Fakıyr 1

Fatiha Vermek. 1

Fetâ. 1

Fütuhat 1

Fütüvvet 1

G.. 1

Garipler Semâ'ı 2

Gayret 2

Gerçek. Gerçek Erler, Gerçek Erenler — Gerçekler 3

Gevher 3

Göçmek - Göçünmek. 3

Görgü – Sorgu-Görmek-Görülmek. 5

Görüşmek. 5

Gül 5

Gürûh-ı Nâcî 6

Gül Bânğ. 6

H.. 6

Habbe. 6

Hadim.. 7

Hâl 8

Halîfe. 8

Halil - Bereket 9

Halîfe. 9

Ham, Hamlık, Ham-Ervah. 9

Hamûşân - Hâmuş - Hâne. 9

Harabat 10

Hâşâ, Sürrtme hâ§â. 10

Hatâ. 10

Hayalet 10

Havâss. 10

Haydarı, Haydariyye. 10

Heft Selâm.. 11

Heft Sîn. 11

Hırka. 12

Hızır 12

Horasan Erleri, Erenleri.  Horasânîler 13

Hücre-Hücre-Nişîn. 14

Hülle. 14

I. 14

Ikrar 14

Işık. 14

İ. 15

İbâdet De Mahiî, Kabahat Da Mahiî 15

İcazet 15

İhvan. 15

İhya Geceleri 15

İkinci Doğum.. 16

İmâm.. 16

İnâbe. 17

İsm-i Celâl. İsm-i A'zam.. 17

İstihare. 17

İstiva. 18

İşâret 19

K.. 19

Kâf-Nun-Kün. 19

Kahriyye. 20

Kahve Nakıybı 20

Kahve Ocağı 20

Kalender 20

Kalıbı Dinlendirmek. 21

Kaalû-Belâ. 21

Kanberiyye. 21

Kanun Çerağı 22

Kapıdan Geçmek. 22

Kara Kazan. Kara Kazan Hakkı 22

Karınca - Süleyman. 22

Kaygusuz. 23

Keçkûl-Keşkûl 23

Kemer 24

Kemer-Beste. 24

Keramet 24

Kepenek. 25

Kerbelâ. 25

Kesret-Vahdet 26

Kılavuz. 26

Kırk. 26

Kırk Budak. 27

Kızılbaş. 27

Kızıldeli 28

Kol 28

Köçek. 28

Küfe. 29

Kudüm-Kudümrzen. Ser Kudüm-zen. 29

Külah. 29

Küre. 30

Kutb. 31

Kürsî 31

L.. 31

Lâ-İîîâ. 31

Lâ Fetâ illâ Alî Lâ seyfe illâ Zü'l-fekaar 31

Lâle. 32

Lâ Mekân, Bî Mekân, Lâ Mekân Âlemi 32

Lokma. 32

Ledün Bilgisi 33

M... 33

Maârif. 33

Mahabbet 33

Makaalât 34

Ma'nâ. 34

Makam.. 34

Mâ-Sivâ. 34

Maathah-Matbah Canı 34

Matem Ayı 35

Mangır 35

Melâmet-Melâmetî, Melâmî 35

Menğûş. 36

Mersiye. 36

Meşe Seli 36

Mevâlî 36

Meydan. Meydancı 37

Mezheb - Meşreb. 37

Mihrâb. 38

Mi'râc - Mi'râciyye. 38

Miyan - Beste. 39

Muhib - Muhibbân. 39

Mukaabele. 39

Murâkaba. 39

Murakka.' 40

Musâfaha. 40

Musâhib. 40

Mutrıb. 40

Mücerred. 40

Mü'min - Müslim.. 40

Mürebbî 41

Mürîd. 41

Mürşid. 41

Mürüvvet 41

Müttekâ-Muiın. 41

N.. 42

Nasib. 43

Naşı 43

Na't Na't -Han. 43

Nây, Ney. Nây-Zen, Ney-Zen.  Ser-Nâyî,  Kutb-İ  Nâyî, Ney-Zen Bakışı 43

Nâz-Niyaz. 43

Nazar 44

Nazenin. 44

Nefes. 44

Nefis. 45

Nefir 45

Nerde Birlik, Orda Dirlik. 45

Nev-Niyaz. 45

Nev-Rûz. 45

Nezir 46

Nisan Suyu. 46

Niyaz. 47

Niyaz Penceresi 47

Nokta. 47

 

 

 

 

 

 

 

 

lerin bozulacağını bildirdiklerini söylerler ve* bu söz, atasözü olarak ara­larında söylenir.

 

Fakıyr

 

Arapça, yok-yoksul anlamına gelir. Tasavvuf yolunu tutanlar, «ben» yerine «Biz», yahut çok defa hattâ hemen hemen umumiyetle «Fakıyr», «Fokiyrîniz» derler. Yanıalrak «ben» derlerse, hemen sözlerine «Benliği­me lanet» deyimini eklerler (Er-Erenler mad. e de bk.).

 

Fatiha Vermek

 

Fatiha istemek

Fatiha vermek

Fatihasını çekmek

Fatiha, başlangıç, açış anlamına gelir ve Kur'ân-ı Mecîd'in ilk sûresi­nin adlarından biri ve en meşhurudur. Tasavvuf yolunda, herhangi bir işe başlanırken, yahut bir işin olması için şeyhten, yahut Tarikat ulularından, hakkında iyi zan beslenen, duasının geçtiğine inanılan birisinden Fatiha istemek, bir gelenektir. Fatiha verecek zat, kısa bir gülbang çekip «Fatiha» der. Salavât verildikten sonra Kur'ân-ı Kerîm'in ilk sûresi okunur. İmâ-miyye mezhebinden olanlar, bu sûreden sonra CXII. sûre olan «İhlâs, Tevhîd» sûresini de okurlar ve tekrar salavât verirler. Bu geleneğe «Fa­tiha İstemek», Tarikat büyüğünün «Fatiha» demesine, «Fatiha vermek» denir.

«Bu işin Fatihası çekildi; Fatihasını çektik» atasözü bir İşe başlan­dığını bildirir.

 

Fetâ

 

Genç, yiğit, er anlamlarına arapça bir sözdür. Melâmet inancını ya­şayışa tatbıyk ederek esnafı teşkilâtlandıran, loncalar kuran Fütüvvet erbabı, Fütüvvet yoluna girmiş kişilere «Fetâ» derlerdi. Bu deyim, «Zülfe-kar'dan başka kılıç yok, Alî'den başka er yok» mealindeki «La seyîe illâ Zü'î-Fekaar ve lâ Fetâ illâ Ali» sözünden alınmadır (İslâm ve Türk ille­rinde Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynaklan adlı makalemize bakınız; İst. Üniv. İktisat Fakültesi Mecmuası; c. II. No: 1-4; Ekim 1949-Temmuz-1950.)

Fukara Keşkülü

Dervişlerden, nefsini alçaitmak için halktan birşeyler toplamaya çı­kanlar (Selman maddesine bak), keşküllerini (bu madeye bak) uzatırlar, içine ne konursa dergâha getirip şeyhe teslim ederlerdi. Keşkülün için de para, ekmek, daha da başka şeyler bulunurdu. Bu münâsebetle kar­makarışık şeyler, halk arasında «Fukara keşkülü gibi» deyimiyle tavsîf edilirdi. Gene bu münâsebetle süt, pirinç unu ve badem yağı ile yapılan, üstüne dövülmüş ceviz, badem, nar taneleri konan, yâni bir çok şeyden yapılmış olan sütlü tatlıya da «keşkül», «Keşkül-i fukara» adı verilmiştir.

 

Fütuhat

 

Beklenmeden gelen yardıma denir. «Bugün bir yerden fütuhat oldu», «Erenler, bugün fütuhatta bulundular», gibi. Manevî feyze, gönül açıklı­sına da «Fütuhat» denir. «Erenlerin fütûhâtiyle sorularına cevap verdim»

 

Fütüvvet

 

Fütüvvet erlere yaraşır

Gençlik, erlik, yiğitlik anlamına gelir Ahilik teşkilâtına verilen addır.

Horasânîler (Horasan Erleri'ne bk.), yâni melâmetîler, esnafı, sanat ve zanaat erbabını teşkilâtlandırarak esnafa loncalar kurmuşlar, esnafı, sanat ve zanaat erbâbtyla İşçileri bu loncalara bağlamışlardır. îran ve İrak'tan Suriye, Mısır ve Türkiye'ye hattâ bütün İslâm illerine yayılan bu müessese, Türkiye'de 1908 yılına dek sürmüştür (Fetâ, Pabuç, PeştemaL Pîr, Selman ve Şalvar mad.ierine de bak.}.

«Fütüvvet erlere yaraşır» atasözü, dilimize bu teşkilâttan geçmiştir-

 

G

 

Gaflet

Gaflet basmak Gaflet perdesi

Gaflet olmasa insan evfiyâ olur

Dalgınlık, habersizlik, yanılmak, boş bulunmak, dalmak anlamlarına arapça bir sözdür. Türkçemizde «Gaflet basmak» otururken uyuyuver-mektir. «Gaflet perdesi», birşeyden habersiz kalmak anlamına gelir.

Tasavvufta gaflet, Hak'tan habersizliktir. Gafil de, bilmeyen, kendi­ni tanımayan, âlemi, Tanrı'nın tecellî aynası görmeyen kişidir. Yunus, bir şiirinde,

Ko gülen gülsün, Hak bizim olsun; Gafiî ne bilsün, Hakk'ı sever var

beytiyle gafleti ve gafili anlatır.

«Gaflet olmasa insan evliya olur» atasözü de bu gafleti bildirir.

Ganî

Zengin anlamına arapça bir sözdür. Tasavvufta zenginlik, gönül zen­ginliğidir. Gönül bakımından ganî olan kişiye, «Ganî gönüllü, Gönlü ganî» denir.

Garib

Garibin duası kabul olur Ganbsn yardımcısı Allah Garib kuşun yuvasını Allah yapar

Garib, yurdundan ayrılmış anlamına arapca bir sözdür. Asıl anlamı, «eşsiz, tekstir. «Gurbet» de yurttan ayrılmak anlaminadır Türkçemizde «Garibin duası kabul olur», «Garibin yardımcısı Allah», «Garip kuşun yu­vasını Allah yapar» atasözleri, garîbe karşı duyulan esirgeyişi, acıyışı di­le getirir. Şâir,

Gâh olur gurbet vatan, ğâhî vatan gurbetlenir mısraiyle, eşlerinden, dostlarından ayrılmanın, târihinden, geleneklerin­den, törelerinden kopmanın, vatanda gurbete düşmenin acısını pek içli bir deyişle düe getirmiştir.

Tasavvufta garib, birlik âleminden ayrı düşen, izafî varlıkla kayıtla­ra bağlanmış olan kişidir. Yunus, Oldur söylenen dilde, varlık dostundur kulda, Varlığım hep ol ilde, ben bunda garib geldim

beytîyle bu gurbeti bildirdiği gibi.

Bu ile ğarib geldim ben bu ilden bezerim; Bu tutsaklık tuzağın, demi geldi üzerim

beytiyle de gene dost iline, vatanına gitmeyi tasarlar.

 

Garipler Semâ'ı

 

Mevlevîlerde, İhya gecelen yapılan mukabeleden sonra (bak: İhya Geceleri, Mukabele) vecde doymamış olanlar, herkes, semâ'-hâneden çıktıktan ve kandiller dinlendirildikten sonra  semâ'-hânede,  hırkalariyle on sekiz çark atarak semâ' ederler (Bak: Çark). Bu semâ', yalnız türbe­nin ışıklarının aydınlığı altında, yarı loş bir dekor içinde yapıldığından «Garibler Semâ'ı» diye anılır. Bu on sekiz çarktan sonra sımâ'-hâneden niyaz edilerek çıkılır.

Gaybı Allah'tan Başka Kimse Bilmez

Gayb, görünmeyen, bilinmeyen, henüz olmamış bulunan şeylerin tümüne denir. Kur'ân-ı Mecîd'de birçok âyetlerde gaybı, ancak Allah'ın biidiği beyân olunur. Bu atasözü, bu inançtan gelmedir.

 

Gayret

 

Gayrete dokunmak

Gayret kuşağı

Gayret'ullâha dokunmak

Erenler gayretli olur

Gayret, ırz ve namus, sevgi, şeref ve haysiyet, yücelik gibi değerli ve korunması gereken şeylerde titizlik ve kıskançlığa dendiği gibi bir işin üzerine, gereği gibi düşüp çalışmaya da denir. «Gayrete dokunmak», izzet-i nefse, insanlığa dokunmak anlamına gelir; meselâ, «Filânın yap­tığı iş gayretime dokundu; ona şunları hatırlattım...» gibi. Sûfîler arasın­da, benlik, varlık güden, ululanan bir kişinin herhangi bir suretle alçal­ması anlatılırken, «Hareketi Gayret'ullâh'a dokundu» denir. «Gayret ku­şağı», erenlere canla-gönülle hizmet anlamına gelir; «Gayret kuşağını kut­sandı» gibi. Bele dolanan «Tıyg-bend»e (bu maddeye bak), kemere de «Gayret kuşağı» dendiği vardır.

«Erenler gayretli olur» atasözü, erenlere ikrar verenin, bir başka ere­ne ikrar vermemesi lüzumunu bildirir ve erenlerin kıskançlığını hatırlatır. Bu hususta birçok menkabeler de vardır.

Geçme natnerd köprüsünden, ko aparsm su seni * Yatma tilki gölgesine, ko yesin arslan seni

Vahdet erenlerinin, icâb ederse, canlan pahasına da olsa, bâtıla baş eğmeyeceklerini ifade eder.[1]

Gel Demek Var, Git Demek Yok

Erenler yoluna davet edilebileceğini, fakat bu yoldan kimsenin mah­rum edilemeyeceğini bildirmekle beraber bir yere davetin, yol töresine uy­gun olduğunu, fakat gelene de git denemeyeceğini ifade etmektedir. Me-fâmet erenlerinden Ahmed Sârbân'a (953 H. 1546) atfedilen şu beyit de aynı mealdedir:

Tâ ezelden meşrebimiz bı bedel,

Gelene ğit demeyiz, gidene ğel[2]

Gelmek İrâdet, Gitmek İcazet

Dergâha, bir mürşide, Tarikat ulularından birini ziyarete giden kişi­nin, kendi dileğiyle gideceğini, fakat giden kişinin, oradan, ancak makam sahibinin izniyle ayrılabileceğini bildirmektedr. Makam sahibi de gelenle­rin işlerini, özürlerini düşünerek, zamanında «Haydi, erenler Eyvallah, ha­yırlara karşı» der; canlar niyaz edip ayrılırlar.

Gelmek Var, Dönmek Yok; Gidenin Malı, Dönenin Canı

Bektaşiliğe girmek isteyene, giriş töreni yapılacağı gece, baba'nın, yahut rehberin, önüne diz çöktürüp verdiği öğütler arasında bu sözler de söylenir.

 

Gerçek. Gerçek Erler, Gerçek Erenler — Gerçekler

 

Gerçek, özü-sözü bir olan, haliyle, hareketiyle de bunu gerçekleyen kişidir. «Gerçek erler, Gerçek erenier» ve «Gerçekler» de manâsız dava­ya girişmeyen, gerçekten de yolunun ehli olan mürşitler ve canlardır. Ha­tâyı' bir nefesinde,

Üç gün imiş bu dünyânın safâsı,  

Safâszndan artık imiş cefâsı;

Gerçek erenlerin nutuk, nefesi, Biri kırktır, kırkı birden sayılır.

Eğer âşık menzilinde durursa, Çeraği uyanıp yağı erirse;

Eksikliğin bilip kendi gelirse O da gerçek erdir, erden sayılır

dörtiükleriyie bunu bildirir. Bektaşi ve Alevî gülbangleri,   «Gerçek erenler demine Hû» yahut «Gerçeğe Hû» diye biter.

 

Gevher

 

Mücevher, değerli taş anlamına forsça bir sözdür. Bektâşiler, İmâm Huseyn'in kabrinden, kabrinin civarından alınıp Fırat suyuyla karıştırıla­rak kalıplara dökülüp kurutulan toprağa «Gevher» derler. Nevruz'da içilen ve fohusa şekeriyle pembeleştirilen süte, Muharremin onuncu günü, ikin­di vakti meydanda herkese sunulan suya bu topraktan biraz karıştırılır.

İmâmiyye, buna «Türtep» derler ve namazda secde yerine, ibâdet için değil, teberrük için bu toprağı korlar ve secdenin toprağa, yahut toprak­tan meydana gelen, yenmesi, içilmesi, giyilmesi âdet olmayan bir şeye olması şarttır. Taşa, hasıra, cilâlı ve boyalı olmayan tahtaya secde edile­bilir; fakat kilime, halıya baş koymak caiz değildir. İmâmiyyede, şifâ için de türbetten bir parça, suda ezilip içilir.

 

Göçmek - Göçünmek

 

Ölmek sözünün anlamında yok olmak da bulunduğundan, İslâmî inançtaysa ölümün, geçici, yalan dünyadan gerçek dünyaya göçmek do-layisiyle, ölmek yerine «Göçmek, Göçünmek», yahut «Yürümek» sözü kullanılır. «Filân göçtü», yahut «Göçündü», yahut da «Yürüdü» denir.

Gönül

Farsça «dil», arapça «kalb» karşılığı bir sözdür. İnsanın manevî var­lığına, manevî gücüne, sevginin, nefretin, inancın, iyi-kötü, bütün duygu­ların tümünün varlığına ve ifâdesine verilen addır.

Cân-ü gönülden duâ, niyaz

Cân-ü gönülden sevmek, sevilmek

Gönül altında kalmak

Gönülden çağırmak, çağrılmak

Gönülden çıkarmak, çıkarmamak, çıkarılmak, çıkarılmamak

Gönülden geçirmek, geçmek

Gönül gözetmek

Gönül kalmak

Gönül kırmak

Gönül koymak

Gönüllenmek

Gönüllü

Gönül pazarı

Gönül vermek

Gönül yarası

Gönül yapmak Gönüt yıkmak

Gönül beklemek

Gönü! ehli

Gönül hâline varmak

Gönül bir sırça kadehtir, kırıtırsa yapılmaz

Gönülden gönüle yol var

Gönül hoşluğuyla olur ibâdet

Gönül Hak binasıdır (Gönül Kâ'desi)

Gönül kalsın, yol kalmasın

Gönü! sultan, aşk ıradet

Gönül yapmak, arş yapmaktır.

Gönlüne danış

Her gönülde bir arslan yatar

Herkesin gönlünce yaz olmaz

Gözden srağ olan, gönülden de ırağ olur

Ei işde, gönül oynaşta gerek

Gönül, türkçemize en fazla deyim ve atasözü yeren, Dîvan ve Halk Edebiyatını ören bir unsurdur. «Cân-u gönülden duâ, niyaz», bütün ma­nevî güçle, kendini vererek Allah'a edilen duadır, yalvarış ve yakarıştır. «Cân-ü gönülden sevmek, sevilmek» bütün varlığıyla insanın sevmesini, sevgili tarafından sevilmesini bildiren bir deyimdir. «Gönül altında kalmak», birisinin hatırinı kırmak, onun manevî seyyiesi altında kalmak yerine kul­lanılır, «Gönül altında kaldı; iflah olmaz» denir. «Gönülden çağırmak, çağ­rılmak», birisini tam özlemle çağırmak, gelmesini istemek, yahut biri ta­rafından o çeşit özlenmek yerine kullanılır; «Gönülden çağırdınız, geldik» yahut «Gönülden çağrılmışız, geldik» denir. «Gönülden çıkarmak, çıkar­mamak, çıkarılmak, çıkarılmamak», unutmak, sevmemek, unutmamak, unutulmak, unutulmamak yerine kullanılır. Meselâ mürid, şeyhine, bir yere giderken «Fakıyri gönülden çıkarmayın» der; şeyh de onu, «Gönül­desiniz, gönülden çıkarmayız» diye tatmin eder. «Gönülden geçirmek, Seçmek», birisini hatırlamak anlamınadır; birisi hatırlanır, bir müddet sonra hatırlanıldığı gün, yahut gece, gelirse, «Bugün, bu gece gönlümüz­den geçirmiştik; gönlümüzden geçmiştiniz» denir. «Gönül gözetmek» her­kesin  gönlüne   riâyet  etmek,   hatır - gönül   kırmamaya   gayret   etmektir.

«Gönül kalmak», kırılmak demektir; aynı zamanda birinin bir şey umması, elde edememesi de bu sözle ifâde edilir. «Onun, bunda gönlü kaldı» gibi. «Gönül koymak», birine gücenmek anlamına geldiği gibi birşey el­de etmeye niyetlenmek yerine de söylenir. «Gönüİlenmek», gücenmek, gönlü kırılmak yerine kullanıldığı gibi birisine âşık olmak anlamına da gelir. «Gönüllü», birşeyj, vazîfesi olmadığı halde uhdesine alıp başarma­ya çalışan kişiye denir, «Gönüllü asker» gibi. Aynı zamanda, âşıka da denir. «Gönül vermek», hem âşık olmak, hem de birisine canla, başla sarılmak, bir işe bütün varlığıyla koyulmak demektir. «Gönül pazarı» gönül hoşluğu, râzılık anlammadır. «Gönül yarası», onulmasına imkân bulunmayan bir dert, bir elem anlatılırken söylenir. «Gönül yapmak», bi­rinin gönlünü elde etmek, birini sevindirmek, «Gönül yıkmak» da gönül kırmak yerinde kullanılır, «Gönüle dokunmak, Gönüle değmek» de denir;

Fukara kalbine her kim dokuna,

Dokuna sînesz Allah okuna[3]

beyti, bu deyimi pek güzel dile getirir.

«Gönül beklemek», bilhassa Melâmet erlerinde, gönülden, Hakk'i çıkar­mamaya denir. Her an, her yerde Tanrı'nin hikmet ve kudretini, sanat ve kuvvetini, sıfatlarının tecellîsini görmek, sıfatlarının da, zâtının aynası, mazharları olduğunu düşünmek, bu görüşü oluş haline getirmeye çalış­maktır. «Gönül ehli», tasavvufçulara göre gerçeğe ulaşanlar, gönüllerin­de dâima birlik ve dirlik zevkini bulanlardır; bunlara farsça «Eh!-Î dil» denir. Halk arasında «Ehl-i dîi» her şeyi hoş gören, taassubtan kurtul­muş olan kişilerdir. «Gönül etmek», himmet etmek, duada bulunmak ye­rine söylenen bir deyimdir; «Erenlerim, gönül edin de şu işimiz olsun» gibi. «Gönü! hâline varmak» «rabıta» (bu maddeye bak) etmek, huzura varmak anlamınadir, söz gelişi, «Biz konuşurken o, gönül hâline varmıştı» gibi.

«Gönül bir sırça kadehtir, kınlırsa yapılmaz» atasözü, gönlün inceliğini, ehemmiyetsiz sanılan bir şeyden de kırılabileceğini, kınlırsa da bir daha yapılamayacağını bildirir. Yunus Emre, bir şiirinde,

Sakmğıl yârin gönlün sırçadır, sımayasm; Sırça sındıktan ğerü bütün olası değil[4]

beytiyle bu atasözünü dile getirir.

«Gönülden gönüle yol var» atasözü, hâl ehlinin, birbirlerinin hâlleri­nin, gönül yoluyla bileceklerini belirtir. Bu atasözü, arapça da, «Kalbten kalbe yol var» mealinde bir atasözüyle dile getirilmiştir.

«Gönül Hak binâsıdır» atasözüyle «Gönül Kâ'besi» deyimi, bilhassa tasavvuf! edebiyatta sonsuz örneklerle canlandırılmiştır. Meselâ Yunus Emre'miz,

Gönül mü yeğ, Kâ'be mi yeğ ayıt bana aklı eren; Gönül yeğdürür zîrâ kim ğönüldedür dost durağı[5]

der; bir başka şiirinde de.

Duruş, kazan, ye, yedir, bir gönül ele getir; Yüz Kâ'beden yeğrekdür bir gönül ziyareti[6]

buyurur. «Gönül yapmak, Arş yapmaktır» atasözü de aynı mealdedir. «Gönül hoşluğuyla olur ibâdet» atasözü, ibâdette huzurun şart olduğu­nu anlatır.

«Gönül kalsın, yol kalmasın» atasözü, birisinin gönlünün kalması, kırılması hesabına da olsa yoi törelerinden birinin bırakılmaması gerek­tiğini bildirir. Bu atasözü, «Hatır kalsın, yoi kalmasın» tarzında da söyle­nir. Birisini, birşeyi, sevmek, yahut sevmemek hususunda, «Gönül sultan, aşk irâdet» denir. «Gönlüne danış» sözüyse, inanan kişinin anlayışını betirîir. «Her gönülde bir aralan yatar» atasözü, herkesin bir dileği, bir is­teği olduğunu ifâde eder. Bir iş istenildiği gibi sonuçlanmazsa, «Herke­sin gönlünce yaz olmaz» atasözüyle teselli bulunmaya çalışılır. «Gözden ırâğ olan, gönülden de ırâğ olur» atasözü, aranmayan, sorulmayan kişi­nin, aramayanına, sormayanına bir sitemidir. «El iste, gönül oynaşta ge­rek», geçim işleriyle uğraşanın da birlikten, zevk ve şevkten ayrılmaması gerektiğini öğütler. Gönül maddesini. Divâne Mehmed Celebi'nin şu bey-tiyle bitirelim:

Belâ dildendir, ol dildâr elinden dadımız yoktur, Gönüldendir şikâyet, kimseden feryadımız yoktur.[7]

Gören Gözün Hakkı Var

Birisinin, yiyecek, içecek birşeyi görünce imrenmesi, özenmesi mü-lâhazasiyle mutlaka ona da biraz verilmesi lüzumunu bildirmektedir. Ta­savvuf ehlince bu, ihmâl edilmemesi gereken şartlardandır.   

Gör, Ğeç Demişler, Sür, Git Dememişler

Yapılagelen bir iş, gençlik, yahut bilgisizlik dolayışiyle hoşa gitme­yen, erenlerce hoş görülmeyen bir işse, yapana, bu atasözüyle öğüt ve­rilir.

 

Görgü – Sorgu-Görmek-Görülmek

 

Alevilerde, kış  mevsimi gelip herkes  bağının,  tarlasının  işlerinden kurtulunca dedeler, talihlerinin  (Bak: Talip) bulundukları köylere giderler. Cuma gecelen, bir evde toplanılır. Müsâhib kavline girmiş olanlar (Bak: Müsâhib), bir yıl İçinde, yaptıkları suçlan, toplantı yerinin orası­na, «Dâr» a gelerek söylerler. «Dâr» da durandan incinmiş varsa o da onun yanına gelip şikâyetini söyler. Böylece herkes, yaptığı suçun ceza­sını çeker, birbiriyle haklaşır. Buna «Görülmek» denir; dede de bunları «Görmüş» olur. Bu törene «Görgü - Sorgu» denir.

 

Görüşmek

 

Bilinen anlamda değildir. Bilhassa Mevlevîlerde Musâfaha (bak), iki kişi, sağ elleriyle, baş parmaklar yukarı dikilmiş olarak tutuşup birbir­lerinin aynı zamanda ellerini öpmekle yapılır. Şeyhin eli de böyle öpülür, yedi yaşındaki çocukla yetmiş yaşındaki kişi de böyle Musâfahada bu­lunur. Buna «Görüşmek» derler.

Ayrıca bir yerden alman, bir yere konan, birine sunulan şey de «Gö­rüşülerek», yâni öpülerek alınır, konulur, sunulur. Hattâ öpülemeyecek birşey olsa bile öper gibi ağza götürülür. Buna da «Görüşmek» denir. Unutan kişiye Tarikatça ulu olan, «Derviş kardeş, görüşmeyi unutma» diye ihtarda bulunur.

Göz

Göz boyamak Göz boyayıcı Gözden çıkarmak Gözden düşmek Göze gelmek Gözü açık

Gözlüye gizti olmaz

Gözünle gördüğünü Ört, görmediğini söyleme

Göz, insanın uzuvlarından en aziz bir uzuvdur ve dilimize birçok de­yimler ve atasözleri vermiştir. Şatafatla, kılık - kıyafetle şunu-bunu al­datmaya «Göz boyamak», bu çeşit işe girişene «Göz boyayıcı» denir. Aynt zamanda olan şeyi başka türlü göstermek, hokkabazlık etmek de «Göz boyamak» tır. Birisini, yahut bir malı benimsememek, ondan vazgeçmek, «Gözden çıkarmak» sözüyle deyimfenir. «Gözden düşmek», ehemmiyet verilmemek, sevilmemek, aranmamak anlamınadır. «Göze gelmek», nazara uğramak suretiyle kötü bir hâle düşmeye derler. «Gözü açık» da ileriyi gören, işin içyüzünü sezen, yahut da akıllı ve kurnaz demektir.

«Gözlüye gizli olmaz» atasözü, erenlerin gizli şeyleri de bildikleri, in­sanın içini okudukları anlamını verir. «Gözünle gördüğünü ört, görmedi­ğini söyleme» sözüyse,  dervişe verilen öğütlerdendir.

 

Gül

 

İki karış uzunluğunda, ucu yassı avuç içi büyüklüğünde demir bir çubuktur. Ateşle oynayan Rıfâî şeyhleri ve dervişleri, bunları, içi ateş dolu bir mangala sokarlar. Yassı uç, ateşte kıpkırmızı olunca çıkarıp zikrederlerken yalaya - yalaya soğuturlar; «Gül» ü yalarlarken, yahut ateş­te kızmış pirinç tas giyerlerken Allahû taâlâ'nın «Seîâm», yâni esenlik weren adını «Ya Selâm» tarzında zikrederler. Rıfâî güllerinin çeşitlileri, mü­zelerimizde teşhirdedir.

Ayrıca tarikat taçlarının tam üstüne (kubbesine) dikilen ve bir çuha üstüne işlenen şekillere de «Gül» denir.

Gün buğun, saat bu saat, dem bu dem

«Dem»  maddesine bakınız.

 

Gürûh-ı Nâcî

 

Kurtulmuşlar topluluğu, kurtulanlar. Nâcî, kurtulan anlamına arapça, güruh, topluluk anlamına farsça bir söz olup ikisinden terkip yapılmıştır.

Hazret-i Peygamber'in (S.M.), «Ümmetim yetmiş üç fırkaya bölünecek-hepsi de cehennemdedir, ancak bir bölüğü kurtulmuştur» buyurduğu ri­vayet edilmiştir. Alevî-Bektâşİler, o kurtulmuş bölüğün kendileri oldu­ğunu iddia etmişler, kendilerine «Gürûh-ı Nâcî — Kurtulmuş bölük» adını takmışlardır. Ancak türkçede «Güruh» sözü, daha fazla kötü kişiler hak­kında kullanılır. «Gürûh-ı lâ yüflihûn — Felah bulmayanlar, Gürûh-ı Eski-ya — Kötü kişiler» gibi; böyle olmakla beraber «Fırka-i Nâciyye» yerine bu tâbir, onlarca umûmî bir tâbir olmuştur. Meselâ Kul Himmet, bir ne­fesine.

Mürşit isen müşkülümü haileyle, Neden hâsıl oldu Gürûh-ı Nücî?

Beni yasta, gamda bırakma, söyle, Evvel tatlı nedir, sonucu acı diye başlar (Alevî - Bektaşi Nefesleri, s. 140).

 

Gül Bânğ

 

Gül sesi, yâni bülbül şakıması anlamına farsça bir terkibtir; terim olarak, yüce ve bir ağzıdan bağrışa denir. Askerin davul çalınırken, Ka­lenderlerin, kudümlerini çalıp bir yere gidecekleri vakit, içlerinden birinin pek yüce sesle okuduğu kısa cümleli dualara denir; dinleyenler, hep bir ağızdan ve gene yüce sesle, «Âmin» yerine «Allah Allah...» diye bağırışır-lar. Meselâ Yeniçeriler, alûfe aldıkları gün, içlerinden biri şu Gül-bângi çekerdi:

«Allah Allah, İllallah; baş üryan, sine büryan, kılıç aikan; bu meydan­da nice başlar kesilür hiç soran olmaz. Eyvallah, Eyvallah; kahrımız, kı­lıcımız düşmana ziyan, kulluğumuz padişa iyân; üçler yediler, kırklar, gül-bâng-i Muhammed, nûr-i Nebî, kerem-i Alî, pirimiz, sultânımız Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî, demine, devrânına Hû diyelim, Hû» {Ahmet Rasim: Târihi Osmânî; c. II, birinci tabı', İst, 1326-1328; Kiraat-i Târîhiyye; Gül-bâng madesi; s. 636-637)

Gül-bâng, «Hû diyelim» sözüyle biter ve dinleyenler, hep bir ağız­dan yüksek sesleaHû» derler. Mevleviler, Gül-bâng çekilirken dinlerler; Bektâşıler ve Alevîlerse «Allah Allah» diye zikrederler.

XVI. yüzyılda yaşadığını sandığımız Şâhî, bir nefesine,

Kurbanlar tığlanıp ğül-bânğ çekildi, Gaflet uykusundan uyana geldim;

Dört kapı sancağı anda dikildi, Üryan, büryân olup meydana geldim

diye başlar (Alevî-Bektâşi Nefesleri; s. 168) Mevlevîlerin Mukabele, İsm-i Celâl, Şeb-i Arûs, Meydan, Somât, Sefer, Bayram ve Defin gül-bângleri için «Mevlevi Adâb ve Erkânı» adlı eserimize bakınız (İnkılâp ve Aka Ki-tabevi -1963; s. 102, 104, 123, 125, 127, 127 ve 131).

 

H

 

Habbe

 

Habbeyi kubbe yapmak

Habbe, tane anlamına arapça bir sözdür. Habâb, su kabarcıkları de­mektir. «Habbeyi kubbet yapmak», ehemmiyetsiz birşeyi büyütmeye denir.

Dervişlerde, fındık büyüklüğünde, yahut daha küçük, akıykten, necef taşından yapılan yuvarlak, yahut kesme tanelere denir ki bu, ince ve gü­müş bir zincire geçirilir, düşmemesi için aşağı ucunda gümüş telden bir yuvarlak bulunur; üst kısmı da iğnelidir ve bu suretle iki habbe, gömle­ğin, yahut Haydariyenin sağ ve sol tarafına takılır. Bunlar, «Cihâz-ı tari­kat» ten, yâni Tarikat çeyizlerindendir (Bu maddeye bak).

Bektâşilerde, Ondört Ma'sûm'u, yani Hazret-i Peygamber'i (S.M), Ce-nab-ı Fatma'yı (A.M.) ve Oniki İmâm'ı (A.M.) ziyaret edenler, sağ taraf­larına yedi, sol taraflarına da yedi habbe takarlardı. Mevievîlerde habbe olmamakla beraber, 1305 te (1887) vefat eden Fahreddin Celebi'nin fo­toğrafında, göğsünün iki yanında birer habbe görünmektedir ki bu, her halde Bektaşilikten geçmiş olsa gerektir.

Hacı Hacıyı Mekke'de, Derviş Dervişi Tekkede Bulur

Derviş maddesine bak.

Had

Haddini bilmek, bildirmek

Haddini bilmeyene haddini bildirmek,   öksüze   kaftan   giydirmekten yeğdir

İslâmın şartı beştir, altıncısı haddini bilmek

Had, sınır, derece, rütbe, yapılan suç karşılığı verilen, çekilen ceza anlamlarına arapça bir sözdür; cem'i «Hudûd» dur.

«Haddini bilmek, haddini bildirmek» derecesini, mertebesini, yolunu-yordamın! bilmek, bildirmek anlamına gelen bir deyimdir. «Herkes haddi­ni bilmeli» sözü, herkesin, ne derecede olduğunu bilmesi lüzumunu öğüt­ler.

«Haddini bilmeyene haddini bildirmek, öksüze kaftan giydirmekten yeğdir» atasözü, derecesini aşan, herşeye karışmaya kalkışan kişiler hak­kında söylenen pek güzel ve doğru bir atasözüdür. «İslâmın şartı beştir, altıncısı haddini bitmek» atasözü de aynı mealdedir.

