Her işin baştnda ve
sonunda hamd Allah'adır. Salât ve selam O'nun Resulüne; âline ve ashabına
olsun. Yine; yegâne güç ve İhtişam sahibine,
Zuhurunun şiddetinden
dolayı görünmeyene,
Mutlak hüviyet
oluşundan dolayı, gereğince kavranılmayana,
Gözlerin görmekten
aciz olduğu o ulu sultana,
Kendisinden başka
hiçbir kudret dairesi bulunmayan, o yüce padişaha,
Sevene ve sevdiği için
yaratana,
Eksik ve noksanlığın
zatına ulaşamadığı tek, yegâne varlığa,
Memuru olan, ama
yardıma muhtaç olmayana,
Madde ohnaktan ve
şekle girmekten beri olana,
Gözsüz görene ve
kulaksız işitene,
Elsiz yapana, bedensiz
iş görene,
Varlığın yegâne sahip
ve koruyucusuna,
Kıymetin ancak onunla
kıymet olacağına,
Her yerde olan ve
hiçbir yerde olmayana,
Zat ve sıfatlarında
artma ve eksilmenin olmadığı o zatı,
İmtihanı mükemmel bir
şekilde gerçekleştirene,
Çifti yaratıp tek
kalana,
Sevilmeye ve övgüye
layık olana,
Rahmeti gazabını geçene
hamd eder; sena ve şükrü O tahsis ederiz.
Tabiat ve diğer her
şey niçin ilah olmaz? Allah yok diyenlere! Kâinat kendi kendine oldu diyenlere!
• Yaşadığımız çağla
beraber mantıkçı ve akılcı düşüncede patlama yaşandığı bir gerçek. Bu açıdan
Kelam ilmini az ya da çok bilme gereksinimi doğmaktadır, imam Pezdevi, tüm
ehli sünnet âlimlerinin, Eşari ve Mutezilenin kelamı öğrenme konusunda cevaz
verdiklerini, yerli ve yabancı saldırılara karşı Kelam'ın öğrenilmesinin farz
olduğunu yazar. (Bakınız İ.Pezdevi, Ehli Sünnet Akaidi, sh.5) Bu kitap da bu
bilinçle yazıldı. Ameli terk edip, İslam'ın izzetini ve onurunu koruma
erdemini bırakıp da Kelam tartışmalarına girmek ise Müslümanların bulundukları
hâle ve zor duruma uymayacağı aşikârdır. Bu açıdan biz, Kelam ilminin yararlı
ve güncel yönlerinden faydalanma gerekliliğini inanıyoruz.
• Unutmayalım ki
ilimlerin farziyeti dahi yer ve konumla alakalıdır. Bir fıkıh meclisinde Kelam
gerekli değilse de İslam itikadının konuşulduğu, İslam'a ve hak mezheplere
saldırının olduğu bir mekânda, ateist ve sosyalist bir ortamda ne siyer, ne fıkıh,
ne de benzer ilimler farzdır. Evet, bu ortamlarda farz olan yani gerekli olan
Kelamdır ve İslami felsefedir. Bu ortamlarda İslam'ın savunmasını ve düşünsel
savaşımını en iyi Kelam ilmi yapar.
• Kitapta Kelam ilminin tartışmalarına da
girmedik. Güçlü ve sağlam olduğunu düşündüğümüz delilleri aldık. Baştan sona
kadar otorite olan İslam âlimlerinden faydalandık. Kelam ilminin; "İslam
inananın kurallarını mantık ve akılcı bir yolla, vahyin kılavuzluğunda, İslam'ın
hak olduğunu ispatlamaya çalışan bir bilim dalı" olarak tarif edildiği
malumunuzdur. Dolayısıyla, bu tanım çerçevesinde kelam ilminden faydalanmanın
Müslümanların görüş ve muhakeme kabiliyetlerini son derece güçlendireceği,
İslam'ı daha iyi kavratacağı aşikârdır. Büyük İslam âlimlerinin tümünün (Ebu
Hanife, İmam Şafiî gibi) hatta kelamla arası iyi olmayanların da, kelam ilmini
az çok okudukları bir gerçektir. Kelam ilmi üzerindeki eleştiriler, Kelam
ilmini eleştirmekten çok, ilmin düzeltilmesine dairdir. Yoksa mutlak manada
kelam ilminin temel bir ilim olduğuna kimsenin bir itirazı da yoktur. Dolayısıyla
avam mantığıyla bu İslami ilimleri horoz gibi dövüştürüp, fıkıh üstündür, siyer
daha üstündür, benim Dim senin ilmini döver... gibi batıl bir dayatma ve tavda
düşmemek lazım gelir. Asıl olan, ilimleri İslam'ın ve onuru için kullanmak ve
çalıştırmaktır.
• Kitaptaki bazı
deliller için "zayıf" denilebilir. Buna karşı deriz ki, nice kalın
halatlar ince ipliklerden oluşur. Kaldı ki zayıf demek yalan ve mevzu demek de
değildir.
• "Konu çok ve
gereksiz uzatıldı " denirse biz deriz ki: Harç temele çok verildi diye bir
zarar söz konusu olmaz. Bunlar temel konulardır. Ama gövde ve çatı çok fazla
ağırlaştırılırsa o bina batabilir. Yani bu denilen eleştiri binanın gövde ve
çatısı içindir. Kök için bir değer ifade etmez. Köke giden fazla harç,
fazlalık değildir. Yine deriz ki kısa boylulara (inkarcı, ateist ve bozuk
itikatlılara) uzun boy (Hak) göstermek daha evladır.
• Bu konular sadece Allah'ın varlık delilleri
değildir. Aynı zamanda bize Kelami ve felsefi tarzla rabbimizi tanıtmaktadır.
• Kitapta tekrarlar
çoktur. Bu doğal görülmelidir. Çünkü "ilmin anası tekrar, irşadın etkisi
de tekrarındandır."
Eğer denilirse ki
"sizin gibi insanların bu tehlikeli (Habislerde dahi bu tehlikeye atıflar
vardır.) konulara girmesi caiz değildir. İmana zarardır." deriz ki: Biz
sadece miikem-nettık mefhumunu baz aldık, bundan hareketle düşünüyor kulak
veriyoruz. Mükemmellik mefhumunun bu konuda temel bir umde olduğunu ve her
türlü yanlışlığı önleyeceği kanısındayız. Tartışmalı, gereksiz konulara
girmiyoruz. Çıkışımızın düzgün, yolumuzun ve metodumuzun sağlam olduğuna
inanıyor, Allah'a iltica edip Ondan yardım diliyoruz. En güzel O'dur en iyisini
de O bilir. Her iyilik O'ndan ve her kötülük bizim kendi nefsimizdendir.
Hatalarımız bizi bağlar.
1-
Başlangıcı olan hiçbir şey ilah olamaz: Bir şey doğmuşsa, kesinlikle onun bebekliği
de vardır. Bebeğin korunmaya, büyütülmeye ve yardıma ihtiyacı da vardır. Bu devrede
(oluş aşamasında) dışardan bir başka yardımcı olması lazımdır. Bu yardımcı da
olamayacağına göre başı olanın, ilah olamayacağı savı yüzde yüzlük bir kesinlik
ifade eder. Tüm doğanlar büyür, yaşlanır, hastalanır ve ölürler. Kâinat 15
milyar yıl önce doğdu, büyüdü ve şu anda yaşlanmış durumda. İşte bundandır ki
doğan ilah olamaz. Çünkü o, zayıftır, koruyucuya muhtaçtır, onu ilk yapana
muhtaçtır. Allah ise doğmaz, doğamaz. Çünkü birinin kâinatı doğurması, ibda
etmesi lazımdı. İlah mükemmel varlıktır. Mükemmelin başı, doğumu ve
büyütülmeye muhtaç olması akı] kân değildir. İşte bu açıdan evveli olmayana (o
büyük zata) iman değerlidir. Onun ilmi evvel, zatı evvel, sıfatı evveldir. Yine
O, başın başı sonun başıdır.
"Cenab-ı Hak ezelîdir,
ebedîdir, evvel ve ahirdir. Hiçbir cihette ne zatında, ne sıfatında, ne ef
âlinde naziri, küfüvü, şebîhi, misli, misali, tnesîli yoktur." (Sözler sh:
412)
2- Sonu olan
bir şey ilah olamaz: Sonu olan, eğer ilah olsa, kendini sondan ve Ölümden
kurtarır. Kendini kurtaramayan şu yaşlı kâinat, kime ilahlık yapabilir? Çok
güçlü olsaydı kendini yaşlanmaktan kurtarırdı. Eğer "kâinatın sonu
yok" dersen, hata edersin. Çünkü her doğan ölür. İlim, kâinatın
ölebileceğim, büyük patlamalarla yok olabileceğini, artık ispatlamış durumda.
Kâinat maddedir ve Ölmeyen, değişmeyen ve de bozulmayan, hiçbir madde yoktur.
O, sondur; ilmin sonu, hükmün sonudur. O'ndan gayn yoktur. Ahir O'dur ve ahiret
de O'nundur. Başı ve doğumu olmadığından O'nun sonu da yoktur. Sonunu ve
kurtuluşunu düşünen, elbet O sonsuz güce, ahirsiz ömre tabi olmalıdır.
3- Aciz zat
ve varlıkların kadim olması imkânsızdır. Kadim olmayan ilah olamaz. Arazlar
(sonradan olma varlıklar, varlıkları başka şeylere bağlı olanlar) baki kalamaz:
İmkânsız olan, aciz zatların ya da varlıkların, kadim olmasıdır. Gerek insan
gerekse diğer tüm varlıklar ebedi değildirler. Ebedi olmadıklarına dair delil
ise sonsuz defa sonsuzdur. Bu deliller; onların zamanda oluşları, mekânda
oluşları, güçlerinin sınırlı oluşu bilgi ve düşünceden mutlak manada yoksun
oluşlarıdır. İmkânsız olanın acizlerin kadim olamayacağı kanunu, bize ancak
kadim ve evveli olmayanın ve ahiri olmayacak olanın, ilah olması gerektiğini
gösterir. O kadim, zatı kadim, hükmü ve sıfatları kadim ve saltanatı kadimdir.
Sonsuzluk şerbetini tatmak isteyen elbet O kadim olana uymalıdır. Nitekim
şeytan, Adem'i bu kadim olma arzusunu kamçılayarak kandırmıştı da yasak
ağaçtan yedirmişti. Kimi rivayetlere göre Lokman-ı Hekim bu ölümsüzlük şerbetinin
peşinden koşmuştu.
4- "
Bir bütünün parçaları sonlu ise tamamı da sonludur. Parçaları sonlu olan ilah
olamaz." (El-Kindi): Bütün sözcüğü, ayrık olan maddelerin bir araya
gelmesine verilen bir isimdir. Eğer maddeyi oluşturan parçalarda bozulma olabiliyorsa
ya da bu parçalarda yok olma temayülü varsa, o bütün de parçalarının kaderini
taşır. Bu mantık kuralı bize tüm madde, cisim ve enerji türlerinin ilah
olamayacağını ispatlar. Çünkü düşündüğümüz ve bildiğimiz tüm bütünler
parçalıdır ve tüm bütünler ilah olmakla alakalı olan sonsuzluktan
mahrumdurlar. Allah ise parça değildir. Parçası yoktur, dolayısıyla
"parçası sonlu olanın bütünü de sonludur" gibi bir mantık kuralına
tabi değildir.
5- Parçası
(parça-buçuk) olan hiçbir şey ilah olamaz:
Her maddenin cismi
parçalardan, atomlardan, hücrelerden oluşur. Madde kendi içindeki bu parçalara
gebedir. Onlar-siz bir hiçtir, fakirdir, onlara borçludur. Zayıftır, çünkü muhtaçtır.
İçindeki zerreye muhtaç olan kime ilahlık yapabilir? Kime yaratan olabilir?
Oysa Alİah, madde değildir. Tamdır. Hücreleri yoktur, parçası olmamıştır. Söyle
bakalım! Kim ilahhğa daha layıktır? Şu parça-buçuk tabiat mı, Allah mı?
6-
"Hiçbir cisim bil fiil nihayetsiz olamaz. Ama tasavvurda olabilir. İlah
olanın hem bil fiil hem de tasavvurda nihayetsiz olması lazımdır."
(El-Kindi): Bil fiil nihayetsiz olmanın manası şudur: Bir varlık hal ve
hareketiyle sonsuz olabiliyorsa yani varlığı sonsuz ise o şey bil fiil
nihayetsiz demektir. Yani elma, eğer varlığı ile sonsuz olabiliyorsa o elma
bil fiil sonsuz demektir. Tasavvurda sonsuz olmak ise düşüncede o varlığı
sonsuz bilmek demektir. Yani elma için, "elma sonsuzdur" yargısında
bulunmak demektir. Oysa elma düşüncede sonsuz diye tasavvur ediliyorsa da bil
fiil oluşta hiç de sonsuz değildir. O halde tüm sonradan olma varlıklar ve
hassaten tabiat, tasavvurda sonsuz olabilirse de (bil fiil var olursa da)
sonsuz olamazlar. Allah ise hem düşüncede sonsuz, hem de varlığı (fiili) ile
sonsuzdur.
7- Madde
olan hiçbir şey yaratıcı (ilah anlamında ) olamaz. Madde başlı başına
zayıftır. Hücreye muhtaçtır, zaman onun düşmanıdır, zamana bağımlıdır. Madde
doğmuştur ve ölecektir. Madde bir yere ve mekâna borçludur. Madde zayıftır,
gücü ancak cismi ya da yapısı kadardır. Fazla ağırlığın altında ya eğilir, ya
parçalanır ya da yok olur. Oysa Alİah, tüm bu maddedeki zaaflardan temizdir,
beridir. Tabiat maddedir. Ve madde olan her şey zayıftır, zaaf sahibidir.
8- Duyuları
olmayan hiçbir şey yaratıcı olamaz: İnsanda 5 duyu vardır. Duyar, görür,
koklar, dokunur ve tadar. Oysa tabiat ve madde bu özellikîerden-bile mahrumdur.
İnsan onlardan çok daha ileridir. İnsan bu zayıf ve bağımlı haliyle ilah
değilken, kendinden çok daha düşük olan tabiat mı ilah olur? O halde ilah olmak
için duyular olmalı. Ama mükemmel duyular tabiî ki. Yani her şeyi görmeli,
duymalı, her şeye dokunmalı'... işte Allah bunun için yegâne ve tek ilahtjr,
yaratıcıdır.
9- "O,
düşüncede tasavvur edilen her şeyden farklıdır." (Hz. Hüseyin): Bizim
düşüncede biçtiğimiz hiçbir elbise ve kılıf, hiçbir şekil ve tasavvur ona
uymaz. O, kadınlık ve erkeklikten, göz ve elden beridir. O'nun hakkında
yapılan her batıl tasavvur O'na kılıf ve had (sınır) biçmektir ki bu bir bakıma
şirk ve cürümdür. Yani biz Allah için uzuv sahibi olma ve çocuk nevinden bir
şeyler düşünürsek bu düşünüşle hem O'na bir kılıf ve had yani bir sınır, hem
batıl bir benzetme yani teşbih, hem de bir batıl zan ve iftirada bulunmuş
oluruz. Tabiat ise sonludur ve sonlu olan hakkındaki bilgi ve tasavvur da
sonsuz olmaz. Yani, tabiata hem had ve sınır, hem de zan ve kılıf biçilebilir.
10- Duyulan
maddi olan ilah olamaz: Evet duyular olmalı ama duyular da bizdeki gibi maddi
olmamalı. Madc: (yukarıda izah edilmişti) bu kadar zayıfken maddeden yapılan
duyu, siz düşünün ne kadar zayıftır. O halde ilah oh-nm gözü olmamalı, ama
görmeli; kulağı olmamalı, arr.:. duymalı... İşte Allah bunlara, bu duyulara
muhtaç olmada:', iş gören tek varlıktır. Eğer desen, gözsüz nasıl duyulur, kulaksız
nasıl işitilir? Biz de deriz ki, işte bunun yüzünden biz O'na Allah diyoruz ya!
Yani hiçbir şeye muhtaç olmadığı için biz O'na Allah diyoruz.
11- Başka şeylere
bağımlı olan yaratıcı olamaz: En güçlü olan varlık, kimseye muhtaç olmayandır.
Maddeye, arkadaşa, kadına, suya, havaya, ordulara, yardımcılara ve hiçbir
şeye... O halde mükemmel ve kusursuz varlık odur ki,o değil, ama her şey ona
muhtaç olsun. İstediğini istediği gibi yapsın, bozsun ve etsin. Tabiat ise her
şeye muhtaçtır. Fakir ve zelil tabiatı, ilah görmek başlı başına fakirlik ve
sefalettir.
12- İlah
ancak insandan yüce, hem de en yüce olurca ilahtır: Tabiat mı daha yücedir
insan mı? Bu soru kime sorulursa sorulsun cevap, "insan tabiattan
yücedir" şeklinde olur. Hem de olmalıdır. Biz insanlar, tabiat cisminin
büyüklüğü ve maddi gücü hariç, ondan yani tabiattan her açıdan akıl, kalp,
görüş, ruh, sezi... daha yüceyiz. O halde tabiat bizden aşağı iken, bize nasıl
ilah olabilir.
13- Kusur
sahibi ve zaaf sahibi olan hiçbir şey yaratıcı olamaz: Kusur ve eksiklik ancak
mükemmel olmayanlarda vardır. Yani kusur, Allah hariç her yerdedir. Bil ki
kusurlu varlığın ilah1 olması için, ilk önce kendini bu kusurdan kurtarması
lazımdır. Sakatların yaptığı iş mükemmel olamaz. Mükemmel işi ancak mükemmel
olan varlık yapar. Kâinat bu anlamda mükemmel değildir. Sonu vardır, tabiatta
büyük patlamaların olması halinde düzenin çok kısa sürede bozulacağı hatta
birkaç dakikada yok olabileceği gerçeği, bilim dünyasında çok sık
konuşulmaktadır. Kusurlu ilah tasavvuru ancak bir nevrozik vaka olabilir.
Akıllı hiçbir varlık kusurlu ve eksik ilah tasavvurunda olmaz, olamaz.
14-
Müştereki olan ilah, ilah değildir: İştirak ve müştereklik yani şirk, ilah
için caiz değildir. O'nun haricinde tüm canlılar için müştereklik caizdir ve
vardır, İlah için müştereklik zaaftır, sakatlıktır, zulümdür ve kaostur.
"Sinek kanadından
tut, ta semâvat kandillerine kadar, bir sinek kanadı kadar şerike yer yoktur ki
parmak karıştırsın. " (Sözler sh: 598)
"Bütün mevcudat,
bütün zerrat, bütün yıldızlın; her biri Vâ-cibii'l-Vücudıın (Allah) ve Kıidir-i
Mııtlakın vücub-u vücuduna birer burhan-ı ncyyirdir. Bütün kâinattaki
silsilelerin her bin Onun vahdaniyetine birer delil-i katfdir." (Sözler
sh: 605)
"Tesadüf, şirk ve
tabiattan teşekkül eden fesat şebekesinin âl em-i İslâm'dan nefiy ve ihracına
Risale-i Nurca verilen karar infaz edilmiştir." (Mesnevî-i Nuriye sh:
181)
"Müteaddit eller
nıüstebidâııe bir İşe karıssalar, karıştırırlar. Bir memlekette iki padişah,
hatta bir nahiyede iki müdür bulunsa, intizam bozulur ve İdare here ü inere
olar. Hâlbuki sinek kanadından ta semâvât kandillerine kadar ve hüceyrai-ı bedeniyedeu
ta seyyaratm burçlarına kadar öyle bir İntizam var ki, zerre kadar şirkin
müdalıalesi olamaz" (Şualar sh: 152)
"Ey esbabperest
ve tabiata tapan biçare adam! Madem her şeyin tabiatı, her şey gibi mahlûktur;
çünkü san'atlıdır ve yeni oluyor. Hem her müsebbep gibi, zahiri sebebi dahi
masuıt'duı: Ve madem her şeyin vücudu pek çok cihaza t ve âletlere muhtaçtır.
O halde, o tabiatı icad eden ve o sebebi halk eden bir Kndîr-i Mutlak var. Ve
o Kadİr-i M.utlnkııt ne ihtiyacı var ki, âciz vesâiti rububiyetıne ve icadına
teşrik etsin Hâşâ!" (Lem'alar sh: 186)
15- Sınırlı
olan yaratıcı olamaz: Kendisine sınır biçilen, her varlık zaten noksandır,
baştan eksiktir. Ucu-bucağı olan, uçsuz bucaksız iş yapamaz. Gücü noksan olanın
işi de noksandır. İlmi az olanın, yaptığı iş düzensiz, çabuk bozulan ve temelsizdir.
Çabuk yıkılır. Onun için bir şey ilahsa; gücünde, ilminde ve her vasfında
sınırsızlık olmalıdır. "İnsanın her şeyi sınırlıdır. Sınırlı olan bir şey
sınırsız düşünemez. Allah ise varlığı sınırsızdır, sonsuzdur. Öyleyse Allah
hakkında gereğince hükme varamayız." Descartes. (Descartes, bu sınırsız
varlığın düşünüşünü kavrayamadığı ve çözemediği için bu sefer de inkâra sapmış
ve inkarcılar için bir delil, bir dayanak olmuştur.)
16- Zamana
mahkûm olan yaratıcı olamaz: Zaman, madde ile beraber çıkan bir kavramdır. Hız
arttıkça zaman daha geç geçer. Hız sonsuz olursa zaman, hiç olmaz. Yani zaman
kavramı dâ oluşmaz. Misal, çok hızlı olan ışık güneşten bize kadar 8 dakikada
ulaşır. Biz ise bu süre zarfında uzun bir de-vir dünyada kalmışızdır. Zaman,
insanın ve maddenin dört zindanından biridir. Madde, zamanın dışına çıkamaz, zaman
yıpratıcı bir etkendir, zaman tüm maddeleri içinde eritir. Zaman, insanın veya
maddenin gücünü sınırlar, ölümü getirir, değişimi getirir... Onun içindir ki
tabiat maddedir. Zamana mahkûmdur, zamanın etkilerinden kurtaramaz kendini.
Kindi: "Zaman hareket sayısından ibarettir, demiştir. Yani zaman,
hareketin saydığı müddettir. Zaman, hareket ve cisim bitişiktir, icaddirlar.
Zaman, geriye doğru son bulur. Eğer böyle olmasa şu an zaman olmazdı. Dün bugün
ve yarın gibi zamansal ifadeler zamanın yığılan ve art arda takip eden bir
mefhum olduğunu kanıtlar. Oysa Allah, zamandan bağımsızdır. Onu yaratandır. Ona
hükmetmesi için ondan bağımsız olmalıdır. Ve Alİah, bağımsızdır, zaman dahi
ancak O'nun varlığıyla vardır.
17- Mekâna
mahpus olan hiçbir şey yaratıcı olamaz:
Mekân; yer, mevki ve
konumdur. Tüm maddeler gezsin ya da gezmesin bir mekân içindedir. Mekân, maddenin
dört zindanından biridir. Mekânın kanunları vardır. Mekân, damanın bir
numaralı arkadaşı yoldaşıdır. Zamanla beraber ikili ortaktırlar. Madde,
mekândan bağımsız olmadığından ötürü onun tüm kanunlarını(çekim, hareket, atom
kanunları...) üzerinde hisseder ve ondan bağımsız da olmaz. Madde, mekândan
dışarı çıkamaz, onu aşamaz. Enerji bir miktar maddeden bağımsızdır. Ama onun
da gücü sınırlıdır. Melek ve cin denen varlıklar değişik enerji beden varlıklardır.
Onun için mekânın kanunlarını bir derece aşabilirler. Tabiat başlı başına
mekândır. Maddedir. İlah olması imkân haricidir.
"Yüceliği,
yükseğe çıkmakla olmadığı gibi gelmesi de yer değiştirmekle değildir."
(Hz. Hüseyin) Yani onun varlığı ve varlığına dair işleri bir mekânsal
değişimle olmamıştır. O tüm mekândadır ve ayrıca yakınlaşmasına gerek yoktur.
Onun yüceliği de mekânsal bir yücelik ve mekânla alakalı bir değişimden dolayı
değildir. O yücedir ve yüceliği bir dış etkenle olmamıştır. O yakındır ve
yakınlaşması bizdeki gibi bir yer değişimi bir geliş, değildir.
18- "İlah
gözden gizli olduğu gibi akıldan da gizlidir"-(Hz Hüseyin): O'nun
gizeminin sınırı yoktur. Sadece gözler aciz kalmaz. Aynı zamanda akıllar da
O'na karşı acizdir. Göz O'na dayanmadığı gibi akıl da O'nun varlığım anlama,vanaksızdır.
Akıl ancak O'nun bildirdiklerinin yani inin bildirdiği kadar fenm sahibidir.
Tabiat, göze aşikâr
kla da aşikârdır.
Gizeminin sınırı elbet bir bir tükenir. Pil et bir gün onun da ziynetleri
biter. "Yerdekilerden gizli ldueu gibi göktekilerden de
gizlidir."(Hz. Hüseyin) Melekler ya da arşı taşıyan melekûtlar, O'nu tam
anlar deme-vin O, onlara da gizlidir. Miraç'ta Cebrail aleyhisselam'ın
Resulullah'ın(s.a.v) gidebildiği yere gidememesi acaba neye işarettir? Allah,
kudsi hadiste şunu belirtmişti. "Ben bilinmez bir hazine İdim, bilinmek
için mahlûkatı yarattım." (Suyuti,ed-Dürerül-Müntesire, sh.125)
19- Mükemmel
olamayan yaratıcı olamaz: Mükemmel, eksiklikten ve güçsüzlükten beri (uzak)
olmaktır. Mükemmel olmak, her açıdan sınırsız olmaktır. Eleştirilecek hiçbir
tarafı olmamaktır. Yapmak istediğini istediği gibi. yapabilmektir. İstediği
gibi kanun koyabilmektir. Kanunlara bağlı olmamaktır. Sınırsız, hür olmaktır.
Oysa tabiat, sizin de gördüğünüz gibi bu özelliklerden mahrumdur. Tabiat,
kanun koyucu değil, kanuna tabi olandır. Kusursuz da değildir. Yalnız
"kanunlara uymada tabiat kusursuzdur" denilebilir. Bu da onun ilah
değil ancak iyi bir abd ve hizmetkâr olduğu anlamına gelir. Yani o, kuralları
koyana (Allah'a) karşı tam ve kusursuz bir itaat içindedir. Hz. Hüseyin şöyle
buyurmuştur: "Düşünceyle varılan rab, rab olamaz." Bu delil Ük Olarak
parabi tarafından "Ekmel Varlık Delili" olarak sis-temleştirilmiştir.
20- Tam
kavranılabilen yaratıcı değildir: Sınırlı akıl, sınırlı düşünüş, sınırlı güç,
sınırlı hareket... tüm bu sınırlara mahkûm hiçbir canlı, mutlak ve yegâne
varlığı tamamen anlayamaz. Eğer anlayabilirse bilin ki o anladığı ilah, ilah
değildir. Akıl şunu da kabul eder ki sınırsız hiçbir varlık tam kavranamaz.
"Ben kavrarım." diyen, kibir ve gururundan bunu söyler. Ve o kişi
dar aklını kendine bir ilah edinmiştir. Ya da anlamayacak kadar cahildir. Bazı
insanların bu konularda şaşırmasının, şüphelere girmesinin hatta sapıtmasının
ana nedeni budur {anlayamamak). Onlar illa "tamamen anlayacağım"der,
ama konuların altında kalırlar. Bu konularda kendilerini güvenilir elçilere
(Peygamberlere) teslim etmezler. Şüphesiz ilah olan yalnız elçileriyle konuşur.
"Bizimle hiç konuşmaz mı?" dersen; "Mahkeme günü seninle
ayrıntılı konuşur, hatta istemediğin kadar çok konuşur" deriz. Oysa
tabiat maddedir ve ilmi de bir yerde biter. Kanunları da bir gün gelir ki
tükenir. "Ceberutu hiçbir kalbe yerleşmez" (Hz. Hüseyin) O'nun o
kuşatıcılığı ve sonsuz kudreti kalplerin anlayacağı bir hadise değildir.
"Hiçbir methedici O'nun azametinin künhüne varmaz."(Hz. Hüseyin) Biz
insanlar ve diğer canlılar O'nu metheder överiz. Bu övgülerimiz güzel ve hoştur
ama yine de eksiktir ve noksandır, O'nu tariften uzaktır.
21- Sahibi
bulunan hiçbir şey yaratıcı değildir: Evrendeki her şeyin bir sahibi ve maliki
vardır. Dünyanın sahibi güneş, güneşin sahibi Samanyolu galaksisi, onun sahibi
galaksi kümesi, onun da sahibi kâinattır. Kâinatın da Allah... Maliki ve sahibi
olmayan bir tek Allah'tır. Her şeyin sahibi vardır. O halde bir şey diğer şeyin
mülkü ise ona ilah demek muhaldir. İlahın sahibi olmamalı. Sahibi ve maliki bulunan
her ilah taslağım inkâr etmek, biz insanlara farzdır.
22-
Ahad.(Bir-Tek) olmayan yaratıcı değildir: "Bir" sayısı tüm sayıların
anasıdır. Tüm sayma sayıların başıdır. (Gerçi ondalık sayılar dahi bir'in
konumuna göre alta ve küsurata dönüşürler ki bu gerçek yine değişmez.) Tüm çokluklar
birden "türemedir. Kur'an Allah için "Ahad" (Kul hu-wallahu
ahad) der. Bu bir'den öte "tek" ^emektir. TEK'ten sonra iki gelmez.
Evvel(Bir)den sonra sani gelir, ama Ahad'den sonra ne sani ne de başka bir sayı
gelebilir.(Mu-tahhari, Adli İlahi adlı kitabına bakınız) Bir ağaç iki tohumdan
türemez, tohum tektir. Allah tektir, hatta "bir" dahi onu tam tarif
etmez. "Kâinat da birdir" dersen biz deriz ki "Kâinat çokluğun
genel adıdır." Yoksa tektir, denemez. Bir dersek (tabiat için) dahi kaç
kâinat veya âlem vardır? Alemler çoktur. Kaldı ki yine bir derseniz (tabiata )
diğer özellikler kâinatı bu açıdan devre dışı bırakır. Hıristiyanların üçlü teslisleri
ile Mecusilerin iki tanrı(Yezdan, Ehrimen) inanışları tamamen batıldır.
"Semada yıldızlan
kadar, zeminde çiçekleri kadar berâhin-i tevhid (Tevhid delilleri) görünüyor,
okunuyor. " (Sözler sh: 387)
"Arkadaş, Tevhid
iki çeşit olur:
Birisi amiyane
tcvhiddir ki, "Allah'ın şeriki yok ve bu kâinat O'nun mülküdür" der.
Bu kısım tevhid sahiplerinin fikirce gaflet ve dalâlete düşmeleri korkusu
vardır.
İkincisi hakikî tevhiââir
ki, "Allah birdir, mülk O'nundur, vücut O'nundur, her şey O'nundur"
der; lâyetezelzcl bir itikada sahiptirler. Bu fasını tevhid sahipleri, her
şeyin üstünde Cenab-ı Hakkın sikkesini görür ve her şeyin cephesinde bulunan
mührünü, damgasını okur. Ve bu sayede huzurîbir tevhid melekesi maliki
olurlar ki, dalâlet ve evhamın taarruzundan kurtulurlar. (Mesnevî-i Nuriye sh:
11)
23- Zıddı
olan yaratıcı değildir: Madde-anti madde, kadın- erkek, su- ateş, sıcak-
soğuk... madde ve enerji türleri hep zıtlardan oluşurlar. Çekme-itrne, sevgi-
nefret de anti madde olup zıddı olanlara örnektirler. "Allah'ın zıttı şeytandır"
dersen yanılırsın. Çünkü O'nun zıddı yoktur. Şeytanın muhatabı düşmanı ve
zıddı insandır. Mutlak gücün zıttı olmaz. Olsa o şey, ilah olmaz. Oysa kâinat
maddedir. Ama onun da zıttı anti maddedir. "Zıddı olan kadir sayılmaz.
"(Hz. Hüseyin) Sonsuz kudretin antisi yani zıddı yoktur. Alternatifi olan
ilah, ilah olamaz. İkizıddın bir arada olması cebri bir müdahaleyi gösterir.
Sonsuz güç, zıddının oluşunu kabul etmez.
24- Eksilen
yaratıcı değildir: Çok parçalı ve atomlu maddeler ve tüm enerji türleri
harcandıkça ya da çekildikçe azalırlar. Kâinattan Andromeda Galaksisini
çıkarırsanız o çıkarma anında da az ya da çok eksilme olur. Oysa Allah
sonsuzdur. O verse de alsa da O'nda bir şey değişmez. Zaten sonsuz güç,
kendini daima hazır ve dolu görür, eksilmesi imkân dışıdır.
25- Her şeyi
bilmeyen, yaratıcı olamaz: Yarım cahil, tam cahil ya da ne derseniz deyin,
İlmin tümüne sahip olmayan ilah değildir. Her şeyi yapabilmek için her şeyi
bilmek lazımdır. Kâinat ise, kendinde ilim var, amg kendisi âlim değildir.
Kitap yüklenmiş eşek gibidir, dersek abes olmaz. Kitabı, bilgiyi ve fen
bilimlerini yüklenmiş, ama onun yani tabiatın kendisi, bunları bilmez,
düşünemez; hatta farkında bile olmaz. Bilgi, sonsuzdur ve nihayetsiz bir alime
ihtiyaç duyar.
26- Renklere
bürünebilen ilah değildir: Renklilik madde olmaktır, şekillenmek ve
sınırlanmaktır. Renk, kabuklanmak ve biçimlenmektir. Allah'ı tenzih ederiz.
27- Farkında
/ bilincinde olmayan ilah olamaz: Bildiğini bilmeyen, yaptığının bilincinde
olmayan, taşıdığı yükün farkında olmayan kısacası farkındalık dediğimiz bilinç
halinden mahrum tabiat ya da bir başka ilah düşünülemez. İlah kendisinin,
yaptığının ve yapacağının farkında olandır.
28- Bir İşi
yapmaya mecbur olan şey, yaratıcı değildir: Mecbur olan kısıtlanmış olandır.
Tam hür ve tam yetkili olmayandır. Kanunlara dahil olmaktır. Oysa Alİah,
kanunların dışındadır. Kanunlar onu bağlamaz. O zaten kanunun kendisidir. Allah'ın
yaptığı, istediğim istediği gibi istemek ve dilemektir. Onun için "Allah
dilerse olur" deriz. "Allah beni kurtarmak zorunda" demeyiz.
Diyenler ise cahillerdir. O hürdür, O ister ve o şey oluverir. O, hiçbir şeye
mecbur değildir, hatta Müslümanları kurtarmak zorunda da değildir, "O,
söz verdi, kanun koydu, kurtaracağım dedi" dersen, biz deriz ki,
"O'nun işi dilemektir, hiçbirimiz, kurtarılacak kadar iyi değiliz.
Amellerimiz bizi kurtaramaz. Kaldı ki Allah, bu konuda yani kurtuluş konusunda
kanunu değiştirip daha zor bir kanun da koyabilir. O zaman yeni ve zor olan
kanuna göre hükmedilirse bu da sonumuz demektir. Yani hangi açıdan bakarsan
bak Allah, hiçbir şeye mecbur değildir. Ama o iradesini ve isteğini iyilik ve
rahmette kullanır, kullarına kanunların hep lehte olanlarını uygular, cezayı
daima mükâfattan aşağı kılar. Tabiat ise kanun, zaman ve düzen gibi
mecburiyetlere tabidir. Kâinat, yapmaya da yapılmaya da gebedir. Tabiatın işi
uymaktır."
29- Enerji
beden olan yaratıcı değildir: Madde zayıftır, ama enerji nispeten ondan daha
güçlüdür. Zaten maddeyi ayakta tutan da enerjidir. Çekme-itme, ışın, ısı gibi
enerji türünden varlıklar tüm kâinatın ana kanunlarıdır. Onlar tüm kâinatın
yok olmasına da etki etmede birinci etmendirler. Kâinat bunlara gebedir. Kâinat
enerji beden olan meleklere muhtaçtır. Hz. İbrahim'in ilk yaptığı gibi
"Aha! Buldum bunlar ilahımızdır" deyip yeni ilah olarak
"enerjiyi" göremezsin. Bunu diyemezsin. Çünkü enerjinin dahi gücü
bir yere kadardır. Üstelik enerji kaba güçtür ve onun bilinci, aklı ve
duyuları yoktur. Melek, cin ve şeytan gibi bilinçli enerji türleri de sonsuz
ilim, güç ve duyulardan mahrumdurlar. Demek ki Allah, bu açıdan da tek ve
yektir.
30-
Kendisinden daha üstünü olan ilan değildir. İnsanların ekserisi şirk
koşmaksızm iman etmemektedir. Güzel bir kadın görüp ona tapanlar, sesi hoş olan
şarkıcıya tapanlar. Futbolcu Ronaldo'ya tapanlar... Oysa ilahhk tek olmayı
gerektirir. Birden fazla ilah olamaz. İnsanların taptığı birçok şeyin daha
üstünü vardır. Eğer güneşe tapıyorlarsa bilin ki güneşten çok daha büyük
yıldızlar vardır. En üstünler makamlarını, yüceliklerini paylaşmazlar. Hele
bu, ilah olmak ise bu imkânsızdır.
31- Kendisinden
daha üstünü olabilen ilah değildir.
Mademki insanların
taptıkları çoğu şeyin daha üstünleri vardır. O halde eğer o üstün yoksa ama o,
üstünün olma İhtimali var ise o şey, ilah olamaz. Mesela, "kâinattan daha
büyüğü yok" denirse, biz şöyle deriz: Bu kâinattan başka ve daha büyükleri
olamaz mı? Şüphesiz cevap: "Bilmem, ama olabilir" olur. İşte o
ihtimal sözü dahi o şeyin ilah olmadığını açıklar. Çünkü ilahhk makamının
ötesi yani olabilirliği yoktur. (Descartes da bu konuda aynı fikirdedir.)
32-
Kendisinden daha mükemmeli düşünülebilen ilah değildir. Öyle bir düşünüş ki
öyle bir mükemmellik ki artık ufuklar dahi gayrisini düşünememeli. Alİah, öyle
bir varlıktır ki, sen O'na ve işlerine; "Keşke böyle olmasaydı da şöyle
olsaydı" diyemezsin. Çünkü işinde mükemmeldir. Her bakışında ve
düşünüşünde gözler acizce dönmeli akıllar iflas etmelidir. Oysa kâinat, iş
olarak güzel olsa da usta olarak bakarsan, çok noksandır. Bina güzel, ama
sahiplik açısından ise kâinat güzel değildir. Oysa bizim düşüncelerimiz
kâinattan çok daha engindir. Ama ona rağmen Allah konusunda aciz oluruz. Ufkun
ve tasavvurun ötesinde bir zat vardır ki, o Allah'tır. "Düşünce ancak
O'nun varlığına varır ve O'na iman edebilir. Ama O'nu vasf etmekten
acizdir." (Hz. Hüseyin) Düşünce O'nu vasf edemez, çünkü O'nu kayıtlamış
ve sınırlamış olur. O'na had ve sınır biçmiş olur. O'nu tanımlayamaz çünkü tanımlamak
için yeterince tanımak lazımdır.
33- Allah
letafette (açıklık, saydamlık, mutlak sıyrılmışlık manalarında) sonsuz defa
sonsuz bir varlıktır, Madde ise cisimdir ve yoğundur. Yoğun olan cisim latif
olana giremez. (İmam Pezdevi, Ehli sünnet akaidi, sh.26) Bu açıdan vahdeti
vücud yoktur ve oluşamaz. İşte o en latif varlık bizzat Allah Tealadır.
34- Rakibi
olan yaratıcı değildir: Sizin rakibiniz varsa demek ki sizin otoriteniz,
gücünüz ve saltanatınız da tam değildir. Demek ki size denk ya da yakın güçte
biri veya birileri vardır, demektir. Oysa yaratan ilktir. İlk olanın yanında
ikinci biri yoktur. İkincisi olan ise ilk değildir. Yarış saha-sındakiler^ yani
diğer varlıklara rakip vardır ve gereklidir. Ama yarışın içinde olmayan o
sahada bulunmayan bir varlığa rakip bulmak bir vehimden ibarettir. Oysa tabiat
bir yarış ve uğraş mekânıdır. Mekândan öte bir anlamı yoktur. Yarışanlar ise
o mekândaki bizim gibi bilinçli varlıklardır. Öyleyse Allah, yarış sahasında
veya yarışanlar arasında yoktur. O, bizzat yarışın yöneticisidir, sahibidir.
Ve sahipler de tek ve yek olurlar.
35- İşi,
olması gerektiği gibi yapamayan yaratıcı olamaz: Biz ve bizim gibi olan tüm yaratıklar,
işlerini bilgi, tecrübe, maharet ve güçleri miktannca yaparlar. Yaptıkları da
kendilerine benzer. İlah hariç hiçbir varlığın yaptığı iş, tam değildir veya
olması lazım gelen kadar değildir. İlahın yaptığı iş eğer yarımsa veya
çeyrekse demek ki olması lazım gelen buymuş denmelidir. Demek ki o varlığın
orijinal hali bu sekilmiş. Nitekim dikkatli bir düşünüş bunu doğrulayacaktır.
Ölenler varsa demek ki bu doğanlar içinmiş, şeklinde düşünülür. Yarım elma
eksik iştir denmez ve denemez. Ama "demek ki bu diğer yarımı göstermek
içinmiş," diye düşünülür. Birileri kör ise gözün kıymeti bilinsin
di-yedir. Kaldı ki tüm körler için başka bir diyarda gözler saklanmıştır.
"Madem şu kâinat
ve mevcudat var ve içinde efai ve icad var. Hem madem muntazam bir fiil,
fâilsiz olmaz, manidar bir kitap kâtipsiz olmaz, san'atlı bir nakış nakkaşstz
olmaz. Elbette, şu kâinatı dolduran efâl-i hakîmânenin bir faili ve yeryüzünün
mevsim be mevsim tazelenen luu/retfezâ nukuşlarının, manidar mek-tubatnıın bir
kâtibi, bir nakkaşı vardır." (Sözler sh: 566)
"Tabiat misali bir
matbaadır, tâbi' değil; nakıştır, nakkaş değil; kabildir, fail değil;
mistardır, masdar değil; nizamdır, nâzmı değil; kanundur, kudret değil;
seriat-ı iradiyedir, hakikat-i hariciye değil." (Mesnevî-i Nuriye sh:
250)
36- Yok
olabilen yaratıcı değildir. Eğer bir varlığın içinde yok olabilme temayülü
varsa o ilah, ilah değildir. Yok olma hali zaten büyük bir güçsüzlük
belirtisidir. Kâinat yok olsa da olmasa da(ki olacaktır) onda yok olma, yok
olabilme hali vardır. Onun yok olabileceğini bilmek de bunu (yok olabilme
ihtimali) gösteren bir kanıttır. Allah ise yok olma veya olabilme zaafından
tamamen beridir.
37- Mükâfat
ve cezası olmayan yaratıcı değildir: Eğer bir varlık kurallara uyana mükâfat,
ihlal edene ceza vermiyorsa o şey ilah değildir. Çünkü o varlık, bilince,
adalete ve teraziye sahip değildir. Bu açıdan bakarsak tabiat ne ceza, ne
mükâfat ne de başka bir durumdan haberdardır. Tabiatın adaleti yoktur. Sadece
kendisine ve içindekilere karşı bir savunması vardır. Fay, hattında ev yapanın
evini yıktığı gibi. Ama mazlumların hakkını almaz. Ahlaksızlıkla ilgilenmez,
yetim hakkını korumaz. Tabiat ancak budur, bunun harici de değildir.
38- Adil
olmayan yaratıcı değildir: Adalet, yerin ve göklerin temel direğidir. Olmazsa
olmazfdır. Tüm varlıklar var oluşlarını ona borçludurlar. Adil olan ilah, tüm
varlıkları için ve onların haklarını almak için mahkeme kurup, netice verendir.
İyiliği cennete, kötülüğü cehenneme, haklıyı hakka kavuşturmak ilahın işidir.
Şimdi sen söyle tabiatta adaletten ve hukuktan anlayacak hangi vasıf vardır?
Ahlak, ilim, muhakeme, tefekkür... bunlardan hangisi tabiatın vasfıdır?
39-
İstediğini istediği gibi yapamayan yaratıcı değildir: Kayıt altına alınma,
sınırlanma ve kısıtlanmanın olmadığı bir varlık olmalıdır. O varlık
isteyebilmeli, istediğini de kayıt olmaksızın yapabilmeli. İşte o varlık
olmaya layık tek şey yalnız Allah'tır. Tabiat ise isteyemez istese de
istediğini İstediği şekilde yapamaz, insan, O büyük zatı istemeli O'na
yönelmeli sevmeli, sevdikçe yaklaşmalı, O'nu arzulamak, o arzuyla coşmalı,
midesinin gürültüsünü ve beynindeki karmaşayı o sevgiyle susturmalı. Allah
ancak kendisini isteyeni ister ve arzular. O'nu arzulamayanları ise O,
doğaldır ki, arzulamaz.
40- Yoktan
varlık çıkaracak kadar güçlü olamayan, yaratan değildir: Sınırı olmayanın
oluşturma ve halk etmede de sının yoktur. En zor yaratış, yoktan var ediştir.
Var olanla yeni varlıklar oluşturma ise nispeten kolaydır. Tabiat kendi
dükkânı içindekilerle yetinir. Dükkânının içinde olmayan maddeyi var kılmak
onun işi değildir. Yoktan varlık yaratma ise tabiat için imkânsızdır. Allah
ise en zoru yani yoktan var etme zorluğunu aşacak tek varlıktır.
"Bizim Halikımız
ve Musavvirimiz ve bize hediye veren Ka-dîr-i Zül-cemal, Hakîm-i Bîmisal,
Kerîm-i Piirneval her şeye kadirdir. Hiçbir şey O'na ağır gelmez. Hiçbir şey
dairc~i kudretinden hariç olamaz. Kudretine nispeten, zerreler, yıldızlar
birdir. Küllî cüz'î kadar kolaydır. Cüz, küll kadar kıymetlidir. En büyük, en
küçük kadar kudretine nispeten rahattır. Küçük, büyük kadar san'atlıdır; belki,
sau'atçn, küçük büyükten daha büyüktür.
(Mektubat sh: 237)
"Hayat veren
yalnız O'dur. öyleyse, her şeyin Halikı dahi yalnız O'dur, Çünkü kâinatın ruhu,
nuru, mayası, esasi, neticesi, hülâsası hayattır. Hayatı veren kim ise, bütün kâinatın Halikı da O'dur. Hayatı veren elbette
O'dur, Hayy u Kayyumdur. " (Mektubat sh: 238)
"Evet, Kadîr-i
Zülcelâlin iki tarzda icadı var: Biri ihtira' ve ibda' iledir. Yani hiçten,
yoktan vücut veriyor ve ona-lâzım her şeyi de hiçten icad edip eline veriyor.
Diğeri inşa ile sanat
iledir. Yani, kemâl-i hikmetini ve çok esmasının cilvelerini göstermek gibi
çok dakik hikmetler için, kâinatın anâsırından bir kısım mevcudatı inşa
ediyor; her emrine tâbi olan zerratları ve maddeleri, rezzâkiyet kanunuyla
onlara gönderir ve onlarda çalıştırır.
Evet, Kaâîf-i Mutlakın
iki tarzda, hem İbda', hem İnşa suretinde icadı var. Varı yok etmek ve yoku
var etmek en kolay, en su-huletli, belki daimî, umumî bir kanunudur.
