Önsöz

 

Her işin baştnda ve sonunda hamd Allah'adır. Salât ve selam O'nun Resulüne; âline ve ashabına olsun. Yine; yegâne güç ve İhtişam sahibine,

Zuhurunun şiddetinden dolayı görünmeyene,

Mutlak hüviyet oluşundan dolayı, gereğince kavranılmayana,

Gözlerin görmekten aciz olduğu o ulu sultana,

Kendisinden başka hiçbir kudret dairesi bulunmayan, o yüce padişaha,

Sevene ve sevdiği için yaratana,

Eksik ve noksanlığın zatına ulaşamadığı tek,   yegâne varlığa,

Memuru olan, ama yardıma muhtaç olmayana,

Madde ohnaktan ve şekle girmekten beri olana,

Gözsüz görene ve kulaksız işitene,

Elsiz yapana, bedensiz iş görene,

Varlığın yegâne sahip ve koruyucusuna,

Kıymetin ancak onunla kıymet olacağına,

Her yerde olan ve hiçbir yerde olmayana,

Zat ve sıfatlarında artma ve eksilmenin olmadığı o zatı,

İmtihanı mükemmel bir şekilde gerçekleştirene,

Çifti yaratıp tek kalana,

Sevilmeye ve övgüye layık olana,

Rahmeti gazabını geçene hamd eder; sena ve şükrü O tahsis ederiz.

 

Kitap Hakkında Bazı Notlar:

 

Tabiat ve diğer her şey niçin ilah olmaz? Allah yok diyenlere! Kâinat kendi kendine oldu diyenlere!

• Yaşadığımız çağla beraber mantıkçı ve akılcı düşün­cede patlama yaşandığı bir gerçek. Bu açıdan Kelam ilmi­ni az ya da çok bilme gereksinimi doğmaktadır, imam Pezdevi, tüm ehli sünnet âlimlerinin, Eşari ve Mutezile­nin kelamı öğrenme konusunda cevaz verdiklerini, yerli ve yabancı saldırılara karşı Kelam'ın öğrenilmesinin farz olduğunu yazar. (Bakınız İ.Pezdevi, Ehli Sünnet Akaidi, sh.5) Bu kitap da bu bilinçle yazıldı. Ameli terk edip, İs­lam'ın izzetini ve onurunu koruma erdemini bırakıp da Kelam tartışmalarına girmek ise Müslümanların bulun­dukları hâle ve zor duruma uymayacağı aşikârdır. Bu açı­dan biz, Kelam ilminin yararlı ve güncel yönlerinden fay­dalanma gerekliliğini inanıyoruz.

• Unutmayalım ki ilimlerin farziyeti dahi yer ve ko­numla alakalıdır. Bir fıkıh meclisinde Kelam gerekli de­ğilse de İslam itikadının konuşulduğu, İslam'a ve hak mezheplere saldırının olduğu bir mekânda, ateist ve sosyalist bir ortamda ne siyer, ne fıkıh, ne de benzer ilimler farzdır. Evet, bu ortamlarda farz olan yani gerek­li olan Kelamdır ve İslami felsefedir. Bu ortamlarda İs­lam'ın savunmasını ve düşünsel savaşımını en iyi Ke­lam ilmi yapar.

  Kitapta Kelam ilminin tartışmalarına da girmedik. Güçlü ve sağlam olduğunu düşündüğümüz delilleri al­dık. Baştan sona kadar otorite olan İslam âlimlerinden faydalandık. Kelam ilminin; "İslam inananın kurallarını mantık ve akılcı bir yolla, vahyin kılavuzluğunda, İs­lam'ın hak olduğunu ispatlamaya çalışan bir bilim dalı" olarak tarif edildiği malumunuzdur. Dolayısıyla, bu ta­nım çerçevesinde kelam ilminden faydalanmanın Müslümanların görüş ve muhakeme kabiliyetlerini son derece güçlendireceği, İslam'ı daha iyi kavratacağı aşikârdır. Bü­yük İslam âlimlerinin tümünün (Ebu Hanife, İmam Şafiî gibi) hatta kelamla arası iyi olmayanların da, kelam ilmi­ni az çok okudukları bir gerçektir. Kelam ilmi üzerindeki eleştiriler, Kelam ilmini eleştirmekten çok, ilmin düzeltil­mesine dairdir. Yoksa mutlak manada kelam ilminin te­mel bir ilim olduğuna kimsenin bir itirazı da yoktur. Do­layısıyla avam mantığıyla bu İslami ilimleri horoz gibi dövüştürüp, fıkıh üstündür, siyer daha üstündür, benim Dim senin ilmini döver... gibi batıl bir dayatma ve tav­da düşmemek lazım gelir. Asıl olan, ilimleri İslam'ın ve onuru için kullanmak ve çalıştırmaktır.

• Kitaptaki bazı deliller için "zayıf" denilebilir. Buna karşı deriz ki, nice kalın halatlar ince ipliklerden oluşur. Kaldı ki zayıf demek yalan ve mevzu demek de değildir.

• "Konu çok ve gereksiz uzatıldı " denirse biz deriz ki: Harç temele çok verildi diye bir zarar söz konusu olmaz. Bunlar temel konulardır. Ama gövde ve çatı çok fazla ağırlaştırılırsa o bina batabilir. Yani bu denilen eleştiri binanın gövde ve çatısı içindir. Kök için bir değer ifade et­mez. Köke giden fazla harç, fazlalık değildir. Yine deriz ki kısa boylulara (inkarcı, ateist ve bozuk itikatlılara) uzun boy (Hak) göstermek daha evladır.

  Bu konular sadece Allah'ın varlık delilleri değildir. Aynı zamanda bize Kelami ve felsefi tarzla rabbimizi tanıtmaktadır.

• Kitapta tekrarlar çoktur. Bu doğal görülmelidir. Çün­kü "ilmin anası tekrar, irşadın etkisi de tekrarındandır."

Eğer denilirse ki "sizin gibi insanların bu tehlikeli (Ha­bislerde dahi bu tehlikeye atıflar vardır.) konulara girmesi caiz değildir. İmana zarardır." deriz ki: Biz sadece miikem-nettık mefhumunu baz aldık, bundan hareketle düşünüyor kulak veriyoruz. Mükemmellik mefhumunun bu konuda temel bir umde olduğunu ve her türlü yan­lışlığı önleyeceği kanısındayız. Tartışmalı, gereksiz konula­ra girmiyoruz. Çıkışımızın düzgün, yolumuzun ve metodu­muzun sağlam olduğuna inanıyor, Allah'a iltica edip Ondan yardım diliyoruz. En güzel O'dur en iyisini de O bilir. Her iyilik O'ndan ve her kötülük bizim kendi nefsimizdendir. Hatalarımız bizi bağlar.

 

TENZİH (LA İLAHE) KISMI (TABİAT İLAHTIR DİYENLERE... İLAH OLAMAYACAKLAR)

 

Evvel

 

1- Başlangıcı olan hiçbir şey ilah olamaz: Bir şey doğ­muşsa, kesinlikle onun bebekliği de vardır. Bebeğin korunmaya, büyütülmeye ve yardıma ihtiyacı da vardır. Bu dev­rede (oluş aşamasında) dışardan bir başka yardımcı olması lazımdır. Bu yardımcı da olamayacağına göre başı olanın, ilah olamayacağı savı yüzde yüzlük bir kesinlik ifade eder. Tüm doğanlar büyür, yaşlanır, hastalanır ve ölürler. Kâinat 15 milyar yıl önce doğdu, büyüdü ve şu anda yaşlanmış du­rumda. İşte bundandır ki doğan ilah olamaz. Çünkü o, za­yıftır, koruyucuya muhtaçtır, onu ilk yapana muhtaçtır. Al­lah ise doğmaz, doğamaz. Çünkü birinin kâinatı doğurma­sı, ibda etmesi lazımdı. İlah mükemmel varlıktır. Mükem­melin başı, doğumu ve büyütülmeye muhtaç olması akı] kân değildir. İşte bu açıdan evveli olmayana (o büyük zata) iman değerlidir. Onun ilmi evvel, zatı evvel, sıfatı evveldir. Yine O, başın başı sonun başıdır.

"Cenab-ı Hak ezelîdir, ebedîdir, evvel ve ahirdir. Hiçbir cihette ne zatında, ne sıfatında, ne ef âlinde naziri, küfüvü, şebîhi, misli, misali, tnesîli yoktur." (Sözler sh: 412)

 

Ahir

 

2- Sonu olan bir şey ilah olamaz: Sonu olan, eğer ilah ol­sa, kendini sondan ve Ölümden kurtarır. Kendini kurtara­mayan şu yaşlı kâinat, kime ilahlık yapabilir? Çok güçlü ol­saydı kendini yaşlanmaktan kurtarırdı. Eğer "kâinatın sonu yok" dersen, hata edersin. Çünkü her doğan ölür. İlim, kâ­inatın ölebileceğim, büyük patlamalarla yok olabileceğini, artık ispatlamış durumda. Kâinat maddedir ve Ölmeyen, değişmeyen ve de bozulmayan, hiçbir madde yoktur. O, sondur; ilmin sonu, hükmün sonudur. O'ndan gayn yoktur. Ahir O'dur ve ahiret de O'nundur. Başı ve doğumu olmadı­ğından O'nun sonu da yoktur. Sonunu ve kurtuluşunu dü­şünen, elbet O sonsuz güce, ahirsiz ömre tabi olmalıdır.

 

Kadim

 

3- Aciz zat ve varlıkların kadim olması imkânsızdır. Kadim olmayan ilah olamaz. Arazlar (sonradan olma var­lıklar, varlıkları başka şeylere bağlı olanlar) baki kala­maz: İmkânsız olan, aciz zatların ya da varlıkların, kadim olmasıdır. Gerek insan gerekse diğer tüm varlıklar ebedi de­ğildirler. Ebedi olmadıklarına dair delil ise sonsuz defa son­suzdur. Bu deliller; onların zamanda oluşları, mekânda oluşları, güçlerinin sınırlı oluşu bilgi ve düşünceden mutlak manada yoksun oluşlarıdır. İmkânsız olanın acizlerin kadim olamayacağı kanunu, bize ancak kadim ve evveli olma­yanın ve ahiri olmayacak olanın, ilah olması gerektiğini gösterir. O kadim, zatı kadim, hükmü ve sıfatları kadim ve saltanatı kadimdir. Sonsuzluk şerbetini tatmak isteyen elbet O kadim olana uymalıdır. Nitekim şeytan, Adem'i bu ka­dim olma arzusunu kamçılayarak kandırmıştı da yasak ağaçtan yedirmişti. Kimi rivayetlere göre Lokman-ı Hekim bu ölümsüzlük şerbetinin peşinden koşmuştu.

 

Parça

 

4- " Bir bütünün parçaları sonlu ise tamamı da sonlu­dur. Parçaları sonlu olan ilah olamaz." (El-Kindi): Bütün sözcüğü, ayrık olan maddelerin bir araya gelmesine verilen bir isimdir. Eğer maddeyi oluşturan parçalarda bozulma olabiliyorsa ya da bu parçalarda yok olma temayülü varsa, o bütün de parçalarının kaderini taşır. Bu mantık kuralı bi­ze tüm madde, cisim ve enerji türlerinin ilah olamayacağını ispatlar. Çünkü düşündüğümüz ve bildiğimiz tüm bütünler parçalıdır ve tüm bütünler ilah olmakla alakalı olan sonsuz­luktan mahrumdurlar. Allah ise parça değildir. Parçası yok­tur, dolayısıyla "parçası sonlu olanın bütünü de sonludur" gibi bir mantık kuralına tabi değildir.

 

Bütünlük

 

5- Parçası (parça-buçuk) olan hiçbir şey ilah olamaz:

Her maddenin cismi parçalardan, atomlardan, hücrelerden oluşur. Madde kendi içindeki bu parçalara gebedir. Onlar-siz bir hiçtir, fakirdir, onlara borçludur. Zayıftır, çünkü muhtaçtır. İçindeki zerreye muhtaç olan kime ilahlık yapa­bilir? Kime yaratan olabilir? Oysa Alİah, madde değildir. Tamdır. Hücreleri yoktur, parçası olmamıştır. Söyle baka­lım! Kim ilahhğa daha layıktır? Şu parça-buçuk tabiat mı, Allah mı?

 

Bil Fiil Nihayetsizlik

 

6- "Hiçbir cisim bil fiil nihayetsiz olamaz. Ama tasav­vurda olabilir. İlah olanın hem bil fiil hem de tasavvurda nihayetsiz olması lazımdır." (El-Kindi): Bil fiil nihayetsiz olmanın manası şudur: Bir varlık hal ve hareketiyle sonsuz olabiliyorsa yani varlığı sonsuz ise o şey bil fiil nihayetsiz demektir. Yani elma, eğer varlığı ile sonsuz olabiliyorsa o el­ma bil fiil sonsuz demektir. Tasavvurda sonsuz olmak ise düşüncede o varlığı sonsuz bilmek demektir. Yani elma için, "elma sonsuzdur" yargısında bulunmak demektir. Oysa el­ma düşüncede sonsuz diye tasavvur ediliyorsa da bil fiil oluşta hiç de sonsuz değildir. O halde tüm sonradan olma varlıklar ve hassaten tabiat, tasavvurda sonsuz olabilirse de (bil fiil var olursa da) sonsuz olamazlar. Allah ise hem dü­şüncede sonsuz, hem de varlığı (fiili) ile sonsuzdur.

 

Madde

 

7- Madde olan hiçbir şey yaratıcı (ilah anlamında ) ola­maz. Madde başlı başına zayıftır. Hücreye muhtaçtır, za­man onun düşmanıdır, zamana bağımlıdır. Madde doğ­muştur ve ölecektir. Madde bir yere ve mekâna borçludur. Madde zayıftır, gücü ancak cismi ya da yapısı kadardır. Fazla ağırlığın altında ya eğilir, ya parçalanır ya da yok olur. Oy­sa Alİah, tüm bu maddedeki zaaflardan temizdir, beridir. Ta­biat maddedir. Ve madde olan her şey zayıftır, zaaf sahibidir.

 

Duyular

 

8- Duyuları olmayan hiçbir şey yaratıcı olamaz: İnsanda 5 duyu vardır. Duyar, görür, koklar, dokunur ve tadar. Oysa tabiat ve madde bu özellikîerden-bile mahrumdur. İnsan on­lardan çok daha ileridir. İnsan bu zayıf ve bağımlı haliyle ilah değilken, kendinden çok daha düşük olan tabiat mı ilah olur? O halde ilah olmak için duyular olmalı. Ama mükem­mel duyular tabiî ki. Yani her şeyi görmeli, duymalı, her şe­ye dokunmalı'... işte Allah bunun için yegâne ve tek ilahtjr, yaratıcıdır.                                              

 

Her Şeyden Farklı Olan

 

9- "O, düşüncede tasavvur edilen her şeyden farklıdır." (Hz. Hüseyin): Bizim düşüncede biçtiğimiz hiçbir elbise ve kılıf, hiçbir şekil ve tasavvur ona uymaz. O, kadınlık ve er­keklikten, göz ve elden beridir. O'nun hakkında yapılan her batıl tasavvur O'na kılıf ve had (sınır) biçmektir ki bu bir ba­kıma şirk ve cürümdür. Yani biz Allah için uzuv sahibi olma ve çocuk nevinden bir şeyler düşünürsek bu düşünüşle hem O'na bir kılıf ve had yani bir sınır, hem batıl bir benzetme ya­ni teşbih, hem de bir batıl zan ve iftirada bulunmuş oluruz. Tabiat ise sonludur ve sonlu olan hakkındaki bilgi ve tasav­vur da sonsuz olmaz. Yani, tabiata hem had ve sınır, hem de zan ve kılıf biçilebilir.

 

Maddi Duyular

 

10- Duyulan maddi olan ilah olamaz: Evet duyular ol­malı ama duyular da bizdeki gibi maddi olmamalı. Madc: (yukarıda izah edilmişti) bu kadar zayıfken maddeden ya­pılan duyu, siz düşünün ne kadar zayıftır. O halde ilah oh-nm gözü olmamalı, ama görmeli; kulağı olmamalı, arr.:. duymalı... İşte Allah bunlara, bu duyulara muhtaç olmada:', iş gören tek varlıktır. Eğer desen, gözsüz nasıl duyulur, ku­laksız nasıl işitilir? Biz de deriz ki, işte bunun yüzünden biz O'na Allah diyoruz ya! Yani hiçbir şeye muhtaç olmadığı için biz O'na Allah diyoruz.

 

Bağımlılık

 

11- Başka şeylere bağımlı olan yaratıcı olamaz: En güç­lü olan varlık, kimseye muhtaç olmayandır. Maddeye, arka­daşa, kadına, suya, havaya, ordulara, yardımcılara ve hiçbir şeye... O halde mükemmel ve kusursuz varlık odur ki,o değil, ama her şey ona muhtaç olsun. İstediğini istediği gibi yapsın, bozsun ve etsin. Tabiat ise her şeye muhtaçtır. Fa­kir ve zelil tabiatı, ilah görmek başlı başına fakirlik ve sefa­lettir.

 

En Yüce

 

12- İlah ancak insandan yüce, hem de en yüce olurca ilahtır: Tabiat mı daha yücedir insan mı? Bu soru kime so­rulursa sorulsun cevap, "insan tabiattan yücedir" şeklinde olur. Hem de olmalıdır. Biz insanlar, tabiat cisminin büyük­lüğü ve maddi gücü hariç, ondan yani tabiattan her açıdan akıl, kalp, görüş, ruh, sezi... daha yüceyiz. O halde tabiat bizden aşağı iken, bize nasıl ilah olabilir.

 

Kusursuzluk

 

13- Kusur sahibi ve zaaf sahibi olan hiçbir şey yaratıcı olamaz: Kusur ve eksiklik ancak mükemmel olmayanlarda vardır. Yani kusur, Allah hariç her yerdedir. Bil ki kusurlu varlığın ilah1 olması için, ilk önce kendini bu kusurdan kur­tarması lazımdır. Sakatların yaptığı iş mükemmel olamaz. Mükemmel işi ancak mükemmel olan varlık yapar. Kâinat bu anlamda mükemmel değildir. Sonu vardır, tabiatta bü­yük patlamaların olması halinde düzenin çok kısa sürede bozulacağı hatta birkaç dakikada yok olabileceği gerçeği, bilim dünyasında çok sık konuşulmaktadır. Kusurlu ilah ta­savvuru ancak bir nevrozik vaka olabilir. Akıllı hiçbir varlık kusurlu ve eksik ilah tasavvurunda olmaz, olamaz.

 

Müştereklik

 

14- Müştereki olan ilah, ilah değildir: İştirak ve müşte­reklik yani şirk, ilah için caiz değildir. O'nun haricinde tüm canlılar için müştereklik caizdir ve vardır, İlah için müşte­reklik zaaftır, sakatlıktır, zulümdür ve kaostur.

"Sinek kanadından tut, ta semâvat kandillerine kadar, bir sinek kanadı kadar şerike yer yoktur ki parmak karıştırsın. " (Sözler sh: 598)

"Bütün mevcudat, bütün zerrat, bütün yıldızlın; her biri Vâ-cibii'l-Vücudıın (Allah) ve Kıidir-i Mııtlakın vücub-u vücuduna birer burhan-ı ncyyirdir. Bütün kâinattaki silsilelerin her bin Onun vahdaniyetine birer delil-i katfdir." (Sözler sh: 605)

"Tesadüf, şirk ve tabiattan teşekkül eden fesat şebekesi­nin âl em-i İslâm'dan nefiy ve ihracına Risale-i Nurca veri­len karar infaz edilmiştir." (Mesnevî-i Nuriye sh: 181)

"Müteaddit eller nıüstebidâııe bir İşe karıssalar, karıştırırlar. Bir memlekette iki padişah, hatta bir nahiyede iki müdür bulunsa, intizam bozulur ve İdare here ü inere olar. Hâlbuki sinek kanadın­dan ta semâvât kandillerine kadar ve hüceyrai-ı bedeniyedeu ta seyyaratm burçlarına kadar öyle bir İntizam var ki, zerre kadar şirkin müdalıalesi olamaz" (Şualar sh: 152)

"Ey esbabperest ve tabiata tapan biçare adam! Madem her şe­yin tabiatı, her şey gibi mahlûktur; çünkü san'atlıdır ve yeni olu­yor. Hem her müsebbep gibi, zahiri sebebi dahi masuıt'duı: Ve ma­dem her şeyin vücudu pek çok cihaza t ve âletlere muhtaçtır. O hal­de, o tabiatı icad eden ve o sebebi halk eden bir Kndîr-i Mutlak var. Ve o Kadİr-i M.utlnkııt ne ihtiyacı var ki, âciz vesâiti rububiyetıne ve icadına teşrik etsin Hâşâ!" (Lem'alar sh: 186)

 

Sınırsızlık

 

15- Sınırlı olan yaratıcı olamaz: Kendisine sınır biçilen, her varlık zaten noksandır, baştan eksiktir. Ucu-bucağı olan, uçsuz bucaksız iş yapamaz. Gücü noksan olanın işi de nok­sandır. İlmi az olanın, yaptığı iş düzensiz, çabuk bozulan ve temelsizdir. Çabuk yıkılır. Onun için bir şey ilahsa; gücünde, il­minde ve her vasfında sınırsızlık olmalıdır. "İnsanın her şeyi sınırlıdır. Sınırlı olan bir şey sınırsız düşünemez. Allah ise var­lığı sınırsızdır, sonsuzdur. Öyleyse Allah hakkında gereğince hükme varamayız." Descartes. (Descartes, bu sınırsız varlığın düşünüşünü kavrayamadığı ve çözemediği için bu sefer de in­kâra sapmış ve inkarcılar için bir delil, bir dayanak olmuştur.)

 

Zaman

 

16- Zamana mahkûm olan yaratıcı olamaz: Zaman, mad­de ile beraber çıkan bir kavramdır. Hız arttıkça zaman daha geç geçer. Hız sonsuz olursa zaman, hiç olmaz. Yani zaman kavramı dâ oluşmaz. Misal, çok hızlı olan ışık güneşten bize kadar 8 dakikada ulaşır. Biz ise bu süre zarfında uzun bir de-vir dünyada kalmışızdır. Zaman, insanın ve maddenin dört zindanından biridir. Madde, zamanın dışına çıkamaz, za­man yıpratıcı bir etkendir, zaman tüm maddeleri içinde eri­tir. Zaman, insanın veya maddenin gücünü sınırlar, ölümü getirir, değişimi getirir... Onun içindir ki tabiat maddedir. Zamana mahkûmdur, zamanın etkilerinden kurtaramaz kendini. Kindi: "Zaman hareket sayısından ibarettir, demiştir. Yani zaman, hareketin saydığı müddettir. Zaman, hareket ve cisim bitişiktir, icaddirlar. Zaman, geriye doğru son bulur. Eğer böyle olmasa şu an zaman olmazdı. Dün bu­gün ve yarın gibi zamansal ifadeler zamanın yığılan ve art arda takip eden bir mefhum olduğunu kanıtlar. Oysa Allah, zamandan bağımsızdır. Onu yaratandır. Ona hükmetmesi için ondan bağımsız olmalıdır. Ve Alİah, bağımsızdır, zaman dahi ancak O'nun varlığıyla vardır.

 

Mekân

 

17- Mekâna mahpus olan hiçbir şey yaratıcı olamaz:

Mekân; yer, mevki ve konumdur. Tüm maddeler gezsin ya da gezmesin bir mekân içindedir. Mekân, maddenin dört zindanından biridir. Mekânın kanunları vardır. Mekân, da­manın bir numaralı arkadaşı yoldaşıdır. Zamanla beraber ikili ortaktırlar. Madde, mekândan bağımsız olmadığından ötürü onun tüm kanunlarını(çekim, hareket, atom kanunla­rı...) üzerinde hisseder ve ondan bağımsız da olmaz. Mad­de, mekândan dışarı çıkamaz, onu aşamaz. Enerji bir mik­tar maddeden bağımsızdır. Ama onun da gücü sınırlıdır. Melek ve cin denen varlıklar değişik enerji beden varlıklar­dır. Onun için mekânın kanunlarını bir derece aşabilirler. Tabiat başlı başına mekândır. Maddedir. İlah olması imkân haricidir.

"Yüceliği, yükseğe çıkmakla olmadığı gibi gelmesi de yer değiştirmekle değildir." (Hz. Hüseyin) Yani onun varlı­ğı ve varlığına dair işleri bir mekânsal değişimle olmamış­tır. O tüm mekândadır ve ayrıca yakınlaşmasına gerek yok­tur. Onun yüceliği de mekânsal bir yücelik ve mekânla ala­kalı bir değişimden dolayı değildir. O yücedir ve yüceliği bir dış etkenle olmamıştır. O yakındır ve yakınlaşması biz­deki gibi bir yer değişimi bir geliş, değildir.

 

Sonsuz Gizem

 

18- "İlah gözden gizli olduğu gibi akıldan da gizlidir"-(Hz Hüseyin): O'nun gizeminin sınırı yoktur. Sadece göz­ler aciz kalmaz. Aynı zamanda akıllar da O'na karşı acizdir. Göz O'na dayanmadığı gibi akıl da O'nun varlığım anlama,vanaksızdır. Akıl ancak O'nun bildirdiklerinin yani inin bildirdiği kadar fenm sahibidir. Tabiat, göze aşikâr

kla da aşikârdır. Gizeminin sınırı elbet bir bir tükenir. Pil et bir gün onun da ziynetleri biter. "Yerdekilerden gizli ldueu gibi göktekilerden de gizlidir."(Hz. Hüseyin) Me­lekler ya da arşı taşıyan melekûtlar, O'nu tam anlar deme-vin O, onlara da gizlidir. Miraç'ta Cebrail aleyhisselam'ın Resulullah'ın(s.a.v) gidebildiği yere gidememesi acaba ne­ye işarettir? Allah, kudsi hadiste şunu belirtmişti. "Ben bi­linmez bir hazine İdim, bilinmek için mahlûkatı yarattım." (Suyuti,ed-Dürerül-Müntesire, sh.125)

 

Mükemmel (Ekmel) Varlık

 

19- Mükemmel olamayan yaratıcı olamaz: Mükemmel, eksiklikten ve güçsüzlükten beri (uzak) olmaktır. Mükem­mel olmak, her açıdan sınırsız olmaktır. Eleştirilecek hiçbir tarafı olmamaktır. Yapmak istediğini istediği gibi. yapabil­mektir. İstediği gibi kanun koyabilmektir. Kanunlara bağlı olmamaktır. Sınırsız, hür olmaktır. Oysa tabiat, sizin de gör­düğünüz gibi bu özelliklerden mahrumdur. Tabiat, kanun koyucu değil, kanuna tabi olandır. Kusursuz da değildir. Yalnız "kanunlara uymada tabiat kusursuzdur" denilebilir. Bu da onun ilah değil ancak iyi bir abd ve hizmetkâr oldu­ğu anlamına gelir. Yani o, kuralları koyana (Allah'a) karşı tam ve kusursuz bir itaat içindedir. Hz. Hüseyin şöyle bu­yurmuştur: "Düşünceyle varılan rab, rab olamaz." Bu delil Ük Olarak parabi tarafından "Ekmel Varlık Delili" olarak sis-temleştirilmiştir.

 

Kavranılmak

 

20- Tam kavranılabilen yaratıcı değildir: Sınırlı akıl, sı­nırlı düşünüş, sınırlı güç, sınırlı hareket... tüm bu sınırlara mahkûm hiçbir canlı, mutlak ve yegâne varlığı tamamen anlayamaz. Eğer anlayabilirse bilin ki o anladığı ilah, ilah değildir. Akıl şunu da kabul eder ki sınırsız hiçbir varlık tam kavranamaz. "Ben kavrarım." diyen, kibir ve gururun­dan bunu söyler. Ve o kişi dar aklını kendine bir ilah edin­miştir. Ya da anlamayacak kadar cahildir. Bazı insanların bu konularda şaşırmasının, şüphelere girmesinin hatta sapıt­masının ana nedeni budur {anlayamamak). Onlar illa "tama­men anlayacağım"der, ama konuların altında kalırlar. Bu konularda kendilerini güvenilir elçilere (Peygamberlere) teslim etmezler. Şüphesiz ilah olan yalnız elçileriyle konu­şur. "Bizimle hiç konuşmaz mı?" dersen; "Mahkeme günü seninle ayrıntılı konuşur, hatta istemediğin kadar çok konu­şur" deriz. Oysa tabiat maddedir ve ilmi de bir yerde biter. Kanunları da bir gün gelir ki tükenir. "Ceberutu hiçbir kal­be yerleşmez" (Hz. Hüseyin) O'nun o kuşatıcılığı ve sonsuz kudreti kalplerin anlayacağı bir hadise değildir. "Hiçbir methedici O'nun azametinin künhüne varmaz."(Hz. Hüse­yin) Biz insanlar ve diğer canlılar O'nu metheder överiz. Bu övgülerimiz güzel ve hoştur ama yine de eksiktir ve nok­sandır, O'nu tariften uzaktır.

 

Sahiplik

 

21- Sahibi bulunan hiçbir şey yaratıcı değildir: Evren­deki her şeyin bir sahibi ve maliki vardır. Dünyanın sahibi güneş, güneşin sahibi Samanyolu galaksisi, onun sahibi ga­laksi kümesi, onun da sahibi kâinattır. Kâinatın da Allah... Maliki ve sahibi olmayan bir tek Allah'tır. Her şeyin sahibi vardır. O halde bir şey diğer şeyin mülkü ise ona ilah de­mek muhaldir. İlahın sahibi olmamalı. Sahibi ve maliki bu­lunan her ilah taslağım inkâr etmek, biz insanlara farzdır.

 

Tek

 

22- Ahad.(Bir-Tek) olmayan yaratıcı değildir: "Bir" sa­yısı tüm sayıların anasıdır. Tüm sayma sayıların başıdır. (Gerçi ondalık sayılar dahi bir'in konumuna göre alta ve kü­surata dönüşürler ki bu gerçek yine değişmez.) Tüm çok­luklar birden "türemedir. Kur'an Allah için "Ahad" (Kul hu-wallahu ahad) der. Bu bir'den öte "tek" ^emektir. TEK'ten sonra iki gelmez. Evvel(Bir)den sonra sani gelir, ama Ahad'den sonra ne sani ne de başka bir sayı gelebilir.(Mu-tahhari, Adli İlahi adlı kitabına bakınız) Bir ağaç iki tohum­dan türemez, tohum tektir. Allah tektir, hatta "bir" dahi onu tam tarif etmez. "Kâinat da birdir" dersen biz deriz ki "Kâ­inat çokluğun genel adıdır." Yoksa tektir, denemez. Bir der­sek (tabiat için) dahi kaç kâinat veya âlem vardır? Alemler çoktur. Kaldı ki yine bir derseniz (tabiata ) diğer özellikler kâinatı bu açıdan devre dışı bırakır. Hıristiyanların üçlü tes­lisleri ile Mecusilerin iki tanrı(Yezdan, Ehrimen) inanışları tamamen batıldır.

"Semada yıldızlan kadar, zeminde çiçekleri kadar berâhin-i tevhid (Tevhid delilleri) görünüyor, okunuyor. " (Sözler sh: 387)

"Arkadaş, Tevhid iki çeşit olur:

Birisi amiyane tcvhiddir ki, "Allah'ın şeriki yok ve bu kâinat O'nun mülküdür" der. Bu kısım tevhid sahiplerinin fikirce gaflet ve dalâlete düşmeleri korkusu vardır.

İkincisi hakikî tevhiââir ki, "Allah birdir, mülk O'nundur, vü­cut O'nundur, her şey O'nundur" der; lâyetezelzcl bir itikada sa­hiptirler. Bu fasını tevhid sahipleri, her şeyin üstünde Cenab-ı Hakkın sikkesini görür ve her şeyin cephesinde bulunan mührü­nü, damgasını okur. Ve bu sayede huzurîbir tevhid melekesi ma­liki olurlar ki, dalâlet ve evhamın taarruzundan kurtulurlar. (Mesnevî-i Nuriye sh: 11)

 

Zıtuk

 

23- Zıddı olan yaratıcı değildir: Madde-anti madde, ka­dın- erkek, su- ateş, sıcak- soğuk... madde ve enerji türleri hep zıtlardan oluşurlar. Çekme-itrne, sevgi- nefret de anti madde olup zıddı olanlara örnektirler. "Allah'ın zıttı şey­tandır" dersen yanılırsın. Çünkü O'nun zıddı yoktur. Şeyta­nın muhatabı düşmanı ve zıddı insandır. Mutlak gücün zıt­tı olmaz. Olsa o şey, ilah olmaz. Oysa kâinat maddedir. Ama onun da zıttı anti maddedir. "Zıddı olan kadir sayıl­maz. "(Hz. Hüseyin) Sonsuz kudretin antisi yani zıddı yok­tur. Alternatifi olan ilah, ilah olamaz. İkizıddın bir arada ol­ması cebri bir müdahaleyi gösterir. Sonsuz güç, zıddının oluşunu kabul etmez.                  

 

Eksilmek

 

24- Eksilen yaratıcı değildir: Çok parçalı ve atomlu maddeler ve tüm enerji türleri harcandıkça ya da çekildikçe azalırlar. Kâinattan Andromeda Galaksisini çıkarırsanız o çıkarma anında da az ya da çok eksilme olur. Oysa Allah sonsuzdur. O verse de alsa da O'nda bir şey değişmez. Za­ten sonsuz güç, kendini daima hazır ve dolu görür, eksilme­si imkân dışıdır.

 

Tam Bilmek

 

25- Her şeyi bilmeyen, yaratıcı olamaz: Yarım cahil, tam cahil ya da ne derseniz deyin, İlmin tümüne sahip olmayan ilah değildir. Her şeyi yapabilmek için her şeyi bilmek la­zımdır. Kâinat ise, kendinde ilim var, amg kendisi âlim de­ğildir. Kitap yüklenmiş eşek gibidir, dersek abes olmaz. Ki­tabı, bilgiyi ve fen bilimlerini yüklenmiş, ama onun yani ta­biatın kendisi, bunları bilmez, düşünemez; hatta farkında bile olmaz. Bilgi, sonsuzdur ve nihayetsiz bir alime ihtiyaç duyar.                           

 

Renk

 

26- Renklere bürünebilen ilah değildir: Renklilik mad­de olmaktır, şekillenmek ve sınırlanmaktır. Renk, kabuklan­mak ve biçimlenmektir. Allah'ı tenzih ederiz.

 

Bilinç                           

 

27- Farkında / bilincinde olmayan ilah olamaz: Bildiği­ni bilmeyen, yaptığının bilincinde olmayan, taşıdığı yükün farkında olmayan kısacası farkındalık dediğimiz bilinç halin­den mahrum tabiat ya da bir başka ilah düşünülemez. İlah ken­disinin, yaptığının ve yapacağının farkında olandır.

 

Mecburiyet

 

28- Bir İşi yapmaya mecbur olan şey, yaratıcı değildir: Mec­bur olan kısıtlanmış olandır. Tam hür ve tam yetkili olmayan­dır. Kanunlara dahil olmaktır. Oysa Alİah, kanunların dışında­dır. Kanunlar onu bağlamaz. O zaten kanunun kendisidir. Al­lah'ın yaptığı, istediğim istediği gibi istemek ve dilemektir. Onun için "Allah dilerse olur" deriz. "Allah beni kurtarmak zo­runda" demeyiz. Diyenler ise cahillerdir. O hürdür, O ister ve o şey oluverir. O, hiçbir şeye mecbur değildir, hatta Müslümanla­rı kurtarmak zorunda da değildir, "O, söz verdi, kanun koydu, kurtaracağım dedi" dersen, biz deriz ki, "O'nun işi dilemektir, hiçbirimiz, kurtarılacak kadar iyi değiliz. Amellerimiz bizi kur­taramaz. Kaldı ki Allah, bu konuda yani kurtuluş konusunda kanunu değiştirip daha zor bir kanun da koyabilir. O zaman yeni ve zor olan kanuna göre hükmedilirse bu da sonumuz de­mektir. Yani hangi açıdan bakarsan bak Allah, hiçbir şeye mec­bur değildir. Ama o iradesini ve isteğini iyilik ve rahmette kul­lanır, kullarına kanunların hep lehte olanlarını uygular, cezayı daima mükâfattan aşağı kılar. Tabiat ise kanun, zaman ve dü­zen gibi mecburiyetlere tabidir. Kâinat, yapmaya da yapılmaya da gebedir. Tabiatın işi uymaktır."

