KARDEŞ KURŞUNU

 

ROMAN

BEKA YAYINLARI

                                                                   

ROMAN

Kitap

Kardeş Kurşunu

Yazarı

Sabiha Ateş Alpat

Yayına Hazırlayan

Osman Arpaçukuru

Tashih - Redaksiyon

Ayşegül Akgül

Kapak Tasarım

Ahmet Mayalı

Baskı ve Cilt

Bayrak Matbaası

 

2. Baskı: Mayıs 2004

BEKA YAYINLARI

Çatalçeşme Sok. Üretmen Han No: 18

Tel.&Faks: 0212 512 51 66 – 512 45 43

Cağaloğlu – İstanbul

 

KARDEŞ KURŞUNU

 

ROMAN

 

SABİHA ATEŞ ALPAT

 

 

Beka

SABİHA ATEŞ ALPAT

1964 yılında Kars’ın Digor ilçe­sinde dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini burada bitirdi. Seksen İhtilali öncesi dö­nemde sağ-sol davasından, okullarda had saf­hada olan karmaşa yüzünden okula devam edemedi. Ailesi, aynı se­bepten 1978 yılında Kocaeli-İz­mit’e göç etmek zorunda kaldı.

Yazarın yayımlanmış romanları şunlardır:

1. Ana Yüreği

2. Ölüm Çiçekleri

3. Zamanın Zeynebi

4. Sarsılmadan Uyanmak

5. Kardeş Kurşunu

6. Yozlaşmış Duygular

7. Güneş Doğudan Doğar

8. Evladımı Geri Verin

 

Metin Kutusu: Şu an itibariyle (29.08.2001), Bakırköy Hastahanesi’nde tedavi gören, is­mini “Gülsen” diye değiştirdiğim.............
hanıma ithaf olunur.


 

 

 

 

G

ünler geçmek bilmiyordu. Küçük evin küçük bahçe­sinde, ceviz ağacının altında bir kadın oturmuş, ağlıyordu. Kucağında oğlu Mesut, yanında kızı Meryem, analarının ağlamasına dayana­mayıp, eşlik ediyorlardı. Gideli üç ay olmuştu; henüz bir haber çık­mamış, bir mektubu gelmemişti. Kaynanası Hacer Ha­nım elinde bahçe süpürgesi, ceviz ağacının altını süpür­mek için dışarı çıktığında Gülsen’in ağladığını görünce yine sinir­lenmişti. İçinden “Kocası gideli beri, işten ka­çamak yapmak için iyi bahane buldu.” diye söylendi ve daya­namayarak seslendi.

-İyi ki bir bahane buldun. Ne yapalım canım, senin kocansa benim de oğlum. Elbet haber gelir, kolay mı, ta Alamanlardan buralara mektubun gelmesi?

-Sebebi sizsiniz... dedi Gülsen gelin. Sitemle devam etti:

-Neyimize lâzımdı? Herkes nasılsa, biz de öyle geçi­nip gidiyorduk. Yakında kadrolu imam olacaktı. Hiç olmazsa bu hasretlik olmazdı.

-Ayıp kızım ayıp! Hasretlik çeken yalnız sen değilsin ya? Hem kaynatan imamlıktan emekli olacak da ne olacak sanki? Neyin sahibi olmuş? Kıt kanaat geçiniyo­ruz. Biz sebep olduysak, sizin rahat hayat yaşamanız için, mezarımıza götürecek hâlimiz yok ya...

-Kusura bakma ana. Korkuyorum, el âlemin gâvur­larının içinde ne yapıyordur? Ya namazını bırakırsa? Ya oraların karılarına kızlarına kanarsa?

-Haa! Senin asıl derdin belli oldu. Korkma...

Hacer ana ellerini göğüslerine vurarak konuşma­sına devam etti:

-Ona öyle süt emzirmişim ki, evvel Allah mümkün değil. Hem unuttun mu? Sana nasıl tutulduğunu, ek­mekten aştan kesildiğini, illâ da “Gülsen’i istiyorum” diye bize baskı yaptığını, ne zorluklarla seninle evlendi­ğini unuttun mu? O öyle bir İmam Ömer’dir ki, evvel Allah hocalığını, Müslümanlığını unutmaz. Korkma, bu­gün yarın haber çıkar.

Gülsen gelin gözyaşlarını sildi. Kaynanasının elin­den süpürgeyi alıp, ceviz ağacının altını süpürmeye başladı. Evleri doğunun ücra vilayetlerinden Kars’ın Digor kasabasındaydı. Genelde kırsal olan, az gelişmiş, birçok insanî imkândan mahrum bölgelerden biriydi Digor. İş imkânı hiç olmayan gençlerin bir çoğunun, ya İstanbul’a firar ettiği, ya da kahvelerde zaman öldür­düğü ve de farklı zihniyetlerin tuzağına düştüğü birçok köy ve kasabadan biriydi. Sağ ve solculuğun yeni filiz­lendiği bir dönemde, kasabada kadrosuz imamlık yapan Ömer, Almanya’nın kapılarını Türk işçilerine açmasıyla müracaat etmiş ve talih ona da gülmüş (?) işçiliğe kabul edilmişti. Ve iki çocuğuyla, sevdiği, aşık olarak evlendiği Gülsen’ini Türkiye’de bırakarak Almanya’ya uçmuştu.

Buna en çok babası Molla Yusuf sevinmişti. Zira hiç olmazsa bir evlâdı kurtulacaktı (?).

Gülsen, o gece yine saat on ikiye kadar, yıldızlara bakarak, ceviz ağacının altında ağlamıştı. Sabah olunca da, saat dokuz olmasına rağmen uyanamamıştı. Kayna­nası yıldırım hızıyla içeri girdi, telâşla bağırdı:

-Gülseeeen kalk. Kalk, İmam Ömer’den mektup var. Kalk da oku. Oku da bak bakalım, bana da selâm var mı?

Mektup lâfını duyan Gülsen ok gibi fırladı yatağın­dan. Titreyen elleriyle zarfı kaynanasının elinden kaptı. Hemen açtı, açarken zarfı ve mektubun ucunu yırttı. Kaynanası uyardı:

-Sakin ol, okumadan yırtacaksın.

Başladı okumaya. Bir yandan da gözyaşları sabâh sabah yüzünü yıkıyordu Gülsen’in:

 

Sevgili anam ve babam;

Selâm ederim, ellerinizden öperim. Nasılsınız iyi mi­siniz? Beni sorarsanız, gurbet kuşunuzu merak ettiyseniz iyiyim. İşime gidip geliyorum. Bir yaramazlık yok. Tek sorun hasretlik. Kardeşlerim Davud ve Süleyman nasıl­lar? Ya bacım Hülya? O nasıl?

Buraları sorarsanız. Aman ne siz sorun, ne ben söy­leyeyim. Ezan sesi yok. Namaz yok. Buraya gelen Türkler’in çoğu değil namaz, oruç bile tutmuyor. Pazar günleri bizim tekenin boynundaki çıngıraktan çalıyorlar. Burada kimse imam mimam tanımıyor ana, işine bakı­yor senin. Allah’tan işim zor değil.

Selâm ederim, senin ve babamın ellerinden, kar­deşlerimin gözlerinden öperim.

 

Gülsen heyecanla mektubun arkasını çevirdi. Ve okumaya devam etti. Kendine ait olduğunu görünce de kaynanasına:

-Ana burasını da bana yazmış... dedi. Başını kaldır­dığında Hacer ananın ağladığını gördü. Hacer ana göz­yaşlarını silerken kalktı ve Gülsen’e:

-Ben çıkıyorum. Sağ ol kızım. Ahhh Ömerim. Gari­bim, gurbetteki kuşum, ciğerim, kim attı seni gâvur elle­rine? Kim mahkûm etti bizi bu hasretliğe? Bu vatan bize yetmez miydi? Ahhh garip kuşum, yiğidim ahhh.

Hacer ana çıktı. Hacer ana da dayanamıyordu oğ­lunun hasretine; ama Gülsen geline destek olması ge­rektiği için dayanıklı gözükmeye çalışıyordu. Gizlilerde “Ahh yiğidim, ölsem göremeden gideceğim. Tabutumun altına bile giremeyeceksin.” deyip ağlardı.

Hacer ana çıktı. Gülsen de ağlıyordu. Ağlayarak okumaya devam etti:

 

Gülsenim, gül çiçeğim merhaba…

Seni ne kadar özledim bilemezsin. Nasılsın? Emi­nim sen de beni özledin. Yavrularım nasıl? Onları be­nim yerime öp. Burnumda tütüyorsunuz. Ama ilk fır­satta işlemlere başlayıp, sizi de yanıma alacağım,                       yoksa bu kahrı çekmek çok zor.

Beni, gurbetteki yarini sorarsan, sağlığım yerinde. Sadece hasretlik var, yoksa burada her şey var. Parası da oldukça iyi. Artık sana bayramlık alabileceğim, ço­cuklar para istediğinde, “param yok” demeyeceğim. Her şeyimiz olacak, her şeyimiz. Eve halılar alıp, seni hasır­dan kurtaracağım. Biliyor musun? Burada tuvalet de, banyo da evin içinde. Bizim oradaki gibi dışarıda, bah­çenin sonunda değil. Çeşmeler de evin içinde, hem bir tane değil; mutfakta ayrı, banyoda ayrı. Artık ellerinle su taşımayacaksın. Sabret az kaldı.

Sabilerimi tekrar tekrar öpüyorum. Sana da selâm­larımı gönderiyor, hasretle öpüyorum. Bana çabuk mektup yaz.         

Seni çok seven eşin 

                                                               Ömer

 

Gülsen rahatlamıştı. Mektubu tekrar tekrar okudu. Hasretliğine çare olamamıştı; ama haber almıştı ya, bu da az bir şey değildi. Hiç vakit geçirmeden Bakkal Hacı Meco’dan kağıt kâlem aldırdı. Hemen cevap yazdı. Mektubun arkasına da çocuklarının ellerini resmetti. Zarfı kapattı, mektubu öptü ve kendi kendine söylendi:

-Hadi çabuk git…

Günler böyle postacı yolu bekleyip, günü güne ek­leyip, hasretlik üzerine ağıtlar yakarak geçip giderken, Ömer’in Almanya’ya gidişinin üzerinden bir yıl geçmişti. Ömer un fabrikasında çöpçülük yapıyor, tuvaletlerin temizliği ile ilgileniyordu. “İyi ki yaptığım işi yakınlarım görmüyor.” diye düşünüyordu. Fabrikada kendisiyle birlikte üç Türk daha vardı. Ömer onlara baktıkça üzü­lüyordu, çünkü değişmeyen sadece isimleriydi. Kahra­manmaraşlı Fikret, Kırıkkaleli Osman ve Zonguldaklı Hippi Ziya. İki gün önce Kahramanmaraşlı Fikret’in kı­zını yolda hippi kılıklılarla görmüşlerdi de, Ömer şok olmuştu. Fikret gayet pişkin:

-Azizim burada böyle. Çocuklara bir şey diyemi-yorsun; on sekiz yaşına gelmişse, polis tepene dikiliveri­yor. Daha kötü yola düşmesin diye, ben de ufak arka­daşlıklarına bir şey demiyorum.. demişti de Ömer âdeta kanının donduğunu hissetmişti. Kızı Meryem’i hatırlamış ve içi ürpermişti:

-Hasretliğe dayan da getirme... demişti kendi ken­dine.

Sonra akşamları çektiği yalnızlık ve yapmak zo­runda olduğu ev işleri yüzünden fikrinden vazgeçmiş:

-Hayır, getirmeliyim. Her şey benim elimde, ben sahip çıkarsam bir şey olmaz. Hem benim Gülsenim okumuş biri... demişti.

Gerekli yerlere müracaat etmiş ve istek başvurula­rını yapmıştı. Önce Gülsen’i gelecekti, sonra da çocuk­ları.

Aradan altı ay daha geçmiş ve işlemler tamamlan­mıştı. O gün Gülsen’in heyecanı dorukta idi, zira Ömer’i geliyordu. Erkenden kalktı, evi temizledi, çocukları ban-yo yaptırıp, Meryem’in saçlarını taradı. Kovaları aldı, çeşmeden su getirip, sonra da Ömer’in sevdiği yemek­lerden yapacaktı.

Mahallenin tek çeşmesi evlerine oldukça yakındı. Çeşmenin başına vardığında, su doldurmak için sıra bekleyenler arasında mahallenin hacı teyzesi ve mahalle arkadaşı Birgül de vardı. Beklemeye başladı.

Bir ara çarşıdan yana gelen taksiyi görünce, yüreği ağzına geldi. Kendi sokaklarına giren taksinin durmadı­ğını görünce boşuna heyecanlandığını anladı.

Arkadaşı Birgül, Gülsen’in heyecanını fark edince, merakla sordu:

-Ne o kız, yüreğin ağzına geldi, birini mi bekliyor-dun? Gülsen, gözlerinin içi gülerek cevapladı:

-He ya, Ömer gelecek de bugün.

Birgül de duyduğu habere sevinmişti, bir taraftan da içine dolan kıskançlık duygularını belli etmemeye çalışa­rak:

-Deme ya, sahi mi? Ne çabuk, yoksa temelli mi dö­nüyor?

-Yok, Allah korusun. Beni götürmeye geliyor.

-Öyle mi? Desene artık bizlere tenezzül etmezsin, ne de olsa Almanyalı olacaksın.

-Aaaa! O ne demek kız? Ben nereye gidersem gide­yim, aynı Gülsenim ve aynı Gülsen olarak da kalaca­ğım.

-Şaka yaptım, sakın darılma. Ne mutlu sana. Biz buralarda sürünüyoruz, hiç olmazsa bir aile kurtulur. Çocuklarımızın gelecekleri yok. Çocukların için bulun-maz fırsat.

-He ya, doğru söylüyorsun.

Deminden beri konuşulanlara kulak misafiri olan, mahallenin hacı teyzesi, başını iki yana sallayarak ko­nuştu. Belli ki canı sıkılmıştı:

-Kızım kusura bakmayın da, sanki cennete gidiyor­muşsunuz gibi seviniyorsunuz. Siz, Alamanlarda yaşa­mayı kolay mı sanıyorsunuz?..

Canı sıkılmıştı hacı teyzenin. Derin bir “Ahhh” çeke­rek konuşmasını sürdürdü:

-Hoş bizim ülkemizin de bu gidişle gâvur ülkelerden farkı kalmayacak ya, hele şükür ki şimdilik ezanlarımız var...

Gülsen’in gözlerinin içine bakarak konuştu:

-Dikkatli ol kızım, dikkatli... Gâvurlara elini veren, kolunu kurtaramaz. Ahhh! Onların çıkarları olmasa, bizimkileri niye alsınlar ki?. Gençlerde de bir özentidir gidiyor, sanki ne? Ne olacak, asıl özenilmesi gerekenleri tanımıyorlar ki.

Hacı teyze Türkiye’nin tek parti dönemini yaşamış, o dönemde riske rağmen, ahırlarda Kur’an okutmayı başarmıştı. Çok zor günler görmüştü. O günlere inat evinde bir odayı mescide çevirmiş, orada Kur’an öğreti­yordu. Birkaç kere evi basılmış, karakola götürülmüş ama bir şey bulamamışlardı. Gülsen gelin de hacı teyze­nin talebelerindendi. Mahallenin kadın cenazelerini yı­kar, cemiyetlerde okumalara hep hacı teyze çağrılırdı. O da her defasında “Ben hoca değilim. Dini teferruatıyla bilmiyorum. Sakın benim yanlışımı dine mal etmeyin.” diye sıkı sıkı tenbihatta bulunurdu. Gülsen hacı teyzeye:

-Bana ne tavsiye edersin?.. diye sordu.

Hacı teyze:

-Kızım, ben oraları görmedim bilmiyorum. Ama duyduğum kadarı ile ezan sesi dahi yokmuş. Hem so­nuçta halkı Müslüman olmayan bir yer. Çoluk çocuğun dinsizliğe özenir, korkuyorum ki bu göçün akabinde ne olduğu belli olmayan bir topluluk türeyecek... diye ce­vap verdi...

Konuşmaları dinleyen Birgül içinden hacı teyzeye kızıyordu. Ülkenin geri kalmışlığı, hacı teyze gibilerin yüzündenmiş ya (?) okulda öğretmeni öyle anlatmıştı ya... Hacı teyze bir an susunca Birgül konuştu:

-Hacı teyze, onların dinleri var, dinsiz değiller ki.

-Tabi ki, dinsizlerin de dini, dinsizliktir. A kızım Al­lah’ın kabul etmediği bir dini, dinden mi sayıyorsun?

-Okulda öğretmenimiz anlatmıştı. Bizim geri kal­mamız hep şey yüzündenmiş.

-Ney yüzünden?

-Böyle düşünmemiz yüzünden.

Hacı teyze Birgül’ün ne demek istediğini anlamıştı. Zira geçen gün, okuldan gelen torunu da benzer şeyler söylemişti. Birgül’e biraz kızarak konuştu:

-A benim şapşal kızım. Bizim eskilerde bir söz vardır “Deli dedi, akıllı da inandı”. Onlar öyle söyledi, sen de inandın. Söylesene, yollarımızı asfaltladılar da, benim çarığım mı bırakmadı? Çeşmelerimizi evlere çektiler de, kim karşı çıktı? Fabrika açtılar da din mi izin vermedi? Ya da aya gittiler de benim çarşafım mı engel oldu? Benim külâhıma anlatsınlar. Yürekleri yok, “Biz İslâm’ı istemiyoruz” diyemiyorlar da yalanlarla çocuklarımızın kafalarını bulandırıyorlar. Rahmetli hocam demişti ki “Korkuyorum evlâtlarım, bu gidişle Türkiye’nin gâvur ülkelerden farkı kalmayacak.” Aha dediği çıkıyor.

Gülsen, hacı teyzenin bu konularda çok dertli oldu­ğunu, başlayınca susmak bilmediğini bildiği için araya girerek konuştu:

-Hacı teyze, inşaallah biz soyumuzu, dinimizi, nereli olduğumuzu, örfümüzü unutmayacağız. Bundan emin ol.

-Ahh evladım, şeytan nefisle işbirliği yapıp da, iman ve iradede az bir zayıflık gördü mü, yapacağını yapar. Allah’a sığın evlât Allah’a. Dedim ya, bizim ülkemizin de, o ülkelere yetişmesine az kaldı. Tabi yetiştiği nokta, içkinin, kumarhanelerin ve de kadınların soyunma ya­rışlarının meşrulaştırılması. Ahh ah, baksana gitgide gençlerimiz güya medenileşiyorlar.

Hadi hadi, sıranız geldi, doldurun kovalarınızı da çeşmenin başında fazla beklemeyin.

Gülsen kovasını çeşmenin önüne henüz koymuştu ki, Meryem’in canhıraş feryatla, bağıra bağıra çeşmeye koştuğunu gördü. Meryem bağırıyordu:

-Anneee, babam geldi babam. Bak bana ağlayan bebek getirmiş.

Babam geldi anne, babam.

Gülsen’in heyecandan, bir o kadar da hacı teyze­den utanmasından dolayı yüzü kızarmıştı. Kovaları yarı buçuk doldurup, hızlı adımlarla eve geldi.

Gözünde siyah gözlük, takım elbise, boynunda kra­vat ve sıfır tıraşıyla Ömer’i görünce, kaynatası yanında olduğundan:

-Hoş gelmişsiniz... diyebildi, kısık ses tonuyla. He­men mutfağa geçti. Hamd ediyordu Allah’a, şükür ka­vuşturmuştu. Gerçi Ömer’in yeni stilinden hoşlanma­mıştı. O Ömer’i sakalıyla, spor ve üzerine oturmayan geniş kıyafetiyle sevmişti ama olsun. Taaa Al­manya’larda Türkiye’deki kıyafetle dolaşamazdı ya..

 

 

;

 


 

 

 

 

 

G

ülsen arkasında kendisine özenen mahalle arkadaşlarını ve iki çocuğunu bırakmıştı. Oto­büsle Kars’a gitmiş, ora­dan korkarak uçağa binmişti. Ömer sıkı sıkı tembih et­miş ve şöyle demişti:

-Gülsen, sakin ol. Korktuğunu kimse anlamasın, sonra ayıp olur. Görmemiş zannederler.

Gülsen bunun için korktuğunu saklamaya azami gayret gösteriyor, içinden de “Görmemiş zannetsinler, görmüş müyüm sanki, doğru dürüst yolu, arabası olma­yan yerde, uçağı nereden göreyim ki”? diye söyleni­yordu.

Bir müddet yolculuktan sonra, meraklı gözlerle Al­manya havaalanına indiler. Gülsen dikkatle etrafına baktı. Hayalinde canlandıramadığı Almanya işte karşı­sında duruyordu. Ne de koca koca binalar vardı böyle.

Aradan günler geçmiş, gelişinin üzerinden iki ay geçmiş, Gülsen henüz hiç kimseyle tanışmamıştı. Hiç dışarı çıkmamıştı. Etrafa ancak camdan bakabiliyordu. İçten merdivenli, dubleks bir evde oturuyordu. Kendi yaşadığı eve göre, burası oldukça lüks sayılırdı. Tuvalet ve banyosu içeride, mutfağında çeşmesi, daha ne iste­yebilirdi ki?

Günlerden Pazar, hafta tatiliydi. Erkenden kalktı Türk mutfağına, özellikle de yöresine has olan yemek­lerden hazırlamaya başladı. Çünkü Ömer’in çalıştığı fabrikada çalışan birkaç Türk aile ziyarete geleceklerdi.

Gülsen ilk misafir kabul etmenin verdiği heyecanla sağa sola koşturuyor, misafirler gelene kadar her şey hazır olsun istiyordu. Eşine seslendi:

-Ömer, erkekleri üst kattaki misafir odasına alırsın. Biz de, alt katta oturma odasında otururuz. Size yemeği masada hazırlayayım.

Ömer elleri cebinde, mutfağın penceresinden dışarı bakıyordu. İstifini bozmadan cevap verdi:

-Şeyy acele etme...

Sanki bir şeye canı sıkılıyordu. Gülsen bunu fark etmişti. Belki benim gibi çocukları özlemiştir diye düşü­nerek, konuşmasına devam etti:

-Yok yok, ben diyorum ki, acele edeyim, onlar gel­meden her şey hazır olsun.

Ömer yüzünü Gülsen’e döndü ve:

-Güzelim, sanırım onlar ayrı oturmuyorlar. Beni yemeğe çağırmışlardı da hep birlikte oturmuşlardı. “He­pimiz bacı kardeşiz, şu gurbet elde kimimiz var?” de­mişlerdi.

Gülsen raftan tabakları indirmek için uzanmıştı ki, eşinin söylediklerini duyunca öylece kaldı ve geri döndü:

-Sen ne dedin?.. dedi hayretle.

-Dediğimi duydun, diye cevapladı Ömer.

-Asla olmaz, çünkü ben utanırım. Yabancı erkek­lerle aynı masada nasıl yemek yerim?

-Gelenlere ayıp olmasın, diyorum.

-Anan duysa, emin ol sana çok kızar. Hem örtümü örttüğüm halde ağzımı kapatmadım diye kızan sen değil miydin? Ne oldu şimdi? Yabancı erkeklerle beraber otu­rabileceğimi söylüyorsun.

-Hanım bizim orası öyle götürüyordu, burası böyle.

-Ömerim kafam almadı. Şimdi Türkiye’nin Allahı başka, buranın Allahı başka değil ki. Nereye gidersek gidelim, hepsi Allah’ın arzı değil mi? Hacı teyze demişti ki “Mülk Allah’ındır, O her şeye kadirdir.” Bunun için nereye gidersek gidelim O’nun emirlerini tutmakla mü­kellefiz.

-Ne yani, hacı teyzenin dediği gibi yapmaya kalkar­sak dışlanacağız, hiç dostumuz olmayacak. Kimse bize gelip gitmeyecek. Yaban ellerde yalnızlığa mahkûm ola­cağız.

Gülsen cevap vermedi. Ömer’in sinirini biliyordu. Olay anında üstelerse kavga çıkabilirdi. İçinden hacı teyzesinin sözünü tekrar etti: “Dost olarak Allah yeter. Zira bütün dostların terk ettiği gün, O’nu dost edinenler mahrum olmayacaklar.”

Vakit öğleden sonra olunca, Gülsenler’in kapısının önünde iki taksi durdu. Camdan bakan Gülsen âdeta şok olmuştu, çünkü taksiden inen bayanların kıyafetleri hiç de hoş değildi.

Kapıyı Ömer açtı, buyur etti. Hanımlar, beylerin ar­kasından aynı salona geçtiler. Gülsen şaşkındı, çok fazla bilgisi yoktu, ama hacı teyzesinden duyduğu kadarıyla bu beraber oturma işi Kur’an’a göre yanlıştı.

Çaresiz kaldığını hissetti. Ömer hiçbir şey yokmuş gibi davranıyordu. Mutfağa geldi ve Gülsen’e:

-Misafirlerimize “Hoş geldin” demeyecek misin? diye sordu.

Gülsen cevap vermeden, yazmasını başına dolaya­rak, bir ucuyla da ağzını kapattı. Gömleğini uzun eteği­nin üzerine bıraktı ve salona girdi. Şimdiye kadar hiç erkeklerle aynı ortamı paylaşmadığı için, kapıdan girdi­ğinde, tepeden tırnağa ter dökmüş, yüzü bir anda ateşler içinde yanıyor gibi kızarmıştı. Uzaktan erkeklere “Hoş geldiniz” dedi. Hanımlara sarıldı. Ömer de bayanlara uzaktan “Hoş geldiniz” demişti. Unuttuğu bir şey vardı, nefis ve şeytan insanın zayıf bir yönünü yakalamasın, ondan sonra tavizlerin ardı arkası kesilmezdi.

Yemek saatine kadar beraber oturma devam etti. Gelenlerden Aynur’un eteği oldukça kısaydı. Gülsen ona baktıkça kendinden utanıyordu. Yemek saati geldi­ğinde Gülsen, hanımlara:

-Ben sofrayı kurayım, siz rahatınıza bakın, diyerek çıktı. Gelen misafirlerden Kadriye:

-Gelin, biz de yardım edelim, diyerek hanımları alıp mutfağa geçti. Bunu fırsat bilen Gülsen:

-Şeyy... dedi ve çekingen bir tavırla devam etti:

-Ben, pek alışkın değilim de, acaba sofraları ayrı kursak, kusura bakmazsınız değil mi?

Aynur kahkaha atmış, Zehra da gülüyordu. Kadriye hanım ise henüz her şeyini kaybetmemişti, rahatsız oldu ve arkadaşlarını ayıpladı. Gülsen içinden “Keşke deme­seydim.” diye geçirdi. Küçük görmüşlerdi fikrini, onun için pişman olmuştu söylediğine. Birden hacı teyzesini hatırladı. Bir gün ders verirken şöyle demişti: “Kızım nasıl ki bir hata yaptığımızda bu dünyada birilerinin yanında, yine o birilerinden utanıyoruz. Aynı şekilde yaptıklarımızdan dolayı Allah’ın huzurunda utanmamak için aklımızı kullanmamız ve ona göre yaşamamız gere­kir.” hacı teyze de Hızır gibi başı dara düştükçe aklına geliveriyordu. Ama bu hakikati hatırlamak da Gülsen’in içindeki savaşı kazanmasına yetmemişti. Aynur gülme­sini bitirince:

-Ayy! Çok hoşsun. Şeyy, afedersin ismin neydi?.. dedi alaylı bir şekilde.

-Gülsen, dedi Gülsen mahcup bir sesle.

-Evet, Gülsen Hanım. Merak etme alışırsın. Biz de ilk geldiğimizde senin gibiydik. Sonra baktık ki dünyayı biz mi kurtaracağız, hayatımızı yaşamaya karar verdik. Hem, burası Almanya kimse bizi açıklığımızdan dolayı ayıplamıyor ki. Hatta örtünürsek ayıplanırız. Sen de alışırsın, sen dee. Hah hah hah…

Aynur sustu. Konuşma sırası Zehra’daydı:

-Gülsencim hayatını yaşayacaksın. Hem çağa ayak uydurmazsak, bu geri kalmışlığımız ve bakımsızlığımız­dan dolayı beylerimiz bizi aldatır ya da başkasıyla ev­lenmeye kalkar. Hem benim babaannem de hocaydı ve diyordu ki: “Kimin kocası hanımından razı olursa, o hanım öldüğünde cennete gider.”

Kadriye hemen müdahale etti:

-Hop hop, biraz yavaş ol. Öyle bir hadis var; ama o Allah’ın razı olacağı kocalar için geçerli. Bizim dini­mizde, Allah’a isyan olan yerde kimseye itaat yoktur.

Gülsen Ömer’ini çok seviyordu. Aldatılmak, ikinci evlilik lafı yüreğini ağzına getirmişti:

-Yoo, benim Ömer’im başka gül koklamaz... dedi ani bir tepki ile. Bu, tekrar gülüşmelere sebep olmuştu. Aynur gülerek konuştu:

-Sen kendine bakma da gör. Böyle söyleyenleri çok gördük.

Kadriye dayanamayarak tekrar müdahale etti:

-Arkadaşlar bu kadar yeter. Evvel Allah Almanla’ra taş çıkartıyorsunuz. Hadi onları anlıyoruz, Kur’an’ı kabul etmiyorlar, ya biz?

Aynur Kadriye’nin sözünü kesti:

-Hadi hadi yine başlama hocalığa. Tamam, sizin dediğiniz olsun. Yemekleri ayrı yiyelim, beraber yersek, bakarsın bizi yerler.

Erkeklere sofra servisini Aynur ile Zehra yaptı. Kadriye ile Gülsen de alt kattaki oturma odasına ha­nımların sofra servisini yapıyorlardı. Elinde tencere merdivenden inerken Gülsen’e seslendi Kadriye:

-Gülsen Hanım, ben de yeni geldim sayılır. İki yıla yakın oldu, hâlâ alışamadım. Ayak uydurmaya çalışıyo­rum; ama içimde de hep bir huzursuzluk var.

