ROMAN
ÖLÜM ÇİÇEKLERİ
SABİHA
ATEŞ ALPAT
BEKA YAYINLARI
Kitap
Ölüm Çiçekleri
Yazarı
Sabiha Ateş Alpat
Yayına Hazırlayan
Osman Arpaçukuru
Kapak Tasarım
Ahmet Mayalı
Baskı ve Cilt
Bayrak Matbaası
2. Baskı, Şubat
2004
BEKA YAYINLARI
Çatalçeşme Sok.
Üretmen Han No: 18
Tel.&Faks: 0212
512 51 66 - 512 45 43
Cağaloğlu –
İstanbul
SABİHA ATEŞ ALPAT
ÖLÜM ÇİÇEKLERİ
Roman
beka
İlk Çatışma
Sabahın
ilk ışıklarıyla kalkan Fahriye Hanım, işlere yetişme telaşındadır. Alelacele
kıldığı sabah namazının ardından, kızların odasına telaşla girer, kızlara
seslenir:
—
Selma, Sevim kalkın, öğlen oldu. Hadi kızlar, uyy, hâlen yatıyorlar.
Kızlar
alışkındır bu duruma, pek oralı olmazlar. Her ilkbaharda bu koşuşturma
yaşanmak zorundadır. Tarlalar ekilecek, bakım yapılacak ki mahsul alınabilsin.
Bu koşuşturma tıpkı ahireti anlatmaktadır akıl sahiplerine. Bu dünyada Hak
rızası için koşuşturup, yapılması gerekenleri yapacak sonra da amellerimizdeki
yabancı nimetleri, farklı beklentileri, tarladan ayrık otunu temizler gibi
temizleyecek ve ahirette de mahsul verimli alınacaktır.
Annelerinin
seslenmesinden kurtuluş yoktur. Sonunda mecburen kalkarlar. Selma uyku
mahmurluğuyla yatağın üzerinde oturdu ve sinirli bir şekilde anasına söylendi.
—
Öff! Daha ezan bile yeni okunuyor acelen ne?
—
Bizim ezan okundu. O yukarı ki mahallenin ezanı.
Hadi
çok konuştun çabuk ol.
Sevim
anasının şeklen yaptığı ibadetlerden rahatsız oluyordu. Yeni okuduğu bir
kitapta Hz. Ali’nin şu sözü onu çok etkilemişti; “Annaşılmayan ibadette hayır
yoktur.” Amellerimizi ciddiye almalıyız, diye düşünüyordu. Biz yaptığımıza
itina gösterip ciddiye almazsak bizi kim ciddiye alır? diyordu.
Anasının
sesiyle irkildi:
—
Hadi, diyorum size. Sevim;
—
Kaç kez söyledim imsak atınca hemen sabah namazı kılınmaz, biraz beklemeliyiz
diye.
—
Konuşma! Allah affeder hadi çabuk olun. Tarlaya geç kalmayalım.
Sevim
sustu. Zira bir şey bilmeyene anlatmak kolay, ama yanlışı doğru olarak bilene
zordu.
Sevim
abdest almaya giderken; Selma da yüzünü yıkamış makyajını yapmak için aynanın
karşısına geçmişti. Sevim’in huşu içerisinde kıldığı namazı kıskanan Selma dua
eden Sevim’e seslendi.
—
Yetmişlik koca karı gibisin. Bari, sana babaanne diyelim. Bu gidişle evde
kalacaksın. Ya da, bir köylüyle evlenip, ölene kadar tarla işlerinden
kurtulamayacaksın.
—
Mevlam, neylerse güzel eyler. Sen abla, ya sen, daha şimdiden yüzün kırışmaya
başladı. İhtiyarlayınca artık yüzüne bile bakılmaz. Filmleri izleye izleye o süprüntülere
benzemeye can atıyorsun.
—
Hıh, kedi ete yetişemeyince, pis, kötü kokuyor dermiş. Sen de, artistler gibi
olamayınca, öyle konuşuyorsun.
—
Onlara benzemek isteyen kim? Ben Hz. Fatıma anama benzemek istiyorum. Artist
olmaya ne var ki? En ünlü olmak için, en çok soyunmak yeterli.Ne kadar
çirkeflik o kadar ün. Ben onları sevmiyorum ki onlara benzemeye çalışayım.
Geçen gün okudum Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurmuşki; “kişi sevdiğiyle
beraberdir” -yani ahirette- ha bu arada sana da sabah sabah müjde vermiş oldum.
Sende o benzemeye çalıştıklarınla beraber olacaksın.
—
Başlarım sana, onların yanına sen git, tamam mı?
—
Ben, kime özenip benzemeye çalışıyorsam, Allah (c.c.) beni onların yanına
gönderecek, inşallah. Seni anlamak da mümkün değil. Geçen de, Atatürk'ü çok seviyorum
demiştin, ben de, madem seviyorsun, Allah seni onun yanına gönderir dedim.
Yine kızdın. Fena mı sana dua ediyorum. Sen çok seviyorum diyorsun, ben de,
madem Atanı ve bu saydıklarını çok seviyorsun, onların yanına gidersin, hiç merak
etme, diyorum. Hani bu dünyada görmedin ya, yazık olmasın sana.
—
Kızım, beni başlatma yine, o saydıklarının yanına sen git.
Fahriye
hanım seslendi:
—
Yine başladınız, hadi, tarlaya geç kalacağız, sofrayı kurun.
Selma:
—
Bıktım, şu tarla işlerinden, diye söylendi. Bir yandan da makyajını yapıyordu.
Sevim dayanamayarak:
—
Abla, var ya, sıcak vurunca, boyaların birbirine karışıyor. Neye benzediğin
ise hiç belli değil. Bak, biraz önce Allah'u Ekber diye nida ettiler, yani
Allah (c.c.) en büyüktür.
—
Bunu biliyoruz, kafa ütüleme.
—
Allah (c.c.), en büyükse, O'nun sözü tutulmalı değil mi? İnsan en büyüğüne
itaat eder, üstelik biz kuluz, aciziz.
—
Yani?
—
Öyle aciziz ki, Azrail (a.s.) geldiğinde, git, ben canımı sana vermem
diyemeyiz, diyemediğimiz gibi, başımız sıkışınca, hemen Allah’tan yardım
diliyoruz, bu da acizliğimizin göstergesi.
—
Daha, gencim kızım.
—
Gençlerin Allah'a ihtiyaçları yok mu?
—
Çok konuştun, kes.
Sofraya
geçtiler, kahvaltıdan sonra çapasını alan, tarlanın yoluna koyuldu. Sevim,
kendisine siyahtan şalvar, başına da, aynı renk örtü yapmış; örtüsü beline
düşecek bir şekilde kapalıydı. Tarlada bu şekil çalışıyordu. Öğlene doğru Elif,
kızların yanına geldi.
—
Selamün aleyküm, kızlar.
Sevim:
Aleyküm
selam, hoşgeldin Elif.
Heyy,
Selma, duymuyor musun? Dalmışsın,
Hoşgeldin
Elif, Allah aşkına şu örtünün altında, pişmiyor musunuz?
Selma
mecburiyetten çalıştığı tarlada çatışmak için bahane arıyor ve burnundan
soluyordu adetâ. Elif’in gelişinden hoşlanmadığını belli ederek.
Elif çok da
şaşırmamıştı Selma’nın her zaman ki hali diye düşünerek kendisinden emin
cevapladı onun sorusunu:
— Görünüşe
bakılırsa epeyce sıkılmışsın. Şu sıcağa dayanamayıp, sabretmenin neticesi
olarak sıcaklığı derecelerle ölçülmeyen cehennem ateşini göze alıp Allah’ın
emirlerini dikkate almadan yaşamak.
— Pişmeye
gelince, belki biraz sıcaklıyor olabilirim, ama sonundaki cennet umudu zevkle
dayanmamı sağlıyor. Ben müslümanım ve Allah’ın emirlerine teslim olana müslüman
deniyor. O halde onun emirleri dağda, ovada, tarlada, hapiste velhasıl her yerde
ve zamanda benim için bağlayıcıdır.
Selma
bozulduğunu fark ettirmemeye çalışarak
— Zaten…
Elif:
— Sen
haklısın, vahiyle yoğrulmayan, vahiyle düşünmeyen, vahiyle dolmayan kafa
necistir. Sevim’in de kafası vahiyle yıkandı nezih oldu.
—
Zaten, Sevim'in kafasını da sen yıkadın.
—
Abla, ben aptal değilim, aklımı kullandım, başka kurtuluş yolu olmadığını
anladım. Elifle senede kaç kez görüşüyoruz ki?
—
Öleceğiz tabi.
—
Peki, öldükten sonra ne olacak?
—
Şeyy...
—
Bak kardeş, öleceğiz ve attığımız her adımın hesabını vereceğiz. Birgün,
Rasulullah (s.a.v.) hurma ağacının altında oturuyordu. Su istedi, suyu
içtikten sonra “Her nimetten o gün sorulacaksınız” ayetini okudu. Yanında
bulunan sahabiler sordular: “Ya Rasulallah, sudan da mı?” Efendimiz cevap
verdi: “Evet, hatta bu ağacın gölgesinden dahi.” Ahirette, sırat köprüsünü geçerken
sorulacak sorulardan bir tanesi de, “Gençliğini nerede ve nasıl harcadın?”
olacak. Peki Selma, ne cevap vereceğiz? Nasıl yaşarsan yaşa, mutlaka ölecek ve
mutlaka Allah'ın mahkemesinde sorguya çekileceksin. Şimdi
akıllı insan, o mahkemeye hazırlanan mıdır, yoksa aldırmayan
mıdır?
—
Biz, daha genciz. Sevim:
—
Bırak, Elif, Allah (c.c.) buyuruyor ki: “Onlar kördürler göremezler,
sağırdırlar işitemezler.” Allah bizleri kalpleri mühürlü olanlardan eylemesin.
—
Amin, neyse ben gideyim Allah'a emanet ol.
—
Sen de.
Elif
gittikten sonra, Selma söylenmeye başladı
—
Yobaz, ne olacak, kendini ne zannediyor. Öteden gelen babası:
—
Ne var, ne oluyor? Sizin kavganız hiç bitmez mi? Selma abartarak olanları
anlattıktan sonra, babası
Sevim'e
hitaben:
—
Herşeye fazla burnunu sokma. Namazını kıl, kimseye karışma, başımıza iş
açarsın, yerin kulağı vardır derler.
—
Baba, Allah'tan korkandan değil, korkmayandan kork. Merak etme, benden zarara
uğramazsınız.
—
Senin aklın ermez. Benim dediğimi yap, şu komşunun kızıyla da fazla
arkadaşlık kurma.
—
Neden? Baba, ablamın sınıf arkadaşıdır diye, erkeklerle konuşmasına izin var
da, benim, Elifle konuşmama neden izin yok!
—
Cevap yetiştirme. Herhalde babaya itaat de dinimizde var, ne diyorsam onu
yap.
—
Evet, Allah ayeti kerimede: “Anaya, babaya öf bile demeyin buyuruyor.” Fakat
ölçü vardır. Şeriatın izin vermediği noktalarda, harama girdiği noktalarda anaya,
babaya, kocaya velhasıl hiç kimseye itaat yoktur. İstediğiniz zaman nasıl da
dinin arkasına sığınıyorsunuz. Arkasına sığındığınız o dinin emirlerini,
gereklerini
ben yapıyorum, ambargo koyuyorsunuz,
sonra da herkesten önce dine sahip çıkıyorsunuz.
—
Ben, Elif ten güzel şeyler öğreniyorum, siz öğretmiyorsunuz ne yapayım.
Babası
hiç sesini çıkarmamış, çıkaramamıştı. Zira kızı haklı konuşuyordu. Dönüp işinin
başına giderken, Sevim arkadan seslendi:
—
Baba, saygısızlık yaptıysam özür dilerim.
—
İşine bak!
Akşama
dönerken, Selma annesine:
—
Ana, kaç kez söyledim, dantelimin ipi bitti. Ne zaman alacağız? Elim boş
kaldı.
—
Abla, bugün de kitap okursun.
—
Sen konuşma. Zaten bıktım artık şu tarla işlerinden.
Anası:
—
Tamam, gevezelik etme de, Perşembe günü gidip alırız.
Akşam
yemekten sonra, Sevim kitabının başına otururken, Selma da televizyona,
dizinin başına oturmuştu. Dizi bittiğinde, odaya girdi ve Sevimin ağladığını
gördü. Merak etti ve sordu:
—
Niye ağlıyorsun? Bir şey mi oldu?
—
Sevim, niye cevap vermiyorsun, merak ettim, ne oldu?
—
Merak ettinse dinle. Peygamber Efendimiz ve arkadaşlarına, sırf müslüman
oldukları için, Mekkeli müşrikler üç yıl ambargo koydular. Bu ambargonun
maddelerinden bir tanesi de: “Müslümanlardan hiç bir şey alınmayacak, müslümanlara
da hiç bir şey satılmayacaktı.” Bu ambargodan ölenlerin içinde çocuklar da
vardı. Peki açlık ve susuzluktan ölenlerin suçu neydi?
Yalnız
Allah'a inanmak ve yalnız O'nun kanunlarına göre yaşamayı istemek.
Bu
ambargo gecelerinden birinde, bir sahabi ihtiyaç için dışarı çıkmıştı.
Karanlıkta ayağına bir şey değen sahabi, merak ederek, o şeyi kaldırıp bakar ve
şöyle der: “Bu, topraklar arasında kurumuş bir deri parçasıydı. Çok sevindim,
hemen götürüp yıkadım, ve günlerce kaynatarak onun suyu ile açlığımızı
giderdik.” Aynı kitabın başka bir bölümünde, “İnsanlar ya Allah yolundadır, ya
da Şeytan yolunda. Çünkü üçüncü başka bir yol yoktur, diye yazılı. Beni de ağlatan,
Önderimin onca çile çekmesi ve yine de taviz vermeden İslâm'ı anlatması.
……………..
—
Bak abla, gencim diye aldanıp, Allah'a itaat etmiyorsun. Fakat ihtiyarlayınca
öleceksin diye, elinde bir senedin yok. Hem ihtiyarlayınca yaptığın ibadetler,
ne kadar geçerli olacak. Gel ilk önce, güzel bir “La ilahe illallah” de.
—
Amma da yaptın, diyorum ya?
—
Öyle değil. Manasını bir kere oku, sonra karar ver, ya kabul etmeye ya da,
etmemeye. İşte, Peygamber ve ashabı “la” dedikleri için, onca çile çektiler.
Peygamber Efendimizin bizzat kendisi, Mekke'de hayat olmadığı için, içinde
akrabalarının da bulunduğu Taif şehrine gitti. İnsanları Tevhide çağırmak, “la”
dedirtmek için.
—
O zamanın gavurları da, ne zalim imişler. Şimdi ne güzel, hepimiz “La ilahe
illallah” diyoruz, kimse, kimseye karışmıyor.
— Peki “la”
deyince ne demiş olursun?
— Nereden bileyim
ben Arap değilim ki?
— Ama dili
arapça olan bir dinin sahibisin.
— Evet öyle!
— Peki o
zaman biri sana sövse, hangi dil ile söverse sövsün mahiyet değişir mi?
— Hayır.
— O halde
kabul ve inkarın da hangi dilde olduğu önemli midir? Önemli olan ne
söylediğinin farkında olmaktır. Hem dilin (la) demiş ama azaların,
hareketlerin seni yalanlamış neye yaradı. Söylesene ne anlamı kaldı. Peygamber
ve ashabı onca çileyi (la) dedikleri için çektiler.
—
Tabii, biz şimdi gavurların istediği gibi “la” diyoruz da onun için
karışmıyorlar. Gavurlar, senin gibi “la” diyene niçin karışsınlar. Yoksa o
zamanın gavuru da, şimdinin gavuru da aynı, kalplerinde ki bize, yani Müslümanlara
karşı kinleri, yok etme arzulan, gitmiş
değil.
Fakat bizim “la” dememizin, onlara bir zararı yok ki, neden karışsınlar?
Dediğim gibi, Peygamberimiz Taif’e gitti de, ordan O'nu taşla, sopayla
kovdular. Mübarek başından inen kan, çarığını doldurdu. Sırf “la” dediği
için, yani “Allah'tan başka kanun koyucu yoktur, O'nun koyduğu kanunların
dışında ki insan kafasının mahsulü olan kanunlar, geçersiz, ve saçmadır vede
kafir kanunlarının hepsi, kafirleri bağlayıcıdır dediği için.
O
kadar artistlere özeniyorsun, sanki artistler ölmüyor mu? Şöyle bir gözünde
canlandır, nurlu yüzüyle şefkatli kucağını açmış, hoşgeldin sen de bizdensin diyen
Fatıma, Aişe, Hatice gibi annelerimizin yanında mı, yoksa, azap canlarını
yaktıkça Allah'ım ne olur, bizi geri gönder’de “la” deyip, güzel amelle
gelelim. Ve su dedikçe, ağzına dökülen, kan ve irin mi daha güzel? İkisinden
birini tercih etmek senin elinde.
—
Ne yani, sen cennete mi gideceksin?
—
Hayır, öyle bir iddiam yok. Zaten ne kadar ibadet etsem, nimetlerinin şükrünü
eda edemem. Fakat ben bildiğim haramlardan sakınırım, Allah'ın affına ve merhametine
sığınırım.
— Konuşma,
daha fazla konuşma beynimi yıkayamazsın uğraşma boşuna.
— Bak kendin
söylüyorsun, “yıkama” diyorsun, demekki yıkamaya muhtaç, Allah hakkı söyletiyor.
İslâm’a dönüş yapan birine “Beyni yıkandı” diyorlar, hiç kimse “Beyni kirlendi”
demiyor.
— Kes, artık
kes dedim sana.
Sevei sustu
ablasının inkâra düşmesine sebep olmak istemediği için.
Perşembe
günü kasabaya gideceklerdi. Selma erkenden kalkmış, makyajını yapıyordu.
Anası:
—
Kıız, yine şu boyaları ne sürüp durursun. Aaa, ne de çirkin oluyorsun, sürme
yoksa karışmam ha...
—
Aman, anaa sen de, ne var bunda? Biz de genciz, sen anlamazsın, varsa yoksa
tarla ve ev işleri.
—
Anaam, ne günlere kaldık! Biz, anamızla böyle
konuşurmuyduk?
Eh, ne yaparsın, zaman bozuk.
__İlahi
teyze, zaman aynı zaman, insanlar bozuluyor. Bak, dün bu vakit de aynı idi,
bugün de aynı. Bozulan bizleriz.
__Ooo,
Elif, sen mi geldin? Ne bileyim, söz dinletemiyorum ki.
—
Teyzem, ağaç yaş iken eğilir. Siz anneler çocuklarınızı, İslâmi eğitim ile
büyütseniz, probleminiz olmaz, saygıdan, edepten yana.
Allah
(c.c.), Tahrim Sûresi’nin altıncı ayeti kerimesinde buyuruyor ki:
“Ey
İnananlar; kendinizi, çoluk çocuğunuzu yakacağı insanlar ve taşlar olan
cehennem ateşinden koruyunuz.”
—
Eee, baksana laf anlamıyor ki.
Fahriye
teyze, elin gavuru, çoluk çocuk kim varsa, alışsın diye daha küçükken,hatta
bir kaç günlükken bile, kiliseye götürüyor. Özendirip, alıştırmak için elinden
gelen her şeyi yapıyor. Peki, müslüman olduğunu iddia eden siz anneler,
çocuklarınız alışsın diye, hangi gayreti gösteriyorsunuz. Allah'ın doksan
dokuz ismine de iman ettiğini söyleyip, Rezzak isminden sanki endişe ediyormuşçasına
hareket ediyor, kız çocuklarınızı, eli ekmeğe etsin diye, inancımızla taban
tabana zıt eğitim sisteminin eline veriyorsunuz. Ya da “kız kısmı okumaz” deyip
geleneksel bir yaşam sürmesine sebep oluyorsunuz.
—
Ya ne yapalım? Sana göre okutmak suç.
—
Okutmamak suçtur. Elbet ama neyi? Niçin okutacağız bilmemiz gerekir. Sonra da
Allah’ın bizden istediği okumak nedir? Niçin ilk emir “İkra” dır? Yani “oku”dur?
Ne
okuyacağız? Nasıl okuyacağız? Bunlara cevap bulmalı ve Allah’ın çizgisine
riayetle ömür boyu okumalıyız.
Şehirlisi
Allah’ın emirlerinden böyle uzak, köylüsü başka türlü. Niçin Allah’ın
emirlerini yaşamada bu kadar gevşeğiz? Her neyse ben medreseye dönüyorum. Vedalaşmaya
geldim.
Bak,
teyze bir şey daha anlatayım. Geçen, İstanbul'da belediye otobüsüne bindim.
Yanıma, daracık pardisö, küçücük başörtüsüyle bir hanım bindi. Orta yaşlı
biriydi. Bana, “Teyze, müsaade eder misiniz, yanınıza oturayım?” deyince ben
de, tabi buyurun, oturun dedim. Sesimden, daha yaşımın küçük olduğunu anlayınca,
ahh, evladım içim kan ağlıyor deyip ağlamaya başladı, bir yandan da anlatmaya
devam ediyordu:
—
“Oğlum, kuruyemişçide çalışıyor. İşim düştü, yanına gittim. Bir kaç kız-oğlan
karışık, arkadaşları vardı yanında. Beni görünce bozulur gibi oldu, anlam veremedim
önce. Kızlardan birisi “Memoş, bu da kim?” diye sorunca, oğlum: “Komşumuzun
karısı” diye cevap verdi. O an, dünya başıma yıkıldı. Ne emeklerle büyüttüm,
büyütünceye kadar ne çileler çektiğim oğlum, arkadaşlarının yanında benden
utanmıştı. Ana yüreği işte, mahcup olmasın diye sesimi çıkarmadım, ordan
çıktım, büyük bir çöküntü içerisindeydim, o kadar dalmışım ki, az daha taksi
çarpacaktı. Sizin anneleriniz sizinle gurur duymalılar. Allah'ım, evlatlarımızı
bu hallere düşürenlerin yaptıklarını yanlarına bırakma! Benim ciğerim
yandı, Allah zalimlerin yanına bırakmasın!” deyip, hıçkırarak ağlamaya
başladı.
—
Yazık, acıdım kadına, gerçekten de öyle, artık, haya, saygı kalmadı.
—
Biraz da suçu kendimizde aramalıyız, Allah (c.c.) “Gevşemeyin, üzülmeyin”
buyuruyor, biz ise, İslâm'ı yaşama açısından, çok gevşeğiz. Sahi, ben kursa
dönüyorum, vedalaşmaya geldim.
—
Eee, işler bittimi ki?
—
Bitmese bile, az kaldı. İlim işten önemli.
—
Tabii, haklısın, hadi güle güle.
—
Selma, sen de, hakkını helal et. Doğrusunu istersen, yüzündeki boyayla neye
benzediğin hiç belli değil. İslâmî yönünü düşünmesen bile, o parfümlerin,
makyaj malzemelerinin, cildine çok zararı var. Ya bunun yanında, bir de
günahı; hem paran gitsin, hem güzelleşeceğim diye, iyice çirkinleş, hem de
ahirette yan. Akıl işi değil.
Elif
gittikten sonra, Selma bayağı bozulmuştu, arkasından söylendi:
__Yobaz,
ne olacak. Hangi çağda yaşıyoruz? Millet
aya
giderken, bunun da bahsettiği şeye bak.
Sevim:
__Aaa,
sahi, geçen sen de aya gidecektin, Elifin
çarşafı
bırakmadı. Tüh yazık oldu! Abla, kitap okumadığın nasıl da belli oluyor. Aya
millet, kıyafetle değil, teknikle gidiyor. Hem dinimiz aya gitmeyin demiyor
ki, aya giden astronot bile döndüğünde müslüman oldu. Eğer çıplaklıkla aya
gidilse, yamyamlar çoktan gitmişti. Hem ülkemizdeki kadınlar da, sanki
soyunma yarışına katılmışlar. Soyunan soyunana da neden aya gidemiyoruz?
—Konuşma
fazla, daha düne kadar sen ne idin?
—
Eğitim sistemimiz belli. Yetiştirilme tarzımız da. Ben o zaman aklımı
kullanamıyordum. Şimdi aklımı kullandım, yanmak istemiyorum. Çünkü, dayananam.
—
Senden kurtulduğum gün, elime kına yakacam.
—
Olur, biraz da bana verirsin.
—
Ana, ben hazırım.
Ertesi
gün, aşağı mahalledeki Meryem teyze Fahriye hanımgile uğramıştı, hoşbeşten
sonra:
—
Fahriye hanım, bugünkü ziyaretimin sebebi,kızınız Selma’yı, oğlum Orhan'a
Allah'ın emri, Peygamber’in kavliyle istemek. Biliyorsun öğretmendir. Ben, illa
da köyden olsun deyince, olursa Selma olsun, o bütün köyümüzün kızlarından daha
modern dedi. Ne dersiniz?
—
Valla, ne bileyim. Hele bir konuşup hallaşalım, kız da olur derse, bu iş olur.
Düşünmek
için verdikleri bir ay süre bitmiş, ve Selma öğretmen Orhan'la nişanlanmıştı.
Hemen bir ay sonra da düğünleri olacaktı. Orhan “Ben hanımımın tam bir hanımefendi
olmasını, yani modern olmasını isterim.” demişti.
Zavallı;
öğretmen olmak, sağlıklı düşünmeye yetmiyordu. Selma'nın da zaten canına
minnet. Sevim'in iki de bir anlatmaya gayret etmesi ve ölümü hatırlatması bir
işe yaramıyordu. Sevim, nişandan sonra hemen Elif’e bir not yazdı.
“Esselamü
aleyküm, Elif.
Ablam
nişanlandı. Eniştemle tutumum dinim açısından nasıl olmalı, bilmiyorum. En
kısa zamanda beni aydınlatırsan memnun olurum. Allah (c.c) razı olsun.
…Sevim
Elif
notu alır almaz Sevim’in sorusunu cevaplamış, şöyle yazmıştı:
“Esselamü
aleyküm, bacım.
Allah
(c.c.) azmini artırsın. Dinimize göre nikah kıyılmadan, nişanlın dahi yabancı
hükmündedir, yani haramdır. Eğer ablanla eniştenin nikahları yoksa o da yabancı
hükmündedir. Tabi belediye akdini demiyorum. O dinimiz açısından nikah
sayılmaz. Biz müslümanlar mecbur kaldığımız için, o akdi yaptırıyoruz. Sana
verdiğim ahkam tefsirinde, Nur Suresi otuz birinci ayeti kerimeye bak.
Orada, Allah (c.c.) bir erkek listesi vermiştir. O listenin dışındakiler, biz
müslüman kadınlara haram olan erkeklerdir. Yalnız enişte farklı, birazcık şöyle ki: Bu erkeğin mahremiyeti
geçicidir. Yani, ablanla nikahları olduğu müddetçe, sana nikahı düşmez. Fakat
tesettürsüz görüşülmez, artı, laubalilik olmaz. Çok dikkat edilmesi gereken
bir husus da, halvet yani yalnız kalmak, kesinlikle haramdır.
Allah'a
emanet ol. Bacın Elif.
Sevim,
eniştesine hiç gözükmüyor, evde de hiç kavga eksik olmuyordu. Sevim'e baskılar
çoğalmıştı.
Sevim:
“Allah'ım,
soruyorum müslümanım diyorlar, Allah'a inanıyorum diyorlar ama, Sen'in hükmünü
uygulamamam için baskı yapıyorlar, bu nasıl müslümanlık?” diyor ve dişini
sıkıyordu. Şu ablası bir evlenip gitseydi, gerisi kolaydı. Hiç olmazsa anasını
ve babasını kışkırtan kimse olmazdı.
Günler
birbirini kovalarken Selma'nın düğünü gelip çatmıştı. Hafta sonu düğünü
olacaktı. Elif’in izne geldiğini duyunca, bizzat Elifi “Bak ben öğretmenle evleniyorum,
düğünüm,de askeri gazinoda olacak” diye özendirmek için, kendisi davet etmeye
gitmek istedi. Anası:
—
Git, ama çabuk gel.
—
Bana emir vermekten ne zaman vazgeçeceksin? deyip çıktı.
Eliflere
vardığında, kapıyı Elif topuklarına kadar uzun bir elbise ve başında beyaz
başörtüsüyle açtı.
—
Ooo, sen misin? Selma buyur içeri.
—
Geçmesem de olur.
—
Olur mu? Sizleri özledim, geç içeri, yine gidersin. Selma Elif’i kıskanıyordu,
anlam da veremiyordu.
Neden
kıskanıyorum? diye kendi kendine sordu. Gericinin bîri, nesini kıskanıyorum?
Düşünürken Elif’in konuştuğunu duymamıştı.
—
Efendim, duymadım kusura bakma.
—
Düğün hazırlıkları tamam mı? diye sormuştum.
—
Hıı, pazara kısmetse. Gelesin diye, özellikle davet etmek için kendim geldim,
gelirsin değil mi?
—
Tabi, gelirim. Yalnız, önce bilmem lazım.
—
Neyi?
—
Nerede, ve nasıl olacağını?
—
İlahi Elif. Askeri gazinoda olacak. Saz ekibinin yanında, orkestra da tuttuk.
Çünkü biliyorsun Orhan, öğretmendir, çevresi de geniş, gelecek misafirlere
karşı mahcup mu olsun? Sonra, el alem bize ne der?
Elif
mahalle arkadaşının cahilliğine için için üzülmüştü. Çevresine mahcup olmayı
düşünüyordu da Allah ve Resulü’ne mahcup olmayı düşünmüyordu. Halk bize ne der,
diyordu da. Allah bize ne der, demiyordu. Zavallı halk bize ne der, veya desin
diye yapılan şey, şirkti. Allah (c.c.) ise şirki affetmiyordu. Elif,
üzüntüsünü belli etmemeye gayret ederek:
—
Bak, Selma, arkadaşımsın seni severim. Fakaaat, Allah'ı daha çok sevdiğim için,
bu düğüne iştirak edemem. Askeri gazinoya, zaten çarşaflı girilmez, yasak...
Yasak olmasa dahi, senin düğününe gelemem. Çünkü Allah'ın emrine aykırı olan
yerlere müslümanın gitmesi, Allah tarafından yasak edilmiştir.
—Aşkolsun,
biz de müslümanız. Biz de inanıyoruz.
—
Kişi, inandığı gibi yaşamazsa, yaşadığı gibi inanır. Benim inancım, bu şekil
düğün cemiyetlerine gitmemi yasaklıyor. Bir kere “LA İLAHE İLLALLAH” diyen
bir kişi, tek kelimeyle şöyle diyor.
“Allah'ım
ben bütün ilâhları, ilâhlaşanları, nefsimi, bütün tağutları, ideolojileri,
sonu “izm”le biten bütün sistemleri, İlâh konumuna giren herşeyi reddettim. Sana
kayıtsız şartsız teslim oluyorum. Her işimde Sen'in işin, Sen'in hükmün
geçerlidir” Bu şekil bir “LA İLAHE İLLALLAH” demeyenin imanını Allah (c.c.)
kabul etmiyor. Madem ki müslümanız, Allah (c.c) Maide Suresinin ellibirinci
ayeti kerimesinde “Ey iman edenler! Sizden biriniz yahudi ve hiristiyanlan
dostlar (veliler) edinmesin” buyuruyor.
—
Biz, onlan dost edinmiyoruz ki.
—
Dinle, diğer bir ayeti kerimede “Dost edinirseniz
sizi
kendilerine benzetirler.” buyuruyor. Bak canım, biz Allah ve Rasul’ünün
dostluğunu iterek, onları dost edineli beri bizi kendilerine benzettiler.
