ROMAN

 

 

ÖLÜM ÇİÇEKLERİ

 

SABİHA ATEŞ ALPAT

 

 


BEKA YAYINLARI

 

 

 

 

Kitap

Ölüm Çiçekleri

 

Yazarı

Sabiha Ateş Alpat

 

Yayına Hazırlayan

Osman Arpaçukuru

 

Kapak Tasarım

Ahmet Mayalı

 

Baskı ve Cilt

Bayrak Matbaası

 

 

2. Baskı, Şubat 2004

 

 

 

 

 

BEKA YAYINLARI

Çatalçeşme Sok. Üretmen Han No: 18

Tel.&Faks: 0212 512 51 66 - 512 45 43

Cağaloğlu – İstanbul

 

SABİHA ATEŞ ALPAT

 

ÖLÜM ÇİÇEKLERİ

 

Roman

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

beka


İlk Çatışma

Sabahın ilk ışıklarıyla kalkan Fahriye Hanım, işle­re ye­tişme telaşındadır. Alelacele kıldığı sabah namazı­nın ardın­dan, kızların odasına telaşla girer, kızlara seslenir:

— Selma, Sevim kalkın, öğlen oldu. Hadi kızlar, uyy, hâlen yatıyorlar.                                       

Kızlar alışkındır bu duruma, pek oralı olmazlar. Her ilk­baharda bu koşuşturma yaşanmak zorundadır. Tarlalar ekilecek, bakım yapılacak ki mahsul alınabilsin. Bu koşuş­turma tıpkı ahireti anlatmaktadır akıl sahiplerine. Bu dün­yada Hak rızası için koşuşturup, yapılması gerekenleri ya­pacak sonra da amellerimizdeki yabancı nimetleri, farklı beklentileri, tarladan ayrık otunu temizler gibi temizleyecek ve ahirette de mahsul verimli alınacaktır.

Annelerinin seslenmesinden kurtuluş yoktur. Sonunda mecburen kalkarlar. Selma uyku mahmurluğuyla yatağın üzerinde oturdu ve sinirli bir şekilde anasına söylendi.

— Öff! Daha ezan bile yeni okunuyor acelen ne?

— Bizim ezan okundu. O yukarı ki mahallenin ezanı.

Hadi çok konuştun çabuk ol.

Sevim anasının şeklen yaptığı ibadetlerden rahatsız olu­yordu. Yeni okuduğu bir kitapta Hz. Ali’nin şu sözü onu çok etkilemişti; “Annaşılmayan ibadette hayır yoktur.” Amelle­rimizi ciddiye almalıyız, diye düşünüyordu. Biz yaptı­ğımıza itina gösterip ciddiye almazsak bizi kim ciddiye alır? di­yordu.

Anasının sesiyle irkildi:

— Hadi, diyorum size. Sevim;

— Kaç kez söyledim imsak atınca hemen sabah na­mazı kılınmaz, biraz beklemeliyiz diye.

— Konuşma! Allah affeder hadi çabuk olun. Tarlaya geç kalmayalım.

Sevim sustu. Zira bir şey bilmeyene anlatmak kolay, ama yanlışı doğru olarak bilene zordu.

Sevim abdest almaya giderken; Selma da yüzünü yı­kamış makyajını yapmak için aynanın karşısına geçmişti. Sevim’in huşu içerisinde kıldığı namazı kıskanan Selma dua eden Sevim’e seslendi.

— Yetmişlik koca karı gibisin. Bari, sana babaanne di­yelim. Bu gidişle evde kalacaksın. Ya da, bir köylüyle evle­nip, ölene kadar tarla işlerinden kurtulamayacaksın.

— Mevlam, neylerse güzel eyler. Sen abla, ya sen, daha şimdiden yüzün kırışmaya başladı. İhtiyarlayınca artık yüzüne bile bakılmaz. Filmleri izleye izleye o süprüntülere benzemeye can atıyorsun.

— Hıh, kedi ete yetişemeyince, pis, kötü kokuyor der­miş. Sen de, artistler gibi olamayınca, öyle konuşuyorsun.

— Onlara benzemek isteyen kim? Ben Hz. Fatıma anama benzemek istiyorum. Artist olmaya ne var ki? En ünlü olmak için, en çok soyunmak yeterli.Ne kadar çirkeflik o kadar ün. Ben onları sevmiyorum ki onlara benzemeye çalışayım. Geçen gün okudum Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurmuşki; “kişi sevdiğiyle beraberdir” -yani ahirette- ha bu arada sana da sabah sabah müjde vermiş oldum. Sende o benzemeye çalıştıklarınla beraber olacak­sın.

— Başlarım sana, onların yanına sen git, tamam mı?

— Ben, kime özenip benzemeye çalışıyorsam, Allah (c.c.) beni onların yanına gönderecek, inşallah. Seni anla­mak da mümkün değil. Geçen de, Atatürk'ü çok se­viyorum demiştin, ben de, madem seviyorsun, Allah se­ni onun ya­nına gönderir dedim. Yine kızdın. Fena mı sana dua ediyo­rum. Sen çok seviyorum diyorsun, ben de, madem Atanı ve bu saydıklarını çok seviyorsun, onların yanına gidersin, hiç merak etme, diyorum. Hani bu dünyada görmedin ya, yazık olmasın sana.

— Kızım, beni başlatma yine, o saydıklarının yanı­na sen git.

Fahriye hanım seslendi:

— Yine başladınız, hadi, tarlaya geç kalacağız, sof­rayı kurun.

Selma:

— Bıktım, şu tarla işlerinden, diye söylendi. Bir yandan da makyajını yapıyordu. Sevim dayanamaya­rak:

— Abla, var ya, sıcak vurunca, boyaların birbirine karı­şıyor. Neye benzediğin ise hiç belli değil. Bak, biraz önce Allah'u Ekber diye nida ettiler, yani Allah (c.c.) en büyüktür.

— Bunu biliyoruz, kafa ütüleme.

— Allah (c.c.), en büyükse, O'nun sözü tutulmalı değil mi? İnsan en büyüğüne itaat eder, üstelik biz kuluz, aci­ziz.

— Yani?

— Öyle aciziz ki, Azrail (a.s.) geldiğinde, git, ben ca­nımı sana vermem diyemeyiz, diyemediğimiz gibi, başı­mız sıkışınca, hemen Allah’tan yardım diliyoruz, bu da acizliği­mizin göstergesi.

— Daha, gencim kızım.

— Gençlerin Allah'a ihtiyaçları yok mu?

— Çok konuştun, kes.

Sofraya geçtiler, kahvaltıdan sonra çapasını alan, tar­lanın yoluna koyuldu. Sevim, kendisine siyahtan şalvar, başına da, aynı renk örtü yapmış; örtüsü beline düşecek bir şekilde kapalıydı. Tarlada bu şekil çalışıyordu. Öğlene doğru Elif, kızların yanına geldi.

— Selamün aleyküm, kızlar.

Sevim:

Aleyküm selam, hoşgeldin Elif.

Heyy, Selma, duymuyor musun? Dalmışsın,

Hoşgeldin Elif, Allah aşkına şu örtünün altında, pişmi­yor musunuz?

Selma mecburiyetten çalıştığı tarlada çatışmak için bahane arıyor ve burnundan soluyordu adetâ. Elif’in geli­şinden hoşlanmadığını belli ederek.

Elif çok da şaşırmamıştı Selma’nın her zaman ki hali diye düşünerek kendisinden emin cevapladı onun soru­sunu:

— Görünüşe bakılırsa epeyce sıkılmışsın. Şu sıcağa da­yanamayıp, sabretmenin neticesi olarak sıcaklığı derece­lerle ölçülmeyen cehennem ateşini göze alıp Allah’ın emir­lerini dikkate almadan yaşamak.

— Pişmeye gelince, belki biraz sıcaklıyor olabilirim, ama sonundaki cennet umudu zevkle dayanmamı sağlıyor. Ben müslümanım ve Allah’ın emirlerine teslim olana müslüman deniyor. O halde onun emirleri dağda, ovada, tarlada, ha­piste velhasıl her yerde ve zamanda benim için bağlayıcıdır.

Selma bozulduğunu fark ettirmemeye çalışarak

— Zaten…

Elif:

— Sen haklısın, vahiyle yoğrulmayan, vahiyle düşünme­yen, vahiyle dolmayan kafa necistir. Sevim’in de kafası vahiyle yıkandı nezih oldu.

— Zaten, Sevim'in kafasını da sen yıkadın.

— Abla, ben aptal değilim, aklımı kullandım, başka kurtuluş yolu olmadığını anladım. Elifle senede kaç kez görüşüyoruz ki?

— Öleceğiz tabi.

— Peki, öldükten sonra ne olacak?

— Şeyy...

— Bak kardeş, öleceğiz ve attığımız her adımın he­sa­bını vereceğiz. Birgün, Rasulullah (s.a.v.) hurma ağa­cının altında oturuyordu. Su istedi, suyu içtikten sonra “Her ni­metten o gün sorulacaksınız” ayetini okudu. Ya­nında bulu­nan sahabiler sordular: “Ya Rasulallah, sudan da mı?” Efendimiz cevap verdi: “Evet, hatta bu ağacın gölgesinden dahi.” Ahirette, sırat köprüsünü ge­çerken sorulacak soru­lardan bir tanesi de, “Gençliğini nerede ve nasıl harcadın?” olacak. Peki Selma, ne cevap vereceğiz? Nasıl yaşarsan yaşa, mutlaka ölecek ve mut­laka Allah'ın mahkemesinde sorguya çekileceksin. Şimdi akıllı insan, o mahkemeye hazırlanan mıdır, yoksa al­dırmayan mıdır?

— Biz, daha genciz. Sevim:

— Bırak, Elif, Allah (c.c.) buyuruyor ki: “Onlar kör­dür­ler göremezler, sağırdırlar işitemezler.” Allah bizle­ri kalpleri mühürlü olanlardan eylemesin.

— Amin, neyse ben gideyim Allah'a emanet ol.

— Sen de.

Elif gittikten sonra, Selma söylenmeye başladı

— Yobaz, ne olacak, kendini ne zannediyor. Öteden gelen babası:

— Ne var, ne oluyor? Sizin kavganız hiç bitmez mi? Selma abartarak olanları anlattıktan sonra, babası

Sevim'e hitaben:

— Herşeye fazla burnunu sokma. Namazını kıl, kim­seye karışma, başımıza iş açarsın, yerin kulağı var­dır derler.

— Baba, Allah'tan korkandan değil, korkmayandan kork. Merak etme, benden zarara uğramazsınız.

— Senin aklın ermez. Benim dediğimi yap, şu kom­şu­nun kızıyla da fazla arkadaşlık kurma.

— Neden? Baba, ablamın sınıf arkadaşıdır diye, er­keklerle konuşmasına izin var da, benim, Elifle konuş­mama neden izin yok!

— Cevap yetiştirme. Herhalde babaya itaat de di­ni­mizde var, ne diyorsam onu yap.

— Evet, Allah ayeti kerimede: “Anaya, babaya öf bi­le demeyin buyuruyor.” Fakat ölçü vardır. Şeriatın izin verme­diği noktalarda, harama girdiği noktalarda ana­ya, babaya, kocaya velhasıl hiç kimseye itaat yoktur. İstediğiniz zaman nasıl da dinin arkasına sığınıyorsu­nuz. Arkasına sığındığınız o dinin emirlerini, gereklerini ben yapıyorum, ambargo koyu­yorsunuz, sonra da her­kesten önce dine sahip çıkıyor­su­nuz.

— Ben, Elif ten güzel şeyler öğreniyorum, siz öğret­mi­yorsunuz ne yapayım.

Babası hiç sesini çıkarmamış, çıkaramamıştı. Zira kızı haklı konuşuyordu. Dönüp işinin başına giderken, Sevim arkadan seslendi:

— Baba, saygısızlık yaptıysam özür dilerim.

— İşine bak!

Akşama dönerken, Selma annesine:

— Ana, kaç kez söyledim, dantelimin ipi bitti. Ne za­man alacağız? Elim boş kaldı.

— Abla, bugün de kitap okursun.

— Sen konuşma. Zaten bıktım artık şu tarla işle­rinden.

Anası:

— Tamam, gevezelik etme de, Perşembe günü gidip alırız.

Akşam yemekten sonra, Sevim kitabının başına otu­rurken, Selma da televizyona, dizinin başına otur­muştu. Dizi bittiğinde, odaya girdi ve Sevimin ağladığı­nı gördü. Merak etti ve sordu:

— Niye ağlıyorsun? Bir şey mi oldu?

— Sevim, niye cevap vermiyorsun, merak ettim, ne oldu?

— Merak ettinse dinle. Peygamber Efendimiz ve ar­ka­daşlarına, sırf müslüman oldukları için, Mekkeli müşrikler üç yıl ambargo koydular. Bu ambargonun maddelerinden bir tanesi de: “Müslümanlardan hiç bir şey alınmayacak, müslümanlara da hiç bir şey satılma­yacaktı.” Bu ambargo­dan ölenlerin içinde çocuklar da vardı. Peki açlık ve susuz­luktan ölenlerin suçu neydi?

Yalnız Allah'a inanmak ve yalnız O'nun kanunlarına göre yaşamayı istemek.

Bu ambargo gecelerinden birinde, bir sahabi ihtiyaç için dışarı çıkmıştı. Karanlıkta ayağına bir şey değen sahabi, merak ederek, o şeyi kaldırıp bakar ve şöyle der: “Bu, top­raklar arasında kurumuş bir deri parçasıydı. Çok se­vindim, he­men götürüp yıkadım, ve günlerce kaynata­rak onun suyu ile açlığımızı giderdik.” Aynı kitabın başka bir bölümünde, “İnsanlar ya Allah yolundadır, ya da Şeytan yolunda. Çünkü üçüncü başka bir yol yoktur, diye yazılı. Beni de ağlatan, Önderimin onca çile çek­mesi ve yine de taviz vermeden İslâm'ı anlatması.

……………..

— Bak abla, gencim diye aldanıp, Allah'a itaat et­mi­yorsun. Fakat ihtiyarlayınca öleceksin diye, elinde bir sene­din yok. Hem ihtiyarlayınca yaptığın ibadetler, ne ka­dar geçerli olacak. Gel ilk önce, güzel bir “La ilahe illallah” de.

— Amma da yaptın, diyorum ya?

— Öyle değil. Manasını bir kere oku, sonra karar ver, ya kabul etmeye ya da, etmemeye. İşte, Peygamber ve ashabı “la” dedikleri için, onca çile çektiler. Peygam­ber Efendimizin bizzat kendisi, Mekke'de hayat olmadı­ğı için, içinde akrabalarının da bulunduğu Taif şehrine gitti. İn­sanları Tevhide çağırmak, “la” dedirtmek için.

— O zamanın gavurları da, ne zalim imişler. Şimdi ne güzel, hepimiz “La ilahe illallah” diyoruz, kimse, kim­seye karışmıyor.     

— Peki “la” deyince ne demiş olursun?

— Nereden bileyim ben Arap ­değilim ki?

— Ama dili arapça olan bir dinin sahibisin.

— Evet öyle!

— Peki o zaman biri sana sövse, hangi dil ile söverse sövsün mahiyet değişir mi?

— Hayır.

— O halde kabul ve inkarın da hangi dilde olduğu önemli midir? Önemli olan ne söylediğinin farkında olmak­tır. Hem dilin (la) demiş ama azaların, hareketlerin seni ya­lanlamış neye yaradı. Söylesene ne anlamı kaldı. Peygam­ber ve ashabı onca çileyi (la) dedikleri için çektiler.

— Tabii, biz şimdi gavurların istediği gibi “la” diyo­ruz da onun için karışmıyorlar. Gavurlar, senin gibi “la” diyene niçin karışsınlar. Yoksa o zamanın gavuru da, şimdinin gavuru da aynı, kalplerinde ki bize, yani Müslümanlara karşı kinleri, yok etme arzulan, gitmiş değil. Fakat bizim “la” dememizin, onlara bir zararı yok ki, neden karışsınlar? Dediğim gibi, Peygamberimiz Ta­if’e gitti de, ordan O'nu taşla, sopayla kovdular. Müba­rek başından inen kan, çarı­ğını doldurdu. Sırf “la” dedi­ği için, yani “Allah'tan başka kanun koyucu yoktur, O'nun koyduğu kanunların dışında ki insan kafasının mahsulü olan kanunlar, geçersiz, ve saç­madır vede kafir ka­nunlarının hepsi, kafirleri bağlayıcıdır de­diği için.

O kadar artistlere özeniyorsun, sanki artistler öl­müyor mu? Şöyle bir gözünde canlandır, nurlu yüzüyle şefkatli kucağını açmış, hoşgeldin sen de bizdensin di­yen Fatıma, Aişe, Hatice gibi annelerimizin yanında mı, yoksa, azap canlarını yaktıkça Allah'ım ne olur, bizi ge­ri gönder’de “la” deyip, güzel amelle gelelim. Ve su de­dikçe, ağzına dökülen, kan ve irin mi daha güzel? İki­sinden birini tercih etmek senin elinde.

— Ne yani, sen cennete mi gideceksin?

— Hayır, öyle bir iddiam yok. Zaten ne kadar ibadet et­sem, nimetlerinin şükrünü eda edemem. Fakat ben bildi­ğim haramlardan sakınırım, Allah'ın affına ve mer­hametine sığınırım.

— Konuşma, daha fazla konuşma beynimi yıkayamaz­sın uğraşma boşuna.

— Bak kendin söylüyorsun, “yıkama” diyorsun, demekki yıkamaya muhtaç, Allah hakkı söyletiyor. İslâm’a dönüş yapan birine “Beyni yıkandı” diyorlar, hiç kimse “Beyni kir­lendi” demiyor.

— Kes, artık kes dedim sana.

Sevei sustu ablasının inkâra düşmesine sebep olmak istemediği için.

Perşembe günü kasabaya gideceklerdi. Selma er­ken­den kalkmış, makyajını yapıyordu. Anası:

— Kıız, yine şu boyaları ne sürüp durursun. Aaa, ne de çirkin oluyorsun, sürme yoksa karışmam ha...

— Aman, anaa sen de, ne var bunda? Biz de genciz, sen anlamazsın, varsa yoksa tarla ve ev işleri.

— Anaam, ne günlere kaldık! Biz, anamızla böyle

konuşurmuyduk? Eh, ne yaparsın, zaman bozuk.

__İlahi teyze, zaman aynı zaman, insanlar bozulu­yor. Bak, dün bu vakit de aynı idi, bugün de aynı. Bo­zulan bizle­riz.

__Ooo, Elif, sen mi geldin? Ne bileyim, söz dinlete­mi­yorum ki.

— Teyzem, ağaç yaş iken eğilir. Siz anneler çocuk­ları­nızı, İslâmi eğitim ile büyütseniz, probleminiz ol­maz, saygı­dan, edepten yana.

Allah (c.c.), Tahrim Sûresi’nin altıncı ayeti kerime­sinde buyuruyor ki:

“Ey İnananlar; kendinizi, çoluk çocuğunuzu yakaca­ğı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyu­nuz.”

— Eee, baksana laf anlamıyor ki.

Fahriye teyze, elin gavuru, çoluk çocuk kim varsa, alış­sın diye daha küçükken,hatta bir kaç günlükken bi­le, kili­seye götürüyor. Özendirip, alıştırmak için elin­den gelen her şeyi yapıyor. Peki, müslüman olduğunu iddia eden siz an­neler, çocuklarınız alışsın diye, hangi gay­reti gösteriyorsu­nuz. Allah'ın doksan dokuz ismine de iman ettiğini söyleyip, Rezzak isminden sanki endişe ediyormuşçasına hareket ediyor, kız çocuklarınızı, eli ekmeğe etsin diye, inancımızla taban tabana zıt eğitim sisteminin eline veriyorsunuz. Ya da “kız kısmı okumaz” deyip geleneksel bir yaşam sürmesine sebep oluyorsunuz.

— Ya ne yapalım? Sana göre okutmak suç.

— Okutmamak suçtur. Elbet ama neyi? Niçin okutaca­ğız bilmemiz gerekir. Sonra da Allah’ın bizden iste­diği oku­mak nedir? Niçin ilk emir “İkra” dır? Yani “oku”dur?

Ne okuyacağız? Nasıl okuyacağız? Bunlara cevap bul­malı ve Allah’ın çizgisine riayetle ömür boyu okumalıyız.

Şehirlisi Allah’ın emirlerinden böyle uzak, köylüsü başka türlü. Niçin Allah’ın emirlerini yaşamada bu kadar gevşe­ğiz? Her neyse ben medreseye dönüyorum. Veda­laşmaya geldim.

Bak, teyze bir şey daha anlatayım. Geçen, İstan­bul'da belediye otobüsüne bindim. Yanıma, daracık pardisö, kü­çücük başörtüsüyle bir hanım bindi. Orta yaşlı biriydi. Bana, “Teyze, müsaade eder misiniz, yanı­nıza oturayım?” deyince ben de, tabi buyurun, oturun dedim. Sesimden, daha yaşımın küçük olduğunu anla­yınca, ahh, evladım içim kan ağlıyor deyip ağlamaya başladı, bir yandan da anlatmaya devam ediyordu:

— “Oğlum, kuruyemişçide çalışıyor. İşim düştü, ya­nına gittim. Bir kaç kız-oğlan karışık, arkadaşları vardı ya­nında. Beni görünce bozulur gibi oldu, anlam vere­medim önce. Kızlardan birisi “Memoş, bu da kim?” diye sorunca, oğlum: “Komşumuzun karısı” diye cevap verdi. O an, dünya ba­şıma yıkıldı. Ne emeklerle büyüttüm, büyütünceye kadar ne çileler çektiğim oğlum, arkadaş­larının yanında benden utanmıştı. Ana yüreği işte, mahcup olmasın diye sesimi çıkarmadım, ordan çıktım, büyük bir çöküntü içeri­sindey­dim, o kadar dalmışım ki, az daha taksi çarpacaktı. Sizin anneleriniz sizinle gu­rur duymalılar. Allah'ım, evlatla­rımızı bu hallere düşü­renlerin yaptıklarını yanlarına bı­rakma! Be­nim ciğe­rim yandı, Allah zalimlerin yanına bı­rakmasın!” de­yip, hıçkırarak ağlamaya başladı.

— Yazık, acıdım kadına, gerçekten de öyle, artık, haya, saygı kalmadı.

— Biraz da suçu kendimizde aramalıyız, Allah (c.c.) “Gevşemeyin, üzülmeyin” buyuruyor, biz ise, İslâm'ı ya­şama açısından, çok gevşeğiz. Sahi, ben kursa dönü­yo­rum, ve­dalaşmaya geldim.

— Eee, işler bittimi ki?

— Bitmese bile, az kaldı. İlim işten önemli.

— Tabii, haklısın, hadi güle güle.

— Selma, sen de, hakkını helal et. Doğrusunu ister­sen, yüzündeki boyayla neye benzediğin hiç belli değil. İs­lâmî yönünü düşünmesen bile, o parfümlerin, makyaj mal­zemelerinin, cildine çok zararı var. Ya bunun ya­nında, bir de günahı; hem paran gitsin, hem güzelleşeceğim diye, iyice çirkinleş, hem de ahirette yan. Akıl işi değil.

Elif gittikten sonra, Selma bayağı bozulmuştu, ar­ka­sından söylendi:

__Yobaz, ne olacak. Hangi çağda yaşıyoruz? Millet

aya giderken, bunun da bahsettiği şeye bak.

Sevim:

__Aaa, sahi, geçen sen de aya gidecektin, Elifin

çarşafı bırakmadı. Tüh yazık oldu! Abla, kitap okuma­dığın nasıl da belli oluyor. Aya millet, kıyafetle değil, tek­nikle gidiyor. Hem dinimiz aya gitmeyin demiyor ki, aya giden astronot bile döndüğünde müslüman oldu. Eğer çıplak­lıkla aya gidilse, yamyamlar çoktan gitmiş­ti. Hem ülkemiz­deki kadınlar da, sanki soyunma yarı­şına katılmış­lar. Soyu­nan soyunana da neden aya gi­demiyoruz?

—Konuşma fazla, daha düne kadar sen ne idin?

— Eğitim sistemimiz belli. Yetiştirilme tarzımız da. Ben o zaman aklımı kullanamıyordum. Şimdi aklımı kullandım, yanmak istemiyorum. Çünkü, dayananam.

— Senden kurtulduğum gün, elime kına yakacam.

— Olur, biraz da bana verirsin.

— Ana, ben hazırım.

Ertesi gün, aşağı mahalledeki Meryem teyze Fahri­ye hanımgile uğramıştı, hoşbeşten sonra:

— Fahriye hanım, bugünkü ziyaretimin sebebi,kızınız Selma’yı, oğlum Orhan'a Allah'ın emri, Peygam­ber’in kav­liyle istemek. Biliyorsun öğretmendir. Ben, illa da köyden olsun deyince, olursa Selma olsun, o bütün köyümüzün kızlarından daha modern dedi. Ne dersi­niz?

— Valla, ne bileyim. Hele bir konuşup hallaşalım, kız da olur derse, bu iş olur.

Düşünmek için verdikleri bir ay süre bitmiş, ve Sel­ma öğretmen Orhan'la nişanlanmıştı. Hemen bir ay sonra da düğünleri olacaktı. Orhan “Ben hanımımın tam bir hanı­mefendi olmasını, yani modern olmasını isterim.” demişti.

Zavallı; öğretmen olmak, sağlıklı düşünmeye yetmi­yordu. Selma'nın da zaten canına minnet. Sevim'in iki de bir anlatmaya gayret etmesi ve ölümü hatırlatması bir işe ya­ramıyordu. Sevim, nişandan sonra hemen Elif’e bir not yazdı.

“Esselamü aleyküm, Elif.

Ablam nişanlandı. Eniştemle tutumum dinim açı­sın­dan nasıl olmalı, bilmiyorum. En kısa zamanda beni ay­dınlatırsan memnun olurum. Allah (c.c) razı olsun.

…Sevim

Elif notu alır almaz Sevim’in sorusunu cevaplamış, şöyle yazmıştı:

“Esselamü aleyküm, bacım.

Allah (c.c.) azmini artırsın. Dinimize göre nikah kı­yıl­madan, nişanlın dahi yabancı hükmündedir, yani haramdır. Eğer ablanla eniştenin nikahları yoksa o da ya­bancı hükmünde­dir. Tabi belediye akdini demiyorum. O dinimiz açısından nikah sayılmaz. Biz müslümanlar mecbur kaldığımız için, o akdi yaptırıyoruz. Sana verdi­ğim ahkam tefsirinde, Nur Su­resi otuz birinci ayeti keri­meye bak. Orada, Allah (c.c.) bir erkek listesi vermiştir. O listenin dışındakiler, biz müslüman kadınlara haram olan erkeklerdir. Yalnız enişte farklı,  bi­razcık şöyle ki: Bu erkeğin mahremiyeti geçicidir. Yani, ablanla nikahları olduğu müddetçe, sana nikahı düş­mez. Fakat tesettürsüz görüşülmez, artı, laubalilik ol­maz. Çok dikkat edilmesi gereken bir husus da, halvet yani yalnız kal­mak, kesinlikle haramdır.

Allah'a emanet ol. Bacın Elif.

Sevim, eniştesine hiç gözükmüyor, evde de hiç kav­ga eksik olmuyordu. Sevim'e baskılar çoğalmıştı.

Sevim:

“Allah'ım, soruyorum müslümanım diyorlar, Allah'a inanıyorum diyorlar ama, Sen'in hükmünü uygulama­mam için baskı yapıyorlar, bu nasıl müslümanlık?” di­yor ve dişini sıkıyordu. Şu ablası bir evlenip gitseydi, gerisi kolaydı. Hiç olmazsa anasını ve babasını kışkır­tan kimse olmazdı.

Günler birbirini kovalarken Selma'nın düğünü ge­lip çatmıştı. Hafta sonu düğünü olacaktı. Elif’in izne geldiğini duyunca, bizzat Elifi “Bak ben öğretmenle ev­leniyorum, düğünüm,de askeri gazinoda olacak” diye özendirmek için, kendisi davet etmeye gitmek istedi. Anası:

— Git, ama çabuk gel.

— Bana emir vermekten ne zaman vazgeçeceksin? deyip çıktı.

Eliflere vardığında, kapıyı Elif topuklarına kadar uzun bir el­bise ve başında beyaz başörtüsüyle açtı.

— Ooo, sen misin? Selma buyur içeri.

— Geçmesem de olur.

— Olur mu? Sizleri özledim, geç içeri, yine gidersin. Selma Elif’i kıskanıyordu, anlam da veremiyordu.

Neden kıskanıyorum? diye kendi kendine sordu. Gerici­nin bîri, nesini kıskanıyorum? Düşünürken Elif’in ko­nuştu­ğunu duymamıştı.

— Efendim, duymadım kusura bakma.

— Düğün hazırlıkları tamam mı? diye sormuştum.

— Hıı, pazara kısmetse. Gelesin diye, özellikle da­vet etmek için kendim geldim, gelirsin değil mi?

— Tabi, gelirim. Yalnız, önce bilmem lazım.

— Neyi?

— Nerede, ve nasıl olacağını?

— İlahi Elif. Askeri gazinoda olacak. Saz ekibinin ya­nında, orkestra da tuttuk. Çünkü biliyorsun Orhan, öğret­mendir, çevresi de geniş, gelecek misafirlere karşı mahcup mu olsun? Sonra, el alem bize ne der?

Elif mahalle arkadaşının cahilliğine için için üzül­müştü. Çevresine mahcup olmayı düşünüyordu da Allah ve Resulü’ne mahcup olmayı düşünmüyordu. Halk bize ne der, diyordu da. Allah bize ne der, demiyordu. Zavallı halk bize ne der, veya desin diye yapılan şey, şirkti. Al­lah (c.c.) ise şirki affetmi­yordu. Elif, üzüntüsünü belli etmemeye gayret ede­rek:

— Bak, Selma, arkadaşımsın seni severim. Fakaaat, Allah'ı daha çok sevdiğim için, bu düğüne iştirak ede­mem. Askeri gazinoya, zaten çarşaflı girilmez, yasak... Yasak ol­masa dahi, senin düğününe gelemem. Çünkü Allah'ın em­rine aykırı olan yerlere müslümanın gitme­si, Allah tarafın­dan yasak edilmiştir.

—Aşkolsun, biz de müslümanız. Biz de inanıyoruz.

— Kişi, inandığı gibi yaşamazsa, yaşadığı gibi ina­nır. Benim inancım, bu şekil düğün cemiyetlerine git­memi yasaklıyor. Bir kere “LA İLAHE İLLALLAH” di­yen bir kişi, tek kelimeyle şöyle diyor.

“Allah'ım ben bütün ilâhları, ilâhlaşanları, nefsimi, bü­tün tağutları, ideolojileri, sonu “izm”le biten bütün sistem­leri, İlâh konumuna giren herşeyi reddettim. Sa­na kayıtsız şart­sız teslim oluyorum. Her işimde Sen'in işin, Sen'in hük­mün geçerlidir” Bu şekil bir “LA İLAHE İLLALLAH” deme­yenin imanını Allah (c.c.) kabul etmi­yor. Madem ki müslümanız, Allah (c.c) Maide Suresinin ellibirinci ayeti kerimesinde “Ey iman edenler! Sizden biriniz yahudi ve hiristiyanlan dostlar (veliler) edinme­sin” buyuruyor.

— Biz, onlan dost edinmiyoruz ki.

