Savaş. Büyük Savaş, Küçük Savaş
Semâ', Semâ'-Hâne, Semâ'
Tahtası, Semâ'-Zen
Tarıyk (Matrak, Erkân, Destç-çûp,
Ser~Deste)
Zahm, Zahme, Zahm Yemek.
Erenlerin Zahtnine Uğramak
İçinde odun,
kömür yakılan, dumanı, üstündeki bacadan çıkan yere denir. Mecazî anlamiyle
müessese, soy-boy, kök, dirlik - düzenlik demektir. «Ocağın yansın», hem dua,
hem ileniş olarak söylenir. «Ocağı yıkılsın, Ocağı sönsün», adı-sanı, soyu-boyu
katmasın demektir. «Allah ocağını söndürmesin. Ocağın şen olsun», adı-sanı
anılsın, dirliği-düzen-iiği bozulmasın anlamına hayır-duâdır.
«Yeniçeri
ocağı, Sipahiler ocağı», Yeniçeri ve Sipahiler müesseses. anlamına gelir; bu
türkçe sözle «Ocâğ-ı Yeniçeriyan, Ocâğ-i Bektaşi-yân» tarzında farsça târipler
de yapılmış ve söylenmiştir.
Herhangi bir hastalığa okumaya izinli olan ve bu izni,
babadan oğu-!a yürüten kişiler hakkında «Ocak» deyimi kullanılır.
Alevîlerde «Dede» denen mürşidin, seyyid, yâni Hazret-i
Peygam-ber'in (S. M.) soyundan gelmesi şarttır; onlarca Sarı Saituk, Pîr
Sultan, Dede Kargın, Aguçen (Ağu içen; Karadoniu Can Baba), Kızıl Deli, Seyyid
Baba, Şeyh Samut (Samıt), Şeyh Çoban.... gibi Bektaşi an'anesine girmiş
kişiler, seyyiddir. Bunların soylarından gelen dedeler de o ocaktandır. Bundan
dolayı dedelere «Ocak-Zâde» denir. Alevîler, ıbölük-bö-lük, babadan oğula bu
ocaklardan birinin talibi (bu maddeye bak) sayılırlar. Ocakların herhangi
birine mensup olanlar da bir başka ocağı «Pîr» tanırlar. Dede, kış mevsiminde,
taliplerinin bulunduğu köylere gidip onların sorgularını - görgülerini icra
eder; gençlerini musahip kavline sokar.
Kazak Abdal, Balım Suitan'ı öven bir şiirindekî.
Mekân etti Nân-Hânenin bucağın, Bulutlara atar, tutar nacağın;
Hem uyaran pirimizin ocağın Mürsel Dede oğlu Sultan Batfdır.[1]
dörtlüğünde, «Ocağı
uyarmak» deyimiyle,
yolu-erkânı yenilemek, di; mek anlamını
ifâde etmiştir (Alevî - Bektaşî Nefesleri; s. 108).
Ok Yaydan Çıktı Bir Kere
Kötülükte bulunan birisine gönlü kırıian bir ulu. kişi, ona
ilenir de o da bir derde, bir musibete uğrarsa, özür dilediği zaman, ona, «Olanlar
oldu, İş işten geçti» anlamına söylediği sözdür.
Onbir Tarîkin Tavlasından Boşanan, Bizim Tavlamızda Karâr Eder
Bektâşiler, tarîkatleri Oniki olarak kabul ederler; öbür
tarikatle bu oniki tarîkin kollarıdır (şubeleridir); Bektâşiierce gerçek
tarîkat, Bektaşi tarîkatidir. Tarikate girmeyenler de, tarikate girmiş olanlar
da gerçeği ancak Bektaşilikte bulabilirler, Bu bakımdan, onlarca onbir tarîkat
ehli, sonunda Bektaşi olabilir; fakat bir Bektaşi, Bektaşilikten dönüp başka
bir tarîkate girmez; buna lüzum görmez. «Tavla», at ahırı anlamına gelir. Bu
atasözünde Bektaşi, Onbir tarîkati de kendi tarîkim da ot ahırına, tarîkate
girmiş olanlarıysa atlara benzetmektedir ki hiç de tarikat edebine sığar bir
benzetiş değildir; fakat övdüğü kişiyi, «Pezevenk1 diye öven Bektâşinin
kusuruna bakılmaz!
Oniki İmâm'a inandıkları için «İsnâ-Aşerjyye - Onikiler fırkası»,
imamete, yâni Peygamber'in, dînini korumak, hükümlerini yerine getirmek ve bu
hususta bir yanlışa, bir sürçmeye düşmemek için peygam-ûer gibi «ma'sûm -
kötülükten arınmış» olan birinin Allah'ın emriyle Peygamber tarafından ümmete
bildirilmesi gerekliliğine inandıklarından «İmâmiyye-İmâmete inananlar»,
mezheplerin çoğu, Hazret-i Alî'nin torununun torunu İmâm Cafer-üs-Sâdık'in
zamanında çıktığı, Ehlibeyt taraftar-iarıysa İmâm Ca'fer'e uydukları için
«Ca'feriyye - Ca'fer'e uyanlar» denen «Şîa», yâni Ehlibeyt taraftarı
Müslümanların tâbi oldukları kişiler, İmâm, kendisine uyulan kişi anlamına
gelir ki geniş anlamıyla din ve dünya işlerinde ümmetin uyduğu zattır.
İmâmiyye, Hazret-i Peygamber'in (S.M.) Vida' Hacoından dönerlerken «Gadiruhum»
denen yerde, Allah'ın emriyle ümmete imâm, kendilerine vasîy ve halîfe olarak
Alî'yi bildirdiğine, dininde Oniki İmâmın bulunacağına, sonuncularının Mehdi
olacağına dair hadisleri bulunduğuna inanırlar; her imâm, kendisinden sonraki
imâmı ümmete bildirmiştir-. Oniki imâm şunlardır:
1- İmâm Aliyy'ül-Murtazâ (Emîr'ül-Mü'minîn). Hicretin 40. yılı
Ramazan ayının 21. gecesi vefat etmişlerdir (661. M).
2- İmâm Hasan'üi-Müctebâ b. Alî. H. 49. yılı
Saferinin 29. günü (669.
M).
3- İmâm Huseyn'üş - Şehîd b. Alî. H. 61. yılı Muharreminin 10.
günü (680. M).
4- İmâm Alî Zeyn'ül - Âbidîn b. Huseyn. 95. yılı Muharreminin
12. günü (713. M).
5- İmâm Muhammed'ül-Bâkr
b, Alî Zeyn'üİ Âbidîn. H. 114. yılı Zilhiccesinin yedinci günü (733 M).
6- İmâm Cafer'üs - Sâdık b. Muhammed'ül-Bâkr. H. 148. yılt Şevvalinin
25. yahut Receb'inin 15. günü (765. M).
7- İmâm Müsâ'l- Kâzım b.
Ca'fer'üs-Sâdık. H. 183.
yılı Recebinin 25. günü (799 M).
8- İmâm Aliyy'ür-Rtzâ b. MÛsâ'İ-Kâzım, H. 203. yılı Saferinin
son günü {818 M).
9- İmâm Muhammed'ut-Takıyy'ül-Cevâd b. Aliyy'ür-Rızâ. H. 220.
yılı Zilka'desinin son günü [835 M).
10- İmâm Aliyy'ün-Nakıyy'ül-Hâdî b. Muhammed'üt-Takıy. H. 254.
yn: Recebi'nin üçüncü günü (868 M).
11- İmâm Hasan'ül - Askerî b. Aliyy'ün-Nakıy. H. 260. yılı
Rabîulevve-linîn sekizinci günü (875 M).
12- İmâm Mehdîyy b. Hasan'ül-Askerî. H. 255. yılı Şa'ban'min on
beşinci gecesi (868. M), doğmuşlardır; zuhur edecekleri bildirilen Mehdî
budur, hayattadır. Adları, Hazret-i Muhammed'in adlan, künyeleri, H.P. in
künyeleridir; zamanın İmamıdır.
Tarikat ehlinden, bilhassa Mevlevîlerin Şems
kolu denen Alevî meş-rebli olanlariyle Bektaşiierden yetişen şâirler,
şiirlerinde Oniki İmâm'i, ad-iariyle - sanlariyle anarlar. Meselâ Sultan-ı
Dîvânî (Semaî), yirmi bend-den meydanag elen mütekerrir murabba'ında Oniki
İmâm'ı anar (Mev~ lânâ'dan sonra
Mevlevîlik; s. 485-487). Bâzı kere Şeyh Galib'in,
Ey mazhar-ü hem muhzır-ı esrar Alî, îsnâ
aşerin hayline serdâr Alî;
Anlar ki Huseyn-ü Mûsiy-ü Ca'fer'dir, îki Hasan, üç
Muhammedi Çhâr Alî[2]
rubaisinde olduğu gibi hulâsa yollu da övülür.
Bektâşilerie Alevîler, Oniki İmâm'ı anan şiirlere «Düvazdeh
İmâm» derler (Alevî - Bektaşi Nefesleri; s. 45 - 57).
Alevîlerin Ayni cemlerindeki oniki. hizmettir; bunları, «Küçük Buy-ruk» tan aynen yazıyoruz:
1- Mürşid. Cem'de bulunan dededir.
2- Pir, Dedenin ocağının bağlı olduğu ocaktan bir dede.
Bu, her cem'de bulunmaz; bulunması da bir tesadüf sonucu olur.
3- Halîfe. Son zamanlarda cemlerde böyle bir vazife sahibi yoktu.
Halîfe, yukarı
illerden (bu maddeye
bakınız) gelen ve
Erdebil ocağına mensub olan
biri olsa gerek.
4- Çerağcı.
Delîl'le cemdeki mumlan
uyandıran kişi (Delil'e
bakınız).
5- Zâkir. Saz çalan ve nefes okuyan kişiler.
6- Gözcü. Cem yapılan yere, kendilerinden olmayan birisinin gelmemesini,
köye gelen olursa, onu köy odasında konuklayıp eğlendirmek vazîfesini üstüne
alan kişiye haber verip karşılanması için köyün çevresini gözetleyen kişilere
«Dışarı gözcüsü» derler. Bir de cemde bulunan «İçeri gözcüsü» vardır. Bu,
elinde uzun bir değnekle cem odasının kapısının yanında, niyaz vaziyetinde
durur. Birisi, edepten hâriç birşey yaparsa, meselâ cem esnasında biriyle
konuşursa, yahut birine kötü muameiede bulunursa, dem alıp sarhoş olursa
omuzuna değnekle dokunur. O zat da niyaz edip ayağa kalkar, Dâr'a niyaz edip
ayakta durur. Dede, ona bir ceza verir; muayyen bir para alır, yahut cemden
çıkarır; üç ceme girmemesini kararlaştırır, gözcü yorulunca yerini bir başkası
alır. _
7- Tanykcı. Tanyk'ı (Bu
maddeye bakınız) dedeye göürüp
sunan, Tarıyk yıkandıktan ve kılıfına konduktan sonra dededen alıp yerine koyan kişi. Tarıykci, bâzı
kere dedenin emriyle, Tarıykla
birisine muayyen vuruşta da bulunur ve
sonra Tarıyki öpüp dedeye teşlîm eder.
8- Cem'iyetbaşt.
Cem yapılan eve geleneleri yerli
yerine oturtan, Cem tertiplerini düzüp koşan
kişi.
9- Saka. Buna sâkıy de denir.
10- Nakıyb. Dedeye vekâlet eden, cem erkânının düzgünlüğüne bakan
zat.
11- Farrâş. Döşeyici aniamına arapca bir sözdür. Burada süpürücü
anlamında kullanılmaktadır. Cem bitince süpürgeyi sağ, faraşı sol eline alır,
faraşı yerde sürüterek ve süpürgeyi üstte tutarak, ortalığı süpürür gibi dededen, kapıyadek, arka
arka giderek sağdan, soldan ve ortadan, meydanı sembolik olarak süpüren kişiye denir.
12- Hadim. Nakıybin emriyle dedenin dileklerini
yerine getiren kişi.
İmâmiyye
inancında Hazret-i Muhammed'le (S.M.), Hazret-i Fâti-rna, (A.M.) ve Oniki İmâm,
masumdur; yâni, küçük, büyük günahlardan, her türlü kütlüklerden, yanılmaktan,
unutmaktan münezzehtir; bu yüzden bunlara «Ondört Ma'sûm» denir. Alevî ve
Bektâşîlerse, türkçede «Masum» sözü, henüz ergenlik çağına erişmemiş çocuklara
denegel-diğinden, bu sözün örfteki anlamını bilmediklerinden Oniki İmâm'ın, ergenlik
çağına ermeden şehîd edilen ondört erkek evlâdına, ayrıca «Ondört Ma'sûm» adını
takmışlar, gül-banglerinde, nefeslerinde, Oniki İmâm'dan başka Ondört Ma'sûm'u
da anmışlardir; bu Ondört Ma'sûm'un çoğunun muhayyel olduğunu da söyleyelim
(Mir'ât'üi - Makasıd fî Def'il -Mefâsid'e bakınız; s. 225-231).
Sûfîler, sâükin, yâni gerçek yolcusunun maddî, manevî
dileklerinden, tümden geçmesine «Ölmeden önce ölmek» derler ve bu İradî ölümle,
yâni zorla değil de kendi dileğiyle ölmekle, mânâ âleminde,, ruh bakımından
hayat bulacağına inanırlar. Hayreti, bunu bir gazelinde,
Öldüler
ölmezden öndin, yâni kim hay oldular. Bu ten-i hâkîyi koydular semâdan geçtiler.[3]
beytiyie belirtir (Alevî - Bektaşi Nefesleri; s.
31). («İkinci Doğum» mad. e de bk.).
Öp Eşiği, Çık Dışarı
Hoşîanılmıyan, istenmeyen yerde ağırlık etmemeyi öğütleyen ve
tasavvuf ehlince de eşik kutsal bulunduğundan, münâkaşaya, mübâhasaya
girişmeden eşiği öpüp niyaz ederek çıkıp gitmeyi sağlık veren bir atasözüdür.
Öp Sarayı, Öp Burayı, Ver Parayı, Dolan Dereyi, Vızıt Oğlum
Vızıt
Câhil dedelerin yaptıkları işi belirten ve Alevîler
tarafından söylenen bir atasözüdür. Bu atasözünü ilk olarak, Alaca köylerinden
Haydarınköy1-lü Deli İmâm denen hazır-cevap, nüktedan, tertemiz zattan
duymuştum; Allah rahmet etsin.
Pabuç
Pabuç çevirmek Pabucu dama atılmak
Ayağı örten, ayağa giyilen şey, ayakkabı anlamına farsça
«Pâ-pûş» sözünden Türkçeleşmiştir. Yerine göre «Papıç, papuç, pabuç» tarzlarında
söylenir.
Tasavvuf ehiinde müsâfirin ayakkapları, dışarıya doğru
çevrilmez; çünkü giderken evdekilerle, kendisini geçirenlerle görüştükten sonra
ayak kabıiarını, evdekilere, kendisini geçiren cana arka dönerek giymemesi için
uçları içeriye doğru çevrilerek düzeltilir; o da arkasını dönmeden giyer ve
gene arkasını dönmeden niyaz edip evden çıkar; sonra yolda, arkasını döner.
Birisinin ayakkabıları, dışarıya doğru çevrilirse bu, onun bir daha gelmesini
istememektir. Ayakkabısı, dışarıya doğru çevrilen kişi, gene ayakkaplarını
içeriye doğru çevirip arka dönmeden giyer, arka dönmeden çıkar; fakat kendisine
seyahat verildiğini, yâni bir daha gelmemesi istendiğini anlar ve bir daha da,
yaptığı suç bağışlanıncayadek oraya gelmez. Buna, «Seyyah Vermek» dendiği gibi
«Papuç çevirmek» de denir. Tasavvuf ehli tarafından kullanılan bu deyim, umûmî
bir deyim hâline de gelmiştir. Hattâ «Papuçlannı eline verdiler» de
denmektedir.
«Papucu dama
atılmak» sa bir töreyi ve töreni bildirmektedir. Kökünü Zertüşt dinine ve
sâsânîler devrinedek uzatan ve İslâmda tasavvufun bünyeleşmesinden sonra
halktan ayrılmamayı esas tanıyan Melâmet erbabı, halka dayanmış, sanat ve
zanaat erilini teşkilâtlandırarak «Fütüvvet yolunu kurmuşlardı. Bu yolda her
sanat ve zenaat ehli, bir peygamberi, yahut bîr ereni, sanat ve zanaatın pîri
kabul etmişti. Doğruluk temeline dayanan ve çok sıkı bir disipline tâbi
bulunan Fütüvvet ehli, o sanata, yahut
zanaata intisâb
edeni, muayyen bir çıraklık devresinden sonra törenle ustalığa çıkarırlardı.
Hiçbir kimse, kendi kendine ustalık edemez, dükkân açamazdı. Her şehirde, sanat
ve zanaat erbabının, «Ahî-karde-şim» denen bir şeyhi bulunur, bütün
sanatkârların şeyhleri de «Ahi-Türk», yahut «Ahi - Baba» denen, «Reîsül
ahiyyet'ül - Fiytân — Fütüvvet Ehli Ahilerinin Reîsi» diye de anılan birine
tâbi'di. Herhangi bir dükkâncı, esnaftan biri, Füîüvvet yoluna uymayan bir
harekette bulunursa, tâbi1 olduğu loncaya vereceği parayı vermez, yahut işine
düzen karıştırır, meselâ teraziyi hîleli tutar, her hangi bir kötü iş yaparsa,
dükkânının önünde fütüvvet erenlerinin, şeyhinin ve Ahi - Baba'nın huzurunda,
ayakkapları çıkartılarak niyaz vaziyetinde muhakeme edilir, suçu sâbît olursa
pabuçları, dükkânının damına atılır, dükkânı muayyen bir zaman için, yahut
daimî olarak kapatılır ve sanatını, alış-verişini icradan menedilirdi.
Tanzîmattan sonra fabrika mamullerinin Türkiye pazarına
yayıima-sı, Fütüvvet yolunu söndürmeye başlamış, 1908 deyse son mümessilleri de
yok olmuş, dilimizde yalnız, onlardan kalan «Papucu dama atıldı» atasözü
kalmıştır.
Farsçadır. Dizgin, avın, suçlu kişinin bağlandığı ip ve kemend,
tazının boynuna takılan halka anlamına gelir. Kalenderîlerde ve Bektâşi-lerde
bele kuşatılan kemerin biraz soluna bağlanan, el büyüklüğü kadar, yahut biraz
daha büyük olan taşa denir ve bu taş, onu bağlananın, nefsini kementine
bağlayıp yendiğine, dünya şehvetlerinden ayrıldığına alâmettir. Palheng, çok
defa Balımtaşı denen balgamı taştan yapılır; Oniki imam'a işaret olarak oniki
köşelidir; pirinçten, yahut gümüşten bir mahfaza, arka taraftan bu taşı tutar;
gene arkadaki bir haikadan 'geçen kuşakla beldeki kemerin üstüne ve göbeğin
sol tarafına gelmek üzere kuşanılır. Yunus Emre, bir şiirinde,
Yunus imdi tövbeye gel, can sendeyken eyle amel,
Aşk ile gel
kuşanığör bu dervişlik pâlhengini
beytîyle «Pâlheng» in XIII.
yüzyıidanberi
bulunduğunu tesbît etmiştir.Şîrî de.
Çhar-darb
ile bakaa znilkine sultan geçinür; Genc-i tecride tniyan-bend ite pâîhenğ kilîd[4]
beytinde «Pâiheng» i anar.
Fütüvvet erkânında, çırak, ustalığa bir törenle yüceltilir.
Bu törende, kendisine, Ahî tarafından peştemal kuşatılır; sanatına göre makas,
ustura, terazi, arşın vesaire verilir. Esnafın huzurundaki bu törene «Peştemal
kuşanmak» denir.
Ahitçik anlamına farsça bir sözse de «Pay - mâcân» dan bozma olması
ihtimâli daha kuvvetlidir. «Pay-mâçân», odanın, erkân icra edilen yerin
papucluk denen ve kapısının eşik dibinde bulunan yerinin adıdır. Dervişlerden
biri, yoldan dışarı bir harekette bulunursa oraya gidip ayağını mühürliyerek
niyaz vaziyetinde durur. Kalenderlerde, sağ kol üstte olmak üzere sağ eliyle
sol, sol eliyle de sağ kulağını tutmak ve ayak mühürieyip durmak, erkândandır.
Sonradan bu kulak tutma âdeti kalkmıştır. «Peymânçeye durmak», yalnız bir
kusur işlendiği zaman değil, kendisine verilen hizmet bittikten sonra da olur
ve derviş, niyaz vaziyetinde, hizmetinin «Haklı hayırlısını» diler (Ayak
mühürlemek ve Hak mad. Serine de bk,).
Pîr evi
Pîr aşkına
Pîr hakkıyçin, pirim hakkıyçin
Pirine rahmet
Pîr-i Mugan
Pirsiz sanat
Pîr-perverde — Hudâ-perverde
Pîr, farsça ihtiyar aniamınadır; arapçasi «Şeyh» tir. Tarikat
ehlince, o tarîkatin kurucusu, yahut en ulusu olup kurucu tanınanı «Pîr» diye
anılır, Mevlevîlerin pîri, Mevlânâ Ceiâleddin Muhammed, Bektaşilerin pîri, Hacı
Bektâş-ı Velî'dir. Pirin yattığı, türbesinin bulunduğu dergâha «Pir Evi», «Pir
Makamı», «Huzur» ve «Huzûr-ı Pîr» denir.
«Pîr
aşkına», and olarak kullanılan bir terimdir. Halk arasında, karşılıksız
yapılan işe de «Pir aşkına» denir. «Pîr hakkiyçin, Pîrim hakkıyçin» sözleri
yemin olarak kullanılır. «Pîrine rahmet», iyi bir İş yapan kişiye denir ki
Fütüvvet ehlinden kaldığı anlaşılmaktadır. «Pır-i Mugan», meyhaneciye
denegelmiştir.. Mug, ateşi mukaddes bilen Zertüştîlerin Âteş -kedelerinde, yâni
ateş yaktıkları mabetlerinde hizmet edenlere denir, «Pîr-i Mugan» sa, bunların
ulusudur. Şark klasik edebiyatında, şarap ateşe benzetilmiş, meyhane de
«Ateş-kede» ye teşbîh edilmiş, meyhanede hizmet eden genç, Ateş-kede'deki genç
rahip yamakları yerine geçmiş, böylece «Mug-beçe» ve «Pîr-i Mugan» da bu
edebiyata girmiştir. Tasavvuf? manâda meyhane ve Âteş-kede, aşk ateşinin
yaiımlandığı yer, feyiz yeri, dergâh ve tarikat büyüğünün bulunduğu mahaldir.
Şarapsa, onun sunduğu aşk ve feyiz şarabıdır. Bu anlama göre «Mug» ve
«Mug-beçe», aşk şarabının sâkıysi olan kişiler, rehberlerdir; «Pîr-i Mugan» sa
aşk şarabını sunan, vahdet feyzini veren kâmil mürşiddir.
Fütüvvet ehlinde, her sanat ehlinin bir pîri vardır. Ancak
bâzı sanatlar, hoş görülmemiştir ki bunlardan biri de atlara zulüm etmeleri,
çok yük yüklemeleri yüzünden arabacılıktır; bu münâsebetle arabacılığa «Pirsiz
sanat» denegelmiştir. «Pîr-perverde», pir tarafından yetiştirilen, terbiye
edilen demektir. «Hudâ-perverde»; Allah'ın yetiştirdiği aniamınadır. Allah'ın
yaratıp yetiştirdiği kişi, mürşide intisab edip terbiye edilirse
«Pîr-perverde» olur. Bu hususta şöyle bir fıkra da vardır:
II. Mahmud, Yeniçeriliği kaldırdıktan sonra
Bektaşiliği de yasaklamıştır. İlk terör devri geçtikten sonra Bektâşiler,
İhtiyata riayet ederek gene tekkelerini açmaya başladılar. Bu arada, İstanbul'da
Rumelihisa-rı'ndaki Şehitlik Bektaşi tekkesi de fa'âliyete başladı. Bunu duyan
Abdül mecid, bir gün oraya gider. Tekkenin şeyhi Mahmud Baba, padişahı karşılar,
ağırlar. Bu sırada dervişin birine, git de der, biraz meyve getir; şevketli
padişah serinlesinler. Derviş, her halde evvelce tenbihli olacak ki, «Efendim»
der, «Allah'ın yetiştirdiklerinden mi getireyim, sizin aşıladıklarınızdan
mı?». Baba, «Allah'ın yetiştirdiklerinden getir» der. Derviş gider, biraz
sonra bir tabağa koyduğu ahlatları, ortaya kor. Padişahın canının sıkıldığını
gören Baba, dervişe, «Oğul» der, «götür bunları, fakıyrin aşıladıklarımdan
getir». Derviş tabağı alıp götürür; yıkanmış, olgun, tertemiz armutlar
getirir. Baba, padişaha «Efendimiz» der, «Allah yaratır. Kulunu kula terbiye
ettirir. Aşı görmeyenleri deminkiler, buntarsa insan terbiyesi görmüşleri.
Rahmetli pederiniz herkesi, deminkiler gibi bırakmak istemişti.»
«Huda-perverde»
nin bir başka anlamı da, mürşide intisâb etmeden cezbeyle kemâle erişen kişidir
ki bunlar, kemâle ermişlerdir; fakat irşâd edemezler (Cezbeye bakınız).
Pezevenk
Farsça «pejvend» den bozmadır. , Mahabbet delîâlı anlamına
gelir. Bu münâsebetle bilhassa Bektâşiler ve Bektaşi meşrepü tasavvuf ehli,,
yol gösteren, rehberlik eden anlamına bu sözü söylerler; övgü olarak «Koca
pezevenk» derler.
Farsça «Pîş», yâni ön sözüyle arapça ayak anlamına «kadem» sözünden
yapılma terkip. Önde giden, kendisine uyulan demektir. Mürşit anlamına
kullanılmıştır.
Nesîmî mahlasını kullanan bîr şâir, nefesinde,
Baktık, aslımız Âdem'dir, Kısmeti veren Huda'mdır;
Halîfeler pîş-kademdir, Taç urdular serimize
dörtlüğüyle bu deyimi kullanmıştır (Alevî - Bektaşi
Nefesleri; s. 42).
Postu sermek Postu kurtarmak Postu vermek Post - Nişîn Post
duası Post kavgası Güvenme
dostuna; saman doldurur postuna Bir postum var, atarım, nerde olsa yatarım Bir
post, bir dost bize yeter
Farsça .post, birşeyin derisi anlamına gelir; türkçede kuzu,
koyun, dana vesairenin yüzülen ve tabaklanıp yere serilen, üstüne oturulan
füylü derisine post, posteki denir. «Postu sermek», gitmemeyi bir yerde
oturmayı kurmak demektir; «Filân adam, buraya postu serdi», yâni artık gitmek
istemiyor denir. «Postu kurtarmak», bir tehlikeden, ölümden kurtulmak anlamına
kullanılan bir deyimdir. «Postu vermek», ölmektir.