Biv>baharda, üç yüz bin envâ-ı zfhayat mahh'ıkatın şekillerini, sıfatlarını,
belki zerrat-lanndan başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten icad eden bir
kudrete karşı "Yoku var edemez" diyen adam, yok olmalı (Lem'alar sh:
194)
"Bu kâinat öyle
bir tarzda yaratılmış ki, bir çekirdeği halk etmek için, bir ağacı halk
edebilir bir kudret lâzımdır. Ve bir ağacı halk etmek İçin de, kâinatı halk
edebilir bir kudret gerektir. Ve kâinat içinde parmak karıştıran bir şerik bulunsa,
en küçük bir çekirdekte de hissedar olmak lâzım gelir. Çünkü o, onun
numu-nesidir. O halde, koca kâinatta yerleşmeyen iki rububiyet bir çekirdekte,
belki bir zerrede yerleşmek lâzım gelir. Bu ise, muhâlâ-tı ve batıl hayâlâtın
en mânâsız ve en uzak bir muhalidir. " (Lem'alar sh: 313)
"Çekirdeği yapan,
onun üstünde ağacı o yapar. Ve ağacı yapan, onun Üstünde meyveleri dahi o icad
eder". (Lem'alar sh: 324)
"Bütün kâinatı
halk edemeyen bir zat, bir kudret, en küçük bir zîhayatı halk edemez. Evet, bir
nohut tanesinde bütün Kur'ân'ı yazar gibi, çanını gayet küçük bir tohumunda
koca çam ağacının fihristesini ve mukadderatını yazan kalem, elbette semâvâtı
yıldızlarla yazan kalem olabilir". (Lem'alar sh: 338)
"Evet, meselâ,
her bir kelimesi bir kitabı ve her bir harfi bir satın İçerisinde tutan bir
kitabın, kâüpsiz vücudu mümkün değildir. Kâinat kitabı da Nakkaş-ı Ezelînin
vücub-u vücuduna bağlıdır. Sarhoş olmayanlar, ancak Nakkaş-ı Ezelîye iman
etmekle ki-tab-ı kâinata şahit olabilirler." (Mesnevî-i Nuriye sh: 36}
"Balansım pek çok
şeylere fihriste yapan ve kitab-ı kâinatın ekser mesailini insanın mahiyetinde
yazan ve incir nüvesinde incir ağacının programım dere eden ve insanın kalbini
binlerce âlemlere Örnek ve pencere yapan ve beşerin kuvve-i hafızasında tarih-i
hayatını taallûkatıyla beraber yazan, ancak ve ancak her şeyi yaratan Hâlık
olabilir. Ve böyle bir tasarruf, yalnız ve yalnız Rabbü'l-Alemine mahsus bir
hâtemdir. " (Mesnevî-i Nuriye sh: 12)
41- İlmi ve
kudretiyle her şeyi kuşatan: Sonsuz kudret ve kemal her şeye sonsuz bir
yakınlık gerektirir. Bu yakınlık şudur: ilah, işleri idare için tüm varlıkların
içinde olmalı, çünkü varlıkların hiçbiri kendini gerçek manada idare edemez,
yaşayamaz. İdare etmeleri için en küçük atomdan başlayarak o şeyin ilah olması
lazımdır. Yani her cisim her şeyi bilmeli, kendini bilmeli, etrafıyla bir
anlaşma imzalamak, Bunlar olmadan cisim varlığını devam edemez. Bu da imkânsız
olduğum göre, tüm cisimleri çalıştıran sonsuz ilim sahibi Allah'tır. Allah tüm
maddede ilim, kudret gibi sıfatlarla vardır. Ama zatı açısından kâinatın dışında
olmalıdır. Çünkü kâinatın içinde olup kâinat kanunlarına ve maddeye mahkûm
olmak olamaz. Tabiat ise her madde içinde değildir. Tabiat, sadece maddelerin toplamıdır.
Tabiat, maddenin dışında da değildir. <Madde aleminin ta kendisidir.
Dediğimiz şuna benzer: Bir öğretmen sınıfta vardır. Bazen kendisi, bazen ilmi,
bazen eğitimi ve otoritesi...ama aynı zamanda sınıfın dışındadır. Öğretmen
daima sınıfta dersek ona öğretmen diyemeyiz. Olsa olsa o öğrencidir. Öğretmen
sınıf tan. bağımsızdır da diyemeyiz. O zaman o öğretmen olamazdı. İşlerin
işlemesi için öğretmenin sınıfta olması lazımdır. Aynı zamanda sınıftaki
öğrencilerin kanunlarından da bağımsız olmalıdır. Güneş her yerdedir. Evde,
bayırda, aynada... ama aynı zamanda burada değildir.
42- Değişime
mahkûm varlık ilah olamaz: Bir varlık niçin değişir? Değişim ya daha iyiye, ya
da daha kötüyedir. Evren de dahil, tüm varlıklar şu veya bu şekilde değişim içindedirler.
Değişmeyen tek madde yoktur. Maddenin değişmesinin başlıca nedenleri: maddeyi
yiyen zaman, onu çürüten zayıf yapısı, onu kemiren dış tesirlerdir. Maddenin
zayıflığı, değişime muhtaçlığı ve mükemmel olmayışı... Tüm bunlar bize ilah olanın
iç ve dış etkilerden, zamandan ve çürüklükten bağımsız olması gerektiğini
anlatır. Mademki biz mükemmel varlıktan bahsediyoruz, o halde o varlık
değişmemeli, bozulmamalı ve daima dolu olmalıdır. "Haller ona cari olmaz.
Vücudunda hadiseler baş göstermez." (Hz Hüseyin)
43-
Kendisine güvenilmeyen yaratıcı olamaz: Bir varlığa güvenip güvenmeme önemli
bir ölçüttür. Çünkü varlığa güvenmek onu tanımaktır. Güvenmek onu bilinçli
bulmaktır. Güvenmek onu iyi ve mükemmel bilmektir. Tabiata güvenilmez. Çünkü
tabiat ne akıllı, ne bilinçli ne de güven verecek kadar istikrarlıdır. Allah
ise güvenilirdir. Çünkü kendisine güvenilmesi için her türlü iyi vasıflara
sahiptir. Varlığından hiçbir şekilde korkulmaz. O'nun azabından korkulur. Bu şuna
benzer: İyi ve adil hakimden hiç kimse korkmaz. Çünkü herkes onun hükmüne
güvenir. Ama onun, hâkimin, hapsinden ve adil kararının vereceği sonuçtan
korkulur. Bu doğaldır. Çünkü insanın kendisi, kendisine tuzak kurmuştur, günah
işlemiştir. Tüm suçlular, hüküm gününden korkarlar.
44- Benzeri
bulunan ilah olamaz: Bir şeyin benzerliği, o şeye akrabalığı, şekil
yakınlığını, sıfat ortaklığını... ortaklıklan doğurur. (Bakınız Taftazani
Şerhü'l Akaid) Oysa (hâşâ ) Allah'a bir şeyi benzetmek o şeye otomatikman ilah
demektir. İlahın benzeri ancak ilah olur. Tüm canlılar ise şu veya bu şekilde
birbirlerinin akrabaları, benzeşleri veya yakınlarıdır. Örneğin bir insan ve
bitki dahi yerdeşlik, zamandaş-hk, beslenme ortaklığı gibi açılardan
akrabadırlar. Eğer "Alİah görür biz de görürüz, demek biz ikimiz
birbirimize benziyoruz." dersen bu hatadır. Önün görmesi gözle değildir,
ikincisi,'onun görüşü sınırsızdır. Onun görüşü kusursuzdur. Üçüncüsü, senin
görüşün onun görüşüne tabidir. Yani senin görüşün bir ışık katresidir. O ise
güneştir. Yani o görmese s&pn hiç görmezsin. Güneşin ışığı sana düştü diye
o ışığı kendi zimmetine geçiremezsin. Allah ise ne mekânında ortağı-benzeri
vardır, ne zamanda bertzeri, ne de diğer açılardan timsali ve teşbihi vardır.
45-
Yarattıklarının zerreleri miktarınca delilleri bulunmayan hiç bir şey ilah
olamaz: Az ya da çok, büyük veya küçük her şey müessirini, ustasını, ressamını
ve mimarını gösterir. Bu açıdan azlık veya çokluğun, zerre ile batmanın bir
farkı yoktur. Bu sebepten tüm varlıklar kendi yapanlarını ve yaratıcılarını
gösterir ve belirtirler. Yani tüm kâinat bir sanattır ve tüm sanat eserleri
sanatkârlarını bildirir. Allah, bu açıdan tüm kâinatın sanatkârıdır. Bir kum
tanesi dahi Allah'ı anlatır ve sevdirir. Yani Allah'ın varlık delilleri sonsuzdur.
Çünkü varlıkları saymak imkânsızdır. Dolayısıyla Allah hakkında ne delil
verilirse verilsin o delil, yanlış olmaz.
46- Eğerle
de şartlanmaz. Eğerle şartlanan ilah olamaz:
Eğer gibi olasılık ve
ihtimal ifadeleri vacibü'l vücud olan Allah hakkında bir ölçüt olamaz. Yani
Allah hakkında "eğer o bu değilse şudur, şu değilse şu olmalıdır"
gibi şart ifadeleri onu bağlamaz. Ama onun dışındaki tüm varlıklar hakkında bu
ihtimal ve olasılık şartlandırmaları bulunulabilir.
47- "
Kendisinde sayı ve çokluk olan, ilah değildir." (Taftazani, Şerhü'l Akaid,
s.149): İlah bölünmez, bölümlerden oluşmaz, sayılmaz ve sayılardan oluşmaz. O
tektir. Ama bir değildir. Birin ikisi vardır; ama tekin ikisi yoktur. Sayı ve
çokluk ifadeleri ancak yaratılanlar arasında vardır.
48- Kanunlar
koyup o kanunlara (Kâinat içindeki kanunlara ) bağlı olan ilah olamaz. Bil ki
kanunlar zaman, mekân, yer ve haile sınırlıdırlar. Örneğin; deliye hiçbir kanun
ve müeyyide uygulanmaz. Yalnız olan kişiye toplum kuralları dikte edilmez,
edilemez. Kanun, çıktığı tarihten önceki zaman dilimine ve şahsa uygulanmaz...
Demek ki kanunlar zaman, toplum, akli yeterlilik, mekân vb. durumlarla sınırlı
veya kayıtlıdır. Oysa tabiat hem zamanın içinde hem mekâna mahpus, hem sosyal
varlıklara gebedir. Bir aşçı aynı zamanda hem yemek, hem de yemek yapan
olamaz. Hem tencereyi kaynatan, hem de tencerenin içinde pişen olamaz. Zaten
kanuna uymak bir zaaf, acizlik, suçluluk ve kuşatılmışlıktır. Allah zamanda
değildir ki zaman kanununa tabi olsun. Alİah mekân içinde değildir ki mekânın
çekme itme vb. kanunları ona uygulansın. Hem insanlar ve hayvanlarla yaşamaz
ki toplumsal müeyyidelere muhatap olsun. Allah kanunun adıdır. Kanun, mahkûm
değildir ki, mahkûm olan kanun, kanun değildir.
49-
Varlığında boşluk olan ve O'na duhul olan ilah olmaz, ilah olan, o kadar dolu
olmalı ki ona duhul(giriş) ve vahdet-i vücut olmamalı. İlah o kadar sonsuzdur
ki kendisinden çıkan az veya çok O'nda bir eksiklik yapmamalı. O'ndan çıkış da
olmaz, onun için çıkan yoktur. Olan sadece O'nun istekleridir, isteklerinin
tezahürüdür. Bazı tasavvuf erbabının
dediği gibi kendi içine iyileri alıp varlığında yok etmez. Bu açıdan mükemmel
olana hiçbir duhul ve huruç olmaz. Duhul ve huruç bir yerden meydan bulursa, ya
o yer huruçla azalır, ya da o şey duhulla artar. Alİah ise bundan nezihtir.
Allah, bilinçli kullarına varlıkta bir ayrıcalık yapmıştır yani onlara var
olmayı sağlamıştır, o kadar. İnsan ve diğer varlıklar Allah'ın fiilleridir.
Fiil ise Allah değildir, kişi Allah'la bütünleşecek de değildir.
50- 'Ol' dediğinde oldurmayan, yaratıcı olamaz. İşini malzeme
ile yapmaya gerek duymayacak kadar güçlü olmalı: İnsan iş ve eylemlerini beden
ve malzeme gücüyle yapar. Tabiat, işlerini yine kendi bedeni ve içindeki
malzemelerle yapar. Bu açıdan azaya bedene ve malzemeye muhtaçtır madde. Oysa
maddeden üstün olan enerji daha güçlüdür. Enerji azaya gerek duymaz. Nispeten
daha serbest ve daha etkindir. Ama enerji de kaynağa ve malzemeye muhtaçtır.
Son yıllarda bazı araştırmalar beyin dalgalarıyla işlerin yapılabileceğini
ispatladı. Beyin dileyince, karşıda duran demir kaşığın bükülebileceği ispatlı
bir hadisedir.(Ame-rika'da deneyle ispatlanmıştır) O halde mutlak yaratıcı mademki
yarattı ve mademki ilk etapta madde yoktu. Bu durumda ilah, işlerini dilemek
ve istemekle yapar. "Ol" dediğinde oluverir. Tek komutla binlerce
asker nasıl içtima alanına gelirse ilah olan da o şekil tüm varlıklarını
harekete geçirir. (Bediüzzaman) Sınırsız güç, malzemesiz iş görür. Çünkü O
yoku da var kılmaya muktedirdir. Tabiat ise muhtaç, yoksul, dilemekten aciz,
malzemeye muhtaç, zamana gebe ve akıldan azadedir. "Yoku var, varı da yok
kılma ancak O'na özgüdür." (Hz. Hüseyin)
51- Sanatı
ve ürettiği kendisini takdir etmiyorsa o ilah değildir. İlah, sanatına
yaratanını takdir etme yüceliğini verecek kadar ulu olmalı: Tüm sanatçılar ve
iş erbapları yaptıkları yapıtlara kendilerine ait bir mühür, imza, ad ve simge
gibi kendilerini tanıtıcı izler bırakırlar. Bundan kasıt kendini sanatına,
çevreye tanıtmak, kendini sanatına bir bakıma takdir ettirmektir. Tüm
sanatçılar kendilerinin taktir edilmesini isterler ve buna hakları da vardır.
Oysa şimdi biri gelip dese ki "Biz tabiatı takdir ediyoruz, zaten."
Cevaben şunu deriz ki; "Tabiatı takdir edersin, ama tabiatın bu takdir etme
bilincini verdiğini söyleyemezsin. Takdir etme ve teşekkür etme anlayışını
ancak gerçek rab olan verir. İşte Alİah O'dur ki sanatı kendisini bilinçli veya
bilinçsiz takdir eder, över."
52- İlah
odur ki sıfatlar onunla sıfat kazanır, o sıfatlarla sıfat kazanmaz, (Hz.
Hüseyin) Sıfat, ismi niteleyen belirten gösteren her türlü ifadedir. Yani bir
ad'a ait her türlü niteliktir. Yani Allah, sıfatların bir araya gelmesiyle
oluşmuş bir varlık değildir. Tam tersine sıfatlar ondandır ve ondan değer
kazanmışlardır. Tabiat ise sıfatlar yığınıdır. Yani bileşik bir yapıdır.
53- Kötülüğü
ve şerri yaratıp kötülüğe bulaşan ilah olamaz. Kötüyü yaratacak, ama
kötülükten beri olacak kadar büyük olmalı: Esasen kötülük, sınavda sorulan
yanlış şıklar hükmündedir. Yani kötülüğün, (yani yanlış şıkların) kökü olmadığı
gibi geleceği de yoktur. Kötülük yalnız sınav esnasında bir varlık gösterir,
Sınav sonucunda sadece doğru olan şıklar kalır. Yanlış şıklar kâğıtlarla
beraber atılır. Ayrıca eksiklik de bir tür yanlış demektir. Yani sınavda
sorulan yanıtlar arasındaki eksik cevap da yanlıştır. Sınav ve sınav salonu
ise evrenin tümüdür. Doğru ve yanlış şıklar ise hem evren hem de tüm
yaratıklarla alakalıdır. Öyleyse sınav mekânında olmayan, sınav sorularından
muaf, eksiklik taşımayan bir varlık ancak ilah olabilir.
54- Mutlak
iyiliği ve kötülüğü gösteremeyen, kullarını uyarmayan, müjdelemeyen ilah ve rab
olamaz: Tabiat, iyiliği ve kötülüğü görmez ve gösteremez. Tabiatın kuldan
haberi de yoktur. Uyarı veya müjdeleme de tabiat için imkânsızdır. Çünkü
tabiat, bilinçli değildir. Oysa sahipler ve hâkimler, hükmettiklerini yönetir,
uyarır ve ödüllendirirler. Demek ki ilah olmak kullarına karşı bazı eylemleri
yapmakla eşdeğer gibidir. Gerçi sonsuz güç istediğini yapabilir, Yani bizi
uyarmamak gibi bir eylem de yapabilir. Ama sonsuz güçte sonsuz rahmet ve
hidayet de vardır. Bu vasıflar da kullarına bu yukarıdakileri, yani merhametini
ve gazabını sergilemek için vardır. Yani rahmet için, rahmet edilecek yaratık
yaratmak da bir icaptır. Rab, Rahman olduğunu, adil olduğunu kullan üzerinde
sergiler, uyarır ve yol gösterir. Elbet onun yoluna uymayanlar şaşkındırlar ve
sapılmışlardır. Hiç kimse iyi ve kötü, helal ve haram, yasak ve meşru vaaz
edemez. Bunları yapanlar, rab ve ilah olma iddiasındadırlar. Kanun koyma hakkı
elbette Yüce Allah'ındır.
55- Sevmeyi
bilmeyen rab ve de ilah olamaz: Tüm kâinat sevgi, merhamet, çekim, Önemseme,
aşkınlık gibi sıfatlarla doludur. Sevgi vardır ve tüm canlılar arasında
dağınık bir şekildedir. Yani parça buçuklarladır. Oysa parçalar, ancak tümden
kopmadır. Demek ki mutlak bir seven ve sevdiren biri olmalıdır. Sevmeyen bir
ressam resim, sevmeyen bir hattat, hat yapmaz. Demek Allah sevmiş ve yapmış.
Sevmiş ki süslemiş ve bezemiş. Tabiat ise ne sever ne sevmek için bir kalbe
sahip olur. Onun sevmeden haberi dahi yoktur. Sevilmeye en layık varlık, elbet
sevgiyi ve sevmeyi yaratan olmalıdır. Aşk ehli âşık olmada ne kadar haklıdır!
Mevlana, sema cezbesinde ne kadar haklı... Şems, diyar diyar o sevgiyi aramada
ne kadar isabetlidir! Hallac-ı Mansur'a "Enel Hak" dedirten ancak bu
delice aşk olmalıdır. O maşuk da elbet Allah'tır.
56-
Yarattıklarını imtihan ettiğinde imtihanın gerçekliği ve mükemmelliği tam olmayan
ilah olamaz. Yaptığı sınav mükemmel gerçekçi olmalı: Bir işçinin sınavı
çalışma-sıyladır. Bir öğrencinin sınavı, okul içindeki ders ve ders dışı
halleri, bilgisidir. Bir başbakanın sınavı, halk karşısındaki her türlü yaşam
ve davranış halidir. Yani başbakan her açıdan sınavdadır. Büyük, mükemmel ve
ihtişamlı sınav yapmak kullar yani yaratıklar için imkânsızdır. Yaratıklar sonsuz
güç, akıl ve duyulara sahip değildirler. Sınavları da ancak kendileri gibi
noksandır. Yani bizim sınavlarımız ancak bazı açılardan bir aşamadır. Tabiat,
bu açıdan zaten sorgulanmaz. Sınav, onun için gayri malumdur. Allah ise bir sınav
için âlemler, yıldızlar, bitkiler ve daha nice şeyleri yaratır. Sonsuz bir
mekân tasarlar. Sınavı ise yaşamla ve yaşayışla gerçekleştirir. Bizim
yaptığımız gibi test ya da kaba işlerle yapmaz. Ve onun sınavları gerçekçidir.
O kadar gerçekçidir ki bazı insanlar bundan ötürü yani o gerçekçiliğinden
Ötürü; "bu hayat sınav değildir." diyebilmektedirler. Demek bu
insanlar kendilerini çok aşırı bir dozda sınava (hayata) kaptırmışlardır.
Artık onlara başka bir şey söylemek dahi onlarca abestir. Tıpkı askerlik
gibi... Askerliğe kendini kaptıran asker, "Ben burada doğdum, burada
Öleceğim, teskere imkânsız." derken o da bu imtihana kendini kaptırmış ve
sivillikten tamamen ümitsizleşmiştir. Demek ki biz, sınavın gerçeklik ve
mükemmelliğinden ötürü şaşakalmışız ve kendimizi kaptırmışız. Allah da ara sıra
bazı uyandırıcılarla (peygamberlerle) "Ey insan! Sen imtihandasın"
diye, bizi ikaz etmektedir. Allah bu açıdan da ne de yücedir.
57- Yarattıklarından haberdar olamayan ilah olamaz:
İlah odur ki haberi
kendinden ve yarattıklarından vardır. Kimin ne yaptığını bilir. Gizli ve
bilinmez mefhumu onda yoktur. Gizli ve aşikâr, kullar içindir. O ise kendi
yarattıkları hususunda tam bilgi ile donanmıştır. Tabiat ne haberi, ne
haberdarlığı anlar. "Anlar" diyene de rastlamadık. Anlasaydı elbet o
da birkaç şey anlatır, konuşurdu. Bilseydi bize bir şeyler bildirirdi. Habir
olan Alİah, bizden iyi ve güzel haberler beklemektedir.
58- Kullarını
yarattığında onlarla konuşacak, onlara yol ve elçi gönderecek kadar Rahman ve
tevazu sahibi olmayan ilah olamaz: İlah olmak, mükemmel olmak, mutlak iyi ve
kusursuz olmaksa, o ve yarattıkları arasında özel bir ilişki olması gayet
doğaldır. Tevazu ise dengi olmayan varlıklarla ilişki, konuşma ve muhatap olma
anlamındadır. Bir cumhurbaşkanının bir çobanla konuşması, ona önem vermesi
gibi bir tevazudan bahsediyoruz. İnsan, Allah ile hiçbir bakımdan denk
değildir. Ama buna rağmen, tüm farklılıklara rağmen insanla olan ilişkisi çok
rahmetvari ve âlice-napçadır. Bizi muhatap alıp bizimle ilgilenmesi dahi şaşılacak
kabilden bir iştir. Tabiat ise ne tevazu rie de diğer hiçbir iyi huydan
anlamaz.
59- "
Varlığı o kadar keskin olup görünen ilah değildir.
O kadar zahir olmalı
ki zuhurunun şiddetinden görünmemeli " (Hz Ali):Hava zuhurunun
etkinliğinden, güneş zuhurunun şiddetinden, akıl yüceliğinden, kalp ise
şeffafiye-tinden gözükmez. Her yerde olan, tam gözükemez. Çünkü mekân ve yön
tarafından bilinmez, anlaşılmaz. Biz ancak bizim görme dalgamız, görme eşiğimiz
arasında olan maddeleri görürüz. Yani çok büyük ve çok küçüğü göremeyiz. Bir
de çok şiddetliyi yani güneş benzeri varlıkları göremeyiz ki bunun nedeni
gözün o varlığı göremeyecek kadar zayıf oluşandandır, ilah, zaten madde cinsinden
olmadığı için asla tam olarak idrak edilemez. Yine biz evrenin tümünü göremeyiz
çünkü bizim görme alanımız çok dardır. Alİah zahirdir. Zuhuru sanatıyla,
maharetiyle, ilmiyle ve her türlü yaratışıyla barizdir. Tabiatın zuhuru ancak
maddidir ve sadece bir mekândır. Zuhurunun şiddeti ise yoktur. Çünkü o zaten
zahirce şu veya bu şekilde görülüp algılanmaktadır. Kaldı ki zuhur eğer çok
şiddetliyse, onun açığa çıkması tüm kâinatın sonu demektir. Allah çok zahirdir
ve bundan ötürü kendini nurla çevrelemiştir. "Allah nurdur" denince
"Hicabı nurdur" demek lazımdır, yoksa hiçbir şey O'nu ihata edemez ya
da "varlığın hayat kaynağıdır" şeklinde bir yargı anlamamız
lazımdır. Hâşâ O, nur ve ışık değildir.
60-
Zuhurunun şiddetinden/güzelliğinden dağlar dahi patlamıyorsa o şey ilah
değildir: Sonsuz güzellik denen şey, ancak maddenin onun karşısında iflas
etmesiyle anlaşılır. Yani Hz.Musa'mn dağı eğer patlamışsa o dayanamamıştır demektir.
Güzellik karşısında deli ve divane olanlar(Şems, Hallaç. .. gibi) da buna bir
örnektir. Çünkü bilinçli varlıklar güzellik veya şiddetli bir duygusal hal
karışsmda ancak akıllarım yitirmekle patlamış olurlar. Madde ise akıllı
olmadığından ancak atomlarına ayrılarak veya patlayarak bu etkilenmişliği-ni
gösterir, Tabiat ise her açıdan kusurludur. Güzelliği ise aşikârdır. Demek,
ilah olmak her türlü güzelliği sonsuz barındırmakla eş değerdir. Ve mutlak
güzellik de atomun patlamasından farksızdır. Allah'ın, ahiret yurdunda
görüneceği sahih rivayetlerle sabittir. O bilmediğimiz bir tarzda kendini
gösterecektir. Ona ilaveten
"Gözler onu idrak edemezler" ayetinin manası gözler onu ihata
edemezler anlamındadır. 'İdrak' görememe değil, ihata edememedir.
61- Olamayanı
olduracak kadar cebir sahibi değilse o şey ilah değildir: Tüm varlık sahnesi
sonradan olmadır. dur
Tüm filmlerin başı
yokluktur. İlk yaratılış, yok'un var tarafından var kılınmasıdır. Demek yok,
ancak var tarafından var olmaktadır. Her şeyin ömür, doğum, ölüm, kusurluluk
v.b. hallere sahip olması yaratılanların yoktan var olduklarına kesin
delildir. Çünkü kadim olmak, ancak her açıdan mükemmel olmaktır ve bu mükemmel
olmak da hiçbir yaratıkta bulunmamaktadır. Cebir; zorla, şiddetle ve zoraki
oldurmaktır. Mutlak cebir yani zor, mutlak yoktan varı çıkaracak tek güçtür.
Demek ilah, mutlak cebir sahibi cebbar olmak zorundadır ki yoktan varı kılsın.
Tabiat ne mutlaktır ne de cebbardır. Yoktan var kılmak ise onun haddi değildir.
Çünkü o ancak malzemeyle iş görür.
62-
Büyüklüğüne kendisi şahit olamayan, ilah değildir:
Şahidi, tanığı olmayan
işte bir bakıma eksiklik vardır. Şahit olmak, bilmek, temaşa etmektir. Allah,
kendi kendine şahit olan tek varlıktır. Allah, hem kendine hem de varlığa şahittir.
O, tüm rol biçimlerini kendinde barmdırabilir. Tabiat ise bilmez, görmez ki
şahit olsun, ne olduğunu bilsin.
63-
Kendisine tehlike arz eden bir varlık olan, ilah olamaz: Düşman sahibi odur ki
seninle husumeti, kavgası ve alacağı vardır. Oysa Allah, düşmandan beridir.
Kimse ona düşman olacak kadar ne güç ne de başka bir şeyle donanmıştır. Ona
düşman olmak şu anlama gelir. Sıfır rakamı bir rakamı ile kavgaya tutuşmuştur.
Oysa sıfır bir'in ne ardında ne önünde bire karşı bir şey yapamaz. Esasta
yokluk sıfır dahi değildir. Sıfır bizim kurallarımızın eseridir. Kul, Allah'a
nazaran yok hükmündedir. Ama var olan o zat, bizi "var" diye görmek
istemiştir, o kadar. Tabiatın da düşmanı yok, denmez. Tabiatın düşmanları
sayılamayacak kadar çoktur. Onu yiyip bitiren zaman, mahkûm olduğu mekân, her
an yıpranmaya müsait düzen...
64- "Keyfiyeti
(nasıllığı) olan ilah değildir." (Taftazani):Onun hakkında keyfiyet
bildiren ifadeler (sıcak-soğuk, uzun-kısa, beyaz-siyah, tath-aci...) ifadeler
kullanılamaz. Çünkü mutlak olanın bu tip keyfiyetlerle nitelendirilmesi
sınırlanması demektir.
65-
Kullarını tehlikeden kurtarmayan/kurtarmaya çalışmayan ilah olamaz: İlah en
yücedir. En alttakilerin kurtuluşu ancak en üsttekiler kanalıyla olur. Gerçi bu
delil sonsuz rabbin mutlak delillerinden değildir, ama nispi delillerden
olabilir, İlah kullarını yokluktan kurtarmıştır. Var kılmış ve hayvan, toprak
ve bitki olmaktan kurtarmıştır. Daha sonra ilahi Öğreti ve öğreticileri
göndererek dalaletten kurtarmıştır. Allah, varlığın, hem de tüm varlığın
kur-tarıcısıdır. Çünkü O, varlığı yokluk denen sonsuz hiçlikten kurtarmış, ona
var olma şerifini bağışlamıştır. Yani yok olandan bitki, yok olandan hayvan,
yok olandan taşı çıkarmakla bu maddelere büyük bir lütufta bulunmuştur, onları
hiçlikten kurtarmıştır.
66- "
Sıfatları ezeli olmayan, ilah değildir " (Taftaza-ni): Bu delil ise
sıfatların ebedi olması gerektiği ve Allah'ın ebedi oluşuyla ebedilik
kazandıklarını belirtmektedir. Yani Allah, her zaman Rahman, her zaman Deyyan
ve her zaman zalimlerden intikam alandır... Bu sıfatlar sadece bizim için
yokturlar. Bu sıfatlar Allah'ın zatıyla kaimdirler.
67- Onur ve
izzetinde sınır bulunan ilah değildir:
Aziz ve değerli
olanlar, aziziyetin peyda ettiği onuru taşıyanlar, ancak ilah olabilirler.
Bizim bahsettiğimiz, mutlak onur ve izzettir. Yoksa nispi anlamda kullarda da
gölge hükmünde bir miktar onur ve izzet vardır. Onur ve izzet, ancak bilinçli
ve akıllı varlıklarda vardır. Sonsuz izzet ve onur ise ancak ilahhkla
alakalıdır. Tabiat ise izzet ve onuru rüya yollu dahi tasarlayamaz. (Gerçi
tabiat rüya da görmez ya) Onur, izzet ve azamet niçin ilahlık için bir delildir?
diye sorulamaz. Çünkü ilah zaten bu anlamıyla değerlidir ve büyüktür. Biz
Yunan ilahlarının vasıflarından bahsetmiyoruz. Biz eski Arap ilahları olan İsaf
ve Naile (rivayetlere göre bunlar iki gençtir. Kabe içinde yasak ilişkide
bulunmuşlar. Alİah onları taşa çevirmiş ve daha sonra Araplar da bu fahişlere
tapmışlardır.)'den de bahsetmiyoruz. Bizim bahsettiğimiz gerçek ve olması
gerekendir. Ve de olandır. Yunan'in, Arab'ın, ve Hind'in ahlaksız tanrılarını
gerçek tanrı olanla bir tutmak abestir.
68- Mahiyeti
alan yani cins olan, ilah değildir: Ma hüve? (O nedir?) ilah olan zat hakkında
söylenemez. Çünkü o bir tür ya da cins değildir. (Ma ) ancak tür ve cinsler
için mahiyetini bilmek için sorulabilir, tabiat için söylenebilir.
69-
Yarattığında uygunluk ve düzen bulunmayan, ilah değildir: Nizam ve Gaye Delili
(Teleolojik Kanıt)
Nizam ve gaye delili
ise ağırlıklı olarak duyguya ve göze hitap etmektedir. Bu yönüyle daha fazla
insanın dikkatini çekebilecek bir yapıdadır. Hatta ateistlerin üzerinde dahi
etkili olabilecek ve onları kolaylıkla ikna edebilecek bir kanıttır. Zaten bu
kanıtın iddialarını reddeden bir ateistin başka bir vesileyle inanma ihtimali
çok zayıftır. Bu noktadan sonra hâlâ reddetmeye devam eden bir insanm Önünde de
yığınla ideolojik saplantılar, varsayımlar ve psikolojik önyargılar var
demektir.
Teleolojik kanıt da
denilen bu ispat şekline göre âlemde bir düzen vardır. Tanrı'nin varlığına
inansın veya inanmasın hemen hemen herkes bu düzenin farkındadır. Kâinattaki
bu düzenin varlığında da kim olursa olsun şüphe duymamaktadır. Meselâ dünyamız
başta olmak üzere bütün gök cisimleri, yıldızlar ve gezegenler bir düzen
içerisinde hareket etmekte ve kendi yörüngelerinde dönmektedirler.
insan başta olmak
üzere bütün canlılar âlemi de bir düzen içerisinde var olmakta ve yaşamlarını
devam ettirmektedirler. Dünyamızdaki bütün doğal olaylar belli bir düzen ve
intizam içerisinde oluşmakta, gelişmekte ve devam etmektedir. Yeryüzünde,
denizlerde ve atmosferde bir düzenin varlığı müşahede edilmekte, canlı
varlıkların da yine belirli yasalar çerçevesinde hiçbir aksama olmadan yüzdükleri,
yürüdükleri ya da uçabildikleri görülmektedir. Düşünebilen herkesin rahatlıkla
gördüğü bu düzen bizlere her şeyin arkasındaki bir düzenleyicinin varlığını
haber vermektedir.
Dünyanın, değişik
kültürlerinde yetişen insanlar, çeşitli şekillerde bu düzeni ve estetiği dile
getirmekte, onunla ilgili felsefî, edebî veya dinî eserler yazmaktadırlar.
İnsan benzer duygular içerisinde yaşadığı dünyayı algılamış ve içi aşk dolu
kitaplar kaleme almıştır. Bir şairin şiiriyle, ressamın resmiyle ya da mimarın
eseriyle duygulanan İnsan, Tann'nm sanatı karşısında da heyecanını gizlememiş
ve daima hayranlığını ifade etmiştir. Daha Önce de ifade edildiği gibi birçok
ateist dahi karşılaşmış olduğu bu heyecanla inkârdan vazgeçmiş ve Tann'nm
varlığına kanaat getirmiştir. Yine âlemdeki mevcut intizam ve estetikten
hareketle pek çok filozof da mutlak ateizmin mümkün olmadığı düşüncesine
ulaşmıştır.
Teleolojik kanıtın
önemle üzerinde durduğu konu evrendeki düzen, intizam, canlı ve cansız
varlıklarda görülen gaye ve amaçlılıktır. Aralarında Kindi (v. 866), Farabi
(v. 950), İbn Sînâ (v. 1037), Gazâlî (V. 1111) ve İbn Rüşd (1126- 1198) gibi
müslüman düşünürlerle, R. Tennant (1866-1957) ve W. Paley (1743-1805) gibi
Hıristiyan düşünürlerin bulunduğu pek çok kişi bu kanıtı iki şekilde ele almış
ve Tann'nm varlığını ispatlamaya çalışmışlardır:
Filozoflar bu kanıt
çerçevesinde birinci olarak evrendeki gaye ve nizamdan yola çıkmış ve Tann'nm
varlığına ulaşmışlardır. Bazen de Tanrı'mn varlığından ve niteliklerinden
hareket ederek evrendeki düzen, gaye ve güzelliği açıklama yoluna gitmişlerdir.
Yani onlar her fırsatta ya âlemin nizamından ve intizamından bahsederek
Tann'nm varlığına gitmiş ya da Tann'nm inayetini, adaletini, cömertliğini ve
güzelliğini anlatırken sözü evrenin yapısına getirmiş ve görüşlerini bu yolla
açıklamaya çalışmışlardır.
Meselâ Kindî âlemdeki
varlıklarda bir düzen, ahenk, irtibat, güzellik ve amaç bulunduğunu dile
getirmiştir. Kin-dî'ye göre evrenin mükemmel yapısı, düzeni, parçalarının
birbiriyle olan ahenkli irtibatı, her şeyin iyiyi koruyacak, kötüyü yok edecek
tarzda düzenlenmesi, ilim sahibi bir düzenleyicinin varlığının en iyi
işaretidir.
Farabi ve İbn Sina da
eserlerinde evrenin düzenine ve güzelliğine işaret etmişlerdir. Farabi'ye göre
Tanrı, âlemin düzenleyici si d ir. Evren de bu ilâhî düzenin eseri olarak vardır.
Bu nizamda da ilâhî adalet tecelli ettiği için orada adaletsizlik söz konusu
değildir. (Aydın Topaloğlu, Ateizmin Çürütülmesi, Ankara s.19)
70- Affetme
kudreti bulunmayan ilah değildir: İlah mutlak yokluktan varlığı kurtarmış ve
daha başlangıçta bu şekilde onları onurlandırmıştır. İlah af edendir. Çünkü yarattıklarını
af denen büyük lütufla karşılamıştır. O kullarının her türlü halini bilir,
anlar. Bir ilah olacak ve af etmek adındaki büyük kudretten, lütuftan mahrum
kalacak. Bu anlaşılacak bir iş değildir.
Alemimiz içinde sosyal
ilişkiler bazında en önemli bir olgu da affetmektir; tüm hatalar ve
noksanlıklara rağmen varlık âleminin varlığının devam etmesidir. Tüm varlık
âlemi noksandır ve muhtaçtır. Demek ki tüm eksiklerine rağmen onları ayakta
tutan yani dnları af eden, hasseten insanoğlunun günahlarını örten bir zat
olmalıdır. Allah'tan kullarına karşı dikey yönlü bir rahmet tezahürü vardır. Alİah,
Afııv sıfatıyla iyileri ve mazlumları karşılayacaktır.
71-
Öğrenemeyen hiçbir şey ilah olamaz: Yapmak için bilmek lazımdır. Bilmek için
ise Öğrenebilmek yani bilgiyi elde edebilme yetisine sahip olmak lazımdır. Bu
şuna benzer; bir usta ev yaptıysa o mesleği bilmesi lazımdır. Mesleği bilmek
için ise bilmeye elverişli olmak lazımdır. Aslında Allah bilgisi sonradan olma
değildir. Yani o sonra-dan öğrenmez. Çünkü zaten bilen de, bilgi de, öğrenen
de, öğreten de O'dur. Yani Allah, her açıdan her ama her şeyi kendinde
bulundurur. Ayrıca bir yerden bir şey almaz. Tabiat ise durağandır. Bilgiyle
donanmıştır, ama bi-lebilme ve öğrenebilme yetisinden/kabiliyetinden mahrumdur.
72-
"Tarifler ancak O'nunla tarif edilir O, tariflerle tarif edilmez."
(Hz. Hüseyin): Kâinat ve tüm varlık O'nunla açıklanır. Yol ancak O'nunla
bulunur, arif olmak ancak O'nun tarifi ile olunur. Çünkü yol O, hedef de O'dur.
73- İyi ve
kötüyü ayırma kudreti olmayan ilah değildir:
Varlıkların içinde bulundukları
hali ayrıştıracak, bilinçli olanların halini düzeltecek bir güç bulunmalıdır.
İyilik ve kötülük, insan ırkı için temel konudur. Bu meseleyi oluşturan iyi ve
kötü olanın gün yüzüne çıkarılması lazımdır. İnsan binlerce yıldır kendi
kendine bu sorunuüyilik ve kötülük) çözemedi ve hep dışardan vahiyle doğrulmak
zorunda kaldı. Yasal ve gayri yasal her şeyin bize bildirilmesi lazımdır. Bunu
ancak bir Allah fikri yapabilir. Tabiat ise ne meseleyi ne de meselenin
çözümünü bilmektedir.
74- Yarattığını
sonsuz çeşitlikte yaratamayan ilah olamaz: Çeşitlilik kudreti, zevki,
sanatkârlığı ve bitmez tükenmez gücü gösterir. Çeşit, monotonluğun ve
statikliğin düşmanıdır. Çeşitlilik hayranlığı ve hayreti, lezzeti ve
tatmin-kârlığı doğurur. Çeşit, yapan için yapılan için ve müşahitler için
sonsuz kudreti temsil eder. Çeşitlilik tanrı varlığının en büyük
kamtlarmdandır. Tabiat gibi akılsız, gözsüz ve cahil bir varlık çeşit
oluşturamaz. Ancak içinde çeşidi barmdira-bilir. Çeşit, göz, gönül ve maharet
zevkidir ki tüm bunlar da tabiat için imkânsızdır.
75- Gizli ve
açık her şeyi işitemeyen ilah değildir: Tabi-buh fikir atın işitmediği malumunuzdur. İşitmekle
tanrı arasındaki ilişki sağır kişi ile duyan arasındaki ilişki gibidir.
İşitemeyen işitme duyusunu da veremez. Tabiatın bu duyuyu bize veremeyeceği
aşikârdır. Ancak işitebilen bir varlık kâinatın mimarı olabilir. Bu mimar için
işitmede sınır olmamalı. Çünkü kâinat, şiddetli-şiddetsiz ses tonlarıyla
doludur. Demek ki O, btı sesleri icat etmiştir. Ve tüm sesleri de işitmektedir.
Bir gün bu sesler toplanılıp bize karşı büyük mahkemede delil olarak
sergilenecektir.
76- Kendisine
büyük ümitler besleııilemeyen ilah değildir: Ümit ve arzu özellikle bilinçli
varlıklar için bir varlık şartı, hayatlarının ruhu ve yaşamlarının suyudur.
Ümit, bitmez tükenmez bir hazinedir. Onsuz yaşam mümkün değildir. Hayati tüm
konular, Hayy olanla alakalıdır. Hayy olan ise ancak bir olan Allah'tır. Şimdi
sormak lazımdır. "Ümidimiz tabiat" diyebilir miyiz? Bizi kurtaracak,
iyileştirecek ve kalkındıracak diyebilir miyiz?
77- Her şeyi
ve her yönüyle yüce olmayan ilah olamaz: Madde âlemine göz gezdirdiğimizde çok
muhteşem yönler ve çok eksik noktalar görüyoruz. Tabiat, büyüklük, renklilik
ve çeşitlilik gibi noktalarda çok yücedir. Hatta birçok insan bu vasıfları
gördüğünde 'tabiattan daha büyüğü yok' deyip ona ilah nazarıyla bakmaktadır.
Oysa tabiat bu açıdan çok güzelse de düşünme, görme, işitme... birçok konuda
eksik hatta çok geridir. Tüm bu düşünüşler tabiattan dar ha yüce bir varlığın
olması gerektiğini bize sezdirmektedir. İnsanın şu metodu kendine şiar edinmesi
lazımdır. Her yönden mükemmel olmayan biliniz ki ilah değildir.
78- Dış
etkilerden bağımsızdır. Olaylar onu halden hale sokmaz. Onu etkileyecek hiçbir
dış etken yoktur. O, ancak kendi özüyle alakadardır. Sıcak ve soğuk, hava ve
güneş, iniş ve yokuş onun zatı için geçerli değildir. Tabiat ise olaylarla
halden hale girer.
79-
Mükemmelliğine hudut biçilen ilah olamaz: Önceki bölümlerde bu konuyu
açıklayan bilgiler vardı. Ama biz birkaç cümleyle şunları tekrarlayabiliriz:
Had ve hudut, kuşatılmak, sonlanmaktır. Oysa mükemmel olan zaten kelimenin
anlamından da anlaşıldığı üzere tam ve kâmil olandır. Kamil olanın zıttı ise
eksik olandır. Had ve hudut ancak eksik olan varlıklar için geçerlidir.
Tabiatın haddi ve hududu ise sınırsızdır. Tabiat; zamanla, mekânla,
kanunlarla, nizamla sınırlıdır.
80- Rızkını
münasip veremeyen ilah olamaz: Aslana karpuz, ceylana et verilmiyorsa bu âlemde
demek ki rızık üstünde büyük bir nizam ve düzen vardır. Tüm canlı formları için
ayrı ayrı yiyecek ve ihtiyaçlar düzenlenmiştir. Alİah, Piranha balığını
okyanusta yaşatmamış. Ki yadur fikir şatsaydi canlıların çeşit ve sayısı çok
azalırdı. Van gölünde de balina yetişmiyor. Örnekler çok ve muhteşem bir düzenlemeye
işaret ediyor. Tüm düzenler de düzenleyene işaret etmez mi?
81-
İsteklere olumlu olumsuz cevap veremeyen, ilah değildir: İstemek ve! dilemek
tüm varlıkların ortak hallerin-dendir. Kimi, varlıklar doğrudan, kimileri
dolaylı, kimileri bilinçli, kimileri bilinçsiz tüm varlıklar arzu denen hal ile
donanmıştır. İlah olanın ise bunlardan habersiz olduğu, bilmediği ve cevap
vermediği düşünülemez. Çünkü ilah olan zaten "cevap" olandır. Allah,
tüm kâinatın istek ve arzularının tek rücu makamıdır. Her şey O'nadır ve
O'ndandır.
82- İyilere
dost ve kötülere düşman olmayan ilah olamaz: Mutlak tarafsızlık yoktur. Tüm
varlıkların yanaşık olduğu ve tarafını tuttuğu bir veya birden fazla yer
vardır. Taraf tutmaktan kastımız adil ve hayrı amaçlayan taraf tutmaktır.
İlah olana varlık nazarıyla bakılırsa, tüm varlıklar aslında ona aittir ve
onundur. O, bu açıdan tüm varlıklarına yakın ve taraftardır. Ama bilinçli ve
imtihan ettiği varlıklara bakıldığında ise ilah olan varlık elbette mazlumun,
biçarenin ve haklının taraftandır. Zalim ve kötülerin ise düşmanıdır. Ama ne
var ki imtihan saatinde not ve ceza verilmez. İmtihan bitince O, yapacağını
yapar. Asıl o zaman taraftarları ve hizbi kazanacaktır.
83- Tüm
övgülere layık olamayan ilah olamaz: Bu varlık âleminde övülmeye layık ve
methe müstahak çok canlı vardır. Kiminin aklı övülür, kiminin güzelliği,
kiminin boyu,posu... Ve daha nice övülmeye layık sıfatlar... İlah ise öyle
olmalı ki her yönü ve niteliğiyle övülmeli ve hayranlık doğurmalı. Tüm varlığa
sahip olanın, tüm Övgü ve metihlere de sahip olması lazımdır. Çünkü
methedilecek tüm varlıklar o büyük varlığa aittir ve dolayısıyla ona övgüler
seril-meli, metihler serilmelidir. Her şeyin sahibi ve tüm güzel sıfatların
maliki olan, ancak Allah olabilir. Allah haricinde bu liyakati hiçbir varlıkta
göremiyoruz,. Görenin ise, gözlerine iyi bakmasını tavsiye ederiz.
" Sâni-i Zül
cemalin kendi Zât-ı Akdesİııc lâyık öyle hadsiz bir hüsn-ü cemâli var ki, bir
gölgesi bütün mevcudatı baştan başa güzelleştirmiş. Ve öyle münezzeh ve
mukaddes bir güzelliği var ki, bir cilvesi kâinatı serbeser güzelleştirmiş ve
bütün daire-i mümki-natı hüsün ve cemâl leın'alarıyla tezyin edip
ışıklandırmış." (Şualar sh: 75)
" Bu kâinattaki
görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki, bu mütemadiyen değişen
ve tazelenen kâinat, bütün mevcudatıyla ayinedarhk, dilleriyle o güzelin
cemâlini tavsif ve tarif eder." (Şualar sh: 76)
"Madem bu saray-ı
âlemin başka emsali yok ki güzellikleri ondan iktibas edip taklit edilsin.