-Hayret ediyorum, elin erkeğiyle aynı yerde nasıl yemek yenilir? Her şeyi bir kenara bıraksan da, ben utanırım yemeğe birlikte oturamam. Sahi çocukların var mı?

-Yok. Evleneli üç yıl oldu. Ya senin?

Gülsen’in yüreğindeki hasret depreşmişti. Çocukla­rının hasreti onu kahrediyordu. Yaşlar gözlerine hücum ederken cevap verdi:

-İki tane. Bir kız, bir oğlan; onları çok özledim.

-Allah bağışlasın...

-Amin... dedi Gülsen, gözyaşlarıyla yutkunarak.

Saat gecenin on birini gösterirken, misafirleri uğur­lamışlardı. Gülsen ortalığı toplamaya uğraşırken, Ömer seslendi:

-Gülseeen, ben yatıyorum. Sabah işe gitmem lâzım. Sen de çok uğraşma, yarın yaparsın.

Gülsen cevap verdi:

-Az kaldı, bitirdim. Sahi, sen yatsı namazını kıldın mı?

Ömer lâfı değiştirerek konuştu:

-Haaa! Az kalsın unutuyordum. Yarın başkonsolos­luğa uğrayacağım. Çocukların gelmeleri için işlemleri yaptıracağım.

Gülsen çok heyecanlanmıştı:

-Sahi mi? İnşaallah inşaallah, onları çok özledim.

Ömer yatmıştı. Gülsen yatsı namazını kıldı. Yatar­ken kendi kendine söylendi:

-Bu adam yatsıyı kıldı mı acaba?

``

Ertesi gün...

Yine sabah namazını kaçırmışlardı. Gülsen kahval­tıyı hazırlarken Ömer’e:

-Ne yapıp et, akşama gelirken bir çalar saat getir. Böyle olmuyor, içim daralıyor, sıkıntı duyuyorum, sabah namazlarımız hep kaçıyor. Hacı teyzem demişti ki: “Kız­larım, sabah ve yatsı namazı münafıklara en ağır gelen namazlardır. İkisi de uykunun tatlı olduğu vakitler. Oysa ki bu iki namazda olan sevaplar çok. Hem öyle kolay mı cenneti kazanmak, gayret etmek gerek, gayret.” Bunu anlatırken de şöyle bir örnek vermişti. Bugün gibi hatırlıyorum: “Size birisi sabaha kadar bekle, sana bir milyar para var dese, sabaha kadar bekleriz de, Allah sabah namazı için neler vaat ediyor yine de kalkıp kılmıyoruz...”

Gülsen Ömer’den ses çıkmayınca konuşmasına de­vam etti:

-Hem bakıyorum da, kaçırdığın sabah namazlarını, kalkınca kılmıyorsun. Önceden böyle değildin. Kaçırdı­ğında vicdan azabı duyar, “Namaza durmaya utanıyo­rum, vaktini kaçırdık derdin.”

Ömer cevap verdi:

-Sonra kaza ederim, ne yapalım uyumuşuz.

-Ama biz erken kalkmanın sebeplerine yapışmıyoruz ki.

-Hadi geç kalacağım. Titizlik göstermezsek işimizden oluruz. Burası Almanya, yamuk yaptın mı şutlarlar valla.

Gülsen’in içi burkulmuştu. Alman’a karşı yamuk yapmamaya özen gösteren eşi, artık namazlarına karşı yamuk yapmaya başlamıştı. Ömer’i uğurlayıp, kapıyı kapattıktan sonra ellerini açarak: “Allahım, bu memle­ketin, bizi bizden, özümüzden koparmasına izin verme! Ya Rabbi ne olur, Ömerim’i çalmasına müsaade etme!..” diye dua etti.

Metin Kutusu: ;

 


 

 

 

 

D

 

iğer tarafta Türkiye’de...

Meryem ve Mesut, babaannelerine zor günler yaşa­tıyorlardı. Annelerini çok özleyen çocuklar, ağlamak için hemen her şeyi bahane ediyorlardı. Kızı Hülya Kur’an kursunda yatılı kalmadan önce, yeğenleriyle ilgileni­yordu. Şimdi bütün yük Hacer ananın omuzlarındaydı. Davud elinde zarf heyecanla içeri girdi. Tahtadan ya­pılmış sekinin üzerinde, çocuklara yemek yedirmekle meşgul olan Hacer Hanım, Davud’u görünce heyecan­lanmıştı. Merakla sordu:

-Hayırdır, Ömerim’den mektup mu var?

Davud cevap vermeden kapı açıldı, Hülya da hafta­lık izne gelmişti. İçeri girdi:

-Selamün aleyküm... dedi. Çarşafını çıkarırken:

-Hayırdır abi, elindeki zarf da ne?. diye sordu.

-He ya, abimden mektup var. Ama sorularınızdan fırsat bulamıyoruz ki söyleyelim.

Hacer ana heyecanla bağırdı:

-Ne duruyorsun oğul, açıp da okusana.

Çocuklar da yemek yemeyi bırakmış, amcalarının ayaklarına koşup sarılmışlardı:

-Hadi amca, çabuk aç... diyorlardı.

Davud mektubu açtı ve okumaya başladı:

 

Çok kıymetli anam ve babam,

Selam eder, ellerinizden öperiz. Nasılsınız? Biz mi? Biz çok iyiyiz. Tek derdimiz hasretlik. Gülsen de çok iyi, biraz yalnızlık çekiyor, buralara alışamadı. Meryem ve Mesut nasıllar? Hasretle öpüyoruz.

Ana,

Mektubun içindeki paranın bir kısmıyla çocuklara kıyafet alın ve hazırlayın On beş güne kadar gelip alaca­ğım.

Bu arada sizden çok önemli bir ricamız var. Bacım Hülya’yı da buraya getirmek istiyorum, ne olur izin ve­rin. Gülsen çok yalnızlık çekiyor.

Hem Hülya için de iyi olur, hayatı kurtulur.

Gülsen bir türlü ayak uyduramadı. Eee ne de olsa hacı teyzenin dizinin dibine oturmuş. Ne olur, hayır de­meyin. Aşağıda vereceğim telefon numarasını postane­den arayıp, bana haber verin. Ona göre işlemleri yaptı­rayım.

Herkese selam, büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperiz.

 

Oğlunuz ve gelininiz

Ömer ile Gülsen

 

Hülya’nın yüreği ağzına gelmişti. Almanya’ya git­mek... Heyecanlanmıştı; fakat farkettirmemeye çalışa­rak, çocukların sofralarını toplamaya başladı. Anasıyla çıkıp, ceviz ağacının altında oturan Davud endişeyle konuştu:

-Ana şaşırıp da Hülya için evet demeyesiniz.

-Niye oğul? Ne olur ki?

-Belki maddî olarak bir şeyler kazanabilir; ama kor­kuyorum ki manen kaybederiz.

Hacer Hanım itiraz etti:

-Yanlışın var oğul, abisi başında.

-Bak ana, arkadaşım Hanzala talip bizim Hülya’ya. Çocuk mü’min biri. Evlendirelim, Rezzak olan Allah rızıklarını verir, geçinir giderler. Hiç olmazsa temiz bir aile kurar.

-Ömerim’i nasıl kırarım? Hem Gülsen de yalnızlık çekiyormuş. Bir yıldır boşuna mı okuyor? Neden kaybe­delim ki? Gülsen ile ikisi birbirlerine destek olurlar, hiç­bir şey olmaz inşaallah.

-Seni kırmak istemem ana. Ama ben de bir abisiysem eğer, gitmesine gönlüm razı değil.

Hacer Hanım Davud’a çıkıştı:

-Ömer senden büyük, önce onun sözü olmalı.

-Belki kız gitmek istemez. Biliyorum, onun da Hanzala’da gözü vardı.

-Ehh sorarız. Hem babanla da daha konuşmadık. Bakalım o ne diyor bu işe.

Hülya hayallere dalmıştı bile. Uçağa binmek, Al­manya’ya gitmek... Kim bilir ne kadar güzeldir? diye düşündü. Topuklu ayakkabı alırım, aynı renk bir de çanta. Ehh, taa Almanya’larda çarşafla da olmazdı, birde pardesü aldım mı...” bu hayalleri kurarken, babası gelmiş, kendisine seslenmiş, Hülya duymamıştı. Molla Yusuf tekrar seslendi:

-Kızım, beni duymuyor musun?

-Hıı, efendim baba, bir şey mi dedin?

-Evet ya, bir şey dedim.

-Duymadım, kusura bakma.

-Karnım aç, sofra kur diyorum. Cevizin altına kur, ananlar orada. Ocağa da çay koy.

-Tamam baba, hemen kuruyorum.

Molla Yusuf ceviz ağacının altına gelip oturdu. Onun gelmesiyle Davud ve anası da susmuşlardı. Molla Yusuf sordu:

-Hülyada bir tuhaflık var, bir durum mu var? Yoksa istemeye mi gelecekler?

Hacer Hanım cevapladı:

-Yoo, öyle bir durum yok da.

-Dahası ne?

-Ömerim’den mektup geldi.

-Sahi mi? Ne diyormuş.

-“Çocukları hazırlayın” diyor. Bir de... Hacer Hanım sustu. Molla Yusuf telâşlanmıştı, sordu:

-Bir de, ne? Yoksa kötü bir haber mi var?

-Yoo, heyecanlanma, şükür kötü bir haber yok. Gülsen yalnızlık çekiyormuş, oralara ayak uydurama­mış. Hülya’yı da götürmek istiyormuş da, izin istiyor.

Molla Yusuf ses çıkarmayınca Hacer Hanım ko­nuşmasını sürdürdü:

-Her hâl oralar çok kötü olmalı ki “Ne de olsa hacı teyzenin dizinin dibine oturmuş, uyum sağlayamıyor.” demiş.

Molla Yusuf:

-Eee! Gâvur memleketinden başka ne beklenir ki?

Davud söylendi:

-Yakındır, böyle giderse bizim memleketin de ora­lardan farkı kalmayacak.

Molla Yusuf:

-Sus oğul, bir duyan olur.

-Duysunlar baba. Ne söyledim ki? Söylediklerim doğru değil mi?

-Doğru olmasına doğru da, başımıza iş açmayalım.

Molla Yusuf ülkenin tek parti dönemini birebir ya­şamış biriydi. Tedirginliği o dönemlerden taşıdığı kor­kuların sonucuydu.

Hacer Hanım böyle başlayan konuşmaların sonu­cunda kocasının bağırması, azarlamasıyla karşılayacak­larını bildiği için, hemen araya girip, lâfı değiştirerek konuştu:

-Ne yapsak bilmem ki? Yollasak; kız okuyor, ilmi yarım kalır. Yollamasak; Gülsen gelini bir yana bırak, Ömer’i nasıl kırıp, isteğini geri nasıl çevirelim? He, Molla söylesene hele, ne yapsak acep?

Molla Yusuf cevap verdi:

-Bilmem ki, bir düşünelim hele...

-Oğlan haber bekliyormuş.

Bu sırada Hülya da tepsiye sofrayı hazırlamış, bah­çeye getirdiğinde Davud abisi söylendi:

-Hülya kız, sana bahçemiz çok muhafazalı değil, çı­karken örtüne dikkat et, diye kaç kere söyledim.

Hülya bozulmuştu, cevap verdi:

-Evin içinde de mi çarşaf giyeceğim?

-Sana çarşaf giy diyen yok. Canın istemediği için anlamazlıktan geliyorsun.

Hacer Hanım söylendi:

-Oğul, kızı rahat bıraksana.

-Asıl onun rahatını istediğim için söylüyorum. Şimdi ne ekerse, yarın onu biçecek.

-Nesi var? Kızcağız okuyor, namazını kılıyor, daha ne yapsın?

El âlemin kızlarını görmüyor musun?

-Oooo! Biz el âleme bakarsak, kendimizi evliya gö­rürüz, evvel Allah. Ne işimiz var bizim el âleme bakmaya da, onlardan örnek almaya da.

Hülya tepsiyi koyup içeri girmişti. Molla Yusuf yas­landığı ağaçtan doğruldu ve Davud’a:

-Hele fazla konuşma da, şu testiden elime su dök. Sonra da oturun, yemeğimizi yiyelim... dedi.

Davud testiye uzanırken, babasına sordu:

-Baba, sen neden bir şey demiyorsun?

-Kime?

-Hülya’ya.

-Ne dememi istiyorsun?

-Baksana, örtüsünü muhafaza etmiyor, eşarbı ge­riye bağlı hâlde bahçeye çıkmış.

Molla Yusuf sinirle başını iki yana sallarken Davud’a baktı, sonra da kendi kendine söylendi:

-La havle ve la kuvvete illa billah.

``

Ertesi gün...

Molla Yusuf kahvaltıda oğlu Süleyman’a:

-Oğlum postaneye git, abinin verdiği numarayı ara ve Hülya’yı bir seneliğine göndereceğimizi haber ver... dediğinde, Hülya’nın, sevincini tarif etmesi mümkün değildi.

Şimdiye kadar abisinin Almanya’da olması, arka­daşları arasında kendi için övünç kaynağı olmuştu. İşte şimdi kendisi de Almanya’yı görecekti.

Haberi alan Ömer, hemen istek başvurusunu yap­mıştı. Turist olarak getirtecek, sonra da bir yolunu bulup kalmasını sağlayacaktı. Böylece Gülsen evde yalnız diye endişe etmekten kurtulacaktı.

Hülya’nın vize işlemleri iki ay içerisinde tamamlan­mıştı. Ve o gün evde hüzünlü bir koşuşturma vardı. Hül-ya’yı babası, torunları Meryem ve Mesut ile birlikte vi-lâyete götürüp, oradan uçağa bindirecek, Almanya ha­vaalanında abisi Ömer karşılayacaktı.

Davud’un suratı asıktı, hiç istemiyordu; ama baba­sına karşı gelemiyordu. Hülya’nın, ilmini yarım bırak­ması Davud’a ayrıca üzüntü veriyordu. Vedalaşırken Davud Hülya’ya şöyle dedi:

-Bak bacım, kimliksiz insan, aynı zamanda kişiliksiz insandır. İnsanın bir kimliği olur. Dikkat et kimliğini ve kişiliğini koru. Gâvurların karşısında sakın ola ki aşağılık kompleksine kapılmayasın. Unutma, insanın orasını burasını açması meziyet değil, aksine aşağılıktır. Asıl üstünlük ise, Allah katındaki derecelere sahip olmaktır. Bir yıl sonra geldiğinde, seni gönderdiğimiz gibi görmek isteriz.”

``

Öte yandan...

Gülsen evde oldukça telâşlıydı. Aylardan beri hasret kaldığı evlâtlarına kavuşacaktı.

Karşılamaya yeni aldıkları taksiyle gideceklerdi. Korna sesini duyunca camdan baktı:

-Hah, işte Ömer de geldi. Hemen hazırlanayım... deyip yatak odasına geçti. Ömer elinde bir çantayla içeri girdi ve seslendi.

-Gülseeen, Gülsenim nerdesin?

Yatak odasından Gülsen cevap verdi:

-Hazırlanıyorum canım, cananım.

Ömer yatak odasına geldiğinde, Gülsen feracesini giymiş, büyük başörtüsünü bağlıyordu. Ömer:

-Bir dakika dur, sana bir sürprizim var bir tanem... diyerek elindeki paketi açmaya başladı.

Gülsen Ömer’in elindeki paketi görmemişti:

-Çocuklarım geliyor ya, bundan daha iyi sürpriz mi var?.. diye cevap verdi.

-Bak, sana ne aldım.

Gülsen merakla çantadan çıkardıklarına baktı.

-Sana beğeneceğini umduğum bir pardesü aldım ve bir deee eşarp. Renk uyumuna dikkat ettim. Hadi çıkar şu üstündekini de, giy bakalım beğenecek misin?

Gülsen feracesini çıkardı. Ömer’in tuttuğu parde-süyü giydi. Klasik bir pardesüydü. Beli kemerli, boyu dizden üç dört parmak aşağıya kadardı. Gülsen hayretle Ömer’in yüzüne baktı:

-Ömerim, canım benim, bu çok kısa değil mi? Ba­cakları kapatmıyor, hem de yeterince geniş değil.

-Çok da kısa sayılmaz. Altına kalın çorap giyersin. Hele şu başörtüyü de tak. Eminim sana çok yakışacak. Güzelime ne yakışmaz ki?

Başörtü saten, kare bir başörtüsüydü. Ömer kendi eliyle Gülsen’in başını örttü ve boğazının altından bağ­ladı. Gülsen hayretle konuştu:

-Bu, başörtü değil, mendil. Neye benzediğime bir bak. Bunları giyemem.

-Neden?

-Neden mi? Hayret bir şey, bir de “Neden?” diye soruyorsun. Hacı teyze demişti ki: “Örtüden maksat; kadının cazibesini kapatmasıdır. Ve de sadece etin değil, kalıbın da belli olmaması gerekir.” Bu kıyafet benim vücut hatlarımı ortaya çıkardı.

-Biz özel taksimizle gideceğiz, kimse seni görmez.

-Olmaz. Çarşafımı çıkardım, yetmedi. Ehramımı çı­kardım, yetmedi. Şimdi de feracem çıkıyor. Yarın bu dandik pardesü de çıkarsa hiç şaşmam. Yapamam, hacı teyze…

Ömer sinirle bağırarak Gülsen’in sözünü kesti:

-Başlarım hacı teyzenden. Dünyayı sen mi kurtara­caksın? Bak, çevrene bir bak. Kimse senin gibi giyin-miyor. Arkadaşlar arasında alay konusu oluyoruz.

-Ömer, kendine gel. Sen, sen Molla Ömer değil mi­sin? Ne oluyor sana?

-Sana dinden çık diyen yok ki, açıl saçıl diyen de yok. Sadece biraz daha medenîce giyin, burası medeni­yetli...

Gülsen Ömer’in daha fazla konuşmasına izin ver­medi. Sesini yükselterek:

-Demek bizim anamız, ninemiz, sırtında mermi taşı­yan nene hatunlarımız medeniyetsiz de, şurada baldır bacağını açan kendini bilmez, ne olduğu belirsiz kadın­lar medeniyetli ha? Vayy be, batsın böyle medeniyet.

-Sana onlar gibi ol diyen mi var? Bizim Türkler’e bak, ne dinlerinden vazgeçmişler, ne de toplumdan so­yutlanmışlar.

Gülsen bağırdı:

-Sahi mi? Sen öyle san. Fikret ile Zehra’nın işaret­leştiklerini gözlerimle gördüm.

Gülsen birden ağzından atmış, sonra pişman ol­muştu. Ömer duymamış gibi davrandı; çünkü konuyu biliyordu. İlkten Fikret’e tepki göstermişti, sonraları ona da normal gelmeye başlamıştı:

-Ne diyorsam onu yap. Çabuk ol, çünkü geç kala­cağız, çocuklar korkmasınlar. Arabada bekliyorum... deyip çıktı.

Gülsen yine kendi kıyafetini giyerek çıktı. Ömer bo­zulmuştu; ama bir şey demedi. Hiç konuşmadan hava­alanına geldiler. Uçağın gelmesine on beş dakika vardı. Ömer teybin düğmesine bastı. Yabancı müzik çalıyordu. Gülsen şaşkın şaşkın biraz dinledikten sonra sordu:

-Bir şey anlıyor musun?

Ömer Gülsen’e bakmadan konuştu:

-Anlayamadım, ne dedin?

-Müzikten bir şey anlıyor musun? dedim.

-Ona pop diyorlar. Yoksa senin hacı teyzen “Pop dinlenmez mi?” demişti.

-Hâşâ, hacı teyze din vazeden değil ki, o bildiklerini bize aktarmaya çalışıyordu.

O sırada uçağın geldiği anons edildi. Heyecanlan­mışlardı. Ömer:

-Sen, sakın arabadan inme. Arabada bekle... deyip çocukları almaya gitti.

Gülsen arkasından söylendi:

-Vahh benim Molla Ömerim’e, vahhh! Ne oldu sana be Ömer? Allah ayaklarını kaydırmasın.

Biraz bekledikten sonra, Gülsen karşıdan çocukları­nın geldiğini görünce, artık gözyaşlarını zaptetmesi mümkün değildi. Taksinin kapısını açtı ve çocuklarına doğru koşmaya başladı.

Çocuklarına sarıldı, bir müddet öylece kaldı. Sonra kalkıp Hülya’ya “Hoş geldin!” deyip sarıldı. Arabaya binip, evin yolunu tuttular.

 

 

 ;

 

 

 

D

 

iğer tarafta...

 

Davud etrafa son bir kez göz attıktan sonra içeriye girdi. Herkes gelmişti. Tahsin Öğretmen sordu:

-Etrafa iyice baktınız mı? Sizi takip eden olmamıştır umarım.

Davud cevap verdi:

-Hocam, görünürlerde kimse yoktu.

-Peki, o zaman başlayalım.

Tahsin Öğretmen Konya’dan tayin edilmiş, lise edebiyat öğretmeni idi. Şark hizmeti için tayin edilmişti Molla Yusuf’un kasabasına. Güler yüzlü, temiz bir Müslümandı Tahsin Öğretmen. Konuşmasına Allah’a hamd ederek başlardı her zaman:

-Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a olsun. Selâm da O’nun elçisine, kutlu önderimize, yegâne rehberimize olsun. Ve yine selâm o kutlu önderi takip etme gayreti ve azmi içerisinde olan cümle mü’minlere olsun.

Arkadaşlar bugünkü konumuz: “Neden?”

Gençler anlamamışlardı. Hanzala sordu:

-Ne, neden? Hocam bağışlayın, anlayamadım.

Tahsin Öğretmen:

-Sadece “Neden?” Bazı neden ve niçin ile biten so­rulara cevap arayacağız.

Oda da on beş genç vardı; ama odaya tam bir ses­sizlik hakimdi. Herkes öğretmenini pürdikkat dinliyordu. Aynı okulda okuyan farklı sınıflardan öğrencilerdi. Çe­şitli vesilelerle öğretmenlerine sorular yöneltmişler, ho­caları da onları bir araya toplamış, onları aydınlatıcı sohbetler yapıyordu. Fıtratları bozulmamış, pırıl pırıl gençlerdi. Anlattıkça gençlerin yüzlerine yansıyan ifade­ler, Tahsin Öğretmen’i fazlasıyla memnun ediyordu:

 -Arkadaşlar, sizin dikkatinizi biraz evrene çevirmek istiyorum. Yıldızlar, ay, güneş, uzay boşluğu ve herbi-rinden milyonlarca küçük dünya.. Yeryüzü ve için­deki­ler... Evet, bütün bunlar incelendiğinde hiçbir nok­tasının eksik bırakılmadan, her birinin müthiş bir denge içeri­sinde olduğunu görürüz. Hatta öyle ki, bu denge siste­minde en ufak bir sapma, birçok şeyin sonu olur. Örne­ğin; dünya kendi ekseninde ve güneş ekseninde dönü­yor, çok hafif bir duraklasa...

Gençler ağız birliği yapmış gibi:

-Allah korusun... dediler hep bir ağızdan.

Tahsin Öğretmen devamla:

-Ya güneş? Milyarlarca yıldır patlamalarına rağmen ısısından, ışığından hiçbir şey kaybetmiyor. Acaba onun gökyüzünde ateşinin sönmemesi, eksilmemesi nasıl ol­maktadır?

Bütün bunlar güzel bir nizam içerisinde, dünyadaki hayatın devamı için görevlerini yapıyorlar. Her birinin dünyadaki hayat için vazgeçilmez görevleri var.

Peki dünya? Dünya ve içindekiler de yine hayat için vazgeçilmez unsurlar. Dağlar, rüzgârlar, denizler, yağ­murlar. Bunlar mı sadece? Hayır. Toprak, hava, oksijen, hidrojen... Yetmedi, hayvanlar âlemindeki bütün hay­vanlar vs...  Her birinin ayrı görevi var. Tabi bütününün işlevini anlatmak ilmimiz açısından da, zamanımız açı­sından da oldukça zor. Her birini de ayrı ayrı bilmi-yo­rum. Bildiğim tek nokta var ki, o da hepsinin, insanoğ­lunun hayatı için ve kâinatın ekolojik dengesi için vaz­geçilmesi mümkün olmayan görevlerinin olma­sıdır.

Şimdii, asıl sorumuza gelelim. Saymaya gücümüzün yetmediği bu intizam, ihtişam, mükemmel denge niçin­dir?

Davud oturuşunu değiştirerek bağdaş kurdu. Par­mak kaldırarak söz istedi. Tahsin Öğretmen sordu:

-Buyur Davud, bir sorun mu vardı?

-“Niçin?” dediniz, siz söylemiştiniz: İnsanoğlu için­miş.

-Evet, çok güzel. İşte asıl cevaplamamız gereken şey: Bunların bütününü insanoğlu için yaratan Allah, insanı neden yaratmış?

Ertuğrul:

-Hocam, topraktan yarattığını söylemiştiniz.

Gençler gülüştüler. Tahsin Öğretmen de gülümsedi ve cevap verdi:

-Yani, niçin yaratmıştır? Bu intizamı insanoğlunun emrine amade kılan Allah, insanoğlundan ne istemekte­dir? Ve biz, bizden istenilenleri ne kadar biliyoruz, ne kadar yaşıyoruz? Ne kadar idrakindeyiz? Bütün bu ha­rika intizamı insanoğlunun emrine veren Allah, insa­noğlunu yaratmış ve “Al sana mükemmel bir denge, git bildiğin gibi yaşa, sonra öl. Ben seni affederim mi?” demiştir. Hâşâ.

Dengeden bahsetmişken, başka değil, kendi vücu­dumuza baktığımızda organların, damarların, kısaca vücut yapısının ve işleyişinin müthiş bir denge içerisinde olduğunu görürüz. Allah bütün bu harikaları tabiri ca­izse, har vurup harman savurmamız için vermemiştir. Düşünürsek kendimiz de sayısız örnek bulabiliriz.

Hanzala söz alarak konuştu:

-O zaman asıl mesele, Allah’ın insandan istediğini iyi bilmekte. Öyle değil mi, hocam?

-Evet. İnsandan istediği şey: Kulluk. Yalnız kavram kargaşasına kurban giden kelimelerimizden, “Kulluk” kelimesi de nasiplendi. Kulluk deyince, namaz ve oruç akla geliyor. Oysa ki kulluk, hayatın her alanında karşı­laşılan meseleyi Allah’ın emrine göre yapmaktır. Kulluk Allah’ın istediği şekilde yaşamaktır, çocuğunu Allah’ın öngördüğü şekilde terbiye etmektir. Paranı Allah’ın iste­diği şekilde kazanıp harcamaktır. Kısacası siyasî, eko­nomik, hukuk ve karşılıklı ilişkilerde Allah’ın çizgisinden çıkmamaktır.

Davud tekrar parmak kaldırarak söz istedi. Tahsin Öğretmen:

-Seni dinliyorum Davud, diyerek Davud’a baktı. Davud:

-Hocam, bildiğiniz gibi benim babam da din görev­lisi. Bazı şeyler sorduğumda “Fazla eşeleme, fazla dü­şünme. Derin düşünmek iyi değildir.” diyerek cevap veriyor.

Tahsin Öğretmen içini çekti. Biraz durdu, sonra ko­nuşmaya başladı:

-Aslında zihin hücrelerini uyarmanın bir yolu da dü­şünmektir. Allah Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde “Siz ne az düşünüyorsunuz” diye buyurarak, bizi düşünmeye sevk ediyor. Babanla birkaç kez ben de konuştum. Üzülerek ifade edeyim ki, kendisine korku psikolojisi hakim. Yalnız ona mı? Hayır, o yaşta olan birçok ihti­yarda bu psikoloji var.

Hanzala:

-İhtiyarlıktan mı?.. diye sordu.

-Çeşitli sebepleri olabilir. Ama en büyük nedeni Türkiye’nin tek parti dönemini birebir yaşamış olmaları­dır. “Fazla eşeleme” demesi tamamen devlet korkusun­dan. Yermememiz lâzım. Çok zorlu günler geçirdiler, çoook. Baş tacı olması gereken kitabın ahırlarda sak­lanması bile, onların psikolojik dengesini yıkmaya yetti. Kaldı ki bunun yanında daha ne sıkıntılar çektiler.

Ertuğrul:

-Çok korkunç. O zamanın jandarması bunu nasıl yaptı?

Tahsin Öğretmen:

-Bakın gençler, biz geçmişle oyalanıp, gelecekle avunursak hiçbir şekilde anı yaşayamayız. Geçmişte olanları bileceğiz, tahlil edeceğiz; ama zamanımızı çal­masına, vaktimizi boşa öldürmesine, gündemimizi ge­reksiz işgal etmesine engel olacağız. Tarih bilgisi gerekli­dir; ama ne tarihle övünmek, ne de tarihe sövmek için değil, sadece ders almak için anlaştık mı?

Gençler “Anlaştık” derecesine başlarıyla öğretmen­lerini tasdiklediler. Tahsin Öğretmen konuşmasına de­vam etti:

-Bütün bu olanlardan sonra toplum olarak birçok şeyi kaybettik. Ve korkulur ki daha da kaybedeceğiz.

Hanzala sordu:

-Neyi meselâ?

Davud söz almadan konuştu:

-Soruyor musun? Bak, önceden kız, erkek bir arada okuyamazdı; çünkü, büyüklerimiz karşı çıkardı. Ama şimdi alışıldı. Bizim lisenin yarısına yakını kız. Tabiî alışı­lınca da insanlar benimsiyor ve tepkiden vazgeçiyor.

Sonra hocasına dönerek:

-Özür dilerim hocam, izin almadan konuştum... dedi. Tahsin Öğretmen:

-Önemi yok... dedi ve Hanzala’ya bakarak konuş­masını sürdürdü:

-Evet, Davud haklı. Osmanlı’dan sonra büyük şe­hirler hızla İslâm’a, dine, Kur’an’a yaşantı olarak yaban­cılaşıyor.

Hanzala:

-Bizim buralar daha iyi desenize?