Tasavvuf ehlinee «Post», makam anlamına gelir; şeyhin
oturduğu Post, tarikat pirinin makamıdır, şeyh de o posta oturmakla pîri temsil
etmiş olur. «Post - Nişîn», yani postta oturan demek, o tekkenin şeyhi
demektir. Filân tekkenin şeyhi yerine, «filân tekkenin», yahut «dergâhın
:post-nîşîni», o tekkenin şeyhi demektir. «Post duası», Mevlevîlerde, mukabele başlamadan, şeyh. postunda otururken,
okuduğu duadır; mukabeleden sonra, Duâ-gû dede'nin şeyh huzurunda okuduğu
farsça duaya da denir (Mevlevi Adâb ve Erkânı; s. 83-85).
«Post», Hafk
arasında mevki anlamına da kutlanılır; bu anlamdc «Post kavgası» deyimi, mevki
hırsiyle çekişmek, hattâ savaşmak demektir.
«Güveneme
dostuna, saman doldurur postuna» atasözü, dost sanılan 'kişilerin düşman olabileceklerini,
onlara güvenmemek lüzumunu İhtar eder. «Bir postum var, atarım; nerde olsa
yatarım» atasözü, dünyalığı olmayan kişilerin, nerde olsa barınacaklarını, bir
iş bulup geçinecek' Serini bildirdiği gibi mevkie, ada - sana ehemmiyet
vermeyişi de bildirir. «Bir post, bir dost bize yeter» atasözüyse, barınacak
bir yer, geçinecek bir iş ve bir can dostu bulununca yaşayışın düzene
gireceğini, hırsın lüzumsuzluğunu ifade eöe\'. «On derviş bir posta sığar, iki
padişah bîr ülkeye sığmaz» atasözü de, tasavvuf ehlinin, mevki hırsına
düşmediğini anlatır {Derviş maddösine bakınız.).
Arapça bağlantı, bağlantı vasıtası anlamına gelir. Tasavvufta,
dervişin, zikrederken, ibâdet ederken, gönlünden dünyayı, dünyaya ait her şeyi
çıkarıp kalbini arıtmak için gözleri kapalı olarak şeyhini, gönül gözüne
getirmesi, ona kalbini bağlaması demektir. Derviş, rabıtayla gönlünü mürşidine,
onun vasıtasıyla Hazret-i Peygamber'e ve o vesîyleyie de Ai-îah'a bağlamış,
Hak'tan başka herşeyden arınmış olur. Rabıta dolayısiy-ie de Arabistan'da,
bilhassa Mağrib illerinde dervişe «Murâbıt - bağlantı kuran, bağlanmış olan»,
tekkeye de «Rıbât-bağianıiacak yer» denir. Melâmet erbabı, «Rabıta» ya, «Gönül
beklemek» derler ve zamanın kutbuna gönüllerini vermek, bu suretle dünyevî
şeylerden arınmak yolunu tutarlar. «Rabıta» ya en fazla önem verenler,
Nakş-bendîlerdîr.
Yol Rehberi
Rehbersiz yol alınmaz
Farsça, yol gösteren anlamına «Râh-ber» sözünün muhaffefidir.
Mev-levîlerde, Mevlânâ dergâhında Tarikatçı (Ser-Tarıyk), öbür dergâhlarda
aşçıbaşı rehberdir, şeyhse mürşittir. Bektâşilerde, tarîkate giriş ve derviş
oluş törenlerinde, terîkate girecek, derviş olacak kişiyi babaya götüren kişi rehberdir, babaysa mürşiddir. Alevilerde Musâhib kavline
girerken Musâhiblerin hizmetlerinde bulunan zat, rehberdir. Öbür
tarîkatler-de, Bey'at töreninde dervişi şeyhe götüren, rehberlik vazifesini
yapmış olur. Bektaşilikte ayrıca, «Zahir» denen ve tarfkate girmemiş olan kişiyi
dergâha götürüp tarîkate girmesine sebep olan, ona kefalette bulunan kişiye
«Yol Rehberi» denir.
«Rehbersiz
yol alınmaz» atasözüyle «Kılavuz» a (bu maddeye de bak) ait atasözleri, umûmî
mahiyette olmakla beraber tarîkat erbâkının rehbere verdiği önemden de
etkilenmiştir.
Ehlibeyt taraftan olanlarda «Mürşid», Hazret-i
Muhammed'in, «Rehber» se, Hazret-i Ali'nin mümessilidir. Bektâşilerin İkrar
Tercemanlan,
Sıdk ile bel bağladım ikrar verip erenlere, Mürşidim oldu
Muhatnmed, rehberimdir Murtaza beytiyle
biter (Mir'at-ül Makaasıd fî Def'il - Mefâsid!
S. 283-284).
Her Rıfâî şeyhinin tacı altından bir Bektaşi fahri çıkar
O İşe
Rıfâîler karışır
500 (1106), yahut 512 (1118) de Basra köylerinden
birinde doğan, Ümmü Ubeyde'de yerleşen, Rıfâa boyundan olduğu, yahut
atalarından birinin adı Rifâa bulunduğu için Rıfâî diye anılan ve Hazret-i
Peygam-ber'in (S.M.) soyundan geldiği söylenen, 578 de (1182) vefat eden Ah-med
b. Aliyy'ür-Rıfâî'ye. nispet edilen tarîkate «Rifâî Tarîkati» denir.
Anadolu'daki Rıfâîler, erkânlarını Fütüvvet erbabından almışlar, hattâ fütüvvet
ehlinin teşkilâtını da aynen kabul etrnişlerdir. Sonradan, meiâ-met ve Fütüvvet
yolundan meydana gelen Bektâşilerle bağdaşmışlar, Rıfâî şeyhlerinin çoğu
Bektaşi tarîkatine girmiştir. Bu münasebetle tarî--kat erbabı arasında «Her
Rıfâî şeyhinin tacı altından bir Bektaşi fahrî çıkar» sözü, bir atasözü gibi
söylenir olmuştur,
Rıfâîîer, «Gül» denen (Bk.) ve ateşte kızgın bir hâle
getirilen demiri yaladıkları,
ateşte kıpkırmızı olmuş pirinç tacı giydikleri, hattâ ateşe gir dikleri için,
«Ateşe Rıfâîler karışır» sözü tarikat erbabınca bir atasözü olmuş, sonradan da
umumileşmiştir. Hattâ bu hususta şöyle de bir fıkra söylenegelmiştir:
Rakı yasağının hüküm sürdüğü bir devirde, her hâlde IV. Murad zamanında, bir Bektaşi, gizli bir meyhaneden
doldurduğu şişesiyle giderken subaşı'ya, aseslere (zabtiye memurlarına)
rastlar. Subaşı, yahut Asesbaşı, «o şişede ne yar» diye sorar, Bektaşi «sirke»
der. «Ver bakayım» deyince Bektaşi, «Rakı ol ya mübarek» deyip şişeyi sunar;
yâni aklınca keramet gösterir. Bunu duyan, gören memur,'karşıdaki' yangım
göstererek, «Kerâmeetin varsa» der, «Şu yangını söndür.» Bektaşi, «Yok erenler»
der, «Bizim hükmümüz buna geçer, o ateş işi, ona Rıfâîler karışır.»
Az yemek, az uyumak, daimî ibâdete
koyulmak suretiyle nefsi terbiye etmek anlamına arapça bir sözdür. Riyazati
âdet edinenlere «Riyâ-zat ehli» denir (Çiie ve Erbain maddelerine bakınız).
Rıza lokması
Rıza kapısı
Rızâ pazarı
Rızâsız lokma yenmez
Râzılık, hoşnutluk anlamına arapca bir sözdür. İslâmda,
ibâdetlerin, Allah'a manen yaklaşmak, Allah'ın râzilığını elde etmek için,
yardımın ve bütün hayır işlerinin de Allah'ın rızâsını kazanmak için yapılması
gerekir. Gösteriş için yapılan ibâdet, bâtıldır. Tasavvuf ehli, Allah'ın
râzıhğını, kulun râzılığıyla birleştirmişlerdir ve erenler yolunda yemenin,
içmenin bile Allah râzılığı için
ve gönül râzılığıyla olmasını şart bilmişlerdir. Bu bakımdan, yenmesi güç bir
lokmaya benzetilen erenler yoluna, «Rızâ lokması» demişlerdir. Pîr Sultan
Abdal,
Güzel âşık çevrimizi
Çekemezsin
demedim mi
Bu bir rızâ îokmasıdır
Yiyemezsin demedim, mi
Dörtlüğüyle başlayan nefesinde «Rızâ lokması» m dile
getirmiştir (Alevî - Bektaşi Nefesleri, s. 187.)
Rızâ kapısı» deyimi de tarikat yoluna denegelmiştir.
Mevlevîlerde binbir gün, hizmet esasına dayanan çilenin günlerinin sayısı da
ebced hesabiyle «Rızâ» sözüne uyar, yâni «Rızâ», sözü, ebaed hesabında bin-öire
müsavidir. «Rızâ pazarı» sözü de tasavvufta herseyin, râzılrğa. Tanrı rızâsına
dayandığını bildiren, tasavvuf yolunu belirten bîr deyimdir.
«Rızasız
lokma yenmez» atasözü de aynı esası izah etmektedir.
Rûh-ı revanı şad-ü
handan ofa
Ruhu şâd olsun
Ruh-ı revanı baldıranlık
ola
Ruh, arapça, insanı yaşatan nesne, can
anlamına gelir. Tasavvuf ehli, ölen kişi hakkında «Ruh-ı revanı şâd-ü handan
ola», yâni bu âlemden giden ruhu, neşeli ve güleç olsun, yahut vefat etmiş
birini anarken, «Ruhu şâd olsun» der. Ölmüş kişi, kötü kişiyse, «Ruh-ı revanı
baldıranlık ola» diyenleri de vardır.
Uyku boku
Rüyayı bırak, rü'yete bak •
Tasavvufta Sülûke esmayı esas tutanlar, rüyaya
çok büyük bir ehemmiyet vermişlerdir. Derviş, gördüğü rüyaları şeyhine söyler
şeyh. de bundan hüküm çıkararak dervişin zikrini arttırır, yahut değiştirir böw
lece derecesini yükseltir. Melâmet yolunu tutanlarsa, rüyayı inkâr etmemekle
beraber rüyaların çoğunun, uyanıklıktaki intiba'lardan örüldüğünü,
düşüncelerin, şuur altı dileklerin rüyaları meydana getirdiğini söylemişler,
hattâ bu çeşit rüyalara «Uyku boku» demişlerdir .Düş ve Vla'~ nâ mad. lerine de
bk.).
Sabır
Sabreden derviş muradına ermiş Sabırla koruk helva
olur, dut yaprağı atlas Sabırlı ol, molla desinler Sabrın sonu selâmettir
Dayanmak, tahammül etmek anlamına arapça bir sözdür.
Türkçeieş-miş olan bu söz, türkçemize atasözleri ve deyimler vermiştir.
«Sabreden derviş, muradına ermiş» atasözündeki derviş, hem yoksul, hem de tasavvufa
intisâb eden kişi anlamına gelir ve bu atasözü, sabreden, sabırla bir işe
girişen ve dayanan yoksulun, sonunda muradına erdiğini bildirdiği gibi tasavvuf
yoluna girip sabreden kişinin de, sonunda, umduğu feyzi elde edeceğini anlatır.
«Sabırla koruk helva olur, dut yaprağı atlas» sözü de koruğun üzüm, dut
yaprağının ipek olacağını bildiren ve sabrı öğütleyen güzel bir atasözüdür.
«Munla», din bilgini, Kadı, yâni şer'î meselelerde hüküm
veren, aynı zamanda
medresede tahsilde bulunan kişi anlamlarına gelir ve türkçede «Molla»
tarzında söylenir. «Sabırlı ol da molla desinler» atasözü, sabredip derslerini
oku, bitir de molla ol, molla desinler anlamına çalışmayı öğütleyen, sabrı
tavsiye eden bir atasözüdür. «Sabrın sonu selâmettir» atasözü de sabırla
birçok sıkıntıdan kurtulmayı müjdelemektedir. Sabra âit atasözleri, umûmîdir.
İkf arapça
sözden farsça kaidesiyle yapılmış terkip. Temiz, garezsiz, şehvetsin bakış anlamına
gelir. Yunus Emre bu anlamda,
Dost yüzüne bakmağa key safâ-nazar gerek;
Dost ile
bilişmeğe can gözü bîdâr gerek[5]
der. Galip Dede de.
Etsem dedim cemâline ey pür cefâ nazar, Yâr açdı sinesin
dedi: Âşık, safâ-nazar[6]
beytiyle aynı anlamı bildirir.
Aynı zamanda
«Safâ-Nazar», mürşidin feyiz ve neşe veren, gerçek yolcusunun varlığını,
benliğini yok eden himmetle bakışına da denir.
Yunus Emre, bu anlamda şu beyti söylemiştir:
Evliya safâ-nazar edeli ğündenberi,
Hâsıl oldu Yunus'a her ne kim olasıdır
Sağ Elin Verdiğini Sol Elin Görmesin
(Bîr elinle verdiğini öbür elin görmesin mad. e bk.}.
Sâhib
Sâhib-Kıran Sâhib-Nazar Sâhîb-Tasarruf Sâhib-Zaman
Sahib, arapça, birşeyi elde etmiş olan
anlamınadır. «Sahip-Kıran»P Kıran sahibi demektir. Kıran, eski yıldız bilgisine
göre iki kutlu, yahut kutsuz yıldızın, aynı dereceye gelmesidir. Kutsuz
yıldızlar olan Zuhal v© Mirrîh aynı dereceye gelirse «Kırân-ı Nahsey», yâni iki
yomsuz, kutsuz yıldızın aynı
dereceye gelmesi, iki yomlu ve kutlu
yıldız olan Müşteri Ne Güneş aynı
dereceye gelirse «Kırân-ı Sa'deyn», yâni
iki yomlu ve kutlu yıldızın aynı
dereceye gelmesi denir ve ilki kutsuz bir vakittir; ikincisıyse pek kutludur.
Bir padişah, iki kutlu yıldızın bir dereceye geldiği zamara tahta çıkarsa, o
padişaha «Sâhîb-Kıran», yâni iki yomlu ve kutlu yıldızın yomiuluğuna,
kutluluğuna sâhib denir. Aynı zamanda Sa-hib-Kıran, tasavvufta, dünya ve âhiret
saadetine sahip olan, himmet eri, Kutub anlam/nadir. «Sahib-Nazar», bakışa
sâhib demektir; yâni bu söz, bakışıyla müride feyiz ve cezbe vermeye gücü yeten
mürşid anlamına kullanılır (Mevâlî
mad.e bk,). «Sahib-Tasarruf», dilediğini
yapabilmek gücüne sâhib olan erene denir (Tasarrufa bakınız).
«Sâhib-Zaman» zamana sâhib olan, zamanında. Tanrı emriyle tasarruf eden kişidir
ki İmâ-miyye'den olan tasavvuf ehline göre Onikınci İmâm olan «Mehdi» dir ve
«Kutb» odur (Bu maddeye de bak); diğer sûfîlere göreyse zamanın kutbu olan
kişidir.
Sakalık-Sâkıylik
Saka postu
Saka, arapça su veren, su getiren, dağıtan
anlamına gelen «Sak-kaa» nın türkcede söyleniş tarzıdır; anlamı gene aynıdır.
Eskiden mahalle çeşmesinden, yahut mahallede çeşme yoksa oraya en yakın çeşmeden,
tenekelerle evlere su getirip küpfere boşaltan kişiye «saka», «ma-.hailenin
sakası» denirdi Bâzı mahallelerde sakalığı mahalle bekçileri yaparlardı.
Bektaşi'lerde, tarîkate giriş töreninin sonunda rehber, yahut
sâkıylik hizmetini yapan bir başka kıdemli can, kalkıp meydan taşının yanında
duran şerbet kabını ve bardağı alır. Kap sol elindedir, bardak sağ elinde.
Babadan itibaren sırayla herkesin önünde, sol dizini yere koyup sağ dizini
dikerek kaptan bardağa biraz şerbet koyar ve «Sakaahum yâ Hu-seyn» deyip sunar.
Sunduğu kişi içtikten sonra ve onunla beraber herkes «Selâm'uIlâhİ
ala-l-Huseyn, La'net'ullâhi a!â Kaatil'il Huseyn», yâni Alton selâmi Huseyn'e
olsun, Allah la'netî Huseyn'in kaatüine» der. En sonunda, meydanın ortasında ayn, tarzda diz çöküp
kendisi içer ve kanla bardağı, götürüp meydan taşının yanına, aldığı yere
koyar- gene mevda nın ortasına, arkasını dönmeden gidip «haki, hayırlısını» ister
Baba bir gül-bang çeker; sâkıy,
meydana niyaz edip geçer, yerine oturur Bu tören Alevîlerin görgüsünde de
vardır; yalnız onlar, şerbet yerine
su içerler' Sakıynin en sonra
içmesi, «Bir topluma sâkıylik eden; en sonra içen' .'eridir» hadisine dayanır (Camı";
II, s. 25).
Mevlevîlerde, çileye ikrar verecek kişi, Matbahtaki posta
oturtulur burada uç gün oturan kişi, konuşmaz; dervişlerin hizmetlerine
bakar-namaz vakitleri namazını kılar; lüzum duymadıkça o posttan kalkmaz' üç
gun sonra ikrarında sebat ederse Aşçıbaşı denen dergâh mürebbîsi tarafından
kendisine hizmet tennuresi verilir ve bir hizmete koşulur oturduğu o posta
«Saka postu» denir (Mevlânâ'dan sonra Mevlevîlik-s. 391-393; Mevlevi Adâb ve Erkânı;
s. 135-136).
Düâ anlamına gelen bu söz, ünlemek, çağırmak anlamını da
verir ve «E's-Salâ» tarzında da söylenir. Meydan okumaya da «Sala» dendiği vardır;
«Bensmîe başa çıkacak kişi varsa selâ» gibi. Cuma günleri, sabah namazından ve
öğleden önce, müezzinlerin, minarelerde, Hazret-i Pey-gamber'e {S. M.) salât-ü
selâm getirmelerine de «Sabah Salası, Cuma Salası» denir.
Anadolu'nu birçok yerlerinde, birisi ölünce de,
vakitsiz minarede sala verilerek cenaze olduğu duyurulur; kim olduğunu öğrenen,
cenaze törenine katılır; bu salâ'ya «ölüm Salası» denir ve sonunda ölümün
anıldığı âyet okunarak bitirilir.
Mevlevîlerde, yemeğe çağırmak,
hücrelerin bulunduğu bölümde, latbah canlarından birinin,
yüksek sesle «Hû; Somata Sala» diye
ba-gırrrtasiyle olur. Mukabeleye çağırış da «Abdeste, tennureye
Sala» tan 2!rıda icra edilir.
Salt, tek, yalnız, mücerred anlamına türkçe bir
sözdür. Yunus Em-Fe'nin şeyhi Tapduk Baba'nın mürşidi Barak Baba'nın şeyhi olan
ve Seyyid Mahmûd-i
Hayrânî'ye mensup bulunan Sarı Sgltuk'un adı da bu sözden gelmektedir ve
mücerred, dünyevî herşeyden ayrılmış, tecerrüd etmiş anlamınadır.
Saltakıy, iki yandan saçakları sarkan ve Kaienderîler tarafından
giyilen elbisenin adıdır ki gene bu türkçe sözden farsça kaidesiyle nisbet adı
yapılmıştır (Burhân-ı Kaatı'; Muhammed Abbasî'nin Önsözü ve tas-hihiyle;
Tehran-Müessese-i Matbûâtî-i Feridun İlmî yayını; s. 661; Tibyân-ı Nâfi' der
Terceme-İ Burhân'ı Kaat'i; İst. Matbaa-i Âmire - 1268; s. 360).
Alevîler arasında, çocuğu yaşamayan kişinin, eşi gebe kaldığı ve
gebeliği beili olduğu zaman onu, bir yatırın türbesine götürüp yatıra, muayyen
bir para karşılığı satması, yatırın türbesine bakan türbedarla bu çeşit bir
alım-satım sözünde bulunması âdettir. Bu satış sözü olup eşinin rahmindeki
çocuğu muayyen birşeye, bir paraya, yahut koyuna, danaya karşılık satan kişi,
parayı, koyunu, yahut danayı, yahut da herhangi sözü geçen şeyi türbedardan
almaz; yatır adına türbedara bağışlar, (yani verir.) ıBu tuhaf alım-satım
muamelesi, bazı yerlerde, kadının türbeye, yahut sandukanın şebekesine
bağlanması tarzında olur; türbeye bakan, onu muayyen birşey karşılığı, yatır
adına alıp azad eder; kadının kocası da türbedarın tâyin ettiği şey neyse onu
alıp türbeye sunar. Bu muamele sonucunda doğup ölmeyen çocuk erkekse adını
«Satılmış»' kızsa «Satı» korlar.
Savaşın büyüğü, nefiste savaştır
Hazret-i Peygamber (S.M.), bir savaştan
dönülünce, «Kademiniz kuî-lu olsun; küçük savaştan en büyük savaşa döndünüz»
buyurmuşlar, err büyük savaş hangi savaştır diye sorulunca da «Kulun,
dilekleriyle savaşıdır» demişlerdir (Cami'; il, s. 22). Bu atasözü,
bildirdiğimiz hadîsin mealidir. Yunus Emre,
Uslu değil, delidir halka salûsluk satan.
Nefsin
Müslüman etsin varışa kerameti[7]
beytiyle bu savaşı anlatır ve asıl kerametin,
nefsini Tanrı buyruğuna râm etmek olduğunu bildirir
(Keramet ve Nefis maddelerine bakınız),
Uram, yıkam neis evini oda yana hırs-u hevâ
El ğötürem simden ğerü neis ile savaş eyleyem
öeytinde de
nefisle savaşı dile getirir.
Saye
Rabb'imin sayesinde
Sâye-i Erenlerde, Erenler sayesinde
Sâye-i Pfr'de
Saye, farsça gölge aniamınadır, mecaz yoluyla
yardım, lütuf ve ihsan demektir. Tasavvuf ehli, söz arasında, yaptığı bir işi,
başardığı bir şeyi anlatırken kendi varlığını ortadan kaldırmak için «Rabb'imin
sayesinde, Sâye-î Erenlerde», Erenler sayesinde, Sâye-î
Pîr'de» sözlerini
söylerler. «Sâye-i Erenler» kural bakımından yanlış olmakla
beraber söy-Jenir.
Eskiden, saltanat devrinde bir de «Sâye-i
Şahanede», yâni «padişah-iara lâyık gölgede, padişahın lütuf ve ihsaniyle»
sözü, padişaha kul geinenlerce söylenir-dururdu. Gerçek hürriyet âşıkr olan ve
tasavvuftan da nasibi bulunan Adana'lı Ziya merhum (1932 M.)
Yeter bu zulmet azizim, yeter, bu saye nedir; Biraz da
gün
göreyim, sâyebâm kaldırırız.[8]
beytiyle bu inanca ve söze isyanını belirtmiştir.
Cenaze namazında rükû' ve secde yoktur. Bu
yüzden «Secdesiz, namaz»,
oenâze namazıdır. Seyrânı, bir şi'rini.
Çal Seyranı,
durma sazı,
Hakk'a sen
eyle niyazı.
Sana secdesiz namazı
Kısmet olan
kılar bir gün
dörtlüğüyle bitirerek bu deyimi dile
getirir (Alevî-Bektaşî Nefesleri; s; 263).
Selâmet, esenlik, vahdet de birlik, yainızlık ve tek kalış
anlamlarına iki arapça sözdür. «Selâmet vahdettedir», yâni esenlik birliktedir,
yalnızlıktadır atasözü, iki anlama gelmektedir. Birinci anlamı şudur: Esenlik,
birliğe ermektedir; herşeyde, bir olan, kendisinden başka gerçek var bulunmayan
Tanrı'nın kudretini, hikmetini, takdirini, sun'unu görmekte, bu birlikte kendi
geçici varlığını yok etmektedir. Bunu bilen, bilgisini görüş, görüşünü de oluş
hâline getiren kişi, esenliktedir. İkinci anlamı da şu: İnsan, yalnızlığı
seçti, tek kaldı mı, ne îtirâzı kalır, ne dedi-kodu din-fer, ne kimseyle
uğraşır, ne de kimse onunla meşgul olur; bu bakımdan esenliğe erer.
Selmana çıkmak, Selman etmek Semlâriî
Bâtınî inanç güden sûfîler ve bilhassa Alevîler arasında
şöyle 'o'<r hikâye vardır:
v Güya Hazret-i Peygamber (S.M), birgün Hazret-i Alî'nin evine
gitmiş- Orada kırklar, Ayn-ı cem yapıyorlarmış; içlerinde yalnız Selman yokmuş;
Allah için birşeyler devşirmeye gitmişmis. Hazret-i Alî, kırkların birliğini,
içlerinden birinin kolundaki damarı hançerle yararak göstermiş; damarı
yanlandan kan akarken hepsinin de kolundan kan akmaya başlamış; aynı zamanda,
damdan da kan damlamış ki bu da Selman'm ka-niymiş,
Bu uydurma hikâyeye, şerîata uyan tasavvuf ehli
inanmamakla beraber gene de dervişin eline Keşkül olarak nefsini aşağılatmak
için şuna, buna uzatması, topladığını getirip dergâha vermesi, «Selmân'a çıkmak,
Selman etmek» tabiriyle anlatılır. Bu dilenme işi, Melâmet erbabında ve
Mevievîlerde yoktur. Mevlânâ, buna
şiddetle karşı durmuştur.
«Seimânî»,
berbere denir. Tasavvuf ehline göre Selman, Hazret-î Peygamber'in saçlarını
kesmiştir; bu yüzden de Fütüvvet erbabında, berberlerin pîri, «Se!man-ı Farisî» dir. Eskiden, berber dükkânlarında,
Her seherde Besmeleyle açılır dükkânımız, Hazret-i Seîman-ı
Pâk'dir pirimiz, üstadımız beyti,
bir levha halinde asılı dururdu.
Selman, İran'lıdır. Bir olayda Medine
yolcularından birine köle olarak satılmış, Medine'de Hazret-i Peygamber'e
(S.M) ulaşıp Müslüman olmuştur. «Selman Fars ehlinin İslâmda en kıdemlisidir»,
«Selman biz-aen, Ehlibeyttendir» «îmân, Süreyya'da (Ülker Burcunda) bile olsa
Fars ehlinden kurtulamaz» mealindeki hadisler (Cami'; I, s. 38; II, 108). Onun hakkında söylenmiş ve Hazret-i Peygamber ona,
«Selman'üî Hayr» lakabını vermişti. Hilâfet olayında Hazret-i Alî'nin tarafını
tutan dört kişiden bindir; bundan dolayı, Ammâr, Ebû-Zerr ve Mıkdâd'la ona,
Ehlibeyt taraftarları «Châr Yâr - Dört dost» derler. Hicretin 34- yılında (654
m.), Medâyin valisi iken orada vefat etmiştir.
