Yüreğimin Dili Olsaydı

“Roman”

BEKA YAYINLARI :  80

Roman Serisi :  47

 

Yüreğimin Dili Olsaydı

Dilek Buğra 

1.      Basım, Mart 2003

 

Yayına Hazırlayan

Osman Arpaçukuru

 

Kapak Tasarım

Ferhat Çınar

 

Baskı ve Cilt

Bayrak Matbaası


 

Dilek Buğra

 

Yüreğimin Dili Olsaydı

“Roman”

  

BEKA YAYINLARI

Çatalçeşme Sok. Üretmen Han No: 18

Tel.&Faks: 0212 512 51 66 - 512 45 43

Cağaloğlu – İstanbul


 

Dilek Buğra…

1980 Bitlis / Güroymak doğumlu.

On yedi yıldır Aydın’da ikamet etmekte.

İlkokul mezunu.

Memur bir ailenin kızı.

Kültürün değerli  bir hazine olduğunu  fark ettiği zaman onun için önemli olan kendini yetiştirmekti.

Bilgi, okuma ve paylaşma isteği onu zamanla bu kitabı yazmaya yöneltti.

Umut onun için hiçbir zaman bitmedi.


Merhaba…

Bu kitabın çorak toprağın hafif nemli görüntüsünü yakalamış olduğu inancındayım. Çorak toprağı neme döndürdüğüme göre, nemli toprağı da sulak bir görü­nüme çevirebilirim. Çünkü azmi kendine uğrak edinmiş her yürek, sonucunu da büyük bir başarıya çevirebilir. İnanç ve güvenle başımı kaldırıp, sulak toprağın bağrın­daki muhteşem nesnelere bakabileceğime inanıyorum.

On dokuz yaşındaydım ve idealist düşüncelerim için bir öğreticiye ihtiyacım vardı. Birkaç dershane kapı­sını tıklattıktan sonra; umutlarım tamamen suya düş­mekte olduğu  ihtimalini  kafama taktım. Böylelikle be­nim için idealist düşünceler ölmüş, yerine “boş ver” kelimesi yerleşmişti. Aradan iki ay geçti, yitirilmeye yüz tutmuş  umutlarım yeniden kürek çekmeye zorladı beni. Çalıştı­ğım iş hanında dershane açıldı. İçimdeki filiz bü­yümek için ısrarla su istedi. Ben de son bir kez şansımı dene­dim. Dershaneye başvurmakla hayata küsmüş ide­alle­rim yeniden alevlendi. Tanışmış olduğum öğretmen son derece anlayışlı, kibar ve  mütevazıydı. Benim dü­şün­celerimi dinledikten sonra "hay hay" dedi ve böylece ikinci çalışmam olan sözleri kendisine verdim. Bana dedikleri "şüphesiz başarabilirsiniz, ama daha çok oku­mak ve daha çok okumakla." Bu komutu aldıktan sonra fazlasıyla okumaya zaman ayırdım.

Baba şefkatiyle kucak açmış  babacan adama karşı içim saygı ve sevgiyle doldu. Babacan kişiliğine  karşı  duyduğum değer günden güne büyüdü. Çünkü o, eği­tim görmüş veya görmemişi birbirinden ayırmadan, bilgiye istekli beyinleri küçümsemeden aynı değerleri göstermişti.

Biçare kalmış ben, yol göstericiyi bulma sevinci ile daha bir  şevkle doldum. Bu iyilik serveri, hoşgörü sem­bolü babacan öğreticiden fazlasıyla memnun kaldım. Kitabımın bitmesine, en güzele ulaşmasına yardımların­dan, değerli nasihatlerinden büyük pay alarak yoluma daha bir güven ile  devam ettim. 

Hani derler ya her şey karşılıklı  menfaate bağlıdır diye, bana bu düşünceyle yaklaşmayan, kitabımın oluşmasında vesile olmuş değerli insanlar; sayın Suat Subaşı Av. Öğr. Yaşar Akyol, Hakan Sarayköylüoğlu, Nurhayat Sağıt ve Sevgül Üzümcüye teşekkürlerimi su­narım. Hak ve değer ne güzel, tabiî sonsuz olan ger­çek değerler ve dürüst haklar...

Ã

 

Kitabıma hi­tap…

Seni arıyordu yüreğim;  ulaşılması  zor  bir olguyla,  cahilliği yok bilircesine, monoton olan yaşantımı varlı­ğınla seraba çevirmenin özlemiyle ve sen bir Pazar günü ansızın mutluluk bilmez yüreğimi kendine uğrak edinerek, canımın canı gibi ruhumda  ki tüm kasveti yıkarak ve bilgisizlikle küflenmiş yüreğime varlığınla güçlü bir kültür yolu  açarak,  biliyordum bir gün gele­cektin,  çünkü  ruhumun en işlek odağında çağrışımlar yaratıyordun ve geldin, beynimin dostu, bana dünyanın en güzel hediyesi olarak, sen benim için toprağa yeni ekilmiş  bir tohumun gelişip serpilmesinin ilk adımı gibi­sin. Bir idealin zorlu başarısının kanıtı, bir karakterin daha güzel oluşunun vesilesisin, cahil sonrası  benliğime  yapılan ispatsın, benim için dar zamanın olgunlaştırdığı  değerler  üstü bir hazinesin... 

Bir çile olgusudur yaşadığım, bir günah, bir vic­dan  azabı,  bir sevda, bir baş koyuş, bir yılgınlık, bir azim, bir sabır, bir hançer yarası, gönlümden biçilmez bir yara ve sen, sen bana sunulan mutluluk, gönlüme hakim bir güzelliksin, seni bana sunan Yüce yara son­suz şükürler olsun .

O’nun yaşamı sevgi sömürüsüyle birleşmiş, yalnız­lıkla süre gidiyordu. Olmadık yerde, olmadık bir za­manda yüreği,  “sevda” tanımıştı. Gönül çölüne ektiği dikensiz gül, diken vermeye başlamıştı. Sonu nereye varacağı belli olmayan  gülün dikeni yaralar vermeye başlamıştı...

Ü

 

şüyordu. Bu yüreğinin üşümesiydi. Çocukluğun­dan beri yalnız kalmışlığın, sevgisizliğin üşümesi... Baba­sına sarı­lamamanın, annesinin doyumsuz sıcaklığını hissede­memenin, dost ve akrabalarıyla görüşememenin sıkın­tısı...

Masada oturmuş, defteri önünde, kalemi sımsıkı tutmuş. Sanki elinden alacaklarmış gibi... Anlamsız bir şeyler yazıyor. Hüzünlü bir görüntüsü var.

Dağınık sarı saçları omuzlarından dökülmüş. Üs­tünde  pamuklu lacivert eşofmanları var. Saçları gibi  odası da dağınık. Oysa o dağınıklığı sevmez. Üstünde bir dinginlik, monotonluk, ara sıra hüznünden yüreği sıkışıyor, ama aldırmıyor. Odasındaki kitaplığı, gardırop, çalışma masası, yatağı, papatyalı perdeleri bile onun acısına, hüznüne eşlik eder gibi...

Bir ara mavi gözlerini defterden ayırıp çevresine ba­kıyor. Evren sanki onunla, fakat o yapayalnız...

Bu duygularla daha bir hüzünleniyor. Ölümü düşü­nüyor ve annesinin acılarla gitmesine karşı isyanı daha bir yoğunlaşıyor. Annesizliği, sevgisizliği bir türlü kabul­lene-miyor...

Saatlerce yazıyor. Sonra kalemi elinden düşüyor. “Yeter, yoruldum!” der gibi. Salona iniyor, ne Ayşe’sini görebiliyor ne de babasını... “Herhalde ikisi de odala­rındadır,” diye düşünüyor. Kendisini koltuğa atıyor. Hemen yanıbaşında bulunan sehpaya uzanıyor ve  seh­panın üzerindeki telefonu alıyor. Dizinin üstüne koyu­yor, can dostunun telefon numaralarına basıyor.

Telefonun uzun uzun çalmasından sonra cevap ge­liyor:

- Alo!

- İyi akşamlar! Ben Münteha.

Karşıdaki ses, bitkin ve konuşmaya isteksiz...

- Ne istiyorsun?

-  İyi olmanı istiyorum.

- Ben iyiyim.

- Sesin hiç iyi gelmiyor.

- Lütfen beni rahat bırak. Kendimleyim. Beni bir Allah bir de ben bilirim. Vicdanım amansız bir acı ile sızlıyor; bunu ne sen, ne de bir başkası anlayabilir. 

- Bana kalbinin yollarını açarsan belki seni  senden daha iyi anlayabilirim.                                    

- Hayır sevgili arkadaşım. Beni anlamanı istemiyo-rum. Bundan sonra da beni ne ara ne de sor!

- Ama Sevda!.. Kaç yıllık dostluğumuzu böyle bir­denbire bozamazsın. Bunlar telefonla konuşulacak ko­nular değil. Ya sen gel, ya da ben geleyim. O zaman oturur sakince konuşuruz.  İstersen yine o çay bahçesine gideriz.

Sevda, Münteha’nın cevap vermesini beklemeden telefonu kapattı. Kendini çok hâlsiz hissetti ve yatak odasına geçti. Karyolasına sırt üstü uzandı. Bir aydır nişanlısı onu ne arıyor, ne soruyordu. Güzel fiziği şimdi çok biçimsizdi. Elâ gözleri iyice ufalmış, uzun sırma saç­ları dökülmeye başlamış, esmer teni daha bir koyulaş­mıştı. Geçen bir ay onun ruhen ve fiziken ne kadar çöktüğünün göstergesiydi. Kimsesi yoktu, yalnızdı.

Can dostu Münteha ile iki haftadır görüşmüyordu. Acı çekiyor, fakat derdini kimseye açamıyordu. Belki annesi yada babası yanında olsa, kendini böylesi bir  acının ellerine bırakmazdı. O bebekliğinden beri kimse­siz ve yetimdi.

Bu düşüncelerden sıyrılarak geçmişine döndü.

O zamanlar on altı yaşındaydı. Aile sahibi olma öz­lemiyle yanıp tutuşuyordu. Hatta bir ara öz ailesini bulma sevincini bile yaşamıştı. Daha sonra bunun bir yalan olduğunu öğrendi. O aldatmadan sonra da bir daha ailesini aramama kararı aldı. Kendisini “iyi bir hayat kurmalıyım” düşüncesiyle oyaladı. Aradan aylar, yıllar geçti. Sevda, sunulan yardımlar karşısında kendini en iyi  şekilde donatmak için derslerine çok çalıştı ve idealindeki edebiyat öğretmenliğini kazandı. Çok mutlu oldu. Çünkü, anne baba sevgisinden sonra en büyük özle­mine kavuşmuştu.

Üniversiteye gitmekle yepyeni bir dünyaya ilk adı­mını atarken mutlu ve kıvançlıydı. İlk yılı fena geçmedi. Yalnızca biraz parasızlık çekti. Kısa süre sonra sorununu gazeteye haber yazmakla çözdü. Okurken çalışmaya başladı. İkinci yılında çevresine karşı biraz açıldı. Arka­daşlar ediniyor, onlarla uzun sohbetler yapıyordu. İn­sanlarla iletişimi çok iyiye gidiyordu. Her zaman asık olan yüzü gülüyor, gözlerindeki ışıltı çevresindekileri büyülüyordu. Bu, onun çok mutlu oluşunun bir kanı­tıydı.

Geçmişinde yaşadığı acıları küflü sayfalara bırak­mıştı. Tamamen çürüyüp yok oluncaya kadar da onları hatırlamak istemiyordu.

Sevda okuldaki ikinci yılının son döneminde Mün­teha’yı tanıdı. Onunla arkadaşlığını pekiştirdi. Kısa sü­rede ona ısındı. Münteha da Sevda’nın hayatını iyice öğrendikten sonra arkadaşına kendi evinin kapısını sundu. Sevda arkadaşının inceliği karşısında, teklifini kabul etti ve evine taşındı. Bu duruma her iki tarafta çok sevindi.

Aradan günler, aylar geçti. Yaz tatiline girdiler. Münteha, Sevda’dan ayrılmak istemiyordu. Onu kendi memleketine götürmek için ısrar etti. Münteha babasın­dan izin aldıktan sonra  otobüs bileti aldı. Birlikte mem­leketinin yolunu  tuttular. O günden sonra Münteha Sevda’ya bir kardeş, bir dosttu. O da artık Varolların  bir üyesi sayılırdı.

Sevda, Varollar’da mutlu günler yaşadı. Fakat, bu mutluluk ona yetmedi. Bir gün kara gözlü, uzun yüzlü, esmer, sempatik bir delikanlıyı tanıyınca, hayatı farklı bir döneme girdi. Delikanlı, Sevda’nın kanına bir zehir gibi yerleşti ve ona kendini unutturdu.

Sevda, henüz aşkı tanımamış yüreğiyle kalbine yeni bir tat verme çabasıyla delikanlıya sarıldı. Ona her bakışı yüreğinden sarsıyor,  her sözü güven veriyordu.

Sevda, sevginin doyumsuz açlığına kapılmıştı.  Kendini zamanla aşkın büyüsüne bıraktı. Aşk, onu ne­reye sürmek isterse o oraya sürükleniyordu. Delikanlıya; kısa sürede bağlanışının yanlışlığını bile görmüyordu. Onu ya çok seviyordu, yada sevdiğini zannediyordu. Kısa sürede nişanlandı, o sıralarda da dört yıllık eğiti­mini de bitirmiş bulunuyordu. Münteha onu böyle mutlu görmeye doyamıyordu. Nişanlandıktan hemen sonra Varollardan taşındı ve yalnız oturmaya karar verdi. Sevda nişanlısıyla çok mutlu dönemler geçirdi. Ama daha sonra nişanlısı ailesiyle kavga etti ve ailesinin yanından ayrıldı. Bunu duyan Sevda ona kendi evinin  kapısını açtı. Aslında bu durumdan çok hoşnut değildi, ama çok sevdiği nişanlısına arkasını dönemezdi. Artık Sevda ve Onur aynı evde, ama ayrı odalarda kalıyor­lardı. Bu olaylardan Münteha’nın hiçbir haberi yoktu. Sevda arkadaşından gizli tutuyordu; çünkü bu durum­dan çok rahatsızlık duyuyordu. Nişanlısı  bu halinden çok memnun gözüküyor ve konuyu evden ayrılmaktan yana hiç açmıyordu. Sevda konuyu azıcık açamaya çalışsa o hemen onu susturmayı ustalıkla beceriyordu. Sevda nişanlısının ailesiyle görüştü, ama baba Nuh diyor peygamber demiyordu. Oğlunun saygısızlığını affedemiyor ve onunla barışmıyordu. Sevda nişanlısının babasından özür dilemesi gerektiğini ve babasının haklı olduğunu düşünüyordu. Her baba evladına kızar, tokat atar, ama sonra affeder, affetmeli. Nişanlısıysa babası­nın tokadını gururuna yediremiyor ve özür dilemeyi düşünmüyordu. Sevda aralarında kalmıştı. Bir süre sonra o da bu duruma alıştı. Artık ne delikanlı ne de Sevda ailelerinin sözünü dahi yapmıyordu. Aradan iki ay geçti. Evli  bir çift  gibi yaşamaya başladılar. Delikanlı bu hâlinden çok memnundu, Sevda mutlu yüzünün ardında hüzünlü bir yüz taşımaya başladı. Kendi değer­lerini yitirmişti, artık o geçmişindeki yaşantısının küflü sayfalarını çürümeye yüz tutmuş yerlerinden yavaş ya­vaş alıyordu. Bunu yaparken çoğu zaman bilinçsiz ve duygularına yenik düşerek yapıyordu. Delikanlı, Sevda üzerinde yaptığı her hareketini doğru, yargısız bulu­yordu; çünkü ona göre bunlar olağan şeylerdi ve nor­maldi. İki sevgilinin yaşamı bir yıl böyle sürdü ve bir gün delikanlı Almanya’ya gideceğini orada iş bulduktan sonra onu da yanına alacağını söyledi. Bunları duyan Sevda olduğu yerde şoke olmuş ve hiç bir sual ve ce­vapta bulunmadan o gece sabaha kadar kanepenin üzerinde başı elleri arasında kendini yargıladıkça yargı­lamıştı. Nişanlısı onun bu durumuna çok üzüldü. O gece düşünmesine izin verdi. Sabah, onunla konuştu ve git­mesi gerektiğini, üç yıldır bunu beklediğini,  ne olursa olsun dönüp onu da alacağını yemin ederek söyledi. Sevda ağzını hiç açmadı ve hiç bir eylemde bulunmadı, çünkü ne yaparsa yapsın nişanlısının gideceğini bili­yordu, çünkü bunu seziyordu. Bir hafta sonra Delikanlı işlemlerini tamamladı. Artık ayrılma zamanı gelmişti, ve gitti bir gözyaşı, bir yürek titremesi, bir güven bırakma­dan, arkasındaki sevgilinin acılarına hiç aldırmadan gitti.

Sevda, nişanlısı gittikten sonra gün be gün eridi. Ar­tık kimseyle görüşmüyor evden işe, işten eve dönü­yordu. Aldatılmayı gururuna yediremiyordu. Kendisini ona bir eş gibi sunmuştu, hem de içi kan ağlayarak yü­reği kendisine lânetler yağdırarak, ruhuna ihanet et­mişti. Yüreği vicdan azabıyla yanıyordu. Olanlara bir türlü inanmak istemiyor ve nişanlısının onu böyle yü­züstü bırakmasını affedemiyor, daha çok seviyordu. Bazen nişanlısını haklı buluyor, bazen de ne olursa ol­sun, beni bu şekilde bırakıp gitmemeliydi, diye düşünü­yordu. Bazen de, o sadece maddi durumunu kurmak için git­mek zorundaydı, diyordu. Sevda neyi düşünürse düşün­sün; yüreği yaptığı  hataları kendisine gösteriyor ve dü­şüncelerinin de ulaştığı noktada kendini yargıla­masına mani olamıyordu. Sevda geçmiş düşüncelerin­den sıy­rıldı yatağın üzerinde bilinçsiz bir şekilde saat­lerce uzanmaya devam etti. Başı şiddetli bir ağrıya tu­tuldu. Yatağından kalktı, sağ tarafında bulunan komo­dinin çekme-cesini açtı. Kalemini, üç aydan beri sıkıntıla­rını yazdığı defterini ve nişanlısının kendisine, korun­ması için verdiği çakısını çıkardı. Bir süre yazı yazdıktan sonra ebediyete uçmanın kararını aldı. Bu kararı alırken çok düşündü, belki nişanlısı kısa süre sonra döner ve kendi­sini affetmesi için elinden geleni yapardı. Ama hayır bu kararı almasının sebebi  delikanlının gidişi de­ğil; kendi değerlerini düşünmeden feda etmesiydi. O hataları nasıl yapmıştı bir türlü anlayamıyordu. Sanki onları yaparken kendinde değildi ve bir güç sürekli ona o hataları yap­ması için destek oluyordu. Dili tutuluyor, yüreği; suçlu­luk aynı zamanda da mutluluk duyuyordu. Kendi elle­riyle ne etmişti kendine...

- Bu vicdan azabıyla yaşayamam. Bu acı beni biti­rir, beni kendime daha da rezil eder. Bu dünyayı bırak­malı... Bırakmalı!

Sevda, delirmiş gibiydi. Durmadan son cümlesini tekrarlıyordu. Üç saat boyunca aynı kelimeleri sıraladı ve delikanlının hayalini boşluk da seyretti, oysa onu ne çok seviyordu.

Bunca çektiği acıya rağmen çoğu zaman Mün­teha’nın yanında olmasını istemişti, kendinden utandığı için bunu ona hiç söyleyemedi. Bu akşamda onu gör­meyi çok istemişti hatta Münteha telefonda görüşelim mi demesini kabul etmeyi bile aklından geçirmiş, ama hayır o güzel kızın dürüst arkadaşlığına layık değilim, diye reddetmişti. Sevda yatağın üzerinden kalktı ve mutfağa geçti. Çalan telefonun sesiyle  odasına geri döndü. Telefon ahizesini kaldırmakta tereddüt etti, ıs­rarla çalmaya devam ediyordu, açtı, alo, diyemedi. Ara­yan delikanlıydı.

- Alo Sevda, benim Onur lütfen konuş...

Sevda telefonu kapattı ve fişi çekti. Yatağının üze­rine oturdu, çakı hâlâ elindeydi, yüzü bembeyazdı du­dakları kurumuş, çatlaktı. Kaç gündür midesi su dan başka bir gıdayı kabul etmiyordu. Onur’un araması onu daha bir sarstı ve yine bu dünyayı bırakmalı... Bırak­malı, dedi elinde ki çakıya uzun süre baktı, öptü ve bile­ğine dayadı.

Rüzgârlı sonbahar ayının son günün sabahındaydı Münteha mışıl mışıl uyuyordu. Dadısının onu uyandır­masıyla uyandı, saatine baktı, düşüncesine ilk takılan Sevda oldu, o geceden beri hala onu düşünüyordu. Telefon açmalıydı, sonra vazgeçti. Kim bilir belki ger­çekten de Sevda’dan uzak kalması hem kendisi ve hem de arkadaşı için iyi olacaktı. Aslında içi rahat değildi, arkadaşı böyle istiyordu. İşine gitmek için  yavaş yavaş hazırlanmaya koyuldu. Önce lavaboya gitti, sonra gi­yindi. Dadısının hazırladığı kahvaltıya isteksizce oturdu, iki lokma yedikten sonra işine gitmek için her zaman ki gibi okul yolunu tuttu. Dışarıya çıkar çıkmaz soğuk ha­vanın temizliğini içine iyice çekti. Merdivenlerden iner­ken atkısıyla ağız ve burnunu örttü, saatine baktı, okula  varmak için yarım saati vardı. Sabah yürüyüşünü çok sevdiğinden, yavaş yavaş yürümeyi tercih etti. On beş dakikalık yolunu bilerek uzattı, çevresini izleyerek ağır adımlarla hareket etti. Hayatı, insanları, doğayı, hay­vanları kısaca evrendeki tüm canlı ve cansız varlıkları düşündü. Her şeyin bir yalandan ve anlamsız bir yaşan­tıdan ibaret olduğunu, kendi gerçeğinin de süreli ve Allah’ın koyduğu yasalar çerçevesinde kabul ettiğini düşündü; çünkü hiçbir şeyin kendiliğinden olamayaca­ğını, mutlaka yapılanın bir yapıcısı olduğunu, akıl sahibi her insanın, bu durumu kabul etme zorunluluğu taşıdı­ğını biliyordu. Bu düşüncelerle okulun bahçesine geldi­ğini fark etti. Tekrar saatine baktı, on dakikası daha vardı. Bahçede biraz oturmak istedi. Ruhunun ferahla­maya ihtiyacı vardı. Okulun bahçesindeki yeşillikleri izlemek ve kırmızı güllerin kokusunu içine iyice çekmek için bir bankta oturdu. Bahçeyi gözlemledi ve okula tek tek  gelen öğrencileri, öğretmen arkadaşlarını izledi. Gözleri tekrar  bahçedeki yeşilliklere kaydı. Bahçe ger­çekten de yeşilliğiyle göz kamaştırıyordu. Dünyada tüm insan gü­zelliklerinin bir yana, doğanın vermiş olduğu güzelliğin de bir yana konması gerektiğini, doğanın eşsiz güzelliği­nin, insanoğlunun anlık da olsa dertlerini unut­turdu­ğunu ve “ruhun sevdası acaba doğa mıdır?” Çünkü her şey dünyada eşli olarak yaratılmıştır.” diye bir söz aklına geldi. Münteha, bu olasılıklar üzerinde düşünürken top­lanma zili çaldı. Düşüncelerinden kop­mak istemeyerek “of!” Dedi ayağa kalktı. Kendi sırasına doğru yürüdü.

Saatler birbirini kovalarken sıkıntılarla ders vermeye çalışıyor, bir türlü konsantre olamıyordu.

Son ders saatindeydi. Dalgındı. Kendisine seslenen öğrencisinin sesiyle irkildi:     

- Hocam!

Münteha, sesin geldiği tarafa baktı ve öğrenci­sine yanaşarak.

- Efendim.               

- Sizinle ders çıkışı görüşebilir miyiz?

- Tabiî, neden olmasın, dedi. Bir süre sonra zil çaldı, okulun üst katında bulunan kantine geçtiler.   Oturduk­ları pencere kenarından sessizce dağları izledi­ler. Bir müddet dağların heybetli görüntüsüne daldılar. Dağlar;  öğrenciye ürperti, öğretmene ise; büyük bir ihtişam gö­rünümü veriyordu. Kimbilir bu dağlar kaç yüzyıldır yaşı­yordu ve kaç nesle hayat, ölüm sunmuştu. Her nesne kendi içinde bir giz sakladığına göre, belki dağlarda da insanoğlunun çözemediği gizler vardır. Dağlarda da yaşam var. Hem de bu yaşam, insanoğlu­nun yaşantı­sından çokta uzak bir yaşam değil. Dünya kelime itiba­riyle bir bütündür, aslında dünya parçalara bölünmüş dünyalardır. Dağlar, denizler ve toprak; bu kavramlar üçüz oğlanlar gibidir, üçünün de buluştuğu nokta; içle­rinde canlıları barındırmaları ve tek bir ana rahminden gelmeleridir. 

Münteha, dağlarla olan düşüncesini yarım bıraktı:

- Evet, şimdi konuş bakalım, seni dinliyorum, dedi.

Öğrencisi söze nasıl başlayacağını bilemiyordu. Çe­kingen ses tonuyla:

- Hocam, sizinle çok iyi bir tanışıklığımız ve çok uzun geçmişim olmasa da; geçen süre zarfında sizi az da olsa tanımam yeterli olmuştur diye düşünüyorum. Sizi  gözlemek haddim değil, Size her baktığımda, güzel yü­zünüzün çevreye mutsuz bakışlar yansıtması, beni hü­zünlendiriyor. Ben okulda hemen hemen yarım  gü­nümü geçiriyorum, siz benim için bir anne ve abla  de­ğerindesiniz. Her şeyden önce hepimiz insanız ve birbi­rimizin derdini paylaşmalıyız. Siz eğer beni mazur  göre­cekseniz, sizi dinlemeye hazırım.

Münteha  bunu beklememenin şaşkınlığıyla:

- Beni mutlu ettin. Hüzünlü görünmeme gelince   her insanın kendince sorunları var. Belki ben de sıkıntı­ları olanlar arasındayımdır.

- Hocam, ben, sizin  iyi olmanızı istediğim için...

- Evet, seni anlıyorum, teşekkür ederim. Ama ben böyle bir konuda  konuşmak ve seni de üzmek istemem. Şimdi bunları bırakalım. Ne içersin?

-  Nescafe olabilir,

 Öğrencisi yaptığının hata olduğunu anladı ve öğ­retmeninin ısmarladığı kahveyi, yüzü kızararak içmeye çalıştı. Aslında öğretmen, öğrencisinin bu tutumunu beğenmişti, ama yaşamına dair olguları anlatmaktan yana değildi. Özellik taşımayı çok seviyordu.

Karşısında mahzun bir edayla oturan öğrencisini süzdü, bakışlarını  ondan ayırmak istemiyordu, çünkü onun yeşil gözlerinin içine bakmak ve içten bir gülüm­semeyle, ben mutluyum, demek istiyordu. Öğrencinin kendisine bakmaması  dolayısıyla, elleriyle yere bakan yüzü kaldırdı ve bir çok insandan daha mutluyum, beni düşünme ve kendini üzme. Bu sözler karşısında öğrenci öğretmeninin yüzüne baktı ve ona içtenlikle gülümsedi. Münteha’nın içi rahatlamıştı. Artık gidebilirdi.

Öğretmeninin ardından yalnız kalan öğrenci; elle­rini çenesine dayayarak dağların göz alıcı görünümünü seyre daldı; ta ki amcası gelip; “Murat!” diye seslenin­ceye kadar.

Murat; on altı yaşında ve tekerlekli sandalyeye bağlı olarak yaşıyor. Kumral, yeşil parlak gözleri, üstün  bir zekası var. Yaşı ufak; ama olduğundan olgun gösteriyor. Zekasını ise  okuduğu kitaplardan alıyor. Her şeyi aldığı eğitime borçlu. Bu eğitimi de amcasından alıyordu; çünkü amcası her vakit boşluğunda yeğeninin bilgi dolu olması için elinden geleni yapıyordu.

Münteha, öğrencisine  vermiş olduğu cevaptan do­layı üzgün  hâlde  evine yol alırken  karşıdan gelen kişiyi fark etmedi çarpıştılar.

Münteha:

- Çok affedersiniz!                                              

- Estağfurullah, lütfen kusuruma bakmayın.

Münteha, hafif gülümseme ile oradan uzaklaştı. Çarpışmış olduğu Bey’in hayali gözünün önünden gitmiyor, ruhunu ansızın vuran, volkan misali içini hoş  eden, yüzü bir daha anımsamak, bir daha anımsamak istiyordu. Bu olamazdı, şimdiye kadar karşı cinse her­hangi bir ilgi duymamıştı; şimdi deli yel gibi yüreğini delip geçen güzel yüzü unutamıyor ve uzaktan uzağa ruhunu gizemli bir sezgi kaplıyordu. O yüz, o ses ne nurlu,  ne  esrarengiz , bizim gibi insan, ama sanki bam­başka bir dünyada yaşamış bizim dünyaya yanlışlıkla düşmüş gibi. Ruhu heyecanlıydı, yolda yürüdüğünü bile unutmuştu. Bu düşüncelerle evine yaklaşmıştı. O bunu hâlâ fark etmemişti ve kapının sol tarafında bulunan palmiye  ağacının dalları gözlerine batacaktı. Son anda elleriyle dalı tuttu ve dış kapıyı açmasıyla dadısı da evin kapısında belirdi.

- Hoş geldin kızım!

- Hoş bulduk Ayşe’m.

- Moralin bozuk galiba, hasta mısın?

- Hayır Ayşe’m. Sadece biraz yorgunum. Odama çıkacağım.

Odasına gelir gelmez üzerini değiştirdi ve çalışma masasına geçti. Ellerini çenesine dayayarak ruhunu ısı­tan yüzün hayalini bir daha anımsamak istedi, sonra saçmaladığını düşündü. Yarım dakika gördüğü bir in­sanı böyle düşünmek; kendini basit hissetti. Nasıl ol­muştu da yarım saatini hiç tanımadığı bir insan üze­rinde yoğunlaştırıp harcamıştı. Düşündükçe buna inan­mak istemedi ve kendine için için kızdı. Oysa o bugüne değin kendisine yoğun bir şekilde gelen evlilik, arkadaş­lık  tekliflerini hiç düşünmeden reddetmişti. Şimdiyse otuz saniye süren bir bakışı abartıyor, kendini kaptırı­yordu. Bu düşüncelerinden sıyrıldı, yalnızlığına döndü. Yalnızlık onu yiyip bitiriyordu. Acıları günden güne büyüyor, yüreğinde kocaman bir dağ oluşuyor gibiydi. Bir de can arkadaşının böyle sebepsiz davranışları onu bütünüyle kahrediyordu. İki arkadaşın yaşamı hemen hemen aynı noktada birleşiyordu. Münteha da yalnız yaşamıştı ço­cukluğundan beri. Belki de yüreği  yalnızlığa alıştığı için öyle yapıyordu. Hayat onun için çekilmez bir ızdıraptı. Yoğun yaşadığı kavram yalnızlıktı, çareler aramak istiyor. Ama yüreği bir direnişe kapı açmak istemiyordu.

Dikkati birdenbire dağıldı ve o güzel  yüzün, keskin edepli bakışlarını hatırladı. Kalbi hızlı hızlı çarpmaya başladı. “Aman Allah’ım! yoksa aşk dedikleri bu mu? Hayır hayır böyle bir şey olamaz, olmamalı. İyi de ilk defa karşılaştığım bu insan kim olabilir. Okulun bahçe­sinde çarpıştığıma göre o kişi okula gelmiştir. Demek ki onu her zaman görebilirim. Başını ellerinin arasına aldı. Bu düşüncelerden kurtulmak istedi.

Dadısı  kapısını açtı çeri girdi. Ona yemeğin  hazır olduğunu, Hikmet Bey’le kendisini beklediklerini bil­dirdi.

- Ayşe’m, ben kaçtan beri buradayım?

- Saat ikiden beri.

- Bu olamaz şimdi saat sekiz mi?

- Evet, ne oldu? Ben senin uyumuş olacağını dü­şündüğüm için hiç yanına çıkmadım.

- Bir şey olmadı, sadece zamanımı boş şeylerle har­camışım da fark etmemişim. İstersen babamı bekletme­den aşağıya inelim.

 Dadısı yüzünün hatlarını çirkinleştirerek:

- Hadi inelim,dedi

- Münteha dadısına sarılarak salona yemeğe indi.

- Dadısı aşağı iner inmez masada su sürahisini gö­remedi, mutfağa su almaya gitti. Dadı, ilerlemiş yaşıyla şişman bedeniyle ağır hareket ediyordu. Münteha  tuz getirmesini de rica etti. Elinde su ve tuzla  salona girer­ken Münteha onun kısa şişman boyuna ve beyaz  tom­bul yüzüne bakarak içinden, ne kadar şirin ve ne kadar iyi bu güne kadar beni yalnız bırakmayan fedakâr bir dadı, şanslı olduğunu düşündü. “Ya dadım yanımda olmasaydı o zaman ne yapardım.” Benim için bir anne değerinde. Kızı ve akrabası olmadığım halde bana ola­ğanüstü iyi davranıyor ne kadar sadık, bu yaşıma  kadar benimle hiç sıkılmadan yaşadı. Beni de her  kötülüğe karşı korudu. Münteha, hem düşünüyor hem de taba­ğındaki sebzeli mercimek çorbayı kaşıklıyordu. Sonra karşısında oturan babasına baktı. Birden iştahı kesildi. Bir süre babasına baktı. Dadısı olayı fark etti ve onu dürttü. Münteha, başını önüne eğdi. Bakışlarını baba­sından ayırdı, ama düşünceleri babasıyla yoğundu. Onu bir türlü anlayamıyordu. Midesi kabul etmeyerek diğer tabaktaki balık ve salatadan biraz yedi sonra:

- Size afiyet olsun. Benim başım ağrıyor, odama çı­kacağım, dedi.

Dadısı:

-    Kızım, bir şey yemedin tabağındakiler  duru­yor.

Münteha:

- Lütfen Ayşe’m ısrar etme.

Babasına baktı, sanki onu hiç duymamıştı. Yüzünü çevirdi ve odasına çıktı. Yarınki ders programını ayarla­dıktan sonra, radyoyu kısık bir sesle açtı. Perdeyi arala­yıp dışarıya baktı. Sonra  balkon kapısını açarak içerisini havalandırdı. Kalorifere baktı az bir ısısı kalmıştı. Kapıyı kapattı, Aklına Sevda geldi, acaba ne yapıyordu. Şu an yanında olsaydı ne iyi olurdu. Olanları bir türlü anlayamıyordu. Sevda’nın  nişanlısından da hiç bir ha­ber  yoktu. Ne yapacağını bilemiyordu. Bu düşünceler­den kurtulmak için, eline bir kitap aldı, okumaya çalıştı. Nafile, yoğunlaşmış düşünceler  dışarıdan gelen verilere kapalıydı. Gece lâmbasını kapatarak müzikle uyudu. Sabah uyanır uyanmaz kendini kahvaltıda buldu. Ba­bası sofrada yoktu. Sormayı gerekli bulmadı. Kahvaltı­sını yaptı odasına çıkarken zil çaldı geri döndü ve kapıyı açtı.

- Sabah sabah neredesin baba?

- Anneni ziyaret ettim; ne zamandır  gitmiyordum. Hem saat on ikiyi gösteriyor. Yoksa sen yeni mi? uyan­dın?

- Evet bende kendime şaşırdım. Nasıl bu kadar uyumuşum. Haber verseydin ben de gelirdim.

- Yanlış anlama kızım, anneni yalnız ziyaret etmek istedim. Sen yarın dadınla gidersin.

- Tamam baba yine de teşekkür ederim, bu açıkla­mayı yaptığın için, yalnız üç yıldır seninle annemi ziya­rete gitmedik.

- Olur mu kızım, üç yıl olmamıştır?

- Evet baba, tam üç yıl oldu

- O zaman yarın beraber gideriz  tamam mi?

- Tamam

- Ayşe’n nerede ?

- Yemek yapıyor. 

- İyi, ben duş alacağım.

Babasının merdivenden yukarıya çıkışını izledi ve:

Annemin acısını biraz olsa unutabilseydin. Hepimiz ne kadar mutlu olurduk.

Mutfaktan dadısının “baban mı geldi?” sorusuyla yanına geçti.

- Evet Ayşe’m geldim.

- Nasıl görünüyor?

- Her zaman ki gibi çok hüzünlü...

- Kendisini harap ediyor. Böyle bir sevgi ile ilk kar­şılaşıyorum.

Münteha karşılık vermeden dadısını seyrediyordu.

Dadısı, devam etti.

- Sevgi kadar güçlü bir şey var mı? Yalnızlık kadar da acı bir şey yok dünyada...

- Evet çok doğru söylüyorsun; yalnızlık kadar acı bir şey yok.

Münteha duygulandı. Dadısının yanından  ayrıl­ma­lıydı; çünkü daha fazla kalırsa ağlayacaktı. Buna mü­saade etmedi. Odasına çıktı.

Münteha’nın gittiğinden habersiz olan  dadı.

- Yaşam böyle ne yapalım acı denen kelime biz in­sanların  boynunun bir kenarına yapışmış, onu sökmek boynumuzu bedenimizden ayırmak demektir. Bunun sonucunda da ölüm olacağı için çaresiz ona boyun eğ­mek zorundayız. Akşam yemeği için salatayı da sen yap,  Münteha! Dönüp arkasına baktı. Hay Allah ne zaman gitti bu kız.

O şimdi odasındaydı boğazında hıçkırıklar düğüm­lenmişti. Sanki ruhunu sıkıyorlardı. Hıçkıra hıçkıra ağ­lamak istiyordu. Sessizce gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Bugün öğrendiklerinden dolayı çok hüzün­lüydü.

Aşırı derecede canı sıkılıyordu, kendini bu sefer acı­nın eline bırakmak istemedi. Kalktı, bahçeye çıktı; ha­vaların soğuk olmasından dolayı bahçedeki yeşillikle­rin bazıları kurumuş bazıları da solgun bir görünümdey­diler. Bahçe kendisine keyif vermeyince  biraz yürüdü, güneş batmıştı. Minarelerden akşam ezanı okunuyordu. Mün­teha, mahallenin sokaklarında yalnız dolaştı. Etrafta bir o, bir de kuşlar vardı. Özgürce ve umarsızca  yürüdü. Yüreğinde ki tüm sorunları boşaltmış doğanın ferahlatıcı varlığıyla doldurmuştu. Her şeye rağmen o, şimdi mut­luydu eve dönmek istemiyordu. Dört duvarın arasına neden insanlar kendilerini kilitlemişlerdi ki  sanki... Oysa bu eşsiz evren bırakılıp  taşların arasında  yaşanır mı?  İnsanlar hep yanlış yapıyor diye düşündü. Evinden ba­yağı uzaklaşmıştı. Akşam üstü karanlığında  semtine bir daha göz alıcı bakışlarla baktı. Gerçekten de oturdukları semt göz alıcıydı. Şehrin en lüks semtlerindendi. Fazla büyük olmasa da bu semtin adını duymayan yoktu. Yeşillikle dolu olması, buranın adının anılmasına ye­terdi. Karanlık iyice basıncaya kadar dolaştı. Sonra eve döndü. Dadısı sofrayı hazırlamış, Hikmet Bey ile sa­londa televizyon izliyor-lardı. Münteha içeri girer girmez selam verdi, kendilerini beklettiği için özür diledi. Akşam yemeği sonrası Hikmet Bey odasına geçti. Ayşe Hanım iyice yaşlandığından dolayı oturmuş olduğu kanepede  uyuyakalmıştı.  Münteha dadısının üstünü battaniye ile örttükten sonra kendi odasına geçti. Düşüncelerinde  hala babası vardı. Oysa ne eziyetler vermişti babasına, bencilce davranmıştı. Hep bana hep benim demişti. Aklı on yıl öncesine gitti. Bir Pazar günüydü ve Münteha babasının odasına girerken kapıyı çalmamıştı. Babasını o an  annesinin  fotoğrafını yüreğine  bastırmış  hüngür hüngür ağlarken görmüştü. Münteha o an hiçbir şey anlayamamıştı. Şimdi her şeyi çok iyi anlıyordu. Babası dünyanın en sadık insanıydı.

Zaman onun için yine hüsranla  gidiyordu. Aslında o uzanıp zamanı durdurmak ve mutluluk kapısını çalın­caya kadar onu bırakmadan beklemek istiyordu. Onun böyle bir seçeneği yoktu ve zaman hiç bir güzel insan için böyle bir olguyu kabul etmez. Her nesne kendi ya­ratılış kurallarına uymak zorundadır. Zaman kavramı ona çok acı veriyordu. Çünkü zaman sabır demekti. Acılara boyun eğmekti.

Ayşe Hanım, erkenden uyandı ve kahvaltıyı hazır­ladıktan sonra Münteha’nın odasına çıktı.

- Kızım uyanmalısın, biliyorsun bugün anneni ziya­ret edeceğiz.

- Evet Ayşe’m uyanıyorum, babam uyandı mı?

- Uyandı.

- Kızııım!

- Neden bana öyle bakıyorsun?

- Sana her baktığımda, annenin güzelliğini hatırlıyo-rum; sarı saçların siyah olsaydı annenin bir kopyası olurdun.

- Teşekkür ederim Ayşe’m. Bana ilk defa “güzelsin,” dediğinin farkında mısın?

- Sana sözlü olarak söylemedim, bakışlarımla fark ettirmeye çalıştım.

- Bazen seni anlamıyorum. Neyse kahvaltı hazırsa aşağıya inelim.

Dadısı omuz silkerek, “hazır Hanımefendi.” dedi.