 

Hadim

 

Hadim'ül-Fukarâ

Hizmet eden anlamına arapça «Hâdim'ül-Fukarâ» yoksullara hizmet­çi demektir. Şeyhlerin mühürlerinde bu terkip yer alırdı.

Hak

Hak (Çelebi hakkı, Dede hakkı, Karakazan hakkı, Pır hakkı)

Hak Erenler

Hak etmek

Hak ile Hak olmak

Hakka giden Hak uğurum hakkıyçün

Hakk'a kavuşmak - Hakk'a yürümek

Hakk'ullah

Hakkından gelmek

Haklamak (Nefes haklamak, Nutuk haklamak)

Haklı hayırlı

Hak'ta, Hak olmak, Hak vere, Hak vere olmak

Uğurun Hakk'a

Hak deyince akar sufar durur

Hak diyen mahrum kalmaz

Hak doğrudadır

Hak doğrunun yardımcısıdır

Hak geldi mi bâtıl gider

Hakk'ı tanıyan bâtıla baş eğmez

Hak'tan gelen haktır, inanmayan ahmaktır

Hak söz acıdır

Hak söz ağıdan da acıdır

Hak velî olduğunda şüphe yok ama lâfı ters anlıyorsun

Hak yerini buldu

Hak yolda yuvarlanan merdâne olur

Gerçek anlamına arapça bir sözdür. Esmâ-yi Husnâ'dan, yâni Allah'­ın güzel adlanndandır. Bu kelime, türkçemize birçok da deyimler ve ata­sözleri vermiştir.

«Hak erenler,» gerçek erenler. Tanrı'ya ulaşmış gerçekler anlamını verir. «Hak erenler korusun, Hak erenler nasîb ederse» gibi, söz arasında söylenir. «Hak etmek», birşeye lâyık olmak demektir. «Bu dayağı Hak et­mişti» gibi. Aynı zamanda, Tarikat   ehli arasında, bir yemeği temamiyle bitirmek anlamına da kullanılır. «Erenler, şu lokmayı Hak et» gibi. «Hak ile Hak olmak», varlığından, benliğinden tamamiyle soyunup irâdesini Tan­rı irâdesine vermek demektir. «Hakkından gehnek», bir işi gereği gibi baj sarmaktır. «Bu işin hakkından geldi» gibi. Baş eğmeyen biri hakkında da kullanılır; böyle kişiden söz edilirken, «Onun hakkından Allah gelsin» de-i iz. «Hakk'a kavuşmak, hakk'a yürümek», öfmek demektir. Birisi ölünce, aFilân Hakk'a kavuştu, Hakk'a yürüdü» denir; öldü, vefat etti denmez. «Haklamak», birşeyi tümden yapmak demektir. «Nutuk Haklamak, Nefes Haklama», sözü, öğüdü tutmak, yerine getirmek anlamınadır. «Erenler, Nu­tuk Hakla» gibi. «Lokmayı Haklamak» sa yemeği temamiyie bitirmek, kap­ta bırşey bırakmamaktır. «Haklı hayırlı», mürşidin duası, gül-bângidir. «Haklı-hayirlı dilemek», yapılan hizmet karşılığı himmet niyaz etmektir. Meselâ mummları «uyandıran» derviş, «Dar» da durarak «Hizmetimin haki! - hayırlısını dilerim Allah Eyvallah» der ve baba, ona «Haklı-hayırlı» bir «gül-bâng» çeker, «Gerçeğe Hû» der ve herkes yerine niyaz eder; böylece derviş de himmetini almış olur. «Hakta, Hak olmak, Hak vere olmak, Hak vere» sözleri, birşeyin bittiğini, bulunmadığını bildirmek için kullanılır. «Ekmek Hakta, ekmek Hak vere, Hak vere olmuş», bitmiş, yok de­mektir. Derviş, yanılır da «yok» derse mürşid, yahut Tarîkat ulusu, «Şey­tan yok olsun» karşılığını vererek onu uyarır, edebe davet eder.

Yeni derviş olmuş birine şeyhi, «yok» demenin edebe aykırı oldu­ğunu, bunun yerine «Hak vere» demesini tenbih etmiş. Aradan bir za­man geçmiş. Bir gece, sokakta bir gürültüdür, kopmuş, «Anadolu'nun salgını, İstanbul'un yangını» derler hani; o sıralarda İstanbul'da yangın da pek fazla oluyormuş. Gene böyle bîrşey olabileceğini düşünen şeyhf dervişe, «Derviş kardeş, sokağa bir çık da bak, yangın filân olmasın» de­miş. Derviş, sokağa çıkmış, yangın olmadığını anlayıp dönmüş, «Eren­lerim» demiş, «Yangın hak vere.» Bu sözü işiten şeyh, gülerek «Aman derviş kardeş demiş, her şeyi Hak vere ama yangını Hak vermeye!»

Dervişler, harman zamanı köylere çıkarak dergâha ekin toplarlar. Buna «Hakk'uMâha çıkmak» denir; verilen buğdaya, arpaya, yulafa, daha baş­ka gerekli şeylere de «Hakk'ullah», yani Allah hakkı, Hak râztlığı için ve­rilen şey denir. Tekkelerin açık olduğu sıralarda Hacı Bektâş'taki baba­lardan gelen dervişler. Alevî köylerinden «Pîr haki, Karakazan hakkı» de-rfp devşirirler. Çelebi tarafından gelen vekiller de «Çelebi hakkı» altrlar, dedelerse «Dede hakkı» nı toplarlarlardı. Hikâye ederler, Alevinin biri, ve-re-vere usanmış da kendilerinden olmayan birine, «Dede hakkın yok, Ptr hakkın, Karakazan hakkın yok; bir ye de Yezîdliğine bin şüret» demiş.

«Uğurun Hakk'a olsun» sözü, «Uğurlar olsun» diyene söylenir. «Hakk'a giden Hak uğurum hakkiçin» sözüyse yemindir.

«Hak'tan gelen haktır, inanmayan ahmaktır» atasözü, yapılan işin manevî mükâfat veya cezası gelip çatınca söylenir. «Hak deyince akar sular durur» atasözü, gerçeğe karşı durulamayacağını bildirir. «Hak di­yen mahrum kalmaz» atasözü, Tanrı'ya dayanıp işe girişenin, o işi ba­şaracağını, Tanrı'ya dayananın mahrum olmayacağını belirtir. İdrîs-i Muh-tefî'nîn (1024 H. 1615) «kalbe bakıct» larmdan (bu maddeye bak) Muhyî (Bezcizade Muhyiddin; 1020 H. 1611), bir şiirinde,

Tevhîd eden deli olmaz, Allah diyen mahrum kalmaz;

Her seher açılır, solmaz, Bahara erer gülümüz

tjörtiüğünde bu atasözünü anmıştır (Melâmîlik ve Melâmiler; s. 130).

«Hak doğrudadır» atasözü, gerçeğin gerçek kişide, gerçek işte ol­duğunu, «Hak doğrunun yardımcısıdır» atasözü, Tanrı'nın, doğruya yar­dımcı olduğunu belirtir. «Hak geldi mi, bâtıl gider» atasözü, XVII. sûre­nin (İsrâ') 81. âyet-i kerîmesinin mealidir. «Hakkı tanıyan, bâtıla baş eğ­mez» atasözüyse gerçek inancın verdiği güvenci, direnişi, gücü-kuvveti dile getirmesi bakımından pek değerlidir. Atasözü olarak söylenegelen,

Hak kulundan intikamın gene kul île alır, Bilmeyen ilim-i ledünnî, ânı kul etti sanır

iseytiyse yapılan kötülüğün cezasının, bir başka vakitte, bir başka suret­le tecellî edeceğini tesbit eder. «Hak söz acıdır», «Hak söz, ağıdan da», yâni zehirden de «acıdır» atasözleri, «Doğru söyleyeni dokuz köyden ko­varlar» atasözünü andirır ve gerçeği kabul etmeyen kişiye, gerçeği be­lirten sözün acı geldiğini anlatır ki bu sözün tam arapça karşılığı da orapçada atasözüdür[8]. «Hak velî olduğundan şüphe yok ama lafı ters anlıyorsun» alaylı bir atasözüdür; velilik taslayan kişilere söylenir. «Hak yerini bulur», «Hak yerini buldu» atasözleri, gerçeğin meydana çıkışın­da söylenen atasözlerindendir. «Hak yolunda yuvarlanan merdâne olur» atasözündeyse iki anlam vardır. «Merdâne» er gibi, ereesine anlamına getir; aynı zamanda loğtaşı denen uzunca, yuvarlak taşa ve tahta, ya­hut taştan çekilen şeyleri yapan âletteki yuvarlak mermere de «Merdâ­ne» derler. Logtaşıyla, binaların toprak damları, yağmurdan sonra düz-ienir; âletteki  merdâne de,   yapılacak   şeyleri   meydana  çıkarır, yapar.

Hak yolunda da yuvarlanan, yâni o yolda çalışıp çabalayan kişi, hem er-cesine yürür, er olur, hem de iş başarır demektir.

Hâk

Hâk ol ki pak olasın.

Hâk, farsça toprak demektir. Toprak temizdir ve temizleyicidir; bü­tün pislikten" temizler, arıtır. Toprak gibi ayaklar altına, fakat gerçeklerin: ayakları altına serilen, alçak gönüllülükte bulunan, benliğini yok eden kişi, arınır anlamını verir. Rûhı de,

Hâk ol ki Huda mertebeni eyîeye âlî, Tac-ı ser-i âlemdir o kim hâk-ı kademdir.[9]

der.

 

Hâl

 

Hâl-makam,

Hâf-kaal, Hâl Ehli-kaal Ehli Hâle gelmek, hallenmek Hâl giydirtnek

Erenler ketalimizi hâle tebdil eyleye

İnsanın bulunduğu, fakat zamandan    zamana da değişen, duruma «hâl» denir. Tasavvufta varılan manevî duruma «Hâl» derler; bu duruma ulaşan manevî yolcu, o durumu  kendisine  mal edinirse o vakit o  hâle «Makam - Durak» adını verirler.

Kaal, arapça dedi anlamına gelir; söz yerine kullanılır ve çok defa «Kıyl-ü kaal» tarzında, dedi-kodu anlamında söylenir. «Kaal Ehli», ma­nevî hâllere sahip olmayıp gerçeğe âit sözle yetinen, sözle geçinen kişiler­dir; «hâ! Ehli» olanlarsa, «vahdet-birlik» neşesine sahip olanlardır.

«Hâle gelmek», sohbet, yahut zikir esnasında, yahut bir ulunun huzu­runda kendinden geçmek, cezbelenmektir; buna «Hallenmek» de derler. «Hâl giydirmek» se, bir erenin, birisine hâl bağışlamasıdır. Bu, çok defa meczupların, kendi hallerini, kendileriyle hemdem olanlara giydirmeleri, da­ha doğrusu, meczupla düşüp kalkanın, meczubun tesîri altında kalarak onun hâline bürünmesîdir ki bu yüzden, «Meczupların gönüllerine dokun­mayın; ama onlarla da düşüp kalkmayın; hâllerini size giydirirler» tarzın­da öğüt veren mürşitler bulunurdu.

«Erenler, kaalimizi hâle tebdil eyle» atasözüyse, yolun-yordamın sö­züyle kalmayıp haliyle hallenmeyi dilemek hususunda kullanılan bir ata-sözüdür.

 

Halîfe

 

Birinin yerine geçen, vekil olan kişi anlamına arapça bir sözdür. Kur'-ân-ı Kerîm'in II. sûresinin (Bakara) 30. âyet-i kerîmesinde Allah'ın, Âdem peygamber'i (A.M) yaratmayı irâde buyurduğu zaman meleklere, «Ben, yeryüzünde bir halîfe yaratacağım» buyurduğu, XXXVIII. sûresinin (Sâd) 26. âyet-i kerîmesinde de Davud Peygamber'e, «Biz seni yer yüzünde ha­lîfe ettik, artık halk içinde gerçek üzere hükmet» emrini verdiği bildirilir ki bu âyetlere nazaran Allâ'ın buyruklarını yerine getiren, halk arasında ger­çek üzere hükmeden peygamberler, Tanrı halîfeleridir,

Tarikatlatlerde halifelik, son makamdır. Tarîkate intisab eden «Mu-hib» tir; yâni tarîkati sevendir. Sûfî tarîkatlerinde, bir müddet sonra mu­hibbe «bey'at» töreniyle dervişlik payesi verilir. Bektaşilikte taç giydirilir; Mevlevîlıkteyse çilesini bitirip hücre sahibi olup derviş payesini kazanır; «Dede» olur. Dervişlerden birine şeyhlik verilirse bu zat, bir dergâhta, ya­hut kendi evinde, muhib yapmak, derviş yetiştirmek salâhiyetini kaznmış olur; fakat birisine şeyhlik veremez; birini şeyh yapamaz. Bir halîfe tara­fından kendisine hilâfet verilirse, o vakit, muhib yetiştirmek, derviş yap­mak ve birine şeyhlik vermek haklarını da elde eder.

Bektâşilerde halîfeye, «Çhâr Alâmet» (bu maddeye bak) verilir. Mevlevilerde, yere serilmiş seccadeye halîfeyle, hilâfet verilecek zat kıb­leye karşı otururlar; halîfe, hilâfet vereceği zâtın iki kaşı ortasından, ya­hut kaşlarından ve bıyıklarından, yanındaki makasla birkaç kıl keser, hi­lâfet destan sarılmış sikkesini tekbir eder. XLVMI. sûrenin (Feth) 10,18-19. âyetlerini okur, tefsîr eder; elini, bey'at eli tarzında (bak: Yed'i Bey'-at) tutar, XVII. sûrenin (Muhammed (S.M.) 19. âyetinin baştarafını okur, üç kere de İsm-i Celâli zikreder, hırkasını tekbîr edip giydirir, her sabah na­mazından sonra bu âyetin, «Artık bil ki şüphe yok, Allah'tan başka yok­tur tapacak» mealindeki kısmını okuyup, nefes miktarınca çekerek «Lâ ilâ-fıe illallah» demesini tenbih eder, hilâfetini tebrik eder ve görüşürler, tö­ren de biter (Mevlevi Adâb ve Erkânı'na bak; s. 137-141).

Bektaşi halîfeleri, tacın üstüne siyah destar sararlar; Mevlevi halî­feleri duhânî, yâni bakılınca siyah denecek kadar koyu, mor renkli destar sarınırlar.

 

Halil - Bereket

 

Dost aniamına arapça bir sözdür, IV. sûrenin (Nisa') 125. âyet-i ke­rîmesinde, İbrahim Peygamber'in, Tanrı tarafından «dost» diye anılması, Tanrı tarafından sevilmesi dolayisiyle İbrahim'e «HalîPullâh - Allah Halîli» denmiştir. XV. sûrenin (Hıcr) 51., U. sûrenin (Zâriyât) 24. âyetlerinde İb­rahim Peygamber, konukla anılmaktadır; kendisine Lût kavmine azâb ver­meye memur melekler konuk olmuşlar, onlara yemek çıkarmış, fakat me­lek oldukları için yememişlerdir. İbrahim'in cömertliği ve konuk severliği hakkında da birçok hikâyeler vardır. Bu sebebierle İbrahim, hemen dâima konukla, cömertlikle anılır. Tasavvuf ehli, sofra gül-banglerinde İbrahim Peygamberi bu münâsebetle ve bereketle anarlar. Mevlevîlerin Somat (bak) Gülbangi, «Nân-ı merdân», yahut «Hân-ı merdân, ni'met-i Yezdan, berekât-ı HalH'ür-Rahmân» diye başlar. Bektâşilerin sofra gül-banginde-«nûr ola, sırr ola, gittiği yer gam görmeye, yiyenlere nûr-u îmân ola, Hak erenler Halil İbrahim bereketi vere» sözleri vardır.

 

Halîfe

 

Avuçtan büyük, iç tarafı biraz çukur olan ve bu çukur yerdeki kayış-a ele geçirilerek bîr el, hafifçe aşağıya çekilmek suretiyle İki el birbirine çarpılıp tempo tutulan büyük zillere denir. Halileyle tempo tutana «Haiîie- derler.

Halk

Halka menfur olmadan Hakk'a makbul olunmaz Halka verir talkını, kendi yutar salkımı

Halk, insanlar anlamına arapçadan türkçeye girmiş bir sözdür. «Hal­ka menfur olmadan», yâni halkın nefretini kazanmadan, «Hakk'a makbul olunmaz» atasözü, Tarîkate girenin, halktan kesilmesi, kendini kulluğa vermesi, gerektiğini, inancı, kılığı-kıyafeti bakımından halkın nefretini ka­zanacağını, yahut onunla alay edileceğini, fakat bu hâle düşmeden de Hak katında makbul olamayacağını bildirir. «Halka verir talkını, kendi yutar salkımı» atasözüyse dediğini tutmayan öğütçüler hakkında söylenir.

 

Ham, Hamlık, Ham-Ervah

 

Çiy, çiğlik; ruhu, mâneviyeti ham anlamlarına farsça sözlerdir. Tari-katten haberi olmayan, incelik nedir, bilmeyen kişiler hakkında kullanılır.

 

Hamûşân - Hâmuş - Hâne

 

Susanlar, susanların yeri-yurdu anlamına gelen bu farsça sözler, Mev-levîlerce ölmüşlere ve mezarlığa denir.

Hangi Bağın Gülüsün, Hangi Gülün Bülbülü?

Bu soru. Tarikat ehlinden olduğu anlaşılan kişiye, hangi tarîkatter^ ve hangi şeyhin müridi olduğu anlaşılmak üzere sorulur.

Hânkah - Hankeh

ken, herhangi bir kusur dolayisıyle, yahut gönü! alçaklığı göstermek için, «Hatâ bizden, atâ sizden; kem bizden, kerem sizden» sözünü söylerler.

Astan maddesine bak.

 

Harabat

 

Yıkıntılar anlamına arapça bir sözdür; meyhaneye de, insan, maddî arlığından yıkıldığından «Harabat» denmiştir. Şiirlerde bu sözün iki an-mı da düşünülmelidir. Ragıp Paşa (1177 H. 1763),

Hârâbatı görenler her biri bir haletin söyler; S af âsin zikreder rindân, zâhid sıkletin söyler.[10]

îmiştir. Aynı zamanda yıkık yer, kimseye mal olmayan, ne kadar onarı-sa onarılsın, bir türlü mamur hâle gelmeyen, içindekilerin her biri, bir sşit sarhoş olup sonunda yıkılıp giden şu dünyadır.

Hâşâ, Sürrtme hâ§â

Olmayacak bir şey söylenirken kullanılan bu arapça söz, inkâr ve ten-ı anlamınadır. «Haşa, sümme hâşâ,   kendini pîr makamında görüyor»

Hatâ

Hatâ bizden, ata sizden; kem bizden, kerem sizden

Hatâ, yanlış anlamına arapça bir sözdür. Tasavvuf ehli, konuşurlar-

 

Hayalet

 

Havâlet, birşeyi birisine ısmarlamak anlamına arapça bir sözdür. Bu sözden gelen «havâlet», konuğun şeyhten, konuk olduğu ev sahibinden, gitmek için kendisine izin vermesini istemesine denir. Meselâ, «Havâlet Verirseniz kalkalım erenler» der.

 

Havâss

 

İki anlama gelen arapça bir sözdür ve haslar, hâssalar anlamına ge­lir. Birinci anlamı, avamdan oimayanfar, yâni Tarikat ehlidir. Yunus Emre,,

Sensiz iki cihan benim zindan görünür gözüme, Senin aşkınla bilişen gerek hastfül-hastan ola[11]

beytiyle bu birinci anlamı dile getirir. Tarikatçılara göre tarîkate girme­miş kişiler «Avam» dır. (Bak); girenler, Havas; gerçeğe erişmiş bulunan-larsa «Ahass'ül-hâs, Hass'ül-has», yahut daha fazla söylendiği gibi «Hass'üi-havâss» dır; yâni hasların haslarıdır.

İkinci manâsı da şudur:

İslâmda olmamakla beraber eski inançların izlerinden olarak Kur'-on âyetlerinin, yüzük taşlarının, günlerdeki saatlerin, bâzı duaların. Tan­rı adlarının hassaları olduğuna, bunları, muayyen şartlarla,, muayyen miktarda okuyan, yahut herhangi bir tarzda, muayyen saatlerde yazan kişinin, dileğini elde edeceğine inananlar vardır. Bunlara «Havasçı» de­nir. Tarîkat erbabının bilhassa Melâmeti kabul edenleri bunlara, oyun­cak, adam avlamak, hayâl gözüyle bakarlar ve inanmazlar.

Hayâl-Hayâle Kapılmak

Melâmet yolunu tutanlar, nyâzatın, zikrin, sâfiki hayâle düşüreceği­ni söylerler; rüyanın çoğunun da hayâlden doğduğuna inanırlar; bu ha-(e düşmeye «hayâle kapılmak», düşenlerin gördüklerine, duyduklarına da «hayâl» derler (Duş maddesine bak).

Haydan Gelen Huya Gider

Rastgeie gelen, bedavadan elde edilen şeyin değeri bilinmez, üs­tüne düşülmez; gene rastgeie gider, bedavaca harcanır demekse de tasavvuf ehlince, apayrı bir anlamı da vardır. «Hay-dâimâ diri», Allahu taâlânın adlarındandır; «Hû» da «O», yani Tann demektir. Buna naza­ran bu atasözü «Allah'tan gelen, Allah'a gider», yâni gerçekte ihsan eden O'dur, alan da gene O anlamına gelir.

 

Haydarı, Haydariyye

 

Giyilince göğsü ancak kavuşabilecek olan dar, yakasız, kolsuz ve bele kadar gelen bir giyimdir ki hırka altına giyilir; hizmet sırasında hır­ka çıkarılınca sırtta bu kalır. Omuz başlarına doğru sarkan ve birer ka­vis teşkil eden uçları vardır. Omuzbaşları, karşılıklı harfine benzetilerek bu ad verilmiştir.

Hayret - Hayran

Tanrı'nın  kudretine, sun'una, hikmetine karşı duyulan en son duy­gudur ki sûfîlerce ifâdeye sığmaz. Galib Dede, «Hüsn-ü Aşk» hikâyesini,

Sad şükür ola Hayy-ü Lâyemûta, Kim erdi söz âlem-i sükûta[12]

beytiyle bitirir.

Hayırlara Karşı

Giden kişiye söylenen sözdür.

 

Heft Selâm

 

Nevruz {bu maddeye bak) günü, güneşin Koç Burcuna girdiği anda içilecek süte, bir kağıda yazılıp konan ve «Selâm-esenlik» sözüyle baş­layan yedi âyet-i kerîme. «Heft Selâm», yedi esenlik anlamına farsça bir terkiptir. Bu yedi âyetin bulunduğu sûreler ve âyet sayılan şunlardır:

1- XIII; Ra'd, 24,

2- XXXVI; Yâ  Sîn,  58,

3- XXXVII; Sâffât, 79.

4- XXXVII; Sâffât, 109,

5- XXXVII; Sâffât, 120,

6- XXXVII; Sâffât, 130,   -

7- XCVll; Kadr, 5.

 

Heft Sîn

 

Yedi tane «S» harfiyle başlıyan şey demektir. Nevruz sofrasında-(Nevrûz'a bak) bulundurulan şu yedi şeydir:

1- Sünbül,

2- Sirke,

3- Sumak,

4- Senced (İğde),

5- Sîr (Sa­rımsak),

6- Sebze (Yeşillik),

7- Semnû (Unla yapılan helva; un hel­vası).

Hercayi - Meşteb

Her yere uyar meşrebte anlamına farsça terkip. Türkçede tam karşıhğı,  «Eyyârn adamı»  ve «Daldan dala konar»  sözleridir. Tasavvuf ehli, bu çeşit kişileri sevmez.

Her Celâlin Bir Cemâli, Her Cemâlin Bir Celâli Var

Her sıkıntının, her elemin bir ferahlığı, bir sonu, her genişliğin de bir darlığı var yerine ve teselli mâhiyetinde söylenir bir sözdür. XC!V. sûrenin (İnşirah) 5-6. âyet-i kerîmelerinin mealidir.

Her Firavundun Bir Musa'sı, Her Musa'nın Bir Firavun'u Var

Bu söz de, her kötü kişiyi kahredecek birinin bulunduğunu, fakat .her iyi kişiye karşı duran bir kötünün de bulunabileceğini bildirir.

Her Geceyi Kadir, Her Gördüğünü Hızır Bil

Kadir Gecesi Kur'ân'ın indiği gecedir ve bin aydan hayırlıdır (XCVII. sûre, 1-5)'. Hızır da, XVII. sûrede (Kehf) Musa Peygamber'in buluştuğu anlatılan kişidir (6-82). Hızır, erenlerden biridir, yahut bir peygamberdir. İnanca göre hâlâ sağdır; karada bir sıkıntıya düşenlere Hızır, denizde, bunda kalanlara İlyas yardım eder.

Her geceyi kadir bilmek, her gece, Kadir Gecesinde olduğu gibi kul­lukta bulunmak, feyze erişmeğe çalışmaktır. Her gördüğün Hızır bilmek de, herkese iyi bir gözle bakmak, herkesten bir feyiz ummak anlamını verir.

Her Gördüğüne Kapılma

Herkes, sözünün eri olmadığı gibi, kıhğının-fciyafetinin adamı da değildir. İrfan yolunda kılığa-kıyafete ehemmiyet ver .iş sözlere de a,dan,,ma, Bu söz, saf kişiiere bir

Herkese Hakkını Vermek

Herkese, lâyık olduğu muameleyi göstermek anlamına gelir.

Herkesin İç Yüzünü Allah Bilir

Kötü sanılan, aleyhinde bulunulan nice kişiler, Allah katında mak­buldür. Mevkiine, zahirî görünüşüne bakılarak iyi sanılan nice kişilerin iç yüzleri kötüdür; bu bakımdan irfan sahibi, hiç kimseyi kınamaz; bu hu­susta bu atasözü, onun hareketlerini, düşüncelerini düzenler.

Herşeyden Elini - Eteğini Çekmek

Kendini yalnız yoluna vermek, onun için yaşamak anlamını verir. Yalnız bu söz, başka şeyler yapmamak, çalışmamak anlamına gelmez; başka şeyleri, gerektiği İçin yapar, fakat onları bile, yolunu yaymak, inancını yaymak için yapar; yolundan başka hiç bir şey, onca amaç de­ğildir anlamını verir.

Herşeyi Bilen, Bir Şey Bilmez

İnsan, herşeyi değil, bir şeyin bir kısmını bile bütün künhüyle bile-^; bilgisi arttıkça bilgisizliğini anlar insan. Herşeyi biliyorum dâvasın­da bulunan, hiç bir şey bilmediğindendir ki aşağılık duygusuyla böyle bir tavaya girişir. Atasözü,  bu gerçeği belirtmektedir.

Her Yemeğin Lezzeti Tuzladır

Tasavvuf ehli, yemeğe, tuzluğa, yahut herkesin önüne konan bir tutam tuza parmak banıp ağzına götürerek başlar; yemek bittikten son­ra gene aynı tarzda tuzdan bir parçacık alarak bitirir, İslâmda, bilhassa tasavvuf ehlinde tuza büyük bir ehemmiyet verilir; tuzun şifâ hassası, yemeğe tuzla başlanıp tuzla bitirilmesi hakında birçok hadis vardır (Se-fînet'ül-Bıhâr ve Medinet'ül-Hikemi ve'l-Âsâr; II, s. 545-546; Cami'; II, s, 29).

Ey birader, her taâmm lezzeti tuzdan çıkar,

Tuz-ekmek kadrin bilmeyen, akıbet gözden çıkar

beyti, atasözü olarak söylenir.

 

Hırka

 

Hırka altında sultan

Hırka altından âlemi seyretmek

Hırka giymek-hırka giydirmek

Hırka-i fakr'u fena

Hırkaya bürünmek

Başını hırkaya çekmek

Resim hırkası, sokak hırkası

Teberrük hırkası

Hırka altında er yatar

Arapça bez parçası anlamına gelir; dervişlerin giydikleri üst libası­dır. Derviş hırkası, önü açık, yakasız, koüu, genişçe ve topuklara kadar uzundur. Cok eskiden dervişler, malının helâl olduğuna inandıkları ki­şilerden bez parçalan alırlar, bunları birbirine dikip hırka yaparlardı ki buna, yamalı anlamına «Murakka'» derlerdi. Zengin, ünlü kişiler, böyle palas parçasına tenezzül etmeyecekleri cihetle gerçek dervişler, «Hırka altında sultan», benliğine kul olanlarsa, süslü elbiseler içinde köle durumundadırtar. Bu yüzden «Hırka altında sultan», görünüşte yoksul, ger-çekteyse nefsine buyruk yürüten padişah anlaminadır. Mevlânâ da, «Mesnevi» dibacesinde, Celebi Husâmeddîn'i överken dervişleri «Hırka altında sultan» diye vasfeder (Mesnevi Şerhi; I, s. 5, satir. 7). «Hırka al­tından alemi seyretmek», görünüşte hiçbir şeye karışmaz görünmekle beraber herşeyin, neden ve niçin clduğunu, sebeplerini, sonuçlarını, bu sonuçların da nelere ve nasıl sebepler olacağını ibretle görmek anlamı-nadır. «Hırka giymek, Hırka giydirmek», dervişliğe ikrar vermek, derviş yapmak anlamına geldiği gibi birine şeyhlik ve halifelik vermek anlamı­na da gelir. «Hırka-i fakr-u fena-yoksulluk, yokluk hırkası», dervişlik hırkasidır ve dervişliktir. «Hırkaya bürünmek», derviş olmak, dünyaya, dünyanın gafletine bağlanmaktan kurtulmaktır; «Başını hırkaya çekmek» de aynı anlamı verir. «Resim hırkası» Mevlevîlerin, önü açık, ayaklara kadar uzun, kollar giyiîmezse dizlerden aşağıyadek uzanır, giyilirse diz kapaklarını aşar, çok geniş kollu, yakasız hırkadır ki bu, Selçuk dev­rinde bilginlerin de tören libâsıydı. «Sokak hırkası»ysa gene önü açık, genişçe, kollan yenden dört parmak kadar uzun, yakasız hırkadır.

Bir tarikate mensub olduğu hâlde sevgisi dolayısiyle başka bir ta-rîkate de intisab edip hilâfet alana giydirilen hırkaya «Teberrük hırkası» denir.

Hırka altında er yatar» atasözü, hırka giyinmiş, yoksul görünen ni­ce kişilerin, manevî güç-kuvvet, bilgi, hüner ve sanat alanında er olduk­larını bildiren bir atasözüdür.

Yunus Emre bir şiirinde.

Hırkam, tacım gözlerim, fâsid işler işlerim, Yola baktım, utandım, hep işim yanlış benim

beytiyie kendisini  kınar; bir başka    şiirinde,

Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil; Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil

diyerek dervişliğin, yalnız hırkayla, taçla olmayacağını anlatır. Şu beytindeyse, hırkayla ve himmetle dervişleri anar, onların mânevi yüceliğini di­le getirin

Yer ğök aydur hırka hakkı, himmetleri olsun bâkıy, Ol padişah oldu sâkıy, esrittiler dervişleri.

 

Hızır

 

Adın Hızır rra

Htzır mısın sen

Hızır'a uğramış

Hızır gibi yetişmek

Hızır yardımcın olsun

Kul buna!mayınca Hızır yetişmez

Aslı Hızr olan bu ketime, türkçemizde Hızır tarzında sbylenir; yeşil; anlamına gelen bu söz, Mûsâ Peygamber'le çağdaş bir peygamberin, yahut erenin adıdır. Üstüne oturduğu kuru otlar, yeşerdiğinden bu adla anılmıştır. Ayağım bastığı yerlerdeki otlar da yeşerirmiş. «Âb-ı hayat-Bengi Su» denen ve içeni ebedî yaşayışa kavuşturan suyu, İlyas adlı başka bir Peygamber'le beraber bulup içmiş olduğundan kıyâmetedek ikisi de sağdır. Hızır, karada bunalanlara, İlyas, denizde yardıma muh­taç olanlara yardım eder.

Tasavvufta, erenlerin  en  ulusu olan  «Kutb»a  (bak) vaktin Hızır'ı» denir.

«Hızır-ı  Vakt-

Sıkıntı ânında yetişen adama «Senin adın Hızır mı; Hızır mısın sen» denir. Hızır'ın el sürdüğü şeyin, yahut dua ettiği nesnenin tükenmeye­ceği inancı doiayısiyte uzun müddet bitmeyen şeye, tükenmeyen para­ya «Hızır'a uğramış» dsrier. «Hızır gibi yetişmek», tam zamanında ihti­yaç sahibine yardıma koşan kişi hakkında söylenir. «Kul bunalmayınca Hızır yetişmez» atasözü de aynı anlamdadır.

Alevîlerin gül-banglerinde, «Hızır yardımcın ola» sözü de geçer.  (Le-dün Bilgisi mad. e de bk.).

Hikmetinden Suâl Olunmaz

Tanrı'nm her işinde bir hikmet olduğu,    hikmetinin de ne olduğunu kendisinden  sorulamayacağı  inancını  belirten bir atasözüdür.

Himmet

Himmete endaze olmaz Dede himmet; oğu! hizmet

Bir işin üstüne iyice düşmek, bîr işe sarılmak ve lütuf, kerem ve ihsanda bulunmak anlamlarına arapça bir sözdür. «Himmete endaze ol­maz» atasözünde, çalışıp çabalamanın, aynı zamanda lütuf ve keremin ölçüsü, endazesi, sonu olmayacağı belirtilmektedir. «Dede himmet, oğul hizmet» atasözü de himmetin, hizmete karşılık olduğunu bildirir (Dede maddesine de bak).

Hizmet

Hizmet erenlere Hszmetsiz yol alınmaz

İş, vazife, iş görmek anlamlarına arapça «Hidmet» sözünün türkçe söylenişi. «Hizmet erenlere» deyimi, tekkede yapılan hizmetin, yahut her türlü hizmetin, gerçekte erenlere yapılmış olacağı inancını dile getirir. «Hizmetsfz yol alınmaz» atasözü de manevî yol almanın hizmetle müm­kün olacağını bilidirir.

 

Horasan Erleri, Erenleri.  Horasânîler

 

Horasan. Sultân-ı  Horasan

Horasan, İran'ın doğusundaki bölgenin adıdır. Tasavvuf yayılıp sû-fîler, Suriye ve İrak'ta çoğunluğu sağlamışlar, buna karşılık sûfîlerin, kendilerine mahsus elbise, zikir töreni, bilhassa vakfa dayanan tekke­ler gibi şeylerle halktan ayrılmalarını hoş görmeyen Melâmet ehH, İran ve Horasan'da temerküz etmişlerdi. Bu ikinci kısma «Horasan Erleri, Ho­rasan Erenleri Horasânîler» denmişti. Bu tâbirle anılan erenin Horasan'lı olduğunu değil, Melâmet erenlerinden olduğunu anlamak gerekir.

«Şâh-ı Oorâsan» ve «Sultân-ı Horasan» sa Oniki İmâm'ın sekizincisi olup 203 hicrîde (818) Abbasoğullarmdan Me'mun tarafından zehirletile­rek şehîd edilen İmâm Aliy'ür-Rızâ b. Mûsâ'l-Kâzım'dır. Horasan'da, şimdi Meşhed diye anılan Tûs şehrinde yattığı için bu lakabla anılır.

Hora Geçmek — Hora Geçirmek

Farsça «yemek» anlamına «horden» mastariyle yapılmış bir söz. «Hora geçmek, geçirmek», birşeyin makbul olduğunu bildiren bir söz ol­duğu gibi birşeyi yedik yerine de «Hora geçirdik» tâbîri kullanılır.

