Şehid Rantis’nin Hayatının Son Saatleri
Siyonistler Dr. Rantisi Suikastı Dolayısıyla Eğleniyorlar
İşgalin Cinayetlerinden Biri; Yoksulluk
Siyonist İşgal Ve Hemşirelik Fakültesi
Tek Kişilik Zindanda Geçen Üç Ay
Allah'ın Alçalttıklarına Kimse Değer Vermez.
Verdiğimiz Karar Doğrultusunda Konumumuzda Sebat Edip
Durduk
Dr. Rantisî'nin Katli Dolayısıyla İhvan-I Müslimin
Cemaatinden Yapılan Açıklama
Filistin İhvan-ı Müslimin Cemaatinin Açıklaması
Şehid Rantisi'nin Yazdığı Son Makalesi
Dr. Rantisi’nin Eşiyle Bîr Röportaj
Şeyh Ahmed Yasin'in şehid edilmesinden
sonra Gazze'de Filistin İslâmî Direniş
Hareketi1-(HAMAS) lideri seçilmesi ve çok geçmeden onun da işgalcilerin vahşi
bir saldırısına maruz kalarak şehid edilmesi
sebebiyle Prof. Dr. Abdülaziz Rantisi ismi, bir dönem
dünya gündeminde bayağı öne çıkmıştı. Ancak o, çocukluğundan itibaren direniş
ve aktif mücadele potasının içinde kendini bulmuş, emperyalizmin İslâm
coğrafyasının kalbine sapladığı paslı hançere karşı yürütülen mücadelede hep
önde olmaya çalışmış biridir.
Doktorluk unvanı
sadece akademisyen olmasına dayanmıyordu. Tahsilini tıp alanında yaptığı ve
öncelikle tabip olduğundan bu unvanı almıştı. Bu yüzden insan hayatının
değerini ve önemini mesleki açıdan da önceleyen biriydi. Fakat insan hayatıyla
çekirge hayatım bir tutan, bebekleri annelerinin kucaklarında, çocukları
babalarının arkalarına sığındıkları sırada hunharca katletmekten çekinmeyen
Siyonistlerle mücadele etmek zorundaydı. Bu yüzden bir yandan mesleki görevini
yerine getirip tıp alanında profesörlük unvanı alacak kadar ilerlerken diğer
yandan da Siyonist vahşete karşı aktif mücadelede sürekli ön saflarda
yer aldı.
Filistin'de aktif
mücadelede ön saflarda olmak aynı zamanda hedefte olmak anlamına gelir. Sadece
Siyonist saldırganların değil aynı zamanda onları himaye eden, onlara arka
çıkan çağdaş emperyalist güçlerin de hedefinde olmak!.. Bugüne kadar Filistin
direnişine Öncülük edenlerin başlarına gelenleri iyi tahlil edersek, bu
mücadelede lider olmanın, Öncü olmanın bir makam ve nimet sahibi olmak değil
göğsünü roketlere, füzelere, mermilere açma cüreti ve cesareti göstermek
olduğunu çok iyi anlarız. Fakat o mücadelenin sürmesi için birilerinin bu
cesareti gösterebilmesi gerekir. İşte Rantisi tam bir
gönül rahatlığı içinde ve şeha-deti
önemli bir arzu telakki ederek bu cesareti gösterenlerdendi.
Rantisi, Mercu'z-Zuhr sürgünleri olarak bilinen ve bir gece yarısı
evlerinden alınıp gözleri bağlı bir şekilde Lübnan'ın güneyinde bir araziye
bırakılan 415 kişinin de bir yıl boyunca sözcülüğünü yaptı. İşgalci Siyonist
devletin bu insanları sürgün etmesinin amacı Filistin direnişini başsız ve
öndersiz bırakmaktı, Fakat o insanlar her türlü zorluğa katlanarak yurtlarına
dönmekte ısrar etmek suretiyle haklı ve meşru mücadelelerinin başına dönmeyi
başardılar. Bunu başarabilmek için Avrupa ülkelerinin tüm cazibeli tekliflerini
reddetmeleri de övgüye şayan önemli bir dik duruş örnegiydi.
Rantisi, işte burada verilen mücadelenin de hem sözcüsü
hem öncüsüydü.
Hayatı yoğun çalışma
ve aktif mücadeleyle dolu, İslâm âlemi açısından özel yeri ve anlamı olan bir
mücadelenin öncülüğünü yapmış olan Rantisi'nin
anılarında, mutlaka önemli dersler olacağını düşünüyoruz. Onun anılarım okurken
belki de kendinizi aynı hayatı yeniden yaşar gibi hissedeceksiniz. Bu da size çok şey kazandıracak.
Rantisi'nin anılarını kitap haline getirerek okuyucunun
ilgisine sunanlara da bu anıları
Türkçe'ye kazandıranlara da teşekkür ediyoruz.
Ahmet VAROL Gazeteci-Yazar
Şeyh Ahmed Yasin'in şehit edilmesinden sonra Filistin İslâmi
Direniş Hareketi (HAMAS)'nin Gazze
bölgesi genel sorumlusu olarak seçilen ve son dönemde ismi bayağı öne çıkan
Prof. Abdülaziz Rantisi de direnişin, mücadelenin
içinde yoğrulmuş biridir. Hicretten sürgüne, zindandan füze saldırısına kadar,
siyomst vahşetin yansıması olan bütün zulümlere muhatap
olmasına rağmen verdiği mücadeleden bir adım geri atmamıştır.
Abdülaziz Ali er-Rantisi 23 Ekim 1947'de bugün İsrail olarak gösterilen,
ama gerçekte bütün halindeki Filistin'in gasp edilmiş bir parçası olan
bölgedeki Yafa ile Uş-dud
arasında kalan Yebna köyünde dünyaya geldi. Ailesi
köyün en zenginlerindendi ve geniş araziye sahipti. Ama o daha altı aylıkken
ailesi işgalci Siyonistlerin köylerini gasp etmeleri sebebiyle hicrete
zorlandı ve böylece daha bebeklik çağında
hicreti yaşadı. Ailesi hicretten sonra Gazze'nin güneyindeki
Han Yunus kasabasına kurulan bir mülteci kampına yerleşti. Artık BM
mültecilere Yardım Yüksek Komiserliği (UNRVVA)'nin
yardımlarına el uzatan oldukça yoksul bir aile haline gelmişti.
Siyonist
saldırganların köylerini işgal etmeleri sebebiyle ailesinin bütün mal
varlığını kaybederek UNR-VVA'nm yardımlarına el
uzatan son derece yoksul aile haline gelmesi Rantisi'yi
de küçük yaştan itibaren çalışmaya zorladı. Çünkü 11 fertten oluşan ailesinin
geçimine bir katkıda bulunması gerekiyordu. Bu yüzden yaşıtlarıyla oynamaya
fırsat bulamadan altı yaşından itibaren okulundan artan zamanlarda iş bulup
çalışmaya başladı.
Bütün zorluklara ve
ailesinin yoksulluğuna rağmen öğrenimini sürdüren ve üstün zekâsıyla öne çıkan Abdü-laziz Rantisi,
1965'te liseyi bitirerek üniversite tahsili için Mısır'ın İskenderiye şehrine
gitti. 1970'te Kahire Tıp Fakültesi'nden üstün başarıyla mezun oldu. Daha sonra
Gazze'ye döndü ve hem doktor olarak çalışmaya başladı
hem de üniversitede yüksek lisans ve doktora tahsili yaptı. Yine Mısır'da çocuk
sağlığı alanında yüksek lisans ve doktora yaptı. İhtisaslarını tamamladıktan
sonra da 1976'dan itibaren Gazze'deki Han Yunus Nasır
Hastanesi'nde çalışmaya başladı.
Sağlık alanında
muhtelif sosyal kuruluşlarda çalışmalar yaptı. Bunlardan bazıları: İslâmi
Külliye Yönetim Kurulu üyeliği, Gazze Arap Tıp
Cemiyeti üyeliği, Filistin Kızılayı üyeliği.
1978'de Gazze İslâm Üniversitesi'nin açılmasından
sonra bu üniversitede öğretim görevlisi
olarak çalışmaya başladı. Bu üniversitede irsi yollardan geçen hastalıklar ve
çocuk sağlığı üzerine Önce doçent sonra da profesör olarak dersler verdi.
Oldukça zeki ve
başarılı bir şahsiyet olan Rantisi, meslek hayatına
atıldıktan sonra çok değişik alanlarda yıldızı parladı. İlmi çalışmalarda,
sosyal aktivitede, davette ve direnişte riızla
tanınan', kendini gösteren bir şahsiyet oldu;
Rantisi, 1987'de HAMAS'ı kuran yedi
kişiden biridir. Ancak HÂMAS'm birdenbire ortaya
çıkmış bir örgüt olmadığını;, daha önce zaten var olan Filistin Müslüman
Kardeşler cemaatinin işgale karşı fiili direniş amacıyla kurulan bir
örgütlenmesi olduğunu hatırlatalım. Rantisi de HAMAS'ın şekillenmesinden önce Gazze'de
Müslüman Kardeşler cemaatinin lider kadrosu içinde yer alıyordu.
Gazze'de Müslüman Kardeşler cemaatinin HAMAS adıyla bir
örgütlenmeye gitmesinin amacı işgal devletine karşı fiili bir mücadele ve halk
ayaklanması başlatmaktı. Bunda da 7 Aralık 1987'de bir siyonistin
kamyonetiyle Filistinli işçileri taşıyan araca arkadan kasıtlı olarak çarpması
ve dört işçinin ölümüne, dokuz işçinin de yaralanmasına sebep olması alevi
çakan gelişme oldu. İşte bu olaydan sonra bir araya gelen yedi önder, işgal
güçlerine karşı kitlesel hareket başlatma kararı aldı. Bu yedi önderden biri
de Prof. Dr. Abdülaziz Rantisi'ydi. Aynı zamanda 1987
intifadasmın başlangıcını teşkil eden bu gelişmede
halkı örgütleme faaliyetleri de Rantisi'nin öğretim
görevlisi olarak çalıştığı Gazze İslâm
Üniversitesi'nden başlatıldı.
HAMAS'm kuruluşu resmi olarak 9 Aralık 1987 tarihinde ilan
edildi. Ondan bir gün önce de Gazze İslâm Üniversitesi
Öğrenci Meclisi halkla irtibatı sağlamak amacıyla bir toplantı düzenlemişti. Bu
mecliste bulunan öğrencilerin tümü de HAMAS'ın birer
fertleriydiler. 10 Aralık 1987 tarihi ise HAMAS'm ilk
bildirisinin yayınlandığı tarihtir. Bu bildiriyle aynı zamanda işgale karşı
Filistin halkının en kapsamlı cihadını başlattığı ilan ediliyordu.
1987 intifadasmın başlamasından 37 gün sonra yani 15 Ocak 1988
tarihinde gece yansından sonra kalabalık bir işgalci asker birliği Prof. Rantisi'nin evini kuşatmaya aldı. Evin kapısını büyük
gürültülerle kırarak içeri giren askerler Rantisi'yi
tutukladılar. Böylece onun için zindanlar dönemi başlamış oldu. Aynı zamanda o
HAMAS'ın resmen kuruluşunun ilan edilmesinden sonra
lider kadrosundan tutuklanan ilk kişi oluyordu. Bir ay zindanda tutulduktan
sonra serbest bırakıldı. Ama çok geçmeden 4 Mart 1988 tarihinde tekrar
tutuklandı. Bu ikinci tutuklanışından sonra 2.5 yıl zindanda tutuldu. Bu ikinci
tutuklamayla birlikte aynı zamanda onun için yargı işkencesi başlamış oluyordu.
Çünkü işgal devleti onu mahkeme önüne çıkarıp hakkında herhangi bir hüküm vermeden
davasını erteliyordu. 4 Eylül 1990 tarihinde serbest bırakıldı. Ama aradan
sadece 100 gün geçtikten sonra işgalci İsrail onu tekrar tutuklayıp bir yıl da
idari davadan zindanda tuttu. (İdari dava olağanüstü hal uygulaması gibi bir
yargılama sistemidir.) Rantisi bütün bu ve benzeri
tutuklamalarla, toplam yedi yıl süreyle işgal devleti zindanlarında kaldı.
Onun mücadele hayatının
en önemli merhalelerinden birini de Güney Lübnan'ın Mercu'z-Zuhr bölgesine 415 arkadaşıyla birlikte sürgün edilmesi
olayı oluştur-maktadır. Bir yıla yakın devam eden bu sürgünde sürgün
edilenlerin sözcülüklerini yaptı.
İntifadanm ilk yıllarında sürgünler genellikle tek tek veya birkaç kişilik gruplar halinde yapılıyordu. Fakat
1992'nin sonunda, daha sonra sözde "barış kahramanı (!)" ilan edilen İzak Rabin'in başbakanlığı
döneminde 415 Filistinli, gecenin geç saatlerinde evlerinden alınarak toplu bir
şekilde ve gözleri ve elleri bağlı halde Güney Lübnan'ın Mercu'z-Zuhr bölgesine bırakıldılar. İsrail hükümetinin,
çoğunlukla tahsilli kesimden ve birçoğu üniversite hocası olan bu 415 kişiyi
sürgün etmekteki amacı onların dünyanın değişik ülkelerine dağılmalarını sağlamaktı.
Böylece tamamı İslâmi anlayış sahibi olan bu insanların tasfiye edilmeleriyle
intifada önemli bir manevi gücünü kaybetmiş olacaktı. İsrail'in zor durumda
kalmamasını isteyen bazı ülkeler de sözde iyilik yapıyormuş gibi görünerek
Güney Lübnan sürgünlerini kabul edebilecekleri yolunda açıklamalarda
bulundular. Ancak o insanlar kendi vatanlarına dönmekten başka hiçbir öneriyi
kabul etmeyeceklerini bildirdiler ve kışın soğuğuna yazın sıcağına dayanarak
vatanlarına dönebilmek için direndiler. Bir ara İsrail hükümeti sürgünlerden
bazılarını kabul edebileceğini söyledi. Ancak geri dönmelerine izin verilen
kişiler diğer sürgünlere de kapılar açılmadıkça böyle bir teklifi kabul
etmeyeceklerini açıklayarak büyük bir fedakârlık ve dayanışma örneği
sergilediler.
Bu arada BM olayın
dışında kalmadığını göstermek amacıyla Güney Lübnan sürgünlerinin vatanlarına
dönmelerine imkân sağlanmasını isteyen 799 sayılı bir karar çıkardı. Ancak bu
kararın peşine düşmediği gibi İsrail hükümetine de bu kararı uygulaması için
hiçbir baskı yapmadı. Fakat BM'in bu ilgisizliğine
rağmen Mercu'z-Zuhr
sürgünleri direnmeye devam ettiler. Bu direniş bir yıla yakın bir süre yani 17
Aralık 1993 tarihine kadar devam etti. Bu süre içinde sürgündeki o 415 kişinin
sözcülüğünü Prof. Abdülaziz Rantisi yaptı.
17 Aralık 1993
tarihinde İsrail hükümeti o insanların yeniden yurtlarına dönmelerine izin
vermek zorunda kaldı. Ancak dönüş gerçekleşir gerçekleşmez Prof. Abdülaziz Rantisi'yi tutukladı. Siyonist rejimin, haksız yere
yurtlarından çıkarılan insanların sözcülüğünü yapmak dışında Rantisi'ye nispet edebileceği hiçbir "suç (!)"
yoktu. Bu yüzden onu tutukladıktan sonra uzun süre mahkeme önüne çıkarmadı ve
duruşmasını oldukça basit gerekçeler ileri sürerek sürekli erteledi. Kendisini
de Bi'ru's-Se-bu
hapishanesinde tek kişilik bir hücrede elleri ve ayakları bağlı bir şekilde
tuttu. Ellerinin ve ayaklarının bağlı tutulmasına cezaevi yönetimi karar
vermişti. Günde sadece bir saat, o da zincirlere bağlanmış bir şekilde hücre
dışına çıkmasına fırsat veriliyordu.
İşgal yönetimi bununla da yetinmeyerek ailesinin kendisiyle görüşmesine engel
oldu ve ailesine sürekli baskı yaptı.
Prof. Rantisi, Eylül 1994'te şeker hastası olduğu için tedavi
edilmek üzere hastaneye yatırılmasını istemiş ancak bu isteği dikkate
alınmamıştı. Avukatı da müvekkilinin sağlık durumunun gittikçe kötüleştiğini
açıklamıştı.
Rantisi aradan uzun bir süre geçtikten sonra mahkeme önüne
çıkarıldı. Bu kez karar işkencesi başladı. Siyonist mahkeme onu tekrar tekrar mahkeme önüne çıkararak hakkında herhangi bir karar
vermedi.
Haksız yere mağdur
edilen insanların sözcülüğünü yaptığından dolayı zindana atılan Prof. Rantisi 1997 ortalarına kadar yani dört yıla yakın bir
süre, zindanda tutuldu. Şeker hastası olduğu ve sık sık
tıbbi kontrolden geçirilmesi gerektiği halde işgal yönetimi onu bu kadar süre
zindanda işkenceye tabi tuttu. Siyonist rejimin onu zindanda tutmasını haklı
gösterecek hiçbir gerekçesi olmadığı halde uluslararası hukuk kuruluşları
Prof. Rantisi'nin serbest bırakılması için ciddi bir
girişimde bulunmadılar.
Rantisi dışarıda bir yılını doldurmadan, 9 Nisan 1998
tarihinde, HAMAS'm askeri kanadının liderlerinden Muhyiddin eş-Şerif'in şehid
edilmesi olayında özerk yönetimin İsrail'le işbirliği yaptığını söylemesi
sebebiyle özerk yönetimin zindanına atıldı. Burada da hücre işkencesine maruz
kaldı. İki yıla yakın bir süre de özerk yönetim zindanında kaldıktan sonra 14
Şubat 2000 tarihinde serbest
bırakıldı. Ancak ilginçtir ki o daha ailesiyle görü-şemeden
Siyonist işgal güçleri oğlu Muhammed'i tutuk-ladılar.
Rantisi daha sonra da özerk yönetim tarafından tutuklanıp
zindana atıldı. En son 2002'de Filistin halkım harekete geçirecek bir açıklama
yapmaması şartıyla serbest bırakıldı. Ancak o özellikle Yol Haritası planının
gündeme gelmesi üzerine bu plana karşı olduğunu ve işgal devletiyle masa
üstünde bir anlaşmayı kabul etmediğini açıklama ihtiyacı duydu.
Rantisi, 10 Haziran 2003 sabahı işgal devleti uçaklarının
füze saldırılarına maruz kaldı, ama yaralı olarak kurtuldu.
Bazıları bu suikast
girişiminin başarılı olamaması üzerine hemen kendilerine göre komplo teorileri
üretmeye başladılar. Güya Rantisi, uzlaşmacıymış da,
İsrail onun öne çıkmasını istemiş de böyle bir oyun çevirmiş-mişü! Oysa Rantisi zaten önde
olan, HAMAS'ın Gazze'de
resmi sözcülüğünü yapan, hareketin en önde gelen elemanlarından biriydi ve öne
çıkarılmaya da ihtiyacı yoktu, ikinci olarak Prof. Rantisi,
birçok baskıya, sürgüne maruz kalmasına, birçok kez zindana atılmasına rağmen
işgalci Siyonistler karşısında bir adım bile geri atmış değildi. Üçüncü olarak
söz konusu girişim, İsrail işgal devletinin başarısız kalan ilk suikast
girişimi değildi. Ondan önce de yine aynı yolla, havadan nokta atışı yapmak suretiyle
gerçekleştirdiği birçok suikast girişimi başarısız oldu. 10 Haziran 2003
tarihli girişiminde de Rantisi'nin
aracına doğru ABD'nin verdiği helikopteri
kullanarak ABD'nin ikram ettiği füzelerden yedi adet fırlattı. Ancak Allah'ın
izniyle Rantisi yaralı olarak kurtuldu. Ama iki
Filistinli olay yerinde, Rantisi'nin bir koruma
görevlisi de hastanede hayatını kaybetti. Rantisi ve
oğlu dahil 25 kişi de yaralandı. Olayın komplo teorileriyle izah edilir bir
yani yoktu, yapılan saldırının tamamen cinayet amacı taşıdığı apaçık ortadaydı.
Prof. Rantisi, Şeyh Ahmed Yasin'in
şehit edilmesinden sonra HAMAS'ın Gazze'deki genel sorumluluğuna seçildi. İşgalci
Siyonistlerin sözcülüğünü yapar gibi konuşan ve onun temennilerini dile
getiren birtakım uzaktan kumandalı yorumcular bu olay üzerine de hemen komplo
teorileri geliştirmeye başladılar. HAMAS'ta liderlik
kavgasının ve bölünmenin ortaya çıkacağını iddia ettiler. Oysa HAMAS'ta lider konumunu kabullenmek bir nimete konmak
değil, büyük bir fedakârlığı göze almaktır. Dolayısıyla böyle bir fedakârlığı
göze alarak kelle koltukta yaşamaya razı olanların dünyevi çıkarlar, koltuk
hesaplan için birbirlerine düşecekleri yorumu yapanlar sadece ve sadece
kendilerine yön veren Siyonistlerin ve "büyük baba"ları emperyalist
ABD'nin temennilerini yorum diye piyasaya sürmektedirler.
Rantisi, HAMAS'taki faaliyetine ek
olarak Gazze İslâm Üniversitesi'nde öğretim
görevlisi olarak çalışıyordu.
17 Nisan 2004
tarihinde Prof. Rantisi'nin arabası Gazze şehrinin kuzeyinde el-Gifari
mahallesinde bulunan el-Cela caddesinde işgalci
saldırganlarının helikopterleri tarafından atılan füzelere hedef oldu. Bu
saldırıda ağır bir şekilde yaralanan Prof. Rantisi, Gazze'deki Şifa hastanesine kaldırıldı. Ancak gösterilen
tüm gayretlere rağmen kurtarılamadı ve hayatını kaybetti.
Saldırıda Rantisi'nin iki koruma görevlisi ile 25 yaşındaki oğlu
Muhammed olay yerinde şehit oldular. Bu üç kişinin cesetleri atılan füzelerle
parçalanmış ve organları etrafa saçılmıştı.
Ahmet Varol (www.vahdet.com)
“En son temennim
Rabbimin benLcennete koymasıdır."
Dr. Abdülaziz Rantisi'nin vefatından birkaç saat önce mırıldandığı duası
buydu. İman kardeşlerinden ikisinin eşliğinde arabasına biniyordu ki, o an
Siyonistler onu kalleşçe vurdular. Amerikan yapımı Apaçi
helikopterlerinden atılan iki füze onun Allah yolunda çok işkencelere uğramış
bedeninden temiz ruhunu aldı götürdü. Etrafını çepeçevre saran melekler ve
kendisinden önce bu mübarek kafileye katılmış şehid
kardeşlerinin nağmeleri eşliğinde görkemli bir düğünle Rabbine yürüdü.
Dr. Rantisi'ye karşı daha önce Haziran 2003'te düzenlenen
suikast girişimi ile bu defaki şehadet olayı arasında
(Nisan 2004) dokuz veya on ay gibi bir süre geçmişti. Kendi şe-hadeti ile üstadı Şeyh
Yasin'in şehadeti arasında sadece bir
ay veya bir aydan az bir süre geçmişti.
Bunun anlamı şuydu; Rantisi seçilmişti... Allah
(c.c.) tarafından şehidliğin yüce mertebesi İçin
seçilmişti. Alçak ve ödlek Siyonistler de onu katletmek için seçmişlerdi.