Kahvaltı yapıldı; hemen ardından evin işlerini to­parladılar ve yola koyuldular. Yol boyunca hiçbir ko­nuşma olmadı. Zaten Hikmet Bey’in ciddiyeti,  ortamın gergin oluşuna yeterdi. Nihayet iki saatlik yol, kısa sü­rede bitti. Araba uygun bir yere park edildikten sonra, mezarlığın kapısından içeriye girildi.  Münteha’nın içi ürperdi; mezarlığa her gelişinde gözünün görmek iste­mediği, yüreğinin gördüğü  mezar taşındaki söz onu meşgul ediyordu. "Dünya bir gün bize haydi dışarı diye­cek. O bizi dışarıya  koymadan, biz onun aşkından vaz­geçelim"

Bu söz, Münteha’nın beyninde uçurumlar açı­yordu.

- Ayşe’m!

- Efendim kızım.

- Çok korkutuyor beni bu mezarlıklar, bir gün he­pimiz  şu toprağın altına gireceğiz belki dar, karanlık  ve kötü olacak. Biz insanlar çok çaresiz ve aciziz.

- Evet, ölüm biz insanlar için büyük bir sabır. Ölümden hem korkulmalı hem de mutlu olunmalı. As­lında ölüm bir  tutkudur, gerçeklere varma olgusudur. Güneşsiz bir dünya nasıl tatsızsa, ölümsüz bir insan da ölüm gerçeği ile mutludur. Ama bunu o bilmez. Bu rea­lite insan yaşamının anasıdır. Ölüm ne kadar itici  gelirse gelsin, gerçekler tercihimdir. Şuna da inanıyorum ki yaratıcı bütün varlıklar için adil ve merhametlidir. O yüzden ölüm den korkmamamız gerekiyor.

- Ne bilgince konuştun Ayşe’m. Senin böyle güzel konuşmaların da mı vardı?

- Unutma ki bilgi beyindedir ve yeri geldiği zaman su gibi şırıl şırıl akar ve  insanı yeşertir.

Münteha işi espriye  dökerek:

- Vay canına konuşmaya bak, bunlar sende mi  giz­liydi?Dadısı ciddiyetle tabii dercesine başını salladı.

Konuşmalara katılmayan Hikmet Bey,  yüreğinin daraldığını hissetti. Sanki Neslin’i onu bekliyordu. He­yecanlandı. Bunun gerçek olduğunu tahayyül etti. O kadar dalmıştı ki kızının sesini bile duymuyordu. Mün­teha ısrarla ikinci bir tekrarda bulundu.

- Baba, baba beni duymuyor musun?

- Duydum kızım, konuş.

- Baksana mezarlıktaki ağaçlar bile farklı.

- Nasıl yani?

- Sanki ölüler için sonsuz bir saygıya boyunlarını bükmüşler? Dimdik ayaktalar, yürekleri ise toprak al­tında yatan insanlarla birleşmiş gibi...

- Hikmet Bey kızına cevap vermeden mezarlığın sa­kin, haşmetli havasında ilerledi. Ayşe Hanım; şişman kısa boyuyla başını kaldırmış selvi ağaçlarının, uzunlu­ğuna bakıyordu. Selvi ağaçları mezarlığın bütününü kaplamıştı. İçeriye çok az güneş giriyordu. Sonra yaş­lanmış yüreğine bir hüzün çöktü. Bir gün gelecek o da böyle toprak altına yatacaktı. Onu da böyle ziyaret ede­ceklerdi. Yerinin güzelliği için başkaları da dua edecek­lerdi. Yolun sonuna geldiğini  biliyordu. Yüreği, mezarlı­ğın için de oturup  her  şeyin  en kudretlisine; ağlamak, yalvarışlar da bulunmak istedi. Bu yalvarma canını al­maması için değil, Rabbine yoğunlaşmış sevgisinden kaynaklanacaktı. Bunu yapmadı yüreğinin  yalvarışa aç ağzını kapattı ve duygularını yenmeyi başardı. Sevgiler göndermeyi ihmal etmedi. Yüreğinden sessizce yalvardı ve küçük ela gözlerinden gizlice nisan yağmuru gibi yu­muşak, sakin  gözyaşları aktı.

Hikmet Bey  önde, onun akabinde Münteha ve da­dısı konuşmadan yürümelerine devam ediyorlardı. Üçünün de yürekleri hüzünlüydü. Karmaşık  düşünce­lerle Neslin Hanımın mezarlığına gelmişlerdi. Ellerindeki çiçekleri özenle koydular. Hikmet Bey, sadece kırmızı bir gül getirmişti.

Birer Fatiha okudular, Ayşe Hanım, Yasin -i Şerif okumaya başlarken etrafı; dinlendirici, eşi benzeri olma­yan, mükemmel bir lisan kapladı ve düşünceler bir noktada odaklandı. Ne kadar gizemli olursa olsun Kur’an-ı Kerim, okunduğu zaman anlatılması imkansız duygular hissettirir insana. Bu düşünce inkarcılar üze­rinde bile fark edilebilir özelliktedir. Kabul edilmeli ki Kur’an-ı Kerim insan üstü bir kavramdır.

Münteha:

- Ne muazzam, Arapça okunuşun da bile çekicilik, farklılık var.

Hikmet Bey:

- Evet  etkileyici. Bitti mi Ayşe Hanım?

- Son duayı da yapayım .

Son bir defa daha Fatiha okunduktan sonra,

Hikmet Bey, kızına yöneldi:

- Biraz daha duada bulunmak istiyorum. Siz gidin ben birazdan dönerim.

- Nasıl istersen. Annesinin başucundan öperek da­dısıyla oradan ayrıldı. Hikmet Bey, oturduğu yerden kalktı. mezarın başucuna yanaştı, başını üstüne koyup dilinden şu cümleler dökülmeye başladı.

Merhaba sevgili, işte buradayım,  yine seninle ve hep seninle olma arzusuyla şunu bilmeni istiyorum, be­nim yüreğimin içinde yeniden dirilmiş bir varlıksın. Be­nim için her zaman var olacak bir umutsun...

Kaybolmayan, eksilmeyen, bir sevdayla seviyorum seni... Neslin’im, beni duy, kalbinde hisset  eğer görü­yor, hissediyorsan bir ileti gönder. Sensiz girdaptayım sensiz senli ölümlerdeyim, acı çekiyorum, tarifi yapılmaz bir acı. Biliyorum “acım” ben ölünceye kadar devam edecek... 

Hikmet Bey, doyumsuz sevginin kanatları altın­daydı. Kullandığı son kelimeleri bağırarak  tekrarladı. Başını koyuğu mezar taşından kaldırdı. Mezara baktı. Sanki biraz önceki cansız olan bitkiler yeniden yeşermiş, capcanlı bir  görünüm kazanmıştı. Sanki Neslini onu  duymuş ve ona işaret göndermişti. Bütün yalvarmala­rına karşı cevap gelmişti. Daralan gönlü açıldı, içindeki sancı söndü ve ellerini kendisini en iyi anlayan yaratıcı­sına kaldırıp şükretti.

O ne muazzam merhamet ki kendisini biçare hisse­den kulunun, anlık isteğini kabule kavuşturmuştu.

Hikmet Bey, yüreği mutlu bir şekilde dua  ederken Münteha ve Dadısı, yavaş yavaş mezarlığın çıkışına doğru ilerliyorlardı.

Münteha:

- Babama çok üzülüyorum.

- Ne yapabiliriz ki? Bence onu kendi haline bırak­malıyız.

- Haklısın galiba. 

- Şu mezarlarda yatanlar bizim gibi yaşıyorlardı. Onlardan geriye kalan sadece anılar ve acılar...

- Ölüm işte;  bazımızı korku, bazımızı hasretle ku­şatmış, her iki seçenek için  ölüm  sabit ve gelir. Kaçışı olmayan deli bir yel gibidir. Önüne gelenin duygusuna bakmadan alıp götürür; bazılarını cennet, bazılarını ce­hennem diye isimlendirilen mekana...

- Cehennem kavramı  tüm insanlar için mi?

- Zor bir soru sordun.Yine de cennet kavramını bil­diğim kadarıyla anlatayım. Kur’an’da belirtildiğine göre Allah'ın buyurmuş olduğu emir ve yasakları hiç tered­dütsüz kabul edenler  cennete, kabul etmeyenlerse ce­henneme...

- Müslümanlar cennete girecekler...

- Kur’an’ın açıklamasına göre böyle bilinir. Ama Allah’in affı  ve merhameti çok büyük.

- O zaman Ayşe'm, Müslümanlar ölümden kork­mamalı, bilâkis ona kollarımızı coşkuyla açmalıyız.

- Bazı Müslümanlar Kur’an’ı doğru tanımıyor, bu faktördeki Müslümanlar, sahih bir şekilde Allah'ın  emirlerine karşı  geldikleri ve yapmadıkları için, uyarıcı  ayetlerle  cezalandırılacakları bildiriyor.

- Bu faktör içine ben de giriyor muyum?

- Allah bilir, sen de ibadet etmeyenler arasındasın,

- Ne kadar esrarlı;  üstünde gurur ve onurla yürü­düğümüz toprağa teslim edileceğimiz zaman, günahkâr insanlar için toprak; aç kalmış aslan misali  koca ağzını açıp kulu yutacağı zaman, hiçbir varlık tarafından yar­dım gelmeksizin, bizi yavaş yavaş parçalayıp, kıyamet gününün gelip çattığı ana kadar, bize, azap üstüne azap yaşatacağıdır.

- Ölümün bir yüzü güzel; inanan ve itaat edenler için, öte ki yüzü kapkaranlık; bu da biz günahkâr kullar için. Eğer Allah bizi affetmezse vay halimize.

- Ne kadar korkunç  bir yargılama ve ne kadar kor­kunç bir fikir. Ne kendimizi, ne de Yaratan’ı hakkıyla tanımıyoruz. Bir bilinmez tatsız yaşam çizmişiz ve bu bilinmezlik bizi nereye sürerse oraya gidiyoruz. Biz ne­den böyleyiz Ayşe'm? Neden ilim tüm insanlar tarafın­dan araştırılmıyor? Neden yaşamımızı bir çok değersiz kavramlarla meşgul ediyor ve değerli zamanımızı öldü­rüyoruz?

- Biz insanlar gamsızız.

- Of! Ne kötü seçimler yapıyoruz.

Mezarlığın dışına çıktıkları zaman Münteha, dönüp  mezarlığın ölümün mat rengiyle nasıl birleşmiş olduğuna baktı ve dadısına, işte insan ve yalan, gerçek ve gerçek­sizliğin sembolü mezarlık, her şey ama her gerçek bu­rada gizli; anlamak için akıllıca bir bakış  ile bakmak yeterli. Bu yaşıma kadar uzak kaldığım yaradandan özür diliyor ve bundan sonra kurduğu mizanı tanımaya, em­rettiklerini uygulamaya çalışacağım. Annemin paha biçilmez kitaplarını yarından itibaren depodan alıp,  odama taşıyacağım.

Dadısının şişman beyaz yüzünde şaşkınlık, sevinç farklı hâllere bürünüp ağlamasına sebep oldu.

- Niçin ağlıyorsun ?

- Sevinçten,

- Bu konu için benimle çok uğraştın. İnsanın ne ola­cağı belli olmuyor.

- Örtülü halin çok güzel

- Her şey güzel olacağı için değil, olması gerektiği için yapılması lazım ben de henüz gerekliliğini bilmedi­ğim için başörtüye sempati duymam mantıksız  geliyor.

-    Beni yanlış anlama şimdi kapanmam hemen sonra­sında  açılman demektir. Pembe tenine beyaz  dantelli örtü  çok yakıştığı için söyledim.

-    Münteha başına yarım yamalak bağlamış ol­duğu örtüyü  çıkarıp çantasına  koydu ve arabaya geçip otur­dular. Aradan geçen uzun süreden  sonra Hikmet Bey, gelmeyince Münteha:

- Babam nerede kaldı. Gidip bakayım mı acaba?

- Hayır kızım, onu rahat bırak. Eminim ki şimdi çok duyguludur.

- Haklısın da Ayşe'm; yine de tedirgin oluyorum. Her neyse beş dakika daha bekleyelim, gelmezse gidip bakacağım.

- Bak geliyor.

Hikmet Bey, yılların acısını üzerinde taşıyan, yıllara yenik düşen, sevdalı yüreğiyle yaşlı bir adamı canlandı­rıyordu. Halsiz vakurlu ve mezarlıkları hiç terk etmeme­cesine bir izlenim taşıyordu bedeninde. Arabaya sessizce bindi. Anahtarı taktı, vitesi çevirdi, Kuş gibi uçup gitti ve dünyada yaşanmışlığın bir günü daha Varol ailesinin yaşamındaki çile olgusunun dolu dolu  geçmesine şahid oldu melekler.

Pazartesi sabahı Münteha, saat yedide heyecanla  kalktı, üzerine fazla dar olmayan mavi kot pantolo­nunu,  üstüne de lacivert bir kazak giydi. Ayaklarına beyaz, topuklu terliğini giydikten sonra mutfağa indi. Ocağa çay koydu. Dadısı ve babası uyanıncaya kadar odasının düzeninde farklı değişiklikler yapmaya çalıştı. Kitaplığı yatağının arka tarafındaki kitaplığı sağ tarafına aldı, ka­pıdan girince göze ilk çarpan o olacaktı. Ondan sonra;  çalışma masasını da  kitaplığının ön kısmına hafif aralık bırakarak çekti. Masanın ve kitaplığının altında teker­lekler bulunmasından dolayı işini kolayca yapabili­yordu. Geride kalan  gardırop ve yatağın yeri  güzel olduğun­dan, değişiklik yapmadı.  Münteha'nın yapmış olduğu gürültü ile uyanan Dadısı, odasına geldi.

- Ne yapıyorsun kızım? Böyle ağır eşyaları tek ba­şına yerinden oynatıyorsun, anlamıyorum!

- Sırtımda  taşımıyorum ki bak ayaklarına, onları sü­rerek buralara çektim.

- İyi de ne gereği vardı tek başına yapmanın. Haber verseydin ben de yardım ederdim.

- Her neyse, sen benim hazırladığım çaya bak.

Dokuza doğru Hikmet Bey’in uyanmasıyla kahvaltı yapıldı. Ardından depoya geçtiler. Neslin Hanım’dan yadigar kalan iki yüzden fazla kitabı hak etmedikleri yerlerinden aldılar odaya taşıdılar. Annesinin kitapları rafını doldurdu. Temizlik işleri bittikten sonra dadısın­dan, kendisini yalnız bırakmasını istedi. Dadısı gittikten sonra yorulduğunu hissedip yatağına uzandı, dinlenmek için uyumaya çalıştı. Yeni fikirler beyninde heyecanlar yaratıyordu. Uzanmış olduğu yatağından kalkarak ki­taplara baktı, onların iç dünyasını iyi bilen Münteha, kitap isimlerine bakarak kendisini temelden yetiştirecek kavramlar aradı. İsminden ilgiyle yaklaştığı bir kitabı alıp okumaya  başladı...

Aylar sonrası Münteha'nın fikir dünyasında,  önemli değişmeler ve kaygılar oldu. Kitaplardan aldığı yalın fikirler, düşünce dünyasında çelişkiler de yarattı.  Din gerçeğini daha iyi öğrenebilmek için daha fazla bilgi alması gerekiyordu. O yüzden farklı fikirli kitaplar alıp onları da kısa sürede okudu. Ama hedefine hâlâ ula­şamamıştı. Münteha, önüne fikir dünyasından türlü türlü bir sofra sermişti, bu türlü sofranın içinde ilgisini en fazla çekeni, gerçeklere yakın, aklına yakın geleni tered­dütsüz doğduğu günden beri kabul etmişti. Bu kuralları bilme­diği için bugüne kadar yaşamında tatbik etme­mişti. Doğduğu günden beri ismi ile kendi yaşamında varlığını sürdüren dinini şimdi de tatbik etmiyordu. O, inancını şimdi sadece beyninde tatbik ederek; yani dinin iç dün­yasını daha iyi bilerek beyninde yaşıyordu. Evet, din ilk önce beyinde yaşar, ondan sonra ellere, ayak­lara, göz­lere kısacası tüm bedende hükmünü sürer. Din, Münte­ha'nın bedeninde yaşama hükmünü zamana bırakı­yordu. Çünkü din, Münteha'nın  beyninde; yani beynin annesinin karnındaydı. Şimdi doğması,  aklın ve bilginin büyümesi için; okumaya, bedene geçmesi için de; fikrin aydınlanmasına, zamana ve kabule ihtiyaç vardı. Yoğun olarak elinden kitapları bırakmadı. Yeni öğrendiği fikir­ler, okul yaşantısında, öğretmen arka­daşlarıyla sürekli tartışmalara sebep  oluyordu.

 Münteha’ya göre; Hangi yolu seçersek seçelim bize gelen verileri çevreye bildirmek, müzakere etmek, insan yaşamının kurallarındandır. O da yaşamın kuralla­rını daha iyi uygulayabilmek için düşüncelerini paylaşı­yordu. Bunu yaparken de olumlu veya olumsuzu düşünmüyordu. O, aynı zamanda insan düşüncesinin yelpazesini de araştırıyordu. Karşısındaki insanlar aynı anlayış ile yaklaşmıyorlardı. Bunu fark ettikten sonra artık düşüncelerini kendisini anlayabilene açacaktı.

“Yolun doğrusunu göstermek Allah’a aittir. Eğri yol da vardır. Eğer isteseydi hepinizi doğru yola iletirdi.” (Nahl suresi, 9. ayet)

Elinden kitabı bıraktı. Ayetin muhtevasını düşündü. Şüphesiz ki Allah isteseydi hepimizi doğru yola iletirdi; fakat o bize farklı bir sistemle,aklımızla  doğru yolu bul­mamızı istiyor. Ne adil ve özgürce bir yol   sunmuş. Ta­mamen objektif bir yaklaşım. Hem hükmünü  belirtiyor özgür bırakıyor. Kitabın diğer bölümlerine baktı.

“Her insanın boynuna amelini dolarız. Kı­yamet günü, onun için ortaya konacak bir ki­tap çıkarırız.” (İsra suresi, 13. ayet.)

Münteha’nın yüreği ürperdi. “Ey Rabbimiz sen bizi affet.” diye dua ettikten sonra diğer ayetlere geçti.

“Kita­bını oku, bugün kendi kendine yeter­sin.” (İsra suresi, 14. ayet)

Münteha, okudukça   ferahlıyor ve  Rabbine olan  saygı ve sevgisi daha bir yoğunlaşıyordu. Bu güne kadar bilinçsiz yaşadığı günlere lanetler yağdırdı. Bu kadar  gerçek ve güzel olan Kur’an-ı Kerim’den nasıl olmuştu da uzak yaşamıştı. Bir türlü anlam veremiyordu.  Allah’a gerektiği gibi şükür etmeyi bile bilmiyordu. İbadetten, Allah’a kulluk borcundan çok müsrif yaşamıştı. Dininin ne kadar saygın temellerle kurulduğunu yüreği geç an­lamıştı, artık gam yemezdi. Doğru yolunu bulmuştu, dünya yıkılsa bırakmayacaktı. Annesini şimdi daha iyi anlayabiliyordu. Münteha, düşüncelerine dalmışken da-dısı aşağıdan ona sesleniyordu.

- Geliyorum Ayşe’m.

Oturduğu çalışma masasından kalktı, üzerine açık mavi hırkasını giyindi. Mutfağa dadısının yardımına gitti. Öğle yemeğini beraber yaptılar. Bugün ikisi de evde yalnızdı. Hikmet bey, iş yoğunluğundan tatil günün de bile çalışıyordu. Mutfak soğuk olduğundan yemeği sa­londaki masaya kurdular.

Bugünkü yemekleri kıstırma, yanında cacık ve pi­rinç pilavıydı. Bu yemekler Münteha’nın en çok sevdiği türlerdi. Yüreği rahat şekilde yemek yedi.

- Eline sağlık her zaman ki gibi çok güzel olmuş.

- Ama beraber yaptık.

- O zaman benim elime de sağlık.

- Hadi masayı toplayalım.

- Hayır Ayşe’m seninle biraz konuşalım

- Buyur sultan hazretleri

- Sen iyice yaşlandın. Seni çok seviyorum ve senin için korkuyorum. Ev işleri için bir yardımcı almak istiyorum.

- Olur alırsın o zaman da ben bu evden  giderim.

- Neden bu kadar  inatçısın, hem sen bu eve dadı olarak gelmiştin. Evin işlerini yapmak için değil.

- Sen büyüdüğüne göre benim de dadılık fonksi­yo­num bitmiş demektir. Senin için olmasa çoktan gider­dim bu evden.

- O halde!..  Ben senin  rahat olmanı istiyorum. Lütfen beni anla!

- Seni anlayamam, hiç kimsenin minneti altında karşılıksız olarak yaşayamam. Lütfen bu konuyu bir daha hiç açmamak üzere kapatalım.

- Pekiyi, nasıl istersen! 

- Sen odana çık ben bulaşıkları yıkar, çayı hazırla­rım Sonrada karşılıklı içeriz.

- Ahh! Ayşe’m bildiğinden caymıyorsun? Başkasının  fikrini kabul etmiyorsun. Madem sen kendi yasalarından caymıyorsun, o hâlde ben de sana kendi yeni yasalarımı tanıtayım, Bu evin bütün işlerini ikimiz beraber yapa­cağız. Şu dakikadan sonra  hiçbir itiraz istemiyorum.

- Anlaşıldı Yargıç Hanım!

Münteha annesi gibi benimsediği dadısına toz kon­durmak istemiyordu. Zaten yaşlı kadın  şişmanlığından dolayı  işleri zor yapıyordu.  Bunları düşündükçe kendi­sini zalim hissetti. Yaşlı bir kadının kendisine hizmet etmesi onu yerin dibine geçiriyordu.  Vicdanı sızlıyordu her yemek yediğinde ve elbiselerini değiştirdiğinde. Üç yıldan beri uğraşıyordu eve bir yardımcı almaya, bir türlü başarılı olamıyordu. Münteha, bulaşıklarını yıka­dıktan sonra dadısı namaz kılmış mı diye bakmaya gitti. Gitmeden önce ocağa çay koydu Dadısının odasına baktı, yoktu, seslendi hiçbir ses  alamadı. Yüreği titreye­rek, banyoya bakmaya  gitti.

- Nereye gitti?

Aklına bahçeye geldi.

- Evet kesin  sen güz güllerinle sohbete dalmışsındır.

Düşüncesinde haklı çıktı; çünkü dadısını bulamadığı vakit onu güllerle konuşurken yakalardı.  Evin arka ka­pısından bahçeye indi. Dadısı her zaman olduğu yer­deydi, hiç ses çıkarmadan biraz yaklaştı. Hiç yapmadığı davranışı şimdi yapıyordu.

Dadısı:

- Beni boşuna dinleme çünkü geldiğini duydum.

- Nereden duydun?

- Kurumuş çimenlerin hışırtısından.

Bunları söylerken, arkasına dönüktü.

- Bana kızdın mı?

- Hayır, bana yaptığın için sana kızmıyorum; başka­sına yaparsan bunu sana  yakıştıramam.

- Affedersin.

- Önemli değil. Belki sende haklısındır. Merak edi­yorsun değil mi? Dur şöyle bir döneyim de senin güzel yüzünü göreyim. Güllerle konuşmamın bir anlamı var. Benim sevgili annem gül ağacının yanında son nefesini verdi.

- Nasıl yani?

- O da benim gibi güllerle konuşurmuş. Gülleri çok severmiş. Ama ömrünce babam ona bir gül bile arma­ğan etmemiş. Annemle babamın evlenmesi; ba­bamın rızasıyla değilmiş. Bir başkasını seviyormuş. Sev­diği bir başkasıyla evlenince, babam da annemle ev­lenmiş. Ama bu gönüllü bir evlilik değilmiş. Dedem ba­bamı zorla evlendirmiş. 

- Çok üzüldüm, demek sık sık güllerle konuşmanın  sırrı buydu. Kendini üzme lütfen, olunan olmuştur. Bunu şimdi yaşatman sana sadece acı verir. Ben de bunun farkındayım. Böyle yaparak annemin  sıcaklığını hissediyorum. Canım Ayşe’m, lütfen bunu bir daha yapma. Yapmaya devam edersen daha çok acı çeke­ceksin. Lütfen kalk içeriye gecelim. Dadısı kalktı ve  Münteha’nın koluna girerek içeriye  girdiler.                                                                                                                                                                            

Münteha çayı hazırladı ve salona geçti. Dadısı pen­cere kenarındaki koltukta oturmuştu. Münteha da onun yanına. Kaldıkları yerden devam ettiler.

Dadısı:

Ben böyle yaşamaya alıştım.

- Mutlaka alışmışsındır; ama sen farkına varmadan bu sağlığına çok zarar vermiş durumda.

- Kızım kaç yıl oldu, lütfen uğraşma bu saatten sonra değişmek istemiyorum. Hem anlamıyor musun? Bu durumdan oldukça rahatlık duyuyorum. Beni mutlu ediyor.

Münteha, dadısına sarıldı:

- Tamam sen bilirsin. Çay soğumak üzere bardakları  doldurmamı ister misin?

- Evet iyi olur.

Sehpanın üzerinde bulunan tepsiyi kendisine yak­laştırdı ve bardakları koyu çaylarla doldurdu. Dadısına sunarken her  hareketi ince ve kibardı. Dadısı keki geri çevirdi; çünkü  fazla kiloları onu rahatsız etmeye başla­mıştı. Münteha da kekten almadı. Ayşe Hanım, çayı yudumlarken gözlerini Münteha dan sürekli  kaçırdı ve sürekli dışarıyı izledi. Üzgün olduğu zamanlar on’un gözlerine bakmaya cesaret edemiyordu. Bardağında kalan çayı yudumladı ve namaz için abdest tazelemeye gitti. Yalnız kalan Münteha da kendisinin de artık na­maza başlaması gerektiğini biliyordu. İçinde ki ses  hayır bu vakit başlama diyor, öteki ses; hiçbir işini geleceğe bırakma, unutma önemli olan şimdi içinde yaşadığın andır.

- Evet önemli olan benim şu dakikada var olduğum zamandır. Kalktı, “boy abdesti almam, ardından da na­maza başlamam gerekir,”dedi. Besmele çekti ve oda­sına oradan da banyoya geçti.  

Münteha, namaz surelerini çok iyi bilmemekle be­raber yine de namaz kıldı. Ardından da namaz  duala­rını içeren bir kitap almak için kırtasiyeye gitmeye karar verdi. Ayşe’sine haber verdikten sonra üstünü giyindi ve yola çıktı.

- Bir saat sonra, istediği kitabı almış olarak eve döndü. Bu mutlu haberi dadısına açıklamanın  zamanı gelmişti.

- Bak ne aldım.

- Bana mı aldın?

- Senin buna gereksinimin var mı?

- Iıı hayır, çünkü ben bu duaların hepsini  ezberle­miş durumdayım.

- O zaman tahmin et bakalım.

- Bana almışsındır.

- Hayır bunu kendim için aldım; çünkü artık ben de namaza  başladım.

- Ne diyorsun(!?) Ahh! Kızııım, canıım beni ne  mutlu ettin; anlatamam anlatamam!

Dadısını ilk defa böyle  sevinçli gördüğüne çok şa­şırdı ve namazın  değerliliğini bir daha  iyi anladı

Münteha iki günlük tatilden sonra işe gitmek için altı buçuk da kalktı.

Genel temizliğini yaptıktan sonra giyinmek için  el­bise dolabının ağzını açtı. Bir süre ne giyeceğine karar veremedi Sonra siyah takımında karar kıldı. Siyah takı­mın altı pantolondan ibaretti. İçine ilk önce “beyaz gömlek olsun” diye düşündü; ama bordolu renkteki gömleği tercih etti. Aynanın karşısına geçti. Sarı saçlarını yukarda dağınık bir şekilde topladı. Kendisini beğeniyle izledi. Kıyafetler üzerindeki uyumdan dolayı kendine övgüler yağdırdı. Münteha'nın en özel zevki; giyimdi .Giyime bir bayan olarak elinden geldiğince dikkat et­meye çalışıyordu. Onun için, bir bayanın dış temizliği elbette ki sadece giyim değildi. Bir bayanın  ön planda tutacağı ilk temizlik, dişlerde başlar, ayak tırnaklarındaki temizliğe kadar sürer. Münteha bunlara özenle dikkat ediyordu. Kendisine her gün gelen  süslü sözlerden de  bu durum açıkça fark ediliyordu. Bu ayrıcalık her baya­nın hoşuna gideceği gibi bayan arkadaşları tarafından, elle gösteriliyor olmak da ona ayrı bir  hoşnutluk veri­yordu.  Münteha, giyimde fazlasıyla israfa gidiyordu. Bu davranışını bazen kendisinde kusur gibi görüyor olsa da; kendini beğenmek veya beğenilmek,  başkalarının ara­sında farklı olmak zevki, bu kusurunu bir kenara atma­sına yetiyordu. Üzerini giyindi, mutfağa kahvaltı yap­maya indi.

Dadısı sordu:

- Ne o? Bugün geceliklerin üzerinde değil.

- Bundan sonra böyle. Sofra adabına uymalıyım. Yatak kıyafeti ayrı olmalı.

- Aferin sana. Son zamanlardaki uygunluğun çok hoşuma gidiyor.

- Ne gibi?

- Bu  halin gibi veya makyajı çok az yapman gibi.

- Ama ben zaten makyajda ileriye gitmiyordum .

- Sen öyle bil.

- Aman Ayşe’m sabah sabah yine başladın.

- Eee kızım, sen de hiç eleştiriye gelemiyorsun.

- Neyse, boş ver, otur da kahvaltı yapalım.

Dadısı, cevap vermeden ocaktan çaydanlığı aldı, çayları doldurdu ve masaya oturdu. Beraber kahvaltı  yaptılar. Sonra Ayşe Hanım, canından öte, sevimli sarı kızını, işine göndermek için bahçe dışına kadar eşlik etti.                            

Münteha dışarıya çıkarken, başını göğe kaldırdı ve merhaba doğa ve doğanın tüm çocukları taşların ara­sından çıkarken ne denli mutlu olduğumu bilemezsiniz. Sizinle beraber olmak ve sizinle konuşmak en büyük mutluluğum.Sizi yaratan ve beni yaratan yaratıcı ne kadar muhteşem. Sen benim için bir bireyden daha yakın ve dostsun. Bunca çektiğim sıkıntılara rağmen büyüleyici havan olmasaydı inan ben iflas etmiştim. Lisanım seni övmekten aciz... Merhaba portakal ağacı seninle ne zamandır karşılaşamıyorum. Biliyor musun sen çok şanslı bir ağaçsın yaz kış demeden yemyeşilsin. Üzerine kar yağdığı zamanları anımsıyor musun? Sen o zaman bir gelin kadar narin ve bahtiyar görünüyordun. Ben o geceyi anımsıyorum. Mutfak penceresinden karın havadan süzüle süzüle raks ederek sanki sevgilisine naz eder gibi toprakla birleşmesini kıskanırcasına izledim. Evet evet samimi söylüyorum. Karı o gece ben çok kıs­kanmıştım. Toprağa  kur yapıyordu ve bunu yaparken de hiç bir çekinme ve hiç bir hüzün duymuyordu;. Cümle aleme, ben sevgilime gidiyorum yılda en az  dört beş defa bu mutluluğu yaşıyorum lütfen benden bunun hesabini sormayın der gibiydi. Sınırsız bir mutluluk yaşı­yordu. Onu o gece  hem çok  kıskanmıştım hem de mutluluk duymuştum. Ömrüm boyunca toprağın ve karın o muhteşem buluşmasını unutamam. Sanki top­rak; baba, kar da; anaydı. Çocuklar anaya, baba da sevgiliye kavuşmanın sonsuz kıvancını yaşıyorlardı. Toprak baba sizi kıskandığım için bana kızmadın öyle değil mi? Bana gülüyorsun demek ki kızmamışsın. Ne­den tüm insanlar sizin gibi anlayışlı ve hoşgörülü değil, yoksa insanlar kibirli mi? Yani ben kibirli miyim(?!) Ha­yır hayır ben insanim ama kibirli değilim! Size karşı ki­birli olamam olamam!

İşte yine taşların arasına girme zamanı geldi. Sizden ayrılmak zorundayım. Beni sevdiğinize inanıyorum.      

Münteha okul bahçesinden içeriye girecekti ki öğ­retmen arkadaşı Leyla Hanımla  omuz omuza geldiler. Münteha,

- Pardon Leyla Hanım.

- Leyla Hanım’ın gözlerinden kinli olduğu anlaşılı­yordu. Umursamaz bir edayla:

- Önemli değil. Bir dahaki sefere dikkatlerinizi rica ederim!

Leyla Hanım  son cümlesini sesini iyice yükselterek söylemişti. Münteha’nın  gururuna çok dokundu.

- Aynı dikkati ben de sizden bekliyorum. Sizinle ikinci bir tartışmaya girmeyeceğim, lütfen bu sesinizi  son yükseltmeniz olsun. Bir daha ki sefere sizi  tanımam.

- Çok da önemli değildi!

- Ben insanları seviyorum ve hiçbir insana gerek­medikçe sırtımı dönmem. Lütfen ben size nasılsam siz de bana öyle olun.

- Yazık ki öyle olamayacağım.

- Siz bilirsiniz, bende siz den Allah’ın selamını esir­gemek zorunda kalırım.

Ve arkasına döndü solun da bulunan öğretmenler odasına girdi.

- Münteha, okul da genç olmasına rağmen çok ba­şarılıydı. Arkadaşları tarafından beğenilen bir öğreticiydi. Yalnız Leyla Hanımla anlaşamıyordu.  Çarşamba, Per­şembe ve Cuma günleri İngilizce derslerine giriyordu. Diğer günlerse Leyla Hanıma aitti.

Leyla Hanım; esmer, ela gözlü, uzun saçları ve bi­çimli fiziğiyle hoş bir bayandı. Fikir olarak Müntehayla anlaşamıyordu. Münteha, her türlü inanca açık, Leyla Hanım ise, bir fikir üzerinde kendini odaklamış ve fikirle­rini öğrenciler üzerinde yoğunlaştırıp empoze etmeye çalışıyordu. Münteha her fırsatta onunla müzakere edi­yor. Herhangi bir sonuca ulaşamıyordu.

İnsanlar farklı fikirde olabilirler; ama biz, insan ola­rak birbirimize saygı göstermek zorundayız. Yoksa ya­şantımızı tartışmalar üzerinde yoğunlaştırıp, hayatımızı zevksiz bir yaşama çeviririz.

kendisine saygısı olanın  mutlaka başkasına da say­gısı olur. Belirli bir uğraştan sonra insanlar anlamı-yorlarsa kendi hallerine bırakılmalı,” diye düşü­nüyordu. Nihayetinde onu, kendi haline bırakmaya karar verdi. Şimdi araların da kuru bir selamlaşma bile olmayacaktı. Münteha üçüncü ders sonrası  fazlasıyla sıkıldığını hisse­derek Okul Müdürü Yusuf Bey ‘den izin almak için oda­sına gitti. Yusuf Bey, Münteha'nın geldi­ğini görünce heyecanlandı ve:

- Buyurun  Münteha Hanım, bir emriniz mi  vardı?

- Estağfurullah Yusuf Bey, bugün canım çok sıkkın uygun görürseniz bu ders çıkışı izin almak istiyorum.

Münteha, yaklaşık iki yıldır çalışıyordu ve  üçüncü defadır izin kullanıyordu. İşine fazlasıyla bağlı  olduğun­dan dolayı Yusuf Bey isteğini hoşgörüyle karşıladı. Yu­suf Bey, aslında onu kırmaktan korktuğu içinde tered­dütsüz kabul etti. Münteha'yı tanıdığı ilk günden bu yana onunla mutlu bir gelecek kurma hayalini  içinde gün be gün büyüttü onu çok seviyordu, fakat konuyu nasıl açacağını bilemiyordu. Münteha'nın ciddi hare­ketleri, ona açılmasını engelliyordu. Çoğu zaman;  uzun ve sarı saçlarını, uçuk burnunu, hafif  siyah kaş ve kir­piklerini, en güzeli de fırtına gibi etkileyici mavi gözlerini ince zarif fiziğini hayalinden silemiyor ve onun hayaliyle zamanını dolu dolu yaşıyordu. Yusuf, tutkundu bu na­mus ve güzellik abidesi olan genç kıza...Bir türlü duy­gularını açığa vuramıyordu. Gerçi bazı davranışlarından Münteha bir şeyler seziyordu. Doğru bile olsa fark etmezdi. Çünkü Münteha Yusuf Bey’de bir çekicilik, farklılık hisset-miyordu.  

Münteha, okulun merdivenlerinden yavaş yavaş indi yine dostuna selem verdi. Merhaba evren simdi sizinle sohbet edemeyeceğim. Çünkü bahçeyi geçer geçmez minibüse bineceğim.

Ayın on beşi geçmiş ve Münteha bankadan maa­şını çekmemişti. İlk önce bankaya  gitti. Sonrada  giyim ma­ğazalarını dolaştı. Aklına Sevda'yı arayıp  ona uğra­yaca­ğını söylemek geldi; fakat son telefon konuşmala­rında Sevda’nın kendisinden fazlasıyla uzaklaştığını fark et­mişti. Bu düşüncesinden vazgeçti.

Birkaç giyim eşyası aldıktan sonra babasının  ya­nına uğramak istedi. Bundan da vazgeçti. Çünkü ba­basının ona karşı olan ilgisizliği gururuna dokunuyordu. Yaklaşık bir yıldır babasının şirketine uğramıyordu. Za­ten babası için bu durum fark etmiyordu. Marketten süt peynir ve zeytin aldıktan sonra eve döndü.                                                          

- Ayşe’m ben geldim evde misin?

- Hoş geldin kızım!

- Hoş bulduk.

- Ellerindekiler ne böyle? Doldurmuşsun poşetleri...

- Alış veriş yaptım.

- Neler aldın böyle ?

- Bakmak istiyorsan benimle yukarıya gelmen lâzım.

- Hayır, seninle bu sefer yukarı çıkmayacağım.

Münteha burnunu yukarıya hafif kaldırarak;

- Ben seni nasıl götüreceğimi iyi biliyorum. Dadısı­nın kolundan tutarak onu zorla götürmeye  çalıştı.

- Kızım bıktım artık! Bırak kolumu! Ayşe’si faydasız olduğunu anladı ve bak sadece on beş dakika anlaştık mı?

- Tamam anlaştık, derken çalan telefonu açmak için salona doğru yürüdü.

- Alo, buyurun.

- İyi günler.

- İyi günler, buyurun efendim.

- Münteha Varol mu?

- Evet, benim, buyurun.

- Ben komiser Kemal Atlı, lütfen hemen devlet has­tanesine gelin.

- Anlayamadım?

- Korkmayın Hanımefendi, kapatmam gerekiyor, lütfen çabuk gelmeye çalışın.

Telefon ikinci bir soruya izin vermeden kapandı.

- Kim kızım?

- Komiser.

- Ne diyor?

- Bilmiyorum bana hiç bir şey söylemedi, sadece devlet hastanesine çağırdı.

- O zaman ne bekliyorsun? Hadi gidelim.

- Hayır , senin gelmene gerek yok.

Masanın üstüne bırakmış olduğu  çantasını aldı .

- Ayşe’m ben sana haber veririm.

- Tamam kızım,  hadi git, inşallah önemli bir şey  yoktur.

- Görüşürüz hoşça kal.

- Güle güle.  

Her şeyden habersiz hastane yoluna koyuldu. Yolda giderken babası aklına geldi. Acaba babası ile ilgili bir sorun olabilir miydi. İçi telaşlı ; kıpır kıpırdı.  Hastaneye ulaştığında kapıda gördüğü polise:      

- Lütfen bana yardımcı olur musunuz?          

- Buyurun hanımefendi.                                               

- Ben Kemal Atlı’yı... Kendisi komiser...

Cümlesini yarıda kesen güvenlik görevlisi:

- Evet şu anda morgda, ikinci katta solda.  Mün­teha’nın içi ürperdi; ayakları ona ağır gelmeye başladı, titreye titreye ikinci kata güçlükle çıkabildi.

İkinci katta dört beş polis vardı ve biri doktorla ko­nuşuyordu. Münteha doktorla konuşanın  komiser oldu­ğunu anladı; farklı giyinişinden, mimiklerinden ve hare­ketlerinden. Onlara yaklaşarak:

- Pardon,  Komiser Kemal  Atlı mı? diye sordu.

- Evet,  buyurun benim.

- Ben Münteha Varol.

- Buyurun Hanımefendi.

- Bana  hemen ne olduğunu anlatmaya başlarsanız çok iyi olacak!

- Sizi buraya teşhis için çağırdık.

- Anlayamadım!

- Evet, lütfen sizi morga alalım.

- Korkuyordu, morgun kapısından girmek istemedi; ama gerçeklerden kaçmak  imkansızdı.

Komiser Kemal:

- Doktor Bey lütfen çarşafı kaldırır mısınız?

Doktor çarşafı kaldırır kaldırmaz Münteha elleriyle yüzünü kapatarak "Sevda!!! "diye bağırdı.

- Aman Allah’ım! Bu sen olamazsın!

- Sakin olun lütfen, şimdi dışarı çıkalım.

- Bakın  Münteha Hanım, şu anda zamanı değil; ama  size sormamız gereken sorular var.

- Neyiniz olur Sevda Hazal?

Münteha ağlayarak "arkadaşım. " dedi.

- Ne derece?

- Çok samimi, can dost derecesinde idik.

- En son ne zaman görüştünüz?

- Bir hafta önce telefonla.

- Ne konuştunuz?

- Her zaman ki gibi normal konuşmalarımız oldu, farklı bir şey konuşmadık.

- Siz mi onu aradınız?

- Evet, onunla devamlı gittiğimiz bir çay bahçesi vardı. Gidelim mi? diye sordum. O, reddetti. “Kendisini iyi hissetmediğini ve yalnız kalmak istediğini” söyledi; ben de fazla üstelemedim.