Seher Duası
Sabahleyin fecir attıktan sonra; sabah namazı
vaktinde ve namazdan sonra edilen dua. Duanın kabul şartlan olduğu gibi, kabul
edilen Akitleri de vardır; seher çağı da bu vakitlerden biridir.
Semâ' (SimâJ), arapça duymak, işitmek anlamına bir sözdür.
Tasavvuf ehlinin, müzik âletleri de çalınarak söylenen neşidelere uyup vecde
gelmelerine, raksetmelerine, dönmelerine denir. Semâ', bilhassa Mevle-vîlerde
vardır. İlk zamanlarda, söylenen, İlâhî neşidelere ve çalınan re-oap, ney ve
kudüme uy,up vecde gelerek kalkıp hiçbir usûle uymaksızın raksetmeye «Semâ1»
denmiş, sonradan bu dönüş, usûle uydurulmuş, meşkle elde edilmeye başlanmıştır
(Mevlânâ'dan sonra Mevlevîlik; s. 367—389;
Mevlevî Adâb ve Erkânı;
8. 77—109).
Semâ' edilen yere «Semâ'-Hâne» denir. «Semâ'-hâne», dâire şeklindedir;
döşeme, ayağı incitmeyecek düz tahtalarla döşelidir. Kenarda, «Züvvâr» denen
seyircilerin yeri vardır ve bölmeyle, parmaklıkla Semâ'-Hâne'den ayrılmıştır.
Semâ'-Hâne'ye girilen kapının tam karşısında züv-vâra ait yerin sonunda mihrap
mevcuttur. Sol taraf türbe kısmıdır ve arada dıvar yoktur. Cok defa, mihrabın,
mihraba bakan kişinin sağına geimek üzere, sağ tarafında minber, asıl
Semâ'-Hânenin sağ tarafında da Mesnevi takririne mahsus olan ve müteharrik
merdivenle çıkılan bir kürsü vardır. Kenarlara sabit keçe döşenmiştir.
Semâ'-zenler, semâ'a başlamadan burada otururlar. Yalnız türbenin önünde bu
döşeme yoktur ve o kısma oturulmaz. Giriş kapısının tam karşısına, oturunca
arka mihrâbo gelmek üzere, şeyh postu se'rilir.
Semâ' eden dervişe, yahut muhibbe «Semâ'-Zen» denir. Matbahta
semâ' meşkedilen yere «Meşk Yeri», üstünde semâ' meşk ettirilen tahtaya da
«Semâ1 Tahtası» derler.
Ser
Ser-Çeşme
Ser-Deste
Ser~Kudüm-zen
Ser-Nâyî
Ser-Tabbâh
Ser-Tarıyk
Ser verip sır vermemeli
Ser verip sır vermiyen serverdir
Ser, farsça baş demektir. Çok defa, İlâhî
feyz ve aşk, coşkun akan bir suya benzetilerek o suyun kaynağı olan zâta,
makama «Ser-Çeşme» (kaynağın başı, çıktığı, coştuğu yer) denmiştir. Bir bölük
halka «Deste-topluluk» denir. «Ser-Deste», o topluluğun reîsi olan kişidir.
İmâmiyye'-nin Muharremlerdekİ taziye âyininde, «Sîne-Zen - göğüs döven»,
«Zencîr-Zen - zincirle sırtlarını döven», «Kama-Zen», yahut «Seyf-Zen», yâni
kama ve kılıçla başlarını yarıp kan akıtan topluluklara «Deste», onlara başlık
edenlere «Ser-Deste» denir. Tasavvuf ehlinin bölüklerine mürşit-lik edenlere de
«Ser-Deste» denmiştir. Ayrıca Kalenderlerin ellerinde taşıdıkları kalın ve
budaklı çomağa da «Ser-Deste» ve bundan bozman «Ser-Desti, Zer-Deste» denir ki
bu çomak, nefislerini, iradeleriyle terbiye ettiklerine remizdir. Alevîlerin
«Tarıyk» dedikleri sopaya da bu ad verilir. Mevlevîlerin semâ' âyinlerinde,
müzik takımını, usûl bakımından kudümle idare edene «Ser-Kudüm-Zen», ney
çalanlara riyaset edene «Ser-Nâyî» denir; bunlara Türkçe «Kudüm-zenbaşı,
Ney-zenbaşı» da denir ki bü sözler, daha yaygındır. Tekkelerde çile
çıkaranları ve dedeleri terbiye eden baş dedeye «Ser-Tabbah», daha ziyade
«Aşçıbaşı» denir. Mevlânâ dergâhındaysa bu hizmeti gören kişiye «Ser-Tarıyk»,
yâni yolun başı, reîsi, yahut «Tarikatçı» derler.
«Ser
verip sır vermemeli» ve «Ser verip sır vermeyen Serverdir» acasözleriyse, tarîkate, vahdete âit sırrı, ehil olmıyanlara
söylememeyi tenbihieyen sözlerdir.
Farsça bir sözdür ve Mevlevîlere mahsustur. Derviş, büyük bir kusurda
bulunduğu takdirde, dergâhın Aşçıbaşısı, huzurdaysa, yâni Mevlânâ
dergâhındaysa Tarikatçı (Ser-tarıyk) tarafından, Semâ'-Hânede, yahut meydanda
sikkesi alınır ve papuçlan, dışarıya doğru çevrilir, hırkası sırtına verilir.
Bu, o adamı tarîkatten düşkün etmektir. Tarîkatte disiplin mutlaktır ve itiraz
yoktur. Ser-pa edilen kişi, yere niyaz eder, arkasını dönmeden kapıya gider,
ayakkapiarını içeriye çevirip giyer, eşiği öpüp gene arkasını dönmeden gider.
Kendini haklı görüyorsa ve Mevlânâ dergâhinda
değilse, Mevlâna dergâhına gidip Tartkatçı'ya hâli anlatır; haklı görülürse
Tarîkatcı'nın verdiği karâra uyulur, başka bir dergâha gönderilir ve sikkesi
verilir. Haklı değilse bir müddet tarîkatten uzaklaştırılır; sonunda, bir Ayn-ı
cem yaparak gene dergâha alınır (Seyahat maddesine de bakınız).
Seyyah vermek Seyyah olmak
Seyahat, yahuî doğrusu olan siyâhat, gezip
dolaşmak anlamına gelen arapça bir sözdür. Bir kusurda bulunan Mevlevi
dervişinin, meydandan çıkarken, Aşçıbaşi'nin emriyle meydancı tarafından
paşmakian, yani ayakkaplan dışarıya
doğru çevrilir. Bu,
gitmesine bir işarettir. Derviş, çıkarken, ayakkaplanni
içeriye doğru çevirip giyer, eşiği öpüp arkasını dönmeden çıkar; hücresine
gidip hazırlanır ve o şehirde başka bir Mev-İevî dergâhı varsa oraya
gider, kabul edilirse orada hücre sahibi oiur; kabul edilmezse başka şehirde
bir Mevlevi dergâhına, yahut Konya'ya, huzura gider; Tarîkatcı'ya baş vurur. Bağışlanırsa,
emredilen şehirdeki tekkeye
gider, Hucre-Nişîn olur. Bu ceza, «Ser-pâ» edifmekten ehvendir. Başka tarîkatlerdeyse seyahat,
nefsi aşağılatma için,
yahut Pîr'i ziyaret, diğer
ziyaret edilecek yerlere gitmek için bir
vesiledir. Seyyah olan, seyâhata çıkan
derviş, sırtına bir post,.eline keşkül ve teber alır. Teber yaya gideceği için
yolda kendisini korumak, keşkül de
Seîman edip (Bu maddeye bak) geçinmek içindir, Gittiği
yerlerde o tarikatın, yahut başka
bir tarikatın tekkelerine mihmân olur, bu suretle dilenerek gezer.
Mevlevîlikte, dervişi dergâhtan uzaklaştırmaya «Seyyah Vermek»,
dergâhtan uzaklaştırılan dervişin uğradığı bu cezaya da «Seyyah Olmak» denir.
Bektaşi Seher Abdal, bir müseddes-i mütekerririne,
Yine seyyah oluban destime aldım teberi
Yme ben azm-i diyar etmeye kttdtm seferi[9]
öeytiylfe
başlar (Alevî-Bektaşi Nefesleri; s. 146—147)
Yukarıya doğru yassılan ve bu yüzden kılıca benzetilmiş olan
Mev-jevî külahı. «Seyfî» arapça, kılıca mensup, krlınç şeklinde demektir. XVI. yüzyılda, ana tarafından Mevİânâ soyundan gelen Dîvâne
Mehmed Çe-iebî (Suitan-ı Dîvânî), bâzı vakit bu şekilde sikke giyerdi;
mensupları da seyfî küiâh giyerlerdi (Mevlanâ'dan sonra Mevlevîlik; s. 115,
427. Sondaki resimler, forma: 3, s. 13). Bu şekildeki sikke, şekil bakımından,
Bek-tâşîlerin EHfî tacına benzer.
Seyr
Gezmek, görmek, seyretmek anlamına arapça bir
sözdür. Tasavvuf îhli arasında, ruyâya
«Seyir» denir. Kalender Abdal bir
nefesine,
Dün gece seyrimde bâtın yüzünden Aslı İmânı, nesl-i Ali'yi
gördüm;
Elif Taç başında, nikab yüzünde, Hünkâr
Hacı Sektas Velî'yi gördüm
dörtlüğüyle başiar ve
«seyir» sözünü, ruyâ karşılığı
kullanır (Alevî-Bek-ÎQŞi Nefesleri; s.
163). Pîr Sultan Abdaİ adına söylenen bîr nefese de.
Dün gece seyrimde coştuydu dağlar, Seyrim ağlar-ağlar Pir
Sultan deyü;
Gündüz hayâlimde, gece düşümde
Düş de
ağlar-ağlar, Pir Sultan deyü
dörtlüğüyle başlamakta
ve «Seyir» sözü,
rüya karşılığı olarak kullanıl-maktadır (Ayni, s. 59. Düş ve
Ma'nâ mad.lerine de bk.).
Sıdkmı Bütün Tut
Tarîkatte gerçek olmak, gördüğü bâzı şeyleri, iyiye yormak,
bulan-mamak için sâliklere, verilen öğütlerdendir; gerçek ol, iyiye yor, anlamını
bildirir.
Buna, Ahret Kardeşi, birisini kardeş tanımaya «Kardeş
Edinmek, Kardeşlik» de denir. Bilhassa Zilhıcae'nin, yâni hicrî yılın son
ayının on-sekizinci günü, iki kişi, elele tutuşur ve birisi, arapça, «Seni
kardeş edindim Aliâh için, âhırette, sen girmedikçe cennete girmemeye söz veriyorum»
mealindeki arapça sözü söyier; öbürü de gene arapça «Kardeşliğini kabul ettim;
şefaatten başka bütün haklarımı sana helâl ettim» der; salavât getirirler. Bu
okunan arapça sözler ve doiayısiyle bu «Muâhât» a, yâni kardeş tutunmaya «Sîga
Kardeşliği» denir. Bu, Haz-ret-i Peygamber'in (S.M.), sahabeyi birbirine kardeş
etmesinden kalan bir sünnettir; daha ziyâde İmâmiyye mezhebine uyan tarikat
erbabında ve İmâmiyye'de vardır (Bakınız: Mefâtîh'ül-Cinân; s. 281). Kardeşlik
edinmenin, Zilhıcce'nin onsekizinci günü olması, Hazret-i Peygamber'in (S.M),
o gün, Gadiuhum'da, Hazret-i Alî'yi «Ben kimin velîsi isem, Aiî de onurt
velîsidir» hadisiyle ashaba
tanıtması doiayısiyle ve teberrük yoluyladır.
Sır
Sırlamak, sırlanmak,
sırrolmak
Sırrım açma dostuna; onun da dostu vardır, o da açar dostuna
Sırrını sırr
edene aşkolsun, fâş edene yuf
Sır, gizli, gizli şey anlamına gelir; arapçadır. «Sırlamak»,
kapamak. Örtmek anlamına kullanılan bir sözdür. Kapıyı, pencereyi kapa gibi söylenen
söz de kötü anlamda bulunduğu için tasavvuf ehli «kapa» yerine «Şirret», yahut
«Sırla» derier. Aynı zamanda «Sırlamak, Sırlanmak», gömmek, gömülmek anlamında
kullanılır. Söz gelimi, «filân zâtı, Kara-caahmed mezarlığına sırladık» gibi.
«Sırr olmak» da ölmek yerine söylenir. «Filân zat sırr oldu» gibi. «Göçmek, Göçünmek»
de ayni anlamı bildirir.
«Sırrını
açma dostuna; onun da dostu vardır, o da açar dostuna»
atasözü, gizlenmesi gereken birşeyin gizli kalmasını öğütleyen
pek doğru bir atasözüdür ve umûmîdir. «Sırımı sırredene aşkolsun, fâş edene
yuf» atasözüyse, tasavvuf ehli arasında kullanılır. Tarikat sırrını, vahdet
sırrını, bilmeyenlere, inkarcılara açmamak hususunda söylenir.
Dal sikke
Arapçadır; madenî ve bilhassa altın paranın üstüne basılan,
yahut Vapılan ve devletin geçer parası olduğunu ispatliyan nakış ve yazı
an-İQırıina gelir. Mevleviler, Mevlânâ'ya mensûb olduklarını bildiren, dövme
Eceden yapılan yekpare, bal rengi, yahut beyaz, bir karış, dört parmak
bunluğunda içice geçme, iki kattan meydana gelen külaha bu münâsebetle sikke
demişlerdir. «Dal sikke, dal kavuk, dal fes» üstüne sarık Sarılmayan sikkeye,
kavuğa, fese denir. XV. yüzyıl mevlevîlerinden
Hu-dayî Dede,
Dü cihanda eğer altın ola dersen sânın,
Sikkesi
altına gir Hazret*! Mevlânâ'run[10]
beytiyie sikke ve altın sözlerini anarak sözün hem
lügat, hem örf anlamını vermiştir.
Sîncede Büzür Bitmez
Sin Türkçede ölünün gömüldüğü yer, mezar anlammadir. Büzür,
arapça tohum demektir. Küçücük mezarda tohum bitmez anlamına gelen bu atasözü,
bilhassa Alevîler tarafından söylenir; bir mecliste, kendilerinden olmayan
biri varsa ve o mecliste bulunanlardan biri, tarîkate dâir bir bahis açmaya
kalkarsa, ona ve meclistekilere, içlerinde kendilerinden olmayan birinin
bulunduğunu, bu atasözünü söyleyerek bildirirler.
Farsça göğüs döven anlamına
gelen bir terkibtir (Ser maddesine bakınız).
Sizler Bâkıy
Konuşulurken vefat etmiş birisi anılırsa, adını anmadan önce,
«Hak rahmet etsin, Hak Erenler rahmet etsin, Allah ruhunu şad etsin» sözleri
gibi «Sizler bâkıy» sözü de kullanılır ve bu sözden sonra o zâtın ad? verilir.
Su
Su gibi aziz ol
5u içene yılan bile dokunmaz
Sular alçaktan akar
Suyu başından içmek gerek
Suyun yüzü yerde
Türkçemize en çok örf mecazı ve atasözü veren bir sözdür. «Su
al-ak, Su basmak, Su çarpmak, Su çekmek, Sudan geçmek, geçirmek, Sudan söz,
Sudan ucuz, Su dökmek, döktürmek, Su dökünmek, Su gibi okumak, Su gibi gelip
gitmek, Su gibi bilmek, okumak, Su götürmek, gö-türmemek, Su iktizâ etmek, Su
içinde, Su içinde kalmak, Su kaçırmak, Su kaldırmak, Su katılmış, katılmamış, Su
kapmak, Su kesmek, kesilmek, Su koyvermek, Sulanmak, Sularında, Sular
kararmak, Sulu, Sulusepken, Yüz suyu, Yüzü sula, Suyunu çekmek, Suyuna gitmek,
gitmemek, Suyundan-huyundan, Suyunun suyu, Suyu başından kesmek, Suyuna tirit
doğramak, Su yüzüne çıkmak, Su yürümek, yürütmek» gibi örf mecazları, çeşitli
anlamlara geiir ve söylenir; ancak bunların umûmî oluşu ve tasavvufla
münâsebeti bulunmayışı doiayısiyie her biri hakkında izahta bulunmuyoruz.
«Su küçüğün,
söz büyüğün», «Su testisi su yolunda kırılır», «Su uyur, düşman uyamaz», «Suya
götürür, susuz getirir» ve «Suya giden ıslanır»
atasözleri de «su» sözünden meydana gelmiş atasözleridir; bunlar
da umûmîdir. Ancak su verene söylenegelen «Su gibi azız ol» atasözü, umûmî
olmakla beraber suların, yani denizin, deniz kıyılarının, göl ve nehirlerin
«Enfâl» den olup âmmenin malı bulunması ve İslâm devletine ait olması
bakımından dînî bir inancı da hatırlatması ve «Su içene yılan bile dokunmaz»
atasözü, İmâm Huseyn'i andırması bakımından tasavvuf ehli tarafından da
söyienegelmis ve daha ziyâde, onlar tarafından benimsenmiştir. «Sular alçaktan
akar» atasözü, gönül alçaklığını öğütleyen bir Qtasözüdür; «Suyun yüzü yerde»
atasözü de aynı mealdedir ve yaşayı-?"> esâsı olduğu halde onun bile
yüzünün yerde olduğunu bildirmek sû-retiyle gönül alçaklığına bir örnek
bulunduğunu bildiren pek güzel bir sözdür. «Suyu başından içmek gerek» sözüyse,
her bilginin, her feyzin, o ilginin, o feyzin asıl kaynağından elde edilmesi
gerektiğini, kaynaktan uzaklaştıkça karışıp bulana bileceğin i bildiren bir
atasözüdür (Ser mad'e de bk.j.
Sofu tarikatleri, şeyhleri, dervişleri, tekkeleri
Sûfî vakt oğludur
Sûfiye bal şerbeti olsun da îmân olmasın
Sofu soğan yemez, bulsa kabuğunu komaz
Sûfî, tasavvuf ehli olan kişi anlamına gelir. Halk arasında
bu söz, «Sofu» tarzına dönmüştür; ancak sofu sözü, yobaz anlamına, tarikat ehli
olmayanlar hakkında daha fazla kullanılagelmiştir. «Sofu soğan yemez, bulsa
kabuğun komaz» atasözü, çiğ soğan yiyenin ağzı kokacağı için toplantı yerlerine
gelmesinin hoş olmayacağı dolayisiyle, fakat daha ziyade tarikatle ilgisi
olmayan kişi hakkında söylendiği gibi, «Sofu gümüş kaşığı ağzına sokmaz,
cebine sokar» atasözü de, altın ve gümüş kaplarda ve bu çeşit, tedavülden
alıkonan madenlerle yeyip içilmenin menedilmiş bulunması yüzünden gene ham
sofular hakkında söylenmiş atasözüdür;
netekim «Ham sofu» deyimi de
bunlar hakkındadır.
Melâmet ehii ve Melâmeîten tarikat hâline gelmiş olan
Mevlevîlik mensuptan. Esma ile sülûkü kabul eden tasavvuf ehline «Sûfî Dervişleri»,
tekkelerine «Sûfî tekkeleri», şeyhlerine de «Sûfî şeyhleri» ve bu tarîkatlere
«Sûfî tarikatleri» derler. Melâmet ehli, tasavvuf ehline «Ber-zahiyye» de
demiştir. (Bu maddeye bakınız); söylenişte «sûfî» sözü, >bu sözlerde de
«sofu» tarzına dönüşmüştür.
«Sûfî vakit
oğludur» sözü, arapçadan çevrilmedir ve gerçek sûfînin, vakit neyi
gerektiriyorsa ona göre hareket edeceğini, çünkü onoa zamanın, «ân» dan ibaret
bulunduğunu bildirir. Netekim «Arif, su gibi bulunduğu kabın rengini, şeklini
alır» sözü de arapçadan çeviridir; gene bunu anlatmaktadır.
«Sûfiye bal
şerbeti olsun da imân olmasın» sözü, «fâitâtün, fâilâtün, fâilâtün, fâilün»
vezninde bir mısra'dır; herhalde bu söz, boğazına düşkün softalarla dervişleri kavrayan bir sözdür; atasözü olarak
söylenegel-fiştir.
Sûtiyan, Sofu Sürekleri
Alevî mad.e bk.
Sofu gümüş kaşığı ağzına sokmaz, cebine sokar Ham Sofu
Sohbet için üç şart vardır: Zeman, mekân,
ihvan
Sohbet, görüşüp konuşmak aniamına arapça bir
sözdür. Tasavvufta, sohbete büyük bir ehemmiyet verilir. Hele esma' iie sülûkü
kabu! etmeyenlerde bu ehemmiyet veriş, daha da fazladır. .
«Sohbet için
üç şart vardır: Zaman, mekân, ihvan» atasözü, sohbetin şartlarını bildiren
bir atasözüdür.
Somat-Hâne
Aslı arapcadır ve sofraya konan yemekler anlamına gelen «sımât»
tır. Mevlevîliğe âit bir deyimdir; mevlevî sofrasına denir. Matbahta yemek
yenen yere de «Sımat-Hâne», yâni sofra yeri derler (Salâ'ya da bakınız).
Sora-sora Kâ'be Bulunur
Arayan, soran kişinin, sonunda dileğine ulaşacağını
bildiren bu atasözü, Tanrı'ya ulaşmak için bir kılavuzun gerektiğini de
bildirmektedir.
Soyunmak
Dervişliğe ikrar verip derviş kisvesine bürünmeye denir.
Mevlevîlikte «Soyunmak», çileye ikrar verip hizmet tennuresini giyinmektir.
Sûretâ
Sûret-i Hak'tan
Sûreîî sîretine uymak, uymamak
Suret uğrusu
Surete bakma, sîrete bak
«Suret»
arapça dış şekil, kılık-kıyafet, tarz, görünüş anlamına .bir sözdür. Resme de
suret denmiştir. Türkçeye «suret» şeklinde de geçmiş ve
yüze denmiştir.
«Sureta»
görünüşte anlamına kullanılan bir deyimdir. «Sûretâ cana yakın ama canavar
gibi» sözünde bu anlam kastedilmektedir- «Sureti sî-retıne», yani ahlâkına
«uymak», yahut «uymamak» deyimi, görünüşte cana yakın, fakat gerçekte huyu
kötü kişiler hakkında kullanılır. «Suret uğrusu», yâni görünüşüyle hırsızlık
eden deyimi, şeyh, derviş kılığına bürünen, bu suretle halkı aldatan kişilere
denir ve bilhassa bu deyim, ta-sovvuf ehli tarafından kullanılır.
«Surete
bakma, sirete bak» atasözü de görünüşe kapılmamayi öğütler.
Sümüklü Tasavvuf
Tasavvuf yolunu tutanların bir kısmı, bilhassa
«Tevhîd-i Ef'âl» i, yâ-
ni her işin, mazharına göre yerinde olup iyi
ve kötünün, hayır ve şerrin, nisbet ve itibardan doğduğu, bütün işlerin,
sıfatların zuhuru bulunduğu inancını hazmedemez; bu çeşit kişiler, mürşidleri
de olgun değilse, «fail de hak, mef'ûl de hak; beden İtibarîdir; zevk ruha
aittir» deyip (Bu söz, bu inancı güdenlerin sözüdür; aynen böyle derler)
«ibâha» yi, yâni her-şeyin, ehline, mubah olduğunu kabul ederler. Olgun sûfîler,
bu çeşit kişilerin tasavvufuna «Sümüklü Tasavvuf» adını verirler.
Ayrıca bütün haksızlıklara, Hak'tandır diye baş eğmeye, bâtıla
hak demeye de «Sümüklü Tasavvuf» denir ve bu inancı benimseyenler uyarı lir.
Söz
Söz adamın mehengidir
Sözün canı vardır
Söz vardır halk içinde, söz vardır, hulk içinde
SÖz vardır, iş bitirir; söz vardır, baş yitirir
Söze bakma, öze bak
Söyleyene bakma, söylenene bak
Söyleyene bakma, söyletene bak
Söyleyenden dinleyen arif gerek
İnsan
sözünden belli olur
İnsan
sözünün eri olmalı
Kelâmından olur ma'lûm kişinin kendi mıkdârı
İnsanın
özünü, özündeki gerçekliği, yahut yalanı, gösterişi, düzeni söz ve yüz
gösterdiğinden, bir bakıma da ruhiyatçı sayılan tasavvuf ehli, söz ve yüze çok
ehemmiyet vermişlerdir. Dilimize, «Su» kadar deyim ve atasözü kazandıran bir
başka söz de «Sözsdür. Anlamsız, yahut rastgele söylenmiş lâfa «Bu da söz mü?»
deriz; «Söze bak» der, aly ederiz. Bu çeşit söz söyleyeni «Söz söyledi
balkabağı» diye aşağılarız. Gösteriş için yapılan harekete «Sözde» der, gerçekten
uzak olduğunu anlatırız. «Sözden ibaret», «Sözden başka bir şey değil»
deyimleri, gerçekten uzak olan şeyi bildirir. «Lâf olsun diye» ve «Bu da lâf
mı?» deyimleri de konuyla münâsebeti olmayan söze, yahut ben de söylemiş olayım
diye söz söyleyenin sözüne denir. «Lâf»
deyimini de anlamsız söz hakkında kullanırız. «Kellim
kellim lâ yenfa'», yâni «söyle, söyle, faydası yok» sözü de söz dinlemeyenleri
belirten bir sözdür.
XVII. yüzyıl Melâmet mümessillerinden Kütahya'lı Gaybî Sun'uHah,
heceyle yazdığı bir şiirde.
Bir ağaçtır bu âlem,
Meyvesi
olmuş âdem;
Maksûd olan meyvedir,
Sanma ki ağaç ola.
Bu âdem meyvesinin
Çekirdeği
sözündür;
Sözdüz bu âlem, âdem,
Bir anda
târâc ola[11]
dörtlükleriyle söze verilen
ehemmiyeti belirtir (Melâmilik ve Melâmiler; s. 121).
