O.. 1

Ocak-Ocak-Zâde. 1

Oniki İmâm.. 1

Oniki Hizmet 2

Ondört Ma'sûm.. 2

Ö.. 3

Ölmeden önce ölüm. 3

P. 3

Pâlheng. 3

Peştemal Kuşanmak. 4

Peymançe. 4

Pir 4

Pîş-Kadem.. 5

Post 5

R.. 5

Rabıta. 5

Rehber 5

Rıfâî 6

Riyazat 6

Rızâ. 6

Ruh. 7

Rüya. 7

S. 7

Safâ-Nazar 7

Saka. 8

Sa. 8

Saltakıy. 8

Satmak, Satılmış, Satı 8

Savaş. Büyük Savaş, Küçük Savaş. 9

Secdesiz Namaz. 9

Selâmet Vahdettedir 9

Selman. 9

Semâ', Semâ'-Hâne, Semâ' Tahtası, Semâ'-Zen. 10

Ser-pâ Etmek. 11

Seyahat (Siyâhat) 11

Seyfî Külah. 11

Sîga Kardeşi 11

Sikke. 12

Sîne-Zen. 12

Sûfî (Sofu) 13

Sohbet 13

Somat 13

Suret 13

Sülûk. 16

Ş. 16

Şah. 16

Şalvar-Şalvar Giydirmek. 17

Şâm-ı Gariban. 17

Şam.. 17

Şath (Satıh) - Şathıyye. 18

Şeb-Külah. 18

Şedd. 18

Şems Kolu - Veled Kolu. 19

Şerbet 19

Şey'en li’llah. 19

Şeyh. 20

T. 20

Tac. Tâc' Nâme. 21

Taht 21

Taklid-Tahkıyk. 22

Tâlib. 22

Tarıyk  (Matrak, Erkân,  Destç-çûp, Ser~Deste) 22

Tarikat 23

Tasarruf. 23

Tavşan Yemezler 24

Taylasan (Taht-el-henk) 24

Teber 24

Tekbîr 24

Telkıyn. 24

Tennure. 25

Terazi Tutmazlar 25

Terceman. 25

Teşbihten Geçmek. 27

Teslim. Teslim Taşı 27

Tevellâ - Teberrâ. 27

Tıyg-Bend. 27

Tılsım (Tıhsm) 28

Türbe. 28

U.. 28

Ü.. 29

Üçler 29

V.. 30

Vahdet 30

Vakıf. 30

Varlık - Benlik. 30

Varidat 31

Vekil 31

Vilâyet-Nâme. 31

Vird-Evrâd. 31

Vücûd, Vecd, Tevâcüd. 32

Y.. 32

Yabancı 32

Yedi 32

Yed, Yed-i Bey'at 33

Yol, Yol-yordam.. 34

Yukarı İller 35

Z.. 35

Zâhid, Zühd-i Huşk. 35

Zahir 35

Zahm, Zahme, Zahm Yemek. Erenlerin Zahtnine Uğramak. 36

Zâkir-Zâkir Başı 36

Zuhur, Zuhârât 36

Züvvâr 37

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

O

 

Ocak-Ocak-Zâde

 

İçinde odun, kömür yakılan, dumanı, üstündeki bacadan çıkan yere denir. Mecazî anlamiyle müessese, soy-boy, kök, dirlik - düzenlik de­mektir. «Ocağın yansın», hem dua, hem ileniş olarak söylenir. «Ocağı yıkılsın, Ocağı sönsün», adı-sanı, soyu-boyu katmasın demektir. «Allah ocağını söndürmesin. Ocağın şen olsun», adı-sanı anılsın, dirliği-düzen-iiği bozulmasın anlamına hayır-duâdır.

«Yeniçeri ocağı, Sipahiler ocağı», Yeniçeri ve Sipahiler müesseses. anlamına gelir; bu türkçe sözle «Ocâğ-ı Yeniçeriyan, Ocâğ-i Bektaşi-yân» tarzında farsça târipler de yapılmış ve söylenmiştir.

Herhangi bir hastalığa okumaya izinli olan ve bu izni, babadan oğu-!a yürüten kişiler hakkında «Ocak» deyimi kullanılır.

Alevîlerde «Dede» denen mürşidin, seyyid, yâni Hazret-i Peygam-ber'in (S. M.) soyundan gelmesi şarttır; onlarca Sarı Saituk, Pîr Sultan, Dede Kargın, Aguçen (Ağu içen; Karadoniu Can Baba), Kızıl Deli, Sey­yid Baba, Şeyh Samut (Samıt), Şeyh Çoban.... gibi Bektaşi an'anesine girmiş kişiler, seyyiddir. Bunların soylarından gelen dedeler de o ocak­tandır. Bundan dolayı dedelere «Ocak-Zâde» denir. Alevîler, ıbölük-bö-lük, babadan oğula bu ocaklardan birinin talibi (bu maddeye bak) sayı­lırlar. Ocakların herhangi birine mensup olanlar da bir başka ocağı «Pîr» tanırlar. Dede, kış mevsiminde, taliplerinin bulunduğu köylere gidip on­ların sorgularını - görgülerini icra eder; gençlerini musahip kavline sokar.

Kazak Abdal, Balım Suitan'ı öven bir şiirindekî.

Mekân etti Nân-Hânenin bucağın, Bulutlara atar, tutar nacağın; Hem uyaran pirimizin ocağın Mürsel Dede oğlu Sultan Batfdır.[1]

dörtlüğünde, «Ocağı  uyarmak»  deyimiyle, yolu-erkânı  yenilemek, di; mek anlamını ifâde etmiştir (Alevî - Bektaşî Nefesleri; s. 108).

Ok Yaydan Çıktı Bir Kere

Kötülükte bulunan birisine gönlü kırıian bir ulu. kişi, ona ilenir de o da bir derde, bir musibete uğrarsa, özür dilediği zaman, ona,  «Olanlar

oldu, İş işten geçti» anlamına söylediği sözdür.

Onbir Tarîkin Tavlasından Boşanan, Bizim Tavlamızda Karâr Eder

Bektâşiler, tarîkatleri Oniki olarak kabul ederler; öbür tarikatle bu oniki tarîkin kollarıdır (şubeleridir); Bektâşiierce gerçek tarîkat, Bek­taşi tarîkatidir. Tarikate girmeyenler de, tarikate girmiş olanlar da ger­çeği ancak Bektaşilikte bulabilirler, Bu bakımdan, onlarca onbir tarîkat ehli, sonunda Bektaşi olabilir; fakat bir Bektaşi, Bektaşilikten dönüp başka bir tarîkate girmez; buna lüzum görmez. «Tavla», at ahırı anla­mına gelir. Bu atasözünde Bektaşi, Onbir tarîkati de kendi tarîkim da ot ahırına, tarîkate girmiş olanlarıysa atlara benzetmektedir ki hiç de tari­kat edebine sığar bir benzetiş değildir; fakat övdüğü kişiyi, «Pezevenk1 diye öven Bektâşinin kusuruna bakılmaz!

 

Oniki İmâm

 

Oniki İmâm'a inandıkları için «İsnâ-Aşerjyye - Onikiler fırkası», imamete, yâni Peygamber'in, dînini korumak, hükümlerini yerine getir­mek ve bu hususta bir yanlışa, bir sürçmeye düşmemek için peygam-ûer gibi «ma'sûm - kötülükten arınmış» olan birinin Allah'ın emriyle Pey­gamber tarafından ümmete bildirilmesi gerekliliğine inandıklarından «İmâmiyye-İmâmete inananlar», mezheplerin çoğu, Hazret-i Alî'nin toru­nunun torunu İmâm Cafer-üs-Sâdık'in zamanında çıktığı, Ehlibeyt taraftar-iarıysa İmâm Ca'fer'e uydukları için «Ca'feriyye - Ca'fer'e uyanlar» denen «Şîa», yâni Ehlibeyt taraftarı Müslümanların tâbi oldukları kişiler, İmâm, kendisine uyulan kişi anlamına gelir ki geniş anlamıyla din ve dünya işlerinde ümmetin uyduğu zattır. İmâmiyye, Hazret-i Peygamber'in (S.M.) Vida' Hacoından dönerlerken «Gadiruhum» denen yerde, Allah'ın emriy­le ümmete imâm, kendilerine vasîy ve halîfe olarak Alî'yi bildirdiğine, dininde Oniki İmâmın bulunacağına, sonuncularının Mehdi olacağına dair hadisleri bulunduğuna inanırlar; her imâm, kendisinden sonraki imâmı ümmete bildirmiştir-. Oniki imâm şunlardır:

1- İmâm Aliyy'ül-Murtazâ (Emîr'ül-Mü'minîn). Hicretin 40. yılı Rama­zan ayının 21. gecesi vefat etmişlerdir (661. M).

2- İmâm Hasan'üi-Müctebâ b. Alî. H. 49.   yılı   Saferinin   29.   günü (669. M).

3- İmâm Huseyn'üş - Şehîd b. Alî. H. 61. yılı Muharreminin 10. günü (680. M).

4- İmâm Alî Zeyn'ül - Âbidîn b. Huseyn. 95. yılı Muharreminin 12. gü­nü (713. M).

5- İmâm  Muhammed'ül-Bâkr b, Alî Zeyn'üİ Âbidîn. H. 114. yılı Zil­hiccesinin yedinci günü (733 M).

6- İmâm Cafer'üs - Sâdık b. Muhammed'ül-Bâkr. H. 148. yılt Şev­valinin 25. yahut Receb'inin 15. günü (765. M).

7- İmâm Müsâ'l- Kâzım b.  Ca'fer'üs-Sâdık.   H.   183.  yılı  Recebinin 25. günü (799 M).

8- İmâm Aliyy'ür-Rtzâ b. MÛsâ'İ-Kâzım, H. 203. yılı Saferinin son günü {818 M).

9- İmâm Muhammed'ut-Takıyy'ül-Cevâd b. Aliyy'ür-Rızâ. H. 220. yılı Zilka'desinin son günü [835 M).

10- İmâm Aliyy'ün-Nakıyy'ül-Hâdî b. Muhammed'üt-Takıy. H. 254. yn: Recebi'nin üçüncü günü (868 M).

11- İmâm Hasan'ül - Askerî b. Aliyy'ün-Nakıy. H. 260. yılı Rabîulevve-linîn sekizinci günü (875 M).

12- İmâm Mehdîyy b. Hasan'ül-Askerî. H. 255. yılı Şa'ban'min on be­şinci gecesi (868. M), doğmuşlardır; zuhur edecekleri bildirilen Mehdî budur, hayattadır. Adları, Hazret-i Muhammed'in adlan, künyeleri, H.P. in künyeleridir; zamanın İmamıdır.

Tarikat ehlinden, bilhassa Mevlevîlerin Şems kolu denen Alevî meş-rebli olanlariyle Bektaşiierden yetişen şâirler, şiirlerinde Oniki İmâm'i, ad-iariyle - sanlariyle anarlar. Meselâ Sultan-ı Dîvânî (Semaî), yirmi bend-den meydanag elen mütekerrir murabba'ında Oniki İmâm'ı anar (Mev~ lânâ'dan sonra  Mevlevîlik; s. 485-487). Bâzı kere Şeyh Galib'in,

Ey mazhar-ü hem muhzır-ı esrar Alî, îsnâ aşerin hayline serdâr Alî;

Anlar ki Huseyn-ü Mûsiy-ü Ca'fer'dir, îki Hasan, üç Muhammedi Çhâr Alî[2]

rubaisinde olduğu gibi hulâsa yollu da övülür.

Bektâşilerie Alevîler, Oniki İmâm'ı anan şiirlere «Düvazdeh İmâm» derler (Alevî - Bektaşi Nefesleri; s. 45 - 57).

 

Oniki Hizmet

 

Alevîlerin Ayni cemlerindeki oniki. hizmettir; bunları,    «Küçük Buy-ruk» tan aynen yazıyoruz:

1- Mürşid. Cem'de bulunan dededir.

2- Pir, Dedenin ocağının bağlı olduğu ocaktan bir dede. Bu, her cem'de bulunmaz; bulunması da bir tesadüf sonucu olur.

3- Halîfe. Son zamanlarda cemlerde böyle bir vazife sahibi yoktu. Halîfe,   yukarı   illerden   (bu   maddeye  bakınız)   gelen   ve   Erdebil   ocağı­na mensub olan biri olsa gerek.

4- Çerağcı.   Delîl'le   cemdeki  mumlan   uyandıran   kişi   (Delil'e  ba­kınız).

5- Zâkir. Saz çalan ve nefes okuyan kişiler.

6- Gözcü. Cem yapılan yere, kendilerinden olmayan birisinin gel­memesini, köye gelen olursa, onu köy odasında konuklayıp eğlendirmek vazîfesini üstüne alan kişiye haber verip karşılanması için köyün çev­resini gözetleyen kişilere «Dışarı gözcüsü» derler. Bir de cemde bulu­nan «İçeri gözcüsü» vardır. Bu, elinde uzun bir değnekle cem odasının kapısının yanında, niyaz vaziyetinde durur. Birisi, edepten hâriç birşey yaparsa, meselâ cem esnasında biriyle konuşursa, yahut birine kötü muameiede bulunursa, dem alıp sarhoş olursa omuzuna değnekle doku­nur. O zat da niyaz edip ayağa kalkar, Dâr'a niyaz edip ayakta durur. Dede, ona bir ceza verir; muayyen bir para alır, yahut cemden çıkarır; üç ceme girmemesini kararlaştırır, gözcü yorulunca yerini bir başkası alır. _

7- Tanykcı. Tanyk'ı   (Bu  maddeye bakınız)  dedeye göürüp sunan, Tarıyk yıkandıktan ve kılıfına konduktan sonra dededen alıp yerine ko­yan  kişi. Tarıykci,  bâzı  kere dedenin  emriyle, Tarıykla birisine  muay­yen vuruşta da bulunur ve sonra Tarıyki öpüp dedeye teşlîm eder.

8- Cem'iyetbaşt.  Cem yapılan  eve geleneleri yerli yerine oturtan, Cem tertiplerini düzüp koşan  kişi.

9- Saka. Buna sâkıy de denir.

10- Nakıyb. Dedeye vekâlet eden, cem erkânının düzgünlüğüne ba­kan zat.

11- Farrâş. Döşeyici aniamına arapca bir sözdür. Burada süpürücü anlamında kullanılmaktadır. Cem bitince süpürgeyi sağ, faraşı sol eline alır, faraşı yerde sürüterek ve süpürgeyi üstte tutarak, ortalığı süpürür gibi  dededen, kapıyadek,  arka  arka  giderek sağdan,  soldan ve orta­dan, meydanı  sembolik olarak süpüren  kişiye denir.

12- Hadim. Nakıybin emriyle dedenin dileklerini yerine getiren kişi.

 

Ondört Ma'sûm

 

İmâmiyye inancında Hazret-i Muhammed'le (S.M.), Hazret-i Fâti-rna, (A.M.) ve Oniki İmâm, masumdur; yâni, küçük, büyük günahlardan, her türlü kütlüklerden, yanılmaktan, unutmaktan münezzehtir; bu yüz­den bunlara «Ondört Ma'sûm» denir. Alevî ve Bektâşîlerse, türkçede «Masum» sözü, henüz ergenlik çağına erişmemiş çocuklara denegel-diğinden, bu sözün örfteki anlamını bilmediklerinden Oniki İmâm'ın, er­genlik çağına ermeden şehîd edilen ondört erkek evlâdına, ayrıca «Ondört Ma'sûm» adını takmışlar, gül-banglerinde, nefeslerinde, Oniki İmâm'dan başka Ondört Ma'sûm'u da anmışlardir; bu Ondört Ma'sûm'un çoğunun muhayyel olduğunu da söyleyelim (Mir'ât'üi - Makasıd fî Def'il -Mefâsid'e bakınız; s. 225-231).

 

Ö

 

Ölmeden önce ölüm.

 

Sûfîler, sâükin, yâni gerçek yolcusunun maddî, manevî dileklerinden, tümden geçmesine «Ölmeden önce ölmek» derler ve bu İradî ölümle, yâ­ni zorla değil de kendi dileğiyle ölmekle, mânâ âleminde,, ruh bakımından hayat bulacağına inanırlar. Hayreti, bunu bir gazelinde,

Öldüler ölmezden öndin, yâni kim hay oldular. Bu ten-i hâkîyi koydular semâdan geçtiler.[3]

beytiyie belirtir (Alevî - Bektaşi Nefesleri; s. 31). («İkinci Doğum» mad. e de bk.).

Öp Eşiği, Çık Dışarı

Hoşîanılmıyan, istenmeyen yerde ağırlık etmemeyi öğütleyen ve ta­savvuf ehlince de eşik kutsal bulunduğundan, münâkaşaya, mübâhasaya girişmeden eşiği öpüp niyaz ederek çıkıp gitmeyi sağlık veren bir ata­sözüdür.

Öp Sarayı, Öp Burayı, Ver Parayı, Dolan Dereyi, Vızıt Oğlum Vızıt

Câhil dedelerin yaptıkları işi belirten ve Alevîler tarafından söylenen bir atasözüdür. Bu atasözünü ilk olarak, Alaca köylerinden Haydarınköy1-lü Deli İmâm denen hazır-cevap, nüktedan, tertemiz zattan duymuştum; Allah rahmet etsin.

 

P

 

Pabuç

Pabuç çevirmek Pabucu dama atılmak

Ayağı örten, ayağa giyilen şey, ayakkabı anlamına farsça «Pâ-pûş» sözünden Türkçeleşmiştir. Yerine göre «Papıç, papuç, pabuç» tarzların­da söylenir.

Tasavvuf ehiinde müsâfirin ayakkapları, dışarıya doğru çevrilmez; çünkü giderken evdekilerle, kendisini geçirenlerle görüştükten sonra ayak kabıiarını, evdekilere, kendisini geçiren cana arka dönerek giymemesi için uçları içeriye doğru çevrilerek düzeltilir; o da arkasını dönmeden gi­yer ve gene arkasını dönmeden niyaz edip evden çıkar; sonra yolda, ar­kasını döner. Birisinin ayakkabıları, dışarıya doğru çevrilirse bu, onun bir daha gelmesini istememektir. Ayakkabısı, dışarıya doğru çevrilen kişi, gene ayakkaplarını içeriye doğru çevirip arka dönmeden giyer, arka dönmeden çıkar; fakat kendisine seyahat verildiğini, yâni bir daha gel­memesi istendiğini anlar ve bir daha da, yaptığı suç bağışlanıncayadek oraya gelmez. Buna, «Seyyah Vermek» dendiği gibi «Papuç çevirmek» de denir. Tasavvuf ehli tarafından kullanılan bu deyim, umûmî bir deyim hâ­line de gelmiştir. Hattâ «Papuçlannı eline verdiler» de denmektedir.

«Papucu dama atılmak» sa bir töreyi ve töreni bildirmektedir. Kökü­nü Zertüşt dinine ve sâsânîler devrinedek uzatan ve İslâmda tasavvufun bünyeleşmesinden sonra halktan ayrılmamayı esas tanıyan Melâmet er­babı, halka dayanmış, sanat ve zanaat erilini teşkilâtlandırarak «Fütüvvet yolunu kurmuşlardı. Bu yolda her sanat ve zenaat ehli, bir peygamberi, yahut bîr ereni, sanat ve zanaatın pîri kabul etmişti. Doğruluk temeline da­yanan ve çok sıkı bir disipline tâbi bulunan Fütüvvet ehli, o sanata, yahut zanaata intisâb edeni, muayyen bir çıraklık devresinden sonra tö­renle ustalığa çıkarırlardı. Hiçbir kimse, kendi kendine ustalık edemez, dükkân açamazdı. Her şehirde, sanat ve zanaat erbabının, «Ahî-karde-şim» denen bir şeyhi bulunur, bütün sanatkârların şeyhleri de «Ahi-Türk», yahut «Ahi - Baba» denen, «Reîsül ahiyyet'ül - Fiytân — Fütüvvet Ehli Ahilerinin Reîsi» diye de anılan birine tâbi'di. Herhangi bir dükkâncı, es­naftan biri, Füîüvvet yoluna uymayan bir harekette bulunursa, tâbi1 ol­duğu loncaya vereceği parayı vermez, yahut işine düzen karıştırır, me­selâ teraziyi hîleli tutar, her hangi bir kötü iş yaparsa, dükkânının önün­de fütüvvet erenlerinin, şeyhinin ve Ahi - Baba'nın huzurunda, ayakkap­ları çıkartılarak niyaz vaziyetinde muhakeme edilir, suçu sâbît olursa pabuçları, dükkânının damına atılır, dükkânı muayyen bir zaman için, ya­hut daimî olarak kapatılır ve sanatını, alış-verişini  icradan menedilirdi.

Tanzîmattan sonra fabrika mamullerinin Türkiye pazarına yayıima-sı, Fütüvvet yolunu söndürmeye başlamış, 1908 deyse son mümessilleri de yok olmuş, dilimizde yalnız, onlardan kalan «Papucu dama atıldı» atasözü kalmıştır.

 

Pâlheng

 

Farsçadır. Dizgin, avın, suçlu kişinin bağlandığı ip ve kemend, ta­zının boynuna takılan halka anlamına gelir. Kalenderîlerde ve Bektâşi-lerde bele kuşatılan kemerin biraz soluna bağlanan, el büyüklüğü kadar, yahut biraz daha büyük olan taşa denir ve bu taş, onu bağlananın, nef­sini kementine bağlayıp yendiğine, dünya şehvetlerinden ayrıldığına alâ­mettir. Palheng, çok defa Balımtaşı denen balgamı taştan yapılır; Oniki imam'a işaret olarak oniki köşelidir; pirinçten, yahut gümüşten bir mah­faza, arka taraftan bu taşı tutar; gene arkadaki bir haikadan 'geçen ku­şakla beldeki kemerin üstüne ve göbeğin sol tarafına gelmek üzere ku­şanılır. Yunus Emre, bir şiirinde,

Yunus imdi tövbeye gel, can sendeyken eyle amel,

Aşk ile gel kuşanığör bu dervişlik pâlhengini

beytîyle «Pâlheng» in XIII. yüzyıidanberi bulunduğunu tesbît etmiştir.Şîrî de.

Çhar-darb ile bakaa znilkine sultan geçinür; Genc-i tecride tniyan-bend ite pâîhenğ kilîd[4]

beytinde «Pâiheng» i anar.

 

Peştemal Kuşanmak

 

Fütüvvet erkânında, çırak, ustalığa bir törenle yüceltilir. Bu törende, kendisine, Ahî tarafından peştemal kuşatılır; sanatına göre makas, us­tura, terazi, arşın vesaire verilir. Esnafın huzurundaki bu törene «Peşte­mal kuşanmak» denir.

 

Peymançe

 

Ahitçik anlamına farsça bir sözse de «Pay - mâcân» dan bozma ol­ması ihtimâli daha kuvvetlidir. «Pay-mâçân», odanın, erkân icra edilen yerin papucluk denen ve kapısının eşik dibinde bulunan yerinin adıdır. Dervişlerden biri, yoldan dışarı bir harekette bulunursa oraya gidip aya­ğını mühürliyerek niyaz vaziyetinde durur. Kalenderlerde, sağ kol üstte olmak üzere sağ eliyle sol, sol eliyle de sağ kulağını tutmak ve ayak mühürieyip durmak, erkândandır. Sonradan bu kulak tutma âdeti kalk­mıştır. «Peymânçeye durmak», yalnız bir kusur işlendiği zaman değil, kendisine verilen hizmet bittikten sonra da olur ve derviş, niyaz vaziye­tinde, hizmetinin «Haklı hayırlısını» diler (Ayak mühürlemek ve Hak mad. Serine de bk,).

 

Pir

 

Pîr evi

Pîr aşkına

Pîr hakkıyçin, pirim hakkıyçin

Pirine rahmet

Pîr-i Mugan

Pirsiz sanat

Pîr-perverde — Hudâ-perverde

Pîr, farsça ihtiyar aniamınadır; arapçasi «Şeyh» tir. Tarikat ehlince, o tarîkatin kurucusu, yahut en ulusu olup kurucu tanınanı «Pîr» diye anılır, Mevlevîlerin pîri, Mevlânâ Ceiâleddin Muhammed, Bektaşilerin pîri, Hacı Bektâş-ı Velî'dir. Pirin yattığı, türbesinin bulunduğu dergâha «Pir Evi», «Pir Makamı», «Huzur» ve «Huzûr-ı Pîr» denir.

«Pîr aşkına», and olarak kullanılan bir terimdir. Halk arasında, kar­şılıksız yapılan işe de «Pir aşkına» denir. «Pîr hakkiyçin, Pîrim hakkıyçin» sözleri yemin olarak kullanılır. «Pîrine rahmet», iyi bir İş yapan kişiye denir ki Fütüvvet ehlinden kaldığı anlaşılmaktadır. «Pır-i Mugan», mey­haneciye denegelmiştir.. Mug, ateşi mukaddes bilen Zertüştîlerin Âteş -kedelerinde, yâni ateş yaktıkları mabetlerinde hizmet edenlere denir, «Pîr-i Mugan» sa, bunların ulusudur. Şark klasik edebiyatında, şarap ateşe benzetilmiş, meyhane de «Ateş-kede» ye teşbîh edilmiş, meyhane­de hizmet eden genç, Ateş-kede'deki genç rahip yamakları yerine geç­miş, böylece «Mug-beçe» ve «Pîr-i Mugan» da bu edebiyata girmiştir. Ta­savvuf? manâda meyhane ve Âteş-kede, aşk ateşinin yaiımlandığı yer, fe­yiz yeri, dergâh ve tarikat büyüğünün bulunduğu mahaldir. Şarapsa, onun sunduğu aşk ve feyiz şarabıdır. Bu anlama göre «Mug» ve «Mug-beçe», aşk şarabının sâkıysi olan kişiler, rehberlerdir; «Pîr-i Mugan» sa aşk şa­rabını sunan, vahdet feyzini veren kâmil mürşiddir.

Fütüvvet ehlinde, her sanat ehlinin bir pîri vardır. Ancak bâzı sanat­lar, hoş görülmemiştir ki bunlardan biri de atlara zulüm etmeleri, çok yük yüklemeleri yüzünden arabacılıktır; bu münâsebetle arabacılığa «Pirsiz sanat» denegelmiştir. «Pîr-perverde», pir tarafından yetiştirilen, terbiye edilen demektir. «Hudâ-perverde»; Allah'ın yetiştirdiği aniamı­nadır. Allah'ın yaratıp yetiştirdiği kişi, mürşide intisab edip terbiye edi­lirse «Pîr-perverde» olur. Bu hususta şöyle bir fıkra da vardır:

II. Mahmud, Yeniçeriliği kaldırdıktan sonra Bektaşiliği de yasakla­mıştır. İlk terör devri geçtikten sonra Bektâşiler, İhtiyata riayet ederek gene tekkelerini açmaya başladılar. Bu arada, İstanbul'da Rumelihisa-rı'ndaki Şehitlik Bektaşi tekkesi de fa'âliyete başladı. Bunu duyan Abdül mecid, bir gün oraya gider. Tekkenin şeyhi Mahmud Baba, padişahı kar­şılar, ağırlar. Bu sırada dervişin birine, git de der, biraz meyve getir; şevketli padişah serinlesinler. Derviş, her halde evvelce tenbihli olacak ki, «Efendim» der, «Allah'ın yetiştirdiklerinden mi getireyim, sizin aşıladık­larınızdan mı?». Baba, «Allah'ın yetiştirdiklerinden getir» der. Derviş gi­der, biraz sonra bir tabağa koyduğu ahlatları, ortaya kor. Padişahın ca­nının sıkıldığını gören Baba, dervişe, «Oğul» der, «götür bunları, fakıyrin aşıladıklarımdan getir». Derviş tabağı alıp götürür; yıkanmış, olgun, ter­temiz armutlar getirir. Baba, padişaha «Efendimiz» der, «Allah yaratır. Kulunu kula terbiye ettirir. Aşı görmeyenleri deminkiler, buntarsa insan terbiyesi görmüşleri. Rahmetli pederiniz herkesi, deminkiler gibi bırak­mak istemişti.»