- Peki Münteha Hanım, arkadaşınızın ailesi ne za­mandan beri yok?

- Bilmiyorum, ama Sevda’nın anlattığı kadarıyla iki üç yaşlarında iken Çocuk Esirgeme Kurumu’na  bırakıl­mış.

- Ne iş yapardı?

- Edebiyat öğretmeniydi.

- Kaç yıldan beri arkadaşsınız ?

- Üniversite yıllarından beri, yaklaşık dört beş yıl oluyor.

- Bugünlük bu kadar yeter; ama yarın mutlaka em­niyete gelip imzalı ifade vermeniz lâzım. Başınız sağ olsun, şimdilik gidebilirsiniz.

-  Benim onu tanıdığımı nereden biliyorsunuz?.

- Oturduğu apartmanın yan komşusu  sizinle arası­nın çok iyi olduğunu ve sizden başka bir kimsesi olma­dığını anlattı, biz de telefon numaranızı öğrenip size haber verdik.

- Peki nasıl olmuş ?

- İntihar gibi görünüyor, otopsiden sonra kesin ola­rak niçin öldüğünü anlayabiliriz.     

- Ben onun intihar edeceğine  inanmıyorum;  çünkü o, sevgi dolu idi, yaşamı ve insanları çok sevi­yordu.

Münteha hem ağlıyor hem de konuşuyordu. Olan­lara inanmak istemiyordu. Sevda’nın evinin anahtarı çantasında mı diye baktı. Komisere son bir şey  daha sorarak hastaneden ayrılıp Sevda’nın evine  gitmeye karar verdi.

Olayları eve haber vermek için hastaneden doğ­ruca telefon kulübesine gitti. Telefona çıkan dadısına Sevda’nın evine gideceğini ve geç geleceğini söyledi. Sonra oraya gitti. Kapıya geldiğinde polisle karşılaştı. Uzun bir uğraştan sonra içeriye girmeyi başardı. Odaları teker teker araştırmaya koyuldu. Yatak odasına en son baktı. Karyolanın üstünde Sevda’nın kanı vardı, kanlar kurumuştu.

Allah’ım, kimsesiz olmak ne acı. Ben seni kimsesiz bırakmayacağım. Belki yaşarken seninle çok iyi ilgile­nemedim; can dost! Seni ölürken yalnız bırakmayaca­ğım. Sana söz veriyorum niçin öldüğünü öğrenmek için elimden geleni yapacağım. Aklına Onur geldi pekiyi ya Onur nerede, neden ortalıklarda yok. Hemen telefona koştu ve Onur’un ailesinden nerede olduğunu sordu. Ailesi oğullarından küskün olduğu için hiçbir şeyden haberleri yoktu. Münteha olanlar karşısında neler yapa­cağını düşünemedi. Şaşkındı Onur nerede olabilirdi. Sandalyeye çöktü ve odanın düzenine baktı, hiçbir şey bozulmamıştı. "Herhalde polisler araştırma yapacak," diye düşündü. O yüzden eline bir mendil alarak dokun­duğu yerlerde bir iz bırakmamaya  çalıştı. Son olarak çekmecelere baktı, çamaşırlardan başka bir şey yoktu.

- Allah’ım hiçbir şey yok!”

Münteha’nın aradığı, Sevda’nın not defteriydi. Bir­den aklına gardırobun çekmecesine bakmak geldi. "Off! bu­rada da yok," dedi. Odadan çıkmak üzereyken arka­sına döndü ve karşısında   Komiser Kemal’i gördü. Ko­miser Kemal, elindeki defteri sallayarak, “Bunu mu arıyordunuz? Münteha Hanım," Münteha bir anda neye uğradığını anlayamadan:

- Siz ne zamandan beri buradasınız? diyebildi.

- Sizden önce geldim, içeriye birisinin girdiğini du­yunca ne olur ne olmaz diye banyoya gizlendim.

- Siz ne dediğinizin farkında mısınız?

- Gayet tabiî, buraya niçin geldiniz Hanımefendi?

Komiserin ses tonu çok sert ve yargılayıcıydı.

- Size dediğim gibi o benim en yakın arkadaşımdı ve niçin öldüğünü  öğrenmek en tabiî hakkımdır.

Komiser dalga geçer bir ses tonuyla:

- Bunun sizin göreviniz olduğunu bilmiyordum(!)

Münteha ince ve düzgün kaşlarını çatarak:

- Siz, lütfen biraz daha açık konuşur musunuz? Hem o elinizdeki defter neyin nesi oluyor?

- Elimdeki defterin kime ait olduğunu bilmeyecek kadar saf olamazsınız?

Münteha biraz çekinerek:

- Pardon,  evet biliyorum; o defter Sevda’ya ait

- Amacınız ne, niye bu defteri arıyorsunuz?

- Size söylemedim. Son konuşmamızda bana bir şeyler anlatmaya çalışmıştı; ama ben anlayamamıştım.

- Ne demişti?

- Dünyadan bıktığını ve  kendisini  çok çaresiz his­settiğini anlattı  ve eğer çaresizliği devam ederse buna dayanamayacağını, her şeyden kurtulmak istediğini söyledi. Bir buçuk yıl oluyor onunla hemen hemen hiç görüşemedim. Kaç defa evine geldim o bana evinin kapısını bile açmıyordu. Nişanlandığından beri çok de­ğişmişti. Sanki  o gitmiş ve yerine bambaşka bir insan gelmişti.

- Sevda Hanım  nişanlı mıydı?

- Evet siz bunu bilmiyor musunuz?

- Hayır bilmiyordum. Pekiyi nişanlısı nerede,  neden hiç ortalıklarda gözükmüyor?

- Bilemiyorum dedim ya arkadaşımla son bir yıldır görüşemiyordum. Sadece işyerine gidip görebiliyordum. Oda beni iki üç defa ziyaret etti, çok mutlu görünü­yordu. En son onu ben aradım o görüşmek istemeyince ben de bir daha onu aramadım.

- Neyse Münteha Hanım nişanlı olduğunu öğren­memiz çok iyi oldu. Ayrıca arkadaşınız kanaatimce ke­sin olarak intihar etmiş.

- Nereden biliyorsunuz?

- Not defterine ölmeden önce yazmış; ama niçin ölmek istediğini yazmamış. Defterin kendisinin ölümün­den sonra yalnız size verilmesini de not almış. Alın bakın defterin son kısmında yazılı.

Münteha, defteri alırken gözlerinde  zorla duran gözyaşlarına mani olamadı ve yaşlar, çeşme misali ak­maya başladı. Komiser ne yapacağını bilemedi bu tür durumlarla çok karşılaşmıştı bir türlü insanları teselli etmeyi öğrenememişti. Bu yüzden de çok zalim görünü­yordu. İnsanların ağlamalarına karşı yaptığı tek şey on­ları izlemekti. Belki de bu gibi durumlarda yapılması gereken sükût idi.

Komiser, görevinde tecrübeli ve başarılı bir isimdi. Kırk yaşlarında hafif ak saçlarıyla, esmer tenli, sert mi­zaçlı ve uzun boyluydu. Münteha defteri usulca açtı.  Son sayfasına baktı. Büyük harflerle “sadece Münteha  okusun” yazıyordu. Kalbinin artık bu acıya dayanama­yacağını hissetti. Komisere: "Ben artık gitmeliyim, defter bende kalabilir öyle değil mi?" diye sordu. Komiser: "Evet, sizde kalabilir; yalnız size şu anda veremem daha sonra gönderirim. Ben defteri karıştırdım sizi her zaman hüzünlendirecek yazılar var.

- Olsun arkadaşımın emanetine sahip çıkmalıyım.  İlginizden dolayı teşekkür ederim. Çıkacaksanız beraber inelim.

- Hayır, gerçekleri  az da olsa öğrendiğime göre be­nim araştırmam şimdilik gereksiz; fakat ben diğer arka­daşlara haber verip gerekeni yapmaları için biraz daha kalacağım. Tekrar başınız sağ olsun.

- Sağ olun, iyi çalışmalar, dedi ve gözyaşlarını sile­rek binayı terk etti. Minibüs beklerken hâlâ olanları ka­bul edemiyordu. Yüreği daraldı, gözleri karardı ve ol­duğu yerde yığıldı, çevredekiler tarafından uygun bir yere taşındı. Bir süre sonra Münteha, mırıldanarak  ken­di­sine gelebildi:

- Ne oldu bana? diye sordu başında duran bir es­nafa. 

- Bir şeyiniz yok sadece bayılmışsınız.

- Kusuruma bakmayın lütfen, sizleri de rahatsız et­tim. İşyeri sahibi:

- Estağfurullah siz şimdi iyisiniz ya?

- Evet, iyiyim, ben gitmeliyim.

- Emin misiniz?

Münteha "Evet" yanıtını verdi. Gitmek için ayağa kalktı. Sonra vazgeçti, en iyisi babasına telefon açıp  gelip kendisini almasını istemekti.

- Pardon telefonunuzu kullanabilir miyim?

- Tabiî buyurun.

Aradan iki hafta geçmesine rağmen Münteha, hâlâ kendini toparlayamıyordu. Sevda’nın cenaze işle­riyle bizzat  kendisi ve babası ilgilendi. Bu arada Sevda’nın nişanlısı Onur’dan hiç ses seda çıkmaması Münteha’nın dikkatini çekmişti. Onur’un nerede oldu­ğunu araştırdı; ama sanki yer yarılmış ve Onur arasına girmişti. Mün­teha Onur’un Almanya’ya gittiğinden, olup bitenlerden hiçbir haberi yoktu. 

Ã

O

 

cak ayının ortalarıydı Hikmet Bey; kızının oku­duğu dö­nemlerde ki yalnızlığını anımsıyordu.  Kosko­caman evde tek başına yıllarca yaşamıştı. Kızının  yaz tatilinde evine dönmesini hep  sabırsızlıkla beklemiş, ama heyecanını ve sevgisini  kızına belli ettirmemeye de çalışmıştı. Belki de o cehennem yıllar, onu böyle yalnız­lığa itmişti ve belki de küçücük kızını kendinden uzak­laştırmanın vic­dan azabıydı onu bu hala getiren. Kızının gözlerindeki hüznü gördükçe kahroluyordu. Ona iyimser yaklaşım­larda bulunamıyordu. Nedenini çoğu kez ken­dine sor­muştu, ulaştığı noktada yüreğinin acizliğini duymuştu. Çoğu gecelerde Münteha’nın telefonda titre­yen sesi; baba seni çok özledim, sözleri yüreğini kanatır­casına acı vermişti. Onu hep kulak ardı etti ve hala da ediyordu. Düşündükçe gözleri gözyaşı doldu ve eşi üze­rinde yo­ğunlaştı. İçin için Neslin’ini düşündü. Odasının her noktasında o vardı. Ruhunun ve yüreğinin içinde sanki hapsolmuş gibi, amansız bir hapsolma, kurtuluşu olma­yan koca bir günah gibi... Karısına duyduğu özlem onu yiyip bitiriyordu. Hikmet Bey evlendiği dokuzuncu yılın sabahını anımsadı. Neslin’inin sırma saçlarının bolca döküldüğü o lânet olasıca cumartesi sabahını. Neslin’i daha uyuyordu saçlarının amansızca döküldü­ğünden bile habersizdi. O uyanmadan saçları toplamış ve he­men akabinde soluğu hastanede bulmuştu. Yapı­lan tetkiklerden sonra kan kanseri olduğu anlaşılmıştı. Bir an da dünya başına yıkılmıştı tıpkı şu an olduğu gibi...

Neslin’iyle tam on bir yıl geçirmişti bu odada; lev­halar, özellikle kendisinin Neslin’ine hediye ettiği çiçek­leri Neslin Hanım büyük özenle kurutup hepsini gümüş bir vazonun içine yerleştirmişti ve öbür dünyaya göçtü­ğünden beri hâlâ koyulduğu gün gibi yerli yerinde du­ruyordu. Neslin Hanımın bir de çok sevdiği üstü gümüş kaplamalı ev terliğini, Hikmet Bey, özenle odanın baş köşesine, duvara asmıştı. Bütün bunlar Hikmet Bey için büyük mutluluk idi. Neslin Hanım’ın gümüşe hayranlığı çok fazla olduğu için kendisinin de Neslin’ine aldığı he­diyeler hep gümüş idi. Karısının en büyük zevki  eşinden hediye almaktı. Bunu fark eden Hikmet Bey, sürekli olarak onu ,almış olduğu hediyelerle şaşırtıyordu. Neslin Hanım için hediye, her zaman eşya  demek değildi .Ona göre hediye umulmadık bir anda ufacık bir tebessüm  bile olabiliyordu. Tabiî bunu fark edebilene. Hikmet Bey, eşini en iyi anlayanlardandı. Hikmet Bey için en önemli iletişim insan psikolojisini bilmemek değil miydi. Bunu Nesli’ni üzerinde çok iyi uygulamış olduğuna ina­nıyordu. Zaten insanlar arasındaki tek sorun, insan psi­kolojisini anlamamaktır. Ruhların dilini çözmeliyiz; yoksa bu kavgalar ve dargınlıklar dünyanın öleceği güne kadar sürüp gider.

Hikmet Bey’in evi şehrin en lüks semtindeydi. Bu semt, dağlara yakınlığıyla meşhurdu. Şehrin zenginleri ve genelde yaşlıların oturduğu bir yerdi, burası. Hikmet Bey’in yatak odasının penceresi özellikle dağların görü­nebileceği bir şekilde ayarlanmıştı. Neslin Hanım ve kendisi sürekli dağlara yürüyüş yapmaya çıkarlardı.

Düşüncelerinden sıyrılarak, uzanmış olduğu yata­ğından kalktı, balkon kapısını açtı ve derin bir nefes alarak bedenini rahatlattı. Bir süre kapı eşiğinde durdu ve yürümek ihtiyacı hissetti. Tekrar kapıyı kapatarak üzerine kalın bir kazak giyindi, aşağıya indi.

Münteha ve Ayşe Hanım’ın gitmiş oldukları alışve­rişten hâlâ dönmediklerini biliyordu. Kağıda not yazarak gideceği yeri belirtti ve evden çıkıp dağ yolunu tuttu. Yolda tekrar maziye döndü. Bu yollarda az mı Nes­lin’iyle kol kola yürümüştü. “Off! Sensiz yaşamak ne zor,” dedi.

Hikmet Bey, eşinin olduğu dönemlerde dağ yolla­rı­nın kapalı oluşlarından dolayı bu yolları zorlukla aşar­lardı. Hatta bir defasında Neslin’i, ayaklarını çok kötü incitmişti. Şimdi yollar açılmış ve kolayca dağa çıkılabili­yordu. Mevsimin kış olmasından her yer kupkuru idi. Ama ne kadar kuru olursa olsun temiz havanın çekici­liği, yeşilliği pek aratmıyordu. Hikmet Bey, Neslin’inin anısı haline gelen ağacın altına varınca “oh!”, dedi. İşte yine buradayım, sensiz olsam da, mutsuz ve çaresiz ol­sam da; ben her zaman seninleyim. Bu sözler uzaktaki sevgilisine gidiyordu. Ceviz ağacının altına oturdu. Dağ­dan evleri izledi, gökyüzüne baktı ve Allah’ın muhteşem yapıtlarını inceledi. Doğa, insanlar ve dünya, her şey insan aklının üstünde olan bir güç ile yaratılmıştı. Bazı kafalar hâlâ bunun aksini düşünebilme akılsızlığına nasıl kanaat getirebiliyorlardı. İşte bunu bir türlü anlayamı-yordu. Acaba Allah mı kullarına böyle yaptırı­yor? Ama hayır bu olamaz; çünkü Allah, o zaman akıl da vermezdi. Hikmet Bey’in Allah’a olan inancı tamdı; ama ibadetlerini yerine getirebilme eylemini bir türlü uygulamıyordu. Kur’an-ı Kerim’e karşı neden bir sıcaklık hissedemediğini de anlayamıyordu. İşyerinde ki ele­manıyla yaptığı sert konuşmayı anımsadı.

Elemanı:

- Beni lütfen anlayarak dinleyin. Siz burada patron olabilirsiniz, ama kişilik  hakkımı  rencide edecek bu  bu tavrınız onuruma fazlasıyla dokundu. İş konusundaki tüm otoriteyi takınabilirsiniz. Şayet kişiye özel konularda taviz vermemi amaçlıyorsanız çok yanılıyorsunuz. Hem bilmenizi isterim ki namaz Müslümanın hayatında ağaç olmuştur. Ve hiç bir kuvvet o ağacı yerinden sökemez. Elemanı konuşmasını, çıkışını isteyerek tamamlamıştı. Hikmet Bey çıkışını vermemiş.”Tekrar bu konuyu görü­şelim,” demişti. Çünkü, elemanı işinde çok başarılı ve dürüst çalışan bir şahsiyetti. Namaz kılmasına karşı tep­kisi ise diğer elemanlarının Uraz’ı şikayet etmelerinden kaynaklanıyordu. Aslında kendisi de bu durumdan hoşlanmıyordu. Başkasının düşüncelerine karşı tavır takınmak istemiyordu. İşyerinde ki düzenden de kendisi sorumlu olduğu için Uraz’ı uyarmak zorunda kalmıştı. Ertesi günün sabahı Hikmet Bey, tekrar bu konu üze­rinde konuşmak için elemanını odasına çağırmıştı.

Hikmet Bey:

- Uraz Bey, o gün aramızda geçen konuşmayı tekrar görüşeceğimizi söylemiştim.

- Evet, sizi dinliyorum.

- Bakın, insanlara her zaman değer vermişimdir; İs­ter katil, ister hırsız, ister cahil... İnsanlara saygı gösteri­yorum; çünkü her şeyden önce ben de insanım ve yara­tılmadan önce bize sorulmadı “Ne şekilde yaratılmak istersiniz?” diye. Yani yargılamak, sadece Yüce Allah’a aittir. Size namaz kılmanız konusunda tabiri caizse tole­rans göstereceğim. Uraz, ellerini birbirine bağlamış, gözlerini Hikmet Bey’den ayırmadan, ilgisiz ve sanki karşısında konuşan biri yok da sadece sesin nereden geldiği belli olmayan bir varsayım üzerinde ister istemez odaklanmış, dinleme zorunluluğunun acısını çeker gi­biydi. Bu konuşma Uraz’a dokunduğu için hiç cevap vermedi. Hikmet Bey, konuşmasına devam ederek:

- Yalnız, sizin namaz kıldığınızı kimse bilmeyecek. Öğrenildiği taktirde benim haberim hiç bir şeyden yok, şimdi sizi dinleyelim.

Uraz, cevap verme konusunda zorlanarak:

- Söylenecek hiçbir şeyim yok. Biliyorsunuz Hak İş’in projeleri bitecek. İşime dönmek istiyorum.

- Siz bilirsiniz.

Hikmet Bey, namazın neyi teşkil ettiğini anlamak istemiyordu. Bu bilinçsizliği de dini incelemediğinin  göstergesiydi. Sadece insan mantığına  güvenerek hare­ket ediyordu. Eğer kendinden daha güçlü bir varlığa inanıyorsa ve hiç çelişkisiz kabul ediyorsa Kur’an’ı ince­lemeli, insan ve yaratıcı arasındaki karizmatik farkı çöz­meliydi ve Allah’ın; “Ben, insanları ve cinleri ancak  bana itaat etsinler diye yarattım.” Sözünün belki de arkasında olurdu.

Hikmet Bey’in Hanımı Neslin; bunların farkına varmış ve kısa zamanda dininin gereklerini yerine getir­meye çalışmıştı.   

Hikmet Bey, üşüdüğünü hissederek kalktı, Zaman ne kadar çabuk geçmişti. Saat dördü gösteriyordu. Eve dönmek için yirmi yıldır dost olduğu ağaçla vedalaşarak sitemini, yalnızlığını ve ruhsuz bir beden ile yaşadığını belirterek ağacın kurumuş  bedenine kızarak, yanına yaklaştı, elleriyle okşayarak: “Sen konuşmasan da ben seni seviyorum; çünkü sende benim sırlarım benim umutlarım var. “Ne umudu?” diye sorarsan; sırrımı saklamanın umudu. Belki mutlu yarınlarım olmayabilir; ama  dedim ya sende benim yüreğimin bir parçası var ve ben seni o yüzden çok seviyorum “dilsiz” dostum. Eğer senin dilin ve benim de yüreğimin dili olsaydı inan o zaman içimizdeki karanlık , aydınlık günlerin habercisi olurdu.” Ağacın kurumuş bedenini bir daha bütün iç­tenliği ile öperek  oradan ayrıldı. Hikmet Bey’i bu ağaca  bağlayan, kuşkusuz hanımı ile geçirmiş olduğu anılardı ve belki de ağaçların gizemli yaşantısıydı.   

Ã

 Y

 

eni güneşli bir günün başlangıcında Varol şirke­tinde herkes işinin başında  harıl harıl  çalışıyordu. Uraz da sinirli bir şekilde, çalışmalarına devam ediyordu. Bir süre sessiz sessiz çalıştıktan sonra saatine baktı on ikiyi gösteriyordu. Yeğeninin okuldan alınma zamanı gel­mişti. Çalışma arkadaşına:

- Mehmet ben çıkıyorum, sen burada mısın?

- Hayır, ben de yemeğe çıkacağım, sinirlerin yatıştı mı?

- Sinirli miydim ki?

- Evet öyleydin.

- Her neyse, sonra konuşuruz, şimdi gitmem gereki­yor. Sana afiyet olsun.

Mehmet sinirlendi. Uraz’ın ardından somurttu:

- Hep böyle yapıyorsun; kaçamak cevaplar  kaça­mak cevaplar...

Arkasından gelen sese aldırış etmeden, hızla bulun­duğu yerden uzaklaştı Uraz. On dakika sonra Murat’ın yanındaydı. Murat okulun yemyeşil bahçesinde yalnız başına oturmuş; amcasının gelmesini bekliyordu: 

- Off! nihayet geldiniz Bayım.

- Kızdın mı? 

- Yok, hayır; aslında alıştım artık.

Murat’ın ayakları sakat olduğu için onu okuldan  bazen amcası ve babası almaya geliyordu.

- Biraz oturalım mı? Ne dersin? Murat:

- Burada mı?

- Evet çok hoş bir görüntüsü var. Özellikle şu güz gülleri çok güzel.

- Evet, Osman amca onlara gözü gibi bakıyor.

- O kim ?

- Buranın temizlik işleriyle uğraşan kişi. Bak kendisi de geliyor. Uraz başını soluna çevirdi ve karşıdan aksak yürüyen kırk elli yaşlarında, aklaşmış saçlarıyla,  kambur adama baktı. Adam,

- Merhaba Beyler.

- Merhaba Osman amca. Sizi amcam ile tanıştıra­yım. Murat elleriyle amcasını göstererek: “Amcam Uraz,” dedi ve "Amca, sana anlattığım Osman Bey

 Uraz:

- Tanıştığımıza memnun oldum.

- Ben de oğlum, nasılsınız?

- İyiyim, siz nasılsınız?

- Şükür, iyi olmaya çalışıyoruz.

- Ben ve Murat okulun bahçesinden konuşuyorduk, bahçeye çok iyi baktığınıza inanıyoruz.

- Evet, yeşilliği çok sevdiğim için farklı ilgi gösteri­rim.

- Şu güller çok ilginç, kış olmasına rağmen hala varlar.

- Ben bunların kurumaması için çok çaba sarf ettim. Güneş çıktığı zaman onların üstünü açtım, gittiği zaman da üstlerini kapattı. Böylelikle onları yaşattım.

Murat:

- Amca kalkalım mı bugünkü derslerim çok fazla.

Uraz:

- Tabii Murat. Sonra görüşürüz inşallah.

- Osman Amca

- Tabii oğlum.

- İyi günler.

- Güle güle.

Murat okulun çıkışına kadar seni kucaklamamı mı ister misin?

- Hayır, amca çok iyisin; oraya kadar kendim de gelebilirim Seni yormak istemem.

Okulun çıkışına kadar Uraz, Murat’ın tekerlekli san­dalyesinin arkasından tutarak onu, yavaş yavaş, sürdü. Arabanın yanına geldiklerinde:

Şimdi sarıl bakalım amcana. Yeğenini arabaya koyduktan sonra:

- Şimdi tamamız efendim.

Uraz, Murat’ı, eve bıraktıktan sonra tekrar işinin ba­şına dönmüştü. Murat, eve bırakıldıktan sonra anne­siyle...

- Anne yaa! Amcama çok üzülüyorum,

- Neden oğlum ne oldu ?

- Benimle hep uğraşıyor, yemek vaktinde bile ye­mek yemeden hemen beni almak için koşuyor

- Olabilir oğlum, o, senin amcan.

- Amcam oluşu hiçbir şeyi değiştirmez, sonuçta onun da bir canı var.

- Haklısın ama, ne yapabiliriz? Murat sinirlenerek:

- Bir şey yapamayacağımızı ben de biliyorum. "Ha­tice Hanım Murat’ı daha fazla sinirlendirmemek için susmayı tercih etti. Bir süre Murat’ı izledi. Oğlunu çok seviyordu, bu durumuna da çok üzülüyordu. Taktir Al­lah’a aitti. Elinden sadece beklemek geliyordu.

Doğduğundan beri ona sabırla bakmıştı. Orta okul sonuna kadar bile onu sırtında taşımıştı, taki amcası üniversiteyi bitirip de iş buluncaya kadar. Hemen ardın­dan araba alınmasıyla biraz rahata kavuşmuştu. Hatice Hanım kahır çektiğinden yaşından olgun gösteriyor. Acılara rağmen dirençli.

Oğlunun yanına giderek sımsıkı sarıldı.

- Oğlum, bir tanem, hadi odana git dersini çalış, ben de sana yemek hazırlayayım olur mu ?

- Hayır anne, benim canım şu anda bir şey iste-miyor.

Hatice Hanım, sert sert bakarak; ama tatlı bir üs­lupla:

- Hayır oğlum ben yemek hazırlayacağım sende yi­yeceksin.

Murat ağzını açıp “hayır” yanıtı verecekti ki annesi elleriyle onun ağzını kapattı ve Murat’ın arabasını oda­sına doğru sürerek “hadi bakalım sen derse ben de mutfağa,

- Off anneee! Hep böyle yapıyorsun!

Hatice Hanım, mutfağa doğru ilerlerken dört odalı evinin kapı zili çalındı. Dönüp kapıyı açtı, gelen Hira idi.

- Merhaba, anne.

- Merhaba, derslerin nasıl geçti.

- Her zaman ki gibi.

- Gel mutfağa geçelim biraz laflarız.

- Tamam anne, üstümü değiştirip geliyorum.

Hira, odasına geçti; kahverengi  pardösüsünü  çıka­rıp astı, eşarbını çıkardı, örülmüş kumral uzun saçlarını  açtı, yukarıda bağladı. Pardösüsünün altına giymiş ol­duğu siyah pantolonu çıkarmadı; sadece üstünde ki gömleğin yerine açık mavi pamuklu tişörtünü giydi ve mutfağa annesinin  yanına döndü.

- Anne Murat odasında mı?

- Evet, ders çalışıyor ve morali biraz bozuk

- Neden ?

- Amcasının onu her gün okuldan almasına üzülü­yor.

- Sanki yabancımı tabiî amcam alacak. Bu çocuğu anlamıyorum ya !Konuşmamı ister misin?

- Hayır, fayda vermeyeceğini biliyorum onu  kendi haline bırak.

- Şu yoğurttan biraz tabağa koyar mısın?

- Elbette anneciğim çay içmeye ne dersin. Olabilir yalnız  kardeşinin yemeğini verelimde ondan sonra ye­meğini götürürüm.

- Canın çay mı istedi?

- Evet anne, hem biliyorsun çayı çok seviyorum.

- Tamam, anlaştık o zaman.

Hira, kardeşine yemek götürdü. Hatice Hanım da;  çayı hazırlayıp salona geçti. Hira’nın gelmesiyle çaylar dolduruldu.

- Anne keşke zamanı durdura bilmenin bir çaresi ol­saydı, büyümek ve acı çekmekten korkuyorum.

- Neden?

- Yaşantıdan ve insanlardan korkuyorum; çünkü in­sanlar birbirlerine karşı dürüst değiller.

- Ne olursa olsun, bizim gibi dürüst insanlar var ol­dukça, hayattan ve insanlar dan korkmamıza gerek  yok. Yine unutma ki her şey, ama her şey Al­lah’ü Teâlâ’nın isteği doğrultusunda olur.

Hiç bir kuvvet kurulanın dışına çıkamaz ve Al­lah’ta hiç bir kuluna taşıyamayacağı bir yük yüklemez. Ne yapılıyorsa ve ne hak ediliyorsa insan kendi başına geti­rir. Sen yaşamdan değil, kendinden korkmalısın. Varlı­ğının efendisiysen hiç bir güçten korkmamalısın.

Hira konudan konuya geçiyor, annesi ise onu sa­bırla dinliyordu.

- Bazen düşünüyorum da garip hem de çok garip geliyor. Zengini, fakiri güzeli, çirkini, sakatı ve  sağlamı... Bu adaletsizlik değil mi?

- Lütfen böyle konuşma, inançlı bir yüreğe layık sözler değil bunlar...

Hira, boşalan bardaklara çay doldururken, anne­sini dinlemeye çalışıyordu.

- Allah’ü Tealâ, hiçbir varlığı gereksiz yaratmamış. Her obje bir düzen ve sınav içerisindedir. Bu kavramları senin benden daha iyi bilmen lazım. Gün boyu gözlerini kitaplardan ayırmayan sensin.

- Öyle de anne, böyle düşüncelere dalıyorum.

Hatice Hanım sohbet anında saati hatırladı:

- Eyvah! Kızım zaman epey geçmiş. Evde yenilecek hazır bir şey yok. Haydi, mutfağa geçelim. Bana yardım et de bir şeyler hazırlayalım.

İkisi de telâşla mutfağa geçip yemek hazırlamaya koyuldular. Hira, odasına çekilip kitap okumaya başladı. Annesi de; kurumuş çamaşırları toplamaya karar vere­rek vakit geçirmeye çalıştı. Murat, odasında hâlâ ders çalışmaktaydı. Uraz, tek başına, iş yerinde yarına çık­ması gereken projeleri bitirmek için son hızla çalışı­yordu. Şunun şurasında yarım saatlik işi vardı. “En iyisi evi arayıp, geç gideceğimi haber vermek, yemeğe bek­leme­sinler" diye düşündü. Telefon açtı haber verdikten sonra tekrar işe koyuldu. Tahmin ettiği gibi dokuza doğru projeler bitti ve derin bir nefes aldı. Son bir kez gözden geçirdikten sonra çekmeceye yerleştirdi. Ceke­tini aldı odasını kilitledi, yola koyuldu .

Uraz, yirmi yedi yaşında, uzun boyu, esmer teni, si­yah parlak saçlarıyla gözde bir çekiciliğe sahip. Uraz çocukluğunu abisi, yengesiyle geçirdi. Çocukluk yılları sefaletle geçti. Fakirliğe rağmen ailenin huzuru iyi geç­mişti. Bunu fark eden Uraz aile içi düzeni gözlemledi. Yengesinin sabır dolu çilesini ibret alarak anlamaya çalıştı ve bunu dine bağladı. Yengesi Allah’a gerektiği gibi saygı göstermeye çalışıyordu. Oğlunun sakat duru­munu bile Allah’a şükürde bulunarak yerine getiri­yordu. Uraz, yengesi vesilesiyle lise yıllarında din kav­ramını iyice öğrendi, üniversite yıllarında pekiştirmeye çalıştı. Genel kültürü çok kapsamlı bir hale getirinceye kadar çok okudu. Bu özellikler karşısında kendini çok mutlu hissediyordu ve bu güzel hasletlerin sahibi di­niydi. Çünkü din; araştırmalar üzerinde yoğunlaşmış bir kav­ramdı ona göre.

Uraz’ın gözlerinden yaşama ve bilgisizliğe karşı na­sıl bir  savaş verdiğini anlayabilirdiniz. Ağabeyi ve yen­gesinden hayatla mücadeleyi en iyi şekilde öğrenmişti. Aşkın ailesinin aç kaldıkları günler çok olmuştu. Üniver­sitede okurken tek pantolonla yaşadığı günleri hâlâ unutmamıştı ve unutamazdı da. Bu yüzden, yasama  sınırsız bir hırs ile bağlanmış, yemeyip, giymeyip öğre­nimini tamamlamış ve hayalinde ki inşaat mühendisli­ğini kazanmıştı.

Uraz, altı katlı binanın, ikinci katında bulunan me­kandaydı şimdi..

Murat:

- Amca, bugün çok geç kaldın?

- Yarına yetişmesi gereken proje vardı da ondan Murat’ım... Sen ne yapıyorsun, derslerini bitirdin mi?

- Eh, sadece biraz yazım kaldı. Onu da yemekten sonra yaparım.

- Ne! Siz daha yemek yemediniz mi?

Hatice Hanım salon kapısından girerken:

- Nasıl yememizi beklersin, ne sen varsın ne ağabe­yin?

Uraz

- Ağabeyim nerede ki yenge?

- Biliyorsun yaza doğru mesaileri başladı. Artık hep geç gelecekmiş. Derken  zil çaldı ve Mahmut Bey geldi. Selam verdi. Salondakiler; Murat, Uraz, Hatice Hanım selamı alıp hepsi ayrı ayrı hoş geldin, dediler. Mahmut Bey, kızı Hira'yı  göremeyince:

- Yalnızların prensesi yine odasında mı? Diye sordu Hatice Hanım’a.

Hatice Hanım:

- Evet, yemeğe de gelmeyecekmiş; çünkü ak­şam üzeri çayla beraber bir şeyler atıştırmıştık. Mahmut Bey,  böyle ayakta dikilmeyin lütfen banyoya.

- Of! Hanım, senin de banyo takıntın beni öldü­rü­yor.

Mahmut Bey, banyo yapmaktan hoşlanmadığı için her defasında hanımına çıkışırdı.

Mahmut Bey: İlkokul mezunu, otuz yedi yaşında. Ak saçlarıyla Uraz’ın, bir kopyası. Anne ve babasının isteği üzerine erken yaşta evlenmişti. Kendisini hiç an­lamadan çoluk çocuğa karışmıştı. Evliliğinden mem­nundu hele hanımından daha bir memnun. Yalnız yok­luk içindeki yaşam bu güzel duyguların anlamını az da olsa yitirdiğini de unutmamaktadır. Bir zamanlar ailesi­nin tek umuduydu. Kardeşinin ve oğlunun eğitimi için tüm maddi sıkıntıları zorluklarla yendi.O her şeyi za­mana bıraktı sabır sabır dedi.

Yasam, Mahmut Bey’e, çalışma alternatifini sun­muştu;bunun yanında sevginin paha biçilmez  bir değer olduğunu da öğretmişti. Mahmut Bey, iyilik timsali  bir insandı. Bazen iki gün üst üstte eve uğramadan mesai­lere kalıyor ve kendisine aldırmıyordu. Nasıl aldırsın ki bir tarafta sakat oğlu diğer tarafta okuyan kardeşi... Mahmut Bey, kendini ailesine adamış, cefakar bi­çare... Mücadeleden taviz vermeden, alnından ter yerine kan akarcasına, vefayla, fedakarlıklarla bu günlere gelebilmişti.

Yemekten sonra Uraz ve Murat bilgi alışverişinde bulunmak için salona geçtiler. Salonda Hatice Hanım ve Mahmut Bey televizyon izliyorlardı. Onlar da salonun  diğer başında bulunan masada oturup sohbetlerine başladılar.  Bir süre sonra Murat, dersini iyi vermediğin­den amcası çalışmayı kesmek zorunda bıraktı. Murat’ın morali bozuldu salonda bulunan annesi ile babasına iyi geceler dileyerek  odasına geçti.

Mahmut Bey, televizyon izlerken kardeşinin ve oğ­lunun konuşmalarına kulak vermişti. İki çocuğuyla yeteri kadar ilgilenemediğinin ezikliğini hissetti. Üzülüyordu, keşke daha farklı koşullarda yaşayabilseydi, ama o şimdi, gün boyu çalışıyor ve akşamları da zamanını tele­vizyon izlemekle geçiriyordu. Oysa her yönüyle iyi bir baba olmayı ne çok istemişti. Yanı başında narin enda­mıyla oturan eşine baktı. Hatice Hanım, başında ki açık pembe örtüyle  daha da genç gösteriyordu. Açık tenine ve kara kaşlarına oldukça yakışmıştı. Cefa içinde iki çocuk büyütmüştü,hala dillerde ki güzelliği üzerinde. Her şeye rağmen eşi ondan  daha güçlü ve kendisiyle ilgili. Mahmut Bey onu içten içe kıskandı, ona hissettir­medi. Bakışları eşinin üzerinden ayırmadan, “meleğim” dedi. Eşi televizyona dalmıştı kocasının ne dediğini duymuyordu...

Perişan haline baktı, kızdı ve hanımına yakışmak için “kendime bakmalıyım,” dedi. Bu sefer hanımı sesini duydu ve:

- Anlayamadım, diye sordu.

- Hayır sevgili, rahatına bak sadece sesli düşünü­yordum. Gözleri televizyona döndü, ama fikirleri hâlâ aynı ve yüreği sızlıyordu. Boğazında hıçkırıklar düğüm­leniyor, gözlerini kapatıyor, boğazı acıyordu. Yerinden hızla kalktı yatak odasına geçti. Hemen ardından eşi yanına geldi. Kocasını karyolanın üzerinde ağlarken buldu. Yanına yaklaştı ve ellerinden tuttu.

- Neyin  var, neden bugünler de böylesin? Bana bi­raz derdini açamaz mısın? Hani birbirimizden gizli sak­lımız olmayacaktı. Biz sadece eş değil dosttuk, şimdi  sen kalkmış ben den ayrı ağlıyorsun!

Mahmut Bey konuşmadı, eşinin ellerini sıkıca kav­radı, ağlamasına devam etti.

Hatice Hanım eşine şiir tutturdu.

Bir damla gözyaşın akmasın ciğerparem, yüreğim acır,

Ben den gizlin olmasın, vurulurum, taa en derin­den.

Ben sen, sen ben o halde bu bensiz gözyaşı ne,

Yoksa  sevdan mı  azaldı bilmeyeli...

- Hıçkırık dolu seslerle eşinin ağzını kapattı. Hatice Hanım elleri saygıyla ağzından indirdi.

- Anladım senin yalnız kalman gerekiyor.

Odadan çıktı. Hemen ardından Mahmut Bey, yata­ğından kalktı ve kendini dışarıya attı.

Hava soğuk ve rüzgarlıydı. İçine işleyen soğukluğu hissedince vazgeçti, tekrar kendi anahtarıyla kapıyı açtı ve içeriye girdi. Eşi mutfakta , oğlu kendi odasına geç­miş ders çalışıyordu. Kardeşi ve kızı  koyu  bir sohbete dalmış gibiydiler ki sesleri yüksek çıkıyordu. Üzerindeki montu çıkardı. Mutfağa eşinin yanına gitti. Eşi bulaşık yıkamakla meşguldü. Mutfakları küçüktü. Buzdolabı, yemek masası ve sandalye, komodin ancak sığmıştı. Mahmut Bey sessizce masaya yaklaştı ve kendisini san­dalyeye attı. Sandalyenin ses çıkarmasıyla Hatice Ha­nım arkasına döndü. Eşinin biraz önce ki hüzünlü hali­nin yerine yüzü güleçti. Konuşmadan  sadece bakıştılar. Bulaşığı bitirdi ellerini kuruladı. Eşinin karşısına oturdu, hareketlerinde, yumuşak can alıcı bir üslup vardı.

Mahmut Bey:

- Biraz önce ki halim için, affet.

- Affedilecek hiç bir şey yok.

- Bilirsin her zamanki sorunlar canımı sıkıyor, yo­ğunlaşınca kendimi kaybediyorum.

- Anlıyorum, lütfen bir daha böyle ağlamamaya ça­lış; çünkü ağlamana dayanamam, benim her şeyimsin.

Sen olmazsan ben biterim. Saygın, sevgin ve ilgin olmasaydı ben şu an ki saygın Mahmut olmazdım.

Mahmut Bey, yüreğinin ferahladığını hissetti ve eşine sarıldı ellerinden öptü. Salona döndü. Açık tele­vizyonu kapattı. çekyatın üzerine uzandı.

Uraz, Hira’nın odasında sohbete dalmıştı.

- Uraz:

- Hira giderek marjinalleştiğinin farkında mısın?

- Ne yapıyorum ki; mağara adamı mıyım ben?

- Evet canım maalesef seni bu gece yargılamaya geldim. Birinci suçun; neden yemeklere katılmıyorsun! İkincisi; sohbetlere katılmamak.

- Hangi sohbetlere?

- Aile sohbetlerine.

- Amca, ben böyle olmaktan hoşlanıyorum.

- İnsanlardan koparak mı?

- Ben insanlarla diyaloğumu kesmiyorum, zamanım yok.

- Unutmamalısın ki zaman sana ait. İnsan zamanın hükümdarıdır. Yalnız önüne geçemezsin. Bir günün içine bir çok işini yükleyebilirsin. Zaman plân demektir. Plânlı değilsen zamanın kurbanı olursun. Sen onun efendisiyken, bir de bakmışsın ki o senin efendin olmuş.

- Şu anda zaman benim efendim mi?

- Evet, çünkü zamansızlıktan yakınıyorsun?

- Amca okumaya daha fazla zaman  ayırmam lâzım, çünkü genel kültürüm iyi değil.

- Hira, kurmuş olduğun kurallar çerçevesinde bun­ları yapman sana daha çok zarar verir. Kurallarını değiş­tir­men lâzım, annene yardım etmiyorsun.  Arkadaşların­dan uzaklaştın ne benimle ne de babanla doğru düzgün konuşmuyorsun! Buna annen, Murat da dahil. Bak ca­nım, bilgi her yerdedir; şu odaya bir baksana buradan bile biz türlü bilgiler alabiliriz. Bilgi geniştir. Gerektiğin de insanlarda, hayvanlarda, çiçeklerde...