 

Enerji Beden

 

29- Enerji beden olan yaratıcı değildir: Madde zayıftır, ama enerji nispeten ondan daha güçlüdür. Zaten maddeyi ayakta tutan da enerjidir. Çekme-itme, ışın, ısı gibi enerji tü­ründen varlıklar tüm kâinatın ana kanunlarıdır. Onlar tüm kâinatın yok olmasına da etki etmede birinci etmendirler. Kâinat bunlara gebedir. Kâinat enerji beden olan meleklere muhtaçtır. Hz. İbrahim'in ilk yaptığı gibi "Aha! Buldum bunlar ilahımızdır" deyip yeni ilah olarak "enerjiyi" göre­mezsin. Bunu diyemezsin. Çünkü enerjinin dahi gücü bir yere kadardır. Üstelik enerji kaba güçtür ve onun bilinci, ak­lı ve duyuları yoktur. Melek, cin ve şeytan gibi bilinçli ener­ji türleri de sonsuz ilim, güç ve duyulardan mahrumdurlar. Demek ki Allah, bu açıdan da tek ve yektir.

 

Üstünü Olmayan

 

30- Kendisinden daha üstünü olan ilan değildir. İnsan­ların ekserisi şirk koşmaksızm iman etmemektedir. Güzel bir kadın görüp ona tapanlar, sesi hoş olan şarkıcıya tapan­lar. Futbolcu Ronaldo'ya tapanlar... Oysa ilahhk tek olmayı gerektirir. Birden fazla ilah olamaz. İnsanların taptığı birçok şeyin daha üstünü vardır. Eğer güneşe tapıyorlarsa bilin ki güneşten çok daha büyük yıldızlar vardır. En üstünler ma­kamlarını, yüceliklerini paylaşmazlar. Hele bu, ilah olmak ise bu imkânsızdır.

 

Üstünü Olamayan

 

31- Kendisinden daha üstünü olabilen ilah değildir.

Mademki insanların taptıkları çoğu şeyin daha üstünleri vardır. O halde eğer o üstün yoksa ama o, üstünün olma İh­timali var ise o şey, ilah olamaz. Mesela, "kâinattan daha büyüğü yok" denirse, biz şöyle deriz: Bu kâinattan başka ve daha büyükleri olamaz mı? Şüphesiz cevap: "Bilmem, ama olabilir" olur. İşte o ihtimal sözü dahi o şeyin ilah olmadığı­nı açıklar. Çünkü ilahhk makamının ötesi yani olabilirliği yoktur. (Descartes da bu konuda aynı fikirdedir.)

 

Düşünülemeyen

 

32- Kendisinden daha mükemmeli düşünülebilen ilah değildir. Öyle bir düşünüş ki öyle bir mükemmellik ki artık ufuklar dahi gayrisini düşünememeli. Alİah, öyle bir varlık­tır ki, sen O'na ve işlerine; "Keşke böyle olmasaydı da şöy­le olsaydı" diyemezsin. Çünkü işinde mükemmeldir. Her bakışında ve düşünüşünde gözler acizce dönmeli akıllar if­las etmelidir. Oysa kâinat, iş olarak güzel olsa da usta ola­rak bakarsan, çok noksandır. Bina güzel, ama sahiplik açı­sından ise kâinat güzel değildir. Oysa bizim düşüncelerimiz kâinattan çok daha engindir. Ama ona rağmen Allah konu­sunda aciz oluruz. Ufkun ve tasavvurun ötesinde bir zat vardır ki, o Allah'tır. "Düşünce ancak O'nun varlığına varır ve O'na iman edebilir. Ama O'nu vasf etmekten acizdir." (Hz. Hüseyin) Düşünce O'nu vasf edemez, çünkü O'nu ka­yıtlamış ve sınırlamış olur. O'na had ve sınır biçmiş olur. O'nu tanımlayamaz çünkü tanımlamak için yeterince tanı­mak lazımdır.

 

Letafet

 

33- Allah letafette (açıklık, saydamlık, mutlak sıyrılmışlık manalarında) sonsuz defa sonsuz bir varlıktır, Madde ise cisimdir ve yoğundur. Yoğun olan cisim latif olana giremez. (İmam Pezdevi, Ehli sünnet akaidi, sh.26) Bu açıdan vahde­ti vücud yoktur ve oluşamaz. İşte o en latif varlık bizzat Al­lah Tealadır.

 

Rakiplik

 

34- Rakibi olan yaratıcı değildir: Sizin rakibiniz varsa demek ki sizin otoriteniz, gücünüz ve saltanatınız da tam değildir. Demek ki size denk ya da yakın güçte biri veya bi­rileri vardır, demektir. Oysa yaratan ilktir. İlk olanın yanın­da ikinci biri yoktur. İkincisi olan ise ilk değildir. Yarış saha-sındakiler^ yani diğer varlıklara rakip vardır ve gereklidir. Ama yarışın içinde olmayan o sahada bulunmayan bir var­lığa rakip bulmak bir vehimden ibarettir. Oysa tabiat bir ya­rış ve uğraş mekânıdır. Mekândan öte bir anlamı yoktur. Ya­rışanlar ise o mekândaki bizim gibi bilinçli varlıklardır. Öy­leyse Allah, yarış sahasında veya yarışanlar arasında yok­tur. O, bizzat yarışın yöneticisidir, sahibidir. Ve sahipler de tek ve yek olurlar.

 

İşini Gereği Gibi Yapan

 

35- İşi, olması gerektiği gibi yapamayan yaratıcı ola­maz: Biz ve bizim gibi olan tüm yaratıklar, işlerini bilgi, tecrübe, maharet ve güçleri miktannca yaparlar. Yaptıkları da kendilerine benzer. İlah hariç hiçbir varlığın yaptığı iş, tam değildir veya olması lazım gelen kadar değildir. İlahın yap­tığı iş eğer yarımsa veya çeyrekse demek ki olması lazım ge­len buymuş denmelidir. Demek ki o varlığın orijinal hali bu sekilmiş. Nitekim dikkatli bir düşünüş bunu doğrulaya­caktır. Ölenler varsa demek ki bu doğanlar içinmiş, şek­linde düşünülür. Yarım elma eksik iştir denmez ve dene­mez. Ama "demek ki bu diğer yarımı göstermek içinmiş," diye düşünülür. Birileri kör ise gözün kıymeti bilinsin di-yedir. Kaldı ki tüm körler için başka bir diyarda gözler saklanmıştır.

"Madem şu kâinat ve mevcudat var ve içinde efai ve icad var. Hem madem muntazam bir fiil, fâilsiz olmaz, manidar bir kitap kâtipsiz olmaz, san'atlı bir nakış nakkaşstz olmaz. Elbette, şu kâ­inatı dolduran efâl-i hakîmânenin bir faili ve yeryüzünün mev­sim be mevsim tazelenen luu/retfezâ nukuşlarının, manidar mek-tubatnıın bir kâtibi, bir nakkaşı vardır." (Sözler sh: 566)

"Tabiat misali bir matbaadır, tâbi' değil; nakıştır, nakkaş değil; kabildir, fail değil; mistardır, masdar değil; nizamdır, nâzmı değil; kanundur, kudret değil; seriat-ı iradiyedir, hakikat-i hariciye de­ğil." (Mesnevî-i Nuriye sh: 250)

 

Yok Olabilme

 

36- Yok olabilen yaratıcı değildir. Eğer bir varlığın için­de yok olabilme temayülü varsa o ilah, ilah değildir. Yok ol­ma hali zaten büyük bir güçsüzlük belirtisidir. Kâinat yok olsa da olmasa da(ki olacaktır) onda yok olma, yok olabil­me hali vardır. Onun yok olabileceğini bilmek de bunu (yok olabilme ihtimali) gösteren bir kanıttır. Allah ise yok olma veya olabilme zaafından tamamen beridir.

 

Mükâfatı Ve Cezası Olamayan

 

37- Mükâfat ve cezası olmayan yaratıcı değildir: Eğer bir varlık kurallara uyana mükâfat, ihlal edene ceza vermi­yorsa o şey ilah değildir. Çünkü o varlık, bilince, adalete ve teraziye sahip değildir. Bu açıdan bakarsak tabiat ne ceza, ne mükâfat ne de başka bir durumdan haberdardır. Tabiatın adaleti yoktur. Sadece kendisine ve içindekilere karşı bir sa­vunması vardır. Fay, hattında ev yapanın evini yıktığı gibi. Ama mazlumların hakkını almaz. Ahlaksızlıkla ilgilenmez, yetim hakkını korumaz. Tabiat ancak budur, bunun harici de değildir.

 

Adalet

 

38- Adil olmayan yaratıcı değildir: Adalet, yerin ve göklerin temel direğidir. Olmazsa olmazfdır. Tüm varlık­lar var oluşlarını ona borçludurlar. Adil olan ilah, tüm varlıkları için ve onların haklarını almak için mahkeme kurup, netice verendir. İyiliği cennete, kötülüğü cehenne­me, haklıyı hakka kavuşturmak ilahın işidir. Şimdi sen söyle tabiatta adaletten ve hukuktan anlayacak hangi va­sıf vardır? Ahlak, ilim, muhakeme, tefekkür... bunlardan hangisi tabiatın vasfıdır?

 

İstemek

 

39- İstediğini istediği gibi yapamayan yaratıcı değildir: Kayıt altına alınma, sınırlanma ve kısıtlanmanın olmadığı bir varlık olmalıdır. O varlık isteyebilmeli, istediğini de ka­yıt olmaksızın yapabilmeli. İşte o varlık olmaya layık tek şey yalnız Allah'tır. Tabiat ise isteyemez istese de istediğini İstediği şekilde yapamaz, insan, O büyük zatı istemeli O'na yönelmeli sevmeli, sevdikçe yaklaşmalı, O'nu arzulamak, o arzuyla coşmalı, midesinin gürültüsünü ve beynindeki kar­maşayı o sevgiyle susturmalı. Allah ancak kendisini isteye­ni ister ve arzular. O'nu arzulamayanları ise O, doğaldır ki, arzulamaz.

 

Yoku Var Kılma

 

40- Yoktan varlık çıkaracak kadar güçlü olamayan, ya­ratan değildir: Sınırı olmayanın oluşturma ve halk etmede de sının yoktur. En zor yaratış, yoktan var ediştir. Var olan­la yeni varlıklar oluşturma ise nispeten kolaydır. Tabiat ken­di dükkânı içindekilerle yetinir. Dükkânının içinde olma­yan maddeyi var kılmak onun işi değildir. Yoktan varlık ya­ratma ise tabiat için imkânsızdır. Allah ise en zoru yani yok­tan var etme zorluğunu aşacak tek varlıktır.

"Bizim Halikımız ve Musavvirimiz ve bize hediye veren Ka-dîr-i Zül-cemal, Hakîm-i Bîmisal, Kerîm-i Piirneval her şeye ka­dirdir. Hiçbir şey O'na ağır gelmez. Hiçbir şey dairc~i kudretin­den hariç olamaz. Kudretine nispeten, zerreler, yıldızlar birdir. Küllî cüz'î kadar kolaydır. Cüz, küll kadar kıymetlidir. En büyük, en küçük kadar kudretine nispeten rahattır. Küçük, büyük kadar san'atlıdır; belki, sau'atçn, küçük büyükten daha büyüktür.

(Mektubat sh: 237)

"Hayat veren yalnız O'dur. öyleyse, her şeyin Halikı dahi yalnız O'dur, Çünkü kâinatın ruhu, nuru, mayası, esa­si, neticesi, hülâsası hayattır. Hayatı veren kim ise, bütün  kâinatın Halikı da O'dur. Hayatı veren elbette O'dur, Hayy u Kayyumdur. " (Mektubat sh: 238)

"Evet, Kadîr-i Zülcelâlin iki tarzda icadı var: Biri ihtira' ve ibda' iledir. Yani hiçten, yoktan vücut veriyor ve ona-lâzım her şeyi de hiçten icad edip eline veriyor.

Diğeri inşa ile sanat iledir. Yani, kemâl-i hikmetini ve çok es­masının cilvelerini göstermek gibi çok dakik hikmetler için, kâina­tın anâsırından bir kısım mevcudatı inşa ediyor; her emrine tâbi olan zerratları ve maddeleri, rezzâkiyet kanunuyla onlara gönde­rir ve onlarda çalıştırır.

Evet, Kaâîf-i Mutlakın iki tarzda, hem İbda', hem İnşa sure­tinde icadı var. Varı yok etmek ve yoku var etmek en kolay, en su-huletli, belki daimî, umumî bir kanunudur. Biv>baharda, üç yüz bin envâ-ı zfhayat mahh'ıkatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerrat-lanndan başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten icad eden bir kudrete karşı "Yoku var edemez" diyen adam, yok olmalı (Lem'alar sh: 194)

"Bu kâinat öyle bir tarzda yaratılmış ki, bir çekirdeği halk et­mek için, bir ağacı halk edebilir bir kudret lâzımdır. Ve bir ağacı halk etmek İçin de, kâinatı halk edebilir bir kudret gerektir. Ve kâinat içinde parmak karıştıran bir şerik bulunsa, en küçük bir çekirdekte de hissedar olmak lâzım gelir. Çünkü o, onun numu-nesidir. O halde, koca kâinatta yerleşmeyen iki rububiyet bir çe­kirdekte, belki bir zerrede yerleşmek lâzım gelir. Bu ise, muhâlâ-tı ve batıl hayâlâtın en mânâsız ve en uzak bir muhalidir. " (Lem'alar sh: 313)

"Çekirdeği yapan, onun üstünde ağacı o yapar. Ve ağacı yapan, onun Üstünde meyveleri dahi o icad eder". (Lem'alar sh: 324)

"Bütün kâinatı halk edemeyen bir zat, bir kudret, en küçük bir zîhayatı halk edemez. Evet, bir nohut tanesinde bütün Kur'ân'ı yazar gibi, çanını gayet küçük bir tohumunda koca çam ağacının fihristesini ve mukadderatını yazan kalem, elbette semâvâtı yıl­dızlarla yazan kalem olabilir". (Lem'alar sh: 338)

"Evet, meselâ, her bir kelimesi bir kitabı ve her bir harfi bir sa­tın İçerisinde tutan bir kitabın, kâüpsiz vücudu mümkün değil­dir. Kâinat kitabı da Nakkaş-ı Ezelînin vücub-u vücuduna bağlı­dır. Sarhoş olmayanlar, ancak Nakkaş-ı Ezelîye iman etmekle ki-tab-ı kâinata şahit olabilirler." (Mesnevî-i Nuriye sh: 36}

"Balansım pek çok şeylere fihriste yapan ve kitab-ı kâ­inatın ekser mesailini insanın mahiyetinde yazan ve incir nüvesinde incir ağacının programım dere eden ve insanın kalbini binlerce âlemlere Örnek ve pencere yapan ve beşerin kuvve-i hafızasında tarih-i hayatını taallûkatıyla beraber yazan, ancak ve ancak her şeyi yaratan Hâlık olabilir. Ve böyle bir tasarruf, yalnız ve yalnız Rabbü'l-Alemine mah­sus bir hâtemdir. " (Mesnevî-i Nuriye sh: 12)

 

Her Şeyde Ve Hiçbir Yerde

 

41- İlmi ve kudretiyle her şeyi kuşatan: Sonsuz kudret ve kemal her şeye sonsuz bir yakınlık ge­rektirir. Bu yakınlık şudur: ilah, işleri idare için tüm varlık­ların içinde olmalı, çünkü varlıkların hiçbiri kendini gerçek manada idare edemez, yaşayamaz. İdare etmeleri için en küçük atomdan başlayarak o şeyin ilah olması lazımdır. Ya­ni her cisim her şeyi bilmeli, kendini bilmeli, etrafıyla bir anlaşma imzalamak, Bunlar olmadan cisim varlığını devam edemez. Bu da imkânsız olduğum göre, tüm cisimleri çalış­tıran sonsuz ilim sahibi Allah'tır. Allah tüm maddede ilim, kudret gibi sıfatlarla vardır. Ama zatı açısından kâinatın dı­şında olmalıdır. Çünkü kâinatın içinde olup kâinat kanun­larına ve maddeye mahkûm olmak olamaz. Tabiat ise her madde içinde değildir. Tabiat, sadece maddelerin toplamı­dır. Tabiat, maddenin dışında da değildir. <Madde aleminin ta kendisidir. Dediğimiz şuna benzer: Bir öğretmen sınıfta vardır. Bazen kendisi, bazen ilmi, bazen eğitimi ve otorite­si...ama aynı zamanda sınıfın dışındadır. Öğretmen daima sınıfta dersek ona öğretmen diyemeyiz. Olsa olsa o öğrenci­dir. Öğretmen sınıf tan. bağımsızdır da diyemeyiz. O zaman o öğretmen olamazdı. İşlerin işlemesi için öğretmenin sınıf­ta olması lazımdır. Aynı zamanda sınıftaki öğrencilerin ka­nunlarından da bağımsız olmalıdır. Güneş her yerdedir. Ev­de, bayırda, aynada... ama aynı zamanda burada değildir.

 

Değişmek

 

42- Değişime mahkûm varlık ilah olamaz: Bir varlık ni­çin değişir? Değişim ya daha iyiye, ya da daha kötüyedir. Evren de dahil, tüm varlıklar şu veya bu şekilde değişim içindedirler. Değişmeyen tek madde yoktur. Maddenin değiş­mesinin başlıca nedenleri: maddeyi yiyen zaman, onu çürü­ten zayıf yapısı, onu kemiren dış tesirlerdir. Maddenin zayıf­lığı, değişime muhtaçlığı ve mükemmel olmayışı... Tüm bun­lar bize ilah olanın iç ve dış etkilerden, zamandan ve çürük­lükten bağımsız olması gerektiğini anlatır. Mademki biz mü­kemmel varlıktan bahsediyoruz, o halde o varlık değişmeme­li, bozulmamalı ve daima dolu olmalıdır. "Haller ona cari ol­maz. Vücudunda hadiseler baş göstermez." (Hz Hüseyin)

 

Mutlak Güven

 

43- Kendisine güvenilmeyen yaratıcı olamaz: Bir varlığa güvenip güvenmeme önemli bir ölçüttür. Çünkü varlığa gü­venmek onu tanımaktır. Güvenmek onu bilinçli bulmaktır. Güvenmek onu iyi ve mükemmel bilmektir. Tabiata güvenil­mez. Çünkü tabiat ne akıllı, ne bilinçli ne de güven verecek kadar istikrarlıdır. Allah ise güvenilirdir. Çünkü kendisine güvenilmesi için her türlü iyi vasıflara sahiptir. Varlığından hiçbir şekilde korkulmaz. O'nun azabından korkulur. Bu şu­na benzer: İyi ve adil hakimden hiç kimse korkmaz. Çünkü herkes onun hükmüne güvenir. Ama onun, hâkimin, hapsin­den ve adil kararının vereceği sonuçtan korkulur. Bu doğaldır. Çünkü insanın kendisi, kendisine tuzak kurmuştur, günah iş­lemiştir. Tüm suçlular, hüküm gününden korkarlar.

 

Benzeri Olma

 

44- Benzeri bulunan ilah olamaz: Bir şeyin benzerliği, o şeye akrabalığı, şekil yakınlığını, sıfat ortaklığını... ortaklıklan doğurur. (Bakınız Taftazani Şerhü'l Akaid) Oysa (hâşâ ) Allah'a bir şeyi benzetmek o şeye otomatikman ilah demek­tir. İlahın benzeri ancak ilah olur. Tüm canlılar ise şu veya bu şekilde birbirlerinin akrabaları, benzeşleri veya yakınla­rıdır. Örneğin bir insan ve bitki dahi yerdeşlik, zamandaş-hk, beslenme ortaklığı gibi açılardan akrabadırlar. Eğer "Alİah görür biz de görürüz, demek biz ikimiz birbirimize benziyoruz." dersen bu hatadır. Önün görmesi gözle değil­dir, ikincisi,'onun görüşü sınırsızdır. Onun görüşü kusur­suzdur. Üçüncüsü, senin görüşün onun görüşüne tabidir. Yani senin görüşün bir ışık katresidir. O ise güneştir. Yani o görmese s&pn hiç görmezsin. Güneşin ışığı sana düştü diye o ışığı kendi zimmetine geçiremezsin. Allah ise ne mekânın­da ortağı-benzeri vardır, ne zamanda bertzeri, ne de diğer açılardan timsali ve teşbihi vardır.

 

Sonsuz Deliller

 

45- Yarattıklarının zerreleri miktarınca delilleri bulun­mayan hiç bir şey ilah olamaz: Az ya da çok, büyük veya küçük her şey müessirini, ustasını, ressamını ve mimarını gösterir. Bu açıdan azlık veya çokluğun, zerre ile batmanın bir farkı yoktur. Bu sebepten tüm varlıklar kendi yapanları­nı ve yaratıcılarını gösterir ve belirtirler. Yani tüm kâinat bir sanattır ve tüm sanat eserleri sanatkârlarını bildirir. Allah, bu açıdan tüm kâinatın sanatkârıdır. Bir kum tanesi dahi Al­lah'ı anlatır ve sevdirir. Yani Allah'ın varlık delilleri sonsuz­dur. Çünkü varlıkları saymak imkânsızdır. Dolayısıyla Al­lah hakkında ne delil verilirse verilsin o delil, yanlış olmaz.

 

"Eğer"

 

46- Eğerle de şartlanmaz. Eğerle şartlanan ilah olamaz:

Eğer gibi olasılık ve ihtimal ifadeleri vacibü'l vücud olan Al­lah hakkında bir ölçüt olamaz. Yani Allah hakkında "eğer o bu değilse şudur, şu değilse şu olmalıdır" gibi şart ifadeleri onu bağlamaz. Ama onun dışındaki tüm varlıklar hakkında bu ihtimal ve olasılık şartlandırmaları bulunulabilir.

 

Madudluk Delili

 

47- " Kendisinde sayı ve çokluk olan, ilah değildir." (Taftazani, Şerhü'l Akaid, s.149): İlah bölünmez, bölümler­den oluşmaz, sayılmaz ve sayılardan oluşmaz. O tektir. Ama bir değildir. Birin ikisi vardır; ama tekin ikisi yoktur. Sayı ve çokluk ifadeleri ancak yaratılanlar arasında vardır.

 

Kanunlara Bağlılık

 

48- Kanunlar koyup o kanunlara (Kâinat içindeki ka­nunlara ) bağlı olan ilah olamaz. Bil ki kanunlar zaman, mekân, yer ve haile sınırlıdırlar. Örneğin; deliye hiçbir ka­nun ve müeyyide uygulanmaz. Yalnız olan kişiye toplum kuralları dikte edilmez, edilemez. Kanun, çıktığı tarihten önceki zaman dilimine ve şahsa uygulanmaz... Demek ki kanunlar zaman, toplum, akli yeterlilik, mekân vb. durum­larla sınırlı veya kayıtlıdır. Oysa tabiat hem zamanın içinde hem mekâna mahpus, hem sosyal varlıklara gebedir. Bir aş­çı aynı zamanda hem yemek, hem de yemek yapan olamaz. Hem tencereyi kaynatan, hem de tencerenin içinde pişen olamaz. Zaten kanuna uymak bir zaaf, acizlik, suçluluk ve kuşatılmışlıktır. Allah zamanda değildir ki zaman kanunu­na tabi olsun. Alİah mekân içinde değildir ki mekânın çek­me itme vb. kanunları ona uygulansın. Hem insanlar ve hayvanlarla yaşamaz ki toplumsal müeyyidelere muhatap olsun. Allah kanunun adıdır. Kanun, mahkûm değildir ki, mahkûm olan kanun, kanun değildir.

 

Duhul-Huruç

 

49- Varlığında boşluk olan ve O'na duhul olan ilah ol­maz, ilah olan, o kadar dolu olmalı ki ona duhul(giriş) ve vahdet-i vücut olmamalı. İlah o kadar sonsuzdur ki kendi­sinden çıkan az veya çok O'nda bir eksiklik yapmamalı. O'ndan çıkış da olmaz, onun için çıkan yoktur. Olan sadece O'nun istekleridir, isteklerinin tezahürüdür.   Bazı tasavvuf erbabının dediği gibi kendi içine iyileri alıp varlığında yok etmez. Bu açıdan mükemmel olana hiçbir duhul ve huruç olmaz. Duhul ve huruç bir yerden meydan bulursa, ya o yer huruçla azalır, ya da o şey duhulla artar. Alİah ise bundan nezihtir. Allah, bilinçli kullarına varlıkta bir ayrıcalık yap­mıştır yani onlara var olmayı sağlamıştır, o kadar. İnsan ve diğer varlıklar Allah'ın fiilleridir. Fiil ise Allah değildir, kişi Allah'la bütünleşecek de değildir.

 

"Ol"

 

50-  'Ol' dediğinde   oldurmayan, yaratıcı olamaz. İşini malzeme ile yapmaya gerek duymayacak kadar güçlü ol­malı: İnsan iş ve eylemlerini beden ve malzeme gücüyle ya­par. Tabiat, işlerini yine kendi bedeni ve içindeki malzemelerle yapar. Bu açıdan azaya bedene ve malzemeye muhtaç­tır madde. Oysa maddeden üstün olan enerji daha güçlü­dür. Enerji azaya gerek duymaz. Nispeten daha serbest ve daha etkindir. Ama enerji de kaynağa ve malzemeye muh­taçtır. Son yıllarda bazı araştırmalar beyin dalgalarıyla işle­rin yapılabileceğini ispatladı. Beyin dileyince, karşıda du­ran demir kaşığın bükülebileceği ispatlı bir hadisedir.(Ame-rika'da deneyle ispatlanmıştır) O halde mutlak yaratıcı ma­demki yarattı ve mademki ilk etapta madde yoktu. Bu du­rumda ilah, işlerini dilemek ve istemekle yapar. "Ol" dedi­ğinde oluverir. Tek komutla binlerce asker nasıl içtima ala­nına gelirse ilah olan da o şekil tüm varlıklarını harekete ge­çirir. (Bediüzzaman) Sınırsız güç, malzemesiz iş görür. Çün­kü O yoku da var kılmaya muktedirdir. Tabiat ise muhtaç, yoksul, dilemekten aciz, malzemeye muhtaç, zamana gebe ve akıldan azadedir. "Yoku var, varı da yok kılma ancak O'na özgüdür." (Hz. Hüseyin)

 

Takdir

 

51- Sanatı ve ürettiği kendisini takdir etmiyorsa o ilah değildir. İlah, sanatına yaratanını takdir etme yüceliğini verecek kadar ulu olmalı: Tüm sanatçılar ve iş erbapları yaptıkları yapıtlara kendilerine ait bir mühür, imza, ad ve simge gibi kendilerini tanıtıcı izler bırakırlar. Bundan kasıt kendini sanatına, çevreye tanıtmak, kendini sanatına bir ba­kıma takdir ettirmektir. Tüm sanatçılar kendilerinin taktir edilmesini isterler ve buna hakları da vardır. Oysa şimdi bi­ri gelip dese ki "Biz tabiatı takdir ediyoruz, zaten." Cevaben şunu deriz ki; "Tabiatı takdir edersin, ama tabiatın bu takdir et­me bilincini verdiğini söyleyemezsin. Takdir etme ve teşekkür etme anlayışını ancak gerçek rab olan verir. İşte Alİah O'dur ki sanatı kendisini bilinçli veya bilinçsiz takdir eder, över."

 

Sıfat

 

52- İlah odur ki sıfatlar onunla sıfat kazanır, o sıfatlar­la sıfat kazanmaz, (Hz. Hüseyin) Sıfat, ismi niteleyen belir­ten gösteren her türlü ifadedir. Yani bir ad'a ait her türlü ni­teliktir. Yani Allah, sıfatların bir araya gelmesiyle oluşmuş bir varlık değildir. Tam tersine sıfatlar ondandır ve ondan değer kazanmışlardır. Tabiat ise sıfatlar yığınıdır. Yani bile­şik bir yapıdır.

 

Kötülüğü Yarattı

 

53- Kötülüğü ve şerri yaratıp kötülüğe bulaşan ilah ola­maz. Kötüyü yaratacak, ama kötülükten beri olacak kadar büyük olmalı: Esasen kötülük, sınavda sorulan yanlış şıklar hükmündedir. Yani kötülüğün, (yani yanlış şıkların) kökü ol­madığı gibi geleceği de yoktur. Kötülük yalnız sınav esnasın­da bir varlık gösterir, Sınav sonucunda sadece doğru olan şık­lar kalır. Yanlış şıklar kâğıtlarla beraber atılır. Ayrıca eksiklik de bir tür yanlış demektir. Yani sınavda sorulan yanıtlar ara­sındaki eksik cevap da yanlıştır. Sınav ve sınav salonu ise ev­renin tümüdür. Doğru ve yanlış şıklar ise hem evren hem de tüm yaratıklarla alakalıdır. Öyleyse sınav mekânında olma­yan, sınav sorularından muaf, eksiklik taşımayan bir varlık ancak ilah olabilir.

 

Uyaran, Yol Gösteren

 

54- Mutlak iyiliği ve kötülüğü gösteremeyen, kullarını uyarmayan, müjdelemeyen ilah ve rab olamaz: Tabiat, iyiliği ve kötülüğü görmez ve gösteremez. Tabiatın kuldan haberi de yoktur. Uyarı veya müjdeleme de tabiat için im­kânsızdır. Çünkü tabiat, bilinçli değildir. Oysa sahipler ve hâkimler, hükmettiklerini yönetir, uyarır ve ödüllendirirler. Demek ki ilah olmak kullarına karşı bazı eylemleri yapmak­la eşdeğer gibidir. Gerçi sonsuz güç istediğini yapabilir, Ya­ni bizi uyarmamak gibi bir eylem de yapabilir. Ama sonsuz güçte sonsuz rahmet ve hidayet de vardır. Bu vasıflar da kullarına bu yukarıdakileri, yani merhametini ve gazabını sergilemek için vardır. Yani rahmet için, rahmet edilecek ya­ratık yaratmak da bir icaptır. Rab, Rahman olduğunu, adil olduğunu kullan üzerinde sergiler, uyarır ve yol gösterir. Elbet onun yoluna uymayanlar şaşkındırlar ve sapılmışlar­dır. Hiç kimse iyi ve kötü, helal ve haram, yasak ve meşru vaaz edemez. Bunları yapanlar, rab ve ilah olma iddiasında­dırlar. Kanun koyma hakkı elbette Yüce Allah'ındır.

 

Sevmeyi Bilen

 

55- Sevmeyi bilmeyen rab ve de ilah olamaz: Tüm kâ­inat sevgi, merhamet, çekim, Önemseme, aşkınlık gibi sıfat­larla doludur. Sevgi vardır ve tüm canlılar arasında dağınık bir şekildedir. Yani parça buçuklarladır. Oysa parçalar, an­cak tümden kopmadır. Demek ki mutlak bir seven ve sevdi­ren biri olmalıdır. Sevmeyen bir ressam resim, sevmeyen bir hattat, hat yapmaz. Demek Allah sevmiş ve yapmış. Sevmiş ki süslemiş ve bezemiş. Tabiat ise ne sever ne sevmek için bir kalbe sahip olur. Onun sevmeden haberi dahi yoktur. Se­vilmeye en layık varlık, elbet sevgiyi ve sevmeyi yaratan ol­malıdır. Aşk ehli âşık olmada ne kadar haklıdır! Mevlana, sema cezbesinde ne kadar haklı... Şems, diyar diyar o sev­giyi aramada ne kadar isabetlidir! Hallac-ı Mansur'a "Enel Hak" dedirten ancak bu delice aşk olmalıdır. O maşuk da elbet Allah'tır.       

 

Mükemmel Sinav

 

56- Yarattıklarını imtihan ettiğinde imtihanın gerçekli­ği ve mükemmelliği tam olmayan ilah olamaz. Yaptığı sınav mükemmel gerçekçi olmalı: Bir işçinin sınavı çalışma-sıyladır. Bir öğrencinin sınavı, okul içindeki ders ve ders dı­şı halleri, bilgisidir. Bir başbakanın sınavı, halk karşısındaki her türlü yaşam ve davranış halidir. Yani başbakan her açı­dan sınavdadır. Büyük, mükemmel ve ihtişamlı sınav yap­mak kullar yani yaratıklar için imkânsızdır. Yaratıklar son­suz güç, akıl ve duyulara sahip değildirler. Sınavları da an­cak kendileri gibi noksandır. Yani bizim sınavlarımız ancak bazı açılardan bir aşamadır. Tabiat, bu açıdan zaten sorgu­lanmaz. Sınav, onun için gayri malumdur. Allah ise bir sı­nav için âlemler, yıldızlar, bitkiler ve daha nice şeyleri yara­tır. Sonsuz bir mekân tasarlar. Sınavı ise yaşamla ve yaşayış­la gerçekleştirir. Bizim yaptığımız gibi test ya da kaba işler­le yapmaz. Ve onun sınavları gerçekçidir. O kadar gerçekçi­dir ki bazı insanlar bundan ötürü yani o gerçekçiliğinden Ötürü; "bu hayat sınav değildir." diyebilmektedirler. Demek bu insanlar kendilerini çok aşırı bir dozda sınava (ha­yata) kaptırmışlardır. Artık onlara başka bir şey söylemek dahi onlarca abestir. Tıpkı askerlik gibi... Askerliğe kendini kaptıran asker, "Ben burada doğdum, burada Öleceğim, tes­kere imkânsız." derken o da bu imtihana kendini kaptırmış ve sivillikten tamamen ümitsizleşmiştir. Demek ki biz, sına­vın gerçeklik ve mükemmelliğinden ötürü şaşakalmışız ve kendimizi kaptırmışız. Allah da ara sıra bazı uyandırıcılar­la (peygamberlerle) "Ey insan! Sen imtihandasın" diye, bi­zi ikaz etmektedir. Allah bu açıdan da ne de yücedir.

 

Haberdar

 

57-  Yarattıklarından haberdar olamayan ilah olamaz:

İlah odur ki haberi kendinden ve yarattıklarından vardır. Kimin ne yaptığını bilir. Gizli ve bilinmez mefhumu onda yoktur. Gizli ve aşikâr, kullar içindir. O ise kendi yarattıkla­rı hususunda tam bilgi ile donanmıştır. Tabiat ne haberi, ne haberdarlığı anlar. "Anlar" diyene de rastlamadık. Anlasaydı elbet o da birkaç şey anlatır, konuşurdu. Bilseydi bize bir şeyler bildirirdi. Habir olan Alİah, bizden iyi ve güzel ha­berler beklemektedir.

 

Tevazu

 

58- Kullarını yarattığında onlarla konuşacak, onlara yol ve elçi gönderecek kadar Rahman ve tevazu sahibi ol­mayan ilah olamaz: İlah olmak, mükemmel olmak, mutlak iyi ve kusursuz olmaksa, o ve yarattıkları arasında özel bir ilişki olması gayet doğaldır. Tevazu ise dengi olmayan varlıklarla ilişki, konuşma ve muhatap olma anlamındadır. Bir cumhurbaşkanının bir çobanla konuşması, ona önem ver­mesi gibi bir tevazudan bahsediyoruz. İnsan, Allah ile hiç­bir bakımdan denk değildir. Ama buna rağmen, tüm farklı­lıklara rağmen insanla olan ilişkisi çok rahmetvari ve âlice-napçadır. Bizi muhatap alıp bizimle ilgilenmesi dahi şaşıla­cak kabilden bir iştir. Tabiat ise ne tevazu rie de diğer hiçbir iyi huydan anlamaz.

 

Zuhurunun Şiddeti

 

59- " Varlığı o kadar keskin olup görünen ilah değildir.

O kadar zahir olmalı ki zuhurunun şiddetinden görünmemeli " (Hz Ali):Hava zuhurunun etkinliğinden, güneş zuhurunun şiddetinden, akıl yüceliğinden, kalp ise şeffafiye-tinden gözükmez. Her yerde olan, tam gözükemez. Çünkü mekân ve yön tarafından bilinmez, anlaşılmaz. Biz ancak bizim görme dalgamız, görme eşiğimiz arasında olan mad­deleri görürüz. Yani çok büyük ve çok küçüğü göremeyiz. Bir de çok şiddetliyi yani güneş benzeri varlıkları göreme­yiz ki bunun nedeni gözün o varlığı göremeyecek kadar za­yıf oluşandandır, ilah, zaten madde cinsinden olmadığı için asla tam olarak idrak edilemez. Yine biz evrenin tümünü göremeyiz çünkü bizim görme alanımız çok dardır. Alİah zahirdir. Zuhuru sanatıyla, maharetiyle, ilmiyle ve her tür­lü yaratışıyla barizdir. Tabiatın zuhuru ancak maddidir ve sadece bir mekândır. Zuhurunun şiddeti ise yoktur. Çünkü o zaten zahirce şu veya bu şekilde görülüp algılanmaktadır. Kaldı ki zuhur eğer çok şiddetliyse, onun açığa çıkması tüm kâinatın sonu demektir. Allah çok zahirdir ve bundan ötürü kendini nurla çevrelemiştir. "Allah nurdur" denince "Hicabı nurdur" demek lazımdır, yoksa hiçbir şey O'nu ihata edemez ya da "varlığın hayat kaynağıdır" şeklinde bir yargı anlama­mız lazımdır. Hâşâ O, nur ve ışık değildir.

