IV- İnsanı Kamil Nedir?. 2

V. Vahdet-İ Vücud İle Vahdet-İ Şuhud. 4

VI. Dinlerin Birliği 12

a- İbn Arabi'nin Din Anlayışı 13

Firavun Kurtulanlardan mıdır?. 13

b. Abdulkerim el-Cîlî'nin Din Anlayışı 14

Bütün Dinlerin Mensupları Haklı Ve Mutludur 15

c- İbn Farıd'ın Din Anlayışı 19

VII. Islama Ve Tasavvufa Göre Veli Kavramı 20

VIII. Keramet 23

IX. Rabıta. 26

X. Şeyh-Mürid Sistemi Ve Şeyhlerin İnsanüstü Konumları 30

XI. Tasavvufçuların Kabirlerle Tevessül Etmeleri 35

XII. Tasavvufta Kutupluk. 38

a. Kutbun Yardımcıları 39

b. İbn Arabi En Büyük Kutup. 40

c. Mertebeler ve Üçler, Yediler, Kırklar... 40

d. Tasavvufun Divanı 41

XIII- Hatemül-Evliya. 42

XIV. İslam İle Tasavvuf Arasında Bir Karşılaştırma. 44

DÖRDÜNCÜ  BÖLÜM... 49

AMELİ TASAVVUF. 49

I. Zühd Meselesi 49

II. Dünyadan Nefret Etmek. 53

III. Tasavvuf Ve İlim Tahsili 56

IV. Tasavvufçuların Zikirleri 58

V. Tasavvufçuların Ahlakçılığı 61

VI. Tasavvufun Kur'an Ve Sünnete Bağlı Olduğu İddiası 67

VII. Tasavvufa Yönelişin Nedenleri 72

a. Yönetimlerin İslam'dan Sapmaları ve İslami Hayatı Engellemeleri 72

b. Bağnaz Fıkhî Mezhepçilik. 76

c. Kelam Tartışmaları 77

BEŞİNCİ BÖLÜM... 78

GÜNÜMÜZDE TASAVVUF. 78

I. Tasavvufçuların Yenileri De Eskilerin Yolunda. 78

a. Günümüzde Hakikat-ı Muhammediyye veya Nur-u Muhammedi 82

b. Günümüzde Vahdet-i Vücud. 84

c. Hak Şehidi Hallaç ve Dinsel Sosyalist Karmatiler 88

d. Günümüzde Rabıta. 92

e. Günümüzde Zikir: 94

f- Günümüzde Keşf ve İlham: 95

g. Günümüzde Şeyh-Mürid İlişkisi 96

h. Günümüzde Kutupluk (Ricalu'1-Gayb) 97

ı- Günümüzde Kabirlerle Tevessül ve Ruhlardan Yardım İstemek. 98

i- Dinin Hükümleri Karşısında Marifet ve Hakikat İddiası 99

j. Dinlerin Birliği 100

II. Eski Tasavvuf Anlayışından Devam Eden Başka Örnekler 101

S  O N S Ö Z.. 106


IV- İnsanı Kamil Nedir?

 

Vahdeti vücud felsefesinin yan ürünü olarak üretilen însan-ı Kamil teri­mi, Kur'an ve Sünnetin kullandığı bir terim değildir. Felsefi tasavvufun vahdeti vucud, vahdeti şuhud, Hakikati Muhammediyye nazariyeleri gibi mitolojik nazariyelerinden biridir.

Oryantalist Nicholson'a göre bu terimi ilk defa kullanan İbn Arabi'dir, îbn Arabi ve Celaleddin er-Rumi yolu ile bu terim tasavvufi Türk tarikatla­rına girmiştir.[1]

Ebu'1-Ala Afifi'ye göre bu terimi İbn Arabi, İhvanı Safa felsefesinden almıştır. İnsan-ı kamil terimi, İhvanı Safa'nm risalelerinde geçen "İnsanı Fazıl" teriminin kopyasıdır. İhvanı Safa, eksikliklerden uzak ve birbiriy­le kenetlenmiş ruhani bir toplum için "Faziletli Ruhani Şehir" nitelikleri­ni kullanırken, kendilerine de "Faziletliler" adını vermişlerdir. [2] Tasav vufçular da ermişlerine "Kümmel" adını vermektedirler.[3]

İbn Arabi, Faziletli Şehir düşüncesini, İsmailiyye fırkasının ele aldığı tarzda ele almış ve sahiplerinin ondan daha aşağısına razı olmadıkları ve faziletli altın şehir olarak nitelemiştir. [4]

Şöyle bir soru akla gelmektedir; İbn Arabi insan-ı fazıl teriminin yerine neden İnsan-ı kamil terimim kullanmıştır? Öyle anlaşılıyor ki Şia'dan mute­dil İsna Aşeriyye ve İsmailiyye fırkasından aldığı tasavvufi ruhani bu anla­yışı, Zeydiyye'nin kullandığı anlayıştan ayrı tutmak için bu yola başvurmuş­tur. Bilindiği gibi Zeydiyye hilafette liyakati belirtmek için en faziletli (Ef-dal) ve faziletli (mafdul) terimlerini kullanmış, birincisiyle Hz. Ali'yi, ikinci­siyle de Hz. Ebu Bekr'i kastetmiş ve en üstünü bulunurken üstün olanın da halife olabileceğini söylemiştir. Nitekim İbn Arabi üstünlüğün niteliğini be­lirtmeğe çalışırken aynı terimleri kullanmıştır. [5] Onun için İbn Arabi İnsa­nı kamil terimini bulmuş, böylece İnsanı kamil nazariyesi İbn Arabi'nin ta­savvuf felsefesinin unsurlarından biri olmuştur.

Yukarıda da belirtildiği gibi İbn Arabi'nin insan-ı kamil terimi, İsmaliy-ye fırkasının ürünü olan İhvanı Safa Risalelerinde geçen ve hem İbn Arabi, hem diğer tasavvufçular tarafından Hz. Peygamber için kullanılan İnsanı Fazıl teriminin kopyasından başka bir şey değildir. Herhalde İhvanı Safa risalelerindeki İnsanı Fazıl teriminin kaynağı da Yunan felsefesidir. Nitekim İbn Nedim Yunan felsefesinin babası sayılan Aristo'yu nitelerken, bir filozof olarak faziletli, kamil ve tam faziletli sıfatlarıyla nitelemiştir. [6]

Bu söylenenlerin gerçeklik derecesi ne olursa olsun, insan-ı kamil teri­minin Kur'an ve sünnetin terimi olmadığı ve salih selefin lugatında bu felse­fi anlamıyla geçmediğini bilmemiz gerekir. İnsanı kamil teriminin kaynağı­na bu şekilde değindikten sonra şimdi de içeriğine bakalım.

Tasavvufçularm insan-ı kamil düşüncesini İbn Arabi'den[7] sonra Abdulkerim el-Cîlî, el-însanu'l-Kamil adh eserinde bütün tuhaflıklarıyla açılç]a^ mıştır. el-Cîlî'ye göre insan-ı kamil, baştan başa bütün varlığın etrafında döndüğü kutuptur. Varlık yaratıldığından beri insan-ı kamil tektir ve tek kalacaktır. İnsanı kamilin kendine özgü bir hakikati vardır. Bununla bera ber her çağda başka suretlerde, başka adlar altında görünür. Asıl kendi adı Muhammed'dir. Künyesi Ebu'l-Kasım, sıfatı Abdullah, lakabı Şemsuddin'dir. Asıl ismi budur ama dünya kurulduğundan beri çeşitli peygamberle­rin suretinde görünen odur. Ta kiyamete kadar en büyük velide zuhur eden de odur. el-Cîlî, bu söylediklerinin tenasuhla bir ilgisinin olmadığını da be­lirtmeyi ihmal etmemektedir.

el-Cîlî, onu kendi şeyhi Şerefuddin İsmail el-Cıbırti şeklinde gördüğünü söylemektedir. Yani Hz. Peygamber o şekilde görünmüştür. Nitekim Şibli şeklinde de görünmüştür ve Şibli talebesine "Benim, Allah'ın Rasulü olduğuma şahitlik eder misin" demiş, arif olan talebesi de "Senin Allah'ın Rasu­lü olduğuna şahitlik ederim" cevabını vermiştir.

el-Cîlî'ye göre İnsanı kamil, Tanrının bütün isim ve sıfatlarına asaleten müstehaktır. İnsan-ı kamil, Hak'kın aynasıdır. Allah ismi nasıl hakkın ay­nası ise, insan-ı kamil de öyle Hakkın aynasıdır. Allah bütün isim ve sıfatla­rını yalnız insan-ı kamilde görür.

İnsanı kamili her bakımdan Allah'ın aynı gören el-Cîlî'nin bu nazariyesi­ne göre, insan-ı kamilin vücudundaki her şey, dünyada bulunan bir varlığa tekabül etmektedir. Dünyada ne varsa insanda da vardır. Varlığın özü in­san-ı kamildir.[8]

"İnsan-ı kamilin letafeti ulvi varlıklara, kesafeti süfli varlıklara, kalbi arşa karşılıktır. Çünkü Peygamberimiz "Müminin kalbi Allah'ın arşıdır[9] demiştir. İnayetiyle kürsiye, makamı ile sidretu'l-munteha'ya, aklıyla yüce kalem'e, nefsiyle levhi mahfuz'a, tabiatıyla unsurlara, kabiliyetiyle heyula­ya, heykeliyle, havaya, re'yiyle atlas feleğine, müdrikesiyle yıldızlar feleği­ne, vehmiyle altıncı kat göğe, hemmiyle beşinci kat göğe, fehmiyle dördüncü kat göğe, hayaliyle üçüncü kat göğe, fikriyle ikinci kat göğe, hafızasıyla bi­rinci kat göğe, dokunma kuvveleriyle zuhal'e, itici kuvveleriyle müşteriye, muharrike kuvveleriyle merih'e, bakıcı kevveleriyle güneş'e, tat alma duyıl­larıyla zühre'ye, koklama duyusuyla utarit'e, işitme duyusuyla ay'a, hararele ateş feleğine, hatıralarıyla meleklere, vesvesesiyle cin ve şeytanlara,

vaniyetiyle hayvanlara, vurucu kuvvetiyle aslana, hile gücü ile tilkiye, Matıcı gücü ile kurda, haset gücüyle maymuna, hırsıyla fareye karşılık [10] Bu karşılık olma özellikleri vücudundaki idrar ve pisliklerine ka-, r devam etmektedir.

Süleyman Ateş'in deyişiyle, gülünç bir tarzda insanın her tarafı dünya varlıklarmdan birine benzetilmiştir. Bunlar mesnetsiz, hayali saçma görüş­lerden başka bir şey değildir. [11] İnsanın bu tür saçmalıklara inanması için aklım bir yerlerde bırakması lazımdır.

Nicholson, insan-ı kamil konusunda el-Cîlî'nin sözlerini değerlendirerek şöyle demektedir:

"(Cîlî'ye göre) İnsan-ı kamil, alemin varlığının sebebi ve koruyucusu, bü­tün varlık feleklerinin etrafında döndüğü kutubdur. Allah onu ilahi lahut ve nasut zıt sıfatlarına uygun kendi suretinin bir örneği şeklinde yaratmıştır. el-Cîlînin ifadesine göre insanın gerçek tabiatı üçlüdür. Şöyle diyor:

Birdir dersen doğrudur, ikidir dersen o da doğrudur, gerçekten ikidir.

Hayır, üçlüdür dersen o da doğrudur, insan tabiatının hakikati budur.

İşte bu tam bir teslis İnancıdır. İnsan-ı kamilin kesin olarak Muhammed olduğuna inanan bir müslümanın böyle bir inancı benimsemesi çok tuhaftır. Ancak şunu unutmamalıyız ki tasavvufçular Muhammed'i alem yaratılma­dan önce var olan Allah'ın nuru yahut kelimesi olarak saymaktadırlar. Hat­ta alemin varlığı onun için olduğunu söylerler. [12] Bu ilahi kelime her devir­de peygamberler veya evliya suretinde ortaya çıkar. Bilfiil kamil olanlar da-ancak onlardır. Başkaları bilkuvve kamildirler. [13]

Celaleddin Rumi'nin insan-ı kamil anlayışını da İsmail Yakıt'ın, hurufi-lik örneği sergilediği "Batı Düşüncesi ve Mevtana" kitabından dinleyelim.

"Mesnevi'nin özellikle ilk onsekiz beytinde anlatılan ve işlenen Ney kav­ramı, aslında insanı ve onun ideal mahiyetini sembolize etmektedir. Bazı Mevlevi müfessirlere göre ney, doğrudan insan-ı kamildir. Kamışlıktan ko­parılarak yapılan ney, her nefeste ayrı düştüğü vatanını terennüm etmekte­dir. İnsan da geldiği ulvi alemin hasretini çekmektedir. Ruh, beden hapsin­de bu ayrılığın ızdırabını yaşamakta ve her an geldiği vatanı, koparılıp uzaklaştırıldığı yeri özlemektedir. Şu halde ney metaforuyla anlatılmak istenen, insanın bu alemdeki varoluşunun nedenini açıklayabilecek bir şekil­de, birlik kamışından kesilmiş, kendi varlığından geçmiş, gerçek varlıkla var olmuş insan, yani insan-ı kamildir.

Eski Mesnevi sarihlerine göre ney, ebced hesabıyla da insanı, daha doğ­rusu kamil insanı vermektedir. Şöyle ki:Ebced hesabıyla Adem ile Hav­va'nın sayı değerleri toplamı 60'dır. Bu izdivaçtan doğan netice-i suret "Sin"dir. Nitekim Kur'an'da Yasin (ey sin=ey insan=ey Muhammed) olarak tefsir edilmektedir. Sin'in sayı değeri 60'dır. Adem ile Havva kelimelerinin de 60'dır. Ney kelimesi de 60 etmektedir. Şu halde ney'den kasıt bazı mevlevi büyüklerince Adem ile Havva'dır. Neyistandan kasıt, cennet olmuş olu­yor. Ney'in 60 etmesi/'Sin" harfinin de 60 etmesi ve sin'in de Hz. Muhanv med'in ismi olması, ney=Muhammed veya insan-ı kamil şeklinde yorumlan­mış ve sembol olmuştur.[14]

Mevlana ayrıca "ideal insanı" Tanrı ile yaratıklar arasında bir aracı ola­rak da görmektedir. Her ne kadar Tanrı mutlak olarak kendine yetse de, bi­linmek ve görülmek aracı olarak[15]onun yeryüzündeki temsilcisi "halife­si"[16] insan-ı kamil olmuştur. O halde insan-ı kamil Tanrı0usturlabıdır. (...)

Mevlana, ilahi tecelliler açısından da insanın tanrı usturlabı olduğunu devamla beyan etmektedir. Ulu tanrı insanı kendinden, bizzat bilgin, bilen ve bilgili kılmış olduğundan, insan kendi varlığının usturlabında zaman za­man tanrının tecellisini ve eşsiz güzelliğini parıltı halinde görür. O cemal hiçbir zaman bu aynada eksik olmaz. İşte insan-ı kamil bu usturlabı tam anlamıyla nefsinde gerçekleştiren ve kendi varlığında ilahi sıfatların tecelli­lerini görür. Tanrının lutfuyla dini, adeta onun gölgesidir. Mesneviden:

"Ne seninleyim, ne senden ayrıyım;a olgunluk sahibi, neliksiz, niteliksiz, sebepsiz, illetsiz, seninleyim ben. Balıklarız biz, yaşayış denizi sensin... A sı­fatları güzel tanrı, lutfunla diriyiz biz. Halktan ayrılmış, hurma ağacının di­bine varmış, ağacın gölgesinde uyuyan Tanrı gölgesi OHz. Ömer'i) seyret[17]

Celaleddin Rumi'nin insan-ı kamil anlayışı da bu şekildedir. Görüldüğü gibi muğlak, bazan insan, bazan tanrının niteliklerine sahip, bazen yaratılmış bir kul, bazen balığın denizde yaşadığı ve onunla hayat bulduğu gibi tanıda yaşayan ve onunla hayat bulan bir yaratık!

Tasavvufçulardan Azizuddin Nesefi ise, insan-ı kamili şöyle tanımla­maktadır:

"Şimdi kamil İnsanın birçok ismi olup muhtelif isimler halinde zikredilmiştir. Hepsi de doğrudur. Kamil insana şeyh, Önder, hadive mehdi derler. Bilgin, ergin, kamil ve mükemmel derler. İmam, halife, kutup ve sahibu'z-zaman derler. Cihanı gösteren kadeh (cam-ı cihanüma), dünyayı gösteren ayna, büyük tiryak ve en büyük iksir (iksir-i azam) derler. Ölüyü dirilten İsa derler, abı hayat içmiş= Hızır derler. Kuşların dilini bilen Süleyman derler. Bu kamil insan daima alemde vardır, birden fazla ol­maz. Çünkü tüm mevcudatın bütünlüğü birtek şahıstadır. Kamil insan, o şahsın gönlüdür ve mevcudat gönülsüz olamaz. O halde kamil insan, daima alemde vardır ve gönül birden fazla oimaz. Bu durumda kamil insan, alemde birden fazla değildir. Alemde bilginler çoktur, ama gönül alem olduğuna göre, birden fazla değildir. Di­ğerleri mertebelerde olup, her biri bir mertebede bulunur, O alemin yeganesi, bu alemden göç edince başka biri onun mertebesine ulaşır ve alem gönülsüz kalma­sın diye onun yerine oturur.

Kamil insanın sahip olduğu kemali ve büyüklüğü duyduğuna göre, onun kudreti yoktur. Muradsızlıkla yaşar. Her şeye uyum sağlamakla zamanını geçirir. İlim ve ahlak yönünden mükemmeldir. Ancak kudret ve murad yönünden eksiktir.[18] İran'da tasavvuf konusunda doktora çalışması yapan meşhur şair Mu­hammed İkbal ise, insan-ı kamilin Hz. Muhammed olduğu, Kur'an ahkamı­na sahip olarak kendisinin ideal ve kamil insan-ı kamil örneği olup benzeri­nin bulunmadığını söylemektedir. Her türlü hulul ve ittihad anlayışından tümüyle uzaktır. Sadece Allah'a olan sevgisi ve yakınlığı sözkonusudur. Bu yakınlığın hiçbir zaman Allah'ta fena bulması, onunla birleşmesi veya onda hulul etmesiyle bir ilgisi yoktur. Bu yakınlık, işrak felsefesinin söylediği gi­bi, kişinin varlığını Allah'ın varlığında ifna etmesi değildir. Aksine, sadece ahlakı ve fazileti ifade etmektedir. İnsanı kamil, kainatta fena olmaz veya O'nunla bütünleşmez. Aksine kainat onun enirinde ve hizmetinde olur. Hal­buki, İslam alemindeki diğer insan-ı kamil anlayışlarının insanı tanrüaştırdığını, varlıkların varlığım nitelerken çelişkiler içinde yüzdüğünü görüyo­ruz, demektedir. [19]

Görüldüğü gibi, insan-ı kamil nazariyesinin İslami hiçbir dayanağı yoktur. Doğudan ve batıdan sızan felspfe ve kültürlerin bir ürünüdür. Tasavvuf

tarihinde en bariz temsilcisi olan el-Cîlî'nin anlayışında insan-ı kamil olav, Hz. Muhammed ve onun göründüğü diğer zatlar tam anlamıyla tanrının sn hip olduğu niteliklere sahip kabul edilmekte ve insan-ı kamil ile Allah sank" aynı şeyin iki sureti gibi sunulmaktadır. Bu sözlerin abartma değil, gerçek olduğunu görmek isteyenlere, el-Cîlf nin "İnsan-ı Kamil" kitabını okumaları­nı tavsiye ederiz.[20]

 

V. Vahdet-İ Vücud İle Vahdet-İ Şuhud

 

Vahdeti vucud anlayışı, İslam inancına aykırı küfür bir inançtır. Kayna­ğı, başta Yunan felsefesi ve panteizm olmak üzere İslam'a yabancı her türlü din ve felsefelerdir. İslam inancına aykırı olduğunu tevhid endişesi taşıyan bütün müslümanlar belirtmektedir.

Vahdeti vücud felsefesi Allah ile alemin aynı olduğunu, Allah ve alem ikiliğinin bulunmadığını söyleyerek alemde birliğin bulunduğunu iddia et­mektedir. Allah'tan başka gördüğümüz varlıkların aslında Allah'ın birer gö­rünümü olduğunu söyleyerek varlığın tekliği anlamındaki vahdeti vücud inancını ortaya koymaktadır.

Bu felsefeyi oluşturmak için İbn Arabi ve tabileri Kur'an ayetlerini he­veslerine göre tahrif etmekte, peygamberleri yanlışlıklar yapmak ve davet­lerini anlamamakla suçlayarak onlara hakaret etmektedir. İbn Arabi ve iz­leyicileri hakkındaki bu sözlerimizin bir iftira yahut haksız bir hüküm ol­madığını göstermek için "Fususu'l-Hikem" kitabından Nuh Fassı'nı harfiy-yen tercüme ederek vermek istiyoruz. İfadeleri birbirinden kopuk ve girift olduğu için anlaşılmasına yardımcı olmak amacıyla gerektiği yerlerde dip­notlarla açıklamalar yapacağız.

"Bil ki, hakikat ehline göre Allah'ı tenzih etmek onu tahdit ve takyit etme (sınırlan-dırma)nin kendisidir.[21] Onu tenzih eden kişi ya cahildir yahut edepsizlik etmekte­dir. Ama münezzeh olduğunu söyleyenlerden şeriata inananlar bununla yetinip başka bir şey söylemezlerse, farkında olmadan edepsizlik etmiş ve hem Hak'kı hem peygamberlerini yalanlamış olurlar. [22] Böyleleri yanıldığı halde isabet ettiğini sanır.[23] Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmına inanmayanlar gibidir. Halbuki İlahi şeriatların Allah'tan[24] önce genel olarak sözettiği, sonra bütün dillerde herkesin anlayışı oranında anlayacağı şekilde özel olarak sözettiği bilinmektedir. [25]

şüphesiz Hak'kın her yaratıkta bir zuhuru vardır. O, her anlayışta zahir ve her an­layıştan batındır. [26]  Ama Allah alemin sureti ve hüviyetidir, ve o zahir olanın adıdır, diyenlerin anlayışında açıktır. Nitekim mana yönünden O, zahir olan şeyin ruhudur. Böyle olunca, Hak batındır. [27]  Alemin zahir olan suretlerine göre konumu, suretini (vücudunu) idare eden ruhun konumu gibidir.

Mesela, insanın ve tanımı yapılan her varlığın tanımında zahir ve batını alınır. Hak her tarif ile tanımlanır. Alemin suretleri (varhkları-şekilleri) ise, sayılamıyacak ve zaptediiemeyecek kadar çoktur. Ondan her suretin tanımı, her alemdeki suretlerin bilinmesi oranında bilinebilir. Onun için Hak'kın tanımı bilinemez. Çünkü onun tanı­mı ancak her suretin tanımının bilinmesiyle bilinebilir. Her suretin bilinmesi de mümkün olmadığına göre Hak'kın tanımı da mümkün değildir[28]  Allah'ı tenzih etmeyip başka varlıklara benzediğini söyleyen (teşbih eden) de onu takyit ve tahdit etmiş (sınırlandırmış), onu biimemiş olur. Ama Allah'ı hem tenzih hem teşbih ederek ikisiyle genel olarak niteleyen kişi onu tanımiamış sayılır. Genel olarak diyoruz; çünkü alemdeki bütün suretleri ihata etmek mümkün değildir. Tıpkı kendini ayrıntılı olarak değil de, genel olarak kişi tanımladığı gibi onu da genel ola­rak tanımlamış olur. Onun için Peygamber Hak'kın bilinmesini kişinin kendini bil­mesine bağlayarak "Kendini bilen, Rabbini bilmiş olur[29]  demiştir. Allah da "Yakın­da ufuklarda ve kendilerinde ayetlerimizi onlara göstereceğiz[30]  demiştir. O, sensin. Ta ki bakanlar onun hak olduğunu anlasınlar. Çünkü sen onun suretisin, o da senin ruhundur. Sen onun için maddi varlık {cisim olan suret) gibisin, o da senin için vücudunun suretini idare eden ruh gibidir.[31]

Tanım senin zahir ve batınını (vucuî ve ruhunu) kapsamaktadır. İdare eden ruh su­retten ayrılınca, insan diye bîrşey kalmaz. Sadece insanın suretine benzeyen bir suret olarak anılır. Onunla tahta veya taş suretler arasında hiçbir fark kalmaz. Ona hakikat olarak değil, sadece mecaz ofarak insan adı verilir.

Aİemin suretlerinden Hak'kın yok olması asla mümkün değildir. [32] Böyle olunca, Allah hakkında uluhiyetin tanımı mecaz değil, hakikattir. [33]Tıpkı yaşayan insanın tanımında oiduğu gibi.

İnsanın suretinin zahiri kendi diliyle ruhunu ve kendisini idare eden nefsini övdüğü gibi, aynı şekilde Allah da kendisini alemin suretinin teşbih etmesini sağlamıştır. Ancak alemdeki varlıkların onu teşbih etmelerini kavrayamıyoruz. Çünkü alemdeki suretleri ihata edemiyoruz. Hepsi Allah'ın dilleri olup Allah'ı övmektedir. Onun için "Hamd alemlerin Rabbı Allah'ındır" demiştir. Yani övmenin sonuçları ona racidir. Öven de, övülen de odur. [34]Şiir:

Allah'ı tenzih edersen, onu sınırlandırmış olursun,

Başka varlıklara benzetir (teşbih eder)sen, yine tahdit etmiş olursun.

Hem tenzih, hem teşbih edersen, doğruyu bulmuş olursun, [35]

Böylece bilgi bakımından imam ve üstad olursun.

Allah ayrı, varlıklar ayrıdır, diyen (ikiliğe kail olan), müşrik olur,

Allah - alem ikiliği yoktur diyen (birliğe kail olan), muvahhid oiur.

Öveceksen, Allah'ı varlıklara benzetmekten sakın,

Tevhid edeceksen, onu tenzih etmekten de sakın.

Sen O değilsin, hayır sen Ofsun, Sen O'nu işlerde mutlak ve mukayyet olarak görürsün.

Allah "Hiçbir şey onun gibi değildir" diyerek tenzih etmektedir. "O-işiten ve gören­dir" diyerek de teşbih etmektedir.[36] "Hiçbir şey onun gibi değildir"diyerek teşbih yapmış ve ikilik olduğunu söylemiştir. [37] "O, işiten ve görendir" diyerek de tenzih yapmış ve birlik olduğunu söylemiştir.

Nuh, kavmini davet ederken tenzih ve teşbihi birleştirerek davet etseydi, davetini kabul ederlerdi. [38]  Onları açıkça davet etti. Sonra gizlice davet etti. Sonra, Rabbi-nize istiğfar edin, şüphesiz o çok bağışlayıcıdır, Kavmimi gece gündüz davet ettim, ama davetim onları uzaklaşmaktan başka birşey kazandırmadı, dedi. Allah'ı bilenler, Nuh'un kavmini yererken aslında övdüğünü ve davetinin furkandan ibaret kaldığı için Nuhun davetine kavminin icabet etmediğini anladılar. Halbuki mesele Kur'an'dır. Kur'ah'da olanlar, onun içinde de olsalar, furkana kulak vermez­ler. Çünkü Kur'an, furkam kapsar, ama furkan Kur'an'ı kapsamaz. Onun için kuran sadece Hz. Muhammed'e ve ümmetlerin en hayırlısı olup insanfar için çıkarılan o-nun ümmetine verilmiştir. [39]

"Hiçbir şey onun gibi değildir" diyerek meseleyi bir şeyde toplanmıştır. Nuh, bu ayetin lafzına benzer bir ayet getirseydi, kavmi kendisine inanırdı. Çünkü ayette hem teşbih, hem îenzih vardır. Hatta bu birliktelik ayetin yarısında bile olmuştur. Nuh, kavmini gece davet etti. Bu, akılları ve ruhaniyetleri bakımındandır. Çünkü bunlar gaybdır. Gündüz davet etti. Duyu ve hislerinin zahiri bakımından da davet it­ti. Ama"Hiçbir şey onun gibi değildir" ayetinde birleştirildiği gibi, tenzihi ve teşbihi biri eştirmediğinden onların içi bu ayırımdan nefret etti ve davet onların daha çok uzaklaşmalarına sebep oldu.

Sonra, onların kapalı durumlarını açması (keşfetmesi) için değil, kendilerini bağış­laması için çağırdığını söyledi. Oniar da bu çağrısını anladılar. Onun için parmakla­rıyla kulaklarını tıkadılar, elbiselerine hüründüler. Bütün bunlar, kendilerini davet ettiği örtülü olmanın (setrin) suretidir. Onun için kavmi davetine kabul İle değil, fiil ile karşılık verdiler.[40]

"Hiçbir şey onun gibi değildir" ayeti hem benzerinin olduğunu kabul etmekte, hem de bu benzerin benzerinin bulunmadığını söylemektedir. Onun İçin Hz. Peygamber "Bana cevamiu'l-kelim veriidi" demektedir. [41] Muhammed kavmini gece gündüz davet etmedi, bilakis gündüz içinde ve gece içinde gündüzleyin davet etti. [42] Nuh, kavmi için hüküm vererek "Size gökten bol yağmurlar indirir" dedi. Bunlar, na­zari itibar ve akli bilgiler olan anlamlar demektir. "Sizi mallarla destekler" dedi. Ya­ni, sizi kendisine meylettirecek şeylerle destekler. Sizi kendisine meylettirirse, onda suretlerinizi görürsünüz. Sizden Hak'kı gördüğünü sanan kişi, arif değildir. Ama kendi kendini gördğünü anlayan kişi ariftir. [43] Onun için insanlar Allah'ı bilen ve Al­lah'ı bilmeyen diye ikiye ayrılmışlardır. "Çocuklarla destekler". Bu da fikri nazarları­nın kendilerine meydana getirdiği şeydir.[44] Bu konu, düşüncenin bileceği birşey olmayıp ancak müşahede ile bilinir. "Sadece zarar ettiler". Onların ticaretleri kar etmedi. Böylece sahip oldukları ve kendilerinin mülkü olduğunu hayal ettikleri şey de yok oldu. Halbuki "Üzerinde sizi halife yaptığı şeyden infak edin" denilen mülk Muharnmedilerdedir. Nuh kavmi için ise,"Benim dışımda vekil edinmeyin" denilmektedir. Mülkün onlara ait olduğunu, a-ma bu mülkün üzerinde vekaletin Allah'a ait olduğunu belirtmiştir. Mülk Allah'ındır. Allah da onların vekilidir. Mülk onlarındır, ama bu istihlaf mülkü (halife bırakılan ki­şinin idare ettiği mülk)dür. Onun için Tirmizi'nin dediği gibi,[45] Allah Maliku'l-Mülk'dür. [46]

Büyük bir hile yaptılar. Çünkü Allah'a davet, davet edilen kişiye yapılan bir hüedir. Çünkü davet edilen kişi baştanberi Allah'tan ayrı değildir ki sonra ona davet edilsin. "Allah'a davet ediyorum[47]sözü bilerek yapılan bir hiledir. Onun için Hz. Peygam­berin işin tamamen Allah'ın elinde olduğunu söylemiştir. Nuh, kavmini hile yaparak davet ettiği için kavmi de ona büyük bir hile yaparak karşılık verdi. [48] Fakat Muhammed geldi ve Aİlah'a davetin hüviyeti bakımından değil, isimleri bakı­mından olduğunu anladı ve "M uttaki I eri Rahman'a grup grup topladığımız gün" de­di. Muttakiler, kelimesinin başındaki tarif harfinden anlıyoruz ki alem İİahi bir ismin kuşatması altındadır ve bu isim onların muttaki olmasını gerektirmiştir. [49] Kavmi hilelerinde "İlahlarınızı bırakmayın, Ved, Suva\ Yeğus, Yeuk ve Nesr'i bırakmayın" dediler. Çünkü onları bıraktıkları taktirde, bıraktıkları oranda Hak'kı h bilmemiş olurlar. Zira tapılan her şeyde Hak'kın bir yüzü vardır. Onu bilenbilir  h ı meyen bilmez. Muhammediler hakkında "Rabbin sadece kendisine ibadet etmeni kararlaştırdı" demektedir.

Alim olan kime ibadet edildiğini ve hangi surette ona ibadet edildiğini bilir.[50] Ayrım yapmak ve çokluk, maddi vücudun organları ve ruhani suretteki manevi kuvvetle gibidir. Onun için tapılan her mabudta ancak Allah'a ibadet edilmiştir. Onun iÇjn İbadet edenlerin en kötüsü, onda uiuhiyet tahayyül eden kimsedir. Bu tahayyül ol­masaydı, taşa ve başka şeylere tapıimazdı. Onun için oniara "Taptıklarınıza verin" demiştir. O taptıkları şeylerin isimlerini söyleseydiîer taş, ağaç, yıldız diy adlandıracaklardı. Kime ibadet ettiniz? denilseydi, ilaha derlerdi. Allah'a ve ilah demezlerdi. İbadet edenlerin en iyisi, taptığı şeyde uiuhiyet tahayyül etmeyip "

Allah'ın açığa çıkmışı (meclası)dır, yüceltilmesi gerekir" diyen ve ibadeti bir şeyle sınırlandırmayandır. [51] Ama tahayyül sahibi kötü abid, "Bizi sadece Allah'a yaklaş­tırsınlar diye onlara tapıyoruz" der. Ama alim olan üstün abid "İlahınız ancak birtek ilahtır" der. Onun için nerede zahir olursa, ona tesiim olunuz ve tabiat ateşi sön­müş olup Allah'a gönül veren, tabiat demeyip ilah diyeniere müjde ver.

"Halbuki pekçok kişi saptırmışlardır". Yani bir olanın vucuh ve nisbetlerini saymada onları şaşırttılar. Kendilerine zulmeden ve seçilmiş olup kitaba varis olanlara artır­mak

Bu,(muktasıd ve sabık) üçlüsünün ilkidir. Onu önce zikretmiştir. Sadece dalalet, yani şaşkınlık artar. Muhammedi şöyle der; "Hakkında şaşkınlığımı artır". Onlara ışık verdikçe ışıkta yürürler, ama sönünce, dikilir dururlar. Şaşkınlık için­de olan kişi oiduğu yerde döner durur. Kısırdöngü hareketi eksenin etrafında olur ve ondan ayrılmaz. Ama uzun yolun yolcusu bir tarafa yönelir ve maksudun dışına çıkar. Hayal sahibinin içinde bulunduğu şeyi talep eder. Ona ulaşmak is­ter. Onun gayesi o hayaldir. Onun için Minila ve bu ikisi arasındaki şeye vardır. [52]

Ama kısır döngü içinde olan kişinin bağlı kalacağı bir başlangıcı yoktur ki ona Min lazım olsun ve hedefi yoktur ki onun için İta ile hükmedilsin. Onun tam vü­cudu vardır ve kendisine cevamiu'l-kelim ve'l-hikem verilmiştir. Kendilerini sevkeden günahlar sebebiyle Allah'ı bilme deryasına garkoldular. Bu derya da şaşkınlıktır. Böylece su pınarında ateşe atıldılar. Suyun ateşte olması "Denizler tutuşturulduğu zaman" sözü ile Muhammedilerde bulunmuştur. Fırına ateş verildiği zamanki gibi. Allah'tan başka kendilerine yardımcılar da bulamadılar. Bizzat Allah onun yardımcısı olmuş ve sonsuza kadar onda yok olmuşlardır. Onları tabiatın sahiline çıkarsaydı, bu üstün dereceden kendilerini indirirdi. Gerçi herşey Allah içindir, Allah iledir, hatta Aliahtır.[53]

Nuh Rabbim, dedi. İlahi demedi. Çünkü rab sabit, ilah ise isimleri değişmektedir. Onun için o hergün bir durumdadır. Rab ismi ile telvinin sabitliğini belirtmek iste­di. [54] Zira ondan başkasını kullanmak doğru olmaz. Yer yüzünde bırakma. Onların yerin içinde olmaları için beddua etmektedir. Muhammedi "ipi sarkıtırsanız Allah'ın üzerine düşer" demiştir. Yerde ve göklerde olanlar hepsi onundur. Yere gömülür-sen, içinde olursun, O da senin zarfın olur. "Sizi ona döndürür ve tekrar ondan çı­karırız"

Toprağa iade etme ve ondan tekrar çıkarma ayrı ayrı şekiller olduğu için kafirler ör­tülü kaimak istediler, böylece elbiselerine bürünerek kulaklarını parmaklarıyla tıka­dılar. Nuh bağışlamak için onları davet etti. Bağışlamak örtmektir. Yer-yüzünde ka­firlerden hiçbir kimse bırakma, dedi. [55] Davet genel olduğu gibi yarar da genel oi sun. Onları bırakırsan, kullarını saptırırlar. Yani onları şaşırtır ve kulluktan çıkara­rak içinde bulundukları rububiyetin sırlarına götürürler. Nefislerinde kul iken, kendi­lerini rabier olarak görürler. Onlar kul ve rablardır. Doğurmazlar. Yani tacirden baş­kasını üretmez ve örtülü olan şeyi açığa çıkaran aşırı kafirden başkasını açığa çıkarmazlar. Örtülü olanı açığa çıkarır ve açık olanı örterler. Böylece bakanlar facirin fücurundan maksadını ve kafirin küfründen maksadını anlamayarak şaşırıp kalırlar. Halbuki kişi birdir. Rabbim beni bağışla. Yani beni ört ve beni benim için ört. Ken­din için "Allah'ın kadrini hakkıyla bilmediler" sözü ile belirttiğin gibi, kadrin nasıl meçhul kalmışsa, benim de makamımı ve kadrimi bilmesinler. Ana babamı da. Kendilerinden meydana geldiğim. Onlar da akıl ve tabiat ikilisidir. Evime girenleri de. Yani kalbime mümin olarak giren ve içinde meydana gelecek ilahi haberleri tasdik edenleri. Bu da nefislerinin söylediği şeydir. Akıllardan olan Müminleri ve ne­fislerden ofan mümin kadınları da ört. Perdelerin arkasında saklı kalan ve ehli gayb olan zalimlere de helaktan başka bir şey artırma. Hak'kın yüzünü önlerinde müşahade ettikleri ıiçin kendi nefislerini bilmezler. Muhammedilerde "Onun yüzü dışında herşey helak olacaktır" denilmektedir. Hz. Nuh'un sırlarına vakıf olmak isteyenler Nuh'un feleğinde terakki etmeleri gerekir. O da Tenezzulatı Mevsiliyye'mizde bu­lunmaktadır.[56]

İbn Arabi'nin anlayışını göstermek için kendi kitabından bir bolüm sun­duk. Onun nasıl bir inanca ve metoda sahip olduğu buradan açıkça görül­mektedir. Fususu'l-Hikem, Fütuhatı Mekkiyye, Tefsirul-Kur'anVl-Kerim gibi kitaplarında anlayışı ve sistemi budur. Bütün yaratıkların aynı zamanda Allah'ın birer görünümü ve ruhu olduğunu nasıl savunduğunu gördük.

Şimdi de İbn Arabi'nin savunduğu Vahdeti vücud inancının ne olduğunu, isimleri Türk okuyucusuna yabancı olmayan biri Şeyhu'l-İslam, diğeri de rabbani ve müceddidi elfi sani diye anılan meşhur iki isimden alıntılar yaparak belirtmek istiyoruz. Şeyhu'l-İslam Mustafa Sabri'nin, İbn Arabi ve havarilerinin sözlerinden yaptığı bazı alıntı ve değerlendirmeler şöyledir: "Vahdeti vücudu savunanlar alemin varlığını inkar etmeyip bütün bu varlıkların Al­lah olduğunu söylüyorlar. Bunlar felsefelerine tevhid mezhebi adını vermektedirler. Çünkü bütün varlıkların birtek varlık olduğunu söylüyorlar. [57] "Her varlığın varlığında mevcut olan Allah'ın kendisidir. Her varlık kendi varlığıyla değil, Allah'ın varlığıyla var olmaktadır, çünkü onun varlığı yoktur, varlık Allah'ındır, hatta Allah varlığın bizzat kendisidir, derler. [58]

"Alemi aynaya, Allah'ı da aynada görünen resme benzetirler. Hatta bu benzetme onların ne demek istediklerini tam ifade etmemektedir. Çünkü aynanın da bir varlı­ğı vardır. Halbuki alemin varlığı yoktur. Var olarak gördüğümüz ve alem diye ad­landırdığımız şey, Allah diye adlandırılmaya daha layıktır. Bu felsefede varlıkların varlığını yok sayma yoktur. Aksine onları birleme ve Allah olarak birtek mevcut kabul etme vardır. Kısaca Allah ile alem bir bütündür. Yukarıdaki benzetmeyi tersine de yaparak Allah'ın ayna ve alemin aynada görü­nen resim gibi olduğunu söylerler. İbn Arabi "Kendini görmende o senin aynandır. onun zuhurunda ve ahkamının ortaya çıkmasında da sen onun aynasısın" demek­tedir.[59]

"Nuh Fas'sında İbn Arabi şöyle demektedir:Hak her yaratıkta özel bir şekilde zahir olmaktadır. Alem onun sureti ve hüviyetidir, diyenlerin sözü dışında, her mefhumda zahir olan ve her anlayıştan batın olan O'dur. Alem onun zahir ismidir. Allah'ı tam ihata edememenin sebebi, bilgi olarak alemi ihata etmenin imkansızlığındandır. [60]"Hud Fas'sında şöyle demektedir: O, kainatın tamamıdır. Onun için yer ve gökleriy-le kainatı ayakta tutmak ona zor gelmez.

"Lokman Fas'sında "Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür" ayetindeki zulmü bilgisizlik olarak açıklamakta ve "Müşrik kendini kendine ortak yapmaktadır, bu da bilgisizli­ğin en büyüğüdür" demektedir. [61]

"Allah'ın arif veli kullarının Vahdeti vücud felsefesiyle Allah'ın alemin toplamı oldu­ğunu söyleyen ve eleştirenlerin Allah'ın varlığını kurnazca inkar ettiğini söyledikleri panteizm arasında ne fark vardır? diyeceksiniz. [62]

Fususu'l-Hikem'i şerheden Abdulğani en-Nablusi şöyle demektedir: O, bütün ruh­lardır, bütün cisimlerdir, bütün ahval ve anlamlardır. O, bütün bunlardan münez­zehtir, çünkü onun varlığından başka varlık yoktur. [63]

"Abdulkerim el-Cîlî, el-İnsanu't-Kamil kitabında şöyle demektedinAİlah nerededir? Alem nerededir?söyleme. Çünkü alem diye adlandırılan Allah'tan başka btrşey yoktur. Nitekim İbn Arabi de şöyle demektedir:Biz görüntüleriz, mabud da bizim gö-rüntümüzdür. Kainatın görüntüsü kainatın kendisidir, ibret alınız! [64] "Diyoruz ki, Allah'ı alemin ruhu sayan panteizm, Allah'ı alemin kendisi sayan vah­deti vücud felsefesinden akla daha yakın görünmektedir. [65] Vahdet-i vücudun tevhide aykırı ve İslam dışı bir inanç olduğunu tasav-vufçulardan İmam Rabbani de belirterek Mektubatfmda eleştirmiştir. [66]

Gerçi kendisi, vahdet-i vücud yerine vahdet-i şuhud adını verdiği ve "Sali^ aradığı hakiki varlığa o kadar çok bağlanmalıdır ki, her şey var olduğu hal­de, o hiçbirine bakmamak, belki hiçbir şeyi görmemeli, onun kalb gozünG hiçbir şey gelmemelidir" şeklinde açıkladığı inancı getirmektedir. Bununla beraber bir tasavvufçu olarak vahdet-i vücut inancını eleştirmesi ve İbn Arabi ile onun gibi düşünenleri tasvip etmemesi, gerçeği ancak bazı ağızlar­dan duymaya alışmış ve ancak onlardan gelirse kabul eden birtakım çevre­lere gerçeği göstermesi bakımından büyük bir önem taşımaktadır. Bu açı­dan İmam Rabbani'nin vahdet-i vücut ve savunucuları hakkında söyledikle­rinden bir kısmını burada aktarmayı yararlı görüyoruz. Değişik yerlerde birtakım eleştiriler yönelterek şöyle demektedir:

"Tenzih ile teşbihi kendinde toplayanlardan birçoğu da diyor ki, bütün mü'minler tenzih ite görmeden iman ediyorlar. Bu iman ile birlikte teşbih imanına da kavuşan arif olur. Bu arif, mahlukları Aflah-u Teala'nın zuhuru olarak görür. Mahlukları, vah­detin muhtelif şekiller almış hali olarak bilir. Yaratanı yarattıklarının içinde görür. Bunlara göre, yaln/z tenzih ile olan, yani yaratana hiçbir şeye benzemeyen, anlaşı­lamayan bir varlık olarak inanmak noksanlıkt/r. Bir olan varlığı bu çokluktan ayrı olarak düşünmeyi ayıp bilirler. Hiçbir şeyle bağlı olmayan, hiçbir şeye benzemeyen bir varlığa İnananları aşağı derecede sanırlar. Çokluğu düşünmeden, yalnız bir varlığı düşünmeyi sınırlı, dar bir çerçeve içinde kalmak san/rlar.[67] Sübhanallahl Allah-u Teala'ya hamd olsun! Peygamberlerin hepsi afakî, yani insa­nın dışında olan ve enfüsî, yani insanın içinde olan putları yok etmeye uğraştılar. Bu putların yok edilmesini herkesten İstediler. Hiçbir şeye benzemeyen, naşı! oldu­ğu anlaşılamayan ve varlığı lazım olan yaratanın bir olduğunu bildirdiler. Hiçbir peygamberin mahluklara benziyen bir yaratana iman edilmesini emrettiği ve "mah-lukiar yaratanın görünüşleridir" dediği hiç işitilmemiştir. Bütün peygamberler, varlığı lazım olan yaratanın bir olduğunu, sözbirliği ile bildirmişlerdir. Ondan başka hiçbir şeye tapıiamayacağını söylemişlerdir.

Bu tasavvufçular, peygamberlik derecesini anlayamamış olacaklar. O büyükler, İki varlık (yaratan ile yaratılan) bildirmektedir. Bu iki varlık birbirinden başkadır demiş­lerdir. Peygamberlerin sözlerinden tevhid ve ittihad manalarını çıkarmak, boş yere uğraşmaktır. Onların dediği gibi, var olan,, bir olsaydı ve her şey onun görünüşü ol­saydı, mahluklara ibadet etmek, ona ibadet etmek olurdu. Böyle yanlış söyleyenler de yok değildir. Peygamberler böyle birşeyi çok sıkı yasak etmişlerdir. Allah-u Te-ala'dan başkasına tapınanlara sonsuz azap yapılacağını bildirmişlerdir. Mahluklara tapınanların Allah'ın düşmanı olduklarını bildirmişlerdir.

Bu tasavvufçuiara yanlış anladıkları bildirilmediği için ve cahillikle yaratanı yaratık­larına benzetmek felaketinden kurtulamadıkları için ve mahluklara ibadeti Allah-u Teala'ya ibadet sanmaktan vazgeçmedikleri için birçoğu diyor ki: "Peygamberler, kalın kafalıların yanlış anlamamaları için ince olan tevhid-i vücud (vahdet-i vücud) bilgilerini sakladılar. Çok varlık bulunduğunu söylediler. " Bu sözler, Alevilerin Hz. Ali'yi iki yüzlü (iki tabiatlı) yapmalarına benziyor ki, elbette kulak verilmez. Peygam­berlerin herşeyin doğrusunu bildirmesi lazımdır. Varlığın bir olması doğru olsaydı ve ondan başka hiçbir şey var olmasaydı, bunu elbette saklamazlardı. Doğruyu bı­rakıp yanlışı bildirmezlerdi. Hem de Allah-u Teala'nın zatı ve sıfatlan ve işleri için olan bilgide doğruyu söylemeye titizlikle çalışacakları meydandadır. Kalın kafalılar anlayamasa da, doğruyu söylemekten çekinmezlerdi. Görmüyorlar mı ki, Kur'an-ı Kerim'de ve hadis-i şeriflerde müteşabihat denilen ince bilgiler vardır. Müteşabihatı değil kalın kafalılar, keskin görüşlüler ve ince düşünüştü büyükler bile anlayama­maktadır. Bununla beraber bunları bildirmekten çekinmediler. Cahiller anlayamaz, diyerek bildirmekten vazgeçmediler.

Bu tasavvufçular, varlığın iki olduğunu söyleyenlere ve Aliah-u Teala'dan başkası­na ibadetten kaçınanlara müşrik diyorlar. Varlık birdir, diyen bir kimseye binlerce puta tapınsa bile muvahhid diyorlar. Bunlara göre o putlar Allah-u Teala'nın görün­tüleridir. Onlara tapınmak, Allah-u Teala'ya ibadet etmek olur diyorlar. İnsaf olsun ki, bu ikisinden hangisi müşriktir ve hangisi muvahhiddir?

Peygamberler vahdet-i vücut bildirmediler. Varlık ikidir diyenlere, yani Allah'tan başka varlıklar kabul edenlere müşrik demediler. Mabudun, tapınacak varlığın bir olduğunu söylediler. Ondan başkasına tapınmaya şirk dediler. Bu tasavvufçular, mahlukları Allah-u Teala'dan başka bilselerdi, başka şeylere tapanlara müşrik ol­maz, demezlerdi. Onlar bilse, bilmese de mahluklar mahluktur. O (Allah) değildir. Bunlardan sonra gelenlerin birkaçı bu alem, Allah-u Teala'nın görünüşü değildir, dediler. Her şeye o demekten kaçındılar. Herşey odur, diyenleri beğenmediler. Bu­nun için Şeyh Muhyiddin İbn Arabi ve onun yolunda olanları inkar ettiler ve ayıkla­dılar. Fakat, bu alem Allah'tan başkadır, da demiyor. O değildir, ondan başka da değildir, diyorlar. Bunların sözü de doğru değildir. İki şey elbet birbirinden başka olur. İkiliğe inanmak akla uymamak olur. Evet, Ehl-i Sünnet'ten kelam alimleri, Ai: lah-u Teala'nın sıfatları o değildir, ondan başka da değildir dediler ise de, buradaki başka sözü, lügat manasında değildir. Başka olan iki şeyin birbirinden ayrılması caiz olur, demektir. Çünkü Allah'ın sıfatları zatından ayrılmış değildir ve ayrılmaları caiz değildir. Bunun için Allah'ın sıfatları o değildir, ondan başka da değildir sözü doğrudur. A!em ise böyle değildir. Allah var idi. Hiçbir şey yok idi. Bunun için alem ondan başka değildir, demek hem lügat bakımından, hem de inanç bakırfnndan doğru ol­maz. Bunlar, İlerleyemerniş olduklarından, alemi, yani mahluklarj Allah'ın sıfatlan sandılar. Sıfatlar için söylenmesi caiz olanı, alem için de söylediler. Alem odur, de­mediklerine göre, ondan başkadır, demeliydiler. Böylece tevhid-i vücudi (vahdet-i vücud) yolundan kurtulmalıydılar. Varlığın çok olduğunu anlamalıydılar. Tevhid-i vücudi sahipleri, mesela Şeyh Muhyiddin ve onun yolundan gidenler, her şey odur diyorlar. Bu sözleri, alem Allah'la birleşmiş, demek değildir. Haşa ve kellâ! Bu söz­leri, alem yoktur, ancak Allah vardır, demektir. Mektuplarımda bunu uzun açıkla­mıştım...

Vahdeî-i vücudu ilk olarak açıklayan, kısımlara ayıran, bir gramer kitabı gibi parça parça anlatan şeyh Muhyiddin Arabi'dir. Bu bilginin birçok derin ve ince yerlerini yalnız ben buldum, demiş, hatta peygamberlerin sonuncusu, ince bilgilerin bir kıs­mını velilerin sonuncusundan almaktadır, demiştir. Velayet-i Muhammedi'nin so­nuncusu olarak da, kendini bilmektedir.

Sözün kısası şudur ki, fena ve bekaya kavuşmak ve velayeti suğra ve velayeti küb-ramn derecelerine yükselmek için tevhid-İ vücudi hiç lazım değildir. Tevhidi şuhudi (vahdet-i şuhud) lazımdır. Yani var olanı bir bilmek değil, bir görmek, ondan başka­sını görmemek lazımdır. Böylece görmekle fena hasıl olur. Allah-u Teala'dan baş­ka herşey, yani masiva unutulur. Bir salik baştan sona kadar ilerler de tevhid-i vü­cudi (vahdeti vücut bilgileri) kendisine hiç gösterilmeyebilir. Hatta o, bilgilere İnan­mayacak gibi olur.[68]

Yine bir tasavvufçu olan Süleyman Ateş'ten vahdeti vücud inancının kaynağını ve ne olduğunu dinleyelim:

"Vahdeti vücud, Hint ve Yunan felsefelerinin Arapçaya çevrilmesi ve müslümanla-rın diğer milletlerle teması sonucu İslam tasavvufuna geçmiştir. İslam'ın öz malı değildir. Hindistan Veda mezhebinin esası panteizm'dir. Onların Vedanta adlı ki­taplarında yazıîı olan şu sozfer vahdeti vücudun bir ifadesidir. "İlk sebep, çoğalmak İsteyerek çoğaldı. Kainat, Bırahma'dan İbarettir. Zira ondan çıkar, onunla olgunlaşır, ona döner. Onun için Bırahma'ya tapmak lazımdır. Örüm­cek nasıl ağını kurup tekrar toplar, bitkiler nasıl topraktan çıkar, tekrar toprağa dö­ner, insandan kıllar nasıl çıkar, büyürse, kainat da değişmez olan Bırahma'dan Öy­le çıkmıştır. Bırahma'nın zati birliği hiç bozulmaz. Sebepler ve sonuçlar ondan iba­rettir. Dalga, damla, köpük, vs, denizde meydana gelen şeyler şekil itibariyle başka başka iseler de, hakikat İtibariyle birbirinin aynıdır. Bırahma birdir, eşi yoktur. Var­lıkta şekillenip görünmekle zatından ayrılmaz. O, ruhtur, ruh da odur. Su buza, süt yoğurda çevrildiği gibi, Bırahma da hiçbir araca muhtaç olmadan şekilden şekle girer. Güneş birdir, fakat suya aksedince çoğalır. Yaratılmamış oian ilahi ruh da çe­şitli suretlerde görünür.[69]

Vahdeti vücud nazariyesinin nasıl bir sonuca götürdüğünü de Dr. Abdul-kadir Mahmud'dan dinleyelim:

"Vahdeti vücud nazariyesi ilhad (Allah'ın varlığını inkar)a götürür. Çünkü Allah ile tabiatın birliğini savunmaktadır. Genet olarak bu nazariye sahiplerinin anlayışına göre Allah'ın tabiatın parçalarından ayrı olması İmkansızdır. Şüphesiz bu da tabiatı kutsallaştırmaya ve görünürde her şeyi tanrılaştırtyor görünse bile, neticede Al­lah'ın varlığını inkar etmeye götürür. İbn Arabi gibi vahdeti vücudun temsilcilerini ve Spinoza(öl. 1677}yı temize çıkarmak için gösterilen bütün çabalara rağmen, hepsi de yaratılış düşüncesini red etme, onun yerine EJlatun'cu sudur ve feyz, Hind'çi işrak anlayışını savunma tuzağına düşmektedirler. Bu da İster istemez onları tekrar İlhad tuzağına düşürmektedir. [70]

Şimdi de vahdeti vücud ile vahdeti şuhud nazariyeleri arasında farkın olup olmadığına bakalım. îbn Arabi'nin vahdeti vücut inancını eleştiren İ-mam Rabbani'nin vahdeti şuhud inancı acaba ondan farklı bir şey midir? Bunu da vahdeti vücud'un panteizm olmadığını söyleyerek savunan bir aka­demisyenin çalışmasından görelim.

"Vahdeti vücuda bir cephe olarak ortaya çıkmış olan İmam Rabbani'nin vahdeti şu-hudu, tanrı-alem ilişkisini kurmaya çalışırken-bazı farklılıklar dikkate alınmazsa-esasta vahdeti vücud ile birleşmektedir. Zira vahdeti şuhud, birçok noktalarda vah­deti vücud ile tam olarak ayniyet gösterir. Hatta fazla mubatağa sayılmazsa," imam Rabbani,İbn Arabi'den bazı farklı lafızlar kullanarak bu doktrini aynen almıştır, de­nilebilir.

Bir kere, her ikisi de sufi geleneğine oldukça bağlıdırlar. Her ikisi de sistemci ve ay­nı metodları kullanarak bir varlık açıklamasına gitmekte ve tanrı-alem münasebeti kurmaya çalışıyorlar. Her ikisinde de çelişkili ifadeler mevcuttur. Varlığın yaratılı­şında sebep her ikisine göre de sevgi ve muhabbettir, bilinmeyen gizli bir hazine olan[71] zat, bilinmeye muhabbet gösterince, bunun nişanesi olarak alemi ve onda-kileri yaratmıştır...

Tanrı-alem münasebetini kurmaya çalışan vahdeti şuhud dokrinini Özet olarak şöyle ifade edebiliriz:

Varlık aleminde Allah'tan başka müşahade edilen, görülen birşey yoktur görülen her şey O'dur. Bu tarifte de bir varlığın birliğinden söz edilmekte­dir. Bunun belki birçok tevilleri yapılabilir. Ama neticede yine varlığın birli­ği doktrinine gidilmektedir. Mesela, Cavit Sunar,İmam Rabbani'nin İbn Arabi'ye karşı çıktığım ve onu red ettiğini aşağıdaki yorumu ile dile getir­meye çalışarak şöyle demektedir:

"Sıfatlar zat değildirler. Zatın dışında ve zat'a ekli (zait) olup dışta mev­cutturlar. Sıfatlar, zatın gölgeleri, alem de sıfatların gölgelerinin tecellisi, yani belirişidir. Yaratılış da gölgenin gölgesi olarak devam eder, diyen Rab­bani, pek tabii, Muyiddin'in zorunlu olarak varlığı "alem hayaldir, Allah alemden başka değildir" neticesini de red eder..."

Vahdeti vücudu herkesin anlayamayacağı ince bilgiler olarak nitelendi­ren İmam Rabbani, onun başlangıcının, "Her şeyde Allah'ı görmek" ve vah­dette kesreti (çokluğu) bulmak" diye belirler. Kendisi de fena'yı, çokluk dün­yasında "Tek olanı görmek" diye temellendirir.

Sufilerde orta mertebeler olarak vasıflandırdığımız hazerat-ı hamse mer­tebelerini, İmam Rabbani "Uruc (yükselme)de çokluğun hepsini, hatta Al­lah'ın isim ve sıfatlarının bile unutulması gerektiğini söylüyor. Ona göre bu urucda (batın) Allah'ın zatından başkasını görmemelidir. Bu mertebeleri te­nezzülde (inişte) ise, yalnız mahlukları, çokluğu görmelidir. Tenezzülde in­san daima Allah'ın iradesiyledir, kendi iradesi yok olmuştur. Aynı durumla­rı İbn Arabi'de de görmekteyiz.[72]

İmam Rabbani, iki ayrı vücud görmemek için vahdeti şuhudun yeterli ol­duğunu, bunun için vahdeti vücuda gerek olmadığını ileri sürüyor. Böylece varlığı bir görmek için kendi doktrinine davette bulunmuş oluyor. Gerçi o da, vahdeti şuhudun bir çeşit vahdeti vücut olduğunu sezmiş vaziyettedir. Belki de vahdeti vücuda saldırılar yoğunlaştığı için bu doktrinin ruhunu başka bir ad ile kendi sisteminde yaşatmak istemiş de olabilir. Zira o, vahdeti vücuddan vahdeti şuhudun da anlaşılabileceğine dikkat çekiyor ve şöy­le devam ediyor:

"Çünkü, Allah'tan başka hiçbir şey görmeyince, kimisi cübbemin altında Allah'tan başka birşey yoktur, demiş kimisi sübhani diyerek, hiçbir şeye benzemeyen varlık olduğunu bildirmiş, kimisi de evde ondan başkası yok­tur, diye bağırmıştır. Bunların hepsi de bir varlık görme dalında açan gül­lerdir. Hiç biri de vahdeti vücudu göstermemektedir." Sözün kısası şudur ki; fenaya ve bakaya kavuşmak, küçük ve büyük velilik makamına kavuşmak için vahdeti vücut değil, vahdeti şuhud lazımdır. Yani, var olanı bir bilmek değil, bir görmek, ondan başkasını görmemek lazımdır. Böyle görmekle fena meydana gelir ve Allah'tan başka her şey (masiva) unutulur.[73]

"Bizim tesbit edebildiğimiz kadarıyla, bu iki doktrin bazı teferruatta ay-rılsalar da esasta birleşmektedir. Zira her iki doktrin de, alemi ve eşyayı sı­fatların tecellisi saymakta, onları bir yandan varlık, diğer yandan da yokluk kabul etmektedirler. Mutlak varlık, her ikisinde de bilinmeyendir. Alemin ve eşyanın varlığı ona bağlıdır. Alem hakikatte, Allah'ın varlığına nisbetle bir yokluk mesabesindedir. Ama İmam Rabbani'ye göre alemin, nesnenin gölgesel bir varlığı vardır. Aynı durum İbn Arabi için de sozkonusudur. Fa­kat onun gölge varlığı, varlıkla yokluk arasında devamlı hal değiştirmekte, her an yeniden yaratılmaktadır. Anladığımız kadarıyla mana aynı, sadece lafızlar farklıdır.

Bir de İmam Rabbani'nin diğer bir avantajı, İbn Arabi kadar paradoksal ifadelere fazla yer vermemesi, fazla mecaza kaçmaması ve tevile açık keli­meleri fazla kullanmamasıdır. Bazı çelişkili ifadeler onda da olmasına rağ­men, bunları kelam ve fıkıh alimlerinin saldırılarına hedef olmadan tevil edenlerin çoğunlukta olduğu da dikkat çekmektedir. Bir de arkasında Nak­şibendi tarikatının olduğunu hatırlatırsak, mesele biraz daha vuzuha ka­vuşmuş olur sanıyoruz.

Gerçi İmam Rabbani kendisinin şuhudi birliğe ulaşmakla, vucudi birlik mertebesinde olan ibn Arabi'yi aştığını söylemektedir. Fakat bunlar şimdilik bizim için birtakım indi iddialardır. Aynı şeyin aksini de ibn Arabi ileri sür­mektedir. Başkaları ise, daha başka mertebelerden söz etmektedirler. [74]

İmam Rabbani'nin vahdeti şuhud inancını övenler olduğu gibi eleştiren­ler de vardır. Çok sayıda eleştiren arasından Şah Veliyyullah'ın eleştirisini Özet olarak belirtmek İstiyoruz.

"Faysalatu Vahdeti'1-Vucûd ve'ş-Şuhûd" adlı risalesinde İbn Arabi'nin fi. kirleri ile Rabbani'nin fikirleri arasında hakikatte hiçbir ayrılık bulunmadı­ğını, şuhudi vahdetin gerçekte vucudi vahdetten başka bir şey olmadığa,, iddia eder ve aradaki ayrılığın ancak isimden ibaret olduğunu söyler.[75]

Görüldüğü gibi, vahdet-i vücud ile vahdet-i şuhud netice itibariyle aym şeylerdir. Teorisyenleri farklı terminoloji kullanarak değişik göstermeye ça­lışsa bile, gerçekte ikisi de aynı kapıya çıkmakta ve İslam'ın tevhid inancı­na, Allah'ın bütün varlıklardan ayrı ve yaratan ile yaratılan ilişkisi dışında yaratılanlarla organik hiçbir bağının bulunmadığına ters düşen sonuca var­maktadırlar. Birisi temelde yaratan ile yaratılan ikiliğinin olmadığını söy­lerken, diğeri mevcut ikiliğin, yaratan ile yaratılan ikiliğinin görülmemesi gerektiğini savunmaktadır. Birisi, Allah ile alemdeki eşya aynıdır derken diğeri Allah ile alemdeki eşya ayrıdır, ama bu ikilik görülmemelidir demek­tedir.

Prof. Dr. Abdulhak Ensari, vahdet-i vücud ile vahdet-i şuhud'u şöyle an­latır: "Tevhidi şuhudî, bir olan (vahid)'i müşahadedir. Yani, sufinin müşahe­delerinde yalnızca vahid olan vardır. Tevhidi vucudi ise, mevcut olanın yal­nızca bir (vahid) olduğuna inanır, ondan başka birşey var değildir. Diğer şeylerin var olmadığına inanmakla birlikte bunların vahid olanın tecellisi ve zuhuru olduğuna inanır. [76]

"Tevhidi şuhudi, bir olan vahidi görmek ya da onun dışında bir varlığın olduğunu idrak etmemektir. Fakat bu idrak, diğer varlıkların orada bulun­madıkları anlamına gelmediği gibi, diğer şeylerin var olmadığına inanmak anlamına da gelmez. Gündüz süresince yalnızca güneşi görüp yıldızları gör­meyiz. Ama, yıldızların orada bulunmadıklarına inanmayız.

Tevhidi vucudi ise, yalnızca bir olanı görmek değil, onun yanısıra yalnız­ca bir olanın var olduğuna ve bir başka şeyin var olmadığına inanmaktır. Bu, başka şeylerin varlığını inkar değildir. Yalnızca o şeylerin (diğer) şeyler olarak var olmadığıdır kastedilen. Dünya bir vehim değildir. Bu var olan şeyler bir olanın tezahürleridir, var olan şey ise yalnızca birdir. [77]

Görüldüğü gibi, iki nazariye arasında temelde bir fark bulunmamakta­dır. Biri çokluğu başlangıçta reddederken, diğeri sonunda reddetmektedir. Yani vahdet-i vücud, temel olarak birtek varlıktan başkasını kabul etmezken, vahdet-i şuhud birtek varlıktan başkasını görmeyi reddetmektedir. So­nunda ikisi de aynı kapıya çıkmaktadır. Yani ikisi de Allah dışında varlıkla­rı yok yahut hayal saymakta ve gerçek varlık olarak sadece onu kabul etmektedir. Bu gerçeklik, baki olmak ve fena bulmak açısından değil, bizzat mevcut olup olmamak açısındandır, [78]

 

VI. Dinlerin Birliği

 

Yüce Allah'ın yaratıkların bizzat kendisi olduğunu söyleyen vahdet-i vü­cut hurafesi, tasavvufçularda ister istemez dinlerin birliği inancına götür­müştür. Bu inanç vahdeti vücud inancının bir ürünü olarak ortaya çıkmak­tadır. Vahdeti vücutçular, ister mitolojik dinler olsun, ister yüce Allah'ın in­sanlara vahyettiği din olsun, hepsinin birliğine, yani hak oluşuna inanırlar. Zira hak, bir tek inançla sınırlı olamaz.[79] Vahdet felsefesine göre her dinin mensupları, kendilerinin ve tapılan bütün varlıkların suretlerinde tecelli eden tanrıya tapıyorlar. Bütün hidayeti ve kutsallığı ile İslam'ın, bütün çir­keflik ve sapıklığıyla Mecusiliğin aynısı olduğunu söylüyorlar. Bu anlayışı nasıl savunduklarını bazı örneklerle gösterelim. [80]

 

a- İbn Arabi'nin Din Anlayışı

 

Yaşayanın delil ile yaşaması ve helak olanın da delil ile helak olması için daha önce yaptığımız gibi burada da tasavvufçuların dinlerin birliği konu­sunda ördükleri hurafeleri yine kendi sözlerinden sergilemeye çalışacağız. İbn Arabi şöyle demektedir:

"Bugüne kadar, dini dinime yakın olmadığı için arkadaşıma karşı çıkı­yordum. Ama bugün kalbim artık her şekli kabul eder oldu. Ceylanların ça-yırı, rahiplerin manastırı, putların barınağı, tavaf edenin kabesi, Tevrat ıa sayfaları ve Kur'an'ın musfahı oldu. Süvariler ne tarafa yönelirse yönelsin, ben sevgi dinine inanıyorum. Din, benim dinim ve imamındır. [81]

İbn Arabi, taraftarlarını muayyen bir dine bağlı kalmaktan ve onun dı­şında kalan dinleri kabul etmemekten sakındırmakta ve şoyle: demektedir:

"Sakın sakın, muayyen bir kaystla kayıtlı kalıp onun dışındakiler! ıreddetme. Böyle

yaparsan, çok çok hayırdan mahrum kalırsın. Hatta işi olduğu gibi .anlamaktan yoksun olursun. Onun yerine bütün inançlar için nefsinde heyûlî[82] ol. Zira Allah, nesil­ler arasından sadece bir nesille (yahut zamanlardan sadece bir zamanla) sınırlan­mayacak kadar büyüktür. Hepsi de isabet etmiş ve her isabet eden mükafatını al­mıştır. Mükafat alan herkes de mutludur, her mutludan da Aliah razıdır. [83] Bu mitolojik din ister istemez ahirette azabın inkar edilmesini gerektire­cektir. Çünkü İbn Arabi'nin dininde insanlar hangi şeye taparsa tapsın, ay­nı zamanda hakka tapmış olurlar. Çünkü müşrik ve muvahhid olarak in­sanların taptıkları şeyler zaten Allah'ın kendisidir. Tanrının kendi kendine azap etmesi de mümkün değildir. Onun için İbn Arabi şöyle demektedir: "Va'dinde (sözünde) doğru tek (Allah'tan) başka kimse kalmadı, Hakk'ın vaidi (teh­didini de gözetleyen bir göz yoktur. [84]

Bedbahtlık yurduna (cehenneme) girseler bile onda bir lezzet ve farklı bir nimet içindedirler.

Ebedi cennetlerin nimeti. Emir birdir, ama tecelli esnasında aralarında farklılık meydana gelir.

Tadının lezzetinden azap diye adlandırılır, halbuki bu onun kabuğu gibidir ve ka­buk koruyucudur. [85]

Bu şekilde ibn Arabi, korkunç çelişkiler içine dalmaktadır. Rabbin, ku­lun bizzat kendisi ve imanın da küfür ile şirkin tıpkısı olduğunu söyler. Böy­le olunca va'd ile va'idin (mükafat ile tehdidin) aynı şey olduğuna inanmak­tan ne alıkoyacaktır? Cennet nimetleri ve kevserinin cehennem azabı ve irinleriyle aynı olduğuna inanmaktan alıkoyacak nedir? Böyle olunca, onu alıkoyacak elbette birşey olmaz. Onun için gördüğünüz şekilde bunu saraha­ten bütün insanlara ilan etmektedir.

Şimdi Allah için söyleyiniz, din ve ahlakı öldürme açısından bundan da­ha tehlikeli ne olabilir? Salih amel ve kötü amel bir olduktan ve faziletle re­zalet, hayır ile şer, Allah'a itaat ederek iyilik yapan ile putperestlik veya in­kar içinde köttüük yapanların sonucu aynı olduktan sonra, din ve ahlak için bundan daha tehlikeli bir zarar olabilir mi? İnsanlık bu tasavvufa inanacak olursa, söyler misiniz, sonu ne olur? [86]

 

Firavun Kurtulanlardan mıdır?

 

Bu inançta[n hareket eden İbn Arabi, Hz. Musa'nın amansız düşmanı tağut.

Firavun'ın kurtulanlardan olduğuna hükmetmekte ve "Benim de, senin gözümüzün nurudur" ayetini izah ederken şöyle demektedir: "Kendisine hasıl olan kemal ile onun (Asiye'nin) gözü aydın oldu. (Kızıl-niz'de) boğulma anında Allah'ın Firavn'a verdiği iman ile de Firavun'un u aydın oldu. Çünkü kötülükten arınmış ve tertemiz olmuş olarak Al-lab'a kavuştu[87]

yine Firavun hakkında şöyle demektedir: "Allah onun nefsini ahiret aza-hından kurtardığı gibi bedenini de kurtardı. Böylece maddi ve manevi ola­rak kurtuluş onu kuşatmış (tamamen kurtulmuş )tur. [88]

Fususu'l-Hikem kitabında Hz. Musa bölümünde söyledikleri okunursa, Firavun'un Hz. Musa'dan üstün olduğunu söylediği görülür. İbn Arabi'nin ''esin ve apaçık Kur'an ayetlerine aykırı düştüğü ve onların aksini söylediği yerler burada sayılamayacak kadar çoktur. [89]

İbn Arabi Firavun'un kurtulanlardan olduğumu söylerken, Yüce Allah o-nun hakkında şöyle buyurmaktadır:

"Allah onu herkese ibret olarak dünya ve ahiret azabıyla cezalandırdı. [90]"Artık o çetin azabımızı gördükleri zaman "Allah'a inandık ve ona ortak koştuğumuz şeyleri inkar ettik' dediler. Fakat azabımızı gördükleri zaman imanları kendilerine bir fayda vermeyecektir. Allah'ın kulları hakkında süregelen yasası budur. [91] "Firavun'a bir peygamber gönderdiğimiz gibi, hakkınızda şahitlik edecek bir peygamber de size gönderdik. Ama Firavn o peygambere karşı gelmişti de onu tutup çok ağır bir şekil­de cezalandırmıştık. [92]

Firavun ve onunla beraber olanların hem bu dünyada, dünyada lanete uğradıkları gibi ahirette de iğrenç kişiler olduklarını ve ateşte ceza gördüklerini Yüce Allah açıkça belirterek şöyle buyurmaktndır: "Biz de onu ve as­kerlerini yakalayıp denize attık. Zalimlerin sonunun nasıl olduğuna birbak! Onları ateşe çağıran önderler yaptık. Kıyamet günü yardım görmezler. Bu dünyada onları lanetli kıldık. Kıyamet gününde de iğrenç kimselerden ola­caklardır.[93]

Kur'an-ı Kerim, Firavun gibi, ölüm gelmeden önce inanmayan ve imanıy-la salih amel işlemeyen kişilerin ölüm anında yapacakları imanın kendileri­ne yarar sağlamayacağını belirterek şöyle demektedir: "Rabbinin birtakım mucizeleri geldiği gün, bir kimse daha önce inanmamışsa veya imanıyla bir iyilik kazanmamışsa, imanı ona fayda vermez. [94]

 

b. Abdulkerim el-Cîlî'nin Din Anlayışı

 

Muhyiddin Arabi'nin fikir havarilerinden olan Abdulkerim el-Cîlî, daha Önce belirttiğimiz gibi, panteizme inanır. Burada da onun din anlayışını ve­ya inancını gösteren sözlerinden nakiller yapacağız. Bu sözlerinde açıkça Al­lah'ın yaratıklarının kendisi olduğuna ve bütün din mensuplarının eninde sonunda cennetlik olduğuna inandığını göreceksiniz. Şöyle demektedir:

"Alem kar gibidir. Allah, karın aslı olan sudur. Donmuş olan şey için kar ismi Ödünçtür. Su ismi ise hakikattir. Şunu demek istiyorum; Misalde yaratıklar kar gibidir, ondan kaynayan su ise sensin. Biliyoruz ki, kar gerçekte sudan ibarettir, ne var ki, şeriatlar farklı anmıştır. Ama kar eriyince hükmü kalkar ve hüküm suyun hükmü olur. Zıtlar güzel 'Bir'de toplanmış, O'nda yok olmuş, onlardan parlayan O'dur"[95] el-Cîlî, karın aslının su olduğu gibi, yaratıkların da adlının Allah olduğu­nu söylemektedir. Onlara yaratılmış adının verilmesi geçici bir emanet, yani ödünç olup asıl adlarının Allah'ın adları olduğunu belirtmektedir. Karın eri­mesiyle karın hükmü yok olup su hükmü konduğu gibi, yaratıklara ödünç olarak verilmiş yaratık isminin kalkması halinde asılları olan Allah hükmü­nün konacağını söylemektedir. Kısaca, bütün varlıklarım aslında Allah'ın görünümleri olduğunu, Allah'ın onlara sirayet ettiğini söyleyerek panteist bir inancı sergilemektedir. Nitekim bundan önceki paraj^rafta Allah'ın.bü­tün varlıklara sirayet ettiğini açıkça belirtmektedir.

Bir takım tasavvufçuların Firavun ve İblis gibi Allah'ın düşmanlarını ki­taplarında kutsallaştırmaya çalışmalarını, müslüman bir aklın alamayacağı gapiklıklardır. İbn Arabi, Firavuıı'u göklere çıkarıp Allah'ın kendisiyle ko­nuştuğu Hz. Musa'nın da üstüne yükseltirken, el-Cîlî'nin de insanlığın ilk düşmanı İblis'i temcid ve tebcil etmesini anlamak mümkün değildir. Yüce Allah, îblis'in Hz. Adem'e secde etmesini reddedip "Ben ondan üstünüm" de­yişini Kur'an'da kınayarak anlatırken, el-Cîlî bunun aksini savunmakta ve bu davranışını İblis'in Allah'ın emrine tamamen bağlılığının ifadesi olarak göstermekte ve şöyle demektedir: "Bil ki, Allah, Muhammed'in nefsini kendi zatından yaratınca -ki, zatı iki zat taşımaktadır- daha önce belirttiğimiz gi­bi, yüce melekleri Muhammed'in nefsinin cemal, nur ve hidayet yönlerinden yarattı. İblis ve tâbilerini de Muhammed'in nefsinin celal, karanlık ve sapik-hk (dalalet) yönünden yarattı".

İblis'in adı Azazil'di. Yaratıkları yaratmadan önce şu kadar bin sene Al­lah'a ibadet etmişti. Allah ona "Ey Azazil, benden başkasına ibadet etme" demişti. Allah Adem'i yaratıp meleklere ona secde etmelerini emredince, İb­lis ne yapacağını bilemedi ve Adem'e secde edecek olursa, Allah'tan başkası­na ibadet etmiş olacağını sandı. Allah'ın emri ile secde edenin Allah'a secde etmiş olacağını bilemedi. Bundan dolayı Adem'e secde etmeyi kabul etmedi. İblis diye adlandırılmasının sebebi de içine düştüğü bu karıştırmadır. Anla! Bundan önce adı Azazil, künyesi Ebu Murra idi.

Allah ona "İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Kibir mi tasladın, yoksa yüce meleklerden mi oldun? deyince, "Ben ondan daha üstünüm, beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın" dedi.

Alûn, Nûn diye adlandırılan melekler, benzerleri gibi ilahi nurdan yara­tılan meleklerdir.[96] Diğer melekler unsurlardan yaratılmış ve yalnız onlara Adem'e secde etme emri verilmiştir.

(Verdiği) bu cevap, yaratıklar arasında İblis'in Allah'ı en iyi bildiğini, so­ruyu ve bu sorunun gerektirdiği cevabı en iyi şekilde anladığını gösterir. Çünkü yüce Allah ona secde etmekten alıkoyan sebebi sormamıştır. Öyle sorsaydı, "İki elimle yarattığıma niçin secde etmedin?" diye sorardı. Ona secde etmekten alıkoyan engelin mahiyetini sormuştur.

Onun için İblis "Ben ondan üstünüm, beni ateşten, onu ise çamurdan ya­rattın" demiş ve başka bir şey eklememiştir.,Çünkü içini Allah'ın bildiğini ve makamın bast makamı değil, kabz makamı (yani uzun anlatma yeri de­ğil, kısa kesme yeri) olduğunu biliyordu. Eğef uzun anlatma yeri olsaydı, buna "Benden başkasına ibadet etme emrine bağlı kaldım" kısmını da ekler­di. Fakat kendisine sitem edildiğini gördü, edepli davrandı ve işi temelde karıştırdığını bu sitemden anladı. Çünkü Allah ona İblis dedi. İblis kelimesi iltibas (karışmak)'dan gelmektedir. Daha önce bu isimle anılmamıştı. Anla­dı ki bu iş bitmiştir. Feryat etmedi, pişman da olmadı, tevbe de etmedi ve Allah ne isterse onu yapacağını bildiği için bağışlanma da istemedi. Allah ne isterse, gerçeklerin gereğidir. Onları değiştirmek mümkün değildir, dedi.

Allah, onu yakınlıktan, uzaklık aşağılığına kovdu ve "Çık ordan, lanetli­sin sen" dedi. Yani yüce huzurdan aşağılık yerlere in, dedi. Çünkü recmet-mek, bir şeyi yüksekten aşağıya atmaktır. "Kıyamet gününe kadar lanetim üzerine olsun" dedi. Lanet, kovmak ve ürkütmek demektir.[97]

İblis'i masum göstererek savunması, ona hayranlık duyması ve kıyamet günü nasıl Firdevs cennetinde olacağım söylediğini görmek için el-Cîlî'nin el-İnsanu'I-Kâmil kitabını okumanız yeterlidir. Kitabında şöyle demektedir: "Kıyamet gününe kadar lanetim üzerine olsun" dedi. "Kıyamet gününe kadar" sözü sınırlama ifade eder. Kıyamet (din) günü bittikten sonra ona lanet okunmaz. Çünkü tabiatmdaki zulmetin hükmü kıyamet günü kalkmış olur. Onun için İblis'e, aslının gereği olarak, ancak kıyamet gününden önce lanet okunabilir, yani Allah'ın huzu­rundan kovulabilir. İblisin aslı, ilahi hakikatlerin tahakkuk etmesine engel olan tabi­at engelleridir. Kıyamet gününden sonra tabiatlar engel değil, onun için kemalat cümlesinden olur. Artık lanet olmaz. Aksine Allah'a tam yakınlık olur. O zaman İblis daha Önce bulunduğu, Allah'a yakın olan yerine döner. Bu da cehennemin yok ol­masından sonra olur. Çünkü Allah'ın yarattığı her şey mutlaka daha önceki aslına döner. Bu kesin bir prensiptir. [98]

Evet, el-Cîlî'nin söylediği bunlar. Bu sözlerin hangi dinde yeri varsa, onu ve benzerlerini sevenler ve savunanlar oraya yerleştirsinler ve bu gibi şey­tanca oyunlarla müslümanların inançlarım bozmasınlar! İbn Arabi, cehen­nemin kafir ve günahkârlar için tatlı bir yer olacağını, oradan zevk duya­caklarını söylerken, el-Cîlî de cehennemin kafirlere zevk vereceğini, sonra yok olacağını ve İblis'in lanetten kurtularak Allah'ın sevgili kullan arasına gireceğini söylemektedir.[99]

 

Bütün Dinlerin Mensupları Haklı Ve Mutludur

 

el-Cîlî, kafirlerin Allah'ın kendisi oldukları için kafir olmalarının normal olduğunu ve bunun onlar için bir eksiklik olmadığını söylemekte, her türlü din ve inanç mensuplarının aynı şekilde haklı olduğunu, eninde sonunda saadete, yani Allah'a kavuşacaklarını söyleyerek bütün inanç ve dinlerle ilgili söyle demektedir.[100]

"... Sonra Adem vefat etti. Zürriyeti de bölük bölük ayrıldı. Bir bölük Adem'in Allah'a yakınlığına inandı. Bu inanışı onu, Adem'in suretinde taştan bir heykel yapmaya götürdü. Bunu yapmakla zannına göre ona hizmet görevini yerine getiriyordu. De­vamlı o heykeli müşahede etmek suretiyle, ona sevgilerini devam ettiriyordu. Belki kendisi de bu yolda Allah'a yakınlık kazanıyordu. Zira o biliyordu ki, hayatta Adem'e hizmet, Allah'a yakınlık vesilesidir. Sandı ki, Adem'in heykeline hizmet de aynı şeydir.

Bunlardan sonra başka bir zümre geldi. Bu yeni gelenler, hizmet anlayışını yitirdi­ler. Yapılan heykelin bizzat kendisine ibadet ettiler. Bunlar putlara tapanlardır. Başka bir zümre de akiliarıyta kıyas yoluna saptılar. Puta tapanları kötülediler. Bunlardan bir kısmı, bizim tabiatın dört unsuruna tapmamız gerekir dediler. Zira âiem sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve rutubetten ibarettir, asıl olana tapmak, fer'e tapmaktan daha uygundur, putlar ibadet eden kimsenin fer'idir, zira onun aslı iba­det edenin kendisidir, yani putu kendisi yapmıştır dediler. Bu kıyas sonunda tabi­atın unsurlarına ibadete koyuldular. Bunların adı tabiatçılar oldu. Başka bir zümre de, yedi gezegene ibadet yoluna gittiler. Dediler ki, sıcaklık, so­ğuktuk, kuruluk ve rutubetten hiçbiri tek başına hareket edecek durumda değildir. Dolayısıyla, bunlara ibadette yarar yoktur. En uygunu bu yedi gezegene ibadet et­mektir. Bu yedi gezegen şunlardır: Zuhal, Müşteri, Merih, Güneş, Zühre, Utarit, Ay. Zira bunların her biri kendi başına hareket edebilir durumdadır. Alemde etkin bir hareketle kendi yörüngesinde seyreder. Dolayısıyla bazen yarar, bazen zarar verir­ler. En iyisi, kendi kendine tasarrufu olana tapmaktır. Bu gezegenlere ibadet ettiler. Bunlar felsefecilerdir.

Kimileri karanlığa ve aydınlığa ibadet yoluna gitti. Bunlar yalnız aydınlığa ibadet et­mek, öbür yanı yitirmek olur; zira bu varlık karanlık ve aydınlıktan ibarettir, ama en uygunu bunların ikisine tapmaktır dediler. Bunun üzerine gezegen veya başka bir ayrım yapmadan mutlak aydınlık ve karanlığa taptılar. Nasıl tecelli ederse etsin, hiçbir ayrım yapmadılar. Aydınlığın adına Yezdan dediler. Karanlığın adına da Eh­rimen dediler. Bu zümrenin adı da Seneviyye (dualistler)dir. Başka bir zümre ise, ateşe taptılar. Hayatın tabii hararete dayandığını, hararetin mânâ, maddi suretinin de ateş olduğunu, ateşin herşeyin aslı olduğunu söylediler ve ateşe taptılar. Bunlar da Mecusilerdir.

Bir zümre de faydası olmadığını iddia ederek herhangi bir şekilde tapmadılar. Ken­di kendilerine şöyle dediler; ibadet faydasızdır. Zaman ilahi fıtrat yönünden neyi gerektiriyorsa, o meydana geliyor ve olan oluyor. Durum böyle olunca, ancak için-dekini dışa atan rahimler ve onları yutan toprak vardır. Bu zümrenin adı Dehriyyun (materyalistler)dur. Mülhidler olarak da adlandırılırlar.[101]

Bir de kitap ehli vardır. Bunlar fırka fırka ayrılırlar. Biri ibrahimiler (Brahmanist-lerjdir. Bunlar Hz.İbrahim dini üzere olduklarını söylüyorlar. Onun soyundan olduk­larını sanıyorlar. Bunların kendilerine has İbadetleri vardır.

Yahudiler; bunlar Musevilerdir. Hristiyanlar; bunlar da [sevilerdir. Müslümanlar; bunlar da Muhammedilerdir.

Bunlar on millete ayrılırlar. Bu on millet, çeşitli milletlerin aslıdır... Hepsinin dayana­ğı şunlardır:

Kafirler, tabiatçılar, felsefeciler, dualistler (seneviyye), mecusiler, materyalistler, İb­rahimiler (brahmanistler), yahudiler, hristiyanfar. müslümanlar. Bu anlatılanlardan hangisi olursa olsun, Allah bir kısmını cennet için, bir kısmını da cehennem İçin yaratmıştır. Nitekim geçmişte peygamberlerin davetinin ulaşmadığı yerlerde yaşayanlar, Allah'ın cennetle mükafatlandırdiğı hayır işleyenler ve cehen­nemle cezalandırdığı günah işleyenler diye kısımlara ayrılmışlardır. Ehli Kitap da bu şekildedir. Şeriatlar gelmeden önce hayır; kalplerin kabul ettiği, nefislerin sevdiği ve ruhların hoşnut olduğu şeydir. Şeriatlar geldikten sonra ise ha­yır, Allah'ın kullarına öğrettiği kulluktur. Şeriatlar gelmeden önce şer; kalplerin ka­bul ettiği, ama nefislerin nefret ettiği ve ruhların kendisinden rahatsız olduğu şey­dir. Fakat şeriatlar geldikten sonra şer; Allah'ın kullarına yasakladığı şeydir. Sayılan bütün bu zümreler, kendisine ibadet edilmesi gerektiği şekilde Ailah'a iba­det ederler. Çünkü Allah onları kendileri için değil, zatı için yaratmıştır. Onlar, hakkı olduğu şekilde O'nundur.

Yüce Allah, bu dinierde isim ve sıfatlarının hakikatlerini ortaya çıkarmış (izhar et­miştir. Hepsinde zatıyla tecelli etmiş ve bütün zümreler ona ibadet etmişlerdir. [102] Kafirler bizzat ona ibadet etmişlerdir. Çünkü yüce Allah baştan başa hem bu âle­min, hem de bu âlemin bir parçası olan kafirlerin hakikati (kendisi) olduğundan, ona ibadet etmişlerdir. Aliah kendi hakikatleri olduğu için bir rablerinin olmasını reddetmişlerdir. Onun hiçbir rabbı olmayıp, mutlak rab kendisidir. Alfah kafirlerin zatlarının aynı olduğu için zatlarının gereğine göre ona tapınışlardır. Putperestlere gelince; onlar da karışım ve hulul olmaksızın Aliah kainatın bütün varlıklarının her zerresinde bulunduğu için taptıkları o putların hakikati (kendisi)dir diyerek putlara taptılar. Onun için puta tapanlar Allah'tan başkasına tapmış değil­dirler. Bu tapmada Allah onların niyet ve bilgilerine muhtaç değildir.[103] Çünkü ne kadar zaman geçerse geçsin, gerçekler ne ise, mutlaka açığa çıkar. Zira putperestler kendilerine göre Hakka uymaktadırlar. Kalpleri onlara hayrın bunda ol­duğunu söylemiş ve bunun doğruluğuna inanmışlardır. Zaten Allah, kulu kendisini nasıl düşünüyorsa öyledir. Peygamber de "Müftüler sana fetva verse bile, kendi kalbine danış" demiştir.                                                        

Bu, genel anlamda kalp için söz konusudur. Ama özel anlamda, yani ayrı ayrı kalp­ler için durum böyle değildir. Ne her kalpten fetva sorulur, ne de her kalp doğru fet­va verir. Onun için burada kastedilen bütün kalpler değil, bazı kalplerdir. Putperestlerin yaptıkları bu işin hakikati hakkında besledikleri inanç, onları ahirette işin gerçeğinin bu şekilde ortaya çıkacağına inanmaya sevketmiştir, Zaten yüce Al­lah "Her fırka sahip oiduğu şeylere sevinenlerdir" demiştir. Yani dünya ve ahirette bu şeylere sevinmektedirler...

Onlar dünyada istediklerine sevinir, ahirette de hallerine sevinirler. Sahip oldukları şeylerle sürekli sevinç içinde olurlar. Onun için tekrar dünyaya döndürülseier. put­perestliğin sebep oiduğu azabı gördükten sonra dünyada tekrar aynı şeyi yapacak­lardır. [104] Çünkü o azapta lezzet latifesini görmüşlerdir. Onda (putperestlikte) de­vam etmelerinin sebebi odur. Çünkü Allah ahirette bir kuluna azap etmek istediği zaman, rahmeti ile, o azapta kendisine gizli bir lezzet yaratır. Azaptan Allah'a sı­ğınmaması ve korumasını istememesi için azap görenin cesedi o lezzete aşık olur. O lezzeti duyduğu müddetçe azapta kalır. Allah, onun azabını hafifletmek isterse, o lezzetini giderir ve rahmet etmek zorunda kalır. Allah "Darda kalanın duasına ica­bet eder[105] İşte o zaman azap gören kişi, Allah'a sığınır, kendisini azaptan koru­masını İster. Allah da onu korur.

Tabiatçılara gelince; bunlar Allah'a dört sıfatı açısından ibadet etmişlerdir. Çünkü hayat, İlim, kudret ve iradeden ibaret olan dört ilahi sıfat varlık âleminin astıdır. Sı­caklık, soğukluk, kuruluk ve rutubet varlık âleminde bu sıfatların görünümüdür. Ru­tubet hayatın görünümü, soğukluk ilmin görünümü, sıcaklık iradenin görünümü, ku­ruluk da kudretin görünümüdür. Bu görünümlerin hakikati, o sıfatlara sahip olan Al­lah'ın kendisidir. Bu görünümlerde mevcut olan ilahi latife, tabiatçıların ruhlarına görünüp ilahi dört sıfatın eserini farkederek âlemde sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve rutubet olarak yaşayınca, ilahi yetenek bakımından yetenekler bu sıfatların, bu su­retlerin anlamları olduğunu anladı. Yahut bu hayaletlerin ruhları veya bu görünüm lerin tezahürleri olduğunu anladılar. Bu sebepten söz konusu tabiatlara taptılar Ki­mileri bilerek, kimileri bilmeden taptı. Bilenler öncü oldular, bilmeyenler de onları iz­lediler.

Bunlar, sıfatlan bakımından Allah'a ibadet ediyorlar. Durumiarına temel olan haki­katler açığa çıktığında öncekilerin sonu saadetle sonuçlandığı gibi, bunların da so­nu saadet olacaktır.[106]

Filozoflara gelince; bunlar da Allah'a isimleri bakımından ibadet etmişlerdir. Çünkü yıldız {gezegen)lar Allah'ın isimlerinin görünümleridir. Yüce Allah'ın zatı da onların hakikatidir.

Güneş, Allah isminin görünümüdür. Çünkü bütün isimler Ailah isminden hakikatini aldığı gibi, bütün gezegenler ışığını güneşten almaktadır. Ay, rahman isminin görü­nümüdür. Çünkü güneşin ışığını taşıyan en büyük gezegendir. Nitekim, Önce de belirttiğimiz gibi, rahman ismi, Allah isminde en büyük mertebeye sahiptir. Müşteri yıldızı, Rab isminin görünümüdür. Çünkü gökte en mutlu yıldız odur. Nite­kim mertebe bakımından rab ismi de çok özel bir isimdir. Kendilerine rablık yapılan varlıklar rab isminin gereği olarak kibriyânın kemâline şâmildir. Zuhal yıldızı ise vahidiyetin görünümüdür. Çünkü bütün felekler onun kapsamı için­dedir. Nitekim vahid ismi bütün isim ve sıfatların üstündedir... Allah, bu yıldızların hakikati olduğu için, ibadet edilen de kendi zatı olmuştur. Bu sebepten felsefeciler ona ibadet etmişlerdir.

Hiçbir varlık yoktur ki, insanoğlu ve diğer canlılar ona tapmış olmasın. Kaya kerten­kelesinin güneşe tapması, pislik böceğinin pisliğe tapması ve başka hayvanların başka şeylere tapmaları gibi. [107] Alemde mutlak veya mukayyed olarak Allah'a iba­det etmeyen hiçbir canlı yoktur. Mutlak {herhangi bir şekii ve surette görüntüsüne değil, soyut olarak) ona İbadet eden muvahhid iken, mukayyed (şekil ve surette görünmüş olarak) ona ibadet edenler de müşriktirler. Ancak Allah'ın varlığı hepsin­de mevcut olduğu için hepsi hakikatte Allah'a ibadet etmiş olurlar. Çünkü Allah'ın zatı hangi şeyde görünmüşse, o şeyde kendisine ibadet edilmesini gerektirmekte­dir.[108]

Muhammediler ise, yaratılmış varlıklardan herhangi bir şeyle takyid etmeden, [109]mutlak olarak Allah'a tapınışlardır. Muhammediler, ona bütün açısından tapınışlar­dır. Onu zahir veya batın herhangi bir yönle sınırlandırmadan tapmışlardır. Onların yolu, Allah'ın zatına giden Allah'ın yolu olmuştur. Onun için ilk adımda yakınlık de­recesine nail olmuşlardır. [110]Bunlar, yüce Allah'ın "Onlar yakın bir yerden çağrılır­lar" diye işaret ettiği kişilerdir.

Dualist (seneviyeci)lere gelince; bunlar Allah'a nefsi açısından tapmışlardır. Çünkü Allah nefsinde zıtları toplamıştır. Hem hakkiyet (yaratan), hem halkiyet (yaratılan) mertebelerini kapsamıştır. İki nitelikle iki hüküm de ortaya çıkmıştır. Dünya ve ahirette iki nitelikle görünmüştür. Hakkiyet hakikatine mensup olan, aydınlık olarak or­taya çıkmıştır. Halkiyet hakikatine mensup olan da karanlık olarak ortaya çıkmıştır. Dualistler iki niteliği, iki itibarı, iki hükmü birleştiren bu özellikten dolayı aydınlık ve karanlığa tapınışlardır. Hangi hükümden ve nasıl istersen, Allah onu ve ziddını za­tında toplamaktadır.

Dualistler, zatında gerektirdiği bu ilahi incelikten dolayı ona tapmışlardır. O, hem Hak, hem halk adını taşımaktadır. Hem aydınlık, hem karanlıktır.

Mecusüere gelince; bunlar Allah'a ehadiyeî açısından tapmışlardır. Ehadiyet bütün isim, sıfat ve mertebeleri yok ettiği gibi, ateş de böyledir. Unsurlar arasında en güç­lü ve en üstün olandır. Paralelindeki bütün tabiatları yok eder. Büyük kuvvetinden dolayı ona yakın olan bütün tabiatlar ateşe dönüşür...

Tabiatlarda aîeş, isimlerde vahidiyetin görünümüdür. Mecusilerin ruhları bu miskin kokusunu alınca, nezle olup kızartmasının kokusunu duyamadılar ve ateşe taptılar. Ateşe taparken, bir ve kahhar olandan başkasına tapmış değildirler. Dehrilere gelince; bunlar Allah'a hüviyet bakımından tapmışlardır. Rasuluilah "Za­mana sövmeyin, çünkü zaman Allah'tır" buyurmuştur. Yani dehriler Allah diye za­mana tapmışlardır.

İbrahimi (Brahmanist)lere gelince; bunlar bir nebi veya rasule uydukları için değil, Allah'a mutlak olarak tapmışlardır. Allah'ın yaratmadığı hiçbir varlık yoktur derler. Alemde Allah'ın birliğini kabul ederler. Ama peygamberleri tamamen inkâr ederler. Allah'a tapmaları, peygamberlikten önce peygamberlerin bir nevi tapması gibidir.

Bunlar, Hz. İbrahim'in soyundan geldiklerini iddia ederler. Bizzat Hz.İbrahim'in Al­lah'tan almayıp kendisinin yazdığı bir kitaba sahip olduklarını ve bu kitabın içinde hakikatlerin anlatıldığını söylerler. Kitap beş bölümdür. Dört bölümünü herkesin okuyabileceğini söylerken, derin bilgiler içerdiğini söyledikleri beşinci bölümü ise ancak onlardan bazı kişilerin okuyabileceğini söylerler. Beşinci bölümü okuyanla­rın, sonunda mutlaka İslam'a varacağını ve Muhammed'in dinine gireceğini düşü­nürler.

Bunlar daha çok Hindistan'da bulunurlar. Orada bunların kıyafetlerini giyen ve on­lardan olduklarını iddia eden kişiler vardır. Halbuki onlardan değildirler. Aralarında putperestler olarak bilinirler. Onlara göre puta tapanlar bu zümreden sayılmazlar. Yukarıda sayılan bütün dinlere mensup kişilerin kendi kendilerine uydurdukları bu ibadet şekilleri, sonunda saadete ulaşsalar bile, bedbahtlık çekmelerine sebep ola­caktır. Çünkü bedbahtlık, saadetin zuhuruna kadar yaşayacakları uzaklık (ayrı-lıkjtan başka bir şey değildir.[111] Bedbahtlık, bu süren ayrılıktır. Bunu da anla!. [112]  Görüldüğü gibi, insanlar hangi din ve mezhepten olup neye taparsa tapsınlar, ger­çekte Allah'a taptıklarını, çünkü o şeylerin Allah'ın görünümü olduğuna inanarak onlara taptıklarını, peygamberlerin bildirdikleri şekilde Allah'a tapanlar ilk etapta saadete kavuşacakları halde başka şekillerde tapanların ancak bir süre sonra sa­adete kavuşacakları, azap veya bedbahtlığın saadete kavuşuncaya kadar geçecek zaman içindeki ayrılıktan ibaret olduğu açıkça anlatılmaktadır. Onun için muvah-hidler olsun, hangi türden kafir veya müşrikler olsun, hepsi de gerçekte Allah'a tap­mışlar ve saadete ergeç nail olacaklardır.

İşte tasavvuf dini bu kadar hoşgörülü ve rahmeti her şeyi kuşatan bir dindir. Her türlü sapık felsefeyi İslam diye nıüslümanlara yutturan bu in­sanlar, bu şirk pisliklerinin İslam'la başdaşmadığım ya kitaplarında, dergi­lerinde, konfefans ve sohbetlerinde reddederek insanlara ilan ederler, yahut hem bu dünyada hem ahirette onların sahipleriyle aynı akıbeti paylaşmaya devam ederler.

el-Cîlî'nin söylediklerini, bir müslüman olarak doğru veya tam yansıtma­dığımızı düşünenler olabilir. Söylediklerimizin gerçek olduğunu teyid etmesi açısından oryantalist Nicholson'dan bu panteist inancın özetini dinliyelim;

"el-Cîlfnin anlayışında dinlerin ve inançların çokluğu, Allah'ın yaratık­larda ortaya çıktığı (tecelli ettiği) isim ve sıfatlarının çokluğundan ileri gel­mektedir. Her isim ve sıfatının özel bir zuhuru vardır. Kur'anın belirttiği gibi Allah, Hadi (hidayet veren) ismiyle tecelli ettiği gibi, Mudil (saptıran) is­miyle de tecelli etmiştir. Allah'ın isimlerinden biri işlevsiz kalarak alemdeki varlıklardan biri suretinde zuhur etmeseydi, Allah kamil olarak tecelli et­memiş olurdu. Onun için itaat edenlerin Hadi ismi suretinde, sapıkların da Mudil ismi suretinde kendisine tapması için peygamberleri göndermiştir.

Bu bakımdan Allah, ibadet edilen her mabudun kendisidir. Çünkü bütün varlıklara sirayet eden, yanı hepsinin suretinde görünen odur. Bunlar ara­sında putperestlerin taptığı ile başkaların taptığı arasında bir fark yoktur. Putperestler, maddi alemin her parçasına sirayet etmiş olana taparken, du-alistler yaratan ve yaratılanın birliğine taparlar. Ateşe tapan mecusiler, ta­biattaki bütün cisimlerin içinde fena bularak ateş tabiatına dönüştüğü gibi, bütün isim ve sıfatların içinde fena bulduğu bir zata taparlar. Ateistler ise, bilfiil değil, bilkuvve yaratıcı olması açısından ona taparlar. Şu veya bu su­rette tapanlar Hakkın varlıklarda tecelli eden suretlerine taptıkları için bü­tün inanç ve din mensuplarının sonu kurtuluş olacaktır.

el-Cîlî, müslüman olduğu için bu insanları ister istemez bir tasnife de ta­bi tutmaktadır. Ona göre, inanç ve ibadetlerinde Hakkı tasavur ettikleri ila­hi suretin kemali oranında insanların kemal derecelen de farklıdır. Her i-nanç ve ibadette Hak'tan bir unsur olduğuna göre, dinlerin en mükemmeli de peygamberlerin getirdiği dinlerdir ve bunların arasında en mükemmeli de İslam'dır.

el-Cîlî, İnancına dayanak olarak, en yakın hıristiyanlık inancını görmek­tedir. Ona göre hıristiyanlık inancı, Allah konusunda sahih bir düşünce oluşturmak için iki yöne sahiptir. Bir yönü ile Allah bütün yaratıkların sı­fatlarından münezzeh iken, diğer yönü ile bütün yaratıkların sıfatlarında zahir olmuştur. Ancak hıristiyanlar Hakkın tecellisini sadece hıristiyanlık inancının belirttiği şekilde sınırlandırmakla, yani Hakkın üç şeyden oluştu­ğunu söylemekle hata etmişlerdir.[113]

İşte vahdeti vücud inancının müslümanlara kazandırdığı ve işte rahmet ve hoşgörüsü her şeyi kuşatan tasavvuf dini! Her türlü sapık felsefeyi İslam diye müslümanlara yutturan tasavvuf çul ar, bu şirk pisliklerinin İslam'la bağdaşmadığını ya kitaplarında, dergilerinde, konferans ve sohbetlerinde red ederek insanlara ilan ederler, yahut hem bu dünyada hem ahirette onla­rın sahipleriyle aynı akıbeti paylaşmaya devam ederler.[114]

 

c- İbn Farıd'ın Din Anlayışı

 

İbn el-Fand meşhur Taiyye'sinde dinini şöyle anlatıyor:

"Zikir meclislerinde işiten kulak ve meyhanecinin meyhanesinde gören göz benim.

Hükmen zunnar"ı bağlayan elimden başkası değildir.

Beni ikrar ile çözülse bile, o çözmeyi de yapan benim,

Kur'an ile bir caminin mihrabı aydınlanrnışsa,

İncil de kilise mihrabını boş bırakmamıştır.