«Huda-perverde» nin bir başka anlamı da, mürşide intisâb etmeden cezbeyle kemâle erişen kişidir ki bunlar, kemâle ermişlerdir; fakat irşâd edemezler (Cezbeye bakınız).

Pezevenk

Farsça «pejvend» den bozmadır. , Mahabbet delîâlı anlamına gelir. Bu münâsebetle bilhassa Bektâşiler ve Bektaşi meşrepü tasavvuf ehli,, yol gösteren, rehberlik eden anlamına bu sözü söylerler; övgü olarak «Koca pezevenk» derler.

 

Pîş-Kadem

 

Farsça «Pîş», yâni ön sözüyle arapça ayak anlamına «kadem» sö­zünden yapılma terkip. Önde giden, kendisine uyulan demektir. Mürşit anlamına kullanılmıştır.

Nesîmî mahlasını kullanan bîr şâir, nefesinde,

Baktık, aslımız Âdem'dir, Kısmeti veren Huda'mdır;

Halîfeler pîş-kademdir, Taç urdular serimize

dörtlüğüyle bu deyimi kullanmıştır (Alevî - Bektaşi Nefesleri; s. 42).

 

Post

 

Postu sermek Postu kurtarmak Postu vermek Post - Nişîn Post duası Post kavgası Güvenme dostuna; saman doldurur postuna Bir postum var, atarım, nerde olsa yatarım Bir post, bir dost bize yeter

Farsça .post, birşeyin derisi anlamına gelir; türkçede kuzu, koyun, dana vesairenin yüzülen ve tabaklanıp yere serilen, üstüne oturulan füylü derisine post, posteki denir. «Postu sermek», gitmemeyi bir yerde oturmayı kurmak demektir; «Filân adam, buraya postu serdi», yâni artık gitmek istemiyor denir. «Postu kurtarmak», bir tehlikeden, ölümden kurtulmak anlamına kullanılan bir deyimdir. «Postu vermek», ölmektir.

Tasavvuf ehlinee «Post», makam anlamına gelir; şeyhin oturduğu Post, tarikat pirinin makamıdır, şeyh de o posta oturmakla pîri temsil etmiş olur. «Post - Nişîn», yani postta oturan demek, o tekkenin şeyhi demektir. Filân tekkenin şeyhi yerine, «filân tekkenin», yahut «dergâhın :post-nîşîni», o tekkenin şeyhi demektir. «Post duası», Mevlevîlerde, mukabele başlamadan, şeyh. postunda otururken, okuduğu duadır; muka­beleden sonra, Duâ-gû dede'nin şeyh huzurunda okuduğu farsça duaya da denir (Mevlevi Adâb ve Erkânı; s. 83-85).

«Post», Hafk arasında mevki anlamına da kutlanılır; bu anlamdc «Post kavgası» deyimi, mevki hırsiyle çekişmek, hattâ savaşmak de­mektir.

«Güveneme dostuna, saman doldurur postuna» atasözü, dost sanı­lan 'kişilerin düşman olabileceklerini, onlara güvenmemek lüzumunu İh­tar eder. «Bir postum var, atarım; nerde olsa yatarım» atasözü, dünya­lığı olmayan kişilerin, nerde olsa barınacaklarını, bir iş bulup geçinecek' Serini bildirdiği gibi mevkie, ada - sana ehemmiyet vermeyişi de bildirir. «Bir post, bir dost bize yeter» atasözüyse, barınacak bir yer, geçinecek bir iş ve bir can dostu bulununca yaşayışın düzene gireceğini, hırsın lü­zumsuzluğunu ifade eöe\'. «On derviş bir posta sığar, iki padişah bîr ül­keye sığmaz» atasözü de, tasavvuf ehlinin, mevki hırsına düşmediğini anlatır {Derviş maddösine bakınız.).

 

R

 

Rabıta

 

Arapça bağlantı, bağlantı vasıtası anlamına gelir. Tasavvufta, dervi­şin, zikrederken, ibâdet ederken, gönlünden dünyayı, dünyaya ait her şe­yi çıkarıp kalbini arıtmak için gözleri kapalı olarak şeyhini, gönül gözü­ne getirmesi, ona kalbini bağlaması demektir. Derviş, rabıtayla gönlünü mürşidine, onun vasıtasıyla Hazret-i Peygamber'e ve o vesîyleyie de Ai-îah'a bağlamış, Hak'tan başka herşeyden arınmış olur. Rabıta dolayısiy-ie de Arabistan'da, bilhassa Mağrib illerinde dervişe «Murâbıt - bağlantı kuran, bağlanmış olan», tekkeye de «Rıbât-bağianıiacak yer» denir. Melâmet erbabı, «Rabıta» ya, «Gönül beklemek» derler ve zamanın kutbuna gönüllerini vermek, bu suretle dünyevî şeylerden arınmak yolu­nu tutarlar. «Rabıta» ya en fazla önem verenler, Nakş-bendîlerdîr.

 

Rehber

 

Yol Rehberi

Rehbersiz yol alınmaz

Farsça, yol gösteren anlamına «Râh-ber» sözünün muhaffefidir. Mev-levîlerde, Mevlânâ dergâhında Tarikatçı (Ser-Tarıyk), öbür dergâhlarda aşçıbaşı rehberdir, şeyhse mürşittir. Bektâşilerde, tarîkate giriş ve der­viş oluş törenlerinde, terîkate girecek, derviş olacak kişiyi babaya götüren kişi rehberdir, babaysa mürşiddir. Alevilerde Musâhib kavline girer­ken Musâhiblerin hizmetlerinde bulunan zat, rehberdir. Öbür tarîkatler-de, Bey'at töreninde dervişi şeyhe götüren, rehberlik vazifesini yapmış olur. Bektaşilikte ayrıca, «Zahir» denen ve tarfkate girmemiş olan kişi­yi dergâha götürüp tarîkate girmesine sebep olan, ona kefalette bulu­nan kişiye «Yol Rehberi» denir.

«Rehbersiz yol alınmaz» atasözüyle «Kılavuz» a (bu maddeye de bak) ait atasözleri, umûmî mahiyette olmakla beraber tarîkat erbâkının reh­bere verdiği önemden de etkilenmiştir.

Ehlibeyt taraftan olanlarda «Mürşid», Hazret-i Muhammed'in, «Reh­ber» se, Hazret-i Ali'nin mümessilidir. Bektâşilerin İkrar Tercemanlan,

Sıdk ile bel bağladım ikrar verip erenlere, Mürşidim oldu Muhatnmed, rehberimdir Murtaza beytiyle biter (Mir'at-ül Makaasıd fî Def'il - Mefâsid! S. 283-284).

 

Rıfâî

 

Her Rıfâî şeyhinin tacı altından bir Bektaşi fahri çıkar

O İşe Rıfâîler karışır

500 (1106), yahut 512 (1118) de Basra köylerinden birinde doğan, Ümmü Ubeyde'de yerleşen, Rıfâa boyundan olduğu, yahut atalarından birinin adı Rifâa bulunduğu için Rıfâî diye anılan ve Hazret-i Peygam-ber'in (S.M.) soyundan geldiği söylenen, 578 de (1182) vefat eden Ah-med b. Aliyy'ür-Rıfâî'ye. nispet edilen tarîkate «Rifâî Tarîkati» denir. Anadolu'daki Rıfâîler, erkânlarını Fütüvvet erbabından almışlar, hattâ fütüvvet ehlinin teşkilâtını da aynen kabul etrnişlerdir. Sonradan, meiâ-met ve Fütüvvet yolundan meydana gelen Bektâşilerle bağdaşmışlar, Rı­fâî şeyhlerinin çoğu Bektaşi tarîkatine girmiştir. Bu münasebetle tarî--kat erbabı arasında «Her Rıfâî şeyhinin tacı altından bir Bektaşi fahrî çıkar» sözü, bir atasözü gibi söylenir olmuştur,

Rıfâîîer, «Gül» denen (Bk.) ve ateşte kızgın bir hâle getirilen demiri yaladıkları, ateşte kıpkırmızı olmuş pirinç tacı giydikleri, hattâ ateşe gir dikleri için, «Ateşe Rıfâîler karışır» sözü tarikat erbabınca bir atasözü olmuş, sonradan da umumileşmiştir. Hattâ bu hususta şöyle de bir fık­ra söylenegelmiştir:

Rakı yasağının hüküm sürdüğü bir devirde, her hâlde IV. Murad za­manında, bir Bektaşi, gizli bir meyhaneden doldurduğu şişesiyle gider­ken subaşı'ya, aseslere (zabtiye memurlarına) rastlar. Subaşı, yahut Asesbaşı, «o şişede ne yar» diye sorar, Bektaşi «sirke» der. «Ver baka­yım» deyince Bektaşi, «Rakı ol ya mübarek» deyip şişeyi sunar; yâni ak­lınca keramet gösterir. Bunu duyan, gören memur,'karşıdaki' yangım göstererek, «Kerâmeetin varsa» der, «Şu yangını söndür.» Bektaşi, «Yok erenler» der, «Bizim hükmümüz buna geçer, o ateş işi, ona Rıfâîler karışır.»

 

Riyazat

 

Az yemek, az uyumak, daimî ibâdete koyulmak suretiyle nefsi ter­biye etmek anlamına arapça bir sözdür. Riyazati âdet edinenlere «Riyâ-zat ehli» denir (Çiie ve Erbain maddelerine bakınız).

 

Rızâ

 

Rıza lokması

Rıza kapısı

Rızâ pazarı

Rızâsız lokma yenmez

Râzılık, hoşnutluk anlamına arapca bir sözdür. İslâmda, ibâdetlerin, Allah'a manen yaklaşmak, Allah'ın râzilığını elde etmek için, yardımın ve bütün hayır işlerinin de Allah'ın rızâsını kazanmak için yapılması gere­kir. Gösteriş için yapılan ibâdet, bâtıldır. Tasavvuf ehli, Allah'ın râzıhğını, kulun râzılığıyla birleştirmişlerdir ve erenler yolunda yemenin, içmenin bile Allah râzılığı için ve gönül râzılığıyla olmasını şart bilmişlerdir. Bu bakım­dan, yenmesi güç bir lokmaya benzetilen erenler yoluna, «Rızâ lokması» demişlerdir. Pîr Sultan Abdal,

Güzel âşık çevrimizi

Çekemezsin demedim mi

Bu bir rızâ îokmasıdır

Yiyemezsin demedim, mi

Dörtlüğüyle başlayan nefesinde «Rızâ lokması» m dile getirmiştir (Ale­vî - Bektaşi Nefesleri, s. 187.)

Rızâ kapısı» deyimi de tarikat yoluna denegelmiştir. Mevlevîlerde binbir gün, hizmet esasına dayanan çilenin günlerinin sayısı da ebced hesabiyle «Rızâ» sözüne uyar, yâni «Rızâ», sözü, ebaed hesabında bin-öire müsavidir. «Rızâ pazarı» sözü de tasavvufta herseyin, râzılrğa. Tan­rı rızâsına dayandığını bildiren, tasavvuf yolunu belirten bîr deyimdir.

«Rızasız lokma yenmez» atasözü de aynı esası izah etmektedir.

 

Ruh

 

Rûh-ı  revanı şad-ü handan ofa

Ruhu  şâd olsun

Ruh-ı  revanı baldıranlık ola

Ruh, arapça, insanı yaşatan nesne, can anlamına gelir. Tasavvuf ehli, ölen kişi hakkında «Ruh-ı revanı şâd-ü handan ola», yâni bu âlem­den giden ruhu, neşeli ve güleç olsun, yahut vefat etmiş birini anarken, «Ruhu şâd olsun» der. Ölmüş kişi, kötü kişiyse, «Ruh-ı revanı baldıranlık ola» diyenleri de vardır.

 

Rüya

 

Uyku boku

Rüyayı bırak, rü'yete bak •

Tasavvufta Sülûke esmayı esas tutanlar, rüyaya çok büyük bir ehemmiyet vermişlerdir. Derviş, gördüğü rüyaları şeyhine söyler şeyh. de bundan hüküm çıkararak dervişin zikrini arttırır, yahut değiştirir böw lece derecesini yükseltir. Melâmet yolunu tutanlarsa, rüyayı inkâr et­memekle beraber rüyaların çoğunun, uyanıklıktaki intiba'lardan örüldü­ğünü, düşüncelerin, şuur altı dileklerin rüyaları meydana getirdiğini söy­lemişler, hattâ bu çeşit rüyalara «Uyku boku» demişlerdir .Düş ve Vla'~ nâ mad. lerine de bk.).

 

S

 

Sabır

Sabreden derviş muradına ermiş Sabırla koruk helva olur, dut yaprağı atlas Sabırlı ol, molla desinler Sabrın sonu selâmettir

Dayanmak, tahammül etmek anlamına arapça bir sözdür. Türkçeieş-miş olan bu söz, türkçemize atasözleri ve deyimler vermiştir. «Sabreden derviş, muradına ermiş» atasözündeki derviş, hem yoksul, hem de tasav­vufa intisâb eden kişi anlamına gelir ve bu atasözü, sabreden, sabırla bir işe girişen ve dayanan yoksulun, sonunda muradına erdiğini bildirdiği gibi tasavvuf yoluna girip sabreden kişinin de, sonunda, umduğu feyzi elde edeceğini anlatır. «Sabırla koruk helva olur, dut yaprağı atlas» sö­zü de koruğun üzüm, dut yaprağının ipek olacağını bildiren ve sabrı öğüt­leyen güzel bir atasözüdür. «Munla», din bilgini, Kadı, yâni şer'î mese­lelerde  hüküm  veren,  aynı  zamanda  medresede tahsilde   bulunan   kişi anlamlarına gelir ve türkçede «Molla» tarzında söylenir. «Sabırlı ol da molla desinler» atasözü, sabredip derslerini oku, bitir de molla ol, molla desinler anlamına çalışmayı öğütleyen, sabrı tavsiye eden bir atasözü­dür. «Sabrın sonu selâmettir» atasözü de sabırla birçok sıkıntıdan kur­tulmayı müjdelemektedir. Sabra âit atasözleri, umûmîdir.

 

Safâ-Nazar

 

İkf arapça sözden farsça kaidesiyle yapılmış terkip. Temiz, garezsiz, şehvetsin bakış anlamına gelir. Yunus Emre bu anlamda,

Dost yüzüne bakmağa key safâ-nazar gerek;

Dost ile bilişmeğe can gözü bîdâr gerek[5]

der. Galip Dede de.

Etsem dedim cemâline ey pür cefâ nazar, Yâr açdı sinesin dedi: Âşık, safâ-nazar[6]

beytiyle aynı anlamı bildirir.

Aynı zamanda  «Safâ-Nazar», mürşidin feyiz ve neşe veren, gerçek yolcusunun varlığını, benliğini yok eden himmetle bakışına da denir.

Yunus Emre, bu anlamda şu beyti söylemiştir:

Evliya safâ-nazar edeli ğündenberi,

Hâsıl oldu Yunus'a her ne kim olasıdır

Sağ Elin Verdiğini Sol Elin Görmesin

(Bîr elinle verdiğini öbür elin görmesin mad. e bk.}.

Sâhib

Sâhib-Kıran Sâhib-Nazar Sâhîb-Tasarruf Sâhib-Zaman

Sahib, arapça, birşeyi elde etmiş olan anlamınadır. «Sahip-Kıran»P Kıran sahibi demektir. Kıran, eski yıldız bilgisine göre iki kutlu, yahut kutsuz yıldızın, aynı dereceye gelmesidir. Kutsuz yıldızlar olan Zuhal v© Mirrîh aynı dereceye gelirse «Kırân-ı Nahsey», yâni iki yomsuz, kutsuz yıldızın aynı dereceye gelmesi,  iki yomlu ve kutlu yıldız olan Müş­teri  Ne  Güneş aynı  dereceye  gelirse  «Kırân-ı Sa'deyn»,  yâni  iki  yomlu ve kutlu yıldızın aynı dereceye gelmesi denir ve ilki kutsuz bir vakittir; ikincisıyse pek kutludur. Bir padişah, iki kutlu yıldızın bir dereceye gel­diği zamara tahta çıkarsa, o padişaha «Sâhîb-Kıran», yâni iki yomlu ve kutlu yıldızın yomiuluğuna, kutluluğuna sâhib denir. Aynı zamanda Sa-hib-Kıran, tasavvufta, dünya ve âhiret saadetine sahip olan, himmet eri, Kutub anlam/nadir. «Sahib-Nazar», bakışa sâhib demektir; yâni bu söz, bakışıyla müride feyiz ve cezbe vermeye gücü yeten mürşid anlamına kullanılır  (Mevâlî mad.e  bk,).   «Sahib-Tasarruf»,   dilediğini   yapabilmek gücüne sâhib olan erene denir (Tasarrufa bakınız). «Sâhib-Zaman» za­mana sâhib olan, zamanında. Tanrı emriyle tasarruf eden kişidir ki İmâ-miyye'den olan tasavvuf ehline göre Onikınci İmâm olan «Mehdi» dir ve «Kutb» odur (Bu maddeye de bak); diğer sûfîlere göreyse zamanın kut­bu olan kişidir.

 

Saka

 

Sakalık-Sâkıylik

Saka postu

Saka, arapça su veren, su getiren, dağıtan anlamına gelen «Sak-kaa» nın türkcede söyleniş tarzıdır; anlamı gene aynıdır. Eskiden mahal­le çeşmesinden, yahut mahallede çeşme yoksa oraya en yakın çeşme­den, tenekelerle evlere su getirip küpfere boşaltan kişiye «saka», «ma-.hailenin sakası» denirdi Bâzı mahallelerde sakalığı mahalle bekçileri yaparlardı.

Bektaşi'lerde, tarîkate giriş töreninin sonunda rehber, yahut sâkıylik hizmetini yapan bir başka kıdemli can, kalkıp meydan taşının yanında duran şerbet kabını ve bardağı alır. Kap sol elindedir, bardak sağ elin­de. Babadan itibaren sırayla herkesin önünde, sol dizini yere koyup sağ dizini dikerek kaptan bardağa biraz şerbet koyar ve «Sakaahum yâ Hu-seyn» deyip sunar. Sunduğu kişi içtikten sonra ve onunla beraber herkes «Selâm'uIlâhİ ala-l-Huseyn, La'net'ullâhi a!â Kaatil'il Huseyn», yâni Al­ton selâmi Huseyn'e olsun, Allah la'netî Huseyn'in kaatüine» der. En sonunda, meydanın ortasında ayn, tarzda diz çöküp kendisi içer ve kanla bardağı, götürüp meydan taşının yanına, aldığı yere koyar- gene mevda nın ortasına, arkasını dönmeden gidip  «haki, hayırlısını»  ister   Baba  bir gül-bang çeker; sâkıy, meydana niyaz edip geçer, yerine oturur Bu tören Alevîlerin görgüsünde de vardır;  yalnız onlar, şerbet yerine su  içerler' Sakıynin en sonra içmesi,   «Bir topluma  sâkıylik eden; en sonra  içen' .'eridir» hadisine dayanır (Camı"; II, s. 25).

Mevlevîlerde, çileye ikrar verecek kişi, Matbahtaki posta oturtulur burada uç gün oturan kişi, konuşmaz; dervişlerin hizmetlerine bakar-namaz vakitleri namazını kılar; lüzum duymadıkça o posttan kalkmaz' üç gun sonra ikrarında sebat ederse Aşçıbaşı denen dergâh mürebbîsi tarafından kendisine hizmet tennuresi verilir ve bir hizmete koşulur oturduğu o posta «Saka postu» denir (Mevlânâ'dan sonra Mevlevîlik-s. 391-393; Mevlevi Adâb ve Erkânı; s.  135-136).

 

Sa

 

Düâ anlamına gelen bu söz, ünlemek, çağırmak anlamını da verir ve «E's-Salâ» tarzında da söylenir. Meydan okumaya da «Sala» dendiği var­dır; «Bensmîe başa çıkacak kişi varsa selâ» gibi. Cuma günleri, sabah namazından ve öğleden önce, müezzinlerin, minarelerde, Hazret-i Pey-gamber'e {S. M.) salât-ü selâm getirmelerine de «Sabah Salası, Cuma Salası» denir.

Anadolu'nu birçok yerlerinde, birisi ölünce de, vakitsiz minarede sala verilerek cenaze olduğu duyurulur; kim olduğunu öğrenen, cenaze töre­nine katılır; bu salâ'ya «ölüm Salası» denir ve sonunda ölümün anıldığı âyet okunarak bitirilir.

Mevlevîlerde,  yemeğe  çağırmak,  hücrelerin     bulunduğu     bölümde, latbah canlarından birinin, yüksek sesle  «Hû; Somata Sala»  diye  ba-gırrrtasiyle olur. Mukabeleye çağırış da «Abdeste, tennureye Sala»  tan 2!rıda icra edilir.

 

Saltakıy

 

Salt, tek, yalnız, mücerred anlamına türkçe bir sözdür. Yunus Em-Fe'nin şeyhi Tapduk Baba'nın mürşidi Barak Baba'nın şeyhi olan ve Seyyid Mahmûd-i Hayrânî'ye mensup bulunan Sarı Sgltuk'un adı da bu söz­den gelmektedir ve mücerred, dünyevî herşeyden ayrılmış, tecerrüd et­miş anlamınadır.

Saltakıy, iki yandan saçakları sarkan ve Kaienderîler tarafından gi­yilen elbisenin adıdır ki gene bu türkçe sözden farsça kaidesiyle nisbet adı yapılmıştır (Burhân-ı Kaatı'; Muhammed Abbasî'nin Önsözü ve tas-hihiyle; Tehran-Müessese-i Matbûâtî-i Feridun İlmî yayını; s. 661; Tibyân-ı Nâfi' der Terceme-İ Burhân'ı Kaat'i; İst. Matbaa-i Âmire - 1268; s. 360).

 

Satmak, Satılmış, Satı

 

Alevîler arasında, çocuğu yaşamayan kişinin, eşi gebe kaldığı ve gebeliği beili olduğu zaman onu, bir yatırın türbesine götürüp yatıra, mu­ayyen bir para karşılığı satması, yatırın türbesine bakan türbedarla bu çeşit bir alım-satım sözünde bulunması âdettir. Bu satış sözü olup eşi­nin rahmindeki çocuğu muayyen birşeye, bir paraya, yahut koyuna, da­naya karşılık satan kişi, parayı, koyunu, yahut danayı, yahut da her­hangi sözü geçen şeyi türbedardan almaz; yatır adına türbedara bağış­lar, (yani verir.) ıBu tuhaf alım-satım muamelesi, bazı yerlerde, kadının türbeye, yahut sandukanın şebekesine bağlanması tarzında olur; türbe­ye bakan, onu muayyen birşey karşılığı, yatır adına alıp azad eder; ka­dının kocası da türbedarın tâyin ettiği şey neyse onu alıp türbeye sunar. Bu muamele sonucunda doğup ölmeyen çocuk erkekse adını «Satılmış»' kızsa «Satı» korlar.

 

Savaş. Büyük Savaş, Küçük Savaş

 

Savaşın büyüğü, nefiste savaştır

Hazret-i Peygamber (S.M.), bir savaştan dönülünce, «Kademiniz kuî-lu olsun; küçük savaştan en büyük savaşa döndünüz» buyurmuşlar, err büyük savaş hangi savaştır diye sorulunca da «Kulun, dilekleriyle savaşıdır» demişlerdir (Cami'; il, s. 22). Bu atasözü, bildirdiğimiz hadîsin mea­lidir. Yunus Emre,

Uslu değil, delidir halka salûsluk satan.

Nefsin Müslüman etsin varışa kerameti[7]

beytiyle bu savaşı anlatır ve asıl kerametin, nefsini    Tanrı    buyruğuna râm etmek olduğunu bildirir (Keramet ve Nefis maddelerine bakınız),

Uram, yıkam neis evini oda yana hırs-u hevâ El ğötürem simden ğerü neis ile savaş eyleyem

öeytinde de nefisle savaşı dile getirir.

Saye

Rabb'imin sayesinde

Sâye-i Erenlerde, Erenler sayesinde

Sâye-i Pfr'de

Saye, farsça gölge aniamınadır, mecaz yoluyla yardım, lütuf ve ih­san demektir. Tasavvuf ehli, söz arasında, yaptığı bir işi, başardığı bir şeyi anlatırken kendi varlığını ortadan kaldırmak için «Rabb'imin saye­sinde,  Sâye-î Erenlerde»,  Erenler sayesinde,  Sâye-î  Pîr'de»     sözlerini

söylerler. «Sâye-i Erenler» kural bakımından yanlış olmakla beraber söy-Jenir.

Eskiden, saltanat devrinde bir de «Sâye-i Şahanede», yâni «padişah-iara lâyık gölgede, padişahın lütuf ve ihsaniyle» sözü, padişaha kul geinenlerce söylenir-dururdu. Gerçek hürriyet âşıkr olan ve tasavvuftan da nasibi bulunan Adana'lı Ziya merhum (1932 M.)

Yeter bu zulmet azizim, yeter, bu saye nedir; Biraz da gün göreyim, sâyebâm kaldırırız.[8]

beytiyle bu inanca ve söze isyanını belirtmiştir.

 

Secdesiz Namaz

 

Cenaze namazında rükû' ve secde yoktur.   Bu   yüzden    «Secdesiz, namaz», oenâze namazıdır. Seyrânı,  bir şi'rini.

Çal Seyranı, durma sazı,

Hakk'a sen eyle niyazı.

Sana secdesiz namazı

Kısmet olan kılar bir gün

dörtlüğüyle bitirerek bu deyimi    dile    getirir    (Alevî-Bektaşî    Nefesleri; s; 263).

Selâmet Vahdettedir

Selâmet, esenlik, vahdet de birlik, yainızlık ve tek kalış anlamlarına iki arapça sözdür. «Selâmet vahdettedir», yâni esenlik birliktedir, yal­nızlıktadır atasözü, iki anlama gelmektedir. Birinci anlamı şudur: Esen­lik, birliğe ermektedir; herşeyde, bir olan, kendisinden başka gerçek var bulunmayan Tanrı'nın kudretini, hikmetini, takdirini, sun'unu görmekte, bu birlikte kendi geçici varlığını yok etmektedir. Bunu bilen, bilgisini gö­rüş, görüşünü de oluş hâline getiren kişi, esenliktedir. İkinci anlamı da şu: İnsan, yalnızlığı seçti, tek kaldı mı, ne îtirâzı kalır, ne dedi-kodu din-fer, ne kimseyle uğraşır, ne de kimse onunla meşgul olur; bu bakımdan esenliğe erer.

