Yüreğimin Dili Olsaydı
“Roman”
BEKA YAYINLARI : 80
Roman Serisi : 47
Yüreğimin Dili Olsaydı
Dilek Buğra
1. Basım, Mart 2003
Yayına Hazırlayan
Osman Arpaçukuru
Kapak Tasarım
Ferhat Çınar
Baskı ve Cilt
Bayrak Matbaası
Dilek Buğra
Yüreğimin Dili Olsaydı
“Roman”
BEKA YAYINLARI
Çatalçeşme Sok. Üretmen Han No: 18
Tel.&Faks: 0212 512 51 66 - 512 45 43
Cağaloğlu – İstanbul
Dilek Buğra…
1980 Bitlis / Güroymak doğumlu.
On yedi yıldır Aydın’da ikamet etmekte.
İlkokul mezunu.
Memur bir ailenin kızı.
Kültürün değerli bir hazine olduğunu fark ettiği zaman onun için önemli olan kendini yetiştirmekti.
Bilgi, okuma ve paylaşma isteği onu zamanla bu kitabı yazmaya yöneltti.
Umut onun için hiçbir zaman bitmedi.
Merhaba…
Bu kitabın çorak toprağın hafif nemli görüntüsünü yakalamış olduğu inancındayım. Çorak toprağı neme döndürdüğüme göre, nemli toprağı da sulak bir görünüme çevirebilirim. Çünkü azmi kendine uğrak edinmiş her yürek, sonucunu da büyük bir başarıya çevirebilir. İnanç ve güvenle başımı kaldırıp, sulak toprağın bağrındaki muhteşem nesnelere bakabileceğime inanıyorum.
On dokuz yaşındaydım ve idealist düşüncelerim için bir öğreticiye ihtiyacım vardı. Birkaç dershane kapısını tıklattıktan sonra; umutlarım tamamen suya düşmekte olduğu ihtimalini kafama taktım. Böylelikle benim için idealist düşünceler ölmüş, yerine “boş ver” kelimesi yerleşmişti. Aradan iki ay geçti, yitirilmeye yüz tutmuş umutlarım yeniden kürek çekmeye zorladı beni. Çalıştığım iş hanında dershane açıldı. İçimdeki filiz büyümek için ısrarla su istedi. Ben de son bir kez şansımı denedim. Dershaneye başvurmakla hayata küsmüş ideallerim yeniden alevlendi. Tanışmış olduğum öğretmen son derece anlayışlı, kibar ve mütevazıydı. Benim düşüncelerimi dinledikten sonra "hay hay" dedi ve böylece ikinci çalışmam olan sözleri kendisine verdim. Bana dedikleri "şüphesiz başarabilirsiniz, ama daha çok okumak ve daha çok okumakla." Bu komutu aldıktan sonra fazlasıyla okumaya zaman ayırdım.
Baba şefkatiyle kucak açmış babacan adama karşı içim saygı ve sevgiyle doldu. Babacan kişiliğine karşı duyduğum değer günden güne büyüdü. Çünkü o, eğitim görmüş veya görmemişi birbirinden ayırmadan, bilgiye istekli beyinleri küçümsemeden aynı değerleri göstermişti.
Biçare kalmış ben, yol göstericiyi bulma sevinci ile daha bir şevkle doldum. Bu iyilik serveri, hoşgörü sembolü babacan öğreticiden fazlasıyla memnun kaldım. Kitabımın bitmesine, en güzele ulaşmasına yardımlarından, değerli nasihatlerinden büyük pay alarak yoluma daha bir güven ile devam ettim.
Hani derler ya her şey karşılıklı menfaate bağlıdır diye, bana bu düşünceyle yaklaşmayan, kitabımın oluşmasında vesile olmuş değerli insanlar; sayın Suat Subaşı Av. Öğr. Yaşar Akyol, Hakan Sarayköylüoğlu, Nurhayat Sağıt ve Sevgül Üzümcüye teşekkürlerimi sunarım. Hak ve değer ne güzel, tabiî sonsuz olan gerçek değerler ve dürüst haklar...
Ã
Kitabıma hitap…
Seni arıyordu yüreğim; ulaşılması zor bir olguyla, cahilliği yok bilircesine, monoton olan yaşantımı varlığınla seraba çevirmenin özlemiyle ve sen bir Pazar günü ansızın mutluluk bilmez yüreğimi kendine uğrak edinerek, canımın canı gibi ruhumda ki tüm kasveti yıkarak ve bilgisizlikle küflenmiş yüreğime varlığınla güçlü bir kültür yolu açarak, biliyordum bir gün gelecektin, çünkü ruhumun en işlek odağında çağrışımlar yaratıyordun ve geldin, beynimin dostu, bana dünyanın en güzel hediyesi olarak, sen benim için toprağa yeni ekilmiş bir tohumun gelişip serpilmesinin ilk adımı gibisin. Bir idealin zorlu başarısının kanıtı, bir karakterin daha güzel oluşunun vesilesisin, cahil sonrası benliğime yapılan ispatsın, benim için dar zamanın olgunlaştırdığı değerler üstü bir hazinesin...
Bir çile olgusudur yaşadığım, bir günah, bir vicdan azabı, bir sevda, bir baş koyuş, bir yılgınlık, bir azim, bir sabır, bir hançer yarası, gönlümden biçilmez bir yara ve sen, sen bana sunulan mutluluk, gönlüme hakim bir güzelliksin, seni bana sunan Yüce yara sonsuz şükürler olsun .
O’nun yaşamı sevgi sömürüsüyle birleşmiş, yalnızlıkla süre gidiyordu. Olmadık yerde, olmadık bir zamanda yüreği, “sevda” tanımıştı. Gönül çölüne ektiği dikensiz gül, diken vermeye başlamıştı. Sonu nereye varacağı belli olmayan gülün dikeni yaralar vermeye başlamıştı...
Ü |
şüyordu. Bu yüreğinin üşümesiydi. Çocukluğundan beri yalnız kalmışlığın, sevgisizliğin üşümesi... Babasına sarılamamanın, annesinin doyumsuz sıcaklığını hissedememenin, dost ve akrabalarıyla görüşememenin sıkıntısı...
Masada oturmuş, defteri önünde, kalemi sımsıkı tutmuş. Sanki elinden alacaklarmış gibi... Anlamsız bir şeyler yazıyor. Hüzünlü bir görüntüsü var.
Dağınık sarı saçları omuzlarından dökülmüş. Üstünde pamuklu lacivert eşofmanları var. Saçları gibi odası da dağınık. Oysa o dağınıklığı sevmez. Üstünde bir dinginlik, monotonluk, ara sıra hüznünden yüreği sıkışıyor, ama aldırmıyor. Odasındaki kitaplığı, gardırop, çalışma masası, yatağı, papatyalı perdeleri bile onun acısına, hüznüne eşlik eder gibi...
Bir ara mavi gözlerini defterden ayırıp çevresine bakıyor. Evren sanki onunla, fakat o yapayalnız...
Bu duygularla daha bir hüzünleniyor. Ölümü düşünüyor ve annesinin acılarla gitmesine karşı isyanı daha bir yoğunlaşıyor. Annesizliği, sevgisizliği bir türlü kabullene-miyor...
Saatlerce yazıyor. Sonra kalemi elinden düşüyor. “Yeter, yoruldum!” der gibi. Salona iniyor, ne Ayşe’sini görebiliyor ne de babasını... “Herhalde ikisi de odalarındadır,” diye düşünüyor. Kendisini koltuğa atıyor. Hemen yanıbaşında bulunan sehpaya uzanıyor ve sehpanın üzerindeki telefonu alıyor. Dizinin üstüne koyuyor, can dostunun telefon numaralarına basıyor.
Telefonun uzun uzun çalmasından sonra cevap geliyor:
- Alo!
- İyi akşamlar! Ben Münteha.
Karşıdaki ses, bitkin ve konuşmaya isteksiz...
- Ne istiyorsun?
- İyi olmanı istiyorum.
- Ben iyiyim.
- Sesin hiç iyi gelmiyor.
- Lütfen beni rahat bırak. Kendimleyim. Beni bir Allah bir de ben bilirim. Vicdanım amansız bir acı ile sızlıyor; bunu ne sen, ne de bir başkası anlayabilir.
- Bana kalbinin yollarını açarsan belki seni senden daha iyi anlayabilirim.
- Hayır sevgili arkadaşım. Beni anlamanı istemiyo-rum. Bundan sonra da beni ne ara ne de sor!
- Ama Sevda!.. Kaç yıllık dostluğumuzu böyle birdenbire bozamazsın. Bunlar telefonla konuşulacak konular değil. Ya sen gel, ya da ben geleyim. O zaman oturur sakince konuşuruz. İstersen yine o çay bahçesine gideriz.
Sevda, Münteha’nın cevap vermesini beklemeden telefonu kapattı. Kendini çok hâlsiz hissetti ve yatak odasına geçti. Karyolasına sırt üstü uzandı. Bir aydır nişanlısı onu ne arıyor, ne soruyordu. Güzel fiziği şimdi çok biçimsizdi. Elâ gözleri iyice ufalmış, uzun sırma saçları dökülmeye başlamış, esmer teni daha bir koyulaşmıştı. Geçen bir ay onun ruhen ve fiziken ne kadar çöktüğünün göstergesiydi. Kimsesi yoktu, yalnızdı.
Can dostu Münteha ile iki haftadır görüşmüyordu. Acı çekiyor, fakat derdini kimseye açamıyordu. Belki annesi yada babası yanında olsa, kendini böylesi bir acının ellerine bırakmazdı. O bebekliğinden beri kimsesiz ve yetimdi.
Bu düşüncelerden sıyrılarak geçmişine döndü.
O zamanlar on altı yaşındaydı. Aile sahibi olma özlemiyle yanıp tutuşuyordu. Hatta bir ara öz ailesini bulma sevincini bile yaşamıştı. Daha sonra bunun bir yalan olduğunu öğrendi. O aldatmadan sonra da bir daha ailesini aramama kararı aldı. Kendisini “iyi bir hayat kurmalıyım” düşüncesiyle oyaladı. Aradan aylar, yıllar geçti. Sevda, sunulan yardımlar karşısında kendini en iyi şekilde donatmak için derslerine çok çalıştı ve idealindeki edebiyat öğretmenliğini kazandı. Çok mutlu oldu. Çünkü, anne baba sevgisinden sonra en büyük özlemine kavuşmuştu.
Üniversiteye gitmekle yepyeni bir dünyaya ilk adımını atarken mutlu ve kıvançlıydı. İlk yılı fena geçmedi. Yalnızca biraz parasızlık çekti. Kısa süre sonra sorununu gazeteye haber yazmakla çözdü. Okurken çalışmaya başladı. İkinci yılında çevresine karşı biraz açıldı. Arkadaşlar ediniyor, onlarla uzun sohbetler yapıyordu. İnsanlarla iletişimi çok iyiye gidiyordu. Her zaman asık olan yüzü gülüyor, gözlerindeki ışıltı çevresindekileri büyülüyordu. Bu, onun çok mutlu oluşunun bir kanıtıydı.
Geçmişinde yaşadığı acıları küflü sayfalara bırakmıştı. Tamamen çürüyüp yok oluncaya kadar da onları hatırlamak istemiyordu.
Sevda okuldaki ikinci yılının son döneminde Münteha’yı tanıdı. Onunla arkadaşlığını pekiştirdi. Kısa sürede ona ısındı. Münteha da Sevda’nın hayatını iyice öğrendikten sonra arkadaşına kendi evinin kapısını sundu. Sevda arkadaşının inceliği karşısında, teklifini kabul etti ve evine taşındı. Bu duruma her iki tarafta çok sevindi.
Aradan günler, aylar geçti. Yaz tatiline girdiler. Münteha, Sevda’dan ayrılmak istemiyordu. Onu kendi memleketine götürmek için ısrar etti. Münteha babasından izin aldıktan sonra otobüs bileti aldı. Birlikte memleketinin yolunu tuttular. O günden sonra Münteha Sevda’ya bir kardeş, bir dosttu. O da artık Varolların bir üyesi sayılırdı.
Sevda, Varollar’da mutlu günler yaşadı. Fakat, bu mutluluk ona yetmedi. Bir gün kara gözlü, uzun yüzlü, esmer, sempatik bir delikanlıyı tanıyınca, hayatı farklı bir döneme girdi. Delikanlı, Sevda’nın kanına bir zehir gibi yerleşti ve ona kendini unutturdu.
Sevda, henüz aşkı tanımamış yüreğiyle kalbine yeni bir tat verme çabasıyla delikanlıya sarıldı. Ona her bakışı yüreğinden sarsıyor, her sözü güven veriyordu.
Sevda, sevginin doyumsuz açlığına kapılmıştı. Kendini zamanla aşkın büyüsüne bıraktı. Aşk, onu nereye sürmek isterse o oraya sürükleniyordu. Delikanlıya; kısa sürede bağlanışının yanlışlığını bile görmüyordu. Onu ya çok seviyordu, yada sevdiğini zannediyordu. Kısa sürede nişanlandı, o sıralarda da dört yıllık eğitimini de bitirmiş bulunuyordu. Münteha onu böyle mutlu görmeye doyamıyordu. Nişanlandıktan hemen sonra Varollardan taşındı ve yalnız oturmaya karar verdi. Sevda nişanlısıyla çok mutlu dönemler geçirdi. Ama daha sonra nişanlısı ailesiyle kavga etti ve ailesinin yanından ayrıldı. Bunu duyan Sevda ona kendi evinin kapısını açtı. Aslında bu durumdan çok hoşnut değildi, ama çok sevdiği nişanlısına arkasını dönemezdi. Artık Sevda ve Onur aynı evde, ama ayrı odalarda kalıyorlardı. Bu olaylardan Münteha’nın hiçbir haberi yoktu. Sevda arkadaşından gizli tutuyordu; çünkü bu durumdan çok rahatsızlık duyuyordu. Nişanlısı bu halinden çok memnun gözüküyor ve konuyu evden ayrılmaktan yana hiç açmıyordu. Sevda konuyu azıcık açamaya çalışsa o hemen onu susturmayı ustalıkla beceriyordu. Sevda nişanlısının ailesiyle görüştü, ama baba Nuh diyor peygamber demiyordu. Oğlunun saygısızlığını affedemiyor ve onunla barışmıyordu. Sevda nişanlısının babasından özür dilemesi gerektiğini ve babasının haklı olduğunu düşünüyordu. Her baba evladına kızar, tokat atar, ama sonra affeder, affetmeli. Nişanlısıysa babasının tokadını gururuna yediremiyor ve özür dilemeyi düşünmüyordu. Sevda aralarında kalmıştı. Bir süre sonra o da bu duruma alıştı. Artık ne delikanlı ne de Sevda ailelerinin sözünü dahi yapmıyordu. Aradan iki ay geçti. Evli bir çift gibi yaşamaya başladılar. Delikanlı bu hâlinden çok memnundu, Sevda mutlu yüzünün ardında hüzünlü bir yüz taşımaya başladı. Kendi değerlerini yitirmişti, artık o geçmişindeki yaşantısının küflü sayfalarını çürümeye yüz tutmuş yerlerinden yavaş yavaş alıyordu. Bunu yaparken çoğu zaman bilinçsiz ve duygularına yenik düşerek yapıyordu. Delikanlı, Sevda üzerinde yaptığı her hareketini doğru, yargısız buluyordu; çünkü ona göre bunlar olağan şeylerdi ve normaldi. İki sevgilinin yaşamı bir yıl böyle sürdü ve bir gün delikanlı Almanya’ya gideceğini orada iş bulduktan sonra onu da yanına alacağını söyledi. Bunları duyan Sevda olduğu yerde şoke olmuş ve hiç bir sual ve cevapta bulunmadan o gece sabaha kadar kanepenin üzerinde başı elleri arasında kendini yargıladıkça yargılamıştı. Nişanlısı onun bu durumuna çok üzüldü. O gece düşünmesine izin verdi. Sabah, onunla konuştu ve gitmesi gerektiğini, üç yıldır bunu beklediğini, ne olursa olsun dönüp onu da alacağını yemin ederek söyledi. Sevda ağzını hiç açmadı ve hiç bir eylemde bulunmadı, çünkü ne yaparsa yapsın nişanlısının gideceğini biliyordu, çünkü bunu seziyordu. Bir hafta sonra Delikanlı işlemlerini tamamladı. Artık ayrılma zamanı gelmişti, ve gitti bir gözyaşı, bir yürek titremesi, bir güven bırakmadan, arkasındaki sevgilinin acılarına hiç aldırmadan gitti.
Sevda, nişanlısı gittikten sonra gün be gün eridi. Artık kimseyle görüşmüyor evden işe, işten eve dönüyordu. Aldatılmayı gururuna yediremiyordu. Kendisini ona bir eş gibi sunmuştu, hem de içi kan ağlayarak yüreği kendisine lânetler yağdırarak, ruhuna ihanet etmişti. Yüreği vicdan azabıyla yanıyordu. Olanlara bir türlü inanmak istemiyor ve nişanlısının onu böyle yüzüstü bırakmasını affedemiyor, daha çok seviyordu. Bazen nişanlısını haklı buluyor, bazen de ne olursa olsun, beni bu şekilde bırakıp gitmemeliydi, diye düşünüyordu. Bazen de, o sadece maddi durumunu kurmak için gitmek zorundaydı, diyordu. Sevda neyi düşünürse düşünsün; yüreği yaptığı hataları kendisine gösteriyor ve düşüncelerinin de ulaştığı noktada kendini yargılamasına mani olamıyordu. Sevda geçmiş düşüncelerinden sıyrıldı yatağın üzerinde bilinçsiz bir şekilde saatlerce uzanmaya devam etti. Başı şiddetli bir ağrıya tutuldu. Yatağından kalktı, sağ tarafında bulunan komodinin çekme-cesini açtı. Kalemini, üç aydan beri sıkıntılarını yazdığı defterini ve nişanlısının kendisine, korunması için verdiği çakısını çıkardı. Bir süre yazı yazdıktan sonra ebediyete uçmanın kararını aldı. Bu kararı alırken çok düşündü, belki nişanlısı kısa süre sonra döner ve kendisini affetmesi için elinden geleni yapardı. Ama hayır bu kararı almasının sebebi delikanlının gidişi değil; kendi değerlerini düşünmeden feda etmesiydi. O hataları nasıl yapmıştı bir türlü anlayamıyordu. Sanki onları yaparken kendinde değildi ve bir güç sürekli ona o hataları yapması için destek oluyordu. Dili tutuluyor, yüreği; suçluluk aynı zamanda da mutluluk duyuyordu. Kendi elleriyle ne etmişti kendine...
- Bu vicdan azabıyla yaşayamam. Bu acı beni bitirir, beni kendime daha da rezil eder. Bu dünyayı bırakmalı... Bırakmalı!
Sevda, delirmiş gibiydi. Durmadan son cümlesini tekrarlıyordu. Üç saat boyunca aynı kelimeleri sıraladı ve delikanlının hayalini boşluk da seyretti, oysa onu ne çok seviyordu.
Bunca çektiği acıya rağmen çoğu zaman Münteha’nın yanında olmasını istemişti, kendinden utandığı için bunu ona hiç söyleyemedi. Bu akşamda onu görmeyi çok istemişti hatta Münteha telefonda görüşelim mi demesini kabul etmeyi bile aklından geçirmiş, ama hayır o güzel kızın dürüst arkadaşlığına layık değilim, diye reddetmişti. Sevda yatağın üzerinden kalktı ve mutfağa geçti. Çalan telefonun sesiyle odasına geri döndü. Telefon ahizesini kaldırmakta tereddüt etti, ısrarla çalmaya devam ediyordu, açtı, alo, diyemedi. Arayan delikanlıydı.
- Alo Sevda, benim Onur lütfen konuş...
Sevda telefonu kapattı ve fişi çekti. Yatağının üzerine oturdu, çakı hâlâ elindeydi, yüzü bembeyazdı dudakları kurumuş, çatlaktı. Kaç gündür midesi su dan başka bir gıdayı kabul etmiyordu. Onur’un araması onu daha bir sarstı ve yine bu dünyayı bırakmalı... Bırakmalı, dedi elinde ki çakıya uzun süre baktı, öptü ve bileğine dayadı.
Rüzgârlı sonbahar ayının son günün sabahındaydı Münteha mışıl mışıl uyuyordu. Dadısının onu uyandırmasıyla uyandı, saatine baktı, düşüncesine ilk takılan Sevda oldu, o geceden beri hala onu düşünüyordu. Telefon açmalıydı, sonra vazgeçti. Kim bilir belki gerçekten de Sevda’dan uzak kalması hem kendisi ve hem de arkadaşı için iyi olacaktı. Aslında içi rahat değildi, arkadaşı böyle istiyordu. İşine gitmek için yavaş yavaş hazırlanmaya koyuldu. Önce lavaboya gitti, sonra giyindi. Dadısının hazırladığı kahvaltıya isteksizce oturdu, iki lokma yedikten sonra işine gitmek için her zaman ki gibi okul yolunu tuttu. Dışarıya çıkar çıkmaz soğuk havanın temizliğini içine iyice çekti. Merdivenlerden inerken atkısıyla ağız ve burnunu örttü, saatine baktı, okula varmak için yarım saati vardı. Sabah yürüyüşünü çok sevdiğinden, yavaş yavaş yürümeyi tercih etti. On beş dakikalık yolunu bilerek uzattı, çevresini izleyerek ağır adımlarla hareket etti. Hayatı, insanları, doğayı, hayvanları kısaca evrendeki tüm canlı ve cansız varlıkları düşündü. Her şeyin bir yalandan ve anlamsız bir yaşantıdan ibaret olduğunu, kendi gerçeğinin de süreli ve Allah’ın koyduğu yasalar çerçevesinde kabul ettiğini düşündü; çünkü hiçbir şeyin kendiliğinden olamayacağını, mutlaka yapılanın bir yapıcısı olduğunu, akıl sahibi her insanın, bu durumu kabul etme zorunluluğu taşıdığını biliyordu. Bu düşüncelerle okulun bahçesine geldiğini fark etti. Tekrar saatine baktı, on dakikası daha vardı. Bahçede biraz oturmak istedi. Ruhunun ferahlamaya ihtiyacı vardı. Okulun bahçesindeki yeşillikleri izlemek ve kırmızı güllerin kokusunu içine iyice çekmek için bir bankta oturdu. Bahçeyi gözlemledi ve okula tek tek gelen öğrencileri, öğretmen arkadaşlarını izledi. Gözleri tekrar bahçedeki yeşilliklere kaydı. Bahçe gerçekten de yeşilliğiyle göz kamaştırıyordu. Dünyada tüm insan güzelliklerinin bir yana, doğanın vermiş olduğu güzelliğin de bir yana konması gerektiğini, doğanın eşsiz güzelliğinin, insanoğlunun anlık da olsa dertlerini unutturduğunu ve “ruhun sevdası acaba doğa mıdır?” Çünkü her şey dünyada eşli olarak yaratılmıştır.” diye bir söz aklına geldi. Münteha, bu olasılıklar üzerinde düşünürken toplanma zili çaldı. Düşüncelerinden kopmak istemeyerek “of!” Dedi ayağa kalktı. Kendi sırasına doğru yürüdü.
Saatler birbirini kovalarken sıkıntılarla ders vermeye çalışıyor, bir türlü konsantre olamıyordu.
Son ders saatindeydi. Dalgındı. Kendisine seslenen öğrencisinin sesiyle irkildi:
- Hocam!
Münteha, sesin geldiği tarafa baktı ve öğrencisine yanaşarak.
- Efendim.
- Sizinle ders çıkışı görüşebilir miyiz?
- Tabiî, neden olmasın, dedi. Bir süre sonra zil çaldı, okulun üst katında bulunan kantine geçtiler. Oturdukları pencere kenarından sessizce dağları izlediler. Bir müddet dağların heybetli görüntüsüne daldılar. Dağlar; öğrenciye ürperti, öğretmene ise; büyük bir ihtişam görünümü veriyordu. Kimbilir bu dağlar kaç yüzyıldır yaşıyordu ve kaç nesle hayat, ölüm sunmuştu. Her nesne kendi içinde bir giz sakladığına göre, belki dağlarda da insanoğlunun çözemediği gizler vardır. Dağlarda da yaşam var. Hem de bu yaşam, insanoğlunun yaşantısından çokta uzak bir yaşam değil. Dünya kelime itibariyle bir bütündür, aslında dünya parçalara bölünmüş dünyalardır. Dağlar, denizler ve toprak; bu kavramlar üçüz oğlanlar gibidir, üçünün de buluştuğu nokta; içlerinde canlıları barındırmaları ve tek bir ana rahminden gelmeleridir.
Münteha, dağlarla olan düşüncesini yarım bıraktı:
- Evet, şimdi konuş bakalım, seni dinliyorum, dedi.
Öğrencisi söze nasıl başlayacağını bilemiyordu. Çekingen ses tonuyla:
- Hocam, sizinle çok iyi bir tanışıklığımız ve çok uzun geçmişim olmasa da; geçen süre zarfında sizi az da olsa tanımam yeterli olmuştur diye düşünüyorum. Sizi gözlemek haddim değil, Size her baktığımda, güzel yüzünüzün çevreye mutsuz bakışlar yansıtması, beni hüzünlendiriyor. Ben okulda hemen hemen yarım günümü geçiriyorum, siz benim için bir anne ve abla değerindesiniz. Her şeyden önce hepimiz insanız ve birbirimizin derdini paylaşmalıyız. Siz eğer beni mazur görecekseniz, sizi dinlemeye hazırım.
Münteha bunu beklememenin şaşkınlığıyla:
- Beni mutlu ettin. Hüzünlü görünmeme gelince her insanın kendince sorunları var. Belki ben de sıkıntıları olanlar arasındayımdır.
- Hocam, ben, sizin iyi olmanızı istediğim için...
- Evet, seni anlıyorum, teşekkür ederim. Ama ben böyle bir konuda konuşmak ve seni de üzmek istemem. Şimdi bunları bırakalım. Ne içersin?
- Nescafe olabilir,
Öğrencisi yaptığının hata olduğunu anladı ve öğretmeninin ısmarladığı kahveyi, yüzü kızararak içmeye çalıştı. Aslında öğretmen, öğrencisinin bu tutumunu beğenmişti, ama yaşamına dair olguları anlatmaktan yana değildi. Özellik taşımayı çok seviyordu.
Karşısında mahzun bir edayla oturan öğrencisini süzdü, bakışlarını ondan ayırmak istemiyordu, çünkü onun yeşil gözlerinin içine bakmak ve içten bir gülümsemeyle, ben mutluyum, demek istiyordu. Öğrencinin kendisine bakmaması dolayısıyla, elleriyle yere bakan yüzü kaldırdı ve bir çok insandan daha mutluyum, beni düşünme ve kendini üzme. Bu sözler karşısında öğrenci öğretmeninin yüzüne baktı ve ona içtenlikle gülümsedi. Münteha’nın içi rahatlamıştı. Artık gidebilirdi.
Öğretmeninin ardından yalnız kalan öğrenci; ellerini çenesine dayayarak dağların göz alıcı görünümünü seyre daldı; ta ki amcası gelip; “Murat!” diye sesleninceye kadar.
Murat; on altı yaşında ve tekerlekli sandalyeye bağlı olarak yaşıyor. Kumral, yeşil parlak gözleri, üstün bir zekası var. Yaşı ufak; ama olduğundan olgun gösteriyor. Zekasını ise okuduğu kitaplardan alıyor. Her şeyi aldığı eğitime borçlu. Bu eğitimi de amcasından alıyordu; çünkü amcası her vakit boşluğunda yeğeninin bilgi dolu olması için elinden geleni yapıyordu.
Münteha, öğrencisine vermiş olduğu cevaptan dolayı üzgün hâlde evine yol alırken karşıdan gelen kişiyi fark etmedi çarpıştılar.
Münteha:
- Çok affedersiniz!
- Estağfurullah, lütfen kusuruma bakmayın.
Münteha, hafif gülümseme ile oradan uzaklaştı. Çarpışmış olduğu Bey’in hayali gözünün önünden gitmiyor, ruhunu ansızın vuran, volkan misali içini hoş eden, yüzü bir daha anımsamak, bir daha anımsamak istiyordu. Bu olamazdı, şimdiye kadar karşı cinse herhangi bir ilgi duymamıştı; şimdi deli yel gibi yüreğini delip geçen güzel yüzü unutamıyor ve uzaktan uzağa ruhunu gizemli bir sezgi kaplıyordu. O yüz, o ses ne nurlu, ne esrarengiz , bizim gibi insan, ama sanki bambaşka bir dünyada yaşamış bizim dünyaya yanlışlıkla düşmüş gibi. Ruhu heyecanlıydı, yolda yürüdüğünü bile unutmuştu. Bu düşüncelerle evine yaklaşmıştı. O bunu hâlâ fark etmemişti ve kapının sol tarafında bulunan palmiye ağacının dalları gözlerine batacaktı. Son anda elleriyle dalı tuttu ve dış kapıyı açmasıyla dadısı da evin kapısında belirdi.
- Hoş geldin kızım!
- Hoş bulduk Ayşe’m.
- Moralin bozuk galiba, hasta mısın?
- Hayır Ayşe’m. Sadece biraz yorgunum. Odama çıkacağım.
Odasına gelir gelmez üzerini değiştirdi ve çalışma masasına geçti. Ellerini çenesine dayayarak ruhunu ısıtan yüzün hayalini bir daha anımsamak istedi, sonra saçmaladığını düşündü. Yarım dakika gördüğü bir insanı böyle düşünmek; kendini basit hissetti. Nasıl olmuştu da yarım saatini hiç tanımadığı bir insan üzerinde yoğunlaştırıp harcamıştı. Düşündükçe buna inanmak istemedi ve kendine için için kızdı. Oysa o bugüne değin kendisine yoğun bir şekilde gelen evlilik, arkadaşlık tekliflerini hiç düşünmeden reddetmişti. Şimdiyse otuz saniye süren bir bakışı abartıyor, kendini kaptırıyordu. Bu düşüncelerinden sıyrıldı, yalnızlığına döndü. Yalnızlık onu yiyip bitiriyordu. Acıları günden güne büyüyor, yüreğinde kocaman bir dağ oluşuyor gibiydi. Bir de can arkadaşının böyle sebepsiz davranışları onu bütünüyle kahrediyordu. İki arkadaşın yaşamı hemen hemen aynı noktada birleşiyordu. Münteha da yalnız yaşamıştı çocukluğundan beri. Belki de yüreği yalnızlığa alıştığı için öyle yapıyordu. Hayat onun için çekilmez bir ızdıraptı. Yoğun yaşadığı kavram yalnızlıktı, çareler aramak istiyor. Ama yüreği bir direnişe kapı açmak istemiyordu.
Dikkati birdenbire dağıldı ve o güzel yüzün, keskin edepli bakışlarını hatırladı. Kalbi hızlı hızlı çarpmaya başladı. “Aman Allah’ım! yoksa aşk dedikleri bu mu? Hayır hayır böyle bir şey olamaz, olmamalı. İyi de ilk defa karşılaştığım bu insan kim olabilir. Okulun bahçesinde çarpıştığıma göre o kişi okula gelmiştir. Demek ki onu her zaman görebilirim. Başını ellerinin arasına aldı. Bu düşüncelerden kurtulmak istedi.
Dadısı kapısını açtı çeri girdi. Ona yemeğin hazır olduğunu, Hikmet Bey’le kendisini beklediklerini bildirdi.
- Ayşe’m, ben kaçtan beri buradayım?
- Saat ikiden beri.
- Bu olamaz şimdi saat sekiz mi?
- Evet, ne oldu? Ben senin uyumuş olacağını düşündüğüm için hiç yanına çıkmadım.
- Bir şey olmadı, sadece zamanımı boş şeylerle harcamışım da fark etmemişim. İstersen babamı bekletmeden aşağıya inelim.
Dadısı yüzünün hatlarını çirkinleştirerek:
- Hadi inelim,dedi
- Münteha dadısına sarılarak salona yemeğe indi.
- Dadısı aşağı iner inmez masada su sürahisini göremedi, mutfağa su almaya gitti. Dadı, ilerlemiş yaşıyla şişman bedeniyle ağır hareket ediyordu. Münteha tuz getirmesini de rica etti. Elinde su ve tuzla salona girerken Münteha onun kısa şişman boyuna ve beyaz tombul yüzüne bakarak içinden, ne kadar şirin ve ne kadar iyi bu güne kadar beni yalnız bırakmayan fedakâr bir dadı, şanslı olduğunu düşündü. “Ya dadım yanımda olmasaydı o zaman ne yapardım.” Benim için bir anne değerinde. Kızı ve akrabası olmadığım halde bana olağanüstü iyi davranıyor ne kadar sadık, bu yaşıma kadar benimle hiç sıkılmadan yaşadı. Beni de her kötülüğe karşı korudu. Münteha, hem düşünüyor hem de tabağındaki sebzeli mercimek çorbayı kaşıklıyordu. Sonra karşısında oturan babasına baktı. Birden iştahı kesildi. Bir süre babasına baktı. Dadısı olayı fark etti ve onu dürttü. Münteha, başını önüne eğdi. Bakışlarını babasından ayırdı, ama düşünceleri babasıyla yoğundu. Onu bir türlü anlayamıyordu. Midesi kabul etmeyerek diğer tabaktaki balık ve salatadan biraz yedi sonra:
- Size afiyet olsun. Benim başım ağrıyor, odama çıkacağım, dedi.
Dadısı:
- Kızım, bir şey yemedin tabağındakiler duruyor.
Münteha:
- Lütfen Ayşe’m ısrar etme.
Babasına baktı, sanki onu hiç duymamıştı. Yüzünü çevirdi ve odasına çıktı. Yarınki ders programını ayarladıktan sonra, radyoyu kısık bir sesle açtı. Perdeyi aralayıp dışarıya baktı. Sonra balkon kapısını açarak içerisini havalandırdı. Kalorifere baktı az bir ısısı kalmıştı. Kapıyı kapattı, Aklına Sevda geldi, acaba ne yapıyordu. Şu an yanında olsaydı ne iyi olurdu. Olanları bir türlü anlayamıyordu. Sevda’nın nişanlısından da hiç bir haber yoktu. Ne yapacağını bilemiyordu. Bu düşüncelerden kurtulmak için, eline bir kitap aldı, okumaya çalıştı. Nafile, yoğunlaşmış düşünceler dışarıdan gelen verilere kapalıydı. Gece lâmbasını kapatarak müzikle uyudu. Sabah uyanır uyanmaz kendini kahvaltıda buldu. Babası sofrada yoktu. Sormayı gerekli bulmadı. Kahvaltısını yaptı odasına çıkarken zil çaldı geri döndü ve kapıyı açtı.
- Sabah sabah neredesin baba?
- Anneni ziyaret ettim; ne zamandır gitmiyordum. Hem saat on ikiyi gösteriyor. Yoksa sen yeni mi? uyandın?
- Evet bende kendime şaşırdım. Nasıl bu kadar uyumuşum. Haber verseydin ben de gelirdim.
- Yanlış anlama kızım, anneni yalnız ziyaret etmek istedim. Sen yarın dadınla gidersin.
- Tamam baba yine de teşekkür ederim, bu açıklamayı yaptığın için, yalnız üç yıldır seninle annemi ziyarete gitmedik.
- Olur mu kızım, üç yıl olmamıştır?
- Evet baba, tam üç yıl oldu
- O zaman yarın beraber gideriz tamam mi?
- Tamam
- Ayşe’n nerede ?
- Yemek yapıyor.
- İyi, ben duş alacağım.
Babasının merdivenden yukarıya çıkışını izledi ve:
Annemin acısını biraz olsa unutabilseydin. Hepimiz ne kadar mutlu olurduk.
Mutfaktan dadısının “baban mı geldi?” sorusuyla yanına geçti.
- Evet Ayşe’m geldim.
- Nasıl görünüyor?
- Her zaman ki gibi çok hüzünlü...
- Kendisini harap ediyor. Böyle bir sevgi ile ilk karşılaşıyorum.
Münteha karşılık vermeden dadısını seyrediyordu.
Dadısı, devam etti.
- Sevgi kadar güçlü bir şey var mı? Yalnızlık kadar da acı bir şey yok dünyada...
- Evet çok doğru söylüyorsun; yalnızlık kadar acı bir şey yok.
Münteha duygulandı. Dadısının yanından ayrılmalıydı; çünkü daha fazla kalırsa ağlayacaktı. Buna müsaade etmedi. Odasına çıktı.
Münteha’nın gittiğinden habersiz olan dadı.
- Yaşam böyle ne yapalım acı denen kelime biz insanların boynunun bir kenarına yapışmış, onu sökmek boynumuzu bedenimizden ayırmak demektir. Bunun sonucunda da ölüm olacağı için çaresiz ona boyun eğmek zorundayız. Akşam yemeği için salatayı da sen yap, Münteha! Dönüp arkasına baktı. Hay Allah ne zaman gitti bu kız.
O şimdi odasındaydı boğazında hıçkırıklar düğümlenmişti. Sanki ruhunu sıkıyorlardı. Hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordu. Sessizce gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Bugün öğrendiklerinden dolayı çok hüzünlüydü.
Aşırı derecede canı sıkılıyordu, kendini bu sefer acının eline bırakmak istemedi. Kalktı, bahçeye çıktı; havaların soğuk olmasından dolayı bahçedeki yeşilliklerin bazıları kurumuş bazıları da solgun bir görünümdeydiler. Bahçe kendisine keyif vermeyince biraz yürüdü, güneş batmıştı. Minarelerden akşam ezanı okunuyordu. Münteha, mahallenin sokaklarında yalnız dolaştı. Etrafta bir o, bir de kuşlar vardı. Özgürce ve umarsızca yürüdü. Yüreğinde ki tüm sorunları boşaltmış doğanın ferahlatıcı varlığıyla doldurmuştu. Her şeye rağmen o, şimdi mutluydu eve dönmek istemiyordu. Dört duvarın arasına neden insanlar kendilerini kilitlemişlerdi ki sanki... Oysa bu eşsiz evren bırakılıp taşların arasında yaşanır mı? İnsanlar hep yanlış yapıyor diye düşündü. Evinden bayağı uzaklaşmıştı. Akşam üstü karanlığında semtine bir daha göz alıcı bakışlarla baktı. Gerçekten de oturdukları semt göz alıcıydı. Şehrin en lüks semtlerindendi. Fazla büyük olmasa da bu semtin adını duymayan yoktu. Yeşillikle dolu olması, buranın adının anılmasına yeterdi. Karanlık iyice basıncaya kadar dolaştı. Sonra eve döndü. Dadısı sofrayı hazırlamış, Hikmet Bey ile salonda televizyon izliyor-lardı. Münteha içeri girer girmez selam verdi, kendilerini beklettiği için özür diledi. Akşam yemeği sonrası Hikmet Bey odasına geçti. Ayşe Hanım iyice yaşlandığından dolayı oturmuş olduğu kanepede uyuyakalmıştı. Münteha dadısının üstünü battaniye ile örttükten sonra kendi odasına geçti. Düşüncelerinde hala babası vardı. Oysa ne eziyetler vermişti babasına, bencilce davranmıştı. Hep bana hep benim demişti. Aklı on yıl öncesine gitti. Bir Pazar günüydü ve Münteha babasının odasına girerken kapıyı çalmamıştı. Babasını o an annesinin fotoğrafını yüreğine bastırmış hüngür hüngür ağlarken görmüştü. Münteha o an hiçbir şey anlayamamıştı. Şimdi her şeyi çok iyi anlıyordu. Babası dünyanın en sadık insanıydı.
Zaman onun için yine hüsranla gidiyordu. Aslında o uzanıp zamanı durdurmak ve mutluluk kapısını çalıncaya kadar onu bırakmadan beklemek istiyordu. Onun böyle bir seçeneği yoktu ve zaman hiç bir güzel insan için böyle bir olguyu kabul etmez. Her nesne kendi yaratılış kurallarına uymak zorundadır. Zaman kavramı ona çok acı veriyordu. Çünkü zaman sabır demekti. Acılara boyun eğmekti.
Ayşe Hanım, erkenden uyandı ve kahvaltıyı hazırladıktan sonra Münteha’nın odasına çıktı.
- Kızım uyanmalısın, biliyorsun bugün anneni ziyaret edeceğiz.
- Evet Ayşe’m uyanıyorum, babam uyandı mı?
- Uyandı.
- Kızııım!
- Neden bana öyle bakıyorsun?
- Sana her baktığımda, annenin güzelliğini hatırlıyo-rum; sarı saçların siyah olsaydı annenin bir kopyası olurdun.
- Teşekkür ederim Ayşe’m. Bana ilk defa “güzelsin,” dediğinin farkında mısın?
- Sana sözlü olarak söylemedim, bakışlarımla fark ettirmeye çalıştım.
- Bazen seni anlamıyorum. Neyse kahvaltı hazırsa aşağıya inelim.
