bulunan kimsenin yediği haramdır.
Çünkü o, eda ettiği amellerde Allah Teala'ya karşı dürüst değildir. Tevhid
ehlinden bir zat şöyle demiştir: Allah Teala'nın bir şekilde müşahede
edilemediği hiç bir şey helal olmaz. Allah Teala'nm verdiği rızıkta kulları
O'na ortak koşan kimsenin durumuşüphelidir. Hüküm bakımından helal görünse de
şüphe ortadadır. Onlar bu fikirde İsa Peygamber'in (as) şu sözüne dayanmaktadırlar:
'Onlar Allah'ın verdiği rızkı yer ve bu rızıkta yarattıklarını O'na ortak
koşarlar3.
Abdal zümresinden bir zat şöyle demiştir: Helal,
insanların ellerinden alınmayan ve onların mülkiyetlerine intikal etmeyen şeydir.
Abdal zümresinden biri, sadece sahipsiz arazide yetişen bitkileri yerdi.
Helalin adalet gereği olmasının izahı da şöyledir:
Helal, zalimlerin ellerinden alınmadıkça helaldir. Bir şeyin helal olabilmesi
için, takva sahiplerinden alınmış olması gereklidir.
Konuyla ilgili olarak abdal zümresine mensup bir zat
ile ilgili uzun bir kıssa anlatılmıştı: O zatın birlikte seyahat ettiği avamdan
biri kendisine yiyecek bir şeyler vermişti. O da, onun verdiği yiyeceği
yememişti. Bunun üzerine yememesinin sebebi sorulmuştu. O da şu cevabı
vermişti: Biz, ancak helal yiyebiliriz. Kalbimizin istikamet bulmasının nedeni
budur. Böylelikle kalplerimiz dünyevi nimetlere karşı zühde yönelme hususunda
sebat eder ve tek bir hal üzere devam eder. Biz de bu sayede melekûtun keşfine
muktedir olur ve ahireti müşahede ederiz.
Sadece üç gün sizin yediklerinizi yesek, şu an sahip
olduğumuz, yakin ilmine dair hiç bir şeye sahip olamayız. Buna sahip olamadığımız
gibi, korku ve müşahede halleri de kalbimizi terkeder... Kıssanın sonunda,
yemek ikram eden kimse şöyle demişti: Ben de, her zaman oruç tutarım. Kur'an-ı
Kerim'i her ay otuz kez hatmederim. Bunun üzerine abdal zümresinden olan zat
şöyle demiştir: Beni içerken gördüğün şu süt çorbası, benim açımdan senin üçyüz
rekatta otuz hatim indirdiğin amelinden daha sevimlidir. Çünkü o, vahşi dağ
koyunundan alınmış bir sütten yapılmıştır.
Bu söz üzerine yolculardan biri şöyle dedi: Helal
yeme hususunda senin söylediklerine benzer sözler söyleyen abdal zümresinden
bir zata şöyle demiştim: Siz abdal zümresinin mensupları, helal rızkı buluyor
ama onu diğer müslüman kardeşlerinize yedirmiyor-sunuz? Neden?
O zat şöyle cevap verdi: Bizim halimiz, insanların
geneli için uygun değildir. Çoğunluk bununla emrolunmamıştır. Eğer herkes
bizimki gibi helal yemeye yönelseydi, memleket çöker, çarşı pazar boşalır ve
şehirler viraneye dönerdi. Böyle davranmak, azınlığın içinde bir azınlığın,
havas içinde havassın işidir.... Söyledikleri bu şekilde veya bu anlamdaydı.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: İçinde hiçbir
kuşkuya mahal bırakmadan helal olan şeyler şunlardan ibarettir: Göl suyu, kimseye
ait olmayan arazide biten sebze ve meyva, salih bir dosttan alınan hediye ve
takva sahibi biriyle doğruluk ve dürüstlük gözetilerek yapılan ticaretle elde
edilen kazanç.
Ahmed b. Hanbel (ra) yıllar boyunca gezilerinde
kendisine refakat etmiş olan Yahya b. Ma'in'le beraber yemek yemezdi. Bunun yegâne
sebebi ise Yahya'nın söylediği şu sözdü: Ben kimseye bir şey sormam. Şeytan
bile bir şey vermiş olsa, onu yerim. Bu söz üzerine Ahmed b. Hanbel (ra)
kendisini terketmiştir.
Yahya ondan özür dilemiş ve 'Ben sırf şaka yoluyla
böyle dedim' demişti. Ahmed b. Hanbel (ra) bunun üzerine şöyle dedi: Dinde mi
şaka yapıyorsun? Bilmez misin ki Allah Teala helal yemeyi salih amelin bile
Önüne almış ve şöyle buyurmuştur: "Temiz rızıklardan yiyin ve salih
ameller işleyin". (Müminun/51)
Vera' ehlinden biri şöyle derdi: Kırk yıldan beri
mideme sadece nereden geldiğini bildiğim su girmiştir. Bir diğeri ise şöyle
derdi: Altmış seneden beri, kaynağını bilmediğim hiç bir şey yemedim.
Vehb b. el-Verd sadece kaynağını bizzat kendisinin
bildiği veya iki adil şahidin sıhhati yönünde şahitlik ettiği şeyleri yerdi.
Bişr (ra) şöyle derdi: Yoksulllaşan kimse acıkır.
Gaflete düşen kimse ise tıka basa doyar. Alimlere göre dünya malını helalinden
arayan kimse, şüpheli yiyecekleri yiyen kimselerden daha zahid sayılır.
Denildi ki: Yediği lokmanın nereden geldiğini
önemsemeyen kimsenin, Allah Teala da cehenneme hangi kapıdan sokulacağını
önemsemez. Bunun Tevrat'ta yazılı olduğu söylenmiştir.
Helal şüpheden Nasıl Ayrılır?
Bu meselede asıl olan Nu'man b. Beşir*den (ra)
rivayet edilen şu hadis-i şeriftir: "Helal açıktır, haram açıktır. Bu
ikisi arasındakiler şüphelilerdir. İnsanların çoğu bunları bilemez. Her kim
onları terkederse dinini ve ırzını pak kılmış olur. Korunan bir yerin çevresinde
dolaşan kimsenin ona bulaşması yalandır. Her kralın korunan bir yeri vardır.
Allah Teala'mn yeryüzündeki korunan yeri ise koyduğu haramlardır"[72]
Bu hadisle ilgili olarak, 'Hmin üçte biridir*
denilmiştir. Hadise göre helal açık ve herkesin kesin olarak bilebileceği
şeylerdir. İlim sahibi her müminin kalbi helal hakkında kanaat ve itmi'nan sahibidir.
Haram da aynı şekilde açık ve kesinlik üzere herkes tarafından bilinen
şeylerdir. Müslümanlardan hiç kimse onun üzerinde farklı görüşte olamaz.
Haram, müminin kalbinin soğuduğu ve tiksinti duyduğu
şeydir. Bazı kalpler, vera' eksikliğinden dolayı birtakım haramlardan tiksinti
duymayabilirler. Bazıları da ilimlerindeki eksiklikten dolayı helal olan
şeylerden soğuyabilirler. Bu iki tür insanın yaklaşımları hüküm vermede
değerlendirmeye alınmaz.
Helal ve haram hükümlerinde itibar edilen kalp öyle
bir kalptir ki melekût madenlerinin vurulduğu mihenk gibidir. O, yakinî iman ve
ilim sahibi müminin kalbidir. Kalpler arasında böyle bir kalp, madenler
arasında çok nadir bulunan saf altın gibidir.
Seleften bir zat, Allah Teala'mn "Biz, işledikleri
günahlardan ötürü zalimlerden kimini kimine musallat ederiz" (En'am/129)
buyruğunun tefsirinde şöyle demiştir: Halkın amelleri fesad bulunca, başlarına
yaptıkları amellere çok benzeyen yöneticiler koyarız. Ulemadan bir zat da
benzer anlamda şöyle demiştir: İnsanların dinleri fesada uğrayınca, rızıkları
da fesada uğrar.
Helaller ile haramlar arasında yer alan şüpheli
hususlar ise değişik şekillerde kendini gösterir: Bunlardan biri, bir açıdan
helale daha çok benzeyen, onunla karışarak ayrışması güç halde olandır-Şüpheli
şeyler, batın ilminde bir açıdan helalliğinin delillendirile-bileceği şeyler de
olabilir. Bunlar hüküm itibarıyla helaldirler. Ancak vera' ve titizliğin
gereği, bunlardan uzak durmaktır.
Şüpheli şeyler, zahir alimleri tarafından mubah
görüldükleri halde, batın alimleri tarafından mekruh görülen şeyler de
olabilir. Batın ulemasının bu tavrı, bu tür şüpheli şeylerin kalpleri tesir
vehakimiyeti altına alma endişesidir. Kalbin huzur ve itmi'nan bulmadığı
şeylerden uzak durmak gerekir.
Bunun en güzel izahını Allah Resulü'nün (sav) şu
hadisinde görmekteyiz: "Siz davalarınızı bana getiriyorsunuz. Belki
biriniz, delilinde oynama yapmış olduğu için, kendisinden dinlediğime göre
lehine hüküm vermiş olabilirim. Halbuki o, söylediğinin aksinin doğru olduğunu
bilmektedir. Her kime bu şekilde kardeşi aleyhine hüküm vermişsem -bilsin ki-
ona ateşten bir parça kesip vermişimdir [73]
Allah Resulü (sav) bu hadisinde davaya konu olan işlerde zahire göre hüküm
verdiğini haber vermiş ve diğer insanlardan gizlenen batını durumları söz
sahiplerine havale etmiştir. İfadelerinin vebali kendilerine aittir.
Delillerinin açık olmayışı veya lehte aleyhte
birbirlerine denk olmaları nedeniyle ihtilafa düşülen hususlar da şüphe
kapsamına girer. Gözünüzün bizzat görmediği şeyin yokluğunu kesin olarak
söyleyebilirsiniz.
Helal ve haram, alimlerin üzerinde ittifak ettikleri,
delillerin açık bir şekilde ortaya konulduğu hususlardır. Şüphenin bir türü de,
sebebi helal olmasına ve hükmünün bulunmasına rağmen kaynağı meçhul ve
helalliği yakinî olarak bilinemeyen hususlardır. Şüphenin bir başka şekli de,
hükümlerden bir kısmını eda etme keyfiyetinin yokolması veya kula ulaşma
vasıtasının sağlıksız olması halleridir. Kul, bunlara cehaletle veya nefsi
afetlerden bir afetle ulaşmış olabilir.
Şüpheler, yukarıda belirttiğimiz türleri dışında
helal veya harama yakınlıkları bakımından da taksim edilirler: Helale yakın
olanlar helalliği şüpheli olanlar, harama yakın olanlar haramlığı şüpheli
olanlar ve takribi şüpheler şeklinde tasnif edilirler.
Helal, batın uleması tarafından üç derecede
değerlendirilmiştir:
1. Helal-
Kâfi ki avama özgü olan ve açık hükümle bilinen helalleri ihtiva eder.
2. Helal-ı
Safî ki havassa özgü olan helalleri ihtiva eder ki bunlar, delilleri açık,
sebepleri yüce ve sünnet-i nebevinin tezahür ettiği helallerdir.