Onlara göre Rantisi ölecekti ve böylece ondan kurtulmuş
olacaklardı. Oysa Siyonist teröristler, Rantisi'nin
ölümü ne kadar arzuladığını bilemezlerdi. Ve Siyonistler gerçekte onun
ölmediğini, füzelerinin savurduğu kanının hem Filistin hem de Filistin dışında
onun gibi binlercesini çıkaracağını da bilemediler.
Şu yiğidin hayatına
bir göz attığında rihad, davet ve zorluklarla
mücadeleden başka bir şey göremezsin. Seksenli yıllardan şehadet
anma dek, bir zindandan diğerine, bir toplanma kampından öbürüne girip
çıkmıştır. Bu uzun yıllar sürecinde insanlık dışı baskı ve muamelelere uğramış
olmasına rağmen, bütün bunlar onun Hakk'a daha fazla sarılması ve dine daha
bir sıkı yapışmasından başka bir şey yapamamıştır. O, Filistinli gençler için
Siyonistlere karşı taviz-sizliği ve boyun eğmezliğiyle örnek, numune insan
haline gelmişti.
Şehid Rantisi, Müslüman
Kardeşlerin davetinden etkilenmişti. Ve şüphe götürmez bir imanla zaferin
İslam'ın olacağına, zorluklardan sonra kolaylığın geleceğine ve gece ne kadar
uzasa da peşinden şafağın doğacağına inanıyordu. Rantisi
ve arkadaşları Allah'ın lütfuyla sonra da bu mübarek
davetin çalışmasıyla Filistin'in çehresini değiştirdiler. O kadar ki Filistin
toprağı Siyonistlerin ayağı altında bir ateş haline geldi. Nereye koşuyorlarsa
öldürülüyorlar. Siyonistlerin rüyaları kâbusa döndü, güvenlikleri kalmadı. Ve
ülkemize yaptıkları muamelenin hıyanet ve hırsızlık olduğunu anladılar.
Şehid Rantisi'nin - doktor, şair,
mücahid, bir eş, bir baba ve komutan olarak - hatıraları
sade ve az olmasına rağmen bu ümmetin hayırlara sahip olduğunu pekiştiriyor.
Bir de sahabe ve selef-i salihinden kerametlerin
tahakkukunun zor olmadığını gösteriyor. Şüphesiz o kerametlere nail olmak
Allah'ın inayeti ile kolaydır. Şehidin hatıraları; Allah'ın kendi dininin'
koruyucusu ve askerinin yardımcısı olduğunu tekid
ediyor. Bütün yeryüzü insanları aleyhlerine toplanıp üzerlerine varsalar da
Allah'ın askerleri ilahi yardımla bunları defedebilir. "Onlar, Allah'ın
nurunu ağızlarıyla (üfleyerek) söndürmek istiyorlar. Kâfirler istemese de
Allah nurunu tamamlayacaktır." (Saff: 8)
Rantisi'ye şehadeti kutlu olsun.
Ailesine de onun şefaati kutlu olsun. Uykudan sonra ümmeti dirilten mübarek cihadları da Filistin halkına kutlu olsun.
Önümüzdeki sayfalarda
şehidin değerli hatıralarını bulacaksınız. Hatıralardan önce Rantisi'yi tanıtıcı bir bölüm ile Şehidin ölümünden önceki
son demleri ve şiirdeki gücünü gösteren bir bölüm koymayı uygun gördük.
Hatıralarından sonra onun şehadeti dolayısıyla
yayınlanmış bazı beyanları ile tepkileri içeren yazılara yer verdik. Bir de
şehidin yazdığı son makale... Ve diğer bazı sayfalar... Yüce Mevla'dan bizden
bunu kabul buyurmasını, bizleri zelil ve hakir bırakmamasını diliyorum.
Allah'ım, duamızı kabul buyur.
Amir Semah
Abdülaziz Ali Abdulhafiz Rantisi 23.10.1947 Yebna köyünde (Askalan ve Yafa
arasında) doğdu. Ailesi 1948 savaşından sonra Gazze
şeridine sığındı ve Han Yunus kampına yerleştiler. Rantisi
bu dönemde henüz altı aylık bir bebekti.
Rantisi, dokuz erkek ve üç kız kardeş arasında büyü-dü.Abdülaziz Rantisi, altı
yaşında Filistinli mültecilere yardım derneğine ait bir okula kaydoldu.
Ailesinin yaşadığı zor şartlardan dolayı aile geçimine katkıda bulunmak için
okul yaşında çalışmak zorunda kaldı.
Rantisi, derslerindeki başarısıyla göze çarpıyordu. 1965'te
lise öğrenimini bitirdi ve İskenderiye Üniversitesinde Tıp öğrenimi görmek
için oraya gitti. 1971'de üniversite öğrenimini üstün başarı ile tamamladı ve Nasr Hastanesinde çalışmak için Gazze
şehrine döndü. Bu hastane Han Yu-nus'un
baş hastanesiydi. Sağlık idaresinin lisansüstü eğitimlerini engellemek istemesi
dolayısıyla Rantisi bu karan protesto için
hastanedeki arkadaşları ile boykot başlattı. Rantisi,
İskenderiye'ye Çocuk dalında ihtisas yapmak için geri dönmeye muvaffak oldu.
1976'da Nasır Hastanesindeki işine geri döndü.
Evli, altı çocuk (iki
erkek dört kız) babası ve on torun dedesi...
Dr. Rantisi, kamu yararına faaliyet gösteren birçok kuruluşta
da çalışıp görev aldı.
İslami Akademi İdaresi
üyeliği, Gazze Şeridindeki Arap Tıp Cemiyetinin
üyeliği, 1988'de işgal güçlerince tutuklandığı vakit Filistin Kızılay'ının da
üyesiydi.
1984'de hastanedeki
işinden zulmen uzaklaştırıldıktan sonra 1986'ya kadar
da Gazze'deki İslam Üniversitesinde konferansçı
olarak çalıştı. Bir daha hastanedeki işine geri dönmesine izin verilmedi.
Siyonist yetkili dosyasının üstüne şöyle bir not düşmüştü: "Savunma
bakanından yazılı bir izin olmadan tekrar hastanede çalışmasına izin
verilemez."
Rantisi, 1982'de işgal güçlerine vergi ödemeyi kabul etmediği
için tutuklandı. Tıp Cemiyeti ek vergileri protesto için üç hafta süren bir
boykot düzenledi. Rantisi 1981'de gerçekleşmiş bu
boykotun liderlerinden biriydi. Bu esnada Gazze
şeridinde Filistin İntifadası da doktorlara destek amacıyla ortaya çıktı. Rantisi'ye, boykot süresince zorunlu ikamet mecburiyeti
uygulanmıştır.
Rantisi, Gazze şeridinde Müslüman
Kardeşler Cemaatine liderlerden biri olarak intisap etti. 1987de de Gazze'deki Hamas hareketinin
(İslami Direniş Hareketi) kuruadarından biri oldu.
Aralık 1987'de ortaya
çıkan Filistin İntifadasından sonra Hamas
hareketinin tutuklanan lideri oldu. 15.01.1988'de Uyuma Odasına zorla girmeye
çalışan işgalci güçlere direndi ve onları içeri sokmadı. Bu olaydan sonra 21
gün tutuklu kaldı.
Serbest
bırakılmasından bir ay sonra 04.03.1988'de tutuklandı ve iki buçuk yıl içerde
kaldı. Bu defa kendisine Hamas liderliğinin tesisine
katılma ve Intifadanın planlanması suçlaması isnad ediliyordu. Oysa Dr. Rantisi
sorgu esnasında bu isnatlardan hiçbirini itiraf etmemişti. "Tamir"
kanunu gereğince yargılandı ve 04.09.1990'da serbest kaldı. İşgalci güç Rantîsi'yi üç ay sonra yeniden tutukladı ve tam bir yıl
tutuklu kaldı.
17.12.1992'de 416 Hamas ve İslami Cihad üyesiyle
birlikte Lübnan'ın güneyine sürüldü. Mercü'z-zuhur
mıntıkasında sürgün kararma direnen bu grubun resmi sözcülüğünü yaptı. Rantisi ve arkadaşları Siyonist işgalci gücün sürgün
kararını geri almasına dek azimle mücadele ettiler. Ondan dolayı bugüne kadar
da sürgün kapısı kapandı.
Mercü'z-zuhr'dan dönmesinin hemen
ardından işgalci güç Rantisi'yi yine tutukladı.
Siyonist askeri Mahkeme Ran-tisi'yi
üç buçuk yıla mahkûm etti. 21.04.1997'de serbest bırakıldı.
Rantisi, cezaevinden çıkıp Hamas
liderliğindeki görevine başladı. Bu sırada Hamas,
Filistin yönetiminden üzücü bir darbe yemişti. Rantisi
de işgalci Siyonist gücün zindanından çıkalı bir yıl olmamıştı ki, Filistin
yönetimi tarafından tekrar, 10.04.1998'de tutuklandı. Filistin yönetimindeki
bazı güvenlik yetkililerinin de doğruladığı gibi bu tutuklanma Siyonist işgal
güçlerinin baskısı sonucu gerçekleşmişti. Rantisi, 15
ay sonra ancak annesinin vefatı dolayısıyla salıverildi. Sonra üç kez daha
tutuklandı. Açlık grevine girdi. Siyonist uçaklarının cezaevini bombalaması
sonucu serbest bırakıldı. Rantisi, toplam olarak 27
ay Filistin sultasının cezaevlerinde hapis yattı.
Filistin yönetimi
bundan sonra da iki defa daha onu tutuklamaya çalıştıysa da halkın onun evini
koruma altına almış olması dolayısıyla bunu başaramadı.
Dr. Rantisi cezaevinde (1990) Kur'an-ı
Kerim hıfzını tamamladı. Şeyh Ahmed Yasinle beraber
aynı hücrede kaldıkları dönemde yazdığı bazı şiirleri de var. Siyasi makaleleri
ise onlarca gazetede yayınlanmıştır.
Dr. Rantisi, tutukluluk halinin çoğunu Siyonist işgal gücünün
zindanlarında geçirdi. Filistin yönetiminin zindanlarında tutukluluğu ise hep
tek kişilik hücrelerde geçmiştir.
Dr. Rantisi, Filistin'in ancak ve ancak Allah yolunda d-had
yoluyla kurtulacağına inanan bir insandı.
Şehid'in büyük oğlu Muhammed, babasının katledil-meden önceki anılarını şöyle anlatıyor: "Suikastten önceki gece babam çok az görebildiği evine
gelmişti. Aile efradıyla görüşüp sohbet etti."
Muhammed şöyle devam
ediyor: "Kelimenin tam anlamıyla babam Rantisi'nin
hayatı basit değildi. Üzerinde bir hareketin bütün görevlerini
sorumluluklarını taşıyan bir komutanın hayaü
gibiydi. Aynı zamanda sıkı takip nedeniyle bir yerden diğerine çok zor ve gizli
yollardan ulaşmak zorundaydı. Ve bu hal onun hayatının son dakikasına kadar böyle
sürmüştür. Babam, Şeyh Ahmed Yasin'e bey'atından sonra Gaz-ze'de Şeyh
Rıdvan mahallesindeki evimize hiç gelmedi. En yüksek seviyede koruma ve
tedbirlerin alındığı gizli evlerde kalıyordu. Bir yere ayrıldığı pek
nadirdir."
Rantisi, son olarak kardeşi Salah'm
Han Yunus'tan kendisini görmek için geldiğini haber alınca Nisan'm
17'sinin şafak vaktinde
eve geldi. Kızı İnas da babasını görmek ve onunla
birkaç saat geçirmek için yetişmişti. Rantisi, eşi ve
çocuklarıyla birkaç gün geçirmeye karar vermişti. Ama dışarıya hiç çıkmıyordu.
Özellikle kendisine daha evvel düzenlenen başarısız suikast girişimi ve Şeyh
Yasin'in bir ay Önce katledilmesinden sonra dışarıya hiç çıkmamıştı.
Muhammed, şöyle
anlatıyor: "Babam oturdu ve kendisine düzenlenen başarısız suikast
girişiminde yaralanmış kardeşim Ahmed'in evliliği
konusunda bir şeyler konuştu. Babam, İslam Üniversitesindeki biriken parasını
alıp borçlarını kapatmış, kardeşim Ahmed (21)'in
evliliğine de bir meblağ para ayırmıştı. Bize şöyle dedi; 'Şimdi rabbime
tertemiz olarak gidiyorum, ne alacağım ne de vereceğim bir şey kaldı!"
Şehidin büyük oğlu
şöyle devam ediyor: "Babam uykudan uyandı, abdest alıp güzel kokular
süründü ve şu marşın ilk mısralarını mırıldanmaya başladı:
"Şudur en son
dileğim...
Koy beni cennete ey
rabbim"
Anneme dönüp şöyle
dedi: "Şu okuduğum mısra sevdiğim en güzel kelimedir. Özellikle
tedirginlik duyduğum anlarda onları çok seviyorum."
Babam, koruma arkadaşı
Ekrem Nassar (35)'m iki haftaya varan uzun bir
süreden beri kendisiyle görüşmediğini işaret etti. Ekrem Nassar,
babamın bir yerden diğer bir yere geçişini belli bir şifre doğrultusunda
planlıyordu. Fakat o günün ikindi vaktinde evimize geldi ve babamla kısa bir
süre konuştuktan sonra çıkmaya karar verdiler. Oysa babam daha uzun bir süre
kalmaya niyetlenmişti. Biz çıkmasını istemediysek de o çıkmak için ısrar etti.
Şehidin büyük oğlu
anlatmaya şöyle devam etti: "Yatsı ezanından az önce babam, kardeşim Ahmed'in kullandığı -subaru
tipi-camları siyah (ya da karartmah) bir arabayla çıktı.
Tanınmaması için değişik bir kıyafet giydi. Kardeşim Ahmed,
onu Gazze'de daha önce belirlenmiş bir noktaya
ulaştırdı. Birkaç dakika sonra aynı yere subaru tipi
bir araba da ulaştı. Bu araba da Ekrem Nassar'ı
taşıyordu. Arabayı Kassam birlikleri içinde gizli bir tarzda çalışan Ahmed Gürre kullanıyordu. Rantisi, oğlunun arabasından diğerine rahat ve yavaş bir şekilde
yerleşti: Derken araba belirsiz bir noktaya doğru süratle yol aldı. Fakat
İsrail uçaklarından fırlatılan iki füze her şeyden daha süratlice hedefe vardı.
Muhammed şöyle dedi:
"Füzelerin sesini duyunca hemen kardeşim Ahmed'i
aradım ki içim rahatlasın. Ahmet cevap verince birazcık rahatladım. Fakat
görünen o ki Ahmed, olardan anlamış ve işin sonucunu
iyice öğrenmek için bekli-yormuş. Olay yerine dönüp yanıp tutuşarak bir yığına
dönen arabayı görmüş ve olup biteni yakinen müşahede etmiş."
Muhammed devamla şöyle
dedi: "Füzelerin vurduğu yere süratlice vardım. Arabayı görünce babamın şehidler arasında olduğunu anladım. Her ne kadar bazıları
"yaralıdır" diye üzüntümü hafifletmeye çalıştılarsa da onun öldüğü
kesindi. Annem de olayın haberini alınca bütün gücünü toplayarak dayanabildi. Tehlil ve teşbih getirmeye başladı. Kız kardeşim ise
hıçkırıklarla ağlıyordu... Biz kadere inanmıştık. Ve işte bu bizim kaderimizdi.
Allah'ın çizdiği, hükmettiği kaderimize elbette razı olacaktık."
Şehid Rantisi'nin bu son
anlarının gösterdiği gerçek o ki, kendisi faaliyetlerini yürütürken en üst
seviyede güvenlik tedbirleri
alma hususunda hırslıydı. Telsiz ve telefon görüşmeleri yapmıyordu. Fakat
Siyonist düşmanın sahip olduğu teknoloji ve her saat başı takibi sürdüren casus
ağı, işleri çok zorlaştınyordu.
Şehidin oğlu Muhammed
şöyle diyor: "İnsanların zihnindeki Rantisi
imajı "disiplinli bir devrimci" olduğudur. Fakat o aile içinde pek
merhametli ve yufka yürekliydi. Çocukları da pek çok severdi. Babam geriye
saraylar, şirketler ve banka hesaplan bırakmadı. Ondan kalan şey şahsının
yönettiği hareketin alıp vereceklerini belirten bir listeden başka bir şey
olmadı."
Şehid Rantisi'nin eşi şöyle
diyor: "Şüphe yok ki Abdüla-ziz
Rantisi, Hamas hareketinin
bir kuvvet kaynağıydı. Ancak Allah'ın onun için Ölümü mukadder kılması
davamızın kaybolup gideceği anlamına gelmez."
Şehid Rantisi'nin eşi Gazze'de Şeyh Rıdvan mahallesindeki evinde taziye evine
gelen binlerce Filistinli bayanın taziyelerini kabul etti ve mahşeri kalabalık
önünde şöyle dedi: "Ebu Muhammed'in şehadeti dolayısıyla kendimi ve sizleri kutluyorum. Beni de
şehadetle ona ulaştırması için Rabbime dua ediyorum."
Şehidin eşi devamla
şöyle dedi: "Şüphesiz gönül acı duyar, göz de yaş döker. Ey Eba Muhammed, bizler aynlığma
üzülüyoruz. Bundan dolayı yüce Rabbimden bana, evlatlarıma, bütün Müslümanlara
ve Filistin halkına sabır ihsan etmesini diliyorum."
Şehidin eşi
konuşmasına şunları da ekledi; "Eşim, babam ve çocuklarımın suikastına
Kassam Birlikleri karşılık vermeyecek. Belki onların intikamını Filistin
halkının kendisi alacaktır"
Olumlu bir cinayet...
" Ilyaks Fa'yşman
adında bir muhabir Yediot Ahrenot
adlı İsrail gazetesine İsrail helikopterlerinin şehid
Abdülaziz Rantisi'yi katletmesini bu başlıkla
aksettiriyor. Bu gazeteciye göre Rantisi'nin ortadan
kaldırılması Gazze'deki Hamas
hareketinin tutumunda köklü bir değişme meydana getirebilir. Fayşman bu iddiasını şu şekilde haklı çıkarmaya çalışıyor:
"Rantisi, Gazze'nin
kapılarını ardına kadar İran'a açmakla bu cezayı hak etti. Dr. Rantisi kısa süren Hamas
liderliği sürecinde İran'ı ve Hizbullah'ı Gazze'ye
getirmeyi başardı. Bu şekilde İran ve Hizbullah, Hamas
örgütüyle dostane ilişkiler geliştirdi..."
İsrail gazetesine göre
Hamas ile savaş her şeyi yapma-11 meşru kılar; suikastlerden tutun mal-mülk gasp etmeye
varıncaya kadar...
Yediot Ahrenot'a -gazetenin
kullandığı kendi tabirine-göre, Hamas teşkilatının
genel müdürü olan Salah Şaha-de'nin katledilmesinden
sonra Hamas zayıflamaya başladı. Salah Şahade, yeri doldurulamayacak kadar önemliydi. Rantisi'nin katlinden sonra da gerçek bir boşluğun doğması
bekleniyordu. Yakın ve uzak gelecekte etkili olacak durum bundan ibarettir.
Özellikle Gazze'nin zor ekonomik darboğazdan
etkilenmesi de bu konuda belirleyici rol oynayacaktır.
İsrail gazetesine göre
uluslararası camia, Arap dünyası ve hatta Filistin yönetiminin Rantisi olayına tepkisi zayıf oldu. Bunun Hamas'a ve İsrail'e verdiği mesaj şudur: Ha-mas'ın bir
liderine suikast düzenleyip onu katletmek dünya kamuoyunca olumlu karşılanıyor.
Bu durumun Hamas'ta kendisini yanlış hissetme etkisi
bırakacağı muhakkaktı.
Bayan gazeteci Reşa Ulvan (Afak Arabiyye Gazetesi) Şair Dr. Rantisi
hakkında bir makale kaleme aldı. Makalede Dr. Rantisi'nin
pek bilinmeyen şair yönü; zengin duygu dünyası ve kelime birikimi ile derin
fikir dünyası ortaya konmuş. Reşa Ulvan
şöyle diyor: "Dr. Rantisi, sadece evrensel
İslamî hareketin lider kişiliklerinden biri değildir. O, haddizatında bir
hatip, edip ve şairdi. O, şiiri sadece bir hobi olarak görmemiştir. Rantisi, ortaya koyduğu şiirleriyle gerçek bir şair
olduğunu göstermiş bulunmaktadır. Yazdığı kasidelerin birinde bakın neler
diyor:
Kalk vatan için... ve
kanını onun uğruna akıt!
Tembellik, uyuşukluk
sebeplerini çıkar, bir kenara atıver!
Şayet öldürülürsen,
sen asla ölü sayılmazsın!
Sonsuz nimetler
lütfedilecek sana çünkü
Ölümü tadarsa bir
kimse cenk meydanında
Temizlenmez mi bedene
bulaşan hastalıktan
Bir hayatı ölü gibi
geçiren kimse ki o bela ve acı dolu
Mücadelenin tadına
varabilir mi?
Haydi, kalk ayağa ve
tarih yaz, çünkü
Putların takipçileri
kirletmiş bulunmaktadır tarihi
Gayret et engelleri
aşmaya
Ta ki yol bulasın
zirvelere ulaşmaya
Terk et nefsin
arzularını ki
Ebediyyen horlanıp alçalmayasm
Gecenin korkunç
karanlığını del
Onun libasını çıkar
at!
Uyandır artık fecrin
mahmur gözlerini
Ağlamak mı, onu
kadınlara bırak!
Hüzün elbisesi giymek
yakışmaz sana
Kirletilen Kudüs'ün
fedaisi nerede?
Kim kurtaracak
Kudüs'ü,
Candan geçen yiğitler
olmazsa
Hayber'e haykırınız!
İsteklerin peşine düşerseniz
şayet
Ve adetlerini
yaşarsanız Yahudi'nin,
Bir zevki olmaz
mücadelesiz hayatın
Bu durumda
müjdeliyorum
Hz. Ali'nin arkasında
saf tutan Fedaileri!..
İşte karşıda Ka'ka,
Şehid düşeceği yeri arıyor
Bürünmek için
hazırlamış kefenini
Mühendis Yahya atını eğerliyor
Ondan başkası savaş
ateşini söndüremez elbette
Bir çıkariversin akıncıların aslanı kınından kılıcını
İşte o zaman kurtulur
ülkeler, helak olmaktan
Fakat kaçmak,
kaytarmak ahlak olursa bizlere
And olsun"Allah'a bir
yurdumuz olmayacak asla
İçinde rahat
edeceğimiz...
NEFSLE MUHAVERE
Nefs:
Bak kendi elinle
kendini tehlikeye atıp üzüyorsun
Nimetleri bir tarafa
bırakıyor,
Zorlukların peşinden
koşuyorsun
Vatansız kalsan da
sanki ne olacak
Gençliğini düşünüp
yaşamaya bak
Nefse cevap:
Ey hakir nefs,
Rabbim ıslah etsin
seni, dön bu yoldan
Görmez misin Kudüs
yardım bekler,
Kan ağlar kan
Her yanım kurudu,
sesim tükendi, haydi dön artık
Şerefle ölmeyi
zilletle yaşama tercih et de dön artık
Nefs:
Baksana şu prangalı
ellerine nedir eline geçecek olan
Yarın toprak altında
çürüyüp gideceksin
Peki ya çocukların...