 

Dayanmak

 

60- Zuhurunun şiddetinden/güzelliğinden dağlar dahi patlamıyorsa o şey ilah değildir: Sonsuz güzellik denen şey, ancak maddenin onun karşısında iflas etmesiyle anlaşılır. Ya­ni Hz.Musa'mn dağı eğer patlamışsa o dayanamamıştır de­mektir. Güzellik karşısında deli ve divane olanlar(Şems, Hal­laç. .. gibi) da buna bir örnektir. Çünkü bilinçli varlıklar güzel­lik veya şiddetli bir duygusal hal karışsmda ancak akıllarım yitirmekle patlamış olurlar. Madde ise akıllı olmadığından ancak atomlarına ayrılarak veya patlayarak bu etkilenmişliği-ni gösterir, Tabiat ise her açıdan kusurludur. Güzelliği ise aşi­kârdır. Demek, ilah olmak her türlü güzelliği sonsuz barındırmakla eş değerdir. Ve mutlak güzellik de atomun patlamasın­dan farksızdır. Allah'ın, ahiret yurdunda görüneceği sahih ri­vayetlerle sabittir. O bilmediğimiz bir tarzda kendini göstere­cektir.  Ona ilaveten "Gözler onu idrak edemezler" ayetinin manası gözler onu ihata edemezler anlamındadır. 'İdrak' gö­rememe değil, ihata edememedir.

 

Olmayanı Oldurmak

 

61- Olamayanı olduracak kadar cebir sahibi değilse o şey ilah değildir: Tüm varlık sahnesi sonradan olmadır. dur

Tüm filmlerin başı yokluktur. İlk yaratılış, yok'un var tara­fından var kılınmasıdır. Demek yok, ancak var tarafından var olmaktadır. Her şeyin ömür, doğum, ölüm, kusurluluk v.b. hallere sahip olması yaratılanların yoktan var oldukla­rına kesin delildir. Çünkü kadim olmak, ancak her açıdan mükemmel olmaktır ve bu mükemmel olmak da hiçbir ya­ratıkta bulunmamaktadır. Cebir; zorla, şiddetle ve zoraki oldurmaktır. Mutlak cebir yani zor, mutlak yoktan varı çı­karacak tek güçtür. Demek ilah, mutlak cebir sahibi cebbar olmak zorundadır ki yoktan varı kılsın. Tabiat ne mutlaktır ne de cebbardır. Yoktan var kılmak ise onun haddi değildir. Çünkü o ancak malzemeyle iş görür.

 

Şahit

 

62- Büyüklüğüne kendisi şahit olamayan, ilah değildir:

Şahidi, tanığı olmayan işte bir bakıma eksiklik vardır. Şahit olmak, bilmek, temaşa etmektir. Allah, kendi kendine şahit olan tek varlıktır. Allah, hem kendine hem de varlığa şahit­tir. O, tüm rol biçimlerini kendinde barmdırabilir. Tabiat ise bilmez, görmez ki şahit olsun, ne olduğunu bilsin.

 

Düşmansız

 

63- Kendisine tehlike arz eden bir varlık olan, ilah ola­maz: Düşman sahibi odur ki seninle husumeti, kavgası ve alacağı vardır. Oysa Allah, düşmandan beridir. Kimse ona düşman olacak kadar ne güç ne de başka bir şeyle donan­mıştır. Ona düşman olmak şu anlama gelir. Sıfır rakamı bir rakamı ile kavgaya tutuşmuştur. Oysa sıfır bir'in ne ardında ne önünde bire karşı bir şey yapamaz. Esasta yokluk sıfır dahi değildir. Sıfır bizim kurallarımızın eseridir. Kul, Al­lah'a nazaran yok hükmündedir. Ama var olan o zat, bizi "var" diye görmek istemiştir, o kadar. Tabiatın da düşmanı yok, denmez. Tabiatın düşmanları sayılamayacak kadar çoktur. Onu yiyip bitiren zaman, mahkûm olduğu mekân, her an yıpranmaya müsait düzen...

 

Keyfiyet (Nasıuık)

 

64- "Keyfiyeti (nasıllığı) olan ilah değildir." (Taftazani):Onun hakkında keyfiyet bildiren ifadeler (sıcak-soğuk, uzun-kısa, beyaz-siyah, tath-aci...) ifadeler kullanılamaz. Çünkü mutlak olanın bu tip keyfiyetlerle nitelendirilmesi sınırlanması demektir.

 

Kurtarıcı

 

65- Kullarını tehlikeden kurtarmayan/kurtarmaya ça­lışmayan ilah olamaz: İlah en yücedir. En alttakilerin kurtuluşu ancak en üsttekiler kanalıyla olur. Gerçi bu delil sonsuz rabbin mutlak delillerinden değildir, ama nispi de­lillerden olabilir, İlah kullarını yokluktan kurtarmıştır. Var kılmış ve hayvan, toprak ve bitki olmaktan kurtarmıştır. Daha sonra ilahi Öğreti ve öğreticileri göndererek dalalet­ten kurtarmıştır. Allah, varlığın, hem de tüm varlığın kur-tarıcısıdır. Çünkü O, varlığı yokluk denen sonsuz hiçlikten kurtarmış, ona var olma şerifini bağışlamıştır. Yani yok olandan bitki, yok olandan hayvan, yok olandan taşı çıkar­makla bu maddelere büyük bir lütufta bulunmuştur, onla­rı hiçlikten kurtarmıştır.

 

Sıfatların Ebediliği

 

66- " Sıfatları ezeli olmayan, ilah değildir " (Taftaza-ni): Bu delil ise sıfatların ebedi olması gerektiği ve Al­lah'ın ebedi oluşuyla ebedilik kazandıklarını belirtmek­tedir. Yani Allah, her zaman Rahman, her zaman Deyyan ve her zaman zalimlerden intikam alandır... Bu sıfatlar sadece bizim için yokturlar. Bu sıfatlar Allah'ın zatıyla kaimdirler.

 

İzzet Ve Onur

 

67- Onur ve izzetinde sınır bulunan ilah değildir:

Aziz ve değerli olanlar, aziziyetin peyda ettiği onuru taşı­yanlar, ancak ilah olabilirler. Bizim bahsettiğimiz, mutlak onur ve izzettir. Yoksa nispi anlamda kullarda da gölge hükmünde bir miktar onur ve izzet vardır. Onur ve izzet, ancak bilinçli ve akıllı varlıklarda vardır. Sonsuz izzet ve onur ise ancak ilahhkla alakalıdır. Tabiat ise izzet ve onu­ru rüya yollu dahi tasarlayamaz. (Gerçi tabiat rüya da görmez ya) Onur, izzet ve azamet niçin ilahlık için bir de­lildir? diye sorulamaz. Çünkü ilah zaten bu anlamıyla de­ğerlidir ve büyüktür. Biz Yunan ilahlarının vasıflarından bahsetmiyoruz. Biz eski Arap ilahları olan İsaf ve Naile (rivayetlere göre bunlar iki gençtir. Kabe içinde yasak iliş­kide bulunmuşlar. Alİah onları taşa çevirmiş ve daha son­ra Araplar da bu fahişlere tapmışlardır.)'den de bahsetmi­yoruz. Bizim bahsettiğimiz gerçek ve olması gerekendir. Ve de olandır. Yunan'in, Arab'ın, ve Hind'in ahlaksız tan­rılarını gerçek tanrı olanla bir tutmak abestir.

 

Ma Hüve?

 

68- Mahiyeti alan yani cins olan, ilah değildir: Ma hüve? (O nedir?) ilah olan zat hakkında söylenemez. Çünkü o bir tür ya da cins değildir. (Ma ) ancak tür ve cinsler için ma­hiyetini bilmek için sorulabilir, tabiat için söylenebilir.

 

Uyum Ve Nizam

 

69- Yarattığında uygunluk ve düzen bulunmayan, ilah değildir: Nizam ve Gaye Delili (Teleolojik Kanıt)

Nizam ve gaye delili ise ağırlıklı olarak duyguya ve gö­ze hitap etmektedir. Bu yönüyle daha fazla insanın dikkati­ni çekebilecek bir yapıdadır. Hatta ateistlerin üzerinde dahi etkili olabilecek ve onları kolaylıkla ikna edebilecek bir ka­nıttır. Zaten bu kanıtın iddialarını reddeden bir ateistin baş­ka bir vesileyle inanma ihtimali çok zayıftır. Bu noktadan sonra hâlâ reddetmeye devam eden bir insanm Önünde de yığınla ideolojik saplantılar, varsayımlar ve psikolojik ön­yargılar var demektir.

Teleolojik kanıt da denilen bu ispat şekline göre âlemde bir düzen vardır. Tanrı'nin varlığına inansın veya inanma­sın hemen hemen herkes bu düzenin farkındadır. Kâinatta­ki bu düzenin varlığında da kim olursa olsun şüphe duy­mamaktadır. Meselâ dünyamız başta olmak üzere bütün gök cisimleri, yıldızlar ve gezegenler bir düzen içerisinde hareket etmekte ve kendi yörüngelerinde dönmektedirler.

insan başta olmak üzere bütün canlılar âlemi de bir dü­zen içerisinde var olmakta ve yaşamlarını devam ettirmek­tedirler. Dünyamızdaki bütün doğal olaylar belli bir düzen ve intizam içerisinde oluşmakta, gelişmekte ve devam et­mektedir. Yeryüzünde, denizlerde ve atmosferde bir düze­nin varlığı müşahede edilmekte, canlı varlıkların da yine belirli yasalar çerçevesinde hiçbir aksama olmadan yüz­dükleri, yürüdükleri ya da uçabildikleri görülmektedir. Dü­şünebilen herkesin rahatlıkla gördüğü bu düzen bizlere her şeyin arkasındaki bir düzenleyicinin varlığını haber ver­mektedir.               

Dünyanın, değişik kültürlerinde yetişen insanlar, çeşitli şekillerde bu düzeni ve estetiği dile getirmekte, onunla ilgi­li felsefî, edebî veya dinî eserler yazmaktadırlar. İnsan ben­zer duygular içerisinde yaşadığı dünyayı algılamış ve içi aşk dolu kitaplar kaleme almıştır. Bir şairin şiiriyle, ressa­mın resmiyle ya da mimarın eseriyle duygulanan İnsan, Tann'nm sanatı karşısında da heyecanını gizlememiş ve da­ima hayranlığını ifade etmiştir. Daha Önce de ifade edildiği gibi birçok ateist dahi karşılaşmış olduğu bu heyecanla in­kârdan vazgeçmiş ve Tann'nm varlığına kanaat getirmiştir. Yine âlemdeki mevcut intizam ve estetikten hareketle pek çok filozof da mutlak ateizmin mümkün olmadığı düşünce­sine ulaşmıştır.

Teleolojik kanıtın önemle üzerinde durduğu konu evren­deki düzen, intizam, canlı ve cansız varlıklarda görülen ga­ye ve amaçlılıktır. Aralarında Kindi (v. 866), Farabi (v. 950), İbn Sînâ (v. 1037), Gazâlî (V. 1111) ve İbn Rüşd (1126- 1198) gibi müslüman düşünürlerle, R. Tennant (1866-1957) ve W. Paley (1743-1805) gibi Hıristiyan düşünürlerin bulunduğu pek çok kişi bu kanıtı iki şekilde ele almış ve Tann'nm varlığını ispatlamaya çalışmışlardır:

Filozoflar bu kanıt çerçevesinde birinci olarak evrendeki gaye ve nizamdan yola çıkmış ve Tann'nm varlığına ulaş­mışlardır. Bazen de Tanrı'mn varlığından ve niteliklerinden hareket ederek evrendeki düzen, gaye ve güzelliği açıklama yoluna gitmişlerdir. Yani onlar her fırsatta ya âlemin niza­mından ve intizamından bahsederek Tann'nm varlığına git­miş ya da Tann'nm inayetini, adaletini, cömertliğini ve gü­zelliğini anlatırken sözü evrenin yapısına getirmiş ve görüş­lerini bu yolla açıklamaya çalışmışlardır.

Meselâ Kindî âlemdeki varlıklarda bir düzen, ahenk, ir­tibat, güzellik ve amaç bulunduğunu dile getirmiştir. Kin-dî'ye göre evrenin mükemmel yapısı, düzeni, parçalarının birbiriyle olan ahenkli irtibatı, her şeyin iyiyi koruyacak, kötüyü yok edecek tarzda düzenlenmesi, ilim sahibi bir dü­zenleyicinin varlığının en iyi işaretidir.

Farabi ve İbn Sina da eserlerinde evrenin düzenine ve güzelliğine işaret etmişlerdir. Farabi'ye göre Tanrı, âlemin düzenleyici si d ir. Evren de bu ilâhî düzenin eseri olarak var­dır. Bu nizamda da ilâhî adalet tecelli ettiği için orada ada­letsizlik söz konusu değildir. (Aydın Topaloğlu, Ateizmin Çürütülmesi, Ankara s.19)

 

Af Edici

 

70- Affetme kudreti bulunmayan ilah değildir: İlah mutlak yokluktan varlığı kurtarmış ve daha başlangıçta bu şekilde onları onurlandırmıştır. İlah af edendir. Çünkü ya­rattıklarını af denen büyük lütufla karşılamıştır. O kullarının her türlü halini bilir, anlar. Bir ilah olacak ve af etmek adındaki büyük kudretten, lütuftan mahrum kalacak. Bu anlaşılacak bir iş değildir.

Alemimiz içinde sosyal ilişkiler bazında en önemli bir olgu da affetmektir; tüm hatalar ve noksanlıklara rağmen varlık âleminin varlığının devam etmesidir. Tüm varlık âlemi noksandır ve muhtaçtır. Demek ki tüm eksiklerine rağmen onları ayakta tutan yani dnları af eden, hasseten in­sanoğlunun günahlarını örten bir zat olmalıdır. Allah'tan kullarına karşı dikey yönlü bir rahmet tezahürü vardır. Al­İah, Afııv sıfatıyla iyileri ve mazlumları karşılayacaktır.

 

Öğrenmek

 

71- Öğrenemeyen hiçbir şey ilah olamaz: Yapmak için bilmek lazımdır. Bilmek için ise Öğrenebilmek yani bilgiyi elde edebilme yetisine sahip olmak lazımdır. Bu şuna ben­zer; bir usta ev yaptıysa o mesleği bilmesi lazımdır. Mes­leği bilmek için ise bilmeye elverişli olmak lazımdır. As­lında Allah bilgisi sonradan olma değildir. Yani o sonra-dan öğrenmez. Çünkü zaten bilen de, bilgi de, öğrenen de, öğreten de O'dur. Yani Allah, her açıdan her ama her şeyi kendinde bulundurur. Ayrıca bir yerden bir şey al­maz. Tabiat ise durağandır. Bilgiyle donanmıştır, ama bi-lebilme ve öğrenebilme yetisinden/kabiliyetinden mah­rumdur.

 

Tarif

 

72- "Tarifler ancak O'nunla tarif edilir O, tariflerle tarif edilmez." (Hz. Hüseyin): Kâinat ve tüm varlık O'nun­la açıklanır. Yol ancak O'nunla bulunur, arif olmak ancak O'nun tarifi ile olunur. Çünkü yol O, hedef de O'dur.

 

Ayırıcı

 

73- İyi ve kötüyü ayırma kudreti olmayan ilah değildir:

Varlıkların içinde bulundukları hali ayrıştıracak, bilinçli olanların halini düzeltecek bir güç bulunmalıdır. İyilik ve kötülük, insan ırkı için temel konudur. Bu meseleyi oluştu­ran iyi ve kötü olanın gün yüzüne çıkarılması lazımdır. İn­san binlerce yıldır kendi kendine bu sorunuüyilik ve kötü­lük) çözemedi ve hep dışardan vahiyle doğrulmak zorunda kaldı. Yasal ve gayri yasal her şeyin bize bildirilmesi lazım­dır. Bunu ancak bir Allah fikri yapabilir. Tabiat ise ne mese­leyi ne de meselenin çözümünü bilmektedir.

 

Çeşitlilik

 

74- Yarattığını sonsuz çeşitlikte yaratamayan ilah ola­maz: Çeşitlilik kudreti, zevki, sanatkârlığı ve bitmez tükenmez gücü gösterir. Çeşit, monotonluğun ve statikliğin düş­manıdır. Çeşitlilik hayranlığı ve hayreti, lezzeti ve tatmin-kârlığı doğurur. Çeşit, yapan için yapılan için ve müşahitler için sonsuz kudreti temsil eder. Çeşitlilik tanrı varlığının en büyük kamtlarmdandır. Tabiat gibi akılsız, gözsüz ve cahil bir varlık çeşit oluşturamaz. Ancak içinde çeşidi barmdira-bilir. Çeşit, göz, gönül ve maharet zevkidir ki tüm bunlar da tabiat için imkânsızdır.

 

İşiten

 

75- Gizli ve açık her şeyi işitemeyen ilah değildir: Tabi-buh  fikir atın işitmediği malumunuzdur. İşitmekle tanrı arasındaki ilişki sağır kişi ile duyan arasındaki ilişki gibidir. İşitemeyen işitme duyusunu da veremez. Tabiatın bu duyuyu bize ve­remeyeceği aşikârdır. Ancak işitebilen bir varlık kâinatın mimarı olabilir. Bu mimar için işitmede sınır olmamalı. Çünkü kâinat, şiddetli-şiddetsiz ses tonlarıyla doludur. De­mek ki O, btı sesleri icat etmiştir. Ve tüm sesleri de işitmek­tedir. Bir gün bu sesler toplanılıp bize karşı büyük mahke­mede delil olarak sergilenecektir.

 

Ümit

 

76- Kendisine büyük ümitler besleııilemeyen ilah de­ğildir: Ümit ve arzu özellikle bilinçli varlıklar için bir varlık şartı, hayatlarının ruhu ve yaşamlarının suyudur. Ümit, bit­mez tükenmez bir hazinedir. Onsuz yaşam mümkün değil­dir. Hayati tüm konular, Hayy olanla alakalıdır. Hayy olan ise ancak bir olan Allah'tır. Şimdi sormak lazımdır. "Ümidi­miz tabiat" diyebilir miyiz? Bizi kurtaracak, iyileştirecek ve kalkındıracak diyebilir miyiz?

 

Her Taraftan

 

77- Her şeyi ve her yönüyle yüce olmayan ilah olamaz: Madde âlemine göz gezdirdiğimizde çok muhteşem yönler ve çok eksik noktalar görüyoruz. Tabiat, büyüklük, renkli­lik ve çeşitlilik gibi noktalarda çok yücedir. Hatta birçok in­san bu vasıfları gördüğünde 'tabiattan daha büyüğü yok' deyip ona ilah nazarıyla bakmaktadır. Oysa tabiat bu açı­dan çok güzelse de düşünme, görme, işitme... birçok konu­da eksik hatta çok geridir. Tüm bu düşünüşler tabiattan dar ha yüce bir varlığın olması gerektiğini bize sezdirmektedir. İnsanın şu metodu kendine şiar edinmesi lazımdır. Her yönden mükemmel olmayan biliniz ki ilah değildir.

 

Olayların Halden Hale Sokmadığı Tek Varlık

 

78- Dış etkilerden bağımsızdır. Olaylar onu halden ha­le sokmaz. Onu etkileyecek hiçbir dış etken yoktur. O, an­cak kendi özüyle alakadardır. Sıcak ve soğuk, hava ve gü­neş, iniş ve yokuş onun zatı için geçerli değildir. Tabiat ise olaylarla halden hale girer.

 

Hudutsuz

 

79- Mükemmelliğine hudut biçilen ilah olamaz: Önce­ki bölümlerde bu konuyu açıklayan bilgiler vardı. Ama biz birkaç cümleyle şunları tekrarlayabiliriz: Had ve hudut, ku­şatılmak, sonlanmaktır. Oysa mükemmel olan zaten keli­menin anlamından da anlaşıldığı üzere tam ve kâmil olan­dır. Kamil olanın zıttı ise eksik olandır. Had ve hudut ancak eksik olan varlıklar için geçerlidir. Tabiatın haddi ve hudu­du ise sınırsızdır. Tabiat; zamanla, mekânla, kanunlarla, ni­zamla sınırlıdır.                                          

 

Münasip

 

80- Rızkını münasip veremeyen ilah olamaz: Aslana karpuz, ceylana et verilmiyorsa bu âlemde demek ki rızık üstünde büyük bir nizam ve düzen vardır. Tüm canlı formları için ayrı ayrı yiyecek ve ihtiyaçlar düzenlenmiş­tir. Alİah, Piranha balığını okyanusta yaşatmamış. Ki yadur fikir şatsaydi canlıların çeşit ve sayısı çok azalırdı. Van gölünde de balina yetişmiyor. Örnekler çok ve muhteşem bir dü­zenlemeye işaret ediyor. Tüm düzenler de düzenleyene işaret etmez mi?

 

İstek

 

81- İsteklere olumlu olumsuz cevap veremeyen, ilah değildir: İstemek ve! dilemek tüm varlıkların ortak hallerin-dendir. Kimi, varlıklar doğrudan, kimileri dolaylı, kimileri bilinçli, kimileri bilinçsiz tüm varlıklar arzu denen hal ile donanmıştır. İlah olanın ise bunlardan habersiz olduğu, bil­mediği ve cevap vermediği düşünülemez. Çünkü ilah olan zaten "cevap" olandır. Allah, tüm kâinatın istek ve arzuları­nın tek rücu makamıdır. Her şey O'nadır ve O'ndandır.

 

Taraf Tutan

 

82- İyilere dost ve kötülere düşman olmayan ilah ola­maz: Mutlak tarafsızlık yoktur. Tüm varlıkların yanaşık ol­duğu ve tarafını tuttuğu bir veya birden fazla yer vardır. Ta­raf tutmaktan kastımız adil ve hayrı amaçlayan taraf tut­maktır. İlah olana varlık nazarıyla bakılırsa, tüm varlıklar aslında ona aittir ve onundur. O, bu açıdan tüm varlıklarına yakın ve taraftardır. Ama bilinçli ve imtihan ettiği varlıkla­ra bakıldığında ise ilah olan varlık elbette mazlumun, biça­renin ve haklının taraftandır. Zalim ve kötülerin ise düşma­nıdır. Ama ne var ki imtihan saatinde not ve ceza verilmez. İmtihan bitince O, yapacağını yapar. Asıl o zaman taraftar­ları ve hizbi kazanacaktır.

 

Övgüye Layık

 

83- Tüm övgülere layık olamayan ilah olamaz: Bu var­lık âleminde övülmeye layık ve methe müstahak çok canlı vardır. Kiminin aklı övülür, kiminin güzelliği, kiminin boyu,posu... Ve daha nice övülmeye layık sıfatlar... İlah ise öyle olmalı ki her yönü ve niteliğiyle övülmeli ve hayranlık doğurmalı. Tüm varlığa sahip olanın, tüm Övgü ve metihle­re de sahip olması lazımdır. Çünkü methedilecek tüm var­lıklar o büyük varlığa aittir ve dolayısıyla ona övgüler seril-meli, metihler serilmelidir. Her şeyin sahibi ve tüm güzel sı­fatların maliki olan, ancak Allah olabilir. Allah haricinde bu liyakati hiçbir varlıkta göremiyoruz,. Görenin ise, gözlerine iyi bakmasını tavsiye ederiz.

" Sâni-i Zül cemalin kendi Zât-ı Akdesİııc lâyık öyle hadsiz bir hüsn-ü cemâli var ki, bir gölgesi bütün mevcudatı baştan başa gü­zelleştirmiş. Ve öyle münezzeh ve mukaddes bir güzelliği var ki, bir cilvesi kâinatı serbeser güzelleştirmiş ve bütün daire-i mümki-natı hüsün ve cemâl leın'alarıyla tezyin edip ışıklandırmış." (Şualar sh: 75)

" Bu kâinattaki görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki, bu mütemadiyen değişen ve tazelenen kâinat, bütün mevcudatıyla ayinedarhk, dilleriyle o güzelin cemâlini tavsif ve tarif eder." (Şualar sh: 76)

"Madem bu saray-ı âlemin başka emsali yok ki güzellikleri on­dan iktibas edip taklit edilsin. Elbette ve herhalde bunun ustası kendi zâtında ve esmasında kendine lâyık güzellikleri var ki, kâinat ondan iktibas ediyor ve ona göre yapılmış ve onları ifade et­mek için bir kitap gibi yazılmış." (Şualar sh: 79)

 

Örneksiz Yaratan

 

84- Yarattığını Örneksiz yaratamayan ilah değildir: Tüm varlıklar yoktan var edemeyecekleri gibi yaptıkları yapıtlar da ancak bir örnek ve hazır şablonladır. En üstün varlık olan insan dahi tüm yaptıklarını doğadan ve çevreden esinlnerek. yapar. Bir helikopteri yaparken insan, etraftaki böcekleri örnek alır. Radar için yarasayı kendine örnek edi­nir. İnsanın hayal gücü ile yaptıkları benzersiz gibi görülen sanat yapıtları dahi gerek renk ve uyum gerekse yapısal olarak benzerdir. Örneksiz ve şablonsuz iş yapmak ancak ilah olana aittir. Bu büyük ve eşsiz yaratış ancak mutlak ya­ratanın yapacağı bir iştir. Kâinatın sonradan olduğu kesin bir konu ise demek ki ilk yaratış tamamen örneksiz ve şab-lonsuzdur. Sıfırdan iş yapmak ancak örneksiz ve şablonsuz bir şekiide olur.

 

Tasarruf

 

85- Yarattıkları üzerinde her türlü eylemi yapamayan yaratıcı olamaz: İlah olan için "yapamaz, edemez" gibi söz­ler sarf edilemez. Biz istesek de istemesek de o istediğini is­tediği gibi yapar. Onun isteklerine pranga vurmak imkân­sızdır. Onun istekleri de kendi gibi iyi, kendi gibi mükem­mel ve kendi gibi güzeldir, İsteğinde sonsuz dileme, yaptı­ğında sonsuz yapış ve sonuçlandırmada da sonsuz nihaye­te erdiriş O'nun elindedir. Hiçbir varlık O'nun iradesi dışın­da değildir. Hiçbir şey O'ndan kurtulamaz. O, bir öcü değildir. Varlığın hamisi ve dostu, izzetin onurun kaynağıdır. Her şeyi iyi ve kötüden ari kılacak da O'dur. Yegâne tasar­ruf sahibidir.

 

Tükenmez Hazine

 

86- Hazinesi tükenen ilah olamaz: Sonsuz olanın her şe­yi sonsuzdur. Sonsuz zengin olanın hazineleri de sonsuz­dur. Mutlak olan her varlığın gücü ve üreticiliği de sonsuz olmalıdır. Kaynağı tükenen her çeşme yapay ve eksiktir. Mi­safirlerini doyuramayan her ev sahibinde acizlik vardır. Ta­biatın kendisi eksik, malzemesi noksan, artıp eksilen cins­tendir. Bu açıdan bu tanıma uyan tek varlık ancak mükem­mel olan, bir olan ve tek olan Allah'tır.

 

Sabur

 

87- Aceleci olan sabırlı olmayan yaratıcı değildir: Sı­nırsız tahammül ve dayanıklılık ve de sabır ancak bir ila­hın en önemli vasıflarından olabilir. Tüm yollar bir olan ilaha gider.

Zamanın kendisinden muaf ve tek olandan hiçbir şey kaçamaz. Onun için mutlak olanın acele etmesi için hiçbir sebep yoktur. Ondan ne iş kaçar ne işçi ne de zaman. Ken­disinden kaçılamayacak tek olan Allah'tır. Kulları kendisine sövüp dururken, zulüm ederken, ilah olan, ancak sabır et­mektedir. Çünkü Allah'tan kaçış yoktur. Bizdeki basit ve ek­sik sabırlar parçalardır. Ve tüm parçalar da bütünlerden kopmadır. Mahkeme günü sabır yerine ceza ve mükâfatın konduğu bir gün olacaktır.

 

Yapılmak

 

88- Yapılmış olan yaratıcı değildir: Edilgen olan, mef ul olan, girilmeye müsait olan, dokunulan, yapılan, edilen, dâ­hil olan kısaca etken olmayan ilah olamaz. Çünkü bunlar zaaftır ve zaaf sahibi olan bu kâinatı idareden hatta kendin­den dahi acizdir. 'Yapılmak' sözcüğü tabiata tam uyumlu bir kelimedir. Yapılmak müdahaleye açık olmaktır ki tabiat müdahaleye doğun) ve Ölüme, giren ve çıkana sonsuz derecede müsaittir.

 

Kelam

 

89- Kelam sıfatı olmayan ilah olmaz, olamaz: İlah olan konuşacak ve yarattıklarına konuşmayı da Öğretecek. Onun yanında tüm varlıkların bir dili olacak, taşa taşın diliyle ve kuşa da kuşun diliyle seslenecek. Ayakkdtoıya "Söyle, kim seni giyip günahlara daldı, zulme bulaştı?" deyip, ayakka­bıdan cevap alacak...

 

Sevmeyen

 

90- Sevmeyen yaratamaz: Sonsuz güç bir şeyler yap­mışsa bundan biz şunu anlarız: Mademki o yapmaya mec­bur değildir, mademki onun üstünde şu veya bu açıdan bir baskı yoktur. Demek ki o istemiş ve istemeyi de sevmek ad­lı duygusuyla bağlandırmıştır. Yani "ben istiyorsam ve ben muhtaç ya da mecbur değilsem demek ki ben sevmişim ve sevdiğim için de dilemişim" demektir. Şu anlaşıldı ki Alİah, işi sevdiği için ister ve yapar. Sevmek yaratmak için şarttır. Kötülüğü ise sevdiklerini yüceltmek ve onların puanlarını arttırmak için yaratmıştır. Bu dahi bir sevgi tezahürüdür.

İlah olanın sevgiden mahrum olduğunu söylemek ancak gülünç bir iddiadır. Bu açıdan kendimizi ve bize ait olan duygularımızı ilah olanla karşılaştırmayalım.

 

Mesafe

 

91- İlah odur ki onun kudreti karşısında yakın ve uzak bîr olmalı: Her yerde ve her şeyde olan için, yakın ve uzak denen mesafe tabirleri yoktur. Çünkü mesafe ancak zaman ve mekânla sınırlanan varlıklara özgüdür.  "Güneş bize yakındır, çünkü ışık ve hararetiyle bize temas etmek­tedir. Biz ondan uzağız, çünkü biz hiçbir şekilde ona dayanmıyoruz, hatta yaklaşamıyoruz". AHah-u Teala ilmiy­le her yerdedir, her şeye yakındır. Zatiyle hiçbir yerde de­ğildir. Çünkü O'nun mekânı yoktur. Allah-u Teala bizden uzaktır denmez. O bize yakındır, biz O'ndan uzağız denir. Güneş misali gibi İhsan ve yardımları sürekli bize dokun­makta ve bizim üzerimizde istediği gibi tasarrufat yap­maktadır. Ama biz birçok açıdan O'ndan gayet uzağız. Ama Allah nazarından bakılırsa durum tektir. Sağı, solu Önü ya da arkası yoktur.

 

Besin

 

92- Beslenen ilah değildir: Kanla, otla, etle ve zulümle bes­lenen ilah; ilah değildir.

 

Mucit

 

93- Adem (yokluk) ve vücut (varlık), ikisi de müsavi (denk) olsa, bir tercih edici, bir mucit lazımdır. Varlık ve yok­luk aynı olsa bu iki halden yani denklik halinden biri lazımdır ki varlığı çıkarsın. Ki kâinat yoktan var edildiğine göre demek ki bir zamanlar var ve yok eşitti. Biri varı tercih etti ve mucit oldu.

 

Cevher

 

94- İlah olan varlıkta zıtlıklar olmamalı. Varlığı-cevheri bir olmalı: Tüm ikilikler ve karşıtlıklar asıl değil sonradan ol­ma arazlardır. Her şey asla ve cevhere döner. Cevher ve asıl (tohum ) tektir. Mutlak Cevher çift olamaz. Tek olanda ikilik bulunmaz. Tüm çokluklar tektendir. İçinde zıddı olan arazlıdır ve noksandır. Çünkü tüm zıtlar karşı zıtlanna muhtaçtırlar. Her şeyüvaslı iki değil tektendir. Tabiatın adı maddedir. Tüm maddelerin bir de anti maddesi vardır. Tabiat da bu açıdan ilah olamaz1. Hatta cevher olmak dahi Allah için uygun değil­dir. Çünkü cevhere araz musallat olabilir. Şu söylenebilir: Al­lah arazı olmayan yegâne cevherdir.Eldeki yeni bulgular mad­denin saltanatını iyice yıkmaktadır. Modern fizik, maddeyi imha etmektedir. Asıl cevher anlaşılmıştır ki atomdaki enerji­den ibarettir. Atom pozitif, negatif ve nötronlar arasındaki enerji ile varlığını korumaktadır. Madem madde cevher değil­dir. Cevher olan enerjidir, o halde materyalizm ifias etmiş-tir.(Bekir Topaloğlu, Allah'ın Varlığı sl54,155, Ankara 1992)

 

Hız

 

95- Hızda sonsuz olmayan ilah olamaz: "Allah her yerde­dir", dendiğinde biz şunu anlarız; Allah sonsuz hız ve akış­kanlığa sahiptir. Hız, çok olduğu için her yerdedir. Hız sonsuz olduğu için zamandan tamamen ayrıdır. Hız, nihayetsiz oldu­ğu için görünmez. Hız, bitmez tükenmez olduğu için "O, de­vamlı başka bir iştedir." Hızdır tüm varlıkları her saniye kontrol ve müşahede eden. Hızdır, uyumaksızm tüm kâinatı dü­zende tutan.

 

Hazırlayıcı

 

96- Hazır olan yaratış, hazırlayan yaratıcıyı gösterir: Kâ­inat bir sofra gibi önümüzde tüm canlılar paylan miktarınca faydalanıyorlar. Kâinat da sofranın adı... Demek biri bize kâ­inat adlı sofrayı donatmış ve hazır hale getirmiştir. Öyleyse bir hazırlayan da vardır.

 

Öz

 

97- Özü olan her şey yaratıcı değildir: İçi, merkezi, tohu­mu..., Öz sahibi merkez yer sahibi hiçbir şey yaratan değildir. Yaratanın özü, dışı, sözü her şeyi birdir. Kâinatın ise bir ana maddesi ve özü vardır.

 

Varlıktan Haberdar

 

98- Kullarını

nutan onlardan haberdar olmayan ilah ol­maz: Aşağıda belirtilenden farklı olmamakla beraber ilah kul­larını bilir, onların hallerini kavrar ve özlerinin idraki içinde­dir. İlah kulunu ve yapıtını tam kavrar. Kulun yaptıkları ise aşağıda verildiği gibidir.

 

Yarattıklarının Yaptıklarından Haberdar

 

99- Yarattıklarının yaptıklarından haberdar olmayan ilah olamaz: Mutlak gücün haricinde bir şeyin olması düşü­nülemez. Tatile çıkan bir ilah, ilah değildir. Yorulan bir ilah, ilah değildir. Mutlak gücün sının yoktur. Mutlak güç, tüm ya­rattıklarının her türlü faaliyeti içindedir. O, haberdardır. O'nun gözü, kulağı ve tüm benliği mutlak bilinç içindedir. Sınırsız duyuş, görüş ve bilişin harici yoktur ve düşünülemez. Bu açı­dan tanrı, tüm varlıkları görür, duyar ve işitir. Akan her su ve düşen her yaprak önün biliş ve kudreti dahilindedir. Küçük ve büyük, gizli ve aşikâr bizim için bir anlam ifade eder. Allah için bu tür ifadeler yoktur. Ondan gizli ve ondan saklı bir şey yoktur. Bizim gibi yaratıklar ise bunu idrak edemediklerinden ve tanrıyı kendi güçsüzlükleriyle karşılaştırdıklarından ilah olanı tam anlamamaktadırlar.