— Dinle, diğer bir ayeti kerimede “Dost edinirseniz sizi kendilerine benzetirler.” buyuruyor. Bak canım, biz Allah ve Rasul’ünün dostluğunu iterek, onları dost edineli beri bizi ken­dilerine benzettiler. Giyim mi? Onlara gö­re. Düğün mü? Onlara göre. Eğitim mi? Onlara göre. Hukuk mu? Onlara göre. Kısacası milletimizi kendileri­ne benzettiler. Dışarıda, müslümanım diyen milyonlar­ca insanın, en bariz olarak gi­yimi, hep dostlarına göre. Kime benzedikleri de malum. Herkes dostuna benziyor. Bak canım, Buhari dediğimiz hadis aliminin, hadis kitabında geçtiğine göre Peygambe­rimiz buyuruyorlar ki:

“İnsanlar kıyamet günü şefaat etmeleri için, Adem (a.s.)'den başlayıp sırasıyla, Nuh (a.s.)'a, Musa (a.s.)'a, İsa (a.s.)'a, İbrahim (a.s.)'a gidip, şefaat isteyecekler. Bu peygamberlerin hepsi de, “Nefsi, nefsi.” deyip şefaata memur olmadıklarını vur­gulayıp, Hz. Muhammed (s.a.v.)'e gönderecekler. Peki şimdi diyorsun ki, çevresine mahcup mu olsun. Ya ora­da, Rasul dese ki: “Ben seni tanımıyorum. Ya da, ümmetimsin de neden sün­netlerimi tutmadın?” Orada O'na mahcup olmayacak mı­sın? O zaman, seni kim kurtara­cak. Hangi koca? Hangi moda? Hangi ideoloji sahibi? Hangi makam? Hangi şöh­ret? Hangi mal?

— Şimdi, sana tavsiyem. Gel kardeşim, madem ki müslümansın, düğününü de müslümanca yap; din işi, devlet işi dedikleri gibi, sende, din işi, düğün işi deme. Al­lah (c.c.) bizim her işimizde söz sahibidir. Hüküm koyma yetkisine sahiptir ve hükümlerini koymuştur. Çünkü O Rabb'tır, biz de kuluz. Her zaman O'na muh­tacız.

— Elif, hangi çağda yaşadığını biraz unutuyorsun. Bi­zim kalbimiz temiz.

— Bu çağda yaşayanları Allah (c.c.) yaratmadı mı? Bu çağda yaşamak, Allah'a, kanunlarına isyan etmeyi mi ge­rektiriyor? Kalbinin temizliğini ancak ölene ka­dar savunur­sun. Öldükten sonra, senin kalbinin temiz­liği sökmez. Allah hidayet versin.

Safîye hanım, Selma fazlaca kırılmasın diye, hemen araya girdi.

— Kusura bakma kızım. Elif, hocaya gidiyor ya.

— Annem benim, kusura bakma demen gerekmez. Biz Allah'ın emirlerini yerine getirirken kusur işlemi­yoruz ki. Asıl, karşı tarafın kusura bakmayın, demesi lazım. Üstelik, hocayı, gittiğim için değil, Müslüman ol­duğum için, Kur'an'ın hükmü böyle olduğu için dü­ğününe gitmiyo­rum.

Selma eve dönerken, Elifin arkasından verip veriş­tiri­yordu! “Gerici, işte buna derler. Kalbi kara ne ola­cak. Belki de beni kıskanmıştır ama neyimi? Orhan be­nim yerime, onu isteseydi gidermiydi. Yoo, mümkün değil. üff be, ka­fama niye takıyorum ki, canı cehenne­me. Ya benim canım. Bu durumda, onun canı cennete, benimki… Amma da dü­şünüyorum. Daha gencim, hele bir ihtiyarlayayım, öyle İslâm'ı yaşayacağım ki, hepsini sollayacağım.

Düğün sabahı, Sevim tesettürünü giymiş, gelip ge­lini almalarını bekliyordu. Nefsi çok zorluyordu: “Bir ablan var, git de tesettürünle git, sonra tevbe edersin” Şeytan durma­dan bunları telkin ediyordu. Ama o mü­minlik sıfatlarına büründüğü için, Şeytan’dan gelen bu vesveseyi yenmeyi hemen başarmıştı. Tabii evde baba­sı, anası, ablası ve abisi yapmadıklarını bırakmıyorlardı. Aldırmadı Sevim.

Millet düğünden dönerken, bitkin ve yorgun bir şekil­de geldiler. Selma muradına ermiş, Leydiler gibi düğün yap­mıştı. Aslında yanlış, çünkü Hıristiyan olan Leydi­ler dahi, dinlerinin gereği olarak kilisede düğün yapıyorlardı. Ya müslümanlar, müslümanlar da inançları gereği Cami'de yapıyorlar mıydı? Sorsan Selma da müslümandı....? Sel­ma'nın düğünü tam manasıyla gavurların ki gibi hiç bir şeye inanmayanların ki gibi olmuştu. Selma düğün sonuna kadar bir kaç erkekle dans etmişti. Or­han'ın müdürü başta olmak üzere... Bir ara tek vücut gibi müdürle dans et­mekten sıkılmıştı, zira pist çok kalabalık, müdür de sanki kastı varmış gibi sürtünüyordu. Ama sıkılmasına rağmen, modernliğini ispat et­mek için sesini çıkarmamıştı....?

Sevim’in başı minnetten kalkmıyordu, ama hiç biri­ne aldırmıyordu. Dua ediyor, şöyle diyordu “Allah'ım! Peygam­berim’in ve ashabının, anam Sümeyye'nin Asiye'nin çek­tiklerinin, hiç milyonda biri dahi değil. Ne olur beni nef­simle baş başa bırakma”. Durmadan Elifler’den kitap alıyor okuyor, okuyordu. Elif bir kere­sinde demişti ki, müslümanın bilgisiz olması düşünüle­mez, hem de bu affedil­mez bir suçtur. İslâm düşmanlarına meydan verme­mek için ilk kılıcımız bilgi olma­lıdır.

Sabah erken kalktılar, namazlarını kıldılar, tarlada bir kaç günlük iş kalmıştı, tarlanın yolunu tuttular. Hem gidiyor, hem de anasıyla konuşuyordu. Anası:

— Evladım, baban sana çok kızıyor; evlensin de öy­le kapansın diyor. Ne olur onu kızdırmasan. Bak ablan öğ­retmenle evlendi.

— Ana, sizi severim. Ablamın boyasına, modasına en­gel olmadığınız gibi, bana da engel olmaya hakkınız yok. Öğretmenle evlenmek büyük bir zafer değildir, za­fer son nefeste imanı kurtarmaktır. Öğretmenle evle­nenler ölmü­yor mu? Bak, canım anam, senim bana öğretmen gerek­tiği şeyleri, ben sana anlatıyorum. Siz çok kötü şartlar al­tında yetiştiniz, ama ne olur ana, beni dinle. Allah'ı seviyor musun?

— Elbette, o ne biçim söz?

— Peki, Allah da seni sevsin ister misin?

— Ooo, tabi. Sen de ne biçim konuşuyorsun?

— Bak, canım anam. Sen hangi evladını seversin? Söz dinleyeni mi? Saygılıyı mı? Yoksa, söz dinlemeyen, saygısızı mı?

— Anladım. Tabi, Allah da söz dinleyen saygılı kulunu sever. Eh ne yaparsın evladım, bizi de böyle yetiş­tirdi­ler. Aslında haklı olan sensin.

— Bak, ama bu yaşa geldin, daha haram olan er­kek­lerden kaçmıyorsun. Yarın kabre girince Allah'a ne cevap vereceksin?

— Kızım, baban bırakmıyor ki.

— Bak, canım anam. Kadın kocasına itaat eder. Ko­canın hakkı çoktur. Fakat, Allah'ın izin verme­diği noktalarda hiç kimseye itaat yoktur. Yani isyan olan yerde kula itaat yoktur. Hem babam, zaten sudan sebeplerle sinirleniyor, bir de İslâm için kızsın, Allah için kızsın ne çıkar?                                                                      

— Doğru, bari Elif gelince söyle de, o çarşaftan bir  tane de bana getirsin.

— Anacığım, ben de isterim, ne olur?

— Tamam, dönüşte Safiye bacıya söylerim. Sevim çok sevindi. Ama Fahriye hanımın imtihanı başlamıştı. Çarşaf­ları geldiği gün, kocası evde müthiş bir kavga çıkarıp, ke­sinlikle giyemezsin diyor, başka bir şey demiyordu. Fahriye hanımı bir güzel dövdükten sonra Sevim’in çarşafını kaptığı gibi ateşe attı. Çarşaf yandıkça, Sevim içinden bir şeylerin akıp eridiğini hissetti. Babasının bu kadar tepki gösterece­ğini hiç ummamıştı. Yakında düğünü olacak abisi de dur­madan babasını kışkırtıyordu. Fahriye Hanım:

__Allah sana sorsun, burnumuzdan getirdin. Giy­meye­ceğini ama, evden de dışarı çıkmayacağım haberin olsun.

— Yarın alışverişe gideceğiz.

— Bak, herif bunca zamandır saçımı süpürge yap­tım. Hiç mi hatırım yok? Tarlaya bir ırgat tuttuğun yok. Bütün işler, ha bu ellerimden geçiyor.

— Sana, olmaz dedim. Mecbursun çalışmaya.

— Yarın, beni yine bu daracık, kısa pârdisö ile götürür­sen, yolda seni rezil ederim.

— Hiç bir halt edemezsin. Ağzını burnunu dağıtı­rım senin.

Mahmut Efendi yattı. Sevim hem ağlıyor, hem de ana­sına anlatıyordu:

— Bak, anam, Allah (c.c.) Nisa sûresi, ayet onyedi, onsekizde şöyle buyuruyor. “Allah'ın kabulünü üzerine al­dığı tevbe, ancak cehalet (bilgisizlik) nedeni ile kötü­lük ya­pıp da, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Al­lah böylelerinin tevbesini kabul eder. Allah bilendir, hü­küm ve hikmet sahibidir. Tevbe, ne kötü­lükleri yapıp edip de on­lardan birine ölüm gelip çatınca “Ben şimdi gerçekten tevbe ettim” diyenler, ne de kendileri kafirler olarak ölenler için değil. Böyleleri için acıklı bir azap hazırlamışızdır.”

Biz ölüm meleğini gördüğümüz zaman, tevbe ettim di­yeceğiz. Allah (c.c.) şimdi mi tevbe ettin, yani şim­diye kadar aklın neredeydi? buyuracak. Bunca yaş ya­şadın, canım anam, Allah'a götüreceğin hangi amelin var? Kıldığın sadece namaz, onun da fıkhi yönünü bil­miyorsun.

— Nasıl yani?

— Mesela, her yanıldığında sehiv secdesi yapıyorsun, oysa, namazda her yanılgıya sehiv secdesi gerekmez. Geçen gün, Peygamberimiz’in hayatını okuyor­dum. Ne çileler çekmiş, aç kaldığı olmuş, kovulduğu ol­muş, hor görmüş­ler. Nefislerini ilah edinip de, kanun­larını kendi kaleminden çıkaran, o zamanın firavunları, Allah'ın kanunlarını kabul etmemiş, Allah'ın kanunları hakim olmasın diye, Peygam­berimiz ve ashabına çok göz dağı vermişler. Biz de sabret­meliyiz. İşkence son haddine vardığında, Habbap İbni Eret, Peygamberimi­ze: “Dua etmeyecek misin?” diye sordu, Efendimiz şöyle cevap veriyor: “Ya Habbap, sizden önceki­lerin başları­na gelenler, sizin başınıza gelmedikçe cennete gideceği­nizi mi sanıyorsunuz? Sizden öncekilerin etleri de­mir taraklarla taranıyordu da, yine de dinlerinden vaz geç­miyorlardı.”

Elbetteki, biz de İslam’ı yaşayınca bize de bir şeyler olacak, aslında şuna inanki benim canım anam, bütün müslümanlar “LA İLAHE İLLALLAH”ı bilerek, anlaya­rak, anlamını kavrayarak söyleseler, ça­ğın Firavunları mut­laka harekete geçecektir.

— Ne yani, bilmiyorlar mı?

  Bak, anacığım, babam da “LA İLAHE İLLAL­LAH” diyor, ama aynı zamanda, Allah'ın örtü emrine savaş aç­mış. Eğer manasını bilse, yani “Ey Allah'ım el­lerimi ka|dırdım ve sana teslim oldum. Bütün hüküm Sen'indir. Bütün işlerim Sen'in emrine göredir. Çünkü kanun koy­maya yetkili Sen'sin, tek kanun koyucu Sen'sin” deseydi, Allah'ın kanunlarından bir kanun olan örtüye karşıyım de­yip savaş açarmıydı?

— Çok cahiliz, çoooook. Bize hiç bir şey öğretme­miş­ler. Ne yapıp edip, seni okutacam.

Ertesi gün Mahmut Bey, Fahriye'yi yine o daracık pardisö ile alış verişe götürüyordu. Fahriye, belki de içinden gelerek ilk kez Allah için ağlıyordu. Kendi kendine söylendi: “Se­vim, akşam ne demişti: Peygamberimiz (s.a.v.) buyurmuş­lar ki: “Allah kapalı çıplaklara lanet etsin “ Kapalı çıplaklar da giyindikleri halde vücut hat­ları belli olanlarmış. Vayy anam, şimdi Peygamber’in diliyle Allah bana lanet ediyor. Ulan herif, ben de seni rezil etmezsem, ben de Fahriye de­ğilim. Kocası önde yürürken, birden seslendi:

— Bu adam karısını satmaya götürüyor.

Mahmut efendi şok olmuştu. Fahriye hanım tekrar­ladı:

—Bu adam karısını satmaya götürüyor.

— Senin evde kemiklerini kırarım. Bir daha söyle de gör, edepsiz.

Biraz yürüyorlar, Fahriye hanım aynı sözü tekrar söylü­yordu. Kocası sinirden küplere biniyordu, bütün teh­ditle­rine rağmen, Fahriye hanım tutumundan vaz geçmiyordu. Yarı buçuk alış veriş yapıp dönerken, bu defa Fahriye ha­nım: “Bu adam karısını satamadı geti­riyor” de­meye baş­ladı. Eve vardılar, Mahmut bey elin­de ki eşyaları bırakıp, Sevim'le Fahriye'yi odaya kapa­tarak, hırsını alana kadar dövdü. Her ikisinden de ses çıkmıyordu. Sevim'se olup bitenden habersiz, neye uğ­radığına şaşırmıştı. Daha sonra anası olanları anlattı ve ekledi:

— Ne yapıp yapıp, örtünecem. Allah'a inanıyorum, mutlaka bana bir yol gösterir, çünkü o merhametlidir. Şimdi, beni deniyor. Eh ben de, Fahriye isem bu imti­hanı vericem, biiznillah.

Sevim, anasının coşan îmanı karşısında seviniyor, “Al­lah’ım bu insanlarımızın hepsi imanlı. Fakat imanları­nı körelt­tiler. Küllenmiş imanlarının külleri silindiği zaman, önle­rinde çağdaş Firavunlar duramayacaktır, biiznillah” di­yordu.

Aradan henüz bir kaç gün geçmişti ki Fahriye ile ko­cası ölmüşlerdi.

Tabutları yeşile sanlı, getirip yan yana koydular, Fah­riye hanim kocasına:

— Herif, imanını kurtardın mı?

— Çok zor oldu, ya sen?

— Hamd olsun, kurtardım, hesabımız kaldı. Namazla­rım kıldılar, omuzladılar ve götürdüler.

Fahriye'yi ve Koca'sını ayrı ayrı mezarlara koydular. Fahriye Hanım'ın mezarından bir kapı açıldı. Oradan içeri girdi. Cami gibi bir yerdi, bütün kadınlardı ve öyle ağlıyor­lardı ki, kimsenin gözü kimseyi görmüyordu. Bir kişi için boş yer vardı, Fahriye hanım bir kaç kişiye sordu, hepsi de aynı cevabı verdiler.

— Neyi bekliyorsunuz?

— Hesabımızı bekliyor, günahlarımızdan dolayı korku­yoruz.

Geçip boş olan yere oturdu, yanındaki kadına sor­du:

— Neyi bekliyorsun? Niye ağlıyorsun?

— Ben de, şu sırtımdaki giysinin hesabım bekliyor, onun için ağlıyorum, baktı ki, kadının sırtındaki giysi, tıpkı kendinin tesettüre uymayan giysisi, kendisi de ağlamaya başladı, bağırarak ağlıyorlardı. Birden cami­nin içini doldu­ran bir ses, “BURADA AĞLAMAK FAY­DASIZ, DÜNYADA AĞLASAYDINIZ AZABI GÖRÜN­CE Mİ AKLINIZ BAŞINIZA GELDİ? BOŞUNA AĞLA­MAYIN, ALLAH'IN AZABI ELEM VERİCİDİR.”

Daha bir ağlamaya başladılar, kocası yataktan fır­layıp ışığı yaktı,

— Fahriye, ne oluyor? Uyan, hele kendine gel. Hadi uyansana, uyan.

Fahriye bir türlü uyanamıyordu. Ağlıyordu. Kendini zo­raki toparladı. Çok korktuğu her halinden belliydi. Kocası da oldukça korktu. Fahriye iyice sakinleştikten sonra:

Artık bana karışamazsın, anlıyor musun? Çul da gi­ye­rim, çuval da. Seni ilgilendirmez. Bundan böyle bana ka­rışmaya kalkarsan, elimden gelen her şeyi yaparım.

— Ne oluyor sana?

— Sana ne, ne olursa olsun. Yeter be, senin kölen de­ği­liz  herhalde.

— Anlat.

— Ölmüştük. Sen, “imanımı çok zor kurtardım” de­din. Seni ayrı, beni de ayrı mezara koydular. Şimdi engel oluyorsun müslümanlığıma, ama mezarda yardı­mıma gelme­din. Ben tek başıma kaldım. Hesabımız için ağlarken, bize dediler ki “Hiç boşuna ağlamayın, dünya­da iken başınızın çaresine baksaydınız. Allah'ın azabı elem vericidir.” Anlıyor musun herif, sen illa da cehen­neme gitmek istiyorsan, yo­lun açık olsun. Fakat ben, dünyada iken başımın çaresine bakacağım. Yarın kab­re girdiğinde. bakalım Allah'a ne cevap vereceksin.

İşte Fahriye'nin gördüğü bu “rüyadan” sonra, ana kız tam tesettür giyinmeye başladılar. Ana kız, her gün günün belirli bir saatinde, sırasıyla fıkıh, tarih, tef­sir, akaid dersleri yapıyorlardı. Kitap konusundaki sı­kıntılarını da Eliflerden telafi ediyorlardı. Fakat önle­rinde büyük bir imti­han daha vardı: Oğlunun düğünü. Oğlu cahili eğitimde çok güzel yetişmiş, tam bir laik'ti. Var yok bir oğlu vardı. Köy dedikodudan çalkalanacaktı.


Sokaktaki İnsanlar

Diğer tarafta, Yeliz, banka oturmuş Ahmet'i bekli­yordu. İstanbul sıcak günlerinden birini yaşıyordu. Ye­liz, önünden geçen üç tane genç kızı süzerken farkında olmadan söy­lendi:

— Bunamış mı bunlar? Hayret, bu sıcak da nasıl da bürünmüşler.

— Günaydın, Yeliz.

— Günaydın, Suzan.

— Ne konuşuyorsun kendi kendine?

— Şu gericileri, şu gidenler varya, onları konuşu­yor­dum. Kafayı yemişler bunaklar, ne diye kendilerine eziyet ediyorlar.

— Sen de, şu kapalılara takılmasan olmaz mı? Ni­çin, rahatsız oluyorsun? Madem özgürüz, bırak herkes istediği gibi yaşasın. Ve.....

— Tamam, tamam otursana.

— Birazcık oturayım. Ne bekliyorsun, Ahmet'i mi?

— Evet, buluşacaktık, henüz gelmedi.

Bu sırada, az önce önlerinden geçen tesettürlü kızların kendilerine doğru geldiklerini görünce, Yeliz dayanamaya­rak,

  __ Suzan, baksana, öcüler geliyor.

Suzan cevap veremeden, kızlar yaklaşmıştılar, içlerin den Mücahide, Yeliz'in örtülerinden rahatsız olduğunu ko­nuştuklarından duyunca, arkadaşlarını geri göndermişti. Mücahide:

— Hanımefendiler müsade ederseniz, birazcık otura­caktık.

Suzan:

— Tabi, buyurun, oturabilirsiniz.

Yeliz hiç memnun olmamıştı, içinden “Yobazlar, başka bank mı yok da, gelip bizim oturduğumuza otu­ruyorlar” diye söylendi. Mücahide 'ye dönerek:

— Kusura bakmayın, ama ben bu halimle bile pişiyo­rum. Siz, o kadar bürünmüşsünüz ki, yanmıyor musunuz? Niçin, kendinize eziyet ediyorsunuz?

— Yoo, aksine gayet rahatız. Hem kendimize eziyet et­tiğimiz filan da yok, dinimiz İslâm ve müslümanız, müslamanlığımız böyle gerektirdiği için böyle giyiniyoruz.

— Çok hoşsunuz, ben de müslümanım. Açık oldu­ğuma bakıp, yoksa beni müslüman kabul etmiyor mu­su­nuz? Ben müslümanım, fakat kapalılığa karşıyım. Benim için kapanmak çok saçma bir şey. İnsanın kalbi temiz ol­malı.

— İşte buna çok şaşırdım, demek hem müslüman-sınız, hem de kapalılığa karşısınız. İslâm bir sistemdir, ya­şam şeklidir. İnsanın hayatını, yaşayışını vaaz eden, ilahi bir sistemdir. Müslümansa, bu sistemi (yönetim şeklini) kabul etmiş, her bir kişinin adıdır. Müslüman arapça bir kelime olup manası teslim olandır. Bizim adımıza neden müslüman denmiş, Allah (c.c.)'a teslim olduğumuz için.

Şimdi, siz diyorsunuz ki, ben Müslümanım fakat kapa­lılığa karşıyım. Bu neye benziyor, diyeceksiniz ki, ben hem Hindu'yum, hem de inek etini çok severim: Hindu iseniz inek etini sevebilir misiniz? Veya, hem Hindu olacaksınız, hem de ineğin dokunulmazlığına karşı olacaksınız.

  O başörtünün altında, bu kelimeleri nereden üreti­yorsun, hayret?

— Aslında modernlik taslar, insan haklarını  hep sizler savunursunuz. Fakat, karşıdakinin bir insan olduğunu çoğu zaman unutursunuz. Sorunuza gelince, başörtüsü­nün insan aklını etkilediğini sanmıyorsunuz ya, bu kadar mantıksız düşünmek, sizin gibi bir üniversite talebesine yakış­maz, zira...

Suzan, tartışma olmaması için araya girdi.

— Arkadaşlar, arkadaşımın canı sıkkın. Aslında kendisi çok iyi biridir.

— Amaan, Suzancığım, kapalılara alerjim olduğunu biliyorsun. Hah, Ahmet de geliyor, ben kalkayım. Şimdi bu hanımlara bakılırsa, benim Ahmet'le flört yapmam da ya­saktır.

— Haşa, bize göre değil, biz emir ve yasaklarımızı, Al­lah'tan alıyoruz.

Yeliz kalkıp Ahmet'e doğru ilerlerken Mücahide Su­zan'a dönerek:

— Adım, Mücahide.

— Benimki de, Suzan. Arkadaşımın kusuruna bak­ma­yın.

— Hangi semtte oturuyorsunuz?

— Şişli’de. Yeliz de mahalle arkadaşımdır.

— Sizde mi, arkadaşınızı bekliyorsunuz?

— Hayır, ben yürüyüşe çıkmıştım. Size inanılmaz gele­bilir, fakat benim arkadaşım yok.

— Yoo, neden inanılmaz gelsin ki? Ama sorabilir mi­yim, neden?

— Biz de çok lüks yaşarız, fakat bana bu yaşam anlamsız gel­meye başladı.

— İsterseniz, adresimi vereyim, arasıra görüşelim, ne dersiniz? Sizinle tanıştığıma çok memnun oldum.

— Tabii, siz de bana adresinizi verin. Ben de mem­nun oldum tanıştığımıza.

Bu arada Yeliz, Ahmet'in yanına varmıştı.

— Merhaba, Yeliz.

— Merhaba, Ahmet.

— Ne o, canın bir şeye mi sıkıldı?

— Boş verelim, Yobazın birine çattık, iyi ki tam za­ma­nında geldin, zira canımı sıkmaya başlamıştı.

— Boşver güzelim, takma kafana. Şimdi nereye gi­diyo­ruz?

— Önce kafeteryaya, sonra da...

— Gençliğimizi yaşamaya, nasılsa okulu bugün yi­ne salladık.

Yeliz'in gözü birden ilerdeki gençlere takıldı.

— Şunlar, Volkan ile Figen değiller mi?

— Evet, onlar, ta kendileri. Heeeey, çocuklar, siz de mi kaçamak yaptınız?

— Aaa, siz miydiniz, merhaba Yeliz.

Volkan elini Yeliz'e uzatırken, Yeliz Volkan'la arka­daşlık yaptığı günleri hatırladı. Bir zamanlar, birbirleri­ni deli gibi sevdiklerini söylüyorlardı. Birden Figen'i kıskandı. “Acaba bana yaptığı edebiyatları şimdi de Fi­gen'e mi yapıyor?” diye geçirdi içinden. Ne kadar saçma, sev sonra ayrıl, bu defa sınıf arkadaşını sevsin. Bir kal­be bu kadar sevgi sığar mı?

— Ne o sevgilim, dalıp gittin.

— Yok bir şey, kafamı şu yobazlara taktım. Değ­mez, hadi gidiyor muyuz?

Kafeteryaya girdiler. Biraları geldi, hem içip, hemde loş ışığın altında kahkaha atıp gülüyorlardı. Ahmet fırsat bul­dukça Figen'in gözlerinin içine bakıyordu. Bir ara Figen hava almak için izin isteyip kafeteryanın ar­ka bahçesine çıktı. Beş dakika sonra da Ahmet, hemen geleceğini söyle­yip ön kapıdan çıkarak arkadan dolaşıp Figen'in yanına geldi.

Figen, Ahmet'i görünce bayağı rahatsız oldu.

— Figen, inan çok güzelsin.

— Yeliz de öyle.

— Şey, tabii, biliyorum. Canım, onu karıştırma. Be­nimle bir gün çıkar mısın?

— Neden?

— Ne kötülük var bunda?

— Olabilir, fakat arkadaşça.

— Tabii, dostça, sevgili olarak demedim zaten. Cu­martesi nasıl?

— Olabilir, beni yurttan alırsın.

— Tamam anlaştık.

Ahmet döndüğünde, Volkan ile Yeliz'i öpüşürken gö­rür. Fakat aklı Figen'de olduğu için, ayrılmalarını bekleyip görmemiş gibi yanlarına yaklaştı. O sırada Fi­gen de geldi. Kalkıp kafeteryadan çıktılar. Akşam üs­tü idi. Aldıkları hafif alkolün verdiği sarhoşlukla, oto­büs durağına yaklaşırken, Figen ve Yeliz önde, Ahmet ile Volkan geride yürüyorlardı. Yeliz, yolda dans edip şarkı söylemeye başladı.

“Suçlusun dün gece neredeydin

gelmedin sarmadın beni, suçlusun

dargınım sana suçlusun

gelip sarmadın sarılmadın suçlusun.”

Durakta otobüs beklemekte olan Sündüs yanındaki arkadaşı Tuğbaya dönerek:

— Eşitlik, eşitlik diyerek, kadınlığın şerefini beş para ettiler. Şunların rezilliğine bak, şarkısına bak. Kim bilir, bu vatanı savunan hangi şehit dedenin toru­nudur. Ey benim, şerefli şehid dedelerim, başlarınızı kaldırıp kurtardığınız ülkeye bir bakın... Torunlarını­zın örtüsü açılmasın diye canlarınızı feda ederken. Se­nin torunlarınızı ne hallere sok­tular… Emperyalizmin yer­li uşakları senin torunlarını, kızla­rını pis amellerine alet edip namus ve şereflerini beş paralık ettiler.

— Sus, Sündüs duyacaklar nerdeyse.

— Duyarsa duysunlar, kadınlık bu kadar adi mi? Ka­dınlığın bir şerefi izzeti var. Bu kadar da rezillik olur mu canım?

Otobüse bindiler, bir müddet sonra Volkan indi. Fi­gen koltukta yalnız kalmıştı. Sündüs dayanamayıp Fi­gen'in ya­nına geçti.

— İyi akşamlar bacı.

— İyi akşamlar.

— Talebesiniz herhalde?

— Evet, iktisatta okuyorum.

— Arkadaşınız?

— Sınıf arkadaşıyız. İstanbullu, aslında iyi kızdır da, bi­raz alkollü, yoksa yol ortasında öyle yapmaz.

— Peki, siz nerelisiniz?

— Anadolu’dan, burada evim yok, yurtta kalıyorum.

— Çarşıda bir işiniz mi vardı?

— Şeyy, biraz dolaşıyorduk.

— Bak bacı, anan baban seni taa uzaklardan oku­yasın diye bir sürü zorluklara katlanarak göndermiş, senin bu delikanlıyla ne işin var? Yazık sana, farkında olmadan ken­dini mahvedersin. Bu dünyan gittiği gibi ahiretin de gider. Öyle zannediyorum ki, bugün kaçamak yaptınız.

— Biraz öyle oldu.

— Birşey daha sorabilir miyim?

— Sizi dinliyorum, buyurun.

— Bağlı bulunduğunuz herhangi bir din var mı?

— Evet, İslâm, yani müslümanım.

— Yaa, demek müslümansınız, demek ki kardeşiz. Peki, dininiz hakkında neler biliyorsunuz. Örneğin, birgün karşınıza gayri müslim birisi çıksa:

“Bana İslâm'ı anlat, müslüman olmak istiyorum' dese, yeterli bilgi verecek kadar dininizi tanıyor musunuz?

— Okulda öğrendiklerimin dışında pek bir şey bilmi­yorum.

— Peki, yeterli mi?

— Tabi ki hayır. Figen birden utandığını hissetti. Sa­vunmaya geçecekti ki vaz geçti. Vaktim olmuyor deyip gü­lünç duruma düşmek istemedi.                        '

— Bak bacım, ineceğim yere yaklaştım, ama sana tavsiyem, bu din düşmanlarının icat ettiği, kadın hakları diye yaygara kopararak, adetâ çırıl çıplak bir şekilde ka­dınların sokağa dökülmesine sebep olan hainlerin yalnızca Emperyalizmin gereği kadını sömürmek için yaptıkları bu oyuna gelme. Madem ki müslümansın, günde en az yarım saat dinini öğrenmeye zaman ayır. Sonunda acısını sen çekersin. Fakat aynı acıyı müslüman kardeş olarak, biz de yüreğimizin derinliklerinde duyarız. Al, bu kitap benden sana hediye olsun. Şunda da adresim yazılı, istediğin zaman arayabilirsin. Madem ki burada evin yok, bir şeye ihtiyacın olduğu zaman da arayabilirsin.

Sündüsler indi, Figen elindeki kitaba bakakaldı.

“İSLÂM TOPLUMUNDA VE ÇAĞIMIZDA KADIN” Mela­hat Aktaş.

Figen de yurdun önünde arabadan indi. Kafası kar­ma karışık bir vaziyette yurda gitti. Elini yüzünü yıkadı, başladı, adını bile sormayı akıl edemediği çarşaflının verdiği kitaba göz atmaya. Okudukça kitaba ilgisi artı­yordu.

Sabah kalktığında gördüğü rüyayı hatırlamaya çalıştı, hatırlayamadı.

Hazırlanıp okulun yolunu tuttu. Okula vardığında, Yeliz ile Suzan'ı bahçede gezinirken gördü, yanlarına yaklaştı.

— Heeeey kızlar, günaydın.

— Günaydın, Figen.

— Ne haber, Suzan hiç görünürlerde yoksun.

— Sahi mi? Oysa ben, sizi dün gördüm.

— Neden bize katılmadın?

  Suzan için üzülüyorum. Annesi bile anneme, “üzü­lüyorum bu kızın haline, bayağıdır, hiç erkek arka­daşı yok” diye dert yanmıştı.

— Üzülme Yeliz. Üzülecek bir durum yok halimde. Bana anlamsız geliyor, bu yaşantı bugün benimle olan yarın öteki arkadaşımla oluyor. Geçenlerde kedilere rastladım, o za­man halimden iğrendim.