Elbette ve herhalde bunun ustası kendi zâtında ve esmasında kendine lâyık
güzellikleri var ki, kâinat ondan iktibas ediyor ve ona göre yapılmış ve onları
ifade etmek için bir kitap gibi yazılmış." (Şualar sh: 79)
84-
Yarattığını Örneksiz yaratamayan ilah değildir: Tüm varlıklar yoktan var
edemeyecekleri gibi yaptıkları yapıtlar da ancak bir örnek ve hazır
şablonladır. En üstün varlık olan insan dahi tüm yaptıklarını doğadan ve
çevreden esinlnerek. yapar. Bir helikopteri yaparken insan, etraftaki böcekleri
örnek alır. Radar için yarasayı kendine örnek edinir. İnsanın hayal gücü ile
yaptıkları benzersiz gibi görülen sanat yapıtları dahi gerek renk ve uyum
gerekse yapısal olarak benzerdir. Örneksiz ve şablonsuz iş yapmak ancak ilah
olana aittir. Bu büyük ve eşsiz yaratış ancak mutlak yaratanın yapacağı bir iştir.
Kâinatın sonradan olduğu kesin bir konu ise demek ki ilk yaratış tamamen
örneksiz ve şab-lonsuzdur. Sıfırdan iş yapmak ancak örneksiz ve şablonsuz bir
şekiide olur.
85-
Yarattıkları üzerinde her türlü eylemi yapamayan yaratıcı olamaz: İlah olan
için "yapamaz, edemez" gibi sözler sarf edilemez. Biz istesek de
istemesek de o istediğini istediği gibi yapar. Onun isteklerine pranga vurmak
imkânsızdır. Onun istekleri de kendi gibi iyi, kendi gibi mükemmel ve kendi
gibi güzeldir, İsteğinde sonsuz dileme, yaptığında sonsuz yapış ve
sonuçlandırmada da sonsuz nihayete erdiriş O'nun elindedir. Hiçbir varlık
O'nun iradesi dışında değildir. Hiçbir şey O'ndan kurtulamaz. O, bir öcü
değildir. Varlığın hamisi ve dostu, izzetin onurun kaynağıdır. Her şeyi iyi ve
kötüden ari kılacak da O'dur. Yegâne tasarruf sahibidir.
86- Hazinesi
tükenen ilah olamaz: Sonsuz olanın her şeyi sonsuzdur. Sonsuz zengin olanın
hazineleri de sonsuzdur. Mutlak olan her varlığın gücü ve üreticiliği de sonsuz
olmalıdır. Kaynağı tükenen her çeşme yapay ve eksiktir. Misafirlerini
doyuramayan her ev sahibinde acizlik vardır. Tabiatın kendisi eksik, malzemesi
noksan, artıp eksilen cinstendir. Bu açıdan bu tanıma uyan tek varlık ancak
mükemmel olan, bir olan ve tek olan Allah'tır.
87- Aceleci
olan sabırlı olmayan yaratıcı değildir: Sınırsız tahammül ve dayanıklılık ve
de sabır ancak bir ilahın en önemli vasıflarından olabilir. Tüm yollar bir
olan ilaha gider.
Zamanın kendisinden
muaf ve tek olandan hiçbir şey kaçamaz. Onun için mutlak olanın acele etmesi
için hiçbir sebep yoktur. Ondan ne iş kaçar ne işçi ne de zaman. Kendisinden
kaçılamayacak tek olan Allah'tır. Kulları kendisine sövüp dururken, zulüm
ederken, ilah olan, ancak sabır etmektedir. Çünkü Allah'tan kaçış yoktur.
Bizdeki basit ve eksik sabırlar parçalardır. Ve tüm parçalar da bütünlerden
kopmadır. Mahkeme günü sabır yerine ceza ve mükâfatın konduğu bir gün
olacaktır.
88- Yapılmış
olan yaratıcı değildir: Edilgen olan, mef ul olan, girilmeye müsait olan,
dokunulan, yapılan, edilen, dâhil olan kısaca etken olmayan ilah olamaz. Çünkü
bunlar zaaftır ve zaaf sahibi olan bu kâinatı idareden hatta kendinden dahi
acizdir. 'Yapılmak' sözcüğü tabiata tam uyumlu bir kelimedir. Yapılmak
müdahaleye açık olmaktır ki tabiat müdahaleye doğun) ve Ölüme, giren ve çıkana
sonsuz derecede müsaittir.
89- Kelam
sıfatı olmayan ilah olmaz, olamaz: İlah olan konuşacak ve yarattıklarına
konuşmayı da Öğretecek. Onun yanında tüm varlıkların bir dili olacak, taşa
taşın diliyle ve kuşa da kuşun diliyle seslenecek. Ayakkdtoıya "Söyle, kim
seni giyip günahlara daldı, zulme bulaştı?" deyip, ayakkabıdan cevap
alacak...
90- Sevmeyen
yaratamaz: Sonsuz güç bir şeyler yapmışsa bundan biz şunu anlarız: Mademki o
yapmaya mecbur değildir, mademki onun üstünde şu veya bu açıdan bir baskı
yoktur. Demek ki o istemiş ve istemeyi de sevmek adlı duygusuyla
bağlandırmıştır. Yani "ben istiyorsam ve ben muhtaç ya da mecbur değilsem
demek ki ben sevmişim ve sevdiğim için de dilemişim" demektir. Şu
anlaşıldı ki Alİah, işi sevdiği için ister ve yapar. Sevmek yaratmak için
şarttır. Kötülüğü ise sevdiklerini yüceltmek ve onların puanlarını arttırmak
için yaratmıştır. Bu dahi bir sevgi tezahürüdür.
İlah olanın sevgiden
mahrum olduğunu söylemek ancak gülünç bir iddiadır. Bu açıdan kendimizi ve bize
ait olan duygularımızı ilah olanla karşılaştırmayalım.
91- İlah
odur ki onun kudreti karşısında yakın ve uzak bîr olmalı: Her yerde ve her
şeyde olan için, yakın ve uzak denen mesafe tabirleri yoktur. Çünkü mesafe
ancak zaman ve mekânla sınırlanan varlıklara özgüdür. "Güneş bize yakındır, çünkü ışık ve
hararetiyle bize temas etmektedir. Biz ondan uzağız, çünkü biz hiçbir şekilde
ona dayanmıyoruz, hatta yaklaşamıyoruz". AHah-u Teala ilmiyle her
yerdedir, her şeye yakındır. Zatiyle hiçbir yerde değildir. Çünkü O'nun mekânı
yoktur. Allah-u Teala bizden uzaktır denmez. O bize yakındır, biz O'ndan uzağız
denir. Güneş misali gibi İhsan ve yardımları sürekli bize dokunmakta ve bizim
üzerimizde istediği gibi tasarrufat yapmaktadır. Ama biz birçok açıdan O'ndan
gayet uzağız. Ama Allah nazarından bakılırsa durum tektir. Sağı, solu Önü ya da
arkası yoktur.
92- Beslenen
ilah değildir: Kanla, otla, etle ve zulümle beslenen ilah; ilah değildir.
93- Adem
(yokluk) ve vücut (varlık), ikisi de müsavi (denk) olsa, bir tercih edici, bir
mucit lazımdır. Varlık ve yokluk aynı olsa bu iki halden yani denklik halinden
biri lazımdır ki varlığı çıkarsın. Ki kâinat yoktan var edildiğine göre demek
ki bir zamanlar var ve yok eşitti. Biri varı tercih etti ve mucit oldu.
94- İlah
olan varlıkta zıtlıklar olmamalı. Varlığı-cevheri bir olmalı: Tüm ikilikler ve
karşıtlıklar asıl değil sonradan olma arazlardır. Her şey asla ve cevhere
döner. Cevher ve asıl (tohum ) tektir. Mutlak Cevher çift olamaz. Tek olanda
ikilik bulunmaz. Tüm çokluklar tektendir. İçinde zıddı olan arazlıdır ve
noksandır. Çünkü tüm zıtlar karşı zıtlanna muhtaçtırlar. Her şeyüvaslı iki
değil tektendir. Tabiatın adı maddedir. Tüm maddelerin bir de anti maddesi
vardır. Tabiat da bu açıdan ilah olamaz1. Hatta cevher olmak dahi Allah için
uygun değildir. Çünkü cevhere araz musallat olabilir. Şu söylenebilir: Allah
arazı olmayan yegâne cevherdir.Eldeki yeni bulgular maddenin saltanatını iyice
yıkmaktadır. Modern fizik, maddeyi imha etmektedir. Asıl cevher anlaşılmıştır
ki atomdaki enerjiden ibarettir. Atom pozitif, negatif ve nötronlar arasındaki
enerji ile varlığını korumaktadır. Madem madde cevher değildir. Cevher olan
enerjidir, o halde materyalizm ifias etmiş-tir.(Bekir Topaloğlu, Allah'ın
Varlığı sl54,155, Ankara 1992)
95- Hızda
sonsuz olmayan ilah olamaz: "Allah her yerdedir", dendiğinde biz
şunu anlarız; Allah sonsuz hız ve akışkanlığa sahiptir. Hız, çok olduğu için
her yerdedir. Hız sonsuz olduğu için zamandan tamamen ayrıdır. Hız, nihayetsiz
olduğu için görünmez. Hız, bitmez tükenmez olduğu için "O, devamlı başka
bir iştedir." Hızdır tüm varlıkları her saniye kontrol ve müşahede eden.
Hızdır, uyumaksızm tüm kâinatı düzende tutan.
96- Hazır
olan yaratış, hazırlayan yaratıcıyı gösterir: Kâinat bir sofra gibi önümüzde
tüm canlılar paylan miktarınca faydalanıyorlar. Kâinat da sofranın adı... Demek
biri bize kâinat adlı sofrayı donatmış ve hazır hale getirmiştir. Öyleyse bir
hazırlayan da vardır.
97- Özü olan
her şey yaratıcı değildir: İçi, merkezi, tohumu..., Öz sahibi merkez yer
sahibi hiçbir şey yaratan değildir. Yaratanın özü, dışı, sözü her şeyi birdir.
Kâinatın ise bir ana maddesi ve özü vardır.
98- Kullarını
nutan onlardan
haberdar olmayan ilah olmaz: Aşağıda belirtilenden farklı olmamakla beraber
ilah kullarını bilir, onların hallerini kavrar ve özlerinin idraki içindedir.
İlah kulunu ve yapıtını tam kavrar. Kulun yaptıkları ise aşağıda verildiği
gibidir.
99- Yarattıklarının
yaptıklarından haberdar olmayan ilah olamaz: Mutlak gücün haricinde bir şeyin
olması düşünülemez. Tatile çıkan bir ilah, ilah değildir. Yorulan bir ilah,
ilah değildir. Mutlak gücün sının yoktur. Mutlak güç, tüm yarattıklarının her
türlü faaliyeti içindedir. O, haberdardır. O'nun gözü, kulağı ve tüm benliği
mutlak bilinç içindedir. Sınırsız duyuş, görüş ve bilişin harici yoktur ve
düşünülemez. Bu açıdan tanrı, tüm varlıkları görür, duyar ve işitir. Akan her
su ve düşen her yaprak önün biliş ve kudreti dahilindedir. Küçük ve büyük,
gizli ve aşikâr bizim için bir anlam ifade eder. Allah için bu tür ifadeler
yoktur. Ondan gizli ve ondan saklı bir şey yoktur. Bizim gibi yaratıklar ise
bunu idrak edemediklerinden ve tanrıyı kendi güçsüzlükleriyle
karşılaştırdıklarından ilah olanı tam anlamamaktadırlar.
100- a- Tüm
işlerin kendisine sunulduğu ona arz edildiği bir varlık ilah olabilir: Tüm
çokluklar birdendir. Tüm ara yollar ana yola çıkar. Tüm varlığı çekim gücüyle
ayakta tutan bir güç vardır. En üstün olanın makamı da en üstündür. Tüm işler
devlet başkanına sunulduğu gibi tüm arzuhaller de esasta ona sunulur. Yolların
bittiği bir nihayet vardır. Son olanın makamında tüm işlere de bir son vardır.
Her konunun bir çözeni olmalıdır. Allah en üstündür, onun makamı da en
üstündür. Ve tüm makamlar da işleri düzenlemek ve çözmek için vardır. Makamlar
boş ihdas edilmezler. Bu makam ilahlık makamı olunca bu asla boş değildir.
Tabiatın ne makamdan ne makamın yetkilerinden haberi vardır. Sağırdır, hiçbir
arzuhali işitmez. Dualar ancak Allah içindir.
100- b-
Tabiat ilah olsaydı onun içindeki bu olumlu-olum-suz değişim ve etkileşimleri
açıklayamazdık. Yani her şeyin tekdüze ve mat olması lazımdı. Çünkü tabiat bir
zeki form değildir: Evren değişkendir, durmadan değişiyor. Değişen her şey
sonradan olmuştur. Bu bakımdan madde ezeli/başlangıçsın olamaz. Evet, maddenin
termodinamik yasasına göre sürekli yokluğa doğru kayması, evrenin, uzayın
durmadan genişlemesi, güneşin hızla tükenişe doğru yol alması gibi olaylar,
varlığın bir başlangıcı olduğunu gösteriyor. Sonradan oian her varlığın bir
yaratıcısı vardır; nedensiz sonuç ve sanatkârsız sanat olamaz. Nedenler ise
zincirleme sürerek sonsuza kadar gidemez. Öyleyse durmadan değişen, ezeli
olmayıp sonradan oluşan ve bir ilk nedene gereksinim duyan şu evrenin de bir
değiştiricisi vardır. O da Allah'tır.
"Hâhk-ı Rahim, bir
kuşun tüylü libasım hangi kanunla değiştiriyor, tazelendiriyor. O Sâni-i
Hakîm, aynı kanunla, her sene küre-i arzın libasını tecdiâ eder, Han o aynı
kanunla, her asırda dünyanın şeklini tebdil eder. Hem aynı kanunla, kıyamet
vaktinde kâinatın suretini tağyir edip değiştirir. "(Mektubat sh: 290)
101- Düzeri
varsa düzenleyen de vardır: Kendi kendine düzelen ne gördün de bu düzgünlüğü
inkâr edersin? Sen akıllı bir varlık olarak bu dünyayı ve atomları düzenleyemezken
akılsız kâinat mı düzenler? Mikro ve makro düzen çok dakik bir ilişki
içindedir. Bir atom çekirdeği atom kütlesinin %99.97'si kadardır. Güneşin
güneş sistemi içindeki kütlesi de %99.97'dir. Şüphesiz bu düzen ancak Allah'ın
olabilir. Eğer bir atom çekirdeğindeki çekirdek, proton ve nötronlar birbirleri
üzerine çökmüş olsaydı, bir madeni paranın ağırlığı 40.000.000 ton olurdu.
Kâinatta her şey olması gerektiği kadardır. Ne bir fazla ne bir eksik. Yazar
Bekir Topaloğlu bakm bu konuda nasıl bir önerme sunmaktadır: "Kâinat
birbirine uygun sebep ve gayeler sisLemi arz eder(küçük önerme). Sebep ve gaye
manzumeleri akıl ve ilim eseridir (büyük önerme). O halde tüm bu işler âlim ve
akıllı bir müessiri gösterir." Yine yazarlardan Kemal Ural; "Bir gemi
kayalara vurmadan ilerliyorsa bilin ki o geminin bir kaptanı vardır."
Başka bir örnek verirsek, Pakistanlı No-bel Ödüllü Profesör Abdusselam'ın şu
tespiti hayrete şayandır. Prof, "İnsan beynindeki 10 000 000 000 sinir
hücresinin bağlantısını görünce inançla karşılaştım" diyerek hayretini
ifade etmektedir.
102- Hayatın
tarifi için bir Hayy ve yaşamın tanıtımı için bir rehber, lazımdır. O da ancak Allah tır. Yoksa hayat ya manasız
ya da tarifsiz bir abesiyet ihtiva ederdi. Hatta filozof Spinoza gibi,
"Hayatı tarif etmek lazımdır. Ama bunun imkânsız olduğu kanısındayım"
demek zorunda kalırdık.
103-
"Allah'ı inkâr için her şeyi tesadüfle açıklayanlar yaratma ile İlgili tüm
vasıfları tesadüfe verdiklerinden tesadüf tanrısına iman etmiş olurlar. Yani
onlar, ateist değil müşriktirler." (M. İsîamoğlu) Kâinat, kör tesadüfe
bırakılmayacak kadar yücedir. Şu anki bilim, laboratuvar şartlarında bir
hücre üretemezken nasıl kâinat denen muazzam yapı kendiliğinden oluşabilir?
İmam-ı Azam, bir ateist ile olan tartışmasına gecikince ateiste, "Buraya
gelmek için ırmağın kenarına geldim.Yol bulamadım.Ansızın bir ağaç kendi
kendine tahta, sonra da kayık oldu ve ben de ırmağı onunla geçtim. Onun için
geciktim" demiş. Ateist, "Bir kayık kendi kendine olur mu?"
deyip kahkaha atınca, Büyük İmam: "Ey şaşkın, basit bir sandal kendi
kendine oluşmaz ise şu kâinat nasıl kendi kendine oluşabilir." diyerek
veciz bir cevap ile muhteşem bir izahatta bulunmuştur.
104- Bir
varlığı biz üç yolla tanırız: l.Yaptiğıyîa, 2.Duyularımızla onu kavramamızla,
3-Yapmasa ve eseri olmasa da mantığımızla. Tüm kâinat O'nun yapıtıdır. O'nu
görmüyoruz, ama yapıtlarını görüyoruz. Bir de şu bir gerçektir ki, bir usta
dese-ki 'ben artık bina yapmayacağım' bu yolla eseri olmasa da biz ona usta
demeyecek miyiz? Tabi ki diyeceğiz.
Çünkü asıl olan işten ziyade işi yapabilirliktir. O usta bina
yapn^asa-da ustadır; çünkü o işi yapabiliyor. İşte tüm kâinat olmasa^ biz
olmasak Allah yine de ustadır, ilahtır, yaratıcıdır, vardır.
105- Olanak Belgesi: Evren/ Varlık, olabilirler
türünden-dir. Açıkçası varlık ve yokluğu eşittir. Var olduğu gibi, olmayabilirdi
de. Var olurken de, sonsuz oluş biçimlerinden herhangi birinin olması olasıdır.
En az var olan kadar olmayan da var olma şansına sahiptir. Her olabilir ise
kendi dışında bir sebebe bağlıdır. Öyleyse önce var olmayı, sonra da var L.-ma
biçimini olmamaya ve olması olası diğer biçimlere yeğleyen birisi vardır. O da
Allah'tır (cc).
106- Biz
neyi ispat ediyoruz. Çinlilerin dedikleri gibi: "Tanrının varlığını ispat
etmek lüzumunu mu hissediyorsun? Güneşi sezmek için meşale yakmak mı gerekir?"
O'nu ispat etmek dahi aslında uygun değildir. Hâşâ onun varlığı bizim
ispatımıza bağlı değildir. O, zaten vardır. Biz zaten var olanı görmemekte
diretenlere yönelik deliller sıralıyoruz. Güneş gibi olan o yüce varlığı
görmemek ancak bir inat ve körlük halidir.
107- İnsan
her şeyin bir sebeple yaratıldığını görmektedir. Onun için sebepsiz bir var
oluş olamaz. Kâinat kendi kendine var olamaz. Bir etki lazımdır ki tepki olsun.
Sebep olsun ki sonuç da olsun. Ve sebebi yapan bir müsebbip de olsun.
" İşte, ey
nankörlük içinde kendini başıboş zanneden bedbaht gafil! Bu derece hadsiz
lisanlarla kendini sana tanıttıran ve bildiren ve sevdiren bir Kerîm-i Zül
cemal, tanımak istenilmezse, bu lisanları susturmak. Mademki susturulmaz,
dinlemeli. Gafletle kulağını kapasan kurtulamazsın. Çünkü sen kulağını
kapamakla kâinat sükût etmez, mevcudat susmaz, vahdaniyet şahitleri seslerini
kesmezler. Elbette seni mahkûm ederler ." (Sözler sh: 669)
Her şeyin suret-i
maddiyesinde, kııdret-i Rabbânî ustadır, kader mühendistir. Suret-i
mâneviyesinde ise, kader mıstardır, yani, teşekkülâtın çizgilerini çizer;
kudret mastardır, yani o çizgiler üstünde yapdan teşekkülât, kudretten sudur
eder.
Ey kâfiri Bunu
işittikten sonra iyice düşün. Bir zerreye bir terzilik sanatını öğretmeye
kudretin var mıdır? Kendine halik ittihaz ettiğin tabiat ve esbab, her şeyin
muhtelif ve mütenevvi suretlerini biçip dikmesine kudretleri var mıdır?"
(Mesnevî-i Nuriye sh: 34)
"Miiessir-i
hakikî yalnız Allah'tır, Tesir-i hakikî esbabda yoktur. Esbab, izzet ve
azamet-i kudretin perdesidir." (Mesnevî-i Nuriye sh: 254)
"En cu'z'v ve en
küçük şey, en büyük şey gibi, doğrudan doğruya bütün bu kâinat Halikının
kudretinden gelir ve hazinesinden çıkar. Başka surette olamaz. Esbab ise bir
perdedir. Çünmi en ehemmiyetsiz ve en küçük zannettiğimiz mahlûklar, hazan
san'at ve hilkat cihetinde en büyüğünden daha büyük olur. Sinek, tavuktan
san'atça ileri geçmezse de, geri de kalmaz." (Lem'alar sh: 239)
108- Esas
olan şudur. İnsanların Allah konusunda ihtilaf ve inkârlarının kaynağı için en
büyük sebep şudur: İnsanlar Allah konusunu tam anlamıyorlar, onu kendileri veya
etraf-larıyla kıyaslıyorlar, ona bir şekil vermek istiyorlar. Oysa bunlar tüm
bu delillerimiz karşısında çürütülmüştür.
109- Tüm
soruların cevabı tek cevap olmalıdır. Çokluğun cevabının çokluk olması bir
kargaşadır. Bu tek cevap, tüm cevap şekillerini de içinde bulundurmalıdır. Yani
tüm yollar bir yola gitmelidir.
110- Doğa
ile Allah arasındaki ilişki Pascal'm ifadesiyle şudur: "Doğa Allah'ı hem
gösterir hem gizler," Doğa Allah'ın zatım gizler ama sıfat ve fiilini
belirtir.
111- Norman
Malcolm: "Tanrı varlığı ya mantıken zorunlu yada mantıken imkansızdır.
Hiçbir kanıt onun mantıken imkânsızlığını (çelişkili olduğunu) isp a dayamamış
tır. Öyleyse tanrının varlığını zorunlu olarak kabul etmeliyiz."
(S.H.Bolay, Felsefeye Giriş s.277)
112- Allah
bildiğimiz hiçbir tarzda değildir. Bilmediğimizi de biz bilmeyiz. Onun için
onu tam anlamayız. Desen ki "demek ki Allah'ı hiç anlayamayız".
Hayır, anlarız, deriz. Mesele şudur ki biz tam anlamayız. Mesela onun işlerinin
bir kısmım, onun sıfatlarını, noksansız olduğunu anlarız. Zaten bizim bu halimizi
Allah bildiği için bize peygamberler göndermiştir. Tam anlamak ise ne bizim ne
başkasının had d idi r.
113- İnsan
için en büyük iki sorun vardı: Bunlar iyilik ve kötülük mefhumlarıdır. Kabul
edelim veya etmeyelim, insanlar için iyi ve kötü vardır. Ama "iyi nedir,
nelerdir veya kötü nedir, nelerdir?" konularının ayrıntıları çok zordur.
Bundan ötürü, bizim için en önemli bu iki konunun bize aydınlatılması lazımdır.
İşte insanların hayatlarını düzeltecek olan; bu konuların aydınlatılması
olacaktır. Alİah ve onun gönderdiği din ancak bu konulan aydınlatacaktır. Allah
olmasa iyi ve kötü var olmayacaktı. Bu bizim için ancak bir kâbus olurdu.
Nitekim iyi ya da kötülüğü tanımayanların yeryüzündeki tahribatlarının meydana
getirdiği acıları hepimiz çekiyoruz ve çekeceğiz. İyi ve kötüyü yaratan bir
ilah olmalıdır.
114-
"Tüm korkular insanı korktuğundan uzaklaştırır. Yalnız A^lah korkusu
kendine yaklaştırır." (Ebu'l Kasım). Bu yönden bu korku türü emsalsizdir.
Yaklaştıran bir korku dahi Allah'ı tasdik eder.
115- Tüm
varlıklar için yönleri olmalı' diye ateistçe bir fikir sergilendiğinde, İmarn'ı
Azam: "bir mum yamnea ışığı nasıl her tarafa yayılırsa Allah ta her tarafa
yönelmiştir", diye karşılık verir. İlahîık, yönden de tenzih olmak
demektir. Tabiat ise mekâna hapistir. Yönü mekândır. Allah ise her yerde ve
taraftadır. Onun için sağ-sol, Ön-arka yoktur.
116-
"Vicdan, filozofların en aydınıdır"demiştir J.Jack Rousseou.
Vicdanımızın Allah konusunda inkâr ettiği vaki değildir. Aklımız, nefsimiz onu
inkâr etmektedir; ama vicdani duygularımızın onu inkâr ettiği vaki değildir.
117- "Allah düşünüşü, insanlar arasına
iyiliği güzelliği katarak onlarda azizlik, velayet, peygamberlik gibi büyük
insani zirvelikleri oluşturuyor. Allah olmasaydı bu iyilik numuneleri (Azizler,
Veliler...) olur muydu? " (Albert Ca-mus) Ateistten aziz çıktığı görüldü
mü?
118- İmam
Şafiî'ye sormuşlar: "Allah'ın varlığına delilin nedir?" "Dut
yaprağıdır" diye buyurmuş. "Tadı, rengi, kokusu ve nihayet maddesi
bir olmasına rağmen, bu bir tek maddeden ipek böceği yer ipek yapar, koyun yer
et ve süt yapar, geyik yer misk yapar, arı yer bal yapar"... Tadı, kokusu,
rengi bir olmasına rağmen, bir yapraktan bu kadar çok eşyayı yaratan, ancak
Allah'tır.
119- Biz
insanlar saatimiz bozulduğunda marangoza değil, saatçiye gideriz. İşi ehline
veririz. (Bakınız, Said Nursi, Muhakemat adlı kitabı) O halde din ve Allah
konusunda neden psikologa, doktora, filozofa, Öğretmene gidiyoruz. Oysa bunlar
işin ehli değildirler. İşin ehli peygamberlerdir. Müracaat da onlara olmalıdır.
120- Desen
ki "Her şeyi Allah yarattı onu kim yarattı?" Biz deriz ki; soru
baştan yanlıştır, Eğer o yaratılsaydı adı yaratıcı olmazdı. Her şeyi yaratanı,
kimse var edemez. Çünkü zaten o vardı. Yine bil ki teselsül, yani her şey
birbirini yaratıyor, yaradılış böyle devam ediyor düşüncesi yanlıştır. Muhakkak
bir sınır vardır. Tüm vagonlar makinistin olduğu yerde son bulur. Sonrasında
aranacak bir şey yoktur. İşte son da Allah'tır. Yine'desen: "Yumurta mı
tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkar. Bu iş böyle de olur?" Biz hayır
deriz. Çünkü kimin kimden çıktığını bilmiyoruz, ama birinden, birinin çıktığım
biliyoruz. Yani cevap şıkkımiz yine bire düşer.
121- 'Kâinat
zaten vardı' denilemez. Kâinatın içinde her şey bir c^eğişim, doğum ve ölüm
hali içindedir. Kâinat da içindekilerle beraber kâinattır. İçindekiler
çıkarılsa kâinat olmaz. Olsa olsa boşluk ve sıfır olur. Dolayısıyla o da içindekilerin
kaderini yani doğum, ölüm ve değişimi yaşar. Kâinat bir kadere mahkûmdur.
122-
Ontolojik kanıtın yanında Tanrı'nın varlığını ispatlayan ve ateistleri çok zor
durumda bırakan bir delil de kozmolojik kanıttır. Bu kanıt dünyamızın da
içinde bulunduğu, her an tecrübe ettiğimiz âlemden (kozmos) hareketle bizleri
Tanrı'nın varlığına götürmektedir.
Evrenin varlığı
insanın üzerinde uzun uzadıya düşüncelere daldığı konuların başında gelir.
Yıldızları, gezegenleri, güneş sistemleri, galaksileri, canlılar âlemi ve
bilemediğimiz daha birçok yönüyle kâinat insanın karşısında durmaktadır.
Kâinatın varlığı, oluşumu, değişimi, en küçük varlık biriminden (atom) tutun da
en büyük galaksilere kadar her şeyin bir hareketlilik içerisinde bulunması
insanın dikkatini çekmiş ve onu araştırmaya sevk etmiştir. Kozmolojik kanıt
evrenin varlığından yola çıkarak yaratıcının varlığına gitmekte ve bizlere
olup biten her şeyin arkasında bir Tanrı'nın bulunması gerektiğini
söylemektedir.
Bu kanıt üzerinde
sadece felsefeciler veya teologlar durmamıştır. Diğer insanlar da her fırsatta
bu âlemin Tanrı'nın varlığına işaret ettiğini dile getirmişlerdir. Zaten
yaratıcı Kur'an'da bu çeşit konular üzerinde önemle durmuş ve çarpıcı örnekler
vermiştir: Kur'ân-ı Kerim'de müteaddit defalar, insanların seyahat etmeleri,
gözlerini gökyüzüne çevirmeleri, doğayı seyretmeleri, canlılar âlemine
bakmaları, âlemin işleyişini izlemeleri kısacası her şeyin nasıl olup bittiğine
dikkat kesilmeleri istenmekte ve bu konuda onlar düşünmeye davet edilmektedir,
islâm düşünürleri de bu nedenle kozmolojik kanıta eserlerinde büyük yer vermiş
ve Tanrı'nın varlığını bu yolla kanıtlamaya çalışmışlardır.
Kozmolojik kanıtın
temel iddiası şudur: Evrenin gerçekten var olduğu görülmektedir. Yani evrenin
varlığı hayal veya rüya değildir. Ancak evren kendi başına var olamaz bir
nesneler yığınıdır. Sonradan var olmuştur. Evreni var kılan ve ona hayat veren
de Tanrı'dır. Evrenin ezelden beri var olduğunu düşünmek imkânsızdır. Çünkü
âleme baktığımızda sonuçta onun maddî bir varlık olduğunu ve kendi kendine var
olma gücüne sahip olmadığı görülmektedir. Bu durumda onu yaratan bir gücün
varlığı kendiliğinden ortaya, çıkmaktadır. Bu güç de Tanrı'dır.
Varlıklar kendi
kendilerine var olma gücüne sahip değildir. Ayrıca bu varlıklar, var
olmalarını da kendileri gibi bir varlığa borçlu olamazlar. Bu durumda da evren
dâhil bütün sonlu varlıklar var olmalarını kendileri dışındaki bir varlığa
(Tanrı'ya) borçludurlar. Dolayısıyla âleme ve bizlere hayat veren bir varlığın
mevcudiyeti kaçınılmaz olmaktadır. Bu varlık Tanrı'dır. Evrenin var olması da,
zorunlu varlığın yani Tanrı'nın Varlığının kanıtıdır.
Kozmolojik kanıt
ikinci olarak evrendeki hareket ve değişmenin nedenini araştırarak Tanrı'ya
varmaktadır. Bilindiği gibi evrendeki nesneler hareket halinde olup, sürekli
bir değişim ve oluşum içerisindedirler. Atom çekirdeğinden gök cisimlerinin
işleyişine kadar bu hareketlilik gözlenmektedir. Ancak nesnelerin
hareketliliği ve değişik biçimler almaları kendiliğinden oluşamaz. Bunların
böyle olması da imkânsızdır. Bu güç, yani hareket edebilme ve değişme gücü,
kendilerine hareketin ve değişmenin ötesinde olan bir yüce varlık tarafından
verilmiştir. Dolayısıyla evrendeki hareketin ve değişmenin arkasında, onlara
bu gücü veren bir Tanrı'dır.
Hareketin ve
değişmenin olmadığı bir yaşam düşünülemez. Her şeyin statik ve durağan olduğu
bir dünyada var oluş imkânsızdır. Kısa bir süre dahi olsa dünyanın dönmediğini,
gece ve gündüzün olmadığını, mevsimlerin gidip gelmediğini, bulutların hareket
etmediğini, nehirlerin akmadığını veya vücudumuzdaki atardamarların ya da
kalbimizin çalışmadığını düşünmek mümkün değildir. Yaşamı var kılan Tanrı
bizlere en uygun şartlarda ve ortamda hayat imkânını sunmuş, gerek kendi
vücudumuzu ve gerekse Çevremizi bu yaşama hizmet için mükemmel bir şekilde düzenlemiştir.
Doğrusu Tanrı sadece hareketin ve değişmenin arkasında değil, var olan
güzelliğin ve intizamın arkasında da vardır.
Kozmolojik kanıt
üçüncü olarak evrenin sonlu olmasından hareketle sonsuz olan bir varlığa
işaret etmektedir. Bir nesnenin sonlu olması demek, o nesnenin zaman ve mekân
dünyasında belli bir süreç içerisinde, var olması ve tekrar yok olmasıdır.
Herhangi bir zaman dilimi içerisinde var olan ve bir süre sonra yokluğa mahkûm
olan nesneler gerçek varlıklarını kendileri dışındaki bir varlığa
borçludurlar. Dolayısıyla nesneler dünyası içerisinde bulunmayan, onlar gibi
belli bir zaman diliminde var olup-yok olmayacak aşkın ve sonsuz bir varlığa
gereksinim vardır. Bu varlık da Tann'dır.
Dünyadaki herhangi bir
varlığın sebebi başka bir varlık olabilecektir. Bir şeyin varlığına sebep olan
o varlığın da yine kendisinden önce başka bir sebebi bulunacaktır. Bu durumun
bir süre. böylece devam edip gitmesi mümkündür. Ancak bu kuralın sonsuza kadar
devam etmesi imkânsızdır. Çünkü bir süre önce var olmayan ve var olduktan sonra
da ölümüyle birlikte yok olan varlıkların sonsuza kadar birbirinin nedeni
olması hem aklen hem de mantıken mümkün değildir.
Çevremize dikkatlice
baktığımızda kendi hayatımız dahil olmak üzere pek çok şeyin zamana tâbi
olduğunu, çeşitli evrelerden geçtikten sonra değiştiğini, eskidiğini,
yaşlandığını ve kaybolduğunu görmekteyiz. Ancak bütün bunlar olurken bir yandan
da her şeyin ötesinde değişmeyen, yok olmayan bir gücün varlığının gerekli
olduğunu düşünürüz. Çünkü her şeyin sonlu olduğunu bir an için düşünsek bile
bunun nereye kadar gideceğini kestirmemiz güç olacaktır. O zaman bu değişen ve
sonlu olan âlemin nasıl var olduğunu ve hayatiyetini nasıl devam ettirdiğini
sormamız gerekecektir. Sonuçta her şeyin arkasında bulunan ve doğası itibariyle
yok olup giden varlıklara benzemeyen bir varlığı düşünmemiz gerekmektedir.
Tanrı, zaman ve
mekânla sınırlı olmayan bir varlıktır. O, sürekli hareket halinde olan ve
değişen evrenin yaratıcısıdır. Dolayısıyla sonlu olan bir evren, bu özelliği
nedeniyle bizlere sonlu olmayan, ezeli ve ebedî olan bir varlığı, Tanrı'yı
hatırİatmaktadır.
Bir kısım insanlar,
yaratıcı özelliği bulunmayan, buna karşın kendileri gibi ölümlü olan varlıkları
(hatta bazen konuşmaktan ve iş yapmaktan aciz olan cansız varlıkları) sanki
olağanüstü bir güce sahiplermiş gibi kutsamış, buna karşın gerçek yaratıcıyı1
maalesef unutmuşlardır. Kur'ân ise her fırsatta bizlere âlemin yaratılmış ve
sonlu olduğunu hatırlatmaktadır. Ayrıca eski milletlerden bir kısım insanların
bazı sonlu varlıkları kendilerine Tanrı edindiklerini ancak bunun çok gülünç ve
beyhude olduğunu da ifade edilmiştir ki Kur'ân bu konuya Hz. ibrahim'in
şahsında güzel bir örnek vermektedir.
Hz. İbrahim, başta
babası olmak üzere pek çok kişinin putlara ve gök cisimlerine tapmalarını bir
türlü içine sindirenıemiş ve onlara şiddetli tepki göstermiştir. O, içerisinde
yaşadığı toplumun inancına katılmamış, sırasıyla, gece ortaya çıkıp parlayan
ancak gündüz kaybolan yıldızların, zamanı geldiğinde parlayan bir süre sonra
kaybolan aym, ya da şafak vakti doğan ancak akşam vakti batan güneşin hiçbir
zaman Tanrı olamayacağını düşünmüş, gerçekten tapıl-maya lâyık olan tek
varlığın ise sadece Alİah olduğuna kanaat getirmiştir (İzahatı Enam 75-79
ayettedir).
Hz. İbrahim'in bu
muhakemesi asırlarca insanlara güzel bir örnek olmuş ve onlara yol
göstermiştir. Tanrı'ya inanan bir insanın zihnî berraklığını ve çok eski
asırlarda dahi olmasına rağmen pozitif ilme olan yatkınlığını sergileyen bu
tutum, günümüzde de bizler için övünülecek bir durum ortaya koymuştur. Böyle
bir anlayışın, hurafelerin ve batıl inançların ne kadar uzağında olduğu da
unutulmamalıdır. Çağımızdaki bilimsel ilerlemelere rağmen bazı çevrelerin,
gökyüzü cisimlerini müşahedeye ve araştırmaya açık ilmî bir obje olarak değil
de, ruhanî ve gizemsi bir varlık olarak kabul etmeleri ya da onlardan birtakım
menfaatler ummaları, İbrahim Peygamber'in ne kadar anlamlı bir düşünce
sergilediğini açıkça ortaya koymaktadır.
Hz. İbrahim'in
muhakemesinde önemli olan unsurlardan biri de âlemin ve âlemin içerisinde
Tannlaştınlan şeylerin zayıf ve Ölümlü olmaları gerçeğidir. Yani kendi başlarına
dahi var olamayan bir varlığın tapılmaya lâyık olmadığıdır. Dolayısıyla gerçek
yaratıcı dururken bu ve benzeri nesnelere tapmanın İzah edilecek bir tarafı
bulunmamaktadır.
Hz. İbrahim'in bu akıl
yürütmesi birçok gerçeği daha ortaya koymaktadır: Birincisi ateistlerin iddia
ettiği gibi Tanrı inancı ya da Tanrı kavramı doğal olaylar karşısındaki korkudan
ve şaşkınlıktan kaynaklanmamıştır. Meselâ Hz. İbrahim ve onun gibi düşünen
insanlar (monoteis t- tek tanrıcılar) tek tanrıya tapmış, şekli ne olursa
olsun herhangi bir nesneden korkmamış, tanı tersine onların korkulacak ve tapılacak
birer varlık olmadıklarına hükmetmişlerdir.
İkinci olarak bu örnek
ateistlerin gerek insan ve gerekse inanç hakkındaki evrimle ilgili görüşlerini
de yıkmıştır. Ateistlere göre "İnsan gerek fiziksel olarak ve gerekse düşünsel
olarak basit bir yapıdan daha karmaşık bir yapıya doğru ilerlemiş ve günden
güne de olgunlaşmıştır. İlk yıllarında çok tanrıcı olan ve putlara tapan insan
daha sonra tek Tanrı inancına yönelmiştir vs."
İbrahim Peygamber'in
de gösterdiği gibi aşkın bir Tanrı inancı insanlığın ilk gününden beri vardır.
Bir kısım insanlar daha sonra fikir değiştirmiş ve dinden uzaklaşmışlardır. Belki
bazıları da putperestliğe ve paganizme yönelmiştir. Ancak bu durum tarih
boyunca tek Tanrı inancının önemini, üstünlüğünü ve yaygınlığını gölgeleyecek
bir şey değildir.
Tanrı, evreni
yaratmakla kalmamış işleyiş ve kanunlarını da belirlemiştir. Bu da açık ve
seçik bir şekilde tarafımızdan müşahede edilmektedir. Meselâ bizlere sıradan
gelen veya belki de hiç dikkatimizi çekmeyen yer çekimi kanunu, gezegenlerin
yörüngelerinde düzenli olarak dönmeleri, suyun kaldırma gücü, nefes almamıza
imkân tanıyan atmosferin yapısı, kuşların uçabilmelerine olanak tanıyan hava ortamı,
ateşin ısıtma ve yakma özelliği ya da toprağın bizlere ürün verme gücü
olmasaydı halimiz ne olurdu? Bun-larsız bir yaşam düşünülebilir miydi? Yine
kendi bedeni-mizdeki uzuvların görevlerini bir an için yerine getirmediklerini
düşünelim. Meselâ göz görmez, kalp çalışmaz, mide sindirmez, ya da sinir
sistemi bozulursa dahası aklımızı kaybedersek ne gibi durumlarla
karşılaşabileceğimizi tahmin edebiliyor muyuz? Hâlbuki bütün bunların hiç aksamadan
devam ettiğini ve her şeyin kendine verilen görevleri yerine getirdiğini
açıkça müşahede etmekteyiz. 13u durum bizlere kâinatı yaratan, yaşam için
gerekli koşullan oluşturan, iradî bir varlığın yüceliğini haber vermektedir.
Yüzyılımızda görülen
bilimsel ilerlemeler, yeni buluşlar ve uzay çalışmalarında elde edilen yseni
keşifler de bir anlamda kozmolojik kanıtı desteklemektedir. Çünkü gelinen
bilimsel seviyeler bizlere âlemde tesadüfün olamayacağını, aksine her şeyin
planlı ve programlı olarak düzenlendiğini göstermektedir. Kısacası bir gücün
her şeyi planladığını, yasalarını en ince ayrıntısına kadar belirlediğini
kanıtlamaktadır. İnsanın da bu düzeni görmesi ve bundan ders alarak o yüce
gücün varlığı karşısında hayranlık duyması kaçınılmazdır.
Sonuç itibariyle
evrenin varlığından hareketle Tann'nm varlığının kanıtlanma girişimleri de
ateistlerce eleştiriye uğramıştır. Ancak ateistlerin bu konuda dindarların
iddialarını çürütebilecek alternatif bir görüş ileri sürmeleri de kolay
olmayacaktır. Evrenin varlığı, içeriği ve yasaları, amacı, materyalistlerin
yaptığı gibi sadece maddî nedenlerle açıklanacak kadar basit bir yapı arz
etmemektedir. Dolayısıyla evrendeki olaylar karşısında insanda Tanrı fikrinin
doğması kadar tabii bir şey olamaz. Aslında böyle içgüdüsel bir düşünceyi ya
da hayranlığı frenlemenin ya da saptırmanın yanlış olacağı da. aşikârdır.
İnsanın kendine karşı yaptığı en büyük hata da kanaatimizce kâinat karşısında
kendini Tan-rı'ya götüren ve O'nu düşündüren duygularını bastırması ve yok
saymasıdır.,
Günümüzde insan
bilimsel ilerlemeler sağlamış ve günlük yaşamını daha düzenli hale
getirmiştir. Geçmişte yaşayanlara kıyasla pek çok konuda daha iyi bir yere
gelmiş ve teknik açıdan dünyaya hâkim olmaya başlamıştır. XX. yüzyılın
başında, bu ilerlemeler pozitivizmin etkisiyle insanın dinden uzaklaşmasına ve
kendi kendine yeter olduğuna dair bir yanılgıya düşmesine yol açmıştır. Bu
süreç insanın dünyanın dışına çıkıp aya ayak basmasına ve bir anda her şeyin
üstesinden gelebileceği inancına kapılmasına kadar devam etmiştir. Ancak
evrenin keşfi anlamında bir pencere olan uzay çalışmaları ve aya gidiş, dinden
uzaklaşan ve kendini büyük gören insana (evrenin büyüklüğü karşısında)
küçüklüğünü hatırlatmış ve daha temkinli davranmasını öğretmiştir. İnsan da
içerisinde yaşadığı dünyanın her şey olmadığını görmüş binlerce yıldızı ve
galaksiyi barındıran evrenin muhteşem büyüklüğü karşısında dünyasının bir
nokta kadar küçük olduğunu müşahede etmiştir. Kaldı ki küçük dünyamızda dahi
bizlere hâlâ sır olan pek çok şey bulunmaktadır. İnsan böyle muazzam bir
manzara karşısında "şans" ve "rastlantı" gibi kavramları
tekrar gözden geçirme ihtiyacını hissetmiş artık böyle bir açıklama yapmanın
anlamsız olacağım görmeye başlamıştır. Nitekim insana kâinatta rastlantıların
olmadığını öğreten, buna karşın nesneler dünyasında bir düzenin bulunduğunu
gösteren de yine bilimsel çalışmalar olmuştur.
Kozmolojik kanıttan
sonra bizleri Tanrı'nın varlığına götüren diğer bir düşünce de evrende görmüş
olduğumuz, düzeni, intizamı, estetiği ve amaçlılığı ön plana çıkaran
teleolojik kanıttır.
Kozmolojik kanıt
bizlere bir anlamda kozmostan ve dünyamızın dış görünümünden hareketle
Tann'nın varlığını düşündürüyordu. Teleolojik kanıt ise daha ziyade kâinatın
içya-pısmdan, orada görülen intizamdan ve güzelliklerden hareketle bizleri
Tann'nın varlığına götürmektedir. (KAYNAK: Aydın Topaloğlu, Ateizmin
Eleştirisi,Ankara 1999)
123-
"Kâinatta yoktan var olma hali yoktur. Ve vardan yok olma da yoktur"
diyemezsin. Kâinatta yok olma vardır. Yanan Ali Efendi için "var"
diyemezsin, Biz hiç yoktuk ama var olduk. Desen ki "Annem yaptı." Biz
deriz ki; senin dediğin gibi olsa da tüm yapanları da Allah yaptı. Böylece kısır
döngüler nihayet bulur.
124- Kâinattaki
hassas denge bize bir ulu varlığın varlığını belirtir. "Kâinat kendi
kendini dengeye koydu" şeklindeki bir önermede bulunulamaz. Çünkü
dengelenmek için de ilim, akıl, mantık ve daha nice vasıflar lazımdır.
Kâinattaki bazı hassas dengeleri yazar Hugh Ross'dan takip edelim:
Dengeler Listesi:
Yer Çekimi: Çekim
güçlü olsa amonyak ve metan birikimi olur. Çekim az olsa Atmosfer su kaybeder
ki her iki durumda da hayat olmaz.
Güneşe Uzaklık: Az
veya tersi olan çok yakınlaşmada da hayat oluşmaz.
Yer Kabuğu: Kabuk çok kalın
olsa oksijen transfer eder. Kabuk çok İnce olsa volkanik patlamalardan hayat
yaşanmaz hal alır..
Dönme Kızı: Az olsa
ısı farkı çok olur; dönme hızı çok olsa büyük kasırga ve tufanlar gerçekleşir.
Elektromanyetik alan:
Manyetik alan güçlü olsa büyük manyetik fırtınalar meydana gelir. Zayıf olsa,
Güneş rüzgârı kalkanı kalkar.
Albeda Etkisi:
Yansıyan enerji ile gelen enerji arasındaki oran olan bu kurala göre fazla
yansımada dünya buzul çağına girer. Yansıma az olsa sera etkisi, aşırı ısınma,
oksijen ve azot dengesizliği oluşur.