Söz hakkındaki atasözlerinin hemen hepsinin tasavvuf? bir yönü vardır. «Söz âdemin mehengldir»
atasözü, insanın, sözünden anlaşılacağını
bildirir. Mevlânâ'ya atıf ve isnad edilen türkçe bir şiirin son beyti olan,
Aceb haddince Mevlânâ sözü tükîce nazmeyler:
Kelâmından olur ma'lûm kişinin kendi mikdârı
beyti de aynı mealdedir. «Sözün canı vardır»
atasözü, söylenen bâzı söz lerin, aynen çıkacağın! işaret eder. «Söz vardır,
halk içinde; söz vardır hulk içinde» atasözü, her sözün, her mecliste söylenemeyeceğini,
söylenmemesi îcâb ettiğini bildirir. Eski okur-yazarlar arasında, her meclisin
bir sözü, her mahallenin bir bakkalı var anlamına söylenegelen «Lî külü
meclisin makaal ve Ei külli mahalletin bakkaal» sözü de türkçe düşüncenin
arapça uydurulmuş bir sözü sayılmalıdır. «Söz vardır, iş bitirir; söz vardır,
baş yitirir» atasözü, sözün ehemmiyetini pek güzel belirtmektedir. «Söze
bakma, öze bak» atasözü, her söze ehemmiyet verilmemesini, her sözün gerçek
olmayacağını anlatır. «Söyleyene bakma, söylenene bak» ve
«Söylenene bakma, söyletene
bak» atasözleri, umulmadık bir
Kişiden de gerçek, anlamı aerin ve geniş bir sözün
duyulabileceğini bildirir ve ilhamı hatırlatır; aynı zamanda bu iki atasözünün
arapcaları da arab dilinde atasözüdür. «Söyleyenden dinleyen arif gerek»
tarzında ve-zinii olarak söylenen atasözü, sözü dinleyen kişinin, söyleyenden
daha anlayışlı olması gerektiğini ihtar eder. «İnsan sözünden belli olur» atasözü,
«Söz adamın mehengidir» atasözünün meal bakımından aynıdır. «İnsan, sözünün
eri olmalı» atasözüyle «İnsan, sözünün eri, ......, berberi olur» atasözü,
sözün gerçek olması gereğini tenbih eder. Bu maddeyi, Yunus Emre'nin «söz»
hakkındaki şiiriyle Hatâî'ye atfedilen, fakat gerçekte Yunus'un şiirinin pek az
değişik bir şekli olan şiiri yazarak bitireceğiz;
Keleci bilen kişinin yüzünü ağ ede bir söz,[12]
Sözü pişirip
diyenin işini sağ ede bir söz
Kelecilerin bişirğil, yaramazını şeşirğiî,
Sözün us ile düşürgil, demeğil çağada bir söz[13]
Söz ola, kese savaşı, söz ola, yitire başı,
SÖz ola
ağulu aşı bal ile yağ ede bir söz.
Gel ahi iy şehriyârî, sözümüzü anla bari;
Hezâran
gevher dinarı kara toprağ ede bir söz.
Kişi bile söz demini, demeye sözün kemini;
Bu cihan
cehennemini sekiz uçmağ ede bir söz.
Yürü-yürü yolun ile, gaafil olma bilin ile,
Key sakın
key dilin ile canına dağ ede bir söz
Yunus imdi söz yatından, söyle sözü gayetinden,
Key sakın o
şeh katından seni irağ ede bir söz.
Sözünü bir söyliyenin sözünü eder sağ bir söz,
Pîr neiesin
dinleyenin yüzünü eder ağ bir soz.
Bir söz vardır, halk içinde, dahi söz var, hulk içinde;
Olmaya ki
delk içinde diyesin çarğadağ bir soz.
Söz vardır, kestirir başı; söz vardır, keser savaşı,
Söz vardır^
ağıtla aşı bal ile eder yağ bir söz.
İsterim
göreyim yâri, bu remzi anlağel varı;
Hezaran
gevher dinarı eder kara toprağ bir söz.
Şah Hatâyı
âyatından, sözün söyle öz yatından,
Olmaya kim
pir katından seni ede ırağ bir söz
(Alevî-Bektaşi Nefesleri; s. 172-173).
Sübha
Subha-i sad-döne (yüz taneli teşbih)
Subha arapça teşbih anlamına gelir.
Ehlisünnetin, namazlardan sonra otuz üçer «Sübhânaüah, Elhamdülillah,
Allahuekber» çekmelerine karşılık Şîa, otuz dört «Allahuekber», otuz üç
«Elhamdülillah», otuz üç «Süb-hânallah» çeker; bunun için de teşbihin iki
yanındaki taneler otuz üçer, ortadakiler otuz iki dizilidir. Otuz üç
«Allahuekber» den sonra bir de du-rahta bu zikri okur; ortadaki otuz iki
taneyle ikinci durak otuz üç olur, bunlarla da «Elhamdülillah» der; son otuz üç
tanedeyse «Sübhânaliah» zikrinde bulunur ki bu sûretie teşbih, duraklarla yüz
taneli oiur. Bu tesbi he de «yüz taneli teşbih» anlamına «Sübha-İ sad dâne»
denir.
Süleyman
Süleyman-Cin, peri, ifrit
Süleyman-Karmca
Süleyman-Kuşdili
Süleyman-Taht,
saltanat
Süleyman-Yel
Süleymandır karınca, İanesinde
Süleyman Peygamber (A.M), Dâvud Peygamberin (A.M) oğludur
Kur'ân-ı Mecîd'in XXVII. sûresinin
(Nemi) 17-39. âyetleriyle XXXIV. sûresinin
(Sebe'} 12-14. âyetlerinde cinierin, perilerin, Süleyman'ın emrine râm
oldukları, tahtını yelin götürdüğü, gene XXVII. sürenin (Nemi) 16-17. âyetieride, kuşların' dilinden
anladığı, mahiûkatın dillerini bildiği, aynı sûrenin 18-19. âyetlerinde de bir
karıncanın, Süleyman'ın ordusu geçeceği zaman karıncaları uyardığı,
ezilmemeleri için yuvalarına girmelerin! söylediği bildirildiği, XXXVIII. sûresinin (Sâd) 35. âyetinde,
kendisinden sonra hiç bir kimsenin elde edemeyeceği bir saltanatı istediği
bildirildiğinden Şark-İslâm klasik edebiyatı da cin ve perilerle, ifritle,
Belkiys'le, kuş dilini bilmesiyle, tahtla, yelle, saltanatla anılır. Hattâ karıncanın
birinin, Süleyman Peygamber'e bir karınca budunu armağan götürdüğü gibi
hikâyeler de uydurulmuştur.
«Süleymandır
karınca, İanesinde» atasözü, vezinli olduğuna göre «Karınca, yuvasında
Süleymandır» tarzında bir atasözünün vezne uydurulması olsa gerektir.
Yunus Emre, bir şiirinde,
Süleyman kuş dilin
biîür dediler Süleyman var
Süleyman'dan içerü
dediği gibi bir şiirinde de.
Canım erenler yolu inceden inceyimiş, Süleyman'a, yol kesen sol
bir karmcayırniş
beytiyle Süleyman'la karıncayı dile getirir.
Derlerdi hevâ üzre yürür taht-ı Süleyman, Ol
saltanatın yeller eser şimdi yerinde pek meşhurdur.
Sülük görmek
Sülûkünü tamamlamak, tamamlamamak
Sülük değil, şişede sülük görmüş
Sülük, yola girmek, yol tutmak, yol almak anlamına arapça bir
sözdür. Tasavvuf ehlinde, bir mürşide intisâb eden kişinin, tarîkat usulüne
riâyet ederek manevî yolculuğuna, yol almasına denir. Melâmet ehli aşk, cezbe
ve sohbetle, diğer tarîkatier, Allah'ın muayyen adlarını, mürşidin tensîbiyle
muayyen miktarda zikretmekle sülük görürler. Bu esâsa göre manevî yol alışa
«Sülük görmek», bu yolu bitirmeye, yahut bitirmemeye «Sülûkü tamamlamak,
tamamlamamak» denir.
Tarîkate girdiği halde amaca varamamış kişilerse, «Sülük değil,
şişede sülük görmüş» diye kınanırlar.
Sür-Git Dememişler; Gör-Ğeç Demişler
(Gör-geç mad. e bk.).
Şagirt
Şakirdi
ustasına peştemal kuşatır.
Şagird,
turkcede söylenişine göre şakirt, bîr sanata yeni intisâb eden kişiye ve mektep
talebesine, öğrenciye denir; farsçadır. Fütüvvet yolunda bir sanata giren kişiye,
kalfalığa, ustalığa yükseltileceği zaman usta tarafından peştemal kuşatılırdı
(Peştemal kuşatmak maddesine bakınız). Bu atasözü, istidatlı şakirt hakkında
söylenen bir atasözüdür.
Şöh-ı Necef
Şâh-ı
Merdart
Şâh-ı
Vilâyet
Şah kılıcı
sallamak
Şah diyenin
dilini keser
Hükümdar anlamına farsça bir sözdür; turkcede padişah sözü
kullanılır. Hazret-i Peygamberin
(S.M) amcalarının oğlu, damadı ve
vasisi
Emır'ül-Mü'minîn Alî, Necef'de yattığı İçin AİÎ'ye Necef şanı
anlamına «Şâh-ı Necef», yiğitliği, savaşlarda ki bahadırlığı dolayısiyle
erlerin padişahı anlamına «Şâh-ı Merdan», Tanrı arslanı anlamına
«Şîr-i-Yezdan», vilâyet, yâni Hazret-i Peygamber'in yerine halîfe ve Allah
Velîsi bulunması yüzünden vilâyet padişahı anlamına «Şâh-ı Vilâyet» derler. Bu
son sözü «Şâh-ı Velayet» diye okuyanlar, vilâyeti, zahirî halifelik, velayeti
bâtını halifelik anlamına alanlar da vardır.
# Hatâyı, bir şiirine,
Biz ezelden tâ ebed meydâna gelmişlerdenüz,
Şah ı Merdân
aşkına merdâne ğeîmişlerdenüz[14]
beytiyle başlar ve «Şâh-ı Merdan» sözünü
kullanır (Alevî - Bektaşi Nefesleri; s. 29). Hayretî, bîr şiirinde.
Şah içtin
çak eylediler ten libâsın terk edip
Terk-i
tecrîd oldular, tâc-u kabadan geçtiler[15]
beytiyle Hazret-i Alî'ye yalnızca «Şâh» der ve
«Şâh-ı Vilâyetin kasteder (Aynı; s. 31}; bir başka şiirinde.
Her gedâ bir pâdşâha bende olmuştur, velî
Biz de Rûm Abdahyuz bizim Alî'dür Şahımız[16]
der (Aynı, s. 32). Başka bir şiirinde de.
Azadelik vilâyetinin pâdşâhıyuz,
Biz Hanedân-ı Şâh~ı Vilâyet esîriyüz,[17]
beytini söyler; {Ayni; s. 217).
Galip Dede'nın meşhur müseddes-i mütekerririnin
tekrarlanan beyti de şudur:
ikrarımıza sır verirüz, ahda kavîyüz;
Biz Şâh-ı Vilâyet kuluyuz, hem Alevîyüz[18]
(Dîvan; kasîde ve terkipler; s. 79-80). Hatâyî bir nefesinde,
Erenler Serveri Şah-ı Vilâyet, Aldı müzminlerin elin
eline;
Hanedan dostuna eyler hidâyet Müzmin
olanları çeker yoluna
diye başlar (Aievî - Bektaşi Nefesleri; s.
162); Türabı ise, her Alî adın* taşıyanın
«Şâh-ı Merdan» olamayacağını şu güzel dörtlükle tesbît eder:
Arifin hâlini ta'rif ne hacet, Efsane
sözlerden eyle feragat.
Nerdedir, bir göster, sâhib-kerâmet?
Alî çoktur, Şâh~ı Merdan bulunmaz (Aynı, s. 221).
Kalender Abdal da,
ı'den-i
kân-ı kerem Şâh-ı Necef, Her kime kılsa nazar buldu şeref[19]
beytinde Alî'yi- «Necef padişahı» diye anar
(Aynı, s. 109).
«ŞâH kılıcı
sallamak» deyimi, Osmanoğullan tarihçileri tarafından uydurulmuş bir deyimdir
ve Anadolu Alevilerinin, İran'a bağlılıkların! bildirir (Alevî - Bektaşi
Nefesleri; «İran'a bağlılık» bölümü'nün Önsözü'ne bakınız; s. 83-88).
«Şâh diyenin
dilini keser» atasözüyse, Alevîler ve Bektâşiler tarafın dan kullanılmıştır. Bu atasözündeki «şâh» la,
hem Şâh-i Vilâyet, yâni Alî, hem de İran Şahı kastedilmektedir ve Şia'ya
düşmanlıkta ileri gidenler anlatılmaktadır.
Fütüvvet yoluna giren kişiye, tekmil mertebesine vardığına,
yâni bir müddet hizmetten sonra olgunluğa eriştiğine alâmet olarak şalvar giydirilir
ve Şedd kuşatılır. Bu suretle hırka tasavvuf ehlinin, Şafvar'sa Fütüvvet
ehlinin libâsıdır (İslâm ve Türk illerinde Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynak-ian;
İst. Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, 11. cilt; No. 1-4; 1949-1950; s.
38 ve devamı).
Garipler gecesi anlamına farsça bir terkibtir. Şîa
tarafından Muharremin onuncu günü akşamına, on birinci gecesine denir. İmâm
Huseyn ve ashabı, hicretin 61. yılı Muharreminin onuncu günü şehîd edilmişler.
Ehlibeyt esir olmuş, o geceyi Kerbelâ'da geçirmişlerdir; bu münâsebetle o
geceye «Şâm-ı Gariban» denmiştir. Ayrıca birisi ölüp defnedildikten sonra, o
geceye de «Şâm-ı Gariban» denir ve o gece, cenazenin cîktığı evde, yahut
mescitte «Terhîm», yâni rahmet okuma, ruhuna Fatiha verme merasimi icra
edilir.
Şâmı-Şûmî.
Küfî Lâ yûfî
Suriye'deki malûm şehrin adıdır. Kerbelâ'da İmâm
Huseyn şehîd edildikten sonra başı,
şehîdlerin başlarıyla, mızraklara
saplanarak Şam'a, Yezîd'e
götürülmüştür. Ehlibeyt de bu kafileyle Şam'a götürülmüş, orda bir müddet
kalmışlar, sonra bırakılmışlardır. Bu münâsebetle Şam, Ehlibeyti sevenlerce
kötü bir olayı hatırlatmaktadır; bu yüzden de Samlı yomsuz ve kutsuzdur
anlamına «Şâmî - şûmî» deyimi, Ehlibeyti sevenlerce kullanılır olmuş, gene bu
münâsebetle Hazret-i Alî'ye ve İmâm Hasan ve Huseyn'e de vefa etmeyen,
ahidlerinde durmayan Kûfe'liler de, «Kûfeli, ahdine vefa etmez» anlamına «Kûfî
- Lâyûfî» deyimi de kullanılmıştır. Ci-han-Seraskerî diye anılan Ali Rıza Paşa,
Şam'dan
çıktığım aksama dedim şâm-ı şerif [20]
mısraiyfe
Şam'a Şâm-s Şerif diyenlere ta'rizde bulunmaktadır.
Şan
Şanına
düşeni işle
Ululuk, şeref; yücelik anlamına arapca bir
sözdür. Tasavvuf ehlinin, duâ makamında; «Şanına düşeni işle» sözü, Allah'a,
senin ululuğuna düşen, bağışlamaktır; beni bağışla anlamına gelir. Netekim,
Azmî, bir şiirinde.
Beni affeyîesen düşen mi şandan? Şahlar bile
geçer böyle isyandan; Ne dökülür, ne eksilir haznenden, Affetsen olmaz mı,
noksana mısın der (Alevî - Bektaşi
Nefesleri; s, 225).
Bu bir deyim
olmadığı gibi bundan türeyen bir atasözü de yoktur;
fakat bâzı tasavvufî sözleri, bâzı
deyimleri belirtebilmek için kitabımıza bunu almaya mecbur olduk.
Şath,
anlamında beniik ve dâva beliren söz demektir. Böyle birşeye kalkışmak,
gerçeklere göre sürçmektir, suçtur (Ta'rîfât, s. 76). Satha âit şiirlere
«Şathıyye» denir.
Sathı iki kısma ayırmak gerektir:
1- Söyleyenin dileği dışında söylediği sözler. Bu çeşit sözler,
ruhî bir buhran sırasında, şuur altındaki duygulan, dilekleri dile getirir. Bunları
te'vil pek güçtür. Bu sözleri, söyleyen bile anlayamaz. Ebû-Yezid-i
Bıstâmî'den (261 H. 874) rivayet edilen sözlerle Huseyn b.
Mansûr'ül-Hallâc'ın (309 H. 922) sözleri ve şiirleri, Yunus'un şeyhi
Tapduk Baba'nın şeyhi ve San Saiîuk'un halîfesi Barak Baba'nın sözleri (Barak
Baba için «Yunus Emre ve Tasavvuf» a;
s. 17-26; bu sözler
için aynı eserin 255-275, metnin tıpkı
basımı için 457-472.
sahifelerine bakınız). Haoi Bektaş'a âît olan ve henüz basılmamış
bulunan sözler, bu ilk kısımdandır.
2- Sûfî şâirler tarafından, bâzı tasavvufî inançlar, şerhe
muhtaç, fakat te'vîli mümkün bir tarzda ve bu çeşidi de bulunsun diye satıh
tar-zmda yazılır. Yunus'a atfedilen meşhur,
Çıktım erik
dalına anda yedim, üzümü, Bostan ıssı kakıyıp der: Ne yersin kozumu
beytiyle başlayan şiirle Yunus'un,
Eğriliğin koyasın, doğru yola gelesin, Kibir-ü kînî çıkarğıl,
erden nasîb alasm
oeytiyle başlayan şiirin 3-5. beyitleri olan.
Gönülde pas oturur, anda seni yitürür, îçerü şah oturur,
giremezsin göresin. Onikİdir hücresi yedi dervâzesi var Anda iki dilber var,
bilmezsin ki sorastn. Var kardaşmı öldür, dahi avratın boşa, Anana kabin kıydır
Hakfcı ıyân göresin[21]
beyitleri ve 1024 hicrîde (1615 M.) vefat eden
İdrîs-i Muhtefî'nîn,
İşbu deme
erince,
Üç kez
doğdum âneden;
Nice yavru uçurdum,
Nice
aşiyâneden[22]
dörtlüğüyle başlıyan şiiri bu ikinci kısımdandır (Melâmîlik ve
Melâmiler s. 125-126).
Geoe külahı anlamına gelir; geceleyin ve bilhassa yatarken giyilen
dövme yünden yapılma yekpare, bir karış uzunluğunda, yahut biraz daha kısa ve
tek katlı külaha denir. Bal rengi, yahut beyaz olur. Yün olduğundan teri emer
ve başı üşütmez. Nef'î,
Her dürr-i sitâre - tâb-ı nazmın Pîrâye-i şeb-külah-ı ma'nî
beytinde «şeb-külâh» ı, «Şeb», yâni geoe
münasebetiyle yıldızla ve pa-niparıl parlayan inciyle anmış, «dürr», yâni inci
dolayısiyle «pîrâye»f. yâni süs, öezenti, parlaklık sözünü de aynı beyitte
kullanmış, «Namzının yıldız gibi parıl-parıl parlayan her inci tanesi, mânâ
gece külahının be-zentisidir» diyerek kadın şeb-külâhlarının incilerle de
foezetildiğini tesbit etmiştir (Divan; Bulak - 1252, Kasîdeler, s. 148).
Arapça, sıkı bağlamak, bağlanmak anlamına gelir. Fütüvvet yoluna
piidiği zaman Ahî tarafından bele kuşatılan ve yünden yapılmış olan kuşağa
verilen addır (Tafsîlâtı ve şekilleri, kuşanma tarzı. v.s. İçin «İslâm -Türk
İllerinde Tütüvvet Teşkilâtı ve Kaynaklan» na bakınız; s, 46-54, 70-72
ve 83-86. «İslâm Ansiklopedisi» ndeki
Şedd Maddesi; c. 11, s. 378-381). Mevlevîierdeki «Elifî Nemed» ve
Bekîâşilerdekî «Tıgy-bend», Fütüvvet ehlinin «Şedd» dinden geçmiştir.
Şek
Sekte kalmak
Sekten-şüpheden arınmak
Arapça şüphe demektir. Tasavvufta, inançta, bilhassa yolunda,
mürşidinde şüpheye denir. Sözünde, özünde gerçeklik olmayan kişiye «Sekte
kalmış» derler. Çok defa «şek» sözü, «şüphe»yle beraber anılır. Şüphesi
kalmamış gerçek kişi, «Sekten-şüpneden arınmış» diye övülür.
Mevlevîlerin «Sofu tarîkatleri» dedikleri esma ile sülûkü kabul
eden tarîkatierde «Şu'be» ve «Kol» denen, asıl tarîkatten, küçücük ıbir farkla
ayrılan, adetâ başka bir tarîkat sayılan zümre mensupları vardır. Zikre küçük
bir hususiyet ekleyen, yahut giyimde küçücük bir değişiklik yapan şeyh, «Pîr-i
Sânî-ikinci pır» sayılır ve «El-Müctehid fî't-Tarîka - Tarikatte ictihad
sahibi» kabul edilir; bu şeyhe mensub olanların yoluna da ü tart-katin
Şu'besine, Kolu'na mensup bulunanların yolu diye bakılır. Böylece tarîkatlerden
tarıkatler türeyip durmuştur ve bu, son zamanlaradek sürmüştür. Mevlevîlikte,
Pîr Âdil Çelebi (865 H. 1460 M.}, semâ'ı, son şekliyle tesbît ettiği,
mukabeleyi te'sîs eylediği halde «Pîr-i Sânî» ve kol sahibi sayılmamış, yalnız
adına bir «Pîr» sıfatı eklenmiştir. Itrî'nin (1124 H. 1712 M.) rast bestesiyle
mukabeleden önce Na't okunmak, mukabeleye eklendiği halde ne ekleyen Şu'be
sahibi sayılmış, ne Itrî «El-Müctehid fî't-Taarî-ka» tanınmıştır. XIX. asırda «Niyaz Âyini», mukabele sonuna alınmış, ne vakit
kabul edildiği bilinmiyen «Garibler Semâ'ı», mukabele nihayetine eklenmiş,
fakat bu
eklentileri yapanların adlan bile anılmamıştır; yân'
Mevlevîlikte Şu'be yoktur. Ancak böyle olmakla beraber
Mevlevîlikte iki neşe vardır ve bunu, Mevleviler de kabul ederler. Mevlevîlerin
bir kısmı tam Ehiisünnettîr, Nakş-bendîlerin Hâlidî kolu kadar mutaassıptır;
bir kis-mıysa tam İmâmiyye mezhebine sâliktir. Alevidir; rinddir; aşka kul
olmuştur; Ehlibeyte mensuptur. Bizzat Mevlevîler ve diğer tarîkat erbabı,
Mev-Jevîlerin Sunî olanlarına .«Veled Kolu», Şîî olanlarına, yahut Şia'ya temayül
edenlerine, Bektaşilikle bağdaşanlarına
«Şems Kolu» demişlerdir.
Veled kolundan olanlar, bıyıklarını
sünnet üzere kestirirler, sakallarını uzatırlar; sikkelerini, alınları
görülecek tarzda arkaya doğru giyerler; gül-banglerini, «Dem-i Hazret-i
Mevlânâ, Hû diyelim, Hû» diye bitirirler! Şems kolundan olanlar, bıyıklarını
kesmezler, sakalları kısadır; sikkelerini, kaşlarını bile örtecek tarzda
alınlarını örtmek üzere giyerler, gül-banglerini «Dem-i Hazret-i Mevlânâ,
sırr-ı Şems-i Tebrîzî, Kerem-i İmâm-ı Alî, Hû diyelim, Hû» diye bitirirler.
Dîvâne Mehmed Celebi, Yusuf Sîne-çak ve bunların mensupları
gibi XVI-XVII. yüz
yıllarda, Kalenderîlere uyup «Châr-darp» olan, bâzı vakitlerde «Sikke-i
duvvâzdeh küngüre-i Şemsiyye - Oniki dilimli Şems külahı» denen Bektaşi tacı
giyen Mevleviler, bu ikinci neşeye sahip olan Mevle-vîierdir ki bunlar, XV. yüzyılda Vahidî'nin «Manâkıb-ı Hâceî Cihan ve Ne-tîce-i Can»
adlı risalesinde «Şemsîler» diye anılmaktadır («Mevlânâ'dan sonra Mevlevîlik» e
bakınız; s. 207-243).
Şepper, Ştipeyr
Arapçada «Hasan» ve «Huseyn» karşılığı olarak Süryanca iki söz
olduğu, Harun peygamber'in oğullarının adları olup Hazret-i Peygamber
tarafından Hazret-i Alî'nin oğullarına verildiği rivayet edilir (Burhân-ı
Kaa-tı\ s. 709-710).
1197 de (1782-1783) ölen, Celvetiyye'den
«Hâşimiyye» kolunu kuran, aynı zamanda Melâmîliğe ve Bektaşiliğe de mensup
bulunan. Hacı Bek-taş tekkesinde dört yıl kadar Dedebabalık makamında oturan
Üsküdar'ir Hâşim Mustafa Baba'ntn bir nefesi,
Şüpeyr-ü
Şeper, mürşid-ü rehber, Sundular kevser elhamdülillah
beytiyle başlar (Alevî - Bektaşi Nefesleri; s.
153-154). Bu nefes «Mahabbet» denen
içkili Bektaşi sohbetlerinin en sonunda, sofra kalkacağı va-»kit, Gül-bangden
önce besîesiyle hep birden okunurdu {Notası için aym -esere bakınız; s. 287,
Uşşak),
Şerbetlenmek
- şerbetli
Şerbet,
içilecek tatlı su anlamına arapça bir sözdür. «Şerbetlenmek» zehirli hayvanların
insanı zehirlememesi, sokarlarsa zehirlerinin tesir etmemesi için «Ocak» olan,
yâni bu işin ehlinden el almış bulunan bir kişiden izin almak, onun okuyup
üfürdüğü şerbeti içmektir. Bu suretle zehirli hayvanların, yılanların,
«Şerbetlenmiş» kişiyi sokmayacaklarına, sokarlarsa zehirlerinin tesir
etmeyeceğine inanılırdı. Şerbetlenen kişiye de «Şerbetli» denirdi. Bu işi daha
ziyade Rıfâî Şeyhleri yaparlardı.
Ayrıca, hiçbir şeyden utanmayan kişiye de, «Söze, azarlanmaya
şerbetli» denir.
Aüah için bir şey anlamına arapça bir sözdür. Selmana çıkan
«Bak: Selman) derviş, keşkülünü uzattığı kişiye bu sözü söyler; keşküle birşey
konunca keşkülü, «Eyvallah» deyip çeker. Bir hizmetten sonra da dua niyaz
edilirken bu söz söylenir. Meselâ, çerağları uyandıran derviş, hizmeti bitince
dara gelip (Bak: dar), ayağını mühürler, niyaz vaziyeti alır ve «Hizmetimin
haklı hayırlısını dilerim, şey'en li'llâh, Allah eyvallah» der. Baba, kısa bir
gül-bang çeker. Derviş, yere niyaz ederek arkasını dönmeden çekilir, yerine
gider, posta oturarak niyaz eder, eğleşir.
Esnaf Şeyhi
Şeyhin elini
öpeceğine kendi elini öp
Şeyhin
kerameti kendinden menekui
Şeyhi şeyh
eden müriddir
Şeyh olmak
kolay, derviş olmak güç
Şeyh türlü
Şeyh, arapça
ihtiyar anlamına gelir. Bir zümrenin, bir toplumun ulusuna, kabilenin reisine,
tarîkatlerde kendisine uyulan, derviş yetiştirmeye icazeti (Bak: İcazet) olan
kişiye de şeyh derler.
