Gerçek. Gerçek Erler, Gerçek
Erenler — Gerçekler
Horasan
Erleri, Erenleri. Horasânîler
İbâdet De Mahiî, Kabahat Da
Mahiî
Kudüm-Kudümrzen. Ser Kudüm-zen
Lâ Fetâ illâ Alî Lâ seyfe illâ
Zü'l-fekaar
Lâ Mekân, Bî Mekân, Lâ Mekân
Âlemi
Nây, Ney. Nây-Zen,
Ney-Zen. Ser-Nâyî, Kutb-İ
Nâyî, Ney-Zen Bakışı
lerin bozulacağını bildirdiklerini söylerler ve*
bu söz, atasözü olarak aralarında söylenir.
Arapça, yok-yoksul anlamına gelir. Tasavvuf yolunu tutanlar,
«ben» yerine «Biz», yahut çok defa hattâ hemen hemen umumiyetle «Fakıyr»,
«Fokiyrîniz» derler. Yanıalrak «ben» derlerse, hemen sözlerine «Benliğime
lanet» deyimini eklerler (Er-Erenler mad. e de bk.).
Fatiha istemek
Fatiha vermek
Fatihasını çekmek
Fatiha, başlangıç, açış anlamına gelir ve
Kur'ân-ı Mecîd'in ilk sûresinin adlarından biri ve en meşhurudur. Tasavvuf
yolunda, herhangi bir işe başlanırken, yahut bir işin olması için şeyhten,
yahut Tarikat ulularından, hakkında iyi zan beslenen, duasının geçtiğine
inanılan birisinden Fatiha istemek, bir gelenektir. Fatiha verecek zat, kısa
bir gülbang çekip «Fatiha» der. Salavât verildikten sonra Kur'ân-ı Kerîm'in ilk
sûresi okunur. İmâ-miyye mezhebinden olanlar, bu sûreden sonra CXII. sûre olan
«İhlâs, Tevhîd» sûresini de okurlar ve tekrar salavât verirler. Bu geleneğe «Fatiha
İstemek», Tarikat büyüğünün «Fatiha» demesine, «Fatiha vermek» denir.
«Bu işin
Fatihası çekildi; Fatihasını çektik» atasözü bir İşe başlandığını bildirir.
Genç, yiğit, er anlamlarına arapça bir sözdür. Melâmet inancını
yaşayışa tatbıyk ederek esnafı teşkilâtlandıran, loncalar kuran Fütüvvet
erbabı, Fütüvvet yoluna girmiş kişilere «Fetâ» derlerdi. Bu deyim,
«Zülfe-kar'dan başka kılıç yok, Alî'den başka er yok» mealindeki «La seyîe illâ
Zü'î-Fekaar ve lâ Fetâ illâ Ali» sözünden alınmadır (İslâm ve Türk illerinde
Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynaklan adlı makalemize bakınız; İst. Üniv. İktisat
Fakültesi Mecmuası; c. II. No: 1-4;
Ekim 1949-Temmuz-1950.)
Fukara Keşkülü
Dervişlerden, nefsini alçaitmak için halktan birşeyler toplamaya
çıkanlar (Selman maddesine bak), keşküllerini (bu madeye bak) uzatırlar, içine
ne konursa dergâha getirip şeyhe teslim ederlerdi. Keşkülün için de para,
ekmek, daha da başka şeyler bulunurdu. Bu münâsebetle karmakarışık şeyler,
halk arasında «Fukara keşkülü gibi» deyimiyle tavsîf edilirdi. Gene bu
münâsebetle süt, pirinç unu ve badem yağı ile yapılan, üstüne dövülmüş ceviz,
badem, nar taneleri konan, yâni bir çok şeyden yapılmış olan sütlü tatlıya da
«keşkül», «Keşkül-i fukara» adı verilmiştir.
Beklenmeden gelen yardıma denir. «Bugün bir yerden
fütuhat oldu», «Erenler, bugün fütuhatta bulundular», gibi. Manevî feyze, gönül
açıklısına da «Fütuhat» denir. «Erenlerin fütûhâtiyle sorularına cevap verdim»
Fütüvvet erlere yaraşır
Gençlik, erlik, yiğitlik anlamına gelir Ahilik teşkilâtına
verilen addır.
Horasânîler (Horasan Erleri'ne bk.), yâni melâmetîler, esnafı,
sanat ve zanaat erbabını teşkilâtlandırarak esnafa loncalar kurmuşlar, esnafı,
sanat ve zanaat erbâbtyla İşçileri bu loncalara bağlamışlardır. îran ve
İrak'tan Suriye, Mısır ve Türkiye'ye hattâ bütün İslâm illerine yayılan bu
müessese, Türkiye'de 1908 yılına dek sürmüştür (Fetâ, Pabuç, PeştemaL Pîr,
Selman ve Şalvar mad.ierine de bak.}.
«Fütüvvet
erlere yaraşır» atasözü, dilimize bu teşkilâttan geçmiştir-
Gaflet
Gaflet basmak Gaflet perdesi
Gaflet olmasa insan evfiyâ olur
Dalgınlık, habersizlik, yanılmak, boş bulunmak, dalmak
anlamlarına arapça bir sözdür. Türkçemizde «Gaflet basmak» otururken
uyuyuver-mektir. «Gaflet perdesi», birşeyden habersiz kalmak anlamına gelir.
Tasavvufta gaflet, Hak'tan habersizliktir. Gafil de,
bilmeyen, kendini tanımayan, âlemi, Tanrı'nın tecellî aynası görmeyen kişidir.
Yunus, bir şiirinde,
Ko gülen gülsün, Hak bizim olsun; Gafiî ne bilsün, Hakk'ı sever
var
beytiyle gafleti ve gafili anlatır.
«Gaflet
olmasa insan evliya olur» atasözü de bu gafleti bildirir.
Ganî
Zengin anlamına arapça bir sözdür. Tasavvufta
zenginlik, gönül zenginliğidir. Gönül bakımından ganî olan kişiye, «Ganî
gönüllü, Gönlü ganî» denir.
Garib
Garibin duası kabul olur Ganbsn yardımcısı Allah
Garib kuşun yuvasını Allah yapar
Garib, yurdundan ayrılmış anlamına arapca bir
sözdür. Asıl anlamı, «eşsiz, tekstir. «Gurbet» de yurttan ayrılmak anlaminadır
Türkçemizde «Garibin duası kabul olur», «Garibin yardımcısı Allah», «Garip
kuşun yuvasını Allah yapar» atasözleri, garîbe karşı duyulan esirgeyişi,
acıyışı dile getirir. Şâir,
Gâh olur gurbet vatan, ğâhî vatan gurbetlenir
mısraiyle, eşlerinden, dostlarından
ayrılmanın, târihinden, geleneklerinden, törelerinden kopmanın, vatanda
gurbete düşmenin acısını pek içli bir deyişle düe getirmiştir.
Tasavvufta garib, birlik âleminden
ayrı düşen, izafî varlıkla kayıtlara bağlanmış olan kişidir. Yunus,
Oldur söylenen dilde, varlık
dostundur kulda, Varlığım hep ol ilde, ben bunda garib geldim
beytîyle bu gurbeti bildirdiği gibi.
Bu ile ğarib geldim ben bu ilden bezerim;
Bu tutsaklık tuzağın, demi geldi üzerim
beytiyle de gene dost iline, vatanına gitmeyi
tasarlar.
Mevlevîlerde, İhya gecelen yapılan mukabeleden sonra (bak: İhya
Geceleri, Mukabele) vecde doymamış olanlar, herkes, semâ'-hâneden çıktıktan ve
kandiller dinlendirildikten sonra
semâ'-hânede, hırkalariyle
on sekiz çark atarak semâ' ederler
(Bak: Çark). Bu semâ', yalnız türbenin ışıklarının aydınlığı altında, yarı loş
bir dekor içinde yapıldığından «Garibler Semâ'ı» diye anılır. Bu on sekiz
çarktan sonra sımâ'-hâneden niyaz edilerek çıkılır.
Gaybı Allah'tan Başka Kimse Bilmez
Gayb, görünmeyen, bilinmeyen, henüz olmamış
bulunan şeylerin tümüne denir. Kur'ân-ı Mecîd'de birçok âyetlerde gaybı, ancak
Allah'ın biidiği beyân olunur. Bu atasözü, bu inançtan gelmedir.
Gayrete dokunmak
Gayret kuşağı
Gayret'ullâha
dokunmak
Erenler gayretli olur
Gayret, ırz ve namus, sevgi, şeref ve
haysiyet, yücelik gibi değerli ve korunması gereken şeylerde titizlik ve
kıskançlığa dendiği gibi bir işin üzerine, gereği gibi düşüp çalışmaya da
denir. «Gayrete dokunmak», izzet-i nefse, insanlığa dokunmak anlamına gelir;
meselâ, «Filânın yaptığı iş gayretime dokundu; ona şunları hatırlattım...»
gibi. Sûfîler arasında, benlik, varlık güden, ululanan bir kişinin herhangi
bir suretle alçalması anlatılırken, «Hareketi Gayret'ullâh'a dokundu» denir.
«Gayret kuşağı», erenlere canla-gönülle hizmet anlamına gelir; «Gayret
kuşağını kutsandı» gibi. Bele dolanan «Tıyg-bend»e (bu maddeye bak), kemere de
«Gayret kuşağı» dendiği vardır.
«Erenler
gayretli olur» atasözü, erenlere ikrar verenin, bir başka erene ikrar
vermemesi lüzumunu bildirir ve erenlerin kıskançlığını hatırlatır. Bu hususta
birçok menkabeler de vardır.
Geçme natnerd köprüsünden, ko aparsm su seni * Yatma tilki
gölgesine, ko yesin arslan seni
Vahdet erenlerinin, icâb ederse, canlan pahasına da
olsa, bâtıla baş eğmeyeceklerini ifade eder.[1]
Gel Demek Var, Git Demek Yok
Erenler yoluna davet edilebileceğini, fakat
bu yoldan kimsenin mahrum edilemeyeceğini bildirmekle beraber bir yere
davetin, yol töresine uygun olduğunu, fakat gelene de git denemeyeceğini ifade
etmektedir. Me-fâmet erenlerinden Ahmed Sârbân'a (953 H. 1546) atfedilen şu
beyit de aynı mealdedir:
Tâ ezelden meşrebimiz bı bedel,
Gelene ğit
demeyiz, gidene ğel[2]
Gelmek İrâdet, Gitmek İcazet
Dergâha, bir mürşide, Tarikat ulularından birini ziyarete giden
kişinin, kendi dileğiyle gideceğini, fakat giden kişinin, oradan, ancak makam
sahibinin izniyle ayrılabileceğini bildirmektedr. Makam sahibi de gelenlerin
işlerini, özürlerini düşünerek, zamanında «Haydi, erenler Eyvallah, hayırlara
karşı» der; canlar niyaz edip ayrılırlar.
Gelmek Var,
Dönmek Yok; Gidenin Malı, Dönenin
Canı
Bektaşiliğe girmek isteyene, giriş töreni yapılacağı gece,
baba'nın, yahut rehberin, önüne diz çöktürüp verdiği öğütler arasında bu sözler
de söylenir.
Gerçek, özü-sözü bir olan, haliyle, hareketiyle de bunu
gerçekleyen kişidir. «Gerçek erler, Gerçek erenier» ve «Gerçekler» de manâsız
davaya girişmeyen, gerçekten de yolunun ehli olan mürşitler ve canlardır. Hatâyı'
bir nefesinde,
Üç gün imiş
bu dünyânın safâsı,
Safâszndan
artık imiş cefâsı;
Gerçek erenlerin nutuk, nefesi, Biri kırktır, kırkı birden
sayılır.
Eğer âşık menzilinde durursa, Çeraği uyanıp yağı erirse;
Eksikliğin bilip kendi gelirse O da gerçek
erdir, erden sayılır
dörtiükleriyie bunu bildirir. Bektaşi ve Alevî
gülbangleri, «Gerçek erenler demine Hû»
yahut «Gerçeğe Hû» diye biter.
Mücevher, değerli taş anlamına forsça bir sözdür. Bektâşiler,
İmâm Huseyn'in kabrinden, kabrinin civarından alınıp Fırat suyuyla karıştırılarak
kalıplara dökülüp kurutulan toprağa «Gevher» derler. Nevruz'da içilen ve fohusa
şekeriyle pembeleştirilen süte, Muharremin onuncu günü, ikindi vakti meydanda
herkese sunulan suya bu topraktan biraz karıştırılır.
İmâmiyye,
buna «Türtep» derler ve namazda secde yerine, ibâdet için değil, teberrük için
bu toprağı korlar ve secdenin toprağa, yahut topraktan meydana gelen, yenmesi,
içilmesi, giyilmesi âdet olmayan bir şeye olması şarttır. Taşa, hasıra, cilâlı
ve boyalı olmayan tahtaya secde edilebilir; fakat kilime, halıya baş koymak
caiz değildir. İmâmiyyede, şifâ için de türbetten bir parça, suda ezilip
içilir.
Ölmek
sözünün anlamında yok olmak da bulunduğundan, İslâmî inançtaysa ölümün, geçici,
yalan dünyadan gerçek dünyaya göçmek do-layisiyle, ölmek yerine «Göçmek,
Göçünmek», yahut «Yürümek» sözü kullanılır. «Filân göçtü», yahut «Göçündü»,
yahut da «Yürüdü» denir.
Gönül
Farsça «dil», arapça «kalb» karşılığı bir sözdür. İnsanın manevî
varlığına, manevî gücüne, sevginin, nefretin, inancın, iyi-kötü, bütün duyguların
tümünün varlığına ve ifâdesine verilen addır.
Cân-ü gönülden duâ, niyaz
Cân-ü gönülden sevmek, sevilmek
Gönül altında kalmak
Gönülden çağırmak, çağrılmak
Gönülden çıkarmak, çıkarmamak, çıkarılmak, çıkarılmamak
Gönülden geçirmek, geçmek
Gönül gözetmek
Gönül kalmak
Gönül kırmak
Gönül koymak
Gönüllenmek
Gönüllü
Gönül pazarı
Gönül vermek
Gönül yarası
Gönül yapmak Gönüt yıkmak
Gönül beklemek
Gönü! ehli
Gönül hâline varmak
Gönül bir sırça kadehtir, kırıtırsa yapılmaz
Gönülden gönüle yol var
Gönül hoşluğuyla olur ibâdet
Gönül Hak binasıdır (Gönül Kâ'desi)
Gönül kalsın, yol kalmasın
Gönü! sultan, aşk ıradet
Gönül yapmak, arş yapmaktır.
Gönlüne danış
Her gönülde bir arslan yatar
Herkesin gönlünce yaz olmaz
Gözden srağ olan, gönülden de ırağ olur
Ei işde, gönül oynaşta gerek
Gönül, türkçemize en fazla deyim ve atasözü yeren, Dîvan ve
Halk Edebiyatını ören bir unsurdur. «Cân-u gönülden duâ, niyaz», bütün manevî
güçle, kendini vererek Allah'a edilen duadır, yalvarış ve yakarıştır. «Cân-ü
gönülden sevmek, sevilmek» bütün varlığıyla insanın sevmesini, sevgili
tarafından sevilmesini bildiren bir deyimdir. «Gönül altında kalmak», birisinin
hatırinı kırmak, onun manevî seyyiesi altında kalmak yerine kullanılır, «Gönül
altında kaldı; iflah olmaz» denir. «Gönülden çağırmak, çağrılmak», birisini tam
özlemle çağırmak, gelmesini istemek, yahut biri tarafından o çeşit özlenmek
yerine kullanılır; «Gönülden çağırdınız, geldik» yahut «Gönülden çağrılmışız,
geldik» denir. «Gönülden çıkarmak, çıkarmamak, çıkarılmak, çıkarılmamak»,
unutmak, sevmemek, unutmamak, unutulmak, unutulmamak yerine kullanılır. Meselâ
mürid, şeyhine, bir yere giderken «Fakıyri gönülden çıkarmayın» der; şeyh de
onu, «Gönüldesiniz, gönülden çıkarmayız» diye tatmin eder. «Gönülden geçirmek,
Seçmek», birisini hatırlamak anlamınadır; birisi hatırlanır, bir müddet sonra
hatırlanıldığı gün, yahut gece, gelirse, «Bugün, bu gece gönlümüzden
geçirmiştik; gönlümüzden geçmiştiniz» denir. «Gönül gözetmek» herkesin gönlüne
riâyet etmek, hatır - gönül kırmamaya
gayret etmektir.
«Gönül
kalmak», kırılmak demektir; aynı zamanda birinin bir şey umması, elde edememesi
de bu sözle ifâde edilir. «Onun, bunda gönlü kaldı» gibi. «Gönül koymak»,
birine gücenmek anlamına geldiği gibi birşey elde etmeye niyetlenmek yerine de
söylenir. «Gönüİlenmek», gücenmek, gönlü kırılmak yerine kullanıldığı gibi
birisine âşık olmak anlamına da gelir. «Gönüllü», birşeyj, vazîfesi olmadığı
halde uhdesine alıp başarmaya çalışan kişiye denir, «Gönüllü asker» gibi. Aynı
zamanda, âşıka da denir. «Gönül vermek», hem âşık olmak, hem de birisine canla,
başla sarılmak, bir işe bütün varlığıyla koyulmak demektir. «Gönül pazarı»
gönül hoşluğu, râzılık anlammadır. «Gönül yarası», onulmasına imkân bulunmayan
bir dert, bir elem anlatılırken söylenir. «Gönül yapmak», birinin gönlünü elde
etmek, birini sevindirmek, «Gönül yıkmak» da gönül kırmak yerinde kullanılır,
«Gönüle dokunmak, Gönüle değmek» de denir;
Fukara kalbine her kim dokuna,
Dokuna sînesz Allah okuna[3]
beyti, bu deyimi pek güzel dile getirir.
«Gönül
beklemek», bilhassa Melâmet erlerinde, gönülden, Hakk'i çıkarmamaya denir. Her
an, her yerde Tanrı'nin hikmet ve kudretini, sanat ve kuvvetini, sıfatlarının
tecellîsini görmek, sıfatlarının da, zâtının aynası, mazharları olduğunu
düşünmek, bu görüşü oluş haline getirmeye çalışmaktır. «Gönül ehli»,
tasavvufçulara göre gerçeğe ulaşanlar, gönüllerinde dâima birlik ve dirlik
zevkini bulanlardır; bunlara farsça «Eh!-Î dil» denir. Halk arasında «Ehl-i
dîi» her şeyi hoş gören, taassubtan kurtulmuş olan kişilerdir. «Gönül etmek»,
himmet etmek, duada bulunmak yerine söylenen bir deyimdir; «Erenlerim, gönül
edin de şu işimiz olsun» gibi. «Gönü! hâline varmak» «rabıta» (bu maddeye bak)
etmek, huzura varmak anlamınadir, söz gelişi, «Biz konuşurken o, gönül hâline
varmıştı» gibi.
«Gönül bir
sırça kadehtir, kınlırsa yapılmaz» atasözü, gönlün inceliğini, ehemmiyetsiz
sanılan bir şeyden de kırılabileceğini, kınlırsa da bir daha yapılamayacağını
bildirir. Yunus Emre, bir şiirinde,
Sakmğıl yârin gönlün sırçadır, sımayasm; Sırça sındıktan ğerü
bütün olası değil[4]
beytiyle bu atasözünü dile getirir.
«Gönülden
gönüle yol var» atasözü, hâl ehlinin, birbirlerinin hâllerinin, gönül yoluyla
bileceklerini belirtir. Bu atasözü, arapça da, «Kalbten kalbe yol var» mealinde
bir atasözüyle dile getirilmiştir.
«Gönül Hak
binâsıdır» atasözüyle «Gönül Kâ'besi» deyimi, bilhassa tasavvuf! edebiyatta
sonsuz örneklerle canlandırılmiştır. Meselâ Yunus Emre'miz,
Gönül mü yeğ, Kâ'be mi yeğ ayıt bana aklı eren; Gönül
yeğdürür zîrâ kim ğönüldedür dost durağı[5]
der; bir başka şiirinde de.
Duruş, kazan, ye, yedir, bir gönül ele getir; Yüz Kâ'beden
yeğrekdür bir gönül ziyareti[6]
buyurur. «Gönül yapmak, Arş yapmaktır»
atasözü de aynı mealdedir. «Gönül hoşluğuyla olur ibâdet» atasözü, ibâdette
huzurun şart olduğunu anlatır.
«Gönül
kalsın, yol kalmasın» atasözü, birisinin gönlünün kalması, kırılması hesabına
da olsa yoi törelerinden birinin bırakılmaması gerektiğini bildirir. Bu
atasözü, «Hatır kalsın, yoi kalmasın» tarzında da söylenir. Birisini, birşeyi,
sevmek, yahut sevmemek hususunda, «Gönül sultan, aşk irâdet» denir. «Gönlüne
danış» sözüyse, inanan kişinin anlayışını betirîir. «Her
gönülde bir aralan yatar» atasözü, herkesin bir dileği, bir isteği olduğunu
ifâde eder. Bir iş istenildiği gibi sonuçlanmazsa, «Herkesin gönlünce yaz
olmaz» atasözüyle teselli bulunmaya çalışılır. «Gözden ırâğ olan, gönülden de
ırâğ olur» atasözü, aranmayan, sorulmayan kişinin, aramayanına, sormayanına
bir sitemidir. «El iste, gönül oynaşta gerek», geçim işleriyle uğraşanın da
birlikten, zevk ve şevkten ayrılmaması gerektiğini öğütler. Gönül maddesini.
Divâne Mehmed Celebi'nin şu bey-tiyle bitirelim:
Belâ dildendir, ol dildâr elinden dadımız yoktur, Gönüldendir
şikâyet, kimseden feryadımız yoktur.[7]
Gören Gözün Hakkı Var
Birisinin, yiyecek, içecek birşeyi görünce
imrenmesi, özenmesi mü-lâhazasiyle mutlaka ona da biraz verilmesi lüzumunu
bildirmektedir. Tasavvuf ehlince bu, ihmâl edilmemesi gereken
şartlardandır. •
Gör, Ğeç Demişler, Sür, Git Dememişler
Yapılagelen bir iş, gençlik, yahut bilgisizlik dolayışiyle hoşa
gitmeyen, erenlerce hoş görülmeyen bir işse, yapana, bu atasözüyle öğüt verilir.
Alevilerde, kış
mevsimi gelip herkes
bağının, tarlasının işlerinden kurtulunca dedeler, talihlerinin (Bak: Talip) bulundukları köylere giderler. Cuma gecelen, bir evde toplanılır.
Müsâhib kavline girmiş olanlar (Bak: Müsâhib), bir yıl İçinde, yaptıkları
suçlan, toplantı yerinin orasına, «Dâr» a gelerek söylerler. «Dâr» da durandan
incinmiş varsa o da onun yanına gelip şikâyetini söyler. Böylece herkes,
yaptığı suçun cezasını çeker, birbiriyle haklaşır. Buna «Görülmek» denir; dede
de bunları «Görmüş» olur. Bu törene «Görgü - Sorgu» denir.
Bilinen anlamda değildir. Bilhassa Mevlevîlerde
Musâfaha (bak), iki kişi, sağ elleriyle, baş parmaklar yukarı dikilmiş olarak
tutuşup birbirlerinin aynı zamanda ellerini öpmekle yapılır. Şeyhin eli de
böyle öpülür, yedi yaşındaki çocukla yetmiş yaşındaki kişi de böyle Musâfahada
bulunur. Buna «Görüşmek» derler.
Ayrıca bir yerden alman, bir yere konan, birine sunulan şey de
«Görüşülerek», yâni öpülerek alınır, konulur, sunulur. Hattâ öpülemeyecek
birşey olsa bile öper gibi ağza götürülür. Buna da «Görüşmek» denir. Unutan
kişiye Tarikatça ulu olan, «Derviş kardeş, görüşmeyi unutma» diye ihtarda
bulunur.
Göz
Göz boyamak Göz boyayıcı Gözden çıkarmak Gözden düşmek Göze
gelmek Gözü açık
Gözlüye gizti olmaz
Gözünle gördüğünü Ört, görmediğini söyleme
Göz, insanın uzuvlarından en aziz bir uzuvdur ve dilimize
birçok deyimler ve atasözleri vermiştir. Şatafatla, kılık - kıyafetle
şunu-bunu aldatmaya «Göz boyamak», bu çeşit işe girişene «Göz boyayıcı» denir.
Aynt zamanda olan şeyi başka türlü göstermek, hokkabazlık etmek de «Göz
boyamak» tır. Birisini, yahut bir malı benimsememek, ondan vazgeçmek, «Gözden
çıkarmak» sözüyle deyimfenir. «Gözden düşmek», ehemmiyet verilmemek,
sevilmemek, aranmamak anlamınadır. «Göze gelmek», nazara uğramak suretiyle kötü
bir hâle düşmeye derler. «Gözü açık» da ileriyi gören, işin içyüzünü sezen,
yahut da akıllı ve kurnaz demektir.
«Gözlüye
gizli olmaz» atasözü, erenlerin gizli şeyleri de bildikleri, insanın içini
okudukları anlamını verir. «Gözünle gördüğünü ört, görmediğini söyleme»
sözüyse, dervişe verilen öğütlerdendir.
İki karış uzunluğunda,
ucu yassı avuç içi büyüklüğünde demir bir çubuktur. Ateşle oynayan Rıfâî
şeyhleri ve dervişleri, bunları, içi ateş dolu bir mangala sokarlar. Yassı uç,
ateşte kıpkırmızı olunca çıkarıp zikrederlerken yalaya - yalaya soğuturlar;
«Gül» ü yalarlarken, yahut ateşte kızmış pirinç tas giyerlerken Allahû
taâlâ'nın «Seîâm», yâni esenlik weren adını «Ya Selâm» tarzında zikrederler.
Rıfâî güllerinin çeşitlileri, müzelerimizde teşhirdedir.
Ayrıca tarikat taçlarının tam üstüne (kubbesine) dikilen ve bir
çuha üstüne işlenen şekillere de «Gül» denir.
Gün buğun, saat bu saat, dem bu dem
«Dem» maddesine bakınız.
Kurtulmuşlar topluluğu, kurtulanlar. Nâcî,
kurtulan anlamına arapça, güruh, topluluk anlamına farsça bir söz olup
ikisinden terkip yapılmıştır.
Hazret-i Peygamber'in (S.M.), «Ümmetim
yetmiş üç fırkaya bölünecek-hepsi de cehennemdedir, ancak bir bölüğü
kurtulmuştur» buyurduğu rivayet edilmiştir. Alevî-Bektâşİler, o kurtulmuş
bölüğün kendileri olduğunu iddia etmişler, kendilerine «Gürûh-ı Nâcî —
Kurtulmuş bölük» adını takmışlardır. Ancak türkçede «Güruh» sözü, daha fazla
kötü kişiler hakkında kullanılır. «Gürûh-ı lâ yüflihûn — Felah bulmayanlar,
Gürûh-ı Eski-ya — Kötü kişiler» gibi; böyle olmakla beraber «Fırka-i Nâciyye»
yerine bu tâbir, onlarca umûmî bir tâbir olmuştur. Meselâ Kul Himmet, bir nefesine.
Mürşit isen müşkülümü haileyle, Neden hâsıl oldu Gürûh-ı
Nücî?
Beni yasta, gamda bırakma, söyle, Evvel tatlı nedir,
sonucu acı diye başlar (Alevî
- Bektaşi Nefesleri, s. 140).
Gül sesi, yâni bülbül şakıması anlamına farsça bir terkibtir;
terim olarak, yüce ve bir ağzıdan bağrışa denir. Askerin davul çalınırken, Kalenderlerin,
kudümlerini çalıp bir yere gidecekleri vakit, içlerinden birinin pek yüce sesle
okuduğu kısa cümleli dualara denir; dinleyenler, hep bir ağızdan ve gene yüce
sesle, «Âmin» yerine «Allah Allah...» diye bağırışır-lar. Meselâ Yeniçeriler,
alûfe aldıkları gün, içlerinden biri şu Gül-bângi çekerdi:
«Allah
Allah, İllallah; baş üryan, sine büryan, kılıç aikan; bu meydanda nice başlar
kesilür hiç soran olmaz. Eyvallah, Eyvallah; kahrımız, kılıcımız düşmana
ziyan, kulluğumuz padişa iyân; üçler yediler, kırklar, gül-bâng-i Muhammed,
nûr-i Nebî, kerem-i Alî, pirimiz, sultânımız Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî, demine,
devrânına Hû diyelim, Hû» {Ahmet Rasim: Târihi Osmânî; c. II, birinci tabı', İst, 1326-1328; Kiraat-i Târîhiyye; Gül-bâng
madesi; s. 636-637)
Gül-bâng, «Hû diyelim» sözüyle biter ve dinleyenler, hep bir
ağızdan yüksek sesleaHû» derler. Mevleviler, Gül-bâng çekilirken dinlerler;
Bektâşıler ve Alevîlerse «Allah Allah» diye zikrederler.
XVI. yüzyılda yaşadığını sandığımız Şâhî, bir nefesine,
Kurbanlar tığlanıp ğül-bânğ çekildi, Gaflet
uykusundan uyana geldim;
Dört kapı sancağı anda dikildi, Üryan, büryân olup meydana
geldim
diye başlar (Alevî-Bektâşi Nefesleri; s.
168) Mevlevîlerin Mukabele, İsm-i Celâl, Şeb-i Arûs, Meydan, Somât, Sefer,
Bayram ve Defin gül-bângleri için «Mevlevi Adâb ve Erkânı» adlı eserimize
bakınız (İnkılâp ve Aka Ki-tabevi -1963; s. 102, 104, 123, 125, 127, 127 ve
131).
Habbeyi kubbe yapmak
Habbe, tane anlamına arapça bir sözdür. Habâb, su
kabarcıkları demektir. «Habbeyi kubbet yapmak», ehemmiyetsiz birşeyi büyütmeye
denir.
Dervişlerde, fındık büyüklüğünde, yahut daha küçük, akıykten,
necef taşından yapılan yuvarlak, yahut kesme tanelere denir ki bu, ince ve gümüş
bir zincire geçirilir, düşmemesi için aşağı ucunda gümüş telden bir yuvarlak
bulunur; üst kısmı da iğnelidir ve bu suretle iki habbe, gömleğin, yahut
Haydariyenin sağ ve sol tarafına takılır. Bunlar, «Cihâz-ı tarikat» ten, yâni
Tarikat çeyizlerindendir (Bu maddeye bak).
Bektâşilerde, Ondört Ma'sûm'u, yani Hazret-i Peygamber'i (S.M),
Ce-nab-ı Fatma'yı (A.M.) ve Oniki İmâm'ı (A.M.) ziyaret edenler, sağ taraflarına
yedi, sol taraflarına da yedi habbe takarlardı. Mevievîlerde habbe olmamakla
beraber, 1305 te (1887) vefat eden Fahreddin Celebi'nin fotoğrafında, göğsünün
iki yanında birer habbe görünmektedir ki bu, her halde Bektaşilikten geçmiş
olsa gerektir.
Hacı Hacıyı Mekke'de, Derviş Dervişi Tekkede Bulur
Derviş maddesine bak.
Had
Haddini bilmek, bildirmek
Haddini bilmeyene haddini bildirmek, öksüze kaftan
giydirmekten yeğdir
İslâmın
şartı beştir, altıncısı haddini bilmek
Had, sınır, derece, rütbe, yapılan suç karşılığı verilen, çekilen
ceza anlamlarına arapça bir sözdür; cem'i «Hudûd» dur.
«Haddini
bilmek, haddini bildirmek» derecesini, mertebesini, yolunu-yordamın! bilmek,
bildirmek anlamına gelen bir deyimdir. «Herkes haddini bilmeli» sözü,
herkesin, ne derecede olduğunu bilmesi lüzumunu öğütler.
«Haddini
bilmeyene haddini bildirmek, öksüze kaftan giydirmekten yeğdir» atasözü,
derecesini aşan, herşeye karışmaya kalkışan kişiler hakkında söylenen pek
güzel ve doğru bir atasözüdür. «İslâmın şartı beştir, altıncısı haddini bitmek»
atasözü de aynı mealdedir.
Hadim'ül-Fukarâ
Hizmet eden anlamına arapça «Hâdim'ül-Fukarâ»
yoksullara hizmetçi demektir. Şeyhlerin mühürlerinde bu terkip yer alırdı.
Hak
Hak (Çelebi hakkı, Dede hakkı, Karakazan hakkı, Pır hakkı)
Hak Erenler
Hak etmek
Hak ile Hak olmak
Hakka giden Hak uğurum hakkıyçün
Hakk'a kavuşmak - Hakk'a yürümek
Hakk'ullah
Hakkından gelmek
Haklamak (Nefes haklamak, Nutuk haklamak)
Haklı hayırlı
Hak'ta, Hak olmak, Hak vere, Hak vere olmak
Uğurun Hakk'a
Hak deyince akar sufar durur
Hak diyen mahrum kalmaz
Hak doğrudadır
Hak doğrunun yardımcısıdır
Hak geldi mi bâtıl gider
Hakk'ı tanıyan bâtıla baş eğmez
Hak'tan gelen haktır, inanmayan ahmaktır
Hak söz acıdır
Hak söz ağıdan da acıdır
Hak velî olduğunda şüphe yok ama lâfı ters
anlıyorsun
Hak yerini buldu
Hak yolda yuvarlanan merdâne olur
Gerçek anlamına arapça bir sözdür. Esmâ-yi Husnâ'dan, yâni
Allah'ın güzel adlanndandır. Bu kelime, türkçemize birçok da deyimler ve atasözleri
vermiştir.
«Hak
erenler,» gerçek erenler. Tanrı'ya ulaşmış gerçekler anlamını verir. «Hak
erenler korusun, Hak erenler nasîb ederse» gibi, söz arasında söylenir. «Hak
etmek», birşeye lâyık olmak demektir. «Bu dayağı Hak etmişti» gibi. Aynı
zamanda, Tarikat ehli arasında, bir
yemeği temamiyle bitirmek
anlamına
da kullanılır. «Erenler, şu lokmayı Hak et» gibi. «Hak ile Hak olmak»,
varlığından, benliğinden tamamiyle soyunup irâdesini Tanrı irâdesine vermek
demektir. «Hakkından gehnek», bir işi gereği gibi baj sarmaktır. «Bu işin
hakkından geldi» gibi. Baş eğmeyen biri hakkında da kullanılır; böyle kişiden
söz edilirken, «Onun hakkından Allah gelsin» de-i iz. «Hakk'a kavuşmak, hakk'a
yürümek», öfmek demektir. Birisi ölünce, aFilân Hakk'a kavuştu, Hakk'a yürüdü»
denir; öldü, vefat etti denmez. «Haklamak», birşeyi tümden yapmak demektir.