Bugün bilgi iki kapak arasına sığdırılmış sayfalarda değil, insanlar arası iletişimdedir. Sen bilgiyi yalnız ki­taplar da arıyorsun? Unutma! kitapları yazanlar da in­sanlar!..

- İşte her şey burada bitiyor. Benim aslında  insan­larla iletişimim var .Hem de en iyi tarafından. Bire bir insan beynine ulaşıyorum.

- Tamam kabul ediyorum bunu, yalnız şunu da unutma sen o beyni gözlemleyemiyorsun, karakterini, saygınlığını da bilemezsin! Kitap oku, ama insanlardan kopma, özellikle ailenden kopma. Hatta elinden geldi­ğince oku ama insanlarla görüş, konuş, darıl, kavga et. Anlaştık mı?

Hira başını önüne eğerek "evet",  dedi.

- Şimdi yalnız kal, düşün taşın. Karar yine senin,  iyi geceler.

- İyi geceler amca.

Amcası tekrar salona döndü.

Mahmut Bey, hala  uzanmış olduğu yerdeydi. Kar­deşinin geldiğini görünce toparlandı ve:

- Eee Bay Bilgi ne yaptınız yalnızlığın prensesiyle?

- Biraz  konuştum, etkili oldumu bilemiyorum.

Hira akıllı bir kız. Onunla gurur duymalısın.  Neden okula göndermedin?

Mahmut Bey’in gülen yüzü buruştu ve hiç düşün­meden cevap verdi.

- Çevreye güvenmiyorum; çok dengesiz bir yaşam var. O, bir kız ve sorumluluğu çok ağır. Mahmut Bey,   kardeşinin konuşmasına fırsat vermedi.

- Ben çok yorgunum... Sana iyi geceler.

- İyi geceler,

Uraz, sorduğu sorunun çok ağır vebali olduğunu anladı. İş işten geçmiş, soru üstüne basılarak yaralı yü­reğe sorulmuştu. Salonda tek başına bir süre oturdu. Küçük pencereli odasına geçti. Yorulmuş bedenini  ya­tağa attı. Aklı ağabeyiyle meşkuldü. Yatağının hemen yanında bulunan  televizyon sehpasına uzandı, camını açtı ve kitap alarak okumaya başladı. Okuduklarından bir şey anlamayınca bıraktı. Ağabeyine lüzumsuz bir soru sorarak keyfini kaçırtmıştı. İnsan, bazen saniye­sinde bile hata yapabiliyor. Bir an ağabeyinden özür dilemeyi düşündü; sonra konuyu fazla uzatmamanın daha iyi olabileceğine karar verdi. Kalktı, bilgisayarı açtı, çizimler yaptı, bunlar gelecekte ki evinin  planlarıydı.  Çok farklı bir ev düşünüyordu. Sahipleri hem şimdi ki ailesi hem de evleneceği kadını olacaktı. Şu an bulun­duğu  evlerinden çok daha  güzel bir ev olmalıydı. Kendi çalışma odası kocaman, Murat’ın odasında da hiçbir eksiklik olmayacak, kısacası  Murat’ın odası bir ev bü­yüklüğünde hayal ediyordu. Şimdilik kendi ve Murat’ın  odasını çizebilmiş diğerlerini de her akşam çalışarak tamamlayacaktı.

Bilgisayarı kapattı, üstünü değiştirdi, abdest alıp namaz kıldı, lambayı kapattı ve isteksizce yatağına uzandı. Her akşam olduğu gibi yine hayallere daldı. Kendi yaşamındaki geçmişine ve gelecekteki umutlarına baktı. Geçmişi; sefalet, şimdiki yaşantısı; orta halli, gele­cek yaşantısı ise; parlak geçeceğe benziyordu. Bir de Murat'ın ayağının iyi olma sorunu, ortadan kalktı mı her şey hallolacaktı. Murat'ın iyileşmesi için bir miktar pa­raya ihtiyaç vardı. Bu paranın toplanması için Uraz,  kendi maaşını hiç harcamıyordu. Harcadığı paralar ara­banın giderlerine veriliyordu. Araba Murat için özellikle alınmış okuldan eve, evden okula daha rahat gidip gel­mesi içindi. Böyle düşüncelerle anca gece yarısında uyuyabildi.

Hira  amcasının ardından yaşam akışını değiştiren bir program hazırlamaya karar vermişti. İlk olarak temiz bir kağıda kendisine ait bir söz yazdı ve odasının duvar notlarının altına astı. Bu kendisi için bir slogandı. Sesli düşünerek; yazdığı notu okudu.

"Hiçbir zaman başkalarının fikirlerine ihtiyacım yok, demeyin; zira beyin devamlı farklı fikir ve bilgilere açtır."

Hira, yalnızlığı seviyordu, bu akşam ise amcası dü­şünce ufkunu iyice açmış. Göremediklerini görmesine vesile olmuştu. Amcası her defasında kültür dünyasına bir taze gül gibi yumuşak, sorgusuz, acı vermeden ken­disine  güzel kokular sunarak yaklaşıyordu. Zaten onu böyle bilgiye sevdalı yapan, Bilge Hatunluğa  yükselme­sine bir Hızır gibi sağlayan hep amcası değil miydi? Bir ömür boyu minnettar kalacağı sevgi vebilgi dolu, insan­cıl, insanlar arasında değerli bir insan olan  amcası değil miydi? Özellikle kendisi için çırpınan da  hep oydu. Ba­basını düşündü, oysa amcası yerinde babası olsaydı ne iyi olurdu. Amcası ve babası ne çok farklıydılar. Babası çalışmaktan başka bir işle uğraşmayan, amcası ise; her kesime kolayca yaklaşan, azimli fedakar, bilgili, hoşgö­rülü, dürüst...

Hira’ya göre amcası mükemmel bir kişiliğe sahip.

- Evet  sevgili amcam, her defasında olduğu gibi şimdi de sen haklısın ve ben senin dediklerine harfi har­fine uyacağım. Kızının yanına gelen Hatice Hanım:

- Kızım sen daha uyumadın mı?

- Hayır anneciğim.

- Vaktin var mı?

- Evet tabii ki buyur.

Hira yer minderine oturmuştu. Yanında oturması için annesine yer ayarladı. Hira’nın odası oturma odası gibiydi. Gece yere serdiği yatağını topluyor gündüz de yer minderlerini seriyor. Küçük bir masa, masanın al­tında kitaplar, canlı çiçekler, gündüz içerde gece dışarıda ve duvarda bir sürü doğa manzaraları, ve kendi yazmış olduğu sözler. Kendisince farklı yaşamaya çalışıyordu. Hâlinden mutluydu.

- Evet anne seni dinliyorum.

- Bir şey yok kızım ne yapıyorsun diye bakmaya  gelmiştim?

- Afedersin ben farklı anladım. Anne biliyor musun, amcamı çok seviyorum.

- Farkındayım, benim de Uraz gibi bir amcam olsa, herhalde ben onu senden daha çok severdim. 

- Sen aslında amcanın bilgisini seviyorsun. Eğer amcan bilgi ile donatılmış olmasa onu bu kadar çok sevmezdin.

- Beni çok iyi anlıyorsun? Kendimi inanılmaz geliş­tirmek istiyorum.

- Sonuna kadar seninle olacağım. Her ne şekilde olursa olsun, hangi yolu seçersen seç bilgi için çırpınışla­rının yanındayım.

- Sen dünyanın en anlayışlı annesisin. Şükürler ol­sun Allah’a... Her insana farklı bir özellik vermiş.

- Allah’a sonsuz şükürler olsun senin gibi akıllı ve güzel bir kız vermiş bana.

- Anne!.. Anneciğim!

- Hadi kızım bu kadar yeter sen de uyu artık.

- Pekiyi anne. 

Hatice Hanım gittikten sonra, Hira sabaha kadar  uyuyamadı. Sürekli bir şeyler yazdı. Coşmuştu. Heye­canlıydı, sınırsız bir mutluluğun sultanıydı. Her yeni bilgi onun beynine yumuşak bir buse gibi konuyordu.

Hira bilgiye aşıktı. Aşkı tanımanın ve aşksız bir ya­şamın kara zincirlerini kırmıştı. Köleliğin aşağılayıcı zu­lümlerini kendi gücüyle yenmişti. Aşkı arzulayana, aşk gider. Aşkı yüceltene, aşk yücelik verir. Kara zincirlerin, fedakârlığın simgesidir aşk. Sevginin değerini fark etti­rendir aşk. Hastalığın dostu, düşmanıdır. Geçmiş ve geleceğin ölümsüz bir varlığıdır. 

                         

Ã

U

 

yan insanoğlu! Yıllardır uyuduğun yetmedi mi? Şeytana köleliğin ne zaman sona erecek ve ne zaman gerçeğin peşinden koşacak yaşamına dair eksik­likleri tamamlayacaksın. Ahirette kendi adına yazmış olduğun kitabına hangi vakit donup bakacaksın ve yaz­dıklarının güzel mi çirkin mi olduğuna nasıl karar vere­ceksin. Ken­dine acı insanoğlu kendi kitabını güzel yaz­mamışsan kendine acı!...

Müntaha’nın dadısı rüyanın etkisiyle irkilerek uyandı. Yatağında bir sure oturdu. Elleriyle yüzünü ka­patarak ağladı. Neydi gördükleri yoksa ahiretten ona  bir ikaz mıydı? Allah’a gerektiği gibi kulluk edememiş miydi? Karmaşık düşüncelerle kendini zorlayarak kalktı. Sabah kahvaltısını hazırlamaya koyuldu. Kahvaltıyı ha­zırladı. Münteha’yı uyandırdı.

Münteha, hitabın yumuşaklığıyla başını yastığından kaldırdı ve dadısına gülümsedi. Dadısı gergin hareketle­riyle yumuşak görünmeye çalışıyordu. Sarı kızı, gerginli­ğini fark etti. Ona hiç bir şey sormadı, mutfağa ininceye kadar.

- Hasta mısın?

- Hayır kızım. 

- O zaman bu gerginliğin ne?

- Sana öyle geliyor.

- Seni üzmek istemem, benimle paylaşman beni  mutlu eder.

- Paylaşılacak bir konu değil ki.

- İnsanlar paylaşması gereken konularda kendileri karar verirler. Seni, sana ve vicdanının sesine bırakıyo­rum. Anlatmazsan bu sana zarar verir.

- Ahh kızım lütfen sus, belki Allah’la kul arasında ki bir sırdır.!

- Tamama tamam affedersin. Babam bugün kah­valtıya inmeyecek mi?

- O saat dokuzda  uyanacak.

- Ben başlayabilir miyim?

- Tabii ki başlayabilirsin. Münteha, bardağından iki üç yudum aldı ve sofradan kalktı. Yukarıya kendi oda­sına, oradan da lavaboya uğradı, Ellerini iyice yıka­dık­tan sonra dişlerini de fırçaladı, aynaya son bir kez bakıp saçlarını düzeltti, tekrar aşağıya indi ve antreye doğru gidip montunu, çantasını aldı, sessizce evden ayrıldı. Yalnız kalan dadısı Hikmet Bey’i bekledi ve onun gel­mesiyle beraber kahvaltıya başladılar.

Hikmet Bey

- Ayşe Hanım, elli yaşındasın ve yirmi dört yıldan beri bizimlesin. Soracağım soru hoşuna gitmeyecek; ama senden af dileyerek sormak istiyorum. Neden  ev­lenmedin? Kendini yalnız hissetmedin mi?

Ayşe Hanım hoşgörülü bir insan olduğu için çekin­meden konuştu:

- Tabi ki kendimi çok yalnız hissettiğim zamanlar oldu. Niçin evlenmedim sorusuna gelince karşıma dü­rüst insan çıkmadı ki. Dürüstlüğü kendisine şiar edinmiş kişi ile de farklı fikirler de olduğumuz için anlaşamadık. Hem boş verin. ben böyle özgür ve mutluyum.

Böyle derken yüreğinin kendisinden hesap sordu­ğunu hissetti ve hafif bir gözyaşı aktı, gözlerinden .

- Özgürlük diyorum; ama bence insanlar mutlu olunca özgürler. Ben yuva kuramamanın sancısını çok  çektim. Hala da çekiyorum, ama yaşamımdan şikayetçi değilim, çünkü kızım gibi sevdiğim bir yavrum var. Ev­lenmedim ama farklı bir yolla Allah bana mutluluğu   verdi. Sizden ve kızım dan çok memnunum. Siz bana  kardeşimden daha yakınsınız. Bana gerçek bir aile gibi davranıyorsunuz. Bunun bende  yarattığı huzuru anla­tamam.

- Buna sevindim çünkü kızımın da sizin için aynı duyguları hissettiğinden eminim...

- Sevgiler karşılıklıdır, kızınızın beni sevdiğinden bende eminim. Size üzülüyorum hiç bir şeyden mutluluk duymuyorsunuz... Bu haliniz daha ne kadar böyle de­vam edecek? Ne siz nede kızınız mutlu değilsiniz

- Lütfen bu konuyu kapatalım, kahvaltı her zaman ki gibi çok güzeldi, elinize sağlık.

- Afiyet olsun.

- Ben gitmeliyim almam gereken bir şeyler var mı?

- Hayır, akşama hangi yemeği yapmamı istersiniz?

- Pilav üstü tavuk ve yanında taze  fasulye eksili bir salata..

- Neslin Hanım’i hiç aratmıyorsunuz o da bu türlere bayılırdı.

- Evet onunla bir çok zevkimiz aynıydı. Neyse artık gitmeliyim, hoşçakalın.

Hikmet Bey gittikten sonra Ayşe Hanım, masayı to­parladı ve ev işleriyle uğraştı.

Münteha okula erken gitmeyi kendine adet etmişti. Erken gidip ve her zaman oturduğu banka  oturmak, insanları gözlemlemek, kuşları sevgiyle seyretmek, en güzeli de öğrencilerin mimiklerini bir bir izlemek, bazısı öfleyerek, sevinçle, itişip kakışarak, en iyi arkadaşıyla kavga ederek ve bazısı da hüzünlü yüzleriyle okula gel­meleri; Münteha’nın insanlar üzerinde ki gözlemi kısa sürede insanları daha iyi tanımasını sağlamıştı. O bunu sadece göz  zevkini ve beynin dinlemesini istediği için yapmıyordu, insanları görsel olarak tanımanın, insan sarrafı olmanın gerekliliğini duyduğu içinde yapıyordu. Ama bugün havanın çok soğuk oluşundan bu adetini bozmak zorunda kalmıştı. Doğayla konuşmak onun gün boyu  huzurlu olmasına yeterdi. Münteha, buna rağ­men üne iyi başladı, yalnız beşinci ders sonrası öğrenci­leri öğretmenini çok sinirlendirdiler. Öğrencilerini ilk defa böyle hırçın görüyordu. Sabır, dedi, ama sabrını taşır­dılar.

- Arkadaşlar! Lütfen susar mısınız? Lütfen! Biraz ses­sizlik. Arkadaşlar! Siz büyüğe saygı nedir bilmez misiniz? Ben size hoşgörü gösterdikçe siz daha da hırçınlaşıyor­sunuz. İnsanlar konuşarak anlaşırlar. Benim öğreticiliği mi beğenmiyorsanız? Lütfen açık konuşun, eleştirileri­nize açığım. Bunun yanı sıra inanıyorum ki şu kocaman lise de benden daha anlayışlı bir öğretmen yok. Lütfen! Şımarık çocuklar gibi davranmaktan vazgeçin. Hepimiz aynı değerlere sahibiz. Ben burada işimi yapmaktan öte, sizlerle dost olmaya çalışıyorum. Size uzattığım dost elimi lütfen kendinizden uzaklaştırmayın.

Öğrenciler susmuş, şefkatli öğretmenlerini dinliyor-lardı. Aralarından Murat, izin alıp konuşmak istedi;fakat arkadaşları tarafından "ukala" diye nitelendi­rilmekten çekindiği için, susmayı tercih etti,  zilin çalın­masına on dakika vardı. 

Murat:

- Bunları neden yapıyorsun Mete? Sen kışkırtma­saydın böyle şımarıklık olmayacaktı.

- Sen sus, sana ne?

- Lütfen! Mete.

Münteha:

Murat lütfen önüne döner misin? Murat özür diledi önüne döndü, ve zil çaldı. Bu esnada Münteha onların arasında dolaşarak biraz daha yumuşak bir dil ile "Sizi hepinizi çok seviyorum aramızdaki diyalogu geliştirmek için düşünmenizi rica ediyorum. Yalnız bana karşı değil tüm öğretmenleriniz dahil. Diyecekleriniz yoksa çıkabilir­siniz. Mete sen kal!

- Tamam hocam.

Öğrenciler sınıfı boşaltınca Münteha:

- Biraz kayar mısın? Senin yanın da oturmak istiyorum. Bak Mete’cim biraz önceki konuşma­ları duydum. Arkadaşına böyle davranmak zorunda mıydın? Onu savunduğumu sakın düşünme, o seninle sakince konuşmaya çalıştı, fakat sen...

Mete:

İstifini bozmadan  hocasını dinlemeye devam etti.

- Konuşsan ya benimle, seni devamlı izliyorum. Çevrendeki insanlarla devamlı çatışma içerisindesin tek arkadaş edindiğin Serdar var, diğerleri ile hiç iletişimin yok. Kızma ama sanki sen farklı bir dünyadasın. Niçin bunlar?.

Mete başını kendinden emin bir eda ile kaldırıp ve kaşlarını çatmış bir şekilde "Ben insanlardan nefret edi­yorum."     

- Olabilir, mutlaka bunun bir sebebi var. Hiç cevap vermedi Mete.

- Her neyse biraz aileni tanıyabilir miyim?Baban ne iş yapıyor?

- İşçi yani inşaatta usta başı annem de ev hanımı ve beş kardeşiz

- En büyükleri sen misin?

- “Evet" Münteha havayı yumuşatmayı düşünerek ona biraz dolaşmayı teklif etti. Buna çok sevinen Mete, kabul ettiğini, susarak belirtti.

Beraber okuldan çıkıp yürüdüler. Mete çok şaşır­mıştı, bu ilgiyi  hocasından beklemiyordu. Kin dolu yü­reğin de hiç tatmadığı bir mutluluk yeni yeni filiz ver­meye başladı.

Mutluydu Mete... Hem de çok mutlu; çünkü bu­güne kadar ne ailesinden ne de arkadaşından böyle bir yakla­şım görmemiş. Hep horlanan, eleştirilen olmuştu. Şimdiyse ummadığı birisinden çok farklı ilgi görüyordu. Bir müddet sessizce yürüdüler. Münteha Sevda ile sü­rekli gittiği çay bahçesine kadar bu böyle devam etti.

Çay içtiler, Münteha yine usulca konuşmaya baş­ladı. Dilinden merhamet, anlayış, tarihin küflü sayfala­rından insanlara övgüler şefkatle  çıkıyordu.  Mete’ye bir anne misali sıcak, candan, sorgusuz, söylemek istedikle­rini açıkça, ama Mete’nin yüreğine bakışları ile ses to­nunun yumuşaklığı ile sevgiler kondurarak. Mete bir rüya alemine dalmış küçücük gözleri yoğun ilgiden  memnun memnun hocasına içten gülümsüyor. Sanki;  konuşun hocam ebediyete kadar, tatlı diliniz, sıcaklığınız hiç bitmemecesine.

- Tarihe yakın bir gözlük ile baktın mı? Atalarımız  insan sarrafı olmuşlardır. Bence onların bu yaklaşımları çok güzel. O zaman bile anlayış, saygınlık varmış.

O zaman insan aklı o kadar gelişmemişti. Münteha susup Mete‘nin konuşmasını bekledi.

Baktı ki dudaklar gülümsüyor. Konuşmalarına bir süre daha devam etti? Olumlu yönde ilerlediğini anla­yınca fazla sıkmamak, için kısa kesti. Bir müddet  daha evreni izlediler. Sonra Münteha’ başka bir gün daha  burada görüşmek üzere ayrıldı. Yolda ilerlerken Mün­teha, yüreğinden insanlara karşı bir haykırış, bir isyan, bir nefret belirdi. Neden sanki böyleydi yaşam. İnsanlar böyle acılara layık varlıklar mıydı? Evine ulaşıp, merdi­venlerden yavaş ve dalgın çıkarken, Dadısı:

"Hoş geldin güzel yüzlüm" dedi ve ardından Mün­teha, hayata küsmüş mimikleriyle cevap verdi. "Hoş bulduk,"dedi. Ardından yeşil halılarla serilmiş merdi­venlerden kendisine huzur mu, yoksa hüzün mü verdi­ğini bilmediği odasına geçmek için ilerledi. Kapıyı açtı odayı seyre daldı ve annesinin zevkini düşünmeye  başladı.

 Odasında her şey mevcuttu, ve her şey uyum için­deydi. Özellikle seçilmemişti, ama rastlantı sebebiyle sanki her şey titizlikle ayni olsun diye bir araya toplan­mıştı. Annesi öldüğünden beri odasının hatta evin  hiç bir eşyası yenileriyle değiştirilmedi bunun sebebi de  babasının isteğinin böyle oluşuydu. Zaten Münteha lise ve üniversite yıllarını dışarı da olduğundan. Yaşamının yarısından fazlasını bu evde geçirmişti. Odasındaki eş­yaları da tatile geldiği zamanlarda seriliyor ve kullanılı­yordu.

Çalışma masasının başına geçti Mete’yi düşündü.  Mete”nin tek sorunu “sevgi ve ilgi” diye düşündü. Gözü kitaplara kaydı. ”Evet Mete için tek yardımcı (kitaplar) olmalı... “Nasıl bir kitap sevgi oluşumu sağlayan bir sanat... Roman olabilir; çünkü romanlar, insanları bir istikamete doğru götüren, insanları sevgi çemberine taktıran, acılarıyla mutluluklarıyla düşündüren, zaman zaman güldüren ve zaman zaman ağlatan, insanları bir mum ışığından aydınlığa çıkaran, hayalperest bir dünya kurdurtan, yalnızlığı sevdiren veya marjinalliği analiz eden; romanlar değil midir... Kitaplığının içini karıştırıp baktı uygun bir kitap bulurum düşüncesiyle, ama aradı­ğını bulamamış bir sıkıntıyla “off en iyisi yarın uğraşa­yım.”dedi Yatağına uzandı biraz dinlenmek için uyu­maya çalıştı. Aradan epey zaman geçtikten sonra uyandı.

Dadısının yanına indi. Dadısı yemek hazırlamakla  meşguldü ve türkü söylüyordu. Münteha bir süre gizli  gizli dinledikten sonra dadısına takılmak için:

- Ne o Ayşe'm sanatçılığa mı başladın?

- Evet öyle düşünüyorum beğenemediniz mi?

Ne münasebet böyle kalın bir sesi beğenmemek haddimize mi? Dadısının konuşmasına fırsat  vermeden mutfağı terk etti. Salona geçti ve televizyonu açtı.

Perşembe sonrası Münteha, Mete için kurmuş ol­duğu planını, okulun öğle tatilinde, kırtasiyeye giderek gerçekleştirdi. Münteha’nın bugünkü iki dersi İngiliz-ceydi ve bu iki ders öğleden sonraydı; yani saat iki de derse başlayacaktı. Çarşıdan saat bir buçukta döndü. Acıkmış olduğunu hissederek kantine geçti. Ekmek arası  ve yanında ayranla karnını doyurdu. Tekrar öğretmenler odasına çıktı biraz da orada oyalandı. Saat ikide derse girdi. İki saat, ara vermeden ders anlattı. Zilin çalmasıyla Münteha ile Mete sınıfta yalnız kaldılar. Münteha:

Mete, sana bir hediyem var, umarım beğenir­sin,dedi.

Mete, sevinçten ne diyeceğini bilemedi. Kendisine sunulan incelik karşısında fazlasıyla heyecanlandı ve...

- Hocam ne gereği vardı?

- İçimden geldi Mete.

- Sağ olun.

- Önemli değil hadi al ve hemen aç. Umarım beğe­nirsin.

- Beğenip beğenmemem önemli değil. Siz  benim gibi kaba ve görgüsüz bir çocuğa böyle bir incelik gös­terdiniz ya bu hediye dünyanın en çirkin şeyi bile olsa; bana, dünyanın en güzel hediyesi geleceğinden emin olun. Bana verdiğiniz değeri hak etmeye çalışacağım.

Mete,  konuşurken hediyeyi de açmıştı.

- Bir kitap, tekrar teşekkür ederim.

- Önemli değil. Okumadığın bir kitaptır umarım.

- Evet okumadığım bir kitap, zaten ben ders kitapla­rından başka kitap okumam ki

- Ama inşallah bundan sonra sürekli okursun.

Hocasının bu davranışından memnun kalan Mete’nin bundan sonra  hocasıyla diyalogları genişledi.

Mete'nin bu değişikliğinden fazlasıyla istifade eden Münteha, ona sürekli olarak kitaplar vermeye başladı.

Hani derler ya bazı bilginler; ben bir hazine  bul­dum, sonsuza dek bitmeyecek olan, ben onu bırakma­dıkça beni bırakmayan, günden güne çoğalan    bir ha­zine bu...

Hazinenin ismini soranlara "Kitaplarım" demişler. Mete de hazinesini bulmuştu ve ona sımsıkı sarılarak hazinesine olan sevgisi ve değeri günden güne büyü­dükçe büyüdü.

Soğuk fırtınalı bir gece, her yer zifiri karanlık ve için için kasvet kokusu yayılmış etrafa. Bilgiye sevdalı iki yürek; kasvet ve karanlık gece de kendilerini     olum­suzlukların eline bırakmamış ve mumun  loş ışığında sevdalarını daha bir yücelterek inadına; biz yılmayız dercesine. Evet, Uraz  ve Murat  bu  gece ki planlarını uygulamakla meşguller.

Murat, elin de not defteri, kalemiyle amcasının   karşısın da oturmaktaydı. Uraz’ın üzerin de günlük kı­yafetleri bulunmaktaydı. Uraz, yengesi ve ailesine saygı niteliğinde  hiç bir zaman  gece kıyafetleriyle karşılarına çıkmazdı. Amcasının bu alışkanlığını Murat da kendisine örnek almış ve fark ettiği günden bu yana uygulamak­taydı.

Amca biraz hızlansak. Tabii Bilge sevdalısı, siz yeter ki arzu edin.

Rahat bir nefes aldıktan sonra konuşmaya başladı.

- Ben de onun hayatını bir dergide kısaca okumuş­tum. Sana, kısaca o dergiden aldığım verileri anlatayım. Hatırladığım kadarıyla dergide aynı şunlar yazılı idi:  “Seyyid Kutup, düşünce gücü yüksek ünlü bir aktivistdir.

- Nasıl yani aktivist?

- Yani bütün bilgilerin  toplumun gelişmesine hizmet etmesini isteyen ve böylece iradenin müessiriyetini be­lirten doktrin (etkincilik), canlılık,  hareketlilik... Şimdi anladık mı?

Murat, tatlı mimikleriyle gülümseyerek:

- Evet sevgili amcam anladım. Devam edebilirsin der gibiydi. Ve amcası devam ediyor.

- Verilen bilgilere göre Seyyid Kutup: İslam dünya­sında, toplum içinde en çok öğrenci yetiştiren bir isimdi, fikir adamıydı; ama maalesef düşünce tarzı, devletin yapısıyla bağdaşmıyordu. Hal böyle olunca devlet, Seyyid’den korktu ve onu darağacına gönderdi.

Murat:

- Geçmişteki aydınlarımızın  bir çoğunun sonu da­rağaçlarında noktalanmış, sadece bizim değil yabancı devletlerin uygulamaları da genelde ölüm üzerine ol­muş. Sanki devlet halkının bilinçlenmesini istemiyor gibi.

- Bazı devletler halklarını sömürmek için var ol­muşlardır, tek egemen devlettir, gerisi hurafe. Seyyid Kutup’a dönelim, Seyyid Kutup taraftarları az kesim­dendi. Bu yüzden de bertaraf etmek onlar için çok kolay oldu. Afakilik yoktu; zıt fikir anlayışı sabit idi ve bu da devletin bir anlayış ilkesiydi. Seyyid Kutup tarafları, özellikle öğrencilerden oluşuyordu. Bu da gösteriyor ki o devletin geleceği tehlikededir; çünkü en aktif gurup öğ­rencilerden oluşur. Bir devletin temeli çocuklar ve öğ­rencilerdir.”Murat konuşma arasına girerek:”

- Gerçekten de öğrenciler, devletin temelini koruyan faktör müdür?

- Eğer tabir-i caiz kullanılmışsa; Seyyid Kutup, öğ­renciler için bir su idi, o zamanlar ...

Adaleti bulunmayan bir ülkede, temiz bir su içmek çok pahalıya mal olur. Hatta canlar bile  ortaya konula­biliyor. Seyyid Kutup’da öyle oldu. Onun değerli özü bitirildi; ama  fikirler hala ayakta dipdiri. Seyyid Kutup kendi ülkesinde ve bazı ülkelerde hala yaşatılıyor, en­telektüel biri olarak kabul ediliyor. Şuna  inanıyorum ki Murat, eğer hükmü bulunan zatın kuralları çiğneniyorsa;  o devlet zorbadır, tağutidir. Her şey  insan yararına ya­ratıldığı  halde... Off! Murat, ama biz insanlar hala kendi kafamıza göre kararlar alıp uyguluyoruz.

- Anlamıyorum neden Allah (c.c)‘ü düşüncede sınır tanımazken biz insanlar kalkıp kendi kendimize zulüm ediyoruz. Biz kendimize bile doğru değiliz, aklımızı kul­lanmaktan o kadar aciziz ki; farkına varsak, biraz düşün­sek...

- Öyle Murat’ım anla işte, bilinçsiz kafalar, vicdansız yürekler ve yaratana karşı nankör mantıklar!..

Uraz, yorgun olduğunu hissederek; şimdilik yeterli olsun, çünkü vakit bayağı geç olmuş, izin aldı  konuş­mayı kesti. Murat’ın odasına gitmesi için yardımcı oldu, yatağına yatırdı. Kendisi de uyumak için odasına çekildi.

Hira, pille çalışan küçük teybini oturduğu yer min­derinin yanına koymuş, müzik dinliyordu. Yaratıcısını yücelten, sevgiye layıklığını yoğunlaştıran bir parça çalı­yor radyoda, parçanın kendisini en çok etkileyen kısım­larını üstüne basa basa tekrarlıyor. ”Sevgim yalnız Al­lah’a, her nefeste onun adını anmak. Hira’nın içinde yaratıcıya karşı sevgisi doruk noktada, yangın gibi alev  alev. Allah’ın sevgisini o denli ilk yaşıyordu. Kur’anın açıklamasını okuduğu zamanlarda  bu duyguyu hissedi­yordu. Allah’ım sevgiler layık olanadır. Beni sevginle ödüllendir, kevser havuzundan bir damlacık sevgi ver. Aciz yüreğim senin aşkınla meftun olsun. Hira’nin dü­şüncesi ezanla bolundu. Teybi kapattı, ezanı düzgün oturup dinledikten sonra Abdest almak için banyoya gitti. Hira’nın özel bir zevki de abdest alırken mutlaka aynanın karşısına geçip kendisini seyretmesiydi. Hira buğday teni, açık yeşil gözleri, kara kaş, uzun kıvrımlı kirpikleriyle ve beline kadar uzanan  kumral saçlarıyla,  orta boyu ile güzel bir tablo oluşturuyordu.             

Aynanın karşısına geçti. Saçlarını açıp dağıttıktan sonra ellerini çenesine dayayıp bir süre öylece durdu ve Allah’ın yapmış olduğu sanatın eşi ve benzeri olmayışını bir kere daha idrak ederek şükretti. Sonra tekrar saçla­rına farklı modellere yaptı. Saçıyla uğraşmak onun  mutlulukları arasındaydı. Taradı,  ördü, abdest aldı ve namazını kılmak için odasına geçti. Seccadesini  komo­dinin gözünden aldı. Kıbleye doğru serdi. Başörtüsünü  güzelce örtükten sonra, kıyama durdu. Namazını kıldı, duasını uzun uzun, içli içli yaptı. İçindeki duygularını Rabbi ile paylaşmak için  kalktı, yatağına uzandı ve gözlerini kapattı; Rabbiyle  konuşma sanatına geçti. Bir süre öylece kaldı ve birden yüreğinin en temiz köşesin­den; kara bulut misali, akan yağmur sonrası, yumuşa­yan toprak gibi yüreği öyle bir duyguya büründü.  Öyle güzel, tarifi yapılmaz bir hale dönüştü ki... Yazık ki bu çok kısa sürdü. Yüreği,  coştu  tattığı  duyguyu kağıda dökmek istedi nafile. O güzel duygunun, kalbinin en ücra köşesin de gizem içerisinde kalmak istediğini an­ladı. Hira, ağladı  ağladı, kendisini çaresiz yalnız ve sev­gisiz hissetti. Ellerini açtı, her şeyin yegane sahibine yal­vardı  yalvardı...

- Bir gönül yarası gibidir sevdan, incitir, hasrete bu­landırır, gizeme sürer sevgimi, ruhumu anlatılmaz bir huzura kavuşturur, evrenin mucizevi seyrine daldığım zaman uçtuğumu hissederim, çünkü öyle muazzam bir dünya yaratmışsın... Ey dost bana sana ihaneti  yap­mamam da sabit bir ahlak ver... Sevdalı yüreğimi, kara sevdayla doldur, dirilişe kalkmış bedenimi sana yapaca­ğım ibadetlerle güçlendir. Anlık; sevgin, ömrüm bo­yunca beynimde, taze bir gül gibi, hiç solmadan varlığını  sürdürsün. Hira  bu  güzel düşüncelerle   yavaş yavaş  uykuya daldı   

Aradan geçen haftalar sonrası, Murat  yaşamın sun­duğu, fırsatlar karşısında yaşamaya çalışıyordu. Okul­dan eve evden okula amcasının yardımıyla  gidip geli­yordu. Amca beni çok yoruyor bu durumlar ne zaman sona erecek benim bu  halim?...

- Az kaldı Murat, biliyorsun doktorlar bir diğer ame­liyat için biraz daha süreye ihtiyaç var diyor. Biraz daha sabır Uraz  Murat’ı bu tür söylemlerle  oyalamaya çalışı­yordu. Ama dört ay daha vardı ve Uraz bunu yeğenine söyleyememenin ezikliğini  çekiyordu.

Bir gün sonrası...

Uraz,  Murat’ı yine  okuldan almak için işinden ay­rılıp, doğru okul  yolunu tutmuştu.

Ve Uraz okula varır varmaz Murat’ın her zaman ki yerinde olmadığını görünce tedirginleşti. Hemen sınıfına gidip baktı. Murat  pencerenin önünde iki elini birbirine bağlamış derin düşünceli haliyle dışarıyı seyrediyordu. Uraz onu bir süre öylece izledikten sonra yanına yak­laştı, ona sarıldı.

- Ne oldu oğlum ?Neyin var? Niçin böyle üzgünsün?

- Hiç  amca sadece biraz farklı bir yerde, seni bek­lemek istedim.

- Lütfen bana yalan söyleme.

- Sıkıldım artık! Hem de çok sıkıldım! Bu yaşam­dan, senin her gün beni yemek yemeden eve bırakışın­dan ve bana bağlı kalmandan  fazlasıyla sıkıldım anla­dın mı amca?

- Neyse, biz seninle sonra konuşalım. Sana bir hi­kaye anlatacağım akşama...

- Hayııır, akşamı beklemek istemiyorum. Anlata­cak­san lütfen şimdi anlat.

- Ama oğlum, şimdi işime gitmem lazım sabırsız­lanma.

- Peki  konu ne?

- Konu senin durumunla alakalı. Anlaştık mı? Ama akşama...

- Anlaştık.

- Hadi o zaman doğru evimize.

Murat on beş dakikada evdeydi.

- Hoş geldin oğlum.

- Hoş bulduk anne.

- Nasıl geçti okul?

- İyi anne sağ ol .

- Ablam nerede?

- O, yok oğlum. Ama gelmek üzeredir, işin mi vardı?

- Hayır  onu görmek istedim.

- Fark ettin mi  oğlum? Hira bu günlerde çok de­ğişti.

- Evet anne.

- Bu arada odasına en son ne zaman girdin?

- Üç hafta önceydi herhalde

- Şimdi git bak istersen, odasını değiştirmiş; duvar­lardaki notları bile.

- Öyle mi? O kadarını fark etmemiştim, hemen  bakmak istiyorum.

Murat, tekerlekli sandalyesini hızla ablasının oda­sına sürdü. Kapıyı açtı ve içerde yapılan değişiklikleri gözlemledi, ilk  dikkatini çeken duvar kağıtlarında ki notlar oldu. Onları okudu ve masanın üzerinde ki def­tere baktı, üç hafta önceki defter, iki sayfa iken defterin hemen hemen yirmi sayfası ablasının  yazdığı  sözlerle dolmuş haldeydi.

Bir eleştiri almak; hatasızlaşmaya doğru giden  emin adımlardan bir yoldur.            

İnsanların, insanlardan; özlemle, umutla, kaygıyla ve gizemle içlerinde büyüttükleri beklenti, “dürüstlük­tür.”

Be hey ihtiyar! Dünyadan bıkmışlığın, göç etmenin hüzünlü  şarkısını mı söylüyorsun?

İnsanları insan yapan amaçtır. Amaçsız insan, kökü kurumuş ağaca benzer.

Daha iyi bir akla ulaşmak istiyorsan düşüneceksin; çünkü düşünce akıldan üstündür.

Yüreğin kıyama dursun, bedenin devrim yaratsın, kutlu sevdaların  küflensin, çirkin insanlara kinlen ve sakın ola ki aşikar olmayan  sevgiyi yaşama.

Kök sal yürek, kök sal ruha, beden öldüğü zaman sen diri kal; ruhla eşlen ki seni kaybetmeyelim.

Milletlerin yükselmesi, kişiliklerin güzelleşmesi tüm dünya insanının güzelliği “bilgi”  ile aşılır.

İçtimayı terk etme, ne kadar figan olsa da  sen af­feyle, garazlanma inan gönül o zaman sen sultan olur­sun.

Din otoritesi diye bir şey yoktur, irade  vardır, din otoritesi; oluşum oluncaya kadardır.

Heybetli bir dağ misalidir yalnızlık; içinde ateş, içinde günah, içinde sevgi serapları yol almıştır.

Eski ve kirli olan şey kokmaya, yıpranmaya mah­kumdur. Tıpkı toplumun yüzde doksanının kabul etme­diği kavmiyetçilik gibi...

Yalnızlık; tek başına bir iktidarlıktır, koca bir ölüm­dür, sevgi yoksunluğudur, beden bitirimidir ve eğer  insanları sevmiyorsanız yalnızlığa yaklaşın, insanları  seviyorsanız yalnızlıktan uzak durun; çünkü onunla siz gün be gün yok oluşa sürüklenirsiniz.

Bilgi olmadan hayaller geniş olamaz.

Murat ablasının böyle başarılı olduğuna inanamadı! Duvar notlarının altına bir şeyler yazdı ve odasına döndü.

Hatice Hanım mutfakta pirinç seçiyordu. Kızının geldiğini bile duymadı. Hira, sessizce annesine yaklaştı.  yanağına bir öpücük kondurdu. Hatice Hanım irkildi ve kızının şakasına kızdı. Hira annesinden özür diledi, bir daha yapmayacağına söz verdi. Hira bu tür şakaları annesine çok sık yapıyordu. Her defasında da annesi  onu azarlıyordu.

- Niçin böyle geç kaldın?

- Sıra arkadaşım çok ısrar edince kıramadım anne... Onların evine gittik.

- Bir daha olmasın?

- Hira,  asker duruşuna geçerek:

- Baş üstüne komutanım; bir daha olmaz  yeter ki siz kızmayın,  bir emriniz yok ise bölüğüme geçmek istiyorum.

Hatice Hanım komutan edasıyla;

- Şimdilik yok, yalnız kulağınız her an bende olsun.

- Anlaşılmıştır efendim.

Hira, odasına geçti, arkadaşından aldığı kitapları yerleştirirken, duvardaki fazla kağıdı fark etti. Yanaşarak okumaya başladı.”Sana inanıyor ve güveniyorum ki sen gelecekte entelektüel biri olarak tanınacaksın... Sev­gili ablam.

Hira, okuduktan sonra kardeşinin odasına geçti. Kapıyı çalarak içeriye girdi. Murat, masasının üzerine başını dayamış öylece uyumuştu. Hira, onu uyandır­makta önce tereddüt etti.

- Murat, uyan yatağa geç.

- Allah! Uyuya kalmışım.

- Yatağına geçecek misin?

- Hayır  abla, ben balkonda oturmak istiyorum.

- İyi fikir ben de balkona geçmeyi düşünüyordum .İstersen çay da içelim ha olur mu?

- Benim için fark etmez.

- Tamam anlaştık, o zaman, sen balkona ben de mutfağa. Hira, mutfağa geçti, ocağa çay koydu. Annesi­nin olmadığını fark etti “Kesin yine alt komşusuna git­miştir.” diye düşündü. Murat, balkona geçmiş ablasını bekliyordu. Balkonları fazla büyük olmamakla beraber rahat edilecek genişlikteydi. Hira ve Murat, balkonda kurulmuş olan masaya oturarak sohbete başladılar. Hava güneşliydi ama esiyordu. Hira kardeşinin üzerini örtmek için battaniye getirdi ve  Murat’ın bacaklarını iyice örttü

Hira:

-Yazdığın not beni gururlandırdı. Kendime güven­mem için cesaret verdi.

- Yazdıklarımın tümü gerçek, onlar sana ait sözler öyle değil mi?

- Evet bana ait. Neyse beni boş ver, sen nasılsın okulun nasıl geçiyor uzun süreden beri sohbet edemiyoruz.

- Ne olsun her zaman ki gibi sürdürmeye çalışıyo­rum; ama bu günlerde yürüme hasretim çok ağır bası­yor, beni bunaltıyor, yoruldum. Bedenim, beynim hiç  bir şey algılamıyor.