 

Selman

 

Selmana çıkmak, Selman etmek Semlâriî

Bâtınî inanç güden sûfîler ve bilhassa Alevîler arasında şöyle 'o'<r hikâye vardır:

v Güya Hazret-i Peygamber (S.M), birgün Hazret-i Alî'nin evine git­miş- Orada kırklar, Ayn-ı cem yapıyorlarmış; içlerinde yalnız Selman yok­muş; Allah için birşeyler devşirmeye gitmişmis. Hazret-i Alî, kırkların bir­liğini, içlerinden birinin kolundaki damarı hançerle yararak göstermiş; damarı yanlandan kan akarken hepsinin de kolundan kan akmaya baş­lamış; aynı zamanda, damdan da kan damlamış ki bu da Selman'm ka-niymiş,

Bu uydurma hikâyeye, şerîata uyan tasavvuf ehli inanmamakla be­raber gene de dervişin eline Keşkül olarak nefsini aşağılatmak için şu­na, buna uzatması, topladığını getirip dergâha vermesi, «Selmân'a çık­mak, Selman etmek» tabiriyle anlatılır. Bu dilenme işi, Melâmet erba­bında ve Mevievîlerde yoktur.  Mevlânâ, buna şiddetle karşı durmuştur.

«Seimânî», berbere denir. Tasavvuf ehline göre Selman, Hazret-î Peygamber'in saçlarını kesmiştir; bu yüzden de Fütüvvet erbabında, ber­berlerin pîri,  «Se!man-ı Farisî» dir.  Eskiden, berber dükkânlarında,

Her seherde Besmeleyle açılır dükkânımız, Hazret-i Seîman-ı Pâk'dir pirimiz, üstadımız beyti, bir levha halinde asılı dururdu.

Selman, İran'lıdır. Bir olayda Medine yolcularından birine köle ola­rak satılmış, Medine'de Hazret-i Peygamber'e (S.M) ulaşıp Müslüman olmuştur. «Selman Fars ehlinin İslâmda en kıdemlisidir», «Selman biz-aen, Ehlibeyttendir» «îmân, Süreyya'da (Ülker Burcunda) bile olsa Fars ehlinden kurtulamaz» mealindeki hadisler (Cami'; I, s. 38; II, 108). Onun hakkında söylenmiş ve Hazret-i Peygamber ona, «Selman'üî Hayr» lakabını vermişti. Hilâfet olayında Hazret-i Alî'nin tarafını tutan dört kişiden bindir; bundan dolayı, Ammâr, Ebû-Zerr ve Mıkdâd'la ona, Ehlibeyt taraftarları «Châr Yâr - Dört dost» derler. Hicretin 34- yılında (654 m.), Medâyin valisi iken orada vefat etmiştir.

Seher Duası

Sabahleyin fecir attıktan sonra; sabah namazı vaktinde ve namaz­dan sonra edilen dua. Duanın kabul şartlan olduğu gibi, kabul edilen Akitleri de vardır; seher çağı da bu vakitlerden biridir.

 

Semâ', Semâ'-Hâne, Semâ' Tahtası, Semâ'-Zen

 

Semâ' (SimâJ), arapça duymak, işitmek anlamına bir sözdür. Tasav­vuf ehlinin, müzik âletleri de çalınarak söylenen neşidelere uyup vecde gelmelerine, raksetmelerine, dönmelerine denir. Semâ', bilhassa Mevle-vîlerde vardır. İlk zamanlarda, söylenen, İlâhî neşidelere ve çalınan re-oap, ney ve kudüme uy,up vecde gelerek kalkıp hiçbir usûle uymaksı­zın raksetmeye «Semâ1» denmiş, sonradan bu dönüş, usûle uydurulmuş, meşkle elde edilmeye başlanmıştır (Mevlânâ'dan sonra Mevlevîlik; s. 367—389;  Mevlevî Adâb  ve   Erkânı;  8.   77—109).

Semâ' edilen yere «Semâ'-Hâne» denir. «Semâ'-hâne», dâire şek­lindedir; döşeme, ayağı incitmeyecek düz tahtalarla döşelidir. Kenarda, «Züvvâr» denen seyircilerin yeri vardır ve bölmeyle, parmaklıkla Semâ'-Hâne'den ayrılmıştır. Semâ'-Hâne'ye girilen kapının tam karşısında züv-vâra ait yerin sonunda mihrap mevcuttur. Sol taraf türbe kısmıdır ve arada dıvar yoktur. Cok defa, mihrabın, mihraba bakan kişinin sağına geimek üzere, sağ tarafında minber, asıl Semâ'-Hânenin sağ tarafında da Mesnevi takririne mahsus olan ve müteharrik merdivenle çıkılan bir kürsü vardır. Kenarlara sabit keçe döşenmiştir. Semâ'-zenler, semâ'a başlamadan burada otururlar. Yalnız türbenin önünde bu döşeme yok­tur ve o kısma oturulmaz. Giriş kapısının tam karşısına, oturunca arka mihrâbo gelmek üzere, şeyh postu se'rilir.

Semâ' eden dervişe, yahut muhibbe «Semâ'-Zen» denir. Matbahta semâ' meşkedilen yere «Meşk Yeri», üstünde semâ' meşk ettirilen tah­taya da «Semâ1 Tahtası» derler.

Ser

Ser-Çeşme

Ser-Deste

Ser~Kudüm-zen

Ser-Nâyî

Ser-Tabbâh

Ser-Tarıyk

Ser verip sır vermemeli

Ser verip sır vermiyen serverdir

Ser, farsça baş demektir. Çok defa, İlâhî feyz ve aşk, coşkun akan bir suya benzetilerek o suyun kaynağı olan zâta, makama «Ser-Çeşme» (kaynağın başı, çıktığı, coştuğu yer) denmiştir. Bir bölük halka «Deste-topluluk» denir. «Ser-Deste», o topluluğun reîsi olan kişidir. İmâmiyye'-nin Muharremlerdekİ taziye âyininde, «Sîne-Zen - göğüs döven», «Zencîr-Zen - zincirle sırtlarını döven», «Kama-Zen», yahut «Seyf-Zen», yâni kama ve kılıçla başlarını yarıp kan akıtan topluluklara «Deste», onlara başlık edenlere «Ser-Deste» denir. Tasavvuf ehlinin bölüklerine mürşit-lik edenlere de «Ser-Deste» denmiştir. Ayrıca Kalenderlerin ellerinde ta­şıdıkları kalın ve budaklı çomağa da «Ser-Deste» ve bundan bozman «Ser-Desti, Zer-Deste» denir ki bu çomak, nefislerini, iradeleriyle ter­biye ettiklerine remizdir. Alevîlerin «Tarıyk» dedikleri sopaya da bu ad verilir. Mevlevîlerin semâ' âyinlerinde, müzik takımını, usûl bakımından kudümle idare edene «Ser-Kudüm-Zen», ney çalanlara riyaset edene «Ser-Nâyî» denir; bunlara Türkçe «Kudüm-zenbaşı, Ney-zenbaşı» da de­nir ki bü sözler, daha yaygındır. Tekkelerde çile çıkaranları ve dedeleri terbiye eden baş dedeye «Ser-Tabbah», daha ziyade «Aşçıbaşı» denir. Mevlânâ dergâhındaysa bu hizmeti gören kişiye «Ser-Tarıyk», yâni yo­lun başı, reîsi, yahut «Tarikatçı» derler.

«Ser verip  sır vermemeli» ve   «Ser verip sır vermeyen  Serverdir» acasözleriyse, tarîkate, vahdete âit sırrı, ehil olmıyanlara söylememeyi tenbihieyen sözlerdir.

 

Ser-pâ Etmek

 

Farsça bir sözdür ve Mevlevîlere mahsustur. Derviş, büyük bir ku­surda bulunduğu takdirde, dergâhın Aşçıbaşısı, huzurdaysa, yâni Mev­lânâ dergâhındaysa Tarikatçı (Ser-tarıyk) tarafından, Semâ'-Hânede, ya­hut meydanda sikkesi alınır ve papuçlan, dışarıya doğru çevrilir, hırkası sırtına verilir. Bu, o adamı tarîkatten düşkün etmektir. Tarîkatte disiplin mutlaktır ve itiraz yoktur. Ser-pa edilen kişi, yere niyaz eder, arkasını dönmeden kapıya gider, ayakkapiarını içeriye çevirip giyer, eşiği öpüp gene arkasını dönmeden gider. Kendini haklı görüyorsa ve Mevlânâ dergâhinda değilse, Mevlâna dergâhına gidip Tartkatçı'ya hâli anlatır; haklı görülürse Tarîkatcı'nın verdiği karâra uyulur, başka bir dergâha gönde­rilir ve sikkesi verilir. Haklı değilse bir müddet tarîkatten uzaklaştırılır; sonunda, bir Ayn-ı cem yaparak gene dergâha alınır (Seyahat mad­desine de bakınız).

 

Seyahat (Siyâhat)

 

Seyyah vermek Seyyah olmak

Seyahat, yahuî doğrusu olan siyâhat, gezip dolaşmak anlamına ge­len arapça bir sözdür. Bir kusurda bulunan Mevlevi dervişinin, meydan­dan çıkarken, Aşçıbaşi'nin emriyle meydancı tarafından paşmakian, yani ayakkaplan dışarıya   doğru  çevrilir.   Bu,  gitmesine  bir  işarettir. Derviş, çıkarken, ayakkaplanni içeriye doğru çevirip giyer, eşiği öpüp arkasını dönmeden çıkar; hücresine gidip hazırlanır ve o şehirde başka bir Mev-İevî dergâhı varsa oraya gider,  kabul edilirse orada  hücre sahibi oiur; kabul edilmezse başka şehirde bir Mevlevi dergâhına, yahut Konya'ya, huzura gider; Tarîkatcı'ya baş vurur.  Bağışlanırsa,  emredilen  şehirdeki tekkeye gider, Hucre-Nişîn olur. Bu ceza, «Ser-pâ» edifmekten ehvendir. Başka  tarîkatlerdeyse  seyahat,   nefsi  aşağılatma   için,  yahut   Pîr'i ziyaret, diğer ziyaret edilecek yerlere gitmek için  bir vesiledir.  Seyyah olan, seyâhata çıkan derviş, sırtına bir post,.eline keşkül ve teber alır. Teber yaya gideceği için yolda kendisini   korumak,  keşkül de   Seîman edip (Bu maddeye bak) geçinmek içindir,   Gittiği   yerlerde   o tarikatın, yahut başka bir tarikatın tekkelerine mihmân olur, bu suretle dilenerek gezer.

Mevlevîlikte, dervişi dergâhtan uzaklaştırmaya «Seyyah Vermek», dergâhtan uzaklaştırılan dervişin uğradığı bu cezaya da «Seyyah Olmak» denir.

Bektaşi Seher Abdal, bir müseddes-i mütekerririne,

Yine seyyah oluban destime aldım teberi Yme ben azm-i diyar etmeye kttdtm seferi[9]

öeytiylfe başlar (Alevî-Bektaşi Nefesleri; s. 146—147)

 

Seyfî Külah

 

Yukarıya doğru yassılan ve bu yüzden kılıca benzetilmiş olan Mev-jevî külahı. «Seyfî» arapça, kılıca mensup, krlınç şeklinde demektir. XVI. yüzyılda, ana tarafından Mevİânâ soyundan gelen Dîvâne Mehmed Çe-iebî (Suitan-ı Dîvânî), bâzı vakit bu şekilde sikke giyerdi; mensupları da seyfî küiâh giyerlerdi (Mevlanâ'dan sonra Mevlevîlik; s. 115, 427. Son­daki resimler, forma: 3, s. 13). Bu şekildeki sikke, şekil bakımından, Bek-tâşîlerin EHfî tacına benzer.

Seyr

Gezmek, görmek, seyretmek anlamına arapça bir sözdür. Tasavvuf îhli arasında, ruyâya  «Seyir» denir. Kalender Abdal  bir nefesine,

Dün gece seyrimde bâtın yüzünden Aslı İmânı, nesl-i Ali'yi gördüm;

Elif Taç başında, nikab yüzünde, Hünkâr Hacı Sektas Velî'yi gördüm

dörtlüğüyle başiar ve  «seyir» sözünü, ruyâ karşılığı  kullanır (Alevî-Bek-ÎQŞi Nefesleri; s.  163). Pîr Sultan Abdaİ adına söylenen bîr nefese de.

Dün gece seyrimde coştuydu dağlar, Seyrim ağlar-ağlar Pir Sultan deyü;

Gündüz hayâlimde, gece düşümde

Düş de ağlar-ağlar, Pir Sultan deyü

dörtlüğüyle başlamakta  ve   «Seyir»  sözü,  rüya  karşılığı  olarak kullanıl-maktadır (Ayni, s. 59. Düş ve Ma'nâ mad.lerine de bk.).

Sıdkmı Bütün Tut

Tarîkatte gerçek olmak, gördüğü bâzı şeyleri, iyiye yormak, bulan-mamak için sâliklere, verilen öğütlerdendir; gerçek ol, iyiye yor, anla­mını bildirir.

 

Sîga Kardeşi

 

Buna, Ahret Kardeşi, birisini kardeş tanımaya «Kardeş Edinmek, Kardeşlik» de denir. Bilhassa Zilhıcae'nin, yâni hicrî yılın son ayının on-sekizinci günü, iki kişi, elele tutuşur ve birisi, arapça, «Seni kardeş edin­dim Aliâh için, âhırette, sen girmedikçe cennete girmemeye söz veri­yorum» mealindeki arapça sözü söyier; öbürü de gene arapça «Kar­deşliğini kabul ettim; şefaatten başka bütün haklarımı sana helâl ettim» der; salavât getirirler. Bu okunan arapça sözler ve doiayısiyle bu «Muâhât» a, yâni kardeş tutunmaya «Sîga Kardeşliği» denir. Bu, Haz-ret-i Peygamber'in (S.M.), sahabeyi birbirine kardeş etmesinden kalan bir sünnettir; daha ziyâde İmâmiyye mezhebine uyan tarikat erbabında ve İmâmiyye'de vardır (Bakınız: Mefâtîh'ül-Cinân; s. 281). Kardeşlik edin­menin, Zilhıcce'nin onsekizinci günü olması, Hazret-i Peygamber'in (S.M), o gün, Gadiuhum'da, Hazret-i Alî'yi «Ben kimin velîsi isem, Aiî de onurt velîsidir» hadisiyle ashaba  tanıtması  doiayısiyle  ve teberrük yoluyladır.

Sır

Sırlamak,  sırlanmak, sırrolmak

Sırrım açma dostuna; onun da dostu vardır, o da açar dostuna

Sırrını sırr edene aşkolsun, fâş edene yuf

Sır, gizli, gizli şey anlamına gelir; arapçadır. «Sırlamak», kapamak. Örtmek anlamına kullanılan bir sözdür. Kapıyı, pencereyi kapa gibi söy­lenen söz de kötü anlamda bulunduğu için tasavvuf ehli «kapa» yerine «Şirret», yahut «Sırla» derier. Aynı zamanda «Sırlamak, Sırlanmak», gömmek, gömülmek anlamında kullanılır. Söz gelimi, «filân zâtı, Kara-caahmed mezarlığına sırladık» gibi. «Sırr olmak» da ölmek yerine söy­lenir. «Filân zat sırr oldu» gibi. «Göçmek, Göçünmek» de ayni anlamı bildirir.

«Sırrını açma dostuna; onun da dostu vardır, o da açar dostuna»

atasözü, gizlenmesi gereken birşeyin gizli kalmasını öğütleyen pek doğ­ru bir atasözüdür ve umûmîdir. «Sırımı sırredene aşkolsun, fâş edene yuf» atasözüyse, tasavvuf ehli arasında kullanılır. Tarikat sırrını, vahdet sırrını,  bilmeyenlere, inkarcılara  açmamak hususunda  söylenir.

 

Sikke

 

Dal sikke

Arapçadır; madenî ve bilhassa altın paranın üstüne basılan, yahut Vapılan ve devletin geçer parası olduğunu ispatliyan nakış ve yazı an-İQırıina gelir. Mevleviler, Mevlânâ'ya mensûb olduklarını bildiren, dövme Eceden yapılan yekpare, bal rengi, yahut beyaz, bir karış, dört parmak bunluğunda içice geçme, iki kattan meydana gelen külaha bu münâ­sebetle sikke demişlerdir. «Dal sikke, dal kavuk, dal fes» üstüne sarık Sarılmayan sikkeye, kavuğa, fese denir. XV. yüzyıl mevlevîlerinden Hu-dayî Dede,

Dü cihanda eğer altın ola dersen sânın,

Sikkesi altına gir Hazret*! Mevlânâ'run[10]

beytiyie sikke ve altın sözlerini anarak sözün hem lügat, hem örf anla­mını vermiştir.

Sîncede Büzür Bitmez

Sin Türkçede ölünün gömüldüğü yer, mezar anlammadir. Büzür, arapça tohum demektir. Küçücük mezarda tohum bitmez anlamına gelen bu atasözü, bilhassa Alevîler tarafından söylenir; bir mecliste, kendile­rinden olmayan biri varsa ve o mecliste bulunanlardan biri, tarîkate dâir bir bahis açmaya kalkarsa, ona ve meclistekilere, içlerinde kendile­rinden olmayan birinin bulunduğunu, bu atasözünü söyleyerek bildirirler.

 

Sîne-Zen

 

Farsça  göğüs döven   anlamına  gelen   bir terkibtir (Ser  maddesine bakınız).

Sizler Bâkıy

Konuşulurken vefat etmiş birisi anılırsa, adını anmadan önce, «Hak rahmet etsin, Hak Erenler rahmet etsin, Allah ruhunu şad etsin» sözleri gibi «Sizler bâkıy» sözü de kullanılır ve bu sözden sonra o zâtın ad? verilir.

Su

Su gibi aziz ol

5u içene yılan bile dokunmaz

Sular alçaktan akar

Suyu başından içmek gerek

Suyun yüzü yerde

Türkçemize en çok örf mecazı ve atasözü veren bir sözdür. «Su al-ak, Su basmak, Su çarpmak, Su çekmek, Sudan geçmek, geçirmek, Sudan söz, Sudan ucuz, Su dökmek, döktürmek, Su dökünmek, Su gibi okumak, Su gibi gelip gitmek, Su gibi bilmek, okumak, Su götürmek, gö-türmemek, Su iktizâ etmek, Su içinde, Su içinde kalmak, Su kaçırmak, Su kaldırmak, Su katılmış, katılmamış, Su kapmak, Su kesmek, kesil­mek, Su koyvermek, Sulanmak, Sularında, Sular kararmak, Sulu, Sulu­sepken, Yüz suyu, Yüzü sula, Suyunu çekmek, Suyuna gitmek, gitmemek, Suyundan-huyundan, Suyunun suyu, Suyu başından kesmek, Suyuna tirit doğramak, Su yüzüne çıkmak, Su yürümek, yürütmek» gibi örf mecaz­ları, çeşitli anlamlara geiir ve söylenir; ancak bunların umûmî oluşu ve tasavvufla münâsebeti bulunmayışı doiayısiyie her biri hakkında izah­ta bulunmuyoruz.

«Su küçüğün, söz büyüğün», «Su testisi su yolunda kırılır», «Su uyur, düşman uyamaz», «Suya götürür, susuz getirir» ve «Suya giden ıslanır»

atasözleri de «su» sözünden meydana gelmiş atasözleridir; bunlar da umûmîdir. Ancak su verene söylenegelen «Su gibi azız ol» atasözü, umûmî olmakla beraber suların, yani denizin, deniz kıyılarının, göl ve nehirlerin «Enfâl» den olup âmmenin malı bulunması ve İslâm devletine ait olması bakımından dînî bir inancı da hatırlatması ve «Su içene yılan bile dokunmaz» atasözü, İmâm Huseyn'i andırması bakımından tasavvuf ehli tarafından da söyienegelmis ve daha ziyâde, onlar tarafından benim­senmiştir. «Sular alçaktan akar» atasözü, gönül alçaklığını öğütleyen bir Qtasözüdür; «Suyun yüzü yerde» atasözü de aynı mealdedir ve yaşayı-?"> esâsı olduğu halde onun bile yüzünün yerde olduğunu bildirmek sû-retiyle gönül alçaklığına bir örnek bulunduğunu bildiren pek güzel bir sözdür. «Suyu başından içmek gerek» sözüyse, her bilginin, her feyzin, o ilginin, o feyzin asıl kaynağından elde edilmesi gerektiğini, kaynaktan uzaklaştıkça karışıp bulana bileceğin i bildiren bir atasözüdür (Ser mad'e de bk.j.

 

Sûfî (Sofu)

 

Sofu tarikatleri, şeyhleri, dervişleri, tekkeleri

Sûfî vakt oğludur

Sûfiye bal şerbeti olsun da îmân olmasın

Sofu soğan yemez, bulsa kabuğunu komaz

Sûfî, tasavvuf ehli olan kişi anlamına gelir. Halk arasında bu söz, «Sofu» tarzına dönmüştür; ancak sofu sözü, yobaz anlamına, tarikat ehli olmayanlar hakkında daha fazla kullanılagelmiştir. «Sofu soğan ye­mez, bulsa kabuğun komaz» atasözü, çiğ soğan yiyenin ağzı kokacağı için toplantı yerlerine gelmesinin hoş olmayacağı dolayisiyle, fakat daha ziyade tarikatle ilgisi olmayan kişi hakkında söylendiği gibi, «Sofu gü­müş kaşığı ağzına sokmaz, cebine sokar» atasözü de, altın ve gümüş kaplarda ve bu çeşit, tedavülden alıkonan madenlerle yeyip içilmenin menedilmiş bulunması yüzünden gene ham sofular hakkında söylenmiş atasözüdür;  netekim  «Ham sofu» deyimi de bunlar hakkındadır.

Melâmet ehii ve Melâmeîten tarikat hâline gelmiş olan Mevlevîlik mensuptan. Esma ile sülûkü kabul eden tasavvuf ehline «Sûfî Derviş­leri», tekkelerine «Sûfî tekkeleri», şeyhlerine de «Sûfî şeyhleri» ve bu tarîkatlere «Sûfî tarikatleri» derler. Melâmet ehli, tasavvuf ehline «Ber-zahiyye» de demiştir. (Bu maddeye bakınız); söylenişte «sûfî» sözü, >bu sözlerde de «sofu» tarzına dönüşmüştür.

«Sûfî vakit oğludur» sözü, arapçadan çevrilmedir ve gerçek sûfînin, vakit neyi gerektiriyorsa ona göre hareket edeceğini, çünkü onoa zama­nın, «ân» dan ibaret bulunduğunu bildirir. Netekim «Arif, su gibi bulundu­ğu kabın rengini, şeklini alır» sözü de arapçadan çeviridir; gene bunu anlatmaktadır.

«Sûfiye bal şerbeti olsun da imân olmasın» sözü, «fâitâtün, fâilâtün, fâilâtün, fâilün» vezninde bir mısra'dır; herhalde bu söz, boğazına düşkün softalarla dervişleri kavrayan bir sözdür; atasözü olarak söylenegel-fiştir.

Sûtiyan, Sofu Sürekleri

Alevî mad.e bk.

Sofu gümüş kaşığı ağzına sokmaz, cebine sokar Ham Sofu

 

Sohbet

 

Sohbet için üç şart vardır: Zeman, mekân, ihvan

Sohbet, görüşüp konuşmak aniamına arapça bir sözdür. Tasavvufta, sohbete büyük bir ehemmiyet verilir. Hele esma' iie sülûkü kabu! etme­yenlerde bu ehemmiyet veriş, daha da fazladır.    .

«Sohbet için üç şart vardır: Zaman, mekân, ihvan» atasözü, sohbetin şartlarını  bildiren  bir atasözüdür.

 

Somat

 

Somat-Hâne

Aslı arapcadır ve sofraya konan yemekler anlamına gelen «sımât» tır. Mevlevîliğe âit bir deyimdir; mevlevî sofrasına denir. Matbahta yemek yenen yere de «Sımat-Hâne», yâni sofra yeri derler (Salâ'ya da bakınız).

Sora-sora Kâ'be Bulunur

Arayan, soran kişinin, sonunda dileğine ulaşacağını bildiren bu ata­sözü, Tanrı'ya ulaşmak için bir kılavuzun gerektiğini de bildirmektedir.

Soyunmak

Dervişliğe ikrar verip derviş kisvesine bürünmeye denir. Mevlevîlikte «Soyunmak», çileye ikrar verip hizmet tennuresini giyinmektir.

 

Suret

 

Sûretâ

Sûret-i Hak'tan

Sûreîî sîretine uymak, uymamak

Suret uğrusu

Surete bakma, sîrete bak

«Suret» arapça dış şekil, kılık-kıyafet, tarz, görünüş anlamına .bir söz­dür. Resme de suret denmiştir. Türkçeye «suret» şeklinde de geçmiş ve yüze denmiştir.

«Sureta» görünüşte anlamına kullanılan bir deyimdir. «Sûretâ cana yakın ama canavar gibi» sözünde bu anlam kastedilmektedir- «Sureti sî-retıne», yani ahlâkına «uymak», yahut «uymamak» deyimi, görünüşte ca­na yakın, fakat gerçekte huyu kötü kişiler hakkında kullanılır. «Suret uğ­rusu», yâni görünüşüyle hırsızlık eden deyimi, şeyh, derviş kılığına bürü­nen, bu suretle halkı aldatan kişilere denir ve bilhassa bu deyim, ta-sovvuf ehli tarafından kullanılır.

«Surete bakma, sirete bak» atasözü de görünüşe kapılmamayi öğütler.

Sümüklü Tasavvuf

Tasavvuf yolunu tutanların bir kısmı, bilhassa «Tevhîd-i Ef'âl» i, yâ-

ni her işin, mazharına göre yerinde olup iyi ve kötünün, hayır ve şerrin, nisbet ve itibardan doğduğu, bütün işlerin, sıfatların zuhuru bulunduğu inancını hazmedemez; bu çeşit kişiler, mürşidleri de olgun değilse, «fail de hak, mef'ûl de hak; beden İtibarîdir; zevk ruha aittir» deyip (Bu söz, bu inancı güdenlerin sözüdür; aynen böyle derler) «ibâha» yi, yâni her-şeyin, ehline, mubah olduğunu kabul ederler. Olgun sûfîler, bu çeşit ki­şilerin tasavvufuna «Sümüklü Tasavvuf» adını verirler.

Ayrıca bütün haksızlıklara, Hak'tandır diye baş eğmeye, bâtıla hak demeye de «Sümüklü Tasavvuf» denir ve bu inancı benimseyenler uya­rı lir.

Söz

Söz adamın mehengidir

Sözün canı vardır

Söz vardır halk içinde, söz vardır, hulk içinde

SÖz vardır, iş bitirir; söz vardır, baş yitirir

Söze bakma, öze bak

Söyleyene bakma, söylenene bak

Söyleyene bakma, söyletene bak

Söyleyenden dinleyen arif gerek

İnsan sözünden belli olur

İnsan sözünün eri olmalı

Kelâmından olur ma'lûm kişinin kendi mıkdârı

İnsanın özünü, özündeki gerçekliği, yahut yalanı, gösterişi, düzeni söz ve yüz gösterdiğinden, bir bakıma da ruhiyatçı sayılan tasavvuf ehli, söz ve yüze çok ehemmiyet vermişlerdir. Dilimize, «Su» kadar deyim ve atasözü kazandıran bir başka söz de «Sözsdür. Anlamsız, yahut rastgele söylenmiş lâfa «Bu da söz mü?» deriz; «Söze bak» der, aly ederiz. Bu çeşit söz söyleyeni «Söz söyledi balkabağı» diye aşağılarız. Gösteriş için yapılan harekete «Sözde» der, gerçekten uzak olduğunu anlatırız. «Söz­den ibaret», «Sözden başka bir şey değil» deyimleri, gerçekten uzak olan şeyi bildirir. «Lâf olsun diye» ve «Bu da lâf mı?» deyimleri de konuyla münâsebeti olmayan söze, yahut ben de söylemiş olayım diye söz söy­leyenin sözüne denir.  «Lâf» deyimini de anlamsız söz hakkında kullanırız. «Kellim kellim lâ yenfa'», yâni «söyle, söyle, faydası yok» sözü de söz dinlemeyenleri belirten bir sözdür.