Kime bırakıyorsun
onları
Bir düşün eşinin
başına neler gelecek
Nefse cevap:
Şahittir ellerimdeki
prangalar
Davamın haklılığına
Bu uğurda Ölüme şehadet derler,
Sonrası cennet...
Eşim ve çocuklarım
benimle beraberler
Allah korudu onları,
ben gam yemem
Ağlamak kar etmez,
Sabretmek gerek bela
ve musibetlere...
Nefs:
Korkarım ki,
Yarın tükenip
gideceksin sen
Evin barkın da
yıkılacak, yok olacaksın
Bir dost arayacaksın
sana yardım edecek
Dertlerini paylaşacak
Bir arkadaş...
Nefse cevap:
Sabrın sonu zaferdir
ey kör nefis
En güzel sonuçtur
cennete kavuşmak
Uzun görünse de hayat,
sonu Ölüm değil mi?
Neden meylediyorsun,
geçer fani olan
Şehadeti iste, ta ki şerefe nail olasın
Nefs:
Anlıyorum ki sen
kendini zorluklara adamışsın
Sen zühdü seçmişsin,
herkes eğlencede
Bir yoldasın ki sonu
kefensiz gömülmek
Allah'tan dileğim
doğru yolda olasın
Nefse cevap:
Zorluklara pes edip
yatmayacağım
Parmağım her daim
tetikle arkadaş olacak
Asla korkmam bu yolda
canı feda etmekten
Çünkü çok kıymetlidir
feda olacağım yol
Nefs:
Kılıcın kınına
çekilmemesi ya da
Puta kaymaman içinYüce Allah'a dua ediyorum
İstediğin gibi
hayatını geçir ve yaşa!
Mızrakların gölgesinde
olmayan bir hayata
Asla razı olmayacağım.
Hesapsız yüksekliğe
var!
Hesapsız yüksekliğe
var!
Hesapsız yüksekliğe
var!
Rantisi kendi oğlu (Rami)'nin
düğününde, şehitlerin annesi, erlerin eğiticisi savunma hareketi Hamas'a yazdığı ve başlığı da: " Bütün halkın
"Rami" (atıcı) olması senin için yeterlidir" kasidesinde şöyle söylüyordu:
Bir dolunay,
Karanlıkta ve ölüm
fırtınasına tutuşan bir gecede
Huld Cennetine yürüdü
Ruhunu Yüce Allah'a
teslim etmeye çalışırken,
Onun teneffüslerinde,
Ak bulutların
temizliği vardı
Geçip giderken Kudüs,
Onun gözlerinde,
Bir rüya, bir erek idi
Uyuyan herkesin
Gördüğü rüyaların
Tecelli ve tezahürü
oluyordu
Ey İslam genci!
Senin gibileri
aykırılıklara karşı çıkıyor
Ve kötülerin
kılıçlarına maruz kalmadan ölüyor
Bir ümmetiz biz,
Düşmanlar ateş edince;
Sen bizim için en
hayırlı atıcı idin
Ey Kassam'in
kızı!
Senin güler yüzlülükle
onun çizgisini bırakman,
Yeterli midir?
Onun yüksek
derecelerde olması
Ve onun dışındakilerin
Haşir- neşir olması
kötülüklerle
Yeterli değil midir?
Veya onun ruhunun
Şehidler ve Sahabe-i Kiram ile beraber olması,
Seni razı etmiyor mu?
Veya ona,
Büyük Peygamberlerin
Makamına benzer bir
makamın olması,
Seni razı etmiyor mu?
En hayırlı toprak
içinse göçüp gitmek,
O zaman,
Ölüm için üzülmenin,
Ağlamanın ne anlamı
var ki?
Onlar ki,
İnsanların en
hayırlısıdır,
Hayırla başlamış
hayırla bitirmişlerdir
Gözyaşlarını
üzüntüyle...
Dökme onun için!..
Halkın tamamının,
atıcı /Rami olması
Senin için yeterli
gelmektedir
Rantisi, Arap başkanlarına karşı meydan okuyarak şöyle bir
kaside yazmıştır:
Kalplerinizi,
vicdanınızı canlandırınız!
Şayet kalpler kalmadı
ise,
Vatanların pazarlığı,
Büyük günahlardan dahi
büyüktür...
Bir dönüp bakın!
Gazze çocuklarına
İşiteceksiniz ki,
Karanlığın rahminden
sabah doğuyor...
Bir dönüp bakın
Sabahın güzelliğine
O, gecenin
karanlığından sıyrılıp
Kefenlere son veriyor,
Haykırıyor...
Onun, durgun ve
karanlık gecelerde kendi ah'ları ile
Gündüz ipinden, hançer
bıçakları için
İp eğirdiğini
görüyoruz...
Bedeni parçalanan yüce
Yasin'e dönüp bakın ki,
Onun hamasetiyle
Zulmün etrafına
çemberler çevrilmiştir.
Nun'un karnının içinden kızarak çağırıyor:
"Kâfirler Aksa'dan uzaklaşmadıkça
barış yoktur"
diyor.
Hansa'ya dönüp bakın ki,
Bütün güçleri sarsmak,
Volkanları temelden
kaldırmak için
Kızgınlığını
yutuyor...
Yafa, Yebna ve Beysan'a dönüp bir bakın
ki,
Onlar kendilerine
müjde götürenleri bekliyorlar.
Mahzun savaş ve
mücadele yerine bakın ki,
Karanlık gecelerde
kısır kalıntılar üzerine
Değerli gözyaşlarını
döküyor...
Mağrur dağlarımıza
bakın ki,
Başlarını kaldırıp,
Bizim yeşil otlaklar
Ve meralarımızın
özgürlüklerini bekliyorlar...
Dönüp bir de
Kuyu ve yeşil
ağaçlarımıza bakın ki,
Onlar özgür insanları
bekliyorlar...
Aynı şekilde dönüp
Çiçeklerin yeşerdiği
yere bakın ki,
İlkelerin gerçekten
büyüklüğe gittiğini göresiniz...
Ey cüceler topluluğu!
Nasıl bir toprağı
halksız görüyorsunuz?
Sefalet ve yokluk
olsun size!
Ey işgalciler!
Filistin'in
kervansarayları ve tatil yerleri kimindir?
Dahası galibiyet
nerede, devrimci nerede?
Bizim yüz binlerce
insanımızı etkileyen simgeler
Gerçeği hissetme
feyzini zayıflatan şiarlar...
Görüyorsun!
Bizim nice
insanlarımızı
Soğuk algınlığı
yakalattı.
Ve çok havladığından
ötürü
Göğüsleri daraldı...
Galibiyet geliyor
Fakat nerdedir?
Göz ise, galibiyeti
amaçlamıyor
Keşke o gözler kör olsaydı
Galibiyet fazilet
olarak, muttaki insanlara veriliyor
Böylece Yüce Allah,
Galibiyet hörgücünü
hiçbir günahkâra vermiyor...
Ey mağlup!
Bize bir vatan teslim
edilmedi
Ve emirleri de
Dillerde kalmadı.
Fakat doğruluk ve
gerçeklik bana şehadeti veriyor
Ben ümitsizliğe karşı
çıkıyorum
Çünkü ümitsizlik,
Kâfirlerin ahlakıdır
Yarın vatanımız bize
geri verilecek,
Onun şevk ve aşkı
Bizi saracak
Harmanların gölgesinde
öğle istirahatını yapacağız...
Kendi kuşluğunda gülen
bir nuru gördüm
Onun kıvılcımları,
dünyanın karanlığında parlıyordu
Ve en kıymetli bir
misk gördüm ki,
Onunla temizleniyordu
Onun kokusundan bazı
esintiler
Ona uyum sağlıyordu.
Şefkat çiçeği yanağını
açarak
Dudağından bir öpücüğü
umut etmektedir
Şayet kayıt ve
zincirlerin ağırlığı olmasaydı,
Biz görmek için
Bütün zorlukların en
tepesine kadar binerek çıkardık..
Bundan sonraki
satırlarda Dr. Abdülaziz Rantisi, - özet bir şekildi-
doğumu, yaşamı ve cihadından söz etmektedir. Rantisi'nin
bu satırlarında yüksek bir idealle sadece tek bir soruna kendisini adadığı
gözlenmektedir^ Evet, bu sorun, Filistin'i Yahudi pisliğinden temizleyip onu
özgür kılmak sorunudur.
Hayrıyla şerriyle,
tatlısıyla acısıyla geçen anılara dönüp baktığımda biz Filistinlilerin hayatına
Filistin işgalinin damgasını vurduğunu gördüm. Ve zorunlu olarak kendimi uzak
geçmişin derinliklerine dönmek zorunda buluyorum. Bu geçmiş, Müslüman olmanın
dışında hiçbir suçu olmayan Filistin halkının başına gelen felaketin
büyüklüğüne ışık tutacaktır. Yahudiler, milletime karşı işledikleri cinayetleri
ırkçı efsanelerle örtmüş ve gizlemişlerdir. Ne var ki bazı dert ve ızdıraplar hafızada derin çukurlar oluşturmuştur ve
bunların unutulması hiç mümkün olmuyor. İşte bunlardan sadece biri...
1956'da Mısır'a yapılan
üçüncü saldırının başlarında Siyonistler Gazze
şeridini işgal ettiler. Adetleri olduğu üzere bu defa da Han Yunus şehrinde iğrenç katliamlar
yaptılar. Ben o zaman Hanyunus kampında kalıyordum.
Ailem kendi ikamet ettikleri köyden çıkarılmışlardı. Bu köy "Esdud" ve "Yafa" arasında bir yerdedir. Ve
ben henüz altı aylıkken kendimi Filistinli mültecilerin "Han Yunus"
kampında buluyorum. Katliamda hep Filistinli siviller katledilmiş. Yahudiler,
evlere dalmış ve içerideki bütün erkekleri, onların eş ve çocuklarının gözleri
önünde katletmişler. Hanid Rantisi
adında bir amcam da bu katliamda Öldürülmüştü. Babamın bu amcam dışında da
başka erkek kardeşi yoktu. Amcamın evine girip ona namluyu çevirdiklerinde
dokuz yaşındaki oğlu Muvaİfak kendini babasının üzerine
atıyor; fakat Yahudi katiller bunu hiç dikkate almıyor ve silahlarını ateşliyorlar.
Amcam şehid düşüyor oğlu da kolundan yaralı...
Katiller amcamı öldürdükten sonra komşuları "Saduni"
ailesinin evlerine giriyorlar. Bunlar dört erkek kardeş idiler. Hepsinin
yüzlerini duvara döndürüp üzerlerine ateş açıyorlar. İçlerinden biri (Hamiş Saduni) duvardan atlayıp kaçıyor. Ayağından yara aldığı
halde kurtulmayı başarıyor. Ve Hamiş Saduni o gün
işlenen soykırımın bir şahidi olarak hala yaşıyor.
Siyonistler
soğukkanlılıkla Han Yunus'ta hepsi sivil ve suçsuz tam 525 canı katlediyorlar.
Cesetler şişip kokuyor. Durum dayanılacak gibi değildi. Hasbunallah
ve ni'mel vekil.
Bizler kendi
vatanımızda onurlu ve varlıklı bir hayat yaşıyorduk. Yebna'da
bugüne kadar hâlâ duran doğduğum evimiz her taraftan geniş bir bahçenin içindeydi.
Ancak yurdumu işgal edip sahiplerini dağıtan Yahudiler bizi fakirlik kıskacı
arasında ezdikçe ezdiler... Karşılaştığımız bu fakirlik neticesinde abim, eğitimini otomatikman bıraktı. Bir meslek öğrenip
bizi geçindirecekti. Babam 1962'de vefat edince abim
ailenin reisi oldu. Abimin bulduğu berberlik
mesleğinin geliri pek zayıftı. Bunun üzerine Suudi Arabistan'da çalışmak için
bir yol bulmaya çalıştı. O zaman abim 20 yaşındaydı.
Suudi'de bir iş bulur da bizi fakirlik mikrobundan kurtarabilir diye umut
ediyorduk. Abim, Î964'de yolculuğa çıkmaya karar
verdi. O yıl ben liseye devam ediyordum. Bir sabah namazından sonra onu
uğurlamak için evden çıkıp tren istasyonuna yürüdük. Biz yürürken - Allah
rahmet eylesin - annem bana dönerek şöyle dedi: "Oğlum, ayakkabılarını
çıkar, abine ver ki Suudi'ye kadar yalınayak gitmek
zorunda kalmasın. Senin için ise yaklaşan eğitim yılma kadar bir çare
buluruz." Ayakkabımı çıkarıp abime verdim ve
eve yalınayak döndüm.
İşgal Batı Şeria ve Gazze şeridinde Filistin
halkına ait bütün altyapıyı yerle bir etti. Düşman, bütün dikkatini Filistin
Halkının servetini gasp etmeye, onları ekonomik olarak çökertmeye çevirmişti.
Zaten Filistin halkının ekonomik yapısı pek zayıftı. Filistinli bir görevlinin
maaşı aynı görevdeki bir Yahudi'nin ancak üçte biri kadar olabiliyordu. Siyonist
düşman bütün bunlarla beraber Filistinlilere çok ağır vergiler yüklüyordu.
Bu vergilerin başında
gelir vergisi bulunuyordu. Aynı şekilde toplamı % 18'e varan ek vergiler.
Siyonist düşman
1981'de Filistinli
doktorları da -ekonomik açıdan zayıflatmak için- ek vergiler uygulamasına
kattı. Bunun sonucu biz Filistinli Arap Doktorlar Derneği olarak - ki bu dernek
doktorlar sendikası mesabesindeydi - genel grev ilanında bulunduk. Çok acil
vakalar dışında hasta kabul etmiyorduk. Başlattığımız grev, Avukatlar Barosu,
Mühendisler Derneği, Han Yunus ve Gazze
belediyelerine de sıçradı. Diğer bele-diye ve cemiyetler de işin içine girince
iş büyüdü ve üç hafta süren milli tir intifada haline dönüştü. Bu intifadada
bir şehid, birkaç tane de yaralı olmuştu. Daha sonra
sahil şeridi boykot ve greve destek verdi ve böylece grevin sahası genişledi.
Ancak bizler üç hafta sonra kendi verdiğimiz bir kararla boykotu kaldırdık.
Çünkü Filistin halkının sağlık durumu acınacak haldeydi. Doktorlar ek vergryi boykot sadedinde imza toplamayı sürdürdüler.
Boykot esnasında Siyonistler bana zorunlu ikamet kararı çıkardılar. Bunun sonucunda
ben birkaç gün Gazze Doktorlar Cemiyetine gidememiştim.
Çünkü Han Yunus'ta ikamet ediyordum.
Yaklaşık bir yıla
varan bir zaman sürecinden sonra Siyonistler ek vergileri bahane ederek
hakkımda koğuşturma kararı verdiler. Vergi merkezine
beni çağırdılar ve biriken vergilerimi ödememi istediler. Ben bunu reddettim.
Bunun üzerine özel kliniğimi bastılar ve oradaki bütün eşyaya el koydular.
Ondan sonra vergi ödemem için benimle pazarlık etmeye başladılar. Aksi durumda
açık artırma yoluyla tıbbi malzememi satacaklarını söylediler. Klinikteki
malzeme ve eşyalar kıymetçe istenen vergiden daha fazlaydı. Ancak ben ilkemden
ödün vermemek için vergi ödemeyi reddettim.
Çünkü vergiyi red, işgali red demekti. Şayet
Filistin halkı vergi ödememe konusunda ısrarlı olabilseydi iş, sivil bir isyana
bürünecek ve işgalci güç çok zor durumda kalacaktı. Siyonistler bu kez evimdeki
işe yarar eşyaları da almak için evime ulaşmaya çabaladılar. Ben özel
kliniğimde hiçbir eşya olmadığı halde durmaya devam ediyordum.
Bir gün gelip onlarla
beraber evime gitmemi istediler. Ben bunu reddettim. Çünkü onlar evimin
adresini bilmiyorlardı. Onlara şöyle dedim: "Polisten evi aramaya dair
özel bir izin getirmeden sizinle eve gelmeyeceğim." Allah'a hamdolsun ki
onlar bunu kabul etmediler.
Asker beni vergi
dairesine ait bir arabaya bindirdi. Kendileri de askeri bir araçla arkamdan
geliyorlardı. Han Yunus'un üst tabakasının bulunduğu mahallede evimi sormaya
başladılar. Oysa benim kampta çok mütevazı bir evde oturduğumu bilmiyorlardı.
Evlerin kapılarını çalıyor ve insanlara evimi soruyorlardı. Onlar
"Doktorun evi nerede bilmiyoruz" diye cevap veriyorlardı.
Siyonistler caddeleri araştırıp dururken yaklaşık olarak 17 yaşlarında komşum
olan bir genci durdurup "Dr. Rantisi'nin evi
nerede?" siye sordular. Genç bakındı ve benim onlarla olduğumu görünce
"Evi bilmiyorum" diye cevap verdi. Onlar durumdan şüphelenip çocuğu
zorla yakaladılar. Ancak o genç evimi onlara göstermekten kaçındı. İki saat
süren aramadan sonra kavgaya başladık. Sonra beni polise götürdüler. Polis şefine
" Bu adam görev yapmamızı engelliyor" diye şikâyette bulundular. Ben
polis müdürüne dönüp: "Hayır, bu doğru değil. Ben onlardan evimi arama
hususunda polisten bir izin
belgesi göstermelerini istedim. Onlar da bunu kabul etmedi." Polis müdürü
vergiden sorumlu görevliye "Bu adam senden bunu istedi mi?" diye
sordu. Sorumlu; "Evet" deyince polis müdürü sorumlunun bu isteği
kabul etmemesine kızdı. Biz bu durumdayken Filistinli bir polis kulağıma eğildi
ve "Ev temizlendi" diye fısıldadı. İşte o zaman ben polis müdürüne,
"Eğer sen onların eve girmelerine izin veriyorsan bir sakıncası yok"
dedim. Ve bilfiil eve gittik. Tabi ki avuçlarını yalayarak geri döndüler. Sonra
klinikteki malzemelerim açık arttırmayla satıldı. Allah'ın takdirine bakın ki,
eşyaları büyük davetçi el-Hac Sadık el-Müzeyni'nin oğlu
satın alırrkşti. Eşyaların bana ait olduğunu
öğrenince telefon açarak eşyaları iade etti. Arttırmada verdiği parayı almamak
için de çok ağır yeminler etti. Bütün İsrarlarıma rağmen
hiçbir para almadı. Allah ona en hayırlı karşılığını versin inşaallah.
Daha sonra bir de
baktım ek vergi ödemekten kaçınmam sebebiyle askeri mahkemeye çağırılıyorum.
Mahkemeye gittim ve işgal güçlerine ek vergi ödemeyeceğimi te'kid
ettim. Mahkemenin yasal olmadığını da belirttim. Üç celse sonra hâkim ek
vergiyi ödememle birlikte -iki ay zar-fmda ödenmesi
gereken bir para cezası ki eğer bunu da ödemezsem -altı ay hapis yatmama
hükmetti. Tanınan iki ay süreyi bitirdim ve vergileri ödemedim. Bu esnada beni
polis merkezine çağırdılar ve benimle pazarlık ettiler. Tutuklanmamam için
sembolik bir Ödeme yapmamı istediler.
Tutuklanmamın vergi
ödememe konusundaki inadımı attıracağından korktukları için bu yolu
deniyorlardı. Onların amaçları bu konudaki irademi velev az bir meblağ ödeme
şekliyle de olsa kırmaktı. Ancak ben bunu da reddettim. Düşünmem için iki ek
süre daha vermelerine rağmen kararımı değiştirmedim ve cezaevine girdim.
Cezaevinde İslami Mücadelenin çekirdeğini oluşturan gençlerle tanıştım. B Blok
6. odada Cebi Ammar, Muhammed Nassar
gibi mücahitler ve diğer değerli kardeşlerle karşılaştım. Cezaevine girdikten
sonra da Siyonistler defalarca beni kanaatimden vazgeçirip eve göndermeye
çalıştılar; ama her defasında isteklerini reddettim. Tıp Cemiyetinden bir grup
doktoru da beni ikna için ziyaretime gönderdiler ancak ben gene kararımdan
vazgeçmedim. Hapse girdiğimin dokuzuncu günü birden tahliyem geldi, içeriden
çıkınca Tıp Cemiyetinin benden habersiz olarak para cezamı ödediğini ve bu
sebeple tahliye edildiğimi anladım.
Siyonistler, Gazze şeridinde hemşirelik mesleğini bozmak için çalışıp
duruyorlardı. Ahlakı düşük kişiler hemşirelik bölümüne müdür olarak
atanıyorlardı. Bunun üzerine İslam Üniversitesi bünyesinde bir hemşirelik
Fakültesi kurmayı düşündük. Ben ve Dr. "Mahmud Zahhar" bu düşüncenin arkasında durduk. Ancak hastabakıcılığm ahlaki olarak ilerleyip gelişmesini
istemeyen Yahudilerle tam 45 gün süren bir mücadelemiz oldu. Siyonist askeri
hâkim her birimizi ikamet ettiği yerde (ben Han Yunus'ta, Dr. Zahhar da Gazze'de oturuyordu)
bürosuna çağırdı ve bu fakülteyi açmamamızı talep etti. Bu istek kesin red ile karşılanınca siyonist güç
özel bir askeri kuvvet göndererek Han Yunus'daki Özel
kliniğimi muhasara altına aldı. Dr. Zahhar'm Gazze'de-ki kliniği de aynı şekilde muhasara altına alındı.
Muhasara mesai saatleri boyunca sürüyordu. Bu sürede gelen hastaları
korkutuyorlar ve kimlik göstermelerini talep ediyorlar; kimlikleri olmayanlar
geri gönderiliyorlardı. Ben, çocuk doktoru olduğumdan hastalarla gelen
anneleriydi. Çoğu kimlik taşımıyordu. Bir tür bahaneyle çocuklarıyla beraber
geri döndürülüyorlardı. Üstelik bu tür kadınlarm çoğu
da "Refah" gibi^uzak veya Han Yunus'a göre de uzak düşen köylerden
geliyorlardı. Mesai saatinden sonra arabama binip eve döndüğümde asker dolusu
bir araç eve kadar peşimden geliyordu. Bu durumda ne sıkıntılar çektiğimi bir
Allah bilir. Bununla birlikte ben ve Dr. Zahhar pes
etmedik. Gün boyu süren baskılardan bir ay sonra askeri hâkim beni çağırdı ve
Hemşirelik Fakültesi kapatılmadığı sürece bu baskıların süreceğini söyledi. Ben
ona şöyle dedim: "Ben de bu baskıların durmasını istemiyorum. Çünkü
insanlar bunu görüyor ve bana dua ediyorlar." Bu sözümden üç gün sonra muhasarayı
kaldırdılar. Sanki göğsümden bir kâbus dışarı atılmış gibi rahatladım. Ancak
baskı ve muhasaraya ikinci defa tekrar başladılar. Bu ikincili beni daha da
sıktı, ama onlar geri adım atana kadar bizler sabrettik. Sonunda o Hemşirelik
Fakültesi bugüne kadar gelebildi. Allah'a sonsuz şükürler olsun.