- Hayır hayır, böyle konuşma, yürüyeceğini hayal et, olumsuzluğu kendine yoldaş edinirsen azmin kırılır. Sabrın daha bir tükenir ve umutlarını tamamen yitirirsin.

- Beni anlamıyorsun! Hem de hiç anlamıyorsun!

- Seni çok iyi anlıyorum Murat. Her insan farklı  mücadelelerle yaratılmış. Unutma azimli olursan aça­mayacağın kapı olmaz.

- Bu konuyu kapatalım lütfen.

Hira kardeşini teselli edememenin ezikliğiyle sustu, mutfağa döndü, demlenmiş çayı bardaklara doktu ve ikramda bulundu.

Çayı sessizce içtiler. Güneşin batmaya yüz tutmuş halini seyre daldılar. Ta ki güneş  iyice batıncaya kadar. İkisi de sessizdi. Onların yerine doğada ve havada coşku içinde uçan kuşlar konuşuyordu. Sessizlik de insan ru­hunun bir parçasıydı ve evrenselliğini tüm varlığıyla koruyordu. Bazen konuşmak bazen de susmak ve şimdi iki kardeş bunun bilinci içerisinde, konuşmak yerine susmanın yasalarını yerine getiriyorlardı. Karanlık basın­caya kadar oturdular Hatice Hanimin gelmesiyle içeriye geçtiler. Akşam yemeği sonrası Murat, amcasına:

Amca bana hikaye anlatacaktın unuttun mu yoksa?

- Hayır  unutmadım Murat...

Uraz, elindeki elmayı soydu, ortadan böldü, bir par­çayı Murat'a uzattı ve hikayeyi anlatmaya başladı;

- Geçmiş zamanlarda genç, kambur bir kral varmış. Bu kral kamburluğundan utanıyormuş, her insan  gibi oda güzelliğe önem veriyormuş. Kamburluğun geçmesi için gereken tüm ilaçları  denemiş, ama hiç bir doktor onun derdine çare bulamamış. Bir gün odasında yalnız başına oturuyormuş ve babasının heykeline gözü takıl­mış. Kral heykeli iyice incelemiş ve mimarı çağırtmış. Kendisinin kopyasını yapmasının talimatını vermiş. Bu kopyayı düz yapılmasını da tembih etmiş. Mimar emir­leri bir hafta içinde yerine getirmiş. Kral heykeli hiç kim­senin göremeyeceği bir yere aldırmış...

Murat, bu kadar mı?

- Tabii ki hayır. Ondan sonra kral her sabah hiç kimseye görünmeden kopyasının önüne geçmiş ve kendi canlısının da bir gün böyle sapa sağlam olacağının hayalini kurmuş, aynı zamanda doktorların tavsiye ettiği egzersizleri, ve ilaçları da kullanıyormuş. Ne olmuş tah­min et bakalım.

- Bilmem

- Kamburluğu geçmiş. Şimdi sana bu hikayeyi niçin anlattığımı da anladın mı?

Murat, istek dışı mimiklerle ;

- Galiba anladım.

- Çok iyi anlamamış gibisin. Bak Murat Can, her şey inanç iledir. İlk iyileşme temayülleri inanç ile başlar, azim ile sona erer. Bu kral iyileşmeyi beyninde kurmuş. Bunu zamanla yaşamında uygulamış, ama sabırla...   Eğer anlamadıysan sana   kitabi vereyim. Belki  kendin okursan o zaman daha iyi anlarsın.

Olabilir, okumak isterim.

- Anlaştık o zaman. Pazar günü beraber kolilerden çıkarırız.

Uraz, üniversiteyi bitirdikten sonra kitaplarının ço­ğunluğunu eve getirmişti. Bir kısmını da arkadaşlarına hediye etmişti. Kitaplığı çok  küçük olduğundan bir çok kitabını kolilerde bırakmak zorunda kalmıştı. Şimdi ise,  o kitapları kolilerden çıkarma zamanı gelmişti.

  Pazar gününün gelmesiyle Uraz, Murat ve Hira  kolilerdeki kitapları yerleştirmek üzere plan yaptılar. Hira,  amcasının  çıkardığı kitapların  tozunu aldı.  Daha sonra da kitaplar için paylaşım yapıldı. Uraz kitapların çoğunu okuduğu için   yeğenlerine hediye etmeyi uygun  gördü.  Hira, kitapları kapmak için biraz daha bencilce yaklaşıyordu. Ama amcası her zaman  adil davranmayı prensip edindiğinden, eşit şekilde kitapları yeğenlerine paylaştırdı. Uraz  Murat’a vereceği kitabı bulamadı.

- Murat’cim sana vereceğim kitap yok sanırım ar­ka­daşlara vermişim. Ama üzülme pazartesi günü sana yenisini  alırım.

Pazartesinin gelmesiyle Uraz, vermiş olduğu sözü yerine getirdi. Akşam  Murat'a  kitabı uzatarak;

- Verilen sözler imkan varsa hemen yerine geti­ril­meli. Çünkü bekleyiş içinde olan kişinin nasıl sabırsız­lıkla gözlerinin yol çektiğini çok yaşadım. Kitaplarımın çoğunluğunu  iyilik sever, değerli bir insan almıştı.

Uraz karşısında mutlu bir yüzle oturan yeğeninin dolgun yanaklarına bir öpücük  kondurdu.

- Amca  çok teşekkür ederim bu ilgine. Beni çok iyi  anlıyorsun.

- Seni çok iyi anlıyorum, çünkü sen benim için çok değerlisin, aynı ilgi ve anlayış; her insan için geçerli de­ğil. Sana bir teklifim var, dışarıda gezinti yapmaya ne dersin?

- Aslında bu kitabı okumaya can atıyorum; seninle akşam üstü yürüyüşünü de kaçıramam.

- Buna çok sevindim. Hadi o zaman üzerine bir şey al da çıkalım.

İkisi de üzerlerine kalın bir hırka alarak çıktılar. Mu­rat, dışarı çıkar çıkmaz;

- Ohh! ne kadar  güzel bir şey temiz hava.

- Evet

Sokaklarının dar yollarında ilerlediler. Bunu  ikinci, üçüncü sokaklar takip etti. Başını almış göçebeler gibiy­diler. Bulundukları mahalle vasat insanların yaşadıkları bir ortamdı. Kocaman katlı binalardan oluşuyordu. Semtlerinin ismi "Veda Busesiydi. Bu isim  semte, yirmi yıl önce zengin bir adamın, küçük oğlunun ölümüne son anda yetişip onu öpmesiyle konulmuştur. Adam uzak bir yere  iş icabı gitmiş, rüyasında oğlunun  "Yetiş baba ne olursun bana yetiş" demesiyle baba sabah hemen kalkar kalkmaz, yola düşer ve oğlunun son anına yetişip yanaklarından öper, ardından oğlu da babasını öper ve bu son öpmeyle; ruhu ebediyete uçar. Böylece  bu semtin ismi Veda Busesi olarak konulur. Bu hikayeyi duyanların içi burkulur ve gözyaşları halada akar. 

Uraz  yeğenini sürüyordu. İkisi de sessiz ve yavaş bir şekilde yürüyorlardı. Belki de yolların dilini  çözmeye çalışıyorlardı? Hava biraz soğuktu ve esiyordu Buna rağmen onlar dışarıya olan özlemlerini gideriyorlardı. Çünkü ikisi de haftanın beş iş gününde hiç dışarıya çıkamıyorlardı. Bugün Uraz'ın işten erken dönmesiyle, bu fırsatı kaçırmamışlardı. Saat dokuza doğru; ruhları­nın, havaya, doğaya doymamış halleriyle eve döndüler.

Ã

H

 

ikmet Bey, salonda oturmuş yine derin dü­şünce­lere dalmıştı. Münteha, babasının sa­londa oturuşundan habersiz içeriye ani, hızlı bir giriş yaptı. Hikmet Bey:

- Ne oldu kızım, ne bu telaş.

- Hiç baba, senin burada olduğundan habersizdim. Ayşe'm gelmiş mi? diye baktım. Rahatsız ettiysem çıka­yım.

- Hayır canım, niçin, rahatsız olayım ki?

Babası yanındaki koltuğa oturmasını istedi. Mün­teha aynisini yaptı. Bir süre hiç konuşmayan baba kız Münteha’nın bir iç çekişi ile Hikmet Bey:

- Neyin var ?

Baba, senin bana olan yabancılığın ne zaman sona erecek? Benden çok uzak yaşıyorsun, benimle biraz dertlerini paylaşsan olmaz mı? Bana her bakışının ar­dında hüzün deryası görüyorum. Bu durumdan çok rahatsız oluyoruz. Ne olur böyle hüzünlü, mutsuz bakış­larla bakma ve inan biliyorum; dertlerinin çıkmaz safha­sındasın. Bırak da yüreğin bir dala konsun, bir dost sana senden daha dost olan, bir dost edinsin. Biliyorum, ha­yatında değer verdiğin tek insan annem idi. Ama artık geçmişinden kopmalısın, böyle yapmakla kendine iş­kence çektiriyorsun. Hikmet Bey, kızgın bir edayla  ayağa kalktı:

- Hayır kızım, rica ederim bana karışma ben bütün dostluğumu “ellerini göğsünün üstüne koyarak” şu yü­reğimle yaşıyorum. Benim başka bir dosta hiç ihtiyacım yok. Ben bu halimden memnunum, sana zulüm görünse de.

Sonra salonu terk ederek odasına çıktı. Münteha,  konuştuğu için pişmanlık duydu ve pencereye yaklaşıp bir süre  dışarıyı izledi. Dışarıya bir ölüm sessizliği ha­kimdi. Aslında bu her zaman öyleydi. Sanki insanlar burada hiç yoktular. Oysa burada çocuklar olmalıydı,   onların şen sesi doldurmalıydı çevresini; ama maalesef  bu çevrede ne çocuklar nede gençler... Münteha, bu semtten sıkıldığını hissetti. Ama babasını da düşünme­liydi. Giderse o temelli yalnız kalacaktı. Bunu yapa-mazdı, ama ya kendisi, hali ne olacaktı. Bu düşün­celerle pencereden ayrıldı odasına çıktı. Can dost bildiği arka­daşının not defterini okumaya başladı.

Göz yaşlarımın ürünüydü, acılarımın ürünüydü, şu kırılan kalbimin, küçümsenmiş  kişiliğimin, mahvolmuş  gururumun bir simgesiydi hayallerim.

Münteha, Sevda’nın sır dolu acısını yavaş anla­maya başlamıştı. Sevgi için mi hayatına son vermişti? Sorun sevgiydi, ama bunun da bir sebebi olması la­zımdı. Tek­rar kaldığı bölümden devam ederek okudu. Son sayfaya tekrar bakarak iyice inceledi. Sevda ölme­den iki saat önce yazmıştı. Yazı yargı bildiriyordu. Sevda yazmış olduğu bu yazıyla kendini açıkça yargılamıştı.

Olan bir şeye olmadı diyebilir misin? Affedilsen bile kendini affeder misin? Bil ki ey kalbim! Eğer kendini affedersen, dünyanın ölmek istediği güne, ebediyete kadar doğum sancısı çekeceksin ve sen bu sancıyı bütün yüreklere kaydedeceksin, sakın ola ki kendini affetme.

Münteha bir “off “çekti

Anladı ki defterin dili çözülmeyecek; kapattı,  arka­daşının kendisine olan yakınlığını tarttı. Demek ki,  insa­noğlu yalnız kendine dost. İnsanoğlu yargılayıcıdır, an­layışsızdır Biz insanlar sadece kendimizi hatta ve hatta varlığımızı bile yargılıyoruz. Oysa yargılamanın bile ku­ralları var. Her şeyin bir kuralı olduğu gibi...

- Dünya yalan; ama hayat gerçek.

- Arkadaşının ölümünü hatırlayarak, mavi parlak gözlerinden gözyaşı damlaları hüküm sürdü. Saatlerce  ağladı. Sonra kendi halini düşündü; yirmi dört yaşın­daydı; ama yalnızdı. Çareler aramıştı; ama karşısına çıkan sadece “nafile” kelimesinden başka bir şey değildi. Çok kere bu haline ağlamıştı; ama yaşamak zorunda olduğunu bildiği için bedeni yıkılmamıştı. Beyni diriydi.  Kalbi ise; yürüdüğü yol üzerinde isyan bayrağı çekerek durmuştu.

- Söyle ey yüreğim! benden sevgimi istiyorsun.Bunu benden isteme; çünkü ben de senin gibi onu tanımı-yorum. Bırak yüreğim! Ben seninle mutluyum, sen be­nim  dostum, yarim yarenimsin.

- Hayır! Sen beni anlamıyorsun?

Yüreği:

Ey sahibim! Bekle beni, inan bana; sen istesen de istemesen de bir gün mutlaka,; belki zamanın bile hü­küm sürmediği bir mekanda eşimi sana buldurtacağım.  Bulduğum zaman sakın ola ki beni suçlama. “Yüreği ona küserek sustu. Münteha:

- Ah yüreğim yeter artık! Bana küsme, bana yar­dımcı ol,  beni bu girdaptan, yalnızlıktan her türlü sev­giye hasret kalmış yaşamdan soyutla. Bu, ölümle mi? Bilmiyorum; ne olur beni anla.

Münteha, ağzını kapatırken, dadısının kapıyı arala­dığını ve kendisini izlediğini fark etti.

Dadısı (bir hırsızın uysal ve korkulu haliyle):

- Pardon kızım isteyerek olmadı. Onun bu duru­mundan fazlasıyla hoşlanan Münteha, bir anda bütün dertlerini unutarak  dadısıyla  uğraştı.

- Ayşe’m beni mi dinliyordun?

Dadısı çocuk edasıyla mahzun mahzun kafasını salladı. 

- Benim şimdi seni cezalandırmam gerekli.

Dadısı ezilip büzülerek;

- Ne olur  bu seferlik beni affet .

Münteha:

- Biraz düşüneyim, otur bakayım şu karyolanın üs­tüne , ben sana demedim mi? Başkalarını sakın giz­lice dinleme ve izleme diye ha, ayıp değil mi?

Ağlıyor numarası yaparak:

- Ne olur?

- Münteha  sonunda  onu affederek  sarılıp  öptü ve sonra  ciddi  ciddi konuşmaya başladılar.

Dadısı:

- Şaka bir yana kızım, bana neden dertlerini  anlat-mıyorsun, bana güvenmiyor musun?

- Ne ilgisi var canım. Sana güvenmemekle ilgili bir şeyi düşünmediğimi biliyorsun.

- Peki kızım, öyle olsun, madem senin bir sorunu  yok o zaman ben anlatayım.

Münteha, tatlı yüzünden güller fışkıran bir gülüm­semeyle,

- Anlat bakalım güzel Ayşe Hatun  anlat da dinleye­yim ”Münteha ve dadısı çok yakın oldukları halde pek özel konulardan konuşmazlardı. Belki de özel  yaşamla­rının hareketli olmayışından kaynaklanıyordu. Ayşe Hanım hüzünlü yüz ifadesine bürünerek:

- Yalnızlık ne kadar acı, benim hayatım için uyarla­nan yalnızlık senaryosu inan yedi bitirdi beni. Özellikle de yalnızlığı çocuklar üzerinde hissediyor ve anasından zorla koparılan bir kuş yavrusu gibi acı çekiyorum. Sevmek sevilmek insan doğasında var, sen de artık iyi bir seçim yapıp, evlenmelisin.

- Haklısın da Ayşe’m, evlilik öyle kolay bir şey  de­ğil, inan istesem çoktan evlenirdim, ama insanlara bakı­yorum, inceliyorum hiç evlenmemek daha iyi diye dü­şünüyorum. Evlilik sorunluluk isteyen bir görev ve ben simdi o sorumluluğu kaldırabileceğimden emin deği­lim... Bu konuyu burada kapatalım seninle mutfağa  gi­delim. Ocağa çay koyalım. Sonrada bahçeye geçelim. Biliyorsun bahar yavaş yavaş geliyor artık.

- İyide biz daha şubattayız, hem saat dört ve güneş batmak üzere üşürüz.

- Lütfen! Hadi, ruhum biraz sevgilisi ile buluşsun.  Bugünün stresini üzerimden ancak böyle atabilirim.  Dadısı çaresiz kabul etti. Çay hazır oldu. Beraber bah­çeye kış çiçekleriyle, çimenlerle süslü mekana indiler.

Bahçeleri geniş ve uzuncaydı. Özel bakıcısı olma­makla beraber düzenliydi. Dadı bunu istememişti ve gönlünce bahçeyle çok iyi ilgileniyordu.   

- Amma da özlemişim bahçeyi Ayşe’m.

- Evet kızım da umarım üşütmeyiz.

- Merak etme ara sıra insan bedeninin böyle din­lenmelere ihtiyacı var.

- Öyle olsun bakalım. Hadi ayakta fazla dikilme de oturalım artık , yoksa elimdeki çaydanlığı düşüreceğim.

- Evet haklısın, ben de elimdeki tepsiyi koymayı unutmuşum. Hadi gel masaya  geçelim. Aslında bana sorarsan çimenlerde oturalım diyeceğim; ama sen...

- Aaa  kızım! bak şimdi içeriye geçeceğim.

- Aman aman tamam. Senin dediğin olsun.

Hira, hiç boş  zamanının olmasını istemiyordu. Boşluk onu  üzüyor, ruhunu sevimsizleştiriyordu.Evde yalnızdı ve  kitap okuyordu,  aniden  gelen telefonun  sesiyle irkildi. Odasının solunda bulunan salona hızlı koştu ve telefonu  kaldırdı.   

- Alo buyurun!

- İyi günler efendim.

- İyi günler buyurun!

- Ben  Uraz ‘in arkadaşı Mehmet, kendisi eve gele­cekti, onu  telefona alabilir miyim?

- Hayır, amcam henüz eve gelmedi, eğer notunuz varsa kendilerine iletirim.

- Lütfen söyler misiniz? her iki projenin  kopyasını getirsin. 

- Tamam .

- Teşekkür ederim,  iyi günler

- İyi günler.

- Hira, telefon ahizesini tam kapatacaktı ki amcası­nın kendi anahtarıyla kapıyı açıp içeriye girdiğini gördü.

- Amca  hoş geldin ,

- Hoş bulduk  Hira, ne haber?

- Amca, seni iş yerinden telefon ile Mehmet is­minde bir bey aradı... Her iki projenin kopyasını da  iş yerine götürecekmişsin.

- Tamam, teşekkür ederim. Ben hemen odamdan projeleri alıp gideceğim. Sana zahmet olacak ama bana bir bardak su getirir misin?

- Tabii, hemen.

Uraz, odasına gitti projeleri alıp tekrar salona döndü. Hira’nın getirdiği suyu içti. Bir isteği var mı? diye sordu.

- Tükenmez kalem ..

- İnşallah unutmam hoşça kal Hira

- Güle güle amca.

Uraz, işinin başına döner dönmez yoğun bir şekilde çalışmaya başladı. Oda arkadaşı Mehmet Uraz’ın mesai sonrası çalışmasına kızarak:

- Seni anlamıyorum, niçin o kadar çok çalışıyorsun?

- Çalışmayı sevdiğim için.

- Lütfen! dalga geçmeyi bırak. Kendine  zaman ayırmalısın!

Baktı ki Uraz’dan konuşmuyor Onu kendi haline bı­rakmak daha iyi diye düşündü. İş yerinden bir süreliğine ayrıldı, ekmek arası bir şeyler yapıp geri döndü. Baktı ki arkadaşı hala çalışıyor, getirdiği ekmek arasından bir tanesini Uraz’ın masasının üzerine bıraktı.

Uraz: Yemek için teşekkür ederim. Sen benimle yemeyecek misin? Nereye gidiyorsun?

- Sen  çalışıyorsun,  ben senin durgun neşesiz yü­zünü izleyerek yemeğimi yemek istemiyorum.

- Kırıcı değil misin ?

- Haklı olarak evet!

- Suçum ne?

- Suçun  hem çok çalışmak hem de  yalnızlığı seç­mek.

İki arkadaş şaka yoluyla  bir süre  birbirlerine  takıla­rak;  yemeklerini yediler bu arada saat  bir olmuştu. Tekrar iş başı yaptılar. İş esnasında da konuşmaları sü­rüyordu. Uraz, günlerden Cumartesi  olması dolayısıyla bugün Murat'ı okuldan almıyordu; ama iş yoğunluğun­dan dolayı  yemek saatinde çalışmak zorunda kalmıştı.

 Mehmet:

- Sence “dostluk” nedir?

Uraz, bilgisayarın başında bitirmiş olduğu projelerin kopyasını incelerken;  soruya da  cevap verdi.

- Bence dostluk sevdadır, dağın zirvesinde bulunan  değerler üstü bir kavramdır. Dostluk kurulacaksa; seçici olmak lazım . Dost dediğin candır canandır. Sen yokken sen olandır, zamanın çözemediğini  bilendir. Kısacası dost sensindir, senden gayrı olmamalıdır .Bence böyle dost insanda yoktur, insan üstü varlıkta vardır. Bu da  Allah ile sabit.

Mehmet

- Ben insanlar arası dostluğu vurgulamanı istemiş­tim.

- Ben insanlar arası dostluklara inanmam

- Saçma, niçin olmasın?

- İnanmam; çünkü insanlar yaratılış gereği bir şey üzerinde sabit kalmazlar! Kalamazlar insan gezgindir, zorda kaldığı  an ister istemez satar. İnsan  kendisi için yasar. Böyle düşünmek zorunluluğu yaratılışında vardır. 

Mehmet, arkadaşının  böyle düşünmesine kızarak sustu ve duşundu, demek insanlara hiç güveni yok. Demek böyle düşündüğü için benden hep uzak duru­yor.

Mehmet, sinirlendiği zaman çok sakin görünen; ama içinde fırtınalar esen bir  tipti.  Mehmet, yirmi sekiz yaşındaydı. Yalnız  yaşıyordu, böyle olmasına rağmen mutluydu.

Mehmet, iş çıkışı hemen eve geldi. Ceketini çı­kardı, astı, yatak odasına geçti. Pencerenin önünde de­vamlı duran sandalyesine oturdu. Bu sandalye onun dingin ve neşeli halini çok çekmişti. Pencerenin önüne oturup hem evreni izlemek hem de kendi sorunlarını  düşün­mek ona apayarı bir huzur veriyordu. Bu alışkan­lığını sadece kendini iyi hissetmediği zaman yapardı ve sonra­sında kendini çok rahat hissederdi.  Karanlık ya­vaş, ya­vaş gündüzün üzerine hükmünü sürerken; Meh­met, olayları iyice düşündü. Uraz ile tanıştığından bu yana Uraz kendisiyle özel olan konulara hiç girmemişti.  Ar­kadaşını sabırla beklemişti bir gün kendisine  açılır diye. Dostluğu paylaşmak istiyordu. Hayatı boyunca hiç kim­seden beklemediği dostluğu onda görüyordu. Ken­disine iş arkadaşı olarak yakınlık gösteriyordu. Meh­met’i etki­leyen onun kişiliğiydi. Çünkü  Uraz dürüst, mükemmeli­yetçi, bilgi dolu, konuştuğu zaman insanı kendine hay­ran bırakan bir lisanı vardı. Bu özelliklerden dolayı, ar­kadaşının hayranıydı. Onun gönül kapısını kendisine açmasını  istiyordu. Dostluk konusuna da özellikle bun­dan değinmişti. Fakat karşısına sert düşün­celer çıkmıştı. Elleriyle dizlerini birbirine bağladı ve dostluğun güzelli­ğini düşündü. Çalan telefon sesiyle yerinden kalktı,masanın üstünde  bulunan telefonu bitkin bir sesle açtı:

- Alo .

- Mehmet, merhaba ben Uraz.

- Merhaba, bu ne sürpriz böyle? Sen beni hiç ara­mazdın?

- Neyse şimdi arıyorum. Ne yapıyorsun?

- Hiç pencerenin kenarında oturmuş, senin güzel düşüncelerini idrak etmeye çalışıyordum.

- İyi idrak ettin mi bari?

- Evet, galiba, ama onaylamadım.

- O zaman biz seninle bunu daha iyi anlayabilmek için  bir yerde görüşelim. Geceyi de turlamış oluruz.

Mehmet biraz düşündükten sonra saatine baktı .

- Kaçta geleceksin?

- Seni saat dokuzda, bulvarın girişinde alsam olur mu?

- Evden alsan olmaz mı?

- Ama ben senin evini tanımıyorum.

- Tamam o zaman, senin dediğin yerde saat do­kuzda. 

- Tamam anlaştık,   görüşmek üzere...

- Görüşürüz.

- Mehmet, telefonu kapatıp hazırlanmaya çalışırken Murat’ın sorularına muhatap kalan Uraz da:

- Amca bakıyorum gece hayatına başlıyorsun ?

- Evet Murat Bey,  hoşunuza gitmedi mi?  

- Estağfurullah; sizin gibi gizemli ve karizmatik  ada-ma zaten gece hayatı yakışır.

- Ne diyorsun oğlum sen? Ben sadece biraz yürü­mek, uygun bir yerde arkadaş ile bir çay içmek arzusun­dayım. Hem ben ilk yapmıyorum ki;  daha üniversite yıllarımda iken üç geceden mutlaka birinde yapardım. Ruhumu dinlendiriyor, gecenin o gizemli bakışı beni  küflü sevdalara götürüyor.

- Ne demek istediğini anlamıyorum sevgili amcam,

- Büyüyünce anlarsın inşaallah, şimdi ben gidiyo­rum. Sen de bu arada çok yorgun görünüyorsun  ister­sen hemen uyu oldu mu, sevgili çocuk.

Amcasının bu esprisine çok kızan Murat, soğuk bir espri ile karşılık vererek uğurladı.

İki arkadaş kararlaştırdıkları yerde buluştular. Şeh­rin çıkışında bulunan yalnızların, monoton hayat yaşa­yan­ların uğrak yeri...Ön tarafı denizle özel bir görünümü olan, arka tarafıysa meyve ağaçları ve çiçeklerle kaplı şirin mi  şirin balık lokantasına gittiler. Kocaman bir bahçesi olan bu yer, bir köy havasını andırıyordu. Zaten sahibi de kentin yerlisiydi.Lokantasını  özellikle buraya inşa etmişti; yalnızlığa seviyordu. Yaşlıydı, çok büyük bir geliri yoktu; ama bu şirin lokanta  karnını doyurmasına yetiyor, artıyordu bile.   

Uraz ve Mehmet, lokantanın arka tarafında otur­mayı tercih ettiler.

Söze başlamak isteyen Uraz, arkadaşının yanlış an­ladığını bildiği için gönlünü almaya niyetlendi. Ama Mehmet, daha hızlı davrandı.

- Eğlenceli bir yere geleceğimizi düşünmüştüm.   Ruhumu sıkmak için mi beni buraya getirdin?

- Beğenmedin mi?  

- Evet beğenmedim; neyse o kadar önemli değil.

Uraz, arkadaşının kendisine dargın bir edayla ko­nuşmasına karşın ,dostluk kavramını tekrar açtı.

- Mehmet, sen hiç tattın mı? Dostluk adına şiir­leri, türküleri, dostluğun adını sevda koyanları. Hiç ya­şadın mı? Dostluk adını kirletenleri, ihaneti, iki yüzlü­lüğü, peri­şanlığı yaşamadın değil mi? Beni yanlış an­lama ben de senin gibi yaşamadım; ama bana üniver­site yıllarında yakın olan bir arkadaşım tecrübe oldu. İnsan aklının bile idrake varamayacağı bir dostluğa tanık oldum. Ama bu dostluğun sonucunda ihanete tanık oldum. O yüzden dostluklara yanaşmıyorum, gereksiz buluyorum.

- Ama senin ki dostluktan öte; sen bana ailenden  bile hiç bahsetmedin. Nasıl bir yol izlediğini anlayama­dım. Biz iki yıldan beri hem iş hem de oda arkadaşıyız biraz abartmış olmayayım; senin soyadını bile doğru bir şekilde  bilmiyorum.

Uraz yumuşak bir ses tonuyla kahkaha attı. Meh­met’e bakarak düşünceye daldı. Mehmet, arkadaşı­nın kendisini dinlediğini sanarak konuşmasına devam edi­yordu. 

- Yoksa  bana güvenmiyor musun?

Sorusuna karşılık alamayan Mehmet sustu; çünkü Uraz’ın, bu gibi durumlarına alışmıştı. Bir süre  sessizliğe  tahammül  etti; sonra:

- Niçin böyle uzun soluklu sustun. Hani artık konuş­san da ne içeceğimize karar versek!

- Affedersin. Ne içelim?

- Ben senin hoşuna gitmeyecek bir içeceği alsam.   

Ne demek istediğini anlayan Uraz

- Bira mı? Mehmet yavrusunu altında nefessiz bıra­karak; ölümüne sebep olan kedi misali mahzun bir edayla ;

- Evet.

- Niçin çekinerek söyledin?

- Senin hoşlanmadığını bildiğim için.

- Yanılmışsın beni ilgilendirmeyen bir konu bu. Hoşlanmaya bilirim, yalnız içmene de karışamam. Hem ben senin çoktan beridir bira içtiğini biliyordum.

- İnanayım mı?

- İstersen,

- Nasıl öğrendin?

- Böyle bir geceydi, yalnız başıma yürüyordum. Se­nin karşı yoldan hızla yürüdüğünü fark ettim. Sinirli göründüğün için, takip ettim. Sen birahaneye girdin. Ben  içeriye girdim. Masada oturmuştun ve içli içli dü­şünüyordun. Sonra bira ısmarladın böylece senin ben­den sakladığın sırrı öğrenmiş oldum. Yeterli mi?

- Yeterli.

- Niçin içmeyi tercih ediyorsun?

- Bilmem,

- İnsan kendini bilmez mi?

- İçmemem için bana yardim et.

- Lütfen bu kadar zayıf karakterli olma. Sana yar­dım edemem.

- Niçin?

- İnsanların bir şeyleri fark etmesini istiyorum. Çünkü herkesin aklı ve iradesi var. Uyarılmayı bekle­mek zayıflık!

- Mantığıma ters geliyor.

- İnsan  mantığına bir çok şey ters gelir. Hüküm bu; sen ne yapsan da ne etsen de bu mantığı değiştiremez­sin. Normal yaşantımızda biz insanoğlunun hükümlerine bile maruz kalıyoruz. Mesela iş yerinde patronumuz bize  bir proje verdiği zaman kendimizce çok güzel yaptığı­mıza inanırız; ama patrona sunduğumuz zaman  o mut­laka bir kaç yerde hata bulup  söyler ve biz bu hatayı tereddütsüz kabul etmek, zorunda kalıyoruz, ama doğru, ama yanlış. Haşa yaratıcıyı insanoğluyla kıyaslamak değil amacım, sen patronunun isteğini tereddütsüz kabul ediyorsan yaratıcının hükmünü bu  şekilde saçma gör­men hem  adaletsizlik hem de koca bir saygısızlık. Bil­melisin ki insan aklına mantıksız gelen bir çok şey var. Allah’ın koyduğu kanunlara karşı mantıklı veya mantık­sız, diye yaklaşamayız. Alkol zayıf iradeli cahil insanları pençesine alır. Sen, ne çok iradesizsin ne de cahilsin. Sıraladıkların bahane. İnsanların içindeki volkan dağla­rının nasıl lav püskürdüklerini görebilir misin? Bu dün­yadan dertsiz giden yok. Olmazda. Unutma adaletli olan Allah, çok sevdiği peygamberimize bile seri dertler ver­miş.

- Haklı olabilirsin.

- Olabilirim değil, haklıyım.

Konuşma aralarında önlerine gelen çay ve biradan  ancak iki yudum alabilmişlerdi. İkisi de sohbeti bir an olsun yarıda bırakmak istemiyordu. Saat bayağı ilerle­miş ve onlar hâlâ koyu bir şekilde sohbete devam edi­yorlardı. Uraz konuştukça Mehmet, ağzına bir yudum bira almakta tereddüt ediyordu. Uraz ikinci çayını ister­ken; iki tane olmasını rica etti Mehmet. Hiç ses çıkarma­yan Uraz, önüne gelen çayı Allah’a minnet duy­guları içerisinde yudumlarken konuşmasına heyecanla devam etti.

- Gün de gece gibi gizemlidir, hatta ve hatta gündü­zün gizemi geceden yoğundur. Gece karanlık olduğu için gizemlidir, gündüz de aydınlık olduğu için gizemi yok diye bilinir. Oysa o da gizemlidir ama  gizemliliğini çoğu akıl sahibi düşünüp fark edemez.  İnsanların gi­zemi de araştırma ve akıldır.

Uraz, ellerini kaldırıp gecenin karanlığına seslenir gibi arkadaşına:

- İnsan aklı öyle bir olgudur ki araştırdığı zaman ve ya düşündüğü zaman aşamayacağı yanlış yoktur. Şu gece, gündüze bile dönmeden sen doğrulara dönebilir­sin; ama arkadaşım, şu dünya durdukça da fikirler de­ğişmeyebilir. İnsan düşünmeli araştırma yapmalıdır. Bu güne kadar yaşantını belirli  bir ciddiyetle  düzenleme­din.

- Yüreğim, yüce yaratıcıya karşı saygılı ve nankör olmama hissini hep seziyordu; farklı bir yaşantının öz­lemini çok çektim. Ben de her zaman eksik olan bir   şey vardı. Her zaman düşüncemde yoğun olarak yaşa­dım. Ben bunu analiz etmek için hiç bir girişimde bulunma­dım. Düzgün bir ailede yaşamadığım için kendimi de  onlara teslim ettim. Ama aklım onlarla değil, sadece konuşan dilim, kısacası bedenim onlarla yaşıyordu. Ru­hum  hep bir özlem içerisinde onlardan ayrı yaşayarak bu günlere geldi. Senin şimdi bana  anlattıkların, özlem duyduğum şeylere azıcıkta olsa yakınlaştığımı hissettirdi. 

- Böyle hissetmene çok sevindim. Ne kadar gerçek­lerden habersiz olarak yaşasak, gerçekler az da olsa biz­lere yakın ve araştırılırsa gerçekler çok kısa bir zaman sürecinde gün yüzüne çıkar.

- Evet haklısın. Ruhumu bu gece o kadar mutlu et­tin ki sana bunu telaffuz etmekten aciz dilim...

Ne zamandır yüreğimin bir köşesinden sana doğru büyük bir dostluk yolunun açıldığını fark ettirmek iste­dim. Bilemiyorum belki sen bunu fark ettin, belki de etmedin; her şeye rağmen bana dostluk kapılarını  aç­manı istirham ediyorum. Senin gibi insancıl, dürüst, saygılı, iyilik babası bir dosta sınırsız ihtiyacım var.

- Lütfen!..Bunu bu şekilde benden istemen beni in­citti. Bunu fark etmedim, yalnız bugün davranışların beni biraz  üzdüğü için seninle  bire bir  görüşmek iste­dim. Sana dostluk kapılarımı ardına kadar açık bırakıyo­rum. Bunu benden istemen beni mutlu etti. Teşekkür ediyorum.

Mehmet’in içi içine sığmıyordu. Kalkıp arkadaşını   sıkıca sarmak yüreğinde ki sevgiyi onun yüreğine bu  şekilde akıtmak geldi. Ama bunu yapmadı; çünkü arka­daşın da bu  hareketlerden hoşlanmayan  bir karakter tipi vardı. Mehmet’in gözleri ışıldıyordu,  yüzü mem­nunluk  içinde gülümsüyordu, masanın  üzerinde bulu­nan beyaz, uzun parmakları tuttu ve sıkıca  sara­rak  teşekkür etti.                

İki arkadaş şimdi iyice romantikleşmişlerdi. Dilsel olmayan, yüreksel bakışlar arasında konuşmalarını  sür­dürdüler. Bir saat kadar sezgisel durumları devam etti. Garsonun kapatıyoruz sesiyle  kendilerine geldiler. Uraz, hesabı ödedi ve doğruca lokantadan çıktılar. Uraz  ar­kadaşını evine bıraktıktan sonra kendi evine döndü. Arabasını  kapının önüne park etti, onun romantik hali hâlâ dağılmamıştı. Geceyi terk etmedi, tek başına so­kaklarının sessiz, sakin, ürpertici havasına aldırmadan   yavaş adımlarla yürümeye devam etti. Sonra başını  kaldırdı yıldızları, ayı, gökyüzünün ışıltısını seyrederken;  bir şeye çarptığını fark etti. Yere baktı. Yaşlı bir adam boylu boyunca yere uzanmış ve kendisini pür dikkat  bakıyordu. Yaşlı adamın  bakışlarından korkulurdu.

- Pardon amca fark etmedim.

Karşıdan hiç ses alamadı, eğildi Adamı dürttü adam bağırdı.

- Ne yaptığını zannediyorsun sen! Ağrıyan baca­ğıma iki keredir  vuruyorsun! Bir de  pardon diyor!

Uraz, neye uğradığını şaşırmış vaziyette  tekrar özür diledi. Nafile yaşlı adam özürden anlamıyor ve  konuş­malarına devam ediyordu. İhtiyar mahallenin dilencile­rindendi. Uraz, bu adamla ilk defa karşılaşıyordu. Di­lenci olduğu pek belli olmuyordu. Sadece kirli ve eski şapkası  ona dilenci görünümü veriyordu. Uraz’ın, mo­rali bozuldu. Oysa onunla sohbet edebilirdi. Belki ona yardımcı bile olurdu. Ama ihtiyar çok hırçın davrandı. Gururunun zedelendiğini düşünerek orayı terk etti. Daha fazla  yürümeden geriye döndü. Eve yakláştığında anahtarı çıkardı, ön kapıyı açtı, iki katı  yorgunlukla çık­tığını  hissetti. Evlerinin de kapısını açıp içeriye girdi. Evdekiler uyuyordu, gürültü yapmadan kendi odasına geçti,  üstünü değiştirdi. Abdest alıp yatsı namazını kıldı. Sonra saate baktı, üçe gelmek üzereydi. Yaşlı adamı anımsadı. Neden onu orada bıraktı ki, sakin oluncaya kadar bekleyebilir ve tekrar yanaşıp özür diledikten sonra, belki ihtiyar kendisine müsamaha gösterirdi. Bu düşünceler içerisin de yarın için giyecek kıyafetlerini çıkardı. Geç kalacağını biliyordu. Sabah telaşlı olmamak için beyaz gömleğini ve altına koyu  kahverengi  panto­lonunu hazırladı. Yengesinin kendi kıyafetlerini özenle ütülediğine baktı."Sağ olsun bana annemden farksız hizmet görüyor," diye düşündü. Yatağına geçip uyuya­caktı ki, dişlerini yıkamadığını  hatırladı. Kalktı dişlerini fırçaladı. Tekrar yatağına uzandı günün verdiği yorgun­lukla hemen uyudu.

Mehmet, eve gelir gelmez duş alıp televizyonun kar­şısına geçmişti. Gözleri televizyonda aklı Uraz ile yaptığı konuşmadaydı. Ayaklarının altına sehpayı çekti, Meh­met’in evi; iki odalı mutfağı banyosu dahil müstakil bir tipti. Maddi durumu iyi olmasına rağmen mütevaziliği seçiyordu. Şehrin kenar mahallesinde yaşamayı tercih etmişti; çünkü ona göre bu ortamın insanları “insan olma” prensibini ön planda tutuyorlardı. Mahalle sa­kinleri ile arası çok iyiydi. Durumu çok iyi olmayanlara el uzatıyordu. Bu tür davranışlarından dolayı mahalle sakinleri tarafından çok tasvip ediliyor ve seviliyordu

Mehmet, kalkıp televizyonu kapattı. Kanepeye tek­rar uzanarak, gözlerini evinde gezdirerek karmaşık dü­şüncelerine daldı. Mehmet’in bulunduğu oturma oda­sında; bir koltuk takımı, televizyon ve televizyon seh­pası, bir yemek masası, sehpalar ve bir de elektrik  so­bası vardı. Zaten odaya anca bu kadar eşya sığabilmişti. Yatak odasında da  karyolası elbise dolabı ve  bilgisayar bulunuyordu. Bilgisayar masasının üstünde de  kitaplar vardı. Kitaplık için farklı bir model almayı düşündüğün­den biraz daha beklemek istiyordu. O yüzden masasının büyük bir kısmı kitaplarla kaplıydı. Şimdi tek ihtiyacı bir kitaplık ve çamaşır makinesiydi. Mehmet, kanepede uzanmış hâliyle uyuya kaldı. Sekizde kalktı  aceleyle giyindi ve apar topar işine gitmek için durağa gitti. Du­rak her günkü gibi  insanlarla doluydu.Kimisinin yüzü asık, soğuktan iki büklüm olmuş bedenler, isyan eder gibiydiler. Öksüre öksüre ciğerleri parçalanır  gibi olan­lar. İnsanlar sefalet çekmiyormuş gibi bir de hastalığın pensesine düşenler... Gerçekten de yasamın bur çok dezavantajı var. Yaratılmadan önce dünyada yaşamak ister misiniz diye bir alternatif sunulsaydı bu  insanlara cevapları kesinlikle hayır olurdu. Sabah  soğuğun da yarım saat araba beklemek, insan sabrı zorlayan bir olay. Ama maalesef insanoğlu bir çok fedakârlığı yasa­mak için göz ardı etmek zorunda. Mehmet minibüsün gelmesiyle bindi ve Varol Şirketi’nin önünde indi. İçe­riye girdi, çalışma odasına geçti. Uraz gelmişti.

- Günaydın!       

Uraz:

- Günaydın, bu ne üst baş, sanki ütü olmayan bir dünyadan gelmişsin.

- Ne yapalım beyefendi bizim sizin gibi bakıcımız yok. Bir süre ikisi de konuşmadan çalıştı.

Mehmet:

- Nasılsın dün akşamdan beri?

- Doğrusunu söylemek gerekirse pek iyi değilim. Fi­kirlerim devrim mi yoksa içimde devamlı var olan bir  gülün tomurcuk halinden kurtuluşunun göstergesini mi yaşıyor, anlayamadım. Yani düşüncelerim bulanık.