 

Arz Makamı

 

100- a- Tüm işlerin kendisine sunulduğu ona arz edildiği bir varlık ilah olabilir: Tüm çokluklar birdendir. Tüm ara yol­lar ana yola çıkar. Tüm varlığı çekim gücüyle ayakta tutan bir güç vardır. En üstün olanın makamı da en üstündür. Tüm iş­ler devlet başkanına sunulduğu gibi tüm arzuhaller de esasta ona sunulur. Yolların bittiği bir nihayet vardır. Son olanın ma­kamında tüm işlere de bir son vardır. Her konunun bir çözeni olmalıdır. Allah en üstündür, onun makamı da en üstündür. Ve tüm makamlar da işleri düzenlemek ve çözmek için vardır. Makamlar boş ihdas edilmezler. Bu makam ilahlık makamı olunca bu asla boş değildir. Tabiatın ne makamdan ne maka­mın yetkilerinden haberi vardır. Sağırdır, hiçbir arzuhali işit­mez. Dualar ancak Allah içindir.

 

Değişen Tabiat

 

100- b- Tabiat ilah olsaydı onun içindeki bu olumlu-olum-suz değişim ve etkileşimleri açıklayamazdık. Yani her şeyin tekdüze ve mat olması lazımdı. Çünkü tabiat bir zeki form değildir: Evren değişkendir, durmadan değişiyor. Değişen her şey sonradan olmuştur. Bu bakımdan madde ezeli/başlangıç­sın olamaz. Evet, maddenin termodinamik yasasına göre sü­rekli yokluğa doğru kayması, evrenin, uzayın durmadan ge­nişlemesi, güneşin hızla tükenişe doğru yol alması gibi olaylar, varlığın bir başlangıcı olduğunu gösteriyor. Sonradan oian her varlığın bir yaratıcısı vardır; nedensiz sonuç ve sanatkârsız sa­nat olamaz. Nedenler ise zincirleme sürerek sonsuza kadar gi­demez. Öyleyse durmadan değişen, ezeli olmayıp sonradan oluşan ve bir ilk nedene gereksinim duyan şu evrenin de bir değiştiricisi vardır. O da Allah'tır.

"Hâhk-ı Rahim, bir kuşun tüylü libasım hangi kanunla değiştiri­yor, tazelendiriyor. O Sâni-i Hakîm, aynı kanunla, her sene küre-i ar­zın libasını tecdiâ eder, Han o aynı kanunla, her asırda dünyanın şeklini tebdil eder. Hem aynı kanunla, kıyamet vaktinde kâinatın su­retini tağyir edip değiştirir. "(Mektubat sh: 290)

 

TAKDİS (İLLALLAH) KISMÎ

(ALLAH YOK, KÂİNAT KENDİ KENDİNE OLDU, DİYENLERE) DEVAM

 

Düzenleyici

 

101- Düzeri varsa düzenleyen de vardır: Kendi kendine düzelen ne gördün de bu düzgünlüğü inkâr edersin? Sen akıllı bir varlık olarak bu dünyayı ve atomları düzenleye­mezken akılsız kâinat mı düzenler? Mikro ve makro düzen çok dakik bir ilişki içindedir. Bir atom çekirdeği atom kütle­sinin %99.97'si kadardır. Güneşin güneş sistemi içindeki kütlesi de %99.97'dir. Şüphesiz bu düzen ancak Allah'ın olabilir. Eğer bir atom çekirdeğindeki çekirdek, proton ve nötronlar birbirleri üzerine çökmüş olsaydı, bir madeni pa­ranın ağırlığı 40.000.000 ton olurdu. Kâinatta her şey olma­sı gerektiği kadardır. Ne bir fazla ne bir eksik. Yazar Bekir Topaloğlu bakm bu konuda nasıl bir önerme sunmaktadır: "Kâinat birbirine uygun sebep ve gayeler sisLemi arz eder(küçük önerme). Sebep ve gaye manzumeleri akıl ve ilim eseridir (büyük önerme). O halde tüm bu işler âlim ve akıllı bir müessiri gösterir." Yine yazarlardan Kemal Ural; "Bir gemi kayalara vurmadan ilerliyorsa bilin ki o geminin bir kaptanı vardır." Başka bir örnek verirsek, Pakistanlı No-bel Ödüllü Profesör Abdusselam'ın şu tespiti hayrete şa­yandır. Prof, "İnsan beynindeki 10 000 000 000 sinir hücre­sinin bağlantısını görünce inançla karşılaştım" diyerek hay­retini ifade etmektedir.

 

Hayatın Tarifi İçin Bir Hayy Lazımdır

 

102- Hayatın tarifi için bir Hayy ve yaşamın tanıtımı için bir rehber, lazımdır.   O da ancak Allah tır. Yoksa hayat ya manasız ya da tarifsiz bir abesiyet ihtiva ederdi. Hatta filo­zof Spinoza gibi, "Hayatı tarif etmek lazımdır. Ama bunun imkânsız olduğu kanısındayım" demek zorunda kalırdık.

 

Tesadüf Tanrısı

 

103- "Allah'ı inkâr için her şeyi tesadüfle açıklayanlar yaratma ile İlgili tüm vasıfları tesadüfe verdiklerinden tesa­düf tanrısına iman etmiş olurlar. Yani onlar, ateist değil müşriktirler." (M. İsîamoğlu) Kâinat, kör tesadüfe bırakıl­mayacak kadar yücedir. Şu anki bilim, laboratuvar şartla­rında bir hücre üretemezken nasıl kâinat denen muazzam yapı kendiliğinden oluşabilir? İmam-ı Azam, bir ateist ile olan tartışmasına gecikince ateiste, "Buraya gelmek için ırmağın kenarına geldim.Yol bulamadım.Ansızın bir ağaç kendi kendine tahta, sonra da kayık oldu ve ben de ırmağı onunla geçtim. Onun için geciktim" demiş. Ateist, "Bir ka­yık kendi kendine olur mu?" deyip kahkaha atınca, Büyük İmam: "Ey şaşkın, basit bir sandal kendi kendine oluşmaz ise şu kâinat nasıl kendi kendine oluşabilir." diyerek veciz bir cevap ile muhteşem bir izahatta bulunmuştur.

 

Varlığı Tanımak

 

104- Bir varlığı biz üç yolla tanırız: l.Yaptiğıyîa, 2.Du­yularımızla onu kavramamızla, 3-Yapmasa ve eseri olmasa da mantığımızla. Tüm kâinat O'nun yapıtıdır. O'nu görmü­yoruz, ama yapıtlarını görüyoruz. Bir de şu bir gerçektir ki, bir usta dese-ki 'ben artık bina yapmayacağım' bu yolla ese­ri olmasa da biz ona usta demeyecek miyiz? Tabi ki diyece­ğiz.  Çünkü asıl olan işten ziyade işi yapabilirliktir. O usta bina yapn^asa-da ustadır; çünkü o işi yapabiliyor. İşte tüm kâinat olmasa^ biz olmasak Allah yine de ustadır, ilahtır, ya­ratıcıdır, vardır.                                       

 

Olanak

 

105-  Olanak Belgesi: Evren/ Varlık, olabilirler türünden-dir. Açıkçası varlık ve yokluğu eşittir. Var olduğu gibi, ol­mayabilirdi de. Var olurken de, sonsuz oluş biçimlerinden herhangi birinin olması olasıdır. En az var olan kadar olma­yan da var olma şansına sahiptir. Her olabilir ise kendi dı­şında bir sebebe bağlıdır. Öyleyse önce var olmayı, sonra da var L.-ma biçimini olmamaya ve olması olası diğer biçimle­re yeğleyen birisi vardır. O da Allah'tır (cc).

 

İspat

 

106- Biz neyi ispat ediyoruz. Çinlilerin dedikleri gibi: "Tanrının varlığını ispat etmek lüzumunu mu hissediyorsun? Güneşi sezmek için meşale yakmak mı gerekir?" O'nu ispat etmek dahi aslında uygun değildir. Hâşâ onun varlığı bizim ispatımıza bağlı değildir. O, zaten vardır. Biz zaten var olanı görmemekte diretenlere yönelik deliller sıralıyo­ruz. Güneş gibi olan o yüce varlığı görmemek ancak bir inat ve körlük halidir.

 

Sebep

 

107- İnsan her şeyin bir sebeple yaratıldığını görmek­tedir. Onun için sebepsiz bir var oluş olamaz. Kâinat kendi kendine var olamaz. Bir etki lazımdır ki tepki olsun. Sebep olsun ki sonuç da olsun. Ve sebebi yapan bir müsebbip de olsun.

" İşte, ey nankörlük içinde kendini başıboş zanneden bedbaht gafil! Bu derece hadsiz lisanlarla kendini sana tanıttıran ve bildi­ren ve sevdiren bir Kerîm-i Zül cemal, tanımak istenilmezse, bu lisanları susturmak. Mademki susturulmaz, dinlemeli. Gafletle kulağını kapasan kurtulamazsın. Çünkü sen kulağını kapamakla kâinat sükût etmez, mevcudat susmaz, vahdaniyet şahitleri sesle­rini kesmezler. Elbette seni mahkûm ederler ." (Sözler sh: 669)

Her şeyin suret-i maddiyesinde, kııdret-i Rabbânî ustadır, kader mühendistir. Suret-i mâneviyesinde ise, kader mıstardır, ya­ni, teşekkülâtın çizgilerini çizer; kudret mastardır, yani o çizgiler üstünde yapdan teşekkülât, kudretten sudur eder.

Ey kâfiri Bunu işittikten sonra iyice düşün. Bir zerreye bir terzilik sanatını öğretmeye kudretin var mıdır? Kendine halik ittihaz ettiğin tabiat ve esbab, her şeyin muhtelif ve mütenevvi su­retlerini biçip dikmesine kudretleri var mıdır?" (Mesnevî-i Nu­riye sh: 34)

"Miiessir-i hakikî yalnız Allah'tır, Tesir-i hakikî esbabda yok­tur. Esbab, izzet ve azamet-i kudretin perdesidir." (Mesnevî-i Nuriye sh: 254)

"En cu'z'v ve en küçük şey, en büyük şey gibi, doğrudan doğruya bütün bu kâinat Halikının kudretinden gelir ve ha­zinesinden çıkar. Başka surette olamaz. Esbab ise bir perde­dir. Çünmi en ehemmiyetsiz ve en küçük zannettiğimiz mahlûklar, hazan san'at ve hilkat cihetinde en büyüğünden daha büyük olur. Sinek, tavuktan san'atça ileri geçmezse de, geri de kalmaz." (Lem'alar sh: 239)

 

İnkârda Kavrayamama

 

108- Esas olan şudur. İnsanların Allah konusunda ihtilaf ve inkârlarının kaynağı için en büyük sebep şudur: İnsanlar Allah konusunu tam anlamıyorlar, onu kendileri veya etraf-larıyla kıyaslıyorlar, ona bir şekil vermek istiyorlar. Oysa bunlar tüm bu delillerimiz karşısında çürütülmüştür.

 

Yegâne Cevap

 

109- Tüm soruların cevabı tek cevap olmalıdır. Çoklu­ğun cevabının çokluk olması bir kargaşadır. Bu tek cevap, tüm cevap şekillerini de içinde bulundurmalıdır. Yani tüm yollar bir yola gitmelidir.

 

Doğa Ve Allah İlişkisi

 

110- Doğa ile Allah arasındaki ilişki Pascal'm ifadesiyle şudur: "Doğa Allah'ı hem gösterir hem gizler," Doğa Al­lah'ın zatım gizler ama sıfat ve fiilini belirtir.

 

Mantık Delili

 

111- Norman Malcolm: "Tanrı varlığı ya mantıken zo­runlu yada mantıken imkansızdır. Hiçbir kanıt onun mantı­ken imkânsızlığını (çelişkili olduğunu) isp a dayamamış tır. Öyleyse tanrının varlığını zorunlu olarak kabul etmeliyiz." (S.H.Bolay, Felsefeye Giriş s.277)

 

Bilinmeyen Tarz

 

112- Allah bildiğimiz hiçbir tarzda değildir. Bilmediği­mizi de biz bilmeyiz. Onun için onu tam anlamayız. Desen ki "demek ki Allah'ı hiç anlayamayız". Hayır, anlarız, deriz. Mesele şudur ki biz tam anlamayız. Mesela onun işlerinin bir kısmım, onun sıfatlarını, noksansız olduğunu anlarız. Zaten bizim bu halimizi Allah bildiği için bize peygamber­ler göndermiştir. Tam anlamak ise ne bizim ne başkasının had d idi r.

 

İyilik Ve Kötülük

 

113- İnsan için en büyük iki sorun vardı: Bunlar iyilik ve kötülük mefhumlarıdır. Kabul edelim veya etmeyelim, in­sanlar için iyi ve kötü vardır. Ama "iyi nedir, nelerdir veya kötü nedir, nelerdir?" konularının ayrıntıları çok zordur. Bundan ötürü, bizim için en önemli bu iki konunun bize aydınlatılması lazımdır. İşte insanların hayatlarını düzeltecek olan; bu konuların aydınlatılması olacaktır. Alİah ve onun gönderdiği din ancak bu konulan aydınlatacaktır. Allah ol­masa iyi ve kötü var olmayacaktı. Bu bizim için ancak bir kâbus olurdu. Nitekim iyi ya da kötülüğü tanımayanların yeryüzündeki tahribatlarının meydana getirdiği acıları he­pimiz çekiyoruz ve çekeceğiz. İyi ve kötüyü yaratan bir ilah olmalıdır.                                 

 

Mukaddes Korku

 

114- "Tüm korkular insanı korktuğundan uzaklaştırır. Yalnız A^lah korkusu kendine yaklaştırır." (Ebu'l Kasım). Bu yönden bu korku türü emsalsizdir. Yaklaştıran bir korku dahi Allah'ı tasdik eder.

 

Yön

 

115- Tüm varlıklar için yönleri olmalı' diye ateistçe bir fikir sergilendiğinde, İmarn'ı Azam: "bir mum yamnea ışığı nasıl her tarafa yayılırsa Allah ta her tarafa yönelmiştir", di­ye karşılık verir. İlahîık, yönden de tenzih olmak demektir. Tabiat ise mekâna hapistir. Yönü mekândır. Allah ise her yerde ve taraftadır. Onun için sağ-sol, Ön-arka yoktur.

 

Vicdani Delil

 

116- "Vicdan, filozofların en aydınıdır"demiştir J.Jack Rousseou. Vicdanımızın Allah konusunda inkâr ettiği vaki değildir. Aklımız, nefsimiz onu inkâr etmektedir; ama vic­dani duygularımızın onu inkâr ettiği vaki değildir.

 

Azizlik

 

117-  "Allah düşünüşü, insanlar arasına iyiliği güzelliği katarak onlarda azizlik, velayet, peygamberlik gibi büyük insani zirvelikleri oluşturuyor. Allah olmasaydı bu iyilik numuneleri (Azizler, Veliler...) olur muydu? " (Albert Ca-mus) Ateistten aziz çıktığı görüldü mü?

 

Teki Bin Yapan

 

118- İmam Şafiî'ye sormuşlar: "Allah'ın varlığına delilin nedir?" "Dut yaprağıdır" diye buyurmuş. "Tadı, rengi, ko­kusu ve nihayet maddesi bir olmasına rağmen, bu bir tek maddeden ipek böceği yer ipek yapar, koyun yer et ve süt yapar, geyik yer misk yapar, arı yer bal yapar"... Tadı, ko­kusu, rengi bir olmasına rağmen, bir yapraktan bu kadar çok eşyayı yaratan, ancak Allah'tır.

 

İŞİ EHLİNDEN ALMA

 

119- Biz insanlar saatimiz bozulduğunda marangoza de­ğil, saatçiye gideriz. İşi ehline veririz. (Bakınız, Said Nursi, Muhakemat adlı kitabı) O halde din ve Allah konusunda neden psikologa, doktora, filozofa, Öğretmene gidiyoruz. Oysa bunlar işin ehli değildirler. İşin ehli peygamberlerdir. Müracaat da onlara olmalıdır.

 

Yaratılışta Zincirin Sonu

 

120- Desen ki "Her şeyi Allah yarattı onu kim yarattı?" Biz deriz ki; soru baştan yanlıştır, Eğer o yaratılsaydı adı ya­ratıcı olmazdı. Her şeyi yaratanı, kimse var edemez. Çünkü zaten o vardı. Yine bil ki teselsül, yani her şey birbirini yaratıyor, yaradılış böyle devam ediyor düşüncesi yanlıştır. Muhakkak bir sınır vardır. Tüm vagonlar makinistin oldu­ğu yerde son bulur. Sonrasında aranacak bir şey yoktur. İş­te son da Allah'tır. Yine'desen: "Yumurta mı tavuktan, ta­vuk mu yumurtadan çıkar. Bu iş böyle de olur?" Biz hayır deriz. Çünkü kimin kimden çıktığını bilmiyoruz, ama birin­den, birinin çıktığım biliyoruz. Yani cevap şıkkımiz yine bi­re düşer.

 

Kâinatın Kaderi

 

121- 'Kâinat zaten vardı' denilemez. Kâinatın içinde her şey bir c^eğişim, doğum ve ölüm hali içindedir. Kâinat da içindekilerle beraber kâinattır. İçindekiler çıkarılsa kâinat olmaz. Olsa olsa boşluk ve sıfır olur. Dolayısıyla o da için­dekilerin kaderini yani doğum, ölüm ve değişimi yaşar. Kâ­inat bir kadere mahkûmdur.

 

Âlem Delili (Kozmolojik Kanıt)

 

122- Ontolojik kanıtın yanında Tanrı'nın varlığını ispat­layan ve ateistleri çok zor durumda bırakan bir delil de koz­molojik kanıttır. Bu kanıt dünyamızın da içinde bulunduğu, her an tecrübe ettiğimiz âlemden (kozmos) hareketle bizle­ri Tanrı'nın varlığına götürmektedir.

Evrenin varlığı insanın üzerinde uzun uzadıya düşünce­lere daldığı konuların başında gelir. Yıldızları, gezegenleri, güneş sistemleri, galaksileri, canlılar âlemi ve bilemediği­miz daha birçok yönüyle kâinat insanın karşısında durmak­tadır. Kâinatın varlığı, oluşumu, değişimi, en küçük varlık biriminden (atom) tutun da en büyük galaksilere kadar her şeyin bir hareketlilik içerisinde bulunması insanın dikkatini çekmiş ve onu araştırmaya sevk etmiştir. Kozmolojik kanıt evrenin varlığından yola çıkarak yaratıcının varlığına git­mekte ve bizlere olup biten her şeyin arkasında bir Tanrı'nın bulunması gerektiğini söylemektedir.

Bu kanıt üzerinde sadece felsefeciler veya teologlar dur­mamıştır. Diğer insanlar da her fırsatta bu âlemin Tanrı'nın varlığına işaret ettiğini dile getirmişlerdir. Zaten yaratıcı Kur'an'da bu çeşit konular üzerinde önemle durmuş ve çar­pıcı örnekler vermiştir: Kur'ân-ı Kerim'de müteaddit defa­lar, insanların seyahat etmeleri, gözlerini gökyüzüne çevir­meleri, doğayı seyretmeleri, canlılar âlemine bakmaları, âle­min işleyişini izlemeleri kısacası her şeyin nasıl olup bittiği­ne dikkat kesilmeleri istenmekte ve bu konuda onlar dü­şünmeye davet edilmektedir, islâm düşünürleri de bu ne­denle kozmolojik kanıta eserlerinde büyük yer vermiş ve Tanrı'nın varlığını bu yolla kanıtlamaya çalışmışlardır.

Kozmolojik kanıtın temel iddiası şudur: Evrenin gerçek­ten var olduğu görülmektedir. Yani evrenin varlığı hayal veya rüya değildir. Ancak evren kendi başına var olamaz bir nesneler yığınıdır. Sonradan var olmuştur. Evreni var kı­lan ve ona hayat veren de Tanrı'dır. Evrenin ezelden beri var olduğunu düşünmek imkânsızdır. Çünkü âleme baktığı­mızda sonuçta onun maddî bir varlık olduğunu ve kendi kendine var olma gücüne sahip olmadığı görülmektedir. Bu durumda onu yaratan bir gücün varlığı kendiliğinden orta­ya, çıkmaktadır. Bu güç de Tanrı'dır.

Varlıklar kendi kendilerine var olma gücüne sahip de­ğildir. Ayrıca bu varlıklar, var olmalarını da kendileri gibi bir varlığa borçlu olamazlar. Bu durumda da evren dâhil bütün sonlu varlıklar var olmalarını kendileri dışındaki bir varlığa (Tanrı'ya) borçludurlar. Dolayısıyla âleme ve bizlere hayat veren bir varlığın mevcudiyeti kaçınılmaz olmakta­dır. Bu varlık Tanrı'dır. Evrenin var olması da, zorunlu var­lığın yani Tanrı'nın Varlığının kanıtıdır.

Kozmolojik kanıt ikinci olarak evrendeki hareket ve de­ğişmenin nedenini araştırarak Tanrı'ya varmaktadır. Bilin­diği gibi evrendeki nesneler hareket halinde olup, sürekli bir değişim ve oluşum içerisindedirler. Atom çekirdeğin­den gök cisimlerinin işleyişine kadar bu hareketlilik göz­lenmektedir. Ancak nesnelerin hareketliliği ve değişik bi­çimler almaları kendiliğinden oluşamaz. Bunların böyle ol­ması da imkânsızdır. Bu güç, yani hareket edebilme ve de­ğişme gücü, kendilerine hareketin ve değişmenin ötesinde olan bir yüce varlık tarafından verilmiştir. Dolayısıyla ev­rendeki hareketin ve değişmenin arkasında, onlara bu gü­cü veren bir Tanrı'dır.

Hareketin ve değişmenin olmadığı bir yaşam düşünüle­mez. Her şeyin statik ve durağan olduğu bir dünyada var oluş imkânsızdır. Kısa bir süre dahi olsa dünyanın dönme­diğini, gece ve gündüzün olmadığını, mevsimlerin gidip gelmediğini, bulutların hareket etmediğini, nehirlerin ak­madığını veya vücudumuzdaki atardamarların ya da kalbi­mizin çalışmadığını düşünmek mümkün değildir. Yaşamı var kılan Tanrı bizlere en uygun şartlarda ve ortamda hayat imkânını sunmuş, gerek kendi vücudumuzu ve gerekse Çevremizi bu yaşama hizmet için mükemmel bir şekilde dü­zenlemiştir. Doğrusu Tanrı sadece hareketin ve değişmenin arkasında değil, var olan güzelliğin ve intizamın arkasında da vardır.

Kozmolojik kanıt üçüncü olarak evrenin sonlu olmasın­dan hareketle sonsuz olan bir varlığa işaret etmektedir. Bir nesnenin sonlu olması demek, o nesnenin zaman ve mekân dünyasında belli bir süreç içerisinde, var olması ve tekrar yok olmasıdır. Herhangi bir zaman dilimi içerisinde var olan ve bir süre sonra yokluğa mahkûm olan nesneler ger­çek varlıklarını kendileri dışındaki bir varlığa borçludurlar. Dolayısıyla nesneler dünyası içerisinde bulunmayan, onlar gibi belli bir zaman diliminde var olup-yok olmayacak aş­kın ve sonsuz bir varlığa gereksinim vardır. Bu varlık da Tann'dır.

Dünyadaki herhangi bir varlığın sebebi başka bir varlık olabilecektir. Bir şeyin varlığına sebep olan o varlığın da yi­ne kendisinden önce başka bir sebebi bulunacaktır. Bu du­rumun bir süre. böylece devam edip gitmesi mümkündür. Ancak bu kuralın sonsuza kadar devam etmesi imkânsızdır. Çünkü bir süre önce var olmayan ve var olduktan sonra da ölümüyle birlikte yok olan varlıkların sonsuza kadar birbi­rinin nedeni olması hem aklen hem de mantıken mümkün değildir.

Çevremize dikkatlice baktığımızda kendi hayatımız da­hil olmak üzere pek çok şeyin zamana tâbi olduğunu, çeşit­li evrelerden geçtikten sonra değiştiğini, eskidiğini, yaşlandığını ve kaybolduğunu görmekteyiz. Ancak bütün bunlar olurken bir yandan da her şeyin ötesinde değişmeyen, yok olmayan bir gücün varlığının gerekli olduğunu düşünürüz. Çünkü her şeyin sonlu olduğunu bir an için düşünsek bile bunun nereye kadar gideceğini kestirmemiz güç olacaktır. O zaman bu değişen ve sonlu olan âlemin nasıl var olduğu­nu ve hayatiyetini nasıl devam ettirdiğini sormamız gereke­cektir. Sonuçta her şeyin arkasında bulunan ve doğası itiba­riyle yok olup giden varlıklara benzemeyen bir varlığı dü­şünmemiz gerekmektedir.

Tanrı, zaman ve mekânla sınırlı olmayan bir varlıktır. O, sürekli hareket halinde olan ve değişen evrenin yaratıcısı­dır. Dolayısıyla sonlu olan bir evren, bu özelliği nedeniyle bizlere sonlu olmayan, ezeli ve ebedî olan bir varlığı, Tanrı'yı hatırİatmaktadır.

Bir kısım insanlar, yaratıcı özelliği bulunmayan, buna karşın kendileri gibi ölümlü olan varlıkları (hatta bazen ko­nuşmaktan ve iş yapmaktan aciz olan cansız varlıkları) san­ki olağanüstü bir güce sahiplermiş gibi kutsamış, buna kar­şın gerçek yaratıcıyı1 maalesef unutmuşlardır. Kur'ân ise her fırsatta bizlere âlemin yaratılmış ve sonlu olduğunu hatır­latmaktadır. Ayrıca eski milletlerden bir kısım insanların bazı sonlu varlıkları kendilerine Tanrı edindiklerini ancak bunun çok gülünç ve beyhude olduğunu da ifade edilmiştir ki Kur'ân bu konuya Hz. ibrahim'in şahsında güzel bir ör­nek vermektedir.

Hz. İbrahim, başta babası olmak üzere pek çok kişinin putlara ve gök cisimlerine tapmalarını bir türlü içine sindirenıemiş ve onlara şiddetli tepki göstermiştir. O, içerisinde yaşadığı toplumun inancına katılmamış, sırasıyla, gece or­taya çıkıp parlayan ancak gündüz kaybolan yıldızların, za­manı geldiğinde parlayan bir süre sonra kaybolan aym, ya da şafak vakti doğan ancak akşam vakti batan güneşin hiç­bir zaman Tanrı olamayacağını düşünmüş, gerçekten tapıl-maya lâyık olan tek varlığın ise sadece Alİah olduğuna ka­naat getirmiştir (İzahatı Enam 75-79 ayettedir).

Hz. İbrahim'in bu muhakemesi asırlarca insanlara güzel bir örnek olmuş ve onlara yol göstermiştir. Tanrı'ya inanan bir insanın zihnî berraklığını ve çok eski asırlarda dahi ol­masına rağmen pozitif ilme olan yatkınlığını sergileyen bu tutum, günümüzde de bizler için övünülecek bir durum or­taya koymuştur. Böyle bir anlayışın, hurafelerin ve batıl inançların ne kadar uzağında olduğu da unutulmamalıdır. Çağımızdaki bilimsel ilerlemelere rağmen bazı çevrelerin, gökyüzü cisimlerini müşahedeye ve araştırmaya açık ilmî bir obje olarak değil de, ruhanî ve gizemsi bir varlık olarak kabul etmeleri ya da onlardan birtakım menfaatler umma­ları, İbrahim Peygamber'in ne kadar anlamlı bir düşünce sergilediğini açıkça ortaya koymaktadır.

Hz. İbrahim'in muhakemesinde önemli olan unsurlar­dan biri de âlemin ve âlemin içerisinde Tannlaştınlan şey­lerin zayıf ve Ölümlü olmaları gerçeğidir. Yani kendi baş­larına dahi var olamayan bir varlığın tapılmaya lâyık ol­madığıdır. Dolayısıyla gerçek yaratıcı dururken bu ve benzeri nesnelere tapmanın İzah edilecek bir tarafı bulun­mamaktadır.

Hz. İbrahim'in bu akıl yürütmesi birçok gerçeği daha or­taya koymaktadır: Birincisi ateistlerin iddia ettiği gibi Tanrı inancı ya da Tanrı kavramı doğal olaylar karşısındaki kor­kudan ve şaşkınlıktan kaynaklanmamıştır. Meselâ Hz. İbra­him ve onun gibi düşünen insanlar (monoteis t- tek tanrıcı­lar) tek tanrıya tapmış, şekli ne olursa olsun herhangi bir nesneden korkmamış, tanı tersine onların korkulacak ve ta­pılacak birer varlık olmadıklarına hükmetmişlerdir.

İkinci olarak bu örnek ateistlerin gerek insan ve gerekse inanç hakkındaki evrimle ilgili görüşlerini de yıkmıştır. Ateistlere göre "İnsan gerek fiziksel olarak ve gerekse dü­şünsel olarak basit bir yapıdan daha karmaşık bir yapıya doğru ilerlemiş ve günden güne de olgunlaşmıştır. İlk yılla­rında çok tanrıcı olan ve putlara tapan insan daha sonra tek Tanrı inancına yönelmiştir vs."

İbrahim Peygamber'in de gösterdiği gibi aşkın bir Tanrı inancı insanlığın ilk gününden beri vardır. Bir kısım insanlar daha sonra fikir değiştirmiş ve dinden uzaklaşmışlardır. Bel­ki bazıları da putperestliğe ve paganizme yönelmiştir. An­cak bu durum tarih boyunca tek Tanrı inancının önemini, üstünlüğünü ve yaygınlığını gölgeleyecek bir şey değildir.

Tanrı, evreni yaratmakla kalmamış işleyiş ve kanunları­nı da belirlemiştir. Bu da açık ve seçik bir şekilde tarafımız­dan müşahede edilmektedir. Meselâ bizlere sıradan gelen veya belki de hiç dikkatimizi çekmeyen yer çekimi kanunu, gezegenlerin yörüngelerinde düzenli olarak dönmeleri, su­yun kaldırma gücü, nefes almamıza imkân tanıyan atmos­ferin yapısı, kuşların uçabilmelerine olanak tanıyan hava ortamı, ateşin ısıtma ve yakma özelliği ya da toprağın biz­lere ürün verme gücü olmasaydı halimiz ne olurdu? Bun-larsız bir yaşam düşünülebilir miydi? Yine kendi bedeni-mizdeki uzuvların görevlerini bir an için yerine getirmedik­lerini düşünelim. Meselâ göz görmez, kalp çalışmaz, mide sindirmez, ya da sinir sistemi bozulursa dahası aklımızı kaybedersek ne gibi durumlarla karşılaşabileceğimizi tah­min edebiliyor muyuz? Hâlbuki bütün bunların hiç aksa­madan devam ettiğini ve her şeyin kendine verilen görevle­ri yerine getirdiğini açıkça müşahede etmekteyiz. 13u du­rum bizlere kâinatı yaratan, yaşam için gerekli koşullan oluşturan, iradî bir varlığın yüceliğini haber vermektedir.

Yüzyılımızda görülen bilimsel ilerlemeler, yeni buluş­lar ve uzay çalışmalarında elde edilen yseni keşifler de bir anlamda kozmolojik kanıtı desteklemektedir. Çünkü geli­nen bilimsel seviyeler bizlere âlemde tesadüfün olamaya­cağını, aksine her şeyin planlı ve programlı olarak düzen­lendiğini göstermektedir. Kısacası bir gücün her şeyi plan­ladığını, yasalarını en ince ayrıntısına kadar belirlediğini kanıtlamaktadır. İnsanın da bu düzeni görmesi ve bundan ders alarak o yüce gücün varlığı karşısında hayranlık duy­ması kaçınılmazdır.

Sonuç itibariyle evrenin varlığından hareketle Tann'nm varlığının kanıtlanma girişimleri de ateistlerce eleştiriye uğ­ramıştır. Ancak ateistlerin bu konuda dindarların iddiaları­nı çürütebilecek alternatif bir görüş ileri sürmeleri de kolay olmayacaktır. Evrenin varlığı, içeriği ve yasaları, amacı, ma­teryalistlerin yaptığı gibi sadece maddî nedenlerle açıklanacak kadar basit bir yapı arz etmemektedir. Dolayısıyla ev­rendeki olaylar karşısında insanda Tanrı fikrinin doğması kadar tabii bir şey olamaz. Aslında böyle içgüdüsel bir dü­şünceyi ya da hayranlığı frenlemenin ya da saptırmanın yanlış olacağı da. aşikârdır. İnsanın kendine karşı yaptığı en büyük hata da kanaatimizce kâinat karşısında kendini Tan-rı'ya götüren ve O'nu düşündüren duygularını bastırması ve yok saymasıdır.,

Günümüzde insan bilimsel ilerlemeler sağlamış ve gün­lük yaşamını daha düzenli hale getirmiştir. Geçmişte yaşa­yanlara kıyasla pek çok konuda daha iyi bir yere gelmiş ve teknik açıdan dünyaya hâkim olmaya başlamıştır. XX. yüz­yılın başında, bu ilerlemeler pozitivizmin etkisiyle insanın dinden uzaklaşmasına ve kendi kendine yeter olduğuna dair bir yanılgıya düşmesine yol açmıştır. Bu süreç insanın dünyanın dışına çıkıp aya ayak basmasına ve bir anda her şeyin üstesinden gelebileceği inancına kapılmasına kadar devam etmiştir. Ancak evrenin keşfi anlamında bir pencere olan uzay çalışmaları ve aya gidiş, dinden uzaklaşan ve kendini büyük gören insana (evrenin büyüklüğü karşısın­da) küçüklüğünü hatırlatmış ve daha temkinli davranması­nı öğretmiştir. İnsan da içerisinde yaşadığı dünyanın her şey olmadığını görmüş binlerce yıldızı ve galaksiyi barındı­ran evrenin muhteşem büyüklüğü karşısında dünyasının bir nokta kadar küçük olduğunu müşahede etmiştir. Kaldı ki küçük dünyamızda dahi bizlere hâlâ sır olan pek çok şey bulunmaktadır. İnsan böyle muazzam bir manzara karşısında "şans" ve "rastlantı" gibi kavramları tekrar gözden geçirme ih­tiyacını hissetmiş artık böyle bir açıklama yapmanın anlamsız olacağım görmeye başlamıştır. Nitekim insana kâinatta rastlantıların olmadığını öğreten, buna karşın nesneler dün­yasında bir düzenin bulunduğunu gösteren de yine bilimsel çalışmalar olmuştur.

Kozmolojik kanıttan sonra bizleri Tanrı'nın varlığına götü­ren diğer bir düşünce de evrende görmüş olduğumuz, düze­ni, intizamı, estetiği ve amaçlılığı ön plana çıkaran teleolojik kanıttır.

Kozmolojik kanıt bizlere bir anlamda kozmostan ve dün­yamızın dış görünümünden hareketle Tann'nın varlığını dü­şündürüyordu. Teleolojik kanıt ise daha ziyade kâinatın içya-pısmdan, orada görülen intizamdan ve güzelliklerden hare­ketle bizleri Tann'nın varlığına götürmektedir. (KAYNAK: Ay­dın Topaloğlu, Ateizmin Eleştirisi,Ankara 1999)

 

Kâinatta Var Ve Yok Oluş

 

123- "Kâinatta yoktan var olma hali yoktur. Ve vardan yok olma da yoktur" diyemezsin. Kâinatta yok olma vardır. Yanan Ali Efendi için "var" diyemezsin, Biz hiç yoktuk ama var olduk. Desen ki "Annem yaptı." Biz deriz ki; senin de­diğin gibi olsa da tüm yapanları da Allah yaptı. Böylece kı­sır döngüler nihayet bulur.

 

Denge Ve Dengeleyici

 

124- Kâinattaki hassas denge bize bir ulu varlığın varlığı­nı belirtir. "Kâinat kendi kendini dengeye koydu" şeklindeki bir önermede bulunulamaz. Çünkü dengelenmek için de ilim, akıl, mantık ve daha nice vasıflar lazımdır. Kâinattaki bazı hassas dengeleri yazar Hugh Ross'dan takip edelim:

Dengeler Listesi:

Yer Çekimi: Çekim güçlü olsa amonyak ve metan biriki­mi olur. Çekim az olsa Atmosfer su kaybeder ki her iki du­rumda da hayat olmaz.

Güneşe Uzaklık: Az veya tersi olan çok yakınlaşmada da hayat oluşmaz.

Yer Kabuğu: Kabuk çok kalın olsa oksijen transfer eder. Kabuk çok İnce olsa volkanik patlamalardan hayat yaşan­maz hal alır..

Dönme Kızı: Az olsa ısı farkı çok olur; dönme hızı çok ol­sa büyük kasırga ve tufanlar gerçekleşir.

Elektromanyetik alan: Manyetik alan güçlü olsa büyük manyetik fırtınalar meydana gelir. Zayıf olsa, Güneş rüzgâ­rı kalkanı kalkar.                                     