Hor Bakmak — Hor Görmek,

Farsça «Hwâr» sözüyle yapılmış türkçe mastar. Aşağı, bayağı gör­mek. «Hoş görmek» bunun tam zıddıdır. Derviş, herşeyin, herkesin iyi ve güzel tarafını görecektir. Anlatırlar; Şeyhin biri, den/işleriyle giderken yolda bir fare ölüsüne rastlar. Dervişlerin kimisi, kokusundan tiksinir; kimisi yüzünü çevirir; kimisi atana ilenir. Şeyh gerçekten bakıp «Ne de güzel inci gibi dişleri var» der.

Hoş Görmek

Herşeyin, herkesin kötülüğünü   görmemek. Zâfını hoş görüp bu sû retle onu kötülükten alıkoymak. Tarikat edeblerindendir.

Hû

Hû, Yâ Hû, Yâ Mucuğum

Demine Hû

Gerçeğe Hû demişler, bir fırın ekmek yemişler

Artık bu işe Yâ Hû dedik

Arapça «O» demektir. Allahu taâiâmn adlanndandır; hattâ bâzı sû-fîlerce «İsm-i A'zâm - En büyük ad» dır. Sûfîlerce hitap ve cevap olarak kullanılır. Mevlevîlerde, Dedenin hücresinin kapısı açık olsa bile ziyarete gelen, içeriyi görmeyecek tarzda durarak son heceyi çekmek üzere orta bir sesle «Destur» der; muhib, dede, yahut şeyh, içenden, uzunca bir «Hû» derse, eşiğe niyaz edip sağ ayağıyla içeriye girer. Bu «Hû» deyiş, Allah'ı emiştir; onun her yerde hâzır-nâzır olduğunu ikrardır ve anlatıştır. Mu­kabelenin bitişinde, çekilen gül-bang, «Dem-i Hazret-i Mevlânâ, Sırr-ı Şerns'i Tebrîzî, Kerem-i İmâm Ali, Hû diyelim» diye son bulur, mukabelede bulunanların hepsi, yüksek sesle ve bir ağızdan, nefes miktarı çekerek «Hû» derler ve baş keserler. Bu da, Mevlânâ'nın huzurunda, Tebriz'i! Şemsin sırrına mazhar olmak için İmâm Alî'nin keremiyte Allah adını an­mak ve ondan niyazda bulunmaktır. Yemek yendikten, mukabele bittik­ten, Ayn-i Cem sona erdikten... sonra çekilen gül-bang «Hû» ile bittiğin­den «Yâ Hû» demek, birşeyin sona erdiğine de işaret sayılır ve «Artık bu işe yahu dedik» denir. Şeyh Galib,

Süzülüp o çeşm-i âhû, dedi zevk ı vasla Yâ Hû, Bu değildi neyleyim, bu; yolum intizâra düştü.[13]

beytiyle «Yâ Hû» nun bu anlamını belirtir.

«Yâ Hû, Hû» birisi çağrılırken de söylenir. Kadınına, adıyla hitab, ayıp olduğundan şeyhler, dervişler, çok defa, kadının bulunduğu dâireye «Yâ Hû», yahut «Hûcuğum», «Yâ Hûcuğum» diye seslenirler ve dileklerini söy­lerler.

Yemekte gül-bang çekildikten sonra herkes bir lokma ekmek alır, yahut parmağın! tuza banar; sofraya niyaz edip kalkar; yâni gül-bang'ten sonra bir lokma alınabilir, alınması da erkândandır. «Gerçeğe Hû demiş­ler, bir fınn ekmek yemişler» atasözü, gül-bangten sonra bir lokma yeri­ne, yeniden yemek yercesine yemeğe girişen kişiler hakkında söylenir.

Bektâşilerde gül-bangler, «Gerçeğe Hû» sözüyle biter; yâni gerçek olanın Hak katında makbul olacağı, onun, niyaza lâyık olduğu bildirilir (Dem mad. e de bk.)

 

Hücre-Hücre-Nişîn

 

Küçük ve dar oda anlamına arapça bîr sözdür; doiaba da denir. Huc-re-Nişîn» arapça ve farsça iki sözden, farsca kaidesince yapılmış terkibtir; hücrede oturan demektir. Hücre, tekkelerde, Semâ'-Hâne ve Mukabele-Hâne'yle tekkenin selâmlık dâiresinin bulunduğu alanda, birbirine bitişik küçük odalara denirdi ki bu odacıkların bir tek penceresi bulunur, o da tekkenin alanına bakardı. Alanda şadırvan yoksa hücrelerin arka tarafla^ rında musluklar ve suyun akıp gideceği kanal bulunurdu. Hücrelerde, ken­dini tekkeye hizmete vermiş, evlenmemiş dervişier otururlardı.

Mevlevi hücresinin ayrıca özellikleri vardi. Hücre kapısından, dar bir giriş yerine girilirdi ki burda, ayakkabıları koymağa yarayan ve dıvara ça­kılmış raf da bulunurdu. Asıl hücreye bu giriş yerinden iki, yahut bir basa­makla çıkılırdı. Hücreye girilince, sol tarafta ve kapı karşısında dedenin oturduğu yer, yanında kahve ocağı, arkasında, gerekli şeyleri koymaya yarayan dolap, odanın karşısında boylu boyunca bir kerevet bulunurdu. Kerevetin üstündeki mindere züvvâr, yâni ziyaretçiler, müsâfirler oturur­lardı. Kerevetin üst tarafında, dıvarda lamba konacak yer ve lamba, ya­hut mum şamdanı, karşı dıvarda yatak konan bir büyük dolap, bir taraf­ta da Kur'ân-ı Kerîm'in ve bâzı kitapların konmasına yarıyan bir raf bu­lunur, bu raf yoksa, kenara konmuş bir rahle, bu İşi görürdü. Hücreye ki­lim döşenirdi ve bütün müştemelât, anlattıklarımızdan ibaretti.

Binbir gün çilesini, on sekiz gün de hücre çilesini çıkarıp dervişlik payesine erişen ve «Dede» ünvan.n, alan Mevlevi dervişine «Hucrenişîn» denirdi.

 

Hülle

 

Arapça, vücûdun belden aşağı ve belden yukarı kısımlarını örten ıkı libasa denir. Meşhur olarak cennet elbisesine verilen addır. Kul Him­met, bir nefesindekî.

Pazarında ğül alırlar, satarlar; Koklaşıban canı cana katarlar;

Gerçekleri bir kıl ile yederler, Mü'minlere hülle donu biçilir

dörtlüğünde Huile donunu anmıştır (Alevî — Bektaşi Nefesleri; s. 33).

 

I

 

Ikrar

 

İkrar vermek ikrarım hokkıyçın

İkrarında durana aşk otsun; inkâr edene yuf İnsan ıkrârıyle, hayvan yularıyla yedilir

Arapçadır; inancını söylemek, inanmak anlamlarına gelir; inkârın zıd-dıdır. Erenler yoluna girmeye «ikrar Vermek» denir. «İkrarım hakkıyçin», hâl ehlince en büyük yemindir. «İkrarında durana aşk olsun; inkâr edene yuf» ve «İnsan ıkrânyfe, hayvan yularıyla yedilir» atasözleri, ikrarın ehem­miyetini gösterir. Şeyh Galib,

ikrarımıza ser verirüz, ahde kavîyüz;

Biz Şâh-ı Velayet kuluyuz, hem Alevıyüz[14]

beytiyle inancını ıkrâr eder.

 

Işık

 

918 hicrîden (1501) önce Uzun Firdevsî tarafından toplanıp «Vilâyet-Nâme «Manâkıb-ı Hünkâr Hac. Bektâş-ı Velî» adı altında, bir kitap haline konan Hacı Bektaş Vilâyet-Nâmesi'nde (Bak: Manâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-i Velî, Abdülbâki Gölpınarli hazırlaması; İst. İnkılâp Kitabevi - 1958; Önsöz; s. XIXXXV, Hacı Bektaş halîfesi Hacım Sultan'a, Germiyan ili şeyhlerinin, «Bre, ne kolayına söyler şol yabanî ışık» dedikleri anlatılmak­tadır (Bizdeki yazma; 149.a; bastırdığımız nüshada 76.a dadır; «Velayet-Nâme'de geçen terimler; s. 142—143).» Hacım Sultan Vilâyet-Nâmesi» nde de «Işık» deyimine rastlamaktayız (Aynı bölüm; s. 143). Başbakanlık ar­şivindeki bir fermandan, Seyyid Gazi ve Eskişehir Alevîlerine «Işık» den­diğini öğreniyoruz (Ahmet Refik: Onaltınci Asırda Rafızîlik ve Bektaşilik; s. 13) Sarı Saltuk tekkesindeki Bektâşilerle Sarı Baba zâviyesindeki Bek-tâşilere de «Işık» dendiği gibi (aynı; s. 16—18, 22) Bayramlarda İşık tai­fesinin davul çalmaları da bir emirnameyle yasak edilmiş (s. 15). Varna'-daki Akyazılı tekkesindeki Bektâşiler de bir fermanda «Işık» diye anılıyor (s. 19). Hurûfîlere de «Işık» dendiğini gene fermanlardan öğrenmekteyiz (s. 31—32, 36). Ebüssüûd'un, Işıklar hakkında birçok fetvası var; hattâ Işık taifesine vakfın sahih olmadığına hükmetmiş (Mecmua; İst. Üniver­sitesi. Türkçe yazmalar; 4922; 18.b-19.a). Peçevî târihi de «İslâmda Işık taifesi» nin «mezmûm taife» olduğunu kaydediyor (İst. Matbaa-i Âmire —1283, c. I, s—107). Oğlaniarşeyhi İbrahim'in «Ve dahi Işık ta'birin evvel Hacı Bektâş-ı Velî vaz'eylerhiş; hakıykatten haberdâr olmayanlar zulmet­te ve özlerinden âğâh olanlar nûr-ı Hak'la aydınlıkta ve ışıklıkta olmak münâsebetiyle» dediğini de «Sohbet-name» bildiriyor (31.a).

Yunus Emre,

Işık ile danışman savaşırlar her zaman,

Danışman aydur şer'an sözü ma'lûl değil mi[15]

beytinde «Işık» ı, «danışman - dânışmend» le, yâni şeriat bilginiyle karşı­laştırmaktadır. Bütün bunlardan anlıyoruz ki «Işık», eh!-i sünnet inancına uymayan, Bâtınî inançları benimsemiş bulunan, Şia'ya temayül eden der­vişlere, bilhassa Bektâşilere, Alevîlere, Hurûfilere verilen bir addır.

 

İ

 

İbâdet De Mahiî, Kabahat Da Mahiî

İbâdetin gösterilmesinde, riya olabilir; bu bakımdan Melâmet erleri, hayırlarını gizlemeyi, köîü işlerini, yahut halka kötü görünen hareket­lerini gizlememeyi, hattâ açığa vurarak kınanmayı şiar edinmişlerdi. Ata­sözü, bir bakıma, bu şiân bildirmektedir.

 

İcazet

 

İcözet-Nâme, Hilâfet-Nâme

İzin, ruhsat anlamına gelir; arapça bir sözdür, tarîkatte ulu sayılan birini ziyarete giden kişi, ondan izin almaksızın huzurundan ayrılamaz. Ya o zat «buyurun» deyip niyaz ederek gitmelerine izin verir; yahut gidenler, «icazetinizle erenlerim» deyip ruhsat alırlar, niyaz edip görüşerek huzu­rundan ayrılırlar.

İcazetin bir başka anlamı da şudur:

Bir şeyh, dervişlerden, yahut muhiblerden birini şeyh yapar, muhib ve derviş yetiştirmesine izin verir; aynı zamanda bu izni, yazılı ve mü­hürlü bir kâğıtla da tevsik eder. Bu yazılı kâğıda «İcâzet-Nâme» derler. Halîfe yapılan kişiye verilen yazılı kağıdaysa «Hilâfet-Nâme» adı verilir (Mevlevi Adâb ve Erkânı; s. 22, 136—146. En eski bir Mevlevi Hilâfet-Nâmesi için aynı kitabın 167—186. sahifeierindeki fotoğrafyaya bakınız).

İdare

Dünya üç şey üstünde durur: İdare, düdârâ, müdârâ.

İdare arapça, döndürmek, bir işi düzenine sokup beaermek; Dübârâ, Farsça hiyle - düzen, Müdârâ da arapça iyi tarzda İşi çevirmek, yüze gül­mek anlamlarına gelir. Tasavvuf ehli tarafından söylenegelen bu atasözü, kendilerinden olmayan ve olmalarına da çevreleri, yetişme tarzları, gör­güleri müsait bulunmayan kişilere karşı sır vermemek, onlarla hoş geçin­mek gerektiğini ifâde eder,

 

İhvan

 

Arapça kardeşler demektir. XLIX. sûresinin (Huourât) 10. âyet-i kerî­mesinde, inananların kardeş olduklarını beyan buyurulur. Tarîkatteyse din kardeşliğine bir de yol kardeşliği katılmıştır ve tarikat ehli, birbirini kardeş sayar; kardeş bilir, Fakat ayrıca bir de Melâmet yolunu tutanlar, şeyh mertebesinde olsalar bile kendilerine intisâb edenlere, «İhvan, İh­vanımızdan» derler. Birisinin, birisine intisabını söylerlerken de «filânın [ihvanından» sözünü kullanırlar; «müridi, dervişi» demeyi, şeyhe bir varlık vermek sayarlar; yokîuk yolunda, böyle bir tâbiri dohı caiz görmezler.

 

İhya Geceleri

 

İhya, arapça diriltmek demektir, İbâdetie geçirilecek uyunmayacak kutlu gecelere «İhya Geceleri» denir. Recep ayının yirmi yedinci, Şabanın onbeşinci geceleri ve Ramazan ayının onbeşinden itibaren- tek gecelen,

bayram geceleri, kurban bayramının ilk on gününün geceleri  ......  gibi kutlu geceler, ibâdetle geçirilir, uyunmaz.

İkilik

İhvanı ayırd ediş, bir görmeyiş. Aynı zamanda yaratanın kudretini, sun'unu, hikmetini, bütün sıfatlarını izhâr eden, ona en güçlü delil olan yaratılmışı, yaratandan ayrı görüş ve bilişte ikiliktir ve bu, hakiykatte «Şirk» demektir. Hatâyı, bir nefesinde,

İkilik Perdesi yoktur gözümde, Birliktir muradım, özüm. sözümde,

Gece gündüz dâim Hak niyazımda, Kıbleğâhım Şâh-ı Merdân'a geldim

dörtlüğüyle bunu dile getirir (Alevî - Bektaşi Nefesleri; s. 187).

 

İkinci Doğum

 

Tasavvuf ehiince tarîkate girmek, ikinci defa doğmaktır; rehber, yânî yol gösteren, müridin anası, mürşidi de babası sayılır. Bilhassa Bek-tâşilerde, meydana giriş, kıdem, yâni eskilik sirasiyledir. Meydana giri­lirken, kimin önce gireceğinde tereddüd edilirse, «kaç yaşmdasınız» diye sorulur. Yaşlı-başlı adamlar, meselâ, «Dört» yahut «Altı yaşındayız» der­ler; ona göre, en kıdemli önce, Öbürleri de sırasiyle girerler, Şâhî, bir nefesindeki.

Dört kapı selâmın verip aldılar,

Pîrim huzuruna çekip yettiler;

El ele, el Hakk'a olsun dedüer,

Henüz mâsûm olup cihâna geldim

dörtlüğüyle bu doğumu anlattığı gibi (Aynı. s, 169) Münire Bacı da, bir nefesinde.

Doğdum iki âneden,

Kimdir beni ta'neden

Mürşidim imdad eden,

Haydarîyİm, Haydarı der.

Îlim

İlim başka, irfan başka

İlim cehli giderir, eşekliği değil

Amelsiz âlim, elinde fenerle gezen köre benzer

İlim, bilmek anlamınachr; fakat bilmekle anlamak, kavramak arasın­da fark vardır. Birisi, birşeyi, olduğu gibi bilir, fakat neden olduğunu, nasıl meydana geldiğini, iç yüzünü, doğuracağı sonuçları anlamayabi­lir. Bilmekle beraber anlamak, kavramak da olursa ilimle İrfan birleşmiş demektir (Arif maddesine de bakınız). Yunus Emre,

İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir; Sen kendini bilmezsin, ya nice okumaktır

beytiyle başlayan şiirinde ilimle irfanı pek güzei ayırd eder, göz önüne serer.

«İlim cehii giderir, eşekliği değil» atasözü de İlimle irfanı ayırd eöen bir atasözüdür. Meşhur fıkradır; babası oğluna, sen adam olmazsın der­miş, çocuk okumuş, devlet kapısına yamanmış, paşa olmuş; babasının köyüne gitmiş, babasını ayağına çağırtmış. Babası gelince, baba demiş, adam olmazsın derdin, bak, paşa oldum ben. Babası, oğlum demiş, ben sana paşa olamazsın demedim, adam olmazsın dedim; adam olamadı-9'nı, babanı ayağına çağırmakla ispatladın.

«Ameisiz âlim, elinde fenerle gezen köre benzer» atasözüyse, bildi­ğini tutmayan bilgini, hem de pek güzel yermektedir.

İlyahşi, Biz Yaman; İl Buğday, Biz Saman

Şimdiki konuşmamızda «el» olarak söylediğimiz «il», yabancı, gayrı anlamına gelir. Ululanmayı yeren, gönül alçaklığını öğütleyen bu atasö­zünü, Seyyid Abdüikadir-i Belhî (13«1 H. 1923) sık sık söylerler ve bu söze «Yâr ol, bâr olma; gül ol, hâr olma» sözünü de eklerlerdi[16]. Yunus,

Miskinlikte buldular, kimde erlik varışa; Nerdivenden yittiler, yüksekten bakarısa[17]

beytiyle aynı öğüdü vermektedir.

 

İmâm

 

Arapçadir; öne geçen, kendisine uyulan demektir, namazda kendisine uyulan kişiye dendiği gibi din ve devlet işlerini düzene koyan, İslâm ül­kesini ve Müslümanları idare eden kimseye de denir. Namaz kıldıran ve devleti idare eden şahsın temsîi ettiği kudrete «İmamet» derler. Ehl-i Sün­nete nazaran din ve devlet işlerini idare eden imâm, Hazret-i Peygam­berin halîfesidir ve ümmetin seçimiyle o makama gelir. Şîa'ya göreyse, Peygamber'in sünnetini ve dînin esaslarını korumakla mükellef olduğun­dan Peygamber gibi masum olması gerektir; bu bakımdan da Allah'ın emri ve Peygamber'in bildirmesiyte o makama gelir. İmâmiyye'de Oniki İmâm vardır ve Onikinci İmâm, Mehdî'dir; sağdır ve zuhur edecektir.

Sûfiyyenin Ehl-i Sünnet inancına uyanları, İmâmı, kutb olarak tanır­lar; ancak kutb da seçimle değil, Allah tarafından o makama gelir. Şîa inancına uyanlarına göreyse kutb, Mehdî'dir; ona en yakın olan erense, onun naibidir. Sûfîlerin içinde. Yunus gibi,

Aşk imamdır bize, gönül cemâat,

Kıblemiz dost yüzü, dâimdir salât

diyenler de vardır.

 

İnâbe

 

Arapçadir. Günahlardan tövbe ederek Allah'a yönelmek anlamına ge. lir. Tarikate giren, evvelce yapmış olduğu bütün günahlara tövbe eder bu bakımdan bir şeyhe derviş olmaya, bir tarîkate girmeye de «İnâbe» derler. Türkçemizde, «Filân şeyhten înâbe aldı», «Filân tarikate inâbe et­miş» tarzında kullanılır. Osmanlıçada terkiple geçerse «İnâbet» şeklini alır; «Filân şeyhin inâbet - kerdesî» gibi.

İnsan

İnsanın kadrini insan bilir, altının kadrini sarraf

Bu atasözü, İran sûfîlerince atasözü olarak söylenegelen «altının kadrini, kuyumcu, mücevherin değerini, mücevherci bilir; gülün kadrini bülbül tanır, Kanber'in[18] kadrini de Alî» mealindeki şu beyti hatırlatmak­tadır :

Kadr e zer zer-ğer senased kadr-e gevher gevheri Kadr-e gol bolboî şenâsed kadr-e Kanberra Alî

 

İsm-i Celâl. İsm-i A'zam

 

Ululuk adı anlamına iki arapça sözden, farsça kaidesince yapılmış terkip. Kur'ân-ı Mecîd'de Allah'ın zâtı sıfatları ve yaratıklariyle ilgili, rızk veren, yaratan, Öldüren, yücelten, alçaltan.,, gibi sıfatları, hep «Allah» adı­na râci'dir; bu bakımdan «Allah» ve «O» anlamına «Hû» adları, Allah ad­ları içinde en ulu ad olarak kabul edilmiştir.«Allah» sözünü, «bütün sı­fatlan toplayan zât adı» diye de târîf edenler olmuştur. Allah adına, bu yüzden «!sm-i Celâl, Lafza-i Celâl» derler. «İsm-i A'zam» da, o ad anılarak duâ edenin duasının mutlaka kabul edileceği addır, Allah'ın en büyük, en ulu adıdır.

Mevleviler, esma, yâni Tanrı adlarını zikir yoluyla sülûkü kabul et­meyen Melâmet erbabından olmakla beraber yalnız «Allah» adını zikre­derler.

İsteyene Vermezler, İstediklerine Verirler

Bu atasözü, gerçeğe ulaşmayı, ermişliği, feyzi, vahdet neşesini, Tan­rı izniyle erenlerin, istediklerine verdiklerini, isteyenin, bu feyze, bu neşe­ye eremeyeceğini bildirmektedir. Kaderci bir görüşün ifâdesi olan bu ata­sözü, «Dede himmet, oğul hizmet» atasözüne zıddır. Ulaşmakta İstidadın şart olduğunu bildirse bile istidadı veren de Tanrı oiduğuna göre, gene de kaderci bir inanç taşımaktadır. Şeyh Galib,

Müstaid kıl yoğısa Îûtfuna isti'dâdım,

Sana güçlük mü var ey şahı kerem-mu'tâdım[19]

beytiyle âdeta bu atasözüne cevap vermektedir.

 

İstihare

 

İstiharede bulunmak, istihare etmek İstihareye yatmak

Arapça.  Hayrı dilemek anlamınadır.  Herhangi  bir işi yapıp yapma makta tereddüd eden kişi, Allah'a yönelir, Kur'ân'ı açar; ilk âyetin anla mından o İşin hayır, yahut şer olduğunu, başlaması, yahut bırakması ge­rektiğini istidlal eden ona göre Allah'a dayanıp o İşe girişir, yahut da o işten vaz geçer; buna «İstihare» denir. Tespihle de istihare yapılır. Salavât getirilip Allah'a sığınılarak tespihten bir tutam alınır ve çift-çift çekilir. Son tane tek gelirse emirdir, çift gelirse o işten vaz geçilir. Üç parça kâğıda arapça «yap», üç parçaya da «yapma» yazılır. Seccadenin altına konup karıştırılır; iki rik'at nafile namazdan sonra kâğıtlar, bakılmadan birer birer alınır; üçü de «yap» gelirse hayırdır; «yapma» gelirse şer. İkisi, «yap», biri «yapma» gelirse hayra yakın sayılır; ona göre hareket edilir.

Ayrıca bir de şöyle İstihare vardır:

Abdest alınıp sağ yana yatılır; görülen rüyadan o işin hayır, yahut şer olduğuna hükmedilerek ona göre hareket olunur, buna, «Rüya yoluyla istihare» denir; Eht-i Sünnette istihare, ancak bu suretle olur, Öbür isti­hareler, İmâmiyye'de ve bâzı tarîkat ehlindedir. İstihare, tereddüdü gi­dermek, Allah'a dayancı pekiştirmek için bir vâsıtadır. «-İstihare eden mahrum olmaz, danışan nedamete düşmez; iktisada riâyet eden de yok-sullaşmaz» mealinde bir de hadis vardır (Cami1; II, s. 124). Nâbî,

Umûr-ı maslahat'i dîn içindir ey gaafil, Değil menâsıb için vaz'ı istiharelerin[20]

beytiyle istiharedeki maksadı da izah eder. «İstiharede bulunmak, İstihare etmek»   yukarıda söylenen   istiharelerden   birini   yapmaktır.   «İstihareye

yatmak» da son söylediğimiz tarzda istihare etmek hakkında kullanılır.

 

İstiva

 

Sivâ, arapça iki şeyin haeım, ağırlık gibi hususlarda eşitliğine denir. Biçim, duruş, güzellik, alım gibi keyfiyetlerde de iki şeyin, iki kişinin ara­sındaki eşitliğe de derler, «alâ- üzerine» ekiyle müteaddî olursa kav­ramak, kapsamak anlamını verir.

Hurûfiler, insan yüzünün ve vücûdunun sağ ve sol uvuzlarının ayn^ olması dolayısiyle ortasından geçtiği farzedilen çizgiye «HatM İstiva -eşitlik çizgisi» demişlerdir. Onlarea iki kaş, dört kirpik ve bir saç, yedi eder ve «Fatiha» nın yedi âyetine karşılıktır, Saç, İstiva ile iki olur; bu suretle yedi hat, sekiz eder; her biri dört unsurdan meydana geldiğinden yedi hat arapçadaki yirmi sekiz harfe karşılık yirmi sekizdir; bu Kur'an harfleri, İstiva ile anasıra (dört unsura — hava, ateş, su, toprak) vuru­lunca Fazl'ullâh'ın «Câvidan» adlı kitabının yazıldığı harflere, yâni fars-çadaki otuz İki harfe eşit olur.

Tasavvufta, bütün varlıkları, Tanrı'nın sıfatlarının zuhuru, sıfatları da, zâtın mazhariarı bilmeye, bu biigiyi görüş ve oluş hâline getirmeye, her-şeyin, izafî varlıkla var olduğunu bilip gerçek varlığın, ancak Mutlak Var­lık olan Tann'ya âit bulunduğunu anlayıp başka varlıkları nefyetmeye «Fena' - Yokluk», herşeyin gerçek varlıkla var olduğunu anlamaya ve bu kemâl mertebesine erişmeyeyse «Baka' - Hakla var oluş» derler. Bu ke­mâl mertebesine ulaşan kişi, herşeyi, mertebesine, istîdadına, yaratılı­şına göre doğru ve yerinde görür, ona, istîdat ve mazhariyetine uygun muamelede bulunur; bu bakımdan, yer yüzünde, Tanrı halîfesidir. Halk'la Hakk'ı, aynı zamanda müşahede eder; halk, Hakk'ın sıfatlarının zuhuru­dur; Hak'sa, halkın butânudur, özüdür; ama zât bakımından da Hak, hiçbir şeyle birleşmiş değildir; zâtı, her şeyden münezzehtir. Bu makam, «İstiva1» makamıdır.

Mevlevîlerde bu makama ulaşan kişiye Çelebi tarafından, «İstivâlı sikke» verilir. Yahut sikkesine «İstiva» çekmesine me'zun olur. Sikkedeki İstiva, destann önden arkaya doğru, iki - üç parmak enliliğinde, bir şeri­dinin sikkenin üstüne çekilmesidir. Bu şeridin ön kısmı, tam iki kaşın ortasına gelir, arka kısmı da sağa - sola meyletmeden dümdüz arkaya gi­der. Mevlevi mezar taşlarında, destarsız sikkeye de İstiva Çekildiğini gö­rüyoruz. İstivâlı sikke, Bektâşilerin Elifî tacına da çok benzer. Biz, bunun, Hurufîlik tesiriyle Mvlevîliğe girdiğini sanıyoruz. Çünkü eski kaynaklarda İstivâ'ya dâir birşeye rastlamamaktayız.

922 de (1516) ölen ve Bektâşilerce «Pîr-i Sânî- ikinci pîr» tanınan Balı Sultan (Balım Sultan), bir nefesinde,

İstivayı gözler gözüm, Seb'elmesânıdir yüzüm;

«Eneîhakk» ı söyler sözüm, Mi'râcımız dardır bizim[21]

dörtlüğüyle «İstiva» yi anar (Alevî - Bektaşî Nefesleri; s. 24).

Esrar Dede (1211  H. 1796-1797), «İstiva'» redifli kasîdesinde.

Ol nûr-ı sebze bî ser-ü bî pâ olan erer, Bîhûde alma başına, sevdayı İstiva.

Bir Mevlevi ki râsti Âl-i Rasûl ola, Mevrûsttdur alâmet-i hadrây-ı İstiva.

Ser tâ be pay mazhar-ı nûr-ı siyah olan, Gerdûn-ı devr-i zâta olur cây-t İstiva[22]

beyitieriyle İstivâ'nm yeşil ve siyah olduğunu bildirmektedir ki her halde, destarda olduğu gibi seyyid olanlar yeşil, olmayanlar siyah İstiva taşı­maktadırlar (Divan; İst. Takvim-i Vakayı' Matbaası — 1257; s. 10).

§ Semâ'-Hanenin, giriş kapısından şeyh postunun önünedek gittiği farzediien ve Semâ' - Haneyi ikiye bölen hatta da «Hatt-ı İstiva» denir ve «Sultan Veled devri» nde bu hatta basmamaya dikkat edilir.

§ Resim hırkalarında, yakadan başlayıp eteği dolaşarak yakaya va­ran yeşil şerit, yakanın arkasında, şu şekilde birleşir:

Bu şekil, arap harflerinden Lâmelif ( V ) harfinin dönmüş şeklidir! «Lâ», yok demektir; hırkayı giyen kişiyse elif harfine ( I ) benzer;, bu su­retle «Lâ-yok», «İllâ-Ancak var» olur ki bu da Lâilâhe İllallah - Allah'­tan başka yoktur tapacak» tevhîd kelimesine işarettir. Bu yeşil şeride de «İstiva» denir.

kendini tümden Tann'ya veren), erer;  boş yere

§ Sokak hırkalarında da «İstiva» vardır; yakaya aynı şekilde birleşen ve hırkanın renginde olan onsekiz dikiş, göğse kadar gelir.

§ «Deste-Gül» de ve «Tennure» de de «İstiva» vardır. Esrar, bunu bu beyitlerle tesbît eder:

Yazmış kenarı hırkaya adâb-ı iakri hep Hatt-ı sebizle matla'-t ğarrây-ı îstivâ

Tennurelerde sûret-i «La» da iyândır Sme-i gayrı nefy ede tâ Lâ-yı İstiva

Fakr~ü fenada Mevlevi pervâz eylesin, Var hırkasında şeh-per-i ankaa-yt İstiva[23]

 

İşâret

 

Arapçadır, Alâmet, göstermek, yol belirtmek, yapılacak şeyi anlatış anlamlarına gelir. Tasavvuf ehlinin bâzıları, herhangi bir işi yapmak, ya­hut yapmamak, yahut da bir işin sonucu hakkında gönüllerine gelen şe­ye, yahut birisinden duyulan, bir şeyde görülen söze, belirtiye «işaret» der­ler. Meselâ bir işte -başarı elde edip edemeyeceği hususunda şüphesi olan, mürşidine rabıta yaparak sokağa çıkar ve ilk rastlayacağı şeyle, yahut ilk tanıdığı adamın adıyla yorumlamayı kurar. Yolda, bir cenazeye rastlarsa bu İşten vazgeçer; ilk tanıdığı adamın adı «Muvaffak» sa, bu işin olacağına hükmeder; işe girişir. Bu rastlantıya «İşaret» denir. İs­lâm, bu çeşit şeyleri kabul etmez, Melâmet yolunda da bunlara «hayâl» denir ve îtibar edilmez.

Bir de, herhangi birşeyi sözle açıkça söylemeyip rumuzla, meselâ bir hikâye arasında anlatmaya, yahut tavır ve hareketle belirtmeye «İşa­ret» denir ki irfan ehli, o rumuzlu sözden, hikâyeden, yahut tavır ve ha­reketten maksadı anlar. Yunus Emre'nin,

Nasihat kandilinden bir işaret göründü, Tenim içinde canım, andan yana süründü

beytindeki  «işaret»  budur.

İyiliğe İyilik Her Kişinin Kân, Kemliğe İyilik Er Kişinin Kârı

Bu atasözü, gerçek ehlinin, kötülüğe karşı bile iyilikle muamele et­mesi gerektiğini ifâde eder. Hazret-i Alî, savaşta karşısındaki düşmana hücum edeceği sırada o kişi, «Yâ Afi» demişti, «kılıcını bana versene». Hazret-i Alî, derhâl kılıcını uzatarak «Al» demişti. Kılıcı alan müşrik şa­şırmış, «Yâ Alî, böyle bir anda, kılıcını nasıl verdin bana» demiş, bu so­ruya, Hazret-i Alî'den «Biz, istenenî veririz; vermezsek kötü bir iş yap­mış oluruz» cevâbını alınca müşrikin hâli değişmiş, kılıcı Alî'ye verirken şehâdet getirip Müslüman olmuştu.

 

K

 

Kadem

Ayak, yarım arşınlık ölçü bölümü, uğur ve meymenet anlamlarına gelir, arapça bir sözdür. Tasavvuf ehli, mihmanı giderken, «Hoş geldiniz, kademler getirdiniz, hayırlara karşı; Hak erenler gözcünüz, bekçiniz ot­sun» diye uğurlarlar. Genel mihmânın da, kapıda, «Kademlerinize kurban olayım, hoş geldiniz, kademler getirdiniz» diye karşılandığı olur. Mih-mân, gösterilen yere oturduktan sonraysa makam sahibi, «Aşk olsun» der,, geien de şükür secdesine kapanır.

Kafdağı

Burnu Kaf dağında Kaftan   Kaî'a

Kur'ân-ı Kerîm'in L. sûresi, «Kaf, and oisun büyük ve şerefli Kur'-ân'a» âyet-i kerîmesiyle başlar. Kaf, Allahu Taâlânın adlarındandır, kud­ret sahibi anlamınadır diyenler olduğu gibi dünyâyı çepeçevre çeviren dağın adıdır; o dağın ardında cinler vardır; ejderhalar, insanlara zarar verince melekler, ateşten zincirlerle onları çekip o dağın ardına atarlar da denmiştir. Sûfîiere nazaran «Kaf», Kur'ân'a işarettir ki bu da, Ailahu Taâlânın bütün adlarına mazhar olan insan ve bu mazhariyetini bilen ve bildiren «İnsan-ı Kâmil», yâni zamanın İmâmı ve Kutbudur. .Bayramı Me-lâmiierinden (Hamzevîierden) İdrîs-i Muhtefî (1024 H. 1615), meşhur «Şathiyye» sinde (Bak: Şatkiyye),

Kaf dağını arkama Bahr-ı Muhiti içtim,

Yüklendim etme aceb, Kanmadım amma neden [24]

der (A. Gölpınarli: Melâmîlik ve Melâmiler; İst. Üniversitesi Türkiyat Ens titüsü yayımı - 1931, s. 125).

Halk arasında Kafdağı ve Kafr ululuk, sınırsız alan anlamlarına kui-lanılır. Çok kibirli insana, «Burnu Kafdağında» denir. Bir uçtan bir uca yerine de «Kaftan Kafa» ve «Tundan Tuna» deyimleri kullanılır; «Süley­man Peygamber, Kaftan Kafa bütün âleme hükmetti» gibi.

 

Kâf-Nun-Kün

 

Arapçada kâf ve nûn harfleri bir araya gelirse «Kûn-OI» sözünü meydana getirir. Kur'ân-ı Mecîd'de, II. sûrenin (Bakara) 117., III. sûre­nin (Âlu İmran) 47., XIX. sûrenin (Meryem), 35. XXXVI. sûrenin (Yâ Sîn) 83., XL sûrenin (Mü'min) 67. âyet-i kerîmelerinde, Allah'ın, bir işin ol­masını irâde buyurması ve o işin hemen olması, bu sözle bildirilir. Ta­savvuf edebiyatında Allah irâdesi, «Kâf-Nûn», yahut «Kün» sözleriyle be­lirtilir.

XVI. yüzyıl Mevlevi şâirlerinden Yûsuf Sîne-çâk,

Onsekiz bin âlemi ma'dûm iken vâreyledi, Kâf-ü Nun emri ile bir kerre îmâ etti aşk[25]

(Mevlanâ'dan sonra Mevlevîlik; s. 496.) beytiyte bunu dile getirdiği gibi XX. yüzyılda Bektaşi Harâbî de,

Kâf-ü Nun hitabı izhâr olmadan, Biz bu kâinatın ibtidâsıyız

der (Alevî-Bektâşi Nefesleri; s. 233).