- Neyse canım, düşüncelerini böyle zora koyma.  Bırak bakalım kalbin ve aklın seni nereye götürecek. 

- Öyle mi yapmalıyım?

- Evet bence öyle yap.

- Anlaştık. Seninle öğle arasında bir yere uğrasak  olur mu?

- Çok isterdim; ama olmaz, yeğenimi okuldan eve bırakmam lazım.

- Sen mi yeğenini eve bırakıyorsun?

- Neden şaşırdın olamaz mı?

- Tabi ki olabilir; ama annesi niçin ilgilenmiyor?

- İlgilenemez; yeğenim tekerlekli sandalye kullanı­yor. Onu ben eve bırakıyorum.

- Çok affedersin.

- Önemli değil.

- Nasıl oldu doğuştan mı?

- Bu konuda konuşmazsak daha iyi olur.

- Hayır daha iyi olmaz? İyi olabilme durumu yok mu?

- Var ama çok iyi bir tedavi gerekiyor ve tabi bunun yanında da çok paraya ihtiyaç var.

- Allah yardımcınız olsun; yardımlarım gerekirse lüt­fen benden  esirgeme.

- Sağ ol iyi niyetinden dolayı; ama ben gerekli pa­rayı toparlamaya çalışıyorum. zaten az kaldı.  Üçte birini tamamlamış durumdayım.

- Ben de yardım etsem olmaz mı?

- Hayır sağ ol; daha on sekiz yaşındayken kafama koydum,  Murat’ı ben tedavi ettireceğim.

- Ama böyle düşünmen bencillik olmuyor mu?

- Hayır bencillik olmuyor ve sen beni anlamıyorsun; anlayamazsın da.

- Anlatırsan anlarım. Sana anlatamam, bu bende gizli kalsa daha iyi olur.

Mehmet, ağabeyinin kendisini okutmak için Hira’yı okutmadığını biliyordu. Üzerindeki vefa borcunu böyle yaparak ödemeyi düşünüyordu. Bunun adı bencillik olsa da.

Uraz ve Mehmet, konuşurlarken Hikmet Bey de  şirkete gelmişti. Odasına geçmek için Uraz ve Mehmet’in bulunduğu odanın yanından geçiyordu ve elemanları­nın konuşmalarına ister istemez kulak misafiri oldu. Duyduklarından sonra odasına geçti. Elemanlarını ça­ğırttı.

- Beyler, biraz önceki konuşmalarınıza istemeden kulak misafiri oldum. Bu konuda kusuruma bakmama­nızı rica ediyorum. Uraz, ben seni belki anlayamam ama ısrarla yeğeninin sağlık problemini çözmeyi üzerime almak istiyorum.

- İyi niyetinizden dolayı çok teşekkür ederim. Gere­ken parayı toparlamama az bir  miktar kalmış durumda.

Hikmet Bey:

- Bak Uraz, sorununun ne olduğunu bilmiyorum ama bilmediğim taktirde seni az da olsa anlayabiliyo­rum; ya yeğeninin duyguları, yaşama sevinci, sence çektiği acılar,  daha fazla acı yaşaması doğru mu? Lüt­fen düşün ve hayatta yanlış yapmamaya gayret et. Belki senin düşündüğün veya bildiğin gizli bir şey vardır; ama sorun ne olursa olsun öncelikle düşünülmen gereken konu  yeğeninin durumu olmalı.

Mehmet:

- Fikirlerinize ben de katılıyorum; yalnız Uraz’ı  razı etmek çok zor.

Hikmet Bey:

- Ben düşüncelerimi açıkladım, kendisini zorlamı-yorum. Tekrar ediyorum, her şeyden önce o çocuğun çektiği acıları önemli. Düşünüyorum da beyler;  biz in­sanlar mı hayatımızı yaşanmaz kılıyoruz, yoksa sabit olan bir kararla mı dünya bize hayatı yaşanmaz kılı­yor,anlamak güç. Ama galiba, dünyayı yaşanmaz kılan biz insanlarız.

Uraz, konuşmaları sert bakışlarla izliyordu. Hikmet Bey, konuşmasını bitirdi. “İyi düşün, kararını  bana bil­dir,” dedikten sonra onlar odalarına gönderdi. Uraz:

- Tabii ki dünyayı yaşanmaz kılan bizleriz. Ama bazı durumlar insanların böyle davranmalarına sebep olabi­liyor.

Mehmet.

- Yoksa gurur meselesi mi?

- Bak arkadaşım işin içinde gurur var. Ama tek so­run o değil kısacası bir çok sebep var. Rica ediyorum bu konuda daha fazla konuşmayalım.

Aradan bir ay geçti. Murat herkesin uyumasına rağmen uyuyamamıştı. Bazı geceler olduğu gibi ağlıyordu, içinden bile gizlemek istediği sitemini Rabbiyle paylaşarak yalvarıyordu. Bir gün hiç kimseye muhtaç olmadan, yürüyeceğini, doktor olup kendisi gibi  binlercesini iyileştireceğinin özlemiyle hayaller kuru­yordu. Elinde kalem, sitemini geceye yazarak ağlama­sına devam etti. Bir süre daha yazdı ve kalemi elinden bırakıp gözyaşlarını sildi. Odasının kapısı açıldı  ablası içeri girdi.

Hira:

- Merhaba Bay Bilge, lâmbanın açık olduğunu gö­rünce geldim. Umarım Bilge Hanımızı rahatsız etmemi­şimdir?

- Aaa! Dalgayı bırak abla, tam uyuyacaktım, sen  geldin.

Hira, kardeşinin ağlamaklı sesini duyunca:

- Ne o, yoksa sen ağladın mı? Murat, ne oldu sana? Sen ağlamışsın!

- Evet, canım sıkıldı ve ağladım! İnsanlar hep güle­mezler, öyle değil mi? Bazen de ağlamalılar.

- Ben de bunun  bilincindeyim Murat, şimdi söyle bakalım canın niçin sıkıldı?

Murat’ın içinde anlatılmayacak derecede paylaşmak hissi vardı, ama ablasını da kendi sıkıntıları ile  üzmek istemiyordu. Kaçamak cevaplar verdi, Hira ısrar ile tek­rar tekrar sorunca; Murat, hiç kimseye söylememe şar­tıyla ablasına ağlamaklı bir ses ile  anlatmaya başladı. 

- İnsanlara muhtaç olarak yaşamak, yaşama sevin­cimi köreltti. Sabır sabır diyorum; ama sabır kelimesi artık bana  acı veriyor. İnançlı olduğum halde  intiharı bile düşündüğüm zamanlar olmuyor değil.

Hira kardeşine  sarıldı:

- Ne olur böyle düşünme   biliyorsun , amcamın ge­reken parayı toparlamasına az kaldı.

- İnan böyle düşünmemek için uğraşıyorum; ama dedim ya artık zor geliyor.

- Bak kardeşim;  biz insanlar dünyaya sınav  için geldik. Allah, kullarına farklı problemler vererek ,inançlarının derecesini ölçüyor. Allah’ı düşünerek acı duyduğun hayatınla mücadele et. Bunu sadece kendin için yap. O zaman , belki biraz mutlu olursun. Hadi, sil artık gözyaşlarını...

Hira,  sonra  kardeşine çoktandır sarılmış olduğunu fark  etti, saran kollarını açtı.

- Kusuruma bakma galiba biraz uzun boylu bir sa­rılma     oldu.

- Önemli değil.

Hira daha fazla dayanamayıp odasına döndü. Bü­tün gece uyuyamadı ve hemen sabah namazından sonra amcasının uyumadığını bildiği için durumu gö­rüşmek üzere  odasına gitti. Kapıyı saygıyla çaldı. Ses almayınca  namazda olabileceğini düşündü içeriye girdi, tahmininde  hakliydi. Çünkü  amcası huşu içinde  Rabbinin buyruğunu yerine  getiriyordu. Uraz   nama­zını  bitirdi

- Hayrola  Hira,  sabah sabah  senin benim odamda ne işin var .

- Kusuruma bakma amca. Senin sabah namazından sonra uyumadığını bildiğim için geldim, müsaitsin değil mi?

- Tabii ki Hira .

Uraz yeğenini çalışma masasının sandalyesine oturttu,  kendisi de yatağının  üzerine geçti.

- Şimdi konuş bakalım, seni dinliyorum yoksa  bana rüyanı mı anlatacaksın?     

- Keşke öyle olsaydı; maalesef Murat hakkında gö­rüşeceğim.

Uraz; elleriyle hadi anlat artık hareketi yaptı ve Hira daha fazla lafı gevelemeden anlatmaya başladı.

- Bilirsin ben geç yatarım.

- Evet,

- Dün gece mutfaktan su almaya gidiyordum.  Mu­rat’ın lambasının yanık olduğunu fark ettim. Odasına girdim; lambayı söndürmek için, o hala uyumamıştı.  Biraz takılayım dedim; bana kızdı. Murat ağlıyordu. Görmeliydin amca, ruhunun hüznü yüzüne yansımıştı. Ayağının sakatlığından dolayı çok acı çektiğiné ve artık hiç kimseye muhtaç olmadan yaşamak istediğini, sabrı­nın tükendiğini anlattı. Düşünebiliyor musun? Bize çok güçlü görünen Murat, meğersem ne acı çekiyormuş. Bir görmeliydin ne kadar hüzünlü olduğunu.

Uraz, duyduklarından hoşnut kalmadı yüzü kendi­sine karşı sitemle asıldı.

- Ne kadar var amca, gerekli paranın toparlanma­sına.

- Off! Hira daha çok var, dört aya yakın beklememiz lâzım.

- Yapma, amca...Ne dedi Murat biliyor musun? İnançlarıma ters gelmeseydi intiharı bile düşünürdüm.

- Bu çocuk bunalım içinde Murat.

- Evet, aynen öyle hem de şiddetli bir bunalım bu.

- Tamam Hira, bana anlatman çok iyi oldu, bu konuyu düşüneceğim, şimdi izin verirsen işe gideceğim .

- Tabii amca sana kahvaltı hazırlamamı ister misin?

- Sağ ol düşündüğün için; ama ben işyerinde yapa­rım(?)

- Hira amcasını çok sevdiğini ve kendisine çok gü­vendiğini belirterek odadan gönlü rahatça çıktı.

Uraz, işyerindeydi. Bilgisayarı açtı gergin tavırları dikkat çekiciydi. Konsantre olamıyordu. Murat için ge­rekli parayı nasıl toparlayacağını düşündü. Mehmet

- Neyin var çok gergin görünüyorsun?

- Hiç, sadece akşam iyi uyuyamadım, kafamı toparlayamıyorum.

Uraz bir süre gözü kapalı öylece düşündükten sonra Mehmet’e:

- Seninle  o gün gittiğimiz yere gidelim mi?

- Bilmem ki bu akşam evde yemek yemeği düşünü­yordum, gerekliyse gideriz .

- Benim istemem önemli değil, yeğenimi götürmek istiyordum.

- Hangi yeğenin? Rahatsız olan mı?

- Evet.

- İyi gidelim, kaçta?

- Ben öğleyin onu eve bırakınca kendisine söylerim. Kabul ederse, bugün fazla mesai yapmayız. Çıkışta bu­radan beraber bize ayrılırız ve Murat’ı alıp, öyle gideriz, oldu mu?

- Oldu bana uygun .

Uraz’ın içi biraz rahatladı. Çalışmalarına ğle yeme­ğine kadar ara vermeden devam etti. Uraz, Murat’ı  almak için yanına gittiğinde espriler yaptı. Ama Murat,  dün gecenin stres ve hüznünü  hala  yaşıyordu.

- Bugün seninle bir yere gidelim mi?

- Nereye gideceğiz ki?

- Sürpriz olsa olmaz mı?

- Hayır, hem bugün ders çalışmalıyım, biliyorsun sene sonu ve imtihanlar sık sık yapılıyor.

- Pişman olabilirsin!

- Sağol amca, lütfen ısrar etme!

- Ne yani sen ciddi ciddi gelmeyecek misin? Tamam öyle olsun; böyle yapacağını biliyordum. Ben yine sor­mak istemiştim.

- Amca! hemen darılma şaka yaptım, geleceğim.

- İşte buna çok sevindim, seni eve bırakayım akşam iş dönüşünde görüşürüz.

-Tamam.

Amcası, Murat’ı eve bıraktı. Ondan sonra işine döndü. Heyecanlıydı; Murat’ı ilk defa bir yere götürü­yordu. Saat beşte izin aldılar ve Murat’ı almaya gittiler. Murat hazırlanmış, annesinin yardımıyla kapıya çıkmıştı.

Uraz:

- Merhaba Murat,

- Merhaba amca, misafirin mi Var?

- Evet benim iş arkadaşım, seni arabaya alayım, ondan sonra ikinizi tanıştırırım, dedi. Mehmet de araba­dan indi. “Yardıma ihtiyacınız var mı?” diye sordu.

Uraz, Murat’ı kucaklamıştı.

- İyi olur, tekerlekli sandalyeyi arabaya al.

Arabaya yerleştiler, Uraz hemen tanıştırma fas­lına geçecekti ki beriki hızlı davrandı:

- Merhaba Murat, ben Mehmet.

- Merhaba,

- Nasılsın bakalım?

- İyiyim sağolun, siz nasılsınız?

- Teşekkür ederim, seni tanıdım daha iyi oldum. Konuşkan olan Mehmet sohbete devam etti.

- Okul nasıl gidiyor?

- İyi gidiyor, bu günlerde çok sık sınav olsak da. ;  - Aslanım be,senin yaşındakilerin okulu sevmesi  çok na­dir. Kaça gidiyorsun ?

- Lise bir.

- Hiç göstermiyorsun?

- Nasıl yani?

- Çok düzgün konuşuyorsun.

- Bunu amcama borçluyum, çünkü asil öğretmenim o. Her gece bana ders veriyor. O olmasaydı  akilli bir Murat olmayacaktı şimdi.

Uraz:

- Abartma oğlum, kendi çabaların olmasaydı öğ­ret­tiklerim bir işe yaramayacaktı.

- Senin amcan gerçekten de değerli ve güzel bir in­san.

- Çocuklar, şimdi sohbetinizi yarıda kesin; çünkü geldik.

Murat daha araban inmeden çevresine göz gezdir­meye başladı:

- Vay be ne kadar güzel bir yer burası nasıl keşfetti­niz ?

Mehmet:

- Ben keşfetmedim amcanın keşfi.

Uraz:

- Çok zor olmadı, gazeteden reklam gördüm ve hemen aynı gün içinde geldim. Hoşuma gitti. Ayda bir gelmeye çalışıyorum.

Lokantanın arka tarafına geçtiler.

Uraz:

- Siparişleri versek nasıl olur.

 İkisi de çok iyi olur, çünkü acıktık, dediler

Mehmet:

- Peki kendimiz mi pişirelim balıkları ne dersiniz?

Murat heyecanla atıldı.

- Ne olursunuz biz pişirelim, hatta ben pişireyim.

Uraz:

- Dur oğlum! Bu ne heyecan, tamam sen pişir, ben de sana yardımcı olayım. Mehmet ağabeyin de bu arada bizi seyreder; bildiğim kadarıyla pek balık yap­maktan hoşlanmazmış.

- Doğru dedin; küçüklüğümden beri sevmem .

Garsonun gelmesiyle Mehmet:

- Garson Bey, lütfen balıkları pişirilmeden getirir mi­siniz.

- Hay hay efendim, hemen

Murat çok sevinçliydi; çünkü bu ortamlara bayılı­yordu.

- Vay be burası bir cennet ne kadar güzel amca, bundan sonra hep buraya gelsek olmaz mı?

- Olur tabii neden olmasın fırsat buldukça geliriz.

Mehmet Uraz’a Murat’ın durumunu ve Hikmet Bey’in sunduğu teklifi düşünmüş mü diye sormak istedi. Mehmet:

Murat on beş dakika yalnız kalır mısın? İznini aldık­tan sonra:

Uraz’ı lokantanın dışına denizin kenarına götürdü.  İkisi de bir süre konuşmadan denizi dinleyerek yürüdü­ler.

Mehmet:

- Uraz, düşündün mü Hikmet Bey’in teklifini?

- Bilmiyorum ne yapacağıma karar veremedim. Mu­rat’da bu günlerde çok durgun ve sessizleşti, eskisi gibi benimle fazla konuşmuyor. Espriyi çok seven Murat,  artık espride yapmıyor. Sanırım kabul edeceğim; ama bir şartla; Hikmet Bey’in bana vereceği parayı tekrar ona geri vermem koşuluyla. Kimsenin minneti altında kalmak istemiyorum.

- Tamam öyle olsun, yeter ki kabul et. Murat’ın acı çekmemesi, inan her şeye değer. Emin olabilirsin sen doğru olanı yaptın.

- İnşallah öyle olur, hadi şimdi gidelim. Murat yalnız kalmasın.

- Bence bırak biraz yalnız kalsın. Bu ortam onun çok hoşuna gitti. Hem balıklar gelmiştir, garsonun yar­dımıyla pişiriyorlardır. Biz ne yapalım biliyor musun? İlkbaharın geliş müjdesini insanlara erkenden göstere­lim. Hadi ayakkabılarını çıkar  da denizin kenarından, suyun ayaklarımızı okşamasının heyecanını duyalım.

- Saçmalama Mehmet! Havanın hâlâ soğuk oldu­ğunun farkında değil misin? Biz daha martta  sayılırız.

Hadi lütfen eminim ki seninde hoşuna gidecek.

Uraz tereddütle Mehmet’in isteğini kabul etti. İkisi de ayakkabılarını ve çoraplarını çıkarıp ellerine aldılar,  deniz  kenarından suyun ayaklarına  temasıyla;   içlerini tatlı bir heyecan sararak yürüdüler. Ara sıra yavaş; amá sert gelen dalgalar; ayakların ürpermesine sebep olu­yordu. Onlar, soğuk suyun ve dalgaların sertliğine al­dırmadan, deniz kenarından koşmaya başladılar. Bir­birlerine ıslak kumları atarak, çocuklar gibi oynadılar. Ayaklarının fazlasıyla üşüdüğünü hissederek çoraplarını ve ayakkabılarını giydiler.

Uraz:

- Sen çılgınsın ve beni de kendine benzettin ,umarım gribe yakalanmam yoksa acısını senden   çıka­rırım.

- Korkma hiç bir şey olmaz.

Deniz ile bakışarak yürüdüler. Deniz, dalgalar,ve kum ikisine de inanılmaz keyif veriyordu. Denizin, suyu  masmavi, tertemizdi. Hele o, uçsuz bucaksız gibi görü­nen görünümü yok mu, insana büyük bir ürperti veri­yordu. Bir de kuşlar, evet kuşlar, coşku içinde uçuşup denize konmaya çalışmaları, güzelliğe daha bir güzellik  katıyordu. İki arkadaş şimdi yürümüyorlardı, büyük bir kayanın üzerine oturdular ve bir süre sohbet ettiler.

Mehmet:

- Su her zaman her insana mutlaka bir korku verir görüşünde misin?

- Evet, su... Hele şu deniz, bence her insana  mut­laka bir korku verir. Düşünsene bir gemide yol alan adam, suya baktığı an ve altını düşündüğü an; ölümün kendisini yakalamayacağını düşünmemesi imkansız.

Deniz; üstü dümdüz, kaygan görünen, sudan  ibaret bir nesne, altında bambaşka bir dünya, bambaşka bir dünyanın iyilik ve kötülüklerinin barındığı yer.   Bizim dünyamızdan farklı bir dünya; onlarında yasaları var. Kim bilir suyun altında ne gizemler, ne gerçekler var. Her şeyi kendi sıfatında toplayan Allah; insanoğlundan ne gizler saklıyor. Kuşkusuz O, en iyi bilendir.

Mehmet:

- Evet! “Kuşkusuz O en iyi bilendir.”

Ayetin tefekkürüne daldılar, evrenin yegane sahi­bine şükrettiler. Güneş batmak üzereydi artık gitme za­manı gelmişti.

Murat’ın yanına döndüler. Murat garsonun yardı­mıyla ızgaranın başında balıkları pişirmekle meşguldü. Halinden çok memnun görünüyordu. Mehmet, Murat’ın arkasından  yaklaştı:

- Kolay gele komşi baluglar  hala hazur degi mi?

- Komşi  baluglar  küflenir hale geleceğ; ama sizlar ortada yogsiniz

Uraz ve garson onların bu hallerine, bakışıp gülüş­tüler

Uraz :

- İlahi çocuklar televizyona çıkmayı hak kazananlar­dansınız . Garson Bey, isterseniz siz bana bırakın ben yeğenim ile balık yapma şerefine nail olayım.

Garson kenara çekilerek masayı hazırlama işlemine geçti. Balıkların pişmesiyle yemeğe başladılar .Yemeğin ardından çaylarını da içtiler. Koyu bir sohbete dalmış­lardı. Mehmet Murat’ın sorması ile kısaca kendisini tanı­tıyordu.

- Dayım ben üniversitede iken vefat etti. Bütün mal varlığını  bana bıraktı; çünkü çocukları kendisine evlatlık yapmıyordu. Bir gün evden çıkıyordum, dayımın oğlu yanıma yaklaştı. Beni, hak etmediğim mirası almamam için tehdit etti. Ben de versen de almam, diye çıkıştım. Üniversitede okurken hem çalışıyor hem de okuyordum, benim için çok zordu; ama mücadele ettim. Gördüğü­nüz gibi bir başıma ve yapayalnızım.

Uraz:

Hayata gerçek bir bakış açısı ile baktığımız zaman, bu dünyada herkes yalnız. Her birey kendi için yaşa­malı.

Senin hayatın; okuduğum bir romana çok benziyor; fakat sen kazanmışsın, o güzel; romanda ki kahraman yeniliyordu. Kendini toplumun ve yaşamın ellerine bıra­kıyordu. Ne mutlu sana, sen mücadeleyi terk etmemiş­sin.

- Ben yaşamayı seviyorum, bunun için buradayım.  Beni bugünüme getiren umuttu hep umut biçtim. Artık kalkalım isterseniz; çünkü zaman epey geçmiş.

Murat:

- Hayır biraz daha...

Uraz:

- Olmaz Murat, yarın sen okula, biz de işe gidiyoruz. Nasıl olsa bir daha gelebilme şansımız var. Mehmet’i eve bıraktılar, kendileri de on ikiye doğru evlerinde ol­dular.

Bir hafta sonra Uraz, yeğeninin ameliyat olması için ailesiyle görüştü, onların onayını da aldıktan sonra ,  Hikmet Bey’in vereceği yardımı kabul etti. Murat, he­men hastaneye yatırıldı. Münteha, Murat’ın ameliyat oluşundan habersiz okulda yoklama yapıyordu: Birkaç isim saydı Murat’ı okuyunca sıraya baktı, ama sıra boştu. Yoklamaya devam etti. Üç ders sonrası Uraz, doktor raporunu  Münteha’ya vermek için sınıfın kapı­sını tıklattı, içeriye girdi. Münteha, masasının başında bir şeyler yazıyordu.

Uraz:

- Öğretmen Hanım!

Münteha başını masadan kaldırdı ve :

- Evet, buyurun.

- Ben Uraz, Murat Aşkın’ın amcasıyım, buraya  onun ameliyat olacağını bildirmek için geldim.

- Hoş geldiniz.

- Sağolun, buyrun bu da raporu, size ve arkadaşla­rına çok selamı var. Özellikle bildirmemi istedi.

Aleykümselam, ayaklarından mı ameliyat olacak?

- Evet.

- Bana özellikle bildirmeyi istediği için, kendisine te­şekkür ettiğimi bildirin lütfen! Ayrıca çok selamlarımı,  çok sevdiğimi ve kısa sürede acil şifalar dilediğimi  bildi­rin. Kendisini ziyaret edeceğim.

- Sağ olun bu Murat için büyük bir moral kaynağı olur.

Şimdi izninizi istiyorum, yapılacak acil işlerim varda.

- Tabii tabii siz bilirsiniz,

- İyi günler.

- Güle güle .

Uraz, gider gitmez, Münteha, bir müddet yazılarına devam etti. Sandalyeden kalktı pencerenin kenarına yanaştı. Yüreğinin sesini dinledi. Yüreği mutluydu, he­yecanlıydı, anlamsızdı, karmakarışık duygular içindeydi. Uraz’ın yüzü ona hiç yabancı gelmemişti, biraz düşün­dükten sonra okulun kapısında çarpıştığı kişinin bu ol­duğunu hatırladı. Yine yüreği deli  bir yel gibi sarsıldı. Çarpıştığı zaman da böyle heyecanlanmış ve karışık duygular yüreğini kaplamıştı. Zilin çalması ve ardından okul hizmetlisinin sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. Okul hizmetlisi kendisine müdürün “yanıma uğrasın” mesajını verdi. Münteha okulun ikinci katında bulunan müdür odasına girdi.

- Buyurun Müdür Bey, benimle görüşecekmişsiniz.

- Evet Münteha Hanım, buyurun oturun isterseniz.

- Gerek yok, teşekkür ederim.

- Yeni sistemdeki kurallardan bir yenisi daha, alın okuyun, bütün öğretmen arkadaşlara da verdim. Lütfen siz de aynısını uygulayın.

- Uygulamaya çalışırım.

- Münteha Hanım, zamansız olacak;ama öğleden sonra müsaitseniz benimle bir kahve içmeye buyurmaz mısınız?

- Teşekkür ederim Yusuf Bey, yapılması gereken  işlerim var.

- Rica ediyorum, lütfen! Beni kırmayın, bugün mü­sait değilseniz başka zaman da olabilir.

- Peki yarın okul çıkışı.

- Teşekkür ederim, beni kırmadığınız için .

Yusuf, Otuz yaşında  cılız bir görünüme sahip. Dik bedeni esmer teni, düzgün giyimi, onun bu cılız görü­nümünü  örtmektedir. Yusuf, Münteha’yı tanıdığı an­dan beri onun gerçek bir hanımefendi olduğunu anlamış ve o günden sonra, gönlünü ona duyduğu sevgi seline kaptırmıştı. Sevgisini bir türlü açma cesaretini bulamı-yordu. Nihayet bugün ilk adımı atarak cesaret­sizliğini kırdı. Yusuf,  Münteha ile geçireceği saatleri dü­şününce içi içine sığmıyordu. Ve nihayet buluşma gü­nünün  gel­diği an,  yüreği kafeste tutsaklıktan kurtulan  kuş misali, özgür olmanın rahatlığı içinde, duygularını karşısında oturan, hiç  bir şeyden haberi olmayan, uğ­runda canını feda etmekten bile çekinmeyeceği ,bir gül kadar narin ve sanki yalnızlığın  ruhunu yüzünde belir­ten bir ifadeyle hükümlü... Platonik sevdasına evlilik teklifi yapıyordu.  Münteha:

- Bana yaptığınız bu güzel teklif için  teşekkür ede­rim. Yalnız size teşekkür edişimin sebebi; beni bu teklifi­nize lâyık gördüğünüzdendir. Beni yanlış anlamanızı istemiyorum. Siz benim taktir ettiğim ender insanlardan­-


sınız. Kusuruma bakmayın bu teklifinizi kabul edemeye­ceğim.

Yusuf ‘un bu yanıt karşısında volkan dağlarına kar yağ­ması ile eriyip giden onurunun önüne bir set  çeke­me­mesinin, yoğun sevgisinden kaynaklandığını bili­yordu. Bir an” hata mı ettim, acaba ilk buluşmada bu teklifi yapmamam mı lazımdı.” Münteha onun için,  onurunun bile ötesindeydi. “Can-ı Ruhu” ile seviyordu. Yıkıldı kafası karma karışık halde iken, reddinin sebebini sordu.

- Neden Münteha Hanım, sebebini öğrenebilir mi­yim?

- Sebep siz değilsiniz Yusuf Bey, sebep kendimi şu an için evliliğe ya da duygusal bir ilişkiye hazır hisset­mememdir. Size  üzdüğüm için beni affedin ama bu teklifinizi lütfen bir daha yapmayınız. Sizi iki yıldan beri tanıyorum, samimi ve ciddi bir insansınız. Bu yönleriniz ile sizi çok beğeniyorum; ama siz benim için Yusuf  Bey­siniz ve öyle kalacaksınız.

Yusuf, cevabı aldığı gibi daha fazla konuşamadı, zaten kahvelerini de bitirmişlerdi. Münteha’nın “kalka­lım” demesiyle: Yusuf, göz işareti ile uygundur cevabını verdi ve kalktılar. Yusuf, yıkılmıştı, eve vardı., Balkona çıktı, saatlerce yalnız oturup çaresizliğinin ızdırabını ya­şadı. Odasından kağıt kalem aldı. Tekrar yerine döndü Durmadan yazılar yazdı:

      “Sevmek acı çekmek midir? Çaresizlik midir? Yoksa delice şeyler yapmak mıdır? Sevilen insana zarar ver­mek midir? Canından öte olan sevdasına acı mı çek­tirmeliydi, ama hayır kıyar mıydı, adam gibi sevgiye yakışır mıydı.  Kendi canına acı verirdi; ama açılmamış tomurcuk gülüne asla zarar veremezdi.

Çaresizliğinin verdiği acı ile gözpınarlarından  göz yaşları hüküm sürdü. Sevgi pınarına karşı yanlış yaptı­ğını düşündü, “planlı yaklaşmalıydı ;çünkü  sadece ken­disi seviyordu . Ama kocaman bir hata yapmıştı, hem de geri dönüşü olmayan bir hata. kendince yıldız­lara bakarak  sevdalısına sitemle,  yazılarına devam etti. 

       Aydınlık yürekler içinde karanlık  bir yürektir benim yüreğim, hesaplı bakışlar içinde hesapsız bir ba­kıştır benim yüreğim, sorgulamayacağım  seni,  olayların akı­şına bırakacağım. Ama Allah’tan  ümit var olacağım. Yüreğimde sevgin var ,atamam ama bil ki sana bütün yüreğim ile kırgınım, beni zamansız neden öldürdün? Oysa sadece senden azıcık sevgi istemiştim.

      Yusuf, bu düşünceler içinde bocalarken; Mün­teha, ev de televizyon izliyordu ve bu teklifi hiç bekle­memenin  şaşkınlığını yaşıyordu.

Ama mutluydu bu mutluluk Uraz’ı tekrar görmenin mutluluğuydu. Yüreği kendi eşini bulmuşluğun sevin­ciyle... Uraz, ne güzel bir isim ve ne güzel bir sima, dedi. Münteha’nın yıllardır tatmadığı bir duyguydu şimdi tat­tığı, yürek heyecanı, gözlerin o kişiyi görme arzusu,  anneye, babaya  ve  kardeşe  duyulan sevgiden bam­başka bir duygu, bu bir tür sihir gibi... Ruhun tüm varlı­ğıyla o kişiye odaklanmış hali, kelimelerin bu olguyu anlatamama hüznü, ve ister istemez bu olguyu çevreye yansıtmanın  tatlı utancı, gözlerdeki ışıltının insanı ele verme hali, her saniye süresiz onun gözlerine bıkmadan bakabilme çabası, hiç düşünmeden her fedakarlığı gös­terebilme acizliği,  insanı yücelten ve aşağılayan bir  hayal alemi  gibi,  kah ızdıraptan gözleri yağmur seline hiç acımadan bırakma hali, kah gözleri sevinç rüzgarıyla kapatamama hali,  onu ilk hissettiğin an; yüreğin nöbete tutulmuş gibi titreme hali, bitkin ,dinginken onu hisset­meyle dirilme hali, düşüncelerini  o olguya  sabit tutma zorunluluğu ve  insanı paşa eden, rüsva eden bir  tutku­dur aşk, sevgi... 

Salonda yalnız başına oturan Münteha, ağlamaya baş­ladı, kendinin de çözemediği bir ağlayıştı, yüreğini din­ledi ve yüreği sevinç gözyaşları olduğunu  söyledi. Münteha televizyonu kapattı ve odasına çıktı, kapı ve pencereleri açtı, balkona geçti, delirmiş bir hali vardı sanki, iki kollarını açabildiği kadar açtı ve haykırmak  istedi, ama  babasının sesini duyabilme korkusuyla al­çak bir ayarda, “İşte bu işte bu” dedi. O şimdi çok mut­luydu yeni sihirli bir olgunun tüm kavramları tanımalı ve  yaşamalıyım düşüncesiyle bahtiyardı.  

Günlerden Salı ve yılların eskitemediği mutsuz iş adamı, Hikmet Bey şirketteydi. Hikmet Bey bugün çok durgun ve hareketsizdi buna rağmen şirkete gelmişti. Ona sorulsa hep şirkette kalacaktı. Çünkü eşiyle anıları  burada daha yoğun ve özeldi. İkisinin çalışma masaları bir odanın içindeydi. Bu oda onların tartışmalarına, sevinçlerine  çok tanıklık etmişti. Hikmet Bey, kendi masasından hanımını hayranlıkla gözetlediği zamanlar  çok olmuştu. Ona kalemler, kağıtlar fırlatarak  sinirlen­dirmişti. Onun bu hareketlerine karşın Hanımı gider ona sarılır ve onun kısa sürede bu oyunlarından vazgeçirirdi. Aslında Hanımı farklı bir odada çalışmayı düşünmüştü, ama Hikmet Bey; bunu kesinlikle reddet­mişti onun bu reddine karşın Hanımı içten içe çok se­vinmişti, eşine fark ettirmemişti. Hikmet Beyin en çok hoşuna gidende Hanımının toplantı sırasında ciddi  ta­vırlar takınması ve ardından kızdırmak için ona  farklı bakışla bakması ve konsantresini bozmasıydı. O za­manlar  Varol şirketi daha yeni kurulmuştu. Hikmet Beyin babası ve Neslin Hanımın ailesi evlatları için ortak paylarla Varol Şirketini kurarak onlara hediye etmeyi uygun görmüşlerdi. Genç evli buna çok sevinmişlerdi. Varol şirketi ilk kurulduğu zaman o kadar büyük  de­ğildi, ikisi de çok kısa süre de Varol şirketine güçlü ra­kipler çıkardı. Bu rakipler karşı­sında Varol büyüdükçe büyüdü. Neslin Hanımın ölü­münden sonra şirket eski performansını yavaş yavaş kaybetmeye başladı. Ama Hikmet Bey bunu fark edince şirketi yeniden diriltme yollarını aradı. Şirket eski halin­den daha iyi bir perfor­mans sağlayıncaya kadar  gece gündüz demeden çalıştı ve hala aynı tempo içerisinde çalışmaktaydı.

Hikmet Bey; bir süre  dosyaları inceledi ve sonra  Mehmet’i çağırtı:

- Mehmet, Uraz’ın yeğeninin ameliyatı ne zaman olacakmış? 

- Önümüzdeki hafta ameliyat olacak. 

- O gün ben de hastanede olmak istiyorum, habe­rim olsun.

- Tamam, Hikmet Bey, ben size haber veririm.

- Uraz yok değil mi bugün ?

- Yok Hikmet Bey, siz gelmeden yarım saat önce te­lefon etmişti. Yeğeni, amcasının kendisinin yanında kalmasını istiyormuş. O yüzden Uraz, sizden izin almak için aradı, siz olmadığınızdan, benim size iletmemi istedi.

- Tamam, izin verilmiştir. Dua etsin ki projeler bitti, yoksa izin alamazdı.

- Olsaydı bile ben gece gündüz çalışır projeleri biti­rirdim.

- Öyle mi!  Çok fedakarsın.

-Evet, Uraz’ı çok seviyorum ve buna değer bir insan olduğuna inanıyorum.

- İyi anlaştığınıza sevindim. Şimdi  beni yalnız bıra­kır mısın?

- Hay hay efendim.

          Hikmet Bey, Mehmet’in ardından; masasının çekmecesinde bulunan Neslin’inin fotoğrafını çıkardı uzun uzun seyretti. Eşinin fotoğraftaki gözleri öyle  par­laktı ki hiç bıkmamacasına baktı. Hayal seyrine dalarak gözleri  kızardı, gözyaşı damlaları masanın üstünü ıslattı. Biçareydi, derdinin dermanı yoktu. .Neslin’siz bir hayat ona göre değildi. Bir çok kere intihar girişiminde bu­lunmuştu. Ama  Neslin’inin  son vasiyeti idi “Kızımız önce Allah’a sonra sana emanet, ona iyi bak.” Cananı­nın bu isteğine ihanet edemezdi. Ayrıca kızını da biraz düşünmeliydi. Ne yapması gerektiğini artık bilemiyordu. Bazen de kızıyordu. “Neden bana bu ağır yükü verdin? Neden, keşke sana söz vermeseydim!” Yirmi yılın acısını dün gibi yaşıyor ve yüreği eşine karşı sonsuz saygı sevgi besliyordu. Bu sabır artık ona çok ağır geliyordu. “Bir an önce bitsin bu acılar... Hikmet Bey ellerini kalbinin üstüne koydu,  öylece kalakaldı. Aradan iki dakika geçti, Sekreter;  Hikmet Bey’in oda­sına bağlanarak gelen te­lefonu bildirecekti, cevap ala­mayınca odaya gidip baktı. .Hikmet Bey,  masasının başında elleri kalbinin üzerinde  öylece duruyordu. Sek­reter bağırarak yardım istedi. Mehmet’in sesi duyması ile odaya gelmesi bir oldu. Ar­dından sekreter Hikmet Bey’in şoförüne haber verdi. Bu arada Mehmet, Hik­met’ Bey’i sırtlayarak arabaya kadar götürdü. Ardından kendisi de bindi. Şoför  arabayı hızlı bir şekilde sürerek Acil’e vardılar.

Şirkette kalan sekreter durumu bildirmek için, Hik­met Bey’in evini arayıp haber verdi. Telefona çıkan Ayşe Hanım, olayları öğrenir öğrenmez Münteha’yı ha­berdar etmek için okulu aradı. İkisi de telaşlı  bir şekilde  hastanede buluştular  ve durumu öğrenmek için  dok­torla görüştüler. Doktor:

- Bak kızım babanın durumu şu anda Allah’a çok şükür iyi, yalnız bundan sonra kendisine çok dikkat et­mesi gerekiyor; çünkü kalbinden rahatsız .

-Biraz daha açık konuşur musunuz! Çok mu ciddi?

- Şu anda bunu  söylemem için çok erken yalnız,  birkaç  gün daha hastanede kalırsa cevabı alırsınız.

- Peki onu görebilir miyiz?

- Tabii, yalnız şu anda kendinde değil.

- Teşekkür ederiz Doktor Bey,

- Acil şifalar diliyorum.

Münteha ve Ayşe Hanım Hikmet Bey’in  bulunduğu odaya sessizce girdiler. Babası verilen ilacın tesiri ile  kendinde değildi. Odadan çıktılar Münteha:

- Ayşe’m sen eve git, bu gece ben babamın yanında kalacağım.

- Kızım istersen ben de kalayım. O koca evde sizin nefesiniz olmadan bir dakika bile kalmak istemiyorum.

- Olmaz Ayşe’ m, sana da yazık bu yaşlı halin ile sen de hastalanma. Hem babamın durumunu öğrendin. Hadi seni kapıya kadar geçireyim .

Beraberce kapıya kadar  yürüdüler .Münteha :

- Ayşe’m eve giderken şoföre benim mavi hırkamı, rahat hareket edeceğim bir pantolon gönderirsen sevini­rim.

- Tamam kızım göndereyim, farklı bir durum olursa beni habersiz bırakma,  anlaştık mı?

- Anlaştık.

Münteha dadısını uğurladı, odaya döndü, babası  kendine gelmişti.

- Kızım sana da mı haber verdiler?

- Tabii ki baba  bana da haber verecekler,  nasılsın iyisin ya şimdi? 

- Evet iyiyim, hem de çok iyi hissediyorum kendimi  ve en kısa zamanda  şu hastaneden çıkmak istiyorum.

- Hayır baba, rahatsızlığının nedenini öğrenmeden  hiçbir yere çıkmıyorsun !

- İyi de kızım bir insan kendini dinlemesini...  Vücut dilim bana iyi olduğumu söylüyor.

- Hadi ya, ya senin vücut dilin sana yalan söylüyorsa  ne olacak.

- Ben vücut dilimin bana yalan söylemeyeceğinden çok eminim;  çünkü onu yöneten benim.

- Bak sevgili babam! Senin vücut dilin ne derse de­sin, doktorun istediği süre içinde burada kalacaksın an­laştık mı? Ve lütfen başka yorum yapma, bunu senden rica ediyorum. Her ne kadar iyi  bir iletişimimiz olmazsa da sen benim en yakınımsın, seni kaybetmeye dayana­mam . 

Hikmet Bey, sararmış yüzünü kızından kaçırdı. Kal­dıkları odanın dışarıya bakan penceresi  caddeye bakı­yordu. Münteha, pencereye yanaşıp  dışarıdan gelip geçen arabaları ve insanları seyretti. Dünyanın içindeki insanlar sanki mutlu mu?  Hayır, kesinlikle her bireyin farklı sorunları var. Ben de bu bireylerden  biri oldu­ğuma göre derdimle yaşamalıyım.  Babasına döndü.  :

- Baba televizyonu açmamı ister misin ?

- Evet iyi olur, saat kaç?

- Beşe geliyor.

- Sen gitmeyecek misin?

Televizyonu açmakla meşgul olan Münteha:

- Hayır baba bu gece seninle kalacağım, dedi.

- İyi de kızım gerek yok ki, ben şu an iyiyim hem sen yarın okula gitmeyecek misin ?

- Sen benim için okuldan daha önemlisin.

- Bak kızım, lütfen babanın sözünü dinle ve hava kararmadan eve git,  Ayşen’de yalnız kalmasın.

- İyi, madem gitmemi istiyorsun. Senin dediğin ol­sun. 

- Bir isteğin var mı? Giderken göndereyim.

- Evet var, bana defter ve kalem lâzım; ama bugün kalsın yarın gelirken getirirsin .

- Tamam o zaman ben, çantamı alıp gideyim.

Babasına sarılıp öptü, eve doğru yol aldı.