Dadısı omuz silkerek, “hazır Hanımefendi.” dedi.
Kahvaltı yapıldı; hemen ardından evin işlerini toparladılar ve yola koyuldular. Yol boyunca hiçbir konuşma olmadı. Zaten Hikmet Bey’in ciddiyeti, ortamın gergin oluşuna yeterdi. Nihayet iki saatlik yol, kısa sürede bitti. Araba uygun bir yere park edildikten sonra, mezarlığın kapısından içeriye girildi. Münteha’nın içi ürperdi; mezarlığa her gelişinde gözünün görmek istemediği, yüreğinin gördüğü mezar taşındaki söz onu meşgul ediyordu. "Dünya bir gün bize haydi dışarı diyecek. O bizi dışarıya koymadan, biz onun aşkından vazgeçelim"
Bu söz, Münteha’nın beyninde uçurumlar açıyordu.
- Ayşe’m!
- Efendim kızım.
- Çok korkutuyor beni bu mezarlıklar, bir gün hepimiz şu toprağın altına gireceğiz belki dar, karanlık ve kötü olacak. Biz insanlar çok çaresiz ve aciziz.
- Evet, ölüm biz insanlar için büyük bir sabır. Ölümden hem korkulmalı hem de mutlu olunmalı. Aslında ölüm bir tutkudur, gerçeklere varma olgusudur. Güneşsiz bir dünya nasıl tatsızsa, ölümsüz bir insan da ölüm gerçeği ile mutludur. Ama bunu o bilmez. Bu realite insan yaşamının anasıdır. Ölüm ne kadar itici gelirse gelsin, gerçekler tercihimdir. Şuna da inanıyorum ki yaratıcı bütün varlıklar için adil ve merhametlidir. O yüzden ölüm den korkmamamız gerekiyor.
- Ne bilgince konuştun Ayşe’m. Senin böyle güzel konuşmaların da mı vardı?
- Unutma ki bilgi beyindedir ve yeri geldiği zaman su gibi şırıl şırıl akar ve insanı yeşertir.
Münteha işi espriye dökerek:
- Vay canına konuşmaya bak, bunlar sende mi gizliydi?Dadısı ciddiyetle tabii dercesine başını salladı.
Konuşmalara katılmayan Hikmet Bey, yüreğinin daraldığını hissetti. Sanki Neslin’i onu bekliyordu. Heyecanlandı. Bunun gerçek olduğunu tahayyül etti. O kadar dalmıştı ki kızının sesini bile duymuyordu. Münteha ısrarla ikinci bir tekrarda bulundu.
- Baba, baba beni duymuyor musun?
- Duydum kızım, konuş.
- Baksana mezarlıktaki ağaçlar bile farklı.
- Nasıl yani?
- Sanki ölüler için sonsuz bir saygıya boyunlarını bükmüşler? Dimdik ayaktalar, yürekleri ise toprak altında yatan insanlarla birleşmiş gibi...
- Hikmet Bey kızına cevap vermeden mezarlığın sakin, haşmetli havasında ilerledi. Ayşe Hanım; şişman kısa boyuyla başını kaldırmış selvi ağaçlarının, uzunluğuna bakıyordu. Selvi ağaçları mezarlığın bütününü kaplamıştı. İçeriye çok az güneş giriyordu. Sonra yaşlanmış yüreğine bir hüzün çöktü. Bir gün gelecek o da böyle toprak altına yatacaktı. Onu da böyle ziyaret edeceklerdi. Yerinin güzelliği için başkaları da dua edeceklerdi. Yolun sonuna geldiğini biliyordu. Yüreği, mezarlığın için de oturup her şeyin en kudretlisine; ağlamak, yalvarışlar da bulunmak istedi. Bu yalvarma canını almaması için değil, Rabbine yoğunlaşmış sevgisinden kaynaklanacaktı. Bunu yapmadı yüreğinin yalvarışa aç ağzını kapattı ve duygularını yenmeyi başardı. Sevgiler göndermeyi ihmal etmedi. Yüreğinden sessizce yalvardı ve küçük ela gözlerinden gizlice nisan yağmuru gibi yumuşak, sakin gözyaşları aktı.
Hikmet Bey önde, onun akabinde Münteha ve dadısı konuşmadan yürümelerine devam ediyorlardı. Üçünün de yürekleri hüzünlüydü. Karmaşık düşüncelerle Neslin Hanımın mezarlığına gelmişlerdi. Ellerindeki çiçekleri özenle koydular. Hikmet Bey, sadece kırmızı bir gül getirmişti.
Birer Fatiha okudular, Ayşe Hanım, Yasin -i Şerif okumaya başlarken etrafı; dinlendirici, eşi benzeri olmayan, mükemmel bir lisan kapladı ve düşünceler bir noktada odaklandı. Ne kadar gizemli olursa olsun Kur’an-ı Kerim, okunduğu zaman anlatılması imkansız duygular hissettirir insana. Bu düşünce inkarcılar üzerinde bile fark edilebilir özelliktedir. Kabul edilmeli ki Kur’an-ı Kerim insan üstü bir kavramdır.
Münteha:
- Ne muazzam, Arapça okunuşun da bile çekicilik, farklılık var.
Hikmet Bey:
- Evet etkileyici. Bitti mi Ayşe Hanım?
- Son duayı da yapayım .
Son bir defa daha Fatiha okunduktan sonra,
Hikmet Bey, kızına yöneldi:
- Biraz daha duada bulunmak istiyorum. Siz gidin ben birazdan dönerim.
- Nasıl istersen. Annesinin başucundan öperek dadısıyla oradan ayrıldı. Hikmet Bey, oturduğu yerden kalktı. mezarın başucuna yanaştı, başını üstüne koyup dilinden şu cümleler dökülmeye başladı.
Merhaba sevgili, işte buradayım, yine seninle ve hep seninle olma arzusuyla şunu bilmeni istiyorum, benim yüreğimin içinde yeniden dirilmiş bir varlıksın. Benim için her zaman var olacak bir umutsun...
Kaybolmayan, eksilmeyen, bir sevdayla seviyorum seni... Neslin’im, beni duy, kalbinde hisset eğer görüyor, hissediyorsan bir ileti gönder. Sensiz girdaptayım sensiz senli ölümlerdeyim, acı çekiyorum, tarifi yapılmaz bir acı. Biliyorum “acım” ben ölünceye kadar devam edecek...
Hikmet Bey, doyumsuz sevginin kanatları altındaydı. Kullandığı son kelimeleri bağırarak tekrarladı. Başını koyuğu mezar taşından kaldırdı. Mezara baktı. Sanki biraz önceki cansız olan bitkiler yeniden yeşermiş, capcanlı bir görünüm kazanmıştı. Sanki Neslini onu duymuş ve ona işaret göndermişti. Bütün yalvarmalarına karşı cevap gelmişti. Daralan gönlü açıldı, içindeki sancı söndü ve ellerini kendisini en iyi anlayan yaratıcısına kaldırıp şükretti.
O ne muazzam merhamet ki kendisini biçare hisseden kulunun, anlık isteğini kabule kavuşturmuştu.
Hikmet Bey, yüreği mutlu bir şekilde dua ederken Münteha ve Dadısı, yavaş yavaş mezarlığın çıkışına doğru ilerliyorlardı.
Münteha:
- Babama çok üzülüyorum.
- Ne yapabiliriz ki? Bence onu kendi haline bırakmalıyız.
- Haklısın galiba.
- Şu mezarlarda yatanlar bizim gibi yaşıyorlardı. Onlardan geriye kalan sadece anılar ve acılar...
- Ölüm işte; bazımızı korku, bazımızı hasretle kuşatmış, her iki seçenek için ölüm sabit ve gelir. Kaçışı olmayan deli bir yel gibidir. Önüne gelenin duygusuna bakmadan alıp götürür; bazılarını cennet, bazılarını cehennem diye isimlendirilen mekana...
- Cehennem kavramı tüm insanlar için mi?
- Zor bir soru sordun.Yine de cennet kavramını bildiğim kadarıyla anlatayım. Kur’an’da belirtildiğine göre Allah'ın buyurmuş olduğu emir ve yasakları hiç tereddütsüz kabul edenler cennete, kabul etmeyenlerse cehenneme...
- Müslümanlar cennete girecekler...
- Kur’an’ın açıklamasına göre böyle bilinir. Ama Allah’in affı ve merhameti çok büyük.
- O zaman Ayşe'm, Müslümanlar ölümden korkmamalı, bilâkis ona kollarımızı coşkuyla açmalıyız.
- Bazı Müslümanlar Kur’an’ı doğru tanımıyor, bu faktördeki Müslümanlar, sahih bir şekilde Allah'ın emirlerine karşı geldikleri ve yapmadıkları için, uyarıcı ayetlerle cezalandırılacakları bildiriyor.
- Bu faktör içine ben de giriyor muyum?
- Allah bilir, sen de ibadet etmeyenler arasındasın,
- Ne kadar esrarlı; üstünde gurur ve onurla yürüdüğümüz toprağa teslim edileceğimiz zaman, günahkâr insanlar için toprak; aç kalmış aslan misali koca ağzını açıp kulu yutacağı zaman, hiçbir varlık tarafından yardım gelmeksizin, bizi yavaş yavaş parçalayıp, kıyamet gününün gelip çattığı ana kadar, bize, azap üstüne azap yaşatacağıdır.
- Ölümün bir yüzü güzel; inanan ve itaat edenler için, öte ki yüzü kapkaranlık; bu da biz günahkâr kullar için. Eğer Allah bizi affetmezse vay halimize.
- Ne kadar korkunç bir yargılama ve ne kadar korkunç bir fikir. Ne kendimizi, ne de Yaratan’ı hakkıyla tanımıyoruz. Bir bilinmez tatsız yaşam çizmişiz ve bu bilinmezlik bizi nereye sürerse oraya gidiyoruz. Biz neden böyleyiz Ayşe'm? Neden ilim tüm insanlar tarafından araştırılmıyor? Neden yaşamımızı bir çok değersiz kavramlarla meşgul ediyor ve değerli zamanımızı öldürüyoruz?
- Biz insanlar gamsızız.
- Of! Ne kötü seçimler yapıyoruz.
Mezarlığın dışına çıktıkları zaman Münteha, dönüp mezarlığın ölümün mat rengiyle nasıl birleşmiş olduğuna baktı ve dadısına, işte insan ve yalan, gerçek ve gerçeksizliğin sembolü mezarlık, her şey ama her gerçek burada gizli; anlamak için akıllıca bir bakış ile bakmak yeterli. Bu yaşıma kadar uzak kaldığım yaradandan özür diliyor ve bundan sonra kurduğu mizanı tanımaya, emrettiklerini uygulamaya çalışacağım. Annemin paha biçilmez kitaplarını yarından itibaren depodan alıp, odama taşıyacağım.
Dadısının şişman beyaz yüzünde şaşkınlık, sevinç farklı hâllere bürünüp ağlamasına sebep oldu.
- Niçin ağlıyorsun ?
- Sevinçten,
- Bu konu için benimle çok uğraştın. İnsanın ne olacağı belli olmuyor.
- Örtülü halin çok güzel
- Her şey güzel olacağı için değil, olması gerektiği için yapılması lazım ben de henüz gerekliliğini bilmediğim için başörtüye sempati duymam mantıksız geliyor.
- Beni yanlış anlama şimdi kapanmam hemen sonrasında açılman demektir. Pembe tenine beyaz dantelli örtü çok yakıştığı için söyledim.
- Münteha başına yarım yamalak bağlamış olduğu örtüyü çıkarıp çantasına koydu ve arabaya geçip oturdular. Aradan geçen uzun süreden sonra Hikmet Bey, gelmeyince Münteha:
- Babam nerede kaldı. Gidip bakayım mı acaba?
- Hayır kızım, onu rahat bırak. Eminim ki şimdi çok duyguludur.
- Haklısın da Ayşe'm; yine de tedirgin oluyorum. Her neyse beş dakika daha bekleyelim, gelmezse gidip bakacağım.
- Bak geliyor.
Hikmet Bey, yılların acısını üzerinde taşıyan, yıllara yenik düşen, sevdalı yüreğiyle yaşlı bir adamı canlandırıyordu. Halsiz vakurlu ve mezarlıkları hiç terk etmemecesine bir izlenim taşıyordu bedeninde. Arabaya sessizce bindi. Anahtarı taktı, vitesi çevirdi, Kuş gibi uçup gitti ve dünyada yaşanmışlığın bir günü daha Varol ailesinin yaşamındaki çile olgusunun dolu dolu geçmesine şahid oldu melekler.
Pazartesi sabahı Münteha, saat yedide heyecanla kalktı, üzerine fazla dar olmayan mavi kot pantolonunu, üstüne de lacivert bir kazak giydi. Ayaklarına beyaz, topuklu terliğini giydikten sonra mutfağa indi. Ocağa çay koydu. Dadısı ve babası uyanıncaya kadar odasının düzeninde farklı değişiklikler yapmaya çalıştı. Kitaplığı yatağının arka tarafındaki kitaplığı sağ tarafına aldı, kapıdan girince göze ilk çarpan o olacaktı. Ondan sonra; çalışma masasını da kitaplığının ön kısmına hafif aralık bırakarak çekti. Masanın ve kitaplığının altında tekerlekler bulunmasından dolayı işini kolayca yapabiliyordu. Geride kalan gardırop ve yatağın yeri güzel olduğundan, değişiklik yapmadı. Münteha'nın yapmış olduğu gürültü ile uyanan Dadısı, odasına geldi.
- Ne yapıyorsun kızım? Böyle ağır eşyaları tek başına yerinden oynatıyorsun, anlamıyorum!
- Sırtımda taşımıyorum ki bak ayaklarına, onları sürerek buralara çektim.
- İyi de ne gereği vardı tek başına yapmanın. Haber verseydin ben de yardım ederdim.
- Her neyse, sen benim hazırladığım çaya bak.
Dokuza doğru Hikmet Bey’in uyanmasıyla kahvaltı yapıldı. Ardından depoya geçtiler. Neslin Hanım’dan yadigar kalan iki yüzden fazla kitabı hak etmedikleri yerlerinden aldılar odaya taşıdılar. Annesinin kitapları rafını doldurdu. Temizlik işleri bittikten sonra dadısından, kendisini yalnız bırakmasını istedi. Dadısı gittikten sonra yorulduğunu hissedip yatağına uzandı, dinlenmek için uyumaya çalıştı. Yeni fikirler beyninde heyecanlar yaratıyordu. Uzanmış olduğu yatağından kalkarak kitaplara baktı, onların iç dünyasını iyi bilen Münteha, kitap isimlerine bakarak kendisini temelden yetiştirecek kavramlar aradı. İsminden ilgiyle yaklaştığı bir kitabı alıp okumaya başladı...
Aylar sonrası Münteha'nın fikir dünyasında, önemli değişmeler ve kaygılar oldu. Kitaplardan aldığı yalın fikirler, düşünce dünyasında çelişkiler de yarattı. Din gerçeğini daha iyi öğrenebilmek için daha fazla bilgi alması gerekiyordu. O yüzden farklı fikirli kitaplar alıp onları da kısa sürede okudu. Ama hedefine hâlâ ulaşamamıştı. Münteha, önüne fikir dünyasından türlü türlü bir sofra sermişti, bu türlü sofranın içinde ilgisini en fazla çekeni, gerçeklere yakın, aklına yakın geleni tereddütsüz doğduğu günden beri kabul etmişti. Bu kuralları bilmediği için bugüne kadar yaşamında tatbik etmemişti. Doğduğu günden beri ismi ile kendi yaşamında varlığını sürdüren dinini şimdi de tatbik etmiyordu. O, inancını şimdi sadece beyninde tatbik ederek; yani dinin iç dünyasını daha iyi bilerek beyninde yaşıyordu. Evet, din ilk önce beyinde yaşar, ondan sonra ellere, ayaklara, gözlere kısacası tüm bedende hükmünü sürer. Din, Münteha'nın bedeninde yaşama hükmünü zamana bırakıyordu. Çünkü din, Münteha'nın beyninde; yani beynin annesinin karnındaydı. Şimdi doğması, aklın ve bilginin büyümesi için; okumaya, bedene geçmesi için de; fikrin aydınlanmasına, zamana ve kabule ihtiyaç vardı. Yoğun olarak elinden kitapları bırakmadı. Yeni öğrendiği fikirler, okul yaşantısında, öğretmen arkadaşlarıyla sürekli tartışmalara sebep oluyordu.
Münteha’ya göre; Hangi yolu seçersek seçelim bize gelen verileri çevreye bildirmek, müzakere etmek, insan yaşamının kurallarındandır. O da yaşamın kurallarını daha iyi uygulayabilmek için düşüncelerini paylaşıyordu. Bunu yaparken de olumlu veya olumsuzu düşünmüyordu. O, aynı zamanda insan düşüncesinin yelpazesini de araştırıyordu. Karşısındaki insanlar aynı anlayış ile yaklaşmıyorlardı. Bunu fark ettikten sonra artık düşüncelerini kendisini anlayabilene açacaktı.
“Yolun doğrusunu göstermek Allah’a aittir. Eğri yol da vardır. Eğer isteseydi hepinizi doğru yola iletirdi.” (Nahl suresi, 9. ayet)
Elinden kitabı bıraktı. Ayetin muhtevasını düşündü. Şüphesiz ki Allah isteseydi hepimizi doğru yola iletirdi; fakat o bize farklı bir sistemle,aklımızla doğru yolu bulmamızı istiyor. Ne adil ve özgürce bir yol sunmuş. Tamamen objektif bir yaklaşım. Hem hükmünü belirtiyor özgür bırakıyor. Kitabın diğer bölümlerine baktı.
“Her insanın boynuna amelini dolarız. Kıyamet günü, onun için ortaya konacak bir kitap çıkarırız.” (İsra suresi, 13. ayet.)
Münteha’nın yüreği ürperdi. “Ey Rabbimiz sen bizi affet.” diye dua ettikten sonra diğer ayetlere geçti.
“Kitabını oku, bugün kendi kendine yetersin.” (İsra suresi, 14. ayet)
Münteha, okudukça ferahlıyor ve Rabbine olan saygı ve sevgisi daha bir yoğunlaşıyordu. Bu güne kadar bilinçsiz yaşadığı günlere lanetler yağdırdı. Bu kadar gerçek ve güzel olan Kur’an-ı Kerim’den nasıl olmuştu da uzak yaşamıştı. Bir türlü anlam veremiyordu. Allah’a gerektiği gibi şükür etmeyi bile bilmiyordu. İbadetten, Allah’a kulluk borcundan çok müsrif yaşamıştı. Dininin ne kadar saygın temellerle kurulduğunu yüreği geç anlamıştı, artık gam yemezdi. Doğru yolunu bulmuştu, dünya yıkılsa bırakmayacaktı. Annesini şimdi daha iyi anlayabiliyordu. Münteha, düşüncelerine dalmışken da-dısı aşağıdan ona sesleniyordu.
- Geliyorum Ayşe’m.
Oturduğu çalışma masasından kalktı, üzerine açık mavi hırkasını giyindi. Mutfağa dadısının yardımına gitti. Öğle yemeğini beraber yaptılar. Bugün ikisi de evde yalnızdı. Hikmet bey, iş yoğunluğundan tatil günün de bile çalışıyordu. Mutfak soğuk olduğundan yemeği salondaki masaya kurdular.
Bugünkü yemekleri kıstırma, yanında cacık ve pirinç pilavıydı. Bu yemekler Münteha’nın en çok sevdiği türlerdi. Yüreği rahat şekilde yemek yedi.
- Eline sağlık her zaman ki gibi çok güzel olmuş.
- Ama beraber yaptık.
- O zaman benim elime de sağlık.
- Hadi masayı toplayalım.
- Hayır Ayşe’m seninle biraz konuşalım
- Buyur sultan hazretleri
- Sen iyice yaşlandın. Seni çok seviyorum ve senin için korkuyorum. Ev işleri için bir yardımcı almak istiyorum.
- Olur alırsın o zaman da ben bu evden giderim.
- Neden bu kadar inatçısın, hem sen bu eve dadı olarak gelmiştin. Evin işlerini yapmak için değil.
- Sen büyüdüğüne göre benim de dadılık fonksiyonum bitmiş demektir. Senin için olmasa çoktan giderdim bu evden.
- O halde!.. Ben senin rahat olmanı istiyorum. Lütfen beni anla!
- Seni anlayamam, hiç kimsenin minneti altında karşılıksız olarak yaşayamam. Lütfen bu konuyu bir daha hiç açmamak üzere kapatalım.
- Pekiyi, nasıl istersen!
- Sen odana çık ben bulaşıkları yıkar, çayı hazırlarım Sonrada karşılıklı içeriz.
- Ahh! Ayşe’m bildiğinden caymıyorsun? Başkasının fikrini kabul etmiyorsun. Madem sen kendi yasalarından caymıyorsun, o hâlde ben de sana kendi yeni yasalarımı tanıtayım, Bu evin bütün işlerini ikimiz beraber yapacağız. Şu dakikadan sonra hiçbir itiraz istemiyorum.
- Anlaşıldı Yargıç Hanım!
Münteha annesi gibi benimsediği dadısına toz kondurmak istemiyordu. Zaten yaşlı kadın şişmanlığından dolayı işleri zor yapıyordu. Bunları düşündükçe kendisini zalim hissetti. Yaşlı bir kadının kendisine hizmet etmesi onu yerin dibine geçiriyordu. Vicdanı sızlıyordu her yemek yediğinde ve elbiselerini değiştirdiğinde. Üç yıldan beri uğraşıyordu eve bir yardımcı almaya, bir türlü başarılı olamıyordu. Münteha, bulaşıklarını yıkadıktan sonra dadısı namaz kılmış mı diye bakmaya gitti. Gitmeden önce ocağa çay koydu Dadısının odasına baktı, yoktu, seslendi hiçbir ses alamadı. Yüreği titreyerek, banyoya bakmaya gitti.
- Nereye gitti?
Aklına bahçeye geldi.
- Evet kesin sen güz güllerinle sohbete dalmışsındır.
Düşüncesinde haklı çıktı; çünkü dadısını bulamadığı vakit onu güllerle konuşurken yakalardı. Evin arka kapısından bahçeye indi. Dadısı her zaman olduğu yerdeydi, hiç ses çıkarmadan biraz yaklaştı. Hiç yapmadığı davranışı şimdi yapıyordu.
Dadısı:
- Beni boşuna dinleme çünkü geldiğini duydum.
- Nereden duydun?
- Kurumuş çimenlerin hışırtısından.
Bunları söylerken, arkasına dönüktü.
- Bana kızdın mı?
- Hayır, bana yaptığın için sana kızmıyorum; başkasına yaparsan bunu sana yakıştıramam.
- Affedersin.
- Önemli değil. Belki sende haklısındır. Merak ediyorsun değil mi? Dur şöyle bir döneyim de senin güzel yüzünü göreyim. Güllerle konuşmamın bir anlamı var. Benim sevgili annem gül ağacının yanında son nefesini verdi.
- Nasıl yani?
- O da benim gibi güllerle konuşurmuş. Gülleri çok severmiş. Ama ömrünce babam ona bir gül bile armağan etmemiş. Annemle babamın evlenmesi; babamın rızasıyla değilmiş. Bir başkasını seviyormuş. Sevdiği bir başkasıyla evlenince, babam da annemle evlenmiş. Ama bu gönüllü bir evlilik değilmiş. Dedem babamı zorla evlendirmiş.
- Çok üzüldüm, demek sık sık güllerle konuşmanın sırrı buydu. Kendini üzme lütfen, olunan olmuştur. Bunu şimdi yaşatman sana sadece acı verir. Ben de bunun farkındayım. Böyle yaparak annemin sıcaklığını hissediyorum. Canım Ayşe’m, lütfen bunu bir daha yapma. Yapmaya devam edersen daha çok acı çekeceksin. Lütfen kalk içeriye gecelim. Dadısı kalktı ve Münteha’nın koluna girerek içeriye girdiler.
Münteha çayı hazırladı ve salona geçti. Dadısı pencere kenarındaki koltukta oturmuştu. Münteha da onun yanına. Kaldıkları yerden devam ettiler.
Dadısı:
Ben böyle yaşamaya alıştım.
- Mutlaka alışmışsındır; ama sen farkına varmadan bu sağlığına çok zarar vermiş durumda.
- Kızım kaç yıl oldu, lütfen uğraşma bu saatten sonra değişmek istemiyorum. Hem anlamıyor musun? Bu durumdan oldukça rahatlık duyuyorum. Beni mutlu ediyor.
Münteha, dadısına sarıldı:
- Tamam sen bilirsin. Çay soğumak üzere bardakları doldurmamı ister misin?
- Evet iyi olur.
Sehpanın üzerinde bulunan tepsiyi kendisine yaklaştırdı ve bardakları koyu çaylarla doldurdu. Dadısına sunarken her hareketi ince ve kibardı. Dadısı keki geri çevirdi; çünkü fazla kiloları onu rahatsız etmeye başlamıştı. Münteha da kekten almadı. Ayşe Hanım, çayı yudumlarken gözlerini Münteha dan sürekli kaçırdı ve sürekli dışarıyı izledi. Üzgün olduğu zamanlar on’un gözlerine bakmaya cesaret edemiyordu. Bardağında kalan çayı yudumladı ve namaz için abdest tazelemeye gitti. Yalnız kalan Münteha da kendisinin de artık namaza başlaması gerektiğini biliyordu. İçinde ki ses hayır bu vakit başlama diyor, öteki ses; hiçbir işini geleceğe bırakma, unutma önemli olan şimdi içinde yaşadığın andır.
- Evet önemli olan benim şu dakikada var olduğum zamandır. Kalktı, “boy abdesti almam, ardından da namaza başlamam gerekir,”dedi. Besmele çekti ve odasına oradan da banyoya geçti.
Münteha, namaz surelerini çok iyi bilmemekle beraber yine de namaz kıldı. Ardından da namaz dualarını içeren bir kitap almak için kırtasiyeye gitmeye karar verdi. Ayşe’sine haber verdikten sonra üstünü giyindi ve yola çıktı.
- Bir saat sonra, istediği kitabı almış olarak eve döndü. Bu mutlu haberi dadısına açıklamanın zamanı gelmişti.
- Bak ne aldım.
- Bana mı aldın?
- Senin buna gereksinimin var mı?
- Iıı hayır, çünkü ben bu duaların hepsini ezberlemiş durumdayım.
- O zaman tahmin et bakalım.
- Bana almışsındır.
- Hayır bunu kendim için aldım; çünkü artık ben de namaza başladım.
- Ne diyorsun(!?) Ahh! Kızııım, canıım beni ne mutlu ettin; anlatamam anlatamam!
Dadısını ilk defa böyle sevinçli gördüğüne çok şaşırdı ve namazın değerliliğini bir daha iyi anladı
Münteha iki günlük tatilden sonra işe gitmek için altı buçuk da kalktı.
Genel temizliğini yaptıktan sonra giyinmek için elbise dolabının ağzını açtı. Bir süre ne giyeceğine karar veremedi Sonra siyah takımında karar kıldı. Siyah takımın altı pantolondan ibaretti. İçine ilk önce “beyaz gömlek olsun” diye düşündü; ama bordolu renkteki gömleği tercih etti. Aynanın karşısına geçti. Sarı saçlarını yukarda dağınık bir şekilde topladı. Kendisini beğeniyle izledi. Kıyafetler üzerindeki uyumdan dolayı kendine övgüler yağdırdı. Münteha'nın en özel zevki; giyimdi .Giyime bir bayan olarak elinden geldiğince dikkat etmeye çalışıyordu. Onun için, bir bayanın dış temizliği elbette ki sadece giyim değildi. Bir bayanın ön planda tutacağı ilk temizlik, dişlerde başlar, ayak tırnaklarındaki temizliğe kadar sürer. Münteha bunlara özenle dikkat ediyordu. Kendisine her gün gelen süslü sözlerden de bu durum açıkça fark ediliyordu. Bu ayrıcalık her bayanın hoşuna gideceği gibi bayan arkadaşları tarafından, elle gösteriliyor olmak da ona ayrı bir hoşnutluk veriyordu. Münteha, giyimde fazlasıyla israfa gidiyordu. Bu davranışını bazen kendisinde kusur gibi görüyor olsa da; kendini beğenmek veya beğenilmek, başkalarının arasında farklı olmak zevki, bu kusurunu bir kenara atmasına yetiyordu. Üzerini giyindi, mutfağa kahvaltı yapmaya indi.
Dadısı sordu:
- Ne o? Bugün geceliklerin üzerinde değil.
- Bundan sonra böyle. Sofra adabına uymalıyım. Yatak kıyafeti ayrı olmalı.
- Aferin sana. Son zamanlardaki uygunluğun çok hoşuma gidiyor.
- Ne gibi?
- Bu halin gibi veya makyajı çok az yapman gibi.
- Ama ben zaten makyajda ileriye gitmiyordum .
- Sen öyle bil.
- Aman Ayşe’m sabah sabah yine başladın.
- Eee kızım, sen de hiç eleştiriye gelemiyorsun.
- Neyse, boş ver, otur da kahvaltı yapalım.
Dadısı, cevap vermeden ocaktan çaydanlığı aldı, çayları doldurdu ve masaya oturdu. Beraber kahvaltı yaptılar. Sonra Ayşe Hanım, canından öte, sevimli sarı kızını, işine göndermek için bahçe dışına kadar eşlik etti.
Münteha dışarıya çıkarken, başını göğe kaldırdı ve merhaba doğa ve doğanın tüm çocukları taşların arasından çıkarken ne denli mutlu olduğumu bilemezsiniz. Sizinle beraber olmak ve sizinle konuşmak en büyük mutluluğum.Sizi yaratan ve beni yaratan yaratıcı ne kadar muhteşem. Sen benim için bir bireyden daha yakın ve dostsun. Bunca çektiğim sıkıntılara rağmen büyüleyici havan olmasaydı inan ben iflas etmiştim. Lisanım seni övmekten aciz... Merhaba portakal ağacı seninle ne zamandır karşılaşamıyorum. Biliyor musun sen çok şanslı bir ağaçsın yaz kış demeden yemyeşilsin. Üzerine kar yağdığı zamanları anımsıyor musun? Sen o zaman bir gelin kadar narin ve bahtiyar görünüyordun. Ben o geceyi anımsıyorum. Mutfak penceresinden karın havadan süzüle süzüle raks ederek sanki sevgilisine naz eder gibi toprakla birleşmesini kıskanırcasına izledim. Evet evet samimi söylüyorum. Karı o gece ben çok kıskanmıştım. Toprağa kur yapıyordu ve bunu yaparken de hiç bir çekinme ve hiç bir hüzün duymuyordu;. Cümle aleme, ben sevgilime gidiyorum yılda en az dört beş defa bu mutluluğu yaşıyorum lütfen benden bunun hesabini sormayın der gibiydi. Sınırsız bir mutluluk yaşıyordu. Onu o gece hem çok kıskanmıştım hem de mutluluk duymuştum. Ömrüm boyunca toprağın ve karın o muhteşem buluşmasını unutamam. Sanki toprak; baba, kar da; anaydı. Çocuklar anaya, baba da sevgiliye kavuşmanın sonsuz kıvancını yaşıyorlardı. Toprak baba sizi kıskandığım için bana kızmadın öyle değil mi? Bana gülüyorsun demek ki kızmamışsın. Neden tüm insanlar sizin gibi anlayışlı ve hoşgörülü değil, yoksa insanlar kibirli mi? Yani ben kibirli miyim(?!) Hayır hayır ben insanim ama kibirli değilim! Size karşı kibirli olamam olamam!
İşte yine taşların arasına girme zamanı geldi. Sizden ayrılmak zorundayım. Beni sevdiğinize inanıyorum.
Münteha okul bahçesinden içeriye girecekti ki öğretmen arkadaşı Leyla Hanımla omuz omuza geldiler. Münteha,
- Pardon Leyla Hanım.
- Leyla Hanım’ın gözlerinden kinli olduğu anlaşılıyordu. Umursamaz bir edayla:
- Önemli değil. Bir dahaki sefere dikkatlerinizi rica ederim!
Leyla Hanım son cümlesini sesini iyice yükselterek söylemişti. Münteha’nın gururuna çok dokundu.
- Aynı dikkati ben de sizden bekliyorum. Sizinle ikinci bir tartışmaya girmeyeceğim, lütfen bu sesinizi son yükseltmeniz olsun. Bir daha ki sefere sizi tanımam.
- Çok da önemli değildi!
- Ben insanları seviyorum ve hiçbir insana gerekmedikçe sırtımı dönmem. Lütfen ben size nasılsam siz de bana öyle olun.
- Yazık ki öyle olamayacağım.
- Siz bilirsiniz, bende siz den Allah’ın selamını esirgemek zorunda kalırım.
Ve arkasına döndü solun da bulunan öğretmenler odasına girdi.
- Münteha, okul da genç olmasına rağmen çok başarılıydı. Arkadaşları tarafından beğenilen bir öğreticiydi. Yalnız Leyla Hanımla anlaşamıyordu. Çarşamba, Perşembe ve Cuma günleri İngilizce derslerine giriyordu. Diğer günlerse Leyla Hanıma aitti.
Leyla Hanım; esmer, ela gözlü, uzun saçları ve biçimli fiziğiyle hoş bir bayandı. Fikir olarak Müntehayla anlaşamıyordu. Münteha, her türlü inanca açık, Leyla Hanım ise, bir fikir üzerinde kendini odaklamış ve fikirlerini öğrenciler üzerinde yoğunlaştırıp empoze etmeye çalışıyordu. Münteha her fırsatta onunla müzakere ediyor. Herhangi bir sonuca ulaşamıyordu.
İnsanlar farklı fikirde olabilirler; ama biz, insan olarak birbirimize saygı göstermek zorundayız. Yoksa yaşantımızı tartışmalar üzerinde yoğunlaştırıp, hayatımızı zevksiz bir yaşama çeviririz.
kendisine saygısı olanın mutlaka başkasına da saygısı olur. Belirli bir uğraştan sonra insanlar anlamı-yorlarsa kendi hallerine bırakılmalı,” diye düşünüyordu. Nihayetinde onu, kendi haline bırakmaya karar verdi. Şimdi araların da kuru bir selamlaşma bile olmayacaktı. Münteha üçüncü ders sonrası fazlasıyla sıkıldığını hissederek Okul Müdürü Yusuf Bey ‘den izin almak için odasına gitti. Yusuf Bey, Münteha'nın geldiğini görünce heyecanlandı ve:
- Buyurun Münteha Hanım, bir emriniz mi vardı?
- Estağfurullah Yusuf Bey, bugün canım çok sıkkın uygun görürseniz bu ders çıkışı izin almak istiyorum.
Münteha, yaklaşık iki yıldır çalışıyordu ve üçüncü defadır izin kullanıyordu. İşine fazlasıyla bağlı olduğundan dolayı Yusuf Bey isteğini hoşgörüyle karşıladı. Yusuf Bey, aslında onu kırmaktan korktuğu içinde tereddütsüz kabul etti. Münteha'yı tanıdığı ilk günden bu yana onunla mutlu bir gelecek kurma hayalini içinde gün be gün büyüttü onu çok seviyordu, fakat konuyu nasıl açacağını bilemiyordu. Münteha'nın ciddi hareketleri, ona açılmasını engelliyordu. Çoğu zaman; uzun ve sarı saçlarını, uçuk burnunu, hafif siyah kaş ve kirpiklerini, en güzeli de fırtına gibi etkileyici mavi gözlerini ince zarif fiziğini hayalinden silemiyor ve onun hayaliyle zamanını dolu dolu yaşıyordu. Yusuf, tutkundu bu namus ve güzellik abidesi olan genç kıza...Bir türlü duygularını açığa vuramıyordu. Gerçi bazı davranışlarından Münteha bir şeyler seziyordu. Doğru bile olsa fark etmezdi. Çünkü Münteha Yusuf Bey’de bir çekicilik, farklılık hisset-miyordu.
Münteha, okulun merdivenlerinden yavaş yavaş indi yine dostuna selem verdi. Merhaba evren simdi sizinle sohbet edemeyeceğim. Çünkü bahçeyi geçer geçmez minibüse bineceğim.
Ayın on beşi geçmiş ve Münteha bankadan maaşını çekmemişti. İlk önce bankaya gitti. Sonrada giyim mağazalarını dolaştı. Aklına Sevda'yı arayıp ona uğrayacağını söylemek geldi; fakat son telefon konuşmalarında Sevda’nın kendisinden fazlasıyla uzaklaştığını fark etmişti. Bu düşüncesinden vazgeçti.
Birkaç giyim eşyası aldıktan sonra babasının yanına uğramak istedi. Bundan da vazgeçti. Çünkü babasının ona karşı olan ilgisizliği gururuna dokunuyordu. Yaklaşık bir yıldır babasının şirketine uğramıyordu. Zaten babası için bu durum fark etmiyordu. Marketten süt peynir ve zeytin aldıktan sonra eve döndü.
- Ayşe’m ben geldim evde misin?
- Hoş geldin kızım!
- Hoş bulduk.
- Ellerindekiler ne böyle? Doldurmuşsun poşetleri...
- Alış veriş yaptım.
- Neler aldın böyle ?
- Bakmak istiyorsan benimle yukarıya gelmen lâzım.
- Hayır, seninle bu sefer yukarı çıkmayacağım.
Münteha burnunu yukarıya hafif kaldırarak;
- Ben seni nasıl götüreceğimi iyi biliyorum. Dadısının kolundan tutarak onu zorla götürmeye çalıştı.
- Kızım bıktım artık! Bırak kolumu! Ayşe’si faydasız olduğunu anladı ve bak sadece on beş dakika anlaştık mı?
- Tamam anlaştık, derken çalan telefonu açmak için salona doğru yürüdü.
- Alo, buyurun.
- İyi günler.
- İyi günler, buyurun efendim.
- Münteha Varol mu?
- Evet, benim, buyurun.
- Ben komiser Kemal Atlı, lütfen hemen devlet hastanesine gelin.
- Anlayamadım?
- Korkmayın Hanımefendi, kapatmam gerekiyor, lütfen çabuk gelmeye çalışın.
Telefon ikinci bir soruya izin vermeden kapandı.
- Kim kızım?
- Komiser.
- Ne diyor?
- Bilmiyorum bana hiç bir şey söylemedi, sadece devlet hastanesine çağırdı.
- O zaman ne bekliyorsun? Hadi gidelim.
- Hayır , senin gelmene gerek yok.
Masanın üstüne bırakmış olduğu çantasını aldı .
- Ayşe’m ben sana haber veririm.
- Tamam kızım, hadi git, inşallah önemli bir şey yoktur.
- Görüşürüz hoşça kal.
- Güle güle.
Her şeyden habersiz hastane yoluna koyuldu. Yolda giderken babası aklına geldi. Acaba babası ile ilgili bir sorun olabilir miydi. İçi telaşlı ; kıpır kıpırdı. Hastaneye ulaştığında kapıda gördüğü polise:
- Lütfen bana yardımcı olur musunuz?
- Buyurun hanımefendi.
- Ben Kemal Atlı’yı... Kendisi komiser...
Cümlesini yarıda kesen güvenlik görevlisi:
- Evet şu anda morgda, ikinci katta solda. Münteha’nın içi ürperdi; ayakları ona ağır gelmeye başladı, titreye titreye ikinci kata güçlükle çıkabildi.
İkinci katta dört beş polis vardı ve biri doktorla konuşuyordu. Münteha doktorla konuşanın komiser olduğunu anladı; farklı giyinişinden, mimiklerinden ve hareketlerinden. Onlara yaklaşarak:
- Pardon, Komiser Kemal Atlı mı? diye sordu.
- Evet, buyurun benim.
- Ben Münteha Varol.
- Buyurun Hanımefendi.
- Bana hemen ne olduğunu anlatmaya başlarsanız çok iyi olacak!
- Sizi buraya teşhis için çağırdık.
- Anlayamadım!
- Evet, lütfen sizi morga alalım.
- Korkuyordu, morgun kapısından girmek istemedi; ama gerçeklerden kaçmak imkansızdı.
Komiser Kemal:
- Doktor Bey lütfen çarşafı kaldırır mısınız?
Doktor çarşafı kaldırır kaldırmaz Münteha elleriyle yüzünü kapatarak "Sevda!!! "diye bağırdı.
- Aman Allah’ım! Bu sen olamazsın!
- Sakin olun lütfen, şimdi dışarı çıkalım.
- Bakın Münteha Hanım, şu anda zamanı değil; ama size sormamız gereken sorular var.
- Neyiniz olur Sevda Hazal?
Münteha ağlayarak "arkadaşım. " dedi.
- Ne derece?
- Çok samimi, can dost derecesinde idik.
- En son ne zaman görüştünüz?
- Bir hafta önce telefonla.
- Ne konuştunuz?
- Her zaman ki gibi normal konuşmalarımız oldu, farklı bir şey konuşmadık.
- Siz mi onu aradınız?