— Ne varmış kedilerde? Ben kedileri çok severim. Be­nim de bir minnoşum var görsen, tatlı mı tatlı.

— Bir kedi, önüne gelen erkek kedilerle ilişki kuru­yordu. Yani bir kaç taneyle. Bayağı izledim, ve düşün­düm ki bu, hayvanların bir vasfı. Ben de insan olduğu­ma göre…

— Aaa, aşkolsun Suzan, sen ne konuştuğunun far­kında mısın?

— Evet Yeliz farkındayım. Öyle değil mi sanki, hay­vanlar için fark eder mi, bir hayvan önüne gelen hayvanla ilişki kurmu­yor mu? Sanki bir boşluktayım, ruhum sıkılı­yor, aradığım bir şey var, ama ne, bilmiyorum.

— Ben biliyorum, aşk.

— Hayır, fikrimi söyledim. Sevgi fakat, gerçek sev­giyi arıyorum.

Öyle olmalı ki, her şeyi onun için sevmeliyim. Söyle sene, sen gerçekten ruhen rahat mısın, ailemiz istediğimiz her şeyi veriyor, bu kadar özgürüz. Sen, gerçekten, şu başörtüleri yüzünden okula alınmayan, açlık grevine giden kızlar kadar huzurlu musun? Söylesene.

— Bunları düşünmek istemiyorum.                       l Bunlar böyle konuşurken, Figen Suzan'ın söylediklerini düşünüyordu. Kediler, köpekler, kısacası hayvan­lar için hissiyat yok, önüne gelenle birleşiyorlar. Ya kendileri, ken­dileri insandı, hayvanlardan farklı olmaları gerekmez miydi? Daha dün Volkan ile Yeliz'i kendi gözleriyle görmemiş miydi. Ya Ahmet'in fırsat kollayıp, çıkalım tekli­fine ne demeli? Dostça… Ne namus rolü oynuyorsun Figen? Dostça çıktığın arkadaşların sonun da nasıl davranıyorlar, nasıl hareket ediyorlar bilmi yormusun? Ve tıb bölümünde okuyan bir kızın hamile olduğunu, kimden olduğunu bil­mediğini ve intihar ettiğini görmemiş miydin? Ya dün araba­daki kızın konuşmaları… Karar verdi, Cumartesi gitmeye­cekti.

— Heeeeeeey, güzeller, üç güzel bir arada. Seslenen­ler, Ahmet ile Volkan'dı. Suzan, hemennıfa gitmem lazım deyip ayrıldı. Ahmet'i gördükçe nefreti artıyordu. Ayakkabı değiştirir gibi sevgili değiştirip kızları kendi nefsi isteklerine alet etmesine tahammül edemiyordu. Kızlara da kızmı­yor değildi, sanki niye alet oluyorlardı ki kendilerini. Daha yeni tıpta okuyan kızın başına gelenden ibret almıyorlardı. Figen fır­sat kollayıp, Ahmet'e Cumartesi günü işi çıktığı için gele­meyece­ğini bildirdi. Volkan ile Yeliz ise, kaş göz işareti ile saat iki'ye randevulaştılar.

Diğer taraftan:

Mücahide oturmuş ders çalışırken telefon çaldı. Mü­cahide telefon'u kapattıktan sonra annesine:

— Anneciğim, ablam rahatsızlanmış, doğum her­halde, hastahaneye gitmek için beni çağırıyor, müsade edersiniz herhalde?

— Tabii tabii, hadi bakalım, Allah yardımcısı olsun. Bize de haber edin, merakta koymayın.

— Oldu, sen de bol bol dua et.

Mücahide hazırlanıp çıktı. Yaklaşık bir saat sonra, ab­lası ve eniştesi ile birlikte hastahanede idiler. Uzun bir bek­leyiş­ten sonra personel Ayten hanım, doğum odasından çık­tı.

— Gözünüz aydın, oğlunuz oldu, yalnız çocuk küve­ze konulması lazım, hemen çocuk servisine götürün.

Mücahide çocuğu alıp çocuk servisine gitti. Mesai sa­ati bitmişti, çocuğu küveze koydular. Aynı odada ço­cu­ğunu emziren hanım, nöbetçi hemşire'ye:

— Hemşire hanım. O küvede benim çocuğum yatıyor, emzirmek için almıştım.

— Tamam be, ötekine de senin çocuğu yatırırız. Be­nim işime karışmayın.

Hemşire ters birine benziyordu. Kadın, yandaki kü­veze çocuğu yatırdı. Başladı iki de bir küvezi kontrol et­meye, her kontrol ettikçe de:

— Yok ya, bu küvet ısınmıyor. Çocuğumu yerine koy­mam lazım, diye söyleniyordu. Mücahid, kadının rahatsız­lığını anladı, kadına dönerek:

— İsterseniz, bir küvezde beraber yatsınlar, dedi.

Tamam deyip iki çocuğu bir küveze yatırdılar. Ara­dan fazla geçmeden kadın bu defa, bebekler rahat etmi­yor diye söylenmeye başladı. Gidip hemşire'yle görüşüp geldi. Hemşire geldi, Mücahide'nin yeğenini alıp ısınmayan küveze koymak için başındaki serumu ayarlamaya başla­yınca! Mücahide müdahele etti:

  Hemşire hanım, bu çocuk zaten oldukça zayıf doğdu. Isınmayan küveze nasıl koyarsınız? Öteki bebek de nitekim bir haftalık, bırakın beraber yatsınlar.

— Benim işime karışma, sizinle uğraşamam.

— Ben, benimle uğraş demiyorum, ama ben, bana emanet edilen çocuğu ısınmayan küveze yatırtmam.

— Konuşma, yoksa doktor çağırırım.

Hemşire, Mücahide'nin çarşafına bakıp alaylı bir şe­kilde konuşuyordu. Bazı insanları anlamak mümkün değil. İn­sanları zeki, görgülü, kendini savunmasını bi­len olarak kabul etmek için kıyafetlerine bakmak yeterli zannediyorlar!                                                          

— Memnun olurum. Hiç olmazsa, ne uygunsa onu ya­par.

Hemşire, doktor çağırmakla, polis çağırdığını zannet­meli ki Mücahide'yi korkutmak amacıyla böyle söylemişti. Ama bir şeyi unutuyordu, inananlar Allah'tan korkar, başkasın­dan korkmazlardı. Hemşire sinirli ve bağırarak konuşma­sına devam etti                                    

— Sen, fazla konuşuyorsun.                                

— Ne demek istiyorsunuz. Kendi çocuğunuzun so ğukta yatmasını kabullenir misiniz. Hem bana bağırmaya yetkiniz yok. Ben, size illa da hemşirelik yapın mı diyorum. Siz, kendi görevinizi yapıyorsunuz. Doktor çağırırım de­mekle, beni korkutmak mı istiyorsunuz. Doktor gelirse, görevi ne ise onu yapar. Bana bağırmaya yetkili değil ya. Hayrınız için çalışmıyorsunuz ya.

Hemşire sustu, bu çarşaflı hiç de zannettiği gibi de­ğildi, konuştuklarına bakılırsa kültürlüye de benziyor­du. Müca­hide devamla:

— Koskoca hastahane, iki tane küvez.

— Gidin şikayet edin.

— Sahi mi? Kimi kime şikayet edeceğim. Mücahide'nin müdahalesiyle iki bebeği bir küveze yatırıp gitti. Tam o sırada, bir bağırtıyla Mücahide ir-kildi. Sesin geldiği tarafa döndü, bir çocuk karyolası ve içinde bir çocuk, kadına sordu:

— Bu çocuk kimin?

— Bilmiyorum.

— Nee, nasıl olur?

Mücahide karyolaya yaklaştı, battaniyeyi kaldırdı ve beyninden vurulmuşa döndü. O sırada bir kadın anlatmaya başladı.

— Hemşireler, ismini kader koymuşlar. Annesi çöp bidonunun içine atmış, hastabakıcılar bulmuş. Altı ıs­la­nınca ve acıkınca bas bas bağırıyor.

Mücahide gözlerini Kader'e dikmiş, düşünceleri alt üst olmuş, gözlerinden yaşlar boşalıyordu. Kendi kendi­ne mı­rıldandı. “YaRabbi, bunun suçlusu kim? Bir anne bu kadar vicdansız olabilir mi? Hangi eller, hangi zih­niyet, hangi sis­tem anneleri bu kadar vicdansızlaştırdı? Basında ve televiz­yonda flört yapmayı, karı koca aldatmayı, meşru bir işmiş gibi gösterenlerin bu suçta payları yok mu? Çantasından kalemi çıkardı, ve hisleri­ni kağıda dökmeye başladı:

 

Kalmadı kimsede iffet ve namus

Haya güneşte eriyen bir buz,

Sardı yanımızı korkunç bir kabus

Ayağa kalk haydi, haydi insanlık

 

Baba moruk oldu, ana kocakarı

Analar istemez artık evladı,

Moda oldu artık metres hayatı,

Dön İslam’a haydi insanlık

 

Kalmadı artık can emniyeti

Yasak ettiler bize İslâmiyet’i,

Hani nerede din hürriyeti,

Özgürlük İslam’dadır bil be insanlık

 

Baba kumarda, anne perişan

Kalmadı lokmayı helalle yutan

Dar ağacına çıktı dinini tutan

İmana bedel gerek, bil ki insanlık

 

Babadan aldın sen hissiyatı

Annede kalmadı çocuk şefkati

Yetimin kalmadı artık takati

Özüne dön haydi haydi insanlık

Mücahide ağlıyordu, kalemini çantasına koydu, hasta­bakıcının yanına geldi, bakıcı Kaderi, yedirmekle meşguldü. Mücahide:

— İsminizi bilmiyorum hanım teyze, bir şey sorabi­lir miyim?

— İsmim, Nazmiye. Tabii, sor bakalım.

— Kader'i soracaktım.

  Eee, işte böyle analar da var. Doğur, at çöpe. Ben işe girdim gireli bu böyle. Vardır yirmi beşinde. Anne ne olacak, hiç de korkmuyorlar?

— Kimden?

— Kimden olacak, Allah'tan.

— Nazmiye teyze, bu toplum Allah'tan korksa, bü­tün bu pislikler olur mu?

Kader gibi daha niceleri, çocuk esirgeme kurumla­rında habersiz ve masum büyüyorlar.

— Yinede Allah devlete zeval vermesin. Hiç olmazsa ba­kıyor, yakalasa idi cezalandırırdı.

— Mecbur değil mi? Kendi sisteminin ürünü olan kur­banlara bakacak elbet. Hem, anlamadım, niçin ce­zalandı­racak?

— Ne demek yani?

— Teyzeciğim bizler müslümanız.

— Elhamdulillah, hepimiz müslümanız.

  Bizim sistemimizde, sebepler ortadan kalkma­dan kimseye ceza verilmez. Meselâ, şimdi bu Kader'i atan an­neyi cezalandırmak için, önce onu bu duruma sürükleyen sebepleri, örneğin müstehcen filmleri, açlı­ğı, açıklğı vb.... gibi etkenleri ortadan kaldırır. Şayet, or­tada hiç bir sebep yokken suç işlerse cezalandırır.

Nazmiye Hanım, Kader'i yedirmeyi bırakmış, Mü­cahide'yi dinliyordu. Mücahide devamla:

— Anlatılana göre bir gavur filminde, Marianna is­minde bir kadın, karnındaki çocuğun babasını arıyor. Yani o kadar kişi ile düşüp kalkmış ki, çocuğun babası­nı bile bil­miyor. Ninelerimin zamanında, böylelerinin adı o.....idi. Tıpkı İslâm gelmeden önce ki kadınların yaptığı gibi. Bunu izleyen kadın da başlıyor kendine flört aramaya, arama­yanlar da özeniyor. Tabi, dini bü­tün mümineleri tenzih edi­yorum.

Çünkü onlar, Allah'a hakkı ile iman etmiş oldukla­rın­dan, daima Nur sûresi, otuz birdeki ayeti hatırlaya­rak, Al­lah'ın, “Mümin kadınlara da söyle, bakılması ya­sak olandan gözlerini çeksinler.” buyruğu gereğince amel ederek, Al­lah'tan korktuklarını ispatlamak için harama bakmazlar.

Nazmiye hanım araya girerek:

— Kızım, yirmi beş yıl önce, Marianna nerde vardı ki?

— Marianna yoktu, Dallas vardı, Dallas yoktu öteki vardı. Batı kültürüyle, batılaşacağız diye, insanımızı zehirli­yorlar, batı bize, yani geçmişimize hayran bun­lar, batının kokuşmuş şeylerine.

— Haklısın, bir film hatırlıyorum, Gül'dü adı. Yok yok, mavi gül mü, sarı gül mü, öyle bir şey. Adam, baba­sından sonra, üvey anasıyla ilişki kurmuştu.

  Gördün mü, Müslümanın televizyonunda, Al­lah'ın yasak ettiği kurallar ayak altına alınır mı? Utan­madan, bu milletin yüzde doksan dokuzu müslümandır, diyorlar. Ma­dem öyle, neden yüzde birin inanç esaslarıy­la dolu televiz­yon? Üvey ana, ana hükmünde olup, ba­badan sonra da ebedi haramdır.

— Sen, bütün bunları nerden biliyorsun?

— Teyzeciğim, Allah'ın ilk emri “oku”dur. Alak su­resi, birinci ayet. Okumak farzdır diye, ayeti yanlış tevil ederek, Erzurum'da yüksek hemşirelikte okuyor­dum. Unutmadan söyleyeyim, hemşirelik okumak gü­nah değil, fakat hazır­lanmış zeminler günahtır. İnancı­ma uygun olmayan or­tamlarda çalışmam doğru olmaz­dı. Anlatabildim mi?

— Anladım.

— Ne ise, son sınıfta idim. Allah hidayet ihsan etti. İs­lâm'ın özünü kavramaya başladım ve dinimin taviz kabul etmediğini öğrendim, başladım mücadeleye. Okulda ba­şımı kapatmama engel oluyorlardı. Yurtta dini kitap oku­yamıyordum, beyaz dizi okuyanlara göz yumuyor, dini ki­taplara göz yummuyorlardı. Dönüş yaptığımı öğrenen şu­urlu bir gencin evlenme teklifini kabul ederek, mecburi hizmet para­sını ödemesini mihire keserek ni­şanlandım, nikah yapıldı, dü­ğün de önümüzdeki gün­lerde.

— Aa, sahi mi? Sen, şimdi sen, hemşirelikten, aaa, hayretimi hoşgör. Peki bu mihir dediğin ne?

— Mihir, Allah'ın kadına verdiği bir haktır. Nikah kıyılır­ken, kadının erkeğe ödemesi için şart koştuğu, erkeğin de vermek zorunda olduğu bir hak diyebiliriz. Hatta öyle ki, mihiri almadan, kadın isterse itaat et­meyebilir, bu kadının hakkıdır. Kadın bağışlayabildiği gibi, yüklü bir para veya istediği herhangi bir şeyide şart koşabilir. Ben de, mecburi hizmet paramı ödemesini şart koştum.

— İnan ilk kez duyuyorum. Amaaaan, bize de hiç bir şey sormamışlardı.

— Neden haberimiz var ki? İslâm'dan o kadar uzak­laştırıldık ki, İslâm'ın özünü okusak daha nice gü­zelliklerin var olduğunu görürüz.

— Neyse hemşire hanım, işimi bitirip geleyim de biraz konuşalım.

— Tabii, iyi olur, nöbetçisiniz herhalde?

— Evet, onun için bu saatte buradayım.

Yarım saat sonra Nazmiye Hanım işini bitirmiş, nö­betçi hemşireye:

— Beni ararsan, şu hemşire hanımın odasındayım.

— Hangi hemşire?

— Şu yeni geldiler ya, küvezde iki çocuğun refakat­çisi.

— O çarşaflı hemşire mi?

— Yaa, hem de, yüksek hemşirelikten vazgeçmiş.

— Hadi oradan, inanmam.

— İstersen inanma, ama gerçek.

Nöbetçi hemşire birden, Mücahide'ye karşı takındığı ta­vırdan pişman oldu. Söylendi:

— Aptal, insan yüksek hemşireliği bırakır mı?

— Valla, hiç de aptala benzemiyor, neyse görüşü­rüz.

  Bakar mısın? Gelin de burada beraber konuşa­lım, hem çay içeriz.

— Tamam, söylerim.

Biraz sonra nöbetçi hemşire, Mücahide ve Nazmiye hanım oturmuş çay içiyorlardı. Nazmiye hanım ara sı­ra, Mücahide'nin yeğenini kontrol edip geliyordu. Nö­betçi hemşire, Mücahide'ye:

— Doğrusu hayret ettim, yüksek hemşirelikten vaz geçmişsiniz. Bakın, çalışmak da bir ibadettir, insanlara yar­dım ediyoruz, onların hayatlarını kurtarıyoruz.

  Bakın hemşire hanım, bizler müslümanız. İlk önce, Allah'a gerektiği gibi inanma­mız gerekmektedir.

— Afedersiniz, bizde Allah'a inanıyoruz, hem çalış­mak da ibadettir.

— Müsaadenizle, bir şey izah edeceğim.

— Tabii, buyurun.

— Dikkat ederseniz, “Allah'a gerektiği gibi inanmak” de­dim. Evvelâ Kur'an'a bir göz atalım: Allah (c.c.) bu­yuru­yor ki: “De ki: “Eğer biliyorsanız söyleyin: Yeryüzü ve onun içinde­kiler kimindir?” “Allah'ındır” diyecekler. De ki, yedi göğün Rabbi ve büyük arşın sahibi Rabbi kimdir? Allah'ın­dır diye­cekler. De ki, yine korkup sa­kınmayacak mısınız? De ki, eğer biliyorsanız söyleyin, her şeyin melekutu (mülk ve yö­netimi) kimin elindedir? Ki o koruyup kolluyorken kendisi korunmuyor. Al­lah'ındır diyecekler.” Dikkat edecek olursak, Allah (c.c.) Peygamber Efendimize (s.a.v.) buyuru­yor ki, Mekke'de­ki insanlara bunu sor ve alınan cevap ger­çekten ilginç­tir. “Allah'ındır diyorlar. Buradan anladığımız üzere, Mekke'deki insanlar, müşrikler Allah'a inanıyorlar. Hatta rivayet edilir ki, Peygamberimiz gelmeden önce Ebrehe isminde bir kafir Mekke'yi yıkmaya gittiğinde, bütün müş­rikler putları bırakıp, Allah'a secde etmiş ve yardım dile­mişlerdir. Demek ki Allah'a gerektiği gi­bi iman etme­dikleri için Allah (c.c.) onların imanlarını kabul etmemiştir.

— Ama doğrusunuz, onların bir de putları vardı, hem Allah’a, hem de putlara tapıyorlardı.

— Evet, işte asıl mesele burda. Allah'a imanın ge­çerli olması için, bütün put ve Tağutları inkar etmek lazım. Ül­kemizdeki yanılgıdan bir tanesi de bu put ve Tağut'un ma­nasını, bilmemek. Biz zannedi­yoruz ki, put sa­dece elle yapılan ağaçtan, tunçtan, be­tondan yapılmış gözle görülüp, elle tutulan somut şey­lerdir.

— Ne yani, put deyince başka şey mi anlamamız gere­kir.

— Evet, bahsettiğiniz şeyler de, yani ağaçtan vs ile ya­pılan somut şeyler de puttur. Put kelimesinin anlamına baktığımızda, kısaca şunu söyleyebiliriz: “Vahyin sınırları dışında kalan, her şey puttur.” Vahiy dediği­miz, Allah (c.c.)'ın bize gönderdiği hayat nizamımızı, sistemimizi, ya­şam şeklimizi belirleyen kanunların bir bütünü olan Kur'an-ı Kerim'den bahsediyorum.

— Ama kardeşim, bugün laik'iz, kimse sana niçin ör­tündün, camiye gittin demiyor. Şimdi bununla o bah­settiğin dönemi nasıl bir tutarsın?

— Şimdi de, Tağut kavramının üzerinde durur­sak, sanırım daha çabuk kavrarız meseleyi. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyrulmuştur. “Andolsun ki biz her kavme Allah'a ibadet edin, tağuta kulluktan kaçının di­ye tebligat yapması için bir Peygamber göndermişiz­dir.” (Nahl, 36). Ve yine: “Sana indirilen Kur'an'a ve Sen'den önce indirilen kitaplara iman ettik diye, boş iddalarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tağutun huzurunda muhakeme olmak (Hükümlerine boyun eğ­mek) istiyorlar. Halbuki tağutu inkar etmekle (Tekfir etmek, lanetlemekle) emrolunmuşlardır.” (Nisa 60) Tağut demek, dikkat edin, “Allah'ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere, hü­kümler icat eden her varlık tağuttur. Allah'ın kitabın­dan, Resul’ün sünnetinden kaçınıp, insanların kendi kurallarına göre (be­şeri kanunlarla) hüküm vermesini isteyen kişinin iman iddi­asını Allah (c.c.) reddetmekte­dir.

Buraya kadar anlatılanları özetlersek, Allah'ın di­ninden (İslâm'dan ve kanunlarından) önde tutulan mü­zik, spor, seks, moda, ideoloji vs. ne olursa olsun put­tur. Bunları meşru görüp itaat etmek de insanı İslâm yapmaz. Evet şimdi isteyen camiye gidiyor veya niçin örtündün gibi keli­meleri, demagojileri insanımız yutmuyor. Ve de, bu ülkede niçin örtündün demiyorlar mı? Ben tesettür dediğimiz dinimizin kesin emri olan örtü­yü örttüğüm için, hemşirelikten istifa etmek zorunda bırakıldım. Niçin örtündün diye karışmı­yorlar demek, anlamsızdır. Benim gibi bacılarımın sayısı az değil, el­hamdülillah. İnsanın ibadetine karışmıyorlarmış, ne­den isteyen bir memur sakal bırakamıyor? Laikiz di­yor­sun, bir kere ben laik değil, müslümanım. Bir kişi hem laik, hem de müslüman olmaz, olamaz. Ya laiktir, ya da müslüman. Din'i devlete karıştırmıyorlar, fakat devlet dine karışıyor. Diyorsunuz ki, çalışmak da iba­dettir.

— Ne yani, ibadet değil mi? Aksini mi söyleyeceksi­niz?

— Bakın, İslâm bir sistem, bir nizamdır.  İbade de İslâm'ın bir kavramı olduğu için, yine İslâm'ın kendi referanslarına göre içerisinde açıklanır. Meselâ put, tağut, şehid, Rabb, İlah vs gibi. Bizim İslâmi bir kavram olan ibadet keli­mesini, İslâm’ın öngör­mediği, benimsemediği ve kendine ait olmayan bir mana ile açıklamaya, deği­şik manalara çekmeye hakkımız yoktur. Buna hiç kim­se yetkili de değildir. Çalışmanın iba­det olduğunu Al­lah (c.c.) buyururken yine, kendi emirleri doğrultusunda, ça­lışmanın ibadet sayılacağını açıklamıştır. Şu­rası da dikkate şayandır ki: Biz iman ettik deriz, fakat mü­him olan, Allah'ın yanında imanımızın geçerli olmasıdır. Biz Allah'ı sevdiğimizi söyler dururuz, acaba Allah da bizi sevi­yor mu? Veya yaptığımız hareketleri tasvip edi­yor mu?

— Peki, neden bütün baskılar kadına, neden o ka­dar haklarımız kısıtlı?

— Bak bacım iki tane çocuğunuz olsa, biri kız, biri oğlan. Birini sevip, ötekini baskı yaparak ezer misiniz?

— Hayır, olur mu? İkisi de evlât.

— Kadın da Allah'ın kuludur, erkek de. Allah (c.c.) çok merhametli olup, kendi merhametinden bir nebze anaya vermiştir. Şimdi sen bir nebze merhamet ile, ço­cukların arasında ayırım yapmıyorsun da, O merhame­ti ve şefkati bol olan Allah'ımız kulları arasında ayırım yapar mı? Bize gü­cümüz dışında hiç bir şey yüklemez, kurban olayım O'na. Şimdi, kısıtlanmış olarak gördüğünüz hakları­nız ne ise, söyleyin de ona göre konuşalım.

Hemşire aslında Mücahide’yi köşeye kıstırmak isti­yordu, ama Allah'ın izniyle, Mücahide hiç de kıstırılacak gibi değildi. Zira o her zaman Hakkın yanında yer alıyordu. Batılın yok, zail olacağı ise aşikârdır.

— Ne bileyim, aklıma da şu an gelmiyor ya, dur bir düşüneyim.

Nazmiye hanım araya girerek.

— Erkek üstündür dinde diyorlar, bir de mirası bö­ler­ken kadın erkekten az alıyormuş, bari bunları ce­vaplar mısınız?

— Meselâ boşanmada, erkek boşsun diyor, kadın boş oluyor. Hem niçin örtünmek zorundayız, bu kısıtla­ma değil mi?

  Nazmiye Hanım, önce sorduğu için, ilk önce onun cevaplarını vereyim.

— Tabi, yalnız bir de şu dörde kadar evlilik meselesi var, ka­dın burada ezilmiyor mu?

Sorarken de herhalde bu kadarının altından da kal­kamaz ya, diye düşünmekten kendini alamadı.

— Bakın Nazmiye hanım, erkek üstündürden ziya­de, erkeğin mesuliyeti daha fazladır, bu yüzden de o cümleyi sizin üzeri­nizde hak sahibidirler, diye alalım. Yoksa, Allah (c.c), er­kekler benim katımda üstündürler, onlara daha çok mü­kafat; kadınlar üstün değildirler, onlara daha az derece var diye bir kural koymamıştır. İslâm'a saldı­ranlar işi çarpıtı­yorlar, işin aslı böyle değildir. Allah (c.c.) Kur'an-ı Kerim'in muhtelif yerlerinde, “Mü'min erkeklerle, mü'min kadınlar diye kadını ve erkeği bir zikretmiştir, yalnız Nisa sûresinin otuz dördüncü ayeti kerimesinde: “Allah'ın kimini kimine üstün kılmasın­dan ötürü ve erkeklerin mallarından sarf etmelerinden ötürü, erkekler kadınlar üzerine hakimdirler. İyi ka­dınlar, gönülden boyun eğenler ve Allah'ın korunma­sını emrettiğini, kocasının bulunmadığı zamanda koruyan­lardır” buyuruyor. Bu da, onların mesuliyetinin çok ol­ma­sındandır. Erkek çalışarak, ailesinin nafakasını ka­zanmak zorundadır. İslâm kadına, böyle bir mecburiyet vermemiş­tir. Allah (c.c.) her şeyi dengeli yaratmıştır. Şimdi miras meselesinden örnek verelim, hem sorunuzu da cevaplandır­mış oluruz. Evvela şunu belirteyim ki, İslâm gelmeden önce kadın mirastan hiç pay alamıyordu. “Pay verin” ayeti kerimesi gelince bazılarının zoruna gitmişti. Fakat sahabeler, her zaman olduğu gibi (Amenna) de­yip teslim olmuşlardır. Evet, erkek iki, kadınsa bir his­se alır. Buna göre erkek hem kendisinin, hem de karısı­nın nafakasını elde etmek zorun­dadır. Evlenirken, ka­dına mihir vererek, belli bir yükün al­tına girmiştir. An­nesinin, babasının, çocuklarının nafakası da erkeğin üzerinedir.

Şöyle özetleyecek olursak.

1-Kadın babasından bir hisse alır, bir de kocasından, mihir alır iki hisseye sa­hip olur.

2-Kadın kendi mülkiyetini, yani kendi payına düşeni, kimse için harcamak zorunda değildir. Dilerse kocasına ödünç verebilir, şayet daha fazla ise kocasını işçi çalış­tırabi­lir. Kendi evi için kocasından kira alabilir.

3-Kadının ne kadar malı olursa olsun, yine de kocası nafakasını temin etmek zorundadır.

Şimdi insaflı olarak cevap vermek gerekirse, bun­larda kadının hangi hakkına tecavüz var? Kadının er­kek kardeşi veya abisi, iki hisse alacak ama aynı za­manda, anasına ve babasına da bakacak. Allah (c.c.) hem sizi yaratacak, hem de hak vermeyecek, bu çok saçma ve anlamsız. Hemşireye dönerek:

— Evet, gelelim sizin sorunuzun cevabına. Bu arada hemşireyi iğne için çağırdılar.

— Hemen geliyorum, deyip kalktı.

Mücahide de yeğeninin yanına gidip, yeğenini kont­rol etti. Durumu iyiye benziyordu. Dönüp, çıkarken Kader'e gözü takıldı. Kader, gözlerini dikmiş Mücahide'ye öyle bir bakıyordu ki ve bakışlarından neler okunmu­yordu ki.....? Sanki Mücahide'ye: “Bak abla, beni yaktı­lar, yaktılar beni. Benim günahım ne? Bak hiç sahibim yok, annem yok, ba­bam yok, arkadaşım yok, yok yok hiç kimsem yok. Ne olur abla beni yakanları, bari sen bul. Annemi de bul, he ne olur? Annemi bul, bir kere göreyim yeter. Sahibim olduğunu göreyim yeter. Be­ni kim, hangi zihniyet bu hale düşürdü? Bana, benim gibilere yazık değil mi?” Mücahide'nin göz pınarları, Kader'in bu derin derin bakışla­rına fazla tahümmül edemedi ve boşaldı. Yaklaştı, ellerini Kader'in saçları arasında gezdirmeye başladı. Bir yandan ağlarken bir yanda da Kader’le konuşuyordu:

— Bak Kader'im, sahipsizim deme, ne olur. Yüreği­mi yaktın, Senin sahibin var, kim biliyor musun? Dün­ya ve içindekilerin sahibi. Dünya ve ahiretin sahibi, bi­zi yoktan var eden Hz. Allah (c.c.). Biliyor musun, seni bu hale sokanları da, anneni o hale getirenleri de ve o hale düşmesine sebep olanları da tek tek, adaletli bir şekilde cezalandıracak. Ne olur, Kader'im, kimsesizim deme bana, bizim sahibimiz Allah'tır, Allah (c.c.) bize yeter. O ne güzel vekildir.”

Bu arada nöbetçi hemşire, Nazmiye hanım ve oda-dakiler Mücahide'ye bakıyorlardı. Hemşire hastahanede çalışalı beri, ilk kez Kader'e karşı bir şeyler hissetti­ğini an­ladı. Nazmiye hanım ağlıyordu. Mücahide'nin oda arkadaşı gelmiş:

— Kızım, o konuşmaz ki, konuşmasını bilmiyor, di­yordu...

Mücahide başını kaldırdığında, hemşireyi ve Naz­miye hanımı görünce:

— Şimdiye dek, hiç Kader'le konuşmadınız mı? Dili yok, ama lisanı hal ile ne demek istediğini ben iyi anlı­yo­rum.

Odaya döndüklerinde, Mücahide bir müddet sus­tuktan sonra, bütün acıyı içine gömerek söze başladı:

— Eveeeeeet, ne diyorduk? Sıra boşanmadaydı. Al­lah­'ın kanunları, Allah'a teslim olmuş müminler için geçerlidir. Zaten geçinemeyen insanların eğer uzlaşma yolu yoksa, bir arada durmaları anlamsızdır. Sebep yokken, zaten kimse boşanmak istemez. Hem boşan­mak isteyenleri TC. de bo­şamıyordu. Ama İslâm'da, boşadım kelimesinin, şakadan bile söylenmesi yasaktır. Şayet anlaşamıyorlarsa da, Allah (c.c.) boşarken bile kadının hakkına tecüvüz edilmesini yasak­lamış­tır. Ayeti kerimede: “Ya iyilikle tutun veya güzellikle salın.” Ya­ni boşarken bile, haksızlık yapmayın.

Dört evliliğe ge­lince; Allah (c.c.) illa da dört tane kadın alın demiyor ki; fakat ihtiyaç hasıl olursa dörde kadar size izin, fakaaaaat... bazı şartlara dikkat etmek kaydıyla.