Kaderin şaşılacak
tecellilerinden biri şöyle gelişti: Han-Yunus'ta çalışan bir Siyonist polis
komiserin kız çocuğu hastalanmıştı. İsrail içinde ne yaptıysa hastaya şifa
bulamamıştı. Kendisiyle beraber çalışan Filistinli polis komiserleri ona beni
tavsiye etmişler. Ve "bunu ondan başkası hal edemez" demişler. Bir
gün kliniğimin girişine vardığımda tam karşıda kaldırım üstünde bir polis
görünce kendi kendime, herhalde Siyonist polis de askerlerin sürdürdüğü muhasaraya
katılacak diye içimden geçirdim. Çünkü tek basma oraya dikilmiş yanında kız
çocuğu yoktu. Ancak bir süre sonra İçişleri Bakanlığı nüfus dairesinin bir
görevlisi içeriye girdi. Bu şahıs Hanyunus'ta
tanınmış bir aileden Filistinli bir adamdı. Bana dışarıda Siyonist bir
komiserin olduğunu, kız çocuğunun siyonist doktorlar
tarafından tedavi edilmesine rağmen iyileşmediğini ve çocuğu muayene etmemi
istedi. Ben ona; "Askerlerin kliniği nasıl muhasara edip de Müslüman çocukların
tedavilerini engellediğini görmüyor musun?" dedim. "Hal böyle iken
ben onların çocuklarını nasıl tedavi edebilirim" diyerek isteğini
şiddetle reddettim. Her ne kadar ısrar ettiyse de ben gene reddettim. Adam,
dargın bir halde çıkıp gitti. Yarım saat sonra Filistinli bir komiser geldi. Bu
komiser halim selim ve namazına devam eden biriydi. Bu da çocuğu muayene etmemi
istedi, ama ben gene kabul etmedim. İsrarına rağmen
tavrım değişmedi. Bu defa adam "çocuğu muayene etmezsen dışarı
çıkmam" dedi. Bu durumda adamı dışarı atacak değildim. Son çare olarak
dedim ki "Git çocuğu al getir, ama Siyonist babası kliniğime
girmesin." Cenab-ı Hak bu çocuğa 24 saatte şifa
verdi. Allah'a hamd olsun. Ve 24 saat sonra da
askerler ansızın kliniğim etrafındaki muhasarayı kaldırdılar. Azim ve kararlılık,
zafer elde etti ve Allah'a şükürler olsun ki Hemşirelik Fakültesi yerinde
kaldı.
Lokomötif olayı meydana geldiğinde ben Gazze
şeridindeki İhvan-ı Müslimin Hareketinin 7t
yöneticisinden biriydim. Siyonistlerin bir treni Filistinli işçileri taşıyan
bir arabaya çarpmış içindekilerin hepsi ölmüştü. Bu olay kasten öldürme olarak
algılandı ve Filistinlileri sokağa döktü. Hadise tam da Filistinli gençlerin,
özellikle de gün boyu işgal güçleriyle karşı karşıya olan üniversite
öğrencilerinin onurunu hedef olan kışkırtmaların peşinden meydana gelmişti.
İşte kasten gerçekleşen bu trafik olayının hemen ardından sokaklar
kendiliğinden taştı. Ve öfkeli kalabalık sokağa döküldü. Meydana gelen
olaylarda bir şehid, birkaç tane de yaralı vardı.
Bizler, Gazze Şeridindeki İhvan-ı Müslimin
liderleri olarak hemen toplandık. Olayın değerlendirmesini yaptıktan sonra
Siyonist işgale karşı intifada ateşini yakacak olan önemli bir karara vardık.
Bu tarihi karar 1987'nin Aralık ayıran dokuzuncu gecesinde tamamlandı.
Ve hemen yürürlüğe
girdi. Böylece biz intifada hareketinin adresi sayılacak "Islami Mukavemet Hareketi" ni
ilan ettik. HAMAS'm bu ilk açıklaması Allah'ın
izniyle Filistin tarihinin akışım değiştirecek olan intifada eyleminin
başladığım haber veriyordu. İntifadaya camilerden başladık ve insanlar buna
hemen katıldılar. Böylece Filistin halkı sürdürdüğü cihadının en önemli
aşamalarından birine varmış oldu. Bu kararın alındığı vakitte ben Han Yunus
kampında ikamet ediyordum.
İntifadanın
patlamasından 37 gün sonra (Ocak 1988) bir Cuma gecesi bir de baktım ki, işgal
askerlerinden çok büyük bir güç evimi kuşatmış. Bazı askerler bahçe duvarından
içeri atlamak için tırmanıyordu. Bu arada kalabalık bir asker grubu da dış
kapıyı şiddetle vuruyor ve korkunç sesler çıkarıyorlardı. Bu seslerden dolayı
yattığım odanın bitişinde kalmakta olan küçük çocuklar korktu. Ben, hemen yataktan
fırladım ve yattığım odanın kapısına dayandım. Niyetim askerleri içeri
sokmamaktı. Askerlerden üç tanesi içeriye zorla girmeye çalışınca onlara
yumruklarla mukavemet ettim. Bunun sonucunda askerlerden biri yaralandı. Bu
esnada bir subay sesi duyuldu. Askerlerden oradan uzaklaşmasını ve çatışmayı
kesmelerini emrediyordu. Daha sonra subay benden elbiselerimi giymemi istedi.
Ben de elbiselerimi giydim ve onlarla dışarı çıktım. Gözlerimi bağladılar.
Arkadan zincirli ellerim şişti. Uzun süre ellerim tutmaz durumda kaldı.
"Ebu Rami" lakaplı bir güvenlik subayı vardı. Tutuklanmamdan
sonra benim bu Ebu Rami'yi fena halde dövdüğüm şayiası yayılmış. Ebu Rami silahlı korumalarıyla beraber caddede yürüyor ve
insanlara "İşte bakın, siz doktorun beni dövdüğünü zannediyorsunuz,
nerede yumruk izleri?" diyormuş. Doğrusu ben askerlerle kavga ederken o
bizden uzak bir mesafedeydi.
Nakip denilen bir çöl
yerinde tutukluyduk. Yıl 1988'in yaz ayı. Sıcaklık pek şiddetliydi. Ramazan'm son gecelerinden birinde sahur yemeği için
kalktık. Bir de baktık ki sıcaklık dayanılacak gibi değil. Zor bir günün
eşiğinde olduğumuzu anladık. Sabah namazını eda etmek için saf olduk. İslam
Üniversitesi öğrencilerinden biri öne geçip bize namaz kıldırdı. Allah'u Teala bu kardeşimize Kur'an'ı güzel okuyan bir ses bağışlamıştı. İkinci rekâtın rukuûndan sonra imamımız ellerini açtı ve ağlayarak dua etti.
Biz de arkasından âmin diyorduk. Duasında şöyle yakardı: " Ey Rabbim,
bize bulut gönder ve yağış yağdır. Bizleri rahmetinden umut kesenlerden kılma.
Duasında çokça
yalvardı. Bizden biri kendi kendisine şöyle diyordu: "Bu nakip sahrası
gibi bir yerde bulut nereden gelecek?" Peşinden sabah sökün etti ve yer
tutuşmaya başladı. Çadırlara girsek tam bir hamam... Çıksak sanki cehennem
bizi her yandan kuşatmış oluyordu. Güneşin biraz yükselmesinden kısa bir zaman
sonra bir de baktık uzaktan bir bulut yavaş yavaş
bize doğru geliyor. Ta ki gelip kampımızın bir bölümünü gölgeledi. Gözlerimize
inanamadık. Sonra bir bulut daha... ve peşinden gelen bulutlar bütün
kampı kaplayıp gölgelediler. Biz yerden
bulutların sınır çizer gibi gölgeledikleri mesafeyi gözlerimizle görüyorduk. O
sınırın gerisinde ise yeri kavuran sıcaklık... Sonra yağmur damlaları düşmeye
başladı. Yağmur damlalarıyla tutukluların gözyaşları... Herkes bunu Allah'tan
bir ayet, bir keramet olarak gördü. Hemen çadırlardan dışarı çıkıp duaya başladık.
Ben dua ettim arkamdakiler "âmin" diyordu. Sonra sırasıyla bütün
kardeşler dua ettiler. Hamd ve teşbihle Allah'ın
sabah namazındaki duamızı kabul etmesinin sevincine boğulduk.
1991 yılında Nakip
toplanma kampında bir yıllık idari cezamı yatıyordum. Tutuklular kampın 1988'de
açılışından bu yana yakınlarının ziyaretinden mahrum bırakılmışlardı.
Tutukluların ısrarları ve sürekli protestoları sonucunda kamp idaresi
kamptakilerin akraba ziyaretine yeşil ışık yakmaya başladı. "Şiltail" adında yüksek askeri bir rütbeye sahip kamp
müdürü, tutuklu temsilcileriyle görüşmek istediğini bildirdi.
Değişik grupların
temsilcileri kamp çadırlarından birinde toplandılar. Görüşmeden önce neler
yapılacağı kararlaştırılacaktı. Tutukluların benim de bunlarla beraber olmamı
istemeleri üzerine ben de onlara katıldım. Çadırdaki buluşmamız esnasında
bazı gençlerin Şütail'den çekindiğini ve abartılı
bir imaj sonucu ondan korktuklarını gördüm. Anladım ki bu herif bazı gençlerin
kalbine korku ve heybet salmış. Bu durum hoşuma gitmedi, ama bir şey de
demedim.
Sonra görüşme günü bir
otobüs bizi alıp Şiltaü'in divanına götürdü. Yolda
giderken Şiltail'in gençlerin psikolojisinde-ki
heybet ve korkusunu nasıl çıkarıp atacağımı düşünmeye başladım. Bir şeyler
yapmam gerekiyordu. "Ama nasıl" diye kesin bir karara varamadım.
Ancak eğer adam uygunsuz bir davranışta bulunacak olsa ona ne cevap vereceğimi
biliyordum. Otobüs oraya ulaştı. Ve biz Şiltail'in
divanına girdik. Oturduğumuz salonca sağımıza düşen, 30 santimetre yükseklikte
bir sehpa ve etrafında birkaç sandalye vardı. Salonda gene birkaç sıra
sandalye ki bunlar bizim oturmamız için konulmuştu. Değişik bölümlerin
başkanları geldiler. Haddi zatmda bunların hepsi
orduda büyük rütbelere sahip şahıslardı. Aralarında H&ı Yunus'un eski
askeri hâkim yardıması da vardı ki bu adam beni
tanıyordu ve şimdi Şiltail'in de yardımcısıydı.
Hepsi sehpanın
etrafındaki sandalyelere kuruldular. Tutukluların temsilcileri de karşıdaki
sandalyelerde... Yüz yüze oturduk. Aramızda iki metreden az bir mesafe vardı.
Ben ilk divana en yakın ön sıranın ilk sandalyelerinde oturdum. Az bir süre
sonra Şiltail içeri girdi. Uzun boylu ve cüsseli bir
adamdı. Askeri bir edayla sehpaya bakındı ve elleriyle ayağa kalksınlar diye
işaret etti. Onlar hemen işaret ettiler. Sonra bize de aynı şekilde bakınıp
eliyle işaret etti. Gençlerin hepsi ayağa kalktı; ben yerimden kalkmadım. Bu,
benimle onun arasındaki ilk karşılaşma olduğundan beni tanımıyordu. Bana
yaklaşarak "Niçin kalkmıyorsun?" dedi. Ona " Ben ancak Allah
için kıyam edebilirim. Sen tanrı değilsin. Sadece bir insansın. Ben bir insan
için ayağa kalkmam" diye cevap verdim. O bana "Kalkman gerekir"
dedi. Allah'ın adıyla kalkmayacağıma dair yemin ettim.
Adam apıştı kaldı. Ne
yapacağını bilmiyordu. Fetih liderlerinden Albay Sami Ebu
Semhedane araya girdi ve benim kararımdan
dönmeyeceğimi ona ifade etmeye çalıştıysa da Şiltail
onu dinlemedi ve tutumunda ısrar etti. Ben de ayağa kalkmayı şiddetle
reddettim. Şiltail'in yardımcısı bana "Ey
doktor! Burada protokol kuralları geçerlidir. Onlara saygı duyman
gerekir." dedi. Ben "Her şeyden önce dinime saygı duymak zorundayım.
Dinim benim bir yaratık için kıyam etmemi caiz görmüyor." diye cevap
verdim. "Peki, çözüm ne?" diye sordu. Dedim ki; "Ben ya oturmaya
devam ederim ya da çadırıma dönerim." Şiltail:
"Öyleyse çadırına dön git" dedi. Bunun üzerine ben divandan çıktım.
Benimle beraber sadece mühendis İbrahim Rıdvan ve Abdulaziz
el-Halidi dışarı çıktılar. Bu kardeşlerin her ikisi
de Hamas'tandılar.
Bu olayın üzerinden
bir kaç gün geçmişti ve zaten tahliyeme de üç ay kalmıştı. Bir de baktık
adamlar beni çağırdılar ve eşyamı toplamamı istediler. Cezaevindeki sözlükte
bunun anlamı "yolculuk var" demektir. Fakat ne tarafa olacağını bilmiyorduk.
Beni bir otobüs beklemekteydi. Otobüse atlar atlamaz benimle dışarıya çıkan
iki kardeşi de içeride buldum. Onları da yattıkları bölümden alıp getirmişler.
Ve anladım ki bu bir cevaptır. Ceza ise zindandan başka bir şey olmaz. Otobüs
bizi "Tutukevi 7"ye götürdü. Burada tam elli hücre bulunuyordu. Oraya
varır varmaz "Nir" kod adlı zindanlar
sorumlusu tarafından teslim alındık. Bu kişi bizim üç ay tek kişilik hücrelerde
ceza çekeceğimizi söyledi. Morali çok bozuk gözüküyordu adamın. Daha sonra moralinin
bizim şahsi bir nedenle cezaya çarptırılmamızdan dolayı bozuk olduğu
anlaşıldı. Yani adam Şiltail'in bu
şekilde intikam almasına bozulmuştu.
Bundan dolayı adamcağız bizi kötü bir tarzda karşılamadı. Belki de yaşımız ve
eğitim seviyemiz de adamda etki bırakmıştı.
Her birimize ayrılan
özel hücrelere alındık. Herkes tek başına bir hücreye konuldu. Cumartesi hariç
her gün bir saat süreyle dikenli tellerle çevrili bir alana çıkarılıyorduk.
Burada tuvalet ve banyo vardı. Hücrelerde tuvalet ve banyo mevcut'değildi.'
Ve Kur'an'la yola çıktık. Ben 1990'da Kur'an hıfzımı tamamlamıştım. Ama bu defa tekrar ederek
pekiştiriyordum. Hıfzımı tamamladığım 1990'da ben ve Şeyh Ahmed
Yasin "Kef eryuna"
kampında beraber bir hücrede kalıyorduk. Mühendis kardeş de Kur'an ezberlemeye başladı. Gerçekten zeki bir insandı ve Ibranice'yi de çok güzel konuşuyordu. Allah'a hamd olsun ki üç ay bitmeden Kur'an'ı
bütünüyle ezberlemeyi başardı.
Siyonistler,
çadırlarıyla, zindanlarıyla toplanma kampının her tarafını ses
yükselticileriyle donatmışlardı. Bu yüksek ses verilen hoparlörlerin iyi
tarafından biri de haber bültenlerini yayınlamaktı. Her ne kadar radyo,
haberin bir kısmını aktarıyor veya olayı çarpıtan siyonist
radyo ise de...
Biz yine de kamp
duvarları dışında olup bitenler hakkında bir malumat ediniyorduk. Hem bizlere
yakınlarımızın ziyareti de yasak olduğundan dışarıyla hiçbir bağlantımız
kalmamıştı.
Bu hoparlörlerin kötü
tarafı ise sesli müzikle kulaklarımızı tırmalayıp durmasıydı. Kur'an ezberleme veya namaza durma esnasında zindanın
duvarlarında da yankılanan ses bir hayli rahatsız ediciydi. Bazen bu yüzden ne Kur'an
okuyabilir ne de uyuyabiliyorduk. Böylesi bir işkence karşısında duaya
sığınmaktan başka bir çaremiz yoktu. "Ey Rab-bimiz
bizi bu hoparlörlerin yaydığı sesten sen kurtar" diye yalvanyorduk.
Arada birkaç gün geçmişti ki İbrahim'le beraber hücrelerin dışındaki
havalandırmada durup haber bülteni bekliyorduk.
Bir de baktık kampın
bu hoparlörler vesaire bölümü ile ilgilenen müdürü bizi izliyor. Müdür ile
"Nir" arasında şöyle bir konuşma geçmiş:
Müdür "Doktor ile Mühendis ne yapıyorlar". Nir
"Haber bülteni dinliyorlar". Bu cevap onu kızdırmış olmalı ki
"Hoparlörlerin tellerini kes de dinlemesinler" diye emir verdi. Bunu
yapmakla bizi kızdırmış olacağını zan etmekteydi. Nir
de emri yerine getirdi. Bu şekilde Cenab-ı Hak
duamızı kabul buyurdu ve bizi o gürültüden kurtardı. Zaten biz haber
bültenlerini yakın çevredeki hoparlörlerden de dinleyebiliyorduk.
Günün birinde
hücrelerden birinden yankılanıp yükselen bir imdat çığlığı duyduk. "Sesin
kaynağını görebilir miyim" diye hücenin
mazgalından baktım. Bir de gördüm ki "Umeyr"
adında bir gardiyan hücrelerden birinden çıkıyor ve hücrelerdeki gençlerin
nasıl dövüldüğünü temsili olarak Nir'e gösteriyor.
Bunu yaparken de kibirli bir halde hava atıyordu. Dövülen bir genç de
"imdat" diye çığlık atıyordu. Bizler ise bu manzaradan dolayı
gözyaşı dökmekten başka bir şey yapamıyorduk. Bu manzarayı gördükten sonra
gidip iki rek'ât namaz kıldım ve peşinden "Ey
yüce Allah'ım, Umeyr'e cezasını ver ve ondan intikam
al" diye dua ettim.
Bundan sonra aniden Umeyr'in görünmez olduğuna şahit olduk. Birkaç hafta
ortalıkta yoktu. Biz onun başka bir yere gönderildiğini zannediyorduk. Ancak
bir süre sonra onu tekrar gördük. Topallayarak yürüyordu. Ona "Bacağında
bir acı mı var?" diye sordum. "Hayır, ama başımda bir şeyler
var" dedi. Sonra anlaşıldı ki beyninde habis bir tümör oluşmuş. Bunun üzerine
duamı kabul eden Yüce Mevla'ya hamd ettim. Böylesi
bir duanın kabulünde şaşılacak bir durum da'yok
zaten. Çünkü Resulullah (s.a.v) "Mazlumun
bedduasından sakının; çünkü onunla Allah arasında perde yoktur"
buyurmaktadır.
Üç ay bitmiş ve kamptaki
son gecemiz gelip çatmıştı. Benimkinden biraz ileride itirafçıların koğuşu
vardı. Tutuklular arasında bunların casus oldukları ortaya çıkınca bunlar
kaçıp kamp idaresine kendilerini teslim etmişler. Çıkacağım son gece bir de
baktım bulunduğum hücreye Nir geliverdi. Bana Doktor
"Yarın tahliye oluyorsun" dedikten sonra "Mifuksinler"
(bu kamptaki tutukluların casus ve itirafçıları kastederek kullandıkları bir
tabirdir) kendilerine bir selam vermeni istiyorlar ne diyorsun" dedi.
Birazcık düşündüm ve kalplerin Allah'ın yed-i tasarrufunda değişebileceğini,
onlara selam vermenin belki de kalplerinde bir uyanış getirebileceğini umarak,
"olur" dedim.
Nir'in yüz rengi değişti ve "Ey doktor; bu herifler iğrenç
insanlar, onlara nasıl selam verirsin" dedi. Ben de
"Umulur ki Allah Teala
onlara da hidayet bahşeder" dedim. Nir
"Buyur" deyip hücrenin kapısını açtı. Çıktık ve takriben benim ve
onların hücreleri arasındaki mesafe kırk metre kadardı. Mesafenin tam orta
yerinde de Nir durdu ve "Ey Doktor, Mifuksin denilen herifler iğrenç adamlardır. Sen nasıl
onlara selam verirsin" dedi. Ancak ben artık karar vermiştim. Yürümeye
devam ettim.Koğuşlarının yanma vardığımda Nir
kapının üst tarafındaki küçük mazgalı açtı ve bana selam vermeleri için
ellerini uzatmalarını istedi. Selam-laştıktan sonra Nir'den beni içeriye bırakmasını istediler. İşte bu esnada
Nir, yüzlerine kapıyı kapattıktan sonra sözlükte
söylenmedik kötü kelime bırakmadan onlara hakaretler yağdırdı. Sonra ben yarın
tahliye olayım diye hücreme geri döndüm. Mahkeme edilmeksizin tam bir yıl adı
"İdari Tutuklama" olan bir ceza çektim.
Bir gün Gazze'nin merkez cezaevindeydim. Ramazanın son günüydü.
Bir rüya ile beraber uyandım. Gördüğüm rüyayı B Blok 3. Koğuşta bulunan
kardeşlerime anlatmaya başladım. "Kuzeye tarafa giden bir otobüse biniyordum"
Henüz ben gördüğüm rüyayı bu şekil anlatıyorken birden şöyle bir anons yapıldı.
"Abdulaziz Rantisi
eşyalarını toplayıp havalandırmaya çıksın." Ben de hemen hazırlanıp
çıktım. Baktım ki "Remle" cezaevine oturuyorlar.
Bir cezaevinden
diğerine götürürlerken mahkûmun bekletildiği yerler vardır. Bu bölüm yerin
altında uzun sıra hücrelerin bulunduğu bir koridordur. Hücreleri de pek dardır.
Beni tutup oraya koydular. Ramazan bayramı sabahı kendimi tek başıma bir odada
buldum. Bayram için tekbir getirip sonra tek başıma Bayram namazını kıldım. Çok
garip duygular yaşadım gerçekten. Bu bayram, tek başıma kıldığım bir ilkti.
Zindanlarda tekbir getiren diğer kardeşlerin seslerini duyuyor, ama onları göremiyordum. Sonra
onları namaz kılmaları için geniş bir alana çıkardılar. Ben ise onlardan ayrı
tek başıma odamda kaldım. İki gün sonra Kefar-yuna
cezaevine nakil işlemlerim tamamlandı. Bu cezaevi Beytelid
kavşağı üzerine uzanan bir yerdeydi.
Şeyh Yasin de
buradaydı. Şeyh Yasin ne bir elini ne de ayağını kıpırdatamıyordu. Elleri
ayaklan felçli ve en azından daima iki kişinin yardımına ihtiyaç duyacak bir
haldeydi. Tutukluları taşıyan ring arabasına bindiğimde değerli insan Nezzar Avvadallah kardeşle
karşılaştım. Kendisi benimle beraber Şeyh Yasin'e hizmet için başka bir
cezaevinden buraya getirilmişti.
Kefaryuna cezaevinin karşılama odasında da Yahya Sinvar ve Ruhi Müştehi adında iki sevgili kardeşle karşılaştık.
Bunlar bizden önce Şeyh Yasin'e hizmet edenlerdi. Şimdi onlar başka bir yere
götürülüyorlardı. İşlemlerin tamamlanmasından sonra bir gardiyan eşliğinde
Şeyh Yasin'in durduğu hücreye çıktık.
Hücrenin kapısına
vardığım vakit başımı çarptım. Bununda sebebi şuydu; kapı demir sürgüyle
sürgülüydü, bir de sürgünün üstünde üç tane kilit. Gardiyana "Şeyh elini
ayağını kıpırdatamıyor. Bu kilitlerin hepsi neyin nesi?" dedim. Gardiyan;
"Emir öyle" diye cevapladı. Evet, ahmakça-sına saçma emirler...
Şeyhin yanma girdik.