Fütüvvet yolunda, her sanat ve zanaat erbabının bir şeyhî
vardır. Sah-haflar, yâni kitap satanlar, çulhalar, tabaklar... şeyhi gibi.
Şeyhe vekâlet eden zâta da «Kethüda - Kâhya» denirdi. Her şehirde, bütün
şeyhlerin bir ulusu da olurdu ki ona arapça «Reîs-ül-Ahiyyet'ül Fityan», yâni
yiğitlerin (Fütüvvet ehlinin) ahilerinin (şeyhlerinin) başı, başbuğu, yahut
«Şeyh'üş-Suyûh, Şeyh'ul-Meşâyih», yâni şeyhlerin şeyhi derlerdi.
«Şeyhin
etini öpeceğine kendi elini öp» atasözü, hem kazancın, şey-ıin eliyle değil,
insanın kendi eliyle olduğunu bildiren, hem de eli öpülmeyecek şeyhlerin de
bulunduğunu bildiren bir atasözüdür. «Şeyhin kerâ-leti kendinden menkul»
atasözüyşe, kendisini keramet sahibi gösteren, ildiren, kendi kerâmtlerini
kendisi söyleyen şeyhler hakkında söylen-îiştir. «Şeyhî şeyh eden müriddir»
atasözü, mürîdin, hem onun ululuğu-yüceliğini, kerametlerini söyleye-söyleye
onu ulu, yüce ve keramet ihibi tanıttığını bildirir; hem de mürîdin,
ahlâkındaki, edebindeki, olgun-'uğundaki yücelikle şeyhini de yücelttiğini
anlatır. «Şeyh olmak kolay, terviş olmak güç» atasözü, şeyhliğin, herhangi bir
suretle, meselâ bir ?eyhin oğlu olmakla elde edilebileceğini, fakat
dervişliğin, gönül alçaklıkla, edeple, manevî olgunlukla, varlıktan, benlikten
geçişle olabileceği- bu bakımdan da güç birşey olduğunu ifâde eder.
Bâzı kimselerse birçok tarîkatlere girerler, yahut onlardan
görünür-ler- Neşe bakımından birbirine uymayan yolları benimserler. Hem
Bektaşî, hern Nakşî, hem Melâmî, hem yobaz görünürler; kiminle görüşürlerse
°nun mezhebinden, meşrebinden bahsederler. Bu çeşit kişilere de tarikat en'i
arasında «Şeyh türlü» denegelmiştir.
Şeriatta bu
senin, bu benim; tarîkatte hem senin, hem benim, hakıykatte ne servn, ne benim
Bir inancı, tasavvuftaki Varlık Birliği
(Vahdet-i Vücûd) inancının umdelerini belirten ve atasözü gibi, yeri geldikçe
sohbetlerde söylenen bu söz, şu esasları belirtir:
Şeriatta,
inananlar kardeş olmakla beraber hak-hukuk ayrıdır; insanı hakıykate götüren
yolda, Tarîkatteyse bu kardeşlik, yokluk hâlinde te-celiî eder; yokluğa
bürünmek, önce kendi varlığından geçmekte olur. Varlığından, benliğinden geçen
kişinin ne malı vardır, ne canı; bu bakımdan yokluk yoluna giren kişi, hiçbir
şeye «benim» diyemez. Hakıykate varınca, bütün varlıkların izafî olduğunu
anlar; bunun sonucu, ne sen vardır, ne ben; şu hâide herşey, ne senindir, ne
benim; hepsi de Hakk'-ındır (Dört Kapı'ya da bakınız).
Nâbî (1124 H, 1712 M.)
Bu ğülsitanda benimçün ne ğül, ne şebnem var;
Ne kudret-ü
ne tasarruf, ne bîş-ü ne kem var;
Bu çârsûda
ne dâd-ü sited, ne derhem var;
Ne kuvvet-ü
ne taayyün, ne zahm-ü merhem var;
Bu
kâr-hânede bilmem neyim, benim nem var
bendiyle bunu pek güzel belirtmiştir.
Şöhret Âfettir
Bu atasözündeki şöhret, malla-mülkle,
bilgiyle, güçle-kuvvetle tanınmak, bilinmek değildir; bunlarla tanınmak da
insana, birçok kötü kişinin hasedini, kıskançlığını, düşmanlığını çeker; fakat
tasavvuf ehlinee ası! şöhret, Ledün bilgisiyle (Bak: Ledün), keşif ve kerametle
tanınıp bilinmektir. Bu çeşit şöhret, hem halkı insanın başına üşürün himmet
isteyeleri çoğaltır; insanın
huzurunu bozar; hem de
insana bir varlık, benlik
verir, bu yüzden
de manevî makamından
düşürür.
Şükür
Bin dilim olsa şükründen âcizim Sonsuz şükürler
Şükür nimeti artırır
Şükr,
görülen nimete, ihsana karşı duyulan minneti, nîmet ve ihsan sahibine
bildirmek, teşekkür etmek anlamına arapça bir sözdür; türkçede «Şükür» tarzında
söylenir. Allah'ın kula verdiği sayısız nimetlere karşı, Allah'a, «Bin dilim
olsa şükründen âcizim», «Bin dilim olsa bir nsmeîine bile şükredemem», «Sonsuz
şükürler» gibi deyimlerle şükredilegelmiştir.
«Şükür
nimeti artırır» atasözü, XIV. sûrenin 7,
âyet-i kerîmesinin meâ-Jidir.
O Bu gül bahçesinde benim için, benim olan ne bir gül var, ne bir ciy tanesi. Ne kuvvet
var, ne brişeye sahib oluş, dileğince
kullanış. Bu çarşıda ne alış-veriş
var, ne para-pui; ne
güç var, ne
varlık; ne yara var,
ne melhem. Bu
işyerinde bilmem k' ben neyim,
benim nem var?
Taan Etmek
Tacın eden bizden, ettiren bizden değil
Kınamak, aleyhte bulunmak anlamına arapça bir sözdür. «Taan
ederr. bizden, ettiren bizden değil» atasözü, «Taş atan bizden, attıran bizden
değil» yerine söylenir ve tasavvuf yoluna giren kişinin, yolunu taan ettirmemesi
gereğini bildirir. Hamzavîlerden (.Bayramı Meîâmîierî) Bezcizâde Muhyiddin
(Muhyî), bestesi de bulunan bir ilâhîsine,
Zâhîd, brzi ta'neyleme,
Hak ismin
okur dilimiz;
Sakın efsâne söyleme,
Hazrete
varır yolumuz
dörtlüğüyle başlar (Melâmîlik ve Melâmiler; s. 130).
Arapçadır. Başa giyilen şeye, bilhassa pâdişâhların,
mücevherlerle., sorguçlarla bezenmiş kavuklarına, başlarına giydikleri
mücevherli serpuşlarına denir. Tarikat ehli de kendi tarîkatlerini bildiren,
başın tepesi anlamına gelen ve sarılan sarığın rengine göre değişen, dövme
yünden» serpuşlara «Tac»,
yalnız Mevleviler, giydikleri serpuşa «Sikke» derler (Bak: Sikke). Tacın üst
kısmına «Kubbe», başa geçen kısmına «Lenger» denir. Mevlevî sikkesi düz,
yekpare, bal rengi, yahut beyaz, gittikçe dariaşan, fakat sivrilmeyen,
dilimsiz, bir karış, dört parmak uzunluğunda, iki katlı ve dövme yünden
yapılmış külahtır. Şeyhler, bu külahın üstüne beyaz, seyyid, yâni Peygamber
soyundan gelenleri yeşil, halîfeler-se bakılınca siyah görünecek kadar koyu mor
(duhanî-koyu duman rengi) destar, yâni sarık sararlar (Bak: Destâr). Celebi
olmayanlar destan, alttan sikke bir parmak kadar görünecek, çelebiler, sikke
görünme-yecek tarzda sararlar. Bektâşilerin tadarı, dövme beyaz keçeden, altı
üstü bir hizada, bir karış uzunluğunda, kubbesi Oniki İmâm'a işaret olarak
oniki, lengeri, dört kapıya işaret olarak dört dilimiidir; tepede «Düğme» ve
«Mühür» denen ve gene baş parmağın tırnağı kadar bir yün parçasının üstü,
iplikle işlenerek dikilen parça vardır. Dilimler ayrı-ayrıdır ve içten
dikildikten sonra dıştan da küçük ve düz dikişlerle işlenir ve pekiştirilir. Bu
taca «Tâc-ı Hüseynî, Tâc-i Celâli» denir. Tepesinde düğme olmayan ve dilimleri
dıştan dikişli bulunmayan, kubbesi oniki, lengeri dört dilimli beyaz taca
«Kalenderi Tâc» denir.
XIV-XV. yüzyıllarda bazı Mevlevîlerin de bu
çeşit tâc giydiklerini ve buna «Sîkke-i Düvvazdeh küngüre-i Şemsiyye»
dediklerini biliyoruz. Bek-iâşüerde ayrıca Edhemî tâc denen dört terkli tâc da
vardır ki bunu, evvelce evii babalar giyerlermiş, oniki terkli tâc,
mücerretlere, yâni evlen-meyeniere mahsusmuş. Sonradan her baba, oniki terkli
tâc giyebilirdi.
Rıfâî, Kaadirî, Bedevî, Sa'dî taçları da oniki terklidir;
yalnız lenger kısımları düz ve yünden, dikişsizdir; Rıfâîler, bu dikişsiz yere
siyah, Kaa-tiirtier yeşii. Bedeviler kırmızı, Sa'dîler beyaz sarık sararlar.
Şâzilîlerin ser-puşiarı diiimsizdir ve beyaz destar sarınırlar. Kaadrrîlerîn
ayrıca üst tarafı sivri, üzeri nakışlarla bezenmiş, altı koyun yünüyle
çevrelenmiş tâc-iarı da vardır ki buna müjgânlı (kirpikli) tâc denir. Bu tacın
tepesinde mühür yoktur. Ayrıca dikişli bir tâc da Nakşıbendîlerin tacıdır.
Tâc geleneğini, rivâyetleriyle bildiren, her tarîkatin
taçlarını, şekillerini, destarlarını tesbît eden kitaplar da yazılmıştır ki
bunlara «Tâc-Nâ-me» denir.
Bektaşi'lerle Mevlevîİerde muhib ve kendisine tâc, yahut sikke
tekbir-lenmiş olan (bak: Tekbir) derviş, Dal-Tâc, Dal-Sikke giyer; yâni giydiği
taca ve sikkeye destar saramaz; destan yalnız Baba, yahut Mevlevî şeyhi
sarabilir. Öbür tarîkatlerde derviş, tâc giyemez, arkıyye giyer (Bu maddeye
bak).
Evvelce Bektâşilerde Elifî denen ve altı dört,
üstü iki terkli bir tâe da vardır {Elifî Tâc'a bk.).
Taht-ı Gadîru Hum
Taht-ı
Muhammed (S.M)
Üstüne
oturulan şey anlamına arapoa bir sözdür, Bektaşi meydanında, meydanın tam
karşı tarafında ve ortada üç basamaklı küçük bir kürsüye «Taht-ı Muhammed» (S.M)
ve «Taht-ı Gadîru Humm» denir. Bunun önünde «Meydan Taşı» denen ve ortasındaki
bir yerde o taşa gömülü, oniki köşeli ve Balım Taşı'ndan (Bu mad.'ye bk.),
yapılma bir taş vardır Konun Çerağı, bu taşın arkasına konmuştur; iki yanındaki
iki şamdanda birer mum vardır. Üstü yeşil çuhayla kaplı bulunan bu kürsünün her
üç basamağına üçer şamdan ve mum konmuştur. Böylece üç basamakta üçerden dokuz
mum, kanun çerağının iki yanında da birer mum bulunur ki böylece onbir şamdan
ve mum eder. Kanun çerağı bir sayılınca onunla oniki olur ki Oniki İmâm'a
işarettir. Kanun çerağının üç yalımı hesaplanırsa, ondört Ma'sum'a işaret olarak ondört eder.
Bu kürsüye, «Kürsî-i Gadîru Humm», yahut «Taht» denmesinin
sebebi şudur: Hazret-i Peygamber'in (S.M) Vida' haccından dönüşünde,
Gadîruhum'da, Hazret-i Alî'nin vilâyeti hakkındaki sözlerini ashaba
bildirmeleri için kendilerine, devee hamutlarından üç basamak minber
kurulmuştu. Bu kürsü, ona benzetilerek bu adla anılmıştır.
Tahta Sakal
Sakalı gür ve sık olan, göğsünü kaplayan kişiye bu söz söylenegel
mistir. Bu çeşit kişiye «Kabasakal» da denir.
Hak Erenler taklidimizi tahkıyka
ulaştıra Allah taklidimizi tahkıyk eyieye
«Taklid»,
takmak, eklemek, birisine uymak, birinin hâlini, hareketini yapmaya kalkışmak
anlamlarına gelir. Şer'de, bir müctehidin re'yine uymaya «Taklîd», uyana
«Mukallîd» derler. «Tahkıyk» gerçeklemek anla-mınadır. Her iki söz de
arapçadır. Tasavvuf ehlince taklîd, ha! ve makam ehlinin sözlerini söylemek,
huylarıyla huylanmamak, onlar gibi olgun olmadığı hâlde olgun görünmeye
çalışmak, gösteriş yapmak, suret uğruluğu (Bak: Suret) yapmaktır. Tahkıyk,
izafî varlığını anlayıp yokluğa ulaşmak, gerçek varlıkla varolmak, gösterişten
geçmek, bulunduğu hâlin ve makamın ehli olmaktır. Bundan dolayıdır ki
aralarında, «Hak erenler taklidimizi tahkıyka ulaştıra», «Allah taklidimizi
tahkıyk eyleye» sözleri duâ olarak söylenegeimiştir.
İsteyen
anlamına arapça bir sözdür. Alevilerde, bir ocağa, o ocaktan gelen dedeye
uyanlara o «Ocağın talibi», dede olmayanlara, yâni Hazret-i Peygamber (S.M)
soyundan gelmeyenlere umûmî olarak «Tâlib» denir. Bir Alevî, diğer bir
Alevî'nin, hangi ocağın talibi olduğunu anlamak için «Kimin talibisin» diye
sorar; o öo bağlı olduğu ocağı söyler; meselâ, «Ağu-çen (Ağu içen) talibiyim»
der.
Ayrıca türkçe yazılan tasavvuf kitaplarında, «Ey tâlib-i
esrâr-ı İlâhî», yâni ey İlâhî sırları dileyen hitabına sık sık rastlanır.
Târek
Tepe, başın üst kısmı anlamına farsça bir
sözdür; «Terk» tarzında söylenir; tacın dilimlerine denir (Tac mad.e bk.).
Arapça yol anlamına gelen Tanyk, Alevîlerce mukaddes tanınan ve
kayın ağacından kesilmiş olan yetmiş, yetmişbeş santimetre uzunluğundaki düz sopaya verilen addır.
«Tarıyk»e, «Evliya, Erkân, Dest-Çûp, Ser-Deste» de denir. En fazla «Tarıyk» ve «Erkân» diye anılır. Kayın
ağacının dalı kırılır, tekrar doğrultulup kırıldığı yer sarılırsa kırık dal,
kırıldığı dala kaynar; bu yüzden bu ağaca «Kayın» denmiştir. Netekim
dilimizdeki kaynata, kaynana, kayınbirader sözleri de sonradan sanıldığı gibi
baba yerine, ana ve kardeş yerine geçen anlamına «Kaaim» kelimesinden değil
«Kayın» sözünden gelmektedir ve alınan kadm dolayısiyle onun, yahut kadına,
erkeğinin babası, anası, kardeşi, kaynamış, iki aile birbiriyle kaynamış,
kaynaşmıştır; iki ailedeki baba, ana, kardeş, kız alan erkeğe, kocaya yaran
kadına kayınata, kaymana, kaymkardeş olmuştur.
Alevîlerin görgü âyininde, birbiriyle Musâhib olanlar (Bak:
Musâhib), DÖr'da (Bak: Dâr) yere niyaz edip elleriyle sürünerek dedenin
huzuruna giderler. Birinin zevcesi öbürünün, öbürünün zevcesi de onun ayak ucunda,
aynı tarzda gider. Her iki Musâhib de bellerine Tıyg-bend (bu maddeye bak)
yerine birer çevre bağlamışlardır. Dede ayaktadır ve «Tarıyk»i yeşil kılıfından
çıkarmıştır, sağ elinde tutmaktadır. Musâhibler, dedenin ayak ucunda,
birbirlerine karşı, birinin kolu, öbürünün başının altında, onun kolu öa
öbürünün boynunda olarak kucaklaşmış bir halde yatarlar. Rehber vazifesini
gören, her ikisinin ellerini yanlarına getirir ve başlarına, bellerine,
ayaklarına, «Tâc-i devlet, Kemer-best, Hâk-ü türâb» diyerek dokunur. Bunlar,
ölmüştür, rehber de elleriyle onları yıkamaktadır. Ayak uçlarında, onların
ayaklarına kapanmış durumda bulunan zevceleri, başlarındaki baş örtüsüyle, su
alır gibi ayaklarına dokunurlar. Dede;
«Hâl,
erenler hâlidir; Yol erenler yoludur;
Gaafil olman gaziler, Gelen üstad elidir
Bism'i Şâh, desîür-ı Halîfe» der ve «Aliâh,
Muhamrned, Ya Alî» diyerek sırtlarına o sopayla üç kere dokunur; «Diyelim
kalkmasına bîr Allah» deyince her ikisi de, ölümden sonra dirilirler, dedenin
ayaklarını öpüp kalkarlar. Dede bu sefer, sopayı, iki elini vücûdundan
ayırarak ufkıy tutmaktadır. Kalkanlar, dedenin sağ ve sol elini ve «Erkân»ı,
yâni sopayı öpüp sağ yandan, «Erkânsın altından geçerler ve ei ele tutuşup
«Lâîlâhe illallah» diye tevhid zikrine başlarlar. Herkes ayaktadfr; erkekler
önde, kadınlar onların arkalarında dururlar. Zâkirler (Bak: Zâkir) saz çalıp
nefes okumak suretiyle tevhîdi idare ederler. Herkes, bu suretle erkândan geçer,
tevhîd hızlanır; sonunda da «Şâh uçtu, Şah uçtu» deyip el çırparak tevhide son
verirler. Herkes yerine oturur. Sâkıylik eden, dedenin önüne.
içi su dolu bir tas getirir. Dede «Erkân» ı sol eliyle şakulî
olarak tasın içine dayar; tastan sağ eliyle aldığı üç avuç suyu, yukarısından
döker; sol eliyle kurular; kılıfına koyup yüksek bir yere bırakır. Bu törene,
«Erkândan Geçmek» denir. Sâkiy, dededen itibaren tastaki suyu herkese sırasıyla
ve «Saka Huseyn» diye sunar. Herkes bir yudum içer ve her içen, «Selâm'uHah
ala'l-Huseyn, Lâ'net'ullah alâ KaatH'il-Huseyn» diyerek imâm Huseyn'e selâm
verir, katiline lanet eder; bu sözü, onunla beraber herkes, yüksek sesle
söyler. Sonunda, aynı tarzda kendisi de darda oturup içer, kalkıp bir avuç
sağa, bir avuç sola, bir avuç da orta yere serper; tası götürüp ocağın yanına
bırakır. Dâr'a geçer. Dede ona, hizmetine karşılık bir gül-bang çeker. Sonra da
«Suyundan içene, altından geçene rahmet. Yerden göğe direk, Tarıyka terceman
gerek» deyip önüne bir mendil serer. Herkes, kalkıp gücü yeterince mendile bir
para bırakır, yerine oturur. Bu parayla «Tarıyk» a, cuma gecelen, durduğu rafta
bir kandil, yahut mum uyandırılacaktır. «Terceman», bu verilen niyaz ve
nezirdir.
Musâhib kavline yeni girenlereyse oniki Tarıyk çalınır; yâni
aynı tarzda oniki kere vurulur. «Manâki'b'ül-Esrâr Behçet'ül-Ahrâr», Hz.
Peygam-ber'in, Ali'ye, vefatından sonra Zülfekar çekmemesini vasiyyet ettiğini,
Hz. Alî'nin de Zülfekar'!, Neçef deryasına attığını, onun yerine Matrak
şeklinde bir ağaçla savaştığını, o ağacın, Zülfekar gibi düşmanları ikiye
(böldüğünü söylüyor (Bizdeki nüsha; 38.a ve 44.a). XVI. yüzyıi
şâirlerinden Hurûfî ve Otman Baba'nin yerine geçen Akyazlı
İbrâhim'in-müritîerinden olan Yemînî de «Fazîlet-Nâme» adlı manzum eserinde
aynı şeyleri 'bildirmektedir ki bu suretle böyle bir inancın Hurûfierde de .bulunduğunu
anlıyoruz (Ahmed Hızır ve Ali Haydar arafından İst. Cihan Matbaasında
bastırılan nüsha; 1325-1327; s. 262, 267).
Kayın ağacının mukaddes sayılmasına gelince :
Alâeddİn Ata-Melik-i Cüveynî'nin (681 H. 1283),
«Târîh-i Cihan-Guşâ»-sından şunları öğreniyoruz:
Uygurların oturdukları Karakurum ülkesinde
Tuğla ve Selenke ırmakları arasında ulu bir dağ ve bu arada İki ağaç var. Bu
dağa bir gece, gökten bir nur iniyor; altından da müzik sesleri geliyor; her
gece o çevreden bu sesler duyuluyor. Dokuz ay, on gün sonra orada bir kapı
açılıyor ve u'u çadırlara benzer beş konak beliriyor; her konakta, ağzında
emzik bulunan bir çocuk var. Uygurlar, onları alıp büyütüyorlar; birini de
kendi-ierine hükümdar yapıyorlar. O iki ağaç, bunların babalan ve analarıdır
İMîrzâ Muhammed b. Abdülvehhâb-ı Kazvînî'nin Önsözü, tashîhi ve hâ-Şiyeleriyle;
Leyden : E. J. Brill; İrnperimerie. Orientale; c. i, Londra - 1329 1912; s.
40-45). Uygurlar, sonradan bütün canlılardan, «Göç-Göç» sesini duyup oralardan göçüyorlar. Kondukları
yerlerde bu ses gene duyuluyor. Kona-göçe bir yere geliyorlar; ses Kesiliyor.
Beşbaiıg adını verdikleri o yerde yerleşiyorlar. Hükümdarlarına, mukaddes
sahip anlamına «İzi-Kut» diyorlar ve onun, Tanrı tarafından bir nurdan gebe
kalan ağaçlardan doğduğuna inanıyorlar. Cüveynî, bunu, içlerinden birinin
uydurduğunu, onları da inandırdığını söylüyor ve o ağacı, Kur'ân-ı Kerîm'in XVII. sûresinin (İsrâ') 60. âyetinden aldığı «Şeçere-i Mel'Ûne -
Lanetlenmiş ağaç» adıyla anıyor, «O lanetlenmiş ağaç» diyor, «Onların
evlerinde, dı-varda tesbît edilmiş olarak durur (Aynı; s. 45).
«Manâkib'ul-Esrâr»,
Hazret-i Alî'nin savaştığı Matrak şeklindeki ağaç hakkında, «Anı dürlü dürlü
şerh ederler. Bazıları ana «Dest-Çûb» derlen hâlâ tarikat erenleri ana
«Ser-Deste» derler; bu isim meşhurdur» demekte ve «Tanyk» a bu adların da
verildiğini bildirmektedir (44.a). Alevîler; o sopaya «Evliya» adını da
verirler. Onlarca, «Erkân» bâzı kere oynar, yılan olur, köy evlerini gezer,
dolaşır. Çelebi Cemaleddin, Alevîler! kendisine bağlamak ve babalara karşı
nüfuzunu güçlendirmek için «Tanyk» in aleyhinde bulunmuş, oynayışının, bir
tarafından kabuğu açılıp içi delinerek cıva doldurulduğunu, kabuğunun tekrar
kapandığını, ocağın yanında, hararetle cıvanın sopayı hareket ettirdiğini,
hattâ İmâm Huseyn'in başının, kayın ağacı dalına saplandığını telkjyn etmiş,
Alevîlerin bir kısmını kendisine
bağlamıştır (Bak: Vekîl).
Her halde «Tarıyk», Uygurların bu mukaddes
ağacının unutulmama-stndan yerleşen bir inançla doğmuştur.
Yol anlamına gelen arapça «Tarîka» sözünün
farsça ve türkcede söyleniş tarzıdır (Dört kapıya bakınız). Tasavvuf ehli
arasında oniki tarikat olduğu söylenirse de tarîkatlerin sayısı, hele şubeleri
de sayılırsa, bu adedi aşar. Meşhur olan oniki tarikat şunlardır:
Bayramı, Bedevi, Bektaşî, Celveti, Dısûkıy, Halveti, Kaadırî,
Mevlevi, Nakş-bendî, Rıfâî, Sa'dî, Şâziiî.
Bu oniki tarikat inancı, sayıyı Onfki İmâm'a uydurmak
için meydana getirilen uydurma bir İnançtır;
çünkü Bayrâmî tarîkati, Safavî, yahut Erde-&ÎIÎ denilen ve Halvetîlikten
ayrılan bir tarîkattîr. Celvetî tarîkati de Halve-tîHğin bir kotudur. Esasen
tasavvuf ehli, Haivetîliğe, otuzdörde varan şubeleri (Celvetiyye, Şa'bâniyye,
Ramazâniyye, Ahmediyye, Himmetiyye, Hâ$imjyye......)
dolayisıyle
«Tarikat kuluçkası» demişlerdir; sonraları bu söz,
«Tarikat
fabrikası» deyimini meydana getirmiştir.
Bir şeyi, bir malı dilediği gibi sarfetmek, kullanmak anlamına
arapça bir sözdür. Tasavvuf ehline göre, bir ermişin hayattayken, yahut vefatından
sonra, Tanrı'ya nazı geçmesi dolayısıyle dünya işlerinden bâzılarını düzüp
koşmasına, kendisine başvuranların dileklerini yaptırmasına derler. Melâmet
ehli, tasarrufu hoş görmez (Keramet mad.'e bk.).
Tarikat kuluçkası. Fabrikası
Taş Atan Bizden, Attıran Bizden Değiî.
Taş atana ekmek ver
Bu atasözü için «Taan eden bizden»
maddesine bakınız. «Taş atana ekmek ver» atasözüyse kötülük edene bile iyilikle
karşı durmayı öğütlemektedir.
Ehlisünnet tarafından Aievîlere verilen adlardan biri. Tavşan,
Şia'da, tırnaklı olduğu İçin haramdır;
Alevîler de bu yüzden, sebebini bilmecen tavşan yememeyei eâdet edinmişlerdir;
hattâ onlarda, bir de tavşan düşmanlığı meydana gelmiştir. Yolculukta, önlerine
tavşan çıkar, yollarını tavşan keserse,
bunu bile yomsuz sayarlar. Tavşan hakkında söylenmesine lüzum görülmeyen
çeşitli hikâyeler de uydurulmuştur.