 

Kahriyye

 

Kahriye okumak Kahriyeye uğramak

Aşağılatarak üst gelmek, mahvetmek anlamına gelen «kahır» kökün­den, kahredici manâsına arapça bir sözdür; birisini kahretmek, öldür­mek, yok etmek için, Allahu Taâlânm adlarından «Kahhâr» adını, «Yâ Kahhâr» diye zikretmeye ve kahredici duaları okumaya «Kahriyye oku­mak», Kahhâr adını da ihtiva eden bu dualara da «Kahriyye» derler. Rûz-jiamçeci Süleyman Fâık (1253 H. 1837), «Mecmua» sında, Halvetiyye ta-rîkatinden «Cerrâhiyye» kolunu kuran Nûreddîn-i Cerrâhî'nin (1133 H. 1721), Koca Mustafa Paşa Şeyhin'i kahretmek için müritleriyle «Kahriy­ye» okuduğunu, fakat kendisinin ölüverdiğini kaydeder (İstanbul Üniver-.sitesi K. Türkçe Yaz. 9577; 4. b - 5. a).

«Kahriyye» okurken, okuyanın ölümüne, «Kahriyyeye uğramak» de­nir.

 

Kahve Nakıybı

 

Bu deyim, Mevlevîierle Bektâşilerden başka, bütün tarîkatlerde var­dır. Kahve ocağına bakan, kahve pişiren, yamaklığını yapan zatla kah­veyi mihmana sunan dervişe denir.

Bektaşi meydanında, Ebü'l-Hasan'üş-Şâzilî'yi temsil eden Kahveci­min bir de postu vardır (Bak. Meydan).

 

Kahve Ocağı

 

Mevlevîlerin Sofu (Sûfî) Tarîkatieri dedikleri esmâcı tarîkatlerin ve Bektâşilerin tekkelerinde, «Cümle Kapısı» denen ve bahçeye açılan ka­pıdan sonra asıl tekke kapısından girilince, giriş kısmının bir köşesindeki oda, yahut bucak, «Kahve Ocağı» diye anılır. Odanın kapısına karşı, fc köşede Kahve Ocağı bulunur, odada oturmak için boydan boya, üstü I-iimle, cecimle döşeli Kerevet vardır. Kahve ocağının yanındaki po kahveci dervişe aittir. Dergâha gelen mihman, önce buraya girer, bun ya alınır. Kahveci yamaklığını yapan derviş, pişirilen kahveyi, mihmar sunar, Mihman, şeyhi görecekse, şeyhe gidip haber verir ve müsafi alıp şeyhe götürür.

Kakvenin ve kahvecilerin pîri, Fütüvvet erkânınca, Şâzilî tarîkatini kurucusu Şeyh Ebü'l-Hasan'iş-Şâzilî'dir (656 H. 1258).

Kalb

Kalbe bakıcı

Kalb bir sırça kadehtir, çabuk kırılır

Kalb kalbe karşıdır

Kalbten kalbe yo! var

Kalb şişeye benzer, kırıtırsa yapılmaz

Kalb, arapça, kanın vücudda dolaşmasını sağlıyan ve sol memeni altında bulunan malûm uzva denir; ancak gerek arapçada, gerek fars çada, gerek türkçede kalb, insanın manevî varlığına, anlayış, duyuş \ seziş kabiliyetine verilen addır ki bunu «Gönül» sözüyle de belirtiriz.

«Kalbe bakıcı» Bayramı Melâmîlerinde, zamanın kutbu olan, Me!ö met yolundakiierce öyle tanınan kişi tarafından irşada mezun olan kişi lere verilen addır.

Atasözleriyse,    «Gönül bir sırça kadehtir....    Gönül gönüle karşıdı Gönülden gönüle yok var...» gibi gönül sözüyle de söylenir. (Gönül rnad desine bakınız).

Kaalde Kalmak

Bilgisini, duygusunu hâl haline getiremiyen, gerçeğin, birliğin, zev-ikın yalnız lâfıyla geçinen kişiye «Kaalde Kalmış» denir; lafta kalmaya da «Kaalde kalmak» derler (Hâl maddesine bak).

 

Kalender

 

«Kalenderiyye» tarîkatine mensup olan kişiye «Kalenderi» denir. Ay­rıca Bektâşilerde derviş olmaya ikrar veren, fakat henüz derviş oiuş tö­reniyle kendisine taç giydirilmiyen ve tekede arkıyye ile hizmet eden ki­şiye de «Kalender» denir.

Halk arasında «Kalender», yoksul, kimsesiz kişiye dendiği gibi her-şeyi hoş görüyle karşılayan, geniş meşrebli, herkesle uyuşur, geçinir ki­şiye de «Kalender Adam» denir.

Mevlânâ'nın «Mesnevi» sinden, kalenderlerin baş açık gezdiklerini anlamaktayız; Bursa'da, Muradiye Külliyesindeki mezar taşları müzesin­de 118 No. da kayıtlı bulunan ve «Hacc Muhammed Kalendersin, Hicrî IX. yüzyıla ait taşındaki taç, Mevlevi sikkesinden biraz kısa, üstüvânî, kubbesi oniki, kubbeden aşağıyadek kırk dilimlidir; lengeri, yâni başa giyîleck yeri, dört parmak yukarıdan üç sıra, zırhla kubbeden ayrılmak­tadır. İstanbul, Belediye müzesinde de başka biçimde bir kalenderi ta­cı vardır.

Bektâşiier, beyaz keçeden yapılan lengeri dört, kubbesi oniki dilim­li ve tepesinde «düğme» tâbîr edilen kenarları dikişli bir fındık büyük­lüğünde, gene beyaz keçeden yapılıp dikilen bir parça bulunan taca «Hüseynî» ve «Celâli Taç» derler; lengeri dört, kubesi oniki parça keçe­nin iç taraftan birbirine dikilmesiyle meydana gelen bu tacın dıştan görü­nen dilimlerinin kenarları da küçük ve birbirine bitişik amûdî dikişlerle dikilerek dilimler iyice belirtilmiştir. Dilimleri dıştan dikişli olmayanına ve tepesinde düğme bulunmayanınaysa «Kalenderi taç» denir (Taç mad­desine de bakınız).

Kaienderîler, saç, sakal, bıyık ve kaşlarını ustura Üe tıraş ettirirler, böylece kendilerini zahirî zînetten arınmış sayarlardı {«Türk Ansiklope­disinde «Kalenderiyye» maddesine bakınız; cilt: XXI; fasikül: 163, An-Kara, Millî Eğitim Basımevi — 1973, s. 157-161}.

 

Kalıbı Dinlendirmek

 

Ölmek yerine kullanılır.    «Göçtü, Göçündü, yürüdü, Hakk'a yürüdük

gibi sözler, saygıdeğer kişilerin vefatını bildirmek için söylenir; «Kalıbı dinlendirdi» sözüyse sevilmeyen kişiler ve hayvanlar hakkında söylenegel-mistir. «Bizim kedi, kalıbı dinlendirdi» gibi.

 

Kaalû-Belâ

 

Kur'ân-ı Kerîm'ın VII. sûresinin (A'râf) 172-173. âyetlerinde, Allah'ın,. Âdemoğullarının arkalarından, soylarını çıkarıp onlara, «Ben sizin Rabbi-niz değil miyim» dediği, onların da, «Evet, Rabbimizsin» dedikleri, bu­nun üzerine onları, birbirlerine tanık tuttuğu, bunu da, kıyamet gününde, «Bizim bundan haberimiz yoktu, atalarımız bizden önce şirk koşmuşlar­dı; biz onlardan sonra geldik» dememeleri için yaptığı bildirilmektedir.

Halk inancına göre, «Ben sizin Rabbiniz değil miyim,» sorusuna «Evet» diyenler, bu dünyâda mü'min olmuşlar, «Hayır» diyenlerse küfre, şirke düşmüşlerdir. «Değil miyim» sözünün arapçasi «Elestü» dür. «Kaa­lû-Belâ» sözüyse «Evet dediler» anlamındadır. Bu «soru-cevap», «Ezef Bezmi, Elest Meclisi» anlamına «Bezm-î Ezel, Bezm-î Elest» diye de geçer.

Sûfîlere nazaran zaman olmadığından ve «Rab» terbiye eden, ge­liştiren, yetiştiren anlamına geldiğinden, herkes de istîdâdına göre iş işlediğinden, hâl diliyle her an, «Sizi geliştiren, yetiştiren değilmiyim» so­rusu gelmekte, herkes de istîdâdına uymakla, gene hâl diliyle «Evet» de­mektedir. Yunus,

Kalem çalmıcak ğörgil, haber böyîedürür bilğil:

Kaalû-Belâ kelecisin bunda haber veren benem

beytiyle bunu dile getirdiği gibi Kul Himmet de.

Tâ Kaaîû-Belâ'dan sevdik, seviştik,

Bizimle ezelî yârır mahabbet;

Üstad nazarında, ikrar kopuştuk,

Müzmine kadîm ikrardır mahabbet

demiştir (Aievî-Bektaşi Nefesleri; s. 192). «Elest» ve «Kaaiû-Beîâ», ezel. Önüne ön olmayan zaman anlamına gelir. Belâ sözü de, bâzı kere, kafi­ye zoruyla farsçalaştınlarak  «Belî»  tarzında  söylenir.

 

Kanberiyye

 

Kanber, Hazret-İ Alî'nin kölesidir; Hazret-i Alî'ye ve Ehljbeyt'e can-dan-gönülden bağlıydı. Geceleri Hazret-i Alî, sokağa çıkınca o da, ken­disine haber vermeden kılıcını alır, düşmanlardan korumak üzere peşi­ne düşerdi. Bilâl-i Habeşî gibi zencî olan Cenâb-ı Kanber, Ehübeyt'e düş­manlığı ve herkese zulmüyle ün alan ve Zâlim sıfatiyle sıfatlanan, Hic­retin 95. yılında (714) ölen Haccâc'a karşı Hazret-i Alî'yi, gayet fasih ve beliğ bir surette övmesi üzerine şehîd edilmişti. Kanber, edebiyatta dâima Alî ile beraber anılır.

Kanberiyye, Kanbere mensup anlamına gelir. Yünden örülmüş olan ve bir kere bele dolanacak uzunlukta bulunan kalınca bir kuşağa bir halka ile asılmış, yumruk şeklinde ve yumruktan küçük, Balım taşı de­nen, Kırşehir'de çıkan balgamî taştan, yahut Necef taşından yapılmış birşeydir. Tiyg-Bend, Teslim Taşı, Kemer, Palheng... gibi tarîkat ciha­zından olan Kanberiyye, bele sarılan kemer üstüne takılır; kuşağın bir ucu halka biçimindedir, o halkaya sokulur ve belin sol yanına doğru mâi! olarak durur. Kanberiyye, hem Ehlibeyte nispeti, hem erenlere hiz­meti bildirdiği gibi takman kişinin mücerred, yâni evlenmemeye ikrar vermiş olduğuna da işarettir; fakat son zamanlarda mücerred olmayan babalar ve dervişler de Kanberiyye kuşanırlardı.

Kanberiyye, baba tarafından tekbirlenerek kuşatılır ve kuşatılırken Terceman (bak) okunur (Türk Ansiklopedisi'ne yazdığımız «Kanberiyye» caddesine de bakınız; c; XXI; fasiküf: 163, s. 157-161).

Kandil, Dibine Işık Vermez

«Mum, dibine ışık vermez» tarzında da söylenen bu atasözü, duası, başkalarına geçen, himmeti başkalarına dokunan bâzı kişilerin perişan :hâlde olmaları münâsebetiyle söylenir.

Kan Et, Kanun Etme

Erenlerin erkânına yeni bir şey katmamak gerektiğini  ihtar    yollı söylenir.

Kanını İçine Akıt

Melâmeti kabul edenler, cezbenin izhârını, bir çeşit gösteriş sayar lar. Bu yüzden, herhangi bir sohbette, cezbeye kapılan kişiye, tarîka' ulusu, Mevlevîlerde, mürebbîsi olan dedesi «Kanını içine akıt» diye ih tarda bulunur.

 

Kanun Çerağı

 

Bektâşilerde pirinçten yapılma, kapağı Bektaşi tacı şeklinde olar ve fitil konacak üç lülesi bulunan, Taht'ın (bu maddeye bak) ve Baiırr Taşı'nın (bak) önünde duran, zeytinyağı ile yanan çerağa bu ad verilir Kanun Çerağı iki yanındaki şamdanda duran ve Taht'ın üç basamağınır her basamağında bulunan üçer şamdandaki mumlarla, bu çerağ bir sayı lırsa onikî, lülelerindeki fitillerle sayılırsa Meydan'da, Taht üstünde ve önünde Ondört çerağ olur ki Oniki İmam'a ve Ondört Ma'sûm'a işaret­tir.

Cerağct,  kanun çerağını uyarmadan, Taht'ın önünde şu  terceman okur:

Kanûn-t evliya, Nur'üssemâvât, Seksiz bu menzildir Tûr-ı münâcat

Kaçan rûşen  olur, niyaz edip ver Muhammed Alî'ye candan salavât.

Bu tercemandan anlaşılmaktadır ki   «Kanun  Çerağı» na,     «Kanun-Evliyâ» da denmektedir.

Kapı Allah Kapısıdır

Hizmet edilen, geçim sağlanan yerferdeki hizmetin halka, doiayısiy-ie de Hakk'a hizmet olduğu, bu yüzden de; o kapının Allah Kapısı bu-Junduğu, bu atasözüyle belirtilmektedir.

 

Kapıdan Geçmek

 

Mevlevîlikte, dervişliğe ikrar veren ve binbir gün, yâni «Rızâ» sö­zünün ebced hesabınca tutarı kadar hizmette bulunan kişi, hücre sahibi olur; Mevfevî erkânınca hücresine götürülür ve gül-bangle hücresine girmiş olur. Buna kapıdan, yani «Rızâ», Tanrı râzılığı kasından geçmek denir (Mevlevî Adâb ve Erkânı; s. 135-136; Mevlânâ'dan sonra Mevlevîlik, s. 391-398).

Karaboğaz

«Ağzı kâra» maddesine bakınız.

 

Kara Kazan. Kara Kazan Hakkı

 

Kırşehir'de, Hacıbektaş kazasında bugün müze olan ve Hacı Bek-tâş-ı Velî'nin yattığı Hacı Bektaş tekkesinin «Aş Evi» ndeki büyük ka­zana verilen ad. Bu kazan, öbür kazanların ortasında bulunur. Bektaşi ve Alevîlerden, altında odun yanmadan kaynadığına inananlar vardır. Rivayete göre bu kazanı, dergâha bir Moğol kumandanı hediye etmiştir. «Kara Kazan hakkıyçin» sözü de Alevîler arasında bir and sözüdür.    -

Eskiden Âşâr usûlü, hükümetçe kabul edilmişti ve köylerin ekim fıasılâtının onda biri, müzayedeyle satılırdı. KöyÖn aşarını alan ve «Mül­tezim» denen kişi, ekinin onda birini aldıktan sonra, köy, Alevî köyüyse,

Üçler, Yediler, Kırklar hakkı olarak üç, yedi, kırk şinik buğday da alır, köylü, sesini çıkarmazdı. «Harman kaldırma zamanı» denen bu zaman­da, köye. Hacı Bektaş.tan, daha başka yerlerden gelen dervişlerle de­deler de üşüşür, Hacı Bektaş Çelebisi tarafından gönderilen «VekiUler de gelirler, kimisi «Hazret-i Pîr», kimisi «Kara Kazan», kimisi «gül yüzlü Efendim» (Gelebi) için «Hakkullâh» derer, devşirir, köylünün harmanını, îam manâsiyle savurur, giderdi.

 

Karınca - Süleyman

 

Süleyman Peygamber (A.M), kuşların, bütün yaratıkların dillerini bi-ien, insanlara, cinlere buyruk yürüten, çağının padişahı olan bir peygam­berdir. Kur'ân-ı Kerîm'in XXVII. sûresi olan «Nem! Sûresi» nin 15-19. âyet-i kerîmelerinde Süleyman'ın (A.M), babası Davud Peygamber'e (A.M) vâris olduğu, bütün âleme hükmettiği, birgün ordusuyla karınca-lann yayıldığı bir ovadan geçerken karıncalardan birinin, öbürlerine, «Yuvalarınıza girin de Süleyman ve ordusu sizi çiznemesin» dediğini duyduğu bildirilir. Halk arasında, Süleyman Peygamber'in, «Ben böyle bir zulüm yapmam; peygamberden böyle birşey umulmaz, bu sözü ne­den söyledin» diye o karıncaya sorduğu, onun da, «Senin debdebeni görüp seyre dafariar da teşbihlerini unuturlar, ona engel olmak için bu sözü söyledim» cevabını verdiği söylenir.

Karınca, aczin, Süleyman da kudretin timsâli sayılmış, bu âyetler dolayısiyle edebiyatta dâima Süleyman'la karınca karşılaştırılmıştir. Yu­nus Emre de bir şiirine,

Canım, erenler yolu inceden ince imiş, Süleyman'a yol kesen sol bir karınca imiş

beytiyle başlar.

Bir karıncanın, Süleyman Peygamber'e armağan oiarak bir karınca budu götürdüğü de halk arasında söylenir. Erenler yolunda, herkesin, kadrince çalışması gerektiğini belirten şu hikâye de pek güzeldir:

Topal bir karınca düşe-kalka gidermiş. Birisi, «Nereye gidiyorsun» diye sormuş. «Hacca» demiş. Şaşıran adam «Bu hâlinle mi» demiş. Ka­rınca şu cevabı vermiş:

— Gidemesem de yolunda ölmek var ya.

Kasık Niyazı

Bektâşilerle Mevievîlerde niyaz vaziyeti aynıdır. Sağ el üste gelmek üzere sağ eli, parmaklar hafif aralık olarak sol, sol eli de sağ omuz hi­zasına koymak, dirsekleri vücûda yapıştırmak, sağ ayak parmağını sol ayak parmağının üstüne koymak suretiyle başı daha fazla eğerek belden itibaren vücûdun üst kısmını öne eğmek, niyaz vaziyetidir. Yalnız Mev­ievîlerde, mukabele esnasında, hırkalarını atan semâ'-zenler, niyaz va­ziyetinde, ellerinin parmak uçlarını, omuzlarının ardını tutacak kadar yu­karı kaldırırlar; bu fark da arzettiğimiz gibi yalnız mukabelededir.

Bektâşilerin, Rumeli'nin Yunanistan tarafındakileri, kendilerini, Ba­lım Suitan'dan ziyade Seyyid Ali Sultan'a mensup sayarlar ve bunlar, niyaz ederken, ellerini, parmaklar düz ve bitişik, parmak uçları aşağıya mail olarak iki böğürlerine korlar ve omuzlar, vücuddan biraz ayrılır; ayak mühürlemek aynidir. Bu çeşit niyazda eller, kasıkların biraz yu­karısında bulunur ve bu niyaz vaziyetine «Kasık Niyazı» denir.

«Kasık niyazı» sözü anlam bakımından biraz müstehcen şakalara. da konu olmuştur. Bu hususta bir fıkra da vardır; fakat yazamıyoruz.

Kavuk

Kavuğu büyük Kavuklu

Başa giyilen ve üstüne sarık sarılan, bez, yahut yünlü kumaştan ya­pılmış serpuş.

«Kavuğu büyük», iri kavuklu anlamına gelir. Nefes (Bu mad. ye bk,) eden, yâni hastaya okuyup üflemekle geçinen kişilere denir. Münase­betsiz harekette bulunanlara «Git de kavuğu büyüğe okun» denir. «Ka­vuklu», Ortaoyununda, yan aydın ve eyyam adamı «pîşe-kâr-sanat ehli» denen oyuncunun karşısında olan, onunla alay eden ve halkı temsil eyle­yen oyuncudur. Aynı zamanda, kendisini erenlerden göstermeye çalışan; kişiye de denir.

 

Kaygusuz

 

«Kaygısız Abdal» ve «Kaygusuz Sultan» diye anılan, Bektaşi edebi­yatının en orijinal örneklerini veren, türkçe nesrinse gerçekten eşsiz bir üstadı olan bu zatın, esrar içmeye düşkün olduğunu şiirlerinden anlıyo­ruz. Bir nefesine.

Esrarı gördüm bugün binmiş, gider bir ata; Şöyle kim derviş olmuş, hergiz söylemez hatâ

diye başlar ve esrarı över (Aievî-Bektâşi Nefesleri; s. 214), Bir başka ne­fesi de,

Beng ile seyretmeye, ah bize bir bağ olsa, Issı, soğuk olmasa, havası hûb sağ olsa

beytiyie başlar ve sonunadek esrarı, esrar içenlerin sevdikleri şeyleri sı­ralar; şathiyye tarzındaki şiirlerinde, hattâ nesirlerinde de bu esrar düş­künlüğünün verdiği neşe görünmektedir. Bektâşiler, her hâlde bu yüzden ve Kaygusuz'un, esrara düşkünlüğü, ağızdan ağıza söylenegeldiğinden, rakıya «Ak Yazılı» dedikleri gibi esrara da «Kaygusuz» adını takmışlar­dır. Biihasa mahrem olmayanların yanında, esrardan «Kaygusuz» diye bahsederler; meselâ, «Geçen gün Kaygusuz haktaydi, filâna rastladım; o bulmuş, beraberce gördük» derler ki «haktaydı» bitmişti demektir, «Be­raberce gördük», beraber çektik anlamına gelir.

Kelle sağ olsun, cihanda bir külah eksik değil (Baş sağ oldukça külah bulunur)

Dervişlerin arakıyeleri, taçları (külahları), şeyh tarafından tekbirlen-ciiği için ona nâmahrem eli değdirmezier; yâni başkalarını, hele tarikat-ten olmayanları ona dokundurmazlar. Eskir, yıpranır, giyilemeyecek hâ­le gelirse, dergâhın mezarlığına götürüp gömerler. Külahı eskiyen bir derviş, külahını gömmüş, yenisini de edinememiş, başı açık gezermiş. Başı açık gezmesinin sebebini soran birine, «Baş sağ oldukça külah bu­lunur» demiş. Sonradan bu söz, vezne uydurularak, «Kelle sağ olsun, ci­handa bir külah eksik değil» tarzına dökülmüş (Al bunu da Cebrail'ine giydir» maddesine bakınız).

 

Keçkûl-Keşkûl

 

Fukara keşkülü gibi Keşkül be-dest

Farsça, fukara çanağı anlamına gelir ve daha ziyâde «Keşkül» tar­zında söylenir. Büyük Hindistan cevizinin üstü kesilir ve içi oyulur; mey­dana gelen çanağın, iki uçuna iki halka geçirilerek bu halkalara bir zin­cir takılır. Derviş, bunu boynuna, yahut kemerine asar, yahut da elinde tutar. İfâhî, naat, mersiye okuyup keşkülü halka uzatır; herkes, keşküle birşey kor. Keşkül dolunca tekkesine döner ve keşkülünü, aş evinde bo­şaltır; toplanan yiyecek şeyler, aş evinde kalır; para varsa şeyhe teslim edilir. Bu münâsebetle içinde, birbirine uymayan şeylerin bulunduğu kap hakkında, «Fukara keşkülü gibi» deyimi kullanılır. Dergâha bir şeyler de-rip devrişmeye çıkan keşküllü dervişe de, eli keşküllü anlamına «Keş­kül be-dest» denir. Süt ve badem yağıyla yapılan, üstüne badem ren­desi, fıstık, üzüm, nar gibi şeyler konan tatlıya da, birçok şeyden yapıl­dığından «Keşkül-i Fukara» denmiştir. Bunun bir de fıkrası vardır:

Adamın biri, bu tatlıyı pek severmiş; varını-yoğunu verip hergün bu tatlıyı yaptırırmış. Sonunda yoksul bir haie düşmüş. Fakat bu tatlıyı yap­tırabilmek için gene de eline keşkül alıp dolaşır, derip devşirdiğini satarr parasiyle bu tatlıyı yaptırırmış.

Şimdi bu sütlü, tatlıya kısaca «keşkül» deniyor.

Bakırdan, diğer madenlerden, hattâ gümüşten yapılmış, üstüne âyet' ler, hadîsler hakkedilmiş, değerli birer sanat eseri olan keşküller, müze­lerimizde mevcuttur (Hak maddesine de bak).

 

Kemer

 

Kemeri sıkmak

Gayret kemerini kuşanmak

 

Kemer-Beste

 

Farsça bir terkibtir; kemer bağlamış anlamına gelir. Alevî ve Bek-tâşilere göre Hazret-i Alî, İmâm Hasan ve İmâm Huseyn de dahi! olduğu halde on yedi oğluna kemer ve silâh kuşatmış, her birerine Tanrı adla­rından bir adı telkıyn etmiştir; bunlar da savaşta o adı zikrederek sava-şirlarmış. Bektaşi gül-banglerinde «Onyedi Kemer-Beste» sözü de ge­çer. Ancak şunu söyleyelim ki bu onyedi Kemer-Beste, bunların adları, kendilerine telkıyn edilen Tanrı isimleri, tamâmiyle hayalîdir (Mir'ât'ül-Makasıd fî Def'il-Mefâsid; s. 231-232).

Kem Nazarla Bakmak

Birisine, birşeye kötülükle bakmaya denir ki bu, tarikat edebine sığ­maz. Yol eri, herşeye ve herkese iyilikle bakaeak, bu suretle, kötüleri de iyiliğe sevkedecektir. Yol erinin kem nazarla bakması gereken birşey varsa o da, nefsidir, nefsinin kötü dilekleridir.

Kendi Âleminde Olmak

Hiçbir şeyle oyalanmamak, kendi iç âlemine dalmak, kendi nefsiyle, kendi zevkıyle meşgul olmaktır. Sülük esnasında, sâlike böyle bir hâl de gelebilir; herşeyden eüni-eteğini çeker. Fakat bu, olgunluk hâli değildir; gelip Geçici Bir Haldır.

Kendinden Geçmek, Kendini Yitirmek — Kendine Gelmek

Arapça olarak birinci hâle «Mahv-Yok oluş», kendine gelmeye de Sahv-Ayılmak, Varlık âlemine geliş» derler. Bunlar da suluk esnasında­ki hâllerdir.

Kendini Bilmek

Kendini bilene babsınin kanı helâl; kendini bilmeyene anasının sü­tü haram

Sen seni bif, sen seni; bilmez isen sen seni, patlatırlar enseni

Hadis olarak rivayet edildiği gibi meâlen de hadis sayılan ve Haz-ret-i Alî'nin sözü olarak nakledilen «Nefsini bilen, Rabbini bilir» sözüne dayanan «Kendini bilmek», tasavvuf ehlince esas umdelerden biridir. Kendini acizle, noksanla, yoksullukla, ihtiyaçla, yoklukla, bilgisizlikle, bütün noksan sıfatlarla bilen kişi, Rabbini, kudretle, olgunlukla, varlıkla, istiğnâla, hayatla, bilgiyle, bütün ebedî ve mutlak kemâl sıfatlariyle bilir ve bu bilgi, adama benlik vermez, yokluk verir; gerçek varlıkta yok olan-sa, gerçek varlığa bürünür. Mevlânâ, «Erce, sarhoşça bir saldırıda bu­lunduk da iimi verdik, malûma eriştik» mealinde,

Yek hemle-e merdâne-e mestâne bekerdîm Tâ iîm bedâdîm - o be me'lûm resîdîm

buyurur; Yunus Emre de.

İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir, -   Sen kendini bilmezsin, bu nice okumaktır der. Hacı Bayrâm-Velî (833 H. 1429-1430),

Bilmek istersen seni, Geç canından bal anı,

Kim bildi ef'âlini, Anda yördü zâtını,

Can zçre ara canı; Sen seni bil, sen seni.

Ol bildi sıfatını; Sen seni bil, sen seni

Bayram özünü bildi, Bulan ol kendi oldu;

diyerek aynı umdeyi şiire, söze döker.

Bileni anda buldu;

Sen seni bil, sen seni

Tasavvuf ehli, «Kendini bilene babasının kanı helâl, kendini bilme­yene anasının sütü haram» atasözüyle kendini bilen kişinin, herşeyi yerinde ve gereği gibi yapacağını, kötü sanılan, kötü görünen işinin bile doğru olduğunu bildirmiştir. «Sen seni bif, sen seni; bilmez isen sen se­ni, patlatırlar enseni» sözüyse zevinli, anlamı gerçek bir tekerlemedir.

Kerem

Keremin var olsun Kereminiz var olsun

Yücelik, şeref, lütuf ve ihsan anlamlarına gelen arapça bir sözdür. Derviş, maddî, manevî lûtfa erince.lûtuf, sahibine karşı bu sözlerle şük­ran borcunu bildirir.

 

Keramet

 

Kerameti   kendinden   menkul   (Bizim   şeyhin kerâmâtı   olur   menkul kendinden)

Kerameti kendinden bitmek Kerâmet-Kel Ahmet

Keramet hayz-ı ricaldir

Keskin zekâ, keramete kıç attırır

Keremi-kerameti var olsun

Yücelik, şeref anlamına gelen bu arapça söz, erenlerden zuhur eden olağan üstü şeylere denir. Peygamberlerden zuhur edenlerine Mu'cize», erenlerden zuhur edenlerine «Keramet» derler. Dinden-don-dan haberi olmayan birinden, olağanüstü birşey görülürse buna «İstid-râç» derler. İİstidrâc, yavaş-yavaş, adım-adım ilerlemek demektir ki bun­dan maksat da, o kötü kişiden, böyle olağan üstü şeyler zuhur ettikçe bunların, onu benliğe, .bencilliğe adım-adım yaklaştırması, yavaş-yavaş da cehennem azabına çekmiş olmasıdır.

Mu'cize, peygamberin dileğiyle olur; keramet ve istidrac, insanın di­leğiyle olduğu gibi insan dilemeden de olur. İnsandan, olağan üstü bir hâlin zuhuru, gördüğü rüyanın aynen çıkması, dileğinin kabul olması, ne de olsa insana bir benlik vereceğinden, bu da varlığa düşmesine sebep olduğundan erenler, kerameti hoş görmemişler, «Keramet Hayz-i ricaldir», yâni erlerin âdet görmesidir demişlerdir. Mevlâna, birisinin bir günde Kabe'ye gitmesini, samyelinin bir anda Mekke'ye gitmesiyle kar­şılaştırmakta, Hacı Bektâş'ın suyu kan yapışına karşılık, temizi pisle­menin kolaylığını bildirmekte, mürşidin, gönüle tasarruf etmesi gerekti­ğini söylemektedir. (Mevlâna Celâleddin; İli. basım; s. 228-231). Hâce Abdullah-ı Ansârî (481 H. 1088), Su üstünde gidersen saman çöpü olur­sun, havada uçarsan sinek kesilirsin; bir gönül elde et de adam ol» der (Nasâyih ve MunâcâM Şeyh-i bozargvâr Hâce Abdullâh-ı Ansârî; İst. 1301; s. 33). Esasen mu'cize ve kerameti ikiye ayırırlar: «Mu'cize-i bâkıyye; Kerâmet-i bâkiyye, Kerâmöt-ı Urniyye-Kerâmât-ı Kevnîyye». Hazret-i Peygamber'in (S.M) bâkıy olan mü'cizesi, Kur'ân-ı Kerîm ve İs­lâm dînidir. Kerâmât-î İlmiyye, ilme, ilâhî bilgiye âit kerametler de eren­lerin sözleri, eserleri, gönüllerdeki tasarruflarıdır; kevne âit olan kera-metlerse bir anda olan biten, geçip yiten kerametlerdir.

Şa'bânî şeyhlerinden olan ve sâliklerini Melârnetle irşad ve tesîîk eden Fâtih Türbedarı Ahmed Amiş (1337 H. 1920), «Ehl'ullah yanında ke-râmâtın ecüllî ve a'zamı tââtla telezzüz eylemektir. Halvette ve kesrette ve dahi her nefeste hâzır olup Allah'ı zikreylemek, kerâmâttandır ve da­hi varidat olup inşirah hâsıl oldukça vekar ve sekînesi ziyâde olup edeb ve haya üzerine olmak kerâmâttandır ve cemî'-i ahvâlde Allah'tan razı olmak kerâmâttandır; yoksa mücerred hark-ı âde zuhur eylemek kerâmet  değildir;  zîrâ  tasarruf  ehli  mahcûbdur»

Konuk'un; 1938; notlarından) .[26]

Bâzı kimseler, kendi kerametlerini kendileri naklederek halk üze­rinde nüfuzlarını arttırmak isterler; bu çeşit kişilere, «Kerameti kendin­den menkul», yâni nakledilir, söylenir derler. Şâir bu sözü, «Bizim şey­hin kerâmâti olur menkûl kendinden» tarzında vezne sokmuştur ve mis-ra'da atasözü olarak okur-yazarlarca söylenegelmiştir. Birisinin maddî, manevî yardımıyla bir mevkie, bir lûtfa eren kişi, bu lûtfu kendine mal ederse, buna, «kerameti kendinden biliyor» derler ve o adamı kınarlar. Zekâ sahibi kişi, olacak işi önceden kestirip söylediği eihetle de, «Kes­kin zekâ, keramete kıç attırır» atasözü meydana gelmiştir.

 

Kepenek

 

Kepenek altında er yatar.

Geniş,- kolsuz ve yakasız, önü açık, dövme yünden yapılan abaya denir (Abaya bak). 811 Hicrîden önce (1408- Halep'te derisi yüzülmek suretiyle .idam edilen Nesîmî'nin farsça, XVI. yüzyıl şâirlerinden Melâmî Dokakin-Zâde Ahmed Bey'in türkçe «Kepenek» redifli birer gazeli vardır Bilhassa Hurûfîlerin kepenek giydiklerini biliyoruz.

Çobanlar da kepenek giyerlerdi. Hâlâ da Anadolu'da doğu illerinde çobanlar kepenek giyerler. Çoban libâsı olması dolayisiyie kepenek gi­yen kişinin hor görülmemesini belirten «Kepenek altında er yatar» ata­sözü, kepenekli dervişler İçin söylenmiş olsa gerektir.

 

Kerbelâ

 

Kerbelâyc dönmek

Hergün Aşûrâ, her yer Kerbelâ

Kerbelâ, Irak'ta, Hazreî-i Peygamber'in kızları Hazret-i Fâtıma \\& damatları Hazret-i Alî'nin oğulları İmâm Huseyn'in, Yezîd'in emriyle Kü­fe valisi Ziyâd oğlu Ubeyduliâh'ın, ashaptan Sa'd b. Ebû-Vakkcre oğlu Ömer'in kumandası altında gönderdiği ordu tarafından sarılıp Hicretin 61. yılı (680) Muharreminin onuncu günü, yanmdakilerle şehîd edildiği ve defnolunduğu, türbelerinin bulunduğu yerin adıdır. Yezîd ordusu, Kerbe-lâ'da İmâm Huseyn'i ve ona uyanları. Ehlibeytini 61. yılın ilk ayı olan Muharrem'in ikinci günü kuşatmış, yedinci günü Fırat nehrinin suyunu onlardan kesmiş, onuncu günü de, kendisine uyanları ve kendilerini şe­hîd edip Ehlibeytini esîr etmişti. Bu fâcıa, İsiâm âlemini elemler boğmuş, bu münâsebetle de herhangi bir yerde yiyecek-içecek kalmazsa, «Bura­sı kerbelâya döndü» deyimiyle bu facia hatırlanır olmuştur.

Ehlibeyt taraftarları, İmâm Huseyn'i ziyaret etmeyi büyük bir se­vap ve bir vicdan borcu bilirler. Kerbelâ'ya gidemeyenler de, oldukları yerde ziyaret ederler. «Âşûrâ», onuncu gün demektir. Oniki İmâm'ın be­şincisi ve İmâm Huseyn'in torunu İmâm Muhemmed'üi-Bâkır, «Her gün Âşûrâ, her yer Kerbelâ» buyurarak İmâm Huseyn'in her gün ve her yer­de ziyaret edilebileceğini bildirmiştir.