- Evet, onunla devamlı gittiğimiz bir çay bahçesi vardı. Gidelim mi? diye sordum. O, reddetti. “Kendisini iyi hissetmediğini ve yalnız kalmak istediğini” söyledi; ben de fazla üstelemedim.
- Peki Münteha Hanım, arkadaşınızın ailesi ne zamandan beri yok?
- Bilmiyorum, ama Sevda’nın anlattığı kadarıyla iki üç yaşlarında iken Çocuk Esirgeme Kurumu’na bırakılmış.
- Ne iş yapardı?
- Edebiyat öğretmeniydi.
- Kaç yıldan beri arkadaşsınız ?
- Üniversite yıllarından beri, yaklaşık dört beş yıl oluyor.
- Bugünlük bu kadar yeter; ama yarın mutlaka emniyete gelip imzalı ifade vermeniz lâzım. Başınız sağ olsun, şimdilik gidebilirsiniz.
- Benim onu tanıdığımı nereden biliyorsunuz?.
- Oturduğu apartmanın yan komşusu sizinle arasının çok iyi olduğunu ve sizden başka bir kimsesi olmadığını anlattı, biz de telefon numaranızı öğrenip size haber verdik.
- Peki nasıl olmuş ?
- İntihar gibi görünüyor, otopsiden sonra kesin olarak niçin öldüğünü anlayabiliriz.
- Ben onun intihar edeceğine inanmıyorum; çünkü o, sevgi dolu idi, yaşamı ve insanları çok seviyordu.
Münteha hem ağlıyor hem de konuşuyordu. Olanlara inanmak istemiyordu. Sevda’nın evinin anahtarı çantasında mı diye baktı. Komisere son bir şey daha sorarak hastaneden ayrılıp Sevda’nın evine gitmeye karar verdi.
Olayları eve haber vermek için hastaneden doğruca telefon kulübesine gitti. Telefona çıkan dadısına Sevda’nın evine gideceğini ve geç geleceğini söyledi. Sonra oraya gitti. Kapıya geldiğinde polisle karşılaştı. Uzun bir uğraştan sonra içeriye girmeyi başardı. Odaları teker teker araştırmaya koyuldu. Yatak odasına en son baktı. Karyolanın üstünde Sevda’nın kanı vardı, kanlar kurumuştu.
Allah’ım, kimsesiz olmak ne acı. Ben seni kimsesiz bırakmayacağım. Belki yaşarken seninle çok iyi ilgilenemedim; can dost! Seni ölürken yalnız bırakmayacağım. Sana söz veriyorum niçin öldüğünü öğrenmek için elimden geleni yapacağım. Aklına Onur geldi pekiyi ya Onur nerede, neden ortalıklarda yok. Hemen telefona koştu ve Onur’un ailesinden nerede olduğunu sordu. Ailesi oğullarından küskün olduğu için hiçbir şeyden haberleri yoktu. Münteha olanlar karşısında neler yapacağını düşünemedi. Şaşkındı Onur nerede olabilirdi. Sandalyeye çöktü ve odanın düzenine baktı, hiçbir şey bozulmamıştı. "Herhalde polisler araştırma yapacak," diye düşündü. O yüzden eline bir mendil alarak dokunduğu yerlerde bir iz bırakmamaya çalıştı. Son olarak çekmecelere baktı, çamaşırlardan başka bir şey yoktu.
- Allah’ım hiçbir şey yok!”
Münteha’nın aradığı, Sevda’nın not defteriydi. Birden aklına gardırobun çekmecesine bakmak geldi. "Off! burada da yok," dedi. Odadan çıkmak üzereyken arkasına döndü ve karşısında Komiser Kemal’i gördü. Komiser Kemal, elindeki defteri sallayarak, “Bunu mu arıyordunuz? Münteha Hanım," Münteha bir anda neye uğradığını anlayamadan:
- Siz ne zamandan beri buradasınız? diyebildi.
- Sizden önce geldim, içeriye birisinin girdiğini duyunca ne olur ne olmaz diye banyoya gizlendim.
- Siz ne dediğinizin farkında mısınız?
- Gayet tabiî, buraya niçin geldiniz Hanımefendi?
Komiserin ses tonu çok sert ve yargılayıcıydı.
- Size dediğim gibi o benim en yakın arkadaşımdı ve niçin öldüğünü öğrenmek en tabiî hakkımdır.
Komiser dalga geçer bir ses tonuyla:
- Bunun sizin göreviniz olduğunu bilmiyordum(!)
Münteha ince ve düzgün kaşlarını çatarak:
- Siz, lütfen biraz daha açık konuşur musunuz? Hem o elinizdeki defter neyin nesi oluyor?
- Elimdeki defterin kime ait olduğunu bilmeyecek kadar saf olamazsınız?
Münteha biraz çekinerek:
- Pardon, evet biliyorum; o defter Sevda’ya ait
- Amacınız ne, niye bu defteri arıyorsunuz?
- Size söylemedim. Son konuşmamızda bana bir şeyler anlatmaya çalışmıştı; ama ben anlayamamıştım.
- Ne demişti?
- Dünyadan bıktığını ve kendisini çok çaresiz hissettiğini anlattı ve eğer çaresizliği devam ederse buna dayanamayacağını, her şeyden kurtulmak istediğini söyledi. Bir buçuk yıl oluyor onunla hemen hemen hiç görüşemedim. Kaç defa evine geldim o bana evinin kapısını bile açmıyordu. Nişanlandığından beri çok değişmişti. Sanki o gitmiş ve yerine bambaşka bir insan gelmişti.
- Sevda Hanım nişanlı mıydı?
- Evet siz bunu bilmiyor musunuz?
- Hayır bilmiyordum. Pekiyi nişanlısı nerede, neden hiç ortalıklarda gözükmüyor?
- Bilemiyorum dedim ya arkadaşımla son bir yıldır görüşemiyordum. Sadece işyerine gidip görebiliyordum. Oda beni iki üç defa ziyaret etti, çok mutlu görünüyordu. En son onu ben aradım o görüşmek istemeyince ben de bir daha onu aramadım.
- Neyse Münteha Hanım nişanlı olduğunu öğrenmemiz çok iyi oldu. Ayrıca arkadaşınız kanaatimce kesin olarak intihar etmiş.
- Nereden biliyorsunuz?
- Not defterine ölmeden önce yazmış; ama niçin ölmek istediğini yazmamış. Defterin kendisinin ölümünden sonra yalnız size verilmesini de not almış. Alın bakın defterin son kısmında yazılı.
Münteha, defteri alırken gözlerinde zorla duran gözyaşlarına mani olamadı ve yaşlar, çeşme misali akmaya başladı. Komiser ne yapacağını bilemedi bu tür durumlarla çok karşılaşmıştı bir türlü insanları teselli etmeyi öğrenememişti. Bu yüzden de çok zalim görünüyordu. İnsanların ağlamalarına karşı yaptığı tek şey onları izlemekti. Belki de bu gibi durumlarda yapılması gereken sükût idi.
Komiser, görevinde tecrübeli ve başarılı bir isimdi. Kırk yaşlarında hafif ak saçlarıyla, esmer tenli, sert mizaçlı ve uzun boyluydu. Münteha defteri usulca açtı. Son sayfasına baktı. Büyük harflerle “sadece Münteha okusun” yazıyordu. Kalbinin artık bu acıya dayanamayacağını hissetti. Komisere: "Ben artık gitmeliyim, defter bende kalabilir öyle değil mi?" diye sordu. Komiser: "Evet, sizde kalabilir; yalnız size şu anda veremem daha sonra gönderirim. Ben defteri karıştırdım sizi her zaman hüzünlendirecek yazılar var.
- Olsun arkadaşımın emanetine sahip çıkmalıyım. İlginizden dolayı teşekkür ederim. Çıkacaksanız beraber inelim.
- Hayır, gerçekleri az da olsa öğrendiğime göre benim araştırmam şimdilik gereksiz; fakat ben diğer arkadaşlara haber verip gerekeni yapmaları için biraz daha kalacağım. Tekrar başınız sağ olsun.
- Sağ olun, iyi çalışmalar, dedi ve gözyaşlarını silerek binayı terk etti. Minibüs beklerken hâlâ olanları kabul edemiyordu. Yüreği daraldı, gözleri karardı ve olduğu yerde yığıldı, çevredekiler tarafından uygun bir yere taşındı. Bir süre sonra Münteha, mırıldanarak kendisine gelebildi:
- Ne oldu bana? diye sordu başında duran bir esnafa.
- Bir şeyiniz yok sadece bayılmışsınız.
- Kusuruma bakmayın lütfen, sizleri de rahatsız ettim. İşyeri sahibi:
- Estağfurullah siz şimdi iyisiniz ya?
- Evet, iyiyim, ben gitmeliyim.
- Emin misiniz?
Münteha "Evet" yanıtını verdi. Gitmek için ayağa kalktı. Sonra vazgeçti, en iyisi babasına telefon açıp gelip kendisini almasını istemekti.
- Pardon telefonunuzu kullanabilir miyim?
- Tabiî buyurun.
Aradan iki hafta geçmesine rağmen Münteha, hâlâ kendini toparlayamıyordu. Sevda’nın cenaze işleriyle bizzat kendisi ve babası ilgilendi. Bu arada Sevda’nın nişanlısı Onur’dan hiç ses seda çıkmaması Münteha’nın dikkatini çekmişti. Onur’un nerede olduğunu araştırdı; ama sanki yer yarılmış ve Onur arasına girmişti. Münteha Onur’un Almanya’ya gittiğinden, olup bitenlerden hiçbir haberi yoktu.
Ã
O |
cak ayının ortalarıydı Hikmet Bey; kızının okuduğu dönemlerde ki yalnızlığını anımsıyordu. Koskocaman evde tek başına yıllarca yaşamıştı. Kızının yaz tatilinde evine dönmesini hep sabırsızlıkla beklemiş, ama heyecanını ve sevgisini kızına belli ettirmemeye de çalışmıştı. Belki de o cehennem yıllar, onu böyle yalnızlığa itmişti ve belki de küçücük kızını kendinden uzaklaştırmanın vicdan azabıydı onu bu hala getiren. Kızının gözlerindeki hüznü gördükçe kahroluyordu. Ona iyimser yaklaşımlarda bulunamıyordu. Nedenini çoğu kez kendine sormuştu, ulaştığı noktada yüreğinin acizliğini duymuştu. Çoğu gecelerde Münteha’nın telefonda titreyen sesi; baba seni çok özledim, sözleri yüreğini kanatırcasına acı vermişti. Onu hep kulak ardı etti ve hala da ediyordu. Düşündükçe gözleri gözyaşı doldu ve eşi üzerinde yoğunlaştı. İçin için Neslin’ini düşündü. Odasının her noktasında o vardı. Ruhunun ve yüreğinin içinde sanki hapsolmuş gibi, amansız bir hapsolma, kurtuluşu olmayan koca bir günah gibi... Karısına duyduğu özlem onu yiyip bitiriyordu. Hikmet Bey evlendiği dokuzuncu yılın sabahını anımsadı. Neslin’inin sırma saçlarının bolca döküldüğü o lânet olasıca cumartesi sabahını. Neslin’i daha uyuyordu saçlarının amansızca döküldüğünden bile habersizdi. O uyanmadan saçları toplamış ve hemen akabinde soluğu hastanede bulmuştu. Yapılan tetkiklerden sonra kan kanseri olduğu anlaşılmıştı. Bir an da dünya başına yıkılmıştı tıpkı şu an olduğu gibi...
Neslin’iyle tam on bir yıl geçirmişti bu odada; levhalar, özellikle kendisinin Neslin’ine hediye ettiği çiçekleri Neslin Hanım büyük özenle kurutup hepsini gümüş bir vazonun içine yerleştirmişti ve öbür dünyaya göçtüğünden beri hâlâ koyulduğu gün gibi yerli yerinde duruyordu. Neslin Hanımın bir de çok sevdiği üstü gümüş kaplamalı ev terliğini, Hikmet Bey, özenle odanın baş köşesine, duvara asmıştı. Bütün bunlar Hikmet Bey için büyük mutluluk idi. Neslin Hanım’ın gümüşe hayranlığı çok fazla olduğu için kendisinin de Neslin’ine aldığı hediyeler hep gümüş idi. Karısının en büyük zevki eşinden hediye almaktı. Bunu fark eden Hikmet Bey, sürekli olarak onu ,almış olduğu hediyelerle şaşırtıyordu. Neslin Hanım için hediye, her zaman eşya demek değildi .Ona göre hediye umulmadık bir anda ufacık bir tebessüm bile olabiliyordu. Tabiî bunu fark edebilene. Hikmet Bey, eşini en iyi anlayanlardandı. Hikmet Bey için en önemli iletişim insan psikolojisini bilmemek değil miydi. Bunu Nesli’ni üzerinde çok iyi uygulamış olduğuna inanıyordu. Zaten insanlar arasındaki tek sorun, insan psikolojisini anlamamaktır. Ruhların dilini çözmeliyiz; yoksa bu kavgalar ve dargınlıklar dünyanın öleceği güne kadar sürüp gider.
Hikmet Bey’in evi şehrin en lüks semtindeydi. Bu semt, dağlara yakınlığıyla meşhurdu. Şehrin zenginleri ve genelde yaşlıların oturduğu bir yerdi, burası. Hikmet Bey’in yatak odasının penceresi özellikle dağların görünebileceği bir şekilde ayarlanmıştı. Neslin Hanım ve kendisi sürekli dağlara yürüyüş yapmaya çıkarlardı.
Düşüncelerinden sıyrılarak, uzanmış olduğu yatağından kalktı, balkon kapısını açtı ve derin bir nefes alarak bedenini rahatlattı. Bir süre kapı eşiğinde durdu ve yürümek ihtiyacı hissetti. Tekrar kapıyı kapatarak üzerine kalın bir kazak giyindi, aşağıya indi.
Münteha ve Ayşe Hanım’ın gitmiş oldukları alışverişten hâlâ dönmediklerini biliyordu. Kağıda not yazarak gideceği yeri belirtti ve evden çıkıp dağ yolunu tuttu. Yolda tekrar maziye döndü. Bu yollarda az mı Neslin’iyle kol kola yürümüştü. “Off! Sensiz yaşamak ne zor,” dedi.
Hikmet Bey, eşinin olduğu dönemlerde dağ yollarının kapalı oluşlarından dolayı bu yolları zorlukla aşarlardı. Hatta bir defasında Neslin’i, ayaklarını çok kötü incitmişti. Şimdi yollar açılmış ve kolayca dağa çıkılabiliyordu. Mevsimin kış olmasından her yer kupkuru idi. Ama ne kadar kuru olursa olsun temiz havanın çekiciliği, yeşilliği pek aratmıyordu. Hikmet Bey, Neslin’inin anısı haline gelen ağacın altına varınca “oh!”, dedi. İşte yine buradayım, sensiz olsam da, mutsuz ve çaresiz olsam da; ben her zaman seninleyim. Bu sözler uzaktaki sevgilisine gidiyordu. Ceviz ağacının altına oturdu. Dağdan evleri izledi, gökyüzüne baktı ve Allah’ın muhteşem yapıtlarını inceledi. Doğa, insanlar ve dünya, her şey insan aklının üstünde olan bir güç ile yaratılmıştı. Bazı kafalar hâlâ bunun aksini düşünebilme akılsızlığına nasıl kanaat getirebiliyorlardı. İşte bunu bir türlü anlayamı-yordu. Acaba Allah mı kullarına böyle yaptırıyor? Ama hayır bu olamaz; çünkü Allah, o zaman akıl da vermezdi. Hikmet Bey’in Allah’a olan inancı tamdı; ama ibadetlerini yerine getirebilme eylemini bir türlü uygulamıyordu. Kur’an-ı Kerim’e karşı neden bir sıcaklık hissedemediğini de anlayamıyordu. İşyerinde ki elemanıyla yaptığı sert konuşmayı anımsadı.
Elemanı:
- Beni lütfen anlayarak dinleyin. Siz burada patron olabilirsiniz, ama kişilik hakkımı rencide edecek bu bu tavrınız onuruma fazlasıyla dokundu. İş konusundaki tüm otoriteyi takınabilirsiniz. Şayet kişiye özel konularda taviz vermemi amaçlıyorsanız çok yanılıyorsunuz. Hem bilmenizi isterim ki namaz Müslümanın hayatında ağaç olmuştur. Ve hiç bir kuvvet o ağacı yerinden sökemez. Elemanı konuşmasını, çıkışını isteyerek tamamlamıştı. Hikmet Bey çıkışını vermemiş.”Tekrar bu konuyu görüşelim,” demişti. Çünkü, elemanı işinde çok başarılı ve dürüst çalışan bir şahsiyetti. Namaz kılmasına karşı tepkisi ise diğer elemanlarının Uraz’ı şikayet etmelerinden kaynaklanıyordu. Aslında kendisi de bu durumdan hoşlanmıyordu. Başkasının düşüncelerine karşı tavır takınmak istemiyordu. İşyerinde ki düzenden de kendisi sorumlu olduğu için Uraz’ı uyarmak zorunda kalmıştı. Ertesi günün sabahı Hikmet Bey, tekrar bu konu üzerinde konuşmak için elemanını odasına çağırmıştı.
Hikmet Bey:
- Uraz Bey, o gün aramızda geçen konuşmayı tekrar görüşeceğimizi söylemiştim.
- Evet, sizi dinliyorum.
- Bakın, insanlara her zaman değer vermişimdir; İster katil, ister hırsız, ister cahil... İnsanlara saygı gösteriyorum; çünkü her şeyden önce ben de insanım ve yaratılmadan önce bize sorulmadı “Ne şekilde yaratılmak istersiniz?” diye. Yani yargılamak, sadece Yüce Allah’a aittir. Size namaz kılmanız konusunda tabiri caizse tolerans göstereceğim. Uraz, ellerini birbirine bağlamış, gözlerini Hikmet Bey’den ayırmadan, ilgisiz ve sanki karşısında konuşan biri yok da sadece sesin nereden geldiği belli olmayan bir varsayım üzerinde ister istemez odaklanmış, dinleme zorunluluğunun acısını çeker gibiydi. Bu konuşma Uraz’a dokunduğu için hiç cevap vermedi. Hikmet Bey, konuşmasına devam ederek:
- Yalnız, sizin namaz kıldığınızı kimse bilmeyecek. Öğrenildiği taktirde benim haberim hiç bir şeyden yok, şimdi sizi dinleyelim.
Uraz, cevap verme konusunda zorlanarak:
- Söylenecek hiçbir şeyim yok. Biliyorsunuz Hak İş’in projeleri bitecek. İşime dönmek istiyorum.
- Siz bilirsiniz.
Hikmet Bey, namazın neyi teşkil ettiğini anlamak istemiyordu. Bu bilinçsizliği de dini incelemediğinin göstergesiydi. Sadece insan mantığına güvenerek hareket ediyordu. Eğer kendinden daha güçlü bir varlığa inanıyorsa ve hiç çelişkisiz kabul ediyorsa Kur’an’ı incelemeli, insan ve yaratıcı arasındaki karizmatik farkı çözmeliydi ve Allah’ın; “Ben, insanları ve cinleri ancak bana itaat etsinler diye yarattım.” Sözünün belki de arkasında olurdu.
Hikmet Bey’in Hanımı Neslin; bunların farkına varmış ve kısa zamanda dininin gereklerini yerine getirmeye çalışmıştı.
Hikmet Bey, üşüdüğünü hissederek kalktı, Zaman ne kadar çabuk geçmişti. Saat dördü gösteriyordu. Eve dönmek için yirmi yıldır dost olduğu ağaçla vedalaşarak sitemini, yalnızlığını ve ruhsuz bir beden ile yaşadığını belirterek ağacın kurumuş bedenine kızarak, yanına yaklaştı, elleriyle okşayarak: “Sen konuşmasan da ben seni seviyorum; çünkü sende benim sırlarım benim umutlarım var. “Ne umudu?” diye sorarsan; sırrımı saklamanın umudu. Belki mutlu yarınlarım olmayabilir; ama dedim ya sende benim yüreğimin bir parçası var ve ben seni o yüzden çok seviyorum “dilsiz” dostum. Eğer senin dilin ve benim de yüreğimin dili olsaydı inan o zaman içimizdeki karanlık , aydınlık günlerin habercisi olurdu.” Ağacın kurumuş bedenini bir daha bütün içtenliği ile öperek oradan ayrıldı. Hikmet Bey’i bu ağaca bağlayan, kuşkusuz hanımı ile geçirmiş olduğu anılardı ve belki de ağaçların gizemli yaşantısıydı.
Ã
Y |
eni güneşli bir günün başlangıcında Varol şirketinde herkes işinin başında harıl harıl çalışıyordu. Uraz da sinirli bir şekilde, çalışmalarına devam ediyordu. Bir süre sessiz sessiz çalıştıktan sonra saatine baktı on ikiyi gösteriyordu. Yeğeninin okuldan alınma zamanı gelmişti. Çalışma arkadaşına:
- Mehmet ben çıkıyorum, sen burada mısın?
- Hayır, ben de yemeğe çıkacağım, sinirlerin yatıştı mı?
- Sinirli miydim ki?
- Evet öyleydin.
- Her neyse, sonra konuşuruz, şimdi gitmem gerekiyor. Sana afiyet olsun.
Mehmet sinirlendi. Uraz’ın ardından somurttu:
- Hep böyle yapıyorsun; kaçamak cevaplar kaçamak cevaplar...
Arkasından gelen sese aldırış etmeden, hızla bulunduğu yerden uzaklaştı Uraz. On dakika sonra Murat’ın yanındaydı. Murat okulun yemyeşil bahçesinde yalnız başına oturmuş; amcasının gelmesini bekliyordu:
- Off! nihayet geldiniz Bayım.
- Kızdın mı?
- Yok, hayır; aslında alıştım artık.
Murat’ın ayakları sakat olduğu için onu okuldan bazen amcası ve babası almaya geliyordu.
- Biraz oturalım mı? Ne dersin? Murat:
- Burada mı?
- Evet çok hoş bir görüntüsü var. Özellikle şu güz gülleri çok güzel.
- Evet, Osman amca onlara gözü gibi bakıyor.
- O kim ?
- Buranın temizlik işleriyle uğraşan kişi. Bak kendisi de geliyor. Uraz başını soluna çevirdi ve karşıdan aksak yürüyen kırk elli yaşlarında, aklaşmış saçlarıyla, kambur adama baktı. Adam,
- Merhaba Beyler.
- Merhaba Osman amca. Sizi amcam ile tanıştırayım. Murat elleriyle amcasını göstererek: “Amcam Uraz,” dedi ve "Amca, sana anlattığım Osman Bey
Uraz:
- Tanıştığımıza memnun oldum.
- Ben de oğlum, nasılsınız?
- İyiyim, siz nasılsınız?
- Şükür, iyi olmaya çalışıyoruz.
- Ben ve Murat okulun bahçesinden konuşuyorduk, bahçeye çok iyi baktığınıza inanıyoruz.
- Evet, yeşilliği çok sevdiğim için farklı ilgi gösteririm.
- Şu güller çok ilginç, kış olmasına rağmen hala varlar.
- Ben bunların kurumaması için çok çaba sarf ettim. Güneş çıktığı zaman onların üstünü açtım, gittiği zaman da üstlerini kapattı. Böylelikle onları yaşattım.
Murat:
- Amca kalkalım mı bugünkü derslerim çok fazla.
Uraz:
- Tabii Murat. Sonra görüşürüz inşallah.
- Osman Amca
- Tabii oğlum.
- İyi günler.
- Güle güle.
Murat okulun çıkışına kadar seni kucaklamamı mı ister misin?
- Hayır, amca çok iyisin; oraya kadar kendim de gelebilirim Seni yormak istemem.
Okulun çıkışına kadar Uraz, Murat’ın tekerlekli sandalyesinin arkasından tutarak onu, yavaş yavaş, sürdü. Arabanın yanına geldiklerinde:
Şimdi sarıl bakalım amcana. Yeğenini arabaya koyduktan sonra:
- Şimdi tamamız efendim.
Uraz, Murat’ı, eve bıraktıktan sonra tekrar işinin başına dönmüştü. Murat, eve bırakıldıktan sonra annesiyle...
- Anne yaa! Amcama çok üzülüyorum,
- Neden oğlum ne oldu ?
- Benimle hep uğraşıyor, yemek vaktinde bile yemek yemeden hemen beni almak için koşuyor
- Olabilir oğlum, o, senin amcan.
- Amcam oluşu hiçbir şeyi değiştirmez, sonuçta onun da bir canı var.
- Haklısın ama, ne yapabiliriz? Murat sinirlenerek:
- Bir şey yapamayacağımızı ben de biliyorum. "Hatice Hanım Murat’ı daha fazla sinirlendirmemek için susmayı tercih etti. Bir süre Murat’ı izledi. Oğlunu çok seviyordu, bu durumuna da çok üzülüyordu. Taktir Allah’a aitti. Elinden sadece beklemek geliyordu.
Doğduğundan beri ona sabırla bakmıştı. Orta okul sonuna kadar bile onu sırtında taşımıştı, taki amcası üniversiteyi bitirip de iş buluncaya kadar. Hemen ardından araba alınmasıyla biraz rahata kavuşmuştu. Hatice Hanım kahır çektiğinden yaşından olgun gösteriyor. Acılara rağmen dirençli.
Oğlunun yanına giderek sımsıkı sarıldı.
- Oğlum, bir tanem, hadi odana git dersini çalış, ben de sana yemek hazırlayayım olur mu ?
- Hayır anne, benim canım şu anda bir şey iste-miyor.
Hatice Hanım, sert sert bakarak; ama tatlı bir üslupla:
- Hayır oğlum ben yemek hazırlayacağım sende yiyeceksin.
Murat ağzını açıp “hayır” yanıtı verecekti ki annesi elleriyle onun ağzını kapattı ve Murat’ın arabasını odasına doğru sürerek “hadi bakalım sen derse ben de mutfağa,
- Off anneee! Hep böyle yapıyorsun!
Hatice Hanım, mutfağa doğru ilerlerken dört odalı evinin kapı zili çalındı. Dönüp kapıyı açtı, gelen Hira idi.
- Merhaba, anne.
- Merhaba, derslerin nasıl geçti.
- Her zaman ki gibi.
- Gel mutfağa geçelim biraz laflarız.
- Tamam anne, üstümü değiştirip geliyorum.
Hira, odasına geçti; kahverengi pardösüsünü çıkarıp astı, eşarbını çıkardı, örülmüş kumral uzun saçlarını açtı, yukarıda bağladı. Pardösüsünün altına giymiş olduğu siyah pantolonu çıkarmadı; sadece üstünde ki gömleğin yerine açık mavi pamuklu tişörtünü giydi ve mutfağa annesinin yanına döndü.
- Anne Murat odasında mı?
- Evet, ders çalışıyor ve morali biraz bozuk
- Neden ?
- Amcasının onu her gün okuldan almasına üzülüyor.
- Sanki yabancımı tabiî amcam alacak. Bu çocuğu anlamıyorum ya !Konuşmamı ister misin?
- Hayır, fayda vermeyeceğini biliyorum onu kendi haline bırak.
- Şu yoğurttan biraz tabağa koyar mısın?
- Elbette anneciğim çay içmeye ne dersin. Olabilir yalnız kardeşinin yemeğini verelimde ondan sonra yemeğini götürürüm.
- Canın çay mı istedi?
- Evet anne, hem biliyorsun çayı çok seviyorum.
- Tamam, anlaştık o zaman.
Hira, kardeşine yemek götürdü. Hatice Hanım da; çayı hazırlayıp salona geçti. Hira’nın gelmesiyle çaylar dolduruldu.
- Anne keşke zamanı durdura bilmenin bir çaresi olsaydı, büyümek ve acı çekmekten korkuyorum.
- Neden?
- Yaşantıdan ve insanlardan korkuyorum; çünkü insanlar birbirlerine karşı dürüst değiller.
- Ne olursa olsun, bizim gibi dürüst insanlar var oldukça, hayattan ve insanlar dan korkmamıza gerek yok. Yine unutma ki her şey, ama her şey Allah’ü Teâlâ’nın isteği doğrultusunda olur.
Hiç bir kuvvet kurulanın dışına çıkamaz ve Allah’ta hiç bir kuluna taşıyamayacağı bir yük yüklemez. Ne yapılıyorsa ve ne hak ediliyorsa insan kendi başına getirir. Sen yaşamdan değil, kendinden korkmalısın. Varlığının efendisiysen hiç bir güçten korkmamalısın.
Hira konudan konuya geçiyor, annesi ise onu sabırla dinliyordu.
- Bazen düşünüyorum da garip hem de çok garip geliyor. Zengini, fakiri güzeli, çirkini, sakatı ve sağlamı... Bu adaletsizlik değil mi?
- Lütfen böyle konuşma, inançlı bir yüreğe layık sözler değil bunlar...
Hira, boşalan bardaklara çay doldururken, annesini dinlemeye çalışıyordu.
- Allah’ü Tealâ, hiçbir varlığı gereksiz yaratmamış. Her obje bir düzen ve sınav içerisindedir. Bu kavramları senin benden daha iyi bilmen lazım. Gün boyu gözlerini kitaplardan ayırmayan sensin.
- Öyle de anne, böyle düşüncelere dalıyorum.
Hatice Hanım sohbet anında saati hatırladı:
- Eyvah! Kızım zaman epey geçmiş. Evde yenilecek hazır bir şey yok. Haydi, mutfağa geçelim. Bana yardım et de bir şeyler hazırlayalım.
İkisi de telâşla mutfağa geçip yemek hazırlamaya koyuldular. Hira, odasına çekilip kitap okumaya başladı. Annesi de; kurumuş çamaşırları toplamaya karar vererek vakit geçirmeye çalıştı. Murat, odasında hâlâ ders çalışmaktaydı. Uraz, tek başına, iş yerinde yarına çıkması gereken projeleri bitirmek için son hızla çalışıyordu. Şunun şurasında yarım saatlik işi vardı. “En iyisi evi arayıp, geç gideceğimi haber vermek, yemeğe beklemesinler" diye düşündü. Telefon açtı haber verdikten sonra tekrar işe koyuldu. Tahmin ettiği gibi dokuza doğru projeler bitti ve derin bir nefes aldı. Son bir kez gözden geçirdikten sonra çekmeceye yerleştirdi. Ceketini aldı odasını kilitledi, yola koyuldu .
Uraz, yirmi yedi yaşında, uzun boyu, esmer teni, siyah parlak saçlarıyla gözde bir çekiciliğe sahip. Uraz çocukluğunu abisi, yengesiyle geçirdi. Çocukluk yılları sefaletle geçti. Fakirliğe rağmen ailenin huzuru iyi geçmişti. Bunu fark eden Uraz aile içi düzeni gözlemledi. Yengesinin sabır dolu çilesini ibret alarak anlamaya çalıştı ve bunu dine bağladı. Yengesi Allah’a gerektiği gibi saygı göstermeye çalışıyordu. Oğlunun sakat durumunu bile Allah’a şükürde bulunarak yerine getiriyordu. Uraz, yengesi vesilesiyle lise yıllarında din kavramını iyice öğrendi, üniversite yıllarında pekiştirmeye çalıştı. Genel kültürü çok kapsamlı bir hale getirinceye kadar çok okudu. Bu özellikler karşısında kendini çok mutlu hissediyordu ve bu güzel hasletlerin sahibi diniydi. Çünkü din; araştırmalar üzerinde yoğunlaşmış bir kavramdı ona göre.
Uraz’ın gözlerinden yaşama ve bilgisizliğe karşı nasıl bir savaş verdiğini anlayabilirdiniz. Ağabeyi ve yengesinden hayatla mücadeleyi en iyi şekilde öğrenmişti. Aşkın ailesinin aç kaldıkları günler çok olmuştu. Üniversitede okurken tek pantolonla yaşadığı günleri hâlâ unutmamıştı ve unutamazdı da. Bu yüzden, yasama sınırsız bir hırs ile bağlanmış, yemeyip, giymeyip öğrenimini tamamlamış ve hayalinde ki inşaat mühendisliğini kazanmıştı.
Uraz, altı katlı binanın, ikinci katında bulunan mekandaydı şimdi..
Murat:
- Amca, bugün çok geç kaldın?
- Yarına yetişmesi gereken proje vardı da ondan Murat’ım... Sen ne yapıyorsun, derslerini bitirdin mi?
- Eh, sadece biraz yazım kaldı. Onu da yemekten sonra yaparım.
- Ne! Siz daha yemek yemediniz mi?
Hatice Hanım salon kapısından girerken:
- Nasıl yememizi beklersin, ne sen varsın ne ağabeyin?
Uraz
- Ağabeyim nerede ki yenge?
- Biliyorsun yaza doğru mesaileri başladı. Artık hep geç gelecekmiş. Derken zil çaldı ve Mahmut Bey geldi. Selam verdi. Salondakiler; Murat, Uraz, Hatice Hanım selamı alıp hepsi ayrı ayrı hoş geldin, dediler. Mahmut Bey, kızı Hira'yı göremeyince:
- Yalnızların prensesi yine odasında mı? Diye sordu Hatice Hanım’a.
Hatice Hanım:
- Evet, yemeğe de gelmeyecekmiş; çünkü akşam üzeri çayla beraber bir şeyler atıştırmıştık. Mahmut Bey, böyle ayakta dikilmeyin lütfen banyoya.
- Of! Hanım, senin de banyo takıntın beni öldürüyor.
Mahmut Bey, banyo yapmaktan hoşlanmadığı için her defasında hanımına çıkışırdı.
Mahmut Bey: İlkokul mezunu, otuz yedi yaşında. Ak saçlarıyla Uraz’ın, bir kopyası. Anne ve babasının isteği üzerine erken yaşta evlenmişti. Kendisini hiç anlamadan çoluk çocuğa karışmıştı. Evliliğinden memnundu hele hanımından daha bir memnun. Yalnız yokluk içindeki yaşam bu güzel duyguların anlamını az da olsa yitirdiğini de unutmamaktadır. Bir zamanlar ailesinin tek umuduydu. Kardeşinin ve oğlunun eğitimi için tüm maddi sıkıntıları zorluklarla yendi.O her şeyi zamana bıraktı sabır sabır dedi.
Yasam, Mahmut Bey’e, çalışma alternatifini sunmuştu;bunun yanında sevginin paha biçilmez bir değer olduğunu da öğretmişti. Mahmut Bey, iyilik timsali bir insandı. Bazen iki gün üst üstte eve uğramadan mesailere kalıyor ve kendisine aldırmıyordu. Nasıl aldırsın ki bir tarafta sakat oğlu diğer tarafta okuyan kardeşi... Mahmut Bey, kendini ailesine adamış, cefakar biçare... Mücadeleden taviz vermeden, alnından ter yerine kan akarcasına, vefayla, fedakarlıklarla bu günlere gelebilmişti.
Yemekten sonra Uraz ve Murat bilgi alışverişinde bulunmak için salona geçtiler. Salonda Hatice Hanım ve Mahmut Bey televizyon izliyorlardı. Onlar da salonun diğer başında bulunan masada oturup sohbetlerine başladılar. Bir süre sonra Murat, dersini iyi vermediğinden amcası çalışmayı kesmek zorunda bıraktı. Murat’ın morali bozuldu salonda bulunan annesi ile babasına iyi geceler dileyerek odasına geçti.
Mahmut Bey, televizyon izlerken kardeşinin ve oğlunun konuşmalarına kulak vermişti. İki çocuğuyla yeteri kadar ilgilenemediğinin ezikliğini hissetti. Üzülüyordu, keşke daha farklı koşullarda yaşayabilseydi, ama o şimdi, gün boyu çalışıyor ve akşamları da zamanını televizyon izlemekle geçiriyordu. Oysa her yönüyle iyi bir baba olmayı ne çok istemişti. Yanı başında narin endamıyla oturan eşine baktı. Hatice Hanım, başında ki açık pembe örtüyle daha da genç gösteriyordu. Açık tenine ve kara kaşlarına oldukça yakışmıştı. Cefa içinde iki çocuk büyütmüştü,hala dillerde ki güzelliği üzerinde. Her şeye rağmen eşi ondan daha güçlü ve kendisiyle ilgili. Mahmut Bey onu içten içe kıskandı, ona hissettirmedi. Bakışları eşinin üzerinden ayırmadan, “meleğim” dedi. Eşi televizyona dalmıştı kocasının ne dediğini duymuyordu...
Perişan haline baktı, kızdı ve hanımına yakışmak için “kendime bakmalıyım,” dedi. Bu sefer hanımı sesini duydu ve:
- Anlayamadım, diye sordu.
- Hayır sevgili, rahatına bak sadece sesli düşünüyordum. Gözleri televizyona döndü, ama fikirleri hâlâ aynı ve yüreği sızlıyordu. Boğazında hıçkırıklar düğümleniyor, gözlerini kapatıyor, boğazı acıyordu. Yerinden hızla kalktı yatak odasına geçti. Hemen ardından eşi yanına geldi. Kocasını karyolanın üzerinde ağlarken buldu. Yanına yaklaştı ve ellerinden tuttu.
- Neyin var, neden bugünler de böylesin? Bana biraz derdini açamaz mısın? Hani birbirimizden gizli saklımız olmayacaktı. Biz sadece eş değil dosttuk, şimdi sen kalkmış ben den ayrı ağlıyorsun!
Mahmut Bey konuşmadı, eşinin ellerini sıkıca kavradı, ağlamasına devam etti.
Hatice Hanım eşine şiir tutturdu.
Bir damla gözyaşın akmasın ciğerparem, yüreğim acır,
Ben den gizlin olmasın, vurulurum, taa en derinden.
Ben sen, sen ben o halde bu bensiz gözyaşı ne,
Yoksa sevdan mı azaldı bilmeyeli...
- Hıçkırık dolu seslerle eşinin ağzını kapattı. Hatice Hanım elleri saygıyla ağzından indirdi.
- Anladım senin yalnız kalman gerekiyor.
Odadan çıktı. Hemen ardından Mahmut Bey, yatağından kalktı ve kendini dışarıya attı.
Hava soğuk ve rüzgarlıydı. İçine işleyen soğukluğu hissedince vazgeçti, tekrar kendi anahtarıyla kapıyı açtı ve içeriye girdi. Eşi mutfakta , oğlu kendi odasına geçmiş ders çalışıyordu. Kardeşi ve kızı koyu bir sohbete dalmış gibiydiler ki sesleri yüksek çıkıyordu. Üzerindeki montu çıkardı. Mutfağa eşinin yanına gitti. Eşi bulaşık yıkamakla meşguldü. Mutfakları küçüktü. Buzdolabı, yemek masası ve sandalye, komodin ancak sığmıştı. Mahmut Bey sessizce masaya yaklaştı ve kendisini sandalyeye attı. Sandalyenin ses çıkarmasıyla Hatice Hanım arkasına döndü. Eşinin biraz önce ki hüzünlü halinin yerine yüzü güleçti. Konuşmadan sadece bakıştılar. Bulaşığı bitirdi ellerini kuruladı. Eşinin karşısına oturdu, hareketlerinde, yumuşak can alıcı bir üslup vardı.
Mahmut Bey:
- Biraz önce ki halim için, affet.
- Affedilecek hiç bir şey yok.
- Bilirsin her zamanki sorunlar canımı sıkıyor, yoğunlaşınca kendimi kaybediyorum.
- Anlıyorum, lütfen bir daha böyle ağlamamaya çalış; çünkü ağlamana dayanamam, benim her şeyimsin.
Sen olmazsan ben biterim. Saygın, sevgin ve ilgin olmasaydı ben şu an ki saygın Mahmut olmazdım.
Mahmut Bey, yüreğinin ferahladığını hissetti ve eşine sarıldı ellerinden öptü. Salona döndü. Açık televizyonu kapattı. çekyatın üzerine uzandı.
Uraz, Hira’nın odasında sohbete dalmıştı.
- Uraz:
- Hira giderek marjinalleştiğinin farkında mısın?
- Ne yapıyorum ki; mağara adamı mıyım ben?
- Evet canım maalesef seni bu gece yargılamaya geldim. Birinci suçun; neden yemeklere katılmıyorsun! İkincisi; sohbetlere katılmamak.
- Hangi sohbetlere?
- Aile sohbetlerine.
- Amca, ben böyle olmaktan hoşlanıyorum.
- İnsanlardan koparak mı?
- Ben insanlarla diyaloğumu kesmiyorum, zamanım yok.
- Unutmamalısın ki zaman sana ait. İnsan zamanın hükümdarıdır. Yalnız önüne geçemezsin. Bir günün içine bir çok işini yükleyebilirsin. Zaman plân demektir. Plânlı değilsen zamanın kurbanı olursun. Sen onun efendisiyken, bir de bakmışsın ki o senin efendin olmuş.
- Şu anda zaman benim efendim mi?
- Evet, çünkü zamansızlıktan yakınıyorsun?
- Amca okumaya daha fazla zaman ayırmam lâzım, çünkü genel kültürüm iyi değil.