Tahsin Öğretmenin yüzünde buruk bir ifade belirdi:

-Pek sayılmaz Hanzala. Buralarda da gelenekler, dinin önüne geçti.

Ertuğrul merakla sordu:

-Nasıl yani?

-Nasıl mı? Dinin ayıp saymadığı fakat geleneğin ayıp saydığı nice yanlışlıklar var. Söylesene yaşantıda hangisi tercih ediliyor? Tabiî ki geleneksel olan daha ağır basıyor. Davud’un “Alıştık” dediğine sonuna kadar katılıyorum. Bakın, gözlemleyin oruç tutmayan birine gösterilen tepki, ayıplama namaz kılmayana gösteriliyor mu? Ya da örtüsüz bir kadına, kadın-erkek tokalaşma­sına gösteriliyor mu? Oysa ki bazı durumlar; hastalık vb. gibi bazı mazeretler oruç tutmamaya izin verirken, na­maza asla ve kat’a izin yok. Örtüye izin yok. Örnekleri çoğaltmak mümkün.

Davud gözlerini bir noktaya dikmişti. Âdeta oda da değilmiş gibiydi. Gözlerini baktığı noktadan çevirmeden konuştu:

-Neler kaybetmişiz de çoğundan haberimiz bile yok. İlmimiz yok, birçok şeyi ayırt edemiyoruz. Benim ba­bama “Molla Yusuf” diyorlar; ama yaşadığı birçok şey gelenekten alınma.

Tahsin Öğretmen müdahale etti:

-Kimseyi suçlamayacağız. İyiyi, güzeli biz sunacağız onlara, kimseyi rencide etmeden. Çocuklar unutmayın, onlar zor dönemlerin adamları. Şiddetli yasakları yaşa­dılar, büyük şehirlerde medenî olmak uğruna İslâm’a sırt çevrildi. Kırsal kesim Anadolu ise geleneğin ağına düştü. Şimdi iş başa düşüyor gençler. Işığı görenin karanlıkta­kileri ışığın etrafına çağırma, ışığın birçok kimseye ulaş­ması için mücadele etme gibi sorumlulukları var. Yoksa kendisi de karanlıklar içerisinde yok olmaya mahkûm olur.

Davud birden kalbine hücum eden duygulara yenik düşmüş titriyordu. Ne olduğunu anlayamadan bağırdı:

-Hayıııır, bu böyle gitmemeli. Buna izin vermemeli­yiz. Ben, sözde medeniyete de, gelenek ağına da cephe alacağım. Canımı Allah alana kadar bu uğurda uğraşa­cak ve cihadı alnımın çatına vuracağım...

Tahsin Öğretmen şaşırmıştı:

-Gençler, bu akşamlık bu kadar yeter. Daha fazla geç olmadan gitmelisiniz. Hep beraber değil, ikişer ikişer çıkın, dedi ve Davud’a dönerek:

-Sen biraz kal... diye ekledi.

Gençler gitmiş, sadece Davud kalmıştı. Tahsin Öğ­retmen şefkatle Davud’un omzuna elini koydu ve baba­can bir ses tonuyla:

-Oğlum, sakin olmalıyız, ani heyecanlarla atılan yanlış adımlar, insanın doğmadan ölmesine sebebiyet verir. Onun için sabırla, yavaş yavaş fakat emin adım­larla yürüyüp, hedefe varmak, hızlı gidip yarı yolda kal­maktan iyidir, öyle değil mi?

Tahsin Öğretmen’in “Oğlum” sözü Davud’un yüre­ğini okşamıştı. Davud ağlıyordu:

-Hocam... dedi ve devam etti:

-Ben Allah’ı ve kurtuluşum için, kendisine uymam için gönderdiği Peygamber’imi seviyorum. Bunu bütün benliğimle hissediyorum. Şimdiye kadar anlattıklarınız bana çok şey kazandırdı. Allah’tan ve O’nun Peygambe­rinden uzak kalma korkusu içimi yiyip kemiriyor. Lütfen elimden tutun. Babam molla ama sorduğum birçok soruyu geçiştirip cevap vermiyor.

Tahsin Öğretmen:

-Anlaştık, ama bir şartla... dedi.

-Hazırım hocam, şartınız nedir? diye sordu Davud heyecanla.

-Babanı suçlamayı bırakacaksın.

-Peki... dedi Davud mahçup bir edayla. Tahsin Öğ­retmen Kur’an mealini Davud’a hediye etti. Vedalaşıp ayrıldılar.

Davud eve geldiğinde, gecenin serinliğine rağmen babası ve anası ceviz ağacının dibinde oturmuş kendi­sini bekliyorlardı. Davud içinden “Eyvah yine azar yiye­ceğiz” dedi.

Bir şey olmamış gibi seslendi:

-Selâmün aleyküm. Yatmamışsınız.

Molla Yusuf selâmı almadan, sinirle sordu:

-Neredesin? Sana kim izin verdi? Bu saate kadar neredeydin? Çabuk konuş.

Davud cevap verdi:

-Kötü yerde değildim.

-Sana elli kere söyledim, başımıza iş açacaksın.

-Ne yapıyorum ki başımıza iş açayım.

-Ne halt ediyorsan işte. Bundan böyle akşam na­mazından sonra dışarı çıkmak yok, anlaşıldı mı?.. diye bağırdı Molla.

-Babaa..

-Baba maba dinlemem. Bu yaştan sonra bir de se­ninle uğraşamam, anlaşıldı mı?

-Bana söyler misin? Nedir yaptığım? Neyimle uğra­şacaksın?

-Bana bak, namazını kıl, orucunu tut, camiye git, kimse sana bir şey demiyor. Bundan fazlasından sana ne?

Davud duyduklarına inanamadı. Şaşkınlıkla cevap verdi:

-Bunu Molla Yusuf mu söylüyor? Baba Allah rızası için ne söylediğini kulağın duysun. Yani Kur’an’dan bazı emirleri al, gerisini bırak mı diyorsun? Sen dememiş miydin, dinin bir bütün olduğunu? Emirlerde ayırım olmadığını, emirin emir olduğunu, Kur’an’dan hesaba çekileceğimizi, Kur’an’ın öte dünyada kimine şikayetçi, kimine şefaatçi olacağını sen dememiş miydin?

-Anlamıyorsun.. diye bağırdı Molla Yusuf. Oturduğu yerden kalktı ve Davud’a yaklaşarak konuşmasına de­vam etti:

-Anlamıyorsun. Daha açık konuşayım mı? Evlât acı­sına dayanamam. Bunların ne yapacağı belli olmaz. Asarlar adamı, tıpkı dedemi, Menderes’i astıkları gibi, tutarlar, işkence ederler.

-Baba, cesur bir gün, korkak ise her gün ölür. Oysa ki ölüm, her ikisine de belirlenen vakitten önce gelmez. Toplumda zulme uğrayan mazlumlar en az zalimler ka­dar cesaretli olmalılar.

Molla Yusuf ürpermişti. Oğlu on sekiz yaşındaydı ve korkunç (?) şeyler söylüyordu. Elinde olmadan Davud-un suratına bir şamar patlattı. O ana kadar baba oğlu tedirgin bir şekilde dinleyen Hacer Hanım yerinden fır­ladı ve eşine:

-Kendine gel, ne yapıyorsun? Gecenin bu saatinde bir duyan olur... diye çıkıştı.

O sırada bekçinin düdük sesi gecenin karanlığını yardı. Sokak lâmbaları yoktu; ama ay on dördündeydi ve bütün ihtişamıyla gökyüzünden ışık gönderiyordu. Bahçe duvarının dibine gelen bekçi Niyazi seslendi:

-Hayrola Molla, bir durum mu var?

-Yooo, hayır. Bizim Davud.. diye cevapladı Molla Yusuf.

Bekçi Niyazi:

-Haaa! Bırak be Molla, gençtir. Eski devirler eskide kaldı. Herkes aya gidiyor. Ufak tefek kaçamaklarına göz yumacaksın. Sen de mollasın ama ne yapalım dedim ya devir değişiyor. Hadi eyvallah.

-Güle güle. Kolay gelsin.

Bekçi gitmişti. Molla Yusuf oğluna döndü. Vurdu­ğuna pişman olmuştu:

-Bak oğul, beni anlamakta zorlanıyorsun. Ben ister miyim delikanlı birine vurmayı, başına bir hâl gelir diye korkuyorum.

Davud, öğretmeninin nasihatlerini hatırladı. Sesine oldukça yumuşaklık katarak konuştu:

-Babacığım, ben de seni üzmek istemiyorum. Ne dersin, biraz ceviz ağacının altında oturalım mı?

-Tamam... dedi Molla Yusuf ve oturdular. Hacer Hanıma da çay yapmasını söyledi. Saat gecenin yarısını geçmişti, ama kimseyi uyku tutmuyordu. Davud ko­nuşmasına başladı ve sordu:

-Baba, benim yaptığım hata nedir? Seni asla üzmek istemiyorum. Yanlış mı yapıyorum? Öğretmenimden Allah’ımı, Peygamber’imi, Allah’ın bize “Yaşayın” diye gönderdiği dinimi öğreniyorum. Yanlış mı yapıyorum? Kimsenin malını çalmıyorum, kimsenin namusuna yan bakmıyorum, haksız yere kimsenin kanını akıtmıyorum. Doğruluğu, hakkı hakikati öğreniyorum, neden beni götürsünler ki?

Molla Yusuf oğlunun sözleri karşısında üzülmüştü. Haklıydı, oğlu hatasını bilmek istiyordu. O haklı olma­sına haklıydı da, şimdi korktuğu şeyi hangi ayetle, hangi hadisle, hangi fetvayla izah edecekti?

Rasûlullah’ı hatırladı. O’nun Mekke'sini hatırladı. Hani “LÂ İLÂHE İLLÂLLAH” davasıyla görevlendirildi­ğinde, Mekke'nin devlet adamları Ebu Talib’e gelip teh­ditler yağdırmıştı da Ebu Talib yeğeni ile Mekke devlet adamlarının arasında kalmıştı. Düşünmüş sonra da Hz. Muhammed'den yana tavır koymuştu. Ama şimdi ken­disi Ebu Talib, oğlu da Peygamber değildi. Ama şimdi­nin Ebu Cehilleri de oğlu ile düzenleri arasında bırak­mıştı Molla Yusuf’u. Sebep ortada idi. Yol aynı yol, dava aynı dava idi. Her iki taraf için de değişen yalnızca isimlerdi. Ortada bir hakikat vardı, o da, adı ne olursa olsun hiçbir düzen, Peygamber’in getirdiği, Allah’ın gönderdiği düzeni istemiyordu.

-Oğlum haklısın... dese, o zaman Davud:

-Bu tepki, bu sinirlenme neden? diye sormaz mıydı?..

-Haksızsın... dese, Peygamber davasına böyle bir şeyi nasıl söylerdi? Sonra hesap günü Allah katında ne mazereti olacaktı, olamazdı. Çünkü Peygamber’in Mekke hayatı, şaşmaz bir şahit olarak tarih sahifelerinde duruyordu. O hesap günü ki, hiç kimsenin kimseye fay­dası olmayacağı, olamayacağı ayetlerle sabitti. Ve yine öyle bir hesap günü ki, sağ ve soldaki yazıcı melekler hiçbir şeyi unutmadan, atlamadan, torpil geçmeden yazmış, o günde ortaya dökülmüş olacaktı. Sen ve yap­tıklarınla başbaşa kaldığın gün?..

Yutkundu. Nereden başlasaydı? Oğluna bu düzen bize çok çektirdi. Bunlar öyle ki Ebu Cehil gibi değil, Müslüman’a Müslüman kimliği altında eziyet ediyorlar. Bunların Ebu Cehil gibi “Ben Allah’ın kanunlarının dünyada yaşanmasına, Allah’ın koyduğu hukuk siste­minin uygulanmasına karşıyım” diyecek kadar yürekleri yok. Bunlar kuş dili konuşarak yapacaklarını yapıyorlar.

Bunlar Müslüman’a Müslümanlığı yine Müslüman kimliğinin arkasına saklanarak yasaklıyorlardı.

Davud babasının daldığını görünce, babasının elini sıkıca tuttu, öptü, öptü, öptü. Sonra ağlamaya başladı:

-Babam, babam benim. Seni üzmek istemiyorum. Hakkını helâl et. İnan yanlışımı bilmiyorum. Sen, sen molla değil misin? O hâlde doğruyu sen öğret bana. Ben Allah’ın emrettiği hayat şekline sırt çevirmek istemiyorum. O zaman sen öğret.

Molla Yusuf, oğlunun başını okşadı ve konuşmaya başladı:

-Ahhh evlât! Şükür bu günlerimize. Ezanlarımız Arapça, Kur’an, yüzünden olsun okunuyor. Ama yeterli değil tabiî. Unutmamak gerekir ki, bunlar Kur’an’ı Arapça, anlamadan okumamıza karşı değiller. Bunların karşı olduğu, toplumda Allah’ın emirlerinin uygulan­ması. Evet Kur’an’ın okunmasını değil, bütün alanlarda uygulanmasını istemiyorlar.

Davud merakla sordu:

-Nasıl yani? Kur’an’ın istenmeyen bölümü mü var?

-Sözümü kesme de dinle... dedi Molla Yusuf ve de­vam etti konuşmasına:

-İşte o istenmeyen bölümün farkına varanları rejim rahat bırakmaz. Ben de eski zor günleri yakinen yaşa­dım, gördüm. Şimdi korkuyorum, evlât acısına daya­namam diye.

-Ne yapabilirler baba?

-Her şey oğul, her şey.

-Sonuç ölüm değil mi? Ölümden ötesi var mı? Baba söylesene ölümden ötesi var mı?

-Dayanamam oğul, dayanamam. Elbet ölümden ötesi yok.

-Benim babam, ölüm mekân değişikliği değil mi? İnsanın bir yerden başka bir yere nakli değil mi?

-Evet öyle

-Abim Almanya’da. Bacım Almanya’da. Dünya menfaati için onlara dayanmaya çalışıyoruz. Ne olur ki? Şayet öyle bir şeref bana nasip olursa Allah için biraz hasretlik çekeriz, sonuç güzel yerde kavuşmak olduktan sonra, katlanmaya ne var? Hem sen dememiş miydin “Kişi kaderini geri çeviremez” diye. Nasıl olsa o ölüm belirlenen saatte mutlaka gelecek, o hâlde neden an­lamlı gelmesin? Neden ucuz ölelim?

-….....

Molla Yusuf susmuştu. Ne diyebilirdi ki?

-Baba beni yanlış anlama lütfen, senin ilminle boy ölçüşmüyorum. Sana karşı gelmek değil amacım, amma Hesap günü Allah “Hadi Ben’den gayri korktuklarınızı, sevdiklerinizi, çekindiklerinizi, itaat ettiklerinizi, uğruna uğraş verdiklerinizi yardıma çağırın, bakalım size yardım edebilecekler mi?” diye buyurursa ne deriz? Kimi çağırı­rız yardıma? Çağırsak dahi, söylesene kim gelir? Kim gelebilir?

Molla Yusuf gözlerini yıldızlara dikmiş, sessizce oğ­lunu dinliyordu. Yıldızların göz kırpar gibi ışık saçmala­rına bakarken aklından da şu ayetleri geçiriyordu:

“Gökyüzünü korunan bir tavan yaptık. Onlar ise bunun ayetlerinden yüz çeviriyorlar.

Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O’dur. Her biri bir yörüngede dönerek gitmektedirler.

(Rasûlüm!) Biz, senden önce hiçbir insana, ebedî hayat vermedik (dünyada). O hâlde sen ölürsen onlar ebedî mi kalacaklar?

Her nefis ölümü tadacaktır. Bir imtihan olarak sizi hayr ile de şer ile de deniyoruz. Sonunda ancak Bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya sûresi, 32-35)

Hey gidi koca Molla Yusuf heyy! Sen ki Molla Yu­sufsun ve her türlü zorluğa rağmen Kur’an’ı, Arapça’yı, tefsir ve akaid ilimlerini tahsil etmiştin. Hocan sana “Al­lah’tan korkar gibi, hatta daha fazla bir korku ile insan­lardan korkarlar” (Nisa, 77) ayetini tefsir ederken “Genç­ler, sakın ola ki korku putunu yüreğinize dikmeyesiniz. Korkulmaya lâyık sadece Allah’tır. Unutmayın ki, put sadece somut olmaz, soyut putlar da vardır. Unutmayın, korkuyu korkutmadıkça cesur ve yürekli olamazsınız.

Gençler! Sakın ola ki sevgi putunu yüreğinize dik­meyesiniz. Bakın Allah ne buyuruyor: “İnsanlar içinde Allah’tan başkasını (ne olursa olsun fark etmez) O’na denk hâle getirenler vardır. ALLAH’I SEVER GİBİ ON­LARI SEVERLER (Allah yerine ona bağlanırlar). Gerçek iman edenlerin Allah’a sevgisi (emirlerine itaat ve bağlı­lığı ise) daha kuvvetlidir. Zulmedenler Allah’ın azabının çetin olduğunu keşke (önceden) bilselerdi.” (Bakara, 165) Unutmayın ki bir gün, fani olanlar; fani sevgiler, fani korkular hepsi sizi Baki olanın yanında terk edecekler” dememiş miydi? Ne yani Kur’an öğretiyorsun diye, ha­pislere girdin, dipçik yedin diye bildiğin doğruları sadece içine gömmen doğru mu? Tamam söz vermiştin son sorguda, Kur’an’ın siyasetle ilgili, hukukla ilgili ayetlerini anlatmayacaktın. Ama bunlardan önce söz verdiğin biri var. Dahası “LÂ İLÂHE İLLÂLLAH” diyerek bu sözü yeniliyordun.

Molla Yusuf’un içini bir değil bin pişmanlık kapla­mıştı. Evet, evet, Molla Yusuf ağlıyordu. Davud karan­lıkta babasının gözyaşlarını görememiş ama nefes alış verişinden, iki de bir burnunu çekişinden anlamıştı. Davud da sustu. Biraz öylece sustular.

Molla Yusuf:

-Oğlum... dedi ve devam etti:

-Oğlum beni iyi dinle. Madem öyle istiyorsun, bil­diklerimi sana öğreteceğim. Arkandayım evlât, arkanda­yım.

-Heeeey Molla daha burada mısınız? Sabah oldu be Molla, sonra ahaliye sabah ezanı okuyamazsın. Bırak ahret sorgusuna çekme çocuğu. Dedim ya gençtir.

Biraz önce geçen Bekçi Niyazi’nin sesiydi. Molla Yusuf cevap verdi:

-Gel de çay içelim. Hanım çay yapıyor. He ya haklı­sın, gençlere biraz göz yummak gerekiyor.

Bekçi Niyazi’nin nasıl yardakçı olduğunu iyi bilirdi, onun için islâmî konuları hiç açmazdı onun yanında.

Molla Yusuf Davud’a dönerek:

-Kalk oğlum, çayları al da gel, anan gelmesin, diye fısıldadı.

Davud:

-Neden? diye sordu.

-Aslında Müslüman kadının yabancı erkeklere hiz­met etmesi, bir arada oturması haramdır. Bakma evlât geçirdiğimiz onca sorgudan sonra gevşedik. Hadi hadi anana söyle, o anlar.

Davud içeriye giderken İslâm’dan yeni bir hüküm daha öğrenmiş ve oldukça da şaşırmıştı. Babası bili­yordu ama yine de gevşek davranıyordu. Peki bunun hükmü neydi? Bilip, inanıp, yapmamak? Birisi de bilip, inanmadığı için yapmıyordu?

Bu aynı, hastalığın ve ilâcının ne olduğunu bilip, ilâcı kullanmamaya benziyordu. Peki faydası neydi?

Bütün bu düşüncelerle içeriye girdi. Çayları alıp döndüğünde gecenin üçüne rağmen, gözlerinde uyku­dan eser yoktu.

Bu gece Davud için bereketli bir gece olmuştu. O geceden sonra Davud ve dört arkadaşı Molla Yusuf’dan İslâmî ilimleri tahsil etmeye başlamışlardı.

Metin Kutusu: ;

 


 

 

 

 

 

A

lmanya’ya geleli beş ay olmuştu ama henüz evden başka bir yeri görmemişti Hülya. Evde yengesiyle iş bölümü yapmışlardı. Alt kat da Hülya’ya, üst kat da yengesine aitti.

O gün yine haftanın son iş günüydü. İşlerini bitirmiş televizyonun karşısına geçmişlerdi. Gülsen’in gözünden kaçmıyordu. Hülya’nın birkaç gündür canı sıkkındı. Da­yanamayıp sordu:

-Hülya birkaç gündür moralin yok gibi. Bir şeye ca­nın sıkıldı galiba?

Hülya başını dantelinden kaldırmadan cevap verdi:

-Yoo! Yok bir şeyim.

Gülsen itiraz etti:

-“Yok bir şeyim” deme. Seni tanımam mı ben? Yoksa ananları mı özledin? Hiç sorma, benim anam burnumda tütmeye başladı. Hasretlikten içim yanıyor.

-Yooo!

-Demek söylemek istemiyorsun?

Tam o sırada telefon çaldı. Gülsen telefonla konuş­tuktan sonra Hülya’ya:

-Arayan abindi. Akşama misafirlerimiz varmış.

-Kimmiş?

-Fabrikadan arkadaşlarıymış. Türk aileleri. Hazırlığı güzel yapın, dedi.

-Hele şükür birileriyle tanışacağız desene.

-Canının sıkıntısı bundan mı yoksa?

-Almanya’ya geldik güya. Ne Almanya ne Almanya, dört duvardan başka bir şey gördüğümüz yok. Peki ge­lecek olanları tanıyor musun?

-Evet, biri hariç ötekilerde iş yok.

-Nasıl yani?

-Değişmeyen sadece isimleri kalmış. Dışarıda gör­düğün Alman’dan farkları yok. Ne var ki, bizimkiler son­radan görme oldukları için hareketleri üzerlerinde iğreti duruyor.

Gelin görümce mutfağa geçtiler. Hülya yengesine yardım ederken sordu:

-Yenge, geldiğime pişman mısın?

Gülsen şaşırmıştı. Böyle bir soru beklemiyordu. Şaşkınlıkla sordu:

-Hoppalaa, bu soru da nereden çıktı şimdi?

Hülya gözleri dolu dolu olmuş bir vaziyette cevap verdi:

-Bilmem kaç gündür böyle bir düşünceye kapıldım da. Çünkü...

Gerisini getiremedi. Sesi titriyordu. Laflar boğazına düğümlenmişti. Gülsen yaptığı işi bırakarak Hülya’ya döndü ve cevap verdi:

-Evet, kaç gündür üzgünüm, durgunum değil mi? Ben de sana çaktırmamak için uğraşıyorum. Desene becerememişim. Hadi ağlama, çünkü sebep sen değil­sin.

-Peki bir derdin mi var?

-Evet derdim var. Derdim Ömer.

-Ne olmuş abime?

-Farkında değil misin? Artık namazlarına eskisi ka­dar itina göstermiyor. Artık eski İmam Ömer yok gibi.

Hülya uykudan uyanır gibi olmuştu. Evet, yengesi doğru söylüyordu. Gülsen konuşmasına devam etti:

-Sadece namaz mı? Benim çok kapalı olduğumu, burasının Türkiye olmadığını, toplumdan dışlanmama­mız gerektiğini söylüyor. Bunca zaman gezmeye götür­memesi de bundan. Beni sıkan bunlar, sana yansıtmış olmak istemezdim. Hakkını helâl et.

-Yooo! Asıl ben özür dilerim. Ben de sanmıştım ki... Neyse boş ver. Hem üzülme din değiştirmedi ya, Allah korusun.

-Allah korusun. Ama yine de korkuyorum. Hem Rabbimden utanıyorum da. Çarşaftan çıktığım gün, inan kendimi çıplak hissettim. Allah’tan yeni kıyafetime alıştım. Yoksa o duyguyla yaşanmazdı. Sahi sana da bu akşam kıyafet getireceğini söyledi. Hülya heyecanlan­mıştı:

-Kıyafet mi?.. diye sordu.

-Evet ya, senin de çarını çıkaracak anlaşılan. Ol­mazsa Türkiye’ye giderken giyebilirsiniz, diyor. Sanki haramlar sadece Türkiye’de geçerli.

-Üzülme, alışırız elbet.

-Üzülmeyeyim üzülmesine de, pek alışacağa benze-miyorum. Neyse şu tepsiyi fırına koy. Sahi tatlı olarak ne yapalım?

O sırada telefon tekrar çaldı. Bu defa telefona Hülya baktı. Mutfağa döndüğünde:

-Hazırlığa gerek kalmadı, dedi.

-Neden? Arayan kimdi? Ne söyledi?

-Abimdi. Fikret diye birinin doğum günü varmış, oraya gidecekmişiz.

-Fikret’in doğum günü mü?

-Evet. Sahi doğum gününü nasıl yapıyorlar ki? Hiç gördün mü?

-Hayır, duydum ama hiç gitmedim. Tuhaf…

-Tuhaf olan nedir?

-İnsanların mezara yaklaşmalarını kutlamaları.

-Anlayamadım?

-Her doğum günü aslında yaşlanmak demek değil mi? Mezara yaklaştığı için kutlama yapıyorlar. Sanki bu yaşantılarına rağmen bando ile karşılanacaklar da sevi­niyorlar. Oysa ki karşılaşacakları manzarayı idrak edebil­seler, doğum gününün yaklaşmaması için dua ederler.

-Ne yapacaklar acaba? Çok merak ediyorum.

-Meraklanma, akşama görürsün.

-Acaba hiç Almanlar’dan kimse olur mu?

-O niye?

–Yakından görüp konuşmak istiyorum.

-Merak etme, onu da akşam görürsün. Sahi ben gelmesem de sen ve abin beraber gitseniz olmaz mı?

-O niyeymiş? Ben yabancıyım, istemiyorsan hiçbi­rimiz gitmeyiz.

-Ömer kızar.

-Abim kızar mı?

-Yaa Hülya, evet abin kızar. Çünkü senin abin artık eften püften şeylere kızar oldu.

-Yenge aslında yanlış anlama da, biraz da abime hak vermek gerek.

-Neden?

-Şeyy, bana kızma ama adam Almanya’ya gelmiş, herkesin hanımı yanında olunca, o da istiyor ki hanı­mım da ayak uydursun.

-Hiç de sana katılmıyorum. “Hak” dediğin şey, doğru olandır. Doğruluğun ölçüsü de Allah’ın ölçüsü­dür. Allah’ın ölçüsüne uygun olmayan bir şeyde kimse haklı olamaz. Sonuna kadar direneceğim.

-Ya abimle aranız açılırsa?

-Buna dikkat ederim. Ama illâ da Allah ile arama gi­rerse o zaman da Allahım’ı tercih ederim. Severim abini ama en sevgili olması gereken de Allah’tır.

Akşam olmuştu. Ömer işten geldi. Hülya hemen eline baktı, abisinin elinde bir paket vardı. Hülya’ya döpiyes takımı almıştı. Rengi uçuk maviydi. Hülya kı­yafetini çok beğendi. Yemek yediler kalkıp hazırlandılar. Gülsen önce çocuklarını giydirdi. Ömer çocuklara da kıyafet almıştı. Gülsen kızı Meryem’e alınan kot panto­lonunu hiç giydirmek istememişti ama tartışma çıkmasın daha çocuk nasılsa, diye düşünerek ses çıkarmamıştı.

Hülya giyindi, üzerine çarşafını giyinirken Ömer abisi gördü ve başladı kahkaha atmaya. Güldü, güldü, güldü. Evdekiler şaşırmışlardı. Ömer neden gülüyordu?

Hülya sordu:

-Abi neden gülüyorsun? Söyle biz de gülelim.

Ömer cevap verdi:

-Ayy! Çok komik oldu. Kızım o takım dışarı kıyafeti­dir, onun üzerine başka bir dış kıyafet giyilmez.

Hülya bozulmuştu:

-Hiç de komik değil. Ben ceketimi giymedim ki, çantama koydum orada giyeceğim.

Bozulma sırası Ömer’de idi:

-Pardon... dedi.

-Pardon ne demek?

-Afedersin, özür dilerim, demek. Bak ne diyeceğim, zaten araba ile gideceğiz. Madem orada giyeceksin, şimdiden giy, arabada seni kimse görmez. Orada gör­memiş durumuna düşmeyelim.

Hülya’ya bu fikir mantıklı gelmişti. Mantık; her şeyi doğru şekilde kavrama, algılama kapasitesinde yaratıl­mamıştı, ama Hülya o an bunu hesaba katacak du­rumda değildi. Kimsenin hayalini bile kuramadığı Al­manya’da idi ve ilk kez gezmeye gidecekti. Çarşafını çıkardı, ceketini giydi. Ömer sevinmişti. Kardeşi hanımı kadar zorluk çıkarmamıştı. Kenarda gelişmeleri(?) izle­yen Gülsen ise, içindeki fırtınaları teskin etmeye çalışı­yordu. Korktuğu başına gelmiş, görümcesi Hülya da çürüme yönündeki değişim sürecine adım atmıştı. Yü­reği sızlarken:

-Allahım aklıma mukayyet ol... diye mırıldandı. Pardesüsünü giydi ve büyük örtüsünü örttü. Ömer Gül­sen’e sert bir bakış atıp:

-Arabada bekliyorum, diyerek çıktı. Hep böyle ya­pıyordu. Gülsen ile beraber görünmekten sanki kaçı­yordu.

Hülya öne oturdu, Gülsen ile çocuklar da arkaya. Gülsen inene kadar Ömer kardeşi Hülya’ya:

-Öne sen otur, demişti.

Fikretler’in eve varıncaya kadar Hülya meraklı göz­lerle etrafı süzdü. Fikret’in evinin önünde durdular. Fik­ret onları kapıda karşıladı. Herkes gelmişti. Zehra, Kadriye orada idiler. Yine en sade ve kapalı giyinen Kadriye idi. Onun için de Gülsen kendini ona yakın hissediyordu.