Hz. Musa'nın kavmine getirdiği Tevrat'ın sayfalarını da hahamlar her gece oku­maktadır.

Puthanede kimileri puta secde ediyorsa, bağnazlık yaparak ona karşı çıkmamak gerekir.

"Dinara tapmıştır" ifadesi, putperestliğin şirk ayıbından münezzeh bir manadır.

Haksızlık yapan herkese benden uyarı var, ben her fırkanın özürlerini kabul ede­rim.

Her dinin mensupları doğru yolda olduğu gibi, her inancın sahipleri de doğru dü­şünmektedir.

Gafletle güneşe tapan kimse de yolunu şaşırmış değildir, çünkü güneşin aydınlat­ması yüzümün aydınlığındandır.

Bin yıldır sönmediği bildirilen ateşe mecusiler tapmış ise de,

Niyetlerini açığa vurmamış olsalar ve görünürde benHpn başkasına yönelmiş olsa­lar bile, benden başkasına tapmış değildirler.

Bir defa nurumun ışığını görmüşler, ateş sanmışlar, hidayet konusunda ışıklarla sapmışlar.

Kainat perdesi olmasaydı söylerdim, ama hükümlerin şeklini yerine getirmek beni susturmaktadır.[115]

Görüldüğü gibi, meyhaneler, puthaneler, mecusi ve sapıkların tapınakla­rı, hristiyanlarm kiliseleri yahudilerin havraları ve sadece Allah'a ibadet edilen camiler hepsi de İbn el-Farıd'a göre Allah'ın hoşnut olacağı ve sevece­ği ibadetin yapıldığı yerlerdir. Çünkü bu yerlerde ibadet eden ve kendisine ibadet edilen de odur. Sağır taşlara secde eden şu müşrik, yıldız tapınakla­rında yıldızlara tapan şu sabii, ateşe yalvararak tapınan şu mecusi ve ağla­ma duvarı önünde gözyaşı döken ve Allah'a karşı kin ateşini alevlendiren şu şaşkın yahudi ve teslise inanarak Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu kabul jen şu Hristiyan, bütün bunlar İbn el-Farıd'a göre hidayet ve hak yolda,

Allah'tan delil ve hüccet üzere bulunmaktadırlar. İbn el-Farıd'ın din anlayı-nda bütün bunlar insan suretlerinde ortaya çıkan, görünen Allah'ın zatın­dan başkasına tapmış değildirler.[116]

Tasavvufçularda dinlerin birliği anlayışı, felsefelerinde egemen olan her sevme anlayışından ileri gelmektedir. Mü'min-kafir, helal-haram, rneş-u.gayri meşru, ayrımı yapmadan, insanları ve varlıkları sevme hastalığı­nın bir ürünü ve neticesidir. Zaten vahdet-i vücut inancı da buna götürmek­tedir. Onun için meşhur tasavvufçularm mü'min-kafir, ahlaklı-ahlaksız ay­rımı yapmadan bütün insanlara aynı sevgi ve sempati ile yaklaştıklarını görüyoruz.

Hatta günümüzde tasavvuf çevrelerinin İslam'a doğru bir şekilde bağlı olanlara düşmanlık ve nefretlerine karşın, İslam'dan sapmış veya İslam dışı inançlara bağlı türlü din ve fırka mensuplarına daha fazla yakınlık göster­meleri, onlarla senli-benli olmaları, izzet ve ikramlarda bulunmaları, kısa­ca, gayri müslimleri temiz müslümanlara tercih etmeleri bu sebeptendir. Zaten "Ne olursan ol, gel", "Yaratılanı severiz yaratandan Ötürü" felsefeleri, "Bazen yahudi, bazen Hıristiyan, bazen Mecusi ve bazen de Müslüman" an­layışları hep bu sapık anlayışın ürünüdür.

Mü'min-kafir, insan-hayvan, temiz-necis varlık ayrımı yapmadan, Al­lah'ın bütün varlık ve eşyaya hulul ettiğini, onunla birlik olduğunu veyabunların suretlerinde ortaya çıktığını söyleyen felsefe, olsa olsa bu hak batı] ölçüsü ve sınırı tanımayan küfür ve saçmalıkları doğurur.[117]

İslam aleminde temcid pilavı gibi zaman zaman gündeme getirilen "Ehli Kitabm cennetlik oluşu, mümin veya müslüman oluşu, Kur'an'a ve Hz. Mu-hammed'e iman etmekle mükellef olmaması" gibi saçmalıkların da bu anla­yış ve felsefenin ürünü olmadığını kim söyleyebilir!

1979 yılında Mısır'ın yüksek tirajlı gazetelerinden birinde kamuoyuna açıklanan bu düşünce, 1989 yılında Türkiye'de bakıyorsunuz bir tarikat mensubu tarafından gündeme getirilmekte ve kimi yayın organlarında ha­raretle savunulmaktadır. Geçmişten gelen ve ehli kitabm müslümanlara karşı zaman zaman kullandıkları üslupları ve ileri sürdükleri bazı delilleri bu çevreler mal bulmuş mağribi gibi gündeme getirerek İslam düşmanları­nın .ekmeğine yağ sürmektedir. İşin en acıklı ve tuhaf yanı, bu gibi şeylerin inancı ve yaşayışı sapık birtakım kişiler tarafından değil de, bir tarikat mensubu tarafından ortaya atılması ve savunulmağıdır!

Kimbilir, belki de tasavvuf çul arın kalbi ölçü ve sınır tanımayacak kadar şefkatli ve merhametlidir! Halbuki Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin babaları veya oğulları veya kardeşleri ve­ya akrabaları da olsa, Allah'a ve peygamberine karşı gelenlere sevgi besle­diklerini göremezsin... [118]

Mümin olabilmek için Hz. Peygamberi ve onun hükmünü kabul etmek, onun verdiği hükme tam bir teslimiyetle razı olmak gerektiğini Yüce Allah bütün müminlere ve herkese şöyle bildirmektedir: "Hayır; Rabbine and oi-sun ki aralarındaki anlaşmazlıklarda seni hakem yapmadıkça ve verdiğin hükmü içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inan­mış olmazlar"[119]

Tasavvufçular, zaten cehennemin tatlı bir yer olacağını, neye ibadet edi­lirse edilsin, Allah'a ibadet edilmiş olacağını, çünkü Allah bütün varlıkların suretinde ortaya çıktığını, zaten her şeye tapan insanların ona karşı kulluk görevlerini yerine getirmek için onlara taptıklarını, ama bazıların mabudu tesbitte yanıldıklarını söyleyerek bunun felsefesini çok önceden yapmışlar­dır.[120]

 

VII. Islama Ve Tasavvufa Göre Veli Kavramı

 

Sözlük anlamıyla veli; dost ve samimi arkadaş demektir. Terim olarak Allah'ın sevgili kulu demektir. Başka bir deyişle, dinin istediği şekilde ina­nan ve amel eden kişi demektir. Kur'an-ı Kerim'de bu durum açıkça ortaya konmaktadır. Mesela şu ayetlere bakalım:

"İyi bilin ki, Allah'ın veli kulları (dostları)na hiçbir korku yoktur. Ve onlar üzülmeye­ceklerdir. Onlar iman edip takvaya ermişlerdi.[121]

"Elif, Lam, Mim. Kendisinden hiçbir şekilde şüphe oimayan bu kitap, muttakiler için bir hidayettir. O muttakiler ki gayba inanırlar, namaz kılarlar ve kendilerine verdiği­miz rızıktan tnfak ederler. [122]

Takva kelimesi de çok zaman veli ve iman kelimesiyle beraber kullanıl­maktadır. Temel sözlük anlamı olan "sakınma" anlamı yanında, İslam'ın hükümleriyle amel etme, emir ve yasaklarını gözetme anlamında da kulla­nılmaktadır. Zaten dinin emir ve yasaklarıyla amel etme, Allah'ın dinine muhalefetten sakınma ve cezasından korunma amacına da yöneliktir. Al­lah'ın sevabını, yani cennetini elde etme amacı da şüphesiz beraberdir. Kı­saca takva, Allah'ın cezasından sakınarak ve mükafatını umarak dinin hü­kümlerine bağlılık ve onlarla amel etmek demektir. Bu da Allah'ın sevgili kulları olan mü'minlerin niteliğidir. Mesela şu ayet-i kerimelere bakalım: "... O muttakiler ki gayba inanırlar, namaz kılarlar, infak ederler. Yine onlar sana in­dirilenlere ve senden önce indirilene ve ahiret gününe inanırlar. İşte onlar Rabbie-rinden bir hidayet üzeredir ve kurtuluşa erenler ancak onlardır. [123]"İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. İyilik o kimsenin iyiliğidir ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır, Allah rızası için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk al­tında bulunan köle ve esirlere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekat verir, an­laşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanların­da sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Muttakiler ancak onlar­dır. [124]

Bu ve başka ayetlerde görüleceği üzere, muttakiler iman ve amel sahibi kimselerdir. Veli kullar da iman eden ve muttaki olan kişilerdir. Takvanın genel anlamı da dinin emir ve yasaklarını gözetmek[125] olduğuna göre, veli kişi, inanan, dinin hükümleriyle amel eden ve bunu Allah'a tam bir teslimi­yetle yerine getiren kişi olmaktadır. Yani takva sahibi ve Allah'ın veli kulu olmanın şartı, iman ve salih ameldir. Bunu gerçekleştiren bütün müminler Allah'ın sevgili kulları, yani velileridir. Onlar elbette Allah'ın himayesi ve yardımına layık kişilerdir. Bu dünyada Allah onların dostu ve yardımcısı ol­duğu gibi, ahirette de koruyucusu ve esirgeyicisidir. Onun için onlara korku ve hüzün olmayacaktır.

Şüphe yok ki, iman ve amel bakımından müminlerin dereceleri farklıdır Kimilerinin imanı çok sağlam ve ameli daha fazladır. Elbette böylelerin Al­lah katında dereceleri başkalarından daha üstündür ve mükafatlan da daha büyük olacaktır. Kimilerinin iman ve ameli daha azdır. Yani imanı diğerle­rine göre daha zayıf ve ameli daha azdır. Bilindiği gibi kuvvet ve sağlamlık bakımından imanın artıp eksileceği, yani kuvvetlenip zayıflayacağını Kur'an'ın birçok ayetleri ifade etmektedir. İman ve amel derecesi bu şekilde zayıf veya az olanların mükafatı da şüphesiz daha az olacaktır. Ama arala­rındaki bu farklılığa rağmen, bütün mü'minler, Allah'ın veli kullarıdır. İ-man dairesinde kaldıkça ve dinin gereklerini yerine getirdikçe, kişiler mü'mindir ve Allah'ın veli kullandır.

Tıpkı bir piramid gibi. Piramidin alt sırasındaki taşlar onun nasıl bir parçası ise, zirvesindeki taş da onun bir parçası olup hepsi piramid olarak adlandırılmaktadır. Bazı taşlar piramidin alt sırasını oluştururken, bazıları da zirvesini oluşturmaktadır. İman ve ameldeki farklı derecelerine rağmen müminler de bu şekildedir ve hepsi Allah'ın veli kullarıdır.[126] "İyi bilin ki, Allah'ın veli kulları (dostları)na hiçbir korku yoktur. Ve onlar üzülmeyecek­lerdir. Onlar iman edip takvaya ermişlerdir. [127]

Gerçek bu şekilde iken, dinin birtakım kavramlarında zamanla sapmalar meydana geldiği gibi, veli kavramının anlamında da sapmalar olmuştur. Bu sapmanın en açık görüldüğü alan da tasavvuftur. Allah, mü'minlerin velisi olduğunu söylerken, tasavvufçular sadece kendilerinin dostu (velisi) olduğu­nu ortaya atmış ve ancak kendi cemaatlarına mensup olanların veli olabile­ceğini ileri sürmüşlerdir. Başka bir deyişle, tasavvufçular müminler arasın­da özel bir veli sınıfı ihdas etmiş ve ancak bunların veli olduğunu söylemiş­tir. Halbuki İslam anlayışında mü'minler arasında özel bir veli sınıfı yoktur. Aksine, bütün mü'minler Allah'ın veli kullarıdır ve Allah da hepsinin velisidir. Bunu yüce Allah şöyle ifade etmektedir: "Allah, iman edenlerin velisi (dostu)dur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. [128]

Belirttiğimiz gibi, veli kavramı toplumda zamanla sapmaya uğramış ve İslam'a yabancı birtakım inanç yahut kültürlerin boyasıyla boyanmıştır. Bunda İslam'a daha sonra giren ve acem diye adlandırılan milletlerin çok , üyük rorü olmuştur. Bu sapma neticesinde toplumda zamanla değişik bir veli inancı ve anlayışı ortaya çıkmıştır. Buna bir örnek olarak Türk kavmini verebiliriz. Bu inancın ve anlayışın meydana gelmesinde İslam öncesi Türk dinlerinin rolünü örnek gösterebiliriz. Eski İran, Yunan ve Ortadoğu inanç­larının çarpık veli inanç ve anlayışının meydana gelmesinde oynadıkları ro­lü, buna kıyas etmek mümkündür. Eski Türk dinlerinin bu konudaki rolünü A. Yaşar Ocak'tan okuyalım:

"Müslüman Türklerin yaşadıkları mıntıkalarda ve bu arada tabiatıyla Anadolu'da veli kültü tahlil edildiği zaman, bunun kaynağını İslam öncesi eski Türk inançlarının teşkil ettiği daha ilk bakışta dikkati çekecek kadar sarihtir. Tasavvufun veli telakkisi (anlayışı) tabir cşizse, buna bir kılıf hiz­metini görmüştür.

Bilindiği gibi Türkler, müslüman olmadan önce çeşitli vesilelerle temas­ta bulundukları kültür çevrelerinde, Şamanizm, Budizm, Zerdüştilik, Maz-deizm, Maniheizm ve Hristiyanlık gibi birbirinden mahiyet itibariyle hayli farklı dinlere girmişlerdir. Bunlardan önce ise, uzun yüzyıllar kendilerinin sahip oldukları belirli bir takım inanç sistemleri vardı. Orta Asya gfbi mu­azzam bir coğrafi sahada, yüzlerce yıldır muhtelif Türk toplulukları zikredi­len inanç sistemlerinden birini veya birkaçını benimsemişler, zamanla biri­ni bırakıp bir başkasını kabul etmişlerdir.

Bu değişiklik esnasında, bir önceki din, yenisinin gelmesiyle tamamen ortadan kaybolmamış, çoğu defa kendini yeni dinin kalıplarına uydurarak varlığını sürdürmüştür. Bu sebeple Türk zümrelerinin girdiği her yeni din, onlara yeni bir şeyler öğretip belli ölçüde düşünce ve hayat tarzlarına etki ederken, diğer yandan da o zümrelere uygun birer yapı kazanmışlardır.

İşte bundan dolayıdır ki, günümüzde bile Orta Asya'dan Balkanlara ka­dar bütün müslüman Türk topluluklarında bile bildiğimiz en eski inançları olan tabiat ve atalar kültlerinden yukarıda sayılan dinlere kadar, çok çeşitli kalıntıları tesbit etmek mümkün olmaktadır.

Aşağıda açıklamaya çalışacağımız İslami devir veli kültü, işte bu uzun maceranın izlerini taşır.

Türkler'deki veli kültünün temelinin Şamanist dönemde atıldığı söylene­bilir. Eski Türk samanları incelendiği zaman, bunların Türk veli imajına çok benzediğini farketmemek mümkün değildir. Gelecekten haber veren, hava şartlarını değiştiren, felaketleri Önleyen yahut düşmanlarına musallat eden, hastaları iyileştiren, göğe çıkıp uçabilen, ateşte yanmayan Türk sa­manları, bu hüviyeti eriyle adeta Bektaşi menakıpnamelerinde ve kısmen de öteki tarikat çevrelerinde yazılmış menakıpnanıelerde yeniden hayat bul­muş gibidirler. Bu eserlerde anlatılan Türk velileri, işte böyle özelliklere sa­hip kişilerdir.

Şamanist Türkler, samanların harikulade insanlar olduklarına, ruhlar gizli güçler ile ilişki kurup onlara istediklerini yaptırabildiklerine inanırlar­dı. Hatta şamanlar Göktann ile de temasa geçip, ondan mesajlar getirebilen şahsiyetlerdir. Onlar bu kabiliyetleri elde etmek için, tıpkı velilerin yaptığı gibi, inzivaya çekilerek, kendilerini sıkı bir riyazata tabi tutarlardı.

Ancak burada, şamanizm öncesi eski Türk inançlarından atalar kültü­nün veli kültünün temelinin hazırlanmasındaki önemli rolüne de dokunmak gerekiyor. Muhtelif Türk zümreleri arasında en eski ve köklü inançlardan biri olduğu bilinen atalar kültü genel olarak ecdadın takdisine dayanır. An­cak atanın bizzat kendine tapınma mahiyetinde olmayan atalar kültü, ata­nın öldükten sonra üstün birtakım güçlerle mücehhez hale geldiği ve bu sa­yede ailesine yardım edebileceği inancından doğan, korku ve saygı karışık bir telakki hasıl etmiştir. Bu sebeple ataların ruhlarına kurban kesilir ve eşyaları mukaddes sayılır, mezarları da mukaddestir. . .

Şamanist dönemde ve özellikle Budizme geçtikten sonra Türk veli kültü­nün İslam öncesi temeli, daha da takviye gördü. Çünkü bu devrede Budist azizlerin çok eskilere inen ve Budizmin yayılmasında önemli bir propaganda aracı olan kerametlerini anlatan metinler bol bol tercüme edildi. Zaten halk için ayinlerde okunmak üzere meydana getirilen bu tercümeler, çabucak ve hayli geniş bir tabana yayıldı. Öylece, samanların üstün ruhani güçlerle do­nanmış şahsiyetlerine, Budist azizlerininkiler ilave edildi. Artık Türk din adamlarının yukarıda sayılan vasıflarına, hayvan kalıplarına girmek, eşya­ları ve cisimleri kendi kendilerine yürütüp harekete geçirmek gibi başka Özellikler eklendi. Bu suretle İslamiyetin Türkler arasında yayılmaya başla­dığı dönemlere, yani onuncu yüzyıla gelindiğinde, artık İslami Türk veli ti­pinin teşekkülüne zemin hazırlanmış oluyordu.

Bu üstün ruhani kuvvetlerle donanmış insan tipi, müslümanhkla bağ­daşmakta güçlüğe uğramadı. Kur'an-ı Kerim'deki muhtelif mucizeler göste­ren peygamberlerle Hz. Muhammed'in şahsiyeti, müslüman olan Türklere hiç de yabancı gelmedi. Onlar, kendi din adamlarıyla bu zikredilenler ara­sında pekçok benzer noktalar buldular ve İslamiyete çabuk ısındılar. . .

Biz, Türk veli imajının prototipini meşhur Dede Korkutun şahsında buluyoruz. Aşağıya aldığımız pasaj bu itibarla aynı zamanda tarihi bir belge niteliğini de taşımaktadır:

'Rasul aleyhisselam zamanına yakın Bayat boyundan Korkut Ata dirler bir er kopdi. Oğuzun ol kişi tamam bilicisiydi. Ne dir ise, olur idi. Gaybdan dürlü haber söyler idi. Hak Teala'nın gönlüne ilham ider idi. . . Korkut Ata Oğuz kavminin müşkilini hail ider idi. Her iş olsa Korkut Ataya tanışma­yınca işlemezler idi.[129]

Bu satırlarda Dede Korkutun her ne kadar veli kelimesiyle nitelendiğini görmüyorsak da, sayılan vasıfları kendisinin böyle telakki edildiğini açıkça gösteriyor. Aslında gerçekten yaşayıp yaşamadığı, eğer yaşadıysa, zamanı belli olmayan bu şahsiyet Oğuz'un, yani bütün Oğuz boylarının bilicisidir, söylediği her şey gerçekleşir, gaybdan haber verir, geleceği bilir, Allah'ın il­hamlarına mazhar olmuştur, Oğuz kavminin bütün güçlüklerini çözer, ken­disine danışılmadan iş yapılmaz.

Şu sayılan nitelikler Dede Korkut ile Şamanlar arasındaki büyük ben­zerliği de ortaya koyuyor. Bilhassa gaybdan ve gelecekten haber verişi, bir iş yapılacağı zaman kendine danışılması bunu pek açık gösteriyor. Metinde, dikkati çeken bir başka nokta, bu zatın Hz. Muhammedin zamanına yakın bir devirde yaşadığının söylenmiş olmasıdır. Bu, onun gerçekten yaşamış ta­rihi bir şahsiyet olmadığının bizce en açık delillerinden biridir. . .

Anadolu'nun tedricen fethedilmeye başladığı XI. yüzyıldan itibaren bura­ya yerleşmeye gelen ve çoğunluğunu Oğuzlara mensup boyların oluşturduğu muhtelif Türk toplulukları, kendileriyle beraber bu telakkiyi ve kültü de ge­tirdiler. Özellikle XIII. yüzyılda Moğol istilası arifesinde ve bu istilanın önünden kaçarak Anadolu'ya yerleşen bazı tarikatlara mensup şeyh ve der­vişler bu konuda başrolü oynadılar. Selçuklu hükümeti onlara birtakım im­tiyazlar ve tekkelerini kurup rahatça faaliyet gösterecek yerler tahsis etti. Vefailik, Yesevilik, Kalenderilik ve Haydarilik gibi gayr-i sünni mahiyetteki tarikatlara ait tekkeler daha ziyade köy ve göçebe muhitlerini tercih eder­ken, Kübrevilik, Sühreverdilik, Rıfailik ve Kadirilik gibi sünni eğilimli olan­lar şehirlerde geliştiler. Zamanla her iki çevredeki tekkelerin başında bulu­nan Hacı Bektaş-ı Veli, Mevlana ve benzerleri gibi, sade çevrelerinde veya bütün Anadolu'da büyük veli olarak şöhret yapmış kişilerin ölümü ile birta­kım türbeler ortaya çıktı. Bu velilerin her birinin türbesi, özelliğine ve mak­sada göre kendine mahsus ziyaret ve kurban usullerinin gelişmesine ortam hazırladı. Hiç şüphesiz ki bu, Orta Asya'daki tatbikatın bir devamından başka birşey değildi.[130] Bu türbelerin etrafında eskiden mevcut ve yeni ima] edilip yayılan menkıbeler, kendilerini yarı mukaddes, fevkalade güçlerle do­nanmış ve hastalıkları iyileştiren ve çeşitli dileklerin gerçekleşmesine yar­dım eden manevi şahsiyetler haline getirdi. Anadolu'nun pekçok yerlerinden gelen değişik tabakalara mensup insanlar buraları ziyarete başladılar. Ken­dilerini yazılı kaynaklardan tanıdığımız velilerden başka, yazılı kaynaklara geçmemiş daha başkaları da vardı. Bu suretle Anadolu'nun pekçok yerinde hemen her kasaba ve köyde, şehirlerde, evliya, ermiş ve yatırlar meydana geldi. Herbirinin etrafında birer kült oluştu. Bu kültlerin bir kısmı zaman içinde giderek mahallileşirken, bir kısmı da tersine şöhretlerinin daha bü­yük oluşu sebebiyle bütün Anadolu'a yayıldı.

Burada Önemli bir nokta üzerinde durmak istiyoruz. O da, vaktiyle Orta Asya'da vukubulan bir olayın, Anadolu'da da tekrarlanmış olmasıdır. X-XII. yüzyıllarda İslamiyet Orta Asya'da yayılırken tekkelerin çoğu, eski Budist manastırlarının yerine yahut yakınlarına inşa ediliyor, zamanla bu manas­tırlar çevresinde mevcut, oradaki azize ait menakıbeler İslamileştiriliyördu. Böylece o bölgedeki eski kültün kendine mal edilmesi suretiyle yerli halk ile bir bağ kurularak İslam'la ştırma kolaylaştırılmış oluyordu.

İşte aynı olay, Türkler Anadolu'ya yerleştikleri sırada burada da meyda­na geldi. Genellikle gayr-i sünni tarikatlara mensup şeyh ve dervişler, tek­kelerini terkedilmiş yahut henüz faaliyette olan kilise ve manastırların yeri­ne ve civarına kuruyorlardı. Bundan maksat, orada eski dinin merkezi ile doğrudan karşılaşarak onun kullandığı vasıtaları aynen kullanıp tesirini za­manla zayıflatarak yerine geçmekti. Öyle de oluyordu. Nitekim bu şeyh ve dervişler, yerleştikleri yerlerde kökü hristiyanlık, hatta Hristiyanhk öncesi devirlere çıkan mahalli aziz kültleriyle karşılaştılar. Bu kültler, keramet hi­kayeleri (menkıbeler) aracılığıyla rahatça İslamileştiriliyor, bu vesile ile böl­gedeki Hristiyan halkın müslümanlığa kolayca ısınması sağlanıyordu. Çünkü müslüman olduktan sonra da, bağlı oldukları eski kültü, bir Türk velisi adına İslamileşmiş kılıkta sürdürüyorlardı.

Buna XIII. ve XIV. yüzyıllara ait bazı örnekler vermek mümkündür. Me­sela, Hacı Bektaş'ın XIII. yüzyılda Suluca Karahöyük (Hacı Bektaş'da kur­duğu tekke, bu havali Hristiyanlarının takdis ettiği Saint Charalambus kül­tünü İslamileştirerek kendine mal etmiş, böylece Hacı Bektaş Hristiyanlar-Ca da benimsenmiştir. Yine aynı yüzyılın ikinci yarısında Balkanlardaki Dobruca bölgesinde bir Türkmen kolonisinin iskanım sağlayan Türkmen ba­bası Sarı Saltık da aynı şekilde, orada eskiden mevcut Saint Nicolas kültü ile özdeşleştirilmiştir. Son olarak Mecitözü yakınındaki Elvan Çelebi tekke­sinde Baba İlyas kültünü örnek verebiliriz. XIV. yüzyılda Elvan Çelebi tara­fından Saint Theodoros ve Saint Georges kültünün yaygın bulunduğu eski Eukhaita köyü civarında kurulan tekke, bu kültlerin Baba İlyas'a mal edil­mesine yardımcı oldu. Öyle ki, XVI. yüzyılda tekkede misafir kalan Avrupalı seyyahlar Baba İlyas'ın kim olduğunu öğrendikleri zaman şaşırıp kalmışlar­dı. Zira anlatılanların yukarıda zikredilen azizlerinkinden farkı yoktu. Bu sebeple Baba İlyas ile bu azizlerin arkadaş olduğunu söylemek zorunda kal­mışlardı.

İşte Hasluck'un "İki taraflı perestişgahlar" dediği pekçok türbe bu anlatı­lan tarzda, yani eski Hristiyan aziz kültlerinin Türk veli kültleriyle birleş­mesinden doğmuştur.[131]

Bu sentez inanç bir de geliştirilen keramet nazariyesi ile zenginleştiril­miştir. [132]

 

VIII. Keramet

 

Keramet, yüce Allah'ın muvahhid ve muttaki olan mü'min kullarına "Din uğrundaki çabalarından dolayı" yaptığı ikramıdır. Geçmiş peygamberlerin ümmetleri zamanında olduğu gibi, Hz. Peygamberin ümmetinde de meyda­na gelmiştir. Kur'an-ı Kerim bunu bize ifade etmektedir.

"Din uğrundaki çabalarından dolayı" kaydını koyduk. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in bize anlattığı ve tarihin naklettiği bu kabilden olan bütün olaylarda bunu görüyoruz. Ashabı Kehf, Hz. Musa'nın annesi, Hz. Meryem ve diğer olaylarda durum bu şekilde olduğu gibi, Hz. Muhamnıed'in hayatında mey­dana gelen savaşlarda Yüce Allah'ın gökten askerler ve kuvvetlerle İslam ordusunu desteklemesi de bu şekildedir. Ashab-ı Kiram'ın kimileri için mey­dana gelen bazı olaylarda olsun, mağarada mahsur kalıp Allah'a dua ederek kurtulanların olayında olsun, keramet olaylarının tümünde "Din uğrundaki çaba"nm esas olduğunu görüyoruz. Yani bütün bu durumlarda müminler din uğrunda zorluk ve imkansızlıklarla karşı karşıya gelmiş, Yüce Allah da onlara ikramda bulunmuş ve sıkıntılardan kurtarmıştır. Yüce Allah bu Ölçü­yü Kur'an-ı Kerim'de açık bir şekilde belirtmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Bizim uğrumuzda cihad edenlere elbette yollarımızı göstereceğiz. Şüphe yok ki,

Allah iyi davrananlarla beraberdik[133]

"Mü'minlere yardım etmek bizim üzerimize bir haktır. [134] "Şüphesiz ki Allah'a göre sizin en kerim (keramet sahibi) olanınız, en çok takva sahibi olanınızdır. [135]Hz. Musa'nın annesinin Hz. Musa'dan dolayı ve Firavun'un tağutluğu karşısında, Hz. Meryem'in de Hz. İsa'dan dolayı toplumun karşısında, As­hab-ı Kehfin kafir yönetimin baskı ve zulmü karşısında ve Bedir, Hendek, Huneyn gibi savaşlarda mü'minlerin nasıl çok zor durumlarda kaldıkları bi­linmektedir. Geçmiş peygamberlerin ümmetlerinden olsun, Ashab-ı Ki­ram'ın hayatında olsun, nakledilen bütün keramet olaylarında bu espiri mevcuttur.

Allah yolunda bir cihadı, din uğrunda bir çabası bulunmadığı halde, bir­takım insanlara da yüce Allah'ın ikramda bulunduğu ve o kişilerin keramet sahibi olduklarını söylemek veya kabul etmek mümkün değildir.

Belirttiğimiz gibi, bir insana Allah'ın böyle bir ikramının olması için o ki­şinin muvahhid ve muttaki olması ve Allah yolunda çaba içinde bulunması gerekir. [136] Tevhid'e, takvaya ve Allah dini yolunda çabaya aykırı düşen niteliflere sahip, mesela herhangi bir kişiye uluhiyetin şu veya bu nitelikleri­ni tanıyan, istiğase ve rabıta gibi yollarla Allah'a olan iman ve tevhidi bo­yan, hulul ve ittihad, vahdet-i vücut gibi inançları benimseyen, akaid ve amelde dinin teşri ve tasvip etmediği birtakım bid'atlar taşıyan kimselere Yüce Allah'ın böyle bir ikramının olacağını düşünmek yanhş olur. Çünkü bu nevi insanlar İslam'ın istediği şekilde ne muvahhid, ne de muttakidirler. Aksine, inançları bozuk ve bidat sahibi kişilerdir. Bu nevi insanların Al­lah'ın dini uğrunda çaba gösterdikleri ve bundan dolayı sıkıntıya düştükleri de yoktur. Onun için tasavvufçuların inanç ve yaşayışları bu kitapta gözler Önüne serilen meşhurları için bu nevi şeyleri iddia etmesi ve keramet fabri­kası gibi onlardan sürekli keramet nakletmesine itibar etmek mümkün de­ğildir.[137]

Veli kavramında olduğu gibi, keramet kavramında da çok geçmeden de­ğişme ve sapma meydana gelmiştir. Önceleri insanların dilinde ve günde­minde olan bir konu değilken, kişinin iman ve takvasının delili olup olmadığı konusunda bir ölçü olarak değerlendirilmezken, zamanla birtakım çevre­lerin gündemine girmiş, iman ve takvanın alamet-i farikası sayılmış, sis-temleştirilmiş ve bir nazariye haline getirilmiştir. Şartları, hükümleri ve çe­şitleri belirtilerek ve tasnifi yapılarak kitaplara dercedilmiş ve birtakım in­sanların sermayesi haline gelmiştir.

Bu durum "Acem" dediğimiz milletlerin İslam'a girmesiyle revaç bulmuş ve alabildiğine yayılmıştır. Bunda yabancı inanç ve kültürlerin çok büyük rolü olduğu bir gerçektir. Yine buna bir Örnek olarak Türklerde keramet ola­yı ve evliya menkıbelerini misal vermek istiyoruz. İslamdışı inanç ve kültür­lerin bu konuda ne kadar etkili olduğu ve keramet olayını yabancı bir boya ile boyayıp menkıbeler serisi haline nasıl getirdiği bu alanda yapılan çalış­malarda görebiliriz.[138]

Yukarda belirttiğimiz gibi, keramet nazariyesi sonraki dönemlerde oluş­turulan bir konudur ve ilk neslin gündemine bir nazariye olarak girmediği gibi, kişinin iman ve ermişliğinin delili olarak da sözkonusu olmamıştır. Bu konunun bir nazariye ve delil haline gelmesi, tasavvufun sistemleşmesinden sonra olmuştur. Bu alanda tasavvufçular akla hayale gelmeyen şeyler söyle­miş ve bunu ermişliğin alameti, yani tasavvufçuların kutsallığının delili saymışlardır. Bunlar ölüleri diriltmek, onlarla konuşmak, yok olan bir şeyi var etmek, havada uçmak, su üzerinde yürümekten tutun da çıplaklık ve fu-huşa kadar akla gelebilecek bütün şeyleri keramet kapsamında saymışlar­dır. Vereceğimiz bazı Örneklerde bu durum açıkça görülecektir.

Abdurrauf el-Münavî, el-Kevakibu'd-Dürriyye kitabında tasavvufçuların üç türlü kerameti olduğunu söyledikten sonra Ölüleri diriltme kerametlerini şöyle anlatır:

"Kerametlerin en üstünü budur. Buna örnek olarak şu kerametleri gösterebiliriz: E-bu Ubeydillah el-Yusrî savaşa gitmiş, ama yanındaki biniti ölmüş, o da Allah'tan di­riltmesini İstemiştir. Hayvan hemen kulaklarını sallayarak kalkmıştır.

Yine Muarric ed-Demamînî'ye getirilen kızartılmış piliçlere ed-Demamini "Allah'ın izniyle uç" demiş, onlar da uçmuşlardır. el-Keylani de yediği tavuğun kemiğini eline almtş ve "Allah'ın izniyle kalk" demiş, tavuk kalkmıştır.

Ebu Yusuf ed-Dehmani'nin bir oğlu ölmüş, ed-Dehmani çok üzülmüş ve çocuğa "Allah'ın izniyle kalk" demiş, o da kalkmış ve uzun zaman yaşamıştır.

Yine damdan bir çocuk düşmüş ve ölmüş. ed-Dehmani hemen Allah'a dua etmiş, Çocuk diritmiştir.[139]

Hasan Rıdvan da bunları manzum olarak şöyle dile getiriyor: "Allah bir celisine kudretle tecelli ederse, o veli güzel olur. Eşyayı gaybi müşahade ile ıvucunda ve kendi kudretiyle müşahade eder. Ancak görünen alemde bunun eserleri onun eliyle zahir olur. Himmet sahiplerinin ayaklarıyla su üs-jtünde, bulutlar veya hava üzerinde yürümeleri, tayyi zaman veya tayyi me­tan etmeleri, toprağı ekmek yapmaları gibi olağanüstü durumlar onların ıhvalindendir. [140]

el-Kelabazi de şeyhlerin bu durumlarını şöyle anlatır: "Su üzerinde yürü-ıek, hayvanlarla konuşmak, tayyi mekan yapmak ve bir şeyi olduğu yerdeı. aşka yerde göstermek gibi evliyanın kerametlerini kabul etmede icma olmuştur. [141]

Görüyorsunuz, Yüce Allah'ın Hz. İsa'ya verdiği mucizelerin aynısı. Yahut ıarabeye dönmüş kasabaya uğradıktan sonra ölen ve Allah tarafından yüz sene sonra diriltilen insanın diriltilişi gibi birşey!.

Tasavvufçuların kalbinin Allah'ın Arş'ından daha geniş olduğunu söylü-ror el-Bistami; "Arş ve ihtiva ettiklerinin milyon katı, arifin kalbinin bir kö­şesine konsa, farkına bile varmaz. Hususi (özel) kulun kalbi, Allah'ın evidir, ıazargahıdır, ilimlerin kaynağıdır, sırların barınağıdır, meleklerin konağı-lır, nurlarının hazinesidir, ziyaret edilen kabesi ve vakfe yapılan Arafa-fcı'dır. [142]

Melekut aleminin tasavvufçu Abdulaziz ed-Debbağ'm karnında oldu[143] es-Sulemi'nin Hz. Davud ve Hızır'ın İbrahim İbn Edhem'le görüştük­lerini, onunla konuşup beraber yediklerim, kendisine Allah'ın İsmi A1 zammı

Öğrettiklerini361 tasavvuf kitaplarında okuyabilirsiniz.

Tasavvufçularm kendilerini herşeye gücü yeten kişiler ve peygamberlere verilen mucizelerin varisleri olarak gördüklerini, hayatın ve kulların bütün işlerinde bu tasarruf gücüne sahip olduklarını kendi ifadeleriyle iddia eder­ler.

eş-Şarani anlatıyor: "Şeyhim, efendimiz Ahmed el-Bedevi'nin huzurunda Kubbe'de benden söz aldı ve kendi eliyle beni ona teslim etti, Mübarek eli kabirden çıktı ve ellerimi tuttu. Efendimiz eş-Şinnavi şöyle dedi: Bunu kolla ve gözden uzak tutma. Efendimiz Ahmed el-Bedevi'nin kabirden "Evet" de­diğini işittim. Bekar olan eşimin yatağına girdiğim zaman onunla birleşme­den beş ay bekledim. el-Bedevi geldi, beni aldı, eşim de yanımda idi. Kubbe­sinin üzerinde bir yatak serdi. Bana helva pişirdi, ölüleri ve dirileri çağırdı ve bana şöyle dedi: "Hadi burada eşinin bekaretini gider (onunla zifafa gir)" Bekaretini o gün giderdim. Mevlid için huzurumdan ayrıldı. Orada veliler­den biri vardı. O gün el-Bedevinin kabirden Örtüyü kaldırdığını ve "Abdul-vahhab gecikti, gelmedi" dediğini söyledi. "Ondan sonra el-Bedevi'nin Arap ve Acemleri davet edip mevlidine getirdiğini, genç ve yaşlı birçok kişinin ke-fenleriyle sürünerek mevlide geldiklerini eş-Şarani'ye gösterdiğini iddia et­mektedir. [144]

el-Harîsî hakkında da şöyle demektedir: "Bir ihtiyaç için ona yöneldim. O zaman Mısır'da Umm-u Huvend medresesinin damında bulunuyordum; Kabrinden çıkıp Dimyat'tan yürümeye başladığını gördüm. Aramızda beş arşın kalacak kadar bana yaklaştı. Sabret, dedi ve kayboldu. [145]

Gördüğünüz gibi eş-Şarani, şeyhi el-Bedevi'nin kemikleri çürümüş ve toprağa karışmış olmasına rağmen diri olduğunu, yemek pişirip yıkandığını, diri ve Ölüleri mevlidine davet ettiğini tasavvur ediyor. Yine el-Harisi'yi ak­lına getirir getirmez şeyhin kabirden kalkıp Dimyat'tan Kahire ye kadar ko­şarak geldiğini söylüyor.

eş-Şarani'nin şeyhlerinden Şemseddin Hanefi hakkında söylediklerinden bazılarım da görelim;

"Çok çeşitli hallere geçerdi. Bazan olurdu ki vücudu büyür, halvethanesini doldu­rurdu. Sonra azar azar küçülür, eski halini bulurdu. Halk, onun bu durumunu öğre­nince görmek istedi. Halvethanenin dışa bakan penceresi önüne yığıldı. Bu halinin görülmesini arzu etmediği için sonraları o pencereyi kapattı.

Aynı zamanda çok celalli bir zattı. Hışmına uğrayanın bir daha kurtuluşu imkansız olurdu. Parçalardı. Her parçası bir yanda kalırdı. Öyle ki, bir daha derlenip toplan­ması mümkün olmazdı.[146]

"Daha sonra başından geçen olayı anlattı. Yolda hırsıza yakalandım. Beni yere yıktı. Kesmeye hazırlandığı sırada, içimden "Medeti ey efendim Muhammed hane-fi!" dedim. Bunu der demez, bu takunya teki onun bağrına indi ve hırsız bayılıp devrildi. Böylece, Allahu teala bereketinle beni ondan kurtardı. [147] "Hanefi hazretleri cin taifesine İmamı Azam Ebu Hanİfe'nİn mezhebini okutur, öğre­tirdi.

Bir gün, bir başka işi vardı. Oniarla meşgul olamadı, kayın pederi Ömer'i yolladı. Hanefi hazretlerini evinde, cin taifesinin dersini o gün o okuttu. O ders verdiğim sırada cin taifesinden bir kadın bana evlenme teklifinde bulundu. Hanefi hazretlerine danıştım. Bana şöyle dedi:Bu, mezhebimizde caiz değildir. [148] "Şeyh Şemseddin İbn Kuteyie anlatıyor;Hanefi hazretlerinin küçük kızı, yüksek bit yerden düştü. O anda, bir şahıs zuhura geldi ve çocuğu yere düşmeden yakaladı. Kendisine sordu; Sen kimsin? Nesin? Şöyle anlattı;

Cin taifesine mensubum ve şeyh Hanefi hazretlerinin müridlerindenim. Yedinci gö­beğe kadar çocuklarına bir zarar getirtmemek üzere bizden söz aldı. Biz onun ah­dine aykırı hareket edemeyiz. [149]

Şimdi Allah için söyleyiniz. Bu saçmalıkların İslam'la yahut akıl ve man­tıkla bir ilişkisi var mıdır? İşte Hz. Fatıma! Kabrinde defnedilen babasının mübarek yüzüne toprakların atılmasına yüreği yanarak "Rasulullah'ın yü­züne nasıl toprak atabiliyorsunuz?" diyor. Hz. Enes onun acılarını dindire­cek ve yüreğine su serpecek hak ile cevap veriyor ve şöyle diyor: "Böyle «;m-rolunmasaydık, yapmazdık."

Acaba Rasulullah neden ilk veziri Hz. Ebubekir ile kızı Hz. Fatıma ara­sındaki anlaşmazlıkta mezarından çıkıp hakemlik yapmamıştır? Neden Hz. Aişe'nin Cemel gününe çıkmasını veya olaylara katılmasını engellememiş­tir? Neden düzenlenen komplo ile öldürülen Hz. Ömer'i önceden uyarmamıştır? Neden hançerini iman dolu Hz. Ömer'in göğsüne saplamaktan mecusiyj ahkoymamiştır.[150] Neden Zinnureyn Hz, Osman'ı öldürenlerden ve Hz. Al­i'yi zalimlerin hançerinden korumamıştır? Rasulullah yoksa tasavvufçulann şeyhleri kadar büyük değil miydi? Yoksa Rasulullah canciğer ashabını ve yakınlarını tasavvuf şeyhlerinin kötülükleri sevdiği kadar sevmiyor muydu? İşte gözünün nuru Hz. Hüseyin! Düşmanları, yüce bir umudu karanlık bir ümitsizliğin kuşatması gibi onu kuşatıyorlar. Henüz açılan bir çiçek gibi olan yavrusunun susuzluğunu gidermek için ellerini kaldırıp düşmandan bir avuç su istiyor, buna karşılık yavrunun yüreğine saplanan bir oktan baş­ka karşılık görmüyor. Acaba neden Rasulullah selsebilden bir sürahiyi Hz. Hüseyin'e ve küçük yavruya uzatmıyor?

Tasavvufçular keramet menkibeleriyle cahil halkı avuçları içine almakta ve uyutmaktadır. Halbuki anlattıklarının İslam'la ve gerçeklerle bir ilgisi yoktur. [151] Eleştiren veya bu şeylerin hem din, hem akılla bir ilgisinin olma­dığını söyleyen insanları da çarpar, zarar verir, çoluk çocuk felakete uğrar­sınız, gibi tehditlerle korkutarak insanların gözünü yıldırırlar. Halbuki bu masallarına İslamı bilmeyen cahillerden başkası da inanmaz.

Merak ediyoruz, anlatıldığı gibi bu insanların güçleri varsa neden dün­yanın birçok bölgesinde kafirlerin ve zalimlerin baskıları altında inim inim inleyen milyonlarca müslümanm, hatta müslüman olmayan mazlumların imdadına koşmuyor ve zalim tağutları yerlebir etmiyorlar? Neden hep müs-lümanları çarpacakları anlatılıyor da Filistin, Keşmir, Bosna, Doğu Türkis­tan ve adı İslam ülkesi olan birçok bölgede müslümanlara reva görülen zu­lüm ve baskı yapanları çarpmıyor veya hizaya getirmiyorlar? Neden cahiliy-ye düzenlerini tasvip etmedikleri için zindanlarda işkence altında ömür tü­keten mücahit müslümanlari kurtarmak için harekete geçmiyorlar? Yoksa bu insanlar müslümanların hasmı ve Allah düşmanlarının dostu mudurlar? Şeytanların dostu birtakım gözbağcı kişilerin halkın toplu olduğu yerler­de ve televizyon ekranlarında gösteriler yaparak vücutlarını kızgın şişlerle dağlamaları, kor halindeki demir levhaları dilleriyle yalamaları, vücutlarını bıçaklar ve kesici aletlerle doğramaları gibi şeylerin canbazhk ve şarlatan­lıkların İslam'la ve kerametle hiçbir ilgisi yoktur. [152]

 

IX. Rabıta

 

"Rabıta" Arapça "rabt" kökünden türemiş bir kelimedir. Sözlükte birleş­tirmek, bitiştirmek, iliştirmek ve bağlamak anlamına gelmeketdir.

Tasavvuf kitaplarında rabıta şöyle tanımlanır; "Şuhud ve ıyan makamı­na ulaşmış kamil bir şeyhe kalbi bağlamaktan ibarettir. Çünkü kamil şeyh oluk gibi olup rabıta eden müridin kalbine ondan feyiz akar.[153]

"İlahi ve zatî sıfatlarla muttasıf, müşahade mertebesine ermiş kamil bir şeyhe kalbi bağlayıp huzur ve gıyabında o şeyhin sureti, sireti ve özellikle ruhaniyetini havalen kendisi ile birlikte farzederek, yanında iken takındığı tavn gıyaben de sürdürmeye çalışmak demektir. [154]

"Salikin kamil bir şeyhe kalbini bağlayıp, huzurunda ve gıyabında o şey­hin sureti, sireti ve bilhassa ruhaniyetini hayalinde kendi ile birlikte muha­faza ederek, yanında bulunduğu zamanki edebe bürünmesi demektir. [155]

Rabıtanın fazileti de şöyle anlatılmaktadır:"Rabıta, bir bakıma müridin, cismen beraber olmadıkları anlarda da ruhen mürşidin huzurunda olmasını ve böylece mürşidin manevi otoritesinin devamlılığını temin eden bir vasıta durumundadır. Bilhassa müptedi saliklerde rabıtanın önemli bir otokontrol vazifesi gördüğü ve bu yönü ile çok faydalı olduğu kabul edilmiştir. Mürid şeyhine rabıta etmekle onun vasıtasıyla Rasulullah'a, onun vasıtasıyla da Hak Teala'ya rabıta etmiş olmaktadır. [156]

Şeyhin vasıtasıyla Rasulullah'a, onun da vasıtasıyla Allah'a rabıta yap­mak. Acaba Yüce Allah'ın karşı çıktığı ve şirk olduğunu belirttiği aracılarla ibadet etme şekli bundan başka bir şey midir?! İnsanların her zaman Yüce Allah'ın gözetim ve denetimi altında oldukları bilinciyle yaşamaları gerekti­ğini söyleyecekleri yerde, şeyhlerin gözetim ve denetimi altında yaşadıkları­nı söylemek acaba İslam'a ne kadar uygundur? Yüce Allah "Nerede olursa­nız O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür[157] buyururken, onun ye­rine her an şeyhlerin ruhaniyetleriyle beraber olmağa çalışmak İslam mı­dır? Müslümanlara dinin özünü ve hakikatini öğrettiğini iddia eden Profesö­rün rabıtaya bakışı budur.

Yüce Allah, kendileriyle Allah arasına aracılar koyarak ibadet eden müşriklerin inancını şöyle anlatmaktadır:" Dikkat edin, halis din Allah'ındır Onu bırakıp putlardan dostlar edinenler "Bizi Allah'a yaklaştırmaları jçin onlara ibadet ediyoruz"derler. Şüphesiz ayrılığa düştükleri şeylerde Allah aralarında hüküm verecektir.[158]

Klasik tasavvuf kitaplarında rabıta diye bir konu yoktur. Daha sonraki sofuların uydurduğu veya başka din ve inançlardan aldığı rabıtanın tanımı özetle budur.

Tasavvufa bağlı olduğu halde onun kimi bidatlanndan uzak durmağa çalışan birtakım kişilerin rabıtaya kendi anlayışlarına göre anlam vermeğe çalışmaları tutarlı değildir, Çünkü tasavvuf literatüründe rabıta olsun, baş­ka bir terim olsun, ne anlama geldiği ve nasıl uygulandığı bellidir. Tasav­vufta rabıta denildiği zaman da bu şekil akla gelmekte ve bilinen uygulama anlaşılmaktadır. Onun için rabıtayı "İyi bir alimi örnek almak" şeklindeki açıklamalar sahiplerinin iyi niyetini ortaya koyabilir, ama rabıtanın ne ol­duğunu ve nasıl yapıldığını göstermez. Bu bakımdan terimleri kişisel anla­yışlarımıza göre yorumlayarak birtakım yanlışları temize çıkarmaya çalış­mak kurtuluş yolu değildir.

Rabıtanın din açısından durumu ve kaynağına geçmeden önce her iki ta­nımda kullanılan "Şuhud ve ıyan makamına ulaşma" ile "İlahi ve zati sıfat­larla muttasıf, müşahade mertebesine ermiş "ifadelerine dikkati çekmek is­tiyoruz.

Şuhud ve ıyan makamı, Allah'ı müşahade etme ve görme makamıdır. Bu tarifi yapanlar her ne kadar Allah'ın zihinde canlandırılması ve görülmesi mümkün olmadığından onu hatırlatacak ve temsil edecek somut bir şeyhe rabıta yapmak gerektiğini belirtiyorsa da[159] şuhud ve ıyan ya kalb gözü ile yahut görmeyi sağlayan maddi gözle olur. Kalb gözü ile olsun, maddi gözle olsun Allah'ı görmek, yani müşahade etmek mümkün olmadığına göre, aca­ba bu niteliklerle tarif edilen, şeyh kişinin bizzat tanrı olduğu anlatılmıyor mu!?

Yine "İlahi ve zati sıfatlarla muttasıf ifadeleri acaba şeyhin zat olarak Allah'ın sıfatlarına sahip olduğunu, kısaca Allah'ın kendisi olduğunu belirt­miyor mu? Allah'ın ilahi ve zati sıfatlarına sahip bir insanın Allah olması için acaba başka hangi sıfatlara sahip olması gerekmektedir? Allah'ın kulu ve rasulü olarak kendini niteleyen Hz. Peygamber, acaba hangi gün kendini veya bir başkasını Allah'ın ilahi ve zati sıfatlarıyla muttasıf (sahip) diye ni­telemiştir? Allah'ın ilahi ve zati sıfatlarıyla muttasıf bir varlığın bizzat Allah olacağını anlamayacak acaba yer yüzünde kaç tane ahmak ve geri zekalı insan bulunur? Rabıta bidati ile Yüce Allah'ın ilahi ve zati nitelikleri insan olan şeyh kişilere verilince, nereye varacağı bile düşünülmeyen İslam dışı bu tür sapıklıklara yol ardına kadar açılmış olmaz mı?

Belirtildiği gibi rabıta konusu rabıtacı sufilerin anladığı ve kullandığı anlamda klasik tasavvuf kitaplarında da yer almamaktadır. Rabıtayı savu­nan ve dinden yahut alimlerin sözlerinden delillendirmeye çalışanlar da nasları yahut alimlerin sözlerini batini yolla ve bilgisizce tevil ve tahrif ede­rek temeliendirmeye çalışmaktadırlar.[160] Bu da tek başına rabıta uygula­malarının İslamla bir ilgisinin olmadığını açıklamak için yeterlidir.

İlginçtir ki rabıta kelimesini hayatında hiç duymamış milyonlarca müs-lüman vardır. Mistik akımlarda belli bir kesimin aşırı bağlıları tarafından rabıta lehinde yapılan yoğun propagandalara rağmen, İslam kimliğini için­de hazmedebilmiş milyonlarca insan bu kavram hakkında hemen hiçbir bil­giye sahip değildir.

"Rabıta", rabıtacılara göre şeyh-mürid ilişkisinin önemli bir halkasını oluşturur ve onun belli zamanlarda belli uygulanış şekilleri vardır, Fakat zikrin şekli nasıl ki bir şeyhten diğerine değişmekte ise, rabıta da her şey­hin müridlerine yaptığı telkin ve tarife göre değişik olmaktadır. Genelde "Hatm-i Hâcegan" adı altında uygulanan zikir merasimi sırasında halka şeklinde oturmuş bulunan müridler, şeyhin ya da onun adına zikri idare e-den vekilinin bir işareti üzerine "rabıta" yaparlar, mürid, hatm-i hacegan sı­rasında "râbıta-i şerife" komutu verilmesi üzerine gözleri kapalı vaziyette, bütün dikkatini şeyhinin cismani varlığı üzerine toplamağa, onun suretini gözlerinin önüne getirerek hayalinde şeyhinin nur deryası olduğuna inandı­ğı kalbinden kendi kalbine bu nurların aktığını canlandırmaya çalışır.

Tarikat mensuplarının rabıta hakkında çeşitli tanım ve izahları vardır. Bu konuda çok şey yazıp çizmişler, meşruluğunun da ötesinde onun şiddetle lüzumunu ispat etmek, hatta rabıtanın bir İslam öğretisi olduğunu kanıtla­mak için olağanüstü çaba sarfetmişlerdir. Buna rağmen, yaptıkları tarifler hem net değildir, hem de birbirinden çok farklıdır. Tarihte "rabıta" ile ilgile­nenler genellikle Nakşiler olmuştur.

Nakşibendi tarikatını Hindistan'dan getirerek Ortadoğuda yaymayı ba­şaran ve müridleri arasında Mevlana Halid Zülcenahayn unvanı ile şöhret yapan Halid Bağdadi rabıta bidatinin baş mimarı sayılır. Onu izleyenler de bu bidati birbirlerinden devralmışlardır. İzleyenlerin halkalarından biri de Şeyh Abdulhakim Arvasidir. Onun da rabıta ile ilgili birtakım tarif ve açık­lamaları bulunmaktadır. Bir tarifinde şöyle delmektedir:

"Salik tarafından kamil ve mükemmel sıfatlarına layık şeyhin suretini karşısında tasavvur edip hayal yolu ile iki kaşı arasına bakmak ve suretteki ruhaniyete yönelmektir.[161]

Halbuki namaza dururken şeyh veya bir başka şeye değil, Allah'a yönel­diğimizi şu ayeti okuyarak başlıyoruz: "Şüphesiz ben yüzümü gökleri ve yeri yaratana, hanif ve müslüman olarak çevirdim. Ben müşriklerden deği­lim. [162] "Deki, namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, alemlerin Rabbi Allah içindir. Onun hiçbir ortağı yoktur. Bana bu emredildi ve ben müslümanların ilkiyim[163]

Şeyhlere yapılan rabıta yetmiyormuş gibi, mezarlara da rabıta yapılaca­ğını Abdulhakim Arvasi telkin etmekte ve bunun edeplerini sıralamakta­dır. [164]

Muhammed Emin el-Kürdi el-Erbili "Ö.1331 h.) de Tenvirul-Kuluh adlı eserinin tasavvuf bölümünde rabıta ile ilgili olarak şöyle demektedir:

"Zikrin dokuzuncu keyfiyeti mürşide rabıta yapmaktır. Bu da müridin kalbim şeyhin kalbine karşı bulundurması, gıyabında bile olsa, şeklini ha­yalinde canlandırması, şeyhin nur okyanusundan akan feyzin onun oluk va­zifesi gören kalbinden-rabıta yapan-müridin kalbine aktığını içinden tasav­vur etmesi ve ondan bereket dilemesiyle olur.Çünkü müridin Allah'a ulaşa­bilmesi için vasıtası odur. [165]

Tenviru'l-Kulub'un en bariz özelliği, çok sade ve anlaşılır bir Arapça ile vazılmış olmasıdır. Dolayısıyla gayet açık bir dille ve herhangi bir yoruma mahal bırakmadan rabıtayı net bir şekilde ortaya koymaktadır. el-Kurdi'nin meseleyi bu kadar berrak bir tablo içinde sunduğu Tenviru'l-Kulub adlı eser ise, konumuz açısından çok önemli bir belge oluşturmaktadır.

Rabıtacıların bu inançlarına Kur'andan dayanak bulma çabalarına gelin-ceHemen belirtelim ki bütün çabaları boşunadır. Çünkü Kur'an bu tür inançları açık bir şekilde red etmekte ve filolojik olarak da açık kapı bırak­mamaktadır. Şöyleki;

"Rabıta"yı sırf kelime olarak ele aldığımız zaman, bu kelimenin türevle­rinin Kur'an'ı kerimde beş ayrı yerde geçtiğini görürüz. Buna rağmen bu kullanışların hiçbiri "rabıta" kelimesinin ne veznindedir, ne de tarikatta kurumlaştırıldığı ıstılahı manaya gelmektedir. Bu kökten Kur'anda geçen la­fızlar şöyledir:

"Rabatna", Kehf,14; Kasas,10, "Li yarbita", Enfal.ll "Râbitu", Ali İm-' ran,200, "Rıbât", Enfal,60

Tarikatçıların, filolojik bir ilgi arayışıyla da olsa, bu kelimelerin geçtiği yukarıdaki ayetleri davalarına delil göstermeleri ilginç bir olaydır. Bu keli­melerin içinde bulundukları ayetlerin "rabıta" ile herhangi bir ilgisi bulun­mamaktadır.

Ancak onlar Maide suresinin 35. Ayetteki "Onun(Allah'ın) hoşnutluğunu aramak için vesile arayınız" ve Tevbe suresi 119. Ayetteki "Doğrularla bera­ber olun" ifadelerini kendi iddiaları doğrultusunda yorumlamaya kalktılar. İlk dönemlerde yazılan Sünni, Şii, Mutezili tefsirlerin hiçbirinde rabıtacıla­rın yorumuna kapı açacak herhangi bir yorum yer almamıştır. Rasulul-lah'dan nakledilen hiçbir hadiste de rabıta tanımı ve rabıta telkini yoktur. Rabıta konusunu Nakşi şeyhliği yapmış ve tarikat adabını yakinen bilen yetkin bir araştırmacının değerlendirmesini aktararak tamamlayalım: "Rabıtanın kaynağına gelince; Birçok tarikat kuralları gibi rabıtanın mayasını Patankalizm'den ve Sanka-ra Feisefesi'nden aldığı hakkında çağımız ilim adamlarının artık hiçbir tereddüdü kalmamıştır. Çünkü gerek Budizmin Arhant kültüne bağlı birçok kavram ve disiplin pratiklerinin, gerekse başka dinlere ait kalıntıların çeşitli sebep ve amaçlarla tarih boyunca islam'a bulaştırıldığı-özellikle son zamanlarda yapılan derin ve güvenilir araştırmalar sonucu- artık kesinlik kazanmış bulunmaktadır. Buna rağmen, hala büyük kalabalıkların, nasıl olup da Nakşibendi tarikatına rağbet gösteriyor olduklarını (bu insanların, gerek eğitim düzeylerine, gerekse onları daha çok psikolojik açıdan yönlendiren arka plandaki faktörlere, güç ve odaklara bakıldığında bunun) yukarıdaki gerçeği doğrulayan ayrı bir kanıt olduğu hemen anlaşılır.

Çünkü zaten vaktiyle Budizm, Şamanizm, Zerdüşt, Mani ve Mazdek dinlerininran, Hindistan ve Türkistan'daki müslümanlar üzerinde etkili olması yine aynı ne­denlere dayanmaktadır. Yani İslam devletinin Kur'an'ın öngördüğü eğitimden uzak cahil topluluklar, alimlerden daha fazla muhit yapmış bilgisiz bazı ruhanilerin peşin­den sürüklendikleri için yüzyıllar önce bu sorunlar başlamış ve ağır birikimler halin­de günümüze kadar sarkmışlardır.

İşte bu sorunlardan biri de rabıta adı altında İslam'a uyarlanmaya çalışılan Patan-kafi meditasyonudur. Bu meditasyon sistemi Özellikle Budha'ya benzer bir tarzda yaşayan Hintli ruhanilerden Habibullah Mazhar (1699-1781)ın yaşam tarzında ıs­rarlı bir süreklilik göstermiş ve onun (öğrencisinin öğrencisi olan) Halid Bağdadi (1778-1826) ta rafından-günü m üz Nakşibendiliğinde uygulanan şekiiyle-belirgin ku­rallar üzerine oturtulmuştur.

Eğer "rabıta özel bir saygı sembolize etmektir, yani irşad makamında bulunan bilge kişiye karşı gösterilmesi gereken bir jest şeklidir, çünkü mürid, şeyhinin İlminden yararlanmak istemektedir, rabıta da onun şeyhine karşı uymak durumunda olduğu bir disiplin kuralıdır, bunun yadırganacak neresi vardır?" diye savunulacak olursa, hemen ifade etmek gerekir ki esasen tüm cahili sızıntıların arkasında çok zaman bu türlü masum savunmalar vardır. Halbuki rabıtanın, şeyh ile mürid arasında bu­lunması gereken sıradan bir hoca-öğrenci ilişkisi olmadığı nakşı kaynaklarından açıkça anlaşılmaktadır.

Üstelik rabıta ile hint kaynaklı meditasyon sistemleri arasında bir karşılaştırma ya­pılacak olursa, aralarındaki inanılmaz benzerlikleri ve ortak noktaları rahatça tesbit etmek mümkündür. Bu ortak noktaların başlıcaları şunlardır:

a- Vecd halini yaşamak, (Yani gizli ve içsel bir coşku ile mistik bir hazza ulaş-mak)için hareketsiz durmak.

b-Zihni belli bir nokta üzerinde yoğunlaştırmak ve bu nokta dışındaki tüm fizîk izle­me ve izlenimlerden sıyrılmaya çalışmak. '  c- Solunumu kontrol altına almak. d- Belli şekillerde oturmak.

Evet, işte bunlar rabıta ile Patankali yogasının ortak yanları, aynı zamanda temel kurallarıdır. Üstelik rabıta olsun, meditasyon olsun, her ikisi de Hindistan neşvesi-ne sahiptir. Rabıtanın arka plandaki portresi budur.

Onun için, rabıta ile yoga arasında, hem nasıl olur da tesadüfen bu kadar benzer­likler bir araya gelebilir, hem de rabıta, buna rağmen hangi ilgi ve ilişki ile ilhamını Kur'an-ı Kerim'den(yani Maide suresinin 35. ve Tevbe suresinin 119. ayetlerinden) almış olabilir? Rabıtayı yapanlar ilim divanında bu iki soruya cevap bulmak zorundadırlar. Aksi halde İslamdışı bir uygulamaya sarıima şaibesinin altından çıkamaz­lar.

Şeyhinin cismani (fizik) varlığını zihinde canlandırmak ve bütün dikkati belli bir za­man kesiti İçinde bu varlık üzerinde yoğunlaştırarak özet bir oturuş şekliyle hare­ketsiz durmak. Bunlar rabıtanın temel kurallarıdır.

Peki şeyhe saygıyı bu duvarlarla Örülü bir kalıbın içine yerleştirmeye çalışırken, ra­bıta yapanlar acaba delil olarak, yukarıda sözü edilen iki ayeti kerimeye mi gerçek­ten tutunuyorlar? Eğer cevapları "evet" ise, bu iki ayeti kerimeyi onbeş asırdır rabı­ta yapanların anladığı şekilde anlamayan (başta ashap ve tabiin olmak üzere) üm­metin büyükleri, müfessirve alirnleriyle, onlara inanan yüz milyonlarca müsiümanın kanaat ve inancı yanlış mıdır? Yani bütün bu insanlar rabıtanın şeref ve bereketin­den, feyiz ve sevabından mahrum olarak mı yaşamışlardır? Rabıtanın, kaynağını kitap ve sünnetten aldığını, Hindistan'dan nakşibenditiği bu­ralara kadar taşıyan insanlar mı yalnızca biliyordu? Yani onların dışındaki İslam alimlerinin tümü basiretsiz ve Kur'an gerçeklerini anlamayacak kadar bilgisiz mi idi­ler?

Rabıta yapanlar, sırf rabıta ile ilgili olarak bu ve daha bir düzine soruyu nasıl ve ne­ye dayanarak cevaplayabileceklerdir? Doğrusu, merak etmemek elde değildir. Şurası bir gerçektir ki Nakşibendilerin geleneksel Sünniliği temsil eden ve bu yüz­den de pek ürkütmüyor gibi görünen dış dekorlarına rağmen, bağlı oldukları hint kaynaklı mistik felsefenin, bc'ınilik malzemeleriyle oldukça donatılmış iç cephesin­de rabıta, esaslı bir köşe taşıdır. Çünkü rabıta, şeyhi doğa üstü bir varlık olarak müridin zihnine yerleştirmeyi sağlayan sihirli bir anahtardır. Yoksa sanıldığı şekilde şeyh, herhangi bir din adamı gibi sade bir "efendi hazretleri" değildir. Aksine o, mü­ridin zihninde ve iç dünyasında yerleşmiş öyie yüce, öyle ulvi, öyle güçlü ve hey­betli bir varlıktır ki "rabıta" gerçek anlamda etkisini gösterdikten sonra şeyh, müri­din vicdanında oluşan kesin bir imanla artık İstediği her şeyi yapabiien, Allah adına yer yüzünde karar alabilen ve aldığı kararı uygulama yetkisine sahip bulunan, cen­netle ödüliendirebilen, cehennemle cezalandırabilen, icabında haramı helal, helali de haram yapabilen, yağmur yağdıran, bereketlere sebep olan, ordulara düşman karşısında zaferler kazandıran, öfkelendiği zaman insanları felaket ve musibetlerle perişan edebilen kutsal bir varlıktır.

Kulağa sade gelen, ancak bu mitolojinin lügatinde çok Önemli bir yere sahip bulu­nan "himmet" sözcüğü, İşte bütün bunları özetleyici bir anlam taşır ve rabıtayı ta­mamlar. Yoksa , uzlaşmacı bazı ilahiyatçılar tarafından ileri sürüldüğü gibi, rabıta sade bir aynileşme değildir.

Nitekim nakşibendi tarikatı işte bu sihirli anahtar sayesinde mensuplarını böyle şartlayabildiği içindir ki, müridleri diğer tüm tarikatların mensuplarından çok dan-, esaslı bir disiplin içinde organize olabilmektedirler ve şeyhlerine canfeda bir şekil de bağlıdırlar.

Özellikle şunu vurgulamak gerekir ki, İslam, dünyevi hayat alanları konusunda ve meşru çerçevede her türlü yenilenmeye açıktır. Fakat Allah'a kulluk noktasında öl çüsünü Kuran'dan almayan hiçbir inanış ve ibadet şeklini İslam'a mal etmek müm­kün değildir Nitekim rabıta ve benzeri yabancı kökenli panteist inanış şekillerinin endişe veren yönü, onların Yüce Allah'a, onun istemediği iman ve amel kuralları içinde birer inanış ve uygulama biçimleri olmalarındandır.

Rabıta ile ilgili olarak söylenecek çok söz vardır. Özellikle bazı odakların dürtüleri altında rabıtanın son zamanlarda daha sıkça gündeme getirildiği gözönüne alına­cak olursa, İslamı çok daha içerden deformasyona uğratmak isteyenlerin atakta ol­duğu ihtimali büyüktür. O bakımdan, hem İslam inanç sisteminin disipiiinini koru­mak, hem de kişilerin münferid hükümleri şeklinde ortaya çıkan polemiklerle müs-lümanlar arasında doğabilecek huzursuzlukları Önlemek için her şeyden Önce bu konunun İslam alimleri tarafından ortak bir çalışma ile ele alınarak kesin bir şekilde sonuca bağlanmasının gerekliliğine inanıyoruz. Çekici ve büyüleyici malzemeleri bakımından zengin olan ve özellikle Anadoluda son yüzelli yı4dır yerleşip tutunmuş bulunan mistik bir hareketin "Drahma"larla Kur'an'ın değerlerini yozlaştırmada veya onları batıl dinlerin kavramlarıyla sentezlemede daha etkin rol oynaması karşısın­da gerekli duyarlılığın gösterilmesi kaçınılmaz bir ödevdir. Aksi halde Kur'an'ın fe­yizli ve nurlu yolları yüzümüze kapanabilir!"[166]

Rabıta ve benzeri batıl görüşler, ister birinin kendi öz düşüncesinden doğmuş olsun, ister başka bir dinden taklit yolu ile alınıp İslam'a bulaştırıl­mış olsun, büyük ihtimalle her şeyden önce bilgisizliğin bir sonucudur. Ko­nunun çemberi çok geniştir. Ancak bu çemberin içinde dolaşırken Allah'a ve peygambere layık olmayan şeylerin mal edilmemesi, Allah'ın bütün noksan sıfatlardan tenzih edilmesi, kemal sıfatlarıyla nitelenmesi, tevhidine gölge düşürülmemesi, Hz. Peygamberin de onun kulu ve elçisi olarak öğrettiği bi­çimde istendiği kadar övülmesi, ona saygı ve sevgi gösterilmesi yegane ölçü olmalıdır. Yapılan bu işe bir kişi "rabıta" ismini yakıştırmakta ısrar ediyor­sa, bu adı mutlaka İslam'ın değerleri arasında görmek istiyorsa ve hele şey­hin şeklini sürekli canlandırmaya "rabıta" deyip İslamla herhangi bir suret­te irtibatlandırmaya çalışıyorsa, bunun bir sebebi vardır ve bu da kesinlikle yukarıda sayılan faktörlerden biri yada bir kaçı olmalıdır. Eğer yıkıcı bir niyet yoksa, bu faktörlerin birincisi cehalettir, İslamın hakikatlarım bilme­mektir veya henüz kavramamaktır.[167]

 

X. Şeyh-Mürid Sistemi Ve Şeyhlerin İnsanüstü Konumları

 

Bilindiği gibi, tarikat olayı ve şeyh-mürid sistemi İslam'ın ilk döneminde mevcut değildir. Bu sistemin daha sonra ve bilhassa Acem milletlerin İs­lam'a girmesinden sonra ortaya çıktığı bir gerçektir. Hatta şeyh-mürid sis­teminin özgür bir karaktere sahip Arap insanın mizacına aykırı olduğu ve Özellikle bedevilerin kayıt ve zapt altında yaşamaya gelmedikleri bilinen bir olaydır. Bu bakımdan başlangıçta zühd şeklinde kendini gösteren tasavvu­fun acem milletlerin İslam'a girmesiyle kurumlaşmaya başladığı ve şeyh-mürid sisteminin oluşmaya başladığını görüyoruz.

Hemen belirtmeliyiz ki İslam'da peygamber dışında bir kişiye bağlan­mak ve onun her dediğini yapmak diye birşey yoktur. İslamın insanlardan istediği şey, Allah'ın kitabını okumak ve Hz. Muhammed'e uymaktır. İlk emri de budur. Peygamber dışında herhangi bir kişiye bağlanmayan ve o-nun yolundan gitmeyen insanların yanlış yolda olmaları yahut şeytanın pe­şinden gittikleri söylentileri yanlış olup şeytanın kuruntularından başka bir şey değildir. Bu söylentileri meşreplerini terviç etmek ve şeyhlerinin propa­gandasını yapmak için tasavvufi çevreler çıkarıp yaymaktadır.

İslam ilim öğrenmeyi ve öğrendiklerini yaşamayı emretmektedir. Cahil kalmayı ve başkalarım taklit etmeyi kesinlikle red etmektedir. Akait konu­larında Kur'an ve peygamber dışında herhangi bir kimseyi taklit etmek caiz olmadığı gibi, amel alanında da taklit ancak zaruretten dolayı caiz görül­müştür.Çünkü insanların tümü aynı seviyede bilgiye sahip değildir. İnsanın bilmediği şeyler olabilir. Aslolan, kişinin dinini okuması, bilmediklerini öğ­renmesi, bilen bir kimseden sorması, uygulanış şeklini bellemesidir. Ancak yine de zorluğu gözönünde bulundurularak amel alanında alimleri taklit et­mek caiz görülmüştür.

İnsanların dinden bilmeleri zorunlu olan şeyleri öğrenmeleri aslında im­kansız birşey değildir. Çünkü bir bakkalın, manifaturacının, ayakkabıcının, işportacının, oto tamircisinin, elektrik malzemesi satıcısının, konfeksiyoncu­nun, düğmeci, çantacı vb. işlerde çalışan insanların ezberledikleri eşya ismi, alış ve satış fiyatları, imal yer ve tarihleri, parça türü ve nitelikleri, zam ve indirim oranları, iş yerinde bulunduğu yerler hakkındaki bilgiler gibi bütün şeyleri Öğrenmesinin yanında, dinden öğrenilmesi zaruri dini bilgiler çok ba­sit kalmaktadır.

Bir örnek olması bakımından, bakkalından küçük çocuğuna kadar insan­ların ezberledikleri pekçok bisküvi yahut çikolata çeşitlerini örnek vermek istiyoruz. İnsanlar çikolata gibi daha pek çok şeyin isim ve Özelliklerini Öğrendikleri halde, sadece farz namazlarda günde ondört defa okuduğumuz ve toplam yedi ayet-yirmi dört kelimeden ibaret olan Fatiha suresinin anlamı­nı milyonlarca müslümanın bilmediğini, bundan dolayı Allah'tan başka var­lıklara ubudiyet edip onlardan yardım istediğini gozönüne getirirsek, bu ko­nuda ne kadar yanıldığımızı görürüz.

Onun için okuma ve öğrenmeyi temel yapan ve bunun için her türlü teş­vikte bulunan bir dinin mensupları olarak okumak ve dinimizi Öğrenmek yerine, kolayımıza gelen taklit yolunu seçmiş ve başkalarına uydu olmayı kendimize din edinmişiz. Bilmediklerimizi alimlerden sormak ve Öğrenmek yerine, şeyhin peşinden gitmeyenleri şeytanla özdeş yapmışız, insanlara Al­lah'ın kitabını ve Rasulullah'm hayatını okumayı tavsiye edeceğimiz yerde, tarikat şeyhlerinin isimlerini yahut silsilesini ezberlemeyi, onlarla rabıta yapmayı öğretmişiz. Böylece cehalet üzerine kendimize bir dünya oluştur­muş ve başka milletler arasında bugünkü duruma düşmüşüz.

Şunu bir daha belirtmek istiyoruz; Peygamber dışında herhangi bir insa­nı taklit etmek ve ona bağlanmak zorunlu değildir. Kısaca, insanlar tarika­ta girmeye ve şeyhe bağlanmaya mecbur değildir. Böyle bir şeyin kesinlikle dinle ilgisi yoktur. Nitekim bugün dünya üzerinde tarikata girmeyen ve bir şeyhe bağlanmayan müslümanlann sayısı bağlananlara oranla kat kat faz­ladır, insanlar dinlerini kendileri okuyarak, araştırarak ve sorarak öğrene­bilirler. Herkes Hz. Peygamberin ve ashabının İslamı nasıl yaşadığını, ahla­kının nasıl olduğunu okuyarak ve sorarak öğrenebilir. Şu veya bu kişinin yahut şeyhin yazdıklarını yahut söylediklerini öğreneceği yerde, Yüce Al­lah'ın kitabını ve Hz. Peygamberin sünnetini öğrenebilir. Şej'hin her söyle­diğini ve her yaptığını Öğrenip taklit etmek insanlara kolay geliyorsa, unut­mayalım ki Allah'ın kitabı ve Rasulullahın sünneti ondan çok daha kolay ve aydınlatıcıdır. Bundan yüz çevirmek bir müslümana yakışmaz.

Tasavvufçularm İslam'ın insan anlayışından en fazla saptıkları konular­dan biri de, şeyh dedikleri insanlara bir nevi tanrısal Özellikler tanımaları ve beşerüstü denebilecek bir takım güçlere sahip olduklarına inanmalarıdır. Bununla ters orantılı olarak mürid dedikleri kişinin de her türlü izzet ve  şahsiyetini yok edecek ve zelil bir konumda yaşamaya götürecek bir anlayış taşımalarıdır.                                                

Tasavvufçular, şeyhin karşısında müridin ?elil, dilini yutmuş, iradesiz ve düşüncesiz, gassal (cenaze yıkayıcı)nın elinde bir cenaze gibi olmasını şart koşmaktadırlar. Bu alçaltıcı kulluğu da müridin şeyhine bağlılığı, sevgisi ve itaati, hatta kutsî makamlara yükselişinin alameti saymaktadırlar. Şeyhi karşısında insan izzet ve şahsiyetiyle yaşayan ve ölü gibi olmayan müridle-rin helak olacaklarını ve manevi makamlarda yol alamayacaklarını telkin ederler. Ebu Yezid el-Bistami bunu şöyle dile getiriyor: "Üstadı (şeyhi) olma­yanın imamı şeytandır[168]Letaifu'l-minen sahibi de şöyle ifade etmektedir;

"Şeyhlerin silsilesine kendisini ulaştıracak ve kalbinden perdeyi kaldıra­cak üstadı olmayan kimse, sahipsiz bir sokak çocuğu ve nesebi belirsiz bir kişidir. [169]

Tasavvufçular, şeyhin emir ve yasak hiçbir isteğine müridin muhalefet etmemesini emretmektedirler. Hz. Peygamberin sünnetine açıkça muhalefet ettiğini görse bile, şeyhin hiçbir arzusuna muhalefet etmemesini söylerler. [170] Müridin şeyhin avucunda kalması ve her şeyini dilediği gibi sömüre-bilmesi için tasavvufçular, eş-Şarani diliyle, şeyhine başka bir şeyhi ortak koşmasının Allah'a ortak koşmak gibi olduğunu telkin ederler. [171] Şeyhin ta­rikatından başka bir tarikat seçer veya onun gösterdiği yoldan değil, başka­sını gösterdiği yoldan giden kişinin dinden çıkmış gibi olacağını bile söylerler[172]

Tasavvuf ve tarikat kitapları insanın şeref ve haysiyetini yerle bir eden, aşağılık, rezil ve sefil bir dereceye düşüren, kısaca, insanı Allah'ın verdiği her türlü insani değerden soyutlayan bu tür anlayış ve hurafelerle doludur. Bunun sonucudur ki tasavvufçular, neredeyse tapanlar ve tapılanlar diye i-ki kısma ayrılmaktadırlar.

Yine bu anlayışın neticesidir ki bir nevi melankoli olmuş nice yaşlı in­sanların henüz beşikte altını pisleten çocukların ayaklarına yüz sürdükleri, şeyh evladı veya mukaddes soyun mübarek nesli diyerek daha beşikte kera­metlerle konuşturdukları görülmektedir.

Örneğin, karanlık devirlerinde ve putperest dönemlerinde bile, insanlık köpekleri Örnek almamış ve takdis etmemişken, kimi tasavvufçular köpekle­ri veli ve müridler için ideal Örnek sayarak onları kutsallaştırmıştır. Ahlak ve teslimiyet bakımından köpeğin müridler için Örnek alınmasını tavsiye et­mişlerdir. Hatta onları, Allah'ın yanında duaları makbul olan bir veli dere­cesine yükseltmişlerdir. Başka yerlerde de çarpık inanç ve anlayışını bol bol sergileyen eş-Şarani, bu konuda da efendi eî-Acmi'nin kerametlerini şöyle anlatır:

"Gözü bir köpeğe ilişti. Köpeklerin tümü ona boyun eğdi. Bütün insanlar ihtiyaçlarının giderilmei için ona (köpeğe) başvurur oldular. O köpek hasta­lanınca, etrafına köpekler toplanıp ağladılar. Ölünce de ulema ve diğer in­sanlar ağlamaya başladılar. Allah bazı insanlara ilham etti de onu defnetti­ler. Köpekler ölünceye kadar onun kabrini ziyaret ediyorlardı. Köpeği bir bakış bu duruma getirirse, insana yöneltilince neler yapmaz ki?![173]

eş-Şarani, sözünü ettiği el-Acmi'nin halvetinden çıkarken bakışı kime İli­şirse gözünün som altına dönüştüğünü aktarmayı da ihmal etmiyor. [174]

İmam Rabbani de şöyle diyor: "Bu yolun büyükleri bildiriyorlar ki, kendi­ni uyuz köpeklerden üstün gören bir salik, bu büyüklerin kemalatına kavu­şamaz. [175]

Nakşibendî şeyhinin köpeği nasıl bir veli gördüğünü ve dualarını aldığını daha önce kaydetmiştik. Nitekim Ramazanoğlu Mahmud Sami, köpekte bu­lunan on hasleti sayarak bunların sadık müridlerin ve halis mü'milerin ni­telikleri olduğunu belirttiğini görüyoruz, [176] Aynı şekilde Ribat dergisi de bu on hasleti sayarak onların halis mü'minlerin ve sadık müridlerin sıfatlan ol­duğunu yazdığını müşahade ediyoruz. [177]

Tasavvufçuların, şeyhlerin her söylediğinin Allah'ın bir ilhamı olduğuna inanarak, Allah'ın dinine aykırı da olsa, onlara muhalefet etmemelerinin se­bebi aşıladıkları bu zihniyettir. Çünkü inançlarına göre şeyhlerin kalbleri Rahman'ın üzerinde istiva ettiği tahtlar ve cemalinin tecellileridir. Hidaye­tini aleme saçtığı ve vahyini insanlara kendisinden ulaştırdığı kutsal yerler­dir. el-Kuşeyri şöyle diyor;

"Kim bir şeyhe intisap eder ve kalbi ile ona itiraz ederse, intisap ahdini bozmuş ve kendisine tevbe vacip olmuş olur. Çünkü şeyhler "Üstadlann haklan için tevbe geçmez" demişlerdir.[178]

Tasavvufçular, şeyh-mürid ilişkilerine Hz. Musa ile Salih Kul (Hızır) kıs­sasını delil gösterirler. Hızır'ın Musa'ya soru sormasını yasakladığı gibi mü­ridin de şeyhe soru sormasının ikisi arasındaki ilişkilerin kesilmesine sebep olacağını söylerler. Mesela, XV. Yüzyılda Anadolu'da Kadiri tarikatının Ön­de gelen temsilcilerinden Eşrefoğlu Rumi bunu şöyle ifade etmektedir:

"Musa Peygamber Hak Teala'dan ilmi ledun taleb etti. Musa'yı Hak Te-ala Hızır'a gönderdi. Musa varıb Hızır ile buluştu. Dahi Hızır'a iradet getür-di. Mürid olmak diledi. Hızır Musa'ya ider: Ya Musa, çün bana gelüb uydu-nısa (uydunsa) bir nesne kim işlerem, sakın bana sorma, kim niçün sen bu­nu böyle itdin deyu, sorarsan ayrılıruz. Zira kim bilmiş olasın dedi... Amma bundan maksud budur kim, şol kimse varup bir şeyhe iradet getirüb... Mu­sa'nın hızır'a iradet (istek) getirdüğü gibi iradet getürmeye... Musa Hızır'a itiraz dilini uzattığı gibi mürid dahi şeyhine itiraz dilini uzatıp red olunma­ya. [179]

Şeyhe karşı müridin takınması gereken âdabı bir de Muhammed Emin el-Kurdî'nin "Tenvirul-Kulub" kitabından dinleyelim: Şöyle diyor:

"Mürid, şeyhine tazim göstermeli, açık ve gizli bütün durumlarda onu büyük tanımalıdır. Maksudunun ancak onun elinde gerçekleşebileceğine inanmalıdır. Gözü başka bir şeyhe meyledecek olursa, şeyhinden mahrum olur ve feyiz ona kapanır. Şeyhin bütün tasarruflarına razı olması, ona itaat etmesi ve boyun eğmesi gerekir. Mal ve beden ile ona hizmet etmelidir. Çün­kü irade ve muhabbetin cevheri ancak bu yolla belli olur. Doğruluk ve sami­miyet ölçüsü ancak bu ölçü ile bilinir' İşlediğinin zahiri haram da olsa, şey­hinin yaptığına itaraz etmemelidir. Ona "Niçin böyle yaptın?" dememelidir. Çünkü şeyhine "Niçin?" diyen kişi asla felah bulmaz. Zahirde şeyhten kötü bir durum sadır olabilir, fakat batım itibariyle o durum güzeldir. [180] Külli ve cüzî, ibadet ve adet olsun, bütün işlerde iradesini şeyhinin iradesine teslim etmelidir. Gerçek müridin alametlerinden biri de, şeyhi kendisine "şu firma gir" derse girmesidir. Şeyhin durumlarını hiçbir şekilde araştırmamalıdır. Zira böyle birşey çok kişi için meydana geldiği gibi, helakine sebep olabilir. Bütün durumlarda şeyhi hakkında hüsnüzanda bulunmalıdır...

Bereketini kazanması için ikamette ve yolculukta, bütün işlerinde şeyhi­ni kalbinden çıkarmamalıdır. Dünya ve ahiretle ilgili elde ettiği bütün bere­ketlerin kendisine şeyhinden geldiğine inanmalıdır... Testerelerle bile kesil­se, şeyhinin bir sırrını açmamalıdır. Şeyhinin gönlünün meylettiğini sezdiğ-j bir kadınla evlenmemeîi ve şeyhinin boşadiğı yahut ondan dul kalan bir ka­dınla asla evlenmemeîidir. Şeyhin sevdiği kişilerle oturmalı, sevmediği kişi­lerle oturup kalkmamalıdır. Kendisine iltifat etmemesine ve kendisinden yüz çevirmesine sabretmeli, falan için şöyle böyle yaptığı halde niçin bana böyle yapmıyor, dememelidir. Şeyh için hazırlanmış olan yere oturmamalı izni olmadan herhangi bir konuda ona ısrar etmemeli, yolculuğa çıkmamalı evlenmemeîi ve önemli bir iş yapmamalıdır.[181]

Özellikle Nakşibendilerin el kitaplarından olan Adâb kitabından da mü­ridin aşağılık durumunu dinleyelim:

"Mürid, mürşid-i kâmilin elinde, gassal (yıkayıcı) elindeki meyyit (Ölü)grbi olmalıdır. Gassal, meyyiti iyice yıkamak için nasıl öteye beriye çevirirse, mürid de bütün arzu ve isteklerini terkeîmeli, yani mürşidin karşısında varlık göstermemeli ki, mürşid onu layıkıyla temizlesin ve menzili maksuduna eriştirsin. Mürşidin fiil ve hareketlerine kalben itiraz etmemesi gerekir. Eğer anlayamadığı bir hareketini görürse onu hayra yorar. Bunu yapamazsa kendini anlayamamış olarak kabul etmelidir. Burada Hz. Musa ile Hz. Hızır'ın yolculuklarını kendisine Örnek alır.

Mürşİd-i kâmilin emir ve hareketlerine itirazın çirkinliği, diğer bütün çirkinlikleri göl­gede bırakır.

İtiraz eden mazur görülmez. Çünkü mürşid-i kâmile itiraz eden kendisini öylesine perdeler ki, bu derdin ilacı yoktur. Basar ve basireti üzerine inen perdeyi kaldırması imkansız denecek kadar zordur. Neticede bütün feyzi kesilir ve İstifade ede­mez.

Bunun için de mürşidin emir ve irşadı karşısında gassal elindeki meyyit gibi olmalı­dır. Ne olursa olsun, kendi bildiği hak bile olsa, şeyhin sözünü red etmemelidir. Ay­rıca şeyhinin hatası kendinin savabından-doğrusundan- daha hayırlı ve isabetli ol­duğuna itikat etmelidir. Mürşidi sormadıkça, hiçbir şeyi ona îarif etmeye, anlatmaya kalkışmamalıdır, [182]

Bir de aşıkların sultanı ibn el-Fand'dan dinleyelim; "Olaylar meydana Önce basiret gözüyle Levh-i Mahfuz'dan okuyarak haber vermektir.[183]

Beytin açıklamalı tercümesinde Gülzar-ı Sofiyye yazan Abdullah Develi-oslu Şöyle demektedir: "Ve mürşid kuvve-i kudsiyye ile levhi mahfuzdan okuyarak batın-ı gaybde kendisine malum ve başkalarına meçhul olanları, alem-i şehadette vukuundan evvel haber verir olmalıdır. [184]

Tasavvuf büyüsüyle büyülendikten sonra bakarsınız alim olanı da cahili gjbi düşünmeye başlamaktadır. Bakınız, Ezher şeyhi Dr. Abdulhalim Mah-mud nasıl Abdullah Develioğlu seviyesine düşmekte ve onun gibi düşün­mektedir. O da şöyle diyor:

"İnsan, kendisiyle levhi mahfuz arasındaki perde ortadan kalkınca oradaki herşeyi görür ve oradan kalbine ilim akmaya başlar. Bu mertebeye ulaşan kimsenin duyu organları yolu İle bilgi edinmeye artık ihtiyacı kalmaz. Bu durum, suyun yeraltından yeryüzüne fışkırması gibidir. Buna karşılık insan, dış alemdeki nesnelerin idraki İle elde edilen sembollere yönelince, bu tutum kendisini levhi mahfuzu inceleyebil­mekten alıkoyan bir engel olur...

Kalbin iç kapısının melekut alemine açılıp levhi mahfuzu incelemesine gelince, bu­nun sonucunda kalb, rüyaların şaşırtıcı gelişmelerini yorumlayarak kesin bilgi edi­nebildiği gibi, duyu organlarının sağladığı bilgi kaynağına dayanmaksızın rüya yolu ile olrruiş ve olacak şeylerin bilgisine de sahip olabilir. [185]

Develioğlu, müridin şeyh karşısındaki hiçliğini ve kulluğunu anlatmaya devam ederek şöyle diyor: "Birgün şeyhine "Niçin?" diye sorarsa, tasavvuf ehline göre, bu mürid kıyamete kadar felah bulamaz. [186]

Şeyh-mürid ilişkileri konusunda tasavvuf çul arın velisi de böyle düşün­mektedir. Bakınız, İbn Arabi bunu nasıl söylüyor:

"Bu itaat üstünkörü ve ihlasla olması lazımdır. Şartsız ve tam olmalıdır. Mürid, tevilsiz, cevapsız, özürsüz ve tepkisiz şeyhin emirlerine harfîyen bağlı kalır. Şeyhin emri akıldışı, hatta haram işlemeyi de emretse, harfi y-

yen bu emirlere itaat etmesi lazımdır. Şeriata muhalefet ettiğini görsen bile ona itiraz etmeyi aklına bile getirmemelisin. Çünkü insan masum değil­dir.[187]

Tasavvufçularm eskileri de yenileri de aynı anlayışı savunmaktadır. Me­sela tasavvuf meşhurlarından es-Suhreverdi bu konuda şöyle diyor:

"Şeyhin sözü hak ile, hak'tan ve hak içindir. Cebraii, vahiy konusunda emin olduğu gibi, şeyh de ilhamı müridlere aktarmada emindir. Cebrail vahiyde hıyanet etmediği gibi, şeyh de ilhamda hiyanet etmez. Rasulullah heva ile konuşmadığı gibi. şeyh de ona uyarak zahir ve balında nevasından konuşmaz. [188]

"Müridin şeyhe karşı en güzel edebi, sessizlik, donukluk ve hareketsizlik (sükut, humud ve cumud)'dur. Şeyhin izni olmadan çok konuşmamalı, çok gülmemeli ve sesini yükseltmemelidir. Şeyhin durumundan kendisine kapalı birşey olursa, Musa ile Hızır kıssasını hatırlamalı ve itiraz etmemelidir. Üstadına "Hayır" diyen asla fe­lah bulamaz. Şeyh varken mürid sadece farz namazı kılmalıdır. Çünkü onun görevi hizmettir. Şeyhine bütün durumlarını açmalı ve gizlememelidir. [189] Tasavvuf kültüründe ve şeyh-nıürid sisteminde müridin şahsiyeti olabil­diği kadar yokedilmesme karşın, şeyh yüceltilmekte, kutsallaştırılmakta ve kendisine bir nevi tanrısal özellikler verilmektedir. Bunun bir örneğini Me-nakibu'l-Arifin kitabında görüyoruz. Eflaki anlatıyor:

"Sultan Veled buyurdu ki: Birgün babam medresede bilgiler saçıyordu. Bu arada: Gerçek mürid, kendi şeyhinin herkesten üstün olduğuna inanan kimsedir (dedi). Öyle ki bir adam Beyazıd'in müridlerinden birine: Şeyhin mi büyük Ebu Hanife mi? diye sordu. Mürid: Şeyhim, dedi. Sonra, Ebubekir mi büyük senin şeyhin mi? diye sordu. O yine, şeyhim, diye cevap verdi. (Nihayet) o, birer birer bütün sahabeyi saydıktan sonra "Muhammed mi büyük senin şeyhin mi?" dedi. Yine, şeyhim bü­yüktür, dedi. En sonunda "Tanrı mı büyük senin şeyhin mi?" diye sordu. Mürid: "Ben tanrıyı şeyhimde gördüm, şeyhimden başka birşey tanımam, hep onu tanı­rım" dedi.

Başka bir müridden de "Tanrı mı büyük, yoksa senin şeyhin mi diye sordular. O da: "Bu iki büyük arasında hiçbir fark yoktur, dedi. Ariflerden biri de: Bu iki büyükten daha büyük biri lazımdır ki, bu farkı ortaya koysun" demiştir." Bunun devamında da Şu şiiri naklediyor:

"Tanrı görünmediği için peygamberler onun naibi olmuşlardır,

Hayır hayır. Böyle de değil. Bu naible naibin naibliğinde bulunduğu

Kimseyi birbirinden ayırmak çirkin şeydir? Burada ikilik yoktur.[190]

Halbuki yüce Allah Hz. Peygambere şöyle buyuruyor: "Sen sevdiğini hi­dayete erdiremezsin. [191]"De ki, bütün şefaat Allah'ın iznine bağlıdır. Gökle­rin ve yerin hükümranlığı onundur. [192]"Hz. Peygamber de kızı Hz. Fatı-Tna'ya Şöyle seslenmektedir: "Salih amel işle. Allah'tan sana hiçbir şey yapamam. [193]

Ashaptan Osman İbn Maz'un'un vefatı sırasında Rasulullah ile beraber onun başında bulunan muhterem bir kadın sahabi Osman için "Allah'ın sa­na ikramda bulunduğuna şehadet ederim" der ve şehadette bulunduğunu söyler. Bunu gören Rasulullah, kendisini uyararak gerçeği gösterir ve şöyle buyurur: "Allah'ın ona ikram ettiğini ne biliyorsun? Ben ona hayır umarım. Allah'a yemin ederim ki, ben Allah'ın Rasulüyüm, ama bana yarın ne yapı­lacağını bilmiyorum. [194]

Ama çoğu tarikat şeyhi, o peygamberden söz alıyor, kendine ve dervişle­rine cenneti garantiliyor. Hep kendisine yardım yapılmasını ve doyurulma­sını istiyor, yaptığı boş vaadlerle insanların dini duygularını sömürüyor. Şefaatiyle insanları cennetlik yapacağını söylüyor ve Rasulullah'ı da iftiraları­na alet ediyor.

İslam'a göre şefaatin olacağını nasslar ihbar etmektedir. Ancak bu safsa­ta tasavvufçularm veya yanlış düşünen birtakım insanların anladığı şekilde değildir. Kuran Kerim, ahirette şefaatin olacağını söylemektedir. Ancak kafirler için şefaat sözkonusu değildir.

"Ey iman edenler! Kendisinde artık alışveriş, dostluk ve şefaatin bulunmadığı gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan infak edin. [195] "Şefaat edeceklerin şefaati onlara fayda vermez. [196]

"İleride gelecek bir günden korkun ki, o günde hiçbir kimse başkası için herhangi bir ödemede bulunmaz, hiç kimseden şefaat kabul olunmaz ve fidye de alınmaz. Ve onlara yardım da edilmeyecektir.[197] Bu konuda ayet-i kerimeler çoktur. Ama iman ve ihlas sahibi mü'minler için şefaatin olduğunu Kur'an-ı Ke­rim belirtmektedir. Bunu da şu şekilde şartlara bağlamaktadır:

a- Şefaat edecek kişiye Yüce Allah'ın şefaat için izin vermesi. Çünkü hiç­bir kimse kendiliğinden şefaat izin ve hakkına sahip değildir. Yüce Allah buyuruyor: "Onun izni olmadan onun nezdinde kim şefaat eder?" [198]

b- Şefaat edilecek kişiden Yüce Allah'ın razı olması. Yüce Allah buyuru­yor: "Ancak razı olduğu,kişiye şefaat ederler. [199]  Şefaata izin vermesi ancak kendisine şefaat edilmesine izin verdiği kişiden razı olmasıyla mümkündür. Razı olması için de o kişinin muvahhid olması lazımdır. Yüce Allah buyuru­yor: "Rabblerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları onunla (Kur'an'la) uyar. Çünkü onların Eabblerinden başka ne dostları, ne de şefa-atçılafı vardır. [200]

Şefaat ancak Allah'ın izni ve emri ile olabilir. Bunun dışında kimsenin hakkı ve izni yoktur. "De ki, bütün şefaat Allah'ındır. [201] Onun izni ve rızası olmadan ne bir peygamber, ne de bir melek şefaat edebilir. "Göklerde nice melek var ki, onların şefaatları dilediği ve hoşnut olduğu kimse için Allah'ın izin vermesi dışında bir işe yaramaz. [202]

 

XI. Tasavvufçuların Kabirlerle Tevessül Etmeleri

 

İslam, tevhide gölge düşürecek ve şirke yol açabilecek bütün şeyleri ya­saklamıştır. Bunlardan biri ölülerin kabirlerinin tapınak haline getirilmesi veya hayır ve şer, fayda ve zarar işlerde onlara dua edilerek yardım dilen­mesi veya onlardan bir şeyin istenmesi olayıdır. İslam bu gibi şeyleri kesin olarak yasaklamış ve önlenmesi için de gerekli bütün tedbirleri almıştır. Çünkü bu gibi şeyler şirke kapı açan şeylerden kabul edilmiştir.

"Sakın tanrılarınızı bırakmayın, Ved, Suva', Yeğus, Yeuk ve Nesr putla­rından asla vazgeçmeyin[203]  ayetinin tefsirinde İbn Abbas ve seleften baş­kalarının şöyle dediği nakledilmiştir. "Bu isimler önceleri Nuh kavminden salih olan kişilerin isimleri idi. Öldükten sonra insanlar kabirlerini kutsalıhtırmış, sonra heykellerim yaparak ibadet etmişlerdir. Putperestliğin başbudur.[204]

Onun için Hz. Peygamber, kabirlerin namazgah edinilmesini yasaklamış şöyle buyurmuştur: "Allah'ım kabrimi ibadet edilen bir put yapma. Pey­gamberlerinin kabirlerini namazgah edinen milletlere Allah'ın gazabı çetin olmuştur. [205]

Buharı ve Müslim'de şöyle rivayet edilmiştir: "Allah, Yahudi ve Hristi-vanlara lanet etmiştir. Peygamberlerinin kabirlerini mescidler edindiler. [206]

Yine Müslim'de vefatından beş gün önce şöyle buyurduğu rivayet edil­miştir: "Sizden öncekiler, kabirlerini mescid edinirlerdi. Sakın kabirleri mescidler edinmeyin. Bundan sizi nehyediyorum. [207]

Buhari ve Müslim'de vefatına yakın Hz. Peygambere Habeşistan'da için­de resimler bulunan çok güzel bir kilisenin bulunduğu söylenince, şöyle bu­yurduğu rivayet edilir: "Onlar, iyilerinden biri öldüğü zaman kabri üzerine bir mescid yapar ve üzerinde resimler çizerler. Kıyamet günü Allah'ın ya­nında insanların en kötüleridirler. [208]

Kabirlerin tapınak edinilmesini yasakladığı gibi, onlar üzerine bina ya­pılmasını da yasaklamıştır. [209] Aynı şekilde kabirlerin yerin seviyesinden bir karıştan fazla yükseltilmesini de yasaklamış bulunmaktadır. [210] Yine kabir­lerin alçılanmasını, badana edilmesini veya kireçle bina yapılmasını da ya­saklamıştır. [211] Kabirler üzerine oturmayı ve onlara yönelik namaz kılmayı da yasaklamıştır. [212]

Bu konuda rivayetler çoktur. Müslim'de şöyle rivayet edilmektedir: "E-bu Heyyac şöyle demiştir: Ali ibn Ebi Talib şöyle dedi: Rasulullah'ın beni gönderdiği bir işe ben de seni göndereyim mi? Tarumar etmediğin hiçbir heykel ve yerin seviyesinde düzlemediğin hiçbir kabir bırakmayacaksın.[213] Yine Müslim'de bir rivayette şöyle denilmektedir: "Fadala İbn Ubeyd ]\v beraber Rum diyarında Rodos'ta bulunuyorduk. Derken bir arkadaşımız ve­fat etti. Bunun üzerine Fadala ibn Ubeyd emir vererek kabrini düz yaptırdı Sonra şunu söyledi: Ben Rasulullah'ı kabirlerin yerle bir yapılmasını emir buyururken işittim. [214]

Görüldüğü gibi, islam tevhide gölge düşürecek veya şirke götürecek bü­tün şeyleri yasaklamıştır. Kabirlerin mescid haline getirilmesi, yükseltilme­si, onlara doğru namazın kılınması, alçılanması veya badana yapılmasını da yasaklamış bulunmaktadır. Nitekim daha önceki milletlerin kabirler hak­kında islam'ın yasakladığı şekillerde davrandıkları için saptıklarını da be­lirtmiş ve Allah'ın bu yüzden onlara lanet ettiğini ifade etmiştir. Durum böyle iken, İslam aleminde kabirlerin yükseltilmesi, üzerine kubbe ve bina­ların yapılması, ziyaretgah, hatta tapınak haline getirilmesi bidattan başka birşey değildir.

İslam'a göre ölülerin bu hayatla hiçbir ilişkisi kalmadığı gibi yaşayanla­rın söylediklerini duymaları ve herhangi bir tasarrufta bulunmaları da mümkün değildir. Kiır'an ve Sünnet bunu açık bir şekilde ortaya koymakta­dır.

"Sen kabirdekilere duyurucu değilsin. [215]"Sen ölülere, arkasını dönü]) kaçarken işitmek istemeyen sağırlara çağrıyı işittiremezsin! [216] Kuran'ı Ke­rim açık bir şekilde ölülere sesi duyurmanın ve çağrıyı ulaştırmanın müm­kün olmadığını belirtmektedir. Hz. Peygamberin bunu yapması mümkün ol­madığına göre, bir başkasının böyle bir şeyi yapması hiç mümkün olmaz.

Buhari, Abdullah ibn Ömer'den şöyle rivayet etmektedir: "Rasulullah, Bedir'de öldürülen müşriklerin atıldığı çukurun başına geldi ve şöyle dedi: Rabbinizin size vadettiğinin gerçek olduğunu gördünüz mü? Ona, Ölülere mi sesleniyorsun? denilince, sizler onlardan daha iyi işitir değilsiniz, ama cevap veremezler, dedi. [217]

Müslim'de bu olay şöyle anlatılmaktadır: "Rasulullah, Bedir'de öldürülen müşriklerin cenazelerini üç gün Öylece bıraktı. Sonra bu ölülerin yanında durarak "Ey Ebu Cehl îbn Hişam! Ey Utbe İbn Rabia! Ey Şeybe İbn Rabia! Rabbinizin vadettiği azabı hak buldunuz değil mi? Şüphesiz ben, Rabbimin bana vadettiğinin hak olduğunu gördüm. Ömer, Rasulullah'ın bu sözlerini işitince; Ey Allah'ın Rasulü! Bunlar sizin sözlerinizi nasıl işitirler? Birer leş haline gelmişken sizin söylediğinize nasıl cevap verirler? dedi. Rasulul-lah,"Hayatım elinde olan Allah'a yemin ederim ki siz benim sözlerimi onlar­dan fazla işitir değilsiniz, ama cevap verme gücüne sahip değildirler" dedi. Sonra Rasulullah'ın emriyle toplanıp Bedir çukuruna atıldılar.[218]

Buhari, yukarıdaki rivayetlerle ilgili olarak Hz. Aişe'nin şöyle dediğini riavayet etmektedir. "Rasulullah, Bedir maktulleri işitir demedi, belki bu Ölüler kendilerine söylemekte olduğum sözümün hak ve doğru olduğunu şimdi biliyorlar, dedi. Nitekim Yüce Allah "Sen sözünü ölülere duyuramaz-sın" buyurmuştur[219]

«Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, iki çeşit ölü var; Biri, bedenen Ölmüş ve ruhen dünya hayatı ile ilişiğini tamamen kesmiş olan gerçek Ölüler. Diğeri de beden itiba­riyle canlı ve yaşamı devam ediyor olmasına rağmen, kalp, göz ve kulak... gibi al­gılama ve idrak etme yetenekleri atıl bırakıldığı ve işlevlerini yapmadıkları için me­cazi olarak ölmüş kabul edilen kafirler. Bunlar hayatta olmalarına rağmen kabirdeki ölülere benzetilmektedirler.