Sarığın sol yandan, bir ucunun, sarığın yukarısından,
bırakılan, sarılmayan kısmına denir. Bu ucun, namaz esnasında sarıktan ayrılıp
soldan ve önden, sağ omuzun ardına atılması âdettir. Sağ ve soldan iki taylasan
bırakıp namazda sağdakini sol, soldakini sağ omuzun ardına atanlar da vardır.
Çene altından omuz arkasına atılması dolayısıyle taylasan'a, arap-ça «Çene
altı» anlamına «Taht'el-henk» de denir.
Tıyg-teber, şâh-ı levend
Bir sapa geçirilmiş, keskin yüzü kavis
tarzında, sapının iki ucuyla keskin yerinin ters tarafında birer sivri ve süngü
tarzında çelik bulunan,, sapından başka yeri yekpare olarak yapılmış olan
keskin balta. Seyyah dervişler, yolculukta, yırtıcı hayvanlardan, düşmanlardan
korunmka için ellerine teber, gittikleri yerlerde geçimleri ve konuk oldukları
tekkeye yar-dırr. için derip devşirdiklerini götürmek için de keşkül alırlar;
üşümemek, icap ederse üstünde yatmak için sırtlarına da bir post atarlar.
Teberin bir yüzlüleri olduğu gibi iki yüzlüleri de vardır. Bunlara «Bir yüzlü
teber, İki yüzlü teber» denir. Sapın alt ucundaki sivri yer, hem savunmak, hem
de gerekirse yere saplamak içindir. Keskin balta kısmının tersindeki ve sapın
üst ucundaki sivri kısımlar da savunmaya yarar.
Teber, Yeniçerilerde de savaş ve savunma
silâhıdır. Levend denen deniz erleriyle çıplak denen askerî taife de kılıç ve
teber kullandıklarından dilimizde «Tıyg-teber, şâh-ı ievend» deyimi çırılçıplak
kişiye, hiç birşeyi kalmamış müflise, mecaz yollu söylenegelmiştir.
Seher Abdal,
Yine seyyah oluban destim aldım teberi
Yine ben azm-i diyar etmeye kıldım seferi beytinde
seyyah oluşla Teber'i beraberce
anmıştır.
Tekbîrlemek, tekbîrfetmek
Tekbîr, arapça büyültmek, büyüklüğünü söyiemek, ululamak anlamına
bir sözdür. Bayramlarda, tekbir getirmek, yâni «Allah uludur, Allah uludur,
Allah'tan başka yoktur tapacak, Allah uludur, Ailâh uludur, Hamd Allah'a»
demek sünnettir. Bir hayvan kesilirken de, hayvanın yüzünü kıbleye çevirmek ve
boğazından keserken «Bismillâhi Allâhu ekber», yâni «Allah adıyla, Allah
uludur» demek gerektir ki buna «Tesmiye - Allah adını anmak» denir.
Tasavvuf ehlinde «Cihâz-ı Tarikat - Tarikat
Çeyizleri» denen tâc, des-îâr, kemer ve saire, dervişe, şeyh tarafından dualar
okunup tekbir getirilerek giydirilir, kuşatılır. Buna «Tekbîrlemek, Tekbîr
etmek, Tekbrrlettnek»
denir.
Tekkeye Hizmet
Eden Tekkeden Geçinir
Soyunan, yâni dervişliğe ikrar veren kişi,
tekkeye girer, orda kalır. Gördüğü muayyen
hizmet yüzünden orda yer-içer.
«Tekkeye hizmet tekkeden geçinir» atasözü, bunu anlatır (Astan med.'e bk.).
Tekkeye Kurban
Gelmek
Dervişler, adak dolayısıyle, yahut teberrük yoluyla tekkeye canlı
olarak koyun, keçi ve sair yenecek hayvan getirirler. Bunlar, tekkede
tığlahır, yâni kesilir, pişirilip yenir. Tekkeye çiğ et götürülmez; «çiğ»
sözündeki anlam dolayısıyle bu, caiz görülmemiştir. «Tekkeye kurban geldi»
sözü, tekkeye canlı hayvan geldiğini bildirir. Ayrıca bunun bir de cinaslı
anlamı vardır. Tekkeye varlıklı, yahut güzel, kendisinden faydalanılacak
birisi gelirse de anlam, bu sözie ifâde edilir.
Tekkeyi bekleyen çorbayı içer, Tekke meşrutası gibi
ev. Teki kenin çorbası su çıktı (Astan
mad.'e bk.).
Halka verir talkını, kendi yutar salkımı
Birisine birşeyi, bir sözü, bir inancı söylemek
anlamına arapça bîr sözdür, Şia'da ölü, kabre konduktan ve kabir örtülmeden,
ölüye hitaben, soru meleklerine vereceği cevabı söylemeye, Allah'ın birliğini,
Hazret-i Muham-med'in (S.M) hak ve son peygamber olduğunu, Onîki İmâm'ın
İmametini, kabir ve âhıret ahvâlinin, cennet ve cehennemin, ölümden sonra
dirilişin hak ve gerçek bulunduğunu söylemeye «Telkıyn, Tefkıyn vermek» denir
Kabir örtüldükten sonra ölünün en yakınının, kabir başında telkıyni tekrar
etmesi mustahabtır. Ehlisünnette telkıyn, ölü gömüldükten sonra verilin bu
telkıynde «İmametsin söylenmesi yoktur. Telkıyn, sünnettir.
Tasavvuf ehlinde telkıyn, dervişe, derviş olduğu,
tasavvuf yoluna girdiği zaman şeyh tarafından verilir; bundan dolayı da
Mevfevîler, ölüye telkıyn vermezler; buna karşılık, kabir çevresine toplanılıp
sayısız olarak fsm-i Celâl (Allah adı) çekilir ve defin gül-bangi denen şu
gülbang çekilir:
«Vakitler
hayrola, hayırlar feth ola, serler def ola. Garka-i gayrık-ı
Rahman derviş...... in
ruhu şâd-u handan, hâcesi hoşnûd ola. Dem-i Hazret-i Mevlânâ, sırr-r Şems-i Tebrîzî, kerem-î İmâm Ali, Hû diyelim, Hû.»
Bu gülbangten sonra herkes dağılır.
«Halka verir
talkını, kendi yutar salkımı» atasözü, umûmîdir ve herke se öğüt veren, fakat
verdiği öğüdü kendisi tutmayan kişiler hakkında söylenir.
Arapça, ocaklık, tandırlık, matba'h ve ocak hlzmetlerinds
giyilen libas anlamına gelir. Tennûr, ekmek pişirilen ocak, tandır, üstünde
yufka yayılıp pişirilen, kızartılan saç, fırın ve soba demektir.
Tennure, etekleri, ayaklardan biraz yukarıda olan,
belden aşağısı, adım atmak, yürümek için genişçe, beli dar, yakasız, kolsuz,
önü, bele kadar açık, üst tarafı bedene yapışacak tarzda dar olan ve hizmet
için giyilen libasa denir. Tennurenin alt kısmının, hizmet esnasında yürüyüp
koşarken açılması ve üst kısmının bedene yapışık durması için bele kemer kuşam
lir; bu kemer, enlice ve dövme yünden, çuhadan ve bir sarımîıktır.
Kaygusuz Abdal'ın,
Ben çalarım tanbura, Giyinirim tennure;
Hak çerağm uyara, Bu sakalı kırkarım
dediğine göre tennurenin, XV. yüzyıldan önce de Kaienderîler tarafından giyildiğini
anlamaktayız (Alevî-Bektâşi nefesleri; ş. 176).
Şîrî,
Aşk tennuresini bağlan irâdet beline
mısraında, tennurenin üstüne kemer
bağlandığını da bildirmektedir (Aynı S. 177).
Mevievîlerde iki çeşit tennure vardır; biri anlattığımız gibi
hizmet ten-nûresidiı ki bunu matbah canlan, yâni henüz çilesini bitirmemiş ve
hücre sahibi olmamış bulunan ve hizmette olan dervişler giyerler. Bu tennurenin
rengi, kir götürecek koyu bir renkte, meselâ koyu mavi, mor, yahut siyaha yakın
bir renkte olur. İkincisi semâ' tennûresidir. Semâ' tennuresinin etek kısmı
gayet geniş ve yerde sürünecek kadar uzundur. Semâ'-zenler, Sultan Veled
devrinde yürüyebilmek için, etek kısmını, «Tıyge-bend» denen bir iple yukarıya
çekerler; Sultan Veled devrinin sonunda bu ipi, göstermeden çözüp yerlerine
bırakırlar. Semâ'a giren Mevlevî, dönerken tennurenin etek kısmı, bir üçgen,
yahut sahan kapağı şeklinde açılmış olur; bunu sağlamak için de tennurenin
eteğine, ağırlık vermek için kalın bir kumaş, içten dikiiır.
Semâ', tennuresi çok defa beyaz renktedir. Mukabelede,
renklerle bir bozenti verilmek için koyu yeşil, pembe, mavi, kırmızı renkli
tennureler de olur ki Semâ'-zen başı, bunları giyenleri, mütenazır bir surette,
yanlara, yahut ortaya alarak semâ'da bir güzei görüntü meydana getirir.
Alevîler, şehirlerde ve bilhassa İstanbul'da, terazinin
dengesinde bir yanlışlık olabileceği, yahut tartışta bir yanlışlığa
düşülebileceği düşünce siyle teraziyle tartılacak şeyleri satmazlar, taneyle
satılan şeyleri satarak geçinirlerdi; bu yüzden de İstanbul halkı onlara
«Terazi tutmazlar» derlerdi, hattâ terazi tutamadıklarına inananlar bile
vardı; bu deyimle ae Atevî-leri anlarmış olurlardı.
Söylenen sözü, o dili bilen birisi, bilmeyenlere anlatır,
bildikleri dile çevirirse, o kişiye «Terceman» denir. Arapça bir sözdür.
Tasavvuf ehlinde, bir iş yapılırken okunan arapca, farsça, türkçe manzum, yahut
mensur ve anlamlarında duâ ve sena bulunan sözlere «Terceman» denir. Türkçede
du söz, «Tercüman» tarzında söylenir. Manzum tercümanların bâzılarının şâirleri
biliniyor; fakat çoğunun kimlerin tarafından düzüldüğü bilinmemektedir. Ancak,
şâirleri bilinenlerine nazaran bunların, tarikat kurucusu
tarafından tertiplenmeyip zamanla
eklendiğini ve okunmasının da okundukça
gelenek hâline geldiğini belirtmektedir.
Terceman, bilhassa Mevlevî ve
Bektâşilerde vardır. Tercemanla güi-bangin farkı şudur:
Terceman, günlük işlerde okunur, okunması için
bir topluluğun bulunması şart değildir. Güi-bang, tam bir duâ mahiyetindedir
ve toplulukta, şeyh, dede ve baba tarafından okunur. «Gül-bang Çekmek»,
«Terceman Okumak» tâbirleri de aradaki bu farkı gösterir. Gül-bang çekilirken
Bektaşi ve Alevilerde, muhib ve dervişler, niyaz vaziyetine gelirler; yâni
derviş cyaktaysa ayağını mühürler, ellerini niyaz vaziyetinde olduğu şekilde tutar;
oturanlarsa sağ ellerinin parmak uçlarını sol ellerinin parmak uçlarının
üstüne koymak aşrtiyle yere koyup başlarını ellerinin üstüne, secde vaziyetinde
korlar ve gül-bang'İn sonunadek, yüksek sesle «Allah Allah» derler; sonunda hep
birden «Hû» deyip niyazdan kalkarlar. Mevievîlerde gül-bang çekilirken sükût
edilip dinlenir; sonunda hep birden yüksek sesle «Hû» denir.
Tercemanlardan birkaç örnek verelim: Tıraş
Terceman! :
«Tıraş olmak
bugün minnet Huda'ya, Tevetlâ eyledik biz Mustafâ'ya; Teberrâ eyledik hem
Hâricî'ye, Olup bende Aliyül-Murtazâ'ya.»
Tıraş olduktan sonra okunacak Terceman :
«Tıraş olduk
buğun Elhamdü İtilân, Huda birliğine e'ş-şükürü lillâh. Muhammed'le Alî'nin
hürmetiyçün Bu dergâhtan ayırma ey Ganî Şah.»
Bu iki terceman, Bektâsilere aittir ve çhâr-darb
tıraş olurken ve olduktan sonra okunan tereemanlar olsa gerek. İkinci
tercemandaki «Gani Şâh», bu adla da anılan ve Bektaşi olmayan, hattâ
Bektaşiliğe ve Bektâsilere karşı olan ve 883 hicrîde (1478 M.) vefat eden
Hurûfî Otman Baba olabilir. Bu takdirde bu terceman, Otman Baba mensuplarına
aitken Bektaşiliğe ve Bektâsilere geçmiştir. Netekim, Babaya karşı çerağcı
(Mumları yakan} tarafından, çerağlar uyandırılmadan okunan,
«Şem'-i
teviîk-ı hidâyettir yüzün, Ehl-i Nâcî'ye beşarettir yüzün; Hacc-u ihrâm-u
ziyarettir yüzün, Bî bidayet, bî nihayettir yüzün»
tercemanı
da FazFuüâh-ı Hurûfî'nin
halîfelerinden Seyyid Nesîmî'nindir. Kanun çerağını uyarma
tercemanı:
«Cerâğ-ı
Ruşen, fahr-i dervîşan, Dem-i âlî-şan, Pîr-i Pîran, Şâh-i Horasan, Ber cemâl-i
Muhammed, Kemâl-î İmâm Huseyn-i Alî, zât-ı pâk-i Mu-hammed Mustafa'râ salavât.»
Öbür
oerağları uyandırırken okunan terceman:
«Seyyid'ü-sâdât,
Muhibb'üs-sâdât, hulâsa-i mevcudat, Fahr-i Kâinat Muhammed Mustafa'râ salavât;
ber cemâl-i Muhammed, kemâl-i İmâm Huseyn, Muhammed Mustafa'râ salavât.»
Mürşidin huzurunda, yahut bir türbeye girilince okunacak
terceman:
Cemâlindir senin nûr-ı İlâhî, Yüzündür âlemin tnihr ile mâhı,
Ayağın bastığı ey nmazhat-ı Hak, Bu kemter basımın tâc-u külahı, Selâm olsun
sana dünyâ-vü ukbâ, Ki sensin dîn~ü dünya pâdsâhı.
Hâsılı yatağa girilince, uyanıp kalkılınca, yüz yıkarken, tâc
tekbirlenirken, tarikat çeyizleri
tekbîr edilirken, yeni ay görülünce ...... herhangs
bir iş yapılırken mutlaka mensur, yahut
manzum olarak tertiblenmiş bir terceman vardır ve okunur.
Bu tercemanların çoğunu «Fütüvvet-Nâme»lerde
bulmaktayız. Bu bakımdan Alevî-Bektâşilerin tercemanlarının çoğunun fütüvvet
ehlinden alındığını anlıyoruz; esasen Bektaşi erkânı da Fütüvvet erkânının bir değişik
şeklinden ibarettir.
Mevlevîlerde de terceman vardır; fakat azdır. Fatiha istenince
mürşit, yahut hâl ehli birisi tarafından şu terceman okunur:
«Feth-i
fütûh-ı kâinat, feyz-i füyûz-i mümkinât, masdar-u mevrîd-i sıfat Ahmed-ü âfrâ
salât.» Ondan sonra «Fatiha» denir, hamd ve İhlâs sûresi okunur; sonra kısa
bir gül-bang çekilir (Mevlevi Adâb ve erkânı; İst. İnkılâp ve Aka Kİtabevi -
1963, s. 130).
Sabahleyin türbede yanmakta olan kandil, yahut
mum dinlendirilirken şu terceman okunur:
«Çerağ-ı
bâtın iken nûr Ahmed, lyân oldu
doğup şems-i Muhammed.» (Ayni; s. 148)
Yolculuğa çıkılacağı vakit şu terceman
okunur, sonra sefer gül-bangi çekilir:
«Bidih mera
to Hodâyâ derin hoceste sefer Hezâr nusret'U şâdî, hezâr feth-u zafer;
Be hormet-i se Muhammed, be hakk-ı çhâr Alî
Be du Hasan, be Huseyn u be Mûsiy-u Cafer.»
(Aynı, s. 130).[23]
Bu kıt'a, Şeyh Galib'in divanında mevcuttur. Ayrıca türkçesi,
Fütüvvet ehli tarafından da okunmaktaydı.
Ancak şunu da söyleyelim ki Mevlevîlerde terceman pek azdır,
ter-cemânın yerini gül-bangler alır (Mevievî /Köob ve Erkânı»nda 148. sahife-ye
de bakınız).
Öbür
tarîkatlerde terceman yoktur. Ancak Kaadirîlerin bir kısmıyla rtıfâî ve
Sa'dîler, Fütüvvet erkânından birçok şeyler aldıkları gibi, terce-manları da
almışlardır; esasen Anadolu'da Alevî bir neşeye bürünen bu tarîkatler,
Bektaşilikle yoğrulmuştur denebilir.
Terk-i
Meslek, Terk-i Nishet Gibidir
Tasavvuf ehli, bulunduğu, koşulduğu işi, vazifeyi,
kendi dileğiyle bırakamaz; onu sevmesi, benimsemesi, ona bağlanması, o işte Heri
gitmesi gerektir. O iş, o hizmet, o vazife, âmiri tarafından, daha üstün bir
işe, bir hizmete, bir vazifeye döndürülür, o işe koşuiursa kabul etmesi
gerektir, fakat kendi dileğiyle vazifesini bırakmak, nisbetini, yâni intisâb
ettiği ta-rîkaEi ve mürşidi, pır tanıdığı ereni bırakmakla bir sayılır ve bu,
pek büyük bir suçtur. Bu gelenek, tasavvuf ehlini işinde sebata ve ilerlemeye
. iten bir gelenektir. Bu inanç, «Terk-î meslek, terk-i nisbeî gibidir» atasözünü
meydana getirmiştir.
Türbelerde, taneleri baş parmağın iki boğumu kadar, hattâ
daha da büyük, doksan dokuziuk, yüzlük teşbihler vardı. Ekseriyetle tarikat
er-bâbindan olan yatırın türbedarlan, küçük çocukları, hastaları okuyup
üfle-ler, sonra da çocuğun, hastanın durduğu yere, çevresini kuşatmak üzere bu
teşbihi atarlar, onu, teşbihe bastırmadan, teşbihin üstünden atlatırlar, bu, üc
kere tekrarlanır. Buna «Teşbihten geçmek, Teşbihten geçirmek» denirdi. Bununla
çocuğun nazara uğramamasının, hastanın hastalığının geçmesinin sağlandığına
İnanılırdı.
Halk arasında, münasebetsiz şeyler yapanlara,
uygun olmayan bir söz söyleyenlere, «Papucu büyüğe git de seni teşbihten
geçirsin», «Sen bu günlerde teşbihten geçmemişsin galiba» tarzında sözler
söylenirdi.
Teslim, esenliğe ulaşmaya, kulun bütün irâdesini
Tanrı'ya vermesine, kendisinde hiçbir varlık görmemesine denir. Tasavvuf ehli
arasında «Teslimiyet» tarzında da söylenirdi ve dergâhlarda, daha fazla celî
sülüsle «Âh teslimiyet» yazılı levhalar bulunurdu.
Bektâşilerde «Teslim Taşı» denen ve el ayası büyüklüğünde olup
kenarları, ters kavisli
oniki dilimli bulunan.
Balım taşı, boyuna
tar. Teslim Taşının
üstünden aitınadek bir üstüvânî delik vardır. Üstünde ve altında, iri fındık
büyüklüğünde, kenarları düzlenmiş, altışar köseli, ortası yukarıdan aşağıya
delik, gene Balım taşından birer habbe bulunur. lYukardaki habbeden geçen ve
Teslim Taşından öbür habbeye ulaşan kadınca ve renkli yün, yahut pamuktan
örülmüş ipin aşağı ucu, yumak şeklînde örülmüştür. Ait kısımda, her iki uçları
yumağa geçmiş oniki ipten birbirine eklenmemiş başka bir yumak sarkar; Taş,
göğsün kalb hizasına aplir; derviş ve muhibbe baba tarafından tekbîrlenerek
takılır.
Tevekkül
Deveni bağla da sonra tevekkül et Tevekkülün
gemisi batmaz
Arapça dayanmak, güvenmek anlamına gelir. İslâmda tevekkül, bir
asin dilendiği sonucu vermesi için her türlü gereken şeyleri yaptıktan sonra
sonucun hayırlı ve dileğe uygun olması yolunda Allah'a güvenmek ve dayanmaktır;
bir işi başıboş bırakarak sonuçlanmasını beklemek, Allah'a b\i tarzda dayanmak
«Tevekkül» değildir. Netekim devesini başıboş bırakıp mescide gelen kişiye
Hazret-ı Peygamber, «Deveni bağla da dayan» buyurmuşlardır (Cami1; Iİ, s. 73).
Bu hadîsin türkçe meali, «Deveni bağla da sonra dayan», «Deveni
boğla da sonra tevekkül et» tarzında ve atasözü olarak söylenegelmiştir.
Tevekkülün gemisi batmaz» atasözü de
dayancın insana vereceği mâ-ıevî gücü
bildirir.
Hazret-i
Peygamber'! (S.M) ve Ehlibeytini sevmek, onları sevenleri sevmek, sevenleri sevenleri böylece
sırasıyla sevmek, onların yolunda ol-iak, onlara uymak
tcTevellâ», on!arı sevmeyenleri,
onlara zulmedenleri
sevmemek, onları sevmeyenleri
sevenleri de sevmemek
«Teberrâ» dır.
Tevellâ ve Teberrâ İmâmiyye'de «Fürû'-ı Din» dendir; yâni namaz,
oruç, hac, zekât, humus, cihad, yâni imâmın emriyle din uğrunda canla-başla
savaş, emr bil-ma'rûf,yâni din hükümlerini buyurmak, neyhy an'il-mûn-ker, yâni
dinde yapamaması gereken şeylerin yapılmasına eliyle, diliyle,/ gönlüyle karşı
durmak, engel olmak gibi inkârı, dinden çıkmayı mucip/ olan şeylerden ikisidir; böyleoe «Fürû'-ı Din»
on olur.
Kıhç bağı anlamına farsça bir terkiptir. Bektâşilerde,
tarîkate girecek adamın bir kurban kestirmesi şarttır. Bu kurbanın yününden
örülen ve bele kuşandıktan sonra uçları, dize kadar inecek uzunlukta olan yün
kuşağa «Tıyg-Bend» denir. Bir parmak enliliğinde olan bu yün kuşağı, rehber,
tarîkate girecek kişinin boynuna takar, onu sol tarafına alır; Tıyg-Bend'in
uçlarını avucuna toplar, aynı zamanda talibin, yâni tarîhate girecek kişinin
sağ elini de sağ eliyle, bey'at eli usulünce tutar, babaya götürüp teslim
eder. Baba, Tıyg-Bend'i talibin boynundan alır; ortasında, belî-nin ardına
gelecek yere, birbirine bir karış yakınlıkta iki düğüm düğümler. Bu iki düğümün
biriyle talibin elini, öbürüyle dilini mühürlemiş olur. Bu iki düğümün ortasına
da, beline bağlarken açılacak tarzda bir ilmek yapar; bununla da belini harama
bağlamış olur; beline bağlarken açılan bu ilmek, talibin belini helâline
açmaktır. Bu suretle Tıyg-Bend'i talibin beline bağlar; elinin, dilinin,
belinin bağlı olması gerektiğini de, «Elin tek, dilin pek, belin berk tut»
öğüdüyle bildirir. Mücerred ikrân veren kişinin Tıyg-Bend'inde ilmek yoktur;
üçüncü bir düğüm vardır. Mevleviler, Mukabelede, Sultan Veled devri'nde, yere
sürülmemesi için tennurelerini kastıkları
kuşağa, yahut ipe bu adı verirler (Tennûre'ye bk.),
Tıyg-Bend,
Fütüvvet ehlinin «Şedd»inden
geçmedir; Mevlevîlerdeki
«Elifî Nemd»
de «Şedd»den geçmiştir (Şedd'e bk.).
Tığlamak
Tı-yg, forsça kılıç anlamına gelir. Tasavvuf ehlince, kesmek
yerine kullanılan bir tâ'bîrdir. Tasavvuf ehli koyun vesaire kesmeye, kesmek.
boğazlamak yerine «Tığlamak» derler.
Arapçadir. Eskiden değerli mücevherler, paralar, yıkık yeriere
gömü-jür, bulunmaması için de bu işi başardığına inanılan kişilere okutulur,
bu-bun sonucunda, oraya yaklaşan kişiye bir ejderhânın, korkunç bir zencî-lin
görüneceğine, oraya yönelecek kişiyi korkutup kaçıracağına inanılır İı; buna
«Tiltsm», türkçede söylenişine göre «Tılsım» denir, bunu yapmaya, yaptırmaya
«Tılsım yapmak, yaptırmak, Tılsımlatmak», bu çeşît defineye de «Tılsımlı»
denirdi.
I Çeşitli dertten, felâketten kurtulan
kişiye de «Tılsımı
var, Tılsımlı adam» derlerdi.
Sûfîler, bedeni, tılsımlı bir defineye, nefsi yılana
benzetmişler, defineyi elde etmek için tılsımın bozulması gerektiğini belirten
çeşitli beyitler söylemişler, bu hususta çeşitli mazmunlar düzmüşierdîr.
Bozup bu genc-i vücûdun tılısmını zâhid, Defineyi
alıver sırr-ı vahdete eregör[24]
beyti, bunlardan
biridir (Viranelerde define
bulunur mad.e bk).
Tilki Kuyruğunu Hatırlama, Aklına Getirme. Tilki Kuyruğunu Hatırladı
Bu deyim, şu fıkradan doğmuştur:
Şeyhin biri,
dervişine, «Derviş kardeş» demiş, «Filân yere git, filân işi 9ör, gel; yolda
derin, yeğin akar bir su vardır; oraya geünee fakıyre rabıta yap, destur de,
ayağını suya bas; hiç merak etme, batmazsın.» Derviş eyvallah deyip huzurdan
geri-geri çekilirken, şeyh bağırmış:
— Hâ,
söylemeyi unuttum, suya basarken sakın tilki kuyruğunu aklı-na getirme, yoksa
batarsın; suç fakıyrde değil.
Derviş ısmarlanan
işi başarmak için yola
düşmüş, ırmağa gelmiş
Rabıta yapıp ayağını suya atacak;
atacak ama tilki kuyruğu aklından çıkar
mı hiç? Kabahat ne
şeyhte, ne dervişte, tilkinin
kuyruğunda!
Topuğa Çıkmak, Çıkmamak
Su hakkında kullanılır. Suyun topuğa
çıkması, topuğu aşması, yâni topuktan yukarıyadek, ayağı kaplayacak kadar derin
olması gibi. Tasavvuf ehli, vakitsiz ve ehliyetsiz kişilerin davalara
girişmelerini, iddialara kalkışmalarım topuğa çıkmayan suların denizle savaşına
benzetmişlerdir. Yunus Emre,
Aşkına düşen âşıklar, içer ağuyu nûş eder Topuğa çıkmayan
sular, deniz ile savaş eder[25]
beytiyle bunu pek güzel canlandırmıştır.