Giyim mi? Onlara göre. Düğün mü? Onlara göre. Eğitim mi? Onlara göre. Hukuk
mu? Onlara göre. Kısacası milletimizi kendilerine benzettiler. Dışarıda,
müslümanım diyen milyonlarca insanın, en bariz olarak giyimi, hep dostlarına
göre. Kime benzedikleri de malum. Herkes dostuna benziyor. Bak canım, Buhari
dediğimiz hadis aliminin, hadis kitabında geçtiğine göre Peygamberimiz buyuruyorlar
ki:
“İnsanlar
kıyamet günü şefaat etmeleri için, Adem (a.s.)'den başlayıp sırasıyla, Nuh
(a.s.)'a, Musa (a.s.)'a, İsa (a.s.)'a, İbrahim (a.s.)'a gidip, şefaat
isteyecekler. Bu peygamberlerin hepsi de, “Nefsi, nefsi.” deyip şefaata memur
olmadıklarını vurgulayıp, Hz. Muhammed (s.a.v.)'e gönderecekler. Peki şimdi
diyorsun ki, çevresine mahcup mu olsun. Ya orada, Rasul dese ki: “Ben seni
tanımıyorum. Ya da, ümmetimsin de neden sünnetlerimi tutmadın?” Orada O'na
mahcup olmayacak mısın? O zaman, seni kim kurtaracak. Hangi koca? Hangi moda?
Hangi ideoloji sahibi? Hangi makam? Hangi şöhret? Hangi mal?
—
Şimdi, sana tavsiyem. Gel kardeşim, madem ki müslümansın, düğününü de
müslümanca yap; din işi, devlet işi dedikleri gibi, sende, din işi, düğün işi
deme. Allah (c.c.) bizim her işimizde söz sahibidir. Hüküm koyma yetkisine
sahiptir ve hükümlerini koymuştur. Çünkü O Rabb'tır, biz de kuluz. Her zaman
O'na muhtacız.
—
Elif, hangi çağda yaşadığını biraz unutuyorsun. Bizim kalbimiz temiz.
—
Bu çağda yaşayanları Allah (c.c.) yaratmadı mı? Bu çağda yaşamak, Allah'a,
kanunlarına isyan etmeyi mi gerektiriyor? Kalbinin temizliğini ancak ölene kadar
savunursun. Öldükten sonra, senin kalbinin temizliği sökmez. Allah hidayet
versin.
Safîye
hanım, Selma fazlaca kırılmasın diye, hemen araya girdi.
—
Kusura bakma kızım. Elif, hocaya gidiyor ya.
—
Annem benim, kusura bakma demen gerekmez. Biz Allah'ın emirlerini yerine
getirirken kusur işlemiyoruz ki. Asıl, karşı tarafın kusura bakmayın, demesi
lazım. Üstelik, hocayı, gittiğim için değil, Müslüman olduğum için, Kur'an'ın
hükmü böyle olduğu için düğününe gitmiyorum.
Selma
eve dönerken, Elifin arkasından verip veriştiriyordu! “Gerici, işte buna derler.
Kalbi kara ne olacak. Belki de beni kıskanmıştır ama neyimi? Orhan benim
yerime, onu isteseydi gidermiydi. Yoo, mümkün değil. üff be, kafama niye
takıyorum ki, canı cehenneme. Ya benim canım. Bu durumda, onun canı cennete,
benimki… Amma da düşünüyorum. Daha gencim, hele bir ihtiyarlayayım, öyle
İslâm'ı yaşayacağım ki, hepsini sollayacağım.
Düğün
sabahı, Sevim tesettürünü giymiş, gelip gelini almalarını bekliyordu. Nefsi
çok zorluyordu: “Bir ablan var, git de tesettürünle git, sonra tevbe edersin” Şeytan
durmadan bunları telkin ediyordu. Ama o müminlik sıfatlarına büründüğü için, Şeytan’dan
gelen bu vesveseyi yenmeyi hemen başarmıştı. Tabii evde babası, anası, ablası
ve abisi yapmadıklarını bırakmıyorlardı. Aldırmadı Sevim.
Millet
düğünden dönerken, bitkin ve yorgun bir şekilde geldiler. Selma muradına
ermiş, Leydiler gibi düğün yapmıştı. Aslında yanlış, çünkü Hıristiyan olan
Leydiler dahi, dinlerinin gereği olarak kilisede düğün yapıyorlardı. Ya
müslümanlar, müslümanlar da inançları gereği Cami'de yapıyorlar mıydı? Sorsan
Selma da müslümandı....? Selma'nın düğünü tam manasıyla gavurların ki gibi hiç
bir şeye inanmayanların ki gibi olmuştu. Selma düğün sonuna kadar bir kaç
erkekle dans etmişti. Orhan'ın müdürü başta olmak üzere... Bir ara tek vücut
gibi müdürle dans etmekten sıkılmıştı, zira pist çok kalabalık, müdür de sanki
kastı varmış gibi sürtünüyordu. Ama sıkılmasına rağmen, modernliğini ispat etmek
için sesini çıkarmamıştı....?
Sevim’in
başı minnetten kalkmıyordu, ama hiç birine aldırmıyordu. Dua ediyor, şöyle
diyordu “Allah'ım! Peygamberim’in ve ashabının, anam Sümeyye'nin Asiye'nin çektiklerinin,
hiç milyonda biri dahi değil. Ne olur beni nefsimle baş başa bırakma”.
Durmadan Elifler’den kitap alıyor okuyor, okuyordu. Elif bir keresinde demişti
ki, müslümanın bilgisiz olması düşünülemez, hem de bu affedilmez bir suçtur.
İslâm düşmanlarına meydan vermemek için ilk kılıcımız bilgi olmalıdır.
Sabah
erken kalktılar, namazlarını kıldılar, tarlada bir kaç günlük iş kalmıştı,
tarlanın yolunu tuttular. Hem gidiyor, hem de anasıyla konuşuyordu. Anası:
—
Evladım, baban sana çok kızıyor; evlensin de öyle kapansın diyor. Ne olur onu
kızdırmasan. Bak ablan öğretmenle evlendi.
—
Ana, sizi severim. Ablamın boyasına, modasına engel olmadığınız gibi, bana da
engel olmaya hakkınız yok. Öğretmenle evlenmek büyük bir zafer değildir, zafer
son nefeste imanı kurtarmaktır. Öğretmenle evlenenler ölmüyor mu? Bak, canım
anam, senim bana öğretmen gerektiği şeyleri, ben sana anlatıyorum. Siz çok
kötü şartlar altında yetiştiniz, ama ne olur ana, beni dinle. Allah'ı seviyor
musun?
—
Elbette, o ne biçim söz?
—
Peki, Allah da seni sevsin ister misin?
—
Ooo, tabi. Sen de ne biçim konuşuyorsun?
—
Bak, canım anam. Sen hangi evladını seversin? Söz dinleyeni mi? Saygılıyı mı?
Yoksa, söz dinlemeyen, saygısızı mı?
—
Anladım. Tabi, Allah da söz dinleyen saygılı kulunu sever. Eh ne yaparsın
evladım, bizi de böyle yetiştirdiler. Aslında haklı olan sensin.
—
Bak, ama bu yaşa geldin, daha haram olan erkeklerden kaçmıyorsun. Yarın kabre
girince Allah'a ne cevap vereceksin?
—
Kızım, baban bırakmıyor ki.
—
Bak, canım anam. Kadın kocasına itaat eder. Kocanın hakkı çoktur. Fakat,
Allah'ın izin vermediği noktalarda hiç kimseye itaat yoktur. Yani isyan olan
yerde kula itaat yoktur. Hem babam, zaten sudan sebeplerle sinirleniyor, bir de
İslâm için kızsın, Allah için kızsın ne çıkar?
—
Doğru, bari Elif gelince söyle de, o çarşaftan bir tane de bana getirsin.
—
Anacığım, ben de isterim, ne olur?
—
Tamam, dönüşte Safiye bacıya söylerim. Sevim çok sevindi. Ama Fahriye hanımın
imtihanı
başlamıştı. Çarşafları geldiği gün, kocası evde müthiş
bir kavga çıkarıp, kesinlikle giyemezsin diyor, başka bir şey demiyordu.
Fahriye hanımı bir güzel dövdükten sonra Sevim’in çarşafını kaptığı gibi ateşe
attı. Çarşaf yandıkça, Sevim içinden bir şeylerin akıp eridiğini hissetti.
Babasının bu kadar tepki göstereceğini hiç ummamıştı.
Yakında düğünü olacak abisi de durmadan babasını kışkırtıyordu. Fahriye Hanım:
__Allah
sana sorsun, burnumuzdan getirdin. Giymeyeceğini ama, evden de dışarı
çıkmayacağım haberin olsun.
—
Yarın alışverişe gideceğiz.
—
Bak, herif bunca zamandır saçımı süpürge yaptım. Hiç mi hatırım yok? Tarlaya
bir ırgat tuttuğun yok. Bütün işler, ha bu ellerimden geçiyor.
—
Sana, olmaz dedim. Mecbursun çalışmaya.
—
Yarın, beni yine bu daracık, kısa pârdisö ile götürürsen, yolda seni rezil
ederim.
—
Hiç bir halt edemezsin. Ağzını burnunu dağıtırım senin.
Mahmut
Efendi yattı. Sevim hem ağlıyor, hem de anasına anlatıyordu:
—
Bak, anam, Allah (c.c.) Nisa sûresi, ayet onyedi, onsekizde şöyle buyuruyor. “Allah'ın
kabulünü üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet (bilgisizlik) nedeni ile kötülük
yapıp da, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah böylelerinin
tevbesini kabul eder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Tevbe, ne
kötülükleri yapıp edip de onlardan birine ölüm gelip çatınca “Ben şimdi
gerçekten tevbe ettim” diyenler, ne de kendileri kafirler olarak ölenler için
değil. Böyleleri için acıklı bir azap hazırlamışızdır.”
Biz
ölüm meleğini gördüğümüz zaman, tevbe ettim diyeceğiz. Allah (c.c.) şimdi mi tevbe
ettin, yani şimdiye kadar aklın neredeydi? buyuracak. Bunca yaş yaşadın,
canım anam, Allah'a götüreceğin hangi amelin var? Kıldığın sadece namaz, onun
da fıkhi yönünü bilmiyorsun.
—
Nasıl yani?
—
Mesela, her yanıldığında sehiv secdesi yapıyorsun, oysa, namazda her yanılgıya
sehiv secdesi gerekmez. Geçen gün, Peygamberimiz’in hayatını okuyordum. Ne
çileler çekmiş, aç kaldığı olmuş, kovulduğu olmuş, hor görmüşler. Nefislerini
ilah edinip de, kanunlarını kendi kaleminden çıkaran, o zamanın firavunları,
Allah'ın kanunlarını kabul etmemiş, Allah'ın kanunları hakim olmasın diye,
Peygamberimiz ve ashabına çok göz dağı vermişler. Biz de sabretmeliyiz.
İşkence son haddine vardığında, Habbap İbni Eret, Peygamberimize: “Dua
etmeyecek misin?” diye sordu, Efendimiz şöyle cevap veriyor: “Ya Habbap, sizden
öncekilerin başlarına gelenler, sizin başınıza gelmedikçe cennete gideceğinizi
mi sanıyorsunuz? Sizden öncekilerin etleri demir taraklarla taranıyordu da,
yine de dinlerinden vaz geçmiyorlardı.”
Elbetteki,
biz de İslam’ı yaşayınca bize de bir şeyler olacak, aslında şuna inanki benim
canım anam, bütün müslümanlar “LA İLAHE İLLALLAH”ı bilerek, anlayarak,
anlamını kavrayarak söyleseler, çağın Firavunları mutlaka harekete
geçecektir.
—
Ne yani, bilmiyorlar mı?
— Bak, anacığım, babam da “LA İLAHE İLLALLAH”
diyor, ama aynı zamanda, Allah'ın örtü emrine savaş açmış. Eğer manasını
bilse, yani “Ey Allah'ım ellerimi ka|dırdım ve sana teslim oldum. Bütün hüküm
Sen'indir. Bütün işlerim Sen'in emrine göredir. Çünkü kanun koymaya yetkili
Sen'sin, tek kanun koyucu Sen'sin” deseydi, Allah'ın kanunlarından bir kanun
olan örtüye karşıyım deyip savaş açarmıydı?
—
Çok cahiliz, çoooook. Bize hiç bir şey öğretmemişler. Ne yapıp edip, seni
okutacam.
Ertesi
gün Mahmut Bey, Fahriye'yi yine o daracık pardisö ile
alış verişe götürüyordu. Fahriye, belki de içinden gelerek ilk kez Allah için
ağlıyordu. Kendi kendine söylendi: “Sevim, akşam ne demişti: Peygamberimiz
(s.a.v.) buyurmuşlar ki: “Allah kapalı çıplaklara lanet etsin “ Kapalı
çıplaklar da giyindikleri halde vücut hatları belli olanlarmış. Vayy anam, şimdi
Peygamber’in diliyle Allah bana lanet ediyor. Ulan herif, ben de seni rezil
etmezsem, ben de Fahriye değilim. Kocası önde yürürken, birden seslendi:
—
Bu adam karısını satmaya götürüyor.
Mahmut
efendi şok olmuştu. Fahriye hanım tekrarladı:
—Bu
adam karısını satmaya götürüyor.
—
Senin evde kemiklerini kırarım. Bir daha söyle de gör, edepsiz.
Biraz
yürüyorlar, Fahriye hanım aynı sözü tekrar söylüyordu. Kocası sinirden küplere
biniyordu, bütün tehditlerine rağmen, Fahriye hanım tutumundan vaz geçmiyordu.
Yarı buçuk alış veriş yapıp dönerken, bu defa Fahriye hanım: “Bu adam karısını
satamadı getiriyor” demeye başladı. Eve vardılar, Mahmut bey elinde ki
eşyaları bırakıp, Sevim'le Fahriye'yi odaya kapatarak, hırsını alana kadar
dövdü. Her ikisinden de ses çıkmıyordu. Sevim'se olup bitenden habersiz, neye
uğradığına şaşırmıştı. Daha sonra anası olanları anlattı ve ekledi:
—
Ne yapıp yapıp, örtünecem. Allah'a inanıyorum, mutlaka bana bir yol gösterir,
çünkü o merhametlidir. Şimdi, beni deniyor. Eh ben de, Fahriye isem bu imtihanı
vericem, biiznillah.
Sevim,
anasının coşan îmanı karşısında seviniyor, “Allah’ım bu insanlarımızın hepsi
imanlı. Fakat imanlarını körelttiler. Küllenmiş imanlarının külleri silindiği
zaman, önlerinde çağdaş Firavunlar duramayacaktır, biiznillah”
diyordu.
Aradan
henüz bir kaç gün geçmişti ki Fahriye ile kocası ölmüşlerdi.
Tabutları
yeşile sanlı, getirip yan yana koydular, Fahriye hanim kocasına:
—
Herif, imanını kurtardın mı?
—
Çok zor oldu, ya sen?
—
Hamd olsun, kurtardım, hesabımız kaldı. Namazlarım kıldılar, omuzladılar ve
götürdüler.
Fahriye'yi
ve Koca'sını ayrı ayrı mezarlara koydular. Fahriye Hanım'ın mezarından bir kapı
açıldı. Oradan içeri girdi. Cami gibi bir yerdi, bütün kadınlardı ve öyle
ağlıyorlardı ki, kimsenin gözü kimseyi görmüyordu. Bir kişi için boş yer
vardı, Fahriye hanım bir kaç kişiye sordu, hepsi de aynı cevabı verdiler.
—
Neyi bekliyorsunuz?
—
Hesabımızı bekliyor, günahlarımızdan dolayı korkuyoruz.
Geçip
boş olan yere oturdu, yanındaki kadına sordu:
—
Neyi bekliyorsun? Niye ağlıyorsun?
—
Ben de, şu sırtımdaki giysinin hesabım bekliyor, onun için ağlıyorum, baktı ki,
kadının sırtındaki giysi, tıpkı kendinin tesettüre uymayan giysisi, kendisi de
ağlamaya başladı, bağırarak ağlıyorlardı. Birden caminin içini dolduran bir
ses, “BURADA AĞLAMAK FAYDASIZ, DÜNYADA AĞLASAYDINIZ AZABI GÖRÜNCE Mİ AKLINIZ
BAŞINIZA GELDİ? BOŞUNA AĞLAMAYIN, ALLAH'IN AZABI ELEM VERİCİDİR.”
Daha
bir ağlamaya başladılar, kocası yataktan fırlayıp ışığı yaktı,
—
Fahriye, ne oluyor? Uyan, hele kendine gel. Hadi uyansana, uyan.
Fahriye bir türlü uyanamıyordu. Ağlıyordu. Kendini zoraki
toparladı. Çok korktuğu her halinden belliydi. Kocası da oldukça korktu.
Fahriye iyice sakinleştikten sonra:
— Artık bana karışamazsın, anlıyor musun? Çul da giyerim,
çuval da. Seni ilgilendirmez. Bundan böyle bana karışmaya kalkarsan, elimden
gelen her şeyi yaparım.
—
Ne oluyor sana?
—
Sana ne, ne olursa olsun. Yeter be, senin kölen değiliz herhalde.
—
Anlat.
—
Ölmüştük. Sen, “imanımı çok zor kurtardım” dedin. Seni ayrı, beni de ayrı
mezara koydular. Şimdi engel oluyorsun müslümanlığıma, ama mezarda yardımıma
gelmedin. Ben tek başıma kaldım. Hesabımız için ağlarken, bize dediler ki “Hiç
boşuna ağlamayın, dünyada iken başınızın çaresine baksaydınız. Allah'ın azabı
elem vericidir.” Anlıyor musun herif, sen illa da cehenneme gitmek istiyorsan,
yolun açık olsun. Fakat ben, dünyada iken başımın çaresine bakacağım. Yarın
kabre girdiğinde. bakalım Allah'a ne cevap vereceksin.
İşte
Fahriye'nin gördüğü bu “rüyadan” sonra, ana kız tam tesettür giyinmeye
başladılar. Ana kız, her gün günün belirli bir saatinde, sırasıyla fıkıh,
tarih, tefsir, akaid dersleri yapıyorlardı. Kitap konusundaki sıkıntılarını
da Eliflerden telafi ediyorlardı. Fakat önlerinde büyük bir imtihan daha
vardı: Oğlunun düğünü. Oğlu cahili eğitimde çok güzel yetişmiş, tam bir laik'ti.
Var yok bir oğlu vardı. Köy dedikodudan çalkalanacaktı.
Sokaktaki İnsanlar
Diğer
tarafta, Yeliz, banka oturmuş Ahmet'i bekliyordu. İstanbul sıcak günlerinden
birini yaşıyordu. Yeliz, önünden geçen üç tane genç kızı süzerken farkında
olmadan söylendi:
—
Bunamış mı bunlar? Hayret, bu sıcak da nasıl da bürünmüşler.
—
Günaydın, Yeliz.
—
Günaydın, Suzan.
—
Ne konuşuyorsun kendi kendine?
—
Şu gericileri, şu gidenler varya, onları konuşuyordum. Kafayı yemişler
bunaklar, ne diye kendilerine eziyet ediyorlar.
—
Sen de, şu kapalılara takılmasan olmaz mı? Niçin, rahatsız oluyorsun? Madem
özgürüz, bırak herkes istediği gibi yaşasın. Ve.....
—
Tamam, tamam otursana.
—
Birazcık oturayım. Ne bekliyorsun, Ahmet'i mi?
—
Evet, buluşacaktık, henüz gelmedi.
Bu
sırada, az önce önlerinden geçen tesettürlü kızların kendilerine doğru
geldiklerini görünce, Yeliz dayanamayarak,
__ Suzan, baksana, öcüler geliyor.
Suzan
cevap veremeden, kızlar yaklaşmıştılar, içlerin den Mücahide, Yeliz'in
örtülerinden rahatsız olduğunu konuştuklarından duyunca, arkadaşlarını geri göndermişti.
Mücahide:
—
Hanımefendiler müsade ederseniz, birazcık oturacaktık.
Suzan:
—
Tabi, buyurun, oturabilirsiniz.
Yeliz
hiç memnun olmamıştı, içinden “Yobazlar, başka bank mı yok da, gelip bizim
oturduğumuza oturuyorlar” diye söylendi. Mücahide 'ye dönerek:
—
Kusura bakmayın, ama ben bu halimle bile pişiyorum. Siz, o kadar bürünmüşsünüz
ki, yanmıyor musunuz? Niçin, kendinize eziyet ediyorsunuz?
—
Yoo, aksine gayet rahatız. Hem kendimize eziyet ettiğimiz filan da yok,
dinimiz İslâm ve müslümanız, müslamanlığımız böyle gerektirdiği için böyle
giyiniyoruz.
—
Çok hoşsunuz, ben de müslümanım. Açık olduğuma bakıp, yoksa beni müslüman
kabul etmiyor musunuz? Ben müslümanım, fakat kapalılığa karşıyım. Benim için
kapanmak çok saçma bir şey. İnsanın kalbi temiz olmalı.
—
İşte buna çok şaşırdım, demek hem müslüman-sınız, hem de kapalılığa karşısınız.
İslâm bir sistemdir, yaşam şeklidir. İnsanın hayatını, yaşayışını vaaz eden,
ilahi bir sistemdir. Müslümansa, bu sistemi (yönetim şeklini) kabul etmiş, her
bir kişinin adıdır. Müslüman arapça bir kelime olup manası teslim olandır.
Bizim
adımıza neden müslüman denmiş, Allah (c.c.)'a teslim
olduğumuz için.
Şimdi,
siz diyorsunuz ki, ben Müslümanım fakat kapalılığa karşıyım. Bu neye benziyor,
diyeceksiniz ki, ben hem Hindu'yum, hem de inek etini çok severim: Hindu iseniz
inek etini sevebilir misiniz? Veya, hem Hindu olacaksınız, hem de ineğin
dokunulmazlığına karşı olacaksınız.
— O başörtünün altında, bu kelimeleri nereden
üretiyorsun, hayret?
—
Aslında modernlik taslar, insan haklarını hep sizler savunursunuz. Fakat, karşıdakinin
bir insan olduğunu çoğu zaman unutursunuz. Sorunuza gelince, başörtüsünün
insan aklını etkilediğini sanmıyorsunuz ya, bu kadar mantıksız düşünmek, sizin
gibi bir üniversite talebesine yakışmaz, zira...
Suzan,
tartışma olmaması için araya girdi.
—
Arkadaşlar, arkadaşımın canı sıkkın. Aslında kendisi çok iyi biridir.
—
Amaan, Suzancığım, kapalılara alerjim olduğunu biliyorsun. Hah, Ahmet de
geliyor, ben kalkayım. Şimdi bu hanımlara bakılırsa, benim Ahmet'le flört yapmam
da yasaktır.
—
Haşa, bize göre değil, biz emir ve yasaklarımızı, Allah'tan alıyoruz.
Yeliz
kalkıp Ahmet'e doğru ilerlerken Mücahide Suzan'a dönerek:
—
Adım, Mücahide.
—
Benimki de, Suzan. Arkadaşımın kusuruna bakmayın.
—
Hangi semtte oturuyorsunuz?
—
Şişli’de. Yeliz de mahalle arkadaşımdır.
—
Sizde mi, arkadaşınızı bekliyorsunuz?
—
Hayır, ben yürüyüşe çıkmıştım. Size inanılmaz gelebilir, fakat benim arkadaşım
yok.
—
Yoo, neden inanılmaz gelsin ki? Ama sorabilir miyim, neden?
—
Biz de çok lüks yaşarız, fakat bana bu yaşam anlamsız gelmeye başladı.
—
İsterseniz, adresimi vereyim, arasıra görüşelim, ne dersiniz? Sizinle
tanıştığıma çok memnun oldum.
—
Tabii, siz de bana adresinizi verin. Ben de memnun oldum tanıştığımıza.
Bu
arada Yeliz, Ahmet'in yanına varmıştı.
—
Merhaba, Yeliz.
—
Merhaba, Ahmet.
—
Ne o, canın bir şeye mi sıkıldı?
—
Boş verelim, Yobazın birine çattık, iyi ki tam zamanında geldin, zira canımı
sıkmaya başlamıştı.
—
Boşver güzelim, takma kafana. Şimdi nereye gidiyoruz?
—
Önce kafeteryaya, sonra da...
—
Gençliğimizi yaşamaya, nasılsa okulu bugün yine salladık.
Yeliz'in
gözü birden ilerdeki gençlere takıldı.
—
Şunlar, Volkan ile Figen değiller mi?
—
Evet, onlar, ta kendileri. Heeeey, çocuklar, siz de mi kaçamak yaptınız?
—
Aaa, siz miydiniz, merhaba Yeliz.
Volkan
elini Yeliz'e uzatırken, Yeliz Volkan'la arkadaşlık yaptığı günleri hatırladı.
Bir zamanlar, birbirlerini deli gibi sevdiklerini söylüyorlardı. Birden
Figen'i kıskandı. “Acaba bana yaptığı edebiyatları şimdi de Figen'e mi
yapıyor?” diye geçirdi içinden. Ne kadar saçma, sev sonra ayrıl, bu defa sınıf
arkadaşını sevsin. Bir kalbe bu kadar sevgi sığar mı?
—
Ne o sevgilim, dalıp gittin.
—
Yok bir şey, kafamı şu yobazlara taktım. Değmez, hadi gidiyor muyuz?
Kafeteryaya
girdiler. Biraları geldi, hem içip, hemde loş ışığın altında kahkaha atıp gülüyorlardı.
Ahmet fırsat buldukça Figen'in gözlerinin içine bakıyordu. Bir ara Figen hava
almak için izin isteyip kafeteryanın arka bahçesine çıktı. Beş dakika sonra da
Ahmet, hemen geleceğini söyleyip ön kapıdan çıkarak arkadan dolaşıp Figen'in
yanına geldi.
Figen,
Ahmet'i görünce bayağı rahatsız oldu.
—
Figen, inan çok güzelsin.
—
Yeliz de öyle.
—
Şey, tabii, biliyorum. Canım, onu karıştırma. Benimle bir gün çıkar mısın?
—
Neden?
—
Ne kötülük var bunda?
—
Olabilir, fakat arkadaşça.
—
Tabii, dostça, sevgili olarak demedim zaten. Cumartesi nasıl?
—
Olabilir, beni yurttan alırsın.
—
Tamam anlaştık.
Ahmet
döndüğünde, Volkan ile Yeliz'i öpüşürken görür. Fakat aklı Figen'de olduğu
için, ayrılmalarını bekleyip görmemiş gibi yanlarına yaklaştı. O sırada Figen
de geldi. Kalkıp kafeteryadan çıktılar. Akşam üstü idi. Aldıkları hafif
alkolün verdiği sarhoşlukla, otobüs durağına yaklaşırken, Figen ve Yeliz önde,
Ahmet ile Volkan geride yürüyorlardı. Yeliz, yolda dans edip şarkı söylemeye
başladı.
“Suçlusun
dün gece neredeydin
gelmedin
sarmadın beni, suçlusun
dargınım
sana suçlusun
gelip
sarmadın sarılmadın suçlusun.”
Durakta
otobüs beklemekte olan Sündüs yanındaki arkadaşı Tuğbaya dönerek:
—
Eşitlik, eşitlik diyerek, kadınlığın şerefini beş para ettiler. Şunların
rezilliğine bak, şarkısına bak. Kim bilir, bu vatanı savunan hangi şehit dedenin
torunudur. Ey benim, şerefli şehid dedelerim, başlarınızı kaldırıp kurtardığınız
ülkeye bir bakın... Torunlarınızın örtüsü açılmasın diye canlarınızı feda
ederken. Senin torunlarınızı ne hallere soktular… Emperyalizmin yerli
uşakları senin torunlarını, kızlarını pis amellerine alet edip namus ve
şereflerini beş paralık ettiler.
—
Sus, Sündüs duyacaklar nerdeyse.
—
Duyarsa duysunlar, kadınlık bu kadar adi mi? Kadınlığın bir şerefi izzeti var.
Bu kadar da rezillik olur mu canım?
Otobüse
bindiler, bir müddet sonra Volkan indi. Figen koltukta yalnız kalmıştı. Sündüs
dayanamayıp Figen'in yanına geçti.
—
İyi akşamlar bacı.
—
İyi akşamlar.
—
Talebesiniz herhalde?
—
Evet, iktisatta okuyorum.
—
Arkadaşınız?
—
Sınıf arkadaşıyız. İstanbullu, aslında iyi kızdır da, biraz alkollü, yoksa yol
ortasında öyle yapmaz.
—
Peki, siz nerelisiniz?
—
Anadolu’dan, burada evim yok, yurtta kalıyorum.
—
Çarşıda bir işiniz mi vardı?
—
Şeyy, biraz dolaşıyorduk.
—
Bak bacı, anan baban seni taa uzaklardan okuyasın diye bir sürü zorluklara
katlanarak göndermiş, senin bu delikanlıyla ne işin var? Yazık sana, farkında
olmadan kendini mahvedersin. Bu dünyan gittiği gibi
ahiretin de gider. Öyle zannediyorum ki, bugün kaçamak yaptınız.
—
Biraz öyle oldu.
—
Birşey daha sorabilir miyim?
—
Sizi dinliyorum, buyurun.
—
Bağlı bulunduğunuz herhangi bir din var mı?
—
Evet, İslâm, yani müslümanım.
—
Yaa, demek müslümansınız, demek ki kardeşiz. Peki, dininiz hakkında neler
biliyorsunuz. Örneğin, birgün karşınıza gayri müslim birisi çıksa:
“Bana
İslâm'ı anlat, müslüman olmak istiyorum' dese, yeterli bilgi verecek kadar
dininizi tanıyor musunuz?
—
Okulda öğrendiklerimin dışında pek bir şey bilmiyorum.
—
Peki, yeterli mi?
—
Tabi ki hayır. Figen birden utandığını hissetti. Savunmaya geçecekti ki vaz
geçti. Vaktim olmuyor deyip gülünç duruma düşmek istemedi.
'
—
Bak bacım, ineceğim yere yaklaştım, ama sana tavsiyem, bu din düşmanlarının
icat ettiği, kadın hakları diye yaygara kopararak, adetâ çırıl çıplak bir şekilde
kadınların sokağa dökülmesine sebep olan hainlerin yalnızca Emperyalizmin
gereği kadını sömürmek için yaptıkları bu oyuna gelme. Madem ki müslümansın,
günde en az yarım saat dinini öğrenmeye zaman ayır. Sonunda acısını sen
çekersin. Fakat aynı acıyı müslüman kardeş olarak, biz de yüreğimizin derinliklerinde
duyarız. Al, bu kitap benden sana hediye olsun. Şunda da adresim yazılı,
istediğin zaman arayabilirsin. Madem ki burada evin yok, bir şeye ihtiyacın
olduğu zaman da arayabilirsin.
Sündüsler
indi, Figen elindeki kitaba bakakaldı.
“İSLÂM
TOPLUMUNDA VE ÇAĞIMIZDA KADIN” Melahat Aktaş.
Figen
de yurdun önünde arabadan indi. Kafası karma karışık bir vaziyette yurda
gitti. Elini yüzünü yıkadı, başladı, adını bile sormayı akıl edemediği
çarşaflının verdiği kitaba göz atmaya. Okudukça kitaba ilgisi artıyordu.
Sabah
kalktığında gördüğü rüyayı hatırlamaya çalıştı, hatırlayamadı.
Hazırlanıp
okulun yolunu tuttu. Okula vardığında, Yeliz ile Suzan'ı bahçede gezinirken
gördü, yanlarına yaklaştı.
—
Heeeey kızlar, günaydın.
—
Günaydın, Figen.
—
Ne haber, Suzan hiç görünürlerde yoksun.
—
Sahi mi? Oysa ben, sizi dün gördüm.
—
Neden bize katılmadın?
— Suzan için üzülüyorum. Annesi bile anneme, “üzülüyorum
bu kızın haline, bayağıdır, hiç erkek arkadaşı yok” diye dert yanmıştı.
—
Üzülme Yeliz. Üzülecek bir durum yok halimde. Bana anlamsız geliyor, bu yaşantı
bugün benimle olan yarın öteki arkadaşımla oluyor. Geçenlerde kedilere
rastladım, o zaman halimden iğrendim.