Hakiki manada ölülere ne Hz. Peygamberin işittirme görevi var, ne de onlar kendi­lerine söyleneni duyma özelliğine sahiptirler. Artık onlar iş ve sorumluluktan tama­men düşmüş,- Hadislere göre sadaka-İ cariye, kendisinden faydalanılan ilim ve le­hinde dua edecek hayırlı eviat sahipleri hari[220] amel defterleri kapanmış, iyilik ya da kötülük, hiçbir şey yapamaz durumdaki cesetlerdir. Onlardan hiçbir şey bekle­nemeyeceği gibi, vasiyetlerinin yerine getirilmesi ve hayır dua etmenin dışında on­lara başka bir iyilik de yapılamaz. Kur'an-ı Kerim'de, peygamberlere ve vahye kulak vermeyip dünya hayatını boşa geçirmiş, geçici olarak verilen ömrü ve imkanları gerektiği biçimde değerlendrrme-miş olanlar, ölüp gerçekle yüzyüze geldikleri zaman pişmanlıkları sebebiyle tekrar dünyaya döndürülmelerini isteyeceklerinden sıkça bahsedilmiştir. Bütün bunlardan alaşılıyor ki, ölen kimse için yeniden birşeyler yapma imkanı kal­mamıştır. İstemelerine rağmen yeniden dünyaya döndürülmeyecekler, yaptıkları kötülükleri südiremeyecek, Allah'ı hoşnut edecek düzgün iş yapamayacaklar. Allah Teala'nın, Kur'an'a karşı tavır almış, onu dinlemek ve anlamak istemeyen gayri muslimlere tehdit ve kahır dolu şu ifadesi karşısında müslümanlar her halde çok çok düşünmeli ve şu ayetin muhataplarının durumuna düşmekten kaçınmalı­dırlar:

"Hakka karşı kulaklarını kapatıp bilerek sağır, gözünü kapatıp kör ve apaçık haktan uzaklaşmış olanlara sen mi Kur'an'ı işittireceksin?[221] Kaldıki, hakikati görmeyen kör, anlamayan sağır Kur'an'ı dinlese ona ne fayda verir ki!

"Onlardan, Kur'an okuduğun zaman seni dinleyenler de var! Şayet ekletmiyorlarsa, sağırlara sen mi işittireceksin? [222]

Sonuç olarak, Kur'an'ı amacına uygun ve istenilen tarzda okuyup işitmeyen, kavra­mayan ve yaşamayanlar, onun emir ve yasakları karşısında ölüden farksız olma­dıklarını da bilmelidirler. Çünkü ancak ölüler ve sağırlar söyleneni işitmezler. O se­beple ne bedenen ölmüş ve dünya ile alakasını kesmiş olanlara, ne de manen ölü sayılanlara Kur'an'ı işittirmek ve anlatmak mümkündür. Onu, anlama imkanları var iken, kasıtlı olarak anlamadan okuyanlarla, anlamak istemeyenler arasında, netice bakımından hemen hemen hiç fark yok gibidirlSonuçta her ikisi de Ölüler zümresin­den sayılmaktadırlar! [223]

İslam'a göre ölülerin durumu böyle iken, Onlara seslenme, onlara sığın­ma, onlardan yardım isteme ve kabirlerini takdis ederek hayatta tasarruf ettiklerine inanma bid'atı acaba nereden çıkmıştır?

Bu konudaki ilk yanlışlar aşırı şia taraftarlarınca ve gittikçe kurumla-şan tasavvuf bağlılarınca gerçekleştirilmiştir. Kabirlerin üzerine bina yap­mayı, ziyaretgah haline getirmeyi, etrafını tavaf eder gibi ziyaret edip taş ve demirleriyle teberrük etmeyi şiarları yapmışlardır. Daha sonra ölülerden medet istemeyi ve hayatlarında etkili olduklarına inanmayı inançlarının bir parçası kabul etmişlerdir. Mesela tasavvufun meşhurlarından Maruf el-Ker-hi'nin kabrini, duaların kabul edilmesi ve ihtiyaçların giderilmesi için ziyaret yeri yapmışlardır. Nitekim tasavvuf çul arın en akıllılarından kabul edi­len el-Kuşeyri Risale'sinde "Bağdad halkı Marufun kabri için Marufun ]cabri denenmiş bir ilaçtır" demektedir.[224] Onun için neredeyse meşhur hiç­bir tasavvufçu yoktur ki, kabri üzerine bir kubbe veya bina yapılıp ziyaret­gah haline getirilmemiş olsun.

Kabirler ve Ölülerle oturup kalkan birtakım çevrelerle şeytanların nasıl oynadığını alimler örneklerle anlatmışlardır. Mesela puta tapanlarla şey­tanlar konuştuğu gibi bir ölüden yardım isteyen yahut bir ölüyü çağıran ve onunla dua edenlerle de şeytanlar konuşmakta ve aldatmaktadır. Tasavvuf-çular bu konuda bir de "İşlerin içinden çıkamadığınız zaman ölülerden yar­dım isteyiniz" hadisini uydurmuşlardır. Halbuki bunu söyleyenler, şirkin kapısını açtıklarının belki de farkında değildirler.

Bunun için hadisler uydurdukları gibi, meşhurlarından birtakım haber­ler de rivayet etmişlerdir. Mesela, eş-Şarani'nin şöyle dediği rivayet edilmiş­tir: "Allah bir velinin kabrine insanların ihtiyaçlarını görecek bir melek görevlendirir[225]" eş-Şarani, Şemseddin el-Hanefi'nin son hastalığında şöyle dediğini belirtmektedir; "Kimin bir ihtiyacı olursa, kabrime gelsin ve iste­sin. Onun ihtiyacını gideririm. Benimle onun arasında sadece yarım metre­lik bir toprak vardır. Kendisini arkadaşlarından yarım metre toprağın ayır­dığı adam, adam değildir. [226]

Said Nursi, Gavsı Azam (en büyük kurtarıcı) olarak nitelediği Abdulka-dir Geylani'nin şu sözlerini nakletmektedir:

"Her zorluk ve dehşet anında bizimle tevessül et.

Her şeyde her zaman himmetimle imdadına koşarım,

Müridimi korktuğu her şeyden kurtarır.

Her fitne ve serden kendisini korurum.

Müridim doğuda da olsa, batıda da olsa

Hangi memlekette olursa olsun, imdadına koşarım,

Ey şiirimi okuyan kişi, hiç korkmadan bunu söyle

Şüphesiz inayetin gözü ife koruma altındasın,

Zamanın Abdulkadir'i ve Allah için ihlash ot

Mutlu ve gerçekten beni sevmiş olarak yaşarsın.[227]

Geylani'nin her zaman ve her yerde müridlerinin imdadına koştuğu ve kendisiyle tevessül edenleri koruduğunu açık bir şekilde söylemektedir.

Putperestler, Hıristiyanlar, Yahudiler ve bid'atçılarm kabirlerin yakınla­rında olağandışı birtakım halleri olmaktadır. Bu halleri sözkonusu insanlar keramet sanmaktadırlar. Halbuki şeytan sapık amellerini onlara süslemiş ve aldatmıştır. Mesela kabrin yanına birtakım bezler bırakırlar, bir süre sonra geldiklerinde bu bezlerin düğüm haline geldiğini yahut bırakıp gittik­leri delinin akıllandığını ve şeytanın etkisinden kurtulduğunu düşünürler. Yahut birileri kabrin yarılıp içinden bir insanın çıktığını ve onun imdadına koşanın ölü olduğunu sanır. Bu ve benzeri pekçok olay, şeytan tarafından insanların saptırılması için tezgahlanmış ve insanlar aldatılmış olmakta­dır. [228]

Ölülerle tevessülü savunan tasavvufçularm sarıldıkları bütün rivayetler­de müslümanların ölülerle tevessül ettiğine dair bir şey yoktur. Yağmur du­asında ashap Rasulullah'la tevessül etmiştir. Yani Rasulullah'la beraber Al­lah'a dua etmişlerdir. Rasulullah vefat ettikten sonra da Rasulullah'ın ölüsü ile değil, amcası Abbas'la tevessül etmişlerdir. Rasulullah'ın sağlığında onunla tevessül ediyorduk, öldükten sonra da onunla tevessül edelim, deme­mişlerdir. Onun yerine amcası Hz. Abbas'ı yanlarına alarak onunla tevessül etmiş, yani birlikte Allah'a dua etmişlerdir. Rasulullah onlara"Ben öldükten sonra da benimle tevessül edin" dememiştir.

Bu da gösteriyor ki gözlerinin açılması için Rasulullah'a gelip dua etme­sini isteyen kişiye Rasulullah'ın vefatından sonra da kendisiyle tevessül et­mesini söyleyen rivayet doğru değildir. Ashaptan yağmur duasına iki defa çıkan kalabalık topluluğun söylediklerine aykırı bulunmaktadır. Yani gözle­ri görmeyen tek kişiden gelen rivayet, ashaptan iki topluluktan gelen riva­yetle çelişmektedir. Mütevatir derecesinde değilse bile, iki topluluğun şahit olduğu bu olay en azından meşhur haber olup gözleri görmeyen tek kişinin haberini, yani vahid haberi iptal etmektedir. Gözleri görmeyen kişinin Rnllah'ın vefatından sonra onunla tevessül etmesinin Rasulullah'a mahsus

durum olarak değerlendirmek isteyenlere katılmadığımızı Özellikle beisteriz.Çünkü Rasulullah peygamberlik görevini hayatında gerçektirmiş ve mucize olayı bitmiştir. Vefatından sonra Rasulullah'ın böyle bir carrufu da sözkonusu değildir. Nitekim.vefatından sonra ashaptan en ya-. arkadaşlarının başına gelen en acımasız felaket ve musibetlerde hiçbir koruması olmamıştır. Hz. Ömer, Hz. Ali ve can ciğeri Hz. Hüseyin şehid edi­lirken hiçbir koruması ve yardımı dokunmamıştır. Onun için vefatından sonra da gözleri görmeyen kişiye yardım edeceğini söyleyen rivayetin doğru olması mümkün değildir.

Başka yerlerde de belirtildiği gibi "Ey iman edenler! Allah'tan sakının ve O'na vesile arayın. Kurtulmanız için O'nun yolunda cihad edin[229] ayetinin tasavvuf çul arın iddia ettiği gibi aracılar edinmekle hiçbir ilgisi yoktur. Bek­taşi gibi ayetin yarısında durulmazsa, sonunda Allah'a götürecek vesilenin Onun yolunda cihad etmek olduğu açıkça görülür. Tasavvufçularm sapık batini tevilleri dışında, bütün tefsirler O'na götürecek yolun ibadet ve taat ve bütün ibadetlerin en üstünü olan cihad olduğunu söylemektedir. Bunu başka şekilde anlamak için herhalde kötü niyetli yahut sapık zihniyetli ol­mak gerekir.

Tasavvuf çul ar, Müslümanların dünyasını vahşet, korku, dehşet ve İslam adına işlenen cinayetlerle dolu bir mezarlık yapmaya çabalamaktadır. Müs­lümanların gönüllerini kabir ve gayelerini de kabirler yapmak için gayret etmektedir. Hayatın tümünü kabirlerdeki leşlere ve kabir meçhullerine kur­ban yapmak için Müslümanları teşvik etmektedir, Mısır'da bir hafta geçmi­yor ki, tasavvufçular şirk mitolojilerine inanan ve sevenleri bir kabrin ba-şmda toplamış olmasın. Yatırların başında toplanır, onun hamdi ile teşbih eder, tevazu ve huşu içinde kemiklerine yalvarır, İslam'ın yasakladığı gü­nahları işler .ve gecenin karanlığında fücur ve masiyet bataklığına dalar çı­karlar. Bunlara da mevlidler yahut Ölümsüz yıldönümleri ve hatıra günleri adını verirler. Tören bitmeden veya dağılmadan önce mutlaka bir kabrin ke-mikleriyle en kısa zamanda nasıl ihtilaf edeceklerini kararlaştırırlar. Tasav-vufçunun üzerinden geçen hiçbir gece veya doğan hiçbir gündüz yoktur ki, onda kalbi bir kabrin kemiklerine bağlı olmasın veya yatır anıtına içinde öz­lem duymamış olsun. Hiçbir tasavvufçu yoktur ki, oturur ve kalkarken, iner ve binerken bir kabir ile istiğase etmesin veya ondan meded ummasın. Gece gündüz, oturur ve kalkarken, evde ve sokakta, her zaman ve her yerde tasav­vufçularm gönlünde yatan arslan kabirlerdir. Kabirler, kabirler, kabirler...!

Tasavvufçuların dünyası işte budur. Onlarla yaşar, onlar için ölür ve on lar için oturur kalkarlar. Onların temenni edecekleri en hayırlı şey, herhal­de saat başı bir kabir mevlidi ve bir yatır bayramı olması için bütün müslü manların ölmesini istemektir. Onun için tasavvufçulara daha çok kabir bav ramları ve mezar törenleri kazandırmak, kafataslarma daha fazla adakla)-sunmak için müslümanlar kendilerini öldürmeleri gerekiyor!. [230]

 

XII. Tasavvufta Kutupluk

 

Mitolojik bir masal! Yüce Allah'ı rububiyyet ve uluhiyyetten soyutlanın ve felsefede "Akl-ı evvel", Hristiyanlıkta "Kelime" ve tasavvufta "Kutup" ola­rak adlandırılan batıl bir kuruntuya giydirilen bir uydurma!..

Bu masala göre kutup, ferdiyet makamına oturan en mükemmel insan yahut yeryüzünde her zaman Allah'ın nazargahı olup bütün varlıkların işle-rinin elinde meydana geldiği tek kişidir. Açık ve gizli yardımcılarıyla birlik­te ruhun vücutta yayılması gibi bütün kainatta sirayet eder, ulvi ve süfli alem üzerine hayat ruhunu saçar. Darda kalan kişilerin kendisine sığınma­sı ve ondan imdat istemesinden dolayı Gavs olarak da adlandırılır.

Tasavvufçulara göre kutup iki türlüdür. Biri duyularla algılanan (his­sedir. Yukarıda sözünü ettiğimiz kutup budur. Diğeri ise kadîm yahut ma­nevî kutuptur. Bu da Hakikat-i Muhammediyye'dir. el-Kaşanî şöyle diyor: "Kutup, ya madde alemindeki yaratıklara nisbetle kutuptur ki, ölünce ona yakın bedel yerine halife olur, ya da gayb ve şehadet (madde) alemindeki bütün mahluklara nisbetle kutuptur ki, onun yerine ne bir bedel halife olur ne de bir başka yaratık yerini tutar. Bu da şehadet aleminde birbirini takip eden kutupların kutbudur. Ondan önce ne bir kutup olur ne de yerine baş­kası geçer. O da "Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım' ifadesinde sözü edilen Mustafa (Muhammed)'in ruhudur.[231]

Ticani tarikatının şeyhi Ahmet et-Ticani şöyle diyor: "Kutupluk, bütün ayrıntılarına kadar alemin tümünde Hakk'a (Allah'a) hilafeti uzma-dır. Kutup, Rabb'ın ilah olduğu her yerde işlerin idaresi ve Allah'ın uluhiyyeti altında olan herkes hakkında hükmün yerine getirilmesidir.

Allah'tan ne olursa olsun, yaratıklara her şey ancak kutbun hükmü ile ulaşır. Zerre­sine varıncaya kadar alemdeki her varlığın varlığını sürdürmesi kutbun ruhaniyeli ile olur. Kutupsuz bütün kainat, ruhu olmayan hayaletlerden ibaret olur. Bütün varlıklann ruh ve hayal kazanmaları ancak kutbun onlarda hakim olmasıyla mümkün­dür.

Evliyanın mertebelerinde de kutup tasarruf eder. Onun zevki dışında ariflerin ve evliyanın hiçbir mertebesi otmaz. Hepsinde tasarruf eden ve sahiplerine kaynaklık eden odur. Bütün alem onun sayesinde rahmet görür. Varlıkların varlıklarını devam ettirmeleri ancak onun sayesindedir. Bu da ondan bütün kullara bir rahmettir. Alemde var olması, külli ruh için bir hayattır. Allah, uivi ve süfli alemleri onun nefe-siyie destekler. Zatı soyut ve aynadır. Herkes istediğini onda görür.[232]"Allah'ın kutba ikramlarından biri, alemin varlığından önce ve sonrasının bilgisini öğretmesi, nihayeti olmayanı bildirmesidir. Bütün varlıkların nizamının kendisiyle kaim olduğu bütün isimleri ona öğretmesidir. Allah'ın bütün sırlarına muttali kılma­sı, bütün feyizlerini ona vermesi ve ilminin ihata ettiği herşeyi ona bildirmesidir. [233]"Hiçbir dönemde Kutbu'l-Aktap ile peygamberler arasında bir perde bu­lunmaz. Allah'ın peygamberi gayb ve şehadet aleminde nerede olursa olstın, Kutbu'l-Aktab'ın gözü onu görmekte ve ona bakmaktadır. Hiçbir lahza on­dan gizli kalmaz. [234]

Tasavvufçuların tanrılaştırdığı, kendisinden tapılan, korkulan ve umu­lan bir rab meydana getirdiği bu masal hakkında bir kanaat sahibi olmak için bunlar yeterlidir.[235]

 

a. Kutbun Yardımcıları

 

1-  İmâmân (İki imam): Kutbun iki veziri mesabesindedir. Biri melekut, diğeri mülk alemi ile görevlidir.

2- Evtadı Erbaa {dört kazık): Bunların üç kişi olduğu da söylenir. Zama­nın kutbu ölünce onlardan biri onun yerine geçer. Bilgileri Kutbu'1-Ak-tab'tan bir feyizdir. Bunlar ölecek olursa, bütün alem bozulur.

3- Ebdal (bedeller): Bedel, velisi göçmüş olan bölge ruhlarının toplandığı ruhani bir hakikattir. Sayılan kırktır. Yirmi ikisi Şam'da, onsekizi İrak'ta­dır. (Diğerleri herhalde kayıplara karışmış)

4- Nuceba' (Soylular): Bunlar Ebdal'dan aşağıdırlar. Yerleri Mısırdır. İs­leri yaratıkların yüklerini taşımaktır. Yetmiş kişidirler.

5-  Nukeba' (Başkanlar): Sayılarının üçyüz veya beşyüz olduğu söylenir. Görevleri, yerin altındaki gizlilikleri ortaya çıkarmaktır.[236]

Tasavvufçularm hayalleri ve gülünç hurafeleriyle uydurdukları masal ülkesinin hiyerarşisi bunlardır, insanları arzularına ram etmek, Allah'tan korkar gibi kendilerinden korkmak ve bütün arzularına boyun eğdirmek, kulların kaderlerinde ve ruhlarında tasarruf yetkileri olduğunu telkin et­mek için uydurdukları masal ülkesi budur. Yaşayanların iman ve nzıklarını çalmak, ölenlerin de kefenlerini soymak için tasavvufçularm Allah'ın ege­menliğine ve birliğine karşı ortaya attıkları hayal ülkesi budur. Bütün bu işleri tasavvuf bürokratları yaptığına, insanların ruhları, nzıkları, ecelleri, kaderleri ve hayatları üzerinde bu şekilde tasarruf ettiklerine göre, acaba Allah'a, peygamberlere ve melekleriene ne kalmış olur? Başka bir ifade ile, Allah'a, peygamberlere ve meleklere ne ihtiyaç kalır.[237] Allah, zalimlerin uydurduklarından münezzehtir. Yerlerin ve göklerin mülkü ve hakimiyeti O'nundur.

Bu masalı bir de Molla Cami'den dinleyelim. Bilindiği gibi Molla Cami, nerede bir batını varsa, hepsini veli olarak ilan etmiş ve Nefahatu'1-Üns Min Hadarit'1-Kuds kitabına almıştır. Günümüz harfleriyle de Türkçe tercü­mesi olduğu için bir nevi el kitaplarından olmuştur. Tasavvufun meşhurla­rından biri olarak bu masalı bir de ondan dinleyelim:

"Şeyh Muhyiddin Arabi'den şöyle nakledilmiştir: Hakikatta Hz. Muhammed'in ku-tubları iki türlüdür. Biri peygamberimizin bi'setinden Önce olanlardır. Bunlar sayıları üçyüz onüç tane ofan peygamberlerdir. Diğeri bi'setten sonra gelenlerdir. Bunlar kı­yamet gününe kadar oniki kutubdur. Yani oniki menzil üzerine deveran ederler. Her biri bîr peygamberin izi üzerindedir. Bir bölgede veya bir tarafta, yedi bölgedeki ebdal gibi, insanfardan bir topluluğun işi bir kutba havale edilmiştir. Zira her iklimde bir bedel vardır. O da iklimin kutbudur. Bunlar dört evtad gibidirler. Onlarla Allah doğuyu, batıyı, kuzeyi, güneyi muhafaza ediyor. Halkı mü'min veya kafir her memlekelin bir kutbu olduğu gibi, Allah velilerinden biri ile o memleketi muhafaza eder. Yine makam sahiplerinden her birinin bir kutbu vardır ve o onların zamanında işlerin merkezi olmuştur. Onlara Kutbu'i-Arifin, Kutbu'l-Muhibbin, Kutbu'1-Müte-vekkifin, Kutbu'z-Zahidin, Kutbu'l-Abidin denir. Bunlar sadece kendine hasredil­miş değillerdir. Peygamberimizden sonra geleceğini söylediğimiz on iki kutup bu ümmetin işierini üzerine almışlardır. [238] Nitekim alemdeki cisimlerin yörüngesi on iki tanedir. İbadet için yalnız başına bir tarafa çekilenler bunların dışındadır. gunlar bir topluluktur ki, kutb dairesinin dışındadırlar. Hızır ve iki Hatem onlar­dandır. Bi'setten evvel peygamberimiz de onlardandı. On iki kutup şunlardır:

1- Hz. Nuh'un izinde olanlar. (Sıfatlan sayılmakta ve Allah'a mahsus sıfatlarla do­natılmaktadır. Aynı şekilde diğer kutupların da sıfatları sayılmaktadır.) 2- Hz. ibra­him'in izinde olanlar. 3- Hz. Musa'nın izinde olanlar. 4- Hz. İsa'nın izinde olanlar. 5-Hz. Davud'un izinde olanlar. 6- Hz. Süleyman'ın izinde olanlar. 7- Hz. Eyyub'un izinde olanlar. 8- Hz. İlyas'ın izinde olanlar. 9- Hz. Lutün izinde olanlar. 10- Hz. Hud'un izinde olanlar. 11- Hz. Salih'in izinde olanlar. 12- Hz. Şuayb'ın izinde olan­lar. (Her birine ait olan sure ve her birinin tasarruf alanları, yetkileri anlatılmakta­dır).

Futuhat-ı Mekkiyye'de ayrıca Recebiler denilen ehlullah'tan bir zümre anlatılır. Bunlar kırk kişidirler. Ne fazla ne eksik. Recep ayının ilk gününde sanki gökler on­lar üzerine çökmüş gibi bir kenar çekilirler. Asla bir harekete güçleri yoktur. Ne ayak üzerinde durabilirler, ne oturabilirler... Bu taifeden Recep ayında birçok tecel­liler, keşifler ve gayba muttali olmak gibi haller meydana gelir, (ibn Arabi'nin onlar­dan birini gördüğünü, bu Receb'in rafızileri simalarından tanıdığını kaydeder). İmamân; iki şahıstır. Biri Gavs (Kutbu'l-Aktab)'ın sağındadır. Nazarları alemi mele-kutadır. Ona Abdurrab denir. Biri de solundadır. Hazarları alemi melekedir. Ona Abdulmelik denir. Mertebe bakımından bu imam Abdurrab'dan raha faziletlidir. Evtad: Alemin dört rüknünde dört kişidirler. Biri doğudadır ve adı Abdulhay'dır. Biri batıdadır ve adı Abdulalim'dir. Biri kuzeydedir ve adı Abduimürid'dir. Biri de güney­dedir ve adı Abdulkadir'dir.[239]

(Ondan sonra ebdal, nuceba, nukeba, rukeba ve hususiyetleri, görevleri anlatılır). Üçler, yediler, kırklar gibi halk arasıda yaygın olan batıl inancın bu masallara dayandığı anlaşılıyor. Nitekim Hızır'ın kişiliği etrafında Örü­len masallar ve uydurulan hikayeler de bu inançlara dayanmaktadır. Çün­kü gayb ricali, mukaddes ruhlar, nukeba, nuceba, rukeba, evtad, ebdal, ak-tab, gavs, gavsı a'zam gibi batini şii memleketin kurmayları yahut erkanı toplumun zihinlerine mukaddes inanç olarak sokulmuş ve bir inanç sistemi haline getirilmiştir. Zaten tasavvuf şii-batıniliğin aldatıcı maskesinden iba­ret değil midir?

Kutup, gavs, ebdal, evtad, gibi tasavvufi çevrelerin dilinde dolaşan bu isimlerin din­den hiçbir delili yoktur. Bunlarla ilgili söylenen şeylerin tümü uydurmadır. Bu konu­da İbn Teymiyye şöyle demektedir:

"Fasrkların ve halktan birçokların dilinde dolaşan Mekke'deki gavs, dört evtad, yeçjj kutup, kırk ebdal, üç nuceba isimleri ne Allah'ın kitabı Kur'an'da mevcuttur, ne de sahih, hatta ebdal lafzının hamledileceği zayıf bir senedle Rasulullah'dan rivayet edilmiştir.[240]

"Bu kişilerin Rasuluilah'dan sonra olduğu iddia edilirse, iddia sahiplerine şunu sormak gerekir; Bunlar ne zaman var oldular? Onların ilki kimdir? Kur'an'dan veya altı hadis kitabından hangi delile dayanmaktadırlar? İlk üç nesilde bu sınıflar iddia edi­len sayılarda hangi mütevatir icma ile sabit olmuştur ki bunların varlığına inanalım? Bilindiği gibi akaid konuları ancak kitap, sünnet ve ümmetin icmaı ile sabit olur. id­dia sahiplerine "Doğru söylüyorsanız, delilinizi getirin" diyoruz. Bu seri dört çeşit . delille ispat etmezlerse, şüphesiz yalancıdırlar ve yalanlanna da inanmıyoruz. [241] "Kim yer yüzündekilerin sıkıntılarının giderilmesi ve üzerlerine rahmetin inmesi için ihtiyaçlarını önce üçyüz'e, onlar da yetmiş'e, onlar da kırk'a. onlar da yedi'ye, onlar da dörd'e, onlar da ğavs'a bildirdiklerini iddia ederse, yalancıdır, dalalettedir, müş­riktir. [242]

"Bu mertebeleri iddia edenler bazı yönlerden Rafızileri taklit etmektedirler. Hatta bu sayılar ve bu sıralama bazı yönlerden İsmailiyye ve Nusayriyye'nin Sabık, Tali, Na-tık, Esas, Cesed gibi Allah'ın bildirmediği tasniflerine benzemektedir. [243]

 

b. İbn Arabi En Büyük Kutup

 

Aktab, evtad ve ebdal için İbn Arabi, bu nitelikleri saydıktan sonra ha­liyle kendini bu unvanlardan biriyle niteleyecektir. Ne var ki aşağı bir un­vanı yahut küçük bir mertebeyi kendine yakıştıracağını sanmayınız. Onun için kendisinden büyük bir kutbun bulunmadığı en büyük kutup olarak ken­dini ilan etmekte ve şöyle demektedir:

"Bu asırda ubudiyet makamında benim kadar tahakkuk eden birinin olduğunu bil­miyorum. Çünkü Rasulullah'a veraset hükmüyle ubudiyet makamında hedefe ulaş­tım. Ben, alemde hiçbir kimse üzerinde rububiyetin bir hevesi olduğunu biimeyen haüs ve muhlis bir kulum. [244] Allah bu makamı kendisinden bir bağış olarak bana verdi. Onu amel ile elde etmedim, sadece Allah'ın nergisidir.[245]

Görüyorsunuz, tbn Arabi, kendini hiçbir zirvenin boy ölçüşemeyeceği bir -rVede koyuyor ve herhangi bir kimse kendisinden bu tercihin ve seçimin igjjl ve belgesini sormaması için bunun kendisine Allah tarafından verildiği yalanını söylüyor.

Bu şekilde İbn Arabi, şeytanın hasta tasavvuf zihniyetine çizdiği gizli devlet üzerinde taç giymiş bir melek veya hükümdar olarak kendini ilan ediyor. Kendim kutupların kutbu, peygamberin varisi ve bilginlerin bilgim olarak empoze ediyor. Kendisinden sonra gelen ve yolunu izleyen bütün ta­savvuf şeyhleri de bu yalanım onaylıyor, kendisine şeyh-i ekber ve hatemu'l-evliya diye niteliyorlar.

Felsefeyi, eski dinleri ve her döneminde cahiliyye hurafelerini ezberleyip bir sentezini yapan İbn Arabi, bu sapık inançlarım bütün dinler ve inançlar sentezi halinde insanlara sunabilmekte, ona tilkiden daha kurnaz bir usta­lıkla ayet ve hadislerden bir kılıf giydirmektedir. Bu kılıfla bu batıl inanç, cahil müslümanlar arasında velayetin zirvesi ve kutupların kutbu olarak yayılabilmekte, asırlar boyunca batılın simsarları bunun ticaretini yapmaktadır.[246]

 

c. Mertebeler ve Üçler, Yediler, Kırklar...

 

Tasavvufçular, kendilerine göre velayeti mertebelere ayırmışlardır. Ki­mileri bunları gavs-ı azam dedikleri velilerin en büyüğü ile başlatmış, on­dan sonra evtad, aktab, ebdal, nuceba, nukeba, urefa gibi kısımlara ayırmışlardır.

Kur'an-ı Kerim'den ve Rasulullah'm sünnetinden az da olsa nasibi bulu­nan bir müslüman bu konuda tasavvufçuların söylediklerinin Allah'ın Kita­bı ve Rasulullah'm sünetiyle uzaktan yakından bir ilişkisi bulunmadığı, dü­pedüz yalan ve iftira olduğunu anlar. Ama tasavvufçular batm dünyasında gavs, aktab, evtad, ebdal, nuceba, nukeba, urefa gibi isimleri egemen olduğu bir devlet kurmak istemiş ve bu esrarengiz güçlerle insanları boyundurukla­rı altına almaya çalışmışlardır.

Bu alanda tasavvuf düşüncesini okurken insan, tasavvufçuların bu yol­larla insanları nasıl kul köle edip sömürdüklerim ve esrarengiz hurafe din­lerine onları nasıl soktuklara görünce, hayretler içinde kalır. Zira insanlara yerde, gökte ve bütün yaratıklar üzerinde egemenliği esrarengiz devletleri­nin yöneticileri olan bu isimleri elinde olduğunu, onların arzularına boyun eğmeyen insanların velilerinin dünya ve ahirette bedbaht edeceğini telkin etmişlerdir. Halbuki sözünü ettikleri bu veliler bazan hayatta olup okumayazma bilmeyen koyu cahiller, bazan ölüp gitmiş ve kemikleri çürümüş z., limler, fasıklar, bazan yol kenarlarında geceleyen meczuplar ve bunakln hatta ibadet teklifini kendilerinden kalktığını iddia eden kafirler, bazan hı yat boyu su ve sabunla yıkanmayıp güya fakirler için tasarruf yapan mur dar ve pis kişilerdir. Bununla beraber bu murdar ve fasık kişilerin gaybı bji dikleri, yerde ve göklerde kendilerine gizli hiçbir şeyin bulunmadığı, herze­ye güçlerinin yettiği ve iradelerine karşı kimsenin gelemediğini idida ederler.[247]

"Kutbu'l-Aktab'lık hizmeti cefilesi, her asırda bir zatı vâlâ-kadir'in uhdesine verilir ve o zat Allah'ın lutfu ile haüfetullah olup iki cihanın tasarrufu bizzat kendisine ihsan buyurulur ve dilediği gibi tasarruf eder.

Gavsu'l-A'zam tabir olunan zatı vala-kadir ise, Kutbu'l-Aktab'a mülazımdır, onun da tasarrufa kudreti varsa da el ve dil uzatmaz ve hiçbir şeye destursuz karışmaz. Kutbu'l-Ûtâ tabir olunan zatı şerif de bütün diğer kutupların evveli demektir.

Kutbu'l-Aktab, Gavsu'l-A'zam ve Kutbu'l-Ulâ tabir olunan bu üç zat, halk arasında olarak anılan ve tanınan zatlardır.

Bunlardan başka YEDİLER ve KIRKLAR tabir edilen zatlar da her biri birer kutup olmakla beraber Allah'ın insanıyla Kutbu'l-Aktab'a hizmetçi düşmüşlerdir. Bunlardan her birisi hallerine göre birer yere memurdurlar. Yani Kutbu'l-Ula, Bağ-dad, Haleb, Şam gibi beldelere mutasarrıf olurlar. Diğer kutuplar da halince birer ve ikişer yere mutasarrıftırlar. Hatta aralarında küffar beldelerine mutasarrıf olanlar da vardır. Ancak bunların tasarrufları Kutbu'l-Akîab'ın emriyledir. Zira Kutbu'l-Ak-tab'ın iki cihanda tasarruf edemeyeceği hiçbir şey olmaz. Bütün eşyayı ve bütün ehfullahı nefsinde toplamıştır. İki cihanda iyi veya kötü, her ne ki olursa, onun bil­mesi ve dilemesi ve kalbinin onaylamasıyla olur ve memuriyetinin icrasıyla vücud bulur.

Kutupların tasarrufları, memur bulundukları yerde bizzat bulunmaları demek değil­dir. Kendisi İstanbul'dabulunur ve memuriyeti Hindistan'da olur ama bir anda icra­sına muktedirdir. Onlara göre uzak veya yakın müsavidir.

Bunlardan başka YÜZLER, ÜÇYÜZLER, YEDİYÜZLER ve BİNLER de vardır. Al­lah tarafından bunlar da Kutbu'l-Aktab'ın ve diğer kutupların hizmetlerine memur­durlar.

Ayrıca ÜÇBİNLER, YEDİBİNLER, ONBİNLER de vardır. Bunların kamil ve mükemmeli olsa bile, tasarruf işlerine karışmazlar ve bunlarla birlikte her asırda riva­yet göre 124 bin veliyuüah mevcut bulunur. Kıyamet gününe kadar da bu mevcut hiç eksilmez.[248] Ve tasavvuf ülkesinin bu meçhul ve esrarengiz hiyerarşisi böyle devam eder.[249]

 

d. Tasavvufun Divanı

 

Tasavvuftular, evrende gizli bir divanın varlığı masalını da uydurmuş­lardır. Bu masala göre, en büyük kutup divanda dilediği hükmü verir. Bera­berindeki küçük kutuplarla beraber buradan evrenin kaderlerini idare eder­ler. Denilebilir ki, divan, bir yüksek mahkemedir, İlahi hiçbir gücün neshe-demeyeceği şekilde Allah'ın tayin ettiği kaderleri kutuplar orada yargılar­lar. Abdulaziz ed-Debbağ bu divanın niteliklerini saymış, görevlerini de be­lirtmiştir. Bu masalı da ondan dinleyelim:

"Divanın yeri Hira mağarasıdır. Gavs (en büyük kutup) mağaranın dışında oturur Mekke'yi sağ kolunun arkasına, Medine'yi de sol dizinin önüne alır. Dört kutup da sağında oturur. Hepsi de Malik İbn Enesin mezhebinde yani malikidirler. Üç kutup da solunda otururlar. Her biri diğer üç mezhepten birisine mensuptur. Vekil de ön­de oturur. Divanın kadısı (yargıcı) adını taşır. Gavs vekille konuşur[250] Gavsın emri altında yedi kutup tasarruf ederler. Yedi kutuptan her birinin emrinde çalışan muay­yen sayıda kişiler bulunmaktadır.

Divana kadınlar gelirler. Üç saf olurlar. Ermiş birtakım ölüler de gelirler. Yaşayan­larla beraber aynı saflarda olurlar. Divana gelen ölüler, ruhun uçmasıyla uçarak berzahtan gelirler. Melekler ve cinler de divana gelirler. Bazan peygamber de gelir. Gavs ile konuşur.

Divanın kurulma saati de peygamberin doğduğu saattir. Diğer peygamberler de bir gecede, kadir gecesinde divana gelirler. O gece nebiler ve rasuller divana gelirler.

Mele-i aladan mukarreb melekler de gelirler. Alemin efendisi de temiz eşleriyle be­raber divana gelir.

Divanda konuşulan dil, Süryanice'dir. Çünkü muhtasar bir dildir. Sonra divana me­lekler ve ruhlar gelirler ki, Süryanice onların dilidir. Küçük veliler ise, bizzat kendile­ri gelirler.

Büyük kutup için bir sınırlama yoktur. O kendi başına idare eder. Divana gelir, aynı ayda evinden de çıkmamış olur. Çünkü büyük kutup dilediği surette görünmeye ve dilediği şekle girmeye kadirdir. Ruhu mükemmel olduğundan ona üçyüz almış altı zat (vücut) sağlar.

Gavs bazan divana gelmeyebiliyor ve divanda bulunan veliler arasında anlaşmaz­lık çıkar. Birbirlerini öldürmelerini gerektirecek bazı tasarrufları olur. Gavsın yoklu­ğunda alemin efendisi gelecek olursa, beraberinde Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan, Hüseyin ve Fatıma'yt getirir. Fatıma divana gelen kadınlardan bir cemaatla beraber oturur.

Divan ehli toplandıkları zaman o saatten ertesi gün aynı saate kadar olacak şeyler üzerinde ittifak ederler. Ertesi gün ve gece ofacak Allah'ın kazasını konuşurlar. Ul­visinden süflisine kadar bütün alemlerde tasarruf ederler. Hatta yetmiş perdeye va­rıncaya kadar her şeyde, ehlinde, düşüncelerinde, İçlerinden geçen şeylerde tasar­ruf ederler. Tasarruf ehlinin izni olmadan hiçbir kimsenin içinden bile birşey geçe­mez. Yetmiş perdenin üstünde olan alemde bunlar böyle olursa, diyer alemler için bu tasarrufun nasıl olduğunu düşünün.

Divan, senede bir defa Hıra mağarası dışında, başka bir yerde kurulur. Kurulduğu bu yere Esa zaviyesi adı verilir. Sus arazisi dışında bir yer. Sus ile Sudan'ın batı yakası arasında bir yer. Sudan evliyası bu divana katılırlar. Bu iki yerin dışında da toplanırlar. Çünkü yer onlara katlanamıyor.[251]

Tasavvufun divanı işte budur. Tasavvuf meşhurlarından birinin tanıttığı şekilde size naklettik. İsterseniz buna tasavvufçuların masalı deyiniz. Ta-savvufçuları buna benzer daha ne masalları var. Katiller, caniler ve ırz düş­manı bedbahtların Allah'ın kaza ve kaderinde tasarruf ettiğini, alemin işle­rini belirleyip yönettiklerini söylüyor ed-Debbağ! Böyle ise ve bütün alem eşkıya çetesinin elinde olursa, o zaman tasavvufçuların uydurdukları tanrı­lara ne iş kalıyor?![252]

 

XIII- Hatemül-Evliya

 

Hz, Muhammed, peygamberlerin sonuncusu olduğu gibi, velilerin de so­nuncusu vardır diyen tasavvuf çul ar, Hatemu'l-Evliya (son evliya) masalını uydurmuşlardır. Bunun öncülüğünü el-Hakim dedikleri et-Tirmizi[253] yapmıştır. Bu konuda zehirlerini kusmuş ve kafasında ördüğü örümcek ağlarını "Hatmu'l-Velaye" kitabında insanlara inanç olarak sunmuştur.

Hakim Tirmizi olarak anılan bu adam hakkında İbn Teymiyye şöyle de­mektedir: "Sözlerinde reddedilmesi vacip olan yanlışlar vardır. Bunların en çirkini Hatmu'l-Velaye kitabında söylediği sözlerdir. Mesela orada "Sonra gelenler arasında Allah yanında derecesi Ebubekir, Ömer ve diğerlerinden üstün olan kişilerin olacağını söylemesi, son zamanda gelecek velinin Hate-mu'1-Evliya olacağı ve diğer bütün velilerden üstün bulunacağı, velilere nis-betle peygamberlerin sonuncusu gibi olacağı sözleri. [254]  yer almaktadır.

Ondan sonra tasavvufçular bu örümcek ağı üzerinde hurafe ağlarını ör­meğe devam etmiş ve çok insanın inancını bozarak bununla zehir!emişlerdir Vahdet-i vücud ilminden söz eden İbn Arabi şöyle demektedir:

"Bu ilim, ancak son peygamber ve son velide olur. Nebi ve rasullerden onu kim gö­rürse, ancak son peygamber penceresinden gördüğü gibi, velilerden de ancak son veli (hatemüi-evliya) penceresinden görür. Hatta peygamberler onu gördükleri za­man, ancak hatemu'i-eviiya penceresinden görürler. Çünkü risalet ve nübüvvet, ya­ni teşri risaiet ve nübüvveti kesilir, ama velayet hiçbir zaman kesilmez. [255]  Peygam­berler veli oldukları için söylediğimizi ancak hatemu'l-evliya penceresinden görür­ler. (Onlar böyle olunca, diğerleri nasıl böyle olmasın!)

Hükümde hatemu'l-evliya, son peygamberin getirdiği teşrıye tabi olması, onun ma­kamını düşürmez ve söylediklerimize aykırı olmaz. Çünkü bir yönden daha aşağı ise, diğer yönden ondan üstündür. Nitekim Bedir esirleri hakkında verdiği hüküm Ömer'in üstünlüğünü ve hurmanın aşılanması olayında başkaların üstünlüğü gös­terdiği gibi, şeriatımızda söylediğimizi destekleyen örnekler vardır. Kamil olanın her şeyde birinci olması gerekmez.[256]

Görüldüğü gibi, ibn Arabi, nebi ve veli olarak son peygamberi görmekte bütün peygamberlerin bilgilerini bu son nebi ve veliden aldıklarını, onun ve­layetinin de kendisinden sonrakilere geçtiğim ve hatemu'l-eliyanın bazı yön­lerden hatemu'l-enbiya'dan üstün olduğunu, örnek olarak da Bedir esirleri hakkında Hz. Peygamber yanlış karar verdiği halde Hz. Ömer'in doğru hü­küm vermesi ve hurmanın aşılanmamasını peygamber tavsiye ettiği halde ashaptan bazıların tasvip etmemesini göstermektedir. İbn Arabi şöyle devam etmektedir:

"Rasulullah, peygamberliği kerpiç bir duvara benzetmiştir. Bir kerpicin yeri dışında bu duvarın tamamlandığını ve tamamlayıcı kerpicin de kendisi olduğunu bildirmiş­tir. Rasulullah, bunun tek kerpiç olduğunu söylemektedir. Son velinin de bu görüşte olması ve Rasulullah'ın benzettiği gibi benzetme yapması gerekir. Ancak bu duvar­da İki kerpiç yerinin boş olduğunu görür. Hatemu'l-evliyanın biri altın, diğeri gümüş iki kerpiç yerini görmesi ve kendisinin o iki kerpicin yerini doldurması gerekir. Ken­disini iki kerpiç yeri olarak görmesi, zahirde son peygamberin şeriatına bağlı olma­sıdır ve bağlı olduğu da gümüş kerpiçtir. Bu da zahir ofup ahkamdan tabi olduğu şeydir. Aslında zahirde tabi olduğu şeyi direkt Allah'tan almaktadır.Çünkü o, işi ol­duğu gibi görür ve böyle görmesi gerekir. Bu da batında kerpicin yeridir. Hatemu'i-evliya, rasule vahiy getiren meleğin aldığı kaynaktan (direkt Allah'tan) almaktadır. [257]

Son velinin iki şeyle son peygamberden üstün olduğunu ifade etmektedir.

Birincisi, direkt Allah'tan almasıdır. Son peygamber ise, melek aracı­lıyla Allah'tan alır. İkincisi, onun eliyle dinin tamamlanmış olmasıdır.

İbn Arabi'nin hatemu'l-evliya konusundaki anlayışını Dr. Abdulkadir jvfahmud şöyle değerlendirmektedir:

"İbn Arabi, açıkça velinin rasui, hatta rasulden de üstün olabileceğini, gerçek vela­yetin risaletten daha iyi ve daha üstün olduğunu belirtmektedir.Çünkü kamil vela­yet, risaletin özüdür. Ayrıca, Muhammed peygamberlerin sonuncusu ise, kendisi de kendi mantığına göre peygamberlerden daha üstün olan hatemu'l-eviiya-dır.Çünkü kendi zamanının ve bütün zamanların kutbu olarak vahdeti vucud naza­riyesine göre dinlerin ve ibadetlerin birliğini sağlamış olmaktadır.[258] İbn Teymiyye bu konuda şöyle demektedir: "İbn Arabi ve benzerleri bu üstünlüğün, velinin direkt Allah'tan alması, peygamberin ise melek vasıta­sıyla alması sebebiyle olduğunu söylüyorlar. Hatemu'l-Evliya bu bakımdan peygamberden üstündür, diyorlar. [259]

İnce kavrayışı, emin nakli ve gerçekçi ifadeleriyle bu sözlerinde İbn Tey­miyye gerçeğin kendisini ifade etmektedir. Onun bu söylediklerini haklı çı­karan İbn Arabi'nin sözleri açıktır. Peygamberlere gelen vahiy ile evliyaya gelen vahiy arasında, vahyi getiren meleğin peygamberlere göründüğü hal­de evliyaya görünmemesinden başka farkın bulunmadığı, [260]Allah'ın veliye birşey vahyetmek istediği zaman vahyedecek o şeyin suretine girip veliye te­celli etmesi (görünmesi) ile olduğu halde, peygambere Allah'ın görünmeme­si, [261] gibi sözleri de bunu açıkça ortaya koymaktadır. Zaten tasavvufçular arasında bu anlayış yaygın bulunmaktadır.

Mesela Ebu Yezid el-Bistami şöyle demektedir: "İlminizi ölenlerden (pey­gamber ve alimlerden) aldınız. Biz ise, ilmimizi hiç ölmeyen (Allah)'den al­dık. [262] Yine "Öyle bir denize daldık ki, peygamberler onun sahilinde kalmışlardır. [263]

İbn Arabi bu görüşünü şöyle pekiştirmektedir: "Nusum ehli (Şeriata bağ­lı olanlar) kıyamet gününe kadar öncekilerden alırlar. Böylece aradaki nis-betler uzak olur. Evliya ise, doğrudan Allah'tan alır. Kendisinden bir rah­met olarak onların kalbine bırakır. Bu da Rabblerinden gördükleri bir yar­dımdır. [264]

Demek istiyor ki, İslam'a bağlı olanlar, ölüme mahkum olmuş ve tpa&n karışmış kişilerden dinlerini ve ilimlerini alırlarken, tasavvufçular Allah i'| olan direkt irtibatlarından dolayı melek ya da peygamber aracılığı olmadnt direkt Allah'tan alırlar.

İbn Teymiyye şöyle diyor: "Hatemu'l-Evliyalık, gerçeği olmayan bir hayal olmuştur. Her zümre kendileri veya şeyhleri için bunu iddia etmektedir Birçok kişiler kendileri için bunu iddia etmiş, hatta sözlerinde yahudi ve hristiyanlarm bile söylemediği bazı şeyler bulunanlar buna sahiplenmek is­temişlerdir. İbn Arabi'nin kendisi için iddia ettiği gibi.[265]

İbn Teymiyye'nin söyledikleri gerçekleri yansıtmaktadır. Zaten yaptığı nakillerde ve değerlendirmelerde emanet ve doğruluktan ayrıldığı görülme­miştir.

Ticani tarikatı da şeyhi Ahmed et-Ticani için son velayeti iddia etmiştir. Mensuplarından biri şöyle diyor: "Otuz altıncı bölüm, şeyhimizin fazileti, hatemu'l-evliya, sadıkların imamı, gavs ve kutupların kaynağı olduğuna dairdir. [266]

Tasavvufçularm uydurdukları bu şeylerin çok gülünç olduğu kadar İs­lam inançlarına aykırı birçok unsurlar taşıdığını da belki tasavvuf büyüsüy-le büyülenmiş olanlar farketmezler. Ama İslam'ın ölçüleri ve salim aklın kurallarıyla dışarıdan bakıldığı zaman bunların ne kadar saçma olduğu görü­lür.

Tasavvufun iki yönü olduğunu söylemiştik. Birincisi, nazari veya işrakİ tasavvuf. Buna felsefi tasavvuf da diyebiliriz. Ayrıntılı bir şekilde üzerinde durduk.

Tasavvufun ikinci yönü ise, ameli (pratik) olanıdır. Zikir, dua, nafile iba­detler, zühd, çile, tezkiye gibi riyazat ve mücahede şeylerine dayanır. Nazari (teorik) ile ameli yönleri birbirinden ayırdetmek zordur. Denilebilir ki, ruh ile ceset gibi birbirine bağlıdır. Çünkü tasavvufun nazarisi, ameli olanın ürünü veya ameli olan, nazarinin ürünüdür.[267]

 

XIV. İslam İle Tasavvuf Arasında Bir Karşılaştırma

 

Allah'ın kitabında apaçık olduğu halde hakkı göremeyenlere ondan bir nebze hidayet parıltıları sunmak istiyoruz. Belki karanlık çöllerinde bocala­yanlar ve batılın baskısı altında sersemleşenler hakkın nurunu görür ve Levhid nimetine kavuşurlar. Umulur ki, hidayet ve kurtuluş yolunu göste-Len Kur'an'ın ayetlerinden bu insanlar öğüt alır, tasavvuf ve tasavvuftular hakkında hakkı ve adaleti ifade eden bir hakem kabul ederler.

Yüce Allah buyuruyor: "Göklerde ve yerde olan herkes, istisnasız kul ola-I k Rahmana gelecektir. O, bunların hepsini kuşatmış ve sayılarını tespit Lmiştir- Bunların hepsi kıyamet gününde onun huzuruna tek tek gelecek-Itir [268]"Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra 1da işleri idare ederek arşa yerleşendir. Onun izni olmadan hiçbir kimse şe-Ifaatçi olamaz. İşte o Allah Rabbinizdir. O halde ona kulluk edin, hâlâ dü-Işünnıüyor musunuz? Hepinizin dönüşü ancak Onadır. Bunu Allah bir ger-jçek olarak vaadetmiştir. Çünkü o, halkı önce yaratır, sonra da iman edip iyi işler yapanlara adaletle mükafat vermek için geri çevirir. [269]

Yüce Allah, yerin ve göklerin yaratıcısı olduğunu söylüyor. Kimi tasav-jvufçular ise, hayır o, yerin ve göklerin ve içindeki her canlının kendisidir, (diyorlar. Yüce Allah, işleri kendisinin idare ettiğini söylüyor. Kimi tasavvufçular ise, Allah'ın işlerini kendilerinin gördüğünü söylüyorlar.

Yüce Allah, "İşte o Rabbiniz Allah'tır, ona ibadet edin" diyor. Kimi tasav-|vufçular ise, hayır, Allah benim, yahut herşey Allah'tır, diyor.

Yüce Allah, "hepinizin dönüşü Onadır" diyor. Kimi tasavvufçular ise, bu-Irada dönüşün anlamı, çok olan zatın (kesretin) vahdete (tekliğe) dönmesi ve jyaratıklar iken Hak (Allah) olmasıdır, diyorlar.

"Dikkat et, halis din Allah'ındır. Onu bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenler, "Onlara, bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" derler. Şüphesiz, Allah ay­rılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Allah, şüphesiz yalancı ve inkarcı kimseyi doğru yola iletmez. Eğer Ailah bir evlat edinmek isteseydi, elbette yaratıklarından dilediğini seçerdi. O yücedir. O gücü her şeye yeten tek Allah'tır. Allah gökleri ve yeri hak ile yarattı. Geceyi, gündüzün üzerine örtüyor, gündüzü de gecenin üzerine sarıyor. Her biri belli bir süreye kadar akıp giden güneş ve ayı em­ri altına almıştır. Dikkat et, o azizdir ve çok bağışlayandır. Sizleri bir tek nefisten yaratmış, sonra ondan eşini var etmiştir. Sizin için hayvanlardan sekiz çift meyda­na getirmiştir. Sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık içinde yaratılıştan ya­ratılışa geçirerek yaratmıştır. İşte bu yaratıcı, Rabbiniz olan Allah'tır. Mülk onundur. Ondan başka ilah yoktur. Öyleyken, nasıl oluyor da ona kulluktan çevriliyorsu­nuz? [270]

Yüce Allah yine şöyle buyuruyor:

"Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek Allah'a mahsustur. İşte bu benim Rabbim olan Allah'tır. Ona dayandım ve ona yönelirim. O, gökleri ve Uû yoktan yaratandır. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da çiftler yarattı. Zira si?' bu şekilde üretir. Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir.[271]

"De ki, o Alfah birdir. Allah Sameddir. O doğurmamış ve doğurulmamıştır. Hiçbi şey ona eş ya da denk değildir. [272]Soruyoruz, İbn Arabi, İbn el-Farıd, el-Cilî ve benzerlerinin İslam inançla rina aykırı sözleri ve anlayışları nerede, bu parlak ve katıksız tevhid nere­de? Bu sapık anlayış mensupları Allah'a ve tevhid çizgisine gelmeye davet ettiği için müslümanlara teşekkür edecekleri, onlar da kalan son nefesleri kesmek üzere bulunan tasavvufun hurafelerinden uzaklaşacakları yerde bunları kendilerine hatırlatan ve uyaran insanlara şu veya bu isimler yahut sıfatlar yakıştırarak cephe alıyorlar.

Yüce Allah'ın inanmayanların her türlü yakıştırmalarından uzak, bütün eksiklik ve noksanlıklardan münezzeh, her şeyin sahibi ve maliki, halikı ve raziki, hakimi ve yöneticisi, eşi ve benzeri olmayan, kainatı elinde tutan ve yaratıkların her şeylerini kendisine borçlu olduklarını ifade eden bu açık ayetler nerede, tasavvufçuların sır ve semboller diyerek insanların anlayış­larının üstünde olduğunu söyledikleri meşhurlarının sözleri nerede? Tasav-vufçular ve onların uyduları gece-gündüz kimi meşhurlarının vird ve teşbih­lerini, dua ve zikirlerini tekrarlayacaklarına, Yüce Allah'ın ayetlerini oku­yup anlamlarım düşünseler, gereğine uygun yaşayıp onu insanlara iletmeye çalışsalar, herhalde hem kendileri hem de insanlık için çok daha iyi olacak­lar. Anlayış ve düşüncelerinde meşhurlarının inanç ve düşüncelerini esas alıp ona göre bir dünya oluşturmaya çalışacakları yerde, Allah'ı Kitabını iyi­ce anlayıp ona göre oturup kalkmaları, inançlarını, düşünce ve anlayışları­nı, yaşayış ve hayat kurallarını ona göre düzenlemeye çalışmaları elbette çok daha yararlı ve hayırlı olacaktır.

Yüce Allah kitabında hakkı ve hidayeti bu şekilde açıklamaktadır. Hida­yet ve kurtuluşun Kur'an'a ve onu insanlara tebliğ eden, onlara en güzelnek olan Rasulüne uymakta olduğunu belirtmektedir.

Rasulullah'm yaşayışına bakıyoruz; inandığı davadan kesinlikle taviz vermemekte ve haktan fedakarlık yapmamaktadır. İnandığı davanın muzaf­fer olması için gece gündüz çalışmakta, başarıya ulaşıncaya kadar gerekirse uğrunda canını vereceğini belirtmektedir. Nitekim bu inançla en büyük sı­kıntılara göğüs germiş, yurdundan hicret etmiş ve savaşlara katılmıştır.

Örnek bir insan olarak namaz kılmış ve gece uyumuş, oruç tutmuş ve if­tar etmiş, hem de bir düzine eşle evlenmiştir. Çoluk çocuk sahibi olmuştur. Bir aile reisi olarak eşlerinden kimi sakıntılarla karşılaşmış, ama hepsini ideal bir eş olarak idare ederek memnun etmiştir. Aile sıkıntısı, çoluk çocuk sıkıntısı, geçim derdi, sosyal problemler gibi gerekçelerle uzlet ve rahiplik hayatını tercih etmemiştir.

İyiliği emretmiş, kötülüğü yasaklamıştır. Bunun yapılmadığı zaman top­lumun bozulacağını ve kötülüklerin toplumun bütün fertlerini kuşatacağını ' ve kollektif bir şekilde sorumlu olacaklarını belirtmiştir. İyiliği emretmesi ve kötülüğü yasaklaması durumunda insanların kendisine ne söyleyecekle­rini değil, yüce Allah'ın emrini yerine getirme duygusuyla hareket etmiştir. insanlardan göreceği birtakım sıkıntılar ve olumsuz tavırlardan dolayı top­lumdan ilişkileri keserek bir tarafa uzlete çekilmemiş ve toplumu dışlama­mıştır. Aksine toplum fertlerinin ıslah olması ve şirk pisliklerinden arınma­sı için gece gündüz çalışmış ve sıkıntılarına katlanmıştır. Nitekim eğiticisi ve yönlendiricisi olan yüce Allah O'na "Ey peygamber! Biz sana şahid, müj­deci, uyarıcı, Allah'ın izniyle ona çağıran ve aydınlatıcı bir ışık olarak gön­derdik. Müminlere rablerinden büyük bir lütuf olduğunu müjdele. Kafirlere ve münafıklara itaat etme, eziyetlerine aldırma ve Allah'a güven. Güvenile­cek olarak Allah yeter[273] buyurmuştur.

Üç yıl müşriklerin boykotu altında yaşamak, açlıktan ve yoksulluktan göğe yükselen çocukların feryatlarını görmek, Taif ten terslenmiş olarak dönmek ve çoluk çocuğun taşlamasına maruz kalmak, gözlerinin önünde müşriklerin müminlere yaptıkları işkence ve hakaretlere tanık olmak, en yakın dava arkadaşlarının şehid olmasını ve ailelerinin sahipsiz kalmaları­nı görmek, yakınlarını ve yurdunu bırakıp hicret etmek, yolda her an düş­manın saldırısına maruz kalma tehlikesiyle yaşamak, Hendek,Hu-neyn gibi savaşlarda en çetin anlar yaşamaktan daha eziyetli ve sıkıntılı du­rumlar mı vardır?

"İnsanlardan sana birtakım sıkıntılar ve engellemeler gelebilir, onların pisliklerinden üzerine birtakım şeyler sıçrayabilir, senin ahlakını ve edebini bozabilirler, kötülüklerinden uzak durmak için onları kendi hallerine bırak, bir tarafa çekilerek başının çaresine bak" diyerek ona uzlet ve toplumdan nefreti öğretmenıiştir. Aksine, toplumun hem önderi hem bir ferdi olarak so­rumlu olduğunu, insanlara hidayet yolunu göstermek ve hidayete gelmeleri­ni sağlamak için bıkmadan usanmadan çalışması ve davet etmesi gerektiği­ni öğretmiştir. Dostu, düşmanı, kadını, erkeği, genci, yerli ve yabancıyı, kı­saca her sınıftan ve yaştan insanlarla görüşmüş, konuşmuş, davet etmiş, be­raber çalışmıştır.

Şüphesiz insanlar arasında dünya hayatının geçiciliğini en iyi bilen, dün­yanın servet ve lüksüne iltifat etmeyen, dünya hayatının bir imtihan oldu­ğunu, ahiret yurdu karşısında oyun ve eğlence, geçici bir an olduğunu en iyi bilen Rasulullah'ın kendisidir. İnsanlar arasında Rabbi'ne en çok ibadet e-den, en çok istiğfar eden, Rabbi'nden en çok korkan yine kendisidir.

Buna rağmen, Rasulullah hiçbir zaman meşru kazancın aleyhine konuş­mamış, insanları meşru kazanmaktan soğutmamış veya nefret ettirmem iş­tir. Fakirliği hiçbir zaman teşvik etmemiş ve güzel bir şey olduğunu söyle­memiştir. Fakirliğin her an kişiyi küfre götürebileceğini belirterek uyarıda bulunmuştur. Allah'a en çok sığındığı ve korumasını istediği şeylerden biri de fakir olmak ve borç altında ezilmek olduğunu görüyoruz..

Fakirliğin üstünlüğü ve yoksulluğun fazileti ile ilgili söylenen şeyler Ra­sulullah'ın değil, hint dinleri gibi İslamdışı inanç ve felsefelerin ürünüdür. Fakirliği övmek ve teşvik etmek bir yana, meşru şekilde çalışıp kazanmanın ve infak etmenin faziletini her vesile ile belirtmiş ve teşvik etmiştir. En bü­yük ibadetin cihad olduğunu ve cihadın hem mal, hem de can ile yapıldığını söyleyerek cihad edenlere en büyük mükafatların verileceğini söylemiştir.

Kişinin yediği en helal lokmanın el emeği ile kazandığı olduğunu belirt­miştir. Bulduğu zaman yemiş, davetlere gitmiş, yapılan ikramları ve hediye­leri kabul etmiş, bulamadığı zaman da karnına taş bağlamış ve sabretmiş-tir. Günlerce evinde ateş yanmadığj ve sıcak yemek pişmediği olmuş, ama bulduğu zaman da en güzel ve bol yemekleri yemiş ve şükretmiştir. Allah'ın verdiği güzel rızıkları ve ziyneti kendine haram etmemiş ve rahipler gibi manastır hayatı yaşamamıştır. Zaten yüce Allah kullarına verdiği ziyneti ve güzel rızkı haram etmenin yasak olduğunu belirtmiştir.

Özet olarak; Rasulullah aile reisidir, babadır, öğretmendir, vahiy geti­ren Cebrail'in karşısında Öğrencidir, arkadaşları gibi oturup kalkan ve kendini onlardan ayırmayan bir vatandaştır, savaşlarda komutandır, mescitte imamdır, vaizdir, çarşı pazarda müşteridir, mescidin yapımında işçidir, insanlar arasında halktan biridir ve nihayet Allah'ın peygamberi­dir. Rasulullah'ın Örnek hayatı böyle olduğu gibi ashabı da bu şekildedir. gir tarafta İslam'ın bu dengeli ve insanın fıtratına uygun yapısı, Rasu-ıullah'ın bütün insanlara örnek yaşayışı ve ashabının buna uygun davranı-diğer tarafta insanların kötülükleri bana bulaşmasın, eziyetleri bana do­kunmasın, ibadetimden alıkoymasın diyerek uzlet hayatını tercih ve tavsiye Jen tasavvufun söyledikleri. Bir tarafta toplumu ıslah etmek ve Allah'ın di­nini üstün kılarak egemenliğini sağlamakla görevli İslam anlayışı, diğer ta­rafta uzlette Allah'ı daha çok zikretmek, daha çok namaz kılmak, daha çok düşünmek ve insanların kötülüklerinden uzak durmak bahanesiyle müslü-nianlara uzlet ve halvet halinde ömür tüketmeyi öğütleyen tasavvuf zihni­yeti!

Tasavvufun bu zihniyetine örnek olmak üzere toplumda en çok beğenilen Gazali'nin İhyau Ulumiddin kitabından uzlet bölümünün bir kısmını kısal­tarak tercüme etmek istiyoruz. Gazali, uzletin lehinde ve aleyhinde söyle­nenlerin bir değerlendirmesini yaptıktan sonra aile fertlerinden ve toplum­dan ayrı kendi başına uzlet hayatı yaşamanın faziletlerinden sözetmekte, tasavvuf meşhurlarının sözlerinden örnekler vererek bu faziletleri şöyle sı­ralamaktadır:

"Uzletin yararları dini ve dünyevi olarak İki kısma ayrılır. Dini yararları da halvette yapılacak itaat ve İbadetler, düşünmek, ilim öğrenmek, insanlar arasında yaşadığı zaman karşılaşacağı riya, gıybet, İyiliği emretme ve kötülükten sakındırma görevini yapamama, İyi olmayan arkadaşların kötü ahlakından ve çirkin davranışlarından etkilenmekten kurtulma olarak sayılabilir.

Dünyevi yararlan ise, sanatkarın dünya süsüne bakma ve insanların dünya hayatı­na yönelmesinden kurtulma, insanlardan beklentisinin oSması veya onların kendi­sinden beklentilerinin olması, İnsanlarla beraber olması sonucu kişiliğinin açığa çıkması, gösteriş, kötü zan, dedikodu, kıskanma gibi oturup kalktığı kişilerin kötü ahlakından etkilenme, insanların şişmanlığından veya bedeni anormalliğinden ra­hatsız olmanın zararlarından kurtulma olarak sayılabilir. Uzletin yararları bunlardır. Onları altı maddede toplayabiliriz.

a-Kendini İbadete, düşünmeğe, insanlara seslenmek yerine Allah'a seslenmeğe vermek, dünya ve ahiret işlerinde, yer ve göklerin melekutunda Allah'ın sırlarını keşfetmekle uğraşmak. Bunlar kişinin boş kalmasını gerektirir. Halbuki başkaları arasında olunca boş kalmak mümkün olmaz. Bunun yolu uzlettir. Onun için bilgin­lerden bazıları şöyle demiştir: kişi, ancak Allah'ın kitabına sarılmakla halvet imkanı bulabilir. Allah'ın kitabına sarılanlar, atahın zikri ile dünyadan rahat etmişlerdir. Al­lah'ı zikredenler Allah'ın zikri İle yaşamış ve onun zikri ile ölmüşlerdir. Allah'a yine onun zikriyie kavuşmuşlardır. Şüphe yok ki insanlar arasında olmak böylelerini Allah'ın zikrinden alıkoyar. Onlar İçin uzlet daha iyidir.[274] Onun için Rasulullah işin başında Hira mağarasına çekin Allah'a ibadet ve niyaz ediyordu. Böylece kendisinde nübüvvet nuru güçlendi[275] İnsanlar kendisini Allah'tan alıkoymazlardı. Vücuduyla insanlar arasında, kaîbi il Allah'a yönelirdi. Nitekim halk Ebubekir'in onun dostu olduğunu sanırlardı. Am Rasulullah kendini Allah'a verdiğini ve onunla meşgul olduğunu söyleyerek şöyi dedi:"Bir dost edinseydim, Ebu Bekr'i dost edinirdim. Fakat arkadaşınız (ben) aı lah'ın dostudur. [276]

Zahirde insanlarla, gizlide Allah'la beraber olmağa ancak nübüvvetin gücü yetebilir Her zayıfın Kendi kendine afdanarak buna heves etmesi doğru değildir. Ancak bazı velilerin derecesi de buna varabilir. Cuneyd'İn şöyle dediği nakledilir: "Otuz senedir Allah'la konuştuğum halde, insanlar benim kendileriyle konuştuğumu sanıyorlar." Bu da kendini tamamen Allah'a vermek ve insanlardan tümüyle sıyrılmakla müm­kündür. O da inkar edilmeyen bir şeydir. Kişileri sevmekle meşhur olanlar arasında Öyleleri var ki bedeni İle insanlar arasında olduğu halde, sevgilisine olan aşırı sev­gisinden dolayı ne söylediğinin farkına vanr, ne de kendisine söylenenlerin farkın­da olur. Hatta dünya işlerinden birini bozan bir musibetle karşılaşan kişi Öyle bir ke­dere düşer ki insanlar arasında olduğu halde onlan farketmez, aşırı dalgınlığından onların seslerini işitmez. Akıl sahiplerinin yanında ahiret işi bundan çok daha bü­yüktür. Onlar için de böyle birşey imkansız olmaz.

Fakat birçokları için uzletten yararlanmak daha iyidir. Onun İçin bilgin (hekim)lerden birine "Onlar niçin halvet ve uzleti seçtiler?" diye sorulmuş, o da şöyle demiş-tir:bununla düşüncelerinin devamını sağlıyor, güzel bir hayat sürmek ve marifetin zevkini tatmak için kalblerinde bilgilerin yerleşmesini sağlıyorlar. Rahiplerden birine, tek başına kalmaya ne kadar sabrediyorsun! demişler. O da, ben yalnız değilim, Allah'la beraber oturuyorum, benimle Konuşmasını istediğim zaman onun kitabını okurum, ona seslenmek istediğim zaman namaz kılarım. Hekimlerden birine sormuşlar; Halvet ve zühdle hangi sonuca vardınız. O da, Al­lah'la ünsiyet bulduk, demiştir.

Süfyan ibn Uyeyne şöyle demiştir: Şam bölgesinde ibrahim İbn Edhem'le karşılaş­tım. Ona, Horasan'ı bıraktın, dedim. Şöyle dedi: Ancak burada mutlu bir hayat sür­düm, dinimi korumak için dağdan dağa kaçıyorum, beni gören vesveseli, hamal ve-ya denizci sanıyor.

Gazvan er-Rekkaşi'ye, hadi gülmediğini anlıyoruz, niçin kardeşlerinle oturup kalk­mıyorsun? denildi. Ben muhtaç olduğum kişi ile oturmaktan hoşlanıyorum, dedi. Hasan'a da; Ey Ebu Said! Şurada bir adam var, her zaman bir sütunun arkasında tek başına oturuyor, dediler. Hasan, onu gördüğünüz zaman bana haber verin, de­di. Bir gün gelip oturduğunu gördüler ve söylediğimiz adam budur, dediler ve gös­terdiler. Hasan adamın yanına gitti. Ey Allah'ın kulu! Uzleti sevdiğini görüyorum, ni­çin insanlarla beraber oturmuyorsun? Bir şey beni Hasan'ia ve insanlarla beraber olmaktan alıkoydu, dedi. Nedir bu şey? dedi. Adam şöyle dedi; Ben sabahlar ve akşamlarken nimet ve günah içindeyim. Nimetten dolayı Allah'a şükretmek ve gü­nahtan dolayı ona istiğfar etmekle meşgul olmak istiyorum. Hasan ona, Ey Allah'ın kulu! Sen Hasan'dan da daha kavrayışlısın, aynı şeyi yapmağa devam et, dedi(...)

Şöyle de denilmiştir: İnsanlarla beraber olmak iflasın alametidir. Evet, bu büyük bir fazilettir. Ancak bu, bazı kişiler ve zikrederek Allah'la ünsiyeti sürdürebilen yahut devamlı düşünerek Allah'ın marifeti konusunda tahakkuk sahibi olanlar içindir. Böy-leleri için insanlardan soyutlanmak, onlarla beraber olmanın sağlayacağı bütün şeylerden daha iyidir. Çünkü ibadetlerin gayesi ve muamelelerin meyvesi, kişinin Allah'ı severek ve onu bilerek ölmesidir. Sürekli zikirle sağlanan ünsiyet olmadan Allah sevgisi olmaz, sürekli düşünme olmadan da1 marifet olmaz. Her ikisi için de kalbin başka şeylerden boş olması şarttır. İnsanlarla beraber oldukça da kalb boş olmaz.

b-Uzlet ve halvetin ikinci yararı da, insanlara beraber yaşamanın yolaçtığı günah­lardan kurtulmaktır. Bu günahlar dört tanedir; Gıybet, dedikodu, riya, iyiliği emret­me ve kötülüğü yasaklamayı terketmek, kötü ahlaktan ve dünya hırsının gerektirdi­ği çirkin işlerden etkilenme.

Kitabın Helak Eden Şeyler bölümünden Dilin Afetlerini öğrenmişsen, insanların arasında yaşarken gıybetten korunmanın ne kadar zor olduğunu ve ancak sıddik kişilerin ondan kurtulduğunu anlarsın. Çünkü halkın iffetini dillerine dolamak ve sa­kız gibi çiğnemek genelde insanların adetidir. Yedikleri ve zevk aldıkları bir şeydir. Yalnızlığın sıkıntısını gıybetle giderirler. Onlara karışır ve söylediklerine muvafakat edersen, günaha girer ve Allah'ın nefretine maruz kalırsın. Söylediklerine karşı ses çıkarmazsan, onlara ortak olursun. Onları dinleyen de onlardan biri olur. Karşı çı-karsan, sana kızarlar ve gıybet ettikleri kişiyi bırakıp senin gıybetini yapmaya baş­larlar. Böylece gıybet üstüne gıybet yaparlar. Hatta gıybet sınırını da geçerek hor­lamaya ve sövmeğe kadar giderler.

iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklamağa gelince; Şüphesiz bu dinin temellerinden-dir. Bu kısmın sonunda belirtileceği gibi, dinin emridir. İnsanlarla beraber yaşayan kişi. mutlaka münker birtakım şeyler görür. Ses çıkarmazsa, Allah'a isyan etmiş olur. Karşı çıkarsa, türlü zararlara maruz kalır. Nitekim münker şeyleri önlemeye çalışırken, yasakladığı şeylerden daha büyük günahlara düşebilir. Uzlette bütün bunlardan kurtuluş vardır.Çünkü iyiliği emretmek ve kötülüğü yasak­lamak önemli bir iştir ve yerine getirilmesi de zordur. Hz. Ebu Bekir halka konuşa­rak şöyle demiştir:"Ey insanlar! Sizler 'Ey iman edenler! Siz kendinize bakmız,Hi­dayette olursanız dalalette olanlar size zarar vermez[277] ayetini okuyorsunuz, ama yanlış anlıyorsunuz. Rasulullah'ın şöyle dediğini işittim:İnsanlar münkeri görüp değiştirmezlerse, Allah hepsine ceza verir. [278]Rasulullah yine şöyle demiştir: "Yüce Allah kula, dünyada münkeri gördüğün halde, neden önlemeye çalışmadın, diye so­rar. Allah aklına bir gerekçe getirirse,"Allah'ım, insanlardan korktum ve umudumu sana bağladım. [279]

Bu da dayaktan veya güç yetiremeyeceği bir şeyden korkması durumundadır. Bu­nun sınırlarını bilmek zordur. Üstelik tehlikelidir. Halbuki uzfette kurtuluş vardır. İyi­liği emretmek ve kötülüğü yasaklamak (emri bilmaruf ve nehyi aniimünker)de kin ve düşmanlıklara yol açma vardır. Nitekim şöyle demişlerdir: Sizden sonra ne ka­dar nasihat ettim, nasihat eden bazan düşmanlık kazanıyor.

İyiliği emredenler çok zaman pişman olmuşlardır.Çünkü bu iş yıkılmak üzere olan bir duvara benziyor, insan onu doğrultmak isteyince üzerine yıkılıyor. Üzerine yıkı­lınca da "Keşke onu eğilmiş bıraksaydım" diyor. Evet, duvar doğruluncaya kadar onu bir destekle tutan yardımcılar bulursan, duvar doğrulur. Fakat bugün yardımcı­lar bulamıyorsun. Onun için olduğu gibi bırak ve kendi selametine bak!

Riyaya gelince; Şüphesiz bu, ebdal ve evtadın bile kendisinden sakınmakta zorlan­dığı amansız bir hastalıkta. Kim insanların arasında yaşarsa onlara mudara yapar (eyvallah der), onlara mudara ve riya yapan da içine düştükleri duruma düşer ve kendileri helak olduğu gibi o da helak olur.

c- Fitne ve düşmanlıklardan kurtulmak, dini ve nefsi onlara dalmaktan ve tehlikele­rine düşmekten korumak. Ülkelerin bağnazlık, fitne ve düşmanlıklardan hali olduğu çok azdır, insanlardan uzlete çekilen kişi bunlardan kurtulmuş olur.(...)

d- İnsanların şerrinden kurtulmak. İnsanlar bazan gıybetle, bazan kötü zan ve suç­lama ile, bazan teklifler ve yerine getirilmesi zor yalancı tamahlarla, bazan da ko-ğuculuk ve yalanla sana eziyet ederler. Hatta senin akıllarının almadığı birtakım söz ve davranışlarını görebilir ve aleyhine kullanmak için bunu yanlarında bir koz olarak saklayabilirler. Onlardan uzlette olursan bütün bunlardan kendini korumuş olursun.(...),

Şüphe yok ki insanlarla beraber yaşayan ve yaşayışlarına ortak olan kişiyi kıska­nanlar, hakkında kötü düşünenler, kendilerine düşmanlık beslediğini ve komplo pe­şinde olduğunu sananlar olacaktır, insanlar bir konuda ne kadar hırslı olursa, o ka­dar her seslenmeyi aleyhlerinde sanırlar. İşte onlar düşmanlardır. Onlardan sakın. Onların dünya hırslan şiddetli olup herkesi de kendileri gibi dünya için hırslı sanırlar.(....)

e-İnsanlardan umudunu yitirmek, onların da senden umutlarını kesmeleri. İnsanla­rın senden umuî kesmelerinin birtakım yararları vardır. Bir kere, insanları memnun etmek, efde edilmeyen bir amaçtır. Kişinin kendini ıslah etmekle meşgul etmesi da­ha iyidir. Hakların en kolay ve basit olanı cenaze töreninde bulunmak, hastayı ziya­ret etmek, davetlere ve taksimatlara gitmektir. Hepsinde vakit kaybetme ve afetlere maruz kalma vardır. Üstelik birtakım engeller de çıkabilir ve hepsi için özür beyan etmek mümkün olmaz. O zaman falancanın hakkını yerine getirdin, niçin hakkımız­da kusur eîtin? derler. Bu da düşmanlığa sebep olur. Derler ki, bir hastayı hastalı­ğında ziyaret etmemiş kişi, iyileştiği zaman kusurunu yüzüne vurmasın diye çabuk ölmesini ister. Hiçbir kimseye gitmezse, herkes ondan razı olur. Ama bazılarına gi­derse, diğerleri kendisine kızar. Herkesin haklarını gözetmek, gece gündüz buna kendini adamış kişi yerine getiremiyorsa, din ve dünya işlerinde kendisini meşgul eden kişi bunu nasıl yerine getirebilir!

f-Ahmak ve şişman kişilerin ahlak ve şişmanlıklarından kurtulmak.Çünkü şişman kişileri görmek küçük körlüğün kendisidir. A'meş'e, neden gözlerin bozulmuş? de­nildiğinde, şişmanlara bakmaktan, demiştir. Yine Ebu Hanife yanına girip "Allah ki­min iki gözünü kör ederse, onun yerine daha hayırlısını verir" sözünü hatırlatarak kendisine ne verildiğini sorması üzerine, Ameş, şaka yollu "Şişmanlara bakmaktan korudu, sen de onlardansın" demiştir.

İbn Sİrin şöyle demiştir: Bir defasında bir şişmana baktım, düşüp bayıldım. Cali-nos,"Her şeyin bir korusu vardır, ruhun korusu da şişmanlara bakmaktır" demiştir. Şafii de şöyle demiştir: Ne zaman bir şişmanın yanına otursam, ona bakan tarafı­mın daha ağırlaştığını görürüm.

İlk ikisi dışındaki bu yararlar dünyaya yöneliktir. Bununla beraber dinle öp, ilgili-dir.Çünkü insan bir şişman görünce, onun dedikodusunu yapmaktan ve Allah'ın yaptığını yadırgamaktan kendini alamaz.Giybet, kötü zan, kıskanma, koğuculuk gibi şeylerle başkasından rahatsız olan kişi bunun mükafatına sabretmez. Bu da di­nin bozulmasına sebep olur. Uzlette İse, bütün bunlardan kurtuluş vardır. Anla! [280]

Gazali, acaba uzlet hayatını bu şekilde kurtuluş yolu Dr. Zeki Mubarek'in şu sözle­rini haklı çıkarmıyor mu?

"Tasavvufçuların dünyadan ve dünya ehlinden kaçmaları üç şeye delalet eder:

a- Ahlaki sorumluluk taşımaya yanaşmamaları,

b- Sosyal bozukluklara karşı koymaktan aciz olmaları,

c- Yaşadıkları ekonomik ve dini çevrelerin bozukluğu.

Okuyucu, bunun ahlak üzerinde etkilerini soracak olursa, şu cevabı verebiliriz: Ta­savvufçuların yenilginin sebeplerini örtbas etmeleri, dünyadan kaçışlarını kendileri­ne makbul bir amel .suretinde göstermiş ve bu yolla kendilerini tatmin etmişlerdir. Bunun neticesi olarak onlara insanlardan çok kişi uymuş, dünyanın güzellikleri ve nimetlerine İltifat etmeme, onları hor görme biçimindeki zühd anlayışı yayılmış, uy­garlık ve ekonomik refahın temsil ettiği manevi ve maddi refahın büyük kısmı böy­lece kaybolmuştur.

Tasavvufçular, dünyayı kötülemede çok aşırı gitmiş ve ondan kurtulma çağrıların­da da haddi aşmışlardır. Bu konuda itidal üzere olmaktan uzaklaşmışlardır. [281]

Yukarıda da belirtildiği gibi, insanları Allah'ın yoluna davet etmeyi, kö­tülükleri önlemek ve iyilikleri yaymak için çalışmayı, Allah'ın dinini egemen kılmak için mal ve canla cihad etmeyi, zillet ve meskenet yerine izzet ve şe­refle yaşamayı, sadece Allah'a kulluğun yapıldığı bir hayatı gerçekleştirme­yi, toplumda faziletleri egemen kılmayı öngören İslamın öğretileri ve bu öğ­retilerin canlı örnekleri olarak Allah'ın Rasulü ve ashabının yaşayışları göz­ler önünde dururken, bir yanda da Gazali ve benzeri tasavvuf felsefesini in­sanlara kurtuluş yolu olarak sunmağa çalışan ve izzetle cihad etmek yerine, uzlette Ömür tüketmeyi fazilet sayan tasavvufçuların anlayışları!

Allah'ın Öğretileri ve Rasulullah'ın uygulamalarına göre ideal İslam top­lumu kurmak, kötülükleri asgariye indirmek, toplumu mümkün olduğu ka­dar kötülüklerden temizlemek, bunun için görülen kötülükleri elle, dille ve kaple değiştirmeğe çalışmak, iyiliği, hakkı ve sabrı tavsiye etmek ve burada sayamayacağımız İslam'ın bütün Öğretilerini gerçekleştirmek varken, top­lumdan kaçmak, ıslah etme faziletini kazanma yerine pasif bir ahlak ve fel­sefeyi benimsemek, toplumun sorunları karşısında acizlik ve korkaklık göstermek, kendimiz için sevdiğimiz şeyleri müminler için de sevmek ve kamu yararını önde tutma ahlakını benimsemek varken, tenhalarda, İnsanları kö­tülük ve sıkıntılarıyla başbaşa bırakmak, toplumu kötü kişilere ve ahlaksız-ra teslim etmek, neme lazımcılık, suya sabuna dokunmamak gibi bencil ve oist bir ahlak anlayışı! Tasavvufun pasif, karamsar, bencil, ürkek ve fervetçi dünya görüşü budur. Tasavvufçuların en meşhuru, hatta hücceti sa­lan Gazali'nin öğütlediği hayat budur. Kur'an ve Sünnetin İslam anlayışı le tasavvufun İslam anlayışını bu kısa karşılaştırmadan anlamak müm­kündür.[282]

 

DÖRDÜNCÜ  BÖLÜM

 

AMELİ TASAVVUF

 

I. Zühd Meselesi

 

Tasavvufun bugünkü anlamı ve şekliyle Rasulullah ve nshabı zamanında mevcut olmadığı bilinen bir gerçektir Tasavvufun en hararetli savunucuları da bu gerçeği kabul etmektedir. Süleyman Ateş bu konuda şöyle demektedir:

"Tarikatlar, kendilerini dini bir mesnede bağlamak için tarikat şeyhini tâ Hz. Pey­gambere bağlayan bir silsile İleri sürmüşlerdir. Ancak bu zincirlerde kesinlik yok­tur... Bu zincir şüphelidir. Çünkü Marufun Davud et-Tâî üe, Davud et-Tâî'nİn de Habib el-Acemi ile görüşmesi hususunda kesinlik yoktur. Gerçi kaynaklar görüştü­ğünü söylüyorsa da, ondan tasavvuf usulünü alacak şekilde görüşmesi ispat edile­mez. Hasan el-Basri de çocuk iken Hz. Ali vefat etmiştir. Bir çocuğun Hz. Ali'den esrar öğrenmiş olması pek kabule şayan görülmüyor.[283]

Ibn el-Cevzi de RasuluUah'm ve ashabın hayatında tasavvufa mesned bulmak ve oraya dayandırmak için tasavvufçuların olmadık şeyler söyledik­lerini belirterek, mesela Hilyetu'l-Evliya sahibi Ebu Nuaym'ın şu sözlerini Örnek vermektedir:

"Sonra Ebu Nuaym el-lsbahani gelerek el-Hilye kitabını yazdı. Tasavvuf kapsamında çok çirkin ve münker şeyler söyledi. Utanmadan Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali'yi sufiler arasında göstererek onlarla ilgili acaip şeyler söyledi. Kadı Şureyh, Ha-san'ı Basri, Sufyanı Sevri[284] ve Ahmed İbn Hanbel'i de sofular arasında saydı[285]Özellikle hicri ikinci asırdan itibaren boy veren tasavvufî zühd anlayışı­na temel ve mesned olabilecek şeyler bulma çabaları görülmektedir. Sufi eğilimli kişiler başta Raşid halifeler olmak üzere neredeyse bütün ashabı sufi ve zahid göstermeye çok hevesli görünmektedirler. Klasik meşhur sufi-lerin yaptığı gibi, mesela Dr. Hüseyin Atvan da benzer bir çabanın içinde bulunarak Emeviler devri Şam bölgesinde ashap ve tabiinden kendisine gö­re çok sayıda zahid ve abid isim saymakta, [286] zahid olarak nitelediği bu in­sanların zühdünü de şöyle anlatmaktadır:

"Bunların zühdü farzları ve itaatları ihlasla yapmağa ve muamelede doğru olmaya dayanıyordu. Çünkü bu zahid ve abidler amel eden muttaki ve cihad eden salih ki­şilerdi.ideal ve mükemmel müslüman örneğini sergilemeye çalışırlardı.İman ile amelin beraberliğinde ısrar ederlerdi. Allah'a gerçek anlamda ibadet eder, ahireti dünyaya tercih eder, Allah'ın hoşnutluğunu ve iutfunu ararlardı. Allah'ın rahmet ve bağışlamasını dilerlerdi. Net bir İslam'ın hayata hakim olmasını isterlerdi.İnsanlar arasında adaletin gerçekleşmesi için çalışırlardı. İnsanlara Kur'an okutur, hadis ri­vayet eder, fıkıh öğretirlerdi. Valilik, komutanlık ve hakimlik gibi görevler üstlenirler­di.İslam'ı yer yüzünde yaymaya çalışırlardı. Sınır bölgelerinde Bizans'a karşı sava­şırlardı. [287]

"Bu zahid ve abidler zühdü, sadece namaz ve oruç gibi görevleri yapmak ve ço­ğaltmak, nefsin arzu ve isteklerini öldürmek, dünya lezzetlerinden yüz çevirip on­lardan nefret ettirmek, cehennem azabının dehşetinden korkutmak, ahiretin cennet ve nimetlerine teşvik etmekten ibaret görmezlerdi. Bunlar zühdü aynı zamanda amel ve cihad, hayata katılmak, onu yönlendirmek, İslam'rn ruhunu kökleştirmek ve güçlendirmek olarak da görürlerdi. Bundan dolayıdır Ki onların çoğu amil ve müçtehid olarak nitelenmişlerdir. Amelleri de çeşitli olmuş­tur. Onlardan kurra ve müfessir, muhaddis, müftü ve fakih, vali, hakim ve komutan, sınır boylarında nöbet tutan ve Bizans'a karşı savaşan ve İslam'a davet edenler ol­muştur.[288]

Yazar, Emeviler devri zühd anlayışının da nasıl bir zühd olduğunu şöyle belirtmektedir:

"Bazı metinler ve haberler Emeviler devri Şam bölgesinde zühdün devrimci bir ka­raktere sahip olduğunu tercih etmektedir. Şam bölgesi zahidleri akidenin sağlamlı­ğı ve hükmün istikameti üzerinde titizlik gösterirlerdi. Akide selametinin de sünnete sarılmak, imamlardan salih selefin yolunu izlemekle gerçekleşebileceğine inanırlar­dı. Bunun en açık örneği Evzaı'nin şu sözleridir:

Rasulullah'ın ashabı ve onların yolundan gidenler şu beş şeye bağlıydılar; Cema­attan ayrılmama, sünnete sarılma, mescide devam etme, Kur'an okuma ve Allah yolunda cihad etme.

Sünnete sarıl, onların söylediklerini söyle, söylemediklerini söyleme, salih selefinin yolundan git, onlara yeten sana da yeter.İman ancak söz ile, söz ancak amel ile, i-man, söz ve amel de ancak niyet ve sünnete uymakla müstakim olur. [289]Yazar, Emeviler devrinde zühd anlayışının nasıl oluştuğunu da az çok ele vererek şöyle demektedir:

" Ama Şam bölgesindeki zahid ashap ve tabiinden bazı kıssacı ve vaizler Tevrat ve İncil'e ve onların şerhlerine ve onlarla ilgili anlatılan haberlere muttali olmuş, on­lardan aldıklarını vaizlerine katmışlardır. Bu kişilere ve Tevrat ile İncil'den okuduk­ları yahut ehli kitaptan rivayet ettikleri şeylerin etkisiyle yaptıkları vaazlara daha ön­ce işaret etmiştik. Ancak bu, Emeviler devrinde Şam bölgesindeki zühdün kaynağı­nın Yahudi veya Hristiyan olduğunu göstermekten çok, Yahudi ve Hıristiyan dini ve edebi bir unsurun Emeviler devrinde Tevrat'ı ve İncil'i okuyan zahirilerden vaiz ve kıssacıların vaazlarına karıştığını, Tevrat ve incil'den nakiller yaptıklarını, sahiple­riyle haşir neşir olduklarını, onlardan iktibaslar yaparak naklettiklerini göstermekte­dir. [290]

Ashabın ve onların yolundan giden tabiinin her amel ve davranışını Utanmasa zühd olarak takdim edecek olan bu insanlar, acaba, istisnalar dı­şında, ashaptan kaç tanesinin yaşayış ve davranışlarında bunları görme­mektedir? Acaba zahid ve abid olarak seçilen yukarıdaki insanlar için sayılan bu özellikler Allah'ın ermiş has kulları olarak sayılan tasavvufun zahid-lerinden kaç tanesine benzemektedir?

Diğer taraftan, özellikleri sayılan bu insanların, toplumdan uzak tekke ve zaviyelerde ömür tüketen, ilim ve cihad yerine halvet ve mükaşefeyi ter­cih eden, Allah'la ittihad etmenin felsefesini yapan, çalışıp kazanma ve ha­yatta üstün olma anlayışı yerine, bir lokma bir hırka felsefesiyle fakirliği ve açlığı yeğleyen, kuruntu ve hayallerle makamdan makama geçtiğini sanan ve Hint mistikleri gibi dünyayı zindan gören tasavvufun zahidleriyle ne ilgi­leri vardır!?

İslam'ın altın nesli olan ashabın zamanında ve Rasulullahm hayatında tasavvuf zühdünün hiçbir yeri olmamıştır, Rasulullah zamanında ve asha­bın hayatında Kur'an ve sünnetin Öngördüğü dengeli ve bölünmemiş bir İs­lam vardı.İslam'ın vasat yapısından bir nevi sapma olarak bazı kişilerin davranışında kendini gösteren ve Rasulullah'ın karşı çıkıp tashih ettiği, da­ha sonra zühd olarak adlandırılan kimi şaz davranışların dışında tasavvuf zühdü adına birşey görmemiz mümkün değildir.. Yukarıda belirtildiği gibi Rasulullah bu davranışların birer sapma ve karşı çıkılması gereken şeyler olduğunu belirtmiş ve doğru yolu göstererek düzeltmiştir. Tasavvuf Zühdü olarak o döneme ait başka bir kaynak ve dayanak da yoktur.

Tasavvufçular, ermenin ve Allah'ın sevgili kulu olmanın yolu olarak ta­savvufu savunurlar. Kendilerinin zahid ve mukaddes ruhani kişiler oldukla­rını iddia ederek rwhlarıyla mele-i a'lâ'ya yükseldiklerini ileri sürerler. Hal­buki onlara şunu sormak lazımdır: Acaba İslam'da nefsin kemaline ereceği, parlak mutluluğu elde edebileceği, ruhun aydınlanacağı, iman semalarında kanatlanacağı ve berrak nura bürüneceği malum zühd anlayışından başka bir yol yok mudur? Kalbin arınıp iman, hayır, rahmet ve sevgi ile dolacağı başka bir metod yok mudur? İslam'ın dengeli ve vasat yolundan sapmadan insanların kamil birer mümin ve nezih birer müslüman olmaları mümkün değil midir? Kur'an'da müminlerin özelliklerini bildiren ayetler, takva sahi­bi bir mü'mini Kur'an ahlakı üzerinde eğitmeye yeterli değil midir?

Yüce Allah'ı alabildiğine anmak, sürekli onun gözetimi altında yaşamak, nimetlerine şükretmek ve serî sınırlar içinde o nimetlerden yararlanmak, hakkını vermek, Allah için cihad etmek, iyiliği emretmek ve kötülüğü ya­saklamak, dünyaya sonsuz yaşayacakmış gibi bel bağlamak, en büyük ama­cı ve hedefi dünyalık sahibi olmamak veya dünyayı tanrılaştırmamak, emre­dilen türlü ibadet şekilleriyle sürekli Allah'la muhatap olmak, kısaca Allah'ın belirlediği sınırlar ve ölçüler içinde bir ömür sürmek, insanın ruhunu yücelten, nefsini tezkiye eden ve her türlü olgunluğa kavuşturan şeyler değil midir?

Bütün bunlar Allah yolunda insanı sürekli cihada ve mücahedeye, sade­ce Allah'ın hoşnutluğunun gözetildiği salih amel işlemeye, insanlık içi ıı umumi iyiliği gerçekleştirmeye, tasavvufçuların iddia ettiği gibi ittibad veya karışma yahut katılma şeklinde değil, sadece ve sadece Allah'ı teşbih ve takdis etmeye sevkeden unsurlar ve öğretiler değil midir? Nefis tezkiyesi ve­ya ruhun saflaşmasına götüren İslam'ın öğretileri yahut uygulamalarından bazılarıdır bunlar. Acaba tasavvufçularda bunu sağlayacak ne vardır? Şim­diye kadar anlattıklarımız herhalde onlar adına cevap vermeye yeterlidir!.

Hemen belirtelim ki, tasavvufçuların iddia ettikleri anlamdaki bir züh­dün İslam şeriatında hiçbir yeri yoktur. Onların savundukları veya yaşadık­larını iddia ettikleri bir zühd ne İslam'ın öğretilerinden, ne de uygulama]a-rındandır. Dini bir karakter vermek ve İslam'dan göstermek için ne kadar boya vururlarsa vursunlar, böyle bir zühd anlayışının İslam'la hiçbir ilişkisi yoktur.

Kur'an-ı Kerim dili olan Arapça'da zühd bir şeyin değerini küçümsemek ve hor görmek demektir. Zühd kelimesi Kur'an'da bu anlamda geçmektedir Nitekim bütün türevleriyle zühd kelimesi Kur'an'da sadece bir defa geçmek­tedir. Hz. Yusufu başkalarına satan kervan sahipleri olayını anlatırken Kur'an-ı Kerim bu ifadeyi kullanmakta ve şöyle buyurmaktadır: "Onu de­ğersiz bir pahaya, sayılı birkaç dirheme sattılar, onlar zaten ona karşı istek­sizdiler.[291]

Değersiz birkaç dirhem, sayılı, kelimelerini düşünün. Sonra isteksiz keli-mesinin gelişini düşünün. Bütün bunlar düşünüldüğünde zühd kelimesini ti anlamı daha iyi anlaşılmaktadır.

Bu anlamıyla zühd, Allah ve Rasulünün sevmediği, Allah'a ve ahi ret gü­nüne iman eden her mü'minin ondan beri olacağı bir şeydir. Çünkü zühdün anlamı, Allah'ın nimetlerini hor görmek, küçümsemek ve hakkım verme­mektir.

Gazali, bu ayetin anlamını tahrif niteliğinde açıklamalar yaparak zühdü tanımlamaya çalışmaktadır. Ona göre zühd, sevilen bir şeye daha çok sevi­len bir şeyi tercih etmektir. Mesela ahiret nimetini para, kadın, mal, ev gibi dünya malına tercih etmek gibi. Nitekim Yusufun kardeşleri babaları Hz. Yakub'u, Yusufu sevdiklerinden daha çok sevdikleri için Yusufu az bir pavn ile satmış ve Yakub'a sahip olmayı Yusufa sahip olmaya tercih etmişlerdir, demektedir.[292] Halbuki Yusufu Mısır'da satanlar onun kardeşleri değil, ku­yuda bulup çıkaran kervan sahipleridir. Onu başkasına veya başkasını ona tercih etmeleri sözkonusu değildir. Böyle bir açıklama, Gazali'nin tasavvuf zühdüne kılıf bulma çabasından başka bir şey değildir.

Gazali'ye göre, tercih edilen şey açısından zühdün üç derecesi bulunmak­tadır. En aşağı derecesi, cehennem ateşinden, kabir azabı, hesabın zorluğu sıratın tehlikesi ve haberlerde kişinin karşılaşacağı bildirilen diğer zorluk­lardan kurtuluşu istemektir. (Burada bu anlamı vurgulamak için uydurma bir hadis nakleder), Bu, korkanların zühdüdür. Bunlar sanki yok edilseler-di, yok olmaya razı olacaklardı. Çünkü ızdıraptan kurtuluş yok olmakla sağ­lanmaktadır.

İkinci derecesi, Allah'ın sevap ve nimetini, cennette vadettiği saraylar, huriler ve başka mükafatları arzu ederek dünya şeylerine karşı zahid ol­maktır. Bu da nimetleri arzu edenlerin zühdüdür. Bunlar ızdıraptan kurtul­mak için yok olmaya razı olarak dünyayı terketmemişler, aksine sonu olma­yan devamlı bir nimeti arzu etmişlerdir.

Üçüncü ve en üstün derecesi de, Allah'la buluşma arzusundan başka ar­zunun bulunmamasıdır. Kurtulmak için zahidin kalbi ızdırapları düşünme­diği gibi, elde etmek için nimetleri de düşünmemektedir. Tek düşüncesi Al­lah'la beraber olmaktır. Allah'tan başka birşey istemeyen gerçek muvahhid budur. Çünkü Allah'tan başkasını isteyen kişi ona tapmış olur.İstenen her şey, mabud (tapılan)dır. İsteyen herkes de isteği açısından bir kul (ta­pandır. Allah'tan başkasını istemek ise, gizli şirktir. İşte bu, sevenlerin zühdüdür. Bunlar ariflerdir. Çünkü ancak Allah'ı bilenler sadece onu sever­ler. [293]

Gazali, daha sonra hangi şeylerde zühdün yapılacağını belirtmekte ve zühdün üçüncü derecesi olarak mal, makam ve bunlara götüren şeylerde zühd olduğunu belirtmektedir. Çünkü nefsin bütün zevklen bu İkisine raci bulunmaktadır. Dördüncü derecede de ilim, kudret, para ve makamda zühd olduğunu belirtmektedir. Çünkü çok çeşitli de olsa malların tümü para de­mektir. Sebepleri çok da olsa, netice olarak makam da ilim ve kudret de­mektir. Bundan maksat, başkalarına tahakkümü amaçlayan her ilim ve kudrettir. Zira makam, başkalarına hakim olmak, mal da eşyaya hakim ve sahip olmak demektir. [294]

Ebu Süleyman ed-Darani'nin zühdü genel olarak "Allah'tan alıkoyan herşeyin terkedilmesi" şeklinde tanımladığını ve "Kim evlenir, geçimi sağla­mak veya hadis yazmak için yolculuk yaparsa, dünyaya meyletmiş olur" gö­rüşünü de naklederek bu işleri zühde aykırı saydığını belirtmektedir.[295]

Tasavvufçuların iddiasını yaptığı zühd, gerçekte bireyi ve İslam cemaati­nin gücünü mahvetmekten başka bir işe yaramamıştır. Çünkü ferd ve toplu­mun iyiliği yolunda gayret ve çaba göstermekten kişileri alıkoymak, him­metleri bu amaçtan uzaklaştırmaktır. Geçmişte olduğu gibi, çağımızda da emperyalizm İslam aleminde bu hurafeyi yaymaya çalışmakta ve insanları ona inanmaya sevketmektedir. Çünkü bunu sağladığı taktirde, müslüman fertler güçsüz, zelil olarak yaşayacak, emperyalistlerin lütfettikleri sofra ar­tıklarına razı olacak, onların ellerine bakacak ve ellerinden zilletle meske­neti yudumlayacaklardır. Bu gerçekleştiği taktirde müslümanlar bir deri bir kemik olarak, ceset yığınları halinde düşmanın kapıkulları olmaktan başka ellerinden birşey gelmeyen sefiller olmaya mecbur kalacaklardır.

"Maalesef İslam alemi tarihinin birçok dönemlerinde bu tasavvuf hurafe-siyle yaşamış; kuvvet, şeref ve izzet zirvesinden, hürriyet ve hakimiyet zir­vesinden kölelik ve aşağılık derecesine düşmüştür. Haçlı seferlerinin İslam alemini kasıp kavurduğu, Moğol sürülerinin İslam alemini ayaklar altında ezdiği ve son iki asırda Batı dünyasının İslam alemini boyunduğu altına al­dığı dönemlerde müslümanlarm hayatında tasavvufun ahtapot gibi kök sal­dığı, hurafeleriyle insanları uyuşturduğu, zühd ve inziva safsatalarıyla in­sanları hayat meydanlarından uzaklaştırdığı görülmektedir. Haçlı saldırıla­rı ve Moğol istilaları meydana geldiği dönemlerde, İslam düşüncesini vah-det-i vücud, hulul ve ittihad, egnostizm ve işrak felsefelerinin bastırdığı, bunlara karşı çıkan alimlerin zindanlarda çürüdüğü, yahut kılıçlar altında can verdiği bilinmektedir. Son iki asırda da batı emperyalizmi İslam alemi­ni boyunduğu altına alırken, İslam topraklarının hemen her köşesinde tari­katların yaban otları gibi bittiği, müslümanlarm başındaki yöneticilerin bu tarikatlarda günah çıkarmaya çalıştığı, cihad görevi terkedilerek insanların askerlik yapmamak ve savaşa katılmamak için tekkelere dolduğu bilinen bir gerçektir. Bu durumu farkedip eleştiren aydınların bir nevi aforoz edildi­ği ve toplumun gözünde emperyalistlerden daha korkunç gösterildiği herkesin malumudur. Tarikat ve tekkelerin sahip olduğu imkanlar ve insani-, üzerinde kurduklan hegemonyalarla yönetcileri kıskaçları içine aldığı muhalifleri bertarai ettiğini tarihi okuyan herkes bilir.[296]

Durum böyle iken, söyler misiniz, her müslüman sadece bu rivayetler kendine din edinirse, müslümanlarm hali nice olur? Azgın ve zalim her sal dırgana, her tağuta müslümanlar kolay yutulan bir lokma ve rahat ezilen bir sürü olmazlar mı? Zelil ve perişan oldukları, bugüne kadar emperyalist ve tağutlara yem oldukları açık bir gerçek! Emperyalizmin ve onların güdü­mündeki azgınların en büyük hedefi ve tatlı rüyaları bu değil mi?

Yüce Allah'ın kullarına nimetini tamamladığı ve dini ikmal ettiği İs­lam'da "takva" terimi bulunmaktadır. Müslümanlar buna sarılırsa kalpleri ve y asayişi arıyla sadece Allah'a boyun eğen birer kul olacakları gibi, feda­karlık, sevgi ve mertlik duygularıyla ruhen diğer müslüman kardeşlerinin de yanında olacaklardır.

"Takva"! Ne yüce bir ideal! Allah'tan korkmak, kutsal bir itaatla ona ita­at etmek, Rasulüne uymak! Senin olmayan bir şeyi gasbetmemek, nefsini tezkiye edecek işler yapmak, hem kendinin hem de başkalarının mutluluğu için çalışmak, hem senin hem de başkalarının hayatını gözetecek davranış­larda bulunmak! Kısaca İslam'a samimi bir imanla inanmak ve samimi bir kalple amel etmek!

"O halde siz gerçek mü'minler iseniz Allah'tan korkun, aranızı düzeltin, Allah'a ve Rasulüne itaat edin"[297]

Bu kavramın önemi ve büyüklüğü sebebiyledir ki, Yüce Allah ona şu bü­yük karşılığı vermiştir:

"Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu. ihsan eder ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah'a güvenirse, o kendisine yeter. Şüphesiz Allah emrini yerine getirendir. Aliah herşey için bir öiçü koymuştur... Kim Allah'tan korkarsa, Al­lah ona işinde bir kolaylık verir... Kim Allah'tan korkarsa Allah onun kötülüklerini ör-ter ve onun mükafatını büyütür. [298]

"Ey Ademoğulları! Size kendi içinizden ayetlerimi anlatacak peygamberler getir de kim (onlara karşı gelmekten) sakınır ve kendisini İslah ederse, onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. [299]

"O ülkelerin insanları inansalardı ve takva sahibi olsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket {ve bolluk kapılarını) açardık.[300] "Her kim sözünü yerine getirir ve muttaki olursa, bilsin ki Allah muttaki olanları se­ver. [301]

"Çünkü Allah muttaki olanlar ve güzel amel işleyenlerle beraberdir. [302] Şimdi soruyoruz, acaba tasavvufçular neden takvadan yüz çevirmekte, içeriği diğer dinlerin uygulamalarını çağrıştıran bir kavramı seçmektedir­ler? Şaşkın insanlığın hidayeti için sanki yegane yol imiş gibi neden tasav­vufçular zühde bu kadar sarılmaktadırlar? Yoksa Kur'an'da zühdün üstün­lüğünü veya mükafatını mı gördüler?