XVII. yüzyıl Melâmet mümessillerinden Kütahya'lı Gaybî Sun'uHah, heceyle yazdığı bir şiirde.

Bir ağaçtır bu âlem,

Meyvesi olmuş âdem;

Maksûd olan meyvedir,

 Sanma ki ağaç ola.

Bu âdem meyvesinin

Çekirdeği sözündür;

Sözdüz bu âlem, âdem,

Bir anda târâc ola[11]

dörtlükleriyle söze verilen  ehemmiyeti  belirtir  (Melâmilik ve   Melâmiler; s. 121).

Söz hakkındaki atasözlerinin hemen hepsinin tasavvuf?   bir yönü vardır. «Söz âdemin mehengldir» atasözü, insanın, sözünden   anlaşıla­cağını bildirir. Mevlânâ'ya atıf ve isnad edilen türkçe bir şiirin  son bey­ti olan,

Aceb haddince Mevlânâ sözü tükîce nazmeyler: Kelâmından olur ma'lûm kişinin kendi mikdârı

beyti de aynı mealdedir. «Sözün canı vardır» atasözü, söylenen bâzı söz lerin, aynen çıkacağın! işaret eder. «Söz vardır, halk içinde; söz vardır hulk içinde» atasözü, her sözün, her mecliste söylenemeyeceğini, söy­lenmemesi îcâb ettiğini bildirir. Eski okur-yazarlar arasında, her mecli­sin bir sözü, her mahallenin bir bakkalı var anlamına söylenegelen «Lî külü meclisin makaal ve Ei külli mahalletin bakkaal» sözü de türkçe dü­şüncenin arapça uydurulmuş bir sözü sayılmalıdır. «Söz vardır, iş bitirir; söz vardır, baş yitirir» atasözü, sözün ehemmiyetini pek güzel belirtmek­tedir. «Söze bakma, öze bak» atasözü, her söze ehemmiyet verilmemesi­ni, her sözün gerçek olmayacağını anlatır. «Söyleyene bakma, söylenene bak»  ve   «Söylenene bakma, söyletene  bak»  atasözleri, umulmadık  bir

Kişiden de gerçek, anlamı aerin ve geniş bir sözün duyulabileceğini bil­dirir ve ilhamı hatırlatır; aynı zamanda bu iki atasözünün arapcaları da arab dilinde atasözüdür. «Söyleyenden dinleyen arif gerek» tarzında ve-zinii olarak söylenen atasözü, sözü dinleyen kişinin, söyleyenden daha anlayışlı olması gerektiğini ihtar eder. «İnsan sözünden belli olur» atasö­zü, «Söz adamın mehengidir» atasözünün meal bakımından aynıdır. «İn­san, sözünün eri olmalı» atasözüyle «İnsan, sözünün eri, ......, ber­beri olur» atasözü, sözün gerçek olması gereğini tenbih eder. Bu madde­yi, Yunus Emre'nin «söz» hakkındaki şiiriyle Hatâî'ye atfedilen, fakat gerçekte Yunus'un şiirinin pek az değişik bir şekli olan şiiri yazarak biti­receğiz;

Keleci bilen kişinin yüzünü ağ ede bir söz,[12]

Sözü pişirip diyenin işini sağ ede bir söz

Kelecilerin bişirğil, yaramazını şeşirğiî,

Sözün us ile düşürgil, demeğil çağada bir söz[13]

Söz ola, kese savaşı, söz ola, yitire başı,

SÖz ola ağulu aşı bal ile yağ ede bir söz.

Gel ahi iy şehriyârî, sözümüzü anla bari;

Hezâran gevher dinarı kara toprağ ede bir söz.

Kişi bile söz demini, demeye sözün kemini;

Bu cihan cehennemini sekiz uçmağ ede bir söz.

Yürü-yürü yolun ile, gaafil olma bilin ile,

Key sakın key dilin ile canına dağ ede bir söz

Yunus imdi söz yatından, söyle sözü gayetinden,

Key sakın o şeh katından seni irağ ede bir söz.

Sözünü bir söyliyenin sözünü eder sağ bir söz,

Pîr neiesin dinleyenin yüzünü eder ağ bir soz.

Bir söz vardır, halk içinde, dahi söz var, hulk içinde;

Olmaya ki delk içinde diyesin çarğadağ bir soz.

Söz vardır, kestirir başı; söz vardır, keser savaşı,

Söz vardır^ ağıtla aşı bal ile eder yağ bir söz.

İsterim göreyim yâri, bu remzi anlağel varı;

Hezaran gevher dinarı eder kara toprağ bir söz.

Şah Hatâyı âyatından, sözün söyle öz yatından,

Olmaya kim pir katından seni ede ırağ bir söz

(Alevî-Bektaşi Nefesleri; s. 172-173).

Sübha

Subha-i sad-döne (yüz taneli teşbih)

Subha arapça teşbih anlamına gelir. Ehlisünnetin, namazlardan son­ra otuz üçer «Sübhânaüah, Elhamdülillah, Allahuekber» çekmelerine kar­şılık Şîa, otuz dört «Allahuekber», otuz üç «Elhamdülillah», otuz üç «Süb-hânallah» çeker; bunun için de teşbihin iki yanındaki taneler otuz üçer, ortadakiler otuz iki dizilidir. Otuz üç «Allahuekber» den sonra bir de du-rahta bu zikri okur; ortadaki otuz iki taneyle ikinci durak otuz üç olur, bunlarla da «Elhamdülillah» der; son otuz üç tanedeyse «Sübhânaliah» zikrinde bulunur ki bu sûretie teşbih, duraklarla yüz taneli oiur. Bu tesbi he de «yüz taneli teşbih» anlamına «Sübha-İ sad dâne» denir.

Süleyman

Süleyman-Cin, peri, ifrit

Süleyman-Karmca

Süleyman-Kuşdili

Süleyman-Taht, saltanat

Süleyman-Yel

Süleymandır karınca, İanesinde

Süleyman Peygamber (A.M), Dâvud Peygamberin (A.M) oğludur Kur'ân-ı Mecîd'in XXVII. sûresinin (Nemi) 17-39. âyetleriyle XXXIV. sûre­sinin (Sebe'} 12-14. âyetlerinde cinierin, perilerin, Süleyman'ın emrine râm oldukları, tahtını yelin götürdüğü, gene XXVII. sürenin (Nemi) 16-17. âyetieride, kuşların' dilinden anladığı, mahiûkatın dillerini bildiği, aynı sûrenin 18-19. âyetlerinde de bir karıncanın, Süleyman'ın ordusu geçe­ceği zaman karıncaları uyardığı, ezilmemeleri için yuvalarına girmelerin! söylediği bildirildiği, XXXVIII. sûresinin (Sâd) 35. âyetinde, kendisinden sonra hiç bir kimsenin elde edemeyeceği bir saltanatı istediği bildirildi­ğinden Şark-İslâm klasik edebiyatı da cin ve perilerle, ifritle, Belkiys'le, kuş dilini bilmesiyle, tahtla, yelle, saltanatla anılır. Hattâ karıncanın biri­nin, Süleyman Peygamber'e bir karınca budunu armağan götürdüğü gi­bi hikâyeler de uydurulmuştur.

«Süleymandır karınca, İanesinde» atasözü, vezinli olduğuna göre «Karınca, yuvasında Süleymandır» tarzında bir atasözünün vezne uydu­rulması olsa gerektir.

Yunus Emre, bir şiirinde,

Süleyman kuş dilin  biîür  dediler Süleyman var Süleyman'dan  içerü

dediği gibi bir şiirinde de.

Canım erenler yolu inceden inceyimiş, Süleyman'a, yol kesen sol bir karmcayırniş

beytiyle Süleyman'la karıncayı dile getirir.

Derlerdi hevâ üzre yürür taht-ı Süleyman, Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde pek  meşhurdur.

 

Sülûk

 

Sülük görmek

Sülûkünü tamamlamak, tamamlamamak

Sülük değil, şişede sülük görmüş

Sülük, yola girmek, yol tutmak, yol almak anlamına arapça bir söz­dür. Tasavvuf ehlinde, bir mürşide intisâb eden kişinin, tarîkat usulüne riâyet ederek manevî yolculuğuna, yol almasına denir. Melâmet ehli aşk, cezbe ve sohbetle, diğer tarîkatier, Allah'ın muayyen adlarını, mürşidin tensîbiyle muayyen miktarda zikretmekle sülük görürler. Bu esâsa göre manevî yol alışa «Sülük görmek», bu yolu bitirmeye, yahut bitirmemeye «Sülûkü tamamlamak, tamamlamamak» denir.

Tarîkate girdiği halde amaca varamamış kişilerse, «Sülük değil, şi­şede sülük görmüş» diye kınanırlar.

Sür-Git Dememişler; Gör-Ğeç Demişler

(Gör-geç mad. e bk.).

 

Ş

 

Şagirt

Şakirdi ustasına peştemal kuşatır.

Şagird, turkcede söylenişine göre şakirt, bîr sanata yeni intisâb eden kişiye ve mektep talebesine, öğrenciye denir; farsçadır. Fütüvvet yolun­da bir sanata giren kişiye, kalfalığa, ustalığa yükseltileceği zaman usta tarafından peştemal kuşatılırdı (Peştemal kuşatmak maddesine bakınız). Bu atasözü, istidatlı şakirt hakkında söylenen bir atasözüdür.

 

Şah

 

Şöh-ı Necef

Şâh-ı Merdart

Şâh-ı Vilâyet

Şah kılıcı sallamak

Şah diyenin dilini keser

Hükümdar anlamına farsça bir sözdür; turkcede padişah sözü kul­lanılır. Hazret-i Peygamberin  (S.M)  amcalarının oğlu, damadı ve vasisi

Emır'ül-Mü'minîn Alî, Necef'de yattığı İçin AİÎ'ye Necef şanı anlamına «Şâh-ı Necef», yiğitliği, savaşlarda ki bahadırlığı dolayısiyle erlerin padi­şahı anlamına «Şâh-ı Merdan», Tanrı arslanı anlamına «Şîr-i-Yezdan», vilâyet, yâni Hazret-i Peygamber'in yerine halîfe ve Allah Velîsi bulunma­sı yüzünden vilâyet padişahı anlamına «Şâh-ı Vilâyet» derler. Bu son sö­zü «Şâh-ı Velayet» diye okuyanlar, vilâyeti, zahirî halifelik, velayeti bâtını halifelik anlamına alanlar da vardır.

# Hatâyı, bir şiirine,

Biz ezelden tâ ebed meydâna gelmişlerdenüz,

Şah ı Merdân aşkına merdâne ğeîmişlerdenüz[14]

beytiyle başlar ve «Şâh-ı Merdan» sözünü kullanır (Alevî - Bektaşi Nefes­leri; s. 29). Hayretî, bîr şiirinde.

Şah içtin çak eylediler ten libâsın terk edip

Terk-i tecrîd oldular, tâc-u kabadan geçtiler[15]

beytiyle Hazret-i Alî'ye yalnızca «Şâh» der ve «Şâh-ı Vilâyetin kasteder (Aynı; s. 31}; bir başka şiirinde.

Her gedâ bir pâdşâha bende olmuştur, velî

Biz de Rûm Abdahyuz bizim Alî'dür Şahımız[16]

der (Aynı, s. 32). Başka bir şiirinde de.

Azadelik vilâyetinin pâdşâhıyuz,

Biz Hanedân-ı Şâh~ı Vilâyet esîriyüz,[17]

beytini söyler; {Ayni; s. 217).

Galip Dede'nın meşhur müseddes-i mütekerririnin tekrarlanan beyti de şudur:

ikrarımıza sır verirüz, ahda kavîyüz;

Biz Şâh-ı Vilâyet kuluyuz, hem Alevîyüz[18]

(Dîvan; kasîde ve terkipler; s. 79-80). Hatâyî bir nefesinde,

Erenler Serveri Şah-ı Vilâyet, Aldı müzminlerin elin eline;

Hanedan dostuna eyler hidâyet Müzmin olanları çeker yoluna

diye başlar (Aievî - Bektaşi Nefesleri; s. 162); Türabı ise, her Alî adın* taşıyanın  «Şâh-ı Merdan» olamayacağını şu güzel dörtlükle tesbît eder:

Arifin hâlini ta'rif ne hacet, Efsane sözlerden eyle feragat.

Nerdedir, bir göster, sâhib-kerâmet?

Alî çoktur, Şâh~ı Merdan bulunmaz (Aynı, s. 221).

Kalender Abdal da,

ı'den-i kân-ı kerem Şâh-ı Necef, Her kime kılsa nazar buldu şeref[19]

beytinde Alî'yi- «Necef padişahı» diye anar (Aynı, s. 109).

«ŞâH kılıcı sallamak» deyimi, Osmanoğullan tarihçileri tarafından uy­durulmuş bir deyimdir ve Anadolu Alevilerinin, İran'a bağlılıkların! bildi­rir (Alevî - Bektaşi Nefesleri; «İran'a bağlılık» bölümü'nün Önsözü'ne ba­kınız; s. 83-88).

«Şâh diyenin dilini keser» atasözüyse, Alevîler ve Bektâşiler tarafın dan kullanılmıştır. Bu atasözündeki «şâh» la, hem Şâh-i Vilâyet, yâni Alî, hem de İran Şahı kastedilmektedir ve Şia'ya düşmanlıkta ileri gidenler anlatılmaktadır.

 

Şalvar-Şalvar Giydirmek

 

Fütüvvet yoluna giren kişiye, tekmil mertebesine vardığına, yâni bir müddet hizmetten sonra olgunluğa eriştiğine alâmet olarak şalvar giydi­rilir ve Şedd kuşatılır. Bu suretle hırka tasavvuf ehlinin, Şafvar'sa Fütüv­vet ehlinin libâsıdır (İslâm ve Türk illerinde Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynak-ian; İst. Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, 11. cilt; No. 1-4; 1949-1950; s. 38 ve devamı).

 

Şâm-ı Gariban

 

Garipler gecesi anlamına farsça bir terkibtir. Şîa tarafından Muhar­remin onuncu günü akşamına, on birinci gecesine denir. İmâm Huseyn ve ashabı, hicretin 61. yılı Muharreminin onuncu günü şehîd edilmişler. Ehlibeyt esir olmuş, o geceyi Kerbelâ'da geçirmişlerdir; bu münâsebetle o geceye «Şâm-ı Gariban» denmiştir. Ayrıca birisi ölüp defnedildikten sonra, o geceye de «Şâm-ı Gariban» denir ve o gece, cenazenin cîktığı evde, yahut mescitte «Terhîm», yâni rahmet okuma, ruhuna Fatiha ver­me merasimi icra edilir.

 

Şam

 

Şâmı-Şûmî. Küfî Lâ yûfî

Suriye'deki malûm şehrin adıdır. Kerbelâ'da İmâm Huseyn şehîd edil­dikten  sonra başı, şehîdlerin  başlarıyla,   mızraklara   saplanarak Şam'a, Yezîd'e götürülmüştür. Ehlibeyt de bu kafileyle Şam'a götürülmüş, orda bir müddet kalmışlar, sonra bırakılmışlardır. Bu münâsebetle Şam, Ehli­beyti sevenlerce kötü bir olayı hatırlatmaktadır; bu yüzden de Samlı yomsuz ve kutsuzdur anlamına «Şâmî - şûmî» deyimi, Ehlibeyti sevenlerce kullanılır olmuş, gene bu münâsebetle Hazret-i Alî'ye ve İmâm Hasan ve Huseyn'e de vefa etmeyen, ahidlerinde durmayan Kûfe'liler de, «Kûfeli, ahdine vefa etmez» anlamına «Kûfî - Lâyûfî» deyimi de kullanılmıştır. Ci-han-Seraskerî diye anılan Ali Rıza Paşa,

Şam'dan çıktığım aksama dedim şâm-ı şerif [20]

mısraiyfe Şam'a Şâm-s Şerif diyenlere ta'rizde bulunmaktadır.

 

Şan

Şanına düşeni işle

Ululuk, şeref; yücelik anlamına arapca bir sözdür. Tasavvuf ehlinin, duâ makamında; «Şanına düşeni işle» sözü, Allah'a, senin ululuğuna dü­şen, bağışlamaktır; beni bağışla anlamına gelir. Netekim, Azmî, bir şiirin­de.

Beni affeyîesen düşen mi şandan? Şahlar bile geçer böyle isyandan; Ne dökülür, ne eksilir haznenden, Affetsen olmaz mı, noksana mısın der (Alevî - Bektaşi Nefesleri; s, 225).

 

Şath (Satıh) - Şathıyye

 

Bu bir deyim  olmadığı  gibi bundan türeyen bir atasözü de yoktur; fakat bâzı tasavvufî sözleri, bâzı deyimleri belirtebilmek için kitabımıza bunu almaya mecbur olduk.

Şath, anlamında beniik ve dâva beliren söz demektir. Böyle birşeye kalkışmak, gerçeklere göre sürçmektir, suçtur (Ta'rîfât, s. 76). Satha âit şiirlere «Şathıyye» denir.

Sathı iki kısma ayırmak gerektir:

1- Söyleyenin dileği dışında söylediği sözler. Bu çeşit sözler, ruhî bir buhran sırasında, şuur altındaki duygulan, dilekleri dile getirir. Bun­ları te'vil pek güçtür. Bu sözleri, söyleyen bile anlayamaz. Ebû-Yezid-i Bıstâmî'den  (261  H. 874) rivayet edilen sözlerle  Huseyn b.  Mansûr'ül-Hallâc'ın (309 H. 922) sözleri ve şiirleri, Yunus'un şeyhi Tapduk Baba'nın şeyhi ve San Saiîuk'un halîfesi Barak Baba'nın sözleri (Barak Baba için «Yunus Emre ve Tasavvuf» a;    s. 17-26;    bu   sözler   için   aynı   eserin 255-275,  metnin tıpkı  basımı    için   457-472.  sahifelerine  bakınız).  Haoi Bektaş'a âît olan ve henüz basılmamış bulunan sözler, bu ilk kısımdandır.

2- Sûfî şâirler tarafından, bâzı tasavvufî inançlar, şerhe muhtaç, fa­kat te'vîli mümkün bir tarzda ve bu çeşidi de bulunsun diye satıh tar-zmda yazılır. Yunus'a atfedilen meşhur,

Çıktım erik dalına anda yedim, üzümü, Bostan ıssı kakıyıp der: Ne yersin kozumu

beytiyle başlayan şiirle Yunus'un,

Eğriliğin koyasın, doğru yola gelesin, Kibir-ü kînî çıkarğıl, erden nasîb alasm

oeytiyle başlayan şiirin 3-5. beyitleri olan.

Gönülde pas oturur, anda seni yitürür, îçerü şah oturur, giremezsin göresin. Onikİdir hücresi yedi dervâzesi var Anda iki dilber var, bilmezsin ki sorastn. Var kardaşmı öldür, dahi avratın boşa, Anana kabin kıydır Hakfcı ıyân göresin[21]

beyitleri ve 1024 hicrîde (1615 M.) vefat eden İdrîs-i Muhtefî'nîn,

İşbu deme erince,

Üç kez doğdum âneden;

Nice yavru uçurdum,

Nice aşiyâneden[22]

dörtlüğüyle başlıyan şiiri bu ikinci kısımdandır (Melâmîlik ve Melâmiler s.  125-126).

 

Şeb-Külah

 

Geoe külahı anlamına gelir; geceleyin ve bilhassa yatarken giyilen dövme yünden yapılma yekpare, bir karış uzunluğunda, yahut biraz daha kısa ve tek katlı külaha denir. Bal rengi, yahut beyaz olur. Yün olduğun­dan teri emer ve başı üşütmez. Nef'î,

Her dürr-i sitâre - tâb-ı nazmın Pîrâye-i şeb-külah-ı ma'nî

beytinde «şeb-külâh» ı, «Şeb», yâni geoe münasebetiyle yıldızla ve pa-niparıl parlayan inciyle anmış, «dürr», yâni inci dolayısiyle «pîrâye»f. yâni süs, öezenti, parlaklık sözünü de aynı beyitte kullanmış, «Namzının yıldız gibi parıl-parıl parlayan her inci tanesi, mânâ gece külahının be-zentisidir» diyerek kadın şeb-külâhlarının incilerle de foezetildiğini tesbit etmiştir (Divan; Bulak - 1252, Kasîdeler, s. 148).

 

Şedd

 

Arapça, sıkı bağlamak, bağlanmak anlamına gelir. Fütüvvet yoluna piidiği zaman Ahî tarafından bele kuşatılan ve yünden yapılmış olan kuşağa verilen addır (Tafsîlâtı ve şekilleri, kuşanma tarzı. v.s. İçin «İslâm -Türk İllerinde Tütüvvet Teşkilâtı ve Kaynaklan» na bakınız; s, 46-54, 70-72 ve 83-86. «İslâm Ansiklopedisi» ndeki Şedd Maddesi; c. 11, s. 378-381). Mevlevîierdeki «Elifî Nemed» ve Bekîâşilerdekî «Tıgy-bend», Fütüvvet ehlinin «Şedd» dinden geçmiştir.

Şek

Sekte kalmak

Sekten-şüpheden arınmak

Arapça şüphe demektir. Tasavvufta, inançta, bilhassa yolunda, mür­şidinde şüpheye denir. Sözünde, özünde gerçeklik olmayan kişiye «Sekte kalmış» derler. Çok defa «şek» sözü, «şüphe»yle beraber anılır. Şüphesi kalmamış gerçek kişi, «Sekten-şüpneden arınmış» diye övülür.

 

Şems Kolu - Veled Kolu

 

Mevlevîlerin «Sofu tarîkatleri» dedikleri esma ile sülûkü kabul eden tarîkatierde «Şu'be» ve «Kol» denen, asıl tarîkatten, küçücük ıbir farkla ayrılan, adetâ başka bir tarîkat sayılan zümre mensupları vardır. Zikre küçük bir hususiyet ekleyen, yahut giyimde küçücük bir değişiklik yapan şeyh, «Pîr-i Sânî-ikinci pır» sayılır ve «El-Müctehid fî't-Tarîka - Tarikatte ictihad sahibi» kabul edilir; bu şeyhe mensub olanların yoluna da ü tart-katin Şu'besine, Kolu'na mensup bulunanların yolu diye bakılır. Böylece tarîkatlerden tarıkatler türeyip durmuştur ve bu, son zamanlaradek sür­müştür. Mevlevîlikte, Pîr Âdil Çelebi (865 H. 1460 M.}, semâ'ı, son şekliyle tesbît ettiği, mukabeleyi te'sîs eylediği halde «Pîr-i Sânî» ve kol sahibi sayılmamış, yalnız adına bir «Pîr» sıfatı eklenmiştir. Itrî'nin (1124 H. 1712 M.) rast bestesiyle mukabeleden önce Na't okunmak, mukabeleye eklen­diği halde ne ekleyen Şu'be sahibi sayılmış, ne Itrî «El-Müctehid fî't-Taarî-ka» tanınmıştır. XIX. asırda «Niyaz Âyini», mukabele sonuna alınmış, ne vakit kabul edildiği bilinmiyen «Garibler Semâ'ı», mukabele nihayetine eklenmiş, fakat  bu  eklentileri  yapanların adlan   bile anılmamıştır;   yân'

Mevlevîlikte Şu'be yoktur. Ancak böyle olmakla beraber Mevlevîlikte iki neşe vardır ve bunu, Mevleviler de kabul ederler. Mevlevîlerin bir kısmı tam Ehiisünnettîr, Nakş-bendîlerin Hâlidî kolu kadar mutaassıptır; bir kis-mıysa tam İmâmiyye mezhebine sâliktir. Alevidir; rinddir; aşka kul olmuş­tur; Ehlibeyte mensuptur. Bizzat Mevlevîler ve diğer tarîkat erbabı, Mev-Jevîlerin Sunî olanlarına .«Veled Kolu», Şîî olanlarına, yahut Şia'ya tema­yül edenlerine, Bektaşilikle bağdaşanlarına  «Şems Kolu»  demişlerdir.

Veled kolundan olanlar, bıyıklarını sünnet üzere kestirirler, sakalla­rını uzatırlar; sikkelerini, alınları görülecek tarzda arkaya doğru giyerler; gül-banglerini, «Dem-i Hazret-i Mevlânâ, Hû diyelim, Hû» diye bitirirler! Şems kolundan olanlar, bıyıklarını kesmezler, sakalları kısadır; sikkeleri­ni, kaşlarını bile örtecek tarzda alınlarını örtmek üzere giyerler, gül-bang­lerini «Dem-i Hazret-i Mevlânâ, sırr-ı Şems-i Tebrîzî, Kerem-i İmâm-ı Alî, Hû diyelim, Hû» diye bitirirler.

Dîvâne Mehmed Celebi, Yusuf Sîne-çak ve bunların mensupları gibi XVI-XVII. yüz yıllarda, Kalenderîlere uyup «Châr-darp» olan, bâzı vakit­lerde «Sikke-i duvvâzdeh küngüre-i Şemsiyye - Oniki dilimli Şems külahı» denen Bektaşi tacı giyen Mevleviler, bu ikinci neşeye sahip olan Mevle-vîierdir ki bunlar, XV. yüzyılda Vahidî'nin «Manâkıb-ı Hâceî Cihan ve Ne-tîce-i Can» adlı risalesinde «Şemsîler» diye anılmaktadır («Mevlânâ'dan sonra Mevlevîlik» e bakınız; s. 207-243).

Şepper, Ştipeyr

Arapçada «Hasan» ve «Huseyn» karşılığı olarak Süryanca iki söz olduğu, Harun peygamber'in oğullarının adları olup Hazret-i Peygamber tarafından Hazret-i Alî'nin oğullarına verildiği rivayet edilir (Burhân-ı Kaa-tı\  s.  709-710).

1197 de (1782-1783) ölen, Celvetiyye'den «Hâşimiyye» kolunu kuran, aynı zamanda Melâmîliğe ve Bektaşiliğe de mensup bulunan. Hacı Bek-taş tekkesinde dört yıl kadar Dedebabalık makamında oturan Üsküdar'ir Hâşim Mustafa Baba'ntn bir nefesi,

Şüpeyr-ü Şeper, mürşid-ü rehber, Sundular kevser elhamdülillah

beytiyle başlar (Alevî - Bektaşi  Nefesleri; s.  153-154). Bu  nefes  «Mahabbet» denen içkili Bektaşi sohbetlerinin en sonunda, sofra kalkacağı va-»kit, Gül-bangden önce besîesiyle hep birden okunurdu {Notası için aym -esere bakınız; s. 287, Uşşak),

 

Şerbet

 

Şerbetlenmek - şerbetli

Şerbet, içilecek tatlı su anlamına arapça bir sözdür. «Şerbetlenmek» zehirli hayvanların insanı zehirlememesi, sokarlarsa zehirlerinin tesir et­memesi için «Ocak» olan, yâni bu işin ehlinden el almış bulunan bir kişi­den izin almak, onun okuyup üfürdüğü şerbeti içmektir. Bu suretle ze­hirli hayvanların, yılanların, «Şerbetlenmiş» kişiyi sokmayacaklarına, so­karlarsa zehirlerinin tesir etmeyeceğine inanılırdı. Şerbetlenen kişiye de «Şerbetli» denirdi. Bu işi daha ziyade Rıfâî Şeyhleri yaparlardı.

Ayrıca, hiçbir şeyden utanmayan kişiye de, «Söze, azarlanmaya şer­betli» denir.