- Hira, kurmuş olduğun kurallar çerçevesinde bunları yapman sana daha çok zarar verir. Kurallarını değiştirmen lâzım, annene yardım etmiyorsun. Arkadaşlarından uzaklaştın ne benimle ne de babanla doğru düzgün konuşmuyorsun! Buna annen, Murat da dahil. Bak canım, bilgi her yerdedir; şu odaya bir baksana buradan bile biz türlü bilgiler alabiliriz. Bilgi geniştir. Gerektiğin de insanlarda, hayvanlarda, çiçeklerde...
Bugün bilgi iki kapak arasına sığdırılmış sayfalarda değil, insanlar arası iletişimdedir. Sen bilgiyi yalnız kitaplar da arıyorsun? Unutma! kitapları yazanlar da insanlar!..
- İşte her şey burada bitiyor. Benim aslında insanlarla iletişimim var .Hem de en iyi tarafından. Bire bir insan beynine ulaşıyorum.
- Tamam kabul ediyorum bunu, yalnız şunu da unutma sen o beyni gözlemleyemiyorsun, karakterini, saygınlığını da bilemezsin! Kitap oku, ama insanlardan kopma, özellikle ailenden kopma. Hatta elinden geldiğince oku ama insanlarla görüş, konuş, darıl, kavga et. Anlaştık mı?
Hira başını önüne eğerek "evet", dedi.
- Şimdi yalnız kal, düşün taşın. Karar yine senin, iyi geceler.
- İyi geceler amca.
Amcası tekrar salona döndü.
Mahmut Bey, hala uzanmış olduğu yerdeydi. Kardeşinin geldiğini görünce toparlandı ve:
- Eee Bay Bilgi ne yaptınız yalnızlığın prensesiyle?
- Biraz konuştum, etkili oldumu bilemiyorum.
Hira akıllı bir kız. Onunla gurur duymalısın. Neden okula göndermedin?
Mahmut Bey’in gülen yüzü buruştu ve hiç düşünmeden cevap verdi.
- Çevreye güvenmiyorum; çok dengesiz bir yaşam var. O, bir kız ve sorumluluğu çok ağır. Mahmut Bey, kardeşinin konuşmasına fırsat vermedi.
- Ben çok yorgunum... Sana iyi geceler.
- İyi geceler,
Uraz, sorduğu sorunun çok ağır vebali olduğunu anladı. İş işten geçmiş, soru üstüne basılarak yaralı yüreğe sorulmuştu. Salonda tek başına bir süre oturdu. Küçük pencereli odasına geçti. Yorulmuş bedenini yatağa attı. Aklı ağabeyiyle meşkuldü. Yatağının hemen yanında bulunan televizyon sehpasına uzandı, camını açtı ve kitap alarak okumaya başladı. Okuduklarından bir şey anlamayınca bıraktı. Ağabeyine lüzumsuz bir soru sorarak keyfini kaçırtmıştı. İnsan, bazen saniyesinde bile hata yapabiliyor. Bir an ağabeyinden özür dilemeyi düşündü; sonra konuyu fazla uzatmamanın daha iyi olabileceğine karar verdi. Kalktı, bilgisayarı açtı, çizimler yaptı, bunlar gelecekte ki evinin planlarıydı. Çok farklı bir ev düşünüyordu. Sahipleri hem şimdi ki ailesi hem de evleneceği kadını olacaktı. Şu an bulunduğu evlerinden çok daha güzel bir ev olmalıydı. Kendi çalışma odası kocaman, Murat’ın odasında da hiçbir eksiklik olmayacak, kısacası Murat’ın odası bir ev büyüklüğünde hayal ediyordu. Şimdilik kendi ve Murat’ın odasını çizebilmiş diğerlerini de her akşam çalışarak tamamlayacaktı.
Bilgisayarı kapattı, üstünü değiştirdi, abdest alıp namaz kıldı, lambayı kapattı ve isteksizce yatağına uzandı. Her akşam olduğu gibi yine hayallere daldı. Kendi yaşamındaki geçmişine ve gelecekteki umutlarına baktı. Geçmişi; sefalet, şimdiki yaşantısı; orta halli, gelecek yaşantısı ise; parlak geçeceğe benziyordu. Bir de Murat'ın ayağının iyi olma sorunu, ortadan kalktı mı her şey hallolacaktı. Murat'ın iyileşmesi için bir miktar paraya ihtiyaç vardı. Bu paranın toplanması için Uraz, kendi maaşını hiç harcamıyordu. Harcadığı paralar arabanın giderlerine veriliyordu. Araba Murat için özellikle alınmış okuldan eve, evden okula daha rahat gidip gelmesi içindi. Böyle düşüncelerle anca gece yarısında uyuyabildi.
Hira amcasının ardından yaşam akışını değiştiren bir program hazırlamaya karar vermişti. İlk olarak temiz bir kağıda kendisine ait bir söz yazdı ve odasının duvar notlarının altına astı. Bu kendisi için bir slogandı. Sesli düşünerek; yazdığı notu okudu.
"Hiçbir zaman başkalarının fikirlerine ihtiyacım yok, demeyin; zira beyin devamlı farklı fikir ve bilgilere açtır."
Hira, yalnızlığı seviyordu, bu akşam ise amcası düşünce ufkunu iyice açmış. Göremediklerini görmesine vesile olmuştu. Amcası her defasında kültür dünyasına bir taze gül gibi yumuşak, sorgusuz, acı vermeden kendisine güzel kokular sunarak yaklaşıyordu. Zaten onu böyle bilgiye sevdalı yapan, Bilge Hatunluğa yükselmesine bir Hızır gibi sağlayan hep amcası değil miydi? Bir ömür boyu minnettar kalacağı sevgi vebilgi dolu, insancıl, insanlar arasında değerli bir insan olan amcası değil miydi? Özellikle kendisi için çırpınan da hep oydu. Babasını düşündü, oysa amcası yerinde babası olsaydı ne iyi olurdu. Amcası ve babası ne çok farklıydılar. Babası çalışmaktan başka bir işle uğraşmayan, amcası ise; her kesime kolayca yaklaşan, azimli fedakar, bilgili, hoşgörülü, dürüst...
Hira’ya göre amcası mükemmel bir kişiliğe sahip.
- Evet sevgili amcam, her defasında olduğu gibi şimdi de sen haklısın ve ben senin dediklerine harfi harfine uyacağım. Kızının yanına gelen Hatice Hanım:
- Kızım sen daha uyumadın mı?
- Hayır anneciğim.
- Vaktin var mı?
- Evet tabii ki buyur.
Hira yer minderine oturmuştu. Yanında oturması için annesine yer ayarladı. Hira’nın odası oturma odası gibiydi. Gece yere serdiği yatağını topluyor gündüz de yer minderlerini seriyor. Küçük bir masa, masanın altında kitaplar, canlı çiçekler, gündüz içerde gece dışarıda ve duvarda bir sürü doğa manzaraları, ve kendi yazmış olduğu sözler. Kendisince farklı yaşamaya çalışıyordu. Hâlinden mutluydu.
- Evet anne seni dinliyorum.
- Bir şey yok kızım ne yapıyorsun diye bakmaya gelmiştim?
- Afedersin ben farklı anladım. Anne biliyor musun, amcamı çok seviyorum.
- Farkındayım, benim de Uraz gibi bir amcam olsa, herhalde ben onu senden daha çok severdim.
- Sen aslında amcanın bilgisini seviyorsun. Eğer amcan bilgi ile donatılmış olmasa onu bu kadar çok sevmezdin.
- Beni çok iyi anlıyorsun? Kendimi inanılmaz geliştirmek istiyorum.
- Sonuna kadar seninle olacağım. Her ne şekilde olursa olsun, hangi yolu seçersen seç bilgi için çırpınışlarının yanındayım.
- Sen dünyanın en anlayışlı annesisin. Şükürler olsun Allah’a... Her insana farklı bir özellik vermiş.
- Allah’a sonsuz şükürler olsun senin gibi akıllı ve güzel bir kız vermiş bana.
- Anne!.. Anneciğim!
- Hadi kızım bu kadar yeter sen de uyu artık.
- Pekiyi anne.
Hatice Hanım gittikten sonra, Hira sabaha kadar uyuyamadı. Sürekli bir şeyler yazdı. Coşmuştu. Heyecanlıydı, sınırsız bir mutluluğun sultanıydı. Her yeni bilgi onun beynine yumuşak bir buse gibi konuyordu.
Hira bilgiye aşıktı. Aşkı tanımanın ve aşksız bir yaşamın kara zincirlerini kırmıştı. Köleliğin aşağılayıcı zulümlerini kendi gücüyle yenmişti. Aşkı arzulayana, aşk gider. Aşkı yüceltene, aşk yücelik verir. Kara zincirlerin, fedakârlığın simgesidir aşk. Sevginin değerini fark ettirendir aşk. Hastalığın dostu, düşmanıdır. Geçmiş ve geleceğin ölümsüz bir varlığıdır.
Ã
U |
yan insanoğlu! Yıllardır uyuduğun yetmedi mi? Şeytana köleliğin ne zaman sona erecek ve ne zaman gerçeğin peşinden koşacak yaşamına dair eksiklikleri tamamlayacaksın. Ahirette kendi adına yazmış olduğun kitabına hangi vakit donup bakacaksın ve yazdıklarının güzel mi çirkin mi olduğuna nasıl karar vereceksin. Kendine acı insanoğlu kendi kitabını güzel yazmamışsan kendine acı!...
Müntaha’nın dadısı rüyanın etkisiyle irkilerek uyandı. Yatağında bir sure oturdu. Elleriyle yüzünü kapatarak ağladı. Neydi gördükleri yoksa ahiretten ona bir ikaz mıydı? Allah’a gerektiği gibi kulluk edememiş miydi? Karmaşık düşüncelerle kendini zorlayarak kalktı. Sabah kahvaltısını hazırlamaya koyuldu. Kahvaltıyı hazırladı. Münteha’yı uyandırdı.
Münteha, hitabın yumuşaklığıyla başını yastığından kaldırdı ve dadısına gülümsedi. Dadısı gergin hareketleriyle yumuşak görünmeye çalışıyordu. Sarı kızı, gerginliğini fark etti. Ona hiç bir şey sormadı, mutfağa ininceye kadar.
- Hasta mısın?
- Hayır kızım.
- O zaman bu gerginliğin ne?
- Sana öyle geliyor.
- Seni üzmek istemem, benimle paylaşman beni mutlu eder.
- Paylaşılacak bir konu değil ki.
- İnsanlar paylaşması gereken konularda kendileri karar verirler. Seni, sana ve vicdanının sesine bırakıyorum. Anlatmazsan bu sana zarar verir.
- Ahh kızım lütfen sus, belki Allah’la kul arasında ki bir sırdır.!
- Tamama tamam affedersin. Babam bugün kahvaltıya inmeyecek mi?
- O saat dokuzda uyanacak.
- Ben başlayabilir miyim?
- Tabii ki başlayabilirsin. Münteha, bardağından iki üç yudum aldı ve sofradan kalktı. Yukarıya kendi odasına, oradan da lavaboya uğradı, Ellerini iyice yıkadıktan sonra dişlerini de fırçaladı, aynaya son bir kez bakıp saçlarını düzeltti, tekrar aşağıya indi ve antreye doğru gidip montunu, çantasını aldı, sessizce evden ayrıldı. Yalnız kalan dadısı Hikmet Bey’i bekledi ve onun gelmesiyle beraber kahvaltıya başladılar.
Hikmet Bey
- Ayşe Hanım, elli yaşındasın ve yirmi dört yıldan beri bizimlesin. Soracağım soru hoşuna gitmeyecek; ama senden af dileyerek sormak istiyorum. Neden evlenmedin? Kendini yalnız hissetmedin mi?
Ayşe Hanım hoşgörülü bir insan olduğu için çekinmeden konuştu:
- Tabi ki kendimi çok yalnız hissettiğim zamanlar oldu. Niçin evlenmedim sorusuna gelince karşıma dürüst insan çıkmadı ki. Dürüstlüğü kendisine şiar edinmiş kişi ile de farklı fikirler de olduğumuz için anlaşamadık. Hem boş verin. ben böyle özgür ve mutluyum.
Böyle derken yüreğinin kendisinden hesap sorduğunu hissetti ve hafif bir gözyaşı aktı, gözlerinden .
- Özgürlük diyorum; ama bence insanlar mutlu olunca özgürler. Ben yuva kuramamanın sancısını çok çektim. Hala da çekiyorum, ama yaşamımdan şikayetçi değilim, çünkü kızım gibi sevdiğim bir yavrum var. Evlenmedim ama farklı bir yolla Allah bana mutluluğu verdi. Sizden ve kızım dan çok memnunum. Siz bana kardeşimden daha yakınsınız. Bana gerçek bir aile gibi davranıyorsunuz. Bunun bende yarattığı huzuru anlatamam.
- Buna sevindim çünkü kızımın da sizin için aynı duyguları hissettiğinden eminim...
- Sevgiler karşılıklıdır, kızınızın beni sevdiğinden bende eminim. Size üzülüyorum hiç bir şeyden mutluluk duymuyorsunuz... Bu haliniz daha ne kadar böyle devam edecek? Ne siz nede kızınız mutlu değilsiniz
- Lütfen bu konuyu kapatalım, kahvaltı her zaman ki gibi çok güzeldi, elinize sağlık.
- Afiyet olsun.
- Ben gitmeliyim almam gereken bir şeyler var mı?
- Hayır, akşama hangi yemeği yapmamı istersiniz?
- Pilav üstü tavuk ve yanında taze fasulye eksili bir salata..
- Neslin Hanım’i hiç aratmıyorsunuz o da bu türlere bayılırdı.
- Evet onunla bir çok zevkimiz aynıydı. Neyse artık gitmeliyim, hoşçakalın.
Hikmet Bey gittikten sonra Ayşe Hanım, masayı toparladı ve ev işleriyle uğraştı.
Münteha okula erken gitmeyi kendine adet etmişti. Erken gidip ve her zaman oturduğu banka oturmak, insanları gözlemlemek, kuşları sevgiyle seyretmek, en güzeli de öğrencilerin mimiklerini bir bir izlemek, bazısı öfleyerek, sevinçle, itişip kakışarak, en iyi arkadaşıyla kavga ederek ve bazısı da hüzünlü yüzleriyle okula gelmeleri; Münteha’nın insanlar üzerinde ki gözlemi kısa sürede insanları daha iyi tanımasını sağlamıştı. O bunu sadece göz zevkini ve beynin dinlemesini istediği için yapmıyordu, insanları görsel olarak tanımanın, insan sarrafı olmanın gerekliliğini duyduğu içinde yapıyordu. Ama bugün havanın çok soğuk oluşundan bu adetini bozmak zorunda kalmıştı. Doğayla konuşmak onun gün boyu huzurlu olmasına yeterdi. Münteha, buna rağmen üne iyi başladı, yalnız beşinci ders sonrası öğrencileri öğretmenini çok sinirlendirdiler. Öğrencilerini ilk defa böyle hırçın görüyordu. Sabır, dedi, ama sabrını taşırdılar.
- Arkadaşlar! Lütfen susar mısınız? Lütfen! Biraz sessizlik. Arkadaşlar! Siz büyüğe saygı nedir bilmez misiniz? Ben size hoşgörü gösterdikçe siz daha da hırçınlaşıyorsunuz. İnsanlar konuşarak anlaşırlar. Benim öğreticiliği mi beğenmiyorsanız? Lütfen açık konuşun, eleştirilerinize açığım. Bunun yanı sıra inanıyorum ki şu kocaman lise de benden daha anlayışlı bir öğretmen yok. Lütfen! Şımarık çocuklar gibi davranmaktan vazgeçin. Hepimiz aynı değerlere sahibiz. Ben burada işimi yapmaktan öte, sizlerle dost olmaya çalışıyorum. Size uzattığım dost elimi lütfen kendinizden uzaklaştırmayın.
Öğrenciler susmuş, şefkatli öğretmenlerini dinliyor-lardı. Aralarından Murat, izin alıp konuşmak istedi;fakat arkadaşları tarafından "ukala" diye nitelendirilmekten çekindiği için, susmayı tercih etti, zilin çalınmasına on dakika vardı.
Murat:
- Bunları neden yapıyorsun Mete? Sen kışkırtmasaydın böyle şımarıklık olmayacaktı.
- Sen sus, sana ne?
- Lütfen! Mete.
Münteha:
Murat lütfen önüne döner misin? Murat özür diledi önüne döndü, ve zil çaldı. Bu esnada Münteha onların arasında dolaşarak biraz daha yumuşak bir dil ile "Sizi hepinizi çok seviyorum aramızdaki diyalogu geliştirmek için düşünmenizi rica ediyorum. Yalnız bana karşı değil tüm öğretmenleriniz dahil. Diyecekleriniz yoksa çıkabilirsiniz. Mete sen kal!
- Tamam hocam.
Öğrenciler sınıfı boşaltınca Münteha:
- Biraz kayar mısın? Senin yanın da oturmak istiyorum. Bak Mete’cim biraz önceki konuşmaları duydum. Arkadaşına böyle davranmak zorunda mıydın? Onu savunduğumu sakın düşünme, o seninle sakince konuşmaya çalıştı, fakat sen...
Mete:
İstifini bozmadan hocasını dinlemeye devam etti.
- Konuşsan ya benimle, seni devamlı izliyorum. Çevrendeki insanlarla devamlı çatışma içerisindesin tek arkadaş edindiğin Serdar var, diğerleri ile hiç iletişimin yok. Kızma ama sanki sen farklı bir dünyadasın. Niçin bunlar?.
Mete başını kendinden emin bir eda ile kaldırıp ve kaşlarını çatmış bir şekilde "Ben insanlardan nefret ediyorum."
- Olabilir, mutlaka bunun bir sebebi var. Hiç cevap vermedi Mete.
- Her neyse biraz aileni tanıyabilir miyim?Baban ne iş yapıyor?
- İşçi yani inşaatta usta başı annem de ev hanımı ve beş kardeşiz
- En büyükleri sen misin?
- “Evet" Münteha havayı yumuşatmayı düşünerek ona biraz dolaşmayı teklif etti. Buna çok sevinen Mete, kabul ettiğini, susarak belirtti.
Beraber okuldan çıkıp yürüdüler. Mete çok şaşırmıştı, bu ilgiyi hocasından beklemiyordu. Kin dolu yüreğin de hiç tatmadığı bir mutluluk yeni yeni filiz vermeye başladı.
Mutluydu Mete... Hem de çok mutlu; çünkü bugüne kadar ne ailesinden ne de arkadaşından böyle bir yaklaşım görmemiş. Hep horlanan, eleştirilen olmuştu. Şimdiyse ummadığı birisinden çok farklı ilgi görüyordu. Bir müddet sessizce yürüdüler. Münteha Sevda ile sürekli gittiği çay bahçesine kadar bu böyle devam etti.
Çay içtiler, Münteha yine usulca konuşmaya başladı. Dilinden merhamet, anlayış, tarihin küflü sayfalarından insanlara övgüler şefkatle çıkıyordu. Mete’ye bir anne misali sıcak, candan, sorgusuz, söylemek istediklerini açıkça, ama Mete’nin yüreğine bakışları ile ses tonunun yumuşaklığı ile sevgiler kondurarak. Mete bir rüya alemine dalmış küçücük gözleri yoğun ilgiden memnun memnun hocasına içten gülümsüyor. Sanki; konuşun hocam ebediyete kadar, tatlı diliniz, sıcaklığınız hiç bitmemecesine.
- Tarihe yakın bir gözlük ile baktın mı? Atalarımız insan sarrafı olmuşlardır. Bence onların bu yaklaşımları çok güzel. O zaman bile anlayış, saygınlık varmış.
O zaman insan aklı o kadar gelişmemişti. Münteha susup Mete‘nin konuşmasını bekledi.
Baktı ki dudaklar gülümsüyor. Konuşmalarına bir süre daha devam etti? Olumlu yönde ilerlediğini anlayınca fazla sıkmamak, için kısa kesti. Bir müddet daha evreni izlediler. Sonra Münteha’ başka bir gün daha burada görüşmek üzere ayrıldı. Yolda ilerlerken Münteha, yüreğinden insanlara karşı bir haykırış, bir isyan, bir nefret belirdi. Neden sanki böyleydi yaşam. İnsanlar böyle acılara layık varlıklar mıydı? Evine ulaşıp, merdivenlerden yavaş ve dalgın çıkarken, Dadısı:
"Hoş geldin güzel yüzlüm" dedi ve ardından Münteha, hayata küsmüş mimikleriyle cevap verdi. "Hoş bulduk,"dedi. Ardından yeşil halılarla serilmiş merdivenlerden kendisine huzur mu, yoksa hüzün mü verdiğini bilmediği odasına geçmek için ilerledi. Kapıyı açtı odayı seyre daldı ve annesinin zevkini düşünmeye başladı.
Odasında her şey mevcuttu, ve her şey uyum içindeydi. Özellikle seçilmemişti, ama rastlantı sebebiyle sanki her şey titizlikle ayni olsun diye bir araya toplanmıştı. Annesi öldüğünden beri odasının hatta evin hiç bir eşyası yenileriyle değiştirilmedi bunun sebebi de babasının isteğinin böyle oluşuydu. Zaten Münteha lise ve üniversite yıllarını dışarı da olduğundan. Yaşamının yarısından fazlasını bu evde geçirmişti. Odasındaki eşyaları da tatile geldiği zamanlarda seriliyor ve kullanılıyordu.
Çalışma masasının başına geçti Mete’yi düşündü. Mete”nin tek sorunu “sevgi ve ilgi” diye düşündü. Gözü kitaplara kaydı. ”Evet Mete için tek yardımcı (kitaplar) olmalı... “Nasıl bir kitap sevgi oluşumu sağlayan bir sanat... Roman olabilir; çünkü romanlar, insanları bir istikamete doğru götüren, insanları sevgi çemberine taktıran, acılarıyla mutluluklarıyla düşündüren, zaman zaman güldüren ve zaman zaman ağlatan, insanları bir mum ışığından aydınlığa çıkaran, hayalperest bir dünya kurdurtan, yalnızlığı sevdiren veya marjinalliği analiz eden; romanlar değil midir... Kitaplığının içini karıştırıp baktı uygun bir kitap bulurum düşüncesiyle, ama aradığını bulamamış bir sıkıntıyla “off en iyisi yarın uğraşayım.”dedi Yatağına uzandı biraz dinlenmek için uyumaya çalıştı. Aradan epey zaman geçtikten sonra uyandı.
Dadısının yanına indi. Dadısı yemek hazırlamakla meşguldü ve türkü söylüyordu. Münteha bir süre gizli gizli dinledikten sonra dadısına takılmak için:
- Ne o Ayşe'm sanatçılığa mı başladın?
- Evet öyle düşünüyorum beğenemediniz mi?
Ne münasebet böyle kalın bir sesi beğenmemek haddimize mi? Dadısının konuşmasına fırsat vermeden mutfağı terk etti. Salona geçti ve televizyonu açtı.
Perşembe sonrası Münteha, Mete için kurmuş olduğu planını, okulun öğle tatilinde, kırtasiyeye giderek gerçekleştirdi. Münteha’nın bugünkü iki dersi İngiliz-ceydi ve bu iki ders öğleden sonraydı; yani saat iki de derse başlayacaktı. Çarşıdan saat bir buçukta döndü. Acıkmış olduğunu hissederek kantine geçti. Ekmek arası ve yanında ayranla karnını doyurdu. Tekrar öğretmenler odasına çıktı biraz da orada oyalandı. Saat ikide derse girdi. İki saat, ara vermeden ders anlattı. Zilin çalmasıyla Münteha ile Mete sınıfta yalnız kaldılar. Münteha:
Mete, sana bir hediyem var, umarım beğenirsin,dedi.
Mete, sevinçten ne diyeceğini bilemedi. Kendisine sunulan incelik karşısında fazlasıyla heyecanlandı ve...
- Hocam ne gereği vardı?
- İçimden geldi Mete.
- Sağ olun.
- Önemli değil hadi al ve hemen aç. Umarım beğenirsin.
- Beğenip beğenmemem önemli değil. Siz benim gibi kaba ve görgüsüz bir çocuğa böyle bir incelik gösterdiniz ya bu hediye dünyanın en çirkin şeyi bile olsa; bana, dünyanın en güzel hediyesi geleceğinden emin olun. Bana verdiğiniz değeri hak etmeye çalışacağım.
Mete, konuşurken hediyeyi de açmıştı.
- Bir kitap, tekrar teşekkür ederim.
- Önemli değil. Okumadığın bir kitaptır umarım.
- Evet okumadığım bir kitap, zaten ben ders kitaplarından başka kitap okumam ki
- Ama inşallah bundan sonra sürekli okursun.
Hocasının bu davranışından memnun kalan Mete’nin bundan sonra hocasıyla diyalogları genişledi.
Mete'nin bu değişikliğinden fazlasıyla istifade eden Münteha, ona sürekli olarak kitaplar vermeye başladı.
Hani derler ya bazı bilginler; ben bir hazine buldum, sonsuza dek bitmeyecek olan, ben onu bırakmadıkça beni bırakmayan, günden güne çoğalan bir hazine bu...
Hazinenin ismini soranlara "Kitaplarım" demişler. Mete de hazinesini bulmuştu ve ona sımsıkı sarılarak hazinesine olan sevgisi ve değeri günden güne büyüdükçe büyüdü.
Soğuk fırtınalı bir gece, her yer zifiri karanlık ve için için kasvet kokusu yayılmış etrafa. Bilgiye sevdalı iki yürek; kasvet ve karanlık gece de kendilerini olumsuzlukların eline bırakmamış ve mumun loş ışığında sevdalarını daha bir yücelterek inadına; biz yılmayız dercesine. Evet, Uraz ve Murat bu gece ki planlarını uygulamakla meşguller.
Murat, elin de not defteri, kalemiyle amcasının karşısın da oturmaktaydı. Uraz’ın üzerin de günlük kıyafetleri bulunmaktaydı. Uraz, yengesi ve ailesine saygı niteliğinde hiç bir zaman gece kıyafetleriyle karşılarına çıkmazdı. Amcasının bu alışkanlığını Murat da kendisine örnek almış ve fark ettiği günden bu yana uygulamaktaydı.
Amca biraz hızlansak. Tabii Bilge sevdalısı, siz yeter ki arzu edin.
Rahat bir nefes aldıktan sonra konuşmaya başladı.
- Ben de onun hayatını bir dergide kısaca okumuştum. Sana, kısaca o dergiden aldığım verileri anlatayım. Hatırladığım kadarıyla dergide aynı şunlar yazılı idi: “Seyyid Kutup, düşünce gücü yüksek ünlü bir aktivistdir.
- Nasıl yani aktivist?
- Yani bütün bilgilerin toplumun gelişmesine hizmet etmesini isteyen ve böylece iradenin müessiriyetini belirten doktrin (etkincilik), canlılık, hareketlilik... Şimdi anladık mı?
Murat, tatlı mimikleriyle gülümseyerek:
- Evet sevgili amcam anladım. Devam edebilirsin der gibiydi. Ve amcası devam ediyor.
- Verilen bilgilere göre Seyyid Kutup: İslam dünyasında, toplum içinde en çok öğrenci yetiştiren bir isimdi, fikir adamıydı; ama maalesef düşünce tarzı, devletin yapısıyla bağdaşmıyordu. Hal böyle olunca devlet, Seyyid’den korktu ve onu darağacına gönderdi.
Murat:
- Geçmişteki aydınlarımızın bir çoğunun sonu darağaçlarında noktalanmış, sadece bizim değil yabancı devletlerin uygulamaları da genelde ölüm üzerine olmuş. Sanki devlet halkının bilinçlenmesini istemiyor gibi.
- Bazı devletler halklarını sömürmek için var olmuşlardır, tek egemen devlettir, gerisi hurafe. Seyyid Kutup’a dönelim, Seyyid Kutup taraftarları az kesimdendi. Bu yüzden de bertaraf etmek onlar için çok kolay oldu. Afakilik yoktu; zıt fikir anlayışı sabit idi ve bu da devletin bir anlayış ilkesiydi. Seyyid Kutup tarafları, özellikle öğrencilerden oluşuyordu. Bu da gösteriyor ki o devletin geleceği tehlikededir; çünkü en aktif gurup öğrencilerden oluşur. Bir devletin temeli çocuklar ve öğrencilerdir.”Murat konuşma arasına girerek:”
- Gerçekten de öğrenciler, devletin temelini koruyan faktör müdür?
- Eğer tabir-i caiz kullanılmışsa; Seyyid Kutup, öğrenciler için bir su idi, o zamanlar ...
Adaleti bulunmayan bir ülkede, temiz bir su içmek çok pahalıya mal olur. Hatta canlar bile ortaya konulabiliyor. Seyyid Kutup’da öyle oldu. Onun değerli özü bitirildi; ama fikirler hala ayakta dipdiri. Seyyid Kutup kendi ülkesinde ve bazı ülkelerde hala yaşatılıyor, entelektüel biri olarak kabul ediliyor. Şuna inanıyorum ki Murat, eğer hükmü bulunan zatın kuralları çiğneniyorsa; o devlet zorbadır, tağutidir. Her şey insan yararına yaratıldığı halde... Off! Murat, ama biz insanlar hala kendi kafamıza göre kararlar alıp uyguluyoruz.
- Anlamıyorum neden Allah (c.c)‘ü düşüncede sınır tanımazken biz insanlar kalkıp kendi kendimize zulüm ediyoruz. Biz kendimize bile doğru değiliz, aklımızı kullanmaktan o kadar aciziz ki; farkına varsak, biraz düşünsek...
- Öyle Murat’ım anla işte, bilinçsiz kafalar, vicdansız yürekler ve yaratana karşı nankör mantıklar!..
Uraz, yorgun olduğunu hissederek; şimdilik yeterli olsun, çünkü vakit bayağı geç olmuş, izin aldı konuşmayı kesti. Murat’ın odasına gitmesi için yardımcı oldu, yatağına yatırdı. Kendisi de uyumak için odasına çekildi.
Hira, pille çalışan küçük teybini oturduğu yer minderinin yanına koymuş, müzik dinliyordu. Yaratıcısını yücelten, sevgiye layıklığını yoğunlaştıran bir parça çalıyor radyoda, parçanın kendisini en çok etkileyen kısımlarını üstüne basa basa tekrarlıyor. ”Sevgim yalnız Allah’a, her nefeste onun adını anmak. Hira’nın içinde yaratıcıya karşı sevgisi doruk noktada, yangın gibi alev alev. Allah’ın sevgisini o denli ilk yaşıyordu. Kur’anın açıklamasını okuduğu zamanlarda bu duyguyu hissediyordu. Allah’ım sevgiler layık olanadır. Beni sevginle ödüllendir, kevser havuzundan bir damlacık sevgi ver. Aciz yüreğim senin aşkınla meftun olsun. Hira’nin düşüncesi ezanla bolundu. Teybi kapattı, ezanı düzgün oturup dinledikten sonra Abdest almak için banyoya gitti. Hira’nın özel bir zevki de abdest alırken mutlaka aynanın karşısına geçip kendisini seyretmesiydi. Hira buğday teni, açık yeşil gözleri, kara kaş, uzun kıvrımlı kirpikleriyle ve beline kadar uzanan kumral saçlarıyla, orta boyu ile güzel bir tablo oluşturuyordu.
Aynanın karşısına geçti. Saçlarını açıp dağıttıktan sonra ellerini çenesine dayayıp bir süre öylece durdu ve Allah’ın yapmış olduğu sanatın eşi ve benzeri olmayışını bir kere daha idrak ederek şükretti. Sonra tekrar saçlarına farklı modellere yaptı. Saçıyla uğraşmak onun mutlulukları arasındaydı. Taradı, ördü, abdest aldı ve namazını kılmak için odasına geçti. Seccadesini komodinin gözünden aldı. Kıbleye doğru serdi. Başörtüsünü güzelce örtükten sonra, kıyama durdu. Namazını kıldı, duasını uzun uzun, içli içli yaptı. İçindeki duygularını Rabbi ile paylaşmak için kalktı, yatağına uzandı ve gözlerini kapattı; Rabbiyle konuşma sanatına geçti. Bir süre öylece kaldı ve birden yüreğinin en temiz köşesinden; kara bulut misali, akan yağmur sonrası, yumuşayan toprak gibi yüreği öyle bir duyguya büründü. Öyle güzel, tarifi yapılmaz bir hale dönüştü ki... Yazık ki bu çok kısa sürdü. Yüreği, coştu tattığı duyguyu kağıda dökmek istedi nafile. O güzel duygunun, kalbinin en ücra köşesin de gizem içerisinde kalmak istediğini anladı. Hira, ağladı ağladı, kendisini çaresiz yalnız ve sevgisiz hissetti. Ellerini açtı, her şeyin yegane sahibine yalvardı yalvardı...
- Bir gönül yarası gibidir sevdan, incitir, hasrete bulandırır, gizeme sürer sevgimi, ruhumu anlatılmaz bir huzura kavuşturur, evrenin mucizevi seyrine daldığım zaman uçtuğumu hissederim, çünkü öyle muazzam bir dünya yaratmışsın... Ey dost bana sana ihaneti yapmamam da sabit bir ahlak ver... Sevdalı yüreğimi, kara sevdayla doldur, dirilişe kalkmış bedenimi sana yapacağım ibadetlerle güçlendir. Anlık; sevgin, ömrüm boyunca beynimde, taze bir gül gibi, hiç solmadan varlığını sürdürsün. Hira bu güzel düşüncelerle yavaş yavaş uykuya daldı
Aradan geçen haftalar sonrası, Murat yaşamın sunduğu, fırsatlar karşısında yaşamaya çalışıyordu. Okuldan eve evden okula amcasının yardımıyla gidip geliyordu. Amca beni çok yoruyor bu durumlar ne zaman sona erecek benim bu halim?...
- Az kaldı Murat, biliyorsun doktorlar bir diğer ameliyat için biraz daha süreye ihtiyaç var diyor. Biraz daha sabır Uraz Murat’ı bu tür söylemlerle oyalamaya çalışıyordu. Ama dört ay daha vardı ve Uraz bunu yeğenine söyleyememenin ezikliğini çekiyordu.
Bir gün sonrası...
Uraz, Murat’ı yine okuldan almak için işinden ayrılıp, doğru okul yolunu tutmuştu.
Ve Uraz okula varır varmaz Murat’ın her zaman ki yerinde olmadığını görünce tedirginleşti. Hemen sınıfına gidip baktı. Murat pencerenin önünde iki elini birbirine bağlamış derin düşünceli haliyle dışarıyı seyrediyordu. Uraz onu bir süre öylece izledikten sonra yanına yaklaştı, ona sarıldı.
- Ne oldu oğlum ?Neyin var? Niçin böyle üzgünsün?
- Hiç amca sadece biraz farklı bir yerde, seni beklemek istedim.
- Lütfen bana yalan söyleme.
- Sıkıldım artık! Hem de çok sıkıldım! Bu yaşamdan, senin her gün beni yemek yemeden eve bırakışından ve bana bağlı kalmandan fazlasıyla sıkıldım anladın mı amca?
- Neyse, biz seninle sonra konuşalım. Sana bir hikaye anlatacağım akşama...
- Hayııır, akşamı beklemek istemiyorum. Anlatacaksan lütfen şimdi anlat.
- Ama oğlum, şimdi işime gitmem lazım sabırsızlanma.
- Peki konu ne?
- Konu senin durumunla alakalı. Anlaştık mı? Ama akşama...
- Anlaştık.
- Hadi o zaman doğru evimize.
Murat on beş dakikada evdeydi.
- Hoş geldin oğlum.
- Hoş bulduk anne.
- Nasıl geçti okul?
- İyi anne sağ ol .
- Ablam nerede?
- O, yok oğlum. Ama gelmek üzeredir, işin mi vardı?
- Hayır onu görmek istedim.
- Fark ettin mi oğlum? Hira bu günlerde çok değişti.
- Evet anne.
- Bu arada odasına en son ne zaman girdin?
- Üç hafta önceydi herhalde
- Şimdi git bak istersen, odasını değiştirmiş; duvarlardaki notları bile.
- Öyle mi? O kadarını fark etmemiştim, hemen bakmak istiyorum.
Murat, tekerlekli sandalyesini hızla ablasının odasına sürdü. Kapıyı açtı ve içerde yapılan değişiklikleri gözlemledi, ilk dikkatini çeken duvar kağıtlarında ki notlar oldu. Onları okudu ve masanın üzerinde ki deftere baktı, üç hafta önceki defter, iki sayfa iken defterin hemen hemen yirmi sayfası ablasının yazdığı sözlerle dolmuş haldeydi.
Bir eleştiri almak; hatasızlaşmaya doğru giden emin adımlardan bir yoldur.
İnsanların, insanlardan; özlemle, umutla, kaygıyla ve gizemle içlerinde büyüttükleri beklenti, “dürüstlüktür.”
Be hey ihtiyar! Dünyadan bıkmışlığın, göç etmenin hüzünlü şarkısını mı söylüyorsun?
İnsanları insan yapan amaçtır. Amaçsız insan, kökü kurumuş ağaca benzer.
Daha iyi bir akla ulaşmak istiyorsan düşüneceksin; çünkü düşünce akıldan üstündür.
Yüreğin kıyama dursun, bedenin devrim yaratsın, kutlu sevdaların küflensin, çirkin insanlara kinlen ve sakın ola ki aşikar olmayan sevgiyi yaşama.
Kök sal yürek, kök sal ruha, beden öldüğü zaman sen diri kal; ruhla eşlen ki seni kaybetmeyelim.
Milletlerin yükselmesi, kişiliklerin güzelleşmesi tüm dünya insanının güzelliği “bilgi” ile aşılır.
İçtimayı terk etme, ne kadar figan olsa da sen affeyle, garazlanma inan gönül o zaman sen sultan olursun.
Din otoritesi diye bir şey yoktur, irade vardır, din otoritesi; oluşum oluncaya kadardır.
Heybetli bir dağ misalidir yalnızlık; içinde ateş, içinde günah, içinde sevgi serapları yol almıştır.
Eski ve kirli olan şey kokmaya, yıpranmaya mahkumdur. Tıpkı toplumun yüzde doksanının kabul etmediği kavmiyetçilik gibi...
Yalnızlık; tek başına bir iktidarlıktır, koca bir ölümdür, sevgi yoksunluğudur, beden bitirimidir ve eğer insanları sevmiyorsanız yalnızlığa yaklaşın, insanları seviyorsanız yalnızlıktan uzak durun; çünkü onunla siz gün be gün yok oluşa sürüklenirsiniz.
Bilgi olmadan hayaller geniş olamaz.
Murat ablasının böyle başarılı olduğuna inanamadı! Duvar notlarının altına bir şeyler yazdı ve odasına döndü.
Hatice Hanım mutfakta pirinç seçiyordu. Kızının geldiğini bile duymadı. Hira, sessizce annesine yaklaştı. yanağına bir öpücük kondurdu. Hatice Hanım irkildi ve kızının şakasına kızdı. Hira annesinden özür diledi, bir daha yapmayacağına söz verdi. Hira bu tür şakaları annesine çok sık yapıyordu. Her defasında da annesi onu azarlıyordu.
- Niçin böyle geç kaldın?
- Sıra arkadaşım çok ısrar edince kıramadım anne... Onların evine gittik.
- Bir daha olmasın?
- Hira, asker duruşuna geçerek:
- Baş üstüne komutanım; bir daha olmaz yeter ki siz kızmayın, bir emriniz yok ise bölüğüme geçmek istiyorum.
Hatice Hanım komutan edasıyla;
- Şimdilik yok, yalnız kulağınız her an bende olsun.
- Anlaşılmıştır efendim.
Hira, odasına geçti, arkadaşından aldığı kitapları yerleştirirken, duvardaki fazla kağıdı fark etti. Yanaşarak okumaya başladı.”Sana inanıyor ve güveniyorum ki sen gelecekte entelektüel biri olarak tanınacaksın... Sevgili ablam.
Hira, okuduktan sonra kardeşinin odasına geçti. Kapıyı çalarak içeriye girdi. Murat, masasının üzerine başını dayamış öylece uyumuştu. Hira, onu uyandırmakta önce tereddüt etti.
- Murat, uyan yatağa geç.
- Allah! Uyuya kalmışım.
- Yatağına geçecek misin?
- Hayır abla, ben balkonda oturmak istiyorum.
- İyi fikir ben de balkona geçmeyi düşünüyordum .İstersen çay da içelim ha olur mu?
- Benim için fark etmez.
- Tamam anlaştık, o zaman, sen balkona ben de mutfağa. Hira, mutfağa geçti, ocağa çay koydu. Annesinin olmadığını fark etti “Kesin yine alt komşusuna gitmiştir.” diye düşündü. Murat, balkona geçmiş ablasını bekliyordu. Balkonları fazla büyük olmamakla beraber rahat edilecek genişlikteydi. Hira ve Murat, balkonda kurulmuş olan masaya oturarak sohbete başladılar. Hava güneşliydi ama esiyordu. Hira kardeşinin üzerini örtmek için battaniye getirdi ve Murat’ın bacaklarını iyice örttü
Hira:
-Yazdığın not beni gururlandırdı. Kendime güvenmem için cesaret verdi.