—
Ne varmış kedilerde? Ben kedileri çok severim. Benim de bir minnoşum var
görsen, tatlı mı tatlı.
—
Bir kedi, önüne gelen erkek kedilerle ilişki kuruyordu. Yani bir kaç taneyle.
Bayağı izledim, ve düşündüm ki bu, hayvanların bir vasfı. Ben de insan olduğuma
göre…
—
Aaa, aşkolsun Suzan, sen ne konuştuğunun farkında mısın?
—
Evet Yeliz farkındayım. Öyle değil mi sanki, hayvanlar için fark eder mi, bir
hayvan önüne gelen hayvanla ilişki kurmuyor mu? Sanki bir boşluktayım, ruhum
sıkılıyor, aradığım bir şey var, ama ne, bilmiyorum.
—
Ben biliyorum, aşk.
—
Hayır, fikrimi söyledim. Sevgi fakat, gerçek sevgiyi arıyorum.
Öyle
olmalı ki, her şeyi onun için sevmeliyim. Söyle sene, sen gerçekten ruhen rahat
mısın, ailemiz istediğimiz her şeyi veriyor, bu kadar özgürüz. Sen, gerçekten,
şu başörtüleri yüzünden okula alınmayan, açlık grevine giden kızlar kadar
huzurlu musun? Söylesene.
—
Bunları düşünmek istemiyorum.
l
Bunlar böyle konuşurken, Figen Suzan'ın söylediklerini düşünüyordu.
Kediler, köpekler, kısacası hayvanlar için hissiyat yok, önüne gelenle
birleşiyorlar. Ya kendileri, kendileri insandı, hayvanlardan farklı olmaları
gerekmez miydi? Daha dün Volkan ile Yeliz'i kendi gözleriyle görmemiş miydi. Ya
Ahmet'in fırsat kollayıp, çıkalım teklifine ne demeli? Dostça… Ne namus rolü
oynuyorsun Figen? Dostça çıktığın arkadaşların sonun da nasıl davranıyorlar,
nasıl hareket ediyorlar bilmi yormusun? Ve tıb bölümünde okuyan bir kızın hamile
olduğunu, kimden olduğunu bilmediğini ve intihar ettiğini görmemiş miydin? Ya
dün arabadaki kızın konuşmaları… Karar verdi, Cumartesi gitmeyecekti.
—
Heeeeeeey, güzeller, üç güzel bir arada. Seslenenler, Ahmet ile Volkan'dı.
Suzan, hemen sınıfa gitmem lazım deyip ayrıldı.
Ahmet'i gördükçe nefreti artıyordu. Ayakkabı değiştirir gibi sevgili değiştirip
kızları kendi nefsi isteklerine alet etmesine tahammül edemiyordu. Kızlara da
kızmıyor değildi, sanki niye alet oluyorlardı ki kendilerini. Daha yeni tıpta
okuyan kızın başına gelenden ibret
almıyorlardı. Figen fırsat kollayıp, Ahmet'e Cumartesi günü işi çıktığı için
gelemeyeceğini bildirdi. Volkan ile Yeliz ise, kaş göz işareti ile saat
iki'ye randevulaştılar.
Diğer
taraftan:
Mücahide
oturmuş ders çalışırken telefon çaldı. Mücahide telefon'u kapattıktan sonra
annesine:
—
Anneciğim, ablam rahatsızlanmış, doğum herhalde, hastahaneye gitmek için beni
çağırıyor, müsade edersiniz herhalde?
—
Tabii tabii, hadi bakalım, Allah yardımcısı olsun. Bize de haber edin, merakta
koymayın.
—
Oldu, sen de bol bol dua et.
Mücahide
hazırlanıp çıktı. Yaklaşık bir saat sonra, ablası ve eniştesi ile birlikte hastahanede
idiler. Uzun bir bekleyişten sonra personel Ayten hanım, doğum odasından çıktı.
—
Gözünüz aydın, oğlunuz oldu, yalnız çocuk küveze konulması lazım, hemen çocuk
servisine götürün.
Mücahide
çocuğu alıp çocuk servisine gitti. Mesai saati bitmişti, çocuğu küveze
koydular. Aynı odada çocuğunu emziren hanım, nöbetçi hemşire'ye:
—
Hemşire hanım. O küvede benim çocuğum yatıyor, emzirmek için almıştım.
—
Tamam be, ötekine de senin çocuğu yatırırız. Benim işime karışmayın.
Hemşire
ters birine benziyordu. Kadın, yandaki küveze çocuğu yatırdı. Başladı iki de
bir küvezi kontrol etmeye, her kontrol ettikçe de:
—
Yok ya, bu küvet ısınmıyor. Çocuğumu yerine koymam lazım, diye söyleniyordu.
Mücahid, kadının rahatsızlığını anladı, kadına dönerek:
—
İsterseniz, bir küvezde beraber yatsınlar, dedi.
Tamam
deyip iki çocuğu bir küveze yatırdılar. Aradan fazla geçmeden kadın bu defa,
bebekler rahat etmiyor diye söylenmeye başladı. Gidip hemşire'yle görüşüp
geldi. Hemşire geldi, Mücahide'nin yeğenini alıp ısınmayan küveze koymak için
başındaki serumu ayarlamaya başlayınca!
Mücahide
müdahele etti:
— Hemşire hanım, bu çocuk zaten oldukça zayıf
doğdu. Isınmayan küveze nasıl koyarsınız? Öteki bebek de nitekim bir haftalık,
bırakın beraber yatsınlar.
—
Benim işime karışma, sizinle uğraşamam.
—
Ben, benimle uğraş demiyorum, ama ben, bana emanet edilen çocuğu ısınmayan
küveze yatırtmam.
—
Konuşma, yoksa doktor çağırırım.
Hemşire,
Mücahide'nin çarşafına bakıp alaylı bir şekilde konuşuyordu. Bazı insanları
anlamak mümkün değil. İnsanları zeki, görgülü, kendini savunmasını bilen
olarak kabul etmek için kıyafetlerine bakmak yeterli zannediyorlar!
—
Memnun olurum. Hiç olmazsa, ne uygunsa onu yapar.
Hemşire,
doktor çağırmakla, polis çağırdığını zannetmeli ki Mücahide'yi korkutmak
amacıyla böyle söylemişti. Ama bir şeyi unutuyordu, inananlar Allah'tan korkar,
başkasından korkmazlardı. Hemşire sinirli ve bağırarak konuşmasına devam etti
—
Sen, fazla konuşuyorsun.
—
Ne demek istiyorsunuz. Kendi çocuğunuzun so ğukta yatmasını kabullenir misiniz.
Hem bana bağırmaya yetkiniz yok. Ben, size illa da hemşirelik yapın mı diyorum.
Siz, kendi görevinizi yapıyorsunuz. Doktor çağırırım demekle, beni korkutmak
mı istiyorsunuz. Doktor gelirse, görevi ne ise onu yapar. Bana bağırmaya
yetkili değil ya. Hayrınız için çalışmıyorsunuz ya.
Hemşire
sustu, bu çarşaflı hiç de zannettiği gibi değildi, konuştuklarına bakılırsa
kültürlüye de benziyordu. Mücahide devamla:
—
Koskoca hastahane, iki tane küvez.
— Gidin şikayet edin.
— Sahi mi? Kimi kime şikayet
edeceğim. Mücahide'nin müdahalesiyle iki bebeği bir küveze
yatırıp
gitti. Tam o sırada, bir bağırtıyla Mücahide ir-kildi. Sesin geldiği tarafa
döndü, bir çocuk karyolası ve içinde bir çocuk, kadına sordu:
— Bu çocuk kimin?
— Bilmiyorum.
— Nee, nasıl olur?
Mücahide karyolaya yaklaştı,
battaniyeyi kaldırdı ve beyninden vurulmuşa döndü. O sırada bir kadın anlatmaya
başladı.
— Hemşireler, ismini kader
koymuşlar. Annesi çöp bidonunun içine atmış, hastabakıcılar bulmuş. Altı ıslanınca
ve acıkınca bas bas bağırıyor.
Mücahide gözlerini Kader'e dikmiş,
düşünceleri alt üst olmuş, gözlerinden yaşlar boşalıyordu. Kendi kendine mırıldandı.
“YaRabbi, bunun suçlusu kim? Bir anne bu kadar vicdansız olabilir mi? Hangi
eller, hangi zihniyet, hangi sistem anneleri bu kadar vicdansızlaştırdı?
Basında ve televizyonda flört yapmayı, karı koca aldatmayı, meşru bir işmiş
gibi gösterenlerin bu suçta payları yok mu? Çantasından kalemi çıkardı, ve
hislerini kağıda dökmeye başladı:
Kalmadı
kimsede iffet ve namus
Haya
güneşte eriyen bir buz,
Sardı
yanımızı korkunç bir kabus
Ayağa
kalk haydi, haydi insanlık
Baba moruk oldu, ana kocakarı
Analar istemez artık evladı,
Moda oldu artık metres hayatı,
Dön İslam’a haydi insanlık
Kalmadı artık can emniyeti
Yasak ettiler bize İslâmiyet’i,
Hani nerede din hürriyeti,
Özgürlük İslam’dadır bil be
insanlık
Baba kumarda, anne perişan
Kalmadı lokmayı helalle yutan
Dar ağacına çıktı dinini tutan
İmana bedel gerek, bil ki insanlık
Babadan aldın sen hissiyatı
Annede kalmadı çocuk şefkati
Yetimin
kalmadı artık takati
Özüne dön
haydi haydi insanlık
Mücahide
ağlıyordu, kalemini çantasına koydu, hastabakıcının yanına geldi, bakıcı
Kaderi, yedirmekle meşguldü. Mücahide:
—
İsminizi bilmiyorum hanım teyze, bir şey sorabilir miyim?
—
İsmim, Nazmiye. Tabii, sor bakalım.
—
Kader'i soracaktım.
— Eee, işte böyle analar da var. Doğur, at
çöpe. Ben işe girdim gireli bu böyle. Vardır yirmi beşinde. Anne ne olacak, hiç
de korkmuyorlar?
—
Kimden?
—
Kimden olacak, Allah'tan.
—
Nazmiye teyze, bu toplum Allah'tan korksa, bütün bu pislikler olur mu?
Kader
gibi daha niceleri, çocuk esirgeme kurumlarında habersiz ve masum büyüyorlar.
—
Yinede Allah devlete zeval vermesin. Hiç olmazsa bakıyor, yakalasa idi
cezalandırırdı.
—
Mecbur değil mi? Kendi sisteminin ürünü olan kurbanlara bakacak elbet. Hem,
anlamadım, niçin cezalandıracak?
—
Ne demek yani?
—
Teyzeciğim bizler müslümanız.
—
Elhamdulillah, hepimiz müslümanız.
— Bizim sistemimizde, sebepler ortadan kalkmadan
kimseye ceza verilmez. Meselâ, şimdi bu Kader'i atan anneyi cezalandırmak
için, önce onu bu duruma sürükleyen sebepleri, örneğin müstehcen filmleri, açlığı,
açıklğı vb.... gibi etkenleri ortadan kaldırır. Şayet, ortada hiç bir sebep
yokken suç işlerse cezalandırır.
Nazmiye
Hanım, Kader'i yedirmeyi bırakmış, Mücahide'yi dinliyordu. Mücahide devamla:
—
Anlatılana göre bir gavur filminde, Marianna isminde bir kadın, karnındaki
çocuğun babasını arıyor. Yani o kadar kişi ile düşüp kalkmış ki, çocuğun babasını
bile bilmiyor. Ninelerimin zamanında, böylelerinin adı o.....idi. Tıpkı İslâm gelmeden önce ki kadınların
yaptığı gibi. Bunu izleyen kadın da başlıyor kendine
flört aramaya, aramayanlar da özeniyor. Tabi, dini bütün mümineleri tenzih
ediyorum.
Çünkü
onlar, Allah'a hakkı ile iman etmiş olduklarından, daima Nur sûresi, otuz
birdeki ayeti hatırlayarak, Allah'ın, “Mümin kadınlara da söyle, bakılması yasak
olandan gözlerini çeksinler.” buyruğu gereğince amel ederek, Allah'tan
korktuklarını ispatlamak için harama bakmazlar.
Nazmiye
hanım araya girerek:
—
Kızım, yirmi beş yıl önce, Marianna nerde vardı ki?
—
Marianna yoktu, Dallas vardı, Dallas yoktu öteki vardı. Batı kültürüyle,
batılaşacağız diye, insanımızı zehirliyorlar, batı bize, yani geçmişimize
hayran bunlar, batının kokuşmuş şeylerine.
—
Haklısın, bir film hatırlıyorum, Gül'dü adı. Yok yok, mavi gül mü, sarı gül mü,
öyle bir şey. Adam, babasından sonra, üvey anasıyla ilişki kurmuştu.
— Gördün mü, Müslümanın televizyonunda, Allah'ın
yasak ettiği kurallar ayak altına alınır mı? Utanmadan, bu milletin yüzde
doksan dokuzu müslümandır, diyorlar. Madem öyle, neden yüzde birin inanç
esaslarıyla dolu televizyon? Üvey ana, ana hükmünde olup, babadan sonra da
ebedi haramdır.
—
Sen, bütün bunları nerden biliyorsun?
—
Teyzeciğim, Allah'ın ilk emri “oku”dur. Alak suresi, birinci ayet. Okumak farzdır
diye, ayeti yanlış tevil ederek, Erzurum'da yüksek hemşirelikte okuyordum.
Unutmadan söyleyeyim, hemşirelik okumak günah değil, fakat hazırlanmış
zeminler günahtır. İnancıma uygun olmayan ortamlarda çalışmam doğru olmazdı.
Anlatabildim mi?
—
Anladım.
—
Ne ise, son sınıfta idim. Allah hidayet ihsan etti. İslâm'ın özünü kavramaya
başladım ve dinimin taviz kabul etmediğini öğrendim, başladım mücadeleye.
Okulda başımı kapatmama engel oluyorlardı. Yurtta dini kitap okuyamıyordum,
beyaz dizi okuyanlara göz yumuyor, dini kitaplara göz yummuyorlardı. Dönüş
yaptığımı öğrenen şuurlu bir gencin evlenme teklifini kabul ederek, mecburi
hizmet parasını ödemesini mihire keserek nişanlandım, nikah yapıldı, düğün
de önümüzdeki günlerde.
—
Aa, sahi mi? Sen, şimdi sen, hemşirelikten, aaa, hayretimi hoşgör. Peki bu
mihir dediğin ne?
—
Mihir, Allah'ın kadına verdiği bir haktır. Nikah kıyılırken, kadının erkeğe
ödemesi için şart koştuğu, erkeğin de vermek zorunda olduğu bir hak
diyebiliriz. Hatta öyle ki, mihiri almadan, kadın isterse itaat etmeyebilir,
bu kadının hakkıdır. Kadın bağışlayabildiği gibi, yüklü bir para veya istediği
herhangi bir şeyide şart koşabilir. Ben de, mecburi hizmet paramı ödemesini
şart koştum.
—
İnan ilk kez duyuyorum. Amaaaan, bize de hiç bir şey sormamışlardı.
—
Neden haberimiz var ki? İslâm'dan o kadar uzaklaştırıldık ki, İslâm'ın özünü
okusak daha nice güzelliklerin var olduğunu görürüz.
—
Neyse hemşire hanım, işimi bitirip geleyim de biraz konuşalım.
—
Tabii, iyi olur, nöbetçisiniz herhalde?
—
Evet, onun için bu saatte buradayım.
Yarım
saat sonra Nazmiye Hanım işini bitirmiş, nöbetçi hemşireye:
—
Beni ararsan, şu hemşire hanımın odasındayım.
—
Hangi hemşire?
—
Şu yeni geldiler ya, küvezde iki çocuğun refakatçisi.
—
O çarşaflı hemşire mi?
—
Yaa, hem de, yüksek hemşirelikten vazgeçmiş.
—
Hadi oradan, inanmam.
—
İstersen inanma, ama gerçek.
Nöbetçi
hemşire birden, Mücahide'ye karşı takındığı tavırdan pişman oldu. Söylendi:
—
Aptal, insan yüksek hemşireliği bırakır mı?
—
Valla, hiç de aptala benzemiyor, neyse görüşürüz.
— Bakar mısın? Gelin de burada beraber konuşalım,
hem çay içeriz.
—
Tamam, söylerim.
Biraz
sonra nöbetçi hemşire, Mücahide ve Nazmiye hanım oturmuş çay içiyorlardı.
Nazmiye hanım ara sıra, Mücahide'nin yeğenini kontrol edip geliyordu. Nöbetçi
hemşire, Mücahide'ye:
—
Doğrusu hayret ettim, yüksek hemşirelikten vaz geçmişsiniz. Bakın, çalışmak da
bir ibadettir, insanlara yardım ediyoruz, onların hayatlarını kurtarıyoruz.
— Bakın hemşire hanım, bizler müslümanız. İlk
önce, Allah'a gerektiği gibi inanmamız gerekmektedir.
—
Afedersiniz, bizde Allah'a inanıyoruz, hem çalışmak da ibadettir.
—
Müsaadenizle, bir şey izah edeceğim.
—
Tabii, buyurun.
—
Dikkat ederseniz, “Allah'a gerektiği gibi inanmak” dedim. Evvelâ Kur'an'a bir
göz atalım: Allah (c.c.) buyuruyor ki: “De ki: “Eğer biliyorsanız söyleyin:
Yeryüzü ve onun içindekiler kimindir?” “Allah'ındır” diyecekler. De ki, yedi
göğün Rabbi ve büyük arşın sahibi Rabbi kimdir? Allah'ındır diyecekler. De
ki, yine korkup sakınmayacak mısınız? De ki, eğer biliyorsanız söyleyin, her
şeyin melekutu (mülk ve yönetimi) kimin elindedir? Ki o koruyup kolluyorken
kendisi korunmuyor. Allah'ındır diyecekler.” Dikkat edecek olursak, Allah
(c.c.) Peygamber Efendimize (s.a.v.) buyuruyor ki, Mekke'deki insanlara bunu
sor ve alınan cevap gerçekten ilginçtir. “Allah'ındır” diyorlar.
Buradan anladığımız üzere, Mekke'deki insanlar, müşrikler Allah'a inanıyorlar.
Hatta rivayet edilir ki, Peygamberimiz gelmeden önce Ebrehe isminde bir kafir
Mekke'yi yıkmaya gittiğinde, bütün müşrikler putları bırakıp, Allah'a secde
etmiş ve yardım dilemişlerdir. Demek ki Allah'a gerektiği gibi iman etmedikleri
için Allah (c.c.) onların imanlarını kabul etmemiştir.
—
Ama doğrusunuz, onların bir de putları vardı, hem Allah’a, hem de putlara
tapıyorlardı.
—
Evet, işte asıl mesele burda. Allah'a imanın geçerli olması için, bütün put ve
Tağutları inkar etmek lazım. Ülkemizdeki yanılgıdan bir tanesi de bu put ve Tağut'un
manasını, bilmemek. Biz zannediyoruz ki, put sadece elle yapılan ağaçtan,
tunçtan, betondan yapılmış gözle görülüp, elle tutulan somut şeylerdir.
—
Ne yani, put deyince başka şey mi anlamamız gerekir.
—
Evet, bahsettiğiniz şeyler de, yani ağaçtan vs ile
yapılan somut şeyler de puttur. Put kelimesinin anlamına
baktığımızda, kısaca şunu söyleyebiliriz: “Vahyin sınırları dışında kalan, her
şey puttur.” Vahiy dediğimiz, Allah (c.c.)'ın bize gönderdiği hayat
nizamımızı, sistemimizi, yaşam şeklimizi belirleyen kanunların bir bütünü olan
Kur'an-ı Kerim'den bahsediyorum.
—
Ama kardeşim, bugün laik'iz, kimse sana niçin örtündün, camiye gittin demiyor.
Şimdi bununla o bahsettiğin dönemi nasıl bir tutarsın?
—
Şimdi de, Tağut kavramının üzerinde durursak, sanırım daha çabuk kavrarız
meseleyi. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyrulmuştur. “Andolsun ki biz her kavme
Allah'a ibadet edin, tağuta kulluktan kaçının diye tebligat yapması için bir
Peygamber göndermişizdir.” (Nahl, 36).
Ve yine: “Sana indirilen Kur'an'a ve Sen'den önce indirilen kitaplara iman
ettik diye, boş iddalarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tağutun huzurunda muhakeme
olmak (Hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Halbuki tağutu inkar etmekle
(Tekfir etmek, lanetlemekle) emrolunmuşlardır.” (Nisa 60)
Tağut demek, dikkat edin, “Allah'ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve
onların yerine geçmek üzere, hükümler icat eden her varlık tağuttur. Allah'ın
kitabından, Resul’ün sünnetinden kaçınıp, insanların kendi kurallarına göre
(beşeri kanunlarla) hüküm vermesini isteyen kişinin iman iddiasını Allah
(c.c.) reddetmektedir.
Buraya
kadar anlatılanları özetlersek, Allah'ın dininden (İslâm'dan ve kanunlarından)
önde tutulan müzik, spor, seks, moda, ideoloji vs. ne olursa olsun puttur.
Bunları meşru görüp itaat etmek de insanı İslâm yapmaz. Evet şimdi isteyen
camiye gidiyor veya niçin örtündün gibi kelimeleri, demagojileri insanımız
yutmuyor. Ve de, bu ülkede niçin örtündün demiyorlar mı? Ben tesettür dediğimiz
dinimizin kesin emri olan örtüyü örttüğüm için, hemşirelikten istifa etmek
zorunda bırakıldım. Niçin örtündün diye karışmıyorlar demek, anlamsızdır.
Benim gibi bacılarımın sayısı az değil, elhamdülillah. İnsanın ibadetine karışmıyorlarmış,
neden isteyen bir memur sakal bırakamıyor? Laikiz diyorsun, bir kere ben
laik değil, müslümanım. Bir kişi hem laik, hem de müslüman olmaz, olamaz. Ya
laiktir, ya da müslüman. Din'i devlete karıştırmıyorlar, fakat devlet dine
karışıyor. Diyorsunuz ki, çalışmak da ibadettir.
—
Ne yani, ibadet değil mi? Aksini mi söyleyeceksiniz?
—
Bakın, İslâm bir sistem, bir nizamdır.
İbade de İslâm'ın bir kavramı olduğu için, yine İslâm'ın kendi
referanslarına göre içerisinde açıklanır. Meselâ put, tağut, şehid, Rabb, İlah
vs gibi. Bizim İslâmi bir kavram olan ibadet kelimesini, İslâm’ın öngörmediği,
benimsemediği ve kendine ait olmayan bir mana ile açıklamaya, değişik manalara
çekmeye hakkımız yoktur. Buna hiç kimse yetkili de değildir. Çalışmanın ibadet
olduğunu Allah (c.c.) buyururken yine, kendi emirleri doğrultusunda, çalışmanın
ibadet sayılacağını açıklamıştır. Şurası da dikkate şayandır ki: Biz iman
ettik deriz, fakat mühim olan, Allah'ın yanında imanımızın geçerli olmasıdır.
Biz Allah'ı sevdiğimizi söyler dururuz, acaba Allah da bizi seviyor mu? Veya
yaptığımız hareketleri tasvip ediyor mu?
—
Peki, neden bütün baskılar kadına, neden o kadar haklarımız kısıtlı?
—
Bak bacım iki tane çocuğunuz olsa, biri kız, biri oğlan. Birini sevip, ötekini
baskı yaparak ezer misiniz?
—
Hayır, olur mu? İkisi de evlât.
—
Kadın da Allah'ın kuludur, erkek de. Allah (c.c.) çok merhametli olup, kendi
merhametinden bir nebze anaya vermiştir. Şimdi sen bir nebze merhamet ile, çocukların
arasında ayırım yapmıyorsun da, O merhameti ve şefkati bol olan Allah'ımız
kulları arasında ayırım yapar mı? Bize gücümüz dışında hiç bir şey yüklemez,
kurban olayım O'na. Şimdi, kısıtlanmış olarak gördüğünüz haklarınız ne ise,
söyleyin de ona göre konuşalım.
Hemşire
aslında Mücahide’yi köşeye kıstırmak istiyordu, ama Allah'ın izniyle, Mücahide
hiç de kıstırılacak gibi değildi. Zira o her zaman Hakkın yanında yer alıyordu.
Batılın yok, zail olacağı ise aşikârdır.
—
Ne bileyim, aklıma da şu an gelmiyor ya, dur bir düşüneyim.
Nazmiye
hanım araya girerek.
—
Erkek üstündür dinde diyorlar, bir de mirası bölerken kadın erkekten az
alıyormuş, bari bunları cevaplar mısınız?
—
Meselâ boşanmada, erkek boşsun diyor, kadın boş oluyor. Hem niçin örtünmek
zorundayız, bu kısıtlama değil mi?
— Nazmiye Hanım, önce sorduğu için, ilk önce
onun cevaplarını vereyim.
—
Tabi, yalnız bir de şu dörde kadar evlilik meselesi var, kadın burada
ezilmiyor mu?
Sorarken
de herhalde bu kadarının altından da kalkamaz ya, diye düşünmekten kendini
alamadı.
—
Bakın Nazmiye hanım, erkek üstündürden ziyade, erkeğin mesuliyeti daha
fazladır, bu yüzden de o cümleyi sizin üzerinizde hak sahibidirler, diye
alalım. Yoksa, Allah (c.c), erkekler benim katımda üstündürler, onlara daha
çok mükafat; kadınlar üstün değildirler, onlara daha az
derece var diye bir kural koymamıştır. İslâm'a saldıranlar
işi çarpıtıyorlar, işin aslı böyle değildir. Allah (c.c.) Kur'an-ı Kerim'in
muhtelif yerlerinde, “Mü'min erkeklerle, mü'min kadınlar diye kadını ve erkeği
bir zikretmiştir, yalnız Nisa sûresinin otuz dördüncü ayeti kerimesinde: “Allah'ın
kimini kimine üstün kılmasından ötürü ve erkeklerin mallarından sarf
etmelerinden ötürü, erkekler kadınlar üzerine hakimdirler. İyi kadınlar,
gönülden boyun eğenler ve Allah'ın korunmasını emrettiğini, kocasının
bulunmadığı zamanda koruyanlardır” buyuruyor. Bu da, onların mesuliyetinin çok
olmasındandır. Erkek çalışarak, ailesinin nafakasını kazanmak zorundadır.
İslâm kadına, böyle bir mecburiyet vermemiştir. Allah (c.c.) her şeyi dengeli
yaratmıştır. Şimdi miras meselesinden örnek verelim, hem sorunuzu da cevaplandırmış
oluruz. Evvela şunu belirteyim ki, İslâm gelmeden önce kadın mirastan
hiç pay alamıyordu. “Pay verin” ayeti kerimesi gelince bazılarının zoruna
gitmişti. Fakat sahabeler, her zaman olduğu gibi (Amenna) deyip teslim olmuşlardır.
Evet, erkek iki, kadınsa bir hisse alır. Buna göre erkek hem kendisinin, hem
de karısının nafakasını elde etmek zorundadır. Evlenirken, kadına mihir
vererek, belli bir yükün altına girmiştir. Annesinin, babasının, çocuklarının
nafakası da erkeğin üzerinedir.
Şöyle
özetleyecek olursak.
1-Kadın
babasından bir hisse alır, bir de kocasından, mihir alır iki hisseye sahip
olur.
2-Kadın
kendi mülkiyetini, yani kendi payına düşeni, kimse için harcamak zorunda
değildir. Dilerse kocasına ödünç verebilir, şayet daha fazla ise kocasını işçi
çalıştırabilir. Kendi evi için kocasından kira alabilir.
3-Kadının
ne kadar malı olursa olsun, yine de kocası nafakasını temin etmek zorundadır.
Şimdi
insaflı olarak cevap vermek gerekirse, bunlarda kadının hangi hakkına tecavüz
var? Kadının erkek kardeşi veya abisi, iki hisse alacak ama aynı zamanda,
anasına ve babasına da bakacak. Allah (c.c.) hem sizi yaratacak, hem de hak
vermeyecek, bu çok saçma ve anlamsız. Hemşireye dönerek:
—
Evet, gelelim sizin sorunuzun cevabına. Bu arada hemşireyi iğne için
çağırdılar.
—
Hemen geliyorum, deyip kalktı.
Mücahide
de yeğeninin yanına gidip, yeğenini kontrol etti. Durumu iyiye benziyordu. Dönüp,
çıkarken Kader'e gözü takıldı. Kader, gözlerini dikmiş Mücahide'ye öyle bir bakıyordu
ki ve bakışlarından neler okunmuyordu ki.....? Sanki Mücahide'ye: “Bak abla,
beni yaktılar, yaktılar beni. Benim günahım ne? Bak hiç sahibim yok, annem yok,
babam yok, arkadaşım yok, yok yok hiç kimsem yok. Ne olur abla beni yakanları,
bari sen bul. Annemi de bul, he ne olur? Annemi bul, bir kere göreyim yeter.
Sahibim olduğunu göreyim yeter. Beni kim, hangi zihniyet bu hale düşürdü?
Bana, benim gibilere yazık değil mi?” Mücahide'nin göz pınarları, Kader'in bu
derin derin bakışlarına fazla tahümmül edemedi ve boşaldı. Yaklaştı, ellerini
Kader'in saçları arasında gezdirmeye başladı. Bir yandan ağlarken bir yanda da
Kader’le konuşuyordu:
—
Bak Kader'im, sahipsizim deme, ne olur. Yüreğimi yaktın, Senin sahibin var,
kim biliyor musun? Dünya ve içindekilerin sahibi. Dünya ve ahiretin sahibi, bizi
yoktan var eden Hz. Allah (c.c.). Biliyor musun, seni bu hale sokanları da,
anneni o hale getirenleri de ve o hale düşmesine sebep olanları da tek tek,
adaletli bir şekilde cezalandıracak. Ne olur, Kader'im, kimsesizim deme bana,
bizim sahibimiz Allah'tır, Allah (c.c.) bize yeter. O ne güzel vekildir.”
Bu
arada nöbetçi hemşire, Nazmiye hanım ve oda-dakiler Mücahide'ye bakıyorlardı.
Hemşire hastahanede çalışalı beri, ilk kez Kader'e karşı bir şeyler hissettiğini
anladı. Nazmiye hanım ağlıyordu. Mücahide'nin oda arkadaşı gelmiş:
—
Kızım, o konuşmaz ki, konuşmasını bilmiyor, diyordu...
Mücahide
başını kaldırdığında, hemşireyi ve Nazmiye hanımı görünce:
—
Şimdiye dek, hiç Kader'le konuşmadınız mı? Dili yok, ama lisanı hal ile ne
demek istediğini ben iyi anlıyorum.
Odaya
döndüklerinde, Mücahide bir müddet sustuktan sonra, bütün acıyı içine gömerek
söze başladı:
—
Eveeeeeet, ne diyorduk? Sıra boşanmadaydı. Allah'ın kanunları, Allah'a teslim
olmuş müminler için geçerlidir. Zaten geçinemeyen insanların eğer uzlaşma yolu
yoksa, bir arada durmaları anlamsızdır. Sebep yokken, zaten kimse boşanmak
istemez. Hem boşanmak isteyenleri TC. de boşamıyordu. Ama İslâm'da, boşadım
kelimesinin, şakadan bile söylenmesi yasaktır. Şayet anlaşamıyorlarsa da, Allah
(c.c.) boşarken bile kadının hakkına tecüvüz edilmesini yasaklamıştır. Ayeti
kerimede: “Ya iyilikle tutun veya güzellikle salın.” Yani boşarken bile,
haksızlık yapmayın.
Dört
evliliğe gelince; Allah (c.c.) illa da dört tane kadın alın demiyor ki; fakat
ihtiyaç hasıl olursa dörde kadar size izin, fakaaaaat... bazı şartlara dikkat
etmek kaydıyla.