Hane halkı oldukça telâşlıydı. Bir eksiklik olmaması için azamî gayret sarf ediliyordu; çünkü Fikret’in iş ye­rinden Alman Hristiyan arkadaşları da davetliydi. Fik­ret’in hanımı Aynur kendilerinin de onlar kadar mede-nî(?) olduklarını ispat etmek için çırpınıyordu.

Masayı salona hazırlamışlardı. Gelen misafirleri he­men salona alıyorlardı. Ömer Gülsen’in kulağına eğile­rek:

-Sakın bir yobazlık yapma. Beni küçük düşürür­sün... diye fısıldadı.

Gülsen buz gibi olmuştu. Ömer ne demek istiyordu? Rengi bembeyaz olmuştu. Bir şey belli ettirmemeye gay­ret ederek, buyur edilen salona geçti.

Aynur:

-Gülsen Hanım pardesünüzü alayım, dedi. Gülsen ne yapması gerektiğini kestiremiyordu:

-Şeyy... dedi kekeleyerek devam etti:

-Şimdilik kalsın. Azıcık soluklanayım.

-Tamam nasıl istersen...

Aynur yeni gelen misafirlere yönelirken, Gülsen Ay­nur’un kıyafetine baktıkça kendi kadınlığından utanı­yordu.

Masaya oturdular. Misafirlerin tamamı gelmiş ve herkes masada yerini almıştı. Masada rahatsız olan sa­dece Gülsen idi. Yabancı erkeklerle ilk kez aynı masada oturuyordu. Sırılsıklam ter içinde kalmıştı sıkıntıdan. Karışık oturulan masada Gülsen görümcesi ile eşinin ortasında oturmayı tercih etmişti.

Alman Hristiyanlardan Bayan Helga, Eva ve Anna, Fikret’in aynı zamanda Ömer’in iş yerinden arkadaşla­rıydı.

Program başlarken lâmbaları söndürüp, mumları yaktılar. Mumları üfleyerek söndüren Fikret’e alkış tufanı kopmuştu karanlıkta. Ve hep bir ağızdan söylenen:

-İyi ki doğdun Fikreet!... İyi ki doğdun Fikreeet!..

Gülsen “Bu deli saçmasının içine nerden düştüm Allahım” diyordu içinden. Lâmbaları yakıp, bira servis­lerini yaptılar. Gülsen çok tedirgindi; ya Ömer’i şaşırıp da içseydi? İçinden sürekli dua ediyordu.

Herkes yarışa girmiş gibi birbirinin hanımını dansa kaldırıyordu. Dansı Gülsen de, Hülya da ilk kez gör­müşlerdi. Yabancı bir erkek yabancı bir kadına, hem de kocasının yanında nasıl da serbestçe sarılıyordu? Hani eşini yalnızca domuzlar kıskanmazdı? Bu insanlar da nasıl kıskanmıyorlardı? diye düşünerek hayretler içinde kalmıştı. Bir ara Alman bayanlardan Helga Gülsen’e:

-Sen var hasta olmak?.. diye sordu gülümseyerek.

Gülsen:

Evet dercesine başını salladı. Çünkü tek kelime ko­nuşacak hali yoktu. Konuşsa hemen ağlayacaktı. İmam Ömer’i yanında kadeh kaldırmıştı. Şimdilik içmemişti ama bu bir adım olabilirdi. Kadın tekrar konuştu:

-Var geçmiş olmak... İstirahat var, istirahat sen, sen...

Sonra Gülsen’in başındaki örtüyü göstererek Al­manca bir şeyler daha söyledi. Aynur hemen araya gire­rek:

-Şeyy, köyden yeni geldi de.. dedi yarı buçuk Al­manca’sıyla.

Helga da Almanca cevap verdi:

-Ben dindar insanlara saygılıyım. Ben de dindar bir insanım. Pazar günleri kiliseye gitmeyi hiç kaçırmam. Bu hanım da dindar ama anlayamadığım bir şey var, ona sorar mısın? Onun içkili masada oturması, onun dininde yasak değil mi? Bu çelişki değil midir?

Aynur “onun dininde” demesinden rahatsız ol­muştu. Kendisi de Müslümandı. Bu gâvur kadın neden dini Gülsen’e has kılmıştı. Şeytan diyor ki ağzının payını ver, diye düşündü; ama ev sahibi olduğu için vazgeçti. Helga’nın dediklerini Gülsen’e söyledi. Gülsen ağla­maya başladı. Bacısı Hülya ile dans etmeye çalışan Ömer Gülsen’in ağladığını farkedince, fena hâlde bo­zulmuş olarak masaya geldi. Helga durumu anlamıştı:

-Ömer bey, hanım fena hâlde başı ağrıyor. Ona izin verelim, öteki odada dinlensin... dedi Almanca. Ömer kısmen rahatlamıştı:

-Tabi... diye cevap verdi.

Gülsen’i alıp öteki odaya götürdü, kapıyı örttü. Önce Gülsen’in başındaki örtüyü çekip aldı ve parça parça edene kadar yırttı. Sonra ceketinin cebinden çı­kardığı küçük eşarbı Gülsen’in başına örttü:

-Böylesi daha güzel... dedi.

Gülsen robot gibiydi. Hiçbir şey konuşmuyor, habire ağlıyordu. Ömer yırttığı örtünün parçalarını top­layıp çantaya koydu. Gülsen’e:

-Ben çıkıyorum. Biraz sakinleş, sonra gel tamam mı?.. diyerek odadan çıktı.

Gülsen neye uğradığını şaşırmıştı. Ömer’e ne ol­muştu böyle? Önceden “Gülsen’im sana kıyamam. Toz konsun istemem” diyen Ömer gitmiş, yerine başka Ömer gelmişti.

Acaba yanlış yapan ben miyim? diye düşündü... “Ama yooo” dedi kendi kendine, elin gâvur memleketi mi doğruyu bilirdi? Yoksa benim Müslüman memleke­tim mi? Hacı teyzeyi hatırladı. Ne demişti: “Kızım elini verirsen kolunu kurtaramazsın? Unutma gâvurların di­nine girmedikçe ne yaparsak yapalım bizden memnun olmazlar. Bunu Allah, Kitabı’nda beyan ediyor.”

Bu düşüncelerle boğuşurken Meryem ile Mesut odaya girdiler. Meryem on bir, Mesut ise on yaşındaydı. Meryem annesine çok düşkündü. Hemen sordu:

-Anne hasta mısın?

Mesut da annesinin yüzüne baktıktan sonra hüzün­lendi ve bacaklarına sarıldı annesinin. Sordu:

-Anne yine neden ağlıyorsun? Senin ağlaman hiç bitmez mi?

Gülsen iyice duygulanmıştı. İçinden, Allahım ner-den geldik şu Almanya’ya. Saadetimizi, huzurumuzu elimizden aldı, diye geçirdi. Yavrularına sarılarak okşadı:

-Yavrularım benim. Başım ağrıyor biraz. Hem uy­kum da geldi... dedi. Çocuklar da:

-Bizim de uykumuz geldi... dediler.

Gülsen çocuklarını odadaki çekyatın üzerine yatırdı. Kendisi de yere oturarak, başını çekyata koydu. Sessiz sessiz ağlıyordu. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyordu. Ne zaman uykuya daldığının farkında de­ğildi.

Uyandığında her tarafı tutulmuştu. Bir an nerede olduğunu hatırlayamadı. Biraz kendini toparladıktan sonra akşamı hatırladı. Ve hatırladığı bir şey daha vardı: Yatsı namazını henüz kılmamıştı. Duvarlara göz gezdirip saat aradı. Kapının yanındaki duvarda saate gözü ilişti:

-Eyvahhh! Sabah vakti girmiş... dedi içi yanarak, telaşlandı. Acaba Ömer kendisini burada bırakıp gitmiş miydi? Aceleyle odadan hole çıktı, çıkmasıyla da hay­retler içinde kaldı. Fikret Anna ile vedalaşıyordu, ama bu hiç de uygun bir veda değildi. Aldıkları alkol nede­niyle Gülsen’in kendilerini görmesinden hiç rahatsız olmamışlardı. Gülsen hemen Aynur’un sözünü hatırladı. İlk tanıştıklarında “Bu tutumuna devam edersen kocan elden gider, başka kadınlara kaptırırsın” demişti. Kendisi değişmiş ama eşinin başka kadınlara gitmesine engel olamamıştı anlaşılan.

Salona yöneldi. Gülsen salonun kapısından içeri girdiğinde odadaki ağır içki kokusu sardı kendisini. Bazı misafirler gitmiş bazıları da gecenin yorgunluğuyla kol­tuklara yığılıp kalmışlardı. Gözü Hülya’ya takıldı, yarı uyanık yarı uykulu hâliyle koltukta oturuyordu. Gözü Ömer’i aradı. Ömer başını masaya koymuş uyuyordu. Uyanık olanlardan kimsenin gözü Gülsen’i görecek du­rumda değildi. Gülsen yaklaştı Ömer’in omzundan tuttu:

-Kalk, kalk Ömer. Evimize gidelim.. dedi. Ömer’i zorla kaldırdı. Elini yüzünü yıkattı. Çocukları taksiye kendisi taşıdı. Aynur eşinin kendisine verdiği uyku ha­pından habersiz, uyuyordu. Ortalıkta kimse yoktu, ve­dalaşmadan ayrıldılar. Lânet gece Gülsen’in yatsı ve sabah namazına mâl olmuştu.

Eve varana kadar birkaç yerde kaza tehlikesi atlat­tılar. Eve varır varmaz, Hülya da, abisi de kendilerini birer kanepeye zor attılar ve hemen uyudular. Gülsen çocuklarını odalarına taşıdıktan sonra, ağlayarak lâva­boya yöneldi.

Abdestini aldı, geçen namazlarını kaza edecekti. Namaza başladığından beri ilk kez namazı kazaya kal­mıştı. O hacı teyzesinin şu nasihatlerini hatırlar ve na­mazlarına dikkat etmeye çalışırdı. “Namaz imanın bel kemiğidir. Sahabe zamanında namazın terki, küfür ola­rak nitelendiriliyordu. Hz. Ömer “Namazı terk edenin İslâm’dan nasibi yoktur” buyurdu. Namaz Allah’ın ku­luna olan davetidir. Namaz kılın namaz, yoksa sizi kimse kurtaramaz.”

Seccadesine yöneldiğinde kalbi yerinden çıkacak­mış gibi çarpıyordu. Öyle ya Rabbi ona yatsı vaktinde “Gel, secde et” buyurmuş, Gülsen nedeni ne olursa olsun gitmemişti. Sabah namazında “Gel, gel de secde et. Secdesizler şeytanın yoldaşıdırlar” buyurmuş, o yine gitmemiş, gidememişti. Elinde olmadan gözyaşları sel gibi akıyordu. Hem gariplikten, hem çilesinden, hem mahcubiyetinden coşmuştu yüreği. Huzura çıkmak, kimsesizlerin sahibine yalvarmak için namaza duracaktı. Seccadesini aldı ve odaya geçip, kapıyı da kapattı. Ha­lini arz edip af isteyecekti. Hoş O her şeyden haberdardı ya, olsun Gülsen yine de acziyetini anlatacaktı.

Seccadesini serdi kıbleye yöneldi. Sanki önünde hacı teyzenin silueti duruyordu. “Kızım kıbleye dönmek demek; namazdan sonra da kıbleye ters hareket etme­mek, demektir. Namazdan sonra da kıblenin Rabbine teslim olmak demektir” demişti. Kendi kendine:

-Ya sen Gülsen, akşam yüzünü kıbleden çevirdin, şimdi gelmiş yine “Döndüm kıbleye” diyeceksin. diye mırıldandı.

Bir türlü tekbir alamıyordu. İçini yokladı, utanı­yordu. Evet Allah’tan utanıyor, tekbir alıp huzura gire-miyordu bir türlü. Cesaretini toplayamadığını fırsat bilen şeytan da boş durmuyor, vesvese veriyordu. Gül­sen Allah’ın mağfiretinin gazabından çok olduğunu ha­tırladı. Ne diyordu Allah:

“Ve yine onlar, çirkin bir iş işledikleri veya (günah­larla) kendilerine zulmettikleri zaman, Allah’ı anarak hemen günahlarının bağışlanmasını isterler. Allah’tan başka kim günahları bağışlar? Bir de onlar, işledikleri günah ve hatalı işlerinde bilerek ısrar etmezler.”

Seccadeye yöneldi ve “Allahu ekber” diyerek na­maza başladı O namazını bin pişmanlık içerisinde kaza ederken, Ömer ve Hülya çoktaaan uykuya dalmışlardı bile.

Metin Kutusu: ;

 


 

 

 

 

G

ünlerden Cuma, namaz vakti yaklaştığından Molla Yu­suf ağır adımlarla caminin yolunu tutmuştu. Arkadan gelen Davud ve arkadaş­ları hocala­rını geçmemek için adımlarını gayet yavaş atıyorlardı.

-Selâmün aleyküm gençler...

Bu sesle geriye döndüklerinde Tahsin Öğretmenle­rini güler yüzüyle karşılarında buldular. Hepsi birden:

-Ve aleyküm selâm öğretmenim.

-Namazdan sonra camiden hemen çıkmayın. Size söyliyeceklerim var... deyip ilerledi Tahsin Öğretmen. Gençler merak etmişlerdi.

Davud:

-Hadi hayırlısı, önemli bir şey galiba... diye söy­lendi. Namazdan sonra beklemenin bir anlamı olmalı diye düşündü.

Genelini ihtiyarların oluşturduğu cemaatle Cuma namazını kıldılar. Gençler, hocalarının dediği gibi na­mazdan sonra camiden çıkmadılar. Son olarak müezzin de çıktıktan sonra, Molla Yusuf da kapıya yöneldi. Tah­sin Öğretmen:

-Hocam vaktiniz varsa...

Molla Yusuf’un işaretiyle sustu. Molla Yusuf dışarı çıktı, etrafa göz attıktan sonra içeri girip, kapıyı kilitledi. Yerine otururken söyleniyordu:

-Bu ne kötü bid’attir, ibadet yerlerinin kapısına kilit vurmak… Sonra Tahsin Öğretmene dönerek:

-Hayırdır inşaallah. Tahsin Hoca bir durum mu var?

Tahsin Öğretmen cevap verdi:

-Evet hocam. Sanırım bu gençlerin ve bizim birlik­teliğimiz dikkat çekmiş. Okulda namaz kılmaları rapor edilmiş. Müdürün masasında gördüm. Ayrıca...

Tahsin Öğretmen sustu. Molla Yusuf meraklanmıştı. Bir anda eski günleri gelmişti gözünün önüne. İşte yine başlıyoruz diye düşündü ve merakla sordu:

-Evet ayrıca ne?

-Ayrıca benim hakkımda da tahkikat başlatılmış. Bir müddet görüşmesek diye düşünmüştüm.

-Peki neden? Suçumuz neymiş?.. diye sordu hay­retler içinde kalan Davud.

Tahsin Hoca şefkatle ve gıptayla Davud’a bakarak cevap verdi:

-Suçumuz çok Davud. Müslüman olmaktan, onu yaşamaktan, Peygamber davasına sahip çıkmaktan, Allah’ın düzenini istemekten daha büyük suç mu olur bunlara göre?

-Ama neden? Orhan Hoca resmen komünizmin propagandasını yapıyor. Öğrencileriyle sigara içebiliyor. Broşür verip dağıtabiliyor, bölücülük yapıyor, o müdür yardımcılığına gelebiliyor da siz, biz ne yaptık ki?

Molla Yusuf, oğluna:

-Daha yolun başındasınız oğlum. Çok şey öğrene­ceksiniz çooook... diyerek Tahsin Hocaya döndü:

-Mutlaka bir ihbar eden vardır, kim olabileceği hak­kında bir düşünceniz var mı?

Tahsin Hoca düşündü. Bir türlü kimseye ihtimal veremiyordu. Ders dışında herhangi bir konuyu okula taşımıyordu. Çok dikkat ediyordu. Bir an karşısındaki gençlere takıldı gözü. Düşündü. Ama hayır, bunlar pırıl pırıl Müslümanlardı. Bunlar böyle bir şey yapmazlardı. Hemen zandan Allah’a sığındı.

Gençlerden Kemal birden bağırdı:

-Hocam bir dakika, Naciye, evet Naciye…

Molla Yusuf:

-Yavaş evlât, sesin dışarıya çıkacak... diye uyardı.

Tahsin Hoca:

-Eveeet, doğru ya, o olabilir. Ama biraz dikkatli olursak, inşaallah....

Molla Yusuf, öğretmenin sözünü keserek:

-Biraz daha sessiz olun ve anlatın. Kimdir bu Na­ciye? Neyin nesidir? diye sordu.

Tahsin Öğretmen kendi kendine “Nasıl da düşüne­medim. Hiç de aklıma gelmedi. Kız uzun zamandır pe­şimdeydi. Son arkadaşlık teklifini reddettiğimde nasıl da bozulmuştu.” dedi. Molla Yusuf:

-Öğretmen bey konuşmayacak mısın?

-Afedersin hocam düşünüyordum. Naciye lise son sınıftan talebem. Sanırım reddedilmekten pek hoşlan­madı. Komünizm taraftarı solcu biri. Bilmiyorum ki, beni beğendiği için mi? Yoksa tuzağa düşürmek için mi? Uzun zamandır peşimde. Arkadaş olmak istiyormuş.

-Şimdi öğrenciler, öğretmenlerine teklif eder du­ruma mı geldiler?

-Okullar berbat hocam berbat. Gün geçmiyor ki, tu­valetlerde, okulun bodrumunda uygunsuz şeyler yaka­lamayalım.

-Olacağı buydu. Karma eğitimin dinimizde yasak olması boşuna değil ya. Tabiî öğrencilerin içinde temiz­leri de vardır. Ama pisliğin içinde olmak tehlikelidir, pislik bulaşamazsa dahi kokusu siner.

Molla Yusuf sustu. Tahsin Hoca Mollanın sustuğunu görünce mırıldandı:

-Evet, o yapmış olabilir.

-Öğretmen bey, kesin kanıt olmadıktan sonra o kız­cağızdan bilmek, öyle zannetmek yanlıştır.

Davud:

-Amma da kızcağız ha, tilkinin biri.

Molla Yusuf:

-Evlât tabiî ki kızcağız zavallı; çünkü komünizmin tu­zağına düşürülmüş. Tek suç onun değil ki. Kesin bilgiye ulaşmadan kimseyi suçlamamalıyız.

Öğretmene dönerek:

-Öğretmen bey, bilginiz kesin mi? Yoksa Allah Kur’an’da şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler, zannın bir çoğundan sakının. Çünkü zannın bir çoğu günahtır. Birbirinizin gizli kusurunu araştırmayın ve biriniz diğe­rini çekiştirmesin. Herhangi biriniz ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte bundan iğrendiniz değil mi? O halde Allah’a saygı duyup emrine uygun yaşayın. Şüphesiz Allah tevbeleri kabul edendir, çok merhamet­lidir.”

-Hayır hocam, kesin o yaptı demem mümkün değil, sadece ihtimal.

Molla Yusuf’un gözleri buğulanmıştı. Yüzünde ya­şadığı acı olayın izleri belirdi. Herkes açıklama bekler gibi yüzüne bakınca konuştu:

-Yıllar önceydi. Hocamız on ilâ on beş kişilik arka­daş gurubumuza daha bir ehemmiyet vererek, tebliğ gurubu oluşturmaya çalışıyordu. Ben de dersleri çok iyi, çalışkan, mücadeleyi seven bir öğrencisiydim. Bana bir gurup öğrenci verdi. Onları kendi seviyeme ulaştırmaktı görevim. Epey ilerleme kaydettik. O sıkı dönemlere rağmen güzel bir çalışma yürütüyorduk. Ve sonra...

Molla Yusuf sustu. Yaşadığı olay çok acı vermiş ol­malıydı ki sesi titriyor, zorlamasına rağmen gözleri ken­disini dinlemiyordu, yaşları ha aktı ha akacaktı.

Gençler meraklanmışlardı. Sözleşmişlercesine hep birden:

-Eeee sonra... diye sordular.

Molla biraz daha sustuktan sonra yutkundu ve de­vam etti konuşmasına:

-Arkadaşlardan bir tanesi, benim, gönül verdiğim ortamdan kopmama sebep oldu. Hakkımda hocama “Çalışmalarımızın sırrını dışarı veriyor” demiş. Hocam da tedbir için beni harcadı.

Tahsin Hoca merakla sordu:

-Peki sebep neymiş?

Molla tekrar yutkundu. Derin bir “Ahh” çektikten sonra cevapladı:

-Bilmiyorum. Hâlâ bilmiyorum. Çekememezlik mi? Kıskançlık mı? Ne bileyim ben? Ne desem boş. Çok üzülmüştüm. Benden bana ait birçok şeyi alıp götür­müştü, sonra toparlanmam çok zor oldu, çok.

Tahsin Öğretmen:

-Peki hocanız sizi karşısına alıp konuşmadı mı?.. diye sordu.

-Hayır... dedi Molla Yusuf ve devam etti:

-İşin acı tarafı şu ki, kurşun atan düşman olsa, gö­ğüs germeye ne var. Ama kardeş kurşunu insanı yere seriyor be, yere seriyor. Neyse boş verin, şimdi biz işi­mize bakalım.

Gençlere dönerek:

-Onun için kim olursa olsun, kesin bilginiz olma­dıktan sonra itham etmeyin, zan altında bırakmayın. Hele kardeşlerinizin kıymetini bilin. Çünkü Müslüman’ın Müslüman’a ihtiyacı vardır. Aman ha, siz siz olun adam harcayan değil, adam kazanan olun. Şimdiii, yapacağı­nız bir şey var, okulda toplu namaz kılmayın. Çok bera­berlikten kaçının ve inancınızla ters düşmedikçe okulun düzenine dikkat edin. Haa, bunu korkaklık olarak algı­lamayın. Sadece tedbir.

Gençlerden Tahir:

-Hocam özür dilerim kafama takıldı: Müslüman Müslüman’a kötülük eder mi?

-Biz insanız evlât, şaşarız. Sorunlar hep oldu ve ola­cak. Yeter ki sorun, zulüm hâline getirilmesin. Hatalar hep olabilir. Yeter ki hata yapan, özür dilemeyi bilsin, öteki de affetmeyi. Artık bu konuyu kapatalım.

Kemal söylendi:

-Allah Allah, bizim bir şey yaptığımız yok ki. Kendi inancımızı yaşamaktan başka. Bu tedbirleri duyan da, devlet kurduğumuzu zanneder.

Molla Yusuf:

-Dedim ya evlât, daha yolun başındasınız. Ben de biliyorum sizin bir şey yapmadığınızı. Ama sen onu bir de onlara sor. İnançsızlar için sizin namaz kılmanız dahi büyük bir olay. Ama zaten bir Müslüman’ın namazı on­ları korkutmadıkça o namazın gözden geçirilmeye ihti­yacı vardır.

Kemal:

-Ben hiçbir şey anlamadım... dedi ve ekledi:

-Namazımız onları korkutmalı mı?

Molla Yusuf caminin camlarını gözden geçirdi, se­sini daha da kısarak konuştu:

-He ya evlât, aynen öyle. Namaz çok önemli bir ibadettir. Dinin direğidir, diye boşuna dememişler. Direk olmazsa bina ayakta durur mu? Durmaz, yıkılır. Allah Kur’an’da gaflet ile namaz kılanlara: “Vay o namaz kı­lanların hâline!” diye buyurmuştur. Ya kılmayanın hâli ne olur? Ama önemli olan namazı hakkıyla kılmaktır. Hakkıyla kılınan namazlar da kâfire korku verir.  Namaz deyip geçmemek gerekiyor gençler. Önce hazırlığa ezanla başlamak. Bir gün sura üfürüldüğünde de gitmek zorunda olduğunu, o zaman gitmeme gibi bir lüksünün olmadığını hatırlayarak, burada seve seve gitmek, çünkü ezan bir çağrıdır. O günde huzura çağrılacaksınız, bu­günde ezanla çağrılıyorsunuz. Sonra “Allahu ekber” diyerek huzura girmek. Yani “Ey Allah’ım senden başka büyük tanımadığım için, yegâne hakim Sen olduğun için, kanun koyucum Sen olduğun için, Sen’in huzuruna geldim ve ikrar ediyorum: EN BÜYÜK SENSİN, SEN.” diyerek namaza başlamak. Namaz bir tevhid eylemidir. Namaz yeniden diriliştir. Namaz Allah ile yapılan ant­laşmadır. O’ndan başkasını reddediştir. Namaz sevgiliyle buluşmadır.

Molla Yusuf sustu. Herkes pürdikkat Molla’yı dinli-yordu. Tahir sordu:

-Hocam namazın önemini neden minberden anlat-mıyorsunuz?

Tahsin Öğretmen yanında oturan Tahir’in omzuna elini koydu:

-İlâhi Tahir, minbere çıkması için Molla’ya para ve­riyorlar, o minberden “Ey ahali! Namaz bir tevhid eyle­midir. Rükûnlarının manaları vardır. Ayağa kalkıştır. Allah’ın düzeninin dışındaki düzenleri reddediştir. Al­lah’tan başka hükmeden tanımayıştır. Allah’tan başka­sına boyun eğmeyiştir. Putları yere sermek için ayağa kalkıştır. Allah’ın düzenini kabul ediştir” dedirtirler mi?

Tahsin Hoca susunca, Davud konuştu:

-Vayyy be, hocam şimdi biz namaz kılarken bunları mı demiş oluyoruz?

-Evet ya.

-Biz neden bilmiyoruz, bütün bunları?

-Bileceksiniz. Sabır…

-Biz şimdi duyduk bunları. Merak ettim, hem namaz kılıp da hem de...

Tahsin Öğretmen Davud’un sözünü keserek:

-Hem de beşerî düzeni destekliyenler mi? Ya da sa­vunanlar mı?

-Evet hocam.

-Allah hidayet versin. Ne diyelim ki? Mutlaka Allah kıyamet günü o adil hükmüyle hükmedecek ve herkese hak ettiğini verirken kimse zerre kadar zulüm görmeye­cek.

Molla Yusuf konuyu biraz daha netleştirmek istedi. Gençlere de pek güvenemiyordu doğrusu. Gençliğin verdiği heyecanla konuları yanlış algılayıp, hata yap­malarından çekiniyordu:

-Gençler... dedi ve sesine müşfiklik katarak babacan bir tavırla devam etti:

-Evlâtlarım, namazlarımızı ruhsuz kılmak kimse için sıkıntı olmaz. Ne zaman ki namazlarımızı ikame etmeye başlayalım o zaman istemezler. Bunu derslerimizin bi­rinde detaylı anlatırız. Şimdi size bir kıssa anlatayım. Rahmetli hocam anlatmıştı. Rivayete göre bir gün Nem­rut, Hz. İbrahim Peygamber’i yanına çağırıyor ve diyor ki:

-Ya İbrahim sen ne istiyorsun? Düzenimizi bozma, anlat bakalım.

Hz. İbrahim cevap veriyor:

-Ben insanların namaz kılmalarını istiyorum.

Nemrut düşünüyor. Bu insanlar kendi kendilerine akşamdan  sabaha, sabahtan akşama, hiç selâm verme­den namaz kılsalar, bana ne zararları olur? Hiç, hiçbir zararları olmaz. Diyor ki:

-Tamam, kılsınlar. Başka…

Hz. İbrahim:

-Oruç tutsunlar, diyor.

Nemrut yine düşünüyor. Hiç iftar etmeden, kendi kendilerine tuttukları orucun düzenim için bir zararı olur mu? Olmaz. Cevap veriyor:

-Buna da tamam. Başka…

Hz. İbrahim:

-Zekât versinler, diyor.

Nemrut yine düşüncede… Ohh, zengin fakire ma­lından verecek. Hiç sosyal kargaşa olmayacak. Hırsızlık olayları olmayacak. Bu hareket düzenimi tehlikeye sokar mı? Hayır.  Buna da:

-Tamam. Başka isteğin var mı? diyor.

Hz. İbrahim o zaman Yusuf sûresi kırkıncı ayette “Hüküm ve mutlak hakimiyet ancak Allah’ındır” diye buyurulduğu gibi ve yine En’am sûresi elli yedinci ayette “Hüküm vermek ancak Allah’a aittir” diye buyurulduğu gibi:

-Ey Nemrut bütün hüküm Allah’ındır... diye cevap veriyor.

O zaman Nemrut, Naziat sûresi yirmi dördüncü ayette buyurulduğu gibi şöyle cevap veriyor:

-“Hayır, ben sizin en büyük Rabbinizim.” Yani oto­riteniz bana aittir. Sizi ben yönetirim.

Dolayısıyla Nemrut ve Nemrutlar, düzenlerini sars­mayacak, menfaatlerine dokunmayacak tarzda kişinin ferdi ibadetlerine bir şey demezler. O ferdin ibadetleri, kendileri için tehlikeli olmaya başladığı zaman...

Kemal söz istedi:

-Yani, bunların peygamberlerle ve onların savunu­cularıyla alıp veremedikleri şu: Peygamberler ve takip­çileri “Allah’ın düzeni, O’nun hakimiyeti” diyorlar. Onlar da “Hayır, halkları biz yönetiriz. Bizim hakimiyetimiz.” Öyle mi?

Evet dercesine başını salladı Molla Yusuf. Gençler kısa zaman içerisinde çok önemli şeyler öğrenmişlerdi. Bu defa söz alan Tahir sordu:

-Hocam, Nemrutlar’ı anlayabiliyorum, menfaatleri de. Peki, Nemrut’un yanında yer alan halklara ne diye­ceksiniz? Allah’ın kanunu ile Nemrut’un kanunu; ara­daki farkı anlatmaya bile gerek yok.

Molla Yusuf:

-Evlât, onu, destekleyenlere sormak gerekiyor. Ama “LÂ İLAHE” derken şunu demiş oluyoruz: “Başka dü­zenlere hayır.” Bilinçli olmak gerek. Onun için de ilme ihtiyaç var. Neyse bugünlük bu kadar yeter. Dikkatli olun ve ihbar edeni tespit etmeye çalışın. Allah yardım­cımız olsun, yarın akşam derste buluşuruz inşaallah.