- Yazdıklarımın tümü gerçek, onlar sana ait sözler öyle değil mi?
- Evet bana ait. Neyse beni boş ver, sen nasılsın okulun nasıl geçiyor uzun süreden beri sohbet edemiyoruz.
- Ne olsun her zaman ki gibi sürdürmeye çalışıyorum; ama bu günlerde yürüme hasretim çok ağır basıyor, beni bunaltıyor, yoruldum. Bedenim, beynim hiç bir şey algılamıyor.
- Hayır hayır, böyle konuşma, yürüyeceğini hayal et, olumsuzluğu kendine yoldaş edinirsen azmin kırılır. Sabrın daha bir tükenir ve umutlarını tamamen yitirirsin.
- Beni anlamıyorsun! Hem de hiç anlamıyorsun!
- Seni çok iyi anlıyorum Murat. Her insan farklı mücadelelerle yaratılmış. Unutma azimli olursan açamayacağın kapı olmaz.
- Bu konuyu kapatalım lütfen.
Hira kardeşini teselli edememenin ezikliğiyle sustu, mutfağa döndü, demlenmiş çayı bardaklara doktu ve ikramda bulundu.
Çayı sessizce içtiler. Güneşin batmaya yüz tutmuş halini seyre daldılar. Ta ki güneş iyice batıncaya kadar. İkisi de sessizdi. Onların yerine doğada ve havada coşku içinde uçan kuşlar konuşuyordu. Sessizlik de insan ruhunun bir parçasıydı ve evrenselliğini tüm varlığıyla koruyordu. Bazen konuşmak bazen de susmak ve şimdi iki kardeş bunun bilinci içerisinde, konuşmak yerine susmanın yasalarını yerine getiriyorlardı. Karanlık basıncaya kadar oturdular Hatice Hanimin gelmesiyle içeriye geçtiler. Akşam yemeği sonrası Murat, amcasına:
Amca bana hikaye anlatacaktın unuttun mu yoksa?
- Hayır unutmadım Murat...
Uraz, elindeki elmayı soydu, ortadan böldü, bir parçayı Murat'a uzattı ve hikayeyi anlatmaya başladı;
- Geçmiş zamanlarda genç, kambur bir kral varmış. Bu kral kamburluğundan utanıyormuş, her insan gibi oda güzelliğe önem veriyormuş. Kamburluğun geçmesi için gereken tüm ilaçları denemiş, ama hiç bir doktor onun derdine çare bulamamış. Bir gün odasında yalnız başına oturuyormuş ve babasının heykeline gözü takılmış. Kral heykeli iyice incelemiş ve mimarı çağırtmış. Kendisinin kopyasını yapmasının talimatını vermiş. Bu kopyayı düz yapılmasını da tembih etmiş. Mimar emirleri bir hafta içinde yerine getirmiş. Kral heykeli hiç kimsenin göremeyeceği bir yere aldırmış...
Murat, bu kadar mı?
- Tabii ki hayır. Ondan sonra kral her sabah hiç kimseye görünmeden kopyasının önüne geçmiş ve kendi canlısının da bir gün böyle sapa sağlam olacağının hayalini kurmuş, aynı zamanda doktorların tavsiye ettiği egzersizleri, ve ilaçları da kullanıyormuş. Ne olmuş tahmin et bakalım.
- Bilmem
- Kamburluğu geçmiş. Şimdi sana bu hikayeyi niçin anlattığımı da anladın mı?
Murat, istek dışı mimiklerle ;
- Galiba anladım.
- Çok iyi anlamamış gibisin. Bak Murat Can, her şey inanç iledir. İlk iyileşme temayülleri inanç ile başlar, azim ile sona erer. Bu kral iyileşmeyi beyninde kurmuş. Bunu zamanla yaşamında uygulamış, ama sabırla... Eğer anlamadıysan sana kitabi vereyim. Belki kendin okursan o zaman daha iyi anlarsın.
Olabilir, okumak isterim.
- Anlaştık o zaman. Pazar günü beraber kolilerden çıkarırız.
Uraz, üniversiteyi bitirdikten sonra kitaplarının çoğunluğunu eve getirmişti. Bir kısmını da arkadaşlarına hediye etmişti. Kitaplığı çok küçük olduğundan bir çok kitabını kolilerde bırakmak zorunda kalmıştı. Şimdi ise, o kitapları kolilerden çıkarma zamanı gelmişti.
Pazar gününün gelmesiyle Uraz, Murat ve Hira kolilerdeki kitapları yerleştirmek üzere plan yaptılar. Hira, amcasının çıkardığı kitapların tozunu aldı. Daha sonra da kitaplar için paylaşım yapıldı. Uraz kitapların çoğunu okuduğu için yeğenlerine hediye etmeyi uygun gördü. Hira, kitapları kapmak için biraz daha bencilce yaklaşıyordu. Ama amcası her zaman adil davranmayı prensip edindiğinden, eşit şekilde kitapları yeğenlerine paylaştırdı. Uraz Murat’a vereceği kitabı bulamadı.
- Murat’cim sana vereceğim kitap yok sanırım arkadaşlara vermişim. Ama üzülme pazartesi günü sana yenisini alırım.
Pazartesinin gelmesiyle Uraz, vermiş olduğu sözü yerine getirdi. Akşam Murat'a kitabı uzatarak;
- Verilen sözler imkan varsa hemen yerine getirilmeli. Çünkü bekleyiş içinde olan kişinin nasıl sabırsızlıkla gözlerinin yol çektiğini çok yaşadım. Kitaplarımın çoğunluğunu iyilik sever, değerli bir insan almıştı.
Uraz karşısında mutlu bir yüzle oturan yeğeninin dolgun yanaklarına bir öpücük kondurdu.
- Amca çok teşekkür ederim bu ilgine. Beni çok iyi anlıyorsun.
- Seni çok iyi anlıyorum, çünkü sen benim için çok değerlisin, aynı ilgi ve anlayış; her insan için geçerli değil. Sana bir teklifim var, dışarıda gezinti yapmaya ne dersin?
- Aslında bu kitabı okumaya can atıyorum; seninle akşam üstü yürüyüşünü de kaçıramam.
- Buna çok sevindim. Hadi o zaman üzerine bir şey al da çıkalım.
İkisi de üzerlerine kalın bir hırka alarak çıktılar. Murat, dışarı çıkar çıkmaz;
- Ohh! ne kadar güzel bir şey temiz hava.
- Evet
Sokaklarının dar yollarında ilerlediler. Bunu ikinci, üçüncü sokaklar takip etti. Başını almış göçebeler gibiydiler. Bulundukları mahalle vasat insanların yaşadıkları bir ortamdı. Kocaman katlı binalardan oluşuyordu. Semtlerinin ismi "Veda Busesiydi. Bu isim semte, yirmi yıl önce zengin bir adamın, küçük oğlunun ölümüne son anda yetişip onu öpmesiyle konulmuştur. Adam uzak bir yere iş icabı gitmiş, rüyasında oğlunun "Yetiş baba ne olursun bana yetiş" demesiyle baba sabah hemen kalkar kalkmaz, yola düşer ve oğlunun son anına yetişip yanaklarından öper, ardından oğlu da babasını öper ve bu son öpmeyle; ruhu ebediyete uçar. Böylece bu semtin ismi Veda Busesi olarak konulur. Bu hikayeyi duyanların içi burkulur ve gözyaşları halada akar.
Uraz yeğenini sürüyordu. İkisi de sessiz ve yavaş bir şekilde yürüyorlardı. Belki de yolların dilini çözmeye çalışıyorlardı? Hava biraz soğuktu ve esiyordu Buna rağmen onlar dışarıya olan özlemlerini gideriyorlardı. Çünkü ikisi de haftanın beş iş gününde hiç dışarıya çıkamıyorlardı. Bugün Uraz'ın işten erken dönmesiyle, bu fırsatı kaçırmamışlardı. Saat dokuza doğru; ruhlarının, havaya, doğaya doymamış halleriyle eve döndüler.
Ã
H |
ikmet Bey, salonda oturmuş yine derin düşüncelere dalmıştı. Münteha, babasının salonda oturuşundan habersiz içeriye ani, hızlı bir giriş yaptı. Hikmet Bey:
- Ne oldu kızım, ne bu telaş.
- Hiç baba, senin burada olduğundan habersizdim. Ayşe'm gelmiş mi? diye baktım. Rahatsız ettiysem çıkayım.
- Hayır canım, niçin, rahatsız olayım ki?
Babası yanındaki koltuğa oturmasını istedi. Münteha aynisini yaptı. Bir süre hiç konuşmayan baba kız Münteha’nın bir iç çekişi ile Hikmet Bey:
- Neyin var ?
Baba, senin bana olan yabancılığın ne zaman sona erecek? Benden çok uzak yaşıyorsun, benimle biraz dertlerini paylaşsan olmaz mı? Bana her bakışının ardında hüzün deryası görüyorum. Bu durumdan çok rahatsız oluyoruz. Ne olur böyle hüzünlü, mutsuz bakışlarla bakma ve inan biliyorum; dertlerinin çıkmaz safhasındasın. Bırak da yüreğin bir dala konsun, bir dost sana senden daha dost olan, bir dost edinsin. Biliyorum, hayatında değer verdiğin tek insan annem idi. Ama artık geçmişinden kopmalısın, böyle yapmakla kendine işkence çektiriyorsun. Hikmet Bey, kızgın bir edayla ayağa kalktı:
- Hayır kızım, rica ederim bana karışma ben bütün dostluğumu “ellerini göğsünün üstüne koyarak” şu yüreğimle yaşıyorum. Benim başka bir dosta hiç ihtiyacım yok. Ben bu halimden memnunum, sana zulüm görünse de.
Sonra salonu terk ederek odasına çıktı. Münteha, konuştuğu için pişmanlık duydu ve pencereye yaklaşıp bir süre dışarıyı izledi. Dışarıya bir ölüm sessizliği hakimdi. Aslında bu her zaman öyleydi. Sanki insanlar burada hiç yoktular. Oysa burada çocuklar olmalıydı, onların şen sesi doldurmalıydı çevresini; ama maalesef bu çevrede ne çocuklar nede gençler... Münteha, bu semtten sıkıldığını hissetti. Ama babasını da düşünmeliydi. Giderse o temelli yalnız kalacaktı. Bunu yapa-mazdı, ama ya kendisi, hali ne olacaktı. Bu düşüncelerle pencereden ayrıldı odasına çıktı. Can dost bildiği arkadaşının not defterini okumaya başladı.
Göz yaşlarımın ürünüydü, acılarımın ürünüydü, şu kırılan kalbimin, küçümsenmiş kişiliğimin, mahvolmuş gururumun bir simgesiydi hayallerim.
Münteha, Sevda’nın sır dolu acısını yavaş anlamaya başlamıştı. Sevgi için mi hayatına son vermişti? Sorun sevgiydi, ama bunun da bir sebebi olması lazımdı. Tekrar kaldığı bölümden devam ederek okudu. Son sayfaya tekrar bakarak iyice inceledi. Sevda ölmeden iki saat önce yazmıştı. Yazı yargı bildiriyordu. Sevda yazmış olduğu bu yazıyla kendini açıkça yargılamıştı.
Olan bir şeye olmadı diyebilir misin? Affedilsen bile kendini affeder misin? Bil ki ey kalbim! Eğer kendini affedersen, dünyanın ölmek istediği güne, ebediyete kadar doğum sancısı çekeceksin ve sen bu sancıyı bütün yüreklere kaydedeceksin, sakın ola ki kendini affetme.
Münteha bir “off “çekti
Anladı ki defterin dili çözülmeyecek; kapattı, arkadaşının kendisine olan yakınlığını tarttı. Demek ki, insanoğlu yalnız kendine dost. İnsanoğlu yargılayıcıdır, anlayışsızdır Biz insanlar sadece kendimizi hatta ve hatta varlığımızı bile yargılıyoruz. Oysa yargılamanın bile kuralları var. Her şeyin bir kuralı olduğu gibi...
- Dünya yalan; ama hayat gerçek.
- Arkadaşının ölümünü hatırlayarak, mavi parlak gözlerinden gözyaşı damlaları hüküm sürdü. Saatlerce ağladı. Sonra kendi halini düşündü; yirmi dört yaşındaydı; ama yalnızdı. Çareler aramıştı; ama karşısına çıkan sadece “nafile” kelimesinden başka bir şey değildi. Çok kere bu haline ağlamıştı; ama yaşamak zorunda olduğunu bildiği için bedeni yıkılmamıştı. Beyni diriydi. Kalbi ise; yürüdüğü yol üzerinde isyan bayrağı çekerek durmuştu.
- Söyle ey yüreğim! benden sevgimi istiyorsun.Bunu benden isteme; çünkü ben de senin gibi onu tanımı-yorum. Bırak yüreğim! Ben seninle mutluyum, sen benim dostum, yarim yarenimsin.
- Hayır! Sen beni anlamıyorsun?
Yüreği:
Ey sahibim! Bekle beni, inan bana; sen istesen de istemesen de bir gün mutlaka,; belki zamanın bile hüküm sürmediği bir mekanda eşimi sana buldurtacağım. Bulduğum zaman sakın ola ki beni suçlama. “Yüreği ona küserek sustu. Münteha:
- Ah yüreğim yeter artık! Bana küsme, bana yardımcı ol, beni bu girdaptan, yalnızlıktan her türlü sevgiye hasret kalmış yaşamdan soyutla. Bu, ölümle mi? Bilmiyorum; ne olur beni anla.
Münteha, ağzını kapatırken, dadısının kapıyı araladığını ve kendisini izlediğini fark etti.
Dadısı (bir hırsızın uysal ve korkulu haliyle):
- Pardon kızım isteyerek olmadı. Onun bu durumundan fazlasıyla hoşlanan Münteha, bir anda bütün dertlerini unutarak dadısıyla uğraştı.
- Ayşe’m beni mi dinliyordun?
Dadısı çocuk edasıyla mahzun mahzun kafasını salladı.
- Benim şimdi seni cezalandırmam gerekli.
Dadısı ezilip büzülerek;
- Ne olur bu seferlik beni affet .
Münteha:
- Biraz düşüneyim, otur bakayım şu karyolanın üstüne , ben sana demedim mi? Başkalarını sakın gizlice dinleme ve izleme diye ha, ayıp değil mi?
Ağlıyor numarası yaparak:
- Ne olur?
- Münteha sonunda onu affederek sarılıp öptü ve sonra ciddi ciddi konuşmaya başladılar.
Dadısı:
- Şaka bir yana kızım, bana neden dertlerini anlat-mıyorsun, bana güvenmiyor musun?
- Ne ilgisi var canım. Sana güvenmemekle ilgili bir şeyi düşünmediğimi biliyorsun.
- Peki kızım, öyle olsun, madem senin bir sorunu yok o zaman ben anlatayım.
Münteha, tatlı yüzünden güller fışkıran bir gülümsemeyle,
- Anlat bakalım güzel Ayşe Hatun anlat da dinleyeyim ”Münteha ve dadısı çok yakın oldukları halde pek özel konulardan konuşmazlardı. Belki de özel yaşamlarının hareketli olmayışından kaynaklanıyordu. Ayşe Hanım hüzünlü yüz ifadesine bürünerek:
- Yalnızlık ne kadar acı, benim hayatım için uyarlanan yalnızlık senaryosu inan yedi bitirdi beni. Özellikle de yalnızlığı çocuklar üzerinde hissediyor ve anasından zorla koparılan bir kuş yavrusu gibi acı çekiyorum. Sevmek sevilmek insan doğasında var, sen de artık iyi bir seçim yapıp, evlenmelisin.
- Haklısın da Ayşe’m, evlilik öyle kolay bir şey değil, inan istesem çoktan evlenirdim, ama insanlara bakıyorum, inceliyorum hiç evlenmemek daha iyi diye düşünüyorum. Evlilik sorunluluk isteyen bir görev ve ben simdi o sorumluluğu kaldırabileceğimden emin değilim... Bu konuyu burada kapatalım seninle mutfağa gidelim. Ocağa çay koyalım. Sonrada bahçeye geçelim. Biliyorsun bahar yavaş yavaş geliyor artık.
- İyide biz daha şubattayız, hem saat dört ve güneş batmak üzere üşürüz.
- Lütfen! Hadi, ruhum biraz sevgilisi ile buluşsun. Bugünün stresini üzerimden ancak böyle atabilirim. Dadısı çaresiz kabul etti. Çay hazır oldu. Beraber bahçeye kış çiçekleriyle, çimenlerle süslü mekana indiler.
Bahçeleri geniş ve uzuncaydı. Özel bakıcısı olmamakla beraber düzenliydi. Dadı bunu istememişti ve gönlünce bahçeyle çok iyi ilgileniyordu.
- Amma da özlemişim bahçeyi Ayşe’m.
- Evet kızım da umarım üşütmeyiz.
- Merak etme ara sıra insan bedeninin böyle dinlenmelere ihtiyacı var.
- Öyle olsun bakalım. Hadi ayakta fazla dikilme de oturalım artık , yoksa elimdeki çaydanlığı düşüreceğim.
- Evet haklısın, ben de elimdeki tepsiyi koymayı unutmuşum. Hadi gel masaya geçelim. Aslında bana sorarsan çimenlerde oturalım diyeceğim; ama sen...
- Aaa kızım! bak şimdi içeriye geçeceğim.
- Aman aman tamam. Senin dediğin olsun.
Hira, hiç boş zamanının olmasını istemiyordu. Boşluk onu üzüyor, ruhunu sevimsizleştiriyordu.Evde yalnızdı ve kitap okuyordu, aniden gelen telefonun sesiyle irkildi. Odasının solunda bulunan salona hızlı koştu ve telefonu kaldırdı.
- Alo buyurun!
- İyi günler efendim.
- İyi günler buyurun!
- Ben Uraz ‘in arkadaşı Mehmet, kendisi eve gelecekti, onu telefona alabilir miyim?
- Hayır, amcam henüz eve gelmedi, eğer notunuz varsa kendilerine iletirim.
- Lütfen söyler misiniz? her iki projenin kopyasını getirsin.
- Tamam .
- Teşekkür ederim, iyi günler
- İyi günler.
- Hira, telefon ahizesini tam kapatacaktı ki amcasının kendi anahtarıyla kapıyı açıp içeriye girdiğini gördü.
- Amca hoş geldin ,
- Hoş bulduk Hira, ne haber?
- Amca, seni iş yerinden telefon ile Mehmet isminde bir bey aradı... Her iki projenin kopyasını da iş yerine götürecekmişsin.
- Tamam, teşekkür ederim. Ben hemen odamdan projeleri alıp gideceğim. Sana zahmet olacak ama bana bir bardak su getirir misin?
- Tabii, hemen.
Uraz, odasına gitti projeleri alıp tekrar salona döndü. Hira’nın getirdiği suyu içti. Bir isteği var mı? diye sordu.
- Tükenmez kalem ..
- İnşallah unutmam hoşça kal Hira
- Güle güle amca.
Uraz, işinin başına döner dönmez yoğun bir şekilde çalışmaya başladı. Oda arkadaşı Mehmet Uraz’ın mesai sonrası çalışmasına kızarak:
- Seni anlamıyorum, niçin o kadar çok çalışıyorsun?
- Çalışmayı sevdiğim için.
- Lütfen! dalga geçmeyi bırak. Kendine zaman ayırmalısın!
Baktı ki Uraz’dan konuşmuyor Onu kendi haline bırakmak daha iyi diye düşündü. İş yerinden bir süreliğine ayrıldı, ekmek arası bir şeyler yapıp geri döndü. Baktı ki arkadaşı hala çalışıyor, getirdiği ekmek arasından bir tanesini Uraz’ın masasının üzerine bıraktı.
Uraz: Yemek için teşekkür ederim. Sen benimle yemeyecek misin? Nereye gidiyorsun?
- Sen çalışıyorsun, ben senin durgun neşesiz yüzünü izleyerek yemeğimi yemek istemiyorum.
- Kırıcı değil misin ?
- Haklı olarak evet!
- Suçum ne?
- Suçun hem çok çalışmak hem de yalnızlığı seçmek.
İki arkadaş şaka yoluyla bir süre birbirlerine takılarak; yemeklerini yediler bu arada saat bir olmuştu. Tekrar iş başı yaptılar. İş esnasında da konuşmaları sürüyordu. Uraz, günlerden Cumartesi olması dolayısıyla bugün Murat'ı okuldan almıyordu; ama iş yoğunluğundan dolayı yemek saatinde çalışmak zorunda kalmıştı.
Mehmet:
- Sence “dostluk” nedir?
Uraz, bilgisayarın başında bitirmiş olduğu projelerin kopyasını incelerken; soruya da cevap verdi.
- Bence dostluk sevdadır, dağın zirvesinde bulunan değerler üstü bir kavramdır. Dostluk kurulacaksa; seçici olmak lazım . Dost dediğin candır canandır. Sen yokken sen olandır, zamanın çözemediğini bilendir. Kısacası dost sensindir, senden gayrı olmamalıdır .Bence böyle dost insanda yoktur, insan üstü varlıkta vardır. Bu da Allah ile sabit.
Mehmet
- Ben insanlar arası dostluğu vurgulamanı istemiştim.
- Ben insanlar arası dostluklara inanmam
- Saçma, niçin olmasın?
- İnanmam; çünkü insanlar yaratılış gereği bir şey üzerinde sabit kalmazlar! Kalamazlar insan gezgindir, zorda kaldığı an ister istemez satar. İnsan kendisi için yasar. Böyle düşünmek zorunluluğu yaratılışında vardır.
Mehmet, arkadaşının böyle düşünmesine kızarak sustu ve duşundu, demek insanlara hiç güveni yok. Demek böyle düşündüğü için benden hep uzak duruyor.
Mehmet, sinirlendiği zaman çok sakin görünen; ama içinde fırtınalar esen bir tipti. Mehmet, yirmi sekiz yaşındaydı. Yalnız yaşıyordu, böyle olmasına rağmen mutluydu.
Mehmet, iş çıkışı hemen eve geldi. Ceketini çıkardı, astı, yatak odasına geçti. Pencerenin önünde devamlı duran sandalyesine oturdu. Bu sandalye onun dingin ve neşeli halini çok çekmişti. Pencerenin önüne oturup hem evreni izlemek hem de kendi sorunlarını düşünmek ona apayarı bir huzur veriyordu. Bu alışkanlığını sadece kendini iyi hissetmediği zaman yapardı ve sonrasında kendini çok rahat hissederdi. Karanlık yavaş, yavaş gündüzün üzerine hükmünü sürerken; Mehmet, olayları iyice düşündü. Uraz ile tanıştığından bu yana Uraz kendisiyle özel olan konulara hiç girmemişti. Arkadaşını sabırla beklemişti bir gün kendisine açılır diye. Dostluğu paylaşmak istiyordu. Hayatı boyunca hiç kimseden beklemediği dostluğu onda görüyordu. Kendisine iş arkadaşı olarak yakınlık gösteriyordu. Mehmet’i etkileyen onun kişiliğiydi. Çünkü Uraz dürüst, mükemmeliyetçi, bilgi dolu, konuştuğu zaman insanı kendine hayran bırakan bir lisanı vardı. Bu özelliklerden dolayı, arkadaşının hayranıydı. Onun gönül kapısını kendisine açmasını istiyordu. Dostluk konusuna da özellikle bundan değinmişti. Fakat karşısına sert düşünceler çıkmıştı. Elleriyle dizlerini birbirine bağladı ve dostluğun güzelliğini düşündü. Çalan telefon sesiyle yerinden kalktı,masanın üstünde bulunan telefonu bitkin bir sesle açtı:
- Alo .
- Mehmet, merhaba ben Uraz.
- Merhaba, bu ne sürpriz böyle? Sen beni hiç aramazdın?
- Neyse şimdi arıyorum. Ne yapıyorsun?
- Hiç pencerenin kenarında oturmuş, senin güzel düşüncelerini idrak etmeye çalışıyordum.
- İyi idrak ettin mi bari?
- Evet, galiba, ama onaylamadım.
- O zaman biz seninle bunu daha iyi anlayabilmek için bir yerde görüşelim. Geceyi de turlamış oluruz.
Mehmet biraz düşündükten sonra saatine baktı .
- Kaçta geleceksin?
- Seni saat dokuzda, bulvarın girişinde alsam olur mu?
- Evden alsan olmaz mı?
- Ama ben senin evini tanımıyorum.
- Tamam o zaman, senin dediğin yerde saat dokuzda.
- Tamam anlaştık, görüşmek üzere...
- Görüşürüz.
- Mehmet, telefonu kapatıp hazırlanmaya çalışırken Murat’ın sorularına muhatap kalan Uraz da:
- Amca bakıyorum gece hayatına başlıyorsun ?
- Evet Murat Bey, hoşunuza gitmedi mi?
- Estağfurullah; sizin gibi gizemli ve karizmatik ada-ma zaten gece hayatı yakışır.
- Ne diyorsun oğlum sen? Ben sadece biraz yürümek, uygun bir yerde arkadaş ile bir çay içmek arzusundayım. Hem ben ilk yapmıyorum ki; daha üniversite yıllarımda iken üç geceden mutlaka birinde yapardım. Ruhumu dinlendiriyor, gecenin o gizemli bakışı beni küflü sevdalara götürüyor.
- Ne demek istediğini anlamıyorum sevgili amcam,
- Büyüyünce anlarsın inşaallah, şimdi ben gidiyorum. Sen de bu arada çok yorgun görünüyorsun istersen hemen uyu oldu mu, sevgili çocuk.
Amcasının bu esprisine çok kızan Murat, soğuk bir espri ile karşılık vererek uğurladı.
İki arkadaş kararlaştırdıkları yerde buluştular. Şehrin çıkışında bulunan yalnızların, monoton hayat yaşayanların uğrak yeri...Ön tarafı denizle özel bir görünümü olan, arka tarafıysa meyve ağaçları ve çiçeklerle kaplı şirin mi şirin balık lokantasına gittiler. Kocaman bir bahçesi olan bu yer, bir köy havasını andırıyordu. Zaten sahibi de kentin yerlisiydi.Lokantasını özellikle buraya inşa etmişti; yalnızlığa seviyordu. Yaşlıydı, çok büyük bir geliri yoktu; ama bu şirin lokanta karnını doyurmasına yetiyor, artıyordu bile.
Uraz ve Mehmet, lokantanın arka tarafında oturmayı tercih ettiler.
Söze başlamak isteyen Uraz, arkadaşının yanlış anladığını bildiği için gönlünü almaya niyetlendi. Ama Mehmet, daha hızlı davrandı.
- Eğlenceli bir yere geleceğimizi düşünmüştüm. Ruhumu sıkmak için mi beni buraya getirdin?
- Beğenmedin mi?
- Evet beğenmedim; neyse o kadar önemli değil.
Uraz, arkadaşının kendisine dargın bir edayla konuşmasına karşın ,dostluk kavramını tekrar açtı.
- Mehmet, sen hiç tattın mı? Dostluk adına şiirleri, türküleri, dostluğun adını sevda koyanları. Hiç yaşadın mı? Dostluk adını kirletenleri, ihaneti, iki yüzlülüğü, perişanlığı yaşamadın değil mi? Beni yanlış anlama ben de senin gibi yaşamadım; ama bana üniversite yıllarında yakın olan bir arkadaşım tecrübe oldu. İnsan aklının bile idrake varamayacağı bir dostluğa tanık oldum. Ama bu dostluğun sonucunda ihanete tanık oldum. O yüzden dostluklara yanaşmıyorum, gereksiz buluyorum.
- Ama senin ki dostluktan öte; sen bana ailenden bile hiç bahsetmedin. Nasıl bir yol izlediğini anlayamadım. Biz iki yıldan beri hem iş hem de oda arkadaşıyız biraz abartmış olmayayım; senin soyadını bile doğru bir şekilde bilmiyorum.
Uraz yumuşak bir ses tonuyla kahkaha attı. Mehmet’e bakarak düşünceye daldı. Mehmet, arkadaşının kendisini dinlediğini sanarak konuşmasına devam ediyordu.
- Yoksa bana güvenmiyor musun?
Sorusuna karşılık alamayan Mehmet sustu; çünkü Uraz’ın, bu gibi durumlarına alışmıştı. Bir süre sessizliğe tahammül etti; sonra:
- Niçin böyle uzun soluklu sustun. Hani artık konuşsan da ne içeceğimize karar versek!
- Affedersin. Ne içelim?
- Ben senin hoşuna gitmeyecek bir içeceği alsam.
Ne demek istediğini anlayan Uraz
- Bira mı? Mehmet yavrusunu altında nefessiz bırakarak; ölümüne sebep olan kedi misali mahzun bir edayla ;
- Evet.
- Niçin çekinerek söyledin?
- Senin hoşlanmadığını bildiğim için.
- Yanılmışsın beni ilgilendirmeyen bir konu bu. Hoşlanmaya bilirim, yalnız içmene de karışamam. Hem ben senin çoktan beridir bira içtiğini biliyordum.
- İnanayım mı?
- İstersen,
- Nasıl öğrendin?
- Böyle bir geceydi, yalnız başıma yürüyordum. Senin karşı yoldan hızla yürüdüğünü fark ettim. Sinirli göründüğün için, takip ettim. Sen birahaneye girdin. Ben içeriye girdim. Masada oturmuştun ve içli içli düşünüyordun. Sonra bira ısmarladın böylece senin benden sakladığın sırrı öğrenmiş oldum. Yeterli mi?
- Yeterli.
- Niçin içmeyi tercih ediyorsun?
- Bilmem,
- İnsan kendini bilmez mi?
- İçmemem için bana yardim et.
- Lütfen bu kadar zayıf karakterli olma. Sana yardım edemem.
- Niçin?
- İnsanların bir şeyleri fark etmesini istiyorum. Çünkü herkesin aklı ve iradesi var. Uyarılmayı beklemek zayıflık!
- Mantığıma ters geliyor.
- İnsan mantığına bir çok şey ters gelir. Hüküm bu; sen ne yapsan da ne etsen de bu mantığı değiştiremezsin. Normal yaşantımızda biz insanoğlunun hükümlerine bile maruz kalıyoruz. Mesela iş yerinde patronumuz bize bir proje verdiği zaman kendimizce çok güzel yaptığımıza inanırız; ama patrona sunduğumuz zaman o mutlaka bir kaç yerde hata bulup söyler ve biz bu hatayı tereddütsüz kabul etmek, zorunda kalıyoruz, ama doğru, ama yanlış. Haşa yaratıcıyı insanoğluyla kıyaslamak değil amacım, sen patronunun isteğini tereddütsüz kabul ediyorsan yaratıcının hükmünü bu şekilde saçma görmen hem adaletsizlik hem de koca bir saygısızlık. Bilmelisin ki insan aklına mantıksız gelen bir çok şey var. Allah’ın koyduğu kanunlara karşı mantıklı veya mantıksız, diye yaklaşamayız. Alkol zayıf iradeli cahil insanları pençesine alır. Sen, ne çok iradesizsin ne de cahilsin. Sıraladıkların bahane. İnsanların içindeki volkan dağlarının nasıl lav püskürdüklerini görebilir misin? Bu dünyadan dertsiz giden yok. Olmazda. Unutma adaletli olan Allah, çok sevdiği peygamberimize bile seri dertler vermiş.
- Haklı olabilirsin.
- Olabilirim değil, haklıyım.
Konuşma aralarında önlerine gelen çay ve biradan ancak iki yudum alabilmişlerdi. İkisi de sohbeti bir an olsun yarıda bırakmak istemiyordu. Saat bayağı ilerlemiş ve onlar hâlâ koyu bir şekilde sohbete devam ediyorlardı. Uraz konuştukça Mehmet, ağzına bir yudum bira almakta tereddüt ediyordu. Uraz ikinci çayını isterken; iki tane olmasını rica etti Mehmet. Hiç ses çıkarmayan Uraz, önüne gelen çayı Allah’a minnet duyguları içerisinde yudumlarken konuşmasına heyecanla devam etti.
- Gün de gece gibi gizemlidir, hatta ve hatta gündüzün gizemi geceden yoğundur. Gece karanlık olduğu için gizemlidir, gündüz de aydınlık olduğu için gizemi yok diye bilinir. Oysa o da gizemlidir ama gizemliliğini çoğu akıl sahibi düşünüp fark edemez. İnsanların gizemi de araştırma ve akıldır.
Uraz, ellerini kaldırıp gecenin karanlığına seslenir gibi arkadaşına:
- İnsan aklı öyle bir olgudur ki araştırdığı zaman ve ya düşündüğü zaman aşamayacağı yanlış yoktur. Şu gece, gündüze bile dönmeden sen doğrulara dönebilirsin; ama arkadaşım, şu dünya durdukça da fikirler değişmeyebilir. İnsan düşünmeli araştırma yapmalıdır. Bu güne kadar yaşantını belirli bir ciddiyetle düzenlemedin.
- Yüreğim, yüce yaratıcıya karşı saygılı ve nankör olmama hissini hep seziyordu; farklı bir yaşantının özlemini çok çektim. Ben de her zaman eksik olan bir şey vardı. Her zaman düşüncemde yoğun olarak yaşadım. Ben bunu analiz etmek için hiç bir girişimde bulunmadım. Düzgün bir ailede yaşamadığım için kendimi de onlara teslim ettim. Ama aklım onlarla değil, sadece konuşan dilim, kısacası bedenim onlarla yaşıyordu. Ruhum hep bir özlem içerisinde onlardan ayrı yaşayarak bu günlere geldi. Senin şimdi bana anlattıkların, özlem duyduğum şeylere azıcıkta olsa yakınlaştığımı hissettirdi.
- Böyle hissetmene çok sevindim. Ne kadar gerçeklerden habersiz olarak yaşasak, gerçekler az da olsa bizlere yakın ve araştırılırsa gerçekler çok kısa bir zaman sürecinde gün yüzüne çıkar.
- Evet haklısın. Ruhumu bu gece o kadar mutlu ettin ki sana bunu telaffuz etmekten aciz dilim...
Ne zamandır yüreğimin bir köşesinden sana doğru büyük bir dostluk yolunun açıldığını fark ettirmek istedim. Bilemiyorum belki sen bunu fark ettin, belki de etmedin; her şeye rağmen bana dostluk kapılarını açmanı istirham ediyorum. Senin gibi insancıl, dürüst, saygılı, iyilik babası bir dosta sınırsız ihtiyacım var.
- Lütfen!..Bunu bu şekilde benden istemen beni incitti. Bunu fark etmedim, yalnız bugün davranışların beni biraz üzdüğü için seninle bire bir görüşmek istedim. Sana dostluk kapılarımı ardına kadar açık bırakıyorum. Bunu benden istemen beni mutlu etti. Teşekkür ediyorum.
Mehmet’in içi içine sığmıyordu. Kalkıp arkadaşını sıkıca sarmak yüreğinde ki sevgiyi onun yüreğine bu şekilde akıtmak geldi. Ama bunu yapmadı; çünkü arkadaşın da bu hareketlerden hoşlanmayan bir karakter tipi vardı. Mehmet’in gözleri ışıldıyordu, yüzü memnunluk içinde gülümsüyordu, masanın üzerinde bulunan beyaz, uzun parmakları tuttu ve sıkıca sararak teşekkür etti.
İki arkadaş şimdi iyice romantikleşmişlerdi. Dilsel olmayan, yüreksel bakışlar arasında konuşmalarını sürdürdüler. Bir saat kadar sezgisel durumları devam etti. Garsonun kapatıyoruz sesiyle kendilerine geldiler. Uraz, hesabı ödedi ve doğruca lokantadan çıktılar. Uraz arkadaşını evine bıraktıktan sonra kendi evine döndü. Arabasını kapının önüne park etti, onun romantik hali hâlâ dağılmamıştı. Geceyi terk etmedi, tek başına sokaklarının sessiz, sakin, ürpertici havasına aldırmadan yavaş adımlarla yürümeye devam etti. Sonra başını kaldırdı yıldızları, ayı, gökyüzünün ışıltısını seyrederken; bir şeye çarptığını fark etti. Yere baktı. Yaşlı bir adam boylu boyunca yere uzanmış ve kendisini pür dikkat bakıyordu. Yaşlı adamın bakışlarından korkulurdu.
- Pardon amca fark etmedim.
Karşıdan hiç ses alamadı, eğildi Adamı dürttü adam bağırdı.
- Ne yaptığını zannediyorsun sen! Ağrıyan bacağıma iki keredir vuruyorsun! Bir de pardon diyor!
Uraz, neye uğradığını şaşırmış vaziyette tekrar özür diledi. Nafile yaşlı adam özürden anlamıyor ve konuşmalarına devam ediyordu. İhtiyar mahallenin dilencilerindendi. Uraz, bu adamla ilk defa karşılaşıyordu. Dilenci olduğu pek belli olmuyordu. Sadece kirli ve eski şapkası ona dilenci görünümü veriyordu. Uraz’ın, morali bozuldu. Oysa onunla sohbet edebilirdi. Belki ona yardımcı bile olurdu. Ama ihtiyar çok hırçın davrandı. Gururunun zedelendiğini düşünerek orayı terk etti. Daha fazla yürümeden geriye döndü. Eve yakláştığında anahtarı çıkardı, ön kapıyı açtı, iki katı yorgunlukla çıktığını hissetti. Evlerinin de kapısını açıp içeriye girdi. Evdekiler uyuyordu, gürültü yapmadan kendi odasına geçti, üstünü değiştirdi. Abdest alıp yatsı namazını kıldı. Sonra saate baktı, üçe gelmek üzereydi. Yaşlı adamı anımsadı. Neden onu orada bıraktı ki, sakin oluncaya kadar bekleyebilir ve tekrar yanaşıp özür diledikten sonra, belki ihtiyar kendisine müsamaha gösterirdi. Bu düşünceler içerisin de yarın için giyecek kıyafetlerini çıkardı. Geç kalacağını biliyordu. Sabah telaşlı olmamak için beyaz gömleğini ve altına koyu kahverengi pantolonunu hazırladı. Yengesinin kendi kıyafetlerini özenle ütülediğine baktı."Sağ olsun bana annemden farksız hizmet görüyor," diye düşündü. Yatağına geçip uyuyacaktı ki, dişlerini yıkamadığını hatırladı. Kalktı dişlerini fırçaladı. Tekrar yatağına uzandı günün verdiği yorgunlukla hemen uyudu.
Mehmet, eve gelir gelmez duş alıp televizyonun karşısına geçmişti. Gözleri televizyonda aklı Uraz ile yaptığı konuşmadaydı. Ayaklarının altına sehpayı çekti, Mehmet’in evi; iki odalı mutfağı banyosu dahil müstakil bir tipti. Maddi durumu iyi olmasına rağmen mütevaziliği seçiyordu. Şehrin kenar mahallesinde yaşamayı tercih etmişti; çünkü ona göre bu ortamın insanları “insan olma” prensibini ön planda tutuyorlardı. Mahalle sakinleri ile arası çok iyiydi. Durumu çok iyi olmayanlara el uzatıyordu. Bu tür davranışlarından dolayı mahalle sakinleri tarafından çok tasvip ediliyor ve seviliyordu
Mehmet, kalkıp televizyonu kapattı. Kanepeye tekrar uzanarak, gözlerini evinde gezdirerek karmaşık düşüncelerine daldı. Mehmet’in bulunduğu oturma odasında; bir koltuk takımı, televizyon ve televizyon sehpası, bir yemek masası, sehpalar ve bir de elektrik sobası vardı. Zaten odaya anca bu kadar eşya sığabilmişti. Yatak odasında da karyolası elbise dolabı ve bilgisayar bulunuyordu. Bilgisayar masasının üstünde de kitaplar vardı. Kitaplık için farklı bir model almayı düşündüğünden biraz daha beklemek istiyordu. O yüzden masasının büyük bir kısmı kitaplarla kaplıydı. Şimdi tek ihtiyacı bir kitaplık ve çamaşır makinesiydi. Mehmet, kanepede uzanmış hâliyle uyuya kaldı. Sekizde kalktı aceleyle giyindi ve apar topar işine gitmek için durağa gitti. Durak her günkü gibi insanlarla doluydu.Kimisinin yüzü asık, soğuktan iki büklüm olmuş bedenler, isyan eder gibiydiler. Öksüre öksüre ciğerleri parçalanır gibi olanlar. İnsanlar sefalet çekmiyormuş gibi bir de hastalığın pensesine düşenler... Gerçekten de yasamın bur çok dezavantajı var. Yaratılmadan önce dünyada yaşamak ister misiniz diye bir alternatif sunulsaydı bu insanlara cevapları kesinlikle hayır olurdu. Sabah soğuğun da yarım saat araba beklemek, insan sabrı zorlayan bir olay. Ama maalesef insanoğlu bir çok fedakârlığı yasamak için göz ardı etmek zorunda. Mehmet minibüsün gelmesiyle bindi ve Varol Şirketi’nin önünde indi. İçeriye girdi, çalışma odasına geçti. Uraz gelmişti.