«Nutuk Haklamak, Nefes Haklama», sözü, öğüdü tutmak, yerine getirmek
anlamınadır. «Erenler, Nutuk Hakla» gibi. «Lokmayı Haklamak» sa yemeği
temamiyie bitirmek, kapta bırşey bırakmamaktır. «Haklı hayırlı», mürşidin duası,
gül-bângidir. «Haklı-hayirlı dilemek», yapılan hizmet karşılığı himmet niyaz
etmektir. Meselâ mummları «uyandıran» derviş, «Dar» da durarak «Hizmetimin
haki! - hayırlısını dilerim Allah Eyvallah» der ve baba, ona «Haklı-hayırlı»
bir «gül-bâng» çeker, «Gerçeğe Hû» der ve herkes yerine niyaz eder; böylece
derviş de himmetini almış olur. «Hakta, Hak olmak, Hak vere olmak, Hak vere»
sözleri, birşeyin bittiğini, bulunmadığını bildirmek için kullanılır. «Ekmek
Hakta, ekmek Hak vere, Hak vere olmuş», bitmiş, yok demektir. Derviş, yanılır
da «yok» derse mürşid, yahut Tarîkat ulusu, «Şeytan yok olsun» karşılığını
vererek onu uyarır, edebe davet eder.
Yeni derviş olmuş birine şeyhi, «yok» demenin
edebe aykırı olduğunu, bunun yerine «Hak vere» demesini tenbih etmiş. Aradan
bir zaman geçmiş. Bir gece, sokakta bir gürültüdür, kopmuş, «Anadolu'nun
salgını, İstanbul'un yangını» derler hani; o sıralarda İstanbul'da yangın da
pek fazla oluyormuş. Gene böyle bîrşey olabileceğini düşünen şeyhf dervişe,
«Derviş kardeş, sokağa bir çık da bak, yangın filân olmasın» demiş. Derviş,
sokağa çıkmış, yangın olmadığını anlayıp dönmüş, «Erenlerim» demiş, «Yangın
hak vere.» Bu sözü işiten şeyh, gülerek «Aman derviş kardeş demiş, her şeyi Hak
vere ama yangını Hak vermeye!»
Dervişler, harman zamanı köylere çıkarak dergâha ekin toplarlar.
Buna «Hakk'uMâha çıkmak» denir; verilen buğdaya, arpaya, yulafa, daha başka
gerekli şeylere de «Hakk'ullah», yani Allah hakkı, Hak râztlığı için verilen
şey denir. Tekkelerin açık olduğu sıralarda Hacı Bektâş'taki babalardan gelen
dervişler. Alevî köylerinden «Pîr haki, Karakazan hakkı» de-rfp devşirirler.
Çelebi tarafından gelen vekiller de «Çelebi hakkı» altrlar, dedelerse «Dede
hakkı» nı toplarlarlardı. Hikâye ederler, Alevinin biri, ve-re-vere usanmış da
kendilerinden olmayan birine, «Dede hakkın yok, Ptr hakkın, Karakazan hakkın
yok; bir ye de Yezîdliğine bin şüret» demiş.
«Uğurun
Hakk'a olsun» sözü, «Uğurlar olsun» diyene söylenir. «Hakk'a giden Hak uğurum
hakkiçin» sözüyse yemindir.
«Hak'tan
gelen haktır, inanmayan ahmaktır» atasözü, yapılan işin manevî mükâfat veya
cezası gelip çatınca söylenir. «Hak deyince akar sular durur» atasözü, gerçeğe
karşı durulamayacağını bildirir. «Hak diyen mahrum kalmaz» atasözü, Tanrı'ya
dayanıp işe girişenin, o işi başaracağını, Tanrı'ya dayananın mahrum
olmayacağını belirtir. İdrîs-i Muh-tefî'nîn (1024 H. 1615) «kalbe bakıct»
larmdan (bu maddeye bak) Muhyî (Bezcizade Muhyiddin; 1020 H. 1611), bir
şiirinde,
Tevhîd eden deli olmaz, Allah diyen mahrum kalmaz;
Her seher açılır, solmaz, Bahara erer gülümüz
tjörtiüğünde bu atasözünü anmıştır (Melâmîlik ve Melâmiler; s.
130).
«Hak
doğrudadır» atasözü, gerçeğin gerçek kişide, gerçek işte olduğunu, «Hak
doğrunun yardımcısıdır» atasözü, Tanrı'nın, doğruya yardımcı olduğunu
belirtir. «Hak geldi mi, bâtıl gider» atasözü, XVII. sûrenin
(İsrâ') 81. âyet-i kerîmesinin mealidir. «Hakkı tanıyan, bâtıla baş eğmez»
atasözüyse gerçek inancın verdiği güvenci, direnişi, gücü-kuvveti dile
getirmesi bakımından pek değerlidir. Atasözü olarak söylenegelen,
Hak kulundan intikamın gene kul île alır,
Bilmeyen ilim-i ledünnî, ânı kul etti sanır
iseytiyse yapılan kötülüğün cezasının, bir başka
vakitte, bir başka suretle tecellî edeceğini tesbit eder. «Hak söz acıdır»,
«Hak söz, ağıdan da», yâni zehirden de «acıdır» atasözleri, «Doğru söyleyeni
dokuz köyden kovarlar» atasözünü andirır ve gerçeği kabul etmeyen kişiye,
gerçeği belirten sözün acı geldiğini anlatır ki bu sözün tam arapça karşılığı
da orapçada atasözüdür[8].
«Hak velî olduğundan şüphe yok ama lafı ters anlıyorsun» alaylı bir atasözüdür;
velilik taslayan kişilere söylenir. «Hak yerini bulur», «Hak yerini buldu»
atasözleri, gerçeğin meydana çıkışında söylenen atasözlerindendir. «Hak
yolunda yuvarlanan merdâne olur» atasözündeyse iki anlam vardır. «Merdâne» er
gibi, ereesine anlamına getir; aynı zamanda loğtaşı denen uzunca, yuvarlak taşa
ve tahta, yahut taştan çekilen şeyleri yapan âletteki yuvarlak mermere de
«Merdâne» derler. Logtaşıyla, binaların toprak damları, yağmurdan sonra
düz-ienir; âletteki merdâne de, yapılacak
şeyleri meydana çıkarır, yapar.
Hak yolunda da yuvarlanan, yâni o yolda
çalışıp çabalayan kişi, hem er-cesine yürür, er olur, hem de iş başarır
demektir.
Hâk
Hâk ol ki pak olasın.
Hâk, farsça toprak demektir. Toprak temizdir ve
temizleyicidir; bütün pislikten" temizler, arıtır. Toprak gibi ayaklar
altına, fakat gerçeklerin: ayakları altına serilen, alçak gönüllülükte bulunan,
benliğini yok eden kişi, arınır anlamını verir. Rûhı de,
Hâk ol ki Huda mertebeni eyîeye âlî, Tac-ı ser-i âlemdir o
kim hâk-ı kademdir.[9]
der.
Hâl-makam,
Hâf-kaal, Hâl Ehli-kaal Ehli Hâle gelmek, hallenmek Hâl
giydirtnek
Erenler ketalimizi hâle tebdil eyleye
İnsanın
bulunduğu, fakat zamandan zamana da
değişen, duruma «hâl» denir. Tasavvufta varılan manevî duruma «Hâl» derler; bu
duruma ulaşan manevî
yolcu, o durumu kendisine mal edinirse o vakit o hâle «Makam - Durak» adını verirler.
Kaal, arapça dedi anlamına gelir; söz yerine
kullanılır ve çok defa «Kıyl-ü kaal» tarzında, dedi-kodu anlamında söylenir.
«Kaal Ehli», manevî hâllere sahip olmayıp gerçeğe âit sözle yetinen, sözle
geçinen kişilerdir; «hâ! Ehli» olanlarsa, «vahdet-birlik» neşesine sahip
olanlardır.
«Hâle
gelmek», sohbet, yahut zikir esnasında, yahut bir ulunun huzurunda kendinden
geçmek, cezbelenmektir; buna «Hallenmek» de derler. «Hâl giydirmek» se, bir
erenin, birisine hâl bağışlamasıdır. Bu, çok defa meczupların, kendi hallerini,
kendileriyle hemdem olanlara giydirmeleri, daha doğrusu, meczupla düşüp kalkanın,
meczubun tesîri altında kalarak onun hâline bürünmesîdir ki bu yüzden,
«Meczupların gönüllerine dokunmayın; ama onlarla da düşüp kalkmayın; hâllerini
size giydirirler» tarzında öğüt veren mürşitler bulunurdu.
«Erenler,
kaalimizi hâle tebdil eyle» atasözüyse, yolun-yordamın sözüyle kalmayıp
haliyle hallenmeyi dilemek hususunda kullanılan bir ata-sözüdür.
Birinin yerine geçen, vekil olan kişi anlamına arapça
bir sözdür. Kur'-ân-ı Kerîm'in II. sûresinin
(Bakara) 30. âyet-i kerîmesinde Allah'ın, Âdem peygamber'i (A.M) yaratmayı
irâde buyurduğu zaman meleklere, «Ben, yeryüzünde bir halîfe yaratacağım»
buyurduğu, XXXVIII. sûresinin
(Sâd) 26. âyet-i kerîmesinde de Davud Peygamber'e, «Biz seni yer yüzünde halîfe
ettik, artık halk içinde gerçek üzere hükmet» emrini verdiği bildirilir ki bu
âyetlere nazaran Allâ'ın buyruklarını yerine getiren, halk arasında gerçek
üzere hükmeden peygamberler, Tanrı halîfeleridir,
Tarikatlatlerde halifelik, son makamdır. Tarîkate
intisab eden «Mu-hib» tir; yâni tarîkati sevendir. Sûfî tarîkatlerinde, bir
müddet sonra muhibbe «bey'at» töreniyle dervişlik payesi verilir. Bektaşilikte
taç giydirilir; Mevlevîlıkteyse çilesini bitirip hücre sahibi olup derviş
payesini kazanır; «Dede» olur. Dervişlerden birine şeyhlik verilirse bu zat,
bir dergâhta, yahut kendi evinde, muhib yapmak, derviş yetiştirmek
salâhiyetini kaznmış olur; fakat birisine şeyhlik veremez; birini şeyh yapamaz.
Bir halîfe tarafından kendisine hilâfet verilirse, o vakit, muhib yetiştirmek,
derviş yapmak ve birine şeyhlik vermek haklarını da elde eder.
Bektâşilerde halîfeye, «Çhâr Alâmet» (bu maddeye bak) verilir.
Mevlevilerde, yere serilmiş seccadeye halîfeyle, hilâfet verilecek zat kıbleye
karşı otururlar; halîfe, hilâfet vereceği zâtın iki kaşı ortasından, yahut
kaşlarından ve bıyıklarından, yanındaki makasla birkaç kıl keser, hilâfet
destan sarılmış sikkesini tekbir eder. XLVMI. sûrenin (Feth) 10,18-19.
âyetlerini okur, tefsîr eder; elini, bey'at eli tarzında (bak: Yed'i Bey'-at)
tutar, XVII. sûrenin (Muhammed (S.M.) 19.
âyetinin baştarafını okur, üç kere de İsm-i Celâli zikreder, hırkasını tekbîr
edip giydirir, her sabah namazından sonra bu âyetin, «Artık bil ki şüphe yok,
Allah'tan başka yoktur tapacak» mealindeki kısmını okuyup, nefes miktarınca
çekerek «Lâ ilâ-fıe illallah» demesini tenbih eder, hilâfetini tebrik eder ve
görüşürler, tören de biter (Mevlevi Adâb ve Erkânı'na bak; s. 137-141).
Bektaşi halîfeleri, tacın üstüne siyah destar sararlar; Mevlevi
halîfeleri duhânî, yâni bakılınca siyah denecek kadar koyu, mor renkli destar
sarınırlar.
Dost aniamına arapça bir sözdür, IV. sûrenin (Nisa') 125. âyet-i kerîmesinde, İbrahim
Peygamber'in, Tanrı tarafından «dost» diye anılması, Tanrı tarafından sevilmesi
dolayisiyle İbrahim'e «HalîPullâh - Allah Halîli» denmiştir. XV. sûrenin (Hıcr) 51., U. sûrenin (Zâriyât) 24. âyetlerinde İbrahim
Peygamber, konukla anılmaktadır; kendisine Lût kavmine azâb vermeye memur
melekler konuk olmuşlar, onlara yemek çıkarmış, fakat melek oldukları için
yememişlerdir. İbrahim'in cömertliği ve konuk severliği hakkında da birçok
hikâyeler vardır. Bu sebebierle İbrahim, hemen dâima konukla, cömertlikle
anılır. Tasavvuf ehli, sofra gül-banglerinde İbrahim Peygamberi bu münâsebetle
ve bereketle anarlar. Mevlevîlerin Somat (bak) Gülbangi, «Nân-ı merdân», yahut
«Hân-ı merdân, ni'met-i Yezdan, berekât-ı HalH'ür-Rahmân» diye başlar.
Bektâşilerin sofra gül-banginde-«nûr ola, sırr ola, gittiği yer gam görmeye,
yiyenlere nûr-u îmân ola, Hak erenler Halil İbrahim bereketi vere» sözleri
vardır.
Avuçtan büyük, iç tarafı biraz çukur olan ve bu çukur yerdeki
kayış-a ele geçirilerek bîr el, hafifçe aşağıya çekilmek suretiyle İki el
birbirine çarpılıp tempo tutulan büyük zillere denir. Halileyle tempo
tutana «Haiîie- derler.
Halk
Halka menfur olmadan Hakk'a makbul olunmaz Halka verir
talkını,
kendi yutar salkımı
Halk, insanlar anlamına arapçadan türkçeye girmiş
bir sözdür. «Halka menfur olmadan», yâni halkın nefretini kazanmadan, «Hakk'a
makbul olunmaz» atasözü, Tarîkate girenin, halktan kesilmesi, kendini kulluğa
vermesi, gerektiğini, inancı, kılığı-kıyafeti bakımından halkın nefretini kazanacağını,
yahut onunla alay edileceğini, fakat bu hâle düşmeden de Hak katında makbul
olamayacağını bildirir. «Halka verir talkını, kendi yutar salkımı» atasözüyse
dediğini tutmayan öğütçüler hakkında söylenir.
Çiy, çiğlik;
ruhu, mâneviyeti ham anlamlarına farsça sözlerdir. Tari-katten haberi olmayan,
incelik nedir, bilmeyen kişiler hakkında kullanılır.
Susanlar, susanların yeri-yurdu anlamına gelen bu
farsça sözler, Mev-levîlerce ölmüşlere ve mezarlığa denir.
Hangi Bağın Gülüsün, Hangi Gülün Bülbülü?
Bu soru. Tarikat ehlinden olduğu anlaşılan
kişiye, hangi tarîkatter^ ve hangi şeyhin müridi olduğu anlaşılmak üzere
sorulur.
Hânkah - Hankeh
ken, herhangi bir kusur dolayisıyle, yahut
gönü! alçaklığı göstermek için, «Hatâ bizden, atâ sizden; kem bizden, kerem
sizden» sözünü söylerler.
Astan maddesine bak.
Yıkıntılar anlamına arapça bir sözdür; meyhaneye de, insan,
maddî arlığından yıkıldığından «Harabat» denmiştir. Şiirlerde bu sözün iki
an-mı da düşünülmelidir. Ragıp Paşa (1177 H. 1763),
Hârâbatı görenler her biri bir haletin söyler; S af âsin
zikreder rindân, zâhid sıkletin söyler.[10]
îmiştir.
Aynı zamanda yıkık yer, kimseye mal olmayan, ne kadar onarı-sa onarılsın, bir
türlü mamur hâle gelmeyen, içindekilerin her biri, bir sşit sarhoş olup sonunda
yıkılıp giden şu dünyadır.
Olmayacak bir şey söylenirken kullanılan bu arapça
söz, inkâr ve ten-ı anlamınadır. «Haşa, sümme hâşâ, kendini pîr makamında görüyor»
Hatâ bizden, ata sizden; kem bizden, kerem sizden
Hatâ, yanlış anlamına arapça bir sözdür. Tasavvuf ehli,
konuşurlar-
Havâlet, birşeyi birisine ısmarlamak anlamına arapça bir
sözdür. Bu sözden gelen «havâlet», konuğun şeyhten, konuk olduğu ev sahibinden,
gitmek için kendisine izin vermesini istemesine denir. Meselâ, «Havâlet
Verirseniz kalkalım erenler» der.
İki anlama
gelen arapça bir sözdür ve haslar, hâssalar anlamına gelir. Birinci anlamı,
avamdan oimayanfar, yâni Tarikat ehlidir. Yunus Emre,,
Sensiz iki cihan benim zindan görünür
gözüme, Senin aşkınla bilişen gerek hastfül-hastan ola[11]
beytiyle bu birinci anlamı dile
getirir. Tarikatçılara göre tarîkate girmemiş kişiler «Avam» dır. (Bak);
girenler, Havas; gerçeğe erişmiş bulunan-larsa «Ahass'ül-hâs, Hass'ül-has»,
yahut daha fazla söylendiği gibi «Hass'üi-havâss» dır; yâni hasların
haslarıdır.
İkinci
manâsı da şudur:
İslâmda
olmamakla beraber eski inançların izlerinden olarak Kur'-on âyetlerinin, yüzük
taşlarının, günlerdeki saatlerin, bâzı duaların. Tanrı adlarının hassaları
olduğuna, bunları, muayyen şartlarla,, muayyen miktarda okuyan, yahut herhangi
bir tarzda, muayyen saatlerde yazan kişinin, dileğini elde edeceğine inananlar
vardır. Bunlara «Havasçı» denir. Tarîkat erbabının bilhassa Melâmeti kabul
edenleri bunlara, oyuncak, adam avlamak, hayâl gözüyle bakarlar ve inanmazlar.
Hayâl-Hayâle Kapılmak
Melâmet yolunu tutanlar, nyâzatın, zikrin, sâfiki hayâle
düşüreceğini söylerler; rüyanın çoğunun da hayâlden doğduğuna inanırlar; bu
ha-(e düşmeye «hayâle kapılmak», düşenlerin gördüklerine, duyduklarına da
«hayâl» derler (Duş maddesine bak).
Haydan Gelen
Huya Gider
Rastgeie gelen, bedavadan elde edilen şeyin değeri
bilinmez, üstüne düşülmez; gene rastgeie gider, bedavaca harcanır demekse de
tasavvuf ehlince, apayrı bir anlamı da vardır. «Hay-dâimâ diri», Allahu
taâlânın adlarındandır; «Hû» da «O», yani Tann demektir. Buna nazaran bu
atasözü «Allah'tan gelen, Allah'a gider», yâni gerçekte ihsan eden O'dur, alan
da gene O anlamına gelir.
Giyilince göğsü ancak kavuşabilecek olan dar,
yakasız, kolsuz ve bele kadar gelen bir giyimdir ki hırka altına giyilir;
hizmet sırasında hırka çıkarılınca sırtta bu kalır. Omuz başlarına doğru
sarkan ve birer kavis teşkil eden uçları vardır. Omuzbaşları, karşılıklı
harfine benzetilerek bu ad verilmiştir.
Hayret - Hayran
Tanrı'nın kudretine,
sun'una, hikmetine karşı duyulan en son duygudur ki sûfîlerce ifâdeye sığmaz.
Galib Dede, «Hüsn-ü Aşk» hikâyesini,
Sad şükür ola Hayy-ü Lâyemûta, Kim erdi söz âlem-i sükûta[12]
beytiyle bitirir.
Hayırlara Karşı
Giden kişiye söylenen sözdür.
Nevruz {bu maddeye bak) günü, güneşin
Koç Burcuna girdiği anda içilecek süte, bir kağıda yazılıp konan ve
«Selâm-esenlik» sözüyle başlayan yedi âyet-i kerîme. «Heft Selâm», yedi
esenlik anlamına farsça bir terkiptir. Bu yedi âyetin bulunduğu sûreler ve âyet
sayılan şunlardır:
1- XIII; Ra'd, 24,
2- XXXVI; Yâ Sîn,
58,
3- XXXVII; Sâffât, 79.
4- XXXVII; Sâffât, 109,
5- XXXVII; Sâffât, 120,
6- XXXVII; Sâffât,
130, -
7- XCVll; Kadr, 5.
Yedi tane «S» harfiyle başlıyan şey demektir.
Nevruz sofrasında-(Nevrûz'a bak) bulundurulan şu yedi şeydir:
1- Sünbül,
2- Sirke,
3- Sumak,
4- Senced (İğde),
5- Sîr (Sarımsak),
6- Sebze (Yeşillik),
7- Semnû (Unla yapılan helva; un helvası).
Hercayi - Meşteb
Her yere uyar meşrebte anlamına farsça terkip.
Türkçede tam karşıhğı, «Eyyârn adamı» ve «Daldan dala konar» sözleridir. Tasavvuf ehli, bu çeşit kişileri
sevmez.
Her Celâlin Bir Cemâli, Her Cemâlin Bir Celâli Var
Her sıkıntının, her elemin bir ferahlığı, bir sonu, her
genişliğin de bir darlığı var yerine ve teselli mâhiyetinde söylenir bir
sözdür. XC!V. sûrenin (İnşirah) 5-6. âyet-i kerîmelerinin mealidir.
Her
Firavundun Bir Musa'sı, Her
Musa'nın Bir Firavun'u Var
Bu söz de, her kötü kişiyi kahredecek birinin bulunduğunu, fakat
.her iyi kişiye karşı duran bir kötünün de bulunabileceğini bildirir.
Her Geceyi Kadir,
Her Gördüğünü Hızır Bil
Kadir Gecesi Kur'ân'ın indiği gecedir ve bin aydan
hayırlıdır (XCVII. sûre, 1-5)'. Hızır da, XVII. sûrede
(Kehf) Musa Peygamber'in buluştuğu anlatılan kişidir (6-82). Hızır, erenlerden
biridir, yahut bir peygamberdir. İnanca göre hâlâ sağdır; karada bir sıkıntıya
düşenlere Hızır, denizde, bunda kalanlara İlyas yardım eder.
Her geceyi kadir bilmek, her gece, Kadir Gecesinde
olduğu
gibi kullukta bulunmak, feyze erişmeğe çalışmaktır. Her gördüğün Hızır bilmek
de, herkese iyi bir gözle bakmak, herkesten bir feyiz ummak anlamını verir.
Her Gördüğüne Kapılma
Herkes, sözünün eri olmadığı gibi,
kıhğının-fciyafetinin adamı da değildir. İrfan yolunda kılığa-kıyafete
ehemmiyet ver .iş sözlere de a,dan,,ma, Bu söz, saf kişiiere bir
Herkese Hakkını Vermek
Herkese, lâyık olduğu muameleyi göstermek
anlamına gelir.
Herkesin İç Yüzünü Allah Bilir
Kötü sanılan, aleyhinde bulunulan nice kişiler, Allah katında
makbuldür. Mevkiine, zahirî görünüşüne bakılarak iyi sanılan nice kişilerin iç
yüzleri kötüdür; bu bakımdan irfan sahibi, hiç kimseyi kınamaz; bu hususta bu
atasözü, onun hareketlerini, düşüncelerini düzenler.
Herşeyden Elini - Eteğini Çekmek
Kendini yalnız yoluna vermek, onun için yaşamak
anlamını verir. Yalnız bu söz, başka şeyler yapmamak, çalışmamak anlamına
gelmez; başka şeyleri, gerektiği İçin yapar, fakat onları bile, yolunu yaymak,
inancını yaymak için yapar; yolundan başka hiç bir şey, onca amaç değildir
anlamını verir.
Herşeyi Bilen, Bir Şey Bilmez
İnsan, herşeyi
değil, bir şeyin bir kısmını bile bütün künhüyle bile-^; bilgisi arttıkça
bilgisizliğini anlar insan. Herşeyi biliyorum dâvasında bulunan, hiç bir şey
bilmediğindendir ki aşağılık duygusuyla böyle bir tavaya girişir. Atasözü, bu gerçeği belirtmektedir.
Her Yemeğin Lezzeti Tuzladır
Tasavvuf ehli, yemeğe, tuzluğa, yahut herkesin önüne
konan bir tutam tuza parmak banıp ağzına götürerek başlar; yemek bittikten sonra
gene aynı tarzda tuzdan bir parçacık alarak bitirir, İslâmda, bilhassa tasavvuf
ehlinde tuza büyük bir ehemmiyet verilir; tuzun şifâ hassası, yemeğe tuzla
başlanıp tuzla bitirilmesi hakında birçok hadis vardır (Se-fînet'ül-Bıhâr ve
Medinet'ül-Hikemi ve'l-Âsâr; II, s. 545-546;
Cami'; II, s, 29).
Ey birader, her taâmm lezzeti tuzdan çıkar,
Tuz-ekmek kadrin bilmeyen, akıbet gözden
çıkar
beyti, atasözü olarak söylenir.
Hırka altında sultan
Hırka
altından âlemi seyretmek
Hırka
giymek-hırka giydirmek
Hırka-i
fakr'u fena
Hırkaya
bürünmek
Başını
hırkaya çekmek
Resim
hırkası, sokak hırkası
Teberrük
hırkası
Hırka altında er yatar
Arapça bez parçası anlamına gelir; dervişlerin giydikleri üst
libasıdır. Derviş hırkası, önü açık, yakasız, koüu, genişçe ve topuklara kadar
uzundur. Cok eskiden dervişler, malının helâl olduğuna inandıkları kişilerden
bez parçalan alırlar, bunları birbirine dikip hırka yaparlardı ki buna, yamalı
anlamına «Murakka'» derlerdi. Zengin, ünlü kişiler, böyle palas parçasına
tenezzül etmeyecekleri cihetle gerçek dervişler, «Hırka altında sultan»,
benliğine kul olanlarsa, süslü elbiseler içinde köle durumundadırtar. Bu yüzden «Hırka altında
sultan», görünüşte yoksul, ger-çekteyse nefsine buyruk yürüten padişah
anlaminadır. Mevlânâ da, «Mesnevi» dibacesinde, Celebi Husâmeddîn'i överken
dervişleri «Hırka altında sultan» diye vasfeder (Mesnevi Şerhi; I, s. 5, satir.
7). «Hırka altından alemi seyretmek», görünüşte hiçbir şeye karışmaz
görünmekle beraber herşeyin, neden ve niçin clduğunu, sebeplerini, sonuçlarını,
bu sonuçların da nelere ve nasıl sebepler olacağını ibretle görmek
anlamı-nadır. «Hırka giymek, Hırka giydirmek», dervişliğe ikrar vermek, derviş
yapmak anlamına geldiği gibi birine şeyhlik ve halifelik vermek anlamına da
gelir. «Hırka-i fakr-u fena-yoksulluk, yokluk hırkası», dervişlik hırkasidır ve
dervişliktir. «Hırkaya bürünmek», derviş olmak, dünyaya, dünyanın gafletine
bağlanmaktan kurtulmaktır; «Başını hırkaya çekmek» de aynı anlamı verir. «Resim
hırkası» Mevlevîlerin, önü açık, ayaklara kadar uzun, kollar giyiîmezse
dizlerden aşağıyadek uzanır, giyilirse diz kapaklarını aşar, çok geniş kollu,
yakasız hırkadır ki bu, Selçuk devrinde bilginlerin de tören libâsıydı. «Sokak
hırkası»ysa gene önü açık, genişçe, kollan yenden dört parmak kadar uzun,
yakasız hırkadır.
Bir tarikate mensub olduğu hâlde sevgisi dolayısiyle
başka bir ta-rîkate de intisab edip hilâfet alana giydirilen hırkaya «Teberrük
hırkası» denir.
Hırka altında er yatar» atasözü, hırka giyinmiş, yoksul
görünen nice kişilerin, manevî güç-kuvvet, bilgi, hüner ve sanat alanında er
olduklarını bildiren bir atasözüdür.
Yunus Emre bir şiirinde.
Hırkam, tacım gözlerim, fâsid işler işlerim, Yola baktım,
utandım, hep işim yanlış benim
beytiyie kendisini
kınar;
bir başka şiirinde,
Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil; Gönlün derviş eyleyen
hırkaya muhtaç değil
diyerek dervişliğin, yalnız hırkayla, taçla
olmayacağını anlatır. Şu beytindeyse, hırkayla ve
himmetle dervişleri anar, onların mânevi yüceliğini dile getirin
Yer ğök aydur hırka hakkı, himmetleri olsun bâkıy, Ol padişah
oldu sâkıy, esrittiler dervişleri.
Adın Hızır rra
Htzır mısın
sen
Hızır'a
uğramış
Hızır gibi
yetişmek
Hızır yardımcın olsun
Kul buna!mayınca Hızır yetişmez
Aslı Hızr olan bu ketime, türkçemizde Hızır tarzında sbylenir;
yeşil; anlamına gelen bu söz, Mûsâ Peygamber'le çağdaş bir peygamberin, yahut
erenin adıdır. Üstüne oturduğu kuru otlar, yeşerdiğinden bu adla anılmıştır.
Ayağım bastığı yerlerdeki otlar da yeşerirmiş. «Âb-ı hayat-Bengi Su» denen ve
içeni ebedî yaşayışa kavuşturan suyu, İlyas adlı başka bir Peygamber'le beraber
bulup içmiş olduğundan kıyâmetedek ikisi de sağdır. Hızır, karada bunalanlara,
İlyas, denizde yardıma muhtaç olanlara yardım eder.
Tasavvufta, erenlerin
en ulusu olan «Kutb»a (bak) vaktin Hızır'ı» denir.
«Hızır-ı Vakt-
Sıkıntı ânında yetişen adama «Senin adın Hızır mı; Hızır
mısın sen» denir. Hızır'ın el sürdüğü şeyin, yahut dua ettiği nesnenin
tükenmeyeceği inancı doiayısiyte uzun müddet bitmeyen şeye, tükenmeyen paraya
«Hızır'a uğramış» dsrier. «Hızır gibi yetişmek», tam zamanında ihtiyaç sahibine
yardıma koşan kişi hakkında söylenir. «Kul bunalmayınca Hızır yetişmez» atasözü
de aynı anlamdadır.
Alevîlerin gül-banglerinde, «Hızır yardımcın ola» sözü de
geçer. (Le-dün Bilgisi mad. e de bk.).
Hikmetinden Suâl Olunmaz
Tanrı'nm her işinde bir hikmet olduğu, hikmetinin de ne olduğunu kendisinden sorulamayacağı inancını
belirten bir atasözüdür.
Himmet
Himmete endaze olmaz Dede himmet; oğu! hizmet
Bir işin üstüne iyice düşmek, bîr işe sarılmak ve lütuf, kerem ve
ihsanda bulunmak anlamlarına arapça bir sözdür. «Himmete endaze olmaz»
atasözünde, çalışıp çabalamanın, aynı zamanda lütuf ve keremin ölçüsü,
endazesi, sonu olmayacağı belirtilmektedir. «Dede himmet, oğul hizmet» atasözü
de himmetin, hizmete karşılık olduğunu bildirir (Dede maddesine de bak).
Hizmet
Hizmet erenlere Hszmetsiz yol alınmaz
İş, vazife,
iş görmek anlamlarına arapça «Hidmet» sözünün türkçe söylenişi. «Hizmet
erenlere» deyimi, tekkede yapılan hizmetin, yahut her türlü hizmetin, gerçekte
erenlere yapılmış olacağı inancını dile getirir. «Hizmetsfz yol alınmaz»
atasözü de manevî yol almanın hizmetle mümkün olacağını bilidirir.
Horasan.
Sultân-ı Horasan
Horasan, İran'ın doğusundaki bölgenin adıdır.
Tasavvuf yayılıp sû-fîler, Suriye ve İrak'ta çoğunluğu sağlamışlar, buna
karşılık sûfîlerin, kendilerine mahsus elbise, zikir töreni, bilhassa vakfa
dayanan tekkeler gibi şeylerle halktan ayrılmalarını hoş görmeyen Melâmet ehH,
İran ve Horasan'da temerküz etmişlerdi. Bu ikinci kısma «Horasan Erleri, Horasan
Erenleri Horasânîler» denmişti. Bu tâbirle anılan erenin Horasan'lı olduğunu
değil, Melâmet erenlerinden olduğunu anlamak gerekir.
«Şâh-ı
Oorâsan» ve «Sultân-ı Horasan» sa Oniki İmâm'ın sekizincisi olup 203 hicrîde
(818) Abbasoğullarmdan Me'mun tarafından zehirletilerek şehîd edilen İmâm
Aliy'ür-Rızâ b. Mûsâ'l-Kâzım'dır. Horasan'da, şimdi Meşhed diye anılan Tûs
şehrinde yattığı için bu lakabla anılır.
Hora Geçmek — Hora Geçirmek
Farsça «yemek» anlamına «horden» mastariyle yapılmış bir söz. «Hora
geçmek, geçirmek», birşeyin makbul olduğunu bildiren bir söz olduğu gibi
birşeyi yedik yerine de «Hora geçirdik» tâbîri kullanılır.
Hor Bakmak — Hor Görmek,
Farsça «Hwâr» sözüyle yapılmış türkçe mastar. Aşağı, bayağı görmek.
«Hoş görmek» bunun tam zıddıdır. Derviş, herşeyin, herkesin iyi ve güzel
tarafını görecektir. Anlatırlar; Şeyhin biri, den/işleriyle giderken yolda bir
fare ölüsüne rastlar. Dervişlerin kimisi, kokusundan tiksinir; kimisi yüzünü
çevirir; kimisi atana ilenir. Şeyh gerçekten bakıp «Ne de güzel inci gibi
dişleri var» der.
Hoş Görmek
Herşeyin, herkesin kötülüğünü
görmemek. Zâfını hoş görüp bu sû retle onu kötülükten alıkoymak. Tarikat
edeblerindendir.
Hû
Hû, Yâ Hû, Yâ Mucuğum
Demine Hû
Gerçeğe Hû demişler, bir fırın ekmek yemişler
Artık bu işe Yâ Hû dedik
Arapça «O» demektir. Allahu taâiâmn adlanndandır; hattâ bâzı
sû-fîlerce «İsm-i A'zâm - En büyük ad» dır. Sûfîlerce hitap ve cevap olarak
kullanılır. Mevlevîlerde, Dedenin hücresinin kapısı açık olsa bile ziyarete
gelen, içeriyi görmeyecek tarzda durarak son heceyi çekmek üzere orta bir sesle
«Destur» der; muhib, dede, yahut şeyh, içenden, uzunca bir «Hû» derse, eşiğe
niyaz edip sağ ayağıyla içeriye girer. Bu «Hû» deyiş, Allah'ı emiştir; onun her
yerde hâzır-nâzır olduğunu ikrardır ve anlatıştır. Mukabelenin bitişinde,
çekilen gül-bang, «Dem-i Hazret-i Mevlânâ, Sırr-ı Şerns'i Tebrîzî, Kerem-i İmâm
Ali, Hû diyelim» diye son bulur, mukabelede bulunanların hepsi, yüksek sesle ve
bir ağızdan, nefes miktarı çekerek «Hû» derler ve baş keserler. Bu da,
Mevlânâ'nın huzurunda, Tebriz'i! Şemsin sırrına mazhar olmak için İmâm Alî'nin
keremiyte Allah adını anmak ve ondan niyazda bulunmaktır. Yemek yendikten,
mukabele bittikten, Ayn-i Cem sona erdikten... sonra çekilen gül-bang «Hû» ile
bittiğinden «Yâ Hû» demek, birşeyin sona erdiğine de işaret sayılır ve «Artık
bu işe yahu dedik» denir. Şeyh Galib,
Süzülüp o çeşm-i âhû, dedi zevk ı vasla Yâ Hû, Bu değildi
neyleyim, bu; yolum intizâra düştü.[13]
beytiyle «Yâ Hû» nun bu anlamını belirtir.