125- Bil
değil, ama anla; ama kalbinle anla ki, bizim en büyük yaratık olmamız, kuru
bilgiden öte bizim kalbimizdir. Yoksa bilgili ve akıllı kötüler, bizden çok
daha üstün olurdu. Biz, gönlü olan bir varlığız. "Allah var mı?" diye
bir de gönlümüze soralım. Ama kuru sormayalım. Yalnız bir şekilde, inziva ile
tabiat ve yeşillikler arasında, kalbimize soralım. Bakalım kalbimiz bizimle
nasıl konuşacak? Bize kendini nasıl açacak. Bir de diğer duygumuz yani
nefsimizi (heva, istek, arzu) işe karıştırmadan bu arayışa geçelim. Cevaba da
nefsimizi katmayalım.
126- Asıl
olan Allah'tır, dindir. Dinsizlik ise sonradandır. Ateizm bir tez değil anti
tezdir. Yani ben dedim "Alİah var" o dedi, "Allah yok." Ama
ben ilk önce dedim, ben var dedim o benim vardır, sözümden sonra yok dedi.
Asıl olan Allah'tır. Diğeri bana cevap için çıktı. İlk olarak teizm çıktı ve
ona ret için ateizm ortaya atıldı. Bundan ötürü önemli olan ve itibara alınması
gereken teizm; yani inanmaktır. Delil ateizmden istenmelidir.
127- İbni
Miskeveyh: "İspat-ı Sâni çok güçtür. Çünkü O, bilmediğimiz ve
anlamadığımız varlığın, en uzak ve yücesidir. İspatı kolaydır çünkü çok aşikârdır.(Sıfatlarının
tecellisi cihetinde) tanınmasının esas zorluğu ise acz ve zaafımız
nedeniyledir." demiştir. Dolayısıyla Allah'ı tanıma huşu-sunda insanların
birilerini kötülemeleri pek de yarar değildir. Zorluk bizim yapımız
dolayısıyladır.
128- Mevcut
varlıklar katman katman ve sınıf sınıftır. Parçadan bütüne doğru bu katmanlar
şunlardır: Birinci varlık katmanı cansız ve hareketsiz varlıklardır ki bunlar;
taş vb varlıklardır. Bunlar ilk katmandır. İkincisi canlı, bilinçsiz ve nispeten
hareket halindeki varlıklarıdır ki bitkiler gibi. Üçüncü katman hayvanlar gibi
canlı, hareketli ve içgüdü sahibi varlıklardır. Dördüncü sınıf varlık ise
insandır ki canlı, bilinçli, maddi, akıllı, hareketli ve duygu sahibi
varlıklardır. Beşincisi enerji beden, bilinçli, canlı ve harekette daha
serbest varlıklardır. Bunlar cin ve benzer enerji varlıklardır. Altıncı sınıf
canlı, hareketli, daha saydam bir enerji beden sahibi, duygulu ve akıllı,
bilinçli, tamamen itaatkâr seçme hakları olmayan varlıklardır ki bunlar da
melek ve benzer tür varlıklardır. O halde sormak lazımdır. Bu aşamalar varsa en
üst varlık aşaması yok mudur? Enerjiden daha farklı ve güçlü, bedenden muaf,
zaman ve mekândan münezzeh, sonsuz defa sonsuz bir varlık.,. Bu şekil düşünmemizi
engelleyecek bir engel var mıdır? 'Bu şekil bir tasavvur yanlıştır' diyecek bir
bilgiye sahip olan Var mıdır? Demek, varlık aşamalarının da bir sonu,
hadsizlik sahibi biri, olmalıdır. O da Allah'tır.
129-
"İnsan şu veya bu şekilde bir görev yürütmektedir. Görev yürüttüğü çalışıp
didinmesinden bellidir. Oysa görev kadar bir gerçek daha vardır. O da inanç
olmadan görevin yürütülemeyeceğidir." (Benjamin Disraeli) İnanç tüm varlıkların
varlık ve yaşama sebebidir. Amacı biten insan hayatta kalmak istemez. Amaç bir
ağacın meyvesidir. Ağaç meyve vermek adındaki amaçla donanmıştır. Görev için
inanç şarttır. İnanmaksızm hiçbir icraat yapılmaz. Yaptığını söyleyen de
görevini suiistimal eder. İnanç mevzusunun en başı da elbet bir olan
Allah'tır.
130- Asıl
olan "var" demektir. "Yok" demek ise, asıl değildir. Ben
"zakkum ağacı var" dediğimde yok diyenin tüm dünyayı hatta kâinatı
gezmesi ve olmadığını ispatlaması lazımdır. Bu da imkânsızdır. O halde 'Alİah
yok' diyenlerin davalarını ispatlaması olasılığı sıfırdır. 'Alİah yok'
diyenler, kâinatı mı dolaştı, tüm bilgiyi mi aldı da inkâr ederler, diye sormak
lazımdır.
131- Şuursuz
sebeplere bir şuurlu varlık gerektir. Tüm "neden ve nasıllara" ve
onların harekete geçirilmesine Öncülük eden idrak ve şuur sahibi bir mutlak
zat olmalıdır. Yoksa kâinattaki bu oluşumlar, bu gözsüz, akılsız ve idraksiz
sebepler manzumesine atfedilemez.
132- Hz Ali,
bir ateiste yeteri kadar delil sıraladıktan sonra inanmadığım görünce:
"Eğer bizim dediğimiz gibi Allah varsa- ki vardır- biz zarar etmeyiz;
çünkü biz tedbirimizi aldık. Yoksa zaten biz bu konuda biriz. Fakat Allah varsa
sen sonsuz zarara girersin." dediğinde ateist Müslüman olmak durumunda
kalmıştır. Demek ki Allah inancı işi tesadüfe bırakmamak ve sonsuz kazanmak
imiş. İnsanın geleceği için en büyük tedbir iman sahibi olmakmış. En büyük
tedbir dahi en büyük olana yapılır ki; bu dahi büyük bir delildir. İman adh
tedbiri almayanların kurtulması imkânsızdır. Takdir, onların bu tedbirsizliğini
çok ağır bir şekilde ödettirecektir. Doğrusu dağda, bayırda, ovada ve şehirde
"gelin en büyük tedbir ve kurtuluş reçetesine (İmana)" diye bağırmak
elzemdir. duh ı hkik delilleri sonsuz olan flilah
133- "Tanrı ismi bir varlık için
kullanılıyorsa bu gerçekten vardır demektir." (Aziz Anselmus, S.H.Bolay,
F.Giriş, S.276):Tanımlanan her şey ya zihinde vardır ya da bil fiil bulunur.
Allah ise tanım olarak var olduğu gibi fiilen de vardır. Ki tüm bilgiler bizim
bu delilimizi doğrulamaktadır.
134- Aslında
gerçekten Allah'ı inkâr edenler çok azdır. "Nasıl?" dersen,, şöyle
derim: "Birileri Allah ve din adına insanları sömürdü, eziyet etti, aptal
ilahlara taptı ve sen "ben bunların ilahlarını kabul etmiyorum,"
dedin. Aslında sen Allah'ı değil onların yalancı ilahlarını inkâr ettin, onların
saçma ilahlarını inkâr ettin. Oysa Alİah* kendi adına zulüm yapanların
cezalarını kat kat verecek ve: " İnsanları nasıl benden
uzaklaştırırsınız, zulmünüze beni nasıl alet edersiniz?" diye onları
yargılayacaktır. O halde herkes Allah'a inanır. Ama sahte markalı mallar var
diye o markayı inkâr etmek akıl kân değildir. Şu da bir gerçektir ki; iyi malın
sahtesi çok çıkar; çünkü çok satılır. Onun için sahte Müslüman ve sahte dindar
çoktur. Mal satıldığı için birileri sahteliğe Özenmekte ve marka
basmaktadırlar. İnsan; ihtiras, kin ve tutkularını din namına kullanmakta ve
zulüm yapmaktadır. Din ise "zulüm yapın" dememiştir. O halde sorumlu
olan insandır, Allah değildir.
135- Şunu
bil ki, gerçek ve hak tanrı tasavvuru olan düşünüş, yani İslam'ın bahs ettiği
tanrı anlayışı, tam ortaya çıkartılırsa gerçekten inkâr edenler çok daha
azalır. Hiçbir kimsenin sahabenin, tabiinin, müctehid alimlerin bilgisi ve
anlayışını şu aşamada kat edeceğini ve onların üstün ahlak yapılarını aşacağını
zan etmiyoruz. Demek hak, ancak haklı bir tarz ve alim bir bünye ile insanlara
kavratıla-bilir. Ahlaksız ve cehalet kokan bünyelerin İslam'ı kavratmalarını
beklememek lazımdır. Doğru tasavvur için, doğru olmak ve doğrulan olduğu gibi
aktarmak lazımdır. Yolun düzgünlüğü elbet hedefin düzgünlüğene delalettir. O
düzgün hedef Allah'tır.
136- Tarih,
fosil kayıtları, sözlü ve yazılı gelenek ve yapıl-' mış tüm araştırmalarla
kanıtlamıştır, ki ilk insan, dinlerinin (ilahi dinlerin) bahsettiği ilk insan
Hz. Adem'dir. Mademki Allah ve O'nun dini bu bilimsel gerçeği bize bildirmiştir
o halde Allah vardır ve hakkı söyler. Sözü doğru çıkan elbette doğrudur ve
doğru ancak var olandır. Doğruluk var olmanın bir tezahürüdür.
137-
Yeryüzünde insanların tanrısız bir toplum oldukları, yaşadıkları görülmemiştir.
Bu başlı başına bir delildir. En eski kazılar (özellikle Avustralya yerlileri
hakkında yapılanları, tek tanrı inanışı buluntuları, hayrete şayandır)
arkeolojik bulgular bize tanrısız bir toplum ve devir olmadığını söylemektedir.
Demek insanlık serüveninin gidişatı da Allah'ı gösterir.
138- 3
Milyon yıllık insanlık geçmişi [son iki yüzyıl (20 ve 21. yüzyıllar)biraz hariç
tutulursa] bize büyük bir kanıt sunmaktadır. O da şudur: Din tüm hayat
menbamizm (İnsanın) ve bilimin kaynağıdır. Bilimi çıkaran ve günümüze kadar
getiren dindir ve dini inanışların getirmiş olduğu arayışlardır. EsVi Sümer,
Babil, Mısır, Orta Çağ... ve tüm çağlarda dini düşünce ve bilim aymolarak
görülmüştür. O halde birilerinin "bilim dini ve Allah'ı kabul
etmiyor" şeklindeki tarihi dayanaktan yoksun fikirlerine inanmamak lazımdır.
Dinin bilime öncülük etmesi elbet tanrı yani Alİah için bir önemli delildir.
139- Tanrı fikri
tüm insanların içinde
gizlidir. Nice ateistler, bela ve
musibet anında "Allah !" diye seslenmiş ve bağırmışlardır. Yanımdaki
bir ateistin şimşek çakarken "bismillah, bismillah" diye bağırdığına
ben şahidim. Buna en büyük delil Ateistlerin kendileridir. İnsan istese de
istemese de tüm insanların içinde Alİah fikri vardır.
140- Kâinatta
her şeyin kanunları var. Çekim kanunu-fi-zik kanunu... Kanunu olmayan hiçbir
şey yok. Kanun olunca kanun koyucunun oluşu zorunludur. Kanun koyucu olmadan
kanun olduğunu düşünmek tam bir gülünçlük ve maskaralıktır. Çünkü kanunlar
bilgi, güç, saltanat ve düzenin göstergesidir. Alim, güçlü, sultan ve düzenleyen
gibi adlar ancak o fiilleri oluşturur. Faili olmayan hiçbir iş yoktur. O halde
'nasıl hâlâ Allah inkâr edilebilir?' diye kendimize sormamızda yarar vardır.
141- "Her
şey yok oluyor biz de ölünce yok olacağız" deyip Allah ve peygamberi
inkâr edenlere şunu, şu son ilmi gerçeği açıklayalım: Kâinatta hiçbir şey tam
yok olmuyor. Konuştuğumuz ses dalgaları, beynimizden çıkan düşünce dalgaları...
tüm bunlar kâinatta gezer dolaşırlar. Eğer teknik gelişirse bin yıl önce Ölmüş
olan bir kişinin konuşmalarını kâinatta bulup yeniden o sözleri
dinleyebilirsiniz. Demek ki her şey kayıtlı ve bu kayıtlar bir gün bizim
önümüze gelip bizim için bir mahkemede delil olabilir ki, İslam bunu binlerce
yıldır söylüyor. Demek tüm bunları kayıt eden bir Ha-fiz vardır.
142- Kâinatta
adaletsizliklerde bulunanlara karşı adil bir yargıç olmalı. Yargıç ise
Allah'tır. Çünkü O tüm insanları yargılayacaktır. Dinsiz kişi adalete de
inanmayandır. Çünkü adalete inansaydı bir yargıcın ve hâkimin olması
gerektiğini, mazlumun hakkının yerde bırakılamayacağım bilmesi gerekirdi.
Boynuzsuzun boynuzludan hakkını alması gerektiğini ve tüm sınavların sonucunda
ceza ve mükâfatın verileceğini bilmesi, idrak etmesi lazımdı. Yoksa adaletin
A'sından habersiz bir tabiat mı, adil bir yargılamada bulunacak?
143- Kâinatta
Allahsızlığı savunan kişiler oldu, ama toplumlar olmadı. Yoksa tüm toplumlar
sapıklıkta da, sadece dinsizler mi doğru yoldadır? Milyon yılı aşkın insanlık tarihi
serüveninde inançsız ve tanrısız hiçbir dönem yaşanmamıştır. İlk insan
kolonilerinden günümüze kadar bu böyle olmuştur. İnsanlığın tamamen bu konuda
(Allah'a inanma) yanlış olduğunu ve yanlışlık yaptığını söylemek büyük bir
yanılgı-ve ayrıca insan denen varlığı tanımamak, tanımamakla beraber hakaret-
olur. Asıl yadırganacak olan bu gerçeğe rağmen bazılarının kendi geçmişlerine
söverek ve kötüleyerek inançsızlaşmalarıdir. İnsanoğlu bu konuda yani inanç
konusunda' geçmişi itibariyle yekvücuttur. Tüm toplumlar inanç toplumudur.
İnançsızlık hiçbir zurnan bir toplum oluşturamamıştır. (Bu Delili İslam
tarihinde ilk bulan alim Mutahhar B.Tahir Makdisi'dir.)
144- Din,
ilmin ve hayatın ruhudur. Bize inanmazsan bu konuda Einstein (Aynşteyn)'ı
dinle: "İlimsiz din kördür, dinsiz ilim topaldır." Din de Allah'a
aittir. Demek ki "din" dahi Allah'ın varlığına delildir.
145- Allah
yoktur, diyenlerden biz bunun ispatını istemek zorundayız. Bu konuda madem
itham dinsizden gelmiştir biz de ondan fikir değil, ama gerçek deliller
istemeliyiz. Ki asıl o zaman inançsız afallayacaktir. Tıpkı Hz Hasan'ın
yaptığı gibi... Hz Hasan'a "Rabbin ne zaman vardı?" diye sordular. Hz
Hasan: "Rabbim ne zaman yoktu ki?" (Yani sen ne zaman olmadığını
söyle) şeklinde cevap verdi.
146- İyi
insanların dindar olması da bir delildir, iyiler delil olmaz da diğerleri mi
delil sahibidir? 124 bin peygamber ve 124 milyon evliyaya ve onların sözlerine
güvenilmez de kime güvenilir? Yoksa bizim gibi yemek, içmek, ense şişirmek ve
günde yüzlerce yalan atanlara mı güvenilir? Biz mi yoksa peygamberler mi
güvenilmeye layıktır? İyilere güvenilir ve iyiler de "Allah var"
demektedir.
147- Birlik
Belgesi: On yalancı, arka arkaya gelip bize evimizin yandığım söylese, bu
adamların hayatta bir kez bile doğru söylediklerini duymamış olmamıza karşın,
"ihtimal/belki" der, onlara inanırız. Çünkü ortada birlik durumu
vardır. Oysa sözünü ettiğimiz ittifak /birlik, binlerce Elçi, yüz binlerce
ermiş ve milyonlarca da inanan insan arasında meydana gelmiş bir ittifaktır.
Çeşitli zamanlarda ve ayrı ayrı bölgelerde yaşamış bu insanların ittifak ettiği
en birinci nokta, "Allah vardır11 gerçeğidir. On yalancının bir yalan
üzerindeki ittifakına değer verildiği halde, milyonlarca, hem de hayatlarında
bir kere bile yalan söyledikleri duyulmamış Nebiler/Elçiler ve velilerin bu
çaptaki ittifakına inanmayan insan nasıl insan olabilir? Ve ona nasıl akıllı denir?
(İnancın Gölgesinde ve İslam'da Allah'a inanmak)
148- Yugoslav
Sosyalist Mareşal Tito, son
anlarında: "Ben toprak olacaksam mücadelemin ne anlamı var? Zalimce
ölenler ve mazlumca ölenler arasında hesaplaşma olmalı." diyerek bu
gerçeğe işaret ettiğinden söz ediliyor. Mücadelenin anlaıtıı için Allah ve
ahiretin olması şart. Dünyada çalışmasının karşılığını alan kaç kişi var?
149- Kâinatta
kendi kendine oluşan bir şey var mı ki kâinat kendi kendine olsun, oluşsun?
Sebep denen bağdan kurtulmuş olaıt var mı ki kâinat, sebep denen bağdan kurtulsun?
Etkiden muaf, bir varlık düşünülebilir mi ki, kâinat etkiden ve etkileyenden
kurtulsun? Rusya 20 yıl laboratu-varda uğraştı da bir hücre yapamadı ve pes
etti. Yoksa şu bilinçsiz tabiat mı yarattı ya da kendi kendine var oldu?
150- Bir
şeyin kendi kendine olması için milyon sayfalarca bilgiye, şifreye ( DNA)
sahip olması lazım. Bu hazır bilgiyi kâinat yerde mi buldu? Gerçi yer de yoktu
ki, o yerde bulsun. Demek o bilgiyi oraya bir âlim koydu, bir bilen yerleştirdi.
151- Tüm
insanlık, tüm imkânlarına rağmen bir sinek Yaratamazken (yoktan yaratma) şu kör
ve sağır kâinat mı yaratacak? Yaratmak hele hele yoktan varı kılmak hususunda
insana düşen büyük bir sıfırdır. Demek yaratma sıfatı ancak bir ilah işidir.
152- Allah
vardır. Varlığının bir kanıtı da gen denen hücresel yapıdır. Tüm canlıların
gen şifreleri farklıdır. Yanı tüm canlılar orijinal yaratılış şaheserleridir.
Gen bilimi, Darvin'in evrim teorisini tamamen yok etmektedir. Yani "tüm
canlılar bir evrim ve gelişimle bu safhaya gelmiştir" söylemi tamamen
yalandır. Çünkü tüm canlılar ilk ve son tüm tarih devirlerinde aynı gen
şifrelerine sahiptir. Tüm bu genler elbet bir ilahın eseri olabilir ki o ilah
da vardır.
"Eğer her şey
Kadîr-i Mutlaka verilmezse, bir tek Allah'a mukabil, nihayetsiz, belki
zerrât-ı kâinat adedince ilâhları kabul etmek gibi, yüz derece muhal İçindeki
bir muhali mevcut kabul etmek gibi bir divanelik hezeyanına düşmek lâzım
gelir." (Sözler sh: 297)
"Her bir zerre,
eğer memur-u İlâhî olmazsa ve Onun izni ve tasarrufuyla hareket etmezse ve
ilim ve kudretiyle ta-havvül etmezse, o vakit her bir zerrenin nihayetsiz bir
ilmi, hadsiz bir kudreti, her şeyi görür bir gözü, her şeye bakar bîr yüzü, her
şeye geçer bir sözü bulunmak lâzım gelir." (Sözler sh: 549)
"Eğer o zerre,
bir Kadîr-i Mutlakın memuru olmazsa ve nisbeti o Kadîr-i Mutlaktan kesilse, o
vakit o zerreye her şeyi görür bir göz, her şeye muhit bir şuur vermek
lâzımdır." (Sözler sh: 296)
153- İnsan
ki, bilgi, duyu ve aklıyla hâlâ çok çok gerilerde ise akılsız, kör ve sağır
tabiat mı yaratıyor? Körün kitap yazdığı, uçak yaptığı, sağırın müzik
bestelediği ve akılsızın bir düzen oluşturduğu nerde görülmüştür?
154- Art
niyetli hasımların varlığı da kişinin ve fikrinin doğruluğuna nispeten bir
delil teşkil eder. Şöyle ki; Sovyet Rusya Ay'a ilk insan gönderdiğinde
şunu^dünyaya haykırmıştır: "Bizim astronotumuz ayda tanrıyı görmedi.
Tanrı olsaydı elbet biz onu görecektik." Evet, bu şekil inkârları için
bir delil oluşturmuşlardı. Hangi dindar "tanrı aydadır" demiş? Bu
insanlar bilgilerini duygu ve ön yargılarına bağlayanlardır. (Said Havva,
İslam'da Allah inancı s.11) Demek hasımlarımız bilmiyor ve bilmedikleri gibi
hem de konuya önyargılılar. Bizi bilmeyenler, inancımızı bilmeyenler bizi doğru
tasvir edemezler. Yandaşı doğru olanın varlığından şüphe mi duyulu? (Din sahibi
olup da dinde doğru olmayanlar, doğru davranmayanlar ise dine delil
değildirler.)
155-
İlgisizlik Ateizmi: Dünya üzerindeki birçok kişinin tanrı ve Allah mefhumları
üzerinde hiç düşünmemesi ya da ilgi göstermemesi, ilgi göstermezken de bu
ilgisizliğini ideolojik bir inkâr şekline koymamasıdır. Yani bu ateizm türü
adından da anlaşılacağı üzere ilgisizlik ve lakaytlık türüdür. Buna Fransız La
Buruyere tarafından değinilmiştir. Hâlbuki yeryüzünün en somut meselesi
yaratan ve yaratılan sorunudur. Pascal: "Mesele kanıt noksanlığı meselesi
değildir. Mesele inanma duygusunun olmayışıdır." derken bu konuya iyi
değinmiştir. Oysa her şey inançtır ve inancın zirvesi de tanrı tasavvurudur.
156- Kâinat
kendi kendine var oldu diyelim. Peki, var olan bu kadar çeşit canlı nasıl aralarında
anlaşıp bu hayat akışında rol
oynayabiliyorlar? Onlar
birbirleriyle zincirleme bağlantıyı nasıl oluşturdular? Onlara bunu kim
öğretti? İki hücre birleşmişse birbirlerini tanımaları, tanımak için de bilgi,
anlayış ve zekâ sahibi olmaları lazımdır. O halde kimdir şu çevredeki
varlıklar arasında böyle akıllı, zeki ve bilgili hücre bulan? Kimdir Allah'ı inkâr eden?
157-
Varlıklar bu muazzam ve çoklu yapıları ile büyük bir orijinaliteye sahiptirler.
Tüm varlıklar eğer Allah olmasaydı birbirlerinin aynı ve tekdüze olacaklardı.
Çünkü değişim ancak bir değiştirene delalet eder. Hâlbuki tüm canlılarda kendi
türlerine ait bir özel hal vardır. Tüm değişim ve oluşlar bir yapanı gösterir
ve belirtir. Orijinalite de bir yaratanı gösterir. Yaratan elbet Allah'tır.
158- Elçiler
Belgesi: Elçilerin ve özellikle Elçiler Önderi Hz. Muhammed'in (sav) elçiliğini
kanıtlayan bütün deliller de, yine Allah'ı anlatan belgelere eklenmelidir. Zira
Elçilerin varlıklarının amacı, tevhid, açıkçası Allah'ın varlık ve birliğini
duyurmaktır. Öyleyse, her elçinin kendi elçiliğini kanıtlayan bütün delilleri,
aynı zamanda bütünüyle Allah'ın varlığına da delil olmaktadır. Ne var ki,
onların elçiliğini kanıtlayan deliller şu andaki konumuz dışında kaldığından,
teker teker üzerinde durmayacağız. Şimdilik yalnızca şunu belirtelim ki, bir
elçinin hak nebi olduğunu gösteren bütün deliller, aynı kuvvetle, hatta ondan
da öte bir kuvvetle "Allah vardır ve birdir" demektedir. (İnancın
Gölgesinde İslam'da Allah'a İnanmak)
159- Bir
hücre, sanatça bir uçaktan çok daha ileriyken, uçağın yapanı var da niçin bu
hücrenin yapanı olmasın? Yoksa mantıkça bu delil, daha mı düşük bir delildir?
Yoksa bu akıl yürütmemiz çok mu mantıksız bir iştir?
160-
Kâinatta göz var, görme var, ama kâinatın gözü yok. Kâinatta işitme var, ama
kâinatın kulakları yok. Kâinatta akıl var akıllılar var, ama onun aklı yok.
Kâinat krom bir tencereye benziyor, ama içinde salata ve patlıcan var. Demezler
mi; "Biri onları oraya koydu". Sen dersen "Tencere yaptı"
demezler mi "Onlar demir mi ki tencere onları yapsın?" Tüm bunlar; kâinatın yapan değil yapılan
olduğunu gösterir. Sende olmayanı içindekine nasıl verebilirsin. Demek ki sen,
başkasından aldın da verdin. Aklı, fikri, gözü olmayan bunları dağıtamaz.
161- Bil ki Allah'ın varlığının kanıtları çoktur.
İnsan dahi bu konuda en büyük Örneklerdendir. Dinsiz- dinli tüm insanlarda
tapma ve ibadet vardır. Kimi Allah'a, kimi futbola ve puta, kimi kendi nefsine
kimi tabiata, ama herkes tapmaktadır. Tapmaktan kastımız sadece kişinin en çok
kimi ve neyi kutsal ve Önemli gördüğüdür. Şekilsel ibadet değildir.
162- Kindi:
"İhtimal dörttür; şey (yani mefhum) vardır, ama onun zatı yoktur; şey
yoktur, onun zatı vardır. Üç: Şey yok onun zatı da yoktur. İhtimal dört: Şey
vardır ve onun zatı da vardır" demiştir. Netice şudur ki; şey kendisinin
yaratıcı illeti yaninedeni olamaz. O (Allah) bil fiil vardır. Yani hiçbir şey
kendi kendini yoktan var edemez; çünkü o yoktur ki kendisini oluştursun. Yani
Allah zatı ile zaten vardır. Ve diğer tüm var olanlar O'nun yani ilkin
varlığına borçludurlar.
163- Bir ihtiyar düşün onu o ölüm anında kim ve ne teselli edebilir?
(Bediüzzaman) "Merak etme, sen yok olacaksın, 80 yıllık çalışman öyle
yerde kalacak" demek ini tesellidir? Hayır, şüphesiz ancak Allah ve
ahiret bir teselli verir.
Çocuğu ölmüş bir
kadının en büyük tesellilisi şu değil midir? " Merak etme, Allah çocuğunla
Cennette sizi buluşturacak" Bu konuda haddinden fazla örnek var. Birazcık
düşünürsen aklına yüzlercesi gelebilir.
164- Eğer
desen: "İlim Allah ı kabul etmiyor." Biz deriz ki: İlmin ağzı yok ki
sana bunu .söylesin, ilim eşya ilmidir. Her halde ilim her eşyanın bir yapıcısı
olduğunu söylemiştir ki bu bir delildir. İlimden kastın deneysel ilimdir. Oysa
deney salonuna girmeyen ilimler de çoktur... Sosyoloji, felsefe, din,
psikoloji, tarih.... Yoksa ilim bunların yok olduklarını mı söylemektedir?
Kaldı ki şu anki ilim, varlığın tüm sırlarını değil trilyonda birini
çözmemiştir, Herkes bu konuda yani ilmin azlığı konusunda hem fikirdir. Ayrıca
deneysel bilgi kararsız ve değişkendir. Kesin değildir, bilgiler devamlı
değişmektedir. Fizik kanunları bir bir yıkılmaktadır.
165-
"İnsani ilke" kâinattaki her detayın insan için ayarlandığını ve
tesadüfe yer olmadığını gösteren bir deiii-dir.(H.Yahya, Evrenin Yaratılışı
S.39) Amerikalı Genetikçi Robert Giriffiths: "Tartışmak için bir ateist
aradığımda felsefe bölümüne gidiyorum. Çünkü fizik bölümünde pek böyle bir
ateist çıkmıyor" derken pozitif bilimlerin geldiği aşamayı ve sosyal
bilimlerdeki ateist düşüncenin iyice bilimden koptuğunu belirtmektedir. Evet;
Allah, Kuranda birçok ayette yer ve göklerin insanlar için yaratıldığını,
döşendiğini, süslenip yaşanılır kılındığını belirterek bu güzel ilkeyi esasta
ortaya koymuştur.
166-
"Allah fikri öyle bir güneştir ki, onsuz her izah karanlıkta kalır."
(P. Safa) Tüm varlığı açıklayacak ve tüm soruları aydınlatacak tek fikir, o
fikirdir. Tüm varlıkla alakalı en büyük izah, ancak Allah tasavvurudur. Ki
böyle olmuş olmasaydı bu kadar kıyametler koparılmaz ve bu kadar sorular
ortaya atılmazdı. Bir bina için usta neyse ve usta fikri tüm bina için
geçerliyse, tanrı tasavvuru da tüm kâinat için geçerlidir. Her şeyle alakalı
oluş ancak o şeyin her şey olmasını gerektirir. İlmimizin azlığı ve fikrimizin
zayıflığı nedeniyle bu büyük fikrin açıklamasını ehli olanlara bırakarak
konuyu bitiriyoruz. En doğrusunu Allah bilir.
167- Bil ki
Allah vardır. Tabiattaki her varlık sınırlıdır. Oysa sınırsız bir varlık hiçbir
varlığa benzemez. Onun için Allah ile diğer varlıkları karıştırmamalıyız. Had
ve sınır varsa, ki vardır, zıddı olan sınırsızlık da olmalıdır. Mademki her
varlıkta şu veya bu şekilde bir kısıtlanmışlık vardır, mademki biz kendimiz
gibi kâinata bakarız. O halde bizim görüş ve ufkumuzun ötesinde biri olmalıdır.
Bunca eksik, bunca zaaf ve acz bir mükemmele delalet eder.
168- Anla ki
Allah'ın evrenle ilişkisi sanat ve sanatçı ilişkişidir. "Evren sanat
değildir," diyen olmasa gerektir. O sa-natsa muhakkak bir sanatçısı vardır.
Bir evi boyayan varsa kâinata bu renkleri veren de vardır. Nakış varsa nakkaş
da vardır. Estetik açıdan güzel bir ev bulunursa, yapanı varsa elbet çok daha
estetik olan bu kâinatı yapan bir sanatkâr da vardır. Kâinat için sanat denmez
de ne denir?
"Saııi-i Âlem
olan şu kâinatın ustası, iş başında olarak şems ve kamerİ-hangi çekiçle
yerlerine çakıyorsa, aynı çekiçle, aynı anda zerreleri yerlerine,, meselâ
zihayatların gözbebeklerinde yerleştiriyor. Semâvatı hangi ölçüyle, hangi
manevî âletle tertip edip açıyorsa, aymanda, aynı tertiple gözün perdelerini
açar, yapar, tanzim eder, yerleştirir. Hem Sâni-i Zülcelâl, manevî kudretin
hangi manevî çekiciyle yıldızlan göklere çakıyorsa, aynı o manevî çekiç-le,
beşerin shnasındakİ hadsiz alâmet-i farika noktalarım ve zahirî ve bâttnî
duygularını yerlerine nakşediyor." {Mektubat sh: 391)
"Evet, kemik gibi
bir kuru ağacın ucundaki tel gibi incecik bir sapta gayet münakkaş, müzeyyen
bir çiçek ve gayet musanna ve murassa bir meyve, elbette gayet san'atperver,
mucizekâr ve hik-mettar bir Sâniin ınehâsin-i san atım zîşuura okutturan bir
ilâiı-namedir." (Sözler sh: 68)
"Bir zerreye
hakikî rab olmak için, bütün yıldızlara sahip olmak lâzım gelir. Hem, Otuz
İkinci Sözün İkinci Mevkıfmda izah ve ispat edildiği üzere, semâvâtnı halk ve
tesviyesine muktedir olmayan, beşerin simasındaki teşahlıusu yapamaz.
Demek, bütün semâvâttn
rabbi olmayan, birtek insanın simastndaki alâmet-i farika olan nakş-t simâvîyi
yapamaz." (Sözler sh: 682)
"Kâinat o Hâltkm
nurunun gölgesi, esmasının tecelliya-tı, ef alinin asarıdır. " (Mesnevî-i
Nuriye sh: 62)
169- "Zat-ı Mukaddes Samed'dir. Yani onun içi
doludur, kof değildir. Mutlak hüviyet sahibi olduğu için ondan hiçbir şey
kopup ayrılmaz. Her şey ona döner, ama bu dönme bir ayrılma ve bütünleşme
değildir. Çünkü ayrılmak bir noksanlıktır."(İmam Humeyni)
170- Hiç
kimse Allah'ı inkâr edemez. Bunun için delil sunsa hiçbir delilinin ispatı
yoktur. Ama insan şunu der ve diyor da: "Bana göre o yoktur." Bu söz
ise bir keyfi inkârdır ki, bu kişi yorum yapmıştır. Delil değildir. Çünkü
Allah'ı inkâr hususunda delil yoktur. İspat yoktur.
171- Temizlik
Belgesi: İnsandan toprağa, yerden göğün derinliklerine kadar bütün evrendeki
temizlik, başlı başına bir kanıt olarak, bize Kuddüs/Temiz adıyla adlanmış bir
Zat(cc)'ı anlatmaktadır. Evet, toprağı temizleyen bakteriler, böcekler,
karıncalar ve nice yırtıcı kuşlar... rüzgar, yağmur, kar... denizlerdeki
buzdağları, balıklar... üstümüzde gökyüzü, uzayda kara delikler; bünyemizde
kanımızı temizleyen oksijen ve ruhumuzu sıkıntılardan kurtaran manevi esintiler
hep Kuddüs isminden haber vermekte ve o Kutsal Var-yh göstermektedir. (İnancın
Gölgesinde ve İslam'da Allah'a İnanmak)
172-
Yaratılış ve Tarih Belgesi: Her insanda iyi ve güzele karşı bir sevgi, burıa
karşılık kötü ve çirkine karşı da bir nefret duygusunun varlığı, tersi hiç
kimsenin düşüncesinden bile geçmeyecek açıklıkta bir gerçektir. Demek oluyor
ki, bu duygular, ahlaklı davranma ve iyi işler yapma yönündeki yönelişleri,
ahlaksızlıktan ve çirkin davranışlardan da nefret verip kaçınmayı sağlayan
yapıları bakımından tanıklık etmektedir. Ki, insana iyiyi, güzeli emreden, onu
kötülük ve çirkin davranışlardan da yasaklayan düzenin sahibi kim ise,
kendisine bu duygulan veren de, O Zat'tır. Bu Zat da, hiç kuşkusuz Allah'tır.
Dinler tarihi tanıktır ki, beşeriyet/insanlık hiçbir devrini dinsiz geçirin
emiş tir. Batıl, hatta gülünç bile olsa hemen her devirde bir dine inanmış ve
bir manevi sistemi takip etmiştir. Ayrıca, inanmak bir zorunluluk ve
gereksinimdir; yaratılışta vardır. İnsan yaratılışına bu gereksinimi
yerleştiren Zat'la, bize inanmayı emreden Zat, aynı Zat'tır. Ve o da
Allah'tır. (İnancın Gölgesinde ve İslam'da Allah'a İnanmak)
173- Büyük,
yüce ve ulu varsa demek ki en büyük de ardır. Parçalar bütünlerden kopmadır.
Allah, Ekber'dir. Yani en büyüktür. Büyükler, en büyükten çıkar. Düşünen için
bu büyük bir delildir.
174- Tüm varlığı şerh edecek onu tanımlayacak ve
açıklayacak bir sarih olmalıdır ve o da ancak Allah'tır.
175- Kapsayıcılık
bakımından tüm eşya ve varlıkların ir-tibatlandınlabileceği bir nihai isim
olmalıdır. Tüm varlık âleminin kendisiyle irtibatlandınlabileceği kadar geniş
ve kapsamlı tek isim Allah ismi celalidir. Allah ismi tüm eşyaya hitap eder.
Tüm varlığı bu isim rahatça açıklar.
176- Burhan-ı
Temanü(İrade çatışması Delili):(Bkz.Şer-hü'l Akaid, S.141) "Yer ve gökte
Allah'tan başka ilahlar olsaydı, nizam bozulurdu."(Enbiya 21\22) ayeti ve
nice ayetler çok güzel bir delil sunmuşlardır. Bu ayetlere göre; dengenin
oluşu bize bazı bilgileri ispatlamaktadır. Bunlar:
a- Denge,
bir tek iradenin, bir istek sahibinin varlığını zorunlu kılar.
b- Düzen,
iradelerin çatışmadığının delilidir. Yoksa Yunan ilahlarının çatıştığı gibi,
Ahuramazda ve kötülük ilahının çatıştığı gibi bir durumu doğurması lazımdı. Ki
biz bu çatışmayı kâinatta görmüyoruz. Ama insan denen yaratık, kendi zihnindeki
çatışmaları var gibi göstermektedir ilah ve ilahlar türetmektedir.
177- Mutlak
olanın dengi de yoktur. Çünkü kemal olanda tekrar olmaz. Diğer tüm varlıklar
için ise tekrar mümkündür (İmam Humeyni). Tekrarı olmak bir zaaf ve benzerlik
ilişkisidir. En üstünün dengi ve benzeri yoktur, onun için tekrarı da yoktur.
En üstün olmak tek olmaktır. Zirvenin büyüklüğü varsa dengine zirve denmez.
Zirve oluş tek oluştur. Everest'i Eve-rest eden onun tekliğidir. Tekrarda ise
varlığın kıymeti düşer. Tekrarı olan, aciz olandır ve gerçek otoritesi
olmayandır. Bu açıdan bakıldığında birden fazla ilah imkânsız bir olgudur.
178- Yardımlaşma
Belgesi: Birbirine en yakın olandan en uzak olana kadar, bütün yaratıklar
birbirlerinin yardımına koşuyor. Aralarında hiç ilişki bulunmayan iki ayrı
varlık türü, böyle bir yardımlaşmada aynı bütünün parçaları gibi birbirini
destekleyip tamamlayabiliyor. Düşünmeli ki, bakteriler, solucanlar ve toprak
elbirliği içinde ve aynı amaç çevresinde toplanıp bitkilerin yardımına koşuyor
ve bu durum yinelenip duruyor. Akıl ve bilinçten yoksun bu varlıkların, aklı
ve bilinci şaşkınlık içinde bırakan bu işleri, perde arkasında varlığı gerekli
bir Zat'ın hikmet dolu bir işini gözler önüne sermektedir. Açıkçası bütün
evren, bu yardımlaşma diliyle "Allah" demektedir. (İnancın Gölgesinde
ve İslam'da Allah'a İnanmak)
179-
"Mazlumların ve ezilmişlerin seslerini işiten onların dualarına karşılık
veren biri yok" demek dahi bir
zulümdür. İşte Alİah, mazlumlar ve mahrumlar için de vardır. Mazlumun hakkını
zalimden almak, gözyaşlarını dindirmek, gasp edilen hakları iade etmek için
biri olmalıdır ve vardır. Zulüm ile abad olanın ahirini berbat edecek bir
otorite olmalıdır ve vardır. Yoktur diyenler ancak hayatı zalim olarak
görenlerdir. Hâlbuki asıl olan düzendir. Düzeni bozanlar helak olmuşlardır.
Hayat, düzensizlerin, yıkıldığının kanıtlarıyla doludur.
180-
Hayırlılar ve iyiler var, ama en hayırlı ve iyi yok. "Fedel var, ama Efdal
yok", demek büyük bir mantık hatasıdır. Elbette en iyi de olacaktır, O da
Allah'tır. "Böyle değildir" diyen delillerini sıralasın, eğer varsa
tabi!
181- Bir
maddenin bir işe yaraması için bir kıvama ulaşması lazımdır. Kıvam için bir
terbiye yani onu işlemek lazımdır ki bir işe yarasın kullanılsın. Tıpkı
hamurun ekmek oluncaya kadar başından geçenler gibi. İşte Arapça'da terr biyeci
anlamına gelen "rab" sözcüğü aynen de buna delalet eder. Mademki
kâinat bir işe yarıyor ve bir işletim ve terbiye süzgecinden geçmiştir, işte
bu açıdan bir rab vardır o da Allah'tır.
182- Azametinin
büyüklüğü karşısında tüm varlıkların kendisine karşı tevazu ve hayranlık
besledikleri bir makam vardır ve olmalıdır da.
İşte O, Allah'tır. Tüm varlıklar büyük sanatkârlarına karşı bilerek veya
bilmeyerek bir tevazu ve haşyet içindedirler.
183-
Tolstoy: "Ancak Allah'a inandığım zaman, yaşadığımı anladım" derken
yaşamın değerinin ancak Alİah ile anlaşılacağını ne güzel açıklamıştır. Yaşam
anlamdır, yaşam manadır, yaşam özelür. Allah'sız bir yaşam boştur, maddidir,
yapaydır ve anlamsızdır. Anlamı olsa dahi bu anlamı, çok düşük ve yavandır.
Yaşam, mademki bu ilah kelimesinin etrafında dönmektedir. O halde Allah elbet
vardır.
184- Nefis
sahipleri de dahil tüm canlıların isteyerek veya istemeyerek kudret ve gücüne
teslim olttukları bir varlık olmalıdır. Kudretine ihtiyaç duydukları biri
olmalıdır. Eğer "insanlar böyle değildirler, bazıları ihtiyaç içinde
değil" dersen, biz deriz ki, serbest irademiz hariç (ki o izinlidir,) tüm
vücudumuz kudrete karşı teslim olmuştur. Ama biz farkında değiliz.
185- Her
şeyin geldiği bir yer var olmalıdır: Her şey "şey"den gelmedir.
Gelenler varsa geldikleri bir yer de olmalıdır. Geldikleri bir yer varsa yerin
sahibi de olmalıdır. Sahipsiz bir yer de yoktur,
186- Her şeyin
dayandığı bir varlık olmalı: Müstakil olan hiçbir yaratık yoktur. Tümü
birbirine zincir gibi bağlıdır. Ama tüm zincirlerin kendisine bağlandığı ve
dayandığı bir varlık olmalıdır. Mutlak istiklal sahibi ve özgür bir zat vardır.
Özgürler Müslümanlardır; çünkü onlar "Özgür"e (Allah'a ) tabidirler.
Asıl esirler ise, yaratılanlara yani esirlere tabi olanlardır.
187-
"Allah mefhumu öyle bir fikirdir ki bizzat varlığı kabul edilmeden
açıklanamaz" (Bekir Topaloğîu). Allah'ı inkâr ederek, Allah konusunu
açıklamaya çalışanlara ne demeli? Gerçekten Allah fikri ve Allah'ın zatı inkâr
edilerek nasıl açıklanabilir? İnkâr edici, inkâr ettiği mefhumu nasıl ve ne
kadar tanımlayabilir?
188- Yüzler
Belgesi: Gerçekte bütün yaratıklara genelleştirilmesi olası iken, konuyu
somutlaştırmak açısından işin, yalnızca insanı ve her insan ferdini
diğerlerinden farklı kılan onun en belirgin ayırıcı niteliği durumundaki insan
simasını ele alarak konuya yaklaşmış olalım: Herhangi bir insanın yüzü, en ince
ayrıntısına kadar kendisinden önce geçmiş milyarlarca insandan hiçbirisine
kesinlikle benzememektedir. Bu kural kendisinden sonra gelecekler için de
olduğu gibi geçerlidir... Bir yönde birbirinin aynı, diğer yönde birbirinden
ayrı milyarlarca resmi küçücük bir alanda çizip, sonra da kendileri gibi
olması olası milyarlarca resimden ayırtmak ve o her şeyi sonsuz olasılık
yolları içinde bir yola ve bir şekle sokmak, elbette ve elbette yarattığı her
varlığı, hem de hiç kapalı bir yanı kalmamak üzere bilen ve o varlığa istediği
şekli vermeye gücü ve ilmi yeten Cenab-ı Hakk'ı en sağır kulaklara bile
duyuracak güçte bir duyurudur. Evet, simada yer alan uzuvları/organları başka
sima-lardaki uzuvlardan ayrı yaratmak ve her gözü mutlak biçimde diğer'
gözlerden ayırıcı bir özellikle donatmak, gözünde perde olmasa' bile,
sinesinde gönül bulunan her vicdan sahibine, bütün bunları yaratıp sonsuz
hikmetlerle donatan Zat(cc)'ı gösterir ve tanıttırır... (İnancın Gölgesinde ve
İslam'da Allah'a İnanmak)
189- Tüm
lisanlar Allah'ın varlığına delildir: Lisan dili, dil konuşanı, konuşan da
konuşturanı gösterir. Kâinattaki tüm varlıkların kendilerince bir dili(hal/kal)
vardır.
190- Ahlak
başlıca,bir varlık delilidir. Çünkü Allah'ın kendisi ahlaktır. Ahlak, güzel
huyiar toplamıysa bizdeki ahlak cüzleri kül olan Allah'tan gelmiş olmalıdır.
Çünkü parça/cüz bütünden kopmadır. Dostoyevski: "Allah'ı tabiattan
çıkarırsak her şey mubah olur. "d emiş tir. Radikaller, Allah fikrini yok
etmeye çalıştıklarında Sartre şunu der: "Eğer tanrıyı çıkarırsak, artık
söz konusu yapay, belirsiz ve beşeri doğaya dayalı bir ahlak bina
edilemez." Sartre gibi biri ahlakı tanrı için bir kayıt telakki etmiştir.
Biz de Allah için delil gördük ve hata da etmedik.
191- Allah,
basitlikten harikahğı çıkarandır. Kâinattaki her şey şahit olduğu gibi hücre de
buna şahittir. Basitlik ancak çok mükemmel bir dizayn ve ilimle harika adım
alır. En düşük/ küçük ve sanatsız denen tüm maddeler ve varlıklar mükemmel bir
yaratılış sergilemektedir. Öyle ki insan ilmi bu konuları dahi tam
çözememiştir. Bu kadar büyük bir eylem ve iş, ancak çok büyük otorite
tarafından gerçekleşebilir.
192- Bir
anda trilyon çeşit iş yapmak bir sonsuz gücü gösterir. Tüm kâinat işleri ancak
bilinçli bir sonsuz varlığın delilidir. Tabiat iş yapamaz, çünkü iş yapabilecek
sonsuz bilgi, güç ve de akıldan mahrumdur.
193- Bir
emniyet diyarı, sulh ve asayiş memleketi olmalı. Öyle ki mikroplar dahi orda
tatil yapmalı, kurtla kuzu beraber gezmeli. Mademki akıl ve kalp bu güzel arzu
içindedir. Ve arzular boş duygular değil, çok derin isteklerdir. O halde o
emniyet yurdu burada değil başka bir yerde vardır. Ve tüm diyarların da bir
sultanı bulunur.
194- Yaygın
olan teizm, yani Allah inanışıdır. Ateizmin ise çok dar yerlerde yaygınlığı
vardır. Yaygınlık, yani genel bir kabul, elbette büyük bir delildir. Gerçi tüm
insanlar inkâr da; etse yine de doğru, doğrudur. Ama insanoğlu tamamen
inançsız olmamıştır. Şirk koşsa da tam inkârda bulunmak, insanlık âleminin
kârı değildir. Bunun içindir ki Kur1 an ile donanan tevhid ehli, savaşının
çoğunu inkâra değil şirk ehline karşı gerçekleştirmiştir.