 

Kesret-Vahdet

 

Çokluk, birlik anlamına iki arapça sözdür. Tasavvufta kesret; var­lıkların varlıklarını kendilerinden bilmek, onları müstakil varlıklarla var görmektir. Vahdetse, bütün varlıkların varlıklarını Tanrı varlığından var olmuş bilmek, hepsinde Tann'nın kudretini, yaratışını, tasarrufunu, lût-funu, kahrını görmektir. Bu takdirde her varlıkta. Tanrı varlığı tecellî et­mektedir. Nakşibendî umdelerinden biri, «Vahdet der Kesret», yânî çok­lukta birliği görmek, bilmektir; buna «Halvet der Ençümen-Toplulukta yalnızlık» da denir ki kimseyle ilgilenmeyip Tanrı'yla huzur halinde ol­mak, yahut herkestte onun tecellîsini görmek demektir    (Mevlânâ'dan Sonra  Mevlevîlik; s. 319-322. Arifî: Raşahât Ayn'ül-Hayât tercemesi;  İst. Matbaa-i Âmire — 1269; s. 26-35; 415-419).

 

Kılavuz

 

Kılavuzu karga olanın burnu boktan çıkmaz Kılavuzsuz Kâ'be'ye bile varılmaz Kılavuzsuz menzil alınmaz Kuş bile kılavuzsuz uçmaz

Yol gösteren anlamına gelen bu söz, çeşitli münâsebetlerle dilimize şu atasözlerini vermiştir:

«Kılavuzu karga olanın burnu boktan kurtulmaz.» Bu atasözü, yol-iz bilmeyen kişiye uyulmaması gerektiğini bildirir. «Kılavuzsuz Kâ'be'ye va­rılmaz.» Eskiden Kervanla Hacca gidenlerin, yollarını bulmaları için yer­lilerden kılavuz kullandıklarını belirtir. «Kılavuzsuz menzil alınmaz» ata­sözü de konaktan konağa, kervanın kılavuzla gittiğini anlatır. «Kuş bile kılavuzsuz uçmaz» atasözü, göçküncü kuşların böiük-bölük, öndeki ön-cüleriyle göçtüklerini dile getirir.

Tasavvuf ehlince kılavuz, rehberdir (Bu maddeye bakiniz). Kaygusuz Abdal, bir nefesinde,

Hacca vardım der isen, Kande vardın Hacca sen?

Kılavuzsuz kuş uçmaz Bunca dağ-u dereden dörtlüğüle bu sözü kullanmıştır.

Kıldan ince

Tasavvuf ehlince erenler yolu, «Kıldan ince, kılıçtan keskin» olarak

anlatılır. Bektâşilerde, tarîkate girecek kişi, önce rehber tarafından babaya götürülür Baba, ona, «Bu yol kıldan ince, kılıçtan keskindir; ateş­ten gömlek, demirden leblebidir; geçilmez, giyilmez, yenilmez. Gelme gelme, dönme dönme, gelenin moh, dönenin canı demişler. Yol yakın­ken dönebilirsin, kurbanın da daha lığlanmadı» diye öğüt verir. Tanka-te girecek kişi, h&rşeye razı olduğunu söyledikten sonra rehber, onu meydandan çıkarır ve törene uygun olarak meydana sokar.

Kırdmsa Yap, Döktünse Doldur

Alevîlerin Görgü töreninde tölib, meydanda. Dara durup râzılık di­leyince dede, ona, «Kırdmsa yap, döktünse doldur» öğüdünü verir. Bek-tâşilerde de «Baş okutmak» töreninde, baba tarafından aynı sözlere mu-hatab olur. Canların râzılığından sonra, Alevilerde, «Tanyk» den geçer (Bu mad.ye bakınız); Bektâşilerde babaya varır, baba, arakıyesini, ya­hut tacını tekbirler.

 

Kırk

 

Kırkayak Kırk dükkân Kırk güne kadar Kırkmı aşmak Kırkına varmak Kırk kere,  Kırk yıl Kırklamak-Kırklanmak

Kırklar

Kırklara karışmak

Kırk yıllık

Kırk derviş bir sofrada yemek yer, iki padişah bir iklime sığmaz Kırk derviş bir postta yatar, iki padişah bir iklime sığmaz Kırkından sonra azanı teneşir temizler

Kırk yıl günahkâr, bir yıl tövbekar Kırk yıllık kânı, olur mu Yani Kur'ân-i Kerîm'ın VII. sûresinin (A'râf) 142. âyet-i kerimesinde, Mû-sâ Peygamber'e (A.M) Tür dağında, otuz günlük vâde verildiği ve bu vâ­denin on günle tamamlandığı bildirilerek «Kırk» sayısının tamamlayış sayısı olduğu beyan edildiğinden ve Hazret-i Peygamber'e (S.M) kırk yaşlarında vahiy geldiğinden kırk sayısı adetâ kutsal bir sayı olmuştur.

Aynı zamanda Sûfîlerce, yeryüzünde Tanrı halîfesi olan «Kutub» tan sonra iki eren vardır ki birine sağ yandaki, öbürüne sol yandaki «İmâm», ikisine birden «İmâmeyn» derler. Bu iki İmâmla Kutba «Üçler» denir. Bunlardan sonra dünyânın dört yanına hükmeden dört, onlardan sonra da yedi ve kırk eren vardır; bunlara da Kutubla beraber «Beşler», Kutuptan sonraki yedi ve kırk erneyse «Kırklar, Yediler» denir. Kırklar'-dan sonra üçyüz eren gelir. Kutub vefat edince, kalb, sol yanda olduğu için onun sol yanında farz edilen eren, Tanrı tarafından Kutub tâyîn edilir, ondan açılan yere, bir derece aşağıdaki eren geçer; sayılır, aşağı derecedekiierden her birinin, bir derece yüceltilmesiyle dola ve üçyüz-lere de temiz kişilerden biri alınır.

Bu inanç, dilimizde birçok deyimin ve atasözünün meydana gelme­sine sebep olmuştur. Halk, sayısı fazla olan bir şeye kırk sayısını da katıvermiş ve söz geiimi çok ayaklı bir hayvana «Kırkayak» adını takmış­tır. Muhayyel yaratıklar da çok defa yedi başlı, kırk başlı olmuştur. Ye­di başlı ejderha, yedi başiı dev, kırk boynuzlu hayvan gibi masaiiara, halk hikâyelerine giren sayılarda bu inançların tesiri vardır. İstanbul'­da, çocuklar, kırk dükkân süprüntüsünden birer parça alınsp çörotoyia ateşe atılarak tütsülenirler, böylece nazardan korunduklarına inanılır-. di; alınan bu süpürüntüye, «Kırk dükkân süpürüntüsü» denirdi. Birisi kor-kasra, «Kırk güne kadar ölmezsem», yahut «Ölürsem bundan bilirim, sebe­bi budur» derdi. «Kırkına gelmek, Kırkını aşmak, KJrkma varmak», birisinin olgunluk yaşına gelmesidir; «Kırkına geldi, hâlâ adam olmadı; kırkım aştı, hâlâ uslanmadı» deyimleri bu yaşı ifâde eder. Bir sözün, bir işin üzerinde durulması da bu sayıyla bildirilir; «Kırk kere söyledim, Kırk yıl­dır söylerim...» gibi. «Kırklamak», çocuğun doğumundan kırk gün sonra anasıyla hamamda, yahut evde yıkanması, tasın kırk kere suya daldırıl-aıktan sonra Besmeleyle başına dökülmesidir. Lohusanın, doğumun kır­kıncı günü hamama, eşiyle-dostuyia ve. törenle gitmesine de «Ktrk ha­mamı» denir. Kırklar, önce de arzettiğimiz gibi Yediler'den sonraki kırk erendir. Kutub'dan sonraki bu erenlere «Gayb erenleri» (Ricâl'ül-, Gayb} denir; bunlar hakkındakrhadislerin uydurma, yahut zayıf olduğu söylenmiştir. Birisi, uzun bir zaman ortalıkta görünmezse, bu yüzden ona «Kırklara karıştı» denir. «Kırk yıllık» deyimi de bîrşeyin eskiliğini bildir­mede kullanılır.

«Kırk derviş bir sofrada yemek yer, iki padişah bir üfkeye (bir iklime) sığmaz» ve «Kırk derviş bir postta yatar, iki padişah bir iklime sığmaz» atasözleri, dervişierdekî birliği ve saltanattaki bencilliği bildirir. «Kırkın­dan sonra azanı teneşir temizler» atasözü, olgunluk çağında akıllanma­yanın artık akıllanmasına imkân ve ihtimâl bulunmadığını anlatır. «Kırk yıl günahkâr, bir gün (yahut sonda) tövbekar» atasözüyse, her insanın hakkındaki hükmün sonundaki hâline göre verilmesi lüzumunu ihtar eder. «Kırk yıllık Koni, olur mu Yani» atasözünü de, rivayete göre, meşhur Kâ-nî'nin (1206 H. 1792), hakkındaki bâzı dedi-kodu üzerine söylediği bir söz­dür ki atasözü olup kalmıştır.

 

Kırk Budak

 

Hacı Bektâş tekkesinde, kırk kollu şamdana verilen addır. Bu şam­dana konan kırk mum, Nev-ruzîarda (bu maddeye bakınız) ve Muharre­min onuncu gününün akşamı olmak üzere yılda iki kere uyandırıldı (ya­kılırdı). Bir aralık, Hacı Bektâş tekkesinde Dedebabalık mevkiinde bu­lunan Mehmed Ali Hümî Dedebaba (1325 H. 1907) Merdîvenköyü Bekta­şi tekkesine de bir Kırkbudak yaptırmıştı.

 

Kızılbaş

 

Bektâşilerin «Sûfîyân, Sofu Sürkleri» dedikleri Alevîlere Sünnîler ta­rafından takılan ad. Aynı zamanda ahlâkı dürüst olmayan, dînî emirle­re uymayan kişiler de «Kızılbaş» diye yerilir. Bu çeşit kişiler, «Kızılbaş gibi» diye kınanır.

«Kızıl» sözünün kökü, pek eski devirlere dayanır. XIV. yüzyılın baş­larında, Yemen'deki Bâtınî cereyanlarını yakından izleyen ve bu husus­ta bir kitap yazan Hasan'üd-Deyîemî, Bâtmîlere «Muhammere-Kızıllar», dendiğini bildiriyor (Kavâidu Akaaidi Âli Muhammed; R. Strothmann ba­sımı; İst. 1938; s. 5). Bunların Mezdek'e ve Bâbek-İ Hurremî'ye mensup sayıldıklarını, bu yüzden de Mezdekiyye ve Bâbekiyye diye anıldıklarını söylüyor (s. 24); Bâbek'e uyanların, kırmızı elbise giydiklerinden Muham-ınere diye anıldıklarını da sözlerine ekliyor (s. 25). XI. yüzyılın ilk yarısın­da ölen Ebû-Mansûr Abdülkaadir-i Bağdadî de «El-Farku beyn'el-Firak» ında Hurremiyye ile İslâm zamanında zühûr eden Hurrem-dîniyye'ye «Bâbekiyân» ve «Mezdekiyye» dendiğini, her iki bölüğe de «Muhamme-re» adının verildiğini söylüyor (Mısır — 1910; s. 251 ve devamı). Başka kitaplarda da aynı bilgiler var. Hâsılı Sâsânîler devrinde Zertüşt dîninin aşırı inanç besleyenleriyle İslâm devrindeki Bâtınîlerin «Kızıllar» diye anıldıklarını anlamaktayız. Sonradan, «Erdîbîliyye-Safaviyye» tarikatının kurucusu Şeyh Safİyeddîn-i Erdebilî soyundan «Şeyh-i Şâh» ve «Siyah-Pûş» diye anılan İbrahim'in (851 H. 1447) oğlu Şeyh Cüneyd (864 H, 1460), Şîî boylarını elde etmiş, hattâ bir aralık Karaman'a da gelmiş, ta­kibata uğradığından ^Anadolu'da kalamamış (Âşıkpaşazade Târihî; İst. 1332; s. 264-267), onun oğlu Şeyh Haydar, oniki terkli (dilimli) Kızı! tacı kabul etmiş, sonradan bu tacı giyen Safavî hükümdarlariyle onlara uyanlara ve bu arada Safavî şahlarını dînî reis tanıyan Anadolu Alevîle-rine «Surh-Ser, Surh-Seran» (Kızılbaş, Kızilbaşlar) denmiştir Erdebil Oca­ğı mümessilleriyle aralan açılan Osmanoğullan ülkesinde, Bayramı ta-rikatini yürüten ve Erdebil Sûfîlerİne mensup olan Hacı Bayrâm-ı Velî bi­le (833 H. 1428-1429) bu yüzden tacının rengini beyaza döndürmek, di­limini altıya indirmek zorunda kalmıştır (Sa'deddin Süleyman Müstakıym-zâde: Risâle-i Tâcİyye).

Şeriat emirlerine uymayan, «Namaz yerine bize niyaz verildi» diyen, her hususta Bâtınî inançları benimseyen Alevîlerin, onlara Isnad edilen mum söndürme ve saire gibi kötü işlerle hiçbir ilgileri olmadığını, bu söy­lentilerin tümünün uydurma olduğunu da burada söylemek zorundayız. Nâ­dir Şah zamanında; onun maiyetinde Efganistan fethine iştirak eden ve sonra Hindistan'da yerleşen, Bâtınî inançlarla ilgileri olmayan, İmâmiy-ye mezhebine mensup bulunan bir boya da «Kızılbaş» denmektedir (Şeyh Muhammed Su!tân'ül-Vâızîn-ı Şîrâzî: Şebhây-ı Pişâver; Tehrân-Dâr'ül-kü-tüb'il-İslâmiyye, 1383 H; VII. basım; S. 97; Not: 1. «İslâm Ansiklopedisinde «Kızılbaş-» maddesine; c. VI, S. 789-795 ve «Alevî-Bektâşi Nefeslerinde «iran'a bağlılık» bölümüne de bakınız; s. 83-88).

Alevîler, aleyhlerinde söylenen sözlere hiç aldırış etmezler. Onlarca Aiî de kızı! renkli elbise giymiş, şeker renginde sarık sarınmıştir. (Fazîlet-Nâme; s. 265-266). Onlar, bu «Kızılbaş» sözünü övünerek benimserler. Söz gelfmi Zikrî şöyle övünür:                                             ;

Bu zürnre-i gül Şâh Kızılbaşı desinler; Ol Sâkı-i Kevser, bular ayyaşı desinler; Hoş hrka-i münkir bize kallâşı desinler;

Ben kahrederim kim bana Bektaşi nesinîer; Derğâh-ı Alî'nin bu da bir taşı desinler, (Alevî ve Bektaşi Nefesleri; s. 38).[27]

 

Kızıldeli

 

Bektaşilerce Balım Sultan'ın mürşidi sayılan ve XV. yüzyılda yaşayan «Seyyid Ali Sultan»a «Kızıl Deli» de denir. Bektâşiİer, şaraba «Kızıl-deli» derler (Akyazılı'ya ve «Dem» maddesine bak).

Kibrin Hasmı Allah'tır

Ululanan, kendini büyük gören, büyük göstermek isteyenlere söyle­nir. Tasavvufta kendini beğenmek, büyük saymak, en büyük suçtur ve en bağışlanmaz günahtır; şirkle birdir (Büyüklük Allah'a mahsus maddesi­ne bakınız).

Kimde ne var, bilinmez

Hiç kimseyi küçük görmemek için öğüt tarzında soylenegelmiştir. Yu­nus Emre'nin meşhur Şathiyye'sindeki,

Bir sinek bir kartalı salladı, vurdu yere, Yalan değil, gerçektir, ben de gördüm tozunu

beyti bu öğüdü, pek güzel bir temsille düe getirmektedir.

Kimseye eyvallah etmez

Kimseyi dinlemeyen kişiler hakkında kullanılır.

 

Kol

 

Tarikat şubelerine türkçede «Kol» denir. Zikre bir başka ad ekleyen, yahut tarikat cihazında bir yenilik, bir eklenti yapan şeyhe «Eİ-Müctehid fS't-Tarîka-Tarikatte içtihad sahibi» denmesi ve bu silsileden gelenlerin, o îarîkatin bir şubesi, bir kolu sayılması, o zâtın da «Pîr-î Sânî-İkinci Pîr» tanınması, esma yolunu güdenlerce bir gelenek olmuştur. Bu kollar için­de, ayrı bir tarikat sayılanları da vardır. Halvetîlik'ten ayrılan «Celvetîlik» gibi.

Kork Allah'tan Korkmayandan

Allah'tan  korkmayanın vicdanî mürakabası olamaz;  bu yüzden  de dilediğini yapar. Bu atasözü, bunu hatırlatmaktadır.

Kör Kandil, Bardakh Tekke Müridi

Gece - gündüz içen kişiye denir.

 

Köçek

 

Kûçek sözünün Türkçeleşmiş tarzı. Ergin olmayan kız ve erkek ço­cuklara, büyük olmayan şeyiere denir. Aynı zamanda, düğünlerde, top­lantılarda oyun oynayan delikanlılara da «köçek» adı verilir. Bu münâse­betle oynak, civelek, güzel gençlere de «Köçek gibi» denir.

Mevlevîlerfe Bektâşilerde semâ' eden gençlere, gene bu yüzden «Kö­çek» dendiğini Şâhidî'nin (957 H. 1550).

Mevleviler köçeği ol sanemâ giy külehi; Def-ü nây ile semâ' eyle, şalın gâh ğehi[28]

beytiyle (Mevlanâ'dan sonra Mevievîlik; s. 500), Hasan Dede'nin (XV. yüz­yıl) bir nefesindeki,

Derivşlerin ğökçeğiyüz, Tekkelerin çiçeğiyüz;

Hacı Bektaş köçeğiyüz, Edeb, erkân, yol bizdedir

dörtlüğünden anlamaktayız (Alevî - Bektaşî Nefesleri; s. 30).

Ayrıca Mevleviler, şeyhin hizmetindeki dervişe de «Köçek» derier ve o derviş anlatılırken «filân şeyhin köçeği» denir. XV. yüzyıl bestegârla-rından «Köçek Mustafa Dede'nin adındaki «Köçek» lakabının bu yüzden verildiğini sanıyoruz.

Kulak

Kulağı delik Kulağı dik Kulağı çınlasın Kulağına kurşun Kulağının üstüne yatmış Kulak müsâfiri Kulaklı Baba

Duymaya, işitmeye yarayan uzuv. «Kulağı delik» herşeyi duyan, giz! şeyleri bilen anlamına gelir. «Kulağı dik, Kulağını dikmiş», herşeyi duy­mak, öğrenmek isteyene denir. «Kulağı çınlasın», mecliste kendisi yokker adı geçen kişi hakkında söylenir. «Kulağına kurşun», birşeyi bir sözü duy­maması istenen kişiden söz edilirken söylenir. «Kulağının üstüne yatmış» hiçbir şey duymaz, aleyhinde söylenenleri işitmez kişiyi anlatır. «Külah müsâfiri», söylenenleri dinleyen, fakat söze karışmayan kişiye denir. «Ku­laklı Baba», kimliği bilinmeyen yatırlara, yahut kendini erenlerden göster­meye çalışanlara verilen addır. Bu deyimin fıkrası da şudur:

Şeyhin biri, edebe uymayan dervişini seyyah etmiş (Bk. Seyahat) Derviş, Hakkuliah (Hak mad. e bk.) toplaya - toplaya köyden köye gider­ken bir de merkep almış. Fakat yolda, sizler bâkıy, merkep, nallan dikmiş. Derviş, köylülerin şehre giderken geçtikleri yoldaki bir tepeye merkebi sırlamış {Bk. Sır). Mezarı biraz yüceltmiş, baş ve ayak ucuna birer sopa dikmiş; eiine tespihini alıp baş ucuna oturmuş. Köylüler, pazara giderler­ken mezarı ve dervişi görmüşler; merak edip yanına giderek işi sormuş­lar. Derviş, mânâ (bu mad. ye bk.) âleminde, bize emredildi, gel, bizim makaamımızı uyandır buyruldu; bu azîz, her derde derman olan Kulaklı Baba Hazretleridir der. Köylüler duâ ederler, çevrelerinden kopardıkları parçaları, muratları olsun diye sopalara bağlarlar; dervişe gönüllerinden kopanı verirler. Kulaklı Baba duyulur; nezir, niyaz, derken yatırın yanına bir kulübe kurulur; iş, zamanla büyür; oraya bir büyük türbe, yatırın üs­tüne mükellef bir sanduka yapılır; haremlikli, selâmlıkh, mukaabele - hâ-neli, derviş hücrelerini de ihtiva eden bir âstâne meydana çıkar.

Dem geçer, devran geçer, eski dervişin şeyhinin yolu oraya düşer. Dergâha inen şeyh, dergâhın şeyhi tarafımdan karşılanır; doğru türbeye giderler; eşiğe niyaz ederek içeriye girerler. Kulaklı Baba'ya baş kesip Fatiha verirler; şeyh dâiresine giderler. Dervişler, müsâfir şeyhe kahve getirirler, çubuk sunarlar. Sohbet başlar. Müsâfir şeyh, erenler der, fakıyr sizi tanıyacak gibi oluyorum; acaba bir yerde görüştük mü?

Kulaklı Baba dergâhı şeyhi, sultânım der, fakıyr, filan vakit seyahat verdiğiniz Derviş feşmenım.

Şeyh, peki, ama bu Kulaklı Baba erenler kim?

Şeyh, sizden gizli olmaz der; işi anlatır. Müsâfir şeyh, Kulaklı Baba şeyhinin kulağına doğru şu sözü söyler:

— Kimse duymasın, sırrola, nûr ola; bizim dergâhta da onun büyük babası yatar.

 

Küfe

 

Kûfe'ye döndü, burası Küfe

Küfe, Irak'ta bir şehirdir. Hazret-i Alî'ye karşı Kûfe'lilerin vefasızlıkları. İmâm Huseyn'i davet ettikleri halde Yezîd'e uyup Huseyn'e karşı duruş­ları, onun gönderdiği elçiyi öldürüşleri, Kerbelâ faciasında Yezîd tarafını tutuşları dofayısiyle Ehlibeyt tarafını güdenler, bir yerin taassubunu anla-£irlaken«Kûfefye döndü», yahut «Burası Küfe» derler.

 

Kudüm-Kudümrzen. Ser Kudüm-zen

 

Gövdesi bakır ve pirinçten dökülen, dökümünde bakır daha fazla olan, bâzı kere halitasına altın zerreleri de katılan, birinin üstüne deve, öbü­rünün üstüne merkep derisi gerilmiş olan, birbirine eklenmiş iki yuvar­lak ve bez sarılı, simit denen şeyin üstüne konmuş bulunan üstü düz, iki yuvarlak âlettir. Şark müziğinde, «Zahme» denen ve kemikten yapılmış, uçlan yuvarlak iki sopayla bu âlete vurularak usul tutulur. Kudüm, daha fazla dînî müzikte ve bilhassa Mevleviler arasında kullanılır Önce Kudü­mün çanağı, dut ağacından yapılırmış.            :

Kudümle usul vuran kişiye, Kudüm-vuran anlamına «Kudüm-zen» denir.

Bahariye Mevlevî-hânesî şeyhi Huseyn Fahreddin Dede (Fahrî — 1329 H, 1911), bir gazelinde.

Gel derğeh-i Munlâ'ya da bak gör ne safa var, Her bir eîem-i mühîike bin derd-i deva var.

Efsâne-i zühhâd gibi zerk-u riya yok

Âvâz-i ktıdûm-tt ney-ii tanbûr-u neva var[29]

beyitleriyle «Kudüm» ü zahmelemiştir.

Halk arasında «Kudüm» e «Çifte Nâra» dendiği de vardır. Şöyle bir fıkra da söylenir:

Bir Hıdrellez günü, Kıbtîler, eğlenmek üzere kıra çıkarlar. Zurnaları varmış, fakat çifte naraları yokmuş. Yakındaki Mevlevî-hâneye giderek çifte nâra, yâni Kudüm isterler; eğlenceden sonra getirip vereceklerini söylerler. Bu isteğe muhâtab olan Mevlevî dervişi, «Kudüm»e çifte nâra dendiğini duyunca kızar; söylenmeye başlar. Bu sırada Şeyh Efendi, bunu duyup gelir; dervişe der ki:

— Erenler, ver; onların elinde çifte nâra olur; zevklerine yardım eder. Getirdikleri zaman gene «Kudüm-ı Şerîf» olup dergâha girer.

 

Külah

 

Külâh-ı Mevlevî Minare külahı

Al külahını, Eyvallah'] içinde

Gündüz külâhlı, gece silâhlı

Külahıma anlat, dinlet, söyle

Kelle sâğ olsun, cihanda bir külah eksik değil

Külah farsça, başa giyilen şeye derler. Çok defa üstü sivri olduğu için, sivri şeylere «Küİâk gibi» denir; gene bu yüzden minarelerin üst kıs­mında, kurşun kaplı sivri uca da «Minare külahı» denmiştir. Mevle-vîlerin giydikleri sikke'ye de (Bu mad. ye bk.) «Külâh-ı Mevlevi», yâni Mevlevi külahı denir.

«Al külahını, Eyvallah'ı içinde» deyimi, zor bir işi başaramayan, ya­hut bir işten usanıp bırakan kişi tarafından söylenir (Bu mad. ye bk.). İçi dışına uymayan, gösterişi doğru, hareketi uygunsuz kîşilere «Gündüz külâhlı, gece silâhlı» denir. Boş söz söyleyen, boş dâvaya girişen kişiye, «Külahıma anlat, dinlet» sözü söylenir. Bu sözün, «Kavuğuma anlat, din­let» tarzında söylendiği de vardır, «Kelle sâğ olsun, cihanda bir külah ek­sik değil» mısraı, bir işten mahrum olanın, elinden birşeyini yitirenin söy­lediği mısra'dır (BıTmad. ye de bk.).

 

Küre

 

Kuyumcu ve mâden ocağı anlamına gelir; Türkçede kısaltılarak «Kür-re» tarzında söylenir, Bektaşi meydanında, ocağın yanında duran, ocak yoksa, ocağı temsil eden yerde bulunan, iki metre uzunluğunda, üstü düz, ustuvanî taşa da «küre» denir. Bektaşi meydanındaki makamlardan biri­dir (Bak: Meydan).

Kul

Kul-Kurban olmak

Kulluk kemerini bağlamak,  bağlanmak,  kuşanmak

Bende olmak

Bilmek istersen eğer mesiek-i dervîşâni: Sevenin bendesiyüz, sevmeyenin sultânı.

Hak kulundan intikaarmn yine kul ile alır Bilmeyen ilm-i ledünnî anı kul etti sanır

Ne buldularsa kullukta buldular Kul olmayan sultan olamaz Kul sıkılmayınca Hızır yetişmez Kula kulluk etmem

Kula kul oidum aman kurtarınız

Kul, türkcemizde çeşitli anlamlara gelir. Tanrı'ya karşı, her yaratıl­mış,, kuldur; insansa kulluğunu anlayan, anlaması gereken yaratıktır. «Kul-kurban olmak», Tanrı'ya karşı kullanıldığı gibi yalvarış ve sevgi bil­dirisi olarak da kullanılır. «Kulun, kurbânın olayım, kuşça canımı bağışla», yahut, «Kulu-kurbânı olduğum, ne olur, biraz vefa göster» gibi. «Kulluk kemerini bağlamak, bağlanmak, kuşanmak», bir işe bir hizmete canla-baş-la girişmek anlamını verir; aynı zamanda bir tarîkate intisap etmek an­lamına da gelir. Erenlere kul olanlar, kendilerini kul belleyenler, bunu, farsça «Bende» sözüyle de ifâde ederler. Meselâ adlarının önüne, Mev­lânâ kulu, Mevlânâ kullarının kulu anlamına, «Bende-i Mevlânâ, Bende-i bendegân-i Mevlânâ» sözlerini eklerler ve bu, bilhassa mühürlerde, im­zalarda bulunur. İstanbul, Kuiekapısı Mevlevî-hânesinin son şeyhi kâmil insan Ahmed Ceîâleddin Dede'nin mühründe, kendisinin şu beyti hâkke-dilmişti:

Bende-i dîrîne müştaak-ı cemâl El-fakıyr'ül - Mevlevi Ahmed Celâl

Tasavvuf ehlinin, kendilerine intisap edenlere, kendilerini sevenlere kul olduklarını, sevmeyenlere karşıysa, eğilmediklerini belirten ve Bayramı Melâmîlerinden Ahmed Sârban'a atfedilen şu beyit de pek güzeldir:

Bilmek istersen eğer meslek-i dervîşânı: Sevenin bendesiyüz, sevmeyenin sultânı.

Allah'la kul arasına girilmez

Kulun nesi varsa sahibinindir

Kul kusursuz olmaz; arpa samaniyle, kömür dumaniyle

«Allah'la kul arasına girilmez» atasözü,   farsça ve «Cenneti parayla vermezler, bahaneyle verirler mealindeki şu atasözünü pek andırır: «Behiştrâ be behâ nemîdehend, be bahane mîdehend.» Kutun nesi varsa sa­hibinindir» atasözüyse, tasavvuf ehlinin kendilerine varlık vermediklerini anlatır. «Kul kusursuz olmaz; arpa samaniyle, kömür dumaniyle» atasö­zü, insanın za'fını, kusurdan kurtulamayacağını bildirir ve kusur bağışla­mayı öğütler. Kimin olduğunu bilmediğimiz

Hak kulundan intikaamın gene kul ile alır,    j Bilmeyen ilm-i Ledünnî bunu kut etti sanır

beyti de, atasözü olarak söylenir-durur ve «Hak» la «Kul» u karşılaştıran bu beyitle zulümde bulunanın, er-geç, kendi zulmüne uğrayacağını ihtar eder. «Ne buldularsa kullukta buldular» ve «Kul olmayan, sul­tan olamaz» atasözleri, varlığın yoklukta, gerçek saltanatın kullukta ol­duğunu belirtmektedir. Tasavvuf, bâzılarının sandığı gibi herşeye, hak­sızlık bile olsa, boyun eğmek değildir (Bak: Sümüklü tasavvuf). Gerçek Sûfî, âlemin gerçek sultanına kuldur ama gerçekten haberi olmayan ben­lik ehline, kulluğu bilmeyenlere karşı da sultanlığını şu atasözüyle ilân eder:

«Kula kulluk etmem.»

Mecazî aşka düşen âşsksa, bestelenmiş olan şu mısra'ta insanlardan, in­sanlıktan yardım diler:

«Kula kul oldum, aman kurtarınız»[30]

Yunus Emre ise,

Kul padişahsız olmaz, padişah kulsuz değil Padişahı kim hileydi kul etmese yort-savul?

Tanrı kadim, kul kadim, ırılmadım bir adım; Gör kul kim, Tanrı kimdir; anla ey sahip-kabûl

beyitieriyie Hukemâ felsefesinin en müşki! bir bahsini dile getirmiştir.[31]

Tann'nm sıfatları, zâtından ayrı değildir; zâtının zuhurudur. Bu ba­kımdan yaratıcılığının da önü-sonu yoktur; yaratış ve yaratılmış, yaratanla daimîdir; önsüz ve sonsuzdur. Kul, Tanrt'dan bir adım bile ayrılmaz Varlık âlemi de bu şekliyle olmasa bile. Tanrı varlığıyla beraber ve dâîm< zuhurdadır.

 

Kutb

 

Mil, uç anlamlarına gelen arapça bir sözdür; türkçede «Kutup» tarzın da söylenir. Tasavvufta, âlemde Tanrı irâdesini temsil eden ve erenleriı en ulusu olan; Tanrı adına kâinatta tasarruf sahibi bulunan zattır, «Kutb: ve kutuplar kutbu anlamına «Kutb'ül-Aktâb» derler. İmâmiyye'ye gön Ktub, Onikinci İmâm Mehdî'dir. Bu mezhepte olmayanlara göreyse Kutuı vefat edince, ona en yakın olan iki imâmdan biri. Tanrı tarafından Kutup İuğa tâyin edilir ve erenlerin sayıları, birer deree aşağidakilerden biri, bi derece yükseltilerek tamamlanır (Mürşid ve Yedi mad. lerine de bk.).

 

Kürsî

 

Değil kürsîye vaiz, Arş'a çıksan âdem olmazsın

Arapça «Kirş» kökünden gelir, toplu antamınadır. Kitabın yapraklaı forma haline getirilip bir araya toplanınca bu toplu kağıtlara «kürrâse» de nir. Kirş, birşeyin aslı anlamını da verir.

Örfte, üstüne çıkılıp oturulan yüksek yerdir. Kürsî'ye, seyyar, yahu sabit merdivenle çıkılır. Vaaz verenler; kürsîye çıkıp vaaz verirler. Mev!e\< sema'-hânelerinde sağ tarafta ve türbeye karşı bulunan kürsîde Mesnev şerhedildigi için bu kürsîye «Mesnevi Kürsîsi» denir.

Kur'an-ı Mecîd'İn II. sûresinin [Bakara) 255. âyet-i kerîmesinde, Allah' m kürsîşinin, gökleri ve yeryüzünü kapladığı bildirilmektedir. «Âyet'ül-kür sî-Kürsî âyeti» diye anılan bu âyetteki kürsî, Allah'ın bilgisi, tedbîr ve tasar rufu olarak tefsîr edilmiştir.

Zahide çatan bir şâir,

Değil kürsîye vaiz, Arş'a. çıksan âdem olmazsın[32]

mısraını söylemiş ve bu mısra', tasavvuf ehli arasında, atasözü gibi sö\ lenir olmuştur.

 

L

 

Lâ-İîîâ

«Lâ» nefiy, «İllâ» da isbât sözüdür; yoktur, ancak vardır, yâni ancak O vardır anlamını verir. İslâm dîninin Tevhîd Kelimesi, «Lâ ilahe illallah-Allah'tan başka yoktur tapacak» sözüdür ve bu söz, «Muhammed'dir Ailâh'-in elçisi» sözüyle tamamlanır. «Lâ», yâni nefiy, tasavvufun «Vahdet-i Vü-cud - Varlık birliği» inancına göre varlığın ancak Allah varlığı olduğunu bil­mek, bu bilgiyi görüş, görüşü de oluş haline getirmektir. Varlıkların var oluşları, ancak Tanrı varlığıyladtr ve Tanrı varlığından başka bütün var-iıklar, izafîdir. Bu izafî varlıklar, gerçek varlığa karşı yoktur. Sûfîler, bu nefiy ve isbâtı, birçok surette sembolize ederler. Meselâ Mevlevî semâ'-înda kollar açılınca, Arap alfabesinde «yoktur» sözünü gösteren «Lâ» Jıarfi belirir; ayaklar da aynı harfi belirtir. Vücutla beraber bu «Lâ», isba-îı belirten «İllâ» yi meydana getirir. Mevlevî hırkasının kenar şeridi, ten­nurenin, deste-gülün yan şeritleri, yakada gene «Lâ» şeklini alır; vücud-ia «İllâ» oiur (İstiva maddesine bakınız).

Mefâmı-Hamzevi  mezar  taşlanndaki   « V  »   ile   « «Fena» ve «Bokaa» yi, yâni yokluğu ve varlığı gösterir.

remizleri de

 

Lâ Fetâ illâ Alî Lâ seyfe illâ Zü'l-fekaar

 

«Alî'den başka er yok, Zü'I-fekar'dan başka kılıç yok» anlamına ge­len ve «fâilâtün fâilâtün fâilâtün faulün» vezninde olan bu arapca sö­zün aslının, «Lâ seyfe illâ Zü'l-fekaar ve lâ fetâ illâ Alî» olduğu ve «Uhud» savaşındaki yaralığı dolayısıyle Cebrail tarafından, Hazret-i Alî hakkında söylendiği rivayet edilir, Farsça, türkçe birçok şiirlerde geçer; tekrar-Janan mısra'ı bu olan  murabba', muhammes v.s. vardır.  Heceyle yazıl-

mış  nefeslere  de  bölümleri  alınmıştır.  Bu  münâsebetle Hazret-i     Alî'yi «Şâh-ı Lâ Fefâ-Lâ Fetö padişahı» da denir.