«Yâ Hû, Hû»
birisi çağrılırken de söylenir. Kadınına, adıyla hitab, ayıp olduğundan
şeyhler, dervişler, çok defa, kadının bulunduğu dâireye «Yâ Hû», yahut
«Hûcuğum», «Yâ Hûcuğum» diye seslenirler ve dileklerini söylerler.
Yemekte gül-bang çekildikten sonra herkes bir
lokma ekmek alır, yahut parmağın! tuza banar; sofraya niyaz edip kalkar; yâni
gül-bang'ten sonra bir lokma alınabilir, alınması da erkândandır. «Gerçeğe Hû
demişler, bir fınn ekmek yemişler» atasözü, gül-bangten sonra bir lokma yerine,
yeniden yemek yercesine yemeğe girişen kişiler hakkında söylenir.
Bektâşilerde gül-bangler, «Gerçeğe Hû» sözüyle biter; yâni
gerçek olanın Hak katında makbul olacağı, onun, niyaza lâyık olduğu bildirilir
(Dem mad. e de bk.)
Küçük ve dar oda anlamına arapça bîr sözdür; doiaba da denir.
Huc-re-Nişîn» arapça ve farsça iki sözden, farsca kaidesince yapılmış
terkibtir; hücrede oturan demektir. Hücre, tekkelerde, Semâ'-Hâne ve
Mukabele-Hâne'yle tekkenin selâmlık dâiresinin bulunduğu alanda, birbirine
bitişik küçük odalara denirdi ki bu odacıkların bir tek penceresi bulunur, o da
tekkenin alanına bakardı. Alanda şadırvan yoksa hücrelerin arka tarafla^ rında
musluklar ve suyun akıp gideceği kanal bulunurdu. Hücrelerde, kendini tekkeye
hizmete vermiş, evlenmemiş dervişier otururlardı.
Mevlevi hücresinin ayrıca özellikleri vardi.
Hücre kapısından, dar bir giriş yerine girilirdi ki burda, ayakkabıları koymağa
yarayan ve dıvara çakılmış raf da bulunurdu. Asıl hücreye bu giriş yerinden
iki, yahut bir basamakla çıkılırdı. Hücreye girilince, sol tarafta ve kapı
karşısında dedenin oturduğu yer, yanında kahve ocağı, arkasında, gerekli
şeyleri koymaya yarayan dolap, odanın karşısında boylu boyunca bir kerevet
bulunurdu. Kerevetin üstündeki mindere züvvâr, yâni ziyaretçiler, müsâfirler
otururlardı. Kerevetin üst tarafında, dıvarda lamba konacak yer ve lamba, yahut
mum şamdanı, karşı dıvarda yatak konan bir büyük dolap, bir tarafta da
Kur'ân-ı Kerîm'in ve bâzı kitapların konmasına yarıyan bir raf bulunur, bu raf
yoksa, kenara konmuş bir rahle, bu İşi görürdü. Hücreye kilim döşenirdi ve
bütün müştemelât, anlattıklarımızdan ibaretti.
Binbir gün çilesini, on sekiz gün de hücre
çilesini çıkarıp dervişlik payesine
erişen
ve «Dede» ünvan.n, alan Mevlevi dervişine «Hucrenişîn»
denirdi.
Arapça, vücûdun belden aşağı ve belden yukarı kısımlarını örten
ıkı libasa denir. Meşhur olarak cennet elbisesine verilen addır. Kul Himmet,
bir nefesindekî.
Pazarında ğül alırlar, satarlar; Koklaşıban canı cana katarlar;
Gerçekleri bir kıl ile yederler, Mü'minlere hülle donu biçilir
dörtlüğünde Huile donunu anmıştır (Alevî — Bektaşi Nefesleri;
s. 33).
İkrar vermek
ikrarım hokkıyçın
İkrarında
durana aşk otsun; inkâr edene yuf İnsan ıkrârıyle, hayvan yularıyla yedilir
Arapçadır; inancını söylemek, inanmak anlamlarına gelir; inkârın
zıd-dıdır. Erenler yoluna girmeye «ikrar Vermek» denir. «İkrarım hakkıyçin»,
hâl ehlince en büyük yemindir. «İkrarında durana aşk olsun; inkâr edene yuf» ve
«İnsan ıkrânyfe, hayvan yularıyla yedilir» atasözleri, ikrarın ehemmiyetini
gösterir. Şeyh Galib,
ikrarımıza ser verirüz, ahde kavîyüz;
Biz Şâh-ı Velayet kuluyuz, hem Alevıyüz[14]
beytiyle inancını ıkrâr eder.
918 hicrîden (1501) önce Uzun Firdevsî
tarafından toplanıp «Vilâyet-Nâme «Manâkıb-ı Hünkâr Hac. Bektâş-ı Velî» adı
altında, bir kitap haline konan
Hacı
Bektaş Vilâyet-Nâmesi'nde (Bak: Manâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-i Velî, Abdülbâki
Gölpınarli hazırlaması; İst. İnkılâp Kitabevi - 1958; Önsöz; s. XIX—XXV, Hacı Bektaş halîfesi Hacım
Sultan'a, Germiyan ili şeyhlerinin, «Bre, ne kolayına söyler şol yabanî ışık»
dedikleri anlatılmaktadır (Bizdeki yazma; 149.a; bastırdığımız nüshada 76.a
dadır; «Velayet-Nâme'de geçen terimler; s. 142—143).» Hacım Sultan
Vilâyet-Nâmesi» nde de «Işık» deyimine rastlamaktayız (Aynı bölüm; s. 143).
Başbakanlık arşivindeki bir fermandan, Seyyid Gazi ve Eskişehir Alevîlerine
«Işık» dendiğini öğreniyoruz (Ahmet Refik: Onaltınci Asırda Rafızîlik ve
Bektaşilik; s. 13) Sarı Saltuk tekkesindeki Bektâşilerle Sarı Baba zâviyesindeki
Bek-tâşilere de «Işık» dendiği gibi (aynı; s. 16—18, 22) Bayramlarda İşık taifesinin
davul çalmaları da bir emirnameyle yasak edilmiş (s. 15). Varna'-daki Akyazılı
tekkesindeki Bektâşiler de bir fermanda «Işık» diye anılıyor (s. 19).
Hurûfîlere de «Işık» dendiğini gene fermanlardan öğrenmekteyiz (s. 31—32, 36).
Ebüssüûd'un, Işıklar hakkında birçok fetvası var; hattâ Işık taifesine vakfın
sahih olmadığına hükmetmiş (Mecmua; İst. Üniversitesi. Türkçe yazmalar; 4922;
18.b-19.a). Peçevî târihi de «İslâmda Işık taifesi» nin «mezmûm taife» olduğunu
kaydediyor (İst. Matbaa-i Âmire —1283, c. I, s—107). Oğlaniarşeyhi İbrahim'in
«Ve dahi Işık ta'birin evvel Hacı Bektâş-ı Velî vaz'eylerhiş; hakıykatten
haberdâr olmayanlar zulmette ve özlerinden âğâh olanlar nûr-ı Hak'la
aydınlıkta ve ışıklıkta olmak münâsebetiyle» dediğini de «Sohbet-name»
bildiriyor (31.a).
Yunus Emre,
Işık ile danışman savaşırlar her zaman,
Danışman
aydur şer'an sözü ma'lûl değil mi[15]
beytinde «Işık» ı, «danışman - dânışmend» le,
yâni şeriat bilginiyle karşılaştırmaktadır. Bütün bunlardan anlıyoruz ki
«Işık», eh!-i sünnet inancına uymayan, Bâtınî inançları benimsemiş bulunan,
Şia'ya temayül eden dervişlere, bilhassa Bektâşilere, Alevîlere, Hurûfilere
verilen bir addır.
İbâdetin
gösterilmesinde, riya olabilir; bu bakımdan Melâmet erleri, hayırlarını
gizlemeyi, köîü işlerini, yahut halka kötü görünen hareketlerini gizlememeyi,
hattâ açığa vurarak kınanmayı şiar edinmişlerdi. Atasözü, bir bakıma, bu şiân
bildirmektedir.
İcözet-Nâme,
Hilâfet-Nâme
İzin, ruhsat
anlamına gelir; arapça bir sözdür, tarîkatte ulu sayılan birini ziyarete giden
kişi, ondan izin almaksızın huzurundan ayrılamaz. Ya o zat «buyurun» deyip
niyaz ederek gitmelerine izin verir; yahut gidenler, «icazetinizle erenlerim»
deyip ruhsat alırlar, niyaz edip görüşerek huzurundan ayrılırlar.
İcazetin bir
başka anlamı da şudur:
Bir şeyh, dervişlerden, yahut muhiblerden birini şeyh yapar,
muhib ve derviş yetiştirmesine izin verir; aynı zamanda bu izni, yazılı ve mühürlü
bir kâğıtla da tevsik eder. Bu yazılı kâğıda «İcâzet-Nâme» derler. Halîfe
yapılan kişiye verilen yazılı kağıdaysa «Hilâfet-Nâme» adı verilir (Mevlevi
Adâb ve Erkânı; s. 22, 136—146. En eski bir Mevlevi Hilâfet-Nâmesi için aynı
kitabın 167—186. sahifeierindeki fotoğrafyaya bakınız).
İdare
Dünya üç şey üstünde durur: İdare, düdârâ, müdârâ.
İdare
arapça, döndürmek, bir işi düzenine sokup beaermek; Dübârâ, Farsça hiyle -
düzen, Müdârâ da arapça iyi tarzda İşi çevirmek, yüze gülmek anlamlarına
gelir. Tasavvuf ehli tarafından söylenegelen bu atasözü, kendilerinden olmayan
ve olmalarına da çevreleri, yetişme tarzları, görgüleri müsait bulunmayan
kişilere karşı sır vermemek, onlarla hoş geçinmek gerektiğini ifâde eder,
Arapça kardeşler demektir. XLIX. sûresinin (Huourât) 10. âyet-i
kerîmesinde, inananların kardeş olduklarını beyan buyurulur. Tarîkatteyse din
kardeşliğine bir de yol kardeşliği katılmıştır ve tarikat ehli, birbirini
kardeş sayar; kardeş bilir, Fakat ayrıca bir de Melâmet yolunu tutanlar, şeyh
mertebesinde olsalar bile kendilerine intisâb edenlere, «İhvan, İhvanımızdan»
derler. Birisinin, birisine intisabını söylerlerken de «filânın [ihvanından»
sözünü kullanırlar; «müridi, dervişi» demeyi, şeyhe bir varlık vermek sayarlar;
yokîuk yolunda, böyle bir tâbiri dohı caiz görmezler.
İhya, arapça
diriltmek demektir, İbâdetie geçirilecek uyunmayacak kutlu gecelere «İhya
Geceleri» denir. Recep ayının yirmi yedinci, Şabanın onbeşinci geceleri ve
Ramazan ayının onbeşinden itibaren- tek gecelen,
bayram geceleri, kurban bayramının ilk on
gününün geceleri ...... gibi kutlu
geceler, ibâdetle
geçirilir, uyunmaz.
İkilik
İhvanı ayırd
ediş, bir görmeyiş. Aynı zamanda yaratanın kudretini, sun'unu, hikmetini, bütün
sıfatlarını izhâr eden, ona en güçlü delil olan yaratılmışı, yaratandan ayrı
görüş ve bilişte ikiliktir ve bu, hakiykatte «Şirk» demektir. Hatâyı, bir
nefesinde,
İkilik
Perdesi yoktur gözümde, Birliktir muradım, özüm. sözümde,
Gece gündüz dâim Hak niyazımda, Kıbleğâhım Şâh-ı Merdân'a geldim
dörtlüğüyle bunu dile getirir (Alevî - Bektaşi Nefesleri; s.
187).
Tasavvuf ehiince tarîkate girmek, ikinci defa
doğmaktır; rehber, yânî yol gösteren, müridin anası, mürşidi de babası sayılır.
Bilhassa Bek-tâşilerde, meydana giriş, kıdem, yâni eskilik sirasiyledir.
Meydana girilirken, kimin önce gireceğinde tereddüd edilirse, «kaç
yaşmdasınız» diye sorulur. Yaşlı-başlı adamlar, meselâ, «Dört» yahut «Altı
yaşındayız» derler; ona göre, en kıdemli önce, Öbürleri de sırasiyle girerler,
Şâhî, bir nefesindeki.
Dört kapı selâmın verip aldılar,
Pîrim
huzuruna çekip yettiler;
El ele, el Hakk'a olsun dedüer,
Henüz mâsûm
olup cihâna geldim
dörtlüğüyle bu doğumu anlattığı gibi (Aynı. s, 169) Münire
Bacı da, bir nefesinde.
Doğdum iki âneden,
Kimdir beni
ta'neden
Mürşidim imdad eden,
Haydarîyİm,
Haydarı der.
Îlim
İlim başka,
irfan başka
İlim cehli
giderir, eşekliği değil
Amelsiz âlim, elinde fenerle gezen köre
benzer
İlim, bilmek
anlamınachr; fakat bilmekle anlamak, kavramak arasında fark vardır. Birisi,
birşeyi, olduğu gibi bilir, fakat neden olduğunu, nasıl meydana geldiğini, iç
yüzünü, doğuracağı sonuçları anlamayabilir. Bilmekle beraber anlamak, kavramak
da olursa ilimle İrfan birleşmiş demektir (Arif maddesine de bakınız). Yunus
Emre,
İlim ilim
bilmektir, ilim kendin bilmektir; Sen kendini bilmezsin, ya nice okumaktır
beytiyle başlayan şiirinde ilimle irfanı pek
güzei ayırd eder, göz önüne serer.
«İlim cehii
giderir, eşekliği değil» atasözü de İlimle irfanı ayırd eöen bir atasözüdür.
Meşhur fıkradır; babası oğluna, sen adam olmazsın dermiş, çocuk okumuş, devlet
kapısına yamanmış, paşa olmuş; babasının köyüne gitmiş, babasını ayağına
çağırtmış. Babası gelince, baba demiş, adam olmazsın derdin, bak, paşa oldum ben.
Babası, oğlum demiş, ben sana paşa olamazsın demedim, adam olmazsın dedim; adam
olamadı-9'nı, babanı ayağına çağırmakla ispatladın.
«Ameisiz
âlim, elinde fenerle gezen köre benzer» atasözüyse, bildiğini tutmayan
bilgini, hem de pek güzel yermektedir.
İlyahşi, Biz Yaman; İl Buğday, Biz Saman
Şimdiki
konuşmamızda «el» olarak söylediğimiz «il», yabancı, gayrı anlamına gelir.
Ululanmayı yeren, gönül alçaklığını öğütleyen bu atasözünü, Seyyid
Abdüikadir-i Belhî (13«1 H. 1923) sık sık söylerler ve bu söze «Yâr ol, bâr
olma; gül ol, hâr olma» sözünü de eklerlerdi[16].
Yunus,
Miskinlikte buldular, kimde erlik varışa;
Nerdivenden yittiler, yüksekten bakarısa[17]
beytiyle aynı öğüdü vermektedir.
Arapçadir; öne geçen, kendisine uyulan demektir, namazda
kendisine uyulan kişiye dendiği gibi din ve devlet işlerini düzene koyan, İslâm
ülkesini ve Müslümanları idare eden kimseye de denir. Namaz kıldıran ve
devleti idare eden şahsın temsîi ettiği kudrete «İmamet» derler. Ehl-i Sünnete
nazaran din ve devlet işlerini idare eden imâm, Hazret-i Peygamberin
halîfesidir ve ümmetin seçimiyle o makama gelir. Şîa'ya göreyse, Peygamber'in
sünnetini ve dînin esaslarını korumakla mükellef olduğundan Peygamber gibi
masum olması gerektir; bu bakımdan da Allah'ın emri ve Peygamber'in
bildirmesiyte o makama gelir. İmâmiyye'de Oniki İmâm vardır ve Onikinci İmâm,
Mehdî'dir; sağdır ve zuhur edecektir.
Sûfiyyenin Ehl-i Sünnet inancına uyanları, İmâmı, kutb olarak
tanırlar; ancak kutb da seçimle değil, Allah tarafından o makama gelir. Şîa
inancına uyanlarına göreyse kutb, Mehdî'dir; ona en yakın olan erense, onun
naibidir. Sûfîlerin içinde. Yunus gibi,
Aşk imamdır bize, gönül cemâat,
Kıblemiz
dost yüzü, dâimdir salât
diyenler de vardır.
Arapçadir. Günahlardan tövbe ederek Allah'a yönelmek anlamına
ge. lir. Tarikate giren, evvelce yapmış olduğu bütün günahlara tövbe eder bu
bakımdan bir şeyhe derviş olmaya, bir tarîkate girmeye de «İnâbe» derler.
Türkçemizde, «Filân şeyhten înâbe aldı», «Filân tarikate inâbe etmiş» tarzında
kullanılır. Osmanlıçada terkiple geçerse «İnâbet» şeklini alır; «Filân şeyhin
inâbet - kerdesî» gibi.
İnsan
İnsanın
kadrini insan bilir, altının kadrini sarraf
Bu atasözü, İran sûfîlerince atasözü olarak
söylenegelen «altının kadrini, kuyumcu, mücevherin değerini, mücevherci bilir;
gülün kadrini bülbül tanır, Kanber'in[18] kadrini
de Alî» mealindeki şu beyti hatırlatmaktadır :
Kadr e zer zer-ğer senased kadr-e gevher gevheri
Kadr-e gol bolboî şenâsed kadr-e Kanberra Alî
Ululuk adı anlamına iki arapça sözden, farsça
kaidesince yapılmış terkip. Kur'ân-ı Mecîd'de Allah'ın zâtı sıfatları ve
yaratıklariyle ilgili, rızk veren,
yaratan, Öldüren,
yücelten, alçaltan.,, gibi sıfatları, hep «Allah» adına râci'dir; bu bakımdan
«Allah» ve «O» anlamına «Hû» adları, Allah adları içinde en ulu ad olarak
kabul edilmiştir.«Allah» sözünü, «bütün sıfatlan toplayan zât adı» diye de
târîf edenler olmuştur. Allah adına, bu yüzden «!sm-i Celâl, Lafza-i Celâl»
derler. «İsm-i A'zam» da, o ad anılarak duâ edenin duasının mutlaka kabul
edileceği addır, Allah'ın en büyük, en ulu adıdır.
Mevleviler, esma, yâni Tanrı adlarını zikir yoluyla
sülûkü kabul etmeyen Melâmet erbabından olmakla beraber yalnız «Allah» adını
zikrederler.
İsteyene Vermezler, İstediklerine Verirler
Bu atasözü, gerçeğe ulaşmayı, ermişliği,
feyzi, vahdet neşesini, Tanrı izniyle erenlerin, istediklerine verdiklerini,
isteyenin, bu feyze, bu neşeye eremeyeceğini bildirmektedir. Kaderci bir
görüşün ifâdesi olan bu atasözü, «Dede himmet, oğul hizmet» atasözüne zıddır.
Ulaşmakta İstidadın şart olduğunu bildirse bile istidadı veren de Tanrı
oiduğuna göre, gene de kaderci bir inanç taşımaktadır. Şeyh Galib,
Müstaid kıl yoğısa Îûtfuna isti'dâdım,
Sana güçlük mü var ey şahı kerem-mu'tâdım[19]
beytiyle âdeta bu atasözüne cevap
vermektedir.
İstiharede
bulunmak, istihare etmek İstihareye yatmak
Arapça. Hayrı dilemek
anlamınadır. Herhangi bir işi yapıp yapma makta tereddüd eden kişi,
Allah'a yönelir, Kur'ân'ı açar; ilk âyetin anla mından o İşin hayır, yahut şer olduğunu, başlaması, yahut
bırakması gerektiğini istidlal eden ona göre Allah'a dayanıp o İşe girişir,
yahut da o işten vaz geçer; buna «İstihare» denir. Tespihle de istihare
yapılır. Salavât getirilip Allah'a sığınılarak tespihten bir tutam alınır ve
çift-çift çekilir. Son tane tek gelirse emirdir, çift gelirse o işten vaz
geçilir. Üç parça kâğıda arapça «yap», üç parçaya da «yapma» yazılır.
Seccadenin altına konup karıştırılır; iki rik'at nafile namazdan sonra
kâğıtlar, bakılmadan birer birer alınır; üçü de «yap» gelirse hayırdır; «yapma»
gelirse şer. İkisi, «yap», biri «yapma» gelirse hayra yakın sayılır; ona göre
hareket edilir.
Ayrıca bir de şöyle İstihare vardır:
Abdest alınıp sağ yana yatılır; görülen
rüyadan o işin hayır, yahut şer olduğuna hükmedilerek ona göre hareket olunur,
buna, «Rüya yoluyla istihare» denir; Eht-i Sünnette istihare, ancak bu suretle
olur, Öbür istihareler, İmâmiyye'de ve bâzı tarîkat ehlindedir. İstihare,
tereddüdü gidermek, Allah'a dayancı pekiştirmek için bir vâsıtadır. «-İstihare
eden mahrum olmaz, danışan nedamete düşmez; iktisada riâyet eden de
yok-sullaşmaz» mealinde bir de hadis vardır (Cami1; II, s.
124). Nâbî,
Umûr-ı maslahat'i dîn içindir ey gaafil, Değil menâsıb için
vaz'ı istiharelerin[20]
beytiyle istiharedeki maksadı da izah
eder. «İstiharede bulunmak, İstihare etmek»
yukarıda söylenen
istiharelerden birini yapmaktır.
«İstihareye
yatmak» da son söylediğimiz tarzda istihare etmek hakkında
kullanılır.
Sivâ, arapça iki şeyin haeım, ağırlık gibi hususlarda
eşitliğine denir. Biçim, duruş, güzellik, alım gibi keyfiyetlerde de iki şeyin,
iki kişinin arasındaki eşitliğe de derler, «alâ- üzerine» ekiyle müteaddî
olursa kavramak, kapsamak anlamını verir.
Hurûfiler, insan yüzünün ve vücûdunun sağ ve sol uvuzlarının
ayn^ olması dolayısiyle ortasından geçtiği farzedilen çizgiye «HatM İstiva
-eşitlik çizgisi» demişlerdir. Onlarea iki kaş, dört kirpik ve bir saç, yedi
eder ve «Fatiha» nın yedi âyetine karşılıktır, Saç, İstiva ile iki olur; bu
suretle yedi hat, sekiz eder; her biri dört unsurdan
meydana geldiğinden yedi hat arapçadaki yirmi sekiz harfe karşılık yirmi
sekizdir; bu Kur'an harfleri, İstiva ile anasıra (dört unsura — hava, ateş, su,
toprak) vurulunca Fazl'ullâh'ın «Câvidan» adlı kitabının yazıldığı harflere,
yâni fars-çadaki otuz İki harfe eşit olur.
Tasavvufta, bütün varlıkları, Tanrı'nın
sıfatlarının zuhuru, sıfatları da, zâtın mazhariarı bilmeye, bu biigiyi görüş
ve oluş hâline getirmeye, her-şeyin, izafî varlıkla var olduğunu bilip gerçek
varlığın, ancak Mutlak Varlık olan Tann'ya âit bulunduğunu anlayıp başka
varlıkları nefyetmeye «Fena' - Yokluk», herşeyin gerçek varlıkla var olduğunu
anlamaya ve bu kemâl mertebesine erişmeyeyse «Baka' - Hakla var oluş» derler.
Bu kemâl mertebesine ulaşan kişi, herşeyi, mertebesine, istîdadına, yaratılışına
göre doğru ve yerinde görür, ona, istîdat ve mazhariyetine uygun muamelede
bulunur; bu bakımdan, yer yüzünde, Tanrı halîfesidir. Halk'la Hakk'ı, aynı
zamanda müşahede eder; halk, Hakk'ın sıfatlarının zuhurudur; Hak'sa, halkın
butânudur, özüdür; ama zât bakımından da Hak, hiçbir şeyle birleşmiş değildir;
zâtı, her şeyden münezzehtir. Bu makam, «İstiva1» makamıdır.
Mevlevîlerde bu makama ulaşan kişiye Çelebi tarafından, «İstivâlı
sikke» verilir. Yahut sikkesine «İstiva» çekmesine me'zun olur. Sikkedeki
İstiva, destann önden arkaya doğru, iki - üç parmak enliliğinde, bir şeridinin
sikkenin üstüne çekilmesidir. Bu şeridin ön kısmı, tam iki kaşın ortasına
gelir, arka kısmı da sağa - sola meyletmeden dümdüz arkaya gider. Mevlevi
mezar taşlarında, destarsız sikkeye de İstiva Çekildiğini görüyoruz. İstivâlı
sikke, Bektâşilerin Elifî tacına da çok benzer. Biz, bunun, Hurufîlik tesiriyle
Mvlevîliğe girdiğini sanıyoruz. Çünkü eski kaynaklarda İstivâ'ya dâir birşeye
rastlamamaktayız.
922 de (1516) ölen ve Bektâşilerce «Pîr-i Sânî-
ikinci pîr» tanınan Balı Sultan (Balım Sultan), bir nefesinde,
İstivayı
gözler gözüm, Seb'elmesânıdir yüzüm;
«Eneîhakk» ı
söyler sözüm, Mi'râcımız dardır bizim[21]
dörtlüğüyle «İstiva» yi anar (Alevî - Bektaşî Nefesleri; s.
24).
Esrar Dede (1211
H. 1796-1797), «İstiva'» redifli kasîdesinde.
Ol nûr-ı sebze bî ser-ü bî pâ olan erer, Bîhûde alma başına,
sevdayı İstiva.
Bir Mevlevi ki râsti Âl-i Rasûl ola, Mevrûsttdur
alâmet-i hadrây-ı İstiva.
Ser tâ be pay mazhar-ı nûr-ı siyah olan, Gerdûn-ı devr-i zâta
olur cây-t İstiva[22]
beyitieriyle İstivâ'nm yeşil ve siyah olduğunu
bildirmektedir ki her halde, destarda olduğu gibi seyyid olanlar yeşil,
olmayanlar siyah İstiva taşımaktadırlar (Divan; İst. Takvim-i Vakayı' Matbaası
— 1257; s. 10).
§
Semâ'-Hanenin, giriş kapısından şeyh postunun önünedek gittiği farzediien ve
Semâ' - Haneyi ikiye bölen hatta da «Hatt-ı İstiva» denir ve «Sultan Veled
devri» nde bu hatta basmamaya dikkat edilir.
§ Resim hırkalarında,
yakadan başlayıp eteği dolaşarak yakaya varan yeşil şerit, yakanın arkasında,
şu şekilde birleşir:
Bu şekil, arap harflerinden Lâmelif ( V )
harfinin dönmüş şeklidir! «Lâ», yok demektir; hırkayı giyen kişiyse elif
harfine ( I ) benzer;, bu suretle «Lâ-yok», «İllâ-Ancak var» olur ki bu da
Lâilâhe İllallah - Allah'tan başka yoktur tapacak» tevhîd kelimesine
işarettir. Bu yeşil şeride de «İstiva» denir.
kendini tümden Tann'ya veren), erer; boş yere
§ Sokak
hırkalarında da «İstiva» vardır; yakaya aynı şekilde birleşen ve hırkanın
renginde olan onsekiz dikiş, göğse kadar gelir.
§
«Deste-Gül» de ve «Tennure» de de «İstiva» vardır. Esrar, bunu bu beyitlerle
tesbît eder:
Yazmış kenarı hırkaya adâb-ı iakri hep Hatt-ı sebizle matla'-t
ğarrây-ı îstivâ
Tennurelerde sûret-i «La» da iyândır Sme-i gayrı
nefy ede tâ Lâ-yı İstiva
Fakr~ü fenada Mevlevi pervâz eylesin, Var hırkasında şeh-per-i
ankaa-yt İstiva[23]
Arapçadır, Alâmet, göstermek, yol belirtmek, yapılacak şeyi
anlatış anlamlarına gelir. Tasavvuf ehlinin bâzıları, herhangi bir işi yapmak,
yahut yapmamak, yahut da bir işin sonucu hakkında gönüllerine gelen şeye,
yahut birisinden duyulan, bir şeyde görülen söze, belirtiye «işaret» derler.
Meselâ bir işte -başarı elde edip edemeyeceği hususunda şüphesi olan, mürşidine
rabıta yaparak sokağa çıkar ve ilk rastlayacağı şeyle, yahut ilk tanıdığı
adamın adıyla yorumlamayı kurar. Yolda, bir cenazeye rastlarsa bu İşten
vazgeçer; ilk tanıdığı adamın adı «Muvaffak» sa, bu işin olacağına hükmeder;
işe girişir. Bu rastlantıya «İşaret» denir. İslâm, bu çeşit şeyleri kabul
etmez, Melâmet yolunda da bunlara «hayâl» denir ve îtibar edilmez.
Bir de, herhangi birşeyi sözle açıkça söylemeyip
rumuzla, meselâ bir hikâye arasında anlatmaya, yahut tavır ve hareketle belirtmeye
«İşaret» denir ki irfan ehli, o rumuzlu sözden, hikâyeden, yahut tavır ve hareketten
maksadı anlar. Yunus Emre'nin,
Nasihat kandilinden bir işaret
göründü, Tenim içinde canım, andan yana süründü
beytindeki «işaret» budur.
İyiliğe İyilik Her Kişinin Kân, Kemliğe İyilik Er Kişinin
Kârı
Bu atasözü, gerçek ehlinin, kötülüğe karşı
bile iyilikle muamele etmesi gerektiğini ifâde eder. Hazret-i Alî, savaşta
karşısındaki düşmana hücum edeceği sırada o kişi, «Yâ Afi» demişti, «kılıcını
bana versene». Hazret-i Alî, derhâl kılıcını uzatarak «Al» demişti. Kılıcı alan
müşrik şaşırmış, «Yâ Alî, böyle bir anda, kılıcını nasıl verdin bana» demiş,
bu soruya, Hazret-i Alî'den «Biz, istenenî veririz; vermezsek kötü bir iş yapmış
oluruz» cevâbını alınca müşrikin hâli değişmiş, kılıcı Alî'ye verirken şehâdet
getirip Müslüman olmuştu.
Kadem
Ayak, yarım arşınlık ölçü bölümü, uğur ve
meymenet anlamlarına gelir, arapça bir sözdür. Tasavvuf ehli, mihmanı giderken,
«Hoş geldiniz, kademler getirdiniz, hayırlara karşı; Hak erenler gözcünüz,
bekçiniz otsun» diye uğurlarlar. Genel mihmânın da, kapıda, «Kademlerinize
kurban olayım, hoş geldiniz, kademler getirdiniz» diye karşılandığı olur.
Mih-mân, gösterilen yere oturduktan sonraysa makam sahibi, «Aşk olsun» der,,
geien de şükür secdesine kapanır.
Kafdağı
Burnu Kaf dağında Kaftan Kaî'a
Kur'ân-ı Kerîm'in L. sûresi, «Kaf, and oisun büyük ve şerefli
Kur'-ân'a» âyet-i kerîmesiyle başlar. Kaf, Allahu Taâlânın adlarındandır, kudret
sahibi anlamınadır diyenler olduğu gibi dünyâyı çepeçevre çeviren dağın adıdır;
o dağın ardında cinler vardır; ejderhalar, insanlara zarar verince melekler,
ateşten zincirlerle onları çekip o dağın ardına atarlar da denmiştir. Sûfîiere
nazaran «Kaf», Kur'ân'a işarettir ki bu da, Ailahu Taâlânın bütün adlarına
mazhar olan insan ve bu mazhariyetini bilen ve bildiren «İnsan-ı Kâmil», yâni
zamanın İmâmı ve Kutbudur. .Bayramı Me-lâmiierinden (Hamzevîierden) İdrîs-i
Muhtefî (1024 H. 1615), meşhur «Şathiyye» sinde (Bak: Şatkiyye),
Kaf dağını arkama Bahr-ı Muhiti içtim,
Yüklendim etme aceb, Kanmadım amma neden [24]
der (A. Gölpınarli: Melâmîlik ve Melâmiler;
İst. Üniversitesi Türkiyat Ens titüsü yayımı - 1931, s. 125).
Halk arasında Kafdağı ve Kafr ululuk,
sınırsız alan anlamlarına kui-lanılır. Çok kibirli insana, «Burnu Kafdağında»
denir. Bir uçtan bir uca yerine de «Kaftan Kafa» ve «Tundan Tuna» deyimleri
kullanılır; «Süleyman Peygamber, Kaftan Kafa bütün âleme hükmetti» gibi.
Arapçada kâf ve nûn harfleri bir araya gelirse «Kûn-OI» sözünü
meydana getirir. Kur'ân-ı Mecîd'de, II. sûrenin
(Bakara) 117., III. sûrenin (Âlu İmran) 47., XIX. sûrenin (Meryem), 35. XXXVI. sûrenin (Yâ Sîn) 83., XL sûrenin (Mü'min) 67. âyet-i
kerîmelerinde, Allah'ın, bir işin olmasını irâde buyurması ve o işin hemen
olması, bu sözle bildirilir. Tasavvuf edebiyatında Allah irâdesi, «Kâf-Nûn»,
yahut «Kün» sözleriyle belirtilir.
XVI. yüzyıl Mevlevi şâirlerinden Yûsuf Sîne-çâk,
Onsekiz bin âlemi ma'dûm iken vâreyledi, Kâf-ü
Nun emri ile bir kerre îmâ etti aşk[25]
(Mevlanâ'dan sonra Mevlevîlik; s. 496.)
beytiyte bunu dile getirdiği gibi XX. yüzyılda
Bektaşi Harâbî de,
Kâf-ü Nun hitabı izhâr olmadan, Biz bu kâinatın ibtidâsıyız
der (Alevî-Bektâşi Nefesleri; s. 233).
Kahriye okumak Kahriyeye uğramak
Aşağılatarak üst gelmek, mahvetmek anlamına gelen «kahır»
kökünden, kahredici manâsına arapça bir sözdür; birisini kahretmek, öldürmek,
yok etmek için, Allahu Taâlânm adlarından «Kahhâr» adını, «Yâ Kahhâr» diye
zikretmeye ve kahredici duaları okumaya «Kahriyye okumak», Kahhâr adını da
ihtiva eden bu dualara da «Kahriyye» derler. Rûz-jiamçeci Süleyman Fâık (1253
H. 1837), «Mecmua» sında, Halvetiyye ta-rîkatinden «Cerrâhiyye» kolunu kuran
Nûreddîn-i Cerrâhî'nin (1133 H. 1721), Koca Mustafa Paşa Şeyhin'i kahretmek
için müritleriyle «Kahriyye» okuduğunu, fakat kendisinin ölüverdiğini kaydeder
(İstanbul Üniver-.sitesi K. Türkçe Yaz. 9577; 4. b - 5. a).
«Kahriyye»
okurken, okuyanın ölümüne, «Kahriyyeye uğramak» denir.
Bu deyim, Mevlevîierle Bektâşilerden başka, bütün
tarîkatlerde vardır. Kahve ocağına bakan, kahve pişiren, yamaklığını yapan
zatla kahveyi mihmana sunan dervişe denir.
Bektaşi meydanında, Ebü'l-Hasan'üş-Şâzilî'yi temsil eden Kahvecimin
bir de postu vardır (Bak. Meydan).