Albeda Etkisi: Yansıyan enerji ile gelen enerji arasındaki oran olan bu kurala göre fazla yansımada dünya buzul ça­ğına girer. Yansıma az olsa sera etkisi, aşırı ısınma, oksijen ve azot dengesizliği oluşur.

 

Gören Kalp

 

125- Bil değil, ama anla; ama kalbinle anla ki, bizim en büyük yaratık olmamız, kuru bilgiden öte bizim kalbimizdir. Yoksa bilgili ve akıllı kötüler, bizden çok daha üstün olurdu. Biz, gönlü olan bir varlığız. "Allah var mı?" diye bir de gönlümüze soralım. Ama kuru sormayalım. Yalnız bir şekilde, inziva ile tabiat ve yeşillikler arasında, kalbimize soralım. Bakalım kalbimiz bizimle nasıl konuşacak? Bize kendini nasıl açacak. Bir de diğer duygumuz yani nefsimizi (heva, istek, arzu) işe karıştırmadan bu arayışa geçelim. Cevaba da nefsimizi katmayalım.

 

Tez-Anti Tez

 

126- Asıl olan Allah'tır, dindir. Dinsizlik ise sonradandır. Ateizm bir tez değil anti tezdir. Yani ben dedim "Alİah var" o dedi, "Allah yok." Ama ben ilk önce dedim, ben var de­dim o benim vardır, sözümden sonra yok dedi. Asıl olan Al­lah'tır. Diğeri bana cevap için çıktı. İlk olarak teizm çıktı ve ona ret için ateizm ortaya atıldı. Bundan ötürü önemli olan ve itibara alınması gereken teizm; yani inanmaktır. Delil ateizmden istenmelidir.

 

Allah'ı Tanımada Niçin Zorlanırız?

 

127- İbni Miskeveyh: "İspat-ı Sâni çok güçtür. Çünkü O, bilmediğimiz ve anlamadığımız varlığın, en uzak ve yüce­sidir. İspatı kolaydır çünkü çok aşikârdır.(Sıfatlarının tecel­lisi cihetinde) tanınmasının esas zorluğu ise acz ve zaafımız nedeniyledir." demiştir. Dolayısıyla Allah'ı tanıma huşu-sunda insanların birilerini kötülemeleri pek de yarar değil­dir. Zorluk bizim yapımız dolayısıyladır.

 

Varlık Aşamaları

 

128- Mevcut varlıklar katman katman ve sınıf sınıftır. Par­çadan bütüne doğru bu katmanlar şunlardır: Birinci varlık katmanı cansız ve hareketsiz varlıklardır ki bunlar; taş vb varlıklardır. Bunlar ilk katmandır. İkincisi canlı, bilinçsiz ve nispeten hareket halindeki varlıklarıdır ki bitkiler gibi. Üçün­cü katman hayvanlar gibi canlı, hareketli ve içgüdü sahibi varlıklardır. Dördüncü sınıf varlık ise insandır ki canlı, bilinç­li, maddi, akıllı, hareketli ve duygu sahibi varlıklardır. Beşin­cisi enerji beden, bilinçli, canlı ve harekette daha serbest var­lıklardır. Bunlar cin ve benzer enerji varlıklardır. Altıncı sınıf canlı, hareketli, daha saydam bir enerji beden sahibi, duygu­lu ve akıllı, bilinçli, tamamen itaatkâr seçme hakları olmayan varlıklardır ki bunlar da melek ve benzer tür varlıklardır. O halde sormak lazımdır. Bu aşamalar varsa en üst varlık aşa­ması yok mudur? Enerjiden daha farklı ve güçlü, bedenden muaf, zaman ve mekândan münezzeh, sonsuz defa sonsuz bir varlık.,. Bu şekil düşünmemizi engelleyecek bir engel var mıdır? 'Bu şekil bir tasavvur yanlıştır' diyecek bir bilgiye sa­hip olan Var mıdır? Demek, varlık aşamalarının da bir sonu, hadsizlik sahibi biri, olmalıdır. O da Allah'tır.

 

İnanç Delili

 

129- "İnsan şu veya bu şekilde bir görev yürütmektedir. Görev yürüttüğü çalışıp didinmesinden bellidir. Oysa görev kadar bir gerçek daha vardır. O da inanç olmadan görevin yürütülemeyeceğidir." (Benjamin Disraeli) İnanç tüm varlık­ların varlık ve yaşama sebebidir. Amacı biten insan hayatta kalmak istemez. Amaç bir ağacın meyvesidir. Ağaç meyve vermek adındaki amaçla donanmıştır. Görev için inanç şart­tır. İnanmaksızm hiçbir icraat yapılmaz. Yaptığını söyleyen de görevini suiistimal eder. İnanç mevzusunun en başı da el­bet bir olan Allah'tır.

 

Asıl Olan "Var" Oluştur

 

130- Asıl olan "var" demektir. "Yok" demek ise, asıl değildir. Ben "zakkum ağacı var" dediğimde yok diyenin tüm dünyayı hatta kâinatı gezmesi ve olmadığını ispatlaması la­zımdır. Bu da imkânsızdır. O halde 'Alİah yok' diyenlerin davalarını ispatlaması olasılığı sıfırdır. 'Alİah yok' diyenler, kâinatı mı dolaştı, tüm bilgiyi mi aldı da inkâr ederler, diye sormak lazımdır.

 

Şuur

 

131- Şuursuz sebeplere bir şuurlu varlık gerektir. Tüm "neden ve nasıllara" ve onların harekete geçirilmesine Ön­cülük eden idrak ve şuur sahibi bir mutlak zat olmalıdır. Yoksa kâinattaki bu oluşumlar, bu gözsüz, akılsız ve idrak­siz sebepler manzumesine atfedilemez.

 

En Büyük Tedbir

 

132- Hz Ali, bir ateiste yeteri kadar delil sıraladıktan sonra inanmadığım görünce: "Eğer bizim dediğimiz gibi Allah var­sa- ki vardır- biz zarar etmeyiz; çünkü biz tedbirimizi aldık. Yoksa zaten biz bu konuda biriz. Fakat Allah varsa sen sonsuz zarara girersin." dediğinde ateist Müslüman olmak duru­munda kalmıştır. Demek ki Allah inancı işi tesadüfe bırakma­mak ve sonsuz kazanmak imiş. İnsanın geleceği için en büyük tedbir iman sahibi olmakmış. En büyük tedbir dahi en büyük olana yapılır ki; bu dahi büyük bir delildir. İman adh tedbiri almayanların kurtulması imkânsızdır. Takdir, onların bu ted­birsizliğini çok ağır bir şekilde ödettirecektir. Doğrusu dağda, bayırda, ovada ve şehirde "gelin en büyük tedbir ve kurtuluş reçetesine (İmana)" diye bağırmak elzemdir. duh ı hkik delilleri sonsuz olan flilah

 

Tanım Delili

 

133-  "Tanrı ismi bir varlık için kullanılıyorsa bu ger­çekten vardır demektir." (Aziz Anselmus, S.H.Bolay, F.Giriş, S.276):Tanımlanan her şey ya zihinde vardır ya da bil fi­il bulunur. Allah ise tanım olarak var olduğu gibi fiilen de vardır. Ki tüm bilgiler bizim bu delilimizi doğrulamaktadır.

 

Dîmsizüğe Neden Olan Din-Dindar

 

134- Aslında gerçekten Allah'ı inkâr edenler çok azdır. "Nasıl?" dersen,, şöyle derim: "Birileri Allah ve din adına insanları sömürdü, eziyet etti, aptal ilahlara taptı ve sen "ben bunların ilahlarını kabul etmiyorum," dedin. Aslında sen Allah'ı değil onların yalancı ilahlarını inkâr ettin, onla­rın saçma ilahlarını inkâr ettin. Oysa Alİah* kendi adına zu­lüm yapanların cezalarını kat kat verecek ve: " İnsanları na­sıl benden uzaklaştırırsınız, zulmünüze beni nasıl alet eder­siniz?" diye onları yargılayacaktır. O halde herkes Allah'a inanır. Ama sahte markalı mallar var diye o markayı inkâr etmek akıl kân değildir. Şu da bir gerçektir ki; iyi malın sah­tesi çok çıkar; çünkü çok satılır. Onun için sahte Müslüman ve sahte dindar çoktur. Mal satıldığı için birileri sahteliğe Özenmekte ve marka basmaktadırlar. İnsan; ihtiras, kin ve tutkularını din namına kullanmakta ve zulüm yapmaktadır. Din ise "zulüm yapın" dememiştir. O halde sorumlu olan insandır, Allah değildir.

 

Hak Tasavvuru

 

135- Şunu bil ki, gerçek ve hak tanrı tasavvuru olan düşünüş, yani İslam'ın bahs ettiği tanrı anlayışı, tam ortaya çı­kartılırsa gerçekten inkâr edenler çok daha azalır. Hiçbir kimsenin sahabenin, tabiinin, müctehid alimlerin bilgisi ve anlayışını şu aşamada kat edeceğini ve onların üstün ahlak yapılarını aşacağını zan etmiyoruz. Demek hak, an­cak haklı bir tarz ve alim bir bünye ile insanlara kavratıla-bilir. Ahlaksız ve cehalet kokan bünyelerin İslam'ı kavrat­malarını beklememek lazımdır. Doğru tasavvur için, doğ­ru olmak ve doğrulan olduğu gibi aktarmak lazımdır. Yo­lun düzgünlüğü elbet hedefin düzgünlüğene delalettir. O düzgün hedef Allah'tır.

 

İlk İnsan Delili

 

136- Tarih, fosil kayıtları, sözlü ve yazılı gelenek ve yapıl-' mış tüm araştırmalarla kanıtlamıştır, ki ilk insan, dinlerinin (ilahi dinlerin) bahsettiği ilk insan Hz. Adem'dir. Mademki Allah ve O'nun dini bu bilimsel gerçeği bize bildirmiştir o halde Allah vardır ve hakkı söyler. Sözü doğru çıkan elbette doğrudur ve doğru ancak var olandır. Doğruluk var olmanın bir tezahürüdür.

 

Tüm Zamanlarda Tanrı

 

137- Yeryüzünde insanların tanrısız bir toplum oldukları, yaşadıkları görülmemiştir. Bu başlı başına bir delildir. En es­ki kazılar (özellikle Avustralya yerlileri hakkında yapılanları, tek tanrı inanışı buluntuları, hayrete şayandır) arkeolojik bul­gular bize tanrısız bir toplum ve devir olmadığını söylemek­tedir. Demek insanlık serüveninin gidişatı da Allah'ı gösterir.

 

Din-Bilim Ortaklığı

 

138- 3 Milyon yıllık insanlık geçmişi [son iki yüzyıl (20 ve 21. yüzyıllar)biraz hariç tutulursa] bize büyük bir kanıt sunmaktadır. O da şudur: Din tüm hayat menbamizm (İn­sanın) ve bilimin kaynağıdır. Bilimi çıkaran ve günümüze kadar getiren dindir ve dini inanışların getirmiş olduğu ara­yışlardır. EsVi Sümer, Babil, Mısır, Orta Çağ... ve tüm çağ­larda dini düşünce ve bilim aymolarak görülmüştür. O hal­de birilerinin "bilim dini ve Allah'ı kabul etmiyor" şeklin­deki tarihi dayanaktan yoksun fikirlerine inanmamak la­zımdır. Dinin bilime öncülük etmesi elbet tanrı yani Alİah için bir önemli delildir.

 

Gizlenen Tanrı Fikri

 

139- Tanrı  fikri  tüm insanların  içinde gizlidir.   Nice ateistler, bela ve musibet anında "Allah !" diye seslenmiş ve bağırmışlardır. Yanımdaki bir ateistin şimşek çakarken "bis­millah, bismillah" diye bağırdığına ben şahidim. Buna en büyük delil Ateistlerin kendileridir. İnsan istese de istemese de tüm insanların içinde Alİah fikri vardır.

 

Kanun Koyucu

 

140- Kâinatta her şeyin kanunları var. Çekim kanunu-fi-zik kanunu... Kanunu olmayan hiçbir şey yok. Kanun olun­ca kanun koyucunun oluşu zorunludur. Kanun koyucu ol­madan kanun olduğunu düşünmek tam bir gülünçlük ve maskaralıktır. Çünkü kanunlar bilgi, güç, saltanat ve düze­nin göstergesidir. Alim, güçlü, sultan ve düzenleyen gibi adlar ancak o fiilleri oluşturur. Faili olmayan hiçbir iş yok­tur. O halde 'nasıl hâlâ Allah inkâr edilebilir?' diye kendi­mize sormamızda yarar vardır.

 

İlmi Bir Gerçek

 

141- "Her şey yok oluyor biz de ölünce yok olacağız" de­yip Allah ve peygamberi inkâr edenlere şunu, şu son ilmi gerçeği açıklayalım: Kâinatta hiçbir şey tam yok olmuyor. Konuştuğumuz ses dalgaları, beynimizden çıkan düşünce dalgaları... tüm bunlar kâinatta gezer dolaşırlar. Eğer teknik gelişirse bin yıl önce Ölmüş olan bir kişinin konuşmalarını kâinatta bulup yeniden o sözleri dinleyebilirsiniz. Demek ki her şey kayıtlı ve bu kayıtlar bir gün bizim önümüze gelip bizim için bir mahkemede delil olabilir ki, İslam bunu bin­lerce yıldır söylüyor. Demek tüm bunları kayıt eden bir Ha-fiz vardır.

 

Adil Yargıç

 

142- Kâinatta adaletsizliklerde bulunanlara karşı adil bir yargıç olmalı. Yargıç ise Allah'tır. Çünkü O tüm insanla­rı yargılayacaktır. Dinsiz kişi adalete de inanmayandır. Çünkü adalete inansaydı bir yargıcın ve hâkimin olması gerektiğini, mazlumun hakkının yerde bırakılamayacağım bilmesi gerekirdi. Boynuzsuzun boynuzludan hakkını al­ması gerektiğini ve tüm sınavların sonucunda ceza ve mü­kâfatın verileceğini bilmesi, idrak etmesi lazımdı. Yoksa adaletin A'sından habersiz bir tabiat mı, adil bir yargılama­da bulunacak?

 

Toplumların Dini Kabulü (Amme Delili)

 

143- Kâinatta Allahsızlığı savunan kişiler oldu, ama top­lumlar olmadı. Yoksa tüm toplumlar sapıklıkta da, sadece dinsizler mi doğru yoldadır? Milyon yılı aşkın insanlık tari­hi serüveninde inançsız ve tanrısız hiçbir dönem yaşanma­mıştır. İlk insan kolonilerinden günümüze kadar bu böyle olmuştur. İnsanlığın tamamen bu konuda (Allah'a inanma) yanlış olduğunu ve yanlışlık yaptığını söylemek büyük bir yanılgı-ve ayrıca insan denen varlığı tanımamak, tanıma­makla beraber hakaret- olur. Asıl yadırganacak olan bu ger­çeğe rağmen bazılarının kendi geçmişlerine söverek ve kö­tüleyerek inançsızlaşmalarıdir. İnsanoğlu bu konuda yani inanç konusunda' geçmişi itibariyle yekvücuttur. Tüm top­lumlar inanç toplumudur. İnançsızlık hiçbir zurnan bir top­lum oluşturamamıştır. (Bu Delili İslam tarihinde ilk bulan alim Mutahhar B.Tahir Makdisi'dir.)

 

Din Gerçeği

 

144- Din, ilmin ve hayatın ruhudur. Bize inanmazsan bu konuda Einstein (Aynşteyn)'ı dinle: "İlimsiz din kördür, dinsiz ilim topaldır." Din de Allah'a aittir. Demek ki "din" dahi Allah'ın varlığına delildir.

 

İthamcıdan İspat İsteme Hakkı

 

145- Allah yoktur, diyenlerden biz bunun ispatını iste­mek zorundayız. Bu konuda madem itham dinsizden gel­miştir biz de ondan fikir değil, ama gerçek deliller istemeli­yiz. Ki asıl o zaman inançsız afallayacaktir. Tıpkı Hz Hasan'ın yaptığı gibi... Hz Hasan'a "Rabbin ne zaman vardı?" diye sordular. Hz Hasan: "Rabbim ne zaman yoktu ki?" (Yani sen ne zaman olmadığını söyle) şeklinde cevap verdi.

 

İyilerin Dindar Oluşu

 

146- İyi insanların dindar olması da bir delildir, iyiler de­lil olmaz da diğerleri mi delil sahibidir? 124 bin peygamber ve 124 milyon evliyaya ve onların sözlerine güvenilmez de kime güvenilir? Yoksa bizim gibi yemek, içmek, ense şişir­mek ve günde yüzlerce yalan atanlara mı güvenilir? Biz mi yoksa peygamberler mi güvenilmeye layıktır? İyilere güve­nilir ve iyiler de "Allah var" demektedir.

 

Birlik

 

147- Birlik Belgesi: On yalancı, arka arkaya gelip bize evimizin yandığım söylese, bu adamların hayatta bir kez bi­le doğru söylediklerini duymamış olmamıza karşın, "ihti­mal/belki" der, onlara inanırız. Çünkü ortada birlik duru­mu vardır. Oysa sözünü ettiğimiz ittifak /birlik, binlerce El­çi, yüz binlerce ermiş ve milyonlarca da inanan insan ara­sında meydana gelmiş bir ittifaktır. Çeşitli zamanlarda ve ayrı ayrı bölgelerde yaşamış bu insanların ittifak ettiği en birinci nokta, "Allah vardır11 gerçeğidir. On yalancının bir yalan üzerindeki ittifakına değer verildiği halde, milyonlar­ca, hem de hayatlarında bir kere bile yalan söyledikleri du­yulmamış Nebiler/Elçiler ve velilerin bu çaptaki ittifakına inanmayan insan nasıl insan olabilir? Ve ona nasıl akıllı de­nir? (İnancın Gölgesinde ve İslam'da Allah'a inanmak)

 

Mücadele İçin Allah Ve Ahiretin Şart Oluşu

 

148- Yugoslav Sosyalist Mareşal  Tito,  son  anlarında: "Ben toprak olacaksam mücadelemin ne anlamı var? Zalim­ce ölenler ve mazlumca ölenler arasında hesaplaşma olma­lı." diyerek bu gerçeğe işaret ettiğinden söz ediliyor. Müca­delenin anlaıtıı için Allah ve ahiretin olması şart. Dünyada çalışmasının karşılığını alan kaç kişi var?

 

Kendi Kendine Olma

 

149- Kâinatta kendi kendine oluşan bir şey var mı ki kâ­inat kendi kendine olsun, oluşsun? Sebep denen bağdan kurtulmuş olaıt var mı ki kâinat, sebep denen bağdan kur­tulsun? Etkiden muaf, bir varlık düşünülebilir mi ki, kâinat etkiden ve etkileyenden kurtulsun? Rusya 20 yıl laboratu-varda uğraştı da bir hücre yapamadı ve pes etti. Yoksa şu bi­linçsiz tabiat mı yarattı ya da kendi kendine var oldu?

 

Dna

 

150- Bir şeyin kendi kendine olması için milyon sayfalar­ca bilgiye, şifreye ( DNA) sahip olması lazım. Bu hazır bil­giyi kâinat yerde mi buldu? Gerçi yer de yoktu ki, o yerde bulsun. Demek o bilgiyi oraya bir âlim koydu, bir bilen yer­leştirdi.

 

Yaratamayan İnsanlık

 

151- Tüm insanlık, tüm imkânlarına rağmen bir sinek Yaratamazken (yoktan yaratma) şu kör ve sağır kâinat mı yaratacak? Yaratmak hele hele yoktan varı kılmak hususun­da insana düşen büyük bir sıfırdır. Demek yaratma sıfatı ancak bir ilah işidir.

 

Gen Şifresi

 

152- Allah vardır. Varlığının bir kanıtı da gen denen hüc­resel yapıdır. Tüm canlıların gen şifreleri farklıdır. Yanı tüm canlılar orijinal yaratılış şaheserleridir. Gen bilimi, Dar­vin'in evrim teorisini tamamen yok etmektedir. Yani "tüm canlılar bir evrim ve gelişimle bu safhaya gelmiştir" söyle­mi tamamen yalandır. Çünkü tüm canlılar ilk ve son tüm ta­rih devirlerinde aynı gen şifrelerine sahiptir. Tüm bu genler elbet bir ilahın eseri olabilir ki o ilah da vardır.

"Eğer her şey Kadîr-i Mutlaka verilmezse, bir tek Allah'a mu­kabil, nihayetsiz, belki zerrât-ı kâinat adedince ilâhları kabul et­mek gibi, yüz derece muhal İçindeki bir muhali mevcut kabul et­mek gibi bir divanelik hezeyanına düşmek lâzım gelir." (Sözler sh: 297)

"Her bir zerre, eğer memur-u İlâhî olmazsa ve Onun iz­ni ve tasarrufuyla hareket etmezse ve ilim ve kudretiyle ta-havvül etmezse, o vakit her bir zerrenin nihayetsiz bir ilmi, hadsiz bir kudreti, her şeyi görür bir gözü, her şeye bakar bîr yüzü, her şeye geçer bir sözü bulunmak lâzım gelir." (Sözler sh: 549)

"Eğer o zerre, bir Kadîr-i Mutlakın memuru olmazsa ve nisbeti o Kadîr-i Mutlaktan kesilse, o vakit o zerreye her şeyi görür bir göz, her şeye muhit bir şuur vermek lâzımdır." (Sözler sh: 296)

 

Kör Ve Sağır Tabiat

 

153- İnsan ki, bilgi, duyu ve aklıyla hâlâ çok çok geriler­de ise akılsız, kör ve sağır tabiat mı yaratıyor? Körün kitap yazdığı, uçak yaptığı, sağırın müzik bestelediği ve akılsızın bir düzen oluşturduğu nerde görülmüştür?

 

Aydaki Tanrı

 

154- Art niyetli hasımların varlığı da kişinin ve fikrinin doğruluğuna nispeten bir delil teşkil eder. Şöyle ki; Sovyet Rusya Ay'a ilk insan gönderdiğinde şunu^dünyaya haykır­mıştır: "Bizim astronotumuz ayda tanrıyı görmedi. Tanrı ol­saydı elbet biz onu görecektik." Evet, bu şekil inkârları için bir delil oluşturmuşlardı. Hangi dindar "tanrı aydadır" de­miş? Bu insanlar bilgilerini duygu ve ön yargılarına bağla­yanlardır. (Said Havva, İslam'da Allah inancı s.11) Demek hasımlarımız bilmiyor ve bilmedikleri gibi hem de konuya önyargılılar. Bizi bilmeyenler, inancımızı bilmeyenler bizi doğru tasvir edemezler. Yandaşı doğru olanın varlığından şüphe mi duyulu? (Din sahibi olup da dinde doğru olma­yanlar, doğru davranmayanlar ise dine delil değildirler.)

 

İlgisizlik Ateizmi

 

155- İlgisizlik Ateizmi: Dünya üzerindeki birçok kişinin tanrı ve Allah mefhumları üzerinde hiç düşünmemesi ya da ilgi göstermemesi, ilgi göstermezken de bu ilgisizliğini ideolojik bir inkâr şekline koymamasıdır. Yani bu ateizm türü adından da anlaşılacağı üzere ilgisizlik ve lakaytlık türüdür. Buna Fransız La Buruyere tarafından değinil­miştir. Hâlbuki yeryüzünün en somut meselesi yaratan ve yaratılan sorunudur. Pascal: "Mesele kanıt noksanlığı meselesi değildir. Mesele inanma duygusunun olmayışı­dır." derken bu konuya iyi değinmiştir. Oysa her şey inançtır ve inancın zirvesi de tanrı tasavvurudur.

 

Canlılar Arası Ortaklık

 

156- Kâinat kendi kendine var oldu diyelim. Peki, var olan bu kadar çeşit canlı nasıl aralarında anlaşıp bu ha­yat  akışında  rol  oynayabiliyorlar?  Onlar birbirleriyle zincirleme bağlantıyı nasıl oluşturdular? Onlara bunu kim öğretti? İki hücre birleşmişse birbirlerini tanımaları, tanımak için de bilgi, anlayış ve zekâ sahibi olmaları la­zımdır. O halde kimdir şu çevredeki varlıklar arasında böyle akıllı, zeki ve bilgili hücre bulan?   Kimdir Allah'ı inkâr eden?

 

Orijinalite

 

157- Varlıklar bu muazzam ve çoklu yapıları ile büyük bir orijinaliteye sahiptirler. Tüm varlıklar eğer Allah ol­masaydı birbirlerinin aynı ve tekdüze olacaklardı. Çünkü değişim ancak bir değiştirene delalet eder. Hâlbuki tüm canlılarda kendi türlerine ait bir özel hal vardır. Tüm de­ğişim ve oluşlar bir yapanı gösterir ve belirtir. Orijinalite de bir yaratanı gösterir. Yaratan elbet Allah'tır.

 

Elçiler

 

158- Elçiler Belgesi: Elçilerin ve özellikle Elçiler Önderi Hz. Muhammed'in (sav) elçiliğini kanıtlayan bütün deliller de, yine Allah'ı anlatan belgelere eklenmelidir. Zira Elçilerin varlıklarının amacı, tevhid, açıkçası Allah'ın varlık ve birli­ğini duyurmaktır. Öyleyse, her elçinin kendi elçiliğini kanıt­layan bütün delilleri, aynı zamanda bütünüyle Allah'ın var­lığına da delil olmaktadır. Ne var ki, onların elçiliğini kanıt­layan deliller şu andaki konumuz dışında kaldığından, te­ker teker üzerinde durmayacağız. Şimdilik yalnızca şunu belirtelim ki, bir elçinin hak nebi olduğunu gösteren bütün deliller, aynı kuvvetle, hatta ondan da öte bir kuvvetle "Al­lah vardır ve birdir" demektedir. (İnancın Gölgesinde İs­lam'da Allah'a İnanmak)

 

Hücre

 

159- Bir hücre, sanatça bir uçaktan çok daha ileriyken, uçağın yapanı var da niçin bu hücrenin yapanı olmasın? Yoksa mantıkça bu delil, daha mı düşük bir delildir? Yoksa bu akıl yürütmemiz çok mu mantıksız bir iştir?

 

Demir Tencere, Canlı Sebze

 

160- Kâinatta göz var, görme var, ama kâinatın gözü yok. Kâinatta işitme var, ama kâinatın kulakları yok. Kâinatta akıl var akıllılar var, ama onun aklı yok. Kâinat krom bir tencereye benziyor, ama içinde salata ve patlıcan var. De­mezler mi; "Biri onları oraya koydu". Sen dersen "Tencere yaptı" demezler mi "Onlar demir mi ki tencere onları yap­sın?"  Tüm bunlar; kâinatın yapan değil yapılan olduğunu gösterir. Sende olmayanı içindekine nasıl verebilirsin. De­mek ki sen, başkasından aldın da verdin. Aklı, fikri, gözü olmayan bunları dağıtamaz.

 

Tapmada Evrensellik

 

161-  Bil ki Allah'ın varlığının kanıtları çoktur. İnsan dahi bu konuda en büyük Örneklerdendir. Dinsiz- dinli tüm in­sanlarda tapma ve ibadet vardır. Kimi Allah'a, kimi futbola ve puta, kimi kendi nefsine kimi tabiata, ama herkes tap­maktadır. Tapmaktan kastımız sadece kişinin en çok kimi ve neyi kutsal ve Önemli gördüğüdür. Şekilsel ibadet değil­dir.

 

İllet- Malul Delili

 

162- Kindi: "İhtimal dörttür; şey (yani mefhum) vardır, ama onun zatı yoktur; şey yoktur, onun zatı vardır. Üç: Şey yok onun zatı da yoktur. İhtimal dört: Şey vardır ve onun zatı da vardır" demiştir. Netice şudur ki; şey kendisinin ya­ratıcı illeti yaninedeni olamaz. O (Allah) bil fiil vardır. Yani hiçbir şey kendi kendini yoktan var edemez; çünkü o yok­tur ki kendisini oluştursun. Yani Allah zatı ile zaten vardır. Ve diğer tüm var olanlar O'nun yani ilkin varlığına borçlu­durlar.

 

İhtiyarlar-Çocuklar

 

163- Bir ihtiyar düşün onu o ölüm anında kim ve ne te­selli edebilir? (Bediüzzaman) "Merak etme, sen yok olacak­sın, 80 yıllık çalışman öyle yerde kalacak" demek ini teselli­dir? Hayır, şüphesiz ancak Allah ve ahiret bir teselli verir.

Çocuğu ölmüş bir kadının en büyük tesellilisi şu değil mi­dir? " Merak etme, Allah çocuğunla Cennette sizi buluştu­racak" Bu konuda haddinden fazla örnek var. Birazcık dü­şünürsen aklına yüzlercesi gelebilir.

 

İlim Kabul Etmez, Diyenlere

 

164- Eğer desen: "İlim Allah ı kabul etmiyor." Biz deriz ki: İlmin ağzı yok ki sana bunu .söylesin, ilim eşya ilmidir. Her halde ilim her eşyanın bir yapıcısı olduğunu söylemiş­tir ki bu bir delildir. İlimden kastın deneysel ilimdir. Oysa deney salonuna girmeyen ilimler de çoktur... Sosyoloji, fel­sefe, din, psikoloji, tarih.... Yoksa ilim bunların yok oldukla­rını mı söylemektedir? Kaldı ki şu anki ilim, varlığın tüm sırlarını değil trilyonda birini çözmemiştir, Herkes bu konu­da yani ilmin azlığı konusunda hem fikirdir. Ayrıca deney­sel bilgi kararsız ve değişkendir. Kesin değildir, bilgiler de­vamlı değişmektedir. Fizik kanunları bir bir yıkılmaktadır.

 

Anthropic Pırinciple (İnsani İlke)

 

165- "İnsani ilke" kâinattaki her detayın insan için ayar­landığını ve tesadüfe yer olmadığını gösteren bir deiii-dir.(H.Yahya, Evrenin Yaratılışı S.39) Amerikalı Genetikçi Robert Giriffiths: "Tartışmak için bir ateist aradığımda felse­fe bölümüne gidiyorum. Çünkü fizik bölümünde pek böyle bir ateist çıkmıyor" derken pozitif bilimlerin geldiği aşama­yı ve sosyal bilimlerdeki ateist düşüncenin iyice bilimden koptuğunu belirtmektedir. Evet; Allah, Kuranda birçok ayette yer ve göklerin insanlar için yaratıldığını, döşendiğini, süslenip yaşanılır kılındığını belirterek bu güzel ilkeyi esasta ortaya koymuştur.

 

Her İşi Açıklayan Tek Fikir

 

166- "Allah fikri öyle bir güneştir ki, onsuz her izah ka­ranlıkta kalır." (P. Safa) Tüm varlığı açıklayacak ve tüm so­ruları aydınlatacak tek fikir, o fikirdir. Tüm varlıkla alakalı en büyük izah, ancak Allah tasavvurudur. Ki böyle olmuş olmasaydı bu kadar kıyametler koparılmaz ve bu kadar so­rular ortaya atılmazdı. Bir bina için usta neyse ve usta fikri tüm bina için geçerliyse, tanrı tasavvuru da tüm kâinat için geçerlidir. Her şeyle alakalı oluş ancak o şeyin her şey olma­sını gerektirir. İlmimizin azlığı ve fikrimizin zayıflığı nede­niyle bu büyük fikrin açıklamasını ehli olanlara bırakarak konuyu bitiriyoruz. En doğrusunu Allah bilir.

 

Sınırlı Varlıkların Delaleti

 

167- Bil ki Allah vardır. Tabiattaki her varlık sınırlıdır. Oysa sınırsız bir varlık hiçbir varlığa benzemez. Onun için Allah ile diğer varlıkları karıştırmamalıyız. Had ve sınır varsa, ki vardır, zıddı olan sınırsızlık da olmalıdır. Madem­ki her varlıkta şu veya bu şekilde bir kısıtlanmışlık vardır, mademki biz kendimiz gibi kâinata bakarız. O halde bizim görüş ve ufkumuzun ötesinde biri olmalıdır. Bunca eksik, bunca zaaf ve acz bir mükemmele delalet eder.

 

Sanat-Sanatçı İlişkisi

 

168- Anla ki Allah'ın evrenle ilişkisi sanat ve sanatçı ilişkişidir. "Evren sanat değildir," diyen olmasa gerektir. O sa-natsa muhakkak bir sanatçısı vardır. Bir evi boyayan varsa kâinata bu renkleri veren de vardır. Nakış varsa nakkaş da vardır. Estetik açıdan güzel bir ev bulunursa, yapanı varsa elbet çok daha estetik olan bu kâinatı yapan bir sanatkâr da vardır. Kâinat için sanat denmez de ne denir?

"Saııi-i Âlem olan şu kâinatın ustası, iş başında olarak şems ve kamerİ-hangi çekiçle yerlerine çakıyorsa, aynı çekiçle, aynı anda zerreleri yerlerine,, meselâ zihayatların gözbebeklerinde yerleştiri­yor. Semâvatı hangi ölçüyle, hangi manevî âletle tertip edip açı­yorsa, aymanda, aynı tertiple gözün perdelerini açar, yapar, tan­zim eder, yerleştirir. Hem Sâni-i Zülcelâl, manevî kudretin hangi manevî çekiciyle yıldızlan göklere çakıyorsa, aynı o manevî çekiç-le, beşerin shnasındakİ hadsiz alâmet-i farika noktalarım ve zahi­rî ve bâttnî duygularını yerlerine nakşediyor." {Mektubat sh: 391)

"Evet, kemik gibi bir kuru ağacın ucundaki tel gibi incecik bir sapta gayet münakkaş, müzeyyen bir çiçek ve gayet musanna ve murassa bir meyve, elbette gayet san'atperver, mucizekâr ve hik-mettar bir Sâniin ınehâsin-i san atım zîşuura okutturan bir ilâiı-namedir." (Sözler sh: 68)

"Bir zerreye hakikî rab olmak için, bütün yıldızlara sahip olmak lâzım gelir. Hem, Otuz İkinci Sözün İkinci Mevkıfmda izah ve ispat edildiği üzere, semâvâtnı halk ve tesviyesine muktedir olmayan, be­şerin simasındaki teşahlıusu yapamaz.

Demek, bütün semâvâttn rabbi olmayan, birtek insanın simastndaki alâmet-i farika olan nakş-t simâvîyi yapa­maz." (Sözler sh: 682)

"Kâinat o Hâltkm nurunun gölgesi, esmasının tecelliya-tı, ef alinin asarıdır. " (Mesnevî-i Nuriye sh: 62)

 

Samed

 

169-  "Zat-ı Mukaddes Samed'dir. Yani onun içi doludur, kof değildir. Mutlak hüviyet sahibi olduğu için ondan hiç­bir şey kopup ayrılmaz. Her şey ona döner, ama bu dönme bir ayrılma ve bütünleşme değildir. Çünkü ayrılmak bir noksanlıktır."(İmam Humeyni)

 

Zan

 

170- Hiç kimse Allah'ı inkâr edemez. Bunun için delil sunsa hiçbir delilinin ispatı yoktur. Ama insan şunu der ve diyor da: "Bana göre o yoktur." Bu söz ise bir keyfi inkârdır ki, bu kişi yorum yapmıştır. Delil değildir. Çünkü Allah'ı in­kâr hususunda delil yoktur. İspat yoktur.

 

Temizlik

 

171- Temizlik Belgesi: İnsandan toprağa, yerden göğün derinliklerine kadar bütün evrendeki temizlik, başlı başına bir kanıt olarak, bize Kuddüs/Temiz adıyla adlanmış bir Zat(cc)'ı anlatmaktadır. Evet, toprağı temizleyen bakteriler, böcekler, karıncalar ve nice yırtıcı kuşlar... rüzgar, yağmur, kar... denizlerdeki buzdağları, balıklar... üstümüzde gökyü­zü, uzayda kara delikler; bünyemizde kanımızı temizleyen oksijen ve ruhumuzu sıkıntılardan kurtaran manevi esinti­ler hep Kuddüs isminden haber vermekte ve o Kutsal Var-yh göstermektedir. (İnancın Gölgesinde ve İslam'da Allah'a İnanmak)

 

Yaratılış Ve Tarih

 

172- Yaratılış ve Tarih Belgesi: Her insanda iyi ve güze­le karşı bir sevgi, burıa karşılık kötü ve çirkine karşı da bir nefret duygusunun varlığı, tersi hiç kimsenin düşüncesin­den bile geçmeyecek açıklıkta bir gerçektir. Demek oluyor ki, bu duygular, ahlaklı davranma ve iyi işler yapma yö­nündeki yönelişleri, ahlaksızlıktan ve çirkin davranışlardan da nefret verip kaçınmayı sağlayan yapıları bakımından ta­nıklık etmektedir. Ki, insana iyiyi, güzeli emreden, onu kö­tülük ve çirkin davranışlardan da yasaklayan düzenin sahi­bi kim ise, kendisine bu duygulan veren de, O Zat'tır. Bu Zat da, hiç kuşkusuz Allah'tır. Dinler tarihi tanıktır ki, be­şeriyet/insanlık hiçbir devrini dinsiz geçirin emiş tir. Batıl, hatta gülünç bile olsa hemen her devirde bir dine inanmış ve bir manevi sistemi takip etmiştir. Ayrıca, inanmak bir zo­runluluk ve gereksinimdir; yaratılışta vardır. İnsan yaratılı­şına bu gereksinimi yerleştiren Zat'la, bize inanmayı emre­den Zat, aynı Zat'tır. Ve o da Allah'tır. (İnancın Gölgesinde ve İslam'da Allah'a İnanmak)

 

Ekber

 

173- Büyük, yüce ve ulu varsa demek ki en büyük de ardır. Parçalar bütünlerden kopmadır. Allah, Ekber'dir. Yani en büyüktür. Büyükler, en büyükten çıkar. Düşünen için bu büyük bir delildir.