Tasavvufçular, zühd bid'atmda en fazla, hayır ve şer tanrısına inanan, ahlak değerlerinde aşırı zühdü ve evlenmemeyi esas alan Mani dininin öğre­tilerinden etkilenmiştir, denilebilir. İki tabiatlı olan bu tanrı "Mani"nin zatı­nı ayakta tutan serden ancak alemin fena bulmasıyla kurtuluşun mümkün olduğuna inanılır. Onun için hızla yokluğa karışmayı sağlamak amacıyla zühdü ve evlenmemeyi öğütler. İşte bu mecusi Mani dininin tasavvvufçula-rın zühdünde büyük etkileri olduğu söylenebilir. Bunun yanında Hristiyan­lıktan Hint nirvanasma kadar tasavvuf zühdünün oluşmasında daha başka yabancı unsurlar da vardır. [303] Buna örnek olarak Rabah bin Amr el-Kay-si'nin şu sözünü nakletmek istiyoruz;

"Kİşİ eşini dul, çocuklarını yetim gibi bıraktığı ve köpeklerin yuvalarında barındığı taktirde ancak sadıkların derecelerine ulaşabilir. [304]

Tasavvufçular, Mani dini yanında bu bid'atı bir de Agnostizm'den al­mışlardır. Agnostizm'e göre insanın en büyük hedefi, tanrı ile bütünleşmek­tir. Heveslerin oluşturduğu ve masalların efsanevi bir varlık şeklinde sun­duğu tanrının varlığıyla kaynaşmaktır.

Tasavvuf zühdünün esası ve hedefi budur. Bu esasa dayanmış ve bugün de ona dayanmaktadır. Görüldüğü gibi, bu algılayış biçiminin İslam'ın takva anlayışı ve kavramıyla bir ilişkisi yoktur. Manada, ruhta, nesep ve amaç­ta takva anlayışından tamamen farklıdır.[305]

 

II. Dünyadan Nefret Etmek

 

Ahiret hayatı karşısında dünya hayatının geçici ve değersiz olduğunu bildiren yahut dünya hayatı için can atmayı ve ona üşüşmeyi nehyeden bazı ayet ve hadisler vardır. Tasavvufçular bunlara bakarak İslam'ın dünya ha­yatını mutlak olarak kötülediği ve terkedilmesini istediğini sanmış, bunun neticesi olarak tembelliğe ve dünyadan el-etek çekmeye gitmiş, tekke ve za­viyelere kapanmışlardır. Bununla da yetinmeyerek dünyadan nefret ettir­mek için hadisler uydurmuş ve insanları ondan soğutma yoluna gitmişlerdir.[306]

Mesela "Dünyayı terketmek, sabretmekten daha zor ve Allah yolunda kı­lıç darbesinden daha çetindir. Kim dünyayı terkederse, Allah ona şehitlere verdiğinin aynısını verir. Dünyayı terketmek ise, az yemek ve az doymak, insanların övgülerinden nefret etmektir." "Dünyada iyilerin en büyük süsü, dünyaya iltifat etmemeleridir". "Dünya sevgisi her günahın başıdır." "Rasu-lullah bir çöplüğün başında durmuş ve şöyle buyurmuştur: Gelin, dünyaya bakın! Sonra çöplükte çürümüş bir bez parçası ve çürümüş kemikler eline almış ve "Dünya işte budur" demiştir." "Yüce Allah, yarattıkları arasında en fazla dünyadan nefret eder. Yarattığı günden beri ona bakmamıştır", "En büyük gayesi dünya olan kimsenin Allah'la bir ilişkisi yoktur. [307]

Ne üzücüdür ki, tasavvufçuların hücceti olarak Gazali, İhyau Ulumiddin kitabını dünyadan soğutan ve onu kÖtüleyen haber, hikaye ve bu türden uy­durma hadislerle doldurmuş ve müslümanlarm dünyalarını ihmal ederek emperyalizme yem olmalarına, hayatta gerileyip ayaklar altında ezilmeleri­ne bir nevi destek olmuştur. Avarifu''I-Maarif, Kutubu'l-Kulub gibi kitaplar da ondan geri kalmamışlardır.

"Tasavvufçuların Anlayışında Dünya" konulu bir araştırmasında Dr. Ze­ki Mübarek şöyle demektedir:

"Tasavvufçuların dünyadan ve dünya ehlinden kaçmaları üç şeye delalet eder:

a- Ahlaki sorumluluk taşımaya yanaşmamaları,

b- Sosyal bozukluklara karşı koymaktan aciz olmaları,

c- Yaşadıkları ekonomik ve dini çevrelerin bozukluğu.

Okuyucu, bunun ahlak üzerinde etkilerini soracak olursa, şu cevabı vere­biliriz: Tasavvufçuların yenilginin sebeplerini örtbas etmeleri, dünyadan ka­çışlarım kendilerine makbul bir amel suretinde göstermiş ve bu yolla kendi­lerini tatmin etmişlerdir. Bunun neticesi olarak onlara insanlardan çok kişi uymuş, dünyanın güzellikleri ve nimetlerine iltifat etmeme, onları hor gör­me biçimindeki zühd anlayışı yayılmış, uygarlık ve ekonomik refahın temsil ettiği manevi ve maddi refahın büyük kısmı böylece kaybolmuştur.

Tasavvufçular, dünyayı kötülemede çok aşırı gitmiş ve ondan kurtulma çağrılarında da haddi aşmışlardır. Bu konuda itidal üzere kalmaktan uzak durmuşlardır.[308]

insanlar arasında yaydıkları dünya düşmanlığı ve kötülüğü sebebiyle müslümanlarm başına gelen felaket ve sıkıntıların büyük çoğundan tasav­vufçular sorumludur. Çünkü insanlara sürekli dünyayı kötülemiş ve ihmal edilmesine Öncülük etmişlerdir. Nitekim bazı tasavvufçular rızkı kazanmak ve geçimi sağlamak için çalışmanın gerekliliğine bile inanmamaktadır. İn­sanlardan dilenmeyi, sadaka ve bağış almayı, asalak olarak yaşamayı ona tercih etmektedirler. [309]

Tasavvufun bu yapısını aynı zamanda tasavvufu savunan bir yazar olan Prof. Dr. Erol Güngör şöyle dile getirmektedir:

"Elbette sosyal reform yapmak isteyen bir kimse cemaatın bütününü il­gilendiren ve üzerinde ittifak edilmesi mümkün olan objektif esaslar bul­mak, bunlara dayanmak zorundadır. Tasavvufta böyle şeyler bulunmaz. O yola gidenler cemiyetten çok, kendi manevi selametleri ile uğraşan, ferdi kurtuluşu ön plana alan kimselerdir. Hiçbir reformcu (müceddit) "Bin kere tövbeni bozmuş olsan da, mecusi veya putperest olsan da gel" diyemez. Çün­kü bu sözleri söyleyebilmek için dünya hayatının sosyal mesuliyet şuurun­dan sıyrılmak lazımdır. Sosyal reformcu, insanlara "müslüman olun, doğru yoldan ayrılmayın"der. Mutasavvıfın sözü çok güzel olabilir, ama sosyal planda fazla işe yaramayacağı muhakkaktır.[310]

Tembelliğe, işsizliğe ve malı har vurup harman savurmaya yahut malı Allah'ı anmaktan alıkoyan bir engel görmeye çağrı, toplumda çok tehlikeli bir çağrıdır. Çünkü böyle bir çağrı çalışıp kazanmaya, yeryüzünü imar etmeye, kısaca İslam'ın ruhuna ve Rasulullah'in sünnetine açıkça aykırıdır Çünkü îslam'ı diğer dinlerden ayıran en büyük Özelliklerden biri, dünya is­lerini ve sosyal ilişkileri düzenlemesi ve bunun için hüküm ve kurallar koymasıdır. Bu ilişkilerin büyük çoğunluğu da çalışma, kazanma ve harcama ile ilgilidir, İslam çalışma, kazanma ve insanlara yararlı olma dinidir. Hiç­bir zaman tembellik, işsizlik ve asalaklık dini olmamıştır. Çalışmamaya, tembelliğe, maldan kaçmaya ve onu kötü görmeye çağrının neticesi fakirlik, yoksulluk ve geriliktir. Başka milletlere avuç açmak ve boyundurukları altı­na girmektir. İslam ise bundan şiddetle sakındırmış ve insanlara ancak amellerinin karşılığım göreceklerini açık bir şekilde belirtmiştir.

Kur'an-ı Kerim'de ve Rasulullah'ın sünnetinde çalışmaya, kazanmaya ve başkalarına yük olmamaya çağıran naslar ve örnekler sayılamayacak kadar çoktur. Bunları burada zikretmeyi bile zaid görüyoruz.

Şezeratu'z-Zeheb sahibi şöyle diyor:

"Alauddin İbn Ali İbn es-Sıyrafi'nin, ZaduVSalikin adlı kitabında, kadı Ebubekr İbn el-Arabi'nin şöyle dediğini nakleder."

"Gazali'yi halk arasında gördüm. Elinde bir baston, sırtında yamalı bir hırka, omuzunda bir su kırbası vardı. Halbuki Bağdat'ta gördüğüm zaman halkın ileri gelenlerinden sarıklı dörtyüz kişi dersini dinliyordu. Hepsi de ondan ilim öğreniyordu. Kendisine yaklaştım, selam verdim ve "Ey imam, Bağdat'ta ilim okutmak bundan daha iyi değil mi?" dedim. Bana gözünün u-cu ile baktı ve şöyle dedi: "İrade semasında (feleğinde) saadet dolunayı do­ğunca ve usul akşamlarında vuslat güneşi batınca, Leyla ve Su'da aşkını ev­de bıraktım ve ilk menzili tashihe döndüm. Arzular bana "Yavaş ol, bunlar arzu ettiklerinin menzilleridir, yavaş ol ve in" diye seslendi. Onlara çok ince ipler eğirdim, ama iplerimi dokuyacak kimse bulamadığım için tezgahımı kırdım. [311]Hüccetu'l-îslam olarak anılan Gazali insanlara bu şekilde örnek olmaktadır.

Tasavvufçular insanları çalışmaktan, mal kazanmak ve mala sahip ol­maktan, dünyadan ve dünyadaki!erden soğutup uzaklaştırdıkları gibi, Allah'ın mü'minlere farz kıldığı cihaddan da alıkoymuşlardır. Kuran ayetleri­ni çok tuhaf ve batini bir şekilde tefsir ederek birçokları insanları düşmana karşı cihad etmek ve İslam yurdunu savunmaktan alıkoymuştur. Halbuki yaptıkları bu tefsirlerin, ayetlerin mana ve maksatlarıyla yakından uzaktan bîr ilişkisi bulunmamaktadır.

Mesela Davud ibn Salih'ten şöyle rivayet edilir: "Ebu Seleme İbn Abdirrahman bana şöyle dedi: Yeğenim, "Ey iman edenler, sabredin, sebat göste­rin, hazırlıklı ve uyanık bulunun.[312] ayetinin hangi konuda indirildiğini bi­liyor musun? Hayır, dedim. Şöyle dedi: Yeğenim, Rasulullah zamanında at­ların savaş için bağlanması yoktu. Onun yerine, namazdan sonra gelecek namazı bekleme vardı. Ribat, nefse karşı cihad içindir. Ribatta bekleyen de nefsine karşı cihad eden murabittir. [313]

Avarifu'l-Maarif sahibi şu olayları da kaydediyor: "Salihlerden biri, bir arkadaşına mektup yazarak cihada davet etti. O da şu cevabı verdi: Arkada­şım, bütün cepheler benim için bir evde toplanmıştır. Kapım da kapalıdır. Arkadaşı ona şöyle yazdı: Herkes senin gibi kapanıp kalırsa müslümanlann işleri bozulur ve kafirler onları yenerler. Cihad etmek ve savaşmak gerekir. Ona şu cevabı yazdı: İnsanlar benim yaptığımı yapar ve zaviyelerinde secca­deleri üzerinde "Allahu Ekber" derse, Kostantiniyye'nin surları yıkılır. [314]

Seri es-Sakati de yukarıdaki ayeti şöyle tefsir etmektedir: "Kurtulmak için dünyaya iltifat etmemekte sabredin. Savaş anında sebat ederek ve isti­kamette kalarak aranızda sabrı tavsiye edin. Nefsi levvamenin heveslerine karşı nöbet tutun. [315]

"Allah yolunda hakkıyla cihad ediniz. [316]  ayetini de tasavvufçular "Nefse ve hevaya karşı mücahededir ve hakkıyla cihad budur, cihadı ekber de bu­dur, zira Rasulullah savaşlarından birinden dönerken 'Küçük cihaddan bü­yük cihada döndük' buyurmuştur. [317]  şeklinde tevil etmişlerdir. Halbuki, böyle birşey, cihad şeriatını inşalara tebliğ eden Rasulullah'a açıkça iftira ve yalandan başka birşey değildir. Bununla ilgili olarak mücahit İbn Teymiyye şöyle demektedir:

"Tebük Gazvesinde Rasulullah'ın Küçük cihaddan büyük cihada döndük' anlamında buyurduğu söylenen hadisin aslı yoktur ve Rasulullah'm sözleri­ni, fiillerini bilenlerden kimse rivayet etmemiştir. Kafirlere karşı cihad amellerin en büyüğüdür. İnsanın Allah için yaptığı en büyük ameldir. Yüce Allah buyuruyor: "Mü'minlerden Özür sahibi olanlardan başka, oturanlar ile mallan ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canlarıyla cihad edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik vadetmiştir. Ama mücahidleri oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır.[318] "Siz hacılara su veren ve Mescid-i Haram'ı onaran kimseyi Allah'a ve ahiret gününe iman edip de Allah yolun­da cihad edenlerle bir mi tutuyorsunuz? Halbuki onlar Allah katında eşit değildirler. Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez. İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda, canlarıyla cihad edenler derece bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır. [319]

Tasavvufçuların cihaddan kaçmalarını ve ondan nefret etmelerim göster­mek için uzaklara gitmeye ne gerek var! İşte Mescid-i Aksa! Hicri 492 yılın­da Haçlıların eline düşüyor. Tasavvufun hücceti Gazali ise, hayatta olması­na rağmen belki de haberi bile olmuyor ve bu büyük olay karşısında hareke­te geçmiyor. Bırakın harekete geçmesini, kitaplarında bir satırla da olsa, buna temas bile etmiyor. Bu olaydan sonra Gazali onüç sene daha yaşamış, buna rağmen bu olay kalemini bile harekete geçirmemiştir.

Nasıl geçirsin ki?! Çünkü Gazali o yıllarda kitapları üzerine kapanmış ve cansızların evliya ile, ruhlarla nasıl konuştuklarını anlatmaya, kalbi cilalı-yarak levhi mahfuz'dan direkt bilgi almanın yollarım keşfetmeğe çalışıyor­du. Cihada çıkmadan veya başkalarını cihada davet etmeden Önce tasavvuf-çularm sahv ve mahvinin felsefesini yapıyordu.

Aynı şekilde, tasavvufun kutuplan sayılan Muhyiddin İbn Arabi ve İbn el-Fand da haçlı seferleri zamanında yaşamış olmalarına rağmen, birinin bir savaşa katıldığı yahut teşvik ettiği yahut müslümanların başına gelen felaketlerden kopan feryatlar veya iniltilerden birini şiir veya nesirlerinde tescil ettiğini görmüyoruz. Çünkü ikisi de insanlara Allah'ın kulların aynısı olduğundan sözetmekle meşguldüler. Onun için müslümanlar haçlılarla ni­çin savaşacaktı?! Zira ikisine göre Haçlılar da o suretlerde tecessüd eden Al­lah'ın zatından başka şeyler değildi.

Ne acıdır ki, Gazali el-Munkizu. Mi"e'd-Dalâl kitabında haçlıların Ku­düs'ü işgalleri sırasında bazan Şam minaresinde, bazan da Kudüs kubbesin­de halvette olduğunu ve iki yıİdan fazla kapısını kilitleyip dışarı çıkmadığı­nı "Tarikatu't-Tasavvuf' bölümünde kendisi kaydetmektedir.

Gazali'nin mücahede diyerek hayallere nasıl daldığı ve vücudu pasifize etmek için nasıl reçeteler düşündüğünü sendısinden dinleyelim:

"Sevgili arkadaşım, gözlerini kapat ve bav ney görüyorsun! Birşey görmüyorum, dersen yanlış olur. Çünkü sen görüyorsun. Ama vücut karanlığının basiretine olan aşırı yakınlığı sebebiyle onu göremiyorsn. Gözsrin kapalı olduğu halde onu gö­rüp önünde hazır bulmak istersen biraz \jcudı-:an eksilt yahut vücudundan bir-şeyler uzak tut. Onu eksiltmenin ve ondaı uzaklaştırmanın yolu da mücahededir. Mücahedenin anlamı, yabancıyı defetmem veya abancıyı öldürmek için çaba gös­termektir. Yabancılar ise vücut (beden), refis ve şeytandır. Çaba göstermenin yol­ları da şunlardır:

1- Tedrici olarak gıdayı azaltmak. Vücudun, netsin ve şeytanın gördüğü destek gı­dadandır. Gıda (beslenme) azalırsa, vücudun hakimiyeti de zayıflar.

2-  İhtiyarı (iradeyi) terketmek ve vücudu ıslah edecek şeyleri seçmesi için güvenilir bir şeyhin iradesinde fena bulmak. Çünkü vücut, henüz erginlik çağına gelmemiş çocuk veya malını nasıl kullanacağını bilmeyen sefih (akılsız) kişi gibidir. Bütün bunlar için bir vasi yahut veli yahut kadı yahut yetkili lazımdır ki işlerini idare etsin.

3- Tarikatlardan eî-Cuneyd'in tarikatı. Bunda da sekiz şart vardır. Bunlar sürekli ab-dest, sürekli oruç, sürekli susmak, sürekli halvet, sürekli la ilahe illallah zikri, kalbi sürekli şeyhe bağlı tutmak ve olacak şeylerin bilgisini ondan almak. Bu da tasarru­funu şeyhin tasarrufunda fani kılmakla olur. Sürekli hatıra şeylerin gelmesini red­detmek, fayda veya zarar olarak Allah'tan kendisine geten şeylerden dolayı Allah'a itirazı daima terketmek, ondan cennet istemeyi yahut aleşten sakındırmasını iste­meyi reddetmek.[320]

Bir de çalışmayı ve sebeplere sarılmayı terketme ile ilgili şu sözlerine ba­kınız:

"Allah'ın hükmü ile yaratıklarından, Allah'ın emri ile hevadan ve Allah'ın fiili ile ira­denden (ani ol. İşte o zaman Allah'ın ilmine bir kap olmaya elverişli olursun. Yaratıklardan fani olmanın alameti, onlardan ilgiyi kesmen, onlara gidip gelmeyi bırak­man ve sahip oldukları şeylerden ümidini kesmendir. Kendinden ve nevandan fani olmanın alameti de kazanmayı, fayda sağlamak ve zararı önlemek için sebeplere sarılmayı bırakmandır. Kendin için kendinle hareket etme, kendini savunma ve kendine zarar verme. Fakat bütün bunları başlangıçta üzerine aldığı gibi sonunda da üzerine alacak olan (Allah)'a bırak. Nitekim sen, henüz annenin rahminde iken bütün bunlar ona bırakılmıştı. Beşikte süt emdiğin zaman da bunlar ona bırakılmış­tı.

Allah'ın fiifi ile iradenden fani olman (iradeni bırakmanj'ın alameti de hiçbir istekte bulunmamandır. Çünkü Allah'ın iradesi yanında o ikisi (OYıun irade ve fiilin}'den başka birşey istemiş olmuyorsun. Daha doğrusu, onun fiilini üzerinde icra ediyor­sun. Böylece sen, Allah'ın iradesi ve fiili oluyorsun.[321]

Tasavvuf insanları bu şekilde hem anlayış bakımından hem de yaşayış bakımından pasifleştirmekte ve hayatta sebeplere sarılıp çalışmaktan uzak­laştırmaktadır. Tasavvufçular dan çok kimse evlenmeyi, kendilerini Allah'a ibadetten ve zikirden alıkoyan bir ayak bağı olarak görür. Onu arzulara karşı mücadele, şehvet ve lezzetleri terketme çabalarına aykırı dünyevi lez­zetlerden biri olarak sayarlar. İbrahim İbn Edhenı "Kadın bacaklarına ah­şan kişi felah bulmaz[322] Ebu Süleyman ed-Darani de "Kim evlenirse, dünya­ya yönelmiş olur. [323] derdi.

Tasavvufçuların pîri olarak adlandırdıkları Cüneyd el-Bağdadi de şöyle der: "Yeni başlayan (mürid) kişinin şu üç şeyle kalbini meşgul etmemesi iyi olur. Aksi halde durumu değişir: Bunlar mal kazanmak, hadis öğrenmek ve evlenmektir. Sofunun okuyup yazmaması gerekir. Çünkü bu,.himmetini toplamak için daha iyidir. [324]

Bişr ibn el-Hars'a "Halk senin hakkında konuşuyor, denildiğinde, "Be­nim için ne diyorlar?" diye sormuş: "Sünneti, yani evlenmeyi terkediyor" di­yorlar, cevabını alınca şöyle dedi: "Onlara söyleyin, ben sünnet yerine farzla meşgulüm. [325]

 

III. Tasavvuf Ve İlim Tahsili

 

İlim tahsiline gelince; tasavvufçular Öğrenerek ve çalışarak ilim tahsil et­menin uzun ve yorucu bir yol olduğunu, bu yolla kazanılan ilmin derecesi ne tadar olursa olsun yetersiz, şüpheli ve zahir bir ilim olduğunu söylerler. On­lara göre kamil ve tam ilim, keşf ve ilham yolu ile kişinin kalbinde meydana ejen ilimdir.

Ebu Yezid şöyle diyor: "Alim, bir kitaptan ezberleyen ve unuttuğu zaman ahil olan kişi değildir. Alim, ancak ilmini rabbinden alan kişidir. Yani ez-uersiz ve ders okumadan dilediği zaman Rabbinden alan kişidir. İşte Rabba­ni alim budur.[326]

Sühreverdi de şöyle diyor: "Zahidler, tasavvuf şeyhleri ve istikamet hak­kı gereği ikram gören mukarreblere, öncekilerin işaret ettikleri bütün ilim­ler verilmiştir. [327]

Gazali de şöyle diyor: "Kalbin iki kapısı vardır: Bunlardan biri melekut alemine açıktır. Bu da Levh-i Mahfuz ve melekler alemidir. Diğeri de mülk ve şehadet (dünya) alemine bağlı beş duyu alemlerine açılan kapıdır.

Mülk ve şehadet alemi aynı zamanda bir bakıma melekut alemine benzi­yor. Kalbin duyulardan almak için açılmasını da biliyorsun. İç kapısının me­lekut alemine açılması ve levhi mahfuzu etüd etmesini ise, rüyanın acaipliklerini derin düşünmek, kalbin geçmişte olan veya gelecekte olacaklara, du­yulardan iktibas etmeksizin, uykuda muttali olmasıyla olacağını kesin ola­rak bilirsin. Bu kapı da ancak kendini Allah'ın zikrine veren kişiye açılır."

Sonra şöyle devam ediyor: "Peygamberlerle velilerin ilimlerle, alim ha­kimlerin ilimleri arasındaki fark budur. Şöyleki: Öncekilerin ilimleri mele­kut alemine açılan kapıdan kalbin içinden gelirken, hikmet ilmi mülk ale­mine açık olan duyuların kapılarından gelir. [328]

Kendilerine vahiy gelen peygamberler için bile vahiy dışında, müyesser olmayan bir yol göstererek tasavvuf çul ara bu sözlerinden sonra, ilmi terket­me ve cehalete dalma kapısını Gazali'nin açtığından okuyucunun bir şüphe­si kalır mı dersiniz? Gazali'nin açtığı bu yoldan tasavvufçular halvetlerde dolanıp durmuş, katmerli karanlıklara sığınmış, böylece sapıklıkları gittik­çe katlanmıştır. Bu yoldan giderek İslam alemine pekçok vesveseler ve kuruntular sokmuş, müslümanların zayıflamalarına, çöküş ve zilletlerine, ni­hayet emperyalizmin boyunduruğu altına girmelerine yol açmışlardır,

İlmi terketme çağrısı toplum için korkunç tehlikeli ibir çağrıdır. İslam toplumunu temelden yıkan ve yerle bir olmasına yolaçan bir çağrıdır. Tarih­te İslam toplumu medeniyette ilerlemiş ve egemenlik sahibi olmuşsa, ancak ilimle ve alimlere saygısıyla bunu gerçekleştirmiştir.

Bir de şu acıklı durumumuza ve geri kalmış halimize baktığımızda acaba sonraki hakkımız olmuyor mu? Levhi mahfuzu okuduklarını [329] kainatın sır­larını anladıklarını, maddenin künhünü kavradıklarını, havada uçtuklarım, sular üzerinde yürüdüklerini, denizlerin dibinde balıklar, taşlar ve cansız­larla konuştuklarını iddia edenler, acaba bize ne kazandırmışlardır?

Halbuki İslam, aklı evham boyunduruğundan kurtarmak ve düşünceyi azad etmek için gelmemiş miydi?

Yüce Allah peygamberler dışındaki insanların ilim kazanma yollarının duyular, araştırma ve düşünme yollan olduğunu belirterek şöyle buyurmuş­tur: "İnsanlar acaba deveye bakıp nasıl yaratıldığını hiç düşünmezler mi? Göğün nasıl yükseltildiğini görmezler mi? Dağların nasıl dikildiğine bak­mazlar mı? Yeryüzünün nasıl döşendiğini görmezler mi?" [330]

Bakmanın ve görmenin yolu gözdür. Bakmak da düşünmenin yoludur. Yüce Allah buyuruyor: "Musa'nın haberi sana ulaştı mı? Hani o, bir ateş görmüş ve ailesine: 'Bekleyin, eminim ki bir ateş gördüm. Belki ondan size bir parça kor getiririm veya ateşin yanında bir rehber bulurum' demişti. [331]

Sözü işitmenin yolu da kulaktır. İşitmek de aynı şekilde düşünme ve ders almanın yoludur. Yüce Allah buyuruyor: "Onlar sağırdırlar, dilsizdirler ve kördürler. Çünkü onlar geri dönmezler. [332] Yani hidayete dönmezler.

Yüce Allah sağır, kör ve dilsizlerin anlama ve hidayetten uzak oldukları­nı belirtmektedir. Muhalif manada alındığı taktirde ayetin işitme, görme ve konuşmanın ilim ve hidayete vesile olduğuna delalet ettiğini de söyleyebili­riz. Bütün bunlar ve daha burada sayamayacağımız kadar sayısız ayet ve hadisler insanların ilim öğrenme ve bunun için her yola başvurması gerekti­ğini ifade etmektedir. Bu meseleyi İbn el-Cevzi'nin şu güzel tesbitiyle bitir­mek istiyoruz.

"Alemde ilimden daha şerefli bir şey yoktur. Nasıl olsun ki?! İlim delildir. Yok olursa, dalalet olur. Şeytanın en gizli tuzaklarından biri de en üstün ibadet olan ilimden alıkoymak için insanın nefsinde taabbudiı süslemesidir. Hatta Öncekilerden bir cemaat için bunu süslü göstermiş, onlar da kitapları­nı toplayıp denize atmışlardır. Bunu bir cemaat haber vermiştir. Onlar için hüsnüzan besleyerek diyoruz ki, herhalde o kitaplarda beğenmedikleri bir'

takım sözler vardı ve bu sözlerde insanlara yararlı bilgiler bulunduğu ve bu bilgilerin sonuçlarından korkulmadığı taktirde onları telef etmek veya deni-ze atmak, malı yok etmek olup caiz değildir.

Şeytanın tasavvufçulara oyunu o kadar büyük olmuş ki, onlardan bir ce­maat talebe ve müridlerinin mürekkep hokkası bile taşımalarını yasakla­mışlardır. Mesela Cafer el-Halidi şöyle der: "Tasavvufçular bana müsaade etselerdi, dünyanın hocasını size getirirdim. Ebu'l-Abbas ed-Dırdırî'nin ya­nında oturuyordum. Tasavvufçulardan biri geldi ve bana "Yaprakların ilmi­ni bırak, çaputların ilmine bak" dedi. Tasavvufçulardan birinin yanında bir mürekkep hokkası görülünce, içlerinden biri ona "Avretini ört" dedi. Nite­kim eş-Şibli'nin şöyle dediğini naklederler: "Benden yaprak ilmini isterlerse, onlara çaput ilmini gösteririm,"

İşte bu İblis'in en gizli oyunlarından biridir. Zaten onlar hakkındaki zan-nım doğrulamış bulunmaktadır. Tasavvufçularda bunu yapması ve onlara süslü göstermesinin iki sebebi vardır:

a- Onların karanlıkta yürümelerini istemesi,

b- Rasulullah'm ve ashabının yolundan alıkoyması. Rasulullah'ın ve as­habının sünnetini araştıran bir kimse hergün birşeyler okudukça ve öğren­dikçe ilmi artar, daha önce bilmediği çok şeyler öğrenir, iman ve marifetini artırır. Gittiği yolların birçok hatalarını kendisine gösterir. İblis, en gizli bir hile ile bu yollarını kapatmak istemiş ve amacının bizzat ilim değil, amel ol­duğunu onlara söylemiştir. Bu hüeye aldanan zavallı da ilmin ne büyük bir amel olduğunu anlayamamıştır.

Bu gizli oyundan ve aldanmadan sakın! Çünkü ilim en büyük asıl ve en büyük nurdur. Hatta ilim tahsili için yaprak çevirmek oruç, namaz, hac ve cihaddan büyük olabilir. İlimden yüz çeviren nice kişi taabbudunda {ibadete kapanmasında) heva ve heves azabı içine dalmakta, nafilelerle birçok farz­ları yoketmekte ve daha üstün olduğunu sandığı şeylere dalıp vacibi ihmal etmektedir. Böylelerinin elinde ilimden bir meşale olsaydı, doğruyu bulur­lardı. Sana söylediklerimi iyice düşün, Allah'ın izniyle aydınlanırsın.[333]

Tekrar vurguluyoruz ki, müslümanları ilimden soğutan tasavvufçular onların gerileme, çökme ve İslam düşmanlarının boyunduruğu altına düşme sorumluluğunu büyük ölçüde taşımaktadırlar. Çünkü onları hurafe ve ceha-letleriyle uyuşturmuş, ilim öğrenmelerini engellemişlerdir. Diğer tarafta ba­tı, ilim alanında alabildiğine ilerlemiş ve istediği gibi cirit atmış, güçlü darbeleriyle İslam alemini ezmiş, nimetlerini elinden almış ve istediği gibi kul­lanmıştır.[334]

 

IV. Tasavvufçuların Zikirleri

 

Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de kendisini çokça zikretmemizi emretmekte­dir. Bu ayetlerde geçen zikretmenin hem kalple hem dil ile Yüce Allah'ı an­mak ve hatırlamak anlamlarını içerdiği bilinmektedir. Ama tasavvuf çul arı n yapageldikleri bağırarak, çağırarak, bir şef eşliğinde koro halinde tekrarla­yarak ayin şeklinde zikir şeklini ifade etmediği bir gerçektir. Yüce Allah'ı anmanın nasıl olması gerektiğini Kur'an-ı Kerim bize şu şekilde öğretmek­tedir:

"Rabbini içinden, yalvararak ve ondan korkarak yüksek olmayan bir sesle sabah ve akşam zikret fan). Gafillerden olma.[335]

"Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Bilmelisiniz ki haddi aşanları o sevmez. [336]

"Namazında yüksek sesle okuma, onda sesini fazla da kısma. İkisinin arasında bir yol tut. [337]

Tasavvufçuiar, bir kişinin öncülüğünde toplu olarak zikir yapma şeklini Rasulullah'a nisbet edilen zayıf bir hadise dayandırmağa çalışmaktadırlar. Bu zayıf hadiste anlatıldığına göre, Rasulullah müminlere şöyle buyurmuş­tur:

"Rasulullah'ın yanında bulunuyorduk. Ehli kitabı kastederek "Aranızda yabancı var mıdır?" dedi. Hayır, ey Allah'ın Rasulü, dedik. Kapının kapatıl­masını emretti ve "Ellerinizi kaldırın,lailahe illallah söyleyin" dedi. Bir saat ellerimizi kaldırdık. Sonra Rasulullah elini indirdi ve şöyle dedi: Allah'a hamdolsun. Allah'ım! Beni bu kelime ile gönderdin, onu bana emrettin, kar­şılığında bana cenneti vadettin, sen sözünden caymazsın. Size müjde, Allah günahlarınızı bağışladı, dedi. [338]

Her şeyden önce, bu rivayet bütün hadis kitapları arasından sadece İbn Hanbel'in Müsned'inde yeralmakta, diğer sahih hadis kitaplarında bulun­mamaktadır. Aynı şekilde rivayete göre bu zikre katılanlar bir topluluk ol­masına rağmen sadece bir kişiden rivayet edilmektedir. Bu kişi de güveni­lirliği şüpheli olan bir ravidir. Mesela el-Heysemi, rivayet eden Raşid İbn Davud'un zayıf bir kişi olduğunu söylemektedir.[339]Ayrıca bu türden sadece bu olay rivayet edilmektedir. Biraz da "piyango" havası taşımaktadır. Bütün bunlar sözkonusu rivayetin sağlam bir rivayet olmadığını göstermektedir.

Hz. Peygamberin davetinin herkese açık ve genel olması açısından da bu rivayetin doğru olması mümkün değildir. Çünkü Rasulullah dini insanlara açıkça tebliğ etmiş ve ibadetlerini kimseden gizlememiş tir. Hatta davetinin insanlara ulaşması için kendisi gayri müslimlere Kur'an okumuş ve yeri gel­diğinde herkesin görebileceği açık yerlerde namaz kılmıştır. Nitekim Nec-ran'dan gelen hıristiyanlara okunan Kur'an'ı dinlemeleri, İslam'ın öğretile­rini duymaları ve uygulamalarına tanık olmaları için Mescid-i Nebevi'nin yanında onlara çadır kurdurarak ağırlanmalarını emretmiş ve mescidin içinde kendilerine ikram edilmiştir. Onların da okunan Kur'an'ı dinledikle­ri, kılınan namazları izledikleri ve Rasulullah'ın tebligatına şahit oldukları bilinen bir olaydır. Durum böyle iken, Rasulullah'ın yahudi ve hristiyanları mescidin dışına çıkararak uzaklaştırması ve bir ibadete tanık olmalarını en­gellemesi makul değildir.

Abdurrahman el-Vekil, Mısır'da tarikat çevrelerinin mevlid bayramların-daki zikirlerini şöyle anlatır:

"Doğum yıldönümleri (mevlidler) dedikleri bayramlarda, tapınaklar haline getirilen yatır türbeleri yanında ve midelerini başkalarının mallarıyla doldurdukları derviş tekkelerinde tasavvufçuiar, zikir dedikleri partiler düzenlerler. Şeyh efendi, bazı ta­rikatlarda, faziletin tiksindiği kadın-erkek dervişlerden iki saf arasında oturur, or­kestra şefi gibi iki eliyle işaret ederek ayini başlatır. Kendisi de Allah'ın adını tuhaf seslerle tekrar etmeye başlar. Alnının iki tarafı hayayı gammazlar ve takvayı jurnal etmeye başlar. Gazelcileri de Leyla ve Suad faslından coşkun sesiyle coşturur. Davulcuları yahut tef ve neyciteri de elleriyle davulu yahut tefi, nefesiyle de neyi çalarak cinleri etrafa toplar. Bu cûşuhuruş içinde şeyh efendi kendinden geçer ve dervişler de ritme uyarak göbek atmaya başlarlar. Sağa sola kırıtarak nağmelere katılırlar. Çok geçmeden bastırılmış olan şehvetler alevlenir ve "dem bu debdir" di­yerek alevlenen şehvetini tatmin yollarına koyulur. Edepden uzak sallanmalar ve şeytanca iniltiler yahut yüksek perdeden naralardan kısılmış seslerle Seyyide Zey-neb yahut Seyyide Nefise'den[340] istigase (yardım dileme) naraları yükselir. Bunların kastettikleri ne temiz Zeyneb, ne de temiz Nefise'dir. Çağırdıkları, bunlardan baş­kadır. Çünkü her biri kendi sevgilisinin şarkısını söylemektedir. Bu şekilde ayini uzun müddet sürdürürler.[341]

Türkiye'de de birtakım tarikatların düzenlediği zikir ayinleri bundan pek farklı değildir. Şişlerin batırıldığı, karınların yarıldığı ve boyunların ke­sildiği zikir ayininde olsun, bir şef yönetiminde "Allah", "illallah", "Hu", "Ya hu" naraları ve göbekten çıkarılan bıçkı sesleriyle yapılan zikir ayinlerinde olsun, kadm-erkek karışıp insanların nağmeler eşliğinde kendilerinden geç­tiği ayinlerde olsun, çevremizde yapılanların yukarıda anlatılanlardan fark­lı olmadığını hepimiz görüyoruz, okuyoruz.

Dansla geçen bu saatlerin ilahi tecelli saatleri olduğunu söylemeleri de bir başka garabet! Bir de bakarsınız ki, yetiminin azığını satan anne, eşinin başörtüsünü satan erkek ve borç altında beli kırılan zavallı borçlu, şeyhin batıracağı bir şiş veya vereceği bir bez parçası yahut dervişlerin bir nazarı için kilometrelerce yol almışlar ve şeyhin huzurunda kuyruğa girmişler! Ya­hut bu ayinleri seyredebilmek için günler öncesinden biletler ayrılmış, uzak diyarlardan, hatta sınır ötesinden yollara düşülmüş ve kafileler düzenlen­miştir. Hatta bu ayinlere rağbetin çok olması için özel ses sanatkarları çağ­rılmış, özel dans ekipleri yetiştirilmiş ve özel müzikler bestelenmiştir.

Söyler misiniz, Rasulullah Rabbi'ni böyle mi zikretti? Ondan sonra asha­bı Allah'ı böyle mi zikretti? Müfred ismiyle zikrettiklerini, ah vah'larla, inil­ti ve tempolarla, dans ve nağmelerle Allah'ı zikrettikleri var mıdır? Birisi al­kış tutarak ve diğerleri ona uyarak koro halinde zikrettiklerini kim söyleye­bilir? Leyla gazelleri okuyan bir gazelhan eşliğinde, çığlık ve naralarıyla vahşi hayvanları yuvalarında ürküten seslerle, bir lokma et yahut batacak bir şiş için Allah'ı zikrettiklerini nasıl söyleyebiliriz? Neylerle, keman ve re-baplarla, tef ve nakkaralarla zikrettiklerini kim iddia edebilir? Şüphesiz Ra-sulullahı en iyi bilen ve tanıyan insanlar olarak ashap Rasulullah'ın Öğretti­ği gibi Allah'ı zikrettiler. Huşu ve teslimiyet içinde, sessiz ve müziksiz, kor­ku ve ümit arasında, münferiden ve Rasulullahm öğrettiği dualarla Allah'ı andılar. Ona yalvardılar. Nimetini istediler ve azabından kendisine sığındılar. Korkarak, yalvararak, bağırıp çağırmadan ve seslerini yükseltmeden Allah'ı andılar. Bunun aksi olarak tasavvuf çul arın yaptıkları bu nevi zikir­ler, cahiliyye Araplarının yaptıkları zikirden başka birşey değildir. Yüce Al­lah müşriklerin Kabe etrafında tapınmalarını şöyle anlatmaktadır: "Onların Kabe'nin yanında tapınmaları ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka birşey değildir.[342] Bu uygulamalar İslam'ın öngördüğü zikirden çok, yahudi ve hı-ristiyanlarm ayinlerine daha yakın görünmektedir.

Tasavvufçuların naralar atarak, bağırıp çağırarak ve dans ederek zikret­melerini meşhur Kurtubi tefsirinde şöyle eleştirmektedir;

"Allah, ayetleri birbirine benzeyen ve yer yer tekrar eden Kitab't sözlerin en güzeli olarak indirmiştir. Rableri'nden korkanların bu Kitap'tan tüyleri ürperir, sonra hem derileri ve hem de kalpleri Allah'ın zikrine yumuşar ve yatışır. [343] Allah'tan korkma­larına rağmen Aliah hakkında sahip oldukları yakin açısından kalpleri sükunet bu­lur. İşte bu, arit billah olan, onun satvet ve cezasından korkanların halidir. Yoksa avam cahillerin, bidatçı ve rezillerin yaptıkları gibi naralar atmaz, çığlıklar basmaz ve eşeklerin anırmasına benzer anırmalar yapmazlar. Böyle yapan ve bunun vecd ve huşu' oiduğunu sanan kişilere şöyle denilir: Allah'ı bilme (Marifetullah), ondan korkma ve yüceliğini tazim etme konusunda ne Rasulullah'ın, ne de ashabının de­recesine ulaşmışsın. Buna rağmen va'z sırasında onların hali, Allah'ın sözlerini an­lamak, Allah korkusundan ağlamak olmuştur. Onun için Yüce Allah, anılması anın­da ve Kitabı'nin okunması sırasında marifet ehlinin halini tavsif ederek şöyle buyur muştur:

"Peygamber'e indirilen Kur'an'ı işittiklerinde, gerçeği öğrenmelerinden gözlerinin yaşla dolarak "Rabbimiz, inandik, bizi de şahitlerden yaz, Rabbimiz'in bizi iyi millet­le birlikte bulundurmasını umarken niçin Allah'a ve bize gelen gerçeğe inanmaya-lam!" dediklerini görürsün[344] Onların durumu ve söyledikleri budur. Böyle olmayan­lar ne onların yolundadır, ne de hidayet yolunu izlemektedir. Sünnetin yolunu izle­mek isteyenler için yol budur. Ama delirip deiilerin yolundan gidenlerin durumu, en aşağı deliliktir. Denildiği gibi, delilik çeşitlidir. [345]Tasavvufçular zikir esnasında müridin şeyhini zihninde canlandırması­nı, "Meded ya Gavs" (Ey kurtarıcı, yardım et) diyerek zikre başlarken, on­dan yardım istemesini ve ondan yardım istemenin tıpkı Rasulullah'tan yar­dım istemek gibi olduğuna inanmasını şart koşarlar. Çünkü kendisini Rasu-lullah'a ulaştıracak şeyhidir. Kalbiyle de şeyhinden izin isteyerek "Destur ey şeyhim" demesi yanında, tarikat mensupları ve ileri gelenlerinden de izjjj istemesi yahut onlara rabıta yapması gerekir. Tarikatta ileri gelenler, silsile olarak okunur. "Ey tarikat sahipleri ve ileri gelenler, destur" demeyi bir prensip olarak kabul ederler.[346]

Bu şekilde tasavvufçular, Allah'ı güya zikretmeye başlamadan önce der­vişin bu şirk pisliklerine bulaşmasını ve Allah'ın zikrini kabul edip hoşnut­luğunu bağışlaması için bütün bu zatlardan izin almasını zorunlu kılmakta­dırlar.

Zikreden kişinin tepeden tırnağa kadar sallanması, Önce sağa "lâ" ile başlayıp sola "ilâ" ile dönmesi ve doğrulması gerekir. Sola doğru Öne eğile­rek "illallah" demesi ile bu işi tamamlar. Allah, hû gibi tek isimle zikredi­yorsa, çenesini göğsüne vurması, koro halinde ve yüksek sesle yapması ge­rekir. Kelimeyi göbeğinden başlayarak kalbinin derinliklerinden çıkarması icabeder. İşte bu eşsiz pehlivanlık tasavvufçularm zikir şeklidir. [347]Allah için söyleyiniz, Rasulullah rabbini zikrederken böyle tepeden tırna­ğa kadar sallanıp dans mı ediyordu? Sakalını göğsüne vurup sağa sola mı sallanıyordu? Şüphesiz hayır. Hiçbir zaman böyle yapmamıştır. Çünkü O, Allah'ın peygamberidir ve Allah'ın huzurunda edeple nasıl ibadet edileceğini bilir ve insanlara bildirir. Kör testerenin ağaç keserken çıkardığı sesler gibi de sesler çıkarmamış ve naralar atmamıştır.

Enes İbn Malik, halkın Rasulullah'a ısrarla soru sorduklarını, bunun üzerine Rasulullah'm minbere çıkarak şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Ne soracaksanız sorun. Burada olduğum sürece bana ne sorarsanız cevaplandırırım. "Israrla soranlar ses çıkarmadılar ve çok yakında başlarına bir şeyin gelmesinden korktular.

Enes şöyle devam ediyor; sağıma soluma .baktım. Herkesin başını elbise­siyle Örterek ağladığını gördüm. [348]

Yine, Hz. Peygamberin ashaba çok dokunaklı bir konuşma yaptığı ve gözlerinin yaşardığı ve kalplerinin ürperdiği belirtilmektedir. [349] Görüldüğü gibi ashap naralar atmıyor, çığlıklar basmıyor, kendinden geçmiyor ve üstü­nü başını yırtmıyor, ayağa kalkıp dans etmiyor ve sufilerin vecd hali dedik­leri sarhoşluk haline gelip şatahatları gibi şatahatlar söylemiyorlar.

Namazda sesin fazla yükseltilmemesi ve tamamen kısılmaması, belki ikisi arasında bir yol tutulması esas iken, tasavvufçular güya bir nevi ibadet veya dua olarak yaptıkları zikirlerinde nakarat tutturmak, avazları çıktığı kadar bağırmak, testere sesleri gibi hançerelerden sesler çıkarmak suretiyle tepeden tırnağa kadar ter içinde kalacak şekilde tepinmektedirler.

Halvetiyye tarikatının meşhur şeyhlerinden Ali İbn Hicazi ibn Muham-med el-Beyyumi'nin müridleriyle beraber (Kahire) el-Hüseyin camisi içinde tepinerek nasıl zikrettiğini el-Cıbırtî'den dinleyelim:

"Haftada sadece bir defa Hz. Hüseyin'in makamı (kabri)'ni ziyaret etmek için evin­den çıkardı. Bir katıra biner, müridleri de arkasında onun peşinde tekbir ve tevhid sesleriyle yürürlerdi. Her salı günü Mescidu'l-Hüseyin'de cemaatiyle beraber belirti­len zikir halkası düzenler ve kuşluk namazına kadar devam ederlerdi. Bu durumu gören alimler, kendilerini protesto ettiler ve camiyi pislikleriyle batırdıklarını söyledi­ler. Çünkü çokları yalınayak gelirlerdi. Zikirde avazları çıktığı kadar bağırırlardı. Alimler bazı yöneticilerin yardımıyla az kala camide bu işi yapmalarını önleyecek­lerdi. Ama meczuplara ve cezbelerine son derece düşkün olan şeyh Şebravi karşı çıktı ve bazı yöneticilerin yardımıyla alimlerin engelleme çabalarına engel oldu.[350] Zikirde kullanılan sözlere gelince; Müridin şeyhine karşı edeplerinden biri, şeyhinin kendisine telkin ettiği kelimeleri zikirde kullanması ve başka­larının sözlerini kullanmamasıdır. Bu sebepten her tarikatın zikirde kul­landığı sözler değişik olmuş ve tasavvufta zikir lafızları çoğalmıştır. Kimile­ri Allah'ın tek ismi ile, kimileri hû, hû diyerek, kimileri de ıh, ıh sesleriyle zikretmektedir. Tasavvufta her şeyh, müridlerine başka tarikatların zikirde kullandıkları kelimeleri kullanmayı yasaklamakta ve kendisinin öğrettiği kelimelerle zikredilmesini istemektedir. Çünkü Yüce Allah'ın isimlerini şu veya bu şekilde söyledikleri zaman fayda, başka şekillerde söylediklerinde de zarar vereceğine inanırlar. Bu bakımdan derviş "La ilahe illallah" sözü ile ancak şeyhi kendisine izin verdiği taktirde zikredebilir. Rabbine de yâ Latîf diye seslenmelidir. Aksi halde ona bir uyuşukluk gelir veya çarpılır. İbn Ataullah el-İskenderi'nin şu sözlerine bakınız:

"Allah'ın Afuv (bağışlayan) ismi, avamın zikrine yaraşır. Çünkü onları ıslah eder. Allah'a sülük edenlerin ise onu bu isimle zikretmesi yakışmaz. Bâis (dirilten) ismi ile de gafiller zikreder. Fenayi isteyenler onu bu isimle zikretmez. Gafir (bağışla­yan) ismi ile de avam Öğrencilere telkin yapılır (onlara bu isim öğretilir). Zira günahin cezasından korkan onlardır. Ama Allah'ın huzuruna çıkmaya layık olanların, günahları bağışlayanı zikretmeleri onlarba vahşeti (uzaklığı ve yabancılığı) meyda­na getirir. Allah'ın "Metin" ismi ise, halvet sahiplerine zarar verir, dinle alay edenle­re yarar sağlar.[351]

İbn Ataullah bu iftirayı serdetmeye devam etmekte ve Allah'ın isimleri­nin çoğuna bu şekilde iftira etmektedir. Halbuki Yüce Allah şöyle buyur­maktadır:

"De ki, ister Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini derseniz olur. Çünkü en gü­zel isimler ona mahsustur. [352]

"En güzel isimler (Esmau'l-Husna) Allah'ındır. O halde ona o güzel isimlerle dua edin (veya onu o güzel isimlerle çağırın) O'nun isimleri hakkında eğri yolda giden­leri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır. [353]

Şu saçmalığa bakınız. Allah'ın Gafir ismi güya sadece avama yaraşır. Sanki bu adamlar günahlardan masum ve ilahtırlar. Halbuki Hz. Peygam­ber günde yetmiş defa Rabbine istiğfar ederdi. [354] Şimdi söyler misiniz, Kur'an'm hidayeti ve gerçekliğiyle tasavvufçulann sapıklık ve dalaleti ara­sında bir ilişki var mıdır?

Gerçek şu ki, tasavvufçuların müzikli ve ayinli yaptıkları bu zikirle İs­lam'ın öğrettiği zikirden çok, yahudilerin zikrini andırmaktadır. Mesela, 149. Mezmur'da şunları okuyoruz:

"Siyonoğulları hükümdarlıklarına sevindiler. Tef ve ud ile dans ederek adını teşbih etsinler, terennüm etsinier. Tehlil getirin, kutsallığında (Kudub'de) Alfah' teşbih edin, Rebab ve ud iie teşbih edin. Tef ve dans ile teşbih edin. Sazlar ve zurnalarla teşbih edin, türlü naralarla teşbih edin. [355]

Tasavvufçulann birçok kolları da tıpkı bu şekilde zikir yaparlar. Yahudi bid'atı ile tasavvufçulann zikri arasındaki benzerlikleri görmek için bir zikir meclisini müşahade etmek yeterlidir. Bu, apaçık bir gerçek iken, Abdulaziz ed-Debbağ'ın şu sözlerini görüyoruz:

"Zikredenler, sağa sola sallanırlar. Çünkü Kutuplar meleklerin böyle yaptığını gör­müşlerdir.[356]

Tasavvufçulann bu şekildeki zikirleri yahudilerin zikrine benzediği gibi, cahiliyye devrinde müşrik Araplar'ın Kabe'yi tavaf ederken yaptıkları dua ve sergiledikleri hareketlere de çokça benzemektedir. Yüce Allah buyuruyor: "Onların (müşriklerin) Beytullah'ın yanında namazları (duaları) da el çırp­mak ve ıslık çalmaktan başka birşey değildir. [357]

Yüce Allah, Peygamberi'ne kendisini nasıl zikredeceğini öğreterek şöyle buyurmuştur: "Rabbini, içinden, yalvararak ve ondan korkarak yüksek ol­mayan bir sesle sabah ve akşam zikret (an). Gafillerden olma. [358] "Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Bilmelisiniz ki, haddi aşanları o sev­mez. [359]

İbn Arabi, keramet çeşitlerini sayarak şöyle diyor: "Kerametlerden biri de, konuşma derecelerine göre cansızların konuşmalarını işitmektir. [360]

Yüce Allah: "Onların teşbihlerini anlamazsınız. [361] buyuruyor. İbn. Arabi ise tasavvufçulann işittiklerini söylüyor. Şimdi İbn Arabi'ye inanmak için Allah'ın ayetlerini mi yalanlayalım?

Yine şöyle diyor: "Kerametlerden biri do, mele-i a'la (Yüce alem) ile ko­nuşmaktır. [362]

Acaba Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer mele-i ala ile konuştular mı? Hatta peygamberlikten Önce yahut vahiy zamanları dışında peygamberler mele-i ala ile konuştular mı? Ama diyeceksiniz, onlar kim, tasavvufçular kim? Ta­savvuf meşhurlarından el-Bistami'nin "Allah'a yemin ederim ki sancağım Muhammed'in sancağından üstündür. [363]iftirasını okumadınız mı? Yine "Be­ni bir defa görmen, Rabbini bin defa görmekten daha hayırlıdır[364] iftirasını duymadınız mı?[365]

 

V. Tasavvufçuların Ahlakçılığı

 

Bazıları tasavvufun ideal ahlaki bir davet olduğunu söylemektedir. Buna delil olarak da kitaplarında gördükleri birtakım ahlaki sözleri ve bu davet için kullandıkları yaldızlı ifadeleri göstermektedirler. Diğer taraftan tasav-vufçuların kendileri de "tasavvufu ahlak" olarak tanımlamakta ve ideal bir ahlak sahibi plmak için çalıştıklarını söylemektedir.

Bu iddiaların ifade ettiği gibi tasavvufun ahlaki Öğretileri olduğu ve mensuplarının da kendilerine göre bir ahlak örneği sergilemeye çalıştıkları doğrudur. Bu ahlakın adına da tasavvufi ahlak demektedirler. Hatta tasav­vufu baştan başa edep Ve ahlak olarak tanımlamaya çalışırlar.

Bununla beraber şunu da hemen belirtelim ki, faziletli ahlaka davet, is­ter vahyin getirdiği dinlerde olsun, ister insanların uydurduğu ve hurafele­rin oluşturduğu dinlerde olsun, bütün dinlerde ortak olan bir şeydir. İsterse­niz Budizm, Brahmanizm, Zerdüşt, Mani, İhvan-ı Safa ve Agnostizm kitap­larına bakınız. Hatta çoğu uydurma ve muharref olan yahudilik ve diğer sa­pık inançların[366] kitaplarına bakınız. Göreceksiniz ki ahlakça yükselmek ve ideal örneklerini gerçekleştirmek için hummalı bir davet mevcuttur. Onun için, ahlaka davet ettiğini kabul etsek bile, bu davette tasavvufçular yalnız değildir. Aksine, saydığımız sapık ve küfür davetler de mutlak hayır peşin­de olduğunu, faziletin ruhu ve Özü olduğunu propaganda etmekte, peygam­berlerin inancı olduğunu hayal ederek halka kurtuluş yolu olduğunu anlat­maya çalışmaktadır.

Şu bir gerçek ki, hak ile batılı birbirinden ayıran yegane ölçü ahlaki da­vet değildir. Davetleri birbirinden ayırdeden tek Ölçü de davetin kendisi de­ğildir. Çünkü bu davet her dinde ve ideolojide mevcuttur. Dinler ve ideoloji­ler arasında ölçü ve hak mı batıl mı, hayır mı şer mi olduğunun kıstası, o ahlaki davetin kaynaklandığı inançtır. Yahut davranışın arkasında saklı bulunan niyettir. Hedefe yönelik olan ve beklenen gayedir. Önemli olan, bu davetlerin ve amellerin hangi inanç ve niyetle yapıldığıdır.

Müslümanın ameli, cihadı ve ahlaki daveti ise, uluhiyet ve rububiyetinde Allah'a halis bir tevhid ile inanan halis bir inanca dayanmakta, sadece Al­lah'ın rızasını kazanmak gibi tertemiz bir gayeye yönelik bulunmaktadır.

Böyle bir inanç ve gayeye dayanmayan amel İslam anlayışında yanın­da makbul değildir.

Tasavvufçuların yücelmeye, ruhaniyete, kainatın sırları, insan» nefsi ve hayat hakkındaki teemmülleri ve alemin yaratıcısının mutlak teslimiyete dair yazdıklarını görmüyor musunuz? diyenler oluyor. Bunlara diyoruz ki, tasavvufçuların Allah ve Rasulü hakkında taşıdıkları inanç hakkında yaz­dıklarını okursanız herhalde daha iyi olur. Böylelerine diyoruz ki: ey tasav­vufun tutsakları, ahlakı kontrol etmeden önce akaidi kontrol ediRİ^ Çünkü ahlak ancak bir neticedir. Kaldı ki, bizzat tasavvufçular ahlaktan önce dinin ve akidenin olduğunu kararlaştırıyorlar. Onun için ahlaki davetinden sor­guya çekmeden önce din ve inancından dolayı sorguya çekilmesi gerekmez mi? İbn el-Kayyım tefsirinde ne güzel söylemektedir:

"Yapılan amel ihlas ile de yapılsa, doğru (şeriata uygun) desise kabul edilmez. Doğru olduğu halde ihlasla yapılmazsa, yine kabul edilmez. Halis ve iyi niyetle olması lazımdır. Halis amel, Allah için yapılandır. Doğru olan da şeriata uygun olandır. Yüce Allah'ın şu ayetinde bunlar belirtilmiştir: "Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, salih amel işlesin ve ibadette rabbine hiçbir kimseyi ortak koşmasın.[367]

İnsanın mü'min veya kafir oluşunu ölçtüğümüz tek ölçü ahlafc davet ol­saydı, lanete uğramış şu yahudilerin mukaddes mihraplarda Allah'a yalva­ran mü'min kişiler olduklarına hükmederdik. İnsanın müslüman olup olma­dığına tek başına ahlaki çağrı ölçü olsaydı, o zaman her zındık, muhit ve ka­fir, İslam hükmü kapsamına girer ve müslüman sayılırdı. Çünkü bunların tümünde kendilerine göre bir ahlak çağrısı ve fazilet anlayışı bulanmakta­dır.

Ama herşeyin ölçüsü ve dinin ruhu inançtır. İslam anlayışında bir ame­lin veya ahlakın iyi yahut kötü, hayır veya şer olduğunu belirleyen bu inançtır. Yüce Allah'ın yanında en büyük makam ve birinci derecede itibar yine inancındır. Bu tertemiz ve net inanç mevcut olduktan sonra bayatımız­da ahlak, amel, sülük, davet ve Allah'ın dinine bağlılık olarak ortaya çıkar.

Onun için kişinin taşıdığı ahlak veya söylediği sözler değil, hepsinden Önce önemli olan onun inandığıdır. Yüce Allah'ın bu gerçeği kararlaştırdığı şu ayeti tekrar tekrar hatırlamak lazımdır. "Allah'a ortak koşacak olursan amelin boşa gider[368] Şüphesiz boşa gidecek olan amel, bizzat 1-yır ve iyi olarak görülen ameldir. Zira hayır ve iyi olmayan amel zaten boşnr.

Bu konuda Hz. Peygamber'den yapılan rivayetler önemlidir: "Şüphesiz Allah vücutlarınıza ve yüzlerinize bakmaz, fakat kalplerinize bakar.[369] Baş­ka bir rivayette "Şüphesiz Allah yüzlerinize ve mallarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar. [370] buyurmaktadır.

Yukarıdan beri gördüğümüz gibi kimi tasavvufçular batıl bir yolu izle­mişlerdir. Bu yolun en çirkin yanı da, insanları aldatması ve tevhidin zirve­si olduğuna zavallı kitleleri inandırmış olmasıdır. Onların ahlaki daveti in­sanları aldatmakta, böylece ahlak alanında söylediklerini haksız olarak he-va ile hareket eden ve aldatma ile beraber duygusal davranan Ölçüleriyle ölçmektedirler. Halbuki onun yerine adalet ve hak ölçüsüyle, Allah'ın kita­bıyla ölçmeleri, halis tevhid ölçüsüyle Ölçmeleri gerekir. İşte o zaman tasav­vufun ve mensuplarının ahlak çağrısının ne korkunç bir tuzak ve Öldürücü bir fitne olduğu görülecektir. Ahlak çağrılarının şirk ve ilhad olan birtakım inançlara dayandığını göreceklerdir. İbn Arabi'nin Allah hakkında şu söyle­diklerine bakınız:

"Ey nefsinde eşyayı yaratan, Sen yarattıklarım,benliğinde topluyorsun.Oluğumu tükenmeyenleri Sen de yaratıyorsun, Sen dar ve genişsin. [371]

Allah'ın yaratan ve yaratılan olduğunu, zatının bütün yaratıkların zatı olduğunu ve yaratık çeşitlerinden tükenmeyen şeyleri nefsinde yaratmaya devam ettiğini, hak oluşu itibariyle dar, yani vasıflardan soyut, ama türlü, çok ye tükenmeyen yaratıklar oluşu itibariyle de geniş olduğunu söylemek­tedir.

Yine şu sözlerine bakınız: "O bana hamd eder, ben de O'na hamd ederim. O bana ibadet eder, ben de O'na ibadet ederim. Bir durumda O'nu kabul ederim, ama ayan (eşya)'da onu inkar ederim. O beni bilir, ben O'nu inkar ederim. O'nu bilir ve müşahade ederim. [372]

Yine şöyle diyor: "Delillerimiz sabit olduğu şekilde biz hem O'yuz, hem biziz. Benim varlığımdan onun bir varlığı yoktur. Biz, biz olduğumz gibi, O'yuz da. Benim iki yüzüm vardır. O ve ben. Ama O'nun ben ve benimlesi yoktur. Sadece bende görünüyor. Onun için biz ona bir kab mesabesinde-

yiz. [373]

Yine şöyle diyor: "O, bütün kainattır. O, vücudum vücudu ile kaim olan tektir. Onun için 'besliyor' dedim. [374]

Yine şöyle söylüyor: "İnsan dediğimiz zaman, bil ki biz onun kendisiyiz.

İnsan olmak seni perdelemesin. O sana bir delil vermiştir. Hem hak, hem de halk ol, o zaman Allah ile rahman olursun... Biz, ona bizde görünecek şeyi verdik. O da bize verdi. Böylece iş bize ve ona bölündü.[375]

İbn Arabi'nin sözlerindeki dindışıhk herhalde açık bir şekilde görülmek­tedir. Önce Allah'ın İbn Arabi'ye hamd ettiğini, sonra İbn Arabi'nin ona hamd ettiğini, birbirlerine ibadet ettiğini söylemektedir. İbn Arabi onu ba-zan kabul edip, bazan inkar etmektedir. Diğer sözlerindeki dindışıhk da iza­ha ihtiyaç bırakmayacak kadar açık görülmektedir.

Sonra Hakk'm göz, kulak, el, ayak ve dilin, kısaca duyuların aynısı oldu-, ğunu bildirerek hepsini benliğinde toplayan Muhammed, bunu tamamla­mıştır, diyerek sözlerine şöyle devam etmektedir:

"Mefhum iie, sahih haberle kesin olarak anladık ki, Hak (Allah) eşyanın aynısıdır. Hududu (tarifleri) farklı da olsa, eşya mahduttur. Allah da her mahdudun haddi ile mahduttur (her sınırlının sınırı ile sınırlı yahut tarif edilen her varlığın tarifi ile tarif edilmiştir)" [376]

Görüldüğü gibi, İbn Arabi'nin inancında Allah her şeydir. Herşeyin de bi­lindiği ve anlaşıldığı bir haddi vardır. Böylece her tarif ilahi zatın mahiyeti­nin tarifi olmaktadır. Çünkü İbn Arabi'ye göre herşey Allah'ın kendisidir. Hayalinizden ebedleri, ezelleri ve bütün anları geçirin, mümkün ve musta-hil bütün şekilleri ve suretleri gözünüzün önüne getirin, aklınıza getirebildi­ğiniz kadar herşeyi getirmeye çalışın, işte hayalinizden geçen, gözünüzün gördüğü ve aklınızın düşündüğü herşey İbn Arabiye göre Allah'ın kendisi­dir.

Bir de şu ifadelerine bakınız: "Allah latiftir, Lütuf ve letafetinden dolayı­dır ki, isimlendirilen şeydedir. Aynı şekilde şu şekilde tarif edilen de o şeyin aynısıdır. Ta ki benzerlik ve terim yolu ile isminin kendisine delalet ettiğin­den başkası hakkında söylenmesin. Yani gök, yer, kaya, ağaç, hayvan, me­lek, rızık, yiyecek gibi isimlerle isimlendirilmesin. Çünkü pınar herşeyden birdir ve ondadır. [377] Yani Allah'ın bütün bu şeylerin aynısı ve gayrisi oldu­ğunu, bunlardan birini tarif ile bilecek olursak, bu tarifin Allah için de ge­çerli olduğunu, yani cins ve tür olarak Allah'ın tarifinin aynısı olduğunu söylemektedir.

Gördüğünüz gibi bütün varlıkların Allah'ın kendisi olduğunu söylemek­tedir. Cansız varlıkların kendisi olduğu gibi, Moğollardan Haçlılara ve Siyo­nistlere kadar, ahlaklı ve ahlaksız bütün insanlara kadar, hepsinin Allah'ın

kendisi olduğu pervasızca söylenmektedir. Bütün bunlar birer varlık ve şey olduklarına göre, îbn Arabi ve çömezlerine göre hepsi de Allah'ın kendisidir. Tasavvuf meşhurlarından Ibn Arabi'nin inancı böyle de diğer meşhurla­rın inancı bundan daha mı temizdir? Kaşani, Şarani, Nablusi, el-Cili, İbn el-Farıd, İbn Acibe, et-Tilmisani, Hallaç, Ebu Yezid, ed-Demİrtaş ve bunların yolunu benimseyenlerin inancı daha mı İslam'a göredir? Ve eskisinden yeni­sine kadar tasavvufu benimseyenlerden acaba kaç kişi bu inancın Islamdışı olduğunu söylemiş veya söylemektedir? Aksine bunun ilahi irfan ve melekti t aleminin bilgileri olduğunu söylerler.

Geçmişte olduğu gibi, çağımızda da tasavvuftular İbn Arabi'yi kutsallaş­tırmakta, hatemu'l-evliya, gavs-ı azam, kutbu'l-aktab, şeyh-i ekber gibi un­vanlarla anmakta ve toz kondurmayacak şekilde sevmektedir. Kendisine nerdeyse insanüstü bir konum vermekte ve gökler aleminden haber getiren masum bir melek gibi takdis edilmektedir. Sözlerinde sapıklık bu kadar açık olmasına rağmen, tasavvuf hayranları aleyhinde bir tek söz söylemeye, sözlerinin küfür, dindışı olduğunu söylemeye dilleri varma makta dır. Şirk ve küfür ifade eden sözlerini reddetmeye yanaşmamaktadırlar. Bunu yapar ve insanlara açıklarlarsa, onun yolunda olmadıklarına, söylediklerini kabul et­mediklerine insanlar inanır ve ahlak iddialarını kabul ederler. Bugüne ka­dar haklarında söylenenlerden vazgeçer ve samimi müminler olduklarını itiraf ederler.

Tasavvufçularm gavs-ı azanımdan bazı alıntılar yaptık. O ve benzerleri bu inançla oturup kalktıktan sonra bütün alemi ahlaka davetle doldursa bi­le, bu onlara bir yarar sağlar mı? Allah'tan kork, denildiği zaman kendi inançlarında ve bid'atlannda canlandırdıkları Allah'ı anlayan, tanrılaştır-dıkları sağır taşlan ve kokuşmuş leşleri akıllarına getirenler, Allah'ı eşya­nın kendisi ve aynısı bilenlere ahlakçılık iddiaları bir yarar sağlayabilir mi?

Bunlar, Allah yolunda cihad et denildiği zaman, her yaratıkta taayyün e-den (ortaya çıkan) ve Rab olarak taptığı bir vehmi (kuruntuyu) gözünün Önünde canlandıranlar, meşhurlarına Allah'ın sıfatlarım verenlere ahlak ne sağlayacaktır? Bütün bu gerçeklere rağmen, hala tasavvufun ahlak çağrısı büyüsüyle büyülenen ve onun sevgisiyle tutsak düşen kişilerin iddialarına nasıl itibar edilebilir? Bütün bunlara rağmen hala tasavvufçularm sırat-ı müstakim üzere olduklarına nasıl hükmedilebilir.[378]

Tasavvufçularm ahlak iddialarının boş olduğu ve ahlak diye insanlara sundukları şeylerin İslam ahlakıyla bağdaşmadığını görmek için kutupla­rından Celaleddin Rumi ve ibn Arabi'den bazı örnekler verelim:

Mesnevi'nin sadece beşinci cildinden şu örneklere bakalım:

"... Elçi, kızı getirince o yiğit er, derhal aşık oldu... O yatıp uyuyan rüyada bir hayal görür, onunla buluşur, düşü azar. Uyanıp kendine geiince görür ki o oyunbazlık, uyanıkken olmamış. Vah der, beyhude yere erlik suyumu zayi ettim, o işveli haya­lîn işvesine kapıldım.

O yiğit er de beden yiğidi idi, asıl erliği yoktu. O yüzden erlik tohumunu öyle bir ku­ma saçtı gitti....

Aşk ateşi öyle bir parlamıştı ki yerle göğü farketmiyordu. Çadır içinde o ay parçası­na kasdetti. Akıl nerde, halifeden korku nerde? Şehvet, bu ovada davul döndü mü akıl dediğin ne oluyor ki a turp oğlu turp! Yüzlerce Halife o anda o erin ateşli gözü­ne bir sinekten aşağı görünür.

O kadına tapan er şalvarını çıkarıp cariyenin ayak ucuna oturdu.....dosdoğru gi­deceği yere giderken orduda bir gürültü, bir kızılca kiyamettir koptu. Er sıçradı, ... açık bir halde ateş gibi Zülfikar elinde dışarı çıktı. Bir de ne görsün, ormandan kara bir erkek arslan, kendisini ordunun içine kapmış koyvermiş. Atlar ürküp köpürmüşler, her çadır ve ahır yeri yıkılmış, herkes birbirine girmiş... Er pek yiğitti, aldırış büe etmeden sarhoş bir erkek aslan gibi asianm önünü kesti. Kılıçla bir vurdu, başını ikiye böldü. Derhal o ay yüziü dilberin bulunduğu çadıra koştu.

O hurinin yanına gelince,.....Öyle bir arslanla savaştı da erliği yine sönmedi, hala

ayaktaydı. O tatlı ve ay yüzlü güzel onun erliğine şaşıp kaldı. İstekle ona kendisini teslim etti. O anda o iki can birleştiler.[379]

Ayrıca halayığı ile zina yapan zahidin[380] erkek homoseksüellerin[381] cami­de kadın kılığına giren tacizci erkeğin"[382] Halife'nin koynundaki cariyenin ha­tırladığı erkeklerin[383] eşekle çiftleşme rezaletinin[384] halayıkla, hanımının eşekle cinsel ilişkisinin[385] edepsizce hikaye edilmesini Mesnevi'den okumak mümkündür.

Kur'an-ı Kerim, kadın erkek ilişkilerini ayrıntılarına kadar anlatırken bile hiçbir zaman hayasızlık ve müstehcenliğe kaçmamakta, yerine göre me­caz ve kinaye üslubunu kullanmaktadır. Mesela Hz. Yusuf kıssasında kulla­nılan üslup bunun en güzel örneğidir:

"Evinde bulunduğu kadın onu kendine çağırdı, kapıları sıkı sıkı kapattı ve "Gel sene!" dedi. Yusuf; "Günah işlemekten Allah'a sığınırım, doğrusu senin kocan benim efendimdir,[386] bana iyi baktı. Haksızlık yapanlar şüphe­siz başarıya ulaşamazlar" dedi.

Andolsun ki kadın Yusufa karşı istekliydi. Rabbinden bir işaret görme-şeydi Yusuf da onu isteyecekti.İşte ondan kötülüğü ve fenalığı böylece engel­ledik. Doğrusu o, bizim çok samimi kullarımızdandır.

İkisi de kapıya koştu, kadın arkadan Yusuf un gömleğini yırttı, kapının önünde kocasına rasladılar. kadın kocasına "Ailene fenalık etmek isteyen bir kimsenin cezası ya hapis, ya da can yakıcı bir azap olmalıdır"dedi.

Yusuf: "Beni kendine o çağırdı" dedi. kadın tarafından bir şahit, "Eğer gömleği önden yırtılmışsa kadın doğru söylemiş, erkek yalancılardandır, şa­yet gömleği arkadan yırtılmışsa, kadın yalan söylemiştir, erkek doğrular­dandır" diye şahitlik etti.

Kocası gömleğin arkadan yırtıldığını görünce, karısına hitaben "Doğru­su, bu sizin hilenizdir, siz kadınların fendi büyüktür" dedi. Yusufa dönerek: "Yusuf! Sen bundan kimseye bahsetme", kadına dönerek: "Sen de günahının bağışlanmasını dile. Çünkü suçlulardansın" dedi.

Şehirde birtakım kadınlar: "Vezirin karısı kölesinin olmak istiyormuş sevgisi bağrını yakmış, doğrusu onun besbelli sapıtmış olduğunu görüyoruz" dediler.

Kadınların kendisini yermesini işitince onları davet etti. Koltuklar hazır­ladı. Geldiklerinde herbirine birer bıçak verdi. Yusufa: "Yanlarına çık" dedi.

Kadınlar Yusuf u görünce şaşıp ellerini kestiler ve "Allah'ı tenzih ederiz, ama bu insan değil, ancak çok güzel bir melektir" dediler.

Vezirin karısı; "İşte sözünü edip beni yerdiğiniz budur. And olsun ki o-nun olmak istedim, fakat o iffetinden dolayı çekindi. Emrimi yine yapmazsa, and olsun ki hapse tıkılacak ve kahre uğrayanlardan olacak" dedi.

Yusuf: "Rabbim! Hapis benim için, bunların istediklerini yapmaktan da­ha iyidir. Eğer tuzaklarını benden uzaklaştırmazsan onlara meyleder ve ca­hillerden olurum" dedi. Rabbi onun duasını kabul etti ve kadınların tuzağına engel oldu. Zira o işitir ve bilir.[387]

Hz. Peygamber, müslümanm hayasız ve dili ile başkalarını rahatsız eden olmaması gerektiğini, hayasızlığın ve müstehcenliğin mümine yakışmadığı­nı belirterek müminleri böyle şeylerden sakındırmıştır. [388]

İbn Arabi'ye gelince; O da Allah'ın en güzel görünümünün kadın olduğu­nu belirterek şöyle demektedir :

"Erkek kadını sevdiği zaman onunla yatmak İstemiştir. Yani sevginin auııund.. meydana gelen şey. Nikah (kadın erkek münasebetinden daha büyük bir kavuş­ma yoktur. Onun için şehvet kişinin bütün vücudunu kaplar. Bu sebepten kişinin yı­kanması emredilmiştir... Şüphesiz Allah, kulunun kendisinden başka bir şeyle lez­zet bulduğuna inanmasını çok kıskanır. Onun için kendisinde fena bulduğu kadın suretine girerek tekrar kendisine dönmesi için yıkanma (ğusul) ile onu temizlemiş­tir. Çünkü başka şekilde olmaz. Erkek, Allah'ı kadında müşahade ederse, buna münfailde müşahade denir... Allah'ı kadında müşahade etmesi tam ve en mükem­mel müşahadedir. Çünkü Allah'ı fail ve münfail olarak, Özellikle kendisi de münfail oİarak müşahede etmektedir. Onunu için Rasulullah kadınları sevmiştir. Çünkü Al­lah onlarda çok mükemmel müşahade edilmekledir. Zira Allah maddelerden soyut olarak hiçbir zaman müşahade edilmez. Allah'ın kadınlarda müşahade edilmesi en büyük ve en mükemmeldir. Kavuşmanın en büyüğü de nikah (münasebet)dir." [389]

İbn Arabi'nin Tercümanu'l-Eşvak kitabındaki şiirleri hocasının kızına yazdığı aşk şiirleri olduğunu tercüme eden kişi şöyle belirtmektedir:

"Bu önsözden anlaşıldığına göre, bu şiirler, İbn Arabi'nin dostu, 'aynı zamanda ho­cası durumunda olan Mekinuddin... el-lsbahani'nin sevimli ve güze! kızı Aynuş-şems ve'l-Baha için söylenmiştir. [390]

İbn Arabi'nin kendisi de hocasının kızma karşı aşkını şöyle ifade etmek­tedir:

"Allah kendisinden razı olsun, bu şeyhin bekar bir kızı vardı. Boylu poslu genç ve güzel bir kızdı. Onu görenler hemen ona tutulurdu. Bulunduğu orta­mı bir çiçek gibi süslerdi. Çevresinde bulunanları sevindirirdi. Kendisini seyredenleri hayran bırakırdı. Bu kızın adı Nizam, lakabı ise, Aynuşşems ve'l-Baha idi...

Eğer nefisleri çabucak ve kolayca kötülüğe kayan ve zayıf, hasta ruhlu bozuk, kötü düşünceli, namus duygusu körelmiş insanlar mevcut olmasaydı Allah'ın yaratılış sırasında ona bağışladığı fiziki ve ruhi güzellikleri, ahlak ve huy güzelliklerini birbir açıklardım. O, gökteki bembeyaz yağmur bulutu gibi güzeldi, bir çiçek gibiydi. Alimlerin güneşiydi, gözbebeğiydi. Edebiyatçj-lann çiçek tarhıydı, gülbahçesiydi. Ağzı açılmamış mühürlü bir hokkaya İnci gerdanlığın bir parçasıydı. Zamanın eşsiz Örneğiydi. Çağının en değerli kızıydı....

Ona layık ifadelerle gazeller yazdık. Fakat gene de onun sevgisinin bü­yüklüğüyle, söylediği o kadim sözlerle, iç dünyasının zenginliğiyle, iffetinin temizliğiyle ilgili olarak gönlümden geçenlerin ve ona duyduğum sevgi, ügj ve duyguların hepsini anlatamadım. Çünkü o benim tek dileğim ve biricik Özlemimdi. O tertemiz, o el değmemiş güzel kız!.[391]

Tasavvufun ahlak daveti sadece selbi (negatif) bir davettir. [392] Çünkü Mani dininin zühd anlayışına dayalı bir davettir. Hayır olduğu iddiasına rağmen ve taşıdığı inanç bir yana bırakılsa bile, hayatı umumi hayır, adalet ve hakkın kuvvetiyle idare etmek isteyen, emniyet ve selamet içinde aleme liderliğe soyunan bir ümmetin ahlakı olmaya elverişli değildir. İnançlı ve yüce değerlerini gerçekleştirmek için Allah'ın mubah kıldığı ve yeri geldi­ğince emrettiği herşeyi kullanmak mecburiyetinde olan girişken ve cesur atıhmı gerçekleştirmeye mecbur olan bir ümmetin ahlakı olmaya layık ola­maz. Okumamayı, cehaleti, çalışmamayı ve geçimini sağlamamayı kendisi­ne ilke yapan, bir lokma bir hırka anlayışını düstur edinip karanlık hücre­lerde çile doldurmayı cihad sayan, Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınmayı din olarak belliyeceği ve gereğini yapacağı yerde, şeyhlerinin em­ri ile oturup kalkan ve dediklerini yerine getirmeyi din olarak belleyen zih­niyetin toplumda egemen olması sonucu ümmetin içine düştüğü maddi ve manevi, ahlaki ve insani bataklıktan kurtulmak isteyen insanlar için tasav­vuf ahlakı ahlak olamaz. İnsanın içinde karşı konulmaz ve sırtı yere gelmez bir nefis düşmanı yerleştirerek hayatı ondan başkasını görmeyen, bütün mesaisini ve enerjisini onu altetmek için sarfeden, ama bir türlü fobisinden

kurtulamayan bir ahlak, İslam ahlakı olamaz. Dünyayı Allah düşmanları­nın cirit attığı ve sadece kafirlerin cenneti sayan, müslümanlara da bir lok­ma bir hırka, pasif bir tevekkül, mağara ve dehlizlerde bir çile hayatını öğütleyen bir ahlak, İslam'ın ahlakı olamaz. Allah'ın direktifleri ve Rasulul-lah'ın öğretileri ile insanların oturup kalkmalarını Öğütleyeceği, onlara göre hayatlarını düzenlemelerini isteyeceği yerde, ölülerle oturup kalkmayı, ruh­lar aleminde dolaşmayı, oturduğu yerden keramet ve keşiflerle dünyayı ida­re etmeyi, cinler ve şeytanlarla dost olmayı, zevkleri için her türlü uygun­suzluğu meşru görmeyi öğütleyen bir ahlak İslam ahlakı olamaz. Hristiyan ve yahudilerin Allah'ın vahyini değiştirdikleri gibi Allah'ın dinini her türlü batini ve şirk anlayışlarla oyuncağa çeviren, tahrif ve tebdil edecek anlayış­lara kapıyı ardına kadar açan felsefelere bağrını açan bir ahlak, İslam ahla­kı olamaz.

Olsa olsa tasavvuf ahlakı, mağaralarda ve dehlizlerde, dağlarda ve çöl­lerde, ölü bir his ve donuk bir şuur ile yaşayan insanların ahlakı olabilir. Ol­sa olsa, herkesin nefsinden gözünün önüne bir düşman diktiği ve hayatı bo­yunca ondan başkasını görmeden bütün ömrünü ona düşmanlıkla geçiren münzevi insanların ahlakı olabilir. Birbirleriyle bağları kesilen, gerçekler dünyasına ayakları basmayan ve gece-gündüz sadece kendini düşünüp bir türlü başkasını görmeyen dervişlerin ahlakı olabilir. Gizli, dar ve öldürücü bencillikle dolup taşan, dünyayı sadece kendisi için gören ve her şeyin sade­ce kendisine olması için çalışan bencil insanların ahlakı olabilir.

Bu ahlak, hayattan duyduğu korkularla tüyleri ürperen ve toplumdan kaçmakla ancak bu korkudan kurtulabileceğine inanan bir ruh halidir. Bu ahlak, insan vücudunun arkasında son derece uyuşuk ve pısırık bir hayat süren, insan vücudunu pasifıze eden bir haldir. Bu ahlak, yapısı ve değer yargılarıyla, karakteri ve ayakta tutan temelleriyle canlı, dinamik ve enerji dolu bir hayat için değil, olsa olsa ölü yokluk için yaşayan bir topluluk için elverişli olabilir. Her insanın hem kendisi hem başkaları için çalıştığı, baş­kalarını kendine tercih etmeyi seçkin bir karakteri ve Allah'ın rızasını ka­zanmayı hayatın ekseni, hedefi ve gayesi yapan kişilerin bulunduğu toplum için değil, bedbin, sönük, deri-kemik ve can çekişen insanların ahlakı olabi­lir.

Tasavvufun ahlakçılığı hayattan korkakça kaçış ve zilletle teslimiyet ah­lakçılığıdır. Öldürücü ve uyuşturucu yalnızlık çöllerinde berduş ve çılgın ya­şayan insanların ahlakçılığıdır. Hayatın ilerlemesi yolunda sürekli çabala­yan insanlığın güçlerim öldüren zalim anlayışın ahlakçılığıdır. Kendisi için yaptığını Allah için yapması ve burçlarım zirvelere kadar yükseltmesi için toplumu da Allah için yükseltmesi amacıyla insana verilen kuvvetleri ve ni­metleri ve haksızca reddeden zalim insanların ahlakçılığıdır.

Tasavvufçuların dünyanın birçok  erinde İslam'ın yayılması için çalıştık­larını iddia edenler oluyor. Bu iddialar olsa olsa tasavvuf dininin yayılması amacıyla gösterdikleri çabalar için doğru olabilir. Çünkü tasavvuf dininin ne olduğunu hepimiz gördük. Onun için yaymaya çalıştıkları Allah'ın dini olan İslam değil, ancak gülünç hurafeler, saçma mitolojiler ve çirkin bidat-lardır. Ancak İslam bunlar içinde bir aksesuardır.

Dünyanın bazı bölgelerinde tasavvufa bulaşmış birtakım kitlelerin cihad ve fetihlerinden sözedenler olmaktadır. Hemen belirtelim ki, bu kitleler ta-savvufi birtakım çevrelerle ilişkiler içinde olabilir, ama hiçbir zaman tasav­vufun ne felsefesini, ne de yukarıda anlattığımız ahlakını benimsememişler-dir. Başka bir deyişle, tasavvuf henüz bu insanların tevhid, cihad, ibadet ve İslam anlayışlarını köreltmemiş ve pasifize etmemiştir. Allah'a ve müslü-manlara karşı sorumluluk bilinçlerini henüz köreltmemiştir. Bunlar tasav­vufun İslam'dan aldığı ve haksız bir şekilde yapısına monte ettiği İslami bir­takım unsurlara sahiplenmekte, onları yerine getirmektedir. Bundan dolayı da belki tasavvufa nisbet edilmekte veya tasavvufçular arasında sayılmak­tadır. Kuzey Afrika ve başka yerlerdeki kurtuluş hareketlerine katılan ce­maatlar gibi.

Tasavvufçular Rasulullah'ı bile tasavvufçu gösteriyorlar. Raşid halifeler başta olmak üzere müslüman her kahramanı da tasavvufçu saymaktadırlar, Amaçları da bunlar aracılığıyla müslümanları aldatmak ve asıl liderlerini gözlerden uzak tutmaktır. Amaçları, Raşid halifelerin ve müslüman kahra­manların tasavvufçu olduklarını söyleyerek müslümanları ağlarına çekmek ve gelecek itirazları önlemektir. Birtakım tarikatların Hz. Ebubekir'e ve Hz. Ali'ye isnad edilmesi de bu şekildedir. Halbuki Hz. Yusuf kurdun kanından beri olduğu gibi, başta Rasulullah ve Raşid halifeler olmak üzere ashab sufi-lerin tasavvufundan tamamen beridirler. Nitekim sofu lakabının ancak hic­ri ikinci asrın ortalarında ortaya çıktığını tarih kaydetmektedir.[393] Bu lakabı ilk defa alan kişinin de sofu Ebu Haşim olduğunu kaynaklar belirtmektedir.

Tasavvufun akıllarını büyülediği kişilere tavsiyemiz şudur: Ahlak konu­sundaki sözlerini değil, onların akaidini getirin ve bu akaidi Kur'an ve sün­net ölçüsüyle ölçün. Onların inançlarını Kur'an Ölçüleriyle tartın ve hükmü­nüzü verin. Falan tasavvufçu ahlak konusunda şöyle demiş, dış görünüş gü­zel görünen birtakım ahlaki nasihatlarını göstererek şöyle buyurmuş, demeyiniz. Herşeyden önce onun inancı şudur, şöyle inanmaktadır, deyiniz.

Tasavvufçular hakiki müslümanlar olduklarını ve tasavvufun İslam'ın ruhu olduğunu iddia ediyorlar. Halbuki ahlak ancak inancın ürünü ve neti­cesidir. İslam da her şeyden Önce inancı veya niyetleri kontrol eder. Şayet i-nanç yahut niyet İslam'ın sevdiği ve doğru saydığı bir şekilde ise, ondan do­ğan ve ürünü olan güzel amelleri hayır kabul eder ve mükafatlandırır. Şa­yet inanç sahih değilse veya niyet bozuksa, o zaman yapılan bütün amelleri hiçe sayar. Dış görünüşü en büyük hayır gibi görünse bile, onu yok gibi ka­bul eder.[394]

Yüce Allah'ın şu ayetlerine bakınız: "Allah hiçbir şekilde kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları dilediği kişiler için ba­ğışlar. [395] Diğerleri de günahlarını itiraf ettiler. İyi bir ameli diğer kötü bir amelle karıştırdılar. Bunlar tevbe ederlerse, umulur ki, Allah onların tevbe-sini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. [396] Yüce Alah akidenin ancak halis ve net olmasını ister. Amelde ise, kötü amel işleyenle­rin tevbe etmeleri durumunda tevbelerini dilediği takdirde kabul edeceğini belirtmektedir. Kısaca inançta şirk koşanları bağışlamayacağı, kötü bir amel işleyenleri ise dilediği taktirde bağışlayacağını buyurmaktadır.

Bu hüküm ışığında düşünelim. Tasavvufçular daha önceki zındıkların yapmadıkları iftiraları Allah'a yaptılar. Onun yaratıkların aynısı olduğunu söylediler. İsterseniz îbn Arabi'nin şu sözlerine bakın: "Hak her had ile mahduttur (Hakkın her yönden tarifi vardır). Alemin suretleri ise sayıla­mayacak ve ihata edilemeyecek kadar çoktur. Alemin suretlerinden her biri­nin hududu ancak her alemin onun suretlerinden aldığı miktarda bilinir. O-nun için Hakk'm haddi (tarifi) meçhul kalır (bilinmez). Onun haddi ancak her suretin haddinin bilinmesiyle bilinir. [397]

Allah'ın tarifinin mümkün olmadığını söylüyor. Niçin? Çünkü Allah her şeyin aynı (kendisi)'dir. Onu tarif edebilmek için alemdeki bütün suretlerin tarifim bilmemiz lazımdır. Çünkü Allah o suretlerin aynısıdır. Alemlerin su­retlerinin haddi hesabı da yoktur. Onun için buna bağlı olarak Allah'ın tari­finin de haddi hesabı yoktur.

Yine kavmini hakikate değil de şeriata çağırdığı için Hz. Nuh'un görevini yapmadığını iftira ettiler. Çünkü onlara göre batına değil, zahire davet etmiştir. Hz. Nuh'a inanmayan müşrik kavminin de Allah'ın davetine fiilen icabet ettiklerini ve Nuh'un onlardan gizlediği hakkı kavrayıp gizlenenle amel ettiklerini ve böylece kurtulanlardan olduklarını iftira ediyorlar. Biz­zat Hz. Nuh'un da putlara taptıkları için o müşrikleri övdüğünü söylüyor­lar.[398] İsterseniz İbn Arabi'nin şu sözlerini okuyunuz: "Gözetleme! Çünkü kainatta birtek ayn (varlık)'tan başkası yok. O, alemin aynıdır. Bir durum­da ilah olarak adlandırılırken, bir durumda kul diye adlandırılır. [399]

İbn Arabi, Hallaç, et-Tilimsani, İbn Sebin gibilerin Allah ve alem hak­kındaki inançlarını el-Bedevi şöyle belirtmektedir:

"Bunlar üç gruba ayrılmışlardır: Birinci grup, bütün varlıkların ezelde zat olarak mevcut olduğunu söyler. Allah'ın varlığı onlara feyezan etmiş, onların vücudu Allah'ın vücudu, ama zatları onun zatı değildir demekte­dir.

İkinci grup, muhdesatın varlığı Allah'ın varlığının aynısıdır, gayrisi veya başkası değildir, demektedir.

Üçüncü grup ise, hiçbir şekilde başkalık ve gayrılık yoktur, bunu kul mahcup olduğu (gerçeği gördüğü) zaman iddia eder, perdesi kalkınca başka­lık ve gayrilik olmadığını görür ve gerçeği anlar, demektedirler."

Bütün bu açık gerçeklere rağmen, hala tasavvufun ahlaki bir davet oldu­ğunu söyleyebilir miyiz? Biliyoruz ki, küfür bir tek söz üzerinde ısrar etmek, insanın mümin bütün amellerini boşa götürür, İbn Arabi ve benzerlerinin şimdiye kadar gördüğümüz bu düşünceleri üzerinde ısrar ettiklerini, başka­larının da bunların dindışı olduklarım söylemediklerini biliyoruz. Bu düşün­celerin küfür olduğunu ve yüce Allah'ın bunlardan münezzeh bulunduğunu söylemeyen ve onları reddetmeyenler de aynı hükmün akıbetine mahkum değiller midir?

Bu küfür ve şirk sözleri ve inançları bilmeyenler, bunlardan haberdar ol­mayanlar elbette burada söylenenlerin muhatabı değildir. Ancak bunlar kendilerine açıklandığı ve küfür ile şirk olduklarını belirtildiği halde, hala bunlar üzerinde ısrar eder, yahut karşı çıkmazlarsa, o zaman başkalarını değil, kendilerini suçlasınlar. Böylece yaşayan delil ile yaşamış ve Ölen de delil üzere ölmüş olur.[400]

 

VI. Tasavvufun Kur'an Ve Sünnete Bağlı Olduğu İddiası

 

Tasavvufçularm sözleriyle büyülenmiş olanlar, onların "Bu sözlerimiz, Kur'an ve sünnetle kayıtlıdır" türünden ifadelerine bakarak şeriattan kılpa-yı sapmadıklarını düşünebilirler. Tasavvuf kitaplarında yer alan "şeriata bağlı olmayan kişilerin havada uçtuğunu veya su üstünde yürüdüğünü gör­seniz bile, o veli olamaz" gibi sözleri tasavvufun Kur'an ve sünnet çerçevesi içinde olduğuna delil gösterenler olabilir.

Gerçek şu ki, acıklı pratiği kamufle eden tatlı sözlere aldanan bilgisiz ve gerçeklerden habersiz yığınlardan kendisine taraftar bulmak için İslam top­lumunda ortaya çıkan her fırka ve hizip bu gibi iddialarda bulunmuş, şeri­atın ölçülerine sıkı bir şekilde bağlı olduğunu etrafına propaganda etmiştir. İmamlarım tanrılaştıran gulat-ı şia bunu söylemiş, Allah'ın kitaplarını iş­levsiz kılan Muattala söylemiş, Allah'ı insan gibi cisim yapan Mücessime bu­nu söylemiş, sapıklıkları gün gibi açık olan Kadiyanilik ve Bahailik bunu id­dia etmiştir. Bütün bu sapık fırkalar aynı şeyi iddia ettiği gibi, tasavvufçu-lar da iddia etmişlerdir. Tasavvufun meşhurlarından en-Nablusinin vahdet-i vücudun Kur'an ve sünnetten alındığını söylediği sözlerini daha önce nak­letmiştik. Yeryüzünde ve alemdeki bütün varlıkların Allah'ın kendisi veya görünen şekli olduğunu söyleyen putperest bir anlayışın bile Kur'an ve sün-|, netten alındığını iddia edecek kadar yüzsüzlük yapan bir topluluk, sözleri­nin Kur'an ve Sünnete bağlı olduğunu nasıl iddia etmesin?!

Hiçbir insanı dilediğini iddia etmekten alıkoyamazsınız. Ancak yapılabi­lecek birşey varsa, o da söylediği veya iddia ettiği şeyin doğru olup olmadığı­nı test etmek, Kur'an-ı Kerim'in ve Hz. Peygamberin hak terazisi ile Ölç­mektir. O z,r -\an iddia ettiği şeyin doğru olup olmadığına delil ve hüccet ile hükmetmek mümkündür. Şu ana kadar tasavvufçularm gerek nazari inanç­larını ve gerekse ameli yanlarını sergilemeye çalıştık. Acaba bunların şeri­ata veya salim bir akla bağh olduklarını söylemek mümkün müdür? Tasav­vufçularm tanrı ve liderleri hakkındaki inançlarının şeriat veya akılla bağ­daşan bir yanı olduğunu söyleyebilir miyiz?

İşin gerçeğinin tasavvufçularm iddia ettiği gibi olmadığını bir örnekle göstermeye çalışalım: Gümüşhanevi'nin şu sözlerine bakalım:

"Şeriata muhalif olan tarikat, dalalettir, felakettir ve hatta küfürdür. Herhangi bir hakikat ki Kitap ve Sünnete uymazsa, fasıkhk ve zındıklıktan başka birşey değildir.[401]

Bu ifadenin hemen üstünde Marifeti anlatırken söylediği şu sözlerle yu­karıdaki ölçünün nasıl kaybolduğu ve şeriatın belirlediği hükümlerden nasıl ayrı hükümler koyduğunu görelim. Şöyle diyor:

"Ramazanda oruç tutan bir kimsenin orucu, şeriata göre yemek ve ir­mekle hükümsüz olur. Tarikata göre gıybet orucu bozar. Hakikatte ise oruçlunun kalbine Allah'tan başka birşeyin gelmesiyle orucu bozulmuş olur. [402]

Bu sözler dinde teşri yapmak, şeriatın hükümleri dışında hüküm belirle­mekten başka neyi ifade etmektedir? Şeriatın helal ve haramı ile yetinme­yip kendinden hükümler koymaktan başka nedir?

Herşeyden önce İslam şeriata, tarikata ve hakikate göre oruç, diye birşey belirlemiş değildir. Şeriatın hükmü dışında tarikata ve hakikata göre oruç da olmaz. Orucun nasıl, ne zaman tutulacağını, nelerle bozulup bozulmaya­cağını şeriat belirlemiştir. Sofulara ayrı, sofu olmayanlara ayrı bir orucu da şeriat getirmemiştir.

"Oruçlunun kalbine Allah'tan başka birşeyin gelmesi ile orucu bozulmuş olur" sözünü İslam'ın hangi hükmü ve Ölçüsüyle bağdaştırmak mümkün­dür? Rasulullah da dahil, oruç tutan hangi müslümamn kalbine Allah'tan başka birşey gelmiyor? Bununla orucun bozulacağını şeriatın hangi hükmü söylemektedir? Şeriata göre, tarikata göre, hakikata göre oruç ayırımı dinde yapılan bir bidattan başka nedir? Kur'an-ı Kerim ve RasuluUah'ın sünne­tinde tarikata ve hakikata göre oruç var mıdır?

"Şeriata bağlılık" kaydını kimi tasavvufçular, "Kişinin ermesiyle kendi­sinden şer'i teklif kalkar ve artık şeriatın hükümleriyle mükellef olmaz" di­yen birtakım sapık tasavvufçulara karşı belirtine zaruretini gördükleri bir kayıttır. Şüphesiz böyle bir duyarlılığı ve tepkiyi takdirle karşılamamak mümkün değildir. Ama bu duyarlılığı gösteren ve sözkonusu sapıklıklara karşı böyle bir tepkiyi gösteren tasavvufçularm da kendilerini tasavvufun bid'atlarından nasıl kurtaramadıklarını görüyoruz. Bunun misalleri tasav­vuf kitaplarının hemen hepsinde görmek mümkündür. Onun için "şeriata bağlılık ve onun sınırları yanında durmak" gibi sözleri veya kayıtları bir yerde işlevsiz kalmakta ve iddiadan öteye geçememektedir.

Bir sonraki sayfada yer alan şu sözlerin şeriatla bağdaştığını nasıl söyle­yeceğiz: "Şeriat sözler, tarikat fiiller, hakikat haller, marifet de servetin başıdır." Acaba şeriatı bu şekilde parselleyip bir kısmına tarikat, bir kısmına hakikat, bir kısınma da marifet diyen İslam mıdır, yoksa tasavvufçular mı­dır? Sonra, şeriatın hangi hükmü hakikat değildir ki, diğer hükümlerine bu isim verilmiş olsun? Yine, Rasulullah zamanında tasavvufçularm tarikatı nıı vardı ki,, şeriatı bu şekilde kısımlara ayırsın ve değişik isimlerle isimlen­dirsin? Çünkü yukarıda naklettiğimiz sözü tasavvufçular RasuluUah'ın bir hadisi olarak nakletmektedirler.

Yine şu sözlerine bakalım; "Şeriatın temizliği su ve toprak ile, tarikatın temizliği heva ve hevesi gönülden çıkarmak ile, hakikatin temizliği de kalp­te Allah'tan başkasına yer vermemekle yapılır."

Düşünün, müslümanlar su ile abdest almakta ve gusletmektedir. Şeriata göre bu insanlar temiz olmakta ve Yüce Allah'ın huzuruna ibadet için çık­maktadır. Tarikat ve hakikata göre bu temizlik değildir ve müslümanlar te­mizlenmeden Allah'ın huzuruna çıkmaktadır. Sonra, kişinin heva ve hevesi peşinde gitmemesi ve mümkün olduğu kadar Yüce Allah ile beraber olması­nı şeriat öngörmemiş midir ki, bu marifet tarikata ve hakikata mal edilmek­tedir? »Şeriatın belirlediği hükümler dışında hükümler koyan ve dini Allah ve Rasulünün tasvip etmediği şekilde parselleyen kişilerin şeriatın ölçüleri­ne bağlı kaldıklarını söyleyebilir miyiz? Kitaplarına yazsalar ve dilleriyle söyleseler bile, bu onların iddialarından öte bir değer ifade etmez.

Hemen belirtelim ki, bu kayıt ve ölçülerine rağmen tasavvuf meşhurları­nın birçoğu İslam inancında ilk gerçeği, şeriatın kararlaştırdığı ve aklın hükmettiği ilk hakikati inkar etmişlerdir. O da Yüce Allah'ın zatında, sıfat ve fiillerinde bütün yaratıklarından ayrı olduğu gerçeğidir. Şimdiye kadar gördüklerimizden sonra tasavvufçularm bu gerçeğe İslam'ın istediği «şekilde inandıklarını nasıl söyleyebiliriz?

Bazı mutasavvıfların iddia ettiği gibi, tasavvufçular gerçekten Kuran ve sünnete bağlı kalarak onlarla mı amel ediyor? Söyedikleriyle yaptıkları bir­birini tutuyor mu? Tasavvuf büyüsünden kurtulamayanlar, eleştirilen tasavvufçular için Rabia'mn şu sözünü cevap olarak getiriyorlar:

"Ateşinden korktuğum, yahut cennetini umduğum için sana ibadet etme­dim. Sana sadece zatın için ibadet ettim.[403]

Tasavvufçular] savunanlar bunu getirir ve "ilahi aşkın şehidi Rabia" için gözyaşı dökerler. Her türlü arzudan, sevgi ve rağbetten, korku ve istekten soyutlandığını iddia eden Rabia için esas duruşta dururlar! Ama diğer taraf­ta hiçbir peygamberin böyle bir sözü söylemediği veya böyle bir yolu izleme­diğini akıllarına bile getirmezler. Hatta böyle bir sözün, salih amellere kar­şılık Yüce Allah'ın müminlere cenneti vaadettiği gerçeğiyle çatıştığını ve di­ne aykırı düştüğünü anlamaya çalışmazlar.

"Bizim ayetlerimize ancak o kimseler inanırlar ki bu ayetlerle kendileri­ne Öğüt verildiğinde, büyüklük taslamadan secdeye kapanırlar ve Rabbleri-ni hamd ile teşbih ederler. Onların yanları yataklarından kalkarak korkuy­la, umutla rabblerine yalvarırlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar.[404] Allah'ı zikretmek ve anmak için gece karanlıklarında yataklarından kalkan, Allah'a korku ve umut içinde dua eden, vereceği ni­metleri isteyerek ve azaptan kurtarmasını umarak yalvaranlardan Allah'ı daha çok kim sevebilir?! Durum böyle olunca acaba Rabia'nın iddiasını yap­tığı sevgi de ne oluyor?

Birer insan olarak peygamberler de dahil insanın en belirgin özelliklerin­den biri, korkması ve umut beslemesidir. Allah'tan korkması, insanlığın en yüce makamıdır. Egemen olan ve bütün varlığı kaplayan sevginin en açık delili, sevilen hakkında kalbin korku ve umutla dolmasıdır. Hoşnutluğunu kazanma arzusu ve cezasından kurtulma umudu ile kalbin dolup taşması-dır.

Ama gelin görün ki, Rabia ve onun eğri çizgisinde gidenler o tertemiz be­şeriyetten, korku ve ümit içinde Allah'a dua etmek için geceleri yataklarını terkeden azim sahibi peygamberlerin insanlığından sıyrılmış olduğunu id­dia ediyorlar. Acaba böyle bir iddianın ardında ne var?

Böyle bir iddianın ardında }'atan şudur: Allah'ın seçkin peygamberleri bi­le bu zirveye ulaşamaz. İddia sahibi, bir beşer değil, bir ilahtır. Çünkü me­leklerin kendileri bile Allah'ın azabından korkar ve mükafatını umarlar. Böyle bir iddianın altında yatan düşünce, Rabia'nın, Kur'an-ı Kerim'i indi­rirken kendisine korkarak ve umarak dua etmemizi emrettiği için Yüce Allah'm yanlışlık yaptığı, bizi cennete teşvik etmek ve cehennemden sakmdıı-makla haksızlık ettiği iftirasıdır. Bunları bizden isteyen Allah'ın bizi yanlış yollara sevkederek bizi aldattığı iftirasıdır. En büyük mükafat ve ihsan ola­rak cennet ümidi ve cehennem korkusu ile değil, de Allah'ın kendi zatı için çalışmak olduğu halde, Allah'ın bunu bizden gizlemesi ve peygamberin biz­lere tebliğ etmemesi iftirası bunun altında yatmaktadır. Çünkü bütün bun­lar yerine sadece zatını isteyecekmişiz! Cennetini istemeyecek ve cehenne­minden korkmayacakmışız!