Mevlevîlerin Sofu (Sûfî) Tarîkatieri dedikleri esmâcı tarîkatlerin
ve Bektâşilerin tekkelerinde, «Cümle Kapısı» denen ve bahçeye açılan kapıdan
sonra asıl tekke kapısından girilince, giriş kısmının bir köşesindeki
oda, yahut bucak, «Kahve
Ocağı» diye anılır. Odanın kapısına karşı, fc köşede Kahve Ocağı bulunur, odada
oturmak için boydan boya, üstü I-iimle,
cecimle döşeli Kerevet vardır. Kahve ocağının yanındaki po kahveci dervişe
aittir. Dergâha gelen mihman, önce buraya girer, bun ya alınır. Kahveci
yamaklığını yapan derviş, pişirilen kahveyi, mihmar sunar, Mihman, şeyhi
görecekse, şeyhe gidip haber verir ve müsafi alıp şeyhe götürür.
Kakvenin ve kahvecilerin pîri,
Fütüvvet erkânınca, Şâzilî tarîkatini kurucusu Şeyh Ebü'l-Hasan'iş-Şâzilî'dir
(656 H. 1258).
Kalb
Kalbe bakıcı
Kalb bir sırça kadehtir, çabuk kırılır
Kalb kalbe karşıdır
Kalbten kalbe yo! var
Kalb şişeye benzer, kırıtırsa yapılmaz
Kalb, arapça, kanın vücudda dolaşmasını
sağlıyan ve sol memeni altında bulunan malûm uzva denir; ancak gerek arapçada,
gerek fars çada, gerek türkçede kalb, insanın manevî varlığına, anlayış, duyuş
\ seziş kabiliyetine verilen addır ki bunu «Gönül» sözüyle de belirtiriz.
«Kalbe
bakıcı» Bayramı Melâmîlerinde, zamanın kutbu olan, Me!ö met yolundakiierce öyle
tanınan kişi tarafından irşada mezun olan kişi lere verilen addır.
Atasözleriyse, «Gönül
bir sırça kadehtir.... Gönül gönüle
karşıdı Gönülden gönüle yok var...» gibi gönül sözüyle de söylenir. (Gönül rnad
desine bakınız).
Kaalde Kalmak
Bilgisini, duygusunu hâl haline getiremiyen,
gerçeğin, birliğin, zev-ikın yalnız lâfıyla geçinen kişiye «Kaalde Kalmış»
denir; lafta kalmaya da «Kaalde kalmak» derler (Hâl maddesine bak).
«Kalenderiyye»
tarîkatine mensup olan kişiye «Kalenderi» denir. Ayrıca Bektâşilerde derviş
olmaya ikrar veren, fakat henüz derviş oiuş töreniyle kendisine taç
giydirilmiyen ve tekede arkıyye ile hizmet eden kişiye de «Kalender» denir.
Halk arasında «Kalender», yoksul, kimsesiz
kişiye dendiği gibi her-şeyi hoş görüyle karşılayan, geniş meşrebli, herkesle
uyuşur, geçinir kişiye de «Kalender Adam» denir.
Mevlânâ'nın «Mesnevi» sinden, kalenderlerin baş açık
gezdiklerini anlamaktayız; Bursa'da, Muradiye Külliyesindeki mezar taşları
müzesinde 118 No. da kayıtlı bulunan ve «Hacc Muhammed Kalendersin, Hicrî IX. yüzyıla ait taşındaki taç, Mevlevi sikkesinden biraz kısa,
üstüvânî, kubbesi oniki, kubbeden aşağıyadek kırk dilimlidir; lengeri, yâni
başa giyîleck yeri, dört parmak yukarıdan üç sıra, zırhla kubbeden ayrılmaktadır.
İstanbul, Belediye müzesinde de başka biçimde bir kalenderi tacı vardır.
Bektâşiier, beyaz keçeden yapılan lengeri dört, kubbesi oniki
dilimli ve tepesinde «düğme» tâbîr edilen kenarları dikişli bir fındık büyüklüğünde,
gene beyaz keçeden yapılıp dikilen bir parça bulunan taca «Hüseynî» ve «Celâli
Taç» derler; lengeri dört, kubesi oniki parça keçenin iç taraftan birbirine
dikilmesiyle meydana gelen bu tacın dıştan görünen dilimlerinin kenarları da
küçük ve birbirine bitişik amûdî dikişlerle dikilerek dilimler iyice
belirtilmiştir. Dilimleri dıştan dikişli olmayanına ve tepesinde düğme
bulunmayanınaysa «Kalenderi taç» denir (Taç maddesine de bakınız).
Kaienderîler, saç, sakal, bıyık ve kaşlarını
ustura Üe tıraş ettirirler, böylece kendilerini zahirî zînetten arınmış
sayarlardı {«Türk Ansiklopedisinde «Kalenderiyye» maddesine bakınız; cilt: XXI; fasikül: 163, An-Kara, Millî Eğitim Basımevi — 1973, s.
157-161}.
Ölmek yerine
kullanılır. «Göçtü, Göçündü, yürüdü,
Hakk'a yürüdük
gibi sözler, saygıdeğer kişilerin vefatını bildirmek için
söylenir; «Kalıbı dinlendirdi» sözüyse sevilmeyen kişiler ve hayvanlar hakkında
söylenegel-mistir. «Bizim kedi, kalıbı dinlendirdi» gibi.
Kur'ân-ı Kerîm'ın VII. sûresinin
(A'râf) 172-173. âyetlerinde, Allah'ın,. Âdemoğullarının arkalarından,
soylarını çıkarıp onlara, «Ben sizin Rabbi-niz değil miyim» dediği, onların da,
«Evet, Rabbimizsin» dedikleri, bunun üzerine onları, birbirlerine tanık
tuttuğu, bunu da, kıyamet gününde, «Bizim bundan haberimiz yoktu, atalarımız
bizden önce şirk koşmuşlardı; biz onlardan sonra geldik» dememeleri için
yaptığı bildirilmektedir.
Halk inancına göre, «Ben sizin Rabbiniz değil
miyim,» sorusuna «Evet» diyenler, bu dünyâda mü'min olmuşlar, «Hayır»
diyenlerse küfre, şirke düşmüşlerdir. «Değil miyim» sözünün arapçasi «Elestü»
dür. «Kaalû-Belâ» sözüyse «Evet dediler» anlamındadır. Bu «soru-cevap», «Ezef
Bezmi, Elest Meclisi» anlamına «Bezm-î Ezel, Bezm-î Elest» diye de geçer.
Sûfîlere nazaran zaman olmadığından ve «Rab» terbiye eden, geliştiren,
yetiştiren anlamına geldiğinden, herkes de istîdâdına göre iş işlediğinden, hâl
diliyle her an, «Sizi geliştiren, yetiştiren değilmiyim» sorusu gelmekte,
herkes de istîdâdına uymakla, gene hâl diliyle «Evet» demektedir. Yunus,
Kalem çalmıcak ğörgil, haber böyîedürür bilğil:
Kaalû-Belâ
kelecisin bunda haber veren benem
beytiyle bunu dile getirdiği gibi Kul
Himmet de.
Tâ Kaaîû-Belâ'dan sevdik, seviştik,
Bizimle
ezelî yârır mahabbet;
Üstad
nazarında, ikrar kopuştuk,
Müzmine
kadîm ikrardır mahabbet
demiştir (Aievî-Bektaşi Nefesleri; s. 192). «Elest» ve
«Kaaiû-Beîâ», ezel. Önüne ön olmayan zaman anlamına gelir. Belâ sözü de, bâzı
kere, kafiye zoruyla farsçalaştınlarak
«Belî» tarzında söylenir.
Kanber, Hazret-İ Alî'nin kölesidir; Hazret-i Alî'ye
ve Ehljbeyt'e can-dan-gönülden bağlıydı. Geceleri Hazret-i Alî, sokağa çıkınca
o da, kendisine haber vermeden kılıcını alır, düşmanlardan korumak üzere peşine
düşerdi. Bilâl-i Habeşî gibi zencî olan Cenâb-ı Kanber, Ehübeyt'e düşmanlığı
ve herkese zulmüyle ün alan ve Zâlim sıfatiyle sıfatlanan, Hicretin 95.
yılında (714) ölen Haccâc'a karşı Hazret-i Alî'yi, gayet fasih ve beliğ bir
surette övmesi üzerine şehîd edilmişti. Kanber, edebiyatta dâima Alî ile
beraber anılır.
Kanberiyye, Kanbere mensup anlamına gelir.
Yünden örülmüş olan ve bir kere bele dolanacak uzunlukta bulunan kalınca bir
kuşağa bir halka ile asılmış, yumruk şeklinde ve yumruktan küçük, Balım taşı denen,
Kırşehir'de çıkan balgamî taştan, yahut Necef taşından yapılmış birşeydir.
Tiyg-Bend, Teslim Taşı, Kemer, Palheng... gibi tarîkat cihazından olan
Kanberiyye, bele sarılan kemer üstüne takılır; kuşağın bir ucu halka
biçimindedir, o halkaya sokulur ve belin sol yanına doğru mâi! olarak durur.
Kanberiyye, hem Ehlibeyte nispeti, hem erenlere hizmeti bildirdiği gibi takman
kişinin mücerred, yâni evlenmemeye ikrar vermiş olduğuna da işarettir; fakat
son zamanlarda mücerred olmayan babalar ve dervişler de Kanberiyye
kuşanırlardı.
Kanberiyye, baba tarafından tekbirlenerek kuşatılır
ve kuşatılırken Terceman (bak) okunur (Türk Ansiklopedisi'ne yazdığımız
«Kanberiyye» caddesine de bakınız; c; XXI; fasiküf:
163, s. 157-161).
Kandil,
Dibine Işık Vermez
«Mum, dibine
ışık vermez» tarzında da söylenen bu atasözü, duası, başkalarına geçen, himmeti
başkalarına dokunan bâzı kişilerin perişan :hâlde olmaları münâsebetiyle
söylenir.
Kan Et,
Kanun Etme
Erenlerin erkânına yeni bir şey katmamak
gerektiğini ihtar yollı söylenir.
Kanını İçine Akıt
Melâmeti kabul edenler, cezbenin izhârını, bir çeşit gösteriş sayar
lar. Bu yüzden, herhangi bir sohbette, cezbeye kapılan kişiye, tarîka' ulusu,
Mevlevîlerde, mürebbîsi olan dedesi «Kanını içine akıt» diye ih tarda bulunur.
Bektâşilerde pirinçten yapılma, kapağı Bektaşi tacı şeklinde
olar ve fitil konacak üç lülesi bulunan, Taht'ın (bu maddeye bak) ve Baiırr
Taşı'nın (bak) önünde duran, zeytinyağı ile yanan çerağa bu ad verilir Kanun
Çerağı iki yanındaki şamdanda duran ve Taht'ın üç basamağınır her basamağında
bulunan üçer şamdandaki mumlarla, bu çerağ bir sayı lırsa onikî, lülelerindeki
fitillerle sayılırsa Meydan'da, Taht üstünde ve önünde Ondört çerağ olur ki
Oniki İmam'a ve Ondört Ma'sûm'a işarettir.
Cerağct, kanun çerağını
uyarmadan, Taht'ın önünde şu terceman okur:
Kanûn-t evliya, Nur'üssemâvât, Seksiz bu menzildir Tûr-ı
münâcat
Kaçan rûşen olur, niyaz
edip ver Muhammed Alî'ye candan salavât.
Bu tercemandan anlaşılmaktadır ki «Kanun
Çerağı» na, «Kanun-Evliyâ» da
denmektedir.
Kapı Allah Kapısıdır
Hizmet edilen, geçim sağlanan yerferdeki hizmetin
halka, doiayısiy-ie de Hakk'a hizmet olduğu, bu yüzden de; o kapının Allah
Kapısı bu-Junduğu, bu atasözüyle belirtilmektedir.
Mevlevîlikte, dervişliğe ikrar veren ve binbir gün, yâni «Rızâ» sözünün
ebced hesabınca tutarı kadar hizmette bulunan kişi, hücre sahibi olur; Mevfevî
erkânınca hücresine götürülür ve gül-bangle hücresine girmiş olur. Buna
kapıdan, yani «Rızâ», Tanrı râzılığı kasından geçmek denir (Mevlevî Adâb ve
Erkânı; s. 135-136; Mevlânâ'dan sonra Mevlevîlik, s. 391-398).
Karaboğaz
«Ağzı kâra»
maddesine bakınız.
Kırşehir'de, Hacıbektaş kazasında bugün müze olan ve Hacı
Bek-tâş-ı Velî'nin yattığı Hacı Bektaş tekkesinin «Aş Evi» ndeki büyük kazana
verilen ad. Bu kazan, öbür kazanların ortasında bulunur. Bektaşi ve
Alevîlerden, altında odun yanmadan kaynadığına inananlar vardır. Rivayete göre
bu kazanı, dergâha bir Moğol kumandanı hediye etmiştir. «Kara Kazan hakkıyçin»
sözü de Alevîler arasında bir and sözüdür.
-
Eskiden Âşâr usûlü, hükümetçe kabul
edilmişti ve köylerin ekim fıasılâtının onda biri, müzayedeyle satılırdı. KöyÖn
aşarını alan ve «Mültezim» denen kişi, ekinin onda birini aldıktan sonra, köy,
Alevî köyüyse,
Üçler,
Yediler, Kırklar hakkı olarak üç, yedi, kırk şinik buğday da alır, köylü,
sesini çıkarmazdı. «Harman kaldırma zamanı» denen bu zamanda, köye. Hacı
Bektaş.tan, daha başka yerlerden gelen dervişlerle dedeler de üşüşür, Hacı
Bektaş Çelebisi tarafından gönderilen «VekiUler de gelirler, kimisi «Hazret-i
Pîr», kimisi «Kara Kazan», kimisi «gül yüzlü Efendim» (Gelebi) için «Hakkullâh»
derer, devşirir, köylünün harmanını, îam manâsiyle savurur, giderdi.
Süleyman Peygamber (A.M), kuşların, bütün yaratıkların
dillerini bi-ien, insanlara, cinlere buyruk yürüten, çağının padişahı olan bir
peygamberdir. Kur'ân-ı Kerîm'in XXVII. sûresi olan
«Nem! Sûresi» nin 15-19. âyet-i kerîmelerinde Süleyman'ın (A.M), babası Davud
Peygamber'e (A.M) vâris olduğu, bütün âleme hükmettiği, birgün ordusuyla
karınca-lann yayıldığı bir ovadan geçerken karıncalardan birinin, öbürlerine,
«Yuvalarınıza girin de Süleyman ve ordusu sizi çiznemesin» dediğini duyduğu
bildirilir. Halk arasında, Süleyman Peygamber'in, «Ben böyle bir zulüm yapmam;
peygamberden böyle birşey umulmaz, bu sözü neden söyledin» diye o karıncaya
sorduğu, onun da, «Senin debdebeni görüp seyre dafariar da teşbihlerini
unuturlar, ona engel olmak için bu sözü söyledim» cevabını verdiği söylenir.
Karınca, aczin, Süleyman da kudretin timsâli sayılmış, bu
âyetler dolayısiyle edebiyatta dâima Süleyman'la karınca karşılaştırılmıştir.
Yunus Emre de bir şiirine,
Canım, erenler yolu inceden ince imiş, Süleyman'a yol kesen sol
bir karınca imiş
beytiyle başlar.
Bir karıncanın, Süleyman Peygamber'e
armağan oiarak bir karınca budu götürdüğü de halk arasında söylenir. Erenler
yolunda, herkesin, kadrince çalışması gerektiğini belirten şu hikâye de pek
güzeldir:
Topal bir karınca düşe-kalka gidermiş. Birisi,
«Nereye gidiyorsun» diye sormuş. «Hacca» demiş. Şaşıran adam «Bu hâlinle mi»
demiş. Karınca şu cevabı vermiş:
— Gidemesem
de yolunda ölmek var ya.
Kasık Niyazı
Bektâşilerle Mevievîlerde niyaz vaziyeti aynıdır. Sağ el üste
gelmek üzere sağ eli, parmaklar hafif aralık olarak sol, sol eli de sağ omuz hizasına
koymak, dirsekleri vücûda yapıştırmak, sağ ayak parmağını sol ayak parmağının
üstüne koymak suretiyle başı daha fazla eğerek belden itibaren vücûdun üst
kısmını öne eğmek, niyaz vaziyetidir. Yalnız Mevievîlerde, mukabele esnasında,
hırkalarını atan semâ'-zenler, niyaz vaziyetinde, ellerinin parmak uçlarını,
omuzlarının ardını tutacak kadar yukarı kaldırırlar; bu fark da arzettiğimiz
gibi yalnız mukabelededir.
Bektâşilerin, Rumeli'nin Yunanistan tarafındakileri,
kendilerini, Balım Suitan'dan ziyade Seyyid Ali Sultan'a mensup sayarlar ve
bunlar, niyaz ederken, ellerini, parmaklar düz ve bitişik, parmak uçları
aşağıya mail olarak iki böğürlerine korlar ve omuzlar, vücuddan biraz ayrılır;
ayak mühürlemek aynidir. Bu çeşit niyazda eller, kasıkların biraz yukarısında
bulunur ve bu niyaz vaziyetine «Kasık Niyazı» denir.
«Kasık
niyazı» sözü anlam bakımından biraz müstehcen şakalara. da konu olmuştur. Bu
hususta bir fıkra da vardır; fakat yazamıyoruz.
Kavuk
Kavuğu büyük Kavuklu
Başa giyilen ve üstüne sarık sarılan, bez, yahut yünlü kumaştan
yapılmış serpuş.
«Kavuğu
büyük», iri kavuklu anlamına gelir. Nefes (Bu mad. ye bk,) eden, yâni hastaya
okuyup üflemekle geçinen kişilere denir. Münasebetsiz harekette bulunanlara
«Git de kavuğu büyüğe okun» denir. «Kavuklu», Ortaoyununda, yan aydın ve eyyam
adamı «pîşe-kâr-sanat ehli» denen oyuncunun karşısında olan, onunla alay eden
ve halkı temsil eyleyen oyuncudur. Aynı zamanda, kendisini erenlerden
göstermeye çalışan; kişiye de denir.
«Kaygısız
Abdal» ve «Kaygusuz Sultan» diye anılan, Bektaşi edebiyatının en orijinal
örneklerini veren, türkçe nesrinse gerçekten eşsiz bir üstadı olan bu zatın,
esrar içmeye düşkün olduğunu şiirlerinden anlıyoruz. Bir nefesine.
Esrarı gördüm bugün binmiş, gider bir ata; Şöyle kim derviş
olmuş, hergiz söylemez hatâ
diye başlar ve esrarı över (Aievî-Bektâşi
Nefesleri; s. 214), Bir başka nefesi de,
Beng ile seyretmeye, ah bize bir bağ olsa,
Issı, soğuk olmasa, havası hûb sağ olsa
beytiyie başlar ve sonunadek esrarı, esrar
içenlerin sevdikleri şeyleri sıralar; şathiyye tarzındaki şiirlerinde, hattâ
nesirlerinde de bu esrar düşkünlüğünün verdiği neşe görünmektedir. Bektâşiler,
her hâlde bu yüzden ve Kaygusuz'un, esrara düşkünlüğü, ağızdan ağıza
söylenegeldiğinden, rakıya «Ak Yazılı» dedikleri gibi esrara da «Kaygusuz»
adını takmışlardır. Biihasa mahrem olmayanların yanında, esrardan «Kaygusuz»
diye bahsederler; meselâ, «Geçen gün Kaygusuz haktaydi, filâna rastladım; o
bulmuş, beraberce gördük» derler ki «haktaydı» bitmişti demektir, «Beraberce
gördük», beraber çektik anlamına gelir.
Kelle sağ olsun, cihanda bir külah eksik
değil (Baş sağ oldukça külah bulunur)
Dervişlerin arakıyeleri, taçları (külahları), şeyh tarafından
tekbirlen-ciiği için ona nâmahrem eli değdirmezier; yâni başkalarını, hele
tarikat-ten olmayanları ona dokundurmazlar. Eskir, yıpranır, giyilemeyecek hâle
gelirse, dergâhın mezarlığına götürüp gömerler. Külahı eskiyen bir derviş,
külahını gömmüş, yenisini de edinememiş, başı açık gezermiş. Başı açık
gezmesinin sebebini soran birine, «Baş sağ oldukça külah bulunur» demiş.
Sonradan bu söz, vezne uydurularak, «Kelle sağ olsun, cihanda bir külah eksik
değil» tarzına dökülmüş (Al bunu da Cebrail'ine giydir» maddesine bakınız).
Fukara keşkülü gibi Keşkül be-dest
Farsça, fukara çanağı anlamına gelir ve daha ziyâde «Keşkül» tarzında
söylenir. Büyük Hindistan cevizinin üstü kesilir ve içi oyulur; meydana gelen
çanağın, iki uçuna iki halka geçirilerek bu halkalara bir zincir takılır.
Derviş, bunu boynuna, yahut kemerine asar, yahut da elinde tutar. İfâhî, naat,
mersiye okuyup keşkülü halka uzatır; herkes, keşküle birşey kor. Keşkül dolunca
tekkesine döner ve keşkülünü, aş evinde boşaltır; toplanan yiyecek şeyler, aş
evinde kalır; para varsa şeyhe teslim edilir. Bu münâsebetle içinde, birbirine
uymayan şeylerin bulunduğu kap hakkında, «Fukara keşkülü gibi» deyimi
kullanılır. Dergâha bir şeyler de-rip devrişmeye çıkan keşküllü dervişe de, eli
keşküllü anlamına «Keşkül be-dest» denir. Süt ve badem yağıyla yapılan, üstüne
badem rendesi, fıstık, üzüm, nar gibi şeyler konan tatlıya da, birçok şeyden
yapıldığından «Keşkül-i Fukara» denmiştir. Bunun bir de fıkrası vardır:
Adamın biri, bu tatlıyı pek severmiş; varını-yoğunu verip hergün
bu tatlıyı yaptırırmış. Sonunda yoksul bir haie düşmüş. Fakat bu tatlıyı yaptırabilmek
için gene de eline keşkül alıp dolaşır, derip devşirdiğini satarr parasiyle bu
tatlıyı yaptırırmış.
Şimdi bu
sütlü, tatlıya kısaca «keşkül» deniyor.
Bakırdan, diğer madenlerden, hattâ gümüşten yapılmış, üstüne
âyet' ler, hadîsler hakkedilmiş, değerli birer sanat eseri olan keşküller, müzelerimizde
mevcuttur (Hak maddesine de bak).
Kemeri sıkmak
Gayret kemerini kuşanmak
Farsça bir terkibtir; kemer bağlamış anlamına gelir. Alevî ve
Bek-tâşilere göre Hazret-i Alî, İmâm Hasan ve İmâm Huseyn de dahi! olduğu halde
on yedi oğluna kemer ve silâh kuşatmış, her birerine Tanrı adlarından bir adı
telkıyn etmiştir; bunlar da savaşta o adı zikrederek sava-şirlarmış. Bektaşi
gül-banglerinde «Onyedi Kemer-Beste» sözü de geçer. Ancak şunu söyleyelim ki
bu onyedi Kemer-Beste, bunların adları, kendilerine telkıyn edilen Tanrı
isimleri, tamâmiyle hayalîdir (Mir'ât'ül-Makasıd fî Def'il-Mefâsid; s.
231-232).
Kem Nazarla
Bakmak
Birisine, birşeye kötülükle bakmaya denir ki bu,
tarikat edebine sığmaz. Yol eri, herşeye ve herkese iyilikle bakaeak, bu
suretle, kötüleri de iyiliğe sevkedecektir. Yol erinin kem nazarla bakması
gereken birşey varsa o da, nefsidir, nefsinin kötü dilekleridir.
Kendi Âleminde Olmak
Hiçbir şeyle oyalanmamak, kendi iç âlemine dalmak, kendi
nefsiyle, kendi zevkıyle meşgul olmaktır. Sülük esnasında, sâlike böyle bir hâl
de gelebilir; herşeyden
eüni-eteğini çeker. Fakat bu, olgunluk hâli değildir; gelip Geçici Bir Haldır.
Kendinden Geçmek, Kendini Yitirmek — Kendine Gelmek
Arapça olarak birinci hâle «Mahv-Yok oluş», kendine gelmeye de
Sahv-Ayılmak, Varlık âlemine geliş» derler. Bunlar da suluk esnasındaki
hâllerdir.
Kendini Bilmek
Kendini bilene babsınin kanı helâl; kendini bilmeyene
anasının sütü haram
Sen seni bif, sen seni; bilmez isen sen seni, patlatırlar enseni
Hadis olarak rivayet edildiği gibi
meâlen de hadis sayılan ve Haz-ret-i Alî'nin sözü olarak nakledilen «Nefsini
bilen, Rabbini bilir» sözüne dayanan «Kendini bilmek», tasavvuf ehlince esas
umdelerden biridir. Kendini acizle, noksanla, yoksullukla, ihtiyaçla, yoklukla,
bilgisizlikle, bütün noksan sıfatlarla bilen kişi, Rabbini, kudretle,
olgunlukla, varlıkla, istiğnâla, hayatla, bilgiyle, bütün ebedî ve mutlak kemâl
sıfatlariyle bilir ve bu bilgi, adama benlik vermez, yokluk verir; gerçek
varlıkta yok olan-sa, gerçek varlığa bürünür. Mevlânâ, «Erce, sarhoşça bir
saldırıda bulunduk da iimi verdik, malûma eriştik» mealinde,
Yek hemle-e merdâne-e mestâne bekerdîm Tâ iîm
bedâdîm - o be me'lûm resîdîm
buyurur; Yunus Emre de.
İlim ilim
bilmektir, ilim kendin bilmektir, - Sen
kendini bilmezsin, bu nice okumaktır der.
Hacı
Bayrâm-Velî (833 H. 1429-1430),
Bilmek istersen seni, Geç canından bal anı,
Kim bildi ef'âlini, Anda yördü zâtını,
Can zçre ara canı; Sen seni bil, sen seni.
Ol bildi sıfatını; Sen seni bil, sen seni
Bayram özünü bildi, Bulan ol kendi oldu;
diyerek aynı umdeyi şiire, söze döker.
Bileni anda buldu;
Sen seni bil, sen seni
Tasavvuf ehli, «Kendini bilene babasının kanı
helâl, kendini bilmeyene anasının sütü haram» atasözüyle kendini bilen
kişinin, herşeyi yerinde ve gereği gibi yapacağını, kötü sanılan, kötü görünen
işinin bile doğru olduğunu bildirmiştir. «Sen seni bif, sen seni; bilmez isen
sen seni, patlatırlar enseni» sözüyse zevinli, anlamı gerçek bir tekerlemedir.
Kerem
Keremin var olsun Kereminiz var olsun
Yücelik, şeref, lütuf ve ihsan anlamlarına gelen arapça bir
sözdür. Derviş, maddî, manevî lûtfa erince.lûtuf, sahibine karşı bu sözlerle
şükran borcunu bildirir.
Kerameti
kendinden menkul (Bizim
şeyhin
kerâmâtı olur menkul kendinden)
Kerameti kendinden bitmek Kerâmet-Kel
Ahmet
Keramet hayz-ı ricaldir
Keskin zekâ, keramete kıç attırır
Keremi-kerameti var olsun
Yücelik, şeref anlamına gelen bu arapça söz, erenlerden zuhur
eden olağan üstü şeylere denir. Peygamberlerden zuhur edenlerine Mu'cize»,
erenlerden zuhur edenlerine «Keramet» derler. Dinden-don-dan haberi olmayan
birinden, olağanüstü birşey görülürse buna «İstid-râç» derler. İİstidrâc,
yavaş-yavaş, adım-adım ilerlemek demektir ki bundan maksat da, o kötü kişiden,
böyle olağan üstü şeyler zuhur ettikçe bunların, onu benliğe, .bencilliğe
adım-adım yaklaştırması, yavaş-yavaş da cehennem azabına çekmiş olmasıdır.
Mu'cize, peygamberin dileğiyle olur;
keramet ve istidrac, insanın dileğiyle olduğu gibi insan dilemeden de olur.
İnsandan, olağan üstü bir hâlin zuhuru, gördüğü rüyanın aynen çıkması,
dileğinin kabul olması, ne de olsa insana bir benlik vereceğinden, bu da
varlığa düşmesine sebep olduğundan erenler, kerameti hoş görmemişler, «Keramet
Hayz-i ricaldir», yâni erlerin âdet görmesidir demişlerdir. Mevlâna, birisinin
bir günde Kabe'ye gitmesini, samyelinin bir anda Mekke'ye gitmesiyle karşılaştırmakta,
Hacı Bektâş'ın suyu kan yapışına karşılık, temizi pislemenin kolaylığını
bildirmekte, mürşidin, gönüle tasarruf etmesi gerektiğini söylemektedir.
(Mevlâna Celâleddin; İli. basım; s. 228-231). Hâce Abdullah-ı Ansârî (481 H.
1088), Su üstünde gidersen saman çöpü olursun, havada uçarsan sinek
kesilirsin; bir gönül elde et de adam ol» der (Nasâyih ve MunâcâM Şeyh-i
bozargvâr Hâce Abdullâh-ı Ansârî; İst. 1301; s. 33). Esasen mu'cize ve kerameti
ikiye ayırırlar: «Mu'cize-i bâkıyye; Kerâmet-i bâkiyye, Kerâmöt-ı
Urniyye-Kerâmât-ı Kevnîyye». Hazret-i Peygamber'in (S.M) bâkıy olan mü'cizesi,
Kur'ân-ı Kerîm ve İslâm dînidir. Kerâmât-î İlmiyye, ilme, ilâhî bilgiye âit
kerametler de erenlerin sözleri, eserleri, gönüllerdeki tasarruflarıdır; kevne
âit olan kera-metlerse bir anda olan biten, geçip yiten kerametlerdir.
Şa'bânî
şeyhlerinden olan ve sâliklerini Melârnetle irşad ve tesîîk eden Fâtih
Türbedarı Ahmed Amiş (1337 H. 1920), «Ehl'ullah yanında ke-râmâtın ecüllî ve
a'zamı tââtla telezzüz eylemektir. Halvette ve kesrette ve dahi her nefeste
hâzır olup Allah'ı zikreylemek, kerâmâttandır ve dahi varidat olup inşirah
hâsıl oldukça vekar ve sekînesi ziyâde olup edeb ve haya üzerine olmak
kerâmâttandır ve cemî'-i ahvâlde Allah'tan razı olmak kerâmâttandır; yoksa
mücerred hark-ı âde zuhur eylemek kerâmet değildir; zîrâ tasarruf
ehli mahcûbdur»
Konuk'un; 1938; notlarından) .[26]
Bâzı kimseler, kendi kerametlerini kendileri naklederek halk
üzerinde nüfuzlarını arttırmak isterler; bu çeşit kişilere, «Kerameti kendinden
menkul», yâni nakledilir, söylenir derler. Şâir bu sözü, «Bizim şeyhin
kerâmâti olur menkûl kendinden» tarzında vezne sokmuştur ve mis-ra'da atasözü
olarak okur-yazarlarca söylenegelmiştir. Birisinin maddî, manevî yardımıyla bir
mevkie, bir lûtfa eren kişi, bu lûtfu kendine mal ederse, buna, «kerameti kendinden
biliyor» derler ve o adamı kınarlar. Zekâ sahibi kişi, olacak işi önceden
kestirip söylediği eihetle de, «Keskin zekâ, keramete kıç attırır» atasözü
meydana gelmiştir.
Kepenek altında er yatar.
Geniş,- kolsuz ve yakasız, önü açık, dövme yünden yapılan abaya
denir (Abaya bak). 811 Hicrîden önce (1408- Halep'te derisi yüzülmek suretiyle
.idam edilen Nesîmî'nin farsça, XVI. yüzyıl
şâirlerinden Melâmî Dokakin-Zâde Ahmed Bey'in türkçe «Kepenek» redifli birer
gazeli vardır Bilhassa Hurûfîlerin kepenek giydiklerini biliyoruz.
Çobanlar da
kepenek giyerlerdi. Hâlâ da Anadolu'da doğu illerinde çobanlar kepenek
giyerler. Çoban libâsı olması dolayisiyie kepenek giyen kişinin hor
görülmemesini belirten «Kepenek altında er yatar» atasözü, kepenekli dervişler
İçin söylenmiş olsa gerektir.
Kerbelâyc dönmek
Hergün Aşûrâ, her yer Kerbelâ
Kerbelâ, Irak'ta, Hazreî-i Peygamber'in kızları Hazret-i Fâtıma
\\& damatları Hazret-i Alî'nin oğulları İmâm Huseyn'in, Yezîd'in emriyle Küfe
valisi Ziyâd oğlu Ubeyduliâh'ın, ashaptan Sa'd b. Ebû-Vakkcre oğlu Ömer'in
kumandası altında gönderdiği ordu tarafından sarılıp Hicretin 61. yılı (680)
Muharreminin onuncu günü, yanmdakilerle şehîd edildiği ve defnolunduğu,
türbelerinin bulunduğu yerin adıdır. Yezîd ordusu, Kerbe-lâ'da İmâm Huseyn'i ve
ona uyanları. Ehlibeytini 61. yılın ilk ayı olan Muharrem'in ikinci günü
kuşatmış, yedinci günü Fırat nehrinin suyunu onlardan kesmiş, onuncu günü de,
kendisine uyanları ve kendilerini şehîd edip Ehlibeytini esîr etmişti. Bu fâcıa,
İsiâm âlemini elemler boğmuş, bu münâsebetle de herhangi bir yerde
yiyecek-içecek kalmazsa, «Burası kerbelâya döndü» deyimiyle bu facia
hatırlanır olmuştur.
Ehlibeyt taraftarları, İmâm Huseyn'i ziyaret
etmeyi büyük bir sevap ve bir vicdan borcu bilirler. Kerbelâ'ya gidemeyenler
de, oldukları yerde ziyaret ederler. «Âşûrâ», onuncu gün demektir. Oniki
İmâm'ın beşincisi ve İmâm Huseyn'in torunu İmâm Muhemmed'üi-Bâkır, «Her gün
Âşûrâ, her yer Kerbelâ» buyurarak İmâm Huseyn'in her gün ve her yerde ziyaret
edilebileceğini bildirmiştir.
Çokluk,
birlik anlamına iki arapça sözdür. Tasavvufta kesret; varlıkların varlıklarını
kendilerinden bilmek, onları müstakil varlıklarla var görmektir. Vahdetse,
bütün varlıkların varlıklarını Tanrı varlığından var olmuş bilmek, hepsinde
Tann'nın kudretini, yaratışını, tasarrufunu, lût-funu, kahrını görmektir. Bu
takdirde her varlıkta. Tanrı varlığı tecellî etmektedir. Nakşibendî
umdelerinden biri, «Vahdet der Kesret», yânî çoklukta birliği görmek, bilmektir;
buna «Halvet der Ençümen-Toplulukta yalnızlık» da denir ki kimseyle
ilgilenmeyip Tanrı'yla huzur halinde olmak, yahut herkestte onun tecellîsini
görmek demektir (Mevlânâ'dan
Sonra
Mevlevîlik;
s. 319-322. Arifî: Raşahât Ayn'ül-Hayât tercemesi; İst. Matbaa-i Âmire — 1269; s. 26-35;
415-419).