Bahariyye şeyhi Huseyn Fahreddin Dede'nin babası (1277 H.    1860) bir mütekerrir müseddesine

Zâhidâ, hakkıyçin ol şahın ki cûd~ı ekmeli Afaned-i MuhtâYa vahyetti kîtâb-ı miinzeli; Mevlevîyem, Ahmedîyem, Hayderîyem men belî; Bana besdır bir Huda vu bir Nebiyy-ü bir Velî;

Lâ ilâh illâ httvellâh'ül-Aliyy'ül-müncelî Lâ Nebî illâ Muhatnmed lâ Fetâ Uta Atî[33]

bendiyle başlar (Mevlânâ'dan sonra Mevlevilik; s. 230). Bektâşilerin ce-l lik tercemanının sonunda da «Lâ Fetâ illâ Alî lâ seyfe illâ Zü'l-fekar» tar-| zında geçer.

Zü'l-fekaar, yivli kılıç anlamına geiir.Hazret-i Alî, Yemen'e gittiği! zaman, bir demir kaide üstünde duran ve taştan yonuimuş olan putu kır-| mış, demirini Medine'ye getirmişti. Ömer'üs-Saykal adlı bir demirci, o de­mirden iki kılıç dökmüştü. Biri, yedi karış boyunda, bir karış enindeydi, ortasında da kanın akması için yivler vardı. Bu yüzden o kılıca «Zü'l-fe­kaar» denmişti. Hazret-i Peygamber'e (S.M.) âît olan bu kılıoı Hazret, Uhud savaşı günü, Hazret-i Alî'ye vermişti. Mühaddislerden Muhammed b. Şehrâşûb, LVII. sûrenin (Hadîd), «And olsun ki biz Peygamberimizi, apa­çık delillerle gönderdik ve onlarla beraber de kitap ve terazi verdik, in­sanlar adaletle dosdoğru muamelede bulunsunlar diye, demiri de İndir­dik ki onda çetin bir azap var ve insanlara faydalar...» meâiindeki 25. âyetindeki demirden, Zü'l-fekaar'ın kastedildiğini rivayet eder [Sefînet'-ül-Bıhâr; II s. 280).

 

Lâle

 

Kırmızı renkli malûm çiçek. Türklerde eskidenberi meşhur ve adetâ millî bir çiçek olan «Lâle» arap alfabesiyle «L, A, L, H» harfleriyle yazıl­dığından «Allah» adında da bir elif, iki lâm ve bir h bulunduğundan ta­savvuf ehli, bu çiçeğe kutsal bir mahiyet de vermişlerdir. Milîdî XIX. yüzyıl şairlerinden Refî'-i Kâlâyî, «Lâle» redifli bir kasidesine,

Subh- dem dönse noîâ mihr-i cemâle lâle, Oldu mazhar aded~i İsm-i Celâî'e lâle [34]

diye başlar ve «İsm-î Celâl» in, yâni «Allah» lafzının harflerinin «Lâle» sözünde bulunduğu gibi her iki sözün de ebced hesabında tutarının ay­nı olduğunu belirtir (İsm-i Celâl ve Altmış altı'ya bağlamak maddelerine bakınız). Refî'-İ Kâlâyî, bu kasîdesinde yirmi dokuz lâle adı anar. Bun­lardan başka daha bu kadar, hattâ daha da fazla lâle adı vardır ve bü­tün bunlar, bilhassa şimdi «Lâle Devri» diye andığımız XVIII. yüzyılda yetiştirilen ve ad takılan lâlelerdendir.

İran mitolojisinde «Lâle» yeşil bir yaprak üstündeki çiy tanesine şimşeğin isabeti üzerine yaprağın alevlenip donmasından meydana gel­miştir; içindeki siyah nokta da gönüldeki dağı, yanığı temsil eder (Ferid Kam: Asâr-i edebiyye tetkikatı. Ders notları).

 

Lâ Mekân, Bî Mekân, Lâ Mekân Âlemi

 

«Lâ Mekân, Bî Mekân», arapça ve farsça yok anlamma gelen «lâ» ve «bî» ekinin, arapça «Mekân» sözüne eklenmesinden meydana gelen ve «Yersiz-yurtsuz» demek olan bir sözdür. «Lâ Mekân Âlemi» de yer­sizlik âlemi anlamına gelir.

Felsefeden de müteessir olan tasavvufta mekân, kevne, yâni var olan şeye tâbi'dir; birşey olmazsa, boşlukta onun mekânı, yâni yeri de olmaz; netekim zaman da olayların zihinde mukayesesinden doğar; bu mukayese olmazsa zaman da olmaz. Buna nazaran «Mekân ve «Zaman»,

gerçekte olmayan iki zihnî mefhumdan ibarettir. Aynı zamanda, gerçe varlık olan Allâh'm zâtı, mekân ve zamandan münezzehtir; her yerde her şeyde sıfatlariyle, hüküm.tedbir, tasarruf ve kudretiyle görünen ya ratıcının zâtı, her yerden, her şeyden yüeedir. Bu bakımdan da inşamı gerçek yurdu da, «Mekânsızlik Âlemi» dir. Netekîm Yunus Emre, bir şii rine,

Bîmekânam bu cihanda, menzilim, durağım anda, Sultanım ki taht-u tacım, hülle vü burağım anda[35]

diye başlar.

XVII. yüzyıl başlarında vefat eden Melâmî Huseyn'i Lâmekânî,  «Lc mekânâ-mekânsızlığa mensup» mahlasını kullanmıştır.

 

Lokma

 

Lokma etmek. Lokmaya sala Bir  lokma-bir  hırka

Lokması boğazımızdan geçen yabanda kalmaz

Bir yudumluk ekmek ve yemek anlamına gelen arapça «Lokma» sc zü, tasavvuf ehli arasında «yemek» anlamına kullanılır. Meselâ, «Lokm ettiniz mi» demek, yemek yediniz mi demektir; «Lokmaya buyurun», yt meğe buyurun anlaminı verir. Mevlevîlerde yemek vakti, birbirine bitişi olan, Mevlevî hücrelerinin bulunduğu yerde, Matbah canlarından (bal Matbah), sıra kimdeyse, birinin, niyaz edip niyaz vaziyetinde, yüce sei le «Hû... lokmaya sala» sesiyle duyurulur. Bu çağrıdaki «Hu» ve sond) ki «sala» sözünün son hecesi, soluk miktarı çekilerek söylenir (Bak Sala).

«Bir lokma - bîr hırka» deyimi, geçimi dar olanlar, aynı zamanda fnerşeyi yeter bulanlar hakkında kullanılır.

«Lokması boğazımızdan geçen yabanda kalmaz» sözü, Ahmed Sâr-bân'ın sözü olarak nakledilir (İrşâd-Nâme; bizdeki yazma).

Bu sözün atasözü olduğunu, Ahmed Sârbön'ın da bu münasebetle söylediğini sanıyoruz. Bu sözle, bize İntisabı olanı, dünyâda, âhirette .mahrum bırakmayız anlamı kastedilir.

Lâ'net

La'nete siper olmak

«Lâ'net», rahmetten, yariıganmaktan mahrum olmak anlamına arap­ça bir sözdür. Ancak din ve dünya işlerinde en kötü olan kişiler hakkın­da kullanılır. Ehlibeyt taraftarları su içtikçe. Ehlibeytin çektiklerini hatır­layıp «Huseyn'e Allah esenliği, Huseyn'in kaatili'ne Allah lâ'neti» anlamı­na «Selâm'uliahi ala'l-Huseyn, Lâ'net'ullahi alâ KaatN'il-Huseyn» derler. Sektâşilerde ve Mevlevîlerin «Şems Kolu» denen, Şî'a'ya mütemayil bu­lunanlarında bu töreye riâyet edilir.

«Lâ'nete siper olmak», «lâ'nete müstahak olacak bir işi işlemektir. Ulular, tarikat ehline «Lâ'nete siper olmayın» diye öğütte bulunurlar.

 

Ledün Bilgisi

 

«Ledün», yan, kat anlamına arapça bir sözdür. Kurân-ı Kerîm'in XVIII. sûresinin (Kehf) 65. âyetinde, Mûsâ peygamberin, (A.M.), kendi­sine Tanrı katından bilgi verilen birisiyle buluştuğu anlatılır (Bak: Hı­zır). Bu münâsebetle okunmadan, bellenmeden elde edilen İlâhî bilgiye de «İfm-i Ledün-Ledün bilgisi» denmiştir (Hak maddesinde «hak kulun­dan intikamın...» beytine bakınız). Gene bu yüzden bir işin gizli sebeb-leri, «Ledünnîyyât» d'ye anılmıştır. «Bu işin ledünniyyâtını bilmek gerek» denir.

Levlâk

«Sen olmasaydın» anlamına arapça bir sözdür. Allah'ın, Hazret-f Peygamber'e (S.M), «Sen olmasaydın, sen olmasaydın gökleri yaratmaz­dım» buyurduğu meşhurdur; ancak hadis bilginleri, bu sözün, lafız iti­bariyle Kudsî Hadis (Kur'an'dan olmayan ve Hazret-i Peygamber'e il­ham yoluyla bildirilen Allah sözü) olmadığını, fakat «Sen olmasaydın cen­neti, cehennemi yaratmazdım; Sen olmasaydın İki âlemi yaratmazdım» Hadîg-i Kudsîlerine uyduğu cihetle meal bakımından Kudsî Hadîs sayıldı­ğını söylemişlerdir (Aliyy'ül-Kaarî: Mavzuâîu Kebir; İst. Matbaa-ı Âmire — 1289; s. 67-68).

Hazret-i Peygamber'i övüş olarak yazılan naatlerin çoğunda geçer. Meselâ Şeyh Galib, «Hüsn-ü Aşk» mın «Naat» bölümünde,

Levlâk ile zât-ı pâki mevsûf, Kur'ân'a sıfatı zarf-tt mazruf[36]

der {Aitın Kitaplar, İst. 1968, s. 48; beyit. 23). Mir'âtî, bir nefesine.

Ol Şâh-ı Risâlet sultan-ı keyneyn, Bııyruldtt hakkında Levlâke levlâk.

Ey nûr~ı nübüvvet Cedd'ül-Haseneyn, Seninçin var oldu zemîn-ü eflak[37]

dörtlüğüyle başlar.

 

M

 

Maârif

 

Bilmek, tanımak anlamına gelen arapça «Ma'riîet» sözünün çoğuludur. Eskiden beri sûfîler arasında kullanılan bu deyim, sohbet esnasında, olgun bir sûfînin söylediği tasavvuf? sözlere verilen addır. Bunların bâzıları, ya o sûfî konuşurken, yahut sonradan, zihinde kalabildiği kadar, yazılarak bir kitap hâline getirilir; o kitaba da, o sûfînin «Maârifi», yahut «Makaaîâ-tı» denir (Bk. Seyyid Burhâneddin Muhakkık-ı Tirmizî'nin «Maârif Terceme-si; Türkiye İş Bankası Yayın. Edebiyat Dizisi; 32; Ankara — Tisa Mat. 1972; Sunuş; s. 7-8).

 

Mahabbet

 

Mahabbet Meclisi

Muhabbetten kaçan insan sayılmaz

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl Mahabbetsiz Muhammed'den ne hâsıl

Mahabbet şirketi kabul etmez

Bu yolun sermâyesi kuru mahabbet

Mahabbet, sevişmek anlamına arapça bir sözdür. Sûfîlerde, bir ara­ya gelip sohbet etmeye denir. Sohbet meclisine de «Mahabbet Meclisi» derler. Tasavvuf ehli, sohbete büyük bir ehemmiyet verirler; sohbetle aş­kın artacağını, insanın irfanının genişleyeceğini söylerler. Bu yüzden de «Mahabbetten kaçan insan sayılmaz» sözü, aralannda atasözü olarak söylenir.  Pir Sultan Abdal, bir nefesinde,

Dîdâr ile mahabbete doyulmaz, Mahabbetten ksçan insan sayılmaz.

Münkir üflemekle cerağ söyünmez, Tutuşunca yanar aşkın çırası

dörtlüğünde bu atasözünü anar. Gene aralarında söylenegelen ve ki­min olduğu bilinmeyen,

Mahabbetten Muhammed oldu hâsıl Mahabbetsiz Muhammed'den ne hâsıl

beyti de Tann'nın en olgun ve bütün sıfatlan nefsinde toplamış bulu­nan Hazret-i Muhammed'in (S.M), Tanrı sevgisine marhaz olduğunu, yaratılışa sebep bulunduğunu bildirerek «Sen olmasaydın iki âlemi de yaratmazdım» Kudsî Hadîsi hatırlattığı gibi Tanrı sevgisine de ona uy-makia mazhar olunacağını beyan eden III. sûrenin (Âlu İmrân) 31. âye tini dile getirir.

«Mahabbet şirketi kabul eylemez» atasözü de gerçek sevginin Tanrı sevgisi olduğunu anlatır. «Kuru muhabbet», karşılıksız sevgi anla­mına gelir. Fâtih türbedarı Hacı Ahmed Amiş (1337 H. 1920), «Bu yolun sermâyesi kuru mahabbet» atasözünü söyledikten sonra «Mahabbetin yaşı da olur mu? Olur ya. Görmüyor musun babam ölse de yerine geç-sem diyen şeyh oğullarını» sözüyle bunu açıklarlarmış.

 

Makaalât

 

Bahisler, sözler anlamına arapça. Maârif mad. e bk.

Mal-Mülk

Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi

O da yalan, bu da yafan; var, sen de biraz oyalan

Dünyanın, dünya malının  geçici olduğunu, ömrün, su gibi  akıp git­tiğini, nesillerin geçtiğini dile getiren pek güzel bir sözdür.

 

Ma'nâ

 

Tasavvuf ehli, ruyâya  «Ma'nâ» ve «Seyr» de derler; ruyâyı anlatır­ken, «Mânamda şöyle gördüm* derler (Düş ve Seyr mad. lerine de bk.)-

 

Makam

 

Makaamı cennet olsun

Arapça, kalkılan, ayakta durulan yer demektir ki türkçede «durak»,, bunun karşılığı olabilir. Aynı zamanda, dince kutsal olan, bir büyüğün hâtırasını taşıyan yerlere de bu ad verilir; «Makaam-ı İbrahim» gibi.

Birisi, başka bir yerde ölürse, memleketinde, yahut hâtırasını taşı­yan bir yerde, ona Fatiha verilmek, onu andırmak için yapılan merka-de de «Makam» denir.

«Makaamı cennet olsun» duası, sûfîler arasında, vefat eden biri hak­kında söylenen bir sözdür.

Bektaşi Meydanında «Eşik, Horasan Postu, Dar, Babanın oturduğu Baba Postu, Taht, Gayb Erenleri Postu, Ocak», niyaz makamlarıdır (Meydan mad. e de bk.)

 

Mâ-Sivâ

 

Ondan, Tann'dan başka herşey anlamına arapça bir sözdür. Sûfîler-ce, gönülde, Tann'dan başka, kimin ve neyin olursa olsun, sevgisi, dile­ği varsa, o kişi, «Ma-sivâ» ya gönül vermiştir. Aynı zamanda, varlık âle-

mini,  Tann'dan ayrı   bilen,  onları,  Tanrı  sıfatlarının,  Tanrı   hükümlerinin tecellîsi olarak görmeyen kişi de «Mâ-sivâ ehli»dir. Yusûf-i Sîne-çâk,

Da'vet etmek dîlesen dil hanesine dilberi, Masivâ'dan ışk câtubiyle evvel silsüpür [38]

beytiyle   «Mâ-sivâ» nın   gönülden   süpürülmeslni sonra Mevlevîlik, s. 498).

 öğütler   (Mevlânö'dan

 

Maathah-Matbah Canı

 

Mutbah arapça bir sözdür; yemek pişirilen yer aniarmnadir. Pişiri­len yer anlamından, bir de insanı pişiren, olgunlaştıran yer anlaşıldı­ğı cihetle Matbah, insanı doyuran, pişiren, olgunlaştıran yer olarak ka­bul edilmiş, bilhassa Mevlevtlerde kutsal sayılmıştır. Mevlevîlikte sülük, yâni manevî yolculuk, hizmetledir. Bu hizmet müddetine «Çile» denir; binbir günlük çile müddetince, dervişliğe ikrar veren kişi, matbahta, ken­disi gibi çileye soyunmuş olan canlara mahsus olarak ayrılan yerde ya­tar. Kendisine «Matbah Canı» denir. Matbah canlarının terbiye ve irşa­dından, dergâhın «Aşçı Başı» sı sorumludur. Yalnız «Huzûr-i Pîr» de de­nen Konya'dakî Mevlânâ dergâhında bu hizmeti, «Ser-Tanyk-Tarîkatcı Dede», yâni tarikat işlerine bakan en ulu Dede görür. Esrar Dede'nîn 11211  H.  1796--1797);

Muallâ dudmân-ı evliyadır Matbah-ı Muntâ Dil-ü cana ocâğ-ı kîmyâdir Matbah-ı Munlâ[39]

jnatlaiyle başlayan bir şiiri olduğu gibi Mevlevi, şâirlerinin çoğunda, Mat-bahtan, Âteş-bâz'dan bahseden şiirler vardır. Alevî-Bektâşi edebiyatın­da da olgunlaşmak, pişmek dolayısiyle bunu okşayan şiirler mevcuttur. Meselâ Muhyiddin Abdal, bir nefesinde,

Aşk harmanında savruîdum,

Hem elendim, hem yoğruldum;

Kazana girdim, kavruldum,

Meydana yenmeğe geldim

der (Matbah ve Matbah hizmetleri için «M evlâna'dan sonra Mevlevîlik» e; s. 291-298; ve «Mevlevi Adâb ve Erkânı» na bakınız; s. 135-136).

 

Matem Ayı

 

Ay'ın, dünyanın çevresinde dönüşünü esas tutan ve Hazret-i Pey-gamber'in (S.M) Mekke-i Mükerreme'den, Medîne-i Münevvere'ye hic­retlerini yılbaşı kabul eden hicrî yılın ilk ayı olan Muharrem'de, torun­ları. İmâm Huseyn ve ona uyanlar, Kerbalâ'da (bu madeye bakınız) şe-hîd edildiği, Ehlibeyt tutsak olarak Şam'a götürüldüğü için Ehlibeyt ta­raftarları bu aya «Matem Ayı» demişlerdir; kısaca «Matem» dendiği de vardır; «Yaş ayı» da denir.

Hicrî yılın, Muharrem, Saf er, Rabî'ulevvel, Rabî'ulâhır, Cümaz'el-ev-vel, Cümâz'el-âhır, Receb, Şaban, Ramazan, Şevval, Zi'l-ka'de ve Zi'l-hıc-ce aylarına türkce adlar verilmişti; İstanbul'da tarîkat ehli arasında bu adlar anılırdı.

Hicrî yılın aylarına şu adlar verilmiştir:

Yas (yahut matem) Ayı, (İmâm Huseyn'in şehâdetinin kırkıncı günü bu aya rastladığı için) İmâm Kırkı, Büyük Mevlud, Küçük Mevlud, Büyük Tövbe, Küçük Tövbe, Birinci Kandil, İkinci Kandil, Oruç Ayı (bu ve bun­dan önce iki aya, «Üç Aylar» da denir). Bayram, Aralık, Kurban.

Dînî gecelerde minare şerefelerinde kandil yakmak, İstanbul'da baş­ladığı cihetle, bu ay adlarındaki «Birinci Kandil», «İkinci Kandil» den an­ladığımıza göre sanırız ki bu adlar, İstanbul halkınca konmuştur.

Muharrem Ayına «Şehr'ül-Bükâ-Ağlayış Ayı» adı verildiğini de, okur­yazarların yazılarından anlamaktayız.

Sezâî (1152 H. 1239), bestesi de buiunan ve tekelerde okunan mer­siyesine,

Ey Şehîd-i Kerbelâ'yaı ağlayan,

Ağla,  matemdir, Muharremdir bugün.

Nâr-ı hasretle ciğerler dağlıyan, Ağla, matemdir, muharremdir bugün

diye başlar (Bizdeki İlahî mecmuası; s. 3).

 

Mangır

 

Mangır Hak vere

Mangır-, geldiği gibi gidiyor tıngır tıngır

Tasavvuf ehlince paraya verilen addır. Çok eski zamandan kalma bir ad olmakla beraber mangırın tedavülden kalkmasına rağmen, ne çe­şit olursa olsun, paraya bu ad veriiegeimiştir. «Mangır Hak'ta» deyimi, paranm-pulun bittiğini bildirir. «Mangır Hak vere, Mangır Hak vere oldu» deyimleri de aynı anlama gelir. «Mangır; geldiği gibi gidiyor tengır-tıngır» sözüyse paranın, geldiği gibi bitiverdiğini ifâde eder.

Meczub

Âkıl-ı Meczub-nümâ

Arapça  bir sözdür;  kendini  aldırmış, kaptırmış, aklı  başında olma­yan anlamına gelir (Cezbe'ye bakınız).  Tasavvuf ehlinden bâzı  kimseler, halkın teveccühünden kurtulmak için kendilerini meczup gösterir­ler; bunSara, kendisini meczup gösteren akıllı anlamına «Akıl-i Meczub-nümâ» denir.

Medrese  Kaçkını, Meyhane  Düşkünü

Az bucuk bilgisiyle, Yunus Emre'nin,

Aşkına düsen âşıklar, içer, ağuyu nûş eder; Topuğa çıkmayan suîar, deniz ile savaş eder

dediği gibi olgun kişilere karşı kendini bilgin göstermeye çalışan, ahlâk bakımındansa  kötülüklerde bulnan  kişiler hakında söylenir bir sözdür.

 

Melâmet-Melâmetî, Melâmî

 

Mal melâmeti örter.

Melâmet, arapça, kınamak, azarlamak anlamına gelen bir sözdür. «Melâmetî, Melâmî» kınanmaya amaç olan demektir. Çeşitli tesirlerle hicretin ikinci yüzyılında (VIII. M.) meydana gelen tasavvuf, bünyeleşip tarîkatler meydana geldikten sonra sûfîler, kendilerine mahsus serpuş-lariyie, giyimleriyle haiktan ayrılmışlar, zikir meclislerinin yapıldığı tek­keler kurulmuş, bir kuvvet haline gelen tasavvufa dayanan iktidar ve zengin zümre, tekkelere vakıflar sağlamak suretiyle tasavvuf ehlini ken­dilerine bir destek haline getirmişlerdi. Buna karşı, gene tasavvufun için­den ve tasavvuf ehlinden bir zümre, zikir törenleriyle, husûsî giyim-ku-şamla, toplantı yeri olan tekkelerle, hele vakıfla geçime dayanmayla halktan ayrılmayı boş görmemiş, bütün bunları, hem İslama aykırı, hem de tasavvufun gayesine zıt bulmuştu. Bu yüzden tasavvuf ehlinin kına­masına uğramışlar, daha da ileri giden bu zümre mensupları, yaptıkları hayrı  gizlemek,  kötülüklerini  gizlememek,  hattâ   kendilerini   halka kınatacak hareketlerde bulunmak esasını kabul etmişler ve «Melâmetiyye-Kınananlar» adını almışlardı. Tasavvufçular, Irak'ta temerküz ettikleri için «Irâkiyler» diye anıldıkları gibi Melâmet ehli de Horasan'da temer­küz ettiğinden «HorasânîSer, Horasan Erleri, Horasan Erenleri» diye anıl­mışlardı. Sonradan Melâmetten, Kalenderîlik, Haydarîlik, Mevlevîlik, Bek­taşîlik gibi tarîkatler de meydana gelmişti.

945 Hicrîde (1539), İstanbul'da, Atmeydanı'nda (Sultanahmet Mey­danı) onikı dervişiyle şehîd edilen İİsmâil-i Ma'şûkıy, bir şiirinde.

Terk edip nâm-u nişgnı ğiy Melâmet hırkasın,

Bu Melâmet hırkasında nice sultan gizlidir[40]

beytiyle Melâmeti övdüğü gibi, meşhur Hurûfî Nesîmî'den başka bir Ne-sîmî de, bir şiirine,

Ben Melâmet hırkasını kendim giydim eğnime, Âr-u namus şişesini taşa çaldım kime ne

beytiyle başlar.

Dilimize, «Melâmet Erbabı, Metâmeî Erieri-Erenieri, Meiâmsyye, Me-lameîî, Melâmetîler, Meİâmî-Melâmiyye, Melâmiler» deyimlerini veren Melâmet, «Mal, meiâmeti örter» atasözüyle de mal-mülk sahibi olan ki­şinin kusuru görünmeyeceğini, kınanmayacağını belirtir (Horasan Erle­ri, Erenleri — Horasânîier mad. e de bk.).

 

Menğûş

 

Farsça küpe demektir. Bektaşilikte mücerredliğe, yâni evlenmeme­ye ikrar veren dervişin mücerredlik âyininde sağ kulağı delinir ve bu kulağa bîr küpe takılır. Ağırca ve madenî olan bu küpeye «Mengûş» denir (Bak. Mücerred). Dengûş, demirden, pirinçten, Neçef taşından, gü­müşten, çeşitli  şekillerde olurdu.

Seİâmî, bir şiirinde,

Mest olup bezm-i   lestten taze kıldık huşumuz, Huşumuzdan cümle âlem halkına menbûşumuz; Dîdemtz Hakk'ı görüp Hakk'ı işitir ğûşûmuz; Bir güruh sultân-ı dehriz zümre-i Bektâşiyüz, Lâmakân iklimine azmedenin yoldaşıyuz[41]

bendiyle «Mengûş» u dile getirmiştir.

 

Mersiye

 

Ölen birinin güzel huylarını sayıp dökerek ağlamak, ağlatmak an­lamına arapça bir sözdür. Bu hususta yazılan şiirlere de «Mersiye» denir. Türkcesi ağiî, ağıt yakmaktır. Mersiye, bilhassa İmâm Huseyn'în şehâ-deti hakkında yazılmış olan şiirlere denir.

Nakş-bendîlerle bu tarîkatten ayrılan kollardan (bk, kol) başka bü­tün tarîkaîierde muharrem ayında Mersiye okunması ve o gün aşure (bk. Âşûrâ-Aşure ve Çifte vav) pişirilmesi bir gelenek olmuştu. Bir şe­hirde bulunan ve muayyen günlerde mukaabele yapan (bk. Mukaabele) tekke mensuplarının hepsinin de bulunabilmesi için şeyhler, önceden mersiye okunacak günleri tesbît ederlerdi. Bektâşilerde, Muharremin onuncu gününden sonra herhangi bir gün, hava müsaitse, seher çağında bahçede mersiye okunurdu; çünkü Bektâşüerde mukabele ve muayyen günü yoktu.

Mersiyeler içinde, Hacı Bayram'ın halîfelerinden, «Muhammediyye» sahibi Mehmed-i Bîcân'ın (Yazıcıoğlu, Yazıcı-zâde), Sezâî ve Sâfî'nin mersiyelerinin pek güzel ve yanık besteleri de vardı ki bunların tesbîti de müzik ustalarına düşer.

 

Meşe Seli

 

Meşe, farsça orman anlımuna gelen «bîşe» sözünün Türkçeleşmiş şeklidir; meşelik, ormanlık demektir. Ova, günlük-güneşükten. Gökte bir tek bulut bile yokken birden bir sel geiir, ovayı kaplar, hayvanları sü-rer-götürür, ağaçları söker; tâ yukarlarda, ormanlığa sağnak halinde yağmur yağmıştır; bu gelen sel, o yağmurun selidir; buna «Meşe Seli» denir. Pir Sultan, bir nefesinde,

Dost elinden bade içmiş deliyim, Üstü kan köpüklü Meye Seliyim;

Ben bir yol oğluyum, yol sefiliyim; Ben de bu yayladan Şâh'a giderim

dörtlüğüyle «Meşe Seli» ni pek güzel, pek canlı bir halde anlatmıştır (Âle-vî-Bektâşi Nefesleri; s. 98).

 

Mevâlî

 

Arapça kullar-köleler anlamına gelir. Ümeyyeoğulları, arap olma­yanlara, Müslüman olsalar bile «Mevâlî» derlerdi. Ehlibeyt taraftarlarıy-sa, «Ben kimin Mevlâsı», yâni sahibi «isem», kimin üzerinde tasarruf ve vilâyetim varsa, «Alî de onun mevlâsıdır», yâni onun sahibidir, velîsidir hadîsine dayanarak bu sözün anlamını, Alî bendeleri tarzında benimse­mişlerdi. Hayâyî, bir nefesine,

Dinleyin netesim Mevâli canlar, Anmçin okurum lâ'net Yezîd'e;

Hasan'a, Huseyn'e kasdetti anlar, Anmçin okurum lanet Yezîd'e

diye başlar (Âlevî-Bektâşi Nefesleri; s. 48).

 

Meydan. Meydancı

 

Geniş, açık saha, alan anlamına arapca bir sözdür. Türkçeye çeşit­li anlamlarla girmiştir. «Koşu meydanı, Cirit meydanı, Ok meydanı. At meydanı» gibi. Güreş yapılan alana «Er meydanı», savaş alanına «Harp», «Savaş meydanı» derler. «Meydan vermek», birşeyin oluşuna göz yum­mak anlamına gelir. «Meydana gelmek», belirmek demektir. «Meydan okumak», bir dâvada tek olduğunu söylemek, herkesi, aynı dâvada ken­disiyle boy ölçüşmeye çağırmaktır. «Meydana çıkarmak, meydana ge­tirmek», bir şeyi belirtmek, düzüp koşarak ortaya koymaktır. «Meydana çıkmak» belirmek, görünmek anlamına gelir. «Meydan istemek», müsâa­de istemektir. «Meydanda», apâşikâr demektir. «At bulunur, meydan bu­lunmaz» atasözü, ele fırsat geçmeyisin ifadesidir. «At ölür, meydan ka­lır; yiğit ölür, şan kalır» atasözü de erliği dile getirir, ölümsüzlüğü belir­tir.

Tasavvufta «Meydan», mahabbet alanı, zikir ve vecid alanıdır. Es­ma ile sülük görenlerin zikirlerinde, ilâhı okuyanlar, «Yâ sâhîb'el-Mey-dân - Ey meydanın sahibi» sözüyle o tarîkatin pirini kastederler.

Mevlevîlerde «Meydan», dedelerin sabah namazından sonra kıdem, yâni eskilik sırasıyla girdikleri, en sonunda, Konya'da, tarikatçının, baş­ka yerlerde dergâhın manevî âmiri, pîr nümessili, dervişlerin mürebbîsi olan Aşçı başının (Ser-Tabbâh) girip baş keserek selâm verdiği ve yeri­ne oturduğu, onunla beraber bulunanların da baş keserek oturdukları, mürâkabada bulundukları müstatîl odaya denir (Mevlânâ'dan sonra Mev­levîlik; s. 409-411).

Dergahtaki Meydan hizmetlerine bakan, mukabele yapılacağı vakit şeyh postunu semâ'-hâneye götürüp seren, şeyhi semâ'-hâneye getiren, mukabeleden sonra postu düren, kaldıran, yemek zamanını, mukabele vaktini usûliyle bildirecek dervişe sala vermesini buyuran dedeye Mey­dancı Dede», onun hizmetinde bulunan dervişe de «Meydancı Yamağı» derîer.

Bektâşilerde Meydan, tarîkate giriş, baş okutuş, yahut ölmüş biri­nin ruhunu ta'zîz ediş törenlerinin yapıldığı müstatîl odaya denir. Mey­danın, içeriye girilince, cephede, sol tarafta baba postu vardır. Postun solunda ve meydanın tam karşısında «Kürsî-i Gadîru Hamm», yahut «Çe-rağlık» ve «Taht» denen üç kademeli bir kürsü, kürsünün yanında ve baba postuna mukabil yerde «Gaaib Erenler Postu» vardır. Meydana gi­rilen eşiğin sol yanında, yahut karşı tarafta «Horasan postu», yanıbaşında delîl çerağı, meydanın sağında, yahut solunda ocak ve küre bulunur. Meydanda, Onikİ hizmet sahibinin makamı olan oniki post vardır.

Hacı Bektâş tekkesindeki meydanaysa «Kırklar Meydanı» denir. Ha­tâyı, bir nefesine,

Kırklar meydanına vardtm, Gel berü hey can dediler.

İzzet ile selâm verdim, Gir işte meydan dediler

dörtlüğüyle başlar (Âlevî-Bektâşi Nefesleri; s. 133). Alevîler, «Kırklar» ı, Hazret-i Muhammed'în (S.M) zamanına kadar götürürler; onlarca, o za­man-da «Kırklar» mevcuttur ve kırkların toplandığı yere bu ad verilir. Şâ-hî'nin.

Kurbanlar tığlanıp ğül-banğ çekildi, Gaflet uykusundan uyana yeldim.

Dört kapı sancağı anda dikildi, Uryân biryân olup meydana geldim

dörtlüğünde bahsettiği «Meydan» sa, Bektaşi olacak kişinin alındığı «Meydanadır (Ayni; s. 168).

Meyveli Ağacı Taşlarlar

Mecazî anlamına göre, bilgisi olan, güzel söz söyleyen, yüzünün, huyunun güzelliğiyle dikkati çeken, herkesten üstün bir hünere, bir sanata sahip olan kişinin, herkesin ve bilhassa ondaki meziyeti kendilerinde bu-îamıyaniarın hasedini uyandıracağını, o hünere, o üstünlüğe sahip ola­mayanların, onu, türlü bahaneler bularak kınayacaklarını bildiren bir ata-sözüdür. Dîvan  Edebiyatında da

Atarlar senğ-i ta'rîzî dıraht-i meyve-dâr üzre[42] yer almıştır.

Mezar Taşı-Ğibi

Manevî bir zevka sahip olmayan, ham, kuru, nükteden anlamaz, yo­baz, kati kişiler, tasavvuf ehiince mezar taşına benzetilir Bu çeşit adam­lara «Mezar taşı gibi adam» derler.

 

Mezheb - Meşreb

 

Mezhepten bahsoîunur, meşrepten bahsolunma

Mezheb, gidilen, gidilecek olan yol anlamınadır; dînî hükümlerde ve dünya işlerinde, Ailâh'ın emrine, Hazret-i Peygamber'in (S.M) sünnetine uygun hareket edebilmek için din bilginlerinden birinin yolunu tutmak, onun gittiği yola, onun mezhebine uymaktır. Meşreb, huy, zevk ve âdet anlamını verir. Meselâ birisi hakkında, «Meşrebi geniş» denirse, herşeyi sindirir, hoş görür, darılmaz anlamı anlaşılır. «Zâhidöne meşrepli», din hükümlerine riâyet eder anlamınadır.

Mezhepten bahsolunur, meşrepten bahsolunmaz» atasözü, şunu anlatmaktadır: Mezhepten söz edilebilir; çünkü insan, bilgisiyle, anlayışiyle herhangi bir mezhebi seçer ve o mezhebin hükümlerinden de, intikad yollu olsa bile bahsedilir; fakat meşrep, insanın yaratılışın-daki huyudur; o, ne kadar değişirse değişsin, izi kalır ve birgün o huy, gene baş gösteriverir; bu bakımdan, meşrepten bahsolunmaz; o, nasılsa öyledir.

Hiç bir inancı benimsemiyen kişiye «Mezhepsiz» denir. Her çeşit inanç sahibine karşı, o inanca bürünen, o inançtan görünen kişiye, gidilecek hangi yol olursa olsun, hepsine gider anlamına «küllü mezhebin yezheb» denir; bu söz, daha ziyade okur-yazar ve eski kişiler tarafından söylenir.