- Günaydın!
Uraz:
- Günaydın, bu ne üst baş, sanki ütü olmayan bir dünyadan gelmişsin.
- Ne yapalım beyefendi bizim sizin gibi bakıcımız yok. Bir süre ikisi de konuşmadan çalıştı.
Mehmet:
- Nasılsın dün akşamdan beri?
- Doğrusunu söylemek gerekirse pek iyi değilim. Fikirlerim devrim mi yoksa içimde devamlı var olan bir gülün tomurcuk halinden kurtuluşunun göstergesini mi yaşıyor, anlayamadım. Yani düşüncelerim bulanık.
- Neyse canım, düşüncelerini böyle zora koyma. Bırak bakalım kalbin ve aklın seni nereye götürecek.
- Öyle mi yapmalıyım?
- Evet bence öyle yap.
- Anlaştık. Seninle öğle arasında bir yere uğrasak olur mu?
- Çok isterdim; ama olmaz, yeğenimi okuldan eve bırakmam lazım.
- Sen mi yeğenini eve bırakıyorsun?
- Neden şaşırdın olamaz mı?
- Tabi ki olabilir; ama annesi niçin ilgilenmiyor?
- İlgilenemez; yeğenim tekerlekli sandalye kullanıyor. Onu ben eve bırakıyorum.
- Çok affedersin.
- Önemli değil.
- Nasıl oldu doğuştan mı?
- Bu konuda konuşmazsak daha iyi olur.
- Hayır daha iyi olmaz? İyi olabilme durumu yok mu?
- Var ama çok iyi bir tedavi gerekiyor ve tabi bunun yanında da çok paraya ihtiyaç var.
- Allah yardımcınız olsun; yardımlarım gerekirse lütfen benden esirgeme.
- Sağ ol iyi niyetinden dolayı; ama ben gerekli parayı toparlamaya çalışıyorum. zaten az kaldı. Üçte birini tamamlamış durumdayım.
- Ben de yardım etsem olmaz mı?
- Hayır sağ ol; daha on sekiz yaşındayken kafama koydum, Murat’ı ben tedavi ettireceğim.
- Ama böyle düşünmen bencillik olmuyor mu?
- Hayır bencillik olmuyor ve sen beni anlamıyorsun; anlayamazsın da.
- Anlatırsan anlarım. Sana anlatamam, bu bende gizli kalsa daha iyi olur.
Mehmet, ağabeyinin kendisini okutmak için Hira’yı okutmadığını biliyordu. Üzerindeki vefa borcunu böyle yaparak ödemeyi düşünüyordu. Bunun adı bencillik olsa da.
Uraz ve Mehmet, konuşurlarken Hikmet Bey de şirkete gelmişti. Odasına geçmek için Uraz ve Mehmet’in bulunduğu odanın yanından geçiyordu ve elemanlarının konuşmalarına ister istemez kulak misafiri oldu. Duyduklarından sonra odasına geçti. Elemanlarını çağırttı.
- Beyler, biraz önceki konuşmalarınıza istemeden kulak misafiri oldum. Bu konuda kusuruma bakmamanızı rica ediyorum. Uraz, ben seni belki anlayamam ama ısrarla yeğeninin sağlık problemini çözmeyi üzerime almak istiyorum.
- İyi niyetinizden dolayı çok teşekkür ederim. Gereken parayı toparlamama az bir miktar kalmış durumda.
Hikmet Bey:
- Bak Uraz, sorununun ne olduğunu bilmiyorum ama bilmediğim taktirde seni az da olsa anlayabiliyorum; ya yeğeninin duyguları, yaşama sevinci, sence çektiği acılar, daha fazla acı yaşaması doğru mu? Lütfen düşün ve hayatta yanlış yapmamaya gayret et. Belki senin düşündüğün veya bildiğin gizli bir şey vardır; ama sorun ne olursa olsun öncelikle düşünülmen gereken konu yeğeninin durumu olmalı.
Mehmet:
- Fikirlerinize ben de katılıyorum; yalnız Uraz’ı razı etmek çok zor.
Hikmet Bey:
- Ben düşüncelerimi açıkladım, kendisini zorlamı-yorum. Tekrar ediyorum, her şeyden önce o çocuğun çektiği acıları önemli. Düşünüyorum da beyler; biz insanlar mı hayatımızı yaşanmaz kılıyoruz, yoksa sabit olan bir kararla mı dünya bize hayatı yaşanmaz kılıyor,anlamak güç. Ama galiba, dünyayı yaşanmaz kılan biz insanlarız.
Uraz, konuşmaları sert bakışlarla izliyordu. Hikmet Bey, konuşmasını bitirdi. “İyi düşün, kararını bana bildir,” dedikten sonra onlar odalarına gönderdi. Uraz:
- Tabii ki dünyayı yaşanmaz kılan bizleriz. Ama bazı durumlar insanların böyle davranmalarına sebep olabiliyor.
Mehmet.
- Yoksa gurur meselesi mi?
- Bak arkadaşım işin içinde gurur var. Ama tek sorun o değil kısacası bir çok sebep var. Rica ediyorum bu konuda daha fazla konuşmayalım.
Aradan bir ay geçti. Murat herkesin uyumasına rağmen uyuyamamıştı. Bazı geceler olduğu gibi ağlıyordu, içinden bile gizlemek istediği sitemini Rabbiyle paylaşarak yalvarıyordu. Bir gün hiç kimseye muhtaç olmadan, yürüyeceğini, doktor olup kendisi gibi binlercesini iyileştireceğinin özlemiyle hayaller kuruyordu. Elinde kalem, sitemini geceye yazarak ağlamasına devam etti. Bir süre daha yazdı ve kalemi elinden bırakıp gözyaşlarını sildi. Odasının kapısı açıldı ablası içeri girdi.
Hira:
- Merhaba Bay Bilge, lâmbanın açık olduğunu görünce geldim. Umarım Bilge Hanımızı rahatsız etmemişimdir?
- Aaa! Dalgayı bırak abla, tam uyuyacaktım, sen geldin.
Hira, kardeşinin ağlamaklı sesini duyunca:
- Ne o, yoksa sen ağladın mı? Murat, ne oldu sana? Sen ağlamışsın!
- Evet, canım sıkıldı ve ağladım! İnsanlar hep gülemezler, öyle değil mi? Bazen de ağlamalılar.
- Ben de bunun bilincindeyim Murat, şimdi söyle bakalım canın niçin sıkıldı?
Murat’ın içinde anlatılmayacak derecede paylaşmak hissi vardı, ama ablasını da kendi sıkıntıları ile üzmek istemiyordu. Kaçamak cevaplar verdi, Hira ısrar ile tekrar tekrar sorunca; Murat, hiç kimseye söylememe şartıyla ablasına ağlamaklı bir ses ile anlatmaya başladı.
- İnsanlara muhtaç olarak yaşamak, yaşama sevincimi köreltti. Sabır sabır diyorum; ama sabır kelimesi artık bana acı veriyor. İnançlı olduğum halde intiharı bile düşündüğüm zamanlar olmuyor değil.
Hira kardeşine sarıldı:
- Ne olur böyle düşünme biliyorsun , amcamın gereken parayı toparlamasına az kaldı.
- İnan böyle düşünmemek için uğraşıyorum; ama dedim ya artık zor geliyor.
- Bak kardeşim; biz insanlar dünyaya sınav için geldik. Allah, kullarına farklı problemler vererek ,inançlarının derecesini ölçüyor. Allah’ı düşünerek acı duyduğun hayatınla mücadele et. Bunu sadece kendin için yap. O zaman , belki biraz mutlu olursun. Hadi, sil artık gözyaşlarını...
Hira, sonra kardeşine çoktandır sarılmış olduğunu fark etti, saran kollarını açtı.
- Kusuruma bakma galiba biraz uzun boylu bir sarılma oldu.
- Önemli değil.
Hira daha fazla dayanamayıp odasına döndü. Bütün gece uyuyamadı ve hemen sabah namazından sonra amcasının uyumadığını bildiği için durumu görüşmek üzere odasına gitti. Kapıyı saygıyla çaldı. Ses almayınca namazda olabileceğini düşündü içeriye girdi, tahmininde hakliydi. Çünkü amcası huşu içinde Rabbinin buyruğunu yerine getiriyordu. Uraz namazını bitirdi
- Hayrola Hira, sabah sabah senin benim odamda ne işin var .
- Kusuruma bakma amca. Senin sabah namazından sonra uyumadığını bildiğim için geldim, müsaitsin değil mi?
- Tabii ki Hira .
Uraz yeğenini çalışma masasının sandalyesine oturttu, kendisi de yatağının üzerine geçti.
- Şimdi konuş bakalım, seni dinliyorum yoksa bana rüyanı mı anlatacaksın?
- Keşke öyle olsaydı; maalesef Murat hakkında görüşeceğim.
Uraz; elleriyle hadi anlat artık hareketi yaptı ve Hira daha fazla lafı gevelemeden anlatmaya başladı.
- Bilirsin ben geç yatarım.
- Evet,
- Dün gece mutfaktan su almaya gidiyordum. Murat’ın lambasının yanık olduğunu fark ettim. Odasına girdim; lambayı söndürmek için, o hala uyumamıştı. Biraz takılayım dedim; bana kızdı. Murat ağlıyordu. Görmeliydin amca, ruhunun hüznü yüzüne yansımıştı. Ayağının sakatlığından dolayı çok acı çektiğiné ve artık hiç kimseye muhtaç olmadan yaşamak istediğini, sabrının tükendiğini anlattı. Düşünebiliyor musun? Bize çok güçlü görünen Murat, meğersem ne acı çekiyormuş. Bir görmeliydin ne kadar hüzünlü olduğunu.
Uraz, duyduklarından hoşnut kalmadı yüzü kendisine karşı sitemle asıldı.
- Ne kadar var amca, gerekli paranın toparlanmasına.
- Off! Hira daha çok var, dört aya yakın beklememiz lâzım.
- Yapma, amca...Ne dedi Murat biliyor musun? İnançlarıma ters gelmeseydi intiharı bile düşünürdüm.
- Bu çocuk bunalım içinde Murat.
- Evet, aynen öyle hem de şiddetli bir bunalım bu.
- Tamam Hira, bana anlatman çok iyi oldu, bu konuyu düşüneceğim, şimdi izin verirsen işe gideceğim .
- Tabii amca sana kahvaltı hazırlamamı ister misin?
- Sağ ol düşündüğün için; ama ben işyerinde yaparım(?)
- Hira amcasını çok sevdiğini ve kendisine çok güvendiğini belirterek odadan gönlü rahatça çıktı.
Uraz, işyerindeydi. Bilgisayarı açtı gergin tavırları dikkat çekiciydi. Konsantre olamıyordu. Murat için gerekli parayı nasıl toparlayacağını düşündü. Mehmet
- Neyin var çok gergin görünüyorsun?
- Hiç, sadece akşam iyi uyuyamadım, kafamı toparlayamıyorum.
Uraz bir süre gözü kapalı öylece düşündükten sonra Mehmet’e:
- Seninle o gün gittiğimiz yere gidelim mi?
- Bilmem ki bu akşam evde yemek yemeği düşünüyordum, gerekliyse gideriz .
- Benim istemem önemli değil, yeğenimi götürmek istiyordum.
- Hangi yeğenin? Rahatsız olan mı?
- Evet.
- İyi gidelim, kaçta?
- Ben öğleyin onu eve bırakınca kendisine söylerim. Kabul ederse, bugün fazla mesai yapmayız. Çıkışta buradan beraber bize ayrılırız ve Murat’ı alıp, öyle gideriz, oldu mu?
- Oldu bana uygun .
Uraz’ın içi biraz rahatladı. Çalışmalarına ğle yemeğine kadar ara vermeden devam etti. Uraz, Murat’ı almak için yanına gittiğinde espriler yaptı. Ama Murat, dün gecenin stres ve hüznünü hala yaşıyordu.
- Bugün seninle bir yere gidelim mi?
- Nereye gideceğiz ki?
- Sürpriz olsa olmaz mı?
- Hayır, hem bugün ders çalışmalıyım, biliyorsun sene sonu ve imtihanlar sık sık yapılıyor.
- Pişman olabilirsin!
- Sağol amca, lütfen ısrar etme!
- Ne yani sen ciddi ciddi gelmeyecek misin? Tamam öyle olsun; böyle yapacağını biliyordum. Ben yine sormak istemiştim.
- Amca! hemen darılma şaka yaptım, geleceğim.
- İşte buna çok sevindim, seni eve bırakayım akşam iş dönüşünde görüşürüz.
-Tamam.
Amcası, Murat’ı eve bıraktı. Ondan sonra işine döndü. Heyecanlıydı; Murat’ı ilk defa bir yere götürüyordu. Saat beşte izin aldılar ve Murat’ı almaya gittiler. Murat hazırlanmış, annesinin yardımıyla kapıya çıkmıştı.
Uraz:
- Merhaba Murat,
- Merhaba amca, misafirin mi Var?
- Evet benim iş arkadaşım, seni arabaya alayım, ondan sonra ikinizi tanıştırırım, dedi. Mehmet de arabadan indi. “Yardıma ihtiyacınız var mı?” diye sordu.
Uraz, Murat’ı kucaklamıştı.
- İyi olur, tekerlekli sandalyeyi arabaya al.
Arabaya yerleştiler, Uraz hemen tanıştırma faslına geçecekti ki beriki hızlı davrandı:
- Merhaba Murat, ben Mehmet.
- Merhaba,
- Nasılsın bakalım?
- İyiyim sağolun, siz nasılsınız?
- Teşekkür ederim, seni tanıdım daha iyi oldum. Konuşkan olan Mehmet sohbete devam etti.
- Okul nasıl gidiyor?
- İyi gidiyor, bu günlerde çok sık sınav olsak da. ; - Aslanım be,senin yaşındakilerin okulu sevmesi çok nadir. Kaça gidiyorsun ?
- Lise bir.
- Hiç göstermiyorsun?
- Nasıl yani?
- Çok düzgün konuşuyorsun.
- Bunu amcama borçluyum, çünkü asil öğretmenim o. Her gece bana ders veriyor. O olmasaydı akilli bir Murat olmayacaktı şimdi.
Uraz:
- Abartma oğlum, kendi çabaların olmasaydı öğrettiklerim bir işe yaramayacaktı.
- Senin amcan gerçekten de değerli ve güzel bir insan.
- Çocuklar, şimdi sohbetinizi yarıda kesin; çünkü geldik.
Murat daha araban inmeden çevresine göz gezdirmeye başladı:
- Vay be ne kadar güzel bir yer burası nasıl keşfettiniz ?
Mehmet:
- Ben keşfetmedim amcanın keşfi.
Uraz:
- Çok zor olmadı, gazeteden reklam gördüm ve hemen aynı gün içinde geldim. Hoşuma gitti. Ayda bir gelmeye çalışıyorum.
Lokantanın arka tarafına geçtiler.
Uraz:
- Siparişleri versek nasıl olur.
İkisi de çok iyi olur, çünkü acıktık, dediler
Mehmet:
- Peki kendimiz mi pişirelim balıkları ne dersiniz?
Murat heyecanla atıldı.
- Ne olursunuz biz pişirelim, hatta ben pişireyim.
Uraz:
- Dur oğlum! Bu ne heyecan, tamam sen pişir, ben de sana yardımcı olayım. Mehmet ağabeyin de bu arada bizi seyreder; bildiğim kadarıyla pek balık yapmaktan hoşlanmazmış.
- Doğru dedin; küçüklüğümden beri sevmem .
Garsonun gelmesiyle Mehmet:
- Garson Bey, lütfen balıkları pişirilmeden getirir misiniz.
- Hay hay efendim, hemen
Murat çok sevinçliydi; çünkü bu ortamlara bayılıyordu.
- Vay be burası bir cennet ne kadar güzel amca, bundan sonra hep buraya gelsek olmaz mı?
- Olur tabii neden olmasın fırsat buldukça geliriz.
Mehmet Uraz’a Murat’ın durumunu ve Hikmet Bey’in sunduğu teklifi düşünmüş mü diye sormak istedi. Mehmet:
Murat on beş dakika yalnız kalır mısın? İznini aldıktan sonra:
Uraz’ı lokantanın dışına denizin kenarına götürdü. İkisi de bir süre konuşmadan denizi dinleyerek yürüdüler.
Mehmet:
- Uraz, düşündün mü Hikmet Bey’in teklifini?
- Bilmiyorum ne yapacağıma karar veremedim. Murat’da bu günlerde çok durgun ve sessizleşti, eskisi gibi benimle fazla konuşmuyor. Espriyi çok seven Murat, artık espride yapmıyor. Sanırım kabul edeceğim; ama bir şartla; Hikmet Bey’in bana vereceği parayı tekrar ona geri vermem koşuluyla. Kimsenin minneti altında kalmak istemiyorum.
- Tamam öyle olsun, yeter ki kabul et. Murat’ın acı çekmemesi, inan her şeye değer. Emin olabilirsin sen doğru olanı yaptın.
- İnşallah öyle olur, hadi şimdi gidelim. Murat yalnız kalmasın.
- Bence bırak biraz yalnız kalsın. Bu ortam onun çok hoşuna gitti. Hem balıklar gelmiştir, garsonun yardımıyla pişiriyorlardır. Biz ne yapalım biliyor musun? İlkbaharın geliş müjdesini insanlara erkenden gösterelim. Hadi ayakkabılarını çıkar da denizin kenarından, suyun ayaklarımızı okşamasının heyecanını duyalım.
- Saçmalama Mehmet! Havanın hâlâ soğuk olduğunun farkında değil misin? Biz daha martta sayılırız.
Hadi lütfen eminim ki seninde hoşuna gidecek.
Uraz tereddütle Mehmet’in isteğini kabul etti. İkisi de ayakkabılarını ve çoraplarını çıkarıp ellerine aldılar, deniz kenarından suyun ayaklarına temasıyla; içlerini tatlı bir heyecan sararak yürüdüler. Ara sıra yavaş; amá sert gelen dalgalar; ayakların ürpermesine sebep oluyordu. Onlar, soğuk suyun ve dalgaların sertliğine aldırmadan, deniz kenarından koşmaya başladılar. Birbirlerine ıslak kumları atarak, çocuklar gibi oynadılar. Ayaklarının fazlasıyla üşüdüğünü hissederek çoraplarını ve ayakkabılarını giydiler.
Uraz:
- Sen çılgınsın ve beni de kendine benzettin ,umarım gribe yakalanmam yoksa acısını senden çıkarırım.
- Korkma hiç bir şey olmaz.
Deniz ile bakışarak yürüdüler. Deniz, dalgalar,ve kum ikisine de inanılmaz keyif veriyordu. Denizin, suyu masmavi, tertemizdi. Hele o, uçsuz bucaksız gibi görünen görünümü yok mu, insana büyük bir ürperti veriyordu. Bir de kuşlar, evet kuşlar, coşku içinde uçuşup denize konmaya çalışmaları, güzelliğe daha bir güzellik katıyordu. İki arkadaş şimdi yürümüyorlardı, büyük bir kayanın üzerine oturdular ve bir süre sohbet ettiler.
Mehmet:
- Su her zaman her insana mutlaka bir korku verir görüşünde misin?
- Evet, su... Hele şu deniz, bence her insana mutlaka bir korku verir. Düşünsene bir gemide yol alan adam, suya baktığı an ve altını düşündüğü an; ölümün kendisini yakalamayacağını düşünmemesi imkansız.
Deniz; üstü dümdüz, kaygan görünen, sudan ibaret bir nesne, altında bambaşka bir dünya, bambaşka bir dünyanın iyilik ve kötülüklerinin barındığı yer. Bizim dünyamızdan farklı bir dünya; onlarında yasaları var. Kim bilir suyun altında ne gizemler, ne gerçekler var. Her şeyi kendi sıfatında toplayan Allah; insanoğlundan ne gizler saklıyor. Kuşkusuz O, en iyi bilendir.
Mehmet:
- Evet! “Kuşkusuz O en iyi bilendir.”
Ayetin tefekkürüne daldılar, evrenin yegane sahibine şükrettiler. Güneş batmak üzereydi artık gitme zamanı gelmişti.
Murat’ın yanına döndüler. Murat garsonun yardımıyla ızgaranın başında balıkları pişirmekle meşguldü. Halinden çok memnun görünüyordu. Mehmet, Murat’ın arkasından yaklaştı:
- Kolay gele komşi baluglar hala hazur degi mi?
- Komşi baluglar küflenir hale geleceğ; ama sizlar ortada yogsiniz
Uraz ve garson onların bu hallerine, bakışıp gülüştüler
Uraz :
- İlahi çocuklar televizyona çıkmayı hak kazananlardansınız . Garson Bey, isterseniz siz bana bırakın ben yeğenim ile balık yapma şerefine nail olayım.
Garson kenara çekilerek masayı hazırlama işlemine geçti. Balıkların pişmesiyle yemeğe başladılar .Yemeğin ardından çaylarını da içtiler. Koyu bir sohbete dalmışlardı. Mehmet Murat’ın sorması ile kısaca kendisini tanıtıyordu.
- Dayım ben üniversitede iken vefat etti. Bütün mal varlığını bana bıraktı; çünkü çocukları kendisine evlatlık yapmıyordu. Bir gün evden çıkıyordum, dayımın oğlu yanıma yaklaştı. Beni, hak etmediğim mirası almamam için tehdit etti. Ben de versen de almam, diye çıkıştım. Üniversitede okurken hem çalışıyor hem de okuyordum, benim için çok zordu; ama mücadele ettim. Gördüğünüz gibi bir başıma ve yapayalnızım.
Uraz:
Hayata gerçek bir bakış açısı ile baktığımız zaman, bu dünyada herkes yalnız. Her birey kendi için yaşamalı.
Senin hayatın; okuduğum bir romana çok benziyor; fakat sen kazanmışsın, o güzel; romanda ki kahraman yeniliyordu. Kendini toplumun ve yaşamın ellerine bırakıyordu. Ne mutlu sana, sen mücadeleyi terk etmemişsin.
- Ben yaşamayı seviyorum, bunun için buradayım. Beni bugünüme getiren umuttu hep umut biçtim. Artık kalkalım isterseniz; çünkü zaman epey geçmiş.
Murat:
- Hayır biraz daha...
Uraz:
- Olmaz Murat, yarın sen okula, biz de işe gidiyoruz. Nasıl olsa bir daha gelebilme şansımız var. Mehmet’i eve bıraktılar, kendileri de on ikiye doğru evlerinde oldular.
Bir hafta sonra Uraz, yeğeninin ameliyat olması için ailesiyle görüştü, onların onayını da aldıktan sonra , Hikmet Bey’in vereceği yardımı kabul etti. Murat, hemen hastaneye yatırıldı. Münteha, Murat’ın ameliyat oluşundan habersiz okulda yoklama yapıyordu: Birkaç isim saydı Murat’ı okuyunca sıraya baktı, ama sıra boştu. Yoklamaya devam etti. Üç ders sonrası Uraz, doktor raporunu Münteha’ya vermek için sınıfın kapısını tıklattı, içeriye girdi. Münteha, masasının başında bir şeyler yazıyordu.
Uraz:
- Öğretmen Hanım!
Münteha başını masadan kaldırdı ve :
- Evet, buyurun.
- Ben Uraz, Murat Aşkın’ın amcasıyım, buraya onun ameliyat olacağını bildirmek için geldim.
- Hoş geldiniz.
- Sağolun, buyrun bu da raporu, size ve arkadaşlarına çok selamı var. Özellikle bildirmemi istedi.
Aleykümselam, ayaklarından mı ameliyat olacak?
- Evet.
- Bana özellikle bildirmeyi istediği için, kendisine teşekkür ettiğimi bildirin lütfen! Ayrıca çok selamlarımı, çok sevdiğimi ve kısa sürede acil şifalar dilediğimi bildirin. Kendisini ziyaret edeceğim.
- Sağ olun bu Murat için büyük bir moral kaynağı olur.
Şimdi izninizi istiyorum, yapılacak acil işlerim varda.
- Tabii tabii siz bilirsiniz,
- İyi günler.
- Güle güle .
Uraz, gider gitmez, Münteha, bir müddet yazılarına devam etti. Sandalyeden kalktı pencerenin kenarına yanaştı. Yüreğinin sesini dinledi. Yüreği mutluydu, heyecanlıydı, anlamsızdı, karmakarışık duygular içindeydi. Uraz’ın yüzü ona hiç yabancı gelmemişti, biraz düşündükten sonra okulun kapısında çarpıştığı kişinin bu olduğunu hatırladı. Yine yüreği deli bir yel gibi sarsıldı. Çarpıştığı zaman da böyle heyecanlanmış ve karışık duygular yüreğini kaplamıştı. Zilin çalması ve ardından okul hizmetlisinin sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. Okul hizmetlisi kendisine müdürün “yanıma uğrasın” mesajını verdi. Münteha okulun ikinci katında bulunan müdür odasına girdi.
- Buyurun Müdür Bey, benimle görüşecekmişsiniz.
- Evet Münteha Hanım, buyurun oturun isterseniz.
- Gerek yok, teşekkür ederim.
- Yeni sistemdeki kurallardan bir yenisi daha, alın okuyun, bütün öğretmen arkadaşlara da verdim. Lütfen siz de aynısını uygulayın.
- Uygulamaya çalışırım.
- Münteha Hanım, zamansız olacak;ama öğleden sonra müsaitseniz benimle bir kahve içmeye buyurmaz mısınız?
- Teşekkür ederim Yusuf Bey, yapılması gereken işlerim var.
- Rica ediyorum, lütfen! Beni kırmayın, bugün müsait değilseniz başka zaman da olabilir.
- Peki yarın okul çıkışı.
- Teşekkür ederim, beni kırmadığınız için .
Yusuf, Otuz yaşında cılız bir görünüme sahip. Dik bedeni esmer teni, düzgün giyimi, onun bu cılız görünümünü örtmektedir. Yusuf, Münteha’yı tanıdığı andan beri onun gerçek bir hanımefendi olduğunu anlamış ve o günden sonra, gönlünü ona duyduğu sevgi seline kaptırmıştı. Sevgisini bir türlü açma cesaretini bulamı-yordu. Nihayet bugün ilk adımı atarak cesaretsizliğini kırdı. Yusuf, Münteha ile geçireceği saatleri düşününce içi içine sığmıyordu. Ve nihayet buluşma gününün geldiği an, yüreği kafeste tutsaklıktan kurtulan kuş misali, özgür olmanın rahatlığı içinde, duygularını karşısında oturan, hiç bir şeyden haberi olmayan, uğrunda canını feda etmekten bile çekinmeyeceği ,bir gül kadar narin ve sanki yalnızlığın ruhunu yüzünde belirten bir ifadeyle hükümlü... Platonik sevdasına evlilik teklifi yapıyordu. Münteha:
- Bana yaptığınız bu güzel teklif için teşekkür ederim. Yalnız size teşekkür edişimin sebebi; beni bu teklifinize lâyık gördüğünüzdendir. Beni yanlış anlamanızı istemiyorum. Siz benim taktir ettiğim ender insanlardan-
sınız. Kusuruma bakmayın bu teklifinizi kabul edemeyeceğim.
Yusuf ‘un bu yanıt karşısında volkan dağlarına kar yağması ile eriyip giden onurunun önüne bir set çekememesinin, yoğun sevgisinden kaynaklandığını biliyordu. Bir an” hata mı ettim, acaba ilk buluşmada bu teklifi yapmamam mı lazımdı.” Münteha onun için, onurunun bile ötesindeydi. “Can-ı Ruhu” ile seviyordu. Yıkıldı kafası karma karışık halde iken, reddinin sebebini sordu.
- Neden Münteha Hanım, sebebini öğrenebilir miyim?
- Sebep siz değilsiniz Yusuf Bey, sebep kendimi şu an için evliliğe ya da duygusal bir ilişkiye hazır hissetmememdir. Size üzdüğüm için beni affedin ama bu teklifinizi lütfen bir daha yapmayınız. Sizi iki yıldan beri tanıyorum, samimi ve ciddi bir insansınız. Bu yönleriniz ile sizi çok beğeniyorum; ama siz benim için Yusuf Beysiniz ve öyle kalacaksınız.
Yusuf, cevabı aldığı gibi daha fazla konuşamadı, zaten kahvelerini de bitirmişlerdi. Münteha’nın “kalkalım” demesiyle: Yusuf, göz işareti ile uygundur cevabını verdi ve kalktılar. Yusuf, yıkılmıştı, eve vardı., Balkona çıktı, saatlerce yalnız oturup çaresizliğinin ızdırabını yaşadı. Odasından kağıt kalem aldı. Tekrar yerine döndü Durmadan yazılar yazdı:
“Sevmek acı çekmek midir? Çaresizlik midir? Yoksa delice şeyler yapmak mıdır? Sevilen insana zarar vermek midir? Canından öte olan sevdasına acı mı çektirmeliydi, ama hayır kıyar mıydı, adam gibi sevgiye yakışır mıydı. Kendi canına acı verirdi; ama açılmamış tomurcuk gülüne asla zarar veremezdi.
Çaresizliğinin verdiği acı ile gözpınarlarından göz yaşları hüküm sürdü. Sevgi pınarına karşı yanlış yaptığını düşündü, “planlı yaklaşmalıydı ;çünkü sadece kendisi seviyordu . Ama kocaman bir hata yapmıştı, hem de geri dönüşü olmayan bir hata. kendince yıldızlara bakarak sevdalısına sitemle, yazılarına devam etti.
Aydınlık yürekler içinde karanlık bir yürektir benim yüreğim, hesaplı bakışlar içinde hesapsız bir bakıştır benim yüreğim, sorgulamayacağım seni, olayların akışına bırakacağım. Ama Allah’tan ümit var olacağım. Yüreğimde sevgin var ,atamam ama bil ki sana bütün yüreğim ile kırgınım, beni zamansız neden öldürdün? Oysa sadece senden azıcık sevgi istemiştim.
Yusuf, bu düşünceler içinde bocalarken; Münteha, ev de televizyon izliyordu ve bu teklifi hiç beklememenin şaşkınlığını yaşıyordu.
Ama mutluydu bu mutluluk Uraz’ı tekrar görmenin mutluluğuydu. Yüreği kendi eşini bulmuşluğun sevinciyle... Uraz, ne güzel bir isim ve ne güzel bir sima, dedi. Münteha’nın yıllardır tatmadığı bir duyguydu şimdi tattığı, yürek heyecanı, gözlerin o kişiyi görme arzusu, anneye, babaya ve kardeşe duyulan sevgiden bambaşka bir duygu, bu bir tür sihir gibi... Ruhun tüm varlığıyla o kişiye odaklanmış hali, kelimelerin bu olguyu anlatamama hüznü, ve ister istemez bu olguyu çevreye yansıtmanın tatlı utancı, gözlerdeki ışıltının insanı ele verme hali, her saniye süresiz onun gözlerine bıkmadan bakabilme çabası, hiç düşünmeden her fedakarlığı gösterebilme acizliği, insanı yücelten ve aşağılayan bir hayal alemi gibi, kah ızdıraptan gözleri yağmur seline hiç acımadan bırakma hali, kah gözleri sevinç rüzgarıyla kapatamama hali, onu ilk hissettiğin an; yüreğin nöbete tutulmuş gibi titreme hali, bitkin ,dinginken onu hissetmeyle dirilme hali, düşüncelerini o olguya sabit tutma zorunluluğu ve insanı paşa eden, rüsva eden bir tutkudur aşk, sevgi...
Salonda yalnız başına oturan Münteha, ağlamaya başladı, kendinin de çözemediği bir ağlayıştı, yüreğini dinledi ve yüreği sevinç gözyaşları olduğunu söyledi. Münteha televizyonu kapattı ve odasına çıktı, kapı ve pencereleri açtı, balkona geçti, delirmiş bir hali vardı sanki, iki kollarını açabildiği kadar açtı ve haykırmak istedi, ama babasının sesini duyabilme korkusuyla alçak bir ayarda, “İşte bu işte bu” dedi. O şimdi çok mutluydu yeni sihirli bir olgunun tüm kavramları tanımalı ve yaşamalıyım düşüncesiyle bahtiyardı.
Günlerden Salı ve yılların eskitemediği mutsuz iş adamı, Hikmet Bey şirketteydi. Hikmet Bey bugün çok durgun ve hareketsizdi buna rağmen şirkete gelmişti. Ona sorulsa hep şirkette kalacaktı. Çünkü eşiyle anıları burada daha yoğun ve özeldi. İkisinin çalışma masaları bir odanın içindeydi. Bu oda onların tartışmalarına, sevinçlerine çok tanıklık etmişti. Hikmet Bey, kendi masasından hanımını hayranlıkla gözetlediği zamanlar çok olmuştu. Ona kalemler, kağıtlar fırlatarak sinirlendirmişti. Onun bu hareketlerine karşın Hanımı gider ona sarılır ve onun kısa sürede bu oyunlarından vazgeçirirdi. Aslında Hanımı farklı bir odada çalışmayı düşünmüştü, ama Hikmet Bey; bunu kesinlikle reddetmişti onun bu reddine karşın Hanımı içten içe çok sevinmişti, eşine fark ettirmemişti. Hikmet Beyin en çok hoşuna gidende Hanımının toplantı sırasında ciddi tavırlar takınması ve ardından kızdırmak için ona farklı bakışla bakması ve konsantresini bozmasıydı. O zamanlar Varol şirketi daha yeni kurulmuştu. Hikmet Beyin babası ve Neslin Hanımın ailesi evlatları için ortak paylarla Varol Şirketini kurarak onlara hediye etmeyi uygun görmüşlerdi. Genç evli buna çok sevinmişlerdi. Varol şirketi ilk kurulduğu zaman o kadar büyük değildi, ikisi de çok kısa süre de Varol şirketine güçlü rakipler çıkardı. Bu rakipler karşısında Varol büyüdükçe büyüdü. Neslin Hanımın ölümünden sonra şirket eski performansını yavaş yavaş kaybetmeye başladı. Ama Hikmet Bey bunu fark edince şirketi yeniden diriltme yollarını aradı. Şirket eski halinden daha iyi bir performans sağlayıncaya kadar gece gündüz demeden çalıştı ve hala aynı tempo içerisinde çalışmaktaydı.
Hikmet Bey; bir süre dosyaları inceledi ve sonra Mehmet’i çağırtı:
- Mehmet, Uraz’ın yeğeninin ameliyatı ne zaman olacakmış?
- Önümüzdeki hafta ameliyat olacak.
- O gün ben de hastanede olmak istiyorum, haberim olsun.
- Tamam, Hikmet Bey, ben size haber veririm.
- Uraz yok değil mi bugün ?
- Yok Hikmet Bey, siz gelmeden yarım saat önce telefon etmişti. Yeğeni, amcasının kendisinin yanında kalmasını istiyormuş. O yüzden Uraz, sizden izin almak için aradı, siz olmadığınızdan, benim size iletmemi istedi.
- Tamam, izin verilmiştir. Dua etsin ki projeler bitti, yoksa izin alamazdı.
- Olsaydı bile ben gece gündüz çalışır projeleri bitirirdim.
- Öyle mi! Çok fedakarsın.
-Evet, Uraz’ı çok seviyorum ve buna değer bir insan olduğuna inanıyorum.
- İyi anlaştığınıza sevindim. Şimdi beni yalnız bırakır mısın?
- Hay hay efendim.
Hikmet Bey, Mehmet’in ardından; masasının çekmecesinde bulunan Neslin’inin fotoğrafını çıkardı uzun uzun seyretti. Eşinin fotoğraftaki gözleri öyle parlaktı ki hiç bıkmamacasına baktı. Hayal seyrine dalarak gözleri kızardı, gözyaşı damlaları masanın üstünü ıslattı. Biçareydi, derdinin dermanı yoktu. .Neslin’siz bir hayat ona göre değildi. Bir çok kere intihar girişiminde bulunmuştu. Ama Neslin’inin son vasiyeti idi “Kızımız önce Allah’a sonra sana emanet, ona iyi bak.” Cananının bu isteğine ihanet edemezdi. Ayrıca kızını da biraz düşünmeliydi. Ne yapması gerektiğini artık bilemiyordu. Bazen de kızıyordu. “Neden bana bu ağır yükü verdin? Neden, keşke sana söz vermeseydim!” Yirmi yılın acısını dün gibi yaşıyor ve yüreği eşine karşı sonsuz saygı sevgi besliyordu. Bu sabır artık ona çok ağır geliyordu. “Bir an önce bitsin bu acılar... Hikmet Bey ellerini kalbinin üstüne koydu, öylece kalakaldı. Aradan iki dakika geçti, Sekreter; Hikmet Bey’in odasına bağlanarak gelen telefonu bildirecekti, cevap alamayınca odaya gidip baktı. .Hikmet Bey, masasının başında elleri kalbinin üzerinde öylece duruyordu. Sekreter bağırarak yardım istedi. Mehmet’in sesi duyması ile odaya gelmesi bir oldu. Ardından sekreter Hikmet Bey’in şoförüne haber verdi. Bu arada Mehmet, Hikmet’ Bey’i sırtlayarak arabaya kadar götürdü. Ardından kendisi de bindi. Şoför arabayı hızlı bir şekilde sürerek Acil’e vardılar.
Şirkette kalan sekreter durumu bildirmek için, Hikmet Bey’in evini arayıp haber verdi. Telefona çıkan Ayşe Hanım, olayları öğrenir öğrenmez Münteha’yı haberdar etmek için okulu aradı. İkisi de telaşlı bir şekilde hastanede buluştular ve durumu öğrenmek için doktorla görüştüler. Doktor:
- Bak kızım babanın durumu şu anda Allah’a çok şükür iyi, yalnız bundan sonra kendisine çok dikkat etmesi gerekiyor; çünkü kalbinden rahatsız .
-Biraz daha açık konuşur musunuz! Çok mu ciddi?
- Şu anda bunu söylemem için çok erken yalnız, birkaç gün daha hastanede kalırsa cevabı alırsınız.
- Peki onu görebilir miyiz?
- Tabii, yalnız şu anda kendinde değil.
- Teşekkür ederiz Doktor Bey,
- Acil şifalar diliyorum.
Münteha ve Ayşe Hanım Hikmet Bey’in bulunduğu odaya sessizce girdiler. Babası verilen ilacın tesiri ile kendinde değildi. Odadan çıktılar Münteha:
- Ayşe’m sen eve git, bu gece ben babamın yanında kalacağım.
- Kızım istersen ben de kalayım. O koca evde sizin nefesiniz olmadan bir dakika bile kalmak istemiyorum.
- Olmaz Ayşe’ m, sana da yazık bu yaşlı halin ile sen de hastalanma. Hem babamın durumunu öğrendin. Hadi seni kapıya kadar geçireyim .
Beraberce kapıya kadar yürüdüler .Münteha :
- Ayşe’m eve giderken şoföre benim mavi hırkamı, rahat hareket edeceğim bir pantolon gönderirsen sevinirim.
- Tamam kızım göndereyim, farklı bir durum olursa beni habersiz bırakma, anlaştık mı?
- Anlaştık.
Münteha dadısını uğurladı, odaya döndü, babası kendine gelmişti.
- Kızım sana da mı haber verdiler?
- Tabii ki baba bana da haber verecekler, nasılsın iyisin ya şimdi?
- Evet iyiyim, hem de çok iyi hissediyorum kendimi ve en kısa zamanda şu hastaneden çıkmak istiyorum.
- Hayır baba, rahatsızlığının nedenini öğrenmeden hiçbir yere çıkmıyorsun !
- İyi de kızım bir insan kendini dinlemesini... Vücut dilim bana iyi olduğumu söylüyor.
- Hadi ya, ya senin vücut dilin sana yalan söylüyorsa ne olacak.
- Ben vücut dilimin bana yalan söylemeyeceğinden çok eminim; çünkü onu yöneten benim.
- Bak sevgili babam! Senin vücut dilin ne derse desin, doktorun istediği süre içinde burada kalacaksın anlaştık mı? Ve lütfen başka yorum yapma, bunu senden rica ediyorum. Her ne kadar iyi bir iletişimimiz olmazsa da sen benim en yakınımsın, seni kaybetmeye dayanamam .
Hikmet Bey, sararmış yüzünü kızından kaçırdı. Kaldıkları odanın dışarıya bakan penceresi caddeye bakıyordu. Münteha, pencereye yanaşıp dışarıdan gelip geçen arabaları ve insanları seyretti. Dünyanın içindeki insanlar sanki mutlu mu? Hayır, kesinlikle her bireyin farklı sorunları var. Ben de bu bireylerden biri olduğuma göre derdimle yaşamalıyım. Babasına döndü. :
- Baba televizyonu açmamı ister misin ?
- Evet iyi olur, saat kaç?
- Beşe geliyor.