Cennet ümidi ve cehennem korkusu ile insanların kendisine yonelip iba­det ettiği ve madde boyutundan soyutlanmadıkları gerekçesiyle müslümalarm yöneldikleri Kabe'yi Rabia "put" diye nitelemekte ve "yeryüzünde iba­det edilen şu put[405] demektedir. Çünkü kendisini cenneti istemeyecek ve ce­hennemden korkmayacak kadar madde boyutundan soyutlanmış kabul et­mektedir.

Şu ayeti okuyunuz; "Allah, inananlara da Firavn'ın karısını misal göster­di. O, "Rabbim, bana katında, cennette bir ev yap, beni Firavn'dan ve onun yaptıklarından koru, beni zalimler topluluğundan kurtar" demişti. [406]

Yüce Allah'ın takdirle andığı ve Kur'an'mda zikrettiği, sonra müminlere bir örnek olarak verdiği şu tertemiz yüce saliha kadın, cennette kendisine bir ev yapması için Allah'a yalvarıyor ve dua ediyor. Firavn'ın eşi yanında adı bile anılmaya değmeyecek olan Rabia ise, cenneti istemiyor.

Şu ayet-i kerimeyi de okuyunuz: "Allah müminlerden mallarını ve canla­rını onlara verilecek cennet karşılığında satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürür ve öldürülürler. Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir bu. [407]

Tasavvufçuları savunan ve eleştirilmelerine tahammül edemiyenler, Kur'an-ı Kerim ve Rasulullah'm sünnetinden alınmış birtakım dualarını da eleştirenlere karşı bir delil olarak gösterirler. Kimi tasavvufçularm gönül­den ve tam bir yakarış ifadesi olan duaları olduğunu inkar etmek mümkün olmamakla beraber, bunun kişilerin iyi veya kötülüğünü ifade etmek için yeterli olmadığı bir gerçektir. Bunun açığa çıkması için başka din mensupla­rından bazı dualarla bir karşılaştırma yapmak yeterli olacaktır.

Tasavvufçularm eleştirilmelerine tahammül edemiyenler onların birta­kım dualarını eleştirenlere karşı delil olarak gösteredursunlar, kendilerine

Brahmani arın[408] veya Budistlerin[409]ruhları esir eden, aşkın cilvelendirdiği ve sırılsıklam ettiği bir nefisten yankılanan şeffaf terennümlerle yaptıkları dua ve getirdikleri salavatları hatırlatmak istiyoruz.

Zerdüştiler[410]Manihaistler, Firavncılar, Yahudiler, Hristiyanlar, Baha-iler, [411]Kadiyaniler[412] de benzer şeyleri yapmışlardır. Onların duaları oldu­ğunu bilmeden yaptıkları yalvarma ve yakarmaları okuduğunuz zaman gö­ğün kendilerinden hoşnut olduğunu müjdelediği kıddislerin duaları oldu­ğundan şüphe bile etmezsiniz. Acaba bu dualardan dolayı onları hakkın er­leri ve İslam'ın askerleri mi sayacağız? Dua eden kişiye, rabbine ne ile ve nasıl dua ettiğini değil, dua ettiği rabbinin kim olduğunu ve sıfatlarını soru­nuz Önce! Onun için tasavvuf çul arın aşk ve gözyaşları içinde yaptıkları du­alarından önce, nasıl bir Allah'a inandıklarına ve hangi ilaha yalvardıkları-na bakmak lazımdır.

Örnek olarak ibn Arabi'nin şu tasavvufi duasına bakalım: "Allah'ım!, Bütünümü kendi bütünlüğünde yok et. Evveliyetimi evveliye-tinle destekle ki evveliyetini evveliyetimde, sonunculuğunu sonunculuğumda, zahirliğini zahirliğimde, batmlığmı batmlığımda, hüviyetini hüviyetim­de, inniîiğini inniliğimde ve kabiliyetini kabiliyetimde müşahade edeyim. Zahir vücudun vücudumda, hüviyetin hüviyetimde ve beraberliğin beraberligimde olsun ki o sırrın tüm unvanı olayım, belki şekli ve sureti olayım.[413]

Vücut, zat ve hakikat olarak Allah'ın aynısı olması için Allah'a dua et­mektedir. Acaba bu duaya müslümanca bir dua diyebilir miyiz?

Bir de Hz. Peygambere getirdiği salata bakalım: "Allah'ım, zatın tılsımlı görünümü,1 derya yağmuru, cemal (güzel)liğin lahutu (üahiliği) ve visal (ka-vuşma)'nın nasutu (insaniliği), hakkın yüzü, ezel insanın hüviyeti, sürege­len mahlukatın kaynağı, fark nasutlarını hak yoluna ilettiği kişiye selat ve selam olsun. Allah'ım! Onunla ondan ve onun içinde ona selat kıl. [414]

İbn Arabi demek istiyor ki: "Allah'ım!, kendisinde Allah'ın tecessüd ettiği (maddi vücut kazandığı) Muhammed'e selat kıl. Allah'ım! Kainatın suretle­rinden zahir olmuş ve olmaya devam eden kendine selat kıl." Hakkın karşı­sında bu tasavvufi duanın İslam'ın ilk hakikati olan tevhid hakikatine ta­mamen aykırı olduğunu görümüyor mu?

Tasavvufçular dua eder ve selat getirirken bunları Allah'a değil, Allah'ın ve Rasulünün reddettiği ve kendilerinin tasarladığı bir tanrıya yapmakta­dırlar. Tasavvufçuların dua veya selat esnasında döktükleri gözyaşlarına müslümanlarm aldanacaklarını sanmıyoruz. Onların "Allah'ım" deyişleri sizleri aldatabilir. Ne var ki bu lafzı Budist, Yahudi, Hristiyan, Bahai ve di­ğer her türlü din sahibi insanlar da kullanmaktadır. Ama her biri inandığı tanrıya veya hevesinden uydurduğu ilaha seslenmektedir. Her din mensubu kendi dilinde bu kelimeyi kullanmakta ve mitolojisindeki tanrıya yalvar­maktadır. Onun için tasavvufçularm "Allah" demelerine aldanmamak la­zımdır.

Yine onların "Allah'ım, Muhammed'e selat kıl" demelerine de aldanma­mak gerekir. Çünkü aynı kelimeleri Bahailer de kullanmaktadır. Zira ta­savvufçularm selat ve selam getirdikleri Muhammed, peygamberlerin so­nuncusu olan Muhammed değil, belki insanları aldatmak ve sempatilerini kazanmak için heva ve heveslerinden uydurdukları bir Muhammed'dir: Çünkü tasavvufçularm Muhammed'i, beşeri bir vücutta tecessüd eden ve tasavvufi ilahların ilahı olan Muhammed'dir. Nitekim tasavvvufçular bunu Hakikat-i Muhamriıediyye adıyla anarlar. Bununla da Allah'ın Muhammed suretinde tecessüd eden muayyen bir hakikat olduğunu ifade ederler.

Yüce Allah, Hz. Muhammed'e hitap ederek: "De ki, Allah'ı seviyorsam? bana tabi olun" demektedir. Allah'ı sevmek Hz. Muhammed'e uymayı gerek­tirir. Şimdi söyler misiniz, Hz. Muhammed'in dininde bu saçmalıklardan hangisi mevcuttur? Hz. Muhammed'in dualarında, selat ve teşbihlerinde ibadet ve taatlarında bu şirk ve küfürlerin hangisi vardır? Hz. Muham­med'in insanlığa tebliğ ettiği dini değiştirenler, onun sünnetini ve yolunu çiğneyenler, Allah inancını tahrif edenler, helal ve haram olarak belirttikle­rini altüst edenler, şirk ve küfür diye nitelediği şeyleri din ve iman olarak insanlara sunanlar hangi yüzle ona uyduklarını, ona selat ve selam okuduk­larını, onu sevdiklerini ve örnek aldıklarını iddia edebilirler? İnanç olarak Grek felsefesini, takva olarak Hristiyan ve Hint mistisizmini, hayat tarzı olarak Sasani şirkini, şeriat ve nizam olarak ihvan-ı safa ve batıniyye mez­hebini kendilerine din yapan bu insanların Hz. Muhammedi sevdiklerini w. onun yoluna bağlı bulunduklarını hangi akl-ı evvel iddia edebilir? "Onlar zandan başka bir şeye tabi olmaz ve yalandan başka söz de söylemezler.[415] "Hevasını (kötü duygularını) kendine tanrı edinen ve Allah'ın bir bilgiye gö­re saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çek­tiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştire-bilir? Hala ibret almayacak mısınız?" [416]

Tasavvufçular Allah'ın sevgili kullan olduklarını yahut Allah ve Rasulü-nü çok sevdiklerini iddia ederler. Bunu zarif ve latif bir sesle söyler, tevazu maskesine bürünürler ki görenler yeryüzünde yürüyen nurani melekler ol­duğunu sanır. Ama yahudi ve hristiyanlarm da aynı şeyi iddia ettiklerini, fakat yüce Allah'ın onları yalanladığım unutmamak lazımdır. Yüce Allah, buyuruyor: "Yahudiler ve hristiyanlar 'Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz' dediler. De ki, Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor? Gerçek şu ki siz de onun yarattığı insanlardansınız. [417] "Onun sebebi, onların Al­lah'ı gazaplandıran şeylerin ardınca gitmeleri ve onu razı edecek şeylerden hoşlanmamalarıdır. Bu yüzden Allah onların işlerini boşa çıkarmıştır. [418]

Şüphesiz Allah'ı sevmenin delili, ona itaat etmek, ondan korkmak ve bü­tün getirdiklerinde peygamberi Hz. Muhammed'e tabi olmaktır."De ki, Al­lah'ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sever. [419]

Kitaplarında bulunduğu şekliyle tasavvufçuların din anlayışlarını gözler önüne sermeye çalıştık. Acaba bu anlayışlarında onların Allah'ın sevgilileri ve Rasulünün dostları oldukları görülüyor mu? Gerçek şu ki onlar yahudi ve hristiyanlarm yaptıkları gibi, meşhurlarını Allah'tan başka tanrılar edinmiş ve Allah'ın dinine sırtlarını çevirmişlerdir. Böyleyken, onların Allah'ın sev­gilileri ve Rasulünün dostları olduğuna nasıl inanılabilir?

Tekrar vurguluyoruz, bunların Rasulullah'ı ve ehl-i beytini sevdiklerinin delili, türlü türlü bid'atlarla süsledikleri ve hurafelerle doldurdukları iftira­lar ve bilmecemsi dualardan başka nedir? bu sözler size tuhaf geliyorsa, Ticanilerin şeyhinin şu sözlerini dinleyiniz:

"Hz. Peygambere saiatu'l-Fatihi sordum. Seiâtu'l-Fatihi bir defa söylemenin altı de­fa Kur'an'a denk olduğunu söyledi. Sonra.her defasının kainatta meydana gelen bütün tesbihiere, bütün zikirlere, büyük küçük bütün dualara ve Kur'an'ın altı bin .    defasına denk olduğunu bildirdi."

Tasavvuf çul arın insanları Kuran-ı Kerimden uzaklaştırmak ve soğut­mak için nasıl çalıştıkları görülüyor değil mi?

Salatu'l-Fatih, sözleri ve anlamı son derece bozuk kısa bir duadır. Lafızlarını bura­ya alıyoruz: "Allahümme sallı ala seyyidina Muhammedtn el-Fatih li ma uğfuka ve'l-hâtim li mâ sebeka, nasıru'l-hakki bi'l-hakki, el-hâdî ilâ sırâtike'f-Mustakim, ve afâ âlihi hakka kadrihi ve mikdarihi'l-azîm.[420]

Kitabın başında belirttiğimiz gibi kişinin yaptığı güzel amellerin geçerli ve yararlı olabilmesi için sahip olduğu inancın İslam'ın belirlediği bir inanç olması lazımdır. Bu sağlam inanca sahip olan kişilerin aynı şekilde salih amel olarak İslam'ın belirlediği şekilde ameller işlemesi gerekir. İşte bu sağ­lam inanç ve İslam'ın öngördüğü şekilde amel sahibi olan insanlar ancak İs­lam'ın tasvip ettiği mümin ve muttaki insan olabilirler.

Bildiğimiz gibi Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de kendini kutsal sıfatlarla. tavsif etmiş ve Esma-i Hüsna olarak bilinen güzel isimlerle adlandırmıştır.

Müslümanlar da onu kendini tanıttığı sıfatlar ve adlandırdığı isimlerle ta­nıtmış ve adlandırmıştır. Onun için sıfatlar uydurmamış ve isimler iftira et­memişlerdir. İsim ve sıfatlan için Kuranda belirtilen ve Arap dilinde kulla­nılan manalardan başka manalar uydurmamış ve çerçevesinden çıkarma­mıştır. Bütün bunlar Allah'ın buyurmadığı bir şeyi ona söyletmemek yahut sevmediği bir şeyle onu tavsif etmemek veya hoşlanmadığı bir isimle adlan­dırmamak içindir.

Aynı şekilde yüce Allah, bize hidayete ileten ve doğruyu gösteren yüce bir şeriat göndermiş ve onunla bütün şeriatları sona erdirmiştir. Allah'ın emin Rasulü de onu insanlara tebliğ etmiştir. Müslümanlar Allah'ın şeriatı­na ondan olmayan şeyleri katmamış, şeriatını eksiklik veya noksanlıkla it­ham etmemiştir. Çünkü o, şeriatın sahibi ve onu tebliğ eden Rasulün maliki olarak her zaman ve her yer için neyin elverişli olacağını bilir. Zamanı ve o-nun içinde yaşayanları, kendileri için en hayırlı şeyin ne olduğunu sonsuz bilgisiyle bilir. Rasulüne indirdiği şeriat da kıyamete kadar insanlar için ye­terli ve elverişlidir. Müslümanlar buna kesin olarak inanmakta ve yerine getirilmesinin farz olduğunu kabul etmektedir. Belirlediği çerçevenin dışına çıkmayı bidat ve dini değiştirmek olarak kabul etmektedir.

Ama tasavvufçular, Allah'ın kendini nitelediği şeylerle nitelemekle yetin­memekte, kendine verdiği isimleri değiştirmeye çalışmakta, böylece vahyi tahrif etmeye çalışmaktadırlar. Onun yerine, parçaları, gözün gördüğü ve aklın sezdiği bütün varlıklara bölünmüş bir ilaha inanmaya çağırmaktadır­lar. Bildirdiklerinin yerine kuruntuları ve hurafeleri yaymakta, her meş­hurdan bir yol gösterici ve her mezardan neredeyse bir tapınak edinmekte ve ondan medet ummaktadırlar. Allah'ın güzel isimlerini ve mukaddes sıfat­larını tahrif ederek zevklerine uydurmakta ve hurafelerden oluşturdukları bir inanca uydurmaya çalışmaktadırlar. "O gibilere "Allah'tan kork" denildi­ği zaman, işlediği günahlar sebebiyle benlik ve gurura kapılır (ve daha çok günah işler). Ceza ve azap olarak ona cehennem yeter. Ne kötü yataktır o![421]

 

VII. Tasavvufa Yönelişin Nedenleri

 

İnsanların tasavvufa yönelmelerinin birçok sebepleri vardır. Hepsini bu­rada saymak belki mümkün değildir. Bize göre bunların önemlileri şunlardır:[422]

 

a. Yönetimlerin İslam'dan Sapmaları ve İslami Hayatı Engellemeleri

 

İnsanların tasavvufa yönelmelerinin sebeplerinden biri, belki de en önemlisi, müslümanlarm başında bulunan yöneticilerin ve uyguladıkları yö­netimlerin İslam'dan sapması ve İslam'ın öngördüğü şekilde kapsamlı bir İslami hayata meydan vermemeleridir. Hz. Ali ile Muaviye arasında başla­yan anlaşmazlık ve savaşlar İslam toplumunda büyük tedirginliklere yolaç-mış ve birtakım insanlar bu savaşlardan uzak kalmak, bunları izleyen fitne­lerden uzak durmak için toplumdan soyutlanmış ve kendilerini ferdi planda İslam'ı yaşamaya vermişlerdir. İslam toplumunda ilk sapmaların bu anor­mal şartlar altında başladığı ve fitnelerin birbirini kovaladığı söylenebilir. Tasavvufun da bu dönemden başlamak üzere toplumda meydana gelen fit­nelerden ve hayatın zamanla beraber başka mecralara sürüklenmesinden tedirgin olan birtakım insanların hayatında bir sapma olarak başladığını, müslümanlara dinin özü imiş gibi yutturulmaya çalışılan zühdün de bu şartlar altında ve her türlü kargaşanın kol gezdiği Küfe ortamında ortaya çıktığını biliyoruz. Bu insanlar toplumu kaplayan fitnelerden ve fetihlerle sağlanan ganimetler sonunda toplumda artan maddi refahın baskılarından uzak kalmak için gayret etmiş, Hindistan ve İran'dan sızan zühd hayatım taklid ederek yaşamaya başlamışlardır. Ancak çok geçmeden bu hayatın ya­bancı birtakım unsurlarla boyandığı veya bütünleştiği, bu sapmanın alabil­diğine büyüdüğü bilinen bir gerçektir.

Bunu izleyen dönemlerde de alimlerle yönetimlerin karşı karşıya geldik­leri, hakkı ve Allah'ın dinini açıkça ve korkusuzca açıkladıkları, fitne ve sapmalara cesaretle karşı koydukları için yönetimler tarafından alimlerin türlü baskı ve işkencelere maruz kaldıklarını biliyoruz. Toplum fertleriyle yönetimler arasında bir nevi sözcülük ve temsilcilik görevim yapan alimle­rin yönetimler tarafından cezalandırıldıkları, işkencelere maruz kaldıkları, sürüldükleri ve hapsedildikleri, hatta şehid edildiklerini gören halkın gözü yılmış, tabir caizse, meydanı zorba yönetimlere bırakmak zorunda kalmış­tır. Kimileri artık bu işlerin düzelemeyeceğini, elden birşey gelmediğini, in­sanların yoldan çıktıklarını, ahir zaman fitnesi diyerek kıyameti beklediğini yahut Allah'ın vereceği azabın her an gelip çatabileceğim, onun için Meh-di'nin gelişini beklemekten başka çare kalmadığını düşünerek köşelere çe­kilmiş, saatlerini münzevi ibadet ve zikirlerle geçirmeye koyulmuştur. Top­lumda emri bilmaruf ve nehyi anilmünker (iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama), gittikçe ihmal edildiği için de kötülükler alabildiğine yayılmış ve iyilikler gittikçe işlenemez olmuştur. Böylece toplumda içki, kumar, fuhuş hile, yaltaklanma, dalkavukluk, jurnalcilik, fırkacılık, milliyetçilik, hırsız­lık, haksızlık, zorbalık, aldatma ve yalan gibi İslam'ın tasvip etmediği kötü-lükler yayılmış ve samimi dindarları tedirgin etmiştir. Sultanların sarayları bu kötülüklerde Öncülük yapmıştır. Artık insanların dinlerini yaşamaları­nın zorlaşacağı, elde ateş tutmak kadar güçleşeceği, oturanların yürüyenler­den hayırlı olacağı, evlerine kapananların sahnede görünenlerden daha emin kalacakları, gibi telkinler insanları yönlendirici rolü oynamıştır.

Bütün bunlar insanların sahneden çekilmelerini, başlarının çaresine bakmalarını, kendilerini ibadete ve zikre vererek mücadele zemininden inzi­vaya çekilmelerini doğurmuş ve toplumda bu uygulamaların alabildiğine ya­yılmasını sağlamıştır. Tasavvufun bu şartlar altında bir nevi zühd hayatı olarak başladığını daha önce kaydetmiştik. Bu da İslam toplumunda Emevi Hanedanı ile birlikte hilafetin saltanata dönüşmesinden sonra meydana ge­len en büyük sapma olmuştur.

Bugün de insanlar İslam'ın öngördüğü şekilde parçalanmamış bir İslami hayat sürmek istiyorlar. Bütün emir ve yasakların yerine getirildiği, helal ve haramların gözetildiği, Kur'an ve sünnet eğitiminin eksiksiz ve doğru bir şekilde verildiği, insanların meşru bütün şekil ve yerlerde bir araya gelebil­diği, Allah'ın dinini korkusuzca ve eksiksiz söyleyebildiği bir İslami hayatı yaşamak istiyorlar. Oysa şeytanların musallat olduğu, nefislerin azgınlaştı-ğı, kötülüklerin kol gezdiği, ahlaksızlığın caddeleri doldurduğu, yasakların aleni bir şekilde işlendiği, emirlerin yerine getirilemediği, İslam'ın şiarı olan birçok şeylerin yasaklandığı, horlandığı veya suç unsuru sayıldığı bir ortam­la muhatap olmaktadırlar.

Haramlardan koruyacak, emirlerin yaşanış ve uygulanışını öğretecek, ahlaksızlıklardan tutup çekecek ve kötülüğe götüren sebepleri ortadan kal­dıracak İslami otoriteye ve yetkili insanlara meydan verilmediği, İslam'ı bü­tün kapsam ve organlarıyla takdim etmenin önünde engeller dikildiği, fazi­letli bir İslam toplumunun oluşması ve yaşaması için çabaların kısıtlandığı bir ortamda insanlar dinlerini yaşamak ve kötülüklerden kurtulmak için sahnede boygösteren tarikat temsilcilerine gitmekten başka yol bulama­maktadır. Biraz imkanı olan birtakım alimler de ya bu imkanı kullanmasını bilmiyor, yahut kullanacak cesareti bulamıyor ya da böyle bir şeyin gerekli­liğine doğru dürüst bir şekilde inanmıyor yahut rahatı, makamı, maaşı ve şöhreti emri bilmaruf, nehyi anilmünker yapmaya, bunun getireceği sıkıntı­lara, talim ve irşada, davet ve cihada tercih etmektedir. Zaten İslam'ı parselleyerek ancak bir kısmına hayat hakkı tanıyan, en yetkili ağızlardan "bi­ze İslam'ın inanç, ibadet ve ahlakı yeter, şeriatını istemiyoruz" diyen, laik­lik, ilkeler ve devrimler, çağdaşlık, modernizm ve pozitivizm gibi isimler ar­kasına sığınarak İslam'a karşı açık ve örtülü bir savaş ilan eden bir zihniye­tin müsaade ettiği laik ve kişiliksiz bir eğitim sistemi ile yetişen bu aydınla­rın büyük çoğunluğunda zaten İslami duyarlılık ve hamiyet körelmiş, baş­kalarına karşı sorumluluk duygusu ölmüş, dünyada işlenen amellerle ahiret hayatının şekilleneceği bilginin ötesine geçmemiş, neme lazımcı bir kafa ya-pısıyla yetişmekte ve görev yapmaktadır. Milli Eğitim sisteminin yönlendir­diği üniversite hiyerarşisinde, istisnalar dışında, aydınların ve akademis­yenlerin böyle bir yetişme tarzı ile yetiştikleri ve ileride elde etmesi gereken bir unvan yahut yarar uğruna o günkü İslami sorumluluktan uzak iç dünya­sına kapandığı yahut olduğundan farklı göründüğü, bunun da zamanla ay­dınların kalıcı kişiliği haline geldiği bilinen bir gerçektir. Zaten ilahiyat ay­dınlarının büyük bir kısmı tasavvuf kültürünü tasdik etmekte, meşhurları­nı selat ve selam ile anmakta, hatta şehirleri yerin altından idare ettiğine ve bin yıl sonra olacak şeyleri bildiklerine inanmaktadır.

Onun için, bir alimin dediği gibi, bugün gençlik taşkınlık ve anormal davranışlar gösteriyorsa bunda onlar kadar onların elinden tutmayan ve İs­lam'ın öngördüğü şekilde yönlendirmeyen alimlerin de sorumluluğu vardır. Bunu tarikat ve tasavvuf çevrelerine insanların kapağı atmaları meselesine uygulayacak olursak, insanlar ve özellikle gençlik tarikat kapılarında ve şeyhlerin dizi dibinde yaşamaya yöneliyorsa, bunda onlara gereği gibi reh­berlik yapmayan ve İslam'ı kapsamıyla takdim etmeyen alimlerin sorumlu­luğu vardır. Burada İslam şehidi, büyük davetçi merhum Hasan el-Ben-na'nın iki hatırasını nakletmek istiyorum. Onlardan biri, çevrelerinde İslam alimi olarak bilinen insanların İslam davetinden ve sorumluluktan ne kadar uzak yaşadıklarıyla ilgilidir. Diğeri davet sorumluluğunu kavrayan ve yeri­ne getirmeye çalışan el-Benna'mn hayatından bir kesittir. Abdulmuteal el-Cabri anlatıyor:

"Daru'1-Ulum Fakültesinde öğrenci idi. Allah kendisine zeka ve yetenek vermişti. Onun için sorumlulukları olduğuna inanıyordu. Bu sorumlulukla­rın başında da Islamla ilgilenen büyük şahsiyetleri uyandırmanın geldiğini düşünüyordu. Bir Ramazan günü iftardan sonra,"İslami Uyanış" derneğinin kurucusu ve Yüksek Alimler Birliği'nin üyesi (Ezher hocalarından) Yusuf ed-Decevi'nin evine gitti. Evinde tanınmış alimlerden ve kişilerden bir grup olduğunu gördü. Müslümanların içinde bulundukları acıklı durumu ve hem müslumanları, hem de İslam'ı kurtarmak için birşeyler yapmanın gerektiğini anlattı. Alim Decevi, müslümanların çok zayıf ve güçsüz olduklarını   t lam düşmanlarının ise çok güçlü olduğunu, gösterilecek bütün çabaların h şa gideceğini, herkesin kendini kurtarmaya ve kendisi için çalışmaya bak ması gerektiğini söyledi ve "Kendim kurtulacaksam, ölen veya helak olanl ra aldırmam" beytini de ekledi. Genç yaşta olan Hasan el-Benna kızdı şöyle dedi:

"Beyefendi, bu söylediklerinizin hiçbirisine katılmıyorum.İnanıyorum ki bütün mesele, zayıflık, çalışmaktan korkmak ve sorumluluklardan kaçmak tan ibarettir. Neden korkuyorsunuz? wDevîetten mi, Ezher'den mi?

Maaşınız size yeter. Evinizde oturun ve İslam için çalışın.İnsanlarla yüze gelirseniz, bu halk sizinle beraberdir. Çünkü halk müslümandir. Bu halkı mescitlerde, kahvehanelerde ve sokaklarda tanıdım.İçinde iman közü­nün yanmakta olduğunu gördüm. Fakat bu din düşmanları ve ahlaksızlar tarafından, onların basın ve yayını tarafından ihmal edilmiş bir potansiyel olarak durmaktadır. Bu yıkıcı ve öldürücü güçler ancak gafletinizden dolayı işlevini yürütebilmektedir. Sizler uyanırsanız hepsi deliklerine girer ve yön­lendirici olmaktan uzaklaşırlar.

Beyefendi, Allah için çalışmak istemiyorsanız, dünya için, yediğiniz ek­mek için çalışınız. Çünkü bu ümmette İslam yok olursa Ezher de yok olacak I alimler de yok olacaktır. O zaman sizler yiyecek ve harcayacak bir şey bula-mıyacaksınız.İslam'ı savunmuyorsanız, varlığınızı savunun, ahiret için ça­lışmak istemiyorsaniz dünya için çalışınız. Aksi halde hem dünyanızı, heml ahiretinizi kaybedersiniz."

Orada bulunan ve alim geçinen bazı kişiler Decevi hazretlerine hakaret etmekle suçlayarak kendisine tepki gösterdiler. Fakat aralarından Ahmec Kamil Bey diye andıkları bir adam ortaya atıldı ve "Genç çok doğru söylüJ yor, çalışmak için evim emrinizdedir" dedi.

Decevi ekibi ile beraber oradan kalkıp Şeyh Muhammed Sa'd adında bir komşunun evine geçti.el-Benna da onlarla beraber gitti ve Decevi'nin yanına oturdu. Decevi onu görünce, bir daha mı geldin? dedi ve bir şeyler vererek, bunları al, inşaallah düşünelim, dedi.

el-Benna, "Evet geldim. Mesele bir şeyler almak olsaydı, onları birkaç kuruşa satın alırdım. Bir sonuca varıncaya kadar sizi bırakmayacağım. Ko­nunun düşünmek için ertelenmeye tahammülü yoktur. Hemen ve ciddi bir çalışmayı gerektirmektedir. Sizler İslam'ın hamilerisiniz. Sizden başka imamlar ve İslam'ın hamilerini biliyorsanız, bana söyleyin ki onlara gide­yim. Belki sizde bulamadığımı onlarda bulurum.

Beyefendi, kaybolmakta olan İslam'ı tekrar hakim kılmak için olumlu bir adım atmanızı istiyorum. İsi anı hilafeti kayboldu, İslam hukuku kayboldu, müslümanlar kayboluyor " dedi.

Bir an için sessizlik hakim oldu. Decevinin ve hazır olanlardan bazıların gözleri yaşardı. Arkasında Decevi ,"Hasan! Ne yapabilirim?İngiliz işgali bü­tün ağırlığıyla, düşünce ve terörü ile ülkenin üzerine çökmüş, kalplere kor­ku salıyor" dedi.

el-Benna,"Efendim, konuyu görüşmek ve düşünüp taşınmak için hamiyet sahibi düşünürleri toplayabilirsiniz, konuşma ve konferanslarla halkı uya-dırmak, dinsizliğe ve ahlaksızlığa karsı kovmak için bir gazete çıkarabilirsi­niz, gençlerin toplandığı bir cemaat oluşturabilirsiniz, va'z ve irşadla halkı aydınlatabilirsiniz" dedi.

Gerçekten orada bulunanlar halk arasındaki meşhurları ve alimleri tes-bit etmeye, el-Benna'mn davet ettiği işleri yapmak için isimlerini bir kağıda yazmaya başladılar.ed-Decevi, Ehram gazetesinde İslami yönetimin gerekli­liği konusunda bir makale yayınladı. Nuru'l-İslam dergisi de aynı makaleyi yayınladı. Arkasından İslam davetini bayraklaştıran, edebi yazıları yanında İslam'ın üstünlüklerini anlatan Muhibbuddin el-Hatib'in el-Feth dergisi ya­yınlandı.[423]

"el-Benna 1927 yılında Haziran ayında Daru'1-Ulum Fakültesinden nu, zun oldu. Aynı yıl Eylül ayında İsmaliyye şehrinde öğretmen oldu. Bu ilk resmi görevi idi. Eylül yında İsmiliyye şehrine gitti. Orada yolu belirlemeyi başladı. Camiye gitti. Cami kendisi gibilerin doğal yeridir. Camide zikir hal­kaları ve taraftan tasavvuf cemaatları arasında, diğer taraftan tasavvufçu-larla başkaları arasında çatışmalar olduğunu gördü.şehir halkı ikiye bölün­müş, bir taraf Şeyh Musa'nın taraftarları, diğer taraf da Şeyh Abdussemi'in taraftarları olmuş.İnsanları yerli ve yabancı emperyalizme karşı mücadele etmekten alıkoyan birtakım tali meşeler üzerinde amansız bir bölünme ol­duğunu gördü. Mesela tevessül meseleleri, ezandan sonra Rasulullaha selat ve selam okuma, cuma günü camide Kehf suresini okuma, teşehhütte rasu-lullah için "Seyyidina" kelimesini kullanma, ahirette Hz. Peygamberin anne ve babasının yeri, okunan kuranın sevabının ölülere gidip gitmeyeceği, tari­kat mensuplarının yaptıkları zikir halkalarının günah veya sevap olduğu gi­bi konular.

Caminin bir köşesinde kendilerine dini sevdirmek için bazı kişiler t konuşma yapmak istedi. Ama yaklaşık henüz yirmi üç yaşlarında o bir gencin yaptığı öğütlere karşı büyük şeyhler ayaklandılar ve arala­rında düşman olanlar onu camiden çıkarma konusunda anlaştılar.

Kahvehaneye gitti. Kahvehanede bir adamın elindeki sazı ile Arslan Sa­lim veya Antera İbn Şeddad hikayesini anlattığını gördü. Hayret bir şey! Kahvehanede adam saz çahp şarkı söylüyor, dansöz kadınlar da dans edi­yor!

Kahvehanede oturacak bir sandalye buldu. Oturup halkın durumunu dü­şünmeye ve ne mizaçlarını kavramaya koyuldu. Adam konserini tamamla­yınca, yeni öğretmen el-Benna halka konuşma yapmak için izin istedi. Oku­duğu Cahiliyye edebiyatından o dönemin kahramanlarını hiç alışık olmadık­ları bir şekilde anlattı, sonra yavaş yavaş İslam'a gelerek bu kahramanlar­dan İslam'ın nasıl daha büyük kahramanlar meydana getirdiğini, Halid İbn Velid, Amr İbn Ma'dikerib ve benzerlerini İslam'ın nasıl tarihin en büyük kahramanları yaptığını anlattı.

Bu şekilde İslam fetihlerinin kahramanlarından anlatmaya devam etti. O anlattıkça halk daha çok anlatmasını istedi. Saz sahibi adamın oturduğu sandalyeye Efendi'nin oturmasını istediler. Sonra ona da bir sandalye getir­diler. Böylece kahvehanede iki ders vermiş oldu.

Gün geçtikçe bu kahvehaneye gelenlerin sayısı arttı. Genç Öğretmen çok ilginç bir şeyin farkına vardı. Kitlelerin kalplerinde gizli saklı bir imanın bulunduğunu ve bu imanı araştırabileceğini anladı. Önünde umut belirmiş­ti. Bu kahvehanede konuşmalara devam etti.

Başka bir kahvehane müşterilerinin azaldığım ve el-Benna'nm konuştu­ğu kahvehaneye gittiklerini farketti. Orada yaptığı konuşmalar gibi kahve­hanelerinde de konuşmalar yapması için ona ücret teklif ettiler.el-Benna, ücret tekliflerini red ederek konuşma yapma isteklerini kabul etti. Çünkü onları da hoşnut etmek istiyordu. Böylece halktan binlerce kişinin geldiği üç kahvehanede üç konuşması oldu.

Yavaş yavaş konunun seviyesini yükseltti.İnsanlara iman, siyer ve ahlak konularında konuşmaya başladı. Felsefi nazariyeler ve mantık kıyaslamala­rına girmeden, Önce Yüce Allah'tan, onun varlık ve niteliklerinden söz ede­rek akideyi tashih etmek, güçlendirmek ve yerleştirmek istedi. Hz. Peygam­berden, onun yüce ahlak ve sebatından söz etti. Dine sempati duyduklarını ve ahirete inandıklarını gördükten sonra onlara İslam ahlak ve öğretilerini açıkladı.

Onlara namazdan söz ediyor ama Ezher hocalarının başladığı gibi sula­rın yedi türünden başlayarak anlatmıyordu. Aksine, Rasulullahm abdest  alanlara verilecek sevabı anlatan hadisini,"Kim güzelce abdest alırsa, gü­nahları tırnaklarının altından çıkarak döküldüğünü" ,"Güzelce abdest alıp vücudu ve kalbi ile yönelerek iki rekat namaz kılan bir kişi için cennetin va­cip olduğunu" anlatan hadislerinden başlayarak anlatıyordu.

Nihayet dini seven ve konuşmalarını dinleyenleri kahvehaneler almaz oldu. Onlara nerede namaz kılalım? Namaz kılmamız lazım, dedi. Ona yıkıl­mış bir mescidin yerini gösterdiler. Cübbesini çıkarıp işçilerle beraber o mescidi yeniden yaptılar[424]

Bunlar yakın tarihimizden iki örnek. Biri toplumda hoca ve alim olarak bilinen, ama çarpık bir din anlayışına sahip olan hoca efendileri anlatmakta ve istisnalar dışında, din adamları yahut ilahiyat alimlerinin neden toplu­mu yönlendirmekten, insanlara rehberlik yapmaktan, tarikat şeyhleri gibi cemaat oluşturmaktan aciz yahut başarısız kaldıklarını gözler önüne serer­ken, diğeri inancında samimi, azminde kararlı, İslam'ın davet metodunu ve Rasulullahın izlediği yolu bilen, ahiret cennetlerini dünya rahatına tercih e-den, müminlere karşı sorumluluğunu kavrayan, kısaca Allah'a karşı kulluk görevini yerine getirmenin bilincinde olan davetçi bir müslümamn Örneği.

Devletin ve tarikat çevrelerinin topluma sunduğu din anlayışına gelince;

Çarpık bir din eğitimi ve yönetimler tarafından maksatlı olarak İslam'ın birçok unsurunun öcü gibi gösterilmesi, tarikatlar tarafından manastır dini gibi bir dinin Öğretilmesi neticesinde zaten insanların din anlayışları gün geçtikçe bozulmakta ve artık İslam'ın nefis ıslahından ibaret ve toplumla il­gisi bulunmayan bir din olduğu kanaati zihinlere yerleşmektedir, bu çarpık ve şirke götüren sakıncalı eğitim neticesinde kimi insanlar şeriata inanma­dan yahut şeriatı red ederken de müslüman olunabileceğine inanır hale gel­miştir. Batı taklitçiliği gereği, topluma hristiyanvari bir din anlayışı sunul­ması ve dinin bunlardan ibaret olduğunun sürekli işlenmesi sonucu insan­lar artık dinin bu olduğuna inanmaktadır. Yaklaşık yüz yıla yakın bir za­mandan beri topluma sunulan bu manastır din anlayışı dinin yanlış anlaşıl­masına yol açmıştır.

Radyo ve televizyonlarda yayınlanan din programlarında telkin edilen din anlayışı bu çarpıklığın oluşmasında çok Önemli rol oynamıştır. Kur'an-ı Kerim'den okunan pasajların bile bu anlayışla seçildiği ve güya suya sabuna dokunmayan ayetlerin okunduğu gözönünde bulundurulursa, bu anlayışın oluşması için ne kadar çaba gösterildiği daha iyi anlaşılır. Okullarda okutu­lan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi' gibi dini bilgiler veren kitaplarda dinin ancak bazı yönleri belirtilip anlatıldığı, İslam'ın laikçi, sucu bucu gösterilerek tahrif edilmesine çalışıldığı ve yayın organlarında din adına konuşan k mi ilahiyat aydınlarının çıkar ve şöhretleri için dini kitlelerin zevkine gör pazarlamaktan çekinmemesi dikkate alınırsa, bu anlayışın yerleşmesi  nasıl gayret gösterildiği daha iyi idrak edilir.

Kültür emperyalizminden ve uygarlık adına saldırılardan kurtulmak için zaman zaman çaba gösteren birtakım insanların elleri ve kolları bağl narak toplumda birtakım çevreler ve güçler tarafından nasıl aforoz edildiğ-gözönüne getirilirse, Özlenen hedef daha iyi seçilir.

Bütün bunlarla insanlar din konusunda cahil bırakılmakta, yanlış bilm. lendirilmekte ve hurafe de olsa dindışı birtakım şeylere sarılmasına mecbur etmektedir. Dini bir hayat sürmek isteyen insanlar, kötülük ve haramlar­dan uzak yaşamak isteyen vatandaşlar, ister istemez soluğu tarikat ve tek­ke çevrelerinde almakta, bütün çarpıklıkları ve yanlışlıklarıyla oralarda di­ni yaşayışı aramaktadırlar. Çünkü kötülüklerin ve haramların alabildiğine serbest ve ortalığı doldurduğu bir ortamda insanlar kendilerini bu kötülük­lerden ancak buralara sığınmakla koruyabileceklerine, ibadetlerini ancak bu gibi yerlerde yapabileceklerine inanmaktadırlar. Daha doğrusu, bilerek veya bilmeyerek ister istemez buna inandırılmaktadırlar. İslam'ın bütünü için çalışacak birkaç kişi bir araya gelecek olsa, enselerinde statükonun ne­fesini hissettiği ve her türlü hiyanet ve suçlamalarla suçlandığı bir ortamda, ülkenin her tarafında tarikat ve tekke çevrelerinin mantar gibi bitmesine, türlü kılıklar ve biçimlerle ortalıkta görünmesine, insanların otobüslerle ve uzak diyarlardan akm akın tekkelere ve ayinlere gitmelerine göz yumulma­sı, mukaddes çorbadan (!) içerek, şeyhlerin el ve ayaklarını öperek, eşikleri­ne yüz sürerek, hatta münferid olaylar da olsa, kimilerin iffetlerini ve na­muslarını feda ederek bereketlenmelerine ses çıkarılmaması acaba bu mak­satlı yönlendirmenin ürünü değil midir?

Sahih ve bütüncül bir İslam'ın önüne her türlü engeller çıkarılırken, sa­dece nefis ıslahı ve ayin için yapılan çabalara göz yumulması tasavvufa yö­nelişin en büyük etkenlerinden değil midir? İslam'ın egemenliğini amaçla­yan bütün faliyetlere ve kuruluşlara statüko dünyayı zindan etmeye çalışnken, belirli ayinler için devletin başındaki kişilerin özellikle çaba göstermesi bu gerçeği anlatmıyor mu? En son örneğini Cezayir'de gördüğümüz bu uygu­lamalar bu hakikati ifade etmeye yeterli değil midir? Cezayir'de İslam dev­letini kurmaya çalışan müslümanları toplu halde zindanlara dolduran des­pot yöneticilerle tarikat şeyhlerinin işbirliği acaba neyin ifadesidir?

Din eğitiminin üretken ve ülkenin ekonomisine maddi bir katkısı olma­yan bir eğitim olduğu iddiasını sürekli sakız gibi çiğneyen, ülkenin din adamma bu kadar ihtiyacı yoktur diyerek din eğitimi verilen kurumların varlı­ğına bile tahammül edemeyen bir zihniyetin radyo ve televizyonunda insan-

|ları uyuşturan, miskinleştiren ve bir lokma bir hırka felsefesini yansıtan ta­savvuf müziğine ve tasavvufi motiflere bağrını açması, acaba insanları bu

I gibi yerlere yöneltmek amacına yönelik değil midir? İnanıyoruz ki, İslam'ın tam olarak yaşanabildiği ve insanların bundan dolayı birtakım yasaklar ve engellerle karşılaşmadığı bir ortamda kişiler tasavvufa bu kadar yönelnıe-yecek, dinin yaşanabildiği ve haramlardan korundiığu tek yerler tarikat ve tekkeler olmayacak, ülkenin her yerinde mantar gibi şeyhler ve müridi ev bitmeyecektir.

Toplumu bir moda gibi saran ve sürekli revaçta tutulan tasavvuf akımı­nın biteceğini ve insanların ona kaymayacaklarını elbette söylemek müm­kün değildir. Çünkü her zaman ve her toplumda dengeli ve eğri insanlar bu­lunacak, hak üzere olanlar ve ondan sapanlar olacaktır. Ama İslam'ın net ve tam olarak anlatıldığı, serbestçe yaşandığı ve eğitiminin doğru bir şekilde verildiği bir ortamda elbette tasavvuf modası bu kadar revaçta olmayacak ve mensupları küçük azınlıklardan öteye geçenıiyecektir.

Tasavvufa insanların yönelmelerinin önemli sebeplerinden biri olarak bizlere intikal eden tarihi kültür mirasını ve din anlayışını da belirtmeden geçemeyeceğiz. Kur'an ve Sünnet eğitiminin insanları mezhepsiz yapacağı, evliyayı İnkar etmeye götüreceği, kerametleri ve şefaati tanımamaya sevke-deceği, kabir ziyaretini yasaklayacağı, şeklinde oluşmuş bir kültür ve anla­yışın tasavvufun yayılmasında çok büyük rolü olduğu muhakkaktır. Kabit leri kutsallaştıran, ölülerle oturup kalkan, fetihlerin ve zaferlerin rüyalarla tesbit edildiğini söyleyen, hayat gerçeklerinden çok keramet ve olağanüstü­lüklere inanan toplumda, birtakım insanlara din adına imtiyazlar ve doku­nulmazlık tanıyan, imamlarını masum saydığı için Şia'yı eleştirdiği halde, tasavvuf meşhurlarına masumiyet giydiren, sultanından[425] vatandaşına ka­dar tarikata bağlı bulunan, Hakikat-ı Muhammediyye, dinlerin birliği, gavs, aktab, ebdal, evtad, nukeba ve nuceba gibi gizli ülke hiyerarşisine inanan,

dini keşf ve feyizlere bağlayan, dinin naslarına apaçık aykırı olduğu halde bir tasavvuf ulusunun hatasını eleştirmeyi dine karşı gelmek veya çarpıl­maya sebep olarak gören bir din anlayışının egemen olduğu bir toplumda ta­savvufa yönelmeyi Önlemek elbette güçtür. İnsanlar Kur'an eğitiminden ve sahih bir şekilde sünnet eğitiminden geçirilmedikçe, onlara dinin kapsamlı-lığı ve bütünlüğü anlatılmadıkça, aradaki bu engelleyici ve uyuşturucu tel­kinler bir yana bırakılmadıkça bu moda daha çok sürecek gibi görünüyor. Çünkü insanların atalarından miras aldıkları şeyleri bir çırpıda bırakmaları mümkün olmadığı gibi, eğitime tabi tutmadan bunu onlardan istemek de haksızlıktır. Uzun çabalar ve sahih bir Kur'an eğitimi neticesinde ancak za­manla değişiklikler olabilir ve insanlar gün geçtikçe gerçekleri görebilirler. Bütün müslümanlar bu eğitimi sağlamak ve insanlara Allah'ın dinini net olarak sunmak için çaba göstermek zorundadır.[426]

 

b. Bağnaz Fıkhî Mezhepçilik

 

Fıkhı mezhepçilik Müslümanların birliğinin çözülmesinde, aralarında ih­tilaf edip çatışmaya girmelerinde oynadığı olumsuz rolün yanında, bağnaz fikhi mezhepçilik, duyguların donuklaşması, vicdani şuurun yitirilmesi ve manevi duyarlılığın köreltilmesinde de büyük rol oynamıştır. Ruhsuz ve fa­raziyelerle dolan kimi fikhi mezhep kitapları, duyguları harekete geçirme­yen, vicdanı okşamayan, ruhun susuzluğunu gidermeyen, nefsi tehzip ve. tezkiye etmeyen, heva ateşini söndürmeyen kuru bilgilerle dolup taşmıştır. Bu arada alabildiğine genişlemiş ve ucu bucağı görünmez bir umman halini almıştır. Hatta mesela bir mezhep fıkhının en az yirmi sene içinde Öğrenile­bileceği yaygın bir kanaat haline gelmiştir. Halbuki Rasulullah İslam fıkhı­nı ümmete öğretmiş, davetini yaymış, oddular donatmış ve savaşlar yapmış, fethedeceği yerleri fethetmiş ve Arap müşriklerinin elinden her türlü muka­vemet ve eziyet görmüş olmasına rağmen bu süre ancak buna yakm olmuş­tur. Kısaca Rasulullah bütün bunları yirmiüç sene gibi buna yakm bir za­manda gerçekleştirmiştir.

Sahih İslam kültürü ve hayatından uzak insanların tasavvufçuların ku­cağına atılmalarında bu bağnaz fikhi mezhepçiliğin büyük rolü olduğu mu­hakkaktır. Çünkü bu insanlar keşf ve riyazat, halvet ve fuyuzat yolu ile bu ilimlerin kendilerine en kısa zamanda öğreteceklerini vaadeden, kabuk me­sabesinde saydıkları serî ilimlerle uğraşmak yerine, dinin Özü ve hakikati dedikleri şeffaf, duyarlı hayati ve ruhani zevki gerçekleştireceklerini söyle­yen tasavvuf çul ara can kurtaran simidi gibi sarılmışlardır. Tıpkı ızdırap çe­kilen bir hastalıktan çok pahalıya patlayan ve uzun zaman doktor tedavisi yerine, işportacıların zaman zaman halk arasında reklamını yaptıkları ve her derde deva diyerek tanıttıkları birtakım ilaçlara ve yollara insanların peyletmesi ve ilgi duyması gibi... Zavallı cahil halk, dizginlerini bunların eline verir, onlar da bunları umman şeklini almış bağnaz fikhi mezhepçilik­ten daha geniş ve ucu karanlık olan tasavvufa götürürler.

Fikhi mezhepçiliğin donukluğundan, maneviyattan uzaklığından usan­mış ve ruhaniyete susamış bu insanlar kendilerini tasavvufun kucağına ata­cakları yerde, Kur'an ve Sünnet fıkhına yönelselerdi bu ruhani hayatın lez­zetini farkeder, ilim zevkini tadar, iman ve ihsan atmosferiyle ruhları dolar­dı. Her biri rabbini görürcesine ibadet ederek ihsan derecesine yükselmenin yolunu öğrenir ve bunun zevkine ererdi. Kur'an atmosferine girselerdi, Ra­sulullah ve ashabının nasıl iman ve ihsan derecelerinin zirvesinde bir hayat sürdüklerini öğrenir ve onların yolundan giderlerdi.[427]

 

c. Kelam Tartışmaları

 

Müslümanın vicdan ve duyarlılığını ihya etmede bağnaz fikhi mezhepçi­lik başarısız olduğu gibi, haksız bir şekilde tevhid ilmi diye isimlendirilen kelam ilmi de aynı şekilde başarısız kalmıştır. Çünkü kelam müslüman fertlerde ruhi duyarlılığı dondurmuş, duyguları öldürmüş, ruhi atmosferin dışına çıkarmış ve zaman zaman akidenin sapmasına, hatta inançsızlığa ka­dar götürmüştür. Başlangıçta İslam'ı savunmak amacıyla ortaya çıktığı söy­lenen kelam, zamanla kendini İslam'ın yerine koymuş, kurumlaşmış ve ekoller artık kendilerini savunmuşlardır. İslam'la uzaktan yakından ilgisi bulunmayan Hint felsefeleri, Yunan cedel ve safsataları bu ilmi manevi ya­pıdan uzaklaştırmıştır. [428]

Aynı şekilde sonu gelmeyen diyalektiklere çevirmiştir. Halbuki Kur'an'ın bu aleme bakıp teemmül etme yolu dışında, tevhidin ne bir kaynağı vardır ne de olması mümkündür. Zira Yüce Allah ancak, kitabında kendisini tavsif ettiği ve Kur'an'da bildirilen gayb haberlerine inanıp Kelam ilminde olduğu gibi gaybin bilgisine muttali olmadıkları konularda zanlarıyla hükmediyor­lar, mevcut nasslarla yetinmiyorlardı.

Onların zamanında ne bağnaz mezhepçi fıkıh, ne de kültürlerin kompo­zisyonu haline gelmiş ve diyalektik metodu izlemiş kelam ilmi mevcuttur.

Buna rağmen, bu insanların herbirinin manevi hayatın ve ruhi cevvaliyer en mükemmel şeklini yaşadığı ve tasavvuf denilen çıkmazlara hiçbir zam-ihtiyaç duymadıkları bir gerçektir. Çünkü bu insanlar Kur'an ve Sünnet mosferi içinde yaşıyor, onu teneffüs ediyor, ruhi ve manevi bütün gıdalar onlardan alıyor, teorik ve pratik bütün ilimlerini" de onlardan elde ediyord Bunların dışında ne bir şeyhin elinde çile doldurma, ne de bir başkasının   i çabukluğuyla kısa bir zamanda bütün ilimleri elde etme gibi bir temayü]]e .• olmuştur.

Kur'an-ı Kerim, cahiliyye müşriklerinin müşrik atalarını taklid edip Al lah'ın vahyine kulak vermemelerini şiddetle kınamış ve bu davranıştan sa-kındırmıştır. Yüce Allah buyuruyor;

"Onlara, Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, 'Hayır, biz atalarımızı üze­rinde bulduğumuz şeye uyarız' dediler.[429]

"Onlara, Allah'ın indirdiğine ve Rasule gelin, denildiği zaman 'Babalarımızı üzerin­de bulduğumuz bize yeter' derler. [430]

"Onlara, Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman, 'Hayır, biz babalarımızı üzerin­de bulduğumuz yola uyarız' derler. [431]

"Hayır, sadece "biz babalarımızı bu din üzerinde bulduk. Biz de onların izinden gi­diyoruz.' dediler, [432] vd.

Biraz mantıklı ve naslara uygun düşündüğümüz zaman, şeriatı ve müs-lümanları tehdit eden en büyük tehlikenin insanları Allah'ın kitabından ve Rasululah'ın yolundan alıkoymak, dinlerini onlardan öğrenip yaşamalarını engellemek ve müctehid insanları Kur'aiy ve sünnetin yerine koyup onların sözlerini taklit etmeyi Kur'an ve sünnete sarılmak gibi vacip görmek yahut onları Kuran'm önüne engel yapmak değil midir? Şeriatı tehdit eden en bü­yük tehlike, "Biz Kur'an'ı anlamak ve uygulamak için değil, teberruken oku­yoruz " diyen zihniyet değil midir? Bu zihniyet değil midir ki, müslümanla-rın gerileyip bugünkü acıklı duruma düşmelerine yol açmıştır? Bu anlayış değil midir ki, müslümanlarm hem din hem dünya ilimlerinde gerileyip em­peryalizmin boyunduruğu altına girmelerini hazırlamıştır? Dinin yasakladı­ğı ve kötülediği taklidin dinin yerine konulması değil midir müslümanlan Kur'an'm yabancısı yapan ve hayatlarını Allah'ın dini ile değil, beşeri kural­lar ve kanunlarla düzenlemeye mecbur bırakan? Birtakım insanların kitap­larını okuyup ezberlediği, okuttuğu, şerh ve haşiyeler yazdığı ve ömrünü nlarla geçirdiği halde, Kur'an'm baştan sona kadar anlamını bir defa ol olunmamasının sebebi bu çarpık anlayış ve öldürücü taklid değil midir''

Bunları söylerken, hiçbir zaman alimleri küçümsemek veya bir tarafı kmak, söylediklerini yabana atmak, basit bilgilerle içtihad etmek mbi ,üş Unce taşımadığımızı belirtmek isteriz. Aksine bütün alimlere ve müct hidlere sonsuz saygı ve takdirimiz yanında onların gittikleri ve izledikleri

lu izlemeye davet ettiğimizi belirtmemiz lazımdır. Zira onların hiçbiri in sanların kendilerini körü körüne taklit etmelerini istememiştir.

İnsanlara, sınırlarını Kur'an'm çizdiği Kuran ve sünnet eğitimi verildin-' ve gerçekleştiği zaman, insanlar bağnaz taklitçilikten, bid'at ve hurafeler içinde yüzmekten, insanları putlaştırmaktan, tasavvuf ve benzeri sapmalar­dan kurtulabilecek, doğrudan doğruya ilhamını Kur'an'dan alacak ve asrın İdrakine İslam'ı sunacaktır. Bu eğitim esnasında alimlerin içtihad ve görüş­lerinden yararlanılacak, örnek ahlak ve çalışmaları anlatılacak, ama hiçbir zaman insanlarla Allah'ın dini arasında bir set yahut bir engel telakki edil­meyecektir. Onların da rolü, insanları Allah'ın dini ile yüzyüze getirmek ve onu kavramaları için yardımcı olmaktan ibaret değil midir?[433]

 

BEŞİNCİ BÖLÜM

 

GÜNÜMÜZDE TASAVVUF

 

I. Tasavvufçuların Yenileri De Eskilerin Yolunda

 

Tasavvuf mensuplarından birileri çıkıp diyebilirler ki, bize ne İbn Ara­bi'den, Hallaç veya el-Bistami'den? Onlar gelip geçmiş ve ömürlerini doldur­muş insanlardır. Biz yenilerine ve yaşayanlara bakalım, geçmişi niye kurca­layalım? Bazı kişiler sözü edilen bu nevi şeylere inanmadıklarını ve günde­me getirmenin gereksiz olduğunu iddia edebilir.

Hemen belirtelim ki, İslam tarihi boyunca ortaya çıkan veya meşhur olan tasavvufçularm yolunda olmadığını ve onların gerek düşünce sistemle­rini, gerekse din anlayışlarını tasvip etmediğini ifade eden tasavvufçu yok gibidir. Belki kimilerin şu yönünü benimsemediklerini söyleyenler olabilir. Ama tasavvuf meşhurlarının sergiledikleri ve İslam'dan alınan unsurların dışında kalan tasavvufu tümden reddeden bir tasavvufçu görülmüş değildir. Hatta tasavvuftaki aşırı sapmaları ve İslam inançlarının dışına çıkışları gö­rüp bunları eleştiren kimi tasavvufçular bile, bu sapmaları sergileyen ve i-nanç olarak işleyen meşhurları reddettikleri vaki değildir. Mesela tasavvuf­ta yenilik yapmaya çalışan ve İbn Arabi gibi kimi tasavvufçulan Risalesine almayan el-Kuşeyri gibi kişiler bile, onların anlayış ve düşünce sistemlerini tümden reddetmemişlerdir. Yenilerin tutumu da bundan farklı değildir.

Devirlerin meydana getirdiği değişiklikler ve yenilikler sebebiyle belki zaman zaman tasavvufi çevrelerde birtakım değişiklikler ve anlayış farklılı­ğı meydana gelmektedir. Nitekim bu çevrelerden kimileri daha önce malum bazı kitapları okumakla yetindiği ve onların dışında kitaplara iltifat etmedi­ği halde toplumda meydana gelen değişme ve oluşan yeni şartlar sebebiyle başka kitapları da okumaya başladıkları görülmüştür. Mesela daha önce sa­dece tasavvufi nitelikli kitapları okurken, artık tefsir gibi, yeni yayınlar gibi başka kitapları da okudukları müşahade edilmektedir.

Ancak bunun, o çevreleri malum çerçevenin dışına çıkarıp tasavvuf kül­türünü oluşturan ve İslam'a yabancı unsurları tamamen reddedecek şekilde kapsaj'icı ve köklü olduğunu söylemek zordur. Birtakım yenilikler ve geliş­meler olmakla beraber yine de bu çevreler tasavvuf meşhurlarının adı anıl­dığında tüyleri ürpermekte ve onları binbir türlü takdis ve tazim ile anmak­tadırlar. İbn Arabi, Hallaç, el-Bistami, İbn el-Farıd ve başkalarım tazim ve tebcil etmekte, en büyük kutup ve ermişlerin en yüceleri saymaktadırlar.

Hatta bu kadarla da kalmayıp tasavvufun İslamdışı kültürü ve anlayış­larını eleştirip sapıklıklarını insanların gözü Önüne sermeye ve halkı bu mi­tolojik anlayışlardan sakındırmaya çalışan kişilere yıkıcı ve zararlı gözü ile bakmaktadırlar. Tasavvufun bidat ve hurafelerini, İslamdışı yabancı unsur­larını ortaya koyan kişilere İslam'ın düşmanı gözü ile bakılmakta; velayet, keramet, kabir ziyareti, tevbe ve istiğfar, nafile gibi konularda ıslah edici davrananları sanki İslam'ın unsurlarını ve ibadetlerini inkar ediyormuş gibi gösterilmekte ve aleyhlerinde toplumda kamuoyu oluşturulmaktadır. Dinin sarih ve sahih nasslarına aykırılığı apaçık olan ve ne akim ne de naklin ka­bul etmediği anlayışları eleştiren insanlar, dinin özünden ve ruhundan uzaklıkla, kabuk ve zahir ehlinden olmakla suçlanmakta ve saldırılara he­def yapılmaktadır.

İslam'ın kesin nasslarına aykırılığı açık olan kimi tasavvuf meşhurları­nın sözlerini ve uygulamalarım eleştiren ve bunu yaparken müslümanlara hizmet etmekten başka bir endişe taşımayan insanlara kendileri teşekkür edecekleri ve yardımcı olacakları yerde, onları türlü sıfatlarla karalamaya ve kötülemeye çalışmaktadırlar. Bütün bunları yaparken seleflerinin yanlı­şını bile kabul etmeyen ve dindışı şeylerine karşı çıkmayan bu insanların eskilerin yolunda olmadığını söyleyebilir miyiz?

Hemen belirtelim ki bütün arzumuz ve temennimiz, gerçekten şartların değişmiş olması, daha doğrusu, insanların bu gibi şeylere bakış acılarının değişmiş olmasıdır. Keşke tüm insanlar bu gibi şeylerin İslam'dan olmadığı ve tevhid inancıyla bağdaşmadığını görüp anlamış ve reddetmiş olsalar! Keşke bütün müslümanlar elele verip bidat ve hurafelere, yanlışlık ve sapmalara topyekün karşı koysalar. Zaten bu çalışmanın ve bu çarpıklık ve gapmaların eleştirisini yapan insanların da bundan başka ne amaçları ola­bilir?! Hepimizin dileği, İslam'a inananların İslami hayatın bütün alanların­da meydana gelmiş olan her türlü sapma ve yanlışları görüp onlardan kur­tulmak için topyekün bir seferberlik içinde olmaları ve sahih İslam'a dönme­leridir. Bütün bu çabalar ve çalışmalar bunun için değil mi?

Ama şimdi realite böyle midir? Şimdi genel olarak böyle bir durumdan sözedilebilir mi? Geçmişten gelen ve tasavvufçuların bıraktıkları İslamdışı inanç ve anlayışlar, bid'at ve hurafeleri yeni tasavvufçuların reddettiği veya karşı çıktığı söylenebilir mi? Yoksa, bu kültüre kutsal inanç olarak, en mü­kemmel İslami hayat olarak mı sarılmakta ve devam ettirmektedirler. Vah-det-i vücut, vahdet-i şuhud, keşf ile dinin ve inançların belirlenmesi, dinin belirlemediği şekillerde ibadetler, dualar, şeyh-mürid ilişkileri, şeyhlere at­fedilen sıfatlar ve unvanlar, hakikati muhammediyye yahut nur-u muhame-di, tasavvuf ülkesinin kurmayları olan gavs-ı azamdan recebiyyun'a kadar uzayan silsile, rabıta, tevessül, istiğase, ölülerden yardım isteme ve ruhani-yetlerle oturup kalkma, ölülerin hayat işlerinde tasarrufu, silsile-i şerife, za-hir-batın ayırımı, şeriat, hakikat, marifet ve tarikat ayırımı, tasavvufun di­nin özü ve işe yarayana, sayılıp diğer ilimlerin kabuk ve zevahir sayılması, tasavvufun dayanakları vb. konularda yeni tasavvufçuların eskilerden fark­lı düşündüğü veya tasvip etmediği söylenebilir mi?

Yaşadığımız toplumda İbn Arabi'nin herşeyi Allah sayan felsefesini, Hal-lac'ın hulul ve ittihad inancını, el-Bistami'nin kendini en yüce tanrı ilan edi­şini, kitabını levh-i mahfuzda ve Kur'an-ı Kerim'in niteliklerine sahip sayan tasavvuf meşhurlarının anlayışını, Rabia'dan Yunus Emre'ye kadar kişile­rin cennet ve cehennemi Önemsemeyen tavırlarına, ve burada sayamayaca­ğımız kadar tasavvufi bid'at ve sapık anlayışı yeni tasavvufçuların tevilleri dışında reddettiği yahut karşı çıktığı var mıdır? İslam aleminin hemen her yerine dağılmış bulunan yatır ve türbeleri yeni tasavvufçulardan kutsailaş-tırmayan, onların himmet ve yardımlarını istemeyen, kutsal dergahlar ola­rak çürümüş kemiklerine sığınmayan var mıdır? Meded ey tasarruf sahiple­ri, meded ey gavs, meded ey kutup, meded ey hazret, meded ey sultan, nida­larını eleştiren bunlardan kaç kişi vardır? İşrakisinden hululcusuna kadar, virdinden ayinlerine kadar tasavvuf kültürünün çarpıklıklarını kitap veya makalelerinde eleştiren kaç tasavvufçu vardır?

Ne yazık ki, bütün bu soruların cevaplan olumsuz olmaktadır. Tasavvuf­çuların bu ve benzeri şeyleri reddetmeleri bir yana, o yolun yolcusu oldukla­rını ve aynı şeylere iman esasları gibi bağlı bulunduklarını her vesile ile ifade etmektedirler. Eleştiren ve karşı çıkanları da her türlü suçlama ile kar listeye almaktadırlar. Bu sapma ve yanlışlarla dolu kitaplarına hala dört el le sarılmaları, nesilleri bu kültür ile beslemeye devam etmeleri, sohbetleri de ve diğer zamanlarda bunu birbirlerine tavsiye etmeleri, kendilerini eleştiriye tabi tutmamaları bu kültürü tasvip ettiklerinin açık ifadesidir Hatta şeyhin dizi dibinde oturup saltanatına boyun eğmeyi reddedenle mürted mürid ilan etmeleri bunun açık ifadesi değil mi? Kitap   ?ıZete v dergilerinde olsun, sohbetlerinde olsun, bu kültürle oturup kpmları aynı yolun yolcusu olduklarının açık delilidir. Bunlardan vere miz örnekler incelendiğinde söylediklerimizin gerçek olduğu ve kuru bir iddiadan ibaret bulunmadığı görülecektir.

Nazari ve ameli tasavvuf hakkında söylediklerimize itiraz edip şu gerek­çeyi ileri sürenler olabilir:

"Tasavvuf kitaplarının pek çoğunda İslam'a uymayan bir tasavvufun tas­vip edilmediği ve İslam inançlarına bağlı olmayan kişilerin reddedildiği ka­yıtlan yer almaktadır. Tasavvufta kimi şahıs ve grupların anlayış ve inanç olarak, yaşayış ve davranış olarak İslam'dan açıkça sapmalarına karşı Suh-reverdi, et-Tusi, es-Sulemi, el-Kuşeyri ve el-Gazali gibi kişilerin kaleme al­dıkları kitaplarda bu kayıt özellikle yer almakta ve bu nokta üzerinde ısrar­la durulmaktadır. Bu böyle iken, gerek nazari ve gerekse ameli tasavvuf hakkında nasıl böyle bir şey söyleyebilirsiniz?" diyecek kişiler bulunacaktır. "Tasavvuf kitaplarında bu kayıtlara rağmen, İslam'a aykırı şeylerin olduğu­nu nasıl söyleyebilir ve bunu bu kayıtlarla nasıl bağdaştırabilirsiniz?" diye soranlar olacaktır.

Hemen belirtelim ki, teori ile uygulama çok zaman birbirine uymamak­tadır. Başka bir deyişle, uygulama teoriyi bazan yalanlamakta ve birbirin­den farklı olmaktadır. Diğer alanlarda olduğu gibi tasavvuf alanında da du­rum aynıdır. Tasavvuf kitaplarının pekçoğunda bu nevi kayıtlar ve ifadeler bulunmasına rağmen, bu kitapların hemen hepsinde ilerleyen sayfalarda bu kayıtların unutulduğu yahut yokmuş gibi davranıldığı müşahade edilmekte­dir. Tasavvuf kitapları incelendiğinde bu durum açıkça görülür. Din ilimleri ihya etmek üzere paçaları sıvayan ve tasavvufta bir nevi tecdit yapan Gaza-li'nin İslam'la bağdaştırılması mümkün olmayan birtakım görüşlerini yuka­rıda ele almış ve eleştirisini yapmıştık. Aynı şekilde es-Sulemi'nin ve el-Ku-şeyri'nin eserlerinden de örnekler vererek tasvip edilemeyecek birtakım gö­rüşleri olduğunu ifade etmeye çalışmıştık. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu eserler tasavvuftaki sapmaları ve yanlışları ayıklayıp yenilemek üzere kale­me alındığı söylenen kitaplardır. Ama bütün bunlara rağmen yine tasavvuf gözlüğüyle meselelere baktıklarını belirtmiştik. Yeni tasavvufçularm çalış­malarında durum aynı şekildedir. Bunu göstermek için mesela akademik kariyeri bulunan ve çağdaşımız olan bir şeyhin sözlerinden bir örnek ver­mek istiyoruz.

"Yol peygamber efendimizin yoludur. Sünnet-i Seniyye'ye uyma yoludur. Bid'atlara saparsanız amelleriniz heba olur. Allah bid'at ehlinin farzını, nafilesini, haccını, um­resini, namazını, niyazını, sadakasını, zekatını reddeder, yüzüne çalar, kabui et­mez. Sen bid'atçısın, sen dini bozdun, sen dine ilave veya ekleme veya çıkarma yaptın, sen işin aslını dejenere etmek yolundasın, diye Allah ibadetlerini yüzüne çalar, kabul etmez.[434]

Bu sözler Kur'an-ı Kerim'e ve Rasulullah'ın sünnetine tam uygun sözler­dir. Alkışlanacak ve okutulacak sözlerdir. Dine bağlılık ve prensiplerine ri­ayet konusunda belki de bundan sarih ve cesur söz bulmak nadirdir.

Ama madalyonun diğer yüzünü çevirdiğimiz zaman bu kaydın varlığı ile yokluğu arasında fark bırakmayan manzara ile karşılaşıyoruz. Mesela, zik­rin sevabının 4.900.000 (dört milyon dokuzuz bin) olduğu (s.9), tasavvufun ilimlerin en şereflisi ve en önemlisi olduğu (s.5) mürşid denilen şeyhi Hz. Peygamberi sever gibi sevmenin gerekliliği, bunun imanın şartı olduğunun belirtildiği ve ona rabıta yapmak gerektiği (s.14, 20, 21), evliyaullahm ruha-niyetinden istimdad edilmesi gerektiği (s.14), şeyhi değiştirip başka bir şey­he bağlanmanın yasaklığı (s.14), ölülerin hayatta tasarruf ettiği (s.13), ciha­dın kimin için yapıldığının belirtildiği belli olmadığı söylendiği halde zikrin Allah için (s.11), yüz defa estağfurullah, yüz defa la ilahe illallah, bin defa Allah Allah, yüz, hatta bin defa selatu selam okuyup ibadet etmeyi ve bunu başkaların ruhlarına göndermeyi (s.23-28), (Yüce Allah Hz. Peygambere sa-lat ve selam getirmemizi istemiştir, rivayetlere göre de Rasulullab teşbih, tehlil ve istiğfarda bulunmuş, ama başkalarının ruhlarına göndermemiş ve bu şekilde bol keseden sınır belirtmemiştir), duanın ibadet olduğu (s.22) be­lirtildiği halde bir ibadet olan zikir esnasında (mürşidinize, hocalarınıza gönlünüzü bağlayın) diyerek rabıta tavsiye edildiği (s.21) görülmektedir. Bütün bunların din dediğimiz Kuran ve sahih sünnette yer almadığı bir gerçektir. Yukarıda bid'atlara karşı çıkan ve bid'atçıların amellerinin kabul edilmeyeceğini söyleyen şeyh efendinin bu sözlerini sıralanan bu aykırılık­larla nasıl bağdaştırabilirsiniz?

Bunun dışında tasavvuf kitaplarında yer alan kerametlerden menkıbele­re, tasavvuf ülkesi yöneticileri diyebileceğimiz gavsı azam, gavs, ebdal, ev-tad, aktab, urefa, nukeba, nuceba, hatemu'l-evlıya'sına, sonra şeyh-mürid ilişkilerine, Allah-alem yahut hahk-mahluk statüsüne kadar, ameli alanda da şunu şu kadar bin defa söylemek, uyumamak, yememek, uzun yılları hücrede ve çilede geçirmek, makamdan makama geçmek, fenadan fenaya atlamak gibi aşırılıklara varıncaya kadar hemen bütün alanlarda bu kayıt­lar unutulmakta veya bile bile terkedilmektedir.

Belki buna genelleme veya aşırılık denilecektir. Aşırı bir suçlama gözü ile bakılacaktır. Ama tasavvufun büyüsünden kurtulup İslam'ın ölçüleriyle kişi bakacak olursa, aynı sonuçlara varacağı muhakkaktır. Çünkü gerçekle­ri ne kadar görmezlikten gelirsek gelelim, bu mızrak o kadar büyüktür ki hiçbir çuvala sığmaz. Yoksa dinin özü, ruhu, canı, tuzu, biberi, edebi, ahlakı fazilet ve takvası olduğu iddia edilen[435] birşeye roüslümanların karşı çıkacak ve tepecek kadar kendi çıkarını düşünmeyen ahmaklar olduğunu mu söyle­yeceksiniz? Yukarıda söylenenler için bir suçlama veya genelleme diyorsa­nız, müslümanları bu şekilde ahmak ve dine karşı lakayd olmakla suçlamak daha büyük bir suçlama ve genelleme olmaz mı? Dinin Özü, işe yarayanı, ihlas ve ihsanı, iman ve takvası olduğu söylenen tasavvufa bağlılıkları bulun­mayan müslümanlar için "dinden nasipsiz ve ihlas ile ihsandan habersiz, takvadan yoksun" diyeceksiniz?! Bunların dinin özünden, ruhundan, işe ya­rayanından, zikir, tevbe, istiğfar, dua ve niyazdan yoksun olup cehennemi boylayacaklarını mı iddia edeceksiniz?!

Halbuki tasavvufun İslam'dan almış bulunduğu unsurlar dışında iddia ettiği bu şeylerin yanlış ve İslam'a aykırı olduğu delilleriyle açık bir şekilde kitaplarda sergilenmektedir. Bunları teslim edecek ve hakka boyun eğecek bir anlayışla meseleye yaklaşıldığı taktirde söylediklerimizin bir gerçek ol­duğu anlaşılacaktır. Yeter ki dine bağlılığı bir siyasi partiye bağlılık, milli­yetçilik ve takım tutma bağnazlığı durumuna düşürmeyelim. Allah için ger­çekleri kabul edelim ve rekabet havasına girmeyelim. Gerçeklerin şu veya bu kişiler tarafından söylenmiş olması onları değiştirmez. Hikmet müminin malıdır, onu nerede bulursa herkesten önce kendisi almaya layıktır.

Tasavvuf kitaplarında kişilerin bu kayıtlara bağlı kalmamalarını da hev zaman kötü niyetle açıklamaktan yana değiliz. Zira insan tabiatı her zaman sapmalara ve aşırılıklara meyyaldir. Doğruluktan saptıracak değişik etkile­re maruzdur. Bunu diğer alanlarda da görüyoruz. Mesela kimi tefsir kitap­larında Hz. Peygamberin Hz. Zeyneb binti Çalışla evlenmek için onu Hz. Zeydden boşattırdığı iftirası yer alırken, kimi İslam Tarihi kitaplarında da Hz. Peygamberin müşriklerle beraber onların putları anıldığı zaman secde­ye kapandığı anlatılmıyor mu? Bazı kelam kitaplarında Yüce Allah'ın bazı sıfatları çarpıtılarak veya devre dışı bırakılarak açıklanırken, Kuranı Ke-rim'in yüce Allah için kabul ettiği bir takım şeyler kimi mülahazalarla yok sayılmıyor mu? Bunların da ötesinde Hz. Peygamberin cehennem azabiyla tehdit etmesine rağmen dine ve insanlara hizmet düşüncesiyle kimileri o-nun adına hadis uydurmamış mıdır? Kimileri de bunları vaaz ve nasihatlar-da kullanmaya fetva vermemiş midir?

Müçtehid imamların içtihadlarmda yanılabileceklerini kabul ediyoruz da, Firavun ı muhakkik mü'mini erden, buzağıya tapanları halis muslimler-den ve Arap putperestlerini mü'min ariflerden sayan Muhyiddin ibn Ara­bi'nin ve buna benzer yanlışları olan tasavvuf meşhurlarının yanlış yolda olabileceğini neden kabul etmiyoruz? Bunların İslam inancıyla bağdaşma­yan görüş ve düşünceleri gözler önüne serildiği ve nasslara aykırılığı göste­rildiği zaman neden bu sözlerin İslam'la bağdaşmadığını söylemiyoruz? Bu nevi sözlerin İslam'a aykırı olduğunu söyleyip müslümanları bu gibi şeyler­den sakındıran ve emri bilmaruf nehyi anilnıünker yapan insanları neden hep bozguncu, şunun bunun münkiri veya sucu bucu olarak niteliyor ve düş­man ilan ediyoruz? Tasavvuf meşhurlarının yanlışlarını tasavvufçu olma­yanlar söyleyemez, diye dinde bir kural mı vardır? Yoksa birtakım çevreler tarafından kutsallık halesiyle kuşatılan tasavvuf meşhurlarının şeriat kar-şısıda dokunulmazlıkları mı sözkonusudur? Kimi insanların düşünce ve gö­rüşleri sarahaten İslam'a aykırı olduğu halde, sahibini temize çıkarmak gayretiyle binbir dereden tevillerle neden dini sulandırıp hükümlerin canı­na okuyoruz? Bizzat tasavvuf şeyhi kişilerin "Emri maruf, nehyi münker yapmayan kavimlere Allah'ın cezası balyoz gibi iner, balyoz gibi kafasında patlar... Bir toplantıda bulunduğunuz zaman yanlış birşey söylendiyse, tek başınıza bile olsanız, kalkın 'Bu yanlıştır, katılmıyorum' deyin[436]dediği hal­de, bu görevi tasavvuf yanlışlarına, hatta bid'at ve hurafelerine, dindışı şey­lerine karşı kimi müslümanlar yaptığı zaman neden onlara toptan savaş i-lan ediyoruz?

Adam yazdığı kitabın levh-i mahfuzda olduğunu, ona ancak temiz olanla­rın dokunabileceğini, onun alemlerin Rabbinden indirildiğini, batılın Önün­den veya ardından ona erişemeyeceğini söyleyip kitabına Kuranın vasıfları­nı veriyor, daha doğrusu, yazdığı kitabı Kur'an-ı Kerime nazire gibi sunu­yor. [437] Bunu da birileri eleştirdiği zaman sanki suçu o işlemiş gibi oklara he­def oluyor.

Yine dine aykırılıklarla dolu Fususu'l-Hikem kitabını İbn Arabi Rasulul-lah'ın talimatı ve göğün vahyi ile yazdığını söylemekte[438] ve bilgilerini doğru­dan Allah'tan aldığını belirterek şöyle demektedir:

"Allah beni gizli olarak (sırrımda) bu en büyük baba imam (Adem)'e verdiklerine muttali kılınca (bildirince), ondan benim vakıf olduğum değil, bana tanıtılanı bu ki­taba yerleştirdim (yazdım). Çünkü hepsini ne bir kitap, ne de şimdi mevcut olan alem ihata edebilir. Şunlar Rasulullah'ın bana bildirdiği ve bu kitaba aldıkiarımdır. Acaba bu sözleri kitabı için bir tasavvuf meşhuru değil de, başka bir in­san kullanmış olsaydı, ona da büyük veli, büyük sultan, şeyh-i ekber diye­cek iniydiniz? Yoksa küfrünü değil sadece müslümanlara, dinsizlere kadar bütün insanlara yaymayacak mıydınız? Hani dinde özel imtiyazı olan veya dokunulmazlığı bulunan kişiler yoktu?!

Deniliyor ki, te'vili mümkün olduğu sürece insanları iyi gözle görmemiz ve hakkında kötü hüküm vermekten kaçınarak sözlerini tevil etmemiz la­zımdır. Böylelerine hemen belirtelim ki, insanları tekfir etmek veya dinin dışına çıkarmaktan yana değiliz. Ama bağrını küfre açmış olanlar olursa, onlara da dinin gösterdiği yerlerini hatırlatmak da bir görevdir. Bununla beraber, dinin nasslarma aykırılığı, hatta edep ve ahlaka aykırılığı açık olan şeyleri hangi hak ve yetkiyle tevil ederek dinin hükümlerini oyuncağa çevi­riyorsunuz, demezler mi? "Alemde ne varsa, hepsi Allah'ın görünümleridir" gibi apaçık küfür bir sözü hangi dini mantık ve yetkiyle tevil edebilirsiniz? Seri ıstılahda tevil dediğiniz olayın bir ölçüsü ve sınırı yok mudur?

Sonra, bu alemde sizin mantığınızla tevil edilemeyecek hangi söz bulu­nur? Dinin ölçüleriyle kayıtlı kalınmadığı ve mantığı ile hareket edilmediği taktirde tevil edilemeyecek kaç tane söz olabilir? "Onun bir bildiği vardır, siz onu anlayamazsınız" gibi savunmalarla hem yüce Allah'ı, hem müslü-manları anlayışsızlıkla itham ettiğinizin farkında mısınız? Allah dinin ölçü­lerini koyar ve hükümlerini belirlerken, hangi şeylerin iman, hangilerinin de küfür olacağını bilmeden mi koymuştur? Bu kadar insan bir sözün İslam inançlarıyla bağdaşmadığını söylerken bunların hiç mi dinden haberleri yoktur?

Şüphe yok ki İslam'da hak ile batıl, doğru ile yanlış tamamen belirlen­miştir. Bunların ölçüsünü yüce Allah koymuş ve insanların heva ve hevesle­rine bırakmamıştır. Rahmetinin bir eseri olarak insanoğlunun elinden tut­muş ve gideceği yolu göstermiştir. Hz. Adem, Allah'tan kendisine uyan geldiği halde yasak ağaçtan yeme gibi bir hataya düşebildiği gibi, onun nesli olan insanlar da hatalara düşebilirler. Durum böyleyken, tasavvuf meşhur­larının aklının Hz. Adem'in aklından ve bilgisinin onun bilgisinden daha bü­yük olduğunu kim söyleyebilir?

Onun için İslam, hak ile batılın ölçüsünü ve sınırını göstermiştir. Biz in­sanlar kendimizden hak ve batıl Ölçüsü koyamayız. Bir şeyi tevil edebiliriz ama yaptığımız bu tevilin hak olduğuna dair elimizde dinin koyduğu Ölçüler dışında kesin bir delil yoktur. Onun doğru olup olmaması, dinin bu ölçüleri­ne uygun olup olmamasıyla ancak anlaşılır. Birşey dinin ölçü ve hükümleri­ne aykırı ise, bütün dünya tevil etse bile o hak olmaz ve batıl olmaktan onu çıkarmaz.

Sonra, hak ve batıl İslam'da çoğunluk veya azınlıkla belirlenen bir şey değildir. Çünkü hakkı ve batılı belirleyen Yüce Allah'tır:

"Hak batıldan ayrılmıştır. Kim tağutu inkar eder ve Allah'a iman ederse, sağlam kulpa sarılmış olur ve o hiçbir zaman kopmaz.[439]

"De ki, hak Rabbinizdendir. Öyleyse dileyen iman eder, dileyen inkar eder. [440]"Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırır­lar. Onlar zandan başka birşeye tabi olmaz, yalandan başka söz söylemezler. [441] "Din konusunda sana bir şeriat verdik. Sen ona uy, bilmeyenlerin heveslerine uy­ma. [442]

"Eğer hak onların arzu ve isteklerine uysaydı, mutlaka gökler, yer ve bunlarda bu­lunan kimseler bozulur giderdi. [443]Yahudiler kelimeleri üç şekilde tahrif etmişlerdir. Birincisi, kelimeleri başka kelimelerle değiştirmek şeklindedir. İkincisi, kelimelerin yapılarını, terkibini değiştirmek, şeklindedir. Üçüncüsü de gerçek manalarından başka manalarla yorumlamak (tevil etmek) ve manalarından uzaklaştırmak şek­lindedir. Kur'an-ı Kerim'de her üç durumda da Yahudilerin bu davranışla­rıyla haktan saptıkları ve batıla yöneldikleri belirtilmektedir.

Bunlar Tevratın kelimelerini başkalarıyla değiştirmiş, kelimelerin terkip ve yapısını bozmuş yahut delalet ettikleri manalardan başka manalara çek­miş ve manalarını bozmuşlardır, Böylece Allah'ın kitabı Tevrat'ı tahrif et­tikleri ve sapıklığa düştükleri açık bir şekilde anlatılmıştır. Bu yollardan en çok başvurdukları da Tevrat'ın kelimelerini tevil etmek ve manalarını saptırnıak olmuştur. Bunu bile bile yapmış ve batıh hakka tercih ederek fela­ketlerini hazırlamışlardır.

Kur'an-ı Kerim bizi Yahudilerin yolunu izlemekten şiddetle sakındırır­ken, onların yaptıkları gibi Kur'an'm ayetlerini bu şekilde tevil etmekten de elbette sakındırmakta ve dikkatlerimizi çekmektedir. Kur'an ayetlerini he-va ve heveslerimize uydurmak, onların anlamlarını değiştirmek ve yanlış birtakım anlayışlara uydurmak yahut paravan yapmak elbette insanı yahu-dilerin durumuna düşürür ve haktan uzaklaştırır. Bu bakımdan tevillerle hakkı batıla yahut batılı hakka çevirmekten sakınmak ve bu fitnenin kapı­sını çalmaktan son derece sakınmamız gerekir.

Tasavvuf yolunu meslek ve kurtuluş yolu olarak seçen Gazali, tevilin kö­tülüğüne ve haramlığına dikkati çekerek hatmilerin şeriatı bozmak için izle­diği yol olduğunu söylemekte ve bundan sakındırarak şöyle demektedir: "Diğer bir mesele de, şeriatın lafızlarının, zahir (açık) anlamlarından akla gelmeyen batini başka anlamlara çekilmesidir. Batınilerin yaptıkları teviller gibi bu da haram ve zararı büyüktür. Çünkü lafızların sariden gelen bir nakil ve zaruretin gerektirdiği akli bir deiil olmadan zahir anlamlarından başka manalara çekilmesi kelimelere gü­veni yok eder ve hem Allah'ın hem, Rasulullah'm kelamının yararı kalmaz. Bu da zararı büyük yaygın bid'atlardandır. Böyle yapanlar garip şeyler söylemek ve nak­letmek hevesiyle yapar. Zira garip şeylere halkın meylinin çok olduğunu biliyorlar. Batıniyye mensupları bu yolla, zahir anlamlarını kendi görüşleriyle tevil ederek şe­riatın tamamını yıkmaya çalışmışlardır.[444]

Birtakım insanları kurtaralım derken, dinin canına okumaktan v hü­kümlerini heveslerimize uydurmaktan şiddetle sakınmamız gerekir. Belirt­tiğimiz gibi, bu şekilde tevillere ancak kalplerinde hastalık olanlar başvu­rur. Bu konuda bütün tefsir kitaplarında yeterli bilgiler vardır.

Ameli tasavvufa gelince, şüphe yok ki, İslam, iman esaslarını gösterip nasıl inanılacağını belirlediği gibi, Allah'a nasıl ibadet edileceğini de belirle­miş ve göstermiştir. Bunu kesin sınırlar ve hükümlerle sınırlandırmıştır. Bu sınırlan aşmanın ve şeklini değiştirmenin haram olduğunu söylemiştir. Böyle yapanların cehennemlik olduğunu ve getirdikleri değişikliklerle bera­ber cehenneme gideceklerini haber vermiştir.

Birileri bu sınırları aşacak ve şeklini değiştirecek olursa, müslümaıılarm bunun yanlış olduğunu söylemeleri ve faili uyarmaları gerekir. Bu konuda bir tasavvuf şeyhinin söylediği şu sözlere hak vermemek mümkün değildir.

"Bid'atlara saparsanız, amelleriniz heba olur. Allah bid'at ehlinin farzını, nafilesini, haccını, umresini, namazını, niyazını, sadakasını, zekatını reddeder, yüzüne çalar, kabuj etmez. Sen bid'atçısın, sen dini bozdun, sen dine ilave veya ekleme veya çı­karma yaptın, sen işin aslını dejenere etmek yolundasın, diye Allah ibadetlerini yüzüne çalar, kabul etmez.[445]

Bu ölçüyü aşan kişinin Ali veya Veli olması durumu değiştirmez. Bir top­luluk inanç diyerek tevhide aykırı her türlü düşünceyi sergiliyor, ibadet di­yerek sazlı sözlü, neyli kavallı, kudüm ve tefli, danslı gazelli, bağırıp çağırarak, kadınlı erkekli aşk ve şarap kasideleri okuyarak, gözbağcılık ve şama­talarla asıp keserek, şişler batırıp karınlar yararak ibadet ediyorsa, buna bütün müslümanlann karşı çıkması ve uyarması gerekir. Aynı şekilde ucu bucağı görünmeyen teşbihlerle, sonu gelmeyen zikir ve ayinlerle, sayısı tü­kenmeyen virdlerle, karanlık hücrelerde gözü yumup başı Örterek çile dol­durmalarla ibadet ettiğini söylüyorsa, ona da karşı çıkmak ve uyarmak la­zımdır. Yine vücuduna eziyet ederek, aç susuz kalarak, güneş altında eziyet çekerek, helal dünya nimetlerinden yüz çevirerek, eşinin ve çocuklarının üzerindeki haklarını gözetmeyerek, başkalarının sırtından asalak geçine­rek, bir lokma bir hırka deyip hayattan el-etek çekerek ibadet ediyorsa, kı­saca Hristiyanlığın ruhban hayatını İslam'ın ibadeti olarak biliyorsa, ona da karşı çıkmamız ve uyarmamız lazımdır. Yine bütün ibadet şekillerinde Ra­sulullah'm, ashabının ve ondan sonra gelen salih selefin yapmadığı şeyhe rabıta, efendi ve üstadlan kalbde ve gözönünde hazır tutma yolu ile ibadet ediyorsa, dileklerinin yerine gelmesi ve ihtiyaçlarının giderilmesi için Allah yerine ölülere, şeyhlere, yatırlara, velilere ve başka şeylere yalvarıp istim­dat ediyorsa, ona da karşı çıkmak ve uyarmak lazımdır. Bunların yanlış ol­duğunu söyleyen ve "emri bilmaruf nehyi anilmünker" görevini yerine geti­ren insanlara köstek değil, destek olmamız lazımdır. Bunu yapan insanları "uydum kalabalığa" deyip aforoz etmek yahut linç edilmesi için ferman çı­karmak elbette İslam diniyle bağdaşmaz. Hatalarımı bana gösteren kişiden Allah razı olsun, diyerek bütün müslümanlann her türlü bid'ata karşı çık­maları ve uyan görevlerini yerine getirmeleri kaçınılmaz bir zorunluluktur. Yeni tasavvufçulann eskilerin yolunda olduklarını görmek için bazı örnek­ler verelim:[446]

 

a. Günümüzde Hakikat-ı Muhammediyye veya Nur-u Muhammedi

 

Allah'ın dinine yapılan en büyük haksızlıklardan ve insanların zihnine sokulan en büyük bid'atlardan biri olan Hakikat-ı Muhammediyye yahut

Nur-u Muhammedi hurafesinden başlamak istiyoruz. Bu inancı yahut bid'atın değişik şekillerde ifadesini çağdaş tasavvuf meşhurlarının hemen hepsinde görüyoruz. Mesela Ramazanoğlu Mahnıud Sami'den başlayarak örnekler verelim:

Abdurrezzak'ın Musannefinden nakledildiği söylenen batıl bir rivayete dayanarak R. M. Sami bunu ifade etmekte ve şu rivayeti aktarmaktadır: "Ya Cabir! Tahkiken Allah tebareke ve teala hazretleri cemi eşyadan evvel senin peygamberinin nurunu kendi nurundan yarattı. Dahi şöyle eyledi ki: O nur Allah te-alanın kudretiyle dilediği yerlerde devredip gezerdi. O zaman ne levh, ne kalem, ne cennet, ne cehennem, ne melek, ne gök, ne yer, ne güneş, ne ay, ne cin, ne de ins vardı. Hasılı, mahlukattan bir nesne yaratılmamıştı.[447]

Ondan sonra buyurdular ki, Hak Teala hazretleri mahlukatı yaratmak dilediği za­manda o nuru taksim edip dört cüz kıldı. Evvelki,cüzden kalemi halketîi. İkinci cüz­den levhi halketti. Üçüncü cüzden arşı halketti. Dördüncü cüzü taksim edip dört 1 cüz kıldı. Onun dahi evvvelki cüzünden arşı yüklenen melekleri halketti.. İkincisin­den kürsiyi halketti. Üçüncüsünden geri kalan meiekleri halketti. Dördüncü cüzünü yine taksim edip dört cüz kıldı. Evvelkisinden gökleri halketti. İkincisinden yerleri halketti. Üçüncüsünden cennet ile cehennemi halketti. Dördüncü cüzünü yine tak­sim edip dört cüz kıldı. Evvelkisiden mü'minlerin gözlerinin nurunu halketti ki İkinci­sinden kalplerin nurunu halketti ki o, marifetullahdır. Üçüncüsünden dillerin nurun halketkti ki o dahi tevhid olup la İlahe İllallah demektir.[448]

Görüldüğü gibi R. M. Sami, "Musahabeler" adlı kitaplarının dördüncüsü­ne bu batıl sözlerle başlamakta ve insanların zihinlerine bu inancı, yani Ha-kikat-ı Muhammediyye yahut Nur-u Muhammedi inancını yerleştirmekte­dir. Halbuki sözkonusu ettiği rivayetin gerçekle hiçbir ilgisi olmadığı gibi, bu konuda varid olan sahih rivayetlere aykırılığı da açıktır.

Yine çağdaş bir başka tasavvuf meşhuru güya Hz. Peygamber'in Hz. Ali'ye nasihatini naklederek bu inancı şöyle dile getirmektedir:

"Ey Allah'ın arslanı olan Ali! Şecaat ve kuvvetine sığınma, seni yoldan şaşırtmayacak bir akl-ı kamil'in eteğine sarıl. Onun gölgesi altında yürü­mekle peygamberlere varis ol. Kıyamete kadar o akl-ı kamil'in evsafını sana söylesem bitmez. Çünkü O'nun vasfı, namütenahi olan Allah'ın vasfı demek­tir.

Ey Ali! Akl-ı Kamil'in gösterdiği yoldan sakın dışarı çıkma. Çünkü onun yolu, Allah'a vuslat yoludur. Her kim ki akl-ı Kamil'in gösterdiği yoldan sa­par, kendince yaptığı taata itimad gösterirse, Allah'ın kahr ve gazabına ken­dini teslim etmiş olur.

Ey Ali! Sen kendine, kendi ilmine, kendi büyüklüğüne güvenmeyip koca ululazm Musa aleyhisselamın Hızır aleyhisselama tabi olduğu gibi, akl-ı Kamü'e himmet ve itaatla ondan istifadeye çalış.

Ey Ali! Zatını, zat-ı Hak'ta, sıfatını sıfat-ı Hakta, ef alini ef ali Hakta fani kılmak üzere akl-ı Kamü'e sarıl. Ona mubayaa eden kimse Allah'a mubayaa etmiş olacağına dair Fetih suresinde "Ey Rasulüm-, gerçekten sana biat edenler (ölünceye kadar emrine bağlılık ve teslimiyet sözü verenler) ancak Allah'a biat etmiş olurlar..." denmektedir.

Ey kardeş! Bu vasiyetlerden anlaşıldığı veçhile, uyulması tavsiye edilen Akl-ı Kamil, bizzat Rasulullah'm gösterdiği yol, yani (sünnet-i seniyyeVden ibarettir.[449]

Bu uzun lafın arkasından uyulması tavsiye edilen yolun sünneti seni yy e olduğu ifadesi eklenmesine rağmen, gerçekte bunun Hz. Muhammed'in ken­disi, yani Hakikat-ı Muhammediyye olduğu açıktır. Çünkü onun vasfı na­mütenahi Allah'ın vasfı olduğu yukarıda açıkça belirtilmektedir.

M. Nusret Tura ise Hakikati Muhammediyye inancını özet olarak şöyle dile getirmektedir :

"Hz. Allah, alemi insan için, yani Habibin zuhuru için yaratmıştır. Nite­kim Habibi de kendisi için yaratmıştır. [450]

Günümüzde Tasavvufun kutuplarından biri olarak şöhret bulan Haydar Baş'ın İslam'da Zikir kitabından da bir alıntı yapalım:

"Tabakat kitapları Hz. Peygamber'in ana rahmine düştüğünde bu nurun Hz. Amine'

ye intikal ettiğini, bu tecellinin daha sonra sahabi olacak birçokları tarafından müşahade edildiğini bildirirler.

O halde nerede bir güzel ve güzellik kırıntısı var ise, orada Hz. Muhammed'in nu­rundan bir İz mevcuttur.

Onun peygamberliği bütün peygamberlerden önce, gelişi ise, kemalaîı temsilen hepsinden sonra olmuştur. Nitekim buyurur ki: "Adem su ile çamur arasında bir hafde iken ben yine peygamberdim".

İlk nur ve ilk peygamber olarak yaratılan alemlerin efendisi, en temiz soylardan sü­zülerek ve seçilerek gelmiştir. Ondan dinleyelim:

"Ben insan oğlunun geride bıraktığı en seçkin devirlerden çağlar boyu seçile seçile geldim ve içinde bulunduğum çağda ortaya çıkarıldım."

"Ben Adem'den beri hep tertemiz nikahlı analardan geliyorum. Benim geçmişimin hiçbirinde bir yüz karası yoktur."

"Cebrail bana geldi ve dedi ki: Ailah sana selam gönderiyor ve şöyle buyuruyor; Ben seni dölleyen soya, taşıyan rahme, kucağa cehennemi haram kıldım."

Beşerin en hayırlısı olan Hz. Peygamber'in dünyaya gelişi esnasında annesi Hz. Amine'nin kendisinden bir nurun çıkışını ve Şam binalarının bu nurla aydınlanışını gördüğünü kaydeden tarihçiler, aynı zamanda Muhammedi nurun arzı kuşatacağı­na işaret etmekteydiler.[451]

Hakikat-ı Muhammediyye yahut Nur-u Muhammedi inancının başka dinlerden alınmış batıl bir inanç olduğuna dair Arif Erkanın şu sözlerine kulak verelim:

"İslam mutasavvıfları, Hristiyanlara bir rekabet olarak Nur-u Muhammediyye hika­yesini uydurmuşlardır. Bu hikaye tasavvuf kitaplarının pekçoğunda bulunmaktadır. Şöyleki: 'Miladi dokuzuncu ve onuncu yüzyıllarda milyonlarca Hristiyan Hz. İsa'ya Allah diye îaparken, müslümanların Hz. Muhammedi Ademîler (insanlar) sırasında tutmuş olması, bu İki şahsiyete gösterilen sevgi ve saygı derecesinde bir denksizlik doğurabilirdi. Dolayısıyla İsfam mutasavvıfları, iki rasulün arasındaki bu farkı kaldı­racak bir nazariyye kabul ettiler. Hz. Muhammed, insan olmakla beraber, ondan hilkatten önce yaratılmış bir nübüvvet nuru vardır. Hz. Adem'de parlayan bu nur, kendi evlad ve ahfadına geçerek nihayet Hz. Muhammed'de karar kılmıştır. Bu esasa göre Hz. Muhammed, bütün insanlardan önce yaratılmış ve bütün peygam­berlerden sonra gönderilmitir. O, Allah yaratıklarının ilki ve Allah elçilerinin sonun­cusudur. Adem, Nuh, İbrahim, Musa ve İsa'dan önce yaratılmış olan Nur-u Mu­hammedi'nin mertebesine erişmiş hiçbir peygamber yoktur...'

Bu fikirler ya Yeni Eflatunculuktan veya Sasani hükümdarları zamanında yazılmış bir kitaptan alınmış ve yukarıda zikrettiğimiz gibi Hristiyanlara rekabet ofarak bir Nur-u Muhammediyye hikayesi uydurulmuştur. Hürmüz'ün bu dünyayı, bütün yara­tıkları ve melekleri kendi nurundan yarattığı zikrolunur. Fakat bu nur masalı daha çok zaman önce Acemistan'da ve acemlerin kitaplarında da vardır... Bu fikirler

Esatir-i Asumânî (Semavi Düsturlar) adlı eski bir acem kitabında vardı. Bu nur hikayesi Süleyman Çelebi'nîn Mevlid'ine de girmiştir.[452]

 

b. Günümüzde Vahdet-i Vücud

 

İslam kültürüne ve müslümanların zihnine sokulan şirk inançlarından biri şüphesiz vahdet-i vücud inancıdır. İster sözlük anlamıyla olsun, ister te­rim anlamıyla olsun, manası varlığın birliğidir. Yani alemde Allah'ın varlı­ğından başka bir varlık mevcut değildir. Görülen bütün varlıklar Allah'ın birer tezahürü, görünümü veya tecellisidir. Manası bu kadar açık olmasına rağmen bu bid'atı ortaya atan tasavvuf meşhurlarının şeyhi ekberi olan İbn Arabi'yi kurtarmak amacıyla birçokları bunu evirip çevirerek tevil etmiş ve şirk bir inanç olmadığını anlatmaya çalışmıştır. Ne olursa olsun, yenilerin de eskiler gibi vahdet-i vücud inancını yadırgamadıkları ve gönül huzuru içinde benimsediklerim göstermek için bazı örnekler verelim:

Said Nursi, vahdet-i vücudun çok yüce bir meşreb olduğunu söylemekte, ancak halka anlatılmasının birtakım fitnelere sebep olacağını belirtmekte­dir. Yüce Allah hesabına diğer varlıkların varlığını İnkar etmek iken, halka anlatıldığında diğer varlıkların hesabına bu sefer Yüce Allah'ı inkar etmeye sebep olur, dedikten sonra şöyle söyler:

"Vahdet-i vücud meşrebi masivayı ilahinin (Allah'tan başkasının) rububiyyetini o derece şiddetle reddeder ki, masivayı inkar ve İkiliği reddediyor. Değil nefsi emma-renin, belki herbir şeyin müstakil vücudunu görmemek iken, bu zamanda fikr-i tabi­atın istilasıyla ve gurur ve enaniyetin nefsi emmareyi şişirmesiyle ve ahireti ve hali­kı bir derece unutmak cihetiyle bazı nüfusu emmare küçük birer Firavn ittihaz et­mek istidadında bulunan İnsanlara vahdet-i vücudu telkin etmek nefs-i emmareyi (eliyazubillah) öyle şımartır ki, ele avuca sığmaz. .[453]

Said Nursi, Mustafa Sabri ile Musa Bekuf un vahdet-i vücud konusunda­ki görüşlerine değinmiştir. Mustafa Sabri'nin vahdet-i vücudu reddeden gö­rüşlerine katılmadığını ifade ederken, Musa Bekuf u da modernist olarak nitelemekte ve görüşlerini paylaşmadığını belirterek şöyle demektedir:

"Mustafa Sabri, gerçi müdafaasında Musa Bekuf'a nisbetle (o konuda} haklıdır. Fa­kat Muhyiddin (İbn Arabi) gibi uîum-u İslamiyyenin bir mucizesi bulunan bir zatı tezyifte haksızdır. Evet, Muhyiddin kendisi hadi ve makbuldür. Fakat her kitabında muhdi ve mürşid olamıyor. Hakaikte çok zaman mizansız gittiğinden, kavaidi Ehli Sünnete muhalefet ediyor ve bazı kelamları (sözleri)nin zahiri dalalet ifade ediyor Fakat sahibi kafir olmaz. Mustafa Sabri bu noktaları nazara almamış, kavaidi Ehli Sünnete taassup cihetiyle bazı noktalarda tefrit etmiştir.[454]

Mektubat kitabında da vahdet-i vücudu şöyle tevil etmektedir: "Vacibul vücudun vücudunu, iman kuvvetiyle ve yüksek bir velayetin hakkelyakin derecesinde inkişafiyla, vücudu mümkinat o derece aşağıya düşer ki, hayal ve ademden başka onun nazarında makamları kalmaz, adeta vacibul vücu­dun hesabına kainatı inkar eder. [455]

Vahdet-i Vücudun İslam prensiplerine aykırı bazı yönlerine temas ettik­ten sonra Nokta Risalesinde bunun ayrıntılarım belirttiğini söylemekte ve İbn Arabi'nin velilerüstü (Hatemu'l-Evliya) bir velayete sahip olduğunu be­lirtmektedir. İbn Arabi'nin aykırı ifadelerini istiğrak ve sekr hallerinde söy­lediği halde sahv halinde bunları söylememesi gerektiğini belirtmektedir. [456] İsterseniz İbn Arabi'nin yanılmazlığını ve gaybı kesin olarak bildiğini Said Nursi'nin izleyicilerinden olan meşhur bir "Hocaefendi"den de dinleye­lim:

"Muhyiddin İbn Arabi gibi hakikatbîn (gerçeği gören) bir göz, eğer birşey gördüğü­nü söylüyorsa, bu doğrudur, muhakkaktır. Bizlerin hilafıvaki (gerçek dışı) beyanda bulunması ihtimal dahilinde olsa bile, Allah'a bu denli merbut (bağlı) bulunan ruh insanları için bunu düşünmek mümkün değildir. Evet, bizim gibi zayıf ve hakikata pamuk ipliğiyle bağlı kimselerden arasıra hilafı vaki beyanlar sudur edebilir. Fakat Muhyiddin İbn Arabi gibi daima Rabbin azametini, mehabetini üstünde hisseden w her zaman kesret cehennemlerinin (Allah'ın dışında ve Allah olmayan varlıkların bulunmasının) dehşetini ruhunda duyan, vahdet (vahdet-i vücud) cennetlerinin bü­yüleyici güzellikleri karşısında mestu mahmur dolaşan birisinin haktan hakikatten ayrılıp hilafı vaki beyanlarda bulunması muhaldir. Binaenaleyh, ne demişlerse doğ­rudur. Ancak söyledikleri sözler için de, Kur'an ve Hadis'in müteşabihatı olduğu gi­bi, yani bizler tarafından asıl maksadının anlaşılması imkansız veya çok zor bir kı­sım beyaniar bulunduğu gibi, manasını hiç anlayamadığımız ifadeler de bulunmak­tadır.[457]

"Şeceratu'n-Numaniyye gibi hemen çok eserlerinde Hz. Muhyiddin, o gaybbîn (gaybı gören) gözü ile bazı hakikatları keşfedebilmesi, bazı gaybi haberler verebil­mesi, Allah'ın ihsanı olan ilham esintileriyle, halihazırdaki durumu apaydınlik gör­düğü gibi, Allah'ın lütfü ile geçmişi, geleceği de Önündeki kitabın sayfaları gibi gö­rüp okuyan, açık kapalı tevillerde bulunan bir meşrebin kutbu ve harika bir zatttr. [458]

"Şimdi O, Cenab-ı Hak'tan gelen esintiler ve ilahi tayflara dayanarak bunları söylü­yor. Kendinden değil. Zira et ve kemikten ibaret bir varlık bunları söyleyemez. O bütün benliğiyle Allah'a yönelmiş, mahiyetiyle melekleşmiş, Rabbimiz de onun me-lekleşen mahiyetine bir lütuf olarak, ona ruhlar ve ruhaniler seviyesinde bir letafet vermiş. Bu letafet sayesinde eşyanın hakikatine, hatta geçmiş ve gelecek zaman­lara nüfuz İle geçmişteki müphem vakalardan gelecekteki meçhul hadiselerden... bahsetmektedir. [459]

Şimdi de diğer tasavvuf meşhurlarından örnekler verelim ve nasıl aynı yolun yolcuları olduklarını görelim:

"Vahdet-i vücudun manası: Salik ne zaman mertebe-i tabiatı, nefsi, ruhu ve sırrı kateylese (aşsa) ve cümleyi fani eylese, ancak zatının vücudundan olan vacibul vücud kalır. Bütün mümkinat, hatta nefsi bile yok olur, cümlesi mün'adim (yok) olunca, vücudu zatından olan vacibui vücud kalır. İşte vahdet-i vücudun manası budur. Ben dedim ki: Salikde vücud kalmasa, Hakk'ın cemaline ne ile görür? Bu­yurdular ki: İnsanda bir vücudu manevi vardır, onunla görür, asıl vücut fena bulsa, nutfe-i İmkan kalır, o gitmez.[460]

"Allah'ın Abdulkadir Geylani'ye seslenişi şöyle anlatılır: "Ya Gavsul azam, insanın cisminde, kalbinde, nefsinde, ruh ve işitmesinde, el ve gözünde, hülasa insanlığın­da bir kelime ile bütün beşeri sıfatların tümünde zahir olan Benim, o yoktur, illaki Ben varım. Ve Benden gayrisi da yoktur? [461]

Muhyiddin ibn Arabi'nin Hakkı teşbih cihetinden mevcudatı dört kısmn ayırdığı ve en çok teşbih edenlerin cerhadat olduğunu Ramazanoğlu Mah­mud Sami naklederken, [462]Mehmed Zahid Kotku da Aziz Mahmud Hudainin şu sözlerini nakletmektedir: "Tevhid ettikçe, masiva (Allah'tan başka şeyler) nazarımdan kaybolurdu. İştigal zamanımda her eşyanın teşbihini işitirdim. Hatta bevlimi hapsederdim ki, teşbih edenlerin üzerine vaki olmasın. [463] Yü­ce Allah "onların teşbihlerini anlayamazsınız[464] diyedursun, ermişlerimiz cansızların teşbihlerini anlamakta ve üzerlerine düşmesin diye de bevlini hapsetmektedir.