 

Şey'en li’llah

 

Aüah için bir şey anlamına arapça bir sözdür. Selmana çıkan «Bak: Selman) derviş, keşkülünü uzattığı kişiye bu sözü söyler; keşküle birşey konunca keşkülü, «Eyvallah» deyip çeker. Bir hizmetten sonra da dua niyaz edilirken bu söz söylenir. Meselâ, çerağları uyandıran derviş, hiz­meti bitince dara gelip (Bak: dar), ayağını mühürler, niyaz vaziyeti alır ve «Hizmetimin haklı hayırlısını dilerim, şey'en li'llâh, Allah eyvallah» der. Baba, kısa bir gül-bang çeker. Derviş, yere niyaz ederek arkasını dönme­den çekilir, yerine gider, posta oturarak niyaz eder, eğleşir.

 

Şeyh

 

Esnaf Şeyhi

Şeyhin elini öpeceğine kendi elini öp

Şeyhin kerameti kendinden menekui

Şeyhi şeyh eden müriddir

Şeyh olmak kolay, derviş olmak güç

Şeyh türlü

Şeyh, arapça ihtiyar anlamına gelir. Bir zümrenin, bir toplumun ulusu­na, kabilenin reisine, tarîkatlerde kendisine uyulan, derviş yetiştirmeye icazeti (Bak: İcazet) olan kişiye de şeyh derler.

Fütüvvet yolunda, her sanat ve zanaat erbabının bir şeyhî vardır. Sah-haflar, yâni kitap satanlar, çulhalar, tabaklar... şeyhi gibi. Şeyhe vekâlet eden zâta da «Kethüda - Kâhya» denirdi. Her şehirde, bütün şeyhlerin bir ulusu da olurdu ki ona arapça «Reîs-ül-Ahiyyet'ül Fityan», yâni yiğitlerin (Fütüvvet ehlinin) ahilerinin (şeyhlerinin) başı, başbuğu, yahut «Şeyh'üş-Suyûh, Şeyh'ul-Meşâyih», yâni şeyhlerin şeyhi derlerdi.

«Şeyhin etini öpeceğine kendi elini öp» atasözü, hem kazancın, şey-ıin eliyle değil, insanın kendi eliyle olduğunu bildiren, hem de eli öpülme­yecek şeyhlerin de bulunduğunu bildiren bir atasözüdür. «Şeyhin kerâ-leti kendinden menkul» atasözüyşe, kendisini keramet sahibi gösteren, ildiren, kendi kerâmtlerini kendisi söyleyen şeyhler hakkında söylen-îiştir. «Şeyhî şeyh eden müriddir» atasözü, mürîdin, hem onun ululuğu-yüceliğini, kerametlerini söyleye-söyleye onu ulu, yüce ve keramet ihibi tanıttığını bildirir; hem de mürîdin, ahlâkındaki, edebindeki, olgun-'uğundaki yücelikle şeyhini de yücelttiğini anlatır. «Şeyh olmak kolay, terviş olmak güç» atasözü, şeyhliğin, herhangi bir suretle, meselâ bir ?eyhin oğlu olmakla elde edilebileceğini, fakat dervişliğin, gönül alçaklı­kla, edeple, manevî olgunlukla, varlıktan, benlikten geçişle olabileceği- bu bakımdan da güç birşey olduğunu ifâde eder.

Bâzı kimselerse birçok tarîkatlere girerler, yahut onlardan görünür-ler- Neşe bakımından birbirine uymayan yolları benimserler. Hem Bektaşî, hern Nakşî, hem Melâmî, hem yobaz görünürler; kiminle görüşürlerse °nun mezhebinden, meşrebinden bahsederler. Bu çeşit kişilere de tarikat en'i arasında «Şeyh türlü» denegelmiştir.

Şeriatta bu senin, bu benim; tarîkatte hem senin, hem benim, hakıykatte ne servn, ne benim

Bir inancı, tasavvuftaki Varlık Birliği (Vahdet-i Vücûd) inancının um­delerini belirten ve atasözü gibi, yeri geldikçe sohbetlerde söylenen bu söz, şu esasları belirtir:

Şeriatta, inananlar kardeş olmakla beraber hak-hukuk ayrıdır; insa­nı hakıykate götüren yolda, Tarîkatteyse bu kardeşlik, yokluk hâlinde te-celiî eder; yokluğa bürünmek, önce kendi varlığından geçmekte olur. Varlığından, benliğinden geçen kişinin ne malı vardır, ne canı; bu bakım­dan yokluk yoluna giren kişi, hiçbir şeye «benim» diyemez. Hakıykate varınca, bütün varlıkların izafî olduğunu anlar; bunun sonucu, ne sen vardır, ne ben; şu hâide herşey, ne senindir, ne benim; hepsi de Hakk'-ındır (Dört Kapı'ya da bakınız).

Nâbî (1124 H, 1712 M.)

Bu ğülsitanda benimçün ne ğül, ne şebnem var;

Ne kudret-ü ne tasarruf, ne bîş-ü ne kem var;

Bu çârsûda ne dâd-ü sited, ne derhem var;

Ne kuvvet-ü ne taayyün, ne zahm-ü merhem var;

Bu kâr-hânede bilmem neyim, benim nem var

bendiyle bunu pek güzel belirtmiştir.

Şöhret  Âfettir

Bu atasözündeki şöhret, malla-mülkle, bilgiyle, güçle-kuvvetle tanın­mak, bilinmek değildir; bunlarla tanınmak da insana, birçok kötü kişinin hasedini, kıskançlığını, düşmanlığını çeker; fakat tasavvuf ehlinee ası! şöhret, Ledün bilgisiyle (Bak: Ledün), keşif ve kerametle tanınıp bilin­mektir. Bu çeşit şöhret, hem halkı insanın başına üşürün himmet isteyeleri  çoğaltır;  insanın  huzurunu  bozar; hem  de  insana  bir varlık, benlik verir,  bu  yüzden  de  manevî  makamından  düşürür.

Şükür

Bin dilim olsa şükründen âcizim Sonsuz şükürler Şükür nimeti artırır

Şükr, görülen nimete, ihsana karşı duyulan minneti, nîmet ve ihsan sahibine bildirmek, teşekkür etmek anlamına arapça bir sözdür; türkçede «Şükür» tarzında söylenir. Allah'ın kula verdiği sayısız nimetlere karşı, Allah'a, «Bin dilim olsa şükründen âcizim», «Bin dilim olsa bir nsmeîine bile şükredemem», «Sonsuz şükürler» gibi deyimlerle şükredilegelmiştir.

«Şükür nimeti artırır» atasözü, XIV. sûrenin 7, âyet-i kerîmesinin meâ-Jidir.

O Bu gül bahçesinde benim için, benim olan  ne bir gül var, ne bir ciy tanesi. Ne kuv­vet var, ne brişeye sahib oluş, dileğince  kullanış. Bu çarşıda ne alış-veriş  var,  ne para-pui;   ne  güç  var,  ne  varlık;  ne yara  var,  ne  melhem.  Bu   işyerinde  bilmem  k' ben neyim,  benim nem var?

 

T

 

Taan Etmek

Tacın eden bizden, ettiren bizden değil

Kınamak, aleyhte bulunmak anlamına arapça bir sözdür. «Taan ederr. bizden, ettiren bizden değil» atasözü, «Taş atan bizden, attıran bizden değil» yerine söylenir ve tasavvuf yoluna giren kişinin, yolunu taan ettir­memesi gereğini bildirir. Hamzavîlerden (.Bayramı Meîâmîierî) Bezcizâde Muhyiddin (Muhyî), bestesi de bulunan bir ilâhîsine,

Zâhîd, brzi ta'neyleme,

Hak ismin okur dilimiz;

Sakın efsâne söyleme,

Hazrete varır yolumuz

dörtlüğüyle başlar (Melâmîlik ve Melâmiler; s.  130).

 

Tac. Tâc' Nâme

 

Arapçadır. Başa giyilen şeye, bilhassa pâdişâhların, mücevherlerle., sorguçlarla bezenmiş kavuklarına, başlarına giydikleri mücevherli ser­puşlarına denir. Tarikat ehli de kendi tarîkatlerini bildiren, başın tepesi anlamına gelen ve sarılan sarığın rengine göre değişen, dövme yünden» serpuşlara «Tac», yalnız Mevleviler, giydikleri serpuşa «Sikke» derler (Bak: Sikke). Tacın üst kısmına «Kubbe», başa geçen kısmına «Lenger» denir. Mevlevî sikkesi düz, yekpare, bal rengi, yahut beyaz, git­tikçe dariaşan, fakat sivrilmeyen, dilimsiz, bir karış, dört parmak uzun­luğunda, iki katlı ve dövme yünden yapılmış külahtır. Şeyhler, bu külahın üstüne beyaz, seyyid, yâni Peygamber soyundan gelenleri yeşil, halîfeler-se bakılınca siyah görünecek kadar koyu mor (duhanî-koyu duman rengi) destar, yâni sarık sararlar (Bak: Destâr). Celebi olmayanlar des­tan, alttan sikke bir parmak kadar görünecek, çelebiler, sikke görünme-yecek tarzda sararlar. Bektâşilerin tadarı, dövme beyaz keçeden, altı üstü bir hizada, bir karış uzunluğunda, kubbesi Oniki İmâm'a işaret ola­rak oniki, lengeri, dört kapıya işaret olarak dört dilimiidir; tepede «Düğ­me» ve «Mühür» denen ve gene baş parmağın tırnağı kadar bir yün par­çasının üstü, iplikle işlenerek dikilen parça vardır. Dilimler ayrı-ayrıdır ve içten dikildikten sonra dıştan da küçük ve düz dikişlerle işlenir ve pekiştirilir. Bu taca «Tâc-ı Hüseynî, Tâc-i Celâli» denir. Tepesinde düğ­me olmayan ve dilimleri dıştan dikişli bulunmayan, kubbesi oniki, lengeri dört dilimli beyaz taca «Kalenderi Tâc» denir.

XIV-XV. yüzyıllarda bazı Mevlevîlerin de bu çeşit tâc giydiklerini ve buna «Sîkke-i Düvvazdeh küngüre-i Şemsiyye» dediklerini biliyoruz. Bek-iâşüerde ayrıca Edhemî tâc denen dört terkli tâc da vardır ki bunu, ev­velce evii babalar giyerlermiş, oniki terkli tâc, mücerretlere, yâni evlen-meyeniere mahsusmuş. Sonradan her baba, oniki terkli tâc giyebilirdi.

Rıfâî, Kaadirî, Bedevî, Sa'dî taçları da oniki terklidir; yalnız lenger kısımları düz ve yünden, dikişsizdir; Rıfâîler, bu dikişsiz yere siyah, Kaa-tiirtier yeşii. Bedeviler kırmızı, Sa'dîler beyaz sarık sararlar. Şâzilîlerin ser-puşiarı diiimsizdir ve beyaz destar sarınırlar. Kaadrrîlerîn ayrıca üst ta­rafı sivri, üzeri nakışlarla bezenmiş, altı koyun yünüyle çevrelenmiş tâc-iarı da vardır ki buna müjgânlı (kirpikli) tâc denir. Bu tacın tepesinde mühür yoktur. Ayrıca dikişli bir tâc da Nakşıbendîlerin tacıdır.

Tâc geleneğini, rivâyetleriyle bildiren, her tarîkatin taçlarını, şekil­lerini, destarlarını tesbît eden kitaplar da yazılmıştır ki bunlara «Tâc-Nâ-me» denir.

Bektaşi'lerle Mevlevîİerde muhib ve kendisine tâc, yahut sikke tekbir-lenmiş olan (bak: Tekbir) derviş, Dal-Tâc, Dal-Sikke giyer; yâni giydiği taca ve sikkeye destar saramaz; destan yalnız Baba, yahut Mevlevî şeyhi sarabilir. Öbür tarîkatlerde derviş, tâc giyemez, arkıyye giyer (Bu madde­ye bak).

Evvelce Bektâşilerde Elifî denen ve altı dört, üstü iki terkli bir tâe da vardır {Elifî Tâc'a bk.).

 

Taht

 

Taht-ı Gadîru Hum

Taht-ı Muhammed (S.M)

Üstüne oturulan şey anlamına arapoa bir sözdür, Bektaşi meydanın­da, meydanın tam karşı tarafında ve ortada üç basamaklı küçük bir kür­süye «Taht-ı Muhammed» (S.M) ve «Taht-ı Gadîru Humm» denir. Bunun önünde «Meydan Taşı» denen ve ortasındaki bir yerde o taşa gömülü, oniki köşeli ve Balım Taşı'ndan (Bu mad.'ye bk.), yapılma bir taş vardır Konun Çerağı, bu taşın arkasına konmuştur; iki yanındaki iki şamdanda birer mum vardır. Üstü yeşil çuhayla kaplı bulunan bu kürsünün her üç basamağına üçer şamdan ve mum konmuştur. Böylece üç basamakta üçerden dokuz mum, kanun çerağının iki yanında da birer mum bulunur ki böylece onbir şamdan ve mum eder. Kanun çerağı bir sayılınca onunla oniki olur ki Oniki İmâm'a işarettir. Kanun çerağının üç yalımı hesapla­nırsa, ondört Ma'sum'a  işaret olarak ondört eder.

Bu kürsüye, «Kürsî-i Gadîru Humm», yahut «Taht» denmesinin sebebi şudur: Hazret-i Peygamber'in (S.M) Vida' haccından dönü­şünde, Gadîruhum'da, Hazret-i Alî'nin vilâyeti hakkındaki sözlerini asha­ba bildirmeleri için kendilerine, devee hamutlarından üç basamak min­ber kurulmuştu. Bu kürsü, ona benzetilerek bu adla anılmıştır.

Tahta Sakal

Sakalı gür ve sık olan, göğsünü kaplayan kişiye bu söz söylenegel mistir. Bu çeşit kişiye «Kabasakal» da denir.

 

Taklid-Tahkıyk

 

Hak Erenler taklidimizi tahkıyka ulaştıra Allah taklidimizi tahkıyk eyieye

«Taklid», takmak, eklemek, birisine uymak, birinin hâlini, hareketini yapmaya kalkışmak anlamlarına gelir. Şer'de, bir müctehidin re'yine uy­maya «Taklîd», uyana «Mukallîd» derler. «Tahkıyk» gerçeklemek anla-mınadır. Her iki söz de arapçadır. Tasavvuf ehlince taklîd, ha! ve makam ehlinin sözlerini söylemek, huylarıyla huylanmamak, onlar gibi olgun ol­madığı hâlde olgun görünmeye çalışmak, gösteriş yapmak, suret uğrulu­ğu (Bak: Suret) yapmaktır. Tahkıyk, izafî varlığını anlayıp yokluğa ulaş­mak, gerçek varlıkla varolmak, gösterişten geçmek, bulunduğu hâlin ve makamın ehli olmaktır. Bundan dolayıdır ki aralarında, «Hak erenler tak­lidimizi tahkıyka ulaştıra», «Allah taklidimizi tahkıyk eyleye» sözleri duâ olarak söylenegeimiştir.

 

Tâlib

 

İsteyen anlamına arapça bir sözdür. Alevilerde, bir ocağa, o ocaktan gelen dedeye uyanlara o «Ocağın talibi», dede olmayanlara, yâni Hazret-i Peygamber (S.M) soyundan gelmeyenlere umûmî olarak «Tâlib» denir. Bir Alevî, diğer bir Alevî'nin, hangi ocağın talibi olduğunu anlamak için «Kimin talibisin» diye sorar; o öo bağlı olduğu ocağı söyler; meselâ, «Ağu-çen (Ağu içen) talibiyim» der.

Ayrıca türkçe yazılan tasavvuf kitaplarında, «Ey tâlib-i esrâr-ı İlâhî», yâni ey İlâhî sırları dileyen hitabına sık sık rastlanır.

 

Târek

 

Tepe, başın üst kısmı anlamına farsça bir sözdür; «Terk» tarzında söylenir; tacın dilimlerine denir (Tac mad.e bk.).

 

Tarıyk  (Matrak, Erkân,  Destç-çûp, Ser~Deste)

 

Arapça yol anlamına gelen Tanyk, Alevîlerce mukaddes tanınan ve kayın ağacından kesilmiş olan yetmiş, yetmişbeş santimetre uzunluğundaki düz sopaya verilen addır.

«Tarıyk»e,  «Evliya, Erkân, Dest-Çûp, Ser-Deste» de denir. En fazla «Tarıyk» ve «Erkân» diye anılır. Kayın ağacının dalı kırılır, tekrar doğrultulup kırıldığı yer sarılırsa kırık dal, kırıldığı dala kaynar; bu yüzden bu ağaca «Kayın» denmiştir. Netekim dilimizdeki kay­nata, kaynana, kayınbirader sözleri de sonradan sanıldığı gibi baba ye­rine, ana ve kardeş yerine geçen anlamına «Kaaim» kelimesinden değil «Kayın» sözünden gelmektedir ve alınan kadm dolayısiyle onun, yahut kadına, erkeğinin babası, anası, kardeşi, kaynamış, iki aile birbiriyle kay­namış, kaynaşmıştır; iki ailedeki baba, ana, kardeş, kız alan erkeğe, ko­caya yaran kadına kayınata, kaymana, kaymkardeş olmuştur.

Alevîlerin görgü âyininde, birbiriyle Musâhib olanlar (Bak: Musâhib), DÖr'da (Bak: Dâr) yere niyaz edip elleriyle sürünerek dedenin huzuruna giderler. Birinin zevcesi öbürünün, öbürünün zevcesi de onun ayak ucun­da, aynı tarzda gider. Her iki Musâhib de bellerine Tıyg-bend (bu mad­deye bak) yerine birer çevre bağlamışlardır. Dede ayaktadır ve «Tarıyk»i yeşil kılıfından çıkarmıştır, sağ elinde tutmaktadır. Musâhibler, dedenin ayak ucunda, birbirlerine karşı, birinin kolu, öbürünün başının altında, onun kolu öa öbürünün boynunda olarak kucaklaşmış bir halde yatarlar. Rehber vazifesini gören, her ikisinin ellerini yanlarına getirir ve başlarına, bellerine, ayaklarına, «Tâc-i devlet, Kemer-best, Hâk-ü türâb» diyerek do­kunur. Bunlar, ölmüştür, rehber de elleriyle onları yıkamaktadır. Ayak uçlarında, onların ayaklarına kapanmış durumda bulunan zevceleri, baş­larındaki baş örtüsüyle, su alır gibi ayaklarına dokunurlar. Dede;

«Hâl, erenler hâlidir; Yol erenler yoludur;

Gaafil olman gaziler, Gelen üstad elidir

Bism'i Şâh, desîür-ı Halîfe» der ve «Aliâh, Muhamrned, Ya Alî» diyerek sırtlarına o sopayla üç kere dokunur; «Diyelim kalkmasına bîr Allah» de­yince her ikisi de, ölümden sonra dirilirler, dedenin ayaklarını öpüp kal­karlar. Dede bu sefer, sopayı, iki elini vücûdundan ayırarak ufkıy tutmak­tadır. Kalkanlar, dedenin sağ ve sol elini ve «Erkân»ı, yâni sopayı öpüp sağ yandan, «Erkânsın altından geçerler ve ei ele tutuşup «Lâîlâhe illal­lah» diye tevhid zikrine başlarlar. Herkes ayaktadfr; erkekler önde, ka­dınlar onların arkalarında dururlar. Zâkirler (Bak: Zâkir) saz çalıp nefes okumak suretiyle tevhîdi idare ederler. Herkes, bu suretle erkândan ge­çer, tevhîd hızlanır; sonunda da «Şâh uçtu, Şah uçtu» deyip el çırparak tevhide son verirler. Herkes yerine oturur. Sâkıylik eden, dedenin önüne.

içi su dolu bir tas getirir. Dede «Erkân» ı sol eliyle şakulî olarak tasın içi­ne dayar; tastan sağ eliyle aldığı üç avuç suyu, yukarısından döker; sol eliyle kurular; kılıfına koyup yüksek bir yere bırakır. Bu törene, «Erkân­dan Geçmek» denir. Sâkiy, dededen itibaren tastaki suyu herkese sıra­sıyla ve «Saka Huseyn» diye sunar. Herkes bir yudum içer ve her içen, «Selâm'uHah ala'l-Huseyn, Lâ'net'ullah alâ KaatH'il-Huseyn» diyerek imâm Huseyn'e selâm verir, katiline lanet eder; bu sözü, onunla beraber herkes, yüksek sesle söyler. Sonunda, aynı tarzda kendisi de darda oturup içer, kalkıp bir avuç sağa, bir avuç sola, bir avuç da orta yere serper; tası gö­türüp ocağın yanına bırakır. Dâr'a geçer. Dede ona, hizmetine karşılık bir gül-bang çeker. Sonra da «Suyundan içene, altından geçene rahmet. Yerden göğe direk, Tarıyka terceman gerek» deyip önüne bir mendil se­rer. Herkes, kalkıp gücü yeterince mendile bir para bırakır, yerine oturur. Bu parayla «Tarıyk» a, cuma gecelen, durduğu rafta bir kandil, yahut mum uyandırılacaktır. «Terceman», bu verilen niyaz ve nezirdir.

Musâhib kavline yeni girenlereyse oniki Tarıyk çalınır; yâni aynı tarz­da oniki kere vurulur. «Manâki'b'ül-Esrâr Behçet'ül-Ahrâr», Hz. Peygam-ber'in, Ali'ye, vefatından sonra Zülfekar çekmemesini vasiyyet etti­ğini, Hz. Alî'nin de Zülfekar'!, Neçef deryasına attığını, onun yerine Matrak şeklinde bir ağaçla savaştığını, o ağacın, Zülfekar gibi düşman­ları ikiye (böldüğünü söylüyor (Bizdeki nüsha; 38.a ve 44.a). XVI. yüzyıi şâirlerinden Hurûfî ve Otman Baba'nin yerine geçen Akyazlı İbrâhim'in-müritîerinden olan Yemînî de «Fazîlet-Nâme» adlı manzum eserinde aynı şeyleri 'bildirmektedir ki bu suretle böyle bir inancın Hurûfierde de .bu­lunduğunu anlıyoruz (Ahmed Hızır ve Ali Haydar arafından İst. Cihan Mat­baasında bastırılan nüsha; 1325-1327; s. 262, 267).

Kayın ağacının mukaddes sayılmasına gelince :

Alâeddİn Ata-Melik-i Cüveynî'nin (681  H. 1283),  «Târîh-i Cihan-Guşâ»-sından şunları öğreniyoruz:

Uygurların oturdukları Karakurum ülkesinde Tuğla ve Selenke ırmak­ları arasında ulu bir dağ ve bu arada İki ağaç var. Bu dağa bir gece, gök­ten bir nur iniyor; altından da müzik sesleri geliyor; her gece o çevreden bu sesler duyuluyor. Dokuz ay, on gün sonra orada bir kapı açılıyor ve u'u çadırlara benzer beş konak beliriyor; her konakta, ağzında emzik bulunan bir çocuk var. Uygurlar, onları alıp büyütüyorlar; birini de kendi-ierine hükümdar yapıyorlar. O iki ağaç, bunların babalan ve analarıdır İMîrzâ Muhammed b. Abdülvehhâb-ı Kazvînî'nin Önsözü, tashîhi ve hâ-Şiyeleriyle; Leyden : E. J. Brill; İrnperimerie. Orientale; c. i, Londra - 1329 1912; s. 40-45). Uygurlar, sonradan bütün canlılardan, «Göç-Göç» sesini duyup oralardan göçüyorlar. Kondukları yerlerde bu ses gene duyu­luyor. Kona-göçe bir yere geliyorlar; ses Kesiliyor. Beşbaiıg adını verdik­leri o yerde yerleşiyorlar. Hükümdarlarına, mukaddes sahip anlamına «İzi-Kut» diyorlar ve onun, Tanrı tarafından bir nurdan gebe kalan ağaç­lardan doğduğuna inanıyorlar. Cüveynî, bunu, içlerinden birinin uydurdu­ğunu, onları da inandırdığını söylüyor ve o ağacı, Kur'ân-ı Kerîm'in XVII. sûresinin (İsrâ') 60. âyetinden aldığı «Şeçere-i Mel'Ûne - Lanetlenmiş ağaç» adıyla anıyor, «O lanetlenmiş ağaç» diyor, «Onların evlerinde, dı-varda tesbît edilmiş olarak durur (Aynı; s. 45).

«Manâkib'ul-Esrâr», Hazret-i Alî'nin savaştığı Matrak şeklindeki ağaç hakkında, «Anı dürlü dürlü şerh ederler. Bazıları ana «Dest-Çûb» derlen hâlâ tarikat erenleri ana «Ser-Deste» derler; bu isim meşhurdur» demekte ve «Tanyk» a bu adların da verildiğini bildirmektedir (44.a). Alevîler; o so­paya «Evliya» adını da verirler. Onlarca, «Erkân» bâzı kere oynar, yılan olur, köy evlerini gezer, dolaşır. Çelebi Cemaleddin, Alevîler! kendisine bağlamak ve babalara karşı nüfuzunu güçlendirmek için «Tanyk» in aley­hinde bulunmuş, oynayışının, bir tarafından kabuğu açılıp içi delinerek cıva doldurulduğunu, kabuğunun tekrar kapandığını, ocağın yanında, ha­raretle cıvanın sopayı hareket ettirdiğini, hattâ İmâm Huseyn'in başının, kayın ağacı dalına saplandığını telkjyn etmiş, Alevîlerin bir kısmını ken­disine  bağlamıştır (Bak:  Vekîl).

Her halde «Tarıyk», Uygurların bu mukaddes ağacının unutulmama-stndan yerleşen bir inançla doğmuştur.

 

Tarikat

 

Yol anlamına gelen arapça «Tarîka» sözünün farsça ve türkcede söy­leniş tarzıdır (Dört kapıya bakınız). Tasavvuf ehli arasında oniki tarikat olduğu söylenirse de tarîkatlerin sayısı, hele şubeleri de sayılırsa, bu adedi aşar. Meşhur olan oniki tarikat şunlardır:

Bayramı, Bedevi, Bektaşî, Celveti, Dısûkıy, Halveti, Kaadırî, Mevlevi, Nakş-bendî, Rıfâî, Sa'dî, Şâziiî.

Bu oniki tarikat inancı, sayıyı Onfki İmâm'a uydurmak için meydana getirilen uydurma bir İnançtır; çünkü Bayrâmî tarîkati, Safavî, yahut Erde-&ÎIÎ denilen ve Halvetîlikten ayrılan bir tarîkattîr. Celvetî tarîkati de Halve-tîHğin bir kotudur. Esasen tasavvuf ehli, Haivetîliğe, otuzdörde varan şu­beleri (Celvetiyye, Şa'bâniyye, Ramazâniyye, Ahmediyye, Himmetiyye, Hâ$imjyye......) dolayisıyle «Tarikat kuluçkası» demişlerdir; sonraları bu söz,

«Tarikat fabrikası» deyimini meydana getirmiştir.

 

Tasarruf

 

Bir şeyi, bir malı dilediği gibi sarfetmek, kullanmak anlamına arapça bir sözdür. Tasavvuf ehline göre, bir ermişin hayattayken, yahut vefatın­dan sonra, Tanrı'ya nazı geçmesi dolayısıyle dünya işlerinden bâzılarını düzüp koşmasına, kendisine başvuranların dileklerini yaptırmasına derler. Melâmet ehli, tasarrufu hoş görmez (Keramet mad.'e bk.).

Tarikat kuluçkası. Fabrikası

Taş Atan Bizden, Attıran Bizden Değiî.