Arapça toprak anlamına gelen bu söz, türkcede, bir yatırın
yattığı yere, bilhassa üstüne yapı yapılmışsa o yapıya denir. «Filân zâtın
türbesine gittik» gibi de tahsisle söylenir. Konya'da «Türbe» sözü, mutlak olarak
söylenirse Mevlânâ'nm türbesi anlaşılır (Bak: Mevlânâ Celâleddin, İti. basım;
İst. İnkılâp Kitabevi - 1959; s. 268; 34. Not).
İmâmiyye'de
«Türbe» ve «Türbet», İmâm Huseyn'in toprağından yoğ-ruiup kaiıplaştınian ve
teberrük yoluyla seode edilen toprak kalıbına denir (Bak: Gevher).
Uçmak
Biz uçurduk, o konmasını bilmedi
Merdeyse uçacak
Şeyh uçmaz,
dervişleri uçurur
“Uçmak” sözünün çeşitli anlamları vardır. Büyük şâir Yunus
Emre,
Uçmak uçmağum dediğin, mü'rninleri yetlediğin,
Bir ev ile
birkaç huri, nazarım yok koçtnak için.
Kullar senin, sen kulların, günahları çok bunların;
Uçmağına koy
bunları, binsinler bur ak Çalab'ım
gibi beyitlerle «uçmak» sözünün, türkcede «Cennet»
anlamına geldiğini tesbît etmiştir. Bu söz, havalanmak; kanatlı, kanatsız,
yerden göğe doğru ağmak, oturduğu yerde atıp tutarak kendini büyük göstermeye
çalışmak, birisini haddinden fazla övmek anlamlarına da gelir. «Kuş uçtu» sözü,
ku-Şun havalandığını bildirir. «Adam, nerdeyse uçacak», «Adamı bir uçurtmadığın
kaldı», «Adamı amma da uçurdun» sözleri, birisinin kendini fazla övdüğünü,
birisinin fazla övüldüğünü anlatır. Çok sevinmeyi de «Uçmak» sözüyle ifâde
ederiz. «Bugünlerde uçuyor», «Sevinçten uçtu» gibi. Kendini zevka, eğlenceye
kaptırmayı da bu sözle belirtiriz. «Bugünlerde uçuyor, bakalım, nereye konacak»
gibi. «Uçarı» sözü de fazlasıyla zevka düşkün anlamına
gelir; bu söze «Çapkın» sözünü eklediğimiz de olur; «Uçarı çapkın» gibi.
Kendini fazlasıyla ibâdete veren, bu hususta gösteriş de yapan kişinin hâlini
de, «Adam nerdeyse uçacak» sözüyle anlatırız ve bu sözle gösteriş yaptığını da
belirtmiş oluruz.
İnsan,
zaman-zaman, çeşitli kanatlar takınarak uçmayı da denemiştir (Bu hususta «Mesnevi Şerhi»nin VI. cildine
bakınız; s. 210-211).
Dervişler, şeyhi yüzüne karşı övdükleri, her sözüne karşılık
«İbraz-! keramet buyurdunuz erenler» dedikleri zaman şeyh, gönül alçaklığı göstererek,
«Biz uçmayız, dervişler uçurur» atasözünü söylerdi. Bu atasözü, «Şeyh uçmaz,
dervişler uçurur» tarzında da söylenirdi.
Bir de, «Biz, uçurmasına uçurduk, fakat o,
konmasını bilmedi» sözü vardır ki bu söz, bir fıkraya dayanır; yahut bu sözden
bîr fıkra meydana gelmiştir:
Edirnekapısından Ortakcılar'a giden yolun sol
tarafındaki türbesinde yatan ve 1270 hicrîde (1853) vefat eden Bektaşi Salih
Mustafa Baba'ya bir gece mahabbet esnasında, erenler demişler, nazarınızdan bir
keramet görmek isteriz. Baba erenler, buyurun demiş, ne istiyorsanuz söyleyin.
Birisi, erenler, bizi uçur demiş. Baba, Eyvallah, uçururuz deyip mahatobeti
sürdürmüş. Sabah ezanına yakın, canlardan birkaçını alıp kale bedenine doğru
yürümüş. Civardan saman getirenler, şehre nakletmek İçin kale bedeninin
kıyısına dağ gibi yığmışlar; baba erenler, orasını gözleyip «Çıkın kaleye,
niyaz vaziyetinde durun; fakıyr gül-bang çekip Gerçeğe Hû deyince kollarınızı
açın, bırakın kendinizi» demiş. Halk da nasılsa bunu duymuş; Bektaşi babası
dervişlerini uçuracakmış. Namazdan çıkan, kale dibine toplanmış. Baba,
gül-bangi çekip «Hû» deyince canlar, kendilerini bırakmışlar ve samanların
üstüne düşmüşler; onlar kalkıp üstlerini temizlemeye çalışırken halk, «Zındık
herif, sanki keramet gösterecekti» dîye söylenmeye başlayınca Baba erenler
onlara, «Yoo» demiş; «Kabahat bizde değil; biz ucurduk, onlar konmasını
bilmediler.»
Ulemânın Yanında Sözünü, Evliyanın Yanında Özünü Gözet
Bu atasözündeki «Ulemâ», din bilginleri
anlammaysa da her çeşit bilgi erbabı için de doğrudur. Bir bilginin yanında, o
bilgiyi gereğince bilmeyenlerin, o bilgiden bahsetmesi, kendisini alçaltır,
bilgisizliğini meydana kor. Erenlerse, inanca göre, herkesin gönlündekileri
bildiklerinden.
insanın oniara karşı özlerini gözetmesi gerekir. Atasözü, bunları
anlat maktadır.
Ulular Köprü Olsa Basıp Geçme
Yaşça, yahut yolca ulu olan kişinin gönül alçaklığına, yahut
herhangi bir sebeple düşkün bir hâle gelmesine karşılık ululanmamayı öğütleyen
pek güzel bir atasözüdür.
Uluların Sözü Yere Düşmez Dünya Durdukça
Yaşça, yahut yolcu ulu olanların sözlerinin dinlemesi
gerektiğini, yaş,, mevki ve olgunluk bakımından gerçekten uluysa tecrübesinin
de onu olgunlaştırdığı cihetle sözlerinin tutulması icap edececeğini öğütleyen
bir atasözüdür.
Ulunun Gönlü Mum Gibi Gerek
Bu atasözü, ulu kişinin gönlünün, taş gibi
katı olmaması, küçücük bir kusura karşı hemen kırılmaması gerektiğini bildirir.
«Doğru ol ama mum gibi, taş gibi değil» atasözü de aynı mealdedir. Kusura karşı
mum gibi eğilse bile sonra gene doğrulabilen, kırılmayan, kusurları bağışlayan
ulu, bu hareketiyle kusurlunun, bir daha o kusuru yapmamasını da sağlamış olur.
Üçlemek
Üçleyelim,
beşleyelim, ot yâri bekliyelim; ol yâr bezme gelmezse, intizâr ey ley elim
Birşeyi üç
kez yapmaya denir. Bektâşiler, «Mahabbet» dedikleri içkili mecliste, önce, meze
almaksızın üç kadeh dem, yâni rakı içerler. Sâkıy, önce kadehi babaya sunar.
Baba, bir yudumda içip kadehi sakiye sunar. Sâkıynin sol elinde sürahi vardır;
sol ayağını yere dayamıştır, sağ dizini dikmiştir. Kadehi sağ ovucuyla kavrar,
baş parmağını kadehin üstüne dayar. Baba da kadehi, sakiye bu tarzda verir;
sâkıy kadehi doldurup aynı tarzda, kıdem sırasıyla birer-birer canlara sunar;
en sonunda kendisi içer ve iki kere daha babadan itibaren canlara verir;
üçüncüden sonra kadehi doldurup sofraya, babanın önijne kor. Buna «Üçlemek»
denir. Atasözü olarak söylenen,
Üçleyelim
beşleyelim;
Ol yâri
bekleyelim;
Ol yar bezme gelmezse
İntizâr
eyleyelim
sözüyse görüldüğü gibi manzumdur. Bektâşiier arasında
söylenegelen bu söz, belki de bir şiirin dörtlüğüdür. Sondaki «intizâr
eyleyelim», hem «bek-üyelim», hem de «ilenelim» anlamlarına gelir ve bu sözde
cinas vardır.
Aynı zamanda abdestte ağza, burna üç kere su vermek sünnet olduğundan
«Üçlemek» sünnete riâyet etmek anlamına da gelir (Kutb ve Yedi mad'lerîne
fok.).
Üstad
Üstadına
rahmet
Üstad önünde
diz çökmüş
Üstad
görmeyen şagird, her tarafa yorgalar Üstad önünde perende atılmaz
Üstad, halk
dilinde usta tarzında söylenegelmiştir. «Üstadına rahmet», iyi ve yernide iş
gören kişiye söylenir. «Üstad önünde diz çökmüş» deyimi de bu çeşit kişi
övülürken söylenir. «Üstad görmeyen şagirt, her tarafa yorgalar» atasözüyse,
İşini bir ustadan öğrenmeyen çırağın, çarpın-sa, çırpınsa bile doğru -düzen bir
iş göremeyeceğini bildirir. «Üstad önünde perende atılmaz» atasözü de üstada
karşı hüner gösterilemez anlamını vermektedir. Bu deyimler ve atasözü,
Fütüvvet ehlinden kalmadır.
Üzüm Çöpsüz Olmaz
Bu atasözü, «kul kusursuz olmaz», yahut
«kusursuz ku! olmaz» ata-sözünün mealini vermektedir. Antalya yörelerinde
söylenegelen «Çürüksüz muz olmaz» atasözü de aynı mealdedir.
Arapça bir sözdür. Birlik, tek ve yalnız kalmak anlamlarına
gelir. Sûfî-ier, uykuya, «Vahdet» derler. «Vahdette, vahdet ediyor, vahdete
çekildi»,
uykuda, uyuyor, uyumaya gitti demektir.
Aynı zamanda «Kesrette Vahdet», yâni çoklukta birlik, halk
içinde, işle - güçle, alış-verişle uğraşırken dahi herkesin ve herşeyin, Tanrı
kudretinin, Tanrı hikmetinin tecellîsi olduğunu bilerek gönlünü Hak'tan ayırmamaktır;
«Halvet der Encümen», yâni toplulukta yalnızlık da aynı anlama gelir.
Tasavvuf ehli, uykudan uyanan, abdest alıp ihvan
arasına katılan kişiye de «Vahdetler aşk olsun» derler. Bu tâbir bilhassa
Mevleviler!e Bektâşiler arasında yaygındır.
Kendini vakfetmiş
Vakıf çeşmeden su içme
Vakıf lakırdı para etmez
Vakıf, mülk olsa da kimseye mal olmaz
Vakıf sabunu yiyen farenin gözü kör olur
Durdurmak anlamına arapça bir sözdür. Bir mülkü,
Allah rızâsı için âmme hizmetine, şartlara bağlamak üzere vermeye «Vakfetmek»,
vakfedilmiş mülklere de vakıflar anlamına «Evkaf» denir. İslâmda, vakfedenin
şartı, şeriat hükümleri gibi mutlaka riâyet edilmesi gereken şarttır ve bu,
«Şart-i Vâkıf, Nass-ı Sâri' gibidir», yâni vakfedenin şartı, şeriat hükümlerini
bildiren ve Tanrı tarafından emredilip Peygamber tarafından tebiıyğ olunan
kesin hükümler gibidir cümlesiyle belirtilir.
Eskiden, padişahların gazebine uğrayan kişilerin
mallan müsadere edilir, yâni padişah haznesine alınırdı. Bu yüzden, mülk ve
arazi sahipleri, evlâtlarını, aile efradını, mütevelli, yani vakfı idareye
memur ederler, evlâttan evlâda bu mütevellîlik yürümek ve onlara vakıftan pay
verilmek şartlarını koşarlar, mülklerini, yerlerini bu şartlarla vakfederler,
böylece soylarının geçimini sağlamış olurlardı. Bu çeşit kişilerin malları,
neröen ve nasıl kazanıldığı tam olarak bilinmediğinden haramdan çekinen
kişiler, vakıf malına rağbet etmezlerdi. «Vakıf çeşmeden su içme» atasözü, bu
inancı belirtmektedir. «Vakıf lakırdı para etmez» atasözü, şarta bağlı sözün ve
vaadin hükmünde kesinlik olmadığını belirtir. «Vakıf, mülk olsa öa kimseye mal
olmaz» atasözüyse, vakfı idare eden kişinin, onu, kendisine mal edemiyeceğini
bildirir. «Vakıf sabunu yiyen farenin gözü kör olur» atasözü de, vakfın,
âmmenin faydasına verildiğini, bu yüzden de ona hıyanette bulunanın
onmayacağını anlatır.
Kendini canla - başla bir işe veren kişiye de «Kendini
o işe vakfetmiş» denir.
Vakitsiz Öten Horozun Başı Kesilir
Horoz sabaha karşı ötmeye başlar; horozun geceleyin
ötmesi, her halde, uyuyanları uyandırması, hastalan rahatsız etmesi, çocukları
ürkütmesi yüzünden, uğursuz sayılmıştır ve gece öten horozun kesilmesi, bu
uğursuzluğu giderir inancı yayılmıştır. Bu yüzden, vakti gelmeden,
olgunlaşmadan bir işe girişen, dâvaya kalkışan kişi de vakitsiz öten ho-oza
benzetilmiş, hakkında bu atasözü söylenir olmuştur.
Varını ortaya koyan utanmaz
Varım veren
utanmaz
Arapça «Cömertlik, vardan olur» anlamına gelen atasözünün
meâ-iiclir. Bu atasözleri umumî olmakla beraber daha ziyâde tasavvuf ehli tarafından
söylenegelmiştir.
Bilgisine, güzelliğine, gücüne, malına - mülküne
güvenip kendisine varlık vermeye, benliğe düşmeye «Varlık - Benlik» denir. Kul
Himmet, varlığı, benliği bir kaleye benzeterek, bundan kurtulanları.
Sıratı, mizanı bunda geçmişler, Varlık-Benlik kafasını
yıkmışlar;
Al giymişler, yas donundan çıkmışlar, Gece
kadir, gündüz bayram günleri
dörtlüğüyle diie getirmiştir (Alevî - Bektaşi Nefesleri; s. 32).
Gelirler anlamına arapça bir sözdür ve umumî olarak
bu anlamda kullanılır. Sûfîlerdeyse «Varidat», ilham yoluyfa kalbe gelen ve
söylenen sözlere, sohbetlerdeki konuşmaya denir. Netekim Sımavna Kadısı oğlu
Bed-reddin'in (823 H. 1420) konuşmalarının yazılmasından meydana gelen kitabına
da «Varidat» adı verilmiştir (Sımavna Kadısıoğiu Şeyh Bedreddîn; İst. Eti
Yayınevi - 1966, s. 30-31). Bu çeşit tasavvufî sohbetlere «Maârif-î İlâhiye» ve
«Maârif» adı da verilmektedir (Bak: Maârif).
Vavsız Evliya
Arap alfabesiyle «Evliya», «V» siz
yazılırsa «İlya» olur ki Hristiyan adıdır. Tasavvuf ehli, erenlerden olduğunu
iddia eden, boş yere dâvaya kalkışan, fakat dâvasını mânâya ulaştıramıyan,
hareketleri ve halleri, onların hareketlerine, hâllerine uymayan suret
uğrularına «Vavsız evliya» derler, bu çeşit kişilerin erenlikle değil, imânla
bile bir alışverişleri olmadığını anlatmış olurlardı.
Birisi tarafından, bir işi görmeye koşulan ve
kendisini temsil eden kişiye denir Vekil, arapça bir sözdür. Alevîler, «Ocak»
denen ve seyyid olduklarına inanılan kişilere uyarlar. Hacı Bektaş'ın nefes
evlâdı sayılan Bektaşi Çelebileri de bir ocaktı ve onların da tâiibleri vardı
(Bak: Oeak, Tâli'b). Fakat son zamanlarda, bilhassa Çelebi Cemâleddin
Efendi'nin çelebiliği zamanında, çelebilerle Hacı Bektaş'taki Bektâşilerin Dedebabası
arasında kırgınlık meydana gelmişti. Bunun üzerine Cemâleddin Çelebi,
Alevîlerin bulundukları köylere vekiller göndermiş, Alevîliğin ser-çeşmesi
(Bak: Ser) olduğunu, kendisinden icazet almayan dedelerin, tâiibleri
gö-remiyeceklerini (Bak: Görmek, Görülmek). Tarıyk'ie (Bak: Tarıyk) görülmenin
bâtıl olduğunu, Kerbelâ faciasında İmâm Huseyn'in başını dikmek için Yezid'ler,
hangi ağaçtan dal koparmak istemişîerse o ağacın baş çekip dai vermediği hâlde
kayın ağacının dal verdiğini ve başının o dala geçirildiğini îelkıyn etmiş,
;böylece vekillere uyanlara, uymayanlar «Dönük», uyanlar da uymayanlara «Purut»
adını takmışlar. Alevîler ikiye bö-iunmüş. Çelebi kendisine uyanlarla bir
kuvvet elde etmişti.
Velî
Arapça sahip, dost,
hüküm sahibi anlamlarına geıîr.
Sûfîler, Allah dostu olan
erenlere «Veiî» derler, «Evliya» velîler demektir.
Veren El,
Alandan Üstündür
Cömert, vergili olmayı öğütleyen bir atasözüdür. \feren, yoksullara, ihtiyacı olanlara, hattâ
onlar istemeden dilekferinî anlayıp İhsanda bulunan kişinin üstünlüğünü
bildirmektedir.
«Velâyeî-Nâme»
diye de söylenir. Bir erenin kerametlerini, o eren hakkında ağızdan ağıza
söylenen menkabeleri bir araya getiren kitaba denir. «Manâkıb-i Hacı Bektâş-ı
Velî», yâni Hacı Bektâş-ı Velî menkabeleri adlı kitab «Vilâyet-Nâme» diye
anılır. Eflâkî Ahmed Dede'nin «Manâkıb'ul-Ârifîn» i, Mevlânâ'nın ve
çevresindekilerle ilk Mevlevi mümessillerinin menkabeierini ihtiva eder. «Otman
Baba Vilâyet-Nâmesi» Ganî Şâh da denen ve Fâtih'in çağdaşı olan Hurûfî Otman
Baha'nın sözlrini, gezişini, kerametlerini ve vefatını nakleder. Seyyîd Ali
Suitan'a, Abdal Musa'ya âit Vilâyet-Nârneîer de vardır.
Viranelerde:
Define Bulunur
Eski zamanlarda bankalar olmadığından
altın ve gümüş paralarla, değerli şeyler, yıkık yerlere gömülürdü. Öylesi yıkık
yerlerde böyle değeri! şeyler bulunacağı umulmayacağından, paralar, oralarda
gizlenirdi. Bu gizlenmiş paralara, değerli şeylere, gömülmüş nesne anlamına
«Define» denirdi. Vîrânelerde, yâni yıkık, harap yerlerde defîne bulunduğu
gibi, kendilerinden birşey umulmayan kişilerde de bilgi ve feyiz
bulunabiteceğim hatırlatan bu atasözü de kimseyi hor görmemeyi tenbihler,
Seyrânî, bir nefesinde,
Hârâbat ehline hor bakma sakın Defîne bulunur vîrânelerde
beytiyle bunu belirtmektedir.
Virdi olmayanın varidi olmaz
«Vird»
Kur'an-ı Kerîm'den, hadislerden, yâni Hazret-i Muhammed'în {S.M) duaya ait
sözlerinden derlenmiş, tertiblenmiş olan ve muayyen zamanlarda okunan sözlerin
tümüne denir. «Evrâd» virdler anlamınadır. Tarikat ehli, o tarikatı kuranın,
yahut ondan sonraki ulu erenlerden birinin tartib ettiği evrâaı, bilhassa sabah
namazından sonra okurlar.
«Virdi
olmayanın varidi olmaz» atasözü tarikat ehli taıafından söyie-nir; vârid, kalbe
gelen, ilham edilen feyiz anlamınadır ve atasözü, virdi olmayanın, evrad
okumayanın, Tanrı feyzine erişemiyeceğinı bildirir.
«Vücûd»
arapça varlık, varoluş, «Vecd», türkçe söylenişe göre «Ve-cid», aşkla cezbeye
düşmek, özlemle kendini yitirmek, hallenmek, «Tevâcüd» de, vecde düşmeksizin
kendini vecde düşmüş göstermek, o hâli benimsemeye uğraşmaktır. Neşîdeler,
ilâhîler, nefesler okunurken vecde gelmiş gibi sıçramak, oynamak, bağırmak,
Tevâcüd'dür. Tevâcüd, vecde gelmeye bir gayret olduğundan tasavvuf ehlince hoş
görülmüştür. Vecd gerçekten kendinden geçip semâ'a girmek, feryad etmek gibi
hallere düşmektir. Vücud'sa, tevâcüdün ve vecdin ötesindedir; Hak'la Hak olmak
ve varlığından geçip Hak varlığına bürünmek, Hak'tan başka hiçbir varlığı
bilmemek, görmemektir. Vücud makamına eren, vecid ve tevâcüde tenezzül etmez.
Melâmet ehli ve Mevleviler, tevâcüdü rîyâ saymışlar, ve-c'ü" ve cezbenin
izhârını da hoş görmemişlerdir {Bak: Kanını içine akıt).
Alevîler, kendilerinden olmayanları bu sözle anlatırlar.
«Yabancı» yerine «Zâhid», aleyhlerinde ileri gidenlere «Yezid» dedikleri de
vardır. Bekîâ-şilerse kendilerinden olmayanlara «Zahir ehli» yerine «Zahir»,
Mevleviler, başka tarîkatten olanlara «Sofu Dervişi» tarîkatten haberi
olmayanlaraysa «Avam» derler.
Yaktığın Cerağı Söndürme
Çok defa,
bir kusur işleyen mürid tarafından şeyhe, niyaz yollu söylenen bir sözdür.
Fuzûlî,
Merhem koyup onarma sinemde kanlı dağı,
Söndürme öz
elinle yandırdığm cerâğı[26]
beytinde bu sözü dile getirmiştir.
Yalanla İman
Bir Arada Olmaz
Bu atasözü bir hadîs-i şerifin mealidir
(Künûz'ül-Hakayık; II, s. 133). Tasavvu* ehli
arasında söylendiği gibi umûmîdir de.
Ya Olduğun Gibi Görün, Ya Göründüğün Gibi Ol
Riyanın, münafıklığın, ikiyüzlülüğün kötülüğünü belirten bir
atasözüdür.
Yapmak Ğüç, Yıkmak Kolay
Bu atasözü, gönül ve hatır yapmanın güç,
fakat kırmanın, yıkmanın kolay olduğunu bildirdiği gibi umûmî bir anlam da
taşımaktadır. Herhangi bir yapıyı, onarılmış birşeyi yıkmaktan kolay birşey
yoktur; fakat yapmak
gerçekten de güçtür.
Yaratılmışı Hoş Gör, Yaratandan Ötürü
Bu atasözü, tasavvuf ehli arasında pek
yaygındır; hatta Yunus Emre-nin, çocukken mektebe gittiği, fakat bir tünü
okuyup yazmayı bellemediği ve bir gün hocasına.
Elif okuduk ötürü,
Pazar
eyledik götürü;
Yaratılmışı hoş gördük,
Yaratandan
ötürü
deyip mektebi ierkelliğ' de hikâye edilmiş ve
arapca, farsca bii,len, zamanının
bilginlerinden olan Yunus Emre'ye hoş bir iftirada da bulunulmuştur. Türâbî de
herhalde bu hikâyeden esinlenerek bir nefesinde,
Elif okurlar ötürü, Pazar ederler götürü;
Yaratılmışı hoş görür, Yaratandan ötürü.
Kemer-beste, Miyan-beste, Güt-destedir
Bektaşiler
Yaş Kesen El Kurur
Bu atasözü, hem kurumamış, yaş ağacı
kesmenin, hem genç ve yetişecek kişinin yetişmesine engel olmanın kötülüğünü,
bunları yapanların onmayacağını bildirir. Çocukluğumuzda, Karagöz oyununda,
boynuna bir ip takılıp haika gösterilen kişiyi gösteren,
Yaş kesenin, baş kesenin hâli budur hey
diye bağırdığını hatırlatırız. Şimdi orman
yakanların kulakları çınlamasın, canlan çıksın, hânumanları yıkılsın.
Yediler
Yedi iklim
Yedi deniz
Yedi kat binadan düş, erenlerin gözünden düşme
Yedi kat binadan düşenin izi bulunur; erenlerin
gözünden düşenin tozu
bulunmaz
Yedi sayısının doğu inancında ayrı bîr yeri
vardır. Haftanın yedi günü, yedi gök, yedi yer, insanın yedi secde uzvu, yâni
alnı, avuçları, dizieri, ayak parmaklan, bu arada «Yediler», hep bu sayıya
uyar. İmâmiyye'ye uyan tasavvf ehline göre Onikinci İmâm'ın naibi olan Kutub ve
ona manen yakın iki eren, İmâmiyye'den olmayanlara göre Kutubla İki İmâm denen
iki eren, «Üçler» dir. Bunlardan sonra «Evtâd-ı Erbaa-Dört Direk» denen ve
âlemin dört bucağını manen idare eden dört eren, onlardan sonra yedi, yahut
kırk abdal (Budalây-ı Seb'a. Bak: Abdal), onlardan sonra da ücyüz eren
bulunduğu da tasavvuf ehlinin inançlarındandır. Abdai'e, «Yediler», onlardan
sonraki kırk erene de «Kırklar» denir.
Yedi sayısındaki bu özellik yüzünden
pâdişâhın huzuruna girerken «yedi yerden temenna etmek», yâni ellerin parmak
uçlarını yere değdirip başa götürerek onu ululamak âdet olduğu gibi dilimizde
«Yedi kat el olsa acır», «Yedi göbek ecdadı belli», «Yedi iklim, dört köşe»,
yahut «Dört bucak» gi'bi sözler de deyim olarak kullanılagelmiştir.
«Yedi kat
binadan düş, erenlerin gözünden düşme» ve «Yedi kat binadan düşenin izi
bulunur; erenlerin gözünden düşenin tozu bulunmaz»
atasözleri de bu yedi inancına bağlıdır ve erenlerin gözlerinden
düşmemeyi, gönüllerinden çıkmamayı tenbihler.
Yedi iklim, yâni ülkeyse, eski coğrafyacılara
nazaran dünyânın, oralarda oturanlara, oraların havalarına, özelliklerine göre
ayrıldığı şu bölgelerdir :
1- Batı illerinden, Berberiyye'den, Habeş ülkesinden, Yemen'in güneyinden
Hindistan'a, Çin'e uzanıp doğu Okyanusu'nun bâzı adalannadek varır. Bu ülkenin
en uzak günü oniki buçuk saattir. Bu iklimde yaşayanların renkleri siyahtır;
yirmiüç dağı, otuz büyük nehri vardır.