Ayrıldılar. Herkes gitmiş, Davud babasıyla kalmıştı. Davud:

-Baba, epey oldu Ömer abimden mektup gelmedi. Kim bilir kaç kişinin Müslüman olmasına vesile olmuş­tur.

-İnşaallah oğul, biraz korkmuyor da değilim. Çünkü Ömer’e bilgi verdim amma bilinç vermedim, vereme­dim.

-Bilgi verdin ya, yetmez mi baba?

-Bilginin şuuruna varmadıktan sonra ne ehemmiyeti olur ki? Şeytan da bilmesine rağmen, olup bitenleri göre göre isyan etmedi mi? O zamanlar korkularımın esiri olmuştum. Allah seni bahtiyar etsin evlât. Umarım şehadet nasip olur. Bana da vesile oldun.

Davud babasının duasına içinden “Amin” derken, babasına karşı mahcubiyet hissetmişti nedense. Lâfı değiştirerek konuşmasına devam etti:

-Baba, uzun zamandır, sana söyleyip söylememekte tereddüt ettiğim bir şey var.

Molla Yusuf tedirgin olmuştu. Merakla sordu:

-Neymiş o? Söyle oğul, meraklandırdın beni.

-Şeyyy. Bizim Süleyman.

Molla Yusuf çocuklarına oldukça düşkündü. Süley­man küçük oğluydu ve lise ikiye gidiyordu:

-Okulda komünistlerin gözdesi. Sanıyorum dernek­lerine de üye olmuş. Defterinin üzerine de orak çekiç resmi yapıştırmış.

Molla Yusuf kanının donduğunu hissetti:

-Olamaz. diye mırıldandı. Benim oğlum komünist olamaz...

Sonra Hz. Nuh’un oğlu geldi aklına. Hz. Nuh’un oğlu da inanmayanlar safındaydı. Allah katında kimse­nin ayrıcalığı yoktu. Onun için Hz. Muhammed (S.A.V.), kızına: “Ey kızım, sen ibadetine bak, yoksa ben senin için ahirette bir şey yapamam.” mealinde sözler söyle­mişti.

-Ben onu çok ihmal ettim... dedi. Pişmanlık duy­gusu sesine yansımıştı.

-Aman baba, birden üstüne gitme. Ben ispiyoncu­luk olsun diye söylemedim, çaresine bakalım diye söy­ledim.

-Evet, doğru söylüyorsun. Bugün onunla konuşu­rum. Anan da ara sıra geç geldiğini söylemişti.

O gün yatsı namazından sonra Molla Yusuf, Davud ile birlikte hemen evin yolunu tuttular. Serin bir sonba­har havasıydı. Eve geldiklerinde Süleyman evde yoktu. Molla Yusuf hanımına:

-Hanım çay yap. Ceviz ağacının altına da bir yaygı at da oturalım... diye seslendi. Hacer Hanımdan ses çıkmayınca konuşmasını tekrarladı. Hacer ana ağlıyor-du, ağlaması belli olmasın diye ses vermemişti. Bu adam da cevap alana kadar vazgeçmez, diye dü­şündü ve cevap verdi:

-Tamam, tamam anladım.. dedi.

-Ne o? Yine ağlıyor musun?

-Bakma bana, alışkanlık oldu.

-Ne oldu yine?

-Ne olacak Ömerim’i özledim. Epeydir mektup gelmedi. Bu çocukların yüzünden, kendi günahım için ağlamaya sıra gelmiyor.

Molla Yusuf gülümsedi:

-Gözyaşlarını çok ucuza akıtma hanım. Pahalı şeyler için akıtırsan, gün gelir sana yardım eder?

-Hep “Ucuz ölmeyelim” derken, şimdi de “Ucuz ağlama” diyorsun. Ne pahacı adamsın. Ecevit’e mi çek­tin ne?

-Tevbe tevbe.      

-Hadi hadi, sen git ceviz ağacının altına, ben de ge­liyorum...

Davud, anası ve babası ceviz ağacının altında otur­dular, sohbet ettiler. Molla Yusuf’un anılarını dinlemek Hacer Hanım’a da, Davud’a da zevk veriyordu.

Muhabbet ederken saat epey ilerlemiş ama Süley­man gelmemişti. Mahallenin başından bekçi Niyazi’nin düdük sesi gelmeye başladı. Bu, saatin gece on iki oldu­ğunun işaretiydi. Molla Yusuf sözünü keserek, hanı­mına:

-Hanım sen şu çayı tazele. Ben de Niyazi’ye sesle­neyim, gelsin de biraz lâflayalım. Hacer hanım henüz içeri girmişti ki, arka camdan birisi “Pat” diye içeri düştü. Tam bağıracaktı ki Süleyman anasının ağzını tutup:

-Benim ana, bağırma.. diyerek bağırmasına engel oldu.

-Offf. Ödümü kopardın. Nerdesin oğul? Seni bekli-yorduk.

-Babam kızgın mı?

-Çok merak ettik. Nerdesin? Hele önce sen onu söyle.

-Boş ver ana. Biraz işim vardı, o da uzadı. Şimdi babama gelip evde uyuduğumu söyler misin?

-Ne diyorsun sen? Yalan mı söyleyeceğim?

-Yalan sayılmaz ki, hemen yatarım.

-Olmaz oğul, Peygamberimiz (S.A.V.) “Şakacıktan dahi olsa yalan söylemeyin” diye buyurmuş.

-Bırak be ana... dedi, son anda kendisini topladı. Az daha kendimi ele verecektim, diye düşündü ve lâfı de­ğiştirdi:

-Bırak boş ver, söylemesen de olur. Ama yeni geldi­ğimi söyleme ne olur.

-Sen neler karıştırıyorsun? O elindekiler nedir?

Süleyman paniklemişti. Elindeki broşür ve dinamit fitillerini annesi görmüştü. Kurnazlıkla annesini atlattı.

O sırada dışarıda bekçi Niyazi gelmiş, Molla Yu­suf’un evinin yanından geçerken ceviz ağacının altından gelen sesleri duyunca:

-Molla sen misin? Selâmün aleyküm... diye seslendi.

-Evet. Gel Niyazi çay yaptırıyorum, içeriz beraber.

-Molla, mahallenin başına gidip geleyim, bir kontrol yapayım, iyi de gelir hani.

On dakika sonra bekçi Niyazi gelmişti. Oturup hâl hatır ettikten sonra sordu:

-Hayırdır molla uyku mu tutmadı?

-Sorma be bekçi, bizim ufak oğlan…

Molla Yusuf daha sözünü tamamlamamıştı ki çarşı­dan gelen patlama sesleriyle irkildiler. Bekçi derhâl dü­düğünü öttüre öttüre koşmaya başladı. Molla Yusuf Davud’a:

-Sen içeri git, ben bakıp geleyim... dedi. O sırada Hacer Hanım içeriden seslendi:

-Efendii, Süleyman içerde yatıyor.

Molla Yusuf rahatlamıştı. Sinirle söylendi:

-Ne zaman gelmiş? Hayırsız evlât.

Gitmekten vazgeçen Molla Yusuf da içeriye girdi. Yatağına uzandı. Ne zaman uykuya geçtiğinin farkında değildi. Davud’un:

-Baba namaz vakti… diyerek çağırmasıyla uyandı. Baba oğul caminin yolunu tuttular.

Her zaman işrak vaktine kadar camide durur, Al­lah’ı zikrederdi. Bugün hemen eve döndü. Eve geldi­ğinde Süleyman uyuyordu. Dayanamayıp çağırdı:

-Kalk evlât, kalk bakalım da seninle biraz konuşa­lım.

Süleyman’ı kaldırdı. Süleyman uykulu uykulu baba­sına ne söyleyeceğini düşünüyordu:

-Şu elini yüzünü yıka da uykun dağılsın. Sonra da gel otur karşıma... dedi.

Süleyman endişelenmişti. Çaresiz babasının dedi­ğini yaptı. Elini yüzünü yıkayıp geldi. Molla Yusuf sakin olmaya gayret sarf ederek:

-Şimdi anlat bakalım. Akşam neredeydin? Neden geç geldin? Ve niçin haber vermedin?

Süleyman şaşkındı. Bir anda aklına hiçbir yalan gelmedi. İçinden kendisine kızdı: Ulan yalanların sonu mu geldi ne? Ne desem acaba?

Sustuğunu gören Molla Yusuf tekrar sordu:

-Bana bak evlât, ben adam gibi konuşalım diyorum. Doğruyu anlat da eğrisini doğrusunu beraber bulalım. Yoksa ben seni başka türlü konuşturmasını da bilirim.

-Arkadaşlarla geziyorduk. Vaktin geçtiğini anlama­mışım.

-Nerede geziyordunuz? Bir karış kasabada gezilecek yer mi var? Bana doğruyu söyle.

Süleyman cevap vermeden tak tak tak diye kapı dövüldü. Davud kapıya baktı. Gelen bekçi Niyazi ile iki jandarma ve bir de onbaşıydı. Davud şaşırmıştı, olduğu yere çakılıp kaldı. Kapıdan içeri seslendi:

-Babaaa, hemen buraya gelir misin? Çabuk ol.

Molla Yusuf telâşla kapıya geldiğinde donakalmıştı. Hemen eski günleri canlandı gözlerinde. Gelen çavuşun Kur’an’ı alıp fırlatışı, jandarmaların kelepçe vurmaları, anasının jandarmalara “Oğuuul siz Müslüman değil mi­siniz? Benim oğlum çalmadı çırpmadı, kimsenin karısına kızına bakmadı, adam öldürmedi ne istiyorsunuz? Bıra­kın Allah’ın Kitabı’nı okumaktan başka ne suçu var?” diye bağırışı bir bir gözlerinin önünden film şeridi gibi geçti. Gayriihtiyarî mırıldandı:

-İşte yine başlıyoruz...

Rengi kaçmıştı. İhtiyardı ve zindana, orada çektir­diklerine dayanamazdı. Daldığını gören bekçi Niyazi:

-Molla üzgünüm, arama emri var. Evinizi aramak ve Süleyman’ı da götürmek zorundayız:

-Neden? Suçu neymiş?

-Akşamki patlama sesi. Okula dinamit koymuşlar. Senin oğlun da şüpheliler arasında.

Molla Yusuf dizlerinin bağının çözüldüğünü hissedi­yordu. Olduğu yere çöktü. Jandarmalar içeri girerken, Mollanın dudaklarından şu cümleler dökülüyordu:

-Ama nasıl olur? Benim oğlum anarşist olaylara mı katıldı?

Evi aramışlardı. Süleyman’ı yakalamışlardı. Yatağı­nın altından dinamit ve fitilleri bulunmuştu. Süleyman’ı jipe bindirdiler. Molla Yusuf’un gözyaşları sakalını ıslat­mıştı. Elinde mendil, jipin etrafını dönüp duruyordu.

Oğlunu götürdüler. O da arkadan karakola gitti. Başçavuş ile konuştu. Başçavuş saygılı nazik bir insandı. Yer gösterip, çay ısmarladı. Oturan Molla sordu:

-Başçavuşum nasıl olmuş? Hâlâ anlamış değilim. Neden yapmış? Şu broşürlerden bir tane alabilir miyim?

-Tabiî hoca efendi, buyur. İnceledikten sonra yırt... diye cevap verdi ve broşürü uzattı.

Molla Yusuf broşürü aldı. Orak çekiç, kan resimleri, “Ya devrim ya ölüm!” “Kahrolsun faşizm yaşasın Le­nin!” gibi sloganlar yazılıydı. Okudu canı epey sıkkındı. İçinden “Ahmak Süleyman sana lider lâzımsa, kör gözle­rin Peygamberi neden görmüyor?” diye geçirdi:

-Çocukları nasıl da zehirliyorlar başefendi. Oysa ki benim dedem Rusya muhaciri. Anlattıklarını bir duysa­lardı. İşin iç yüzünü bir duysalardı. Şuraya bak, ne bunlar? Çocuklara kin nefret, kavgadan başka ne aşılı­yorlar ki?

Biraz sustu. Sonra çekingen bir tavırla sordu:

-Bunların cezası ne kadar olur?

Başçavuş cevap verdi:

-Onu hakim bilir. Bizim görevimiz yakalamak.

Molla Yusuf kalktı. Adliyenin koridorunda bir aşağı, bir yukarı gezinirken, aradan üç saat geçmişti. Sorguları yapılmış; Süleyman, Ekrem, Sinan suçlu bulunmuşlardı. Örgütün talimatı üzerine Muzaffer de suçu üstlenmişti. İçeride gençleri boş bırakmayacak, eğitim(?) çalışmala­rını sürdürecekti.

Süleyman ve arkadaşları üç yıllık cezayı çekmek için hapishaneye girerken, Molla Yusuf da evinin yolunu tuttu. Eve vardığında Hacer Hanım yaşlı gözlerle onu bekliyordu. Olup biteni anlattı. Hacer Hanım gözyaşla­rını silerken, yüreğindeki acıya inat:

-Gebersin, cehenneme kadar yolu var... diye söy­lendi.

Molla Yusuf hanımının yüzüne baktı ve:

-Hanım dilin başka, gözlerin başka konuşuyor. Yine de öyle söyleme, o bizim parçamız.

-Yok olsun öyle parça, söylesene efendi, sen de­memiş miydin “Kim olursa olsun, kâfir olan ile bağımız kalmaz.” diye. He söylesene, sen dememiş miydin “Asıl bağ inanç bağıdır, kan bağı sonra gelir.” diye. He, ne susuyorsun? Konuşsana be herif. Bedir de sahabe ile babasının karşı karşıya geldiklerini söylesene...

Hacer Hanım daha fazla konuşamadı. Ellerini yü­züne kapatıp, hıçkırmaya başladı. Ağladı, ağladı... Biraz içi boşalmıştı.

-Şimdi el âlemin yüzüne nasıl bakacağız? Mollanın oğlu komünistmiş, demezler mi?

-İşte bu olmadı hanım. Biraz önce söylediklerine bir diyeceğim yok ama şimdi konuştukların şirk kokuyor. Allah’tan başka hiç kimsenin kınaması ya da takdir et­mesi bizi ilgilendirmemeli. Unutma Allah’ın tek affetme­diği günah, şirktir.

Hapishanede ise Süleyman ve arkadaşları, mera kavgasından yatan Molla Yusuf’un komşusu Şevket emmiyle aynı koğuşa düşmüşlerdi. Şevket emmi Sü­leyman’ı tanıyınca:

-Ula evlât, senin ne işin var burada? Suçun ne?.. diye sordu.

-Suçum yok.

-Peki, keyif için mi buradasın?

-Hayır. Dava için, devrim için.

Şevket emmi bön bön baktı Süleyman’ın yüzüne. Ne demek istediğini belli ki anlamamıştı:

-Ne için? Ne için?... diye sordu şaşkınlıkla.

-Faşizmin yıkılması için.

-Kimmiş o? Kasabadan biri mi? Ben tanımıyorum her hâl?

Hapishanede arkadaşlarından sorumlu olan Mu­zaffer “Kes” diye işaret yapınca, Süleyman sustu. Şevket emmi içinden “Bunlar bir halt karıştırıyorlar amma, hadi hayırlısı” diye söylendi. Karar verdi, Süleyman’ı tek ya­kalayınca sorup öğrenecekti.

``

Ertesi gün...

Küçük hapishanenin, küçük bahçesinde volta atı­yordu mahkûmlar. Şevket emmi mahkûmlara göz gez­dirdi. Muzaffer ortalıklarda yoktu. Süleyman’ı aradı gözleri. Duvarın dibinde yalnız oturuyordu. Otuz kişilik kapasitesi olan hapishanede Süleyman’ı bulmak çok da zor değildi. Yanına yaklaştı ve sordu:

-Ne o evlât düşüncelisin, ne düşünüyorsun?

-Hiç, hiçbir şey düşünmüyorum... diye cevapladı Süleyman gözlerini kaçırarak. Şevket emmi’nin vaz­geç­meye niyeti yoktu. Yanına çömeldi:

-Hele anlat be evlât. O herifle neyi paylaşamadınız?

-Hangi herifle?

-Dün bahsediyordun ya, faşist mi ne? İlk kez duy­dum, kim bu adam? Ne istiyor sizin gibi civanlardan?

-Haaa! Şu mesele, o adam değil Şevket emmi, bir düzenin adı. Sömürü düzeninin.

-Peki siz, siz hangi düzeni getireceksiniz?

Süleyman biraz durakladı. Birden “komünizm” di­yemedi:

-Eşitliğe dayalı, burjuva sınıfının olmadığı bir düzen. O düzende sınıf farkı yok...

Süleyman ezberlediği bir takım sözleri tekrarlıyordu. Şevket emmi sözünü kesti:

-Demek komünizmi getireceksiniz? Onun için de buradasın. Yazık evlât, çok yazık.

-Ne yazık?

-Gençliğinize yazık. Gençliğinizi heder etmeyin. Sa­vunduğun şey sana ne vaat ediyor?

-Sosyal eşitlik dedim ya.

-Ya getirmeden ölürsen?

-Zaten sloganımız, ya devrim ya ölümdür.

-Yapma be evlât, ölmeye değer mi?

-O zaman da devrim şehidi olurum. Daha iyi ya.

Şevket emmi acımıştı Süleyman’a. Bu çocukları kim zehirliyor? diye düşünerek, bu fikirleri aşılayanlara lânet yağdırdı.

-Demek devrim şehidi olursun ha?

-Tabiî ya. Herkes bu mertebeye ulaşamaz.

-Peki bu davanın mucidi Lenin değil mi?

-Evet.

-O hâlde Lenin’in ahirette arsası mı var ki, sana şe­hitlik vaat ediyor?.. Hem de devrim şehidi ha! Pöhh, lâfa bak. Evlât aklını başına al. Şehidin devrimcisi, fa­şisti, demokratı olmaz. Şehid şehiddir, bu bir. İkincisi de şehit­lik makamı ahirette olan bir makamdır. Bu olay tama­men ahiretle alâkalıdır. Unutma ahiret de Al­lah’ındır. Öyle Lenin’in, Firavun’un, bilmem kimin ilke­leri için uğraşanlar ve ölenler olsa olsa cehennem şehidi olurlar.

-Emmi seni sayarım. Çünkü babamın tanıdığı, hem de komşumuzsun, lütfen davaya dil uzatma.

-Konuşuyoruz evlât... Hadi söylesene bu adamların ahirette söz hakları var mı ki, ver bir şehitlik dercesine bol keseden atıyorlar? Ahiret ve cennet Allah’ındır. Hem dine inanmayanın şehitlik kavramına inanması da çok garip. Bir o kadar da, şeriatı istemeyenlerin şehitlik kav­ramını sahiplenmeleri tavrı da garip. Söylesene be evlât, hem “Din afyondur” diyorlar, hem de dinî bir kavramı alıp kullanıyorlar.

Süleyman’ın cahil diye baktığı Şevket emmi neler de söylüyordu öyle? Ama doğru söylüyordu. Ortada bir tezatlık vardı. Dine, ahirete inanmıyorlardı, peki ölünce nasıl şehit olacaklardı? Allah’ın düzenini istemeyenler nasıl şehit olacaktı?

Süleyman’ın sustuğunu gören Şevket emmi ko­nuş­masına devam etti:

-Bak evlât, ben anlatayım da gerisini sen bilirsin gayri. Babandan dinlemiştim. Aynı zamanda kitaplarda da gözüme çarpmıştı. Şehitlik çok yüce bir makam ve bu makama peygamberler bile özenirlermiş. O hâlde şehit kimdir? Allah Kur’an’da “Allah yolunda öldürül­müş olanlar için ölüler demeyiniz. Onlar diridirler. Fakat siz iyice anlayamazsınız.” der. Dolayısıyla şehit; Allah’ın rızası için savaşan ve İslâm’ın temel hedeflerini gerçek­leştirmek için hayatını feda eden, hayatını ortaya koyan mükelleftir. Başka güçlerin emrinde mücadele veren velev ki Müslüman dahi olsa şehit olmaz.

-Ne diyorsun sen emmi?

-Sus da dinle. Şehitlik; ilimle, yaşayışla, adaletle, Hakk’a şahitlik etmektir. Bunun için Allah yolunda uğra­şarak ölenler şehittirler. Allah bunlara cennet vaat edi­yor. Tamam mı? Allah’ın düzenini kabul etmeyip, in­sanları sevku idare için düzen uyduranlar, cennet mennet, şehitlik mehitlik vaat edemezler. Buna hakları yok. Çünkü cennet de, şehitlik de Allah’ındır. Aslında bütün mülk Allah’ındır da bakma sen insanoğlu kendi­sini bir şey zannettiği için Allah’ın arzında O’na kafa tutuyor. Bunları sana niye anlatıyorum ki, sen Allah’a inanmıyordun, Lenin dedikten sonra...

-..........

Süleyman cevap vermemişti. Şevket emmi içindeki kızgınlığı bastırmaya azamî gayret sarf ederek devam etti:

-Oğul akılsızlık etme. Hiçbir şeye bakmana gerek yok. İnsanın yaratılışına baksan dahi bir var edenin ol­duğunu sana haykırır. Ya Doğa? Ya hayvanlar âlemi? Ya gökyüzü? Hele iç organlarının işlevlerini bir düşün, midene bak; yemek yiyorsun da kan yapan maddeyi kana, kıl yapan maddeyi kıla, et yapanı ete, işe yarama­yanı da dışarıya gönderiyor. Miden ettir oğul, et. Bir et parçası bütün bu işlemleri tesadüfen yapabilir mi? Söy­lesene be evlât; oksijen ve hidrojen, dünyanın dönmesi, güneşin ışın göndermesi, hepsi, ama hepsi denge içeri­sinde, zerre dengesizlik yok. Zerre dengesizlik, her şeyin alabora olması demek. Bütün bunlar tesadüfen olur mu?

Süleyman artık dayanamamıştı. Bağırdı:

-Yeteeer, yeter emmi. Yeter artık. Tamam biliyo­rum var. Evet o var. Benim derdim dünyadaki adalet­sizlik tamam mı?

Şevket emmi de en az Süleyman kadar kızgındı. Ama pırıl pırıl gencin hatırına kızgınlığını bastırıyordu. Arada bir içinden şeytan diyor ki, patlat iki şamar, gör­sün anyayı Konyayı, diye geçiriyor, sonra “Lâ Havle” çekip devam ediyordu konuşmasına:

-Bak, bu çok güzel işte. Demek derdin adalet ha. Ulan kerata Allah yarattığı dünyada, adaletin nasıl uy­gulanacağını beyan etmiş, neresini eksik bırakmış ki, Lenin “Adalet” diye bağırıyor. Zaten Allah, peygamber­leri ve gönderdiği kitapları, yeryüzünde adalet sağlansın diye göndermiş. Allah’ın Kitabı’na dayanmayan düzen­ler de, hukuk da, kanunlar da hepsi zulümdür. Anlıyor musun? Adalet istiyorsan, Allah’ın ipine sarılacaksın, gerisi fasa fiso.

Biraz sustu. Süleyman da susmuştu. Kafası karma­karışık olmuştu. İçinden, adam haklı. Hapse düştüm, okulum yandı. Bir de ölürsem, ahiret Allah’ın olduğu için, beni kabul etmeyecek. Bu dünyam da gidecek, ahiretim de, diye geçirdi. Düşüncelerinden Şevket emmi’nin konuşmasıyla sıyrıldı:

-Bak evlât, gözünü güzel bir makama dikmişsin; şe­hitlik. Ahh! Keşkeee, ama herkese nasip olmaz. Madem illâ da dava sahibi olacaksın ve o davanın sonunda da şehadet arzuluyorsun. O hâlde sarıl Allah’ın davasına zira davasına sarılanlara şehitliği Allah vaat ediyor. İn­san kafası uyduruk düzenlerin ahiretleri yok ki, cennet­leri yok ki, şehitlik vaat etsinler. Ve hâl böyle olunca, şehitliğin şartlarını da Allah koymuştur.

Ekrem koşarak geldi. Süleyman’a:

-Yoldaş, Muzaffer yoldaş seni istiyor... dedi.

Süleyman Şevket emmi’nin yanından ayrılırken dü­şünceleri karmakarışıktı.. Muzaffer’in yanına geldiğinde, Muzaffer, başkan edasıyla sordu:

-Yoldaş, o morukla ne konuşuyordunuz?

Süleyman bir an sustu. Akıllı cevap vermeliydi. Zira başkaldıranların sonunu iyi biliyordu. Yaptıkları gizli toplantının birinde, başkaldıran Murat’ı ne hale koy­duklarını gözleriyle görmüştü.

Cevap verdi:

-Komşumuzdur. Ailece görüştüğümüz biri. Buraya neden düştüğünü anlattı. Ben de davamızdan bahset­tim.

-Dikkatli ol. Hem ihtiyarlara, orta yaşlılara anlatıl­mayacaktı. Unuttun mu? Onların kafası almaz. Biz an­cak yeni yetişen gençlere anlatacaktık. Bunu sakın unutmayın.

Süleyman içinden ahh, benim ahmak kafam. Tabiî ki büyükler daha mantıklı düşünüyorlar? Şevket emmi ne hakikatler anlattı. Keşke keşke daha ilk günden ba­bama anlatsaydım. Şimdi yakamı nasıl kurtaracağım? Gözümün yaşına bakmaz, öldürürler beni. Şevket emmi doğru söylüyor; bunlar kim, şehitlik vermek kim? diye geçirdi.

Süleyman’ın daldığını gören Muzaffer sert çıkıştı:

-Ne o? Yoksa o moruk kafanı mı bulandırdı?

Süleyman iyice bozulmuştu. Kendi kendine, sana iyi oluyor. Babandan lâf yemeyi kaldıramayan sen, elin beş paralık oğlundan azar işitiyorsun, diye düşünüp:

-Ne münasebet. Ölüm var, dönmek yok. Biliyorsun ilk eylemim ve ilk tutuklanmam. Durgunluğum ondan­dır. Geçer Muzaffer yoldaş geçer... diye cevap verdi Süleyman.

Bu konuşmadan sonra Muzaffer, Süleyman’ın Şev­ket emmi ile konuşmasına ses çıkarmıyordu. Süleyman da Şevket emmi’den duyduklarını sır gibi saklıyor, kim­seye söylemiyordu.

Aradan bir ay geçmişti. Ailesinden kimse Süley­man’ı ziyarete gelmemişti. Yine bir gün bahçede volta atarken, Şevket emmi Süleyman’ı tek yakalamıştı. Sordu:

-Eee evlât, nasıl gidiyor? Hapishaneye alıştın mı?

-Nerdeee... dedi Süleyman ve devam etti:

-Buraya alışılır mı?

-Ehh, alışılmaz tabiî. Ama bu sıkıntılar Allah için olsa, hiç olmazsa ucunda mükâfat olduğu için katlan­mak insana zevk verir.

-Nasıl yani?

-Nasıl mı? Allah’ın dini uğruna yaptığın bir faaliyet­ten buralara düştüğünde, bir de sabrettin mi, Allah’tan mükâfat alırsın... Ama yine de Allah buralara düşürme­sin.

-Amin. Şevket emmi sen de mera uğruna yatıyor­sun değil mi?

-Hem evet, hem hayır.

-De demek bu?

-Görünürde sebep; mera. Biliyorsun hacı teyzen evi Kur’an kursuna çevirdi. Bizim komşu Hayreddin de solcu, devlete yaranmak uğruna uğraşıp duruyor bi­zimle. Şikâyet etmiş, suç bulamayınca mera da bahane edildi. Hepsi bahane oğul, hepsi bahane. İslâm’ı iste­meyenler her devirde insanların önüne başka bir şey koyuyorlar.

-Nasıl?

-Bak, şimdi de “komünizm”i icat ettiler. Sağ-sol, Türk-Kürt, devrimci-milliyetçi, demokrat falan filân. Yani insanlar birinden bıktı mı, küfrü başka bir cici pa­kete sarıp sürüyorlar, oysa ki sonuçta hepsi bir.

-İşte bu olmadı Şevket emmi. Hepsi bir olur mu? Komünizm başka sosyalizm başka.

-Ah benim sersem oğlum. Sonuçta hepsi insan ka­fasının mahsulü değil mi? Ben mahiyetleri aynı demek istedim. Çünkü Allah katında küfür, tek millettir.

-Yani bunların herhangi birinin uğrunda ölen şehit olmaz mı?

-Şehitlik mi istiyorsun evlât? Bunu kulağına küpe yap: İslâm’dan başka hiçbir şey için şehit olunmaz. Bak sana bir olay anlatayım. Savaşın birinde yiğitçe çarpışan birini Peygamberimiz’e gösteriyorlar. Efendimiz şöyle buyuruyor:

“O cehennemliktir.”

Hikmetini merak edip bekliyorlar. Adam vuruluyor. Su götürüyorlar, suyu reddediyor ve şöyle diyor:

-Medine'deki hanımlar “korkak” demesinler diye savaşa geldim...

Ve bir süre sonra kılıcını kendine saplayıp intihar ediyor. Niyeti Allah rızası olmadığı için kaybediyor.

Süleyman susmuştu. Bir müddet öylece kaldı. Sonra sesini kısarak:

-Şevket emmi sana bir sırrımı verebilir miyim?

-Tabiî evlât. Güven bana. Rasulullah buyuruyor ki: “Elinden ve dilinden emin olunmayan, kâmil mü’min olamaz.”

-Ben pişmanım. Bir hata ettim. Daha zaten çok ye­niyim, bana verilen emri yerine getirdim. Ama  hata ettiğimi, bu yolun yanlış olduğunu anladım.

-Yanlış ki, ne yanlış!

-Şeyyy... dedi Süleyman ve Şevket emmi’nin kula­ğına eğilerek:

-Tahsin Öğretmen’i vuracaklar.

Şevket emmi’nin rengi kaçmıştı:

-Sen ne dedin? diye mırıldandı.

-Onu ve abimleri bana ihbar ettirdiler.

-Sen, kendi abini mi ihbar ettin?