3. Helal-ı
Şâfi ki havassın havassma özgü olan helalleri ihtiva eder. Bunlar, kaynağının
ve kaynağın kaynağının bilindiği, yakin sahiplerinin huzurunda cari olup
cehaletin asla bulaşmadığı helallerdir.
Helaller derecelendiği gibi şüpheler de bunlara
paralel olarak derecelenmiştir.
Harama gelince, günaha dalmış fasıkların yemeğini
yemek, o yemeğin peşinde koşmak, başkalarına yedirmek ve onu elde etmek için
yardımlaşmak günah ve fısktır. Böyle bir yemeğe alışan kimse de, günahkâr bir
fasıktır. Çünkü bu, büyük günahlardandır.
Müslümanların bu tür rızka ihtiyacı olmadığı gibi,
böyle bir rı-zık onları zengin de kılmayacaktır.
Helal; Kitab, Sünnet, hükümler ve muhtelif vasıta ve
tezahür-leriyle ilim tarafından helal görülen şeydir. İlmi bakımdan tasarrufu
mubah olan şeydir. Müslümanlar ona ulaşmayı hedeflediği gibi takva sahipleri de
onu yemeye çalışırlar.
Helal, salihlerin makamlarından biridir. Onu elde
etmek için çaba sarfetmek cihad, onu ikram etmek hayır, onu kazanmak için
yardımlaşmak takva ve onu yemek ibadet sayılmıştır. Helale ahşan müslüman,
takva sahibi bir mümin olarak görülür.
Şüphe; alimlerin ihtilaf ederek üzerinde ittifak etmedikleri»
içyüzü bilinmeyen, delillerin bulanıklığı veya delil çıkarma şeklinin kuşkulu
oluşu yüzünden kesin hükmü bilinemeyen hususlardır. Şüpheler, net ve kesin bir
şekilde açık olmayıp zahir alimleri ve.ve-ra' ehlinin üzerinde hemfikir
olamadıkları şeylerdir.
Nitekim Allah Resulü (sav) şüphe hakkında şöyle
buyurmuştur: "İnsanların çoğu onun (hükmünü) bilemez".[74]Müslümanların
genelinin yedikleri bu kısma girer. Bu tür bir nzıkla karşılaştığınızda ondan
ihtiyacınızı ve zaruretinizi giderecek kadar alın. Böyle yaparak fazilet sahibi
olursunuz. Böyle davranmakla vera makamında da bir yere sahip olursunuz.
Bu tür şüpheli hükmündeki rızkı biriktirmek
maksadıyla almanız ve istiflemeniz mekruhtur. Mümkün olduğu takdirde
bırakmanız daha faziletlidir. Çünkü bununla ilgili olarak şöyle bir hadis
rivayet edilmiştir: "Şüpheyi terkeden, dini için nezih olanı yapmış
olur".
Hadiste geçen 'istibrâ kelimesi, nezaheti arama,
temizlenmek isteme, dininin sıhhati için araştırma ve ihtiyatlı olma
anlamındadır.
Denildi ki: İman nezih ve temizdir. Müminler iseniz
siz de nezih ve temiz olun. Tenezzüh=Nezih olma'Arap dilinde pisliklerden ve
bayağılıklardan uzaklaşma anlamında kullanılır. Bir bakıma benzer bir mana
içeren pikniğe ve kıra gitmek için de 'tenezzüh' kelimesi kullanılmış ve
bununla insanlardan ve şehrin pisliklerinden uzaklaşma çabası ifade edilmiştir.
Hadisin devamında gelen "Namusu için"
ifadesi ile kasdedilen, yukarıda anlattığımız şekilde davranmanın dini nezahet
ve temizlik olduğu kadar kişinin namusu için de bir nezahet ve temizlik ifade
etmesi hususudur. Böylelikle diğer insanların o kimse hakkında kötü konuşmaları
veya herhangi bir çirkinliği ona isnad etmeleri ihtimali de ortadan kalkar.
Daha Önce de ifade ettiğimiz gibi şüphe, harama
açılan yollardan biridir. Kişiyi harama harama düşürme ihtimali mevcuttur.
Çünkü daha önce zikrettiğimiz hadiste de bu ifade edilerek 'korunan bir yerin
etrafında dolaşıp duran ona girebilir" buyrulmuştur. Bu hadisten
anlaşılması gereken şudur: Şüphenin peşinden giden, ona alışan ve onu
sıklaştıran kimsenin süratle harama kayması mümkündür. Şüphe, o kimseyi ergeç
harama düşürecektir.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Takva sahibi ve adil
birinin elinden caiz bir hükme dayanılarak alınan her şey helaldir. Adil veya
zalim olduğu kesin olarak bilinmeyen birinden alınan şeyler ise şüphelidir.
Zalim veya günahkârın elinden alınan her şey haramdır. Caiz bir hükme
dayanılarak alınmış olması bu hükmü değiştirmez. Bizce bu görüş hakka daha
yakındır.
İlim ehlinden bir zat da benzer anlamda şöyle
demiştir: Malına ihanet veya zalim biriyle yapılan ticaretin bulaşmadığı kesin
olarak bilinen kimsenin elindekiler helaldir. Malı zalimlerle ticaretten
kazanılmış veya ihanetlerle çevrelenmiş olan birinin elindeki her şey haramdır.
Kısmen zalimlerle, kısmen de takva ehli ile ticaret yapan kimsenin malı
ayrışması mümkün olmayacak şekilde karışmış ise, elindekiler de şüpheli
hükmündedir.[75]
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Sende şüphe
uyadıranı bırakıp şüphe uyandırmayam (al). Hayır huzur, kötülük ise
şüphedir". [76] Bu hadisten anlaşılan
şudur: Helal olduğu hakkında şüphe bulunan şeyi terkedip helal oluşu üzerinde
kesin bilgi olanı tercih edin. Çünkü şer, kesin olan değil şüpheli olandır. Bu
hadisin başka bir lafzında ise şu ifade yer almaktadır: "Günah, kalbe
tesir edendir" [77]
Bir diğer hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: "Günah, kalplere tesir edendir". Buna
göre müslü-mamn kalbine etki eden ve onu sarsan her şey günahtır. Çünkü Allah
Teala günahı kalbe bağlamış ve onu kalbin sıfatlarından biri kılmıştır. Nitekim
O bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Bir de şahitliği gizlemeyin. Onu
gizleyenin kalbi günahkar olur". (Bakara/283) Konuyla ilgili bir hadiste
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "İyilik, kalbin
kendisiyle huzur bulduğu ve nefsin sükunete erdiği şeydir. Günah ise kalbe
tesir eden ve diğer insanların bilmesini istemediğiniz şeydir" [78]
Günahı terkedin çünkü Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Müminler,
Allah le-ala'nın şahitleridir". [79]
Yine O şöyle buyurmuştur: "Müminlerin güzel
gördükleri, Allah katında da güzeldir. Onların çirkin gördükleri, Allah katında
da çirkindir" [80]
Allah Teala da bu anlamda şöyle buyurmuştur: "Allah, Resulü ve müminler
amelinizi görecektir". (Tevbe/94) Bir şeyi mekruh görmeniz, Allah
Teala'nın sizi gözetmesinden dolayı o şeyde bir şüphenin bulunduğunun
delilidir.
Konuyla ilgili olarak sözün özü şudur: Kul, güç ve
takatinin yettiğinden daha fazlasıyla mükellef değildir. O, diniyle ilgili
olarak ilminin yettiği kadarından sorumludur. Onun çabası ve imkanı neye
yetiyorsa onun gereğini yapmalıdır. Ama bu noktada hiç bir şeyi de nefsinin
örtüsü altına gizlememelidir. Arzularından hareket ederek hiçbir şey için kendi
kendine ruhsat vermemelidir, ilmi yetmediği takdirde bilenlerden yardım
istemelidir. Bunun ötesinde hakikatibulma noktasında düştüğü hatalardan dolayı
affedilmesi muhtemeldir.
Vera' ehlinden bir zat şöyle derdi: Helal, zalimlerin
ellerinin uzanamadığı şeydir. Bir diğeri ise şöyle demişti: Bir zalimin eli uzanmayan
şey helaldir. Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Bir şeyin helal olabilmesi için
onunla ilgili olarak insanın kalbine hiç bir aksi fikir gelmemelidir. Kalp
onunla yatışmah ve huzur bulmalıdır.
Bir alimin de şöyle dediği bildirilmiştir: Helal,
zahir ve batın ulemasına sorulup her iki topluluk tarafından da inkar edilmeyen
şeydir. Gerçek helal işte budur.
Ulemadan bir topluluk oturmuş, hangi amellerin daha
ağır olduğunu tartışıyorlardı. Biri, 'Cihad' dedi. Bir diğeri, 'Oruç* dedi.
Bir başkası, 'Namaz' dedi. Başka biri ise, 'Arzu ve hevalara karşı durmak'
dedi. Bir alim de "Vera" dedi. En sonunda, amellerinin en zorunun
ve-ra' olduğu üzerinde ittifak ettiler. Hepsi de bu görüşü paylaştı.
Hasan b. Ebi Sinan dedi ki: Benim için vera'dan daha
kolay bir şey yoktur. *Nasıl olur?' diye soruldu. O da şu karşılığı verdi: Her
hangi bir şey kalbime tesir etmeye başladığında onu hemen terkede-rim. Benim
için bu, takdir-i ilahinin zühdünde yardım edip hayvani nefsine karşı takviye
ettiği kimsenin halinden daha kolaydır. Zühd, Allah Teala'nm yakini iman ile
desteklediği kimse için kolay iken, dünya sevgisiyle imtihan edilen biri için
oldukça zor ve ağırdır.
Ömer b. Hattab'm (ra) şöyle dediği rivayet
edilmiştir: Amellerin en faziletlisi ve kendisiyle Allah'ın huzurunda kendimizi
doğrulttuğumuz amel vera'dır. Bu söz üzerine sahabe, 'Doğru söyledin!' demişlerdir.
Bize göre yakini iman ve zühd varolduğu zaman vera' ve ihlas pek kolay olur. O
ikisi amellerin direğidir.
Yusuf b. Esbat, Huzeyfe el-Mai^aşî ve Şam ehlinin
abidlerinden bir topluluk hakkında şöyle bir hadise anlatılmıştır: İçlerinden
biri şöyle demişti: Otuz yıldır, kalbime tesir eden hiç bir şey olmadı ki onu
terketmemiş olayım. Bir diğeri şöyle dedi: Kırk yıldan beri kalbimin takıldığı
ve duraksadığı hiç bir şey olmadı ki onu terket-miş olmayayım. Bir diğeri de
şöyle dedi: Otuz yıldır ihtiyaç halinin dışında halkın beni ne hal üzere
gördüğünü önemsemiyorum.
Kalp ehlinden ibadete düşkünlüğü ile tanınmış bir
hanım ibrahim el-HawasJa kalbinde şahit olduğu değişikliğe dair bir soru
sormuştu. İbrahim el-Havvas, 'Sebebini araştırman gerekir* dedi. Hanım da,
'Çok araştırdım ama bildiğim bir sebep bulamadım' dedi.