195- Allah'ı
inkâr çok zordur ve inkâr edenler daha çok ideolojik çevrelerde etkilidirler
Yani Allah'ın inkârı, bir inancın bilincinden ziyade siyasi ve ideolojik bir
tercihtir. Allah bu açıdan yani düşmanlarının delilinin düşüklüğü açısından da
birdir ve vardır. Oysa bu konu ideolojik olmaktan ziyade inanç konusudur. Din;
politik ve ideolojik bir hal alınca birileri de bu konuda inkârı seçip karşı
bir cephe oluşturmaktadırlar. Dini; egemen sınıfların ve kapitalistlerin
oyuncağı görmek de yanlıştır. Bu sınıfların dini kullandıkları doğrudur. Ama
din tarihi araştırılırsa, dindarların egemen sınıflarla nasıl yaman bir
savaşım içinde oldukları görülür. Tüm peygamberler ve Rabbaniler bu savaşımın
fertleridir. Hıristiyanlık dininin bozulması ve kilise baskısı ateizmi
arttırmıştır. Alİah ise kendisi adına zulüm yapanlardan beridir. Din,
"bilimsel değil" de denemez. Çünkü din, "Bilim kötü"
demiyor. Bilim hakkında ileri geri konuşanların ise bu yaptıkları dini
bağlamaz. Suçlu onlardır.
196- Eksik
bir kaynaktan mükemmel bir sonuç çıkmaz. Şu görünen terazi bir ilah olamaz.
Mükemmel iş, eksik bir bünyeden zuhur etmez. Kâinatın eksikliklerini ve
maddenin zaaflarmı çok sıraladık. O halde tam olanın işi, ancak bu kadar güzel
olur. O tam olan da Allah'tır.
197- Tanrıyı
inkâr fikrinin bir nedeni de kibir, büyüklen-me ve tanrı olmak fikridir.
Kendini pozitivizm ile yeter gören insan, artık bir ilah olmak peşindedir. Ama
günümüzdeki ilmi seviye, insanı ilmin karşısında kendisini kibirden nispeten
uzaklaştırmıştır. Çünkü ilim karşısında insan, şapka çıkarmak zorundadır.
Nietzsche (Nice) "Tanrı öldü" derken tanrının öldürülmesini zafer
olarak görmektedir. Makama göz dikme ve kıskançlık da inkâr da etkin rol alır.
Andre Gide (Jit): "Nietzsche İsa'yı kıskandığından İncil'e karşı
"Zerdüşt" ü yazdı der. Nietzsche'rün şu sözleri de onun iç dünyasını
iyi yansıtır, "Ermiş kişi olmayı istemem. Soytarı olayım daha iyi, belki
soytarıyım da." Nietzsche, yaratmak he-vesindedir. Nitekim birçok TV ve
yayın organında "O, bu yapıtı
yarattı, yaratıcı ruh" gibi
ifadeleri görmekteyiz. Nietzsche:
"İyiler bir şeyler yaratmaz. İyiler sonun başlangıcıdırlar. Yeni
levhaları yazanları çarmıha gererler. En büyük zarar iyilerin zararıdır"
demektedir. "Demek tanrısızlık yokmuş. Bu boşluk daima doluymuş. Tanrısız
insanın amacı, tanrı olmak ve o makamı inkâr etmekmiş" denirse yeridir.
198-
"Tanrı varsa Özgürlük yoktur" denemez. Özgür olsaydık devlet
olmazdı, hastalık olmazdı, fakirlik olmazdı, ihtiyarlık olmazdı... Ama asıl
özgür olan vardır ve o Allah'tır. Allah, asıl özgür olandır. Özgür oluş ,ancak
mükemmel olana hastır. Allah'tan daha mükemmel özgür bir varlık mı vardır?
199-
Binlerce insanın hatta herkesin hayatında gördüğü olağan üstülükler, ilginç
rüyalar, geleceğe dönük seziler de Allah fikri 'konusunda bir delildir. Demek
her şey laboratu-var şartlarında olmaz. Demek ki varlık bizim tek düze fikirlerimizden
müteşekkil değildir.
200- Hayal
eden bir insanın Allah'ı düşünmemesi imkânsızdır. Eğer "biz başka şeyler
de düşünürüz bu düşünülen illa var denilemez", dersen biz de dgriz ki: Bu
konuyu yani Allah'ın varlığı konusunu tüm insanlar ve tüm çağlar boyunca
nesiller düşünmektedir. Bu dahi başlıbaşma büyük bir delildir.
201-
insanlar doğuştan ve içgüdüsel bazı nedenlerle tanrı fikrini düşünürler. Bu
düşünceye yatkındırlar. İçgüdü sonradan kazanılmış bir duygu değildir. Belli
zamanlarda açığa çıkan ve bilinçaltımızı kuşatan bir bilgi türüdür. Tanrıyı
inkâr, olanın yani olan içgüdünün inkârıdır ki bilinçaltında yatan bu duygu,
var oluşundan ötürü inkâr edilmektedir. Yoksa tanrı fikri içgüdüsel olmasaydı
inkârına da gerek kalmazdı. Tanrı varlığını bilende bilmeyen de, inkâr eden de
inkâr etmeyip tasdik eden de düşünür. Tanrı mefhumunıı düşünmeyen hiçbir insan
yoktur. O halde bu inanış, bilmediğimiz bir yolla bizim bünyemize işlenmiştir
ve bizim bir parçamızdır. Şu genelleme yanlış olmasa gerektir: Bizim içgüdümüzü
ve diğer hayvanların içgüdüsünü yerleştiren biri vardır. Ve o zat vardır ki bu
duyguyu koymuştur.
202- Tanrıya inananların iman gerekçelerinin
çokluğu malumdur. Oysa inkârın gerekçeleri çok azdır. İnanmanın gerekçeleri
ister korku, ister ümit ve ister arzu, ihtiyaç, ahlak, zaaf, sevgi ve daha
nice gerekçeler olsun, bizi şu yargıya götürmektedir: Tanrının varlığı
konusunda şu veya bu açıdan düşünülsün inanmanın gerekçeleri sonsuzdur. Sonsuz
gerekçeli bir iş elbet doğrudur ve elbet o gerekçelerin merkezindeki varlık vardır.
203- Tanrıya
inananlardaki bazı ilmi çürüklükler ateistlere malzeme olmaktadır. Örneğin;
Ay'a gidişi inkâr edenler, dünyayı tepsi görenler, pozitif bazı bilimleri
dışlayanlar... Oysa bu, onların çoğu zaman yetersizliklerinden ve tuttukları
yolun yanlışlığmdandır. Din ve Allah fikri peygamberlere, ilimde derinleşenlere ve salihlere
sorulmalıdır. Gerçekten de din adına ahkâm kesenler ve kısır fikirler sergileyenler
çoktur. Ama dini (bozulmayan İslam dinini) bu konuda suçlu addedenleyiz.
Bozulan ilahi kökenli diğer iki din içindeki bazı tutarsızlılar ise dinin
değil, onu değiştirenlerin suçudur.
204- Annemiz
ve babamız, sevdiklerimiz, beğendiklerimiz hepsi ölümle bizden ayrılır ve
giderler. Bizce tüm ayrılıkların bir sonu olmalıdır. Bir buluşma diyarı
olmalıdır. Tabiîdir ki o buluşma diyarının bir de sahibi olmalıdır.
205.
1- Önerme:
Tanrı ile en y-üksek yetkinliğe sahip bir varlık kastediyoruz.
2- Önerme:
Varlık bir yetkinliktir.
3- Önerme: O
halde tanrı vardır (yani en üstün varlık olan tanrı, vardır, çünkü varlık varsa
onun en üstünü de olmalıdır). (Aziz Anselmus, Felsefeye Giriş,s277)
206- Hiçbir
varlık insan kadar Allah varlığına delil olamaz. İnsan nispi birçok yönünü
Allah'tan almıştır. "Kendini tanıyan elbet rabbini de tanır." Seçme
yeteneği, düşünme, tasarlama ve iş yapma, akıl, duygu... ve daha nice duyguları,
Allah ve onun vasıflarına nispeten bir delildir. En yüce varlık bu tür bir
düşünüşle de bulunabilir.
207- Kâinat
sonlu olunca oradaki tüm saltanat ve egemenlikler de sonludur. Ama akıl şunu
da der ki; mutlak ve sonsuz bir egemenlik ve egemenin varlığı düşünülmelidir.
Her şeyi kuşatan bir otorite ve egemenlik olmalıdır. Tüm varlıklar üzerinde bir
tassarrufkâr ve bir eylem sahibi vardır. Nitekim kâinattaki bu düzen ve yasalar
da bir egemenin varlığını ispatlar.
"Bir köy
muhtarsız olmaz. Bir iğne ustastz olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz
olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket
hâkİm-si olur? "(Sözler sh: 49)
"Bütün yıldızları
elinde tutmayan, bir tek zerreye Rab olamaz. " (Sözler sh: 591)
"Sivrisineğin
gözünü halk eden, güneşi dahi o halk etmiştir. Pirenin midesini tanzim eden,
manzume-İ şemsiyeyi de o tanzim etmiştir." (Mesnevî-i Nuriye sh: 248)
208- Mademki
ulu bir hükümdar var, saltanatı var; o halde o hükümdarın demek ki çok iyi bir
yöneticiliği var. Mademki iyi yöneticidir. O halde iyi ve etkili bir hikmet ve
kanunlara sahiptir. İşte o ancak Allah olabilir. Aziz Pavlos: "Toplumda
her kim hakim olan düzene itiraz ederse, kâinatta hakim olan düzene itiraz
etmiş olur. Her düzen tanrının dilemesinin ve istemesinin bir
tecellisidir." (Gerçi Pavlos, bu sözleriyle devleti kast eder, ama konuya
dair burada bir atıf da yok değildir.)
209- Tanrı,
kıyası yapılamayan tek varlıktır. O aslında ne yaptıklarıyla kıyaslanabilir, ne
de çevre varlıklarla kıyaslanabilir. Çünkü sonsuzlukla hiçbir şey kıyas
edilemez. Acaba onun gücü sadece bu yapılanlarla mı sınırlıdır? Bilinmeyen
bir cevherle hiçbir varlık ölçü tutulamaz. Ama biz yaratılanlar başka bir şey
bilmediğimizden Ötürü ancak bu sakat delillendirme metodunu kuşanıyoruz. Demek
kıyas dahi, onun varlığıyla alakalı bir delildir.
210- Descartes,
"Düşünüyorum, öyleyse varım", derken varlığının delili ve ispatı için
düşünmeyi yeğlemiştir. "Düşünüyorum, öyleyse ben varım, ben varım,
öyleyse beni yaratan da ^ar." şeklindeki bir delillendirme elbet doğru olmalıdır
ve doğrudur.
211- Kâinatı
iyi temaşa eden şunu görür ki kâinatta asıl olan olumluluktur. Yani çekim,
bereket, ilim, bollu vb. Bu olumluluk fikri gayet net ve açıktır. Çünkü kâinat
böyle olmasaydı sürekli çatışma ile bu hâle gelemezdi.Aksi takdirde çoktan yok
olmuş olurdu. Bu, şunu ispatlar; demek ki rahmeti gazabını geçen bir ulu Rahman
var.
212- Mademki
varlıklar kanun ve yasalara tabiler ve bu yasalar ok iyi işliyorlar, bunlar
dahi en iyi bir kanun koyucunun varlığına delalettir. Mademki böyledir. Cüzi
hürler(insan ve cinler gibi) her açıdan Allah'ın kanun kuyuculuğunu kabul
etmeli ve hayatlarını o kanunlara uydurmalıdırlar.
213- Tüm
yaratılış aşamalarına bir şahit olmalı. Nasıl ki biz yaptığımız birçok işe
şahit ve gözlemci tutarız aynen o şekilde varlığın ilk halinden itibaren hem
yapan ve hem kendi yaptığına şahit olan biri vardır. Tek rakamının en büyük
şahidi yine kendisidir. İlah, ilk yaratılış aşamasından sonra şahit oluşu biz
kullarına da atıf etmekte ve "bakmaz mısınız, düşünmez misiniz?" diye
bize seslenmektedir. Yani şunu bize kast etmektedir. "Ben sizin
nefsinizde ve kâinatta birçok iş ve eylemde bulunuyorum ve siz de görüyorsunuz.
O halde siz şahit olmuşsunuz demektir.
Şahit olan elbet şahadetin anlamını da bilmelidir ve sorumluluğunu da
görmelidir."
214- Her
şeyden bir şeyi, bir şeyden her şeyi yaratmak Allah a özgüdür.(Bediüzzaman)
Aynı üründen binlerce tür ve çeşitte varlık çıkmışsa bu büyük bir eylem olsa
gerektir. Aynı gök ve aynı sudan trilyon çeşit ürün ve canlı, ancak ulu bir
ilahın işi olabilir. Bitkiler, dağlar ve taşlar ve insanlar buna şahittir.
Parçadan bütüne gidişin şekli budur, ama bir de bunun tersi bütünden parçaya
gidişin şekli vardır. Bir bitki oluşturmak için bir kâinat yaratmak lazımdır. O
bitki için bir dünya, hava ve güneş, bir galaksi ve süper nova. Demek bir basit
canlı için dahi bir âlem kurulmalıdır. Demek bir çekirdekten dallı budaklı ve
yapraklı bir ağaç oluşturmak varmış bu kâinatta. Bir toz ve gaz tabakasından,
yani tekten şu kâinatı ve sonsuz çeşitliliği yaratmak varmış. Bu kadar
şaşılacak iş, ancak şaşılacak bir varlıkta olmalıdır.
"Arzı ve bütün
nücum ve şümusu teşbih taneleri gibi kaldıracak ve çevirecek kuvvetli bir ele
mâlik olmayan kimse, kâinatta dâ-vâ-yı halk ve iddiayı icad edemez. Zira her
şey her şeyle bağlıdır." (Mektubat sh; 468)
"Bir şeyden her
şeyi yapmak ve her şeyi bir tek şey yapmak, her şeyin Halikına, has bir
iştir." (Sözler sh: 61)
"Bir şeyfien çok
şeyleri îcad edip çıkartmak ve çok şeyleri bir şeye tahvil etmek; ancak her
şeyi halk eden ve her şeyi yapan Sânîe mahsus bir sikkedir." (Mesnevî-i
Nuriye sh: \2)
"Sivrisineğin
gözünü halk eden, güneşi dahi o halk etmiştir." fMektubat sh: 468)
"Pirenin midesini
tanzim eden, manzume-i şemsiyeyi de o tanzim etmiştir. "(Mektubat sh: 468)
"Her şey her
şeyle bağlıdır. Bir şey her şeysiz yapılmaz. Bir şeyi halk eden, her şeyi halk
etmiştir. Öyleyse, bir şeyi yapan Vâhid, Ehad, Ferd, Samed olmak
zarurîdir." (Mesnevî-i Nuriye sh: 250)
215-
"Tanrı bilinmezse hiçbir şeyin kesin bilgisine sahip olunmaz."
(Descartes) Allah, kâinatın anlamıdır, özüdür, ana başlığı, mühendisi, Rahman
ve Rahimidir. Doğrusu kâinatın her şeyi, varlık gayesi O'dur. Bilgi ve ilim
ancak O'nundur ve O'nunla kıymet kazanır. Bir kitabın ana yeri olan onun ana teması
ve ana konu örgüsü ya da ana fikri çıkarılırsa ortada ne , kalır, sorusuna
yanıt, belki bize güzel bazı yaklaşımlar kazandırabilir. Evet, ana fikri
çıkartılmış olan bir kitapta en fazla gözümüze ilişen, kitap hakkında kesin
bilginin düşünülemeyeceğidir. Yani her yan fikir ve tema, ana tema olmak için
yarıştırılır ve bilgide kesinlik yok olur. Yani o konu ana özden mahrum bir
şekilde değerlendirilir ki, bir konu ya da kitabın başına gelebilecek en büyük
bela budur. Konuyu daha somutlaştı-ralım: Şu kitab-ı kâinatın en özü, ana
teması ya da fikri, Allah'tır. Onu çıkarırsanız geriye anlamsızlık ve
belirsizlik kalır. Bu kâinatın ve küçük kâinat olan insanın başına gelebilecek
en büyük bela ateizm belasıdır.
216-
"Doğanın kitabı matematiksel bir dille yazılmış-tır."(Galileo) Her
şeyde ve her yerde çok üstün ve karmaşık çok sistematik bir matematik dilin
kullanıldığı aşikârdır. Öyleyse basit bir tarzda soralım; Kimdir bu
matematikçi? Kimdir bu 75 trilyon hücreyi düzenleyen? İnsandaki bu hücrelerde
haberleşme ve dengeyi sağlayan? Kimdir artı yüklü altını artı yüklü insana
yasaklayan ve artı yüklü altını eksi yüklü kadına helal kılan?
217- Kâinattaki
mükemmel idare Allah'ı gösterir. İyi bir
yönetim, iyi bir yöneticinin varlığım zorunlu kılar. Burada düzen
delilinden ziyade iyi bir idari işin varlığını sezmek gerektiğini belirtmek
istiyoruz. İdareci bir zatı şu idareden ve nizamdan görmemek imkânsızdır.
Mükemmel emir komuta zinciri bize bir büyük amiri haber vermektedir.
"Bir saray gibi
şu âlemin, bir şehir gibi şu memleketin tek bir ustası vardır! Ve o usta, her
şeyi idare eden yalnız O'dur. Hiçbir cihetle noksaııiyeti yoktur. Bize
görünmeyen o usta, bizi ve her şeyi görür ve sözlerim işitir. Bütün işleri
mucize ve harikadır. Bütün bu gördüğümüz ve dillerini bilmediğimiz şu
mahlûklar onun memurlarıdır." (Sözler sh: 28ü)
"Güzel bir
çiçeğin dakik programım küçücük bir tohumunda dere etmek, büyük bir ağacın
sahife-i a'mâlini, tarilsçe-i haı/atım, fihriste-i cihâzâtını küçücük bir
çekirdekte manevî kader kalemiyle yazmak, nihayetsiz bir hikmet kalemi
işlediğini gösterir." (Sözler sh: 66)
"Bir köyde iki müdür,
bir şehirde iki vali, bir memlekette iki padişah bulunsa, İntizam zirüzeber
olur ve insicam hercümerce düşer. Hâlbuki sinek kanadından, ta semâvat
kandillerine kadar, o derece ince bîr intizam gözetilmiş ki, sinek kanadı kadar
şirke yer bırakılmamış." (Sözler sh: 389)
"Rızkınız yerin
hayatına bağlıdır. Yerin dirilmesi ise, bahara bakar. Bahar ise, şems ve kameri
teshir eden, gece ve gündüzü çeviren Zâtın elindedir. Öyleyse, bir elmayı bir
adama hakikî rızık olarak vermek, bütün yeryüzünü bütün meyvelerle dolduran o
Zât verebilir, Ve O, ona hakikî Rezzak olur." (Sözler sh: 418)
"Şu zîhayatı halk
etmek ve ona Rab olmak, bütün kâinatı kab-za-i tasarrufunda tutmak lâzım
gelir." (Sözler sh: 295)
"Bir kelimeyi
yazan harfini yazanın gayrisi, bir sayfayı yazan satın yazanın gayrisi, kitabı
yazan sayfayı yazanın gayrisi olması mümkün olmadığı gibi; karıncayı halk eden
cins-i hayvanı halk edenin gayrisi, hayvanı yaratan arzı yaratanın gayrisi,
arzı halk eden, Rabbü'l-Âlennnin gayrisi olması muhaldir." (Mesııevî-i
Nuriye sh: 196)
"Hem hangi
kanunla zerreyi Mevlevi gibi tahrik ederse, aynı kanunla küre-i arzı meczup ve
semâa kalkan Mevlevi gibi döndürüyor. Ve o kanunla âlemleri böyle çeviriyor ve
manzume-i şemsiyeyi gezdiriyor. "(Mektubat sh: 290)
218- İbadete
layık olan yalnız Allah'tır. İbadet, varlıkların varlık sebebi ve amacıdır.
Tüm maddiyat fanidir, zelildir, bizi terk edecek kadar vefasızdır. Güzelliği
geçici, analığı ve babalığı geçici ve yerine göre sevileni haindir. İbadet
için ne kadın, ne para nede başka bir şey kıymete haiz değildir. İbadet
edeceğimiz şey bizi hiç terk etmemeli, güzelliği bitmemeli, vefasız olmamalı,
bizi sevmeli ve sevgimizi hor görmemeli. Bir şey layık ise o değerlidir ve o
vardır. Varlığa liyakatte Allah kadar üstün tek varlık yoktur.
219- Bir
şeyin neticesi kendisi için bir ise Allah'a bakan neticeleri bindir. Bir iş en
fazla yapanına, en fazla nakkaşına, en fazla amirine ve... daha nice deliller.
Allah için varlıklar çok farklı bir anlam taşırlar. Sana-sanatkâr açısından
neyse Allah için de varlık âlemi odur. Depremin bize birkaç anlamı varsa,
birkaç anlam da yeryüzü içindir. Ama en fazla anlam ve delalet Allah içindir.
"Kâinat hakkında daha söylenecek çok şey var." diyen Kemal Ural güzel
bir tespit te bulunmuştur. Evet, her şey belli diyen ateizm ve diğer bazı
izimler çok büyük bir yanılgı içindedir.
220-
"Eşya, beka için devamlı Allah'a muhtaçtır." (Bedi-üzzaman) Eşya
sonsuz defa sonsuz muhtaç bir varlıktır. Parçasına muhtaç, mekâna muhtaç,
yapanına muhtaç... eşyayı bu kusuruyla ayakta tutacak ve sonsuza götürecek bir
sonsuz güç olmalıdır ve vardır.
221- Eşyanın
insana olan gayesi bir ise Allah için bindir. Hep şöyle düşünmüş ve cevap da bulamamıştım.
"Şu kum-saldaki kumlar içinden bir kum çıksa ne olur? Kâinatta acaba abes
ve fazlalık mı var? O kum tanesi ne işe yarar ki?" Oysa Allah bizim gibi
varlıklara bakmazmış. Onun yaratışında fazlalık ve gereksizlik yokmuş. Meğer o
kum dahi Allah'ı gösterir bir şahit ve abd ve sanatmış. İşte bu açıdan tüm
varlıkların Allah'la olan bağı çok daha derindir. Allah 'la olan münasebetleri
daha çoktur. İnsan ise yalnız kendisiyle alakalı işleri görür. Dışındakilere
çoğu zaman kördür.
"Bir noktayı tam
yerinde icaâ etmek için, bütün kâinatı İcad edecek bir kudret-i gayr-ı
mütenâhi lâzımdır. Zira şu kitab-ı kebîr-i kâinatın her bir harfinin, bahusus
zîhayat her bir lıarfinin, her bir cümlesine müteveccih birer yüzü, nazır
birer gözü vardır. "(Mektubat sh:469)
"Başını kaldır,
kendini tanıttırmak isteyen fa'al ve kudretli bir Zâtın hârika işlerine bak.
Sen başıboş olmadığın gibi, bu hadiseler de başıboş olamazlar. Her birisi çok
hikmetli vazifeler peşinde koşturuluyorlar. BirMüdebbİr-i Hakîm tarafından
istihdam olunuyorlar." (Şualar sh: 109)
222- Varlık
âlemi yaratıkların çok statik ve durağan olduğu bir âlem değildir. Taş, en
alçak mevkiden bir süre sonra daha bir üst makama oturabilmektedir. Tahta,
değerine daha bir değer katabilmektedir. Nasıl derseniz şöyle deriz: Taş eğer
bir kara taşa(Hacerü'l Esved) dönüştürülmüşse onun makamı arttırılmıştır.
Değerine değer katmıştır. Tahta bir gemiye dönüşünce değerine değer katmıştır.
İnsan da en üstün varlıklardan olabilmiştir. Çünkü o Önce bir kan pıhtısıydı.
İşte bu açıdan varlıkların makamını yücelten ve alçaltan bir ilah olmalıdır ve
vardır. Aksi halde tüm varlıklar durağan ve statik olmalıydı.
223- Zaman
zaman kendi varlığımızla ya da çevremizle ilgili düşüncelere dalarız. Özellikle
yalnız kaldığımızda, kendi hayatımızı düşündüğümüzde, ya da bir gece vakti
gökyüzünü seyrettiğimizde içimizde bazı duyguların oluştuğunu hissederiz. Bu
süreçte zihnimizin derinliklerinde bir konunun varlığını fark eder ve bir süre
sonra da onun üzerinde yoğunlaşırız. Bu konu, çevremizdeki hiçbir şeyin
plansız, sebepsiz ve boşuna olamayacağı fikridir.
Kâinat karşısında
içimizde oluşan hayranlık duygusu bizleri hiçbir şeyin boşuna yaratılmamış
olacağı düşüncesinden bir adım daha öteye götürerek, her şeyin arkasında
bulunan bir varlık fikrine de götürür. İçimizdeki bir ses aynı zamanda bizlere
bu varlığın sıradan bîr varlık olamayacağını fısıldamaktadır. Çünkü karşımızda
göz kamaştıran bir âlem durmaktadır. Bu âlem de bütün güzellikleriyle bizlere
yüce bir varlığı haber vermektedir. O mükemmel varlık da Tanri'nın kendisidir.
Her şeyin kendisiyle
hayat bulmuş olduğu bir varlık fikrinin içimizde doğduğunu müşahede ederken
diğer yandan böyle bir varlığın zorunlu olarak var olması gerektiğini iyice
anlamaya başlarız. İşte bazen farkında olarak bazen de şuursuz bir şekilde
içimizde hissettiğimiz bu yüce varlık fikrî Tanrı'mn varlığının en büyük
kanıtıdır. Buna da "ontolojik kanıt" (varlık delili) adı
verilmektedir.
Ontolojik kanıt gerek
Batı dünyasında ve gerekse İslâm dünyasında önemsenen ve ateistlere karşı dile
getirilen bir delildir. Her iki dünyada da çeşitli düşünürlerce Tanrı'mn, en
mükemmel varlık olduğu ve varlığının bir nedeni bulun-İOtödığı ifade
edilmiştir. Bu kanıtı dile getirenlerden St. Anselmus (1033-1109) Tann'yi,
"kendisinden daha mükemmeli kavranamayan varlık" olarak tanımlamış
ve Tanrı'mn varlığını inkâr edenlerin zihninde dahi bu fikrin olduğunu iddia
etmiştir. O, sadece zihinde var olan mükemmel varlık kavramının
düşünülemeyeceğini belirtmiş ayrıca bu kavramın zihinde olduğu kadar dış
dünyada da var olduğunu iddia etmiştir.
Bu kanıtı dile getiren
en önemli kişilerden biri de ünlü filozof Descartes'tir (1596-1650).
Descartes'e göre bizler zihnimizde en yüce derecede yetkinliğe sahip bir
varlık fikrini taşımaktayız. Bu varlık da Tanrı'mn kendisidir. Tanrı kavramı
insan zihnindeki matematik bir kavram kadar açık ve seçiktir. Descartes'e göre
Tanrı'mn yokluğunu düşünmek mümkün değildir. Çünkü Tann'nın var olması Tanrı
kavramının ayrılmaz bir parçasıdır. Dolayısıyla O, hem zihnimizde yer almakta
hem de gerçek olarak var olmaktadır.
Descartes'e göre
zihnimizdeki en mükemmel varlık fikrinin bulunması Tann'nın varlığının bir
ispatıdır. Çünkü kendi doğa ve çevremizden böyle bir fikre ulaşmamız mümkün
değildir. Tabiat bir yönüyle eksiktir. Çünkü o maddîdir. Dolayısıyla eksik bir
kaynaktan mükemmellik kavramı çıkmaz. O]sa olsa bu, kavram, mükemmel varlığın,
kendisinden kaynaklanmıştır. Sonuçta Tanrı, Descartes'e göre kalplerimize kendi
mührünü basmış ve en yetkin varlık kavramını içimize yerleştirmiştir.
Ontolojik kanıta
ateistler çeşitli şekillerde itiraz etmişlerdir. Ancak onların bu itirazları
kanıtın gücünü zayiflatama-mıştır. Çünkü söz konusu eleştiriler inanan
insanların aklî muhakemelerini tartışmaktan ibaret kalmıştır. Ancak teorik olarak
bir fikri tartışmak ya da karşıtını dile getirmek realitede de o şeyin
doğruluğunu çürütmez. Meselâ annesiz ve babasız bir çocuğun olabileceği insanın
aklına bir fikir olarak gelebilir. Ancak Tann'nm dilemesi dışında bunun böyle
olmasının mümkün olmadığını herkes bilir. Yine âlemin de bir yaratıcı olmadan
var olabileceğini ve bugünkü durumuna gelebileceğini düşünmek bir fikir olarak
akla gelebilir. Ancak bunun pratikte böyle olabileceğini düşünmek imkânsızdır.
Bunun gibi Tann'nın da var olmadığını bazıları bir fikir olarak düşünebilir.
Ancak bu kanaat bir fikirden ibaret kalır, kalmaya da mahkûmdur. Çünkü pratikte
O'nsuz bir var oluş ve yaşam mümkün değildir.
Kendi varlığımızı ve
içerisinde yaşadığımız âlemin gerçekliğini inkâr edemeyeceğimize göre
yaratıcıyı da inkâr etmemiz mümkün değildir. Kaldı ki Tanrı var olmasaydı bizler
de var olmayacaktık. Var olsaydık bile zihnimizde Tanrı kavramı olmayacaktı.
İnansın veya inanmasın herkesin zihninde bu kavramın yer aldığı ortadadır.
Dolayısıyla var olmayan bir şeyin zihnimizde yer alması mümkün değildir.
Ayrıca Tanrı gibi bir varlığı reddetmek, o varlığın zihnimizde atılması veya
yok olması anlamına da gelmeyecektir. Var olmayan bir şeyin İçimizde doğması ve
bizlerin de onu düşünmesi imkânsızdır. O halde Tanrı var ki bizler de o kavrama
sahibiz ve hakkında şöyle ya da böyle tartışmaktayız. Tanrı kavramının doğuştan
gelmediği, zihnimize sonradan girdiği bir an için düşünülse bile evrenin
varlığından ve kendi yaşamımızdan edindiğimiz tecrübelerden hareketle böyle
bir fikrin bizden oluşması muhakkaktır. Dolayısıyla insanın iç dünyasının
sesine kulak vermeden ve doğadan da ders almadan Tanrı'nın var olmadığını iddia
etmesi mantıksız ve sağlıksız bir karar olacaktır.
İnsanın kendi
doğasında var olan Tanrı kavramını söküp atması kolay değildir. Böyle bir
kavram gerçekten temelsiz ve asılsız olsaydı insanlık tarafından asırlar
öncesinden itibaren terk edilmesi, unutulması ve bugün de üzerinde
du-rulmamasi gerekecekti. Ancak bu konuda başarısız kalındığına ve Tanrı'ya
inananların sayısı arttığına göre aşkın ve mükemmel olan yaratıcı Tanrı
inancını reddetmenin ya da insanları böyle bir inançtan vazgeçirmeye çalışmanın
anlamsız ve sonuçsuz kalmaya mahkûm olacağı kesindir.
Ontolojik kanıt bir
anlamda mutlak ateizmin de olamayacağını kanıtlamaktadır. Daha önceki
bölümlerde görüldüğü gibi tabiatında Tanrı fikrî bulunmayan bir insanın
varlığı mümkün değildir. Şu veya bu şekilde herkesin zihninde böyle bir kavram
vardır. Olmasa bile aklı, mantığı, kalbi ve vicdanı o kavrama doğru
götürecektir. Nitekim bunları mutlak ateizmin imkânsızlığı bölümünde detaylı
bir şekilde ele almış ve açıklamıştık. Dolayısıyla âlem kanıtına geçebiliriz.
( Aydın Topaloğlu, Ateizm Eleştirisi,Ankara)
"Sâni-i Alem,
âlemde dahü olmadığı gibi, âlemden hariç de değildir. İlmi ve kudretiyle her
şeyin içinde olduğu gibi, her şeyin fevkindedir. Bir şeyi gördüğü gibi, bütün
eşyayı da beraber görür." (Mesnevî-i Nuriye sh: 62)
"Yüzer fûtumdan
her bir fen, geniş mikyasıyla ve hususi aynastyla ve dürbünlü gözüyle ve
ibretli nazarıyla bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelâlini esmâsıyla bildirir, sıfatım,
ke-mâlâtını tanıttırır." (Şualar sh: 207)
224- Varlık
âlemi çok karışık ve sayıca kalabalıktır. Güzel ve çirkinler çoktur ve
girifttir. İşte bu karmaşa içinde iyi ve kötü'tüm varlıkları ayıklayacak ve
bulacak bir zatın olması gerekliliği pekâlâ düşünülmelidir.
225- Varlık
âlemi çok ağır bir yük yüklenmiştir. Bir bakır paranın kendi içindeki muazzam
dünyadan haberi dahi yoktur. Bir hücrenin kendisindeki muazzam dizayndan ve
bilgiden kendisi de haberdar değildir. İşte bu açıdan tüm varlıkların sırtında
ağır bir yük (bilgi, dizayn, güç ve ihtişam yükü) vardır. Mademki yük vardır ve
varlıkların bundan haberi dahi yoktur o halde o yükü onlara birisinin
yüklemesi lazımdır. O da Allah'tır.
226- Alİah
dilediğini öne geçirendir. Dilediği varlığı üstün kılandır. İnsan bu açıdan
üstündür ve tüm varlıkların üzerindedir. Biz insanlar, esasta çalışarak üstün
olmadık. Üstünlüğümüzün esas kaynağı yapımıza kayıt edilen üstün
programdandır. Tüm insanlar doğar doğmaz kendilerinde muazzam dizaynı buldular.
"Ben kendime akıl ve duygu satın alayım." demediler.
227- Allah
Kur'an'da bir ayette canlıların alınlarından tutup denetlediğini beyan
buyurmaktadır. Bilim de canlılarda alın tarafında denetime yarayan bir beyin
lobuna işaret buyurmaktadır. Biz bu ayetten şu delili çıkarmaktayız: Tüm
canlıları denetleyen ve onları sevk eden Allah'tır. Onların kaderini o tayin
etmektedir.
228- Müspet
ilimde bir faraziyenin doğruluğu aranırken, ona ilkin inanılır. Yani
faraziye(teori) kabul edilir, sonra tecrübe edilir, önce inan (Allah'a) sonra
araştır ve gerçeği bul. (John Cleaver Mansma)
229- Tüm
canlı ve cansızlar arasında şarta ve konuma uyma yani adaptasyon eylemi vardır.
Taş çimentoya uyum sağlar, insan çevreye, tabiat zamana ve harekete uyum
sağlar. Bu konuda hadsiz örnekler vardır. Ama sadece Allah bu kanunun
dışındadır. Her şey ona ve kanunlarına uyum sağlar o ise hiçbir şeye uyum
sağlamaz.
230- Dilediğini
makamından alma da bu âlemde özel bir kaidedir. Nice insan canlı ve cansızın
makamı ve önemi azalabilmektedir. Süt ineğinin sütünün kesilmesi de bu
cinstendir. İşte makam sahibi biri, yetkili biri bunu esas manada yapmaktadır.
Biri makam verip makamını indirinektedir. Bu delil, yetkili bir amirin
varlığını bize bildirmektedir.
231- İyilik
tüm varlığın temel isteği ve muhtaçlığıdır. İyilik vardır ve her var olanın
kaynağı da vardır, o kaynak bizzat Allah'tır. "İyilik bizim zihnimizdedir
ve biz ürettik" denemez; çünkü zihnimizin üretmediği binlerce şey de
vardır. Doymak, tat almak, güzeli görmek, bir hayvanın yavrusuna karşı olan
sevgisi gibi iyilikleri biz üretmedik. Onlar zaten vardı. Biz insanlar olmasak
ta iyilik vardır.
232-
Güvenilir bir elçinin olduğunu gören biri şu fikirleri çoktan bilir demektir.
Elçi bize bir memleketin varlığını o memleket padişahının elçiyi gönderdiğini
bilir. İşte o elçi peygamberdir. O memleket ahiret yurdudur. O padişah Allah'tır.
233-
Güzellerin ve iyilerin sıfat ve isimleri çok olur. İyi birine bizler bin bir
güzel adlar takarız. İşte 99 adı olan Allah en yüce olandır. Demek güzel
isimlerin çokluğu dahi bir ilahı bildirir.
234- Anla ki
yalnızlık dahi bir delildir. Tüm varlıkların uzak, yakın akrabaları cinsleri,
mevkidaşları, adaşları ve benzeşleri vardır. Oysa hiçbir şeye benzemeyen ve
mutlak manada yalnız biri vardır. O Allah'tır. Onun yalnızlığı bizim gibi
değildir. O mutlak anlamda yalnızdır. Üzüntüsüz bir yalnızlıktır onunkisi.
235-
"Hakiki mahbub, hakiki maksud, hakiki matlup, hakiki mabud yalnız
Allah'tır." (Bediüzzaman) Fena âleminde
yaşayan bizlerin, daima ölümü gören bizlerin, hayal ve kuruntular içinde
yaşayan bizlerin, hakiki ve gerçek bir varlığın varlığını düşünmesi farzdır.
Gerçek sevgili O'dur, gerçek amaç, gerçek arzulanması gereken de O'dur.
236- Hediyeyi
getiren hizmetçinin elini öpüp, hediye göndereni tanımamak büyük bir gaflettir.
Kâinat bir hizmetçidir. Biz onun kanalıyla nimetleniyoruz. Bu dilsiz, sağır ve
akılsız hizmetçi(kâinat), gerçek nimet sahibi olamaz. Nimeti gönderen elbet
gören ve bilen biri olmalıdır.
237-
Duygular Belgesi: insan, binlerce duyguyla donatılmıştır. Her duygu, madde
dışı bir ortamdan çağrı niteliği taşır. Ancak insanda bir duygu daha vardır ki,
o doğrudan doğruya YaradaıVı tanıtır. Bu duygu, insanda var olan sonsuzluk
duygusudur. Bu duygu nedeniyle insan sürekli sonsuzluk için didinir ve
çırpınır. Sonlu olan hiçbir şey, onu gerçek manada doyuramaz. Ve bu duygu,
insana başka bir sonlunun etkisiyle verilmiş olamaz. Sonlu olan sebeplerin
hiçbiri, bu sonsuzluğu sunamaz. Oysa bunun varlığı ortadadır, yalanlanması da
olası değildir. Öyleyse bu duygu bize, bizi bu duygu ile yaratan Zat
tarafından verilmiştir. Ve sonsuz yaşamı da yine O verecektir. (İnancın
Gölgesinde ve İslam'da Allah'a İnanmak)
238-
"Her, şeyde Allah a bir yol bulunur": Allah madem her şeyi yaratıp
idare edendir. Her öğrenci, her kitap ve her sıra nasıl öğretmeni gösterirse
her şey yapanını, sahibini ve idare edenini gösterir. Ve ilah olan varlık
mademki tüm varlıkların ilahıdır. O halde ona giden yollar da sonsuz olmalıdır.
Çünkü varlıklar her şeyleriyle var edenlerine aittirler. Ay, taş ve odun,
Budist, Yahudi, arı ve kurbağa hepsi ona gidecektir.
239- Biz
insanlar bir cümle kurarken dahi o cümlede kaidelere uymak zorundayız.
Cümlemizde Fail(özne), fi-il(yüklem) olmak zorundadır, ikisinden biri olmazsa o
yargımız eksik ve manasızdır. "Ali arabayı..." diyemeyiz. Ali'nin ne
yaptığı bilinmelidir. Meful(nesne) ise olmak zorunda değildir. Yapılan işi ve
maddeyi meful ifade eder. Öyleyse şu kâinat mefulünü ya da kâinat fiilini
nasıl failsiz kabul edebiliriz.
240- Kur'an,
Allah'ın varlık delilleri arasında her şeyi çift yarattığını belirtir. Bu şunu
ifade eder. Çift teklerin birleşimidir. Çift kökün çıkardığı daldır. O halde
tüm varlıklar dişi-er-kek, madde-mana... aynîıyorsa onları var eden bir tek
olmalıdır. Bir kök olmalıdır. Ve o kök dallar gibi de olmamalıdır. O kok de
Allah'tır. Ve kök olan Allah da dallara benzemez.
241- İnsan
ve hayvan topluluğu çeşitli nedenlerle korkan varlıklardır. Bitkiler solmaktan
ve ölmekten korkarlar. Taşlar toz olmaktan korkarlar {bu korku insan korkusu
gibi anlaşılmamalıdır). Öyleyse maddeye bu korkuyu kim nasıl onlara verdi.
Onlar korkuyu kök olarak türetemezler. Olmayanı oldurmak maddenin işi
değildir. Madde kendinde olanı harekete geçirir. Öyleyse korkunun da kaynağı
madde haricinde olmalıdır. O kaynak da Allah'tır.
242-
Aslanlar varlıklarını belli etmek için etrafta işaretler bırakırlar. Çünkü
onlar bilirler ki kendileri dışındaki varlıklar onları görmese de en azından varlığını
sezerler. İşte varlık âleminin tümü Allah için bir işaret sahasıdır. O
işaretlerle kendini belli eder ve tanıtır. Bu da kendini belirtme ve tanıtmanın
bir halidir. Kur'an böyle bir işarettir.
243- Suyun
kaldırma kuvveti, yerin çekme kuvveti gibi kanunlar bize Allah adlı kanun koyucu
varlığı belirtir. Çünkü kanun çıkarmak ancak hâkimlerin işidir. Kanun koymak
dur ve hâkimlik yapmak ancak hikmetle
olur. Hikmetin başı da Allah ve Alİah korkusudur.
"Kâinat baştan
aşağıya kadar hikmetlerle müzeyyen ve gayelerle müsmirdir ve mevcudat, zerrelerden
güneşlere kadar vazifelerle muvazzaftır ve evâıııir-i Üâhiyeye musahharlard.tr."
(Sözler sh: 386)
"Evet, bir sineği
İhı/â eden, bütün hcvânıı ve küçük hayvanâtı icad eden ve arzı ihya eden Zât
olacaktır. Hem Mevlevi gibi zerreyi döndüren' kim İse, ım'iteselsiler mevcudatı
tahrik edip, tâ şemsi scı/\/ı\râtıyla gezdiren aynı Zât olmak gerektir. Çünkü
kanım bir silsiledir; ef'nl onunla bağlıdır." (Mektubat sh: 334)
"Mevcudat ve
zîhayat doğrudan doğruya Şeıns-i Ezelînin cilve-i esmasına verilmezse, her bir
mevcutta, hususun her bir zîlm-yatta, hadsiz bir kudret ve irade ve uİlıayetsiz
bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı, bir kuvveti, adeta bir ilâhı, içinde
kabul etmek lâzım gelir. Bu tarz,-ı fikir ise, kâinattaki ıınıhâlâtı en
bâtılı, eti lutrnfesidir. Hâhk-ı Kâinatın sau'atını mevhum, ehemmiyetsiz,
şuursuz bir tabiata veren insan, elbette yüz defa hayvandan dalın hayvan, daha
şuursuz olduğunu gösterir." (Lem'alar sh: 182)
244- Varlık
âlemi dağınıktır. Onu bir araya toplayan biri olmalıdır. Dağınıklık ancak
intizamın bozulmuş halidir. Asıl olan intizamdır. Alİah Kur'anda kendisini, tüm
varlıkları yeniden toplayacak bir varlık olarak tanıtmaktadır. Demek bu dahi
bir varlık delilidir. Gerçekten de öyledir.
245- Herkes
içine-fıtratma dönüp bakarsa görecektir ki güzeli görünce onu, daha güzelini
görünce de diğerini arzu eder. Dünyaya sahip olan güneşi de isteyecek ve sonra
da evreni isteyecek. Dahası olsa danasını da... İlmi isteyen, sanatı isteyen
gibi diğer tüm gruplar da böyledir. Bu istekler fıtridir. Mademki bizim bu
isteklerimiz madde ile doy-mamaktadır o halde bizim bu iştiyak ateşimizi ancak
Alİah söndürecektir. Çünkü sınırsız olan yalnız O'dur. (İmam Humeyni)
246- Her
varlıkta Allah'ın orjinal mühürü vardır. Tüm varlıklar da kendilerine ait olan
başkalarında bulunmayan özelliklere sahiptirler. Gözler, parmak izleri, dişler
ve benzeri bir çok özelikleri onlara doğal mühür olmuştur. Ve tüm mühürler
elbette bir otorite ve makama delalet eder. Parmak izimizi, retinamızı,
dişlerdeki mühürü biz dizayn etmedik.
"Bu çiçek kimin
turtası ise, kimin sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakısı İse elbette
bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler onun mühürleridir, sikkeleridir."
(Sözler s.h.682)
247- Tüm varlıklarda
olağanüstü bir zincirleme bağ bulunur. Bir besin zinciri, bir karşılıklılık
vardır. Küçük büyük tüm varlıklar arasında kesintisiz bir ilişki bulunur. Tüm
bu ilişki ve bağ tüm varlıklarda bir birlik ruhu açığa çıkarmaktadır. Elbette
ki bir "bir" vardır ki birlik ruhu varlıklara yansımıştır.
248- "Müessir-i
Hakiki yalnız Allah'tır. Belki arada perde çoktur, belki-sebepler çoktur ama
tüm bu çokluklar gerçek müsebbibin olduğunu bedaheten
gösterir."(Bediüzzaman) Asıl iş yapan, asıl kâinatta tasarrufta bulunan
bir olan ilahtır. Bu görünen doğal olaylar ve görünen tesirler, aslında birer
gölge ve perdedir. Çünkü madde gerçek manada iş yapamaz hatta kendi varlığını
dahi tek başına koruyamaz. Sonlu her varlık ancak sonsuz olanın birer icraatıdır.
Eşyaya ve olaylara asıl hükmeden Allah'tır. Sebepler hükmeder denemez. Yoksa
sebepleri ilah edinmiş oluruz ki bu büyük ')ir yanlış olur. Kör ve sağır
tabiatın, kör ve dilsiz sebeplere istinaden iş görmesi imkânsızdır. Mademki
sebep var, müsebbip de olmalıdır.
249- Tüm
varlıkları yücelten ve tüm varlıkların da ken-üsini yücelttiği bir varlık
olmalı. Gerçi ilah yücedir ve yüceltilmez, ama varlık âlemi bilerek veya
bilmeyerek bir yü--eltme ve tespih etme halindedir. Varlık şu haliyle bir şey s
bir değer taşıyorsa bu değer ancak büyük bir varlıktan B«ığ] değerledir. Yoksa
madde sıfır kere sıfırdır. Yani madde bir Allah'a istinat etmezse bir değer de
alamaz. Maddeyi yücelten ona bir değer veren ancak onun ustasıdır.
250- Tüm
varlıklarda bir kader birliği vardır. Bilinçli veya bilinçsiz bir hal ve gidiş
ortaklığı vardır. Gidenlerin olduğu yerde gitmeyen ve gidenleri bekleyen bir
makam ve varlık olmalı.
251- Kanatın
ışıktan oluştuğuna dair bir teori mevcuttur. Bu teori bize maddenin ışıktan
yapıldığım hayretle ifade etmektedir. Çünkü her maddenin elementleri atom ve
elektrik elementlerinden meydana gelmektedir. Atom ve elektrik enerjisi ise
ışıktandır.(Said Havva) Işık ise bir kaynağa kaynak ise bir var ediciye
muhtaçtır. O var edici elbet kâinatın nuru olan Allah'tır. Çünkü o (bize göre)
aynı zamanda nurdur. Yani nurlandırandır.
252- Tüm
varlıklar bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde varlıkların devamını dilerler.