Meselâ, adalet, hepsine eşit muamele. Onun için Allah, buna güç yetiremezsiniz, en güzeli birle yetnmek, diye bu­yurmuştur.

Sıkılmadıysanız, geçen sene Ramazanda sohbete gitti­ğim bir yerde şahit olduğum bir şeyi anlatayım:

— Yoo, ne münasebet nöbetçiyim, saatlerin geçme­sine ihtiyacım var. Yarın da, evde temizlik günü var, şu iğ­nelerin saati geçsin de o zaman biraz kestireyim.

— Bana niçin baktığını, sanırım anladım, bilmiyo­rum, kafam öylesine karıştı ki.

— Neyse, sohbetimin bir kaç günü idi. Sorular ce­vap­lar derken, hanımın biri özel görüşmek istedi, birlikte odaya geçtik, kadın ağlamaktan kendini alamıyor­du, bekledim, ağladı, ağladı, daha sonra sakinleşip an­latmaya başladı. Sohbetlere geldikçe ruhunun aydın­landığını, ibadet ettikçe huzur duyduğunu, daha yeni kapandığını, örtünün altında güven hissettiğini anlat­tıktan sonra, kendisini sıkan duruma geçti:

— Çok buhrandayım, kocam beni psikiyatriye gö­türdü, ama nerdeeee... anlamadı ruh halimden. Zina suçu işle­dim, beyimden öç almak için yaptım bunu. Dost hayatı yaşadığı yetmiyormuş gibi, bir de ablamı sayıklamaya baş­lamıştı. Şimdi ne yapmam lazım, bu suçla Allah'ın huzu­runa nasıl çıkarım? Allah beni hu­zuruna alacak mı? deyip tekrar ağlamaya başladı.

Hemşire ve Nazmiye hanım ikisi birden:

— Eeeeee, sonra, dediler.

  Elimden geldiğince bir şeyler anlattım. Kalkıp bana sarıldı.

— Beni sana getirmeliymişler, psikiyatri ne anlarmış benim ruh halimden, dedi.

Ben de, hayır bacım, yanlışın var, dedim. Seni İslâm'la, gerçek yönüyle tanıştırmalıymışlar, zira, kalplere, gönüllere, huzur veren İslâm'dır dedim.

Şimdi size soruyorum, bu hanım ve bu hanımın şahsında bütün bataklığa sürüklenenler, acaba niçin sü­rükleniyorlar?

— Bence karaktersizlik, çok adice bir şey.

— Evet, bir bakıma karaktersizlik, fakat bunların ka­rakterlerinin alçalmasına sebep olan hiç bir etken yok mu? Bunlar suçludur şüphesiz, ya bunları özendi­renler, moda adı altında, kadını çıplatıp erkeklerin şehvetli bakışla­rına sergileyenler, açık saçıklığı çağ at­lama olarak görenler, bütün bunlara önlem almayıp, serbest bırakanlar da, ka­raktersiz ve suçlu değiller mi?

Suç işlemesi için teşvik, sonra ceza...? Eveeeeet, ge­le­lim tesettüre, yani örtünmeye. Nazmiye hanım:

— Ben anladım, herkes örtülü olsa, kimse kimseye sulanamaz, diyeceksiniz.

— Evet, tastamam öyle, İslâm'ı örtüye büründüğü-müzde, kimse zinaya teşvik olunmayacak, her erkek, kendi karısından daha güzeli yok sanacak ve bir sürü kötülüğün önü alınmış olacak. Şimdi, yolda daha güzel bir kadın gören, zayıf iradeli erkek, eve varıp ha­nımın da eksikler ara­maya başlıyor, haksız mıyım? Şimdi dört evliliğe gelelim:

Nazmiye hanım, duyduklarından şok olmuş bir va­zi­yette hemen atıldı:

— Vallahi, benim kocam beni aldatacağına, dürüst­çe bir karı getirsin daha iyi, yazık kadına acıdım.

Hemşire de meseleyi az buçuk kavramıştı. Mücahi­de devamla:                                                        

— Evet, alçakça aldatılıp, başkalarının karılarıyla, baş­kalarının namuslarıyla oynayacaklarına, dürüstçe, insanca bir kadın almaları daha iyi değil mi? Bakın o adamın da, köyde karısı ve çocukları varmış ki, bu sa­dece bildiğimiz, bilemediğimiz daha niceleri var. Allah'ın: “bir'de kalmanız daha hayırlıdır...” buyruğuna dikkati çekersek, bazı nedenler le, hakka tecüvüz etmekten, ikinci bir evlilik daha dürüstçe değil mi?

— Ne yani, ne gibi nedenler olabilir ki?

— Kadın, cinsi münasebette yetersiz olabilir, hasta­lığa yakalanır veya çocuğu olmaz ki, erkeğin en tabi hakkıdır çocuk sahibi olmak. Hemşire hanım, sağ duyu­lu yaklaştığı­mız da, İslâm sisteminin güzelliği gözler önüne seriliyor, bu bir gerçektir. Nefsî düşünmemek gerek.

— Evet anlıyorum, kimbilir belki bir gün... Mücahide'ye dönerek:

— Siz bana dua eder misiniz?

— Tabi, ne demek. Nazmiye hanım, Mücahide'ye:

— Ne yapmamız lazım, sizi her zaman nerde bula­lım ki?

Mücahide:

— Çok güzel bir soru. IKRA, yani oku, okuyun, oku­ya­lım. İslâm'ı sahih kaynaklardan araştırıp bilelim. O kadar ki dinimizi, kendi sahip olduğumuz dinimizi, kapmasınlar, kapamasınlar. Dinimizi tanıyıp, sıkı sıkı sarılalım, sarılalım ki, müslüman olmak isteyen, bir gayri müslim karşımıza çıkıp “Ben müslüman olmak is­tiyorum” dediğinde, O'na dinimizi anlatabilelim. Okuyup bilelimki öz dinimizi kapmasınlar, ka­pamasınlar. Okumazsak, bilmezsek öz be öz dinimizin, gerçek yönünü, sonra ka­parlar, alırlar elimizden öz dinimizi de haberimiz ol­maz. Bilelim, bilelim ki sonra, mahcup ol­mayalım, yü­zümüz kızarmasın, MAHKEME-İ KÜBRA'DA!


Arayışlar

Figen çekingen adımlarla yaklaştı. Elindeki adrese ba­kıp, burası olduğuna kanaat getirerek, karma ka­rışık düşüncelerle zile dokundu. Kapıyı orta yaşlı, nurani yüzlü, topuklara kadar uzun elbisesiyle bir ha­nım açtı. Fi­gen içinden “Aman Alah'ım ne kadar da nurlu yüzü var, huriler gibi” diye geçirirken, hanımın seslenmesiyle düşün­celerinden sıyrıldı.

— Buyurun, kimi aramıştınız?

— Şeyy, ben bilmiyorum. Yani aradığım arkadaşın is­mini bilmiyorum. Elimdeki adrese göre geldim.

— Yoksa, sen Sündüs'ün bahsettiği kız mısın? Üni­ver­sitede okuyorsunuz?

— Evet, dün telefon etmiştim, yoktunuz herhalde, ce­vap veren olmadı.

— Buyurun içeri.

Figen içeriye girdi. Melek hanım, onu misafir odası­na aldı, kendini tanıttı.

— Adım Melek, sizinle konuşan kızımdır. Adı Sündüs, fakat şu anda evde yok. Sohbet için gitti, birazdan gelir, rahatınıza bakın. O sırada:

— Gelin kızım, Melek kızım, kim geldi? diye Hatice nine seslendi.

— Gel anne tanıştırayım, o da bizim kızımız sayı­lır. Sündüs'ün arkadaşı.

— Hoşgeldin kızım, sefalar getirdin.

Hatice nine, Figen'in kıyafetini görünce bayağı üzül­müş, fakat belli etmemişti.

Figen duvardaki yazılara, kitaplığa, evin sadeliğine ve Melek hanımın yakınlığına hayran olmuştu. Melek hanım izin isteyip mutfağa geçmişti. Hatice nine ile Fi­gende soh­bet etmeye başlamışlardı.

Hatice nine seksen üç yaşında, bayağı çile çekmiş bir insandı.

— Adın ne senin evladım?

— Figen, nine.

— Mektebe gidiyorsun değil mi?

— Evet nine, iktisatta okuyorum.         

— Neler öğreniyorsun?

— Bir yığın ders.

— Ben dinimiz açısından dedim. Kızım, aslında okulla­rın durumu... ahh evladım ahh. Neler çektik bir bilsen. Seksen üç yaşındayım. Heyy gidi Recebim heyy, başını kaldır da uğrunda çarpıştığın Türkiye'ye bir bak.

Hatice nine gözlerini bir noktaya dikmiş öyle konu­şu­yordu. Gözleri nemlenmiş, yüz hatları değişmiş, çek­tiği acıların çizgileri yüzünde belirmişti, Figen sormadan ede­medi:

— Nine, Receb kim?

— Benim efendi, savaşa giderken bana: “Bak Hatçem, kızlarımın, torunlarımın, gelinlerimin namusu olan örtüye el uzanmasın diye, İslâm için çarpışmamız lâzım. Oğlum ve kızlarım sana emanet. Ben cepheye gi­diyorum, şehid olur­sam, senden Safiyye anamız misali metanet istiyorum” demişti. Ve gidiş o gidiş. Figen bayağı etkilenmişti, sordu:

— Nine, Safiyye anamız diye bahsettiğin kişi ne yap­mış ki?

— Yavrum, şimdi seni böyle karşımda görünce, çok üzülmüştüm, hakkını helâl et; biraz da kızmıştım. Fa­kat, biraz da suç senin değil, savaş sonrası günlerimizi hatırla­dıkça… Neyse, Safiyye anamız, Rasulullah (s.a.)’in halasıdır. Uhud harbinde, kardeşi Hz. Hamza'nın azalarını kesik gö­rünce, zerre kadar imanı sarsıl­mamış ve: “Bu Allah yolunda olmuştur ve Allah içindir” demişti.

Figen birden utandığını hissetti, kendisi üniversite­de okuyor, şu nine kadar tarihten haberi yoktu. Merakı iyice artmıştı.

— Nine, çok sordum, bir şey daha sorabilir miyim?

— Tabi evladım sor bakalım.

— Biraz önce, “savaş sonrası günlerimi hatırladıkça” de­yip arkasını getirmedin, biraz anlatır mısın?

— Savaştan sonra neler olmadı ki? Recebim bir daha dönmedi. Ben de, tabii o zaman gençtim. Vatanı kur­tar­dıklarını söylüyorlardı. Fakat hiç de kurtulmuşa benzemi­yordu. Bir sabah bir bağırtı ile uyandım...

Hatice nine dayanamayarak ağlamaya başladı. Kâh hıçkırıyor, kâh anlatıyordu. Figen araya girerek:

— Nine özür dilerim, seni üzmek istemezdim. İster­sen anlatmayabilirsin.

— Yoo, kızım anlatayım da neler çektiğimizi bir de sen dinle ve bil. Ne diyordum. Ha, bağırtı diyordum, bir de ku­lak verdim, vermez olaydım. Sanki dünya başıma çök­müştü. Ezan okunuyordu...?

— Anlayamadım, ezanı duyunca...?

— Yaa, evlâdım ezanı duyunca. İşgal edenler, eza­nı­mızı da işgal altına almışlardı. Ezan, “Tanrı uludur, Tanrı uludur” diye başlıyordu.

— Neee, sahi mi? Ezan Türkçe mi okunuyordu?

  Evladım, tabii ki sahi. Sonra başladılar mushaflan toplamaya. Allah adına ne varsa yok ediyorlar­dı. Benim annem, bize gizli gizli Kur'an okutuyor; Kur'an hepten unutulmasın diye çırpınıyordu. Bunu yaparken de,  annem kapıya  bir bekçi koyuyordu. Jandarmaların geldiğini görünce de, bekçi, kaval çalmaya başlıyordu. Kaval çalındığı zaman anlıyordu ki sinyal verili­yor, hemen cüzlerimizi saklıyordu. Canım anam, bir kere yakalandı da, nasıl dipçikleri yedi.

— Aman, nine ilk kez duyuyorum, yani bunlar Kur­tuluş savaşından sonra mı oldu?

— Yaa, kızım, ne Kurtuluş savaşı, biz kurtulduğu­muza inanmıyorduk ki. Bak, babam anlatırdı: Büyük şehirlerde, ezan okudu diye, adamı dövüp sonra da akıl hastahane­sine göndermişler, adam daha sonra hafıza kaybına uğra­mış.

Hatice nine sözünü kesip, Figen'in yüzüne baktı, Fi­gen'in gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Devam­la:

— Kusuruma bakma kızım, herneyse boşverelim. Sündüs de neredeyse gelir.

— Nine, adamcağız ezan okudu diye, o hale koydu­lar, öyle mi?

— Daha niceleri be kızım, Şeyh Said, Bediüzzaman, Atıf Hoca ve daha kimleeer, kimler...

— Nine, bak işte bu olmadı, Şeyh Said dediğin va­tan hainidir, bütünlüğümüzü bozmak için isyana kalkışan biri.

— Amaan, kızım sakın ha, bir İslâm alimi hakkın­da böyle düşünme. Size yanlış belletmişler. Vatan haini değil, o İslâm düşmanlarına göre. Aslında din elden gi­diyor diye tasa çekip, Allah'ın huzurunda ağır hesaba çekilmemek için üzerine düşeni yapan mübarek bir zat.

Tam o sırada Sündüs içeri girdi.

— Esselamu aleykum kardeş. Hoş geldiniz.

  Ben bugün boştum, umarım rahatsız etmemi-şimdir?

— Yo, ne münasebet, bilakis memnun oldum. Adım,

Sündüs.

— Benimki de, Figen.

— Eee ninem, canım benim, nasılsın?

— Hamdolsun, sohbet nasıl geçti?

— İyiydi, senin duaların varken…

— Yalnız sana değil, İslâm için çalışan herkese dua ediyorum ki: memleket batı işgalinden kurtulsun. Na­sılsa arkadaşın geldi, bana müsaade, belki sizin konuşa­caklarınız vardır, bilâhare yine gelirim, şimdi odama geçeyim.

— Nine, sen de oturabilirsin, çok güzel sohbet edi­yor­sun.

— Yoo sonra yine gelirim.

Hatice nine gittikten sonra, Sündüs Figen'e:

— Anlaşılan, ninem sizi bayağı üzdü, kusuruna bakma, eski günlerini hatırladıkça hem ağlar, hem ağ­latır.

— Doğrusunu isterseniz çok şaşırdım. Hiç duyma­dı­ğım şeyleri duydum. Türkçe ezanlar, yasaklanan Kur'anlar, dipçiklenen kadınlar… Cumhuriyette de­mokraside herkes özgürdür, aklım hâlâ almıyor.

— Figen kardeşim, Türkiye'de demokrasi mi var? Ve­lev ki olsa dahi hem sence demokrasi nedir?

— Ben diyorum ki, herkesin eşit haklara sahip ol­duğu, özgür olunan bir toplumun yönetim şekline de­nir.

— Bak bacım, bu demokrasi eski Yunanca’da “De­mos” halk ve “krates” kuvvet, otorite, hükümet manası­na iki kelimeden oluşan bir kavram olup ve halk hü­kümeti manasına gelir. Yani ekseriyetin hak dediği hak, batıl dediği ise batıldır. Dahası, halkı halk adına aldatmaya yarayan müşriki bir sanattır. Demok­rasi, yeryüzünde ilâhi sisteme baş kaldıran, sahte ilâhların hayat sığınağıdır. De­mokrasi, kanun yapma yetkisini bir grup parlamentere ve­rir. Allah (c.c.) ka­nunlarına rağmen ve onların yerine geç­mek üzere ka­nun yapmaya kalkışmak, doğrudan doğ­ruya ilâhlığa te­şebbüstür. Unutmamamız gereken bir şey var, insanla­rın hayatı için, nizam vaz etme işi Allah'a mah­sustur, demokrasi ise, Allah'ın hakkı olan nizam vaz etme işi­ni, parlamenterlere veren bir sahte ilâhlar rejimidir. Okudu­ğum kitapta aynen böyle geçiyor.

— Şimdi, sen demokrasiye karşı mısın?

— Ben müslümanım, elhamdülillah. Allah'ın red det dediğini reddedip, kabul et dediğini kabul etmek be­nim şiârımdır, bu bütün müslümanım diyenler için de söz ko­nusudur. Dolayısıyla, benim nizamımı, Allah vaz eder. De­mokraside eşitlik var diyorsun, İslâm'da eşitlik yok adalet var. Adalet'in olmadığı yerde de, insanlar sö­mürülmeye, ezilmeye mahkûmdur. Mesela, şimdi çı­karmışlar kadın erkek eşittir.

— Ne yani, ikisi de insan olduğuna göre.

— Sana bir örnek. Şimdi maden ocaklarını düşün. Eşittirler diye kadınlar da, erkekler gibi o maden ocak-larında çalışsınlar. Sonra kadın doğum yapsın, çocuk bak­sın, ev işi yapsın. Zaten insan olarak Allah katında eşittirler, herkes hak ettiğini alacak. Fakat dünya işle­rinde erkek kadın üzerine hakimdir ve en doğrusu da budur. Aksi olursa, aile içerisinde denge nasıl sağlana­cak?

O sırada Melek hanım, yemek tepsisi ile içeri girdi. Sündüs Figen'e:

— Sünnettir, ellerimizi yıkayalım, dedi.

Yemekten sonra yine sohbete koyulmuşlar, konu­dan konuya geçiyorlardı. Figen ise, Sündüs'ün İslâmî kültürü karşısında ezildikçe eziliyordu. Daha sonra, tekrar gelece­ğini söyleyerek, müsade istedi.

Figen o günden sonra bayağı durgunlaşmıştı. Nefsi bazen: “Boş ver, bu dünyaya bir daha mı geleceksin, al­dırma be” diyordu.

Bazen de: “Ama, Allah zerre kadar iyiliğin de, zerre ka­dar kötülüğün de hesabını görecekmiş, boşvermekle olmaz bu iş, sonra halin nice olur” diyordu. Velhasıl nefsiyle boğu­şup duruyordu.


…Ve Yine Arayışlar

Suzan telefonla uğraşırken, annesi seslendi:

— Suzan, kızım kimi arıyorsun?

— Geçenlerde parkta biriyle tanıştım, telefon numarası­nı vermişti, onu arıyorum.

  Oo, hele şükür, nasıl bari yakışıklı mı? Ve de zengin mi?

— Güzelliğine güzel, fakat zenginliğini bilmiyorum.

  Bak kızım, paranın açamayacağı kapı yoktur, onun için zenginliğine dikkat et.

— Yaa, demek para her kapıyı açıyor, cennetin ka­pısını da açıyor mu? Yanılıyorsun anne, para demek, her şey demek değildir. Hem onun zenginliğinden bana ne, sadece kızın yakınlığı hoşuma gitti.

— Nee, kız mı? Ben de sanmıştım ki.

— Yanılmışsın anne...

— Kızım, bak gençsin. Üzülüyorum senin için. Şim­di gençliğini yaşamalısın.

— Anne, yine başlamayalım. Gençliğini yaşayanları da görüyoruz, tabii senin tabirinle, ya uyuşturucu müptelasılar, ya da hergün bir başkasıyla sevgili rolü oynuyorlar.

— Kızım, arkadaşların modern insanlar, böyle ko­nuş­man hiç yakışmıyor.

— Hıı, modernmiş. Anlamıyorum, modern ne de­mek, size göre manası nedir? Evet modern misin içki içmelisin, erkek arkadaşların olmalı, bu bar senin, o ka­feterya benim dolaşmalısın. Sınır yok, nefsine, gözüne hoş görünen bi­riyle, yok yok, birileriyle arkadaş olmalı­sın. Bu ise modern­lik, ben böyle modern olmak istemi­yorum. Geçen gün gördüğüm kediler de moderndi, tabi sizin deyiminizle, ben, kedilerden farklı olmak istiyo­rum, çünkü insanım...?

— Tamam, kapatalım.

— Ben, arkadaşlarımı eve davet etmek istiyorum. Par­don o arkadaşı.

— Tabi,nasıl istersen.  .

— Alo, merhaba. Ben, Suzan. Mücahide hanımla gö­rüşecektim.

— Bir dakika, az sonra.

— Buyurun, ben Mücahide.

— Ben, Suzan, nasılsınız? Bugün öğlen sonu bize ge­lebilir misiniz? Sohbet ederdik.

— Tabii, yanlız, bir arkadaşımı da getirebilir mi­yim?

— Tabi, neden olmasın.

— Evinizi nasıl bulacağız?

— Ben, sizi duraktan alırım.

— Hadi, görüşürüz.

Mücahide telefonu kapattıktan sonra, hemen Sün-düs'ü aradı.

— Ah, Selâmun aleyküm, Sündüs hanımla görüşe­bilir miyim?

— Ve aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berakatühü. Ben Sündüs, buyurun efem.

— Hadi yine kazandın.

— Anlamadım?

— Selâmımı, en güzel şekilde aldın ya.

— Tabii ya, Allah buyurmuyor mu? Ya en güzel şe­kilde alın ya da aynıyla karşılık verin, diye.

— Sündüs, bugün öğlen sonu bir yere davetliyiz, gelir misin?

— Nereye?

— Parkta tanıştığım biri, sosyete denilen sınıftan, üni­versiteden.

— Tamam oldu, kaçta?

— Namazı kılıp çıkarız.

— Anlaştık, esselâmü aleyküm. Bu defa ikisi de birden:

— Ve rahmetullahi ve berakâtuhu, deyip gülüştü­ler.

Öğlen sonu, Mücahide, Sündüs ve Suzan oturmuş, hem çay içip hem de sohbet ediyorlardı. Suzan'ın anne­si, misafirlerden pek hoşlanmamış, Suzan'ın hatırı için çaktır­mamaya gayret ediyordu. Bakışlarından örtüye buğz ettiği her halinden belliydi. Suzan, onlar gelme­den önce: “Anne, misafirlerle ilgilenmeni istiyorum!” demeseydi, şimdiye çoktan kaçmıştı evden.

Konu konuyu açmış, Mücahide, bir arkadaşının ai­lesi­nin lâik olduğunu, arkadaşı İslâm'ı tercih ettiğin­den dolayı, evlatlıktan reddettiklerini ve seçimine karşı çıktıklarını anla­tıyordu.

Suzan, Mücahide'nin okul anılarından bayağı etki­len­mişti.

— Suzan, anlamıyorum, demokrasi vardır, ben de demokrasiden yanayım. Fikir özgürlüğü, inanç özgürlü­ğü vardır. Nasıl böyle şeyler oluyor? Hayret doğrusu.

Mücahide çantasından, “Daru’l Harp Fıkhı” adlı ki­tabı çıkarıp, kırkıncı sahifeyi açıp, okumaya başladı.

— Bir insan, bu çağda bizi İslâm idare edemez, bizi idare edecek tek bir sistem varsa o da demokrasidir, çünkü demokrasi İslâm'dan üstündür derse, kı­lın hamur­dan çıktığı gibi İslâm'dan çıkmış mürtetlerden olmuş olur. Bu kişinin İslâm'a geri dönmesi için “Bu çağda, ve her çağda bizi ancak İslâm idare eder, ben demokrasiyi herşeyi ile reddediyor ve sadece İs­lâm'a teslim oluyorum.” tasdik ve ikrarında bulunması şarttır. Şunu hiç bir zaman unut­mayalım ki, sahte ilahlar sistemi olan demokrasiyi reddet­meden, İslâm'a teslim olmak mümkün değildir.

Suzan:

— Ama, demokraside fikir özgürlüğü ve eşitlik var. Şimdi İslâm'la demokrasi bağdaşmaz diyorsun. İslâm'­da fikir özgürlüğü yok mu?

— Bir kere, Türkiyede demokrasi var diye iddiada bulunanlar, demokrasinin, din ve inanç öz­gürlüğü olduğunu söylüyorlar. Sorarım sana, özgürlük var da, niçin isteyen bir memur eğer bayan ise başını kapatıp eğer bir bey ise sakalını uzatamıyor. Ma­dem din ve vicdan hürriyyeti var da, ni­çin belirli bir kalıba girmek zorundadır görevliler?

Oysa batıda, hangi inanca bağlı ise bir görevli, inancına göre giyinip rozetini takabiliyor. Geçen­lerde bir ebe hanımla karşılaştım, ağlayarak dedi ki “Halimden memnu­num zannetmeyin, beyim öldü, ço­cuklarımın bakımı bana kaldı. Başımı ancak, hastahanenin kapısına kadar kapata­biliyorum. Çok istiyorum, inancım var, fakat şartlar müsait değil.” Şimdi bu özgürlük mü? Madem özgürüz, niçin müdahele var? Şunu da söylememe izin ver, sonra sordu­ğun soruya geçelim.

— Tabi, buyur, seni dinliyorum.

— Özgürlük denilince, fikir özgürlüğü denilince, de­mokrasiyi savunanlar neyi kast ediyor, anlamıyorum. Biri­leri çıkıyor, meselâ Keriz Kesin gibi, demokrasi var diye, inananların değer yargılarına küfrediyor. Bunu da demok­rasi ve fikir özgürlüğü adına yapıyor. Demok­rasi var ya kimse ona sesini çıkarmıyor, onu cezalandırmıyor, o serbest. Ama inanan birisi çıkıp, onların değer yargıla­rına bir şey dediği zaman, soluğunu Medrese-i Yusufiyyede alıyor.

— Medrese-i......?

— Pardon, zindanda demek istedim. Yusuf (a.s.) da yattığı için, öyle söylemiştim. Evet, madem fikir özgür­lüğü var da, neden tek yanlı işliyor. Kaldı ki, asıl öz­gürlük, İslâm’dadır. Sorunuza gelince, İslâm'da fikir ve inanç öz­gürlüğü vardır. Ayeti kerimede: “Dinde zorla­ma yoktur.” diye buyrulmaktadır. Şunu da belirteyim, bunu da yanlış tevil ediyor ve diyorlar ki: “Dinde nasılsa zorlama yoktur, ben açık gezer, zina ederim, namaz kıl­mam” vs. Hayır öyle değil. Dinde zorlama yoktur ve İslâm'da fikir özgürlüğü vardır, şöyle ki, bir insana zor­la İslâm'a gir diyemezsin. An­latır tebliğ edersin, fakat o kişi fikrinde serbesttir, isterse kabul eder ki, bu du­rumda İslâm'ın bütün emir ve yasakla­rına uymak zo­rundadır. Kabul ettiği için bütün cezai müey­yidelerine muhataptır. Çünkü kabul etmiştir ve isterse ka­bul etmez ki, bu durumda da o kişi fikrinde serbesttir.

— Evet, anladım. Sanırım, akıllı bir insanın İslâm'­dan başka seçeneği yok. Ama, bana biraz zaman verin. Yalnız hoş görün, her şey yasak, bu nasıl oluyor?

Sündüs dayanamayarak:

— Müsade ederseniz, izah edeyim.

— Tabii, sizi dinliyorum.

— Bir kere İslâm'a düşman olanlar, İslâm'la hiç il­gisi olmayan şeyleri varmış gibi göstererek, propagan­da yapı­yorlar. İlim'den yoksun nasipsizler de hemen kanıveriyor­lar. Evet, şimdi soruyorum, portakal suyu, vişne suyu, elma suyu, erik suyu, say sayabildiğin ka­dar bunların hepsi serbest yanlız içki yasak. Etler, tavuk eti, hindi eti, sığır eti, koyun, kuzu, inek, öküz, geyik, tavşan, deve, kaz ördek vs. serbest, yalnız do­muz eti yasak.

Mücahide:

— Bacım, düşün, oku, ve kendin karar ver.

— Peki, şimdilik bir iki kitap ismi verin, okumam lazım, en güzeli de bu.

— Tabii, memnuniyetle.

Mücahide hemen bir kaç tane kitap ismi yazıp ver­di. İzin isteyip kalktılar.

Ertesi gün, Suzan kot pantolonun üzerine askılı bu-luzunu geçirip, alış verişe çıkıyorum deyip çıktı. Başla­dı kitapçı aramaya, nitekim bir kitapçının önünde dur­du. İçe­ride ak sakallı, başında sarık olan, nur yüzlü bir ihtiyar vardı. Suzan içeriye girdi:

— Merhaba, ben şu listedeki kitapları istiyorum. Acaba var mı?

Kitapçı kağıdı aldı, kitap isimlerini sırayla okuma­ya başladı.

1—  İslâm ve Beşeri Kanunlar. A. Kadir Udeh.

2—  Cahiliyyenin Ruh Haritası. M. Çelik.

3—  Gelin Müslüman Olalım. Mevdudi.

4— Gençlerle Tevhid Dersleri. Mehmed Göktaş. Ki­tapçı karşısındaki kıza baktı. Kitap isimlerine baktı. Suzan:

— Muhterem amca, şaşırdınız herhalde. Ben nüfus cüzdanında “Dini İslâm” yazan, devlet işlerinde demok­ra­siyi, laikliği destekleyen veya öyle zanneden, şahsi ibadet­lerde İslâm'ın söz sahibi olabileceğini düşünen bir vatanda­ş idim. Şimdi, İslâm'ın bize öğretildiği gibi ol­madığını öğren­miş bulunuyorum. İslâm'ı öğrenmek için araştırmaya karar verdim.

— Hoşgör evladım, haklısın yetmişe yakın yıldır, bize kafalarına uygun bir din empoze ettiler. Bunda da ba­şarılı ol­dular. Şimdi, insanımız hiç İslâm'la alakası ol­mayan şeyi İslâm'danmış zannediyor veya öyle biliyor. Diyorum ya, yakın geçmişte olanlar, sonradan gelen nesli etkiledi. Fa­kat…

Suzan dayanamayarak, kitapçının sözünü kesti.

— Af edersin bey amca, yakın geçmiş dediniz, yakın geçmişte olanlar ne idi ki, bizi etkiledi. Yetmişe yakın yıldır dediniz, bahsettiğiniz yıllar cumhuriyetten önce­ki yıllar mı?

— Hayır evladım, bizzat cumhuriyyetten sonraki yıllar. Kurucuları, sırf başımdaki şu sarık yüzünden, yüzlerce cep­hede savaşmış gazileri, alimleri, istiklal mahkemelerinde yargılanıp darağaçlarında sallandırdılar.

— Anlayamadım, sarık yüzünden mi? Nasıl olur, bu kadar basit şey için de adam asılır mı?

— Oldu kızım, bize hep madalyanın bir yüzünü gös­te­rip bellettiler de, öteki yüzünü hep saklamaya çalıştı­lar. Baba oğul, ana kız, gelin damat demeden cephede çarpış­tılar, sonra sırf Kur'an okuyor diye yerlerde sü­ründürüp, darağacına çıkardılar. Her şeyi Türklük için yapıp ezanı, Kur'an'ı Türkçeleştirdiler.

Suzan'ın kafası çok karışmıştı, ne diyordu bu adam. İhtiyar devamla:

— Kızım, bak ben o zaman askerdim. Erzurum da Caferiyye camisini, afedersin ama tuvalete çevirip de bize kul­landırdıklarına bizzat şahit oldum. Mübarek cami, tuvalete çevrilmişti, üç gün de, bize kullandırdılar.

— Hayret doğrusu, yabancılar bile ibadet yerlerine çok saygılı davranıyorlar. Bütün bu olanlar, vatan kur­tul­duktan sonra mı oldu? Aman Allah'ım, bey amca inanamı­yorum, fakat sizin de yalan konuşacağınıza ih­timal vermi­yorum.

— Açık sözlü olduğunuz için teşekkürler. Evladım, Al­lah (c.c.) seni razı olacağı kullarının arasına ilhak et­sin.

Kitapçı uzandı raftan “Cumhuriyet dönemi din ve dev­let ilişileri” adlı kitabın üçüncü cildinin, otuz üçün­cü sahife­sini açtı.