Eve ulaşır ulaşmaz  dadısına görünmeden yukarıya çıktı. Akşam yemeği vakti çoktan geçmiş olduğunu  anımsadı. Ayşem mutlaka şekerleme yapıyordur diye düşündü. Mutfağa indi. Ocağın üzerinde bulunan tence­reye baktı, ama bomboştu. Çay hazırladı kahvaltılık bir şeyler aldı dolaptan masaya koydu. Dadısına bakmak için mutfağın sol köşesin de bulunan odaya baktı; ama  onu bulamadı. Aklına bahçe geldi bu saatte gitmez diye düşündü. Salona baktı, dadısı kanepenin üzerinde  uyu­yordu ve minik boyuyla, şişman vücuduyla  olağanüstü şirin gözüküyordu. Üzerini örtmek için battaniye getirdi. Dadısı uyandı.

- Aaa! Sen burada ne arıyorsun? Yoksa  rüya mısın?

Hayır Ayşe’m babam yanında kalmamı istemedi!

- Dur bir dakika şöyle kalkayım da öyle konuşalım.

- Sen uyu konuşulacak  hiçbir şey yok. Hem çok yorgun görünüyorsun.

- Kızım kızım

- Ayşe Hanım iki kelimeyi gözü kapalı bir şekilde   söylerken kalkmış bedeni de tekrar uzandı. Münteha mutfağa geri döndü. Çay kaynamaktaydı. Demledi ma­saya oturdu. Tek başına  bir şeyler  yemeye çalıştı sonra yukarıya çıktı, üstünü değiştirdi, kendisini çok bitkin hissediyordu. Ama uyumadı, uyuyamadı. Aklına Annesi geldi, böyle bir geceydi. Evde kendisi, hasta annesi ve Ayşe’si vardı. O gece de için de bir boşluk, sahipsizlik hissetmişti. Bu duygu şimdi de hasıl olmuştu. Annesinin “Allah, Allah!” diye inlemeleri ve o gece o “yalnız  gece” annesinin son nefesini verişi hala  aklındaydı. Annesi son nefesinde bile hâlâ “Hikmet, Hikmet” diye inliyordu. O an öylesine babasını yatağın içinde çaresiz yatan annesinin yanında kılmak istemişti ki; ama olma­mıştı ve annesi babasını göremeden ruhunu  teslim et­mişti. Hep merak ediyordu acaba babası niçin ve neden o gece annesinin yanında değildi. Bunu bir türlü baba­sına sorabilme cesaretini gösteremiyordu. Çünkü babası annesi hasta olduğundan beri bir an olsun onu yalnız bırakmamış ve işini bile başkasına bırakmıştı. O gece ah!.. O gece, hayatım boyunca bana acıların en  bahtsı­zını yaşatan gece, seni unutur muyum? Anamı bencilce kopardın benden. Yüreğimin mutluluğunu ömür bo­yunca kafeste tutsak bırakan gece! Seni asla affedemem. Ah anam keşke bütün ömrüm boyunca benimle olsay­dın. O zaman şu çorak hayatım; gül gülistan olurdu. Ama yoksun, ve ben de gül gülistan bahçeden çok uzak, çok bihaberim, içim yanıyor anam, kalbim kırık param parça, niçin böylesi oldu san ki ah ah anam! Keşke benle olsan o zaman şu ıssız gece, şu tatsız yaşam bana hükmünü sürmezdi. Ben böyle ağlamaz, böyle bitmez­dim. 

Bu düşünceler üzerine yüreği yandıkça yandı. İki üç saat daha sitemi devam etti. Sabaha doğru gözleri tatlı  bir uykuya kapandı.

İki üç saat uyuduktan sonra sabah telefonun ısrarla çalmasıyla,  telaşla uyandı. Salonda bulunan telefona açmak için aşağıya indi.

- Alo, buyurun,

- İyi sabahlar kızım, seni uyandırdım galiba

Telefondaki sesi hemen tanımıştı Münteha, hiç ce­vap vermeden yanında ki koltukta uyanan Ayşe’sine uzattı:

- Dedem, al sen konuş.

- Olmaz, ben de konuşmam

- Lütfen al Ayşe’m!

Ayşe Hanım daha fazla direnmeden telefonu aldı:

- Alo, buyurun,

- Benim Ayşe Hanım,  Hakkı Bey,

- Evet Hakkı Bey,  sizi dinliyorum.

- Oğlum, Hikmet rahatsızlanmış diye duydum ,  doğru mu? 

- Evet Hakkı Bey, dün aniden rahatsızlanmış ve hemen hastaneye kaldırmışlar. Biz yanına gittik. Allah’a çok şükür şimdi iyi; ama yine tekrarlanabilir.

- Ne demek istediğini anlıyorum Ayşe Hanım, me­rak etme beni hâlâ affetmediğinizin farkındayım. Toru­num nasıl iyi mi?

- İyi iyi merak etmeyin.

- Kendisine iletir misin geçmiş olsun dileklerimi.

- İletirim.

- Ben tekrar arayacağım, iyi günler.

- İyi günler.

Telefonu Ayşe Hanım kapatır kapatmaz Münteha :

- Beni de mi sordu? Anlamıyorum hangi yüzle, hangi vicdan ile nefret ediyorum ondan nefret! Bir daha ararsa telefon kapandı numarası yap lütfen!

- Olur mu kızım, bırak yaptığı ile kalsın, sen insanlı­ğını yitirme, kin ve nefret insan da oluştu mu, o insan yavaş yavaş eriyen mum gibidir. Onu Allah’a,  sonrada vicdanına bırakalım. Sesi çok kötüydü. Belli ki yaptıkla­rından pişman olmuş . İnsanlar affedici olmalılar, unutma hiç bir varlık, kendi istekleri doğrultusunda ya­ratılmamışlardır. Biz birbirimizi affetmedikten sonra, Allah bizi nasıl affetsin öyle değil mi?

Münteha cevap vermeden odasına çıktı gitti.

Ayşe Hanım:

- Off dünya ve insanlar işte, dedi mutfağa kahvaltıyı hazırlamaya gitti. Münteha odasına gider gitmez üstünü değiştirdi. On beş dakikada hazırlandı, çantasını aldı, aşağıya indi. Dadısına iştahı olmadığını bu nedenle kahvaltı yapamayacağını söyledi ve evden çıktı.

Münteha, işine gitti. Okul çıkışı babasının  kendisin­den istediklerini kırtasiyeden aldı, sonra; hastaneye gitti. Asansörle üçüncü kata çıktı. Babasının  kalmış ol­duğu odanın kapısına gelince durdu, çünkü içeriden bir kişi­nin daha sesi geliyordu. “Kim olabilir acaba, yoksa de­dem mi?” İçi korkulu, kapıyı çaldı ve içeriye girdi. ”Mer­haba baba” diyecekti ki: Yüreği ağır bastı ve baba­sının yanında oturan kişiyle muhabbet haline geçti. Evet ba­basının yanında bütün efendiliği ve yüzündeki nu­ruyla oturan Uraz’dı heyecanlandı,  elleri  titredi, dili tutulmuş gibi babasının; “Hoş geldin kızım” demesine karşılık vermeden bulunduğu yerde hareketsiz kaldı. Kendini toparlaması uzun sürmedi.

- Hoş bulduk baba, misafirin mi var ?

- Evet kızım, şirkette çalışıyor, tanıştırayım.

- Gerek yok biz zaten tanışıyoruz. Beyefendi benim  öğrencimin amcası. Uraz Bey, hoş geldiniz.

- Teşekkür ederim, siz de hoş geldiniz.

- Sağ olun, nasılsınız, Murat nasıl?

- Ben iyiyim, Murat'ta çok iyi şu anlık; size geçmiş olsun.

- Evet gördüğünüz gibi; şimdi iyi, değil mi baba?

- Evet iyiyim.

Uraz, on beş dakika oturduktan sonra gitmek için  izin  istedi. Münteha, hastanenin bahçesine kadar eşlik etti .Sonra vedalaştı. Ruhu ve bedeni halen heyecan içindeydi. Bunu babasına belli etmemek için bir süre  hastahane koridorunda oyalandı. Dönerken ruhu  sa­kindi.

- Eee baba,  nasılsın bugün? 

- İyiyim. dedi ve doktor içeriye girdi.

Doktor:

- Merhaba dostum, kendini nasıl hissediyorsun bu­gün?

- İyiyim sağ ol Dr. Celal,

Münteha:

- Siz önceden tanışıyor musunuz?

- Evet ,babanla biz çok  öncelerin arkadaşıyız.

- Öyle mi, buna  sevindim. O halde  birbirinizle yeni karşılaştınız?

- Keşke öyle olsaydı; babanı bir çok kez aradım ve sordum. Baktım o aramıyor, ben de aramamaya karar verdim. çünkü bunu hak ediyordu, ve şimdi gördüğün gibi yeniden bir aradayız.

- Amma da yaptın! O kadar da değil, ara sıra karşılaşmıyor muyduk? 

Münteha, iyi anlaştıklarını görünce yalnız bırakmak düşüncesiyle, yarım saatliğine bir yere kadar gidip gele­ceğini söyleyerek ayrıldı. Hikmet Bey ve Dr  Celal, ko­nuşmalarına devam ettiler.

- Sen güçlü bir adamdın, ne oldu sana böyle bir­denbire?

- Yaa biliyorsun işte; ben asansör kullanmayı sev­mem, her gün de dört katı inip çıkmak kalbimi yormuş olmalı. Tabii yaşta ilerleyince artık böyle rahatsızlıklar kapımı çalmaya başladı.

- Sen de bunlara yenik düştün, doğru mu?

- Maalesef doğru.

- Peki dostum, öyle olsun; artık asansörü  sevmek ve binmek zorundasın .

- Eğer beni hayata bağlayacaksa seve seve bine­rim, hiç merak etme.

Dr.  Celal,  Hikmet Bey’i iyice süzdükten sonra;

- Biliyor musun,  hâlâ dinçliğin ve yakışıklılığın  üze­rinde. Neden evlenmedin ve evlenmeyi düşünmü-yor­sun?

- Ne diyorsun Dr. Celal? Benim gibi yaşlı adamı kim ne yapsın.

- Ne sen mi yaşlısın? Yapma be dostum, sen den  üç yaş küçüğüm; ama sen benden daha genç gösteri­yorsun.

- Dünya işte Dr. Celal.

- Evet haklısın:

- Neyi hatırladım biliyor musun? Hani biz seninle  daha ilkokuldayken sen bana Dr. Celal demeye başla­mıştın.

- Evet hatırladım.

- Aslında bu doktorluk kafamda yoktu. Sen bana  bu lakabı taktıktan sonra kendimi o zamandan hep bir doktor olarak hayal etmiştim. Bir gün ne oldu biliyor musun?Annem yemek yapıyordu. Ben ders çalışıyor­dum, kardeşim de oyuncakları ile oynuyordu. Birden kardeşim bağırdı. Ben de o telaşla koşarak dur anne ben  bakayım ben doktorum! Durmadan tekrar edip duruyordum. O günü hatırladıkça hala kendi kendime gülüyorum.

- Hoş bir anı olmuş.

Hemşirenin çağırması ile Dr Celal, sohbetini yarım bıraktı:

- Daha sonra devam ederiz.

Doktor Celal, Hikmet Bey’in  bir zamanlar en yakın arkadaşıydı. Neslin Hanım, vefat edinceye kadar arka­daşlıkları sürmüştü. O günden sonra Hikmet Bey,  ken­dini yalnızlığa mahkum etmişti. Şimdi ise dostluğun ne güzel olduğunu hatırlamıştı. Hikmet Bey,  bu düşünceler içerindeyken Münteha, gittiği yerden döndü. Babasının sağ tarafına geçip oturdu. Babasına uzun uzun baktı. Sen benim her şeyimsin.

- Hayrola kızım, bu iltifatlar nereden çıktı böyle du­rup dururken?

- Durup dururken değil,  seni iyice tanıdıktan sonra böyle düşünmeye başladım.

- Nasıl yani?

- Her neyse baba, sana anlatırsam kızarsın.

- Peki, anlatman için seni zorlamayacağım .

Münteha, sene sonu derslerin az olmasına karşın   akşama kadar babasının  yanında kaldı. Ondan sonra  eve döndü. Yalnız kalan Hikmet Bey; bir müddet tele­vizyon izledi. Sonra kapattı, bir şeyler yazmaya karar verdi.  Defteri eline aldı, sonra tekrar yerine bıraktı,  çünkü kafasındaki düşünceler onu yalnız bırakmıyordu. Kızını düşündü on yaşında iken yaptığı haksızlığının ne kadar acı bir olay olduğunu, sevgisiz bırakışının, baba şefkatinden mahrum edişinin anlamsızlığını bir kat daha anlayarak pişmanlıklar yaşadı. “Oysa Neslin’imin sevgi­sini, içimde yaşatarak; çevreme yansıtmadan,  kalbimin gül bahçesinde dikili bırakıp, kokusunu bahçe dışına çıkmasına izin vermeseydim; sevgilerin en güzeline, lâ­yık olacaktım. Küçük bir çocuğun yalnızlığa  ve sevgisiz­liğe mahkum edilmesi onun belki bütün hayatının mut­suzlukla geçmesine sebep olmuştur. Çünkü yalnızlık karamsarlıktır. Hiç bir sevgi kapısından bir kapı açılma­mış ise; işte insanın hayatı o zaman,  ölmeden toprağa diri diri gömülmekle başlar. Azap üstüne azap yaşar, o daracık yerde, çare içinde çare ararsınız. Yaptığının baştan sona yanlı olduğunu biliyordu. Bilincindeydi; ama her şeye bir sebep gerekiyormuş.

- İyi akşamlar, Hikmet Bey !

- Bu sesle kendine geldi.

- İyi akşamlar, hoş geldin Mehmet,

- Hoş bulduk

- Otur.

- Teşekkür ederim; ama fazla kalamayacağım. İyisi­niz ya?

- İyiyim sağ ol, şirkette durumlar nasıl?

- Yeni projeler gelmese de şimdilik iyi. Ulus Şirketler Grubu’ndan bir teklif geldi. Sizin yokluğunuzu belirtince beklemede kaldılar.

- İyi yapmışsın, şimdi şirket konusunu kapatalım. Uraz’ın yeğeninin durumu nasıl?

- İki hafta sonra ameliyat olacak ikinci ameliyatı da daha sonra yapılacakmış.

- İyi, geçmiş olsun dileklerimi ilet.

- Baş üstüne, başka bir isteğiniz yoksa; ben bugün erken kaçayım.

- Sen bilirsin?

- Size tekrar geçmiş olsun. İyi akşamlar.

- Sağol, sana da iyi akşamlar.

İ

 

ki hafta sonrası; Murat’ın birinci ameliyatı bitmiş, fakat o, narkozun etkisi ile henüz kendine gele­memişti. Münteha, okul çıkışı babasına uğramadan, Murat’ı ziya­rete gitti. Kendisini, Murat’ın başında bekle­yen  Uraz, karşıladı. Ailenin diğer fertleri ise; Münteha gelmeden beş dakika önce çıkmışlardı.. Uraz, kitap okumakla meşguldü.  Münteha  odaya girince  kısık bir sesle, “Merhaba” dedi  iki defa tekrarlayınca  Uraz  ba­şını sükunetle kaldırıp  şaşkın bakışlarla “merhaba hoş gel­diniz”  dedi. Elindeki kitabı bırakarak oturması için yer gösterdi.  Hal ve hatır sorulduktan sonra Münteha, Uraz’ın masanın üzerine bıraktığı kitabı aldı, göz gez­dirdi.

- Okuduğunuz kitap, benim de takip ettiğim yazar­lardan. Edebiyatı  çok  iyi kullanıyor.

- Evet haklısınız, ben yazarın ilk kitabını okumama rağmen çok beğendim. İlgi çekici, akıcı ve farklı bir üs­lup kullanılmış. Hatta  şöyle bir cümlesi var aşk üzerine; “Fırtına gibi hızlı, zaman gibi gizemli, anlaşılmayan, güzerani bir duygudur aşk.” Uraz, bu sözleri  tekrar ederken gözlerini Münteha’nın,   mavi, parlak gözlerine dikmiş,  sanki bu sözleri ona hitap ediyormuş gibi,  etkili bakışlarla bakmıştı. Münteha, şaşırmış heyecan­lanmış bir anda ne yapacağını bilemez olmuştu. Etkilen­diğini  Uraz’a belli etmemek için :

- Eyvah! Gitmem gerekiyor. Lütfen, Murat  kendine gelince geldiğimi bildirin. Ayrıca kusuruma bakmayın biraz kısa oldu ama ...

- Önemli değil, bir daha ki sefere inşallah daha fazla kalırsınız.

- Tekrar geçmiş olsun.

Hızla hastaneden uzaklaştı. Babasının arabasını kullanan Münteha park ettiği yere geldi arabaya bindi ve kalbinin sakinleşmesini bekledi. Bu sözlerden çok etkilenmişti  Aslında bakışlardan desek daha doğru olur. Uraz’dan  hoşlanıyor muydu? Hala duygularının nereye doğru gittiğini bilmiyordu. İlk çarpıştıkları zamandan beri Uraz’dan etkilenmişti; çünkü o zaman da göz göze gelmişlerdi. Sonra saçmaladığını düşündü .Uraz’ın  söylemiş olduğu sözü tekrar etti. Fırtına gibi hızlı, zaman gibi gizemli, anlaşılmayan, güzerani bir duygudur aşk. Güzeran; gelip geçici yani ölümcül hiç beğenmedim bu sözü. Aşk gelip geçici değil, ömür boyu olmalı. ”diye düşündü ve arabayı çalıştırdı. Babasının bulunduğu hastaneye gitti. Babası bugün hastaneden çıkacaktı.

Uraz kendi kendine:

- Hatalı bir şey söylemedim ki; niçin böyle kaçar gibi gitti anlayamadım.

Sonra masanın üstünden kitabı aldı ve tekrar oku­maya başladı. Uraz okumaya dalmışken Murat’a ken­dine geldi.

O nihayet kendinize gelebildiniz bayım, nasılsın  kendini iyi hissediyor musun?

Evet amca iyiyim şu an ama çok acıktım. Pekiyi pe­kiyi ben sana bir şeyler almıştım. Yemekleri masadan  aldı, Murat’a yedirmeye başladı.

- Amca,

- Efendim Murat,

- Senin hakkını nasıl ödeyeceğim?

- Nasıl yani anlamadım ?

- Baksana, sen işini bırakıp sadece benimle ilgileni­yorsun. Benim az da olsa mutlu olmam için çaba sarfediyorsun. Ne dediğinin farkında mısın? Sen benim için  hayatta önemle  değer verdiğim,  sevdiğim  insan­lardan birisin, seni tüm sevdiklerimden  farklı bir sevgi ile seviyorum.

- Evet ama amca; ben seni fazla rahatsız etmek istemiyorum.

- İnan bana Murat, sen beni bu sözlerinle rahatsız ediyorsun.

Uraz, Murat’ın yanına yaklaşarak  sarıldı ve alnın­dan öptü;  sen benim canımsın;  lütfen bir daha  böyle konuşma.

- Amca biliyor musun ben ayağa  kalkabilirsem, fut­bolcu olmak isterim.

- Bu da nereden çıktı şimdi?

- Dün gece rüyamda gördüm ,ben bir futbolcu idim  ve sahada süper oynuyordum. Bütün golleri de ben atıyordum . Tabii en çokta senden destek alıyordum. Sen de durmadan Murat! Murat! diye bağırıyordun .Murat, rüyasını anlatırken sanki gerçekten yaşamış gibi anlatıyordu.

Uraz  kahkaha attı.

- Çok heyecanlanma, şimdi kalp sorunun  çıkar.

- Aman amca, hemen keyfimi kaçırmasını biliyor­sun.     

Ama dur şimdi seni  sevindireceğim. Bugün Mün­teha öğretmen geldi.

- Ciddi misin?

- Evet neden bu kadar heyecanlandın?

- Çünkü onu çok seviyorum, çok değerli bir  öğret­men.

Buna sevindim.

- Ne diyordu anlatsana amca.

- Senin durumunu sordu, sevgi ve selamlarını  bı­raktı. Ah! Amca onu bir tanısan, çok iyi bir insan.

- Neyse konuşmaya daldık ve yemeği unuttuk. Hadi bakalım  ekmek arasını da bitir.

Tamam amca bugün senin isteklerine harfiyle uya­cağım, çünkü bugün çok mutluyum.

Saatler birbirini kovaladı. Murat, hastaneden ayak­ları iyileşerek  çıkma hayalleri kurarken Uraz, yeğeninin  yürüyebileceğine inanmak istiyordu. Böyle düşüncelerle günler geçti .

Uraz, sabah ezanın muhteşem çağrısını duyunca ; kendisine acı  veren rüyadan uyandı. İlk söylediği şey “Allah’ım sen rüyamı hayırlı kıl” oldu. Sonra kalktı ve abdest almak için  odanın içinde bulunan  banyoya gitti. Abdest aldı, namazını kıldı saat yediye doğru Murat, uyandı. Her zaman ki gibi amcasının, vefalı ve güzel bakışlarının kendisini izlemesiyle  karşılaştı .Uraz:

- Günaydın, yeşil gözleriyle, ilkbaharın gelişini anımsatan  sevgili!

Murat:

- Günaydın, edebiyatın kıralı, 

- Nasılız bugün ?

- İyiyim sağ ol, aslında iyi değilim; çünkü bugün sen gidiyorsun.

- Aman Murat, iki günlüğüne gidiyorum.  Gitmem gerekiyor, çünkü en yakın arkadaşımın ağabeyi vefat etmiş, yoksa seni asla bu halde bırakıp da gitmezdim.

- Peki amca, ne zaman gidiyorsun.

- Baban gelince gideceğim .

- Benim iki gün sonraki ameliyatıma yetişecek mi­sin?

- Evet; çünkü ben, döneceğim günün akşamı yola çıkacağım ve sabahında; yani sen daha ameliyata gir­meden, saat sekizde burada olacağım. Hem bunu şimdi düşünmenin sırası değil. Dua edelim de ameliyatın   hayırlı bir şekilde sona ersin.

- Allah’tan en büyük dileğim bu. O’nun yüce   yar­dımıyla iyileşirsem bana geri dönen ayaklarımı, onun yolunda hizmette bulunduracağım.

- İnşaallah Murat’ım; en iyi şekilde, her ne durumda olursan ol, Allah’ın yolunda hizmet etmelisin.

Mahmut Bey’in gelmesiyle Uraz, gitmek için hazır­landı. Vedalaşma zamanı gelince Murat’ın yanına  ya­naştı..

- Artık vedalaşalım mı? Sezgileri çok kuvvetli olan Uraz, korkulara yenik düşmek istemiyordu .Gördüğü rüyanın tesiri altında kalmıştı. Yeğenini böyle bırakıp da gitmek ona büyük acı veriyordu. Murat’a sarıldı  sarıldı, onları izleyen Mahmut Bey, duygulandı ve göz­leri doldu.

- Hadi bakalım yeter ,beni kıskandırmak mı amacı­nız. Hem arabayı kaçıracaksın, alt  tarafı iki günlüğüne gidiyorsun.

- Ağabey; ben gidince bu kerata ile kim uğraşacak. Onu benim yerime kim azarlayacak,  hani sen babasısın kıyamazsın laf söylemeye  onun için üzülüyorum.

- Yaa demek öyle amca!

- Aman be Murat, hemen kızıyorsun, sana takıldım sadece.

Uraz, daha fazla kalmadan içindeki burukluk ile hastaneyi terk etti. İzmir yoluna gitmek için ,otobüs ga­rajına gitti.

Seher vaktiydi, ilkbahar bu sabah gelmek istediğinin  sinyallerini veriyordu... Münteha’nın yüzüne sımsıcak, ferahlatıcı bir esinti gönderdi. Münteha bu esintinin sar­hoşluğuyla uyandı. Neydi bu, bu dostluğun bir işare­tiydi. Kalktı, balkon kapısını açtı. Merhaba en yakın dostum bugün daha gelmiyor musun? Bitir artık bu öz­lemimi, yoksa benimle konuşmayı hasretle bekleme­din mi? Bana bunun tersini söyleme, beni incitirsin. Sen benliğim gibisin. Hadi o güzel esintini bana  bir daha gönder, ruhumun  evrene olan açlığını doyur. Bana gelmeyeceksen ağaçlara gel, bak bu hallerinden nasıl utanıyorlar, onları neden böyle  çıplak bıraktın, sana çok kızmışlar, bak nasıl ezilip büzülmüşler, onları bu şekilde bırakmamalıydın. Bazıları sana öyle kızdı ki bu kızgın­lıkları onların ölümüne sebep oldu. Hadi evrenin en güzel çocuğu uyan, uyan artık. Gözlerini açıp kapatıp bizi kandırma!  Bak bülbüllere nasıl sana sitem ediyor­lar, güllerine kavuşmak istiyorlar, dindir onların bu öz­lemini, kelebekler, arılar, karıncalar, çiçekler, yılanlar bırak artık akıtsınlar zehirlerini, iyiler ve kötüler istedikle­rini yapsın; çünkü bu dünya iyiliğin ve kötülüğün yeri­dir. İnsanlara evren güzelliğini duyumsat. Beni anlıyor musun? Kollarını açtı, ve baharı kucakladı. 

Münteha dadısının yanına uğradı. Dadısı her geçen gün biraz daha  kendiyle yaşıyordu. Yaşlanıyordu acaba yaşlılığın verdiği psikoloji miydi? Münteha’ bu duruma çok üzülüyordu. Kahvaltı yapıldı, hafta sonu temizliğin tümünü Münteha üstlendi. Ev temizliği bitti elbise dola­bını düzenledi. Yarına giyineceği kıyafetini de hazırlı-yordu. Dadısı odasına geldi, oturdu ve onu izledi.

- Ayşe’m benim gri gömleğimi  makineye attık de­ğil mi?

- Evet kızım, yıkandı, ütüledik ve dolabına  koyduk.  İki dostun birbirinden  gizlisi saklısı olur mu?

- Ben senden bir şeyler mi gizliyorum?

Münteha, gri gömleği elinde dadısının yanına oturdu.

- Evet, sen, benden bir şeyler gizliyorsun. Bana bu güne kadar özel duygularını  hiç açmadın.

- Lütfen böyle konuşma. Benim özel hayatım ol­madı ki, “özel duygu” diyorsun ne demek istediğini  tam anlayamadım, nasıl özel duygu?

- Bana böyle kızacaksan, konuşmayalım daha iyi.

- İyi de Ayşe’m, ben sana kızmıyorum ki heyecan­landığım zaman ses tonumun böyle çıktığını biliyorsun.

- Değiştim! Ben de bunun bilincindeyim.  Kafam ka­rışık, henüz duygularımdan emin değilim. Öğrencimin biri ayaklarından rahatsız onu okuldan almaya amcası geliyor. Onunla topu topu üç ve ya dört defa karşılaştık ve konuşabildik. Zannedersem beni çok etkiliyor. Onunla her karşılaşmamda çok ama çok farklı duygular hissediyorum. Hele son karşılaşmam beni fazlasıyla et­kiledi.

- Yoksa onu seviyor musun ?

- Hayır, henüz sevgi sözcüğünü kullanmak için çok erken, hem bana uzak olan bir kavram için şimdilik böyle bir isim kullanmak istemiyorum. Yani senin anla­yacağın   kafam felaket şekilde karışık .

- Henüz ortada bir şey yok?

- Evet, öyle.

- Benim bunlara inanmamı bekliyorsan yanılıyor­sun. Peki karşı kişiden herhangi bir tepki aldın mı?

- Hayır, hiç bir tepki almadım. Ortada  bir şey yok­ken çevreme yansıtmak istemiyorum. Düşünsene, daha toprak altından sadece ucu çıkmış bir nesnenin tam olarak ne olduğunu bilebilir misin? Hayır, benim olayım da böyle. Somut bir şey yokken şudur demek istemi-yorum.

- Tamam kızım, seni üzmek istememiştim. İnşallah, senin için her zaman en iyisi olur. Bu yaşına kadar karşı cinse yaklaştın. Bu da zannedersem senin tarzında veya görüşünde birinin olmayışından. İnsanoğlu duygularına karşı çoğu zaman iradesiz kalabiliyor. Senin çağında iken; ben de duygularıma karşı bir set çekmemiştim. Gideceği yere bıraktım, yanlış yaptım. Sevdiğim zaman, hiç bir zaman mantığa yer vermedim ve bu da bana inanamayacağım derecede zarar verdi. Hatta bütün hayatımı etkiledi. Evlenmeyişimin temel sebebi de buydu. Çok yara aldım, hiç hak etmediğim hakaretlere maruz kaldım. Bunlara rağmen yine de sevgimden ödün vermedim. Sonuna kadar mücadele içersindeyim; ama değerin ve onurun bittiği yerde bende kin ve nefret olu­şacağına, sevgim daha da büyüdü “Bir şey yaşandı mı sürekli ve tek olmalı. Yaşadıysam veya yaşayacaksam tek ve ebediyete kadar yaşamalım. Gördüğün gibi ben yalnız ve çaresiz, içimde hala var olan sevgimle başbaşayım. Kararlıyım bir sevdim ve sürekli seveceğim, ta ki bu dünya yıkılıncaya ve sonraki hayat başlayın­caya, ebediyete kadar sürecek. Her  zaman  mantığın ön planda olsun.

- Seni anlıyorum Ayşe’m; biliyorsun, ben hayatım­dan yanlışları uzak tutmaya çalışan bir prensiplere sahi­bim. İnsan yanlış yapmaya meyilli bir yaratıktır. İlk insan Hz. Adem, Hz. Havva’dan da ele alırsak; böyle düşün­memiz daha bir olağan olur. Ortam uygun olduktan sonra, insanların yanlış yapma oranı yarı yarıya olur. Patlamaya hazır olan bir yanar dağa dur patlama dersek işe yarar mı? Tabi ki o dereceye geldikten sonra kimse infilakı durduramaz. Bir boşluk düşün, o boşluk sende oluşmuşsa ve o boşluğu dolduracak bir yapı oluşmamış veya oluşmasına izin vermeyeceksen, o cehennem boş­lukla birleşecek ve gün be gün yok oluşa sürüklenecek­sin. İnsanoğlunun doğal bir yaşamı var, bunlara uyul­madığı zaman yaşam sorunlarla geçer ve dediğim gibi, o sorunlar senin yok oluşuna zemin hazırlar. Beni anlıyor musun?

- Evet az çok anladım. Zannedersem benim yorum yapmam gereksiz kaldı. Onlar konuşmalarına devam ederken Hikmet Bey geldi ve aşağıya inmelerini istedi.

Rahatsızlığından sonra çok değişen Hikmet Bey, hüznünü kendiyle yaşamaya; etrafındaki insanlara  yan­sıtmadan  yüreğine  empoze etmeye çalışıyordu . 

Salona geçtiler. Hikmet Bey, elindeki araba katalo­gunu kızına uzattı.

- Kataloga bak hangi araba beğen yarın da gider  alırız.

- Ciddi misin?

- Evet kızım, böyle bir şaka yapmayacağımı biliyor­sun.

Buna çok sevinen Münteha, babasının ilgisi karşı­sında gözleri doldu, gidip ona sarıldı ve teşekkürlerini en içten haliyle belirtti. Ayşe Hanım, baba kız arasındaki diyalog karşısında duygulandı.

- Kızım, Ayşe’nle  bakın, ben odama çıkıyorum. Ya­rın da gider alırız.

- Tamam baba, tekrar  teşekkür ediyorum.

Hikmet Bey,  odasına çıktıktan sonra kendisini bir kuş kadar hafif  hissediyordu .Duvardaki fotoğrafa baktı ve:

- Artık kızımız için yaşayacağım, her ne kadar geç kalmış olsam da. Çekmecesinde bulunan kalem ve def­teri alarak bir şeyler yazmaya  başladı. Yarım saat sonra kapısı çalındı; kızı içeri girdi, ona yemeğin hazır oldu­ğunu ve kendisini beklediklerini bildirdi.

 Babasının yazıyla meşguliyetini gören Münteha:

- Ne yazdığını çok merak ediyorum, ve okumak  istiyorum.

- Hayır kesinlikle! Ben öldükten sonra her şey sana kalacak. O zaman okuyabilirsin?

- Yani yazarlık gibi bir düşüncen yok değil mi?

- Neden olmasın, hayali bir yazar olarak anımsaya­bilirsin babanı.

- Aman baba çok hoşsun, neyse bırak yazı yazmayı da Ayşe’m bizi bekliyor.

- Tamam hadi inelim.

 

Ã

G

 

ünlerden Cumaydı, dışarıda güneş pırı pırıldı. Mevsimin ilkbahar olması dolayısıyla; bahçe­lerde  çi­çekler yeni dirilişlere kalkmak için yavaş yavaş uyanı­yorlardı. Kuşlar yuvalardan,yılanlar kara delikler­den,karıncalar dinlenmelerinden insanlarda; kasvetli havanın buhranından kurtuluyorlardı. Ve işte bu güzel mevsim, bu güzel gün...

Murat, heyecan içindeydi; çünkü yarım saat kal­mıştı ameliyata girmesine. Bir de  amcasının hala gel­memiş olması Murat’ı daha bir heyecanlandırıyordu.

Ailesine durmadan amcası için sorular soru­yordu.  

- Baba, yarım saat kaldı ameliyata girmeme  am­cam hala gelmedi.

- Gelir oğlum,  biliyorsun amcan “bir aksilik ol­mazsa mutlaka ordayım” diye söz verdi.

Hatice Hanım ve Hira, akşamdan beri hastanedey­diler. Çünkü; Murat’ın en büyük destekçisinin yanında  olmadığından,  duygularının muzdarip olduğunu.

Hatice Hanım, durmadan oğlunun moralinin dü­zelmesi için espriler  yapıyor, ama bir türlü oğlunun, amcası  üzerindeki dikkatini   dağıtamıyordu. 

- Oğlum, babanın dediği doğru. Amcan dün akşam yola çıkmadan seninle de konuşmuş; bir aksilik olmazsa mutlaka yetişirim,   demiş. Niye telaş ediyorsun?

Hira annesinden sözü aldı.

- Murat, istersen ben amcamın cep telefonundan arayayım, ha ne dersin?

- Hayır  abla  cebinden arayamazsın; çünkü amcam cep telefonunu burada unutmuş. Ama dışarıya bak, belki gelmek üzeredir .

Murat’ın sözü  üzerine Hira, hastanenin üç giriş çıkı­şını gezdi, gelip geçenleri  dikkatle izledi, ama amcası görünürlerde yoktu .Hira’nın yalnız  geldiğini gören Mu­rat,  iyice sabırsızlandı .Hemşirelerin kendisini almaya geldiklerini görünce beş dakika daha beklemelerini rica etti, ama bu da bir işe yaramadı, amcası görünürlerde yoktu. Artık Murat’ın ameliyata girme zamanı gelmişti.

- Baba, amcam gelince onu çok sevdiğimi ve bana dua etmesini söyler misin?

Murat’ın sözleri karşısında, ailenin içine burukluk ve hüzün  daha bir ağır   çöktü.

Hüzünlerini belli etmediler, onu  öptüler, sevgilerini ve Allah’a olan güvenlerini  hatırlatarak  ameliyat oda­sına yolcu ettiler. Murat , ameliyat odasına girinceye ve kapı kapanıncaya kadar da hala gözleri  amcasının yo­lunu gözlemekteydi.  Ne yazık ki amcası Murat’ın,  ame­liyata girmesinden on beş dakika sonra geldi.

Uraz, Murat’ın odasına girdi; odayı ve yatağı boş görünce  üçüncü katta bulunan ameliyathaneye gitmek için asansöre bindi. Yarım dakika sonra üçüncü kat­taydı. Ameliyathanenin kapısında ailesinin beklediğini görünce hızla, uzun ve dar olan koridoru koşar adım­larla geçti. Mahmut Bey, kardeşinin  geldiğini görünce oturduğu yerden kalktın  onu karşıladı.

- Nerede kaldın Uraz? Murat seni çok bekledi. Hatta ameliyata girmesi için onu zor  ikna ettik .

- Sorma ağabey  araba   yolda arızalandı. Telefon açabileceğim bir  yer de yoktu, Murat nasıldı girerken, siz bana onu söyleyin?

Hira:

- Hiç iyi görünmüyordu amca, biliyorsun sen yok­tun.

Hatice Hanım:

- Neyse artık, dua edelim de Murat’ımız bıçak altın­dan sağ salim kurtulabilsin.

Mahmut Bey:

- Uraz, Murat senin için “Amcamı çok seviyorum ve bana dua etsin.” ameliyata girmeden son sözleri bu oldu.

- Bu söz üzerine Uraz’ın yüreği sıkıştı, midesi bu­landı,  lavaboya kendisini zar zor ulaştırdı. Sonra bah­çeye indi bir süre orada yalnız kaldı. Murat’ın iyileştik­ten sonraki hallerini  hayal  etti. Sonra İzmir’e  gitme­den önce görmüş olduğu rüyayı hatırladı. İçi ürperdi, bütün bedenini inanılması güç bir korku sardı. Kendisini bu korku üzerinde yoğunlaştırmak istemedi, ama  o rüya  o gün  gördüğü gibi  gözlerinin önünden gitmiyordu. Oturmuş olduğu banktan kalktı, gözleri üçüncü kata   kaydı, Hira’yı  pencerede gördü ve ya­nına  gelmesi  için  el işareti yaptı. Tekrar bankta oturdu. Hira, amcasının yanına geldi.

- Nasıl oldu miden, iyimi?

Hira:

- Şimdi iyi  sağ ol, geç otur şöyle, nasılsa  ameliyatın bitmesine daha var.

- Evet, beklemek çok sıkıcı, insana acı veriyor ve her ihtimali düşündürebiliyor.

- Haklısın! Ama biz onu  Allah’a emanet ediyoruz sonrada doktorlara. İstersen babanı ve anneni  de  git çağır, sıkılmışlardır içerde .

- Evet onları  alıp  geleyim.   

Beklemek eylemi her insan için sıkıcı olduğu gibi Murat’ın ailesine de  aşırı stres veriyordu. Çay içtiler volta attılar, ama hiçbir şey onları rahatlatmadı . Aradan geçen  üç saat   sonrasında nihayet ameliyat bitmişti. Murat’ı odasına getirdiler. Bu sefer de narkozun etkisi­nin bitmesini beklediler. En az iki saatten fazla  doktor­lardan bir ses çıkmayınca  Mahmut Bey:

- Uraz, şu doktorlarla bir görüş istersen; çünkü nar­kozun etkisinin çoktan bitmiş olması gerekiyor.

- Evet ağabey ben Dr. Kemal’le bir görüşeyim .

Uraz tam doktorun odasına girecekti ki  odadan çı­kan hemşireye Dr. Kemal’i sordu.

- Hemşire Hanım bizim hastamız ile hiç ilgilenmi-yorsunuz, kaç saat oldu hastamız ameliyattan çıkalı;  ama hiç biriniz ortalıkta yoksunuz.

- Murat Aşkın mı? Ama  onun çoktan kendisine gelmiş olması lazım .

- Hayır hala kendisine gelmiş değil,  lütfen doktoru çağırır mısınız?

- Evet ama Doktor Bey yok, acil olarak gitmesi ge­rekiyordu. Sizin hasta ile Ömer Bey ilgilenecek. Siz gidin ben kendilerine haber verip gelirim.

Uraz, tekrar koridorda bekleyen ailesinin yanına döndü  Dr. Kemal’in olmadığını ve yerine Dr. Ömer Bey‘in bakacağını bildirdi.

Mahmut Bey, sinirli tavırlarla :

- Peki nerede kaldı?

Hira, babasının koluna girerek :

- Baba lütfen sakin ol istersen seninle dışarıya çıka­lım?

- Evet ağabey, istersen çık biraz hava al. 

- Olmaz! Ben böyle iyiyim.

Doktorun gelmesiyle biraz sinirler yatıştı. 

Dr. Ömer hastanın odasına hemşireyle girdi. Kendi­sine yardım eden hemşireye:

- Bu çocuk ölmüş, dedi ve birkaç uygulama yaptık­tan sonra odadan hızla çıktı. Durumu bildirmek için başhekimin yanına gitti. Murat’ın ailesi doktorun şüpheli davranışlarından kaygılanarak Murat’ın odasına girmek istediler. Hemşire müdahale etti: “Lütfen dışarıya, Baş­hekimi bekleyin.”

Uraz sesine hakim olamadı...

- Bize neler olduğunu açıklar mısınız?

- Hayır Beyefendi size hiçbir açıklama yapamam;   ben de ne olduğunu bilmiyorum .

Hemşire kapının önünde bekledi ta ki Dr. Ömer, başhekimi alıp geri dönünceye kadar. Başhekim ken­dince birkaç uygulama yaptıktan sonra aynı kanaate vardı.”Evet bu çocuk ölmüş.” Şimdi doktorlar Murat’ın ailesine acı haberi nasıl anlatacaklarını düşünüyorlardı. Çok zor bir görevdi. Murat’ın bu dünyadan zamansız göçüşünün ailesine haber verilme zamanı gelmişti. Baş­hekim önde Dr. Ömer sağ tarafında acı haberi nasıl vereceklerini hala daha iyi kestiremeden, yarım yamalak  açıklama yapmaya çalıştılar.

- Bakın Beyler,

Uraz:

- Bize açıkça ne olduğunu söyler misiniz?

Mahmut Bey, daha fazla dayanamadı.

- Lütfen! Bizi daha fazla merakta bırakmayın ve oğlumun yürüyüp yürümeyeceği konusunda bilgi vere­cekseniz lafı gevelemeden söyleyin.