Sahiden çok sıcak ve etkili bir karşılamaydı. Ve Şeyh ile beraber yaşamaya
başladık Onun banyosu, yemeği, günlük bütün hayatının ihtiyaçları dahil hepsini
hatta vücudunu kaşıması gibi tüm ihtiyaçlarını bizim karşılamamız gerekiyordu.
Şeyhle beraberliğimiz süresinde Kur'anı ezber
çalışması üzerinde durduk. Ve çok şükür bunu tamamlamaya muvaffak olduk.
Cezaevi idaresi her
gün iki saat süreyle "Favra" diye
adlandırılan kilitli bir alana çıkmamıza müsaade ediyordu. Şeyh Yasin bu alanm duvarına sırtını dayayarak yerde uzanıyordu. Ben ve
arkadaşım ise voltamızı atıyorduk. Bu alan günün diğer vakitlerinde Filistinli
ve Yahudilerden adli tu-tuklularca pullanılıyordu. Bu
adli tutuklular temizliğe hiç dikkat etmiyorlardı. Bir süre zarfında baktık ki
alan pirelerle dolmuş. :
Bir gün bitlerin
elbiselerimin üstünde sıçradığını görünce, gidip arkadaşıma anlattım. Baktım
ki arkadaşım da aynı dertten müzdarip. Anladık ki
pireler bizi sarmış.
Şeyh Yasin'e gidip
şöyle bir baktım; üzerinde tek bir pire bulamadım. Durumu cezaevi idaresine
ilettik, ama ilgilenen olmadı. Bu durum iki haftaya yakın böyle devam etti.
Alana yaklaştığımızda pireler üzerimize sıçrıyorlardı. Her gün belki on
tanesini öldürüyordum.
Şaşırdığım durum şuydu
ki iki haftaya yakın devam eden bu bit belasından Şeyh Yasin etkilenmedi.
Bitler Şeyh Yasine yaklaşamıyorlardı. Şaka yollu Şeyhe " Nedir bunu
hikmeti?" diye sorunca Şeyh, "Yahu kardeşim pireler sizin gibi
kiloluları arayıp buluyorlar; benim gibi zayıfları ne yapacaklar." Bu
cevaba güldüm, şöyle dedim; "Hayır böyle değil. Yüce Allah senin tenini kaşıyamayacağmı bildiği için onları senden uzak
tutuyor." Bunun üzerine Şeyh Yasinle beraber biz de güldük.
Dört buçuk ay devam
eden bu sürenin şaşılacak hatıralarımdan biri de şöyle oldu: Cuma günü
ailelerimizle görüş günüydü. Kızılhaç özel arabasıyla onları getiriyordu. Cuma
günlerinden birinde gene ziyaret için çağırıldık. Ziyaret alanında
beklemediğim bir şeyle karşılaştım. Şeyh Yasin ve Nasr
kardeşin aileleri gelmiş, ama benimkiler yoktu. Yarım saat süren ziyaret saati
bana o kadar uzun geldi ki... Şeyhin ve arkadaşlarımın ziyaretçileri her ne
kadar beni teselli etmeye çalıştılarsa da moralim bir türlü düzelmedi. Kendi
kendime neden gelmediklerini inceden inceye düşünmeye başladım. Üzerime bir
sıkıntı çöktü. Ziyaretten dönüp koğuş havalandırmasına geldik. Orada Şeyh
Yasin bana; "Neden sıkıntılısın?" dedi. Ben; "Ailemin gelmeme
nedenini bilmiyorum. Bundan önce böyle bir şey yaşamamıştık"dedim.
Şeyh; "Bu durum üzülmeye değer mi?" dedi. Ben; "Neden
değmesin?" Şeyh "Sen say ki öldüler." Ben; "Şeyhim senin
güç getirebildiğine ben güç getirip sabredemem" dedim. Havalandırmanın bir
köşesine ayrıldım ve "Ey Allah'ım, eğer Şeyh Yasin'e hizmetimden razıysan
beni ailem konusundaki bu sıkıntıdan kurtar." Emin olun ki dua için
açtığım ellerimi daha indirmemişken baktım ki bir gardiyan, "Ailen gelmiş,
haydi ziyarete" diye beni çağırıyor. Hayretimi bir kat daha artıran şey
de şuydu. Ben, bu gardiyanı daha önce hiç görmemiştim. Ben ve bu polis beraber
ziyaret yerine gidiyorken bana "Şeyhe iyi bak" dedi. Cenabı Hak ona
bunu dedirtti ki benim bu ziyaretimin yapılan duamın kabulünden olduğunu
anlayayım.
Bu dönemde
karşılaştığım ve unutulmaz olaylardan biri de şudur: Biz Şeyh Yasin'i
havalandırmaya çıkarırken Yahudi adli bir suçluyla yüz yüze karşılaştık.
Refakatinde bir gardiyan vardı; bir de baktım bu adli suçlu Şeyh Yasin'in elini
alıp öptü. Sonra da bana; "Bunu sadece gardiyanı kızdırmak için
yaptım" dedi. Gardiyan de bunu duyuyordu. Bu tip mahkûmlar Yahudi de
olsalar cezaevi idaresine karşı kinleri vardı. Bundan dolayı bizi seviyorlardı.
Çünkü her ikimizin de düşmanı birdi: Cezaevi İdaresi...
Ben Şeyh .Yasin'in
bulunduğu bu cezaevine geldikten iki gün sonraydı. Yine Yahudi adli
tutuklulardan biri, İngilizce olarak bana şöyle demişti: "Dikkatli ol,
seni ancak dinlesinler diyç Şeyhin yanma koydular.
Bunun için konuşulmaması gereken şeyleri konuşmayınız. Olabilir ki siz havalandırmaya
çıkarken onlar odanıza dinleme/nhazı koymuşlardır."
Bundan dolayı kendisine teşekkür ettim.
Bu dönemde unutulmayan
bir olay da şudur: Yahudi bir gardiyan elimde Kur'an'ı
gördü. Ben Kur'an sayfalarını karıştırıyordum,
gardiyan: "Doktor, sizin kitabınızda neler var?" diye sordu. Ben;
"Çok şey var" diye cevap verdim. Gardiyan; "Biz Yahudilere nasıl
davranacağınız konusunda ne diyor?"deyince; ben de "Siz bizim
ülkemizde toplandıktan sonra bizim sizi keseceğimizi söylüyor" dedim.
Gardiyan, "Bu ne zaman olacak?" diye sordu. "Kesin bilmiyorum;
ama kırk yıl zarfında olabilir", dedim. O zaman sene 1990'dı.
Başladı bir hesap
yapmaya ve sonunda şöyle mırıldandı; "Hiç mühim değil. O zaman zaten ölü
olacağım." Bu defa ben ona; "Tevrat bu konuda ne diyor" diye
sordum.
Gardiyan; "O da
aynı şeyi söylüyor." diye cevap verdi. Böylece bir noktada buluştuk.
Ancak gardiyan şöyle bir istisna koydu: " Fesat yaparsak bu böyle
olacak" Ben de; "Maşaal-lah"
dedim, "sanki henüz fesat yapmamış gibisiniz"
Gene bu dönemdeki
tatlı hatıralardan biri de şudur: Bizi sürekli ziyaret eden bir avukat vardı.
Avukatlar için hazırlanmış odada bizimle baş başa otururdu. Günün birinde; Coca cola tipi meşrubatları
almanıza müsaade ediyorlar mı? diye sordu. Ben; "Yok", dedim. Avukat,
"Öyleyse gelecek ziyarette size üç şişe coca cola getireyim" dedi. Hakikaten de bundan sonraki
ziyaretinde çantasında üç şişe colayı getirdi.
Çantayı açıp "İşte colaları getirdim" dedi.
Ben de: "Müsaadenizle şimdi burada içelim" dedim. Avukat; "Korkarım
ki gardiyan sizi görsün. Öyleyse koğuşa götürelim" dedim. Bu defa da; "Dönüşte
sizi arayacaklar" dedi. Ben; "Şeyh Yasin'in arabasına koruz. Onlar
arabayı aramıyorlar" dedim. Bu kez; "Korkarım ki onlar boş şişeleri
çöpte görecekler" dedi. "Öyleyse gardiyandan izin alalım"
dedim. Avukat; "Öyle de yaparsanız bir sonraki ziyaretlerde benim için
zorluk çıkarmalarından endişe ediyorum" dedi. İşin sonunda getirdiği colalarmi kendisine bırakıp gittik. Bu avukat mahkûmlara en
çok hizmeti olanlardan biriydi. Şurada adını yazmak hoş olmaz.
Dört buçuk aydan sonra
Şeyh Yasin'e veda ettim. Naklim Remle cezaevine, oradan da Mecdel
cezaevine yapıldı. Burada mahkûmiyetimin son günlerini geçiriyordum. Çekeceğim
ceza iki buçuk yıl olacaktı. Cezanın son on dokuz gününü sevgili Şehid Dr. İbrahim Mukadime ile
beraber geçirdim.
1992'nin Aralık ayının
on dördüncü gecesiydi. Gecenin geç saatlerinde işgal güçlerinin askerleri Han
Yunus'taki evimi kuşattılar. Kendileriyle beraber çıkmamı istediler. Evden
çıktım. Askeri bir araç bizi Han Yunus'taki istihbarat bürolarının bulunduğu idare
merkezine götürdü. "Az bir süre bekleyip sonra Gazze'ye
gideceğiz" dedi. Ben ona; "Rabin bu
yaptığına pişman olacak!" diye öfkeyle bağırdım. Subay herhangi bir
karşılık vermedi. Beni tek bir ma-sanm
içinde olduğu bir odaya aldılar. Bizi Gazze'ye taşıyacak
araba gelene kadar orada beklememi söylediler. Az bir süre sonra oçlanın kapısı açıldı ve ben dışarı çıktım. Bir de baktım
Dr. Halil' Ebu Leyla da yakındaki başka bir odadan
çıkıyor. Ona selam verdim. Sonra bileklerimizi kelepçeleyip gözlerimizi bağladılar.
Gazze'ye doğru yola çıktık. Gazze
merkez cezaevine vardık ve içeriye alındık.
Mahkûmların "Terhil" adını verdikleri bir numaralı odaya bizi
koydular. Burası tahkik bölümüyle ilgili bir odaydı. Cezaevlerinin muhtelif
bölümlerine dağıtım buradan yapılır. Oysa bize kimse bir şey sormamış
durumumuz araştırılmadan bu odaya konmuştuk. Bu durum bizi kuşkulandırdı. Gene
bizim elbiselerimiz de değiştirilmedi. Oysa mahkûmlar tahkik esnasında
elbiselerini indirip cezaevi kıyafetini giyerlerdi. Bu odaya bizden önce
alınmış olanlar da biz de, şaşkın şaşkm düşünmeye
başladık; ama bir sonuca ulaşamadık. Birkaç saat sonra kapıyı açtılar ve dışarı
çıkmamızı istediler. Bizi 'tahkik' kısmının dışında cezaevi havalandırmasına
aldılar. Burada diğer cezaevlerinden mahkeme için getirilen tutukluların
kaldığı bir bekleme odası vardı. Mahkeme Gazze
şehrinde İdi. Biz on bir kişi kendimizi bu odada bulduk. Aramızda Hamas'm kurucularından dört kişi vardı. Artık bunun bir
sürgün operasyonu olacağını sezmiştik. Daha önce sürgüne gönderilenler Siyonist
düşmanın yüksek mahkemesinde verilen hükmü temyiz yoluna gitmişlerdi. Bu
durumda sürgün operasyonunun gecikmesi gerekirdi. Siyonist yüksek mahkemesi bu
gibi durumlarda tamamen siyasi iradenin emirleri doğrultusunda karar veriyordu.
Dolayısıyla temyiz işi biçimsel bir tiyatro oyunu gibi kalıyordu. Bunu
bildiğimden dolayı kararı temyiz etmemeyi arkadaşlara önerdim. Arkadaşlar,
"Niçin temyize başvurmayalım?" deyince ben; davamızın siyasi olduğunu
ve kanuni bir soruna dönüşemeyeceğini, dolayısıyla bizim işgal edilen Müslüman
topraklar üzerinde kurulan Siyonist bir mahkemenin meşruiyetini tanımamamız
gerektiğini, temyize başvurmamız durumunda yasal olmayan sürgün kararı ile
ilgili olarak mahkemenin lehimize veya aleyhimize vereceği hükmü kabul etmiş
olacağımızı ve zaten bizden önce bu yola başvuranların da bir şey tutturama-dığını izah ettim. Bunun üzerine bütün arkadaşlar temyize
başvurmama hususunda görüş birliğine vardılar.
Siyonistler Önceki
uygulamalarının tersine bize temyiz fırsatı bile vermediler. Gazze'de iki gün beklemeden sonra ellerimiz arkadan
kelepçeli, gözlerimiz bağlı olduğu halde otobüslere konduk. Ancak nereye götürülüğümüzü bilmiyorduk. Daha önce sürgüne yollananlara
tatbik edilen uygulamalardan geçmediğimiz için Nakip cezaevine götürüldüğümüzü
sanıyorduk. Önceki sürgün operasyonundaki rutin işlemlerin kaldırılmış olması
zihinlerimizdeki sürgün ihtimalini zayıflatmıştı. Otobüsler bazen durarak bazen
de ağır ağır yürüyerek yol alıyorlardı. Hâlâ
ellerimiz bağlı, gözlerimiz kapalıydı. Zaman çok yavaş ilerliyordu. Uzun süren
yolculuk ile ellerimiz ve gözlerimizin bağlı olması bizi epeyce yormuş, bitkin
halde bırakmıştı. Ne rahatça oturabiliyor ne 'de uyuyabiliyorduk. Üstelik
hiçbir şey yediğimiz ve içtiğimiz de yoktu. Hatta def-i hacet etmemiz bile
yasaklanmıştı. Namazları ne abdest ne de teyemmüm olmaksızın ima île
kılabiliyorduk. Secdesiz, rükûsuz bir namaz... Kıbleyi de tayin etmek
imkânsızdı. Otobüslerin bizi hangi yöne doğru götürdüklerini bilmiyorduk. Tam
otuz altı saat biz bu halde kaldık. Otobüsler toplam yirmi dört saat
durmaksızın yol almışardı. Tüm bunlarla beraber bu Siyonistlerin
bizi nereye götürdüklerini de bilmiyorduk. Artık son dakikalarda her birimizin
cebine bir zarf koydular. Bazı arkadaşlar bunun 50 dolar olduğunu görmüşler.
İşte tam bu sırada sürgün cezasına çarptırıldığımız anlaşıldı. La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim.
Siyonistler otobüsün
kapısını birden açtılar. Peşi sıra inmeye başladık. Otobüs kapısında iken
ellerimizi açıp gözle-rimizdeki bandı kaldırdılar.
İner inmez önümdeki alanda duran bir sürü kamyonla irkildim. İçleri tıklım tıklım insanla doluydu. Ben bu sayıda insan olacağını hiç
tahmin etmemiştim. Yaşadığımız dramın dehşetini ve büyüklüğünü daha yeni yeni hissetmeye başlıyordum. Batı Şeria
ve Gazze şeridinden getirilen bu kardeşler
kamyonların içinde tekbir getirerek seslerini yükseltiyorlardı. Vakit gece
yarısı ve hava pek soğuktu. Böylesi bir soğuk hiç görülmemişti. Yorgunluk ve
açlık bizi bitkin bırakmıştı. Kamyonlar altı taneydi. Her birinde yetmişten
fazla insan vardı. Yağmur üstümüze yağıyordu ve kamyonların üstü de açıktı.
Bir kamyona çıktım ayakta durabilmek için elimi kasasına koydum. Sanki bıçak
elimi kesmiş gibi bir soğuk hissettim. Hemen elimi çektim. Sonra
etrafımdakilerden söyle dizlerimin üzerine çökmek için bir fırsat tanımalarım
rica ettim. Şiddetli kalabalığa rağmen bir yerde çökebildim. Bu halde birkaç saniye
uyuklamaya çalıştım. Çok kısa bir andı, ama biraz canlanmıştım. Kamyonlar bizi
Lübnan'ın kuzey sınırında işbirlikçi Ontuvan Luhut'un egemenliğindeki noktayı temsil eden Zambriya kapısından uzakta bir yere bırakıp gittiler
10 km'lik
bir mesafeyi kat ettikten sonra "Mercü'z-zuhr" adı verilen Lübnan ordusuna ait ilk noktaya
vardık. Kamyonlar burada durdu. Lübnanlı bir askerin tehdit ederek şöyle
dediğini duydum: "Kamyonlardan inene ateş açacağız. Lübnan sınırını
geçmek yasaktır." Biz ona şöyle dedik; "Biz de sının geçip Lübnan'a girmek
istemiyoruz." İşin burasında kamyonlar bizi yeniden Zambriya
geçidine geri döndürmeye başladı. Bu durumda Zambriya
geçidinden buraya kadar gelip tekrar döndüğümüz alanın hiç kimsenin
egemenliğinde olmayan tampon bir bölge olduğunu anlamaya başladık. Geçide
varır varmaz işgalci Siyonist askerler bizi kamyonlardan indirip havaya ateş
açmaya başladılar Kurşunlar üstümüzden geçiyordu. Biz geçitten uzaklaştık ve
nereye gideceğimizi bilmeden boş bölgedeki bir yola girip yürüdük. Ben önde
yürüyenler arasındaydım. Bir de baktım bir genç "Dr. Abdülaziz
nerede?" diye bağırıyordu
"Buradayım,"
dedim. "Geride gelenler yürüyüş işini düzenlenmek için seninle beraber
başka 5 kişiyi daha seçtiler" dedi. Bu beş kişilik grup arasında Şehid Cemal Mansur'u hatırlıyorum. Bu esnada baktım ki
Lübnanlı bir subay sivil bir arabayla geldi ve gençlere bağırmaya başladı.
Subaya yaklaştım ve "Sakin ol, biz Lübnan'a asla girmeyeceğiz" dedim.
Subay; "Öyleyse burada durun," dedi. Ben de herkesin sabaha dek burda durmasını istedim. Etrafımızı bazı Lübnanlı
gazeteciler sarmıştı. Yağmur devam ediyor, hava pek soğuk, yerler de bataklık
ve çamurluydu.
"Mercuz-zuhr" bölgesinde
sabahın ilk aydınlığı parladı. Tarih 18.12.1992, günlerden cumaydı. Kendimizi
çadırların kurulabileceği bir yerde bulduk. Daha önce burası ordu
birliklerinin durduğu yermiş. Zaten bunun dışında boş bölgede çadırların
kurulmasına uygun bir yer de yoktu. Birkaç metre ötede bir derenin birine akan
bir şelale vardı, ama suyu pek muteber değildi. Vatanlarından uzaklaştırılan mü'minler abdest alıp Cuma namazına hazırlanıyorlardı. Beni
de bu sürgün yolculuğundaki ilk hatip olarak seçtiler. Ancak namazı nasıl
kılacağımız konusunda değişik görüşler belirdi. Normal bir namaz mı, yoksa ima
ile mi kılınmalıydı. Bunun nedeni yerlerin çamur olmasıydı. Fakat ben ruhsat
olmasına rağmen normal bir namaz kılınmasını, yani rükû ve secdelerin yerine
getirilmesini önerdim. Çünkü etrafımızda bizi izleyen bir kameralardı. İma ile
namaz kılmamızı çarpıtarak aleyhimize bir haber çıkarabilirdi. Bizleri
tanımayan insanlara bizi istedikleri gibi gösterebilirlerdi. Önerim kabul
edildi. Hutbemde ilk Önce, vatanlarından uzaklaştırılan bizlere kapılarını
kapayan Lübnan'ın konumundan dolayı Lübnan hükümetine teşekkür ettim. Sürgün
edilenler olarak Lübnan'a asla girmeyeceğimizi ve Filistin'e dönene kadar
burada kalacağımızı ilan ettim. Arap devletlerinin de bizim bu kararımızı
desteklemelerini ve bizi yalnız bırakmamalarını istedim. Siyonist işgal
güçlerini küçük düşüren ifadelerden sonra Arap devletlerini İsrail ile görüşmeleri
kesmeye davet ettim.
Çoğu gazeteciler bizim
ilan ettiğimiz- konumda duramayacağımıza, söylenenlerin içi boş abartılı
sözler olduğuna, bizim bir-iki gün sonra konum ve tavrımızı değiştireceğimize
inanmışlardı. Biz onlara; "Gelecek günler bizim alışa gördüğünüz tipteki
insanlardan farklı olduğumuzu gösterecektir. Biz başka bir şey için değil,
Allah'ın bizimle olduğuna bu yolculuklara katlanmanın Allah yolunda cihad olduğuna ve çektiğimiz çilelerin boşa gitmeyeceğine
inanıyoruz. Ve gene inanıyoruz ki vatanımıza dönüşümüzün tek garantisi burada
sebat etmektir" diyorduk. Değilse, sonuç tam bir felaket olacaktı.
Aralarında iki yüz cami imamı, üniversite hocası, doktor, mühendis, eczacı,
öğretmenler ve öğrencilerin bulunduğu dört yüz on altı kişinin sürgün edilmesi
gerçekten felaket olacaktı. Şayet Yahudiler bizi sürgüne muvaffak olsalardı
geride kalan ailelerimiz de bize katılmak zorunda kalacak ve böylece sürgün
yoluyla Filistin'den uzaklaştırılanların sayısı binlere varacaktı. Bu şekilde
sürgün kapısı açık kalmış olacak ve Filistin gerçek sahiplerinden alınıp
boşaltılacaktı. Hal böyle olunca içimizden bir yaşlı Üstad
Abdulfettah Duhan'ın
söylediği şu sözlere şaşmamak lazım: " Hepimiz ya burada bir taşa
yapışarak ölecek ya da vatanımıza döneceğiz. Başka bir şeyi kabul etmememiz
gerekir."
Biz hemen değişik
komisyonlar kurduk ve değişik coğrafi yerlerden olan arkadaşları temsil eden
kadroyu seçtik. Basın komisyonu beni sürgündekilerin basın sözcüsü olarak
seçti. Kültür, mimari, tıbbi, davet, arşiv vb. alanlarda komisyonlar teşkil
edildi. "İbn-i Teymiyye"
adım taşıyan bir üniversite kurduk. Bu üniversitede öğrenciler okuyorlardı. Güvenlik
ve nöbet komisyonlarını da kurduk. Aynı şekilde teknik vb konularda da
komisyonlarımız oluşturuldu. Böylece düzenli bir hayata kavuştuk. İlk günden
beri çadırlar kurmaya başladık. Bir mescit kurduk. Bize ilk çadır yardımı yapan
Lübnan Hizbullah Cemaati oldu. Bundan sonra Kızılhaç da bize çok sayıda çadır
verdi. Artık durumumuz iyileşti. İran İslam Cumhuriyeti karşılaştığımız
zorlukları bertaraf eden birçok araç-gereç yardımı yaptı. Çadırlara ilave
olarak çadırların içerisini ve aradaki yolları aydmlatan
bir jeneratör ve bunun aracılığı ile kullanacağımız bir televizyon verdiler.