Taş atana ekmek ver

Bu atasözü için «Taan eden bizden» maddesine bakınız. «Taş atana ekmek ver» atasözüyse kötülük edene bile iyilikle karşı durmayı öğütle­mektedir.

 

Tavşan Yemezler

 

Ehlisünnet tarafından Aievîlere verilen adlardan biri. Tavşan, Şia'da,  tırnaklı olduğu İçin haramdır; Alevîler de bu yüzden, sebebini bilme­cen tavşan yememeyei eâdet edinmişlerdir; hattâ onlarda, bir de tavşan düşmanlığı meydana gelmiştir. Yolculukta, önlerine tavşan çıkar, yollarını tavşan keserse, bunu bile yomsuz sayarlar. Tavşan hakkında söylenmesi­ne lüzum görülmeyen çeşitli hikâyeler de uydurulmuştur.

 

Taylasan (Taht-el-henk)

 

Sarığın sol yandan, bir ucunun, sarığın yukarısından, bırakılan, sarıl­mayan kısmına denir. Bu ucun, namaz esnasında sarıktan ayrılıp soldan ve önden, sağ omuzun ardına atılması âdettir. Sağ ve soldan iki taylasan bırakıp namazda sağdakini sol, soldakini sağ omuzun ardına atanlar da vardır. Çene altından omuz arkasına atılması dolayısıyle taylasan'a, arap-ça «Çene altı» anlamına «Taht'el-henk» de denir.

 

Teber

 

Tıyg-teber, şâh-ı levend

Bir sapa geçirilmiş, keskin yüzü kavis tarzında, sapının iki ucuyla kes­kin yerinin ters tarafında birer sivri ve süngü tarzında çelik bulunan,, sapından başka yeri yekpare olarak yapılmış olan keskin balta. Seyyah dervişler, yolculukta, yırtıcı hayvanlardan, düşmanlardan korunmka için el­lerine teber, gittikleri yerlerde geçimleri ve konuk oldukları tekkeye yar-dırr. için derip devşirdiklerini götürmek için de keşkül alırlar; üşümemek, icap ederse üstünde yatmak için sırtlarına da bir post atarlar. Teberin bir yüzlüleri olduğu gibi iki yüzlüleri de vardır. Bunlara «Bir yüzlü teber, İki yüzlü teber» denir. Sapın alt ucundaki sivri yer, hem savunmak, hem de gerekirse yere saplamak içindir. Keskin balta kısmının tersindeki ve sapın üst ucundaki sivri kısımlar da savunmaya yarar.

Teber, Yeniçerilerde de savaş ve savunma silâhıdır. Levend denen de­niz erleriyle çıplak denen askerî taife de kılıç ve teber kullandıklarından dilimizde «Tıyg-teber, şâh-ı ievend» deyimi çırılçıplak kişiye, hiç birşeyi kalmamış müflise, mecaz yollu söylenegelmiştir.

Seher Abdal,

Yine seyyah oluban destim aldım teberi Yine ben azm-i diyar etmeye kıldım seferi beytinde seyyah  oluşla Teber'i   beraberce  anmıştır.

 

Tekbîr

 

Tekbîrlemek, tekbîrfetmek

Tekbîr, arapça büyültmek, büyüklüğünü söyiemek, ululamak anlamı­na bir sözdür. Bayramlarda, tekbir getirmek, yâni «Allah uludur, Allah ulu­dur, Allah'tan başka yoktur tapacak, Allah uludur, Ailâh uludur, Hamd Al­lah'a» demek sünnettir. Bir hayvan kesilirken de, hayvanın yüzünü kıbleye çevirmek ve boğazından keserken «Bismillâhi Allâhu ekber», yâni «Allah adıyla, Allah uludur» demek gerektir ki buna «Tesmiye - Allah adını an­mak» denir.

Tasavvuf ehlinde «Cihâz-ı Tarikat - Tarikat Çeyizleri» denen tâc, des-îâr, kemer ve saire, dervişe, şeyh tarafından dualar okunup tekbir getiri­lerek giydirilir, kuşatılır. Buna «Tekbîrlemek, Tekbîr etmek, Tekbrrlettnek»

denir.

Tekkeye Hizmet Eden Tekkeden Geçinir

Soyunan, yâni dervişliğe ikrar veren kişi, tekkeye girer, orda kalır. Gördüğü muayyen  hizmet yüzünden orda yer-içer.     «Tekkeye   hizmet  tekkeden geçinir» atasözü, bunu anlatır  (Astan med.'e bk.).

Tekkeye Kurban Gelmek

Dervişler, adak dolayısıyle, yahut teberrük yoluyla tekkeye canlı ola­rak koyun, keçi ve sair yenecek hayvan getirirler. Bunlar, tekkede tığlahır, yâni kesilir, pişirilip yenir. Tekkeye çiğ et götürülmez; «çiğ» sözündeki an­lam dolayısıyle bu, caiz görülmemiştir. «Tekkeye kurban geldi» sözü, tek­keye canlı hayvan geldiğini bildirir. Ayrıca bunun bir de cinaslı anlamı var­dır. Tekkeye varlıklı, yahut güzel, kendisinden faydalanılacak birisi gelirse de anlam, bu sözie ifâde edilir.

Tekkeyi bekleyen çorbayı içer, Tekke meşrutası gibi ev. Teki kenin çorbası su çıktı (Astan mad.'e bk.).

 

Telkıyn

 

Halka verir talkını, kendi yutar salkımı

Birisine birşeyi, bir sözü, bir inancı söylemek anlamına arapça bîr söz­dür, Şia'da ölü, kabre konduktan ve kabir örtülmeden, ölüye hitaben, soru meleklerine vereceği cevabı söylemeye, Allah'ın birliğini, Hazret-i Muham-med'in (S.M) hak ve son peygamber olduğunu, Onîki İmâm'ın İmametini, kabir ve âhıret ahvâlinin, cennet ve cehennemin, ölümden sonra dirilişin hak ve gerçek bulunduğunu söylemeye «Telkıyn, Tefkıyn vermek» denir Kabir örtüldükten sonra ölünün en yakınının, kabir başında telkıyni tekrar etmesi mustahabtır. Ehlisünnette telkıyn, ölü gömüldükten sonra verilin bu telkıynde «İmametsin söylenmesi yoktur. Telkıyn, sünnettir.

Tasavvuf ehlinde telkıyn, dervişe, derviş olduğu, tasavvuf yoluna girdi­ği zaman şeyh tarafından verilir; bundan dolayı da Mevfevîler, ölüye tel­kıyn vermezler; buna karşılık, kabir çevresine toplanılıp sayısız olarak fsm-i Celâl (Allah adı) çekilir ve defin gül-bangi denen şu gülbang çekilir:

«Vakitler hayrola, hayırlar feth ola, serler def ola. Garka-i gayrık-ı Rahman derviş...... in ruhu şâd-u handan, hâcesi hoşnûd ola. Dem-i Hazret-i Mevlânâ, sırr-r Şems-i Tebrîzî, kerem-î İmâm Ali, Hû diyelim, Hû.»

Bu gülbangten sonra herkes dağılır.

«Halka verir talkını, kendi yutar salkımı» atasözü, umûmîdir ve herke se öğüt veren, fakat verdiği öğüdü kendisi tutmayan kişiler hakkında söylenir.

 

Tennure

 

Arapça, ocaklık, tandırlık, matba'h ve ocak hlzmetlerinds giyilen libas anlamına gelir. Tennûr, ekmek pişirilen ocak, tandır, üstünde yufka yayılıp pişirilen, kızartılan saç, fırın ve soba demektir.

Tennure, etekleri, ayaklardan biraz yukarıda olan, belden aşağısı, adım atmak, yürümek için genişçe, beli dar, yakasız, kolsuz, önü, bele kadar açık, üst tarafı bedene yapışacak tarzda dar olan ve hizmet için giyilen libasa denir. Tennurenin alt kısmının, hizmet esnasında yürüyüp koşarken açılması ve üst kısmının bedene yapışık durması için bele kemer kuşam lir; bu kemer, enlice ve dövme yünden, çuhadan ve bir sarımîıktır.

Kaygusuz Abdal'ın,

Ben çalarım tanbura, Giyinirim tennure;

Hak çerağm uyara, Bu sakalı kırkarım dediğine göre tennurenin, XV. yüzyıldan önce de Kaienderîler tarafından giyildiğini anlamaktayız (Alevî-Bektâşi nefesleri; ş. 176).

Şîrî,

Aşk tennuresini bağlan irâdet beline mısraında, tennurenin üstüne kemer bağlandığını da bildirmektedir (Aynı S. 177).

Mevievîlerde iki çeşit tennure vardır; biri anlattığımız gibi hizmet ten-nûresidiı ki bunu matbah canlan, yâni henüz çilesini bitirmemiş ve hücre sahibi olmamış bulunan ve hizmette olan dervişler giyerler. Bu tennurenin rengi, kir götürecek koyu bir renkte, meselâ koyu mavi, mor, yahut siyaha yakın bir renkte olur. İkincisi semâ' tennûresidir. Semâ' tennuresinin etek kısmı gayet geniş ve yerde sürünecek kadar uzundur. Semâ'-zenler, Sul­tan Veled devrinde yürüyebilmek için, etek kısmını, «Tıyge-bend» denen bir iple yukarıya çekerler; Sultan Veled devrinin sonunda bu ipi, gösterme­den çözüp yerlerine bırakırlar. Semâ'a giren Mevlevî, dönerken tennurenin etek kısmı, bir üçgen, yahut sahan kapağı şeklinde açılmış olur; bunu sağ­lamak için de tennurenin eteğine, ağırlık vermek için kalın bir kumaş, iç­ten dikiiır.

Semâ', tennuresi çok defa beyaz renktedir. Mukabelede, renklerle bir bozenti verilmek için koyu yeşil, pembe, mavi, kırmızı renkli tennureler de olur ki Semâ'-zen başı, bunları giyenleri, mütenazır bir surette, yanlara, yahut ortaya alarak semâ'da bir güzei görüntü meydana getirir.

 

Terazi Tutmazlar

 

Alevîler, şehirlerde ve bilhassa İstanbul'da, terazinin dengesinde bir yanlışlık olabileceği, yahut tartışta bir yanlışlığa düşülebileceği düşünce siyle teraziyle tartılacak şeyleri satmazlar, taneyle satılan şeyleri satarak geçinirlerdi; bu yüzden de İstanbul halkı onlara «Terazi tutmazlar» derler­di, hattâ terazi tutamadıklarına inananlar bile vardı; bu deyimle ae Atevî-leri anlarmış olurlardı.

 

Terceman

 

Söylenen sözü, o dili bilen birisi, bilmeyenlere anlatır, bildikleri dile çevirirse, o kişiye «Terceman» denir. Arapça bir sözdür. Tasavvuf ehlinde, bir iş yapılırken okunan arapca, farsça, türkçe manzum, yahut mensur ve anlamlarında duâ ve sena bulunan sözlere «Terceman» denir. Türkçede du söz, «Tercüman» tarzında söylenir. Manzum tercümanların bâzılarının şâirleri biliniyor; fakat çoğunun kimlerin tarafından düzüldüğü bilinme­mektedir. Ancak, şâirleri bilinenlerine nazaran bunların, tarikat kurucusu tarafından tertiplenmeyip zamanla eklendiğini ve okunmasının da  okun­dukça gelenek hâline geldiğini belirtmektedir.

Terceman, bilhassa Mevlevî ve Bektâşilerde vardır. Tercemanla güi-bangin farkı şudur:

Terceman, günlük işlerde okunur, okunması için bir topluluğun bulun­ması şart değildir. Güi-bang, tam bir duâ mahiyetindedir ve toplulukta, şeyh, dede ve baba tarafından okunur. «Gül-bang Çekmek», «Terceman Okumak» tâbirleri de aradaki bu farkı gösterir. Gül-bang çekilirken Bek­taşi ve Alevilerde, muhib ve dervişler, niyaz vaziyetine gelirler; yâni derviş cyaktaysa ayağını mühürler, ellerini niyaz vaziyetinde olduğu şekilde tu­tar; oturanlarsa sağ ellerinin parmak uçlarını sol ellerinin parmak uçları­nın üstüne koymak aşrtiyle yere koyup başlarını ellerinin üstüne, secde vaziyetinde korlar ve gül-bang'İn sonunadek, yüksek sesle «Allah Allah» derler; sonunda hep birden «Hû» deyip niyazdan kalkarlar. Mevievîlerde gül-bang çekilirken sükût edilip dinlenir; sonunda hep birden yüksek sesle «Hû» denir.

Tercemanlardan birkaç örnek verelim: Tıraş Terceman! :

«Tıraş olmak bugün minnet Huda'ya, Tevetlâ eyledik biz Mustafâ'ya; Teberrâ eyledik hem Hâricî'ye, Olup bende Aliyül-Murtazâ'ya.»

Tıraş olduktan sonra okunacak Terceman :

«Tıraş olduk buğun Elhamdü İtilân, Huda birliğine e'ş-şükürü lillâh. Muhammed'le Alî'nin hürmetiyçün Bu dergâhtan ayırma ey Ganî Şah.»

Bu iki terceman, Bektâsilere aittir ve çhâr-darb tıraş olurken ve olduk­tan sonra okunan tereemanlar olsa gerek. İkinci tercemandaki «Gani Şâh», bu adla da anılan ve Bektaşi olmayan, hattâ Bektaşiliğe ve Bektâ­silere karşı olan ve 883 hicrîde (1478 M.) vefat eden Hurûfî Otman Baba olabilir. Bu takdirde bu terceman, Otman Baba mensuplarına aitken Bek­taşiliğe ve Bektâsilere geçmiştir. Netekim, Babaya karşı çerağcı (Mumları yakan} tarafından, çerağlar uyandırılmadan okunan,

«Şem'-i teviîk-ı hidâyettir yüzün, Ehl-i Nâcî'ye beşarettir yüzün; Hacc-u ihrâm-u ziyarettir yüzün, Bî bidayet, bî nihayettir yüzün»

tercemanı   da  FazFuüâh-ı   Hurûfî'nin  halîfelerinden  Seyyid   Nesîmî'nindir. Kanun çerağını uyarma tercemanı:

«Cerâğ-ı Ruşen, fahr-i dervîşan, Dem-i âlî-şan, Pîr-i Pîran, Şâh-i Ho­rasan, Ber cemâl-i Muhammed, Kemâl-î İmâm Huseyn-i Alî, zât-ı pâk-i Mu-hammed Mustafa'râ salavât.»

Öbür oerağları uyandırırken okunan terceman:

«Seyyid'ü-sâdât, Muhibb'üs-sâdât, hulâsa-i mevcudat, Fahr-i Kâinat Muhammed Mustafa'râ salavât; ber cemâl-i Muhammed, kemâl-i İmâm Huseyn, Muhammed Mustafa'râ salavât.»

Mürşidin huzurunda, yahut bir türbeye girilince okunacak terceman:

Cemâlindir senin nûr-ı İlâhî, Yüzündür âlemin tnihr ile mâhı, Ayağın bastığı ey nmazhat-ı Hak, Bu kemter basımın tâc-u külahı, Selâm olsun sana dünyâ-vü ukbâ, Ki sensin dîn~ü dünya pâdsâhı.

Hâsılı yatağa girilince, uyanıp kalkılınca, yüz yıkarken, tâc tekbirlenirken, tarikat çeyizleri tekbîr edilirken, yeni ay görülünce ...... herhangs bir iş yapılırken mutlaka mensur, yahut manzum olarak tertiblenmiş bir terceman vardır ve okunur.

Bu tercemanların çoğunu «Fütüvvet-Nâme»lerde bulmaktayız. Bu bakımdan Alevî-Bektâşilerin tercemanlarının çoğunun fütüvvet ehlinden alındığını anlıyoruz; esasen Bektaşi erkânı da Fütüvvet erkânının bir de­ğişik şeklinden ibarettir.

Mevlevîlerde de terceman vardır; fakat azdır. Fatiha istenince mürşit, yahut hâl ehli birisi tarafından şu terceman okunur:

«Feth-i fütûh-ı kâinat, feyz-i füyûz-i mümkinât, masdar-u mevrîd-i sıfat Ahmed-ü âfrâ salât.» Ondan sonra «Fatiha» denir, hamd ve İhlâs sû­resi okunur; sonra kısa bir gül-bang çekilir (Mevlevi Adâb ve erkânı; İst. İnkılâp ve Aka Kİtabevi - 1963, s. 130).

Sabahleyin türbede yanmakta olan kandil, yahut mum dinlendirilir­ken şu terceman okunur:

«Çerağ-ı bâtın iken nûr Ahmed, lyân oldu doğup şems-i Muhammed.»  (Ayni; s.  148)

Yolculuğa çıkılacağı vakit şu terceman okunur, sonra sefer gül-bangi çekilir:

«Bidih mera to Hodâyâ derin hoceste sefer Hezâr nusret'U şâdî, hezâr feth-u zafer;

Be hormet-i se Muhammed, be hakk-ı çhâr Alî Be du Hasan, be Huseyn u be Mûsiy-u Cafer.»

(Aynı,  s.  130).[23]

Bu kıt'a, Şeyh Galib'in divanında mevcuttur. Ayrıca türkçesi, Fütüv­vet ehli tarafından da okunmaktaydı.

Ancak şunu da söyleyelim ki Mevlevîlerde terceman pek azdır, ter-cemânın yerini gül-bangler alır (Mevievî /Köob ve Erkânı»nda 148. sahife-ye de bakınız).

Öbür tarîkatlerde terceman yoktur. Ancak Kaadirîlerin bir kısmıyla rtıfâî ve Sa'dîler, Fütüvvet erkânından birçok şeyler aldıkları gibi, terce-manları da almışlardır; esasen Anadolu'da Alevî bir neşeye bürünen bu tarîkatler, Bektaşilikle yoğrulmuştur denebilir.

Terk-i Meslek, Terk-i Nishet Gibidir

Tasavvuf ehli, bulunduğu, koşulduğu işi, vazifeyi, kendi dileğiyle bıra­kamaz; onu sevmesi, benimsemesi, ona bağlanması, o işte Heri gitmesi gerektir. O iş, o hizmet, o vazife, âmiri tarafından, daha üstün bir işe, bir hizmete, bir vazifeye döndürülür, o işe koşuiursa kabul etmesi gerektir, fakat kendi dileğiyle vazifesini bırakmak, nisbetini, yâni intisâb ettiği ta-rîkaEi ve mürşidi, pır tanıdığı ereni bırakmakla bir sayılır ve bu, pek bü­yük bir suçtur. Bu gelenek, tasavvuf ehlini işinde sebata ve ilerlemeye . iten bir gelenektir. Bu inanç, «Terk-î meslek, terk-i nisbeî gibidir» atasözü­nü meydana getirmiştir.

 

Teşbihten Geçmek

 

Türbelerde, taneleri baş parmağın iki boğumu kadar, hattâ daha da büyük, doksan dokuziuk, yüzlük teşbihler vardı. Ekseriyetle tarikat er-bâbindan olan yatırın türbedarlan, küçük çocukları, hastaları okuyup üfle-ler, sonra da çocuğun, hastanın durduğu yere, çevresini kuşatmak üzere bu teşbihi atarlar, onu, teşbihe bastırmadan, teşbihin üstünden atlatırlar, bu, üc kere tekrarlanır. Buna «Teşbihten geçmek, Teşbihten geçirmek» denirdi. Bununla çocuğun nazara uğramamasının, hastanın hastalığının geçmesinin sağlandığına İnanılırdı.

Halk arasında, münasebetsiz şeyler yapanlara, uygun olmayan bir söz söyleyenlere, «Papucu büyüğe git de seni teşbihten geçirsin», «Sen bu günlerde teşbihten geçmemişsin galiba» tarzında sözler söylenirdi.

 

Teslim. Teslim Taşı

 

Teslim, esenliğe ulaşmaya, kulun bütün irâdesini Tanrı'ya vermesi­ne, kendisinde hiçbir varlık görmemesine denir. Tasavvuf ehli arasında «Teslimiyet» tarzında da söylenirdi ve dergâhlarda, daha fazla celî sülüsle «Âh teslimiyet» yazılı levhalar bulunurdu.

Bektâşilerde «Teslim Taşı» denen ve el ayası büyüklüğünde olup ke­narları,   ters   kavisli   oniki   dilimli   bulunan.    Balım    taşı,    boyuna    tar. Teslim Taşının üstünden aitınadek bir üstüvânî delik vardır. Üstünde ve altında, iri fındık büyüklüğünde, kenarları düzlenmiş, altışar köseli, or­tası yukarıdan aşağıya delik, gene Balım taşından birer habbe bulunur. lYukardaki habbeden geçen ve Teslim Taşından öbür habbeye ulaşan ka­dınca ve renkli yün, yahut pamuktan örülmüş ipin aşağı ucu, yumak şek­lînde örülmüştür. Ait kısımda, her iki uçları yumağa geçmiş oniki ipten birbirine eklenmemiş başka bir yumak sarkar; Taş, göğsün kalb hizasına aplir; derviş ve muhibbe baba tarafından tekbîrlenerek takılır.

Tevekkül

Deveni bağla da sonra tevekkül et Tevekkülün gemisi batmaz

Arapça dayanmak, güvenmek anlamına gelir. İslâmda tevekkül, bir asin dilendiği sonucu vermesi için her türlü gereken şeyleri yaptıktan son­ra sonucun hayırlı ve dileğe uygun olması yolunda Allah'a güvenmek ve dayanmaktır; bir işi başıboş bırakarak sonuçlanmasını beklemek, Allah'a b\i tarzda dayanmak «Tevekkül» değildir. Netekim devesini başıboş bıra­kıp mescide gelen kişiye Hazret-ı Peygamber, «Deveni bağla da dayan» buyurmuşlardır (Cami1; Iİ, s. 73).

Bu hadîsin türkçe meali, «Deveni bağla da sonra dayan», «Deveni boğla da sonra tevekkül et» tarzında ve atasözü olarak söylenegelmiştir. Tevekkülün gemisi batmaz»   atasözü de dayancın insana   vereceği mâ-ıevî gücü bildirir.

 

Tevellâ - Teberrâ

 

Hazret-i  Peygamber'!   (S.M)  ve Ehlibeytini  sevmek, onları  sevenleri sevmek, sevenleri sevenleri böylece sırasıyla sevmek, onların yolunda ol-iak, onlara  uymak  tcTevellâ»,  on!arı  sevmeyenleri,  onlara  zulmedenleri sevmemek,  onları  sevmeyenleri  sevenleri  de  sevmemek   «Teberrâ»  dır.

Tevellâ ve Teberrâ İmâmiyye'de «Fürû'-ı Din» dendir; yâni namaz, oruç, hac, zekât, humus, cihad, yâni imâmın emriyle din uğrunda canla-başla savaş, emr bil-ma'rûf,yâni din hükümlerini buyurmak, neyhy an'il-mûn-ker, yâni dinde yapamaması gereken şeylerin yapılmasına eliyle, diliyle,/ gönlüyle karşı durmak, engel olmak gibi inkârı, dinden çıkmayı mucip/ olan şeylerden  ikisidir; böyleoe «Fürû'-ı  Din»  on olur.

 

Tıyg-Bend

 

Kıhç bağı anlamına farsça bir terkiptir. Bektâşilerde, tarîkate girecek adamın bir kurban kestirmesi şarttır. Bu kurbanın yününden örülen ve bele kuşandıktan sonra uçları, dize kadar inecek uzunlukta olan yün ku­şağa «Tıyg-Bend» denir. Bir parmak enliliğinde olan bu yün kuşağı, reh­ber, tarîkate girecek kişinin boynuna takar, onu sol tarafına alır; Tıyg-Bend'in uçlarını avucuna toplar, aynı zamanda talibin, yâni tarîhate gire­cek kişinin sağ elini de sağ eliyle, bey'at eli usulünce tutar, babaya götü­rüp teslim eder. Baba, Tıyg-Bend'i talibin boynundan alır; ortasında, belî-nin ardına gelecek yere, birbirine bir karış yakınlıkta iki düğüm düğümler. Bu iki düğümün biriyle talibin elini, öbürüyle dilini mühürlemiş olur. Bu iki düğümün ortasına da, beline bağlarken açılacak tarzda bir ilmek ya­par; bununla da belini harama bağlamış olur; beline bağlarken açılan bu ilmek, talibin belini helâline açmaktır. Bu suretle Tıyg-Bend'i talibin beli­ne bağlar; elinin, dilinin, belinin bağlı olması gerektiğini de, «Elin tek, di­lin pek, belin berk tut» öğüdüyle bildirir. Mücerred ikrân veren kişinin Tıyg-Bend'inde ilmek yoktur; üçüncü bir düğüm vardır. Mevleviler, Muka­belede, Sultan Veled devri'nde, yere sürülmemesi için tennurelerini kas­tıkları  kuşağa, yahut ipe bu adı verirler (Tennûre'ye bk.),

Tıyg-Bend,  Fütüvvet  ehlinin   «Şedd»inden   geçmedir;  Mevlevîlerdeki

«Elifî Nemd» de «Şedd»den geçmiştir (Şedd'e bk.).

Tığlamak

Tı-yg, forsça kılıç anlamına gelir. Tasavvuf ehlince, kesmek yerine kullanılan bir tâ'bîrdir. Tasavvuf ehli koyun vesaire kesmeye, kesmek. boğazlamak yerine «Tığlamak» derler.

 

Tılsım (Tıhsm)

 

Arapçadir. Eskiden değerli mücevherler, paralar, yıkık yeriere gömü-jür, bulunmaması için de bu işi başardığına inanılan kişilere okutulur, bu-bun sonucunda, oraya yaklaşan kişiye bir ejderhânın, korkunç bir zencî-lin görüneceğine, oraya yönelecek kişiyi korkutup kaçıracağına inanılır İı; buna «Tiltsm», türkçede söylenişine göre «Tılsım» denir, bunu yap­maya, yaptırmaya «Tılsım yapmak, yaptırmak, Tılsımlatmak», bu çeşît de­fineye de «Tılsımlı» denirdi.

I   Çeşitli  dertten, felâketten   kurtulan  kişiye  de   «Tılsımı   var, Tılsımlı adam» derlerdi.

Sûfîler, bedeni, tılsımlı bir defineye, nefsi yılana benzetmişler, define­yi elde etmek için tılsımın bozulması gerektiğini belirten çeşitli beyitler söylemişler, bu hususta çeşitli mazmunlar düzmüşierdîr.

Bozup bu genc-i vücûdun tılısmını zâhid, Defineyi alıver sırr-ı vahdete eregör[24]

beyti, bunlardan  biridir (Viranelerde define  bulunur mad.e bk).

Tilki Kuyruğunu Hatırlama, Aklına Getirme.  Tilki Kuyruğunu Hatırladı                                                              

Bu deyim, şu fıkradan doğmuştur:

Şeyhin biri, dervişine, «Derviş kardeş» demiş, «Filân yere git, filân işi 9ör, gel; yolda derin, yeğin akar bir su vardır; oraya geünee fakıyre rabı­ta yap, destur de, ayağını suya bas; hiç merak etme, batmazsın.» Derviş eyvallah deyip huzurdan geri-geri çekilirken, şeyh bağırmış:

— Hâ, söylemeyi unuttum, suya basarken sakın tilki kuyruğunu aklı-na getirme, yoksa batarsın; suç fakıyrde değil.

Derviş ısmarlanan   işi  başarmak  için yola  düşmüş,   ırmağa gelmiş Rabıta yapıp ayağını suya atacak; atacak ama tilki kuyruğu aklından çı­kar    hiç?  Kabahat ne  şeyhte, ne dervişte, tilkinin  kuyruğunda!