— Müsade ederseniz, şuradan bir paragraf okuya­yım?

— Tabi, memnun olurum. Kitapçı okumaya başladı.

— Hakkında idam kararı olan İbrahim Hakkı Haz­retleri vefat ettiğinde çocukları ilk iş olarak, Erzin­can'daki şark istiklal mahkemelerine duyurmak iste­mişlerdir.

İbrahim Hakkı'nın ölüm haberini alan istiklal mah­ke­mesi, onun gerçekten ölüp ölmediğine dair araştırma ya­pacak bir heyeti, İbrahim Hakkı'nın çocuklarıyla bir­likte hemen, Kemah ilçesinin Müşekrek köyüne gönde­rir. He­men köy mezarlığına giderler ve mezarın açıla­rak, cesedin kendilerine gösterilmesini isterler.

Askerler, köylülere ve mevlevi İbrahim Hakkı Haz­retle­ri'nin evlatlarına zorla mezarı açtırırlar ve bir kaç gün önce vefat eden bu zatın kefenini açıp onun yüzü­ne bakarlar. Nahiye müdürü, cesedi tanır ve: “Evet bu cesed Mevlevi İbrahim Hakkı'nın cesedidir” der.

Jandarmalar istiklal mahkemesi heyetinden aldığı emir gereği, cesedi mezardan çıkartarak beyaz kefeniyle birlikte, hemen oracıkta yaptıkları darağacında “Şaiben idam” fer­manı yerine getirilmesi için, hemen İbrahim Hakkı Hazret­lerini idam ederler.

— Nee, yani ölmüş adamın cesedini mi idam ediyor­lar? Bu vahşice bir şey.

— Evet kızım, bu zulüm rekoru, cumhuriyet döne­mi Türkiye'sinin rekorudur.

— İnanın şok oldum. Siz bu kitaptan da bana sarar mısınız?

— Tabii kızım, tarih hepimizin ortak malıdır. Ger­çekleri okuyup bilmek hakkımız.

Suzan çıktı, kitapçının anlattıklarını gözünün önünde canlandırdı, ne korkunç bir şey, demekten ken­disini ala­madı.

Ertesi gün kalktı, hazırlanıp okulunun yolunu tut­tu. Va­kit biraz erkendi. Okulun önünde banka oturup, duydukla­rını, okuduklarını düşünmeye başladı. Ben ni­çin yaratıl­dım? Bizi Allah yarattı kabul, peki boşuna mı yarattı. Ya­rattı, sonra başı boş bıraktı, olur mu? Ol­maz.

      Merhaba Suzan.

— Merhaba Figen.

— Ne o, dalmışsın, geldiğimi fark etmedin?

— Düşünüyordum?

— Duydun mu?

— Neyi?

— Yeliz'i.

— Ne oldu, Yeliz'e?

— Rahatsızdı, doktora gittik. Doktor aids'den şüphelendi. Fa­kat Yeliz'in henüz haberi yok.

— Yapma, sahi mi? Aman Allah'ım.

— Bakalım tahlillerin sonucu ne olacak? Doktor yal­nızca şüphelendi.

— Medeniyete bak. Temeli kanla atılmış bir mede­niye­tin meyveleri. Batılılaşma uğruna batan gençleri­miz… yazık bu gençlere, batıp da kurtulamayanlara.

— Aaa, ne güzel konuştun, şairliğe mi başladın?

— Yoo, sadece düşünmeye başladım.

— Neyi düşünüyorsun? Yakışıklı mı bari?

— Bir de sen başlama, niçin yaratıldığımı düşünü­yor­dum.

— Aslına bakarsan Suzan, ruhumda sanki depremler oluyor, kendimi öyle huzursuz hissediyorum ki sor­ma.

— Dün, bir kitapçıya uğradım. Öyle şeyler anlattı ki, hayret edersin. Bize hep müslümanların gerici, çağ dışı, kan dökücü, acımasız oldukları anlatıldı. Ama ki­tapçının anlattıkları beni hayrete düşürdü. Yok efen­dim, hırsızın eli kesiliyormuş da, yok muş muş da. Sa­rık için adam sallan­dırmalara ne demeli?

— Nedir seni bu kadar etkileyen, anlatsana?

— Cumhuriyetten sonra halkımıza yapılan zülüm ve işkenceler... Milleti dinsizleştirme çabaları…

— Haa, geçen gün Hatice ninenin ağlayarak anlat­tık­larından desene.

— Kim bu Hatice nine?

— Arabada tanıştığım bir kızın ninesi. Ben de ba­yağı etkilenmiştim. Ezan okudu diye adamı akıl hastahanesine atmışlar.

— O da bir şey mi? Adam ölüyor da, ölüsünü mezar­dan çıkarıp idam ediyorlar. Beni bir gün bu Hatice ni­neye götürür müsün?

— Tabi, randevu alayım gideriz, doğrusu çok can­dan insanlar.

— Şimdiden teşekkürler.

— Çok tatlı bir nine, sanırım, Hz. Peygamber zamanını da iyi biliyor. Konuşurken örnekler veriyordu. Yazık, çok çektik diyordu.


Arkadaşlar Birlikte

Sündüs oturmuş ders çalışıyordu. Annesi odasının ka­pısını tıklatıp içeriye girdi.

— Selâmun aleykûm.

— Aleykûm selâm ve rahmetullah.

— Meşgul etmek istemezdim yavrum, komşumuz Hacer var ya biliyorsun, burada kimsecikleri yok. Do­ğumu yakın, sancılanmış, senin de yanın da gitmeni is­tiyor.

— Siz ne diyorsunuz anne, gidebilir miyim? Siz izin verdikten sonra mesele yok.

— Tabii gidebilirsin evladım, kadın dönüş yaptı, ina­nanlar kardeş değil midir? Yardım etmek lazım.

— İyi, tamam hazırlanayım çıkıyorum. Gece gelme­ye­biliriz, zaten akşam oldu.

— Tamam canım, Allah (c.c.) yardımcınız olsun. Sün­düs alelacele hazırlanıp, çantasına not defterini ve kalemini koyup çıktı. Hastahaneye varıncaya kadar mesai bitmiş, hastahanede sadece nöbetçiler kalmıştı.

Hacer okuma yazma bilmeyen, öksüz büyümüş, gün görmemiş biriydi. Sündüslere komşu olduktan sonra, İs­lâm’ın gerçek yüzünü öğrenmiş, dönüş yapıp tesettü­rüne de bürünmüştü. Maddi durumları pek parlak ol­mayıp, zar zor geçiniyorlardı. Allah tedavi sonucu bir bebek vermiş, tedavi olabilmek için de çoğu zaman pa­zar yapmamış, sı­kıntılar içinde doktor parasını birikti­rerek tedavi olmuştu. Hikmet-i İlahi, dönüş yapıp te­settürüne büründüğü ay ha­mile kalmıştı. Allah'ın bir armağanı olarak görüyordu bu ço­cuğu.

Hastahanenin merdivenlerini çıkıp doğumhaneye gir­diler.

Nöbetçi hemşire, çocuğun kalp seslerini dinledikten sonra şöyle dedi:

— Tam olarak çocuğun kalp atışlarını alamıyorum. Şimdi telefon edip, nöbetçi doktora hasta gönderdiğimi söyleyeceğim. Nöbetçi doktor Tuncer beye gidin, sizi ultrasona koysun, sonra gelirsiniz.

Hacer ve beyi birbirlerinin yüzüne baktılar. Sündüs:

  Hemşire hanım, bu çocuk tedavi sonucu oldu. Özel doktoru; sezaryenle olabilir, sancılandığında en yakın hastahaneye götürün demişti. Vakit kaybetmesek olmaz mı? Madem Tuncer bey nöbetçi doktor, çağı­rın buraya gelsin, hem nöbetçi doktorun burada olması gerekmez mi? Özel yerine gitmemize ne gerek var?

  İsterseniz gitmeyin, şimdi yapacağım bir şey yok. O zaman gidin evde bekleyin.

— Evde neyi bekleyeceğiz. Çocuğun ölmesini mi?

— Bakın, ben sizin iyiliğiniz için söylüyorum. Hacer'in kocası:

— Tamam, madem ki doktor görmesi şart, kendi doktoruna götüreyim.

— Beyefendi, ne gereği var, hastahanemizin doktor­ları daha iyi.

Sündüs araya girerek:

— Öyle de, kendi doktoru hiç olmazsa, bütün prob­lemlerini biliyor.

Hastahaneden çıktılar, doğruca kendi doktoruna gö­türdüler Hacer'i. Muayeneden sonra doktor Vedat Bey:

— Şu an korkulacak bir şey yok. Eve gidin, yalnız daha önce vurguladığım gibi, kanama başladığı an der­hal hastahaneye götürün, tehlikeli olabilir, dedi.

Eve döndüler, henüz sabah namazına kalkmışlardı ki, telefon çaldı. Telefondaki Hacer'di, mümkünse Sündüs'ün hemen gelmesini istiyordu. Sündüs namazını eda edip hemen çıktı. Hastahaneye vardılar. Hacer'i hemen doğum odasına aldılar. Fakat  hastahane doktorlarından biri özel ye­rinde ziyaret edil­mediği için ilgilenen yoktu. Ebe hanım­lar, doktor beyin has­tası olan ve doğum için gelmiş Sevgül hanımın başında per­vane dönüyorlardı. Hacer ise san­cılar içinde kıvranıp duru­yordu, hiç ilgilenen yok­tu. Doğum odasına refakatçi almak yasakmış, onun için Sündüs'ü içeri almıyorlardı, Sündüs ise koridorda aşağı yukarı geziniyor, heyecandan ağzı kuruyordu. Lacivert giysili hemşirelerden birisi, Sün­düs'e hitaben:

— Hanım, çık çık, dışarı, taa dış kapının oraya, çık çık çık. Burada durmak yasak. Anormal bir şey olursa sizi bu­lurlar.

Sündüs'ün izah etmesine fırsat vermeden, dışarı kovar­casına çıkarttı. Yarım saat sonra, kapıcıdan izin alıp, Sün­düs tekrar yukarıya çıktı. Doğumhaneye çıktı­ğında, Hacer durmadan kan kaybediyordu. Fakat kimsenin ilgilenme­diğini gördü. Arada bir, ebe:

— Dışarı çıkın, burada durmak yasak. Akşam, size doktoru görün denilmiş, götürseydiniz şimdi böyle ol­mazdı.

— Ebe hanım, görüyorsunuz hastanın durumu hiç de iyi değil. Ne kadar para istiyorlarsa söylesinler de, il­gilen­sinler. Özel doktoruna götürmek suç mu? Memle­ketteki hastaların hepsi, hastahanenizin doktoruna ge­lecek ki öyle ilgilenilsin öyle mi?

Sündüs'ün gözü birden, Sevgül’ün refakatçisine ta­kıldı. Sevgül'ün refakatçisi başında duruyordu. Son mo­del gi­yinmiş, yüzünde de bir ton boya vardı ilerlemiş yaşına rağmen. Hacer'in durumu iyi değildi, Sündüs hemen çıkıp Hacer'in kocasını uyardı, derhal doktorla konuşmasını vur­guladı. Hacer'in kocası, Tuncer beyin yanına giti.

— Doktor bey, hanımın özel doktoru sezaryen de­mişti, bir baksanız, durumu iyi değilmiş.

Doktor:

— Bekle, beklemiyorsan al hastanı git.

Çaresiz beklemeye başladılar, doktor Tuncer bey, özel yerinde ziyaret edilmemiş diye, resmen hastayla il­gilenmi­yordu. Sündüs koridorda geziniyordu. Söylen­meye başladı.

— Sancılan Hacer, sabır Hacer. Bizim yardımcımız da Allah'tır. Mutlaka eninde sonunda hak gelince batıl zail olacaktır. Bu dengesizlikler de ortadan kendi­liğinden kal­kacaktır. Yeter ki, insanımız uyumaya ni­yetli olmasın, uyan­sın. Gerçekleri görsün, Kur'an'ın manasına insin, İslâm'ı yaşamaya başlasın. Verdikleri mamaları artık reddedip, artık uyumaya niyetim yok, mamalarınıza da ihtiyacım yok, diyebilsin. Çünkü zafer inananlarındır ve zafer yakındır.

Sündüs koridoru adımlarken, gözü duvara asılmış bir ya­zıya takıldı. Okumaya başladı.

“Kendi sağlığınız, ailenizin sağlığı ve çevre sağlığı için artık onu (sigara) uğurlayın.” T.C. Sağlık Bakanlığı Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü. Ruh Sağlığı Daire Başkanlığı.

Sündüs söylendi:

— Şuraya bak, hem tekelle ilgili kanun yapıp yasal-laştırıyorlar, hem de içmeyin ölürsünüz diye yazı yazıp tav­siyede bulunuyorlar. İslâm devleti ne büyük bir ni­met, ama insanlar anlayabilse. Çünkü İslâm devletin­de, bütün kötü­lüklerin içki, eroin vb. gibi yapımı da, sa­tımı da yasaktır. İçilmesi için bütün sebepleri ortadan kaldırır, kötülüğünü anlatır. Beşeri rejimler ise, hem reklamını yapıyor insanları özendiriyor, hem de, içme­yin zehirlidir, sağlığınızı tehdit eder diyor, madem teh­likeli de, niçin özendiriyorsun.

Bu arada ebenin koşarak doktorun odasına gittiğini gördü, hemen koşarak Hacer'in yanına gitti. Doktorun de­diği çıkmış, çocuk ellerinden ters olarak gelmişti. Ço­cuğun bir tek eli dışa çıkmış. Hacer ise bayılmak üze­reydi.

Bu sırada doktor, Hacer'in kocasını çağırttırmış, pa­zar­lık ediyordu:

— Sezeryana gireceğim, bir milyonun var mı?

— Doktor bey, şu an elimde yok, sonra versem olur mu?

— Olmaz, o zaman girmem.

— Ama, doktor bey.

— Aması maması yok bu işin. Aldığım maaş yetmi­yor, onun için alıyorum.

— Doktor bey, ben kirada oturuyorum. Aylık geli­rim bir buçuk milyon.

— Sen bilirsin, istersen hastanı götür.

— Nereye?

— Bana ne be kardeşim, karar ver artık.

— Şu an elimde beş yüz bin var, bunu versem.

— Olmaz, bir milyon.

— Üstünü de sonra veririm, ne olur karıma bir şey ol­masın. Tedavi olana dek çok zorluk çektik.

— Ne yapayım yani, ben karışmam, fikrimi söyle­dim.

Bu arada ebe hanım koşarak doktorun odasına gir­di, doktora hitaben:

— Doktor bey, durum acil gelir misiniz?

Doktor koşarak doğumhaneye gitti, Hacer'i derhal sezeryana aldılar.

Ama nasıl? Bebeğin bir eli dışarıda, Hacer sancıdan iki büklüm oluyor, Hacer'i bu durumda ameliyat masa­sına yürüterek, hiç yardım etmeden götürdüler. Daha doğrusu, Hacer'in ameliyat masasına kadar yürümesini söylediler. Hacer Allah'a dayanarak yürüdü, ameliyat­haneye girdi. Korkmuyor değildi, bu defa masaya çıkıp, üstünü çıkarma­sını söylediler. Hacer ameliyat masası­na çıkıp kendi ken­dini hazırladı, dudakları:

— “Allah'ım, bana sen yardım et, ne olur yardımını bu aciz kuluna lütfet, Sen büyüksün, Sen'in herşeye gü­cün yeter” diye dua ediyordu. Doktor mecbur kaldığı için parayı almadan sezeryana girdi, Doktor Tuncer Bey.......!!!

Bütün bu olumsuzluklara rağmen Allah, Hacer'e bir erkek evlat vermişti. Sündüs eve telefon edip, o gece dö­nemeyeceğini bildirdi. Sevgül hanımla Hacer'i aynı odaya yatırmışlardı. Sevgül normal bir biçimde pansu­manını olu­yordu, Hacer ise çıkacağı güne kadar pansu­man yüzü görmedi. Sündüs dayanamayarak hemşire­nin birine:

— Niçin bu kadar haksızlık yapıyorsunuz? Bu ka­dar da insafsızlık olmaz ki. Adamın parası yok, canını verecek değil ya. Tabi balık baştan kokarmış, başta olanlar orayı yiyip bitiriyor, doktorlar da hastaları.

— Siz de, özel yerine gitseydiniz?

— Ne yani, bütün hastalar, bu doktora gitmek zo­runda mı? Öteki doktorlar niye var o zaman?             

Ertesi gün Sündüs eve geldiğinde, hem çok yorul­muş, hem de moral bakımından oldukça çökmüştü. An­nesi sordu:

— Nasıl geçti, sağlık durumları nasıl?

— İyi, hamdolsun. Ama ilgilenmediler özel yerine gi­dilmemiş diye, anlıyor musun anne? Herkes özel dok­tor­larda, özel hastahanelerde tedavi, ameliyat olmak ister, ama para hani? Anneciğim, duyuyor musun? Ha­cer ameli­yat masasının yanına yürüyerek ve de bebe­ğin eli dışarıda iken gitmiş, ameliyat masasına kendi çıkmış, hemşireler ise çarşafından dolayı kadıncağıza laf sayıyorlarmış. Ne za­man... Ne zaman müslümanlar yek vücut olup, tefrikayı, grup taassubunu bırakıp, bir birlerine sarılacaklar, ne za­man?

— Üzülme evladım, Allah (c.c.) büyüktür.

Bu arada telefon çaldı. Telefondaki Hacer'in beyi idi. Hacer'in yanıda kalacak kimseyi bulamadığını, mümkünü varsa, Sündüs'ün bir gün daha idare etmesini istiyor­du. Sündüs mecburen gitti, zira hastahanedeki karde­şiydi. Doktor Tuncer bey, Hacer'in kocasını çağırttırdı.

— Beni çağırmışsın, doktor bey.

— Evet borcunu ödemen için çağırdım. Öğleden sonra özel yerime gel.

— Doktor bey, elimdeki parayla serumlarını aldım. İnanın hiç kalmadı, bana biraz zaman tanıyın. Borç bu­lu­rum.

— Tamam anladık, bari o beş yüz bini ver, yeter ne yapalım, hatır olsun.

— Ben o parayı ilaçlara harcadım.

— Tamam be adam, beş yüz bini ver yeter dedik.

— Doktor bey, siz yokluk nedir bilir misiniz? Ekme­ğe dahi muhtaç olduğunuz olmuş mudur? Siz hiç para­sızlıktan çaresiz kaldınız mı? Ben de aslında hastamın sahibiyim, onu daha özel yerlerde, tedavi ettirmek isterim fakat......?

— Duygu sömürüsü yapmayın.

— Kime? Siz halden anlıyor muydunuz?

Ertesi gün Sündüs, Hacer'in refakatçisinin gelme­siyle eve döndü.

Duş aldı, yatıp istirahat edecekti. Annesi:

— Aa, az kalsın unutuyordum. Kızım, öğleden son­ra üniversiteden iki genç kız gelecekmiş, çok yorgunsun iptal edelim.

— Hayır anne, boş durmanın zamanı değil. Beş mil­yon hristiyan, Hıristiyanlığı yaymak için gönüllü çalışı­yor, aslını tenzih ederek söylüyorum, saçma İncillerini tanıtmak için. Biz hâlen doğru dürüst bir çalışma prog­ramı yapıp, müca­dele etmek için kolları sıvamıyoruz. Uğraşacağım anne, taa ki, Allah (c.c.) inşallah, kanlı elbiselerimle huzuruna alasıya kadar.

— Duygulandırdın beni, Allah (c.c.) dileğini kabul et­sin, hiç olmazsa biz de şehit annesi oluruz. Sen şim­di, isti­rahat et, geldiklerinde ben seni çağırırım.

Öğleden sonra Figen ve Suzan Sündüs'lerdeydiler. Melek hanım kızları misafir odasına aldı. Sündüs'ü ça­ğırdı. Sündüs kalkıp abdest aldı, misafirlerin yanına girdi. Karşı­sında Suzan'ı görünce şaşırdı.

— Aaaa, bu ne sürpriz, hoşgeldiniz. Figen:

— Siz, tanışıyor muydunuz? Suzan:

— Evet, ama bu evin kızı olduğunu bilmiyordum. Fi­gen devam ederek:

— Hatice nine ile tanışmak için geldik. Suzan ni­neni merak etti de.

— Tabi, memnun olduk. Ninem, odasında günlük teş­bihini çekiyor, biraz sonra gelir.

—Mücahide'nin tavsiye ettiği kitapları aldım. Ama doğ­rusu kitaplığınız çok güzel. İnsan bu kadar kitabın içe­risinde, elbetteki kültürlü olur. Yanlız bir şeyi açıkça söyleyebilir miyim?

— Tabi, buyurun.

— Her evin baş köşesinde televizyon var. Şimdi te­leviz­yonsuz ev yok gibi. Gördüğüm kadarıyla, galiba si­zin evde yok. Almanızı İslâm mı engelliyor? Diğer bir ifadeyle, İslâm tekniğe karşı mı?

Tam o sırada, Hatice nine içeri girdi.

— Her evde bir televizyon var da onun için hayasızlık, fu­huş aldı başını gidiyor. Evladım, şu ortalığa fitne ya­yan, ahlaksızlık yayan, abiyi kız kardeşe sulandırıp ır­zına geçecek kadar adileştiren, belavizyon mudur ne zıkkımdır, akıllı in­san onu eve koyup da, çocuklarını zehirler mi hiç. Şu ya­kında ki komşumuzun beş yaşın­daki kızı, yaşıtı olan amca­sının kızı ile, o belavizyonda gördüklerini uygularken annesi görmüş. Ne günlere kaldık. Haa, sahi unuttum, hoşgeldiniz evlatlarım. Ku­suruma bakmayın, derdim büyük.

Suzan:

— Geçmiş olsun nine, dedi.

Sonradan ninenin ne demek istediğini anladı, kendi kendine kızdı.

Sündüs, Suzan’ın sorusunu cevaplamaya başladı:

— Bacı, İslâm tekniğe karşı değildir. Ninem'in tabi-riyle, o belavizyon eğer iyilik ve faziletlerde kullanılırsa, biz de alırız. Fakat, şu an alıp kardeşlerimizi zehir­leyemeyiz.

— Ama, “inanç dünyası” gibi iyi yanları da var.

— Bir kere, inanç dünyası diye insanımızı uyutma­ya çalışıyorlar. Musiki eşliğinde, ses sanatçıları çıkıp ilâhi oku­yorlar, bunun İslâm'da yeri yok. İkinci bir hu­sus, dikkat etmeni rica ederim, hiç belavizyondaki inanç dünyasında kadının örtüsünü, Kur'an'ın anaya­sa, Allah'ın anayasası olduğunu ve Allah'ın hükümle­riyle hükmetmeyenlerin, ka­firler olduğunu (Maide: 44) söylüyorlar mı? Hüküm koymak yanlızca Allah'ındır ayetini tefsir ediyorlar mı? (Yusuf: 40) He­vesine uyarak hüküm koyanların, hevesini ilahlaştıranların hayvan­lardan da aşağı oldunu (Allah katında) açıklıyorlar mı? (Furkan: 44) Maalesef. Bir hafta kanalizasyon suyu ge­çecek, sonra bir gün su bağlayacaklar içer misin? O da suyun gerekli yerini değil de, kendi menfaatleri icabı, iste­dikleri yeri salacaklar.

  Ne gibi? Kendi istediklerini anlayamadım, de­mek ki onlar da dini istiyorlar.

— Kendi istedikleri yanı, ağaç sevgisi, yardımlaşın, komşularınıza iyi davranın, kafir olup sizin dininize küfretseler de, ormanı koruyun. Allah'a inanın, iyi güzel­de, Allah'a inanmanın nasıl olacağını açıklamak mı? Yoo orada durun, çünkü işimize gelmiyor.

Figen:

— Doğrusu çok hoş konuşuyorsun.

— Söyleyene değil, söyletene bak. Suzan:

— Peki bir sorum daha var.

— Seni dinliyorum.

— Anladığım kadarı ile, İslâm nizamının içerisindeki yasaklara aykırı olmadıkça teknikten yararlanılabi­liyor.

— Diğer bir ifadeyle, teknik insana, millete, en önemlisi dine faydalı şeylerde kullanılır. Mesala;  teknik, te­levizyonu yapıp başkalarının namusuna göz dikmek yerine, Allah'a nasıl kul olunacağını, iyi bir insan olma­yı öğretir.

— Benim sorum şu, o zaman ilim elde etmek İs­lâm'da yasak değil. Okullarda okuyan kızların durumu ne oluyor? Kapanıp okuyorlar, fakat yine de İslâm'ın bazı emirlerini al aşağı etmek zorunda kalıyorlar. Bu okul, dini bir motif taşıyan okul dahi olsa.

— Bir kere, İslâm'da ilim öğrenmek farzdır. İki tür­lü farz vardır. Farz-ı ayn ve Farz-ı kifaye. Farz-ı ayn olan ilimle­rin tamamını, iman eden herkesin öğrenmesi şarttır ki, bu sınıftan olan ilimlerin, günümüz okulla­rıyla uzaktan, yakın­dan hiç bir ilgisi yoktur. Farz-ı ki­faye olan ilimler, bazılarının öğrenmesiyle ötekilerden mesuliyetin kalktığı ilimlerdir. Dola­yısıyla bir müslüman okurken, Allah'ın emrini, yine Allah'ın emrettiği bir şe­kilde, emrettiği yerlerde okuması gerekir.

Hatice nine, kızları dinlerken Figen'in kendisine ses­lendiğini duymadı:

— Nine, sana diyorum, nasılsın?

— Haa, dalmışım, hamdolsun iyiyim. Sündüs:

— Ninem, çok tatlıdır. Onu görmeden duramam. Al­lah (c.c.) ömrünü uzun etsin. Zira mücadelede beni des­tekliyor, teşvik ediyor.

— Hayret, şimdi kızlar gelin olacakları zaman ka­yınva­lide istemiyorlar. Annenle anlaşabiliyorlar mı? Özel bir soru oldu, ama siz müslümanların her şeyini merak ediyorum. Ben de müslümanım, ama açıkçası sözde müslüman.

— Rica ederim, şuna inan ki, annem ile ninem, aynı ana kız gibidirler. Evet İslâm gelin için kimseye bakma mecburiyeti getirmez. Fakat oğlu mecburdur. Allah (c.c.) “Anaya babaya öf bile deme” buyurarak ana babamızla dünya işlerinde, dini konularda, aykırı bir şe­kilde karışma­dıkları sürece, kendileriyle çok iyi bir şe­kilde geçinilmesini emretmiş bulunuyor. Hal böyley­ken, İslâm'ın hidayetine ermiş bir kadın, kocasının ana ve babasının kalplerini kır­masına, onlara asi olmasına, hizmetlerinde kusur etmesine razı gelmez. Gelemez, çünkü imanı buna müsade etmez. Mükafatını Allah'tan umarak, bencil davranmaz. Analar mübarektir ve terk edilmeye layık değillerdir.

Hatice nine:

— Yaa, bak evladım, şu gavurlara   uyacağız der­ken, bize ait ne varsa tahrip ettiler. Ağzında ana diyor­sun, sonra istemiyorum diyorlar. İstemeyenler de bir gün ana olacak­lar, bunu unutmasınlar. Kendimden ör­nek vereyim, kocamı kaybettiğimde, çocuklarım çok küçüktü. Çok zor şartlar altında büyüttüm, şimdi gelin hanım beni istemesin, ben nereye gideyim, istemiyo­rum diyeceğine, bir kurşunla vur­sun beni daha iyi. Ta­bi, o belavizyon zıkkımını eve koyup da, evlatları ba­tının kokmuş kültürüyle, zehiriyle, gavur zehiriyle ze­hirlerlerse, o evlatlar da kalkıp ana, babaya asi olup, is­temeyecektir. Biz müslümanların, öyle bir sorunu yok­tur; elhamdülillah.

Figen:

— Ama nine, bizim köy, mevlit için gitmiştik, ca­mi hocasının, onun evinde de televizyon vardı, hem de hoca. Bunu anlamıyorum, anlayamıyorum.

Hatice nine:

— O cami gardiyanlarını mı diyorsun? Onlar, sanki adetâ, din camiden dışarı çıkacak diye gardiyanlık ya­pıyor­lar. Eee, ne de olsa...

— Anlamadım nine, gardiyan mı?

— Evet ya aynen öyle. Bak size bir şey anlatayım. Kır­şehirli bir arkadaş ziyaretime gelmişti. Daha doğru­su, ziya­retimize ailece gelmişlerdi. Benim oğlanın arkadaşıymış. Hanımı anlattı, bunlar Kırşehir Kaman'da bir nikah törenine katılmışlar, çağrılmışlar ya hadi gi­delim deyip gitmişler. Amaaaan, bir de ne görsünler, iç­kiler masada, gelin desen tıpkı gavurlar gibi saç baş açık, kol gerdan açık, yüzünde de bir ton boya badana yapmış. Şu gavurların giydiği gelin­likten de giymiş. Hoca efendinin birini çağırmışlar nikah kıymaya. Hoca başına büyükçe kutu gibi bir şey geçirmiş, oturmuş ni­kah kıyacak.

Figen ile Suzan, ağızları bir karış açık kalmış, nine­nin hoş sohbetini dinliyorlardı. İkisi birden:

— Eee, sonra, dediler.

— Tabii, bizim oğlanın arkadaşı, hanımına: “Ha­nım, sen hemen uzaklaş, burası müslümanın duracağı yer değil, ben hocayla konuşup geleceğim” demiş. Zaten çarşaflı olduğu için, herkes aval aval bakıyormuş. Bi­zim Esma kız uzaklaşmış. Kocası hocanın yanına gide­rek:

— “Hoca efendi, bu şekil bir nikahı kıymak için, Al­lah ve Rasulü’nden izin mi aldın? Dinimizde gavurca yapılan, Allah'ın yasak ettiği haramlar mevcutken, da­ha doğrusu, Allah'ın emretmediği bir şekilde, haram kıldığı bir şekilde yapılan işlerin üzerine Allah'ın ayet­leri okunmaz, bilmiyor musun? Şu karşıda duran, kıya­fetiyle kime benzediği, yap­tığı düğün şekliyle kime teslim olduğu apaçık belli olan gelinin ve buna rıza göste­ren damadın nikâhını kıymak için Allah sana izin ver­di mi? Allah'tan kork, dinini ufak menfaatler karşığılında satma!” demiş.

Hoca efendi, bizimkinin kulağına eğilerek “Sus be kar­deşim, ekmeğimden mi olayım, deyince bizim oğla­nın arkadaşı şok olmuş. Devamla: “Evet, ben de diyor­dum ki bu hocalar, kafir ve münafıklıkları belli olan in­sanların ce­naze namazlarını niye kıldırıyorlar? Demek, işten olma kor­kunuz var, be kardeşim, siz Allah'ın “REZZAK” ismine iman etmediniz mi?” diyerek oradan ayrılmış.

Suzan:

— Aman ne kadar ilginç. Sündüs:

— Evet Figen, ninem onları gardiyana benzetmek­le, meseleye çok güzel yaklaşıyor. Yalnız istisnalar da yok de­ğil, ama istisnalar kaideyi bozmayacağından, cumhuriyet döneminde açılan imam hatip kurslarının bir tek hedefi vardı: “Rejimin isteklerine göre din ada­mı yetiştirmek.” Bu­nun diğer bir manası da “Mürteci olmayan, çağdaş ve lâik din adamları” yetiştirilecekti bu kurslarda.

Aynı niyete ve gayeye bağlı olarak, “Yüksek din adamı yetiştirilmesi için 10 Ocak 1949 tarihinde de meşhur An­kara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi açılmış­tır.