Kılavuzu karga olanın burnu boktan çıkmaz Kılavuzsuz Kâ'be'ye
bile varılmaz Kılavuzsuz menzil alınmaz Kuş bile kılavuzsuz uçmaz
Yol gösteren anlamına gelen bu söz, çeşitli münâsebetlerle
dilimize şu atasözlerini vermiştir:
«Kılavuzu
karga olanın burnu boktan kurtulmaz.» Bu atasözü, yol-iz bilmeyen kişiye
uyulmaması gerektiğini bildirir. «Kılavuzsuz Kâ'be'ye varılmaz.» Eskiden
Kervanla Hacca gidenlerin, yollarını bulmaları için yerlilerden kılavuz kullandıklarını
belirtir. «Kılavuzsuz menzil alınmaz» atasözü de konaktan konağa, kervanın
kılavuzla gittiğini anlatır. «Kuş bile kılavuzsuz uçmaz» atasözü, göçküncü
kuşların böiük-bölük, öndeki ön-cüleriyle göçtüklerini dile getirir.
Tasavvuf ehlince kılavuz, rehberdir (Bu maddeye
bakiniz). Kaygusuz Abdal, bir nefesinde,
Hacca vardım der isen, Kande vardın Hacca sen?
Kılavuzsuz kuş uçmaz Bunca dağ-u dereden
dörtlüğüle
bu sözü kullanmıştır.
Kıldan ince
Tasavvuf ehlince erenler yolu, «Kıldan
ince, kılıçtan keskin» olarak
anlatılır. Bektâşilerde, tarîkate girecek kişi, önce rehber
tarafından babaya götürülür
Baba, ona, «Bu yol kıldan ince, kılıçtan keskindir; ateşten gömlek, demirden
leblebidir; geçilmez, giyilmez, yenilmez. Gelme gelme, dönme dönme, gelenin
moh, dönenin canı demişler. Yol yakınken dönebilirsin, kurbanın da daha
lığlanmadı» diye öğüt verir. Tanka-te girecek kişi, h&rşeye razı olduğunu
söyledikten sonra rehber, onu meydandan çıkarır ve törene uygun olarak meydana
sokar.
Kırdmsa Yap, Döktünse Doldur
Alevîlerin Görgü töreninde tölib, meydanda. Dara durup râzılık
dileyince dede, ona, «Kırdmsa yap, döktünse doldur» öğüdünü verir.
Bek-tâşilerde de «Baş okutmak» töreninde, baba tarafından aynı sözlere mu-hatab
olur. Canların râzılığından sonra, Alevilerde, «Tanyk» den geçer (Bu mad.ye
bakınız); Bektâşilerde babaya varır, baba, arakıyesini, yahut tacını
tekbirler.
Kırkayak Kırk dükkân Kırk güne kadar Kırkmı aşmak Kırkına
varmak Kırk kere, Kırk yıl
Kırklamak-Kırklanmak
Kırklar
Kırklara karışmak
Kırk yıllık
Kırk derviş bir sofrada yemek yer, iki padişah bir iklime
sığmaz Kırk derviş bir postta yatar, iki padişah bir iklime sığmaz Kırkından
sonra azanı teneşir temizler
Kırk yıl günahkâr, bir yıl tövbekar Kırk yıllık kânı, olur mu
Yani Kur'ân-i Kerîm'ın
VII. sûresinin (A'râf) 142. âyet-i kerimesinde, Mû-sâ Peygamber'e
(A.M) Tür dağında, otuz günlük vâde verildiği ve bu vâdenin on günle
tamamlandığı bildirilerek «Kırk» sayısının tamamlayış sayısı olduğu beyan
edildiğinden ve Hazret-i Peygamber'e (S.M) kırk yaşlarında vahiy geldiğinden
kırk sayısı adetâ kutsal bir sayı olmuştur.
Aynı zamanda Sûfîlerce, yeryüzünde Tanrı halîfesi olan «Kutub»
tan sonra iki eren vardır ki birine sağ yandaki, öbürüne sol yandaki «İmâm»,
ikisine birden «İmâmeyn» derler. Bu iki İmâmla Kutba «Üçler» denir. Bunlardan
sonra dünyânın dört yanına hükmeden dört, onlardan sonra da yedi ve kırk eren
vardır; bunlara da Kutubla beraber «Beşler», Kutuptan sonraki yedi ve kırk
erneyse «Kırklar, Yediler» denir. Kırklar'-dan sonra üçyüz eren gelir. Kutub
vefat edince, kalb, sol yanda olduğu için onun sol yanında farz edilen eren,
Tanrı tarafından Kutub tâyîn edilir, ondan açılan yere, bir derece aşağıdaki
eren geçer; sayılır, aşağı derecedekiierden her birinin, bir derece
yüceltilmesiyle dola ve üçyüz-lere de temiz kişilerden biri alınır.
Bu inanç, dilimizde birçok deyimin ve
atasözünün meydana gelmesine sebep olmuştur. Halk, sayısı fazla olan bir şeye
kırk sayısını da katıvermiş ve söz geiimi çok ayaklı bir hayvana «Kırkayak»
adını takmıştır. Muhayyel yaratıklar da çok defa yedi başlı, kırk başlı
olmuştur. Yedi başlı ejderha, yedi başiı dev, kırk boynuzlu hayvan gibi
masaiiara, halk hikâyelerine giren sayılarda bu inançların tesiri vardır.
İstanbul'da, çocuklar, kırk dükkân süprüntüsünden birer parça alınsp çörotoyia
ateşe atılarak tütsülenirler, böylece nazardan korunduklarına inanılır-. di;
alınan bu süpürüntüye, «Kırk dükkân süpürüntüsü» denirdi. Birisi kor-kasra,
«Kırk güne kadar ölmezsem», yahut «Ölürsem bundan bilirim, sebebi budur» derdi.
«Kırkına gelmek, Kırkını aşmak, KJrkma varmak», birisinin olgunluk yaşına
gelmesidir; «Kırkına geldi, hâlâ adam olmadı; kırkım aştı, hâlâ uslanmadı»
deyimleri bu yaşı ifâde eder. Bir sözün, bir işin üzerinde durulması da bu
sayıyla bildirilir; «Kırk kere söyledim, Kırk yıldır söylerim...» gibi.
«Kırklamak», çocuğun doğumundan kırk gün sonra anasıyla hamamda, yahut evde
yıkanması, tasın kırk kere suya daldırıl-aıktan sonra Besmeleyle başına
dökülmesidir. Lohusanın, doğumun kırkıncı günü hamama, eşiyle-dostuyia ve.
törenle gitmesine de «Ktrk hamamı» denir. Kırklar, önce de arzettiğimiz gibi
Yediler'den sonraki kırk erendir.
Kutub'dan sonraki bu erenlere «Gayb erenleri» (Ricâl'ül-, Gayb} denir; bunlar
hakkındakrhadislerin uydurma, yahut zayıf olduğu söylenmiştir. Birisi, uzun bir
zaman ortalıkta görünmezse, bu yüzden ona «Kırklara karıştı» denir. «Kırk
yıllık» deyimi de bîrşeyin eskiliğini bildirmede kullanılır.
«Kırk derviş
bir sofrada yemek yer, iki padişah bir üfkeye (bir iklime) sığmaz» ve «Kırk derviş
bir postta yatar, iki padişah bir iklime sığmaz» atasözleri, dervişierdekî
birliği ve saltanattaki bencilliği bildirir. «Kırkından sonra azanı teneşir
temizler» atasözü, olgunluk çağında akıllanmayanın artık akıllanmasına imkân
ve ihtimâl bulunmadığını anlatır. «Kırk yıl günahkâr, bir gün (yahut sonda)
tövbekar» atasözüyse, her insanın hakkındaki hükmün sonundaki hâline göre
verilmesi lüzumunu ihtar eder. «Kırk yıllık Koni, olur mu Yani» atasözünü de,
rivayete göre, meşhur Kâ-nî'nin (1206 H. 1792), hakkındaki bâzı dedi-kodu
üzerine söylediği bir sözdür ki atasözü olup kalmıştır.
Hacı Bektâş tekkesinde, kırk kollu şamdana verilen addır. Bu
şamdana konan kırk mum, Nev-ruzîarda (bu maddeye bakınız) ve Muharremin
onuncu gününün akşamı olmak üzere yılda iki kere uyandırıldı (yakılırdı). Bir
aralık, Hacı Bektâş tekkesinde Dedebabalık mevkiinde bulunan Mehmed Ali Hümî
Dedebaba (1325 H. 1907) Merdîvenköyü Bektaşi tekkesine de bir Kırkbudak
yaptırmıştı.
Bektâşilerin «Sûfîyân, Sofu Sürkleri» dedikleri Alevîlere
Sünnîler tarafından takılan ad. Aynı zamanda ahlâkı dürüst olmayan, dînî
emirlere uymayan kişiler de «Kızılbaş» diye yerilir. Bu çeşit kişiler,
«Kızılbaş gibi» diye kınanır.
«Kızıl»
sözünün kökü, pek eski devirlere dayanır. XIV. yüzyılın
başlarında, Yemen'deki Bâtınî cereyanlarını yakından izleyen ve bu hususta
bir kitap yazan Hasan'üd-Deyîemî, Bâtmîlere «Muhammere-Kızıllar», dendiğini
bildiriyor (Kavâidu Akaaidi Âli Muhammed; R. Strothmann basımı; İst. 1938; s.
5). Bunların Mezdek'e ve Bâbek-İ Hurremî'ye mensup sayıldıklarını, bu yüzden de
Mezdekiyye ve Bâbekiyye diye anıldıklarını söylüyor (s. 24); Bâbek'e uyanların,
kırmızı elbise giydiklerinden Muham-ınere diye anıldıklarını da sözlerine
ekliyor (s. 25). XI. yüzyılın ilk yarısında ölen
Ebû-Mansûr Abdülkaadir-i Bağdadî de «El-Farku beyn'el-Firak» ında Hurremiyye
ile İslâm zamanında zühûr eden Hurrem-dîniyye'ye «Bâbekiyân» ve «Mezdekiyye»
dendiğini, her iki bölüğe de «Muhamme-re» adının verildiğini söylüyor (Mısır —
1910; s. 251 ve devamı). Başka kitaplarda da aynı bilgiler var. Hâsılı
Sâsânîler devrinde Zertüşt dîninin aşırı inanç besleyenleriyle İslâm devrindeki
Bâtınîlerin «Kızıllar» diye anıldıklarını anlamaktayız. Sonradan,
«Erdîbîliyye-Safaviyye» tarikatının kurucusu Şeyh Safİyeddîn-i Erdebilî
soyundan «Şeyh-i Şâh» ve «Siyah-Pûş» diye anılan İbrahim'in (851 H. 1447) oğlu
Şeyh Cüneyd (864 H, 1460), Şîî boylarını elde etmiş, hattâ bir aralık Karaman'a
da gelmiş, takibata uğradığından ^Anadolu'da kalamamış (Âşıkpaşazade Târihî;
İst. 1332; s. 264-267), onun oğlu Şeyh Haydar, oniki terkli (dilimli) Kızı!
tacı kabul etmiş, sonradan bu tacı giyen Safavî hükümdarlariyle onlara uyanlara
ve bu arada Safavî şahlarını dînî reis tanıyan Anadolu Alevîle-rine «Surh-Ser,
Surh-Seran» (Kızılbaş, Kızilbaşlar) denmiştir Erdebil Ocağı mümessilleriyle
aralan açılan Osmanoğullan ülkesinde, Bayramı ta-rikatini yürüten ve Erdebil
Sûfîlerİne mensup olan Hacı Bayrâm-ı Velî bile (833 H. 1428-1429) bu yüzden
tacının rengini beyaza döndürmek, dilimini altıya indirmek zorunda kalmıştır
(Sa'deddin Süleyman Müstakıym-zâde: Risâle-i Tâcİyye).
Şeriat
emirlerine uymayan, «Namaz yerine bize niyaz verildi» diyen, her hususta Bâtınî
inançları benimseyen Alevîlerin, onlara Isnad edilen mum söndürme ve saire gibi
kötü işlerle hiçbir ilgileri olmadığını, bu söylentilerin tümünün uydurma
olduğunu da burada söylemek zorundayız. Nâdir Şah zamanında; onun maiyetinde
Efganistan fethine iştirak eden ve sonra Hindistan'da yerleşen, Bâtınî
inançlarla ilgileri olmayan, İmâmiy-ye mezhebine mensup bulunan bir boya da
«Kızılbaş» denmektedir (Şeyh Muhammed Su!tân'ül-Vâızîn-ı Şîrâzî: Şebhây-ı
Pişâver; Tehrân-Dâr'ül-kü-tüb'il-İslâmiyye, 1383 H; VII. basım;
S. 97; Not: 1. «İslâm Ansiklopedisinde «Kızılbaş-» maddesine; c. VI, S. 789-795 ve «Alevî-Bektâşi Nefeslerinde «iran'a bağlılık»
bölümüne de bakınız; s. 83-88).
Alevîler, aleyhlerinde söylenen sözlere hiç aldırış etmezler.
Onlarca Aiî de kızı!
renkli elbise giymiş, şeker renginde sarık sarınmıştir. (Fazîlet-Nâme; s. 265-266).
Onlar, bu «Kızılbaş» sözünü övünerek benimserler. Söz gelfmi Zikrî şöyle
övünür: ;
Bu zürnre-i gül Şâh Kızılbaşı desinler; Ol Sâkı-i Kevser, bular
ayyaşı desinler; Hoş hrka-i münkir bize kallâşı desinler;
Ben kahrederim kim bana Bektaşi nesinîer;
Derğâh-ı Alî'nin bu da bir taşı desinler, (Alevî ve Bektaşi
Nefesleri; s. 38).[27]
Bektaşilerce Balım Sultan'ın mürşidi sayılan ve XV. yüzyılda yaşayan «Seyyid Ali Sultan»a «Kızıl Deli» de denir.
Bektâşiİer, şaraba «Kızıl-deli» derler (Akyazılı'ya ve «Dem» maddesine bak).
Kibrin Hasmı Allah'tır
Ululanan, kendini büyük gören, büyük göstermek
isteyenlere söylenir. Tasavvufta kendini beğenmek, büyük saymak, en büyük
suçtur ve en bağışlanmaz günahtır; şirkle birdir (Büyüklük Allah'a mahsus
maddesine bakınız).
Kimde ne var, bilinmez
Hiç kimseyi küçük görmemek için öğüt tarzında
soylenegelmiştir. Yunus Emre'nin meşhur Şathiyye'sindeki,
Bir sinek bir kartalı salladı, vurdu yere, Yalan
değil, gerçektir, ben de gördüm tozunu
beyti bu öğüdü, pek güzel bir temsille düe
getirmektedir.
Kimseye eyvallah etmez
Kimseyi dinlemeyen kişiler hakkında kullanılır.
Tarikat şubelerine türkçede «Kol» denir.
Zikre bir başka ad ekleyen, yahut tarikat cihazında bir yenilik, bir eklenti
yapan şeyhe «Eİ-Müctehid fS't-Tarîka-Tarikatte içtihad sahibi» denmesi ve bu
silsileden gelenlerin, o îarîkatin bir şubesi, bir kolu sayılması, o zâtın da
«Pîr-î Sânî-İkinci Pîr» tanınması, esma yolunu güdenlerce bir gelenek olmuştur.
Bu kollar içinde, ayrı bir tarikat sayılanları da vardır. Halvetîlik'ten
ayrılan «Celvetîlik» gibi.
Kork
Allah'tan Korkmayandan
Allah'tan
korkmayanın vicdanî mürakabası olamaz; bu yüzden
de dilediğini yapar. Bu atasözü, bunu hatırlatmaktadır.
Kör Kandil, Bardakh Tekke Müridi
Gece -
gündüz içen kişiye denir.
Kûçek sözünün Türkçeleşmiş tarzı. Ergin olmayan kız ve erkek
çocuklara, büyük olmayan şeyiere denir. Aynı zamanda, düğünlerde, toplantılarda
oyun oynayan delikanlılara da «köçek» adı verilir. Bu münâsebetle oynak,
civelek, güzel gençlere de «Köçek gibi» denir.
Mevlevîlerfe Bektâşilerde semâ' eden gençlere, gene bu yüzden «Köçek»
dendiğini Şâhidî'nin (957 H. 1550).
Mevleviler köçeği ol sanemâ giy külehi; Def-ü
nây ile semâ' eyle, şalın gâh ğehi[28]
beytiyle (Mevlanâ'dan sonra Mevievîlik; s. 500),
Hasan Dede'nin (XV. yüzyıl) bir nefesindeki,
Derivşlerin ğökçeğiyüz, Tekkelerin çiçeğiyüz;
Hacı Bektaş köçeğiyüz, Edeb, erkân, yol bizdedir
dörtlüğünden anlamaktayız (Alevî - Bektaşî Nefesleri; s. 30).
Ayrıca Mevleviler, şeyhin hizmetindeki dervişe de «Köçek»
derier ve o derviş anlatılırken «filân şeyhin köçeği» denir. XV. yüzyıl bestegârla-rından «Köçek Mustafa Dede'nin adındaki
«Köçek» lakabının bu yüzden verildiğini sanıyoruz.
Kulak
Kulağı delik Kulağı dik Kulağı çınlasın Kulağına kurşun
Kulağının üstüne yatmış Kulak müsâfiri Kulaklı Baba
Duymaya, işitmeye yarayan uzuv. «Kulağı delik»
herşeyi duyan, giz! şeyleri bilen anlamına gelir. «Kulağı dik, Kulağını
dikmiş», herşeyi duymak, öğrenmek isteyene denir. «Kulağı çınlasın», mecliste
kendisi yokker adı geçen kişi hakkında söylenir. «Kulağına kurşun», birşeyi bir
sözü duymaması istenen kişiden söz edilirken söylenir. «Kulağının üstüne
yatmış» hiçbir şey duymaz, aleyhinde söylenenleri işitmez kişiyi anlatır.
«Külah müsâfiri», söylenenleri dinleyen, fakat söze karışmayan kişiye denir.
«Kulaklı Baba», kimliği bilinmeyen yatırlara, yahut kendini erenlerden göstermeye
çalışanlara verilen addır. Bu deyimin fıkrası da şudur:
Şeyhin biri,
edebe uymayan dervişini seyyah etmiş (Bk. Seyahat) Derviş, Hakkuliah (Hak mad.
e bk.) toplaya - toplaya köyden köye giderken bir de merkep almış. Fakat
yolda, sizler bâkıy, merkep, nallan dikmiş. Derviş, köylülerin şehre giderken
geçtikleri yoldaki bir tepeye merkebi sırlamış {Bk. Sır). Mezarı biraz
yüceltmiş, baş ve ayak ucuna birer sopa dikmiş; eiine tespihini alıp baş ucuna
oturmuş. Köylüler, pazara giderlerken mezarı ve dervişi görmüşler; merak edip
yanına giderek işi sormuşlar. Derviş, mânâ (bu mad. ye bk.) âleminde, bize
emredildi, gel, bizim makaamımızı uyandır buyruldu; bu azîz, her derde derman
olan Kulaklı Baba Hazretleridir der. Köylüler duâ ederler, çevrelerinden
kopardıkları parçaları, muratları olsun diye sopalara bağlarlar; dervişe
gönüllerinden kopanı verirler. Kulaklı Baba duyulur; nezir, niyaz, derken
yatırın yanına bir kulübe kurulur; iş, zamanla büyür; oraya bir büyük türbe,
yatırın üstüne mükellef bir sanduka yapılır; haremlikli, selâmlıkh, mukaabele
- hâ-neli, derviş hücrelerini de ihtiva eden bir âstâne meydana çıkar.
Dem geçer, devran geçer, eski dervişin şeyhinin yolu oraya düşer.
Dergâha inen şeyh, dergâhın şeyhi tarafımdan karşılanır; doğru türbeye
giderler; eşiğe niyaz ederek içeriye girerler. Kulaklı Baba'ya baş kesip Fatiha
verirler; şeyh dâiresine giderler. Dervişler, müsâfir şeyhe kahve
getirirler, çubuk
sunarlar. Sohbet başlar. Müsâfir şeyh, erenler der, fakıyr sizi tanıyacak gibi
oluyorum; acaba bir yerde görüştük mü?
Kulaklı Baba dergâhı şeyhi, sultânım der, fakıyr, filan vakit
seyahat verdiğiniz Derviş feşmenım.
Şeyh, peki,
ama bu Kulaklı Baba erenler kim?
Şeyh, sizden
gizli olmaz der; işi anlatır. Müsâfir şeyh, Kulaklı Baba şeyhinin kulağına
doğru şu sözü söyler:
— Kimse
duymasın, sırrola, nûr ola; bizim dergâhta da onun büyük babası yatar.
Kûfe'ye döndü, burası Küfe
Küfe, Irak'ta bir şehirdir. Hazret-i Alî'ye karşı
Kûfe'lilerin vefasızlıkları. İmâm Huseyn'i davet ettikleri halde Yezîd'e uyup
Huseyn'e karşı duruşları, onun gönderdiği elçiyi öldürüşleri, Kerbelâ
faciasında Yezîd tarafını tutuşları dofayısiyle Ehlibeyt tarafını güdenler, bir
yerin taassubunu anla-£irlaken«Kûfefye döndü», yahut «Burası Küfe» derler.
Gövdesi bakır ve pirinçten dökülen, dökümünde bakır daha
fazla olan, bâzı kere halitasına altın zerreleri de katılan, birinin üstüne
deve, öbürünün üstüne merkep derisi gerilmiş olan, birbirine eklenmiş iki
yuvarlak ve bez sarılı, simit denen şeyin üstüne konmuş bulunan üstü düz, iki
yuvarlak âlettir. Şark müziğinde, «Zahme» denen ve kemikten yapılmış, uçlan
yuvarlak iki sopayla bu âlete vurularak usul tutulur. Kudüm, daha fazla dînî
müzikte ve bilhassa Mevleviler arasında kullanılır Önce Kudümün çanağı, dut
ağacından yapılırmış. :
Kudümle usul vuran kişiye, Kudüm-vuran anlamına «Kudüm-zen» denir.
Bahariye Mevlevî-hânesî şeyhi Huseyn Fahreddin Dede
(Fahrî — 1329 H, 1911), bir gazelinde.
Gel derğeh-i Munlâ'ya da bak gör ne safa
var, Her bir eîem-i mühîike bin derd-i deva var.
Efsâne-i zühhâd gibi zerk-u riya yok
Âvâz-i
ktıdûm-tt ney-ii tanbûr-u neva var[29]
beyitleriyle «Kudüm» ü zahmelemiştir.
Halk arasında «Kudüm» e «Çifte Nâra» dendiği
de vardır. Şöyle bir fıkra da söylenir:
Bir Hıdrellez günü, Kıbtîler, eğlenmek üzere kıra çıkarlar.
Zurnaları varmış, fakat çifte naraları yokmuş. Yakındaki Mevlevî-hâneye giderek
çifte nâra, yâni Kudüm isterler; eğlenceden sonra getirip vereceklerini
söylerler. Bu isteğe muhâtab olan Mevlevî dervişi, «Kudüm»e çifte nâra
dendiğini duyunca kızar; söylenmeye başlar. Bu sırada Şeyh Efendi, bunu duyup
gelir; dervişe der ki:
— Erenler,
ver; onların elinde çifte nâra olur; zevklerine yardım eder. Getirdikleri zaman
gene «Kudüm-ı Şerîf» olup dergâha girer.
Külâh-ı Mevlevî Minare külahı
Al külahını, Eyvallah'] içinde
Gündüz külâhlı, gece silâhlı
Külahıma anlat, dinlet, söyle
Kelle sâğ olsun, cihanda bir külah eksik
değil
Külah farsça, başa giyilen şeye derler. Çok defa üstü sivri
olduğu için, sivri şeylere «Küİâk gibi» denir; gene bu yüzden minarelerin üst
kısmında, kurşun kaplı sivri uca da «Minare külahı» denmiştir. Mevle-vîlerin
giydikleri sikke'ye de (Bu mad. ye bk.) «Külâh-ı Mevlevi», yâni Mevlevi külahı
denir.
«Al
külahını, Eyvallah'ı içinde» deyimi, zor bir işi başaramayan, yahut bir işten
usanıp bırakan kişi tarafından söylenir (Bu mad. ye bk.). İçi dışına uymayan,
gösterişi doğru, hareketi uygunsuz kîşilere «Gündüz külâhlı, gece silâhlı»
denir. Boş söz söyleyen, boş dâvaya girişen kişiye, «Külahıma anlat, dinlet»
sözü söylenir. Bu sözün, «Kavuğuma anlat, dinlet» tarzında söylendiği de
vardır, «Kelle sâğ olsun, cihanda bir külah eksik değil» mısraı, bir işten
mahrum olanın, elinden birşeyini yitirenin söylediği mısra'dır (BıTmad. ye de
bk.).
Kuyumcu ve mâden ocağı anlamına gelir; Türkçede
kısaltılarak «Kür-re» tarzında söylenir, Bektaşi meydanında, ocağın yanında
duran, ocak yoksa, ocağı temsil eden yerde bulunan, iki metre uzunluğunda, üstü
düz, ustuvanî taşa da «küre» denir. Bektaşi meydanındaki makamlardan biridir
(Bak: Meydan).
Kul
Kul-Kurban olmak
Kulluk kemerini bağlamak, bağlanmak,
kuşanmak
Bende olmak
Bilmek istersen eğer mesiek-i dervîşâni: Sevenin
bendesiyüz, sevmeyenin sultânı.
Hak kulundan intikaarmn yine kul ile alır Bilmeyen
ilm-i ledünnî anı kul etti sanır
Ne buldularsa kullukta buldular Kul olmayan sultan
olamaz Kul sıkılmayınca
Hızır yetişmez Kula kulluk etmem
Kula kul oidum aman kurtarınız
Kul, türkcemizde çeşitli anlamlara gelir. Tanrı'ya karşı, her
yaratılmış,, kuldur; insansa kulluğunu anlayan, anlaması gereken yaratıktır.
«Kul-kurban olmak», Tanrı'ya karşı kullanıldığı gibi yalvarış ve sevgi bildirisi
olarak da kullanılır. «Kulun, kurbânın olayım, kuşça canımı bağışla», yahut,
«Kulu-kurbânı olduğum, ne olur, biraz vefa göster» gibi. «Kulluk kemerini
bağlamak, bağlanmak, kuşanmak», bir işe bir hizmete canla-baş-la girişmek
anlamını verir; aynı zamanda bir tarîkate intisap etmek anlamına da gelir.
Erenlere kul olanlar, kendilerini kul belleyenler, bunu, farsça «Bende» sözüyle
de ifâde ederler. Meselâ adlarının önüne, Mevlânâ kulu, Mevlânâ kullarının
kulu anlamına, «Bende-i Mevlânâ, Bende-i bendegân-i Mevlânâ» sözlerini eklerler
ve bu, bilhassa mühürlerde, imzalarda bulunur. İstanbul, Kuiekapısı
Mevlevî-hânesinin son şeyhi kâmil insan Ahmed Ceîâleddin Dede'nin mühründe,
kendisinin şu beyti hâkke-dilmişti:
Bende-i dîrîne müştaak-ı cemâl El-fakıyr'ül -
Mevlevi Ahmed Celâl
Tasavvuf ehlinin, kendilerine intisap edenlere,
kendilerini sevenlere kul olduklarını, sevmeyenlere karşıysa,
eğilmediklerini belirten ve Bayramı Melâmîlerinden Ahmed Sârban'a atfedilen şu
beyit de pek güzeldir:
Bilmek istersen eğer meslek-i dervîşânı: Sevenin
bendesiyüz, sevmeyenin sultânı.
Allah'la kul arasına girilmez
Kulun nesi varsa sahibinindir
Kul kusursuz olmaz; arpa samaniyle, kömür
dumaniyle
«Allah'la
kul arasına girilmez» atasözü, farsça
ve «Cenneti parayla vermezler, bahaneyle verirler mealindeki şu atasözünü pek
andırır: «Behiştrâ be behâ
nemîdehend, be bahane mîdehend.» Kutun nesi varsa sahibinindir» atasözüyse,
tasavvuf ehlinin kendilerine varlık vermediklerini anlatır. «Kul kusursuz
olmaz; arpa samaniyle, kömür dumaniyle» atasözü, insanın za'fını, kusurdan
kurtulamayacağını bildirir ve kusur bağışlamayı öğütler. Kimin olduğunu
bilmediğimiz
Hak kulundan intikaamın gene kul ile alır, j Bilmeyen ilm-i Ledünnî bunu kut etti
sanır
beyti de, atasözü olarak söylenir-durur ve «Hak»
la «Kul» u karşılaştıran bu beyitle zulümde bulunanın, er-geç, kendi zulmüne
uğrayacağını ihtar eder. «Ne buldularsa kullukta buldular» ve «Kul olmayan, sultan
olamaz» atasözleri, varlığın yoklukta, gerçek saltanatın kullukta olduğunu
belirtmektedir. Tasavvuf, bâzılarının sandığı gibi herşeye, haksızlık bile
olsa, boyun eğmek değildir (Bak: Sümüklü tasavvuf). Gerçek Sûfî, âlemin gerçek
sultanına kuldur ama gerçekten haberi olmayan benlik ehline, kulluğu
bilmeyenlere karşı da sultanlığını şu atasözüyle ilân eder:
«Kula kulluk
etmem.»
Mecazî aşka düşen âşsksa, bestelenmiş olan şu mısra'ta
insanlardan, insanlıktan yardım diler:
«Kula kul
oldum, aman kurtarınız»[30]
Yunus Emre ise,
Kul padişahsız olmaz, padişah kulsuz değil
Padişahı kim hileydi kul etmese yort-savul?
Tanrı kadim, kul kadim, ırılmadım bir adım; Gör kul kim, Tanrı
kimdir; anla ey sahip-kabûl
beyitieriyie Hukemâ felsefesinin en müşki! bir bahsini
dile getirmiştir.[31]
Tann'nm sıfatları, zâtından ayrı değildir;
zâtının zuhurudur. Bu bakımdan yaratıcılığının da önü-sonu yoktur; yaratış ve
yaratılmış, yaratanla daimîdir; önsüz
ve sonsuzdur. Kul, Tanrt'dan bir adım bile ayrılmaz Varlık âlemi de bu şekliyle
olmasa bile. Tanrı varlığıyla beraber ve dâîm< zuhurdadır.
Mil, uç anlamlarına gelen arapça bir sözdür; türkçede «Kutup»
tarzın da söylenir. Tasavvufta, âlemde Tanrı irâdesini temsil eden ve erenleriı
en ulusu olan; Tanrı adına kâinatta tasarruf sahibi bulunan zattır, «Kutb: ve
kutuplar kutbu anlamına «Kutb'ül-Aktâb» derler. İmâmiyye'ye gön Ktub, Onikinci
İmâm Mehdî'dir. Bu mezhepte olmayanlara göreyse Kutuı vefat edince, ona en
yakın olan iki imâmdan biri. Tanrı tarafından Kutup İuğa tâyin edilir ve
erenlerin sayıları, birer deree aşağidakilerden biri, bi derece yükseltilerek
tamamlanır (Mürşid ve Yedi mad. lerine de bk.).
Değil kürsîye vaiz, Arş'a çıksan âdem olmazsın
Arapça «Kirş» kökünden gelir, toplu antamınadır. Kitabın
yapraklaı forma haline getirilip bir araya toplanınca bu toplu kağıtlara
«kürrâse» de nir. Kirş, birşeyin aslı anlamını da verir.
Örfte,
üstüne çıkılıp oturulan yüksek yerdir. Kürsî'ye, seyyar, yahu sabit merdivenle
çıkılır. Vaaz verenler; kürsîye çıkıp vaaz verirler. Mev!e\<
sema'-hânelerinde sağ tarafta ve türbeye karşı bulunan kürsîde Mesnev
şerhedildigi için bu kürsîye «Mesnevi Kürsîsi» denir.
Kur'an-ı Mecîd'İn II. sûresinin
[Bakara) 255. âyet-i kerîmesinde, Allah' m kürsîşinin, gökleri ve yeryüzünü
kapladığı bildirilmektedir. «Âyet'ül-kür sî-Kürsî âyeti» diye anılan bu
âyetteki kürsî, Allah'ın bilgisi, tedbîr ve tasar rufu olarak tefsîr
edilmiştir.
Zahide çatan bir şâir,
Değil kürsîye vaiz, Arş'a. çıksan âdem olmazsın[32]
mısraını söylemiş ve bu mısra', tasavvuf ehli arasında,
atasözü gibi sö\ lenir olmuştur.
«Lâ» nefiy,
«İllâ» da isbât sözüdür; yoktur, ancak vardır, yâni ancak O vardır anlamını
verir. İslâm dîninin Tevhîd Kelimesi, «Lâ ilahe illallah-Allah'tan başka yoktur
tapacak» sözüdür ve bu söz, «Muhammed'dir Ailâh'-in elçisi» sözüyle tamamlanır.
«Lâ», yâni nefiy, tasavvufun «Vahdet-i Vü-cud - Varlık birliği» inancına göre
varlığın ancak Allah varlığı olduğunu bilmek, bu bilgiyi görüş, görüşü de oluş
haline getirmektir. Varlıkların var oluşları, ancak Tanrı varlığıyladtr ve
Tanrı varlığından başka bütün var-iıklar, izafîdir. Bu izafî varlıklar, gerçek
varlığa karşı yoktur. Sûfîler, bu nefiy ve isbâtı, birçok surette sembolize
ederler. Meselâ Mevlevî semâ'-înda kollar açılınca, Arap alfabesinde «yoktur»
sözünü gösteren «Lâ» Jıarfi belirir; ayaklar da aynı harfi belirtir. Vücutla
beraber bu «Lâ», isba-îı belirten «İllâ» yi meydana getirir. Mevlevî hırkasının
kenar şeridi, tennurenin, deste-gülün yan şeritleri, yakada gene «Lâ» şeklini
alır; vücud-ia «İllâ» oiur (İstiva maddesine bakınız).
Mefâmı-Hamzevi
mezar taşlanndaki « V »
ile « «Fena» ve «Bokaa» yi, yâni
yokluğu ve varlığı gösterir.
remizleri de
«Alî'den
başka er yok, Zü'I-fekar'dan başka kılıç yok» anlamına gelen ve «fâilâtün
fâilâtün fâilâtün faulün» vezninde olan bu arapca sözün aslının, «Lâ seyfe
illâ Zü'l-fekaar ve lâ fetâ illâ Alî» olduğu ve «Uhud» savaşındaki yaralığı
dolayısıyle Cebrail tarafından, Hazret-i Alî hakkında söylendiği rivayet
edilir, Farsça, türkçe birçok şiirlerde geçer; tekrar-Janan mısra'ı bu olan murabba', muhammes v.s. vardır. Heceyle yazıl-
mış nefeslere de
bölümleri alınmıştır. Bu
münâsebetle Hazret-i Alî'yi
«Şâh-ı Lâ Fefâ-Lâ Fetö padişahı» da denir.
Bahariyye şeyhi Huseyn Fahreddin Dede'nin
babası (1277 H. 1860) bir mütekerrir
müseddesine
Zâhidâ, hakkıyçin ol şahın ki cûd~ı ekmeli Afaned-i MuhtâYa
vahyetti kîtâb-ı miinzeli; Mevlevîyem, Ahmedîyem, Hayderîyem men belî; Bana
besdır bir Huda vu bir Nebiyy-ü bir Velî;
Lâ ilâh illâ httvellâh'ül-Aliyy'ül-müncelî Lâ Nebî illâ
Muhatnmed lâ Fetâ Uta Atî[33]
bendiyle başlar (Mevlânâ'dan sonra Mevlevilik;
s. 230). Bektâşilerin ce-l lik tercemanının sonunda da «Lâ Fetâ illâ Alî lâ
seyfe illâ Zü'l-fekar» tar-| zında geçer.