Topuğa Çıkmak, Çıkmamak

Su hakkında kullanılır. Suyun topuğa çıkması, topuğu aşması, yâni topuktan yukarıyadek, ayağı kaplayacak kadar derin olması gibi. Tasav­vuf ehli, vakitsiz ve ehliyetsiz kişilerin davalara girişmelerini, iddialara kalkışmalarım topuğa çıkmayan suların denizle savaşına benzetmişler­dir. Yunus Emre,

Aşkına düşen âşıklar, içer ağuyu nûş eder Topuğa çıkmayan sular, deniz ile savaş eder[25]

beytiyle bunu pek güzel canlandırmıştır.

 

Türbe

 

Arapça toprak anlamına gelen bu söz, türkcede, bir yatırın yattığı yere, bilhassa üstüne yapı yapılmışsa o yapıya denir. «Filân zâtın türbesi­ne gittik» gibi de tahsisle söylenir. Konya'da «Türbe» sözü, mutlak ola­rak söylenirse Mevlânâ'nm türbesi anlaşılır (Bak: Mevlânâ Celâleddin, İti. basım; İst. İnkılâp Kitabevi - 1959; s. 268; 34. Not).

İmâmiyye'de «Türbe» ve «Türbet», İmâm Huseyn'in toprağından yoğ-ruiup kaiıplaştınian ve teberrük yoluyla seode edilen toprak kalıbına de­nir (Bak: Gevher).

 

U

 

Uçmak

Biz uçurduk, o konmasını bilmedi

Merdeyse uçacak

Şeyh uçmaz, dervişleri uçurur

“Uçmak” sözünün çeşitli anlamları vardır. Büyük şâir Yunus Emre,

Uçmak uçmağum dediğin, mü'rninleri yetlediğin,

Bir ev ile birkaç huri, nazarım yok koçtnak için.

Kullar senin, sen kulların, günahları çok bunların;

Uçmağına koy bunları, binsinler bur ak Çalab'ım

gibi beyitlerle «uçmak» sözünün, türkcede «Cennet» anlamına geldiğini tesbît etmiştir. Bu söz, havalanmak; kanatlı, kanatsız, yerden göğe doğru ağmak, oturduğu yerde atıp tutarak kendini büyük göstermeye çalışmak, birisini haddinden fazla övmek anlamlarına da gelir. «Kuş uçtu» sözü, ku-Şun havalandığını bildirir. «Adam, nerdeyse uçacak», «Adamı bir uçurt­madığın kaldı», «Adamı amma da uçurdun» sözleri, birisinin kendini fazla övdüğünü, birisinin fazla övüldüğünü anlatır. Çok sevinmeyi de «Uçmak» sözüyle ifâde ederiz. «Bugünlerde uçuyor», «Sevinçten uçtu» gibi. Kendini zevka, eğlenceye kaptırmayı da bu sözle belirtiriz. «Bugünlerde uçuyor, bakalım, nereye konacak» gibi. «Uçarı» sözü de fazlasıyla zevka düşkün anlamına gelir; bu söze «Çapkın» sözünü eklediğimiz de olur; «Uçarı çap­kın» gibi. Kendini fazlasıyla ibâdete veren, bu hususta gösteriş de yapan kişinin hâlini de, «Adam nerdeyse uçacak» sözüyle anlatırız ve bu sözle gösteriş yaptığını da belirtmiş oluruz.

İnsan, zaman-zaman, çeşitli kanatlar takınarak uçmayı da denemiş­tir (Bu hususta  «Mesnevi Şerhi»nin VI. cildine bakınız; s. 210-211).

Dervişler, şeyhi yüzüne karşı övdükleri, her sözüne karşılık «İbraz-! keramet buyurdunuz erenler» dedikleri zaman şeyh, gönül alçaklığı gös­tererek, «Biz uçmayız, dervişler uçurur» atasözünü söylerdi. Bu atasözü, «Şeyh uçmaz, dervişler uçurur» tarzında da söylenirdi.

Bir de, «Biz, uçurmasına uçurduk, fakat o, konmasını bilmedi» sözü vardır ki bu söz, bir fıkraya dayanır; yahut bu sözden bîr fıkra meydana gelmiştir:                                                                                                      

Edirnekapısından Ortakcılar'a giden yolun sol tarafındaki türbesinde yatan ve 1270 hicrîde (1853) vefat eden Bektaşi Salih Mustafa Baba'ya bir gece mahabbet esnasında, erenler demişler, nazarınızdan bir keramet görmek isteriz. Baba erenler, buyurun demiş, ne istiyorsanuz söyleyin. Bi­risi, erenler, bizi uçur demiş. Baba, Eyvallah, uçururuz deyip mahatobeti sürdürmüş. Sabah ezanına yakın, canlardan birkaçını alıp kale bedenine doğru yürümüş. Civardan saman getirenler, şehre nakletmek İçin kale bedeninin kıyısına dağ gibi yığmışlar; baba erenler, orasını gözleyip «Çı­kın kaleye, niyaz vaziyetinde durun; fakıyr gül-bang çekip Gerçeğe Hû deyince kollarınızı açın, bırakın kendinizi» demiş. Halk da nasılsa bunu duymuş; Bektaşi babası dervişlerini uçuracakmış. Namazdan çıkan, kale dibine toplanmış. Baba, gül-bangi çekip «Hû» deyince canlar, kendilerini bırakmışlar ve samanların üstüne düşmüşler; onlar kalkıp üstlerini temiz­lemeye çalışırken halk, «Zındık herif, sanki keramet gösterecekti» dîye söylenmeye başlayınca Baba erenler onlara, «Yoo» demiş; «Kabahat biz­de değil; biz ucurduk, onlar konmasını bilmediler.»

Ulemânın Yanında Sözünü, Evliyanın Yanında Özünü Gözet

Bu atasözündeki «Ulemâ», din bilginleri anlammaysa da her çeşit bilgi erbabı için de doğrudur. Bir bilginin yanında, o bilgiyi gereğince bil­meyenlerin, o bilgiden bahsetmesi, kendisini alçaltır, bilgisizliğini mey­dana kor. Erenlerse, inanca göre, herkesin gönlündekileri bildiklerinden.

insanın oniara karşı özlerini gözetmesi gerekir. Atasözü, bunları anlat maktadır.

Ulular Köprü Olsa Basıp Geçme

Yaşça, yahut yolca ulu olan kişinin gönül alçaklığına, yahut herhan­gi bir sebeple düşkün bir hâle gelmesine karşılık ululanmamayı öğütle­yen pek güzel bir atasözüdür.

Uluların Sözü Yere Düşmez Dünya Durdukça

Yaşça, yahut yolcu ulu olanların sözlerinin dinlemesi gerektiğini, yaş,, mevki ve olgunluk bakımından gerçekten uluysa tecrübesinin de onu ol­gunlaştırdığı cihetle sözlerinin tutulması icap edececeğini öğütleyen bir atasözüdür.

Ulunun Gönlü Mum Gibi Gerek

Bu atasözü, ulu kişinin gönlünün, taş gibi katı olmaması, küçücük bir kusura karşı hemen kırılmaması gerektiğini bildirir. «Doğru ol ama mum gibi, taş gibi değil» atasözü de aynı mealdedir. Kusura karşı mum gibi eğilse bile sonra gene doğrulabilen, kırılmayan, kusurları bağışlayan ulu, bu hareketiyle kusurlunun, bir daha o kusuru yapmamasını da sağlamış olur.

 

Ü

 

Üçlemek

 

Üçler

 

Üçleyelim, beşleyelim, ot yâri bekliyelim; ol yâr bezme gel­mezse, intizâr ey ley elim

Birşeyi üç kez yapmaya denir. Bektâşiler, «Mahabbet» dedikleri içkili mecliste, önce, meze almaksızın üç kadeh dem, yâni rakı içerler. Sâkıy, önce kadehi babaya sunar. Baba, bir yudumda içip kadehi sakiye sunar. Sâkıynin sol elinde sürahi vardır; sol ayağını yere dayamıştır, sağ dizini dikmiştir. Kadehi sağ ovucuyla kavrar, baş parmağını kadehin üstüne dayar. Baba da kadehi, sakiye bu tarzda verir; sâkıy kadehi doldurup aynı tarzda, kıdem sırasıyla birer-birer canlara sunar; en sonunda ken­disi içer ve iki kere daha babadan itibaren canlara verir; üçüncüden sonra kadehi doldurup sofraya, babanın önijne kor. Buna «Üçlemek» denir. Atasözü olarak söylenen,

Üçleyelim beşleyelim;

Ol yâri bekleyelim;

Ol yar bezme gelmezse

İntizâr eyleyelim

sözüyse görüldüğü gibi manzumdur. Bektâşiier arasında söylenegelen bu söz, belki de bir şiirin dörtlüğüdür. Sondaki «intizâr eyleyelim», hem «bek-üyelim», hem de «ilenelim» anlamlarına gelir ve bu sözde cinas vardır.

Aynı zamanda abdestte ağza, burna üç kere su vermek sünnet ol­duğundan «Üçlemek» sünnete riâyet etmek anlamına da gelir (Kutb ve Yedi mad'lerîne fok.).

Üstad

Üstadına rahmet

Üstad önünde diz çökmüş

Üstad görmeyen şagird, her tarafa yorgalar Üstad önünde perende atılmaz

Üstad, halk dilinde usta tarzında söylenegelmiştir. «Üstadına rah­met», iyi ve yernide iş gören kişiye söylenir. «Üstad önünde diz çökmüş» deyimi de bu çeşit kişi övülürken söylenir. «Üstad görmeyen şagirt, her tarafa yorgalar» atasözüyse, İşini bir ustadan öğrenmeyen çırağın, çarpın-sa, çırpınsa bile doğru -düzen bir iş göremeyeceğini bildirir. «Üstad önün­de perende atılmaz» atasözü de üstada karşı hüner gösterilemez anlamı­nı vermektedir. Bu deyimler ve atasözü, Fütüvvet ehlinden kalmadır.

Üzüm Çöpsüz Olmaz

Bu atasözü, «kul kusursuz olmaz», yahut «kusursuz ku! olmaz» ata-sözünün mealini vermektedir. Antalya yörelerinde söylenegelen «Çürüksüz muz olmaz» atasözü de aynı mealdedir.

 

V

 

Vahdet

 

Arapça bir sözdür. Birlik, tek ve yalnız kalmak anlamlarına gelir. Sûfî-ier, uykuya, «Vahdet» derler. «Vahdette, vahdet ediyor, vahdete çekildi»,

uykuda, uyuyor, uyumaya gitti demektir.

Aynı zamanda «Kesrette Vahdet», yâni çoklukta birlik, halk içinde, işle - güçle, alış-verişle uğraşırken dahi herkesin ve herşeyin, Tanrı kud­retinin, Tanrı hikmetinin tecellîsi olduğunu bilerek gönlünü Hak'tan ayır­mamaktır; «Halvet der Encümen», yâni toplulukta yalnızlık da aynı anlama gelir.

Tasavvuf ehli, uykudan uyanan, abdest alıp ihvan arasına katılan kişiye de «Vahdetler aşk olsun» derler. Bu tâbir bilhassa Mevleviler!e Bektâşiler arasında yaygındır.

 

Vakıf

 

Kendini vakfetmiş

Vakıf çeşmeden su içme

Vakıf lakırdı para etmez

Vakıf, mülk olsa da kimseye mal olmaz

Vakıf sabunu yiyen farenin gözü kör olur

Durdurmak anlamına arapça bir sözdür. Bir mülkü, Allah rızâsı için âmme hizmetine, şartlara bağlamak üzere vermeye «Vakfetmek», vak­fedilmiş mülklere de vakıflar anlamına «Evkaf» denir. İslâmda, vakfede­nin şartı, şeriat hükümleri gibi mutlaka riâyet edilmesi gereken şarttır ve bu, «Şart-i Vâkıf, Nass-ı Sâri' gibidir», yâni vakfedenin şartı, şeriat hü­kümlerini bildiren ve Tanrı tarafından emredilip Peygamber tarafından tebiıyğ olunan kesin hükümler gibidir cümlesiyle belirtilir.

Eskiden, padişahların gazebine uğrayan kişilerin mallan müsadere edilir, yâni padişah haznesine alınırdı. Bu yüzden, mülk ve arazi sahip­leri, evlâtlarını, aile efradını, mütevelli, yani vakfı idareye memur eder­ler, evlâttan evlâda bu mütevellîlik yürümek ve onlara vakıftan pay ve­rilmek şartlarını koşarlar, mülklerini, yerlerini bu şartlarla vakfederler, böylece soylarının geçimini sağlamış olurlardı. Bu çeşit kişilerin malları, neröen ve nasıl kazanıldığı tam olarak bilinmediğinden haramdan çeki­nen kişiler, vakıf malına rağbet etmezlerdi. «Vakıf çeşmeden su içme» atasözü, bu inancı belirtmektedir. «Vakıf lakırdı para etmez» atasözü, şarta bağlı sözün ve vaadin hükmünde kesinlik olmadığını belirtir. «Va­kıf, mülk olsa öa kimseye mal olmaz» atasözüyse, vakfı idare eden ki­şinin, onu, kendisine mal edemiyeceğini bildirir. «Vakıf sabunu yiyen farenin gözü kör olur» atasözü de, vakfın, âmmenin faydasına verildiği­ni, bu yüzden de ona hıyanette bulunanın onmayacağını anlatır.

Kendini canla - başla bir işe veren kişiye de «Kendini o işe vakfet­miş» denir.

Vakitsiz Öten Horozun Başı Kesilir

Horoz sabaha karşı ötmeye başlar; horozun geceleyin ötmesi, her halde, uyuyanları uyandırması, hastalan rahatsız etmesi, çocukları ür­kütmesi yüzünden, uğursuz sayılmıştır ve gece öten horozun kesilmesi, bu uğursuzluğu giderir inancı yayılmıştır. Bu yüzden, vakti gelmeden, olgunlaşmadan bir işe girişen, dâvaya kalkışan kişi de vakitsiz öten ho-oza benzetilmiş, hakkında bu atasözü söylenir olmuştur.

Varını ortaya koyan utanmaz

Varım veren utanmaz

Arapça «Cömertlik, vardan olur» anlamına gelen atasözünün meâ-iiclir. Bu atasözleri umumî olmakla beraber daha ziyâde tasavvuf ehli ta­rafından söylenegelmiştir.

 

Varlık - Benlik

 

Bilgisine, güzelliğine, gücüne, malına - mülküne güvenip kendisine varlık vermeye, benliğe düşmeye «Varlık - Benlik» denir. Kul Himmet, varlığı, benliği bir kaleye benzeterek, bundan kurtulanları.

Sıratı, mizanı bunda geçmişler, Varlık-Benlik kafasını yıkmışlar;

Al giymişler, yas donundan çıkmışlar, Gece kadir, gündüz bayram günleri

dörtlüğüyle diie getirmiştir (Alevî - Bektaşi  Nefesleri; s. 32).

 

Varidat

 

Gelirler anlamına arapça bir sözdür ve umumî olarak bu anlamda kul­lanılır. Sûfîlerdeyse «Varidat», ilham yoluyfa kalbe gelen ve söylenen söz­lere, sohbetlerdeki konuşmaya denir. Netekim Sımavna Kadısı oğlu Bed-reddin'in (823 H. 1420) konuşmalarının yazılmasından meydana gelen ki­tabına da «Varidat» adı verilmiştir (Sımavna Kadısıoğiu Şeyh Bedreddîn; İst. Eti Yayınevi - 1966, s. 30-31). Bu çeşit tasavvufî sohbetlere «Maârif-î İlâhiye» ve «Maârif» adı da verilmektedir (Bak: Maârif).

Vavsız Evliya

Arap alfabesiyle «Evliya», «V» siz yazılırsa «İlya» olur ki Hristiyan adıdır. Tasavvuf ehli, erenlerden olduğunu iddia eden, boş yere dâvaya kalkışan, fakat dâvasını mânâya ulaştıramıyan, hareketleri ve halleri, on­ların hareketlerine, hâllerine uymayan suret uğrularına «Vavsız evliya» derler, bu çeşit kişilerin erenlikle değil, imânla bile bir alışverişleri olma­dığını anlatmış olurlardı.

 

Vekil

 

Birisi tarafından, bir işi görmeye koşulan ve kendisini temsil eden kişiye denir Vekil, arapça bir sözdür. Alevîler, «Ocak» denen ve seyyid olduklarına inanılan kişilere uyarlar. Hacı Bektaş'ın nefes evlâdı sayılan Bektaşi Çelebileri de bir ocaktı ve onların da tâiibleri vardı (Bak: Oeak, Tâli'b). Fakat son zamanlarda, bilhassa Çelebi Cemâleddin Efendi'nin çe­lebiliği zamanında, çelebilerle Hacı Bektaş'taki Bektâşilerin Dedebabası arasında kırgınlık meydana gelmişti. Bunun üzerine Cemâleddin Çelebi, Alevîlerin bulundukları köylere vekiller göndermiş, Alevîliğin ser-çeşmesi (Bak: Ser) olduğunu, kendisinden icazet almayan dedelerin, tâiibleri gö-remiyeceklerini (Bak: Görmek, Görülmek). Tarıyk'ie (Bak: Tarıyk) görül­menin bâtıl olduğunu, Kerbelâ faciasında İmâm Huseyn'in başını dikmek için Yezid'ler, hangi ağaçtan dal koparmak istemişîerse o ağacın baş çekip dai vermediği hâlde kayın ağacının dal verdiğini ve başının o dala geçirildiğini îelkıyn etmiş, ;böylece vekillere uyanlara, uymayanlar «Dönük», uyanlar da uymayanlara «Purut» adını takmışlar. Alevîler ikiye bö-iunmüş. Çelebi kendisine uyanlarla bir kuvvet elde etmişti.

Velî

Arapça sahip, dost,  hüküm  sahibi anlamlarına  geıîr.  Sûfîler,  Allah dostu olan erenlere «Veiî» derler, «Evliya» velîler demektir.

Veren El, Alandan Üstündür

Cömert, vergili olmayı öğütleyen bir atasözüdür. \feren, yoksullara, ihtiyacı olanlara, hattâ onlar istemeden dilekferinî anlayıp İhsanda bulu­nan kişinin üstünlüğünü bildirmektedir.

 

Vilâyet-Nâme

 

«Velâyeî-Nâme» diye de söylenir. Bir erenin kerametlerini, o eren hak­kında ağızdan ağıza söylenen menkabeleri bir araya getiren kitaba de­nir. «Manâkıb-i Hacı Bektâş-ı Velî», yâni Hacı Bektâş-ı Velî menkabeleri adlı kitab «Vilâyet-Nâme» diye anılır. Eflâkî Ahmed Dede'nin «Manâkıb'ul-Ârifîn» i, Mevlânâ'nın ve çevresindekilerle ilk Mevlevi mümessillerinin menkabeierini ihtiva eder. «Otman Baba Vilâyet-Nâmesi» Ganî Şâh da denen ve Fâtih'in çağdaşı olan Hurûfî Otman Baha'nın sözlrini, gezişini, kerametlerini ve vefatını nakleder. Seyyîd Ali Suitan'a, Abdal Musa'ya âit Vilâyet-Nârneîer de vardır.

Viranelerde: Define Bulunur

Eski zamanlarda bankalar olmadığından altın ve gümüş paralarla, değerli şeyler, yıkık yerlere gömülürdü. Öylesi yıkık yerlerde böyle değeri! şeyler bulunacağı umulmayacağından, paralar, oralarda gizlenirdi. Bu gizlenmiş paralara, değerli şeylere, gömülmüş nesne anlamına «Define» denirdi. Vîrânelerde, yâni yıkık, harap yerlerde defîne bulunduğu gibi, ken­dilerinden birşey umulmayan kişilerde de bilgi ve feyiz bulunabiteceğim hatırlatan bu atasözü de kimseyi hor görmemeyi tenbihler, Seyrânî, bir nefesinde,

Hârâbat ehline hor bakma sakın Defîne bulunur vîrânelerde

beytiyle bunu belirtmektedir.

 

Vird-Evrâd

 

Virdi olmayanın varidi olmaz

«Vird» Kur'an-ı Kerîm'den, hadislerden, yâni Hazret-i Muhammed'în {S.M) duaya ait sözlerinden derlenmiş, tertiblenmiş olan ve muayyen za­manlarda okunan sözlerin tümüne denir. «Evrâd» virdler anlamınadır. Ta­rikat ehli, o tarikatı kuranın, yahut ondan sonraki ulu erenlerden birinin tartib ettiği evrâaı, bilhassa sabah namazından sonra okurlar.

«Virdi olmayanın varidi olmaz» atasözü tarikat ehli taıafından söyie-nir; vârid, kalbe gelen, ilham edilen feyiz anlamınadır ve atasözü, virdi ol­mayanın, evrad okumayanın, Tanrı feyzine erişemiyeceğinı bildirir.

 

Vücûd, Vecd, Tevâcüd

 

«Vücûd» arapça varlık, varoluş, «Vecd», türkçe söylenişe göre «Ve-cid», aşkla cezbeye düşmek, özlemle kendini yitirmek, hallenmek, «Tevâ­cüd» de, vecde düşmeksizin kendini vecde düşmüş göstermek, o hâli be­nimsemeye uğraşmaktır. Neşîdeler, ilâhîler, nefesler okunurken vecde gelmiş gibi sıçramak, oynamak, bağırmak, Tevâcüd'dür. Tevâcüd, vecde gelmeye bir gayret olduğundan tasavvuf ehlince hoş görülmüştür. Vecd gerçekten kendinden geçip semâ'a girmek, feryad etmek gibi hallere düşmektir. Vücud'sa, tevâcüdün ve vecdin ötesindedir; Hak'la Hak ol­mak ve varlığından geçip Hak varlığına bürünmek, Hak'tan başka hiçbir varlığı bilmemek, görmemektir. Vücud makamına eren, vecid ve tevâcüde tenezzül etmez. Melâmet ehli ve Mevleviler, tevâcüdü rîyâ saymışlar, ve-c'ü" ve cezbenin izhârını da hoş görmemişlerdir {Bak: Kanını içine akıt).

 

Y

 

Yabancı

 

Alevîler, kendilerinden olmayanları bu sözle anlatırlar. «Yabancı» yeri­ne «Zâhid», aleyhlerinde ileri gidenlere «Yezid» dedikleri de vardır. Bekîâ-şilerse kendilerinden olmayanlara «Zahir ehli» yerine «Zahir», Mevleviler, başka tarîkatten olanlara «Sofu Dervişi» tarîkatten haberi olmayanlaraysa «Avam» derler.

Yaktığın Cerağı Söndürme

Çok defa, bir kusur işleyen mürid tarafından şeyhe, niyaz yollu söyle­nen bir sözdür. Fuzûlî,

Merhem koyup onarma sinemde kanlı dağı,

Söndürme öz elinle yandırdığm cerâğı[26]

beytinde bu sözü dile getirmiştir.

Yalanla İman Bir Arada Olmaz

Bu atasözü bir hadîs-i şerifin mealidir (Künûz'ül-Hakayık; II, s. 133). Tasavvu* ehli arasında söylendiği gibi umûmîdir de.

Ya Olduğun Gibi Görün, Ya Göründüğün Gibi Ol

Riyanın, münafıklığın, ikiyüzlülüğün kötülüğünü belirten bir atasözüdür.

Yapmak Ğüç, Yıkmak Kolay

Bu atasözü, gönül ve hatır yapmanın güç, fakat kırmanın, yıkmanın kolay olduğunu bildirdiği gibi umûmî bir anlam da taşımaktadır. Herhangi bir yapıyı, onarılmış birşeyi yıkmaktan kolay birşey yoktur; fakat yapmak

gerçekten de güçtür.

Yaratılmışı Hoş Gör, Yaratandan Ötürü

Bu atasözü, tasavvuf ehli arasında pek yaygındır; hatta Yunus Emre-nin, çocukken mektebe gittiği, fakat bir tünü okuyup yazmayı bellemediği ve bir gün hocasına.

Elif okuduk ötürü,

Pazar eyledik götürü;

Yaratılmışı hoş gördük,

Yaratandan ötürü

deyip mektebi ierkelliğ' de hikâye edilmiş ve arapca, farsca bii,len, zamanının bilginlerinden olan Yunus Emre'ye hoş bir iftirada da bulunulmuş­tur. Türâbî de herhalde bu hikâyeden esinlenerek bir nefesinde,

Elif okurlar ötürü, Pazar ederler götürü;

Yaratılmışı hoş görür, Yaratandan ötürü.

Kemer-beste, Miyan-beste, Güt-destedir Bektaşiler

Yaş Kesen El Kurur

Bu atasözü, hem kurumamış, yaş ağacı kesmenin, hem genç ve ye­tişecek kişinin yetişmesine engel olmanın kötülüğünü, bunları yapanların onmayacağını bildirir. Çocukluğumuzda, Karagöz oyununda, boynuna bir ip takılıp haika gösterilen kişiyi gösteren,

Yaş kesenin, baş kesenin hâli budur hey

diye bağırdığını hatırlatırız. Şimdi orman yakanların kulakları çınlamasın, canlan çıksın, hânumanları yıkılsın.

 

Yedi

 

Yediler

Yedi iklim

Yedi deniz

Yedi kat binadan düş, erenlerin gözünden düşme

Yedi kat binadan düşenin izi bulunur; erenlerin gözünden düşenin tozu bulunmaz

Yedi sayısının doğu inancında ayrı bîr yeri vardır. Haftanın yedi günü, yedi gök, yedi yer, insanın yedi secde uzvu, yâni alnı, avuçları, dizieri, ayak parmaklan, bu arada «Yediler», hep bu sayıya uyar. İmâmiyye'ye uyan tasavvf ehline göre Onikinci İmâm'ın naibi olan Kutub ve ona ma­nen yakın iki eren, İmâmiyye'den olmayanlara göre Kutubla İki İmâm denen iki eren, «Üçler» dir. Bunlardan sonra «Evtâd-ı Erbaa-Dört Direk» denen ve âlemin dört bucağını manen idare eden dört eren, onlardan sonra yedi, yahut kırk abdal (Budalây-ı Seb'a. Bak: Abdal), onlardan sonra da ücyüz eren bulunduğu da tasavvuf ehlinin inançlarındandır. Abdai'e, «Yediler», onlardan sonraki kırk erene de «Kırklar» denir.

Yedi sayısındaki bu özellik yüzünden pâdişâhın huzuruna girerken «yedi yerden temenna etmek», yâni ellerin parmak uçlarını yere değdirip başa götürerek onu ululamak âdet olduğu gibi dilimizde «Yedi kat el olsa acır», «Yedi göbek ecdadı belli», «Yedi iklim, dört köşe», yahut «Dört bucak» gi'bi sözler de deyim olarak kullanılagelmiştir.

«Yedi kat binadan düş, erenlerin gözünden düşme» ve «Yedi kat bi­nadan düşenin izi bulunur; erenlerin gözünden düşenin tozu bulunmaz»

atasözleri de bu yedi inancına bağlıdır ve erenlerin gözlerinden düşmeme­yi, gönüllerinden çıkmamayı tenbihler.

Yedi iklim, yâni ülkeyse, eski coğrafyacılara nazaran dünyânın, ora­larda oturanlara, oraların havalarına, özelliklerine göre ayrıldığı şu bölge­lerdir :

1- Batı illerinden, Berberiyye'den, Habeş ülkesinden, Yemen'in gü­neyinden Hindistan'a, Çin'e uzanıp doğu Okyanusu'nun bâzı adalannadek varır. Bu ülkenin en uzak günü oniki buçuk saattir. Bu iklimde yaşayan­ların renkleri siyahtır; yirmiüç dağı, otuz büyük nehri vardır.