Tasavvufu savunanlardan biri de vahdeti vucud inancı ve İbn Arabi için şöyle demektedir:

"Esasen vahdeti vucud görüşünü ortaya atan sadece Muhiddin Arabi hazretleri de­ğildir. İmamı Gazali de özellikle Mişkatu'l-Envar isimli eserinde bu konuya oldukça değinmiştir. Bırakınız Muhiddin Arabi veya imamı Gazali'yi, bugün maalesef zahir ehlinin büyük bir ayıpla inkar ettiği veliler, tüm peygamberler Allah'ın tek oluşunu ve tekten başka hiçbir şeyin mevcudiyetinin olmadığını ifade etmişlerdir. Vahdeti vucud konusunu, belki size tuhaf gelecek ama en iyi şekilde Kur'an ve ha­dislerde bulabilirsiniz. Hatta Hz. Muhammed'in vahdeti vucud görüşünün üsîünde olan vahdeti şuhud görüşüne sahip olduğunu bilmekte fayda vardır. Muhyiddin Arabi zamanının dörtlerinden bir veli idi....

Bir başka yön de, İbn Arabi'ye bazı tasavvuf ehlinin de aşırı tepki göstermesi ve tenkit etmesidir. Biz, İslam'ın neredeyse anayasasını hazırlayan ibn Arabi'ye yapı­lan saldırı ve eleştirileri boynu bükük bir şekilde karşılıyoruz. Ancak unutulmamalı ki Galileo'yu "Dünya dönüyor" dediği için Engizj.yon mahkemelerinde süründüren zihniyet aynen Arabi'yi de mahkum ediyor. [465]

Kur'an'ı temel ölçü edindiğini iddia ettiği halde Muhyiddin Arabi'nin yaklaşımlarını çağdaş bir üslupla tekrarlamaktan ve gayba taş atmaktan cekinmeyen Yaşar Nuri Öztürk ise şöyle diyor:

"Temelde iki varlığın mevcut olduğunu kabul, şirktir. Yaratıcı kudret ve yaratıcı oluş eşsizdir. O halde birtek şey aynı anda kendi kendinin zıttı nasıl olur? Kur'an "Evvel ve ahir, gizli ve açık hep Allah'tır" demiyor mu? Zuhur ve tecellinin, bizim gözümüz­le görülmesi ve yine bizim idrakimiz tarafından kavranması, tek olanı parçalar ha-ünde görmeyi, göstermeyi zorunlu kıiıyor.(...)

Bunun içindir ki tevhidin Özünü veren formül cümle (keîime-i tevhidjde olumsuz ve olumlu olmak üzere İki ifade (la ve illa) vardır ve tevhidi gerçekleştirmek, la ve il-la'nın üstüne çıkmak, yani çamaşırı yıkayanlara değil, çamaşırı yıkatanın ardında olduğu hedefe bakmaktır.[466] Hz. İsa, insan oğlunun yaratılış gayesi olan bu tevhidi gerçekleştirme espirisine şu sözü ile işaret etmektedir: "İkiyi bir yapınca insanoğlu olursunuz". Yani iki gibi görünenin, esasta bir ve aynı olduğunu farkedince insan olursunuz. Zıtlar ve çokluk "görüntü"sünün arkasındaki gerçeği önce farkederiz ve birlik esastır, deriz. [467]

"Bir tek vücut, böyle parçalamalara, böyle derecelendirmelere ne imkan verir, ne de İhtiyaç gösterir. İbn Arabi'nin tesbitiyle Zeyd, şahsı itibariyle tek bir hakikat ve keyfiyettir. O elinin, ayağının, gözünün... bir toplamı değildir. Hak da böyledir. O, bize tecelli anında suretlerle çoğalıyorsa da, hakikati ve zatıyla tektir. Aynen bunun gibi, Bir (şahıs) zat, sıfat ve fiiller halinde görülürse de esasta birdir. Birin sıfat ve fiillerine biz kainat, tabiat vs.diyoruz. Bu isimlerin, bu suretlerde görünen Bir'den başkası olmadığını bilmek gerekir. İbn Arabi, bu görüntüye "Rahmani nefis" diyor. Rahmani nefis veya çokluk halindeki "görüntü", esası ve hakikati ile tek olan deni­zin dalgalarına benzer. Dalgalar, denizin dışında İkinci bir varlık değildir...."

"Bu dalgalar yerine Mevlana'nın "Bez üstünde rüzgar tarafından sallanan arslanlar" veya İbn Arabi'nin "Gölge" benzetmesini kullanabiliriz. Bez üstüne çizilen arslan suretlerinin sallanışına bakan insan, onların hareketlerini kendilerinden bilir. Oysaki onların hepsini hareket ettiren birtek kuvvet vardır:Rüzgar. Eğer çokluğu Birin göl­gesi olarak alırsanız durum daha iyi anlaşılır...."

"Suret (görüntü) gölge veya dalga... çokluk alemi için hangisini kullanırsanız kulla­nın, onun Bir dışında gerçekten varlığı yoktur. O, Bir'in değişik şekii ve renklerle görünüşüdür ki olabilir de, olmayabilir de. Ama deniz, gölgeyi bırakan varlık veya bezlerin arkasındaki rüzgar hep vardır. O, bugün bu surette, yarm bir başka surette görünebilir. O halde kainattaki bütün değişmeler, yok olmalar- var olmalar Bir bünyesinde değil, görüntü bünyesinddir...."

"Ancak varlığın birliği bahsinde Bir olanla, bu Bir olanın esası konusunda Kur'an-dan kaynaklanan hakim düşünceye çok kısa bir göz atmak durumundayız. Bu nok­ta, özellikle Einstein'ın atomu parçalayan ve maddeyi, enerjinin yoğunlaşması ola­rak gösteren tesbitinden sonra iyice dikkat çekici hali geldi, kanısındayız. Kur'an onbeş asır gibi uzun bir zaman önceden "Allah'ın göklerin ve yerin nuru (ışığı) ol­duğunu açıkça söylemiştir"[468] Göklerin ve yerin nuru oimak, varlığın tamamı olmak­tan başka nedir ki? Vahdeti vücudun, Allah'ı, varlığın esast ve tümü sayan anlayı­şıyla, andığımız ayetin beyanını birlikte düşünürsek, Bir olanı, yani tek vücudu ışık olarak değerlendirebilir miyiz?

Tasavvufi düşünce "Allah, varlığın aslıdır ve madde değildir" kanaatini taşıyor. Bu düşünceye göre: "Asl-ı alem vahiddir ki Allah Teaala hazretleridir ve kezaiik aslı alem vahiddir ki cisim değildir". Yine bu düşünce, varlıklar alemini, alemin aslı olan Bir'in yani Allah'ın tecelli ve zuhurları olarak görür. Bu görüşü, Einstein düşüncesi­nin tesbiti ile birlikte düşününce, şöyle diyebilir miyiz: Göklerin ve yerin, yani varlı­ğın esası olan yaratıcı veya Bir, sui jeneris bir enerji gibi, iradesi yönünde yoğun­laşmakta ve yüzbinlerce şekil halinde bu çokluk alemini ortaya koymaktadır. Fakat bu alem, o asli enerjiye bağlı olarak fardır. Her an yok olabilir, fakat vechuliah olan asıl yok olmaz ve daha başka biçimlerde bir başka çokluk alemine vücut verebi­lir. [469]

"Mevsuf (bir) yeni yeni tecelli ve zuhurlarla sürekli olarak yeni çokluk alemleri orta­ya çıkarmaktadır. Bir'in sürekli zuhuru halk, bizzat kendi zatı veya vechi Hak olun­ca, varlıkta bizim için iki yüz veya iki yön sözkonusu olmaktadır. Değişmeze, mut­laka, vechullaha bakan yüz ve yön. Değişkene, izafiye, zuhur ve tecelliye bakan yüz ve yön. Bunların ilkinde tenzih (noksanlık, sayı, benzetmeden arı tutmak), ikin­cisinde teşbih (çoklama, benzetme konusu yapmak) esastır. İbn Arabi'nin dediği gibi, ilahi isimlerin her biri- ki alem onların görünümünden ibarettir- mutlaka izafe-tiyle tenzihin, surete izafetiyle teşbihin konusudur. Aynı şekilde, varlık tenzihe konu olan yanı, yani aslı bakımından kadîm (ezeli), teşbihe konu olan yanı, yani zuhuru bakımından hadis (soradan olma)dır. [470]

İbn Arabi'nin Hz. Nuh'un halkına daveti tenzih yönü ile tek yanlı olarak götürdüğü için halkının kendisine inanmadığını, halbuki biraz tenzih, biraz teşbihle götürmesi gerektiğini belirten sözlerini yerinde nakletmiştik. Gö­rüldüğü gibi, Yaşar Nuri Öztürk de İbn Arabi'nin ağzıyla konuşmakta ve Yüce Allah'ı tanıtırken hem teşbih, hem tenzih anlayışını sürdürmektedir. Yaşar Nuri'nin ağzına kadar tasavvuf dolu bilgi küpünden sızan anlayışın­dan bu kadar alıntı ile yetiniyoruz.

Prof. Dr. Erol Güngör de Hallac'ı İslam'ın şehidi ve İbn Arabi'yi İslam ezoteriznıinin kurucusu olan adam diye niteleyerek göklere çıkarmakta, "gizli bir hazine idim" diye başlayan uydurma hadise dayanarak insanın Al­lah'ın aynası ve görünümü olduğunu şöyle belirtmektedir:

"Ama insan, işaretten de öte, ilahi ihtişamın kendini aksettirdiği ve kendi mükem­mel şeklini temaşa ettiği bir aynadır. Peygamber'in ifadesiyle: "Ben bir gizli hazine (kenzi mahfi) idim, bilinmek istedim, bu sebeple insanı yarat­tım ve onunla tanındım" (....)

Tanınmak, bilinmek isteyen ilahi varlığı sembolize eden bu gizli hazine, mutlak var­lığı bütün giriftliğiyle ifade etmektedir. Bu varlık bir yandan kendi parlaklığına zıt gelen yalnızlıkta kalamaz, tıpkı güzeiliğin tabiatın icabı, kendini göstermek istemesi gibi; Öbür yandan da bu hazine ancak kendisini seyredebelir. Zira böyie bir aşk yi­ne sadece aşk tarafından bilinebilir. Peygamber'in çok yüksek metafizik mana taşı­yan bu tebliği İslam mutasavvıflarının gerek tanrıya, gerek insana bakışlarında tü­kenmez bir kaynak olmuştur.

Bu tebliğin şehid İslam mutasavvıfı Hallaç tarafından nasıl hissedildiğine ve yaşan­dığına bakalım.

"Her şeyden önce, yaratılıştan önce, Tanrının yaratma ilminden de önce, Tanrı kendi birliği içinde yine kendisiyle karşı karşıya geldi ve ifadesi imkansız bir muha­vere ile, kendinde kendi özünün ihtişamını seyretti.

Ve onun kendine hayranlığının köklü sadeliği aşktır ki bu aşk özü itibariyle özün özüdür, her türlü sıfatın üstündedir. Tanrı mükemmel yalnızlığı içinde kendi kendini sevdi, aşkla kendini beğendi ve aşk saçtı. Aşkın ilahi varlıktaki bu ilk parıldayışıdır ki onun isimlerinin ve sıfatlarının çokluğunu sağlamıştır.

Tanrı böylece, özü vasıtasıyla kendi özü içinde sonsuz neşesini görmek için kendi dışına yansımak istedi, kendisiyle konuşmak için aşkı yalnızlıktan çıkarmak istedi. Sonsuzluk öncesinde düşünceye daldı ve yoktan bir suret (imaj) yarattı; bu onun bütün isimlerini, bütün sıfatlarını taşıyan kendi suretiydi.

Onu selâmladı, şereflendirdi, seçti ve onunla, onda parıldadığı için (yarattığı bu su­ret kendinden başka bir şey değildir}. Hallaç, aynı fikri bir üçlüsünde şöyie terennüm ediyor: "Övgüler olsun ona ki, İnsanlığını gösteriyor. Parlak uluhiyetindeki ihtişamın sırrını Ve ona yarattığının görünür suretinde ortaya çıkıyor Yiyen ve içen bir varlık şeklinde.[471]

Haliac'ın olağanüstü bir sezgi ile kavradığı bu noktayı daha sonra İbn Arabi (İslam ezoterizminin sistemini kuran adam) bize şerhetmiş ve semavi insanın esrarına nü­fuz etmemizi mümkün kılmıştır.

Üstad İbn Arabi kendi kozmogoni sisteminde, yaratılmış alemlerin Tanrı tarafından birer ayna gibi görüldüğünü belirtiyor, bu aynalar onun ilahi İhtişamını aksettiren vasıtalardır. Tanrı kendi görüntüsünün billur gibi saf ve şeffaf olması için bu ayna­ların mükemmel olmasını diledi ve bu maksatla insanı yarattı. İnsanın evrende gö­rünüşü, onu varlığın esrarı İie birleştirmek isteyen ilahi iradenin bir sonucudur. Bu yüzdendir ki alemlerde evrensel mükemmelliğin ayrı ayrı görüntüleri halinde ortaya çıkan her şey bir bütün.halinde İnsanda mevcuttur. Vasat insanda potansiyel ola­rak, mükemmel insanda gerçek olarak. [472]

Eskilerden olsun, yenilerden olsun, tasavvuf mensuplarından İbn Arabi ve vahdet-i vücud inancını tenkid eden yahut İslam inancıyla bağdaşmadığı­nı söyleyenler çok azdır. Bunlardan eskilerden Alauddin Simnani ve yeniler­den Said Havva örnek olarak belirtilebilir. Bunun dışında yöneltilen bütün eleştiriler, sözlerinin anlayışımızın çok üstünde olduğu veya müteşabih ka­bilinden bulunduğu, tevil edilmesi gerektiği, müçtehidlerin hatası gibi bir keşf hatası olduğu ve bundan dolayı kınanamayacağı, aslında vahdet-i vü­cud makamından daha ileri olan vahdet-i şuhud makamına geçmesi gerekti­ğinden Öteye gitmemektedir. Bunun felsefe olarak tevhid inancına aykırı ol­duğu ve reddedilmesi gerektiğini söyleyen tasavvufçu hemen hemen yok gi­bidir. Onun için rahatlıkla tasavvufçulann halefinin selefi yolunda olduğu­nu söyleyebiliriz.

Nakşibendi tarikatının kurucusu olan Bahaeddin Nakşibend, vahdet-i vücud hakkında bir risale yazmış ve vahdet-i vücudu savunmuştur. Aşağı yukarı İbn Arabi'nin fikirlerini benimsemiş görünmektedir. Risalesinde özetle şöyle diyor:

"Varlık Allah'a aittir. Allah'a ait varlık mertebelere inerek çoğalmak suretiyle kainatı teşkil etmiştir. Taahhüd ve çoğalmaya rağmen bütün mertebelerde yalnız mutlak varlık vardır. Ondan başka bütün mahiyetler o mutlak varlığın şekillere girmesi, örtü­lere bürünmesidir. Çoğalma ve taahhüd hakikatte değif, sadece görünüşlerdedir. [473]

 

c. Hak Şehidi Hallaç ve Dinsel Sosyalist Karmatiler

 

Mutedil tasavvuf: çevrelerin pek itibar etmediği Hallaç konusuna kitabı­mızda yer vermeyi düşünmüştük. Ancak bir yüzü ile Kur'an'a diğer yüzü ile tasavvufa bakan "Kur'an'daki İslam" kitabının yazarı Yaşar Nuri Öztürk bu kitabı için "Kur'an'daki İslam, her şeyden önce benim hatalarımı tashih e-den bir kitaptır. Bugüne kadar yazdıklarımda ve konuştuklarımda, bu kita­ba uymayan ne varsa yanlıştır, bu kitaptaki veriler esas alınarak düzeltile­cektir[474] demektedir, Y. Nuri Öztürk bu ifadelerine rağmen Hallac-ı Man-sur'u savunmak için "Kur'an'daki İslam" kitabını yayınladıktan çok sonra 1996 yılında "Hallac-ı Mansur ve Eseri" kitabın) yeniden yazmıştır. Y. Nuri Öztürk'ün "Hallaç ve Tavasin" kitabı üzerinde daha önce çalıştığını ve bu çalışmasını yayınladığını biliyoruz. Ama "Kur'an'daki İslam" kitabındaki mülahazaları dalayısıyla bu eski çalışma ve görüşlerini terkettiğine hüsnü zan etmiştik. Öztürk'ün tasavvuf kültüründen yüz çevirdiği ve Kur'an İs­lam'ına yöneldiğini ifadelendirmesi bizleri memnun etmişti. Ama gördük ki huylu huyundan vazgeçmemiş, batini tasavvvuf anlayışının taşıyıcısı Hal­lac-ı Mansur'u ve mensup olduğu Karmatiler örgütünü müslümanlara örnek insanlar olarak sunmak için oturup kitabını yeniden yazmış. Onun için Hal­iac'ın ve Karmatiler'in kimliğini ve Öztürk'ün sakim tasavvuf kültürünü na­sıl savunduğunu ortaya koymak düşüncesiyle bu konuyu da ele almayı uy­gun gördük.

Bütün İslam tarihçileri Haliac'ın -iyi veya kötü- mevcut olan İslam devle­tini yıkıp yerine Mecusi-Sasani imparatorluğunu tekrar kurmak için çalı­şan, Kabe'ye ve Haceri Esved'e kadar saldırılarını ilerletip suçlu-suçsuz yüz-binlerce müslümanın kanını döken Karmatiler Örgütüne mensup olduğunu belirtmektedir.

Ekranlarda Kur'an İslamına çağıran, ama tasavvuf kültürünü de sır kü­pü gibi içinde saklamaya devam eden Yaşar Nuri Öztürk, sırf Hallac'ı temi­ze çıkarmak için Karmatileri göklere çıkartmakta, hürriyet, adalet ve şeriat ehli müslüman sosyal damokratlar olarak göstermekte, hatta sırf Hallaç öv­düğü için İblis'i bile hürriyet, cesaret ve fazilet önderi olarak göstermekte­dir. Buna karşılık Karmatileri ve aktif propagandacılarından biri olduğu için Hallac'ı cezalandıran O günün İslami yönetimini, toplumun bağlı oldu­ğu Ehli sünnet mezhebini ve bu mezhebe mensup müslüman tarihçileri her türlü alçaklıkla tavsif etmekte, satılmışlık ve hainlikle nitelemektedir. Karmatiler'i vatan kurtaran Kahramanlar ve Hallac'ı aşk ve Hak şehidi ilan ederken, sünni yönetimi ve tarihçileri sahtekar birer hain ve müfteri olarak göstermektedir. İşte bu konuda söylediklerinden bazıları:

"Bu yüzdendir ki biz, Karmatilik konusunun ilk ciddi tesbiti olarak şunu kaydetmek istiyoruz; Sünni kaynakların Karmatiliği mahkum edip dışlayan tüm beyanları "güvenilmez" olarak tescil edilmelidir. Ve bu nokta bugün objektif tüm araştırıcıların ortak kanaat noktasıdır.

Sünni çevreler, Karmatiliği, bir fikir ve siyaset hareketi olarak değil, dinlerinin temsilcisi olan bir devletin yıkılmasını amaçlayan "acımasız bir düşman" olarak gördüler.(....) Hareketi sosyo-politik bir karşı hareket olarak ele alan yazarlar ise, Karmatiliğe saldırmayı bir ibadet edasına büründüre-rek akıl almaz iftiraları peşpeşe sıralarlar. Bu iftira sahiplerinin üslupların-daki sadizm ve kin gerçekten şaşırtıcıdır. Kendisi dışındaki tüm gruplara û-rak-ı dalle (sapık gruplar) damgası vuran sünni çevreler, hasımlarını çürüt­mek için iftiraya genelde iman ve ahlakla ilgili noktalardan başlarlar. Bu geleneksel sünni iftiracılığının kahrına uğrayan ekiplerin başında Karmati-îik gelir. Bu saldırıların tutarsızlığı ve insafsızlığı, Fransız bilgin Massing-non tarafından tesbit edilmiştir.[475] Ne ilginçtir ki, bu insaf dışı saldırılarda Gazali (öl. 1115) gibi, sufi tarzı esas almış bir düşünür de vardır.(....)

Kısacası, sünni çevreler ilk günden itibaren Karmatiliği küfür ve iftirn hedefi yapmakla kalmamış, kendi eksiklerinin hıncını almada bir tür "gü­nah keçisi" olarak da kullanmışlardır.

Günümüz araştırmaları şunu da ispatlamış bulunuyor: Karmatiler, iftira ordularının söylediklerinin aksine, "Baldırı çıplaklar taifesi" değil, ileri bo­yutta bir İslami düşünce ekolüdür. Karmati düşünürlerce yazıldığı tartışıl­maz kabul edilen İhvan'us-Safa Risaleleri (Resailu İhvani's-Safa) Kur'an kaynaklı bir düşünce faaliyetinin ölümsüz ürünleri olarak elimizde bulun­maktadır. [476]

Karmatiler'in bir asır boyu müslümanları nasıl uğraştırdığını da yine on­dan dinleyelim: "Abbasi İslam Devleti yüzyılı aşkın bir zaman rahatsız eden bu hareket, bir başlık koymak gerekirse, gizli-mistik sosyalist[477] bir düşünce ve siyaset hareketidir. Temel amacı, İslam'ın saparak zulüm ve eşitsizliği kitlelerin kaderi haline getiren bir yönetimi iktidardan uzaklaştırıp İslami bir adalet ve eşitlik düzeni getirmektir.

Karmatilik, bu nitelikleriyle kendinden sonraki İslami ayaklanmalara Öncülük ettiği gibi, gizliliği esas alan tavrıyla da, başta Masonluk olmak üzere bir çok harekette etkili olmuştur. Türk-İslam tarihinde Karmatilik etkisini Babai ve Simavnalı Şeyh Bedriddin isyanlarında görmek mümkün olabilmektedir.[478]

Karmatiler'in mücadele hayatları, eşine henüz rastlanamayan bir gizli antlaşma ve haberleşme sistemi ile yürürdü. Bu, her şeyden önce gizli bir is­tihbarat olarak algılanmıştır. Burada şu noktaların altını öncelikle çizelim;

Tüm dailer (davetçiler, Karmat mübelliğler) halk arasında sadece kod adlarıyla bilinirdi. Haberleşme ve genel mekanlardaki anlaşmalar cifir ile, yani harflere verilen özel numaralar kullanılmak suretiyle yapılırdı. Günü­müzde kullanılan şifre (cifir) sistemi Karmatiler'in eseridir. [479]

"Karmatiliğin siyasal insan unsuru, Şii-Alevi, Arap ve Nabati işçi-esnaf takımıdır. Sünni iftiranın aksine, hedefleri Arapları yok etmek değildi. İriıı-leşmiş bir sosyal düzeni yıkmak ve hilafeti esas hak sahibi olarak gördükleri Ali soyuna teslim etmekti. [480]

"Ebu Tahir'in[481] tarihe adını tescil ettiren en dikkat çekici hareketi, Hace-ru'1-Esved'i yerinden söküp Aksâ'ya götürmesiyle sonuçlanan ünlü Kabe baskınıdır. İslam tarihinin en dikkat çekici ve ürpertici olaylarından biri plan bu baskın, Ebu Tahir komutasında 317/930'da gerçekleşti. Kabe'de top­lanan pek çok hacı adayı kılıçtan geçirildi. Kabe'nin örtüsü yırtıldı. Zemzem kuyusu tahrip edildi ve Haceru'l-Esved sökülüp götürüldü.

Haceru'l-Esved'in sökülmesi sadece İslam beldelerinde nefret ve öfke ya­ratmakla kalmamış, bizzat Karmatiler arasında çekişme ve parçalanmalara vücut vermiştir. Bu parçalanmaların, Karmatiliğin siyasal anlamda çöküşü­nü hazırladığını da eklemek zorundayız. Haceru'l-Esved, sökülüşünden tam yirmi iki yıl iki ay ondört gün sonra Fatımi halifesi el-Mehdi'nin emriyle 339/950'de tekrar yerine kondu.

Haceru'l-Esved'i neden, hangi gerekçeyle söküp götürdüler? Kendileri dı­şındakilerin ittifakla bir eşkiyalık ve küfür olayı olarak gördükleri bu hare­ket, Karmati liderlere göre "Tevhide Hizmet" hareketi idi. Bizzat hareketin komutanı Ebu Tahir, Abbasi halifesine bir mektup yazarak yaptığı işi sa­vundu. Halife Muktedir Billah'a yazdığı cevabi mektupta diyor ki Ebu Ta­hir:

"Eğer bu Allah'ın evi dediğiniz yer, gerçekten öyle olsaydı hiç kuşkusu? gökten üstümüze ateş yağardı. Ama durum hiç de öyle değil. Biz o Kabe'de hiç aralıksız cahiliyye haccı yapmaktayız. Gerçek şu ki, Arşın rabbi olan Al­lah ne ev edinir, ne de sığınak.[482]

Yaşar Nuri, Karmatiler'in Kabe'ye ve Haceru'l-Esved'e karşı işledikleri barbarca cinayetin müslünıanlar üzerindeki büyük etkiyi ve yol açacağı bü­yük nefreti hafifletmek için Kabe'yi küçümseyen ve insanın kalbini Allah'ın evi olarak ön plana çıkaran malum tasavvufi safsataları bir araç olarak kul­lanmakta ve yardımcılarını imdada çağırmaktadır:

"Sufi ekoller içinde hac ibadetini bile bu perspektiften değerlediren ve Kabe'yi esas Beytullah (Allah'ın evi) olan insan kalbinin sadece bir sembolü olarak görenler de vardır. Ibn Arabi (Öl. 638/1240) ve Celaleddin Rumi (öl. 672/1273) Hac ve Kabe'yi bu bakışla değerlendirenlerin en büyükleri olarak dikkat çekerler. (...)

Bir şeyhin, hacca gitmekte olan Bayazid Bistami (öl. 26/874)ye: "Kabe be­nim. Çevremde yedi kez dön ve memleketine git. Beyhude zahmet çekip Hi-I caz'a gitme. Kabe kuruldu kurulalı Allah oraya bir kez bile girmedi., Oysa ki| benim varlığım vücut bulalı Allah bu evden hiç çıkmadı." demesinden ibaret olan bu -hikayeyi Mesnevi'sine alan Mevlana, hacca gidenlere de şöyle ses­lenmektedir: "Ey hacca gidenler! Nereye gidiyorsunuz? Neredesiniz? Sevgili burada gelin, buraya gelin! Sevgiliniz duvar duvara bitişik komşunuzdur. İş böyle iken siz, çöllerde ne akılla dolaşır durursunuz? Sevgilinin suretsiz su­retini gordünüzse, hacı da sizsiniz, Beytullah da sizsiniz, Beytullah'ın sahibi de. Kaç defadır bu evden kalktınız, o eve gittiniz. Bir kerecik de şu evden kalkıp şu dama çıkın bakalım. [483] Rabiatu'l-Adeviyye'in Kabe'ye put dediği ve Hallac'ın hacca gitmek yerine kişilerin kendi evlerinde temiz bir şeyin etra­fım yedi kez tavaf etmelerini ve hac parasını fakirlere dağıtmasını tavsiye ettiği ve insanları hacca gitmekten alıkoyduğu bilinmektedir.

Kabe ve Haceru'l-Esved'e karşı Karmatiler'in tavırlarını gördükten son­ra, bir de Kur'an'a karşı tavırlarını yine Yaşar Nuri'den dinleyelim:

"Karmati düşünce Kur'an'a bağlı bir sistem geliştirmiştir. Ancak bu dü­şüncede Kur'an, alabildiğine sübjektif bir yoruma tabi tutulmuş bulunuyor. "Karmati Tevil" diyebileceğimiz bu yorum, yer yer Kur'an'ı tanınmaz hale sokabilmektedir. Karmati veliliğin peygamberliğe feda edildiği bir gerçek olanakla birlikte, üstünlük kendisine verilen nübüvvetin tebliğ ettiği vahyi ve­riler, teviller sonunda tanınmaz hale gelmekte ve Kur'an, tüm insanlığa hi­tap eden bir kitap olmaktan çıkıp Karmati elitlerin sırrî-sembolik idrakler dünyasının tatmin aracı durumuna düşürülmektedir.

İhvan-ı Safa risalelerinde batini tefsir ve te'vili esas almanın gerekçeleri gösterilirse de, bunların Karmati tevilin ortaya koyduğu tablodan kaynakla­nan rahatsızlığı bertaraf etmesi bizce mümkün değildir.

Tevil tablosunun sergilediği çarpıklıktan daha beteri, Karmatilerin "Kur'an'm gerçek manasını ancak batini imamlar bilir" yolundaki iddiaları­dır. Bu iddia, Kur'an'ın evrenselliğini ve genelliğini inkar olduğu için Kur'an'ın inkarına benzer tehlikede sonuçlar doğurabilmektedir.

Kısaca, tevili bir tür "İkinci Kur'an" halinde baştacı etmeleri, Karmati­ler'in en rahatsız edici yanlarıdır. Hep Kur'an'a atıf yaparlar ama sonuçta yolu Kur'an'ın dışına çıkaran bir tavır içine girerler.[484]

Yaşar Nuri Öztürk kahramanlaştırdığı Karmatiler ve onların ele başla­rından Hallac'ın reenkarnasyon inancında olduğunu da görebiliriz:

"Karmatiler'in fikir dünyalarını önümüze koyan İhvan-ı Safa risalelerin-deki felsefi ağırlıklı insan ve kainat anlayışını, metodolojiyi Evladı Rasul imamlarına onaylatmak son derece zordur. Karmati sistemde yer aldığı görülen reenkarnasyon (hatta bir ölçüde tenasüh) da Ehli Beyt nesli imamla­rın karşı çıktıkları görüşlerden biridir. [485]Ancak burada Massingnon'un şu tesbitine katılamıyoruz; Massignon, Hallac'ın ölüm sırasında "Ben tekrar geri geleceğim" sözünü bir mehdi inan­cının ifadesi kabul ediyor ve bunu Hallac'ın Şii-İsmaili fikirlerle iç içeliğine delil sayıyor. Bizce durum hiç de öyle değildir. Haîlac'm "Ben yine gelece­ğim" sözü, mehdilikten çok, bir reenkarnasyonu gösterir. Ve bu onu, şiilikte-ki mehdi inancına değil, Karmati düşüncedeki reenkarnasyon görüşüne bağlar. [486]

Hallac'ın Türk ırkına büyük iyiliğini, onlara nasıl hidayet öncüsü oldu­ğunu da şu ifadelerden okuyoruz:

"Hallaç, Türk ırkının İslam'a girmesini hazırlayan bir numaralı misyo­nun sahibi olmanın yanında, bu ırkın, müslümanlığı tasavvuf penceresin­den seyretmesinde de tartışmasız liderdir. O, patika yolları yıllarca adımlayarak ribat ribat dolaşarak bu ırkın, Kur'an dinine kazandırılması için adeta kozmik bir hizmet verdi. Ve başarılı oldu. (...)

Biz müslüman Türkler, İslam'la mutluluk duyduğumuz her nefeste, Al­lah'a şükran yanında Hallaç ve onun gök muştusu iman arkadaşlarına da teşekkür etmeliyiz. Hallaç, Türk insanının adeta sonsuzluk öğretmenidir [487]

Türk toplumunda İslam'ın neden tasavvuf boyası taşıdığı veya tasavvuf olarak algılandığı, Türk îslam'ında(!) din anlayışının dokusunu neden ta­savvufun oluşturduğunu Hallaç ve Y. Nuri Öztürk sayesinde şimdi daha iyi öğrenmiş bulunuyoruz.

Yaşar Nuri'nin hak ve aşk şehidi ilan ettiği Hallac'ın fikirlerine de bir göz atalım. Hallac'la ilgili değerlendirmeleri Yaşar Nuri'nin çok sevdiği an­laşılan oryantalistlerden Nicholson'dan dinleyelim:

"Hallaç, dualist karakterli tanrı anlayışıyla tasavvufa damgasını vuran bir sufidir. Hallac'ın hulul inancına göre Allah lahuti (ilah) ve nasuti (insan) bir yapıya sahiptir. [488] Hallac'ın anlayışına göre, Önce Allah vardı. Allah zatı­na baktı ve kendini sevdi. Bu bakış ve sevgi zatının bütün sıfat ve isimleriy­le Adem şeklinde bir suret olarak ortaya çıktı. Bu suret, Allah'ın bütün sı­fatlarına sahiptir. Bu inancını şöyle dile getirmektedir:

"Nasutu, lahutu'nun sırrının delici ışığını açığa çıkaran münezzeh olsun!

Sonra yarattıklarına yiyen ve içen suretinde göründü.

Öyle ki yarattıkları, kendisini gözün gözü gördüğü gibi gördü.

Hallac'ın bu nazariyesinden açıkça Allah'ın ilahi ve insani olmak üzere çift tabiatlı olduğu ve bunu da hırıstiyan Süryanilerden aldığı anlaşılmakta­dır. Çünkü Süryaniler İsa'nın ilah ve insan tabiatlı olduğunu anlatmak için bunu kullanmışlardır.

Ayrıca Hallaç, insan ruhunun ilahın ruhuyla, yani nasutilikle lahutiliğin karışımını hulul olarak nitelemektedir. Hallac'dan gelen bazı beyitlerde kendi ruhu ile ilahi ruhun tam bir kaynaşma içinde birbiriyle konuşan iki arkadaş olarak nitelediğini görüyoruz. Şöyle demektedir: Ruhun ruhuma karışmış, içkinin suya karıştığı gibi, Sana bir şey dokunursa, bana dokunur, çünkü her durumda sen benim O seven ben, o sevilen de benim. Bir bedene girmiş iki ruhuz biz. Beni seyredersin o'na baktıkça. Onu bende görüyorsun açıkça. [489]

Hallac'ın hulul nazariyesinin özeti budur.

Hallac'ı temize çıkarmak için "Enel Hak" sözünü tevil eden Yaşar Nuri, bu konuda her türlü mugalata ve tevile başvurmaktadır. Varabildiği sonuç İse bunun "Allah'ın zat ismi olan hak değil, sıfat ismi (esmau'l-hüsna) olan hakkım" şeklinde olmuştur. Bu savunma için bkz, a. g. e. 133-151.

Nitekim Hallac'ın "Benim ölümüm salib (haç) dini üzere olacaktır" (a. g. e. 157) sözünü de tevil etmek için yapmadığı mugalata kalmamaktadır, (a.g.e. 155-159) Halbuki bir batılı savunmak için çaba gösterdiği kadar, hak­kı göstermek için çabalasaydı Allah'ın yanında da, kulların yanında da daha makbul ve yararlı olurdu.

Bir de Yaşar Nuri'nin tercüme ettiği "Tavasin" kitabından bazı sözleri' aktararak yaygınlaştırdığı inancın niteliğini göstermek istiyoruz: "Sanki ben, sanki ben. Ben sanki O'ytım, yahut O sanki ben'din. Benden çekinme, eğer sen ben'sen[490] "Görünce Rabbimi gönül gözü ile, Sordum: Kimsin ey sen? dedi. Senim ben.

Bulaşmamışsın hiç "Nerde" sözü ile... "Nerde" ile ilgili olmamışsın sen! [491] Hallaç, İblis'i masum ve mazlum göstermek için elinden geldiği kadar gayret göstermekte ve onun için şöyle demektedir:

"Hak ona: "Secde et!" demişti. "Senden gayrıya secde etmem!" diye karşı­lık verdi.

Hak dedi: "O halde lanetim üzerine dökülecek." O yine: "Senden başkası­na secde etmem" diye tekrarladı. İnkarlarım seni takdis Aklım, önünde tehvis (şaşırma) Senden ayrı bir şey mi Adem? Orta yerde kimmiş İblis? ;;       Senden başkasına yok benim yolum, Seni seven boynu bükük bir kulum.

Hak sordu: Kibirlendin mi?" Cevap verdi: "Seninle sadece bir lahzalık be­raberliğim bulunsaydı, o halde bile kibirlenmek ve cebbarlık bana pek ala yakışırdı. Halbuki ben, seni ezelden beri tanıyan biriyim!

Ondan üstünüm ben! Hizmetim ondan kıdemli. Şu alemlerde seni benden iyi tanıyan var mı ki? Benim sende muradım, senin de bende muradın var. Ve senin beni isteyişin daha eski. Ya senden başkasına secde etsey­dim?!

Secde etmeyince, aslıma dönmem gerekti. Çünkü sen beni ateşten yarat­mışsın. Bu bir gerçek. Ve ateşe dönecek...

Ey tevfiki veren, sana hamd, sana

Seçkin bir kul eğilmez başkasına"[492]

Hallac'ın, Allah'ın lanetlediği ve kıyamete kadar müminlerin düşmanı olacağını söylediği İblis'i takdis eden ve masum gösteren sözleri bu şekilde­dir. Bu sözlerin tasavvuf tarihinde birçok kişiyi etkilediğini belirten Yaşar Nuri Öztürk, bunların başında da şair Muhammed İkbal'in geldiğini söyle­mekte ve şöyle demektedir:

"İkbal'in, İblis'e bakışı da Hallacî bir perspektif sergilemektedir. Hal­lac'ın tarih boyunca en büyük etkisi, denebilir ki, îblis'le ilgili düşünceleri yolu ile olmuştur. İkbal üzerindeki hakim etkilerden biri de İblis konusun­dadır...

İkbal, üstadı (Hallac)ın yolunu ayneri izleyerek İblis konusuna eserinde büyük bir yer vermiş ve bu tekamül kuvvetini hasret, hürriyet, ayrılık, atıl­ganlık, ısrar ve isyan gibi temel yaratıcı öğelerin temsilcisi olarak devreye sokmuş, savunmuştur.(...)

"Hrıstiyan muhitte, buna benzer bir fikir, orta çağda ileri sürülmüştür. "O felix culpa" (Ey mutluluk getiren suç) ki bize böyle bir kurtarıcı kazan­dırdın! Çünkü Hrıstiyan telakkisine göre Adem'in işlediği o ilk suç, hastalık gibi bütün sonraki insanlara sirayet edip onların hepsini takdis eden ilahi inayetten mahrum etmiş, yalnız İsa'nın ölümü sayesinde kendisine inanan­lar bu suçun neticelerinden kurtulabilmiştir. O suç olmasaydı, bu kurtarıcı Mesih'in zuhuruna lüzum kalmazdı. İki dindeki farklara rağmen, ikisinde de Adem'in ilk serbest hareketine atfedilen önem gayet büyüktür. [493]

"Schimmel'in bu tesbitleri kadar doğru olan bir nokta da şudur: Doğu ve Batı'dan alınan tüm örnekler, Hallac'dan çok sonraki yüzyılların isimleridir. Bunun anlamı ise şudur: Bugün, dinden sanata, felsefeden psikolojiye kadar, İblis denen negatif kuvvetle ilgili olarak paylaşılan kabulün tarih için­de ilk fikir babası Hallac'tır"[494]

Yaşar Nuri'nin kitabında Hallac'ın müslüman ve gayri müslim araştır­macılar tarafından ortaya konan düşünceleri bunlardır.

Hallac'ın kişiliğini ve sözlerini bir çok alim değerlendirmiştir. Lehinde ve aleyhinde konuşanlar olmuştur. Lehinde söz söyleyenleri bir yana bıraka­rak, aleyhinde hüküm veren ve toplumumuzun az çok şöhretlerini bildiği ve güvenerek kitaplarını okuduğu bazı kişilerin söylediklerinden örnekler ver­mekle yetineceğiz. Yaşar Nuri Oztürk'ün kitabına aldığı bu kişilerin değer­lendirmelerinden bazıları şöyledir:

el-Fihrist sahibi İbnu'n-Nedim (öl. 385/995) Hallaç için şöyle demektedir:

"Hileci, hokkabaz, illüzyoncu bir adamdı. Sahip olduğunu iddia ettiği bil­gilerin tümünde sıfır idi... Cahil olduğu için cesurdu. İlahlık iddia ederdi... Krallar yanında şii, halk nezdinde sufi geçinirdi. [495]

"Eşari ekolünün en büyük imamlarından Bakıllani (öl. 403/1013), Hal-lac'ı bazen tanrılık, bazen peygamberlik ilan eden hilekar, hokkabaz bir adam olarak gösterir. Ona göre Hallaç, Firavn'm sihirbazlarına benzer. Ba­kıllani, Hallac'ın Bağdad'da hazırladığı ve adına Beytu'l-Azamet dediği bir evi bulunduğunu ve illüzyon gösterilerine uygun biçimde Özel hazırlanan bu evin, Hallac'a isnad edilen kerametlerin imal yeri olduğunu söyler. [496]

"Hallaç hakkında en ağır fetvalardan birkaçının sahibi de Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye'dir. (öl. 728/1328).

İbn Teymiyye, Hallac'ın hulul fikrinde olduğunu onun şiirlerinden hare­ketle iddia etmekte ve bunun laneti gerektiren bir küfür olduğunu söyle­mektedir. [497]

Hallac'daki emir ve irade ayrımı da İbn Teymiyye tarafından bir küfür sebebi sayılmıştır. Bilindiği gibi Hallaç, İblis'in durumunu değerlendirirken "Allah'ın emri başka iradesi başka. Allah îblis'e secde et emrini verdi, ama iradesi İblis'in secde etmesi yönünde değildi" yolunda bir fikir sergilemekte­dir. İbn-i Teymiyye'ye göre bu ayırım bir küfürdür.

İbn Teymiyye, fikir babalığını Hallac'ın yaptığı Nuru Muhammedi anla­yışını da İslam dışı görmektedir, "Derecesi ve kıymeti ne olursa olsun, hiçbir beşer nurdan yaratılmamıştır" diye düşünmektedir.[498]

Enel Hak sözünü mazur görenlerin, bu sözün tam fena fillah halinde Hallaç aracılığıyla bizzat Cenabı Hak tarafından söylendiğini iddia ettikleri­ni görmekteyiz. Onlara göre, Hallac'ın Enel Hak demesiyle Eymen vadisin­deki ağacın Hz. Musa'ya hitaben "Enellah" diye ses vermesi arasında hiçbir fark yoktur. İki halde de konuşan Allah'tır.

İbn Teymiyye'nin, Hallac'ı küfürle itham eden daha birçok beyanı vardır. [499] İbn Hacer el-Askalani (öl. 852/1448) Hallaç için şunları söyler: "Zın­dık olarak öldürüldü. Allah'a hamd olsun ki hiçbir hadis rivayet etmemiştir. İlk zamanlarda hali iyi idi. Sonra dinden çıktı. Sihirbazlık öğrendi. Bazı ha­rikalar gösterdi. Ulema, katline fetva verdi ve (hicri) 359 yılında idam edil­di. [500]"Hallac'a geniş yer veren ve çok ağır bir dille hakaret eden İbn Kesir (Öl. 774/1372), onu Mekke putperestlerine benzetir ve "Bozduğu yaptığından fazladır" diyerek eleştirir. [501]

Çağdaş bir tasavvufçu olarak Yaşar Nuri Öztürk, Hallac'ı bilinen kötü imajından kurtarmak, Hak ve aşk şehidi ilan etmek ve tasavvuf kültürünü savunmak için bu şekilde yoğun çaba sarfetmekte ve binbir su akıntısını her dereden toplayarak getirdiği suların aktığı bir bataklık halini andıran ta­savvuf kültürünün yayıncılığını yapmaktadır.[502]

 

d. Günümüzde Rabıta

 

Rabıta konusuna yine Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk'ün sözleriyle başlaya­cağız. Şöyle diyor:

"Her an Allah'ı karşısında görüyormuşsun gibi yaşamak hemen hemen imkansız­dır. Çünkü Allah müşahhas bir varlık değildir. Mekandan münezzehtir. [503] O halde O'nun yerini alacak[504] ve konsantrasyonumuzu muhafazada bize rehberlik edecek müşahhas bir obje[505] lazımdır. Tasavvufta bu obje şeyhin, yani Allah'ın en mükem­mel tecellisi olan insan-t kamilin[506] suretidir. Allah'ın en mükemmel tecellisi ve O'­nun tasarruflarına iştirak halinde oian[507] insan-ı kamilin yüzünü gözönünde tutmak kainatın ruhu[508]ile temas halinde olmak manas) taşır ki, işte bu zikri daim dediğimiz sürekli birliğin en ileri mertebesidir. Zira mürşid bir silsile ile peygamberimize, o da Allah'a bağlı olduklarından şeyhin suretine sığınmak, [509] yani kendini onda kaybet­mek, Allah'a bağlanmaktır. [510]

Rabıtanın, zihni dünyevi meşguliyetlerden uzak tutup ibadet esnasında kendini Allah'a vermek ve başka şeylerle meşgul olmamak yahut ölümü sü­rekli hatırlamak ve bu dünyanın faniliğini unutmamak şeklinde anlamlan varsa da mürid ile şeyh arasında yapılan rabıta yukarıda anlatıldığı şekilde­dir. İbadette mümkün olduğu kadar kendini Allah'a vermek ve ölümü hatır­layıp dünyanın faniliğini düşünmek zaten İslam'ın prensibidir. Tasavvuf! çevrelerde rabıta dedikleri uygulama ile bunun bir ilgisi yoktur. İsterseniz bunu kendi ifadelerinden dinleyelim: Abdullah Develioğlu şöyle ifade ediyor: "Rabıtanın üçüncüsü, mürşide rabıtadır. Mürid mürşidini hayaline alıp iki kaşı mu­kabilinde bulunmaktır ve bu suretle mürşidin manevi huzurunda olduğunu bilerek daima onun feyzini beklemektir. Bu rabıtanın devamında feyiz ziyade olacağı ci­hetle sofiyye taifesi rabıtayı müstakil bir vuslat yolu saymışlardır. Mürid rabıtaya devam eîtikçe, mürşidin hali kendisine kabiliyeti nisbetinde intikal eder.[511] Aynı tanımlamayı şurada görüyoruz:

"Zati sıfatlarla mutehakkik olmuş, [512] müşahade makamına ulaşmış olan mürşide .   kalbi bağlamaktır, suretini hayal ederek unatmamak.... Şeyh oluk gibidir. Rahmet denizinden geien feyzi, rabıta yapan müridin kalbine aktarır. [513]

"Rabıta sebebiyle şeyhler sıbyanı kamilden feyz alırlar. Velinin velaye­tinde ilmi şart değildir. [514]

"Zikrullahı beraber yaptığımızı düşünün, hocalarımızla beraber şöyle bir mübarek latif mescidde oturmuşuz, onlarla beraber zikrediyoruz, diye düşünün. Mürşidinize gönlünüzü bağlayın. Çünkü Allah-u Teala hazretleri fuyuzatmı evlıyaullahından kul­larına gönderir... Onun için mürşidinize İrtibatı güzel yapın. Bu irtibatın aslı muhab­bettir, sevgidir, saygıdır. O sevgi, saygı olmadan müridin terakkisi mümkün ol­maz. [515]

Dirilerle rabıtanın yanında ölülerle de rabıta yapılmaktadır. Onun ruhn-niyyetinden istimdat edilmektedir. Üstelik müridin kalbini her türlü ilim ve dünya düşüncesinden boşaltması gerekir. Yoksa ölü feyzini ona vermez.

"Mürid nefsini dünya alakalarından sıyırıp, kuyudatı tabiiyyeden İçini boşaltır ve kalbini ulum ve nukuştan ve havatırı kevniyyeden temizler, sonra meyyitin ruhaniy-yetinden feyz alıncaya kadar o nuru kalbinde saklar, muhafaza eder. Eğer rabıta meyyitin kabrinin yanında olursa, o kabrin sahibine selam vermek lazımdır. Kabrin sağ ayak tarafına yakın durur, bir fatiha, üç ihlas ve bir ayete! kürsi okuyup sevabı­nı o mevtanın ruhuna hediye eder. Sonra ruhaniyetine teveccüh edip istifaze eder. [516]

Nakşibendi tarikatının temellerinden biri rabıtadır. Bu tarikatın men­supları rabıtayı dinin bir temeli gibi savunurlar. Bunlardan Mahnıud Usta-osmanoğlu (Efendi) tefsirinde rabıtayı gereğini ve dayanaklarını anlatmak için sayfalarca açıklamalar yapmaktadır. Mesela şöyle demektedir:

"Rabıta, bir müridin , mürşidi kamilinin ruhaniyetiyle beraber, suretini kalb gözünün önüne getirerek hayal etmesi ve kalbi ile ondan yardım istemesinden ibarettir. Çünkü mürşid, yetiştirme, yardım etme, feyiz verme, kemale erdirme ve tebliğ (du-yurma)da Efendimiz (s)'in vekilidir.[517]

"Şu bilinsin ki, aslında rabıta, Efendimiz {s)'e yapılmakta ise de, ona uyarak, Al-lah'u Teafanın dostlarına ve kamil meşayıha yapılmasının caiz olmasında da hiç şüphe yoktur. Çünkü onlar, Efendimizin ali (yakınları), eîbaı (adamları), vekilleri ve kendilerini sevmek ve onlara iyilikte bulunmakla emrolunduğumuz varisleridir. Efendimize uyarak onlara selat ve selam okumak caiz olduğu gibi, Efendimize te­baan onlara rabıta yapmak da caizdir. Bu rabıta, şeriat ve tarikat ehli katında ve kalb erbabı indinde matluba {aranılan mevla Tealaya) ulaştırıcıdtr. [518]"Üçüncü yol, müşahade(AI!ahu teala Hazretlerini görür gibi olma) makamına ulaş­mış ve sıfatı zatla tahakkuk etmiş (Allahu Teala hazretlerinin öz zatına ait sıfatların mazharı, tecelli ettiği, parladığı bir yer haline gelmiş) olan bir şeyhe rabıta etmektir. Çünkü onu görmek Allah'ı hatırlatır. [519]

"Kalble beraber şeyhe rabıta yapmak, ondan feyiz almak hususunda büyük bir te­meldir. Hatta kalb aynası, şeyhe rabıta yapmadan saflaşmaz (masiva tozlarından paklanmaz) [520]

Mahmud Ustaosmanoğlu, rabıtanın gerekliliğini ve delillerini göstermek için kendisi gibi düşünen insanlardan onlarca sayfa nakiller yapmakta ve ra­bıtayı, ölülerden yardım istemeyi ve tevessülü savunmaktadır. Hatta bundan dolayı kınayanları yahut eleştirenleri de sert bir şekilde kınamaktadır.

Rabıta konusunda bir de Haydar Baş'taıı bir alıntı yapalım. Haydar Baş, hurafelerle dolu İslam'da Zikir kitabında şöyle demektedir:

"Rabıta ile insan, Allah'ın ismini en güzel lisan ve en samimi gönül ile zikretme im­kanı elde eder. Zira dillerin ve gönüllerin en güzeli, Allah dostlannınkidir. İnsan kendi dili ve gönlü ile değil de, rabıta etmek suretiyle lisanı ve gönlü mürşidinin li­sanı ve gönlü imiş gibi zikrederse, bahşedilen nurdan istifade eder. Kamil bir tevhid zikrinin bereketi hasıl olur.(...)

Rabıta ile kul, zikrinde mürşidinin hali, gönlü ve dili ile özdeşleştiği için nefsine pa­ye çıkarmaz. Hatta bu hal bütün fiillerine yansıdığı nisbette yaptığı işlerden nefsine pay çıkaramaz. Başarılı olursa, muvaffakiyet ve bereketin Hakka ait olduğunu ikrar eder. Başarısız olursa, nefsinin gerçekten daha kamil bir gayrete girmesi gerektiği­ne kanaat eder.[521]

"Kalbin gıdası durumunda olan feyz, muhabbet gibi kavramlar Allah'ın yaratığıdır, mahluktur. Nasıl ki Cenabı Hakkın maddi nimetlerinden olan ekmek, para ve mal gibi maddi yaratıkları sahiplerinden istemek, bunları elde etmek için çalışmak, ade-tuîlah gereği ise, aynen bunun gibi, feyz ve muhabbet cihetiyle şereflenen, zengin olan bir insan-ı kamilden, şartlarına ve edep kurallarına uygun olarak himmet (yar­dım) istemek de adetullahın bir gereğidir. [522]

"O halde rabıta, adetulfah gereği, hidayet ve rahmete ulaşmanın yolu ve metodu­dur. Rabıtaya şirktir mantığı ile karşı çıkanlar, bilmeden feyz ve muhabbeti Cenabı hakkın zatına izafe etmek suretiyle kendileri şirke düşmektedirler. Demek istiyorlar ki feyz ve muhabbet Vacibu'l-Vucut'tur. [523]

"Rabıta, insanı kamilin etine, kemiğine, yani kalıbına değil, Allah'ın tecellisine, yani o üflenen ruhadır. Çünkü insanı kamil, Cenabı Hakkın zat tecellisine mazhar olarak kendi çamur kalıbını yırtmış, içindeki hazineyi açığa çıkarmış, yani aslına, öz cev­herine dönmüştür. Rabıtadan maksat, aynı tecellilere mazhar olmaya çalışmak­tır. [524]

"Rabıta" hakkında daha geniş bilgi edinmek isteyenler eski bir Nakşı Şeyhi olan Ferid Aydm'ın rabıta konusunu ilk defa detaylı olarak incelediği ve tevhidi ilkeler çerçevesinde kuşatıcı bir kritiğini yaptığı "Tarikatta Rabı­ta ve Nakşibendilik" kitabına bakabilirler. [525]

 

e. Günümüzde Zikir:

 

Tasavvufçularm nasıl zikir yaptıklarını ve zikir anlayışlarını yukarıda belirtmiştik. Bilindiği gibi hemen her tarikatın kendine mahsus bir zikir şekli bulunmaktadır. Kimi sessiz, kimi sesli ve danslı zikir yaparken, kimi­leri de birtakım cimnastik gösterilerinde bulunmakta, şişler bitirip kızgın demirlerle kendilerini dağlamakta ve naralar atmaktadırlar.

Sessiz ve sesli zikrin güya serî delillerini anlatan Haydar Baş, bir lise öğ­rencisini bile tatmin edemiyecek deliller göstererek şöyle demektedir:

"Beş vakit namazın üç vaktinin cehri kılınması, ezanın cehri okunması, hac esna­sında zikirlerin cehri yapılması, cuma namazının kıraatinin cehren okunması, Kur'an'ın ekseriya cehri okunması, ölüm anında kelime-i tevhidin, kelime-i şehade-tin mevtaya cehren telkin edilmesi, definden sonra telkinin cehren yapılması, cihad esnasında düşman karşısında Lafza-i Celalin {Allah isminin) cehren zikredilmesi ve buna benzer pek çok delil, cehri zikrin İslam'daki yeri ve önemini haber yermek­tedir. Adeta cehri zikir, İslam'ın bir yaşam tarzıdır. Nitekim Allah Rasuiü, "Yemeği­nizi Allah'ın zikri ile, namazla eritin. Bundan gafil ofmayın ki kalpleriniz katılaşır." buyurmuştur.[526] Bu hadis, cehri zikre teşvik eden birçok delilden yalnız birisidir. Zira hazmın kolay olması için enerjihin yakılması ve hareket şarttır.

Hafi zikir de, aynı cehri zikir gibi Rasulullah efendimizden günümüze ulaşmaktadır. Rasulullah Mekke'den Medine'ye hicretleri sırasında mübarek uyluktan üstüne oturmuş oldukları halde, bağdaş kurmuş olan yol arkadaşı Hz. Ebu Bekir'in kulağı­na hafi zikri üç kere telkin buyurmuştur. [527]  Bu yol, Sıddikiyye ve Bekriyye adlarıyla anılır ki bu yolu esas alan dört tasavvufi meşrep vardır.

Başta izah ettiğimiz gibi, Hz. Ebu Bekir kanalıyla gelen hafi (gizli) yol, kişinin ancak kendi duyabileceği bir sesle Allah'ı zikretmesi kuralını esas alır. [528]  Zikir esnasında dans etmek ve sallanmanın da Rasuiullah'ın onayından geçen bir zikir şekli olduğunu anlatan Haydar Baş, zikir esnasında dans et­menin delillerini de aklınca şöyle anlatmaktadır:

"Zikirde özellikle cehri zikirde zikrin temposuna uygun olarak sallanmak, asrı sa­adetten beri gelen yaygin bir adet halinde icra edilen bir husustur.

Hareket, zikir esnasında kulun rabbine olan yakınlığının verdiği bir muhabbet ve neşeden doğar. İnsan hoşuna giden bir şeyle karşılaştığında kendiliğinden sallanır ve çeşitli hareketlerde bulunur. Bu yönü ile zikirde hareket, asrı saadette yaşanmış ve günümüze kadar gelmiştir.

Hz. Peygamber, Caferi Tayyar'a,"Ya Cafer! senin siman, ahlak ve davranışın bana benziyor" diye iltifatta bulununca, Caferi Tayyar hemen ayağa kalkmış ve Hz. Pey-gamber'in huzurunda sevincinden rakselmeye ve dönmeğe başlamıştır. Efendimiz de onun bu halini gördüğünde sukui ederek Caferi Tayyar'ın coşkusundan kaynak­lanan bu davranışını onaylamıştır.

Allame İbn Hacer, bu hususta sahih ve sağlam rivayetlerin varlığını ileri sürerek bu hadisi nakletmiş ve şöyle demiştir: "Bu rivayetler, sufilerin zikir ve sema meclisle­rinde kendinden geçme ve vecd halinin tesiriyle ayakta ve dönerek zikretmelerinin cevazına kesin ve sarih dini birer delildir."

Bu husuta İmam Ahmed'in Müsned'inde, ricali sahih zatlar tarafından ve hafız Makdisi'nin Enes'ten rivayet ettikleri şu hadis de bu konuda delildir: "Habeşiler, Rasulü Ekremin önünde rakseder ve kendi diilerince bir şeyler söyler­lerdi. Rasulü Ekrem, "Ne diyorlar?" diye sordu? "Muhammed salih bir kuldur" diyor­lar, dediler. Rasulü Ekrem onları yasaklamadı ve hatta seyretti." (...) Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Cenabı Hak, Hz. Ademi yer yü­züne indirdiği zaman, elem ve kederin etkisiyle üçyüz sene ağladı. Hz. Adem'in gözyaşlarıyla neslinin göz yaşları tartılsa, onun neslinin göz yaşlan kadar, hatta onlardan daha fazla ağladığının görüleceği rivayet edilmiştir. Cenabı Hak tarafın­dan kendisine, niçin bu kadar ağladığı sorulduğunda, Hz. Adem şöyle cevap ver­miştir. "Allah'ın ne cennetini istediğim, ne de cehenneminden korktuğum için değil, yalnızca yetmiş bin saf halinde Arşın etrafında tavaf etmekte olan meleklerinden ayrı düştüğüm için ağlıyorum. Onlar orada dönerek zikrediyor ve kendilerinden ge­çerek vecd halinde bulunuyorlar. Her biri diğerinin elinden turarak yüksek ses­le,"Sen bizim rabbimizsin, bizim gibi kim oiabîlir? Sen bizim habibimizsin, bizim gibi kim olabilir?" diyorlar. Onların gıptaya değer olan bu halleri kıyamete dek devam edecektir."

Bu cevap üzerine Cenabı Hak, Hz. Adem'e, "Ey Adem! Başını kaldır da gök yüzü­ne bak." buyurdu. O, gökyüzüne baktığı zaman, Arşın etrafında uçmakta olan me­lekleri gördü. Yaşarken de Arşın ahvalini seyredebilmenin verdiği sevinç, Hz. Adem'in endişesini hafifletti.

Sufiler bu hadisi şerifi dikkate alarak vecd konusunda meleklerin arş etrafında zik­rederek dönüşlerini örnek almışlar, müridlerin vecd ve tevacüd halinde kendinden geçercesine zikretmelerini benimsemiş ve uygun görmüşlerdir.[529]

 

f- Günümüzde Keşf ve İlham:

 

Müslümanlar için dinin temeli Kur'an'dır. Kur'an korunmuş bir kitaptır. Kur'an'm hayata tatbik edilmesinde Hz. Muhammed'i örnek alınması ise se-ned ve rivayetin doğruluğu yolu iledir. Tasavvufçular sistemlerinin gizliliğe ve sırlara dayandığını söyleyerek sened ve rivayet sistemine alternatif ola­rak keşf ve ilham sistemini geliştirmişlerdir. Bununla da dinin sabit olaca­ğını ve direkt Hz. Peygamberle diyalog kurulacağını iddia etmişlerdir. Amaç da, söyledikleri batıl ve geçersiz olduğundan, bilgilerini bu gizli yola dayan­dırmak ve bunu keşf yahut ilham yolu ile aldıklarını söyleyerek kendilerini savunmaktır. Tıpkı tarikat ve tasavvufun gizli yolla Hz. Ebubekir veya Hz. Ali'ye dayandığını iddia ettikleri gibi. Bunun için birtakım rivayetler ve ha­dis dedikleri haberler de uydurmuşlardır. Tasavvuf çul arın izledikleri bu es­rarengiz yolun tipik bir izahı ve savunması için îsmail Hakkı Bursevi'nin Kemi Mahfi kitabının mukaddimesine bakalım:

"Keşf ehline göre bu hadisi şerif (Ben gizli bir hazine idim. Bilinmemi istedim. Halkı bilinmem için yarattım) sahihtir. İsterse hadis ezbercilerine göre sahih olmasın. Zi­ra keşf ehli olanlar bizzat peygamber efendimizden alır söylerler. Hadis ezbercileri ise, nakil yolu ile rivayet ederler.

Sonra bir şeyin belli bir senedi olmayınca (Olmaması) sabil olmadığım icabettir-mez.

Şu da katidir: Keşf itibariyle sahih olan bir şey nakil yolu ile gelenden daha sahihtir. Zira keşf halinde vehim ve hayal olmaz. Onda tam bir açıklık ve hakkelyakin hali vardır.[530]

"Şunu unutmamalı ki varidat ve ilhamlar itikat sahiplerine göre hüccet oima yönün­den yeterlidir. İsterse münkirlere göre bir hüccet ve burhan sayılmasın. Zira münkir hufîaş gibidir. [531]

"Aslına bakılırsa, vahyolunan Kur'an manevidir. Hakka kemai ehlinin ilhamları da böyledir. Durum bu olunca, sen ona ister vahiy de, ister ilham. Zira evliya katında ikisi de bir manadadır. Şu var ki, anlaşılması için bir ayırma yapıp peygamberlere gelene vahiy, evliyaya gelene de ilham adi veriiir. [532]

Zaten tasavvufçular arasında "Kalbim bana rabbimden nakletti", "Siz dininizi Ölülerden alıyorsunuz, biz ise hiç ölmeyen (Allah)'dan alıyoruz.[533]sözleri meşhurdur. Çünkü Allah'ın dinine yapacakları iftiraları ancak böyle savunup bir dayanağa yaslandığını iddia edebilirler.

Diğer taraftan şeyhin keşf yolu ile gaybı bildiğini, uzak mesafelere kadar bütün meçhulleri gördüğünü ve kendisine gizli birşey kalmadığını da iddia etmektedirler. Bakınız Mehmed Zahid Kotku bunu nasıl dile getiriyor:

"Nice günler beni bir halet ihata etti ki, gözümden eşya kalktı. Etrafı alemden her ne varsa cümlesini görür oldum. Yani bu alemdeki eşya kalktı. Diğer alemlerde her ne varsa cümlesini gördüm. Herşeyi ki haber verseydim, vakıaya mutabık bulunur­du. Lakin gördüm ki, onun arkasında, onun gibi yetmiş makam daha var. En büyük mertebe ve makam fena fİJlahtır. [534]

Keşfi de ikiye ayırmışlardır. İyani ve vicdani diye.. "Selefi salihin zama­nında erzak şüpheli olmadığından keşf iyani olurdu. Halihazırda ise, ekseri­yetle rızık şüpheli olduğundan keşf vicdanidir[535]

Tasavvufçuların rüyalarla nasıl oturup kalktıklarına bakınız: "Akşam rüyamda Efendimizi gördüm: Size selam söyledi ve "Evlendiği gün ölür ve cenazesine de gelmem" buyurdu. [536]

Akademik kariyeri bulunan bir tasavvuf hocası, tasavvufçuların rüya yo­lu ile hadis naklini ve Hz. Peygamber yahut Allah ile görüşmelerini kitabın­da şöyle anlatır:

"Ebu Aİİ Şebevi bir gece Hz. Peygamber'! rüyasında görmüş ve "Ya Rasulullah: "Benim saçlarımı Hud suresi ağarttı" sözünün senden rivayet edildiği doğru mu­dur? Bu doğru ise, Hud suresinin hangi ayeti seni ihtiyarlattı? Nebilerin kıssaları mı, geçmiş milletlerin mahvolmaları mı?" Rasulullah bunun üzerine: "Bunların hiç­biri değil, sadece o surede geçen "Emrolunduğun gibi istikamet üzere o!" {Hud, 112) sözü beni İhtiyarlattı" dedi.

Taarruf sahibi Kelebâzî (öl.380/990) ikiyüz yirmi üç hadisin ahlaki ve ta-savvufi izahın] yaptığı Bahru'l-Fevaid adlı eseri için Hz. Peygamber'i rüya­sında görmüş ve kendisine "Bu yolda bulunduğun müddetçe hadislerimi şer-hetme işine devam et" denmiş ve eline kalem kağıt verilmiştir. Kelebazi, uy­kudan uyanınca, elinde hadisler ihtiva eden bir evrak görmüş, hayatının sonuna kadar bunları şerhetmişti. Rüya konusuna ileride temas edilecektir.

Daha önce, bazı ayetlerin sufilerce nasıl şerhedildiğine dair bilgi verilmişti.[537]

"Sufiler sürekli olarak Hz. Peygamber'den rüya yolu ile bilgiler alırlar. Müşkillerini ona danışırlar. Hatta mevzu ve uydurma olduğu iddia edilen bazı hadis ve davra­nışların doğruluk derecesi de rüya yolu ile çözülür... Tasavvufla ilgili birçok eserin yazılışında rüya sözkonusu edilir. Mesela Fususu'l-Hikem'i çok müsbet bir eser olarak değerlendirenlerin delillerinden biri de kitabın girişindeki şu ifadeleridir: (Ya­zar burada İbn Arabi'nin Fususu'l-Hikem girişindeki sözlerini verir). Vahdet-i vücud düşüncesinin en büyük temsilcilerinden olan sufi şair İbn Farıd'ın (öl.633/1235) meşhur kasidesine Nazmu's-Suluk adını veren yine Hz. Peygamber'dir. (Yazar ba­zı rüya ve rüyada peygamberle görüşme örneklerini naklettikten sonra şöyle de­vam ediyor):

Böylece sufiler, gerek rüya yolu ile Hz. Peygamber'den ve diğer sufilerden aldıkla­rı, gerekse ilham yolu ile Allah'tan aldıkları marifetle İslam düşüncesine daha ön­ceden söylenmemiş yeni taptaze yorumlar getirmişler, yeni manalarla Kur'an'ı açıklamışlardır. Bu konuda tasavvufun yerini tutabilecek bir başka ilim yoktur. [538] Ne büyük bir ilim değil mü? Müslümanlar herhalde bu ilme gereği gibi değer ver­medikleri için geri kalmış ve bugünkü sömürge durumuna düşmüşlerdir (!)[539]

 

g. Günümüzde Şeyh-Mürid İlişkisi

 

Tasavvuf geleneğinin yenilerde belirgin olarak devanı ettiği yerlerden bi­ri de şeyh-mürid ilişkisi konusudur. Bilindiği gibi, tasavvufta mürid şeyhin elinde cenazeden farksızdır. Hatta şeyh-mürid için ibadet bile belirlemekte ve mürid ona itaat etmek zorundadır.

"Sohbetin üç şartı vardır;Birincisi, mürid, mürşidin sohbetini madem seçti, o halde ona hizmet edecek, intisab edecek, onunla iftihar edecek ve ona yönelecek. İkincisi, şeyhe asla itiraz etmeyecek, yaptığı bir işe ne açıktan ne de gizliden asla hoşnutsuzluk duymayacak. Şayet kalbinden beğenmemezlik gibi düşünceler ge­çerse, bunu günah addedip istiğfarda bulunacak. Zira şeyh Allah'ın tasarrufunda-dır. Allah ise asla kötülüğü emretmez, münkeri emretmez. Fakat Allah kullarından istediğini şeyhin vasıtasıyla imtihana çeker. Üçüncüsü, mürid, ölmüş birisi yıkayanın elinde itiraz edemediği gibi mürşide itiraz etmeyecek. Asla muhalefet etmeyecek. Şeyhe karşı kendini müdafaa etmeye­cek.[540]

"Mürid şeyhinin terbiyesinde, gassalin elindeki Ölü gibi olmalıdır ki o şeyh müride istediği gibi hareket edebilsin.

Kalbinde şeyhin efali üzerine itiraz etmemelidir. Şeyhe itiraz çok çirkindir. Mu'teriz mazur olamaz. [541]

"Şeyhin efalinden birine zahiren veya batınen itiraz ve inkar etmemek lazımdır Olabilir ki, şeyh o fiilini bir hikmet tahtında veya imtihan maksadıyla yapmıştır. [542]

"Şeyhin ihtiyar ve tercih ettiği miktardan fazla veya başka zikirlerle meşgul olunmamalıdır. [543]

"Babası, oğlu ve bütün insanlardan kendisine daha sevimli olmadıkça hiçbiriniz i-man etmiş olmaz" buyurduğu gibi Peygamber Efendimiz, mürşid-i hakiki peygam­ber efendimizin varisi olduğundan onun makamında oturduğundan o zamanın o mü'mini de onu o tarzda sevmesi lazımdır. O tarzda sevmezse hava alır. Rasulul-lah'ı sevmeyenin amelleri heba olduğu gibi, o mürşide Allah'ın rızası için bağlan­mayan da kendisi bilir. Onun için bu sevgi bağını, saygı bağını, o ruhani irtibatı gü­zelce yapın. [544]

"Onlar bilmelidirler ki, bu taifeyi (mürşidleri) inkar, öldürücü bir zehirdir, onların yap­tıklarına ve sözlerine itiraz ve engerek yılanı zehridir. Bu şekilde davranmak, ebedi ölüme ve helake götürür. Böyle bir itiraz ve inkar şeyhe nasıl yöneltilir ve bu ona eza sebebi yapılırsa, durum ne olur? Bu taifeyi inkar eden, onların bereketlerinden mahrum olur, itiraz eden ise daimi surette perişanlık ve hüsran içinde kalmaya mahkum o!ur. Şeyhin bütün hareketleri müridin gözünde güzel olmadıkça, onun kemalinden hiçbir şeye nail olamaz. Nail olsa bile, istidrac (yalancı bir kemafjdır. Akibeti ise, rüsvaylıktır ve helak olmaktır. Eğer mürid şeyhine karşı kendinden kıl kadar itiraz gücü buluyorsa, ona muhabbeti ve ihlası tam olsa dahi bilmelidir ki, bu gerçekte şeyhin kemalinden mahrum olmasıdır. [545]Şeyhe itiraz yasak olduğu gibi, şeyh değiştirmek de yasaktır. Aksi halde şeyhler uyanık iken olmasa bile rüyada şeyh değiştiren kişileri cezalandırır ve pişman ederler. M. Esad Coşan'ı dinleyelim:

"Birisi hocasını değiştirmiş, rüyada değiştirdiği hocasını görmüş, bir to­kat patlatmış buna, sen de amma gezinti adammışsm be! Ordan oraya, or-dan oraya geziyorsun, diye bir tokat patlatmış. Gelmiş bana ağlayarak söy­lüyor. Onun için o tokatı atar, o tokat ikaz olur, iltifat olur, sen onun ruhu­na bir hatim indirirsin, rüyada sana teşekkür eder. Ya, hani bu ölmüştü, ce­settir ölen, ruh ölmüyor... Can ölür mü, ruh ölür mü? Ölmez. İşte tasarrufa!,] oluyor. Onun için o büyüklerimize bir fatiha üç ihlas okuyun, gönderin iu-haniyetlerine[546]

 

h. Günümüzde Kutupluk (Ricalu'1-Gayb)

 

İslam inancında ricalu'1-gayb inancı olmadığı halde tasavvufçular Batı-nıyye-İsnıailiyye fırkasından ve başka batıl dinlerden bu inancı almış ve İs­lam inancı gibi benimseyerek hayatın ve kainatın tasarruf yetkisini ricalu'l gayb dedikleri kişilerin eline vermişlerdir. Şimdi tasavvuf hocalığı yapan bir kişiden bu masalı dinleyelim:

"Abdal, Allah'ın yeryüzünü kendilerine musahhar kıldığı kimselerdir. Onlar alemin intizam sebebidir. İnsanların işlerini tanzim ederler. Abdal kırkı Şam'da[547] otuzu di­ğer memleketlerde olmak üzere yetmiş kişidir.

Diğer bir rivayete göre Abdal, Gavs, İmaman ve evtad olmak üzere yedi kişiden iba­rettir. İç alemleri Hakka yöneliktir. Vaaz ve nasihatlarıyla insanları ıslaha çalışırlar. Kutb, değirmen taşının miline benzer. Değirmen taşı, milinin çevresinde döndüğü gibi, alem de onun etrafında döner. Her işin, her ülkenin, her yerin bir kutbu" vardır. Asıl kutub, kutbu'l-aktab'dır. Kendisinden yardım dileyene manen yardım elini uzat­tığı için "Gavs" ismi ile de anılmıştır. Bu zat, Muhammedi hakikatin varisidir. Kutuptan sonra gelen iki kişiye imaman ismi verilmiştir. Bunlardan birine, sağ ya­nındaki imam (imamı yemin), diğerine sol yanındaki (imamı yesar) derler... Bunlardan başka yeryüzünün dört yönünü idare eden ve "Dört direk" (Evtad-1 Er­baa) denen erler vardır. Doğuda olana Abdulhay, batıdakine Abdulalim, kuzeydeki-ne Abdulmürid, güneydekine Abduikadir denilmiştir. Bu topluluğun içinde kadınlar da bulunabilir. Maddelerini manaya, nefislerini ruha, mevhum varlıklarını gerçek varlığa tebdil ettiklerinden abdal diye anılmışlardır. (Ayrıca Nuceba ve nukebayı anlatır).

Kutup ölünce her dereceye aşağı derecelerdeki biri yükseltilmek ve sonra, veliler­den eksilenin yerine de alttan birini seçip yüceltmek suretiyle bu erenlerin sayıları tamamlanır.[548]

Tasavvufun bid'atlarmdan olan ricalu'1-gayb ve tasavvufun divanı inan­cını çağdaş tasavvufçulardan dinlemeye devam edelim:

"Her hafta divanı salihin, tensib edilen bir gecede kurulur. Rasulullah teşrif ederse reis odur. Teşrif etmezlerse, varis-i rasui riyaset eder. Ve ahval-i aleme ait kararlar alınır. Hükümler verilir. Cari hadisatın ekserisi bu hükümlere bağlıdır. [549]"Divanı salihinde Rasulullah bulunursa, Arapça konuşulur. Bulunmazsa Süryanice. [550]

Muhyiddin İbn Arabi kendisini hatemu'l-Evliya ilan ettiği gibi, Ali Erol da şeyhini zamanın kutbu olarak ilan etmektedir. Şöyle diyor:

"Varisi Muhammedi ve sahibi zamanın sonuncusu sadat-ı kiramdan olup bu devlet Türkiye'ye ihsan olunmuştur. İmam Rabbani, Hindistan'da; Şahı Nakşibend ve Mevlana Selahaddİn Siracuddin İbn Mevlevi, Buhara'da, son sahibi zaman ise Tür­kiye'de zuhur etmiştir... Irk ve milliyet gözetmeden Hindistan ve Buhara'dan ema­neti kübra, ilahi irade icabı, Türkiye'ye inîikaf etmiştir. [551]

Ahmet Hulusi de klasik tasavvuf kitaplarında anlatıldığı şekliyle tasav­vufun divanını ve ricali gayb masalını savunmakta, bunların alemin idaresi ve alem hakkında alman kararlarda söz sahibi olduklarını söylemektedir. Onları karar organı ve icra organı olarak iki smıfa ayırır ve meydana gelen olayların onların onayından geçtiğini belirtir. Divanın işleyiş tarzını da ay­rıntılı olarak anlatır. [552] Bu misalleri başka çağdaş yazarların kitaplarından daha da çoğaltmak mümkündür. Ancak tarikat çevrelerinde ve özellikle ta-savvufçular arasında görülen Gavs, Kutup, Baz (Doğan), tıatemul evliya gibi isimlerle istigasede bulunma, üçler, yediler, kırklar, aktab ve. ebdaİ gibi isimler bu inancın halk arasında bile ne kadar yaygın olduğunu göstermeye yeterlidir. Tarikatçıların şeyhlerine bu isimlerden biriyle seslenmeleri ya­hut onu bu isimle anmaları çok yaygındır. Bütün bunlar yeni tasavvufçuln-rın eskilerin yolunda olduklarını göstermektedir.[553]

 

ı- Günümüzde Kabirlerle Tevessül ve Ruhlardan Yardım İstemek

 

Tasavvufçularm bid'atlarmdan biri de kabirlere tevessül ve ruhaniyetteıı istimdat inancıdır. Kur an ve Sünnette böyle bir inanç ve uygulama olmadığı gibi salih selefin de böyle birşey yaptığı vaki değildir. Bu inanç tamamen batıl İslamdışı inançlara dayanmaktadır. Tasavvufçular bir İslam inancıy-mış gibi buna sarılmış ve insanları böyle yapmaya teşvik etmişlerdir. Yeni tasavvufçularm bu konuda söylediklerinden bazı örnekler verelim:

"İşlerinizde bir çıkmazla karşılaşırsanız, kabir ehlinden yardım isteyi­niz" mevzu hadisi naklettikten sonra izahı kabilinden Ramazanoğlu Mnh-mud Sami şöyle demektedir; "Ey benim ümmetim, size bir müşkilat, bir gam ve keder teveccüh edince evliyaullahın ziyaretine koşunuz ki onların bere-katiyle müşkilatınız hal, gam ve kederiniz zail olsun. Bunun tasavvuf! izahı. kuburdan murad evliayullahtır." "Mescidler Allah'ındır." ayetini açıklarken de şöyle diyor: "Evliyaullah'm verdiği bir manaya göre mescidden murad kalbtir.[554]

"Onun için o büyüklerimize bir fatiha üç ihlas okuyun, gönderin ruhani-yetlerine. İstimdat edin. Şirk olmaz mı? Olmaz. Çünkü Allah'ın sevgili kul­larını Allah için sevmek sevaptır. Rasulullah efendimiz buyuruyorlar: "Siz­den biriniz beni.... sevmedikçe. [555] Sanki şeyhler ve ölüler Allah'ın Rasulü! "Evliyaullah Allah'ın sevgili kulları, Allah'ın rızasını kazanmış kullar, vefatlarından sonra da insanlara müessirdirler. Yani tasarruf sahibidirler. Yani sizinle münase­betleri vardır, alakalan vardır. Rüyamıza girerler, nasihat ederler, ikaz ederler. [556] "Bir de zikirden önce mürid, mürşidin ruhaniyetine teveccüh eder ve huşu içinde olabilmesi için o ruhaniyetin Allah ile kendi arasında tavassut etmesini diler. Buna istimdadi rabıta denir. [557]

"(Zikirde) dördüncü edeb, ruhaniyetten istimdattır. [558]

"Bazı mürid de şeyh vefat ettikten sonra kendisine rabıta yaptırmıştır. Bazısı da meyyit ahirete intikal ettikten sonra dünyaya iltifatı kalmaz, demiştir. Bu kanaat, nefsinde kemal iddia edenlerin hatasından da büyüktür. Bu söz evüyaullah indinde tasarrufatı inkardır. Bunda ittifak vardır. Evliyaullahın tasarrufatı ahirete intikal ettiklerinde de bakidir. Onun için Hazreti İmam tarikat el-Maruf Şah Nakşibend, Şeyh Abdulhalik Gücdüvani'nin ruhaniyetinden feyz almıştır. Halbuki bu ikisi arasında beş adet vasıta vardır. [559]

"Cenabı Hak kulunun yükü ağırlaşınca, anasırdan tecrid eder de ruhen mutasarrıf kılar. Zira ruhta telsiz sürati vardır. Onun için tasarruf daha süratli, ihatalı ve kolay olur.[560]

Biraz da Mahnıud Ustaosmanoğlu(Efendi)nin tefsirinden ölülerin nasıl tasarruf ettiklerini görelim. Mahmud Efendi ölülerle nasıl görüşme yapıldı­ğı ve rabıtanın meşruluğunu savunmak için kendisine göre birtakım kişile­rin söylediklerini delil getirmektedir. Biz de sahiplerinin isimlerini geçerek belirtilen bu görüşlerden bazılarını nakledelim;

"Seyyid Curcani. evliyaullahın suretlerinin, müridlerine zahir olabileceğini, öldükten sonra bile müridlerin kendilerinden feyiz aldıklarını açıklamıştır. [561]"Bunlardan daha üstün derecelerde olan bir kısım vardır ki onlar özellikle zikir va­kitlerinde açıkça başlarının gözü ile Efendimiz (s)'in kıymetli suretini görürler. Çün­kü Efendimiz (s) çok selaîu selam okumakla ruhları efendimizin ruhu ile kaynaştı­ğından, Efendimizin ruhu kerimesi, cesedi şerifinin şeklini alarak onlara gözükmek­te de bu makamda ona seiatu selam okuyanlar, ruhlarının Efendimiz'le olan yakın­lığının kuvvetine göre bazan gözleriyle açıkça, bazen kalbleriyle olan anlayışla ona bakarlar, bununla beraber kalb görüşü, kafa görüşünden daha kuvvetlidir. [562] "Şüphesiz ölülerin ruhaniyetleri cismaniyetlerine galip oldukları için değişik şekiller­de gözükürler. Hayatlarında da, ölümlerinden sonra da, kendilerinden tasarruf (ru-haniyetleriyle alakalı tesirler ve iş görmeler) vuku bulur (meydana gelir)" [563] "Dünyada bulunan ruh, kının (muhafazasın)daki kılıç gibidir. Ölümünden sonra ise, cismani alakalardan soyulduğu için kınından çıkmış kılıç gibidir. [564]

"Bedenlerden ayrılan ruhlar bazı yönlerden bedenlerle alakalı ruhlardan daha kuv­vetlidir. [565]

Bu Örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür. Ancak sÖzkonusu tefsir bu anlayış ve kültürle yazıldığını düşünerek okuyucuları meşgul etmemek için bu kadarla yetiniyoruz.

Tasavvufçular ölülerden yardım isteme ve ruhaniyetten istimdadı o dere­ceye vardırmışlardır ki, bu konuda ölüleri Allah derecesine bile vardıranlar olmaktadır. Mesela tevessül ve istimdad konusunda bunlai'dan biri Allah ile Rasulullah'tan isteme arasında bir fark olmadığını bile söylemektedir. Şu ifadeye bakınız:

"Ya Rabbi! Rasulü Ekremin kadir ve kıymeti için benim ihtiyacımı gi­der", "Ya Rasulullah, benim ihtiyacımı gider", "Allah'ım! Onunla ihtiyacımı gider" sözleri arasında fark yoktur. Doğrusu, Peygamber'in zatından iste­mek ile zatı ile Allah'tan istemek arasında fark yoktur.[566]

 

i- Dinin Hükümleri Karşısında Marifet ve Hakikat İddiası

 

Tasavvufçular dinin Özü ve cevherine ulaşma iddiaları yanında onun hü­kümlerini küçümsemeyi ve onlara muhalefeti bayraklaştırmayı da ihmal et­memişlerdir. Bu hükümleri zahir, kabuk, şekil ve benzeri sıfatlarla niteleye­rek bunlara muhalefetin çok önemli olmadığı, önemli olanın cevher ve öz de­dikleri marifet ve hakikat olduğu havasını estirmişlerdir. Onun için bunlar arasında kemale erdiğini tasavvur eden yahut erdiğini düşünenler artık teklifin kendilerinden kalktığını ve bu hükümlerin avam insanlar için oldu­ğunu söylemekten kendilerini alamamaktadır. Nitekim günümüzde de aşk, sevgi, marifet, hakikat, hümanizm ve hoşgörü, sloganları arkasına sığınan ve dinin hükümlerini gozardı eden, hatta onlara inanmayan sayısız tarikat çevreleri bulunmaktadır.

Yazılarında ve kitaplarında da bunu telkin ve teşvik etmekten de geri durmamaktadır. Bunlardan bazı örnekler vermekte yarar vardır:

"Zahiri ibadetler, yanı bedeni ibadetler, mucib-İ kemalat ve derecat ve musi!-i kadiye'l-Hacat olmayıp belki bunların siyreti Muhammediyye ile süslenmeye ve ahlakı güzelleştirmeye belli başlı bir sebep olur.

Namaz {sıtmaya yakalanmış bir hastanın) sağ elmı. oruç sol elini, zekat ve sadaka sağ ayağını ve hac ile zikirler de sol ayağını tutsalar kalbi kötü ahlaklarından ileri geten hastalıklarla malul olduğunda asla fayda vermez. Bir hazik hekim demek olan mürşid-i kamilin ilacına muhtaçtır. [567]

"Buyurmuşlardır ki, ibadetlerin yükte ağır, pahada hafifi ve pahada ağır, yükte hafifi vardır. Abdest, namaz, oruç, hasenat ve her ne kadar zahiri ibadet ve îaat varsa, bunların hepsi yükte ağır, pahada hafiftir. Aflah-u Teafa'nın rızası, Rasulullah ( s)'in sünnetleri ve mürşidin sözleri de, eski bakır gibi yükte hafif ve pahada ağırdır. "Abdulhakim Arvasİ'den naklediliyor: "Cennet ve cehennem ehli kimlerdir? Cennet ehli şunlardır ki, kalbinin en iç noktasında Allah'ın razı olduğu şeyleri sevmek ve buğzettiklerini sevmemek keyfiyyeti vardır. Hatta bu insan, fiil ve hareket bakımın­dan düşüncesine aykırı işler yapsa bile. Böyle kimselerin muhasebesini mahşer günü bizzat Allah görür ve öbür insanlarla bu gibilerin arasına perde çeker. Muha­sebeden sonra da meleklere bu kullarını cennete koymalarını emreder. Melekler Allah'a:

Yarabbi! derler. Biz bu kullarında cennetlik olmaya layık bir iş görmedik. Dünya­daki bütün fiil ve hareketleri şeriata aykırıydı. Onlara cenneti ihsan etmendeki hik­met nedir? Allah cevap verir:

Meleklerim! Gerçi dedikleriniz doğrudur, Lakin onların kalbinde benim sevgim y-er tutmuştu. Beni sevdikleri gibi sevdiklerimi sever ve sevmediklerimi de sevmez­lerdi. Cennetimi bu yüzden ihsan ediyorum.

Cehennem ehli ise bunların aksidir. Kalblerinde ilahi sevginin zıddı bir kalabalık, bir kasvet, bir buğz ve adavat vardır. Hatta bunlar zahirleri bakımından iyi işler ve şeri­at ölçüleri çerçevesinde hareket etmiş olsalar bile.

Toplumda birtakım insanların "Kalbim temizdir, kalbime bak, önemli olan kalp temizliğidir, gibi sözlerin kullanılmasının kaynağı bu nevi tasav-vufi hikmetler olsa gerek!

Muhammed Nazım Kıbrısî İlmi ve alimi şu şekilde horlamaktadır: "Ali başka, Veli başka. Dünyada ne kadar alim varsa, o alimlerin hepsinin ilmini bir velinin ilim denizine atarsan kaybolur... Öteki ulemaların okuduğu ilim­leri onların okudukları kitapları, Avrupanın papazları da okur. Bizden fazla okurlar onlar. ... İlmi dilinde olan kimselerin bildiğini onlar (oryantalistler) bizden fazla biliyor. Lakin ilmi kalbinde olanların ilminden onlar bihaber­dir. Kalpte olan ilim ledunni ilimdir. Ledunni ilmi papazlar alamaz. [568]

 

j. Dinlerin Birliği

 

"Dinlerin birliği prensibinin bir uzantısı olarak Kur'an, her topluluğa bir peygamber, yani ışık ve aydınlığa çağıran ilahi bir haberci geldiğini söyler. Ve peygamberlerin sayısını sınırlamaz. İsimleri, hatıra ve hikayeleri anlatılan nebiler yanında, adların­dan söz edilmeyen nebiler de vardır. Adı anılan ve anılmayan bütün nebiler, bir tek arzuya, fıtratın coşup kabaran özlemine cevap aramışlardır. Ve bu yüzden bütün dinler aynı esasa dayanır. Çünkü "Tek varlık, bir ayna gibidir. O aynaya bakan her­kes onda Allah hakkındaki inancının hayaline bakar ve onu görür, bilir, gerçekleşti­rir." "Her nereye bakarsanız orada Allah'ın yüzü vardır."

Çirkinlik ve kötülük izafidir. Bir şeye kötü demek, onun derinliğinde (batmında)ki iyi­liği görmemekten kaynaklanır. Mevlana, bu noktaya temas ederken şunları söylü­yor: "Küfür, yaratana nisbetle bir hikmettir, onun bela olması bize nisbetledir." ve " Eğer renksizliğe (ayırım ve ikiliğin olmadığı idrak seviyesi)ne ulaşabilirsen, anlarsın ki Musa ile Firavn iki dava arkadaşından başka şey değillerdir." Neden böyledir? "Çünkü küfür de Allah'ın bir sıfatıdır ki zuhur eder. Kafir, küfrün ne olduğunu bilsey­di, Allah birdir, der ve küfür içinde kalmazdı."

O halde, bunca cenk ve cidal, bunca hayu huy neden ve ne İçin? Daha önce de tesbiî ettiğimiz gibi, birlikten çıkan oluş, değişiklik ve çokluk halinde zuhur ve tecel­liden sonra tekrar aslına döner ve yine bir olur. Varlığın seyri, hürriyet üzere değil, meşiet (ilahi İstek ve takdir) üzere yürür. Hallaç ve İbn Arabi de temel fikirlerden bi­ri olan, meşiet yönünde yürüme düşüncesi hiçbir davranışa çarpık, hiçbir düşünce­ye bozuk nazarıyla bakmaz. Ayrılık, emre isyan, günah vs. dedikleriniz aslında te­kamülün kanunları içindedir. Bu fıtrat kanunu ifade için olacak ki Peygamber: "Hiç günah işlemeseydiniz, Allah sizi yok eder, yerinize günah işleyen bir topluluk geti­rirdi..." buyurmuştur. Madem ki varlık Allah'a doğru bir gidiş içindedir ve madem ki bu gidişte ışık kadar karanlığın da rolü vardır, o halde İblis'le Adem aynı gerçeğe hizmet eden elemanlardır. Ve o halde "İnkarın içinde ikrar, ikrarın içinde inkar mev­cuttur". Bu mevcudiyet, oluş diyalektiğinin fıtri yapısından kaynaklanmakta ve mo­tor güç olarak kainat bünyesinde sürekli rol oynamaktadır. Işık-karanlık, cemal-ce-lal tecellileri, Birin kendisi olduğundan bu tecellilerin, yani bu isim- sıfatların hangi­siyle çağırırsak çağıralım, cevap verecek olan aynı sestir, Bir'dir. Burada bir tür, değişik adlarla anılan, fakat gerçek sahibi tek olan şirketler vardır ki bunların hangi­sine girseniz aynı zatın malı olursunuz. Bu gerçeği idrak edemeyenler, varlıkta çokluğun görüntü değil, esas olduğunu zannederek Allah'a ortak koştular. Onlar, yani çok tanrıcılar tevhidin ortak noktası olan teşbih ve tenzih arası yerine, yalnız teşbihe (Allah'ı eşyaya benzetmeye) saplandılar. Allah'ı varlığın dışında gören tek tanrıcılar ise, yalnız tenzihe saplandılar. Bunların biri bir yüze, öteki öteki yüze takı­lan, fakat gerçek birliği ve bütünlüğü göremeyenlerdir. İki yüzü birden görenler ise, Rabbin rahmeti üzere olanlardır ki Kur'an onlara şu ayetinde işaret etmiştir: "Eğer rabbin isteseydi, insanları birtek ümmet yapardı. Oysaki, onlar rabbinin rahmetine mazhar olanlar müstesna, sürekli ihtilaf halindedirler. Ve rabbin onları zaten bunun için yaratmıştır da.. [569] Rabbin rahmetine mazhar olanlar, yani müstesna ve seçkin kullar, iki yüzü birden gören ve tartışma ve didişmenin üstüne çıkanlardır ki, on­lar varlığın, sahibinin istediği yönde ahenk içinde yürüdüğünü iyice gördüklerinden, İdraki noksan olanların dedikodularına bulaşmazlar.[570]

Görüldüğü gibi Yaşar Nuri Öztürk, Muhyiddin İbn Arabi ve Abdulkerim Cili'nin düşüncelerinin pazarlayıcısı durumundadır. Bütün dinlere mensup insanların aslında aynı dinin değişik yansımalarının mensubu olduklarını, hepsi de aynı dine bağlı oldukları halde kafasızlık yaptıklarından dolayı aralarında kavga ettiklerini, Allah'ı teşbih ve tenzih ederek algılasalardı hak üzere olacaklarını açıkça belirtmektedir. Kısaca, Ibn Arabi ve el-Cili'nin dinierin birliği ile ilgili görüşlerini kendi üslubu ile insanlara sunmaktadır.[571]

 

II. Eski Tasavvuf Anlayışından Devam Eden Başka Örnekler

 

Bütün bunların dışında eski tasavvufçuların dile getirdikleri ve kitapla­rına aldıkları pekçok konuda yenileri onları izlemiş ve aynı şeyleri değişik şekillerde dile getirmişlerdir.

Cehalete ve Dünyayı Terketıneye Davet mi İstersiniz:

"Kalbi havatırdan muhafaza etmenin yolu (tarîki): Salik mahsusata havassını taal­luktan menetmelidir. Zira havaîırın ekserisi, kulak ve göz tarikiyle duhul eder. Aklını da makulata taalluktan hıfzedip mütalaa gibi şeyleri terketmelidir. Daimi zikr-i kalbi ile meşgul olup havatır geldikte istiğfar edip Cenab-ı Hakka teveccüh İle iltica et­mek ve halktan uzlet edip kelam söylemekten dilini tutmak ve amai-i dünyeviyeyi terkedip ayrıca kalbi işgal eden işlerden ihtiraz etmelidir. [572] Hz. Peygamber'e Bile Sekiz Cenneti İstetmemek mi dersiniz:

"Hz. Peygamber Efendimiz, sekiz cenneti bir habbeye almazdı. Zira sekiz cennet dahi masiva-ı Haktandır. [573] Yani Hz. Peygamber sekiz cenneti iste­miyor ve Rabiatu'l-Adeviyye yahut Yunus Emre gibi sadece Allah'ı istiyor!

Hz. Peygamber'in Kıyamet Saatini Bilmesini mi istersiniz:

"Hz. Peygamber efendimiz, Mirac'da Cenab-ı Halik'tan haber verdi. Mahluku olan ruhu niçin bilmesin? Binaenaleyh ruhu ve saatin ne za­man kopacağını da bilirdi. [574] Halbuki Yüce Allah ruhun Allah'ın emri-den olduğunu ve kıyamet saatini kendisinden başka kimsenin bilmediğini açık bir şekiîde Kuranda ifade etmektedir.[575]

Köpeği Kendilerine ideal Örnek Seçmelerini mî İstersiniz: "Bektaş Hoca sabah vakti hocasını ziyarete gelir. Hocası kapıyı ona açar. Hocası­nın köpeği Bektaş Hoca'ya saldırır ve saldırısı devam eder. Bektaş Hoca köpeğe:

Sus be! Ne oluyorsun? Beş sene evvel ben de bu kapının köpeği idim. Senden eskiyim, demesi üzerine, hocası orada secdeye kapanıp üç defa "Beni ilmimi de ona ver", der ve Bektaş Hoca imtiyazlı alimlerden olur ve icazet alır. [576]

Hızır'ı Allah Yerine Koymak mı Dersiniz:

"Hızır aleyhisselamı görmek de herkese müyesser değildir. Her camide ve her du­ada hazır bulunur ve olup bitenleri görüp işitir. Fakat onu gören pek enderdir. Gö­ren de ekseriya teşhis edemez. [577]

Marifetin Tevhidden Üstün Tutulmasını mı İstersiniz: "Bütün kemaller makam-ı marifettir, makamı-ı tevhidde değildir. Tevhid makamının muktezası, orada gayri görünmeye. Zira muvahhid muvahhide vasıl olsa, o mahal­de meratip fena bulur.

Bir kimse Regaip namazı kılsa, kabirde o kimseye güzel insan suretinde gelirler. Tevhide sa'yetmek gerektir. Bir veçhiyle ki, o tevhidi sahibinden işi de: La İlahe illa ene. {Ya Allah insana la ilahe ilia ene, diyecek, yani insanla konuşacak). [578]

Sûrî ve Manevi Hac mı İstersiniz:

"Bize surî hac müyesser olmadı, manevi haccı Hak'tan umarız. Ka'be'nin şerefi Hz. Peygamber'in şerefiyledir. Zira o sultan o topraktan gelmiştir. [579]

Yirmibeş Yıl Nefis Mücadelesi mi Dersiniz:

"Gavs-ı A'zam Abdulkadir Geylani'nin oğlu halka vazetmiş, ama halkın üzerin­de hiç tesir etmediğini görünce, sebebini babasına sormuş, o da şöyle demiş­tir: Oğlum! Eğer sen de Bağdad çöllerinde yirmibeş sene nefsinle mücadele etseydin, semeresini görürdün."Nefisle bir kere mücahede, on yıl gündü? saim, gece kaim olmaktan ve nafile ibadetten efdaldir. [580]

Büyük Cihad, Küçük Cihad mı Dersiniz:

"İslam düşüncesi, müminin iç dünyasında verdiği mücadeleye, iç cihad (batini cihad), dış dünyada verdiği mücadeleye dış cihad (zahiri cihad) de­mektedir. Buna bağlı olarak iç dünyada gerçekleştirilen fetihlere de "Dış fe­tih" denmektedir. İç alemdeki cihad, insan ruhunu yüceltme, insan nefsini arıtma ameliyesidir. Bu ameliye gerçekleşince, insan varlığın özünü ilahi bir görüşle kavrama imkanını bulur. Bu imkan, insanı mükemmelleştirdiği için diğer bütün cihad ve fetihlerin mükemmelliğine kaynaklık edecektir. Bunun içindir ki, İslam düşüncesi iç cihadın zafere ulaşmadığı yerde, dış cihadın bir anlam ifade etmeyeceğini belirtir. "Allah bir topluluğu, o topluluk iç dünyala­rında olup bitenleri değiştirmedikçe, asla değiştirmez" Bu yüzdendir ki ta­savvuf düşüncesi iç cihada "En büyük cihad", dış cihada ise, "En küçük ci­had" adını vermektedir. Tasavvuf, insanı iç dünj'asmdan hareketle yüceltme­yi esas alan bir kurum olarak en büyük cihadı şöyle değerlendirmektedir; Tasavvuf tarihinde bir dönüm noktası olan Türk düşünürü Kuşadalı İbrahim (öl.l845)den dinleyelim:

"Allah'tan bir nefha olan insan ruhu, insanın iç dünyasındaki islam padişahıdır. İç dünyamızdaki süfli ve şehevi kuvvetler bu islam padişahının çevresini saran düş­man kuvvetleridir. Cihadı ekber odur ki, bu kuvvetlere karşı verilir ve İslam padişa­hının çevresindeki güçlerin onun emrine girmesini sağlar. [581] Zahir ilmi horlayıp batıniliği teşvik mi istersiniz:

"Zahiri ilim, melekler arasında bulunup cennet ve cehennemi bilfiil gören şeytanı dahi kurtarmadı. Zira ilmi girtlaktan yukarı kafasında kalmış, kalbine inmemişti. (Fasid kıyası yaptı ve cennetten kovuldu) [582] "Bilmiyorsanız ehl-i zikir (alımierj'den sorunuz (Nahl, 43) ayetindeki eh!-i zikirden maksat evliyaullah hazeratıdır. [583]

Veli Dedikleri Şeyhleri Peygamber'den Üstün ve Allah'ın Sıfatlarına Sa­hip Kılmak mı Dersiniz:

"İşte kendilerine hizmet, nafile ibadetlerden efdal tutulan evüyaullah, yukarıdan beri birer vesile ile zikredilen Yüce Allah dostlarıdır. Onların en yüce mevkiinde bulu­nanlardan birisi de el-Bazu'l-Eşheb (akdoğan) lakabıyla tevkif edilen gavsu'l-Azam (kendisinden yardım istenen en büyük kişi) Abdulkadir Geylani hazretleridir. Onun yüce kerameti nasıl nübüvvet mucizatının bir cüzü sayılmasın ki, Risale-İ Gavsiy-ye'terinde görüldüğü veçhiyle Kelimullah'a vaki iiahi sohbet kendilerine de nasip ol­muştur. "Len terânî'den terânî" sırrı bu yüce velide zahir olmuştur. (Yani Hz. Musa Allah'ı göremedi ama bu yüce veli görmüştür). Yukarıda bir vesile iie ehlullahın be­şeri sıfatlardan tecerrüdle melekiyyet sıfatını iktisap ettiklerini arzetmiştik. el-Bazu'l-Eşheb olan gavsı azamın yüce kanaatlan cihanı muhit olduğu gibi, kendisine iltica eden bendeganını (kullarını) daima bir siyanet meleği gibi o yüce kanatların altında hıfz buyurmuşlardır. Burada Cebrail denilen ulu meleğe gavsu'l-azam da meleklik sırrı itibariyle yoldaştır, denirse, hakikatin ta kendisi ifade edilmiş olur.[584] "Hz. Mevlana İçin Molla Cami'nİn "Peygamber değildir ama kitap sahibidir" arifane kelamı, elbet Sultanu'l-Evliya Abdulkadir Geyiani hazretleri için de evleviyeîle va-riddir. Gavsu'l-Azam hazretlerinin kutsal kitabı ise Risale-İ Gavsiyye'dir. "Kelimul-iahlık" payesine erişti, denilmesinde hiçbir mahzur görmemekteyiz. Şu manada ki, elbet kendileri nebi değildir. Ama "Kelimullah" Hak Teala ile mükaleme mazhariye­tine ermişlerdir. [585]

"Aslında yüce veliler, Hak Teala'nın tam ve kamil mazharlarıdır. Ol ayinede görü­nen Hakk'tır. Esasen nasıl Tur vadisinde bir ağaçtan yüce Mevla, Keiimuilah'a "İnni enellah" demişse, el-Bazu'l-Eşheb (Abdulkadir Geyiani) mazhannda da görünen O'dur. Yani Hû'dur. [586]

insanların Uçurulması ve Olümsiizleştirilınesi mi dersiniz; "Bir adam hacca niyet ettiği halde müteaddit seneler bir türlü gitmek na­sip olmamış. Bu halden üzülen hanımı, adamcağıza: "Her sene böyle niyet edersin, bir türlü gidemezsin. Ben de konu komşuya mahcup olurum. Eğer bu sene de gidemezsen ben seni artık eve almam, başının çaresine bak" diye çıkışmış. Bütün hacılar gidipde adamcağız yine kalınca, kadın dediğini yap­mış, eve sokmamış. Sokakta kalan zavallı adam bir tavsiye ile Hz. Uftadeye halini anlatmış, o da derviş Eskici Baba'ya havale etmiş. Her ne ise, Eskici Baha'nın himmetiyle adam kendini Mekke'de bulmuş. Bütün Bursalılarla birlikte adam haccmı yapmış. Dönüş başlayınca yine Eskici Baba vasıtasıyla Bursa'ya dönmüş. Evine gidip "Hanım, ben hacdan geldim, hacı oldum. Artık aç kapıyı" demişse de bir türlü inanmamış.