Bunun üzerine İbrahim el-Havvas başını eğdi ve bir
saat kadar düşündükten sonra, 'Fener alayının yapıldığı geceyi hatırlıyor musun?'
diye sordu. O da, 'Evet' dedi. İbrahim, 'Yaşadığın değişiklik o geceden
kaynaklanıyor* dedi. Bunun üzerine hanım o geceyi anlattı. O gece çatı katında
iplik büküyordu. Bir ara ipi kopmuştu. O esnada sultanın fener alayı
geçiyordu. O da ipliğini onların ışığıyla bükmeye devam etmişti. O gece
sultanın fenerinin ışığıyla büktüğü iplikten bir hırka örmüş ve onu
giyinmişti. Hanım bunları hatırladıktan sonra durumu anladı ve o hırkayı
çıkarttı. Onu pazarda sattıktan sonra parasını da sadaka olarak dağıttı. Bu
olaydan sonra kalbinin tekrar eski halini aldığını gördü.
Zünnun-i Mısri (ra) hakkında şöyle bir hadise
anlatılmıştır: Zünnun hapse atıldığı zaman ne yemek yemiş, ne de su içmişti.
İbadete düşkünlüğü ile tanınan abide hanımlardan biri kendisine yiyecek
göndermiş ve helal olduğunu belirtmişti. Ama Zünnun (ra) onu da yememişti.
Hapisten çıktıktan sonra o hanım kendisine bunun sebebini sordu. Zünnun (ra)
da, 'O yemek de haram yolla bana ulaştığı için yemedim' dedi.
Hanım, şaşkınlık içinde 'Nasıl olur?' diye sordu. O
da, 'Gönderdiğiniz yemek bana bir gardiyanın eliyle ulaştırıldı. O gardiyan da
zalim biriydi. İşte bu nedenle gönderdiğiniz yemeği yemedim' dedi.
Bütün bunlar vera' ehlinin hasletleridir. Vera' zühde
açılan kapılardan biri, korku makamının anahtarı ve sıdkın hakikatidir. Vera'
ehlinin avamı, zühd ehlinin avamına yeni katılanlardır. Vera' ehlinin havassı
ise, zühd ehlinin havassı arasına ilk katılanlardır.
Kul, her şeyden önce rızkı helalinden aramaya
başlamalıdır. Bütün kaygı ve tasası, kazancın helaline ulaşmak olmalıdır. Kazançların
en temizine ve gücü yettiği kadar sıhhatli ve emin olanına ulaşmaya
çalışmalıdır. Rızık çabasını kendi yiyeceğini ve giyeceğini temin edebilecek
kadarla sınırlı tutmalıdır. Bunun ötesinde hafif de olsun şüphelendiği
kazançlarını, ailesinin ve evinin ihtiyaçları arasında olup da yenilmeyen ve
giyilmeyen kalemlere tahsis etmelidir. Örneğin bu tür bir kazançla evinin
odun, silah, kira gibi ihtiyaçlarını görmelidir.
Bu hususun tam olarak anlaşılabilmesi için değişik
örnekler vereceğiz. Çünkü hafif şüpheli kazançların bu gibi kalemlerde kullanılması
yönünde ruhsat mevcuttur. Kul, her halükârda bunu kazanmak için çabalamış, iyi
niyet ve muamelesinin temizliğine riayet etmiştir. Kendini buna adamış ve
sabırla çalışarak onu kazanmıştır. Kafasını ve kaygısını ayırdığı bu iş, Allah
Teala'nın katında da elbette hesab edilecektir.
Bu yüzdendir ki, yaptığı her işte dininin sıhhatini
muhafaza etmek için araştırma yapmalıdır. Bu durumda Allah Teala da onun
çabasını şükrana değer kılacak ve ecrini cömertçe verecektir. Bu, kulu Allah
Teala'ya ulaştıran yollardan biri ve Seleften bir çoklarının da yoluna ışık
tutan rehberdir.
Kul, her hangi bir şeyde tereddüte kapılıp ondan
sakındığında, Allah Teala onun bu güzel niyetini şükrana değer görecektir.
O'nun katındaki hakikate ulaşma noktasında hata etse ve sakındığı şey Allah
katında helal olsa bile bunun ecrine hak kazanacaktır. Önemsemeksizin ve helal zannıyla
aldığı şey, Allah katında helal bile olsa, vera'daki ihmali ve kötü niyetinden
dolayı günaha düşmekten kurtulamayacaktır. Şüphe ettiği şeyden sakınan kimse
ise, Allah katındaki hakikate isabet ettiği takdirde iki sevap kazanacaktır.
İlki ilminden dolayı kazanacağı sevap, diğeri ise tevfik makamına ulaşmasından
dolayı kazandığı sevaptır.
İlmi kasden terkeden ve Allah katındaki hakikatin
hilafına hareket eden kimse ise iki günah yüklenecektir. Bunların ilki cehalet
dolayısıyla kazandığı günah, diğeri ise kendini kötülükten koruma çabasını
göstermemesi sebebiyle kazandığı günahtır.
İlme uygun hareket etmesine rağmen Allah katındaki
hakikate isabet edemeyen kul ise, bu yaptığı sebebiyle tek bir sevap kazanacaktır.
Cehalet ile hareket eden kimse, Allah katındaki hakikate uygun davransa dahi,
cehaletinden dolayı bir günah kazanacak, fiilinden dolayı suçsuz sayılacaktır.
Vehb el-Yemanî, Zebur'da yer alan şöyle bir kıssa
nakletmiştir: Allah Teala Davud'a (as) şöyle vahyetmişti: İsrailoğullanna de
ki: Ben sizin ne orucuruza, ne de namazınıza bakarım. Ben yalnız şüphe ettiği
şeyi Benim için terkeden kimselere bakarım. Onu yardımım ile desteklerim ve
meleklerime karşı onunla Övünürüm.
Ulemadan bir zat ailesine şöyle demişti: Lambanın
yağım dengeli kullanın. Çünkü onu, benim etim ve kanımla yakıyorsunuz! 'Nasıl
olur?' diye sorulduğunda ise şöyle demişti: Siz bu lambayı benim kazandığımla
yakıyorsunuz. Benim kazancım, dinimdendir. Dinim ise, etim ve kanundandır.
Geçmişte şöyle denilirdi: Parayı nereden kazandığını
araştıran kimse, onu nerede harcayacağını da iyi bilir. Nereden ve nasıl kazandığını
önemsemeyen ise, nereye harcadığını da önemsemez.
Ulemadan biri, ailesi olduğu halde boşta gezen bir
adama şöyle demişti: Bir meslek ve iş sahibi ol. Çünkü kazancın olduğunda ailen
dünyalığını yer. Eğer kazancın olmazsa, o zaman dinini yerler! Rivayete göre
zahidlerden biri cebinden küçük bir parça düşürmüştü. Gün boyunca onu aradı.
Kendisine şöyle denildi: Dünyalık hakkında bu kadar zühd sahibi olduğun halde küçük
bir parçayı sabahtan beri neden arıyorsun? Bu nasıl zühd?
O da şu cevabı verdi: O küçük parçayı aramam da yine
zühdümün gereğidir. Çünkü ondan başka sahip olduğum bir şeyim yok. O,
kaynağını bildiğim bir rızıktı. Ben de sadece kaynağını bildiğim şeyleri
yiyebilirim.
Bişr (ra) şöyle derdi: Şüpheli yollardan toplanan
servet, ancak arzu ve şehvet yolunda harcanır! Seri es-Sakatî (ra) şöyle
demiştir: Ancak arzu ve şehvetlerine gem vurabilen kimseler şüphelerden
sakınırlar!
Rivayete göre bir adam Allah1 Resulü'ne (sav) kan
alan kimsenin kazancının hükmünü sormuştu. Allah Resulü (sav) de onu böyle
bir kazançtan sakındırmış ti. Adam aym soruyu yineleyerek, 'Benim kan alan bir
hizmetlim var, onun kazancının hükmü nedir?' demişti. Bunun üzerine Allah
Resulü (sav) şöyle buyurdu:
Eğer çok gerekliyse, onu al ve parasını hayvanlarına
ve kölelerine yedir".45
"Allah Resulü'ne (sav) içine fare düşen ve ölen
tereyağının ne yapılması gerektiği sorulduğunda, 'O yağı yemeyin"
buyurmuştu.46 Başka bir hadiste ise, yağın donmuş olması halinde farenin üstün-
den atılması, eğer sıvı halde ise fare atıldıktan
sonra lamba yağı olarak kullanılabileceği buyrulmuştur.[81]
Küfe ulemasından bir topluluk şöyle demişlerdir: Ölü
hayvan yağları, gemilerin yağlanmasında ve derilerin tabaklanmasında
kullanılabilir. Bunda mahzur yoktur.
Konuyla ilgili olarak yukarıda rivayet ettiğimiz
müsned hadis, şüpheli şeyler hakkında verilen hükmün delilini oluşturmaktadır.
Yukarıda da kaydettiğimiz gibi şüpheli şeyler hakkındaki hüküm, zaruri haller
dışında bunların yenilmemesi ve giyilmemesi yönündedir. Allah Resulü'nün (sav)
kendisine ikram edilen bir sütün kaynağını sorduğu, bu bildirildikten sonra da
kaynağın kaynağını sorduğu, bunun da bildirilmesinden sonra kaynağı tasvip
ederek sütü içtiği haber verilmiştir.
Helalin dayandığı hüküm bu olmalıdır. Bir şeyi kendi
gözünüzle görmeniz ve onun kaynağını öğrenmeniz yeterlidir. Her ikisi de temiz
ve sıhhatli ise, daha ötesini araştırmanız gerekmez. Gözle görmediğiniz bir
şeyi, takva sahibi bir müslüman görüp haber verdiğinde, onun ihbarı bizzat
görmeniz yerine geçer.
Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur:
"Sadece takva sahibinin yemeğini ye, senin yemeğini de ancak takva sahibi
yesin".[82] Çünkü takva, kişinin dini
açısından daha nezih ve .temizdir. Takva sahibi, ilmini arttırmaya çalışır ve
ihtiyatı elden bırakmaz. Onun bu çabası, sizi araştırma ve çaba sarfetme zahmetinden
kurtarır. Zira o, size vekil olmuş ve gereken araştırmayı sizin için de
yapmıştır. Böylelikle onun çektiği zahmet, sizi zahmetten kurtarmış olur.
işte bu nedenledir ki bu konuda bir çok hadis rivayet
edilmiştir: Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Sizden biri din kardeşinin
evine gittiğinde kendisine yemek ikram edilirse onu yesin, içecek getirildiğinde
onu içsin ve kaynağını sormasın. Çünkü ev sahibinin araştırması ona
yeter". Yeterli bilginin olduğu yerde araştırmaya girişmek, üstüne vazife
olmayan işe davranmaktır.
Böyle bir işe davranmak, müslüman içinikendisini
ilgilendirmeyen işe bulaşmaktır. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Kişinin
İslaminin güzelliği, kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terketmesidir[83]İşte
bu nedenledir ki takva sahibi bir müslümanm ikram ettiği yemeği ve içeceği
araştırmaya girişmek gereksizdir. Yine bu nedenledir ki eskiler, alimlerin ve
salihlerin sofralarından yiyip içmeyi müstehap görürlerdi.