2- Batı Ülkesi. Sudan'ın ve Arap Ülkesi'nin kuzeyinden Hürmüz De-nizi'ne varır; Hindistan ve Çin'in ortalarından geçip Doğu Okyanusu'nda-kı adaların ortalarına ulaşır. Bu iklim halkının rengi siyaha çalar esmer­dir. Bu iklimde yirmiyedi yüce dağ, yirmiyedi de büyük nehir vardır.

3- Batının kuzeyinden, Mısır'dan geçer, Kudüs, Şam, Küfe, Bağdat, Basra, Şîraz, İsfahan ve Fars memleketleriyle Hindistan ve Çin Ülkeleri­nin kuzeyinden Doğu Okyanusu'ndaki adalara varır. Halkı buğday benizli­dir. Bu ülkede otuzüç dağ, yirmi nehir vardır.

4- Akdeniz'le  Sebte  boğazi'nm,   Endelüs,   Frengistan  ve  Rumeli'nin güney bölgesinden, Anadoıu'nun yarı kuzeyinden geçer, Trablus, Antak­ya, İskenderon, Halep, Erzincan, Diyarbakır, Musul, Tebriz, Erdebil, Kaz-vin, Tus, Lahor, Keşmir ve Horasan'dan, Hitâ ve Hutn'in kuzeyinden, Hind ve Çin'in güneyinden geçip Doğu Okyanusu'yİa adalara varır. Halkının rengi, beyaza yakın esmerdir. Bu ülkede yirmibeş dağ, yirmüki nehir var­dır.                                                                                                      . .

5- İspanya'nın   kuzeyinden, Avrupa'nın  ortalarından  geçip Anadolu şehirlerinin çoğuna, Hazer Denizi'nin güneyinde Giylan ve Cam şehirleri­ne uğrar, Hârezm, Semerkand, Buhara, Bedahşan ve Türkistan'dan Kıp­çak çölünden, Cin Seddi'nin güneyinden Hitâ ve Huten diyarının ortaların­dan Doğu Okyanusu'na varır. Halkının rengi beyazdır. Bu ülkede otuzüç dağ, onbeş nehir vardır.

6- Avrupa'nın kuzeyinden Venedik'ten, Rumeli'den, Azak'tan geçer, Gürcistan, Tiflis, Gence ve Revan şehirlerine varır; Şirvan'ın kuzeyinden, Derbend'den Dağistan ve Ejderhan'a ulaşır; Hazer'in kuzey bölgesinden geçerek Karakalpak, Özbek, Çağatay, Kaşgar, Türkistan, Tataristan, Kıp­çak çölü, Hıta ve Huten'in kuzeyinden Doğu Okyanusu'ndaki adalara va­rır. Halkının rengi sarıdır. Onbir dağı, kırk nehri vardır.

7- Batı Okyanusu'ndan geçer, Portakal ülkesiyle İngiltere'den geçip kuzey ülkelerinden Kıpçak, Bulgar ve Rus diyarından, Hazer'in kuzeyin­den,  iskender şeddinden  Doğu  Ükyanusu'ndaki  adalara varır.  Halkının rengi kıiıia çaiar. Onbir dağı, kırk nehri vardır (Fazla biıgi için Memâlik ve Mesâiik, yâni eski coğrafya kiîabiarıyle «Ma'rîfeî-Nâme» ye bakınız).

Eski coğrafyacılara göre yedi deniz de şunlardır-.

1- Çin denizi (Okyanus),

2- Mağrip denizi  (Atlantik Okyanusu),

3- Akdeniz,

4- Karadeniz,

5- Taberiyye denizi (Kulzüm, Şap denizi),

6- Gürcan denizi (Hazer},

7- Hârezm denizi (Fars denizi).

 

Yed, Yed-i Bey'at

 

Yed, arapça el aniGmına gelir. Yed-i Bey'at, bey'at eli demektir. Bey'­at, buyruk sahibinin buyruğunu kabû! etmeye söz vermektir. Hazret-i Peygamber'e Sahabe, Hudeybiyye'de bey'aî etmişlerdi. Bey'atte, söz vere­cek, ahitte bulunacak kişi, söz vereceği, ahitleşeceği kişinin sağ elinin üstüne sağ elini kor ve ahdini söyler.

Tasavvuf ehlinde bey'at eli, şeyhin, müridin sağ elini, sağ eliyle tut-nıasıdır; avuçları kavuşur, baş parmaklarsa avuçların içinde birbirine çap­razlama geçer. Mevlevîlerin Şems koluyla Bektâşilerde baş parmaklar bükülmeksizin, düz tutulur, avuçlara kavuşmaz; içleri birbirine dokunur; yalnız mürşidin başparmağının biraz yukarda kalmasına dikkat edilir (Bey'at mad.e de bk.).

Yel

Yelle geîen seüe gider

Yelle geîen yelle gider

Ehemmiyetsiz, değersiz bir sebeple gelen devlet, gene umulmayan, ehemmiyet verilmeyen bir sebeple geçer-gider anlamına gelen bu aîaso-zünden şöyle bir hikâye uydurulmuştur:

Dervişin biri, vakfı kıt, bu yüzden de geleni-gideni az bir tekke şey­hine mensubrnuş. Mukabele günleri, tekkeye üç-beş kişi ya geiirmîş, ya gelmezmiş. Derviş bu hâie sikilir, şeyhin himmetini diler, şeyhse, daya­namazsın sonra derviş kardeş der, dururmuş. Sonunda şeyh, dervişin ni­yazı üzerine bir mukabele günü, yüzüne konan, kovuldukça gene kalkıp gelen sineği bir e! vuruşuyla yere düşürmüş; sonra da ölüp yere serilen sineği almış, ağzına doğru götürüp bir üfürmüş, sinek canlanıp uçmaya başlamış. Mukabelede bulunup bu kerameti görenler, şaşırıp kalmışlar. Olay, ağızdan ağıza, yayılmış, mukabele günleri tekke dolmaya başlamış. Derviş de hizmetten bunaldıkça bunalmış. Gene bir mukabele günü, şeyh Mihrapta namaza durmuş, bulunanlar da ona uymuşlar. Şeyh, namazda, rükû'da, secdede yellenmeye başlamış. Duyanlar, selâm verip namazı bozmuşlar; yalnızca kıimışlar. Giden gitmiş, kalan kalmış; ertesi hafta da Mukabelede şeyhle dervişten başka kimsecikler bulunmamış. Şeyh der-v'Şe demiş ki:

Gördün ya derviş kardeş, «Yelle gelen, yelle gider»

«Yelle gelen selle gider» atasözü de, herhalde yelin ucurduğu birşeyi kapmak isteyen biri, çabuk davranamamış, o nesneyi sel alıp götürmüş; bunun üzerine söylenmiş olsa gerek.

Yolca giden yorulmaz

Yolcu yolunda gerek

Yol çalısız, kul delilsiz olmaz

Yezid Nefesi Gibi Esiyor

Cok sert ve soğuk esen yel, bu deyimle tavsif edilir. Soğuk söz söy­leyenlere dendiği de vardır.

Yıkmak

Yıkma elin kalbini, sen de yıkılırsın Yıkma, yıkılırsın

Gönül yıkanın, kurulu düzeni bozanın, günün  birinde, bir vesileyle yıkılacağını ihtar eden atasözleridir.

 

Yol, Yol-yordam

 

Yola girmek, yola götürmek, yola sokmak

Yoldan çıkmak, yoldan kalmak

Yolda kalmak

Yol göstermek

Yolsuz, yolsuzluk

Yo! vermek, vermemek

Yol vurmak, yol kesmek

Halk tarafından âdet, örf, gelenek, görenek anlamına kullanılan «Yol», sözü, tasavvuf ehlince «Tarıyk-Tarîkat» karşılığıdır ve bu sözlerin türkce-sidir. «Yola girmek, yola getirmek, yola sokmak», tarîkate girmek, birini tarîkate sokmak anlamlarına gelir. «Yoldan çıkmak, yoldan kalmak», tarî­kate uymayan birşey yapmak, bir kusur işlemek anlamlarındır. «Yolda kalmak», tarîkatte olmakla beraber feyiz alamamak demektir. «Yol gös­termek» birisini irşâd etmektir. «Yolsuz, yolsuzluk», tarîkate uygun olma­yan birşeyi yapmak ve bir kusurda bulunmak yerine kullanılır. «Yolsuzluk» sözü, tarîkatten düşkün anlamınadır. «Yol vermek, yol vermemek», halk ta­rafından kovmak, kovmamak yerine kullanılır; tasavvuf ehünce bu sözler, birisine, bir işi yapmaya, bir sözü söylemeye İzin vermek, yahut verme­mek anlamını ifâde eder. «Yol vurmak, yol kesmek», tarikat ehlinden ol­duğu halde dâvaya girişip ehil olmadığı hâlde başına adam toplamak suretiyle yolu, yâni tarîkat ehlini yoldan alıkoymak, onları olmayacak, ger­çeğe ulaşmalarına engel olacak şeylere sevketmek demektir. «Yol-yor-dam», edeb-erkân anlamınadır. «Yol-iz bilmez, yol-yordam tanımaz» söz­leri, halk tarafından örfe-edebe aykırı hareket edenlere dendiği gibi ta­savvuf ehlince de torîkat edeblerîni gözetmez kişilere denir.

«Yolca giden yorulmaz» atasözü, tarîkatin esaslarına, edeblerine uy­mak suretiyle hareket eden kişinin, yorulmadan erişeceğini hatırlatır. «Yolcu yolunda gerek», bir yola düşenin, engellere aldırmayıp yolunu sür­dürmesi gerektiğini anlatır. «Yol çalısız, kul delilsiz olmaz» atasözüyse hem yolda bâzı engellerin olabileceğini, hem de yola deiilsiz gidiîemiyece-Üi bildirir.

 

 

Yuf

 

Yuf münkire, [ânet Yezîd'e

Yuf, yazıklar olsun, hiçbir şeye değmez anlamına gefen bir sözdür; «Yuh» tarzında da söylenir. «Yuf borusu çalmak», birisinin artık tümden birşeye yaramadığını aniatmaktır.

«Yuf münkire, lâ'net Yezid'e» sözü, inkâr edenin birşey elde edemi-yeceğini, Yezid huylu kişinin de rahmetten uzak olduğunu bildirir.

 

Yukarı İller

 

Milâdî XIX. yüzyiladek Osmanoğulları ülkesinde, İran'a verhen ad. Devlet arşivinde, «Yukarı i!ler»den, Alevîlere, Halîfe olarak gönderilen ki­şilerin tutulması, adam öldürmek, hırsızlık etmek gibi bir töhmet altına alınarak gizlice öidürülmeieri hakkında sayısız emirler vardır (Bakınız: Alevî-Bektâşi Nefesleri; s. 83-88).

Bu deyimin eksikliğini, Yunus'un,

Gezerim Ururn'u, Şam'ı, Yukarı illeri kamu,

Çok aradım bulamadım,

Şöyle garib bencileyin dörtlüğünden anlamaktayız.

Yüksekten Atmak, Bakmak, Uçmak

«Yüksekten atmak, yüksekten bakmak, yüksek uçmak», yahut «Yüksekten uçmak», kendini olduğundan fazla göstermek, üstün görmek, başkalarını aşağı bulmak anlamlarına gelir. Tasavvufta, kendini büyük görmemek, alçak gönüllü olmak gerektir; bu yüzden yücelik taslamak, benliğe - varlığa düşmek, pek büyük suçtur, yolsuzluktur. Yunus Emre, yoi ehlinin, ne bulduysa yoklukta bulduğunu, yüksekliğe yönelenlerin ai çalacakların! şu beyitle pek güzel anlatmaktadır:

Meskenette buldular kimde erlik varışa,

Nerdibandan iterler yüksekten bakarısa.

 

Yüz

 

Suyun yü2ü yerdedir

Yüz, yüzden utanır

Yüz, yüzün aynasıdır

Dilimize, «su» kadar deyim veren bir sözdür. «Yüz aküğs», namus, şeref, haysiyet, «Yüz karası», namussuzluk, ayıp, şerefsizlik, haysiyetsiz­lik anlamına gelir. «Yüzsuyu» da şeref anlamınadir. «Yüzünün suyu kal­mamış», yahut «dökülmüş», şerefsiz adam demektir. «Yüzü suyu hürme­tine», şerefi, mevkii hürmetine anlamını ifâde eder; «Sevgili Peygamberi­mizin yüzü suyu hürmetine sen bizi bağışla» sözü, Hazret-i Peygamber (S.M) hürmetine bağışlanmayı dilemektir. «Yüz suyu dökmek», şerefini, haysiyetini ayaklar altına alarak yalvarmak, yakarmaktır. «Yüzü yerde» sözü, edebli, yoi-yordam bilir demektir. «Yüzünü hâk etmek» yâni toprak etmek, toprağa sürmek, alçalmak, bir büyüğün karşısında küçüklüğünü belirtmektir. Yüz, insanın özündekini belirttiği, İnsanın içindeki, yüzündeki belirtiden anlaşıldığı İçin «Yüzünden belli, yüzünden anlaşılıyor» deyim­leri kullanılır. «Yüzsüz», utanmaz demektir. «Yüzden düşmek», kötülüğü yüzünden kendisine hürmet edilmemek anlamını ifâde eder.

«Suyun yüzü yerdedir» ve «Sular aiçakîan akar» atasözieri, yaşayış 'Cin en gerekli olan suyun bile alçaldığını, olgun insanların da gönül al-Saklığına sahip olmaları gerektiğini belirtir. «Yüz yüzden utanır», atasözü, kusur edenin, insanlara karşı utanacağını, «Yüz, yüzün aynasıdır» atasözü insanın, kusurlu, yahut şerefli kişinin karşısında  kendi kusurunu,  şerefini hatırlaması gerektiğini bildirir.

 

Z

 

Zâhid, Zühd-i Huşk

 

«Zâhid», fazla sofu, şüpheli şeylerden çekinen anlamına arapça bir sözdür. «Zühd-i huşk», kuru zâhitiik anlamına farsca terkîbtir ki türkçe-mizde kuru zâhitiik ehline «Kaba sofu, Ham sofu» deriz.

Alevîler, kendilerinden olmayanlara «Zâhid» derler.  Kul Himmet, bi? nefesine, zahide şu suretle hitab ederek başlar:

Hâhid Hû demeyi inkâr eyleme, Ya niçin çağırır insan Hû deyü,

Hû demenin aslı nedir, nedendir, Eyleyeyim sana iyan Hû deyü

(Alevî-Bekîâşi Nefesleri; s. 165).

 

Zahir

 

Zâhir-bin

Zahir ehli

Zahir evliyası

Zahir bâtının  aynasıdır  (İç,  dışın  aynasıdır.  Özü-sözü  bîr) Zahiri bâtınına uymaz (İçi başka, dışı başka)

Zahir, arapca görünen, meydanda olan aniaınmadır; aynı zamanda ı-ıikmetiyle, kudretiyle, sıfatiarıyle varlığı, birliği göründüğü cihetle Allah'ın ödlarındandır; netekim bu ad, LVll. sûrenin (Hadîd} 3. âyet-i kerimesin­de de geçer. Aynı âyet-i kerîmede Allah'ın adlarından olarak «Bâtın», yâ­ni gözle görülmeyen, zâtiyle, görünmekten anlaşılmaktan münezzeh olan da Tanrı adlarından olarak geçer.

Tasavvufçuiara göre zahir, görünen âlemdir. Bâtınsa bu izafî varlık­larda tecellî eden Tann sıfatlarıdır. Sıfat, zâtın zuhuru, fiil., yâni işse si-fatiarın zuhuru olduğundan sûfî, mazharda, yâni zuhur yerinde, zahiri, yâ­ni görüneni, görünmesi gerekli olanı, Tann'yı, Tanri'nın sıfatlarını görür; bu bakımdan irfanı olmayan kişi, ne kadar bilgin olursa olsun «Zâhir-bin» dır; zahiri görür ancak ve «Zahir ehlbdir. Eren tanınan, fakat hakıykate ermemiş olan velîlere de «Zahir evliyası» denir.

«Zahir, bâtının aynasıdır» atasözü, dışı temiz, edebii, nâzik, hoş ve kutlu olan kişinin içi ve özü de temiz ve mutlu olduğunu bildirir; «İç dışın aynasıdır» ve «Özü-sözü bîr» de bu mealdedir. «Zahiri bâtınına uymaz» sözüyse, dışı temiz, görünüşü İnce, sözü olgunluğunu gösteren bâzı kişi­lerin özlerinin pis, kaba, zâlim olduğunu belirtir. "

 

Zahm, Zahme, Zahm Yemek. Erenlerin Zahtnine Uğramak

 

Zahm, forsça yara, bere demektir. Kudüm çalınan, ince, iki karış bunluğunda, uca doğru İncelen ve ucunda baş parmağın ilk boğumu ka-3ar bir yuvariak bulunan tahta sopaya da, kudüme vurduğu için «Zahme», yâni vuruş âleti denmiştir.

Birisi, sağ olan, yahut göçmüş bulunan erenlerden biri hakkında kötü sözler söyler de bundan sonra bir derde, bir felâkete uğrarsa tasavvuf ehil, o kişiye. «Erenlerin zahmine uğradı» derler. Buna «Zahm yemek» denir.

 

Zâkir-Zâkir Başı

 

Zikr, anmak demektir. Kur'ân-ı Mecîd'de, Allah'ı anmak ve namaz kıl­mak ilamlarında geçmektedir. Tasavvufun Esma ile sü!ûkü kabul eden tarîkatlerinde, Tann adianndan birini, sayıh, yahut sayısız olarak boyuna ve .bir edâ ile, muayyen tarzda sallanarak ayakta, yahut oturularak anmaya «Zikr» denir. Zikr esnasında, zikredenleri coşturmak için zikir halkasının ortasında ve çok defa yanyana ve karşı karşıya oturup ilâhî okuyanlara zikreden anlamına «Zâkir» denir. Zikirlerin içinde def, zilsiz def, kudüm ve ney çalanlar da bulunabilir, Zâkirierin îfâhîlerîndeki usûlü ve bu mü­nasebetle zikri idare eden kişiye «Ser - zâkirân», türkçe olarak da «Zâkir-başısî denir.

Alevîler, saz çalıp nefes okuyanlara «Zâkir» derler.

Zâvive

(Âstân'a bk.).

Ziyaret

islâmda böyle şeyler oimadıği, hatta nehyediidiği hâlde âdet olmuştur. Türbesi olmayan, açıkta yatan yatırların yanlarındaki ağaçlara, çalılara bez ve iplik bağlarlar.

«Ziyaret çalısı gibi gelene takılır» atasözü, hem bu açıktaki ziyaret­lerde bulunan çatıların, gelip gidene takıldığına, hem de bu çalılara bez-,er, iplikler bağlandığına işarettir. Bu atasözü. Önüne gelene ihtiyacını söyleyen,  rastladığından  birşey  İsteyen kişi  hkkında öa söylenir.

Ziyaret çalısı gibi gelene takılır

 

Zuhur, Zuhârât

 

Zuhuratla  geçinmek Zuhurata tâbi' olmak

Zuhur, meydana çıkmak, belirmek demektir. Arapça olan bu. sözün çoğulu, zuhur eden şeyler anlamına «Zuhurat» tır. Tasavvuf ehli, mey­dana geien şeyiere «Zuhurat» derler. «Zuhurata tâbi1 olmak», beliren, meydana çıkan olaylara uymak, onlara göre hareket etmek anlamına gelir.

Aynı zamanda «Zuhurat», umulmadan gelen nezir ve niyazlardır. «Zuhuratla geçinmek», muayyen bir iş karşılığı, muayyen zamanda bir geliri olmayan kişinin, gelen nezirlerle geçinmesini bildiren bir deyim­dir. Rüyalara da «Zuhurat» dendiği vardır.

Ziyaret, birisini görmeye, onunla görüşmeye gitmek, görmek ve görüş­mek anlamlarına geien arapça bir sözdür. Daha ziyade bîr yatırın türbe­sine gidip niyaz etmek, dua etmek, onunla Allah'a tevessül eylemek an­lamına kullanılır.

Ziyaretlerde, türbenin penceresine, parmaklığına, üstten koparılan bezler, iplikler bağlamak, böylece niyetinin, dileğinin olacağı no inanmak,

Tasavvuf ehünce varlıklar, Tanrı'nın zuhurudur; Tann'nın kudreti-mn, hikmetinin, yöni Tanrı varlığının aynaları, mazharlarıdir; Tanrı'nın zâtı, bu sıfatlarla tezahür eöer, fakat her an olup duran bu zuhur, irfana ermeyenlerin nazarında, hep o varlıkların muktezâsı gibi görünür; bu yüzden de zuhuru, yâni görünmesi, butûnunu, yâni gizlenmesini sağla­mıştır.

Zuhura perde olmuştur zuhura, Gözü olan deîîî ister mi nâra[27]

beyti, bu tasavvufî anlamı anlatır. Sûfîler, bunu, «Zuhurunun şiddeti», yâni tamamiyle görünmesi, «Zuhuruna perde olmuştur» diye de anlatır­lar ve örnek olarak öo güneşe bakmanın mümkün olmadığını söylerler

Zulüm

ASma mazlumun ânını, çıkar aheste aheste Zulm île âbâd olan, âhırı berbâd olur Zâlimin hasmı Allah'tır

Arapça zulm, akla ve şeriata uymayan bir işi işlemek, haksızlık et­mek, birisine haksız muamelede buıunmak, kötülük etmek, onu zarara sokmak, öldürmek, aleyhinde bulunmak gibi şeylerdir. Türkçede «Zulüm» tarzında söylenir, Hadîs-i şerifte, üç türlü zulüm olduğu, birinci kısmın, Tann'ya şirk koşmak olup bunun bağışlanmayacağı, ikinci kısmın ada­mın, kendisine zulmü olup bunun bağışlanabileceği, üçüncü kısmınsa, kulları zarara sokan zulüm olduğu, zarara girenle helâllaşmadıkça bu çeşit zulümden Tann'nın geçmeyeceği bildirilmiştir (Cami'us-Sagıyr; II, s.  47-48).

«Alma mazlumun âhını çıkar aheste aheste»[28] ve «Zulm ile âbâd olan, âhırı berbâd olur» mısraları[29] atasözü olarak söylenir. «Zâlimin hasmı», yâni zulmedenin düşmanı «Allah'tır» atasözü de zulmün ve zâli­min kötülüğünü belirtir.

 

Züvvâr

 

Ziyaretçiler, ziyaret edenler anlamına arapca bir sözdür. Mevleviler, Mevlevi mukabelesini seyretmek için tekkeye gelenlere «Züvvâr» der­ler.



[1] «Nân-hâne»,   ekmek   evi   an lam inadı r

[2] Ey sırların mazhan olan ve sırları izhâr eden Ait; ey Onikiler bölüğüne başbuğ olan Alî. o Onikiler, Huseyn'dir, Musa'dır, Ca'fer'dir; iki Hasan'dır. üç Muharnmed'dir, dört de Alî.

[3] Ölmeden  önce öldüler;  yâni  dirildiler;  bu topraktan  yoğrulmuş   bedeni  bıraktılar, göğü de aştılar.

[4] Char-darbla (saçını, kaşlarını, bıyıklarını, sakalını, dipten tıraş ederek) gerçek varlık saltanatının sultânı geçinir; tecrîd (herşeyden soyunmak) haznesine, bele bağlanan kuşakla  pâlheng de kilittir.

[5] «Key», Türkçe  pek, iyiden  iyiye,  «bîdâr»,  farsça   uyanık an la m mad ir.

[6] Ey cefâlarla dopdolu, ey cefâlar edip duran, yüzüne bir baksam dedim; dost, göğ­sünü  açtı   da  âşık  dedi;   tertemiz  bakış  gerek;   öylesine   bak.

[7] Sâlus, farsçadır ve iki yüzlü, gösterişçi anlamınadır.

[8] Azizim,  bu  karanlık yeter, yeter,  Du  gölge  nedir;  biraz da  gün  göreyim,  şu  gölge  kaldırınız.

[9] Ben gene gezginciliğe başladım da elime teberi aldım; gene ülke gezmek için ni­yetlenip   yola   düştüm;  yoculuğa   başladım.

[10] İki dünyada   da  şanının   altın   oimasmı   istersen,   odtrn-samm oHın  alsun. dersem. Hazret-i Mvlânâ'nın sikkesinin altına gır.

[11] Târâc,   farsça   yağma,   darma-dağan   oluş   anlamınadır.

[12] Keieci   türkçe, anlamı tam söz, cümle elemektir.

[13] Şeşirmek, atmak, boşlamak; çağada, dangadak anlamlannadır.

[14] Biz, önüne ön düşünülemeyen zamandan sonuna son bulunmayan ânadek, meydana gelmişlerdeniz; Erenlerin Pâdişaht'nın aşkına,  ercesine gelenlerdeniz.

[15] Şâh (Alî) için ten elbisesini yırttılar, soyunup herşeyi bıraktılar, taçtan da geçti­ler,  ağır,  değerli  elbiseden  de.

[16] Her yoksul, bir padişaha kul olmuştur, biz de Rûm Abdallarıyız; bizim padişahı­mız da Alî'dir.

[17] Hürlük   ilPnin   padişahıyız  ama. Vilâyet  Padişahi'nın   soyunun   -  sopunun kulla/ıyız.

[18] İkrarımıza  baş veririz; ahdimizde kuvvetliyiz;  biz Şâh-ı Vilâyet kuluyuz,  hem de Aleviyiz.

[19] Kerem ve ihsan  mâdeninin mâdeni,  Necef Şahı,  kime nazar ederse o,  yüceliğe elde  eder.

[20] Şam'dan  çıktığım   akşama   şerefli,   kutlu   akşam   dedim.

[21] Hücre:  oda;  Dervâze:  Pencere, Avrat:  Zevce,   Kabin:  Nikâh,  Nikâh  parası,   mehr.

[22] Âşiyöne: Yuva

[23] Ey  Allah,   bu   kuttu   yolculukta,    üç    Muhammed'le    (Muhammed'ül-Bâkır,    Muhammed'üt-Takıy ve  Mehdî), dört Alî'nin  (Alîyy-ül-Murtazâ, Alî Zeyn'ül-Âbîdîn,  Aüyy'ûr-Rtzâ,   Aliyy'ün-Nakıyl,   iki   Hasan'ın   (Hasan'ül-Müctebâ,   Hasan'ül-Askeri},    Huseyn, Musa ve Ca'fer'in hürmeti  ve  hakkıyçin binlerce yardım,  sevine,   binlerce   fetih  ve zafer ver bize

[24] Zâhid, bu varlık hazînesinin tılsımını bozup defineyi alıver de birlik sırrına eregör.

[25] Nûş eder, içer anlamına geldiği gibi  tatlı  bir hâle getirir; öyle  içip sindirir anlamına da gelir,

[26] Göğsümdeki   (gönlümdeki)   kanlı   dağı  merhem   koyup  da   onarma;   {O.   senin   tara­fından  yakılmış   bir  çerağdın)   kendi   elinle  yaktığın   cerağı   söndürme.

[27] Görünmesi,   görünmesine  perde  olmuştur;  fakat  gözü   olan,  ışığı   görmek  için   kıla­vuz ister  mi?

[28] Zulüm  görenin   ahım  aima;   bu   ahin  felâketi,  yavaş - yavaş   çıkar,   sent   mahveder

[29] Zulümle yapılan,   kurulan,   mâmur hale  gelen,   sonunda   yele savrulur  gider.