 

Sarih

 

174-  Tüm varlığı şerh edecek onu tanımlayacak ve açık­layacak bir sarih olmalıdır ve o da ancak Allah'tır.

 

En Kapsamlı İsim

 

175- Kapsayıcılık bakımından tüm eşya ve varlıkların ir-tibatlandınlabileceği bir nihai isim olmalıdır. Tüm varlık âleminin kendisiyle irtibatlandınlabileceği kadar geniş ve kapsamlı tek isim Allah ismi celalidir. Allah ismi tüm eşya­ya hitap eder. Tüm varlığı bu isim rahatça açıklar.

 

Burhan-I Temanü

 

176- Burhan-ı Temanü(İrade çatışması Delili):(Bkz.Şer-hü'l Akaid, S.141) "Yer ve gökte Allah'tan başka ilahlar ol­saydı, nizam bozulurdu."(Enbiya 21\22) ayeti ve nice ayet­ler çok güzel bir delil sunmuşlardır. Bu ayetlere göre; den­genin oluşu bize bazı bilgileri ispatlamaktadır. Bunlar:

a- Denge, bir tek iradenin, bir istek sahibinin varlığını zo­runlu kılar.

b- Düzen, iradelerin çatışmadığının delilidir. Yoksa Yu­nan ilahlarının çatıştığı gibi, Ahuramazda ve kötülük ilahı­nın çatıştığı gibi bir durumu doğurması lazımdı. Ki biz bu çatışmayı kâinatta görmüyoruz. Ama insan denen yaratık, kendi zihnindeki çatışmaları var gibi göstermektedir ilah ve ilahlar türetmektedir.

 

Tekrar

 

177- Mutlak olanın dengi de yoktur. Çünkü kemal olanda tekrar olmaz. Diğer tüm varlıklar için ise tekrar mümkündür (İmam Humeyni). Tekrarı olmak bir zaaf ve benzerlik ilişkisi­dir. En üstünün dengi ve benzeri yoktur, onun için tekrarı da yoktur. En üstün olmak tek olmaktır. Zirvenin büyüklüğü var­sa dengine zirve denmez. Zirve oluş tek oluştur. Everest'i Eve-rest eden onun tekliğidir. Tekrarda ise varlığın kıymeti düşer. Tekrarı olan, aciz olandır ve gerçek otoritesi olmayandır. Bu açıdan bakıldığında birden fazla ilah imkânsız bir olgudur.

 

Yardımlaşma

 

178- Yardımlaşma Belgesi: Birbirine en yakın olandan en uzak olana kadar, bütün yaratıklar birbirlerinin yardımına ko­şuyor. Aralarında hiç ilişki bulunmayan iki ayrı varlık türü, böyle bir yardımlaşmada aynı bütünün parçaları gibi birbirini destekleyip tamamlayabiliyor. Düşünmeli ki, bakteriler, solu­canlar ve toprak elbirliği içinde ve aynı amaç çevresinde top­lanıp bitkilerin yardımına koşuyor ve bu durum yinelenip du­ruyor. Akıl ve bilinçten yoksun bu varlıkların, aklı ve bilinci şaşkınlık içinde bırakan bu işleri, perde arkasında varlığı ge­rekli bir Zat'ın hikmet dolu bir işini gözler önüne sermektedir. Açıkçası bütün evren, bu yardımlaşma diliyle "Allah" demek­tedir. (İnancın Gölgesinde ve İslam'da Allah'a İnanmak)

 

Mazlumlar İçin

 

179- "Mazlumların ve ezilmişlerin seslerini işiten onların dualarına karşılık veren biri yok"   demek dahi bir zulümdür. İşte Alİah, mazlumlar ve mahrumlar için de vardır. Mazlumun hakkını zalimden almak, gözyaşlarını dindir­mek, gasp edilen hakları iade etmek için biri olmalıdır ve vardır. Zulüm ile abad olanın ahirini berbat edecek bir otorite ol­malıdır ve vardır. Yoktur diyenler ancak hayatı zalim olarak görenlerdir. Hâlbuki asıl olan düzendir. Düzeni bozanlar helak olmuşlardır. Hayat, düzensizlerin, yıkıldığının kanıt­larıyla doludur.

 

En İyi

 

180- Hayırlılar ve iyiler var, ama en hayırlı ve iyi yok. "Fedel var, ama Efdal yok", demek büyük bir mantık hata­sıdır. Elbette en iyi de olacaktır, O da Allah'tır. "Böyle değil­dir" diyen delillerini sıralasın, eğer varsa tabi!

 

Rab

 

181- Bir maddenin bir işe yaraması için bir kıvama ulaş­ması lazımdır. Kıvam için bir terbiye yani onu işlemek la­zımdır ki bir işe yarasın kullanılsın. Tıpkı hamurun ekmek oluncaya kadar başından geçenler gibi. İşte Arapça'da terr biyeci anlamına gelen "rab" sözcüğü aynen de buna delalet eder. Mademki kâinat bir işe yarıyor ve bir işletim ve terbi­ye süzgecinden geçmiştir, işte bu açıdan bir rab vardır o da Allah'tır.

 

Tevazu

 

182- Azametinin büyüklüğü karşısında tüm varlıkların kendisine karşı tevazu ve hayranlık besledikleri bir makam vardır ve olmalıdır da.  İşte O, Allah'tır. Tüm varlıklar büyük sanatkârlarına karşı bilerek veya bilmeyerek bir tevazu ve haşyet içindedirler.

 

Hayatı Anlamak

 

183- Tolstoy: "Ancak Allah'a inandığım zaman, yaşadı­ğımı anladım" derken yaşamın değerinin ancak Alİah ile anlaşılacağını ne güzel açıklamıştır. Yaşam anlamdır, yaşam manadır, yaşam özelür. Allah'sız bir yaşam boştur, maddi­dir, yapaydır ve anlamsızdır. Anlamı olsa dahi bu anlamı, çok düşük ve yavandır. Yaşam, mademki bu ilah kelimesi­nin etrafında dönmektedir. O halde Allah elbet vardır.

 

Teslimiyet

 

184- Nefis sahipleri de dahil tüm canlıların isteyerek ve­ya istemeyerek kudret ve gücüne teslim olttukları bir varlık olmalıdır. Kudretine ihtiyaç duydukları biri olmalıdır. Eğer "insanlar böyle değildirler, bazıları ihtiyaç içinde değil" dersen, biz deriz ki, serbest irademiz hariç (ki o izinlidir,) tüm vücudumuz kudrete karşı teslim olmuştur. Ama biz farkında değiliz.

 

Gelenler

 

185- Her şeyin geldiği bir yer var olmalıdır: Her şey "şey"den gelmedir. Gelenler varsa geldikleri bir yer de ol­malıdır. Geldikleri bir yer varsa yerin sahibi de olmalıdır. Sahipsiz bir yer de yoktur,

 

Müstakil

 

186- Her şeyin dayandığı bir varlık olmalı: Müstakil olan hiçbir yaratık yoktur. Tümü birbirine zincir gibi bağlıdır. Ama tüm zincirlerin kendisine bağlandığı ve dayandığı bir varlık olmalıdır. Mutlak istiklal sahibi ve özgür bir zat var­dır. Özgürler Müslümanlardır; çünkü onlar "Özgür"e (Al­lah'a ) tabidirler. Asıl esirler ise, yaratılanlara yani esirlere tabi olanlardır.

 

Açıklaması İçin Tasdik Şartı Olan Yegâne Fikir

 

187- "Allah mefhumu öyle bir fikirdir ki bizzat varlığı kabul edilmeden açıklanamaz" (Bekir Topaloğîu). Allah'ı inkâr ederek, Allah konusunu açıklamaya çalışanlara ne de­meli? Gerçekten Allah fikri ve Allah'ın zatı inkâr edilerek nasıl açıklanabilir? İnkâr edici, inkâr ettiği mefhumu nasıl ve ne kadar tanımlayabilir?

 

Yüzler

 

188- Yüzler Belgesi: Gerçekte bütün yaratıklara genel­leştirilmesi olası iken, konuyu somutlaştırmak açısından işin, yalnızca insanı ve her insan ferdini diğerlerinden fark­lı kılan onun en belirgin ayırıcı niteliği durumundaki insan simasını ele alarak konuya yaklaşmış olalım: Herhangi bir insanın yüzü, en ince ayrıntısına kadar kendisinden önce geçmiş milyarlarca insandan hiçbirisine kesinlikle benze­memektedir. Bu kural kendisinden sonra gelecekler için de olduğu gibi geçerlidir... Bir yönde birbirinin aynı, diğer yönde birbirinden ayrı milyarlarca resmi küçücük bir alan­da çizip, sonra da kendileri gibi olması olası milyarlarca re­simden ayırtmak ve o her şeyi sonsuz olasılık yolları içinde bir yola ve bir şekle sokmak, elbette ve elbette yarattığı her varlığı, hem de hiç kapalı bir yanı kalmamak üzere bilen ve o varlığa istediği şekli vermeye gücü ve ilmi yeten Cenab-ı Hakk'ı en sağır kulaklara bile duyuracak güçte bir duyuru­dur. Evet, simada yer alan uzuvları/organları başka sima-lardaki uzuvlardan ayrı yaratmak ve her gözü mutlak bi­çimde diğer' gözlerden ayırıcı bir özellikle donatmak, gö­zünde perde olmasa' bile, sinesinde gönül bulunan her vic­dan sahibine, bütün bunları yaratıp sonsuz hikmetlerle do­natan Zat(cc)'ı gösterir ve tanıttırır... (İnancın Gölgesinde ve İslam'da Allah'a İnanmak)

 

Lisan      

 

189- Tüm lisanlar Allah'ın varlığına delildir: Lisan dili, dil konuşanı, konuşan da konuşturanı gösterir. Kâinattaki tüm varlıkların kendilerince bir dili(hal/kal) vardır.

 

Ahlak

 

190- Ahlak başlıca,bir varlık delilidir. Çünkü Allah'ın kendisi ahlaktır. Ahlak, güzel huyiar toplamıysa bizdeki ah­lak cüzleri kül olan Allah'tan gelmiş olmalıdır. Çünkü par­ça/cüz bütünden kopmadır. Dostoyevski: "Allah'ı tabiattan çıkarırsak her şey mubah olur. "d emiş tir. Radikaller, Allah fikrini yok etmeye çalıştıklarında Sartre şunu der: "Eğer tanrıyı çıkarırsak, artık söz konusu yapay, belirsiz ve beşeri doğaya dayalı bir ahlak bina edilemez." Sartre gibi biri ah­lakı tanrı için bir kayıt telakki etmiştir. Biz de Allah için de­lil gördük ve hata da etmedik.

 

Basitlikteki Harikalık

 

191- Allah, basitlikten harikahğı çıkarandır. Kâinattaki her şey şahit olduğu gibi hücre de buna şahittir. Basitlik an­cak çok mükemmel bir dizayn ve ilimle harika adım alır. En düşük/ küçük ve sanatsız denen tüm maddeler ve var­lıklar mükemmel bir yaratılış sergilemektedir. Öyle ki in­san ilmi bu konuları dahi tam çözememiştir. Bu kadar bü­yük bir eylem ve iş, ancak çok büyük otorite tarafından gerçekleşebilir.

 

Bir Anda Trilyon Çeşit İş

 

192- Bir anda trilyon çeşit iş yapmak bir sonsuz gücü gösterir. Tüm kâinat işleri ancak bilinçli bir sonsuz varlığın delilidir. Tabiat iş yapamaz, çünkü iş yapabilecek sonsuz bilgi, güç ve de akıldan mahrumdur.

 

Emniyet Diyarı

 

193- Bir emniyet diyarı, sulh ve asayiş memleketi olmalı. Öyle ki mikroplar dahi orda tatil yapmalı, kurtla kuzu bera­ber gezmeli. Mademki akıl ve kalp bu güzel arzu içindedir. Ve arzular boş duygular değil, çok derin isteklerdir. O hal­de o emniyet yurdu burada değil başka bir yerde vardır. Ve tüm diyarların da bir sultanı bulunur.

 

Yaygınlık

 

194- Yaygın olan teizm, yani Allah inanışıdır. Ateizmin ise çok dar yerlerde yaygınlığı vardır. Yaygınlık, yani genel bir kabul, elbette büyük bir delildir. Gerçi tüm insanlar in­kâr da; etse yine de doğru, doğrudur. Ama insanoğlu tamamen inançsız olmamıştır. Şirk koşsa da tam inkârda bulun­mak, insanlık âleminin kârı değildir. Bunun içindir ki Kur1 an ile donanan tevhid ehli, savaşının çoğunu inkâra de­ğil şirk ehline karşı gerçekleştirmiştir.

 

İdeolojik İnkâr

 

195- Allah'ı inkâr çok zordur ve inkâr edenler daha çok ideolojik çevrelerde etkilidirler Yani Allah'ın inkârı, bir inancın bilincinden ziyade siyasi ve ideolojik bir tercihtir. Allah bu açıdan yani düşmanlarının delilinin düşüklüğü açısından da birdir ve vardır. Oysa bu konu ideolojik ol­maktan ziyade inanç konusudur. Din; politik ve ideolojik bir hal alınca birileri de bu konuda inkârı seçip karşı bir cephe oluşturmaktadırlar. Dini; egemen sınıfların ve kapita­listlerin oyuncağı görmek de yanlıştır. Bu sınıfların dini kul­landıkları doğrudur. Ama din tarihi araştırılırsa, dindarla­rın egemen sınıflarla nasıl yaman bir savaşım içinde olduk­ları görülür. Tüm peygamberler ve Rabbaniler bu savaşımın fertleridir. Hıristiyanlık dininin bozulması ve kilise baskısı ateizmi arttırmıştır. Alİah ise kendisi adına zulüm yapanlar­dan beridir. Din, "bilimsel değil" de denemez. Çünkü din, "Bilim kötü" demiyor. Bilim hakkında ileri geri konuşanla­rın ise bu yaptıkları dini bağlamaz. Suçlu onlardır.

 

Tabiat, Eksik Kaynak

 

196- Eksik bir kaynaktan mükemmel bir sonuç çıkmaz. Şu gö­rünen terazi bir ilah olamaz. Mükemmel iş, eksik bir bünye­den zuhur etmez. Kâinatın eksikliklerini ve maddenin zaaflarmı çok sıraladık. O halde tam olanın işi, ancak bu kadar güzel olur. O tam olan da Allah'tır.

 

Tanrı Olmak İsteyen İnsan

 

197- Tanrıyı inkâr fikrinin bir nedeni de kibir, büyüklen-me ve tanrı olmak fikridir. Kendini pozitivizm ile yeter gö­ren insan, artık bir ilah olmak peşindedir. Ama günümüzde­ki ilmi seviye, insanı ilmin karşısında kendisini kibirden nis­peten uzaklaştırmıştır. Çünkü ilim karşısında insan, şapka çıkarmak zorundadır. Nietzsche (Nice) "Tanrı öldü" derken tanrının öldürülmesini zafer olarak görmektedir. Makama göz dikme ve kıskançlık da inkâr da etkin rol alır. Andre Gi­de (Jit): "Nietzsche İsa'yı kıskandığından İncil'e karşı "Zer­düşt" ü yazdı der. Nietzsche'rün şu sözleri de onun iç dün­yasını iyi yansıtır, "Ermiş kişi olmayı istemem. Soytarı ola­yım daha iyi, belki soytarıyım da." Nietzsche, yaratmak he-vesindedir. Nitekim birçok TV ve yayın organında "O, bu yapıtı  yarattı, yaratıcı ruh"  gibi ifadeleri  görmekteyiz. Nietzsche: "İyiler bir şeyler yaratmaz. İyiler sonun başlangı­cıdırlar. Yeni levhaları yazanları çarmıha gererler. En büyük zarar iyilerin zararıdır" demektedir. "Demek tanrısızlık yok­muş. Bu boşluk daima doluymuş. Tanrısız insanın amacı, tanrı olmak ve o makamı inkâr etmekmiş" denirse yeridir.

 

Özgür

 

198- "Tanrı varsa Özgürlük yoktur" denemez. Özgür ol­saydık devlet olmazdı, hastalık olmazdı, fakirlik olmazdı, ihtiyarlık olmazdı... Ama asıl özgür olan vardır ve o Al­lah'tır. Allah, asıl özgür olandır. Özgür oluş ,ancak mükemmel olana hastır. Allah'tan daha mükemmel özgür bir var­lık mı vardır?

 

Olağan Üstülükler

 

199- Binlerce insanın hatta herkesin hayatında gördüğü olağan üstülükler, ilginç rüyalar, geleceğe dönük seziler de Allah fikri 'konusunda bir delildir. Demek her şey laboratu-var şartlarında olmaz. Demek ki varlık bizim tek düze fikir­lerimizden müteşekkil değildir.

 

Hayal

 

200- Hayal eden bir insanın Allah'ı düşünmemesi im­kânsızdır. Eğer "biz başka şeyler de düşünürüz bu düşünü­len illa var denilemez", dersen biz de dgriz ki: Bu konuyu yani Allah'ın varlığı konusunu tüm insanlar ve tüm çağlar boyunca nesiller düşünmektedir. Bu dahi başlıbaşma bü­yük bir delildir.

 

İçgüdü

 

201- insanlar doğuştan ve içgüdüsel bazı nedenlerle tan­rı fikrini düşünürler. Bu düşünceye yatkındırlar. İçgüdü sonradan kazanılmış bir duygu değildir. Belli zamanlarda açığa çıkan ve bilinçaltımızı kuşatan bir bilgi türüdür. Tan­rıyı inkâr, olanın yani olan içgüdünün inkârıdır ki bilinçal­tında yatan bu duygu, var oluşundan ötürü inkâr edilmek­tedir. Yoksa tanrı fikri içgüdüsel olmasaydı inkârına da ge­rek kalmazdı. Tanrı varlığını bilende bilmeyen de, inkâr eden de inkâr etmeyip tasdik eden de düşünür. Tanrı mefhumunıı düşünmeyen hiçbir insan yoktur. O halde bu ina­nış, bilmediğimiz bir yolla bizim bünyemize işlenmiştir ve bizim bir parçamızdır. Şu genelleme yanlış olmasa gerektir: Bizim içgüdümüzü ve diğer hayvanların içgüdüsünü yerleş­tiren biri vardır. Ve o zat vardır ki bu duyguyu koymuştur.

 

Delilde Çokluk

 

202-  Tanrıya inananların iman gerekçelerinin çokluğu malumdur. Oysa inkârın gerekçeleri çok azdır. İnanmanın gerekçeleri ister korku, ister ümit ve ister arzu, ihtiyaç, ah­lak, zaaf, sevgi ve daha nice gerekçeler olsun, bizi şu yargı­ya götürmektedir: Tanrının varlığı konusunda şu veya bu açıdan düşünülsün inanmanın gerekçeleri sonsuzdur. Son­suz gerekçeli bir iş elbet doğrudur ve elbet o gerekçelerin merkezindeki varlık vardır.

 

Dindarların Bazı Çürük Fikirleri

 

203- Tanrıya inananlardaki bazı ilmi çürüklükler ateistle­re malzeme olmaktadır. Örneğin; Ay'a gidişi inkâr edenler, dünyayı tepsi görenler, pozitif bazı bilimleri dışlayanlar... Oysa bu, onların çoğu zaman yetersizliklerinden ve tuttuk­ları yolun yanlışlığmdandır. Din ve Allah fikri peygamber­lere,   ilimde derinleşenlere ve salihlere sorulmalıdır. Ger­çekten de din adına ahkâm kesenler ve kısır fikirler sergile­yenler çoktur. Ama dini (bozulmayan İslam dinini) bu ko­nuda suçlu addedenleyiz. Bozulan ilahi kökenli diğer iki din içindeki bazı tutarsızlılar ise dinin değil, onu değiştiren­lerin suçudur.

 

Buluşma Diyarı

 

204- Annemiz ve babamız, sevdiklerimiz, beğendikleri­miz hepsi ölümle bizden ayrılır ve giderler. Bizce tüm ayrı­lıkların bir sonu olmalıdır. Bir buluşma diyarı olmalıdır. Ta­biîdir ki o buluşma diyarının bir de sahibi olmalıdır.

 

Yetkinlik

 

205. 

1- Önerme: Tanrı ile en y-üksek yetkinliğe sahip bir varlık kastediyoruz.

2- Önerme: Varlık bir yetkinliktir.

3- Önerme: O halde tanrı vardır (yani en üstün varlık olan tanrı, vardır, çünkü varlık varsa onun en üstünü de ol­malıdır). (Aziz Anselmus, Felsefeye Giriş,s277)

 

İnsan Delili

 

206- Hiçbir varlık insan kadar Allah varlığına delil ola­maz. İnsan nispi birçok yönünü Allah'tan almıştır. "Kendi­ni tanıyan elbet rabbini de tanır." Seçme yeteneği, düşün­me, tasarlama ve iş yapma, akıl, duygu... ve daha nice duy­guları, Allah ve onun vasıflarına nispeten bir delildir. En yüce varlık bu tür bir düşünüşle de bulunabilir.

 

Egemenlik

 

207- Kâinat sonlu olunca oradaki tüm saltanat ve ege­menlikler de sonludur. Ama akıl şunu da der ki; mutlak ve sonsuz bir egemenlik ve egemenin varlığı düşünülmelidir. Her şeyi kuşatan bir otorite ve egemenlik olmalıdır. Tüm varlıklar üzerinde bir tassarrufkâr ve bir eylem sahibi vardır. Nitekim kâinattaki bu düzen ve yasalar da bir egeme­nin varlığını ispatlar.

"Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustastz olmaz, sa­hipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkİm-si olur? "(Sözler sh: 49)

"Bütün yıldızları elinde tutmayan, bir tek zerreye Rab olamaz. " (Sözler sh: 591)

"Sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi o halk et­miştir. Pirenin midesini tanzim eden, manzume-İ şemsiyeyi de o tanzim etmiştir." (Mesnevî-i Nuriye sh: 248)

 

Yönetici

 

208- Mademki ulu bir hükümdar var, saltanatı var; o hal­de o hükümdarın demek ki çok iyi bir yöneticiliği var. Ma­demki iyi yöneticidir. O halde iyi ve etkili bir hikmet ve ka­nunlara sahiptir. İşte o ancak Allah olabilir. Aziz Pavlos: "Toplumda her kim hakim olan düzene itiraz ederse, kâ­inatta hakim olan düzene itiraz etmiş olur. Her düzen tanrı­nın dilemesinin ve istemesinin bir tecellisidir." (Gerçi Pav­los, bu sözleriyle devleti kast eder, ama konuya dair burada bir atıf da yok değildir.)

 

Kıyas Metodu

 

209- Tanrı, kıyası yapılamayan tek varlıktır. O aslında ne yaptıklarıyla kıyaslanabilir, ne de çevre varlıklarla kıyaslanabilir. Çünkü sonsuzlukla hiçbir şey kıyas edilemez. Aca­ba onun gücü sadece bu yapılanlarla mı sınırlıdır? Bilinme­yen bir cevherle hiçbir varlık ölçü tutulamaz. Ama biz yara­tılanlar başka bir şey bilmediğimizden Ötürü ancak bu sakat delillendirme metodunu kuşanıyoruz. Demek kıyas dahi, onun varlığıyla alakalı bir delildir.

 

Düşünebilmek

 

210- Descartes, "Düşünüyorum, öyleyse varım", derken varlığının delili ve ispatı için düşünmeyi yeğlemiştir. "Dü­şünüyorum, öyleyse ben varım, ben varım, öyleyse beni ya­ratan da ^ar." şeklindeki bir delillendirme elbet doğru ol­malıdır ve doğrudur.

 

Olumluluk

 

211- Kâinatı iyi temaşa eden şunu görür ki kâinatta asıl olan olumluluktur. Yani çekim, bereket, ilim, bollu vb. Bu olumluluk fikri gayet net ve açıktır. Çünkü kâinat böyle olmasaydı sürekli çatışma ile bu hâle gelemezdi.Aksi tak­dirde çoktan yok olmuş olurdu. Bu, şunu ispatlar; demek ki rahmeti gazabını geçen bir ulu Rahman var.

 

İyi Ve İşleyen Kanunlar

 

212- Mademki varlıklar kanun ve yasalara tabiler ve bu yasalar ok iyi işliyorlar, bunlar dahi en iyi bir kanun koyucu­nun varlığına delalettir. Mademki böyledir. Cüzi hürler(insan ve cinler gibi) her açıdan Allah'ın kanun kuyuculuğunu kabul etmeli ve hayatlarını o kanunlara uydurmalıdırlar.

 

Yaratılışa Şahit

 

213- Tüm yaratılış aşamalarına bir şahit olmalı. Nasıl ki biz yaptığımız birçok işe şahit ve gözlemci tutarız aynen o şekilde varlığın ilk halinden itibaren hem yapan ve hem kendi yaptığına şahit olan biri vardır. Tek rakamının en bü­yük şahidi yine kendisidir. İlah, ilk yaratılış aşamasından sonra şahit oluşu biz kullarına da atıf etmekte ve "bakmaz mısınız, düşünmez misiniz?" diye bize seslenmektedir. Ya­ni şunu bize kast etmektedir. "Ben sizin nefsinizde ve kâ­inatta birçok iş ve eylemde bulunuyorum ve siz de görüyor­sunuz. O halde siz şahit olmuşsunuz demektir.  Şahit olan elbet şahadetin anlamını da bilmelidir ve sorumluluğunu da görmelidir."

 

Her Şeyden Bir Şeyi, Bir Şeyden Her Şeyi Yaratmak/Yapmak

 

214- Her şeyden bir şeyi, bir şeyden her şeyi yaratmak Allah a özgüdür.(Bediüzzaman) Aynı üründen binlerce tür ve çeşitte varlık çıkmışsa bu büyük bir eylem olsa gerektir. Aynı gök ve aynı sudan trilyon çeşit ürün ve canlı, ancak ulu bir ilahın işi olabilir. Bitkiler, dağlar ve taşlar ve insan­lar buna şahittir. Parçadan bütüne gidişin şekli budur, ama bir de bunun tersi bütünden parçaya gidişin şekli vardır. Bir bitki oluşturmak için bir kâinat yaratmak lazımdır. O bitki için bir dünya, hava ve güneş, bir galaksi ve süper nova. Demek bir basit canlı için dahi bir âlem kurulmalıdır. De­mek bir çekirdekten dallı budaklı ve yapraklı bir ağaç oluş­turmak varmış bu kâinatta. Bir toz ve gaz tabakasından, yani tekten şu kâinatı ve sonsuz çeşitliliği yaratmak varmış. Bu kadar şaşılacak iş, ancak şaşılacak bir varlıkta olmalıdır.

"Arzı ve bütün nücum ve şümusu teşbih taneleri gibi kaldıra­cak ve çevirecek kuvvetli bir ele mâlik olmayan kimse, kâinatta dâ-vâ-yı halk ve iddiayı icad edemez. Zira her şey her şeyle bağlıdır." (Mektubat sh; 468)

"Bir şeyden her şeyi yapmak ve her şeyi bir tek şey yapmak, her şeyin Halikına, has bir iştir." (Sözler sh: 61)

"Bir şeyfien çok şeyleri îcad edip çıkartmak ve çok şeyleri bir şe­ye tahvil etmek; ancak her şeyi halk eden ve her şeyi yapan Sânîe mahsus bir sikkedir." (Mesnevî-i Nuriye sh: \2)

"Sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi o halk et­miştir." fMektubat sh: 468)

"Pirenin midesini tanzim eden, manzume-i şemsiyeyi de o tanzim etmiştir. "(Mektubat sh: 468)

"Her şey her şeyle bağlıdır. Bir şey her şeysiz yapılmaz. Bir şe­yi halk eden, her şeyi halk etmiştir. Öyleyse, bir şeyi yapan Vâhid, Ehad, Ferd, Samed olmak zarurîdir." (Mesnevî-i Nuriye sh: 250)

 

Kesin Bilgi Delili

 

215- "Tanrı bilinmezse hiçbir şeyin kesin bilgisine sahip olunmaz." (Descartes) Allah, kâinatın anlamıdır, özüdür, ana başlığı, mühendisi, Rahman ve Rahimidir. Doğrusu kâinatın her şeyi, varlık gayesi O'dur. Bilgi ve ilim ancak O'nundur ve O'nunla kıymet kazanır. Bir kitabın ana yeri olan onun ana te­ması ve ana konu örgüsü ya da ana fikri çıkarılırsa ortada ne , kalır, sorusuna yanıt, belki bize güzel bazı yaklaşımlar kazan­dırabilir. Evet, ana fikri çıkartılmış olan bir kitapta en fazla gö­zümüze ilişen, kitap hakkında kesin bilginin düşünülemeye­ceğidir. Yani her yan fikir ve tema, ana tema olmak için yarış­tırılır ve bilgide kesinlik yok olur. Yani o konu ana özden mah­rum bir şekilde değerlendirilir ki, bir konu ya da kitabın başı­na gelebilecek en büyük bela budur. Konuyu daha somutlaştı-ralım: Şu kitab-ı kâinatın en özü, ana teması ya da fikri, Al­lah'tır. Onu çıkarırsanız geriye anlamsızlık ve belirsizlik kalır. Bu kâinatın ve küçük kâinat olan insanın başına gelebilecek en büyük bela ateizm belasıdır.

 

Matematiksel Delil

 

216- "Doğanın kitabı matematiksel bir dille yazılmış-tır."(Galileo) Her şeyde ve her yerde çok üstün ve karmaşık çok sistematik bir matematik dilin kullanıldığı aşikârdır. Öy­leyse basit bir tarzda soralım; Kimdir bu matematikçi? Kimdir bu 75 trilyon hücreyi düzenleyen? İnsandaki bu hücrelerde ha­berleşme ve dengeyi sağlayan? Kimdir artı yüklü altını artı yüklü insana yasaklayan ve artı yüklü altını eksi yüklü kadına helal kılan?

 

Mükemmel İdare

 

217- Kâinattaki mükemmel idare Allah'ı gösterir. İyi bir  yönetim, iyi bir yöneticinin varlığım zorunlu kılar. Burada düzen delilinden ziyade iyi bir idari işin varlığını sezmek gerektiğini belirtmek istiyoruz. İdareci bir zatı şu idareden ve nizamdan görmemek imkânsızdır. Mükemmel emir ko­muta zinciri bize bir büyük amiri haber vermektedir.

"Bir saray gibi şu âlemin, bir şehir gibi şu memleketin tek bir ustası vardır! Ve o usta, her şeyi idare eden yalnız O'dur. Hiçbir cihetle noksaııiyeti yoktur. Bize görünmeyen o usta, bizi ve her şe­yi görür ve sözlerim işitir. Bütün işleri mucize ve harikadır. Bü­tün bu gördüğümüz ve dillerini bilmediğimiz şu mahlûklar onun memurlarıdır." (Sözler sh: 28ü)

"Güzel bir çiçeğin dakik programım küçücük bir tohumunda dere etmek, büyük bir ağacın sahife-i a'mâlini, tarilsçe-i haı/atım, fihriste-i cihâzâtını küçücük bir çekirdekte manevî kader kalemiy­le yazmak, nihayetsiz bir hikmet kalemi işlediğini gösterir." (Söz­ler sh: 66)

"Bir köyde iki müdür, bir şehirde iki vali, bir memleket­te iki padişah bulunsa, İntizam zirüzeber olur ve insicam hercümerce düşer. Hâlbuki sinek kanadından, ta semâvat kandillerine kadar, o derece ince bîr intizam gözetilmiş ki, sinek kanadı kadar şirke yer bırakılmamış." (Sözler sh: 389)

"Rızkınız yerin hayatına bağlıdır. Yerin dirilmesi ise, bahara bakar. Bahar ise, şems ve kameri teshir eden, gece ve gündüzü çe­viren Zâtın elindedir. Öyleyse, bir elmayı bir adama hakikî rızık olarak vermek, bütün yeryüzünü bütün meyvelerle dolduran o Zât verebilir, Ve O, ona hakikî Rezzak olur." (Sözler sh: 418)

"Şu zîhayatı halk etmek ve ona Rab olmak, bütün kâinatı kab-za-i tasarrufunda tutmak lâzım gelir." (Sözler sh: 295)

"Bir kelimeyi yazan harfini yazanın gayrisi, bir sayfayı yazan satın yazanın gayrisi, kitabı yazan sayfayı yazanın gayrisi olma­sı mümkün olmadığı gibi; karıncayı halk eden cins-i hayvanı halk edenin gayrisi, hayvanı yaratan arzı yaratanın gayrisi, arzı halk eden, Rabbü'l-Âlennnin gayrisi olması muhaldir." (Mesııevî-i Nuriye sh: 196)

"Hem hangi kanunla zerreyi Mevlevi gibi tahrik ederse, aynı kanunla küre-i arzı meczup ve semâa kalkan Mevlevi gibi döndü­rüyor. Ve o kanunla âlemleri böyle çeviriyor ve manzume-i şemsi­yeyi gezdiriyor. "(Mektubat sh: 290)

 

İbadete Layık Tek Varlık

 

218- İbadete layık olan yalnız Allah'tır. İbadet, varlıkla­rın varlık sebebi ve amacıdır. Tüm maddiyat fanidir, zelil­dir, bizi terk edecek kadar vefasızdır. Güzelliği geçici, analı­ğı ve babalığı geçici ve yerine göre sevileni haindir. İbadet için ne kadın, ne para nede başka bir şey kıymete haiz de­ğildir. İbadet edeceğimiz şey bizi hiç terk etmemeli, güzelli­ği bitmemeli, vefasız olmamalı, bizi sevmeli ve sevgimizi hor görmemeli. Bir şey layık ise o değerlidir ve o vardır. Varlığa liyakatte Allah kadar üstün tek varlık yoktur.

 

Bakan Neticeler-İlişiklik

 

219- Bir şeyin neticesi kendisi için bir ise Allah'a bakan neticeleri bindir. Bir iş en fazla yapanına, en fazla nakkaşı­na, en fazla amirine ve... daha nice deliller. Allah için var­lıklar çok farklı bir anlam taşırlar. Sana-sanatkâr açısından neyse Allah için de varlık âlemi odur. Depremin bize birkaç anlamı varsa, birkaç anlam da yeryüzü içindir. Ama en faz­la anlam ve delalet Allah içindir. "Kâinat hakkında daha söylenecek çok şey var." diyen Kemal Ural güzel bir tespit te bulunmuştur. Evet, her şey belli diyen ateizm ve diğer bazı izimler çok büyük bir yanılgı içindedir.

 

Bekata Muhtaç Eşya

 

220- "Eşya, beka için devamlı Allah'a muhtaçtır." (Bedi-üzzaman) Eşya sonsuz defa sonsuz muhtaç bir varlıktır. Parçasına muhtaç, mekâna muhtaç, yapanına muhtaç... eş­yayı bu kusuruyla ayakta tutacak ve sonsuza götürecek bir sonsuz güç olmalıdır ve vardır.

 

Gaye

 

221- Eşyanın insana olan gayesi bir ise Allah için bindir. Hep şöyle düşünmüş ve cevap da bulamamıştım. "Şu kum-saldaki kumlar içinden bir kum çıksa ne olur? Kâinatta aca­ba abes ve fazlalık mı var? O kum tanesi ne işe yarar ki?" Oysa Allah bizim gibi varlıklara bakmazmış. Onun yaratı­şında fazlalık ve gereksizlik yokmuş. Meğer o kum dahi Al­lah'ı gösterir bir şahit ve abd ve sanatmış. İşte bu açıdan tüm varlıkların Allah'la olan bağı çok daha derindir. Allah 'la olan münasebetleri daha çoktur. İnsan ise yalnız kendisiyle alakalı işleri görür. Dışındakilere çoğu zaman kördür.