Meselâ,
adalet, hepsine eşit muamele. Onun için Allah, buna güç yetiremezsiniz, en
güzeli birle yetnmek, diye buyurmuştur.
Sıkılmadıysanız,
geçen sene Ramazanda sohbete gittiğim bir yerde şahit olduğum bir şeyi
anlatayım:
—
Yoo, ne münasebet nöbetçiyim, saatlerin geçmesine ihtiyacım var. Yarın da,
evde temizlik günü var, şu iğnelerin saati geçsin de o zaman biraz kestireyim.
—
Bana niçin baktığını, sanırım anladım, bilmiyorum, kafam öylesine karıştı ki.
—
Neyse, sohbetimin bir kaç günü idi. Sorular cevaplar derken, hanımın biri
özel görüşmek istedi, birlikte odaya geçtik, kadın ağlamaktan kendini alamıyordu,
bekledim, ağladı, ağladı, daha sonra sakinleşip anlatmaya başladı. Sohbetlere
geldikçe ruhunun aydınlandığını, ibadet ettikçe huzur duyduğunu, daha yeni
kapandığını, örtünün altında güven hissettiğini anlattıktan sonra, kendisini
sıkan duruma geçti:
—
Çok buhrandayım, kocam beni psikiyatriye götürdü, ama nerdeeee... anlamadı ruh
halimden. Zina suçu işledim, beyimden öç almak için yaptım bunu. Dost hayatı
yaşadığı yetmiyormuş gibi, bir de ablamı sayıklamaya başlamıştı. Şimdi ne
yapmam lazım, bu suçla Allah'ın huzuruna nasıl çıkarım? Allah beni huzuruna
alacak mı? deyip tekrar ağlamaya başladı.
Hemşire
ve Nazmiye hanım ikisi birden:
—
Eeeeee, sonra, dediler.
— Elimden geldiğince bir şeyler anlattım.
Kalkıp bana sarıldı.
—
Beni sana getirmeliymişler, psikiyatri ne anlarmış benim ruh halimden, dedi.
Ben
de, hayır bacım, yanlışın var, dedim. Seni İslâm'la, gerçek yönüyle tanıştırmalıymışlar,
zira, kalplere, gönüllere, huzur veren İslâm'dır dedim.
Şimdi
size soruyorum, bu hanım ve bu hanımın şahsında bütün bataklığa sürüklenenler,
acaba niçin sürükleniyorlar?
—
Bence karaktersizlik, çok adice bir şey.
—
Evet, bir bakıma karaktersizlik, fakat bunların karakterlerinin alçalmasına
sebep olan hiç bir etken yok mu? Bunlar suçludur şüphesiz, ya bunları özendirenler,
moda adı altında, kadını çıplatıp erkeklerin şehvetli bakışlarına
sergileyenler, açık saçıklığı çağ atlama olarak görenler, bütün bunlara önlem
almayıp, serbest bırakanlar da, karaktersiz ve suçlu değiller mi?
Suç
işlemesi için teşvik, sonra ceza...? Eveeeeet, gelelim tesettüre, yani
örtünmeye. Nazmiye hanım:
—
Ben anladım, herkes örtülü olsa, kimse kimseye sulanamaz, diyeceksiniz.
—
Evet, tastamam öyle, İslâm'ı örtüye büründüğü-müzde, kimse zinaya teşvik
olunmayacak, her erkek, kendi karısından daha güzeli yok sanacak ve bir sürü
kötülüğün önü alınmış olacak. Şimdi, yolda daha güzel bir kadın gören, zayıf
iradeli erkek, eve varıp hanımın da eksikler aramaya başlıyor, haksız mıyım?
Şimdi dört evliliğe gelelim:
Nazmiye
hanım, duyduklarından şok olmuş bir vaziyette hemen atıldı:
—
Vallahi, benim kocam beni aldatacağına, dürüstçe bir karı getirsin daha iyi,
yazık kadına acıdım.
Hemşire
de meseleyi az buçuk kavramıştı. Mücahide devamla:
—
Evet, alçakça aldatılıp, başkalarının karılarıyla, başkalarının namuslarıyla
oynayacaklarına, dürüstçe, insanca bir kadın almaları daha iyi değil mi? Bakın
o adamın da, köyde karısı ve çocukları varmış ki, bu sadece bildiğimiz,
bilemediğimiz daha niceleri var. Allah'ın: “bir'de kalmanız daha hayırlıdır...”
buyruğuna dikkati çekersek, bazı nedenler le, hakka tecüvüz etmekten, ikinci
bir evlilik daha dürüstçe değil mi?
—
Ne yani, ne gibi nedenler olabilir ki?
—
Kadın, cinsi münasebette yetersiz olabilir, hastalığa yakalanır veya çocuğu
olmaz ki, erkeğin en tabi hakkıdır çocuk sahibi olmak. Hemşire hanım, sağ duyulu
yaklaştığımız da, İslâm sisteminin güzelliği gözler önüne seriliyor, bu bir
gerçektir. Nefsî düşünmemek gerek.
—
Evet anlıyorum, kimbilir belki bir gün... Mücahide'ye dönerek:
—
Siz bana dua eder misiniz?
—
Tabi, ne demek. Nazmiye hanım, Mücahide'ye:
—
Ne yapmamız lazım, sizi her zaman nerde bulalım ki?
Mücahide:
—
Çok güzel bir soru. IKRA, yani oku, okuyun, okuyalım. İslâm'ı sahih
kaynaklardan araştırıp bilelim. O kadar ki dinimizi, kendi sahip olduğumuz
dinimizi, kapmasınlar, kapamasınlar. Dinimizi tanıyıp, sıkı sıkı sarılalım,
sarılalım ki, müslüman olmak isteyen, bir gayri müslim karşımıza çıkıp “Ben
müslüman olmak istiyorum” dediğinde, O'na dinimizi anlatabilelim. Okuyup
bilelimki öz dinimizi kapmasınlar, kapamasınlar. Okumazsak, bilmezsek öz be öz
dinimizin, gerçek yönünü, sonra kaparlar, alırlar elimizden öz dinimizi de
haberimiz olmaz. Bilelim, bilelim ki sonra, mahcup olmayalım, yüzümüz
kızarmasın, MAHKEME-İ KÜBRA'DA!
Arayışlar
Figen
çekingen adımlarla yaklaştı. Elindeki adrese bakıp, burası olduğuna kanaat
getirerek, karma karışık düşüncelerle zile dokundu. Kapıyı orta yaşlı, nurani
yüzlü, topuklara kadar uzun elbisesiyle bir hanım açtı. Figen içinden “Aman
Alah'ım ne kadar da nurlu yüzü var, huriler gibi” diye geçirirken, hanımın
seslenmesiyle düşüncelerinden sıyrıldı.
—
Buyurun, kimi aramıştınız?
—
Şeyy, ben bilmiyorum. Yani aradığım arkadaşın ismini bilmiyorum. Elimdeki
adrese göre geldim.
—
Yoksa, sen Sündüs'ün bahsettiği kız mısın? Üniversitede okuyorsunuz?
—
Evet, dün telefon etmiştim, yoktunuz herhalde, cevap veren olmadı.
—
Buyurun içeri.
Figen
içeriye girdi. Melek hanım, onu misafir odasına aldı, kendini tanıttı.
—
Adım Melek, sizinle konuşan kızımdır. Adı Sündüs, fakat şu anda evde yok.
Sohbet için gitti, birazdan gelir, rahatınıza bakın. O sırada:
—
Gelin kızım, Melek kızım, kim geldi? diye Hatice nine seslendi.
—
Gel anne tanıştırayım, o da bizim kızımız sayılır. Sündüs'ün arkadaşı.
—
Hoşgeldin kızım, sefalar getirdin.
Hatice
nine, Figen'in kıyafetini görünce bayağı üzülmüş, fakat belli etmemişti.
Figen
duvardaki yazılara, kitaplığa, evin sadeliğine ve Melek hanımın yakınlığına
hayran olmuştu. Melek hanım izin isteyip mutfağa geçmişti. Hatice nine ile Figende
sohbet etmeye başlamışlardı.
Hatice
nine seksen üç yaşında, bayağı çile çekmiş bir insandı.
—
Adın ne senin evladım?
—
Figen, nine.
—
Mektebe gidiyorsun değil mi?
—
Evet nine, iktisatta okuyorum.
—
Neler öğreniyorsun?
—
Bir yığın ders.
—
Ben dinimiz açısından dedim. Kızım, aslında okulların durumu... ahh evladım
ahh. Neler çektik bir bilsen. Seksen üç yaşındayım. Heyy gidi Recebim heyy,
başını kaldır da uğrunda çarpıştığın Türkiye'ye bir bak.
Hatice
nine gözlerini bir noktaya dikmiş öyle konuşuyordu. Gözleri nemlenmiş, yüz
hatları değişmiş, çektiği acıların çizgileri yüzünde belirmişti, Figen sormadan
edemedi:
—
Nine, Receb kim?
—
Benim efendi, savaşa giderken bana: “Bak Hatçem, kızlarımın, torunlarımın,
gelinlerimin namusu
olan örtüye el uzanmasın
diye, İslâm için çarpışmamız lâzım. Oğlum ve kızlarım sana emanet. Ben cepheye
gidiyorum, şehid olursam, senden Safiyye anamız misali metanet istiyorum”
demişti. Ve gidiş o gidiş. Figen bayağı etkilenmişti, sordu:
—
Nine, Safiyye anamız diye bahsettiğin kişi ne yapmış ki?
—
Yavrum, şimdi seni böyle karşımda görünce, çok üzülmüştüm, hakkını helâl et;
biraz da kızmıştım. Fakat, biraz da suç senin değil, savaş sonrası günlerimizi
hatırladıkça… Neyse, Safiyye anamız, Rasulullah (s.a.)’in halasıdır. Uhud
harbinde, kardeşi Hz. Hamza'nın azalarını kesik görünce, zerre kadar imanı
sarsılmamış ve: “Bu Allah yolunda olmuştur ve Allah içindir” demişti.
Figen
birden utandığını hissetti, kendisi üniversitede okuyor, şu nine kadar tarihten
haberi yoktu. Merakı iyice artmıştı.
—
Nine, çok sordum, bir şey daha sorabilir miyim?
—
Tabi evladım sor bakalım.
—
Biraz önce, “savaş sonrası günlerimi hatırladıkça” deyip arkasını getirmedin,
biraz anlatır mısın?
—
Savaştan sonra neler olmadı ki? Recebim bir daha dönmedi. Ben de, tabii o zaman
gençtim. Vatanı kurtardıklarını söylüyorlardı. Fakat hiç de kurtulmuşa
benzemiyordu. Bir sabah bir bağırtı ile uyandım...
Hatice
nine dayanamayarak ağlamaya başladı. Kâh hıçkırıyor, kâh anlatıyordu. Figen
araya girerek:
—
Nine özür dilerim, seni üzmek istemezdim. İstersen anlatmayabilirsin.
—
Yoo, kızım anlatayım da neler çektiğimizi bir de sen dinle ve bil. Ne diyordum.
Ha, bağırtı diyordum, bir de kulak verdim, vermez olaydım. Sanki dünya başıma
çökmüştü. Ezan okunuyordu...?
—
Anlayamadım, ezanı duyunca...?
—
Yaa, evlâdım ezanı duyunca. İşgal edenler, ezanımızı da işgal altına
almışlardı. Ezan, “Tanrı uludur, Tanrı uludur” diye başlıyordu.
—
Neee, sahi mi? Ezan Türkçe mi okunuyordu?
— Evladım, tabii ki sahi. Sonra başladılar mushaflan
toplamaya. Allah adına ne varsa yok ediyorlardı. Benim annem, bize gizli gizli
Kur'an okutuyor; Kur'an hepten unutulmasın diye çırpınıyordu. Bunu yaparken de,
annem kapıya bir bekçi koyuyordu. Jandarmaların geldiğini
görünce de, bekçi, kaval çalmaya başlıyordu. Kaval çalındığı zaman anlıyordu ki
sinyal veriliyor, hemen cüzlerimizi saklıyordu. Canım anam, bir kere yakalandı
da, nasıl dipçikleri yedi.
—
Aman, nine ilk kez duyuyorum, yani bunlar Kurtuluş savaşından sonra mı oldu?
—
Yaa, kızım, ne Kurtuluş savaşı, biz kurtulduğumuza inanmıyorduk ki. Bak, babam
anlatırdı: Büyük şehirlerde, ezan okudu diye, adamı dövüp sonra da akıl hastahanesine
göndermişler, adam daha sonra hafıza kaybına uğramış.
Hatice
nine sözünü kesip, Figen'in yüzüne baktı, Figen'in gözlerinden yaşlar
süzülüyordu. Devamla:
—
Kusuruma bakma kızım, herneyse boşverelim. Sündüs de neredeyse gelir.
—
Nine, adamcağız ezan okudu diye, o hale koydular, öyle mi?
—
Daha niceleri be kızım, Şeyh Said, Bediüzzaman, Atıf Hoca ve daha kimleeer,
kimler...
—
Nine, bak işte bu olmadı, Şeyh Said dediğin vatan hainidir, bütünlüğümüzü
bozmak için isyana kalkışan biri.
—
Amaan, kızım sakın ha, bir İslâm alimi hakkında böyle düşünme. Size yanlış
belletmişler. Vatan haini değil, o İslâm düşmanlarına göre. Aslında din elden
gidiyor diye tasa çekip, Allah'ın huzurunda ağır hesaba çekilmemek için
üzerine düşeni yapan mübarek bir zat.
Tam
o sırada Sündüs içeri girdi.
—
Esselamu aleykum kardeş. Hoş geldiniz.
— Ben bugün boştum, umarım rahatsız etmemi-şimdir?
—
Yo, ne münasebet, bilakis memnun oldum. Adım,
Sündüs.
—
Benimki de, Figen.
—
Eee ninem, canım benim, nasılsın?
—
Hamdolsun, sohbet nasıl geçti?
—
İyiydi, senin duaların varken…
—
Yalnız sana değil, İslâm için çalışan herkese dua ediyorum ki: memleket batı
işgalinden kurtulsun. Nasılsa arkadaşın geldi, bana müsaade, belki sizin
konuşacaklarınız vardır, bilâhare yine gelirim, şimdi odama geçeyim.
—
Nine, sen de oturabilirsin, çok güzel sohbet ediyorsun.
—
Yoo sonra yine gelirim.
Hatice
nine gittikten sonra, Sündüs Figen'e:
—
Anlaşılan, ninem sizi bayağı üzdü, kusuruna bakma, eski günlerini hatırladıkça
hem ağlar, hem ağlatır.
—
Doğrusunu isterseniz çok şaşırdım. Hiç duymadığım şeyleri duydum. Türkçe
ezanlar, yasaklanan Kur'anlar, dipçiklenen kadınlar… Cumhuriyette demokraside
herkes özgürdür, aklım hâlâ almıyor.
—
Figen kardeşim, Türkiye'de demokrasi mi var? Velev ki olsa dahi hem sence
demokrasi nedir?
—
Ben diyorum ki, herkesin eşit haklara sahip olduğu, özgür olunan bir toplumun
yönetim şekline denir.
—
Bak bacım, bu demokrasi eski Yunanca’da “Demos” halk ve “krates” kuvvet,
otorite, hükümet manasına iki kelimeden oluşan bir kavram olup ve halk hükümeti
manasına gelir. Yani ekseriyetin hak dediği hak, batıl dediği ise batıldır.
Dahası, halkı halk adına aldatmaya yarayan müşriki bir sanattır. Demokrasi,
yeryüzünde ilâhi sisteme baş kaldıran, sahte ilâhların hayat sığınağıdır. Demokrasi,
kanun yapma yetkisini bir grup parlamentere verir. Allah (c.c.) kanunlarına
rağmen ve onların yerine geçmek üzere kanun yapmaya kalkışmak, doğrudan doğruya
ilâhlığa teşebbüstür. Unutmamamız gereken bir şey var, insanların hayatı
için, nizam vaz etme işi Allah'a mahsustur, demokrasi ise, Allah'ın hakkı olan
nizam vaz etme işini, parlamenterlere veren bir sahte ilâhlar rejimidir. Okuduğum
kitapta aynen böyle geçiyor.
—
Şimdi, sen demokrasiye karşı mısın?
—
Ben müslümanım, elhamdülillah. Allah'ın red det dediğini reddedip, kabul et
dediğini kabul etmek benim şiârımdır, bu bütün müslümanım diyenler için de söz
konusudur. Dolayısıyla, benim nizamımı, Allah vaz eder. Demokraside eşitlik
var diyorsun, İslâm'da eşitlik yok adalet var. Adalet'in olmadığı yerde de,
insanlar sömürülmeye, ezilmeye mahkûmdur. Mesela, şimdi çıkarmışlar kadın
erkek eşittir.
—
Ne yani, ikisi de insan olduğuna göre.
—
Sana bir örnek. Şimdi maden ocaklarını düşün. Eşittirler diye kadınlar da,
erkekler gibi o maden ocak-larında çalışsınlar. Sonra kadın doğum yapsın, çocuk
baksın, ev işi yapsın. Zaten insan olarak Allah katında eşittirler, herkes hak
ettiğini alacak. Fakat dünya işlerinde erkek kadın üzerine hakimdir ve en
doğrusu da budur. Aksi olursa, aile içerisinde denge nasıl sağlanacak?
O
sırada Melek hanım, yemek tepsisi ile içeri girdi. Sündüs Figen'e:
—
Sünnettir, ellerimizi yıkayalım, dedi.
Yemekten
sonra yine sohbete koyulmuşlar, konudan konuya geçiyorlardı. Figen ise,
Sündüs'ün İslâmî kültürü karşısında ezildikçe eziliyordu. Daha sonra, tekrar
geleceğini söyleyerek, müsade istedi.
Figen
o günden sonra bayağı durgunlaşmıştı. Nefsi bazen: “Boş ver, bu dünyaya bir
daha mı geleceksin, aldırma be” diyordu.
Bazen
de: “Ama, Allah zerre kadar iyiliğin de, zerre kadar kötülüğün de hesabını
görecekmiş, boşvermekle olmaz bu iş, sonra halin nice olur” diyordu. Velhasıl
nefsiyle boğuşup duruyordu.
…Ve Yine Arayışlar
Suzan
telefonla uğraşırken, annesi seslendi:
—
Suzan, kızım kimi arıyorsun?
—
Geçenlerde parkta biriyle tanıştım, telefon numarasını vermişti, onu arıyorum.
— Oo, hele şükür, nasıl bari yakışıklı mı? Ve
de zengin mi?
—
Güzelliğine güzel, fakat zenginliğini bilmiyorum.
— Bak kızım, paranın açamayacağı kapı yoktur,
onun için zenginliğine dikkat et.
—
Yaa, demek para her kapıyı açıyor, cennetin kapısını da açıyor mu?
Yanılıyorsun anne, para demek, her şey demek değildir. Hem onun zenginliğinden
bana ne, sadece kızın yakınlığı hoşuma gitti.
—
Nee, kız mı? Ben de sanmıştım ki.
—
Yanılmışsın anne...
—
Kızım, bak gençsin. Üzülüyorum senin için. Şimdi gençliğini yaşamalısın.
—
Anne, yine başlamayalım. Gençliğini yaşayanları da görüyoruz, tabii senin
tabirinle, ya uyuşturucu müptelasılar, ya da hergün bir başkasıyla sevgili rolü
oynuyorlar.
—
Kızım, arkadaşların modern insanlar, böyle konuşman hiç yakışmıyor.
—
Hıı, modernmiş. Anlamıyorum, modern ne demek, size göre manası nedir? Evet
modern misin içki içmelisin, erkek arkadaşların olmalı, bu bar senin, o kafeterya
benim dolaşmalısın. Sınır yok, nefsine, gözüne hoş görünen biriyle, yok yok,
birileriyle arkadaş olmalısın. Bu ise modernlik, ben böyle modern olmak
istemiyorum. Geçen gün gördüğüm kediler de moderndi, tabi sizin deyiminizle,
ben, kedilerden farklı olmak istiyorum, çünkü insanım...?
—
Tamam, kapatalım.
—
Ben, arkadaşlarımı eve davet etmek istiyorum. Pardon o arkadaşı.
—
Tabi,nasıl istersen. .
—
Alo, merhaba. Ben, Suzan. Mücahide hanımla görüşecektim.
—
Bir dakika, az sonra.
—
Buyurun, ben Mücahide.
—
Ben, Suzan, nasılsınız? Bugün öğlen sonu bize gelebilir misiniz? Sohbet
ederdik.
—
Tabii, yanlız, bir arkadaşımı da getirebilir miyim?
—
Tabi, neden olmasın.
—
Evinizi nasıl bulacağız?
—
Ben, sizi duraktan alırım.
—
Hadi, görüşürüz.
Mücahide
telefonu kapattıktan sonra, hemen Sün-düs'ü aradı.
—
Ah, Selâmun aleyküm, Sündüs hanımla görüşebilir miyim?
—
Ve aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berakatühü. Ben Sündüs, buyurun efem.
—
Hadi yine kazandın.
—
Anlamadım?
—
Selâmımı, en güzel şekilde aldın ya.
—
Tabii ya, Allah buyurmuyor mu? Ya en güzel şekilde alın ya da aynıyla karşılık
verin, diye.
—
Sündüs, bugün öğlen sonu bir yere davetliyiz, gelir misin?
—
Nereye?
—
Parkta tanıştığım biri, sosyete denilen sınıftan, üniversiteden.
—
Tamam oldu, kaçta?
—
Namazı kılıp çıkarız.
—
Anlaştık, esselâmü aleyküm. Bu defa ikisi de birden:
—
Ve rahmetullahi ve berakâtuhu, deyip gülüştüler.
Öğlen
sonu, Mücahide, Sündüs ve Suzan oturmuş, hem çay içip hem de sohbet
ediyorlardı. Suzan'ın annesi, misafirlerden pek hoşlanmamış, Suzan'ın hatırı
için çaktırmamaya gayret ediyordu. Bakışlarından örtüye buğz ettiği her
halinden belliydi. Suzan, onlar gelmeden önce: “Anne, misafirlerle ilgilenmeni
istiyorum!” demeseydi, şimdiye çoktan kaçmıştı evden.
Konu
konuyu açmış, Mücahide, bir arkadaşının ailesinin lâik olduğunu, arkadaşı
İslâm'ı tercih ettiğinden dolayı, evlatlıktan reddettiklerini ve seçimine
karşı çıktıklarını anlatıyordu.
Suzan,
Mücahide'nin okul anılarından bayağı etkilenmişti.
—
Suzan, anlamıyorum, demokrasi vardır, ben de demokrasiden yanayım. Fikir
özgürlüğü, inanç özgürlüğü vardır. Nasıl böyle şeyler oluyor? Hayret doğrusu.
Mücahide
çantasından, “Daru’l Harp Fıkhı” adlı kitabı çıkarıp, kırkıncı sahifeyi açıp,
okumaya başladı.
—
Bir insan, bu çağda bizi İslâm idare edemez, bizi idare edecek tek bir sistem
varsa o da demokrasidir, çünkü demokrasi İslâm'dan üstündür derse, kılın hamurdan
çıktığı gibi İslâm'dan çıkmış mürtetlerden olmuş olur. Bu kişinin İslâm'a geri
dönmesi için “Bu çağda, ve her çağda bizi ancak İslâm idare eder, ben
demokrasiyi herşeyi ile reddediyor ve sadece İslâm'a teslim oluyorum.” tasdik
ve ikrarında bulunması şarttır. Şunu hiç bir zaman unutmayalım ki, sahte ilahlar
sistemi olan demokrasiyi reddetmeden, İslâm'a teslim olmak mümkün değildir.
Suzan:
—
Ama, demokraside fikir özgürlüğü ve eşitlik var. Şimdi İslâm'la demokrasi
bağdaşmaz diyorsun. İslâm'da fikir özgürlüğü yok mu?
—
Bir kere, Türkiyede demokrasi var diye iddiada bulunanlar, demokrasinin, din ve
inanç özgürlüğü olduğunu söylüyorlar. Sorarım sana, özgürlük var da, niçin
isteyen bir memur eğer bayan ise başını kapatıp eğer bir bey ise sakalını
uzatamıyor. Madem din ve vicdan hürriyyeti var da, niçin belirli bir kalıba
girmek zorundadır görevliler?
Oysa
batıda, hangi inanca bağlı ise bir görevli, inancına göre giyinip rozetini
takabiliyor. Geçenlerde bir ebe hanımla karşılaştım, ağlayarak dedi ki “Halimden
memnunum zannetmeyin, beyim öldü, çocuklarımın bakımı bana kaldı. Başımı
ancak, hastahanenin kapısına kadar kapatabiliyorum. Çok istiyorum, inancım
var, fakat şartlar müsait değil.” Şimdi bu özgürlük mü? Madem özgürüz, niçin
müdahele var? Şunu da söylememe izin ver, sonra sorduğun soruya geçelim.
—
Tabi, buyur, seni dinliyorum.
—
Özgürlük denilince, fikir özgürlüğü denilince, demokrasiyi savunanlar neyi
kast ediyor, anlamıyorum. Birileri çıkıyor, meselâ Keriz Kesin gibi, demokrasi
var diye, inananların değer yargılarına küfrediyor. Bunu da demokrasi ve fikir
özgürlüğü adına yapıyor. Demokrasi var ya kimse ona sesini çıkarmıyor, onu
cezalandırmıyor, o serbest. Ama inanan birisi çıkıp, onların değer yargılarına
bir şey dediği zaman, soluğunu Medrese-i Yusufiyyede alıyor.
—
Medrese-i......?
—
Pardon, zindanda demek istedim. Yusuf (a.s.) da yattığı için, öyle söylemiştim.
Evet, madem fikir özgürlüğü var da, neden tek yanlı işliyor. Kaldı ki, asıl özgürlük,
İslâm’dadır. Sorunuza gelince, İslâm'da fikir ve inanç özgürlüğü vardır. Ayeti
kerimede: “Dinde zorlama yoktur.” diye buyrulmaktadır. Şunu da belirteyim,
bunu da yanlış tevil ediyor ve diyorlar ki: “Dinde nasılsa zorlama yoktur, ben
açık gezer, zina ederim, namaz kılmam” vs. Hayır öyle değil. Dinde zorlama
yoktur ve İslâm'da fikir özgürlüğü vardır, şöyle ki, bir insana zorla İslâm'a
gir diyemezsin. Anlatır tebliğ edersin, fakat o kişi fikrinde serbesttir,
isterse kabul eder ki, bu durumda İslâm'ın bütün emir ve yasaklarına uymak zorundadır.
Kabul ettiği için bütün cezai müeyyidelerine muhataptır. Çünkü kabul etmiştir
ve isterse kabul etmez ki, bu durumda da o kişi fikrinde serbesttir.
—
Evet, anladım. Sanırım, akıllı bir insanın İslâm'dan başka seçeneği yok. Ama,
bana biraz zaman verin. Yalnız hoş görün, her şey yasak, bu nasıl oluyor?
Sündüs
dayanamayarak:
—
Müsade ederseniz, izah edeyim.
—
Tabii, sizi dinliyorum.
—
Bir kere İslâm'a düşman olanlar, İslâm'la hiç ilgisi olmayan şeyleri varmış
gibi göstererek, propaganda yapıyorlar. İlim'den yoksun nasipsizler de hemen
kanıveriyorlar. Evet, şimdi soruyorum, portakal suyu, vişne suyu, elma suyu,
erik suyu, say sayabildiğin kadar bunların hepsi serbest yanlız içki yasak.
Etler, tavuk eti, hindi eti, sığır eti, koyun, kuzu, inek, öküz, geyik, tavşan,
deve, kaz ördek vs. serbest, yalnız domuz eti yasak.
Mücahide:
—
Bacım, düşün, oku, ve kendin karar ver.
—
Peki, şimdilik bir iki kitap ismi verin, okumam lazım, en güzeli de bu.
—
Tabii, memnuniyetle.
Mücahide
hemen bir kaç tane kitap ismi yazıp verdi. İzin isteyip kalktılar.
Ertesi
gün, Suzan kot pantolonun üzerine askılı bu-luzunu geçirip, alış verişe
çıkıyorum deyip çıktı. Başladı kitapçı aramaya, nitekim bir kitapçının önünde
durdu. İçeride ak sakallı, başında sarık olan, nur yüzlü bir ihtiyar vardı.
Suzan içeriye girdi:
—
Merhaba, ben şu listedeki kitapları istiyorum. Acaba var mı?
Kitapçı
kağıdı aldı, kitap isimlerini sırayla okumaya başladı.
1—
İslâm ve Beşeri Kanunlar. A. Kadir Udeh.
2— Cahiliyyenin Ruh Haritası. M. Çelik.
3— Gelin Müslüman Olalım. Mevdudi.
4—
Gençlerle Tevhid Dersleri. Mehmed Göktaş. Kitapçı karşısındaki kıza baktı.
Kitap isimlerine
baktı. Suzan:
—
Muhterem amca, şaşırdınız herhalde. Ben nüfus cüzdanında “Dini İslâm” yazan,
devlet işlerinde demokrasiyi, laikliği destekleyen veya öyle zanneden, şahsi
ibadetlerde İslâm'ın söz sahibi olabileceğini düşünen bir vatandaş idim.
Şimdi, İslâm'ın bize öğretildiği gibi olmadığını öğrenmiş bulunuyorum.
İslâm'ı öğrenmek için araştırmaya karar verdim.
—
Hoşgör evladım, haklısın yetmişe yakın yıldır, bize kafalarına uygun bir din
empoze ettiler. Bunda da başarılı oldular. Şimdi, insanımız hiç İslâm'la
alakası olmayan şeyi İslâm'danmış zannediyor veya öyle biliyor. Diyorum ya,
yakın geçmişte olanlar, sonradan gelen nesli etkiledi. Fakat…
Suzan
dayanamayarak, kitapçının sözünü kesti.
—
Af edersin bey amca, yakın geçmiş dediniz, yakın geçmişte olanlar ne idi ki,
bizi etkiledi. Yetmişe yakın yıldır dediniz, bahsettiğiniz yıllar cumhuriyetten
önceki yıllar mı?
—
Hayır evladım, bizzat cumhuriyyetten sonraki yıllar. Kurucuları, sırf başımdaki
şu sarık yüzünden, yüzlerce cephede savaşmış gazileri, alimleri, istiklal
mahkemelerinde yargılanıp darağaçlarında sallandırdılar.
—
Anlayamadım, sarık yüzünden mi? Nasıl olur, bu kadar basit şey için de adam
asılır mı?
—
Oldu kızım, bize hep madalyanın bir yüzünü gösterip bellettiler de, öteki
yüzünü hep saklamaya çalıştılar. Baba oğul, ana kız, gelin damat demeden
cephede çarpıştılar, sonra sırf Kur'an okuyor diye yerlerde süründürüp, darağacına
çıkardılar. Her şeyi Türklük için yapıp ezanı, Kur'an'ı Türkçeleştirdiler.
Suzan'ın
kafası çok karışmıştı, ne diyordu bu adam. İhtiyar devamla:
—
Kızım, bak ben o zaman askerdim. Erzurum da
Caferiyye
camisini, afedersin ama tuvalete çevirip de bize kullandırdıklarına bizzat
şahit oldum. Mübarek cami, tuvalete çevrilmişti, üç gün de, bize
kullandırdılar.
—
Hayret doğrusu, yabancılar bile ibadet yerlerine çok saygılı davranıyorlar.
Bütün bu olanlar, vatan kurtulduktan sonra mı oldu? Aman Allah'ım, bey amca
inanamıyorum, fakat sizin de yalan konuşacağınıza ihtimal vermiyorum.
—
Açık sözlü olduğunuz için teşekkürler. Evladım, Allah (c.c.) seni razı olacağı
kullarının arasına ilhak etsin.
Kitapçı
uzandı raftan “Cumhuriyet dönemi din ve devlet ilişileri” adlı kitabın üçüncü
cildinin, otuz üçüncü sahifesini açtı.