İslam Cumhuriyeti, ayrıca erzak taşımamamız için iki araba ile ihtiyacımız olan
erzakları verdi, Lübnan'daki hastaneleri de hastalarımıza açtı. Yine İran İslam
Cumhuriyeti bir telsiz vermişti. Bunun aracılığı ile Filistin'deki
yakınlarımızla görüşme yapabiliyorduk. Filistinli gruplar da bize yardım ellerini
uzattılar. Aynı şekilde Lübnanlı zengin Müslümanlardan Nezih Bakai bizi birçok kez ziyaret edip çok miktarda sebze ve
meyve getirdi. Biz bu halde kendimizi ailemiz içinde hissediyorduk. Filistinli
bütün gruplardan heyetler de bizleri ziyaret ediyordu. Aynı şekilde başta
Hizbullah olmak üzere Lübnanlı gruplar da bizi ziyaret ediyordu. Lübnan Müftüsü
gibi birçok şahsiyetler de bizi ziyaret ediyordu. Yine Üstad
Fethi Yeken ve Şeyh Faysal Mevlevi de bizi ziyaret edenler arasındaydı. Üstad İbrahim El-Mısri de bizi en
çok ziyaret edenlerdendi. Yine Hacı Muhammed Said
Salih bizi ziyarete gelenlerdendi. Arap devletlerinden bizi ziyaret eden en
tanınmış simalardan biri de Sayın Dr. Ahmed El-Mülti ve Dr. İsam El-Uryan idi. Şehid İmamın oğlu Seyfulis-lam Hasan El-Benna ve Sudan
İslam Cemaati Genel Sekreteri İmam Şeyh Yasin ile Şeyh Dr. Hasan Turabi de bizleri ziyaret ettiler. Yine Mısır'dan
Mühendisler Barosundan bir heyet ile Ürdünlü gazetelerden bir grup bizleri
ziyaret edenlerden idi. Ayrıca Hamas Siyasi
Bürosundaki kardeşlerimiz bizleri sık sık ziyaret
ediyorlardı. İslami Cihad Hareketi Genel Sekreteri Şehid Fethi Şikaki de bizi
ziyaret etti. Ürdün İh-van-i
Müslimin Cemaatinden de bir heyet bizi ziyarete gelenler
arasındaydı. Arap Birliği Devletleri Genel Sekreteri Dr. İsmet Abdülmecid bizi ziyarete gelecekti; ama Amerikanın
müdahalesi sonucu bu ziyaret gerçekleşmedi.
Bu mevkide yerleşip
kalmaya başladıktan sonra çevredekiler gizliden gizliye bizden huylanmaya
başladılar. Bu konuda da bir sürü bahanelerin arkasına sığmıyorlardı. Geçmişte
kötü bir Filistinli imajı çizmiş olan bazı Filistinlilerin olumsuz
davranışlarına tanık olmuşlardı. Mercuz-zu-hr köyüne doğru bir yürüyüş
gerçekleştirdik. Bu köy Lübnan sınırının hemen yanındaydı. Hedefimiz sınıra
kadar yürüyüp Arap Devletleri liderlerine mesajlar yollamaktı. Köye daha
yaklaşmadan köy muhtarı Ahmed Abdullatif
Bey bizi çok kötü bir şekilde karşıladı. Kulakları duymayan, kalın bıyıklı
ihtiyar bir adamdı. Bana gazetecilerin önünde "Geldiğiniz yere hemen
dönünüz. Size vereceğimiz ekmeğimiz yok." dedi. Durumu kendisine
anlatmaya köye girmeyeceğimizi ifade etmeye çalıştimsa
da başarılı olamadım. Çok sinirli ve kızgın bir haldeydi. Kendisiyle bir diyalog
kuramadık. Durumu fark edince hemen elimdeki yazılı mesajı kendisine verdim ve
gazetecilerden güzel Lübnan'ın gerçek resmini çizmeyen bu olumsuz tabloyu
yayınlamamalarını rica ettim.
Aradan günler
geçmişti. Ben çadırda oturuyordum bir de baktım yol kesen eşkıyalar tipinde
yüzünü bir bezle kapatmış eşeğinin üstünde bir adam... Selam verdikten sonra
bana; "Kim olduğumu bildin mi?" diye sordu. Ben; "Hayır,
bilmiyorum." dedim. Sargılı yüzünü açınca bir de baktım bizim muhtar. Özür
dilemek için gelmiş. Yanında da biraz incir getirmiş. Benle beraber oturdu.
Yüzü gülüyor ve mutlu görünüyordu. Çok özür diledi ve kendisini af etmemizi
istedi. Dönüşümüz gerçekleştiği gün veda için bu muhtarın yanma vardım. Beni
görünce üzüntülü bir şekilde ağladı ve şöyle dedi: "Siz hastalarımızı tedavi ettiniz.
(10 doktorumuz çevre köylerden hastalara gidiyor. Onları bedava muayene edip
ilaçlarını da bedava veriyorlardı.) Gerçekten şerefli insanlardınız siz; bize
yardım ettiniz. Namusumuzu korudunuz."
Gençlerimiz köylüler
için zeytin topluyor, buğday biçiyorlardı. Bunları da sadece Allah rızası için
yapıyorduk.
Onlara yardım için
gittiğimizde bayanların eve dönmelerini şart koşuyorduk ki kamptaki gençlerle
karışmasınlar. Muhtar devamla şöyle dedi: "Bize dinimizi de öğrettiniz
(âlimlerimiz köy camilerine gidip va'z ediyorlardı).
Hayatımızı korudunuz (geçmişte bazı Filistinliler haksız yere bazı kişileri
öldürmüşler)." Muhtar ağlamaya başladı ye "Sizi asla unutmayız
zihinlerimize kazınmış olumsuz Filistinli imajını değiştirdiniz" dedi.
Üzülerek muhtara veda ettik. Mercü'z-zuhr köyü etrafımızda bulunan tek Sünni köydü. Ancak bizim
ilişkilerimiz bir Şii ve diğeri Dürzî bir köye kadar uzanmıştı.
Bize yakın bir yerde
el-Mezra'a diye adlandırılan küçük bir Şii köyü
vardı. Bu köyde Ebu Ali adında yaşlı bir adam vardı. Ebu Ali'nin kızı Filistin Halk Cephesinde subay olarak
çalışan biriyle evlenmişti. Evliliğin üstünden on üç yıl geçmiş, ama Ebu Ali kızını ve damadını hala eve kabul etmemişti. Ne
kızı, ne damadı, ne de torunlarını görmemişti. Ebu
Ali, kızı ve damadının evine gelip kendisiyle görüşmelerine şiddetle karşı
çıkıyormuş. İçimizden Hamza Kenfüş
kardeşimiz bu adamın hikâyesini
cezaevindeki bazı arkadaşları yolu ile tanıştığı Yemenli Subaydan öğrenmişti.
Yemenli Subay kendisi ve ailesinin derdini anlatmış eşinin anne-babasını ve
kardeşlerini görmek istediğini ifade etmişti. Daha önce Filistin Direniş
Öncülerinden saygın kişiler işi halletmek için Ebu
Ali'nin yanma gitmiş olmalarına rağmen bir sonuç alınamamış.
Hamza kardeşimiz gidip
Ebu Ali ile tanışır ve dostluk kurar. Bir süre sonra
meseleyi açtığında Ebu Ali kızar, köpü-rür ve çok ağır yeminler ederek onlarla ilelebed
barışmayacağını söyler. Hamza kardeşimiz ona, bu konuyu Dr. Abdü-laziz'e (bana) haber
vereceğini, sorunu çözmesi için sana onu göndereceğim der, ama ihtiyar adam
bunu da reddeder.
Ancak Hamza işin
hikâyesini bana anlatınca adamın evine doğru yola çıktım. Anladım ki annesi,
kızı ve torunlarını görmeyi arzuluyor. Konuyu ihtiyar Ebu
Ali ile konuştum, ancak sert bir şekilde bunu reddetti. Adama dönüp şöyle
dedim; "Bir hafta sonra kızın, çocukları ve eşiyle beraber evinize geleceğiz,
istersen bizi eve alma"
Ve bir hafta sonra
ben, Yemenli subay, eşi ve çocukları hep beraber Ebu
Ali'nin evine doğru yola çıktık. Subaya dedim ki "Ebu
Ali sövse bile sesini çıkarma ve sabırlı ol". O da bunu güzel karşıladı ve
dediğim gibi davranacağına söz verdi. Gerçekten Yemenli subay iyi, halim-selim
yapılı bir insandı. Yanımızda Hamza da vardı.
Ebu Ali evine ulaşmamızla şaşkına uğradı. Daha içeriye
girmeden akrabalarından bazı köylüler bizi karşıladılar. Bu planı Hamza
kardeşimiz kurmuştu. İhtiyar adam ister şehid dr. abdülaziz rantisi
istemez bizi içeri
kabul etti. Ona, "Kızın, eşi ve çocuklarına hoş geldiniz de ve onları
öp" dedim. Bizim ihtiyar telaşlandı, kızdı ve kızı ile damadına sövmeye
başladı. Hoş geldin deyip ellerini tutmaktan kaçındı. Buna rağmen biz misafir
odasına girdik. Ve onunla damadı arasına oturdum. Bu arada kızı annesinin
yanma vardı. Annesi kızı ve çocukları ile buluştuğundan dolayı gayet memnun ve
sevinçli görünüyordu. Konuşmaya başladık. Fakat ihtiyar arada bir parlıyor,
adeta çılgına dönüyordu. Akşam yemeği hazırlanana kadar durum bu halde devam
etti.
Yemek ortaya konunca
ben, "Yemeği yemiyorum" dedim. Oradaki köylülere "Ben kızarak
dışarı çıkacağım, ama siz beni durdurursunuz" dedim; ve aniden ayağa
kalkıp ihtiyara; "Ben kampıma gidiyorum. Ve bizi iyi karşılamandan dolayı
teşekkür ederim" deyip çıktım. Köylüler peşimden beni döndürmek için
çıktılar. İhtiyara da ayıplayan sözler söylüyor, "Sen nasıl doktoru
kızdırırsın?" diye çıkışıyorlardı. Bunun üzerine içeriye geri dönmemi
rica etti. Ama bu defa ben yanaşmadım. Bana; "Ne istiyorsun?" diye
sorunca ben de; "Onları öpeceksin" dedim. Kabul etmedi, ama "Sadece
ellerini tutup hoş geldiniz diyeceğim" dedi. Ben hemen "olur",
deyip geri içeriye girdim. Artık tokalaşma işi tamamlandı. Baktım ihtiyar biraz
sakinleşmiş. Akşam yediğimiz esnada bir baktım sofrada pişmemiş bir et var.
Aynı şekilde ateş yüzü görmemiş bir ciğer.... "Bunlar niçin böyle?"
diye sorduğumda; tuzla beraber çiğ etin çok lezzetli olduğunu söylediler. Fakat
ben yemedim. Pişirilmiş olan etten yedim. Daha sonra anladık ki Lübnanlılar
çiğ et de yiyorlarmış. Akşam yemeğinden sonra daha bir rahatlama gördüm. Bunun
üzerine ihtiyardan damadım öpmesini rica ettim. Adam bizi kırmadı ve damadı,
kızı ve torunlarını öptü. Ben evden çıkarken Yemenli subaya; "istersen
eşin ve çocuklarını burada bırakır sen kendi işine dönebilirsin" dedim.
İhtiyar da buna karşı çıkmadı. Fakat kızı kocasının kendisiyle kalmasını, yoksa
onun ayrılmasından sonra babasının kendisini dövmesinden korktuğunu kulağıma
fısıldadı. Bunun üzerine ben subaya; "Sen izinli misin?" diye
sordum. "Evet" deyince "Öyleyse eşinle beraber kal" dedim.
İhtiyar buna da sesini çıkarmadı.
Sabahleyin bir de
baktım ihtiyar ve damadı bizim kamptalar. Her ikisi de gayet iyi ve mutlu
görünüyorlardı. Yüzlerinde tebessüm vardı. Onlara; "Geceyi nasıl geçirdiniz?"
diye sordum. İhtiyar sevinçli bir şekilde "Eğlendik" diye cevap
verdi, ihtiyar adam geçirdiği gecenin hayatının en mutlu gecesi olduğunu bana
söyledi. Basın bu olaya epeyce yer vermişti. Hatta Filistin dahilindeki
gazeteler de bu konuyu yazmışlardı.
Bizi kampta ziyaret
eden gazetecilerden biri de ABD vatandaşı Hindistanlı genç bir Müslüman olan Yasir'di. Yasir, idealist bir
gazeteciydi. Kendisi İhvan-ı Müslimin Cemaatine
mensuptu. Onun bu durumu aramızda bir muhabbet meydana getirdi. Lübnan'a
gelmeden önce bir Amerikan radyosuna Bosna'daki haberleri iletiyormuş. Bizi
ziyarete geldiğinde yanlış hatırlamıyorsam 100 doları aşkın bir
parayı "Bu Bosnalı Çocukların size
sunduğu hediyedir" diyerek verdi. Biz de hemen Bosnalı çocuklar için
yardım toplamaya başladık. Sürgündekilerin her biri İslamî Hareketten
kendilerine gönderilen aylıklarından kısarak bir şeyler topladılar. Şimdi paranın
rakamını hatırlamıyorum. Ama binleri bulan bir rakamdı bu.
Çok sevdiğimiz bu
gazeteci çadırıma oturdu ve benimle bir röportaj gerçekleştirdi. İşin sonuna
geldiğimizde bana "Sen bir peygamber misin?" diye sordu. Gerçekten bu
soru beni hayrette bırakmıştı. "Yok" dedim. Devamla "Gökten sana
bir vahiy haberi geliyor mu?" Buna da "Hayır" dedim. Sonra
röportajı bitirdi. Görüşmemiz bittikten sonra kendisine dönüp "Bana neden
böylesi acayip sorular sordun?" dedim. Şöyle dedi: "Ben Amerikan
toplumuyla muhatap oluyorum. O toplumda acayip ruhi bir boşluk var. Amerikalıların
çoğu sizin bu kayalıklar ve kar-buz arasında sebatınızın ancak bir vahiy ile
olabileceğini ve senin de yeni bir peygamber olduğuna inanıyorlar. Bundan
dolayı onlara işin gerçeğini açıklamak istedim." Bana "Eğer ben senin
bir peygamber olduğunu yazsaydım bu yeni dine birçok Amerikalının girdiğini
görecektin" dedi. Bu Müslüman genç gazeteci bizimle birkaç gün
geçirdikten sonra Bosna'ya gitti. Biz daha Mercü'z-zuhr'dayken kendisinin Bosna'da şehid
düştüğünü öğrendik. Allah gani gani rahmet eylesin.
Müminler içinde
Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi sözünü yerine
getirip o yolda canını vermiştir. Kimi de (şehid
olmayı) beklemektedir. Onlar hiç bir şekilde (sözlerim)
değiştirmemişlerdir." (Ahzab:23) Mücrim
Siyonistlerin işgal altındaki toprağımız Filistin'de işledikleri cinayetler
halkasına İslami Direniş Hareketi (HAMAS) lideri Dr. Abdülaziz Rantisi ve iki arkadaşının katledilmesi de eklenmiş
bulunmaktadır. Bütün İslam ümmetinin bu ve benzeri olaylar karşısında tarihi ve
dini sorumluluğunu idrak etmesi gerektiğine inanıyoruz. Değerli kardeşimiz Rantisi'nin İslam ümmetinin Siyonistler ve onları
destekleyen güçlerle karşılaşmasının önemli bir merhalesinde Allah yolundaki
bu şehadetini kutluyoruz. Zaten kendisi şehadeti arıyor ve istiyordu. "Allah yolunda öldürülenleri
sakın ölü sanmayın, bilakis onlar diridirler; Allah'ın lütuf ve kereminden
kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında nzıklara mazhar olmaktadırlar." (Al-i İmran: 169)
İhvan-ı Müslimin, kardeşleri Dr. Abdülaziz Rantisi
ve şehid arkadaşları ile kendilerinden önce şehadet yolunda can verenleri Allah katında gerçek şehitler
olarak görmekte ve bütün ümmet huzurunda şu hususları ilan etmektedir:
1- Şehid Dr.Rantisi'nin katli
Allah'ın rızasını gayeleri ve onun yolunda Ölümü en yüce arzuları gören
mücahitlerin güçlerini kıramayacaktır. Şehidimizin kanı bütün Müslümanları Rantisi'nin uğruna can verdiği dava için canlarım vermeye
çağırmaktadır.
2- Siyonist
çeteler işledikleri cinayetlerin faturasını muhakkak ödeyeceklerdir. Bundan
hiç kimsenin şüphesi olmasın. Şehadet için yanıp
tutuşan mücahitler kafilesi Allah'ın izniyle en uygun cevabı vereceklerdir.
Allah kendi uğrunda savaşanlarla beraberdir. Ve onların amellerini boşa
çıkarmaz.
3-
Siyonistlerin peş peşe işledikleri cinayetler ile Dr. Rantisi
ve arkadaşlarını - Şeyh Ahmed Yasin'in katlinden bir
aydan az bir süre sonra- katletmeleri Müslüman idareciler ile onlara uyanların
barış temennilerinin kendilerini aldatmaktan başka bir şey olmadığı ve
halklarının karşısında kendi onurlarının tükenmesinden başka bir şey
getirmeyeceği yönünde süregelen kanaatimizi pekiştirmiş bulunmaktadır.
4- Bütün
İslam Ümmeti -geçen günlerden daha fazla- cihada çağrıdan başka bir yol
görmemektedir. Bu bizim kaçınamayacağımız tek kaderimizdir. Ve Filistin mücahidleri sadece kendi vatanlarıiçin
değil, bilakis ümmetin şerefi w dini için savaşmaktadırlar. Şayet bu vahşi
düşmanımız Siyonizm, tek bir gün rahat bulduğu takdirde bilin ki şu an işgal
ettiği topraklarımızla yetinmeyecek daha fazlasını isteyecektir.
5- Artık
Filistin'deki savaşın İslam'a karşı bir savaş olduğu ortaya çıkmıştır. Zaten
düşman da bunu gizlememek-tedir. Öyleyse hiçbir
Müslüman'ın; canını, vatanını ve dinini savunması konusunda yan gelip
yatmasını haklı çıkaracak hiçbir özrü bulunamaz.
6- Bu çirkin
cinayet her ne kadar Siyonistlerin elleri ile işlendiyse de; birinci derecede
suçlu ve katil Amerika ve onun Müslümanlar aleyhine cinayetler işlemekten
usanmayan ırkçı, kibirli yönetimidir. Amerika, Siyonistleri daima
silahlandıran, işledikleri cinayetler için de onları ödüllendiren büyük
şeytandır. Bunun son Örneği de, katil Şaron'un ırkçı
yerleşim politikalarının devamı, Filistinli Mültecilerin memleketlerine dönme
haklarının reddi ile Kudüs'ün Siyonist düşmanın ebedi başkenti (!!) olması
yönündeki önerilerine onay vermesidir.
Ey İslam Ümmeti! Allah
Resulünün çağrısına koşun ve onun tebliğ ettiği gerçeklere iman edin.
"Üstün durumdayken gevşeyip barışa çağırmayın. Allah sizlerle beraberdir.
O amellerinizi asla eksiltmeyecek tir." (Muhammedi 35)
İHVAN-I MÜSLİMİN
Kahire 28 Sefer 1425 / 18 Nisan 2004
Fvântisi'nin kanı ümmetin boynunda bir emanettir. Ey İslam ümmeti;
İhvan-ı Müslimin Cemaati, direniş ve cihadın rumuzu,
zor günlerin adamı, Filistin ve dünyadaki İhvan Cemaatinin seçkin bir lideri
olan Rantisi'nin şehade-tiyle İslam Ümmetine isabet eden büyük bir faciayı göğüs-lemiş bulunmaktadır.
Rantisi ile beraber şehid olan iki
arkadaşı:
Şehid Ekrem Menşei Nessar
Şehid Ahmed Abdullah al-Gurre İhvan-ı Müslimin Cemaati
seçkin önderlerinden biri olan Dr. Rantisi'nin şehadet düğünü münasebetiyle aşağıdaki hususları te'kid etmektedir.
1- İlkin
kendimizle beraber İslami Direniş Hareketi (HAMAS)'ndeki
kardeşlerimizi büyük lider Dr. Abdülaziz şehid dr. abdülaziz rantisi
Rantisi'nin şehadeti dolayısıyla tebrik
ediyoruz. Cenab-ı Hakk'tan
şehidimizin yerini doldurmasını niyaz ediyoruz.
2- İslam
Ümmetinin Filistin, Irak ve tüm İslam vatanında işgalin sonra ermesi için
direnişle beraber olmasını ve onu her imkân ve vasıtalarla desteklemesini
bekliyoruz.
3- İslam
Ümmetini siyonist, Amerikan ve müttefiklerinin
işgaline karşı cihad seçeneği etrafında kümelenmeye
davet ediyoruz.
4-
Filistin'de devam eden soykırımların esas ortaklarından birini de Amerika
olarak görüyoruz. Şeyh Ahmed Yasin ve Dr. Abdülaziz Rantisi suikastleri bu
soykırımların sonu olmayacak, bu caniler işledikleri cinayetlere yenilerini
ekleyeceklerdir.
"O zalimler pek
yakında nasıl bir inkılâpla alaşağı edileceklerini göreceklerdir" (Şuara
sûresi:222)
FİLİSTİN İHVAN-I
MÜSLİMİN CEMAATİ
Sefer 28 1425/18.04.2004
Felluce Amerikan Canavarlarını Toz-Duman İçinde Bıraktı. Şerefli İnsanlar
Kıyam Etmeli Değil Mi?:
Geçen makalelerde
Irak'ın pek yakında Amerikan şeytanına galip geleceğini yazmıştık. Bizim
dışımızda da bu görüşü ifade edenler olabilir. Böylesi bir görüş ve kanaat
kuvvetler dengesindeki maddi hesaplara göre yapılmamıştır. Şayet bu Ölçülere
göre bir hesap yapılsaydı hiç kimse Irak'ın galip olacağını söyleyemezdi.
Irak'ın galip geleceğini tahmin etmek; ancak ilahi kanunları anlama ve ona göre
hükmetme ile mümkün olabilir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Çünkü onlar
yeryüzünde büyüklük taslıyor ve kötü tuzaklar kuruyorlardı. Hâlbuki kişi
kazdığı kuyuya kendi düşer. Onlar öncekilerin kanunundan (onlara uygulanandan) başkasını mı bekliyorlar?
Allah'ın kanununda asla bir değişme bulamazsın, Allah'ın kanununda kesinlikle
bir sapma da bulamazsın" (Fatır: 43). Ancak
Amerika'nın bütün hesap ve hayallerini alt üst eden bir tarzda zelil olacağını
kimse düşünemiyordu. Oysa Amerika'nın bu kaderi de Allah'ın yasalarından
biriydi. "De ki mülkün gerçek sahibi Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin
ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de
alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten senin her şeye gücün
yeter." (Al-i İmran: 26). Amerika heybetini kaybetti ve artık dünya
milletlerinin servetlerini gasp etme ve onlara terör uygulama gücünü devam
ettiremeyecektir. Ö haj.de Irak'ta olup biten olay tahminlerden öteye çok daha
büyük ve önemlidir.
Irak'taki Amerikan
yönetimi bugün tam manasıyla aciz ve bütünüyle felç olmuş bir durumdadır.
Savaşı idare etmekte çok hızlı bir başarısızlığa uğradı. Beyaz Saray kaygılı
görünüyor ve saplandığı bataklıktan bir çıkış arıyor. Uğradığı manevi çöküntüyü
tedavi edecek ucuz yalanlara sığmıyor. Ürettikleri bu yalanlar ise kendilerini
daha da rezil-rüsvay ediyor. Kasten ve tasarlayarak
Irak'ta çocuk, bayan, genç, ihtiyar demeden on binlerce masumu öldürmede
uzmanlaşan Amerikan zihniyeti yalanlarını örtbas etme konusunda tamamen aciz
duruma düşmüştür. Gerçekleri gizleme çabasındaki Amerika, güvenilirliğini de
kaybetmiş durumdadır. Artık hiçbir insan Irak işgalinin bahanesi olarak
Amerika'nın dile getirdiği insani hedefler vb. sözlere inanmamaktadır. En gelişmiş
modern uçaklarla dünyanın gözü önünde Felluce'deki
evleri bombalayan Amerika'ya artık kim güvenecek?