2- Batı Ülkesi. Sudan'ın ve Arap Ülkesi'nin kuzeyinden Hürmüz
De-nizi'ne varır; Hindistan ve Çin'in ortalarından geçip Doğu Okyanusu'nda-kı
adaların ortalarına ulaşır. Bu iklim halkının rengi siyaha çalar esmerdir. Bu
iklimde yirmiyedi yüce dağ, yirmiyedi de büyük nehir vardır.
3- Batının kuzeyinden, Mısır'dan geçer, Kudüs, Şam, Küfe, Bağdat,
Basra, Şîraz, İsfahan ve Fars memleketleriyle Hindistan ve Çin Ülkelerinin
kuzeyinden Doğu Okyanusu'ndaki adalara varır. Halkı buğday benizlidir. Bu
ülkede otuzüç dağ, yirmi nehir vardır.
4- Akdeniz'le
Sebte boğazi'nm, Endelüs,
Frengistan ve Rumeli'nin güney bölgesinden, Anadoıu'nun yarı kuzeyinden geçer,
Trablus, Antakya, İskenderon, Halep, Erzincan, Diyarbakır, Musul, Tebriz,
Erdebil, Kaz-vin, Tus, Lahor, Keşmir ve Horasan'dan, Hitâ ve Hutn'in
kuzeyinden, Hind ve Çin'in güneyinden geçip Doğu Okyanusu'yİa adalara varır.
Halkının rengi, beyaza yakın esmerdir. Bu ülkede yirmibeş dağ, yirmüki nehir
vardır.
. .
5- İspanya'nın
kuzeyinden, Avrupa'nın
ortalarından geçip Anadolu
şehirlerinin çoğuna, Hazer Denizi'nin güneyinde Giylan ve Cam şehirlerine
uğrar, Hârezm, Semerkand, Buhara, Bedahşan ve Türkistan'dan Kıpçak çölünden,
Cin Seddi'nin güneyinden Hitâ ve Huten diyarının ortalarından Doğu Okyanusu'na
varır. Halkının rengi beyazdır. Bu ülkede otuzüç dağ, onbeş nehir vardır.
6- Avrupa'nın kuzeyinden Venedik'ten,
Rumeli'den, Azak'tan geçer, Gürcistan, Tiflis, Gence ve Revan şehirlerine
varır; Şirvan'ın kuzeyinden, Derbend'den Dağistan ve Ejderhan'a ulaşır;
Hazer'in kuzey bölgesinden geçerek Karakalpak, Özbek, Çağatay, Kaşgar, Türkistan,
Tataristan, Kıpçak çölü, Hıta ve Huten'in kuzeyinden Doğu Okyanusu'ndaki
adalara varır. Halkının rengi sarıdır. Onbir dağı, kırk nehri vardır.
7- Batı Okyanusu'ndan geçer, Portakal ülkesiyle İngiltere'den
geçip kuzey ülkelerinden Kıpçak, Bulgar ve Rus diyarından, Hazer'in kuzeyinden, iskender şeddinden Doğu
Ükyanusu'ndaki adalara
varır. Halkının rengi kıiıia çaiar.
Onbir dağı, kırk nehri vardır (Fazla biıgi için Memâlik ve Mesâiik, yâni eski
coğrafya kiîabiarıyle «Ma'rîfeî-Nâme» ye bakınız).
Eski coğrafyacılara göre yedi deniz de
şunlardır-.
1- Çin denizi (Okyanus),
2- Mağrip denizi (Atlantik
Okyanusu),
3- Akdeniz,
4- Karadeniz,
5- Taberiyye denizi (Kulzüm, Şap denizi),
6- Gürcan denizi (Hazer},
7- Hârezm denizi (Fars denizi).
Yed, arapça el aniGmına gelir. Yed-i Bey'at,
bey'at eli demektir. Bey'at, buyruk sahibinin buyruğunu kabû! etmeye söz
vermektir. Hazret-i Peygamber'e Sahabe,
Hudeybiyye'de bey'aî etmişlerdi. Bey'atte, söz verecek, ahitte bulunacak kişi,
söz vereceği, ahitleşeceği kişinin sağ elinin üstüne sağ elini kor ve ahdini
söyler.
Tasavvuf ehlinde bey'at eli, şeyhin,
müridin sağ elini, sağ eliyle tut-nıasıdır; avuçları kavuşur, baş parmaklarsa
avuçların içinde birbirine çaprazlama geçer. Mevlevîlerin Şems koluyla
Bektâşilerde baş parmaklar bükülmeksizin, düz tutulur, avuçlara kavuşmaz;
içleri birbirine dokunur; yalnız mürşidin başparmağının biraz yukarda kalmasına
dikkat edilir (Bey'at mad.e de bk.).
Yel
Yelle geîen seüe gider
Yelle geîen
yelle gider
Ehemmiyetsiz, değersiz bir sebeple gelen devlet,
gene umulmayan, ehemmiyet verilmeyen bir sebeple geçer-gider anlamına gelen bu
aîaso-zünden şöyle bir hikâye uydurulmuştur:
Dervişin biri, vakfı kıt, bu yüzden de geleni-gideni az bir tekke
şeyhine mensubrnuş. Mukabele günleri, tekkeye üç-beş kişi ya geiirmîş, ya
gelmezmiş. Derviş bu hâie sikilir, şeyhin himmetini diler, şeyhse, dayanamazsın
sonra derviş kardeş der, dururmuş. Sonunda şeyh, dervişin niyazı üzerine bir
mukabele günü, yüzüne konan, kovuldukça gene kalkıp gelen sineği bir e!
vuruşuyla yere düşürmüş; sonra da ölüp yere serilen sineği almış, ağzına doğru
götürüp bir üfürmüş, sinek canlanıp uçmaya başlamış. Mukabelede bulunup bu
kerameti görenler, şaşırıp kalmışlar. Olay, ağızdan ağıza, yayılmış, mukabele
günleri tekke dolmaya başlamış. Derviş de hizmetten bunaldıkça bunalmış. Gene
bir mukabele günü, şeyh Mihrapta namaza durmuş, bulunanlar da ona uymuşlar.
Şeyh, namazda, rükû'da, secdede yellenmeye başlamış. Duyanlar, selâm verip
namazı bozmuşlar; yalnızca kıimışlar. Giden gitmiş, kalan kalmış; ertesi hafta
da Mukabelede şeyhle dervişten başka kimsecikler bulunmamış. Şeyh der-v'Şe
demiş ki:
Gördün ya
derviş kardeş, «Yelle gelen, yelle gider»
«Yelle gelen
selle gider» atasözü de, herhalde yelin ucurduğu birşeyi kapmak isteyen biri,
çabuk davranamamış, o nesneyi sel alıp götürmüş; bunun üzerine söylenmiş olsa
gerek.
Yolca giden yorulmaz
Yolcu yolunda gerek
Yol çalısız, kul delilsiz olmaz
Yezid Nefesi
Gibi Esiyor
Cok sert ve soğuk esen yel, bu deyimle tavsif edilir.
Soğuk söz söyleyenlere dendiği de vardır.
Yıkmak
Yıkma elin kalbini, sen de yıkılırsın Yıkma, yıkılırsın
Gönül yıkanın, kurulu düzeni bozanın, günün birinde, bir vesileyle yıkılacağını ihtar
eden atasözleridir.
Yola girmek, yola götürmek, yola sokmak
Yoldan çıkmak, yoldan kalmak
Yolda kalmak
Yol göstermek
Yolsuz, yolsuzluk
Yo! vermek, vermemek
Yol vurmak, yol kesmek
Halk tarafından âdet, örf, gelenek, görenek
anlamına kullanılan «Yol», sözü, tasavvuf ehlince «Tarıyk-Tarîkat» karşılığıdır
ve bu sözlerin türkce-sidir. «Yola girmek, yola getirmek, yola sokmak»,
tarîkate girmek, birini tarîkate sokmak anlamlarına gelir. «Yoldan çıkmak,
yoldan kalmak», tarîkate uymayan birşey yapmak, bir kusur işlemek
anlamlarındır. «Yolda kalmak», tarîkatte olmakla beraber feyiz alamamak
demektir. «Yol göstermek» birisini irşâd etmektir. «Yolsuz, yolsuzluk»,
tarîkate uygun olmayan birşeyi yapmak ve bir kusurda bulunmak yerine
kullanılır. «Yolsuzluk» sözü, tarîkatten düşkün anlamınadır. «Yol vermek, yol
vermemek», halk tarafından kovmak, kovmamak yerine kullanılır; tasavvuf ehünce
bu sözler, birisine, bir işi yapmaya, bir sözü söylemeye İzin vermek, yahut
vermemek anlamını ifâde eder. «Yol vurmak, yol kesmek», tarikat ehlinden olduğu
halde dâvaya girişip ehil olmadığı hâlde başına adam toplamak suretiyle yolu,
yâni tarîkat ehlini yoldan alıkoymak, onları olmayacak, gerçeğe ulaşmalarına
engel olacak şeylere sevketmek demektir. «Yol-yor-dam», edeb-erkân anlamınadır.
«Yol-iz bilmez, yol-yordam tanımaz» sözleri, halk tarafından örfe-edebe aykırı
hareket edenlere dendiği gibi tasavvuf ehlince de torîkat edeblerîni gözetmez
kişilere denir.
«Yolca giden
yorulmaz» atasözü, tarîkatin esaslarına, edeblerine uymak suretiyle hareket
eden kişinin, yorulmadan erişeceğini hatırlatır. «Yolcu yolunda gerek», bir
yola düşenin, engellere aldırmayıp yolunu sürdürmesi gerektiğini anlatır. «Yol
çalısız, kul delilsiz olmaz» atasözüyse hem yolda bâzı engellerin
olabileceğini, hem de yola deiilsiz gidiîemiyece-Üi bildirir.
Yuf
Yuf münkire, [ânet Yezîd'e
Yuf, yazıklar olsun, hiçbir şeye değmez
anlamına gefen bir sözdür; «Yuh» tarzında da söylenir. «Yuf borusu çalmak»,
birisinin artık tümden birşeye yaramadığını aniatmaktır.
«Yuf
münkire, lâ'net Yezid'e» sözü, inkâr edenin birşey elde edemi-yeceğini, Yezid
huylu kişinin de rahmetten uzak olduğunu bildirir.
Milâdî XIX. yüzyiladek
Osmanoğulları ülkesinde, İran'a verhen ad. Devlet arşivinde, «Yukarı i!ler»den,
Alevîlere, Halîfe olarak gönderilen kişilerin tutulması, adam öldürmek,
hırsızlık etmek gibi bir töhmet altına alınarak gizlice öidürülmeieri hakkında
sayısız emirler vardır (Bakınız: Alevî-Bektâşi Nefesleri; s. 83-88).
Bu deyimin eksikliğini, Yunus'un,
Gezerim Ururn'u, Şam'ı, Yukarı illeri kamu,
Çok aradım
bulamadım,
Şöyle garib
bencileyin dörtlüğünden
anlamaktayız.
Yüksekten Atmak, Bakmak, Uçmak
«Yüksekten
atmak, yüksekten bakmak, yüksek uçmak», yahut «Yüksekten uçmak», kendini
olduğundan fazla göstermek, üstün görmek, başkalarını aşağı bulmak anlamlarına
gelir. Tasavvufta, kendini büyük görmemek, alçak gönüllü olmak gerektir; bu
yüzden yücelik taslamak, benliğe - varlığa düşmek, pek büyük suçtur,
yolsuzluktur. Yunus Emre, yoi ehlinin, ne
bulduysa yoklukta bulduğunu, yüksekliğe yönelenlerin ai çalacakların! şu beyitle
pek güzel anlatmaktadır:
Meskenette buldular kimde erlik varışa,
Nerdibandan
iterler yüksekten bakarısa.
Yüz
Suyun yü2ü yerdedir
Yüz, yüzden
utanır
Yüz, yüzün
aynasıdır
Dilimize, «su» kadar deyim veren bir sözdür.
«Yüz aküğs», namus, şeref, haysiyet, «Yüz karası», namussuzluk, ayıp,
şerefsizlik, haysiyetsizlik anlamına gelir. «Yüzsuyu» da şeref anlamınadir.
«Yüzünün suyu kalmamış», yahut «dökülmüş», şerefsiz adam demektir. «Yüzü suyu
hürmetine», şerefi, mevkii hürmetine anlamını ifâde eder; «Sevgili Peygamberimizin
yüzü suyu hürmetine sen bizi bağışla» sözü, Hazret-i Peygamber (S.M) hürmetine
bağışlanmayı dilemektir. «Yüz suyu dökmek», şerefini, haysiyetini ayaklar
altına alarak yalvarmak, yakarmaktır. «Yüzü yerde» sözü, edebli, yoi-yordam
bilir demektir. «Yüzünü hâk etmek» yâni toprak etmek, toprağa sürmek, alçalmak,
bir büyüğün karşısında küçüklüğünü belirtmektir. Yüz, insanın özündekini
belirttiği, İnsanın içindeki, yüzündeki belirtiden anlaşıldığı İçin «Yüzünden
belli, yüzünden anlaşılıyor» deyimleri kullanılır. «Yüzsüz», utanmaz demektir.
«Yüzden düşmek», kötülüğü yüzünden kendisine hürmet edilmemek anlamını ifâde
eder.
«Suyun yüzü
yerdedir» ve «Sular aiçakîan akar» atasözieri, yaşayış 'Cin en gerekli olan
suyun bile alçaldığını, olgun insanların da gönül al-Saklığına sahip olmaları
gerektiğini belirtir. «Yüz yüzden utanır», atasözü, kusur edenin, insanlara
karşı utanacağını, «Yüz, yüzün aynasıdır» atasözü insanın, kusurlu, yahut
şerefli kişinin karşısında kendi
kusurunu, şerefini hatırlaması
gerektiğini bildirir.
«Zâhid»,
fazla sofu, şüpheli şeylerden çekinen anlamına arapça bir sözdür. «Zühd-i
huşk», kuru zâhitiik anlamına farsca terkîbtir ki türkçe-mizde kuru zâhitiik
ehline «Kaba sofu, Ham sofu» deriz.
Alevîler, kendilerinden olmayanlara «Zâhid» derler. Kul Himmet, bi? nefesine, zahide şu suretle hitab ederek başlar:
Hâhid Hû demeyi inkâr eyleme, Ya niçin çağırır insan Hû deyü,
Hû demenin aslı nedir, nedendir, Eyleyeyim sana iyan Hû deyü
(Alevî-Bekîâşi Nefesleri; s. 165).
Zâhir-bin
Zahir ehli
Zahir
evliyası
Zahir bâtının aynasıdır
(İç, dışın aynasıdır.
Özü-sözü bîr) Zahiri bâtınına
uymaz (İçi başka, dışı başka)
Zahir, arapca görünen, meydanda olan aniaınmadır;
aynı zamanda ı-ıikmetiyle, kudretiyle, sıfatiarıyle varlığı, birliği göründüğü
cihetle Allah'ın ödlarındandır; netekim bu ad, LVll. sûrenin (Hadîd} 3. âyet-i
kerimesinde de geçer. Aynı âyet-i kerîmede Allah'ın adlarından olarak «Bâtın»,
yâni gözle görülmeyen, zâtiyle, görünmekten anlaşılmaktan münezzeh olan da
Tanrı adlarından olarak geçer.
Tasavvufçuiara göre zahir, görünen âlemdir.
Bâtınsa bu izafî varlıklarda tecellî eden Tann sıfatlarıdır. Sıfat, zâtın
zuhuru, fiil., yâni işse si-fatiarın zuhuru olduğundan sûfî, mazharda, yâni zuhur
yerinde, zahiri, yâni görüneni, görünmesi gerekli olanı, Tann'yı, Tanri'nın
sıfatlarını görür; bu bakımdan irfanı olmayan kişi, ne kadar bilgin olursa
olsun «Zâhir-bin» dır; zahiri görür ancak ve «Zahir ehlbdir. Eren tanınan,
fakat hakıykate ermemiş olan velîlere de «Zahir evliyası» denir.
«Zahir,
bâtının aynasıdır» atasözü, dışı temiz, edebii, nâzik, hoş ve kutlu olan
kişinin içi ve özü de temiz ve mutlu olduğunu bildirir; «İç dışın aynasıdır» ve
«Özü-sözü bîr» de bu mealdedir. «Zahiri bâtınına uymaz» sözüyse, dışı temiz,
görünüşü İnce, sözü olgunluğunu gösteren bâzı kişilerin özlerinin pis, kaba,
zâlim olduğunu belirtir. "
Zahm, forsça yara, bere demektir. Kudüm
çalınan, ince, iki karış bunluğunda, uca doğru İncelen ve ucunda baş parmağın
ilk boğumu ka-3ar bir yuvariak bulunan tahta sopaya da, kudüme vurduğu için
«Zahme», yâni vuruş âleti denmiştir.
Birisi, sağ olan, yahut göçmüş bulunan
erenlerden biri hakkında kötü sözler söyler de bundan sonra bir derde, bir
felâkete uğrarsa tasavvuf ehil,
o kişiye.
«Erenlerin zahmine uğradı» derler. Buna «Zahm yemek»
denir.
Zikr, anmak demektir. Kur'ân-ı
Mecîd'de, Allah'ı anmak ve namaz kılmak ilamlarında geçmektedir. Tasavvufun
Esma ile sü!ûkü kabul eden tarîkatlerinde, Tann adianndan birini, sayıh, yahut
sayısız olarak boyuna ve .bir edâ ile, muayyen tarzda sallanarak ayakta, yahut
oturularak anmaya «Zikr» denir. Zikr esnasında, zikredenleri coşturmak için
zikir halkasının ortasında ve çok defa yanyana ve karşı karşıya oturup ilâhî
okuyanlara zikreden anlamına «Zâkir» denir. Zikirlerin içinde def, zilsiz def,
kudüm ve ney çalanlar da bulunabilir, Zâkirierin îfâhîlerîndeki usûlü ve bu münasebetle
zikri idare eden kişiye «Ser - zâkirân», türkçe olarak da «Zâkir-başısî denir.
Alevîler, saz çalıp nefes okuyanlara «Zâkir» derler.
Zâvive
(Âstân'a bk.).
Ziyaret
islâmda böyle şeyler oimadıği, hatta nehyediidiği hâlde âdet
olmuştur. Türbesi olmayan, açıkta yatan yatırların yanlarındaki ağaçlara, çalılara
bez ve iplik bağlarlar.
«Ziyaret
çalısı gibi gelene takılır» atasözü, hem bu açıktaki ziyaretlerde bulunan
çatıların, gelip gidene takıldığına, hem de bu çalılara bez-,er, iplikler
bağlandığına işarettir. Bu atasözü. Önüne gelene ihtiyacını söyleyen, rastladığından birşey
İsteyen kişi hkkında öa söylenir.
Ziyaret çalısı gibi gelene takılır
Zuhuratla geçinmek
Zuhurata tâbi' olmak
Zuhur, meydana çıkmak, belirmek demektir. Arapça
olan bu. sözün çoğulu, zuhur eden şeyler anlamına «Zuhurat» tır. Tasavvuf ehli,
meydana geien şeyiere «Zuhurat» derler. «Zuhurata tâbi1 olmak», beliren,
meydana çıkan olaylara uymak, onlara göre hareket etmek anlamına gelir.
Aynı zamanda «Zuhurat», umulmadan gelen nezir ve niyazlardır.
«Zuhuratla geçinmek», muayyen bir iş karşılığı, muayyen zamanda bir geliri
olmayan kişinin, gelen nezirlerle geçinmesini bildiren bir deyimdir. Rüyalara
da «Zuhurat» dendiği vardır.
Ziyaret, birisini görmeye, onunla görüşmeye gitmek,
görmek ve görüşmek anlamlarına geien arapça bir sözdür. Daha ziyade bîr
yatırın türbesine gidip niyaz etmek, dua etmek, onunla Allah'a tevessül
eylemek anlamına kullanılır.
Ziyaretlerde, türbenin penceresine, parmaklığına,
üstten koparılan bezler, iplikler bağlamak, böylece niyetinin, dileğinin
olacağı no inanmak,
Tasavvuf ehünce varlıklar, Tanrı'nın zuhurudur;
Tann'nın kudreti-mn, hikmetinin, yöni Tanrı varlığının aynaları, mazharlarıdir;
Tanrı'nın zâtı, bu sıfatlarla tezahür eöer, fakat her an olup duran bu zuhur,
irfana ermeyenlerin nazarında, hep o varlıkların muktezâsı gibi görünür; bu
yüzden de zuhuru, yâni görünmesi, butûnunu, yâni gizlenmesini sağlamıştır.
Zuhura perde olmuştur zuhura, Gözü olan deîîî ister
mi nâra[27]
beyti, bu tasavvufî anlamı anlatır. Sûfîler, bunu,
«Zuhurunun şiddeti», yâni tamamiyle görünmesi, «Zuhuruna perde olmuştur» diye
de anlatırlar ve örnek olarak öo güneşe bakmanın mümkün olmadığını söylerler
Zulüm
ASma mazlumun ânını, çıkar aheste aheste Zulm île
âbâd olan, âhırı berbâd olur Zâlimin hasmı Allah'tır
Arapça zulm, akla ve şeriata uymayan bir işi işlemek, haksızlık
etmek, birisine haksız muamelede buıunmak, kötülük etmek, onu zarara sokmak,
öldürmek, aleyhinde bulunmak gibi şeylerdir. Türkçede «Zulüm» tarzında
söylenir, Hadîs-i şerifte, üç türlü zulüm olduğu, birinci kısmın, Tann'ya şirk
koşmak olup bunun bağışlanmayacağı, ikinci kısmın adamın, kendisine zulmü olup
bunun bağışlanabileceği, üçüncü kısmınsa, kulları zarara sokan zulüm olduğu,
zarara girenle helâllaşmadıkça bu çeşit zulümden Tann'nın geçmeyeceği bildirilmiştir
(Cami'us-Sagıyr; II, s. 47-48).
«Alma
mazlumun âhını çıkar aheste aheste»[28]
ve «Zulm ile âbâd olan, âhırı berbâd olur» mısraları[29]
atasözü olarak söylenir. «Zâlimin hasmı», yâni zulmedenin düşmanı «Allah'tır»
atasözü de zulmün ve zâlimin kötülüğünü belirtir.
Ziyaretçiler, ziyaret edenler anlamına
arapca bir sözdür. Mevleviler, Mevlevi mukabelesini seyretmek için tekkeye
gelenlere «Züvvâr» derler.
[1] «Nân-hâne»,
ekmek evi an lam inadı r
[2] Ey sırların mazhan olan ve sırları izhâr eden Ait; ey Onikiler
bölüğüne başbuğ olan Alî. o Onikiler, Huseyn'dir, Musa'dır, Ca'fer'dir; iki
Hasan'dır. üç Muharnmed'dir, dört de Alî.
[3] Ölmeden önce
öldüler; yâni dirildiler;
bu topraktan yoğrulmuş bedeni
bıraktılar, göğü de
aştılar.
[4] Char-darbla (saçını, kaşlarını, bıyıklarını,
sakalını, dipten tıraş ederek) gerçek varlık saltanatının sultânı geçinir;
tecrîd (herşeyden soyunmak) haznesine, bele bağlanan kuşakla pâlheng de kilittir.
[5] «Key», Türkçe pek,
iyiden iyiye, «bîdâr»,
farsça uyanık an la m mad ir.
[6] Ey cefâlarla dopdolu, ey cefâlar edip duran, yüzüne bir baksam
dedim; dost, göğsünü açtı da
âşık dedi; tertemiz
bakış gerek; öylesine
bak.
[7] Sâlus, farsçadır ve iki yüzlü, gösterişçi anlamınadır.
[8] Azizim, bu karanlık yeter, yeter, Du
gölge nedir; biraz da
gün göreyim, şu
gölge kaldırınız.
[9] Ben gene gezginciliğe başladım da elime teberi aldım;
gene ülke gezmek için niyetlenip
yola düştüm; yoculuğa
başladım.
[10] İki dünyada da şanının
altın oimasmı istersen,
odtrn-samm oHın alsun. dersem.
Hazret-i Mvlânâ'nın sikkesinin altına gır.
[11] Târâc, farsça yağma,
darma-dağan oluş anlamınadır.
[12] Keieci türkçe, anlamı
tam söz, cümle elemektir.
[13] Şeşirmek, atmak, boşlamak; çağada, dangadak anlamlannadır.
[14] Biz, önüne ön düşünülemeyen zamandan sonuna son bulunmayan
ânadek, meydana gelmişlerdeniz; Erenlerin Pâdişaht'nın aşkına, ercesine gelenlerdeniz.
[15] Şâh (Alî) için ten elbisesini yırttılar, soyunup herşeyi
bıraktılar, taçtan da geçtiler, ağır, değerli
elbiseden de.
[16] Her yoksul, bir padişaha kul olmuştur, biz de Rûm
Abdallarıyız; bizim padişahımız da Alî'dir.
[17] Hürlük ilPnin padişahıyız
ama. Vilâyet Padişahi'nın soyunun
- sopunun kulla/ıyız.
[18] İkrarımıza baş
veririz; ahdimizde kuvvetliyiz; biz
Şâh-ı Vilâyet kuluyuz, hem de Aleviyiz.
[19] Kerem ve ihsan
mâdeninin
mâdeni, Necef Şahı, kime nazar ederse o, yüceliğe
elde eder.
[20] Şam'dan çıktığım akşama
şerefli, kutlu akşam
dedim.
[21] Hücre: oda; Dervâze:
Pencere, Avrat: Zevce, Kabin:
Nikâh, Nikâh parası,
mehr.
[22] Âşiyöne: Yuva
[23] Ey Allah, bu
kuttu yolculukta, üç
Muhammed'le
(Muhammed'ül-Bâkır, Muhammed'üt-Takıy ve Mehdî),
dört Alî'nin (Alîyy-ül-Murtazâ, Alî
Zeyn'ül-Âbîdîn, Aüyy'ûr-Rtzâ, Aliyy'ün-Nakıyl, iki
Hasan'ın (Hasan'ül-Müctebâ, Hasan'ül-Askeri}, Huseyn,
Musa ve Ca'fer'in hürmeti ve hakkıyçin binlerce yardım, sevine,
binlerce fetih ve zafer ver bize
[24] Zâhid, bu varlık hazînesinin tılsımını bozup defineyi alıver
de birlik sırrına eregör.
[25] Nûş eder, içer anlamına geldiği gibi tatlı
bir hâle getirir; öyle içip
sindirir anlamına da gelir,
[26] Göğsümdeki
(gönlümdeki) kanlı dağı
merhem koyup da
onarma; {O. senin
tarafından yakılmış bir
çerağdın) kendi elinle
yaktığın cerağı söndürme.
[27] Görünmesi,
görünmesine perde olmuştur;
fakat gözü olan,
ışığı görmek için
kılavuz ister mi?
[28] Zulüm görenin ahım
aima; bu ahin
felâketi, yavaş - yavaş çıkar,
sent mahveder
[29] Zulümle yapılan,
kurulan, mâmur hale gelen,
sonunda yele savrulur gider.