-Utanıyorum kendimden. Pişmanım emmi. Allah rı­zası için bana yardım et.

-Tamam, tamam. Şimdii, sen bir şey çaktırma. Sağ­lıklı düşünüp bir şeyler  yapmalıyız. Ne zaman vuracak­lar?

-Zamanını bilmiyorum. Tutuklanmasaydım, bana yaptıracaklardı.

-Evlât, şükret ki hapse düşmüşsün. Kim bilir? Belki de Allah, baban ve Davud’un hürmetine sana acıdı. Düşünsene haksız yere kan akıtmak, ne büyük cürüm, ne büyük günah!

-Ama biraz önce anlattığın kıssada...

-O, savaş ortamı evlât, savaş. İslâm’ın geliş amacı nedir biliyor musun? Hayır nereden bileceksin? Senin öğrendiğin Lenin’in ya da bilmem hangi kendini bilme­zin ilkeleri. Tevbe, tevbe... İslâm’ın geliş amacı, insanla­rın malını, canını, neslini, dinini ve aklını korumak, mu­hafaza altına almaktır. Yarın görüş günü, ne yapıp edip haber uçuralım.

-Babam gelmiyor, belli ki bana çok kızgın. Offf, Al­lah’ım nasıl kurtulayım bu belâdan?

-Sen Allah’a dua et ki, elini kana bulamamışsın. Sen ki pişmansın, mutlaka O bir kapı açar.

 

Metin Kutusu: ;

 


 

 

 

 

 

E

rtesi gün...

 

Hacı teyze Şevket emmi’nin ziyaretine geldiğinde, Şevket emmi hanımına:

-Hemen git, Molla Yusuf’a söyle mutlaka ama mut­laka buraya uğrasın. Oğlunu görmek istemese bile bana uğrasın, çok önemli.

-Molla Yusuf mu? Gelemez ki?

-Neden?

-Çünkü hasta yatıyor.

-Nesi var?

-Kısmî felç geçirdi. Allah’tan gitgide iyileşiyor.

-Yapma be! İnna lillâhi ve inna ileyhi raciun. Peki o zaman Davud gelsin. Çok çok çok önemliymiş de.

Hacı teyze hemen ayrılmıştı hapishaneden. Küçük ilçenin bir başından öteki başına gitmek bile on beş da­kikayı bulmazdı. Beş dakika içinde Molla Yusuf’un evine varmıştı. Molla Yusuf yatıyordu. Davud da okulda idi. Haberi duyunca epey meraklandı. Kendi gidemezdi. Kadın kısmını da gönderip, onca önemli bilgiyi öğrensin istemezdi. Çünkü kadın kısmının hapisler, sorgular ge­çirmesini hoş bulmuyordu. Bunlara güvenilmezdi. “Emir kuluyuz” deyip, her kötülüğü yapabilirlerdi. İnsan Al­lah’ın emirlerinin kulu olmadı mı, artık emir veren kim olursa olsun Firavun’un emir kulu olur ki, her şeyi mübah görebilirler. Böyle düşünüyordu Molla, sıkılmıştı. Boncuk boncuk ter döküyordu yattığı yerde. Hanımına:

-Davud’u okuldan çağırmalıyız. Görüş saati bitme­den yetişmeli... dedi. Kapının önünde duran hacı teyze:

-Ben giderim, Hacer Hanım sen Molla’yı yalnız bı­rakma.

-Sana zahmet olmasın, hacı bacım... diye itiraz etti Molla Yusuf.

-Ne zahmeti Molla gardaş. Bu iş hepimizin. Hem bi­liyor musun? Birden kendimi eski günlerde hissettim. Neydi o günler? Candarma gelecek diye koşuşturmalar. Sanki örgüt kuruyormuşuz gibi, gizli gizli buluşmalar. Elifbalarımızı iç çamaşırlarımızda taşımalar, sanki ne? Hepsi Kur’an’ı okuyabilmek uğruna. Neyse ben gide­yim. Merak etmeyin, kimseye bir şey çaktırmam. Ne de olsa eski mesleğimiz.

Hacı teyze kasabanın en uç köşesinde olan, lise ve ortaokulun aynı okulda okutulduğu okulun yolunu tuttu. Okula yaklaştığında okulun önünün asker jipleriyle, tanklarla çevrili olduğunu gördü. Tesettürlüydü ya, he­men bir asker önüne geçip:

-Nine nereye?

-Okula asker oğlum, okula.

-Okula mı?

-Evet ya, bizim komşu hasta yatıyor, oğlunu çağıra­caktım, iyice rahatsızlandı da.

-Şimdi çağıramazsın.

-O niye?

-Çünkü okula giriş çıkış şu an yasak.

-Neden? Ne olmuş ki?

-Bir öğretmeni vurmuşlar.

-Öğretmeni mi vurmuşlar?

-Evet.

-Neden?

-Bilmiyorum.

-Vayy anaam, ne hâllere geldik. Bunlar öğrenci de­ğil, anarşist yetiştiriyorlar. Oysa bizim inancımızda bir harf öğreten baş tacı edilir. Ne istemişler garibimden? Amaaan öğretmen de vurulur mu hiç? Ölmüş mü?

-Hayır. Kars’a kaldırdılar. Ama durumu ağır.

-O hâlde, ben geri gideyim.

-İyi olur, çünkü içerden kimseyi salmazlar.

Hacı teyze geri döndü. Öğle paydosu bitmek üze­reydi. Doğru hapishaneye gitti. Eşi ile tekrar görüştü ve olanları anlattı. Şevket emmi çok üzülmüştü.

-Tüh geç kaldık… dedi.

-Yoksa sen biliyor muydun?

-Neyse sen onu boş ver. Mollaya söyle, çocuk çok pişman, kayıtsız kalarak çocuğu iyice bataklığı saplama­sınlar. Biraz ilgilensinler.

-Tamam söylerim.

Hacı teyze hapishaneden ayrılırken, hapishaneye yaklaşan mahkûm arabası Tahsin Öğretmen’e bıçak çeken Mahir ve Rıdvan’ı, Süleyman ve arkadaşlarının yanına getiriyordu.

Molla Yusuf, Şevket emmi’nin uyarısını dikkate al­mıştı. Ertesi hafta Davud’u görüşe göndermişti. Gardi­yan Hasan, Süleyman’ın ismini anons ettiğinde, Süley­man bayağı heyecanlanmıştı. Kapıya yöneldiğinde Mu­zaffer önüne geçti ve:

-Süleyman yoldaş sakın hislerine kapılıp davaya ihanet edeyim deme. Gerçi sana güveniyoruz ama yine de bir hatırlatayım dedim, diyerek uyardı.

-Hayır, davanın her şeyin önünde olduğunu unut­madım...

Süleyman tel örgünün arkasında duranın Davud abisi olduğunu görünce rahatlamıştı. Babasının geldiğini zannedip, ne diyeceğini düşünüp durmuştu. Süleyman Davud’a:

-Selâmün aleyküm. Hoş geldin abi... diyerek selam verdi.

-Selâm hidayete tabi olanlara olsun. Hoş bulduk.

-Nasılsınız? Babam nasıl?

-İyiler. Babam da, anam da hidayetin için dua edi­yorlar... Ne yaptın be Süleyman, bu pisliğe nasıl bulaş­tın?

-Sorma abi, sorma. Oldu bir kere. Eşekten düş­müşten beter pişmanım. Babam çok mu kızgın bana?

-İlk zamanlar öyleydi. Ama şimdi biraz daha iyi. Hapse düşmene değil, mürted olmana çok kızıp, üzüldü.

-Ne olmama?

-Yani dinden çıkmana.

-Ben dinden çıkmadım ki.

-Komünizmi savunuyorsun.

-Ama ben Allah’a inanıyorum. O’nu inkâr etmiyo-rum, etmedim de.

-Ahh Süleyman, ahh. Her “Allah var” diyen Müs­lüman olmuyor. “Allah var” deyip, O’nun, bizim için öngördüğü sisteme, hayat şekline karşı çıkıp, kabullen­meyenler vallahi kâfirdirler.

-Çok keskin konuşuyorsun. Kâfire bile kâfir denmez.

-Kim demiş onu? Kâfire “kâfir” sen diyorsun ya.

-Hayır demiyorum.

-Peki kime “kâfir” denmez diyorsun?

-Kâfire... Şeyy...

Süleyman sustu.

-Hayır yanlış biliyorsun. Kâfire “kâfir” denmeli tabiî ve tekrar ediyorum: “Allah var” dedikten sonra, sonu ...izm ile biten insan kafasının mahsulü sistemleri red­detmedikçe, kişi sağlam iman sahibi olmaz, olamaz.

-Yani, sen faşist değil misin?

-Hâşâ, Allah’a sığınırım. Ben Müslüman’ım.

-Başka?

-Başka yok. Ben Müslüman’ım...

O sırada kapıda bir kargaşa oldu. Gelen komünizm taraftarları slogan atıyorlardı. “Devrim şehitleri ölmez! Devrim şehitleri ölmez!” Kapıya doğru bakan Davud başını Süleyman’a çevirdi:

-Hepsi koskoca bir yalan... dedi.

-Biliyorum... diyerek sözünü kesti Davud’un.

Süleyman devamla:

-Şevket emmi anlattı. Meğer İslâm’dan başka bir şey uğruna ölen şehit olmuyormuş. Niyetin dahi sağlam olması gerekiyormuş.

Derin bir “Ahhh” çekti Süleyman ve ağır ağır de­vam etti konuşmasına:

-Mantıklı da. Ahiret Allah’ın, dünya Allah’ın. Şehitlik makamı vaat eden de Allah. Niye kendi vazettiği siste­min dışındaki sistemler için uğraşanlara versin ki. Hem Allah’a ait olan bir şeyi kullar, kullara nasıl verebilir ki? Hem... Neyse boş ver.

-Güzel konuşuyorsun. Hem ne?

-Hem bunun suçlusu tek ben miyim?

-Kim peki?

-Söyle abi, ben miyim bunun tek suçlusu? Kur’an’ı kaldırıp, yerine başka şeyleri koyanların, başıma inanç­sız öğretmenleri dikenlerin, daha ilkokuldayken “Bizim atamız maymundur” diyen, maymun oğlu maymunla­rın, dahası molla olan babamın hiç suçu yok mu? Tek suçlu ben miyim? Söylesene...

Süleyman tel örgüleri yumruklamaya ve ağlamaya başlamıştı. Biraz ağladıktan sonra başını kaldırıp, yaşlı gözlerle Davud’a baktı ve sordu:

-Peki, işin farkında olup da tekrar Hakk’ın hakimi­yeti için çaba sarf etmeyenlerin, gençliğe sahip çıkma­yanların, komünistlerin davasına, sahip çıktığı kadar, İslâm’a sahip çıkmayan Müslümanlar’ın, komünistlerin yaptığı fedakârlık kadar, davaya fedakârlık yapmayanla­rın suçları yok mu?

Davud müdahale ederek Süleyman’ın sözünü kesti:

-Haklısın Süleyman. Ama unutma, başkalarını suç­layarak zaman öldürmek çözüm değil. Geçen geçti, artık geleceğe bakmak gerek.

-İçim yanıyor. Mürted muamelesi görmek, kanıma dokunuyor. Baksana, anam ve babam selâm dahi gön­dermemişler. Neden? Çünkü kâfire selam verilmez değil mi? Lanet olsun, babamla arama giren davaya.

-Sakin ol, duyacaklar seni. Şevket emmi’den isti­fade etmeye bak. Allah Kerimdir.

-Bıraktığımı anlasalar, pişman olduğumu anlasalar, vururlar yaşatmazlar beni.

-Babamla konuşurum, haftaya yine geleceğim, elbet bir çözüm yolu bulunur.

-Bu maceraya atılırken ölüm vız geliyordu. Şimdi ise ölümden korkuyorum. Lütfen elimden tutun.

-Allah’ın hidayeti üzerine olsun. Şimdi eyvallah.

-Güle güle, anamın babamın ellerinden öperim. Ne olur, pişman olduğumu söyle onlara. Ne olur, beni ev­lâtlıktan silmesinler. Ne olur…

Davud hızlı adımlarla ilerledi. Dayanamamıştı Sü­leyman’ın hâline, gelirken Süleyman’a karşı hissettiği duyguların yerini şimdi bambaşka hisler almıştı.


 

 

 

 

 

H

ülya’nın izin süresi hızla bitiyordu. Hülya ise kara kara düşünüyordu. Daha çok kalmak için acaba ne gerek­liydi? Abisinden de çıt çıkmıyordu. Konuyu bir açsaydı, hemen:

-Abi, daha kalamam mı? Kalmak istiyorum, diye­cekti. Meryem ile Mesut da okula başlamışlardı.

Hülya oturduğu koltukta elindeki magazin dergisini karıştırırken, Gülsen de mutfakta yemek yapmakla meş­guldü. Mutfaktan gelen gürültüyü duyunca, elindeki dergiyi fırlatıp, mutfağa koştu. Gülsen mutfak tezgâhının önüne yığılıp kalmıştı. Hülya:

-Yeengeee.. diye feryat etti. Derhâl telefona koştu. Abisine durumu anlattı. Hayret, abisi gayet sakin:

-Tamam, doktor yollarım... deyip telefonu kapat­mıştı.

Yarım saat sonra doktor gelmişti. Ne yazık ki Hülya, doktorun konuşmasından hiçbir şey anlamıyordu. He­nüz muayene bitmemişti ki kapının zili tekrar çaldı. Hülya kapıyı açtığında abisini karşısında gördü:

-Ohh, çok şükür geldin.

-Doktor geldi mi?

-Gelmesine geldi de, konuştuğunu anlamıyorum.

Yaklaşık yarım saat sonra muayene bitmişti. Doktor Helmut:

-Hasta depresyon geçiriyor. Etkilenip, çok üzüldüğü bir şey mi var? Ayrıca gözünüz aydın, bebek bekliyor. Tansiyonu çok düşük ve sürekli istirahat etmesi gereki­yor... demişti. Reçetesini yazıp gitti.

Ömer, üçüncü bebek haberinden pek hoşlanma­mıştı. Doktor gittikten sonra çekyata oturdu. Hülya’dan soğuk bir şey istedi. Meşrubatını yudumlarken Hülya’ya:

-Hülya sana bir şey demek istiyorum ama beni yan­lış anlama...

Ömer Gülsen’in yattığı odaya baktı. Kalkıp odanın kapısını kapattı ve konuşmasına devam etti:

-Günlerinin dolmasına az kaldı. Türkiye’ye dönmek zorundasın. Ama yengenin durumu da ortada. Ben, babama mektup yazıp, doğuma kadar izin isteyeyim. Seni de dil okuluna yazdıralım. Bizim şef bir şeyler ya­pabiliriz, dedi.

Hülya kulaklarına inanamamıştı. İçinden, körün is­tediği bir göz, Allah verdi iki göz, diye geçirdi. Abisine:

-Buna sevinirim. Burada gelecek var. Gidip de Digor’da ne yapayım?

Bu olaydan birkaç gün sonra Hülya okula başla­mıştı. Gülsen de epey kendisini toparlamıştı. Hülya’nın gittiği okulda hep Türk çocukları vardı. Ama her biri Türkiye’nin bir köşesindendi, bir de Bulgaristan Türk­leri’nden Ahmet vardı.

Ömer babasına mektup yazmıştı. Mollanın buna canı sıkılmıştı. Ama yapacak bir şeyi yoktu. Türkiye’de olsa, atlar arabaya gider getirirdi. Yapacağı tek şey Ömer’e ve kızına nasihat mektubu yazmaktı ve öyle de yaptı.

Hülya okula yalnız gidip gelmeye kısa zamanda alışmıştı. O gün yine evden çıkarken posta kutusunda babasının mektubunu gördü. Açıp okudu. Kerhen izin verdiği, mektubun her satırından, noktasından, virgü­lünden belli oluyordu. Kendisine yazdığı bir bölümde:

 

Kızım;

Aslını yitiren haramzadedir derler. Benim belimi büken Gülsen’in gurbette olmasıdır. Hayırlısıyla do­ğumdan sonra seni derhâl alacağım. Buraya döndü­ğünde, seni gönderdiğim gibi görmek isterim. Okuldan mokuldan bahsetmişsiniz, olmaz. Yaban ellerde başına bir hâl gelir. Ne yapacaksın Almanca’yı?

 

Hülya:

-Allahım beni bir daha o hayata döndürme diye dua etti.

Molla Yusuf Gülsen’e de bir bölüm yazmıştı. Oku-du:

 

Kızım, sana güveniyorum. Hülya sana emanet. Sa­kın dinini imanını, yaşantısını değiştirmesin.

 

Hülya “Bunu yengem okumamalı” diye düşündü. Mektubu çantasına koydu. Henüz durağa ulaşmıştı ki, abisinin taksisi yanında durdu. Hülya bozulmuştu, ey­vah yakalandım, diye geçirdi içinden. Abisi seslendi:

-Hülyaa, gel bin, ben götüreyim.

Hülya çaresiz bindi. Abisinin yüzüne bakmamaya özen göstererek sordu:

-Hayırdır abi?

-Evden bazı evrakları almam gerekti. Çünkü işim değişti. Bölüm şefi olarak çalışacağım artık.

-Aaa, gözün aydın. Çok sevindim.

Ömer Hülya’nın yüzündeki makyajı fark etmişti. Bı­yık altı güldü. Görmezden geldi. Hülya mektubu verdi. Ömer mektubu okuduktan sonra:

-Bunu yırt, yengen görüp yine başlamasın. Ancak ancak unutuyor hacı teyzesini... Ömer, hacı teyzeye duyduğu kızgınlıktan “hacı teyzesini” derken dişlerini sıkmıştı.

-Hülya, arkadaşlar illâ da iş değişikliğimi kutlamak istiyorlar. Bana yardımcı ol, yengeni buna alıştıralım.

-Biraz zor, nasıl yapacağız bunu?

-Yavaş yavaş alıştırırız. İkimiz bir olunca fazla daya-namaz. Haa bu arada, akşam çıkarken bekle, seni faşing gösterisine götüreceğim.

-O ne demek abi?

-Bunların bayramlarının adı.

-Çok iyisin. Allah razı olsun.

Hülya okulun önündeki bankta oturmuş, abisini bekliyordu. Çıkmadan okulun tuvaletinde makyajını yenilemiş, hafif bir makyaj yapmıştı. Nasıl olsa abisi bir şey dememişti. Başörtüsünü de arkadan sıkarak bağladı. Şimdi de Müslümandı ama modern Müslümandı (?). Kendisini öyle mutlu hissediyordu ki, ayakları sanki yere basmıyordu. Öyle tatlı hülyalara dalmıştı ki, yanına yaklaşanı görmedi bile:

-Hello. Ben var oturmak... dedi genç.

Hülya, nasıl cevap vereceğini bilemedi. Korku, he­yecan birbirine karışmıştı. Cevap beklemeden genç oturdu ve elini uzattı.

-Ben Türk dostu.

Hülya, benim Türk olduğumu nereden bildi acaba diye düşündü. Bocalıyordu, ne yapmalıydı şimdi? Ko­nuşamadan abisinin taksisi kaldırımın önünde durdu. Hülya’nın rengi kaçmıştı. Korkudan yüreği ağzına gel­mişti, suçu yoktu; ama abisi kendisine inanacak mıydı? Ömer geldi. Gençle Almanca bir şeyler konuştu. Sonra Hülya’ya:

-Hadi gidiyoruz... dedi.

Ömer, Hülya’nın çok korktuğunu anlamıştı. Alttan alttan gülüyordu. Arabaya bindiler. Meryem ve Mesut da arabada idiler. İlk konuşan Ömer oldu:

-Abisi, çok korktun galiba?

-Hem de nasıl?

Ömer ciddîleşerek konuşmasına devam etti:

-Dikkatli olmak gerek. Tabiî arkadaşlık teklif edenler olacaktır, sakın elin memleketinde başıma iş açma. Sonra babamın yüzüne bakamam. Gerçi sana güveni­yorum.

-Abi inan tanımıyorum. Birden yanımda bitti. Hiçbir şey anlamadan yanıma oturdu ve sen geldin.

-Biliyorum. Çocuk söyledi.

-Çocuk mu? Hangi çocuk?

-Yani, o genç. Kızım burada edep yok, töre yok, iman yok ve gencin yalan söylemesi için sebep de yok. Seni tek görmüş, oturmuş. Öylesine arkadaş olacakmış.

-Öylesine arkadaş mı? Öylesine arkadaş nasıl olu­yor?

-Normal arkadaşlık işte. Anlayacağın sevgili gibi de­ğil, kız arkadaşın gibi arkadaş.

-Erkekten, kız arkadaş gibi arkadaş mı olurmuş?

Ömer cevap vermedi. Önce bir lunaparka uğradılar. Hülya rüyada gibiydi. Dönme dolaba, çarpışanlara bin­diler. Lunaparktan çıkmak üzereyken arkadan:

-Ömeeer bekle... diye seslenildi.

Geri döndü. Gelen İzmirli Fuat. Yanında da iki ba­yan vardı. Yaklaştılar. Fuat önce Ömer’e sonra Hülya’ya elini uzattı. Hülya ilk kez bir erkekle tokalaşa­caktı. Abisinin yüzüne baktı. Abisinden bir mesaj ala­mamıştı. Çaresiz (?) elini uzattı. Fuat şaşırmıştı. Şaşkınlı­ğını anlayan Ömer:

-Şeyy, Fuat Bey, kardeşim henüz yeni alışıyor. Bili­yorsun, doğuluyuz ve birtakım törelerimiz var... dedi.

Fuat Hülya’ya:

-Affedersiniz hanımefendi.

-Adım Hülya... diyerek sözünü kesti Hülya, Fuat Beyin.

-Afedersiniz Hülya Hanım. Dindar olduğunuzu bil­sem, elimi uzatmazdım. Dindarlara saygım vardır. Ma­dem sorun töreler, o hâlde sorun yok demektir. Umarım sizi zor durumda bırakmamışımdır. Benim adım da Fuat.

Fuat’ın hanımı Ömer’e elini uzatarak:

-Adım Sezen. Fuat sizden çok bahsetti. Bu da Al­man arkadaşım Petra.

Ömer Sezen ile tokalaştıktan sonra Petra’ya elini uzattı. Birden göz göze geldiler. Petra’nın elini sıkarken içi bir tuhaf olmuştu. Faşing yerine gittiklerini öğrenince hep beraber gittiler. Ömer gözlerinin Petra’ya yaptığı kaçamak bakışlara engel olamıyordu.

Gezmekten yorulmuşlardı. Saat de gecenin on ikisi olmuştu. Masada oturup, soğuk bir şeyler içelim, teklifi Fuat’tan geldi. Meryem ile Mesut ayakta uyuyorlardı. Ömer onları arabaya yatırdı. Sonra en yakın parkta boş bir masa bulup oturdular. Ömer nedenini bilmeden, Petra’nın yanındaki sandalyeyi tercih etmişti. Bir ara Sezen gayet rahat bir tavırla elini Hülya’nın başına attı. Arkadan sıktığı başörtüsünü çözüp, Hülya’nın boynuna fular yaptı:

-Böylesi daha şık oldu, ne dersiniz Ömer Bey?

Ömer’in kafası öylesine meşguldü ki Sezen’i duy­mamıştı.

-Efendim, anlayamadım?

-Böylesi daha şık olmadı mı? diyorum.

Ömer baktı ve cevap verdi:

-Hıı, evet...

Ömer aslında Sezen’in neyi kastettiğini anlamamıştı. Sezen devamla:

-Madem töre diyorsunuz, buranın töresi de fular.

Hülya bozulmuştu, içinden delinin zoruna bak. Bana yular taktığını söylüyor diye geçirdi. Sezen’e kız­mıştı. Ama isteyip de yapamadığına öncülük ettiği için kızgınlığını yuttu. Hülya tam medenî olmak için (?) bir adım daha atmıştı. Çünkü o geceden sonra artık başör­tüsü takmayacaktı.

Eve dönerken Ömer suskundu. Kafası hep Petra ile meşguldü. İçinden:

-Ne oldu bana? Ben Gülsen’i deli gibi severek ev­lenmiştim. Bu kadın neden gözümün önünden gitmiyor, diye düşünüyordu.

Eve vardıklarında Gülsen seccade üzerinde uyu­yordu. Ömer çocukları odalarına taşırken, Hülya da önce elini yüzünü yıkadı sonra da yengesine seslendi. Gülsen sıçrayarak kalktı. Çok korkulu bir gece geçirdiği belli oluyordu. Bön bön Hülya’ya bakıp ağlamaya baş­ladı. Tekrar ettiği tek şey:

-Korkuyorum. Neredesiniz? Ömerim korkuyorum.

Hülya da çok korkmuştu. Hemen abisini çağırdı... Ömer sinirle söylendi:

-Olacağı buydu, delirmesine şaşarım.

Gülsen Ömeri görünce artık hıçkırıklarına hakim olamıyordu. Durmadan hıçkırıyordu. Hıçkırıklar ara­sında Ömer’e yalvarırcasına konuştu:

-Ömer, Ömerim korkuyorum. Benim Ömerim.

-Neden korkuyorsun? Korkulacak bir şey yok. Bu­radayım işte.

-Eski Ömerim’i kaybettim. Ömer’im kayboldu, bu­lamamaktan korkuyorum. Mutluluğumu, sevincimi kay­bettim. Umutlarımı kaybettim. Türkiye’mi kaybettim. Kendimi kaybetmekten korkuyorum.

Ömer Gülsen’in sinirlerinin boşaldığını anladı. Bir yatıştırıcı katarak, bir bardak su içirdi. Yarım saat sonra Gülsen uykuya dalmıştı. Hülya çok etkilenmişti:

-Ne var sanki? Sen de gel bizimle de bu hâllere düşme... diye söylendi yatağına yatarken.

Herkes uyumuştu, Ömer hariç. Gülsen’e acımıştı. Kendisini yargılamasına şeytan hiç fırsat vermiyordu. Namaz kılmıyor, abdest almıyordu.. Şeytandan nasıl kurtulacaktı ki? Gülsen’in o hâli bile Petra’yı düşünme­sine engel olamamıştı. Nihayet daha fazla direnememiş o da uykuya dalmıştı.

Metin Kutusu: ;

 


 

 

 

 

Ü

 

ç yıl sonra...

 

Süleyman’ın cezasının bitmesine on gün vardı. İçe­ride durumu iyi idare etmiş, pişman olduğunu arkadaş­larına belli etmemişti. Günlerini iple çekerken, Muzaffer her gün arkadaşlarına verdiği eğitim dersinden önce Süleyman’ı yanına çağırdı:

-Süleyman yoldaş dinle, sana bir takım görevler ve­rildi.

-Ne görevi?

-Çıkmana on gün kaldı. Çıktığın gününün ertesi gün, okulun yanındaki Bakkal Memo’dan bir paket alıp, 14 nolu otobüse verecek, Pazarcık köyüne gönderecek­sin. Orada onlar alacaklar.

-Pakette ne var?

Muzaffer Süleyman’ın kulağına eğilip, sesini iyice kısarak:

-Paketi açıp, içinden bir tane kendine alacaksın, sana lâzım olacak. Ayrıca elime üç aylık eylem planı da ulaştı. Dışarıda işleri sen idare edeceksin. Bunda da sana görevler düşüyor.

-Üç aylık eylem plânı mı?

-Bütününü sen yapmayacaksın tabiî. Bir liste, işleri­nin bitiş tarihi ve kimin iş bitireceği şu kâğıtta yazılı. Bu eylemden sonra, terfi atlayacaksın.

Cebinden çıkardığı kağıdı açıp, Süleyman’a uzattı:

-Bu isimler üç kişi arasında paylaşılacak.

-Bakabilir miyim?

-Tabiî...

Süleyman listeyi okurken, Muzaffer konuşuyordu:

-Beş ve altı numara senin.

Süleyman altı numaraya takılıp kalmıştı. Tekrar tek­rar okudu: “Davud Tetik”. Gözlerine inanamıyordu. Başını kaldırdı ve sordu:

-Sen, bunun kim olduğunu biliyor musun?

-Hayır. Emir geldiğine göre, işinin bitmesi gereken biridir.

Bu benim abim... diyecekti ki, bunca oynadığım rol boşuna gider diye düşünerek vazgeçti.

Eğitim saatleri bitmişti. Süleyman sarhoş gibiydi. Nasıl olur da abimi listeye alarak, bana gösterebilirler diyerek içinden ateş püskürüyordu.

Karar verdi, bir gün sonra tahliye olacak şevket emmi’ye her şeyi anlatmalıydı. Fırsat kollayıp Şevket emmi’ye işaret etti. Bahçeye çıktılar. Süleyman olup biteni anlattı. Şevket emmi şaşırmıştı:

-Vayyy kalleşler, kardeşi kardeşe kurşun sıktıracak­lar.

-Herhâlde gözlerinden kaçtı. Ya da Davud’un abim olduğunu bilmiyorlar.

-Vardır bir bit yeniği. Şimdii, Tahsin Hoca’daki gibi geç kalmadan bir şeyler yapalım. Hele sabah ola hay­rola.

-Babam üç yıldır hiç gelmedi. Beni kabul edecek mi bilmiyorum? Onları çok özledim. Ama kendi düşen ağlamazmış.

-Yarın ilk işim babana gitmek olacak. Hadi Al­lah’tan hayırlısı.

Ertesi gün Şevket emmi tahliye olmuştu. Dediği gibi yaptı. Karşılamaya gelen yakınlarıyla görüştü, sonra hemen Molla Yusuf’un yanına gitti:

İki komşu hasretle kucaklaştılar. Molla Yusuf iyice yaşlanmış ve çökmüştü. Şevket emmi olup biteni bir bir anlattı. Molla Yusuf duydukları karşısında ürpermişti:

-Ne diyorsun sen Şevket... dedi hayretle.

-Maalesef doğru be Molla. Şimdi çözüm düşünmek gerek.

-Hemen Ömer’e bildirmem lâzım. Davud’u derhâl Almanya’ya alsın. O zamana kadar da evden hiç çıkma­sın. Peki diğer beş kişi kimler?