Beşiktaş Mevlevî-hânesi şeyhi Nazif Efendi (1277 H. 1860), meşhur müseddesinde,

Milletim ehî-i hakıykat halikım, Rabbim Huda, Mezhebim râh~ı mahabbet, şart-ı îmânım fena;

Kıblem ebrûy-ı Muhammed'dir, imamım Murtazâ,

Dîn-i İslâm âşkârâdır, ne lâzım İhtiiâ[43]

diyerek hakıykat ehlinin mezhebinin, sevgi yolu olduğunu belirtmektedir (Mevlânâ'dan Sonra Mevlevîlik; s. 231). Şâhî de, Bektaşiliğe giriş erkânı­nı anlatan bir nefesinde,

Pîrim kulağıma eyledi telkıyn,

Şâh-ı Vilâyete olmuşum yakıyn.

Mezhebim Ca'fer'üs-Sâdık'ül-Metîn Allah dost, Eyvallah peymâna yeldim[44]

der ve Ca'ferî mezhebine girmiş olduğunu, İmömiyye mezhebine girdiğini bildirir

Mihman

Müsâfir, konuk anlamına farsça bir sözdür. Tasavvuf ehli, konuk ve müsafir sözlerinden ziyâde «Mihmân» sözünü kullanır ve mihmânı konuk­lamak, ağırlamak, yedirip doyurmak, onlarca en büyük ibâdetlerden sayı­lır. Mihman ağırlamaya, mihmânın gönlünü elde etmeye dâir birçok hikâ­yeler vardır. Bir Türk şiarı olan konuk ağırlamak, tasavvuf erbabı tara­lından daha da fazla benimsenmiştir. Onlarca konuksuz evde beî-bere-ket yoktur; konuk, Hızır'dır ve eve bet-bereket getirir. Hatâyı, Mihmana dâir söylediği bir nefese,

Yine mihman geldi, gönlüm sâd oldu,

Mihmanlar, siz bize safa geldiniz.

Kar, kış yağar iken bahar - yaz oldu,

Mihmanlar, siz bize safa geldiniz

dörtlüğüyle başlar ve müsâfirtn, «Hızır» sayıldığını,

Himmet eyle mîrîm, müsaür gele; Yavan-yaşik yeyip yüzümüz güle;

Küçük - büyük anı hep Hızır bile, Mihmanîar, siz bize safa geldiniz.

dörtlüğünde dile getirir (Alevî-Bektaşi Nefesleri; s. 256). Kadem mad. e de bk.

 

Mihrâb

 

Mihrabı yerinde

Cami yıkîisa da mihrabı yerinde durur

Cami ve mescitlerde, içeriye girilen ve kıbleye açılan kapının tam karşısında, kıbleye doğru, içeriye oyuk yere denir ki imam, burda namaz kılar; cemâat da, arkasında, aralarda secde edilecek mesafe bırakarak saf düzer ve imama uyar.

Cami ve mescitlerde, esas durak olan mihrcfb, çok sağlam yapıldığı için çok defa cami ve mescit yıkılsa bile mihrabı yerinde durur. Bu yüzden «Mihrabı yerinde» deyimi, ihtiyarladığı halde güzelliği geçmemiş yaşlılar hakkında kullanılır ve «Cami yıkılsa biie mihrabı yerinde durur» atasözüy­le övülürler.

Sûfîlerin, insanı kutsal sayışta ileri gidenleri. Alevî ve Bektâşiler, yü­ze ve bilhassa iki kaş arasına da «Mihrab» derler.

Pîr Sultan Abdal, bir nefesindeki

Benim uzun boylu serv-ü çınarım, Yüreğime bir od düştü yanarım;

Kıblem sensin yüzüm sana dönerim, Mihrabımda kaşlarının arası

dörtlüğünde bu kanâati dile getirmiştir (Alevî ve Bektaşi Nefesleri; s. 188).

 

Mi'râc - Mi'râciyye

 

Arapça, yukarıya çıkılacak âlet, merdiven anlamınadır. Hz. Peygam-ber'in (S.M), peygamberliklerinin onikinci yılında, Ramazan ayının onye-dinci, yahut Recebin yirmi yedinci gecesi, bir ân içinde Mekke'den Ku­düs'e gitmelerine, oradan Melekût âlemine ağmalarına, geçmiş peygam­berlerin rûhâniyetleriyle görüşmelerine, cenneti, cehennemi, melekleri gör­melerine ve gene bir ân içinde Mekke'ye dönmelerine denir. Kur'ân-ı Necîd'in XVII. sûresinin (İsrâ'J 1. âyet-i kerîmesiyle LIII. sûresinin (Necm) 1 -18. âyet-i kerîmelerinde Mi'râc mu'cizesi anlatılır.

Divan Edebiyatında, Mi'râc'ı anlatan şiiriere «Mi'râciyye» adı verilir. 1142 de (1729) vefat eden Kulekapısı şeyhi Nâyî Osman Dede'nin «Mi'­râciyye» si, kendisi tarafından bestelenmiştir ki bu eser, Recebin yir­mi yedinci gecesi, bâzı Mevlevî-hânelerde okunurdu.

Bektâşîler, nasîb alan kişinin gördüğü törene, bu törenle manevî âle­me ağmak inancıyla «Mi'rac» derler ve nasîb alan kişiyi, tören bitince, «Mi'râcm kutlu olsun», yahut «Mi'râcın mübarek olsun» diye kutlarlar (bk. Nasîb). Alevîlerin, Musâhib kavline girişlerinde de «Mi'raçlama» dedikleri bir şiir okunur (bk. Musâhib).

Miskin-Meskenet (Miskinlik)

Miskin, bir günden bir güne ihtiyacını giderecek birşeye sahip olma­yan, tam mânâsiyle yok-yoksul kişiye denir; meskenet de, bu derecede yokluk, yoksulluk anlamınadır. Halk, elini-kolunu oynatamayacak kadar tembel olan kişiye «Miskin» der. Aynı zamanda cüzzam hastalığına da «Miskin hastalığı» denmiş, bu hastalığa tutulanların, halkla buluşmama­larını sağlamak İçin, şehir dışında yapılmış yerlere, miskin evi anlamına «Miskin-hâne» ve «Miskinler tekkesi» adı verilmiştir. Miskin sözünün an­lamındaki tembellik dolayısiyie, tembellikle ilgili fıkralar da söylenegel-miştir.

Tasavvufta «Meskenet», manevî yokluğun en ileri derecesidir; bütün anlamiyle yok olan, kendine hiçbir varlık vermeyen kişi de miskindir. Yu­nus Emre,

Miskin Yunus ölicek, sini nurla dolıcak,

İmân yoldaş olıcak âhırete sîr gider.[45]

beytinde olduğu gibi bâzı şiirlerinin son beyitlerinde kendisine «Miskin» vasfını verir ki bu söz, temâmiyle tasavvuf? anlamdadır. Netekîm bir şiirine de.

Miskinlikte buldular, kimde erlik varışa,

Nerdivandan yittiler yüksekten bakarısa

diye başlar.

Bu beyitteyse «Miskinlik» ve «Miskin» in tasavvufî anlamını tam ola­rak verir:

Gel imdi Miskin Yunus tut erenler eteğin, Cümlesi miskinlikte, yokluk imiş çâresi.

 

Miyan - Beste

 

Farsca vasf-i terkîbî. Beli bağlanmış demektir (Kem er-Beste'ye bak).

 

Muhib - Muhibbân

 

Muhib, arapça seven anlamınadır; «Muhibbân» sevenler demektir ve muhib sözünün farsca kuralınca cemi'dir. Tarîkate intisap eden kişiye «Mu­hib» denir. Bu deyim, Mevlevi ve Bektâşiiere mahsustur; öbür tarîkatlerde yoktur. Muhib, dervişliğe ikrar verip dergâha girdikten, eviyle ilgisini kes­tikten, Mevlevîlerde çileye soyunduktan, dal sikke (sarıksız sikke) ve ten­nureyle hidmete başladıktan, Bektâşilerde arakıyyeyle dergâhta, kendisi­ne verilen hizmete koşulduktan sonra «Derviş» diye anılır ve bu, tarikatın ikinci derecesidir. Mevlevîlikte, binbir gün çile müddetini hizmetle doldu­rup onsekiz günlük hücre çilesini de çıkaran, hücre sahibi olur, hırka giymeye hak kazanır ve «Dede» diye anılır. Bektâşilikteyse hizmet müddeti muayyen değildir; arakıyyeyle hizmet eden cana, şeyhin tensîb ettiği vakit, dervişlik töreniyle taç giydirilir, Haydariyye ve hırka giymeye, tarikat cihazlarını takınmaya, kuşanmaya hak kazanır. «Derviş» diye anıl­maya başlar. Diğer tarîkatlerde, o tarîkate intisâb edene «Derviş» denir; bir müddet sonra «Bey'at» töreniyle derecesi «Mürîd» derecesine yücelir. Fakat «Mürîd» sözü, bütün tarikatlerde, o tarîkate intisâb etmiş olanlara verilen umûmî bir sıfat adıdır.

Yunus Emre, bir şiirinde,

Kırk kişi bir ağacı dağdan gücün indire, Ye bunca mürid, muhib Sırat nice keçesi

demekle «Muhib» sözünün XIII-XIV. yüzyıllardan da önceye âit olduğunu belirtmiş olur (Bektâşinin çapası, Mevlevînin çivisi, Dede ve Halîfe mad. lerin de bk.).

 

Mukaabele

 

Karşılaşmak anlamına arapça bir sözdür. Sûfîler zikir esnasında, hal­ka hâlinde otururla ki buna «Zikir halkası» anlamına «Halka-İ Zikr» derler. Bu halkada, birbirlerine karşı oturdukları ve bilhassa şeyhin karşısında bu­lundukları için zikir meclisine «Mukaabeie» denmiştir.

Mevlevîlerde «Devr-i Veledî», yahut «Sultan Veled devri» denen ve se­mâ' başlamadan «Semâ'-Hâne» nin çevresinde üç kere dönülen tören­de de, şeyh postunun önünde, birbirlerine niyaz ederler; bu münâsebet­le Mevlevîlerin Semâ'lanna da «Mukaabele» denir (Bk. Baş kesmek, Niyaz).

Dergâhlarda mukaabele yapılan güne «Mukaabele günü» denirdi.

 

Murâkaba

 

Göz altında bulundurmak, gözetlemek, korumak anlamlarına arapça bir sözdür. Dervişlerde, diz üstü oturup eller, böğürlere, yahut dize kon­mak, gözler kapanmak üzere gönülden, yâni hatırdan herşeyî çıkarmaya çalışmak, gözünün önüne şeyhin yüzünü getirip İlâhî feyiz beklemek, sMurâkabada bulunmak» dır. Melâmî-Hamzevîler, Murakaba'ya «Gönül beklemek» demişlerdir (Gönül mad. e bk.).

 

Murakka.'

 

Arapça yamalı demektir. Eskiden sûfıler, hırkalarının helâl maldan ol­masını sağlamak için gerçekliğine inandıkları kişilerden kumaş alırlar, bun-iarı birbirine dikerek kendilerine hırka yaparlarmış. Bu yüzden hırkala­rına, yamalı anlamına «Murakka'» denmiş, sonradan bu söz derviş hır­kasının adı olmuştur. Nectâtî,

Ba§ salar sûfî gibi yasıl murakka'lar ğeyip, Şöyle benzer serv ğülsende sabâdan aldı el[46]

beytinde hem «Murakka'»!, hem de «El alma» yi dile getirmektedir.

Hattatların ayrı ayrı kağıtlara yazdıkları yazılara da «Murakka'lar» anlamına «Murakka'ât» denir. Bunlar mukavvaya yapıştırılıp tezhip edil­dikten sonra bir mecmua haline getirilerek saklanırdı (El almak mad. e de bk.).

 

Musâfaha

 

Parmaklar bitişik ve eller düz ve açık olarak iki kişinin ellerini bir­birlerine uzatıp sürtmelerine, avuçları birbirine sürtmek anlamına arapça «Musâfaha» denir. Musâfaha, sünnettir ve çok defa salavât getirile­rek yapılır; el öpmek, el sıkmak yerine iki elle yapılan bu görüşmek, is-lâmî b«r selamlaşmadır. Mevlevîlerdeyse her iki kişi, sağ ellerini aynı za­manda öpmek suretiyle musâfaha yapılır (Görüşmek maddesine bak).

 

Musâhib

 

Arapçadır; sohbetleşen, sohbet arkadaşı anlamınadır. Alevilerde, er­genlik çağına girmiş iki kişi, aynı zamanda Alevîliğe intisâb ederler ve bu iki kişi, birbirinin «Sâhib» ve «Musâhib» i olurlar; kardeş sayılırlar. Haz-ret-i Peygamber'in (S.M) ashabı birbirine kardeş etmelerinden kalan bu kardeşlik, Alevilerde, Alevîliğe ikrar töreninde şarttır; musâhibsiz Ale­vîlik erkânına hiç bir kimse alınmaz. Musâhib olanların canları, mallan, ırzları birdir; her hususta birbirlerini korumaları gerektir. Pır Sultan'a mensup oian Kul Himmet, bir nefesinde,

Miyân-beste olan üstadsız olmaz; Rehber olmayınca bu yol bulunmaz;

Üçü bir kimsedir, ismi bilinmez, Mürebbî farz, Musâhib sünnetidir

dörtlüğüyle musâhibliğin önemini belirtir (Alevî-Bekîâşi Nefesleri; s. 139). Bektaşilikte de berabet Bektaşi olan kişiler birbirlerine «Musâhib» sayı­lırlar; fakat Alevîlikte olduğu gibi Bektaşilikte Musâhiblik, şart değildir.

 

Mutrıb

 

Zevk ve neşe veren, nağmeler düzen anlamına arapçadır. Mevlevî-hâneierde «Semâ'-hâne» nin (bu maddeye bak) giriş kapısının üstünde, mihraba ve şeyh postuna karşı olan ve merdivenle çıkılan kısma «Mutrıb-Hâne», yâni zevk ve neşe veren, nağmeler düzen kişilerin, âyîn okuyan­ların, halîle, kudüm ve ney çalanların bulundukları yer, bunun kısalttılmışı oiarak da «Mutrıb» elenir. Mevlevî-hânelerdeki «Mutrıb», adetâ camilerdeki «Müezzin mahfeli» ne karşılıktır.

 

Mücerred

 

Mücerred pâk, müteahhit hak

Tek, yalnız, salt anlamına gelen bu arapça söz, tarikat ehli arasın­da evlenmemiş kişiye verilen ad ve sıfattır. Aynca Bektaşilikte, bir de Mücerredlik âyîni vardır. Mücerdedliğe ikrar veren dervişin sağ kulağı delinir ve kulağına Mengûş (bak) takılır. Aralarında «Mücerred pâk, mü-teehhiS hak» sözü, atasözü oiarak kullanılır ki bu söz, mücerded olanın, dünya kirinden tertemiz oluşunu, fakat evlenmenin de hak oiduğunu bü-dirir.

 

Mü'min - Müslim

 

«Mü'rnsn» inanan, inanmış kişi, «Müslim» de, uyan, teslim olan, Müslüman anlamlarına gelir; ikisi de arapçadır ve arap dilinde ikisi de erkeğe denir; inanmış ve Müslüman kadınaysa «Mü'mine, Müslime» denir. Alevîlerdeyse «Mü'min», erkek Alevîye, «Müslim» de kadın Alevî-ye verilen addır. «Mü'min, Müslim» dendi mi, «erkek, kadın» anlamı kas-tediiir. Alevî Ayn-i ceminde okunan ve Hatâî'ye atfedilen, fakat her, yönden bozukluğu dolayısiyle kesinlikle onun olmadığını söyleyebilece­ğimiz «Ms'raçlâma» denen şiirde,

Ol şerbetten biri içti, cümlesi oldu hayran^ Mü'min, müsîim, üryan ~biyran hep girdiler semâ'a

beytinde, erkek, kadın anlaminadır..

Halk arasında «Mü'min», lügat anlamiyie kullanılagelmiş ve gene bu anlamda  atasözleri belirmiştir.  «Mü'min yüzünden bellidir», «Mü'minin dargınlığı tülbent kuruyuncayadektir»,     «Mü'mine    eziyet haramdır»

atasözleri, halk arasında kullanıldığı gibi tarikat erbabı arasında da söy­lenir.

 

Mürebbî

 

Terbiye eden anlamına arapça bir sözdür Mürşide dendiği gibi bâzı yerlerde, mürşidin bulunmadığı zamanlar, taliplerin (bak: Tâiib) târikate âit müşkilierini çözmek üzere dede tarafından atanan ve «Dikme» de de­nen dede vekiline «Mürebbî» denir. Kul Himmet, bir nefesinde,

Diyân-beste olan üstadsız olmaz Rehber olmayınca bu yol bulunmaz; Üçü bir kimsedir, ismi bilinmez, Mürebbi farz, müsâhib sünnetidir

dörtlüğüyle mürebbî'yi anmaktadır. Dörtlükteki «üstâd», mürşiddir, «Mü­rebbî» sözüyle de mürşid kastedilmektedir (Alevî-Bektâşi Nefesleri; s. 139).

 

Mürîd

 

Dileyen, isteyen anlamına arapça bir sözdür. Bir mürşide intisâb edip tarîkate girmiş kişiye denir. Mürşide, bilhassa İran'da «Muradı» do denir. Mesnevi Sarihi Sarı Abdullah (1071 H. 1660), «Mesiek'ül-Uşşak» ka-sîdesinde,

Müridi ol anın dilden muradın terk edip cümle, İrâdetsiz murâd olan nefes tutmak itaattir.[47]

beytiyle «Mürid»i dile getirmiştir.

 

Mürşid

 

Arapça, irşad eden, doğru yol gösteren anlammadır. Tasavvuf eh-lince gerçek mürşid, her zaman, Hazret-i Muhammed'dir (S.M) ve onun hakiykatine vâris olan zamanın sahibidir; yâni İmâmiyye mezhebinden olan tasavvuf ehline göre Onikincİ İmâm Hazret-i Mehdî'dir; Ehlisünne-te uyanlara göreyse zamanın kutbudur. Mürşid sayılan şeyhlerin irşâd-lan, niyabet yoluyladır; Melâmet ehliyse, irşadın ancak zamanın sahibi­ne ait olduğu, «Kalbe Bakıcı» denen kişilerin, onun emri ve izniyle îrşâd edebilecekleri inancındadır, Bektâşilerin, Bektaşiliğe giriş töreninin so­nunda okunan «İkrar tercemanı»nda  (Bak:  Terceman),

Sıdk ile ikrar verip bel bağladım erenlere, Mürşidim oldu Muhammed, rehberimdir Murtazâ

beyti,  bu  inancı gösterir (Mır'ât'ül-Makaasıd fî Def'İI-Mefâsid,  s.  285)..

 

Mürüvvet

 

Arapça «Mürüwe» nin farsçada ve türkçede söyleniş tarzıdır; adam,-lık, mertlik, iyilikte, ihsanda bulunmak, lütfetmek anlamlarına gelir. Türk­çede, bilhassa erkek evlâd hakkında kullanılan «Mürüvvetini görmek», ana-nın-babanın onu evlendirmesi, döl-döş sahibi olduğunu görmesidir. Türk­çede daha fazla «Mürevvet» tarzında söylenir.

Tasavvuf ehlince Mürevvet, gerçek erenlerin lûtuflan, ihsanlarıdır Hayatî,

Bu yolun ötesi hakdır; Mürvet, hey erenler, mürvet. Bu yoldan özge yol yoktur; Mürvet, hey erenler, mürvet

dediği gibi (Alevî-Bektâşi Nefesleri, s. 27-28), bir nefesinde de.

Erenler kapısı, mürvet kapısı,

Sıdk ile gelenler mahrum dönülmez der (ayni; s. 183).

 

Müttekâ-Muiın

 

Dayanılacak âlet, yardımcı ve yardım eden manâlarına arapça keli­melerdir. Mevlevîlerin sûfî dervişleri dedikleri Esma ile sülük gören tari­kat mensupları, «Erbain» e (bu maddeye bak) girdikleri zaman uzanıp yat­mamaları için başlarını dayadıkları âlete verilen addır. Müttekâ ve Muin denen bu âlet, ucu sivri olan, yere dayanan ve toprağa batan, üç karış, yahut biraz daha uzunca demir ve çelikten, yahut dayanıklı sopadan ibarettir; üstünde, pirinçten, alın konacak bir yeri vardır. Derviş, sivri ye-i yere dayar, başını, baş dayanacak yerine kor, bu suretle uyuklar.

Mum

Muma dönmek, muma döndürmek

Mum olmak

Mumla aramak    .

Mum gibi erimek

Mum yakıp derdine yanmak

Yalancının mumu yatsıyadek yanar

Mum yanmayınca pervane yanmaz

Mum dibine ışık vermez

Mum gibi doğru olmak gerek, demir gibf değil

Bu söz, Türkçemize birçok deyim ve atasözü vermiştir. «Mumc dön­mek, Muma döndürmek», mumun doğruluğundan, dümdüz oluşundan mey­dana gelmiştir ve birisinin terbiyeyle -dümdüz olması, dümdüz, terbiyeli, edepli bir hâle gelmesi demektir. «Mum olmak», dümdüz, dosdoğru bir hâ!e gelmektir. Aynı zamanda birşeyi elde etmek için uğraşmak, bu yolda yanıp yakılmak da «Mum olmak» deyimiyle anlatılır. Meselâ, «Önce onu beğen­mezdi ama şimdi mum oldu» denir. «Mumla aramak», birşeyi elde etmek için onun üstüne düşmek, görünmeyen birşeyi mum yakıp ışığıyla arar gibi aramak anlamına gelir «Mum gibi erimek», ses-sadâ çıkarmadan, iç­ten içe dertlenip bitmek/tenden, candan kalmak demektir.  «Mum yakıp derdine yanmak», düştüğü derde kimse aldırış etmediği için mum gibf kendi kendine yanıp erimek anlamınadır.

«Yalancının mumu yatsıyadek yanar» atasözü, yalan söyleyenin ya­lanının tükeneceğini, gerçeğin birgün ortaya çıkacağını, kendinin de karanlıkta kalacağını belirtir. «Mum yanmayınca pervane yanmaz» atasö­zü, bir biigin, bir olgun kişiye gönül verip meftun olanların, o kişide bir bilgi, bir olgunluk gördüklerinden dolayı ona gönül verdiklerini, meftun olduklarını anlatır ve bunu, ışık olmayan yere, yanmayan ışığa, pervane­nin gelmemesiyle tarif eder. Şâir,

Aşk odu ma'şûka evvel düşer, andan âşığa;

Şem'i ğör kim yanmadan yandırmadî pervaneyi[48]

beytiyfe bu atasözünü pek güzel tarif etmiştir. «Mum dibine ışık vermez» atasözü, olgun, bilgin olan ve tasarruf sahibi bulunan kişilerin herkese hayırları dokunduğu halde kendilerine, yahut ailelerine, soylartna-sopla-nna hayırları dokunmadığını bildirir. «Mum gibî doğru olmak gerek, demir gibi değil» atasözüyse icâbında eğilmeyi bilmenin, fakat kırıtmamanın lü­zumunu bildiren bir atasözüdür.

Muma ait atasözlerinin içinde, «Mum yanmayınca pervane yanmaz» ve «Mum dibine ışık vermez» atasözleri, tasavvufu ilgilendirmektedir.

 

N

 

Nakl-i Küfür, Küfür Değildir

Şeriat ehlince, söyleyen kişinin kâfir olduğuna hükmedilecek sözi birisi şöyle dedi, yahut demiş diye söylemek, insanı kâfir etmez; bu bakırr dan, küfrü îcâb eden sözü, birisinden nakletmek, küfür değildir. Oğlanlar dan, küfrü îcâb eden sözü, birisinden nakletmek, küfür değildir. Oğlanlaı şeyhi İbrahim'in, «Vahdete müteallak söz söylemek lâzım geldikte alâtc nyk'ınnakl söyleyin; nakl-i küfr, küfr olmaz mes'elesine binâen; tâ ki S€ fâmet olasız» dediği «Sohbet-Nâme» de bildirilmektedir.[49]

Atasözü olup kalan bu «Nakl-i küfr...» sözü, tasavvuf ehli arasında ye| rı geldikçe söylenirdi (s. 7).

Nalla Mıh Arası

Sıkıntı, gönül darlığı anlatılırken söylenen bir deyimdir. Tasavvuf eh ti, gönül darlığına, kavramak, tutup ovucunun içinde sıkmak, dürmek an lamına «Kabz», gönül ferahlığına da yaymak, gevşetmek anlamına «Bast: derler. «Kimdir O ki Allah'a», Allah râzilığını elde etmek için ihtiyaç için de olan kişiye «güzel bir surette borç versin de Allah onu, o kimseyt fazlasiyle, kat-kat ödemesin», dünyada da, âhırette de mislini, sevabın kat-kat vermesin? «Allah daraltır da, ferahlatır da. Hepiniz de sonundc ona dönüp ulaşacaksınız» mealindeki âyet-i kerîmedeki (II; Bakara, 245 «daraltır» ve «ferahlatır» dan «Daraltan-Kaabiz», «Ferahtatan-Bâsit» adJarının Esmâyi HunÖ'dan (Allah'ın güzel adlarından) olduğunu kabul eder­ler. «Câmı'us-Sagiyr» deki Tanrı adlarını sıraiıyan üç hadisin birincisinde ve ikincisinde de bu iki ad, Tanrı adlarındandır (I; s. 79).

Tasavvuf ehlince gönlün darlması, ferahlaması, korkmak ve ummak gibidir; ancak korku ve ummak, gelecek zamana aittir; gönlün daralması, genişiemesiyse sûfînin, içinde bulunduğu hâlin bir sonucudur (Ta'rİfât; İst. 1300; s. 114). Sûfîler, kabz halini «Nalla mıh arasındayım, Nalla mıh arasında kalmıştım» gibi sözlerle anlatırlar. Halk arasında da bu deyim kullanılır.

Nasıl Yaşarsan Öyle Ölürsün

«Her kul, ne üzerine, ne hâlde ölürse, ona göre, o tarzda diriltilir» mealindeki hadîsin türkçesidir. Tasavvuf ehli, bu atasözüne büyük bir önem verir {Bedî'üz-Zaman Furûzan-fer: Ahâdîs-i Mesnevi; Tehran Üniver. Yayım — 1334 ş; s. 17-18).

Namaz Okumak

Farsçada «Nemaz honden-Namaz okumak, namaz ktlmak demektin Tasavvuf ehli, belki bu sözün tesiriyle, namaz kılmak yerine, «Namaz oku­mak» sözünü kullanırlar.

 

Nasib

 

Pay, kısmet anlamına arapça bir söz, Bekîâşiler, Bektaşiliğe girmek isteyen ve «Âşık» denen kişinin, muayyen törenle tarîkate girmesine «Na-sîb almak», nasip almış kişiye «Nasibli», nasip almamış kişiye «Nasibsiz» derler. Herhangi bir Bektaşi babasının birisini tarîkate kabul etmesine .de «Nasib vermek» denir. Bektaşi, diğer bir Bektâşiye, kime mensup olduğunu sorarken «Nasibin kimden», yahut «Kimden Nasipiisin» der. Alevîler-deyse tarîkate intisaba «Musâhib kavline girmek» denir (Bk. Musâhib),

 

Naşı

 

Türkçedir.   Yol-yordam   bilmez,   dinden-mezhepten     dışarı,  değers anlamınadır. Hayreti bu sözü,

Beztn-i gamda duştum ben bende sanma na§ıyam, Mihnet~ü derd-ü belânın ben de bîr yoldâşıyam[50]

beytinde dile getirir.

 

Na't Na't -Han

 

Övmek anlamına arapça bir sözdür. Örfte, bilhassa Hazret-i Peı gamber (S.M) hakkında yazılan şiirlere denir. Bu çeşit şiirleri, musık rnakamlariyie okuyan kişiye de «Na't-Han» derler. Bu söz, farsça kural na göre bir arapça, bir farsça sözden yapılmış terkibtir ve «Na't okı yan demektir.

Mevlevîlerde, mukabelede «Mutrıb» da, önce «Na't-Han», na't oku ondan sonra ney taksimi başlar; ondan sonra da mukabele yapılır (B Mutrıb).

Camilerde de, evvelce, cuma günleri, na't okunurmuş; «Na't-Har bu hizmete karşılık da evkaftan bir vazife, yâni maaş alırmtş.

 

Nây, Ney. Nây-Zen, Ney-Zen.  Ser-Nâyî,  Kutb-İ  Nâyî, Ney-Zen Bakışı

 

«Nây» farsça kamış anlamına gelir; «Ney», konuşmada, «Nây»ın h fitlemiş tarzıdır. Kamıştan yapılan ve nefesle çalınan müzik âletine r bu ad verilmiştir   «Nây-zen-Ney-zen»,   Ney çalan müzik mensubu kiş; «denir. Mevlevîlikte, bilhassa «Mesnevinin, «Dinle, şu ney nasıl şikâyet etmede; ayrılıkları nasıl anlatmada» mealindeki beyitle başlaması yüzün­den ney, adetâ o îarîkate mahsus bir müzik âleti olmuştur. «Mutnb» daki (bak. Mutrıb) ney-zenleri idare eden, onların başı sayılan ve bu yüzden de tekkenin Neyzen-başısı olan ney-zene, Türkçe «Ney-zenbaşı» yahut farsça «Ser-Nâyî» denir. Ayrıca devrinin en güzel ney çalanına «Ney çalanların kutbu» anlamına «Kutub-ı Nâyî» denir; devrimizde Kutb-ı Nâ-yî, Resim müzesi müdürü rahmetli Halil Dikmen'di (Ölm.: 1964); ondan sonra bu kutubluğu mal edinmek isteynler çıktıysa da kendi kendilerine gelin-güvey oldular. Şimdi bizce, bu makama yakışan, ömrü uzun olsun, Niyazi Sayın'dır.

Mevlevîlerde ayrıca bir de «Kutub-ı Nâyî Hamza Dede» vardır. Mev-Jânâ'nın çağında yaşayan bu zâtın pek güzel ney çaldığını, bir menka-beyle «Manâkıb'ül-Ârifîn» anlatıyor (Tahsin Yazıcı'nın hazırlaması, ön­sözü ve haşiyeleriyle; Türk Tarih Kurumu Yayım; Ankara; Türk Tarih Kurumu Basımevi; c. I; 1959; s. 231).

Hamza Dede'nin, pek güzel yapılmış bir minyatürü de vardır.

Neyzen, neyi iki eliyle tutup, sola doğru eğerek üflediği cihetle ba­kışı, yukarıdan aşağıya doğru ve göz ucuyla, hele öbür yanına bakarsa şaşıca olacağı cihetle bu çeşit şaşı bakışa, «Neyzen bakışı» denmiştir.

Nâyî gibi ğeç bakma ğürûh-ı fukaraya, O şekl ile Hak anları ihfâlara saldı[51]

beyti. Neyzen bakışı hakkında söylenmiştir.

 

Nâz-Niyaz

 

Naz Ehii-Niyâz Ehli

Nâz, bildiği halde aldırış etmemek, bilmezlikten gelmek, kendini çek­mek, çekmiş görünmek nazlanmak anlamına farsça bir sözdür; Niyaz da yalvarmak, dilemek, gönül alçaklığında bulunmak, duâ etmek, selâm ve hürmet anlamlarına gelir, aynı dildendir.

Tasavvuf ehlince erenlerin  «Nâz Ehfi» olanları.  Tanrı'ya nazlan çenleridir; bunların Şath (Bak) tarzında söyledikleri sözler, yazdıkları şiir-] ler, bu bakımdan hoş görülür. «Niyaz Ehli» olanlarıysa edebe dâima riâyet] ederler.

«Aşk-u niyaz etmek» ve «Niyaz etmek» selâm karşılığı kulanılır (AşkI maddesine bakınız).

Nâbî,

Lezzet-i nâza gerçi söz yoktur,

Leyk zevk-ı niyaza a§k olsun[52]

beytinde «Nâz» ve «Niyaz» ı karşılıklı olarak anmış ve niyazı, nazdan üs­tün tutmuştur (Ayak mühürlemek ve Kasık Niyazı mad. e de bk.).

 

Nazar

 

Nazardan düşmek Nazara uğramak Nazara gelmek Nazar etmek Safâ-Nazar-Kem-nazar Sâhîb- Nazar

Nazar, arapça bakmak, bakış anlamınadır. Tasavvufta bakışın bü­yük bir önemi vardır. Bilhassa Melâmet ehlinde, mürşidin bakışı, sâ-likte cezbeyi uyandırır ve onu, menziline ulaştırır (Kalb'e bak). Tasav­vuf ehli «Ben» yerine «Fakıyr» dediği gibi «Sen» ve «Siz» yerine de «Nazarım, Nazarlarım» derler. «Nazardan düşmek», mürşidin teveccü­hünden mahrum olmak anlamına gelir. «Nazara uğramak», halk ara­sında göz değmek, nazarlanmak suretiyle hastalanmak anlamına kulla­nıldığı hâlde tasavvuf ehlince, erenlerden birinin teveccühüne mazhar olmak demektir;  «Nazara gelmek»  se göz değmektir.  «Nazar etmek», birisine teveccüh, onu hâf ehli etmektir. «Safa-Nazar», temiz ve garez-siz bakıştır; «Kem-Nazar» sa kötü bakış anlamına gelir. «Sâhib- Nazar», bakışıyla insanı olgunluğa eriştirmek gücüne sâhib olan kişiye derler. Şâir,

Nazarın pâk ise aldın nazarı[53]

mısraiyla nazarın önemini belirtmiştir.

Mevleviler, «Devr-i Veledi» de denen ve semâ'a başlamadan önce semâ'hânenin çevresinde üç kere yürüyerek gidişlerinde, şeyh postunun önünde, birbirlerine karşı baş keserlerken (bak. Başkesmek), gözlerine ve kaşlarının ortasına bakmak suretiyle nazardaki feyze ermeye çalı­şırlar.

Yunus   Emre,

Mevtana Hudavendğâr bize nazar kıtali, Atım ğörkîü nazarı gönlümüz aynasıdur

beytiyie nazardaki feyzi bildirir.

Pîr Sultan, bir nefesinde,

Bildim şahım, bildim, sahib--nazarsın; İstekli âşıkı dilde yazarsın.

Alî Şahım deyü deyü gezersin, Kardeş Mevâîîye benzer gözlerin

dörtlüğüyle «Sâhib-Nazar» sözünü dile getirmiştir (Alevî-Bektaşi Nefes­leri; s. 190).

 

Nazenin

 

Pek nazlı anlamına gelen bu söz, Bektaşi tarîkatine verilen addır; Bektaşiliğe «Tarıyk-ı Nazenin» denir. Bu söze eski kitaplarda ve mezar taşlarında rastlanmamasına bakılırsa Ii. Mahmud'un, Yeniçeriliği kaldır­dıktan sonra Yeniçerilere «Tâife-İ Bektâşiyan», ocaklarına «Ocâğ-ı Bek­tâşiyan», Yeniçeri ağasına «Ağây-i Bektâşiyan» denmesi, gülbang'Ierin-de Hacı Bektaş'ı anmaları. Hacı Bektaş'ı kendilerine pir tanımaları dola-yısîyle Yeniçerilikle ilgisi bulunan Bektaşilik tarîkatini de kaldırmasın­dan sonra Bektâşiler tarafından, tanınmamak, fakat aralarında bilinmek, için uydurulmuş bir söz olduğu kanaatine varıyoruz.

 

Nefes

 

Nefes etmek, nefes ettirmek Nefes evlâdı Nefes haklamak Nefeslenmek Nefes öldürmek

Nefesin canı var

Kanlı gelsin, kaatil gelsin; nefes öldüren gelmesin

Soluk anlamına arapça bir sözdür. «Nefes Etmek», bir hastaya oku­yup üfürmek, «Nefes Ettirmek», okutup üfürtmektir. Bu suretle hastanın İyileşeceğine inanılırdı. «Nefes Evlâdı», çocuğu olmayan kadına, erenler­den birinin himmet etmesiyle çocuğu olunca o çocuğun, himmet edenin mânevû evlâdı olduğunu bildiren bir terim olarak kullanılır. Hacı Bektaş Çelebilerini Bektâşüer, Hacı Bektaş'ın nefes evlâdı olarak kabul ederler. «Nefes Haklamak», söz tutmak anlamına gelir, «Nefes Öldürmek» se, söylenen sözü, verilen öğüdü tutmamaktır. «Nefeslenmek», yorulan kişi­nin oturup dinlenmesi, bunalan kişinin rüzgâra karşı oturması anlamı­na geldiği gibi, esrara da «Nefes» dendiği için esrar çekmeye de den­miştir.