Amerika'nın kendi
kayıpları hakkında verdiği rakamlara da kimse güvenmiyor artık. Dünya medyası
verdiği gerçek rakamlarla Amerika'nın yalanlarını ortaya sermektedir.
Amerika'nın başına
gelen daha kötü durum ise ne yapacağını bilemez duruma düşmesidir. Kendisi
Irakta duramaz. Amerikan askerleri moral olarak tamamıyla çökmüş durumdadır.
Askerlerin kimi yatıştırıcı haplar ile ayakta kalabiliyor, kimi de intihar
etmeyi en çıkar yol görüyor. Amerika Irak'ı terk edemiyor. Çünkü hedefine
varmadan Irak'tan çıkıp gitmek demek en azından süper güç olmayı kaybetmek
demektir. İşte bu çıkmaza giren Amerika'nın durumu günbegün daha da
kötüleşmektedir. Bugün Amerikan şeytanından daha muzdarip ve sıkıntılı biri var
mıdır? "Ayrılın bir tarafa bu gün, ey günahkârlar!" (Yasin: 59).
Ufacık Felluce'nin kapılarında Amerika'nın nasıl bir
hezimete uğradığını görmüyor muyuz?
Amerika'nın Bu Denli Zelil Hale Düşmesi Müslümanların
Yararına Değerlendirilebilecek Önemli Gelişmelerin Yolunu Açacaktır:
Siyonist Yahudiler,
Amerika'nın Irak'ta perişan düşmesinden ilk zarar görecek olanlardır. Bunun
birkaç nedeni vardır. Her şeyden önce Amerika'nın burnunu Irak işine sokan
Siyonistlerdir. Az bir zaman sonra Amerika uyanacak ve Siyonistlere kol-kanat
geren politikasının kucağında yılan beslemek olduğunu anlayacaktır. İş, bu
noktadan daha da ileri gidecektir. Artık Amerika'nın Siyonistlerin Amerikan
devletinin geleceği için bir tehlike olduğunu hissetmeye başladığı görülüyor.
Yine Siyonist
çetelerin en büyük müttefiki olan Amerika'nın Irak'ta hezimete uğraması
Siyonist teröre sürdürdüğü desteği zayıflatacaktır. (Aynı şekilde Amerika'nın
Irak'taki yenilgi ve bozgunu Siyonistlerin Nil'den Fırat'a kadar hayallerini
kurup Irak'ın işgaliyle de bunun zamanının geldiğine inandıkları Büyük İsrail
rüyasını da sona erdirecektir.)
Yine Siyonistlerin
Amerika'yı kendi emelleri için kullanma ve Amerika'nın bölgedeki varlığım,
İslam Ümmeti üzerindeki nüfuzlarını genişletmek için bir fırsat olarak
değerlendirme konularındaki emelleri de buharlaşıp gitti. Hassaten Arap ve
İslam alemindeki, özellikle de Filistin'deki İslami Hareketi vurmak için
Siyonistler Amerikan kılıcını kullanıyorlardı. Amerika'nın Irakta hezimete
uğraması Siyonistleri bu imtiyazlarından da mahrum bırakacaktır.
Amerika'nın Irak'taki
hezimetinden zarar gören diğer bir kesim de her fırsatta Amerika'nın güçlü
olduğu ve realiteyi görmemiz, fırtınaya karşı eğilip oturmamız gerektiğini
söyleyenlerdir. Onlara göre Amerika yenilmezdi. Bu tür adamlar gerçekte
Amerika'yı Allah'ın dışında rab edinmişlerdir. Bugün böyleleri rablerinin
Irak'ta mücahidler karşısında zelil düştüğünü görünce
şaşırıp kalıyorlar. Böylesi tipler bundan böyle artık Müslümanlar arasında
umutsuzluk yayacaklardır.
Irak'taki Amerikan
bozgunundan zarar gören diğer bir kesim de onun batılı müttefikleridir. Batılı
devletlerin bazısı Amerika'nın Irak'a karşı açtığı savaşa alelacele katılmış ve
onunla beraber Fırat'ın derin sularına dalmıştır. Bunlardan kimi tehlikeyi
hissetmeye başladı. İngiltere, İspanya, İtalya ve Japonya halkı yöneticilere
öfke ve lanet yağdırıyor. Batılıların bazı devletleri de beklemekte; ancak tehlikenin eninde
sonunda kendilerini de saracağını anlamış durumdadırlar.
Amerika'nın Irak
yenilgisinden zararda olan bir kısım da kendilerini, milletlerinin şeref ve
çıkarlarını Amerikan şeytanına satan yöneticilerdir. Bunlar halklarıyla
düşmanlık içindeler. İktidarda kalmaları Amerika'nın desteğine bağlıdır. İşte
böyleleri de bugün korkmaktadırlar. Amerika'nın yardım ve himayesinin
sürdürülebilmesi konusunda ciddi korkular yaşamaktadırlar.
Tüm bu sayılanlar bu
ümmetin şerefli evlatlarına hareket etmek için büyük bir hrsat
veriyor. Geçmişine, bugününe ve geleceğine güven duyan bu şerefli insanlar,
hiçbir kmayıcmm kınamasından korkmamalılar ki, bugün
ümmetin yaşamakta olduğu kırılma halini kaldırıp yerine yeni bir gerçeklik koyabilsinler.
Mevcut yenilginin
kayıtlarını çözmek için gerekli her çabayı göstermenin zamanı gelmiştir artık.
İslam ümmetini layık olduğu dereceye yükseltip oturtmak için ihlâsla çalışmanın
zamanı gelmiştir. Ve bu ümmetin çocukları, gençleri kadınları ve ihtiyarları
için güven ve istikrar dolu bir hayat hazırlamanın da zamanı gelmiştir. İslam
ümmetine layık bir gelecek inşa etmenin, Müslümanların sırtından ar, zillet,
ve yenilgi tozunu temizleyip onların gasp edilmiş şereflerini geri almanın
zamanı gelmiştir.
Onurlu insanlar tüm
bunları gerçekleştirmek için yakında harekete geçecekler mi? Allah'tan böyle
olmasını diliyorum.
Dr. Abdülaziz Rantisi, Hamas hareketinin - hem
Filistin'de hem de dışında - önemli bir lideri olarak biliniyordu.
Dolayısıyla Hamas'm sözcülüğünü de o yapıyordu.
Kendisiyle gerçekleştirilmiş çok sayıda röportajlar, basın-yayın görüşmeleri
bulunmaktadır. Dr. Rantisi daima açık ve net
konuşmalarıyla Hamas hareketinin stratejisi ve
hedeflerini açıklardı.
Aşağıdaki satırlarda
kendisine yöneltilmiş bazı sorulara verdiği cevapları bulacaksınız. Bu
cevaplarda Hamas'm sağlam İslami esaslara dayalı
riyaseti net bir şekilde görülmektedir.
Soru: Siz 14
Aralık 1987'de oluşturulan Hamas'm kurucularından
biriydiniz. Hamas'm 16. kuruluş yıl dönümünde
acısıyla tatlısıyla geçen bu yıllan nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cevap: Diyebilirim
ki, Hamas 16 yılda ilerleme yönünde birçok değerli
adımlar atmıştır. Hamas, 1987'de sadece mahalli bir
hareket olarak başladı. Hatta sadece Gazze Şeridine
münhasır bir hareketti. Şimdi ise Hamas, etkisi
mahalli ölçülerin dışına taşan evrensel bir hareket haline gelmiştir. Hamas, kendi kitlesi içinde bile mahalli bir konumda
bulunuyordu ilk önceleri. Fakat şimdi destekleyenleri ve yardımcıları artmış
ve bunlar sadece Filistin içinde değil, bütün dünyaya yayılmış bulunmaktadır. Hamas, askeri mücadele seviyesinde de çok güzel gelişmeler
elde etmiştir. İlk doğduğu vakit silahı "taş"dı.
Sonra kurşun ve peşinden Siyonist devleti sarsan şehadet
eylemleri... îstişhadi eylemler, Siyonistlerin
Filistin ve Araplar aleyhine düşündüğü planları suya düşürdü. Ve hatta bu
eylemler İsrail'in varlığını sürdürme konusundaki umutlarını bile yok etti.
Soru: Sözlerinizden
Hamas'm direnişçi bir sahadan siyasi bir harekete
dönüştüğünü anlayabilir miyiz? Yani Hamas'm hedefleri
değişti mi?
Cevap: Hayır.
Hamas intifada ve cihad
cenahıdır. Çünkü İhvan-ı Müslimin bir ıslah
hareketidir. Hamas ise kitlesel bir harekettir ve
üyeleri arasında İhvan-ı Müsli-min'e
bağlı bulunmayanlar da vardır. Yani Hamas işgale
karşı duran yumruktur.
Soru: Şimdi
İhvan-ı Müslimin ile ilişkileriniz ne durumda?
Cevap: Hamas önderliği İhvan-ı Müslimin
hareketinin faal şeklidir. Dolayısıyla da biz Filistin'de İhvan-ı Müs-Hmin'i temsil ediyoruz.
Soru: Hamas Filistin sahasında direniş gösteren son yapılanma
sayılıyor. Bu kısa zamanda ikinci büyük güç haline gelmeyi ve hatta birinci
güç konumundaki FKÖ ile yarışabilmeyi nasıl başardınız?
Cevap: Başarımızda
rol alan en önemli faktör; bizim Müslüman milletle uyumlu olmayı sağlayan
İslami ve inançlı bir hareket olmamızdır. Hamas'm
istediği şey milletimizin inandığı şeydir. Biz tarihin derinliklerine kök
salan bir hareketin parçalarıyız. Hamas, İhvan-ı Müslimin'in bir uzantısıdır. İhvan'm
ise güçlü ve sağlam kökleri mevcuttur. Buna ilaveten cihad
akidemiz kitleler nezdindeki sadakat ölçümüzdür.
Bizim söylediklerimizle yaptıklarımız arasında bir çelişki yoktur. Bu,
hareketimizin yüce bir ölçüsüdür ki, bu sebeple insanların bize olan güveni ajtarak devam etmektedir.
Soru: Hamas'ın diğer direniş hareketleri üzerinde bıraktığı ne
gibi etkiler var? Örneğin İslami köklere sahip bir Fetih Hareketi var. Bu ve
diğer İslami yapılanmalar üzerinde Hamas'ın
bıraktığı etkiler nelerdir?
Cevap: Fetih
hareketinin laik bir hareket olduğu inkâr edilemez. Sadece askeri eylemler
üzerine dayalı bir yapısı vardı. Siyasi bir harekete dönüştüğünde dini ve
akaidi pusulayı kaybetti. İşte bu durum İhvan hareketine yaradı. Biz, İslam'ı
bütün kapsamıyla alıyoruz; siyaset, düşünce, davet ve ibadet olarak. Bazı
İslami hareketler İslam'ın bir parçasını alıp diğer parçasını bırakıyor. Hatta
bazı İslami hareketler cihad fikrini desteklemiyor.
Kimi de hem siyaset hem de cihadı terk etmiş. Davet yönünü bir tarafa bırakmış
hareketler de var. Bize gelince; biz, İslam'ı bir bütün olarak almaya
çalışıyoruz.
Soru: Hamas niçin FKÖ ile müşterek bir çalışma yapmıyor?
Cevap: Çünkü
FKÖ Hamas ile beraber çalışmak istemiyor. FKÖ Hamas'ı kendi abası altına almak ve Hamas'm
Siyasi Programını lehlerinde olarak kendi siyasi programları içine almak
istiyorlar. Şayet FKÖ, Hamas'ı kendine has varlığıyla
kabul edip katılımcı bir sisteme dayalı bir ortaklık isteseydi biz buna
katılırdık. Ancak FKÖ'nün bunu kabul etmesi mümkün görünmüyor. Çünkü böylesi
bir şey onların siyasi programlarının aleyhine işleyecektir. FKÖ, ancak bu
hatalı siyasetin gölgesinde varlığını sürdürebilir.
Soru: Geçen
16 yıldan sonra birçok gelişmeler oldu. Hamas
programının içerdiği yemine uygun olarak işleri nasıl yürütebiliyor?
Cevap: Unutmamamız
gereken bir şey var ki biz siyasi programımızın çizdiği çerçeveden dışarı
çıkmayız. Bu çerçeve de İslam'dır. Hamas, Filistin
halkına kendi topraklarında devletini kurma hakkını ve bundan taviz verilemeyeceğini
ifade eden İslami çerçeveyle daima uyumlu olarak faaliyet yürütmüştür. İslami
mukaddesatı geri almak için işgale direniş göstermek yasal bir hakkımızdır.
Soru: Hamas'da kararlar nasıl alınır?
Cevap: Biz
İslami bir hareketiz. Aldığımız her karar şura iledir. Şura bağlayıcıdır.
Çoğunluğun görüşü kabul edilir. Biz kendi aramızda görüşür ve içeride yahut
dışarıdaki herhangi bir olayı tartışır ve çoğunluk hangi yönde görüş
belirtirse o görüşü alıp uygularız. Çoğunlukla alman görüşe herkes katılır.
Soru: Hamas kuruluşundan şimdiye kadar birçok darbeler yedi. Bu
darbelerde nasıl kurtulup yoluna devam edebilir?
Cevap: Hamas, her sahada çok sayıda güçlü darbeler aldı. Suikastler, altyapının yok edilmesi, sürgün ve tutuklamalar
bunlardan bazılarıdır. Buna r-ağmen yediği her darbeden
sonra öricekinden daha güçlü olarak ortaya çıktı. Bu Hamas'ın milletin gonlündekini
yansıtmış olmasından başka bir şey değildir. Hamas
düşmanla yüzyüze olduğu zaman kitlelert
daha çok onun arkasında saf tutuyor. Bizi ne kadar çok vurdıilarsa
halk da etrafımızda o kadar çoğalmaya ve kenetlenmeye başladı. ^
Soru: Hamas Şeyh Salah Şahade, Dr.İbrahim el- Mukaddime, Mühendis İsmail Ebu Şeneb ve Cemal Mensur gibi
seçkin önderleri kaybetti. İntifadanm
gerçekleştirdiği şey bu zararını giderebilecek mi?
Cevap: Hamas gibi İslami bir hareket ile Siyonist düşman arasında
geçen mücadelede şehidleri zarar hanesine yazmak
mümkün değildir. Biz, Filistin'in kurtuluş mücadelesi için büyük bir proje ve
hedef üzerindeyiz. Başta Filistin halkının bağımsızlığı bu projenin ilk
adımıdır. Bu büyük hedeflerin gerçekleşmesi için önemli bazı şahsiyetlerin şehid düşmesini zarar saymak mümkün değildir. Büyük hedefler
büyük kurbanlara muhtaçtırlar.
Soru:Hamas
safında mücadele eden şimdiki kuşağın hedeflerine ulaşacağına inanıyor musunuz?
Cevap: Hakikat
şu ki ben, Allah'ın izniyle bu kuşağın hedeflerine ulaşacağına dair bir güven
taşıyorum. Şimdiki olumsuz realite hedeflere ulaşmada bazı geciktirecek sebep
olabilir. Direnişin ihtilalci Siyonistleri zorda bırakıp çıkmaza koyduğu her
defasında Filistin yerel yönetiminin izlediği politika işi bozuyor. Filistin
sultası yanlış bir algılama sonucu bizim sultayı yok edeceğimizi kazanımlarına
konacağımızı veya onlara alternatif olacağımız şeklinde hatalı bir düşünceye
sahip. Biz, onlara bu konularla ilgili düşüncelerinden dolayı rahat olmaları
gerektiğini ifade ettik. Ve ifade edilen şeylerin hiç birini yapmayacağımız
bildirdik. Bakıyorsunuz ki işgalci güç bir çıkmaza girince Filistin sultası
hemen cömertçe girişimlerde bulunuyor. Bu durum haliyle bizi zora sokuyor. Bu
olumsuzluklarla beraber ben, bu neslin hedeflerini gerçekleştireceğini ve zafer
elde edeceğini söyleyebilirim. Şundan da eminim ki Siyonist düşman bu millete
karşı duramayacaktır.
Soru: Direnişi
sürdüren gruplar ile Filistin yönetimi arasında intifada konusunda niçin tek bir
siyasi ve askeri plan göremiyoruz?
Cevap: Gerçekten
üzücü olan bir durumdur bu. Farklı direniş gruplarının değişik hederleri
mevcuttur. Bazı grupların belli bir merhale için çözüm olarak gördüğü şeyi
diğer biri nihai çözüm olarak görüyor. Bazı grupların stratejik bir hedef
olarak gördüğü şeyi başka gruplar taktik bir hedef olarak görebiliyor. Hedefler
ve onlara ulaştıran vesilelerde bu şekilde farklılıklar devam ettiği sürece bu
gurupların tek bir siyasi ve askeri program üzerinde birleşmeleri zor görünüyor.
Kimi Filistin'den Ödün vermenin mümkün olduğunu söylerken, kimi de bunun İslam
şeriatına aykırı olduğu görüşünde.
Soru: Hamas neden hareketin sabitelerini koruyup uluslararası güç
dengesi ile de uyumlu bir esneklik sağlayan siyasi bir plan Önermiyor?
Cevap: Biz
işgal altında ezilen bir ulusuz. Hal böyle olunca bizim tek çaremiz işgali
'kovmaktır. Tek planımız budur ancak.'Bu da direnişle mümkün olabilir sadece.
Biz, hakkımızın bütününden bir kısmının verilmesini kabul edemeyiz. Biz
boşlukta yaşayamayız. Uluslararası güç dengelerinin varlığını biz de
biliyoruz; ama vatanımızda bağımsız yaşama hakkımızın varlığını ve bunu elde
etmek için de ruhlarımızı feda etmemiz gerektiğini de biliyoruz.
Uluslararası güç
dengeleri realitesi bizim haklarımızdan ödün vermemizi gerektirmez. Çünkü
haklarımızdan ödün vermek, şerefimizden ödün vermek demektir. Uluslararası güç
dengeleri ile uyumlu ve esnek plan denilen şey; Filistin halkının meşru
devletlerini kurması konusundaki bütün haklarından vazgeçmesi demektir. Bu
seviyeye varmayan her esneklik ve yumuşaklık dünya şer güçleri tarafından
kabul edilmeyecektir. Gündemdeki Arafat ne yumuşaklıklar gösterdi. Daha
Filistin halkı için hiçbir şey sağlamamışken Filistin topraklarının % 78'inden
vazgeçti. Sonra Batı Şeria ve Gazze
Şeridi bölgelerindeki bazı topraklar üzerinde tartışma başladı ve son olarak
Arafat barış önünde bir engel olmakla itham edildi.
Oysa Arafat'ın
kendisine Nobel Barış Ödülü vermişlerdi. Biz Arafat'ın verdiği tavizleri kabul
etmiyoruz. Şer güçleri ikna edecek taviz ve yumuşaklıkları tanımıyoruz. Bizim
tek çıkar yolumuz bir tek karış toprağımızdan ödün ver-memeksizin
işgale karşı direnişi sürdürmektir. Şer güçleri ikna, ancak bu şekilde mümkün
olabilir.
Soru: Uluslararası
değişen dengelerin gölgesinde intifada nereye doğru yol alıyor.
Cevap: İntifada
milli bir karakterdedir. O, Filistin halkının meşru mücadele hakkıdır. İntifada'nm uluslararası değişen durumlardan etkileneceğine
inanmıyorum. Dahası ilerde daha da yükselerek devam edecektir. Biz Siyonist
düşmanın milletimize yaptığı zulme karşı duruyoruz. Ve bu duruşun bize pahalıya
mal olacağım da biliyoruz. Zulüm katmerleşip yardımcıları da çoğaldı diye
direnişimizi bırakacak, vatanımız ve mukaddesatımızdan ödün verecek değiliz.
Bizim lisan-ı halimiz şu ayeti okuyor; "De ki; siz bizim için ancak iki
iyilikten birini beklemektesiniz. Biz de, Allah'ın ya kendi katında veya bizim
elimizle size azap vermesini bekliyoruz. Haydi, bekleyin; şüphesiz biz de
sizinle beraber beklemekteyiz/'
Soru: Amerika,
İsrail ve Avrupa'nın Hamas aleyhine başlattıkları
hamlenin gölgesinde Hamas'm geleceğini nasıl
görüyorsunuz?
Cevap: Hamas kitlesel bir cihad
hareketidir. Amerika, İsrail ve Avrupa'nın aleyhimize başlattığı hamle bizi
daha da güçlendirecek ve halkın etrafımızda kenetlenmesini sağlayacaktır. Halk
kitlelerinin bize olan geçmiş güvenleri katlanarak devam edecek. Çünkü bu halk
Hamas'ın kendi sesleri olduğunu ve milletimize
yapılan zulmü defetmek yolunda mücadele ettiğimizi imanı gibi idrak etmiş bulunmaktadır.
Hamas'm ne Avrupa ne de Amerika'da mal varlığı mevcut değil.
Dolayısıyla Allah'ın düşmanları Hamas'a bir zarar
veremezler. Bizim en büyük mal ve sermayemiz bize her türlü desteği sağlayan
Arap ve Müslüman kitlelerdir.
Soru:Ateşkes'e'
hazır mısınız? Ateşkes için her halükarda istediğiniz karşılık nedir?
Cevaprkerkes biliyor ki biz 50
günden fazla bir süre ateşkes kararını uyguladık. Ancak Siyonist düşman buna
uymadı. Ve. Filistin evlatlarını katletmeyi, Filistin halkının şehirlerini yok
edip alt yapısını çökertmeyi ve îslami mukaddesata
hakaret etme eylemelerini sürdürdü. Siyonistler, başta Mescid-i
Aksa'ya saygısızlık ettiler. Yine Siyonist
zindanlarda onlarca yıldır tutsak tutulan tutuklular bırakılmadı. Tam tersi
Siyonist terörün Genelkurmay Başkanı Yelun, mevcut
sükûnetin Filistinlilerin yenilgisi olduğunu kasıla kasıla
ifade etti. Zaten biz, iki şey için sükûnet fırsatı verdiğimizi söylemiştik.
Birincisi; ulusal birlik kararma uymaktır. İkincisi; direniş seçeneğini elde
tutmaktır. Geçen zaman bizim haklı olduğumuzu gösterdi. Bugün topyekün bir savaş ve yıkımla karşı karşıya kalmış
durumdayız. Ateşkes kararma uymamız bizim için hezimet ve yenilgi; Cani Şaron ve terör örgütü MOSSAD için büyük bir zafer olarak
algılanıyor.
Soru: Filistin
sahasında gücü giderek artan Hamas'm gelecekteki
stratejisinden bahseder misiniz?
Cevap: Hamas'ın dayandığı strateji sınırlı bazı konular üzerine
yoğunlaşır. Bu konular şunlardır.
1- Gaspedilmiş topraklarımızın tek bir karışından Ödün
vermeyiz.
2- Kuvvetler
dengesinde Siyonist düşman lehinde açık bir dengesizlik bulunmaktadır. Biz
onların sahip olduğu askeri teçhizata sahip değiliz.