-Hay Allah, onları sormayı akıl edemedim. Neyse Süleyman gelince öğreniriz.

Aradan üç ay daha geçmişti. Bu zaman sarfında Süleyman tahliye olmuş, kimse onu karşılamaya gitme­mişti. Eve gelmiş, babasının eline ayağına sarılmıştı. Babası da:

-Önce Allah’tan af istemesi, tevbe etmesi ve tevbe-nin gereğini yapması gerektiğini hatırlatmıştı.

Ömer de Davud için istekte bulunmuş, kabul edil­mesini bekliyordu. Molla Yusuf iki oğlunu da evden çıkarmıyor, bütün ihtiyaçları kendisi karşılıyordu.

Davud evde boş durmuyor, tevbe edip yeniden iman eden kardeşine ders veriyordu. Bilgileri jandar­maya vermişlerdi. Vermişlerdi de eylem plânı başarısız olmuştu. Bunun için örgüt, Süleyman için vur emri çı­kartmıştı.

O gün akşam üzeri postacı Molla Yusuf’a bir telgraf getirdi. Telgrafta:

“Baba, Davud’un işlemleri tamam. Hazırlıklı olsun, her an davetiye çıkabilir. Selâmlar, Ömer..” yazılıydı.

Hacer Hanım buna çok üzüldü. Molla Yusuf da çok üzülüyordu. Davud’u göndereyim ama ya Süleyman? Onu nasıl koruyayım, nasıl tedbir alayım diye kara kara düşünüyordu. Davud ise Allah’a tevekkül ederek “Al­lah’ım nerede güzel bir kul olacaksam. Dinime davama nerede sahip çıkabileceksem, bana onu nasip et.” diye dua ediyordu.

Yatsı namazından sonra Davud Süleyman’a ders vermek üzere rahlenin başına oturdu. Hamd ettikten sonra başladı anlatmaya. Bu akşamki konu, cihattı.

Davud “Dinle” dedi ve devam etti:

-Yüreğini açarak, gönlünü açarak dinle. Sadece kulağınla dinleme. Cihat demek; ceht etmek, çalışmak demektir.

İslâmî ıstılahta ise, Allah’ın dini için can, mal, dil ve diğer vasıtalarla elden gelen güç ve gayreti sarf etmeye cihat denir.

1-Dil ile olur ki, yapılan vaazlar, ilim öğrenmeler, tebliğ çalışmaları vs.

2-Mal ile yapılan ki, İslâm için gerektiği zaman mâli fedakârlıktan kaçınmamaktır. Unutulmamalı, maliyet olmadan dava yürümez. Mücadele yürümez.

3-El ile yapılan ki, gerektiği zaman yurt savunma­sında silâhla savaşmaktır. Canını ortaya koyabilmek, ben de varım Peygamber safında diyebilmektir.

Cihatın en başı, kişinin nefsiyle yaptığı cihattır. Zira nefsini yenemeyen, kimseyi yenemez. Çünkü, nefsini İslâm’a baş eğdiremeyen, kimsenin itaatine vesile ola­maz. Yüreğine İslâm’ın sancağını dikemeyenler, gönül­lere o sancağı dikemezler. Unutma cihat her Müslü­man’a farzdır.

-O halde niye savaşmıyorlar?

-Dikkat et, cihat diyorum. Savaş demiyorum. Yani Allah’ın dini için uğraşı vermek, çabalamak, gayret sarf etmek her Müslüman’a farzdır. Farz-ı ayndır.

Allah şöyle buyuruyor, Tevbe sûresi 24. ayette:

“De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, kazandığınız mallar, durgun gitme­sinden korktuğunuz ticaret ve hoşlandığınız evler, size Allah’tan, Rasulü’nden ve O’nun yolundaki cihattan daha sevimli ise, artık Allah’ın (azap) emri gelinceye kadar bekleyin. Allah, fasıklar topluluğunu doğru yola eriştirmez.”

Ayrıca Maide 54. ayette de: “Allah yolunda cihat ederler ve herhangi bir kınayıcının kınamasından kork­mazlar.” diye buyruluyor. Efendimiz de bir hadis-i şeri­finde: “Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah’a andolsun ki, siz ya iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmeye çalışır­sınız, ya da Allah kendi katından sizin üzerinize bir azap gönderir. O zaman dua edersiniz, fakat dualarınız kabul edilmez.” buyurmuştur.

Bu konudaki ayet ve hadisler sayılamayacak kadar çoktur.

Sonuçta ne var? Şimdi ona bakalım. Yine Efendi­mizin diliyle:

“Cihatta iki güzellik var. Biri zafer, diğeri şehadet ki, Allah onlar için: “Ölü demeyin, onlar diridirler; fakat siz göremezsiniz.” buyuruyor. Ebedî cennetlerde. Bu kişi Allah için uğraşırken yatağında dahi ölse sonuç değişmez.

Sonuç olarak mücadelenin içerisinde mutlaka ol­mak zorundayız. Sonuçta bu güzellikler varken, şeytan ve dostları bizi alıkoyabilmek için her yolu ama her yolu deniyorlar. İnsanı zayıf yerinden yakaladıklarında he­men çelmelerini takıyorlar.

-Nasıl yani? Örneklendirir misin?

-Tabiî. Meselâ benim zayıf tarafım makam-mevki mi? Hemen çeşitli bahanelerle İslâmî çalışmayı erteletme yolunu buluyor; tahsilin var, yönetmelik var. Kimliğini belli edersen makama ulaşamazsın vs vs. Ya da kadın mı? Ya da para mı? Zaaflar çeşitli çeşitli. Oysa ki biz, biz sahip çıkmazsak davamıza, uzaylılar mı gelip sahip çıka­cak? Ya da kâfirler mi? Ölüm kaçınılmazdır ve belirlenen gün ve saatte gelecektir.

-Bir dakika... Tamam ölüm hak ve gelecek. Peki köprüyü geçene kadar ayıya dayı desek olmaz mı? İşini aşırana kadar yani.

-Peki sorarım sana, köprünün ortasında öldün, o zaman gelen melekler “Kimsin?” dediğinde, ben ayının yeğeniyim mi diyeceksin? Ölüm mutlaka gelecek dedik, o hâlde neden hak üzereyken, İslâm için çaba sarf eder­ken, Peygamber davasının takipçileriyken değil de ayı­nın yeğeni iken gelsin?

-Şükür Allah beni korudu. Hamd olsun ki erken gö­züm açıldı.

-Evet. Babamın ve anamın duaları karşılık buldu. Elhamdülillah. Şimdi son olarak Al-i İmran 102. ayeti okuyup kapatalım. Allah şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah’ın emrine uygun olarak yaşayın, aykırı­lıktan sakının ve ancak Müslümanlar olarak can verin.”

Davud el-fatiha diyerek dersi kapamıştı. Fatiha’yı okumak için eller kalktı. Daha bitiremeden Hacer Ha­nım kapıyı açıp:

-Davud çabuk gel. Babana bir şey oldu... dedi te­lâşla.

Hacer Hanımın rengi bembeyaz olmuştu. Davud hemen koştu. Babasının odasına girdiğinde, babası sec­cadesinin üzerine yığılıp kalmıştı. Süleyman’a:

-Koş durma koş. Muhittin emmilerin taksiyi alın ge­lin.

Süleyman koşarak çıktı. Beş dakikalık yol oldukça uzun gelmişti. Yaklaşık 15 dakika sonra taksi gelmişti. Süleyman koşarak içeri girdi. Molla Yusuf’u yere uzat­mışlardı:

-Hadi çabuk olun, taksi geldi... dedi heyecanla. Hayret, Davud davranmıyordu.

-Abi, araba geldi diyorum. Hadi davransana? Duymuyor musun?

Davud yaşlı gözlerle Süleyman’a baktı:

-Korkarım gerek kalmadı.

-Neee, olamaz. Babaaa, babam, babaaa.

Davud beyaz çarşafı babasının üzerine örttü. Sü­leyman’ı kolundan tutup sallayarak:

-Kendine gel. Metanetli ol.

-Babam gitti, sen ne konuşuyorsun? Çekil başım­dan.

-Kim gitmeyecek ki? Hepimiz gideceğiz. O, benim de babam, ama bu bize isyan etme hakkını vermez, öyle değil mi?

Hemen yıldırım telgrafla durumu Ömer’e bildirdiler. Ömer uçağa atlayıp gelmiş, kimseyi getirmemişti. Ce­naze namazına yetişmişti. Ama cenazeye gelenler ce­naze namazını kılarken, o efkârından sigarasını tüttürü­yordu.

``

Molla Yusuf’un ölümünün üzerinden bir hafta geç­mişti. Şiddetli eleştirilere rağmen Davud ölünün üçü, yedisi gibi bid’atleri yaptırmamıştı. Kırkını da yaptırmayı düşünmüyordu. Abisi Ömer karşı çıkmış:

-Oğlum, paramız var, babamdan niye esirgiyorsun? demişse de:

-Babam götüreceğini yanında götürdü. Helva yapıp yedirmenin, ya da lokum-şeker dağıtmanın babama ne faydası olacak?.. diyerek karşı çıkmıştı.

Ömer’e Süleyman’ın başından geçenleri anlattılar. Ömer, “Neden haber vermediniz?” diye biraz kızmıştı.

Onuncu gün akşam artık gelen giden seyrelmişti. Ana ve iki oğlu otururken, Süleyman da içeri girdi. Ömer elini cebine attı, sigarası bitmişti. Çıkardığı parayı Süleyman’a uzatarak:

-Hadi, bir sigara al da gel..

Süleyman parayı alıp çıktı. Davud abisinin namaz kılmadığını fark etmiş, anası üzülmesin diye hiç konuyu açmamıştı. Konuşurken konu dinî meselelerden açıl­mıştı. İslâm’ın sosyal yapısındaki güzellikten bahseden Davud:

-Gerçek adaletin İslâm’ın emirleri olduğunu vurgu­lamış, sosyal dayanışmada zekâtın önemine söz gelip çatmıştı. Ömer gayet mağrur bir edâyla:

-Maşallah molla olmuşsun. Bizim zekât da verilecek. Araştır bakalım, hangi mezhepte daha çok veriliyorsa, zekâtımızı o mezhebe göre verelim... dedi.

Davud şok olmuştu. Abisi nasıl olur da İslâmî ko­nuların hafife alınmayacağını bilmezdi?

-Allah’ın senin parana ihtiyacı yok...

Konuşmasını bitirmeden Bakkal Hacı Meco’nun çı­rağı hızlı hızlı kapıyı dövmeye başladı. Davud yerinden fırladı:

-Aman Allah’ım Süleyman, Süleyman’ı gönderme­meliydik...

Kapıyı açtığında bakkal çırağı soluk soluğa:

-Davud abi, Süleyman abiyi vurdular. Koş, koş.

Davud yalın ayak koştu. Bakkalın önüne geldiğinde Süleyman kanlar içinde yerde yatıyordu. İki kurşun ayağına, bir kurşun da karnına isabet etmişti. Ayağın­daki yaralar önemli değildi ama karnındaki kurşun ya­rası kötüydü.

Davud, henüz yirmi bir yaşındaki Süleyman’ın ba­şını dizlerine koydu. Bir yandan da bağırıyordu:

-Araba getirin, arabaa. Ne duruyorsunuz? Hadi ça­buk olun.

Süleyman hafifçe gözlerini aradı:

-A-a-bi. Ben, şe-hid o..ol...

Gerisini getiremedi. Biraz soluklandı. Tekrar:

-Şehit sayılır mıyım?.. dedi güçlükle. Davud’un göz yaşları Süleyman’ın yüzünü yıkıyordu:

-İnşaallah iyi olacaksın. Beraber Allah’ın askeri ola­cağız. Daha çok işimiz var.

-Şehit sayılır mıyım? Söyle, ne olur söyle... dedi tek­rar zorlukla.

-Tabiî ya. Allah’tan yana olanlar, O’nun davasına inanıp, gönül verenler, yatakta ölseler şehiddirler. Sen ise kanını bile akıttın. Kıyamette göstereceğin bir delilin, kanlı gömleğin var.

-Bak, bak abi, beyaz araba geldi. Neden bu dok­torlar sarık sarmışlar. Abi, bak, doktorlar sarık sarmışlar.

Davud kardeşinin ölüm anının yaklaştığını anla­mıştı.

-Hadi... dedi, yutkundu. Allah’ım ne zor bir andı. Kendini zorladı:

-Hadi canım kardeşim, kelime-i şehadeti söyle be­nimle. Hadi, Eşhedü en lâ ilâhe illâllah. Ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve rasuluhu...

Davud söylemiş, Süleyman tekrar etmişti. O sırada Hacer Hanım ve Ömer de gelmişlerdi. Davud can hav­liyle bağırdı:

-Araba, abi araba getir. Hadi çabuk.

Hacer Hanım kanlar içinde oğlunu görünce daya­namamıştı:

-Oğuuuul, kanlarına öleyim. Kim kıydı sana? Söyle elleri kırılsın. Hacer Hanım olduğu yere yığılmıştı. Hacer Hanımın feryadına Süleyman tekrar gözlerini açtı ve gülümseyerek cevap verdi. Gözlerini kapatmadan son bir kez Davud’un yüzüne baktı. Davud çaresiz ve peri­şandı. Onu doktora götürmenin faydası olmayacağı belliydi. Çünkü Süleyman ötelerden gelenlerle beraberdi artık, Davud kardeşinin gözlerini kapatırken:

-Selâm götür kardeşim. Bu aciz abinden Rasûl’e selâm götür ve de ki...

Davud gerisini getiremedi. Ömer taksi getirmişti, ama çok geçti.

İncelemeler, otopsi derken işlemler tamamlanmış, Süleyman’ı ailesine vermişlerdi. Vuranlar kaçmışlardı. Görenler ise şahitlikten kaçınmışlardı, çünkü her şahitlik yapanın sonu belliydi.

Süleyman’ın cenaze işlemleri çabucak yapılmıştı. Ne de acele ediyorlardı, bir an önce mezara koymak için... Ve nihayet Süleyman da omuzlara alınmıştı. Davud’un arkadaşları koşturuyordu, cenaze işleri için. Davud’un tek tesellisi de, kardeşinin iman üzere ve inşaallah şehadeten gitmiş olmasıydı.

Hacer Hanım’ın bu olaydan sonra kendisini topar­laması çok zor oldu. Sürekli oğlunu düşünüyordu. Ömer iznini biraz daha uzattı. Bursa’daki kayınpederine tele­fon açtı ve:

-Çok acele bir ev tutun... diye ricada bulundu.

Bir yandan da evi toplamaya başladılar. Davud, babasının işe yarayan kıyafetlerini toplayıp, fakirlere vermeyi düşünüyordu. Pek nadir giydiği ceketine el attı. Yüreği buruktu. Ceketin cebinden bir cüzdan çıktı. Çok eski olduğu belli olan, dörde katlı bir kağıt Davud’un dikkatini çekmişti. Açtı, kağıtta bir şiir yazılıydı. Oku­maya başladı:

 

Yüreğimi deldi dom dom kurşunu,

Uğraşma boşuna, çıkmaz ki gülüm.

İnsanı sadece düşmanı vurmaz,

Bu kurşun kardeşin kurşunu gülüm.

 

Yaram çok derin bulmuyor merhem,

Vuran kardeşim, nereye gidem?

Dilim varmıyor ki edeyim sitem,

Bırak bıçağını, çıkmaz ki gülüm.

 

Zulüm karanlıktır, yapanı sarar.

Dokunma yaram derindir kanar.

Allah elbette hesabın sorar.

Yanına kâr kalır, zannetme gülüm.

 

Kardeşim vurdu böğrüme bir taş,

Kalmadı gözümde, gelmiyor ki yaş…

Gözümü çıkardı, yapayım derken kaş,

Varsa vicdanın, sızlasın gülüm.

 

Gel etme, nefsini çek sen hesaba,

Bil ki kaydediliyor her şey kitaba.

Mahşer günü ikimiz de dikilmeden divana,

Gel helalleşelim, oraya kalmasın gülüm.

Gözleri yaşarmıştı. Hemen bir Cuma günü camide konuşulanları hatırladı:

-Ahh canım babam, kardeşin ihaneti ne kadar da etkilemiş seni... diye mırıldandı. Bu şiirin adını “Kardeş Kurşunu” koyup ömrüm oldukça saklamalıyım diye düşündü, kâğıdı kendi cüzdanına yerleştirirken.

Süleyman’ın ölümünün üzerinden on gün geçmişti ki, evin önüne yanaşan kamyona evlerini yüklemeye başladılar. Ayrılmak çok zor gelmişti memleketlerinden, hele de Hacer Hanım’a. Hacı teyze, komşusu Melahat Hanım’la birlikte son kez gittiği mezar ziyaretinde, yak­tığı ağıtlar yürekleri parçalamıştı:

-Ahhh, yüreğime kor düştü. Can evlâdım can. Seni yatırdım yerine de, ben gidiyorum yaban ellere. Can evlâdım can. Kış gelirse üşüme, sahipsizim benim.

Hacı teyze:

-Yapma be Hacer Hanım, biraz sakin ol.

-Ciğerlerim yanıyor da dumanları gözükmüyor. Can oğuuul, sen burada garip, ben gurbet ellerde. Ahhh he­rifim, Yusuf’um benim, hayırsızım ben, sizi terk ediyo­rum. Süleyman’ıma iyi bak. Can, can, can oğul.

Hacer Hanım’ı zorla mezarlıktan uzaklaştırmışlardı. Araba hareket etti. Davud kardeşlerine sarıldı. Aman Allah’ım insanın sevdiklerine vedası ne kadar da zordu. Son bir kez dönüp Digor’a baktı.

Ağzından şu kelimeler döküldü:

-Elveda babacığım... Elveda Süleyman... Elveda memleketim...

 

 

 

 

D

 

avud’un Bursa-İnegöl’e yerleşmesinin üze­rinden beş ay geçmişti.

Mobilya sanayi sitesinde, bir atölyede iş bulmuş, ça­lışıyordu. Ömer de Almanya’ya döner dönmez bir mik­tar para göndermişti, ev alması için. Böylelikle kira der­dinden kurtulmuşlardı. Hacer Hanım iyice çökmüştü. Bu yaban ellerde Gülsen’in ailesinden başka tanıdığı kimse yoktu. Tek düşündüğü Davud’u baş göz etmekti. Allah korusun eğer kendisine bir şey olursa Davud tek başına ne yapardı?

Davud ise bir yandan acısını yüreğine gömerken, bir yandan da sağlıklı bir çevre edinebilmek için Allah’a yalvarıyordu. Şu an tek arkadaşı, memleketten gelen mektuplardı. Gerçi hiç de iç açıcı cevaplar almıyordu, memleketten. Son aldığı mektupta Kemal, Tahir’in vu­rulduğunu, sağ-sol davasından ortalığın iyice karıştığını yazmıştı.

Her zamanki gibi o gün yine erkenden kalkıp, atöl­yeye tam zamanında geldi. Atölyenin teşhir mağaza­sında, bir işçinin izinli olması nedeniyle, patron atölyeyi aramış ve izinli elemanın yerine bakması için, birini ma­ğazaya göndermesini istemişti, ustabaşı Emin Bey’den.

Davud üç aydır çalıştığı atölyenin sahibini henüz görmemişti. Atölye sorumlusu Emin Bey, gerçekten de emin biri olduğundan patron atölyeye sık uğramazdı.

Davud birkaç kez mağazaya mal götürmüştü ama patron orada olmadığından, görememişti. Gıyaben çok iyi biri olarak tanıyordu. Bütün işçileri, istisnasız her işçi memnundu patrondan.

Atölyeden çıktı. Yirmi dakikalık yolu yürümeye başladı. Kaç gündür bacısı Hülya kafasını meşgul edi­yordu. Türkiye’ye getirtmeliyim, “abim gitmiş, bari o gitmesin, diye düşünüyordu. Bu düşünce fırtınasıyla mağazaya nasıl geldiğini fark etmemişti. Mağazaya gir­diğinde, cam ile bölünmüş, küçük sayılabilecek büronun içinde biri oturuyordu. Patron olmalı diye düşündü. Hayret, sünnet-i seniyeye uygun sakalı vardı adamın. Patron dindar demek ki? Yaklaşıp kapıyı tıklattı. İçeri girdi ve selam verdi:

-Selâmün aleyküm. Adım Davud, atölyeden geliyo­rum.

Adam okuduğu gazeteden başını kaldırıp:

-Ve aleyküm selâm. Benim adım da Muhammed.

-Patron sizsiniz, değil mi efendim?

-Lütfen rahat ol. Ben patron filân değilim. Cenab-ı Hak gördüğün bu malları bana emanet etmiş. Ben de bekçilik yapıyorum.

Davud kulaklarına inanamamıştı. İçinden “Allah’ım, hamd sana, şükür sana” diyerek hamd etti. Patron ko­nuşmasına devam ediyordu:

-Arka tarafta namaz kılma yerimiz var. Kılıyorsan, namaz vakitleri izinlisin. Ama istismarı sevmem. Bir de müşteriye güler yüz... Çocuk on gün izinli, on gün bera­beriz.

-Anladım efendim. Merak etmeyin, biz de işimize emanet gözüyle bakarız.

-Haa, bir de... Üst katta bayan elemanımız çalışıyor. Adı Zehra. Orayı genelde bayanlar ziyaret ediyor, üst kata çıkmak yasak. Peşinen söyleyeyim, bacımıza iste­mediğimiz hiçbir şeyi, elin bacısına da düşünmemeli, yapmamalıyız.

-Anlaşıldı efendim. Merak etmeyin. İnşaallah dini bütün bir Müslüman’ım.

Davud işinin başına geçti. Temizlik malzemesinin bulunduğu dolabı açıp, toz bezini aldı. Mobilyaların to­zunu almaya başladı. Alttan alttan Davud’u gözleyen Muhammed Bey, Davud’a tam not vermişti. Aradan bir hafta geçmişti. Davud mağazaya geldiğinde Muhammed Bey daha gelmemişti. Davud işini bitirdikten sonra her zamanki gibi kitabını açıp okumaya başladı. Yarım saat kadar sonra içeriye, başında küçük bir eşarp, dizlerinin üzerine inen yarım bir pardesü, altta pantolon bulunan bir bayan girdi. Gözündeki gözlükler de ayrı bir hava vermişti hanıma.

Davud yerinden kalktı:

-Buyurun... demeye kalmadan, bayan hızlı adım­larla yukarı çıkarken:

-Ben, burada elemanım... dedi.

Davud biraz şaşkın, biraz mahcup tekrar okuduğu kitaba gömdü kafasını. Okuduğu bölüm davetçinin önündeki engellerdi. Son paragrafı tekrar tekrar okudu. Sonra bir müddet düşündü. Kendi kendine mırıldandı:

-Demek, dikkatli olunmazsa mal, mekân, mevki, evlilik, evlât, insanı Allah yolundan alıkoyan etkenler olabiliyor. Allah’ım hiçbir şeyin, beni Sen’in yolundan alıkoymasını bana nasip etme!

Kafası karışmıştı. Şeytan ikide bir yukarı çıkan Zehra’yı aklına getiriyordu. Sanki karşısındaymış gibi şeytanla konuştu:

-Defol lânet! Biliyorum gençlerle aran iyiymiş. Ama sevinme benimle aran iyi olmayacak. Bütün derdin in­sanların Allah’ın yolundan çıkmaları, ne yazık ki bir çoğu bunu düşünemiyor. Beni şeriatın çizgisi dışına çı­karamayacaksın inşaallah.

Kalktı abdestliğe yöneldi. İki rekât namaz kılayım ve Allah’a sığınayım diye düşündü.

Abdestlikten çıktığında elinde çanta, sakallı, başında takke, gözünde siyah gözlüklü bir adamın mağazaya girmiş olduğunu gördü. Hemen yanına geldi:

-Afedersiniz bayım, buyurun ne bakmıştınız?

-Selâmün aleyküm. Muhammed abi yok mu?

Davud birden irkildi. Aman Allah’ım bu ses ne ka­dar da benziyordu. Rengi kaçmıştı. Bön bön baktı adama:

-Aleyküm selâm. Buyurun oturun, biraz sonra gelir.

Gelen beyi yazıhaneye almış ve çay ikram etmişti. Rahatsız etmemek için de yerine geçmiş, beyi yalnız bırakmıştı. Ama gözü sürekli gelen adamın üzerindeydi. Gelen bey de belli ki zamanın kıymetini iyi bilenler­dendi. Zira çantasından çıkardığı kitabı okumaya baş­lamıştı.

Davud kılacağı namazı unutmuştu. Kapıda Mu­hammed Bey gözüktü. Davud kapıda karşılayıp, birinin kendisini beklediğini söyledi.

Muhammed Bey yazıhaneye girdi. Davud hâlâ gözlüyordu. Sarıldılar, belli ki dosttular. Muhammed Bey, Davud’a seslendi:

-Bize çay getirir misin?

Gelen bey:

-Azizim, beni pek gözü tutmadı galiba?

-Kimin?

-Elemanın. Geldiğimden beri gözü üstümde.

-İlk gördüğü içindir. Namazında, temiz bir çocuk.

Davud elinde çaylarla içeri girince sustular. Çayları masanın üzerine koydu:

-Afiyet olsun, dedi. Sesi titriyordu.

Muhammed Bey sordu:

-Hayrola bir şey mi var?

-Hayır efendim, önemli bir şey yok. Kendimle ala­kalı.

-Peki, çay için teşekkürler.

Davud tam çıkmak üzereyken, Muhammed Bey ya­nındakiyle konuşmasını sürdürüyordu:

-İşte böyle Tahsin dostum.

Davud kulaklarının uğuldadığını hissetti. Ani bir ha­reketle geri döndü, oradakilerin şaşkın bakışları ara­sında:

-Tahsin mi dediniz? Hocam sizsiniz değil mi? Lütfen biri bana rüya görmediğimi söylesin.

Ne olup bittiğine anlam verememişlerdi. Davud ani bir hareketle misafire sarılmış, sarsılarak ağlıyordu. Gözlerini kaldırıp dikkatlice misafirin gözlerine baktı:

-Hocam sizsiniz değil mi? Ben Davud. Molla’nın oğlu Davud. Hatırladınız mı? Ben Davud’um. Siz de benim Tahsin Öğretmenim.

-Davud mu? dedi Tahsin Öğretmen:

-Aman Allah’ım, kırk yıl düşünsem aklıma gelmez. Sen ha! Davud sen ne arıyorsun buralarda?

Davud olup biteni bir bir anlattı. Tahsin Öğretmen de kendi başından geçenleri. Uzun bir müddet tedavi görmüş ve iyileşmişti. İnegöl’e tayin edilmiş ama gitgide karışan okul ortamında inancını tam yaşayamamaktan istifa etmişti. Dostlukları olan Muhammed Bey’le ortak mağaza açmışlardı. Muhammed Bey mağaza ve atölye ile ilgilenirken, Tahsin Hoca da malın pazarlaması ile uğraşıyordu.

Bu güzel tevafuk için ikisi de Allah’a hamd ettiler. Davud babasına kavuşmuş gibi sevinmişti. Dualarına icabet olunmuş ve işte sağlam bir çevrenin içine düş­müştü.


 

 

 

 

T

 

ahsin Hoca Davud’un yaşadığı olaylardan et­kilenmişti. “Hakkım helâl olsun Süley­man’a” dedi. Çalışmaların­dan Davud’a bah­setti. Eğitim çalışmalarını yoğun bir şekilde sürdürdükle­rini söyledi. Boş durmanın zamanı olmadığını, ahireti-miz yaklaşır­ken bir kişinin daha hi­dayetine vesile ola­bilmek için kaybe­decek bir saatimiz bile olmadığını altını çize çize vurgu­lamıştı.

Davud hocasını dinledikten sonra:

-Hocam hazırım. Üzerime ne düşüyorsa yaparım. Emredin yeter ki.

-Estağfirullah. Yalnız...

-Yalnız ne?

-Biliyorsun, bu yol meşakkatli bir yol. Onca yaşadı­ğın olaydan sonra…

-Hocam, benim ömrüm de geçiyor öyle değil mi? Ben hazır olana kadar, ötelerin elçileri gelip de “Hadi sıra senin, gidiyoruz” deseler, onlara da “Hazır olduğum zaman gelirim” diyebilir miyim ki?

Muhammed Bey gıpta ile baktı Davud’a:

-Bana İbrahim Ethem’i hatırlattın dedi ve devam etti:

-Bir gün İbrahim Ethem’e birisi diyor ki: “Bana öyle bir nasihat ver ki, günah işlemekten  beni alıkoysun.” İbrahim Ethem de buyuruyor ki:

“Günah işleyeceğin vakit, Allah’ın mülkünden çık. Hem O’nun mülkünde oturup, hem de emirlerine karşı gelmek olmaz. Misafir senin evinde, sana saygısızlık yapsa kabul etmezsin. O’nun mülkünden de çıkamazsın, çünkü “Mülk O’nundur”. İkincisi: Günah işleyeceğin vakit, O’nun rızkını yeme. Yedirip içirdiğinden kötülük gördüğünde kabullenmezsin değil mi? Üçüncüsü: Gü­nah işleyeceğin vakit, hiç olmazsa O’nun görmediği yerde yap. “Şüphe yok ki hiçbir şey O’na gizli kalmaz” Dördüncüsü: Bir gün Azrail (a.s.) ruhunu almaya geldi­ğinde, hazır değilim şimdi alma de, verme. Kabul etmezse, kov gitsin. Oysa ki ecel ne bir dakika öne alınır ne de geriye ertelenir. Beşincisi: Kabir melekleri “Rabbin kim?” diye sormaya geldiklerinde, ben sizi tanımıyorum. Cevap vermeyeceğim, de. Altıncısı: Hesabın görülüp de cehennemliklerin içinde cehenneme götürülürken, ben orayı beğenmedim, girmeyeceğim, de. Bunların hangi­sini yapabilirsin? der. Adam: “Hiç birini” diye cevap verince, İbrahim Ethem: “O hâlde ne diye bile bile gü­nah işlersin?” diye cevap verir.