- Sen gitmeyecek misin?
Televizyonu açmakla meşgul olan Münteha:
- Hayır baba bu gece seninle kalacağım, dedi.
- İyi de kızım gerek yok ki, ben şu an iyiyim hem sen yarın okula gitmeyecek misin ?
- Sen benim için okuldan daha önemlisin.
- Bak kızım, lütfen babanın sözünü dinle ve hava kararmadan eve git, Ayşen’de yalnız kalmasın.
- İyi, madem gitmemi istiyorsun. Senin dediğin olsun.
- Bir isteğin var mı? Giderken göndereyim.
- Evet var, bana defter ve kalem lâzım; ama bugün kalsın yarın gelirken getirirsin .
- Tamam o zaman ben, çantamı alıp gideyim.
Babasına sarılıp öptü, eve doğru yol aldı.
Eve ulaşır ulaşmaz dadısına görünmeden yukarıya çıktı. Akşam yemeği vakti çoktan geçmiş olduğunu anımsadı. Ayşem mutlaka şekerleme yapıyordur diye düşündü. Mutfağa indi. Ocağın üzerinde bulunan tencereye baktı, ama bomboştu. Çay hazırladı kahvaltılık bir şeyler aldı dolaptan masaya koydu. Dadısına bakmak için mutfağın sol köşesin de bulunan odaya baktı; ama onu bulamadı. Aklına bahçe geldi bu saatte gitmez diye düşündü. Salona baktı, dadısı kanepenin üzerinde uyuyordu ve minik boyuyla, şişman vücuduyla olağanüstü şirin gözüküyordu. Üzerini örtmek için battaniye getirdi. Dadısı uyandı.
- Aaa! Sen burada ne arıyorsun? Yoksa rüya mısın?
Hayır Ayşe’m babam yanında kalmamı istemedi!
- Dur bir dakika şöyle kalkayım da öyle konuşalım.
- Sen uyu konuşulacak hiçbir şey yok. Hem çok yorgun görünüyorsun.
- Kızım kızım
- Ayşe Hanım iki kelimeyi gözü kapalı bir şekilde söylerken kalkmış bedeni de tekrar uzandı. Münteha mutfağa geri döndü. Çay kaynamaktaydı. Demledi masaya oturdu. Tek başına bir şeyler yemeye çalıştı sonra yukarıya çıktı, üstünü değiştirdi, kendisini çok bitkin hissediyordu. Ama uyumadı, uyuyamadı. Aklına Annesi geldi, böyle bir geceydi. Evde kendisi, hasta annesi ve Ayşe’si vardı. O gece de için de bir boşluk, sahipsizlik hissetmişti. Bu duygu şimdi de hasıl olmuştu. Annesinin “Allah, Allah!” diye inlemeleri ve o gece o “yalnız gece” annesinin son nefesini verişi hala aklındaydı. Annesi son nefesinde bile hâlâ “Hikmet, Hikmet” diye inliyordu. O an öylesine babasını yatağın içinde çaresiz yatan annesinin yanında kılmak istemişti ki; ama olmamıştı ve annesi babasını göremeden ruhunu teslim etmişti. Hep merak ediyordu acaba babası niçin ve neden o gece annesinin yanında değildi. Bunu bir türlü babasına sorabilme cesaretini gösteremiyordu. Çünkü babası annesi hasta olduğundan beri bir an olsun onu yalnız bırakmamış ve işini bile başkasına bırakmıştı. O gece ah!.. O gece, hayatım boyunca bana acıların en bahtsızını yaşatan gece, seni unutur muyum? Anamı bencilce kopardın benden. Yüreğimin mutluluğunu ömür boyunca kafeste tutsak bırakan gece! Seni asla affedemem. Ah anam keşke bütün ömrüm boyunca benimle olsaydın. O zaman şu çorak hayatım; gül gülistan olurdu. Ama yoksun, ve ben de gül gülistan bahçeden çok uzak, çok bihaberim, içim yanıyor anam, kalbim kırık param parça, niçin böylesi oldu san ki ah ah anam! Keşke benle olsan o zaman şu ıssız gece, şu tatsız yaşam bana hükmünü sürmezdi. Ben böyle ağlamaz, böyle bitmezdim.
Bu düşünceler üzerine yüreği yandıkça yandı. İki üç saat daha sitemi devam etti. Sabaha doğru gözleri tatlı bir uykuya kapandı.
İki üç saat uyuduktan sonra sabah telefonun ısrarla çalmasıyla, telaşla uyandı. Salonda bulunan telefona açmak için aşağıya indi.
- Alo, buyurun,
- İyi sabahlar kızım, seni uyandırdım galiba
Telefondaki sesi hemen tanımıştı Münteha, hiç cevap vermeden yanında ki koltukta uyanan Ayşe’sine uzattı:
- Dedem, al sen konuş.
- Olmaz, ben de konuşmam
- Lütfen al Ayşe’m!
Ayşe Hanım daha fazla direnmeden telefonu aldı:
- Alo, buyurun,
- Benim Ayşe Hanım, Hakkı Bey,
- Evet Hakkı Bey, sizi dinliyorum.
- Oğlum, Hikmet rahatsızlanmış diye duydum , doğru mu?
- Evet Hakkı Bey, dün aniden rahatsızlanmış ve hemen hastaneye kaldırmışlar. Biz yanına gittik. Allah’a çok şükür şimdi iyi; ama yine tekrarlanabilir.
- Ne demek istediğini anlıyorum Ayşe Hanım, merak etme beni hâlâ affetmediğinizin farkındayım. Torunum nasıl iyi mi?
- İyi iyi merak etmeyin.
- Kendisine iletir misin geçmiş olsun dileklerimi.
- İletirim.
- Ben tekrar arayacağım, iyi günler.
- İyi günler.
Telefonu Ayşe Hanım kapatır kapatmaz Münteha :
- Beni de mi sordu? Anlamıyorum hangi yüzle, hangi vicdan ile nefret ediyorum ondan nefret! Bir daha ararsa telefon kapandı numarası yap lütfen!
- Olur mu kızım, bırak yaptığı ile kalsın, sen insanlığını yitirme, kin ve nefret insan da oluştu mu, o insan yavaş yavaş eriyen mum gibidir. Onu Allah’a, sonrada vicdanına bırakalım. Sesi çok kötüydü. Belli ki yaptıklarından pişman olmuş . İnsanlar affedici olmalılar, unutma hiç bir varlık, kendi istekleri doğrultusunda yaratılmamışlardır. Biz birbirimizi affetmedikten sonra, Allah bizi nasıl affetsin öyle değil mi?
Münteha cevap vermeden odasına çıktı gitti.
Ayşe Hanım:
- Off dünya ve insanlar işte, dedi mutfağa kahvaltıyı hazırlamaya gitti. Münteha odasına gider gitmez üstünü değiştirdi. On beş dakikada hazırlandı, çantasını aldı, aşağıya indi. Dadısına iştahı olmadığını bu nedenle kahvaltı yapamayacağını söyledi ve evden çıktı.
Münteha, işine gitti. Okul çıkışı babasının kendisinden istediklerini kırtasiyeden aldı, sonra; hastaneye gitti. Asansörle üçüncü kata çıktı. Babasının kalmış olduğu odanın kapısına gelince durdu, çünkü içeriden bir kişinin daha sesi geliyordu. “Kim olabilir acaba, yoksa dedem mi?” İçi korkulu, kapıyı çaldı ve içeriye girdi. ”Merhaba baba” diyecekti ki: Yüreği ağır bastı ve babasının yanında oturan kişiyle muhabbet haline geçti. Evet babasının yanında bütün efendiliği ve yüzündeki nuruyla oturan Uraz’dı heyecanlandı, elleri titredi, dili tutulmuş gibi babasının; “Hoş geldin kızım” demesine karşılık vermeden bulunduğu yerde hareketsiz kaldı. Kendini toparlaması uzun sürmedi.
- Hoş bulduk baba, misafirin mi var ?
- Evet kızım, şirkette çalışıyor, tanıştırayım.
- Gerek yok biz zaten tanışıyoruz. Beyefendi benim öğrencimin amcası. Uraz Bey, hoş geldiniz.
- Teşekkür ederim, siz de hoş geldiniz.
- Sağ olun, nasılsınız, Murat nasıl?
- Ben iyiyim, Murat'ta çok iyi şu anlık; size geçmiş olsun.
- Evet gördüğünüz gibi; şimdi iyi, değil mi baba?
- Evet iyiyim.
Uraz, on beş dakika oturduktan sonra gitmek için izin istedi. Münteha, hastanenin bahçesine kadar eşlik etti .Sonra vedalaştı. Ruhu ve bedeni halen heyecan içindeydi. Bunu babasına belli etmemek için bir süre hastahane koridorunda oyalandı. Dönerken ruhu sakindi.
- Eee baba, nasılsın bugün?
- İyiyim. dedi ve doktor içeriye girdi.
Doktor:
- Merhaba dostum, kendini nasıl hissediyorsun bugün?
- İyiyim sağ ol Dr. Celal,
Münteha:
- Siz önceden tanışıyor musunuz?
- Evet ,babanla biz çok öncelerin arkadaşıyız.
- Öyle mi, buna sevindim. O halde birbirinizle yeni karşılaştınız?
- Keşke öyle olsaydı; babanı bir çok kez aradım ve sordum. Baktım o aramıyor, ben de aramamaya karar verdim. çünkü bunu hak ediyordu, ve şimdi gördüğün gibi yeniden bir aradayız.
- Amma da yaptın! O kadar da değil, ara sıra karşılaşmıyor muyduk?
Münteha, iyi anlaştıklarını görünce yalnız bırakmak düşüncesiyle, yarım saatliğine bir yere kadar gidip geleceğini söyleyerek ayrıldı. Hikmet Bey ve Dr Celal, konuşmalarına devam ettiler.
- Sen güçlü bir adamdın, ne oldu sana böyle birdenbire?
- Yaa biliyorsun işte; ben asansör kullanmayı sevmem, her gün de dört katı inip çıkmak kalbimi yormuş olmalı. Tabii yaşta ilerleyince artık böyle rahatsızlıklar kapımı çalmaya başladı.
- Sen de bunlara yenik düştün, doğru mu?
- Maalesef doğru.
- Peki dostum, öyle olsun; artık asansörü sevmek ve binmek zorundasın .
- Eğer beni hayata bağlayacaksa seve seve binerim, hiç merak etme.
Dr. Celal, Hikmet Bey’i iyice süzdükten sonra;
- Biliyor musun, hâlâ dinçliğin ve yakışıklılığın üzerinde. Neden evlenmedin ve evlenmeyi düşünmü-yorsun?
- Ne diyorsun Dr. Celal? Benim gibi yaşlı adamı kim ne yapsın.
- Ne sen mi yaşlısın? Yapma be dostum, sen den üç yaş küçüğüm; ama sen benden daha genç gösteriyorsun.
- Dünya işte Dr. Celal.
- Evet haklısın:
- Neyi hatırladım biliyor musun? Hani biz seninle daha ilkokuldayken sen bana Dr. Celal demeye başlamıştın.
- Evet hatırladım.
- Aslında bu doktorluk kafamda yoktu. Sen bana bu lakabı taktıktan sonra kendimi o zamandan hep bir doktor olarak hayal etmiştim. Bir gün ne oldu biliyor musun?Annem yemek yapıyordu. Ben ders çalışıyordum, kardeşim de oyuncakları ile oynuyordu. Birden kardeşim bağırdı. Ben de o telaşla koşarak dur anne ben bakayım ben doktorum! Durmadan tekrar edip duruyordum. O günü hatırladıkça hala kendi kendime gülüyorum.
- Hoş bir anı olmuş.
Hemşirenin çağırması ile Dr Celal, sohbetini yarım bıraktı:
- Daha sonra devam ederiz.
Doktor Celal, Hikmet Bey’in bir zamanlar en yakın arkadaşıydı. Neslin Hanım, vefat edinceye kadar arkadaşlıkları sürmüştü. O günden sonra Hikmet Bey, kendini yalnızlığa mahkum etmişti. Şimdi ise dostluğun ne güzel olduğunu hatırlamıştı. Hikmet Bey, bu düşünceler içerindeyken Münteha, gittiği yerden döndü. Babasının sağ tarafına geçip oturdu. Babasına uzun uzun baktı. Sen benim her şeyimsin.
- Hayrola kızım, bu iltifatlar nereden çıktı böyle durup dururken?
- Durup dururken değil, seni iyice tanıdıktan sonra böyle düşünmeye başladım.
- Nasıl yani?
- Her neyse baba, sana anlatırsam kızarsın.
- Peki, anlatman için seni zorlamayacağım .
Münteha, sene sonu derslerin az olmasına karşın akşama kadar babasının yanında kaldı. Ondan sonra eve döndü. Yalnız kalan Hikmet Bey; bir müddet televizyon izledi. Sonra kapattı, bir şeyler yazmaya karar verdi. Defteri eline aldı, sonra tekrar yerine bıraktı, çünkü kafasındaki düşünceler onu yalnız bırakmıyordu. Kızını düşündü on yaşında iken yaptığı haksızlığının ne kadar acı bir olay olduğunu, sevgisiz bırakışının, baba şefkatinden mahrum edişinin anlamsızlığını bir kat daha anlayarak pişmanlıklar yaşadı. “Oysa Neslin’imin sevgisini, içimde yaşatarak; çevreme yansıtmadan, kalbimin gül bahçesinde dikili bırakıp, kokusunu bahçe dışına çıkmasına izin vermeseydim; sevgilerin en güzeline, lâyık olacaktım. Küçük bir çocuğun yalnızlığa ve sevgisizliğe mahkum edilmesi onun belki bütün hayatının mutsuzlukla geçmesine sebep olmuştur. Çünkü yalnızlık karamsarlıktır. Hiç bir sevgi kapısından bir kapı açılmamış ise; işte insanın hayatı o zaman, ölmeden toprağa diri diri gömülmekle başlar. Azap üstüne azap yaşar, o daracık yerde, çare içinde çare ararsınız. Yaptığının baştan sona yanlı olduğunu biliyordu. Bilincindeydi; ama her şeye bir sebep gerekiyormuş.
- İyi akşamlar, Hikmet Bey !
- Bu sesle kendine geldi.
- İyi akşamlar, hoş geldin Mehmet,
- Hoş bulduk
- Otur.
- Teşekkür ederim; ama fazla kalamayacağım. İyisiniz ya?
- İyiyim sağ ol, şirkette durumlar nasıl?
- Yeni projeler gelmese de şimdilik iyi. Ulus Şirketler Grubu’ndan bir teklif geldi. Sizin yokluğunuzu belirtince beklemede kaldılar.
- İyi yapmışsın, şimdi şirket konusunu kapatalım. Uraz’ın yeğeninin durumu nasıl?
- İki hafta sonra ameliyat olacak ikinci ameliyatı da daha sonra yapılacakmış.
- İyi, geçmiş olsun dileklerimi ilet.
- Baş üstüne, başka bir isteğiniz yoksa; ben bugün erken kaçayım.
- Sen bilirsin?
- Size tekrar geçmiş olsun. İyi akşamlar.
- Sağol, sana da iyi akşamlar.
İ |
ki hafta sonrası; Murat’ın birinci ameliyatı bitmiş, fakat o, narkozun etkisi ile henüz kendine gelememişti. Münteha, okul çıkışı babasına uğramadan, Murat’ı ziyarete gitti. Kendisini, Murat’ın başında bekleyen Uraz, karşıladı. Ailenin diğer fertleri ise; Münteha gelmeden beş dakika önce çıkmışlardı.. Uraz, kitap okumakla meşguldü. Münteha odaya girince kısık bir sesle, “Merhaba” dedi iki defa tekrarlayınca Uraz başını sükunetle kaldırıp şaşkın bakışlarla “merhaba hoş geldiniz” dedi. Elindeki kitabı bırakarak oturması için yer gösterdi. Hal ve hatır sorulduktan sonra Münteha, Uraz’ın masanın üzerine bıraktığı kitabı aldı, göz gezdirdi.
- Okuduğunuz kitap, benim de takip ettiğim yazarlardan. Edebiyatı çok iyi kullanıyor.
- Evet haklısınız, ben yazarın ilk kitabını okumama rağmen çok beğendim. İlgi çekici, akıcı ve farklı bir üslup kullanılmış. Hatta şöyle bir cümlesi var aşk üzerine; “Fırtına gibi hızlı, zaman gibi gizemli, anlaşılmayan, güzerani bir duygudur aşk.” Uraz, bu sözleri tekrar ederken gözlerini Münteha’nın, mavi, parlak gözlerine dikmiş, sanki bu sözleri ona hitap ediyormuş gibi, etkili bakışlarla bakmıştı. Münteha, şaşırmış heyecanlanmış bir anda ne yapacağını bilemez olmuştu. Etkilendiğini Uraz’a belli etmemek için :
- Eyvah! Gitmem gerekiyor. Lütfen, Murat kendine gelince geldiğimi bildirin. Ayrıca kusuruma bakmayın biraz kısa oldu ama ...
- Önemli değil, bir daha ki sefere inşallah daha fazla kalırsınız.
- Tekrar geçmiş olsun.
Hızla hastaneden uzaklaştı. Babasının arabasını kullanan Münteha park ettiği yere geldi arabaya bindi ve kalbinin sakinleşmesini bekledi. Bu sözlerden çok etkilenmişti Aslında bakışlardan desek daha doğru olur. Uraz’dan hoşlanıyor muydu? Hala duygularının nereye doğru gittiğini bilmiyordu. İlk çarpıştıkları zamandan beri Uraz’dan etkilenmişti; çünkü o zaman da göz göze gelmişlerdi. Sonra saçmaladığını düşündü .Uraz’ın söylemiş olduğu sözü tekrar etti. Fırtına gibi hızlı, zaman gibi gizemli, anlaşılmayan, güzerani bir duygudur aşk. Güzeran; gelip geçici yani ölümcül hiç beğenmedim bu sözü. Aşk gelip geçici değil, ömür boyu olmalı. ”diye düşündü ve arabayı çalıştırdı. Babasının bulunduğu hastaneye gitti. Babası bugün hastaneden çıkacaktı.
Uraz kendi kendine:
- Hatalı bir şey söylemedim ki; niçin böyle kaçar gibi gitti anlayamadım.
Sonra masanın üstünden kitabı aldı ve tekrar okumaya başladı. Uraz okumaya dalmışken Murat’a kendine geldi.
O nihayet kendinize gelebildiniz bayım, nasılsın kendini iyi hissediyor musun?
Evet amca iyiyim şu an ama çok acıktım. Pekiyi pekiyi ben sana bir şeyler almıştım. Yemekleri masadan aldı, Murat’a yedirmeye başladı.
- Amca,
- Efendim Murat,
- Senin hakkını nasıl ödeyeceğim?
- Nasıl yani anlamadım ?
- Baksana, sen işini bırakıp sadece benimle ilgileniyorsun. Benim az da olsa mutlu olmam için çaba sarfediyorsun. Ne dediğinin farkında mısın? Sen benim için hayatta önemle değer verdiğim, sevdiğim insanlardan birisin, seni tüm sevdiklerimden farklı bir sevgi ile seviyorum.
- Evet ama amca; ben seni fazla rahatsız etmek istemiyorum.
- İnan bana Murat, sen beni bu sözlerinle rahatsız ediyorsun.
Uraz, Murat’ın yanına yaklaşarak sarıldı ve alnından öptü; sen benim canımsın; lütfen bir daha böyle konuşma.
- Amca biliyor musun ben ayağa kalkabilirsem, futbolcu olmak isterim.
- Bu da nereden çıktı şimdi?
- Dün gece rüyamda gördüm ,ben bir futbolcu idim ve sahada süper oynuyordum. Bütün golleri de ben atıyordum . Tabii en çokta senden destek alıyordum. Sen de durmadan Murat! Murat! diye bağırıyordun .Murat, rüyasını anlatırken sanki gerçekten yaşamış gibi anlatıyordu.
Uraz kahkaha attı.
- Çok heyecanlanma, şimdi kalp sorunun çıkar.
- Aman amca, hemen keyfimi kaçırmasını biliyorsun.
Ama dur şimdi seni sevindireceğim. Bugün Münteha öğretmen geldi.
- Ciddi misin?
- Evet neden bu kadar heyecanlandın?
- Çünkü onu çok seviyorum, çok değerli bir öğretmen.
Buna sevindim.
- Ne diyordu anlatsana amca.
- Senin durumunu sordu, sevgi ve selamlarını bıraktı. Ah! Amca onu bir tanısan, çok iyi bir insan.
- Neyse konuşmaya daldık ve yemeği unuttuk. Hadi bakalım ekmek arasını da bitir.
Tamam amca bugün senin isteklerine harfiyle uyacağım, çünkü bugün çok mutluyum.
Saatler birbirini kovaladı. Murat, hastaneden ayakları iyileşerek çıkma hayalleri kurarken Uraz, yeğeninin yürüyebileceğine inanmak istiyordu. Böyle düşüncelerle günler geçti .
Uraz, sabah ezanın muhteşem çağrısını duyunca ; kendisine acı veren rüyadan uyandı. İlk söylediği şey “Allah’ım sen rüyamı hayırlı kıl” oldu. Sonra kalktı ve abdest almak için odanın içinde bulunan banyoya gitti. Abdest aldı, namazını kıldı saat yediye doğru Murat, uyandı. Her zaman ki gibi amcasının, vefalı ve güzel bakışlarının kendisini izlemesiyle karşılaştı .Uraz:
- Günaydın, yeşil gözleriyle, ilkbaharın gelişini anımsatan sevgili!
Murat:
- Günaydın, edebiyatın kıralı,
- Nasılız bugün ?
- İyiyim sağ ol, aslında iyi değilim; çünkü bugün sen gidiyorsun.
- Aman Murat, iki günlüğüne gidiyorum. Gitmem gerekiyor, çünkü en yakın arkadaşımın ağabeyi vefat etmiş, yoksa seni asla bu halde bırakıp da gitmezdim.
- Peki amca, ne zaman gidiyorsun.
- Baban gelince gideceğim .
- Benim iki gün sonraki ameliyatıma yetişecek misin?
- Evet; çünkü ben, döneceğim günün akşamı yola çıkacağım ve sabahında; yani sen daha ameliyata girmeden, saat sekizde burada olacağım. Hem bunu şimdi düşünmenin sırası değil. Dua edelim de ameliyatın hayırlı bir şekilde sona ersin.
- Allah’tan en büyük dileğim bu. O’nun yüce yardımıyla iyileşirsem bana geri dönen ayaklarımı, onun yolunda hizmette bulunduracağım.
- İnşaallah Murat’ım; en iyi şekilde, her ne durumda olursan ol, Allah’ın yolunda hizmet etmelisin.
Mahmut Bey’in gelmesiyle Uraz, gitmek için hazırlandı. Vedalaşma zamanı gelince Murat’ın yanına yanaştı..
- Artık vedalaşalım mı? Sezgileri çok kuvvetli olan Uraz, korkulara yenik düşmek istemiyordu .Gördüğü rüyanın tesiri altında kalmıştı. Yeğenini böyle bırakıp da gitmek ona büyük acı veriyordu. Murat’a sarıldı sarıldı, onları izleyen Mahmut Bey, duygulandı ve gözleri doldu.
- Hadi bakalım yeter ,beni kıskandırmak mı amacınız. Hem arabayı kaçıracaksın, alt tarafı iki günlüğüne gidiyorsun.
- Ağabey; ben gidince bu kerata ile kim uğraşacak. Onu benim yerime kim azarlayacak, hani sen babasısın kıyamazsın laf söylemeye onun için üzülüyorum.
- Yaa demek öyle amca!
- Aman be Murat, hemen kızıyorsun, sana takıldım sadece.
Uraz, daha fazla kalmadan içindeki burukluk ile hastaneyi terk etti. İzmir yoluna gitmek için ,otobüs garajına gitti.
Seher vaktiydi, ilkbahar bu sabah gelmek istediğinin sinyallerini veriyordu... Münteha’nın yüzüne sımsıcak, ferahlatıcı bir esinti gönderdi. Münteha bu esintinin sarhoşluğuyla uyandı. Neydi bu, bu dostluğun bir işaretiydi. Kalktı, balkon kapısını açtı. Merhaba en yakın dostum bugün daha gelmiyor musun? Bitir artık bu özlemimi, yoksa benimle konuşmayı hasretle beklemedin mi? Bana bunun tersini söyleme, beni incitirsin. Sen benliğim gibisin. Hadi o güzel esintini bana bir daha gönder, ruhumun evrene olan açlığını doyur. Bana gelmeyeceksen ağaçlara gel, bak bu hallerinden nasıl utanıyorlar, onları neden böyle çıplak bıraktın, sana çok kızmışlar, bak nasıl ezilip büzülmüşler, onları bu şekilde bırakmamalıydın. Bazıları sana öyle kızdı ki bu kızgınlıkları onların ölümüne sebep oldu. Hadi evrenin en güzel çocuğu uyan, uyan artık. Gözlerini açıp kapatıp bizi kandırma! Bak bülbüllere nasıl sana sitem ediyorlar, güllerine kavuşmak istiyorlar, dindir onların bu özlemini, kelebekler, arılar, karıncalar, çiçekler, yılanlar bırak artık akıtsınlar zehirlerini, iyiler ve kötüler istediklerini yapsın; çünkü bu dünya iyiliğin ve kötülüğün yeridir. İnsanlara evren güzelliğini duyumsat. Beni anlıyor musun? Kollarını açtı, ve baharı kucakladı.
Münteha dadısının yanına uğradı. Dadısı her geçen gün biraz daha kendiyle yaşıyordu. Yaşlanıyordu acaba yaşlılığın verdiği psikoloji miydi? Münteha’ bu duruma çok üzülüyordu. Kahvaltı yapıldı, hafta sonu temizliğin tümünü Münteha üstlendi. Ev temizliği bitti elbise dolabını düzenledi. Yarına giyineceği kıyafetini de hazırlı-yordu. Dadısı odasına geldi, oturdu ve onu izledi.
- Ayşe’m benim gri gömleğimi makineye attık değil mi?
- Evet kızım, yıkandı, ütüledik ve dolabına koyduk. İki dostun birbirinden gizlisi saklısı olur mu?
- Ben senden bir şeyler mi gizliyorum?
Münteha, gri gömleği elinde dadısının yanına oturdu.
- Evet, sen, benden bir şeyler gizliyorsun. Bana bu güne kadar özel duygularını hiç açmadın.
- Lütfen böyle konuşma. Benim özel hayatım olmadı ki, “özel duygu” diyorsun ne demek istediğini tam anlayamadım, nasıl özel duygu?
- Bana böyle kızacaksan, konuşmayalım daha iyi.
- İyi de Ayşe’m, ben sana kızmıyorum ki heyecanlandığım zaman ses tonumun böyle çıktığını biliyorsun.
- Değiştim! Ben de bunun bilincindeyim. Kafam karışık, henüz duygularımdan emin değilim. Öğrencimin biri ayaklarından rahatsız onu okuldan almaya amcası geliyor. Onunla topu topu üç ve ya dört defa karşılaştık ve konuşabildik. Zannedersem beni çok etkiliyor. Onunla her karşılaşmamda çok ama çok farklı duygular hissediyorum. Hele son karşılaşmam beni fazlasıyla etkiledi.
- Yoksa onu seviyor musun ?
- Hayır, henüz sevgi sözcüğünü kullanmak için çok erken, hem bana uzak olan bir kavram için şimdilik böyle bir isim kullanmak istemiyorum. Yani senin anlayacağın kafam felaket şekilde karışık .
- Henüz ortada bir şey yok?
- Evet, öyle.
- Benim bunlara inanmamı bekliyorsan yanılıyorsun. Peki karşı kişiden herhangi bir tepki aldın mı?
- Hayır, hiç bir tepki almadım. Ortada bir şey yokken çevreme yansıtmak istemiyorum. Düşünsene, daha toprak altından sadece ucu çıkmış bir nesnenin tam olarak ne olduğunu bilebilir misin? Hayır, benim olayım da böyle. Somut bir şey yokken şudur demek istemi-yorum.
- Tamam kızım, seni üzmek istememiştim. İnşallah, senin için her zaman en iyisi olur. Bu yaşına kadar karşı cinse yaklaştın. Bu da zannedersem senin tarzında veya görüşünde birinin olmayışından. İnsanoğlu duygularına karşı çoğu zaman iradesiz kalabiliyor. Senin çağında iken; ben de duygularıma karşı bir set çekmemiştim. Gideceği yere bıraktım, yanlış yaptım. Sevdiğim zaman, hiç bir zaman mantığa yer vermedim ve bu da bana inanamayacağım derecede zarar verdi. Hatta bütün hayatımı etkiledi. Evlenmeyişimin temel sebebi de buydu. Çok yara aldım, hiç hak etmediğim hakaretlere maruz kaldım. Bunlara rağmen yine de sevgimden ödün vermedim. Sonuna kadar mücadele içersindeyim; ama değerin ve onurun bittiği yerde bende kin ve nefret oluşacağına, sevgim daha da büyüdü “Bir şey yaşandı mı sürekli ve tek olmalı. Yaşadıysam veya yaşayacaksam tek ve ebediyete kadar yaşamalım. Gördüğün gibi ben yalnız ve çaresiz, içimde hala var olan sevgimle başbaşayım. Kararlıyım bir sevdim ve sürekli seveceğim, ta ki bu dünya yıkılıncaya ve sonraki hayat başlayıncaya, ebediyete kadar sürecek. Her zaman mantığın ön planda olsun.
- Seni anlıyorum Ayşe’m; biliyorsun, ben hayatımdan yanlışları uzak tutmaya çalışan bir prensiplere sahibim. İnsan yanlış yapmaya meyilli bir yaratıktır. İlk insan Hz. Adem, Hz. Havva’dan da ele alırsak; böyle düşünmemiz daha bir olağan olur. Ortam uygun olduktan sonra, insanların yanlış yapma oranı yarı yarıya olur. Patlamaya hazır olan bir yanar dağa dur patlama dersek işe yarar mı? Tabi ki o dereceye geldikten sonra kimse infilakı durduramaz. Bir boşluk düşün, o boşluk sende oluşmuşsa ve o boşluğu dolduracak bir yapı oluşmamış veya oluşmasına izin vermeyeceksen, o cehennem boşlukla birleşecek ve gün be gün yok oluşa sürükleneceksin. İnsanoğlunun doğal bir yaşamı var, bunlara uyulmadığı zaman yaşam sorunlarla geçer ve dediğim gibi, o sorunlar senin yok oluşuna zemin hazırlar. Beni anlıyor musun?
- Evet az çok anladım. Zannedersem benim yorum yapmam gereksiz kaldı. Onlar konuşmalarına devam ederken Hikmet Bey geldi ve aşağıya inmelerini istedi.
Rahatsızlığından sonra çok değişen Hikmet Bey, hüznünü kendiyle yaşamaya; etrafındaki insanlara yansıtmadan yüreğine empoze etmeye çalışıyordu .
Salona geçtiler. Hikmet Bey, elindeki araba katalogunu kızına uzattı.
- Kataloga bak hangi araba beğen yarın da gider alırız.
- Ciddi misin?
- Evet kızım, böyle bir şaka yapmayacağımı biliyorsun.
Buna çok sevinen Münteha, babasının ilgisi karşısında gözleri doldu, gidip ona sarıldı ve teşekkürlerini en içten haliyle belirtti. Ayşe Hanım, baba kız arasındaki diyalog karşısında duygulandı.
- Kızım, Ayşe’nle bakın, ben odama çıkıyorum. Yarın da gider alırız.
- Tamam baba, tekrar teşekkür ediyorum.
Hikmet Bey, odasına çıktıktan sonra kendisini bir kuş kadar hafif hissediyordu .Duvardaki fotoğrafa baktı ve:
- Artık kızımız için yaşayacağım, her ne kadar geç kalmış olsam da. Çekmecesinde bulunan kalem ve defteri alarak bir şeyler yazmaya başladı. Yarım saat sonra kapısı çalındı; kızı içeri girdi, ona yemeğin hazır olduğunu ve kendisini beklediklerini bildirdi.
Babasının yazıyla meşguliyetini gören Münteha:
- Ne yazdığını çok merak ediyorum, ve okumak istiyorum.
- Hayır kesinlikle! Ben öldükten sonra her şey sana kalacak. O zaman okuyabilirsin?
- Yani yazarlık gibi bir düşüncen yok değil mi?
- Neden olmasın, hayali bir yazar olarak anımsayabilirsin babanı.
- Aman baba çok hoşsun, neyse bırak yazı yazmayı da Ayşe’m bizi bekliyor.
- Tamam hadi inelim.
Ã
G |
ünlerden Cumaydı, dışarıda güneş pırı pırıldı. Mevsimin ilkbahar olması dolayısıyla; bahçelerde çiçekler yeni dirilişlere kalkmak için yavaş yavaş uyanıyorlardı. Kuşlar yuvalardan,yılanlar kara deliklerden,karıncalar dinlenmelerinden insanlarda; kasvetli havanın buhranından kurtuluyorlardı. Ve işte bu güzel mevsim, bu güzel gün...
Murat, heyecan içindeydi; çünkü yarım saat kalmıştı ameliyata girmesine. Bir de amcasının hala gelmemiş olması Murat’ı daha bir heyecanlandırıyordu.
Ailesine durmadan amcası için sorular soruyordu.
- Baba, yarım saat kaldı ameliyata girmeme amcam hala gelmedi.
- Gelir oğlum, biliyorsun amcan “bir aksilik olmazsa mutlaka ordayım” diye söz verdi.
Hatice Hanım ve Hira, akşamdan beri hastanedeydiler. Çünkü; Murat’ın en büyük destekçisinin yanında olmadığından, duygularının muzdarip olduğunu.
Hatice Hanım, durmadan oğlunun moralinin düzelmesi için espriler yapıyor, ama bir türlü oğlunun, amcası üzerindeki dikkatini dağıtamıyordu.
- Oğlum, babanın dediği doğru. Amcan dün akşam yola çıkmadan seninle de konuşmuş; bir aksilik olmazsa mutlaka yetişirim, demiş. Niye telaş ediyorsun?
Hira annesinden sözü aldı.
- Murat, istersen ben amcamın cep telefonundan arayayım, ha ne dersin?
- Hayır abla cebinden arayamazsın; çünkü amcam cep telefonunu burada unutmuş. Ama dışarıya bak, belki gelmek üzeredir .
Murat’ın sözü üzerine Hira, hastanenin üç giriş çıkışını gezdi, gelip geçenleri dikkatle izledi, ama amcası görünürlerde yoktu .Hira’nın yalnız geldiğini gören Murat, iyice sabırsızlandı .Hemşirelerin kendisini almaya geldiklerini görünce beş dakika daha beklemelerini rica etti, ama bu da bir işe yaramadı, amcası görünürlerde yoktu. Artık Murat’ın ameliyata girme zamanı gelmişti.
- Baba, amcam gelince onu çok sevdiğimi ve bana dua etmesini söyler misin?
Murat’ın sözleri karşısında, ailenin içine burukluk ve hüzün daha bir ağır çöktü.
Hüzünlerini belli etmediler, onu öptüler, sevgilerini ve Allah’a olan güvenlerini hatırlatarak ameliyat odasına yolcu ettiler. Murat , ameliyat odasına girinceye ve kapı kapanıncaya kadar da hala gözleri amcasının yolunu gözlemekteydi. Ne yazık ki amcası Murat’ın, ameliyata girmesinden on beş dakika sonra geldi.
Uraz, Murat’ın odasına girdi; odayı ve yatağı boş görünce üçüncü katta bulunan ameliyathaneye gitmek için asansöre bindi. Yarım dakika sonra üçüncü kattaydı. Ameliyathanenin kapısında ailesinin beklediğini görünce hızla, uzun ve dar olan koridoru koşar adımlarla geçti. Mahmut Bey, kardeşinin geldiğini görünce oturduğu yerden kalktın onu karşıladı.
- Nerede kaldın Uraz? Murat seni çok bekledi. Hatta ameliyata girmesi için onu zor ikna ettik .
- Sorma ağabey araba yolda arızalandı. Telefon açabileceğim bir yer de yoktu, Murat nasıldı girerken, siz bana onu söyleyin?
Hira:
- Hiç iyi görünmüyordu amca, biliyorsun sen yoktun.
Hatice Hanım:
- Neyse artık, dua edelim de Murat’ımız bıçak altından sağ salim kurtulabilsin.
Mahmut Bey:
- Uraz, Murat senin için “Amcamı çok seviyorum ve bana dua etsin.” ameliyata girmeden son sözleri bu oldu.
- Bu söz üzerine Uraz’ın yüreği sıkıştı, midesi bulandı, lavaboya kendisini zar zor ulaştırdı. Sonra bahçeye indi bir süre orada yalnız kaldı. Murat’ın iyileştikten sonraki hallerini hayal etti. Sonra İzmir’e gitmeden önce görmüş olduğu rüyayı hatırladı. İçi ürperdi, bütün bedenini inanılması güç bir korku sardı. Kendisini bu korku üzerinde yoğunlaştırmak istemedi, ama o rüya o gün gördüğü gibi gözlerinin önünden gitmiyordu. Oturmuş olduğu banktan kalktı, gözleri üçüncü kata kaydı, Hira’yı pencerede gördü ve yanına gelmesi için el işareti yaptı. Tekrar bankta oturdu. Hira, amcasının yanına geldi.
- Nasıl oldu miden, iyimi?
Hira:
- Şimdi iyi sağ ol, geç otur şöyle, nasılsa ameliyatın bitmesine daha var.
- Evet, beklemek çok sıkıcı, insana acı veriyor ve her ihtimali düşündürebiliyor.
- Haklısın! Ama biz onu Allah’a emanet ediyoruz sonrada doktorlara. İstersen babanı ve anneni de git çağır, sıkılmışlardır içerde .
- Evet onları alıp geleyim.
Beklemek eylemi her insan için sıkıcı olduğu gibi Murat’ın ailesine de aşırı stres veriyordu. Çay içtiler volta attılar, ama hiçbir şey onları rahatlatmadı . Aradan geçen üç saat sonrasında nihayet ameliyat bitmişti. Murat’ı odasına getirdiler. Bu sefer de narkozun etkisinin bitmesini beklediler. En az iki saatten fazla doktorlardan bir ses çıkmayınca Mahmut Bey:
- Uraz, şu doktorlarla bir görüş istersen; çünkü narkozun etkisinin çoktan bitmiş olması gerekiyor.
- Evet ağabey ben Dr. Kemal’le bir görüşeyim .
Uraz tam doktorun odasına girecekti ki odadan çıkan hemşireye Dr. Kemal’i sordu.
- Hemşire Hanım bizim hastamız ile hiç ilgilenmi-yorsunuz, kaç saat oldu hastamız ameliyattan çıkalı; ama hiç biriniz ortalıkta yoksunuz.
- Murat Aşkın mı? Ama onun çoktan kendisine gelmiş olması lazım .
- Hayır hala kendisine gelmiş değil, lütfen doktoru çağırır mısınız?
- Evet ama Doktor Bey yok, acil olarak gitmesi gerekiyordu. Sizin hasta ile Ömer Bey ilgilenecek. Siz gidin ben kendilerine haber verip gelirim.
Uraz, tekrar koridorda bekleyen ailesinin yanına döndü Dr. Kemal’in olmadığını ve yerine Dr. Ömer Bey‘in bakacağını bildirdi.
Mahmut Bey, sinirli tavırlarla :
- Peki nerede kaldı?
Hira, babasının koluna girerek :
- Baba lütfen sakin ol istersen seninle dışarıya çıkalım?
- Evet ağabey, istersen çık biraz hava al.
- Olmaz! Ben böyle iyiyim.
Doktorun gelmesiyle biraz sinirler yatıştı.
Dr. Ömer hastanın odasına hemşireyle girdi. Kendisine yardım eden hemşireye:
- Bu çocuk ölmüş, dedi ve birkaç uygulama yaptıktan sonra odadan hızla çıktı. Durumu bildirmek için başhekimin yanına gitti. Murat’ın ailesi doktorun şüpheli davranışlarından kaygılanarak Murat’ın odasına girmek istediler. Hemşire müdahale etti: “Lütfen dışarıya, Başhekimi bekleyin.”
Uraz sesine hakim olamadı...
- Bize neler olduğunu açıklar mısınız?
- Hayır Beyefendi size hiçbir açıklama yapamam; ben de ne olduğunu bilmiyorum .
Hemşire kapının önünde bekledi ta ki Dr. Ömer, başhekimi alıp geri dönünceye kadar. Başhekim kendince birkaç uygulama yaptıktan sonra aynı kanaate vardı.”Evet bu çocuk ölmüş.” Şimdi doktorlar Murat’ın ailesine acı haberi nasıl anlatacaklarını düşünüyorlardı. Çok zor bir görevdi. Murat’ın bu dünyadan zamansız göçüşünün ailesine haber verilme zamanı gelmişti. Başhekim önde Dr. Ömer sağ tarafında acı haberi nasıl vereceklerini hala daha iyi kestiremeden, yarım yamalak açıklama yapmaya çalıştılar.