Hatice nine:

— Ahh kızlarım, İslâm uğruna ölen şehitlerimiz, tevbe tevbe, Allah onlara ölü demeyin buyuruyor. İslâm uğruna canlarını feda edip ebedi diri kalan şehitleri­miz, sizin de­deleriniz, şöyle bir başlarını kaldırıp kur­tardıkları vatana bir baksalar, boşuna uğraştık diyeceklerdir. Ama oyuna gel­miştik, gavuru sınır dışı etmiştik ki, bu defa içimizdeki gavurla­rın işgaline uğradık. Neti­cesinde Kur'an'a, Peygamber’e, Din'e ait ne varsa hepsi yasak edildi. Kur'an'a, çöl kanunu dendi. Kur’an öğrenen­leri, öğretenleri dipçiklerle süründürüp öldürdüler. Ne­ler çektik, neeeler. Figen:

— Kafam o kadar karışık ki, ne yapacağımı, neye karar vereceğimi bilemiyorum. Bazen diyorum ki, boşver Figen, nasılsa serbestsin gününü gün et bir daha mı geleceksin bu dünyaya. Bazen de diyorum ki, ya ölüm, ölüm var ne ka­dar boşversende bir gün sırtın yere gele­cek.

Sündüs:

— Aslında, güzel bir soru, bir daha mı geleceksin bu dün­yaya? Doğru, bir daha dünyaya gelinmeyeceğine gö­re, bu dünya bir defalık olduğuna göre, o halde gidilecek ve bir daha asla dönülmeyecek dünya için hazırlık yapmanın tam sırası değil mi? Sen bu soruyu, çokça düşün, bir daha mı geleceksin bu dünya­ya? Zaten ka­firler, münafıklar, müşrikler ve imanı kendilerine bir fayda sağlamayacak olanlar, dünyaya geri gelebilmek için çok feryat ve figan edecekler. Fa­kat nafile, çünkü cehennem bekçileri, size uyarıcı gel­memiş miydi? diyecekler. Ama inanıp da salih ameller­de bulunanların biiznillah, geri dön­mek için bir temen­nileri olmayacaktır.

Asr sûresinde, Allah (c.c.) mealen şöyle buyuruyor: “Asr'a andolsun ki, insanoğlu gerçekten ziyan içindedir. Ancak iman edip salih amellerde bulunanlar, birbirleri­ne hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesna.”

Devamla:

  Kurtulmanın yolunu Allah (c.c.) göstermiştir.

Dönüş O’nadır. Sonra pişman olursa da son pişmanlık fayda sağlamaz.


Eski Bir Arkadaş

Mücahide, cahiliyyeden arka­daşı olup da, sonradan İslâm'a dönüş yapan, arkadaşı Fatma'­nın mektubunu okumaya başladı.

“Esselâmu aleykûm, Mücehide'm:

Nasılsın kardeşim. Uzun zamandır sana yazama­dım, vaktim olmadı desem bana inan. Bacım, burada durumlar iyice karıştı.

Kendimi denizin ortasına düşmüş, imdat bekleyen, fa­kat imdat bulamayan, boğulmamak için çırpınan biri­ne benzetiyorum. Hiç umutla tutacak dalım kalmadı, ailem baskısını iyice artırdı, bir yandan da sözlümün ai­lesi baskı yapıyor.

Ah Mücahide'm, o kadar pişmanım ki, neye mi? Ha­ni sana anlatmıştım ya, ailemin tutucu baskılarından kurtul­mak için evi terkedip de abimin evine yerleşmiş­tim. O za­manlar, emperyalist ve kapitalistlerin ve de gönüllü uşakla­rının oyununu görmeyip, bakarkör gi­biydim. Allah (c.c.) buyuruyor ya: “Onlar bakarlar, fakat görmezler” diye.

Bildiğin gibi, rahat, serbest bir yaşam için, abimin ya­nını tercih etmiştim, yanıldığımı anladım, fakat şimdi çok geç. Düşünmeye başladığım an İslâm'ın gerçek yönü­nü, sa­yende okumaya başladığım an, pişmanlık bütün kalbimi kaplamıştı.

Yakında atlattığımız Ramazan bayramında, günle­rim hep ağlamakla geçti. Aynı şehirde olduğumuz hal­de, ba­bamın elini öpememek, insan gibi düşünmeye başladıktan sonra, ne kadar acı olduğunu anladım.

Tabi, bunun yanında evdekilerin minnetini çekmek de işin cabası. Keşke bize, İslâm'ın ana, babaya verdiği kadri kıymeti baştan öğretselerdi. Artık çalışmadığım için, sof­raya el uzatmaktan bile çekiniyorum. Önceden yeni bir şey giyememeyi dert edinirken, İslâm'la mü­şerref olduktan sonra herşeyin fani, geçici, her gün son model giyinsen de sonunda kara toprağa yar olunacağı­nı anladıktan sonra, gydiğim elbise, beni Rabbi'min istediği gibi kapatsın da farketmez diyorum.

Canım bacım:

Sen okulu terk edip, buradan gittikten sonra konu­şa­cak arkadaşım, dertleşecek bacım da kalmadı. Mek­tu­bumla seni, inşallah sıkmamışımdır.

Hayııır, inananlar kardeştir, diye sen demiyor muydun, ne yapalım sorunlarımı senden başkasına açamı­yorum.

Evet bacım,

İşler karıştı dedim. Abim izne ayrılırken, evde ka­lan er­kek kardeşime, hiç bir hocayla, şeriatçıyla görüş­türmeye­ceksin diye, sıkı tenbihat da bulundu. Düşün­sene bacım, “Allah'ın vaz ettiği kanunların tamamının “ŞERİAT” olduğnuu bilmiyor, güya üniversite mezu­nu...? Müslümanmış kendisi, ama ŞERİATÇI değilmiş. Anlatmaya çalıştım, abi dedim: “ŞERİAT demek, kanun nizam demek­tir ki, Mustafa Kemal de Nutuk'da bunu söylemiştir. Şimdi, Allah'ın kanun ve nizamına, yani (ŞERİATINA) boyun eğip, kabul eden kişi müslüman; cahili, beşeri rejimlerin kanun ve nizamına yani (ŞERİATINA) teslim olup kabul eden de kafirdir. Buna da, şeriat denir, fakat BATIL ŞERİAT denir.

diye izaha gayret ettimse de nefsine ağır geldiği için fayda vermedi. Hediye ettiğin çarşafı gizli gizli gi­yiyorum. Yengem, adımız tarikatçı kalacak diye huzur­suzluk yapıyor, çarşaf giyenin bu evde işi yok diyorlar, tabi gidecek bir ye­rim de yok. Hem de müslümanlar...?

Düşünsene müslümana mutlaka bir kulp takacak­lar -cı- veya -cu-. Tabii bunda biz müslümanlarda da biraz suç var. Şu -cı- veya -cu- ları kabul etmeyip de, sadece müslümanım diyebilsek, bu akış değişir. Ama o gün inşaallah yakındır

Bacım:

Sözlüm şu anda sesini çıkarmıyor, fakat ai­lesi­nin baskısı çok. Biliyorsun kendileri doğulular, do­ğuda da gelin kıza söz hakkı tanımak yoktur. Türklerin önceki dini olan “Şamanizm” den kalan, büyükler ge­linlerle, konuşmama adetleri halen sürüyor. Kadın, yani gelin ko­casına karşı değil, kaynana ve kaynata'ya karşı sorumlu­dur, adetâ. Ahh, gücüm yetse de bütün doğuda ki ve ba­tıdaki müslüman geçinenlere şöyle haykırsam “Eyy müslamanlar, biliyorum çok kö­tü bir zamanda yetiştiniz, yetiştik. Ama bırakın artık şu İslâm'a ters düşen adet ve törelerinizi. Bunlara  sıkı sıkı bağlılık, putlara ibadet gibidir, ibadet etmektir. Dönün Allah'a, O'nun kanunlarına tabi olun.”

Böyle bağırsam damga hazır; bölücü, şeriatçı. Ve­ya, aşırı dinci, köktendinci. Kökten dinsizler çıkıp, kök-tendinciler diye müslümanlara damga vurmak istiyor.

Can kardeşim, dava arkadaşım,

Zamanımızı boşa geçirmeyip de, bu yaşta değil de, öğ­renmemiz gerektiği yaşta dinimizi öğrenmiş olsay­dık, bil­hassa kendimi kast ediyorum, şimdi daha kolay olurdu. Çünkü ilimsizlik yüzünden çok hata yapıyo­rum. Bana bol bol dua et.

Yakında nişan için gelecekler, tek başımayım ve iki sülale ile karşı karşıyayım.

Neyse şimdilik bu kadar yeter, sana verdiğim adre­se yaz, tavsiyelerine ihtiyacım var. Dua buyur da, boğulmaya­yım.

Bacın, Fatıma…

Mücahide mektubu bitirdi, ağlıyordu. Aldı kalemi eline, duygularını yazıya dökmeye başladı.

BACIM

Gel kardeşim, sana bir çift sözüm var

İslam eriysen, olacak dünya sana dar,

Sabredenlere Rabbi'min büyük mükafatı var,

Sabret bacım sabret, zafer senindir.

 

Nefis denen illet, ne biçim şeymiş,

Ama düşün, Rabbim irade vermiş,

Mücadeleyle sabredenlere cennet vaad etmiş,

Sabret bacım sabret, zafer senindir.

 

Rasul dedi, sabret eyy Yasir ailesi,

Hep zorluk doludur, İslâm'ın tarih silsilesi.

İmtihanın gereğidir diyor, bak hakkın sesi (Ankebut, 2-3)

Dayan bacım dayan, zafer senindir.

 

Dua müminin en büyük silahı olduğu için, Mücahi­de bütün zorda olan bacılarına dua ettikten sonra, Fat­ma'nın mektubunu cevaplamaya başladı.

“Esselamu aleykum, canım dava arkadaşım Fatıma’m,

Mektubunu aldım ve çok üzüldüm. Bacım, ne yapa­lım imtihanın şeklini Allah (c.c.) belirler. Herkesi baş­ka şeylerle imtihan eder. Senin adına şiir yazdım, tav­siyem, sabır!!! Canım kardeşim, taviz verme, taviz verir­sen gerisi çorap söküğü gibi gelir. Biz müslümanlar, Rasul'un şu ha­disine dayanarak “Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz, öldü­ğünüz gibi de dirilirsiniz. “İslâm'ca ya­şamak zorundayız, ne pahasına olursa olsun Müslü­manca ölmek istiyorsak. Müslümanca ölmek için de, müslümanca yaşamak lazım. Sorarım sana, yaşanma­dan ölünür mü? Allah'a hesap ver­meyi aklına getirme­yip tedbir almayanlar için yaşasın ce­hennem!!! Ve bırak istedikleri gibi yaşasınlar, nasılsa azrail (a. s.) bir gün onların da kapısını çalacak.

Bacım, her sıkıntının karşılığında Allah büyük mü­kafat verecektir.

Yeterki sabretmesini bilelim. Zaten bu dünyaya de­nenmek için gelmedik mi?

Ramazan bayramının ağlamakla geçtiğine üzül­düm. Zaten kardeşim müslümanın ağlamadığı gün mü var? Biliyorsun biz müslümanların iki bayramı var: Kurban ve Ramazan bayramları. Diğer bütün bayram­lar, adı ne olursa olsun cahili ve batıl bayramlardır. Bak, “Cahiliyyenin Ruh Haritası” adlı kitaptan sana bir paragraf yazayım:

“İslâm düzeninin meşru gördüğü Kurban ve Rama­zan bayramının dışındaki bütün bayramlar cahiliyyedir. Cahiliyye bayramlannı kutlamak tamamen cahiliyettir. İs­lâm'ın dışında uydurulup kutlamaya azmettiğj bayramlara önem vermez. İslâm'a teslim olan bir kişinin hayat prog­ramı içerisinde, cahili bayramları kutla maya müsade eden veya teşvik eden herhangi bir emare bulunmaz.

Şunu unutmayalım ki: Cahili bayramlar putperestliğe açılan sevgi kapılarıdı. İlahi ahkâmın heykelperestler tara­fından iktidardan indirildiği ve lanetlendiği acı zaman di­limleridir.”

Canım kardeşim: Senin imtihanın şu an ailenle, Allah (c.c.) yar ve yardımcın olsun. Haa, bu arada babanlada  barışmalısın. Madem pişmansın, oyuna geldiğini anlat ve rı­zasını mutlaka al. Onlar da, bize İslâmî eğitim verme­dikleri için suçlu, ama ne yaparsın rejimin çocukları.

Bana mutlaka yaz, maddi ve manevi, her ne sıkın­tın olursa yazmanı bekliyorum. Unutma, inananlar kardeştir!!!”

Selâm ve dua ile..

Bacın Mücahide…


İntihar ve Hidayet

Suzan:

— Anne, sen çağdaş medeni bir insansın. Bir şey so­rabilir miyim?

— Mersi kızım, sor tabi.

— İnsanlann fikir özgürlüğüne karşı mısın?

— Aaa, ayol ne münasebet. Kim olursa olsun, fik­rinde özgürdür ve o insanın fikrine saygı duyarım.

— İnsan olarak herkes için geçerli mi?

— Tabi kızım, niçin soruyorsun?

— Bir sorum daha var, ben de bir insan mıyım?

— Suzan, lütfen. Benim için sen insanların en tat-lısısın.

— O halde fikrime saygı duyarsın. Öyle değil mi?

— Tabii evladım, hangi gün flörtünü getirdiğinde, se­nin seçimine ve fikrine karşı çıktım?

— Anne, beni iyi dinle. Madem fikir özgürlüğünden ya­nasın, ben düşünüp taşınıp İslâm'ı seçtim ve İslam’a gir­meye karar verdim.

— Aa, Suzan teessüf ederim. Biz zaten İslâm'dayız. Bak yakında büyük babanın kırkıncı gece mevlit törenini de yapa­cağız.

— Anne, ben kimlik müslümanı değil gerçek bir müslüman olmaya karar verdim. Yaşayışımda kendini gösteren, inanan ve inan­dığı hal ve hareketiyle gösteren bir iman sahibi ol­mak isti­yorum. Ve bunun için de…

— Evet, bunun için de…

— Madem fikir özgürlüğünden yanasın ben kapa­na­cağım.

— Nee, neden, ne oluyor sana?

— Neden mi? Sebebi ortada, MÜSLÜMAN OLDU­ĞUM İÇİN.

— Saçmalama, biz de müslümanız.

— Müslüman Allah'a teslim olana denirmiş. Suzan, an­nesini kötü sıkıştırmıştı. Kadın düşündü, karşı çıksa biraz önce medeniyetten söz etti, çıkmasa işine gelmiyordu. Düşündü, Suzan'ı bir müddet serbest bırakmaya karar verdi. Hevestir geçer, diye düşündü. Tabii komşuların laflarına katlanmak çok zordu ama ya­pacak başka bir şeyi de yoktu.

— Eee, şeyy, sen bilirsin. Yalnız kapalıları okula al­mı­yorlar biliyorsun.

— Zaten inancım müsade etmezse, okumayı da dü­şünmüyorum, Şimdilik bir müddet gideceğim, zaman ne gösterir bakalım.

— Kızım, ben senin tiyatro sanatçısı olmanı arzu edi­yordum.

— Anne...

— Yalnızca söyledim.

— Anne, sana örtümü göstermek istiyorum. Suzan'ın annesi o an ölümü tercih ederdi. Zavallı bilse ki, bilebilse ki ölmek kurtulmak değil, aksine ye­ni bir hayatın başlan­gıcı ve bu hayattaki yaptıklarının hesabı için bir mahkeme salonudur.

Odaya girip büyükçe siyah bir başörtü ve genişçe bir siyah pardisö ile çıktı.Annesi adetâ şok olmuştu.

— Ama Suzan bu kadar da fazla, neden siyah? Kı­zım siyah şeytan işiymiş. Lütfen, şöyle güzel bir renk te sana yakışan bir türban alsaydın ya?

— Hayır, anne bu benim tercihim, bir yerde terci­him de değil.

— Ne demek yani, seni zorlayan birisi mi var?

— Senin anladığın manada değil. Siyah örtünmek sünnet. Yani Peygamberimiz (s.a.v.)'in ve sahabenin ha­nımları, bütün siyahla kapanmışlar. Ümmü Seleme anne­mizin rivayet ettiği hadis buna delildir.

Annesi sinirli fakat belli etmemeye gayret ederek:

— Ne diyor Seleme annen?

— Seleme annem diyor ki: “Üstlerine örtülerini al­sın­lar” âyeti nazil olunsa ensâr kadınları başlarında sükûnetten kargalar yuva kurmuş gibi dışarı çıktılar. Üzerlerinde de siyah elbiseler giyiyorlardı. Hem siyah şeytan işiyse, sen neden siyah takım giyiyorsun? Bak­sana, eteğin de siyah, buluzün siyah.

— Evet anne, fikir özgürlüğüne inanıp savunuyor­sun, Üstüme gelme, sen benim annemsin, seni kırmak iste­mem.

Suzan'ın annesi kızının üzerindeki etkinin geçmesi için, Allah'a dua ediyordu......? Kızı için üzülüyordu. Er­tesi sabah Suzan ilk kez örtülü bir şekilde okula gide­cekti. Oradan Mücahide'yi arayıp Sündüs'le parka gel­melerini söyleye­cekti. Sabah namazıyla da namaza başlamış oldu. Pek bil­miyordu ama olsun, bilene kadar bildiği gibi kılacaktı. Kahvaltısını yapıp çıktı. Suzan, ih­tiyar kitapçının yolunu ararken annesi de ardından gözyaşlarını tutamıyordu. Kendi kendine söylendi: “İn­saf be Suzan, seni bu günler için mi büyüttüm.”

Kitapçı kapalı olduğu için kendi kendine öğleden sonra uğrarım, diye­rek okulun yolunu tuttu. Heyecanı dorukta idi. Okula vardı, vakit erkendi, banka oturdu. Yeliz ile Fi­gen, Suzan'ın yanından geç, Suzan'ı tanımadılar.

Ahmetde Yeliz'in yanına gelince Figen, Yeliz'den izin istedi ve ayrıldı.

Suzan, Figen'e seslendi:

— Selâmun aleykûm, bacı.

— Aleykûm, aa, aaaa, sen sen, dur bir gözlerimi si­le­yim, sen, sen...

— Ben, Suzan.

— Suzan sen, sen… Lafının sonunu getiremedi, Su-zan'a sarılıp ağlamaya başladı, nedense çok duygulan­mıştı.

Figen'in bağırtısını duyan Yeliz, herhalde köyden arka­daşı geldi zannetmiş Ahmet'i bırakıp Figen'e doğ­ru gel­meye başladı. Suzan'ı görünce:

— Aa, sen kaçırdın mı? Ne bu halin? Sen hangi çağ­dasın?

  Dünyanın son çağında, yani, kıyametin hızla yak­laştığı bu çağda...

— Kuzum, sen daha gençsin.

— Ben de genç olduğum için kapandım. Gençliğimi batının icat ettiği bataklıkta, onların keyfi için batır­mak is­temiyorum. Genç olmakla beraber, bizim de Al­lah'a ihti­yacımız var.

Yeliz, sesini çıkarmadı. İçinden, yakında keçileri ka­çırır diye geçirirken yine kendi kendine, “Asıl keçileri kaçıran sensin Yeliz. Geçen gün doktora gittin, yüreğin ağzına gelmedi mi? Nasıl da yalvarmıştın Allah'a. Ma­dem gençtin niçin yalvardın? İşin düşünce, başın sıkı­şınca, Allah'tan yardım istemeye hiç de utanmadın mı?” dedi.

Sonra da “Amaaan boşver, düşünmemeliyim bunla­rı” dedi. Suzan'a dönerek:

— Yollarımız tamamen ayrıldı, dedi. Şarkısını mırılda­narak uzaklaştı. “Dün gece nerdeydin suçlusun.

Gelmedin sarılmadın suçlusun.

Öp beni öp beni. Hadi uzaklarda sev.”

Suzan, Yeliz'in arkasından bakarken iğrendi. Ve:

— “Aman Allah'ım sana sonsuz teşekkürler, deyip derse girdi. Öğleden sonra kitapçıya uğramış, kitapçı çok sevin­miş ellerini kaldırarak Suzan için dua etmiş­ti. Suzan çok heyecanlıydı. Oyalanıyordu. Mücahide ile Sündüs'ün kendi­sim beklemelerini istemişti. Aldığı si­yah gözlüğü de gözüne takarak, parka gitmeye başladı.

Mücahide ile Sündüs oturmuş kendisini bekliyor­lardı. Yavaş yavaş yaklaştı, heyecandan kalbi duracak gibi olu­yordu. Ses tonunu değiştirerek:

— Esselâmü aleykûm, oturabilir miyim? dedi. Müca­hide:

— Aleykûm selâm, buyur otur bacım.

— Adım Mücahide, bu da arkadaşım Sündüs.

— İsminizi öğrenebilir miyim? Biliyorsunuzdur, ta­nış­mak sünnettir.

— İsmim, Suzan.

Mücahide ile Sündüs bir an neye uğradıklarını bileme­diler. Sündüs:

— Suzan, sen… Allah'ım sana hamd olsun. Nasıl hamdedeceğimi bilemiyorum. Mücahide:

— Gel kardeşim, seni bir kucaklayayım. Gazan mü­ba­rek olsun, cihadın kutlu olsun. Allah (c.c.) seni, pey­gambe­rimin sancağı altında gölgelenenlerden eylesin.  

— Amin, hepimizi.

Kucaklaştılar, sohbetlerinin arasında Mücahide, Su­zan'a:

— Bak bacım, madem seçimini yaptın, şu veya bu sebepler seni İslâm'dan soğutmasın. Sen insanlara de­ğil, İslâm'a bakacaksın. Ayrıca bizim gibi dostlardan da aferin beklemeyeceksin. Çünkü dinimizde, desinler için yapılan herşey şirktir. Şirk ise büyük günahtır.

— Tamam, ben, her şeyi beni yaratan için yapacağım, yal­nız desteğinize ihtiyacım var.

— O ayrı, yardım konusunda elimizden geleni ar­ka­mıza koymayız. Yalnız ailenle çok mücadele etmen gereke­cek Fatma gibi.

İkisi birden:

— Kim bu Fatma? dediler.

— Açıktı, kapandı, ailesinin sıkıcılığından kurtul­mak için binbir türlü hayallerle abisinin yanına yerleşmiş, gün geçtikçe yanlış yaptığını anlamış, yaşadığı olaylar­dan sonra, babasını bırakıp abisi­nin yanına yerleşti­ği için pişman olmuş bir bacımız. Sözlüsü dahil çevresindeki hiç kimse­de İslâm'i şuur yok, kıza baskı yapıyorlar, bol bol dua ede­lim inşallah.

— İyi de, kim olduğunu söylemedin.

— Pardon, arkadaşım. Suzan:

— Kardeşler, büyük babamın yakında kırkıncı gece mevlit tö­reni varmış, annem söylemişti. Ben sizin de gelmeni­zi isti­yorum.

Sündüs:

— Suzan bacı, ölünün üçü, kırkı, elli ikisi gibi günleri takip etmek İslâm'da yoktur. Mutlaka yaptığımız hayırlardan ölüler faydalanır, ama dediğim gibi gün takip etmek bidattir. Şunu da belirteyim ölünün  yaptığımız hayırlardan faydalanması için imanını kurtarmış olması gerekir.

Mücahide:

— Bu da, hakka teslimiyet ve salih amelle müm­kün­dür.

— Benim dedem, kesinlikle lâik bir adamdı. Canı çok kötü çıkmış.

— O halde ben de katılmayacağım bu mevlût törenine. Mücahide:

— Hayır Suzan, hazırlık yap katıl, gelen hocaya bir şeyler sorar, bazı şeyler anlatırsın.

— Gardiyana mı?

— Ne gardiyanı? Haa, şu mesele. Gülüştüler ve kalktı­lar.

Ertesi gün Suzan, okulun önünde banka oturmuş ki­tap okuyordu. Figen yaklaştı ve selâm verip yanına otur­du.

— Ne haber Suzan, kendini bayağı kaptırdın.

— Neye?

— Kitaplara.

— Okudukça ufkum genişliyor.

— Ne okuyorsun?

— Darul Harp Fıkhı'nın “Firavunların mektebinde oku­mamak” adlı bölümü. Figen sen daha neyi bekliyor­sun? Allah'a inanıyorsun, o halde inandığın gibi yaşasana.

  Bilmiyorum, huzursuzum. Nefsimle boğuşuyo­rum. Sahi, okuduğun yerden biraz okur musun?

— Memnuniyetle, konu çok önemli. Yüzüncü sahife: “Firavunların açtıkları mektepler, insanoğluna, ger­çek ilâh olan Allah (c.c.)'ı unutturup O'nun yerine in­sanları ilâh olarak tanıtırlar.

Mükellefler iki çeşit mekteple karşı karşıyadırlar. Birin­cisi, Allah'ın tanıtıldığı ve dinin öğretildiği mekteptir. İkincisi ise, firavunların ilke ve inkılâblarının öğ­retildiği mekteptir.

Firavunlara iman edenler, Firavunların mekteplerinde serbestçe okuyabilirler. Ama Allah'a iman etmiş olanlar, hiç bir zaman Firavunların mekteblerinde oku­maya muhayyer değillerdir.

İster darûl İslâm'da olsun, ve ister darul harb'de olsun Allah'a iman edenler, farz-ı ayn ilimleri öğrenmek­le mükel­leftirler. Şunu da unutmayalım ki, farz-ı ayn ilimleri­nin başı, Firavun'ların her türlü velayetini redderek. kayıtsız şartsız Allah'a teslim olmayı öğrenmektir. Şu da var ki, din ile dünya işlerinin ayrı ayrı mütealâa edilmesi gibi, İslâm üm­metinin alışık olmadığı yeni bir yorum hayata hakim ol­muştur... Dini insanlann vicda­nına terkeden, Allah'ın koy­duğu hudutları tanımayan bir anlayışın gölgesinde yeni bir eğitim sistemi ortaya çıkmıştır. Biz bu eğitim sis­temine cahili eğitim, diyoruz. Zira İslâm'dan önce Müşrik arap toplumunda görülen eğitimle, çağdaş diye yaftalanan eği­timin temel karak­terleri aynıdır. Her ikisi de Firavunîdirler ve her ikisi de sahte ilâhlığın savunucusudurlar. Firavunla­rın egemen­liği altında bulunan bugünkü İslâm coğrafya­sında eği­tim ve öğretimine devam etmekte olan Firavunî mek­tepler, birer cehennem çukuru hükmündedirler. Müslü­man­lar, hem kendilerini hem de çocuklarını bu ce­hen­nem çu­kurundan korumakla mükelleftirler.

Kur'an-ı Kerim'de Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“Ey iman edenler, gerek kendinizi gerekse aileleri­nizi öyle bir ateş'den koruyunuz ki: Onun yakacağı in­sanlar ve taşlardır.” (Tahrim, 6)

— Suzan,

— Efendim.

— Bu ne demek?

— Bu şu demektir ki, müslüman olduğunu iddia edenler, Firavunî mektep hükmünde olan mekteplerde okuya­maz­lar.

— Ne düşünüyorsun?

— Bırakmayı. Ama ailemle nasıl başa çıkarım bil­miyo­rum. Zaten geçen gün beni okula almıyorlardı. Hayret, kendi ülkende, batıya, hıristiyana benzeyerek okuyabilirsin, ama kendi değer yargılarına göre, inan­cına göre okuya­mazsın.

— Yeliz'den haberin var mı?

— Ne oldu Yeliz'e?

— Sanırım, aids'e yakalanmış.

— Aman Allah'ım, sahi mi?

— Evet, zaten uyuşturucu kullanıyordu. Sana bir sır ve­rebilir miyim?

— Tabii.

— Ben, Yeliz'i hiç beğenmedim. İntihara kalkışabi­lir.

— Ne yapmamız lazım?

— Bilmiyorum. Yıkıldı duyunca. Karşıdan gelen Ah­met, Figen'e seslendi.

— Haberiniz var mı, Yeliz intihar etmiş. Suzan daya­namayarak:

— Gözünüz aydın, bayram edin, kıydınız bir cana daha. Gençliğinizi pislikte geçirmeye devam edin. Siz öl­meyeceksiniz nasılsa... Gözünüz aydın sözde insan hakları savunucuları, gözünüz aydın kadın hakları savunucuları. Gözünüz aydın içkiyi serbest bırakanlar, gö­zünüz aydın, tekel kanunu yapanlar. Yeliz'e kıydınız, Yeliz'lere kıymaya da devam ediyorsunuz.

Suzan'ın sinirleri boşalmıştı. Suzan'ı görenler etrafına toplanmıştı.

Suzan devamla:

— Ve siz ey gençler, ne zamana kadar bu oyuna gelmeye devam edecek ve ne zaman emperyalizmin yerli uşaklarının oyunla­rını başla­rına geçireceksiniz? Ne zaman? Ne zaman, bi­rer Musab, birer Hanzala, birer Ammar olacaksınız, ne zaman?

Müslüman olmayanlara sözüm yok, müslüman olanlar size diyorum, bu lâflarım size. Ateşe inandığı­nız halde, ba­lıklama ateşe atlamak akıllılık işi değildir. Dönün özünüze, kendinize gelin, yazık değil mi gençli­ğimize?

Suzan ellerini yüzüne kapatıp ağlamaya başladı. Bir saat sonra bayağı sakinleşmişti. Figen'den başka kimse yoktu yanında. Kalkıp Sündüslere doğru yürü­meye başla­dılar. Sündüs'ün annesi kızları içeriye bu­yur ederken, için­den de “Hayırdır inşallah” diyordu.

Sündüs, odaya girdiğinde kızlarda bir anormallik ol­du­ğunu anladı. Suzan dayanamayarak, Sündüs'e sarı­lıp ağ­lamaya başladı.

— Sündüs, duyuyor musun beni? Yeliz intihar et­miş.

O sırada Hatice nine de içeriye girdi.

— Evladım, hayırdır. Ne oldu?

— Nine, arkadaşları intihar etmiş.

— Yazık, çok yazık. Şimdi cenaze namazı da kılınmaya­cak. Pisi pisine gitti. Ey okullarda Allah'ı anlatmayıp okutma­yanlar ellerinize kına yakın. Hele ağlamayı bı­rakın kızlar, beni dinleyin. Siz de benim bir kızım sayı­lırsınız. Beni iyi dinleyin. Madem gözünüzün önünde arkadaşlarınız pisi pisine cehennemin dibine yuvarla­nıyorlar, boş yere içki zıkkımına, eroin midir nedir o pisliklere alışıyorlar da siz hala ne duruyorsunuz? He, söy­leyin bakalım, gençsiniz, niye genç­lerin ellerinden tut­muyorsunuz? Neden hâlâ gençlerin elle­rinden tutmak için kolları sıvamıyorsunuz? Böyle ağlayaca­ğınıza mü­cadele etsenize, kurtarmak ve kurtulmak için. Hani Cİ­HADINIZ, nerde? Peygamberimiz (s.a.v.) buyurmadımı ki: “Müşriklerle elinizle, dilinizle, malınızla cihad edi­niz.” Kusura bakmayın, dost acı söyler. Figen'e dönerek:

— Hele sen kızım, hâlâ gavurlar gibi geziyorsun. İçine doğmasını, içinden gelmesini bekliyorsan daha çoook beklersin. Allah (c.c.) bize akıl vermiş, aklımızı iyiye, kurtu­luşa kullanmamamız ancak kendi iflâsı­mız olur, kimseye zararımız yok, kendimiz kaybederiz.

Figen yere bakıyor ve düşünüyordu.

— Nine, biz bu hale nasıl düştük, niçin böyleyiz?

— Ahhh, ah yaralarımı deşme. Düştük, düşürül­dük. Ama kalkmalıyız, kızım kalkmasını bilmeliyiz. Düştük diye bizi yerde ezmelerine izin vermemeliyiz. Tabii ki Halifelik kaldırıldıktan sonra, Allah'a ait ne varsa yok etmek istediler. Hele bir menemen olayı var ki, özellikle adam gönderip, menemen de olay çıkarttı­lar, sonra da bir sürü masum insanı darağacına çıkart­tılar. Yurdun en uzak bölgelerinden adam getirip, Me­nemen'de astılar. Sonuç malum, gençle­rimiz mahvolu­yor, kına yakınsınlar ellerine zalimler.