3- Biz öyle
bir inanca sahibiz ki, bu inançtan doğan irade, düşman karşısında gerileme veya
hedeften vazgeçme diye bir şey tanımaz. Bu böyle bir inançtır ki, onun gölgesinde
akide ve vatan hariç her şey kurban edilir.
4- Araplar
ve İslam ümmeti zayıf, gevşek bir haldedir. Bu halleriyle Filistin halkına
yardım takatleri kalmamış. Uluslararası camia ise Filistin halkının arzu ve
emellerine ters bir istikamette durmakta ve Siyonist terörü desteklemektedirler.
Bu durum karşısında Hamas'ın Stratejisi iki sabit
çizgide belirginleşiyor. Birincisi; işgale karşı direniş ve Siyonist düşmanın
saldırılarını püskürtmektir. İkincisi;
Filistin sahasında birliği korumak ve Filistin safını iç çatışma tehlikesinden
korumak. Bundan dolayı bizim için direniş tek seçenek ve
arzulanan hedeflere ulaştıracak tek stratejidir.
Soru: Hamas hareketi Siyonistlerin Gazze
şeridinden çekilecekleri yönündeki fikirlere nasıl bakıyor. Sizce Şaron bu konuda Samimi bir niyet taşıyor olabilir mi?
Cevap: Siyonist
düşman Gazze'de kalmayı düşünmüyor. Ancak Gazze'den çıkmasına bedel olarak alacağı şeyleri
düşünüyor. Gazze'de uzun süre kalmanın hem
güvenlik, hem ekonomik, hem de manevi
olarak gerçekten yüksek faturası oldu. Artık Siyonistler ciddi olarak Gazze cehenneminden çıkmayı düşünüyorlar. Ancak Şaron buna karşılık olarak Batı Şeria'dan
bir şeyler elde etmeye çalışıyor. Yahudi yerleşim alanlarını buralara taşımak
ve Batı Şeria'nm %60 civarında toprağını içine alan
duvar için destek bulmak arayışları bunlardan bazılarıdır. Eğer bu konularda
başarılı 'olamazsa bu hedefleri gerçekleştirmek için batının desteğini almaya
çalışacaktır.
Soru: Gözlemcilerin
çoğu Hamasi Filistin halkının idaresini ele almaya ve Filistin yönetimine
alternatif olmaya çalışmakla itham ediyorlar. Sizin yorumunuz nedir?
Cevap: Realite
şu ki, Filistin Yerel Yönetimi intifadaya alternatif olarak icad
edilmiştir. Hamas,,,daha önce dediği gibi şimdi de
şunu söylüyor: Biz Milli Mücadele mer-halesindeyiz ve
henüz bir Filistin yönetiminin oluşabilmesi için vakit erken görünüyor. Çünkü
ihtilalin gölgesinde kurulacak bir yönetim zaten işgalci Siyonistlerin varmak
istediği hedeflerden biridir. Bunu biz Afganistan, Çeçenistan
ve Irak'ta da görmekteyiz. FKÖ'nün düştüğü en büyük yanlış işgalin gölgesinde
bir yönetimin kurulmasını kabul etmesidir. Bugün bu yönetimin içinde yer almış
birçok kişinin yerel yönetimin kaldırılmasını istedikleri zira bunun işgalin
yararına olduğunu söylediklerini görüyor ve duyuyoruz. Yine kamuoyu
araştırmaları da Filistin halkının bugün üçte ikisinin yerel yönetimin
kaldırılmasını istediğini ortaya koymaktadır. Bütün bunlar Hamas'ın
takip ettiği siyasetin Filistin gerçeğine ne kadar uyumlu olduğunu
göstermektedir. Hamas'ı Filistin halkının yönetimine
el koymak ve Filistin yönetimine alternatif olmaya çalışmakla itham eden kişiler
bu varsayımlarını doğrulayacak tek bir delil bile goste-remiyorlar. Bu gibi varsayımlar İslami Direniş Hareketi HAMAS'i Filistin sahasında destekleyen geniş kitleleri
olumsuz yönde etkilemek amacını taşımaktadır. Ancak bu gibi spekülasyonlar
halkımızı HAMAS'dan koparamaya-caktır.
Soru: Filistin
yönetimi içinde baş gösteren tartışmaları nasıl yorumluyorsunuz? Muhtemel bir
istikrarsız halinde HAMAS'm rolü ne olur?
Cevap: Baş
gösteren tartışmalar için yapılacak tek yorum bunun bir "koltuk"
meselesi olduğudur. Herkes yürütmenin sadece kendi elinde olmasını istiyor.
Muhakkak ki bu tartışmaların her grup ve her şey üzerinde olumsuz bir etkisi
olacaktır. Böylesi bir durumda HAMAS meydana gelen olumsuzluğu tamir için her
çabayı harcayacaktır. Biz istikrarın sürmesini istiyoruz. Çünkü istikrarsızlık
hali ancak işgalci Siyonistlerin işine yarayacaktır.
Soru: Siz, Hamas'ın sınırlar konusundaki stratejisini terk edip 67
sınırı üzerinde bir devlet kurulması ve İsrail'in tanınması şeklinde fikirler
taşımakla itham ediliyorsunuz. Tabir caizse bu varsayımlara nasıl cevap
verebilirsiniz?
Cevap: Reuter (royter) ajansının
yayınladığı bu asılsız haberi hemen yalanladık ve kamuoyu önünde gerçeği açıkladık.
Her kim HAMAS'ın bu konudaki sabit konumunu bilmek
istiyorsa misakına (tüzüğüne) baksın. Reuter ajansına
da söylediğim şey buydu. Ancak Reuter, sözlerimi
bilerek saptırdı. Biz işgalci Siyonist bir devletin kabulünü İslam şeriatına
aykırı buluyoruz. Bu nokta bizim ile Filistin Yönetimi arasındaki önemli görüş ayrılıklarınd andır, islam
Şeraitine göre vatanın tek bir karışından vazgeçmek caiz değildir.
Soru: Filistin
Yönetiminin Amerika ve Siyonistlerin taleplerim boyun eğerek Hamas üyeleri ve Kassam Birliklerini takip ve kovuşturma
artma alırsa İslami Direniş hareketinin tavn ne olur?
Cevap: Filistin
Yönetiminin 96'da düştüğü acı tecrübeden sonra bu tehlikeli ve yararsız
teşebbüse bir daha dönmesinin kendisine bir yarar sağlamayacağına inanıyorum.
Diğer yandan biz bugün 96'da bulunduğumuz konumdan tamamen farklı bir
konumda.bulunuyoruz. Artık bugün Filistin halkı siyasi çözüm denilen oyuna
inanmıyor. Dolayısıyla Filistin halkının tek seçeneği ancak direniştir.
Filistin yönetimini kuran siyasi projenin de geçen zaman içinde başarısız ve
yıkıcı bir proje olduğu ortaya çıkmıştır. Filistin Yönetiminin önünde Filistin
halkının direnişine katılmaktan başka bir seçeneğinin olmadığını görüyorum.
Soru: Size
göre ırkçı, ayırımcı duvarın inşası şehadet
eylemcilerinin operasyonlarını durdurabilecek mi?
Cevap: Şimdiye
kadar hedefleri vurmada üstün bir başarı kaydeden Filistin direnişi bu engeli
de aşmaya kadirdir. Gelecek günler gösterecek ki Siyonist düşman bu duvarın
inşasına harcadığı servetten dolayı bin pişman olacaktır. Bu korkak düşman pek
yakında direnişin darbelerinden kaçmanın imkânsız olduğunu anlayacaktır. İs-lami direniş, duvara rağmen işgal altındaki Filistin topraklarında
istişhadi eylemleri başarıyla tamamlayacaktır inşa allah.
Soru: Hamas'ın siyasi önderliği ile askeri cenahı teşkil eden
Kassam Birlikleri arasındaki ilişki ve sistem nasıldır?
Cevap: Gerçek
şu ki Hamas'm siyasi önderliği hareketin genel
siyasetini çizen yetkili organdır. Askeri cenah sayılan İzzeddin
el-Kassam Birlikleri ise siyasi önderlikten ayrı tam bir serbestlikle çalışır.
Ancak faaliyetlerini genel siyasete uygun olarak yürür. Örneğin siyasi önderlik
iç çatışmaları yasakladıysa haliyle Filistinli bir vatandaşa kurşun sıkmak
yasak olur. Böylesi bir durumda askeri cenah siyasi önderliğin siyasetine sıkı sıkı bağlı kalır ve o çerçeveden asla çıkmaz.
Soru: Hayati
kararların alımında karan kimler alır? Bu kararlan sadece Filistin'in içindeki
liderler mi alır yoksa dışındakiler de buna katılır mı?
Cevap: Islami Direniş Hareketinin hayati kararları alan bu
hareketin siyasi önderliğidir. Siyasi önderlikte de değişik yerlerden insanlar
olur. Gazze Şeridi, Batı Şeria,
tutukevleri ve dışarıdakiler bu kararlan şura sistemi esasına göre alırlar.
Bizde şura kararları bağlayıcıdır.
Soru: Günbegün
ağır bir hal alan Siyonist işgalci gücün elindeki esirler ile tutukevlerindeki
tutuklular konusunda Hamas'ın stratejisi nedir?
Cevap: Esir
ve tutukluların serbest kalmasını sağlamak milli ve ahlaki bir ödev olmaktan
önce dini bir vecibedir. Bu amaçla
geçen zaman zarfında Hamas, işgal güçlerinden çok
sayıda askeri tutukladı. Bundan da amacımız düşmanın elindeki kahraman
esirlerimizi değişim yoluyla kurtarmaktı. Hareket bu türden tam on iki
operasyon gerçekleştirmiş bulunmaktadır, Hamas
esirler konusunu öncelikli gündemine almaya da devam etmektedir. Ve biz bu
esirlerimizi kurtarmanın tek çaresinin düşman askerlerini tutuklamak olacakını
anlamış bulunmaktayız. Ortada başka bir seçeneğimiz bulunmamaktadır. Gelecekte
de bu konu hakkındaki stratejimiz eskisinden farklı olmayacaktır. Biz Allah'ın
izniyle esirlerimizi kurtaracağımıza dair tam bir güven içindeyiz.
Soru: Hamas işgale karşı niçin yeni yöntemler uygulamıyor.
Örneğin Filistin dışında rehin ve kaçırmalar ve bunlar üzerinden yapılacak
görüşme ve pazarlıkla esirleri kurtarmak gibi?
Cevap: Hamas'ın siyaseti çalışma sahasını genişletmeme temeline
dayanır. Dışarıdaki bir kaçırma olayı durumunda hareket olayın geçtiği ülke ile
de bir çatışma kapısı açmış olur. Hamas'm çatışmayı
Filistin topraklan çerçevesinde tutma siyaseti bundan böyle de devam
edecektir. Çünkü çatışma sahasını genişletmek ne Hamas'a
ne Filistin halkına ne de Filistin sorununa bir fayda sağlamaz.
Gazeteci Esma Enver Şuhate, Şehid Rantisi'nin
eşiyle bir röportaj gerçekleştirdi. Bu röportaj "Afak Arabiy-ye"
gazetesinde yayınlanmıştı. Aşağıdaki satırlarda bu röportajı okuyacaksınız.
*Şehid
Rantisi ile ilk tanışmanız nasıl olmuştu?
**Liseyi bitirmiş bir
genç kızdım o dönemde İslami hareketle bir ilişkim yoktu, ama ayaklarım yere
basıyordu, yani genç kızlar gibi aşk vb. ilişkilere kulak aşmazdım. Üniversite
öğrenimini tamamlamak için büyük bir arzu taşıyordum. Ancak babam bunu kabul etmedi.
Çünkü üniversiteyi okumak demek Mısır'a gitmek demek... Ebu
Muhammed ( Dr. Rantisi) beni istediğinde, gördüm ki
bir genç kızın isteyebileceği bütün özellikler onda mevcut. Özellikle de doktor
olması... Çok düzenli, disiplinli bir hayat sürmesine rağmen tek bir gün ne bir söz ne de bir
hareketle beni incitmediğine şahitlik
ederim.
*Şehid
Rantisi'nin karşılaştığı zorluklar sîzi nasıl etkiledi?
**Hem birinci hem de
ikinci intifada dönemindeki tutuklanması zamanında psikolojik olarak hazırlıklı
durumdaydık. Hakikaten ilk günlerde bu durum bana zor gelmişti. Ancak' Allah'ın
bunu bizim için bir kader olarak yazdığına imanın ve -eşimin yokluğunda onun
bizleri koruyacağına plan güvenim, benim güçlü olarak ayakta kalmamı
sağlamıştır. Hepimizin bilmesi gerekir ki, Ebu
Muhammed'in Allah'ın rızasını talep için otuz yıla aşkın bir süre yürüdüğü cihad yolu hakiki saadete ulaştıran doğru yoldur. Cihad yolu güllerle değil engellerle doludur. Bu yolda
fedakârlık göstermek gerekir. Ancak bu yolun sonundaki hedeflere ulaşma
umudum, yoldaki zorluklan tatlılaş-tırıyor. İlahi
yolun kanunu budur, Hz. Adem ( a.s) babamızdan günümüze dek bu kanun geçerli
ola gelmiştir.
* Dr. RANTİSİ
çocuklarının eğitim ve terbiyesi konusunda nasıl biriydi?
** Dr. Rantisi işlerinin en yoğun olduğu anlarda bile gergin
değildi. Ev gazetecilerle tıklım tıklım dolu bile
olsa o herhangi bir odaya gider bir şey alır torunları, kayınvalidesi veya
kızlarından birini görünce hemen gülümseyiverir ve hal hatırlarını sorardı.
Akrabalarla ilişkileri sürdürme konusunda pek hırslıydı. Bir telefonla da olsa
bu ilişkiyi devam ettirirdi. Çocukları ise çok severdi, özellikle sayıları 14'e
ulaşmış torunlarını... Babasının suikastinde
yaralanan Ahmet ( 21), ona hem ahlaken hem de şeklen benzeyen oğludur. Dileğim
o ki Ahmed de babasının yolunda yürüsün. Rantisi vakit bulduğu zamanlar arkadaşlarıyla evde tenis
oynardı. Gençleri de öz güven ve tevazu aşılamak maksadıyla kendisiyle tenis
oynamaya teşvik ederdi.
* Rantisi, Şeyh
Yasin'in Şehadet haberini nasıl karşılamıştı?
** Dr. Rantisi kendi komutanı Şeyh Yasin'in şehadetin-den
fazlasıyla etkilendi. Bu durum Şeyh'in taziye günlerinde belirgin bir şekilde
görülüyordu. Şeyh Yasin'i anmak için düzenlenen programda onu gördüğümde Şeyh
Yasin adını telaffuz eder etmez ağladı. Şeyh'in bıraktığı emaneti yüklenmeden
dolayı iki büklüm olmuş gibiydi. Ancak bu durum onun Şeyh Yasin ve şehid arkadaşlarının yolunda koşar adım yürümesine engel
olmadı.
* Gitmeden önce Dr. Rantisi'nin
size vasiyeti ne oldu?
**Dr. Rantisi otuz yıl süren cihad
hayatında Allah için cihad eden bir erdi. Hayatının
ahlak, siyaset ve ibadet vb. bütün alanlarında Allah'ın yolunda yürüdü. Bu
haliyle örnek bir şahsiyetti. İşte onun bize en büyük vasiyeti budur. Ve inşaallah biz onun yolunda yürüyeceğiz.
* Dr. Abdülaziz Rantisi'nin
şehadet haberini nasıl karşıladınız?
**Kocasını kaybeden
her bayanın hissettiklerini ben de hissettim. Ancak dengemi bozmadım. Allah'a
olan iman ve güvenim kaybolmadı. Bu da Allah'ın bir nimeti ve fazlıdır elbette.
Evden çıktıktan birkaç dakika sonraydı ki patlama sesini duydum. Hedefin eşim
olduğuna kaniydim. Hemen
Aksa'nın Sesi Radyosuna koştum. Artık yatsı ezanı okunuyordu.
Namazdan sonra Rantisi'nin arabasına hedef alan bir
saldırının olduğu ve bir arkadaşının şehid olduğu
kendisinin de yoğun bakımda olduğu haberi yayınlandı. Dilim
"Elhamdülillah" zikrini tekrarlayıp duruyordu. Sonra abdest alıp
yatsıyı kıldım ve bana çocuklarıma sabır versin diye yüce Allah'a dua ettim.
* Dr. Rantisi şehadetinin yakın olduğunu hissetmiş miydi?
* *Bize hiçbir gün
böyle bir şey söylemedi Fakat o her saniye her dakika, her saat ve hayatının
her gününde buna hazırlıklı gözüküyordu. O, bu konuda Resulullah'ı
ve onun ashabını örnek almıştı. Yaptığı amellerin başında takva, ihlâs ve vakti
değerlendirmek yer alıyordu. İslam'ı olanca kapsamıyla uygulamaya, her hak
sahibinin hakkını vermeye çalışıyordu.
* Bütün şehidlerin
kerametleri olur. Dr. Rantisi'nîn kerameti neydi?
** Vücudundan akan kan
şehadetinden sonra 20 saat süreyle akmaya devam etti.
Naaşmm çevresinden yayılan misk kokusu, ben ve
çocuklarımdaki sabır ve sebat... Son olarak ön dişleri üzerinde yükselen
tebessüm... Bana göre bunlar Dr. Rantisi'nin
kerametleridir.
* Bir Mücahit, eş, baba ve dede olarak Rantisi nasıl bir insandı.
** Dr. Rantisi kâmil bir İslami şahsiyet sahibiydi. Onun hayatına
şu ayet bütünüyle yansımıştı; "Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk
etsinler diye yarattım" (Zariyat: 56).
Rantisi ahlakında, cihadında, sosyal ve ailevi ilişkilerinde Resulullah'i örnek almıştı. O, annesine iyilikte bulunmayı,
eşine güzel davranmayı, kız kardeşlerine güzel davranmayı, kendi kızlarına
ikramda bulunmayı ve torunlarıyla oynamayı bir ibadet sayar ve bu konudaki
ilişkilerine pek önem verirdi. Allah'ın düşmanları olan kâfirlere ise pek şiddetliydi.
Kendisiyle beraber çalışan herkese karşı pek mütevazı idi.
* Dr. Rantisi'yle
beraber geçirdiğiniz ve asla unutamayacağınız bir sahne anlatır mısınız?
** Rantisi'nin
bütün hayatı unutulmayacak sahnelerdi. Ancak hiç unutamayacağım bir sahne var.
Bunu bütün erkek eşlere ithaf ediyorum. Bir gün evi temizliyordum. Televizyon
ekranı üzerine yere düştü. Ve tamamen bozuldu. Buna çok üzüldüm. Çünkü Rantisi henüz cezaevinden çıkmış ve maddi durumu, çok zor
vaziyetteydi. Hemen başka bir cihaz alabilecek durumumuz yoktu. Rantisi eve geldi ve üzüntümün sebebini sordu. Durumu
anlattıktan sonra gülümseyerek şöyle dedi; "Eşyaların da ecelleri vardır.
Allah'ın takdir ettiği şey olacak. Akacak kan damarda durmaz"
* Dr. Rantisi'nin Sizinle son anları nasıl geçti? Söylediği son
sözler nelerdi. Şehid olacağı gün psikolojisi
nasıldı?
** Bizimle geçirdiği
son anları normal hayatından farklı değildi. Bütün meşgalelerine rağmen her
hak sahibine hakkını verirdi. Biz bütün ailevi işlerimiz hakkında konuşurduk. Zaten
kısa bir ziyaret amacıyla eve gelmişti. Konuştuğumuz anda konu, kendisine karşı
düzenlenen bir suikast
girişiminde yaralanmış oğlumuz Ahmed'in evlen-mesiydi. Gelinin seçimi, evin hazırlanması vb. bütün konuları
konuştuk. Gerçekten mutluydu. Her zamanki gibi morali yerindeydi. Bizimle
kaldığı bu son demlerinde söylediği en son kelimesi şuydu;
"Koysun cennetine
Rabbitn,
Budur benim son
dileğim7'
* Dr. Rantisi'nin idealleri nelerdi?
** Onun tak ideali
Allah yolunda şehid olmaktı. Başka bir şey değil...
* Şeyh
Ahmed
Yasin'in şehad
etlerin den sonraki dönemde Dr.'Rantisi'nin hayatı nasıl geçiyordu?
** Hayatında bir
değişiklik olduğunu sanmıyorum. Kendisi hedefte olduğunu zaten daha önceleri de
biliyordu. Evet, şehadet yolun sonudur.
* Eşinin, babasının ve oğlunun şehadeti ile rollerini belirlemekte olan Filistinli
bayanlara neler söylemek istersiniz.
** Müslüman bayanın
rolü yakınlarının şehadetinden sonra başlamaz. Onlar
eşleriyle beraberken de rollerini oynarlar. Çünkü Resul-i Ekrem (sav) şöyle
buyuruyor; "Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz.
Kadın, eşinin evinde çobandır ve güttüğünden sorumludur." Müslüman kadın
her alanda parlak örnekler sergilemiştir. Eşinin veya oğlunun şehadetinden sonra senin rolün onların hayattayken yaptığı
şeyleri tamamlamaya çalışmandır. Ey yakınlarını şehid
veren bacılar, Allah sizlere sabır, sebat ve muvaffakiyetleler ihsan buyursun,
günahlarınızı bağışlasın ve cennetinde
sevdiklerinizle beraber bir araya getirsin.
* Arap devletleri yöneticileri
ile Filistin ve diğer Arap halklarına iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı?
** Arap yöneticilerine
şu ayeti hatırlatırım: " Allah'a döndürüleceğiniz, sonra da herkese hak
ettiğinin eksiksiz verileceği ve kimsenin haksızlığa uğratilmayacağı
bir günden sakının" (Bakara; 281)
Arap halkına ise şöyle
demek istiyorum: İzzet ve şerefinizin kaynağı olan İslam'a dönünüz ve Allah'ın
kitabı olan Kur'an-ı Azimi
kendinize hayat yolu edininiz.
Hayırlı ve kıymetli
kimselerle ol
Hepimiz sana feda
oluruz
Ey Rantisi!
Sen çok güzeldin
Yaşam, ölüm ve dostluk
açısından.
Ey şehit!
Bütün nefisler
hazırdır
Senin yerine
Bayrağı sen yücelttin
Yasin'den sonra
Öyle bir azimle aldın
ki,
İnmesine mani oldun.
Sanki ben"Mute" savaşmdayım
Parçalanmış bir
şekilde görülen
Ve sanki ben
Ateşin içinde
görüyorum "Cafer"i.
Bizden ölümle aynlmışsan da,
Aslında sen
Güneşler gibi
yükseldin
Sen Yasin'e yetiştin
Cennetü'l-Huld'de.
Yasin, en güzel
arkadaşın oldu.
Nimetler ve bakire
huriler içinde
Ve Kucldus
olan Yüce Rabb'in rızasını buldun.
Şeref ve ebediyet
sizin için olsun
Dejenere olanlar
içinse
Kötü^hayat, mutsuzluk
ve başarısızlık olsun...
Sadece Yüce Allah'tır
gayeniz
Onun nimetleri içinde
yaşadınız siz
"Ya Rabb... Rabb... sürekli çağrınız
Takvası büyük, Düsturu nurlarla tecelli eden Kur'an
olan
Allah Resulü,
önderiniz
Siz savaştınız, cihad ettiniz.
Mübarek etsin
Devaml] kılsın Kuddus olan Allah.
Taşlığı ve Aksa'sıyla baş eğmesin.
Atıcı değilsiniz
sizler.
Ancak Yüce Allah'tır,
atıcı olan.