Ancak kendisi için ihtiyatlı davranmayan, dininin
nezaheti için tasalanmayan, kazancında Allah'tan korkmayarak nereden kazandığını
ve nereye harcadığını önemsemeyen, paranın nereden geldiğine bakmayan kimseye
gelince böyle birini takva sahibi olarak göremeyiz. Bu gibi insanların ikram
ettikleri yiyecek ve içecekleri almadan önce, kendiniz için ihtiyatlı olmanız,
ikramın kaynağını araştırmanız gerekir. Çünkü başka biri bunu yapmadığı ve din
kardeşiniz ihtiyatlı davranmadığı takdirde bunu sizin yapmanız gerekir. Bu
meyanda-Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen şu hadis temel esastır:
"Sadece takva sahibinin yemeğini ye, senin yemeğini de ancak takva sahibi
yesin".[84] Takva sahibi; dini için
vera' sahibi, haramdan korkan ve günahlardan sakınan kimsedir.
Allah Resulü'nün (sav) üstteki hadisinin delaleti
şöyledir: Kulun takvası, ticaret ve zanaatinde Kitab ve Sünnet'in gereğine göre
hareket etmesi, ilmin sıhhatli olduğuna işaret etmesi, muamelesinde ihanet,
tuzak, yalan ve aldatmadan uzak durmasıdır. Ticaretinde doğru, işinde dürüst
olmasıdır. Ticaret ve zanaatta kullandığı sermaye ve araçlar da helal
olmalıdır.
Kitab ve Sünnet'e aykırı olarak icra edilen her türlü
ticaret ve zanaat helallik hükmünden çıkar. İsim mevcut olsa dahi, ismin delalet
ettiği mana mevcut değildir. İsimlerin hüküm bakımından sıhhatli olması için
gösterdikleri manaların mevcut olması gerekir. Manalar sağlıklı olmadığı zaman,
boş isimler hiç bir şey ifade etmeyecektir. Cahillerin 'Ticaret' ve 'Zanaat
diye isimlendirdikleri, her şeyi helal görenlerin 'alışveriş' ve 'muameldiye
adlandırdıkları şeyler, ilme aykırı oldukları için ne 'ticaret' ne 'zanaat' ne
'alışveriş' ne de 'muamele'dir.
Onların koydukları isimlere dayanarak helal yemek
mubah olmaz. Çünkü bunlar batıldır ve gerçek alimlere göre asıl isimleri
'ihanet', 'kandırmaca', 'zulüm', 'hile' ve 'düzenbazlık'tır. Bütün bunlar,
manalarının fesadından ve hakikatlerinin varolmayışından dolayı haram kılınmış
kazanç yollandır. Bunlarla ilgili hükümler, zemmedilmiş hükümlerdir. Bunlara
dayanarak bir şey almak helal olmaz.
Alimler, bir şeye isim verecekleri zaman, mananın
sıhhatini sağlayacak hükümlere uygunluğuna bakarlar. Onlar hakem oldukları
zaman, isim bulunsa dahi sıhhatli mananın varlığına bakarlar. Kitab ve
Sünnet'in hükmü budur. Sadece ismin mananın hakikatine uygun biçimde mevcut
olması durumunda yapılan işe 'ticaret' ve 'zanaat' adı verilebilir. Fakat bu
ikisi, faiz ve fasid alışveriş gibi Allah Teala'nın hükümlerine aykırı olan
hususları ihtiva etmeleri halinde, O'nun helallik hükmünün bulunmayışından
dolayı yine haram sayılırlar.
Alışveriş mubah olsa ve dayandığı hükümler olumlu
bulunsa dahi, bedel olarak alman şeyin bizzat kendisi haram olabilir. Bunun
haramlığı, bizzat görme veya doğruluk sahibi birinin haber vermesiyle
bilinebilir. Böyle bir kazanç da haram sayılır. Çünkü biz, alınan şeyin
kendisindeki haramlığı kesin olarak bilmekteyiz. Şüpheli bedel temiz oluncaya
kadar bu hüküm geçerlidir. Onun helal haline gelmesi ise iki şekilden biriyle
olur: Ya yakini bilgi ile kaynağının ve o kaynağın kaynağının helal olduğunu
biliriz. Ya da bizzat gözümüzle onun haram olmadığını görür ve bunun aksi bir
haber almayız.
Bu durumda, onun alınmasıyla elde edilen kazanç helal
olacaktır. Ancak ihtiyat gereği onu şüpheli olarak adlandırmaya devam ederiz.
Bu şüphe, helallik şüphesidir. Çünkü onun helalliğini yaki-nen bilemeyiz.
Yenilen mallara batıl malların karışma ihtimalinin yüksek oluşundan dolayı
ihtiyat gereği böyle davranmak gerekir.
Askerlerin çoğalması, takva sahiplerinin azalması ve
bunların emlakinin sağlıklı mülklere karışmış olması böyle davranmayı gerektirmektedir.
Tüccar ve zanaat ehlinin ellerindeki sermayeler de bu karışıklıktan uzak
kalamamıştır. Bunların helalliği bizim açımızdan zanni bilgilere dayandığı ve
yakini bilgi bulunmadığı için bunları 'şüpheli' olarak isimlendirmeyi daha
uygun görüyoruz.
Ukbe b. el-Hars (ra) Allah Resulü'ne (sav) gelerek
şöyle dedi: Ben bir hanımla evlendim. Bir süre sonra siyah bir kadın
gelerekeşimle beni emzirdiğini iddia etti. Bence yalan söylüyordu. Allah Resulü
(sav) 'O hanımı bırak' dedi. Ukbe, 'Ama o kadın yalan söylüyor dedi. Bunun
üzerine Allah Resulü şöyle buyurdu: O, ikinizi emzirdiğini iddia ettiği halde
onunla nasıl evlenebilirsin? Senin için bu hanımda hayır yoktur. Ondan ayni[85]
Abdullah b. Zem'a'dan (ra) ise şöyle bir hadis
rivayet edilmiştir: "Allah Resulü (sav) bir çocuğun velayetini ona
hükmetmişti. Çünkü çocuk Abdullah'ın yatağında doğmuştu. Başka bir adamın çocukla
ilgili babalık davasını da reddetmişti. Allah Resulü (sav) çocukla babalık
iddiasında bulunan arasında kesin bir benzerlik görünce Sevde'ye (ra) 'Onun
karşısında hicabına bürün ey Şevde' buyurduktan sonra 'Çocuk doğduğu yatağa
aittir1 buyurmuştur[86]Görüldüğü
gibi vera' sahibi için yatağıyla ilgili hususlarda dahi takva gereklidir.
Zahire dayanarak verilen hükümler, şüpheli hususları
caiz kılmasına rağmen vera' makamındakiler için şüpheleri terketmek daha
uygundur. VeraJ ehline göre helal, sürekli araştırmanın eksilme-diği ve ilmin
helalliğini açık olarak gösterdiği şeye verilen isimdir. Bu meyanda Allah
Teala'nın şu buyruğu delil gösterilmiştir: "Ve oğullarınızın eşleri".
(Nisa/23) Ayette geçen 'Halâ'ü^Eşler1 'Halî-le=Eş' kelimesinin çoğuludur. Bir
hanımın 'Halîle' olarak isimlendi-rilmesinin sebebi, kişi nereye giderse gitsin
hanımının onunla beraber olmasıdır. Ona verilen bu isim, Ta'ûT vezninden gelme
Ta"île' vezni gibidir ki bu durumda tıalûT vezninden sık yanında olma
anlamına gelmektedir. 'Halîle' isminin bir diğer anlamı da eşlerin
birbirlerine helal olmalannı ifade etmesidir. Erkek kadına, kadın da erkeğe
helaldir.
Helal, ilmi bakımdan Kitab ve Sünnet'in caiz ve mubah
bir sebepten dolayı mubah gördükleri şey için kullanılan isimdir. Buna göre de
helalde şu üç esas mevcut olmalıdır: 1. İlim bakımından mubah görülen bir
sebep; 2. Gelen paranın kaynağını ve ona bedelolan şeyi bilmek; 3. Kaynağın
kaynağının şüpheden hali olduğunu ve Allah Teala'nın muamelelerle ilgili
hükümlerine uygun olduğunu bilmek.
Bu esaslardan herhangi biri mevcut olmadığı takdirde,
ilgili husus şüpheli ve helale yakın olarak nitelenir. Bu esaslardan ikisi
mevcut olmadığında yine şüpheli fakat harama yakın olarak nitelenir. Sözkonusu
esasların üçü de mevcut olmadığı, yani paranın geliş sebebi veya bedeli mekruh
olduğunda, ya da paranın bizzat kendisi mekruh veya meçhul olduğunda veya
alışverişle ilgili serî hükümlere uygun olmadığında ya da gönül hoşluğunun
alınmadığı bir hibe olduğunda ilgili kazanç veya bağış haramın ta kendisi olur.
Haram ve helal, zahirde zıd olan iki isimdir.
Şüpheler yani, helal ve harama yakın şüpheler ise, şüpheliler 'müştebihât*
olarak bilinirler. Bunlar, bir açıdan helale, başka bir açıdan da harama benzeyen
şeylerdir.
Helal ve haramı ana renklerle izah etmek gerekirse,
helal beyaz, haram ise siyahı temsil eder. Bunların her ikisi de katıksız ve
saf renklerdir. Bunlar başka renklerden doğmuş veya onların tonu olmayan renklerdir.
Helale yakın şüphe ise mesela sarı renk gibidir. Çünkü o, beyazdan doğmuş bir
renktir ve helallik şüphesini çağrıştırır. Yeşili gördüğünüzde ise bunun siyaha
daha yakın olduğunu anlarsınız.
Herhangi bir renkte san ve yeşil bir araya
getirildiğinde ortaya karışık bir şüphe çıkacaktır. Bu durumda baskın olan
renge bakılır ve ona göre hüküm verilir. Eğer sarı daha hakimse, helallik şüphesine
hükmedilir. Bu gibi şeylerde geniş davranılmaz. Çünkü o, saf helal değildir.
Bunun en güzel örneği ticaret ve zanaat ehlinin sermayeleridir. Onların
paraları, askerin rızıklarıyla ve şaibeli muamelelerle karışmış durumdadır.
Yeşil rengin ağır bastığını gördüğünüzde ise bunun
haramhğa daha yakın bir şüphe olduğuna hükmedilir. Bunlardan ancak zarureti
giderecek kadar alınabilir. Çünkü kesin haramlık sözkonusu değildir. Bu tür
inallara verilebilecek en güzel Örnek ise sultanın avanesine ait olan
mülklerdir. Bunların emirlerine yaptıkları hizmetlerdeki kusur ve şüpheler,
sahip oldukları mülklere de gölge düşürmüştür.
Saf beyazı gördüğünüz zaman, bunun helalin alameti
olduğunu bilirsiniz. Bu rengi taşıyan herşeyi dilediğiniz kadar alabilir ve istediğiniz
kadar rahat hareket edebilirsiniz. Çünkü onda hiç bir mahzur yoktur. Ancak
fazlasını almanız halinde zühd sahibi olmamış olursunuz. Bu tür mal ve
gelirlere örnek olarak müşriklerden savaşmaksızm alınan ganimetler, Allah
yolunda kazanılan savaş ganimetleri, helal yollardan kazanılmış miras malları,
gaspedilme-miş arazilerde yetişen meyva ve sebzeler, yağmur suyu, nehir suyu,
kara ve denizde avlanan canlıları gösterebiliriz.