Hatice ninenin gözleri dolmuştu. Devamla,

— Zavallı anam, nasıl da jandarmalar tarafından gö­zümüzün önünde dipçiklenmişti. Suçu neydi? Kur'an oku­mak ve okutmak!!! Ve siz kızlar, bunu bildiğiniz hal­de ci­hada kalkmıyorsunuz. Cihad eden abilerinize, kardeşleri­nize katılmıyorsunuz, neden? Unutmayın ki beşik sallayan eller düzeldiği an, o beşik sallayan eller, dünyayı sallar.

Sündüs araya girerek:

— Nine, kızlara fazla yüklenme. Onlar ve biz Cum-huriyetin çocuklarıyız. Hele bir de, cahili eğitimde bü-yümüşler, ne yapsınlar?

Kızlara dönerek:

Görüyorsunuz işte kızlar, çağdaşlık, çağ atlama, mo­dernleşme maskesi altında gençlerimizin sürüklendiği nok­tayı. Okullara gidiyoruz, her gün bağırtırıyorlar “Tür­küm, doğru­yum, çalışkanım.” Doğruluğa bak, her gün birbirlerini kandı­ranların ve kalleşlik yapanların sayısı her geçen gün artı­yor. “Ne mutlu Türküm diyene.” Türküm diyenler mutluy­muş, gidin test yapın, Allah aşkına ba­kalım kim mutlu. Böyle mutluluk olur mu? İçki yüzün­den, kumar yüzünden aldatma yüzün­den, her gün yı­kılan yuvalar hızla artmakta ve mutluluk nidaları ile sen mutlu ol, karşındaki ağlıyor. Ya­şadığımız ül­kede, an­cak koltuk kapanlar mutlu. ve rahat.

Suzan:

— Çok iyi anlıyorum. Sistem problemimiz var. Yok­sa sağ veya sol, muhafazakar veya değil, fark etmez. Bu problemi halletmek lazım, ama nasıl?

Sündüs:

— Nasıl mı? İlk önce kendinden başlayarak. Zira Allah (c.c.) buyuruyor: “Nefsinizi unutup başkalarına mı öğüt verirsiniz.” Hem kendin yaşamadıkça kimseye etkili ola­mazsın. Nefsinde yaşadıktan sonra, başlaya­caksın gücün nisbetinde en yakınından ulaşabildikleri­ni davet etmeye.

Figen, hiç konuşmuyordu. Dalmış sessiz sessiz ağlı­yordu. Bir müddet öyle kaldıktan sonra, gözlerini dikti­ği noktadan ayırmadan başladı konuşmaya:

— “Baba… evet ben hiç baba görmedim. Çünkü ba­bam kumardan evin yolunu unutmuştu. Baba şefkati nedir bil­mem. Bir gün arkadaşım babasıyla gülüyordu da, çok acaibime gitmişti. Bir gün sabah saatlerinde, babamla bir kaç adam geldiler. Evdeki kristal eşyaları bavullara doldu­rup götürdüler. Biz söz söylemeye yet­kili değildik, ağzımızı en ufak bir söz için açtığımızda, dayakla karşılaşıyorduk. Annem bir gün eline ayağına kapanıp yalvarmaya başladı. Yalvarıyor, yalvarıyordu. Fa­kat babam, annemi tekmeleye­rek dövdükten sonra çı­kıp yine gideceği yere gitti. Evin gelir giderlerini, abimle küçük kardeşim karşılamaya çalışı­yor annemde el işi yaparak katkıda bulunuyordu.

Bir gün, komşumuzun kızı Özlem'in elinde üzüm gör­düm, çok canım çekti isteyemedim. Yiyip üzerinde bir kaç tane bırakarak çöpünü attı. Bekledim, o gittikten sonra alıp kalan üzümleri yeyip saplarını da emmeye başladım. Eve geldim, küçük abim kaza geçirmiş hayata veda etmek üzereydi. Ba­bam ku­marhanede… Para yok, abim kıvranıyor, an­nemin elinden bir şey gelmiyordu. Babama haber gön­derdik, yalan söylü­yoruz zannıyla gelmedi. Nihayet abimi kaybettik, ba­bamı kumar masasından oğlun öldü” diyerek kaldırıp getir­mişler. Belki vesile olur dedik, ne mümkün. Annem, canım annem gülmeye hasretti. Göz­lerinin kuruduğunu gören olmamıştı. Bir gece babam yine gelmedi. Evde eşya denen bir şey kalmamıştı. Biz üç kardeş ağlıyorduk, müthiş acık­mıştık. Annemse za­vallı kıvranıyor, kimseden bir şey istiyemiyordu. Zaman bozuk, namusuma leke gelir diye kor­kuyordu. Ni­hayetinde komşu teyzeye gitti, iki ekmek iste­yip geldi. Bize yedirdi, bir yandan da ağlıyordu. Yedikten sonra, oyun oy­namak için dışarı çıktım. Komşunun kızı bir ara ba­na kı­zıp: “Sizin ekmeğiniz bile yok, bizden borç aldınız” dedi. Çok zoruma gitmişti. Ağlamaya başladım. Baktım, karşıdan babamla bir kaç adam geliyor. Eve koş­tum, anneme haber verdim. Kış yaklaşıyordu. Babam, “to­par­lanın taşınıyoruz” dedi. Meğer evi de kumarda kaybetmiş. Şimdi annemin kira derdi de başlamıştı. Annemin çile­si hâlâ devam ediyor. Beni de, Almanya'daki dayım okuttu. Ben, baba hasreti çekiyorum, baba deyip hiz­metini yap­manın, baba deyip, sofrasını kurmanın özle­mini çekiyorum. Bu haldeyken bile, “Türk'üm, çalışkanım, şarkısını, andını bana söylettiler. Mut­luluk mu? Kumar borçlarından sıkıştığı için annemden yaptığı el işi paralarını istedi. Annem ver­mek istemeyince anne­mi dövmeye başladı. Dayanamadım, yüreğimden bir şeylerin koptuğunu hissettim. Kendimi annemin üzeri­ne attım. Annemi bırakıp, beni dövmeye başladı, o kadar döv­müştü ki, bir hafta yerimden kalkamadım. Kah­rolun kumarı icat edenler, kahrolun içkiyi icat edenler, kah­rolun, kötülükleri serbest bırakanlar, kahrolun bizi biz­den koparanlar, kah­rolun bizi babasız, anasız bü­yütenler, kahrolun evlatlarına sahip çıkmayanlar, kahrolun kumar­hane açanlar, kahrolun yuvalara hu­zursuzluk estirenler, kahrolun…”

Ve ellerini yüzüne kapatıp, hıçkırmaya başladı. Odada herkes ağlıyordu. Sakinleştikten sonra, Sündüs'e dönerek:

— Bana, bir başörtüsü verir misin? Alınca iade ede-rim.

— Hediyem olsun, lütfen kabul et.

— Allah (c.c.) razı olsun.

Hatice nine Figen'e sarıldı, hem ağlıyor hem de:

— Senin de cihadın mübarek olsun kızım, Allah (c.c.) artırsın, diyordu.

— Nine, sizi de üzdüm, kusura bakmayın.

— Oooo, ne demek, sen de bir kızım, torunumsun.

— Yaa ninem, zavallı annem halen çekiyor. Geçen gün konuştum, artık dayanacak gücüm, kalmadı dedi. Ben sırf o ortamdan kurtulmak için buralardayım. Çok hata ettim, az daha tuzaklarına düşecektim. Tam olta­ya takıl­mıştım ki, Sündüs'le karşılaştım. İçimdeki ba­ba özlemi, hayal ettiğim baba özlemiyle yanıp tutuşu­yor. Ne yapalım Allah'ın yazısı.

— Hayır Figen, kulun iradesi de var. İrademiz ser­best­tir, azmetmek lazımdır. Allah (c.c.) iki yol gösterip iradeyi serbest bırakmıştır.

— Evet, doğru, bundan böyle irademi kontrol altın­da tutmaya çalışacağım Allah'ın izniyle.

— Evet Figen, batının pis uşaklarının oyunlarını görüp batılı şeytanların oyununa gelmeyelim. Bizi uyutuyorlar, bu güzel ülkemizde öz be öz dinimizi yaşayamıyoruz. Ufak bir olay anlatayım: Kafir bir adam, yeni dünyaya gelen oğluna kafirce bir isim koymak için nüfusa gider. İstediği ismi koymazlar, dini yok yaz­dırmak ister yine yazmazlar, hemen orda Mehmet veya Ahmet yazarlar. Dini, “İslâm” yazarlar. Adam düşünür; madem İslâm oldu dini, o halde dinine göre yaşasın diye karar verilir. Bu defa rejim yine, olmaz yasaktır, der ve bırakmaz. Ve adamın oğlu ölür, adam bahçede bir çukur açıp: “göm­mek ister, yine rejimin bekçilerini karşısında bu­lur. Ol­maz, camiye getir, namazını kılıp, mezarlığa defnede­ceksin.” derler. Adam şaşırır, söylenir, dini İslâm yazdırdılar dini yaşatmadılar; öldü yaşadığı gibi gömeyim dedim, hayır yine olmaz dediler. Bu ülkede yalnızca doğarken ve ölürken müslüman olunuyor, yaşamaksa yasak.

Bu arada Melek hanım içeriye girdi, rengi biraz kaç­mıştı, Sündüs'e hitaben:

— Kızım, biraz önce telefon geldi. Adapazarı'ndan ara­dılar. Hani şu Mediha vardı ya, bizim memleket­ten, hatır­ladın mı?

— Evet, şu postahanede çalışan değil mi?

— Evet, o. Şeyy, üzüleceksin ama, ne yapalım tak­dir, ani bir kan zehirlenmesi sonucu hayatını kay­betmiş.

— Muhakkak biz Allah'a aidiz ve O'na dönücüleriz. Su­zan meraklandı:

— Kim bu Mediha?

— Bizim memleketten, Adapazarın’da postahanede çalışıyordu. Bir yıllık memurdu, kendisine tebliğ etti­ğimde, emekli olunca hacca gidip, her şeye tevbe edece­ğini söylü­yordu. Mesai saatlerine denk geldiği için yarı buçuk kıldığı namazı da bırakmıştı, yazık.

Hatice nine:

— Hay Allah, ömrü o kadarmış. Bir kere erkekler gibi pantolon giymişti. Kızım etme, bu çok günahtır de­dim, “Nine böyle rahat ediyorum” demişti.

Suzan:

— Pantolon yasak mı?

— Önderimiz, “erkek kılığına giren kadına ve kadın kı­lığına giren erkeğe Allah lanet etsin” buyurmuştur.

— O, söylemişse öyledir ve doğrudur.

— Allah'ım hamd olsun, imanın gereğidir bu söz. Mü­min, bilmediği bir konu ile karşılaştığında, “Allah ve Rasulü ne demişse öyledir,” demesi lazımdır.


Ve Yine Hidayet

Ahmet, banka oturmuş Yeliz'i düşünüyordu. Bir za­manlar vardı, şimdi yok. Şimdi ne yapıyordur acaba? Ge­çenlerde arkadaşı, “Orada serbestiyet yok, yani buradaki gibi, isteyen İstanbul'da, isteyen Konya’da yaşayama­yacak, daha açıkçası, isteyen cehennem’de, isteyen cen­nette yaşayama­yacak” demişti. Herkes bu dünyada ekti­ğini biçecekmiş. Birden kendi kendine irkildi. Yeliz şimdi ne biçiyordur? Bi­raları mı? Ya sen Ahmet, aniden ölsen ne biçeceksin? Ne ektin ki, ne biçeceksin? Ya ölüm, hiç beklemediğin bir an da gelirse? Ne yapayım ben? Çaresizim, Yeliz, nerdesin? O arada ezan okunma­ya başlamıştı. Düşündü, kalkıp gideyim namaz kıla­yım. Ama bilmiyorum ki? Ben müslüman mı­yım? Ee namaz kılmayı dahi bilmiyorum. Nefsi ile bocalayıp du­rurken ikindi namazını kılanlar, camiden çıkmaya baş­lamışlardı. Camiden çıkan hafif sakallı bir genç, tam Ah­met'in yanından geçerken, Ahmet birden seslen­di, nasıl seslendiğine kendisi dahi hayret ediyordu:

— Afedersiniz, bana yardım eder misinz?

— Elimden gelirse memnuniyetle, ne gibi?

— Ruhum sıkılıyor, bunalıma girdim, siz ne kadar ra­hat görünüyorsunuz? Namaz kılmak istiyorum, ama yapa­mıyorum.

— Seni sıkan şeyi gayet iyi anladım. Ruhun hasta, ilaca ihtiyacın var.

— Nasıl bir ilaç, nereden temin edebilirim?

  Ruhun gıdası ve ilacı ibadetlerdir. Ruhun gıdası müzik değil, müzik ruhun belasıdır. Allah'a karşı vazi­felerini bilip, haddini aşmayarak kulluğunu bildin mi bu hastalıktan kurtulursun.

— Evet anlıyorum.

— Bizim kitabımız Kur'an-ı Mübin'de, son peygam­ber olan Hz. Muhammed (s.a.v.)'den önceki pegamberlerin kavimleri haddi aştıkları için Allah (c.c.)’nin onları helak etti­ğini bildirilmiştir. Meselâ Lût (a.s.)'ın kavmi, şehvetine çok düşkündü, günleri hep pislik içinde geçi­yordu. Lût (a.s.) ve inananlar hariç Allah (c.c.) hepsini yok etti. Musa (a.s.)'ın kavmi, Firavn rablık taslayıp kendi kaleminden kanun yapmaya kalktığı için Allah (c.c.) Musa ve inananlar yani, Allah­'ın kanun koyuculuğuna evet diyenler hariç, hepsini denizde boğdu.

Hûd (a.s.) ve Salih (a.s.)’lerin bunların kavimleride hakeza, böyle olduğundan velhasıl haddimizi bilmeliyiz.

— Ben inanıyorum. İnanmamak için keriz, kör ve akılsız olmak lazım. Ama bilgisizim.

— Evvela, imanı öğrenecek ve imanın gereği olan tağutları “La” diyerek inkâr edecek, reddedecek, sonra farz-ı ayn olan ilimleri öğrenecek ve amellere sıkı sıkıya bağlana­caksın.

— Tağut'u reddetmeden iman etmiş olmuyor mu­yuz?

  Evet, diğer bir ifadeyle, tağut reddedilmeden İs­lâm'a girilmiyor, Müslüman olunmuyor. Tağut; Allah'dan ve Rasulü’nden başka hükmüyle hükmettikleri kimsedir. Bir manası da tuğyan edendir ki, İslâm'ın dı­şındaki bütün sis­temler tağutî'dir.

— Yani, Allah’ın kanunlarına rağmen kanun icat edenler, tağut mudurlar? İsmi Ali, Ömer dahi olsa, fark etmez mi?

— Evet fark etmez. Allah'ın kanunu olan Kur'an'a rağ­men, kim ki kendi yanından, kendi kaleminden kanun yapıp yürürlüğe koyarsa ve de meşru görürse “tağut” ko­numunda olur.

— Peki, tağut'u nasıl reddeceğiz?

— Biz zaten “La” derken Allah'tan başka kanun ko­yu­cuları tanımıyoruz, diyoruz. Kim olursa, adı ne olursa, olsun, iman edenler, tağutları tanımamaları lazım ve kanun koy­malarına bil fiil yardım etmemeleri lazım. Zaten demokratik ülkeler ve sistemleri tağutî hüküm ta­şırlar.

— Anlıyorum, demokratik ülkelerde, seçim hür ira­deyle yapılmakta olup, manası da “oyumu sana verdim, koltuğa otur, beni yönetmek için kanun yap” demek oluyor öyleyse.

— Evet, ama bir şartla, Atatürk ilke ve inkılapları­na uyacağına yemin ederek, o koltuğa oturabilirsin. Yok, laikliğe uymayacaksan, Atatürk ilke ve inkılâp­larına uyma­yacak ve korumayacaksan burada işin yok.

— Sahi, Amerika ve benzeri ülkelerde  politik göreve İncil’e yemin ederek başlıyorlar, bizimkiler namus ve şereflerine ye­min ederek başlıyorlar. İnanç yokki, yeminden sonra, soyan soyana.

— Allah’tan başka şeye yemin etmeyi, dinimiz ka­bul etmiyor, şirk'tir. Üstelik, Peygamber efedimize ge­len, bir grup müşrik heyeti, efendimiz hazretlerine bir yığın teklifle geldiler ve şöyle dediler: Tevhid'den vaz geç, taviz ver, sana en güzel kızımızı verelim, “olmaz” ce­vabını aldılar. Yaptıkları tekliflerin arasında, seni başı­mıza KRAL yapalım da dedik­leri oldu, diğer bir ifadey­le, bizim ilke ve inkılâplarımıza uy, seni başımızda en yüksek koltuğa oturtalım. Efendimiz, önce kral olup sonra onları başeğdirmeyi denemek yerine, bütün tekliflere hayır diyerek bize şu mesajı vermiş oluyordu: “Ey ümmetim, İslâm dini tavizle gelmez, taviz kabul etmez.”

— Evet, çok iyi anlıyorum, sahi isminiz?

— Mus’ab, doktorum. Ya sizin ki?

— Sahi mi? Belli. Benim ismim de Ahmet.

— Çok memnun oldum, bu akşam misafirim olur mu­sunuz?

  Memnun olurum. Bugün benim hayatımın dö­nüm noktası, yani hayatta birinci günüm.

— Ya işte böyle Ahmet kardeşim. Allah (c.c.), anaya­sa olarak Kur'ân-ı vaz ettiği için, anayasada her türlü iş için, yani zina için, hırsız için, katil için vs. olan bü­tün hükümle­rini bildirmiştir. Her türlü iş dedim de, ge­çenlerde bir hoca efendinin sohbetine gitmiştim, o an­latmıştı: Cumhuriyetin ilk dönemlerinde, kurulan lâik devletin mahkemelerine alı­şık olmayan halkımızdan birinin karısıyla anlaşmazlığı olu­yor. Lâik devletin mahkemelerine düşüyorlar, hakim iki tarafı da dinle­dikten sonra adama: “Senin karıyı boşadım” diyor. Bu tür mahkemeye alışık olmayan adam, inancına göre hüküm görmüyor, kadı yok, meselenin halli Kur'ân'a göre olmayınca, adam sinirlenip hakime: “Sen de kim­sin, ben de senin karıyı boşadım” diyor.

Gülüştüler, Ahmet:

— Kadın dedin de, İslâm'a göre kadın-erkek ilişkileri. Mesela, flört meselesi.

— Kardeşim, ortalık zina kaynıyor. Bunun başlıca se­beplerinden bir tanesi de, tahrikin bolca olması. Ka­dınlar kadar erkeklerin de bu suçta payları var. Fakat, bunda kadınların tahripkâr giyimleri büyük rol oynamakta. Rasulullah (s.a.v.)'e gelen bir genç “bana izin ver zina yapayım” diyor; Efendimiz soruyor: “Anana yapılsın is­ter misin?” Genç: “Hayır” diyor, “Bacına yapılsın ister misin?” “Hayır.” Derken genç, zinadan vazgeçiyor. Şim­di bizler, kendi kız kardeşi­mizle yapılmasını istemedi­ğimiz şeyi, başkalarının kız kar­deşlerine yapmamalı­yız. Düşünelim, flört ettiğimiz kızın abisi de bizim bacı­mızla flört etse kabul eder miyiz?

Ahmet, kendisinin kızlara yaptığını kardeşi için dü­şündü, vicdanı rahatsız oldu. Mus’ab devamla:

— Biz zaten kadın kız peşinde ömür çürütelim diye ya­ratılmadık. Allah (c.c.) Tin süresinde “bizi üstün ya­rattığını, fakat yaptığımız pislikler sebebiyle, aşağıla­rın aşağısı kıldı­ğını” buyuruyor.

— Ya çıktığım kızla evleneceksem?

— Ahmet, biz müslümanız değil mi?

— Evet, hamd olsun.

  O halde müslüman ne demek? “Müslüman” Al­lah'a, yani Allah'ın vaz ettiği anayasaya, kanunlara teslim olan demektir. Biz Allah'a teslim olduk mu? Olduysak, bizi bağ­layan Allah'ın emr ve yasakları yani kanunlarıdır. Allah (c.c.) kadına ve erkeğe aile düzeni içinde, kuralları koymuş, kanunlar belirtmiştir. Mü­min bir kadın, mümin bir erkekle evlendiğinde, her iki­si de Allah'ın kanunlarına teslim ol­duklarından evle­rinde problem çıkmaz. Fiziki güzellik için de, zaten ba­kıp da alıyorsun, görmek hadisi şeriflerde buy­rulmuştur.

— Anlıyorum.

— Çıktığın insan, heva ve hevesi noktasında hare­ket ettiğinden, Allah'a teslimiyet söz konusu olmadı­ğından mutlaka problem çıkar. Ve çıkıyor da, nitekim inancı ile yaşantısı arasında tezatlar dolu olan ül­kemizde bo­şanma davaları gün geçtikçe artmaktadır. Hem de, sudan sebeplerle.

  Ben, İslâm'dan çok uzak yaşamış bir insanım. Bir­den herşeyi bırakmak zor olacak, ama yavaş yavaş döne­ceğim. Ölüm, beni korkutuyor.

— Ahmet kerdeşim, açık konuşmak gerekirse, bu­nun yavaş yavaşı yoktur. Sahabi, müthiş derecede içki­ye ve şaraba düşkündü. İçki yasak, emri gelince kimisi elinde bardak yudumlamak üzereyken, kimisi içmiş, ki­misi dolduruyordu, velhasıl yasağı duyar duymaz elin­de olan elindekini bıraktı. İçmiş olan, parmağını sokup kustu. Medine sokakları şa­raptan bir göl haline gelmiş­ti. Niçin? Hakka teslim oldukları için. Teslimiyet konu­sunu çok iyi kavramak gerekir. Ma­dem dönüş yapacak­sın, niyetlisin ki, kurtulmak için başka çıkar yol yok­tur. Bütün alternatifleri getirseler yine fayda­sızdır. Ya­pacağın şey, bildiğin günahları derhal bırakmak, bilme­diklerini öğrenmek. Yavaş yavaş dönüş yapayım der­ken ölüm gelirse “Allah'a yavaş yavaş dönüş yapacak­tım” mı diyeceksin?

— Aslında İslâm dini gerçekten çok güzel: Herkesi kardeş bilmek barış içinde olmak, herkese iyi niyetli dav­ranmak, ormanlara kıymamak ne bileyim, tu­ristlere misa­firperverlik göstermek…

— Tam bir diyanet adamı gibi konuştun. Herkesi kar­deş bilmek yok. Allah (c.c.) buyuruyor ki: “Sadece inanan­lar kardeştir” Bu sebeple akidesi düzgün olanlar kardeştir, yok­sa hem Al­lah'a inandığını söyleyip hem de sonu İZM'le biten beşeri ideolojileri savunup meşru görenler bizim kardeşimiz de­ğildir. Barış dedin de, sol yanağına vur­ulduğunda, sağ yanağın çevirmen Hıristiyan mantığıdır, müslüman savaşmasını bilmelidir. Peygamberimiz, “Cennet, kılıçların gölgesi altın­dadır” buyurarak savaş­manın gerekliliğine dikkat çekmiş­tir.

— Okumam lâzım, kitap ihtiyacım çok. Anlaşıldığına göre, hep yanlış şeyler doldurmuşlar kafamıza. Bant gi­bi silip İslâm'ın özünü doldurmak gerek.

— Tabii ya, İslâm'ın özü zaten siyaset; yani zaten si­yaset İslâm olduğu halde diyanet başkanı imamları siyasetden uzak tutmaya çalışıyor ve salla başını, al maaşını gibi bir mantıkla hareket ederek insanımıza İslâm'ın özünü anlat­mıyorlar, eee, işin ucunda, koltuk meselesi var. Sahi kitap dedin de, bizim kitaplığımız­dan yararlanabilirsin.

— Benim bir dedem var. Yaşlı, cumhuriyet döne­minde askermiş. O, başımızın diyanete bağlı olduğunu, ve devletin işine karışılmayacağım söylüyor. O dönem­leri yaşamış ol­duğu halde, bunu nasıl izah edeceksin? Şayet halifelik iyi olmuş olsa idi, yaşamış biri olarak öyle konuşur muydu?

— Okumak lazım, dedene değil, gerçeklere bakmak lazım. Soruna gelince, bu fıkra sanırım sorunun cevabını verir. Ho­roz, devamlı tavuklara horozluk taslar kabarırmış. Cesaretli olduğunu gösterir, bununla övünürmüş. Bir gün gökyü­zünde akbaba görünce, tavuklardan önce kaçıp kümese girmiş. Tavuklar sormuşlar: “Hani horoz bey, ne oldu, korkmuyordun? Bizden önce kümese gir­din?” Horoz cevap vermiş: “Aman hiç sormayın, onlar bizi cücükken korkut­muşlardı.” Yani civcivken korkut­muşlardı demek istemiş.

Çok güzel bir cevap, anladım.

— Şunu unutmamak gerekir ki Allah, korku ve sevgi konusunda, kendisinden ziyade olarak başkalarından korkmayı ve başkalarını sevmeyi af­fetmez. Allah'tan korkmak gerekir, başkalarından de­ğil. Zira çıka­cağımız O'nun mahkemesidir. Kimsenin kimseye faydası olmayacak o gün.


Mevlüt Okuyan Hoca

Öte yanda Suzan'ların evinde müthiş bir koşuştur­ma. Etekler dizden yukarı, bacaklar açık, başlarda kü­çücük bir örtü, yüzlerde bir ton boya, dedikodu almış başını gidiyor.

Işıl hanım, Zerrin hanımın kulağına:

— Biliyor musun, Suzan dönüş yapmış?

— Nereye?

— İslâm'a dönüş yapmış. Zavallının kafasını kim yıka­mışsa, çok kötü yıkamış. Geçen gördüm, babaanne­mi hatırladım, haaa, haaa, haa.

— Sus, şimdi duyacaklar.

Biraz sonra sıfır tıraşıyla, başında kocaman bir ku­tu, boynunda medeniyet göstergesi (!) kravat, hoca efendi geldi. Salonun baş köşesine oturttular. Suzan odasından çık­madan Mücahide'yi arayıp son bir kez cesaret aldı. Dış örtüsünü giydi, bu arada annesi odanın kapı­sını tıklatıp artık çıkmasını söyledi. Suzan, içeriye gir­diğinde odadakiler de göz kaş işareti ve alaylı gülmeler ayyuka çıkıyordu. Hoca var gücünü sesine vermiş, mevlüt okuyordu. Suzan, içinden “Allah'ım İslâm dinini bize nasıl da yanlış tanıttılar. Dinden olmayanları, dindenmiş gibi göstererek, nasıl da kandırdı­lar. Ya biz, ya biz, biz ismi Aişe, Fatıma, Hatice, Hasan, Ali olanlar nasıl­ da kandık, niçin aklımızı kullanıp da, SEN'in vaz etti­ğin anayasayı bilemedik? Şu kadınların haline bak, Hıristiyan, Yahudi kadınlarından farkları ne? Bari insaf edip de, müslümanım demesinler, dürüst olurlar hiç ol­mazsa” diye söylendi.

Mevlütten sonra, hoca efendiye:

— Hoca efendi, kaç yıldır mahallemizde hocalık ya­pı­yorsunuz?

— Sekiz, dokuz yıl oldu.

— Peki, bu zaman süreci içerisinde, büyükbabamı kaç kez camide gördünüz?

— Şeyy, rahmetli büyükbabanız camiye pek gel­mezdi.

Işıl hanım:

— Çok kalbi temiz birisiydi. Suzan:

— Kalbini açıp baktınız mı? Hocaya dönerek:

— Hoca efendi, ben İslâm'a yeni girmiş biri olarak bir kaç soru sorabilir miyim?

Hoca gururlanarak:

— Tabii, buyurun, sizi dinliyorum.

Suzan'ın annesi, dayanamayarak:

— Ne demek Suzan, biz, eskiden beri İslâm'dayız. Yeni girdim ne demek?

— Sahi mi? İşte bunu bilmiyordum. Öyle İslâm'da­yız ki, İslâm'ın emirlerini bu zamanda geçerli saymı­yorsunuz. Evet, hoca efendi, bu günkü okuduğunuz mevlüt'ün Kur'an'daki yerini söyler misiniz?

— Kur'an'da yazılı değildir.

— O zaman, sünnetteki yerini söyleyin.

— Sünnet'te de yok, çünkü Süleyman Çelebi yaz­mıştır.

— O zaman geriye baş vuracağımız iki kaynak kalı­yor, İcma ve Kıyas . Peki bu iki kaynakda var mı?

— Söyledim ya.

— Peki, İslâm'ın bu dört kaynağında olmayan bir şeyin okunmasının hükmü nedir? Ve ne kadar sevabı vardır?

— Mevlütün günahı olmadığı gibi, sevabı da yok­tur.

— Peki âlâ, şimdi siz bunu ölülerimize bağışlaya­caksı­nız. Sevabı olmadığına göre, neyi bağışlayacaksı­nız?

— Hoca efendi, İslâm'ın, toplumu ilgi­len­diren, yani daha açık bir ifadeyle devlet yönünden bir şey sormak istiyorum. “La” ne demek açıklar mısı­nız?

— Şeyy, kızım, biliyorsundur, geçenlerde de diyanet başkanımız Nuri Yılmaz, Erdal beyi ziyaret ederek, biz­leri, yani hocaları siyasetten uzak tutmaya çalıştıkları­nı söyle­mişti; hem şimdi şahsi ibadetler varken vede bunlar toplu­mumuza yerleşmemişken, İslâm'ın siyasi yönünü an­latmaya ne ge­rek var? İnsan her şeyde iyi niyetli ol­malı, insanlara karşı kötü düşünmeyen, vatanı, milleti korumak için can veren.

— Hoca efendi, toprak için can verenin Allah katın­da konumu nedir?

— Ben, dediğim gibi, İslâm'a yeni dönüş yapan ve bu kadar kısa zamanda dahi, İslâm'ın gereklerinin ye­rine geti­rilmesi için mutlaka ve mutlaka bir devletinin olma­sı zorunlulu­ğu kavradım da, siz bunca yıllık hocasınız, daha iyi niyetten bahsediyorsunuz. Şunu unuttunuz, or­man sevgisi, ağaç sevgisi, yeşilay haftası, Atatürk haftası. Şahsi ibadetler dururken di­yorsunuz, peki sorarım size, insanın akidesi bozuk ol­duktan sonra, sabaha kadar namaz kılmasının, akşa­ma kadar oruç tutmasının ne anlamı var?

— Sizin şahsınızda, vicdan sahibi bütün hoca efen­di­lere seslenmek istiyorum, insanlar birbirlerini haksız yere öldürürken, ağaç sevgisini, ormanı korumayı an­latmanın, İslâm'a ne yararı var? İnsanlara ALLAH'U EKBER'İ anlat­madan, namaz kılın demenin, “LA” der­ken bütün put ve tağut konumunda olan herşeyi, istis­nasız herşeyi reddet­mek olduğunu anlatmadan son­ra, oruç tutun demenin ve de böyle bir kişinin oruç tut­masının ne manası, ne de­ğeri var?

— Kızım, sen aşın dincilerin eline mi düştün?

— Hoca efendi, siz aşırı dinsiz misiniz?

— Şeeey, radikallerin demek istemiştim.

— Radikal ne demek?

— Şeeeyy, devletimizi bölmeye çalışan, aşırıya gi­den­lere diyorlar, her halde.

— Yani, Allah'ın namazı, orucu, zekatı iyi ve normal­de; hukukla, yani zina edeni cezalandırmakla, mirası bölmekle ilgili ayeti kerimeleri fazlalık mı? Ya da sizin deyiminiz ile aşırılık mı? Biz Allah'ın Rahman ismine iman ettiğimiz gibi, Hakim (Mutlak hakim) ismine iman etmiyor muyuz?