Baki.olmak isterler. Tüm varlıkların bu isteğine ve yakarışına bir yerden
cevap olmalı, biri yamtlamalı. Madde ise kendi kendini kurtaramaz, doya-maz ve
yaşatamaz.
253-
Güzeller çok, doğrular çok. Ama tüm çokluklar tekerden türemedir. Doğru ancak
çoğul eki -ler, -lar aldıktan sonra yapısı farkhlaşır. Tüm çokluklar
tekliklerin tezahürüdür. İşte bu yüzden kaynak bir doğru ve hak olmalı ki doğrular
ve haklar açığa çıksın.
254- Her
Şey, her şey için olamaz. Her şey bir şey için olmalı. Her şeyin kendisi için
çalışhğı bir genel varlık olmalı. Mademki tüm varlık âlemi zincirleme bir bağ
altındadır. O halde 'zincir, zincir içindir' denmez. Bu bağ ancak bir şey
içindir. Tüm varlık şu ve bu şekilde bir olanı yani Allah'ı gösterir. .
255-
Varlıklarda ve var oluşta, üstünde ihtilaf olmayan tek şey l(bir) rakamıdır.
Diğer tüm çokluklar ihtilaf nedenidir. Mücerret yani tamamen bağımsız sayı
tekliktir. Şöyle ki çokluklar ya toplamdan ya çıkarımadan oluşurlar. 3 sayısı
2+1 olabildiği gibi 5-2 de olabilir. Ama bir yani mücerret bir, tektir. O
mücerret olan da Allah'tır.
256- Kâinattaki
bilgi ve bilim bir evrensel kayıt ve bilgi kitabı olduğunu kanıtlar. Bu bir
zorunluluktur. Bilgisayar benzeri ama daha mükemmel bir kayıt kitabı ya da Ana
kitap denilecek bir varlık. İşte bu bir yazıcı, yani bir yazarında varlığını
zorunlu tutar. Ve o yazıcı bilgisayarın içinde olamaz. Ancak bilgisayarın
dışında ki biri olmalı.
257-
"İlah olan basit yani bileşik olmamak zorundadır. Mutlak Hüviyet ancak
basit yani bileşik olmayandır. Çünkü tüm çokluklar mutlak hüviyet sahibi olan
tekten türemedir." (İmam Humeyni)
258- Her şey
bir itaat içinde bu da bir ilahın olmasını bize zorunlu kılar. Zincirleme ve
bağlantılı bir itaat zinciri bize bir zincirin de sonu olması gerektiğini
gösterir. Demek her vagon dolaylı ve dolaysız makinistin bulunduğu bölmeye
itaat içindedir. Kainatta kaos durumu yoksa, ki yoktur, bu itaat zinciri
Allah'ı kesin bir şekilde bildirir.
259-
İnsanlardan bazılarının inkâr ettiği, aslında batıl Allah tasavvurudur. Bir çok
alim, filozof ve bilgin batıl din tasavvuru neticesinde Allah ve din konusunda
haksız bir tavır takınmışlardır. Nietzsche:
"Allah ölmüştür"
derken eğer Allah'a inanmasaydı, 'Alİah Öldü ' demezdi. Ancak var olan ve
inanılan bir şey için öldü denilir.
Yoksa bu söz yerine
"Allah yoktur." derdi. Yani Nietzsche, batıl Hıristiyan
inanışının tanrısını öldürmüştü. Biz şair Hayyam için inkarcı deriz ama
aslında sözlerinde dahi Müslüman olduğu görülür. Ama ne ki o farklı,
bunalımlı ve tereddütlü bir Müslüman'dır.(Ali Şeraiti) (Şehid Seyyid Kutub,
Hayyam'dan "İman gıdasından yoksun
biri" diye söz eder) Dun fikir.
260- Her şey
kendisini bir şeylere intisap ettiriyor, dayıyor. O halde tüm varlıların bir
dayanak noktası olmalı. Nasıl ki bir insan topluluğu bir devlete sığınmazsa
işgal altında kalır, öylece şu kâinat sıfır olmamak için bir olan Allah'a
sığınır, ona kendim dayar. Yegâne dayanağımız ancak Allah'tır. Mümin elbet en
çok ona dayanmalı ve güvenmelidir.
261- Biz
görüyoruz ki tüm canlılarda ve bizde şöyle veya bir otorite ve egemenlik var.
Mademki bir egemenlik ve saltanatın .'varlığı aşikârdır. O halde tüm canlılar
âleminin üstünde mutlak bir galip egemen bir saltanat olmalıdır. Madem dünya
bize egemendir. Ona bağlıyız, madem dünya da güneşe ve daha sonra galaksiye
bağlı. Onlar da tabiata ve tabiatta yegâne güç olan Allah'a bağlıdır. Demek ki egemenlik
dahi Allah'ın varlık delillerindendir.
262- Biz tüm
konular boyunca bir azamet ve büyüklükten bahsettik. Azamet sonsuz azamet ve
yücelikse ki odur. O halde sonsuz azamet tüm varlık âlemini tamamen ihata ile
doldurmah. Hiçbir canlı bu azametten hariç olmamalı işte o asıl rab olmalıdır.
263- Tüm
varlıkların kutsalları ve yücelik telakki ettikleri vardır. Oysa yüce varsa en
yüce de olmalıdır. Kutsal varsa en kutsal da olmalıdır. Zirve de tek olduğu
için o tek de Allah'tır.
264- "Tüm
sebep ve nedenlerin bir ilk sebebi vardır. Tüm akıl yürütmelerin bir ilk
basamağı vardır. Tüm felsefi ve düşünüşler hep bir basamaktan
başlar."(Said Havva) ilk müsebbip elbet Allah'tır. Çünkü ondan hariç bir
ilki düşünmek imkânsızdır. Bu kadar delil elbet bunun bir ispatıdır. Eğer
"Niçin iki sebep olmasın?" dersen, şu denir ki iki dahi birden
çıkmadır. Yani o dahi bire yani aslına rucu eder. Kindi: Eşyanın sadece çokluk
olması imkân dışıdır. Tesadüfen dahi tekten çokluk oluşmaz. Cisimden çokluk
oluşması için de dışardan bir etkinin olması lazımdır. O etki de ancak Allah'tır."
der.
265- Delalet
zinciri denen bir akıl yürütme türü vardır ki bu tüm varlık âleminin tasvirinde
kullanılabilir. O da şudur: Tüm varlıklar eserdirler, tüm eserler isimlere,
isimler sıfat yani niteliklere, nitelikler de zata delalet eder. İşte o zat
ancak Allah'tır.
266-
Psikoloji âlimleri ve filozoflar, tecrübe ve deneyimlerle maddeden çok daha
üstün ve ancak yüce bir varlıkla alakalı duygular, dürtüler ve huylar buldular.
Bunlar ancak üstün bir varlığı gösterdiğinden Ötürü ilah mefhumunun varlığına
bir delil Midiler. Yani psikoloji tanrının varlığına bir delil olmuş oldu. Bunu
delil bilmeyenler acaba bu üstün duygulan neyle alakalandırırlar bunu bilmek
lazımdır.
267- Tüm
varlıklara bakıldığında bizim dışımızda bir veriş ve bağış olduğu görülür.
Yani bizler, bitki ve hayvanlar bu nimetleri oluşturmadık. Biz çıkar çıkmaz bu
tüm varlık ve kâinatı kendimiz için hazır bulduk. Bu buluşumuz bize bir hibe ve
verişi gösterir ki o hibe eden elbet Allah'tır.
268- İlim
bir gelişim ve İlerleme süreci içinde. Dinsizlik aslında ilmi çok kullanıyorsa
da aslında ilmin en düşük bir düzeyinde yani duygular arasında sıkışmıştır.
Şöyle ki Aristo maddenin (Kâinatın) sonsuz, olduğunu zan ediyordu. O anki
bilgi ancak o kadardı ve o bazı ilahlık vasıflarını kâinata veriyordu. Hâlbuki
şu an ispatlandı ki madde yok olup bir süre içinde enerji haline dönüşmektedir.
İlmi çok dar ve kendi duygu kayıtlarına sığdıranlar bilimî o dar çerçevede
görmektedir. O bu bilgileri görseydi belki inanmış biri olacaktı. Bazı
filozoflar (Freud gibi) dini ve Allah inancını bir nevroz olarak lanse
ediyorlardı. Oysa bugün klinik deneylerde en güçlü bünyenin, en sağlam
psikolojik yapının, dindarlarda olduğu ve onlarda fiziksel ve ruhsal
iyileşmelerin daha çabuk gerçekleştiği görülmüştür. İlim, geliştikçe Allah
inancı daha da artmakta ve güçlenmektedir. Son birkaç yıl içinde ateizm rüzgârının
iyice zayıflaması da buna şahittir. Gelişen ilim, Allah'ın varlığına bir
delildir.
269- Varlık
âleminin devamlı ve hassas bir düzende olduğunu belirtmiştik. Oysa düzenler
varlıklarını devamlı bir kontrole ve hassasiyete borçludur. İşte o kontrol eden
de bizzat Allah'tır. Hassas olan zat da kendisidir.
270- Varlık
âleminin düzenli oluşu ve düzenleyenin oluşu bizi işlerde bir uygunluk olması
gerektiği sonucuna götürür. Uygunluk bir kavram ve fiil ise varlıkları
birbirine uyduran bir zat da olmalıdır. Varlıklar ayrı ayrı olmalarına karşın
onları anlaştırabilen, birbirine yaklaştıran bir zat olmalıdır.
271- Evrende
yücelikler çoktur. Bu dahi bir zirve noktanın olması gerektiğini bize anlatır.
O zirve de ancak Allah olmalıdır. Zirve, üstün en üstüdür. Onun da üstünü olsa
ona zirve denemez.
272- Önceki
bölümlerden birinde 'işi ehlinden sor'de-miştik; şimdi de işi ilmin kendisinden
sor diyoruz. Allah hakkında gidip doktor, filozof, öğretmen v.b. insanlara soruyorsun.
Oysa her ilim; ehline sorulmalı, erbabından talep edilmeli. Dini ve Allah'ı da
git din aliminden yani din ilminden sor. Marangoz ancak kendi mesleğinden
konuşabilir. Ku/an'in dediği gibi ilmi; ehlinden sor. En doğrusu ilmin
kendisine sor. Yani dini coğrafya İlminden değil, din ilminden anla. Asıl
müracaat ilmin kendisinedir.
273- Tüm
övgülere layık olmak da bir delildir. Allah'ın yerine ne konulursa konulsun o
varlık tüm övgü ve yüceliklere layık değildir. Olamaz. Oysa diğer varlıklar
mükemmel değildirler. Liyakatleri yoktur.
274- Kâinatta
.merhamet ve şefkat gibi kavramlar bize bir rahmanın ve şefkatlinin olduğunu ve
bu gibi yücelikleri dağıttığını gösterir. Rahmetten haberi olmayan bir tabiat
rahman olmaz. Timsaha ve ayıya yavru şefkati verilmişse bunu birinin vermesi
lazımdır. Çünkü şefkatli olmayı biz türetmedik.
275- Kâinatta
güç denen bir muazzam etki var. Bu bize bir gücün kaynağının olmasının zorunlu
olduğunu gösterir. 'Gücün kaynağı maddedir1 denemez; çünkü madde de gücünü
enerjiden alır fâ bu ilmen ispatlıdır. Enerji de gücün kaynağı olamaz; çünkü o
maddeye gebedir ve iş yapması için madde olmalıdır. Allah ise onlardan bağımsız
tek iradedir. Enerji etkiye muhtaçtır ki o etki ancak ilahi iradedir.
276-
Güzellik ve iyilik yücedir. Tüm yücelikler yapı itibariyle yükselirler.
Kötülük ise alçalmak zorundadır. O yüçelik ve güzellikler bir yüceye gider ve
ona gitmek zorundadır. Günah ve çirkeflik demir gibi ağırdır ve terazinin kefesini
aşağı çeker. İyilik ise hava gibi ve ısı gibidir, yani hafif, şeffaf ve
esnektir ve o yükselir tüm günahlar karşısında. Yükselen her şeyin bir durma
haddi vardır ve o had, o sınır elbet Allah'tır. (Dikkat edilirse mizanda
iyilikler tartılırken, ağır basarlarsa, onlar yükselir ama kötülük ise
alçalır.)
277- Tüm
varlık cilvelerini gösteren bir harman vardır. Varlık cilveleri şu güzellikler,
uçsuz-bucaksız muhteşem tabiat ve daha niceleridir.
278- İnkâr
bir olumsuzluk ve nehiy halidir. Tasdik ve inanma ise bir kabul ve olumluluk
halidir. Olumluluk ve tasdik daha değerlidir, üstündür. Allah'ı İnkâr
direnmektir. Allah'ı tasdik elbette daha değerlidir. Çünkü nehiy hali değildir.
Yani inkarcı bilerek ve isteyerek; yani direnerek bir nehiy yoluna girmektedir.
279- Hayat-Ruh ve Vicdan {Yaşam-Benlik ve Duyunçi
Belgesi: Yaşam görünür bir bilinmez! Evet, o görünür nedenlerle
açıklanamayacak kadar düşündürücü ve Yaratıcı Güc'e tanıklık etmesi bakımından
da açıktır. Evet, o, doğrudan doğ-ruva Yaratıcısını gösterir ve duyurur. O,
bilinmez oluşuyla bi-lim adamlarını, açıklığıyla da halktan insanları büyüleyen
sibirli bir olaydır. Ve yaşam adeta hal diliyle: "Beni var edip yaratan
ancak Allah'tır" der... içeriğini bilmemekle birlikte, varlığından
kimsenin kuşku duymadığı ruhumuzun ve onun işlevlerinin bedenimizi yönetiş
biçimi de, yine Allah'ı bildiren delillerdendir. Dünyada Emir Alemi'ni temsil
eden cevher/öz ruhtur ve ruh, bu âleme ancak ilerlemek ve gelişmek,
olgunlaşmak için gelmiştir. Hikmetin sonuca etkisi konumuzun dışında olduğu
için, biz burada yalnızca onun tanıklık ettiği noktaya değinmekle yetiniyoruz.
Evet, madde alemiyle
içeriği noktasında hiçbir ilişkisi olmayan ruliun kendine Özgü bir âlemden
buraya gönderilişi, olgunîqştırılmaya bağlı tutuluşu ve bunun da belli bir
yazgıyla yürütülüşü, kuşkusuz Allah'ı gösteren önemli delillerden biridir.
Diğer taraftan, insandakijç sezişler ve görünür bir neden yokken Rabbe
dönüşler ve O'na yönelişler ve bu olayların milyonlara ulaşan sayıda yinelenişi
açık bir delildir ki, insanda yaratılıştan var olan ve Hakkı bulmanın en önemli
araçlarından biri durumunda bulunan vicdan, kendi Yaratıcısı'na tutkundur ve
bütün varlığıyla/O'nunla bağlantı halindedir. Ruhlara sorulan "Yaratanınız
Ben değil miyim?" sorusunun yanıltmaz tanıklarından biri de, vicdan değil
midir? İşte vicdan, bu tanıklığın hakkına uyma zorunluluğunun yönlendirmesi
ile "Allah" demektedir... (İnancın Gölgesinde ve İslam'da Allah'a İ
280-
Matematikte sonsuzluk kümesi kavramı vardır. İki küme elamanları sonsuzdur ve
her kümenin bir sahibi ve adı olmalıdır. Örnek: A:(..................) Bu dahi
Allah varlığına bir zorunluluktur. Kainat adlı bu varlık kümesinin bir sahibi
ve adı olmalıdır. Ve elbet vardır.
"Şu acip âlemin
elbette bir müdebbiri ve şu muntazam memleketin bir mâliki, şu mükemmel şehrin
bir sahibi, şu musanna sarayın bir ustası vardır. Biz çalışmalıyız, O'nu
tanımalıyız. Çünkü anlaşılıyor ki, bizi buraya getiren odur. O'nu tanımazsak
kim bize medet verecek? Dillerini bilmediğimiz ve onlar bizi diklemedikleri şu
âciz mahlûklardan ne bekleyebiliriz?" (Sözler sh: 279)
Sultan-ı Kâinat
birdir. Her şeyin anahtarı O'nun yanında, her şeyin dizgini O'nun elindedir.
Her şey O'nun emriyle halledilir. O'nu bulsun, her matlubunu buldun; hadsiz
minnetlerden, korkulardan kurtuldun." (Mektubat sh: 224)
"Sizin azalarınız
içinde en kıymettar göz ve kulaklarınızın mâliki kimdir? Hangi tezgâh ve
dükkândan aldınız? Bu lâtif, kıymettar göz ve kulağı verecek ancak
Rab-binizdir. Sizi icad edip terbiye eden O'dur; bunları size vermiştir.
Öyleyse yalnız Rab O'dur. Mâbud da O olabilir." (Sözler sh: 416)
281- Isı
Yasası: Termodinamiğin ikinci kanunu olan ısı
kanunu kâinatta ısının
tedricen azaldığını yani ısı kaynağı olan varlıkların ısısını yitirerek mutlak
sıfır derecesine gitmekte olduklarını açıklar. O zaman enerji tükenecek ve
hayat sona erecektir. Yanmakta olan güneş, parlayan yıldızlar ve canlıların
vatanı olan yeryüzü... Bunların hepsi belirli bir zamanda yaratılmış olan
varlıklardır. Çünkü bunların tümünde mevcut olan enerji tükenmeye doğru
gitmektedir. Bu olgu da onların belli bir zamanda başlamış yani yaratılmış
olduklarını gösterir. Eğer kâinat yaratilmışsa, bir yara-tıksa, ezeli bir
yaratıcıya muhtaç demektir. Çünkü arada bir yaratıcı kabul etsek^ o zaman da
onun da yaratıcısı olması gerekir ki bu da saçmadır. Kabul etmek zorunda olduğumuz
bu yaratıcının, her şeyi kapsayan bilgi sahibi, hiçbir şeyle sınırlanmayan bir
kudret sahibi ve ezeli olması gerekir. Açıkladığımız kanuna göre kâinatta
mevcut olan ısının varlığı, kâinatın ezeli olması ihtimalim imkânsız kılmaktadır.
Kâinatta ısı varsa, ona ısı verici düşünmek zaruridir. Zira soğumuş haldeki
maddede ısı, kendiliğinden oluşmaz. Kâinat ezeli olsaydı, sıcak halde değil,
soğuk halde bulunurdu. (İnancın Gölgesinde ve İslam'da Allah'a İnanmak) Yine
Termodinamik kanuna göre sıcak cisimlerden soğuk cisimlere doğru sürekli bir
ısı akımı oluşmaktadır. Soğuk cisimden sıcak olana ise ısı aktarımı yoktur.
Zaten ısının tanımı şudur: Sıcak olandan soğuk olana doğru giden enerji
aktarımıdır. Bu kanun şunu ispatlar: Kâinat kendi kendine oluşamaz. Bir cisim
karşılıklı olarak diğer bir cismi yaratamaz. Cisimler arası ısı aktarımı çok
düzenli ve ölçülüdür. (Edvard Loscil) Kâinat ezeli ve ebedi olamaz. Kâina-tın
ezeli ve ebedi olması için soğuk ve donuk olması lazımdır. Çünkü donuk bir
madde cansız olması dolayısıyla kendisini canlı ve ısılı olarak yaratamaz. Bu
konuyu en iyi âlimler anlarsa da sen şunu bil: Kâinat ısı konununa göre ebedi
değildir ve kendi kendini yaratamaz.
282- Tüm
varlık âlemi mutlak izzet karşısında zelildir. Varlık âleminin bu kadar kusur
ve noksanlığıyla beraber elbette
izzetli olan da olmalıdır. Tüm bu zelil olanlar elbet bir onur ve izzet
abidesini bildirir.
283- Varlık
âleminin devamı ve sonunun iyi olması için bir şefaatçi lazımdır. Lazımdır
çünkü onlara ancak onlardan daha mükemmel bir varlık aracı olabilir. Kurtuluş
için bir aracı bir şahit bir vekil veya bir kurtarıcı olmalıdır. Bir Zül Eman
olmalıdır ve vardır.
284- Biz
insanlar bir ülkede zulme uğradığımızda başka bir ülkeye sığınırız, yanı iltica
ederiz. Bir tilki avcı karşısında mağaraya iltica eder. Dünya güneşe iltica
etmiş ona dayanmıştır. O halde tüm varlık âleminin de sığındığı bir iltica
makamı vardır.
285- Tohumu
yaran, cansız tabiattan canlıları çıkaran bir fettan vardır. Tabiat fettah
olamaz; çünkü onda bilinçten herhangi bir eser yoktur.
286- Tann'nın
varlığına inanan insanlar inançlarını destekleyen kanıtlar ileri sürmüş ve
ateistlerin bu konudaki iddialarını boşa çıkarmışlardır. Ateistler de Tann'nın
varlığı lehinde ileri sürülen kanıtları reddetmiş ve kendi düşüncelerinden
vazgeçmemişlerdir. Ancak bunu yaparken de sadece eleştiri getirmiş,
kötülüklerin varlığı gibi bir-iki konu hariç kendi iddiaları lehinde orijinal
bir fikir ileri sürmemişlerdir. Kaldı ki Tanrı'nın varlığı için ileri sürülen
ve bir anlamda ateizmi yanhşlayaıı kanıtların eleştirilebilmesi de onların
çürütülmesi ya da içeriğinin yanlışlığı anlamına gelmemektedir."
Ateistlerin düşündüğü
gibi lann'mn varlığını reddetmek o kadar basit bir konu değildir. Reddetmek
için pek çok teorik pskin ve mantıksızlığın göze alınması gerekecektir. Çünkü
lehlerinde birçok kanıt olmasına rağmen inananlar eleştirilebiliyorsa,
ellerinde somut hiçbfr kanıt bulunmayan ateistleri tenkit etmek daha kolay ve
sıradan bir iş olacaktır. Bu yüzden Tann'nın varlığını reddetmenin, kabul etmekten
daha zor olduğu işin başında açıkça ortaya çıkmaktadır. Sadece kâinat
Tanrı'nın varlığına doğrudan bir kanıttır. Dolayısıyla Tanrı'yı inkâr etmeye
ve bunun için gerekçeler uydurmaya çalışmak bir nehri tersine akıtmak kadar imkânsızdır.
Tanrı'nın varlığını
iddia edenler birtakım kanıtlar ileri sürmüş, bizleri düşündüren ve aklımıza
yatan fikirler ortaya koymuşlardır. Herhangi bir ön yargı, saplantı ya da ideolojik
bir kabulle konuyu geçiştirmemişlerdir. Meselâ önü-"izde duran âlemin kendi
başına var olamayacağını iddia etnıiş, bir yaratıcıya ve düzenleyiciye
gereksinim olduğunu belirtmişlerdir. Dolayısıyla teistlerin ellerinde herkesçe
anlaşılır ve kabul edilebilir deliller bulunmaktadır. Bu somut deliller
üzerinde hiç kimse onlara niçin böyle düşünüyorsunuz da diyemez. Çünkü insan
aklının ve mantığının vardığı sonuç budur. Aklın düşünmesini ya da
varlığımızla ilgili muhakeme yapmasını da engellemek mümkün değildir.
Ateistlerin yaptığı iş
inananların tezlerini eleştirmekten veya reddetmekten ibarettir. Yapmış
oldukları eleştiriler ise mü'minlerin kanaatlerini yanlış çıkarmaya
yetmemektedir. Sadece onların dile getirdiği kanıtların teorik açıdan karşıtını
dile getirmekten ibarettir. Ancak bir şeyin teorik açıdan karşıtını düşünmek o
şeyin pratikte de öyle olabileceği anlamına gelmez. Zaten bir insan inanmak
istemezse kendine göre birtakım gerekçeler bulmakta gecikmeyecektir. Dolayısıyla
ateistin Tanrı'nm varlığını yalanlaması sadece kendini bağlayan bir durumdur.
Bu sonuç da inanan insanın muhakemesine ve kanaatine en küçük bir olumsuzluk getirmeyecektir.
Aslında bazı teistler
açısından ateistin itirazlarını ya da Tanrı kavramıyla ilgili olumsuz
düşüncelerini dikkate almamak da mümkündür. Çünkü bir şeyle ilgili itirazlar
öncelikle o şeyin varlığının kabulüyle birlikte anlamlı olacaktır. Bu
ateistler için de söz konusudur. Sonuçta onlara göre ateistlerin Tanrının
varlığını kabul etmeden dışarıdan konuşmaları ve Tanrı kavramıyla ilgili
eleştiri getirmeleri başlı başına bir tutarsızlık olacaktır.
Tanrı'nm varlığı
sadece kanıt meselesi olmayıp sonuçta bir iman konusudur. İman da yüce bir
varlığa, bir yaratıcıya inanmak, ona aklen, zihnen ve kalben bağlanmaktır. İnsanla
yaratıcısı arasında içi aşk ve sevgi dolu bir bağ oluşturmaktır. Bu da düşünce
gerektiren, cesaret isteyen ve bir şekilde adım atılarak mesafe alman bir
şeydir. Dolayısıyla Tanrı inancı ve bu inançla ilgili muhakemeler ateistlerin
eleştirilerinde görüldüğü gibi birtakım basit mantık oyunlarının ve fikrî
saplantıların ötesinde bulunmaktadır. Bu konu, insanın'yaşamı, var oluşu,
duygusu, şuuru ve benliğiyle ilgili bir'problemdir. |
Tanrının, varlığının
kanıtlanması konusunda islam ile diğer dinî inançlar arasında bariz
farklılıklar bulunmaktadır. Bu farklılıklar da tartışmalara yansımaktadır.
Meselâ bir Hıristiyan için teslisi ya da reenkarnasyonu anlamak ve başkalarına
arılatmak o kadar kolay olmayacaktır. Aynı şekilde o kişinin ateiste karşı
ikna edici cevaplar vermesi de zordur. Dolayısıyla onun yapabileceği tek şey bu
konunun inanç meselesi olduğunu söylemek ve tartışmaya girmemektir.
Tann'nm varlığı sonuç
İtibariyle inanç konusu da olsa bir Müslüman inancını rahatlıkla anlayabilmekte
ve anlatabilmektedir. Onun hakkında muhakemeler yürütebilmekte ve kanıtlar bulabilmektedir.
Bir anlamda dış dünya ile inandığı kavram arasında uyumlu bir karşılık
kurabilmektedir. Sonuçta da yaratıcı ve yaratılan ilişkisini ve bundan kaynaklanan
bir dünya görüşünü zihninde kolayca şekillendi-reb i İm ektedir.
Şimdi ateistlerin iddialarını
boşa çıkaran ve Tanrı'nm varlığını ispatlamak amacıyla inananların dile
getirdiği kanıtlara göz atabiliriz. Ele alacağımız kanıtların pek çoğu
filozoflar tarafından uzun uzadıya tartışılan ve hâlâ da üzerinde konuşulan
konulardır. Kanıtları ele almadan önce bunların ortaya konuş gayesiyle ilgili
birkaç hususa değinmekte fayda vardır. Bunları şöylece sıralayabiliriz; Öncelikle
Tann'nm varlığı lehinde ileri sürülen kanıtların temelde felsefî olması
sıradan bir insanın da benzeri sonuçlara varamayacağı ya da aynı şeyleri
düşünemeyeceği anlamına gelmez. Her insanın kendi iç dünyasında derin
düşüncelere daldığı ve çevresine bakarak birtakım fikirler yürüttüğü göz önünde
bulundurulursa benzeri delillerin çoğu kişi tarafından paylaşıldığı da görülecektir.
Tanrı inancı konusunda
önceki bölümlerde de ifade edildiği gibi insanlar (inananlar) büyük oranda aklî
bir tutum içerisindedirler. Bu onların temelsiz konuşmadıklarına ve söz konusu
alanda dogmatik bir tavır sergilemediklerine işarettir. Kısacası müminler
Tanrı inancını rasyonel yönü bulunan bir inanç olarak ortaya koymaktadırlar.
Tanrı inancının
rasyonel olmasıyla Tann'nm varlığının akılla bilinebileceği iddiası aynı şeyler
değildir. Dolayısıyla inancın rasyonel boyutundan bahsederken onun tamamıyla
aklî olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Çünkü müminler için Tann'nm varlığı
meselesi kanıtlanmaya gerek duyulmayan bir durumdur. İleri sürülen ispatlar
ise bu inancın kabulden sonra açıklanması ve izah edilmesi olayıdır. Müminlerin
çoğu yaratıcıya inanmak için öncelikle bir kanıt bulma arayışında değildir.
Çünkü onlar yaratıcının varlığından şüphe etmezler. İçlerinden gelen sese ve
tecrübe ettikleri âlemin çağrısına kulak verirler.
Akıl insanı her konuda
düşünmeye sevk eder. Özellikle yaşam ve evren üzerinde derin fikirlere
dalmasına yol açar. Bu süreçte insanın Tanrı inancı güçlenir ve kendi iç
dünyasında tatminkâr olmasını sağlar. Dolayısıyla akil Tanrı inancını
temellendirir, böyle bir inancın hurafe, uydurma ya da yapay olmadığına karar
verir. İnancın mantıkî açıdan1 tatminkâr dayanaklarını ortaya kor. Bu dayanaklar
da her şeyden önce aklın, mantiğm ve insan düşüncesinin ortaya koyduğu ve
olmazsa olmaz dediği şeylerdir. Çünkü Tann'nm varlığı sonuç itibariyle iman konusu
da olsa böyle bir inancın ya da bu inanca temel olan dayanakların elbette ki
bir açıklaması olacaktır. Akıl da insana böyle bir açıklama imkânı
sağlanmaktadır.
Tann'nm varlığını
kanıtlamakla amaçlanan diğer bir konu inanan insanların bilinçli ve kararlı
olmalarını temin etmektir. Çünkü bir şeye sndece inanmak, fikrî açıdan rahatlığı
garantilemez. Dolayısıyla inanan kişiler gerek kendi içlerinde gerekse
başkalarının zihinlerinde doğabilecek şüpheleri gidermek amacını da
gütmüşlerdir. Mesela Tan-ri'ya inanan bir insanın aklına bazen istemediği ve
arzulamadığı düşünceler gelebilir. Nitekim gelmektedir de. Ancak Tanrı inancı
da zihinde oluşan herhangi bir vesveseyle ya da sorgulamayla yok olacak kadar
temelsiz bir konu değildir. Hz. Peygamber dahi bu konuda problemi bulunduğunu söyleyen
bir insana hoşgörüyle yaklaşmış ve endişeye gerek olmadığını vurgulamıştır.
Hatta o kişinin zihninde oluşan kuşkulan imanın güçlenmesine işaret olarak
değerlendirmiştir.
İnsanların bazı
zamanlarda istemedikleri halde karışık düşüncelere daldıkları ve onlara
saplanıp kaldıkları görülmektedir. Doğrusu bvında anormal görülecek bir durum
bulunmamaktadır. Teorik olarak insan zihninin sınırsız sayıda fikir üretmesi ve
düşüncelere dalması mümkündür. Ancak bilinmesi gereken durum zihnen tartışılan
şeylerin, hatta akla gelen bazı saçma fikirlerin inanca bir zarar vermediğidir.
Çünkü Tanrı inancı vesveseyle ya da anlamsız bir-iki saçma fikirle yok olacak
kadar basit bir şey değildir. Dolayısıyla ortada endişelenecek bir şey olmadığı
gibi insanın bu tür düşüncelere düşme korkusuna da gerek yoktur. Yapılması
gereken şey anlamsız fikirlerin üzerine giderek onları test etmek ve yanlış da
olsa iddialarını tartışmaktır.
İnsanda Tanrı'nın
aklen ve mantıken var olması gerektiği kanaatinden daha güçlü bir düşünce
olamaz. Gözlerimizi kamaştıran âlem karşısında O'nun varlığını reddetmek
mümkün değildir. Her şeye rağmen insanın Önüne inançsızlık dahi çıksa onu fazla
büyütmemek ve problem etmemek gerekir. İnsan aklı bazı dalgalanmalardan sonra
doğruda karar kılacak ve şüpheyle yaşanamayacağmi anlayacak güçtedir. Yeter ki
şartlandırılmasın. Bunu yaparken de (inançsızlığı sorgularken) dış dünyada
görülen her şey yaratıcının lehine kanıtlık yapacaktır.
Kanıt konusunda diğer
bir hatırlatmada bulunursak şunları söyleyebiliriz: Öyle görünüyor ki
ateistlerin büyük bir kısmı ileri sürülen kanıtları ciddi bir şekilde
düşünmeden karar vermiştir. Felsefî çevrelerin dışındaki ateistlerin büyük
çoğunluğu ideolojik, psikolojik, sosyolojik ve birtakım pratik gerekçelerden
dolayı bir anda kendini dinsiz bir ortamda bulmuş ve Tanrı'ya karşı olumsuz bir
tavır takınmıştır. Ateist bir atmosferde, kendini inançsız bulan bazı kişiler
olanca gayretleriyle bu anlamsız ve sonuçsuz işin savunmasına girişmiş,
dogmatik ideolojileri uğruna »güçlü kanıtları görmemeye çalışmışlardır
İnançsızlığın sonsuza
kadar gitmesi mümkün değildir. Her şeye rağmen ateist bir insanın edindiği
tecrübelerle tekrar düşünmesi ve Tanrı konusunu tekrar gözden geçirmesi
mümkündür. Zihnindeki yapay problemleri çözmesi ve birtakım ideolojileri
aşması onun için zor olmayacaktır. İnsan hayatının her safhası böyle bir
gelişme için kaçırılmamış fırsattır. Yaşamının bir kesitinde bazı gerekçelerle
ateizmi tercih eden bir insanın ilerleyen yıllarda karşılaştığı daha güçlü
gerekçelerle bu tercihini değiştirmesi hiç de zor değildir. Nitekim bu
olgunluğu gösteren pek çok kişi vardır.
Tanrı, insanlardan
kendine iman etmelerini isterken, onlara her türlü imkân ve avantajı sağlamış,
önlerine değişik seçenekler koymuştur. Bu nedenle düşünen ve gerçekçi olan
bir insanı, bütün yollar Tanrı'ya götürmektedir. Dolayısıyla Tanrı inancı
insanların önünde bir bilmece ya da şans oyunu gibi durmamaktadır. Zaten Tanrı
insanları karışık ve karmaşık bir problem karşısında bırakmamış, onları akıl,
kalp ve vicdan gibi özelliklerle donatmış önlerine de, kendi varlığına işaret
olarak muhteşem kâinatı sermiştir. Bundan sonrası insanlara kalmaktadır. (
Aydın Topaloğlu, Ateizmin Eleştirisi, Ankara )
Allah, yarattığı
şeylerden; onların hakikisinden ve izafisinden tamamen başkadır. Kaldı ki,
insan, şu sınırlı âlemde hep, sınırlı düşünür, sınırlı görür, sınırlı duyar.
Evet, insanın bu
âlemde gördüğü şeyler, milyonda beş nispetindedir. Duyduğu şeyler de o kadar.
Meselâ o, saniyede 40 defa ihtizaz (titreşim) yapan bir sesi duymaz. Binleri
aşan ihtizazı da duymaz. Öyle ise insanın, sesleri duyup alması sınırlıdır. Bu
da, ancak milyonda çok küçük oranda bir şeydir. Onun görüş ve duyuş sahası da
çok dardır. Bu kadar sınırlı gören, duyan, bilen bir insanın 'Alİah niçin
görülmüyor, nasıldır?" demesi -hâşâ!- O'na kemiyet ve keyfiyet izafe
ederek, O'nun üzerinde düşünmesi, haddini bilmemesi demektir. Sen nesin ve
neyi biliyorsun ki, Allah'ı da bilesin? Allah kemiyet ve keyfiyetten
münezzehtir ve senin nakıs kıstaslarınla ölçülmeyecek kadar muallâdır.) Sen
ışık hızıyla trilyon sene ötelere gitsen ve trilyonlar senelik öteleri görsen,
sonra gördüğün bu kâinatları üst üste yağsan; bunlar, O'nun varlığına nispetle
mikroskobik bir şey bile olamaz.
Bizler daha Antartika
kıtasını bilemezken, bütün kevn-ü mekânları evirip çeviren Allah'ın -hâşâ- ve
kellâ- "nitelik" ve "niceliği" hakkında nereden bilgimiz
olacak! Allah, Allah olduğu için, O'nun tabiriyle "nitelik" ve
"nicelik"ten de mukaddes ve münezzehtir. O, bizim, her türlü
tasavvurlarımızın ötesinde, ötelerin de ötesindedir...
Kelâma: "Aklına
her ne gelirse, Allah ondan başkadır" der. Tasavvufçu ise: "Aklına ne
gelirse, O'nun verâsınm ve verâsınm verâsmdadır. Ve sen, daima seni saran
perdelerle âdeta bir fanus içindesin..." der.
Descartes der ki:
"İnsan, her şeyi ile sınırlıdır. Sınırlı olan bir şey, sınırsızı
düşünemez."Allah ise, varlığı sınırsızdır; namütenahidir. Binaenaleyh,
sınırlı düşünen insanoğlu O'nu ihata edemez.
Alman edibi Goethe:
"Seni bin bir isminle anıyorlar, ey Mevcûd-u Meçhul! Biri değil, seni
binlerce isminle ansam, yine de seni sena etmiş sayılamam. Çünkü sen, her türlü
tavsifin verâsmdasm" sözüyle, bu mevcûd-u meçhulü anlatır bize...
Mütefekkirler, Allah'ı
mevcut, fakat idrak edilmez, bir mevcut olarak mütalâa ederler. Allah, insanın
kavrayabileceği, bilebileceği şeylerden değildir. Göz, O'nu göremez, kulak
O'nu işitemez. Öyle ise, sen, O'nun hakkında sadece Nebilerin talimine uyup
öylece inanmalısın!
Allah nasıl bilinir
ki: O vücudun da, ilmin de İlk mebdei, ilk illetidir. Varlığımız, O'nun
varlığının nurunun gölgesi; ilmimiz, O'nun muhît olan ilm-i İlâhîsinin bir
şemmesidir. Evet, bir seviyede, Allah'ı bilmenin ve irfan sahibi olmanın yolu vardır: Ne var ki bu yol, eşyayı bilme
yolundan bütün bütün başkadır... Yanlış yolla O'nu tanımağa kalkanlar, nefislerinin
gururunu kıramamış, iç müşahedenin ne olduğunu duyamamış, tadamamış bir kısım
talihsizlerdir ki; "Allah'ı aradım da bulamadım" hezeyanıyla fen ve
felsefe namına dalâletlerini izhar ederler.
Allah Öyle bir
Allah'tır ki, gerek enfüsî ve gerekse afaki, kalp ve ruhun mi'racmda. seyr-i
ruhî ve kalbi varlığını ve varlığının zarurî olduğunu gösterir ve ruhumuzun
derinliklerinde kendini bize hissettirir. İşte bütün ilimlerimizin kökü olan
bu vicdanî duygu, bizdeki sınırlı ilimlerin, şuurların, akılların, fikirlerin
hepsinden daha kuvvetlidir. Böyle iken, biz çok defa vücudumuzdan ve bu iç
sezişten gaflette olur, hata ve dalâletlere düşeriz.
Kâinat, bunu
hatırlatıcı bin dil ve bin teldir. Kur'ân, belâ-ğatlı lisanîyle en büyük
hatırlatıcı, Peygamberimiz ise en mükemmel bir tebliğcisidir.
"Sığmam dedi hak,
arz-u semaya Kenzen bilindi, dil ma'deninden"
İbrahim Hakkı
Hazretleri
Allah hakkında, biz
bize öğretilenden başkasını bilemeyiz. Akıl, bu sahada bir şey söyleyemez. Bu
mevzuda akim yapacağı şey, vahyin rehberliğini kabulden ibarettir. Bunu şöyle
bir misalle anlaşılır hâle getirebiliriz:
Meselâ; bizler bir
çatı altında oturuyoruz. Bir aralık kapının vurulduğunu duyduk. Evet,
hakikaten kapı vuruluyordu. İçimizden bazıları, kapının vurulmasından anlaşılanı
aşarak, bir kısım mütalâalarda bulunmaya başladılar:
"Efendim kapıyı
vuran şöyle bir zattır, böyle bir zattır," Biz, buna tasavvur diyoruz. Bir
diğer grup ise, böyle bir meselede, aklın tasavvur etmeye mecali yoktur. Akla
düşen şey, kapının vurulmasıyla arka tarafta birinin bulunduğunu tasdik; fakat
kim olduğunu belirleme hususunu, kapıyı vurmak suretiyle kendini bize
tanıttırmak isteyen zata bırakmak olacaktır. Biz buna teakkul-akletme, anlama
diyoruz.
Bu misali, mevzuumuza
şöylece tatbik edebiliriz: Biz Allah'ı (C.C) eserlerinden isimlerine,
isimlerinden sıfatlarına, sıfatlarından tecelli-i zat'a yükselerek tanımağa
çalışırız.
Yani, eserlerinde
tecelliden isimleriyle tecelli etmesine geçerek kâinatı dolaşır, sıfatların
tecelli ufkuna ulaşır; gaybdan şuhûda yükseliriz ve müşahede zevkimiz arttıkça,
tecelli-i zat için sermest ve bihuş çırpınıp dururuz. Gâh cemâl ve şefkat esintileriyle
inbisât eder ve neşeleniriz; gâh celâl, mehabet ve korku içinde ra'şedâr olup
ürpeririz.
Görülüyor ki Zat-ı
Bari hakkında, bizim "ma'rufumuz" ve "malûmumuz" Ölçüsü
içinde bir şey diyemiyoruz. O'nun, bilinmesini, kendine has lisan ve lehçesi
içinde, şe-hâdet ve gayb âleminin birleşme noktası olan vicdana bırakıyoruz.
Evet, Allah isimleriyle malûm, sıfatlarıyla muhat, zâtıyla mevcuttur; Hz.
Sıddîk'ın ifadesiyle: O'nu idrâk, idrâkten acz ifâdesi içindedir. Veya en
büyük Tarifçİye isnad edilen bir sözdeki itirafla, "Seni hakkıyla
bilemedik ey Ma'rûf" Ölçüsüyle bir ma'rûf ve malûm'dur.
Kur'ân-ı Kerim'in,
O'nun ef'âli ve icraatına dair verdiği tariflerde ise, O'nu ef âl ve
sıfatlarıyla bir Ma'bûd-u Mutlak tanır; kemâl sıfatlarla bilinebileceğine
kalben yükselir, cemâlde (sonsuz güzellik kaynağı) olan kemâlini (mutlak eksiksizlik
ve kusursuzluğunu) görürüz.
Öyle ise, ahd u
peymâmmızi bir kere daha yenileyerek, şöyle diyebiliriz: Ey Ma'bûd-u Mutlak!
Seni hakkıyla bilemediğimiz muhakkak; ama bizlere şah damarlarından daha
yakın olduğu ve normo âlemdeki bu yakınlığın içinde, bütün bir semâvatı kitap
sayfaları gibi açıp kapamadaki azametini, sineğin gözü ile güneş manzumesi
arasında va'zettiğin'şiirimsi ahengi, ruhumuza bir nurlu yol kabul ederek,
binlerce, yüz binlerce menzilde sana ait eserlerle zâtını tanıyor,
tecellilerinle bütünleşiyor ve itmi'nana eriyoruz. (F.. Gülen)
287-
Cimrilikten münezzeh, hazinesi tükenmez bir cömert zat olmalıdır. O zat da
bizzat Allah'tır. Cömertliğine kanıt tüm varlıklar ve uçsuz bucaksız âlemdir. O
o kadar cömerttir ki kullarından teşekkür hariç hiçbir şey istememektedir.
Cömertlik dahi bir kanıttır.
288- Her
şeye yakm biri olmalı. Çünkü mutlak güç ve erdem yakınlığı açığa çıkarır. İşte
bu her şeye yakın olan Alİah tır. Eğer her şeye yakm olmaz ise Allah elbet
varlık yok olur, çünkü varlıkta kendini davam ettirecek yeteri istidat yoktur.
"Vallahu ekrebu İleyhi min hablil verid." (Allah kişiye şah
damarından daha da yakındır).
289- Ortada
bir sanat var. Hem sanatı da çok yücedir. O sanat aynı zamanda sanatçısını
yüceltir. O yüceltilen sanatçı da Allah'tır. Bu var oluşunu yüceltmeden ziyade
estetik bir yüceltmedir. Yani estetizmin, Allah'ı yüceltmesidir.
290- Allah'ı
inkâr edenlerin en büyük delilleri zandır. Zan ise en çürük ve temelsiz
iddiadır. Bu dahi Allah fikrinin yüceliğine bir kanıttır. Sanmak, başka
duyguların oluşturduğu bir iddiadır. Zannı, nefis ve insanın içindeki şer
güçler de oluşturabilir. Allah inanışı ise bir zan hali değil, akıl mantık ve
kalp ortaklığının bir tezahürüdür.
291- Ibni
Meîka: "İlim ve bilgi geriye doğru bir alime kadar gider. Talebedeki, şuur
ve idrak öğrenilmez. Şuur ve idraki hoca değil, ancak bir yaratan verir."
der.
292- Allah'ı
inkâr edenlere bakılırsa, bu kişilerin nefislerini ilah edinmiş, birçok
erdemlerden yoksun kişiler oldukları görülür. Davalarının çürüklüğü onların
huylarına yansımıştır. Çürükler, mutlak kuvvete karşı bir değer ifade etmezler.
Yeri gelmişken şu belirtilmelidir. Çocukluk yıllarındaki nevrotik vakaların,
anne ve babanın din karşısındaki tutumunun da ateist-leşmede önemli bir rolü
vardır. Nietzsche ve birçoklarının nevrotik bir çocukluk geçirip dine
saldırdıkları da bir vakadır.
293-
Belirsizlik başlı başına bir kusurdur. Kâinatın yaratıcısımn kim olduğu, ne
için var olduğumuz ve bunun gibi tüm soruların bir yanıtı olmalıdır. Ve yanıt
da net olmalı, muğlâk olmamalıdır. 2x2=4 gibi basit bir önermenin yanıtı var da
tüm kâinat için en önemli soruların bir ve genel geçer yanıtı olmayacak mı?
Oysa Allah lafzının başındaki "El" harf-i tarifi yani belirlilik
takısı dahi Allah için tüm belirsizlikleri yok eden bir kanıttır. Allah bir
muamma değildir. O'nun için belirsizlik isnadı ise muhaldir. Yine bil ki
"el hamdu lillah" ayetinin başındaki bu "el" harf-i tarifi
dahi nimetin varlığın kime ait olduğu ve dolayısıyla teşekkürün kime ait olması
gerektiği üzerinde de bir büyük delildir.
294- Mutlak
teşekkürün yapılacağı bir makam olmalıdır. Tüm varlıklar için bir hamd mevkiî
olmalıdır. Olmalının aksine, olan varlığın varlığı da tam ve kesin olmalıdır. O
kesin olan bizzat Allah'tır. "El" lafzının Kur'an'daki tekrarı bize
bunu açıkça kanıtlar. Yani bilinen kesinliği bize kavratır. Allah
"İnne"(Muhakkak ki) lafzını binlerce defa tekrarla bu kesinliği
kavratır. Samuel M.Covert: "Bir tanrı tanımazın en kötü anı kendisini
minnet altında hissetiğinde teşekkür edeceği bir makam bulamamasıdır" der.
Evet, bir teşekkür etme makamı da olmalıdır. Serin bir rüzgârın teninizi
okşadığı o anda kime teşekkür edeceksiniz?
295- Mademki
her yerde bir hükümet ve otorite var. Biz ilahi bir hükümetin olduğunu söylesek
yanlış olmaz. Zayifların otoritesi olur da güçlülerin olmaz mı? Demek en büyük
otorite de var, ilahi bir hükümet de var.