Kesin bir siyah renk gördüğünüzde ise, bunun haram
olduğunu bilirsiniz. Bundan kesinlikle sakınmanız ve asla el uzatmamanız
gerekir. Eğer bu tür bir şeyi yerseniz günahkâr olursunuz. Çünkü haram yemek,
büyük günahlardandır. Gaspedümiş, çalınmış mallar, Allah'a isyan edilerek
yenen şeyler, gönül rızası olmaksızın kabul edilen hibeler bunlara örnek
olarak gösterilebilir.
Biliniz ki helal ve haram, takva ile facirliğin, ilim
ile cehaletin iki dalı gibidirler. İlim ve takva, ilim sahibi müttakiler için
helal olan iki esastır. Takva sahipleri çoğalıp müminlerin sayısı artmaya
başlayınca helal daha güçlü ve daha yaygın olur. Haram ise, cehalet ve
günahkârlığın artmasına bağlı olarak etkin ve yaygın hale gelir. Cehalet ve
günahkarlık, günahkar cahillerin ayrılmaz halleridir. Cahiller çoğalıp
günahkârlar güçlendikleri zaman, haram da daha yaygın ve baskın hale gelmeye
başlar.
Halk içinde helalin varolmasının temeli,
yöneticilerin adaleti, valilerin dürüstlüğü ve memurlarının da, dinin İslahı ve
müslü-manlarm korunması için Allah yolunda onlarla birlikte hareket etmeleridir.
Helalin etkin olmasının esası ise halka bağlıdır. Helal etkin olamadığı zaman,
onun zıddı olan haram ortaya çıkıp güçlenir ve helal ortadan kalkar. Helal, çok
nadir ve ulaşılması çok güç hale gelir. Müslümanlar arasında havas olarak
isimlendirilen bir zümreyle sınırlı kalır. Allah Teala bu meziyeti dilediğine
tahsis eder, tevfik ve hidayet yoluyla dilediği kullarını ona yöneltir. Bu, bir
tür koruma ve sakınmadır.
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "İnsanların dinleri bozulduğunda nzıkları da bozulur".
Tefsir ehlinden biri, Allah Teala'nın "İşte Biz, işledikleri günahlardan
dolayı zalimlerden kimini kimine musallat ederiz" (En'am/129) buyruğu hakkında
şöyle demiştir: İnsanların amelleri bozulduğu zaman, Allah Teala onların başına
amellerine benzeyen yöneticiler geçirir.
Aişe'nin (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Müminin rızkı, su damlası gibidir. Bu söz iki anlama yorulmuştur. İlki, kıtlık
ve darlıktır. İkincisi ise, saflık ve duruluktur.
Sehl'in (ra) söyledikleri de bu anlamdadır: Dünya kan
deryası olsa, müminin yiyeceği yine helalinden olacaktır. Bu söz de iki manaya
çekilebilir: İlkine göre mümin, tevfik-i ilahiye uygun olarak muvaffak
kılınacak ve haramdan korunacaktır. O, bildiği ile Allah rızası için amel
edendir. Allah Teala ise, bilmediği şekilde onu muhafaza edecek, haramlar
içinden helal çıkartacaktır. O, sevdiği kulu için cehaletten ilmi ve latif
kudretiyle şirkten tevhidi çıkartır. O'nu anan ve gönül gözüyle gören, Allah
Teala tarafından tevhid makamına yerleştirilir.
Şehrin (ra) sözünden anlaşılan ikinci anlam ise
şudur: Mümin, ancak ihtiyaç ve zaruret kadarını alır. Bu yüzden de haram kılınmış
şeylerde dahi onun için ancak helal olabilecek kadarı mevcuttur. Bu, sıdk
makamındaki müminin sıfatıdır.
İbnü'l-Mübarek'e, 'İkiyüzüncü yıldan sonra adalet
güçlenir mi?' denilmişti. Şöyle dedi: Bu soru Hammad b. Seleme'nin yanında da
sorulmuştu. O buna çok kızdı ve şöyle dedi: Eğer başarabilirsen iki yüzüncü
yıldan sonra öl! Çünkü o öyle bir zamandır ki facir yöneticiler gelecek, zalim
vezirler türeyecek, hain mutemetler çıkacak ve fıska batmış Kur'an okuyucuları
görülecektir. Onların kendi aralarındaki konuşmaları, sövüşmekten ibarettir.
Onlar, Allah katında 'bozulmuşlar' olarak isimlendirileceklerdir.
Selef-i Salih'ten bir zat şöyle derdi: İki yüzüncü
yıldan sonra Allah Teala'dan helal rızık vermesini niyaz etmekten utanırım.
Tek niyaz edebileceğim, bana azap etmeyeceği türden rızık vermesidir.
ibrahim b. Edhem (ra) ise şöyle demiştir: Filan
oğulları bize helal adına hiç bir şey bırakmamışlardır. O, bununla kralları ve
emirleri kasdediyordu.
Denildi ki: Ali (kv), Osman'ın (ra) şehit
edilmesinden ve beytül-malin talan edilmesinden sonra mühürlü yemek dışında bir
şey yememişti.
Rivayete göre Ali'nin (kv) sadaka toplamakla
görevlendirmek istediği memur şöyle demiştir: Yanında iken mühürlü bir toprak
kap istedi. İçinde bir mücevher veya külçe altın olduğunu sandım. Mührü
açtığında kapta arpa kavutu olduğunu olduğunu gördüm. Sonra arpayı önümüze
yaydı ve şöyle dedi: Buyur yemeğimizden ye. Kendisine, 'Ey müminlerin emiri,
yemek kabınızı mı mühürlü-yorsunuz?' diye sorduğumda şu cevabı verdi: Evet,
çünkü yemeğime başkalarının yemeğinin karışmasından endişe ediyorum.
Rivayete göre sahabeden bir topluluk, Osman'ın (ra)
öldürülmesinden sonra hiç bir öğünden karınları tok olarak kalkmamışlardı.
Çünkü Osman'ın (ra) öldürülmesinden sonra beytülmal talan edildiği için bu
haram paralar, Medine halkının paralarına karışmıştı. İbni Ömer (ra), Sa'd (ra)
ve Üsame b. Zeyd (ra) bu sahabilerdendir. Vekî' b. el-Cerrah ve Yusuf şöyle
derlerdi: Bize göre dünya üç mertebeden ibarettir: Helal, Haram ve Şüpheler.
Helalin hesabı, haramın azabı, şüphelerin ise kınanması sözkonusudur. Dünyadan
size yetecek kadarını alın. Aldığınız bu miktar helal ise, zühd göstermiş
olursunuz. Şüphelilerden ise, vera'da bulunmuş olursunuz ve hafif bir azar ile
kurtulursunuz.
Yine o ikisinden şu söz nakledilmiştir: Yaşadığımız
şu devirde Ebu Zer (ra) ve Ebu'd-Derda (ra) kadar zühd sahibi olan kimselere
zahid denilemez. 'Niçin?' diye sorulduğunda şöyle dediler: Çünkü bize göre
zühd, mutlak helallarde sözkonusu olabilir. Günümüzde mutlak helal neredeyse
yok denecek kadar azdır. Her ikisi de iki yüzüncü yıldan önce öldüler.
Vekî' b. el-Cerrah Selefe çok benzeyen bir alimdi. O,
Abdullah b. Mesud'a (ra) benzetilirdi. Yediği yemek üzerinde çok titizlenirdi.
Kendisine helalin ne olduğu sorulduğunda, soru sahibini azarlardı. Sürekli,
'Helal nerede ki? Helal beni nereden bulsun?' derdi.
Rivayete göre şöyle demiştir: İrşad isteyen biri,
ilmimizdeki helalin ne olduğunu sorsa şöyle derdik: Papirüs köklerini ye ve
giysini çıkartıp Fırat'a gir. Bunun üzerine, 'Peki sen ey Ebu Süfyan! Sen ne
yiyorsun?' diye soruldu. O da şu karşılığı verdi: Allah'ın rızkını yiyor ve
O'nun afnnı ümid ediyorum.
Sonrakiler arasında yer alan Bişr b. el-Hars'a (ra)
helal hakkında sorular sorulmuş ve şöyle denilmişti: Sen nereden yiyorsun ey
Eba Nasr? O da şu cevabı vermişti: Sizin yediğiniz yerden. Ama ağlayarak yiyen
ile gülerek yiyen bir değildir. Başka bir vesilede ise şöyle demiştir: Ama
elimi kısaltmaya, lokmanın daha küçüğünü yemeye başladım. Adamın biri ona
sarhoş etmeyecek miktarda bira içmenin hükmünü sormuştu. Şöyle cevap verdi:
Hurmayı satın aldığın dirhemi nereden kazandığına bak. O nereden gelmektedir?
Eğer helal ise tamam, ama haram ise helak oldun demektir. Sen en iyisi sarhoş
etmeyen miktarı da terket!
Seri es-Sekatî (ra) helal yeme konusunda çok titiz
davranır ve sadece kaynağını bildiği yerden yemek yerdi. Adı Ahmed b;
Han-bel'in (ra) yanında anıldığı zaman İbni Hanbel (ra) onu över ve şöyle
derdi: Hani şu gıdasının temizliğiyle bilinen delikanlıyı mı kas-dediyorsunuz?
O şöyle derdi: Şüpheleri terketme gücü, ancak arzu ve şehvetleri terkedenlerde
bulunur.
Denir ki: Bişr b. el-Hars (ra) yemeği önüne koyup
yerdi. Bişr konuşurken Seri es-Sekatî onun arkasına dikildi ve halkasına muttali
olduktan sonra şöyle dedi: Ey Bişr! İki kuruşa bir terlik alsan da onları giyip
şu ismin ağırlığından kurtulsan!
Bilindiği gibi Bişr'in lakabı Hafi yani çıplak ayakla
yürüyen idi. Bişr buna karşılık vermeyerek sustu. Söz sahibinin Serî'nin arkadaşlarından
biri olduğunu zannetmişti. Halkasında bulunanlar, 'Ey Eba Nasr! Söz sahibi
sizin için ancak hayır dilemektedir. Bişr, arkasına dönüp de onun Serî olduğunu
görünce şöyle dedi: Allah Allah! İsmi gibi farkettirmeden yürüyen bir insan!
Seri es-Sekatî (ra) Ahmed b: Hanbel'e (ra) bir para
göndermiş, ibni Hanbel (ra) de parayı geri çevirmişti. Bunun üzerine Seri
es-Sekatî (ra) ona giderek bu ilmin bazı yönlerini anlatmış ve geri çevirmenin
ne gibi görünmez afetler ihtiva ettiğini açıklamıştı. Bunun üzerine Ahmed b.
Hanbel (ra) parayı kabul etti ve bir daha ondan gelen hiç bir şeyi geri
çevirmedi.
Seri es-Sekatî (ra) hakkında şöyle bir kıssa
anlatılmıştır: Serî dedi ki: Günlerden bir gün uzun bir yol aldıktan sonra
içinde göl ve üzerinde yeşil otlar bulunan bir araziye ulaştım. İyice
acıkmıştım. Oradaki otlardan yiyip gölün suyundan avuçlarımla içtim.