Bazı kökten dinsizler utanmadan müslüman mille­tin önüne çıkıp, müslümanları “Kökten dinci” diye it­ham edi­yor. Siz de bunların kontrolü altında hareket ediyorsunuz. Tabii, akabinde memursunuz, sonra memuriyetinize zeval gelir. Fakat Allah'ın divanında zeval gelmesi hiç bir şeye benzemez. Biliyorsunuzdur, Allah (c.c.) ayeti kerimesinde buyuruyor ki: “Onların namazı­nı kılma, mezarı başında da durma.” Benim dedem, namaz kılmadığı gibi laik bir in­sandı. Ve yine bildiğiniz gibi, müslüman sayılabilmek için, sadece müslüman ol­mak gerekli, hem lâik hem müslüman olunmuyor. Hal böyleyken siz, onun cenaze namazını kıldı­rıp kırk Kur'an'ını okuyorsunuz, Işıl hanım araya girerek:

— Aaa, bu kadarı da fazla, ben de lâik bir insanım, se­nin dediğine göre, benim de namazım kılınmasın mı? Hem hoca efendiyi zor durumda bırakıyorsun senin beynini kim yıkadı böyle?

Annesi:

— Kızım, sabrımı zorluyorsun, lütfen, fazla ileri gi­diyor­sun. Ben, hevestir geçer diye sesimi çıkarmadım, ama bu kadarı da fazla. Deden lâiktî ama kalbi çok temizdi.

— Işıl teyze, bir kere ben bana göre konuşmadım. Al­lah (c.c.) öyle buyuruyor. Bakın size, geçen gün bir hoca efendinin sohbetinden duyduklarımı aynen akta­rayım, zaman anlarsınız. Bu hoca, İslâm'ı bütün ola­rak anlattığı için, dini devlete karıştırıyorsun diye, günleri mahkemede geçiyormuş. Bir keresinde de: “İç­kiyi içenlere, satanlara, hamallık yapanlara, fabrika­sında çalışanlara, izin verenlere, yani zerre kadar eme­ği geçen herkese Allah lanet etsin.” mealindeki hadisi şerifi açıkladığı için, ifadesini almak üzere mahkemeye çağırmışlar. Sorgulamadan sonra, savcı sor­muş, bu so­ruyu özel merakı için soruyormuş: “Hoca efendi lâiklik dinsizlik midir?” Hoca cevap verecekken savcının iç­mek için söylediği çaylar gelmiş. Şekerler çayların ke­na­rında duruyormuş. Hoca: “Savcı bey, lâiklik din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Dinin devlete karışmama­sıdır. Şimdi siz, şekeri çayın içine katmasanız, o çayın sta­tüsü ne olur?” Savcı: “Şekersiz çay olur” demiş. Hoca: “Peki çorbaya tuz katmasanız ne olur?” Savcı: “Tuzsuz çorba olur” demiş. Hoca bu zemini hazır­ladıktan sonra: “Peki, dini bir kenara koyup, devleti de bir kenara koyup dini devlete katmasanız ne olur?” Savcı kendi ağzıyla: “Din­siz devlet olur, adamlar yıllar­dır bizi kandırmışlar.” demiş.

Din ile devletin ayrılmasıdır lâiklik, ikisi de birbiri­ne ka­rışmayacak, kaldı ki, devlet istediği zaman, dine müdahele edip istediği zamanda yararlanıyor, kurban derilerini, ze­katlarını topluyor. Yani çifte standart.

Hoca araya girerek:

— Artık duaya geçelim. Kızımız haklı, fakat biz memu­ruz, bize ne derlerse onu yapıyoruz. Emir kulu­yuz.

— Kimin emrinin kulusunuz?

— Suzan yeter artık.

— Kızımız haklı, biz maneviyatta bir çok şey kaybe­de­rek bunu yapıyoruz. Annesi düşündü, hoca kızı için haklı diyordu. Ben de laik olduğuma göre demek ki be­nim de namazım kılınmaz. Off be, kafam karma karışık oldu. En iyisi çaktırmayayım, şimdi dedikodular başlar.


Ölüm Çiçekleri

Selma,Orhan'la mutlu bir evlilik sürdürüyordu. Eee ne de olsa ikisi de kafa dengi idi. Kızları Vildan da iki yaşına gel­miş, mut­luluklarına mutluluk katıyordu. Hazırlanıp yola koyuldular, kardeşinin düğünü için bir kaç gün ön­ceden gidiyorlardı köye. Köye vardıklarında akşam ol­mak üzere idi. Fahriye hanım ahırdan dönüyordu.

— Selâm, merhaba anne.

— Hoşgeldiniz, içeri buyurun.

— Nasılsın ânne, hazırlıklar tamam mı?

— Hele bir içeri geçin, sonra konuşuruz.

Akşam yemeğinden sonra, Orhan annesigile gitmiş, Selmalar da düğün üzerine konuşuyorlardı. Selma sordu:

— Anne, hangi gazinoyu tuttunuz?

— Bilmiyorum.

— Davetiyeler dağıtıldı mı?

— Bilmem.

— Hasan, evini düzmüş mü? Döşemesi tamam mı?

— Görmedim.

— Ama anneciğim, böyle olur mu? Sen nasıl ana­sın? İki gün sonra oğlunun düğünü olacak. Hiç bir şey­den ha­berin yok. Yüreğin nasıl dayanıyor?

— Kızım, yaramı deşme. Oğlan siz anlamazsınız di­yerek bizi, hiç bir şeye karıştırmıyor. Kendi zamana uysun di­ye, ga­vurca yapacakmış. Ben ne yapayım?

— Gelinimizi gördüm. Çok hoş, çok medeni bir in­san.

— Ne demezsin. Bizi de illa görmek istemiş de, Ha­san getirdi. Sırtına geçirmiş pantolon, her tarafı belli. Bir de demezmi ki, Hasan'dan önce çıktığım çocukta aradığımı bulamadım. Bir de onlar için, artık kız olmak o kadar önemli değilmiş. Yani onlar için, namussuzluk, yapıp o.........olmak fark etmezmiş, önemli değilmiş.

— Anne şu eski düşüncelerinden bir kurtulamadın. Ev de şu Sevim varken…

Sevim:

  Eski dediğin ne? Allah'ın kuralları, kanunları mı?

— Öyle demek istemedim. Ben de Allah'a inanıyo­rum.

— Ya ne demek istedin?

— Şeyy...

      Neyy?

      Fahriye hanım:

— Hiç bir işine karışmam, zaten düğününe de katıl­mayacağım.

— Nee, ciddi olamazsın?

— Çok ciddiyim. O gavurca yaparsa, ben de katıl­mam. Kendisi bilir, benim için Allah'ın rızası ondan önem­lidir. Senin de gitmeni istemem.

— Saçmalama, Sevim'di, bir de sen çıktın başımıza.

Ömründe bir defa evleniyor, ne var bunda? Zaten, Se­vim bu gidişle evde kalacak.

— Sen merak etme, Sevim'i Mus’ab isminde bir dok­tor istiyor. Şu an düşünmekteyiz, sana da teşekkürler, doğrusu beklemiyordum.

— Afedersin. Şeyy, ne duruyorsunuz versenize Se­vimi  ama dur, Sevim'in kapalı olduğunu biliyor mu? Eski kafalardan dem vurduğunu biliyor mu?

Fahriye hanım, içinden bir “La havle” çekerek de­vam etti:

— Eski değil, bilakis, geldiklerinde böyle medeni dü­şünen kız kardeşlerimizin sayısı gün geçtikçe artı­yor, el­hamdülillah dedi.

Selma hayret etmişti, doktor ve Sevim.

Hasan'ın düğünü olmuştu. Fahriye hanım ve Müca­hide kızı, hiç bir kınayıcının kınamasına aldırmadan inançlarına zıt olan bu düğün cemiyetine gitmediler. Bunu duyan Mus’ab, bu işin bir an önce olması için te­lefon açmış, cu­martesi gününü yüzük takma günü ola­rak kararlaştırmış­lardı. Buna en çok da Hatice nine se­vinmişti. Gelin kızı çok merak ediyordu. Yola dayana­mazsın ikazlarına rağmen, erkenden kalkıp hazırlandı. Nişana Figen ile Suzan da da­vet edildiler.

Öğle üzeri köye varmışlardı, Sevim çok heyecanlıy­dı. Bu mutlu güne sevinenlerden birisi de Elif’ti. Abisi­nin arka­daşı olan Mus’ab ihlaslı bir müslümandı. Se­vim açısından çok seviniyordu.

Sevim duayı dilinden hiç düşürmüyor, şöyle diyordu: “Allah'ım! Muhakkaki sen hiç bir ameli karşılıksız bı­rakmaz­sın. Senden hep inancıma uygun bir izdivaç is­tedim, nasip ettin. Bunu, hiç taviz vermeden başarmak nasip eyle. Çünkü bu düğün ömürde bir defa olduğu için bu imti­hanı başarıyla vermek nasip et Allah'ım. Ömürde bir defa deyip gavurlaşanlardan eyleme.” Bize yardımını lütfet, tevhidi anlamak, yaşamak ve ya­şatmak bizlere nasip et. Bizleri, hakkı hak bilip, hakka ya­pışan, batılı batıl bilip ondan uzaklaşan kul­larından eyle. Ve şimdi, Allah'ım şimdi Sen'den ŞEHADET istiyorum. Müs­takbel eşim ve kendim için ve de bütün isteyenler için, ŞEHÂDET istiyorum.

Yarabbi iman ettim, delilim ise işte kanlı gömleğim di­yebilmek için ŞEHÂDET, YARABBİ ŞEHÂDET isti­yorum.” (Amin)

Sündüs, Sevim'den çok hoşlanmıştı. Sevim giydiği sade kıyafet üzerine, beyaz bir başörtü takmıştı. Tekbir­lerle salona götürülürken titrediğini hissetti. Ya­naklarından şü­kür göz yaşlan dökülüyordu. Sündüs'ün okuduğu aşrı şeri­fin ardından Mücahide sohbetine başladı:

Esselâmü aleyküm değerli müslümanlar,

Muhterem müslümanlar, böyle bir gecede cem ol­ma­mıza vesile olanlardan Allah (c.c.) razı olsun. Anne­ler, ab­lalar, bacılar sözü fazla uzatmayacağım, söyleye­ceklerime lütfen iyi kulak verin. Biz müslümanlar kalu bela'da Allah'ın Rabb'lığına “Bela” yani evet diyerek emaneti yüklenmiş bulunuyoruz. Allah (c.c.) Kur'an-ı Mübin'de “İnsanlar ve cinleri bana kulluk etsinler diye yarattım” buyurarak, niçin yaratıldığımızı beyan bu­yurmuştur. Tabii ki, bizler de kulluk denilince sadece namaz, oruç, hacı zekatı anlamamalıyız. İbadeti tek cümleyle açıklayacak olursak, hayatta bütün işlerini ve bütün hareketlerini Allah'ın emir ve yasaklarına uya­rak ayarlaman ve yaşamandır; ibadet. Bu can, bu Kur'an bize emanet verilmiştir. Peki bacılar, bize ne oldu ki, emaneti korumuyor, Allah'a verdiğimiz sözü ye­rine getirmi­yor, batıla dalanlarla biz de dalıyoruz?..

Ülkemizin haline bakın, batılı şeytanların yerli uşakları ne hale soktular, öyle bir hale geldik ki ne na­maz kılıyor, niçin kıldığımızı biliyoruz, ne “LA İLAHE İLLALLAH” diyor, ne dediğimizi idrak ediyoruz, ne Allah'u ekber diyor, neye en büyük dediğimizin farkına varıyoruz. Namazda ellerimizi kaldırdığımızda, gerilere neyi ittiğimizin, neyi istemiyoruz dediğimizin farkına varıyoruz. Şayet farkına varsaydık, böyle yarım dinli bir şekilde yaşamazdık. Attığımız her adımın hasabını Al­lah'a vereceğimizin tasasını çekmiyor, her hangi bir işe niyetlendiğimizde acaba bu işimden Allah'ım razı mı? diye düşünmeden hareket ediyor, yarın Mahkeme-i Küb­ra'da mahcup olmayı hesabımıza katmıyoruz.

Pakistanlı alim Muhammed İkbal, öleceğini anladı­ğında ağlayıp şöyle dua etti: “Allah'ım beni, Muham­med (s.a.v.)'in yanında hesaba çekme ki benim yüzüm­den mahcup olmasın.” Peki bacılar ve kardeşler, biz de eninde ve sonunda bu mahkemeye çıkacağımıza göre, üzerinizde ki yırtık etekle, yüzünüzde ki, boya ile kısa­ca söyleyecek olursak, Allah'ın emirlerine uymayan hal ve hareketlerinizle Allah'a ne hesap vereceğinizi hiç düşündünüz mü?

Bacılar,

Müslüman neye kime denir? Sorusunu açıklayacak olursak; Allah­'ın emir ve yasakları karşısında “Semi'na ve ate'na” diyen­dir. Yani, emirlerini biz duyduk ve hemen itaat ettik. Elle­rimi kaldırdım ve teslim oldum. Bizler namaza durduğu­muzda, Fatiha-i Şerif’in dördüncü aye­ti kerimesinde ne diyoruz bili­yor muyuz? Ama nereden bileceğiz ki, bizi o ka­dar Kur'an'dan, sünnetten ve İs­lam'dan uzaklaştırdılar ki artık İslâm'ın özüne tamamen uzak ve yabancı kalmışız. Böyle olmaz, olmamalı bacılar, kardeşler, okuyalım, oku­malıyız, İslâm'ın özü­nü okuduktan sonra karar verelim kabul et­meye veya etmemeye. Böyle yarıbuçuk din olmaz. Bakın yaratıl­mışların içerisinde Allah (c.c.)'a ilk başkaldıran Şeytan­dır. Ve dolayısıyla ilk LAİK Şeytan’dır. Çünkü Allah'ın kanununa rağmen kendi kafasındaki tasarladığı kanu­na uymuştur. Sonuçta Şeytan Allah'ın dergahından kovul­muştur. Çünkü Allah (c.c.), kendi kanunlarının ya­nında, yarattıklarının kanun yapmasını, kısacası hakimiyyeti mil­lete verenleri hiç bağışlamıyor ve affetmi­yordu. Daha sonra Kabil ile Habil'in davasına bakıyo­ruz. Habil, Allah'a, vaaz ettiği kanunlar, teslim olmuş, kanunlarını Allah'tan alan bir müslüman. Kabil ise, Allah'ın kanuna rağmen kanun yap­maya kalkışan bir LAİK. Dolayısıyla insanoğlundan ilk laik olan da Ka­bil'dir. Çünkü o da Allah'ın vaz ettiği kanunlara teslim olmamış, kendi kafasından çıkardığı saçma kanunu meşru görmüş ve kanunlarının yeryüzünde geçerli ol­ması için kan dökmüş, zorbalık ve canilik yapmıştır. Ve yeryüzün­deki beşeri rejimlerinin ilk kurucusu olmuş­tur. Beşeri rejimlerin temeli böylece kan ile atıl­mış oldu. Bugün bunu ispatlayacak deliller de mevcut­tur ki; bütün beşeri rejimlerin temeli kandır, zorbalık­tır, caniliktir. Çünkü kan, zulüm üzere kurulmuştur. Bugün Amerika bir sürü kızılderili masum insanların canına kıyarak, siyah tenli in­sanların canlarının paha­sına varlığını sürdürüyor. Bugün Türkiye'de “Laik Cumhuriyet’in” yerleşmesi için nice kafalar, kelleler git­miştir. İskilipli Atıf, Şeyh Said, Erzurumlu Ubeydullah hocaefendiler ve isimlerini sayamayacağımız kadar çok olan nice idamlıklar mevcuttur yakın tarihi­mizde. Bütün bunlar da rejimin oturması için işlenen cina­yetler ve haksızlıklardır. Bütün bu zulümleri işleyenler, hizbullah olmayanların, bizbuşşeytan olanların, yap­tıklarının hesabını düşünmeyenler işlemişlerdir.

Fakaaat bize ne oluyor ki, hizbullah olduğumuzu, hizbullah dedim de korkmayın. Bazılarının dediği gibi, hizbullah demek, terör örgütü demek değildir. Hizbul­lah demek, Allah'ın taraftarı, askeri, Allah'tan yana olan de­mektir. Her kim ki, ben Allah'tan yanayım der­se işte o hizbullahtır. Evet, dediğim gibi bize ne oluyor ki, Allah'ın taraftarıyım (Yani hizbullahım) dediğimiz halde, Allah'ın emirlerine teslim olmuyoruz. Hâlâ tağutların, zalimlerin, kafirlerin güdümünde hareket edi­yor, günümüzün insan kafasının mahsulü olan kanun­larına, spor, müzik, makam, mevki, moda gibi putlarına tekme vurmuyor ve Hz. İbrahim gibi putları yerle bir et­miyoruz.

İnanmayanlara hiç bir sözüm yok, bacılar ve kardeş­ler, benim derdim davam sizinle, madem ki inandım di­yorsu­nuz gelin, gaflet uykusundan kurtulmak için sil­kinip asrın Sümeyyeleri, Rumeysaları, Esmaları oldu­ğumuzu göstere­lim. Hadi, durmayın gücünüzün yettiğiyle cihad edin. Dola­yısıyla Muhammed (s.a.v.)in üm­meti, müslüman olduğu­muzu kanıtlayalım. Bizi oyuna getiriyorlar, gelmeye­lim oyuna. Siz zannetmeyin ki, onların modasına, dansına uy­dukça, onlar sizi seviyorlar, hayır onlar uyanmayasınız diye, sizi oyalıyorlar. Aklı­nızı kullanın, Allah (c.c.) Kur'an-ı Mübin'de, Kevser sûresinde mealen buyurmuştur ki: “Biz sana kevseri verdik.” Tefsirlere baktığımızda, bu kevserin ahirette bu­su olduğunu ve Rasulullah (s.a.v.)'in ümmetliğini hak kazanmış olanlar bu Kevser'den içip, bir daha ebedi su­suzluk hissetmeyecekler.

Efendimiz buyuruyor ki: “Bir takım insanlar için, bunlar da benim ashabımdır diyeceğim de, bana, sen bilmezsin, onlar senden sonra neler ettiler neler, deni­lip o kevser'den uzaklaştırılacaklar ve hiç bir zaman susuzlukları geçmeye­cektir.” Peki size soruyorum, han­gi amelle, hangi yüzle oraya varıp, senin ümmetindenim, bana da su, diyeceğiz. Senin ülkende Allah'a, Kur'an'a, Rasûlü’ne, İslam'a hakaret edilirken, sen na­sıl müslümansın ki, kılın kıpırdamıyor? Kendini bilmez KESİN KERİZ'ler büyük bir ukalalıkla salya­sını akıtır­ken, sen müslüman, sen ne yapıyorsun, kendine sor. Hayır, hayır böyle olmaz kendimizi kandırmaya hiç ge­rek yok, buna zamanımız da yok. Bacılar size sesleniyo­rum, hadi, ne duruyorsunuz, cihat edin. Allah'ın ka­nunlarını yer­yüzüne tekrar hakim kılmak için, Allah rı­zası için cihat edin. Cihat edin ki, Türkiye'mizde hâlâ uyuyan erkeklerimiz var. İşin farkında olup uğraşanlar da var ki Allah hepsinden razı olsun. Abilerimize des­tek olmayan, hâlâ kahvehanelerde dolaşan, hâlâ niçin yaratıldığını düşünmeyen, Bosnalı, Fi­listinli bacısının namusu için kılı kıpırdamayanlar utansın.

Unutmayın bacılar, beşik sallayan elleriniz siz is­terseniz dünyayı sallar. Fatih’i doğuran bir anne değil miydi? Zama­nın fatihlerini doğuracak anneler, bacılar bekliyoruz. Kalkın da kendinize gelin hele. Önce nefsi­nize İslam'ı yerleştirin. Zira sonunda hüsrana uğrarsı­nız. Önce cihadın büyüğü olan nefisle cihadı gerçekleştirin. Unutmayın yahudi, hıris­tiyan ve gayri müslimden sizi ayıran tek fark, dışarıdaki örtü­nüzdür. Bu yarı ka­palı şeklinizle sizi bir grup yahudinin içe­risine koysa­lar, sizi nasıl tanıyacağız? Ve düşünün şimdiye kadar Hıristiyan olduğu halde, müslümanın tesettürüne uy­gun giyinen bir Hıristiyan kadın gördünüz mü? Hayır gö­remezsiniz, onlar inançlarıyla taban tabana zıt olan müslüman giysisini giymiyorlar. Peki size ne oluyor ki, on­lara uyup, onların kıyafetlerini giyiyorsunuz? Ölü müsünüz? Düşünce melekelerinizi mi yitirdiniz? Ben inanmıyorum ateistim diyorsanız, size sözüm yok. Be­nim sözüm inanan­lara, Allah'a, Muhammed'e, İslam'a inandığınız halde, nedir bu hayatınız, yaşantınızdaki İslam'sızlık? Yeter bacılar, ken­dinize gelin. Yarın öldü­ğünüzde ne hesap vereceksiniz hiç düşündünüz mü? “Rabbin kim?” sorusunun cevabını hazır­ladınız mı? Zannetmeyin ki, Allah'ın Rablığını, yani kanun koyuculuğunu, terbiye ediciliğini kabul etmez, boyun eğ­mezse­niz, kabirde diliniz çözülür. Öyle zannederseniz, ku­su­ra bakmayın ama akılsızlık etmiş olursunuz. Allah pa­tatesi bile kabuklu yaratmıştır. Soruyorum, senin etinin patates kadar kıymeti yok mu? Senin kabuğun örtündür. Satılık değilsin, kendine gel. Sen şehid dede­lerimin torunu, sen müslüman kadını, sen Hz. Muhammed'in ümmetisin. Şeytan gibi Allah'ın emirlerine başkaldıran değil, Allah'a boyun eğen, emir ve yasakla­rını tutan bir mümine olmalısın, kafirlere benzeyemezsin.

Allah (c.c.) hepimize hidayet nasip etsin, diyor, siz­leri Allah'a emanet ediyorum. Esselamu aleykum.”

Sohbetten sonra herkes yavaş yavaş dağılırken, İs­tan­bul'dan gelenler ve Selma'nın kaynanası Meryem ha­nım oturmuş sohbet ediyorlardı. Hatice nine Sevim'den çok hoşlanmıştı. Alah'ım böyle hayalı, edepli bir gelin nasip ettiğin için sana hamdolsun diyordu. Meryem ha­nımın ise içi burkuluyordu. Bir ara Melek hanım, gelini Sevimle özel konuşmak isteğini belirtti. Hatice nine:

— Melek kızım, çok mahrem değilse burada konu­şun.

— Yoo ana, mahrem değil. Anacığım senin dediğin ol­sun.

Meryem hanım:

— Anneniz mi? Size pek benzemiyor.

— Beyimin annesi, benim de anam. Sevim'e döne­rek:

— Evet Sevim kızım, biz düğünü fazla uzatmayaca­ğız. Yalnız, İstanbul'a yeni geleceğin için, ben bizim mahalleden ev tutmak istiyorum. Gerçi Mus’ab'ın yazı­hanesine biraz uzak, sen ne dersin?

İkincisi evine özel bir şey istiyor musun? Sevim utan­masına rağmen, cevap vermek zorunda olduğundan ba­şını yere eğerek:

— Evet, evime özel çok özel bir şey istiyorum. Herkes merakla Sevim'in yüzüne bakıyordu, acaba ne isteyecekti. Sevim:

— Sizi istiyorum. Başımda annelik yapacak birini isti­yorum. Bildiğim kadarı ile, evde kayınbirader yok­muş.

      Yooo, son oğlum Mus’ab. Büyüğü evli ve evi ayrı.

— O halde, madem ki siz de benim bir annemsiniz,

sizin tecrübelerinizden yararlanma fırsatını bana ver­melisiniz. Kayınbirader den korunmanın güçlüğü için sormuştum. Hem ben, Hatice ninem'den ayrılmam.

Bu cevap Hatice nineyi ağlatmıştı, ellerini açıp hamdettikten sonra şöyle dedi: “Ey gavurlar duyun, siz baş-keselim derken, sakal kesmişsiniz, daha bir gür geldi.” Odadakiler Hatice ninenin ne demek istediğini anlama­mışlardı. Varsın anlamasınlar, Hatice nine ne demek istedi­ğini çok iyi biliyordu.

Suzan da çok etkilenmişti. Kendi babaannesini ha­tır­ladı. Annesi ile babasının konuştuklarını geçirdi ak­lından, annesi:

— Bıktım şu kocakarıdan, görüntüsü bile sinirimi bo­zuyor.

— Ne yapalım hanımcığım, istersen huzur evine gön­de­relim.

— Ya dedikodular?

— Eee, tercihini yap.

Bu konuşmayı duyan babaannem, nasıl da ağlamış ve: “Allah'ım tez elden canımı al” diye dua etmişti. Su­zan far­kında olmadan ağlıyordu.

Bu arada, olan Meryem hanıma olmuştu. Selma’nın kay­nana ile oturmayacağını belirttiğini ve zaten Orhan'ın da kabul etmedi­ğini düşündü. Yüreği yandı. Birden, “Ya çok ya­şarsan, o zaman halin ne olur” diye düşündü. Farkına varmadan:

— Aman Allah korusun, diye söylendi. Hatice nine:

— Ne oldu? Hanım gelin, neyi Allah korusun?

— Hiiç, hiiiç, korkunç bir şey geldi aklıma da...

Sevim'in nişanının üzerinden bir aya yakın bir za­man geçmişti. Son zamanlarda bir durgunluk vardı Mahmut beyin üzerinde. Sevim ile anası buna bir an­lam veremiyor­lardı. Ara ara ortalıktan kayboluyor, odasına girip kapısını da kitliyordu. Yine bir akşam vaktiydi, Mahmut Bey yine odasına girmiş, kapıyı kitlemeyi unutmuştu. Sevim merak edip, kapı aralığından baktı. Aman Allah'ım gözle­rine ina­namadı. Babası na­maz kılıyordu. Koşup annesine müjde verdi. Ana kız sevinçten ne yapacaklarını, nasıl hamd ede­ceklerini bi­lemiyorlardı. Allah (c.c.) çok merha­metliydi. Yeter ki is­te, O, herşeye Kadir'i mutlaktır. Evet Mahmut bey na­maza başlamış, fakat nefsi çok zorladığı için, evdekilere çaktırmıyordu. Ana kız da görmemiş gibi hiç çaktırma­dılar. Namazdan sonra akşam yemeğine geç­tiler. Mah­mut Efendi:

— Traş olsam iyi olur, neyse boşver yarın olurum.

  Herif sende yeni bir huy oldu herhalde? Kaç gün­dür dikkatimi çekti traştan bahsediyorsun, olacak­san ol, ne vurgulayıp duruyorsun.

— Yok be hatun, sen de, hemen nem kapıyorsun. Ak­şam yattılar, sabah kahvaltıda Mahmut bey yi­ne:

— Kalkıp traş olayım, off, neyse akşama olurum. Amaaan be, ben sakal bıraktım, nedir bu nefisten çek­tiğim. Çakmayasınız diye, sanki hep benim sakalıma bakıyormuş­sunuz gibi bir hisse kapılıyordum, onun için traş olayım deyip duruyordum.

Derin bir ohhh çektikten sonra:

— Off be, rahatladım, dedi. Hep birden gülüştüler.

Diğer tarafta, Orhan akşam eve gelirken, hoş­landığı balıktan alıp gelmişti. Her zaman olduğu gibi, karısıyla birlikte balığı hazırlayıp, yediler. Kızla­rıyla oynadı­lar, Vildan'ı yatırıp, kendileri de yatmak için yatak odasına geçtiler. Gece saat iki sularında, Selma müthiş bir terle­meyle uyandı. Orhan'ı uyandırdı, he­men ambulans çağırıp hastahaneye gittiler, doktor ameliyathaneden çıkarken, Orhan'a:

— Maalesef, üzgünüm, geç kaldık, deyip gitti. Orhan neye uğradığını bilemezken, başında iki tane polis beliriverdi.

— Bizimle karakola kadar geleceksiniz.

— Neden? Bırakınız, benim cenazem var, beni bi­riyle mi karıştırıyorsunuz?

— Hayır, Orhan değil misiniz?

— Evet, ama ben bir suç işlemedim ki.

— Karınızın ani ölümünden şüphelendik, otopsi ya­pı­lana kadar nezarette kalacaksınız.

— Evde kızımı uyurken bırakıp geldim, bu kadar vic­dansız olamazsınız?

— Daha fazla konuşursanız aleyhinizde olur.

Orhan telefon edip teyzesine Vildan'ın yanına git­me­sini söyledi. Selma, morga götürülürken, kendisi de neza­rete götürülüyordu. Orhan karakolda başını du­varlara vu­rup: “Bu kadar zalimlik olmaz, nedir bu başı­ma gelen? Zalimleeer bırakın beni” diye feryat ediyor­du.

Sabah, nezarete gelen polis memuru, Orhan'a hita­ben:

— Gözünüz aydın, temize çıktınız, karınızın karaci­ğe­rinde kis patlamış, ölüm nedeni kistin patlaması. Hadi güle güle, gözünüz aydın olsun.

Orhan şok olmuştu, feryat etti:

— Zalimleeer, bu kadar hissiyatsız olamazsınız, kı­zım annesiz, ben kansız kaldım. Bana gelmiş gözünüz aydı­n di­yorsunuz. Nasıl bu kadar zalim obilirsiniz, insan­lık bu mu?

Selma gençliğine güvenerek alnını secdeye koyma­mış, ihtiyarlayınca ibadet etme umudu ile ihtiyarlama­dan bu dünyadan göç etmişti. Acaba kabre gelen sor­gu me­leklerine, “Rabbin kim?” diye sorduklannda,

— Rabbim gençliğim mi? diyecekti.

Öyle ya, insan dünyada iken neyi Rabb ilah edinir­se, kabirde onu ikrar edecekti. Evet Selma'ya hiç um­madığı bir zamanda davetsiz bir misafir gelmişti, Azra­il.

Ertesi gün Selma, öğle namazını müteakiben kasaba­nın mezarlığına defnedildi. Selma'nın sevenleri, mezarı­nın üs­tüne ölüm çiçekleri saçarak ayrıldılar. Selma, ölüm çiçek­leri gibi çoktan solmaya başlamıştı. Acaba Sevim’le yaptığı münakaşaları sorgu melekleri ile de yapabiliyor muydu?

Orhan'ın dünyası kararmıştı, inanmıyordu, inanmak istemiyordu. Ama gerçek değişmezdi ki… Kafirler de ahirete inanmıyorlar, ama ahiretin var olduğu ger­çeği değişmi­yordu ki... Fakaaaaaaat, ibret almak mı? Kalbin mühürlü olmaması lazım.

Vildan, o küçücük kalbiyle öksüzlüğünü anlamış, ev­velce annesinin iki ayağını bir pabuca sokarken, şim­di dur­gunlaşmıştı. Her kapı açıldığında adetâ annem gelecekmiş gibi kapıya çakılıp kalıyordu.

Sevim, olayı duyduğunda ablasının ölümünden çok, hakkıyla iman etmeden göç ettiğine üzülmüştü. Kendi kendine mırıldandı:

“Ahh, ne olur şu müslüman geçinenler ve müslü-manlar, Allah'ın emirlerin tutup, teslim olup ve Al­lah'ın emirlerini duyduklarında ama şu, ama bu nasıl olur vs. gibi itirazları bırakıp, sadece “SEMİ’NA VE ETA'NA” diyebilseler. Yani; Allah'ım, biz sen'in emir ve yasaklarını duyduk ve hemen itaat ettik. İşte o gün gü­neş doğacak ve zafer ina­nanların olacaktır. Zira, o da­vetsiz misafir, herkesi bir gün ziyarete gelecektir.