"Bir noktayı tam yerinde icaâ etmek için, bütün kâinatı İcad ede­cek bir kudret-i gayr-ı mütenâhi lâzımdır. Zira şu kitab-ı kebîr-i kâina­tın her bir harfinin, bahusus zîhayat her bir lıarfinin, her bir cümlesi­ne müteveccih birer yüzü, nazır birer gözü vardır. "(Mektubat sh:469)

"Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen fa'al ve kudret­li bir Zâtın hârika işlerine bak. Sen başıboş olmadığın gibi, bu hadiseler de başıboş olamazlar. Her birisi çok hikmetli vazife­ler peşinde koşturuluyorlar. BirMüdebbİr-i Hakîm tarafından istihdam olunuyorlar." (Şualar sh: 109)

 

Değişen Mevkiler-Konumlar

 

222- Varlık âlemi yaratıkların çok statik ve durağan olduğu bir âlem değildir. Taş, en alçak mevkiden bir süre sonra daha bir üst makama oturabilmektedir. Tahta, değerine daha bir de­ğer katabilmektedir. Nasıl derseniz şöyle deriz: Taş eğer bir ka­ra taşa(Hacerü'l Esved) dönüştürülmüşse onun makamı arttı­rılmıştır. Değerine değer katmıştır. Tahta bir gemiye dönüşünce değerine değer katmıştır. İnsan da en üstün varlıklardan olabil­miştir. Çünkü o Önce bir kan pıhtısıydı. İşte bu açıdan varlıkla­rın makamını yücelten ve alçaltan bir ilah olmalıdır ve vardır. Aksi halde tüm varlıklar durağan ve statik olmalıydı.

 

Varlık Delili (Ontolojik Kanıt)

 

223- Zaman zaman kendi varlığımızla ya da çevremizle ilgili düşüncelere dalarız. Özellikle yalnız kaldığımızda, kendi hayatımızı düşündüğümüzde, ya da bir gece vakti gökyüzünü seyrettiğimizde içimizde bazı duyguların oluş­tuğunu hissederiz. Bu süreçte zihnimizin derinliklerinde bir konunun varlığını fark eder ve bir süre sonra da onun üze­rinde yoğunlaşırız. Bu konu, çevremizdeki hiçbir şeyin plansız, sebepsiz ve boşuna olamayacağı fikridir.

Kâinat karşısında içimizde oluşan hayranlık duygusu bizleri hiçbir şeyin boşuna yaratılmamış olacağı düşünce­sinden bir adım daha öteye götürerek, her şeyin arkasında bulunan bir varlık fikrine de götürür. İçimizdeki bir ses ay­nı zamanda bizlere bu varlığın sıradan bîr varlık olamaya­cağını fısıldamaktadır. Çünkü karşımızda göz kamaştıran bir âlem durmaktadır. Bu âlem de bütün güzellikleriyle biz­lere yüce bir varlığı haber vermektedir. O mükemmel varlık da Tanri'nın kendisidir.

Her şeyin kendisiyle hayat bulmuş olduğu bir varlık fik­rinin içimizde doğduğunu müşahede ederken diğer yan­dan böyle bir varlığın zorunlu olarak var olması gerektiğini iyice anlamaya başlarız. İşte bazen farkında olarak bazen de şuursuz bir şekilde içimizde hissettiğimiz bu yüce varlık fikrî Tanrı'mn varlığının en büyük kanıtıdır. Buna da "onto­lojik kanıt" (varlık delili) adı verilmektedir.

Ontolojik kanıt gerek Batı dünyasında ve gerekse İslâm dünyasında önemsenen ve ateistlere karşı dile getirilen bir delildir. Her iki dünyada da çeşitli düşünürlerce Tanrı'mn, en mükemmel varlık olduğu ve varlığının bir nedeni bulun-İOtödığı ifade edilmiştir. Bu kanıtı dile getirenlerden St. Anselmus (1033-1109) Tann'yi, "kendisinden daha mükemme­li kavranamayan varlık" olarak tanımlamış ve Tanrı'mn varlığını inkâr edenlerin zihninde dahi bu fikrin olduğunu iddia etmiştir. O, sadece zihinde var olan mükemmel varlık kavramının düşünülemeyeceğini belirtmiş ayrıca bu kavra­mın zihinde olduğu kadar dış dünyada da var olduğunu id­dia etmiştir.

Bu kanıtı dile getiren en önemli kişilerden biri de ünlü fi­lozof Descartes'tir (1596-1650). Descartes'e göre bizler zih­nimizde en yüce derecede yetkinliğe sahip bir varlık fikrini taşımaktayız. Bu varlık da Tanrı'mn kendisidir. Tanrı kavra­mı insan zihnindeki matematik bir kavram kadar açık ve se­çiktir. Descartes'e göre Tanrı'mn yokluğunu düşünmek mümkün değildir. Çünkü Tann'nın var olması Tanrı kavra­mının ayrılmaz bir parçasıdır. Dolayısıyla O, hem zihnimiz­de yer almakta hem de gerçek olarak var olmaktadır.

Descartes'e göre zihnimizdeki en mükemmel varlık fik­rinin bulunması Tann'nın varlığının bir ispatıdır. Çünkü kendi doğa ve çevremizden böyle bir fikre ulaşmamız mümkün değildir. Tabiat bir yönüyle eksiktir. Çünkü o maddîdir. Dolayısıyla eksik bir kaynaktan mükemmellik kavramı çıkmaz. O]sa olsa bu, kavram, mükemmel varlığın, kendisinden kaynaklanmıştır. Sonuçta Tanrı, Descartes'e göre kalplerimize kendi mührünü basmış ve en yetkin var­lık kavramını içimize yerleştirmiştir.

Ontolojik kanıta ateistler çeşitli şekillerde itiraz etmişler­dir. Ancak onların bu itirazları kanıtın gücünü zayiflatama-mıştır. Çünkü söz konusu eleştiriler inanan insanların aklî muhakemelerini tartışmaktan ibaret kalmıştır. Ancak teorik olarak bir fikri tartışmak ya da karşıtını dile getirmek reali­tede de o şeyin doğruluğunu çürütmez. Meselâ annesiz ve babasız bir çocuğun olabileceği insanın aklına bir fikir ola­rak gelebilir. Ancak Tann'nm dilemesi dışında bunun böyle olmasının mümkün olmadığını herkes bilir. Yine âlemin de bir yaratıcı olmadan var olabileceğini ve bugünkü durumu­na gelebileceğini düşünmek bir fikir olarak akla gelebilir. Ancak bunun pratikte böyle olabileceğini düşünmek im­kânsızdır. Bunun gibi Tann'nın da var olmadığını bazıları bir fikir olarak düşünebilir. Ancak bu kanaat bir fikirden ibaret kalır, kalmaya da mahkûmdur. Çünkü pratikte O'nsuz bir var oluş ve yaşam mümkün değildir.

Kendi varlığımızı ve içerisinde yaşadığımız âlemin ger­çekliğini inkâr edemeyeceğimize göre yaratıcıyı da inkâr et­memiz mümkün değildir. Kaldı ki Tanrı var olmasaydı biz­ler de var olmayacaktık. Var olsaydık bile zihnimizde Tanrı kavramı olmayacaktı. İnansın veya inanmasın herkesin zih­ninde bu kavramın yer aldığı ortadadır. Dolayısıyla var ol­mayan bir şeyin zihnimizde yer alması mümkün değildir. Ayrıca Tanrı gibi bir varlığı reddetmek, o varlığın zihnimiz­de atılması veya yok olması anlamına da gelmeyecektir. Var olmayan bir şeyin İçimizde doğması ve bizlerin de onu dü­şünmesi imkânsızdır. O halde Tanrı var ki bizler de o kav­rama sahibiz ve hakkında şöyle ya da böyle tartışmaktayız. Tanrı kavramının doğuştan gelmediği, zihnimize sonra­dan girdiği bir an için düşünülse bile evrenin varlığından ve kendi yaşamımızdan edindiğimiz tecrübelerden hareket­le böyle bir fikrin bizden oluşması muhakkaktır. Dolayısıy­la insanın iç dünyasının sesine kulak vermeden ve doğadan da ders almadan Tanrı'nın var olmadığını iddia etmesi mantıksız ve sağlıksız bir karar olacaktır.

İnsanın kendi doğasında var olan Tanrı kavramını söküp atması kolay değildir. Böyle bir kavram gerçekten temelsiz ve asılsız olsaydı insanlık tarafından asırlar öncesinden iti­baren terk edilmesi, unutulması ve bugün de üzerinde du-rulmamasi gerekecekti. Ancak bu konuda başarısız kalındı­ğına ve Tanrı'ya inananların sayısı arttığına göre aşkın ve mükemmel olan yaratıcı Tanrı inancını reddetmenin ya da insanları böyle bir inançtan vazgeçirmeye çalışmanın an­lamsız ve sonuçsuz kalmaya mahkûm olacağı kesindir.

Ontolojik kanıt bir anlamda mutlak ateizmin de olama­yacağını kanıtlamaktadır. Daha önceki bölümlerde görül­düğü gibi tabiatında Tanrı fikrî bulunmayan bir insanın varlığı mümkün değildir. Şu veya bu şekilde herkesin zih­ninde böyle bir kavram vardır. Olmasa bile aklı, mantığı, kalbi ve vicdanı o kavrama doğru götürecektir. Nitekim bunları mutlak ateizmin imkânsızlığı bölümünde detaylı bir şekilde ele almış ve açıklamıştık. Dolayısıyla âlem kanı­tına geçebiliriz. ( Aydın Topaloğlu, Ateizm Eleştirisi,Ankara)

"Sâni-i Alem, âlemde dahü olmadığı gibi, âlemden hariç de de­ğildir. İlmi ve kudretiyle her şeyin içinde olduğu gibi, her şeyin fevkindedir. Bir şeyi gördüğü gibi, bütün eşyayı da beraber gö­rür." (Mesnevî-i Nuriye sh: 62)

"Yüzer fûtumdan her bir fen, geniş mikyasıyla ve hususi aynastyla ve dürbünlü gözüyle ve ibretli nazarıyla bu kâ­inatın Hâlık-ı Zülcelâlini esmâsıyla bildirir, sıfatım, ke-mâlâtını tanıttırır." (Şualar sh: 207)

 

Ayıklayıcı Zatın Gerekliliği

 

224- Varlık âlemi çok karışık ve sayıca kalabalıktır. Güzel ve çirkinler çoktur ve girifttir. İşte bu karmaşa içinde iyi ve kötü'tüm varlıkları ayıklayacak ve bulacak bir zatın olması gerekliliği pekâlâ düşünülmelidir.

 

Kendi Küçük Yükü Büyük

 

225- Varlık âlemi çok ağır bir yük yüklenmiştir. Bir ba­kır paranın kendi içindeki muazzam dünyadan haberi dahi yoktur. Bir hücrenin kendisindeki muazzam dizayndan ve bilgiden kendisi de haberdar değildir. İşte bu açıdan tüm varlıkların sırtında ağır bir yük (bilgi, dizayn, güç ve ihtişam yükü) vardır. Mademki yük vardır ve varlık­ların bundan haberi dahi yoktur o halde o yükü onlara birisinin yüklemesi lazımdır. O da Allah'tır.

 

Alınan Değil Verilen Üstünlük

 

226- Alİah dilediğini öne geçirendir. Dilediği varlığı üstün kılandır. İnsan bu açıdan üstündür ve tüm varlık­ların üzerindedir. Biz insanlar, esasta çalışarak üstün ol­madık. Üstünlüğümüzün esas kaynağı yapımıza kayıt edilen üstün programdandır. Tüm insanlar doğar doğ­maz kendilerinde muazzam dizaynı buldular. "Ben ken­dime akıl ve duygu satın alayım." demediler.

 

Canlıları Denetleyen

 

227- Allah Kur'an'da bir ayette canlıların alınlarından tutup denetlediğini beyan buyurmaktadır. Bilim de canlılarda alın tarafında denetime yarayan bir beyin lobuna işaret buyurmaktadır. Biz bu ayetten şu delili çıkarmakta­yız: Tüm canlıları denetleyen ve onları sevk eden Allah'tır. Onların kaderini o tayin etmektedir.

 

Faraziye-İ Tecrübede İman Şartı

 

228- Müspet ilimde bir faraziyenin doğruluğu aranır­ken, ona ilkin inanılır. Yani faraziye(teori) kabul edilir, sonra tecrübe edilir, önce inan (Allah'a) sonra araştır ve gerçeği bul. (John Cleaver Mansma)

 

Adaptasyon Delili

 

229- Tüm canlı ve cansızlar arasında şarta ve konuma uyma yani adaptasyon eylemi vardır. Taş çimentoya uyum sağlar, insan çevreye, tabiat zamana ve harekete uyum sağlar. Bu konuda hadsiz örnekler vardır. Ama sadece Al­lah bu kanunun dışındadır. Her şey ona ve kanunlarına uyum sağlar o ise hiçbir şeye uyum sağlamaz.

 

Yitirilen Makamlar

 

230- Dilediğini makamından alma da bu âlemde özel bir kaidedir. Nice insan canlı ve cansızın makamı ve öne­mi azalabilmektedir. Süt ineğinin sütünün kesilmesi de bu cinstendir. İşte makam sahibi biri, yetkili biri bunu esas manada yapmaktadır. Biri makam verip makamını indirinektedir. Bu delil, yetkili bir amirin varlığını bize bildir­mektedir.

 

İyiliğin Kaynağı

 

231- İyilik tüm varlığın temel isteği ve muhtaçlığıdır. İyi­lik vardır ve her var olanın kaynağı da vardır, o kaynak biz­zat Allah'tır. "İyilik bizim zihnimizdedir ve biz ürettik" de­nemez; çünkü zihnimizin üretmediği binlerce şey de vardır. Doymak, tat almak, güzeli görmek, bir hayvanın yavrusuna karşı olan sevgisi gibi iyilikleri biz üretmedik. Onlar zaten vardı. Biz insanlar olmasak ta iyilik vardır.

 

232- Güvenilir bir elçinin olduğunu gören biri şu fikirle­ri çoktan bilir demektir. Elçi bize bir memleketin varlığını o memleket padişahının elçiyi gönderdiğini bilir. İşte o elçi peygamberdir. O memleket ahiret yurdudur. O padişah Al­lah'tır.

 

İsim Ve Sıfat Çokluğu

 

233- Güzellerin ve iyilerin sıfat ve isimleri çok olur. İyi birine bizler bin bir güzel adlar takarız. İşte 99 adı olan Al­lah en yüce olandır. Demek güzel isimlerin çokluğu dahi bir ilahı bildirir.

 

Yalnız

 

234- Anla ki yalnızlık dahi bir delildir. Tüm varlıkların uzak, yakın akrabaları cinsleri, mevkidaşları, adaşları ve benzeşleri vardır. Oysa hiçbir şeye benzemeyen ve mutlak manada yalnız biri vardır. O Allah'tır. Onun yalnızlığı bi­zim gibi değildir. O mutlak anlamda yalnızdır. Üzüntüsüz bir yalnızlıktır onunkisi.

 

Hakikilik

 

235- "Hakiki mahbub, hakiki maksud, hakiki matlup, hakiki mabud yalnız Allah'tır." (Bediüzzaman)   Fena âle­minde yaşayan bizlerin, daima ölümü gören bizlerin, hayal ve kuruntular içinde yaşayan bizlerin, hakiki ve gerçek bir varlığın varlığını düşünmesi farzdır. Gerçek sevgili O'dur, gerçek amaç, gerçek arzulanması gereken de O'dur.

 

Gönderen

 

236- Hediyeyi getiren hizmetçinin elini öpüp, hediye göndereni tanımamak büyük bir gaflettir. Kâinat bir hiz­metçidir. Biz onun kanalıyla nimetleniyoruz. Bu dilsiz, sağır ve akılsız hizmetçi(kâinat), gerçek nimet sahibi olamaz. Ni­meti gönderen elbet gören ve bilen biri olmalıdır.

 

Duygular

 

237- Duygular Belgesi: insan, binlerce duyguyla dona­tılmıştır. Her duygu, madde dışı bir ortamdan çağrı niteliği taşır. Ancak insanda bir duygu daha vardır ki, o doğrudan doğruya YaradaıVı tanıtır. Bu duygu, insanda var olan son­suzluk duygusudur. Bu duygu nedeniyle insan sürekli son­suzluk için didinir ve çırpınır. Sonlu olan hiçbir şey, onu gerçek manada doyuramaz. Ve bu duygu, insana başka bir sonlunun etkisiyle verilmiş olamaz. Sonlu olan sebeplerin hiçbiri, bu sonsuzluğu sunamaz. Oysa bunun varlığı orta­dadır, yalanlanması da olası değildir. Öyleyse bu duygu bi­ze, bizi bu duygu ile yaratan Zat tarafından verilmiştir. Ve sonsuz yaşamı da yine O verecektir. (İnancın Gölgesinde ve İslam'da Allah'a İnanmak)

 

Tüm Yollar Bir Yere-Merkez Kavşak

 

238- "Her, şeyde Allah a bir yol bulunur": Allah madem her şeyi yaratıp idare edendir. Her öğrenci, her kitap ve her sıra nasıl öğretmeni gösterirse her şey yapanını, sahibini ve idare edenini gösterir. Ve ilah olan varlık mademki tüm var­lıkların ilahıdır. O halde ona giden yollar da sonsuz olmalı­dır. Çünkü varlıklar her şeyleriyle var edenlerine aittirler. Ay, taş ve odun, Budist, Yahudi, arı ve kurbağa hepsi ona gi­decektir.

 

Cümle-Yargı

 

239- Biz insanlar bir cümle kurarken dahi o cümlede ka­idelere uymak zorundayız. Cümlemizde Fail(özne), fi-il(yüklem) olmak zorundadır, ikisinden biri olmazsa o yar­gımız eksik ve manasızdır. "Ali arabayı..." diyemeyiz. Ali'nin ne yaptığı bilinmelidir. Meful(nesne) ise olmak zo­runda değildir. Yapılan işi ve maddeyi meful ifade eder. Öy­leyse şu kâinat mefulünü ya da kâinat fiilini nasıl failsiz ka­bul edebiliriz.

 

Çift

 

240- Kur'an, Allah'ın varlık delilleri arasında her şeyi çift yarattığını belirtir. Bu şunu ifade eder. Çift teklerin birleşimi­dir. Çift kökün çıkardığı daldır. O halde tüm varlıklar dişi-er-kek, madde-mana... aynîıyorsa onları var eden bir tek olmalı­dır. Bir kök olmalıdır. Ve o kök dallar gibi de olmamalıdır. O kok de Allah'tır. Ve kök olan Allah da dallara benzemez.

 

Korku

 

241- İnsan ve hayvan topluluğu çeşitli nedenlerle korkan varlıklardır. Bitkiler solmaktan ve ölmekten korkarlar. Taş­lar toz olmaktan korkarlar {bu korku insan korkusu gibi an­laşılmamalıdır). Öyleyse maddeye bu korkuyu kim nasıl onlara verdi. Onlar korkuyu kök olarak türetemezler. Ol­mayanı oldurmak maddenin işi değildir. Madde kendinde olanı harekete geçirir. Öyleyse korkunun da kaynağı mad­de haricinde olmalıdır. O kaynak da Allah'tır.

 

İşaret

 

242- Aslanlar varlıklarını belli etmek için etrafta işaretler bırakırlar. Çünkü onlar bilirler ki kendileri dışındaki varlık­lar onları görmese de en azından varlığını sezerler. İşte varlık âleminin tümü Allah için bir işaret sahasıdır. O işaretler­le kendini belli eder ve tanıtır. Bu da kendini belirtme ve ta­nıtmanın bir halidir. Kur'an böyle bir işarettir.

 

Hikmet

 

243- Suyun kaldırma kuvveti, yerin çekme kuvveti gibi kanunlar bize Allah adlı kanun koyucu varlığı belirtir. Çün­kü kanun çıkarmak ancak hâkimlerin işidir. Kanun koymak dur  ve hâkimlik yapmak ancak hikmetle olur. Hikmetin başı da Allah ve Alİah korkusudur.

"Kâinat baştan aşağıya kadar hikmetlerle müzeyyen ve gaye­lerle müsmirdir ve mevcudat, zerrelerden güneşlere kadar vazife­lerle muvazzaftır ve evâıııir-i Üâhiyeye musahharlard.tr." (Sözler sh: 386)

"Evet, bir sineği İhı/â eden, bütün hcvânıı ve küçük hayvanâ­tı icad eden ve arzı ihya eden Zât olacaktır. Hem Mevlevi gibi zerreyi döndüren' kim İse, ım'iteselsiler mevcudatı tahrik edip, tâ şemsi scı/\/ı\râtıyla gezdiren aynı Zât olmak gerektir. Çünkü ka­nım bir silsiledir; ef'nl onunla bağlıdır." (Mektubat sh: 334)

"Mevcudat ve zîhayat doğrudan doğruya Şeıns-i Ezelînin cil­ve-i esmasına verilmezse, her bir mevcutta, hususun her bir zîlm-yatta, hadsiz bir kudret ve irade ve uİlıayetsiz bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı, bir kuvveti, adeta bir ilâhı, içinde kabul et­mek lâzım gelir. Bu tarz,-ı fikir ise, kâinattaki ıınıhâlâtı en bâtılı, eti lutrnfesidir. Hâhk-ı Kâinatın sau'atını mevhum, ehemmiyetsiz, şuursuz bir tabiata veren insan, elbette yüz defa hayvandan dalın hayvan, daha şuursuz olduğunu gösterir." (Lem'alar sh: 182)

 

Toplamak

 

244- Varlık âlemi dağınıktır. Onu bir araya toplayan biri olmalıdır. Dağınıklık ancak intizamın bozulmuş halidir. Asıl olan intizamdır. Alİah Kur'anda kendisini, tüm varlık­ları yeniden toplayacak bir varlık olarak tanıtmaktadır. Demek bu dahi bir varlık delilidir. Gerçekten de öyledir.

 

Fıtrat

 

245- Herkes içine-fıtratma dönüp bakarsa görecektir ki güzeli görünce onu, daha güzelini görünce de diğerini arzu eder. Dünyaya sahip olan güneşi de isteyecek ve sonra da evreni isteyecek. Dahası olsa danasını da... İlmi isteyen, sanatı isteyen gibi diğer tüm gruplar da böyledir. Bu istek­ler fıtridir. Mademki bizim bu isteklerimiz madde ile doy-mamaktadır o halde bizim bu iştiyak ateşimizi ancak Alİah söndürecektir. Çünkü sınırsız olan yalnız O'dur. (İmam Humeyni)

 

Mühür

 

246- Her varlıkta Allah'ın orjinal mühürü vardır. Tüm varlıklar da kendilerine ait olan başkalarında bulunmayan özelliklere sahiptirler. Gözler, parmak izleri, dişler ve ben­zeri bir çok özelikleri onlara doğal mühür olmuştur. Ve tüm mühürler elbette bir otorite ve makama delalet eder. Parmak izimizi, retinamızı, dişlerdeki mühürü biz dizayn etmedik.

"Bu çiçek kimin turtası ise, kimin sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakısı İse elbette bütün zemin yüzündeki o nevi çiçek­ler onun mühürleridir, sikkeleridir." (Sözler s.h.682)

 

Birlik Ruhu

 

247- Tüm varlıklarda olağanüstü bir zincirleme bağ bulunur. Bir besin zinciri, bir karşılıklılık vardır. Küçük büyük tüm varlıklar arasında kesintisiz bir ilişki bulunur. Tüm bu ilişki ve bağ tüm varlıklarda bir birlik ruhu açığa çıkarmak­tadır. Elbette ki bir "bir" vardır ki birlik ruhu varlıklara yan­sımıştır.

 

Hakiki Müessir

 

248- "Müessir-i Hakiki yalnız Allah'tır. Belki arada perde çoktur, belki-sebepler çoktur ama tüm bu çokluklar gerçek müsebbibin olduğunu bedaheten gösterir."(Bediüzzaman) Asıl iş yapan, asıl kâinatta tasarrufta bulunan bir olan ilah­tır. Bu görünen doğal olaylar ve görünen tesirler, aslında bi­rer gölge ve perdedir. Çünkü madde gerçek manada iş ya­pamaz hatta kendi varlığını dahi tek başına koruyamaz. Sonlu her varlık ancak sonsuz olanın birer icraatıdır. Eşya­ya ve olaylara asıl hükmeden Allah'tır. Sebepler hükmeder denemez. Yoksa sebepleri ilah edinmiş oluruz ki bu büyük ')ir yanlış olur. Kör ve sağır tabiatın, kör ve dilsiz sebeplere istinaden iş görmesi imkânsızdır. Mademki sebep var, mü­sebbip de olmalıdır.

 

Yücelten Ve Yüceltilen

 

249- Tüm varlıkları yücelten ve tüm varlıkların da ken-üsini yücelttiği bir varlık olmalı. Gerçi ilah yücedir ve yü­celtilmez, ama varlık âlemi bilerek veya bilmeyerek bir yü--eltme ve tespih etme halindedir. Varlık şu haliyle bir şey s bir değer taşıyorsa bu değer ancak büyük bir varlıktan B«ığ] değerledir. Yoksa madde sıfır kere sıfırdır. Yani madde bir Allah'a istinat etmezse bir değer de alamaz. Madde­yi yücelten ona bir değer veren ancak onun ustasıdır.

 

Ortak Kader

 

250- Tüm varlıklarda bir kader birliği vardır. Bilinçli ve­ya bilinçsiz bir hal ve gidiş ortaklığı vardır. Gidenlerin oldu­ğu yerde gitmeyen ve gidenleri bekleyen bir makam ve var­lık olmalı.

 

Işık

 

251- Kanatın ışıktan oluştuğuna dair bir teori mevcuttur. Bu teori bize maddenin ışıktan yapıldığım hayretle ifade et­mektedir. Çünkü her maddenin elementleri atom ve elekt­rik elementlerinden meydana gelmektedir. Atom ve elekt­rik enerjisi ise ışıktandır.(Said Havva) Işık ise bir kaynağa kaynak ise bir var ediciye muhtaçtır. O var edici elbet kâina­tın nuru olan Allah'tır. Çünkü o (bize göre) aynı zamanda nurdur. Yani nurlandırandır.

 

Dileyen Varlık Âlemi

 

252- Tüm varlıklar bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde var­lıkların devamını dilerler. Baki.olmak isterler. Tüm varlıkla­rın bu isteğine ve yakarışına bir yerden cevap olmalı, biri yamtlamalı. Madde ise kendi kendini kurtaramaz, doya-maz ve yaşatamaz.

 

Tüm Çokluklar Tekliklerdendir

 

253- Güzeller çok, doğrular çok. Ama tüm çokluklar tekerden türemedir. Doğru ancak çoğul eki -ler, -lar aldıktan sonra yapısı farkhlaşır. Tüm çokluklar tekliklerin tezahürü­dür. İşte bu yüzden kaynak bir doğru ve hak olmalı ki doğ­rular ve haklar açığa çıksın.

 

Her Şey Bir Şey İçin

 

254- Her Şey, her şey için olamaz. Her şey bir şey için ol­malı. Her şeyin kendisi için çalışhğı bir genel varlık olmalı. Mademki tüm varlık âlemi zincirleme bir bağ altındadır. O halde 'zincir, zincir içindir' denmez. Bu bağ ancak bir şey içindir. Tüm varlık şu ve bu şekilde bir olanı yani Allah'ı gösterir.     .

 

"Bir"

 

255- Varlıklarda ve var oluşta, üstünde ihtilaf olmayan tek şey l(bir) rakamıdır. Diğer tüm çokluklar ihtilaf nedeni­dir. Mücerret yani tamamen bağımsız sayı tekliktir. Şöyle ki çokluklar ya toplamdan ya çıkarımadan oluşurlar. 3 sayısı 2+1 olabildiği gibi 5-2 de olabilir. Ama bir yani mücerret bir, tektir. O mücerret olan da Allah'tır.

 

Evrensel Bilgisayar

 

256- Kâinattaki bilgi ve bilim bir evrensel kayıt ve bilgi kitabı olduğunu kanıtlar. Bu bir zorunluluktur. Bilgisayar benzeri ama daha mükemmel bir kayıt kitabı ya da Ana ki­tap denilecek bir varlık. İşte bu bir yazıcı, yani bir yazarın­da varlığını zorunlu tutar. Ve o yazıcı bilgisayarın içinde olamaz. Ancak bilgisayarın dışında ki biri olmalı.

 

Mutlak Hüviyet

 

257- "İlah olan basit yani bileşik olmamak zorundadır. Mutlak Hüviyet ancak basit yani bileşik olmayandır. Çün­kü tüm çokluklar mutlak hüviyet sahibi olan tekten türe­medir." (İmam Humeyni)

 

İtaat

 

258- Her şey bir itaat içinde bu da bir ilahın olmasını bize zorunlu kılar. Zincirleme ve bağlantılı bir itaat zinci­ri bize bir zincirin de sonu olması gerektiğini gösterir. De­mek her vagon dolaylı ve dolaysız makinistin bulunduğu bölmeye itaat içindedir. Kainatta kaos durumu yoksa, ki yoktur, bu itaat zinciri Allah'ı kesin bir şekilde bildirir.

 

İnkârı İmkânsız Olan

 

259- İnsanlardan bazılarının inkâr ettiği, aslında batıl Allah tasavvurudur. Bir çok alim, filozof ve bilgin batıl din tasavvuru neticesinde Allah ve din konusunda hak­sız bir tavır  takınmışlardır.  Nietzsche:   "Allah  ölmüş­tür" derken eğer Allah'a inanmasaydı, 'Alİah Öldü ' de­mezdi. Ancak var olan ve inanılan bir şey için öldü deni­lir.  Yoksa bu  söz  yerine   "Allah  yoktur."   derdi. Yani Nietzsche, batıl Hıristiyan inanışının tanrısını öldürmüş­tü. Biz şair Hayyam için inkarcı deriz ama aslında sözle­rinde dahi Müslüman olduğu görülür. Ama ne ki o fark­lı, bunalımlı ve tereddütlü bir Müslüman'dır.(Ali Şeraiti) (Şehid Seyyid Kutub, Hayyam'dan  "İman gıdasından yoksun biri" diye söz eder) Dun  fikir.

 

Dayanmak

 

260- Her şey kendisini bir şeylere intisap ettiriyor, dayı­yor. O halde tüm varlıların bir dayanak noktası olmalı. Na­sıl ki bir insan topluluğu bir devlete sığınmazsa işgal altın­da kalır, öylece şu kâinat sıfır olmamak için bir olan Allah'a sığınır, ona kendim dayar. Yegâne dayanağımız ancak Al­lah'tır. Mümin elbet en çok ona dayanmalı ve güvenmelidir.

 

Galip  

 

261- Biz görüyoruz ki tüm canlılarda ve bizde şöyle ve­ya bir otorite ve egemenlik var. Mademki bir egemenlik ve saltanatın .'varlığı aşikârdır. O halde tüm canlılar âleminin üstünde mutlak bir galip egemen bir saltanat olmalıdır. Ma­dem dünya bize egemendir. Ona bağlıyız, madem dünya da güneşe ve daha sonra galaksiye bağlı. Onlar da tabiata ve tabiatta yegâne güç olan Allah'a bağlıdır. Demek ki ege­menlik dahi Allah'ın varlık delillerindendir.

 

Azamet

 

262- Biz tüm konular boyunca bir azamet ve büyüklük­ten bahsettik. Azamet sonsuz azamet ve yücelikse ki odur. O halde sonsuz azamet tüm varlık âlemini tamamen ihata ile doldurmah. Hiçbir canlı bu azametten hariç olmamalı iş­te o asıl rab olmalıdır.

 

Kutsal

 

263- Tüm varlıkların kutsalları ve yücelik telakki ettikle­ri vardır. Oysa yüce varsa en yüce de olmalıdır. Kutsal varsa en kutsal da olmalıdır. Zirve de tek olduğu için o tek de Allah'tır.

 

İlk Sebep\ İllet'i Ula

 

264- "Tüm sebep ve nedenlerin bir ilk sebebi vardır. Tüm akıl yürütmelerin bir ilk basamağı vardır. Tüm felsefi ve dü­şünüşler hep bir basamaktan başlar."(Said Havva) ilk mü­sebbip elbet Allah'tır. Çünkü ondan hariç bir ilki düşünmek imkânsızdır. Bu kadar delil elbet bunun bir ispatıdır. Eğer "Niçin iki sebep olmasın?" dersen, şu denir ki iki dahi bir­den çıkmadır. Yani o dahi bire yani aslına rucu eder. Kindi: Eşyanın sadece çokluk olması imkân dışıdır. Tesadüfen da­hi tekten çokluk oluşmaz. Cisimden çokluk oluşması için de dışardan bir etkinin olması lazımdır. O etki de ancak Al­lah'tır." der.

 

Delalet Zinciri

 

265- Delalet zinciri denen bir akıl yürütme türü vardır ki bu tüm varlık âleminin tasvirinde kullanılabilir. O da şu­dur: Tüm varlıklar eserdirler, tüm eserler isimlere, isimler sıfat yani niteliklere, nitelikler de zata delalet eder. İşte o zat ancak Allah'tır.

 

Psikolojik İspat

 

266- Psikoloji âlimleri ve filozoflar, tecrübe ve deneyim­lerle maddeden çok daha üstün ve ancak yüce bir varlıkla alakalı duygular, dürtüler ve huylar buldular. Bunlar ancak üstün bir varlığı gösterdiğinden Ötürü ilah mefhumunun varlığına bir delil Midiler. Yani psikoloji tanrının varlığına bir delil olmuş oldu. Bunu delil bilmeyenler acaba bu üstün duygulan neyle alakalandırırlar bunu bilmek lazımdır.

 

Vehhab

 

267- Tüm varlıklara bakıldığında bizim dışımızda bir ve­riş ve bağış olduğu görülür. Yani bizler, bitki ve hayvanlar bu nimetleri oluşturmadık. Biz çıkar çıkmaz bu tüm varlık ve kâinatı kendimiz için hazır bulduk. Bu buluşumuz bize bir hibe ve verişi gösterir ki o hibe eden elbet Allah'tır.

 

Gelişen İlim

 

268- İlim bir gelişim ve İlerleme süreci içinde. Dinsizlik aslında ilmi çok kullanıyorsa da aslında ilmin en düşük bir düzeyinde yani duygular arasında sıkışmıştır. Şöyle ki Aris­to maddenin (Kâinatın) sonsuz, olduğunu zan ediyordu. O anki bilgi ancak o kadardı ve o bazı ilahlık vasıflarını kâina­ta veriyordu. Hâlbuki şu an ispatlandı ki madde yok olup bir süre içinde enerji haline dönüşmektedir. İlmi çok dar ve kendi duygu kayıtlarına sığdıranlar bilimî o dar çerçevede görmektedir. O bu bilgileri görseydi belki inanmış biri ola­caktı. Bazı filozoflar (Freud gibi) dini ve Allah inancını bir nevroz olarak lanse ediyorlardı. Oysa bugün klinik deney­lerde en güçlü bünyenin, en sağlam psikolojik yapının, din­darlarda olduğu ve onlarda fiziksel ve ruhsal iyileşmelerin daha çabuk gerçekleştiği görülmüştür. İlim, geliştikçe Allah inancı daha da artmakta ve güçlenmektedir. Son birkaç yıl içinde ateizm rüzgârının iyice zayıflaması da buna şahittir. Gelişen ilim, Allah'ın varlığına bir delildir.

 

Kontrol

 

269- Varlık âleminin devamlı ve hassas bir düzende ol­duğunu belirtmiştik. Oysa düzenler varlıklarını devamlı bir kontrole ve hassasiyete borçludur. İşte o kontrol eden de bizzat Allah'tır. Hassas olan zat da kendisidir.

 

Uygunluk

 

270- Varlık âleminin düzenli oluşu ve düzenleyenin olu­şu bizi işlerde bir uygunluk olması gerektiği sonucuna gö­türür. Uygunluk bir kavram ve fiil ise varlıkları birbirine uyduran bir zat da olmalıdır. Varlıklar ayrı ayrı olmalarına karşın onları anlaştırabilen, birbirine yaklaştıran bir zat ol­malıdır.

 

Zirve

 

271- Evrende yücelikler çoktur. Bu dahi bir zirve nokta­nın olması gerektiğini bize anlatır. O zirve de ancak Allah olmalıdır. Zirve, üstün en üstüdür. Onun da üstünü olsa ona zirve denemez.