Zü'l-fekaar, yivli kılıç anlamına geiir.Hazret-i Alî, Yemen'e
gittiği! zaman, bir demir kaide üstünde duran ve taştan yonuimuş olan putu
kır-| mış, demirini Medine'ye getirmişti. Ömer'üs-Saykal adlı bir demirci, o demirden
iki kılıç dökmüştü. Biri, yedi karış boyunda, bir karış enindeydi, ortasında da
kanın akması için yivler vardı. Bu yüzden o kılıca «Zü'l-fekaar» denmişti.
Hazret-i Peygamber'e (S.M.) âît olan bu kılıoı Hazret, Uhud savaşı günü,
Hazret-i Alî'ye vermişti. Mühaddislerden Muhammed b. Şehrâşûb, LVII. sûrenin
(Hadîd), «And olsun ki biz Peygamberimizi, apaçık delillerle gönderdik ve
onlarla beraber de kitap ve terazi verdik, insanlar adaletle dosdoğru
muamelede bulunsunlar diye, demiri de İndirdik ki onda çetin bir azap var ve
insanlara faydalar...» meâiindeki 25. âyetindeki demirden, Zü'l-fekaar'ın
kastedildiğini rivayet eder [Sefînet'-ül-Bıhâr; II s.
280).
Kırmızı renkli malûm çiçek. Türklerde eskidenberi meşhur ve
adetâ millî bir çiçek olan «Lâle» arap alfabesiyle «L, A, L, H» harfleriyle
yazıldığından «Allah» adında da bir elif, iki lâm ve bir h bulunduğundan tasavvuf
ehli, bu çiçeğe kutsal bir mahiyet de vermişlerdir. Milîdî XIX. yüzyıl şairlerinden Refî'-i Kâlâyî, «Lâle» redifli bir
kasidesine,
Subh- dem dönse noîâ mihr-i cemâle lâle, Oldu
mazhar aded~i İsm-i Celâî'e lâle [34]
diye başlar ve «İsm-î Celâl» in, yâni
«Allah» lafzının harflerinin «Lâle» sözünde bulunduğu gibi her iki sözün de
ebced hesabında tutarının aynı olduğunu belirtir (İsm-i Celâl ve Altmış
altı'ya bağlamak maddelerine bakınız). Refî'-İ Kâlâyî, bu kasîdesinde yirmi
dokuz lâle adı anar. Bunlardan başka daha bu kadar, hattâ daha da fazla lâle
adı vardır ve bütün bunlar, bilhassa şimdi «Lâle Devri» diye andığımız XVIII. yüzyılda yetiştirilen ve ad takılan
lâlelerdendir.
İran
mitolojisinde «Lâle» yeşil bir yaprak üstündeki çiy tanesine şimşeğin isabeti
üzerine yaprağın alevlenip donmasından meydana gelmiştir; içindeki siyah nokta
da gönüldeki dağı, yanığı temsil eder (Ferid Kam: Asâr-i edebiyye tetkikatı.
Ders notları).
«Lâ Mekân,
Bî Mekân», arapça ve farsça yok anlamma gelen «lâ» ve «bî» ekinin, arapça
«Mekân» sözüne eklenmesinden meydana gelen ve «Yersiz-yurtsuz» demek olan bir
sözdür. «Lâ Mekân Âlemi» de yersizlik âlemi anlamına gelir.
Felsefeden de müteessir olan tasavvufta mekân,
kevne, yâni var olan şeye tâbi'dir; birşey olmazsa, boşlukta onun mekânı, yâni
yeri de olmaz; netekim zaman da olayların zihinde mukayesesinden doğar; bu
mukayese olmazsa zaman da olmaz. Buna nazaran «Mekân ve «Zaman»,
gerçekte olmayan iki zihnî mefhumdan ibarettir. Aynı zamanda,
gerçe varlık olan Allâh'm zâtı, mekân ve zamandan münezzehtir; her yerde her
şeyde sıfatlariyle, hüküm.tedbir, tasarruf ve kudretiyle görünen ya ratıcının
zâtı, her yerden, her şeyden yüeedir. Bu bakımdan da inşamı gerçek yurdu da,
«Mekânsızlik Âlemi» dir. Netekîm Yunus Emre, bir şii rine,
Bîmekânam bu cihanda, menzilim, durağım anda, Sultanım ki
taht-u tacım, hülle vü burağım anda[35]
diye başlar.
XVII. yüzyıl başlarında vefat eden Melâmî Huseyn'i Lâmekânî, «Lc mekânâ-mekânsızlığa mensup» mahlasını kullanmıştır.
Lokma etmek. Lokmaya sala Bir lokma-bir
hırka
Lokması boğazımızdan geçen yabanda kalmaz
Bir yudumluk ekmek ve yemek anlamına gelen
arapça «Lokma» sc zü, tasavvuf ehli arasında «yemek» anlamına kullanılır.
Meselâ, «Lokm ettiniz mi» demek, yemek yediniz mi demektir; «Lokmaya buyurun»,
yt meğe buyurun anlaminı verir. Mevlevîlerde yemek vakti, birbirine bitişi
olan, Mevlevî hücrelerinin bulunduğu yerde, Matbah canlarından (bal Matbah),
sıra kimdeyse, birinin, niyaz edip niyaz vaziyetinde, yüce sei le «Hû...
lokmaya sala» sesiyle duyurulur. Bu çağrıdaki «Hu» ve sond) ki «sala» sözünün
son hecesi, soluk miktarı çekilerek söylenir (Bak Sala).
«Bir lokma -
bîr hırka» deyimi, geçimi dar olanlar, aynı zamanda fnerşeyi yeter bulanlar
hakkında kullanılır.
«Lokması
boğazımızdan geçen yabanda kalmaz» sözü, Ahmed Sâr-bân'ın sözü olarak
nakledilir (İrşâd-Nâme; bizdeki yazma).
Bu sözün atasözü olduğunu, Ahmed Sârbön'ın da bu münasebetle
söylediğini sanıyoruz. Bu sözle, bize İntisabı olanı, dünyâda, âhirette .mahrum
bırakmayız anlamı kastedilir.
Lâ'net
La'nete siper olmak
«Lâ'net»,
rahmetten, yariıganmaktan mahrum olmak anlamına arapça bir sözdür. Ancak din
ve dünya işlerinde en kötü olan kişiler hakkında kullanılır. Ehlibeyt
taraftarları su içtikçe. Ehlibeytin çektiklerini hatırlayıp «Huseyn'e Allah
esenliği, Huseyn'in kaatili'ne Allah lâ'neti» anlamına «Selâm'uliahi
ala'l-Huseyn, Lâ'net'ullahi alâ KaatN'il-Huseyn» derler. Sektâşilerde ve
Mevlevîlerin «Şems Kolu» denen, Şî'a'ya mütemayil bulunanlarında bu töreye
riâyet edilir.
«Lâ'nete
siper olmak», «lâ'nete müstahak olacak bir işi işlemektir. Ulular, tarikat
ehline «Lâ'nete siper olmayın» diye öğütte bulunurlar.
«Ledün»,
yan, kat anlamına arapça bir sözdür. Kurân-ı Kerîm'in XVIII. sûresinin (Kehf) 65. âyetinde, Mûsâ peygamberin, (A.M.),
kendisine Tanrı katından bilgi verilen birisiyle buluştuğu anlatılır (Bak: Hızır).
Bu münâsebetle okunmadan, bellenmeden elde edilen İlâhî bilgiye de «İfm-i
Ledün-Ledün bilgisi» denmiştir (Hak maddesinde «hak kulundan intikamın...»
beytine bakınız). Gene bu yüzden bir işin gizli sebeb-leri, «Ledünnîyyât» d'ye
anılmıştır. «Bu işin ledünniyyâtını bilmek gerek» denir.
Levlâk
«Sen
olmasaydın» anlamına arapça bir sözdür. Allah'ın, Hazret-f Peygamber'e (S.M),
«Sen olmasaydın, sen olmasaydın gökleri yaratmazdım» buyurduğu meşhurdur;
ancak hadis bilginleri, bu sözün, lafız itibariyle Kudsî Hadis (Kur'an'dan
olmayan ve Hazret-i Peygamber'e ilham yoluyla bildirilen Allah sözü)
olmadığını, fakat «Sen olmasaydın cenneti, cehennemi yaratmazdım; Sen
olmasaydın İki âlemi yaratmazdım» Hadîg-i Kudsîlerine uyduğu cihetle meal
bakımından Kudsî Hadîs sayıldığını söylemişlerdir (Aliyy'ül-Kaarî: Mavzuâîu
Kebir; İst. Matbaa-ı Âmire — 1289; s. 67-68).
Hazret-i Peygamber'i övüş olarak yazılan naatlerin
çoğunda geçer. Meselâ Şeyh Galib, «Hüsn-ü Aşk» mın «Naat» bölümünde,
Levlâk ile zât-ı pâki mevsûf, Kur'ân'a sıfatı zarf-tt mazruf[36]
der {Aitın Kitaplar, İst. 1968, s. 48;
beyit. 23). Mir'âtî, bir nefesine.
Ol Şâh-ı Risâlet sultan-ı keyneyn, Bııyruldtt hakkında Levlâke
levlâk.
Ey nûr~ı nübüvvet Cedd'ül-Haseneyn, Seninçin var oldu zemîn-ü
eflak[37]
dörtlüğüyle başlar.
Bilmek, tanımak anlamına gelen arapça
«Ma'riîet» sözünün çoğuludur. Eskiden beri sûfîler arasında kullanılan bu
deyim, sohbet esnasında, olgun bir sûfînin söylediği tasavvuf? sözlere verilen
addır. Bunların bâzıları, ya o sûfî konuşurken, yahut sonradan, zihinde
kalabildiği kadar, yazılarak bir kitap hâline getirilir; o kitaba da, o sûfînin
«Maârifi», yahut «Makaaîâ-tı» denir (Bk. Seyyid Burhâneddin Muhakkık-ı
Tirmizî'nin «Maârif Terceme-si; Türkiye İş Bankası Yayın. Edebiyat Dizisi; 32;
Ankara — Tisa Mat. 1972; Sunuş; s. 7-8).
Mahabbet Meclisi
Muhabbetten kaçan insan sayılmaz
Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl
Mahabbetsiz Muhammed'den ne hâsıl
Mahabbet şirketi kabul etmez
Bu yolun sermâyesi kuru mahabbet
Mahabbet, sevişmek anlamına arapça bir sözdür.
Sûfîlerde, bir araya gelip sohbet etmeye denir. Sohbet meclisine de «Mahabbet
Meclisi» derler. Tasavvuf ehli, sohbete büyük bir
ehemmiyet verirler; sohbetle aşkın artacağını, insanın irfanının
genişleyeceğini söylerler. Bu yüzden de «Mahabbetten kaçan insan sayılmaz»
sözü, aralannda atasözü olarak söylenir.
Pir Sultan Abdal, bir nefesinde,
Dîdâr ile mahabbete doyulmaz, Mahabbetten ksçan insan
sayılmaz.
Münkir üflemekle cerağ söyünmez, Tutuşunca yanar aşkın çırası
dörtlüğünde bu atasözünü anar. Gene aralarında söylenegelen
ve kimin olduğu bilinmeyen,
Mahabbetten Muhammed oldu hâsıl
Mahabbetsiz Muhammed'den ne hâsıl
beyti de Tann'nın en olgun ve bütün sıfatlan
nefsinde toplamış bulunan Hazret-i Muhammed'in (S.M), Tanrı sevgisine marhaz
olduğunu, yaratılışa sebep bulunduğunu bildirerek «Sen olmasaydın iki âlemi de
yaratmazdım» Kudsî Hadîsi hatırlattığı gibi Tanrı sevgisine de ona uy-makia
mazhar olunacağını beyan eden III. sûrenin (Âlu
İmrân) 31. âye tini dile getirir.
«Mahabbet
şirketi kabul eylemez» atasözü de gerçek sevginin Tanrı sevgisi olduğunu
anlatır. «Kuru muhabbet», karşılıksız sevgi anlamına gelir. Fâtih türbedarı
Hacı Ahmed Amiş (1337 H. 1920), «Bu yolun sermâyesi kuru mahabbet» atasözünü
söyledikten sonra «Mahabbetin yaşı da olur mu? Olur ya. Görmüyor musun babam
ölse de yerine geç-sem diyen şeyh oğullarını» sözüyle bunu açıklarlarmış.
Bahisler, sözler anlamına arapça. Maârif mad. e
bk.
Mal-Mülk
Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi
O da yalan, bu da yafan; var, sen de biraz oyalan
Dünyanın, dünya malının
geçici olduğunu, ömrün, su gibi
akıp gittiğini, nesillerin geçtiğini dile getiren pek güzel bir sözdür.
Tasavvuf ehli, ruyâya
«Ma'nâ» ve «Seyr» de derler; ruyâyı anlatırken, «Mânamda şöyle gördüm*
derler (Düş ve Seyr mad. lerine de bk.)-
Makaamı cennet olsun
Arapça, kalkılan, ayakta durulan yer demektir ki türkçede
«durak»,, bunun karşılığı olabilir. Aynı zamanda, dince kutsal olan, bir
büyüğün hâtırasını taşıyan yerlere de bu ad verilir; «Makaam-ı İbrahim» gibi.
Birisi, başka bir yerde ölürse, memleketinde,
yahut hâtırasını taşıyan bir yerde, ona Fatiha verilmek, onu andırmak için
yapılan merka-de de «Makam» denir.
«Makaamı
cennet olsun» duası, sûfîler arasında, vefat eden biri hakkında söylenen bir
sözdür.
Bektaşi Meydanında «Eşik, Horasan Postu, Dar, Babanın oturduğu
Baba Postu, Taht, Gayb Erenleri Postu, Ocak», niyaz makamlarıdır (Meydan mad. e
de bk.)
Ondan, Tann'dan başka herşey anlamına arapça bir
sözdür. Sûfîler-ce, gönülde, Tann'dan başka, kimin ve neyin olursa olsun,
sevgisi, dileği varsa, o kişi, «Ma-sivâ» ya gönül vermiştir. Aynı zamanda,
varlık âle-
mini, Tann'dan
ayrı bilen,
onları, Tanrı sıfatlarının,
Tanrı hükümlerinin tecellîsi
olarak görmeyen kişi de «Mâ-sivâ ehli»dir. Yusûf-i Sîne-çâk,
Da'vet etmek dîlesen dil hanesine dilberi,
Masivâ'dan ışk câtubiyle evvel silsüpür [38]
beytiyle «Mâ-sivâ»
nın gönülden süpürülmeslni sonra Mevlevîlik, s. 498).
öğütler (Mevlânö'dan
Mutbah arapça bir sözdür; yemek pişirilen yer
aniarmnadir. Pişirilen yer anlamından, bir de insanı pişiren, olgunlaştıran
yer anlaşıldığı cihetle Matbah, insanı doyuran, pişiren, olgunlaştıran yer
olarak kabul edilmiş, bilhassa Mevlevtlerde kutsal sayılmıştır. Mevlevîlikte
sülük, yâni manevî yolculuk, hizmetledir. Bu hizmet müddetine «Çile» denir;
binbir günlük çile müddetince, dervişliğe ikrar veren kişi, matbahta, kendisi
gibi çileye soyunmuş olan canlara mahsus olarak ayrılan yerde yatar. Kendisine
«Matbah Canı» denir. Matbah canlarının terbiye ve irşadından, dergâhın «Aşçı
Başı» sı sorumludur. Yalnız «Huzûr-i Pîr» de denen Konya'dakî Mevlânâ
dergâhında bu hizmeti, «Ser-Tanyk-Tarîkatcı Dede», yâni tarikat işlerine bakan
en ulu Dede görür. Esrar Dede'nîn 11211
H. 1796--1797);
Muallâ dudmân-ı evliyadır Matbah-ı Muntâ Dil-ü cana ocâğ-ı
kîmyâdir Matbah-ı Munlâ[39]
jnatlaiyle başlayan bir şiiri olduğu gibi
Mevlevi, şâirlerinin çoğunda, Mat-bahtan, Âteş-bâz'dan bahseden şiirler vardır.
Alevî-Bektâşi edebiyatında da olgunlaşmak, pişmek dolayısiyle bunu okşayan
şiirler mevcuttur. Meselâ Muhyiddin Abdal, bir nefesinde,
Aşk harmanında savruîdum,
Hem elendim,
hem yoğruldum;
Kazana girdim, kavruldum,
Meydana yenmeğe geldim
der (Matbah ve Matbah hizmetleri için «M
evlâna'dan sonra Mevlevîlik» e; s. 291-298; ve «Mevlevi Adâb ve Erkânı» na
bakınız; s. 135-136).
Ay'ın, dünyanın çevresinde dönüşünü esas tutan ve Hazret-i
Pey-gamber'in (S.M) Mekke-i Mükerreme'den, Medîne-i Münevvere'ye hicretlerini
yılbaşı kabul eden hicrî yılın ilk ayı olan Muharrem'de, torunları. İmâm
Huseyn ve ona uyanlar, Kerbalâ'da (bu madeye bakınız) şe-hîd edildiği, Ehlibeyt
tutsak olarak Şam'a götürüldüğü için Ehlibeyt taraftarları bu aya «Matem Ayı»
demişlerdir; kısaca «Matem» dendiği de vardır; «Yaş ayı» da denir.
Hicrî yılın, Muharrem, Saf er, Rabî'ulevvel, Rabî'ulâhır,
Cümaz'el-ev-vel, Cümâz'el-âhır, Receb, Şaban, Ramazan, Şevval, Zi'l-ka'de ve
Zi'l-hıc-ce aylarına türkce adlar verilmişti; İstanbul'da tarîkat ehli arasında
bu adlar anılırdı.
Hicrî yılın aylarına şu adlar verilmiştir:
Yas (yahut matem) Ayı, (İmâm Huseyn'in
şehâdetinin kırkıncı günü bu aya rastladığı için) İmâm Kırkı, Büyük Mevlud,
Küçük Mevlud, Büyük Tövbe, Küçük Tövbe, Birinci Kandil, İkinci Kandil, Oruç Ayı
(bu ve bundan önce iki aya, «Üç Aylar» da denir). Bayram, Aralık, Kurban.
Dînî gecelerde minare şerefelerinde kandil yakmak, İstanbul'da
başladığı cihetle, bu ay adlarındaki «Birinci Kandil», «İkinci Kandil» den anladığımıza
göre sanırız ki bu adlar, İstanbul halkınca konmuştur.
Muharrem Ayına «Şehr'ül-Bükâ-Ağlayış Ayı» adı
verildiğini de, okuryazarların yazılarından anlamaktayız.
Sezâî (1152 H. 1239), bestesi de buiunan ve tekelerde okunan
mersiyesine,
Ey Şehîd-i Kerbelâ'yaı ağlayan,
Ağla, matemdir,
Muharremdir bugün.
Nâr-ı hasretle ciğerler dağlıyan, Ağla, matemdir, muharremdir
bugün
diye başlar (Bizdeki İlahî mecmuası; s. 3).
Mangır Hak vere
Mangır-, geldiği gibi gidiyor tıngır tıngır
Tasavvuf ehlince paraya verilen addır. Çok eski
zamandan kalma bir ad olmakla beraber mangırın tedavülden kalkmasına rağmen, ne
çeşit olursa olsun, paraya bu ad veriiegeimiştir. «Mangır Hak'ta» deyimi,
paranm-pulun bittiğini bildirir. «Mangır Hak vere, Mangır Hak vere oldu»
deyimleri de aynı anlama gelir. «Mangır; geldiği gibi gidiyor tengır-tıngır»
sözüyse paranın, geldiği gibi bitiverdiğini ifâde eder.
Meczub
Âkıl-ı
Meczub-nümâ
Arapça bir sözdür; kendini
aldırmış, kaptırmış, aklı başında
olmayan anlamına gelir (Cezbe'ye bakınız).
Tasavvuf ehlinden bâzı kimseler, halkın teveccühünden kurtulmak için
kendilerini meczup gösterirler; bunSara, kendisini meczup gösteren akıllı
anlamına «Akıl-i Meczub-nümâ» denir.
Medrese Kaçkını,
Meyhane Düşkünü
Az bucuk bilgisiyle, Yunus Emre'nin,
Aşkına düsen âşıklar, içer, ağuyu nûş eder; Topuğa çıkmayan
suîar, deniz ile savaş eder
dediği gibi olgun kişilere karşı kendini bilgin göstermeye
çalışan, ahlâk bakımındansa kötülüklerde
bulnan kişiler hakında söylenir bir
sözdür.
Mal melâmeti örter.
Melâmet, arapça, kınamak, azarlamak anlamına gelen bir sözdür.
«Melâmetî, Melâmî» kınanmaya amaç olan demektir. Çeşitli tesirlerle hicretin
ikinci yüzyılında (VIII. M.) meydana
gelen tasavvuf, bünyeleşip tarîkatler meydana geldikten sonra sûfîler,
kendilerine mahsus serpuş-lariyie, giyimleriyle haiktan ayrılmışlar, zikir
meclislerinin yapıldığı tekkeler kurulmuş, bir kuvvet haline gelen tasavvufa
dayanan iktidar ve zengin zümre, tekkelere vakıflar sağlamak suretiyle tasavvuf
ehlini kendilerine bir destek haline getirmişlerdi. Buna karşı, gene
tasavvufun içinden ve tasavvuf ehlinden bir zümre, zikir törenleriyle, husûsî
giyim-ku-şamla, toplantı yeri olan tekkelerle, hele vakıfla geçime dayanmayla
halktan ayrılmayı boş görmemiş, bütün bunları, hem İslama aykırı, hem de
tasavvufun gayesine zıt bulmuştu. Bu yüzden tasavvuf ehlinin kınamasına
uğramışlar, daha da ileri giden bu zümre mensupları, yaptıkları hayrı gizlemek,
kötülüklerini gizlememek, hattâ
kendilerini halka kınatacak hareketlerde bulunmak esasını kabul
etmişler ve «Melâmetiyye-Kınananlar» adını almışlardı. Tasavvufçular, Irak'ta
temerküz ettikleri için «Irâkiyler» diye anıldıkları gibi Melâmet ehli de
Horasan'da temerküz ettiğinden «HorasânîSer, Horasan Erleri, Horasan Erenleri»
diye anılmışlardı. Sonradan Melâmetten, Kalenderîlik, Haydarîlik, Mevlevîlik,
Bektaşîlik gibi tarîkatler de meydana gelmişti.
945 Hicrîde (1539), İstanbul'da,
Atmeydanı'nda (Sultanahmet Meydanı) onikı dervişiyle şehîd edilen İİsmâil-i
Ma'şûkıy, bir şiirinde.
Terk edip nâm-u nişgnı ğiy Melâmet hırkasın,
Bu Melâmet hırkasında nice sultan gizlidir[40]
beytiyle Melâmeti övdüğü gibi, meşhur Hurûfî
Nesîmî'den başka bir Ne-sîmî de, bir şiirine,
Ben Melâmet hırkasını kendim giydim eğnime,
Âr-u namus şişesini taşa çaldım kime ne
beytiyle başlar.
Dilimize, «Melâmet Erbabı, Metâmeî
Erieri-Erenieri, Meiâmsyye, Me-lameîî, Melâmetîler, Meİâmî-Melâmiyye, Melâmiler»
deyimlerini veren Melâmet, «Mal, meiâmeti örter» atasözüyle de mal-mülk sahibi
olan kişinin kusuru görünmeyeceğini, kınanmayacağını belirtir (Horasan Erleri,
Erenleri — Horasânîier mad. e de bk.).
Farsça küpe demektir. Bektaşilikte mücerredliğe, yâni evlenmemeye
ikrar veren dervişin mücerredlik âyininde sağ kulağı delinir ve bu kulağa bîr
küpe takılır. Ağırca ve madenî olan bu küpeye «Mengûş» denir (Bak. Mücerred).
Dengûş, demirden, pirinçten, Neçef taşından, gümüşten, çeşitli şekillerde olurdu.
Seİâmî, bir şiirinde,
Mest olup bezm-i
lestten taze kıldık huşumuz, Huşumuzdan cümle âlem halkına menbûşumuz;
Dîdemtz Hakk'ı görüp Hakk'ı işitir ğûşûmuz; Bir güruh sultân-ı dehriz zümre-i
Bektâşiyüz, Lâmakân iklimine azmedenin yoldaşıyuz[41]
bendiyle «Mengûş» u dile getirmiştir.
Ölen birinin
güzel huylarını sayıp dökerek ağlamak, ağlatmak anlamına arapça bir sözdür. Bu
hususta yazılan şiirlere de «Mersiye» denir. Türkcesi ağiî, ağıt yakmaktır.
Mersiye, bilhassa İmâm Huseyn'în şehâ-deti hakkında yazılmış olan şiirlere
denir.
Nakş-bendîlerle bu tarîkatten ayrılan kollardan (bk, kol) başka
bütün tarîkaîierde muharrem ayında Mersiye okunması ve o gün aşure (bk.
Âşûrâ-Aşure ve Çifte vav) pişirilmesi bir gelenek olmuştu. Bir şehirde bulunan
ve muayyen günlerde mukaabele yapan (bk. Mukaabele) tekke mensuplarının
hepsinin de bulunabilmesi için şeyhler, önceden mersiye okunacak günleri tesbît
ederlerdi. Bektâşilerde, Muharremin onuncu gününden sonra herhangi bir gün,
hava müsaitse, seher çağında bahçede mersiye okunurdu; çünkü Bektâşüerde
mukabele ve muayyen günü yoktu.
Mersiyeler içinde, Hacı Bayram'ın
halîfelerinden, «Muhammediyye» sahibi Mehmed-i Bîcân'ın (Yazıcıoğlu,
Yazıcı-zâde), Sezâî ve Sâfî'nin mersiyelerinin pek güzel ve yanık besteleri de
vardı ki bunların tesbîti de müzik ustalarına düşer.
Meşe, farsça orman anlımuna gelen «bîşe» sözünün Türkçeleşmiş
şeklidir; meşelik, ormanlık demektir. Ova, günlük-güneşükten. Gökte bir tek
bulut bile yokken birden bir sel geiir, ovayı kaplar, hayvanları
sü-rer-götürür, ağaçları söker; tâ yukarlarda, ormanlığa sağnak halinde yağmur
yağmıştır; bu gelen sel, o yağmurun selidir; buna «Meşe Seli» denir. Pir
Sultan, bir nefesinde,
Dost elinden bade içmiş deliyim, Üstü kan köpüklü Meye
Seliyim;
Ben bir yol oğluyum, yol sefiliyim; Ben de bu
yayladan Şâh'a giderim
dörtlüğüyle «Meşe Seli» ni pek güzel, pek canlı bir halde
anlatmıştır (Âle-vî-Bektâşi Nefesleri; s. 98).
Arapça kullar-köleler anlamına gelir. Ümeyyeoğulları, arap olmayanlara,
Müslüman olsalar bile «Mevâlî» derlerdi. Ehlibeyt taraftarlarıy-sa, «Ben kimin
Mevlâsı», yâni sahibi «isem», kimin üzerinde tasarruf ve vilâyetim varsa, «Alî
de onun mevlâsıdır», yâni onun sahibidir, velîsidir hadîsine dayanarak bu sözün
anlamını, Alî bendeleri tarzında benimsemişlerdi. Hayâyî, bir nefesine,
Dinleyin netesim Mevâli canlar, Anmçin okurum
lâ'net Yezîd'e;
Hasan'a, Huseyn'e kasdetti anlar, Anmçin okurum
lanet Yezîd'e
diye başlar (Âlevî-Bektâşi Nefesleri; s.
48).
Geniş, açık saha, alan anlamına arapca bir sözdür. Türkçeye
çeşitli anlamlarla girmiştir. «Koşu meydanı, Cirit meydanı, Ok meydanı. At
meydanı» gibi. Güreş yapılan alana «Er meydanı», savaş alanına «Harp», «Savaş
meydanı» derler. «Meydan vermek», birşeyin oluşuna göz yummak anlamına gelir.
«Meydana gelmek», belirmek demektir. «Meydan okumak», bir dâvada tek olduğunu
söylemek, herkesi, aynı dâvada kendisiyle boy ölçüşmeye çağırmaktır. «Meydana
çıkarmak, meydana getirmek», bir şeyi belirtmek, düzüp koşarak ortaya koymaktır.
«Meydana çıkmak» belirmek, görünmek anlamına gelir. «Meydan istemek», müsâade
istemektir. «Meydanda», apâşikâr demektir. «At bulunur, meydan bulunmaz»
atasözü, ele fırsat geçmeyisin ifadesidir. «At ölür, meydan kalır; yiğit ölür,
şan kalır» atasözü de erliği dile getirir, ölümsüzlüğü belirtir.
Tasavvufta «Meydan», mahabbet alanı, zikir ve
vecid alanıdır. Esma ile sülük görenlerin zikirlerinde, ilâhı okuyanlar, «Yâ
sâhîb'el-Mey-dân - Ey meydanın sahibi» sözüyle o tarîkatin pirini kastederler.
Mevlevîlerde «Meydan», dedelerin sabah namazından sonra kıdem,
yâni eskilik sırasıyla girdikleri, en sonunda, Konya'da, tarikatçının, başka
yerlerde dergâhın manevî âmiri, pîr nümessili, dervişlerin mürebbîsi olan Aşçı
başının (Ser-Tabbâh) girip baş keserek selâm verdiği ve yerine oturduğu,
onunla beraber bulunanların da baş keserek oturdukları, mürâkabada bulundukları
müstatîl odaya denir (Mevlânâ'dan sonra Mevlevîlik; s. 409-411).
Dergahtaki Meydan hizmetlerine bakan, mukabele yapılacağı
vakit şeyh postunu semâ'-hâneye götürüp seren, şeyhi semâ'-hâneye getiren,
mukabeleden sonra postu düren, kaldıran, yemek zamanını, mukabele vaktini
usûliyle bildirecek dervişe sala vermesini buyuran dedeye Meydancı Dede», onun
hizmetinde bulunan dervişe de «Meydancı Yamağı» derîer.
Bektâşilerde Meydan, tarîkate giriş, baş okutuş, yahut ölmüş
birinin ruhunu ta'zîz ediş törenlerinin yapıldığı müstatîl odaya denir. Meydanın,
içeriye girilince, cephede, sol tarafta baba postu vardır. Postun solunda ve
meydanın tam karşısında «Kürsî-i Gadîru Hamm», yahut «Çe-rağlık» ve «Taht»
denen üç kademeli bir kürsü, kürsünün yanında ve baba postuna mukabil yerde
«Gaaib Erenler Postu» vardır. Meydana girilen eşiğin sol yanında, yahut karşı
tarafta «Horasan postu», yanıbaşında delîl çerağı,
meydanın sağında, yahut solunda ocak ve küre bulunur. Meydanda, Onikİ hizmet
sahibinin makamı olan oniki post vardır.
Hacı Bektâş tekkesindeki meydanaysa «Kırklar Meydanı» denir. Hatâyı,
bir nefesine,
Kırklar meydanına vardtm, Gel berü hey can dediler.
İzzet ile
selâm verdim, Gir işte meydan dediler
dörtlüğüyle başlar (Âlevî-Bektâşi Nefesleri; s. 133).
Alevîler, «Kırklar» ı, Hazret-i Muhammed'în (S.M) zamanına kadar götürürler;
onlarca, o zaman-da «Kırklar» mevcuttur ve kırkların toplandığı yere bu ad verilir.
Şâ-hî'nin.
Kurbanlar tığlanıp ğül-banğ çekildi, Gaflet
uykusundan uyana yeldim.
Dört kapı sancağı anda dikildi, Uryân biryân olup meydana
geldim
dörtlüğünde bahsettiği «Meydan» sa, Bektaşi olacak kişinin
alındığı «Meydanadır (Ayni; s. 168).
Meyveli Ağacı Taşlarlar
Mecazî anlamına göre, bilgisi olan, güzel söz söyleyen, yüzünün,
huyunun güzelliğiyle dikkati çeken, herkesten üstün bir hünere, bir sanata
sahip olan kişinin, herkesin ve bilhassa ondaki meziyeti kendilerinde
bu-îamıyaniarın hasedini uyandıracağını, o hünere, o üstünlüğe sahip olamayanların,
onu, türlü bahaneler bularak kınayacaklarını bildiren bir ata-sözüdür.
Dîvan Edebiyatında da
Atarlar senğ-i ta'rîzî dıraht-i meyve-dâr üzre[42]
yer almıştır.
Mezar Taşı-Ğibi
Manevî bir zevka sahip olmayan, ham, kuru, nükteden anlamaz, yobaz,
kati kişiler, tasavvuf ehiince mezar taşına benzetilir Bu çeşit adamlara
«Mezar taşı gibi adam» derler.
Mezhepten bahsoîunur, meşrepten bahsolunma
Mezheb, gidilen, gidilecek olan yol anlamınadır; dînî
hükümlerde ve dünya işlerinde, Ailâh'ın emrine, Hazret-i Peygamber'in (S.M)
sünnetine uygun hareket edebilmek için din bilginlerinden birinin yolunu
tutmak, onun gittiği yola, onun mezhebine uymaktır. Meşreb, huy, zevk ve âdet
anlamını verir. Meselâ birisi hakkında, «Meşrebi geniş» denirse, herşeyi
sindirir, hoş görür, darılmaz anlamı anlaşılır. «Zâhidöne meşrepli», din
hükümlerine riâyet eder anlamınadır.
Mezhepten bahsolunur, meşrepten bahsolunmaz» atasözü,
şunu anlatmaktadır: Mezhepten söz edilebilir; çünkü insan, bilgisiyle,
anlayışiyle herhangi bir mezhebi seçer ve o mezhebin hükümlerinden de, intikad
yollu olsa bile bahsedilir; fakat meşrep, insanın yaratılışın-daki huyudur; o,
ne kadar değişirse değişsin, izi kalır ve birgün o huy, gene baş gösteriverir;
bu bakımdan, meşrepten bahsolunmaz; o, nasılsa öyledir.
Hiç bir inancı benimsemiyen kişiye «Mezhepsiz» denir. Her
çeşit inanç sahibine karşı, o inanca bürünen, o inançtan görünen kişiye,
gidilecek hangi yol olursa olsun, hepsine gider anlamına «küllü mezhebin
yezheb» denir; bu söz, daha ziyade okur-yazar ve eski kişiler tarafından
söylenir.
Beşiktaş Mevlevî-hânesi şeyhi Nazif Efendi (1277 H. 1860),
meşhur müseddesinde,
Milletim ehî-i hakıykat halikım, Rabbim Huda,
Mezhebim râh~ı mahabbet, şart-ı îmânım fena;
Kıblem ebrûy-ı Muhammed'dir, imamım Murtazâ,
Dîn-i İslâm
âşkârâdır, ne lâzım İhtiiâ[43]
diyerek hakıykat ehlinin mezhebinin, sevgi yolu
olduğunu belirtmektedir (Mevlânâ'dan Sonra Mevlevîlik; s. 231). Şâhî de,
Bektaşiliğe giriş erkânını anlatan bir nefesinde,
Pîrim kulağıma eyledi telkıyn,
Şâh-ı
Vilâyete olmuşum yakıyn.