Nefes, Bektâşilerde, hemen hepsi de hece vezniyle yazılmış olan İlâhîlere denir. Nefesler, övüş, yeriş, mersiye, erkânı, yolu-yordamı anla­tış,-yahut aşktan, zamandan bahsediş konularında olur. Alevîler, nefese «Deyiş», hatta «Âyet» de derler. Yunus Emre'nin,

Dedim işbu nefesi âşıklar hükmü ile, Bahtlhksız er gerek bir karara durası

ödemesine bakılırsa, tasavvufî şiire, XIII-XIV. yüzyıllarda da «Nefes» den­diğine ve bu sözün, bundan da eski çağlara aidiyetine hükmetmek ge­rekir.

«Nefesin canı vardır» atasözü,  erenlerin  söylediği  sözün,  mutlaka çıkacağına işarettir. «Kanlı gefsin, kaatil gelsin, nefes öldüren gelmesin»

-atasözü de erenlerin sözü olarak söylenir ve söz tutmayanın, öğüt din­lemeyenin erenlerce istenmediğini belirtir.

Nefis

Nefisle mücâdele dünyala muharebeden güçtür Nefsini bilen Rabbini bilir

Nefis, arapça bir sözdür; kendi, öz, can, ruh, kötü istek, kötülüğe me­yil anlamlarına gelir. «Nefisle mücâdele, dünyala muharebeden güçtür» atasözü, okur-yazar tasavvufçuiar arasında söylenegelmiştir. «Nefisini bilen», yâni, kendisini acizle, noksanla, bilgisizlikle, yoklukla bilen, «Rab­bini bilir», yâni, Rabbini, kudretiyle, yüceliği ve kemâliyle, bilgisiyle, var­lığıyla bilir atasözüyse hadîs olarak rivayet edilen, Hazret-i Ali'ye de .atfedilen sözün türkcesidir.

Hacı Bayrâm-ı Velî,

Bilmek istersen seni, Can içre ara canı;

Geç canından bul anı, Sen seni bil, sen seni

dörtlüğüyle başlayan ve beş dörtlükten meydana gelen şiirinde hep bu­nun üstünde durmaktadır (Melâmîlik ve Melâmiler; s. 36).

Nefir

Farsça büyük boru anlamma gelir. Eskiden mehterlerin çaldıkları boruya, nöbet vurulduğu, yahut cenge başlanacağı zaman kulakları sa­ğır edecek kadar sert ses çıkaran boruya denirdi. Bektâşilerin, boynuz­dan yaptıkları ve bellerine bir zincirle taktıkları boru da «Nefir» adıyla anılır. Derviş, seyahata çıkacağı zaman, bir yere geldiği vakit bunu ça­lar. Nefîre «Yuf borusu» da denir. Şîrî, bir şiirinde,

Nazar-t pîr-i tarîkatte kim olmaz üryan,

Çal ana Yuf borusun mürşididir dîv-i anıd[54]

öeytiyle bunu tesbit eder (Alevî - Bektaşî Nefesleri; s. 178).

Nerde Birlik, Orda Dirlik

Tarikat kardeşlerinin arasında ikiiik olmamasını, birlik olunca, dir­liğin de olacağını bildiren ve îcâb ettikçe söylenen bir atasözüdür. Said Emre, bir şiirini,

Said aydur ki dirlik, dost ile olsa birlik, Ayrılmaksız bilelik bulmuş rûziğârmda

beytinde bu atasözünden faydalanmıştır (Alevî - Bektaşî Nefesleri; s. 67).

Neş’e

Erişmek, yetişmek, gelişmek, bitip üremek anlamlarına arapça bir sözdür. «Neşve» tarzında farsça, zevk, keyf, sarhoşluk anlamlarına ge­lir. Tasavvuf ehlinde, sûfînin zevki, gelişme, yetişme tarzı, huyu, meş­rebi anlamına kullanılır,» «Erenlerin meşreblerl bîr değildir; birisi zühd-ü takva ile yürür; öbürünün neş'esinde rindlik üstündür» gibi. 8u hususta şöyle bir hikâye de anlatılır:

Birisi, mürşid arıyormuş, onca, mürşidin, fevkalâde sabırlı olması gerekmiş. Filân bakkal irşâd sahibidir demişler; sınamaya gitmiş. Bir okka fasulye istemiş. Adam tartıp kese kâğıdını sunarken, yanıldim demiş, mercimek olacaktı. Bakkal fasulyeyi boşaltmış, mercimeği tart­mış, verirken, dalgınlığıma geldi, börülce olacaktı demiş. Bakkal, eyval­lah deyip bu sefer börülceyi tartmış, sunmuş. Bu, böylece devam etmiş ve adam, bakkalın sabrını görünce sonradan huzuruna varmış, intisâb etmiş. Bir müddet sonra bakkal Hakk'a yürümüş. Onun makamına ma­hallenin sakası geçti demişler. Sakaya, bir dönüm su getirmesini söy­lemiş. Saka suyu getirip küpe boşaltınca, yanlış oldu demiş, o küpe de­ğil, şu küpe boşaltacaksın. Saka, adamın yüzüne bakıp «Bana bak» demiş,  «Ben  bakkal değilim, adamın gözünü  patlatırım.»

Şeyh Galib, meşhur mütekerrir müseddesinde,

Meyhaneyi seyrettim, uşşaaka matâf olmuş, Teklif-ü tekellüiten sükkânı maâf olmuş; Bir neş'e gelip meclis bî havf-u hilaf olmuş; Gam sohbeti yâd olmaz, meşrebleri sâf olmuş.

Âşıkta keder neyler, gam halk-ı cihanındır, Koyma kadehi elden, söz pîr-i Muğaanındır[55]

bendinde «Neş'e» yi, zevk, hâl, vecd anlamlarına kullanmıştır.

 

Nev-Niyaz

 

Yeni niyaz anlamına gelen bu farsça terkip, bilhassa Mevlevîlerde kullanılır ve yeni niyaza gelen kişi, tarîkate yeni intisab den anlamına gelir.   Karaladığımız   bir  gazele,

Munlâ ki nev-nİyâzma tekbîr-i aşk eder, Uftâde-i mahabbetini pir-i aşk eder[56]

beytiyle başlamış ve bu deyimi dile getirmiştik.

 

Nev-Rûz

 

Yeni gün anlamına farsça bir söz. Martın yirmi birinci günü, gü­neşin Koç Burcuna girdiği an, ilkbaharın ilk günü, «Nev-rûz», yâni yeni gün sayılır. Zertüşt dininde, kâinatın yaratıldığı kabul edilen ve bay­ram sayılan gündür. İsîâmda Vida" Haccının Arefe günü, Martın seki­zine, bayram da dokuzuna rastlamış, hacdan dönüşte, Mekke ile Medine arasındaki Gadiruhum'da, Hazret-i Peygamber'in, Alî'ye, «Ben kimin mevlâsı», yâni velîsi isem «Alî de onun mevlâsıdir» buyurduğu gün de ayın on dokuzuncu gününe tesadüf etmişti. Bu münâsebetle «Nev-rûz» a Ehlibeyt taraftarları ve tarikat ehli, İslâmî bir kudsiyyet vermişler, bay­ram saymışlardır. Alevî ve Bektâşilerce «Nev-rûz», Hazret-i Alî'nin doğ­duğu gün olarak kabul edilmiştir. Fevzî, yahut Fevri adlı Bektaşi şâiri, bir nefesinde,

Yine devreyledi deverân-ı âlem, Eyledi tecelli Nevrûz-ı Sultan.

Eyyâm-ı sürürdür, hüzün değildir, Mübarektir belî Nevrûz-ı Sultan

Bugünkü ğün oldu ol Şah-ı Merdan, Batn-ı Fâtıma'dan ğün gibi ıyan;

Harem-i Kâ'be'den oldu nümayan, Ziya verip Alî Nevruz-ı Sultan

dörtlükieriyle bu inancı  bildirir.

Bektâşiler, güneşin Koç Burcuna girdiği saatten önce meydanda toplanırlar. Baba, Oniki İmâm'a salavatı ihtiva eden ve «Salavâî-Nâme» denen salâvatı, Nad-ı Alî'yi okur; sonra sâkıylik eden kişi, içinde lohusa şerbeti ezilmiş sütü, babadan itibaren kıdem sırasıyla herkese sunar; sürahiden kadehe koyup sunarken, «Yâ Muhavvil'el-hâli ve'l-ahvâi», yâni «Ey yılı, zamanı ve hâlleri evirip çeviren Tanrı» der; kendisine süt sunulan kişi, sütü içtikten sonra o ve herkesle beraberce «Havvil hâlenâ ilâ ahsen'il-hâl», yâni «Bizim hâlimizi en güzel hâle çevir» der. Sonunda kendisi de İçer ve baba güi-bang çeker; bayramlaşılır.

Mevlevîlerin Şems kotu denen ve Ehübeyt taraftarı olanlarında da Nev-rûz, bayramdır, aynı âyin İcra edilir. Yalnız, fazla olarak «Heft-Selâm» (bu maddeye bak), yâni «Selâm» sözüyle başlayan yedi âyet de İmâm Huseyn'İn toprağıyla bir kâğıda  yazılmış ve süt  kabına  konmuştur.

İmâmiyye'deyse Nev-rûz, Gadîruhcm gününe rastlaması dolayısiyle bayramdır. Nev-rûz sofrası yapılın sofrada «Hoft-Sîn», yâni «Sîn» har­fiyle başlayan yedi şey bulunur (Bak: Heft-Sîn) ve yukarıdaki duâ yılın günleri sayısınca, üçyüz altmış altı kere okunur. Bu duanın başına, «Ey geceyi, gündüzü tedbîr ve tasarruf eden, ey kalbleri ve gözleri çeviren» sözleri de ilâve edilir.

Nev-rûz, kıştan çıkış, yeni bir hayâta giriştir; bu bakımdan İran ede­biyatının tesiriyle Dîvan şâirleri de «Nev-rûziyye» ve «Bahöriyye» denen, bahan kutlayan kasidelerle bu günü kutlamışlar, böylece Nev-rûz, sa-rayadek girmiştir. Sarayda, «Nev-rûziyye» denen ve baharlarla yapılan tatlı, cam ve sırça kâselere konup pembe gaz boyaması tülbende sarı­larak büyüklere hediye edilirdi; bu Nev-rûziyyeye, Müneccim başı tara­fından güneşin, hangi saatte Koç Burcu'na gireceğini bildiren hükmü yazılı bir kâğıt da, altın yaldızla yazılı olarak eklenirdi.

Fuzûlî, bir kasidesinde,

Her yerde tâ Nev-rûz ola, gül, bûstan efrûz ola,

Nev-rûz tek iîrûz ola eyyâm-ı Şah-ı âvliya[57]

beytiyie  Nev-rûz'un,  Gadîruhum'la  münâsebetini  belirttiği gibi   Nef'î de,

İrişti bahar  oldu  yine  hemdem-i  Nev-rûz

Şâd etse nola dilleri câm-ı Cem-i   Nev-rûz[58]

beytiyie bahan kutlamıştır,

Karlı, soğuk geçen Nev-ruz hakkında, «Böyle kışın böyle olur Nev-rûz'u, böyle g.... böyle olur havruzu» atasözü söyienir, aynı zamanda başlangıcı kötü olan bir işin sonu, sonucu kötü çıkmca da bu atasözü söylenegelmiştir.

 

Nezir

 

Arapça «Nezr» tarzında olan, türkçede «Nezir» diye söylenen bu söz, adak ve vaad anlamlarına gelir (Bak: Adak); tarikat ehlince bir yoksula, bir ulu kişiye, bir dergâha sunulan armağana da «Nezir» derler ve daha ziyade bu anlamda kullanılır. «Nezir» e, «Niyaz» dendiği de vardır.

«Mevlevi Nezri» nin sayısı  dokuz,  yahut dokuzun emsali olan onsekiz, yirmiyedi, otuzaitı  ...... dır. Altıya da «Şems Nezri» denir, yâni

birisine verilen para, bu sayılarda, meselâ altı lira, yahut dokuz, on sekiz ...... lira olur. «Bektaşi Nezri» yse, Onîki İmam aşkına onikidîr.

Şâirler, tarih düşürürlerken mısra' eksik, yahut fazla gelir, bu eksik­lik ve fazlalık da bu sayıyı tutarsa, tarih mısra'ından evvel «Nezr-i Mev-lânâ, Nezr-i Mevlevi» ile, yahut çıkarılarak, yahut da «Oniki» sayısıyla bu eksikliği, fazlalığı belirtirler.

 

Nisan Suyu

 

Eskiler, Marttan sonra giren ve otuz gün olan Nisan ayındaki yağ­mura büyük bir önem vermişlerdir. Hattâ Nisan ayında yağmur tanesinin sedefin içine düşmesi yüzünden inci olduğuna inanılmıştır. Bu yüzden Nisan ayında yağan yağmur suyu toplanır, o suya Kur'ân-ı KerînVin ilk süresiyle (Fatiha), Âyet'ül-Kürsî (II. sûre olan Bakara sûresinin 255. âyeti, bir rivayete göreyse 255-256. âyetleri), CXII. (Tevhîd, İhlâs}, CXIIİ, ve CXIV. sûreleri (Falak, Nâs) CIX. sûresi (Kâfirûn), bir rivayette XCVII. sûresi (Kadr) yetmişer defa okunur, yetmişer defa da «Allahu ekber-Allah uludur» ve «Lâ ilahe İllallah - Allah'tan başka yoktur tapacak» sözü okunarak üfürülürse o suyun, dertlere deva, hastalara şifâ olduğuna inanılırdı. Bir başka rivâyetteyse I. sûreyle, Âyet'ül-Kürsî ve ondan son­raki âyet, CX1I, CXIII ve CXIV. sûrelerle CIX ve LXXXVII. sûre (A'Iâ) yetmişer kere okunur, yetmişer kere «Allahu ekber», «Lâilâhe İllallah» denir, yetmiş kere Salâvât getirilir, yetmiş kere de «Subhan'Allâh vei'~ hamdulillâh ve lâilâhe illâllahu valiâhu ekber - Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederim, hanıd Allah'a, Allah'tan başka yoktur tapacak, Allah uludur» denerek suya üflenir (Mefâtîh'ül Cinân, s. 300-301).

Mevlânâ dergâhında İlhanlılar hükümdarı Ebû-Saîd Bahâdır Han (1305-1335 M.) tarafından Musul'da yaptırılan ve 1333 yılında Emîr Sun­gur Ağa ile gönderilen şâh-eser bir Nisan Tası vardır. Bu tasa, yukarda söylediğimiz sûreler ve zikirler okunup üflenir, Mevlânâ'nın sarığının ucu da batırıhp çıkarılır, ziyaretçilere bu sudan verilirdi (Mehmet Ön­der: Mevlânâ Müzesi Rehberi; Ankara - Ajans - Türk Basımı; s. 34).

 

Niyaz

 

Niyaz âyini

Dervişlerin, şeyhlerin, birbirlerini ağırlamaları, selâmlamaları (Bk. Baş kesmek).

Mevlevi mukabelesi bitmek üzereyken şeyh, yahut canlardan, yahut da züvvâr denen ve mukabeleyi seyir için gelmiş bulunan, fakat Mevievi-fiği, Mevlevîlik erkânını bilen biri, Nezr-i Mevlânâ sayısınca bir para, bir mendil, yahut zarf içinde, birisiyle Mutrıb'a gönderilir. Bu bir cemiledir; mukabelenin biraz daha sürmesi için bir vesîyledir. Gönderilen mangır, sayısına göre, sonradan ya bölüşülür, dervişlere verilir, ya dergâha sarfedilir; yahut da tatlı birşey yapılarak o akşam, yahut gelecek mukabele günü somata çıkarılır. Gönderilen niyaz, kudüm-zenbaşi'nın kudurman üstüne görüşülerek bırakılır. Bunun üzerine son peşrev çalınmaz, ney-::ı-başı, segahtan kısa bir taksim yapar ve «Niyaz Âyîni» başlar. Hüseynî âyini okununca da şeyh, Mutrıb'a niyaz yollar, gene niyaz âyîni yapûr. «Niyaz Âyîni» nin güftesi IV. Murad devrinde yaşayan Derviş Ömer'in ol­duğundan bu âdetin, milâdî XVU. yüzyılda mukabeleye eklendiği anlaşıl­maktadır (Mevlevi Adâb ve Erkânı; s. 95-97).

Niyâzm Hakk'a, Niyazım Hakk'a

Niyaz, yalvarmak, recâ etmek anlamınadır. tasavvuf ehlince şeyte başkesmek, onunla görüşmek, oturunca «Aşk olsun» dendiği zaman eği­lip yeri öperek şükür secdesinde bulunmak, baş kestikten sonra sağ bö-nin şehâdet parmağını düz tutarak ağzına götürüp öpmek, «Niyaz Etmek» tir. Ayrıca, birisi sorulduğu zaman «Aşk-u niyaz ediyorlar, Niyaz ediyor-iar,» denerek selâmını bildirmek de niyazı bildirmektir. Niyaz edilen kişinin «Niyazın Hakk'a» sözüyle asıl niyazın, Allah'a olduğunu bildirmesi erkân­dandır. «Niyazım Hakk'a» sözü de bunu bildirir.

 

Niyaz Penceresi

 

Türbelerde, yatırın sandukasının görüneceği yerde-ve çok defa ya­tırın baş ucunda bulunan pencereye verilen addır. Türbe kapalıysa, ya­hut ziyaretçi, içeriye giremeyecekse o pencerede yatıra niyaz eder, Fa­tiha verir ve gider.

 

Nokta

 

Arapça olan bu söz, durak, yer, dikkat edilecek, dikkat edilmesi ge­rekli yer, bir yolun sonu, iki çizginin birleştiği yer ve yazıda, aynı şekildeki  harflerin  üstüne,  altına,  kaiem  dokundurularak  konan,  harfin  oku­nuşunu değiştiren karaltı anlamiarına gelir.

Sûfîlerce nokta, harflerin başlangıcı ve sonudur; bütün harfler, nok­tanın yayılmasından meydana gelir; şu halde harflerin hepsi de nokta­dadır ve bütün harfler, bir noktadan ibarettir. Netekim bütün varlık su­retleri, bütün kâinat, her an, Allahu taölaânın (Mutlak Varlık'm) bilgisin­de taayyün eder, bu taayyün, varlıkların zuhuruna sebeb olur; bu yüz­den de kâinat, gerçekte «Taayyün-i Zâtî»nin, yâni Tanrı'nın zâtına alt sıfatı olan bilgisinde belirmiş sûrelerin yokluk âleminde zuhurundan ibarettir ve âlemlerin varlığı, izafî varlıktır; gerçek varlık, ancak Allah'ın­dır. Nokta, O «Zâtı Taayyün» dür adetâ, kâinatsa harflerdir. Esrar Dede, bilgiyi, Tanrı bilgisini noktaya benzeterek, «Bilgi noktasını, çalışıp ço­ğaltarak bir nice zaman, bir nice soluk, yokluk dersini tekrar ettim -dur­dum»  mealinde şu beyti söyler:

Sa'y ile eyleyüben nokta-i ilmi teksir, Eyledim bir nice dem ders-i fenayı tekrir,

Bektaşi şâirlerinden Seher Abdal da, bir müseddesinin mütekerrir bey tinde,

Tövbeler bir dahi ben kimseye etmem kederi Yürü ey züli-i siyah, noktadan aldım haberi

der.

Nur

Nursuz-pirsiz

Yüzünden nur-ı İlâhî silinmiş

Arapçadır; ışık, aydınlık, varlık anlamlarına gelir. Türkçemizde «Gö­zümün nuru, Göz nuru, Nûr-i tiîde» gibi deyimlere girmiştir. Herhangi bir zevki, bir görüşü «Gözüm -gönlüm nurlandi» diye anlatırız. Kötü su­ratlı, pis görünüşlü, huyu da kötü kişiye «Nursuz-pirsiz», «Yüzünden nûr-t İfânı silinmiş», yahut «Yüzünden nûr-ı İlâhî kasap süngeriyle silinmiş» diye anlatırız. Güzel yüzlü kişiyi, hele ihtiyar do olur, sacı-saka!ı ağarmış bulunursa, «Yüzü nur gibi, Nur yüzlü» diye överiz. Pek iyi pSk güzel olan bir iş, ışık üstüne ışık, ışık mı, ışık anlamına «Nûrün alâ'nûr» diye övülür ki bu söz, Kur'ân-ı Mecid'in XXIV, sûresinin (Nur) 35 âye­tinde geçer. Birşey içilince de «Nur olsun» dendiği vardır. Sofiler «Nûr-ı îmân olsun» da derler.

Bektâşilerin dem gül-banginde «Nur ola, sırr ola, şarâfaen tahûr ola gittiği yer gam görmeye» sözleri vardır.

Nutka Mürüvvet

Konuşurken sözü kesilen kişi, yahut birisi bir şey söylerken aklına o söylenen şeye dâir birşey geien, unutabileceğim düşünerek hemen söy­lemek isteyen kişi, söyleyenin sözünü kesmek için izin isterken «Nutka mürüvvet Erenler», yahut sadece «Nutka mürüvvet» der.

 



[1] «Bükemediğin eli öp de başına koy», «Etek öpmekle ağız kirlenmez» ve «Arabın elini öpmekle ağız kararmaz» atasözleriyle bu atosözünün arasında ne kadar büyük bir fark var, zamanla meydana gelen çöküntü mü bu atasözlerini belirtti; yoksa züm­reler arasındaki görüş farklarını mı anlatıyor bu atasözleri? İncetenek bir mesele.

[2] Ezeldenberi meşrebimiz, eşsiz - eşitsizdir; gelene giî demeyiz, gidene de gel de­meyiz.

[3] Yoksulların  {dervişlerini  gönüllerine kim dokunursa onun göğsü  (gönlü)  Aliah oku­na dokunur.

[4] Dostun gönlü sırçadır, pek saktn, kırnıayasm; çünkü sırça kırıldıktan sonra artık bütün olmaz.

[5] A aklı eren, söyle bana; Gönül mü yeğ, Kabe mi yeğ? Gönül yeğdir mutlaka, Çün­kü  dostun   (Hakk'ın)  durağı,  gönüldedir.

[6] Çalış, çabala, kazan, ye. yedir de bir gönül elde et, bir gönül yap; bir gönül zi­yareti, yüz kere Kabe'yi tavaftan, yüz kere hacdan daha yeğdir. (Yımus'a kızma­sınlar; farz olan haccı değil, onu edadan sonraki hacları kasdetmekte, «Amellerin en  üstünü,  bir Müsİümanı  sevindirmektir»  hadîs-i şerifine  işaret eylemektedir

[7] Belâ gönüldendir, gönlümüzü  alan o  sevgiliden şikâyetimiz yok;  şikâyet  gönülden­dir, kimseden feryadımız yok.

[8] EI-hakku   murrun   velev   kâne  durrun»   yâni,   hak,   inci   bils   olsa   acıdır.

[9] Toprak ol ki Tanrı, mertebeni yüceltsin; ayak toprağı olan, âlemin başına tâc olur.

[10] Meyhâneyi görenlerin her biri, oranın bir hâlini, insana verdiği ruhî bir neşeyi, bir kederi anlatır. Rindier, zevk erbabı, kaba sofu olmayanlar, safâsmı, arılığını - duru­luğunu anar, zahit ağırlığını, insana verdiği çöküntüyü söyler.

[11] İki dünya da sensiz olunca gözüme zindan  görünür; senin  aşkınla  bilişen  kişiniır hasların da haslarından olması gerek.

[12] O ölümsüz, daimi diriye yüzlerce şükrolsun  ki  söz, susmak âlemine erdi.

[13] O âhû  göz, süzülüp  buluşma  zevkine Yâ Hû  dedi;  buluşma çağının  sona  erdiğini söyledi. Umduğum bu değildi; ama neyliyeyim ki yolum, beklemeye düştü.

[14] İkrârım.za baş veriniz, ahde kuvvetliyiz;  biz Velayet Şahrnm  kullanv-z. Alî'ye men­sup olanlarız

[15] İşıkla şeriat bilgini, her zaman savaşırlar; şeriat bilgini, sözünü şeriata göre söyler; fakat söylediği söz, bir sebebe bağlı (İlletli, bu bakımdan da mutlak olarak doğru almayan   bir söz)   değil   mi?

[16] «Yahşt», iyi, güzel demektir; «yaman» da yaramaz, kötü anlamınadır. «Başkaları iyi; kötü olan biziz; başkaları buğday, bizse samanız» anlamını veriyor. «Yâr» dost demektir, «bâr» da yük; «hâr» likendir. «Dost ol, kimseye yük olma; gül ol.tiken olup kimseyi dalama»  anlammadtr.

[17] «Miskin, miskinlik, şimdiki anlamda değildir; yokluk, hiçbir şeye sahip olmayış, irâ­deyi "KVm'ya veriş, benlikten kurtuluş anlamınadır. «Kimde erlik varsa, erliği, yok-iukta bulmuştur; yüksekten bakanıysa merdivenden ittiler, yuvanlandı - gitti» de­mektir.

[18] Kanber, Hz. Alî'ye candan  bağlı olan kölesidir.

[19] Ey yolu-yordamı kerem olan, ihsan etmeyi kendine âdet edinmiş bulunan pâdişâhım, sana güçlük mü var; isti'dâdım yoksa, lûtfuna ermek için isti'tiad sahibi kıl beni

[20] Ey gaofil, istiharelerin  konması,  yapılması,  din  işlerinin düzülüp  koşulması  içindir; dünya  mevkileri  için değil.

[21] Gözüm, İstivâ'yı gözler; yüzüm, Seb'ül-Mesânî'dir (Fâtiha'dır, Fâtiha'mn yedi âyeti­dir). Sözüm, (Mansûr'ıın dediği} «Ben Hakk'im» sözüdür; bizim Mi'râcımız, dar­dır (dardadır).

[22] O yeşii nura, elsiz, ayaksız olan başına  İstiva sevdasını  alma.

Gerçekten de Peygamber soyundan  olan  bir  Mevlevi'nin  yeşil  İstiva alâmeti,  ken­disine mîras kalan malıdır.

Baştan ayağadek siyah  nura  mazhar olan   (,  bütün  varlıktan  örten zât  tecellîsine eren)  kişi,  zâtın  devreden   âleminde  İstivâ'ya  sâhlp  olur.

[23] Parlak,  güzel, alımlı  'Ik  beyit,  doğuş  beyti,  yeşil  yazıyla  hırkanın  kenarına  yokluk edeplerini tümden yanmş,

Tennûreier de,  İslivâ'nın   «Yoktur»   sözü,  başkalarının,  mevhum  varlıkların  gönülle­rini, varlıklarını  tümden  gidfrmek  için   «Lâ-Yoktur»  şeklinde  görünmektedir. Yokluğun da  yokluğunda  uçup dursun  Mevlevi;  çünkü   hırkasında   istiva  Zümrüdü-ankasının  iri kanadı var.

[24] «Amma  neden»,  ummandan   anlamına   «ummâneden»   de  olabilir.

[25] Aşk, kâf ve nûn buyruğuyla bir kere işaret etti, on sekiz bin âlemi yokken vârett

[26] Allah ehline göre kerametlerin en değerlisi, en ulusu, ibâdetlerden tad almaktır. Yalnızken, kalabalıkta, her solukta Tanrı'yla olduğunu bilip onu anmak kerametler­dendir. Gene gönüle gelen ilâhî şeylerden genişledikçe oîuromaklılığı, huzuru artıp edeb ve utançla sıfatlanmak kerametlerdendir. Bütün hâllerde Allah'tan razı olmak, kerametlerdendir; yoksa yalnızca, kendisinden olağanüstü şeylerin zuhur etmesi keramet değildir; çünkü halkın ve âlemin işlerini düzüp koşan kişiler, perde ardın-dadır.»

[27] Bu gül toplumu, şahın (Vilâyet Şahı Ali'nin) Kızıibaşlan; O, Kevser'i sunan, bun­lar da boyuna içenler desinler; inkâr edenler, bize kalleş desinler; hoş görürüz biz. Bana  Bektaşi desinler;  Alî  Dergâhının  bu da.bir taşı desinler; övünürüm  bununla.

[28] A  güzel,   Mevleviler   köçeği   ol,   külahı   giy,   defle,   neyle   semâ'   et;  zaman-zaman salın.

[29] Mevlânâ'nm dergâhına gel de ne safa var, gör. Helak eden her bir eleme binlerce dert devası var. Zahitlerin masalı gibi aldatış! riya yok; kudüm, ney, tanbur sesi, müzik   sesi   var.

[30] Hacı Arif Bey'in muhayyer makamında bestelediği bir şarkının nakaratıdır (Mu­harrem  Taşa:  Şarkı  güfteleri;  İst.   Marmara   Basımevi  -   1963,  s. 520).

[31] Kul padişahsız olmaz, padişah da kulsuz değildir; kul, «yort-savu!» diye padişahın geldiğini bildirmese, padişahı kim bölebilirdi? Tann'nm varlığına bir Ön, bir baş­langıç olmadığı gibi yaratılışın, yaratışın da önü-başlangıcı yoktur, yaratılan, bir adım bile yaratandan ayrı İmam ıştır: artık ey sözü duyup kabul eden; gar de an­la; Tanrı  kimdir,  kul  kim?

[32] Ey  vaaz  veren,  kürsîye  değil.  Arş'a  çıksan  adam  olmazsın.

[33] Ey zâhid, seçilmiş Ahmed'e (Hazret-i Peygamber'e) en olgun cömertliği, indirilen kitabı {Kur'an'ı} vahyeden pâdişâhın (Allah'ın) hakkıyçin Mevlevîyim, Ahmed'in dî-nindenim, evet, Haydar'a (Hazret-i Alî'ye) mensubum. Bana bir Allah, bir Peygam­ber ve bir Velî (dost ve sahip, İmâm) yeter. Herşeyde kudreti görünen yüceler yücesii Allah'tan başka yoktur tapacak; (Her Peygamber, onu müjdelediği için, her peygamber'de bir sıfatı tecellî ettiğinden dolayı) Muhammed'den başka peygam­ber,  (ahır zaman  peygamberi}  yoktur;  Alî'den  başka da  er yok.

[34] Sabah   çağı   lâle,  güzellik  ve  aiım  güneşine  dönse  ne  var  ki?  Lâle,  İsm-i  Celâl'in. (Allah adının) sayısına  mazhar oklu.

[35] Bu âlemde yersiz-yurtsuzum; konağım, durağım ordadır; öyle bir padişahım ki ta tim, tacım da ordadır, ağır libaslarım, burakım da ordadır (Burak maddesine ba!

[36] Tertemiz zâtı,   «Sen  olmasaydın»    sözüyle   övülmüştür;   sıfatları   Kur'ân'a, zarf  ve mazruf olmuştur {Kur'an'da onun sıfatlan  vardır; sıfatlarındaysa Kur'an mevcuttur).

[37] O peygamberlik pâdişâhı, iki âlemin sultam hakkında «Sen olmasaydın, sen olma­saydın» buyuruldu- Ey peygamberlik nuru, ey Hasanla Huseyn'in atası, yer yüzü de,, gökler de senin  için  var  oldu.

[38] Gönül alan, gönül çalan sevgiliyi, gönül evfne çağırmak istersen Önce o evî, O'nun gayrısından sil; aşk süpürgesiyie süpür, arıt da sonra çağır.

[39] Mevlönâ'nın  matbahı, pek yüce erlerin durağıdır. Mevlânâ'nın matbahı, gönüle de. cana da kimya ocağıdır; o ocağa giren altın olur.

[40] Adı-sanı  bırakıp  Melâmet hırkasını  giy;  bu   melâmet  hırkasında  nice  sultan  gizlidir.

[41] Elest meclisinden sarhoş olarak aklımızı - fikrimizi yeniledik. Bütün âlem halkına mengûşumuz da aklımızdan - fikrimizden haber verir. Gözümüz Hakk'ı görmekte, kulağımız Hakk'ı işitmekte, zamanın sultanı olan bir topluluğuz, Bektâşiyiz, me-könsfzlık  iklimine gitmek  İsteyenin  yo!  arkadaşıyız  bit

[42] Kinayeli söz taşını,  meyveli ağaca atarlar.

[43] Milletim (uyduğum şeriat), hakıykat ehlinin milletidir; yaradanım, besleyip maddi -manevî geliştirenim Atlahtır; gittiğim yol. sevgi yoludur; îmânımın şartıysa yokluk. Kıblem, Muhammed'ln kaşı, İmamım da Murtazâ'dır (Ali'dir); İslâm dini apaçıktır. gizlenmeye,  gizlemeye   ne   hacet  var?

[44] Mezhebim,   sağlam,   Cafer'üs-Sâdık'ın   mezhebidir.

[45] Yoklukla yok olmuş Yunus ölünce, sini  (mezarı) nurla dolunca.  îman da  kendisine yoldaş  olunca   âhirete  arslan   gibi   gider.

[46] Selvi,  sûfî  gibi yeşil   murakka'lar  giyerek   başını   sallar;   gül  bahçesinde   seher  ye­linden   el   almışa   benziyor.

[47] Bütün   dileğini  terk   ederek   gönülden   onun   müridi  ol;   düenen,   irâdeyi   terkederek nefes tutmak  (, söze uymak)  ve  itaat etmektir.

[48] Aşk  âteşi,  önce  sevilene,  ondon sonra  sevene  düşer;   mumu  görsene;  yanmadan, pervaneyi   yandırmadî

[49] Birliğe, (Vahdet-i Vücûda, varlık birliğine) âît söz söylemek gerekirse, filân ded ki tarzında söyleyin; küfre hüküm verdirecek sözü birisinden aktarış, küfür (, kâ firlik)  olmaz hükmüne dayanarak;  bayie yapın da esen  kalın.

[50] Dostum,   ben   kulu,  sanma  ki  gam meclisinde,  yol-yordam   bilmez  biriyim;   ben mihnetin, derdin,  belânın  bir yoldaşıyım.

[51] Nay  üfleyen  gibi   yoksullar topluluğuna eğri   bakma;  Hak. o şekille  onları   gizlilik âlemlerine saldı, gizledi.

[52] Nazın tadına söz yoktur ama  niyazın  zevkına  aşk  olsun,  {niyâzm  tadına erenlere âfertn}.

[53] Bakışın, görüşün temizse nazarı  aldın, teveccühe erdin, menzile ulaştın.

[54] Tarikat   pirinin   nazarında   (karşısında)   uryân   olmayan   (varlığından   soyunmayan) kişiye  yuf borusunu  çal,  onun  mürşidi,  inatçı  Şeytan'dtr.

[55] Meyhaneyi seyrettim; âşıkların, çevresinde dönüp doiaştfklan yer olmuş; orda otu­ranlar tekliften de affedilmişler, tekeliüften de. Bir neş'e gelmiş de mecliste ne korku kalmış, ne aykırılık; gama dâir sohbet edilmiyor. Böyle birşey anılmıyor bile;, meşrebleri de tertemiz bir hâl almış. Âşıkta keder neyler? Gam, dünyâ halkınındır-kadehi elden bırakma; söz pîr-i  muğaanındır  (Meyhanecinindir).

[56] Mevlönâ.  Nev-Niyâzına aşk tekbîri eder de sevgisine düşeni  aşk  pîri  yapar.

[57] Her yerde Nev-rûz oldukça, gül  bahçeleri  porladıkca, Velîler Şâhı'nın  (Alî'nin)  gün­leri de Nev-rûz gibi kutlu  olsun.

[58] Bahar erişti;   gene  nev-rûz'ta  solukdaş   oldu:   Nev-rûz'un   Cem   kadehi  de   gönülleri neşelendirse  ne var ki?