—
Müsade ederseniz, şuradan bir paragraf okuyayım?
—
Tabi, memnun olurum. Kitapçı okumaya başladı.
—
Hakkında idam kararı olan İbrahim Hakkı Hazretleri vefat ettiğinde çocukları
ilk iş olarak, Erzincan'daki şark istiklal mahkemelerine duyurmak istemişlerdir.
İbrahim
Hakkı'nın ölüm haberini alan istiklal mahkemesi, onun gerçekten ölüp
ölmediğine dair araştırma yapacak bir heyeti, İbrahim Hakkı'nın çocuklarıyla
birlikte hemen, Kemah ilçesinin Müşekrek köyüne gönderir. Hemen köy
mezarlığına giderler ve mezarın açılarak, cesedin kendilerine gösterilmesini
isterler.
Askerler,
köylülere ve mevlevi İbrahim Hakkı Hazretleri'nin evlatlarına zorla mezarı
açtırırlar ve bir kaç gün önce vefat eden bu zatın kefenini açıp onun yüzüne
bakarlar. Nahiye müdürü, cesedi tanır ve: “Evet bu cesed Mevlevi İbrahim
Hakkı'nın cesedidir” der.
Jandarmalar
istiklal mahkemesi heyetinden aldığı emir gereği, cesedi mezardan çıkartarak
beyaz kefeniyle birlikte, hemen oracıkta yaptıkları darağacında “Şaiben idam”
fermanı yerine getirilmesi için, hemen İbrahim Hakkı Hazretlerini idam
ederler.
—
Nee, yani ölmüş adamın cesedini mi idam ediyorlar? Bu vahşice bir şey.
—
Evet kızım, bu zulüm rekoru, cumhuriyet dönemi Türkiye'sinin rekorudur.
—
İnanın şok oldum. Siz bu kitaptan da bana sarar mısınız?
—
Tabii kızım, tarih hepimizin ortak malıdır. Gerçekleri okuyup bilmek hakkımız.
Suzan
çıktı, kitapçının anlattıklarını gözünün önünde canlandırdı, ne korkunç bir şey,
demekten kendisini alamadı.
Ertesi
gün kalktı, hazırlanıp okulunun yolunu tuttu. Vakit biraz erkendi. Okulun
önünde banka oturup, duyduklarını, okuduklarını düşünmeye başladı. Ben niçin
yaratıldım? Bizi Allah yarattı kabul, peki boşuna mı yarattı. Yarattı, sonra
başı boş bıraktı, olur mu? Olmaz.
—
Merhaba Suzan.
— Merhaba Figen.
—
Ne o, dalmışsın, geldiğimi fark etmedin?
—
Düşünüyordum?
—
Duydun mu?
—
Neyi?
—
Yeliz'i.
—
Ne oldu, Yeliz'e?
—
Rahatsızdı, doktora gittik. Doktor aids'den şüphelendi. Fakat Yeliz'in henüz
haberi yok.
—
Yapma, sahi mi? Aman Allah'ım.
—
Bakalım tahlillerin sonucu ne olacak? Doktor yalnızca şüphelendi.
— Medeniyete bak. Temeli
kanla atılmış bir medeniyetin meyveleri. Batılılaşma uğruna batan gençlerimiz…
yazık bu gençlere, batıp da kurtulamayanlara.
—
Aaa, ne güzel konuştun, şairliğe mi başladın?
—
Yoo, sadece düşünmeye başladım.
—
Neyi düşünüyorsun? Yakışıklı mı bari?
—
Bir de sen başlama, niçin yaratıldığımı düşünüyordum.
—
Aslına bakarsan Suzan, ruhumda sanki depremler oluyor, kendimi öyle huzursuz
hissediyorum ki sorma.
—
Dün, bir kitapçıya uğradım. Öyle şeyler anlattı ki, hayret edersin. Bize hep
müslümanların gerici, çağ dışı, kan dökücü, acımasız oldukları anlatıldı. Ama
kitapçının anlattıkları beni hayrete düşürdü. Yok efendim, hırsızın eli
kesiliyormuş da, yok muş muş da. Sarık için adam sallandırmalara ne demeli?
—
Nedir seni bu kadar etkileyen, anlatsana?
—
Cumhuriyetten sonra halkımıza yapılan zülüm ve işkenceler... Milleti
dinsizleştirme çabaları…
—
Haa, geçen gün Hatice ninenin ağlayarak anlattıklarından desene.
—
Kim bu Hatice nine?
—
Arabada tanıştığım bir kızın ninesi. Ben de bayağı etkilenmiştim. Ezan okudu
diye adamı akıl hastahanesine atmışlar.
—
O da bir şey mi? Adam ölüyor da, ölüsünü mezardan çıkarıp idam ediyorlar. Beni
bir gün bu Hatice nineye götürür müsün?
—
Tabi, randevu alayım gideriz, doğrusu çok candan insanlar.
—
Şimdiden teşekkürler.
—
Çok tatlı bir nine, sanırım, Hz. Peygamber zamanını da iyi biliyor. Konuşurken
örnekler veriyordu. Yazık, çok çektik diyordu.
Arkadaşlar Birlikte
Sündüs
oturmuş ders çalışıyordu. Annesi odasının kapısını tıklatıp içeriye girdi.
—
Selâmun aleykûm.
—
Aleykûm selâm ve rahmetullah.
—
Meşgul etmek istemezdim yavrum, komşumuz Hacer var ya biliyorsun, burada
kimsecikleri yok. Doğumu yakın, sancılanmış, senin de yanın da gitmeni istiyor.
—
Siz ne diyorsunuz anne, gidebilir miyim? Siz izin verdikten sonra mesele yok.
—
Tabii gidebilirsin evladım, kadın dönüş yaptı, inananlar kardeş değil midir?
Yardım etmek lazım.
—
İyi, tamam hazırlanayım çıkıyorum. Gece gelmeyebiliriz, zaten akşam oldu.
—
Tamam canım, Allah (c.c.) yardımcınız olsun. Sündüs alelacele hazırlanıp,
çantasına not defterini
ve kalemini koyup çıktı.
Hastahaneye varıncaya kadar mesai bitmiş, hastahanede sadece nöbetçiler
kalmıştı.
Hacer
okuma yazma bilmeyen, öksüz büyümüş, gün görmemiş biriydi. Sündüslere komşu
olduktan sonra, İslâm’ın gerçek yüzünü öğrenmiş, dönüş yapıp tesettürüne de
bürünmüştü. Maddi durumları pek parlak olmayıp, zar zor geçiniyorlardı. Allah
tedavi sonucu bir bebek vermiş, tedavi olabilmek için de çoğu zaman pazar
yapmamış, sıkıntılar içinde doktor parasını biriktirerek tedavi olmuştu.
Hikmet-i İlahi, dönüş yapıp tesettürüne büründüğü ay hamile kalmıştı.
Allah'ın bir armağanı olarak görüyordu bu çocuğu.
Hastahanenin
merdivenlerini çıkıp doğumhaneye girdiler.
Nöbetçi
hemşire, çocuğun kalp seslerini dinledikten sonra şöyle dedi:
—
Tam olarak çocuğun kalp atışlarını alamıyorum. Şimdi telefon edip, nöbetçi
doktora hasta gönderdiğimi söyleyeceğim. Nöbetçi doktor Tuncer beye gidin, sizi
ultrasona koysun, sonra gelirsiniz.
Hacer
ve beyi birbirlerinin yüzüne baktılar. Sündüs:
— Hemşire hanım, bu çocuk tedavi sonucu oldu.
Özel doktoru; sezaryenle olabilir, sancılandığında en yakın hastahaneye götürün
demişti. Vakit kaybetmesek olmaz mı? Madem Tuncer bey nöbetçi doktor, çağırın
buraya gelsin, hem nöbetçi doktorun burada olması gerekmez mi? Özel yerine
gitmemize ne gerek var?
— İsterseniz gitmeyin, şimdi yapacağım bir şey
yok. O zaman gidin evde bekleyin.
—
Evde neyi bekleyeceğiz. Çocuğun ölmesini mi?
—
Bakın, ben sizin iyiliğiniz için söylüyorum. Hacer'in kocası:
—
Tamam, madem ki doktor görmesi şart, kendi doktoruna götüreyim.
—
Beyefendi, ne gereği var, hastahanemizin doktorları daha iyi.
Sündüs
araya girerek:
—
Öyle de, kendi doktoru hiç olmazsa, bütün problemlerini biliyor.
Hastahaneden
çıktılar, doğruca kendi doktoruna götürdüler Hacer'i. Muayeneden sonra doktor
Vedat Bey:
—
Şu an korkulacak bir şey yok. Eve gidin, yalnız daha önce vurguladığım gibi,
kanama başladığı an derhal hastahaneye götürün, tehlikeli olabilir, dedi.
Eve
döndüler, henüz sabah namazına kalkmışlardı ki, telefon çaldı. Telefondaki
Hacer'di, mümkünse Sündüs'ün hemen gelmesini istiyordu. Sündüs namazını eda
edip hemen çıktı. Hastahaneye vardılar. Hacer'i hemen doğum odasına aldılar.
Fakat hastahane doktorlarından biri özel
yerinde ziyaret edilmediği için ilgilenen yoktu. Ebe hanımlar, doktor beyin
hastası olan ve doğum için gelmiş Sevgül hanımın başında pervane dönüyorlardı.
Hacer ise sancılar içinde kıvranıp duruyordu, hiç ilgilenen yoktu. Doğum
odasına refakatçi almak yasakmış, onun için Sündüs'ü içeri almıyorlardı, Sündüs
ise koridorda aşağı yukarı geziniyor, heyecandan ağzı kuruyordu. Lacivert
giysili hemşirelerden birisi, Sündüs'e hitaben:
—
Hanım, çık çık, dışarı, taa dış kapının oraya, çık çık çık. Burada durmak
yasak. Anormal bir şey olursa sizi bulurlar.
Sündüs'ün
izah etmesine fırsat vermeden, dışarı kovarcasına çıkarttı. Yarım saat sonra,
kapıcıdan izin alıp, Sündüs tekrar yukarıya çıktı. Doğumhaneye çıktığında,
Hacer durmadan kan kaybediyordu. Fakat kimsenin ilgilenmediğini gördü. Arada
bir, ebe:
—
Dışarı çıkın, burada durmak yasak. Akşam, size
doktoru
görün denilmiş, götürseydiniz şimdi böyle olmazdı.
—
Ebe hanım, görüyorsunuz hastanın durumu hiç de iyi değil. Ne kadar para
istiyorlarsa söylesinler de, ilgilensinler. Özel doktoruna götürmek suç mu?
Memleketteki hastaların hepsi, hastahanenizin doktoruna gelecek ki öyle
ilgilenilsin öyle mi?
Sündüs'ün
gözü birden, Sevgül’ün refakatçisine takıldı. Sevgül'ün refakatçisi başında
duruyordu. Son model giyinmiş, yüzünde de bir ton boya vardı ilerlemiş yaşına
rağmen. Hacer'in durumu iyi değildi, Sündüs hemen çıkıp Hacer'in kocasını
uyardı, derhal doktorla konuşmasını vurguladı. Hacer'in kocası, Tuncer beyin
yanına giti.
—
Doktor bey, hanımın özel doktoru sezaryen demişti, bir baksanız, durumu iyi
değilmiş.
Doktor:
—
Bekle, beklemiyorsan al hastanı git.
Çaresiz
beklemeye başladılar, doktor Tuncer bey, özel yerinde ziyaret edilmemiş diye,
resmen hastayla ilgilenmiyordu. Sündüs koridorda geziniyordu. Söylenmeye
başladı.
—
Sancılan Hacer, sabır Hacer. Bizim yardımcımız da Allah'tır. Mutlaka eninde
sonunda hak gelince batıl zail olacaktır. Bu dengesizlikler de ortadan kendiliğinden
kalkacaktır. Yeter ki, insanımız uyumaya niyetli olmasın, uyansın.
Gerçekleri görsün, Kur'an'ın manasına insin, İslâm'ı yaşamaya başlasın.
Verdikleri mamaları artık reddedip, artık uyumaya niyetim yok, mamalarınıza da
ihtiyacım yok, diyebilsin. Çünkü zafer inananlarındır ve zafer yakındır.
Sündüs
koridoru adımlarken, gözü duvara asılmış bir yazıya takıldı.
Okumaya başladı.
“Kendi
sağlığınız, ailenizin sağlığı ve çevre sağlığı için artık onu (sigara)
uğurlayın.” T.C. Sağlık Bakanlığı Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü. Ruh Sağlığı
Daire Başkanlığı.
Sündüs
söylendi:
—
Şuraya bak, hem tekelle ilgili kanun yapıp yasal-laştırıyorlar, hem de içmeyin
ölürsünüz diye yazı yazıp tavsiyede bulunuyorlar. İslâm devleti ne büyük bir
nimet, ama insanlar anlayabilse. Çünkü İslâm devletinde, bütün kötülüklerin
içki, eroin vb. gibi yapımı da, satımı da yasaktır. İçilmesi için bütün
sebepleri ortadan kaldırır, kötülüğünü anlatır. Beşeri rejimler ise, hem
reklamını yapıyor insanları özendiriyor, hem de, içmeyin zehirlidir,
sağlığınızı tehdit eder diyor, madem tehlikeli de, niçin özendiriyorsun.
Bu
arada ebenin koşarak doktorun odasına gittiğini gördü, hemen koşarak Hacer'in
yanına gitti. Doktorun dediği çıkmış, çocuk ellerinden ters olarak gelmişti.
Çocuğun bir tek eli dışa çıkmış. Hacer ise bayılmak üzereydi.
Bu
sırada doktor, Hacer'in kocasını çağırttırmış, pazarlık ediyordu:
—
Sezeryana gireceğim, bir milyonun var mı?
—
Doktor bey, şu an elimde yok, sonra versem olur mu?
—
Olmaz, o zaman girmem.
—
Ama, doktor bey.
—
Aması maması yok bu işin. Aldığım maaş yetmiyor, onun için alıyorum.
—
Doktor bey, ben kirada oturuyorum. Aylık gelirim bir buçuk milyon.
—
Sen bilirsin, istersen hastanı götür.
—
Nereye?
—
Bana ne be kardeşim, karar ver artık.
—
Şu an elimde beş yüz bin var, bunu versem.
—
Olmaz, bir milyon.
—
Üstünü de sonra veririm, ne olur karıma bir şey olmasın. Tedavi olana dek çok
zorluk çektik.
—
Ne yapayım yani, ben karışmam, fikrimi söyledim.
Bu
arada ebe hanım koşarak doktorun odasına girdi, doktora hitaben:
—
Doktor bey, durum acil gelir misiniz?
Doktor
koşarak doğumhaneye gitti, Hacer'i derhal sezeryana aldılar.
Ama
nasıl? Bebeğin bir eli dışarıda, Hacer sancıdan iki büklüm oluyor, Hacer'i bu
durumda ameliyat masasına yürüterek, hiç yardım etmeden götürdüler. Daha
doğrusu, Hacer'in ameliyat masasına kadar yürümesini söylediler. Hacer Allah'a
dayanarak yürüdü, ameliyathaneye girdi. Korkmuyor değildi, bu defa masaya
çıkıp, üstünü çıkarmasını söylediler. Hacer ameliyat masasına çıkıp kendi kendini
hazırladı, dudakları:
—
“Allah'ım, bana sen yardım et, ne olur yardımını bu aciz kuluna lütfet, Sen
büyüksün, Sen'in herşeye gücün yeter” diye dua ediyordu. Doktor mecbur kaldığı
için parayı almadan sezeryana girdi, Doktor Tuncer Bey.......!!!
Bütün
bu olumsuzluklara rağmen Allah, Hacer'e bir erkek evlat vermişti. Sündüs eve
telefon edip, o gece dönemeyeceğini bildirdi. Sevgül hanımla Hacer'i aynı
odaya yatırmışlardı. Sevgül normal bir biçimde pansumanını oluyordu, Hacer
ise çıkacağı güne kadar pansuman yüzü görmedi. Sündüs dayanamayarak hemşirenin
birine:
—
Niçin bu kadar haksızlık yapıyorsunuz? Bu kadar da insafsızlık olmaz ki.
Adamın parası yok, canını verecek değil ya. Tabi balık baştan kokarmış, başta
olanlar orayı yiyip bitiriyor, doktorlar da hastaları.
—
Siz de, özel yerine gitseydiniz?
—
Ne yani, bütün hastalar, bu doktora gitmek zorunda mı? Öteki doktorlar niye
var o zaman?
Ertesi
gün Sündüs eve geldiğinde, hem çok yorulmuş, hem de moral bakımından oldukça
çökmüştü. Annesi sordu:
—
Nasıl geçti, sağlık durumları nasıl?
—
İyi, hamdolsun. Ama ilgilenmediler özel yerine gidilmemiş diye, anlıyor musun
anne? Herkes özel doktorlarda, özel hastahanelerde tedavi, ameliyat olmak
ister, ama para hani? Anneciğim, duyuyor musun? Hacer ameliyat masasının
yanına yürüyerek ve de bebeğin eli dışarıda iken gitmiş, ameliyat masasına
kendi çıkmış, hemşireler ise çarşafından dolayı kadıncağıza laf sayıyorlarmış.
Ne zaman... Ne zaman müslümanlar yek vücut olup, tefrikayı, grup taassubunu
bırakıp, bir birlerine sarılacaklar, ne zaman?
—
Üzülme evladım, Allah (c.c.) büyüktür.
Bu
arada telefon çaldı. Telefondaki Hacer'in beyi idi. Hacer'in yanıda kalacak
kimseyi bulamadığını, mümkünü varsa, Sündüs'ün bir gün daha idare etmesini
istiyordu. Sündüs mecburen gitti, zira hastahanedeki kardeşiydi. Doktor Tuncer
bey, Hacer'in kocasını çağırttırdı.
—
Beni çağırmışsın, doktor bey.
—
Evet borcunu ödemen için çağırdım. Öğleden sonra özel yerime gel.
—
Doktor bey, elimdeki parayla serumlarını aldım. İnanın hiç kalmadı, bana biraz
zaman tanıyın. Borç bulurum.
—
Tamam anladık, bari o beş yüz bini ver, yeter ne yapalım, hatır olsun.
—
Ben o parayı ilaçlara harcadım.
—
Tamam be adam, beş yüz bini ver yeter dedik.
—
Doktor bey, siz yokluk nedir bilir misiniz? Ekmeğe dahi muhtaç olduğunuz olmuş
mudur? Siz hiç parasızlıktan çaresiz kaldınız mı? Ben de aslında hastamın
sahibiyim, onu daha özel yerlerde, tedavi ettirmek isterim fakat......?
—
Duygu sömürüsü yapmayın.
—
Kime? Siz halden anlıyor muydunuz?
Ertesi
gün Sündüs, Hacer'in refakatçisinin gelmesiyle eve döndü.
Duş
aldı, yatıp istirahat edecekti. Annesi:
—
Aa, az kalsın unutuyordum. Kızım, öğleden sonra üniversiteden iki genç kız
gelecekmiş, çok yorgunsun iptal edelim.
—
Hayır anne, boş durmanın zamanı değil. Beş milyon hristiyan, Hıristiyanlığı
yaymak için gönüllü çalışıyor, aslını tenzih ederek söylüyorum, saçma İncillerini
tanıtmak için. Biz hâlen doğru dürüst bir çalışma programı yapıp, mücadele
etmek için kolları sıvamıyoruz. Uğraşacağım anne, taa ki, Allah (c.c.) inşallah,
kanlı elbiselerimle huzuruna alasıya kadar.
—
Duygulandırdın beni, Allah (c.c.) dileğini kabul etsin, hiç olmazsa biz de şehit
annesi oluruz. Sen şimdi, istirahat et, geldiklerinde ben seni çağırırım.
Öğleden
sonra Figen ve Suzan Sündüs'lerdeydiler. Melek hanım kızları misafir odasına
aldı. Sündüs'ü çağırdı. Sündüs kalkıp abdest aldı, misafirlerin yanına girdi.
Karşısında Suzan'ı görünce şaşırdı.
—
Aaaa, bu ne sürpriz, hoşgeldiniz. Figen:
—
Siz, tanışıyor muydunuz? Suzan:
—
Evet, ama bu evin kızı olduğunu bilmiyordum. Figen devam ederek:
—
Hatice nine ile tanışmak için geldik. Suzan nineni merak etti de.
—
Tabi, memnun olduk. Ninem, odasında günlük teşbihini çekiyor, biraz sonra
gelir.
—Mücahide'nin
tavsiye ettiği kitapları aldım. Ama doğrusu kitaplığınız çok güzel. İnsan bu
kadar kitabın içerisinde, elbetteki kültürlü olur. Yanlız bir şeyi açıkça
söyleyebilir miyim?
—
Tabi, buyurun.
—
Her evin baş köşesinde televizyon var. Şimdi televizyonsuz ev yok gibi.
Gördüğüm kadarıyla, galiba sizin evde yok. Almanızı İslâm mı engelliyor? Diğer
bir ifadeyle, İslâm tekniğe karşı mı?
Tam
o sırada, Hatice nine içeri girdi.
—
Her evde bir televizyon var da onun için hayasızlık, fuhuş aldı başını
gidiyor. Evladım, şu ortalığa fitne yayan, ahlaksızlık yayan, abiyi kız
kardeşe sulandırıp ırzına geçecek kadar adileştiren, belavizyon mudur ne
zıkkımdır, akıllı insan onu eve koyup da, çocuklarını zehirler mi hiç. Şu yakında
ki komşumuzun beş yaşındaki kızı, yaşıtı olan amcasının kızı ile, o
belavizyonda gördüklerini uygularken annesi görmüş. Ne günlere kaldık. Haa,
sahi unuttum, hoşgeldiniz evlatlarım. Kusuruma bakmayın, derdim büyük.
Suzan:
—
Geçmiş olsun nine, dedi.
Sonradan
ninenin ne demek istediğini anladı, kendi kendine kızdı.
Sündüs,
Suzan’ın sorusunu cevaplamaya başladı:
—
Bacı, İslâm tekniğe karşı değildir. Ninem'in tabi-riyle, o belavizyon eğer iyilik
ve faziletlerde kullanılırsa, biz de alırız. Fakat, şu an alıp kardeşlerimizi
zehirleyemeyiz.
—
Ama, “inanç dünyası” gibi iyi yanları da var.
—
Bir kere, inanç dünyası diye insanımızı uyutmaya çalışıyorlar. Musiki
eşliğinde, ses sanatçıları çıkıp ilâhi okuyorlar, bunun İslâm'da yeri yok.
İkinci bir husus, dikkat etmeni rica ederim, hiç belavizyondaki inanç
dünyasında kadının örtüsünü, Kur'an'ın anayasa, Allah'ın anayasası olduğunu ve
Allah'ın hükümleriyle hükmetmeyenlerin, kafirler olduğunu (Maide:
44) söylüyorlar mı? Hüküm koymak yanlızca Allah'ındır ayetini tefsir
ediyorlar mı? (Yusuf: 40) Hevesine uyarak hüküm
koyanların, hevesini ilahlaştıranların hayvanlardan da aşağı oldunu (Allah
katında) açıklıyorlar mı? (Furkan: 44)
Maalesef. Bir hafta kanalizasyon suyu geçecek, sonra bir gün su bağlayacaklar
içer misin? O da suyun gerekli yerini değil de, kendi menfaatleri icabı, istedikleri
yeri salacaklar.
— Ne gibi? Kendi istediklerini anlayamadım, demek
ki onlar da dini istiyorlar.
—
Kendi istedikleri yanı, ağaç sevgisi, yardımlaşın, komşularınıza iyi davranın,
kafir olup sizin dininize küfretseler de, ormanı koruyun. Allah'a inanın, iyi
güzelde, Allah'a inanmanın nasıl olacağını açıklamak mı? Yoo orada durun,
çünkü işimize gelmiyor.
Figen:
—
Doğrusu çok hoş konuşuyorsun.
—
Söyleyene değil, söyletene bak. Suzan:
—
Peki bir sorum daha var.
—
Seni dinliyorum.
—
Anladığım kadarı ile, İslâm nizamının içerisindeki yasaklara aykırı olmadıkça
teknikten yararlanılabiliyor.
—
Diğer bir ifadeyle, teknik insana, millete, en önemlisi dine faydalı şeylerde
kullanılır. Mesala; teknik, televizyonu
yapıp başkalarının namusuna göz dikmek yerine, Allah'a nasıl kul olunacağını,
iyi bir insan olmayı öğretir.
—
Benim sorum şu, o zaman ilim elde etmek İslâm'da yasak değil. Okullarda okuyan
kızların durumu ne oluyor? Kapanıp okuyorlar, fakat yine de İslâm'ın bazı
emirlerini al aşağı etmek zorunda kalıyorlar. Bu okul, dini bir motif taşıyan
okul dahi olsa.
—
Bir kere, İslâm'da ilim öğrenmek farzdır. İki türlü farz vardır. Farz-ı ayn ve
Farz-ı kifaye. Farz-ı ayn olan ilimlerin tamamını, iman eden herkesin
öğrenmesi şarttır ki, bu sınıftan olan ilimlerin, günümüz okullarıyla uzaktan,
yakından hiç bir ilgisi yoktur. Farz-ı kifaye olan ilimler, bazılarının
öğrenmesiyle ötekilerden mesuliyetin kalktığı ilimlerdir. Dolayısıyla bir
müslüman okurken, Allah'ın emrini, yine Allah'ın emrettiği bir şekilde,
emrettiği yerlerde okuması gerekir.
Hatice
nine, kızları dinlerken Figen'in kendisine seslendiğini duymadı:
—
Nine, sana diyorum, nasılsın?
—
Haa, dalmışım, hamdolsun iyiyim. Sündüs:
—
Ninem, çok tatlıdır. Onu görmeden duramam. Allah (c.c.) ömrünü uzun etsin.
Zira mücadelede beni destekliyor, teşvik ediyor.
—
Hayret, şimdi kızlar gelin olacakları zaman kayınvalide istemiyorlar. Annenle
anlaşabiliyorlar mı? Özel bir soru oldu, ama siz müslümanların her şeyini merak
ediyorum. Ben de müslümanım, ama açıkçası sözde müslüman.
—
Rica ederim, şuna inan ki, annem ile ninem, aynı ana kız gibidirler. Evet İslâm
gelin için kimseye bakma mecburiyeti getirmez. Fakat oğlu mecburdur. Allah
(c.c.) “Anaya babaya öf bile deme” buyurarak ana babamızla dünya işlerinde,
dini konularda, aykırı bir şekilde karışmadıkları sürece, kendileriyle çok
iyi bir şekilde geçinilmesini emretmiş bulunuyor. Hal böyleyken, İslâm'ın
hidayetine ermiş bir kadın, kocasının ana ve babasının kalplerini kırmasına,
onlara asi olmasına, hizmetlerinde kusur etmesine razı gelmez. Gelemez, çünkü
imanı buna müsade etmez. Mükafatını Allah'tan umarak, bencil davranmaz. Analar
mübarektir ve terk edilmeye layık değillerdir.
Hatice
nine:
—
Yaa, bak evladım, şu gavurlara uyacağız
derken, bize ait ne varsa tahrip ettiler. Ağzında ana diyorsun, sonra
istemiyorum diyorlar. İstemeyenler de bir gün ana olacaklar, bunu
unutmasınlar. Kendimden örnek vereyim, kocamı kaybettiğimde, çocuklarım çok
küçüktü. Çok zor şartlar altında büyüttüm, şimdi gelin hanım beni istemesin,
ben nereye gideyim, istemiyorum diyeceğine, bir kurşunla vursun beni daha
iyi. Tabi, o belavizyon zıkkımını eve koyup da, evlatları batının kokmuş
kültürüyle, zehiriyle, gavur zehiriyle zehirlerlerse, o evlatlar da kalkıp
ana, babaya asi olup, istemeyecektir. Biz müslümanların, öyle bir sorunu yoktur;
elhamdülillah.
Figen:
—
Ama nine, bizim köy, mevlit için gitmiştik, cami hocasının, onun evinde de
televizyon vardı, hem de hoca. Bunu anlamıyorum, anlayamıyorum.
Hatice
nine:
—
O cami gardiyanlarını mı diyorsun? Onlar, sanki adetâ, din camiden dışarı
çıkacak diye gardiyanlık yapıyorlar. Eee, ne de olsa...
—
Anlamadım nine, gardiyan mı?
—
Evet ya aynen öyle. Bak size bir şey anlatayım. Kırşehirli bir arkadaş
ziyaretime gelmişti. Daha doğrusu, ziyaretimize ailece gelmişlerdi. Benim
oğlanın arkadaşıymış. Hanımı anlattı, bunlar Kırşehir Kaman'da bir nikah
törenine katılmışlar, çağrılmışlar ya hadi gidelim deyip gitmişler. Amaaaan,
bir de ne görsünler, içkiler masada, gelin desen tıpkı gavurlar gibi saç baş
açık, kol gerdan açık, yüzünde de bir ton boya badana yapmış. Şu gavurların
giydiği gelinlikten de giymiş. Hoca efendinin birini çağırmışlar nikah
kıymaya. Hoca başına büyükçe kutu gibi bir şey geçirmiş, oturmuş nikah
kıyacak.
Figen
ile Suzan, ağızları bir karış açık kalmış, ninenin hoş sohbetini dinliyorlardı.
İkisi birden:
—
Eee, sonra, dediler.
—
Tabii, bizim oğlanın arkadaşı, hanımına: “Hanım, sen hemen uzaklaş, burası
müslümanın duracağı yer değil, ben hocayla konuşup geleceğim” demiş. Zaten
çarşaflı olduğu için, herkes aval aval bakıyormuş. Bizim Esma kız uzaklaşmış.
Kocası hocanın yanına giderek:
—
“Hoca efendi, bu şekil bir nikahı kıymak için, Allah ve Rasulü’nden izin mi
aldın? Dinimizde gavurca yapılan, Allah'ın yasak ettiği haramlar mevcutken, daha
doğrusu, Allah'ın emretmediği bir şekilde, haram kıldığı bir şekilde yapılan
işlerin üzerine Allah'ın ayetleri okunmaz, bilmiyor musun? Şu karşıda duran,
kıyafetiyle kime benzediği, yaptığı düğün şekliyle kime teslim olduğu apaçık
belli olan gelinin ve buna rıza gösteren damadın nikâhını kıymak için Allah
sana izin verdi mi? Allah'tan kork, dinini ufak menfaatler karşığılında satma!”
demiş.
Hoca
efendi, bizimkinin kulağına eğilerek “Sus be kardeşim, ekmeğimden mi olayım,
deyince bizim oğlanın arkadaşı şok olmuş. Devamla: “Evet, ben de diyordum ki
bu hocalar, kafir ve münafıklıkları belli olan insanların cenaze namazlarını
niye kıldırıyorlar? Demek, işten olma korkunuz var, be kardeşim, siz Allah'ın “REZZAK”
ismine iman etmediniz mi?” diyerek oradan ayrılmış.
Suzan:
—
Aman ne kadar ilginç. Sündüs:
—
Evet Figen, ninem onları gardiyana benzetmekle, meseleye çok güzel yaklaşıyor.
Yalnız istisnalar da yok değil, ama istisnalar kaideyi bozmayacağından,
cumhuriyet döneminde açılan imam hatip kurslarının bir tek hedefi vardı: “Rejimin
isteklerine göre din adamı yetiştirmek.” Bunun diğer bir manası da “Mürteci
olmayan, çağdaş ve lâik din adamları” yetiştirilecekti bu kurslarda.
Aynı
niyete ve gayeye bağlı olarak, “Yüksek din adamı yetiştirilmesi için 10 Ocak
1949 tarihinde de meşhur Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi açılmıştır.