Başhekim, Aşkın ailesinin sinirleri karşısında lafını iyice geveledi. Canlardan canın nasıl koparıldığını başı önünde eğik olarak anlatmaya başladı:

- Size bunun açıklamasını yapmanın ne zor oldu­ğunu bir bilseniz. “Başhekimin ağzında laflar zincirlen­miş gibiydi, kendinde o cesareti toparlayamıyordu. Nasıl diyebilirdi ki oğullarının   öldüğünü. Kolay değildi insan yetiştirmek ve o insanın en güzel çağında ölüme mah­kum olması, kendisi de biliyordu. Evlat sevgisinin ne demek olduğunu. Şimdiyse dünyanın en ağır işi kendi omzunda oluşunun sancısı içinde kıvranıyordu. Bu du­ruma daha fazla dayanamayarak salonu terk etti. Mu­rat’ın doktoru Kemal Bey, kendisine haber verilir verilmez hastaneye gelmişti. Cesaretli ve sert karakterli olan Dr. Kemal, olayları daha fazla uzatmadan Murat’ın öldüğünü bir çırpıda umarsızca anlattı. Böylece Aşkın ailesinin günlerdir sezdikleri ve görülen rüyalar yanıt vermişti. Anadan ve babadan; evlat, amcadan; can ciğer yeğen, abladan; kardeş koparılmıştı. Canlarından öte can alınmıştı. Son derece mutlu aile bir anda dep­rem misali sarsıldı. Sarsılan yüreklerden bir küçük yürek kaymış ruhu öbür dünyaya yelken açmıştı.

Uraz’ın korktuğu başına gelmişti. Beyni durdu,   be­deni ayaklarını taşıyamaz hale geldi ve olduğu yere yı­kıldı. 

Acılı aile ölmüş küçük yürekleri ile uğraşırken  Uraz, yoğun bakıma alınmıştı.

Başhekim, Dr. Kemal’le, bu işten sorumlu tüm doktorların kendi odasında toplanması komutu verdi. Bu işten sorumlu bütün doktorların gelmesi ile toplan­tıya başlandı. Hepsine ayrı ayrı konuşma hakkı vererek fikir ve düşüncelerini aldı. Son olarak kendisi söze baş­ladı.

- Bakın arkadaşlar her meslekte hata var; ama bizim mesleğimiz  hataları kesinlikle kabul etmez. Bu olay bi­linçsizliğin ve ilgisizliğin verdiği sonuç mu? Bunu daha bilmiyoruz. Uygulamada kendini hatalı hisseden arka­daşımız, lütfen vicdanına yenik düşecekse, ama lütfen istifasını gözden çıkarsın. Tekrar vurguluyorum; bizim mesleğimiz hata kabul etmez .Çünkü ortada insan ha­yatı var. Gerçi otopsiden sonra kesinlik kazanacak, ama yarı yarıya bu işin bir yanlıştan dolayı olduğu görülü­yor.

Aradan bir gün sonra, Murat’ın cansız bedeni has­taneden alındı önce evde yıkanmasıyla ve sonra  cenaze namazı kılınmasıyla; insanlar arası son buluşmaya veda edilmek üzere, bedensiz  mekana  doğru , babasının ve sevenlerinin omuzlarında taşındı. Küçük beden yer ile buluşunca inançlı ailenin içinde feryatlar,   dağları dize getirir yoğunluktaydı. Murat’ın üzeri toprak ile örtülür­ken ablasının ağzından şu cümleler dökülüyordu.

Bugün bir fidan göçtü; dünyaya doymamış, küçük  bir fidan, bedenini toprağa, ruhunu yaratıcısına teslim etti.

Yüreği merhamet ile açılan, bilmemekten ağzı iyi açılmayan, küçük bir fidan göçtü.

Kendisinden sorumlu vicdanlarla, Allah dostlarının dualarıyla... Ey! Benim merhamet yumağım; dert çek­miş, çile  çekmiş, acılı küçüğüm; bil ki sen gönlümün bir parçasını aldın. Bil ki küçük fidan sana gereken ilgiyi, şefkati, paylaşımı göstermediğim için; vicdanım hastalıklı bir beden gibi acı çekecek !

Bunun için kendimi asla affetmeyeceğim. Ey!    Yoksullukla, gözyaşıyla, ihanetle, hayatını tamamlamış, küçük fidan! Elveda bu dünya için,ve merhaba;  ruhu­mun senin ruhunun özlemi için merhaba ve elveda bir daha elveda. Allah'ın rahmeti affı seninle olsun. Kabrin aydınlık, mekanın cennet mekanlarından bir mekan olsun.                                                                                      

Hira, mırıldanırken bayılmıştı. Hatice Hanım, kızının bayılmasına aldırmadan, yavrusunun üstününün acı­masızca örtülmesine, karşı  şuursuzca yerinde kalktı,  eşi Mahmut’a saldırdı:

- Bırak!  Yavrumun üstünü nasıl böyle kara toprakla örtersin, nasıl kıyarsın Murat’ıma, nasıl karanlıklara gö­mersin.

Mahmut Bey, ne yapacağını bilemeden elindeki kü­rek ile oğlunun mezarına toprak atmaya devam etti. Hatice Hanım’ı komşuları tutarak kendine gelmesine yardımcı oldular. Hira, hala kendine gelememişti. Gömme işi bitmiş, ölünün yakınları ve sadece Münteha   kalmıştı.

Münteha Hira’nın kendine gelmesi için    çeşmeden su getirip yüzüne serperek ayılttı. Mahmut Bey, mezarın başında ellerinin içini toprakla doldurmuş sessizce ağlıyordu. Hatice Hanım’ın sessiz ağlaması yüksek sese daha bir dönüştü. Karanlık çökünceye kadar küçük fi­danlarını terk etmediler. Şimdi ise mezarlığı terk etmek zorundaydılar. Dünya yasası böyleydi ve hiçbir değerli insan bu yasayı bozamazdı. Karanlık çökmüş ve dört kişi arkalarına bile bakmadan “Küçük Fidanı”  karanlık ıssız yerde yalnız bırakarak hastaneye, Uraz’ın duru­munu öğrenmeye gittiler.

Günler sonrası Murat’ın ölümünün acısı daha bir yoğunlaştı acı kelimesi yaşadıklarının yanında basit kaldı. Uraz, ölümü duyar duymaz olduğu yere çökmüş ve  hala girdiği şoktan kurtulamamıştı. Mahmut Bey, bu olanlar karşısında dayanıklı idi; çünkü bu yaşadığı üçüncü  büyük acı oluyordu. Anne ve babasının da acısı böyle idi. Hatice Hanım ve Hira da Allah’ın her şeyi  bir sebep  ile yarattığının inancıyla ayakta kalmaya ve acıla­rın hiçbir zaman sabit kalamayacağını  kendilerini inan­dırarak ayakta kalmaya çalışıyorlardı. Ama Uraz’’in du­rumu da onları  fazlasıyla üzüyordu.  Hiç konuşmayan gülmeyen; kısacası bir robottan farksız değildi Uraz. Mahmut Bey, ikinci kez kardeşini doktora götürmeye karar verdi .Her şey o kadar zordu ki bir başına kalmıştı olanlar karşısında. Hanımının  ve kızının tesellisi ol­mazsa, o da çoktan çökmüştü. Maddi ve ma­nevi des­teklerini de hiç esirgemeyen Hikmet Bey, Mehmet ve Münteha’nın tesellisi de  başkaydı  onlar için.  Uraz ikinci defa farklı bir doktora götürülmesi ile hastanede tedavi görülmesine karar verildi . Böylece günler gelip geçti. Uraz,  yavaş yavaş kendine geliyordu . Münteha,  Uraz’ın hastanede tedavi görmesiyle sürekli k onu  ziya­ret ediyordu.  Ona karşı her geçen gün biraz daha sev­gisi ve ilgisi çoğaldı. Sevginin  hoşnutluğu bambaşka bir duygu hissettiriyordu. Hira ile de arka­daşlığını iyice pe­kiştirdi  Münteha’nın  bu aileye karşı  ilgisi daha da arttı. Yüreği, hep sevgi istemişti oysa kar­şısına çıkan platonik ve umutsuz bir sevgiydi. Münteha yeni bir acıya yelken açmıştı hem de sonu nereye varı­lacağı belli olmayan  bir acıya. Buruk olan gönül dağı alev almış  volkan misa­liydi,  ilgiye sevgiye sınırsız ihti­yacı vardı. Yüreği bağır­mak, haykırmak, çaresizliğini yok etmek istiyordu. Bu güne  kadar tatmadığı  bu farklı duygunun işlevsel halini almasını  şiddetle arzuluyordu.

Ama işte yaşamı sevgi sömürüsüyle birleşmiş, yal­nızlıkla süre gidiyordu. Olmadık yerde, olmadık bir za­manda yüreği,  “sevda” tanımıştı. Gönül çölüne ektiği dikensiz gül, diken vermeye başlamıştı. Sonu nereye varacağı belli olmayan  gülün, dikeni, yaralar vermeye başlamıştı...

Hikmet Bey ve kızı Uraz’ı ziyaret ettikten sonra ara­bayla eve dönüyorlardı.

- Kızım yanlış anlama, ama okullar tatil olalı yirmi gün oldu bu yaz tatile çıkmayı düşünmüyor musun?

- Hayır baba ,bu yıl tatile çıkmayacağım.

- Neden ?

- Bilmem, canım istemiyor.

Hikmet Bey, kızının Uraz’a olan ilgisini fark etmiş  ve bu konuyu onunla konuşmak istemişti; ama konuyu açabilme cesaretini  yakalayamıyordu. Eve vardıkla­rında kendilerini karşılayan Ayşe Hanım,  Uraz’ın duru­munu sordu, öğrendikten sonra  yemeğin hazır oldu­ğunu bildirdi. Baba, yemek yemeyeceğini iştahının ol­madığını söyleyerek odasına çıktı. Münteha da aynısını bildirerek  salona geçip  televizyonu izlemek istedi..Ayşe Hanım da sessizce Münteha’nın yanına oturdu. Hikmet Bey,  yatağının üstüne sırt üstü uzandı kızının durumu onu çok rahatsız ediyordu. Yapabileceği hiçbir şey yoktu. Elinde olsa ona bütün dünyayı verirdi ama,

Sevgiyi ve aşkı hiçbir kuvvet insan yüreğine zorla  kabul ettiremez. Sevgi; şiddetten anlamaz, sevgi, saygı­dan ve hoşgörüden anlar. Hikmet Bey, balkona  çıktı, gökyüzünün ışıltılı büyüleyici havasına daldı, yıldızları, ay’ı izledi ve, sevgi, aşk, acı evrensel bir lisandır, insan­lar için hazırlanmış güzel, ama ızdırap dolu bir dünya, dedi. Hikmet Bey, karanlığa daldı, çıktı, aydınlığa geçti; ama ne, aydınlık ne de karanlık onu tatmin etmedi. Ka­ralığa haykırdı, madem ismin gibi karanlıksın, hadi bi­zim acılarımızı da karanlığına göm, onları görmek istemiyorum. Yeter artık dünyaya tahammülüm kal­madı, dedi. Hazin bir gecenin kucağındaydı, sitemli, yargılayıcıydı sözleri, yaşamış olduğu tüm acılarını dün­yaya yüklüyordu. Pekiyi dünyanın suçu neydi? O da onlar gibi yaratılmış bir  sanat değil mi? 

Bir ay süreyle hastanede kalan Uraz’da yavaş yavaş iyileşme temayülleri görüldü Dr. ilk etapta hafıza kaybı geçireceğinden şüphelendi ama, güçlü olan beyni  bunu da yenmişti .

Haftanın dördüncü günüydü ve Uraz, tamamen iyileşmiş olarak Cuma günü çıkacaktı hastaneden. Üç günden beri ziyarete gitmeyen Münteha, ziyaretteydi. Uraz, pencereden dışarıyı izliyordu. Münteha “Mer­haba“ dedi.

Uraz başını çevirdi ve

- Merhaba hoş geldiniz Münteha Hanım.

- Hoş bulduk, nasılsınız?

- Bana nasıl olduğumu bundan sonra hiç sormayın;  çünkü benden canımı aldılar, canımdan öte olan yarimi, buna en güzel  kelimeleri de ekleyebilirsiniz. Sağıma dönsem koca bir boşluk, soluma dönsem koca bir çare­sizlik, inan Murat’sız yaşamak  beni bitirir, beni toprak ile örter. Dayanamam bu acıya  Allah’a isyan diye nite­lendirilmese çoktan göçerdim  bu dünyadan,  ama yazık ki karşımda  ağzımı bile açamayacağım bir güç var. Ça­resizlik içinde  canımı alacağı  günü bekleyeceğim .

- Neden kendinizi böyle bırakıyorsunuz, taktir her zaman yaratıcının elinde değil mi? Böyle yaparak hem kendinizi hem de çevrenizdeki insanları çok üzüyorsu­nuz.

- Bütün olanlar için bir sebep olması lazım. Yüre­ğimde oluşmuş isyandan insanları sorumlu tutuyorum ve  bir türlü  isyanı atamıyorum.      

- Doğru konuşuyorsunuz, ama olmuş olanın ardına düşemezsiniz.  Mantığınızı ve  gururunuzu bir yere  hap­sedin;  kendinizi  zor yaşamınızın ellerine  bırakın. Göre­ceksiniz  zamanla   kabulleneceksiniz. 

- Bırakın buna ben karar vereyim.  Aklımın akıl ol­duğunu bildiğim an, adalet ve dürüstlük benim  yaşa­mımın temel parçası olmuştur. Haksızlıklara zerre kadar tahammül edemem. Hele böyle bir olayda... Hani,  in­sanı ayakta tutan  önemli etken insan yüreğinin dürüst olmasıdır ya. Dürüstlük kesinlikle saniye bile olsa  hak­sızlıklara gelemez. Yeğenimin böyle gülünç bir olaydan dolayı öbür dünyaya göçüşü beni de kendiyle  götürme­sine yetti ve arttı da...  

- Düşüncelerinize katıldığımı tekrarlıyorum, ama  düşünceler her zaman eyleme geçmemeli. Doğru dü­şünceler bile bazen insan beyninde varlığını sürdürmek zorunda ve insanlar tarafından, yine insanlara unuttu­rulur. Yaşamak nasıl zorunlu bir eylemse bence düşün­celer de bazen yaşamama eylemine geçmesi olağan  bir  şeydir. Sizin de yapacağınız hatta zorunda olduğunuz  olağan şey kabullenmedir.

- Bunu ben düşüncemden ve vicdanımdan ata­mam. Bu olayı bu dünyada kabul görüyor ve onları kendi vicdanlarına bırakıyorum. Ama öbür dünyada  zorlu bir affediş bile beklemeyecektir Murat'ımın so­rum­lularını. Ne Murat’tan, ne  benden ve belki de Yüce Allah'tan bile affediş olmayacaktır.  Münteha bu konuyu artık  kapatmak istiyordu. Uraz ile yapmaması gerektiği­nin  farkına da vararak  konuyu değiştirdi.

- Cuma günü çıkacağınızı biliyor musunuz? Biraz önce doktorunuz ile görüştüm .

- Hayır bilmiyordum.

- Siz ve babanız  bizimle çok ilgilendiniz, buna min­nettarım,  hakkınızı helal edin. 

- Estağfurullah,  insanlar  sevdiklerine ve değer ver­diklerine karşı çokça ilgilidirler.  Babam sizi sevdiği için ve ben de sizin değerli bir insan olduğunuza inandığım için  bu kadar ilgiliyiz .   Uraz  Bey...

- Evet sizi dinliyorum.

- Neyse bir şey yok, benim  gitmem gerekiyor  bir isteğiniz var mı?

- Hakkınızı helal edin yeterli.

- Helal olsun, sonra görüşürüz.

- Güle güle.

Münteha gider gitmez  Uraz   iki gün önce planla­dığı  şeyleri yapmak için,  önce bir mektup yazdı, daha  sonra da  hastaneden  gizlice ayrılarak eve gitti.  Evde  kimse­nin olmayışı   onun işine bayağı yaradı. Elbisele­rini son bir hızla valizine yerleştirdi. Bunları  yapmak için sadece   on beş dakika yetmişti. Evden ayrılmadan önce  yazdığı  mektubu  da  salonda bulunan yemek masasına bıraktı. Valizini emin bir yere bırakarak doğ­ruca Varol Şirketi’ne gitti. Mehmet’ten borç para aldı, daha sonra da Hikmet Bey’e bir not bırakarak oradan ayrıldı. Son bir hızla valizi koymuş olduğu yerden alarak doğruca garaja gitti.  Biletini aldı,   son bir kez  çocuklu­ğundan beri yaşadığı şehri... Belki süresizce ve belki de bir süreliğine gitmek için  uzun  duyguluca baktı.  Murat'ını hatırladı. Mezarı­nın başına bir kez bile olsa gitmemişti. Kim bilir ona ne kadar çok kızmıştı. Ama o buna dayanamazdı, gidemezdi. Eğer gitseydi ayrılamaz, Murat'ının yanı ba­şında kendine bir yer edi­nir,  sonsuz uykuya o da  ora­cıkta  dalardı. O yüzden gitmemişti ve belki de hiç  git­meyecekti. Bu düşüncelerle  kalkmak üzere olan oto­büse bindi ve hafif bir sesle "El­veda beni bitiren şehir" dedi ve ön koltuktaki yerini aldı,  bir dakika sonra o şehrin insanlarına isyan bayrağını çekmiş olarak gitti.

Her şeyden habersiz olan Hatice Hanım, Hira ve Mahmut Bey, Uraz’ın ziyaretindeydiler. Uraz’ın odasının kapısını açar açmaz içeride hiç kimsenin olmadığını gör­düler. Hira:

- Amcam belki bahçeye gitmiştir. Ben bakıp geleyim

Hira bakıp geldi, fakat kimseyi bulamadı. Döndü­ğünde de doktorun babasına; amcasının hastaneden gizli olarak ayrıldığını anlatıyordu. Hemen hastaneden ayrılıp eve döndüler. Kapının tam kapanmamış oldu­ğunu fark  ettiler. Uraz, içeridedir düşüncesine kapılarak odasına baktılar. Kimseyi bulamayınca  “acaba hırsız mı girmiş” diye evi kolaçan ettiler. Her şey yerli yerin­deydi. Mahmut Bey, susadığını hissederek  masanın üzerinde bulunan su sürahisinden su alacaktı ki mek­tubu fark etti. Usulca ve büyük bir acı hissederek mektubu aldı ve  açtı, sessizce okumaya başladı. Hira ve annesinin hala hiçbir şeyden haberleri yoktu. Mek­tubu okudu ve bal­konda bulunan hanımına   kızına seslendi :

- Alın bakın Uraz’ın  bıraktığı mektup.

Hira telaşla aldı ve sesli  okumaya başlayacaktı,  babası ağlayınca bekledi. Mahmut Bey, Hira’nın oku­masına fırsat vermeden evden çıkıp gitti. Hira, babasına müdahale etmedi; çünkü bir an önce  neler olduğunu öğrenmeliydi. Hatice Hanım kocasının  bu gibi durum­larına alışmıştı, çünkü eşinin üzgün olduğu durumlarda  yapmış olduğu  davranışlardı. Sıkıntılı olduğu anlarda gider hava alır ve gelirdi.  Nihayet mektup okunmaya başlanmıştı.

 

Canım Aileme,     

Biliyorum bana kızacaksınız, ama çareyi buradan gitmekte buldum. Belki biraz abarttı­ğımı düşüneceksiniz. Ama hayır abartmıyorum eğer burada olursam Mu­rat’ımın hayali be­nimle olacak. Onu her gün okuldan alışım, onunla kitap okuyuşum, onunla tartışmalarım, onun bilge gibi konuşmaları beni yer ve beni toprakla örter. Şimdi ise o yok ve ben de ru­hen yokum; bedenim yaşamış olsa da. Ben güçlü birisiyim. Zannetmeyin ki beni sadece ölüm böyle bitirdi; beni haksız ölüm bitirdi. O insanların ilgisizliği, cahilliği ve umursamazlığı karşı­sında hayata veda etti. Her şeyin Al­lah’tan olduğuna hiç şüphem yok, ama buna sebep lazım ve bunun sebebi de  insanlardır. Onları asla affetmeyeceğim. Bu dünyada on­larla uğraşmayacağım, onları yürekleri ile baş başa bırakacağım ;vicdanları ile, ama öbür dünyada elle­rimiz onların yakasında olacak,  şimdilik serbestler on­ların cezası sadece çeke­cekleri vicdan azaplarıdır ve bence bu en bü­yük cezadır. Tabii bunun bilincinde iseler . Sitemim dünyayı aşar, bu mektubu aynen Mu­rat’ın sebebi olan, yüreklerinde sevgi sözcü­ğünün kıymetini, güveni ve insanlığı henüz idrak  edememiş sorumlu şahıslara  mutlaka okutun. Bu benim sizden son isteğim. Nasıl yüreğimiz yerinden sarsılmışsa; umut ediyo­rum, bu mektupla  onların da  yürekleri sarsıl­sın. Bana hakkınızı helal edin. Hikmet Bey, kızı Münteha Hanım  ve Mehmet’e çok selam­larımı iletin hepinizi çok seviyorum, hoşça ka­lın.   

Bilinmez bir yere giden Uraz’ınız.

 

Hira, mektubu katladı ve annesine sarılarak hüngür hüngür  ağlamaya başladı.

Münteha, bulanık, sevimsiz, ılık yaz akşamında,  bahçede yalnız oturmuş arkadaşının defterini okuyordu.  Ayşe Hanım, Hikmet Bey, içerde haberleri dinliyorlardı. Münteha’nın tesellisi haline gelen  Sevda’nın  not def­teri,  farklı  duygular hissetmesine  sebep oluyordu. Okudukça arkadaşının  sırlı bir yaşamı­nın olduğunun bilincine varıyordu.  Sesli  okumaya  devam etti.           

Konuş rüzgar, güneş, ay ve ey insanlar! Konuşun bana evrenin  dilini, yüreğinizin dilini ve Rabbimin  yü­reğine ulaşabilmem için konuşun! Bana gerçeklerin di­lini, sıcaklığını verin! Bana yaşamımın hüznünü bitiren kavramları verin!.. Yüreğim’den  ihanetin sevimsizliğini  silin.

 “Bir hüzün deryasına kucak açtım. Yaklaşma­yın gayrı yanıma, bırakın cezamı ben çekeyim, bırakın ebe­diyete kadar  sevda ‘mı açmaya hasret kalmış, to­murcuk bir gül gibi bırakayım. Bırakın yeşermesin!  Beni bana bırakın, hasretim,  sevgim  karşılıksız kalsın! Bırakın ya­pılan ihanetlerin bedeli böyle ödensin, bıra­kın gizli ,ama dikensiz gülüm açmaya hasret  kalsın. Beni bana bıra­kın..!

Hani kan akar ya sevgili kesilen ve yaralanan yer­lerden,

Bir acı hissedersin.

Hani bir kuş kanadının kırılması gibi...

Hani çaresizliğimi ;çaren ile vurduğun an,

Hani beni bir ömür boyu  anne doğumunun sancısı ile bıraktığın an,

Hani bana en  güzel ve ulaşılmaz söylemleri vaat ettiğin an,

Hani bembeyaz geleceğime lânetli ellerini  sürdüğün an,

Hani beni  ve onurumu hiçe saydığın  an...

Affetmek mi?  Şeytan bile affedilir şeytan olduğu için ama insanlık, iyilik sembolü ,   insanlık asla ve asla!..

Sen ki ey yar bir yalansın! Sen ki hem var olmuş hem olmamışsın! Sen ki yüreğime bin acıyı tattıransın. Sen ki bir sevdasın koca  yalan  dolu bir  sevda...

Sanma ki yar dirilişlere kalkamayacağım!..

Sana öyle kırgınım ki yüreğim, sana tekrar “mer­haba” diyemiyorum. Bana bu ihanet  sancılarını  neden layık gördün. Oysa ben, sadece  sıcak  bir kucak, ona baktığım  zaman hiç kimseden sıkılmadan ve utanma­dan sevgiyle bakabileceğim  bakışlar istemiştim. Ama sen, yüreğim! Sabır eylemedin karanlık kör bir  kucağa ittin. Sonu olmayan, sevgisi olmayan, çirkin bakışlara terk ettin. Bir sancı ektin ki dağları dize getirdi,  bir hü­zün ki  ebediyen mutluluğa yeri yok.  Biliyorum sadece sende değil suç;  ben düşüncesizliğimin  esiri oldum. Sevdama yanlış diyarda kucak açtım. Yazık ki  seni af­fedemem yüreğim.

Bir burkulma,  bir uyanış,  bir gözyaşı,  bir sevdaydı beni bu hale getiren, beni yüreksiz,  biçare, ihtiyaçlara  muhtaç, gönüllere kilit vuran,  yalnızlığı baş tacı eden, yaşarken  ölüme  hükümran  olan; ama Rabbine  yap­tığı ihanetler  ağır basınca  pasif kalan.  Başını  insanlar  içinde  gururla  kaldırmaktan  aciz bırakan  bir sevdaydı. Hepsi bu.

Gönlüm harap,seni  özledim yar...

Bitmeyecek mi ?  Bu gereksiz  kendini feda edişin,

Yetmeyecek mi?  Yoksa  ölümüne mi?

Baş koydun,  bu  gereksiz ve

Değer bilmez sevgiye...

Yapma yar! Hem kendini, hem de beni bitirme

Bir ölüm düşlüyorum;  beni sımsıcak saran,

Bir ölüm düşlüyorum;  beni yalnız bırakmayan,

Bir sevda arıyorum  kapkaranlık;  çünkü orada iha­net yok.                                                               

Bir sevda arıyorum adı ölüm olsun;  çünkü  ölüm saf ve temiz...

Münteha  okudukça  içinin burkulduğunu hissetti.   Defteri kapattı ve insanlara hitaben:

-  Biz insanlar, neden yanlış yapıyoruz? Neden ak­lımıza değil de yüreğimize sarılıyoruz? Bu monotonluk,  bu hüzün ne ha? Sorgulamalıyız!  Biz yaratılan olarak,  yaratana  saygı ve sevgi  beslemiyorsak bilmeliyiz ki biz insanca  birbirimize hiç sevgi besleyemeyiz, dedi ve içe­riye girdi.  İçeriye girmesiyle  telefonun çalması bir oldu. Telefon ile arayan Hira idi. Amcasının  gittiğini ve bir mektup bıraktığını söyledi. 

Bunu duyan Münteha, karşı tarafa fazla bir şey di­yemedi ve yarın neler olduğunu daha iyi anlayabilmek için buluşmak üzere sözleşti. Telefonu kapattı , salona dadısının  ve babasının yanına gidip durumu onlara da bildirdi Hikmet Bey, Uraz’ın yazmış olduğu notu hatır­ladı ve:

- Demek Uraz, bugün gidiyormuş. Onun için bana  bıraktığı notta  "Elimden geldiğince; en kısa sürede bize  vermiş olduğunuz borç paraları ödemeye çalışacağım. Size    postayla   ulaşırım, hakkınızı helal edin." Hikmet Bey, daha  fazla bir şey demedi ve televizyon seyret­meye devam etti. Ayşe Hanım da, her zaman ki endişe­siz tavırlarıyla olayları yumuşatmaya çalıştı:

- Bence endişelenmeyin  birkaç gün sonra tekrar  döner.

Münteha, hiç konuşmadı ve odasına geçip yatağına uzandı. Başı  şiddetli bir ağrıya tutuldu. Bu olamazdı kabul etmek istemiyordu, en azından bu sefer şans  yü­züne gülmeliydi. “Hayır hayır Ayşe’min dediği gibi bir­kaç  gün sonra  geri  döner temelli gitmiş olamaz. Ne olursun  Allah’ım  temelli olarak  gitmiş olmasın. Buna dayanamam çünkü bu  çok zor  buna dayanamam olgu... Off olamaz, bu  ne biçim  bir acı” Başını  soğuk  suyun önüne koydu,  ağrı kesici aldı; ama başı derman bilmez  bir ağrıya yapışmış ve bir türlü söz dinlemiyordu. Güzel gözleri kızarmış bir şekilde Ayşe’sinin  yanına indi.  Ayşe’si  kendi odasına geçmiş ve mışıl mışıl uyuyordu. Münteha başının ağrısından  içeriye  hışımla girdi. Işığı açar açmaz Ayşe’si uyandı. Münteha’nın  dağınık halini görünce yatağından  fırladı.

- Ne oldu kızım. Bu ne hal?

- Off Ayşe’m  bilmiyorum, lütfen  babamı uyandırır mısın, beni acile  götürsün.

Ayşe Hanım  kızının başına biraz masaj  yaptı ve  onu teselli etmeye  çalıştı.

- Üzülme  Allah’ın izniyle  geri döner, kızgınlık anında  gitmiştir. O akıllı bir  insan sadece  biraz yalnız  kalmaya ihtiyacı var.

Kim bilir bu yalnızlık süreci  ne kadar  sürer, buna dayanamam!

- Lütfen unutma ki; kendisinin  senin ona karşı  beslediğin sevgiden hiçbir haberi yok.

- Off! Lütfen babama  söyler misin, beni götür­sün ve bu olanları unutmam için bana tesirli  bir iğne yap­tırtsın!

- Hayır gerçeklerden böyle kaçamazsın buna izin veremem. Sen güçlü birisin bunu da aşarsın.

- Bu sefer olmuyor, başından belli.

- Lütfen kızım böyle konuşma.

- Münteha’nın hali içler acısıydı  dadısı onun  du­rumuna daha fazla dayanamadı. Ona sarılarak ağladı  ama bu ağlayış sessiz ve  Münteha dan gizli bir ağlayıştı. Çünkü onun gözleri  kapalı bir şekilde dadısının yatağı­nın üzerinde  boylu boyunca uzanmaktaydı. Dadısı ışığı kapattı. Mutfaktan  soğuk su  ve küçük  havluyu getirdi. Havluyu soğuk suyla  ıslattı, alnına koydu. Münteha  başının şiddetinden inliyordu.  Dadısı soğuk  su işlemini bir süre  daha devam ettirdi; sonra Münteha’nın gözle­rine uyku yavaş yavaş girdi. Dadısı onun solgun yüzünü uzunca seyretti ve içtenlikle onun için dua etti.

Uyumuş olduğunu fark edince rahatladı ve o da   onun yanına uzandı. 

Münteha sabah kalkar kalkmaz Dadısının  yata­ğında buldu kendisini;  başına elledi  ağrılar  gitmişti bu ona bir  mucize gibi geldi ; çünkü gerçektende başı  çok şiddetli ağrımıştı. Dadısını uyandırmadan kendi oda­sına çıktı, saate  baktı sekiz buçuğu gösteriyordu. Saat do­kuzda Hira ile buluşacaktı. Aceleyle hazırlanmaya çalıştı. Beyaz  mavi çiçekli gömlek,  altına açık mavi bir etek giyindi.  Saçlarını salık bıraktı ve   kendisini hazır  hisse­dince   nereye  gittiği  konusunda  not  yazdı,  ay­nanın  önüne astı. Araba  anahtarını,  cüzdanını aldı.  Aşağıya indi  ön kapıyı  geçti garajdan arabasını aldı ve  süratli bir şekilde  yola çıktı.

Münteha,  Hira'ya  “kahvaltı  yapmadan  gelmesini  ve kahvaltıyı dışarıda beraber yapacaklarını”  söyle­mişti.  Zaten sabaha kadar zar  zor  beklemişti. Mün­teha, ev­den çıkarken  saat dokuzu  çeyrek geçiyordu. On  beş dakika sonra kararlaştırdıkları yerde buluştu­lar.  Mün­teha  bu çay  bahçesine  rahmetli arkadaşı Sevda ile sık sık  gelirdi.  Sevda vefat ettiğinden beri ilk  defa geli­yordu. Arkadaşını anımsadı  içini mutluluk , hüzün verici bir hal  aldı.  Arkadaşıyla beraber oturduk­ları  masaya geçtiler. Onlar bu  çay bahçesini  cennet gibi sayarlardı hele  oturdukları  masanın yanında  ko­caman  taşlar, onları seyrederek felsefi konuları açar­lardı. Saatlerce konuşurlardı,  ama vardıkları yer sadece taşların koca­man  görünüşleriydi. “Sevda canım arka­daşım” dedi yüreği.  Münteha’nın  Sevda  üzerindeki   dikkati  iki üç dakika daha sürdü. Hira’nın sesiyle  dü­şüncelerinden sıyrıldı.

- Nasılsın iyi misin?

- İyi olmaya çalışıyorum. Sen nasılsın annen, ba­ban

- Babam yıkıldı, bize hissettirmemeye çalışıyor,  ama  nafile acısı o kadar zalim ki bizi ne kadar dü­şünse boşuna gözleri onu  ele veriyor. Annem de  öyle  ama;  babam ona çok üzülüyorum.

- Allah  sabır versin, çok  güç  acılar çekiyorlar. En kısa  zaman da babanla   konuşmak istiyorum.

- Çok iyi olur, çünkü  bu  aralar  ona  verebileceğin  teselli  onun   yararına olur.

- Hiç akrabanız yok mu?

 - Yok sayılır.

- Benim de akrabam var,  ama ben de bana soran­lara yok sayılır diyorum.

Bahçede kendilerinden başka  iki üç çift , yalnız ba­şına  oturmuş bir adam ve henüz yirmi yaşını bile dol­durmamış  biri kız biri erkek  uçarı  kişilikli  gençler vardı. Bu çay  bahçesine,  sosyetenin  en gözde in­sanla­rın seçmiş olduğu bir mekandı. Bahçenin özelliği;  çölü andıran bir havası,  çok temiz ve lüks oluşuydu. Kahvaltı yaparken Münteha'nın heyecanı yüreğine sığmıyor;  Hira'nın bir an önce konuya ve Uraz’ın mektubuna geçmesini bekliyordu. Bunu düşünürken de Hira'nın  durumun farkına  varmasından korkuyordu. Çekinerek kahvaltısını, zorla yemeye çalıştı. Nihayet Hira, amcası­nın konusunu  açtı.

Hira:

- Münteha, umarım seni dün akşam  rahatsız etme­mişimdir. 

- Lütfen! Hira, böyle konuşma, niçin rahatsız ola­yım ki? Beni araman beni mutlu etti çünkü  benim de   sizin  gibi  dürüst dostlara  ihtiyacım var. Yoksa sen  hala beni  kendinden uzak mı görüyorsun?

- Hayır tabii ki bunu demek istemedim, lütfen   yanlış anlama. 

Hira kahvaltısını bitirdi. Lavaboya gitti geldi ve sonra:

- Sana dün akşam  amcamın mektubundan bah­setmiştim yanımda,  şimdi okumak ister misin?

- Evet lütfen.

Münteha, mektubu alıp okumaya başlarken elleri  titremeye başladı. Ne yapacağını bilemiyordu.”Ya Hira  fark ederse ve  benim  amcasına olan  duygularımı  an­larsa"  diye düşünüyordu. Mektubu okurken arada bir  Hira'ya bakıyor. “Acaba kendisini   izliyor muydu;” ama  Hira, onu izlemiyordu. Hira, hüzünlü yüzüyle ellerini başına dayamış bahçede bulunan kocaman taşları izliyordu. Hira bir buçuk ay içerisin de çok zayıflamıştı.  Ama buna  rağmen sevimli  yüzü hala güzel  duruyordu.  Münteha Hira’ya bakarken ilk defa onun böyle  güzel olduğunun  farkına varıyordu.  Lila eşarbı ona farklı bir  güzellik vermiş esmer tenine çok  yakışmıştı. Münteha onun sevimli yüzünün  hüznünü  bir anda silmek is­tedi,  ama bunu şimdi  yapması çok  güçtü.  Çünkü  o  kendi­sini Hira dan bile güçsüz hissediyordu. Bu düşün­celerle   beraber ikinci çayları  yarılandı. Mektubu  bi­tirdi, boğa­zında hıçkırıklar dolmuş, ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Hemen kalkıp lavaboya gitti, kendisini ele vermek istemediği için  lavabo numarasını yaptı. Lava­boda bir süre  ağladıktan sonra  ellerini, yüzünü yıkadı, aynada kendisine baktı, gözleri hafif  kızarmıştı. Çanta­sından mendilini çıkarıp  yüzünü ve ellerini kuruladıktan sonra masaya döndü. İçinin sesini  kısmak zorundaydı; çünkü o, gönlünün sultanına duyduğu aşkı şimdilik  gizli tutmak istiyordu. Sonra  mektubun  duygusal oluşunun kendisini  etkilediğini  Hira'ya anlattı. Hira: 

- Evet özellikle   küçük  fidanımı  anlatıyor. Off!.. Dünya ne kadar acımasız ve gamsız, buna dayana-mıyorum. Ama ne yapabilirim ki diye de düşü­nüyorum;  çünkü benim inkarım hiçbir şeyi değiştir­meyecek .

- Evet inkar  sadece   insan  bedenini   değil  aynı zamanda ruhunu da bitiriyor. Belki okumuşsundur  hani Suç ve Ceza’daki "Raskolnikov” gibi ama, onun farkı  kendisini yeniden diriltmesi.

- Evet okudum,  zaten bana  teselli  veren bu eser­ler. Sosyalist  taraftarı Raskolnikov  kendisine zor gelen suçunu  benimsedi, ama  benim canım amcam, inanç   dolu  yüreğine bunu kabul ettiremedi.

- Dün ben kendisiyle  konuşurken de çok kararlıydı, aynı mektubunda   anlattığı gibi...

- Anlamıyorum, benim amcam bu hareketleri yapa­cak  bir karaktere  sahip değildi.

- Yargılayıcı konuşma Hira,  amcan  çok  gururlu,  gerçekçi; inançlı olduğu  için bu tür davranışları  ona yakıştırmıyorsun; ama şunu da unutmamalısın ki, in­sanlar  her zaman için  din otoritesini  yüreklerine kabul ettiremeyebilirler. Senin amcanın da girmiş olduğu du­rum bu. İnsan ruhu dünyanın ikinci  deryasıdır, hatta bir eşi gibi de bakabiliriz. Amcanın tek sorunu bu olayı  kabullenmemesi. Yeğeninin ucuz bir sebepten dolayı  yaşamından olması onu çok sarstı. Zannedersem bu sarsıntıdan  kurtulması için  epey bir zaman  gerekecek.

- Sen amcamın geri döneceğine inanıyor musun?

- Bilmem ben de neye inanacağımı şaşırdım  İnşaallah  geri döner.

- Ne kadar içtenlikle söyledin. Senin  yüreğin iyilik    anası;  amcamın  gelmesini en az bizim kadar istiyor ve düşünüyorsun.

- İnsanlar iyi  olmak zorunda; çünkü Allah’ın en  çok sevdiği  kurallardan bir tanesidir iyilik. Aslında ben bunu sadece iyilik olsun  diye yapmıyorum, senin  ai­leni sevip saydığım  için de.  Özellikle Murat;  şu anda  tatlı mimikleriyle sorularıma cevap vermek için parma­ğını kaldırmış; “Hocam lütfen ben cevaplamak istiyorum.”  Evet çalışkan çocuk  sen cevapla...  Lütfen Hira  ağlama seni  üzmek istemezdim.

- Hayır hayır  onu anlatman beni mutlu ediyor. Be­nimle onun ziyaretine gelir misin?

- Tabii memnuniyetle. Hem annemi ve arkadaşım Sevda’yı da ziyaret etmiş olurum. O zaman hemen kal­kalım.

Münteha hesabı ödedi,  bulundukları yerden elli metre kadar uzakta olan eşarpçıya uğramak istedi; ama Hira bunu önceden düşündüğü için çantasına kendi  eşarplarından bir tanesini yerleştirmiş ve Münteha’yı şaşırtmıştı. 

Aradan geçen iki saat sonra mezarlıktaydılar. Mün­teha, başına  eşarbı taktı ve tüm bedensiz alem için  Fatiha okuyarak  içeri girdiler. Hira’nın gözyaşları damla damla akmaya başladı. Murat’ın mezarı Münteha’nın annesine yakın bir yerde yapılmıştı. Oraya vardıkla­rında Neslin Hanım, Sevda akabinde de Murat’ın me­zarlığı yer alıyordu. Münteha, Sevda’nın ve Murat’ın tüm  mas­raflarını özellikle kendi bütçesinden ödemişti. Çünkü gerçekten de sevdiği  iki insan ama aynı zaman da on­lara doyamamış yüreği ,bunları yapma sadakatini gös­terdiğinden az da olsa mutluluk hissediyordu.

Sırayla üç  kabir için dua ettiler. Çeşmeden su  geti­rip  döktüler. Kabirlerin üstü tertemizdi. Kabirleri en çok Hikmet Bey  ziyaret ediyordu ve temizliğini de genelde  kendisi yapıyordu. Nesli Hanım’ın gülleri epey büyü­müş ve dağılmış, Sevda‘nın tomurcuk Murat’ın ise daha yeni yeni filiz vermeye başlamıştı. Kabir için gere­ken hizmet­leri yaptıktan sonra bir süre daha oturdular.  İkisi de  şu an Allah’ı düşünüyor ve yaptıkları  tüm  gü­nahlar  için  aff diliyorlardı. Allah’ın sınırsız gücü karşı­sında  acizlikle­rini daha bir hissediyorlardı. Biz neyiz ki ? Sana kafa tutacak mantık  ne melun bir mantık  ki senin göz önünde olan tüm  sanatını gözardı edebili­yor. Ve  o fikir ne aşağılık bir fikir ki her şeyin sahibini yok sayabiliyor. Hayır hayır biz böyle bir mantık tanımıyoruz; çünkü  böyle adaletsiz bir fikir olmamalı;  biz sadece düşünüyo­ruz. İnsanlar, dağlar, hayvanlar ovalar, meyveler, güneş ay  ve dünya  ve ötesi; her şeyin ama her  şeyin  sahibi,  yöneticisi, insan lisanı anlatmaktan aciz  sınırsız bir güç...

Ve O’na  duyulan sevgi!.. Evet ona duyulan sevgi; anlatılması ne meçhul,  ulaşılması  kolay, yakalaması zor  mu zor sevgi. Bu düşüncelerle  yürekli yoğruldu. Göz­leri toprak altında sessizce yatanlara kaydı. Kim bilir  şimdi ne yapıyorlardı; iyimi yoksa kötü müydüler. Son  seçeneği akıllarından attılar. Onlar şimdi;  yemye­şil  bir yerde  belki de  en güzel köşklerdedirler ve ya  ırmağın  yanında  uzanmışlardır. Yürekleri sonsuz fe­rahlıkla dolu akılları ise  hep Allah’a  şükürde bulun­makta...

Aydın, Şubat 2003