Mezhebim Ca'fer'üs-Sâdık'ül-Metîn Allah dost,
Eyvallah peymâna yeldim[44]
der ve Ca'ferî mezhebine girmiş olduğunu,
İmömiyye mezhebine girdiğini bildirir
Mihman
Müsâfir, konuk anlamına farsça bir sözdür. Tasavvuf ehli,
konuk ve müsafir sözlerinden ziyâde «Mihmân» sözünü kullanır ve mihmânı konuklamak,
ağırlamak, yedirip doyurmak, onlarca en büyük ibâdetlerden sayılır. Mihman
ağırlamaya, mihmânın gönlünü elde etmeye dâir birçok hikâyeler vardır. Bir
Türk şiarı olan konuk ağırlamak, tasavvuf erbabı taralından daha da fazla
benimsenmiştir. Onlarca konuksuz evde beî-bere-ket yoktur; konuk, Hızır'dır ve
eve bet-bereket getirir. Hatâyı, Mihmana dâir söylediği bir nefese,
Yine mihman geldi, gönlüm sâd oldu,
Mihmanlar,
siz bize safa geldiniz.
Kar, kış yağar iken bahar - yaz oldu,
Mihmanlar,
siz bize safa geldiniz
dörtlüğüyle başlar ve müsâfirtn, «Hızır» sayıldığını,
Himmet eyle mîrîm, müsaür gele; Yavan-yaşik yeyip
yüzümüz güle;
Küçük - büyük anı hep Hızır bile, Mihmanîar, siz bize safa
geldiniz.
dörtlüğünde dile getirir (Alevî-Bektaşi Nefesleri; s. 256).
Kadem mad. e de bk.
Mihrabı yerinde
Cami yıkîisa da mihrabı yerinde durur
Cami ve mescitlerde, içeriye girilen ve kıbleye
açılan kapının tam karşısında, kıbleye doğru, içeriye oyuk yere denir ki imam,
burda namaz kılar; cemâat da, arkasında, aralarda secde edilecek mesafe
bırakarak saf düzer ve imama uyar.
Cami ve mescitlerde, esas durak olan mihrcfb, çok sağlam
yapıldığı için çok defa cami ve mescit yıkılsa bile mihrabı yerinde durur. Bu
yüzden «Mihrabı yerinde» deyimi, ihtiyarladığı halde güzelliği geçmemiş
yaşlılar hakkında kullanılır ve «Cami yıkılsa biie mihrabı yerinde durur»
atasözüyle övülürler.
Sûfîlerin, insanı kutsal sayışta ileri gidenleri. Alevî ve
Bektâşiler, yüze ve bilhassa iki kaş arasına da «Mihrab» derler.
Pîr Sultan Abdal, bir nefesindeki
Benim uzun boylu serv-ü çınarım, Yüreğime bir od
düştü yanarım;
Kıblem sensin yüzüm sana dönerim, Mihrabımda kaşlarının arası
dörtlüğünde bu kanâati dile getirmiştir (Alevî ve Bektaşi
Nefesleri; s. 188).
Arapça, yukarıya çıkılacak âlet, merdiven anlamınadır. Hz.
Peygam-ber'in (S.M), peygamberliklerinin onikinci yılında, Ramazan ayının
onye-dinci, yahut Recebin yirmi yedinci gecesi, bir ân içinde Mekke'den Kudüs'e
gitmelerine, oradan Melekût âlemine ağmalarına, geçmiş peygamberlerin
rûhâniyetleriyle görüşmelerine, cenneti, cehennemi, melekleri görmelerine ve
gene bir ân içinde Mekke'ye dönmelerine denir. Kur'ân-ı Necîd'in XVII. sûresinin (İsrâ'J 1. âyet-i kerîmesiyle LIII. sûresinin
(Necm) 1 -18. âyet-i kerîmelerinde Mi'râc mu'cizesi anlatılır.
Divan Edebiyatında, Mi'râc'ı anlatan şiiriere
«Mi'râciyye» adı verilir. 1142 de (1729) vefat eden Kulekapısı şeyhi Nâyî Osman
Dede'nin «Mi'râciyye» si, kendisi tarafından bestelenmiştir ki bu eser,
Recebin yirmi yedinci gecesi, bâzı Mevlevî-hânelerde okunurdu.
Bektâşîler, nasîb alan kişinin gördüğü törene, bu törenle manevî
âleme ağmak inancıyla «Mi'rac» derler ve nasîb alan kişiyi, tören bitince,
«Mi'râcm kutlu olsun», yahut «Mi'râcın mübarek olsun» diye kutlarlar (bk.
Nasîb). Alevîlerin, Musâhib kavline girişlerinde de «Mi'raçlama» dedikleri bir
şiir okunur (bk. Musâhib).
Miskin-Meskenet
(Miskinlik)
Miskin, bir günden bir güne ihtiyacını giderecek
birşeye sahip olmayan, tam mânâsiyle yok-yoksul kişiye denir; meskenet de, bu
derecede yokluk, yoksulluk anlamınadır. Halk, elini-kolunu oynatamayacak kadar
tembel olan kişiye «Miskin» der. Aynı zamanda cüzzam hastalığına da «Miskin
hastalığı» denmiş, bu hastalığa tutulanların, halkla buluşmamalarını sağlamak
İçin, şehir dışında yapılmış yerlere, miskin evi anlamına «Miskin-hâne» ve
«Miskinler tekkesi» adı verilmiştir. Miskin sözünün anlamındaki tembellik
dolayısiyie, tembellikle ilgili fıkralar da söylenegel-miştir.
Tasavvufta «Meskenet», manevî yokluğun en ileri
derecesidir; bütün anlamiyle yok olan, kendine hiçbir varlık vermeyen kişi de
miskindir. Yunus Emre,
Miskin Yunus ölicek, sini nurla dolıcak,
İmân yoldaş
olıcak âhırete sîr gider.[45]
beytinde olduğu gibi bâzı şiirlerinin son
beyitlerinde kendisine «Miskin» vasfını verir ki bu söz, temâmiyle tasavvuf?
anlamdadır. Netekîm bir şiirine de.
Miskinlikte buldular, kimde erlik varışa,
Nerdivandan
yittiler yüksekten bakarısa
diye başlar.
Bu beyitteyse «Miskinlik» ve «Miskin» in tasavvufî
anlamını tam olarak verir:
Gel imdi Miskin Yunus tut erenler eteğin, Cümlesi
miskinlikte, yokluk imiş çâresi.
Farsca vasf-i terkîbî. Beli bağlanmış demektir (Kem
er-Beste'ye bak).
Muhib, arapça seven anlamınadır; «Muhibbân»
sevenler demektir ve muhib sözünün farsca kuralınca cemi'dir. Tarîkate intisap
eden kişiye «Muhib» denir. Bu deyim, Mevlevi ve Bektâşiiere mahsustur; öbür
tarîkatlerde yoktur. Muhib, dervişliğe ikrar verip dergâha girdikten, eviyle
ilgisini kestikten, Mevlevîlerde çileye soyunduktan, dal sikke (sarıksız
sikke) ve tennureyle hidmete başladıktan, Bektâşilerde arakıyyeyle dergâhta,
kendisine verilen hizmete koşulduktan sonra «Derviş» diye anılır ve bu,
tarikatın ikinci derecesidir.
Mevlevîlikte,
binbir gün çile müddetini hizmetle doldurup onsekiz günlük hücre çilesini de
çıkaran, hücre sahibi olur, hırka giymeye hak kazanır ve «Dede» diye anılır.
Bektâşilikteyse hizmet müddeti muayyen değildir; arakıyyeyle hizmet eden cana,
şeyhin tensîb ettiği vakit, dervişlik töreniyle taç giydirilir, Haydariyye ve
hırka giymeye, tarikat cihazlarını takınmaya, kuşanmaya hak kazanır. «Derviş»
diye anılmaya başlar. Diğer tarîkatlerde, o tarîkate intisâb edene «Derviş»
denir; bir müddet sonra «Bey'at» töreniyle derecesi «Mürîd» derecesine yücelir.
Fakat «Mürîd» sözü, bütün tarikatlerde, o tarîkate intisâb etmiş olanlara
verilen umûmî bir sıfat adıdır.
Yunus Emre, bir şiirinde,
Kırk kişi bir ağacı dağdan gücün indire, Ye bunca mürid,
muhib Sırat nice keçesi
demekle «Muhib» sözünün XIII-XIV.
yüzyıllardan da önceye âit olduğunu belirtmiş olur (Bektâşinin çapası,
Mevlevînin çivisi, Dede ve Halîfe mad. lerin de bk.).
Karşılaşmak anlamına arapça bir sözdür. Sûfîler zikir
esnasında, halka hâlinde otururla ki buna «Zikir halkası» anlamına «Halka-İ
Zikr» derler. Bu halkada, birbirlerine karşı oturdukları ve bilhassa şeyhin
karşısında bulundukları için zikir meclisine «Mukaabeie» denmiştir.
Mevlevîlerde «Devr-i Veledî», yahut «Sultan Veled devri» denen ve
semâ' başlamadan «Semâ'-Hâne» nin çevresinde üç kere dönülen törende de, şeyh
postunun önünde, birbirlerine niyaz ederler; bu münâsebetle Mevlevîlerin
Semâ'lanna da «Mukaabele» denir (Bk. Baş kesmek, Niyaz).
Dergâhlarda mukaabele yapılan güne «Mukaabele günü» denirdi.
Göz altında bulundurmak, gözetlemek, korumak anlamlarına
arapça bir sözdür. Dervişlerde, diz üstü oturup eller, böğürlere, yahut dize
konmak, gözler kapanmak üzere gönülden, yâni hatırdan herşeyî çıkarmaya
çalışmak, gözünün önüne şeyhin yüzünü getirip İlâhî feyiz beklemek, sMurâkabada
bulunmak» dır. Melâmî-Hamzevîler, Murakaba'ya «Gönül beklemek» demişlerdir
(Gönül mad. e bk.).
Arapça yamalı demektir. Eskiden sûfıler, hırkalarının helâl
maldan olmasını sağlamak için gerçekliğine inandıkları kişilerden kumaş
alırlar, bun-iarı birbirine dikerek kendilerine hırka yaparlarmış. Bu yüzden
hırkalarına, yamalı anlamına «Murakka'» denmiş, sonradan bu söz derviş hırkasının
adı olmuştur. Nectâtî,
Ba§ salar sûfî gibi yasıl murakka'lar ğeyip, Şöyle benzer serv
ğülsende sabâdan aldı el[46]
beytinde hem «Murakka'»!, hem de «El alma» yi
dile getirmektedir.
Hattatların ayrı ayrı kağıtlara yazdıkları
yazılara da «Murakka'lar» anlamına «Murakka'ât» denir. Bunlar mukavvaya
yapıştırılıp tezhip edildikten sonra bir mecmua haline getirilerek saklanırdı
(El almak mad. e de bk.).
Parmaklar bitişik ve eller düz ve açık olarak iki
kişinin ellerini birbirlerine uzatıp sürtmelerine, avuçları birbirine sürtmek
anlamına arapça «Musâfaha» denir. Musâfaha, sünnettir ve çok defa salavât
getirilerek yapılır; el öpmek, el sıkmak yerine iki elle yapılan bu görüşmek,
is-lâmî b«r selamlaşmadır. Mevlevîlerdeyse her iki kişi, sağ ellerini aynı zamanda
öpmek suretiyle musâfaha yapılır (Görüşmek maddesine bak).
Arapçadır; sohbetleşen, sohbet arkadaşı anlamınadır. Alevilerde,
ergenlik çağına girmiş iki kişi, aynı zamanda Alevîliğe intisâb ederler ve bu
iki kişi, birbirinin «Sâhib» ve «Musâhib» i olurlar; kardeş sayılırlar.
Haz-ret-i Peygamber'in (S.M) ashabı birbirine kardeş etmelerinden kalan bu
kardeşlik, Alevilerde, Alevîliğe ikrar töreninde şarttır; musâhibsiz Alevîlik
erkânına hiç bir kimse alınmaz. Musâhib olanların canları, mallan, ırzları
birdir; her hususta birbirlerini korumaları gerektir. Pır Sultan'a mensup oian
Kul Himmet, bir nefesinde,
Miyân-beste olan üstadsız olmaz; Rehber olmayınca bu yol
bulunmaz;
Üçü bir
kimsedir, ismi bilinmez, Mürebbî farz, Musâhib sünnetidir
dörtlüğüyle musâhibliğin önemini belirtir (Alevî-Bekîâşi
Nefesleri; s. 139). Bektaşilikte de berabet Bektaşi olan kişiler birbirlerine
«Musâhib» sayılırlar; fakat Alevîlikte olduğu gibi Bektaşilikte Musâhiblik,
şart değildir.
Zevk ve neşe veren, nağmeler düzen anlamına
arapçadır. Mevlevî-hâneierde «Semâ'-hâne» nin (bu maddeye bak) giriş kapısının
üstünde, mihraba ve şeyh postuna karşı olan ve merdivenle çıkılan kısma
«Mutrıb-Hâne», yâni zevk ve neşe veren, nağmeler düzen kişilerin, âyîn okuyanların,
halîle, kudüm ve ney çalanların bulundukları yer, bunun kısalttılmışı
oiarak da «Mutrıb» elenir.
Mevlevî-hânelerdeki «Mutrıb», adetâ camilerdeki «Müezzin mahfeli» ne
karşılıktır.
Mücerred pâk, müteahhit hak
Tek, yalnız, salt anlamına gelen bu arapça
söz, tarikat ehli arasında evlenmemiş kişiye verilen ad ve sıfattır. Aynca
Bektaşilikte, bir de Mücerredlik âyîni vardır. Mücerdedliğe ikrar veren
dervişin sağ kulağı delinir ve kulağına Mengûş (bak) takılır. Aralarında
«Mücerred pâk, mü-teehhiS hak» sözü, atasözü oiarak kullanılır ki bu söz,
mücerded olanın, dünya kirinden tertemiz oluşunu, fakat evlenmenin de hak
oiduğunu bü-dirir.
«Mü'rnsn»
inanan, inanmış kişi, «Müslim» de, uyan, teslim olan, Müslüman anlamlarına
gelir; ikisi de arapçadır ve arap dilinde ikisi de erkeğe denir; inanmış ve
Müslüman kadınaysa «Mü'mine, Müslime» denir. Alevîlerdeyse «Mü'min», erkek
Alevîye, «Müslim» de kadın Alevî-ye verilen addır. «Mü'min, Müslim» dendi mi,
«erkek, kadın» anlamı kas-tediiir. Alevî Ayn-i ceminde okunan ve Hatâî'ye
atfedilen, fakat her, yönden bozukluğu dolayısiyle kesinlikle onun olmadığını
söyleyebileceğimiz «Ms'raçlâma» denen şiirde,
Ol şerbetten biri içti, cümlesi oldu hayran^ Mü'min, müsîim,
üryan ~biyran hep girdiler semâ'a
beytinde, erkek, kadın anlaminadır..
Halk arasında «Mü'min», lügat anlamiyie
kullanılagelmiş ve gene bu anlamda
atasözleri belirmiştir. «Mü'min
yüzünden bellidir», «Mü'minin dargınlığı
tülbent kuruyuncayadektir»,
«Mü'mine eziyet haramdır»
atasözleri, halk arasında kullanıldığı gibi tarikat erbabı
arasında da söylenir.
Terbiye eden anlamına arapça bir sözdür Mürşide
dendiği gibi bâzı yerlerde, mürşidin bulunmadığı zamanlar, taliplerin (bak:
Tâiib) târikate âit müşkilierini çözmek üzere dede tarafından atanan ve «Dikme»
de denen dede vekiline «Mürebbî» denir. Kul Himmet, bir nefesinde,
Diyân-beste olan üstadsız olmaz Rehber olmayınca bu yol
bulunmaz; Üçü bir kimsedir, ismi bilinmez, Mürebbi farz, müsâhib sünnetidir
dörtlüğüyle mürebbî'yi anmaktadır. Dörtlükteki «üstâd»,
mürşiddir, «Mürebbî» sözüyle de mürşid kastedilmektedir (Alevî-Bektâşi
Nefesleri; s. 139).
Dileyen, isteyen anlamına arapça bir sözdür. Bir
mürşide intisâb edip tarîkate girmiş kişiye denir. Mürşide, bilhassa İran'da «Muradı»
do denir. Mesnevi Sarihi Sarı Abdullah (1071 H. 1660), «Mesiek'ül-Uşşak»
ka-sîdesinde,
Müridi ol anın dilden muradın terk edip cümle, İrâdetsiz
murâd olan nefes tutmak itaattir.[47]
beytiyle «Mürid»i dile getirmiştir.
Arapça, irşad eden, doğru yol gösteren anlammadır. Tasavvuf
eh-lince gerçek mürşid, her zaman, Hazret-i Muhammed'dir (S.M) ve onun
hakiykatine vâris olan zamanın sahibidir; yâni İmâmiyye mezhebinden olan
tasavvuf ehline göre Onikincİ İmâm Hazret-i Mehdî'dir; Ehlisünne-te uyanlara
göreyse zamanın kutbudur. Mürşid sayılan şeyhlerin irşâd-lan, niyabet
yoluyladır; Melâmet ehliyse, irşadın ancak zamanın sahibine ait olduğu, «Kalbe
Bakıcı» denen kişilerin, onun emri ve izniyle îrşâd edebilecekleri
inancındadır, Bektâşilerin, Bektaşiliğe giriş töreninin sonunda okunan «İkrar
tercemanı»nda (Bak: Terceman),
Sıdk ile ikrar verip bel bağladım erenlere, Mürşidim oldu
Muhammed, rehberimdir Murtazâ
beyti, bu inancı gösterir (Mır'ât'ül-Makaasıd fî
Def'İI-Mefâsid, s. 285)..
Arapça «Mürüwe» nin farsçada ve türkçede söyleniş tarzıdır;
adam,-lık, mertlik, iyilikte, ihsanda bulunmak, lütfetmek anlamlarına gelir.
Türkçede, bilhassa erkek evlâd hakkında kullanılan «Mürüvvetini görmek»,
ana-nın-babanın onu evlendirmesi, döl-döş sahibi olduğunu görmesidir. Türkçede
daha fazla «Mürevvet» tarzında söylenir.
Tasavvuf ehlince Mürevvet, gerçek erenlerin lûtuflan,
ihsanlarıdır Hayatî,
Bu yolun ötesi hakdır; Mürvet, hey erenler,
mürvet. Bu yoldan özge yol yoktur; Mürvet, hey erenler, mürvet
dediği gibi (Alevî-Bektâşi Nefesleri, s. 27-28), bir nefesinde
de.
Erenler kapısı, mürvet kapısı,
Sıdk ile gelenler mahrum dönülmez
der (ayni; s. 183).
Dayanılacak âlet, yardımcı ve yardım eden manâlarına arapça kelimelerdir.
Mevlevîlerin sûfî dervişleri dedikleri Esma ile sülük gören tarikat
mensupları, «Erbain» e (bu maddeye bak) girdikleri zaman uzanıp yatmamaları
için başlarını dayadıkları âlete verilen addır. Müttekâ ve Muin denen bu âlet,
ucu sivri olan, yere dayanan ve toprağa batan, üç karış, yahut biraz daha
uzunca demir ve çelikten, yahut dayanıklı sopadan ibarettir; üstünde,
pirinçten, alın konacak bir yeri vardır. Derviş, sivri ye-i yere dayar, başını,
baş dayanacak yerine kor, bu suretle uyuklar.
Mum
Muma dönmek, muma döndürmek
Mum olmak
Mumla aramak
.
Mum gibi erimek
Mum yakıp derdine yanmak
Yalancının mumu yatsıyadek yanar
Mum yanmayınca pervane yanmaz
Mum dibine ışık vermez
Mum gibi doğru olmak gerek, demir gibf değil
Bu söz, Türkçemize birçok deyim ve atasözü vermiştir. «Mumc dönmek,
Muma döndürmek», mumun doğruluğundan, dümdüz oluşundan meydana gelmiştir ve
birisinin terbiyeyle -dümdüz olması, dümdüz, terbiyeli, edepli bir hâle gelmesi
demektir. «Mum olmak», dümdüz, dosdoğru bir hâ!e gelmektir. Aynı zamanda
birşeyi elde etmek için uğraşmak, bu yolda yanıp yakılmak da «Mum olmak»
deyimiyle anlatılır. Meselâ, «Önce onu beğenmezdi ama şimdi mum oldu» denir.
«Mumla aramak», birşeyi elde etmek için onun üstüne düşmek, görünmeyen birşeyi
mum yakıp ışığıyla arar gibi aramak anlamına gelir «Mum gibi erimek», ses-sadâ
çıkarmadan, içten içe dertlenip bitmek/tenden, candan kalmak demektir. «Mum yakıp derdine yanmak», düştüğü derde kimse aldırış
etmediği için mum gibf kendi kendine yanıp erimek anlamınadır.
«Yalancının
mumu yatsıyadek yanar» atasözü, yalan söyleyenin yalanının tükeneceğini,
gerçeğin birgün ortaya çıkacağını, kendinin de karanlıkta kalacağını belirtir.
«Mum yanmayınca pervane yanmaz» atasözü, bir biigin, bir olgun kişiye gönül
verip meftun olanların, o kişide bir bilgi, bir olgunluk gördüklerinden dolayı
ona gönül verdiklerini, meftun olduklarını anlatır ve bunu, ışık olmayan yere,
yanmayan ışığa, pervanenin gelmemesiyle tarif eder. Şâir,
Aşk odu ma'şûka evvel düşer, andan âşığa;
Şem'i ğör
kim yanmadan yandırmadî pervaneyi[48]
beytiyfe bu atasözünü pek güzel tarif etmiştir. «Mum
dibine ışık vermez» atasözü, olgun, bilgin olan ve tasarruf sahibi bulunan
kişilerin herkese hayırları dokunduğu halde kendilerine, yahut ailelerine,
soylartna-sopla-nna hayırları dokunmadığını bildirir. «Mum gibî doğru olmak
gerek, demir gibi değil» atasözüyse icâbında eğilmeyi bilmenin, fakat
kırıtmamanın lüzumunu bildiren bir atasözüdür.
Muma ait atasözlerinin içinde, «Mum yanmayınca
pervane yanmaz» ve «Mum dibine ışık vermez» atasözleri, tasavvufu
ilgilendirmektedir.
Nakl-i Küfür, Küfür Değildir
Şeriat
ehlince, söyleyen kişinin kâfir olduğuna hükmedilecek sözi birisi şöyle dedi,
yahut demiş diye söylemek, insanı kâfir etmez; bu bakırr dan, küfrü îcâb eden
sözü, birisinden nakletmek, küfür değildir. Oğlanlar dan, küfrü îcâb eden sözü,
birisinden nakletmek, küfür değildir. Oğlanlaı şeyhi İbrahim'in, «Vahdete
müteallak söz söylemek lâzım geldikte alâtc nyk'ınnakl söyleyin; nakl-i küfr,
küfr olmaz mes'elesine binâen; tâ ki S€ fâmet olasız» dediği «Sohbet-Nâme» de
bildirilmektedir.[49]
Atasözü olup kalan bu «Nakl-i küfr...» sözü, tasavvuf ehli
arasında ye| rı geldikçe söylenirdi (s. 7).
Nalla Mıh Arası
Sıkıntı, gönül darlığı anlatılırken söylenen bir deyimdir.
Tasavvuf eh ti, gönül darlığına, kavramak, tutup ovucunun içinde sıkmak, dürmek
an lamına «Kabz», gönül ferahlığına da yaymak, gevşetmek anlamına «Bast:
derler. «Kimdir O ki Allah'a», Allah râzilığını elde etmek için ihtiyaç için de
olan kişiye «güzel bir surette borç versin de Allah onu, o kimseyt fazlasiyle,
kat-kat ödemesin», dünyada da, âhırette de mislini, sevabın kat-kat vermesin?
«Allah daraltır da, ferahlatır da. Hepiniz de sonundc ona dönüp ulaşacaksınız»
mealindeki âyet-i kerîmedeki (II; Bakara, 245
«daraltır» ve «ferahlatır» dan «Daraltan-Kaabiz», «Ferahtatan-Bâsit» adJarının Esmâyi HunÖ'dan (Allah'ın güzel adlarından) olduğunu
kabul ederler. «Câmı'us-Sagiyr» deki Tanrı adlarını sıraiıyan üç hadisin
birincisinde ve ikincisinde de bu iki ad, Tanrı adlarındandır (I; s. 79).
Tasavvuf ehlince gönlün darlması, ferahlaması, korkmak
ve ummak gibidir; ancak korku ve ummak, gelecek zamana aittir; gönlün
daralması, genişiemesiyse sûfînin, içinde bulunduğu hâlin bir sonucudur
(Ta'rİfât; İst. 1300; s. 114). Sûfîler, kabz halini «Nalla mıh arasındayım,
Nalla mıh arasında kalmıştım» gibi sözlerle anlatırlar. Halk arasında da bu
deyim kullanılır.
Nasıl Yaşarsan Öyle Ölürsün
«Her kul, ne
üzerine, ne hâlde ölürse, ona göre, o tarzda diriltilir» mealindeki hadîsin
türkçesidir. Tasavvuf ehli, bu atasözüne büyük bir önem verir {Bedî'üz-Zaman
Furûzan-fer: Ahâdîs-i Mesnevi; Tehran Üniver. Yayım — 1334 ş; s. 17-18).
Namaz Okumak
Farsçada «Nemaz honden-Namaz okumak, namaz ktlmak demektin
Tasavvuf ehli, belki bu sözün tesiriyle, namaz kılmak yerine, «Namaz okumak»
sözünü kullanırlar.
Pay, kısmet anlamına arapça bir söz, Bekîâşiler, Bektaşiliğe
girmek isteyen ve «Âşık» denen kişinin, muayyen törenle tarîkate girmesine
«Na-sîb almak», nasip almış kişiye «Nasibli», nasip almamış kişiye «Nasibsiz»
derler. Herhangi bir Bektaşi babasının birisini tarîkate kabul etmesine .de
«Nasib vermek» denir. Bektaşi, diğer bir Bektâşiye, kime mensup olduğunu
sorarken «Nasibin kimden», yahut «Kimden Nasipiisin» der. Alevîler-deyse
tarîkate intisaba «Musâhib kavline girmek» denir (Bk. Musâhib),
Türkçedir.
Yol-yordam bilmez, dinden-mezhepten dışarı,
değers anlamınadır. Hayreti bu sözü,
Beztn-i gamda duştum ben bende sanma na§ıyam,
Mihnet~ü derd-ü belânın ben de bîr yoldâşıyam[50]
beytinde dile getirir.
Övmek
anlamına arapça bir sözdür. Örfte, bilhassa Hazret-i Peı gamber (S.M) hakkında
yazılan şiirlere denir. Bu çeşit şiirleri, musık rnakamlariyie okuyan kişiye de
«Na't-Han» derler. Bu söz, farsça kural na göre bir arapça, bir farsça sözden
yapılmış terkibtir ve «Na't okı yan demektir.
Mevlevîlerde, mukabelede «Mutrıb» da, önce «Na't-Han», na't oku
ondan sonra ney taksimi başlar; ondan sonra da mukabele yapılır (B Mutrıb).
Camilerde de, evvelce, cuma günleri, na't
okunurmuş; «Na't-Har bu hizmete karşılık da evkaftan bir vazife, yâni maaş
alırmtş.
«Nây» farsça
kamış anlamına gelir; «Ney», konuşmada, «Nây»ın h fitlemiş tarzıdır. Kamıştan
yapılan ve nefesle çalınan müzik âletine r bu ad verilmiştir «Nây-zen-Ney-zen», Ney çalan müzik mensubu kiş;
«denir.
Mevlevîlikte, bilhassa «Mesnevinin, «Dinle, şu ney nasıl şikâyet etmede;
ayrılıkları nasıl anlatmada» mealindeki beyitle başlaması yüzünden ney, adetâ
o îarîkate mahsus bir müzik âleti olmuştur. «Mutnb» daki (bak. Mutrıb)
ney-zenleri idare eden, onların başı sayılan ve bu yüzden de tekkenin
Neyzen-başısı olan ney-zene, Türkçe «Ney-zenbaşı» yahut farsça «Ser-Nâyî»
denir. Ayrıca devrinin en güzel ney çalanına «Ney çalanların kutbu» anlamına
«Kutub-ı Nâyî» denir; devrimizde Kutb-ı Nâ-yî, Resim müzesi müdürü rahmetli
Halil Dikmen'di (Ölm.: 1964); ondan sonra bu kutubluğu mal edinmek isteynler
çıktıysa da kendi kendilerine gelin-güvey oldular. Şimdi bizce, bu makama
yakışan, ömrü uzun olsun, Niyazi Sayın'dır.
Mevlevîlerde ayrıca bir de «Kutub-ı Nâyî Hamza Dede» vardır.
Mev-Jânâ'nın çağında yaşayan bu zâtın pek güzel ney çaldığını, bir menka-beyle
«Manâkıb'ül-Ârifîn» anlatıyor (Tahsin Yazıcı'nın hazırlaması, önsözü ve
haşiyeleriyle; Türk Tarih Kurumu Yayım; Ankara; Türk Tarih Kurumu Basımevi; c.
I; 1959; s. 231).
Hamza Dede'nin, pek güzel yapılmış bir minyatürü
de vardır.
Neyzen, neyi iki eliyle tutup, sola doğru eğerek
üflediği cihetle bakışı, yukarıdan aşağıya doğru ve göz ucuyla, hele öbür
yanına bakarsa şaşıca olacağı cihetle bu çeşit şaşı bakışa, «Neyzen bakışı»
denmiştir.
Nâyî gibi ğeç bakma ğürûh-ı fukaraya, O şekl ile Hak anları
ihfâlara saldı[51]
beyti. Neyzen bakışı hakkında söylenmiştir.
Naz Ehii-Niyâz Ehli
Nâz, bildiği halde aldırış etmemek, bilmezlikten gelmek,
kendini çekmek, çekmiş görünmek nazlanmak anlamına farsça bir sözdür; Niyaz da
yalvarmak, dilemek, gönül alçaklığında bulunmak, duâ etmek, selâm ve hürmet
anlamlarına gelir, aynı dildendir.
Tasavvuf ehlince erenlerin «Nâz Ehfi» olanları. Tanrı'ya nazlan çenleridir; bunların Şath
(Bak) tarzında söyledikleri sözler, yazdıkları şiir-] ler, bu bakımdan hoş
görülür. «Niyaz Ehli» olanlarıysa edebe dâima riâyet] ederler.
«Aşk-u niyaz
etmek» ve «Niyaz etmek» selâm karşılığı kulanılır (AşkI maddesine bakınız).
Nâbî,
Lezzet-i nâza gerçi söz yoktur,
Leyk zevk-ı niyaza a§k olsun[52]
beytinde «Nâz» ve «Niyaz» ı karşılıklı olarak
anmış ve niyazı, nazdan üstün tutmuştur (Ayak mühürlemek ve Kasık Niyazı mad.
e de bk.).
Nazardan düşmek Nazara uğramak Nazara gelmek
Nazar etmek Safâ-Nazar-Kem-nazar Sâhîb- Nazar
Nazar, arapça bakmak, bakış anlamınadır.
Tasavvufta bakışın büyük bir önemi vardır. Bilhassa Melâmet ehlinde, mürşidin
bakışı, sâ-likte cezbeyi uyandırır ve onu, menziline ulaştırır (Kalb'e bak).
Tasavvuf ehli «Ben» yerine «Fakıyr» dediği gibi «Sen» ve «Siz» yerine de
«Nazarım, Nazarlarım» derler. «Nazardan düşmek», mürşidin teveccühünden mahrum
olmak anlamına gelir. «Nazara uğramak», halk arasında göz değmek, nazarlanmak
suretiyle hastalanmak anlamına kullanıldığı hâlde tasavvuf ehlince, erenlerden
birinin teveccühüne mazhar olmak demektir;
«Nazara gelmek» se göz
değmektir. «Nazar etmek»,
birisine teveccüh, onu hâf
ehli etmektir. «Safa-Nazar», temiz ve garez-siz bakıştır; «Kem-Nazar» sa kötü
bakış anlamına gelir. «Sâhib- Nazar», bakışıyla insanı olgunluğa eriştirmek
gücüne sâhib olan kişiye derler. Şâir,
Nazarın pâk ise aldın nazarı[53]
mısraiyla nazarın önemini belirtmiştir.
Mevleviler, «Devr-i Veledi» de denen ve semâ'a
başlamadan önce semâ'hânenin çevresinde üç kere yürüyerek gidişlerinde, şeyh
postunun önünde, birbirlerine karşı baş keserlerken (bak. Başkesmek), gözlerine
ve kaşlarının ortasına bakmak suretiyle nazardaki feyze ermeye çalışırlar.
Yunus Emre,
Mevtana Hudavendğâr bize nazar kıtali, Atım ğörkîü
nazarı gönlümüz aynasıdur
beytiyie nazardaki feyzi bildirir.
Pîr Sultan, bir nefesinde,
Bildim şahım, bildim, sahib--nazarsın;
İstekli âşıkı dilde yazarsın.
Alî Şahım deyü deyü gezersin, Kardeş Mevâîîye benzer gözlerin
dörtlüğüyle «Sâhib-Nazar» sözünü dile getirmiştir
(Alevî-Bektaşi Nefesleri; s. 190).
Pek nazlı anlamına gelen bu söz, Bektaşi
tarîkatine verilen addır; Bektaşiliğe «Tarıyk-ı Nazenin» denir. Bu söze eski
kitaplarda ve mezar taşlarında
rastlanmamasına bakılırsa Ii. Mahmud'un, Yeniçeriliği kaldırdıktan sonra
Yeniçerilere «Tâife-İ Bektâşiyan», ocaklarına «Ocâğ-ı Bektâşiyan», Yeniçeri
ağasına «Ağây-i Bektâşiyan» denmesi, gülbang'Ierin-de Hacı Bektaş'ı anmaları.
Hacı Bektaş'ı kendilerine pir tanımaları dola-yısîyle Yeniçerilikle ilgisi
bulunan Bektaşilik tarîkatini de kaldırmasından sonra Bektâşiler tarafından,
tanınmamak, fakat aralarında bilinmek, için uydurulmuş bir söz olduğu kanaatine
varıyoruz.
Nefes etmek, nefes ettirmek Nefes evlâdı Nefes
haklamak Nefeslenmek Nefes öldürmek
Nefesin canı var
Kanlı gelsin, kaatil gelsin; nefes öldüren gelmesin
Soluk anlamına arapça bir sözdür. «Nefes
Etmek», bir hastaya okuyup üfürmek, «Nefes Ettirmek», okutup üfürtmektir. Bu
suretle hastanın İyileşeceğine inanılırdı. «Nefes Evlâdı», çocuğu olmayan
kadına, erenlerden birinin himmet etmesiyle çocuğu olunca o çocuğun, himmet
edenin mânevû evlâdı olduğunu bildiren bir terim olarak kullanılır. Hacı Bektaş
Çelebilerini Bektâşüer, Hacı Bektaş'ın nefes evlâdı olarak kabul ederler.
«Nefes Haklamak», söz tutmak anlamına gelir, «Nefes Öldürmek» se, söylenen
sözü, verilen öğüdü tutmamaktır. «Nefeslenmek», yorulan kişinin oturup
dinlenmesi, bunalan kişinin rüzgâra karşı oturması anlamına geldiği gibi,
esrara da «Nefes» dendiği için esrar çekmeye de denmiştir.