Hatice
nine:
—
Ahh kızlarım, İslâm uğruna ölen şehitlerimiz, tevbe tevbe, Allah onlara ölü
demeyin buyuruyor. İslâm uğruna canlarını feda edip ebedi diri kalan şehitlerimiz,
sizin dedeleriniz, şöyle bir başlarını kaldırıp kurtardıkları vatana bir
baksalar, boşuna uğraştık diyeceklerdir. Ama oyuna gelmiştik, gavuru sınır
dışı etmiştik ki, bu defa içimizdeki gavurların işgaline uğradık. Neticesinde
Kur'an'a, Peygamber’e, Din'e ait ne varsa hepsi yasak edildi. Kur'an'a, çöl
kanunu dendi. Kur’an öğrenenleri, öğretenleri dipçiklerle süründürüp öldürdüler.
Neler çektik, neeeler. Figen:
—
Kafam o kadar karışık ki, ne yapacağımı, neye karar vereceğimi bilemiyorum.
Bazen diyorum ki, boşver Figen, nasılsa serbestsin gününü gün et bir daha mı
geleceksin bu dünyaya. Bazen de diyorum ki, ya ölüm, ölüm var ne kadar
boşversende bir gün sırtın yere gelecek.
Sündüs:
—
Aslında, güzel bir soru, bir daha mı geleceksin bu dünyaya? Doğru, bir daha
dünyaya gelinmeyeceğine göre, bu dünya bir defalık olduğuna göre, o halde gidilecek
ve bir daha asla dönülmeyecek dünya için hazırlık yapmanın tam sırası değil mi?
Sen bu soruyu, çokça düşün, bir daha mı geleceksin bu dünyaya? Zaten kafirler,
münafıklar, müşrikler ve imanı kendilerine bir fayda sağlamayacak olanlar,
dünyaya geri gelebilmek için çok feryat ve figan edecekler. Fakat nafile,
çünkü cehennem bekçileri, size uyarıcı gelmemiş miydi? diyecekler. Ama inanıp
da salih amellerde bulunanların biiznillah, geri dönmek için bir temennileri
olmayacaktır.
Asr
sûresinde, Allah (c.c.) mealen şöyle buyuruyor: “Asr'a andolsun ki, insanoğlu
gerçekten ziyan içindedir. Ancak iman edip salih amellerde bulunanlar,
birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler
müstesna.”
Devamla:
— Kurtulmanın yolunu Allah (c.c.) göstermiştir.
Dönüş
O’nadır. Sonra pişman olursa da son pişmanlık fayda sağlamaz.
Eski Bir Arkadaş
Mücahide,
cahiliyyeden arkadaşı olup da, sonradan İslâm'a dönüş yapan, arkadaşı Fatma'nın
mektubunu okumaya başladı.
“Esselâmu
aleykûm, Mücehide'm:
Nasılsın
kardeşim. Uzun zamandır sana yazamadım, vaktim olmadı desem bana inan. Bacım,
burada durumlar iyice karıştı.
Kendimi
denizin ortasına düşmüş, imdat bekleyen, fakat imdat bulamayan, boğulmamak
için çırpınan birine benzetiyorum. Hiç umutla tutacak dalım kalmadı, ailem
baskısını iyice artırdı, bir yandan da sözlümün ailesi baskı yapıyor.
Ah
Mücahide'm, o kadar pişmanım ki, neye mi? Hani sana anlatmıştım ya, ailemin
tutucu baskılarından kurtulmak için evi terkedip de abimin evine yerleşmiştim.
O zamanlar, emperyalist ve kapitalistlerin ve de gönüllü uşaklarının oyununu
görmeyip, bakarkör gibiydim. Allah (c.c.) buyuruyor ya: “Onlar bakarlar, fakat
görmezler” diye.
Bildiğin
gibi, rahat, serbest bir yaşam için, abimin yanını tercih etmiştim,
yanıldığımı anladım, fakat şimdi çok geç. Düşünmeye başladığım an İslâm'ın
gerçek yönünü, sayende okumaya başladığım an, pişmanlık bütün kalbimi
kaplamıştı.
Yakında
atlattığımız Ramazan bayramında, günlerim hep ağlamakla geçti. Aynı şehirde
olduğumuz halde, babamın elini öpememek, insan gibi düşünmeye başladıktan
sonra, ne kadar acı olduğunu anladım.
Tabi,
bunun yanında evdekilerin minnetini çekmek de işin cabası. Keşke bize, İslâm'ın
ana, babaya verdiği kadri kıymeti baştan öğretselerdi. Artık çalışmadığım için,
sofraya el uzatmaktan bile çekiniyorum. Önceden yeni bir şey giyememeyi dert
edinirken, İslâm'la müşerref olduktan sonra herşeyin fani, geçici, her gün son
model giyinsen de sonunda kara toprağa yar olunacağını anladıktan sonra, gydiğim
elbise, beni Rabbi'min istediği gibi kapatsın da farketmez diyorum.
Canım
bacım:
Sen
okulu terk edip, buradan gittikten sonra konuşacak arkadaşım, dertleşecek
bacım da kalmadı. Mektubumla seni, inşallah sıkmamışımdır.
Hayııır,
inananlar kardeştir, diye sen demiyor muydun, ne yapalım sorunlarımı senden başkasına
açamıyorum.
Evet
bacım,
İşler
karıştı dedim. Abim izne ayrılırken, evde kalan erkek kardeşime, hiç bir
hocayla, şeriatçıyla görüştürmeyeceksin diye, sıkı tenbihat da bulundu. Düşünsene
bacım, “Allah'ın vaz ettiği kanunların tamamının “ŞERİAT” olduğnuu bilmiyor,
güya üniversite mezunu...? Müslümanmış kendisi, ama ŞERİATÇI değilmiş. Anlatmaya
çalıştım, abi dedim: “ŞERİAT demek, kanun nizam demektir
ki, Mustafa Kemal de Nutuk'da bunu söylemiştir. Şimdi, Allah'ın kanun ve
nizamına, yani (ŞERİATINA) boyun eğip, kabul eden kişi müslüman; cahili, beşeri
rejimlerin kanun ve nizamına yani (ŞERİATINA) teslim olup kabul eden de
kafirdir. Buna da, şeriat denir, fakat BATIL ŞERİAT denir.
diye
izaha gayret ettimse de nefsine ağır geldiği için fayda vermedi. Hediye ettiğin
çarşafı gizli gizli giyiyorum. Yengem, adımız tarikatçı kalacak diye huzursuzluk
yapıyor, çarşaf giyenin bu evde işi yok diyorlar, tabi gidecek bir yerim de
yok. Hem de müslümanlar...?
Düşünsene
müslümana mutlaka bir kulp takacaklar -cı- veya -cu-. Tabii bunda biz
müslümanlarda da biraz suç var. Şu -cı- veya -cu- ları kabul etmeyip de, sadece
müslümanım diyebilsek, bu akış değişir. Ama o gün inşaallah yakındır
Bacım:
Sözlüm
şu anda sesini çıkarmıyor, fakat ailesinin baskısı çok. Biliyorsun kendileri
doğulular, doğuda da gelin kıza söz hakkı tanımak yoktur. Türklerin önceki
dini olan “Şamanizm” den kalan, büyükler gelinlerle, konuşmama adetleri halen
sürüyor. Kadın, yani gelin kocasına karşı değil, kaynana ve kaynata'ya karşı
sorumludur, adetâ. Ahh, gücüm yetse de bütün doğuda ki ve batıdaki müslüman
geçinenlere şöyle haykırsam “Eyy müslamanlar, biliyorum çok kötü bir zamanda
yetiştiniz, yetiştik. Ama bırakın artık şu İslâm'a ters düşen adet ve
törelerinizi. Bunlara sıkı sıkı bağlılık,
putlara ibadet gibidir, ibadet etmektir. Dönün Allah'a, O'nun kanunlarına tabi
olun.”
Böyle
bağırsam damga hazır; bölücü, şeriatçı. Veya, aşırı dinci, köktendinci. Kökten
dinsizler çıkıp, kök-tendinciler diye müslümanlara damga vurmak istiyor.
Can
kardeşim, dava arkadaşım,
Zamanımızı
boşa geçirmeyip de, bu yaşta değil de, öğrenmemiz gerektiği yaşta dinimizi
öğrenmiş olsaydık, bilhassa kendimi kast ediyorum, şimdi daha kolay olurdu.
Çünkü ilimsizlik yüzünden çok hata yapıyorum. Bana bol bol dua et.
Yakında
nişan için gelecekler, tek başımayım ve iki sülale ile karşı karşıyayım.
Neyse
şimdilik bu kadar yeter, sana verdiğim adrese yaz, tavsiyelerine ihtiyacım
var. Dua buyur da, boğulmayayım.”
Bacın, Fatıma…
Mücahide mektubu
bitirdi, ağlıyordu. Aldı kalemi eline, duygularını yazıya dökmeye başladı.
BACIM
Gel
kardeşim, sana bir çift sözüm var
İslam
eriysen, olacak dünya sana dar,
Sabredenlere
Rabbi'min büyük mükafatı var,
Sabret
bacım sabret, zafer senindir.
Nefis
denen illet, ne biçim şeymiş,
Ama
düşün, Rabbim irade vermiş,
Mücadeleyle
sabredenlere cennet vaad etmiş,
Sabret
bacım sabret, zafer senindir.
Rasul
dedi, sabret eyy Yasir ailesi,
Hep
zorluk doludur, İslâm'ın tarih silsilesi.
İmtihanın
gereğidir diyor, bak hakkın sesi (Ankebut, 2-3)
Dayan
bacım dayan, zafer senindir.
Dua müminin en büyük
silahı olduğu için, Mücahide bütün zorda olan bacılarına dua ettikten sonra,
Fatma'nın mektubunu cevaplamaya başladı.
“Esselamu
aleykum, canım dava arkadaşım Fatıma’m,
Mektubunu
aldım ve çok üzüldüm. Bacım, ne yapalım imtihanın şeklini Allah (c.c.)
belirler. Herkesi başka şeylerle imtihan eder. Senin adına şiir yazdım, tavsiyem,
sabır!!! Canım kardeşim, taviz verme, taviz verirsen gerisi çorap söküğü gibi
gelir. Biz müslümanlar, Rasul'un şu hadisine dayanarak “Nasıl yaşarsanız, öyle
ölürsünüz, öldüğünüz gibi de dirilirsiniz. “İslâm'ca yaşamak zorundayız, ne
pahasına olursa olsun Müslümanca ölmek istiyorsak. Müslümanca ölmek için de,
müslümanca yaşamak lazım. Sorarım sana, yaşanmadan ölünür mü? Allah'a hesap
vermeyi aklına getirmeyip tedbir almayanlar için yaşasın cehennem!!! Ve
bırak istedikleri gibi yaşasınlar, nasılsa azrail (a. s.) bir gün onların da
kapısını çalacak.
Bacım,
her sıkıntının karşılığında Allah büyük mükafat verecektir.
Yeterki
sabretmesini bilelim. Zaten bu dünyaya denenmek için gelmedik mi?
Ramazan
bayramının ağlamakla geçtiğine üzüldüm. Zaten kardeşim müslümanın ağlamadığı
gün mü var? Biliyorsun biz müslümanların iki bayramı var: Kurban ve Ramazan
bayramları. Diğer bütün bayramlar, adı ne olursa olsun cahili ve batıl
bayramlardır. Bak, “Cahiliyyenin Ruh Haritası” adlı kitaptan sana bir paragraf
yazayım:
“İslâm
düzeninin meşru gördüğü Kurban ve Ramazan bayramının dışındaki bütün bayramlar
cahiliyyedir. Cahiliyye bayramlannı kutlamak tamamen cahiliyettir. İslâm'ın
dışında uydurulup kutlamaya azmettiğj bayramlara önem vermez. İslâm'a teslim
olan bir kişinin hayat programı içerisinde, cahili bayramları kutla maya
müsade eden veya teşvik eden herhangi bir emare bulunmaz.
Şunu
unutmayalım ki: Cahili bayramlar putperestliğe açılan sevgi kapılarıdı. İlahi
ahkâmın heykelperestler tarafından iktidardan indirildiği ve lanetlendiği acı
zaman dilimleridir.”
Canım
kardeşim: Senin imtihanın şu an ailenle, Allah (c.c.) yar ve yardımcın olsun.
Haa, bu arada babanlada barışmalısın.
Madem pişmansın, oyuna geldiğini anlat ve rızasını mutlaka al. Onlar da, bize
İslâmî eğitim vermedikleri için suçlu, ama ne yaparsın rejimin çocukları.
Bana
mutlaka yaz, maddi ve manevi, her ne sıkıntın olursa yazmanı bekliyorum.
Unutma, inananlar kardeştir!!!”
Selâm
ve dua ile..
Bacın Mücahide…
İntihar ve Hidayet
Suzan:
—
Anne, sen çağdaş medeni bir insansın. Bir şey sorabilir miyim?
—
Mersi kızım, sor tabi.
—
İnsanlann fikir özgürlüğüne karşı mısın?
—
Aaa, ayol ne münasebet. Kim olursa olsun, fikrinde özgürdür ve o insanın
fikrine saygı duyarım.
—
İnsan olarak herkes için geçerli mi?
—
Tabi kızım, niçin soruyorsun?
—
Bir sorum daha var, ben de bir insan mıyım?
—
Suzan, lütfen. Benim için sen insanların en tat-lısısın.
—
O halde fikrime saygı duyarsın. Öyle değil mi?
—
Tabii evladım, hangi gün flörtünü getirdiğinde, senin seçimine ve fikrine
karşı çıktım?
—
Anne, beni iyi dinle. Madem fikir özgürlüğünden yanasın, ben düşünüp taşınıp
İslâm'ı seçtim ve İslam’a
girmeye karar verdim.
—
Aa, Suzan teessüf ederim. Biz zaten İslâm'dayız. Bak yakında büyük babanın kırkıncı
gece mevlit törenini de yapacağız.
—
Anne, ben kimlik müslümanı değil gerçek bir müslüman olmaya karar verdim.
Yaşayışımda kendini gösteren, inanan ve inandığı hal ve hareketiyle gösteren
bir iman sahibi olmak istiyorum. Ve bunun için de…
—
Evet, bunun için de…
—
Madem fikir özgürlüğünden yanasın ben kapanacağım.
—
Nee, neden, ne oluyor sana?
—
Neden mi? Sebebi ortada, MÜSLÜMAN OLDUĞUM İÇİN.
—
Saçmalama, biz de müslümanız.
—
Müslüman Allah'a teslim olana denirmiş. Suzan, annesini kötü sıkıştırmıştı.
Kadın düşündü,
karşı çıksa biraz önce medeniyetten
söz etti, çıkmasa işine gelmiyordu. Düşündü, Suzan'ı bir müddet serbest
bırakmaya karar verdi. Hevestir geçer, diye düşündü. Tabii komşuların laflarına
katlanmak çok zordu ama yapacak başka bir şeyi de yoktu.
—
Eee, şeyy, sen bilirsin. Yalnız kapalıları okula almıyorlar biliyorsun.
—
Zaten inancım müsade etmezse, okumayı da düşünmüyorum, Şimdilik bir müddet
gideceğim, zaman ne gösterir bakalım.
—
Kızım, ben senin tiyatro sanatçısı olmanı arzu ediyordum.
—
Anne...
—
Yalnızca söyledim.
—
Anne, sana örtümü göstermek istiyorum. Suzan'ın annesi o an ölümü tercih
ederdi. Zavallı
bilse ki, bilebilse ki
ölmek kurtulmak değil, aksine yeni bir hayatın başlangıcı ve bu hayattaki
yaptıklarının hesabı için bir mahkeme salonudur.
Odaya
girip büyükçe siyah bir başörtü ve genişçe bir siyah pardisö ile çıktı.Annesi
adetâ şok olmuştu.
—
Ama Suzan bu kadar da fazla, neden siyah? Kızım siyah şeytan işiymiş. Lütfen,
şöyle güzel bir renk te sana yakışan bir türban alsaydın ya?
—
Hayır, anne bu benim tercihim, bir yerde tercihim de değil.
—
Ne demek yani, seni zorlayan birisi mi var?
—
Senin anladığın manada değil. Siyah örtünmek sünnet. Yani Peygamberimiz
(s.a.v.)'in ve sahabenin hanımları, bütün siyahla kapanmışlar. Ümmü Seleme
annemizin rivayet ettiği hadis buna delildir.
Annesi
sinirli fakat belli etmemeye gayret ederek:
—
Ne diyor Seleme annen?
—
Seleme annem diyor ki: “Üstlerine örtülerini alsınlar” âyeti nazil olunsa
ensâr kadınları başlarında sükûnetten kargalar yuva kurmuş gibi dışarı
çıktılar. Üzerlerinde de siyah elbiseler giyiyorlardı. Hem siyah şeytan işiyse,
sen neden siyah takım giyiyorsun? Baksana, eteğin de siyah, buluzün siyah.
—
Evet anne, fikir özgürlüğüne inanıp savunuyorsun, Üstüme gelme, sen benim
annemsin, seni kırmak istemem.
Suzan'ın
annesi kızının üzerindeki etkinin geçmesi için, Allah'a dua ediyordu......?
Kızı için üzülüyordu. Ertesi sabah Suzan ilk kez örtülü bir şekilde okula gidecekti.
Oradan Mücahide'yi arayıp Sündüs'le parka gelmelerini söyleyecekti. Sabah
namazıyla da namaza başlamış oldu. Pek bilmiyordu ama olsun, bilene kadar
bildiği gibi kılacaktı. Kahvaltısını yapıp çıktı. Suzan, ihtiyar
kitapçının yolunu ararken annesi de ardından gözyaşlarını tutamıyordu. Kendi
kendine söylendi: “İnsaf be Suzan, seni bu günler için mi büyüttüm.”
Kitapçı
kapalı olduğu için kendi kendine öğleden sonra uğrarım, diyerek okulun yolunu
tuttu. Heyecanı dorukta idi. Okula vardı, vakit erkendi, banka oturdu. Yeliz
ile Figen, Suzan'ın yanından geç, Suzan'ı tanımadılar.
Ahmetde
Yeliz'in yanına gelince Figen, Yeliz'den izin istedi ve ayrıldı.
Suzan,
Figen'e seslendi:
—
Selâmun aleykûm, bacı.
—
Aleykûm, aa, aaaa, sen sen, dur bir gözlerimi sileyim, sen, sen...
—
Ben, Suzan.
—
Suzan sen, sen… Lafının sonunu getiremedi, Su-zan'a sarılıp ağlamaya başladı,
nedense çok duygulanmıştı.
Figen'in
bağırtısını duyan Yeliz, herhalde köyden arkadaşı geldi zannetmiş Ahmet'i
bırakıp Figen'e doğru gelmeye başladı. Suzan'ı görünce:
—
Aa, sen kaçırdın mı? Ne bu halin? Sen hangi çağdasın?
— Dünyanın son çağında, yani, kıyametin hızla
yaklaştığı bu çağda...
—
Kuzum, sen daha gençsin.
—
Ben de genç olduğum için kapandım. Gençliğimi batının icat ettiği bataklıkta,
onların keyfi için batırmak istemiyorum. Genç olmakla beraber, bizim de Allah'a
ihtiyacımız var.
Yeliz,
sesini çıkarmadı. İçinden, yakında keçileri kaçırır diye geçirirken yine kendi
kendine, “Asıl keçileri kaçıran sensin Yeliz. Geçen gün doktora gittin, yüreğin ağzına gelmedi mi?
Nasıl da yalvarmıştın Allah'a. Madem gençtin niçin yalvardın? İşin düşünce,
başın sıkışınca, Allah'tan yardım istemeye hiç de utanmadın
mı?” dedi.
Sonra
da “Amaaan boşver, düşünmemeliyim bunları” dedi. Suzan'a dönerek:
—
Yollarımız tamamen ayrıldı, dedi. Şarkısını mırıldanarak uzaklaştı. “Dün gece
nerdeydin suçlusun.
Gelmedin
sarılmadın suçlusun.
Öp
beni öp beni. Hadi uzaklarda sev.”
Suzan,
Yeliz'in arkasından bakarken iğrendi. Ve:
—
“Aman Allah'ım sana sonsuz teşekkürler, deyip derse girdi. Öğleden sonra
kitapçıya uğramış, kitapçı çok sevinmiş ellerini kaldırarak Suzan için dua
etmişti. Suzan çok heyecanlıydı. Oyalanıyordu. Mücahide ile Sündüs'ün kendisim
beklemelerini istemişti. Aldığı siyah gözlüğü de gözüne takarak, parka gitmeye
başladı.
Mücahide
ile Sündüs oturmuş kendisini bekliyorlardı. Yavaş yavaş yaklaştı, heyecandan
kalbi duracak gibi oluyordu. Ses tonunu değiştirerek:
—
Esselâmü aleykûm, oturabilir miyim? dedi. Mücahide:
—
Aleykûm selâm, buyur otur bacım.
—
Adım Mücahide, bu da arkadaşım Sündüs.
—
İsminizi öğrenebilir miyim? Biliyorsunuzdur, tanışmak sünnettir.
—
İsmim, Suzan.
Mücahide
ile Sündüs bir an neye uğradıklarını bilemediler. Sündüs:
—
Suzan, sen… Allah'ım sana hamd olsun. Nasıl
hamdedeceğimi
bilemiyorum. Mücahide:
—
Gel kardeşim, seni bir kucaklayayım. Gazan mübarek olsun, cihadın kutlu
olsun. Allah (c.c.) seni, peygamberimin sancağı altında gölgelenenlerden
eylesin.
—
Amin, hepimizi.
Kucaklaştılar,
sohbetlerinin arasında Mücahide, Suzan'a:
—
Bak bacım, madem seçimini yaptın, şu veya bu sebepler seni İslâm'dan
soğutmasın. Sen insanlara değil, İslâm'a bakacaksın. Ayrıca bizim gibi
dostlardan da aferin beklemeyeceksin. Çünkü dinimizde, desinler için yapılan
herşey şirktir. Şirk ise büyük günahtır.
—
Tamam, ben, her şeyi beni yaratan için yapacağım, yalnız desteğinize ihtiyacım
var.
—
O ayrı, yardım konusunda elimizden geleni arkamıza koymayız. Yalnız ailenle
çok mücadele etmen gerekecek Fatma gibi.
İkisi
birden:
—
Kim bu Fatma? dediler.
—
Açıktı, kapandı, ailesinin sıkıcılığından kurtulmak için binbir türlü hayallerle
abisinin yanına yerleşmiş, gün geçtikçe yanlış yaptığını anlamış, yaşadığı
olaylardan sonra, babasını bırakıp abisinin yanına yerleştiği için pişman
olmuş bir bacımız. Sözlüsü dahil çevresindeki hiç kimsede İslâm'i şuur yok,
kıza baskı yapıyorlar, bol bol dua edelim inşallah.
—
İyi de, kim olduğunu söylemedin.
—
Pardon, arkadaşım. Suzan:
—
Kardeşler, büyük babamın yakında kırkıncı gece mevlit töreni varmış, annem
söylemişti. Ben sizin de gelmenizi istiyorum.
Sündüs:
—
Suzan bacı, ölünün üçü, kırkı, elli ikisi gibi günleri takip etmek İslâm'da
yoktur. Mutlaka yaptığımız hayırlardan ölüler faydalanır, ama dediğim gibi gün
takip etmek bidattir. Şunu da belirteyim ölünün yaptığımız hayırlardan faydalanması için
imanını kurtarmış olması gerekir.
Mücahide:
—
Bu da, hakka teslimiyet ve salih amelle mümkündür.
—
Benim dedem, kesinlikle lâik bir adamdı. Canı çok kötü çıkmış.
—
O halde ben de katılmayacağım bu mevlût törenine. Mücahide:
—
Hayır Suzan, hazırlık yap katıl, gelen hocaya bir şeyler sorar, bazı şeyler
anlatırsın.
—
Gardiyana mı?
—
Ne gardiyanı? Haa, şu mesele. Gülüştüler ve kalktılar.
Ertesi
gün Suzan, okulun önünde banka oturmuş kitap okuyordu. Figen yaklaştı ve selâm
verip yanına oturdu.
—
Ne haber Suzan, kendini bayağı kaptırdın.
—
Neye?
—
Kitaplara.
—
Okudukça ufkum genişliyor.
—
Ne okuyorsun?
—
Darul Harp Fıkhı'nın “Firavunların mektebinde okumamak” adlı bölümü. Figen sen
daha neyi bekliyorsun? Allah'a inanıyorsun, o halde inandığın gibi yaşasana.
— Bilmiyorum, huzursuzum. Nefsimle boğuşuyorum.
Sahi, okuduğun yerden biraz okur musun?
—
Memnuniyetle, konu çok önemli. Yüzüncü sahife: “Firavunların açtıkları
mektepler, insanoğluna, gerçek ilâh olan Allah (c.c.)'ı unutturup O'nun yerine
insanları ilâh olarak tanıtırlar.
Mükellefler
iki çeşit mekteple karşı karşıyadırlar. Birincisi, Allah'ın tanıtıldığı ve
dinin öğretildiği mekteptir. İkincisi ise, firavunların ilke ve inkılâblarının
öğretildiği mekteptir.
Firavunlara
iman edenler, Firavunların mekteplerinde serbestçe okuyabilirler. Ama Allah'a
iman etmiş olanlar, hiç bir zaman Firavunların mekteblerinde okumaya muhayyer
değillerdir.
İster
darûl İslâm'da olsun, ve ister darul harb'de olsun Allah'a iman edenler, farz-ı
ayn ilimleri öğrenmekle mükelleftirler. Şunu da unutmayalım ki, farz-ı ayn
ilimlerinin başı, Firavun'ların her türlü velayetini redderek. kayıtsız
şartsız Allah'a teslim olmayı öğrenmektir. Şu da var ki, din ile dünya
işlerinin ayrı ayrı mütealâa edilmesi gibi, İslâm ümmetinin alışık olmadığı
yeni bir yorum hayata hakim olmuştur... Dini insanlann vicdanına terkeden,
Allah'ın koyduğu hudutları tanımayan bir anlayışın gölgesinde yeni bir eğitim
sistemi ortaya çıkmıştır. Biz bu eğitim sistemine cahili eğitim, diyoruz. Zira
İslâm'dan önce Müşrik arap toplumunda görülen eğitimle, çağdaş diye yaftalanan
eğitimin temel karakterleri aynıdır. Her ikisi de Firavunîdirler ve her ikisi
de sahte ilâhlığın savunucusudurlar. Firavunların egemenliği altında bulunan
bugünkü İslâm coğrafyasında eğitim ve öğretimine devam etmekte olan Firavunî
mektepler, birer cehennem çukuru hükmündedirler. Müslümanlar, hem
kendilerini hem de çocuklarını bu cehennem çukurundan korumakla
mükelleftirler.
Kur'an-ı
Kerim'de Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Ey
iman edenler, gerek kendinizi gerekse ailelerinizi öyle bir ateş'den koruyunuz
ki: Onun yakacağı insanlar ve taşlardır.” (Tahrim, 6)
—
Suzan,
—
Efendim.
—
Bu ne demek?
—
Bu şu demektir ki, müslüman olduğunu iddia edenler, Firavunî mektep hükmünde
olan mekteplerde okuyamazlar.
—
Ne düşünüyorsun?
—
Bırakmayı. Ama ailemle nasıl başa çıkarım bilmiyorum. Zaten geçen gün beni
okula almıyorlardı. Hayret, kendi ülkende, batıya, hıristiyana benzeyerek
okuyabilirsin, ama kendi değer yargılarına göre, inancına göre okuyamazsın.
—
Yeliz'den haberin var mı?
—
Ne oldu Yeliz'e?
—
Sanırım, aids'e yakalanmış.
—
Aman Allah'ım, sahi mi?
—
Evet, zaten uyuşturucu kullanıyordu. Sana bir sır verebilir miyim?
—
Tabii.
—
Ben, Yeliz'i hiç beğenmedim. İntihara kalkışabilir.
—
Ne yapmamız lazım?
—
Bilmiyorum. Yıkıldı duyunca. Karşıdan gelen Ahmet, Figen'e seslendi.
—
Haberiniz var mı, Yeliz intihar etmiş. Suzan dayanamayarak:
—
Gözünüz aydın, bayram edin, kıydınız bir cana daha. Gençliğinizi pislikte
geçirmeye devam edin. Siz ölmeyeceksiniz nasılsa... Gözünüz aydın sözde insan
hakları savunucuları, gözünüz aydın kadın hakları savunucuları. Gözünüz aydın
içkiyi serbest bırakanlar, gözünüz aydın, tekel kanunu yapanlar. Yeliz'e
kıydınız, Yeliz'lere kıymaya da devam ediyorsunuz.
Suzan'ın
sinirleri boşalmıştı. Suzan'ı görenler etrafına toplanmıştı.
Suzan
devamla:
—
Ve siz ey gençler, ne zamana kadar bu oyuna gelmeye devam edecek ve ne zaman
emperyalizmin yerli uşaklarının oyunlarını başlarına geçireceksiniz? Ne
zaman? Ne zaman, birer Musab, birer Hanzala, birer Ammar olacaksınız, ne
zaman?
Müslüman
olmayanlara sözüm yok, müslüman olanlar size diyorum, bu lâflarım size. Ateşe
inandığınız halde, balıklama ateşe atlamak akıllılık işi değildir. Dönün
özünüze, kendinize gelin, yazık değil mi gençliğimize?
Suzan
ellerini yüzüne kapatıp ağlamaya başladı. Bir saat sonra bayağı sakinleşmişti.
Figen'den başka kimse yoktu yanında. Kalkıp Sündüslere doğru yürümeye başladılar.
Sündüs'ün annesi kızları içeriye buyur ederken, içinden de “Hayırdır inşallah”
diyordu.
Sündüs,
odaya girdiğinde kızlarda bir anormallik olduğunu anladı. Suzan
dayanamayarak, Sündüs'e sarılıp ağlamaya başladı.
—
Sündüs, duyuyor musun beni? Yeliz intihar etmiş.
O
sırada Hatice nine de içeriye girdi.
—
Evladım, hayırdır. Ne oldu?
—
Nine, arkadaşları intihar etmiş.
—
Yazık, çok yazık. Şimdi cenaze namazı da kılınmayacak. Pisi pisine gitti. Ey
okullarda Allah'ı anlatmayıp
okutmayanlar
ellerinize kına yakın. Hele ağlamayı bırakın kızlar, beni dinleyin. Siz de
benim bir kızım sayılırsınız. Beni iyi dinleyin. Madem gözünüzün önünde
arkadaşlarınız pisi pisine cehennemin dibine yuvarlanıyorlar, boş yere içki
zıkkımına, eroin midir nedir o pisliklere alışıyorlar da siz hala ne
duruyorsunuz? He, söyleyin bakalım, gençsiniz, niye gençlerin ellerinden tutmuyorsunuz?
Neden hâlâ gençlerin ellerinden tutmak için kolları sıvamıyorsunuz? Böyle
ağlayacağınıza mücadele etsenize, kurtarmak ve kurtulmak için. Hani CİHADINIZ,
nerde? Peygamberimiz (s.a.v.) buyurmadımı ki: “Müşriklerle elinizle, dilinizle,
malınızla cihad ediniz.” Kusura bakmayın, dost acı söyler. Figen'e dönerek:
—
Hele sen kızım, hâlâ gavurlar gibi geziyorsun. İçine doğmasını, içinden
gelmesini bekliyorsan daha çoook beklersin. Allah (c.c.) bize akıl vermiş,
aklımızı iyiye, kurtuluşa kullanmamamız ancak kendi iflâsımız olur, kimseye
zararımız yok, kendimiz kaybederiz.
Figen
yere bakıyor ve düşünüyordu.
—
Nine, biz bu hale nasıl düştük, niçin böyleyiz?
—
Ahhh, ah yaralarımı deşme. Düştük, düşürüldük. Ama kalkmalıyız, kızım
kalkmasını bilmeliyiz. Düştük diye bizi yerde ezmelerine izin vermemeliyiz.
Tabii ki Halifelik kaldırıldıktan sonra, Allah'a ait ne varsa yok etmek
istediler. Hele bir menemen olayı var ki, özellikle adam gönderip, menemen de
olay çıkarttılar, sonra da bir sürü masum insanı darağacına çıkarttılar.