- Bakın Beyler,
Uraz:
- Bize açıkça ne olduğunu söyler misiniz?
Mahmut Bey, daha fazla dayanamadı.
- Lütfen! Bizi daha fazla merakta bırakmayın ve oğlumun yürüyüp yürümeyeceği konusunda bilgi verecekseniz lafı gevelemeden söyleyin.
Başhekim, Aşkın ailesinin sinirleri karşısında lafını iyice geveledi. Canlardan canın nasıl koparıldığını başı önünde eğik olarak anlatmaya başladı:
- Size bunun açıklamasını yapmanın ne zor olduğunu bir bilseniz. “Başhekimin ağzında laflar zincirlenmiş gibiydi, kendinde o cesareti toparlayamıyordu. Nasıl diyebilirdi ki oğullarının öldüğünü. Kolay değildi insan yetiştirmek ve o insanın en güzel çağında ölüme mahkum olması, kendisi de biliyordu. Evlat sevgisinin ne demek olduğunu. Şimdiyse dünyanın en ağır işi kendi omzunda oluşunun sancısı içinde kıvranıyordu. Bu duruma daha fazla dayanamayarak salonu terk etti. Murat’ın doktoru Kemal Bey, kendisine haber verilir verilmez hastaneye gelmişti. Cesaretli ve sert karakterli olan Dr. Kemal, olayları daha fazla uzatmadan Murat’ın öldüğünü bir çırpıda umarsızca anlattı. Böylece Aşkın ailesinin günlerdir sezdikleri ve görülen rüyalar yanıt vermişti. Anadan ve babadan; evlat, amcadan; can ciğer yeğen, abladan; kardeş koparılmıştı. Canlarından öte can alınmıştı. Son derece mutlu aile bir anda deprem misali sarsıldı. Sarsılan yüreklerden bir küçük yürek kaymış ruhu öbür dünyaya yelken açmıştı.
Uraz’ın korktuğu başına gelmişti. Beyni durdu, bedeni ayaklarını taşıyamaz hale geldi ve olduğu yere yıkıldı.
Acılı aile ölmüş küçük yürekleri ile uğraşırken Uraz, yoğun bakıma alınmıştı.
Başhekim, Dr. Kemal’le, bu işten sorumlu tüm doktorların kendi odasında toplanması komutu verdi. Bu işten sorumlu bütün doktorların gelmesi ile toplantıya başlandı. Hepsine ayrı ayrı konuşma hakkı vererek fikir ve düşüncelerini aldı. Son olarak kendisi söze başladı.
- Bakın arkadaşlar her meslekte hata var; ama bizim mesleğimiz hataları kesinlikle kabul etmez. Bu olay bilinçsizliğin ve ilgisizliğin verdiği sonuç mu? Bunu daha bilmiyoruz. Uygulamada kendini hatalı hisseden arkadaşımız, lütfen vicdanına yenik düşecekse, ama lütfen istifasını gözden çıkarsın. Tekrar vurguluyorum; bizim mesleğimiz hata kabul etmez .Çünkü ortada insan hayatı var. Gerçi otopsiden sonra kesinlik kazanacak, ama yarı yarıya bu işin bir yanlıştan dolayı olduğu görülüyor.
Aradan bir gün sonra, Murat’ın cansız bedeni hastaneden alındı önce evde yıkanmasıyla ve sonra cenaze namazı kılınmasıyla; insanlar arası son buluşmaya veda edilmek üzere, bedensiz mekana doğru , babasının ve sevenlerinin omuzlarında taşındı. Küçük beden yer ile buluşunca inançlı ailenin içinde feryatlar, dağları dize getirir yoğunluktaydı. Murat’ın üzeri toprak ile örtülürken ablasının ağzından şu cümleler dökülüyordu.
Bugün bir fidan göçtü; dünyaya doymamış, küçük bir fidan, bedenini toprağa, ruhunu yaratıcısına teslim etti.
Yüreği merhamet ile açılan, bilmemekten ağzı iyi açılmayan, küçük bir fidan göçtü.
Kendisinden sorumlu vicdanlarla, Allah dostlarının dualarıyla... Ey! Benim merhamet yumağım; dert çekmiş, çile çekmiş, acılı küçüğüm; bil ki sen gönlümün bir parçasını aldın. Bil ki küçük fidan sana gereken ilgiyi, şefkati, paylaşımı göstermediğim için; vicdanım hastalıklı bir beden gibi acı çekecek !
Bunun için kendimi asla affetmeyeceğim. Ey! Yoksullukla, gözyaşıyla, ihanetle, hayatını tamamlamış, küçük fidan! Elveda bu dünya için,ve merhaba; ruhumun senin ruhunun özlemi için merhaba ve elveda bir daha elveda. Allah'ın rahmeti affı seninle olsun. Kabrin aydınlık, mekanın cennet mekanlarından bir mekan olsun.
Hira, mırıldanırken bayılmıştı. Hatice Hanım, kızının bayılmasına aldırmadan, yavrusunun üstününün acımasızca örtülmesine, karşı şuursuzca yerinde kalktı, eşi Mahmut’a saldırdı:
- Bırak! Yavrumun üstünü nasıl böyle kara toprakla örtersin, nasıl kıyarsın Murat’ıma, nasıl karanlıklara gömersin.
Mahmut Bey, ne yapacağını bilemeden elindeki kürek ile oğlunun mezarına toprak atmaya devam etti. Hatice Hanım’ı komşuları tutarak kendine gelmesine yardımcı oldular. Hira, hala kendine gelememişti. Gömme işi bitmiş, ölünün yakınları ve sadece Münteha kalmıştı.
Münteha Hira’nın kendine gelmesi için çeşmeden su getirip yüzüne serperek ayılttı. Mahmut Bey, mezarın başında ellerinin içini toprakla doldurmuş sessizce ağlıyordu. Hatice Hanım’ın sessiz ağlaması yüksek sese daha bir dönüştü. Karanlık çökünceye kadar küçük fidanlarını terk etmediler. Şimdi ise mezarlığı terk etmek zorundaydılar. Dünya yasası böyleydi ve hiçbir değerli insan bu yasayı bozamazdı. Karanlık çökmüş ve dört kişi arkalarına bile bakmadan “Küçük Fidanı” karanlık ıssız yerde yalnız bırakarak hastaneye, Uraz’ın durumunu öğrenmeye gittiler.
Günler sonrası Murat’ın ölümünün acısı daha bir yoğunlaştı acı kelimesi yaşadıklarının yanında basit kaldı. Uraz, ölümü duyar duymaz olduğu yere çökmüş ve hala girdiği şoktan kurtulamamıştı. Mahmut Bey, bu olanlar karşısında dayanıklı idi; çünkü bu yaşadığı üçüncü büyük acı oluyordu. Anne ve babasının da acısı böyle idi. Hatice Hanım ve Hira da Allah’ın her şeyi bir sebep ile yarattığının inancıyla ayakta kalmaya ve acıların hiçbir zaman sabit kalamayacağını kendilerini inandırarak ayakta kalmaya çalışıyorlardı. Ama Uraz’’in durumu da onları fazlasıyla üzüyordu. Hiç konuşmayan gülmeyen; kısacası bir robottan farksız değildi Uraz. Mahmut Bey, ikinci kez kardeşini doktora götürmeye karar verdi .Her şey o kadar zordu ki bir başına kalmıştı olanlar karşısında. Hanımının ve kızının tesellisi olmazsa, o da çoktan çökmüştü. Maddi ve manevi desteklerini de hiç esirgemeyen Hikmet Bey, Mehmet ve Münteha’nın tesellisi de başkaydı onlar için. Uraz ikinci defa farklı bir doktora götürülmesi ile hastanede tedavi görülmesine karar verildi . Böylece günler gelip geçti. Uraz, yavaş yavaş kendine geliyordu . Münteha, Uraz’ın hastanede tedavi görmesiyle sürekli k onu ziyaret ediyordu. Ona karşı her geçen gün biraz daha sevgisi ve ilgisi çoğaldı. Sevginin hoşnutluğu bambaşka bir duygu hissettiriyordu. Hira ile de arkadaşlığını iyice pekiştirdi Münteha’nın bu aileye karşı ilgisi daha da arttı. Yüreği, hep sevgi istemişti oysa karşısına çıkan platonik ve umutsuz bir sevgiydi. Münteha yeni bir acıya yelken açmıştı hem de sonu nereye varılacağı belli olmayan bir acıya. Buruk olan gönül dağı alev almış volkan misaliydi, ilgiye sevgiye sınırsız ihtiyacı vardı. Yüreği bağırmak, haykırmak, çaresizliğini yok etmek istiyordu. Bu güne kadar tatmadığı bu farklı duygunun işlevsel halini almasını şiddetle arzuluyordu.
Ama işte yaşamı sevgi sömürüsüyle birleşmiş, yalnızlıkla süre gidiyordu. Olmadık yerde, olmadık bir zamanda yüreği, “sevda” tanımıştı. Gönül çölüne ektiği dikensiz gül, diken vermeye başlamıştı. Sonu nereye varacağı belli olmayan gülün, dikeni, yaralar vermeye başlamıştı...
Hikmet Bey ve kızı Uraz’ı ziyaret ettikten sonra arabayla eve dönüyorlardı.
- Kızım yanlış anlama, ama okullar tatil olalı yirmi gün oldu bu yaz tatile çıkmayı düşünmüyor musun?
- Hayır baba ,bu yıl tatile çıkmayacağım.
- Neden ?
- Bilmem, canım istemiyor.
Hikmet Bey, kızının Uraz’a olan ilgisini fark etmiş ve bu konuyu onunla konuşmak istemişti; ama konuyu açabilme cesaretini yakalayamıyordu. Eve vardıklarında kendilerini karşılayan Ayşe Hanım, Uraz’ın durumunu sordu, öğrendikten sonra yemeğin hazır olduğunu bildirdi. Baba, yemek yemeyeceğini iştahının olmadığını söyleyerek odasına çıktı. Münteha da aynısını bildirerek salona geçip televizyonu izlemek istedi..Ayşe Hanım da sessizce Münteha’nın yanına oturdu. Hikmet Bey, yatağının üstüne sırt üstü uzandı kızının durumu onu çok rahatsız ediyordu. Yapabileceği hiçbir şey yoktu. Elinde olsa ona bütün dünyayı verirdi ama,
Sevgiyi ve aşkı hiçbir kuvvet insan yüreğine zorla kabul ettiremez. Sevgi; şiddetten anlamaz, sevgi, saygıdan ve hoşgörüden anlar. Hikmet Bey, balkona çıktı, gökyüzünün ışıltılı büyüleyici havasına daldı, yıldızları, ay’ı izledi ve, sevgi, aşk, acı evrensel bir lisandır, insanlar için hazırlanmış güzel, ama ızdırap dolu bir dünya, dedi. Hikmet Bey, karanlığa daldı, çıktı, aydınlığa geçti; ama ne, aydınlık ne de karanlık onu tatmin etmedi. Karalığa haykırdı, madem ismin gibi karanlıksın, hadi bizim acılarımızı da karanlığına göm, onları görmek istemiyorum. Yeter artık dünyaya tahammülüm kalmadı, dedi. Hazin bir gecenin kucağındaydı, sitemli, yargılayıcıydı sözleri, yaşamış olduğu tüm acılarını dünyaya yüklüyordu. Pekiyi dünyanın suçu neydi? O da onlar gibi yaratılmış bir sanat değil mi?
Bir ay süreyle hastanede kalan Uraz’da yavaş yavaş iyileşme temayülleri görüldü Dr. ilk etapta hafıza kaybı geçireceğinden şüphelendi ama, güçlü olan beyni bunu da yenmişti .
Haftanın dördüncü günüydü ve Uraz, tamamen iyileşmiş olarak Cuma günü çıkacaktı hastaneden. Üç günden beri ziyarete gitmeyen Münteha, ziyaretteydi. Uraz, pencereden dışarıyı izliyordu. Münteha “Merhaba“ dedi.
Uraz başını çevirdi ve
- Merhaba hoş geldiniz Münteha Hanım.
- Hoş bulduk, nasılsınız?
- Bana nasıl olduğumu bundan sonra hiç sormayın; çünkü benden canımı aldılar, canımdan öte olan yarimi, buna en güzel kelimeleri de ekleyebilirsiniz. Sağıma dönsem koca bir boşluk, soluma dönsem koca bir çaresizlik, inan Murat’sız yaşamak beni bitirir, beni toprak ile örter. Dayanamam bu acıya Allah’a isyan diye nitelendirilmese çoktan göçerdim bu dünyadan, ama yazık ki karşımda ağzımı bile açamayacağım bir güç var. Çaresizlik içinde canımı alacağı günü bekleyeceğim .
- Neden kendinizi böyle bırakıyorsunuz, taktir her zaman yaratıcının elinde değil mi? Böyle yaparak hem kendinizi hem de çevrenizdeki insanları çok üzüyorsunuz.
- Bütün olanlar için bir sebep olması lazım. Yüreğimde oluşmuş isyandan insanları sorumlu tutuyorum ve bir türlü isyanı atamıyorum.
- Doğru konuşuyorsunuz, ama olmuş olanın ardına düşemezsiniz. Mantığınızı ve gururunuzu bir yere hapsedin; kendinizi zor yaşamınızın ellerine bırakın. Göreceksiniz zamanla kabulleneceksiniz.
- Bırakın buna ben karar vereyim. Aklımın akıl olduğunu bildiğim an, adalet ve dürüstlük benim yaşamımın temel parçası olmuştur. Haksızlıklara zerre kadar tahammül edemem. Hele böyle bir olayda... Hani, insanı ayakta tutan önemli etken insan yüreğinin dürüst olmasıdır ya. Dürüstlük kesinlikle saniye bile olsa haksızlıklara gelemez. Yeğenimin böyle gülünç bir olaydan dolayı öbür dünyaya göçüşü beni de kendiyle götürmesine yetti ve arttı da...
- Düşüncelerinize katıldığımı tekrarlıyorum, ama düşünceler her zaman eyleme geçmemeli. Doğru düşünceler bile bazen insan beyninde varlığını sürdürmek zorunda ve insanlar tarafından, yine insanlara unutturulur. Yaşamak nasıl zorunlu bir eylemse bence düşünceler de bazen yaşamama eylemine geçmesi olağan bir şeydir. Sizin de yapacağınız hatta zorunda olduğunuz olağan şey kabullenmedir.
- Bunu ben düşüncemden ve vicdanımdan atamam. Bu olayı bu dünyada kabul görüyor ve onları kendi vicdanlarına bırakıyorum. Ama öbür dünyada zorlu bir affediş bile beklemeyecektir Murat'ımın sorumlularını. Ne Murat’tan, ne benden ve belki de Yüce Allah'tan bile affediş olmayacaktır. Münteha bu konuyu artık kapatmak istiyordu. Uraz ile yapmaması gerektiğinin farkına da vararak konuyu değiştirdi.
- Cuma günü çıkacağınızı biliyor musunuz? Biraz önce doktorunuz ile görüştüm .
- Hayır bilmiyordum.
- Siz ve babanız bizimle çok ilgilendiniz, buna minnettarım, hakkınızı helal edin.
- Estağfurullah, insanlar sevdiklerine ve değer verdiklerine karşı çokça ilgilidirler. Babam sizi sevdiği için ve ben de sizin değerli bir insan olduğunuza inandığım için bu kadar ilgiliyiz . Uraz Bey...
- Evet sizi dinliyorum.
- Neyse bir şey yok, benim gitmem gerekiyor bir isteğiniz var mı?
- Hakkınızı helal edin yeterli.
- Helal olsun, sonra görüşürüz.
- Güle güle.
Münteha gider gitmez Uraz iki gün önce planladığı şeyleri yapmak için, önce bir mektup yazdı, daha sonra da hastaneden gizlice ayrılarak eve gitti. Evde kimsenin olmayışı onun işine bayağı yaradı. Elbiselerini son bir hızla valizine yerleştirdi. Bunları yapmak için sadece on beş dakika yetmişti. Evden ayrılmadan önce yazdığı mektubu da salonda bulunan yemek masasına bıraktı. Valizini emin bir yere bırakarak doğruca Varol Şirketi’ne gitti. Mehmet’ten borç para aldı, daha sonra da Hikmet Bey’e bir not bırakarak oradan ayrıldı. Son bir hızla valizi koymuş olduğu yerden alarak doğruca garaja gitti. Biletini aldı, son bir kez çocukluğundan beri yaşadığı şehri... Belki süresizce ve belki de bir süreliğine gitmek için uzun duyguluca baktı. Murat'ını hatırladı. Mezarının başına bir kez bile olsa gitmemişti. Kim bilir ona ne kadar çok kızmıştı. Ama o buna dayanamazdı, gidemezdi. Eğer gitseydi ayrılamaz, Murat'ının yanı başında kendine bir yer edinir, sonsuz uykuya o da oracıkta dalardı. O yüzden gitmemişti ve belki de hiç gitmeyecekti. Bu düşüncelerle kalkmak üzere olan otobüse bindi ve hafif bir sesle "Elveda beni bitiren şehir" dedi ve ön koltuktaki yerini aldı, bir dakika sonra o şehrin insanlarına isyan bayrağını çekmiş olarak gitti.
Her şeyden habersiz olan Hatice Hanım, Hira ve Mahmut Bey, Uraz’ın ziyaretindeydiler. Uraz’ın odasının kapısını açar açmaz içeride hiç kimsenin olmadığını gördüler. Hira:
- Amcam belki bahçeye gitmiştir. Ben bakıp geleyim
Hira bakıp geldi, fakat kimseyi bulamadı. Döndüğünde de doktorun babasına; amcasının hastaneden gizli olarak ayrıldığını anlatıyordu. Hemen hastaneden ayrılıp eve döndüler. Kapının tam kapanmamış olduğunu fark ettiler. Uraz, içeridedir düşüncesine kapılarak odasına baktılar. Kimseyi bulamayınca “acaba hırsız mı girmiş” diye evi kolaçan ettiler. Her şey yerli yerindeydi. Mahmut Bey, susadığını hissederek masanın üzerinde bulunan su sürahisinden su alacaktı ki mektubu fark etti. Usulca ve büyük bir acı hissederek mektubu aldı ve açtı, sessizce okumaya başladı. Hira ve annesinin hala hiçbir şeyden haberleri yoktu. Mektubu okudu ve balkonda bulunan hanımına kızına seslendi :
- Alın bakın Uraz’ın bıraktığı mektup.
Hira telaşla aldı ve sesli okumaya başlayacaktı, babası ağlayınca bekledi. Mahmut Bey, Hira’nın okumasına fırsat vermeden evden çıkıp gitti. Hira, babasına müdahale etmedi; çünkü bir an önce neler olduğunu öğrenmeliydi. Hatice Hanım kocasının bu gibi durumlarına alışmıştı, çünkü eşinin üzgün olduğu durumlarda yapmış olduğu davranışlardı. Sıkıntılı olduğu anlarda gider hava alır ve gelirdi. Nihayet mektup okunmaya başlanmıştı.
Canım Aileme,
Biliyorum bana kızacaksınız, ama çareyi buradan gitmekte buldum. Belki biraz abarttığımı düşüneceksiniz. Ama hayır abartmıyorum eğer burada olursam Murat’ımın hayali benimle olacak. Onu her gün okuldan alışım, onunla kitap okuyuşum, onunla tartışmalarım, onun bilge gibi konuşmaları beni yer ve beni toprakla örter. Şimdi ise o yok ve ben de ruhen yokum; bedenim yaşamış olsa da. Ben güçlü birisiyim. Zannetmeyin ki beni sadece ölüm böyle bitirdi; beni haksız ölüm bitirdi. O insanların ilgisizliği, cahilliği ve umursamazlığı karşısında hayata veda etti. Her şeyin Allah’tan olduğuna hiç şüphem yok, ama buna sebep lazım ve bunun sebebi de insanlardır. Onları asla affetmeyeceğim. Bu dünyada onlarla uğraşmayacağım, onları yürekleri ile baş başa bırakacağım ;vicdanları ile, ama öbür dünyada ellerimiz onların yakasında olacak, şimdilik serbestler onların cezası sadece çekecekleri vicdan azaplarıdır ve bence bu en büyük cezadır. Tabii bunun bilincinde iseler . Sitemim dünyayı aşar, bu mektubu aynen Murat’ın sebebi olan, yüreklerinde sevgi sözcüğünün kıymetini, güveni ve insanlığı henüz idrak edememiş sorumlu şahıslara mutlaka okutun. Bu benim sizden son isteğim. Nasıl yüreğimiz yerinden sarsılmışsa; umut ediyorum, bu mektupla onların da yürekleri sarsılsın. Bana hakkınızı helal edin. Hikmet Bey, kızı Münteha Hanım ve Mehmet’e çok selamlarımı iletin hepinizi çok seviyorum, hoşça kalın.
Bilinmez bir yere giden Uraz’ınız.
Hira, mektubu katladı ve annesine sarılarak hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Münteha, bulanık, sevimsiz, ılık yaz akşamında, bahçede yalnız oturmuş arkadaşının defterini okuyordu. Ayşe Hanım, Hikmet Bey, içerde haberleri dinliyorlardı. Münteha’nın tesellisi haline gelen Sevda’nın not defteri, farklı duygular hissetmesine sebep oluyordu. Okudukça arkadaşının sırlı bir yaşamının olduğunun bilincine varıyordu. Sesli okumaya devam etti.
Konuş rüzgar, güneş, ay ve ey insanlar! Konuşun bana evrenin dilini, yüreğinizin dilini ve Rabbimin yüreğine ulaşabilmem için konuşun! Bana gerçeklerin dilini, sıcaklığını verin! Bana yaşamımın hüznünü bitiren kavramları verin!.. Yüreğim’den ihanetin sevimsizliğini silin.
“Bir hüzün deryasına kucak açtım. Yaklaşmayın gayrı yanıma, bırakın cezamı ben çekeyim, bırakın ebediyete kadar sevda ‘mı açmaya hasret kalmış, tomurcuk bir gül gibi bırakayım. Bırakın yeşermesin! Beni bana bırakın, hasretim, sevgim karşılıksız kalsın! Bırakın yapılan ihanetlerin bedeli böyle ödensin, bırakın gizli ,ama dikensiz gülüm açmaya hasret kalsın. Beni bana bırakın..!
Hani kan akar ya sevgili kesilen ve yaralanan yerlerden,
Bir acı hissedersin.
Hani bir kuş kanadının kırılması gibi...
Hani çaresizliğimi ;çaren ile vurduğun an,
Hani beni bir ömür boyu anne doğumunun sancısı ile bıraktığın an,
Hani bana en güzel ve ulaşılmaz söylemleri vaat ettiğin an,
Hani bembeyaz geleceğime lânetli ellerini sürdüğün an,
Hani beni ve onurumu hiçe saydığın an...
Affetmek mi? Şeytan bile affedilir şeytan olduğu için ama insanlık, iyilik sembolü , insanlık asla ve asla!..
Sen ki ey yar bir yalansın! Sen ki hem var olmuş hem olmamışsın! Sen ki yüreğime bin acıyı tattıransın. Sen ki bir sevdasın koca yalan dolu bir sevda...
Sanma ki yar dirilişlere kalkamayacağım!..
Sana öyle kırgınım ki yüreğim, sana tekrar “merhaba” diyemiyorum. Bana bu ihanet sancılarını neden layık gördün. Oysa ben, sadece sıcak bir kucak, ona baktığım zaman hiç kimseden sıkılmadan ve utanmadan sevgiyle bakabileceğim bakışlar istemiştim. Ama sen, yüreğim! Sabır eylemedin karanlık kör bir kucağa ittin. Sonu olmayan, sevgisi olmayan, çirkin bakışlara terk ettin. Bir sancı ektin ki dağları dize getirdi, bir hüzün ki ebediyen mutluluğa yeri yok. Biliyorum sadece sende değil suç; ben düşüncesizliğimin esiri oldum. Sevdama yanlış diyarda kucak açtım. Yazık ki seni affedemem yüreğim.
Bir burkulma, bir uyanış, bir gözyaşı, bir sevdaydı beni bu hale getiren, beni yüreksiz, biçare, ihtiyaçlara muhtaç, gönüllere kilit vuran, yalnızlığı baş tacı eden, yaşarken ölüme hükümran olan; ama Rabbine yaptığı ihanetler ağır basınca pasif kalan. Başını insanlar içinde gururla kaldırmaktan aciz bırakan bir sevdaydı. Hepsi bu.
Gönlüm harap,seni özledim yar...
Bitmeyecek mi ? Bu gereksiz kendini feda edişin,
Yetmeyecek mi? Yoksa ölümüne mi?
Baş koydun, bu gereksiz ve
Değer bilmez sevgiye...
Yapma yar! Hem kendini, hem de beni bitirme
Bir ölüm düşlüyorum; beni sımsıcak saran,
Bir ölüm düşlüyorum; beni yalnız bırakmayan,
Bir sevda arıyorum kapkaranlık; çünkü orada ihanet yok.
Bir sevda arıyorum adı ölüm olsun; çünkü ölüm saf ve temiz...
Münteha okudukça içinin burkulduğunu hissetti. Defteri kapattı ve insanlara hitaben:
- Biz insanlar, neden yanlış yapıyoruz? Neden aklımıza değil de yüreğimize sarılıyoruz? Bu monotonluk, bu hüzün ne ha? Sorgulamalıyız! Biz yaratılan olarak, yaratana saygı ve sevgi beslemiyorsak bilmeliyiz ki biz insanca birbirimize hiç sevgi besleyemeyiz, dedi ve içeriye girdi. İçeriye girmesiyle telefonun çalması bir oldu. Telefon ile arayan Hira idi. Amcasının gittiğini ve bir mektup bıraktığını söyledi.
Bunu duyan Münteha, karşı tarafa fazla bir şey diyemedi ve yarın neler olduğunu daha iyi anlayabilmek için buluşmak üzere sözleşti. Telefonu kapattı , salona dadısının ve babasının yanına gidip durumu onlara da bildirdi Hikmet Bey, Uraz’ın yazmış olduğu notu hatırladı ve:
- Demek Uraz, bugün gidiyormuş. Onun için bana bıraktığı notta "Elimden geldiğince; en kısa sürede bize vermiş olduğunuz borç paraları ödemeye çalışacağım. Size postayla ulaşırım, hakkınızı helal edin." Hikmet Bey, daha fazla bir şey demedi ve televizyon seyretmeye devam etti. Ayşe Hanım da, her zaman ki endişesiz tavırlarıyla olayları yumuşatmaya çalıştı:
- Bence endişelenmeyin birkaç gün sonra tekrar döner.
Münteha, hiç konuşmadı ve odasına geçip yatağına uzandı. Başı şiddetli bir ağrıya tutuldu. Bu olamazdı kabul etmek istemiyordu, en azından bu sefer şans yüzüne gülmeliydi. “Hayır hayır Ayşe’min dediği gibi birkaç gün sonra geri döner temelli gitmiş olamaz. Ne olursun Allah’ım temelli olarak gitmiş olmasın. Buna dayanamam çünkü bu çok zor buna dayanamam olgu... Off olamaz, bu ne biçim bir acı” Başını soğuk suyun önüne koydu, ağrı kesici aldı; ama başı derman bilmez bir ağrıya yapışmış ve bir türlü söz dinlemiyordu. Güzel gözleri kızarmış bir şekilde Ayşe’sinin yanına indi. Ayşe’si kendi odasına geçmiş ve mışıl mışıl uyuyordu. Münteha başının ağrısından içeriye hışımla girdi. Işığı açar açmaz Ayşe’si uyandı. Münteha’nın dağınık halini görünce yatağından fırladı.
- Ne oldu kızım. Bu ne hal?
- Off Ayşe’m bilmiyorum, lütfen babamı uyandırır mısın, beni acile götürsün.
Ayşe Hanım kızının başına biraz masaj yaptı ve onu teselli etmeye çalıştı.
- Üzülme Allah’ın izniyle geri döner, kızgınlık anında gitmiştir. O akıllı bir insan sadece biraz yalnız kalmaya ihtiyacı var.
Kim bilir bu yalnızlık süreci ne kadar sürer, buna dayanamam!
- Lütfen unutma ki; kendisinin senin ona karşı beslediğin sevgiden hiçbir haberi yok.
- Off! Lütfen babama söyler misin, beni götürsün ve bu olanları unutmam için bana tesirli bir iğne yaptırtsın!
- Hayır gerçeklerden böyle kaçamazsın buna izin veremem. Sen güçlü birisin bunu da aşarsın.
- Bu sefer olmuyor, başından belli.
- Lütfen kızım böyle konuşma.
- Münteha’nın hali içler acısıydı dadısı onun durumuna daha fazla dayanamadı. Ona sarılarak ağladı ama bu ağlayış sessiz ve Münteha dan gizli bir ağlayıştı. Çünkü onun gözleri kapalı bir şekilde dadısının yatağının üzerinde boylu boyunca uzanmaktaydı. Dadısı ışığı kapattı. Mutfaktan soğuk su ve küçük havluyu getirdi. Havluyu soğuk suyla ıslattı, alnına koydu. Münteha başının şiddetinden inliyordu. Dadısı soğuk su işlemini bir süre daha devam ettirdi; sonra Münteha’nın gözlerine uyku yavaş yavaş girdi. Dadısı onun solgun yüzünü uzunca seyretti ve içtenlikle onun için dua etti.
Uyumuş olduğunu fark edince rahatladı ve o da onun yanına uzandı.
Münteha sabah kalkar kalkmaz Dadısının yatağında buldu kendisini; başına elledi ağrılar gitmişti bu ona bir mucize gibi geldi ; çünkü gerçektende başı çok şiddetli ağrımıştı. Dadısını uyandırmadan kendi odasına çıktı, saate baktı sekiz buçuğu gösteriyordu. Saat dokuzda Hira ile buluşacaktı. Aceleyle hazırlanmaya çalıştı. Beyaz mavi çiçekli gömlek, altına açık mavi bir etek giyindi. Saçlarını salık bıraktı ve kendisini hazır hissedince nereye gittiği konusunda not yazdı, aynanın önüne astı. Araba anahtarını, cüzdanını aldı. Aşağıya indi ön kapıyı geçti garajdan arabasını aldı ve süratli bir şekilde yola çıktı.
Münteha, Hira'ya “kahvaltı yapmadan gelmesini ve kahvaltıyı dışarıda beraber yapacaklarını” söylemişti. Zaten sabaha kadar zar zor beklemişti. Münteha, evden çıkarken saat dokuzu çeyrek geçiyordu. On beş dakika sonra kararlaştırdıkları yerde buluştular. Münteha bu çay bahçesine rahmetli arkadaşı Sevda ile sık sık gelirdi. Sevda vefat ettiğinden beri ilk defa geliyordu. Arkadaşını anımsadı içini mutluluk , hüzün verici bir hal aldı. Arkadaşıyla beraber oturdukları masaya geçtiler. Onlar bu çay bahçesini cennet gibi sayarlardı hele oturdukları masanın yanında kocaman taşlar, onları seyrederek felsefi konuları açarlardı. Saatlerce konuşurlardı, ama vardıkları yer sadece taşların kocaman görünüşleriydi. “Sevda canım arkadaşım” dedi yüreği. Münteha’nın Sevda üzerindeki dikkati iki üç dakika daha sürdü. Hira’nın sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı.
- Nasılsın iyi misin?
- İyi olmaya çalışıyorum. Sen nasılsın annen, baban
- Babam yıkıldı, bize hissettirmemeye çalışıyor, ama nafile acısı o kadar zalim ki bizi ne kadar düşünse boşuna gözleri onu ele veriyor. Annem de öyle ama; babam ona çok üzülüyorum.
- Allah sabır versin, çok güç acılar çekiyorlar. En kısa zaman da babanla konuşmak istiyorum.
- Çok iyi olur, çünkü bu aralar ona verebileceğin teselli onun yararına olur.
- Hiç akrabanız yok mu?
- Yok sayılır.
- Benim de akrabam var, ama ben de bana soranlara yok sayılır diyorum.
Bahçede kendilerinden başka iki üç çift , yalnız başına oturmuş bir adam ve henüz yirmi yaşını bile doldurmamış biri kız biri erkek uçarı kişilikli gençler vardı. Bu çay bahçesine, sosyetenin en gözde insanların seçmiş olduğu bir mekandı. Bahçenin özelliği; çölü andıran bir havası, çok temiz ve lüks oluşuydu. Kahvaltı yaparken Münteha'nın heyecanı yüreğine sığmıyor; Hira'nın bir an önce konuya ve Uraz’ın mektubuna geçmesini bekliyordu. Bunu düşünürken de Hira'nın durumun farkına varmasından korkuyordu. Çekinerek kahvaltısını, zorla yemeye çalıştı. Nihayet Hira, amcasının konusunu açtı.
Hira:
- Münteha, umarım seni dün akşam rahatsız etmemişimdir.
- Lütfen! Hira, böyle konuşma, niçin rahatsız olayım ki? Beni araman beni mutlu etti çünkü benim de sizin gibi dürüst dostlara ihtiyacım var. Yoksa sen hala beni kendinden uzak mı görüyorsun?
- Hayır tabii ki bunu demek istemedim, lütfen yanlış anlama.
Hira kahvaltısını bitirdi. Lavaboya gitti geldi ve sonra:
- Sana dün akşam amcamın mektubundan bahsetmiştim yanımda, şimdi okumak ister misin?
- Evet lütfen.
Münteha, mektubu alıp okumaya başlarken elleri titremeye başladı. Ne yapacağını bilemiyordu.”Ya Hira fark ederse ve benim amcasına olan duygularımı anlarsa" diye düşünüyordu. Mektubu okurken arada bir Hira'ya bakıyor. “Acaba kendisini izliyor muydu;” ama Hira, onu izlemiyordu. Hira, hüzünlü yüzüyle ellerini başına dayamış bahçede bulunan kocaman taşları izliyordu. Hira bir buçuk ay içerisin de çok zayıflamıştı. Ama buna rağmen sevimli yüzü hala güzel duruyordu. Münteha Hira’ya bakarken ilk defa onun böyle güzel olduğunun farkına varıyordu. Lila eşarbı ona farklı bir güzellik vermiş esmer tenine çok yakışmıştı. Münteha onun sevimli yüzünün hüznünü bir anda silmek istedi, ama bunu şimdi yapması çok güçtü. Çünkü o kendisini Hira dan bile güçsüz hissediyordu. Bu düşüncelerle beraber ikinci çayları yarılandı. Mektubu bitirdi, boğazında hıçkırıklar dolmuş, ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Hemen kalkıp lavaboya gitti, kendisini ele vermek istemediği için lavabo numarasını yaptı. Lavaboda bir süre ağladıktan sonra ellerini, yüzünü yıkadı, aynada kendisine baktı, gözleri hafif kızarmıştı. Çantasından mendilini çıkarıp yüzünü ve ellerini kuruladıktan sonra masaya döndü. İçinin sesini kısmak zorundaydı; çünkü o, gönlünün sultanına duyduğu aşkı şimdilik gizli tutmak istiyordu. Sonra mektubun duygusal oluşunun kendisini etkilediğini Hira'ya anlattı. Hira:
- Evet özellikle küçük fidanımı anlatıyor. Off!.. Dünya ne kadar acımasız ve gamsız, buna dayana-mıyorum. Ama ne yapabilirim ki diye de düşünüyorum; çünkü benim inkarım hiçbir şeyi değiştirmeyecek .
- Evet inkar sadece insan bedenini değil aynı zamanda ruhunu da bitiriyor. Belki okumuşsundur hani Suç ve Ceza’daki "Raskolnikov” gibi ama, onun farkı kendisini yeniden diriltmesi.
- Evet okudum, zaten bana teselli veren bu eserler. Sosyalist taraftarı Raskolnikov kendisine zor gelen suçunu benimsedi, ama benim canım amcam, inanç dolu yüreğine bunu kabul ettiremedi.
- Dün ben kendisiyle konuşurken de çok kararlıydı, aynı mektubunda anlattığı gibi...
- Anlamıyorum, benim amcam bu hareketleri yapacak bir karaktere sahip değildi.
- Yargılayıcı konuşma Hira, amcan çok gururlu, gerçekçi; inançlı olduğu için bu tür davranışları ona yakıştırmıyorsun; ama şunu da unutmamalısın ki, insanlar her zaman için din otoritesini yüreklerine kabul ettiremeyebilirler. Senin amcanın da girmiş olduğu durum bu. İnsan ruhu dünyanın ikinci deryasıdır, hatta bir eşi gibi de bakabiliriz. Amcanın tek sorunu bu olayı kabullenmemesi. Yeğeninin ucuz bir sebepten dolayı yaşamından olması onu çok sarstı. Zannedersem bu sarsıntıdan kurtulması için epey bir zaman gerekecek.
- Sen amcamın geri döneceğine inanıyor musun?
- Bilmem ben de neye inanacağımı şaşırdım İnşaallah geri döner.
- Ne kadar içtenlikle söyledin. Senin yüreğin iyilik anası; amcamın gelmesini en az bizim kadar istiyor ve düşünüyorsun.
- İnsanlar iyi olmak zorunda; çünkü Allah’ın en çok sevdiği kurallardan bir tanesidir iyilik. Aslında ben bunu sadece iyilik olsun diye yapmıyorum, senin aileni sevip saydığım için de. Özellikle Murat; şu anda tatlı mimikleriyle sorularıma cevap vermek için parmağını kaldırmış; “Hocam lütfen ben cevaplamak istiyorum.” Evet çalışkan çocuk sen cevapla... Lütfen Hira ağlama seni üzmek istemezdim.
- Hayır hayır onu anlatman beni mutlu ediyor. Benimle onun ziyaretine gelir misin?
- Tabii memnuniyetle. Hem annemi ve arkadaşım Sevda’yı da ziyaret etmiş olurum. O zaman hemen kalkalım.
Münteha hesabı ödedi, bulundukları yerden elli metre kadar uzakta olan eşarpçıya uğramak istedi; ama Hira bunu önceden düşündüğü için çantasına kendi eşarplarından bir tanesini yerleştirmiş ve Münteha’yı şaşırtmıştı.
Aradan geçen iki saat sonra mezarlıktaydılar. Münteha, başına eşarbı taktı ve tüm bedensiz alem için Fatiha okuyarak içeri girdiler. Hira’nın gözyaşları damla damla akmaya başladı. Murat’ın mezarı Münteha’nın annesine yakın bir yerde yapılmıştı. Oraya vardıklarında Neslin Hanım, Sevda akabinde de Murat’ın mezarlığı yer alıyordu. Münteha, Sevda’nın ve Murat’ın tüm masraflarını özellikle kendi bütçesinden ödemişti. Çünkü gerçekten de sevdiği iki insan ama aynı zaman da onlara doyamamış yüreği ,bunları yapma sadakatini gösterdiğinden az da olsa mutluluk hissediyordu.
Sırayla üç kabir için dua ettiler. Çeşmeden su getirip döktüler. Kabirlerin üstü tertemizdi. Kabirleri en çok Hikmet Bey ziyaret ediyordu ve temizliğini de genelde kendisi yapıyordu. Nesli Hanım’ın gülleri epey büyümüş ve dağılmış, Sevda‘nın tomurcuk Murat’ın ise daha yeni yeni filiz vermeye başlamıştı. Kabir için gereken hizmetleri yaptıktan sonra bir süre daha oturdular. İkisi de şu an Allah’ı düşünüyor ve yaptıkları tüm günahlar için aff diliyorlardı. Allah’ın sınırsız gücü karşısında acizliklerini daha bir hissediyorlardı. Biz neyiz ki ? Sana kafa tutacak mantık ne melun bir mantık ki senin göz önünde olan tüm sanatını gözardı edebiliyor. Ve o fikir ne aşağılık bir fikir ki her şeyin sahibini yok sayabiliyor. Hayır hayır biz böyle bir mantık tanımıyoruz; çünkü böyle adaletsiz bir fikir olmamalı; biz sadece düşünüyoruz. İnsanlar, dağlar, hayvanlar ovalar, meyveler, güneş ay ve dünya ve ötesi; her şeyin ama her şeyin sahibi, yöneticisi, insan lisanı anlatmaktan aciz sınırsız bir güç...
Ve O’na duyulan sevgi!.. Evet ona duyulan sevgi; anlatılması ne meçhul, ulaşılması kolay, yakalaması zor mu zor sevgi. Bu düşüncelerle yürekli yoğruldu. Gözleri toprak altında sessizce yatanlara kaydı. Kim bilir şimdi ne yapıyorlardı; iyimi yoksa kötü müydüler. Son seçeneği akıllarından attılar. Onlar şimdi; yemyeşil bir yerde belki de en güzel köşklerdedirler ve ya ırmağın yanında uzanmışlardır. Yürekleri sonsuz ferahlıkla dolu akılları ise hep Allah’a şükürde bulunmakta...
Aydın, Şubat 2003