Nefes, Bektâşilerde, hemen hepsi de hece
vezniyle yazılmış olan İlâhîlere denir. Nefesler, övüş, yeriş, mersiye, erkânı,
yolu-yordamı anlatış,-yahut aşktan, zamandan bahsediş konularında olur.
Alevîler, nefese «Deyiş», hatta «Âyet» de derler. Yunus Emre'nin,
Dedim işbu nefesi âşıklar hükmü ile,
Bahtlhksız er gerek bir karara durası
ödemesine
bakılırsa, tasavvufî şiire, XIII-XIV. yüzyıllarda
da «Nefes» dendiğine ve bu sözün, bundan da eski çağlara aidiyetine hükmetmek
gerekir.
«Nefesin
canı vardır» atasözü, erenlerin söylediği
sözün, mutlaka çıkacağına
işarettir. «Kanlı gefsin, kaatil gelsin, nefes öldüren gelmesin»
-atasözü de erenlerin sözü olarak söylenir ve söz tutmayanın,
öğüt dinlemeyenin erenlerce istenmediğini belirtir.
Nefisle mücâdele dünyala muharebeden güçtür
Nefsini bilen Rabbini bilir
Nefis, arapça bir sözdür; kendi, öz, can, ruh,
kötü istek, kötülüğe meyil anlamlarına gelir. «Nefisle mücâdele, dünyala
muharebeden güçtür» atasözü, okur-yazar tasavvufçuiar arasında
söylenegelmiştir. «Nefisini bilen», yâni, kendisini acizle, noksanla,
bilgisizlikle, yoklukla bilen, «Rabbini bilir», yâni, Rabbini, kudretiyle,
yüceliği ve kemâliyle, bilgisiyle, varlığıyla bilir atasözüyse hadîs olarak
rivayet edilen, Hazret-i Ali'ye de .atfedilen sözün türkcesidir.
Hacı Bayrâm-ı Velî,
Bilmek istersen seni, Can içre ara
canı;
Geç canından bul anı, Sen seni bil, sen seni
dörtlüğüyle başlayan ve beş dörtlükten meydana gelen şiirinde
hep bunun üstünde durmaktadır (Melâmîlik ve Melâmiler; s. 36).
Farsça büyük boru anlamma gelir. Eskiden mehterlerin çaldıkları
boruya, nöbet vurulduğu, yahut cenge başlanacağı zaman kulakları sağır edecek
kadar sert ses çıkaran boruya denirdi. Bektâşilerin, boynuzdan yaptıkları ve
bellerine bir zincirle taktıkları boru da «Nefir» adıyla anılır. Derviş,
seyahata çıkacağı zaman, bir yere geldiği vakit bunu çalar. Nefîre «Yuf
borusu» da denir. Şîrî, bir şiirinde,
Nazar-t pîr-i tarîkatte kim olmaz üryan,
Çal ana Yuf
borusun mürşididir dîv-i anıd[54]
öeytiyle
bunu tesbit eder (Alevî - Bektaşî Nefesleri; s. 178).
Tarikat kardeşlerinin arasında ikiiik olmamasını,
birlik olunca, dirliğin de olacağını bildiren ve îcâb ettikçe söylenen bir atasözüdür.
Said Emre, bir şiirini,
Said aydur ki dirlik, dost ile olsa birlik, Ayrılmaksız
bilelik bulmuş rûziğârmda
beytinde bu atasözünden faydalanmıştır (Alevî -
Bektaşî Nefesleri; s. 67).
Neş’e
Erişmek, yetişmek, gelişmek, bitip üremek anlamlarına arapça
bir sözdür. «Neşve» tarzında farsça, zevk, keyf, sarhoşluk anlamlarına gelir.
Tasavvuf ehlinde, sûfînin zevki, gelişme, yetişme tarzı, huyu, meşrebi
anlamına kullanılır,» «Erenlerin meşreblerl bîr değildir; birisi zühd-ü takva
ile yürür; öbürünün neş'esinde rindlik üstündür» gibi. 8u hususta şöyle bir
hikâye de anlatılır:
Birisi, mürşid arıyormuş, onca, mürşidin,
fevkalâde sabırlı olması gerekmiş. Filân bakkal irşâd sahibidir demişler;
sınamaya gitmiş. Bir okka fasulye istemiş. Adam tartıp kese kâğıdını sunarken,
yanıldim demiş, mercimek olacaktı. Bakkal fasulyeyi boşaltmış, mercimeği tartmış,
verirken, dalgınlığıma geldi, börülce olacaktı demiş. Bakkal, eyvallah deyip
bu sefer börülceyi tartmış, sunmuş. Bu, böylece devam etmiş ve adam, bakkalın
sabrını görünce sonradan huzuruna varmış, intisâb etmiş. Bir müddet sonra
bakkal Hakk'a yürümüş. Onun makamına mahallenin sakası geçti demişler. Sakaya,
bir dönüm su getirmesini söylemiş. Saka suyu getirip küpe boşaltınca, yanlış
oldu demiş, o küpe değil, şu küpe boşaltacaksın. Saka, adamın yüzüne bakıp
«Bana bak» demiş, «Ben bakkal değilim, adamın gözünü patlatırım.»
Şeyh Galib,
meşhur mütekerrir müseddesinde,
Meyhaneyi seyrettim, uşşaaka matâf olmuş, Teklif-ü
tekellüiten sükkânı maâf olmuş; Bir neş'e gelip meclis bî havf-u hilaf olmuş;
Gam sohbeti yâd olmaz, meşrebleri sâf olmuş.
Âşıkta keder
neyler, gam halk-ı cihanındır, Koyma kadehi elden, söz pîr-i Muğaanındır[55]
bendinde «Neş'e» yi, zevk, hâl, vecd
anlamlarına kullanmıştır.
Yeni niyaz anlamına gelen bu farsça terkip, bilhassa
Mevlevîlerde kullanılır ve yeni niyaza gelen kişi, tarîkate yeni intisab den
anlamına gelir. Karaladığımız bir
gazele,
Munlâ ki nev-nİyâzma tekbîr-i aşk eder, Uftâde-i mahabbetini
pir-i aşk eder[56]
beytiyle başlamış ve bu deyimi dile
getirmiştik.
Yeni gün anlamına farsça bir söz. Martın yirmi birinci günü, güneşin
Koç Burcuna girdiği an, ilkbaharın ilk günü, «Nev-rûz», yâni yeni gün sayılır.
Zertüşt dininde, kâinatın yaratıldığı kabul edilen ve bayram sayılan gündür.
İsîâmda Vida" Haccının Arefe günü, Martın sekizine, bayram da dokuzuna
rastlamış, hacdan dönüşte, Mekke ile Medine arasındaki Gadiruhum'da, Hazret-i
Peygamber'in, Alî'ye, «Ben kimin mevlâsı», yâni velîsi isem «Alî de onun
mevlâsıdir» buyurduğu gün de ayın on dokuzuncu gününe tesadüf etmişti. Bu
münâsebetle «Nev-rûz» a Ehlibeyt taraftarları ve tarikat ehli, İslâmî bir
kudsiyyet vermişler, bayram saymışlardır. Alevî ve Bektâşilerce «Nev-rûz»,
Hazret-i Alî'nin doğduğu gün olarak kabul edilmiştir. Fevzî, yahut Fevri adlı
Bektaşi şâiri, bir nefesinde,
Yine devreyledi deverân-ı âlem, Eyledi tecelli
Nevrûz-ı Sultan.
Eyyâm-ı sürürdür, hüzün değildir, Mübarektir belî Nevrûz-ı
Sultan
Bugünkü ğün oldu ol Şah-ı Merdan, Batn-ı Fâtıma'dan ğün gibi
ıyan;
Harem-i Kâ'be'den oldu nümayan, Ziya verip
Alî Nevruz-ı Sultan
dörtlükieriyle bu inancı
bildirir.
Bektâşiler, güneşin Koç Burcuna girdiği saatten önce meydanda
toplanırlar. Baba, Oniki İmâm'a salavatı ihtiva eden ve «Salavâî-Nâme» denen
salâvatı, Nad-ı Alî'yi okur; sonra sâkıylik eden kişi, içinde lohusa şerbeti
ezilmiş sütü, babadan itibaren kıdem sırasıyla herkese sunar; sürahiden kadehe
koyup sunarken, «Yâ Muhavvil'el-hâli ve'l-ahvâi», yâni «Ey yılı, zamanı ve
hâlleri evirip çeviren Tanrı» der; kendisine süt sunulan kişi, sütü içtikten
sonra o ve herkesle beraberce «Havvil hâlenâ ilâ ahsen'il-hâl», yâni «Bizim
hâlimizi en güzel hâle çevir» der. Sonunda kendisi de İçer ve baba güi-bang
çeker; bayramlaşılır.
Mevlevîlerin Şems kotu denen ve Ehübeyt taraftarı olanlarında da
Nev-rûz, bayramdır, aynı âyin İcra edilir. Yalnız, fazla olarak «Heft-Selâm»
(bu maddeye bak), yâni «Selâm» sözüyle başlayan yedi âyet de İmâm Huseyn'İn
toprağıyla bir kâğıda yazılmış ve süt kabına
konmuştur.
İmâmiyye'deyse
Nev-rûz, Gadîruhcm gününe rastlaması dolayısiyle bayramdır. Nev-rûz sofrası
yapılın sofrada «Hoft-Sîn», yâni «Sîn» harfiyle başlayan yedi şey bulunur
(Bak: Heft-Sîn) ve yukarıdaki duâ yılın günleri sayısınca, üçyüz altmış altı
kere okunur. Bu duanın başına, «Ey geceyi, gündüzü tedbîr ve tasarruf eden, ey
kalbleri ve gözleri çeviren» sözleri de ilâve edilir.
Nev-rûz, kıştan çıkış, yeni bir hayâta giriştir; bu bakımdan İran
edebiyatının tesiriyle Dîvan şâirleri de «Nev-rûziyye» ve «Bahöriyye» denen,
bahan kutlayan kasidelerle bu günü kutlamışlar, böylece Nev-rûz, sa-rayadek
girmiştir. Sarayda, «Nev-rûziyye» denen ve baharlarla yapılan tatlı, cam ve
sırça kâselere konup pembe gaz boyaması tülbende sarılarak büyüklere hediye
edilirdi; bu Nev-rûziyyeye, Müneccim başı tarafından güneşin, hangi saatte Koç
Burcu'na gireceğini bildiren hükmü yazılı bir kâğıt da, altın yaldızla yazılı
olarak eklenirdi.
Fuzûlî, bir kasidesinde,
Her yerde tâ Nev-rûz ola, gül, bûstan efrûz
ola,
Nev-rûz tek
iîrûz ola eyyâm-ı Şah-ı âvliya[57]
beytiyie Nev-rûz'un, Gadîruhum'la
münâsebetini belirttiği gibi Nef'î de,
İrişti bahar
oldu yine hemdem-i
Nev-rûz
Şâd etse
nola dilleri câm-ı Cem-i Nev-rûz[58]
beytiyie
bahan kutlamıştır,
Karlı, soğuk geçen Nev-ruz hakkında, «Böyle kışın böyle olur
Nev-rûz'u, böyle g.... böyle olur havruzu» atasözü söyienir, aynı zamanda
başlangıcı kötü olan bir işin sonu, sonucu kötü çıkmca da bu atasözü
söylenegelmiştir.
Arapça «Nezr» tarzında olan, türkçede «Nezir» diye söylenen bu
söz, adak ve vaad anlamlarına gelir (Bak: Adak); tarikat ehlince bir yoksula,
bir ulu kişiye, bir dergâha sunulan armağana da «Nezir» derler ve daha ziyade
bu anlamda kullanılır. «Nezir» e, «Niyaz» dendiği de vardır.
«Mevlevi
Nezri» nin sayısı dokuz, yahut dokuzun emsali olan onsekiz, yirmiyedi, otuzaitı ...... dır. Altıya da «Şems Nezri» denir,
yâni
birisine verilen para, bu sayılarda,
meselâ altı lira, yahut dokuz, on sekiz ...... lira olur. «Bektaşi Nezri» yse,
Onîki İmam aşkına onikidîr.
Şâirler,
tarih düşürürlerken mısra' eksik, yahut fazla gelir, bu eksiklik ve fazlalık
da bu sayıyı tutarsa, tarih mısra'ından evvel «Nezr-i Mev-lânâ, Nezr-i Mevlevi»
ile, yahut çıkarılarak, yahut da «Oniki» sayısıyla bu eksikliği, fazlalığı
belirtirler.
Eskiler, Marttan sonra giren ve otuz gün olan
Nisan ayındaki yağmura büyük bir önem vermişlerdir. Hattâ Nisan ayında yağmur
tanesinin sedefin içine düşmesi
yüzünden inci olduğuna inanılmıştır. Bu yüzden Nisan ayında yağan yağmur suyu
toplanır, o suya Kur'ân-ı KerînVin ilk süresiyle (Fatiha), Âyet'ül-Kürsî (II. sûre olan Bakara sûresinin 255. âyeti, bir rivayete göreyse
255-256. âyetleri), CXII. (Tevhîd, İhlâs}, CXIIİ, ve CXIV. sûreleri (Falak,
Nâs) CIX. sûresi (Kâfirûn), bir rivayette XCVII. sûresi (Kadr) yetmişer defa
okunur, yetmişer defa da «Allahu ekber-Allah uludur» ve «Lâ ilahe İllallah -
Allah'tan başka yoktur tapacak» sözü okunarak üfürülürse o suyun, dertlere
deva, hastalara şifâ olduğuna inanılırdı. Bir başka rivâyetteyse I. sûreyle, Âyet'ül-Kürsî ve ondan sonraki âyet, CX1I, CXIII
ve CXIV. sûrelerle CIX ve LXXXVII. sûre (A'Iâ) yetmişer kere okunur, yetmişer
kere «Allahu ekber», «Lâilâhe İllallah» denir, yetmiş kere Salâvât getirilir,
yetmiş kere de «Subhan'Allâh vei'~ hamdulillâh ve lâilâhe illâllahu valiâhu
ekber - Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederim, hanıd Allah'a, Allah'tan
başka yoktur tapacak, Allah uludur» denerek suya üflenir (Mefâtîh'ül Cinân, s.
300-301).
Mevlânâ dergâhında İlhanlılar hükümdarı Ebû-Saîd Bahâdır Han
(1305-1335 M.) tarafından Musul'da yaptırılan ve 1333 yılında Emîr Sungur Ağa
ile gönderilen şâh-eser bir Nisan Tası vardır. Bu tasa, yukarda söylediğimiz
sûreler ve zikirler okunup üflenir, Mevlânâ'nın sarığının ucu da batırıhp
çıkarılır, ziyaretçilere bu sudan verilirdi (Mehmet Önder: Mevlânâ Müzesi Rehberi;
Ankara - Ajans - Türk Basımı; s. 34).
Niyaz âyini
Dervişlerin, şeyhlerin, birbirlerini ağırlamaları, selâmlamaları
(Bk. Baş kesmek).
Mevlevi mukabelesi bitmek üzereyken
şeyh, yahut canlardan, yahut da züvvâr denen ve mukabeleyi seyir için gelmiş
bulunan, fakat Mevievi-fiği, Mevlevîlik erkânını bilen biri, Nezr-i Mevlânâ
sayısınca bir para, bir mendil, yahut zarf içinde, birisiyle Mutrıb'a
gönderilir. Bu bir cemiledir; mukabelenin biraz daha sürmesi için bir
vesîyledir. Gönderilen mangır, sayısına göre, sonradan ya bölüşülür, dervişlere
verilir, ya dergâha sarfedilir; yahut da
tatlı
birşey yapılarak o akşam, yahut gelecek mukabele günü somata çıkarılır.
Gönderilen niyaz, kudüm-zenbaşi'nın kudurman üstüne görüşülerek bırakılır.
Bunun üzerine son peşrev çalınmaz, ney-::ı-başı, segahtan kısa bir taksim yapar
ve «Niyaz Âyîni» başlar. Hüseynî âyini okununca da şeyh, Mutrıb'a niyaz yollar,
gene niyaz âyîni yapûr. «Niyaz Âyîni» nin güftesi IV. Murad
devrinde yaşayan Derviş Ömer'in olduğundan bu âdetin, milâdî XVU. yüzyılda
mukabeleye eklendiği anlaşılmaktadır (Mevlevi Adâb ve Erkânı; s. 95-97).
Niyâzm Hakk'a, Niyazım Hakk'a
Niyaz, yalvarmak, recâ etmek anlamınadır. tasavvuf
ehlince şeyte başkesmek, onunla görüşmek, oturunca «Aşk olsun» dendiği zaman eğilip
yeri öperek şükür secdesinde bulunmak, baş kestikten sonra sağ bö-nin şehâdet
parmağını düz tutarak ağzına götürüp öpmek, «Niyaz Etmek» tir. Ayrıca, birisi
sorulduğu zaman «Aşk-u niyaz ediyorlar, Niyaz ediyor-iar,» denerek selâmını
bildirmek de niyazı bildirmektir. Niyaz edilen kişinin «Niyazın Hakk'a» sözüyle
asıl niyazın, Allah'a olduğunu bildirmesi erkândandır. «Niyazım Hakk'a» sözü
de bunu bildirir.
Türbelerde, yatırın sandukasının görüneceği yerde-ve çok defa
yatırın baş ucunda bulunan pencereye verilen addır. Türbe kapalıysa, yahut
ziyaretçi, içeriye giremeyecekse o pencerede yatıra niyaz eder, Fatiha verir
ve gider.
Arapça olan bu söz, durak, yer, dikkat edilecek, dikkat edilmesi
gerekli yer, bir yolun sonu, iki çizginin birleştiği yer ve yazıda, aynı şekildeki
harflerin üstüne, altına,
kaiem dokundurularak konan,
harfin okunuşunu değiştiren
karaltı anlamiarına gelir.
Sûfîlerce nokta, harflerin başlangıcı ve sonudur; bütün
harfler, noktanın yayılmasından meydana gelir; şu halde harflerin hepsi de
noktadadır ve bütün harfler, bir noktadan ibarettir. Netekim bütün varlık suretleri,
bütün kâinat, her an, Allahu taölaânın (Mutlak Varlık'm) bilgisinde taayyün
eder, bu taayyün, varlıkların zuhuruna sebeb olur; bu yüzden de kâinat,
gerçekte «Taayyün-i Zâtî»nin, yâni Tanrı'nın zâtına alt sıfatı olan bilgisinde
belirmiş sûrelerin yokluk âleminde zuhurundan ibarettir ve âlemlerin varlığı,
izafî varlıktır; gerçek varlık, ancak Allah'ındır. Nokta, O «Zâtı Taayyün» dür
adetâ, kâinatsa harflerdir. Esrar Dede, bilgiyi, Tanrı bilgisini noktaya
benzeterek, «Bilgi noktasını, çalışıp çoğaltarak bir nice zaman, bir nice
soluk, yokluk dersini tekrar ettim -durdum»
mealinde şu beyti söyler:
Sa'y ile eyleyüben nokta-i ilmi teksir, Eyledim
bir nice dem ders-i fenayı tekrir,
Bektaşi şâirlerinden Seher Abdal da, bir müseddesinin mütekerrir
bey tinde,
Tövbeler bir dahi ben kimseye etmem kederi Yürü ey züli-i
siyah, noktadan aldım haberi
der.
Nur
Nursuz-pirsiz
Yüzünden nur-ı İlâhî silinmiş
Arapçadır; ışık, aydınlık, varlık anlamlarına gelir. Türkçemizde
«Gözümün nuru, Göz nuru, Nûr-i tiîde» gibi deyimlere girmiştir. Herhangi bir
zevki, bir görüşü «Gözüm -gönlüm nurlandi» diye anlatırız. Kötü suratlı, pis
görünüşlü, huyu da kötü kişiye «Nursuz-pirsiz», «Yüzünden nûr-t İfânı
silinmiş», yahut «Yüzünden nûr-ı İlâhî kasap süngeriyle silinmiş» diye anlatırız. Güzel yüzlü kişiyi, hele ihtiyar do
olur, sacı-saka!ı ağarmış bulunursa, «Yüzü nur gibi, Nur yüzlü» diye överiz.
Pek iyi pSk güzel olan bir iş, ışık üstüne ışık, ışık mı, ışık anlamına «Nûrün
alâ'nûr» diye övülür ki bu söz, Kur'ân-ı Mecid'in XXIV, sûresinin
(Nur) 35 âyetinde geçer. Birşey içilince de «Nur olsun» dendiği vardır.
Sofiler «Nûr-ı îmân olsun» da derler.
Bektâşilerin dem gül-banginde «Nur ola, sırr ola, şarâfaen tahûr
ola gittiği yer gam görmeye» sözleri vardır.
Nutka Mürüvvet
Konuşurken sözü kesilen kişi, yahut birisi bir şey söylerken
aklına o söylenen şeye dâir birşey geien, unutabileceğim düşünerek hemen söylemek
isteyen kişi, söyleyenin sözünü kesmek için izin isterken «Nutka mürüvvet
Erenler», yahut sadece «Nutka mürüvvet» der.
[1] «Bükemediğin eli öp de başına koy», «Etek öpmekle ağız
kirlenmez» ve «Arabın elini öpmekle ağız kararmaz» atasözleriyle bu atosözünün
arasında ne kadar büyük bir fark var, zamanla meydana gelen çöküntü mü bu
atasözlerini belirtti; yoksa zümreler arasındaki görüş farklarını mı anlatıyor
bu atasözleri? İncetenek bir mesele.
[2] Ezeldenberi meşrebimiz, eşsiz - eşitsizdir; gelene
giî demeyiz, gidene de gel demeyiz.
[3] Yoksulların
{dervişlerini gönüllerine kim
dokunursa onun göğsü (gönlü) Aliah okuna dokunur.
[4] Dostun gönlü sırçadır, pek saktn,
kırnıayasm; çünkü sırça kırıldıktan sonra artık bütün olmaz.
[5] A aklı eren, söyle bana; Gönül mü yeğ, Kabe mi yeğ? Gönül yeğdir
mutlaka, Çünkü dostun (Hakk'ın)
durağı, gönüldedir.
[6] Çalış, çabala, kazan, ye. yedir de bir gönül elde et, bir
gönül yap; bir gönül ziyareti, yüz kere Kabe'yi tavaftan, yüz kere hacdan daha
yeğdir. (Yımus'a kızmasınlar; farz olan haccı değil, onu edadan sonraki
hacları kasdetmekte, «Amellerin en
üstünü, bir Müsİümanı sevindirmektir» hadîs-i şerifine işaret eylemektedir
[7] Belâ gönüldendir, gönlümüzü
alan o sevgiliden şikâyetimiz
yok; şikâyet gönüldendir, kimseden feryadımız yok.
[8] EI-hakku
murrun velev kâne
durrun» yâni, hak,
inci bils olsa
acıdır.
[9] Toprak ol ki Tanrı, mertebeni yüceltsin; ayak toprağı
olan, âlemin başına tâc olur.
[10] Meyhâneyi görenlerin her biri, oranın bir hâlini, insana verdiği
ruhî bir neşeyi, bir kederi anlatır. Rindier, zevk erbabı, kaba sofu
olmayanlar, safâsmı, arılığını - duruluğunu anar, zahit ağırlığını, insana
verdiği çöküntüyü söyler.
[11] İki dünya da sensiz olunca gözüme zindan görünür; senin aşkınla
bilişen kişiniır hasların da
haslarından olması gerek.
[12] O ölümsüz, daimi diriye yüzlerce şükrolsun ki
söz, susmak âlemine erdi.
[13] O âhû göz, süzülüp buluşma
zevkine Yâ Hû dedi; buluşma çağının sona
erdiğini söyledi. Umduğum bu değildi; ama neyliyeyim ki yolum, beklemeye
düştü.
[14] İkrârım.za baş veriniz, ahde kuvvetliyiz; biz Velayet Şahrnm kullanv-z. Alî'ye mensup olanlarız
[15] İşıkla şeriat bilgini, her zaman savaşırlar; şeriat bilgini,
sözünü şeriata göre söyler; fakat söylediği söz, bir sebebe bağlı (İlletli, bu
bakımdan da mutlak olarak doğru almayan
bir söz) değil mi?
[16] «Yahşt», iyi, güzel demektir; «yaman» da yaramaz, kötü
anlamınadır. «Başkaları iyi; kötü olan biziz; başkaları buğday, bizse samanız»
anlamını veriyor. «Yâr» dost demektir, «bâr» da yük; «hâr» likendir. «Dost ol,
kimseye yük olma; gül ol.tiken olup kimseyi dalama» anlammadtr.
[17] «Miskin, miskinlik, şimdiki anlamda değildir; yokluk, hiçbir
şeye sahip olmayış, irâdeyi "KVm'ya veriş, benlikten kurtuluş
anlamınadır. «Kimde erlik varsa, erliği, yok-iukta bulmuştur; yüksekten
bakanıysa merdivenden ittiler, yuvanlandı - gitti» demektir.
[18] Kanber, Hz. Alî'ye candan bağlı olan kölesidir.
[19] Ey yolu-yordamı kerem olan, ihsan etmeyi kendine
âdet edinmiş bulunan pâdişâhım, sana güçlük mü var; isti'dâdım yoksa, lûtfuna
ermek için isti'tiad sahibi kıl beni
[20] Ey gaofil, istiharelerin konması,
yapılması, din işlerinin düzülüp koşulması
içindir; dünya mevkileri için değil.
[21] Gözüm, İstivâ'yı gözler; yüzüm, Seb'ül-Mesânî'dir
(Fâtiha'dır, Fâtiha'mn yedi âyetidir). Sözüm, (Mansûr'ıın dediği} «Ben
Hakk'im» sözüdür; bizim Mi'râcımız, dardır (dardadır).
[22] O yeşii nura, elsiz, ayaksız olan başına İstiva sevdasını alma.
Gerçekten de Peygamber soyundan
olan bir Mevlevi'nin
yeşil İstiva alâmeti, kendisine mîras kalan malıdır.
Baştan ayağadek siyah
nura mazhar olan (,
bütün varlıktan örten zât
tecellîsine eren) kişi, zâtın
devreden âleminde İstivâ'ya
sâhlp olur.
[23] Parlak, güzel,
alımlı 'Ik beyit,
doğuş beyti, yeşil
yazıyla hırkanın kenarına
yokluk edeplerini tümden yanmş,
Tennûreier de,
İslivâ'nın «Yoktur» sözü,
başkalarının, mevhum varlıkların
gönüllerini, varlıklarını
tümden gidfrmek için
«Lâ-Yoktur» şeklinde görünmektedir. Yokluğun da yokluğunda uçup dursun
Mevlevi; çünkü hırkasında
istiva Zümrüdü-ankasının iri kanadı var.
[24] «Amma neden», ummandan
anlamına «ummâneden» de
olabilir.
[25] Aşk, kâf ve nûn buyruğuyla bir kere işaret etti, on sekiz bin
âlemi yokken vârett
[26] Allah ehline göre kerametlerin en değerlisi, en
ulusu, ibâdetlerden tad almaktır. Yalnızken, kalabalıkta, her solukta Tanrı'yla
olduğunu bilip onu anmak kerametlerdendir. Gene gönüle gelen ilâhî şeylerden
genişledikçe oîuromaklılığı, huzuru artıp edeb ve utançla sıfatlanmak
kerametlerdendir. Bütün hâllerde Allah'tan razı olmak, kerametlerdendir; yoksa
yalnızca, kendisinden olağanüstü şeylerin zuhur etmesi keramet değildir; çünkü
halkın ve âlemin işlerini düzüp koşan kişiler, perde ardın-dadır.»
[27] Bu gül toplumu, şahın (Vilâyet Şahı Ali'nin) Kızıibaşlan; O,
Kevser'i sunan, bunlar da boyuna içenler desinler; inkâr edenler, bize kalleş
desinler; hoş görürüz biz. Bana Bektaşi
desinler; Alî Dergâhının
bu da.bir taşı desinler; övünürüm
bununla.
[28] A güzel, Mevleviler
köçeği ol,
külahı giy, defle,
neyle semâ' et;
zaman-zaman salın.
[29] Mevlânâ'nm dergâhına gel de ne safa var, gör. Helak eden her bir
eleme binlerce dert devası var. Zahitlerin masalı gibi aldatış! riya yok;
kudüm, ney, tanbur sesi, müzik sesi var.
[30] Hacı Arif Bey'in muhayyer makamında bestelediği bir şarkının
nakaratıdır (Muharrem Taşa: Şarkı
güfteleri; İst. Marmara
Basımevi - 1963,
s. 520).
[31] Kul padişahsız olmaz, padişah da kulsuz
değildir; kul, «yort-savu!» diye padişahın geldiğini bildirmese, padişahı kim
bölebilirdi? Tann'nm varlığına bir Ön, bir başlangıç olmadığı gibi
yaratılışın, yaratışın da önü-başlangıcı yoktur, yaratılan, bir adım bile
yaratandan ayrı İmam ıştır: artık ey sözü duyup kabul eden; gar de anla; Tanrı kimdir,
kul kim?
[32] Ey vaaz veren,
kürsîye değil.
Arş'a çıksan adam
olmazsın.
[33] Ey zâhid, seçilmiş Ahmed'e (Hazret-i Peygamber'e) en olgun
cömertliği, indirilen kitabı {Kur'an'ı} vahyeden pâdişâhın (Allah'ın) hakkıyçin
Mevlevîyim, Ahmed'in dî-nindenim, evet, Haydar'a (Hazret-i Alî'ye) mensubum.
Bana bir Allah, bir Peygamber ve bir Velî (dost ve sahip, İmâm) yeter.
Herşeyde kudreti görünen yüceler yücesii Allah'tan başka yoktur tapacak; (Her
Peygamber, onu müjdelediği için, her peygamber'de bir sıfatı tecellî ettiğinden
dolayı) Muhammed'den başka peygamber,
(ahır zaman peygamberi} yoktur;
Alî'den başka da er yok.
[34] Sabah çağı lâle,
güzellik ve aiım
güneşine dönse ne
var ki? Lâle,
İsm-i Celâl'in. (Allah adının)
sayısına mazhar oklu.
[35] Bu âlemde yersiz-yurtsuzum; konağım, durağım ordadır; öyle bir
padişahım ki ta tim, tacım da ordadır, ağır libaslarım, burakım da ordadır
(Burak maddesine ba!
[36] Tertemiz zâtı, «Sen
olmasaydın» sözüyle övülmüştür;
sıfatları Kur'ân'a, zarf ve mazruf olmuştur {Kur'an'da onun
sıfatlan vardır; sıfatlarındaysa Kur'an
mevcuttur).
[37] O peygamberlik pâdişâhı, iki âlemin sultam hakkında
«Sen olmasaydın, sen olmasaydın» buyuruldu- Ey peygamberlik nuru, ey Hasanla
Huseyn'in atası, yer yüzü de,, gökler de senin
için var oldu.
[38] Gönül alan, gönül çalan sevgiliyi, gönül evfne
çağırmak istersen Önce o evî, O'nun gayrısından sil; aşk süpürgesiyie süpür,
arıt da sonra çağır.
[39] Mevlönâ'nın matbahı,
pek yüce erlerin durağıdır. Mevlânâ'nın matbahı, gönüle de. cana da kimya ocağıdır; o ocağa giren altın olur.
[40] Adı-sanı bırakıp Melâmet hırkasını giy;
bu melâmet hırkasında
nice sultan gizlidir.
[41] Elest meclisinden sarhoş olarak aklımızı - fikrimizi
yeniledik. Bütün âlem halkına mengûşumuz da aklımızdan - fikrimizden haber
verir. Gözümüz Hakk'ı görmekte, kulağımız Hakk'ı işitmekte, zamanın sultanı
olan bir topluluğuz, Bektâşiyiz, me-könsfzlık
iklimine gitmek İsteyenin yo!
arkadaşıyız bit
[42] Kinayeli söz taşını, meyveli ağaca atarlar.
[43] Milletim (uyduğum şeriat), hakıykat ehlinin
milletidir; yaradanım, besleyip maddi -manevî geliştirenim Atlahtır; gittiğim
yol. sevgi yoludur; îmânımın şartıysa yokluk. Kıblem, Muhammed'ln kaşı, İmamım
da Murtazâ'dır (Ali'dir); İslâm dini apaçıktır. gizlenmeye, gizlemeye
ne hacet var?
[44] Mezhebim, sağlam, Cafer'üs-Sâdık'ın mezhebidir.
[45] Yoklukla yok olmuş Yunus ölünce, sini (mezarı) nurla dolunca. îman da
kendisine yoldaş olunca âhirete
arslan gibi gider.
[46] Selvi, sûfî gibi yeşil
murakka'lar giyerek başını
sallar; gül bahçesinde
seher yelinden el
almışa benziyor.
[47] Bütün dileğini terk
ederek gönülden onun
müridi ol; düenen,
irâdeyi terkederek nefes tutmak (, söze uymak) ve
itaat etmektir.
[48] Aşk âteşi, önce
sevilene, ondon sonra sevene
düşer; mumu görsene;
yanmadan, pervaneyi yandırmadî
[49] Birliğe, (Vahdet-i Vücûda, varlık birliğine) âît söz söylemek
gerekirse, filân ded ki tarzında söyleyin; küfre hüküm verdirecek sözü
birisinden aktarış, küfür (, kâ firlik)
olmaz hükmüne dayanarak; bayie
yapın da esen kalın.
[50] Dostum,
ben kulu, sanma
ki gam meclisinde, yol-yordam
bilmez biriyim; ben mihnetin, derdin, belânın
bir yoldaşıyım.
[51] Nay üfleyen gibi
yoksullar topluluğuna eğri
bakma; Hak. o şekille onları
gizlilik âlemlerine saldı, gizledi.
[52] Nazın tadına söz yoktur ama
niyazın zevkına aşk
olsun, {niyâzm tadına erenlere âfertn}.
[53] Bakışın, görüşün temizse nazarı
aldın, teveccühe erdin, menzile ulaştın.
[54] Tarikat pirinin nazarında
(karşısında) uryân olmayan
(varlığından soyunmayan)
kişiye yuf borusunu çal,
onun mürşidi, inatçı
Şeytan'dtr.
[55] Meyhaneyi seyrettim; âşıkların, çevresinde dönüp
doiaştfklan yer olmuş; orda oturanlar tekliften de affedilmişler, tekeliüften
de. Bir neş'e gelmiş de mecliste ne korku kalmış, ne aykırılık; gama dâir
sohbet edilmiyor. Böyle birşey anılmıyor bile;, meşrebleri de tertemiz bir hâl
almış. Âşıkta keder neyler? Gam, dünyâ halkınındır-kadehi elden bırakma; söz
pîr-i muğaanındır (Meyhanecinindir).
[56] Mevlönâ. Nev-Niyâzına aşk
tekbîri eder de sevgisine düşeni
aşk pîri yapar.
[57] Her yerde Nev-rûz oldukça, gül bahçeleri
porladıkca, Velîler Şâhı'nın
(Alî'nin) günleri de Nev-rûz
gibi kutlu olsun.
[58] Bahar erişti;
gene nev-rûz'ta
solukdaş oldu: Nev-rûz'un
Cem kadehi de
gönülleri neşelendirse ne var ki?