Yurdun en uzak bölgelerinden adam getirip, Menemen'de astılar. Sonuç malum,
gençlerimiz mahvoluyor, kına yakınsınlar ellerine zalimler.
Hatice
ninenin gözleri dolmuştu. Devamla,
—
Zavallı anam, nasıl da jandarmalar tarafından gözümüzün önünde dipçiklenmişti.
Suçu neydi? Kur'an
okumak ve okutmak!!! Ve
siz kızlar, bunu bildiğiniz halde cihada kalkmıyorsunuz. Cihad eden abilerinize,
kardeşlerinize katılmıyorsunuz, neden? Unutmayın ki beşik sallayan eller
düzeldiği an, o beşik sallayan eller, dünyayı sallar.
Sündüs
araya girerek:
—
Nine, kızlara fazla yüklenme. Onlar ve biz Cum-huriyetin çocuklarıyız. Hele bir
de, cahili eğitimde bü-yümüşler, ne yapsınlar?
Kızlara
dönerek:
Görüyorsunuz
işte kızlar, çağdaşlık, çağ atlama, modernleşme maskesi altında gençlerimizin
sürüklendiği noktayı. Okullara gidiyoruz, her gün bağırtırıyorlar “Türküm,
doğruyum, çalışkanım.” Doğruluğa bak, her gün birbirlerini kandıranların ve
kalleşlik yapanların sayısı her geçen gün artıyor. “Ne mutlu Türküm diyene.”
Türküm diyenler mutluymuş, gidin test yapın, Allah aşkına bakalım kim mutlu.
Böyle mutluluk olur mu? İçki yüzünden, kumar yüzünden aldatma yüzünden, her
gün yıkılan yuvalar hızla artmakta ve mutluluk nidaları ile sen mutlu ol,
karşındaki ağlıyor. Yaşadığımız ülkede, ancak koltuk kapanlar mutlu. ve
rahat.
Suzan:
—
Çok iyi anlıyorum. Sistem problemimiz var. Yoksa sağ veya sol, muhafazakar
veya değil, fark etmez. Bu problemi halletmek lazım, ama nasıl?
Sündüs:
—
Nasıl mı? İlk önce kendinden başlayarak. Zira Allah (c.c.) buyuruyor: “Nefsinizi
unutup başkalarına mı öğüt verirsiniz.” Hem kendin yaşamadıkça kimseye etkili
olamazsın. Nefsinde yaşadıktan sonra, başlayacaksın gücün nisbetinde en
yakınından ulaşabildiklerini davet etmeye.
Figen,
hiç konuşmuyordu. Dalmış sessiz sessiz ağlıyordu. Bir müddet öyle kaldıktan
sonra, gözlerini diktiği noktadan ayırmadan başladı konuşmaya:
—
“Baba… evet ben hiç baba görmedim. Çünkü babam kumardan evin yolunu unutmuştu.
Baba şefkati nedir bilmem. Bir gün arkadaşım babasıyla gülüyordu da, çok
acaibime gitmişti. Bir gün sabah saatlerinde, babamla bir kaç adam geldiler.
Evdeki kristal eşyaları bavullara doldurup götürdüler. Biz söz söylemeye yetkili
değildik, ağzımızı en ufak bir söz için açtığımızda, dayakla karşılaşıyorduk.
Annem bir gün eline ayağına kapanıp yalvarmaya başladı. Yalvarıyor, yalvarıyordu.
Fakat babam, annemi tekmeleyerek dövdükten sonra çıkıp yine gideceği yere
gitti. Evin gelir giderlerini, abimle küçük kardeşim karşılamaya çalışıyor
annemde el işi yaparak katkıda bulunuyordu.
Bir
gün, komşumuzun kızı Özlem'in elinde üzüm gördüm, çok canım çekti isteyemedim.
Yiyip üzerinde bir kaç tane bırakarak çöpünü attı.
Bekledim, o gittikten sonra alıp kalan üzümleri yeyip
saplarını da emmeye başladım. Eve geldim, küçük abim kaza geçirmiş hayata veda
etmek üzereydi. Babam kumarhanede… Para yok, abim kıvranıyor, annemin elinden
bir şey gelmiyordu. Babama haber gönderdik, yalan söylüyoruz zannıyla
gelmedi. Nihayet abimi kaybettik, babamı kumar masasından oğlun öldü” diyerek
kaldırıp getirmişler. Belki vesile olur dedik, ne mümkün. Annem, canım annem
gülmeye hasretti. Gözlerinin kuruduğunu gören olmamıştı. Bir gece babam yine
gelmedi. Evde eşya denen bir şey kalmamıştı. Biz üç kardeş ağlıyorduk, müthiş
acıkmıştık. Annemse zavallı kıvranıyor, kimseden bir şey istiyemiyordu. Zaman
bozuk, namusuma leke gelir diye korkuyordu. Nihayetinde komşu teyzeye gitti,
iki ekmek isteyip geldi. Bize yedirdi, bir yandan da ağlıyordu. Yedikten
sonra, oyun oynamak için dışarı çıktım. Komşunun kızı bir ara bana kızıp: “Sizin
ekmeğiniz bile yok, bizden borç aldınız” dedi. Çok zoruma gitmişti. Ağlamaya
başladım. Baktım, karşıdan babamla bir kaç adam geliyor. Eve koştum, anneme
haber verdim. Kış yaklaşıyordu. Babam, “toparlanın taşınıyoruz” dedi. Meğer
evi de kumarda kaybetmiş. Şimdi annemin kira derdi de başlamıştı. Annemin çilesi
hâlâ devam ediyor. Beni de, Almanya'daki dayım okuttu. Ben, baba hasreti
çekiyorum, baba deyip hizmetini yapmanın, baba deyip, sofrasını kurmanın özlemini
çekiyorum. Bu haldeyken bile, “Türk'üm, çalışkanım, şarkısını, andını bana
söylettiler. Mutluluk mu? Kumar borçlarından sıkıştığı için annemden yaptığı
el işi paralarını istedi. Annem vermek istemeyince annemi dövmeye başladı.
Dayanamadım, yüreğimden bir şeylerin koptuğunu hissettim. Kendimi annemin üzerine
attım. Annemi bırakıp, beni dövmeye başladı, o kadar dövmüştü ki, bir hafta
yerimden kalkamadım. Kahrolun kumarı icat edenler, kahrolun içkiyi icat
edenler, kahrolun, kötülükleri serbest bırakanlar, kahrolun bizi bizden
koparanlar, kahrolun bizi babasız, anasız büyütenler, kahrolun evlatlarına
sahip çıkmayanlar, kahrolun kumarhane açanlar, kahrolun yuvalara huzursuzluk
estirenler, kahrolun…”
Ve
ellerini yüzüne kapatıp, hıçkırmaya başladı. Odada herkes ağlıyordu.
Sakinleştikten sonra, Sündüs'e dönerek:
—
Bana, bir başörtüsü verir misin? Alınca iade ede-rim.
—
Hediyem olsun, lütfen kabul et.
—
Allah (c.c.) razı olsun.
Hatice
nine Figen'e sarıldı, hem ağlıyor hem de:
—
Senin de cihadın mübarek olsun kızım, Allah (c.c.) artırsın, diyordu.
—
Nine, sizi de üzdüm, kusura bakmayın.
—
Oooo, ne demek, sen de bir kızım, torunumsun.
—
Yaa ninem, zavallı annem halen çekiyor. Geçen gün konuştum, artık dayanacak
gücüm, kalmadı dedi. Ben sırf o ortamdan kurtulmak için buralardayım. Çok hata
ettim, az daha tuzaklarına düşecektim. Tam oltaya takılmıştım ki, Sündüs'le
karşılaştım. İçimdeki baba özlemi, hayal ettiğim baba özlemiyle yanıp tutuşuyor.
Ne yapalım Allah'ın yazısı.
—
Hayır Figen, kulun iradesi de var. İrademiz serbesttir, azmetmek lazımdır.
Allah (c.c.) iki yol gösterip iradeyi serbest bırakmıştır.
—
Evet, doğru, bundan böyle irademi kontrol altında tutmaya çalışacağım Allah'ın
izniyle.
—
Evet Figen, batının pis uşaklarının oyunlarını görüp batılı şeytanların oyununa
gelmeyelim. Bizi uyutuyorlar, bu güzel ülkemizde öz be öz dinimizi yaşayamıyoruz.
Ufak bir olay anlatayım: Kafir bir adam, yeni dünyaya gelen oğluna kafirce bir
isim koymak için nüfusa gider. İstediği ismi koymazlar, dini yok yazdırmak ister
yine yazmazlar, hemen orda Mehmet veya Ahmet yazarlar. Dini, “İslâm” yazarlar.
Adam düşünür; madem İslâm oldu dini, o halde dinine göre yaşasın diye karar
verilir. Bu defa rejim yine, olmaz yasaktır, der ve bırakmaz. Ve adamın oğlu
ölür, adam bahçede bir çukur açıp: “gömmek ister, yine rejimin bekçilerini
karşısında bulur. Olmaz, camiye getir, namazını kılıp, mezarlığa defnedeceksin.”
derler. Adam şaşırır, söylenir, dini İslâm yazdırdılar dini yaşatmadılar; öldü
yaşadığı gibi gömeyim dedim, hayır yine olmaz dediler. Bu ülkede yalnızca
doğarken ve
ölürken müslüman olunuyor, yaşamaksa
yasak.
Bu
arada Melek hanım içeriye girdi, rengi biraz kaçmıştı, Sündüs'e hitaben:
—
Kızım, biraz önce telefon geldi. Adapazarı'ndan aradılar. Hani şu Mediha vardı
ya, bizim memleketten, hatırladın mı?
—
Evet, şu postahanede çalışan değil mi?
—
Evet, o. Şeyy, üzüleceksin ama, ne yapalım takdir, ani bir kan zehirlenmesi
sonucu hayatını kaybetmiş.
—
Muhakkak biz Allah'a aidiz ve O'na dönücüleriz. Suzan meraklandı:
—
Kim bu Mediha?
—
Bizim memleketten, Adapazarın’da postahanede çalışıyordu. Bir yıllık memurdu,
kendisine tebliğ ettiğimde, emekli olunca hacca gidip, her şeye tevbe edeceğini
söylüyordu. Mesai saatlerine denk geldiği için yarı buçuk kıldığı namazı da
bırakmıştı, yazık.
Hatice
nine:
—
Hay Allah, ömrü o kadarmış. Bir kere erkekler gibi pantolon giymişti. Kızım
etme, bu çok günahtır dedim, “Nine böyle rahat ediyorum” demişti.
Suzan:
—
Pantolon yasak mı?
—
Önderimiz, “erkek kılığına giren kadına ve kadın kılığına giren erkeğe Allah
lanet etsin” buyurmuştur.
—
O, söylemişse öyledir ve doğrudur.
—
Allah'ım hamd olsun, imanın gereğidir bu söz. Mümin, bilmediği bir konu ile
karşılaştığında, “Allah ve Rasulü ne demişse öyledir,” demesi lazımdır.
Ve Yine Hidayet
Ahmet,
banka oturmuş Yeliz'i düşünüyordu. Bir zamanlar vardı, şimdi yok. Şimdi ne
yapıyordur acaba? Geçenlerde arkadaşı, “Orada serbestiyet yok, yani buradaki
gibi, isteyen İstanbul'da, isteyen Konya’da yaşayamayacak, daha açıkçası,
isteyen cehennem’de, isteyen cennette yaşayamayacak” demişti. Herkes bu
dünyada ektiğini biçecekmiş. Birden kendi kendine irkildi. Yeliz şimdi ne
biçiyordur? Biraları mı? Ya sen Ahmet, aniden ölsen ne biçeceksin? Ne ektin
ki, ne biçeceksin? Ya ölüm, hiç beklemediğin bir an da gelirse? Ne yapayım ben?
Çaresizim, Yeliz, nerdesin? O arada ezan okunmaya başlamıştı. Düşündü, kalkıp
gideyim namaz kılayım. Ama bilmiyorum ki? Ben müslüman mıyım? Ee namaz
kılmayı dahi bilmiyorum. Nefsi ile bocalayıp dururken ikindi namazını
kılanlar, camiden çıkmaya başlamışlardı. Camiden çıkan hafif sakallı bir genç,
tam Ahmet'in yanından geçerken, Ahmet birden seslendi, nasıl seslendiğine
kendisi dahi hayret ediyordu:
—
Afedersiniz, bana yardım eder misinz?
—
Elimden gelirse memnuniyetle, ne gibi?
—
Ruhum sıkılıyor, bunalıma girdim, siz ne kadar rahat görünüyorsunuz? Namaz
kılmak istiyorum, ama yapamıyorum.
—
Seni sıkan şeyi gayet iyi anladım. Ruhun hasta, ilaca ihtiyacın var.
—
Nasıl bir ilaç, nereden temin edebilirim?
— Ruhun gıdası ve ilacı ibadetlerdir. Ruhun
gıdası müzik değil, müzik ruhun belasıdır. Allah'a karşı vazifelerini bilip,
haddini aşmayarak kulluğunu bildin mi bu hastalıktan kurtulursun.
—
Evet anlıyorum.
—
Bizim kitabımız Kur'an-ı Mübin'de, son peygamber olan Hz. Muhammed
(s.a.v.)'den önceki pegamberlerin kavimleri haddi aştıkları için Allah (c.c.)’nin
onları helak ettiğini bildirilmiştir. Meselâ Lût (a.s.)'ın kavmi, şehvetine
çok düşkündü, günleri hep pislik içinde geçiyordu. Lût (a.s.) ve inananlar
hariç Allah (c.c.) hepsini yok etti. Musa (a.s.)'ın kavmi, Firavn rablık
taslayıp kendi kaleminden kanun yapmaya kalktığı için Allah (c.c.) Musa ve
inananlar yani, Allah'ın kanun koyuculuğuna evet diyenler hariç, hepsini
denizde boğdu.
Hûd
(a.s.) ve Salih (a.s.)’lerin bunların kavimleride hakeza, böyle olduğundan
velhasıl haddimizi bilmeliyiz.
—
Ben inanıyorum. İnanmamak için keriz, kör ve akılsız olmak lazım. Ama
bilgisizim.
—
Evvela, imanı öğrenecek ve imanın gereği olan tağutları “La” diyerek inkâr
edecek, reddedecek, sonra farz-ı ayn olan ilimleri öğrenecek ve amellere sıkı
sıkıya bağlanacaksın.
—
Tağut'u reddetmeden iman etmiş olmuyor muyuz?
— Evet, diğer bir ifadeyle, tağut reddedilmeden
İslâm'a girilmiyor, Müslüman olunmuyor. Tağut; Allah'dan ve Rasulü’nden başka
hükmüyle hükmettikleri kimsedir. Bir manası da tuğyan edendir ki, İslâm'ın dışındaki
bütün sistemler tağutî'dir.
—
Yani, Allah’ın kanunlarına rağmen kanun icat edenler, tağut mudurlar? İsmi Ali,
Ömer dahi olsa, fark etmez mi?
—
Evet fark etmez. Allah'ın kanunu olan Kur'an'a rağmen, kim ki kendi yanından,
kendi kaleminden kanun yapıp yürürlüğe koyarsa ve de meşru görürse “tağut” konumunda
olur.
—
Peki, tağut'u nasıl reddeceğiz?
—
Biz zaten “La” derken Allah'tan başka kanun koyucuları tanımıyoruz, diyoruz.
Kim olursa, adı ne olursa, olsun, iman edenler, tağutları tanımamaları lazım ve
kanun koymalarına bil fiil yardım etmemeleri lazım. Zaten demokratik ülkeler
ve sistemleri tağutî hüküm taşırlar.
—
Anlıyorum, demokratik ülkelerde, seçim hür iradeyle yapılmakta olup, manası da
“oyumu sana verdim, koltuğa otur, beni yönetmek için kanun yap” demek oluyor
öyleyse.
—
Evet, ama bir şartla, Atatürk ilke ve inkılaplarına uyacağına yemin ederek, o
koltuğa oturabilirsin. Yok, laikliğe uymayacaksan, Atatürk ilke ve inkılâplarına
uymayacak ve korumayacaksan burada işin yok.
—
Sahi, Amerika ve benzeri ülkelerde politik göreve İncil’e yemin ederek
başlıyorlar, bizimkiler namus ve şereflerine yemin ederek başlıyorlar. İnanç
yokki, yeminden sonra, soyan soyana.
—
Allah’tan başka şeye yemin etmeyi, dinimiz kabul etmiyor, şirk'tir. Üstelik,
Peygamber efedimize gelen, bir grup müşrik heyeti, efendimiz hazretlerine bir
yığın teklifle geldiler ve şöyle dediler: Tevhid'den
vaz geç, taviz ver, sana en güzel kızımızı verelim, “olmaz” cevabını aldılar. Yaptıkları
tekliflerin arasında, seni başımıza KRAL yapalım da dedikleri oldu, diğer bir
ifadeyle, bizim ilke ve inkılâplarımıza uy, seni başımızda en yüksek koltuğa
oturtalım. Efendimiz, önce kral olup sonra onları başeğdirmeyi denemek yerine,
bütün tekliflere hayır diyerek bize şu mesajı vermiş oluyordu: “Ey ümmetim,
İslâm dini tavizle gelmez, taviz kabul etmez.”
—
Evet, çok iyi anlıyorum, sahi isminiz?
—
Mus’ab, doktorum. Ya sizin ki?
—
Sahi mi? Belli. Benim ismim de Ahmet.
—
Çok memnun oldum, bu akşam misafirim olur musunuz?
— Memnun olurum. Bugün benim hayatımın dönüm
noktası, yani hayatta birinci günüm.
—
Ya işte böyle Ahmet kardeşim. Allah (c.c.), anayasa olarak Kur'ân-ı vaz ettiği
için, anayasada her türlü iş için, yani zina için, hırsız için, katil için vs.
olan bütün hükümlerini bildirmiştir. Her türlü iş dedim de, geçenlerde bir
hoca efendinin sohbetine gitmiştim, o anlatmıştı: Cumhuriyetin ilk
dönemlerinde, kurulan lâik devletin mahkemelerine alışık olmayan halkımızdan
birinin karısıyla anlaşmazlığı oluyor. Lâik devletin mahkemelerine düşüyorlar,
hakim iki tarafı da dinledikten sonra adama: “Senin karıyı boşadım” diyor. Bu
tür mahkemeye alışık olmayan adam, inancına göre hüküm görmüyor, kadı yok,
meselenin halli Kur'ân'a göre olmayınca, adam sinirlenip hakime: “Sen de kimsin,
ben de senin karıyı boşadım” diyor.
Gülüştüler,
Ahmet:
—
Kadın dedin de, İslâm'a göre kadın-erkek ilişkileri. Mesela, flört meselesi.
—
Kardeşim, ortalık zina kaynıyor. Bunun başlıca sebeplerinden bir tanesi de,
tahrikin bolca olması. Kadınlar kadar erkeklerin de bu suçta payları var. Fakat,
bunda kadınların tahripkâr giyimleri büyük rol oynamakta. Rasulullah (s.a.v.)'e
gelen bir genç “bana izin ver zina yapayım” diyor; Efendimiz soruyor: “Anana
yapılsın ister misin?” Genç: “Hayır” diyor, “Bacına yapılsın ister misin?” “Hayır.”
Derken genç, zinadan vazgeçiyor. Şimdi bizler, kendi kız kardeşimizle
yapılmasını istemediğimiz şeyi, başkalarının kız kardeşlerine yapmamalıyız.
Düşünelim, flört ettiğimiz kızın abisi de bizim bacımızla flört etse kabul
eder miyiz?
Ahmet,
kendisinin kızlara yaptığını kardeşi için düşündü, vicdanı rahatsız oldu. Mus’ab
devamla:
—
Biz zaten kadın kız peşinde ömür çürütelim diye yaratılmadık. Allah (c.c.) Tin
süresinde “bizi üstün yarattığını, fakat yaptığımız pislikler sebebiyle,
aşağıların aşağısı kıldığını” buyuruyor.
—
Ya çıktığım kızla evleneceksem?
—
Ahmet, biz müslümanız değil mi?
—
Evet, hamd olsun.
— O halde müslüman ne demek? “Müslüman” Allah'a,
yani Allah'ın vaz ettiği anayasaya, kanunlara teslim olan demektir. Biz Allah'a
teslim olduk mu? Olduysak, bizi bağlayan Allah'ın emr ve yasakları yani
kanunlarıdır. Allah (c.c.) kadına ve erkeğe aile düzeni içinde, kuralları koymuş,
kanunlar belirtmiştir. Mümin bir kadın, mümin bir erkekle evlendiğinde, her ikisi
de Allah'ın kanunlarına teslim olduklarından evlerinde problem çıkmaz. Fiziki
güzellik için de, zaten bakıp da alıyorsun, görmek hadisi şeriflerde buyrulmuştur.
—
Anlıyorum.
—
Çıktığın insan, heva ve hevesi noktasında hareket ettiğinden, Allah'a
teslimiyet söz konusu olmadığından mutlaka problem çıkar. Ve çıkıyor da,
nitekim inancı ile yaşantısı arasında tezatlar dolu olan ülkemizde boşanma
davaları gün geçtikçe artmaktadır. Hem de, sudan sebeplerle.
— Ben, İslâm'dan çok uzak yaşamış bir insanım.
Birden herşeyi bırakmak zor olacak, ama yavaş yavaş döneceğim. Ölüm, beni
korkutuyor.
—
Ahmet kerdeşim, açık konuşmak gerekirse, bunun yavaş yavaşı yoktur. Sahabi,
müthiş derecede içkiye ve şaraba düşkündü. İçki yasak, emri gelince kimisi
elinde bardak yudumlamak üzereyken, kimisi içmiş, kimisi dolduruyordu,
velhasıl yasağı duyar duymaz elinde olan elindekini bıraktı. İçmiş olan,
parmağını sokup kustu. Medine sokakları şaraptan bir göl haline gelmişti.
Niçin? Hakka teslim oldukları için. Teslimiyet konusunu çok iyi kavramak
gerekir. Madem dönüş yapacaksın, niyetlisin ki, kurtulmak için başka çıkar
yol yoktur. Bütün alternatifleri getirseler yine faydasızdır. Yapacağın şey,
bildiğin günahları derhal bırakmak, bilmediklerini öğrenmek. Yavaş yavaş dönüş
yapayım derken ölüm gelirse “Allah'a yavaş yavaş dönüş yapacaktım” mı
diyeceksin?
—
Aslında İslâm dini gerçekten çok güzel: Herkesi kardeş bilmek barış içinde
olmak, herkese iyi niyetli davranmak, ormanlara kıymamak ne bileyim, turistlere
misafirperverlik göstermek…
—
Tam bir diyanet adamı gibi konuştun. Herkesi kardeş bilmek yok. Allah (c.c.)
buyuruyor ki: “Sadece inananlar kardeştir” Bu sebeple akidesi düzgün olanlar
kardeştir, yoksa hem Allah'a inandığını söyleyip hem de sonu İZM'le biten
beşeri ideolojileri savunup meşru görenler bizim
kardeşimiz
değildir. Barış dedin de, sol yanağına vurulduğunda, sağ yanağın çevirmen
Hıristiyan mantığıdır, müslüman savaşmasını bilmelidir. Peygamberimiz, “Cennet,
kılıçların gölgesi altındadır” buyurarak savaşmanın gerekliliğine dikkat
çekmiştir.
—
Okumam lâzım, kitap ihtiyacım çok. Anlaşıldığına göre, hep yanlış şeyler
doldurmuşlar kafamıza. Bant gibi silip İslâm'ın özünü doldurmak gerek.
—
Tabii ya, İslâm'ın özü zaten siyaset; yani zaten siyaset İslâm olduğu halde
diyanet başkanı imamları siyasetden uzak tutmaya çalışıyor ve salla başını, al
maaşını gibi bir mantıkla hareket ederek insanımıza İslâm'ın özünü anlatmıyorlar,
eee, işin ucunda, koltuk meselesi var. Sahi kitap dedin de, bizim kitaplığımızdan
yararlanabilirsin.
—
Benim bir dedem var. Yaşlı, cumhuriyet döneminde askermiş. O, başımızın
diyanete bağlı olduğunu, ve devletin işine karışılmayacağım söylüyor. O dönemleri
yaşamış olduğu halde, bunu nasıl izah edeceksin? Şayet halifelik iyi olmuş
olsa idi, yaşamış biri olarak öyle konuşur muydu?
—
Okumak lazım, dedene değil, gerçeklere bakmak lazım. Soruna gelince, bu fıkra
sanırım sorunun cevabını verir. Horoz, devamlı tavuklara horozluk taslar kabarırmış.
Cesaretli olduğunu gösterir, bununla övünürmüş. Bir gün gökyüzünde akbaba
görünce, tavuklardan önce kaçıp kümese girmiş. Tavuklar sormuşlar: “Hani horoz
bey, ne oldu, korkmuyordun? Bizden önce kümese girdin?” Horoz cevap vermiş: “Aman
hiç sormayın, onlar bizi cücükken korkutmuşlardı.” Yani civcivken korkutmuşlardı
demek istemiş.
Çok
güzel bir cevap, anladım.
—
Şunu unutmamak gerekir ki Allah, korku ve
sevgi
konusunda, kendisinden ziyade olarak başkalarından korkmayı ve başkalarını
sevmeyi affetmez. Allah'tan korkmak gerekir, başkalarından değil. Zira çıkacağımız
O'nun mahkemesidir. Kimsenin kimseye faydası olmayacak o gün.
Mevlüt Okuyan Hoca
Öte
yanda Suzan'ların evinde müthiş bir koşuşturma. Etekler dizden yukarı,
bacaklar açık, başlarda küçücük bir örtü, yüzlerde bir ton boya, dedikodu
almış başını gidiyor.
Işıl
hanım, Zerrin hanımın kulağına:
—
Biliyor musun, Suzan dönüş yapmış?
—
Nereye?
—
İslâm'a dönüş yapmış. Zavallının kafasını kim yıkamışsa, çok kötü yıkamış.
Geçen gördüm, babaannemi hatırladım, haaa, haaa, haa.
—
Sus, şimdi duyacaklar.
Biraz
sonra sıfır tıraşıyla, başında kocaman bir kutu, boynunda medeniyet göstergesi
(!) kravat, hoca efendi geldi. Salonun baş köşesine oturttular. Suzan odasından
çıkmadan Mücahide'yi arayıp son bir kez cesaret aldı. Dış örtüsünü giydi, bu
arada annesi odanın kapısını tıklatıp artık çıkmasını söyledi. Suzan, içeriye
girdiğinde odadakiler de göz kaş işareti ve alaylı gülmeler
ayyuka çıkıyordu. Hoca var gücünü sesine vermiş, mevlüt
okuyordu. Suzan, içinden “Allah'ım İslâm dinini bize nasıl da yanlış tanıttılar.
Dinden olmayanları, dindenmiş gibi göstererek, nasıl da kandırdılar. Ya biz,
ya biz, biz ismi Aişe, Fatıma, Hatice, Hasan, Ali olanlar nasıl da kandık,
niçin aklımızı kullanıp da, SEN'in vaz ettiğin anayasayı bilemedik? Şu kadınların
haline bak, Hıristiyan, Yahudi kadınlarından farkları ne? Bari insaf edip de,
müslümanım demesinler, dürüst olurlar hiç olmazsa” diye söylendi.
Mevlütten
sonra, hoca efendiye:
—
Hoca efendi, kaç yıldır mahallemizde hocalık yapıyorsunuz?
—
Sekiz, dokuz yıl oldu.
—
Peki, bu zaman süreci içerisinde, büyükbabamı kaç kez camide gördünüz?
—
Şeyy, rahmetli büyükbabanız camiye pek gelmezdi.
Işıl
hanım:
—
Çok kalbi temiz birisiydi. Suzan:
—
Kalbini açıp baktınız mı? Hocaya dönerek:
—
Hoca efendi, ben İslâm'a yeni girmiş biri olarak bir kaç soru sorabilir miyim?
Hoca
gururlanarak:
—
Tabii, buyurun, sizi dinliyorum.
Suzan'ın
annesi, dayanamayarak:
—
Ne demek Suzan, biz, eskiden beri İslâm'dayız. Yeni girdim ne demek?
—
Sahi mi? İşte bunu bilmiyordum. Öyle İslâm'dayız ki, İslâm'ın emirlerini bu
zamanda geçerli saymıyorsunuz. Evet, hoca efendi, bu günkü okuduğunuz
mevlüt'ün Kur'an'daki yerini söyler misiniz?
—
Kur'an'da yazılı değildir.
—
O zaman, sünnetteki yerini söyleyin.
—
Sünnet'te de yok, çünkü Süleyman Çelebi yazmıştır.
—
O zaman geriye baş vuracağımız iki kaynak kalıyor, İcma ve Kıyas . Peki bu iki
kaynakda var mı?
—
Söyledim ya.
—
Peki, İslâm'ın bu dört kaynağında olmayan bir şeyin okunmasının hükmü nedir? Ve
ne kadar sevabı vardır?
—
Mevlütün günahı olmadığı gibi, sevabı da yoktur.
—
Peki âlâ, şimdi siz bunu ölülerimize bağışlayacaksınız. Sevabı olmadığına
göre, neyi bağışlayacaksınız?
—
Hoca efendi, İslâm'ın, toplumu ilgilendiren, yani daha açık bir ifadeyle
devlet yönünden bir şey sormak istiyorum. “La” ne demek açıklar mısınız?
—
Şeyy, kızım, biliyorsundur, geçenlerde de diyanet başkanımız Nuri Yılmaz, Erdal
beyi ziyaret ederek, bizleri, yani hocaları siyasetten uzak tutmaya
çalıştıklarını söylemişti; hem şimdi şahsi ibadetler varken vede bunlar toplumumuza
yerleşmemişken, İslâm'ın siyasi yönünü anlatmaya ne gerek var? İnsan her
şeyde iyi niyetli olmalı, insanlara karşı kötü düşünmeyen, vatanı, milleti
korumak için can veren.
—
Hoca efendi, toprak için can verenin Allah katında konumu nedir?
—
Ben, dediğim gibi, İslâm'a yeni dönüş yapan ve bu kadar kısa zamanda dahi,
İslâm'ın gereklerinin yerine getirilmesi için mutlaka ve mutlaka bir devletinin
olması zorunluluğu kavradım da, siz bunca
yıllık
hocasınız, daha iyi niyetten bahsediyorsunuz. Şunu unuttunuz, orman sevgisi,
ağaç sevgisi, yeşilay haftası, Atatürk haftası. Şahsi ibadetler dururken diyorsunuz,
peki sorarım size, insanın akidesi bozuk olduktan sonra, sabaha kadar namaz
kılmasının, akşama kadar oruç tutmasının ne anlamı var?
—
Sizin şahsınızda, vicdan sahibi bütün hoca efendilere seslenmek istiyorum,
insanlar birbirlerini haksız yere öldürürken, ağaç sevgisini, ormanı korumayı
anlatmanın, İslâm'a ne yararı var? İnsanlara ALLAH'U EKBER'İ anlatmadan,
namaz kılın demenin, “LA” derken bütün put ve tağut konumunda olan herşeyi,
istisnasız herşeyi reddetmek olduğunu anlatmadan sonra, oruç tutun demenin
ve de böyle bir kişinin oruç tutmasının ne manası, ne değeri var?
—
Kızım, sen aşın dincilerin eline mi düştün?
—
Hoca efendi, siz aşırı dinsiz misiniz?
—
Şeeey, radikallerin demek istemiştim.
—
Radikal ne demek?
—
Şeeeyy, devletimizi bölmeye çalışan, aşırıya gidenlere diyorlar, her halde.
—
Yani, Allah'ın namazı, orucu, zekatı iyi ve normalde; hukukla, yani zina edeni
cezalandırmakla, mirası bölmekle ilgili ayeti kerimeleri fazlalık mı? Ya da
sizin deyiminiz ile aşırılık mı? Biz Allah'ın Rahman ismine iman ettiğimiz
gibi, Hakim (Mutlak hakim) ismine iman etmiyor muyuz?