296- İman
teslim olmaksa ve kabullenmekse, inkâr akan suya ters kulaç atmaktır. Allah'a
iman rahatlık ve lezzettir. Oysa inkarcı ne kadar direnirse dirensin sonunda
suda boğulur ve inanmak zorunda kalır. Ama sınav sonrası yapılan imanlar kabul
değildir.
297- Bilinçli
varlıkların en üste karşı bir fikir ve temayülleri vardır. Allah var ki
fikirleri kendine yani en üste meylettirir. Desen ki meyil eden biziz o
ettirmiyor? Deriz ki: Hayır! Çünkü üste bakmak, en üstüne meyil etmek bize
kaydedilmiştir. Biz kayıtlı bilgiyi harekete geçiriyoruz.
298-
Yaratılan en tehlikeli varlık, en önemli ve en zalim varlık insandır. Bunda tüm
insanların ittifakı vardır, sanırım. İşte bu gücü durduracak bir zat olmalıdır.
O da Allah'tır. İnsan tahripte sınırsızdır. Gazap anındaki birinin nasıl küçük
bebeleri de öldürdüğüne biz şahidiz ve herkes de şahittir. İşte bu varlığı
durduracak bir güç olmalıdır. Ve vardır.
299- Yeryüzünde
Allah konusu kadar konuşulan başka bir konu yoktur. Hâlbuki yok olsaydı bu
kadar konuşulmazdı.
Demek bir şeyler var
ki bu kadar kıyametler var. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz..
300- "Bin
nefiyci-inkârcı bir hükmündedir. "(Bediüzza-. man) Çünkü söz ve fikir
ayındır ve fikir de tektir. O halde inkarcılar da tek hükmündedir. Oysa tasdik
ediş edicisi sayısın-dadır. Tasdikte onaylama ve destekleme, birleştirme ve
kenetleme vardır. Bu konuda yok demek zaten yokluktur. Yani bin tane sıfır
yine sıfırdır. Çünkü yoktur. Trilyon defa yokluk yine yokluktur. Demek Allah
konusu bu açıdan da öndedir.
301-
Çirkinlik dahi Allah'ı ispatlar. Çirkin iyiliğin kıymetini, kadrini görüntü ve
haşmetini arttırır. Gece olmazsa gündüzün kadri nasıl bilinirdi? Demek çirkinlikler en ulu ve yüce olanın
ışığını daha da arttırır. Madem çirkin var o zaman güzel var. Madem güzel var
en güzel de vardır. En güzel elbet O'dur.
302- Kâinatta
her varlık bir iş yapar. Tüm canlılar iş üzerinde ise demek ki tüm işleri
yapan da olmalı. Tek emirde binler iş yapan, ilmi binler işe yeten gücü sonsuz
defa sonsuz meslek, deviren biri vardır. İnsan nasıl hayatında birçok iş
görür, böylece de ilah olanın işleri vardır. Aslında her çalışan ona
çalışıyordun "Bu bir delil olmaz" dersen; ben: "Niçin
olmasın?" derim ve "ne için" sözünün cevabını veren varsa biz
de cevap veririz. Doğrusu üsluplar tek de olacak değildir. Allah'ı ispat
konusunda caiz olmak şartıyla değişik üsluplar gereklidir.
303- Tüm
görünen varlıklarda iki hususiyet vardır. Kendi zatı ile var olanlar (Vacibu'l
Vücut) ve varlığı başkalarına bağlı olanlar(Mümkünü'1 Vücut). Bu şu
demektir:Vücut zatı ile vardır. Hastalık ise vücuda bağlı bir arazdır. Yani
zatı olan vücuttur. Başkasına yani vücuda bağlı olan da hastalık (Said Havva)
ya da halı ve halıya bağlı renk gibi. Tüm arazlar ve cevherler kâinatı
doldurmuştur. Oysa mutlak olanın durumu sade cevherdir(Arazsız Cevher dense daha
iyi olur) ve ondan araz olmamalıdır. Arazı düşünülemeyen tek varlık Allah'tır.
304- Allah
konusunda nefsin emri ve egemenliği altındaki aklı kullanırsan hiçbir zaman
Allah'a inanmazsın. Çünkü nefis en yüce olmak ister. Çoğu zaman en yüceye
düşman kesilir. Çünkü nefsin işi gücü istemektir. Nefsin bu hali de bir olan
Allah'ı gösterir.
305-
Savaşları, hayır ve şer savaşlarını sonlandıran bir zat ve bu savaşın da
neticeli bir sonu olmalı. Her filmin bir sonu olmak zorunda. İşte bu hayır ve
şer savaşının sonunu; ancak dövüş ya da yarış arenasının sahibi olan Alİah
yapabilir.
306- Tüm
seslerin başı ve en çok kullanılanı "a,e "harfleri ya da sesleridir.
Bu sesler Allah'ı gösterir. Eğer "ne alakası var." denirse, "çok
alakası var" deriz. Bu "a" harfi alfabe- de en çok kullanılan
sesli harftir. Hatta tüm harflerin anasıdır. Allah lafzı da bu en çok
kullanılan harfin bir fihristesi ve göstergesidir. Mademki biz her şeyle
alakalı bir varlığı konuşuyoruz. Niçin bu -a- harfi Allah'la alakalı olmasın?
Ben 'yerdeki bir çöp Allah'ı gösterir' dersem bu dahi doğrudur. Amaç şu ki, bu
ses en çok kullanılan sestir ve en çok, ancak en çok olanla alakalı olabilir.
307- Tüm
madde ve cisimler hem bileşik hem de saf değillerdir. Tamamen saf ve bileşik
olmayan tek yapılı ve öz bir ilah olmalıdır.
Mutlak hüviyet olmak ancak mutlak bir saf, bileşik olmamak
anlamındadır. Onun için ilah görünmez ve tam bilinmez. Onun içindir ki o tam
kavranılmaz. Onun için kelimeler onu anlatmaktan acizdir.
308- Kâinat
bir havuz gibidir. Tüm cisimler orada buluşmuşlardır. Oysaki havuz bir
toplanma yeridir ve kaynak değildir. O halde kaynak olmalıdır ve o kaynak da
Allah'tır. Ve kaynakların ve havuzların sahipleri vardır. Elbet havuzda
toplanan su misali tüm varlıklar bir gün toplanacaklardır. Toplantıyı elbet
Allah yapacaktır.
309- Abese irca denen bir matematik ve mantık
ispat kuralı vardır. Bu mantık kuralınca ispat şu şekildir: Karşı tez ve
görüşlerin tümünün yanlışlığı yani doğru olmadıkları sergilenir. Geriye tek
fikir kalır. İşte Allah konusunda tüm menfi fikirlerin yanlışlığını ispatla
geriye sadece Allah'ın var olduğu fikrini bırakıyoruz,
310- Duanın
Kabulü: Sıkıntıya düşenlerden dilediğini kurtarması, Allah'ın süregelen bir
kanunudur. Kâfir de olsa, sıkıntıya düştüğünde kalbinden Allah'a yönelerek dua
eden kişiye Allah yardım edebilir. Başından bu tür olaylar geçmiş kişilerin
anlattıkları anılar, bu yardımı açıklar. Başından bu tür olaylar geçmemiş tek
kişi göstermek zordur. Ben, sen, o... Her gün olagelen yüzlerce olaydan size
birkaç tanesini örnek olarak anlatalım: Bunlar, kişinin yalnız olmadığını,
korunmaya layık olduğunu ve sıkıntıda Allah'ın onu koruduğunu gösterir. Elemli
bir kalple Allah'a yönelenin ve O'ndan yardım isteyenin duasının kabul
edildiğini gösterir. Allah'ın kişiyi yalnız bırakmasından daha büyük felaket
olabilir mi? Bu tür olaylarda insan, Allah'ın kudretinin eserlerini ve duasını
kabul edişini müşahede eder. Bu tür olayların hepsi Allah'ın varlığına
delildir... Bu konu ile ilgili birkaç olay :
a- 1 Ekim
1944 tarihli R.Digest adlı bağımsız dergide şu başlık vardır: "İbadet ve
duaya inanmıyor musunuz?" "Duanın etkisine ve inkâr edilmez gücüne
bugün artık inaruyoruz. Sıkıntı ve dehşet karşısında insanların kendileri dışında
yüce bir güce yönelmeleri garipsenemez. Asıl garipsene-cek şey, böyle bir
durumun yadırganmasıdır. Korkunç bir anı gördüğümüzde biz de aynısını
yaparız..." Majör Allan Landberg -New Jersey doğumlu- Avustralya civarında
deniz üzerinde dokuz arkadaşıyla birlikte-uçarken-düştükle-rini ve başlarına
gelenleri şöyle anlatıyor: İki kauçuk sala binme ve kurtulma, ümidi arama
ihtimalimiz vardı ama yapmadık. Çünkü yanımızda ne ekmek ne de su kalmamıştı.
Bütün havacılar endişe içindeydiler. Uçağın geri savunmacısı çavuş
"Albert Herhander" dua ediyor ve biz de ona iştirak ediyorduk. Yakıcı
güneş altında başımıza gelecekleri bekliyorduk. Dudaklarımız çatladı, dilimiz
şişti. Duasına devam eden "Albert" ile duaya bile mecalimiz kalmadı.
Üç gün sonra akşamüzeri bir karartı gördük. Sonra yaklaşınca gözlerimize
inanamadık. Bunlar, çırılçıplak Avustralya yerlileriydi. Siyah derili,
kıvırcık saçlı bu adamlar, mercan avlamak için geldiklerini, yollarının burası
olmadığını, kendilerini bu yöne meçhul bir etkenin sevk ettiğini, buna da
hayret ettiklerini söylediler. Böylece kurtulmuştuk.
b- Şam
Radyosu, 10.1.1965 yılında öğleden sonra saat 14.45'te, İngiltere'de yayınlanan
bir tıp dergisine dayanan bir yayın yapıyordu. Söz konusu dergi, olayı bizzat
yaşayan doktorun imzasıyla hadiseyi yayınlamıştı. Müzmin bir hastalıktan
dolayı hastanede tam 13 yıl yatan genç bir adam vardı.Bu süre içinde yapılan
tüm tedaviİBg-sonuçsuz kaldığı için doktorlar usanmışlardı. Olayı nakleden
doktor, hastayı son defa muayene etmiş, ümit olmadığım görmüştü.
Çaresizlik içindeki
hasta doktora: - Ümit yok değil mi doktor? diye sordu. Doktor: - Ümit artık
yalnızca göktedir. Duayı dene. Dua etmeyi biliyor musun? Hastalığı on üç yıl
devam eden genç, ilk olarak dua ediyordu. Bir hafta sonra hastasını ziyaret
eden doktor, onu rahat ve iyileşmiş olarak buldu. Doktorların bir türlü alt
edemedikleri hastalığın geçmiş olduğunu hayretler içinde gördü.
c- 1951-1954
yılı Süveyş Kanalı gerilla saldırılarına katılan bir Mısırİı genç anlatıyonÜç
gerilla olarak stratejik bir alandan geçen bir demiryolunu havaya uçurmak için
yola çıkmışlardı. Gece aydınlıktı. Gökyüzü berraktı ve çok uzaktan fark
edilebilirlerdi. Düşman bunları görüp ateş açabilirdi. Arkadaşlarından biri
ellerini açıp "Allah'ım, bize bulut gönder" deyince, biraz sonra
nereden geldiği belli olmayan bir bulut gelip etrafı karanlığa boğdu ve ayın
Önünü kapattı. Planladıkları harekâtı başarıp, sağ-salim geri döndüler. Üç
düşman devletin Mısır'a hücumu sırasında olanları her birimiz İşitmişizdir.
Portsaid kenti alevler içinde yanarken halk içten dua etmiş, bunun üzerine
yağmur yağarak bütün yangınları söndürmüştü. Bütün bunlar halkın konuştuğu
günlük meselelerdir.
Bu konuda başından bir
olay geçmemiş tek Müslüman yoktur. Bütün imkânlar ortadan kalkınca, çaresiz
olarak Allah'a sığınır. O zaman da dua kabul olunur ve sıkıntı giderilir.
Bunun en belirgin örneği, kuraklık anında çıkılan yağmur duasıdır. Tabiîdir ki
bunun tövbe, namaz ve dua gibi yapılması gerekli rükünleri de vardır.
Resulullah(sav)'den günümüze kadar insanlar bu hususta birçok olay nakletmistir
ve birçok kişi de kabul edilen dualarını anlatmaktadırlar. Tarihçi
eleştirmenlere rağmen bu tür olayların varlığı ve devam etmekte oluşu sürekli
olarak anlaüla gelmektedir. Duanın kabulü belgesi, şartları vuku buldukça
sürekli bir biçimde olagelmektedir ve olacaktır. Bunların hepsi, dua edenlerin
dualarını işiten ve kabul eden yüce bir varlığın bulunduğuna işaret eder. Bu
varlık, Müslüman ya da kâfir, kim olursa dlsun, dua edenin duasını kabul eder.
İhtiyaç halindeki bir Müslüman'ın duası her türlü ahvalde kabul edilir. Ve
tabii duanın kabulü onun hayrına idiyse... (İnancın Gölgesinde ve İslam'da
Allah'a İnanmak)
311- Tüm
davranışların lezzeti ve esası o davranış ve düşünüşlerin bir iman eseri
olmasıyladır. Ateist dahi şevkini imanına borçludur. O halde imanın en üst
durağı Allah fikri ise Allah bu açıdan da vardır ve tüm fillerimizin yegâne
lezzetidir.
312- Binlerce
yıldır inzivaya çıkan insanlar, zikre dalan zakirler, çöle düşen sofiler,
Brahmanlar, Yogolar, haham ve keşişler ve daha nice mistik tecrübe erbaplarının
bu konudaki birikimleri de elbet Allah'ı bildirir. Çünkü nihayetinde onlar bu
konuda ustadırlar, meslek erbapları ve ehildirler. Bu konuda Modern mistik
merkezler de yok değildir. Üniversitelerde parapsikoloji kürsüleri
kurulmuştur. Londra Ruhiyat araştırmaları merkezinin ruh ve ölüm hakkındaki verileri
oldukça önemlidir. Bilimin takip ettiği seyir bu konuda hayranlık vermektedir.
313- Tüm
canlılar şu ve bu şekilde, farkında olsun veya olmasınlar bir iş
yapmaktadırlar. Demek ki onlar da bir vazife ve rütbe verilmiştir. Vazifeler
üst makamdan ve bir yetkiliden alınmalıdır. Demek o rütbeli dahi Allah'tır.
Bizim işimiz; vazifemizi yapmamız ve itaattir.
314- Her
şeyin bir aksi, görüntüsü, belirtisi veya gölgesi vardır ve öyledir. Biz tüm
kâinata Allah'ın bir varlık aksi dersek yanlış olmaz. Ama bu akis onun maddesel
bir aksi değildir. Sıfatlarının ve iradesinin aksidir.
315- Kâinat
tamamen bilgi yığınıdır, dersek yanlış olmaz sanırım. Bilgi ise yazı ile İfade
edilir. Bu yazı bizim şu an kullandığımız alfabe ile olmak zorunda da değildir.
Mısır hiyeroglif yazısında harfler canlı hayvanlara benzetilirdi. Mademki
kâinat bilgidir. Mademki bilgi yazıyladır. Yazı da şekildir. Şekil de her türlü
olabilir. O halde şu sorulur: Yazı varsa yazan da yok mudur? Hat varsa, hattat
da yok mudur? Yani bizim anlatmak istediğimiz şudur: Kedi bir harftir, köpek
bir harftir, her şey harftir. Harf cansız olacak ve illa bizim alfabemiz İle
olacak diye bir kanun olmadığına göre demek bu yorumumuz batıl bir yorum
olmasa gerektir.
316- Esasta
inkâr da bir moda türüdür. Bazı moda erbapları inkâr yönünde bazı ilginç
beyanlar verdiklerinde kimi insanlar da bir elbise gibi o inkâr modasına
katılmaktadırlar. Hâlbuki inkâr ettikleri şeyi tam bilmedikleri gibi inkârları
da anlık arzular üstüne kuruludur. Allah inancı muhataplarının bü düşüklüğü
açısından da büyüktür.
317- Adalet
mefhumunun varlığı bir hassas teraziye işarettir. Terazi ise bir tartana
işarettir. O tartan da Allah'tır. Çağ ve zaman olsun, mekân olmasın; mekân
olsun mahkeme olmasın; mahkeme olsun adaletin terazisi olmasın; terazi olsun,
ama tutanı olmasın olur mu? Akıl; adil bir tartıcıyı ister.
318-
İnanmamanın yararı nedir? Bir yararı var mı? İmanın ve inanmamanın yararları
tartılsın. Allah varlığı bu
açıdan da ispatlıdır.
Çünkü yarar, yararlı olanı, yararlı olanda davanın sidkını gösterir.
319- İlk
yaratılanın hücre olup olmadığı tam bilinmemektedir. Böyle olsa dahi donuk ve
ölü madde bir hücre oluşturamaz. Cansızdan canlı çıktığı, düşünülemeyecek kadar
gülünç bir vakadır. Oysa ateist felsefe bunu söylemektedir. Donuk madde canlı
oluşturamaz. Canlı, ancak bir candan gelebilir; yani Allah'tan gelir.
320- Hâlâ
tam olarak ne olduğu ispatlanamayan, ama bir vaka olan telepati de ruhu
gösterir. Ruh ise elbet ulu bir hakanı bildirir ve o ulu hakan, elbet Allah
Tealadır.
Kâinatta ilk eylem
dahi inanç için büyük bir delildir. Kâinatta ilk hareket atomda ve onun da
içinde elektronda olmuştur. O halde soralım; atomdaki elektrona ilk hareketi
kim vermiştir? (Said Havva) Bu ilk dönme hızını kim vermiştir? (Bu delili ilk
muharrik delili adında bulan Fara-bi'dir, ama esasta bu delilin temelini Aristo
atmıştır.) Her dönüşün ve hareketin bir sonu vardır. Çünkü dönmek ve hareket
eylemlerinin bir başlangıcı da vardır. Her başlangıç, her bitişin bir
nedenidir. Kâinat dönen ve hareket eden bir cisimdir ve yukarıdaki nedene
bağlıdır. Mademki kâinat biter ve söner. O halde "Ben batanı ilah kabul
etmem." demek farzdır.
321- Kâinat
amil (yapan) değildir. Mamul (yapüan)dür. Varlıkların yapıp ettikleri ise
ameldir. Demek ki asıl iş amildedir ve o da Allah'tır. "Amil
tabiattır" dersen yanılırsın. Çünkü iş akıl, güç, duyu ve liyakatle
yapılır. Akılsız amilin akıllı iş yaptığı nerde görülmüştür?
322-
Kâinatta ateist tüm önderlerin meziyetlerini toplayalım acaba bir Hz. İsa(a.s)
kadar, bir Hz Muhammed(sav) kadar ya da diğer peygamberler kadar meziyet sahibi
olanları var mıdır? Nietzsche ya da Freud, Darvin gibileri ne kadar Hz. Ali,
ne kadar Hz. Ebu Bekir olabilirler. İyiliklerini hayatlarından bulup teraziye
vuralım kim daha üstündür? Üstün elbette Allah'tır ve Allah'a dayananlardır,
Allah taraftarlarıdır.
323- Araz
hiçbir zaman cevher olmaz. Araz sonradan olan, yapısı ve yapabilecekleri
sınırlı olan varlıklardır. Kâinat arazdır. Demek cevher başkadır ve mutlak
cevher, Allah'tır.
324-
Kâinatta bir asayiş var. Bu bize asayiş amirinin de varlığını kanıtlar. Kâinatı
koruyan her kanun ve her kabuk bir asayiş memurudur. Atmosferin her katmanı bir
gümrük polisidir. Varlığı dağılmaktan koruyan bir çekim kanunu da aynen bir
asayiş memurudur. Amir olmasa, memur nasıl olur? Amiri olmayan iş nasıl olur?
325- "Kâinat önce enerji olup sonra madde
durumuna gelmiş ve en son yine enerji durumuna gelir" görüşü doğru
değildir. Çünkü enerji, enerji olarak bilinmesini maddeye borçludur. Enerji,
maddeye ve cisme ihtiyaç içindedir. Madde ve cisim olmadan bir enerjiyi
düşünmek imkânsızdır. Eski alimlerin tabiriyle; arazın (varlığı başka bir şeye
bağlı olan) enerji olarak görünmesi için cevhere (Asıl) ihtiyacı vardır. Araz
ve cevher birbirini tamamlayıcısıdır.(Said Havva İslam'da Allah inancı s.32) Bu
enerji hadisesi böyleyse, demek enerjinin ötesinde ve maddeden bağımsız bir ve
mutlak güç vardır.
326-
Kahrolmak varsa, Kahhar yani kahredici de vardır. Çünkü tüm fiillerin failleri
vardır. "Kahrolan biz, kahreden de biz" dersen yanılırsın. Çünkü bu
duyguyu hiçbirimiz icat etmedik. Bu duygu zaten bizde vardı. Eğer yok olsaydı
zaten biz onu var kılamazdık. Çünkü var olmayanın kullanılması da olmaz.
327- Tüm
sevgililerde şikâyet konusu durum ve nitelikler vardır. Asıl sevgili Allah'tır
ki onda şikâyet konusu hiçbir durum yoktur." Allah'ın şu işi veya şu yönü
iyi değil" diyen yoktur. Eğer bazıları Allah'a dil uzatıyorsa bu
çirkinlerin güzele/ciğere ulaşamayan kedi misali, ulaşamamasmdandır. Demek 'şikâyet
edilmeyen bir varlık var' fikri dah,i Allah'ı bize ispatlar.
328-
"Aslında her şey tektir ve tek'den türemedir. 396 sayısı aslında 396 tane
tek sayı demektir."(İbni Arabî) Bu bir yorum konusu dahi değildir. Gerçek
olan da odur ki her şey tektir ve tekten türemedir. Diğer her şey izafi ve
fanidir. Asıl olan "O"dur.
329- Daima
batın zahirden âli ve yücedir. Bir elmanın en yüce yeri onun batını yani
içidir. Tüm kâinatı batın güçler ayakta tutar. Çekim gücü, enerji gibi. Tüm
bunlar batında en büyük gücün varlığını düşünmemiz gereküğini kanıtlar.
330- Kui'an'm
belagatı dahi birdelildir. Okuma yazması olmayan birinden (peygamberimiz)
edebi bir harika, şairleri kıskandıran bir akıcılık, bıktırtmayan
nakaratlar... sözler işitmek, bunların ancak bir ilah işi olduğunu kanıtlar.
331-
Varlıkların tümünde cüzi yani smırl^bir irade vardır. O halde sınırsız bir
irade de olmalıdır. Yarıçap varsa çap ta vardır. Parça elbet tümü gösterir.
İrademizin noksanlığı, kâmil bir iradenin varlığını bize belirtir.
"Bir incir
çekirdeğinden koca bir incir ağacım ve ince bir sapla koca bir kavunu bağlayıp
çıkaran kudrete hiçbir şey ağır gelmez." (Mesnevî-i Nuriye sh: 94)
"Tabnyyunların,
mevhum ve hakikatsiz, tabiat dedikleri şey, olsa olsa ve hakikat-i hariciye
sahibi ise, ancak bir san'at olabilir, sâni' olamaz. Bir nakıştır, nakkaş
olamaz. Ahkâmdır, hâkim olamaz. Bir şeri-at-ı fıtriyedir, sâri' olamaz. Mahlûk
bir perde-i izzettir, hâhk olamaz. Münfail bir fıtrattır, fâhr bir fail olamaz.
Kanundur, kudret değildir, kadir olamaz. Mıstardır, masdar olamaz."
(Lem'alar sh: 186)
"Gözü veren Zat,
hem gözü görür, hem ince bir mânâ olan gözün gördüğünü görür, sonra verir.
Evet, senin gözüne bîr gözlük yapan gözlükçü usta, göze gözlüğün yakıştığım
görür, sonra yapar. Hem kulağı veren Zat, elbette o kulağın işittiklerini İşitir, sonra yapar,
verir." (Şualar sh: 10)
332-
Elektron Hareketi: Hareket halindeki her şey belli bir zamanda ve mekanda
başlayan hareketle bu eylemine başlamıştır. Bütün elektron ve kütleler dairevi
bir hareket halindedirler. Her elektron ve kütlenin de bu hareketinin belirli
bir zamanda ve mekanda başlaması gerekmektedir. O halde bu başlangıç noktası
bize varlıkların başlangıç anını yani yaratılma zamanım verecektir. Bu
düşünceden hareketle kâinatın bir yaratıcı tarafından belli bir zamanda
yaratılmış olduğu sonucuna ulaşırız. Bu ise yoktan yaratmadır. Yoksa hiçbir şey
kendiliğinden yoktan var olmaz. (İnancın Gölgesinde ve islam'da Allah'a
İnanmak)
333- Tüm
varlıkların fani ve Ölümlü oluşu, o varlıkların baki olana bir iltifatını
doğurur. Bu iltifat dahi delildir.
334- Her şey
zıtlardan müteşekkildir. Unutmak varsa unutmamak da olmalıdır. Allah işte o
unutmayandır. Hafiz olmak, unutmamaktır, muhafazadır ve korumaktır. Korunmuş
kâinat, bir hafizi bir muhafazakârı bildirir.
335- İnanç
ve arzular varlıkların en büyük zenginlikleridir. En büyük dava inanmak
davasıdır. En büyük dava olan iman fanilere bırakılamaz. Baki bu açıdan da
olmalıdır. Ve vardır.
336-
Dünyanın bir misafirhane olduğu gelip gidenler ile dolmasından aşikârdır. O
halde biz bir seferdeyiz ve tüm seferler de, bir: yerde biterler. O biten yer
dahi Allah'ın makamıdır. Biz Allah katında daimi bir konukluğa tabi olacağız.
Seferimiz bitecek, yollar bir nihayete varıp orada noktalanacak. Tüm seferler
bir yerde başlayıp bir yerde bitmeli.
337- Kâinatın
büyük bir patlama ile oluştuğu şu an açık bilinen bir hadisedir. Bir patlama
sonucu bu muazzam düzen ve ihtişam var olmuştur. Ama şu soruyu sorarak
zihinleri uyaralım. Tüm patlamalarda düzensizlik, yıkım ve bozulma olduğu
aşikârdır. Bilinçli bir varlığın elinden gerçekleşen patlamalar ancak amaca
dönük olumlu neticeler verir. Peki, bu kâinatı doğuran patlamayı hangi varlık
yönetmiş ve düzenlemiştir? (Harun Yahya) Tabi ki Alİah.
338-
"Ben" tüm varlık âleminin ortaklarındandır. Yani tüm varlıklarda ben
vardır. Mantık, evrensel ve evrensel bir ben'in olması gerektiğini bize anlatır
ki bu doğrudur. Tüm bizleri oluşturan da bendir. Asıl olan "ben" ve
sonradan olan da "biz"dir. "Ben" varlığın en özüdür ve
aslıdır. Ben her şeyi oluşturan tek şeydir. Ben ilah olanın hükümranlığıdır,
saltanatıdır. Tüm varlıklardaki ben, aslında o evrensel beni göstermek içindir.
Ona aynadırlar. İçindeki "ben"i görenin yani kendini bilenin onu görmemesi
imkânsızdır. Nitekim hadis: "Kendini bilen Alİah' ı da bilir."
demektedir. Alİah insanda kendine benzer gölge nevinden bazı şeyler yarattı ve
onlarla aslında kendini tanıttı. Benlik, sonsuz arzular bitmez tükenmez
hayaller, istekler... gibi bizdeki olgular aslında ilahımız olan hakkında çok
ince bilgiler vermektedir. Onun sonsuzluğunu bize sezdirtmektedir.
339- Her şey
isimlerden müteşekkildir. Bilgi dahi isimler topluluğudur. Allah isimleri Hz.
Adem'e öğretti denince ilmi öğretti diye biz anlayabiliriz. Her şey isimlerden
müteşekkildir denilince biz şunu anlatmak istiyoruz. Ör. 2x3-6 iki, bir
isimdir. Çarpı da isimdir, eşittir de bir isimdir. Çıkan sonuç 6 da bir
isimdir. Tüm varlıkla irtibatlı tek isim Allah'tır.
340- Yaşam:
İnkarcılar şöyle derler: Hayatın oluşumu basit olayların tesadüfi birleşimi
sonucudur. Sonra bu basit bileşimler birbirleriyle birleşerek, evrimleşerek şu
anda mevcut bulunan hayatı oluşturmuştur. Fakat buna dair ellerinde delil var
mıdır? Bu konuda ortaya koymaları gereken en dur büyük delil de şu olmalıdır: Hayatı oluşturan
tüm elementler, geçmişte olduğu gibi bugün de vardır ve onlar bunu
kullanabilirler. Geçmişte tesadüflerin yaptığını söyledikleri şeyi bugün
kendileri bilinçli olarak yapsınlar! Hayatı hangi elementlerin oluşturduğu
biliniyor... Bunların birleşim oranları biliniyor... Haya tın oluşması için ne
gibi ortamın gerektiği de biliniyor... O halde ilk oluştuğu gibi hayatı laboratuarda
yaratmaları gerekmez mi? Bunları bir araya getirseler bile hayatın insan
iradesiyle doğduğunu iddia edebilirler mi?
DNA: İnsanın genetik
şifresini taşıyan bir DNA, her biri 24 cilt tutan 2500 ansiklopedinin kapsadığı
bilgiyi kapsar... En ilkel elektronik beyinlerin dahi bir yapıcı olmadan
oluşamayacağını kabul eden insan, nasıl bu kadar muazzam bir sistemin
tesadüfen oluştuğunu söyleyebilir? Bütün feunlan, iradeden, düşünceden, akıldan
yoksun, kör, sağır ve dahası canlı olmayan maddenin yarattığını, oluşturduğunu
iddia etmek hangi akla, hangi mantığa, hangi ilmi düşünceye sığar? Maddenin,
kendi kendine göz, kulak ve kalp gibi oluşumlar göstermesi, aklın alacağını,
izah edilebilecek bir durum değildir. Her biri belirli bir işlevi yüklenmiş
olan bu organlar belli bir amaç için yaratılmışlardır. Bunlan kullandığımız
aletlere benzetebiliriz. Kullandığımız basit aletlerin bir usta, bir yapıcı
olmadan yapılamayacağını görürüz ve kabul ederiz de, bunlardan çok daha
karmaşık yapı ye işlevler yüklenen organların tesadüfen oluştuğunu söyleriz.
Onların şu ısı ve hareket kanunlarına göre faaliyet gördüklerini tespİf
etmemiz yetmez. Acaba bunları yapan ve belli kanunlara göre hareketlerini
takdir ve tayin eden mühendis kimdir?
Hayatın kökenini
tesadüfe bağlayan kişi ile Allah'a bağlayan kişi aklen eşit olabilir mi?
Kâinat, yaratıcı değildir, ancak yaratılmıştır. Kim kâinata ve doğaya yaratıcı
sıfatı verirse cahilce ve alçakça Allah'a ortak koşmuş olur. İnsanın iradesi
(dileme yeteneği), kudreti (gücü) ve ilmi (bilme yeteneği) onu maddeden
ayırıcı Özelliklerdir. Maddenin insana bilme, anlama yeteneği vermesi, onu
güçlü kılması ve dileme yeteneği ile donatması mümkün değildir. Bütün bunları
insana verebilecek tek merci Allah'tır.
"Kesin olarak inananlara, yeryüzünde ve kendi içinde Allah'ın
varlığına nice deliller vardır; görmez misiniz?" (Zariyat 20-21) İnsanın
benliğinde de Allah'ın yaratıcı olduğuna dair birçok deliller mevcuttur.
Benliğin (ve ruhun) varlığı bir delildir. İyilik ve kötülük etme yeteneğinin
hepsi delildir. Yine evrende mevcut olan benliğimizle ilgili acayip ve madde
ile ilgisi olmayan birçok olay da delildir. Gerçekten insan madde ötesi birçok
garip şeyler yapmaktadır. Hipnotizma, ruh çağırma, telepati gibi olaylarda kişi
vücudundaki maddi göz olmadan bazı şeyleri görebilmektedir...
Bütün bunlar, bizde
maddi olmayan bir şeyin var olduğunu, varlığın sınırlarını aştığını,
duyumların ve duyumlarla yapılan ölçümlerin onu ihata edemeyeceğini, bunların
hepsinin insanın derinliklerine inmekle anlaşılabileceğini ve madde ya da
hesaba sığdırılamayacağmı gösterir. Organlarının çalışması duran ve ölen
insanın sadece maddi varlığını kaybetmediğim, ölen insanda bunun ötesinde maddi
olmayan bir parçanın da ayrıldığını, insanın maddî varlığı dışında başka bir
şeye de sahip olduğunu gösterir.
Bu şey nedir? Elbette
insanın nefsi ve ruhudur. Topraktan yaratılan ise yine toprağa döner...
Sonuç olarak: Hayatın
başlangıcı, oluşumu Allah'ın varlığına delildir. Hayatın çoğalması da yine
Allah'a delildir. Hayatın türlere ayrılması, yayılması Allah'a delildir. Kâinatın
merkezi olan insan ve ondaki yüce sıfatlar, Allah'ın varlığına delildir. İnsan
ruhu, benliği -yaratılışı ve harikulade oluşu- Allah'ın varlığına delildir.
Yalnız bu bile Allah'ı bilmek için yeterlidir. (İnancın Gölgesinde ve İslam'da
Allah'a İnanmak)
341- Geçim.derdi,
rızk derdi tüm canlılarda ortaktır. Dert Varsa onun zıddı olan dertsizlik de
olmalıdır. İşte o dertsizlik, Allah olacaktır. Aklen tüm dertlere karşı bir
derman olmalıdır. Tüm pozitif enerjiyi kendinde bulunduran bir güç vardır.
342- Dünya
çalışma ve hizmet yeri. Biz de hizmetçiyiz. Kabul etsek ve ret etsek de bu
böyledir. Ve tüm varlıklar çalışmalarıyla ve tabiat ta bu mevcut çalışmasıyla
bunu yani hizmetkârlığını ispatlar. Tüm bunlar, bu hizmetçiler birine
çalışırlar. Hizmet etmek ancak kullara özgüdür ve bu açıdan hizmet etmeyen tek
zat Allah'tır. Hizmet için onun üstünü olmalıdır.
343- Yaşam
projesini çizen ve bu projeyi oluşturan biri olmalıdır. Bir mühendis tüm bu
oluşumu planlamıştır ki o mühendis ancak Allah'tır.
344- İnsan
bir hata içindedir. Allah'ı etrafıyla kıyaslıyor, etrafıyla düşünüyor. Bu kıyas
batıl bir kıyastır. Allah bizim kıyaslamamızdan beridir ve yücedir. Biz işe
bakarak rabbin ne olduğunu düşünemeyiz. Çünkü biz ne rabbin tüm işlerini
gördük, ne rabbin yapabileceklerini, ne rabbin sonsuzluğunu bildik. Tam
manasıyla bilinmeyen bir şey nasıl ve ne türlü kıyaslanabilir. Bizim
kıyaslarımız ancak gerçeklerin bir kısmını belirtebilir ve gerçekler ancak
gerçek ve tam bir bilgi ile edinilir. Bacon: "Az ilim ateizme, çok ilim
dine götürür." der.
345- Tanrısal
Yönlendirme, İçgüdü (Sevk-i İlahi) Belgesi: Yavru ördek, yumurtadan çıktığı
anda yüzmesini be-cerebiliyor. Kozadan çıkan karıncalar, hemen dehliz kazmaya
başlıyor. Arı, çok kısa zamanda sanat harikası olan peteği, örümcek ise,
gergef inceliğindeki ağını örebiliyor. Bütün bunlardan anlıyoruz ki, bunlar ve
bunlar gibi olanlar başka bir âlemde öğretilen bilgiyle ve yaratılıştan gelen
bir yetenekle iş görüyorlar. Oysa insan, her şeyi bu dünyada öğrenmek
zorundadır; hem de varlıklar arasında yeteneklilik bakımından en kusursuz
yaratık olduğu halde. Demek oluyor ki, diğerlerine bu özellikleri veren
doğrudan kendileri değil, her yaptığını hikmetle yapan bir Zat'tır ki, onlara
böyle bağışta bulunmuştur. Kilometrelerce ötede yumurtalarını bırakıp dönen
yılan balıklarının yavruları, yumurtadan çıkar çıkmaz yola koyulur ve
annelerini sanki elleriyle koymuş gibi bulurlar. Bunu İlahi bir şevkten başka
ne ile açıklayabiliriz? Hayvanlarda gördüğümüz bu olağanüstülük, ancak ve
ancak Allah'ın bir vergisi olarak açıklanırsa, işte o zaman buria akli ve
mantıki bir açıklama gözüyle bakılabilir. Yoksa başka her yorum, yalnızca bir
safsatadan ileriye gidemez... (İnancın Gölgesinde ve İslam'da Allah'a İnanmak)
346- Tüm
ihsanlar konuşuyor yorum yapıyor, söylüyor ediyor. Ama şu bir gerçektir ki saat
bizg rağmen işliyor, kainat tıkır tıkır çalışıyor. Demek asıl konuşan hakmış.
Demek bizim atıp tutmalarımız, ancak bizimle sımrhymış. Demek bizim aklımız
"kâinata mühendis" değilmiş. Demek biz kendimize tapıyormuşuz,
kendimize âşık olmuşuz. Oysa Alİah, işini yapıyor, bizim sözlerimiz ise ancak
hava ve hayal cinsindenmiş. Böyle olmasaydı kâinat bize ve yorumlarımıza ayak
uydurmalıydı. Kâinat bizim yorumlarımızla şekillenmemektedir.
347- İnsanın
cebine koyduğu l'den 10'a kadarki markalan cebinden sırayla çıkarma olasılığı
on milyarda birdir. Bu kadar basit bir işlemle dahi yanılma payı on milyar olan
bir tesadüf tanrısı, nasıl bu muazzam düzeni yapabilir.
(M.İslamoğlu,İman,s.l39) Bilimsel manada, matematiksel manada en zor
olan tesadüftür.
"Tahavviilât~ı
zerrat, Nakkaş-ı Ezelînin kakm-i kudreti, kîtnb-ı kâinatta yazdığı âyât-ı
tekvîniyenin heııgâmmdaki İJı-tizâzâtt ve cevelâındır. Yoksa, maddiyytın ve
tabiiyi/unların tevehhüm ettikleri gibi tesadüf oyuncağı ve karışık, mânâsız
bir hareket değildir." (Sözler sh: 547)
348- Güzel,
iyi, hoş ve daha niceleri vardır ki bunlar olumluluk ifadeleri veya halleridir.
Ama madde aleminde bunların ortak bazı halleri de vardır ki bunların zevale
yani yokluğa gitmeleridir. Oysaki gerçek güzel, gerçek iyi ve hoş, zevale
mahkûm olamaz ve asıl gerçek olan da Allah'tır. Hz. İbrahim gibi yalancı
ilahları zevale mahkûm etmek, tüm Müslümanların hatta insanlığın boyun borcu
olmalıdır.
349- İnkâr,
bu kadar delilden sonra anlaşıldı ki ilimle değil, akılla değil ve mantıkla da
uygun değildir. Öyleyse inkarcı, nefisle inkâr etmektedir. Hakkın hatırı için
nefislerinin hatırını kırmak ise doğruyu ve Allah'ı araştıranlar için şarttır.
Allah'ı nefislerinin hatırını
kırmayanlar bulamazlar.
350- İyileri
mükâfatlandıracak, kötüleri cezalandıracak, UU ahlm alacak' faizle toplumları
sömürenleri yargılayacak, tüm iyiliklerin boşa gitmesini önleyip mükâfat
verecek, kula kulluğu kaldıracak, namazı ikame edecek, aç-lıkla(oruç) zayıf ve
açları hatırlatacak... bir Allah'ı, kimler istemez? Onu istemeyecek olanlar
ancak zalimler, faizciler, ahlaksızlar, kısacası suçlulardır. (M.İslamoğlu,
İman, s.133) Bu delillerin ortaya koyduğu iddialar bütünüyle ateizmi imkânsız
kılmakta ve dayanaklarını yok etmektedir. Bir insanın bu kanıtları öğrendikten
sonra ateist olması mümkün değildir. Her-şeye rağmen o kişi hâlâ ateizmine
devam ediyorsa onda fikirden ziyade ideolojinin ağır bastığı görülecektir.
351-
İnançsızların istediği tanrı
onlara karışmayan,
kötülüklerini görmeyen ve hesap sormayan,
acıkınca yemek yiyen, zalimi cezalandırmayan, dünya işlerine karışmayan
hüküm koymayan... yani İktidarsız bir tanrı istiyorlar. (M.İslamoğlu, İman,
s.133) İktidarsız bir tanrı arama hükmü onlarda, hakka karşı bir kin ve
düşmanlığa götürmektedir. Onun için hakkın ve hakkı vaaz eden doğruların hukuk
olmasını önlemeye çalışırlar. Onların bu batıl ve kötü zanları bize hakkın
onlara rağmen var olduğunu kavratır. Mutlak iktidar onunsa, hukuku da iktidar
olmalı ve ilahi hukukun bayrağı göndere çekilmelidir.
352- Ateist
ya da teist tüm insanlar hakkı aramak diye bir dertleri varsa onların çıkış
noktalan muhabbet yani olumluluk olmalıdır. Hakikat ancak muhabbet ile bulunur.
İnançsızın çıkış noktası zaten husumet ve kin üzeredir. Çıkışı zaten gayri
ciddi ve kasıtlıdır. O halde hak muhabbetle bulunur. Çıkışı kötü olanın iyiyi
görmesi imkânsızdır. Çünkü o zaten kara gözlükler takarak yola koyulmuştur.
Allah'ı kara gözlüklüler bulamaz. Onların bulacağı ancak kendi kalbindeki zulumat
ve karanlıklardır. Mevlana'mn dediğini yapmak; "Susayan suyu, su da
susayanı arar." misali hakka karşı susamalı ve kendini arayan suyu(hakkı)
bulmalıdır.
"İşte, ey gafil
insan! Bu Hâkim-i Hakem-i Uakîm-i Zül-celâli ve'l-Cemal, sana karşı kendisini
her bir mahlûkuyla böyle hadsiz ve parlak tarzlarda tanıttırmak ve sevdirmek
istediği halde, sen Onun tanıttırmasına karşı imanla tanımazsan ve Onun
sevdirmesine mukabil ubudiyetinle kendini Ona sevdirmezsen, ne derece hadsiz
muzaaf bir cehalet, bir hasâret olduğunu bil, aytl." (Lem'alar sh: 312)
353- Sözün
en güzeli Alİah kelamıdır: "Allah ve varlığının delillerinden sonra hangi
söze inamlır?"Ayet:45/6
(Karşılıklı
konuşma-tartışma Üslubunun konuya daha yararlı olacağını umarak bu şekilde
yazdık.)
1- Allah
niçin görünsün? Görünsün sen ona inanasın, görünsün kabul edesin değil mi?
Görünene iman etmenin anlamı nedir? Önemli olan görünmeyene inanmaktır.
Görünene iman etmek, hayvanların da yapabileceği bir iştir. Gördüğüne
inanmışsın, böyle iman neye yarar ki? 2. Allah görünsün, yine dersen eğer sana
şu söylenir; iman illa gözle mi olur? İman illa bakmakla mı olur? Aklın yerine
gözü mü koyuyorsun? Kalbin yerine bakışları mı seriyorsun? Göz mü önemli yoksa
kalp ve akıl mı? Hâlbuki iman konusu, kalp ve aklın işidir. Göz iman edemez ki!
İman, tasdik ve onaylamaktır. Gözle alakası bine nazaran bir gibidir.
2- Görünsün,
tamam görünsün. Yani Hâkim olan Allah, kâinatın içine girecek ve biz
mahkûmların yanında olacak. Hâkimin, mahkûmların arasında olduğunu kim görmüş
sen göreceksin? Padişahın piyade askerlerle yaşadığına kim şahit olmuş sen
şahit olasın?
3- Görünsün, senin o azgın nefsin tatmin olsun
diye görünsün. Nede değerli bir duyunu tatmin ediyorsun. Ne de hoş bir dava
peşindesin. Başka değil de nefis davası, nefis için görmek davası, nefsi tatmin
davası. Doyuracak akıl ve kalbin varken iş nefsi doyurmaya mı sıra geldi? Doyan
bir nefsi kim görmüş?
4- Tamam,
görünsün. Sen bir sınav/ imtihandasın. Ve sınavda; "Hey!
Bana cevapları gösterin."
diye bir de bağırıyorsun. Cevaplan verilen bir sınav, nerde görülmüş?
Böyle olan bir sınavın sonucu ne kadar değerlidir. Bu sınavın cevabı Allah
değil mi? Allah kendini gos-terecekse niçin bu sınavı yapıyor? Sınavda
cevapları alan bir insan nasıl "ben bir sınavdayım" diyebilir? Bu
sınavın sonucu acaba ne
kadar değerlidir? Sınav
sorularının cevaplarını veren bir öğretmen, acaba çocuklara iyilik mi
ediyor yoksa kötülük mü?
5- Görünsün.
Öyle ya görünsün. Sınav da ne diyorsun. Dünya başıboşlar diyarı mı? Ne kadar
değerli fikirler peşindesin. Kendini sınavda, imtihanda hissetmeyen; hayvan, ot
ve taştır. Kendini onlardan mı onların cinsinden mi sanıyorsun? Sınavdasın
dedik sana, hala anlamıyor musun? Sınav insanlar içindir. Hayvan ve otlara
sınav yapılamaz. Yapılmadığı için onların değeri azdır. Sen değerlisin, hayvan
değilsin! Gerçi azgm nefsin EVET der, ama dese bile sen o değilsin. Kendini
şahin sanan karga, sandı diye şahin mi oldu? "Ben sınav mınav
tanımam" desen de demesen de sen imtihandasın!
6- İlla da göreceğim diyorsun. Senin gözlerin
her şeyi görüyor mu ki Allah'ı da göresin? Sen cevap ver?
7- Tamam.
Ama bil ki bir şeyin görünmesi için bizim gözlerimizin görme eşiği ve
frekansları arasına girmesi lazım. Yani biz ne çok küçük frekansları ne de çok
büyük frekansları görebiliriz. Ancak bir orta ve küçük mıntıkada görmemiz
mümkündür. Bizim frekanslarımız düşük. Sen teleskoptan da daha iyi bir görme
istiyorsun. îstemesen de sen busun, sen her şeyi göremezsin ve göremeyeceksin,
sen maddesin.
8- Acaba
kâinatları da mı gezdin? Süper novalan mı dolaştın? ^800 milyon galaksinin
tümünü mü gezdin? Dolaştın da mı
görmedin? Gezdin de mi şahit olmadın. Yani çok mu araştırdın?
9- Sen 25 saniye güneşe bakamazken, hatta kör
olacakken o güçsüz ve basit gözlerin, tüm kâinatın rabbini görecek, öyle mİ?
Sen karıncadan bir ton yük yüklenmesini bekliyorsun. Senin gözlerin o yükü
taşımaz, bunu benden iyi
biliyorsun. Hz. Musa'nın
göremediğini sen mi göreceksin? Dağların dayanamadığı yüke
(Allah'ı görme yüküne) sen ve senin gözlerin mi dayanacak? Nitekim Hz. Musa'nın
da dağı dayanamamıştı, un ufak olmuştu.
10- Bir
şeyin görünmesi için onun zıddı olmalı. Yani beyazı, ancak
siyahı gördüğünde anlar ve görürsün. Karanlıklar içinde
yıldızların görünmesi, ancak renklerinden, zıtlıklarından Ötürüdür. Onlar da
siyah olsalardı, hiç yıldızlar görünür müydü? Alİah da böyledir. Zıddı yok ki görünsün,
rakibi yok ki kıyaslıyasm, rengi yok ki renkli gözlerin onu müşahede etsin.