Sırtımı bir yere yasladıktan sonra kendi kendime
helal bir yemek yediğimi düşünmeye başladım. O anda içimden şöyle bir ses
duydum: Ey Seri! Helal yediğini düşünüyorsun. Peki seni o araziye kadar
götüren kuvvetin kaynağı nedir? Hiç düşündün mü? Bunun üzerinde kalbimden geçen
düşünceden dolayı Allah Teala'dan mağfiret diledim.
Şakik el-Belhî (ra) şöyle derdi: Günümüzde kazanç
yollan iyice bozuldu. Ticaret ve zanaatlar şüpheyle doldu. Bunlardan elde edilen
kazançları biriktirmek ve toplamak asla helal olmaz. Çünkü aldatmaca ve
sahtekârlık her yanı kaplamış durumda. Müslümanlar, ancak zaruret halinde bu
tür ticaret ve zanaatlara girmelidirler.
Yine o şöyle demiştir: İnsanlar, peygamber katilleri
gibi oldular. Çünkü onların sünnetlerini öldürmeye ve çizdikleri yollan örtmeye
çalışıyorlar. Bir peygamberin koyduğu sünnetleri iptal eden kimse,onu öldürmüş
gibidir.
Bu sözü söylediği yıl, Hicret'in yüz yetmişinci
yılıdır. Ey Allah Teala'nın birliğine ve O'nun vaadine yakinen iman eden
müslü-man! Selef uleması ve halefin seçkinleri gözünde o günlerin durumu böyle
olursa, yaşadığımız şu günlerin durumu ne olacaktır?! Sana düşen; dünya
hakkında zühd sahibi olman ve dünyadan sana yetecek kadannı alınandır. Bunun
ötesinde dünya mallarını biriktirir ve üst üste yığarsanız, günah işlemiş
olursunuz. Allah Te-ala'nın size gösterdiği açık musibetler ve değişik
durumlar, dünyaya karşı zühd sahibi olmanız maksadıyladır. Eğer bunu
farkederse-niz, sizden uzaklaştırılan her dünyalığın -hoşunuza gitmese de- sizin
için hayır olduğunu bilirsiniz.
Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur:
"Adem oğlunun -helalinden bile olsun- doldurduğu kapların en kötüsü midedir".[87] Eğer
bir şey yemeniz gerekiyorsa yemeğin üçte birini, içeceğin üçte birini ve
nefesin üçte birini alın.
Midenin üçte birini dolduran yemek, onu tıka basa
dolduran yemekten daha hayırlıdır. Çünkü onu tıka basa doldurulması kötülüktür.
Kötülük ne kadar eksilirse o kadar iyidir.
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir; "Allah Teala'yı en çok gazaplandıran şey, -helalinden bile
olsun- tıka basa doldurulmuş bir mideden başkası değildir". Başka bir
hadis de şöyledir: "Allah Teala yeryüzündeki nzkını, karın tokluğu kıldığı
kuluna azap etmez". Allah Teala buyurdu ki: "Rabbi'nin rızkı daha
hayırlı ve daha kalıcıdır". (Taha/131) Burada kasdedilenin günü birlik
rızık veya kanaatkârlık olduğu söylenmiştir.
Müslümanlar, adaletin hakim olduğu devirlerde
şüphelerden sakınıyorlardı. O devirlerde hayır ve ihsan da mevcuttu.
Rivayete göre, Fudayl b. Iyaz, İbni Uyeyne ve
İbnü'l-Mübarek Mekke'de Vüheyb b. el-Verd'in meclisinde bir araya gelmişlerdi.
Sözün arasında taze hurmadan bahsettiler. Vüheyb şöyle dedi: Benim için
yiyeceklerin en güzeli odur. Ama onu yemem. *Niçin?' diye soruldu. Dedi ki:
Mekke'nin hurma bağları, -Zebide ve benzerlerini kasdederek- şunlann satın
aldıkları bağlarla karıştı. Bunun üzerine Îbnül-Mübarek şöyle dedi: Eğer bu
kadar derin düşünürsen, yiyecek ekmek bile bulamazsın. *Neden?' diye sordu. O
da şu cevabı verdi: Şehrin arazilerine baktığımda, sahipsiz arazilerle karışmış
olduğunu gördüm. Bunu duyar duymaz Vüheyb bayıldı.
Süiyan, İbnü'l-Mübarek'e, 'Ne demek istedin? Az kaldı
adamı öldürecektin' dedi. İbnü'l-Mübarek de, 'Yemin ederim ki onun biraz daha
geniş olmasını sağlamaktan başka bir niyetim yoktu' dedi. Vüheyb aydınca şöyle
dedi: Yapanla görüşünceye kadar bir daha ekmek yersem Allah bana azap etsin!
Vüheyb sütü şöyle içerdi. Annesi ona süt getirdiğinde
'Bu sütü nereden aldın?' diye sorardı. Annesi de 'Filan ailenin koyunundan'
derdi. Bunun üzerine, 'O koyunun parasını nasıl vermişler?' derdi. Annesi de
koyunu nasıl satın aldıklarını açıklardı. Bütün bunları tasvip edip sütü ağzına
yaklaştırırken şöyle derdi: Bir şey daha kaldı. Bu koyun nerede otlamış? Bir
defasında bu soru üzerine annesi sustu.
Annesine, 'Bu koyunun nerede otladığını söylemezsen
onu içmem' dedi. Annesi de koyunun, Mekke Emiri İbni Abdüssamed el-Haşimi'nin
sürüsüyle beraber hazine arazisinde otladığını söyledi. Bunun üzerine şöyle
dedi: Bu sütte bütün müslümanların hakkı var. Onların haklarını çiğneyerek bu
sütü tek başıma içmem bana helal olmaz. Bu sütte onlar benim ortaklarımdır.
Annesi, 'İçiver ne olur, Allah seni bağışlar7 dedi.
Annesinin bu isteğine şöyle karşılık verdi: Onu
içtiğim için bağışlanmak istemem. Annesi, 'Neden?' diye sorunca şu cevabı
verdi:
Çünkü bir günah sebebiyle Allah Teala'nın bağışına
nail olmak istemem!
Tavus el-Yemanî*nin ticaretiyle uğraştığı hurması
vardı. İş ortağı, Yemen'de onun sermayesi ile emirin bir dostundan deri almış
ve bunu Tavus'a bildirmişti. Tavus ona şöyle bir yazı gönderdi: Lehimize olanı
bozarak aleyhimize çevirdin. Ben bu işin hiç bir tarafına bulaşmak istemem.
Deriyi Yemen'de sat ve parasını sadaka olarak dağıt. Onun parasından tek bir
dirhemi dahi Harem'e sokma. Ben, sadaka dağıttığın fakirlerin yiyecekleri lokma
için Allah Te-ala'dan bağışlanma diliyor ve bu işten başabaş kurtulmak istiyorum.
Denilir ki: Bu hadise, onun yoksulluğa düşmesine
neden oldu. Çünkü onun bundan başka sermayesi yoktu. Bu hadiseden sonra bilinen
bir dünyalığı olmaksızın yaşamaya devam etti.
Halid el-Kuşeyrî, İbnü'z-Zübeyr'in ardından Mekke
valiliğine tayin edilince Mekke'ye gelen Yemenliler'in istifade etmesi için yol
üzerine su kanalı yaptırmıştı. Tavus ve Vehb b. Münebbih bu kanalın yanından
geçerken bineklerinin o kanaldan su içmelerine müsaade etmezlerdi.
Sehl (ra) şöyle bir hadise anlatmıştı: Bir adam,
köyün birinde aç olarak gecelemişti. Sabah namazı için kalktığında açlığından
dolayı ayakta duramadı. Allah Teala da o köyde namaz kılanların tamamının
sevabını ona verdi. 'Peki bu nasıl oldu?' diye sordular. O da şunu anlattı: O
kimse, helal rızık aramış ama bulamamıştı. Karnına haram lokma girmesini de
istemiyordu. İşte bu nedenle geceyi aç olarak geçirdi. O gece orada namaz
kılanların sevapları da ona verildi.
Süleyman et-Teymî (ra) bir yerde buğday unu yemekten
imtina etmişti. Bunun sebebi sorulduğunda şöyle dedi: O un, şu değirmende
Öğütülmüştür. Bu suda bütün müslümanların hakkı vardır. Halbuki bu insanlar
diğerlerine hiç bir şey vermeksizin onun gelirini yalnız kendilerine alıyorlar.
Bir kadın Bişr b. el-Hars'a (ra) bir sepet üzüm
hediye etmiş ve 'Bu, babamın hayrıdır* demişti. Bişr üzümü geri çevirdi. Kadın,
'Nasıl olur da babamın üzümünde, onun mülkiyetinin sıhhatinde ve mülkünün bana
miras kalmasında şüpheye düşersin? Satın alma belgesinde de senin şahitliğin
yazılı iken nasıl böyle davranırsınız?* diye şaşkınlığını ifade etti.
Bişr şöyle dedi: Doğru söylüyorsun. O babanın mülkü
idi, ama sen oranın üzümünü bozdun. Kadın, 'Nasıl?' diye sordu. Bişr de şöyle
dedi: Sen bağı, Halife Me'mun'un dostu, Tahir b. Hüseyn b, Mus'ab b. Abdullah
b. Tahinin kanalından suladın. O kanal, bağın batı tarafını aşarak geçiyor.
Eskiden o kanal köprüye kadar gitmez ve oradan su çekilmezdi.
Bişr (ra) şöyle demiştir: Otuz yıldır canım kebap
yemek istiyor. Ancak zühd sebebiyle yemiyor da değilim. Kebap alacak helal parayı
bir bulsam, alıp yiyeceğim.
Bütün bunlar öncekilerin ve Selef-i Salih'in bu
konuda takip ettikleri yolu gösteren örneklerdi. Halef içindeki sâlih zatlar
da görüldüğü üzere aynı yolda yürümüşlerdir. Bu yolu izleyen, akıbette de
onlara katılır ve onlardan biri gibi olur. Bu yola karşı çıkanlar ise, Selefin
sünneti üzere değildirler. Onlar, halefin salihleri arasında da yer alamazlar.
Sabık iradesi ile Allah Teala'nın rahmetinin genişliği ortadadır. Ey akıl
sahipleri ibret alın!
Geçmişler arasındaki vera' ehlinin güzel adetlerinden
biri de şuydu: Onlar bir kimsedeki haklarını alacakları zaman, onun tamamını
almak istemez, bir kısmını bırakırlardı. Böyle davranmalarının sebebi, helal
sınırını aşarak şüpheli kısma taşmaları endişeleri idi. Kendileriyle haram
arasında bir sınır bulunmasını tercih ederlerdi. Alacaklarından bıraktıkları
kısım, böyle bir tampon me-sabesindeydi. Onlar, Allah Resulü'nün (sav) şu
buyruğuna dayanarak böyle davranmışlardır: "Korunan yerin etrafında
dolaşıp duranların oraya düşmeleri çok yakındır".
Selef arasında, hakkı olanın bir kısmım başka bir
niyetle bırakanlar da vardı. Onlar da Allah Teala'nın şu buyruğuna dayanırlardı:
"Muhakkak Allah adaleti ve iyilik etmeyi emreder". (Nahl/90) Onlar
şöyle derlerdi: Adalet, hakkın tamamının alınması ve tam olarak verilmesidir.