Çünkü o devirde hacdan gelmek birkaç aylık meseledir. Kadın kapıyı aç­mayınca, adamcağız kadı olan Hüdai efendiye gidip vakayı anlatır. Bu hari­kulade durum karşısında kadı efendi düşünmeye başlar ve adama: "Sen be­nim misafirim ol, hacılar gelince davanı ispat için şahitler getirirsin, ben do hükmümü veririm," dedi. Vaktaki hacılar gelir. Adam hacda görüştükleri kimseleri toplayıp kadı efendinin huzuruna getirir. Kadı efendi hacılara so­rar:

Sizler bu adamı hac esnasında tavafta, sa'yda, Arafat'ta veya şeytan taş­larken gördünüz mü?

Şahit hacıların hepsi de: "Efendim, bütün hac merasimini beraberce yap­tık. İşte şu zemzemi, hurmayı ve teşbihleri de bize Bursa'ya getirmemiz için emanet etmişti. Bunlar onundur" deyince, Hüdai efendi şahitleri salıverir. Derin derin düşünmeye başlar. Biraz sonra adamı çağırır:

"Senden çok rica ederim, bu İş nasıl oldu, lütfet bana anlat" diye çok ısrar eder. Hacı efendi de mecburine Hz. Uftade vasıtasıyla Eskici Baba'nın bu işi başardığını anlatır. Bunun üzerine kadı Hüdai efendinin aklı hakikatlere erişir, böyle kadılık yapmaktansa, Hz. Uftade'ye mürid olmak daha iyidir, hükmüne varır ve Hazret'e müracaat eder.. Eğer Hüdai efendi bir kadı olarak kalsaydı, şimdiye kadar çoktan unutulmuş gitmişti.[587]

Görüldüğü gibi, halk arasında Allah'ın hükümlerini uygulama ve adaleti yerine getirme insanı uçurmadığı gibi ölümsüzleşmesini de sağlamıyor. Bu­nun için ya eskici, ya boyacı, ya kapıcı bir baba yahut üstü başı perişan, te­mizlik ve ibadetten yoksun bir deli ofmak gerekiyor. Çünkü Allah'ın şeriatını ikame eden ve adaleti gerçekleştirmeye çalışan şeriatın kadısı olmak irfan il­mine sahip olmak ve keramet göstermek için yeterli olmuyor. Bunların ger­çekleşmesi için cahil olup derviş olmak ve tekkede şeyhlere mürid kalmak gerekiyor. Acaba, babalarda bu güç ve kuvvet olduktan sonra müridleri de dahil olmak üzere bu insanlar neden bu kadar sıkıntılara katlanıp hac ibade­tini yapmak için zaman öldürüp sıkıntı ve masraflara katlanıyorlar? Halbuki bu babalardan bazıları onları Ebabil kuşları gibi göklerde uçursa ve hac iba­detlerini yaptıktan sonra tekrar evlerine getirseler oimaz mı? Hatta, dini mukaddesatı, namusu ve malı mülkü zalim emperyalistlerin ayaklan altında yerle bir edilen zavallı müslümanları onların zulmünden kurtarmak için bu babalar ve ermişler neden o zalim emperyalistlerin üstüne taş veya ateş gibi bir şeyler yağdırmıyor ve müslümanları kurtarmıyorlar? Yoksa güçleri sade­ce müridleri uçurmaya veya eleştiren müslümanları çarpmaya (!) mı yeti­yor?!

Kafirlere Cehennem Azabının Ebedi Olmadığını mı istersiniz;

Başta İbn Arabi ve Abdulkerim el-Cili'nin yüksek seslerle seslendirdiği "kafirlere cehennem azabının tatlı geleceği ve ebedi olmayacağı" düşüncesini Said Nursi'nin de seslendirdiğini görüyoruz. Yüce Allah'ın herkese adaletiyle davranması halinde kafirlerin ebedi olarak cehennemde kalmalarının doğru olduğunu söyledikten sonra Allah'ın rahmet ve şefkatinin ise bunun aksi yönde olacağı ve kafirlere dünyada işledikleri iyiliklerin karşılığı olarak ce­hennemin tatlı geleceğini şöyfe ifade etmektedir:

"Pekala, o ebedi ceza hikmete muvafıktır, kabul ettik. Amma merhamet ve şefkati ilahiyyeye ne diyorsun?

Azizim! O kafir hakkında iki ihtimal vardır; O kafir, ya ademe (yokluğa) gidecsMir -veya daimi bir azap içinde mevcut kalacaktır. Vücudun, velev cehennemde olstın-ademden daha hayırlı olduğu vicdani bir hükümdür. Zira adem şerr-i mahz olduâu ı gibi, bütün musibet ve masiyetlerin de merciidir. Vücut ise, velev cehennem de ol-w sa, hayrı mahzdır.[588] Bununla beraber kafirin meskeni cehennemdir ve ebedi o'arak orada kalacaktır..

Fakat kafir, kendi ameliyle bu duruma kesbi istihkak etmiş ise de amelinin cezasını ı çektikten sonra, ateş ile bir nevi ülfet peyda eder ve evvelki şidde;lerden azade= olur. O kafirlerin dünyada yaptıkları amali hayriyelerine mükafeten, şu merhameti^ ilahiyyeye mazhar oiduiarına dair işarati hadisiyye vardır. [589] Öldürüp Diriltmek mi İstersiniz;       ...   .

"Birisi talebelik zamanında bir fırından ekmek alırmış. Bir kıtlık gününde cemaat fıt­rinin önünde pek kaiabalıkmış. Fırıncı bu talebeye hiç kuîak asmamış, talebe kızmış, yerden aldığı bir taşı atmak istemiş. Fakat taşa uzandığı zarran taş ğinden bunun avucuna gelmiş. Bundan ürken talebe, bunun bir sebebi vardır, rek taşı bir kenara bırakmış. Talebe sonrasını şöyle anlatıyor: Biraz sabırla belle­yip ekmeği aldım,.odama döndüm. Bir müddet sonra yine ekmek atmak için fırmaa gittim. Baktım ki, fırıncı başka bir adam. Sordum. Hasta ama bir türlü ölemiyor (de­diler). Hemen taş aklıma geldi. Koyduğum yerden alıp evine gittif. Taşı usulc% göğsüne koydum. Adam derhal öldü. [590] Velilerin Olağanüstülüklerini mi İstersiniz;

"Bazı evliya, şarabı ağızlarına alsa, bal şerbeti olurmuş derler, amma Puyük veliler bu, zayıfların halidir, diyorlar. Kamil olan insanlar herşeyi yerinde yaparlar. [591] Küçük veliler şarabı bal şerbeti yaparlarına ama büy veliler bunu tasvip etmezlermiş! Sanki helal ve haramın ölçüsü süçük-büyu veliler! Sonra bu büyüklük küçüklük tasnifi acaba ölçü veya tan ile

"İmam Rabbani hazretlerini, müridlerinden on ikisi akşam iftara davet etmişler ve aynı zamanda on iki kişinin iftar sofrasında da hazır bulunmuşlardır. [592] Şeyhin Kalpleri Okuması ve Gaybı Bilmesini mi İstersiniz;

Yüce Allah "Allah'tan başka, yerde ve göklerde olanlar gaybı bilmezler"[593] dediği halde, müslümanlar arasında özel bir evliya sınıfı türetmek için özel bir çaba gösteren birtakım yazarlar evliyanın gaybı bildiğini ve gelecekten de haber verdiklerini söylemektedir. Özellikle de üstad ve şeyhlerinin söylediği dine aykırı şeyleri kılıfına uydurmak ve onların bir bakıma yanılmazlıklarını göstermek için özel bir gayret gösterdiklerini görüyoruz. Üstadlarının evliya­nın gaybı bilmesi, gelecekten haber vermesi ve insanların kalplerini okuması konusunda söylediklerini savunan akademisyen bir yazar şöyle demektedir:

"Veliler Allah'ın sevgili kullarıdır. "Allah dostu" denilen bu insanlar "Gayb bilgisi" açısından alelade insanlardan farklıdırlar. Evliya menkibeleri-ni anlatan kitaplar bu farklılığın örnekleriyle doludur. Biz örnek olarak şu menkibeye bakalım:

"Hayru'n-Nessac (öl.322 h.)- anlatıyor; Birgün evimde otururken Cüneydi Bağdadi kapıda durmaktadır, diye içime bir fikir doğdu. Bu düşünceyi kalbimden attım. Fa­kat aynı düşünce tekrar içime doğdu. Dışarı çıktım. Baktım ki Cüneyd kapıda bek­lemekte. Cüneyd bana dedi: İlk defa hatırladığında neden dışarı çıkmadın?" [594]  Velinin kalbine gelen ilham, adeta özgün bir mors alfabesidir. Bir kısım şeyler o kalbe dikte edilir. O da bunlardan bir kısım manalar çıkarır. "Falan şu anda kapıya geldi" şeklinde söyleyebilir ve söylediği de çıkar. [595]  Veya o ve­li, muhatabın zihninden geçen sorulara teker teker cevap verebilir. Bu mana halk arasında da yaygın bir kanaat halindedir. "Allah dostu" denilen zatların insanın içini okuduğunu söylerler.

"Bir velinin insanın içinden geçenleri söylemesine şu noktadan bakılabilir: Kalp, et­rafa bazı ışınlar neşrettiği gibi, beyin de bazı ışınlar neşreder. Bu ışınlar, insanın içinden geçen düşünceleri etrafa yansıtırlar, ya da bu ışınlar içten düşüncelere gö­re dalgalanır, şekillenirler. Tıpkı radyo ve TV. dalgalan gibi, bu ışınlan da tesbit e-den bir göz olursa, karşıdaki insanın düşüncelerini o söylemeden görüp öğrenebi­lir. İşte, insanda bilkuvve mevcut olan görünmez göz {basiret) bu görünmez ışınları tesbit gücüne sahiptir. Böyle basiret gözü açık olan kimse, karşıdakinin içinden ge­çen düşünceleri sezebilir, anlayabilir. [596]

"İnsanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden ihti­yaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Bereket gittiği yere yağar, bolluk onunla beraber gezer, en hücra (ücra), en kıtlık yerlerde o gelince nimet dolardı. Beraberinde seyahat edenler tevafuklara, tecelli­lere, maddi ve manevi hallere ve ikramlara şaşar, hayretlere düşerler, parmaklarını ısırırlardı.[597]

Halbuki bu sözlerle ölen şeyhin kendi kitabında gaybı bildiğini iddia e-den, çalman malları bildiğini ve dinlerin kendisine haber verdiğini söyleyen kişilerin kafir olacağı belirtilmektedir. Gaybı sadece Yüce Allah'ın bildiği de açık bir şekilde ifade edilmektedir. [598] Makamlar ve Fenalar mı Dersiniz;

Bunların anlatıldığı ve din olarak savunulduğu bir yazıdan özetler vere­rek nakletmek istiyoruz:

"Nefsi inkarla başlayan bu yolculuk, kemal noktasına kadar bazı basamaklardan tırmanır: Fena fi'ş-Şeyh: Mürşidin muhabbetinde yok olma, erime ve kaybolma de­mektir. Onda yok olma ile başlayan bu hal sonsuz teslimiyeti gerektirir. Yaptığı iş­lerde hikmetler aranır. Kusurlar "ene"ye mal edilir. Bu zatın hali, Allah tarafından bir elbise gibi ona giydirilir. Bu zatın, mülkün sahibinden "irşad et" emrini alması zaruridir. O bakımdan bir İnsanın bir cemaat tarafından mürşid olarak seçilmesi yanlıştır... Karganın bülbül olması nasıl muhal ise, Hak tarafından böyle bir emre muhatap olmadan irşad makamında görünmek de muhaldir. [599] Alimlerin peygamberlerin varisleri olduklarını biliyorduk. Meğer şeyhler bu görevlerini direkt Hak'tan alıyorlar. Hem de bir elbise gibi bu görev onla­ra giydiriliyor. İmamlarının Allah tarafından tayin edildiğini ve masum ol­duklarını iddia eden Şia'ya tepki gösterenlere ithaf olunur. Şeyhliğin padi­şahlık sistemi gibi seleften halefe nasıl geçtiği herhalde şimdi daha iyi anla­şılmaktadır.

İslam'ın ilk emri okumak ve Allah'ın kitabını öğrenmek olduğu halde ma­kam ve mertebeler katedecek salikin İslam'ın zahiri düsturlarını bilmemesi, hatta ümmi kalması bakınız nasıl bayrakl aş tinim aktadır:

"Seyri sulukta bulunan insanın İslam'ın zahiri düsturlarını îam bilmesi mümkün de­ğildir. Seyri suluk için esas, teslimiyet, mahviyat ve hizmettir. İslam'ın zahir düstur­larının öğrenilmesi bu yolculukta hal iledir. Yani burada kâl'in (sözün) değeri yok­tur... Geçmiş devirlerde Kurbiyet makamına kadem basmış insanı kamillerin bir­çoklarının dahi ümmi olduğunu görmekteyiz. (Uveysu'l-Karani, intihasından evvel eşkiya olan Fudayl İbn İyad, Çoban Şeyban'ı Râî, Yunus Emre, Kuyumcu Selahad-din vs. İsimleri ümmi kamiller olarak sayılıyor).[600]

"Fena fi'r-Rasul: Fena fi'ş-Şeyh'ten sonra bu makam başlıyor ve şöyle anlatılıyor Nefsi mülhimden nazar-ı Hak kamil insan vasıtasıyla zuhur edince, Salik beşeri sı­fatlardan kurtulup ilahi sıfatlardan kurtulup İlahi sıfatlan hal edinmeye başlar. Bu dönemde esma-i ilahinin ve efali ilahinin tecellileri zuhur eder. Muhabbeti gittikçe artar, teslimiyeti, mahviyyeti ve hizmeti intisap ettiği kamil insana karşı doruk nok­tasına varır... Bu durumda nefis mutmain olmuş, gönül de Huzur-u Rasulullah'a varmıştır. Her an peygamber aşkı artar, gittikçe korlaşan bu sevda saSiki Peygam­ber huzurundan ayırmaz. [601]

Zaten Şeyh-Mürid sisteminden gaye insanların şeyhlere tam teslim olma­sı ve onların elinde bir cenaze gibi olması değil miydi? Böylece şeyhler de ha-lis muhlis uşaklara kavuşmuş ve egosu tatmin olmuş olur. İslam ölçülerine göre insanlara Allah sevgisi ve itaati'önce öğretildiği halde, tasavvufta önce şeyh sevgisi, itaat ve ona teslimiyetle hizmet Öğretilmektedir. Böylece müri­din onun hakkında İslam'ın tasvip etmediği birçok hususiyetlere inanmasına yol açılmaktadır.

"Fena fitlah: Nefsin bu halinden sonra tecellin zat zuhur eder. Bu, seyri sulukta ke­mal noktasıdır. Bu halde salikte fena fillah zuhur eder. İkitik ortadan kalkmıştır. Görünen kendi zatıdır, "değil sanmak gayrullah" ölçüsünde yok olunmuş, nefis ara­dan çekilmiştir. Ene unutulur, Halik ile olunur. Bu halin izahı zor ve mahzurludur. Şu kadar bilinmeli ki, bu haller bu yolun tabii bir neticesidir... Zira bu haller hususi hallerdir. Halbuki mü'min hususi hallerden değil, umumi kaidelerden, yani İslam'ın zahiri düsturlarından sorumludur. [602]

Vahdet-i vücudun nasıl dile getirildiği herhalde müşahade ediliyor. Al­lah'ın zat olarak tecelli etmesi demek, salikin Allah olması demektir. Tevilsiz bu ibarenin anlamı budur. Bu değildir, deyip tevil yapılacaksa, o zaman bu anlama gelmeyen ifadeler kullanılmalıdır ki, bu da özledikleri makamı ifade etmez. Çünkü bu hal veya makamın anlamı budur. Nitekim ikilik ortadan kalkmış ve halik ile mahluk birleşmiştir, diyorlar. Başka bir deyişle, insan Allah'ın sıfatlarına sahip olmuştur. Yani insani sıfatlardan çıkmış ve tanrı-laşmıştır. Derginin de ifade ettiği gibi, bu haller bu yolun tabii bir neticesi­dir. Tasavvufçular bunu tevil ederek ve kelimeleri tahrif ederek gizlemeye çalışacakları yerde, açıkça bunu demek istediklerini söylerlerse, herhalde kendileri de rahat etmiş olurlar.

Diğer taraftan az yukarıda salik için İslam'ın zahiri düsturlarının önemli olmadığı, önemli olanın yaşamak olduğu ifade edildiği halde, burada mü'mi-nin hususi hallerden değil, umumi kaidelerden, yani İslam'ın zahiri düstur­larından sorumlu olduğu kaydedilmektedir. Sanki salik, mü'min bir insan değilmiş gibi bir mana çıkmaktadır. Doğrusu, mürşide de, salike de İslam'ın bu zahiri düsturları öğretilmediği yahut bu zahiri düsturlara her iki taraf bağlı kalmadığı ve kendilerini bunlarla sınırlı bilmedikleri için bütün bu olumsuzluklar ve yanlışlar meydana gelmektedir. Bu mukaddimenin de, bü­tünüyle kitabın da söylemek istediği budur.

"Bu hallerden sonra Beka billah, Beka ender halleri zuhur eder ki, bunlar çok yüce hallerdir.[603] Acaba bu söylenenlerle önceki tasavvufçularm söyle­dikleri birbirinden farklı şeyler midir? Halefin de selefin yolunda olduğu açıkça görülmüyor mu? Onun için yukarıda söylediklerimizi tekrar edersek, yeni tasavvufçlar şu veya bu şekilde eski tasavvufçuların izinden ve yolun­dan ayrılmamaktadırlar.

Zikirde Bid'at mı istersiniz?

Tasavvuf] Ahlak kitabında zikrin nefyu ispat şeklinde nasıl yapılacağı şöyle tarif edilir. "Nefyu isbatın şartı dokuzdur: Habe-i nefs, la ilahe illallah zikri, Nakşi mülahaza, manayı mülahaza, cümlesiyle vukufu kalbi, vukuf-u adedi (tek olmak şartıyla), zikr-i Muhammedi, Rasulullah, rucu' illallah (ila­hi ente maksudi ve rıdake matlubi).

Evvela dilini damağına yapıştırır ve nefesini toplayarak göbeğinde hapse­der. Lâ kelimesini göbeğinden itibaren dimağına kadar uzanır. (İlahe) keli­mesi, sağ omuzunun küreği üzerine yazar. (İllallah) kelimesini de kalbe şid­detle indirir. Mana itibariyle de kelime-i tevhidin şıkkı evveli ile muhdesatı nefyeder. İkinci şıkkıyla da beka nazarıyla Cenab-ı Hakkın zatını ispat eder. Mahalli letaifin hepsini mülahaza eder. Merkezi de kalb olur. Nefes daraldı­ğında son aded tek olmak üzere yirmi bir kadar söyleye. Fakat bazan da 17, 11, 15 gibi tek adette de kalabilir. Nefesini yenilemeden evvel, Muhammed Rasulullah lafzının nakşını ve manasını da mülahaza eder. İki nefes arasın­da gaflete fırsat vermemek için (İlahi ente maksudi ve rıdake matlubi) der. Tekrar nefes alarak yeniden nefyu isbata başlar. (Yani la ilahe illallah) der. Yalnız bu halde adede riayet etmek işi, tefekkür ile olmak lazımdır. Yoksa parmak veya teşbihle saymak doğru değildir. [604]

Tarif edilen bu zikir şekli yanında toplumda Kadirilerin, Rufailerin, Acz-mendilerin ve diğer birtakım tarikat mensuplarının hay huylarla, cinnet nö­beti tutmuş gibi üst başlarını dağıtarak çırpınma ve tepinmelerle, şişler batı­rarak ve kızgın demirlerle dağlayarak keramet adı altında insanların gözle­rini büyüleyen sihirbazlık veya cambazlıklarla nasıl zikir yaptıklarını bütün vatandaşlar bilmekte ve ekranlardan seyretmektedir. Müzik eşliğinde ve bir şef yönetiminde koro halinde yapılan bu seansların, cinnet nöbetlerinin, peri­şanlık manzaralarının islam ibadetiyle hiçbir ilişkisi yoktur. İslam'ın kötü gösterilmesinde ve topluma ürkütücü olarak sunulmasında bu bidat zikirle­rin ve mensuplarının etkisi misyonerlerin yıkıcı etkilerinden az değildir. Yi­ne, saf ve cahil vatandaşlara İslam'ı bu şekilde ürkütücü ve meczupların dini şeklinde gösteren bu seansların zararı, İslam'a azılı düşmanlık yapan her türlü küfür cephesi mensuplarının zararından hiç de az değildir.

Şüphesiz bu bidat zikirlerin veya ayinlerin toplumda revaç bulmasında Allah'ın dinine düşmanlık üzere kurulmuş statükonun rolü olduğu kadar, Al­lah'ın dinini bütün açıklık ve mükemmeliğiyle kitlelere ulaştırmayan, Kur'an ve Sünnetle yüz yüze getirmeyip ataların kültürel miraslarıyla oyalayan, ya­hut Türk İslam'ı, Arap İslam'ı, İran İslam'ı diye milli İslamlar türeten resmi ve gayri resmi hocaların da rolü büyüktür. Bu olumsuz manzaranın oluşma­sında tasavvufun toplum hayatına soktuğu bidat ve hurafelere sarılmakta direnen ve bu bidatları terviç eden bütün ilahiyatçı aydınların rolü bulun­maktadır. Umarız insanlar Allah'ın kitabıyla ve Peygamber'in sahih sünne-tiyle yüz yüze gelir ve bu çirkin imajdan kurtuluş imkanı bulurlar.

Görüldüğü gibi, hurafesinden bid'atma varıncaya kadar yeni tasavvufçu-lar eski tasavvufçulann yolunda ve izinde bulunmaktadır. Bu bağlılık ve de­vamlarını şu veya bu şekilde konuşma ve yazılarında dile getirmekte, eskile­rin içine düştükleri yanlışları değişik şekillerde devam ettirmektedirler. 0-nun için eskisi ve yenisiyle tasavvufun bidat ve hurafeleri reddedilmedikçe İslam'ın safiyeti ve bütünlüğüne ulaşmamız mümkün görülmemektedir. Bid'at ve hurafeleri atıldıktan sonra da geriye kalan kısımların İslam'ın ken­disi olduğunu ve bunlara tasavvuf demenin artık anlamsız olacağını daha önce belirtmiştik. Umarız ki bu gerçekler birtakım insanların hakikati gör: meşine ve hurafe ile bid'atlardan uzak İslam'a sarılmalarına vesile olur.[605]

 

S  O N S Ö Z

 

Tasavvuf kültürünü Kur'an, Sünnet ve salih selefin uygulamaları ışığın­da değerlendirip eleştiriye tabi tuttuk. Bu kültürü ve meşhur tasavvufçula­nn düşüncelerini gözler önüne sermeye çalıştık. Başlangıç olarak İslam'ın bütününden meydana gelmiş bir sapma olduğunu ve zamanla yabancı kül­türlerle beslenip nasıl "din içinde din" denilebilecek kadar İslam'a yabancı bir sistem haline geldiğini gördük. Kaynaktan uzaklaştıkça etraftan aldığı pisliklerle hergün biraz daha kirlenen bir su akıntısı gibi, tasavvufun gün geçtikçe İslam'dan biraz daha uzaklaştığı ve yabancı kültürlerin cirit attığı bir sistem haline geldiğini anlatmaya çalıştık.

İslam tarihinde İslam ümmetinin belini büken önemli iki bozulma ol­muştur. Biri, Hz. Osman zamanında başlayan ve günümüze kadar devam e-den siyasi bozulma yahut yönetim bozukluğudur. Diğeri de müslümanları İslam'ın bütününden uzaklaştıran ve beyinlerini dumura uğratan tasavvuf kültürünün meydana getirdiği bozulmadır. Bu iki bozukluktan kurtulma­dıkça ümmetin belini doğrultması imkansız gibidir.

Şüphesiz kelam, fıkıh, tefsir, İslam tarihi gibi İslami disiplinlerde de za­manla birtakım yozlaşmalar ve yabancılaşmalar meydana gelmiştir. Her di­sipline birtakım yabancı kültür unsurları, yabancı düşünceler ve anlayışlar sirayet etmiştir. Dünya kültür ve düşüncesine açık olan bir dinin bilimsel disiplinleri için bu hem kaçınılmaz, hem de olağan bir durumdur. Çünkü dünya kültür ve düşünceleriyle yüz yüze gelen bir medeniyet elbette başka­sına bir çok şeyler verdiği gibi, ister istemez birtakım şeyler de kendisine sı-zacaktır. Ancak bütün bunlara rağmen sözkonusu İslami disiplinlerin hiçbi­ri tasavvuf kadar İslam'ın tabiatına yabancılaşmamiş ve İslam'dan bu kadar uzaklaşmamıştır. İslami hiçbir disiplin tasavvuf kadar tevhid inancım bozmamış, Kur'an ve Sünnetin koyduğu değer yargılarını bu ölçüde tahrip etmemiş, hatta İslam'ın temel yapılarına bu kadar zarar vermemiştir.

Bilindiği gibi "tevhid" İslam'ın ayırıcı özelliği ve belkemiğidir. Bütün İs­lami temel ve öğretilerin eksenidir. Tevhid inancına gölge düşmemesi için İslam her türlü tedbiri almış ve uyarılarda bulunmuştur. İlahlık, rablık egemenlik, yasama, kulluk ve itaat gibi, hayatı düzenleme ve kulluk yapma ile ilgili bütün alanlarda tevhidin egemen olmasını ısrarla vurgulamıştır. İnancın, ibadetin ve itaatin, her türlü beşeri ilişkinin bu tevhid çerçevesi içinde olmasını istemiştir.

Durum böyle iken, tasavvuf, vahdeti vucud, vahdeti şuhud, hulul, fena fıllah gibi teorilerle, dua ve ibadetlerde aracılar ve kurtarıcılar koymakla İs­lam'ın tevhid inancını bozmuştur. Yüce Allah'a ait olan ilahlık, rablık, ege­menlik inancını bozmuştur. Yaratan île yaratılan arasındaki ilişkileri tahrif ederek, Adem'in Allah'ın suretinde yaratıldığını söyleyerek, insanın Al­lah'tan geldiğini ve onunla bütünleşeceğini iddia ederek tevhid inancını boz­muştur. İbadetlerde birtakım aracılar koyarak yahut birtakım kişilere ilah­lık niteliklerini vererek bu tevhid inancını bozmuştur.

İslam, Hz. Muhammed'in bir insan olduğunu, topraktan yaratılan Hz. Adem'in soyundan ve Abdullah ile Amine'den dünyaya geldiğini, görevinin vahyi insanlara bildirmek ve açıklamak olduğunu,gaybı bilmediğini, insan­lara hayır ve şer sağlama yetkisinin bulunmadığını, kızı Fatıma da olsa Al­lah'ın huzurunda kimseye yarar sağlamayacağını, diğer insanlar gibi ölüm­lü olduğunu, yüce bir ahlak sahibi bulunduğunu ve müminler için en güzel örnek olduğunu söylemiştir.

Tasavvuf ise, Hz. Muhammed'i insanüstü göstererek, bütün alemin ken­disi için yaratıldığını, herkesten ve her şeyden önce var olduğunu, Hz. Adem henüz su ve çamur halinde iken onun var olduğunu, nuru Muhammedi ya­hut hakikati muhammediyye inancıyla herşeyin onun nurundan yaratıldığı­nı söyleyerek bu inancı bozmuştur.

Diğer taraftan, tasavvuf kimi peygamberleri küçümseyerek, cehaletle ni­teleyerek, peygamberler gibi Allah'tan vahiy ve ilham aldığını söyleyerek peygamber inancını bozmuştur. Kainatın işlerini idare ettiklerini söylediği gavs, kutup, ebdal, evtad, nukeba, nuceba ve hatemu'l-evliya gibi anlayışlar­la müslümanların peygamber ve vahiy inancını bozmuştur. Peygamber adı­na bir sürü hadis uydurarak ve bunların keşf yahut ilham yolu ile sabit ol­duğunu, tasavvufçuların peygamberle görüşüp konuştuklarını, kitaplarını o-nun isteği ve tavsiyesi üzerine yazdıklarını söyleyerek bu inancı bozmuştur.

Tasavvuf müslümanların Kur'an anlayışını da bozmuştur. Kur'anın zahir ve batını olduğunu, zahir anlamlarının kabuk, batın dedikleri tevillerin ise öz olduğunu ve bunu ancak ledunni ilimlere sahip tasavvufçuların bildiğini söyleyerek Kur'an anlayışlarını bozmuştur. Sapık anlayışlarına uydurmak, batıl düşüncelerine payanda yapmak ve hakla batılı karıştırmak için ayetle­rini tevil ederek anlamlarını saptırmış ve tahrif etmiştir. Batıni tefsir yahut işari tevillerle, ebced ve cifir hesaplarıyla Kur'anıri anlamlarını başka alanla­ra çekmiş ve çığırından çıkarmışlardır. İnsanların yaşantısını düzenlemesi ve toplumun belirleyici nizamı olması gereken Kur'anı ölülerle ilişkilendire-rek sosyal hayatta işlevinden saptırmış ve sanki ölüler kitabı haline getir­miştir.

Peygamberlere Allah'tan vahiy geldiği gibi kendilerine de meleğin Al­lah'tan velayet vahyi ve ilham getirdiğini, levhi mahfuzu okuduklarını ve bilgilerini direkt oradan aldıklarını, bilgilerinin ledünni yahut vehbi olduğu­nu, kitaplarının Allah tarafından ilham edildiğini, onlara önünden ve arka­dan batıl şeylerin giremiyeceğini, Kur'anın hidayet kitabı olduğu gibi kitap­larının da hidayete erdirdiğini söyleyerek müsîümanların Kur'an hakkında sahip oldukları inancı bozmuştur.

Ne tuhaftır ki tasavvuf boyası taşıyan yahut tasavvuf kültürünü benim­seyen ve savunan çevreler ve cemaatlar sohbet ve toplantılarında Kur'anın anlamını öğrenmek ve ne söylediğini kavramak için Kur'an ayetlerini açık­lamak yahut herhangi bir tefsir okumak yerine, hep kendi şeyh ve üstadla-rının kitaplarım okur ve dinlerler yahut büyüklerinin sohbetleriyle vakit ge­çirirler. Halbuki Kur'anın müslümanlara ilk emri Allah'ın kitabını okumak olmuştur. Başta bu çevreler olmak üzere genel olarak müslümanlar başka kitaplar okudukları ve sohbetler dinledikleri kadar Allah'ın kitabı Kur'anın tercüme ve tefsirlerini okusalardı ve her türlü anlayışlarını önce onunla oluştursalardı, inanıyoruz ki bugünkü acıklı duruma düşmez ve ilk nesil müslümanlarda olduğu gibi üstün ve izzet sahibi toplum olurlardı. Fakat ne yazık ki gelenekselleşmiş din anlayışı bunun önüne geçmekte ve müslüman­ların kendilerine gelmelerine imkan vermemektedir.

Tasavvuf, müslümanların din anlayışını da bozmuştur. İslam anlayışın­da din bir bütündür. İnançlarıyla, emir ve yasaklarıyla, amelleriyie, ahla­kıyla, hükümleriyle bir bütündür. Böyle iken, tasavvufçular dini şeriat, tari­kat, hakikat, marifet parsellerine ayırmakta, şeriatın kabukta kalanlar ve dinin özünden nasibi olmayanlar için olduğunu söylerken, kendilerinin tari­kat yolu ile marifet ve hakikate erdiklerini, böylece Yüce Allah'ın has kulla­rı ve evliyası kesildiklerini iddia ederler. Bütün müminleri Allah'ın velileri görmeyerek ancak tarikat çevrelerinde bulunanların bu dereceye yükselebi­leceklerini, bu dereceye yükselmek için de tarikat kültürü ile yoğrulmak ge­rektiğini söylerler.

Cihad yerine nefis tezkiyesini, çalışıp kazanmak, İslam ümmetinin yük­selmesi ve Allah'ın dininin egemen olması için çalışmak yerine nefis terbive-si adı altında fakirliği överek, bid'at birtakım zikirlerle avunarak, uzlet ve halvet hayatını terviç ederek, ferdiyetçi ve asosyal kişiliği ideal göstererek, çoğu zaman sultanlara ve İslam düşmanlarına boyun eğerek, hatta zaman zaman onlarla işbirliği yaparak yahut bozuk düzenlerinin değiştirilmesi için varlık göstermeyerek, İslam'ın müminlerden sahip olmalarını istediği izzet ve şeref yerine zillet ve meskenet ruhunu aşılayarak dengeli din anlayışım bozmuştur. Kitaplarında ve sohbetlerinde İslam'ı bütün halinde nizam, ola­rak ele almak yerine, yazı ve konuşmalarını genellikle ahlak ve nefis tezki­yesi üzerinde yoğunlaştırarak müslümanların zihinlerinde tek boyutlu, baş­ka bir deyişle, hristiyanvari bir din anlayışının yerleşmesine yolaçmıştır.

Dinin bütünlüğünü savunan ve hükümlerinin yer yüzünde egemen olma­sı için çalışmayı dini görev bilen, dinden sapmaları ve dini kavramların su­landırılmasını eleştiren İslam alimlerini zahir ehli Molla Kasım, sevgiden yoksun kaba softa diye niteleyerek, diğer taraftan bu fakire şeriat kalın geli­yor, diyenleri, ne olursan ol gel, diyenleri, bütün dinlerin birliğini ve şeri­atın yerine sevgi dinine çağıranları ideal örnek kişiler göstererek dinin ima­jını ve bakış açısını bozmuştur.

İslam, ibadetin şeklini Kur'an ve Sünnetle belirlemiştir. Belirlenen bu ibadet şeklinde biçim veya içerik olarak yapılacak her türlü değişikliğin bid'at olduğunu ve bidat sahiplerinin cehenneme gideceklerini söylemiştir. Bu konuda bütün tedbirlerini almış ve sınırlarını koymuştur.

Tasavvuf ise, Kur'an ve sünnetin belirlediği ibadet şeklini beğenmeyerek yahut azımsayarak değiştirmiş ve kendine bir ibadet şekli uydurmuştur. So­nu gelmeyen vird ve nafileler, müzik eşliğinde raks ve dans ederek yüksek seslerle koro halinde çılgınca yapılan zikirler, keramet gösterileri âdı altın­da vücuda şişler batırarak, meczuplar gibi naralar atarak düzenlenen ayin­ler, İslam'ın tevhid inancıyla bağdaşmayan rabıta ve tevessüller, yatır ve ölülerden yardım istemeler, Allah'tan başkasına yapılan dualarla İslam'ın ibadet şeklini bozmuştur. İslam, dinin güzel ahlak olduğunu, Hz. Peygam-ber'in yüce bir ahlak sahibi olduğunu ve güzel ahlakı tamamlamak için gön­derildiğini, en iyi müslümanların ahlakları en iyi olan kişiler olduğunu, bü­tün emir ve yasaklanyla en güzel ahlaka sahip bireyleri ve toplumu oluştur­maya çalıştığını belirtmiştir.

Tasavvuf ise, müslümanların ahlakını bozmuştur. Tasavvuf, İslam'ın gü­zel ahlakından unsurlar sunduğu gibi, İslam'ın kesinlikle tasvip etmediği manastır ahlakı, hint yogilerinin, hıristiyan rahiplerinin ve hayattan nefret ederek zaviyelerde yaşayıp çile dolduran insanların ahlakını aşılamaktadır. Dünya hayatını kötüleyerek, müslümanlar arasında fırka bilincini aşılaya­rak, fakirliği överek, aile hayatından nefret ettirerek ve müstehcen hikaye­lerle kitaplarını süsleyerek halkın ahlakını bozmuştur. İbn Arabi, İbn Farıd, ed-Debbağ, Celaleddin Rumi, Şemsi Tebrizi, Molla Cami, Ahmed Eflaki, Şa'rani gibit asavvuf meşhurları müstehcen hikayeler anlatarak ve insan ile Allah arasında cinselliğe dayalı ilişkiler kurdurarak müslümanların hem inancını, hem ahlakını bozmuştur.

İlahi aşk, mecazi aşk, aşk şarabı, manevi sarhoşluk, şarap, kadeh, mey­hane, şarap sunan dilberler gibi meyhane edebiyatı terminolojisi kullanarak İslam'ın kesinlikle haram kıldığı içkiyi süslü göstermesi, sarhoşluğu dillen­dirmesi ve Yüce Allah'ı kadın suretinde canlandırmasıyla müslümanların inancını ve ahlakını bozmuştur. Halvet köşelerinde hayaller görmeleri, aile hayatından uzak yıllar geçirmeleri ve şeytanların musallat olmaları sonucu zaman zaman İslam ahlakının nefret ettiği birtakım ilişkilerin meydana gelmesine sebebiyet vererek kötü ahlaka örnek olmuştur. Tasavvuf kitapla rında bunların çok örnekleri bulunmaktadır. Son zamanlarda tekke ve tari­kat çevrelerinde meydana gelen ve haksız bir şekilde müslümanlara mal edilmesine çalışılan üzücü olaylar bunun yakın örnekleridir.

Tasavvuf, İslam'ın insana bakışını da bozmuştur. İslam anlayışında in­san, Yüce Allah'ın en güzel şekilde yarattığı, mükerrem kıldığı, emanetini yüklediği, yer yüzünde halife yaptığı ve buyruklarına göre hareket ettiği taktirde cenneti vadettiği şerefli bir varlıktır. Yüce Allah'ın buyruklarını dinlemeyip şeytanın peşinden gittiği taktirde de aşağıların aşağısına ve azapların acıklısına layık olan bir yaratıktır. İslam'a göre insan, iyilik ve kötülük işleme yeteneğine sahiptir. Ne iflah ve ıslah olmaz bir şeytan, ne de yeryüzünde gezen bir melektir.

İslam'ın anlayışında anahatlarıyla insan bu şekilde iken, tasavvuf onun bu beşeri ve dengeli yapısını altüst etmiş, ruhunun Allah'tan kopan bir par­ça olduğunu ve zindan saydığı vücut kafesinden kurtulmak için Ömür boyu çırpındığını, kurtulduğu gecenin de şebi arus (zifaf gecesi) olduğunu söyleye­rek İslam'ın insan anlayışını bozmuştur. İnsanın içinde insandan ayrı ıslah olmaz bir nefsin varlığını iddia ederek ömür boyu insanı onunla kavga ettir­miş, uydurduğu bu mücadeleye de en büyük cihad adını vermiştir.

Bir taraftan, vahdeti vucud, vahdeti şuhud, çok tanrılı putperest eski Yunan mitolojisindeki inancın kopyası ve batini İsmailiyye fırkasının gizli kur­mayları olan gavs ve kutupluk, evtad, aktab, ebdal gibi isimlerle, hatemu'l-evliya ve ermişlik anlayışlarıyla, yaratıkların kaderlerinde tasarruf eden, gayb bilgisine sahip ve kalplerden geçenleri okuyan, gelecekten haber veren, keramet adı altında öldürüp dirilten bir konuma çıkararak insanı Allah'la bütünleştirmiş, ona ilahi birtakım sıfatlar vermiş ve fonksiyonlar yüklemiş­tir.

Diğer taraftan insanı bu kadar yüceltirken, bir taraftan da mürid adı al­tında şeyhlerin kapı kulu, hizmetçisi, eşiğinde kölesi, düşman ilan ettiği nefsini öldürmesi için tuvalet temizleyicisi, halk pazarında palyaço, şeyhin elinde oyuncak ve geleceği onun himmetine bağlı bir zavallı yapmıştır. Mü­ridin yaptığı ibadetlerin kabul olması için onunla Allah arasında şeyhi aracı yapmıştır. Ahirette müridin kurtuluşunu şeyhin himmetine bağlamıştır. Şeyhin odasında oturamaz, eşyasını kullanamaz, hakkında aklından kötü hiçbir şey geçiremez, sevdiği kız ve boşadığı hanımla evlenemez, izni olma­dan çalışıp kazanamaz, bir yere gidemez, evlenemez, boşanamaz, kısaca ba­ğımsız ve sorumlu bir insanın yapabileceği hiçbir işi yapma hürriyetine sa­hip olamaz, cenaze yıkayıcısının elindeki cenazedir, diyerek insanın onurlu ve sorumlu kişiliğini yok etmiştir. Hatta itaat ve teslimiyette mürid için ide­al Örneğin köpek olduğunu söyleyerek hayvanlardan da aşağı duruma dü­şürmüştür. Tasavvufun insana bakışı, İslam'ın bakış açısından çok, Hint, İslam'dan Önceki İran ve hristiyan bakış açısıdır.

Şüphesiz müslümanlar arasında tasavvufi çevrelerin bağnazlıkları diğer çevrelere oranla daha fazladır. Bunu hayatta açıkça görüyoruz. Kitapların­da da başkalarına "yabancılar" diye hitap etmeleri ve kendi aralarında özel bir topluluk oluşturmaları bunu açıkça göstermektedir. Diğer taraftan eleş­tiriye kapalı oldukları ve bundan hoşnutsuzluk duydukları da bir gerçektir. Zaten bilgilerini eleştiriye tabi tutmaya yanaşmaksızın keşf ve ilham gibi şeylere dayandırmaya çalışmaları, sonra şeyhlerine bir nevi dokunulmazlık giydirmeye çalımaları da bunun ifadesidir.

Bütün bunlar gözönünde bulundurulduğunda tasavvufçuların haklı eleş­tirilerden tedirginlik duyacakları ve belki de eleştiri sahiplerine ağızlarına kadar kin ve nefretle dolacakları söylenebilir. Belki de aralarından eleştiri  sahiplerine Allah'ın havasını, suyunu ve ışığını çok görecek kişiler çıkacak­tır. Belki de bu işe cesaret edip düşüncelerini söylediği için eleştiri sahipleri­ni bir kaşık suda boğmak isteyenler olacaktır. Hatta bu insanlara dünyayı dar etmek için, seleflerinden kimilerin yaptığı gibi, onlar aleyhine müslü-man olmayan unsurlar yahut İslam düşmanlarıyla işbirliği yapacaklar bulunacaktır. "O gibilere "Allah'tan kork!" denilince, işlediği günahlar sebebiy­le benlik ve gurur kendisini yakalar[606] karakterinde bulunanlar olacaktır.

Ama bütün bunlara rağmen, şu iman ve hikmet dolu söze bütün varlığı­mızla inanıyoruz: "Dünyada bütün insanların bana düşman olması, ahirette Allah'ın bana düşman olmasından iyidir". Şu ayet-i kerimeyi de hayatımızın ölçüsü kabul ediyoruz:

"Peygamberler tam ümitlerini yitirip de kendilerinin yalana çağırdıklarını san­dıklan anda onlara yardımımız gelir ve dilediğimiz kimse kurtuluşa erdirifir. Fakat suçlular topluluğundan azabımız asla geri çevrilmez. [607] Allah'ın peygamberlerine va'di budur. Peygamberlerinin yolundan giden­lere de va'di budur. Artık insanlar bunu iyice düşünüp anlasınlar.

Tasavvvufun cazibesine kapılmış ve büyüsüyle büyülenmiş olan samimi müslümanlara içten gelen şu temennilerimizi ifade etmekten de kendimizi alamıyoruz; Bugüne kadar kafalarını dolduran tasavvuf bilgilerini, içlerini kaplayan tasavvuf sevgisini ve meşhurları için besledikleri o sonsuz sevgi ve bağlılıkları, haklarında taşıdıkları kanaatleri Kur'an ve sünnet ölçüleriyle ölçsünler, öncü sahabenin anlayış ve uygulamaları ışığında değerlendirsin­ler. Müslümanlar için kaçınılmaz bir zorunluluk olan yeniden İslam'a dönüş kervanına katılsınlar. Çünkü bütün müslümanların ve onların kurtuluşu kendilerini ıslah edebilmelerine inanç, düşünce ve amellerine bağlıdır. Çün­kü din budur. Sorumluluk ve hesap da bundan olacaktır.

Şüphesiz tasavvuf ve tasavvufçularla ilgili bütün söylediklerimiz, onlara karşı duyduğumuz sorumluluk ve ödev bilincinden kaynaklanmaktadır. İs­lam'ın emri bilmaruf ve nehyi anilmünker vecibesinden ileri gelmektedir. Müslümanların birbirleri üzerindeki haklarından kaynaklanmaktadır. Ken­di kurtuluşumuzu istediğimiz kadar onların da kurtuluşlarını istediğimiz ve bunu imanın bir gereği bildiğimiz içindir. Ortak amacımız ve hedefimiz olan toplumda İslam'ın egemen olması içindir. İslam nurunun bütün aydınlığıyla1 toplumu aydınlatması içindir. Önünde bir engel gibi duran ve insanlara ulaşmasını engelleyen bütün birikimlerin bertaraf edilmesi içindir. Allah'ın dini üstün olup insanların sadece ona kul olmaları içindir.

Bütün bunlardan sonra şunu belirtmeliyiz ki, kitapta sözkonusu edilen bid'at ve hurafeler, sapık inanç ve anlayışlar, İslam aleminin değişik yerle­rinde ve muhtelif kitaplarda bulunmaktadır. Zira tasavvuf ve mensupları İslam aleminin değişik yerlerinde muhtelif suretlerde ve düşüncelerle teza­hür etmektedir.

Kitapta üzerinde durulan ve eleştirilen düşünceler ve uygulamaların ki­mileri içinde yaşadığımız toplumda veya çevrede mevcut olmayabilir. Bu dü­şüncelere ve uygulamalara sahip olmayan insanların da söylenenlere kendi­lerini muhatap yaparak alınmalarına ve tepki göstermelerine hiç gerek yok­tur. Zira söylenen şeyler ve yöneltilen eleştiriler bu düşünceleri taşıyan ve sözkonusu uygulamaları bulunan insanlara yöneliktir. Çevremizde ve şahsı­mızda bu bozukluklar bulunmayabilir. Buna bakarak bu gibi şeylerin mey­dana gelmediğini veya mevcut olmadığını savunmaya yahut karşı taarruza geçmeye de kalkışmamak gerekir. Çünkü bu kötülükler İslam aleminin bir yerinde yoksa, başka yerlerinde mevcut ve devam etmekte olduğu bir ger­çektir. Mesela Mısır, Irak ve diğer bazı İslam ülkelerinde bulunanlar bu ger­çeği bizzat müşahade etmişlerdir.

Yine vurgulayarak belirtmek isteriz ki, söylenen bütün şeyler kalbimizde kin ve nefret tohumları ekmemeli, gurur ve benlik duygusuyla hareket et­memeli, şeytanın yolundan gitmemeliyiz. Allah'ın yardım ve korumasına sı-ğınmalıyız. Ellerimizi ve kalplerimizi sonsuz bir tevazu ve yakarış içinde Al­lah'a açarak bizlere ve muhatabımız olan insanlara gerçek imanı bağışlama­sı ve hepimizi kurtuluş yoluna iletmesi için dua edeceğiz. Hak yolda kalple­rimizi birleştirmesi ve sırat-ı müstakim üzerinde tutması için yalvaracağız. "Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi saptırma, bize tarafın­dan rahmet ver, inanıyoruz ki lütfü en bol olan Sensin.[608]


 

[1] Kamil Mustafa eş-Şeybt,a. g. e. 2/1G3,Nicholson,Oırasa[ fi't-Tasavvııfi'l-İsl.ımi (İngilizce), 76'dan naklen

[2] eş-Şeybı a. g. e. 2/164,Resailu İhvan i's-Safa,4/22O'den rulklen

[3] Ömek olarak bakınız,el-Cili,el-insanu'l-Kamil,2/46

[4] eş-Şeybi,a. g. e,2/164,Fütuhatı Mekkiyye,l/448'den naklen

[5] eş-Şeybt,a,ü,e,2/164

[6] eş-Şeybi,a. g. e. 2/165,ibn Nedim,el-Fihrist,246,l_eipzig,1 872'den naklen,Aristo felsefesinin İslam alemindeki temsilcilerinden Farabi'nin de Faziletli Şehir projesini biliyoruz. Bunun da düşünce kaynağı Aristo'nun kendisi olabilir.

[7] ibn Arabi insan-ı kamil terimini sık sık kullanır. Ona yöre insan-ı kamil Hz. Muhammed'dir. Şöyle ki; Allah kendini görecek ve seyredecek ayna mesabesinde bir varlık yaratmıştır. Adem o aynanın özü ve o suretin ruhu olup kamil insandır. Hem Allah'ın yansıması, hem de yaratılmış büyük insandır. Sonra onun ruhani ve hissi kuvvetleri olan melekler kendisinden yaratılmıştır. Diğer varlıklar da onun ruhundan v.ır olmuştur. Allah açısından o gözdeki gözbebeğidir. Alemin ruhu odur. Bu Adem yeryüzünde Allah'ın hali­fesi ve kainatın koruyucusudur. Padişahın hazinelerini mühürleyen ve koruyan mührüdür. Alemde bu in­san-ı kamil varoldukça alem koruma altındadır. Ne zaman ortadan kalkarsa dünya kalmaz ve ahiret olur. Bkz. Fususu'l-Hikem,Adem Fassı,2-9,Şevki Bey Matbaası,istanbul, 1287

[8] Abdııfkerim el-Cili,el-insaruı1-Kanıi!,2/44-48,el-Matbaatu1-Ezheriyye,K.ıhire 1316, Oli'nin irıs.ın-ı knmjl dediği Hz. Mu ha nimeti'in her surede ve özellikle bütün peygamberlerin surelinde görünmesinin ıe-nasiih olup olmadığını kitapla onun görüşlerine değinirken belirtmiştik.

[9] Sağani, bu hadisin uydurma olduğunu söylemektedir. Keşfu'l-Hal,ı,2/10O,"Ktılb,Allah'ın evidir" ha­disleri de uydurmadır. Bkz. a. «. e. 2/99,"Adem su ve çamur halinde iken ben peygamber idim" hadisinin de uydurma olduğu belirtilmektedir.

[10] el-Cili,et-insanu'l-kamil,2/47-48,

[11] Süleyman Ateş, İşari Tefsir Okulu,284

[12] Sen olmasaydın alemleri yaratlmnzdım" uydurma hadisine işarel etmekledir.

[13] Nicholson,fi''t-Tasavvufi'l-!slami ve tarihihi, 87, Ter. Ebu'l-Ala Afifi,Meklebetu Lecneti't-TfMf vt1''-"1 in­ceme, Kahire, 1947

[14] ismail Yakıl.Balı Düşüncesi ve Mev!ana,J9-40,Ölükenjstanbul 1993

[15] İbn Arabi'nin "Bilinmek ve tanınmak için o bana muhtaç,yönetilmek ve tapınmak için ben onn muh­tacım" diye seslendirdiği düşünce.

[16] Kur'an'm hiçbir yerinde insanın Allah'ın halifesi olduğu belirtilmemektedir. Kur'an/'sizi yer yükünde halifeler yaptı" demekledir. İnsanın Allah'ın yeryüzündeki temsilcisi olması ve bu hilafetin All.ıh'a hilale! olması mümkün değildir. Çünkü Allah her an vardır,hay ve kayyumdur. Ona bir başkasının halife olm.ı-sı,yani yerine geçmesi ve işlerini görmesi sözkonusu değildir. İnsanların yer yüzündeki hilafeti,olsa olsa başka varlıklar veya nesillere hilafettir. İnsan, yer yüzünde Allah'ları emir alan ve imtihan olan bir varlık­tır. Allah'ın adına iş görmesi diye birşey yoktur.

[17] İsmail Yakıt,Batı Düşüncesi ve Mevlana,45-46

[18] Azizuddtn Nesefi,Tasavvufta İnsan Meselesi-İnsanı kamil,14,15,Der^,ıh Yayınları,islanl.ni!

[19] Dr. Abdulkadir Mahmud,el-Felsefetu's-Sııfiyye fi'l-is!am,(1,(i72,İkbal,Esr.ıru İsbati'z-Zat ve-* Kumu/u Nefyi'z-Zat,,73-78, Ter. Abdulvahhab Azzam,The Development of Metaphysics in Persi.ıJ .lO'cien n.ıken,

[20] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 234-240.

[21] Yani, Allah başka varlıklara benzemez,demek edepsizlik olmaktadır. Halbuki Yüce Ali.ılı kendi "Ona benzer hiçbir şey yoktur" (Şura,11) buyurmaktadır.

[22] Şeriatlara inanmayan kafirlerin hükmü ise bellidir.

[23] Yahut zararda olduğu halde kâr ediğini sanır.

[24] Tenzih ve teşbihi konusunda,

[25] Yani,ilahi şeriatlar bazan havassın anlayışını düşünerek Allah'ı tenzih i tarzda teşbih ile anlatmıştır.

[26] Yani, Allah'ın hüviyeti ve niteliği anlayışlara göre değişmektedir. Kim nasıl anlıyorsa, Allah öyledir.

[27] Zahir ve Batın Yüce Allah'ın güzel isimlerinden iki isimdir. Tasavvufçuların sapık anlayışlarıyla bir il­gisi yoktur. Allah, gerek indirdiği ayetlerle,gerekse alemde yarattığı varlıklarla varlığını kullarına bildirmiş ve göstermiş bulunmaktadır. Ancak kulların onun hakkında bilgisi, kendisinin ayetlerinde bildirdiği ka­dardır. Bildirmediği yönleri hakkında bilgileri yoktur. Gerek indirdiği ayetler ve gerekse yarattığı varlıklar­la varlığının ve bildirdiği yönlerinin bilinmesi bakımından zahir, yani açıktır. Ama bildirmediği ve yara­tıkların akıtlarıyla bilmesi mümkün olmayan yönleri bakımından da kullara batındır,yani gizlidir. Özet olarak söylersek,varhğının ayetlerle bilindiği kadarıyla zahir,bilinmediği yönleriyle de batındır. Yani in-santar Allah'ın varlığını ve bildirdiği sıfatlarını bitiyorlar. Bu yönden onlara zahirdir. Ama bildirmediği sı­fatlarım bilmemektedirler. Bu yönden de onlara batındır. Tasavvufçuların bunu ruh ve beden şeklinde an­laması ve panteizm şeklinde açıklamalarıyla yakından uzaktan bir ilgisi bulunmamaktadır

[28] ibn Arabi şunu anlatmak istiyor; Alemdeki bütün varlıkların ruhu Allatılır. Alemde sayıiamıyacak ka­dar varlık bulunduğu ve hepsinin tanımı yapılamadığından Allah'ın tanımı da yapılamaz. Çünkü alemde­ki bütün varlıklar aynı zamanda Allah'ın görünümüdür. Böylece varlığın birliği sağlanmış ve Allah ile alem ikiliği de kalkmış olmaktadır.

[29] Tasavvufım dayanaklarından olan bu söz hadis değil, uydurma bir şeydir. Yahya ibn Muaz er-Ra-zi'nin sözü olduğu söylenir. Gerçi tasavvufçular İbn Arabi'nin bunu keşf yolu tesbit ettiğini söylemeyi de ihmal elmiyorlar. Bakınu , Keşfu'l-Hafa, 2/262,Men Arefe maddesi.

[30] Fussilet, 53

[31] Bütün varlıkların ruhunun Allah okluğunu söyleyerek onlara uluhiyet kılıfı giydiren, böylece .iletinle birliği sağladığını söyleyen bu anlayış Vahdet-i vücudun Panteizm olduğunu gösteren açık bir delil drğil midir? ibn Arabi, ikiliği yoketmek için Allah'tan başka varlıkların varlığını inkar edemediğinden onlara Al­lah'ın ruhunu giydirmekte, böylece Allah'ta beraber bütün varlıkların da Allah olduğunu söyleyerek bir­liğini sağladığını düşünmekledir.

[32] Yani,insandan ruh çıkıp taş ve lahta gibi bir suretten ibaret kalabildiği hafde.Allah'ın ruhunun alem­deki varlıklardan ayrılması mümkün değildir.

[33] Yanı, Allah'ın ilahlığı kendinden olup onun yerine ibadet edilen başka ilahlar gibi sahte değildir.

[34] Kendisi hem öven,hem övülen nasıl olur? derseniz,Ahmed Avni Konuk'un şu sözlerine bakınu/'Şıt halde hâmid (öven) ve mahmûd (övülen) Hak olmuş olur. Zira bu suretlerde taayyıın edip hamd edrn Hak'tır ve suretlerin cümlesinin ruhu olduğu için mahımıd olan yine Hak'tır. " Fususu'l-Hikem Tercüme ve Şerhi,1/272,

[35] Allahı tenzih ve teşbih etmek,yani varlıklara hem benzemediğini, hem benzediğini söylemek nasıl en doğru yol olur? diye sormayın. Çünkü bütün varlıkların suret (vucutl ve ruhlarının da Ailah olduğunu yu­karıda açıklamıştı. Bilindiği gibi Panteizme göre Allah bütün varlıklara sinmiş ve evrene dağılmıştır. İsler­seniz bunu ibn Arabi'ye selal ve selam okuyan Ahmed Avni Konuk'tan dinfeyelim:

"Yukarıda açıklandığı gibi uluhiyetin had ve tarifi, Hak'km zahir ve hatmi birlikle alınmakla olur. Hak,alemin suretinin batını (ruhu) ve alemin sureti onun zahiridir. " Fususu'l-I likeni Tercüme ve Şer-hi,1/272-273, Vahdet-i vücudun Panteizm olduğunu gösteren bundan dalın açık bir delil olur mu?

[36] Hiçbir şey onun gibi deği!dir"derken başka varlıklara benzemekten tenzih ediği,"O,gören ve işiten­dir" derken de varlıklara benzediğini söylemektedir. Çünkü onlar da görür ve işitirler. Yani Allah'ın sahip olduğu sıfatlara sahip bulunurlar.

[37] ibn Arabi,Ayetin,başka varlıkların Allah'a benzediğini,ancak ona benzeyen varlıkların ben/.enniıı bulunmadığını,böylece teşbihi (Allah ile varlıkların benzerliğini) kabul elliğini savunmakladır. Rkz. A. A. Konuk,a.g.e. 1/275

[38] ibn Arabi,tenzih ve teşbih konusunu belirttikten sonra lek taraflı lenzih ve teşbih anlayışının yanlış olduğunu örneklendirmek için Hz. Nuh'un davetini örnek vermektedir. Hz. Nuh'un teşbih ederek anlat-maytp sadece tenzih yönü ile kavmine tebliğ ettiği için kavminin ona inanmadığı,halbuki laptıklaıı pulla­rın Allah'ın ruhu olduklarını anlatıp Allah'ın onlara hem benzediğini hem benzemediğini, onların şahsın­da Allah'a ibadet ettiklerini açıklasaydı davetini kabul etmiş olacaklarını söylemekte, böylece 11/. Nuh'un kavmini nasıl davet edeceğini bilmediği ve kafir kalmalarına sebep olduğunu anlatmaktadır.

[39] Kur'an toplama ve birleştirme anlamındadır. Türkan ise,ayırma anlamındadır. Tasavvufçulara göre Kur'an, Allah'a teşbih ile yani Allah'ın hem varlıklara benzemekten münezzeh olduğunu, Hem onlara benzediğini söyleyerek inanmak demektir. Furkan ise, Allah'ın varlıklara benzemediğine inanmak de­mektir.

Onlara göre,Allah'ın varlıklara hem benzediğini, hem benzemediğini,yani hem tenzihi hem leşhihi içer­diği içirvKıır'an'a Kur'an denümiştir. Nuh'un daveti Allah'a tenzih ile inanmayı içerip teşbihi içennMİıği için kavmi ona karşı çıkmış,onun için daveti furkanda kalarak kurana geçmemiştir, demektedirler.

İbn Arabi şunu anlatmak istiyor: Nuh, Allah'ı tenzih ederek ondan başka bir şeye ibadet etmenin yanlış olduğunu söyledi. Halbuki onun kavminden Aflahı bilenler,teşbihe inanıp [Kıtlarının Allah'ın görünümü ve ruhu olduklarını ,Nuh'un ci-t bunu kavrayarak kendilerini aslında övdüğünü bildikleri için bu davete karşı geldiler ve putlarınızı bır,ıkmayın,dediler. Üstelik putlara tapmakta aynı zamanda Allah'a taptıkları­na inandıklarından levbe ve istiğfarı gerektirecek bir günahlarının da bulunmadığını söylediler.

Kısaca, Allahı Nuh'tan daha iyi bildiklerini,hem tenzih,hem teşbih ile Allah'a inanıp ona kıptıklarını Nuh İHinu kavradığı için onları yererken aslında övdüğünü anladılar. Onun için yeni davetini kabul edecek l'ir durumun bulunmadığını söyleyerek red ettiler. Bunu Fusus kitabını lakdis edenlerin kendileri söyle­mektedir;

"Velhasıl, Nuh kavmi kavlen (sözle) nebilerini inkar etliler, fakat sanemleri (pıılları)nın mc/ahiri (görü­nümleri] ile vech-i mutlakı (Allah'ın yüzünü) örttükleri için fiilen icabel etmiş oldular... Muhakkikini ule­ma (tahkik sahibi alimler] cenabı Nuh'un davetinde Furkan olduğu için kavminin o davete k <ıbet etmedi­ğini de bikliler. Zira kesrel(çokluk)tan vahdete (birliğe! ve teşbihten tenzihe davet,aynı Furkan'dır (Fuıka-nın kendisidir),halbuki emr-i vucud Kur'andtr.Furkan değildir" A. A. Konuk,a. g. e. 1/278

[40] Onlan tenzih ve teşbihi birleştirerek değil, sadece tenzihle yahut sadece teşbihle davet ettiği için kavmi kendisinden uzak durdu. Halbuki putlara tapmakla batini açıdan onlara benzeyen Allah'a taptıkla- A rını anlayıp teşbih ve tenzihi birleştirerek davet etseydi, kavmi kendisini anlar ve davetini kabul eder- .'{ dilemektedir. Bkz. A. A. Konuk,a. g. e. 1/282-283; Bali Şerhi, 73, Dersaadet, 1309, İstanbul,

[41] Cevamiıı'f-Kelim,az s çok anlam ifade etmek demektir. Yani,"Hiçbir şey onun benzeri delildir" ayetiyie Peygamber hem Allah'ın benzerinin o!du£ıınu,hem de bu benzerin benzerinin bulunmadığını belirterek hem tenzih, hem de teşbih inancını bir cümlede toplayabildiğini ifade etmektedir.

[42] Yani, Muhammed sadece tenzih yahut sadece teşbih (fark ) ile değil,ikisini birleştirerek hem len/ih hem teşbih (cem' Jile davet ettiği için insanlar davetini kabul ettiler.

[43] Ne demek istediğini A. A. Konuk şöyle açıklamak tadır :"Sizden biriniz bu makamda gördüğü surelin kendi nefsi olduğunu ve Hak'kın aynasında kendini yahut kendi aynasında Hak'kı müşahede ettiğini bil­se, o kimse ariftir", a. g. e. 1/284,Yani, kişi Allah'ın aynasında ve Allah kişinin aynasında görünmekledir. Bunu görenlerde arif sayılırlar. Anlaşılıyor değil mi?!

[44] Yani,çocuktan maksat,gerçek çocuk değil,düşünme ile elde edilen bilgidir. Yağmurdan maksat akli bilgiler olduğu gibi,çocuktan maksat da düşünmenin sağladığı bilgidir. İbn Arabi bu şekilde ayetlerin an­lamlarını baştan beri tahrif etmektedir.

[45] Bu Ttrmizi,hadisçi Timizi değil,tasavvuftaki hatemıı'l-evliya teorisinin fikir babası olan ve I lokim di­ye nitelenen tasavvufçu Tirmizi'dir.

[46] Allah'ın Maliku'l-Mülk olduğunu Tirmizi değil,Allah'ın kendisi söylemektedir, Bkz. Ali İmran 26

[47] Yusuf,108

[48] Görüldügü gibi İbn Arabi ve havarilerine göre peygamberlerin daveti insanlara yapılan bir hiledir. Nitekim Yusuf peygamber yukarıdaki ayette bu hilenin basiret üzere yapıldığını açıkça belirtmiştir. Ne dersiniz ey tasavvufçularlPeygamberlerin Allah'a ve hidayete olan davetlerini halka yapılan bir hile ve tu­zak sayan İbn Arabi ve tabilerine hala hatemu'l-evliya diyecek misiniz?

İbn Arabi'nin sözlerini yanlış anlamadığımızı ve yanlış aktarmadığımızı göstermek için sözlerini şerhe-denierden ikisinin sözlerini de verelim;

"Yani Nuh (a. s. )ın davetine karşı,kavmi mekri azim ile mekr ettiler. Çünkü Allah'a davet,davet olunan için mekrdir. Esasen Davetııilah (Aİlah'a davel), Allah'tan Allah'adır. Zira Allah davet eden ile davet olu­nanın aynıdır... (Çünkü) "Nerede olursanız o sizinle beraberdir" (Hadid,4) ayetinde belirtildiği gibi biz nerede olursak olalım Hak daima bizimle berabirdir. Binaenaleyh.Hak bidayette (başlangıçta) bizde m:ı-dum (yok) değildir ki biz nihayette (daha sonra) ona davet olunalım" A. A. Konuk.a. g. e. 1/287

"İmdi,Nuh (a. s. ),kavmini Hak'la beraber iken (yani Hak'ka bağlı oldukları halde] Hak'ka davet ettiği ve bu da bir mekr (hile) olduğu için ona karşı kavmi de mekri azim (büyük hile) yaptı. . . .

Yani dai ve med'uv şey-i vahid ve Hak med'uv ile beraber iken (Davet eden ve davet edilen aynı şey ve Allah davet edilenlerle beraber iken) Cenabı Nuh'un Allah'a daveti mekr olduğundan onların icabetleri dahi mekr ile oldu". A. A. Konuk,1/288

"Nuh kavmi büyük bir hile yaptılar. Çünkü peygamberlerin Allah'a davet etmeleri kavimlerine yapılan bir hiledir. Çünkü kendisine davet edilen Allah baştanberi yok değildir. O da taptıkları putlardır. Çünkü kimse Hak'kın varlığını ve rububiyeteni inkar etmiyor,sadece onun belirlenmesinde ve rııbııbıyetinin ve­rilmesinde yanlışlık yapılmıştır. Kimileri kendi şahıslarma,kimileri putlara veya başka şeylere rububiyeti verir. Peygamberler kavimlerini bunlara davet ederler. Bu da başlangıçtır. Bunlar zaten Hak'tan ayrı de­ğildirler ki hidayete davet edilsinler". Bali Şerhi,79,istanbul,1309

[49] İbn Arabi mitolojisine göre hayatta alem Yüce Allah'ın, şiddet ve dehşetin ifadesi olan Cebbar ismi­nin altındadır. Onun için bu isim bütün alemin muttaki olmasını gerektirmişi ir. Muttaki oldukları için de ahirette şefkatin ifadesi olan Rahman isminin altında toplanmaya davet edileceklerdir.

[50] Yani,putperestler ,ırif oklukları için taptıkları pulların aslında Allah'ın orlaya çıktığı şekiller nldukl.ın-nı biliyorlar, onun için taptıkları putların Allah'ın görünen kendisi olduklarını bilerek onlara tapıyorlar Bunu anlamayanlar,muvahhit cahillerdir.

[51] İbn Arabi'nin ne demek islediğini isterseniz A. A. Konuk'tan sadeleştirerek verelim;" Faka! her görü­nümde ve bütün zerrelerde Hak'kı rniişahade eden abidlerin en üstünü,o pullarda uluhiyeti tahayyül mez,belki bu Allah'ın görünümü (meclası)dır,yticellilrnesi gerekir,der. Böylece o,I lak'kı mabudu, sınırlı ve belirli bir şeyle sınırlandırmaz. Çünkü bu abid,bülün eşya aynalartnda Hak'kı müşnhade eder. " A. A. Konuk,a- g- e. 1/29f». Nuh kavminin arif olan putperestleri de pullarını Allah'ın birer görünümü (meciaM) bildikleri için putlarınızı bırakmayın,dediler!

[52] Arapçada bir yerden bir yere gitmeyi bel inmek için önce cer harfi Min getirilir, aradaki yerden son1'1 ila harfi getirilir. Onu anlatmak istemektedir.

[53] Görü!düğü gibi İbn Arabi, her zaman yaptığı gibi ayetlerin anlamlarını tahrif etmektedir. Şerhedenle-rin ifadelerine göre şunu söylemek istemektedirıOnlar Allah'a olan muhabbetlerinden kendilerini yok el­tiler. Bunu yaparken varlıklardan kendilerine bir yardımcı bulamadılar. Çünkü Allah'ın tecellisi,görüntü­lerin hakiki olmayan varlıklarını yakmıştır. Varlığı olmayan şeyden de yardım olmaz. Böyle olunca, sade­ce Hak'kın varlığı kalmış ve onların tek yardımcıları da kendisi olmuştur. Allah onların bUit.ıt yardımcısı oldu ve sonsuza kadar Allahda fena buldular.

Önce salt varlık olarak ehadiyet mertebesi,sonra isim ve sıfatların ortaya çıktığı ve onlar için varlıkların meydana geldiği ikinci aşama vahidiyet mertebesi oldu. 13u aşamada Allah kendisi için var ol.ın varlıklar­da güründü. Onun için varlıklar Allah'ın kendisidir. A. A. Konuk,a. g. e. 1/30 1-302,Bali Şerhi,»5, Acaba Nuh kavminin küfür ve inadları sonucu uğradıkları tufan ve cehennem azabını anlatan ayetlerle bu saçmalıkların ne İlgisi vardır? diyeceksiniz, ilgisi şudur;lbn Arabi kendini Allah'a karşı küfreden bütün kafirlerin avukatı ve koruyucusu gördüğü için ne yapıp yapıp onları cehennem azabından kurlarması ge­rekmektedir. Onun için İblis'ten Firavn'a ve bütün peygamberlere karşı çıkan kafirlere kadar hepsinin avukatlığını ve hamiliğini yapmayı kendisine görev bilmektedir. Onu takdis eden dostlarına ithaf olsun!

[54] Rab ismi diğer isimleri içerdiği halde, ilah ismi değişken olup başkasını içermemekte imiş! Onun it,in Nuh, ya ilahi değil de, ya rabbi demişmiş!

[55] Mümin ve kafir, herkesin Allah'ın rahmetine ğarkolması ve rahmetin genel olup kimsenin ondan mahrum kalmaması için güya Nuh Allah'a dua etmişlir. Ayetlerin nasıl tahrif edildiği görülüyor değil mi:1

[56] Fususu'!-Hikem,16-21,Şevkt bey Matbaası,istanbul,1287, lîu son kısımlarda ibn ar.ıbi'nin anl.ıtm.ıî;.) çalıştığı küfür ve saçmalıkları öğrenmek isteyenler tercüme ve şerhlerine baksınlar.

[57] Mustafa Sabri,Mevkifu'l-Ak!i ve'l-İlmi ve'l-Alemi Miri Rabbi'l-Alemin/î/l 50-153, el-Mektebetu'l-İsl.i-miyye,1950,

[58] Mustafa SabrU. y. e. 3/88

[59] MustafaSabri,a.g. e. 3/89

[60] Mustafa 5abri,Mevkifu'l-Akli ve'l-İimi ve'l-Alemi Min RabbN-A!emin,:î/19t-f92,el-Mektebetu'l-İsLı-miyye,195Q,

[61] Mustafa sabri,a. g. e. 3/196    

[62] Mııstafa sabri,a. g. e. 3/90

[63] Müstafa Sabri,d. g. e. 3/193

[64] Mustafa Sabri,a. g. e. 3/194

[65] Mustafa sabri,a, g. e. 3/192,Vahdeti vııcud felsefesinin seniş eleştirisi ve İslamdı^ılığı hakkında bakı­nız, a. ge. 3/85-216,

[66] Ahmed Faruk Serhendi timam Rabbani),Vahdeti vücut anlayışına karşı tepki olarak hicri 1034 yılımla vahdeti şuhııcl anlayışını savunmuştur. Kendisine göre ıslahat sayılan bu girişimine Müceddidiye ekolü adını vermiştir; Melamilik,Bektaşilik,l iurufilik gibi Osmanlıya karşı reaksiyoner olarak boy gösteren vah­deti vücutçu hareketİere karşı tepki göstererek kendisine göre bu davranışıyla Osmanlı İmparatorluğunun devamına yardım etmiştir. Günümüzde kimi devletçi ve muhafazakar cemaatlar taralından çokça sevil­mesinin belki de sebebi budur.

[67] Ten2!h,teşbih ve birlikte hem tenzih hem teşbih inancının ne olduğunu yıık;ınd;> İbn Atvıbi'nin açık­lamalarında gördük.

[68] Mektubat,1/44O-443, Çeviri,Hüseyin Hilmi Işıkjslanbul 1968,Mektup,272

[69] Doç. Dr. Süleyman Ateş,işart Tefsir Okulu,272,273, Fericl Kam,Vahdeti Vucııcİ,27,2H'den naklen. Ateş, ilk tasavvufç ulardan mesela Maruf Kerhi, Cüneydt Bağdadi, Şilili,Sülemi,Kuşeyri nibi I.ısavvııf balcı­larında vahdeti vucud düşüncesinin görülmediğini de belirtmektedir.

[70] Dr. Abdulkadir Mahnuıd.el-Felsefetu's-Sufiyye fi'I-İsl.ım,ü15-516

[71] Gizli lıir hazine idimjjilinmek için alemi yarattım" hadisinin ıtydtırm.ı olduğunu daha <inre belirt­miştik.

[72] Aralarında İbn Arjbi ibi tasavvufçu filozofların da bulunduğu felsefecilere uöre v,ır olan beş h.urH veya alem şunlardır:

"a-Mutlak ayb veya lahut .ılemi;Burada Hak'kın zatı dışında bir şey yoktur.

b-Mullak ceberut <ılemi;Bıı da akıllar,miicerred nel"isler,rııhlar,mahiyeller,sjbil ayn'lar alemidir ki İnini.ınn loplamı Mutfak Vucut'lur.

r-Mutlak melekut vey.fmis.il alemi;Iİu aleme ikinci taayyün,lafsil,wıhidiyye( alemi de denir. Sonra nrl.ıya çıkacak varlıkların bir nevi makel(misal)lerinin bulunduğu alemdir.

d-Mutlak suhııri alemi; Yaratılmışlar veya cisimler alemi denir. Bu dün alem kendi .ırasında ı;ayb alemi ve şehadet alemi olarak ikiye ayrılabilir,

e-Kamil insan; Kamil insan, beş alemi ve sudur nazariyesinde sayılan yedi iniş mertebesini şahsında top­lamaktadır, ibn Arabi'ye göre Zat sıfallarmın,sıfat!ar da tecellileri ve şuunları olan alemin kendisi olıın-c.a,(ılemin en şerefli yaratığı olan inşan ela Allah'tan başka olamaz. " Cavil Sunar, Varlık Hafckmda Ana Düşünceler, 184-186,Ank. Ü. i. F. yayınları, Ankara,1977

[73] Doç. Dr. Hüsamettin Erdem,Panteİ2m ve Vahdet-i Vitrini Mukayesesi, Kültür lîakanlıft!,Anka­ra, 1990

[74] Doç. Dr. Hüsamettin Erdem,a. &. e. 1 18-1 19. Yazar iki nazariye arasında başka açılardan d.ı karşılaş­tırma yapmakta ve sonuçla ikisinin de aynı kapıya çıktığını vurgulamaktadır.

[75] Dr. Cavil Sunar, Vahdet i Şuhud-Vahdet i Vucud Meselesi, 9'M00,Ankara 1960

[76] Prof. Dr. Abdulhak Ensari.Şeriai ve Tasavvuf,146,Rehber yayıncılık,Ankar.ı 1991, imam Rabbani, Mektubat,s,147'den naklen

[77] Prof. Dr. Abdulhak Ensari,a. g. e. 146. Yazarın bu kit.ıbrjmam Rabbani ve Mektuba! üzerine yapılmış akademik bir çalışmadır. Her iki nazariyenin ayrmlılı bir karşılaştırması için bkz. 146-166

[78] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 240-257.

[79] Dr. Mııhammed Hüseyin ez-Zehebi, el-İtticahatıı'l-Münharife fi Tefsiri'l-Ktır'ani'Ü-Kerim, 7~.\, Mekie-betıı Velıbe, Kahire 1986.                                                      

[80] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 257.

[81] İbn Arabi, Zehairu'l-Ahlak Şerhıı Tercümanı11-Eşvak, 39, Beyrut 1312 h. Ayrıta 'hkz. Dr. Kemal Mıı­hammed İsa, Nazarat fi Mııiekadat-İ İbn Arabi, 48-51. Darıı'l-Muctema.

[82] Fususu'l-HikemBâlî Şerhi, 191, hicri 1309 baskı.

[83] Fususu'l-HikemBâlî Şerhi, 191, hicri 1309 baskı.

[84] Va'd'dan maksadı ahirelleki nimetür. Vaidden maksadı da ahiretleki azaptır. Buradan hareketle müş­rikler için bile ahiretle azabın tatlı olacağını söylemektedir.

[85] Fususıı'l-Hikeniı, Dr. Afifi tahkiki, 1/94. İbn Arabi'nin dinleri aynı gören anlayışı için ayrıca bakı­nız, Dr. Abdulkadir Mahmud,el-Pelsefetu's-Sufiyyefi1-İslam,516-522

[86] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 257-258.

[87] Fususu'l-Hikem, 1/201,Dr. Afifi tahkiki, Türkçe çevirisine bakmak isleyenler için, Çev. M. Nuri Cen-çosman, istanbul Kitabevi, 1981 s. 208. ibn Arabi'nin Firavun'un mümin olarak öldüğü iddiasının yanlış olduğunu göstermek için Ali el-Kari "Farra'l-Avn min Muddai İman i Firavn" adında bir risale yazmıştır. Bu risalede İbn Arabi'nin Firavun'un imanı ile ilgili ortaya koyduğu delillerin ve yaptığı dil izahlarının yanlış olduğunu, söylediklerinin Kur'anın söylediğini yalanlamak olduğunu belirtmektedir. Bu risalede İbn Arabi'nin sözlerinin küfüır olduğunu söyleyen meşhur alimlerden birçok kişinin adı da verilmektedir. Basım yeri,Ali Bey Matbaası,1! 294 h.

[88] İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, t/212. Afifi tahkiki. Aliah dışında ibadet edilen her şeyin Allah olduğu, o-^ın için bunlara ilah adı verildiği, Hz. Harun bunu anlamadığı için buzağıya tapan İsrail oğullarına kiirşı Ç'ktığı, ama Musa bunu kavradığı için Harun'u bu karşı çıkışından dolayı azarladığı, çünkü buzağı da da­hil, tapılan bütün şeylerin A'ılah'ın kendisi olduğu, o güne kadar başka suretlerde kendisine ibadet edildi-fii haide buzağı suretinde o güne kadar ibadet edilmediğinden o gün de buzağı suretinde kendisine iba­det edilmesini istediği ve bunu görenlerin en mükemmel arif kişiler olduğuna dair sözleri için bkz. Fu-5us,1/t91-196. Afifi tahkiki.

[89] İbn Arabi'nin yanlışlarını görmek için kitabın "İbn Arabi'nin en çok eleştirilen görüşleri" kısmına ba­kınız.

[90] Nazial,25

[91] Mümin,84-85

[92] Müzzemmil,15-16

[93] Kasas,40-43

[94] Enam,158 İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 258-260.

[95] Abdulkerimel-CİIİ, el-insanu'l-Kâmil, 1/28

[96] Ayetin anlamını tahrif etmektedir. Çünkü ;ıyette u anlamındadır. Altın diye melek ismi de yoktur.

"Alin" kelimesi. üstünlük ve ululuk tasl.

[97] Abdulkerim el-Cili, el-İnsanif'l-Kâmil, 2/38

[98] el-Cili, el-İnsanu'I-Kâmil, 2/30-39

[99] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 260-262.

[100] el-Cili'nin din anlayışının tamamen açığa çıkması için uzunca bir alınlı yapmamız gerekmektedir.

[101] Sunlar zamanı tanrılaştınn ve her şeyin meydana gelmesinde zamanın rol oynadığına inananlardır. Bunların inancını şu aye[-i kerime dile getirmektedir: "Dünya hayatından başka bir şey yoktur, ölürüm ve yaşarız. Bizi ancak zamanın geçişi helak ediyor, derler" (Casiye, 24)

[102] Yani, hangi şeye tapmış olursa olsunlar, gerçekle o şeyde tecelli eden, o şey ol.ırak görünen Ali.ıh'a tapmış sayılırlar.

[103] Yani, Allah'a tapıp tapmadıklarını bilip bilmemeleri ve ona tapmaya niyet edip etmemeleri Allah tı­sından önemli değildir. Çünkü putlar Allah'ın hakikati olduğu için ister islemez ona tapmış sayılırlar.

[104] Eğer geri döndürülseier, yine kendilerine yasak edilen şeylere dönerler. Şüphesiz onlar yalarındır­lar" (En'am, 28) ayetine işaret ederek tahrif etmekledir.

[105] Yoksa kendisine yakardığı zaman darda kalana karşılık veren mi?.." (Nahl, (>2) ayetini sıpık düşün­cesi için kutlanmakladır.

[106] el-Cili, "Tabiata tapanlar, gerçekle tabiatta görünen Allah'ın sıfatlarına taptıkları için AK.ıh'J tapmış olmaktadırlar, Allah'a taptıkları için de saadete kavuşacaklardır demektedir".

[107] İbn Arabi de aynı şeyi söylüyordu. İbn Arabi'ye göre, buzağıya tapmaya çalışan İsrailoÖullarını engel­lemeye çalışan Hz.Harun bu inceliği kavrayamadığı için onlara engel olmaya çalışmıştır. Ama Hz. Musa bu inceliği kavradığı için Tur dağından dönüşte Hz. Harun'u bu engelleme çabasından dolayı azarlamış ve yermiştir. Çünkü, İbn Arabi'ye göre, o güne kadar buzağı dışında her varlık suretinde Allah'a ibadet edilmişti. Sıra buzağı suretinde Allah'a ibadet etmeye gelmişti. Hz. Musa bunu kavradığı için İsrailoğulla-rı'nın buzağıya tapmasına karşı çıkmamış, bundan alıkoymaya çalışan Harun'u azartamıştır. Bilgi için bkz. Fususu'l-Hikem, Harun Faslı.

[108] Yani, Allah kendisine ibadet edilmesini gerektirdiği için göründüğü bütün peylerde on.ı îb.ıdel edil­mesi gerekmektedir. Çünkü o şeyler de Allah'ın görünümü, yani kendisidir.

[109] Yani, Allah'ı temsil edecek herhangi bir şeye değil, doğrudan doğruya Allah'ın kendisine ibadet et­mişlerdir.

[110] Yani başka varlıkların şahsında Allah'a tapanlar gibi dolaylı ve uzun zaman sonra saadete erenler gi­bi değil, direkt saadete ermişlerdir.

[111] Onların bedbahtlığını, cehennemde görecekleri acıklı .izahı azap olarak clegil, Allah'a kavuşunaıyn kadar geçecek olan ayrılık kabul etmektedir.

[112] Abdıılkerim el-Cili, el-lnsanu'1-Kâmil, 2/74-81-, el-Mjlbj,)tu'l,Mısrıyye, 1316 h.

[113] Nicholsoı.,fi't-Tns;ivvufi'!-İslami ve t,ırihilıi,88-89,Ter. Ebu'l-Ala Afifi,

[114] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 262-269.

[115] Emin Hori,Celau'l-Ğamid fi Şerhi Divani İbni'l-Farıd,129-13O,Mektebetu'l-Addl),Beyru[,191O,Aİ>cfur-rahman e)-Vekil,l lazihi Hiye's-Sufiyye, 97-98.

[116] Niyazi Mısrî de İbn Farıd'ın düşüncelerini terennüm ederek divanında şöyle demekledir: "Bu cihanın halkına bir yolum uğrar benim-Cem' edip bunca kumaşı bir bezistan olurum, Ceh nasâra, geh yahudi, gahi tersa, geh mecusi-Gahi şia, gah olur sunni muselman olurum."

Niyazi Dîvanı, 109, Maarif Kütüphanesi, istanbul 1963.

Celaleddin er-Rıımi de benzer düşünceleri divanında şöyle dile getirmektedir: "Canım, ey nur, kaçma benden-Kaçma benden, ey parlayan görünüm, Kaçma benden, kaçma benden-Şu sarığa bak, onu nasıl başıma koydum, Hatta bileğime taktığım Zerdüşt'ün zunnarına bak-Zunnarı taşırım, yemliği taşırım. Belki nuru taşırım, kaçma benden-Müsiümanım ben, ama Hristiyanım, Brahmanİstim, Zerduşliyim, Ey Yüce Mak,sana tevekkül ettim, kaçma benden-Bir tek tapınağım; mescid, kilise veya puthanem yok be­nim,

Sonsuz nimetim yüce yüzündedir-Kaçma benden, kaçma benden."

Dr. Mustafa Galveş, et-Tasavvuf fi'i-Mizan, 100-101,

Şemsi Tebrizi için de şöyle demektedir: " Şems-i men u hudayi men,amr-i men u bekayi meıı,ez tu behak resideem,ey hak, hakkı güzari men" . (Tercümesi: Ey benim güneşim ve tanrım.beka ve ömrüm senden-dirgeninle Hakka ulaştım.ey hakkımı veren hak!" Bakınız,Sadeddin Taftazani, Risale fi Vahdeti'l-Vu-cud,8,Ali Bey Matbaası,! 294 hicri, Goldziher ise şöyle diyor; "Tasavvufçular, İslam'a ne kadar bağlı ve hayran görünseler, çoğunda dinler ve

inançlar arasındaki sınırları ortadan kaldırmaya çalışan ortak bir eğilim bulunmaktadır. Hepsinde bütün bu inançların, ulaşılması arzu edilen gaye konusunda hatırı sayılır değere sahiptir. " Goldziher, el-Akide ve'ş-Şeria, 151.

[117] Dr. Abdulkadir Mahmud, el-Feisefetıı's-Sufiyye fi'l-İsljnı, 487-S21. Feridudtlin Aü.ır, M.ınlıku'l-T.ıV. 315-405'den naklen. Yine Dr. Abdulv.ıhhab A/z,ım, et-T.ıs.ıvvtıf ve IVrkkıddin el-All.ır, f i.(]-."170 den naklen.

[118] Müc;Kİele,22.

[119] Nistı,65

[120] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 270-272.

[121] Yunus, 62-63.

[122] Bakara, 1-3.

[123] Bakara, 1-5.

[124] Bakara, 177.

[125] Bakımz İbn Receb el-Hanbeli, Camİu'1-Ulum ve'l-Hikem, 158, Müessesetıı'r-Risate, Beyrut 1988

[126] Sözlük anlamıyla veli kelimesi Allah, iyi ve kötü kişiler, şeytan ve iagul Ribi b<ışk<ı varlıklar için de kullanılmaktadır.

[127] Yunus,62-63                                                                                                                                    

[128] Bakara, 257.

[129] Decie Korkut Kitabı,!, Nşr. Muharrem Ergin, 1964,

[130] Nakşibendi tarikatı konusunda Nakşı şeyhlerinden Muhammed Kutralı'nın hazırlamış bulunduğu "Nakşibendiliğin Kuruluş ve Yayılışı" adlı doktora tezinin önsözünde verilen ve Ferid Aydın tarafından nakledilen şu bilgiler A. Yaşar Ocak in söylediklerini doğrular niteliktedir; "ilk şeyhler Türkistan ve M.ıvp-raıınnehir'li olmalan sebebiyle Nakşibendiliğe o muhitin gelenek ve adetlerini getirmişlerdir. Telkinleri türlü şekilde tezahür eden gelenekler sebebiyle Nakşibendiliğin Türk fikriyatı bakımından tetkiki gereki­yordu. O bakımdan bu tezi hazırladım. "

Şimdi düşünebiliyor musunuz? Tarikat belli bir muhille kuruluyor ve o tarikat o muhille hakim olan gele­nek ve adetlerden besleniyor, lîu tarikat orada geçerli ölün zihniyet üzerinde kuruluyor elemektir. . . . Bili­yorsunuz Maveraunnehi^Türkislan.ÇmjKeşrnir ve Hindistan esrarengiz düşüncelerin cümbüş halinde ol­duğu bölgelerdir. Demek ki Nakşibendi tarikatı Şarri3nîzmin,Hinduizmin,Budizmin, lîırahrnanizmin.Ma-niheizmin hakim olduğu bu muhitte doğup geliştiğine göre, bunlardan beslenmiştir ve bu ifade bizatihi bir Nakşibendi şeyhinin itirafıdır ve bir doktora tezinin önsözünde yer almaktadır... 13u ifadeye göre Nak­şibendi tarikatının ilk şeyhleri Türkistan ve Maveraıınnehir'ljdir... " Hak Söz,36,Nisan 19O4,sayj 37

[131] A. Yaşar Ocak, Türk Halk inançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkıbeleri. 7-12, ISaşJıakanlık Bası-mevi, Ankara 1984.

İslam öncesi Türklerin Şamanizm, Budi/m, Zerrlustilik, ManiheUm ve Mazde.izm dinlerinden beraber ge­tirdikleri dağ ve tepe, (aş ve kaya, ağaç, sihir ve büyü, hastalan iyileştirme, tfaipien ve gelecekten haber verme, tanrının insan gibi görünmesi, tabiat kuvvetlerine hakimiyet, ateşe hükmetme, kemkiterden dirili­me, kadın-erkek ortak ayinler, tahta kılıçla savaşma, tenasüh inancı, hulul inancı, don değiştirme, ejderha ile mücadele, havada uçma, dört unsur inancı, ateş kültü için bkz, a. g. e. 71-72. Kitaplarda Habaeddin Nakşibendiye nisbet edilen kerametlerle karşılaştırınız

[132] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 273-279.

[133] Ankebut,69.

[134] Rtım,47.

[135] Hucıır.ıf,13.

[136] Hz. Ömer'e nisbet edilen "Sariye" olayı hadis kitaplarında değil,tarih kitaplarında yer almaktadır, ilk ravileri de Vaktdi ve Yakubi tarihçilerdir. Bıı konudaki rivayetlerin değerlendirmesini olayı detaylarıyla araştıran Prof. Dr. Ahmet Önkal'dan dinleyelim:

"Sariye olayı ile ilgili rivayetler birçok farklılığı ve ihtilafı bünyesinde barındırmaktadır. Bu farklılıkların manaları da birbirine yakın değildir. Bunlarda tevili ve kabulü hiç de mümkün olmayacak unsurlar vardır. Bu unsurlar ya ravilerin rivayetleri karıştırma!arından,ya müslümanların ilk asırlardan beri var olabgelmiş hamasi duygularla ashabı yüceltme düşüncelerinden ya da yine ilk dönemlerden itibaren ortaya çıkmış bazı çevrelerin kendi kültürlerine,ashabın hayatından dayanak aramalarından ve kültürlerini ilk İslam rivayetleriyle birleştirmelerinden kaynaklanmıştır.

Bu açıdan 5ariye olayı İle ilgili rivayetleri incelediğimiz zaman yorduk ki bu olayı bUe yazılı olarak in­tikal ettiren ilk kaynak, Vakıdi (Öl. 207/822),sonra da Yakubi (öl. 284/897)dir. 8u iki müellifin de güvenilir olmadığı ve aktardıkları rivayetlerin ihtiyatla karşılanması gerektiği bilinmektedir....." Prof. Dr. Ahmet Önkal,Sariye Olayı Üzerine Bir Rivayet Araştırması,55-56,Konya, 1993)

Olayın değerlendirilmesi ile ilgili Önkal'tn düşüncelerini de şöyle özetleyebiliriz:"8u olay Uz. Ömer'in gaybı bilmesi veya okuması değildir. Çünkü Yüce Allah'ın bildirdiği peygamberlerden başkası gaybt bil­mez. Aynı şekilde keşf ve ilham da değildir, (a. g. e. 56-63).

"İslam ordusunun durumu Hz. Ömer'in zihnini meşgul etmiş ve rüyasına girmiştir. Gördüğü rüyayı camide halka anlatırken Hz. Ömer,islam ordusunun muzaffer olması için dua etmiş ve duasının Allah'ın erleri tarafından Sariye'ye ulaştırılması dileğinde bulunmuştur. Rivayetlerin bazısında olayın bu şekilde anlatılmasına rağmen, gerçek,Hz. Ömer'in kerameti değil,İslam savaşlarında Yüce Allah'ın müminleri meleklerle desteklemesi türünden bir olaydır, (a. g. e. 65-68)

Görüldüğü gibi,Önkal Beyin değerlendirmelerine göre Sariye olayı keşf,ilham,gaybı bilme ve Hz. Ömer'in kerameti değil,Redir,Hendek ve Huneyn gibi savaşlarda Yüce Allah'ın meleklerden ordularla müminleri desteklemesi türünden bir olaydır. Sariye'nin dağ tarafına çekijnıesini Yüce Allah bu şekilde meleklerin seslenmesi yahut meleklerin insan suretinde görünmesiyle bildirmiştir.

Böyle bir şeyin meydana gelmesi elbette mümkündür. Önkal Reyin de belirttiği gibi, islam tarihinde bunun örnekleri vardır. Sözkonusu rivayetler sahih kabul edilirse,olayın lek izah yolu c\t) bu olmaktadır. Ancak bizim bundan farklı bazı teshillerimiz bulunmaktadır. Şöyle ki;

a-Olayt ayrıntılarıyla araştıran Önkal beyin de belirttiği gibi,bu olayı ilk rivayet edenler güvenilir olarak görülmeyen Vakıdi ve Yakubi tarihçilerdir. Onların dışındaki rivayetler de sahih değildir.

b- Bu olay dönüp dolaşıp bir rüyaya dayandırılmaktadır. Halbuki İslam orduları çok defa bundan daha zor durumlarda kalmış ve kimse olayı bu şekilde rüya ile gündeme getirmemiş ve yardım da etmemiştir. Mesela Mute harbini ve Bi'ri Maune faciası'nı örnek verebiliriz. Müslümanların çok az okluğu,düşmanın onları bir kaşık suda boğmağa çalıştığı bir dönemde, Rasulullahın da ashabını o kadar sevmesine rağmen onun ne böyle bir rüyası, ne de gaybi bir yardımı olmuştur. Rasulullahın sağlığında müslümanların böyle çok zor durumda kaldığı olaylar çoktur. Ama hiçbirinde böyle bir durumla karşılaşmıyoruz. Önkal Beyin araştırmasında d.ı belirtildiği gibi, gaybın okunması mümkün olmadığı gibi.Hz. Ömer de rüya ile amel el-meyecek ve ilhamla hareket etmeyecek kadar akıllı ve dirayetli bir devlet başkanıdır.

c-Hz. Ömer'in ordu komutanlarını seçerken çok titizlik gösterdiği bilinmektedir. Komutan tiiyin ettiği Sariye'nin de böyle tecrübeli ve yetenekli biri olduğunu biliyoruz. Acaba düşmanın vadide kendilerini kuşattığını gören Sariye,ordusunu dağ tarafına çekmeyi düşünmeyecek kadar beceriksiz ve düşüncesiz miydi? Böyle ise, Hz. Ömer onu ordu komutanlığına nasıl tayin etti? Yahut askerleri arasında düşmanın kuşatmasından kurtulmak için dağ tarafına çekilmeyi akledecek biri mi yoktu?

Sonuç olarak.rivayetin ilk olarak yer aldığı Vakıdi ve Yakubi tarihçilerin güvenilir tarihçiler olmaması, rivayetlerin çelişkili olması,Hz. Peygamber'in ve halifelerin hayatlarında böyle olayların geçmemesi, Sariye'nin orduya komutanlık yapacak dirayet ve tecrübeye sahip olması,keşf,ilham, gaybı okuma ve t \ı. Ömer'in kerameti olmamasına bakarak, biz de İbn Hazm'ın hallerin sahih olmadığı (a. g. e. 55,İbn Hazm,Cemharatu Ensabi'!-Arab,184'clen naklen) görüşüne katılıyor ve tasavvufçuların bunu birtakım asıl­sız şeylere delil göstermelerini yerinde görmüyoruz.

[137] Bir insan veya bir topluluk için keramet olayının meydana gelmesinde kişilerin aktif olarak hiçbir et­kinlikleri yoktur. İstedikleri zaman keramet gösterme veya keramet meydana getirme gücü ve yetkisine de sahip değildir. Dolayısıyla kerametin kişilerin elinde bir silah.bir üstünlük ifadesi veya bir fazilet olması sözkonusu değildir. Çünkü keramefi ne kendileri jjösleriyor, ne de isledikleri zaman meydan.ı yetirebiliyorlar. Bu iş, yukarıda anlatıldığı şekilde yüce Allah'ın mü'min ve mücnhirt kullarımı bir ikram ve yardımından başka birşey değildir.

[138] A. Yusuf Ocak, Türk Halk İnançlarında ve Edebva!ınd.i Evliya Menkıbeleri, 27-30

[139] Abdurrauf el-Münavi, el-Kevakibu'd-Dürriyye fi Tabakali's-Sufiyye, 1 i, Basım 1938, el-Münavi'nin Fabakatında bu türden kerametler pek çoktur. Tasavvufçulann keramet çeşitleri için yine bakınız. Nicboln, islam Sufilerı, 119.

[140] Hasan Rıdvan, Ravdu'l-Kulııb el-Mustetab, 239.

[141] el-Kelabazi, el-Taarruf M Mezhebi Ehli't-Tasavvuf, 44

[142] Muhyiddin İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, 2/120. Mevakiu'n-Nucum,  141. Kalbin Allah'ın evi olduğu veya Kabe'den önemli bulunduğu anlamında söylenen bütün sözler yalandır ve dinden hiçbir dnyannğı yoktur. Tasavvufçuların insanı kutsallaştırması ve onu Tanrının sureti olarak gösterme gayretkeşliğinin ifadesinden başka bir şey değildir. 360-Abdulaziz ed-Debbağ, e.l-İbriz, 2/73.

[143] es-5ülemi, Tabaka tu ıs-Sufiyye, 1/30-31.

[144] eş-Şarani,Tabakatu'l-KLibra, 2/154, Abdıırrahman el-Vekil, a. g. e., 108.

[145] eş-Şarani, et-Tabakatıı'I-Kubra, 2/154.

[146] eş-Şa'rani,Tabakattı'l-Kübra,3/1512,TerAbdulkadir Akçiçek,Cümle,

[147] eş-Şarani,a. h. e,3/1513

[148] eş-Şarani,a. h. e,3/1515

[149] eş-Şarani,a. h. e,3/1524

[150] Bu tür masallarla halkı uyutmanın en güzel Örneklerinden biri, Konya'da din ndın.ı konuşan birtakım kimilerin televizyonda Ladik'li Ahmed Efendi adına anlattıklarıdır. Tarlada bataklığa saplanmış uıağı uçurtması, kaçırılan genç kızı süratle jjiden taksiden çekip kurtarması, kış ortasında misafirlere bolca  mevvesi icad etmesi, Kore harbinde Türk mehmetçiklerin imdadına yetişmesi gibi masallar. ISunları h.ılk çok iyi bilmektedir.

[151] eş-Ş.ırani ise şeyhinin kerametinden sö/. ederek şöyle eliyor: "Nöbetçiler Ali el-Havvas'ı vurdukları zaman eş-Şerff (Hz. Peygamber veya bir şeyh) geldi ve darbeyi önledi." el-Tabakal, 2/1.15.

[152] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 279-286.

[153] Dilaver Selvi-Kemal Yıldız-Enbiya Yıldırım-Ömer Yıldırım.Kur'an ve Sünnet Işığında Rabıta ve Tevessül,5,İstanbul,1994,Yine bakınız,Muhammed ibn Abdullah Hani, Adab,215,Ter.Ali Hüsrevoglıı,İs­tanbul 1980

[154] Dilaver Selvi ve ortaklan,a.g.e.5,irfan Cünriüz,Rabıta,7'den naklen

[155] Prof.Dr.Osman Türer/Tasavvuf Tarihi,129,Seha Neşrıyatjstanbul 1995

[156] Prof.Dr.OsmanTürer,a.B.e.129

[157] Hadid,4

[158] Zümer, 3

[159] Dilaver selvi ve ortakları, a.g.e. 6-10,

[160] Bunu görmek isteyenler Dilaver Selvi ve ortaklarının hazırladığı kitaba bakabilirler. Rabıta ve tevessülü savunmak için yazılan bu kitabın ne kadar bilimsel (!) olduğunu görmek için şu cümleleri oku­mak yeteri id ir :"imam Hatib Şirbini (k.s.)nin bir cuma günü kırk mescidde namazı kıldırıp, huf.be okuduğu Mısır alimleri katında meşhur ve mülevalirdir", a.g.e.39, "Bunlardan daha üstün derecelerde olan iıir kısım vardır ki , onlar özellikle zikir vakitlerinde açıkça başlarının gözü ile Efendimiz (s.a.v.)in kiymetti suretini görürler..Bu makamda ona salatu selam okuyanlar, ruhlarının efendimizle olan yakınlığım'1 kuvvetine göre bazen gözleriyle açıkça, bazen kalpleriyle olan anlayışla ona bakarlar", a.g.e. 3f), Acaba bu üstün derecelerde olanlar, öldükten sonra Rasulullahın yükünü bir deta olsun gözleriyle göremeyen Hz.Ebu bekir, Ömer, Osman, Ali, Aişe ve diğer ashaptan daha mı büyüktür? Acaba onlardan daha çok Rasulullaha yakın ve kendisini onlardan daha mı çok seviyorlar?! Mesela Hz.Aişe ve Hz.Ali gözleriyle bir defa görüp Sıffin ve Ceme! savaşlarına gitmeden önce durumu ona soramazlar mıydı?

[161] es-Seyyid Abdulhakim Arvasi, Rabıta-i Şerife,21, Neşreden Necip Fa-sıl, Büyük Do£u Yayınları, isi.nı-

bul,1994, Rabıtanın şirkin misti bir kapısı okluğunu görmek için   şu sözlere bakmak yeierlidir;"Mürid,

dniyetinin kendisinden ayrılmadığına itikat etmesi lazımdtr.Çünkü ruhaniye! mekanla mukir.Kuhaniyel

nerede tasavvur edilip rabıta edilirse, orada hazır olur,Yine itikat etmesi lazımdır ki , şeyhinin

ruhaniyeünin tasarrufu Hak Subhanehu ve Teala hazretlerinin tasarrufatından olup bizalihi şeyhten

değildir",   Muhammed İbn Abdullah Hnni, Adab,223.Şeyhin ruhaniyetinin tasarrufu Allah'ın tasarruCıfm-

dandır, sözlerinin şirkten başka bir izahı  var mıdır!?