11- Resmin
içinde ressamı gören olmuş mu? Ressam, resmin içine sığar mı? "Resmin
içine portresini koysun" dersen O da olmaz. Cansız portre neye yarar? O
cansız değil ki cansız portresini oraya koysun.
12- Alİah
senin gördüğün varlıklardan değildir. Sen etraftaki varlıklara benzeyen bir
ilah düşünüyorsun. Oysa etrafta görünen hiçbir şey ilah olmaya layık değildir.
Benzersiz olan bir varlık sana görünürse onun çevrendeki varlıklara ya da
başka varlıklara benzemesi gerekir. Oysa biz dedik ya O benzersizdir.
13- Hz. Ali,
bak ne diyor: "Allah, •vatlığının
zuhurunun şiddetinden görünmez." Demek ki o güneş gibidir. Işığı var,
yarattıkları var. O
güneş gibidir ışığına dayanamazsın. O hava gibi her yerde,
ama sen göremezsin. O ilim, ama sen ilmi eline alamazsın. O rahmet hazinesi,
rahmet hazineleri para hazinelerine benzemez. Rahmet görünmez. Rahmet sadece
sezilir, sadece bilinir.
14- Allah
sondur. Sonun başlangıcıdır. Dünyada onu görmekle sen, mahsul istiyorsun,
ilkbaharda buğday biçmek istiyorsun, oysa mahsul ahirettir. Dünyada bu tip istekler
gerçekçi olamaz. Gerçek mahsul Allah'tır. Dünya da mahsul biçme yeri değildir.
Ekmek yeme ve şerbet içme mekânı hiç değildir.
15- Allah'ı
yanlış yerde arıyoruz. Cisim olsaydı burada aramaya hakkımız vardı. Sen onu
bulmak istiyorsan kalbinde ara. Hem orası kâinattan daha geniştir. Ancak orası
onu alabilir. Çevre dardır. Dar çevrede uçsuz bucaksız Allah olmaz.
16- Dikkat
etmişsen en üstün varlıklar görünmeyenlerdir. Akıl, ruh, sevgi ve daha nice en
önemli şey görünmez. Hem bunlar maddeden daha kıymetlidir. Bu varlıklar görünmez, çünkü onlar enerjidir,
onlar ışıktır ve onlar nurdur. Allah ise en yüce olandır. Önemliler görünmüyorsa
en önemli: olan Allah nasıl görünsün? Sözün anlamını artık sen tamamlarsın.
17- Sen
görünmemeyi bir suç sanıyorsun. Oysa görünmemek suÇ değildir. İsteyen için,
bir haktır. Allah görünmüyorsa demek ki istememiştir. Hem Allah görünmek
zorunda da değildir. Hak görünmemek fstiyorsa bundan doğal bir hak var mıdır?
18- Bil ki
ilim artmada, yeni canlılar ve olgular bulunmada ve arayış devam etmede. Biz
insanlar, sonsuz bilgiye ulaştık da mı göremedik? Her şeyi bildik de mi onu
kavrayamadık?
19- Yine
dikkat edersen, insan ya dengini ya kendi cinsine yakın olanı
görür. Etrafta gördüklerimizin tümü bizim gibi maddedir. Madde de, mekân da
ve zaman da bizim akrabamızdır; ağaç, toz ya da hayvan fark etmez. Allah nasıl
görünsün! Görünmez, çünkü o bizim cinsimizden değildir, zamanımızdan değildir
ve akrabamız değildir.
20- Hem insanlık
tarihi nice mucizeleri görüp de inanmay anlarla doludur. Ateşi gören
Hz.İbrahim'in kavmi inanmadı. Ad, Semud ve Medyen kavmi de inanmadı. Demek
görmek her şeyi çözmüyor ki bu işi çözsün.
21- İnsan üç
şeyi göremez. Çok küçük olanı, çok büyük olanı ve şeffaf fhava-
enerji-ruh-akıl...) olanı. Hâl böyleyken O'ndan daha şeffaf bir nur mu var?
O'ndan daha büyüğü mü var?
22- Hem
kâinatta en fazla iki şık vardır: Ya doğru ya yanlış; sen bunları kendi
iradenle yapmalı onaylamalısın. Allah görünürse zorla doğruyu işaretlemiş olmaz
mısın? Doğru şıkkı gören
kaç öğrenci o
doğru şıkkı işaret-lememiştir. Ebu Bekir ile Ebu Cehil
nasıl bilinirdi. İkisi de doğruyu İşaretleseydi değerleri nasıl belli olurdu?
Nasıl biri siddık diğeri cehaletin babası olurdu?
23- Hissetmek
de görmekle eşdeğerdir. Bazı şeyler hissedilir. Akıl, mantık... gibi. Allah'ı
bir de hissetmeye çalış bakalım ne olacak?
24- Hem akıl
daha değerlidir. Bir de aklınla ve gönlünle bak hâlâ görmedin mi?
25- Hem
bizim önümüzde perdeler çok. Bundan ötürü çok şeyi idrak edemeyiz. Cehalet
perdesi, azgınlığımız, duygu perdemiz, egomuz, arzın katmanları... Biz tüm bu
perdeleri yırttık da mı o görünmedi?
26- Bazen de
görmek istediğin zat, kendini göstermeli. O kendini göstermek istemiyorsa sen
ne yapacaksın, ben ne yapayım?
27- Yine sen
de bilirsin ki varlıklar çeşit çeşit. Kimi sadece hisseder, toprak kurdu gibi;
kimi duymaz ama görür yılan gibi, kimi de bizim gibidir. İlla da göreceğim
dersen bu diğer yaratıklara hakaret olmaz mı?
28- O en
iyidir. Biz ise en iyi olmayanlarla kuşatılmışız. En iyi, nasıl kötü ya da
eksik yerlerde görünsün? Çöplükte kral ne arar? Kutupta çiçek ne arar, ya da
ateşte su ne arar?
29- Görmek
istersin. Hâlbuki gözü olmayan ve duymayan insanlar çok. Ne yani "onlar
görmüyoruz" deseler haklı mı olurlar? Bunu da sen gör.
30- İnsan
çok inatçıdır. Gördüğünü İnatla inkâr eden de çoktuk , Verdiğin parayı afop,
inkâr eden de çoktur. Bunu da etraftan hatırla.
31- Görmek
bir aşamadır. Duymaktan üstün olduğu hakikat. Ama ondan daha büyük aşamalar
var( duyu ve duyguların tümüyle kavrama, en büyük aşamamızdır). Bir de
bulunduğumuz aşamayı görelim. Birinci kattan çatıyı göremezsin.
32- Her şeyi
dışarıda ulu orta gördün de mi onun da görünmesini arzularsın? Göremediklerin,
gördüklerinden çok daha fazladır. Gördüğümüz bir, görmediğimiz ise bindir.
33- Gören
esasta göz mü? Oysa ilim, şu an görenin gözden ziyade beyin olduğunu
söylemekte. Göz bir kapıdır. Eğer esasta gören göz olsaydı, biz rüya da
görmezdik. Rüyanın görme, duyma vb. hallerde normal yaşantıdan farkı yoktur.
Hâlbuki orada akıl ve ruh görmektedir, göz değil. Rüyada gören, kalp ve
akıldır.
34- İnsanda
gözler çoktur. Kalp gözü, akıl gözü, mantık gözü gibi. Aslında Allah görünür;
ama bu son saydığım gözlerle görünür. Bunlara göz değiller diyemezsin. Çünkü
tüm insanlar onlara inanır. Aşık olanlar yoksa hangi gözle âşık olmuşlar.
Merhamet eden hangi gözle merhamet eder. Bunu, bir araştır da göresin.
35- Aslında
"her şey gözümün önünde olsun elle tutulsun" mantığı çocuk
mantığıdır. Çocuklara soyut şeyler anlatılmaz, onların anlaması için
anlatacağın şeyin somut yani elle tutulur ve gözle görülür olması lazımdır.
Bunu söyleyenler aslında çocuk gibi bir arayış içindedirler. Çocuk gibi yapıp edecekleri
sonra da yiyecekleri helvadan bir ilah istiyorlar.
36- Dikkat
edin en değerli şeyler renkli olanlar mı yoksa renksiz ve şeffaf olanlar
mıdır? Rahat görünenler mi yoksa görünmesi zor alanlar mı? İnsan için en
değerli şeyler; su ve hava değil midir? Bunlar renksizdir. Akıl çok değerlidir
o da görünmez.
37- Varlıklar
çoğu zaman en değerli şeylerini saklarlar. Gül, diken arasında saklıdır. Tohum,
meyvenin en orta karanlık bölmesindedir. Aile halimiz mahremimizdir, onu
saklarız. Hazinesini ulu orta gösterenimiz var mıdır? Hayır, öyleyse
Allah niçin kendini saklamasın? Yoksa ondan daha muhteşem ve mahrem hazine mi
vardır?
38- Kişi olmayanı da göremez mi? Göremez diyemezsin.
Çölde serap gören, rüya gören, sanrı içinde olanı, ya da delinin gördüklerini
düşün. Acaba millet bunları görmüş diye doğru mu addedeceğiz?
39- Şu da olamaz mı? O belki çok yakındır da
ondan göremiyoruz. Sen kaşını görüyor musun? "Hayır. Ama ben aynayla
görürüm" dersen şöyle deriz: Demek ki bazı şeyler için araç lazımdır.
Allah için de belki o da bir araç verir de görürsün. Ama Allah, senin sana olan
yakınlığından daha yakındır. Yüzündeki 'kaşı gördün. İçindeki Allah'ı hangi
aynayla görürsün.
40- Bu tür
istekler nefse tapmaktır. Oysa nefis
zaten kördür. Kör nefis senden "Allah görünsün" diye istekte
bulunamaz. Eğer kör olmasaydı, 10 lira için 10 yıl senin vasıtanla kendini
hapis yatırır mıydı? Nefis kör olmasaydı bir anlık öfke ile adam vurup yirmi
s£ne sürünmezdi.
41- Sen
desen ki "Bu Ayasofya Cami'nin Ustasını görmesem, ben buranın bir
yapıcısı olduğuna inanmam." Akıl bu sözü caiz bilir mi? Oysa kâinat sarayı
Ayasof-ya'dan çok daha mükemmeldir. Kaldı ki herkes yaptığı yapıtın yanında
gece gündüz nöbet de tutmamaktadır. Herkes yaptığının yanında durmak zorunda
değildir. Sen ustaların tümünü göremezsin.
42- Alİah
görünmüyorsa birde Allah'ın bakış şekline bak. Allah nasıl işleri düşünür bunu
bir hesapla. Onun nazarında soruna yaklaşahm.
Allah kimseye muhtaç değil.
Görünmek diye bir derdi ya da arzusu yok. O "benim yaptığım işler ortada; onlar
zaten beni gösteriyor, derse sen ne dersin?
43- Sen onu
(Allah'ı)seviyorsun ve görmek istiyorsun. Eğer derdin artık bu olduysa kim
bilir belki diğer tarafta görürsün.
(Bazı kimseler
"Biz niçin Allah'ı görmüyoruz?" diyorlar. Buna nasıl karşılık
verilmelidir?)
Görme, ihata
meselesidir. Meselâ: İnsanın vücudunda mikroplar var, hatta bir dişin dibinde
b^lki bir kaç milyon bakteri bulunur. Bunlar kendi ellerindeki imkân ve
edevatla, insanın dişini yontmaya, yıpratmaya, aşındırmaya çalışırlar. Hâlbuki
insan, ne bunların gürültüsünü duyar, ne de mevcudiyetlerinden haberdardır.
Onlar da tamamıyla insanı göremez ve hele katiyen ihata edemezler. Esasen,
insanı görüp tam ihata edebilmeleri için, onun dışında ve tamamen müstakil
olmaları ve aynı zamanda onu görebilecekleri teleskop gibi bir göze sahip
bulunmaları lâzımdır. Demek ki, ihata edemeyişleri görmelerine mâni oluyor.
Onlar ise, o anda neyin karşısında bulunuyorlarsa ancak onu görüyorlar...
Mikro âlemdeki bu
misale benzer bir misal de, makro âlemden arz edelim; meselâ: Büyük bir
teleskopun başına oturduğumuzu düşünelim ki; bu
teleskop, ışık yılıyla dört milyar sene ötesini gösteriyor. Yine de,
bütün kâinat ve mekânlar hakkındaki bilgimiz "deryada katre". Belki,
sadece o teleskopla gördüğümüz saha hakkında, bulanık faraziyeler nevinden bir
kısım malûmata sahip olabiliyoruz. Bu faraziyeler ile de yeni faraziyelere
ulaşarak başka malûmatlar elde etmeye çalışıyoruz.
Biz burada da,
kâinatın idaresini, umumî şeklini, muhtevasını ve mahiyetini göremeyecek ve
idrak edemeyeceğiz. Çünkü mikro âlemde olduğu gibi, makro âlemde de tam bir
ihataya sahip değiliz.
Görülüyor ki, elimizde
mikroskop veya X ışınlan, mikro varlıklar
karşısında ihatasızlık içinde olduğumuz gibi, makro âlemde de aynı ihatasızlık
içinde bulunuyoruz. Şimdi bir de, Allah'ı (C.C) düşünelim: Peygamber Efendimiz
(S.A.V) buyuruyor ki: "Allah'ın kürsüsüne nispeten, bütün kevn ü
mekânlar" yani ışık hızıyla trilyon defa trilyon derinlikleri bulunan kevn
ü mekânlar, çöle atılmış bir halka gibidir. "O'nun arşına nispeten de
kürsü, çöle atılmış bir halka gibidir". Kemiyet ve keyfiyet ölçüleri
içinde, arş ve kürsü ele alınırken ortaya konan nispetlerle bu ne müthiş
azamet!.. Allah-u Teâlâ ve Tekad-des Hazretleri, emir ve iradesini bu arş ve
kürsüden ten-fiz ve hükmünü oradan icra ediyor...
Şimdi, kâinatlara
nispeten mikroskobik bir hüviyette olan sizlerin, bütün kevn-ü mekânları
anlayabilme iddianız, nasıl abes bir iş ise, öyle de bütün mekânlar O'na
nispeten mikroskobik bir varlık hâline gelen; Arş-ı Azam'ı anlama gayretiniz de
o derece abes bir iştir. Kaldı ki, Arş-ı Azam da ancak, Allah'ın emirlerinin
tenfîz ve icra mahallîdir. Böyle olunca, Allah nasıl ihata edilip kavranacak
ki?..
Onun için Kur'ân-ı
Kerim'de "O'nu gözler ihata edemez; O (nun ilmi) ise bütün gözleri ihata
eder" buyrul-maktadır. (En'am, 103)
Evet, o basar ve
basiretler O'nu idrak ve ihata edemez. Görmek için ihata lâzımdır. O, .bütün
basar ve basiretleri idrak buyurur, ihata buyurur da, gözler O'nu ihata edemez.
Mevzuun aydınlığa kavuşması için, bu cihetin de böylece bilinmesi şarttır.
Bir diğer yönüyle;
Nur, Allah'ın (C.C) hicâb'dır (perde) . Biz, nuru bile ihata edemiyoruz.
Efendimize (S.A.V) Mirac'dan dönüşte, sahabe sordu: "Rabbini gördün
mü?" Bir defa şöyle buyurdular: (Ebu Zer naklediyor) "O bir Nur;
nasıl görürüm O'nu". Başka bir yerde buyururlar ki: "Ben bir nur
gördüm." Hâlbuki nur, mahlûktur. Allah, Münevviru'n Nur'dur. Nur'a şekil
veren, biçim veren, tasvirîni yapan Allah'tır (C.C). Nur, Allah değildir; O'nun
mahlûkudur. Başka bir hadiste tavzih buyururlar: "Al-lah'in hicabı
nurdur." Yani sizinle O'nun arasında bir nur vardır. Siz, nur ile
muhatsınız. Burada da ayrı bir derinlik var! Yine muhat diyoruz; ama.
sıfatları ile başkası ile değil. Sıfatları ne gayri, ne de aynı...
Netice olarak
diyebiliriz ki: Allah (C.C) görülmez. Hicabı, nurdur O'nun. Siz, görseniz
görseniz ancak nur görürsünüz. Meselâ: Nefs-i emmâre sırrını aşmağa çalıştığınız zaman,
kızıl bir nur
görürsünüz; Nefs-i îev- vâmeye geldiğiniz zaman mavi; Nefs-i mütmainneye
geldiğiniz zaman da yeşil bir nur görürsünüz. Sonra bir seviyeye gelirsiniz
ki, orada gördüğünüz nurun rengini tayin ve tespit edemezsiniz. Bunlar,
ehlullahm müşahedesidir ve ancak vicdanî tecrübelerle inkişaf eder.
Bir fikir verebilmek
için, mevzua bu renklerle girdim ve arz etmeye çalıştım. Binaenaleyh, sizin de
göreceğiniz sadece, Cenab-ı Hakk'm nurunun gölgesinin gölgesinden ibaret
olacaktır. Bu itibarla da yine görmüş sayılmayacaksınız.
Şimdi de, mevzuu bir
üçüncü yönüyle ele alalım: İbrahim Hakkı Hazretleri der ki:
"Bulunmaz
Rabbimin zıddı ve niddi, misli, âlemde ve suretten münezzehtir, mukaddestir,
Taâlallah"
Evvelâ, Rabbimizin
zıddı yoktur. Bu çok mühim bir husustur. Bir şeyin zıddı olacak ki,
görülebilsin. Yani sen ışığı görüyorsun; çünkü onun karşısında karanlık var.
Keza, bir kısım uzunluklar hakkında fikrini söylüyorsun; Meselâ: Bu iki metre
diğeri üç ilh... Zıddı olduğundan dolayı, bunlar tertibe girebiliyorlar.
Allah'ın ne zıddı, ne
de niddi vardır ki karanlık ışığı gösterdiği gibi, O da, zıddıyla görünsün.
Bir de bu meseleyi
fizik açısından ele alalım. Acaba insan, şu önüne serilip teşhir edilen kevn-ü
mekânın kaçta kaçını görüyor. Evet, gördüğünüz şeyler hakkında bir rakam
verebilir misiniz? Meselâ, düşünelim ki, görülebilecek şeylerden milyar kere
milyar eşya şu kâinat meşherinde bizim
nazarımıza arz edilmiş
ve "Buyurun, görün, ibret alın; Yaradanı alkışlayın!" denmiş.
Hâlbuki nazarımıza arz edilen bu şeylerin ancak milyonda beşini görebiliyor,
geri kalanları ise tanımıyoruz bile. Evet, sadece belli bir boyda, belli ışık
dalgaları içinde olanları görüyoruz. O hâlde dikkat buyurun: "Ben niye
Allah'ı görmüyorum?" diyen bir insan, milyon'da beş gördüğü daracık
kâinatın içine, bütün kevn-ü mekânı elinde tutan AUah'ı da sokmak istiyor!..
Âh, sefil düşünce!..
Evet, âyât-i
.tekvîniyye (kâinat kitabının mevzu ve meseleleri) karşısında bin türlü kafa
sancısı çeken O'nu görecektir.Büyük Nebi Hz. Musa ve Nebilerin efendisi Hz.
Muhammed (S.A.V) kendi durumlarına göre mutlaka O'nu göreceklerdir. Diğerleri
de kendi çaplarına göre... Ve burada araştırma, tefekkür etme hususuna büyük
bir teşvik vardır. Ahirette bey ve sultan olmak isteyenler, dünyada, kafa ve
kalb yapılarını yenilemeye çalışacak, daha doğrusu, orada, fikren ve ruhen
yükselmiş kimselere yakışır şekilde Allah'ı görmek ve duymak için burada, kalb
ve ruhlarını yaşayacak, hürmetlerini âli tutacak; bir kova su ile oraya
gitmeyecek, bir umman taşıyacaklar ötelere... Tabii istidatlarınca. Zayıf bir
hadiste -bazıları mevzu da diyor- İbrahim Hakkı, zayıf olduğuna bakmadan
tercüme etmiştir.
"Sığmam dedi Hak,
arz-u semaya Kenzen bilindi, dil ma'deninden. "
Cihanlar, azameti
yanında zerreler kadar dahi olmayan O yüce varlık, ne iütûfkârdır ki; her
mü'minin kalbinde "kenzen" bilinir ve O'nun duygularının itminanına
vesile olur!..
Her şeyin doğrusunu O
bilir.
1- Bil ki
Allah adaletin kendisidir. Adildir, yaptığına sorgu
sual olunmaz.
Yargılanmak kullarına özgüçKir. O ise yargıçtır. Azabı da adil olmasının bir
göstergesidir. Hak edene azap etmemek en büyük adaletsizliktir.
2- Gör ki
sevgiyi kim paylaşmış Allah paylaşsın. Sen Allah'ın en sevdiği varlıksın sonra
da kendini başka ilahlara, sevgini de putlara verirsin. Senin için kâinatı
yaratsın hiçbir varlığa vermediğini sana versin, hem de sana sonsuz cenneti
vaat etsin sen de tüm bunlara nankör kal. Olacak iş değil.
3- Anla ki
suça göre ceza verilir. Bazı suçlar sonsuz zulümdür. Tamamen inkârdır. Tamamen
bozgunculuktur. Sonsuz kötülüğe sonsuz azap etmek mi suçtur? Sonsuz suçun karşılığı
olsa olsa sonsuz azap olur. Allah'ı inkâr ve şirk suçun en büyüğüdür.
4- Dünyada 1
dakikada bir adam öldürene 5.000.000 milyon dakika ceza verirler. Sen bu dengesizdir,
adaletsizdir, diyemezsin. Hal böyle
iken 60 yıllık günahlarımızın karşılığı 31.536.000 milyon dakika azapta kalmak
mı adaletsizliktir?
5- Kaldı ki
biz cennete nasıl insanlar giderler, sonsuz orada kalırlar bu adalet mi diye
sorgulanmıyoruz. Sence azap bize hoş gelmiyor da onun için öyle konuşuyoruz
olmaz mı?
6- Sonsuz
azabı hala anlamadmsa şunu misal verelim: Sen bir öğrencisin ve sınavda hiçbir
soruyu cevaplamadın. Hem cevaplamadın hem de öğretmene şöyle dedin;
"Öğretmenim, ben seni kabul etmiyorum." Öğretmeni de sınavı da sınav
mekânını yani smıfı da inkâr ettin. Şimdi kendi notunu kendin ver. Sen sınıfta
kesin kalırsın, disipline de gönderilirsin, hem de okuldan atılırsın okul
yaşantın kesin biter. Oysa senin öğretmenin 45 notunu alanları zaten
kurtarıyor. Hatta sıfır almış , ama öğretmeni ve okulu inkâr etmemişleri de
kurtarabileceğini de söylüyor ve hatta acıyıp onları da sınıf geçiriyor. Şimdi
sormak lazım bu öğretmene adil değil denir mi? Bu öğretmen "beni, okulu ve
düzeni inkâr etme. Onun haricindekileri kurtarırım." diyor. Bu öğretmen
hala "iyi değil" denir mi?
Şirk ve Allah'ı inkâr eden aynen o inkarcı ve okuldan atılmış gençtir. Sıfır
alanlar Allah'ı inkâr etmeyen ama tembellik yapan ve derslerine
çalışmayanlardır. O okul kâinat, sınıf ise dünyadır. Biz de sınav
talebeleriyiz. Allah ise öğretmendir. Okuldan atılmak ise cehenneme gitmektir.
7- Cehennem
aynen bir hapis gibidir. Bazı mahkûmların suçlarının çokluğu ve büyüklüğü
yüzünden onları ömür boyu hapse atarız. Bu gayette adildir. Şimdi sen söyle,
beş çocuğa tecavüz edip onları işkence ile öldürene sonsuz hapis vermek mi
adaletsizliktir yoksa o suçluyu birkaç yıl sonra salıvermek mi?
8- Bil ki
insan kâinatın en değerli ve yüce varlığıdır. Yücelere ve alçaklara aynı
cezalar verilmez. Malı zimmetine geçiren memur çok çok sürgün edilir. Ama bu
işi yapan bir başbakansa makamından atılır, yüce divana gönderilir. Hem de ağır
cezalan da alır. Şimdi bu adil değil herkese aynı ceza verilmeli denir mi?
Denemez. İşte o kâinatın başbakanları insanlardır. Yüce divanda Mahkerne-i
Kübra'dır. Başbakanlıktan atılmada cehenneme gitmedir. Değerlilerin suçlan
değerlerine göre verilir.
9- Bazı
işlere yapılan yatırımlar çoktur. Harcanan emek de, para da, malzeme de ve
zaman da çoktur. O iş insanın kendisidir. Onun'için kâinat 15 milyar yıldır
yaratılmış, emekler verilmiş, malzeme harcanmış. Ve insan da tjim bunları
yapanı inkâr etmiş ya da yeni yeni kendi kafasından ilahlar türetmiş. Var bu
insanın suçu ne olmalı diye sen düşün? Düşün bu kadar yatırımın hesabının ne
kadar çetin olduğunu.
10- Anla ki
sonsuz nimetin karşılığı inkâr olursa, şirk olursa ceza da sonsuz azap olur.
11- Gör ki
kullarını seven bir Allah'a sen, sevgi ve teşekkür değil de inkâr ve şirki
sunuyorsan sen azabın en çetinini hak edersin demektir.
12- Yine
Allah'ın sonsuz azabı herkes için değildir. Saf imansızlar, saf inkarcılar, saf
müşrikler içindir. Kalbinde zerre kadar iman olanlar Allah dilerse kurtulurlar.
13- Anla ki
sen uçurumun kenarındasm ve bir el sana kurtulman için uzandı. Sen eli ters
teptin ve el uzatana karşı bir de tükürdün. İşte insanı kurtarmak isteyen el,
Allah'tır. O uçurumdaki de sensin. Onu inkâr etmek ve küfretmek onun yardım
elini ters çevirmektir. Senin küfredişin de ona karşı terbiyesizliktir. Şimdi
Allah seni kurtarmasa temelli o uçurumdan düşsen hak etmez misin?
14- İnkâr ve küfür tüm kâinatı tahkir etmektir.
Tüm varlık âlemine karşı bir başkaldırıdır. Tüm kâinat bilinçli ama bilinçsiz
rabbine itaattedir. Oysa kâfir, kâinata ve tüm canlılar âlemine karşı bilinçli
bir muhalefettedir. Yani suç tüm varlık âlemine ve yaratanına karşıdır.
Şüphesiz böyle bir muhalifin var olması, tüm âleme karşı bir hakarettir. O,
azabın sonsuzluğunu hak etmektedir.
15- İnsan
çok lakayt ve vurdumduymazdır. Allah'ı dahi dinlemez ve itaat etmez. İnsanın
dizginlerinin tutulması şarttır. En büyük ikaz ve azapla korkutulmahdır. Çünkü
daima iyi sözden anlamaz. İşte en büyük azap, azapta sonsuz kalmaktır. Allah
kullarını bu büyük halin varlığına karşı uyarmaktadır.
16- Allah'ın
insanların bazılarını sonsuz azaba koyması, Allah'ın insanlar hakkında azabı
sevdiğini göstermez. O bizi cehenneme gitmememiz için uyarmakta, elçi ve
kitaplar göndermektedir. O bizi sevmeseydi bunları yapmazdı ve uyarmadan bizi
azaplandınrdı.
17- Zalimin
cennete gitmesi, mazlumların gözlerinin içine baka baka gezmesi, mazlumlara
hakarettir. Allah bu hakareti 'elbet kabul etmez. "Yaşasın zalimler için
cehennem" diyen ne kadar doğru söylemiş.
(Deniliyor ki; Allah
her şeyi yarattı, (hâşâ) O'nu kim yarattı?)
Bu soru da çok sorulan
sorulardan biridir. Ben bu soruyu, Resul-i Ekrem (S.A.V)'in peygamberliğinin
bir alâmeti olarak görüyor ve verdiği gaybî ihbarın tahakkuku karşısında
boynumu büküp "Eşhedü enne Muharn-med'er-Resulullah" diyerek şehâdet
ediyorum. Evet, Resul-i Ekrem (S.A.V) Allah'ın şerefli elçisidir. Kıyamete kadar
olup bitecek her şeyi, bir televizyon ekranından görüyor gibi seyretmiş ve
söylediği her şeyi dosdoğru söylemiştir. Daha sonra meydana gelecek hâdiseler
hakkında verdiği hükümler, söylediği şeyler o kadar isabetlidir ki; yeri
geldiği zaman hepsi de aynen doğru çıkmıştır. İşte, bu da onlardan bir
tanesidir. Buyurur ki: (Sahabenin aklından böyle bir şey geçmez) vBir gün
gelecek ayağını ayağının üstüne atarak -gurur, kibir, enâniyet içinde ve her
meseleyi halletmiş gibi- bunu Allah yarattı, şunu Allah yarattı, Allah'ı kimi
yarattı?" diyecekler. Ben, bu soru tevcih edildiği zaman kendi kendime
düşündüm ve "Eş-hedü enne Muhammed-er Resulullah" dedim. Nasıl da
görmüşsün ve nasıl da doğru söylüyorsun!... Şu, nefisleri ve enâniyetleri
firavunlaşan, sebeplere ulühiyet isnad eden ve her şeyi sebepler içinde izaha
kalkışan insanların idraksizliğini, düşünce sefaletini bundan daha güzel ifade
mümkün olamazdı...
Asıl meseleye gelince,
bu da, inkarcıların ortaya attıkları sorulardan biridir. Çok defa, körpe
dimağlar, bu türlü soruların altında kalır ve ezilirler. Evet, onlar,
namüte-nahiliği anlayamaz; sebeplerin zincirleme uzayıp gitmesini ve böyle bir
aldatmacanın bir şey ifade edip etmemesini katiyen değerlendiremezler.
Bundan ötürü tereddüde
düşer de, zanneder ki; Allah da bir sebeptir; tıpkı herhangi bir sebep gibi...
Ve Allah'ı, meydana getiren bir sebep vardır ki, Allah, ona göre müsebbibdir
(sonuçtur). Bu, bir yanlış kanaatin neticesidir. Ve temelinde de Yaratanın
bilinmemesi vardır. Allah, müsebbib-ül-esbâbdır ve varlığının evveli yoktur.
Bugüne kadar
kelâmcilar, sebeplerin, böyle zincirleme devam edip gidemeyeceğini belli
usullerle ortaya koyarak "Müsebbib'ül-esbâb" olan Allah'ın varlığını
ispata çalışmışlardır. Onların, bu husustaki düşüncelerinin hülasasını, bir
iki misalle anlatmakta fâide mülâhaza ediyoruz. Kelâmcılar derler ki:
Sebeplerin zincirleme (teselsül) devam edip gideceğini düşünmek, o sebeplerin mahiyetini
bilmemenin ve Yaratıcıdan gaflet etmenin ifadesidir. Evet, eşyanın sonsuzdan
beri süregelen bir Dun » fikir kısım sebepler zincirinden ibaret olduğuna
ihtimal vermek doğru değildir. Böyle bir şeyi mümkün görüp ihtimal vermek
sırf bir aldanmişhktır. Meselâ: Yeryüzünün yeşermesi, hava, su ve güneşe bağlı
olsun; hava, su güneş de bir kısım madde parçacıklarına; Oksijen, hidrojen,
karbon, azot... vs. gibi... Bu madde parçaları da daha küçüklere ve onlar da
kendilerinden küçüklere... Bunun böyle uzayıp gitmesine ihtimal vermek ve
eşyanın bu yolla izah edileceğine inanmak bir aldanma ve mugalâtadır. Hele,
bir yerde, bunun karşısına anti-madde, anti-atomla çıkılıyor ve metafizik
fiziğe galebe çalıyorsa... Ve hele, ilk ve son bütün sebepler fevkalâde ahenk
içinde birer kanun, birer memur gibi hareket ediyorlarsa!..
Evet, "Şu şundan,
şu şundan, şu da şundan... " demek, herhangi bir meseleyi halletmesi şöyle
dursun, bilakis, her şeyi içinden çıkılmaz hâle getirmektedir. Zira böyle bir
meseleyi mümkün görmek, tıpkı "Yumurta tavuktan, tavuk yumurtadan
"... düşüncesinin ilelebet sürüp gideceğine ihtimal verme gibi bir
safsataya benzer ki; bunlardan tavuk veya yumurtayı, Kudreti Sonsuz, Ezelî bir
Zata vereceğimiz ana kadar, iddialar hep mesnetsiz sayılır. Aksine, bunlar
varlığı kendinden olan Yüce Yaratıcıya isnâd edilince mesele birden aydınlığa
kavuşur. Ondan sonra, tek bir hücre olarak yumurtanın yaratılmış olması veya
kendi neslini devam ettirmek için tavuğun yaratılmış bulunması ve yumurtanın
ondan çıkması arasında fark yoktur.
Bunu böyle kabul
etmeyip de "o ondan, o da ondan "... Demekle hiçbir şeye aydınlık
getirilemeyeceği gibi, cevaplandırılan her soruyla beraber birkaç tane de istifham
ortaya çıkacaktır. Meselâ: Yağmur, buluta bağlı, bulut, zait-nakıs (artı-eksi)
habbeciklere, onlar buharlaşma hâdisesine. O da suların mevcudiyetine ve
nihayet o da suyu meydana getiren unsurlara... Böylece sebepler zinciri, belki
birkaç adım daha ilerleyerek devam eder durur; ama durduğu yerde yine
"şöyle de olabilir, böyle de" diyerek insan kendini faraziyelerin
kucağında hisseder ve onlarla tatmin olmaya çalışır. Bu ise, fevkalâde bir
nizam; bir ahenk ve birbiriyle münasebet içinde, bir hikmet eliyle meydana
geldiği sezilen bütün eşyayı çocuk hezeyanlarıyla izah etmeye yeltenmekten
başka, bir de ilimlerin ufkunu ve hedefini karartmak demektir. Oysaki her
netice için mutlaka makul bir sebebe ihtiyaç vardır. Gayr-i makul ve gayr-i
mantıkî sebeplerin uzayıp gitmesi, uzayıp gitmenin kerameti olarak makul hâle
geleceğini düşünmek, imkânsızı mümkün görmek gibi bir hezeyandır.
Şimdi bir misalle bu
hususu aydınlatmaya çalışalım. Meselâ: Ben, arka ayakları olmayan bir sandalye
üzerinde oturuyorum. Sandalye, düşmemesi için, kendisi gibi bir diğer
sandalyeye dayandırılmış, o da bir başkasına... İlâ nihâye devam edip gidiyor.
Bu hâl, zaman ve mekânlara sığmayan rakamlarla sürüp gitse de, arka ayaklan
olan ve yere tam oturan bir mesnede dayandırılmadıktan sonra, işi zincirleme
uzatıp durmak, sandalyeye arka ayak olamayacaktır.
Bir başka numune,
meselâ: Önümüzde bir sıfır olduğunu düşünelim. Bu sıfır, solundaki bir rakamla
omuz omuza gelmedikten sonra, mücerret sıfırların çoğaltılması katiyen ona bir
değer kazandırmayacaktır. Trilyon defa trilyon sıfırlar art arda sıralansa
dahi, kıymet yine sıfır olacaktır. Ne vakit soluna bir rakam konulacak, işte o
zaman sıfır da solundaki rakama göre bir kıymet alacaktır. Bü, şunu ifade
etmektedir: Bir şeyin müstakilen varlığı yok ye kendi kendine kaim değilse,
kendisi gibi muhtaçların ona varlık bahşetmelerine ve esas olmalarına imkân
yoktur. Hep aynı şeye muhtaç ve aynı hususta aciz olanların bir araya gelmesi,
ihtiyacı çoğaltma ve aczi arttırmadan başka bir işe yaramaz. Kaldı ki -muhal
farz- sebeplerin müdahalesi kajbul edilse bile, fiziğin sarsılmaz kanunlarından
"tenâsüb-ü illiyet" prensibine göre, sebeple netice arasında makul
bir münasebetin bulunması şarttır. Buna göre, meselâ; yer kürenin hayata
müsait hâle gelmesinden, insanın düşünür bir varlık olmasına kadar, her şeye
bir sebep bulmak, hem de makul ve o neticeyi hâsıl etmeye gücü yetebilecek bir
sebep bulmak lâzım gelir.
Oysa ki, küre-i arzın
hâlihazırdaki durumundan; yani, hızı, güneşe olan mesafesi, atmosfer tabakası,
periyodiği, hikmetli meyli; atmosferi teşkil eden gazların ihtiva ettiği
maslahatlar., gibi hususlardan tutun da, onun toprak ve nebat örtüsüne;
denizlere ve onlarda cereyan eden esrarlı kanunlara, rüzgârlar ve onların
yüklendikleri vazifelere kadar binlerce, yüz binlerce hâdise, öyle bir ahenk içinde
cereyan etmektedir ki; bütün bunları kor-sağır sebeplere ve serseri tesadüflere
havale etmek, aklın kendi kendini nakz etmesi ve çürütmesi demektir.
Vakıa, bu hususta,
kelâmcıların "devir ve teselsül" yoluyla bütün sebepleri kesip
biçtikten sonra, işi müseb-bib'ül esbâb olan Allah'a ulaştırıp sonra da her
şeye "mümküıV'ü! vücûd' demelerine karşılık, bütün sebeplerin, bütün
illetlerin gidip O'na dayandığı zata "Vâcib-ül-vücûd" diyerek tevhide
menfezler açmışlar ise de, onların elde ettikleri ne-ticeyi daha selâmetli bir
yolda elde etmek de mümkündür. Evet, yüce Yaratıcının her eserinde kendine ait
mühürlerin, sikkelerin bulunması, O'nun varlığına bir değil, binlerce
delillerdir. Bilimlerin, kâinatın sırlarına ışık tutmaya başladığı günümüzde,
her fen kendine has diliyle O'nun varlığını ilân etmekte ve O'nu
haykırmaktadır.
Bu mevzuda pek çok
kimsenin yazdığı çok kıymetli eserlerle iktifa ederek sadede dönüyorum.
Evet, her şey sonradan
var olmuştur. Var edense Allah'tır. Alİah, Allah olduğu için, yaratılmamıştır.
Yaratılan her şey mahlûk ve muhtaçtır. O ise, varlığı kendinden ve kimseye
muhtaç olmayan bir Ganiyy-i ale'l-ıt-lak'tır. Her şey gidip O'na dayanmakta,
bütün karanlıklar izah edilemeyecek gibi görünen şeyler, O'nunla aydınlığa
kavuşmaktadır. Var eden O, varlığı sürdüren O, çeken O, iten O ve bir hedefe
götüren de O'dur. Artık, O'ndan öte bir şey yoktur ki, O'na da bir sebep
aransın!..
Bunu da
yine bir-iki basit
misalle izah etmeye çalışalım: Meselâ; Vücudumu ayaklarım
taşıyor, ayaklarımı da zemin. Artık böyle makul bir taşıyıcı bulduktan sonra
bunun ötesinde yeni sebepler aramaya hiç de gerek yoktur. Hem meselâ: Diyelim
ki, trenin en arkadaki vagonunu onun önündeki hareket ettiriyor; onu da bir
diğeri; onu da bir başkası; nihayet gelip lokomotife dayanınca; onun için
kendine has gücü, kuvveti, yapısı ve işleyişiyle "kendi kendine hareket
ediyor" deriz. Verilen bu misaller. Allah'ın yarattığı eşyadan ve
aldanmış akılların yeni yeni sebeplerle lokomotif değiştirmeleri mümkün olacak
cinsten misallerdir. Ne var ki, durmadan, lokomotif değiştirseler bile, tıkanıp
kaldıkları noktaya "işte sebeplerin bitişi" deyip suratlarına
çarpacağız.
Burada zihinleri
bulandıran diğer bir nıesele de, sınırlı düşünen insanoğlunun, ezel mefhumunu
kav-rayamayarak, maddeyi ezelî görmesi, daha sonra da, rakamlarla izah
edilmeyecek bir geçmiş içinde, hiç olmayacak bazı şeylere olabilir ihtimalini
vermesidir.
Bir kere ezel gelmiş
zamanın sonu değil, o bir zamansızlıktır. Zamanlar, katrilyon defa
"katrilyon" seneleriyîe, ezel karşısında bir âşire bile olamazlar.
Oysaki sebeplerin teselsülünde bir esas olan maddenin bir başlangıcının
bulunması bugün hemen herkes tarafından bilinip kabul edilen bir mevzudur.
Elektronların hareketi, çekirdek fiziğindeki sır, devamlı radyasyon neşreden
güneşteki esrarlı işleyiş ve termodinamik kanununun kâinat çapındaki
geçerliliği, her şeyin bir sonu olacağına dair yıldızlar cesametinde ve
güneşler parlaklığında bin bir mesajdır. Sonu olan her şeyin bir başlangıcının
bulunması ise, üzerinde münakaşa yapılmayacak kadar açık ve bedihîdir.
Binaenaleyh her şey,
başlangıçta varlığa mazhariyetiy-le, Yaratandan bahsettiği gibi, sönüp
gitmesiyle de O'nun evvel ve ahiri olmadığına delâlet etmektedir. Zira başlangıcı
olanın bir gün sonunun geleceği tabiî olduğu gibi, evveli olmayanın, ahiri
olmayacağı da zarurîdir. Onun içindir ki bizler madde ve maddeden meydana gelen
her şeye, bugün var olsa dahi, yarın yok olacağı nazariyle bakmaktayız. Ancak,
kâinatların tedrici olarak eriyip gitmesi, maddenin yavaş yavaş tükenmesi,
çoklarım aldatabilecek mahiyette ve oldukça ahestedir. Ne var ki, yavaş da
olsa, uzun bir geçmişten bu yana gelişip genişleyen dünyalar bir gün
büzülecekler mutlaka silinip gideceklerdir. Evet, madde bugün var ise de, bir
kısım pozitif neticelerin ışığı altında, başkalaşmaya doğru gittiğinden
kimsenin kuşkusu yoktur. Şimdi bunu size, yine bir tren misaliyle anlatmaya
çalışalım:
Farz ediniz ki,
izmir'den kalkan bir tren, "50-55" km. Ötede bulunan Turgutlu
istikametine hareket etti. Hareket esnasında trenin hızı saatte "55"
km.dir. Buna göre, trenimiz bu mesafeyi ancak bir saatte alabilecektir. Bu
hızla yarım saat kadar giden tren, yolun geriye kalan kısmında hızını tam
yarıya düşürür. Buna göre, yolun henüz kat edilmedik "27,5" km.lik mesafesi
kalmıştır ki, hızını yarıya düşüren tren bu 27,5 km'nin ancak yansını, yarım
saatte alabilecektir. Bu tempoyla hareket eden tren yarım saat gittikten sonra
yine hızını yarıya indirdiğini düşünelim; geriye kalan kısmın yansını da yarım
saatte kat edebilecektir. Böylece her yarım saatte bir hızım yarıya düşüren
tren, âdeta hiç bir zaman Turgutlu'ya ulaşamayacaktır: Aslında mesafeler
bitecek ve varılması gerekli olan yere mutlaka varılacaktır. Ancak, bu tempo
ile hareket edildiği sürece, insan hiçbir zaman oraya varamayacağını
zannedecektir.
Bunun gibi, madde de
bir çözülme ve inhilâle doğru gitmektedir. Bu birkaç milyon sene sonra dahi
olsa mutlaka tahakkuk edecektir. Ve varlığı kendinden olanın dışında her şey
fena ve zeval bulup gidecek, sadece O kalacaktır.
Netice, Allah bizzat
var ve her şeyin yaratıcısıdır. O'na yaratılmışlık isnadı, yaratıcıyı
yaratılandan ayıramama gibi bir düşünce sefaletidir. Bu türlü ürpertici bir
tasavvuru ortaya atan zavallı münkirler, akıllı görüneyim derken, akılla nasıl
bir tenakuza düştüklerinin farkında bile değillerdir. Evet, bugün artık,
birinin kalkıp maddeye, ezeîiyet kesip biçmesi ve Zat-ı Ulûhiyeti inkâr etmesi
oldukça garip ve garip olduğu kadar da bağnazca bir iddiadır.
Ne var ki, eşya ve
hâdiselere gerektiği gibi nüfuz edemeyen bir kısım materyalistler, maddenin
ense köküne inen çözülüp dağılmayı, atomun karşısına dikilen tükenişi, mana ve
neticeleriyle sezip idrak edecekleri güne kadar düşüncelerinde hakikatsiz,
beyanlarında yalancı olmalarına rağmen bir kısım safderun kimseleri aldatmaya
devam edeceklerdir.
İşin doğrusunu, ilmi
bütün eşyayı ihata eden Zât-ı Uluhiyet bilir.{İkra İslam Ansiklopedisinden)
Cenab-ı Alİah ezeli
olduğu ve mücessem olmadığı için, hadis olan gökte olması mümkün değildir.
Cenab-ı Allah mekân ve yönden münezzehtir. Mekân ve yön olmadan O var idi.
Bunun için mekân ve
yön şaibesini veren ayet ve hadisleri te'vil etmek gerekir.
Allah'a mekân ve yön
ispat eden kimsenin kâfir olup olmadığı hususunda ihtilaf vardır. Âlimlerin
çoğu kafir olmadığına hükmediyorlar (el-Fetava'l Hadisiyye). Çünkü mesela,
"er-Rahmanü alel arşi's-teva" gibi ayetlerin zahiri, bu manayı ifade
ediyor. Hatta Şa'bi, İbnü'I Müeyyeb ve Süf-yan gibi zevatlar da "te'vil
etmeden bu tip ayet ve hadislere iman etmek gerekir" diyorlar(İslam Fıkhı
Ansiklopedisi)
Allah'ın varlık
delillerine dair piyasada bir hayli kitap var. Eğer aynı türden bir kitabı biz
de çıkarırsak bu şüphesiz ya gereksiz'bir çaba ya gösteriş ya da nafile türünden
bir iş olurdu. Orijinal söylemi ya da kendine ait olmasa da güzel bir rivayet
sistemi oluşturmayanların kitap yazması sanırım iyi olmasa gerektir. Bu açıdan
hem güzel ve farklı olacağını düşündüğümüz bir dirayet, hem el altında rahat
bakılabilecek zahmetsiz bir rivayet sistematiği ve de kelam ilminin bir kısmına
dair kuşatıcı bir çalışma sunmaya çalıştık. Konunun çok zor ve tehlikeli
olduğu malumunuzdur. İlmimizin azlığını, konulan iyi
sistematikleştiremediğimizi görüyor, diğer bazı eksikliklerimizin de
tarafınızdan mazur görülmesini istiyoruz. Hatalarımızın (varsa eğer } düzeltilmesi
gerektiğine inanıyor, görüş ve eleştirilerinize açık olduğumuzu belirtiyoruz.
Bu kadar çok delil
oluşturmakta ve bulmaktaki amaç elbette rıza-i ilahi olmalıdır. Ama bunun
haricinde bir amacımız vardır ki o da şudur: Bu konuda yani Allah'ın varlığı konusunda
en fazla delili bulmak ve karışık bilgileri toplayıp yararlı olmaktır. Bu
bahiste en fazla delili bulmak çabası, bir şeref ve onurdur. Asıl onur ve
şeref elbette Allah'a ve Resulüne aittir. Tembihimiz şudur ki "Hiç kimse
imamnı beğenmesin, imanım yeter ve tam düzgün demesin."
Ya Rabbil Seni yanlış
tarif etmekten yine sana sığınırız. Bizİ ve tüm inananları bağışla. Şüphesiz
Sen, bağışlamayı seversin. Sözün başı gibi sonu da Allah'a hamd etmektir.