Davud, Tahsin Hocanın yüzüne baktı. Cevap bekliyordu. Tahsin Hoca sesini kısarak Muhammed Beye:

-Azizim, Davud’u sınavdan geçirmeye hacet yok. Hemen ekibimizin içine alabiliriz, dedi. Davud’a döne­rek:

-Tamam. Bu akşamki dersimizde detayları görüşü­rüz...

Davud aldığı cevaptan memnun olmuştu. Yazıha­neden çıkmadan ezile büzüle, çekinerek sordu:

-Efendim, haddim olmayarak size bir soru sorabilir miyim?

Muhammed Bey:

-Sıkılmana hacet yok, sor tabiî. Artık dava arkadaşı­yız, öyle değil mi?

-Şu yukarıdaki bacı...

-Ne oldu? Yoksa korktuğum başıma mı geldi?

-Hayır, müsterih olunuz. Yalnız burada çalışması...

-Anlaşıldı anlaşıldı. O, okula alınmayan, başörtü mağduru bir bacımız. Ailesi burada yok, illâ da aç oku diyorlarmış. Ama bacımız açmıyor. Belli bir aylık veriyo­ruz, o da imtihanlarına, derslerine hazırlanıyor. Belki bir gün veririm diye ümidi var.

-Allah Allah, çok ilginç.

-İlginç olan nedir?

-Bu kıyafetle okula alınmaması.

-Neden ilginç olsun ki?

-Demek istedim ki, zaten tesettür ruhundan oldukça uzak bir kıyafet. Neyse Allah razı olsun.

Birkaç gün sonra, Davud’un mağazada son gü­nüydü. Muhammed Bey Davud’u çağırıp:

-Davud oğlum, bugün son günün. İstersen hep bu­rada kalabilirsin, dedi.

-Atölye daha iyi. Arkadaş benim için mağdur olma­sın.

-Arkadaşın mağdur olmaz. Atölye yorucu olduğu için, akşam çalışmalara katılmakta zorlanırsın.

-Peki, bunu biraz düşüneyim.

-Bir mesele daha vardı. Seni evlendirmek istiyoruz.

Davud yere baktı. Bir kız gibi yüzü kızarmıştı. Bu, eskiden kızlarımızın taşıdığı en önemli meziyet, en önemli çeyizdi. Şimdi bu hassasiyette kaç kişi kalmıştı ki?

-Zehra’ya ne dersin?

Davud başını kararlılıkla kaldırdı. Muhammed Be­yin meraklı bakışları arasında cevap verdi:

-Olmaz abi! Bacının şahsiyetine, kişiliğine bir diye­ceğim yok, çünkü zaten tanımıyorum. Ama ben, İs­lâm’ın emirlerini yaşarken ölçüsünü, fetvasını kafasın­dan, hevasından alanlarla evlenmek istemem.

-Bu tepki neden? Evlenir, sonra konuşarak daha iyi yaşamasına sebep olabilirsin.

-Oltayı atalım ya çıkarsa? Ya bir de çıkmazsa ne olacak?

Biraz durdu ve konuşmasına devam etti:

-Özür dilerim, sizi hayal kırıklığına uğratmak iste­mezdim. Ama ben, evlenip de evliliğini mazeret olarak öne sürenleri tanıdım, yavaş yavaş İslâmî çalışmadan eser kalmadı. Sonuçta, hep ihtimal üzere seçim yap­mışlardı. Böyle bir şeyden korkarım. Peygamberim, yegâne önderimin buyurduğu gibi: “Önce deveni sağ­lam kazığa bağla, sonra Allah’a tevekkül et.”

-Haklısın Davud... dedi Muhammed Bey, beyninde şimşek gibi çakan fikre gülümseyerek.

 

Metin Kutusu: ;

 


 

 

 

 

A

lmanya’ya gelişlerinin üzerinden yaklaşık altı yıl geç­mişti, bu süre içerisinde Gülsen’in Meral isminde bir kızı daha olmuştu. Gülsen iyiden iyiye zayıflamış, içine ka­panık biri olmuştu. Altı yıl, onu on yıl gibi yormuş, bitkin düşürmüştü. Maddî olarak her şeyi vardı; ama mutlu­luğu yoktu.

Hülya da okuldaki Bulgaristan Türkleri’nden olan Ahmet ile arkadaşlığını ilerletmiş, anasının muhalefetine rağmen nişanlanmıştı. Bu zaman zarfında hiç Türkiye’ye gelmemişlerdi.

Meryem ile Mesut da artık birer genç olmuşlardı. Meryem 18, Mesut ise 17 yaşındaydı. Gülsen çocukla­rına baktıkça kahroluyordu. Çünkü İslâm adına öğren­dikleri, öğrenebilecekleri hiçbir ortam yoktu.

Günlerden pazardı. Ömer “Mesai yapmam gereki­yor” deyip işe gitmişti. Hülya takma kirpiklerini takmış, kocaman yüzüğü şehadet parmağına takmış, makyajının renklerini kıyafetine uydurmuştu. Aldığı son kolyeyi de boynuna astı. Mutfakta olan yengesinin yanına gelerek:

-Ahmet ile buluşacaktık. Ben çıkıyorum yenge, dedi.

Gülsen geri döndüğünde Hülya’nın boynundaki kolyeye gözü takıldı.

-O da ne? diye sordu.

-Hangisi?

-Boynundaki?

-Haa, yeni kolyem. Beğendin mi? Yakışmış mı bana?

-Ama o haç işareti.

-Olsun ne var?

-Nasıl ne var? Hülya inanamıyorum, nasıl bu kadar duyarsız oldun? Ne çabuk unuttun değerlerimizi.

-Amaaan yenge, yine başlama.

-Şirk alâmetlerini takmak yasaktır.

-Takma kafana, boş ver.

-Bir Alman’dan farkın kalmadı. Yeter Allah’tan kork, Türkiye’ye gittiğimizde anama ne cevap verece­ğim?

-Sen orasını düşünme. Herkes kendinden sorumlu­dur. Hadi bayy, geç kalıyorum... deyip çıktı Hülya. Dursa yengesi vaaza başlayacaktı. Onun da vaaz dinle­yecek vakti yoktu.

Gülsen mutfakta düşüncelerle boğuşurken, biraz sonra Meryem kulağında volkmen, kot pantolonuyla mutfağa gelerek annesinden meşrubat istedi. Küçük Meral’in de elinden tutmuştu. Gülsen dolaptan alıp dol­durduğu meşrubatı kızına uzatırken, kızının boynundaki kolyeye takıldı gözü. Gözleri dönmüştü:

-Kızım o da ne?

Volkmen kulağında olduğundan Meryem annesinin dediğini anlamamıştı. Başını sallayarak “Ne diyorsun?” dercesine işaret yaptı. Gülsen başının döndüğünü zan­nediyordu. Elindeki meşrubat şişesini yere fırlattı. Eline geleni fırlatmaya başladı, bir yandan da bağırıyordu:

-Yeteeeer! Yeteeeer, yeter! Nefret ediyorum Al­manya, senden nefret ediyorum!..

Almanya’ya olan hırsını âdeta bardak tabaktan alı­yordu sanki:

-Çarşafımı aldın, yetmedi. Görümcemi aldın, yet­medi. Çocuklarımı aldın, kocamı aldın. Neyim kaldı söylesene, neyim kaldı? Canımı da al bari. Her şeyimi aldın, her şeyimiii!

Meral’i oradan uzaklaştıran Meryem derhâl işyerini aradı. İş yeri kapalıydı, babasına ulaşamadı. Hemen bir ambulans çağırdı, annesini hastahaneye kaldırdı. Annesi depresyon geçiriyordu, hem de ileri boyutta.

Akşam geç saatlerde gelen Ömer olayı öğrenmiş, hemen hastahaneye gitmişti. Sakinleştirici ile uyutuyor­lardı Gülsen’i. Hülya da olayı duyunca çok üzülmüş, içten içe de yengesine kızmıştı:

-Ne vardı sanki bu kadar üzülecek?

Gülsen on gün hastahanede yattı. Beynini yalnızlık, terkedilmişlik hissi sürekli meşgul ediyordu. Doktorlar bir müddet Türkiye’ye gönderilmesinin iyi olacağını söyle­mişlerdi. Taburcu olduğu gün Ömer almaya gitti. Eve geldiklerinde çocukları onu kapıda karşıladı. Yemekten sonra yatak odasına geçtiler. Ömer Gülsen’in komidi­ninin üzerine, üstünde “Acil şifalar sevdiğim” yazılı güzel bir çiçek koymuştu. Gülsen çiçeği, daha da önemlisi yazıyı görünce Ömer’e döndü. Hiç konuşmadı. Öylece bakıyordu. Gözlerinden akan yaşlar anlayan için çok şeyler ifade ediyordu. Ömer de etkilenmiş, başını yere eğmişti. Gülsen Ömer’in yanına yaklaştı ve ellerine sa­rılarak yalvarmaya başladı:

-Ömer’im, hadi gel, Digoru’muza geri dönelim. Kuru ekmeğimizi, mutlulukla yiyelim. Burası bize dost değil. Bak, seni aldı benden, çocuklarımı aldı. Hatırlıyor musun Ömer’im, bana vurgundun? Seviyordun beni. Bak, şimdi ne oldu, artık beni sevmiyorsun.

-Sus, bu doğru değil. Kendini yorma, istirahat et. Her şey düzelecek. Yakında Türkiye’ye gideceğiz.

-Sahi mi be Ömer? Gideceğiz değil mi?

-Tabiî gideceğiz. Telefon geldi. Davud’u evlendiri­yorlarmış. Hadi şimdi yat, kendini yorma...

Gülsen’i yatırmaya çalışırken:

-Hadi yat şimdi. Seni seviyorum Gülsen’im...

Gülsen son sözü duyduğunda hıçkırmaya başladı:

-Ne olur, son sözünü bir daha söyle. Yalvarırım söyle. Bu sözü duymayalı aylar oldu. Sahi beni seviyor musun? Ben bir şey yapmadım Ömer. Sevgine ihanet etmedim. Seni, hep sevdim, hep sevdim. Kırdımsa seni, inan sevmediğimden değil, inancımı yaşamaya çalıştı­ğım için.

-Yeter, sus artık! İşlerim çok, yorgun düşüyorum. Ama söz, her şey düzelecek. Hadi şimdi uyumaya ça­lış...

Ömer cebinden bir kâğıt çıkardı:

-Haa, şuraya da bir imza at. Ondan sonra uyu, her şey düzelecek, diyerek Gülsen’i yatırdı. Salona çıktı­ğında, Meral uyumuştu. Mesut da dolaşacağım deyip çıkmıştı. Hülya bulaşıkları yıkarken, Meryem de baba­sına yorgunluk kahvesi yapmıştı. Kahveyi babasına uza­tırken babasına:

-Annem hastalandığında aradım, iş yerinde yoktun. İş yeri kapalıydı.

Ömer bu soruyu beklemiyordu, şaşırdı. Bir an bo­calayıp ne diyeceğini şaşırdı. Petra ile beraberdim. Onu hastahaneye götürmüştüm, ondan da bir oğlum oldu, onun için iş yerinde değildim diye nasıl diyebilirdi ki?

-Hülya neredeydi bugün?.. diyerek konuyu değiş­tirdi.

-Ahmet ile alış verişe çıkmışlardı. Türkiye’dekilere hediyeler almışlar.

Aradan bir ay daha geçmişti. Davud sabırsızlıkla hava alanında gelecekleri bekliyordu. Nihayet saatler 13’ü gösterirken, uçak hava alanına indi. Davud meraklı gözlerle yolcular arasında çarşaflıları arıyordu. Nihayet yengesini tanıdı. İlk hayal kırıklığını yaşamıştı, demek yengesinin tesettürü değişmişti. Ama olsun, nasılsa yine tesettürlü ya, diye düşündü.

Yaklaştılar, yaklaştılar. Davud adeta şok geçiri­yordu. Hülya’nın hâli mide bulandırıyordu. Uzun tır­naklar, takma kirpikler, makyaj ve pantolon. Yanında da hippi kılıklı bir genç.

-Hoş geldiniz, dedi, kendini zorlayarak. Hülya ko­şup abisine sarılmıştı. Davud’un buz gibi duruşu ve yü­züne bakmayışıyla eski Hülya olmadığını ancak hatırla­yabilmişti.

Davud’un getirdiği arabaya bindiler ve İnegöl’e doğru yola koyuldular. Yol boyunca hiç kimse konuş­mamıştı. Meral hariç. Eve vardıklarında Hacer Hanım ikindi namazını kılıyordu. Selâm verdikten sonra, Hacer Hanıma ilk sarılan Gülsen oldu. Doyasıya ağladılar. Hem hasretlik, hem de bu dönem içinde çekilen sıkıntı­lar yüreklerini patlamaya hazır bomba hâline getirmişti. Sonra Hülya sarıldı anasına. Hacer Hanım Hülya’ya sinirle konuştu:

-Sen benim kızım değilsin!

-Aaa, ana o da ne demek?

-Ne olmuş sana böyle? Ne zarar gördün dinimiz­den?

-Ana, ben din değiştirmedim ki!

-Sahi mi? Bak buna sevindim. Tepemi attırma, ne­yin kalmış? Utanmıyor musun Allah’tan? Nedir senin bu hâlin?

-Ana karşılamanı pek beğendim doğrusu.

-İstersen beğenme. Ben, senin hâlini çok beğendim sanki. Boynundaki haçı çıkar bari. Allah’tan korkmu-yorsan, şehit kanı ile sulanmış topraklardan utan.

-Anne, yorgunum zaten. Kafa ütüleme. Duş alıp, dinlenmem lâzım.

Hülya banyoya geçerken, anası arkadan söylendi:

-Aslında senin iyi bir dayak yemen lâzım.

Hülya’nın nişanlısı da Hacer Hanımın elini öpmek istedi. Ama Hacer Hanım elini göğsüne koyarak ver­medi. “Sağ ol” dedi. Ahmet şaşırmadı, çünkü Gülsen de aynı şeyi uyguluyordu.

Davud odaya girdiğinde anasıyla bir an göz göze geldiler. Anasının çektiği acıyı anlayabiliyordu:

-Sabır, benim çilekeş anam, dedi ve Ahmet’i alarak başka bir odaya geçti. Ahmet’e evin kurallarını ve ya­şantılarını anlattı.

Akşam yemeğinde Davud, Mesut ve Ahmet içeri­deki odada yerken, hanımlar da salonda yiyorlardı. Gülsen’in yiyor gibi gözükmesi dikkatinden kaçmamıştı Hacer Hanımın:

-Ye be evlâdım. Yoldan geldin.

Gülsen kaşığı bırakıp ağlamaya başladı. Yaşlı göz­lerle Hacer Hanıma baktı:

-Ahh anam, bilmiyorsun kocam kayboldu.

-Neee, Ömer’im onun için mi gelmedi?

Hülya hemen araya girerek:

-Sakin ol yenge, yine başlama.

-Kızımı, oğlumu kaybettim. Bak, Hülya da kay­boldu. Ben de kayboldum. Kayboldum ben.

Hülya hemen kalkıp Gülsen’in sakinleştirici ilâcını verdi. Yarım saat sonra Gülsen uyumuştu.

Hacer Hanım üzgün ve şaşkın... Demek Gülsen kahrından deli olmak üzereydi:

-Davuuud, diye bağırdı. Hemen telefon aç, şu Ömer’i benimle konuştur.

Defalarca çalan telefona kimse cevap vermiyordu. Evde kimse yoktu. Olamazdı zaten; çünkü Ömer, Petra ile Antalya’da beş günlük tatilin tadını çıkarıyordu.

Telefon cevap vermeyince, telefonu kapatan Davud:

-Evde yok. Zaten hafta sonu gelecek, yarın tekrar ararız. O sırada telefon çaldı. Ahizeyi kaldıran Davud:

-Alo, dedi ve telefon kapandı. Tekrar çaldı. İkincide de “Alo” sesinden sonra kapanınca, Davud anasına:

-Anacığım sen bak. Saliha Hanım arıyor herhâlde.

Hülya:

-Saliha Hanım da kim? diye sordu. Davud cevap vermedi. Hacer Hanım:

-Gelinim, diye cevap verdi.

Hülya kahkaha attı:

-Aaaa, nişanlıya konuşmak da mı yasak?...

Boş bulunmuştu. Davud’u tanımıyordu. İnancı söz konusu olunca, o yufka yürekli Davud, granit kaya kesi­lirdi. Sinirli bir bakış attı Hülya’ya. Hacer Hanım ağız dolusu tükürdü kızına:

-Senin kuş beynin ne anlar ki? Nişanlısıyla konuşur­ken, sıradan biriyle konuşurmuş gibi olur mu insan? Hey beyinsiz, deyip telefonu aldı. Davud odadan çıkar­ken, Hülya arkadan bağırdı:

-Özür dilerim.

Anasına dönerek:

-Nasıl biri?

-Adı gibi Saliha. Davud’un patronunun kızı... Senin gibi ne olduğu belli olmayan biri değil o, o bir Müslü­man.

Başını sağa sola sallayarak yerine otururken kendi kendine söylendi:

-Allah’ım bunların hâli, Süleyman’dan daha çok zor geldi. Bana yardım et. Bunlara akıl fikir ver.

Nihayet hafta sonu olmuş, Ömer de gelmişti. Anası:

-Neden geç geldin? diye sorunca:

-İşten izin alamadım, deyip geçiştirmişti. Ömer’in Gülsen’e soğuk davranışı Hacer Hanımın dikkatinden kaçmamıştı. Ama düğünden sonrayı bekliyordu. Ömer’in hesabını kesecek, ben seni Molla Ömer olarak gönderdim, turist Ömer olarak geri döndün diyecekti.

Düğün dillere destan bir şekilde oldu. Davud’un giydiği uzun, topuklara kadar inen, kolsuz, yeşil yeleği, beyaz, yakasız gömleğinin altında bol beyaz pantolonu, siyah sakalıyla, damat denilince kravat, takım elbise ve sinek kaydı traş olarak düşünenler için oldukça dikkat çekici bir görüntü veriyordu.

Gelin alma esnasında oldukça duygulu anlar ya­şandı. Davud’un genç arkadaşları hep bir ağızdan tekbir getirip, ardından şu ezgiyi söylemişlerdi:

 

Bir avuçtuk biz,

Göklere sığmayan.

Bir avuçtuk biz,

Cennete susayan.

Düşmez dilimizden,

Sökülmez kalbimizden,

En kutlu sözdür bu,

Lâ ilâhe İllâllah!

…………

 

“Tekbiir!” diye komut verilince, hep bir ağızdan ge­tirilen tekbirler mahalledekilerin bile duygusal anlar ya­şamasına sebep olmuştu.

Bu manzaralar karşısında, içinde fırtınalar kopan Gülsen ağlamaktan bitap düşmüştü. Kadınlar bölü­münde de Saliha’nın arkadaşlarının hazırladığı prog­ramda piyesler, şiirler, yarışmalar ve konuşma, “Neden böyle bir düğün yapılması gereklidir?” konusu üzerine hazırlanmış ve bir bütünlük içerisinde icra edilmişti. Çı­kan sonuç ise tek cümleyle anlatılabilirdi: Müslüman olduğumuz için böyle bir düğün.

Programın sonunda kızların okuduğu ilâhinin naka­ratı Hülya’nın kafasına balyoz gibi inip inip kalktı:

 

Ey kardeş Kur’an’a gel,

Ey kardeş iman’a gel,

Ey kardeş tevbeye gel,

İslâm’a dön ey kardeşim.

 

Düğünün bitiminde, ilk günlerinde daha rahat ol­maları için, gelin ile damadı Gönen kaplıcalarına gön­dermişlerdi. Ve nihayet herkes dağılmış, Ömer ile ailesi Hacer Hanımla baş başa kalmıştı. Hülya da nişanlısıyla Bulgaristan’a gitmişti.

Hacer Hanım Ömer’in namaz kılmadığını da fark edince, fırsat kolladı. Gülsen bulaşıkları yıkarken Ömer’e:

-Oğul, şimdi cevap ver: Hülya ile Gülsen’i sana böyle mi teslim ettim?

-Ne olmuş onlara ana?

-Daha ne olsun? Hülya dinsiz olmuş, Gülsen ise akılsız.

-Hâşâ de ana, Hülya Müslümandır.

-Vay, sevsinler senin Müslümanlık anlayışını. Söyle­sene gâvurdan bir farklılık oluşturmuyorsa, o Müslü­manlığın faydası var mı? Sen, benden daha iyi okumuş­sun, bilirsin. İmanın eylemi yoksa, iman ile amel bü­tünlük arz etmiyorsa, neden Allah Kur’an’da hep “iman edenler ve salih amel edenler” diye bahseder? A benim sersem oğlum!

-Ana sus ne olur, şimdi duyarsa yine başlar.

-Neye başlar? Bağırıp, ağlamaya değil mi? Bu gi­dişle Gülsen’in sonu iyi gözükmüyor. Söylesene, ne yaptın ona?

-Hiçbir şey ana. Kendi kuruntularının yüzünden…

-Şimdi anlarız...

İçeriye seslendi:

-Gülseeen, kızım işini bırak da gel..

Mutfaktan eli köpüklü çıkan Gülsen’in yüzü bayağı solgundu. Boş gözlerle Ömer’e baktı:

-Efendim ana, bir şey mi istedin?

-Söyle bakayım kızım, bu adam sana kötülük mü yapıyor? Senin derdin nedir ki öyle sararıp solmuşsun?

Gülsen bitkin bir şekilde mırıldandı:

-Hangisini söyleyeyim anam?

-Hepsini tek tek söyle.

Gülsen gözlerini yine bir noktaya dikmişti. Sanki göz pınarları hazırda bekliyormuş gibi yaşlarını akıtmaya başladı:

-Ben çocuklarımı kaybettim. Ana duyuyor musun? Ömer’imi kaybettim. Sevinçlerim, umutlarım gitti ve...

Hıçkırmaya başladı. Bir yandan da konuşuyordu:

-Ana, Ömer örtümden utanır oldu. Namaz kılmıyor artık. Ana, kadın eli tutuyor, eski Ömer yok artık. Bana “Gülsen’im” diyen, sevdiğini söyleyen, “Hadi Al­lah’ımıza secde edelim” diyen Ömer kayboldu.

Gülsen’in krizi tutmuştu yine. Ömer hemen ilâç verdi. Hacer Hanım da olanlar karşısında ağlamaktan başka bir şey yapamamanın ezikliğiyle durmadan ağlıyordu. Yarım saat sonra Gülsen uyumuştu. Hacer Hanım Ömer’e:

-Gel otur şöyle ve bana doğru dürüst cevap ver. Ne yaptın bu kıza böyle? Bunu hep böyle uyutuyor musu­nuz? Çare midir uyutmak?

-Bir de sen başlama ana. Bir şey yaptığım yok. Kendisi...

Hacer Hanım bağırarak oğlunun sözünü kesti.

-Yani senin suçun yok ha? Vicdanınla konuş, baka­lım rahat mı? Vicdan kalmışsa tabiî. Sen neden namaz kılmıyorsun? Bu da mı onun suçu?

-Ana işlerim çok, kaza ediyorum.

-Kimi kandırıyorsun sen? Bilmez misin ki namaz kılmayan kâfir olmaz, ama ancak kâfirler namaz kılmaz. Bilmez misin ey oğul, secde edin emrine bütün melekler “Tamam” derken, karşı çıkan, baş kaldıran sadece şey­tan oldu. Bilmez misin ki secdesizler şeytanın yandaşla­rıdır.

-Yeter ana, yeter!

-Hayır, yetmez. Söylesene evlât; mal, kadın, eş, ço­cuk velhasıl her şeyin emanetçisiyiz, öyle değil mi? Ne­dir senin çocuklarının hâli? Söylesene Hans’ın oğluyla Hasan’ın oğlunun arasında bir fark yoksa, ikisi de aynı yolda yürüyorsa, aradaki farkı nasıl anlayacağız?

-Ana lütfen!

-Lütfen ne? Sus, hatırlatma mı diyorsun? Hesap günü, emanetçisi olduğumuz her şeyin hesabı tek tek sorulunca da böyle mi diyeceksin? Kalk, vakit varken tevbe et oğul!

Ömer konuyu kapatmanın yolunu ararken, telefon imdadına yetişmişti. Arayan kayınpederiydi. Meral’in ağladığını, mümkünse yarın Gülsen’i getirmesini söylü-yordu.

Aradan on gün geçmişti. Bu zaman zarfında Ömer hep kaçamak yapmış, anasıyla yalnız kalmamaya özen göstermişti. Hacer Hanım çok dertliydi. Davud ve eşi dönmüşlerdi. Saliha, Hacer Hanıma karşı oldukça dik­katli davranıyordu. Üzülmemesi için elinden geleni ya­pıyordu. Davud “Anam çok çilekeştir. Hanım, onu sana emanet ediyorum.” demişti.

Ömer’in izni dolmuştu. Hazırlıklarını yaptılar. Ve işte veda günü gelip çatmıştı. Vedalaşırken Gülsen’in hâli herkesi ağlatmıştı. Hacer Hanım ise Ömer’e:

-Hakkımı helâl etmem. Gülsen sana emanet. Ona iyi bak, Allah sana da hidayet versin, diyerek uğurla­mıştı.

Almanya’ya döndükten bir ay sonra Hülya’nın dü­ğün hazırlıklarına başlamışlardı. Gülsen:

-Davud’un düğünü gibi olsun, deyince Hülya kah­kaha atarak:

-Bir kere evleneceğim, diyerek cevap verdi.

-Unutma, bir kere de öleceksin...

Ne söylerse söylesin nafileydi. Işığa gözlerini kapa­yanlara, ışığı nasıl gösterecekti ki?..

Bu arada son birkaç gündür Mesut’un davranışla­rında anormallik gören Gülsen, durumu eşine bildir­mişti. Eşi önemsememişti. Gülsen’in kuruntusu diye düşünerek üstünde durmamıştı. Ta ki bir gece eve gel­meyişine kadar... Gülsen o gece iki kez kriz geçirmişti. İki gün sonra Mesut’u bulacaklardı, ama çok geçti. Çünkü Mesut artık eroin bağımlısıydı. Ömer dizine vur­muştu; ama bazı son pişmanlıklar fayda etmiyordu.

Hülya’nın düğün günü Ömer Gülsen’e zor kullana­rak düğün salonuna götürdü. Gelen Türkler’e ayıp olur diye hanımına baskı yapmıştı.

Düğün başlamıştı. Şampanya patlatılmış, düğün pastası kesilmişti. Herkes kendince alabildiğine eğleni­yordu (?). Gülsen kendisini hiç iyi hissetmiyordu. Bir kenarda oturmuş, boş gözlerle etrafı izliyordu. Yanına gelen Kadriye’ye:

-Bir kiliseye gitmedikleri kaldı, dedi ve ekledi:

-Kadriye ben iyi değilim. Zaman zaman hafızam du­ruyor sanki. Bu hayat beni yordu.

Daha lâfını bitirmeden gözü kalabalığın içinde Ömer’e takıldı. Ömer dans ediyordu.

-Bu o, diye mırıldandı.

Kadriye merakla sordu:

-Kim?

-Bu kadının fotoğrafını Ömer’imin cebinde gör­müştüm, dedi  ve başını masaya koyarak, ağladı, ağladı, ağladı.

Gözünü açtığında hastahanede elleri ve ayakları karyolaya bağlıydı:

-Neredeyim? Beni kim bağladı? diye sordu.

Daha sonra olanlar geldi gözünün önüne. Tekrar krize girdi. Doktorlar tekrar uyuttular.

Hülya ve Ahmet balayına (?) gitmişlerdi. Durumu telefonla öğreniyorlardı. Meryem ise kardeşi Meral ile meşguldü. Mesut mu? O zaten ortalıklarda yoktu, sokak çocuğuydu artık.

Ömer alelacele İnegöl’den bir daire aldı. Tapusunu da Gülsen’in üzerine yaptırdı. Gülsen biraz kendisini toplar toplamaz Gülsen’i ve iki kızını Türkiye’ye gön­derdi. Tatil yapın, sonra yine gelirsiniz, demişti.

Günler günleri kovalarken Türkiye’ye gelişlerinin üzerinden altı ay geçmiş ve bu sürede Ömer üç kere aramıştı çocuklarını. Gülsen sürekli yatıştırıcı ilâç kulla­nıyordu ki, Almanya’dan gelen bir telefon bütün aileyi üzüntüye boğmuştu. Haber Hülya ile ilgiliydi. Hülya sevdiği (?) kocasına bir not bırakmış ve sırra kadem basmıştı. Yıllar sonra ortaya çıkacaktı, bir Hristiyanla evli olarak.

Bu haberin üzerinden henüz üç gün geçmişti. Gül­sen yine camın önündeki koltuğa oturmuş, Digor’u dü­şünüyordu. Sonra Almanya’yı, gidişlerini ve sonraki gelişmeleri, bir bir gözünün önünden geçirdi. Hayal dünyasında gezerken, Hülya’nın düğün gecesinde yo­ğunlaştı düşünceleri.

Ve kalbinden vurulduğu o manzara, Ömer ve ko­lundaki kadın... Artık bundan sonrası Gülsen için yoktu. Çünkü Gülsen artık Bakırköy akıl hastahanesinde ne­denlerle, niçinlerle ve en önemlisi eşinin kendisini bir karambole getirerek aldığı imza ile boşamış olduğundan habersiz bir şekilde ömür tüketmek zorundaydı. Evet artık o bir deliydi. Bir zamanlar çok sevdiği Ömer’inden boşanmış olduğundan hiç haberi olmayacaktı.

Meryem ile Meral ise, babalarının bir oyunla anne­sini boşamış olmasından dolayı babalarının ara sıra et­tiği telefonlara çıkmıyor, görüşmüyorlardı.

Babalarıyla bağlarını koparmış ve Davud’un hima­yesinde günden güne özbenliklerine dönerek hayata hazırlanıyorlardı.

 

Metin Kutusu: ;