İyilik ise, hakkın bir kısmının bırakılması ve iyilik sahibi olabilmek için
hakkın üzerinden bir şeyleri O'nun için sarfetmektir. Allah Teala bu ayetinde
adaleti emrettiği gibi iyilik ve ihsanı da emretmiştir. Allah Teala buyurdu ki:
"Takva sahipleri üzerine düşen bir hak olarak, ihsan sahipleri üzerine
düşen bir hakolarak" (Bakara/236) Bu, artık bilinmeyen bir sünnettir.
Bununla amel edenler onu ihya etme sevabma ererler.
Konuyla ilgili şöyle bir hadise anlatılmıştır:
Borçlunun biri dedi ki: Borcumu ödemek üzere vera' ehlinden biri olan
alacaklıya gittim. Borcum elli dirhemdi. Borcumu ödeyeceğimi söyleyince elini
açtı. Ben de dirhemleri sayarak eline koydum. Kırk dokuza gelince elini
kapattı. *Bir dirheminiz daha kaldı' dediğimde bana şöyle dedi: Onu sana
bırakıyorum. Ben verdiğim bir şeyin tamamını geri almaktan hoşlanmam. Çünkü
bana ait olmaması ihtimali bulunan bir şeyi almış olabilirim.
Abdullah b. el-Mübarek ve diğerleri şöyle derlerdi:
Doksan dokuz şeyden sakınıp tek bir şeyden sakınmayan kimse dahi takva sahibi
sayılmaz. Doksan dokuz günahtan tevbe edip tek bir günahtan tevbe etmeyen de
aynı şekilde tevbekâr sayılmaz. Doksan dokuz şeyde zühd gösterip bir tek şeyde
zühd göstermeyen de zahid-lerden sayılmaz.
Atiyye es-Sa'dî (ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kişi, sakıncalı bir duruma düşmekten
çekinerek mahzursuz kısmı terketmedikçe takva sahiplerinden olamaz".
Ebu'd-Derda'nın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Takva ancak şudur ki kul, zerre miktarı bir şey için dahi Allah'tan korkar ve
helal olarak gördüğü şeylerin bir kısmını haram olabilir endişesiyle bırakır.
Bu da kendisiyle haram arasında bir set olur.
Aynı manada Ebu Bekir-i Sıddık'ın (ra) da şöyle
dediği nakledilmiştir: Biz, tek bir haram dairesine düşme endişesiyle helalin
yetmiş dairesini terkederdik. Bu, artık gidenlerinin olmadığı bir yoldur. Bu
yola giren kimse, onu ihya etmiş olur.
Tüccar, zanaatkar ve mubah sebeplere dayalı olarak
Kitab ve Sünnet uygun mubah geçim yollarında çalışan kimselerin mallarına
gelince bunlar da şüpheli mallar sınıfina girer.
Bu mallar, taşıdıkları şüphe bakımından da iki kısma
ayrılırlar:
1.Helale
yakın şüpheliler: Takva sahipleriyle ticari ilişkisi olan, vera' ehline alıp
veren kimselerin malları bu sınıfa girer.
2. Harama
yakın şüpheliler: Takva ve vera* bakımından zayıf olan kimselerle ticaret ve
alışveriş ilişkisine giren kimselerin mallandır.
Bunlar dışında kalan askere ait mallara gelince,
bunlar haranı inallar niteliğindedir. Bununu sebebi de kazanma şeklinin
sıhhat-sizliği ve şer1! hükümlere aykırı olarak elde edilmiş olmalarıdır. Bu
kesimin malları, hiç bir ticaret veya zanaata dayanmaz. Gasp yoluyla mı yoksa
suç işlenerek mi kazanıldıkları tam olarak bilinemez. Bunlar kolay kazanılmış
mallardır. Bildiğim de bunların haram olduklarıdır.
Allah Teala sizin içinizdedir. Ey zavallı! Yarın
nereye gideceğini düşün! Dinini iyi koru! Kazancın dininden, lokman
imanmdandır. Eğer bunları hafife alırsan, dinini hafife almış, hükümleri reddetmiş
ve bugün ziyan etmiş, yarın için de hiç bir hazırlık yapmamış olursun. Böyle
kötü bir takdirden Allah Teala'ya sığınırız.
İnsanın can düşmanı olan şeytan haram lokma ile kula
galip geldiği zaman, amellerde kendisine karşı durulamaz. O, bu şekilde
kandırdığı kula şöyle der: Ben senden ihtiyacım olanını aldım. Şimdi dilediğin
kadar amelde bulunabilirsin! Çünkü böyle birinin amelleri, onun kalbini daha
fazla karartmaktan, iradesini iyice zaafa uğratmaktan, kaygısızlıktan başka
bir şey doğurmayacaktır. O, ilahi yardımdan ve korumadan mahrum bırakılmıştır.
Yazılı ilme ve hikmete varis olma şansını da yitirmiştir.
Çarşı pazarda iş yapan kimse, mekruh sıfatlar
taşıyor, teamüllerinde ilmin gereklerine aykırı davranıyor, dini hükümleri
gözetmiyor, neyi nereden kazandığını önemsemiyor, hangi vasıtayı kullandığına
bakmıyor ve kazancında sakınmıyorsa onun Allah'ın dini ile bir bağı olamaz.
Onun hükmü, malları batıl yollarla yiyen, kendi
kendini helak eden, dinini bozan ve müslümanları aldatan kimsenin hükmü ile
aynıdır. Allah Teala İslah edenlerin ödüllerini ziyan etmeyeceği gibi ifsad
edenlerin işlerini de asla düzeltmeyecektir.
Bunlara ilaveten böyle biri, ne Allah için ne de
kulları için dürüst davranmayan biridir. Onun dindeki makamı zulüm, hali ise
arzu ve hırstır. Allah Teala zalimleri sevmez. Böyle biri, ticari tasarruflarından
dolayı tevbe etmekle yükümlüdür. İçine düştüğü halden dolayı tevbe ederek
Allah'a yönelmelidir. Ölüm kapısını çalmadan ve nrsat kaçmadan bunu
yapmalıdır. Aksi takdirde Allah Teala'nın huzuruna bir zalim olarak çıkacaktır.
Allah Teala buyurdu ki: "Tevbe etmeyenler var
ya, işte onlar zalimlerdir". (Hucurat/11) Yine O şöyle buyurmuştur:
"Zalimler de nasıl bir inkılap ile devrileceklerini, nereye dönüp
kaçacaklarını yakında öğrenirler*'. (Şuara/227)
Hikmet ehlinden bir zat şöyle demiştir: Dünya azgın
bir deniz tüccar da ona dalan dalgıç gibidir.
Kimi dalar ve inci çıkarır ki bu, ahiret ehlinden
olup onun için çalış anlardandır.
Kimi dalar ve moloz çıkarır ki bu dünya için
hırslanıp duran ehli dünyadandır.
Kimi dalar ve balık çıkarır ki bu, orta yolu
tutanlardandır. Kimi dalar ve denizin dibinden çıkamayarak boğulur ki bu, ibadet
etme şerefinden uzaklaştırılarak çarşı pazara atılan kimselerdendir. Bunlar ne
zaman bir iyilik yapmak isteseler, ondan uzaklaştırılarak pazara kovulurlar ve
orada didinip dururlar. Onlar günah denizinde boğulmuş kimselerdir.
Kimi de dalar ve dalgalarla birlikte inip çıkmaya
başlar ki bu da, günümüzün müridlerindendir. Dalga yükseldikçe kurtulmak için
çabalar, alçalınca helak olma endişesine kapılırlar. Tevbeleri onları kurtuluşa
götürürken, alışkanlıkları da helaka doğru çekmektedir.
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Kârlı bir iş edinmeyin, yoksa dünyaya rağbet eder
gidersiniz".[88]
Rivayete göre Allah Teala, peygamberlerinden birine
şöyle vah-yetmiştir: Cezaların ardarda indirildiği dönemde aile ve mal
edinmeyin!
Güç ve hareket, yüceler yücesi Allah Teala sayesindedir. Salat ve selam efendimiz Muhammed'e, O'nun aile ve ashabının üzerine olsun. [89]
[1] Tirmizî, Nikah/3; Ibni Mâce, Nikah/46
[2] İbni Hanbel, V/42, 47, 51.
[3] İbni Hanbel, IV/58
[4] Nesa'î, Sıyam/43, Nikah/3; İbni Mâce, Nikah/l; Darimî,
Nikah/2
[5] Buharî, Savm/10, Nikah/2, 3; Müslim, Nikah/l, 3; Ebu
Davûd, Nikah/l; Nesa'î, Sı-yam/43, Nikah/3; İbni Mâce, Nikah/l; Darimî,
Nikah/2; İbni Hanbel, III/378, 424, 425, 432, 447,
[6] Buharî, Savm/10, Nikah/2, 3; Müslim, Nikah/l, 3; Ebu
Davûd, Nikah/l; Nesa'î, Sı-yam/43, Nikah/3; İbni Mâce, Nikah/l; Darimî,
Nikah/2; İbni Hanbel, IH/378, 424, 425, 432, 447.
[7] Nesa'î, Nikah/11; İbni Mâce, Nikah/8; İbni Hanbel,
III/158, 245, 354, IV/349, 351.
[8] İbni Mâce, Cenaiz/58; tbni Hanbel, V/241
[9] Btıharî, İlim/36, Cenaiz, 6, 91; Müslim, Birr/153;
Tirmızî, Cenaiz/64; İbni Mâce, Cenaiz/57; Nesaî, Cenaiz/25; İbni Hanbel, 1/375,
429, 451,11/276, 473, 510, 536, HI/152, VI/376, 431
[10] Benzer bir hadis için b. Ebıı Davûd, Nikah/3; Nesaî,
Nikah/11; îbni Hanbel, III/158, 245
[11] İbni Hanbel, 11/289
[12] Tirmizî, Tfefsir-i Suret 9/9; İbni Mâce, Nikah/5; İbni
Hanbel, V/278, 282, 366.
[13] Nesa'î, BuyuVl; tbni Mâce, Ticarat/1; Darimî, Buyu/6;
İbni Hanbel, Vl/31, 42, 127, 193, 220.
[14] Buharı, Nikah/102; Ebu Davûd, Taharet/84, 85; Nesa'î,
Taharet/169; îbni Mâce, Taharet/102; Darimî, Vudu771; îbni Hanbel, W8, 9, 391
[15] İbni Mâce, Zühd/5
[16] Nesa'î, Nisa'/l; İbni Hanbel, III/128, 199, 285
[17] İlgili hadisler için b. Müslim, Raza/53, 54; Buharı,
Nikah/15; Ebu Davûd, Nikah/2, 12; Tirmizî, Nikah/4; Nesaî, Nikah/10, 13; İbni
Mâce, Nikah/6; Muvatta', Nikah/4; îbni Hanbel, 111/80, 302, 11/428, VI/152.
[18] İlgili hadisler için b. Darimî, Nikah/5; İbni Mâce,
Nikah/9; İbni Hanbel, 111/93, IV/225, 226
[19] Bu ve benzeri hadisler için b. Tirmizî, Nikah/21;
Darimî, Nikah/18; Nesa'î, Nikah/66; İb-ni Hanbel, VI/427.