Bazı
kökten dinsizler utanmadan müslüman milletin önüne çıkıp, müslümanları “Kökten
dinci” diye itham ediyor. Siz de bunların kontrolü altında hareket
ediyorsunuz. Tabii, akabinde memursunuz, sonra memuriyetinize zeval gelir.
Fakat Allah'ın divanında zeval
gelmesi hiç bir şeye
benzemez. Biliyorsunuzdur, Allah (c.c.) ayeti kerimesinde buyuruyor ki: “Onların
namazını kılma, mezarı başında da durma.” Benim dedem, namaz kılmadığı gibi
laik bir insandı. Ve yine bildiğiniz gibi, müslüman sayılabilmek için, sadece
müslüman olmak gerekli, hem lâik hem müslüman olunmuyor. Hal böyleyken siz,
onun cenaze namazını kıldırıp kırk Kur'an'ını okuyorsunuz, Işıl hanım araya
girerek:
—
Aaa, bu kadarı da fazla, ben de lâik bir insanım, senin dediğine göre, benim
de namazım kılınmasın mı? Hem hoca efendiyi zor durumda bırakıyorsun senin
beynini kim yıkadı böyle?
Annesi:
—
Kızım, sabrımı zorluyorsun, lütfen, fazla ileri gidiyorsun. Ben, hevestir
geçer diye sesimi çıkarmadım, ama bu kadarı da fazla. Deden lâiktî ama kalbi
çok temizdi.
—
Işıl teyze, bir kere ben bana göre konuşmadım. Allah (c.c.) öyle buyuruyor.
Bakın size, geçen gün bir hoca efendinin sohbetinden duyduklarımı aynen aktarayım,
zaman anlarsınız. Bu hoca, İslâm'ı bütün olarak anlattığı için, dini devlete
karıştırıyorsun diye, günleri mahkemede geçiyormuş. Bir keresinde de: “İçkiyi
içenlere, satanlara, hamallık yapanlara, fabrikasında çalışanlara, izin
verenlere, yani zerre kadar emeği geçen herkese Allah lanet etsin.” mealindeki
hadisi şerifi açıkladığı için, ifadesini almak üzere mahkemeye çağırmışlar.
Sorgulamadan sonra, savcı sormuş, bu soruyu özel merakı için soruyormuş: “Hoca
efendi lâiklik dinsizlik midir?” Hoca cevap verecekken savcının içmek için
söylediği çaylar gelmiş. Şekerler çayların kenarında duruyormuş. Hoca: “Savcı
bey, lâiklik din ile
devlet işlerinin
birbirinden ayrılmasıdır. Dinin devlete karışmamasıdır. Şimdi siz, şekeri
çayın içine katmasanız, o çayın statüsü ne olur?” Savcı: “Şekersiz çay olur”
demiş. Hoca: “Peki çorbaya tuz katmasanız ne olur?” Savcı: “Tuzsuz çorba olur”
demiş. Hoca bu zemini hazırladıktan sonra: “Peki, dini bir kenara koyup,
devleti de bir kenara koyup dini devlete katmasanız ne olur?” Savcı kendi
ağzıyla: “Dinsiz devlet olur, adamlar yıllardır bizi kandırmışlar.” demiş.
Din
ile devletin ayrılmasıdır lâiklik, ikisi de birbirine karışmayacak, kaldı ki,
devlet istediği zaman, dine müdahele edip istediği zamanda yararlanıyor, kurban
derilerini, zekatlarını topluyor. Yani çifte standart.
Hoca
araya girerek:
—
Artık duaya geçelim. Kızımız haklı, fakat biz memuruz, bize ne derlerse onu
yapıyoruz. Emir kuluyuz.
—
Kimin emrinin kulusunuz?
—
Suzan yeter artık.
—
Kızımız haklı, biz maneviyatta bir çok şey kaybederek bunu yapıyoruz. Annesi
düşündü, hoca kızı için haklı diyordu. Ben de laik olduğuma göre demek ki benim
de namazım kılınmaz. Off be, kafam karma karışık oldu. En iyisi çaktırmayayım,
şimdi dedikodular başlar.
Ölüm Çiçekleri
Selma,Orhan'la
mutlu bir evlilik sürdürüyordu. Eee ne de olsa ikisi de kafa dengi idi. Kızları
Vildan da iki yaşına gelmiş, mutluluklarına mutluluk katıyordu. Hazırlanıp
yola koyuldular, kardeşinin düğünü için bir kaç gün önceden gidiyorlardı köye.
Köye vardıklarında akşam olmak üzere idi. Fahriye hanım ahırdan dönüyordu.
—
Selâm, merhaba anne.
—
Hoşgeldiniz, içeri buyurun.
—
Nasılsın ânne, hazırlıklar tamam mı?
—
Hele bir içeri geçin, sonra konuşuruz.
Akşam
yemeğinden sonra, Orhan annesigile gitmiş, Selmalar da düğün üzerine
konuşuyorlardı. Selma sordu:
—
Anne, hangi gazinoyu tuttunuz?
—
Bilmiyorum.
—
Davetiyeler dağıtıldı mı?
—
Bilmem.
—
Hasan, evini düzmüş mü? Döşemesi tamam mı?
—
Görmedim.
—
Ama anneciğim, böyle olur mu? Sen nasıl anasın? İki gün sonra oğlunun düğünü
olacak. Hiç bir şeyden haberin yok. Yüreğin nasıl dayanıyor?
—
Kızım, yaramı deşme. Oğlan siz anlamazsınız diyerek bizi, hiç bir şeye
karıştırmıyor. Kendi zamana uysun diye, gavurca yapacakmış. Ben ne yapayım?
—
Gelinimizi gördüm. Çok hoş, çok medeni bir insan.
—
Ne demezsin. Bizi de illa görmek istemiş de, Hasan getirdi. Sırtına geçirmiş
pantolon, her tarafı belli. Bir de demezmi ki, Hasan'dan önce çıktığım çocukta
aradığımı bulamadım. Bir de onlar için, artık kız olmak o kadar önemli
değilmiş. Yani onlar için, namussuzluk, yapıp o.........olmak fark etmezmiş,
önemli değilmiş.
—
Anne şu eski düşüncelerinden bir kurtulamadın. Ev de şu Sevim varken…
Sevim:
— Eski dediğin ne? Allah'ın kuralları,
kanunları mı?
—
Öyle demek istemedim. Ben de Allah'a inanıyorum.
—
Ya ne demek istedin?
—
Şeyy...
—
Neyy?
—
Fahriye hanım:
—
Hiç bir işine karışmam, zaten düğününe de katılmayacağım.
—
Nee, ciddi olamazsın?
—
Çok ciddiyim. O gavurca yaparsa, ben de katılmam. Kendisi bilir, benim için
Allah'ın rızası ondan önemlidir. Senin de gitmeni istemem.
—
Saçmalama, Sevim'di, bir de sen çıktın başımıza.
Ömründe
bir defa evleniyor, ne var bunda? Zaten, Sevim bu gidişle evde kalacak.
—
Sen merak etme, Sevim'i Mus’ab isminde bir doktor istiyor. Şu an
düşünmekteyiz, sana da teşekkürler, doğrusu beklemiyordum.
—
Afedersin. Şeyy, ne duruyorsunuz versenize Sevimi ama dur, Sevim'in kapalı olduğunu biliyor mu?
Eski kafalardan dem vurduğunu biliyor mu?
Fahriye
hanım, içinden bir “La havle” çekerek devam etti:
—
Eski değil, bilakis, geldiklerinde böyle medeni düşünen kız kardeşlerimizin
sayısı gün geçtikçe artıyor, elhamdülillah dedi.
Selma
hayret etmişti, doktor ve Sevim.
Hasan'ın
düğünü olmuştu. Fahriye hanım ve Mücahide kızı, hiç bir kınayıcının kınamasına
aldırmadan inançlarına zıt olan bu düğün cemiyetine gitmediler. Bunu duyan Mus’ab,
bu işin bir an önce olması için telefon açmış, cumartesi gününü yüzük takma
günü olarak kararlaştırmışlardı. Buna en çok da Hatice nine sevinmişti.
Gelin kızı çok merak ediyordu. Yola dayanamazsın ikazlarına rağmen, erkenden
kalkıp hazırlandı. Nişana Figen ile Suzan da davet edildiler.
Öğle
üzeri köye varmışlardı, Sevim çok heyecanlıydı. Bu mutlu güne sevinenlerden
birisi de Elif’ti. Abisinin arkadaşı olan Mus’ab ihlaslı bir müslümandı. Sevim
açısından çok seviniyordu.
Sevim
duayı dilinden hiç düşürmüyor, şöyle diyordu: “Allah'ım! Muhakkaki sen hiç bir
ameli karşılıksız bırakmazsın. Senden hep inancıma uygun bir izdivaç istedim,
nasip ettin. Bunu, hiç taviz vermeden başarmak nasip eyle. Çünkü bu düğün
ömürde bir defa olduğu
için bu imtihanı
başarıyla vermek nasip et Allah'ım. Ömürde bir defa deyip gavurlaşanlardan
eyleme.” Bize yardımını lütfet, tevhidi anlamak, yaşamak ve yaşatmak bizlere
nasip et. Bizleri, hakkı hak bilip, hakka yapışan, batılı batıl bilip ondan
uzaklaşan kullarından eyle. Ve şimdi, Allah'ım şimdi Sen'den ŞEHADET
istiyorum. Müstakbel eşim ve kendim için ve de bütün isteyenler için, ŞEHÂDET
istiyorum.
Yarabbi
iman ettim, delilim ise işte kanlı gömleğim diyebilmek için ŞEHÂDET, YARABBİ
ŞEHÂDET istiyorum.” (Amin)
Sündüs,
Sevim'den çok hoşlanmıştı. Sevim giydiği sade kıyafet üzerine, beyaz bir
başörtü takmıştı. Tekbirlerle salona götürülürken titrediğini hissetti. Yanaklarından
şükür göz yaşlan dökülüyordu. Sündüs'ün okuduğu aşrı şerifin ardından
Mücahide sohbetine başladı:
Esselâmü
aleyküm değerli müslümanlar,
Muhterem
müslümanlar, böyle bir gecede cem olmamıza vesile olanlardan Allah (c.c.)
razı olsun. Anneler, ablalar, bacılar sözü fazla uzatmayacağım, söyleyeceklerime
lütfen iyi kulak verin. Biz müslümanlar kalu bela'da Allah'ın Rabb'lığına “Bela”
yani evet diyerek emaneti yüklenmiş bulunuyoruz. Allah (c.c.) Kur'an-ı Mübin'de
“İnsanlar ve cinleri bana kulluk etsinler diye yarattım” buyurarak, niçin
yaratıldığımızı beyan buyurmuştur. Tabii ki, bizler de kulluk denilince sadece
namaz, oruç, hacı zekatı anlamamalıyız. İbadeti tek cümleyle açıklayacak
olursak, hayatta bütün işlerini ve bütün hareketlerini Allah'ın emir ve yasaklarına
uyarak ayarlaman ve yaşamandır; ibadet. Bu can, bu Kur'an bize emanet
verilmiştir. Peki bacılar, bize ne oldu ki, emaneti korumuyor, Allah'a
verdiğimiz sözü yerine getirmiyor, batıla dalanlarla biz de dalıyoruz?..
Ülkemizin
haline bakın, batılı şeytanların yerli uşakları ne hale soktular, öyle bir hale
geldik ki ne namaz kılıyor, niçin kıldığımızı biliyoruz, ne “LA İLAHE İLLALLAH”
diyor, ne dediğimizi idrak ediyoruz, ne Allah'u ekber diyor, neye en büyük
dediğimizin farkına varıyoruz. Namazda ellerimizi kaldırdığımızda, gerilere
neyi ittiğimizin, neyi istemiyoruz dediğimizin farkına varıyoruz. Şayet farkına
varsaydık, böyle yarım dinli bir şekilde yaşamazdık. Attığımız her adımın
hasabını Allah'a vereceğimizin tasasını çekmiyor, her hangi bir işe
niyetlendiğimizde acaba bu işimden Allah'ım razı mı? diye düşünmeden hareket
ediyor, yarın Mahkeme-i Kübra'da mahcup olmayı hesabımıza katmıyoruz.
Pakistanlı
alim Muhammed İkbal, öleceğini anladığında ağlayıp şöyle dua etti: “Allah'ım
beni, Muhammed (s.a.v.)'in yanında hesaba çekme ki benim yüzümden mahcup
olmasın.” Peki bacılar ve kardeşler, biz de eninde ve sonunda bu mahkemeye çıkacağımıza
göre, üzerinizde ki yırtık etekle, yüzünüzde ki, boya ile kısaca söyleyecek
olursak, Allah'ın emirlerine uymayan hal ve hareketlerinizle Allah'a ne hesap
vereceğinizi hiç düşündünüz mü?
Bacılar,
Müslüman
neye kime denir? Sorusunu açıklayacak olursak; Allah'ın emir ve yasakları
karşısında “Semi'na ve ate'na” diyendir. Yani, emirlerini biz duyduk ve hemen
itaat ettik. Ellerimi kaldırdım ve teslim oldum. Bizler namaza durduğumuzda,
Fatiha-i Şerif’in dördüncü ayeti kerimesinde ne diyoruz biliyor muyuz? Ama
nereden bileceğiz ki, bizi o kadar Kur'an'dan, sünnetten ve İslam'dan
uzaklaştırdılar ki artık İslâm'ın özüne tamamen uzak ve yabancı kalmışız. Böyle
olmaz, olmamalı bacılar, kardeşler, okuyalım, okumalıyız, İslâm'ın özünü
okuduktan sonra karar verelim kabul etmeye veya etmemeye. Böyle yarıbuçuk din
olmaz. Bakın yaratılmışların içerisinde Allah (c.c.)'a ilk başkaldıran Şeytandır.
Ve dolayısıyla ilk LAİK Şeytan’dır. Çünkü Allah'ın kanununa rağmen kendi
kafasındaki tasarladığı kanuna uymuştur. Sonuçta Şeytan Allah'ın dergahından
kovulmuştur. Çünkü Allah (c.c.), kendi kanunlarının yanında, yarattıklarının
kanun yapmasını, kısacası hakimiyyeti millete verenleri hiç bağışlamıyor ve
affetmiyordu. Daha sonra Kabil ile Habil'in davasına bakıyoruz. Habil,
Allah'a, vaaz ettiği kanunlar, teslim olmuş, kanunlarını Allah'tan alan bir
müslüman. Kabil ise, Allah'ın kanuna rağmen kanun yapmaya kalkışan bir LAİK.
Dolayısıyla insanoğlundan ilk laik olan da Kabil'dir. Çünkü o da Allah'ın vaz
ettiği kanunlara teslim olmamış, kendi kafasından çıkardığı saçma kanunu meşru
görmüş ve kanunlarının yeryüzünde geçerli olması için kan dökmüş, zorbalık ve
canilik yapmıştır. Ve yeryüzündeki beşeri rejimlerinin ilk kurucusu olmuştur.
Beşeri rejimlerin temeli böylece kan ile atılmış oldu. Bugün bunu ispatlayacak
deliller de mevcuttur ki; bütün beşeri rejimlerin temeli kandır, zorbalıktır,
caniliktir. Çünkü kan, zulüm üzere kurulmuştur. Bugün Amerika bir sürü
kızılderili masum insanların canına kıyarak, siyah tenli insanların canlarının
pahasına varlığını sürdürüyor. Bugün Türkiye'de “Laik Cumhuriyet’in”
yerleşmesi için nice kafalar, kelleler gitmiştir. İskilipli Atıf, Şeyh Said,
Erzurumlu Ubeydullah hocaefendiler ve isimlerini sayamayacağımız kadar çok olan
nice idamlıklar mevcuttur yakın tarihimizde. Bütün bunlar da rejimin oturması
için işlenen cinayetler ve haksızlıklardır. Bütün bu zulümleri işleyenler,
hizbullah olmayanların, bizbuşşeytan olanların, yaptıklarının hesabını
düşünmeyenler işlemişlerdir.
Fakaaat
bize ne oluyor ki, hizbullah olduğumuzu, hizbullah dedim de korkmayın.
Bazılarının dediği gibi, hizbullah demek, terör örgütü demek değildir. Hizbullah
demek, Allah'ın taraftarı, askeri, Allah'tan yana olan demektir. Her kim ki,
ben Allah'tan yanayım derse işte o hizbullahtır. Evet, dediğim gibi bize ne
oluyor ki, Allah'ın taraftarıyım (Yani hizbullahım) dediğimiz halde, Allah'ın
emirlerine teslim olmuyoruz. Hâlâ tağutların, zalimlerin, kafirlerin güdümünde
hareket ediyor, günümüzün insan kafasının mahsulü olan kanunlarına, spor,
müzik, makam, mevki, moda gibi putlarına tekme vurmuyor ve Hz. İbrahim gibi
putları yerle bir etmiyoruz.
İnanmayanlara
hiç bir sözüm yok, bacılar ve kardeşler, benim derdim davam sizinle, madem ki
inandım diyorsunuz gelin, gaflet uykusundan kurtulmak için silkinip asrın
Sümeyyeleri, Rumeysaları, Esmaları olduğumuzu gösterelim. Hadi, durmayın
gücünüzün yettiğiyle cihad edin. Dolayısıyla Muhammed (s.a.v.)in ümmeti,
müslüman olduğumuzu kanıtlayalım. Bizi oyuna getiriyorlar, gelmeyelim oyuna.
Siz zannetmeyin ki, onların modasına, dansına uydukça, onlar sizi seviyorlar,
hayır onlar uyanmayasınız diye, sizi oyalıyorlar. Aklınızı kullanın, Allah
(c.c.) Kur'an-ı Mübin'de, Kevser sûresinde mealen buyurmuştur ki: “Biz sana
kevseri verdik.” Tefsirlere baktığımızda, bu kevserin ahirette busu olduğunu
ve Rasulullah (s.a.v.)'in ümmetliğini hak kazanmış olanlar bu Kevser'den içip,
bir daha ebedi susuzluk hissetmeyecekler.
Efendimiz
buyuruyor ki: “Bir takım insanlar için,
bunlar da
benim ashabımdır diyeceğim de, bana, sen bilmezsin, onlar senden sonra neler
ettiler neler, denilip o kevser'den uzaklaştırılacaklar ve hiç bir zaman
susuzlukları geçmeyecektir.” Peki size soruyorum, hangi amelle, hangi yüzle
oraya varıp, senin ümmetindenim, bana da su, diyeceğiz. Senin ülkende Allah'a,
Kur'an'a, Rasûlü’ne, İslam'a hakaret edilirken, sen nasıl müslümansın ki,
kılın kıpırdamıyor? Kendini bilmez KESİN KERİZ'ler büyük bir ukalalıkla salyasını
akıtırken, sen müslüman, sen ne yapıyorsun, kendine sor. Hayır, hayır böyle
olmaz kendimizi kandırmaya hiç gerek yok, buna zamanımız da yok. Bacılar size
sesleniyorum, hadi, ne duruyorsunuz, cihat edin. Allah'ın kanunlarını yeryüzüne
tekrar hakim kılmak için, Allah rızası için cihat edin. Cihat edin ki,
Türkiye'mizde hâlâ uyuyan erkeklerimiz var. İşin farkında olup uğraşanlar da
var ki Allah hepsinden razı olsun. Abilerimize destek olmayan, hâlâ
kahvehanelerde dolaşan, hâlâ niçin yaratıldığını düşünmeyen, Bosnalı, Filistinli
bacısının namusu için kılı kıpırdamayanlar utansın.
Unutmayın
bacılar, beşik sallayan elleriniz siz isterseniz dünyayı sallar. Fatih’i
doğuran bir anne değil miydi? Zamanın fatihlerini doğuracak anneler, bacılar
bekliyoruz. Kalkın da kendinize gelin hele. Önce nefsinize İslam'ı
yerleştirin. Zira sonunda hüsrana uğrarsınız. Önce cihadın büyüğü olan nefisle
cihadı gerçekleştirin. Unutmayın yahudi, hıristiyan ve gayri müslimden sizi
ayıran tek fark, dışarıdaki örtünüzdür. Bu yarı kapalı şeklinizle sizi bir
grup yahudinin içerisine koysalar, sizi nasıl tanıyacağız? Ve düşünün şimdiye
kadar Hıristiyan olduğu halde, müslümanın tesettürüne uygun giyinen bir Hıristiyan
kadın gördünüz mü? Hayır göremezsiniz, onlar inançlarıyla taban tabana zıt
olan
müslüman giysisini giymiyorlar. Peki size ne oluyor
ki, onlara uyup, onların kıyafetlerini giyiyorsunuz? Ölü müsünüz? Düşünce
melekelerinizi mi yitirdiniz? Ben inanmıyorum ateistim diyorsanız, size sözüm
yok. Benim sözüm inananlara, Allah'a, Muhammed'e, İslam'a inandığınız halde,
nedir bu hayatınız, yaşantınızdaki İslam'sızlık? Yeter bacılar, kendinize
gelin. Yarın öldüğünüzde ne hesap vereceksiniz hiç düşündünüz mü? “Rabbin kim?”
sorusunun cevabını hazırladınız mı? Zannetmeyin ki, Allah'ın Rablığını, yani
kanun koyuculuğunu, terbiye ediciliğini kabul etmez, boyun eğmezseniz,
kabirde diliniz çözülür. Öyle zannederseniz, kusura bakmayın ama akılsızlık
etmiş olursunuz. Allah patatesi bile kabuklu yaratmıştır. Soruyorum, senin
etinin patates kadar kıymeti yok mu? Senin kabuğun örtündür. Satılık değilsin,
kendine gel. Sen şehid dedelerimin torunu, sen müslüman kadını, sen Hz. Muhammed'in
ümmetisin. Şeytan gibi Allah'ın emirlerine başkaldıran değil, Allah'a boyun
eğen, emir ve yasaklarını tutan bir mümine olmalısın, kafirlere benzeyemezsin.
Allah
(c.c.) hepimize hidayet nasip etsin, diyor, sizleri Allah'a emanet ediyorum.
Esselamu aleykum.”
Sohbetten
sonra herkes yavaş yavaş dağılırken, İstanbul'dan gelenler ve Selma'nın
kaynanası Meryem hanım oturmuş sohbet ediyorlardı. Hatice nine Sevim'den çok
hoşlanmıştı. Alah'ım böyle hayalı, edepli bir gelin nasip ettiğin için sana
hamdolsun diyordu. Meryem hanımın ise içi burkuluyordu. Bir ara Melek hanım,
gelini Sevimle özel konuşmak isteğini belirtti. Hatice nine:
—
Melek kızım, çok mahrem değilse burada konuşun.
—
Yoo ana, mahrem değil. Anacığım senin dediğin olsun.
Meryem
hanım:
—
Anneniz mi? Size pek benzemiyor.
—
Beyimin annesi, benim de anam. Sevim'e dönerek:
—
Evet Sevim kızım, biz düğünü fazla uzatmayacağız. Yalnız, İstanbul'a yeni
geleceğin için, ben bizim mahalleden ev tutmak istiyorum. Gerçi Mus’ab'ın yazıhanesine
biraz uzak, sen ne dersin?
İkincisi
evine özel bir şey istiyor musun? Sevim utanmasına rağmen, cevap vermek
zorunda olduğundan başını yere eğerek:
—
Evet, evime özel çok özel bir şey istiyorum. Herkes merakla Sevim'in yüzüne
bakıyordu, acaba ne isteyecekti. Sevim:
—
Sizi istiyorum. Başımda annelik yapacak birini istiyorum. Bildiğim kadarı ile,
evde kayınbirader yokmuş.
—
Yooo, son oğlum Mus’ab. Büyüğü evli ve evi ayrı.
— O halde, madem ki siz
de benim bir annemsiniz,
sizin
tecrübelerinizden yararlanma fırsatını bana vermelisiniz. Kayınbirader den
korunmanın güçlüğü için sormuştum. Hem ben, Hatice ninem'den ayrılmam.
Bu
cevap Hatice nineyi ağlatmıştı, ellerini açıp hamdettikten sonra şöyle dedi: “Ey
gavurlar duyun, siz baş-keselim derken, sakal kesmişsiniz, daha bir gür geldi.”
Odadakiler Hatice ninenin ne demek istediğini anlamamışlardı. Varsın anlamasınlar,
Hatice nine ne demek istediğini çok iyi biliyordu.
Suzan
da çok etkilenmişti. Kendi babaannesini hatırladı. Annesi ile babasının
konuştuklarını geçirdi aklından, annesi:
—
Bıktım şu kocakarıdan, görüntüsü bile sinirimi bozuyor.
—
Ne yapalım hanımcığım, istersen huzur evine gönderelim.
—
Ya dedikodular?
—
Eee, tercihini yap.
Bu
konuşmayı duyan babaannem, nasıl da ağlamış ve: “Allah'ım tez elden canımı al”
diye dua etmişti. Suzan farkında olmadan ağlıyordu.
Bu
arada, olan Meryem hanıma olmuştu. Selma’nın kaynana ile oturmayacağını belirttiğini
ve zaten Orhan'ın da kabul etmediğini düşündü. Yüreği yandı. Birden, “Ya çok
yaşarsan, o zaman halin ne olur” diye düşündü. Farkına varmadan:
—
Aman Allah korusun, diye söylendi. Hatice nine:
—
Ne oldu? Hanım gelin, neyi Allah korusun?
—
Hiiç, hiiiç, korkunç bir şey geldi aklıma da...
Sevim'in
nişanının üzerinden bir aya yakın bir zaman geçmişti. Son zamanlarda bir
durgunluk vardı Mahmut beyin üzerinde. Sevim ile anası buna bir anlam
veremiyorlardı. Ara ara ortalıktan kayboluyor, odasına girip kapısını da
kitliyordu. Yine bir akşam vaktiydi, Mahmut Bey yine odasına girmiş, kapıyı kitlemeyi
unutmuştu. Sevim merak edip, kapı aralığından baktı. Aman Allah'ım gözlerine
inanamadı. Babası namaz kılıyordu. Koşup annesine müjde verdi. Ana kız
sevinçten ne yapacaklarını, nasıl hamd edeceklerini bilemiyorlardı. Allah
(c.c.) çok merhametliydi. Yeter ki iste, O, herşeye Kadir'i mutlaktır. Evet
Mahmut bey namaza başlamış, fakat nefsi çok zorladığı için, evdekilere
çaktırmıyordu. Ana kız da görmemiş gibi hiç çaktırmadılar. Namazdan sonra
akşam yemeğine geçtiler. Mahmut Efendi:
—
Traş olsam iyi olur, neyse boşver yarın olurum.
— Herif sende yeni bir huy oldu herhalde? Kaç
gündür dikkatimi çekti traştan bahsediyorsun, olacaksan ol, ne vurgulayıp
duruyorsun.
—
Yok be hatun, sen de, hemen nem kapıyorsun. Akşam yattılar, sabah kahvaltıda
Mahmut bey yine:
—
Kalkıp traş olayım, off, neyse akşama olurum. Amaaan be, ben sakal bıraktım,
nedir bu nefisten çektiğim. Çakmayasınız diye, sanki hep benim sakalıma
bakıyormuşsunuz gibi bir hisse kapılıyordum, onun için traş olayım deyip
duruyordum.
Derin
bir ohhh çektikten sonra:
—
Off be, rahatladım, dedi. Hep birden gülüştüler.
Diğer
tarafta, Orhan akşam eve gelirken, hoşlandığı balıktan alıp gelmişti. Her zaman
olduğu gibi, karısıyla birlikte balığı hazırlayıp, yediler. Kızlarıyla oynadılar,
Vildan'ı yatırıp, kendileri de yatmak için yatak odasına geçtiler. Gece saat
iki sularında, Selma müthiş bir terlemeyle uyandı. Orhan'ı uyandırdı, hemen
ambulans çağırıp hastahaneye gittiler, doktor ameliyathaneden çıkarken,
Orhan'a:
—
Maalesef, üzgünüm, geç kaldık, deyip gitti. Orhan neye uğradığını bilemezken,
başında iki tane polis beliriverdi.
—
Bizimle karakola kadar geleceksiniz.
—
Neden? Bırakınız, benim cenazem var, beni biriyle mi karıştırıyorsunuz?
—
Hayır, Orhan değil misiniz?
—
Evet, ama ben bir suç işlemedim ki.
—
Karınızın ani ölümünden şüphelendik, otopsi yapılana kadar nezarette
kalacaksınız.
—
Evde kızımı uyurken bırakıp geldim, bu kadar vicdansız olamazsınız?
—
Daha fazla konuşursanız aleyhinizde olur.
Orhan
telefon edip teyzesine Vildan'ın yanına gitmesini söyledi. Selma, morga
götürülürken, kendisi de nezarete götürülüyordu. Orhan karakolda başını duvarlara
vurup: “Bu kadar zalimlik olmaz, nedir bu başıma gelen? Zalimleeer bırakın
beni” diye feryat ediyordu.
Sabah,
nezarete gelen polis memuru, Orhan'a hitaben:
—
Gözünüz aydın, temize çıktınız, karınızın karaciğerinde kis patlamış, ölüm
nedeni kistin patlaması. Hadi güle güle, gözünüz aydın olsun.
Orhan
şok olmuştu, feryat etti:
—
Zalimleeer, bu kadar hissiyatsız olamazsınız, kızım annesiz, ben kansız
kaldım. Bana gelmiş gözünüz aydın diyorsunuz. Nasıl bu kadar zalim obilirsiniz,
insanlık bu mu?
Selma
gençliğine güvenerek alnını secdeye koymamış, ihtiyarlayınca ibadet etme umudu
ile ihtiyarlamadan bu dünyadan göç etmişti. Acaba kabre gelen sorgu meleklerine,
“Rabbin kim?” diye sorduklannda,
—
Rabbim gençliğim mi? diyecekti.
Öyle
ya, insan dünyada iken neyi Rabb ilah edinirse, kabirde onu ikrar edecekti.
Evet Selma'ya hiç ummadığı bir zamanda davetsiz bir misafir gelmişti, Azrail.
Ertesi
gün Selma, öğle namazını müteakiben kasabanın mezarlığına defnedildi.
Selma'nın sevenleri, mezarının üstüne ölüm çiçekleri saçarak ayrıldılar. Selma,
ölüm çiçekleri gibi çoktan solmaya başlamıştı. Acaba Sevim’le yaptığı
münakaşaları sorgu melekleri ile de yapabiliyor muydu?
Orhan'ın
dünyası kararmıştı, inanmıyordu, inanmak istemiyordu. Ama gerçek değişmezdi ki…
Kafirler de ahirete inanmıyorlar, ama ahiretin var olduğu gerçeği değişmiyordu
ki... Fakaaaaaaat, ibret almak mı? Kalbin mühürlü olmaması lazım.
Vildan,
o küçücük kalbiyle öksüzlüğünü anlamış, evvelce annesinin iki ayağını bir pabuca
sokarken, şimdi durgunlaşmıştı. Her kapı açıldığında adetâ annem gelecekmiş
gibi kapıya çakılıp kalıyordu.
Sevim,
olayı duyduğunda ablasının ölümünden çok, hakkıyla iman etmeden göç ettiğine
üzülmüştü. Kendi kendine mırıldandı:
“Ahh,
ne olur şu müslüman geçinenler ve müslü-manlar, Allah'ın emirlerin tutup, teslim
olup ve Allah'ın emirlerini duyduklarında ama şu, ama bu nasıl olur vs. gibi
itirazları bırakıp, sadece “SEMİ’NA VE ETA'NA” diyebilseler. Yani; Allah'ım,
biz sen'in emir ve yasaklarını duyduk ve hemen itaat ettik. İşte o gün güneş
doğacak ve zafer inananların olacaktır. Zira, o davetsiz misafir, herkesi bir
gün ziyarete gelecektir.