[162] £narn,79

[163] Enam, 162-103

[164] es-Seyyid Abdulhakim Arvasi, a.g.e.24-25,

[165] Muhammed Emin el-Kurrii,Tenvirij'l-Kulub,5J2, Mısır,1384 h.

[166] Ferid Aydın, I lak Söz, Rrihıt.ı mı, Meditasyon mu?, 44-45, sayı 37, İstanbul \')')5, Rabıtanın sauna bir şey olduğuna dair Doç.Pr.Abdukıziz Bayındır'ın görüşüne bakınız, lîir Şeyh Efendi ile Görüşme, I l.ık Sö^, 52, Temmuz 1995sayı 52

[167] Hak Söz, Ferid Aydın ile söyleşi "Tasavvuf ve Nakşibendilik", 34-37, sayı,37, İstanbuir)')4, Ferid Aydın'ın Ekin Yayınları tarafından yayınlanan "Tarikatla Rabıta ve Nakşibendilik" adlı kitabı (İstanbul-19961 konuyla ilgili kalemelınaneniş kapsamlı ve konuya ilgi duyanlar tarafından mutlaka okuması gereken ciddi bir çalışmadır İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 287-295.

[168] el-Kuşeyri, er-Risaletu'l-Kuşeyrıyye, 2/735, Matbaatu Dari't-Tdif, Mısır Alnlulvaiı.ıh letaifu'l-Mİnen, 147, Mısır 1913.

[169] eş-Şaranİ, a.y.e., 146.

[170] eş-Şarani, Kavaidu's-Sufiyye, 131.

[171] eş-Şarani, a.g.e., 154.

[172] eş-Şarani, Letaifu'l-Minen, 2/103.

[173] eş-Şaranİ, Tabakatu'l-Kubra, 2/61.

[174] eş-Şarani, a.«.e., 2/61.

[175] imam Rabbani, Mektubat 1/274, 202. mektup.

[176] Ramazanoğlu Mahmud Sami, Musahabe, 6/87, (4-5-6 mecmuası içinde), Erk.ım Yayınları, İstanbul 1982,

[177] Ribat Dergisi, yıl 2, Konya  1982.Kimi milliyetçi çevrelerde ve lasavvufçular arasında köpeğin el üstünde (ululan üstün bir varlık olarak görülmesine daha Önce değinmiş ve örnekler vermiştik.

[178] el-Kuşeyri, er-Risalelu'l-Kuşeyriyye, 2/744, Mısır 19(>f). Şeyhlerin müridleri kahya gibi görmeleri, kendilerine hizmet etmelerini kutsallaştırmaları, şahsiyetsiz ve dilsiz bir duruma getirmeleri ve tahakküm etmeleri hakkında geniş bilgi için bkz. er-Risalelu'1-Kuşeyriyye, 2/731-751.

[179] Ahmet Yaşar Ocak, İslam-Tiirk İnançlarında Hızır Yahut Hmr-ilyas Küllü,168,Tiirk Kültürünü araş­tırma Enstitüsü yayınları,11 3, Ankara, 1990

[180] Çünkü o bilir, siz bilmezsiniz" anlamındaki ayete naziredir.

[181] M. Emin Kurdî, Tenviru'l-Kıılub fj Muameleli Allami'l-Ğuyub, 528-5J1. Kasım yeri yok. Fıkıh w Tasavvuf bölümleri ayrı kişiler tarafından Türkçeye çevrilmiş. Birinci bölüm Eser Neşriyat tarafından, ikin­ci bölüm ise Konya'da yayınlanmışım. Herhalde kitabın adında bulunan "Allamu'l-Gııyub"dan inaksal, şeyhin kendisi olsa gerektir. Çünkü bu niteliklere ancak yüce Allah sahiptir.

[182] Muhammed ibn Abdullah Hani,Âclâb,152-155,

[183] Abdu|lah üevelioğlu, Cül/.ar, Sofiyye, 270, Beyit 25. Ahmed Saki Matbaası, İstanbul, ı.irili yeri yırtılmış.

[184] Abduilah Develioftlu, a.g.e., 270,

[185] Abdulhatim Mahmud, el-Munkiz Mine'd-Dalal Şerhi ve Tasavvuli im elemeler, 71-72, Kjytlı.ıtı

Yayınlan, istanbul 1990.

Tasavvufçular dinin nasslarını heves ve kuruntularına alet edip oyuncağa çevirdikleri gibi, Levhi Mah­fuz konusunu da aynı şekilde heves ve kuruntularına alet edip oyuncağa çevirmişlerdir. Bakını/ Azizud-din Nesefi (öl.700/1 300) Levhi Mahfuz nasıl anlatıyor:

"Ey derviş! insan menisi hem levh-i mahfuz, hem kit<ıp ve hem de divittir. Zira insan menisinin de iki yüzü vardır. Bir yüzü Allah'a bakar, diğer yüzü insan uzuvlannd.ıdır. Allah'a bakan yüzüne Levhi Malikiz ve kitap derler. Zira insanda meydana gelen herşey, onun menisinde yazılmıştı. Uzuvlarda olan yü^e, di­vit derler. Çünkü insan uzuvlarının tümü, insan menisinden meydana gelip zahir oldular ve ayrıntılı bir biçime büründüler. Menide kaldıkları sürece örtülü ve özlü idiler." Azizuddin Neşeli, Tasavvulta İnsan Meselesi-İnsan-ı Kamil, 171, Çev., Mehmet Kenar, Dergah Yayınları, Haziran 19')0, İstanbul.

[186] Abdullah Develioğkı, Gülzar-ı Sofiyye, 298, beyit 38, Şeyh-mürid konusunda söylenenlerin benzer­leri içİnbkz. 331, beyit 48, 326, beyit 55.

[187] İbn Arabi, Tedbiral, 22d-227'den naklen. A. P.ıtacios, a.g.e. 140-141

[188] Suh re verdi, Av.ırifu'l-Maarif, 203-206, İhya  sonuncu.

[189] Sühreverdi, a.f;.e., 1 97-20.1, İhya sonunda.

[190] Ahmecl Eflaki, Menakibu'l-Arifin, 1/310-311. Hürriyet Yayınları, İslanbtı! 1<)73. Tasavvufun Uranlık­larına aşık olan ve insanlara kurtuluş yolu oîarak sunanların bunlar üzerinde ciddi düşünmeleri gerekir.

[191] K,ısas,5fı.

[192] Zümer,44.

[193] Buhari, Vesaya, 1 i, Telsini Şuralı, 26, İbn Moce, Vesaya .

[194] Buhari, Cenaiz 3, Şehadat 30, Menakibıı'l-Ensar, 46, T.Vhir 1 :i.

Vahyin bilinmediği yerlerde Rasulullahın ahirelle olup bilenleri bilmesi bir yana, karşısındakinin kalbinde olan şeyleri yahtıl niyeti bile bilmediğini açıkça   belirtmekledir. Nitekim iki kişinin davasına baktığı bir sırada onlara şöyle buyLirmdktadır:"Yarınnıak  için bana geliyorsunuz.ISİrınu dikerinden da­ha jUizel konuşabilir.Söküne bakarak, kardeşinin hakkı olan bir şeyi kendisine verirsem, onun ateşten bir parça olduğunu bilsin ve   almasın ", Ikıhari, Şehadal,27, Hiyel.10, Ahkam.20, Muslini, Aktlivt',4, fini Davud, Akdiye,7,Tirrni/_i, Ahkam,14, Nesai, Kudat,13,Xî, İbn Mace, Ahkam,.">. (lörüldü^ü j;ıbi, Kasulııl-lah kalb okumuyor, ve fta\bı bilmiyor.Zalen gaylıı bilmediğini ayetler kesin olarak onaya koymakladır

[195] B.ıkara,254.

[196] Müddessir,48.

[197] Bakara,48.

[198] Bakara,255

[199] Enbiya,28.

[200] En'am,51.

[201] Zümer,44

[202] Necm,26. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 295-304.

[203] Nub,23.

[204] İbn Teynııyye, el-Fıırkan Beyne Evliyai'r-Rahman ve Evliydi'ş-Şeylan. 141.

[205] Muvaü,ı, Sefer 85, yine İbn Hanbel, 2/246

[206] Bııhari, Cen.ıi/., (>1-b2-%, Enbiyn, 50, Sakıt 4B; Müslim, Mesacid  I')-2J, başkaları d.ı rivayet et­miştir.

[207] Muslinı, Mes.uiıl, 2.!, Kabirleri yerden fazla yükseltmeyi yasaklayan İndisler ve İslam'ın uygırl.ı-ın.ıkırı hakkında ı;enış bil^i için bkz. Mııhammed İbn Ali e.s.-Şevk<ıni, Şerluı's-Sudur ti "l.ıhnmi R.ıl'il-Kubur, 1-13, er-kesailu's-Sp|el'iyye ti İhyai Sunneli Hayri'l-lîeriyye, içinde, Mevrut 11) ît).

[208] Huhari, Salat 48, ^4; Men.ıkibu'l-Ensar, 37; Müslim, Mesactd İd; Nes.ıi, Mesai id,  I fi; ibn Hanbel, h/51.

[209] İbn M.ıee, Cenaiz,4.S.

[210] İbn H,ınbel,18

[211] Muslim, Cenaiz 94-95; Tirmizi, Cenaiz 5fl: Nesai, Cenaiz 97,98; ibn M.ue, On.ıiz. 43; İbn I l.ınbel. J/299.

[212] Muslim, Cenaiz, 97-98, Ebu Oavud, Cenaiz, Wi; Tirmizi, Cenniz, 57, Nesai, Kıble, 1 1.

[213] Muslim Cenaiz, 93; E bu Diivııd, Cenaiz, 68; Tirmtzi, Cenaiz, 56; İbn 1/111,139

[214] Müslim, CenaİA 92; Ebu Davud, Cenaiz 68; Nesai, Cenaiz '-}'>. Hu konularda b.Jbk.ı rivayetler ve .il­imlerin görüşleri için bakınız: Ahmet! Davtıdoğlu, Müslim Tercüme ve Şerhi, Cen.ıi/ ve Mesacid bölülen, c..î, 5. İbn Teymiyye, Mecmııu'l-Felava, 1 ]/2İY329'S, Kabirlerle tevessülün haramhf dair yine bakını/. Muhammed İbn Ali eş-$evkani, ed-Dıırru'n-Nadid fi İlılasi Kelimeli'l-levhid, 1-47, er-Resailu's-Selcliyyc, içinde Daru'f-Kütübi'l-ilmiyye, I3eyrııl, 1930.

[215] Fatır,22

[216] Neml,80, Rum,51

[217] fîuhari, Cenaiz,87, Meğazi,8,12,Tecridi Sarih,4/577, Dİ13.Yayınları, Ankara 1968

[218] Musltm, Cennet,7d,77

[219] Tecridi sarih,4/579,Hadis olarak nakledilen rivayellerin Kur'an'ın açık ifadelerine aykırı olmamam gerektiğini gösteren en açık örneklerden biri de budur.Hz,Aişe İm gerçeği büyük bir ustalıkla yakalıyor ve yapılan yanlışları tashih ediyor.Birtakım hadis sarihleri, İbn Ömer'in Bedir'de bulunduğu Halde l-lz.Aişe'nin orada ruuır bulunmadığını belirterek İbn Ömer'in söylediğinin dah.ı isabetli olduğunu, savunuyorsa da, Kur'an ve Sünnet'in çatıştırılm.ıması açısından Hz.Aişe'nin olayı daha iyi .^iplettiği ve aktardığı açıktır.Runun dışındaki yorumların tutarlılığı yoktur.Hz.Aişe'ntn bu özelliği, her halde devamlı Rasıılullahla beraber olmasından ileri gelmektedir. Nitekim riayetlerde kimi ashabın yaptığı yanlışlarla il­gili Hz.Aişe'nin düzeltmelerini ez-Zerkesi, el-İcabe il ma istedraketluı At$e alaVSahabe, isimli bir ki­tapta toplamıştır.

[220] Mııslim, Vasiyyet,14, Ebu Davud, Vesaya,14,Tirmizi, Ahkam,3f>, Yine bakını/, Nevevi, Muslini Şer­hi,2/303

[221] Zuhruf,4O

[222] Yunus,42,

[223] Dr.Zeki Duman, Kur'.ın ve Miislüm,!nlI)r,H>4-l6f>, Fecir yayınevi, Ankara 1996

[224] el-Kuşeyri, er-Risaletu'l-Kuşeyriyye, 1/60, Daru'l-Kütübi'l-Hadise, 1966

[225] Hüseyin İbn Mehdi el-Guneymi, Mearicu'1-Elb.ıb fi Menahtd'l-I lakkı veVSav,ıb,4;i, Kiınıint;-ham,l988

[226] Hüseyin ibn Mehdi el-Cıtneymi, a.g.e.48, Bundan daha tuhafı şu sozierdir:"li.t/ı /.ıll.ırm kevline göre, ziyaret edilen aslında Allahu Tealanın sıfatıdır.Orada yatan değil.Çünkü <> bir yönü ite ianidir.Eriyıp çürümeye mahkumdur.Sıfata gelince;O bakidir, erimez,çürüme;;, fena bulmaz" e$-$arani, ei-lahakalu'l-Kubra,3/1537,Ter.Abduikadir Akçiçek, Cümle, İstanbul 1985

[227] BedkıZ4iam.ın S.ıid Nursi, Ris.ıle-i Nur Külliyatı,2/2083, Sikke-i T,is.dik-i (.'..tybi'nın Sekicimi LenV.ısı.Nesil, İstanbul 1996 Said Nıırsi,Ğeylnnt'nin yüzyıllar öncekinden üelecefii bildirini, tit'tr ve ehced htjs.ipl.ınn<ı w her türlü Hurufiliğe kaşvumrnk kendisini, Ris.ıle-i Nıır'u w talebelerini birer birer i^ırel elti&mı sövlemeyı de ihrrj.il etmemektedir. Bkz.a.ıı.e.2/283-282

[228] Şeytanın bu nevi aldatmaları için b.ıkınız: ibn Teymıyye, el-Fıırk,ın  U7-I4.S, el-Mektebu'l-İsl.ımı, Beyrut I 390

[229] Maide,35

[230] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 304-312.

[231] el-Kaş.ânî, Keşfu'f-Vüaıhi'l-Ğur, 2/103, 1320 h. Divan şerhi hamisinde. Meşhur l.ıs.ıvvul' kitaplarının hepsinde hu konu derişik boyutlarıyla işlenmekledir. "Sen olmasaydın, alemleri yaratmazdım" anlamında­ki hadisi tasavvufçular kutup anlayışları ve Hakikat-ı Muh.ımmeriiyyp inançlarına dayanak yapmak İOn uydurmuşlardır.

[232] Cevhıru'l-Mnani, 1/81 vd.

[233] Cevahiru'l-Maani,2/79.

[234] Cevahiru'l-Maani,1/b3

[235] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 312-313.

[236] dal ile ilgili hadis sahih   değildir.Bkz.M.Nasıruddin el-Elbani, Silsilekı'l-Ehadisi'z-Z.ıtla, 'hadis nu.936;Zaifıi'l-Camii's-Sagir ve Zıyadetııhu ei-Fethu'İ-Kebir, s,355, hadis nu.22fı9

[237] Cevahiru'l-Maani,1/93

[238] Tasavvufçıılar, her tasavvufçunun azmettiği zaman kutup olabileceğini ve evrende tasarruf sahibi ola­cağını iddia ederler. Bu konuda daha fazla b%i için hkz. Abdulvahhab eş-Şarani, el-Yevakil ve'l-Cevahir, 2/79-83; ibn Arabi, Futuhat-ı Mekkiyye, 2/7, 8, 52, 208. Ayrıca bu sapık inançların eleştirisi, kaynaki.ın ve sonuçları hakkında bilgi için bkz. Muhammed Fihr Şakfe, et-Tasavvuf Beyne'l-Hakki ve'l-l faik, fi9-%; Abdurrahman Abclulhalik, el-Fikru's-Sufi fi Dav'i'l-Kitab ve's-Sunne, 229-247.

[239] Şi.Vnın on iki imam anlayışının ifadesinden başka bir şey delildir.

[240] Nefehatu'l-Uns min I-Md.ımii'l-Kııds, 49-55. Bedir Yayınevi, İsl.ınbul 1471, Saddeştirilip özetlen­miştir.

[241] ibn Teymiyye, MecmıiLi't-neiavjJ 1/433, I fz.Ali'ye nisbet edilen ve senetli s.ılıih olmayan bir ri­vayete göre Samda kırk ebdal varmış, onlardan biri Ölünce yerine yenisi ^eçermi;., I (nlluikı rivayet s.ıhih değildir. Bkz.ti.H-e.-11/434, 13u sınıflarla ilgili söylenenlerin sahih olm<ıdıf;ınr aynı şekilde Zebebi de ik1-lirlmektedir.Bkz.Mizanu'l-İlid,il,7/1B7

[242] İbn Teymiyye, Mecmuu'l-Fetava, I I/437,

[243] İbn Teymiyye, a.j;.e.11/437-438, İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 313-316.

[244] ibn Teymiyye, a.g.e.11/439,

[245] Yahut alemde rububiyelte gözü olan benden başka kimse yoktur.

[246] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 316-317.

[247] eş-Şarani, el-Yevakit ve'l-Cevahir, 2/65-66.

[248] Geniş bili için bkz. Abdurrahman Abdulhaiık, a.ı;.e., 229, 24-î, 247. Kutup inanımın biz/.ti Rafizilerin inancı olduğuna dair bakınız. İbn Haldun, Mukaddime, 473, Müesseselu'l-A'lemi, Hevrul.

İbn Haldun, müteahbtr mutasavvıfların bu inanç ve anlayışlarını tenkid elnıt'kle beraber selellerini savunmakla, jıayb alemini ve geleceği bilme, şatahat ve makamları'^ibi durumlarını onaylamakla, lakih-lerin ve başka alimlerin onları tenkid etmelerine de karşı çıkmaktadır. Halta sibirbaz ve cincilerin yaptık­larına benzer olaylar sergileyen tasavvufçuların yaptıklarının keramet olduğunu söylemekte ve savunmak­tadır, lîk/. Mukaddime, 467-475. Müesseselu'l-A'lemi lîeyrul, Şüphe yok ki, iki konularda İbn (l.ıldun'un söylediklerine katılmamı/: mümkün değildir.

[249] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 317-319.

[250] Mehmed Nuri Şemsııddin en-Nakşibendi, Tam Miftahu'l-Kulub, 47-4H, Sakili Bilici Kitabevi, istanbul 1976. Tasavvuf ülkesinin bu esrarengiz kurmaylarının rütbeleri, özellikleri ve sayıları hakkında ta/.la bil^i için ayrıca bkz. Ahmed Ziyaııddin Gümüşhanevi, Veliler ve Tarikatlarda Usul (Camiu'l-Usul). 41-51, ter­cüme, Rahmi Serin, Pamuk Yayınları, İst. 1977, Hace Muhamed Parsa-, Tevhide Giriş, (Paslıı'l-I Mtab li Vasli'l-Ahbab tercümesi], 409-417, 5f>8-594. Tercüme: Afi I lüsrevogkı, Erk.ım Yayınları, İstanbul, No. 45. İmam Rabbani, Mektııbat, 251; 256, 260, 285, 2İS? nolu mektuplar. Ter. I lüseyin Hilmi Işık, Sönnuv Neşriyat, İstanbul 1968.

[251] Bilindiüi jıibi, ed-Debbağ Ma&rihlidir ve MaArib'de Maliki mezhebi hakimdir. Onun it.in ed-Ueb-bağ'ın bu dürt kişilik çelenin Maliki mezhebine mensup olduklarını iflirn etmesi gerekiyordu. İnicim Malik dünyaya gelmeden önce bu dört kişi acaba hangi mezhebe mensuptular? 13u masalı nnlnMn Hanefi bir k-işi olsaydı, herhalde onların hanefî olduklarını iftira edecekti.

[252] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 319-320.

[253] Abdıılaziz ed-Debbağ, el-İbriz, 2/2-9, özet olarak.

[254] Sünen sahibi el-Tirmizi'den başkadır. Bu kişi, hakîm unvanıyla anılan Muhamed ibn Ati ibn cl-Hnsan İbn Reşir (veya Bİşr) ei-Tirmİzi'dir.Ceyhun nehri yakınındaki Budist kültürünün yoğun olduğu 'Mi­miz şehrinde yaşamıştır. Hicri 320 yılında Nişabur4u işgal eden moğoliar tarafından öldürülmüştür. Şii olduğu söylenir.ölümünü Tezkiratu'l-Evliya'yı tercüme eden Süleyman Uludağ şu ifadelerle <ıı>latın<ık-tadır:"Şehid olan atlar, vücudundan koparılan hasmı ellerinin arasına alarak yarım feıs.ıhlık bir meşaleyi koşarak katetti", Tezkturatu'l-Evliya, Ciriş,16,Ter.Süleym<m Uludağ, İlim ve kültür yayınlan, Uıırs.ı,1f)fM. Attar'ın efsane, ve hurafe anlatan biri olduğu Süleyman Uludağ'ın bir olay sebebiyle naklettiği bir menkıbede o j>ünün baş kadısı tarafından da ifade edilmiştir, a.g.e.1 f>. IStı ve onu izleyen iradeler her halde çevirenin cie İslam! ne kadar derinden kavradığını (!) göstermektedir. Kilabının adı "I lalınu'l-Ve-laye"dir.1965 yılında Beyrut'ta basılmıştır

[255] İbn Teymtyyy, I lakikatu Mezhebi'l-İttihadiyyin, 79 vtl. Faysalabad, Pakistan, İrs.

[256] İbn Arabi risaleli ikiye ayırır: Biri, leşrii risalet, diğeri de teşrii olmayan ve velayet şeklinde devam e-den risale!. Teşrii risale! Hz. Muhammed'ie son bulurken, velayet risaleti kıyamete kadar dev.ını edecek­tir, demekte ve kendini hatemu'l-evliya ilan ederek velayet peygamberi olduğunu söylemektedir, Bk/. Fususu'l-Hikem 12, Şevki Bey Matbaası, Ayrıca bakınız, Futııhat-ı Mekkîyye, 35.1. bölüm,

Levhi Mahi'uz'dan olması itibariyle vahiy ile ilhamın aynı olduğunu söyleyen Gazali, aralarındaki farkın peygamberlere vahiy meleğinin görünmesinden ibaret olduğunu söylerken (İhya, 3/18, el-Halebi, Kahire 1939), İbn Arabi bu terki da ortadan kaldırmakta ve sadece birinin adı vahiy iken, dikerinin adı il­hamdır, demektedir. Bkz. eş-Şarani, ei-Yevakit ve'l-Cevahir, 2/86, İkinci baskı, 1.107.

[257] ibn Arabi, Fususu'l-Hikem, 12, Şevki Bey Matbaası,! 287, İstanbul,

İbn Arabi, a.g.e., 13, Şevki Bey Matbaası,"Adem, henü^ sin ve çamur halinde iken Hz.Peygamberin peygamber olduğunu söyleyen uydurma hadise bakarak ilin Arabi, lıatemu'l-evliyn ofarok kendisinin de o tarihte hatemu'l-evliya olduğunu söylemektedir. Fususu'l-hikem,13, Şevki Bey Matbaası;

Adem yaratılmadan veya su ile çamur halinde iken yahut ruh ve ceset durumunuda bulunurken, lı.tıl.ı Adem, ruhlar ve alem yok iken H*.Peygamberin peygamber olduğunu söyleyen bütün rivayeller s,ıç.nıa olup ne din ve akılla hiçbir ilişkisi yoktur. Keşfu'l-Hafa sahibi bilinen sapık metoduyla bu rivayetlerden kimisinin mana olarak, kimisinin keşf olarak doğru olduğunu söylerken, delil olarak d,), uydurmaları sahihlerinden daha çok olan köşe bucaktaki kitapları kaynak üÖstermektedir.Şüphesiz bu tür söylerin ne dinle, ne akılla bir ilişkisi vardır. Bilgi için bkz.Keşfu'l-Hafa,2/128-132, Kâne maddesi.

[258] Dr.Abdulkadir Mahmud, el-Felseletu's-Sufiyye fi'l-islam,514-515,

[259] Teymiyye, Hakikatu Mezhebi'l-İttihadiyyin, 64, İdaretu't-Terceme ve't-Telif, Faysalabad, Pak-istan, trs.

[260] eş-Şarani, el-Yevakit ve'l-Cevarıir, 2/86, hicri 1307, İbn Arabi ile Gazali arasındaki anlaşmazlık konularından biri de budur.

[261] İbn Arabi, Futuhat-ı Mekkiyye, 3Î2. bölümden naklen, Şarani, el-Yevakil ve'i-Cevahir, 2/85.

[262] el-Münavi, el-Kevakibu'd-Dürriyye, 246, Ahmed Eflaki, Menakibu'l-Arifin, 2/66.

[263] Cevahiru'l-M.ıanİ, 2/63'den Dr. Abdurrahman Bedevi, Şatahatu's-Sufiyye,

[264] el-Munavi, el-Kevakibu'd-Durriye, 246.

[265] İhn leymiyye, H.ıkik.ıli Mezhebi'Mltilıacliyyin, M vcl. İlin Acıhi'nin kulüp jınl.ıyışı h.ıkkıntln ileniş bilgi için bk-c. Fuslısu'i-İ likeni, 1/39, 73, 2/25, 45, 50, bB, 22h, Afili l.ılıkiki.

[266] İbn Ti'ymiyye, a.n.e., 64, eş-Ş,ırani de, el-Yevnkil kil.ıbının f)«ışıncl.ı İbn Ar.ibi için "Kutup, C.ıvs, şey İti ekber, imam" iinv<ınltırınt kullanır.

[267] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 321-324.

[268] Meryem 92-94.

[269] Yunııs,2-4.

[270] Zumer1-6

[271] $ur,ı, 10-11. Yukarıdaki ayetlerde Yüce Allah'ın sayılan birçok niteliklerini tasavvuftular ;>tı veya Ihı şekilde kendilerine veya başka varlıklara vermektedirler. Vahdet anlayışları, gavs, kutup, f>iM mevlit im şahsiyetlere tanıdıkları haklar ve verdikleri sıfatlar, ölülerden yardım istemeleri, şeyhlerin olağanüstü Küfe sahip olduklarına inanmaları bunun açık ifadeleridir.

[272] İhlas suresi

[273] Ahzap,45-48

[274] Rasukıllah ve ashabı sanki Allah'ı zikretmiyor ve Allah'ın zikri ile yaşamıyordu!

[275] Peygamberlik ten önce   Kasultıllahın Mira mağarasına çekilmesi örnek olmaz.Nitekim peys'.ınıht'1'

olduktan sonra böyle bir uzlete çekilmesi   olmamıştır.Bir süre   için kendini ibadete vermeyi maçıyla itikafa çekilme uygulaması teşri edilmiştir.

[276] Muslim,

[277] MaicJe,105

[278] Stıneıı sahipleri riVtiyel etmiştir.

[279] rivayet etmiş ve senedinin iyi olduğunu söylemidir.

[280] Gazali, İhya,2/226-235, el-HaleİJİ,1939,

[281] Dr.Zeki Mübarek, et-Tasavvufu'l-İslami fi'l-Edebi ve'l-Ahlak,13!M40, fCılıire,

[282] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 324-335.

[283] Doç. Dr. Süleyman Aieş, İslam Tasavvufu, 49, Pars Matbaası, Ankara, trs.

[284] Bilindiği yibi, islam coğrafyasında tasavvuf akimi ilk olarak Ar.ibist.in, İran ve Hindistan kültürlerinin kavşak noktası olan Küfe şehrinde ortaya çıkmış ve oradan yayıimıştır.'Kufe şehri aşırı Şiilerin,peygamber­lik sevdalılarının, İmamları tanrılaşlıranfarın cirit attığı bir fitne ve anarşi ortamı olmuştur. Hilafet an­layışında Zeydiyye mezhebinin görüşünü benimsemiş görünen Süfyanı Sevri'nin de kendini ilim lahsiline vermeden önce zahid olarak burada orlaya çıktığı ve toplumda zahid olarak adlandırıldı^,fitne ve iç savaşlardan uzak durarak uzlet hayalını tercih ettiği kaydedilmektedir. Bkz.eş.-Şeybi,a.!;.e.1/29.5-207

[285] İbn el-Cevzİ,Telt)isu İblis, 165,Daru'!-Kütübi'l-İlmiyye,Beyrul,

[286] Mesela, Ebıı Ubeyde İbn el-Cerrah,Muaz ibn Cebel,Süheyl İbn Amr,bil,ıl ilin R,ıbah,S<ıid İbn Amİr,Umeyr İbn sa'd el-Ensari,Ebıı zer el-Ğıgari,Ebu'd-Derda el-Ensari,Ubade ibn es-Samit,Şurahbil ibn es-Sımt el-Kindi,Temim İbn Evs ed-Dari,Arnr İbn Esved el-Ansi,Sehl İbn Hanzaîa el-Ensari,Haris İbn Abdii-lah İbn Vehb el-Ezdi,Fadalü ibn Ubeyd el-Ensari.Sevban İbn bucdud el-Himyeri,Şeddad İbn Cvs el-En­sari, Farva ibn Mucalid,El.ıu Reyhani Şem'un ibn Yezicl el-Ezdi,F.lxi Sa'lebe el-Huşeni,Abdurrah ibn Ganem el-Eşari,lrbad İbn Sariye es-Sulemi,Ebu Ubey İbn Abdullah es-SulemlAbdull.ıh ibn Busr eI-Mazini gibi zahid ve abid kişilerin yaşadığı beiirlilmektedir.Dr.Hüseyin Atvan,e!-Firaku'l-İslamiyye fi Bü.ıdi'ş-Ş.ını fi'l-Asri'l-Emevi,! 09-129,Darulcil, 1986,

[287] Dr.Hüseyin atvan,a.g.e.129.

[288] Dr.Hüseyin Atvan,a.£.e.165

[289] Dr.Hüseyin Atvan,a.g.e.1 74-175

[290] Dr.Hiiseyin A!van,a.g.e.173-174

[291] YusLif, 20,Tasavvuftaki anlamıyla Buharı ve Müslim'de .itiliri hakkında biışcv yoktur.Cini D.ıvııd, mizijbn Hanbeljbn Mace ve Danmi'de ona uygun veyn zıt anl.imtln bazı rivayetler bulunmakladır. olursa olsun,İslam'ın genel anlayışıyla tasavvufun zühd anlayışı birbirinden t.ım.îme.n laiklidir.

[292] İhya,4/2H-212,e!-Halebi, Kahire,1939

[293] İhya,4/22İ,el-Halebi,'l939,GörüldügIü gibi Gazali.cennet nimetlerini ve cehennem azabını takmay.ın Rabiatu'l-Adeviyye, Yunus Emre ve benzerleriyle aynı anlayışı pay I aş maktamla ha da ileri ^it^erek Allah'tan başka bir şeyi istemenin gizli şirk olduğunu söylemektedir.

[294] Gazali,ihya,4/222,el-Haİebİ,1939

[295] Cazali,İhya,223,el-Halebi,li)39,

Gazali,hayatta zaruri şeylerde zühdü anlatırken, zahidin en kalitesiz ve adi ekmek yiyeceği,üt ve yedi gün kadar aralıksız oruç tutabileceği, güzel kadının kendisini meşgul etmekten endişe eden kişinin çirkin bir kadın veya yetim bir kızla evlenebileceğini belirtmekte ve siûyj I İz.isa'ya nisbet edilen ı?u sö/ii naklet­mektedir :"Firdevs cennetine gitmek isteyenler için arpj ekmeği,çöplüklerde köpeklerle beraber yatmak bile çoktur." İhytı,4/224-236,el-Halebi,1939,Hayatta zaruri şeylerde zuhd,konusu. Beğenir veya beğen-mezsiniz,tasavvııfçulann müslümanlara uygun-gördükleri dünya hayalı budur,

[296] Genİş bilgi için bk Mııhammed Fihr Şakfe, et-Tasavvtıf ISeyne'l-l lakki ve'l-l laik, I0H-I2İ. Hugün de müslüman gençliği tarikat kapılarında pasifize etmekle acaba emperyalizme hizmet etmiyorlar

[297] Enfal, 1

[298] T.ılab, 2-5

[299] A'raf, 35

[300] AI-i İmran, 76

[301] Nabl, 12H

[302] Mani dini, eski İranlı yalancı bir peygamber olan M.ıni ilin Fenik'in dinidir. Mensuplarına aşırı /iihdiı ve evlenmemeyi tavsiye etmiş ve ancak alemin fena bulmasıyla tanrısının içinde bulunan gi/li ser labi-atından kurtuluşun olabileceğini söylemiştir. Tasavvufu hazırlayan sebepler bölümünde belirtmeye çalıştığımız gibi, islam aleminde tasavvuf sapmasının önce zühd şeklinde haşladığı ve bunun rl.ı letiiıleı-den sonra meydana gelelisi hatırlanırsa, Mani zühdünün bunda ne büyük rol oynadığı daha iyi anlaşılır.

[303] Nicholson,Fİ'l-Tasavvufi'l-İslami,5

[304] Agnostizm, keşf, işrak ve irfan yolu ile rabbani sırları idrak etmek demektir. Eski Yunan köselesinin ürünüdür. Miladi dördüncü asırda yaşamış kimi Hıristiyan, kimi yahudi, kimi de putperest o).in bir gi'i'l' düşünür onu bu şekilde tanımlamıştır. İnançlarının en nemli ilkesi, il.ihi zat ile madde arasındaki ikiliği aşmak ve bir dizi çaba vasıtasıyla bu ikisi arasındaki mesafeyi geçmektir.Onlara göre madde asıldır ve in­san tabiatı bu madde sebebiyle alçalmaktadır. Bununla beraber, İnsan kurtuluş yolu olarak zühdle ilahı zata ve ilk kaynağa dönebilir. Bkz. Abciurrahman Bedevi, et-Turasu'l-Yunani li'l-Hadaraii'l-İslamiyye, 7.

[305] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 337-346.

[306] Tasavvufçuların dünya hayatından nefret etmeleri ve fakiri iyi din ^ibi benimsemeleri konusunda bkz. Gazali, İhyau Ulumiddin, 3/196-214, Gazalijhya kitabında " Fakirliğin Övülmesi ve Zenginliğin Yerilme-si'V'Dünyanın Kötülenmesi" gibi bölümler açmıştır.ei-Gabi el-Halebi,193f), Mısır; Lbıı Talih d-Mekki, Kıı-tu'l-Kukıl), 2/344-400; el-Babi ef-Halebi, Kahire 1961.

[307] Bu uydurma hadislerin bazısını Suyuti, bazısını el-Heysemi, bazısını d.ı G<iaiIi kitaplarında zikret­miştir. Hepsinin asılsız ve zayıf olduğunu muhaddisler belirtmişlerdir. Dinin prensiplerini ve bakış açısını yelerince önemsemeyen tasavvufçular, anlayışlarını terviç etmek için bu türden çok hadisler uydur­muşlardır.

[308] Dr. Zeki Mübarek, et-Tasavvufu'i-İslami fi'l-Edebi ve'l-Ahlak, 135-140, Kahire.

[309] Ezher Üniversitesi Darululum Fakültesi eski dekanlarından Dr. Mahmud Kasını da, İbn Rü^l'ün "Min-hacul-Edilie fi Akaidi't-MiIle" kitabına yazdığı mukaddimede şöyle diyor: "Diğer taraftan, bazı tasavvıırçuların islam medeniyetinin çökmesinde oynadıkları büyük rolü unulm.ım.ık lazımdır. Bilginin çaba ve çalışma ile değil, kalbe damlayan feyiz, ilham ve bir nevi mucizelerle eide edildiğini iddia ed­erek insanları çalışma ve ilim tahsilinden uzaklaştırmalardır. Sülük yollarından nasıl geçileceğini bilen­lerin kalblerini marifetin leyiz yolu ile dolduracağını iddia ederek insanları ilimden alıkoymuşlardır." a.g.e., 7, Kahire, i. baskı, Renzer kanaat için bkz. Dr. Ahmed Emin, Duha'l-İslam, 1/131-H.), onuncu baskı. Bunu bizzat görmek isteyenler Gazali'nin ihya, lî/H.kitabına bakabilirler.

[310] Prof.Dr.Ero!CLini;or,İsl.imtm Bugünkü Mese!eleri,4l-42,Ötüken yayınlan,istanbul,1983

[311] İbn el-İmad, Şezeratu'z-Zeheb, 4/13, Daru'l Fikr, birinci baskı 1979

[312] AI-i imran, 200

[313] Suhreverdi, Avarifu'l-Ma;ırif, 82, İhya Mülhakı,

[314] Suhreverdi, a.g.e., 82.                                                          

[315] Stıhreverdi. a.g.e., fS2.

[316] Hac, 78

[317] İbn Hacer el-Askalani "Tesdidu'l-Kavs" kitabında Ihı rivayetle tlj^İIi olarak şöyle der; "Dillerde dolaşan bir hadis olarak geçeri bu söz, gerçekte ibrahim ibn Abie'nin sözüdür." Zeynııddin el-lraki de "el-Heyhaki, Cabir'den zayıf bir senedle rivayet etmişttr,Hatib el-ÜSagd.uli de T.ırih'inde derişik bir lafızla n.ıyel <ji-miştir" demektedir.Keşfu'1-Hafa, 1/424-425,Racaa maddesi. Keşfu'l-llafa sahibi her 2,ıınan yaptığı jltbi bakla batılı karıştırmak ve mideyi bulandırmak için burada d.ı hünerini göstermekten jı^ri knlıu.idiiîjlır. Hadis diye anlatılan bu söz, yukarıda nakledilen ayetlere aykırı olduğu gibi, R.ısıılull.ılı'ırt kavli w tiili süneline de aykırıdır. Cihadın üstünlüğünü anlatan ayet ve hadisler pek coktur.Mesel.iJiuhari ve Müs­lim'de şu hadis rivayet edilmektedir: "Bir adam Rasulullah'a: Ey Allah'ın Kasulii, bana Allah yolunda ci­hada denk bir amel söyle, dedi. Rasulullah; Ona gücün yetmez, dedi. Yine de söyle t ley ince. MüLcihid cihada çıktığı zaman bir mescide ısırıp (döniinceye kadar) .ıralrksız oruç tular ve nama/ kılabilir misin?" dedi." (Buharı, cihad, î; Nesai, cihad, 17; İbn Hanbel, 2/344. benzer rivayetler için bakını/. Mtıs-lim, İmara, 110, Cihad, 1, İbn Hanbel, 2/424, 438, 459, 465, Tirmizt, uhad, 1. [ki konııdı j>enış bilı>i için bkz. İbn Teymiyye, ef-Furkan, 44-48; el-Melaebeu'l-isfami, Beyrut, 1 ;S0O hicri

[318] Nisa, 95

[319] Tevbe, 19-22.ibn Teymiyye,el-Furkan Beyne Evliyai'r-R.ıhm.ın ve Evliy,ıi':j-Şeyran,44-4(i,el-Mek!ebu'l-İslami, Öeyrut,1390h.

[320] Gazali, Ravdatu'l-Talibin ve Umdetu's-Salikin, 27-28. Dam'n-Nalıtl.ıti'l- I (.ıtiise, Beyrut, irs.

[321] GazalU.g.e. 24

[322] Sııhreverdi, n.g.e., 27-2H.

[323] İmam Gazali, İhyau Ukımiddin, 3/87

[324] Ebu Tatib el-Mekki, Kutu'l-Kulub, 3/13ü

[325] Sulıreverdi, a.g.e., 105. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 346-352.

[326] thy.uı Ukımiddin, 3/21

[327] İlıy,! kilabının hamişinde Avarifu'l-Maarif, 3/243

[328] Ukımiddin, 3/18,Tasawufia iyileştirme çabaları bölümünde Gtuali'nin gorillerine bakını

[329] es-Sülemi'nin Risaleleri'ne yazdığı mukaddimede Prof. Dr. Süleym.ın Ateş'in şu sözlerine bakının: "işit' salik bu «ıdab ile edeplenir, bu ahlak tle .nhlaklanırsa, Allah ona zühd, vera... müşahade, (nurları j;hrme, Hakkı görme), muhadese ve mükaleme (Allah ile konuşma, O'nun tarafından ilham olunma), bilinmeyen ilimlere vakıf olma, yazılmış kitabı (Allah'ın gayb bilgisini) orme,. lütfeder." l'roı. Dr. Süleyman Alt, Tasavvufun Ana İlkeleri Sülemi'nin Risaleleri, 22. Ankara, 1982

[330] Caşiye, 1 7-20

[331] Taha, 10

[332] Bakara, 18.

[333] İbn el-Cevzi, Saydu'l-Hatır, 1/144-146, Tah. Ali Tantavi-Naci Tanlavi, Daru'l-Fikr, lîeyrul, "İrs.

[334] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 352-356.

[335] A'raf,2O5.

[336] A'raf,55.

[337] İsra,110.

[338] İbnHanbel,4/124

[339] el-l feysemi,Mecmau'z-Zevaid ve Menlin'1-Fevnid, 10/81,Heyrut,

[340] Bu iki isim, Mısır'da sözkonusıı çevrelerin kutsall.ışürdıfi iki y.ılırdır. Guy.ı I İz. Ali'nin [orunlarından olup Mısır'a nömüimüşlerdir. Halbuki bu nevi y;ıtırl.ın ve lürbelerı Mısır'dı Falımıler hile bili' uydurup çoğaltmışlardır.

Mısır'da bunlar var d,ı isl.ım aleminde ve bizde yok mudur? Yılın belirli dönemlerinde Mevlana.f l.ıt ı Bektaş vb.kişileri için düzenlenen anrruı törenleri ve dii^er zamanlarda yapılanlar bunlardan çok mu Kırk­lıdır! Yatırların ruhnniyetinden yardım isteyenler, onlara yalvaranlar vs- mez.ir Usları karşısında dururken

Aliah'ın huzurunda duyduğu huşu ve heybetten daha fazla heybet ve korku duyup türeyenler ,ız mıdır' Falan velinin anma törenlerinde halk oyunları veya halk dansları adı altında yapılanlar İnindim çok mu

farklıdır?

(kıya anılan kişiler, o mahut zikirlerini Allah'a bir ibadet ve yakınlık için dej;il de, insanlara lören düzen­lemek ve gösteri yapmak için yapmışlar gibi, ibadet ve Allah'a itaat almosferirıtlen tümüyle uz.ık bir or­tamda bu işler düzenlenmektedir. Her yıl bir hafta süren sema ayinlerinde atılan naralar, çalınan müzik ve dans eden semazenlerin yaptıkları hepimizin bildiği şeylerdir. Ayin salonlarında s.ıallerte debelenen ve seyreden bu insanlar, sıra heş vakit namaza gelince bin dereden bahane gelirerek kılmamak için ba­hane üstüne bahane uydururlar.

[341] Abdurrahmnn el-Vekil, Hazihi Hiye's-Sufiyye, 141-142.

[342] Enfal,35

[343] Zumer,23

[344] Maıde,83-84

[345] Kurtubi,el-Cami' Ahkami'l-Kıır'an,4/366, Dam ihyai'l-Turast1-Ar.ıbi,Ueymt l'Jt-5

[346] Ahmed AİKİulmunim el-Hulvani, Risale, 28 vcl. Ahmed ibn Abdıırrahman er-Ralbi, Risalem Miniıali'l-Aslıab, 86'd.ın nnklen Abdurmhm.m el-Vekil, a.g.e., 144.

[347] Zikir çeşitleri ve sözleri değişik olmakla beraber tarikatlarda bu es.ısl.ır ortak bir ikellik -iletmekledir. Büyük çoğıınluiUın zikri bu şekildedir. Tarikatlarda ayin ve sema hakkında bakını*. Mahir \/., Tasavvuf, 16)5-1 7J,Meri Yayınları, İstanbul, 1981.

[348] Tirmizi,İlim, 16 Ebıı davııd,5t-inne,5 İbn mace,Mukaddime,6

[349] Tirmizi,İlim, 16 Ebıı davııd,5t-inne,5 İbn mace,Mukaddime,6

[350] Abdurrahman el-Cıbırtî, Acaibi'l-Asar fi't-Ter.ıaımi ve'l-Ahb.ır, \/MW, D.ırıık il, lîeyrul, Ali ibn I lir.ı/i el-Beyyurni Kahire'nin el-Hüseyniyye semti yakınındaki e/-Z,ıhir mescidinde de aynı şekilde /ıkır ayinleri yapardı, ibn Ata el-İskenderi'nin Hikem'i, el-Cili'nın el-insanu'l-K.ıınil'inı şerhelnıts ve lasavvuıa dair bir­takım kitaplarda yazmıştır. Bakınız, el-Cıl)irtî,.a.^.e., 1/377. 68-el-Hulvani, Risale, 30.

[351] İbn Ataullah el-İskenden, Miftahu'l-Felah, 23 vd. Basım, hicri 1332.

Hulagu'nun vezirliğini yapan Nasırurldin et-Tusı de Kur'an'm yerine İbn Sina'nın el-İşarat kitabını koy­maya çalışmış, ama tutmayınua, Kıtr'an'ın sadece avam halkın kitabı olduğunu iftira etmiştir. Bakiniz, ilin ■ Kayyim ei-Cev^iyye, tğasetu'f-Lehfan min Masayidi'ş-Şeyian, 2/267, Dorıı'l-Marife, Beyrut, 1975.

[352] İsra,1 10.

[353] A'raf,18

[354] Fkıhari, Daavat, 3, Tefsiru Suratı, 47, Buhari'de Hz. Peygamberin günde yetmiş defadan fazla istiğfar ettiği kaydedilirken, Müslim'de yüz defa istiğfar etliği kaydedilmekledir. Muslini, Zikir, 4! Ebu Davud'da yetmiş (vitir 26), ve yüz (rikak 15) defa istiğfar ettiği kaydedilmekledir.

[355] Ahdi Kadim-Mezmıırlar, 641.

[356] Abdulaziz ed-Debbağ, el-İbriz, 2/72. Karanlık üstüm  rılıklar ı;ibi tasavvuftular hid'al ustunc

bid'at işlemekten sanki zevk alırlar. Kutupların melekleri im iddia rimek gibi.

[357] Enfal,35.

[358] A'raf,205.

[359] A'r,ıf,55.

[360] lbn Arabi, Mevakiu'n-Nucum, 75, basım 1325 hicri,

[361] İsra, 17.

[362] ibn Arabi, a.g.e., 81, İbn Arabi bunu üstadı el-Cazali'den alınıp ve "Veliye, Musa'ya seslenikliî;i ı;ibi i-lahi meclislerden seslenilir" kısmını eklemiştir.

[363] Dr. Abdurra liman Bedevi, Şatahatu's-Sufiyye, "55, Vekalelu'l-Matbual, Kuveyt.

[364] Dr. Abdurrahman Bedevi, a.y.e. 38.

[365] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 356-365.

[366] Mesela Bahaîlik, Kıtr'an, İncil ve Tevrat dahil semavi bütün kitaplara inandığını iddia etmekte ve bunu kitaplarına yazmaktadır. Fvrensel İslam'a ve insani kardeşliğe çağırdığını iddia etmektedir. Buna bakarak Bahaitiğin müslüman bir din veya inanç olduğuna mı hükmedeceği*? Küfür bir akım olduğunu bütün müslümaniar bilmektedir.

[367] Keht,1 İÜ.

[368] Zürer.64

[369] Müslim,Birr,33.

[370] Mûslim. 34'

[371] lbrı Arabi, Fususu'l-Hikem, 88, Afifi neşri.

[372] lbrı Arabi, Fususu'l-Hikem, 88, Afifi neşri.

[373] lbrı Arabi, Fususu'l-Hikem, 88, Afifi neşri.

[374] İbn Arabi, .ı.g.e., 111.

[375] ibn Arabi, .ı.f;.e., 143,

[376] ibn Arabi, 107 vd

[377] lbn Arabi, . 188.

[378] İbn Arabi'nin (veya Kaşani'nin) f Iristiyanların baba-oğul inamını nasıl paylaştığına kikini./: "Aveıin uygulaması şudur: I3il ki kalb olan Musa lisanı hal ile Allah'tan, akıl ol,in ve bnb.ısı Ruhu'l-Kudüs'len büyük kardeşi bulunan Harun'u kendisine vezir yapmasını isliyor." ibn Arabi/l efsirıı'l-Kur'ani'l-Kertm, 2/40, Daru'l-Yakzali'l-Arabiyye, Beyrut, 1968.

[379] Mevlana,Mesnevi,v/313-316,Ter.Veled İzbudak,M.E.I5asımevi,İslanbul 1074 

[380] Mevlana,Mesnevi,v/178-181 .Ter.Veled İzbudak.

[381] Mevlana,mesnevi,v/205-206,Ter.Veled İzbudak

[382] Mevlana,mesnevi,v/272-273,Ter.Veled İzbudak.

[383] Mev]arta,Mesnevi,v/32O-321,Ter.Veled İzbudak.

[384] Meviana,Mesnevi,v/277,Ter.Veled İzbudak. Hikayede ister istemez, piyasadaki müslümanlar kadın­ların kocalarına, Elm Yezid el-Bislami de kadına parmak ısırtan eşeğe benzetilmiş olmakladır.

[385] Mevlana,Mesnevi ve Şerhi, v/235-240- Tercüme ve şerh, Abdulbaki (inlpmarlı Kültür B,ıkanlıj;ı yayınları, 1989

[386] Tercüme," O rabbimdir.bana^üzel yer verdi" şeklinde de olabilir.

[387] Yusuf,23-34

[388] EbudavııdJahara,56,Ttrmizi,Birr,48,61,64,78 İbn Hartbel, 1/405,41

[389] İbn Arabi,Pususu'!-Hikem,1/212,el-Halebi baskısı, Kaşani şerhi,437, lsr.miıul;İbn Ar.ıbinın bu ahlak-

sulığı için ayrıcı bdkıniz,Şeyhıılislam Mustafa Sabri, Mevkifıı'l-Akli ve'l-İlmi w'l-Alem,3/187-HS», İ'"1

Arabirim kadın aşkı ve kadınlara düşkünlüğü hakkında bilgi için Tercumanu'l-Eşvak, 75-77,kitabın.ı

bakım/,, ter. Mahmut Kanık, İz Yayınalık,fstanbul,t991

[390] Mahmtıd kanık,Fena risalesi-Arzu I arın Tercümanı,71, İz yayıncılık,istdbuf 1991

[391] İbn Ar.îbi,Tercumanu'l-Eşvak,77,Ter.Mahmut Kanık, U y<ıy!nafık,İs[anbul

[392] islam'ın ahlak ve çağrısı en yüce ve en mükemmel pozitif ahlaka çağırmakla lemayüz eder. insandan sadece kötülüğü işlememeyi istemekle kalmıyor, belki hayrı işlemeyi ele isliyor. Mesela bütün haramlar­dan uzak durmayı emrederken, diğer tarafla geçimi kazanmayı ve cihadı emretmekledir. Üstün olmayı ve çalışıp kazanmayı isterken ruhbanlığı ve hırsızlığı yasaklamaktadır. Bu iki yönünü ayet-i kerimeler açık bir şekilde ifade etmektedir; "İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülüğü yas.ık-torsınız." (Al-i imran, 110) Yine "İyiliği işleyin ki kurtuluşa eresiniz" (H.ıc, 77) buyurmaktadır. "O hakle pislikten, putlardan sakının, yalan sözden sakının. Kendisine ortak koşmaksın Allah'ın hamileri olun" (Hac, 30-31), İslam'ın ahlak çağrısında denge ve hayır tevhid inancında çok daha ,>çık bir şekildedir Yüce Allah buyuruyor: "Allah'a İbadet ediniz ve ona hfçir şeyi ortak koşmayınız." (Nisa, 36) Hir yanı ile Allah'a ibadeti emrederken, diğer yanı ile de ona ortak koşmayı yasaklamaktadır. Görüldüğü gibi İslam'ın ahlak anlayışında emir ve yasak beraberdir. Bu ahlakta denge esastır.

[393] Eskilerinden es-Suhreverdi şöyle eler: "Bu işim (sofu, tasavvuf] hicri ikind asra kadar bilinmezdi." Avarifu'l-M.ıarif, 66, ihya mülhakı,

[394] AllalVa ortak koşacak olursan, amelini boşa götürür ve sen rie zarar edenlerden olursun" (Zümeı,

65), îlumanist ve zencin ingiliz tasavvufçu mm yaptığı gibi. Mısır'da fakirlerin tedavi görmeleri irin büyük

bir bina yapmıştı. İngiliz yüksek komiseri her sene elçilik görevlileri iie beraber kutsal tiritten yemek için

gidiyordu. Bakınız, Abdıırrahman el-Vekil, Nazili» HiyeVSııfiyye, 173.                               

[395] Nisa,48.

[396] Tevbe,102.

[397] İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, 1/68, Afifi neşri.

[398] Fusıısu'l-l tikem, 1/68-74, Afifi neşri

[399] İbn Arnbi, Futuhat-ı Mekkiyye, 129.

[400] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 364-376.

[401] Gumüşhanevi, Veliler ve Tarikatlarda Usul (Camiu'l-Usul),, P;ımuk Yayınlan, istanbul 1977.

[402] Gütnüşhanevi, a.g.e., aynı sayfa

[403] Rabialu'l-Adeviyye, h. 195 yılında ölmüştür. Basralıdır. Önceleri şehvet düşkünü çalgıcı iken, sonr.ı tasavvufçu olmuş bir kadındır. Allah sevgisine dair şiirler söylemiştir. Tasavvufla aşk, sevgi terimlerini ilk

defa onun kullandığı söylenir. Dr. Abduİkadır Mahmııd, el-Felsefetü's-Sufiyye fi'l-İslanı, 16!}-170. Otum

bu görüşünü veya bid'atını daha sonra Ali ibn el-Muva(iak (öl. 26Vfi7îi) ve tasavvuf şain Yunus Emre

şöyle tekrarlayacaktır:

"Cennet cennet dedikleri/Birkaç köşkle birkaç huri/İsteyene ver onları/iîan.ı seni gerek seni."

Görüldüğü gibi, Rabi.ı olsun, Yunus Emre olsun, Allah'ın mü'minlere salih amelleri iğin vaadetti£i cen neti beğenmiyor veya yeterli görmüyor, onun yerine isr^iloj-ullarının Uz. Musa'yı "Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız" (Bakara, 55) dedikleri gibi Allah'ın .calini görmek istiyor. I [albuki hiçbir peygamber ahiret için bövle bir istekte bulunmamış ve ümmetine böyle bir şeyi vadetmemiştir. Kaldı ki hayır ameller için mükafat olorak Kur'an ve Sünnet cenneti vadederken, onları islememek veya Allah'ın zatını istemek Kur'an ve Sünneti takmamak anlamına gelir. Bid'at ve sapıklıklara d.ılan kimi tasavvufçu-ların Allah'ın dininden nasıl uzaklaştıkları açıkça görülüyor. Bu uzaklıktan dolayıdır ki, Şeyhıı'l-İslam lî-bussuud Efendi, Yunus Emre'nin cennet ve nimetlerini hem istemiyen, hem küçümseyen sözleri için "küfür" demektedir. Şüphesiz hu hüküm, aynı görüsü daha önce ve sonra söyleyenler için de geçerlidir. Bakınız, Ebussuud Efendi, Fetvalar, 87, Mesele, 353, İstanbul 1972, Aynı hükmü M. Zahiri Kotku'nıın ri.ı verdiğini yoruyoruz. Bakınız, Ehli Sünnet Akaidi, 137, madde, 23 İstanbul, 1984.

[404] Secde,15-16.

[405] Dr. Abdurrahman Bedevi, a.g.e., 26, Şehidetu'l-lşki'l-ilahi, 38, Yukarıdaki sözün devamı şöyledir: "Şüphesiz Allah ona (Kabe'ye) ne girmiş, ne odan hâlî olmuştur."

[406] Tahrim, 11.

[407] Tevbe, IH.

[408] Hinduların eski kutsal kitabı Vedalar'da adlandırıldığı gibi tek kişi olan Brahma'ya nisbettir. Bu din üç tanrılı bir inann benimser. En üstünü Brahma, diğeri Vişnu olup hayat lannsıdır. Üçüncüsü de Şiv.ı olup felaket tanrıssdır. Bu din mensupları din kahinlerinin kutsallığına inanırlar. Çünkü onlara göre bunlar tanrıların yanında kendilerine şefaat etme ve tanrıları etkileme gücüne sahiptirler. Şeyhleri kulsall.ı^ltr-mayı ve kurtarıcılıklarına inanmayı tasavvurdular bunlardan mı almışlardır dersiniz?

[409] Buda'ya nisbettir. Peygamber olduğunu iddia eden bir Hindistanlıdır. Milallan önce altıncı asırda doğmuştur. Daha sonra Budizm, Buda'nm insanların günahlarını yükîenmek üzere onları kurtarmak için vücut kazanmış bir ifah olduğuna inanacak kadar değişikliğe uğramıştır. (Hrisliy.ınl.ırm (esiis inancı ve Hiç. isa'nın insanların (güya) doğuştan getirdikleri günaha kefaret olmak üzere çarmıha serildiği inancım Budizm'in bu şeklinden aldıklarına inanılmaktadır.

[410] Zerdüşt'e nisbettir. Farisilerin yalancı peygamberidir. Milattan önce yaşarmşlır. MenMipl.ırtn.ı Avesla adında bir kitap bırakmıştır. Daha sonra yapılan şerhlerle beraber Zenâ Avesla adını almıştır. Hu din, (tu-alist bir inanca sahiptir. Tanrılardan biri hayır tanrısı olup adı Hürmüz, diğeri şer lannsı olup thrimen'dir. Zerdüşt, haynn şerre salip geleceğine inanır. Optimist bir düşünce sahihidir. Mani dininde olduğu gibi Pesimisl (kötümseri değildir.

[411] Baha lakabıyla anılan Mirza Hüseyin Ali'ye nisbettir. Dini inançlarına göre Allah /aman zaman peygamberler suretinde görünür ve Mirza Hüseyin Ali ilahi tecessüdün en mükemmel suretidir. Nuh Peygamberden Uz. Muhammed'e kadar peygamberlerin vahiylerini aldığı ve kaynaklandı^ kaynak olarak tanıtılır. Günümüzde Amerika Birleşik Devletlerinde ortaya çıkan ve Sun Myunj; Moon adıyla yayılan Moon tarikatı bu inancın son şeklini yansıtıyor olsa gerektir. Çünkü bu larikat inancına göre Moon, lan-rının en son tecessüd elliği peygamberdir.

[412] Mirza Gulam Ahmed, el-Kadiyani'ye nisbettir. Mirza Gulam Ahıned 1908 yılında ölmüştür. Kıyamele yakın geleceği söylenen llz. Isa veya Mehdi olduğunu iddia etmiş ve Allah'ın kendisine vahiy indirdiğini söylemişlir. Taraftarları daha sonra ikiye ayrılmışlardır. Bir kolu Ahmediyye, diğer kolu Kadıyaniyye adıyla anılır. Ahmediler, Kadiyanilerden daha mutedildir. İkisi de Gulam Ahmed'in Mesih'in kendisi okluğuna i-nanmıyanları kafir sayar. Hinciistanı işgal eden İngilizlerle işbirliği yapmış ve Müslümanların aleyhine el­lerinden gelen bütün yollara başvurmuşlardır. Bugün de İslam aleminin değişik yerlerinde islam'ın aley­hine çalışmaktadırlar.

[413] İbn Arabi, Mecmuatıı'l-Ahzab, 15 hicri 1298, istanbul.

Gerçeğin bizzat müşahade edilmesi için ibn Arabi'nin duasını kendi lafızlarıyla aşağıya alıyoruz: "İlahi, istehlik kulliyeti fi kultiyyetike ve emidde evveliyyeti bi evveliyyetike hatta eşhede evveliyyeteke li evveiiyyeti ve ahiriyyeteke fi ahiriyyeti ve zahiriyyeteke fi zahiriyyeti ve batınıyyeteke fi batınıyyeti ve k.ı-Ijiltyyeteke fi kabiliyyeti ve inniyyeleke fi inniyyeli ve hüviyyeteke fi hüviyeti ve maiyyeteke ti maiyyeli hetta ekune unvane ?.alike's-Sırri kullihi, bel şeklehu ve suretehu".

[414] İbn Arabi.a.g.e.14

[415] En'am,116

[416] Casiye,22.

[417] Muhammed,28.

[418] Aİ-! İmran,31.

[419] Aİ-! İmran,31.

[420] Abzab ve Evradu't-Ticıni, (ah. Muhammet) el-l i.ıft/, kitabından naklen.

Abdurrahman Abdulhalik, el-Pikru's-Sufi fi Davi'l-Kilab ve's-Sürtne, 353. Sahıtu'l-Fatih'in .ınl.mıı d.ı şudur: "Allah'ım! Hz. Muh.ımmed'e selal olsun, o kapalı bf.ını açmış, geçmişi sona erdirmiş, h.ıkkı hakla desteklemiş, sırat-r mııstakime ileimişiir. Kadri ve büyük mikdarı kadar a I i nede selal olsun" Kapatılıp d<ı Rasululfah'ın açtığı nedir? Önce geçen nedir? Görüldüğü gibi bir araya yetinmiş tekerlemelerden ibaret bir dua. Rtı iki satırlık bir du,ı nasıl Kur'an-ı Kerim'e denk veya üstün olabilir/ Uu'nurt da cevabını kendi­leri veriyorlar. Zira, Rimahıı Hizbt'r-Rahirn kitabının yazarı el-futi, bunun Allah'ın kelamı olduğuna inan­mak gerekir, demiştir. A.g.e., 2/131, ed-Durretu'l-Haride'nin yazarı da aynı şeyi söylemektedir, a.g.e., 4/128. Geniş bilgi için bkz. Abdurrahman Abdufhalik, a.g.e., 352-354, eş-Ş.ırani de velilere vahyin yazılı bir kağıt içinde geldiği ve ne taraftan okunursa değişmediğini söylememiş miydi? Bakını*, el-Yev.ıkit ve'l-Cevahir, 2/85,. Mısır, 1307 h.

[421] Bakara, 206. 386 İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 377-386.

[422] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 386.

[423] Abdulmuteal e baskı, kahire 1978

[424] Abdulmuteal el-Cabrı>,u.e.29-3V

[425] Oluzallı Osmanlı padişahının tarikata ve tekkeye misil baRlı olduftunu girmek isleyenler Yasar Nuri Öztürk'ün "Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar" 249-250, kitabına bakabilirler. Ancak merak edenler için son dönemlerin padişahlarından bazılarının tarikaiını belirtelim:

Sultan 1. Mahmud (öl.174f>|-Halvetiyye, Sultan III. Osman (öl. I 757)-H,ılvetiyve-i Kaui'iyve, Sulun III. Mustafa (öl. I774)-Halvetiyye-İ Cerrahiyye,Sultan I. Abdulhamid (öl.1807)-Nak<jilw>ndiyye, Sultan III. Se­lim (öl. 1807)-Mevleviyye, Sultan IV. Mustafa (öl. 1808)-Nakşibendiyye, Sulun II. Mahmııd (öl.lHl't)-Halvetiyye-i Cerrahiyye ve Mevleviyye, Sultân Abdıtlmecid Çöl.1H(ı1)-l lalvetivye-i Cerrahiyye, Sulun Ab-dutaziz (öl.l876)-Bektaşiyye, V. Mur.ıd (öl.l 87r.)-I3.lhaiyye ve Masonluk, Sultan II. Abdulhamıd {öl.1909)-Şazeliyye, Sultan Mehmed Reşad (öl.T'JIÖ)-Mevleviyye, Türkiye Cıımluıriyelinin de başla I Kın Bayram olmak üzere diğer birtakım şeyhlerin himmetiyle nasıl kurulduğu ve başkenlin onların keşliyle nasıl belirlendiği hakkında bakını?: a.g.e., 250..

[426] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 387-396.

[427] Bagna2 fikhi mezhepçiliği hazırlayan ve doyuran sebepler ve bunların kötü sonuç hırı hakkında sieııiş bilyi için bakınız. Ahmecf Emin, Fecru'l-İslam, 2/53-56, Kahire, 1963,üçüm u baskı; Celalecfclin V<ıt<mcf.ış, Vahiyden Kültüre, 304-309, Pınar Yayınairı, isi, 1992.

İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 396-397.

[428] Meşhıır isfam alimlerinden Takiyuddin İlin Dakikihyd "Felsefenin İslam .deminde üstünlük s,ıi>l.ım<ısı MoğolLıra karşı müsiümanların hezimetini hazırlamıştır" demektedir. Rf<z. İbn Teymiyye, I lakikatu Mezhebi'l-İttihadiyyin, 76, İdaretu't-Terceme ve't-Telif, Faysalabad, Pakistan.

[429] Bakara,170.

[430] Maide,IO4

[431] Lokman,21

[432] Zuhrul,22.

[433] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 397-399.

[434] Prof. Dr. Esad Coşan, Tasavvufa Giriş, 2(i Cîümıii Y.ıymevı, Konya, 1990.

[435] Prof.Or.ha! Coşan, ,ı.u.e..S,3S.

[436] I'rof.Dr.Es.it Coşan, a.g.e. 33.

[437] Bıınu islerseniz kendi sözlerinden dinleyelim: "Canibi ilahiden vahyi müruel olan Kur',ın-ı Kerim nasıl avni samedanıcie ise, onun evvelinden de, sonundan d<ı Ilıtılın ^uhuruna iniktin ve ıhlima! yoksa, Me.sne-vi de öyledir, ilhamı Rabbani eseridir. Kendisinden sapıklık zuhurun,! imkan yokkur. I l,ıii,ı iptali ve l.ılınli de kabil değildir." Tarihu'l-Mevlevi, Şerhi Mesnevi, 1/38-3'). Ahmed Said Matbaası, İst.ınbul lf)7i.

[438] İbn Ar.ıbi, Fuhusu'l-Hikem, l/4(i, Afif neşri.

[439] Bakara,256..

[440] Kehf,29.

[441] En'am,116.

[442] Casiye,18.

[443] Mü'minıın,71.

[444] el-Gaz.ıti, ihy,uı Ulumiddin, 1/43, el-H.ı!el)i, K.ıhire, 410

[445] Prof.Qr.Es.it Coşan, .ı.g.e.,29.

[446] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 401-411.

[447] Bu uydurma hadis Haydar Başın İslam'da Zikir kıtabmda tl.ı .ıytıı amaçla kullanılmakladır.s,244. İc­mal Yayınları, istanbul 1995

[448] Ramazanoglu Mahmud Samı, Musahabe, 4/7-8, (4, 5, fi mecmu.ısı itinde), Hu iıı.ıııı m temeli ol.in ıi rivayetin batıl olduğuna dair bakiniz, M. Nasıruddin el-Elbani Silsilelu'l-Ehadisi's-Snlııha  I'741. el-vtektebetu'l-İslami, 1985. Aynı inanç için bkz. Muhammet! Nazım Kıbrısî, Tasavvtıfi sohbetler. 17, (>.!• 92 Nıısh Yayınları, İstanbul 198fı.

[449] Mehmed Zahiri Kotku, TasHvvufi Ahkık, 2/264-2d'î, Seha Nesriy.it, istanbul.

Akl-ı Evvel tabirini Rasulullah'm kullandığı hiç olmamıştır. İki tabir Eski Yunan felsefesinde ve İslam felse­fesi dedikleri bilim dalında kullanılmaktadır. İslam inancıyla bir ilcisi yoktur.

[450] Nıısrel Tura, Rah-ı Aşk,11 1, İnsan yayınlan, İstanbul 1995, Allah'ın alemi insan için, insanı d.ı kendisi için yarattığı   anlayışının dinden   bir dayananı yoklur."Sen olmasaydın, alemleTİ yanılmaydım" sözünün uydurma bir hadis olduğu bilinmektedir.Yüce Allah "Cinleri vt insanları am".tk bana kulluk yap­sınlar diye yarattım" (Zdriyat,5(>) derken, suliler bunun aksini söylemek t^in bir yarış içindedirler.

[451] Havdır Baş, İslam'dı Zikir, 244-245. İcmal Yayınları. İstanbui l')')î 414

[452] Arif Erkan, islam'dı Zülıd ve Tasavvuf, 203-204, Eskin Malb.ı.iM, ki. 1972.

Arif Erkan, kitabındık! Ihı bilgileri başka kayn.iklarcl.in nakletnıişlır. I lakik,n-ı Muh.ımediyyi' hakkında eskilerden yanlış bil^i için bkz. İmam Rabbani, Mektub.ıt, 4. mrktup, Nur-u Muhammedi'nin Sı.ı küllüm V(? inancındaki yeri ve tasavvuf küllüm ile benzerliği için bk/. Ali Şeriali, Ali Şi.ısı S.ılevi Sı.im, 15 l-r>4. Yöneliş, İstanbul 1990. lîir paragrafını aktaralım.

"Allah vahd.tniyyetinde yalnızdı. Sonra Muhammed,'Ali vr Faltnı.ı'vı yarattı. Sonra bin asır bcklfdiirr. Sonradan şeylerin tümünü yarattı." (s.143, Cevahtru'l-Velaye, I 14. sayf.ırt.m nakil. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 411-415.

[453] Bediuzzaman Said Nursi, Lem'alar, 255-256. Doi>uş Lml. Sirkeli Matbaası, Ankara, D/î7..Said Nursi İbn Arabi'yi kurtarmak düşüncesiyle olaya ters açıtları bakmaktadır. Zira vahdoli vücutçular, Allah'ları başka varlıkların da Allah oklusunu söyleyerek varlığı bire indirdiklerini söylüyorlar. Yani Allah-.ıfem iki­leminin olmadıkına inanıyorlar. Rkz.Muslafa sabri, Mevkitu'l-Akl ve'l-İimi ve'l-Alem, i/l 50-1 5 I,

[454] iwliuzz,ıman Sairi Nursı, a.R.e., 2r>d.

[455] aman Sair! Nursi, Mekiulı.ıl, 420, Sözler Yayınevi, İstanbul 1979.

[456] Bediuzzaman Said Nursi, a.g.e., 420-421.

İki şekilde Said Nursi bazı tezahürleriyle vahdet-i vücudu l.ısvip elmez görünürken, temelde İslam'ın ve Allah sevgisinin en üst ^trvesi oklumu ve İbn Arabi'nin İslam ilimlerinin mucizesi olduğunu söylemekte­dir. Doğrusu, böyle bir kanaat Said Nursi için beklenen bir şeydir. Çünkü Kisale-i Nur Külliyatı keşf, ruh-1" | niyetten istimdat, ebced ve cif ir, sır ve ilham gibi tasavvuf ve şia kültürü ile doludur. Bunun en ç.ırpıcı ör­neklerinden biri de Süryank;e-Ar,ipça karışımı Celcelııtiyye kasidesinin (Güya Mz. Ali'nindir] asırlar ön<f I Risale-i Nur'a delalet eltisine dair uzun izahları   gösterilebiiir. Tasavvuf kitapları <la bu nevi keşf ve •a^ cefii haber verme kültürü ile doludur.deniş bitgi için 'Bkz.S.uaİar,228-23Ü,fıl 1-6.İ2. Çellul Matbaası, H tanbul 1960.Risale-i Nur'da Cifir ve Ebcfd hesabının ne kadar geniş yer tuttuğu ve bıın.ı dayanarak M" I Nursi'nin gayb ve gelecekle ilgili nasıl haberler verdimi konusunda bakınız; Abdıılkadir rjadıliı, Risak"'| Nur'un Kııclsi Kaynaklan,743-79f>, Envar Neşriyat, İstanbul 1992,

[457] M. Abdıılfettah Şahin, Şüpheler ve Çıkış Yolları, 3/112-1 18, Gaye Matbaası, Marl 1990, Ankara.

[458] M. Abdulfeltah Şahin, a.g.e., 4/5

[459] M. Abdulfettah Şahin, a.g.e., 4/9.

Dikkat ettiyseniz, İbn Arabi'nin tevhide aykırı sözlerini temize çıkarmak ve İslam olarak göslermek kin Allah'tan başkasının gaybı bilmediğini ifade eden Kur'an-ı Kerim ve Sahih sünnete rağmen, iıcr lürlü yola başvurulmaktadır. Ona yanılmazlık sıfatı giydirilmekte, geçmişi ve geleceğiyle gaybi bildiği söylenmekle, insanüstü melekleştiği ve velayetin üstünde zirvede olduğu anlatılmaktadır. Hatla sözleri Kur'an ve I f.ıdis gibi ınüteşabih olabileceği anlatılmakta ve sözlerini ancak mülhem gönüllerin, yani tasavvuf meşhurla n-nın anlayabileceği kaydedilmektedir. Dikkat edilirse, bu imtiyaz başka hiçbir İslam alimine tanınmamakla ve ona bu kudsiyet halesi giydirilmemektedir. Çünkü hiçbirisi İslam inancının canına bu kadar okuma­mıştır.

Diğer tarafta aynı meşrebin kutupları gaybr bildiğini söyleyen ve kehanette bulunanları tasdik etlen kişi­nin kafir olacağını söylemektedir. Allah'ın sırrını biliyorum, ve şeyhlerin ruhları benim yanımriadır. diyen kişinin de kafir olduğunu belirtmektedir. Bkz. Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevi, Gımkı'l-Miilun (Ehli Sün­net İtikadı). 76-77, Bedir Yayınevi, 3. baskı, istanbul 1983; M. Zahid Kolku, Ehli Sünnet Akaidi- 134, Soba Neşriyat.

[460] Mehmed Zahid Kotku, T;ısnvvufi Ahl,ık, 2/1.

[461] Melih Yııiug, el-liazu'l-Eşheb, Mukaddime, 46, istanbul 1976

[462] Musahabe, 6/144, Erkam Yayınlan, İstanbul 1082.

[463] Mehmed Zahid Kolku, fasavvufi Ahlak, 2/7

[464] İsra,44

[465] Ahmel Fevzi Yüksel, Yeni Dünya,30-31, yıl 3, sayı 35, Afiustos V

[466] Çamaşır yıkama olayı  ile Cel.ıleddin Rumi'nin bir benzetmesine ışareı çimekledir.

[467] Yaşar Nuri Öztürk, Din ve Fıtrat,187-188, Yeni Boyut, İstanbul 1995

[468] Nur. 35

[469] Yüce Allah'ın enerji ve alemdeki varlıkların bu enerjinin yoğunlaşan ^ekli o!,ırak nasıl takdim edildi­ğini herhalde görüyorsunuz.

[470] Yısar Nuri Öztıirk, Din ve Fıtrat,"! 92-

[471] Yüce Allah bu saçmalıklardan münezzeh lir. Bütün bunlar Allah hakkında dinden hiçbir biljji ve dHi-le dayanmadan konuşan ve onu insana benzeten Hallaç ve ibn Arabi ^ilıi azgınların başının allından çık­maktadır.

[472] Prof.Dr.Erol Güngör, İslam'ın Bugünkü Meseleleri,263-265, Ötüketı Yayınları, Ist.ınbul 1983

[473] Doç. Dr. Süleyman Ateş, (islam Tasavvufu, 123. Ve Bahaeddin Nakştbend', "Risale ii Vahdeli'l-Vü-cud", varak 60 a, No. 55 Süleyman i ye Kütüphanesi).  Vahdet-i Vücud felsefesi ve onun temsilcilerini çiişî daş bir lasavvufçunun nasıl savunduğunu görmek için bkz. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikaltar, I 17-152, Marifet Yayınları, istanbul 1981. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 415-422.

[474] Yaşar Nuri Öztürk, Kur'an'daki İslam, Yeni Boyut İstanbul 10. Baskı.

[475] Oztürk, müslüman .İlimler ve tarihçilere hücum oklarını yöneltirken, islam düşm.ını oryantalist M.ıs sinnnon'u "Rahmetli Masinjjnon" (s. 1!î7) diyerek rahmetle anmaktadır?!

[476] Yaşar Nuri Oztürk. Hallac-t Man sur ve Eseri, 30-32, Yeni Boyut, İstanbul, 1996

[477] Yaşar Nuri Özliirk Marksist ideolojinin terminolojisine çok düşkün görünmekledir. Mesela proleler çotuğu, is, 2f)|, dine dayalı demokratik sosyalizm (s, 24, M) sosyalist vurucu lım (s, 44)

[478] Yaşar Nuri Öztürk, a.g. e. 33-34

[479] Yaşar Nuri Öztürk, a.g. e. 35-36

[480] Yaşar Nuri Öztürk, a.g. e. 38

[481] Karmaliler'in ikinci başkanı.

[482] Yaşar Nuri Öztürk, a. g. e. 39 Karmatiler'in bu olayı hakkında hızla lıil^i için jvm.ı hkz. İlımı'l-Esir. el-Kümil, 7/493-495, 511-512, Beyrut, 1965, el-Kazvini, Asaru'l-Bilad, 180, BeyrııL 1(>(><>, Ibn I lallikan, Vefeyatu'l-Ayan, 1/409-410, Kahire, 1948.

[483] Yaşar Nuri Öztürk, a, g. e. 41-42

[484] Yaşar Nuri Öztürk, a..g. e. 40

[485] Yaşar Nuri Öztürk, a. g. e. 44

[486] Yaşar Nuri Öztürk, a. h- e. 5 fi bu zatın reenkarnasyon i nanemi savunmasını sebebi şimdi daha iyi an­laşılmaktadır.

[487] Yaşar Nuri Öztürk, a. g. e. 73-74.

[488] Hallac'ın etkilendiği önemli kişilerden birinin Hurufiliğin başı olan Fazltıllah el-l lıırııfi el-Esler.ıb.Kİ" (öl. 804/1401) olduğunu belirttikten sonra Yaşar Nuri, Hallac'ın bu dualist inananı şöyle belirtmekte-dir:"Hun.ıfiliRin, insanı Allah'ın en ileri tecellisi sayan görüşü, Hallac'ın I ah ut-naşı it ilişkisinin "Ene! Hık" olarak sonuçlanışını değişik bir tarzda ifadeden başka bir şey deftildir." Fikz. a.«.e. IflO

[489] Nicholson, Fİ't-Tasavvufi'l-İslami ve Tarihin, 133-134.

[490] Yaşar Nuri Öztürk, Hallac-ı Mansur ve Eseri, 306, Yeni Boyut, istanbul 1996

[491] Yaşar Nuri Öztürk, a.g.e. 324

[492] Yaşar Nuri Öztürk, a.jj.e. 336-337

[493] Yaşar Nuri Özlürk, a.j>.e. 261-203, Bilindiği gibi A. M. Schimmel daha çof< tasavvuf konusunda çalıy mafar yapan hır oryantalisttir. Tasavvuf İslam'ına girmiş, di£er muhtediler gibi müslürnaniara tasavvuf di­nini öğretmeye çalışmakladır. Süz konusu çalışmasında Celaleddin Rumi, Şemsi Tebrizi ıjibi lasavvufçula-nn yanında batılı birçok ismin de İ (allac'ın bu anlayışını benimsediği ve İblisi öncü bir hürriyet-ve iyilik kahramanı ilan ettiklerini de anlatmaktadır, Hkz. Y. N. Öztürk a.g.e. 202-267. Kifapla göslerildiüi gibi İb­lis'i takdis eden İbn Arabi ve Abdulkerim el-Cili de bu inançlarını I (allar'dan almışlardır. (ISkz. a.ı;.e. 192) Schimmel'in tasavvııt'i çalışmalarını göklere çıkaran ve islam'ı öğrenmeye çalışanlara tavsiye ?(hj.n kişilere yukarıda bir kısmını verdiğimiz ve devam eden görüşlerini ithaf ediyoruz.

[494] Yaşar Nuri Öztürk, a.g.e. 267

[495] Yaşar Nuri Özlürk, a.g.e. 118

[496] Yaşar Nuri Özlürk, a.g.e. 1 18

[497] Hallac'ın hulul inancını ve başka tasavvufçutarı nasıi etkilediğini Prof. Dr. MiLıil Hayranı yayınlan­mamış bir yaztsmda şöyle anlatmaktadır:

"Muiûl felsefesi eskiden beri mutasavvıflar arasında büyük bir ilj>i j>ttrnutştür. Birçok ünlü mııtasavvıitn Htıİuliyye mezhebine mensup olduğu görülmektedir, (bkz. Htıcviri, Keşfu'l-Mahcub, U4-.:>!>. laliran, 1373 h.) En etkileyici hululiyeci Hüseyin İbn Mansur el-HalInc (309/92! Khr.

Bu felsefe Allah'ın varlıkların ve insanın suretine girdiği inancına dayanmakladır. Bazı I (rıstiy.ın mezhep­lerde Cenabı Allah'ın Uz. isa'ya hulul ettiği, yani \-U. İsa suretine girdili kabul edilmekledir. 1I/, isa hak­kındaki ilahlık iddiası da buradan Kelmektedir. Hallaç ve liaye^idi iJislami gibi mutasavvıfların bu inançta oldukları görülmektedir. Hallac'ın o meşhur olan "Ene'l-1 lak" sözü bu felsefenin bir ifadesidir. Yani Al­lah'ın kendisine hulul etmiş olduğunu ifade etmektedir. Ristami de "Ma fi cubbeli Siva Allah" (C"ııbbemde Allah'tan başka birşey yoktur) sözü de bu inancı ifade etmektedir.

Celaleddin Rumi'nin hocası olan Şemsi Tebrizi'nin de hulûliyye mezhebinden bir mutasavvıf olduğu an­laşılmaktadır. (Burada Menakibıı'l-Arifin (s; 2/(î37-638, ter. Tahsin Yazıcı, Ankara, 1980ı kitabından nak­ledilen ve Allah'ın Kimya Hatun suretinde Şems'e göründüğünü anlatan olay nakledilmekledir.) Şemsi Tebrizi'nin "O senin gördüğün Cenabı Allah beni ne kadar çok seviyor ki h,mti.i surette dilersem, öylece bana getir. Bu defa da Kimya suretinde s;eldi" sozu, onun hulul inancında olduğunu göstermekle­dir. Bu sözü ile, Yüce Allah'ın Kimya haltın sureline girmiş olduğunu il'.ıde etmiş olmakladır. Şems, hu hulul felsefesiyle Mevlana'yı etkilemiş ve onu kendisine bağlamıştır. Şemsi Tebrizi de hulul felsefesi ile il­gili derin bir birikim bulunduğu söylenebilir. Muhammet! ikbal da, Mevl.ın.ı'nın lıuluii görüşlere sahip ol­duğunu örnekler vererek açıklamaktadır. (Bkz. M. İkbal, Seyr-i Felsefe der İran, 8İ1-H'), Tahran, 1354) Hutuli fikirlere sahip olan şeyh ve dervişler Şemsi Tebrizi'den sonra Anadolu da faaliyet göstermekleydi­ler. Ebu Bekri Niksari, Şam'dan gelen Şeyh Osman-t Rumi bunlardandı. Mevtana'nm bunlar!,! d,ı ilgisi de­vam etmiştir. 15. ve 16. yızyıllarda Şemsi Tebrizi'ye bağlı olmalarından dolayı kendilerine "Şemsi" deni­len dervişler yaydın idiler. AbduJvahid Çelebi "Menakıbı Hace-i cihan ve nelice-i can" adlı eserinde onla­rı anlatmaktadır"

[498] Hallac'tn Nuru Muhammedi inancını Nicholson şöyle özetlemektedir: "Hallaç, nübüvvet nurlarının kendisinden doğduğunu söylediği Nuru Muhammed'in kadimliğim savunmaktadır. Ne var ki Allah'a en yakın makama ulaşan ve Allah'ın ruhunun kendisine hulul ettiği ideal kamil kişi olarak Mııhammed'i de­ğil, isa'yı görmektedir. Bu anlayışa göre İsa'da iki ruh vardır; biri değişme ve yok olmaya uğramayan ka­dim ilahi ruh, diğeri bozulma ve yok olmaya tabi olan hadis beşeri ruh... Şüphe yok ki bu nazariye, bir müslumandan sadır olması açısından benzeri olmayan eşsiz bir nazariyedir..." Pİ't-Tasavvuli'l-islami. 134. I laüac'ın "Haç dini üzerine öleceğim", dediğini yukarıda Yaşar Nuri'nin kilabından vermiştik.

[499] Yaşar Nuri Öztürk, a.g.e. 121

[500] Yaşar Nuri Öztürk, a.g.e. 121

[501] Yaşar Nuri Öztürk, a.g.e. 121 Yaşar Nuri Öztürk'ün müfteriler olarak ilan elliği ve I lallac olayına yer veren kaynaklardan bazıları da şunlardır: ibn Hallikan, Vefeyatu'l-Ayan, 1/407, el-iîağdadi, Tarihu H.ıtV dad, B/139, el-Yafii, Mir'atu'l-Cinan, 2/259, el-Hans.ıri, Ravzalu'l-Cennat, 235, İbu'l-tsır, el-Kamil fi't-Ta-rih. 8/40, İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 11/141, İbnu'l-İmad, Sezeratu'z-Zeheb, 2/253-25H, İbnu'l-Muntazam fi't-Tarih, 6/161, Ali İbnu'l-Ecneb es-Sai, Ahbaru'i-Hallac, 3(5, el-Makri/i, el-i-lin.it, 2/23*), e/-Zehebi, el-İlîer, 2/140, ibn Macer, Lisanu'l-Mizan, 2/314, vb.

[502] I lallac konusu, çağdaş olduğunu ve islam'ı orjin.ıl olarak kavradığını irldia eden Y.ışar Nuri t.ıiMiın-(ian temc.id pilavı  müslümanların gündemine yeniden sokulduğu ic,in birax ıı/unc.ı eie alınnıtşlır. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 423-433.

[503] Allah mekandan münezzehtir" inancı Kur'an veSünnetin  söylediklerine aykırıdır. Çünkü Allah Aran ü/erine istiva elmiştir. Yunus,3, Rad,2, Taha,5, Furkan,59, Seale,4, FııssileU 1, H.ıdid.4)j;ibi ayetler bunu anlatmaktadır. Yüce Allah'ın mekanı varılır, ama o mekan hakkında bildirilenlerin dışında kulların bilgisi yoktur.

[504] Şeyh, Allah'ın yerini .ılıyor.

[505] Mekke müdrikleri müşahhas obje olan putların  şahsında Allah'a ibadet ediyor, kemlileri ile Allah .ıra­sında onları aracı sayıyorlardı.

[506] Abdulkerim el-Cili sufiler insani kamil'in llz.Muhamnıed olduğunu söylerken, b.ışk.ı siniler insa­nı kamilin şeyhleri olduğunu söylüyorlar.İnsanı kamil teorisinin fimden hiçbir delili yoklıır.

[507] Allah'ın tasarruflarına ışlirak hafinde olmak acaba Mekke müdriklerinin in.ınc ınd.ın b.ışk.ı bir şey mi­dir!1

[508] Yüre Allah) kain.Um ruhu olarak bilmek I lailac'ın hulul ve panteistlerin panteizm inancı dejiil midir?

[509] Halbuki Fatiha suresinde "Sadece senden yardım isteriz" diyerek sadece Allah'a sığtnm.ınıı/ «ereklimi öğretilmektedir.

[510] Yasar Nuri Özlürk, Kur'an-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf, 265

[511] Abdullah Develioftkı. Cülzan Sofiyye, 311-312. Ahmecl S.ıim Matbaası, İst.

[512] Allah'ın ayetlerini varlıklar üzerimle müşahade ederek imanı kuvvetlendirmek deîfiil,sıfatlarla müieh.ıkkik olmak, .icaba tanrılaşmanın başka bir ifadesi midir;1 Değilse, Allah'ın /.m sıfatlarıyla kulların tahakkuk etmesinin ne ilcisi vardır?

[513] el-Arif Bill.ılı Zilcenaheyn Şevli İzzeddin el-l laznevi i lazretleri.7d. Temmuz I <)0<>, yazarı ve basım yeri belli değil.

[514] Mehmeci Zahid Kolkıı, Tasavvuf i Ahlak, 2/240.

[515] Prof. Dr. Mahnıud Esad Co^an. Tasavvufa Giriş., 20.

[516] Mehmet Zahid Kolkıı, Tasavvııt'i Ahlak, 2/240.

Tasavvtılı çevrelerden kimileri de şeyhin fotoğrafı ile rabıl.ı yapmaktadır. Dua veya ibadet esnasında şev-

hin fotoğrafına bakıp onunla konsantre olmakta ve böylece leydin gelmesini beklemekledir. Halbuki İslam kişileri şirke götürecek her türlü yoldan sakındırmış ve şirk kokusu taşıyan bütün davranış­lar yasaklanmıştır. Nitekim tasavvufçuların büyün yapmakta olduğu rabıtanın İslam'a aykırı olduğunu ve önceki tasavvufc. uların başka şekilde rabıta yaptığını Süleyman Ateş şöyle ifade etmektedir: "ilk sufiler, mürşidin lüzumuna kani olmakla beraber bugünkü manada onu rabıta etmiyorlardı. Çıınkiı ilk kaynaklarda (atiyyen bugünkü manada tefsir edilmem. fiibi şeyhi karşısına alıp gö/eilemek ve adeta onu ııluhiyet derecesine çıkarırcasına Hakkı bırakıp şeyhte meşjuıt olmak, İslam'ın ruhun,ı aykırı­dır." islam Tasavvufu, 50-51, P.ırs Matbaası, Ankara, irs.

Nakşibendi tarikatının çağdaş bir kolunun el kitabı mahiyetinde olan Ad.ıt) kitabında rabıta ayrınlılarıyl.ı anlatılmaktadır. Konunun uzamaması için ondan iktibas yapmadık. İsteyenler rabıta için şeyhe Allah'ın sıfatlarının nasıl ^ydirildiftini ve insanların kalblerinde ona nasıl bir mevki verdiklerini okuyabilirler. K.t bıUı inancının hararetle savunulması ve tavsiye edilmesi hakkında yine bakınız. Mııhamnıed Nalını Kıbı> st, Tasavvufi Sohbetler, 83-84, Nush Yayınları, İstanbul

[517] Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu'l-Furkan,2/64, Sirac Kitabevi, İstanbul I

[518] Mahmud Ustaosm.ınoğlu, a.g.e.2/65

[519] Mahmud Ustaosmanoftlu, a.g.e.2/67

[520] Mahmud Ustaosm.moj'îu, a.g.e.2/68

[521] Haydar [Saş., İslam'da Zikir,2(.-2(.7, İcmal Yayınları, İsanbul 1995

[522] Haydar Baş a.g.e. 275

[523] Haydar Baş a.g.e. 275

[524] Bu arada Haydar 13,15'm insanı kamil anlayışının d.ı Abdulkerim d-Cili anlayıp olduğunu şöyle belirt­mektedir: "Bilelim ki kamil insan, Abdulkerim Ciyli'nin dediği j;ibi, hem I lak'kın, hem de halkın mukabi­lidir. Kamil insan, bülûn alemleri kendinde toplayan alemdir,Kamil insan, bu alemin ruhu, alem de onun cesedidir. Özelle diyebiliri/ ki. kamil insan, her iki alemi de seyreden, keşfeden, bilen ve bildiren bir ay­nadır." Haydar I3,ış,

[525] Ferit Aydın, Tarikatla Rabıia ve Nakşibendilik, Ekin Ya vınlan, İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 433-436.

[526] Herhalde tasavvutçular, ashabın kendileri mükellef sofralarda   ırka basa yediklerini ve   ven.e^ı hazmetmek için danslı ^ikrr yanlıklarını havai etmektedirler.! iaydar I5asr ashabı ti.ı kendisi ı^ıbı vaph^im sanmakla ve yemekten sonra cehri zikrin yapılmasını lavsiye etmektedir.İlk/.a.14.e.20 i,211)

[527] Hafiikri Hz.Ebıı Bekr'in kulağına Rasulullah  fısıldarken, herhalde i laydar rJnş onların ikime itleriydi ki Rasulullahın ^izli yaptıftı bir şeyden haber vermektedir (t)

[528] Hnvdar Baş, İslam'da Zikir,2()3-2O4,2H., İcmal Yayınlan, İstanbul 1995

[529] Haydar I3aş, İslam'da Zikir, 22H-23O İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 437-438.

[530] ismail Hakkı Bursevi, Kenzi Mahfi, Mukaddime, 1(1-1 1, islanbııl 1988

[531] İsmail Hakkı Bursevi, a.g.e., Mukaddime, 11. Münkir tüyerek yarasaya ben/etlimi kişiler de bülirn ke­simleriyle İslam alimleridir.

[532] ismail Hakkı 8ıırsevi, .ı.g.e., Mukaddime., 14.

[533] Bkz.İbn el-Cevzi, Telbisu İblis, 311; Ahmed Eflaki, Menakibu'l-Arilin, 2/f.d. İ. Hakkı Bınsevi, Ketı/i Mahfi, 107. B.Bİstami'nin sözü olarak nakledilmektedir.

[534] Mehmed Zahıd Kotku, Tasavvufi Ahlak, 2/15-16.

[535] Rama/anoglu Mahmud Sami, Musahabe, 6/13.

ibıı Arabi ve evliyanın keşfini yenilerin naşı! savunduklarına rtair bkz. M. Abdullellah Şahin, Şüpheler ve Çıkış Yolları, 3/112-1 I», 4/5-10. Aiımecl Şahin, Zaman Gazelesi, 16 Mayıs I990

[536] Fethullah Gülen, Zaman, 12.3.1992.

[537] Dr. Mustafa Kara, Tasavvul ve Tarikatlar Tarihi, 82.

[538] Dr. Mustafa Kara a.g.e., 135-137, Sufilerin Allah ve peygamberle rüyada ^öıüşmeieri, onlarla konul­maları, onlardan bilgiler ve emir yahut yasaklar almaları, kit.ıpl.ınnı nnl.ırm isiefii ürerine v.vdıklann.ı eldir bilgi itjn adiden eserin devam eden savlalarına bakınız.

[539] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 439-441.

[540] el-Arrf Billah Zik:enaheyn Şeyh izzeddin el-Haznevi 1laz re ileri, 74, Temmuz 19%, yazarı ve basını yeri belli değil,

[541] Mehmed Zahid Kotku, Tasavvufr Ahlak, 2/218-263. Aynı mana için bkz. Rama/anogliJ Mahmucl Sa-mi, Musahabe, 6/188.

[542] Mehmed Zabiti Kotku, n.j;.e., 2/239. Yaşar Nuri Ozlurk, A.g.e., I/1).

[543] Mehmed Zahid Kolku, a.g.e., 2/246.

[544] 'Prof. Dr. M.Esad coşan, Tasavvufa Giriş., 21

[545] İslam Dergisi, s.24, sayı 82. Haziran  s. 54, s.ıyı: 86, Ekim 1 Mekltıb.ıl'm l.i. mekluİHind.ın tercüme.

[546] Prof. Dr. M. Esad Coşan, a.K-e., 14. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 441-443.

[547] Şam'daki bu kırk kişi herhalde İslam şeriatına ve müslümanlara düşmanlığı, onları loplu lı.ıldt1 ol-dürmesiyie meşhur oları diktatör Hafız E&ad'ıri emrinde çalışmakla veya ona yardım elmeklednloı. I lan/. Esad'in yaptıklarını görüp müslümanların yardımına kokmuyorlarsa; bu kişiler Samda ne hallediyorlar!1! Şam'ın kuzeyinde bulunduğu söylenen Kasyun dağında yüzyirmi üç bin peygamberin bulunduğu, o d.ı-gm evliya ve enbiya yatağı olduğu, onun için ışık olmadığı hakle geceleyin nur yalımlar halinde padadııjı iftirasını da islerseniz Muhammed Nazım Kıbrtsî (Şeyh NazımJ'ın sohbetlerinden okuyun. Tas.ıvvuli Soh­betler, 59.

[548] Selçuk Er.ıydın, Tasavvuf ve Tarik.tilar, 48-49 M.ırilt-t Y.ıyınl.m, İstanbul l'»il.

[549] Ali Erol, Hatıratım, 53.

[550] Ali Erol, a.g.e., 61.

[551] Ali Erol, a.g.e.33

[552] Ahmerl Hulusi, Din-lSilim Işığında İns-ın ve Fiilleri, 339-:îfıl, Ferş.ıt Ynyıııl.ırı, İkinci baskı, İstanbul, irs.

[553] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 443-444.

[554] Kamazanujilu Mahmud Sami, Musahabe, 6/1 52.

[555] I'ruf. Dr M. Esad Coşan, Tasavvufa Giriş, 14.

[556] Prof. Dr. M. Bari Coşan, a.«.e.1.î.

[557] el-Arif iîiliah Zikenaheyn Şeyh izzeddin el-Haznevi i Liretleri,7fı. temmuz

[558] Mehmed Zahiri Kotku, a.«.e. 2/246.

[559] Mehmed Zahiri Kotku, a.«.e. 2/246.

[560] Ali Erol,, Halıralım,41.

[561] Mahmud Ustaosmanoğlu, Kuhu'1-Fıtrk.ın,2/6f), Sime Kit.ıbevi, İstanbul IV'JI

[562] Malııııud Ust.ıosm.ırıofilu, Kuhu'l-Funrkan,2)7.i

[563] Muhmud Ustaosmanogiıı, a.K-e.2/67

[564] Muhmud Ustaosmanogiıı, a.K-e.2/67

[565] Muhmud Ustaosmanogiıı, a.K-e.2/67

[566] İsmail Celin, Gözyaşı, s.4, s.ıyt 14, Temmıu-Ağustos l'ifiii. Bu konuda Mııhammed Nazım Kıbrısî şöyle diyor: "Bu meclise Berzahta bulunan evliy.uıll.ıhun olsun, hayattakilerden olsun, ruhani olarak birisi geldi mi bu mod isteki kimselere asli olan saadet mührünü vu­rur ki, bu meclisle şakı olursa said olur. Cehennemlik kimse oturursa cennetlik sııat.t döndürecek mühürle onu mühürlerler."

Tasavvufi Sohbeller, 4<J; istanbul'u evliyanın idare elliği, İngiliz milletinin ninniyle nıiislüm.ın ol.ıt .û;ı, kı­yamet alametlerini evliyanın durdıırabildifii, insanların lıüUin günahlarını temizleyip ahirete ş;iim.iIim/ gönderdikleri konusunda bkz. a.j;.e., 87-%. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 444-447.

[567] el-Mac Mehmed Nıırt Şemsııddin en-Nakşibendi, Tam Miltaluı'l-Kulub, 12'), Ö/al M.iiIm.im. Im.iıi-bul 1976

[568] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 447-448.

[569] Hud,118-1l9

[570] Yaşar Nuri Öztürk, Din ve Fıtrat, 209-211, Yeni Soyut, İstanbul, 1195,

[571] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 448-450.

[572] Ramazanoğlu Mahmud Sami, Musahabe, 6/164-165.

[573] Mehmed Zahid Kotkıı, Tasavvufi Ahlak, 2/17. 140-MehmedZahid Kotku, a.g.e., 2/11, Ali Erol, a.g.e., 67.

[574] Yüce Allah buyuruyor: "Sana kıyamet saatinden, onun ne zaman j"eli[> çatacağından soruyorlar. De ki: Onun ilmi ancak Rabbimin kalındadır. Onun vaktini Ondan başkası açıklayamaz..." (A'ral', 1(17), "İn­sanlar sana kıyametin zamanını soruyorlar. De ki: Onun bilgisi Allah'ın yanındadır. Ne bilirsin, belki d<J zamanı yakındır." (Ahzab, 63). "Sana kıyametten sorarlar. Gelip çatması ne zamandır? derler. Onu hatırla­mak, ne zaman geleceğini bilmek nerede sen nerede? En son vaktine kddar onun ilmi Rahbine aillir." (Naziat, 42/43), Ruhla ilgili olarak da şöyle buyurmaktadır: "Sana ruh hakkında sorarlar. Re ki: Ruh Rab­bimin işlerindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir." (isra, 85).

[575] Ali Erol, Hatıratım, 100. Şeyh Halid Nakşibend'in de birilerine yazmış olduğu bir mektupta kendisi­ne "Kıtmir" adını vererek bunu büyük bir iftiharla takdim ediyor. Bkz. M. Zahid Kotku, Tasavvufi Ahlak, 2/241.

[576] Mehmed Zahid Kotku, Tasavvufi Ahlak, 2/17

[577] Mehmed Zahid Kotku, A.g.e., 2/19.

[578] Mehmed Zahid Kotku, A.g.e., 2/19.                                                       

[579] Mehmed Zahiri Kotku, A.g.e., 2/119.                                                     

[580] Mehmed Zaiıid Korku, A.g.e., 2/16.

[581] Yaş^r Nuri Öztürk, Din ve Fıtr,ıt,255-25

[582] Ali Erol, Hatıratım,

[583] Ramazartoğlu Mahmud Sami, Musahabe, 6/145.

[584] Melih Yuluğ, el-Ba^Li'l-Eşheb, tercümesine yazdığı mukaddime, 'M, lst.ınbul l()76, Uluun.ır yayın­ları, Aynı alayiş için bkz. Muhammed Nazım Kıbrısî, Tasavvufi Sohbeller, 42,

[585] Bekir Uluçınar, el-Bazu'l-Eşheb, Önsöz, 11 Uluçınar yayınları, isi

[586] Bekir Uluçınar, a.g.e., Önsöz, 10, İstanbul, 1976.

[587] Mehmed Znhid Kotkıı, Tasavvuf) Ahlak, 2/156-157.   ,

[588] Cehennemde var olmanın yok olmaktan d.ıha iyi olduğu   anlayışı Kur'anın söylediklerini aykırıdır."Kafır keşke toprak olaydım"(Nebe',40) der.Toprak olmayı istemek, yokolm,iy istemeklir. cehennem azabı da olsa, var olmaya razı otmak demek değildir.

[589] Bediuzzaman Said Nıırsi, işârâtu'i-!'caz,82-83, Sinan Matbaası, 115'), istanbul.

[590] Mehmed Zahid Kotkıı, Ehl-i Sünnet Akaidi Dersler, 288, Seha Neşriat, İstanbul 19(0.

[591] Mehmed Zahid Kotku, Tasavvufi Ahlak, 2/3.

[592] Mehmed Zahid Kotkıı, a.g.e., 2/243.

[593] Nemi, 65

[594] el-Kuşeyri, er-Risale,4O3, Ter.Süleyrnan Uludağ, Dergah Yayınları, istanbul. Kııaeyri'nin tasavvulla yanlığı yemlik konusunu işlerken   kentlisinin tasavvufun sistem ve bidallarından kurtulamadığı ve olayla­ra bu gözlükle baktığı için aynı fasit daire içinde döndüğünü belirtmiştik.Onun yanlışlarını başkaların malzeme olarak nasıl kullandığını görüyoruz. '

[595] Bunu da Abdulfettah şahin, Şüpheler ve çıkış Yolları, Zaman, 1900, 11,122, den nakietmiştir.

[596] Yrd .Doç. Sadi Eren, Kur'an'da Gayb Bilgisi, 84-85, Işık Yayınları, İzmir 19'J.S, Süleyman Aleş, İslam Tasavvufu,127, den nakletmektedir.Yazar, kitabında rüya ve ilhamla da   bu işlerin meydana geldiğini uzun tızadıye anlatmaktadır.

Bu anlatılanların kesin bir ölçüsü yoktur. S.ılih insanlar için sözkonusu olduğu gibi, fjstk ve zalim in­sanlar için de sÖzkonusudur.Sezgi ve ilhamın kendisiyle amel edilecek sağlam bir bilgi olmadığını herkes bilmektedir. Yukanda anlatılan olay gibi insanlar sayısız olaylar yaşabilirler. Bu, kişinin aklına cl.ınılay.ın bir düşünce veya vesvesedir. Bilgi ile yahu! kalp okuyarak veya silecekten haber vermekle bir ilgisi yoktur.Kalbe damlayan bu düşünceler doğru çıkabildiği gibi yanlış da çıkabilirlir. Ayrıca hangisinin şey­tanın vesvesesi olup olmadıkı da belli değildir. Onun için uygulanabilir bir bilgi kaynağı olmaları müm­kün değildir.Vesvese ve kuruntulardan öteye geçmem.

[597] Halil Necatinğlu (M. Esad Coşan) Ehl-i Sünnet Akaidi Dersler, Onsd/, XV, İstanbul 1080, Seha Neş­riyat.

[598] Mehmed Zahid Kotku, Ehl-i Sünnet Akaidi Dersler, 134, Selna Neşriyat, 1980.

[599] İcmal Dergisi, l.yıl, 1. sayı, 5 Ocak 1984.

[600] icmal, Aynı sayı.

[601] icmal, Aynı sayı.

[602] icmal, Aynı sayı.

[603] icmal, Aynı sayı.

[604] Mehmed binici Kotkıı, Tasavvuf i Ahlak, 2/240.

[605] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 450-460.

[606] Bakara, 206

[607] Yusuf, 110.

[608] Al-i İmran,8. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 461-468.