[20] İbni Mâce, Nikah/46
[21] Buharı, Tefsir-i Suret 66/4.
[22] Buharı, Cum'a/11, Cenaiz/32, îstikraz/20, Vasaya/9,
Itk/17, 19, Nikah/81, 90, Ahkam/l; Müslim, İmaret/20; Ebu Davûd, İmaret/1, 13;
Tirmizî, Cihad/27; İbni Hanbel, II/5, 54, 55, 108, 111, 120.
[23] Buharî, Rikak/16; Tirmizî, Cehennem/İl; İbm"
Hanbel, 1/234
[24] Ebıı Davûd, Salat/53.
[25] Tirmizî, Raza/18
[26] Buharî, Nikah/115.
[27] Ebu Davûd, Talak/3.
[28] Nesa'î, Talak/34; Tirmizî, Talak/10, 11; İbni Hanbel,
11/414.
[29] Bu hadislerin tahriri daha önce yapılmıştı
[30] Ebu Davûd, Taharet/127; Nesaî, Cuma/10, 12, 19; îbni
Mâce, İkamet/80; Darimî, Salat/195; İbni Hanbel, 11/209
[31] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz
Yayıncılık: 4/287-336.
[32] Bu manadaki hadisler için b. İbni Mâce, Edeb/38; Ebu
Davûd, Hammam/3, Tirmizî, Edeb/43;Nesaî, Gusl/2; Darimî, İstizan/23; İbni
Hanbel, III/339; VI/132, 139, 173, 179, 267
[33] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz
Yayıncılık: 4/337-344.
[34] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz
Yayıncılık: 4/344-346.
[35] Tinnİzî, Salat/41; N«a% Ezan/32; İbni Mâce, Ezan/3;
İbni Hanbel, IV/217.
[36] İbnİ Mâce, Ticarat/6; İbni Hanbel, 1/21, U/23
[37] Ebu Davûd, Buyû/f
[38] Müslim, İlm/15, Zekat/69; Nesa'î, Zekat/64; İbni
Hanbel, IV/357, 359, 360, 361
[39] tbni Hanbel, 1/248
[40] . Buharî, Vekalet/5, 6, İstİkraz/4, 6, 7, Hibe/23, 25;
Müslim, Müsakat/118-122; Ebü Davûd, BuyuVll; Tirmizî, Buyu'/73, 75; Nesa'î,
Buyu764, 103; İbni Mâce, Sadakat/16; Muvatta', Buyu789; Dârimî, Buyu731; İbni
Hanbel, 11/377, 393, 416, 431, 456, 476, VI/390
[41] İbni Mâce, Sadakat/15
[42] Benzer hadisler için b. Buharî, Buyu716; İbni Mâce,
Ticarat/28; Muvatta', Buyu7100
[43] İbni Mâce, Sadakat/19.
[44] Buharı, İstikraz/13
[45] Konuyla ilgili hadisler için b. Buharî, İman/42,
Zekat/2, BuyuY68, Şurut/1, Ahkam/43; Müslim, îman/97,98; Tirmizî, Birr/17;
Darİmî, Buyu79; tbni Hanbel, IV/358, 361,364,365.
[46] Müslim, İman/95; Tirmizî, Birr/17; Nesa'î, Bey'at/31;
Darimî, Rikak/41; îbni Hanbel, MSI, U7297, IV/102.
[47] Müslim, İman/164; Tirmizî, BuyuV74
[48] Ebu Davûd, Cı had/9; Darimî, Cihad/28
[49] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz
Yayıncılık: 4/348-381.
[50] Ebu Davûd, İmaret/7; Darimî, ZekaÜ28; İbni Hanbel,
IV/142, 150.
[51] Ebu Davûd, Buyu748; İbni Mâce, Ticaraf 52
[52] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz
Yayıncılık: 4/381-400.
[53] Buharî, Mezalim/33; Müslim, İman/226; Ebu Davûd,
Sünnet/29; Tinnizî, Diyat/21; Ne-sa'î, Tahrim/22, 23, 24; İbni Mâce, Hudud/21;
İbni Hanbel, 179,187-190,11/163,193,194, 205, 206, 210217, 221, 324.
[54] Benzer hadisler için b. Müslim, Zekat/70; tbni Hanbel,
IV/358, 361.
[55] Müslim, Nikah/110; Ebu Davûd, Etime/l; tbni Mâce,
Nikah/25
[56] . Müslim,
Eşribe/73; Ebu Davûd, Eşribe/5; Tirmizî, Eşribe/1; İbni Mâce, Eşribe/9; İbni
Hanbel, 11/16, 29, 31, 105, 134, 137.
[57] Bu hadis İçin b. Buharı, Iibas/61; Ebu Davûd,
Libas/27; Tirmizî, Edeb/34; İbni Mâce, Nikah/22; İbni Hanbel, 1/254, 330,
339,11/200, 287, 289.
[58] Ebu Davûd, libas/17; Tirmizî, Edeb/45.
[59] Benzer bir hadis için b. Dârimî, Mukaddime/6.
[60] . Buharı, Buyu'/58, 64, 68, 69, 70, 71, İcare/14,
Şurut/8; Müslim, Nikah/51, 52, BuyuVll, 12, 18, 20-22; Ebu Davûd, Buyu745; Tirmizî,
Buyu'/13; Nesa*î, Buyu'/16, 17, 18, 19; îbni Mâce, Ticarat/15; Muvatta1,
Buyu'/96; İbni Hanbel, 1/163, 164, 368,11/42, 153, 238, 243, III/307. 319 S«fi
sû<7 ivflı-ı i""
III/307, 312, 386,'392, IV/314, V/ll
[61] Bu manadaki hadisler için b. Ebu Davûd, Bnyu'/68;
Nesa'î, Buyu760, 71, 72; İbni Hanbel, 11/179.
[62] Bu manadaki hadisler için b. Tİrmizî, Libas/7; Nesa'î,
Fei75; İbni Mâce, Libas/26; îbni Hanbel, IV/310, 311
[63] Bu manadaki hadisler için b. Ebu Davud, Libas/4; İbni
Hanbel, 11/50
[64] Bu manadaki hadisler için b. Buharı, Tefsir-i Suret-i
59/4, Ubas/82, 84, 85, 87; Müslim, libas/120; Ebu Dayûd, Tereccül/5; Tirmizî,
Edeb/33; Nesa'î, Zinet/24, 26, 71; İbni Mace, Nikah/52; Dârimî, îsti'zan/19;
İbni Hanbel, 1/415, 417, 434, 443, 454, 465, VI/257
[65] Saç bağlamakla ilgili hadisler için b. Buharî,
Libas/83; Tirmizî, libas/25; Nesa'î, Zi-net/21; İbni Hanbel, III/296, 387.
[66] Bu nehiyle ilgili hadisler için b. Tinnizî, Libas/32;
Dârimî, Udahi/12.
[67] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz
Yayıncılık: 4/400-420.
[68] Nesa% Buyu72; tbni Mâce, Ticaret/58; İbni Hanbel,
11/494
[69] İbni Mâce, Mukaddime/17.
[70] Benzer manadaki hadisler için b. Müslim, Zekat/64;
Tirmizî, Tefsiru Suret-i 11/36; Dari-mî, Rikak/9; îbni Hanbel, 11/328
[71] îbni Hanbel, 11/373
[72] Bu manadaki hadisler için b. Buhari, İman/39, Buyû'/2;
Müslim, Müsâkât/107; Ebu Da-vûd, Buyû/3; Tirmizî, Buyû/1; Nesa'î, Buyü/2,
Eşribe/50; İbni Mâce, Piten/14; Dârünî, Buyû/1; İbni Hanbel, IV/267, 269, 270,
271
[73] Buharî, Şehadât/27, Ahkam/20, Hıyel/10; Müslim,
Akziye/4; Ebu Davûd, Akziye/7; Tirmi-zî, Ahkam/11; Nesa'î, Kudât/13, 33; İbni
Mâce, Ahkam/5; Muvatta', Akziye/1; İbni Han-bel, VT/203. 290 aflfl son
bel, VI/203, 290, 308, 320
[74] Ebu Davûd, BuyûV3; Tinnizî, Buyû'/l; Nesa"î,
Buyû'/2, Kuzât/11, Eşribe/50; îbni Mâce, Fiten/14; Dârimî, Mukaddime/20,
BuyûVl; tbni Hanbel, IV/269, 270-271, 275.
[75] Ebu Davûd, BuyûV3; Tinnizî, Buyû'/l; Nesa"î,
Buyû'/2, Kuzât/11, Eşribe/50; îbni Mâce, Fiten/14; Dârimî, Mukaddime/20,
BuyûVl; tbni Hanbel, IV/269, 270-271, 275.
[76] Benzer hadisler için b. Buharî, Buyü'/3; Tinnizî,
Kıyamet/60; tbni Hanbel, III/153
[77] Bu manadaki hadisler için b. Müslim, Bİrr/14,15;
Tirmizî, Zühd/52; Dârimî, Buyû72; Ib-ni Hanbel, IV/182, 227, 228, V/251, 252,
256
[78] Bu manadaki hadisler için b. Müslim, Birr/14,15;
Tirmizî, Zühd/52; Dârimî, Buyû72; B>-ni Hanbel, IV/182, 227, 228, V/251,
252, 256
[79] Buharî, Şehadât/6
[80] İbni Hanbel, 1/379.
[81] . Konuyla ilgili hadisler için b. Ebu Davûd,
Et'ıme/47; Buharı, Zebaih/34, VuzûV67; Tirmizî, Et'ıme/8; Nesa'î, FerVlO.
[82] Ebu Davûd, Edeb/16; Tirmizî, Zühd/56; Dârimî.
Et'ıme/23; İbni Hanbel, 111/38.
[83] Tirmizî, Zühd/11; İbni Mâce, Fiten/12; Muvatta',
Husnü'l-Huluk/3; İbni Hanbel, 1/301
[84] Ebu Davûd, Edeb/16; Tirmizî, Zühd/56; Dârimî,
Et'ıme/23; İbni Hanbel, 111/38
[85] İbni Hanbel, IV/7, 8; Buharı, Şehadât/13; Ebu Davûd,
Akziye/18; Nesa"î, Nikah/57.
[86] Benzer hadisler için b. Buharı, Buyu73, 100,
Husûmât/6, Vasaya/4, Megazî/53, Feraiz/18, 28, Hudud/23, Ahkam/29; Müslim,
Razâ'/36, 37; Ebu Davûd, Talak/34; Tirmizî, Ra2â'/8, Vasaya/5; Nesal, Talak/48,
49, 84; İbni Mâce, Nikah/59, Vasaya/6; Dârimî, Nikah/41, Fe-raiz/45; Muvatta',
Akziye/20; îbni Hanbel, 1/25, 59, 65, 69, 104,11/179, 207,239, 280, 386, 409,
466, 475, 492, IV/186, 187, 238, 239, V/267, 326, VI/37, 129, 200, 226, 237.
[87] Tinnirf, Zühd/47; tbni Hanbel, IV/132.
[88] Tinnizî, Zühd/20; İbni Hanbel, 1/377, 426, 443
[89] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz
Yayıncılık: 4/420-455.