 

Her Şeyi Kendi İlmiyle Anla

 

272- Önceki bölümlerden birinde 'işi ehlinden sor'de-miştik; şimdi de işi ilmin kendisinden sor diyoruz. Allah hakkında gidip doktor, filozof, öğretmen v.b. insanlara so­ruyorsun. Oysa her ilim; ehline sorulmalı, erbabından talep edilmeli. Dini ve Allah'ı da git din aliminden yani din il­minden sor. Marangoz ancak kendi mesleğinden konuşabi­lir. Ku/an'in dediği gibi ilmi; ehlinden sor. En doğrusu ilmin kendisine sor. Yani dini coğrafya İlminden değil, din il­minden anla. Asıl müracaat ilmin kendisinedir.

 

Övgüye Layık

 

273- Tüm övgülere layık olmak da bir delildir. Allah'ın yerine ne konulursa konulsun o varlık tüm övgü ve yücelik­lere layık değildir. Olamaz. Oysa diğer varlıklar mükemmel değildirler. Liyakatleri yoktur.

 

Şefkat .

 

274- Kâinatta .merhamet ve şefkat gibi kavramlar bize bir rahmanın ve şefkatlinin olduğunu ve bu gibi yücelikleri da­ğıttığını gösterir. Rahmetten haberi olmayan bir tabiat rah­man olmaz. Timsaha ve ayıya yavru şefkati verilmişse bu­nu birinin vermesi lazımdır. Çünkü şefkatli olmayı biz tü­retmedik.

 

Gücün Kaynağı

 

275- Kâinatta güç denen bir muazzam etki var. Bu bize bir gücün kaynağının olmasının zorunlu olduğunu gösterir. 'Gücün kaynağı maddedir1 denemez; çünkü madde de gü­cünü enerjiden alır fâ bu ilmen ispatlıdır. Enerji de gücün kaynağı olamaz; çünkü o maddeye gebedir ve iş yapması için madde olmalıdır. Allah ise onlardan bağımsız tek irade­dir. Enerji etkiye muhtaçtır ki o etki ancak ilahi iradedir.

 

Yükselen İyilik

 

276- Güzellik ve iyilik yücedir. Tüm yücelikler yapı iti­bariyle yükselirler. Kötülük ise alçalmak zorundadır. O yüçelik ve güzellikler bir yüceye gider ve ona gitmek zorunda­dır. Günah ve çirkeflik demir gibi ağırdır ve terazinin kefe­sini aşağı çeker. İyilik ise hava gibi ve ısı gibidir, yani hafif, şeffaf ve esnektir ve o yükselir tüm günahlar karşısında. Yükselen her şeyin bir durma haddi vardır ve o had, o sınır elbet Allah'tır. (Dikkat edilirse mizanda iyilikler tartılırken, ağır basarlarsa, onlar yükselir ama kötülük ise alçalır.)

 

Hannan

 

277- Tüm varlık cilvelerini gösteren bir harman vardır. Varlık cilveleri şu güzellikler, uçsuz-bucaksız muhteşem ta­biat ve daha niceleridir.

 

Direnmek

 

278- İnkâr bir olumsuzluk ve nehiy halidir. Tasdik ve inanma ise bir kabul ve olumluluk halidir. Olumluluk ve tasdik daha değerlidir, üstündür. Allah'ı İnkâr direnmektir. Allah'ı tasdik elbette daha değerlidir. Çünkü nehiy hali de­ğildir. Yani inkarcı bilerek ve isteyerek; yani direnerek bir nehiy yoluna girmektedir.

 

Yaşam Ve Benlik

 

279-  Hayat-Ruh ve Vicdan {Yaşam-Benlik ve Duyunçi Belgesi: Yaşam görünür bir bilinmez! Evet, o görünür neden­lerle açıklanamayacak kadar düşündürücü ve Yaratıcı Güc'e tanıklık etmesi bakımından da açıktır. Evet, o, doğrudan doğ-ruva Yaratıcısını gösterir ve duyurur. O, bilinmez oluşuyla bi-lim adamlarını, açıklığıyla da halktan insanları büyüleyen sibirli bir olaydır. Ve yaşam adeta hal diliyle: "Beni var edip ya­ratan ancak Allah'tır" der... içeriğini bilmemekle birlikte, var­lığından kimsenin kuşku duymadığı ruhumuzun ve onun iş­levlerinin bedenimizi yönetiş biçimi de, yine Allah'ı bildiren delillerdendir. Dünyada Emir Alemi'ni temsil eden cev­her/öz ruhtur ve ruh, bu âleme ancak ilerlemek ve gelişmek, olgunlaşmak için gelmiştir. Hikmetin sonuca etkisi konumu­zun dışında olduğu için, biz burada yalnızca onun tanıklık et­tiği noktaya değinmekle yetiniyoruz.

Evet, madde alemiyle içeriği noktasında hiçbir ilişkisi ol­mayan ruliun kendine Özgü bir âlemden buraya gönderili­şi, olgunîqştırılmaya bağlı tutuluşu ve bunun da belli bir yazgıyla yürütülüşü, kuşkusuz Allah'ı gösteren önemli de­lillerden biridir. Diğer taraftan, insandakijç sezişler ve gö­rünür bir neden yokken Rabbe dönüşler ve O'na yönelişler ve bu olayların milyonlara ulaşan sayıda yinelenişi açık bir delildir ki, insanda yaratılıştan var olan ve Hakkı bulmanın en önemli araçlarından biri durumunda bulunan vicdan, kendi Yaratıcısı'na tutkundur ve bütün varlığıyla/O'nunla bağlantı halindedir. Ruhlara sorulan "Yaratanınız Ben değil miyim?" sorusunun yanıltmaz tanıklarından biri de, vicdan değil midir? İşte vicdan, bu tanıklığın hakkına uyma zorun­luluğunun yönlendirmesi ile "Allah" demektedir... (İnancın Gölgesinde ve İslam'da Allah'a İ

 

Kümenin Adı

 

280- Matematikte sonsuzluk kümesi kavramı vardır. İki küme elamanları sonsuzdur ve her kümenin bir sahibi ve adı olmalıdır. Örnek: A:(..................) Bu dahi Allah varlı­ğına bir zorunluluktur. Kainat adlı bu varlık kümesinin bir sahibi ve adı olmalıdır. Ve elbet vardır.

"Şu acip âlemin elbette bir müdebbiri ve şu muntazam mem­leketin bir mâliki, şu mükemmel şehrin bir sahibi, şu musanna sa­rayın bir ustası vardır. Biz çalışmalıyız, O'nu tanımalıyız. Çün­kü anlaşılıyor ki, bizi buraya getiren odur. O'nu tanımazsak kim bize medet verecek? Dillerini bilmediğimiz ve onlar bizi dikleme­dikleri şu âciz mahlûklardan ne bekleyebiliriz?" (Sözler sh: 279)

Sultan-ı Kâinat birdir. Her şeyin anahtarı O'nun ya­nında, her şeyin dizgini O'nun elindedir. Her şey O'nun em­riyle halledilir. O'nu bulsun, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun." (Mektubat sh: 224)

"Sizin azalarınız içinde en kıymettar göz ve kulakla­rınızın mâliki kimdir? Hangi tezgâh ve dükkândan aldı­nız? Bu lâtif, kıymettar göz ve kulağı verecek ancak Rab-binizdir. Sizi icad edip terbiye eden O'dur; bunları size vermiştir. Öyleyse yalnız Rab O'dur. Mâbud da O olabi­lir." (Sözler sh: 416)

 

Isı Yasası

 

281- Isı Yasası: Termodinamiğin ikinci kanunu olan ısı

kanunu kâinatta ısının tedricen azaldığını yani ısı kaynağı olan varlıkların ısısını yitirerek mutlak sıfır derecesine git­mekte olduklarını açıklar. O zaman enerji tükenecek ve hayat sona erecektir. Yanmakta olan güneş, parlayan yıldızlar ve canlıların vatanı olan yeryüzü... Bunların hepsi belirli bir zamanda yaratılmış olan varlıklardır. Çünkü bunların tü­münde mevcut olan enerji tükenmeye doğru gitmektedir. Bu olgu da onların belli bir zamanda başlamış yani yaratıl­mış olduklarını gösterir. Eğer kâinat yaratilmışsa, bir yara-tıksa, ezeli bir yaratıcıya muhtaç demektir. Çünkü arada bir yaratıcı kabul etsek^ o zaman da onun da yaratıcısı olması gerekir ki bu da saçmadır. Kabul etmek zorunda olduğu­muz bu yaratıcının, her şeyi kapsayan bilgi sahibi, hiçbir şeyle sınırlanmayan bir kudret sahibi ve ezeli olması gere­kir. Açıkladığımız kanuna göre kâinatta mevcut olan ısının varlığı, kâinatın ezeli olması ihtimalim imkânsız kılmakta­dır. Kâinatta ısı varsa, ona ısı verici düşünmek zaruridir. Zi­ra soğumuş haldeki maddede ısı, kendiliğinden oluşmaz. Kâinat ezeli olsaydı, sıcak halde değil, soğuk halde bulu­nurdu. (İnancın Gölgesinde ve İslam'da Allah'a İnanmak) Yine Termodinamik kanuna göre sıcak cisimlerden so­ğuk cisimlere doğru sürekli bir ısı akımı oluşmaktadır. So­ğuk cisimden sıcak olana ise ısı aktarımı yoktur. Zaten ısının tanımı şudur: Sıcak olandan soğuk olana doğru giden enerji aktarımıdır. Bu kanun şunu ispatlar: Kâinat kendi kendine oluşamaz. Bir cisim karşılıklı olarak diğer bir cismi yaratamaz. Cisimler arası ısı aktarımı çok düzenli ve ölçü­lüdür. (Edvard Loscil) Kâinat ezeli ve ebedi olamaz. Kâina-tın ezeli ve ebedi olması için soğuk ve donuk olması lazım­dır. Çünkü donuk bir madde cansız olması dolayısıyla ken­disini canlı ve ısılı olarak yaratamaz. Bu konuyu en iyi âlimler anlarsa da sen şunu bil: Kâinat ısı konununa göre ebedi değildir ve kendi kendini yaratamaz.

 

İzzet Ve Onur

 

282- Tüm varlık âlemi mutlak izzet karşısında zelildir. Varlık âleminin bu kadar kusur ve noksanlığıyla beraber  el­bette izzetli olan da olmalıdır. Tüm bu zelil olanlar elbet bir onur ve izzet abidesini bildirir.

 

Şefaatçi

 

283- Varlık âleminin devamı ve sonunun iyi olması için bir şefaatçi lazımdır. Lazımdır çünkü onlara ancak onlardan daha mükemmel bir varlık aracı olabilir. Kurtuluş için bir aracı bir şahit bir vekil veya bir kurtarıcı olmalıdır. Bir Zül Eman olmalıdır ve vardır.

 

İltica

 

284- Biz insanlar bir ülkede zulme uğradığımızda başka bir ülkeye sığınırız, yanı iltica ederiz. Bir tilki avcı karşısın­da mağaraya iltica eder. Dünya güneşe iltica etmiş ona da­yanmıştır. O halde tüm varlık âleminin de sığındığı bir ilti­ca makamı  vardır.

 

Fettah

 

285- Tohumu yaran, cansız tabiattan canlıları çıkaran bir fettan vardır. Tabiat fettah olamaz; çünkü onda bilinçten herhangi bir eser yoktur.

 

Kanıt Problemi

 

286- Tann'nın varlığına inanan insanlar inançlarını destekleyen kanıtlar ileri sürmüş ve ateistlerin bu konudaki id­dialarını boşa çıkarmışlardır. Ateistler de Tann'nın varlığı lehinde ileri sürülen kanıtları reddetmiş ve kendi düşünce­lerinden vazgeçmemişlerdir. Ancak bunu yaparken de sa­dece eleştiri getirmiş, kötülüklerin varlığı gibi bir-iki konu hariç kendi iddiaları lehinde orijinal bir fikir ileri sürmemiş­lerdir. Kaldı ki Tanrı'nın varlığı için ileri sürülen ve bir an­lamda ateizmi yanhşlayaıı kanıtların eleştirilebilmesi de on­ların çürütülmesi ya da içeriğinin yanlışlığı anlamına gel­memektedir."

Ateistlerin düşündüğü gibi lann'mn varlığını reddet­mek o kadar basit bir konu değildir. Reddetmek için pek çok teorik pskin ve mantıksızlığın göze alınması gerekecek­tir. Çünkü lehlerinde birçok kanıt olmasına rağmen inanan­lar eleştirilebiliyorsa, ellerinde somut hiçbfr kanıt bulunma­yan ateistleri tenkit etmek daha kolay ve sıradan bir iş ola­caktır. Bu yüzden Tann'nın varlığını reddetmenin, kabul et­mekten daha zor olduğu işin başında açıkça ortaya çıkmak­tadır. Sadece kâinat Tanrı'nın varlığına doğrudan bir kanıt­tır. Dolayısıyla Tanrı'yı inkâr etmeye ve bunun için gerekçe­ler uydurmaya çalışmak bir nehri tersine akıtmak kadar im­kânsızdır.

Tanrı'nın varlığını iddia edenler birtakım kanıtlar ileri sürmüş, bizleri düşündüren ve aklımıza yatan fikirler orta­ya koymuşlardır. Herhangi bir ön yargı, saplantı ya da ide­olojik bir kabulle konuyu geçiştirmemişlerdir. Meselâ önü-"izde duran âlemin kendi başına var olamayacağını iddia etnıiş, bir yaratıcıya ve düzenleyiciye gereksinim olduğunu belirtmişlerdir. Dolayısıyla teistlerin ellerinde herkesçe anlaşılır ve kabul edilebilir deliller bulunmaktadır. Bu somut deliller üzerinde hiç kimse onlara niçin böyle düşünüyorsu­nuz da diyemez. Çünkü insan aklının ve mantığının vardı­ğı sonuç budur. Aklın düşünmesini ya da varlığımızla ilgili muhakeme yapmasını da engellemek mümkün değildir.

Ateistlerin yaptığı iş inananların tezlerini eleştirmekten veya reddetmekten ibarettir. Yapmış oldukları eleştiriler ise mü'minlerin kanaatlerini yanlış çıkarmaya yetmemektedir. Sadece onların dile getirdiği kanıtların teorik açıdan karşı­tını dile getirmekten ibarettir. Ancak bir şeyin teorik açıdan karşıtını düşünmek o şeyin pratikte de öyle olabileceği an­lamına gelmez. Zaten bir insan inanmak istemezse kendine göre birtakım gerekçeler bulmakta gecikmeyecektir. Dola­yısıyla ateistin Tanrı'nm varlığını yalanlaması sadece ken­dini bağlayan bir durumdur. Bu sonuç da inanan insanın muhakemesine ve kanaatine en küçük bir olumsuzluk ge­tirmeyecektir.

Aslında bazı teistler açısından ateistin itirazlarını ya da Tanrı kavramıyla ilgili olumsuz düşüncelerini dikkate al­mamak da mümkündür. Çünkü bir şeyle ilgili itirazlar ön­celikle o şeyin varlığının kabulüyle birlikte anlamlı olacak­tır. Bu ateistler için de söz konusudur. Sonuçta onlara göre ateistlerin Tanrının varlığını kabul etmeden dışarıdan ko­nuşmaları ve Tanrı kavramıyla ilgili eleştiri getirmeleri baş­lı başına bir tutarsızlık olacaktır.

Tanrı'nm varlığı sadece kanıt meselesi olmayıp sonuçta bir iman konusudur. İman da yüce bir varlığa, bir yaratıcı­ya inanmak, ona aklen, zihnen ve kalben bağlanmaktır. İnsanla yaratıcısı arasında içi aşk ve sevgi dolu bir bağ oluş­turmaktır. Bu da düşünce gerektiren, cesaret isteyen ve bir şekilde adım atılarak mesafe alman bir şeydir. Dolayısıyla Tanrı inancı ve bu inançla ilgili muhakemeler ateistlerin eleştirilerinde görüldüğü gibi birtakım basit mantık oyunla­rının ve fikrî saplantıların ötesinde bulunmaktadır. Bu ko­nu, insanın'yaşamı, var oluşu, duygusu, şuuru ve benliğiy­le ilgili bir'problemdir.     |

Tanrının, varlığının kanıtlanması konusunda islam ile diğer dinî inançlar arasında bariz farklılıklar bulunmakta­dır. Bu farklılıklar da tartışmalara yansımaktadır. Meselâ bir Hıristiyan için teslisi ya da reenkarnasyonu anlamak ve başkalarına arılatmak o kadar kolay olmayacaktır. Aynı şe­kilde o kişinin ateiste karşı ikna edici cevaplar vermesi de zordur. Dolayısıyla onun yapabileceği tek şey bu konunun inanç meselesi olduğunu söylemek ve tartışmaya girme­mektir.

Tann'nm varlığı sonuç İtibariyle inanç konusu da olsa bir Müslüman inancını rahatlıkla anlayabilmekte ve anlatabil­mektedir. Onun hakkında muhakemeler yürütebilmekte ve kanıtlar bulabilmektedir. Bir anlamda dış dünya ile inandı­ğı kavram arasında uyumlu bir karşılık kurabilmektedir. Sonuçta da yaratıcı ve yaratılan ilişkisini ve bundan kay­naklanan bir dünya görüşünü zihninde kolayca şekillendi-reb i İm ektedir.

Şimdi ateistlerin iddialarını boşa çıkaran ve Tanrı'nm varlığını ispatlamak amacıyla inananların dile getirdiği kanıtlara göz atabiliriz. Ele alacağımız kanıtların pek çoğu filozoflar tarafından uzun uzadıya tartışılan ve hâlâ da üzerinde konuşulan konulardır. Kanıtları ele almadan ön­ce bunların ortaya konuş gayesiyle ilgili birkaç hususa de­ğinmekte fayda vardır. Bunları şöylece sıralayabiliriz; Ön­celikle Tann'nm varlığı lehinde ileri sürülen kanıtların te­melde felsefî olması sıradan bir insanın da benzeri sonuç­lara varamayacağı ya da aynı şeyleri düşünemeyeceği an­lamına gelmez. Her insanın kendi iç dünyasında derin düşüncelere daldığı ve çevresine bakarak birtakım fikirler yürüttüğü göz önünde bulundurulursa benzeri delillerin çoğu kişi tarafından paylaşıldığı da görülecektir.

Tanrı inancı konusunda önceki bölümlerde de ifade edildiği gibi insanlar (inananlar) büyük oranda aklî bir tutum içerisindedirler. Bu onların temelsiz konuşmadık­larına ve söz konusu alanda dogmatik bir tavır sergile­mediklerine işarettir. Kısacası müminler Tanrı inancını rasyonel yönü bulunan bir inanç olarak ortaya koymak­tadırlar.

Tanrı inancının rasyonel olmasıyla Tann'nm varlığının akılla bilinebileceği iddiası aynı şeyler değildir. Dolayı­sıyla inancın rasyonel boyutundan bahsederken onun ta­mamıyla aklî olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Çünkü müminler için Tann'nm varlığı meselesi kanıtlanmaya ge­rek duyulmayan bir durumdur. İleri sürülen ispatlar ise bu inancın kabulden sonra açıklanması ve izah edilmesi olayıdır. Müminlerin çoğu yaratıcıya inanmak için öncelikle bir kanıt bulma arayışında değildir. Çünkü onlar ya­ratıcının varlığından şüphe etmezler. İçlerinden gelen sese ve tecrübe ettikleri âlemin çağrısına kulak verirler.

Akıl insanı her konuda düşünmeye sevk eder. Özellik­le yaşam ve evren üzerinde derin fikirlere dalmasına yol açar. Bu süreçte insanın Tanrı inancı güçlenir ve kendi iç dünyasında tatminkâr olmasını sağlar. Dolayısıyla akil Tanrı inancını temellendirir, böyle bir inancın hurafe, uy­durma ya da yapay olmadığına karar verir. İnancın man­tıkî açıdan1 tatminkâr dayanaklarını ortaya kor. Bu daya­naklar da her şeyden önce aklın, mantiğm ve insan dü­şüncesinin ortaya koyduğu ve olmazsa olmaz dediği şey­lerdir. Çünkü Tann'nm varlığı sonuç itibariyle iman ko­nusu da olsa böyle bir inancın ya da bu inanca temel olan dayanakların elbette ki bir açıklaması olacaktır. Akıl da insana böyle bir açıklama imkânı sağlanmaktadır.

Tann'nm varlığını kanıtlamakla amaçlanan diğer bir konu inanan insanların bilinçli ve kararlı olmalarını temin etmektir. Çünkü bir şeye sndece inanmak, fikrî açıdan ra­hatlığı garantilemez. Dolayısıyla inanan kişiler gerek ken­di içlerinde gerekse başkalarının zihinlerinde doğabilecek şüpheleri gidermek amacını da gütmüşlerdir. Mesela Tan-ri'ya inanan bir insanın aklına bazen istemediği ve arzula­madığı düşünceler gelebilir. Nitekim gelmektedir de. An­cak Tanrı inancı da zihinde oluşan herhangi bir vesvesey­le ya da sorgulamayla yok olacak kadar temelsiz bir konu değildir. Hz. Peygamber dahi bu konuda problemi bulun­duğunu söyleyen bir insana hoşgörüyle yaklaşmış ve en­dişeye gerek olmadığını vurgulamıştır. Hatta o kişinin zihninde oluşan kuşkulan imanın güçlenmesine işaret olarak değerlendirmiştir.

İnsanların bazı zamanlarda istemedikleri halde karışık düşüncelere daldıkları ve onlara saplanıp kaldıkları görülmektedir. Doğrusu bvında anormal görülecek bir du­rum bulunmamaktadır. Teorik olarak insan zihninin sınırsız sayıda fikir üretmesi ve düşüncelere dalması müm­kündür. Ancak bilinmesi gereken durum zihnen tartışılan şeylerin, hatta akla gelen bazı saçma fikirlerin inanca bir zarar vermediğidir. Çünkü Tanrı inancı vesveseyle ya da anlamsız bir-iki saçma fikirle yok olacak kadar basit bir şey değildir. Dolayısıyla ortada endişelenecek bir şey ol­madığı gibi insanın bu tür düşüncelere düşme korkusuna da gerek yoktur. Yapılması gereken şey anlamsız fikirlerin üzerine giderek onları test etmek ve yanlış da olsa iddi­alarını tartışmaktır.

İnsanda Tanrı'nın aklen ve mantıken var olması gerek­tiği kanaatinden daha güçlü bir düşünce olamaz. Gözleri­mizi kamaştıran âlem karşısında O'nun varlığını reddet­mek mümkün değildir. Her şeye rağmen insanın Önüne inançsızlık dahi çıksa onu fazla büyütmemek ve problem etmemek gerekir. İnsan aklı bazı dalgalanmalardan sonra doğruda karar kılacak ve şüpheyle yaşanamayacağmi an­layacak güçtedir. Yeter ki şartlandırılmasın. Bunu yapar­ken de (inançsızlığı sorgularken) dış dünyada görülen her şey yaratıcının lehine kanıtlık yapacaktır.

Kanıt konusunda diğer bir hatırlatmada bulunursak şunları söyleyebiliriz: Öyle görünüyor ki ateistlerin bü­yük bir kısmı ileri sürülen kanıtları ciddi bir şekilde düşünmeden karar vermiştir. Felsefî çevrelerin dışındaki ateistlerin büyük çoğunluğu ideolojik, psikolojik, sosyo­lojik ve birtakım pratik gerekçelerden dolayı bir anda kendini dinsiz bir ortamda bulmuş ve Tanrı'ya karşı olumsuz bir tavır takınmıştır. Ateist bir atmosferde, ken­dini inançsız bulan bazı kişiler olanca gayretleriyle bu an­lamsız ve sonuçsuz işin savunmasına girişmiş, dogmatik ideolojileri uğruna »güçlü kanıtları görmemeye çalışmış­lardır

İnançsızlığın sonsuza kadar gitmesi mümkün değildir. Her şeye rağmen ateist bir insanın edindiği tecrübelerle tekrar düşünmesi ve Tanrı konusunu tekrar gözden geçir­mesi mümkündür. Zihnindeki yapay problemleri çözme­si ve birtakım ideolojileri aşması onun için zor olmaya­caktır. İnsan hayatının her safhası böyle bir gelişme için kaçırılmamış fırsattır. Yaşamının bir kesitinde bazı gerek­çelerle ateizmi tercih eden bir insanın ilerleyen yıllarda karşılaştığı daha güçlü gerekçelerle bu tercihini değiştir­mesi hiç de zor değildir. Nitekim bu olgunluğu gösteren pek çok kişi vardır.

Tanrı, insanlardan kendine iman etmelerini isterken, onlara her türlü imkân ve avantajı sağlamış, önlerine de­ğişik seçenekler koymuştur. Bu nedenle düşünen ve ger­çekçi olan bir insanı, bütün yollar Tanrı'ya götürmektedir. Dolayısıyla Tanrı inancı insanların önünde bir bilmece ya da şans oyunu gibi durmamaktadır. Zaten Tanrı insanları karışık ve karmaşık bir problem karşısında bırakmamış, onları akıl, kalp ve vicdan gibi özelliklerle donatmış önlerine de, kendi varlığına işaret olarak muhteşem kâinatı sermiştir. Bundan sonrası insanlara kalmaktadır. ( Aydın Topaloğlu, Ateizmin Eleştirisi, Ankara )

 

ALLAH'IN ÖZÜ VE NİTELİKLERİ NELERDİR?

 

Allah, yarattığı şeylerden; onların hakikisinden ve izafi­sinden tamamen başkadır. Kaldı ki, insan, şu sınırlı âlemde hep, sınırlı düşünür, sınırlı görür, sınırlı duyar.

Evet, insanın bu âlemde gördüğü şeyler, milyonda beş nispetindedir. Duyduğu şeyler de o kadar. Meselâ o, saniye­de 40 defa ihtizaz (titreşim) yapan bir sesi duymaz. Binleri aşan ihtizazı da duymaz. Öyle ise insanın, sesleri duyup al­ması sınırlıdır. Bu da, ancak milyonda çok küçük oranda bir şeydir. Onun görüş ve duyuş sahası da çok dardır. Bu kadar sınırlı gören, duyan, bilen bir insanın 'Alİah niçin görülmü­yor, nasıldır?" demesi -hâşâ!- O'na kemiyet ve keyfiyet izafe ederek, O'nun üzerinde düşünmesi, haddini bilmemesi de­mektir. Sen nesin ve neyi biliyorsun ki, Allah'ı da bilesin? Al­lah kemiyet ve keyfiyetten münezzehtir ve senin nakıs kıs­taslarınla ölçülmeyecek kadar muallâdır.) Sen ışık hızıyla trilyon sene ötelere gitsen ve trilyonlar senelik öteleri gör­sen, sonra gördüğün bu kâinatları üst üste yağsan; bunlar, O'nun varlığına nispetle mikroskobik bir şey bile olamaz.

Bizler daha Antartika kıtasını bilemezken, bütün kevn-ü me­kânları evirip çeviren Allah'ın -hâşâ- ve kellâ- "nitelik" ve "niceliği" hakkında nereden bilgimiz olacak! Allah, Allah ol­duğu için, O'nun tabiriyle "nitelik" ve "nicelik"ten de mu­kaddes ve münezzehtir. O, bizim, her türlü tasavvurlarımı­zın ötesinde, ötelerin de ötesindedir...

Kelâma: "Aklına her ne gelirse, Allah ondan başkadır" der. Tasavvufçu ise: "Aklına ne gelirse, O'nun verâsınm ve verâsınm verâsmdadır. Ve sen, daima seni saran perdelerle âdeta bir fanus içindesin..." der.

Descartes der ki: "İnsan, her şeyi ile sınırlıdır. Sınırlı olan bir şey, sınırsızı düşünemez."Allah ise, varlığı sınırsızdır; namütenahidir. Binaenaleyh, sınırlı düşünen insanoğlu O'nu ihata edemez.

Alman edibi Goethe: "Seni bin bir isminle anıyorlar, ey Mevcûd-u Meçhul! Biri değil, seni binlerce isminle ansam, yine de seni sena etmiş sayılamam. Çünkü sen, her türlü tavsifin verâsmdasm" sözüyle, bu mevcûd-u meçhulü anla­tır bize...

Mütefekkirler, Allah'ı mevcut, fakat idrak edilmez, bir mevcut olarak mütalâa ederler. Allah, insanın kavrayabile­ceği, bilebileceği şeylerden değildir. Göz, O'nu göremez, kulak O'nu işitemez. Öyle ise, sen, O'nun hakkında sadece Nebilerin talimine uyup öylece inanmalısın!

Allah nasıl bilinir ki: O vücudun da, ilmin de İlk mebdei, ilk illetidir. Varlığımız, O'nun varlığının nurunun gölgesi; ilmimiz, O'nun muhît olan ilm-i İlâhîsinin bir şemmesidir. Evet, bir seviyede, Allah'ı bilmenin ve irfan sahibi olmanın  yolu vardır: Ne var ki bu yol, eşyayı bilme yolundan bütün bütün başkadır... Yanlış yolla O'nu tanımağa kalkanlar, ne­fislerinin gururunu kıramamış, iç müşahedenin ne olduğu­nu duyamamış, tadamamış bir kısım talihsizlerdir ki; "Al­lah'ı aradım da bulamadım" hezeyanıyla fen ve felsefe na­mına dalâletlerini izhar ederler.

Allah Öyle bir Allah'tır ki, gerek enfüsî ve gerekse afaki, kalp ve ruhun mi'racmda. seyr-i ruhî ve kalbi varlığını ve varlığının zarurî olduğunu gösterir ve ruhumuzun derin­liklerinde kendini bize hissettirir. İşte bütün ilimlerimizin kökü olan bu vicdanî duygu, bizdeki sınırlı ilimlerin, şuur­ların, akılların, fikirlerin hepsinden daha kuvvetlidir. Böyle iken, biz çok defa vücudumuzdan ve bu iç sezişten gaflette olur, hata ve dalâletlere düşeriz.              

Kâinat, bunu hatırlatıcı bin dil ve bin teldir. Kur'ân, belâ-ğatlı lisanîyle en büyük hatırlatıcı, Peygamberimiz ise en mükemmel bir tebliğcisidir.

"Sığmam dedi hak, arz-u semaya Kenzen bilindi, dil ma'deninden"

İbrahim Hakkı Hazretleri

Allah hakkında, biz bize öğretilenden başkasını bileme­yiz. Akıl, bu sahada bir şey söyleyemez. Bu mevzuda akim yapacağı şey, vahyin rehberliğini kabulden ibarettir. Bunu şöyle bir misalle anlaşılır hâle getirebiliriz:

Meselâ; bizler bir çatı altında oturuyoruz. Bir aralık ka­pının vurulduğunu duyduk. Evet, hakikaten kapı vurulu­yordu. İçimizden bazıları, kapının vurulmasından anlaşıla­nı aşarak, bir kısım mütalâalarda bulunmaya başladılar:

"Efendim kapıyı vuran şöyle bir zattır, böyle bir zattır," Biz, buna tasavvur diyoruz. Bir diğer grup ise, böyle bir mesele­de, aklın tasavvur etmeye mecali yoktur. Akla düşen şey, kapının vurulmasıyla arka tarafta birinin bulunduğunu tas­dik; fakat kim olduğunu belirleme hususunu, kapıyı vur­mak suretiyle kendini bize tanıttırmak isteyen zata bırak­mak olacaktır. Biz buna teakkul-akletme, anlama diyoruz.

Bu misali, mevzuumuza şöylece tatbik edebiliriz: Biz Al­lah'ı (C.C) eserlerinden isimlerine, isimlerinden sıfatlarına, sıfatlarından tecelli-i zat'a yükselerek tanımağa çalışırız.

Yani, eserlerinde tecelliden isimleriyle tecelli etmesine geçerek kâinatı dolaşır, sıfatların tecelli ufkuna ulaşır; gaybdan şuhûda yükseliriz ve müşahede zevkimiz arttık­ça, tecelli-i zat için sermest ve bihuş çırpınıp dururuz. Gâh cemâl ve şefkat esintileriyle inbisât eder ve neşeleniriz; gâh celâl, mehabet ve korku içinde ra'şedâr olup ürpeririz.

Görülüyor ki Zat-ı Bari hakkında, bizim "ma'rufumuz" ve "malûmumuz" Ölçüsü içinde bir şey diyemiyoruz. O'nun, bilinmesini, kendine has lisan ve lehçesi içinde, şe-hâdet ve gayb âleminin birleşme noktası olan vicdana bıra­kıyoruz. Evet, Allah isimleriyle malûm, sıfatlarıyla muhat, zâtıyla mevcuttur; Hz. Sıddîk'ın ifadesiyle: O'nu idrâk, id­râkten acz ifâdesi içindedir. Veya en büyük Tarifçİye isnad edilen bir sözdeki itirafla, "Seni hakkıyla bilemedik ey Ma'rûf" Ölçüsüyle bir ma'rûf ve malûm'dur.

Kur'ân-ı Kerim'in, O'nun ef'âli ve icraatına dair verdiği tariflerde ise, O'nu ef âl ve sıfatlarıyla bir Ma'bûd-u Mutlak tanır; kemâl sıfatlarla bilinebileceğine kalben yükselir, ce­mâlde (sonsuz güzellik kaynağı) olan kemâlini (mutlak eksiksizlik ve kusursuzluğunu) görürüz.

Öyle ise, ahd u peymâmmızi bir kere daha yenileyerek, şöyle diyebiliriz: Ey Ma'bûd-u Mutlak! Seni hakkıyla bile­mediğimiz muhakkak; ama bizlere şah damarlarından da­ha yakın olduğu ve normo âlemdeki bu yakınlığın içinde, bütün bir semâvatı kitap sayfaları gibi açıp kapamadaki azametini, sineğin gözü ile güneş manzumesi arasında va'zettiğin'şiirimsi ahengi, ruhumuza bir nurlu yol kabul ederek, binlerce, yüz binlerce menzilde sana ait eserlerle zâtını tanıyor, tecellilerinle bütünleşiyor ve itmi'nana eri­yoruz. (F.. Gülen)

 

Cömertlik

 

287- Cimrilikten münezzeh, hazinesi tükenmez bir cö­mert zat olmalıdır. O zat da bizzat Allah'tır. Cömertliğine kanıt tüm varlıklar ve uçsuz bucaksız âlemdir. O o kadar cömerttir ki kullarından teşekkür hariç hiçbir şey isteme­mektedir. Cömertlik dahi bir kanıttır.

 

Yakınlık

 

288- Her şeye yakm biri olmalı. Çünkü mutlak güç ve erdem yakınlığı açığa çıkarır. İşte bu her şeye yakın olan Alİah tır. Eğer her şeye yakm olmaz ise Allah elbet varlık yok olur, çünkü varlıkta kendini davam ettirecek yeteri is­tidat yoktur. "Vallahu ekrebu İleyhi min hablil verid." (Allah kişiye şah damarından daha da yakındır).

 

Estetizm

 

289- Ortada bir sanat var. Hem sanatı da çok yücedir. O sanat aynı zamanda sanatçısını yüceltir. O yüceltilen sanat­çı da Allah'tır. Bu var oluşunu yüceltmeden ziyade estetik bir yüceltmedir. Yani estetizmin, Allah'ı yüceltmesidir.

 

Zan

 

290- Allah'ı inkâr edenlerin en büyük delilleri zandır. Zan ise en çürük ve temelsiz iddiadır. Bu dahi Allah fikrinin yüceli­ğine bir kanıttır. Sanmak, başka duyguların oluşturduğu bir id­diadır. Zannı, nefis ve insanın içindeki şer güçler de oluşturabi­lir. Allah inanışı ise bir zan hali değil, akıl mantık ve kalp ortak­lığının bir tezahürüdür.

 

İlmi Evvel Delili

 

291- Ibni Meîka: "İlim ve bilgi geriye doğru bir alime kadar gider. Talebedeki, şuur ve idrak öğrenilmez. Şuur ve idraki ho­ca değil, ancak bir yaratan verir." der.

 

İlahlaşmış Nefisler

 

292- Allah'ı inkâr edenlere bakılırsa, bu kişilerin nefislerini ilah edinmiş, birçok erdemlerden yoksun kişiler oldukları gö­rülür. Davalarının çürüklüğü onların huylarına yansımıştır. Çürükler, mutlak kuvvete karşı bir değer ifade etmezler. Yeri gelmişken şu belirtilmelidir. Çocukluk yıllarındaki nevrotik va­kaların, anne ve babanın din karşısındaki tutumunun da ateist-leşmede önemli bir rolü vardır. Nietzsche ve birçoklarının nev­rotik bir çocukluk geçirip dine saldırdıkları da bir vakadır.

 

Belirsizlik

 

293- Belirsizlik başlı başına bir kusurdur. Kâinatın yaratıcısımn kim olduğu, ne için var olduğumuz ve bunun gibi tüm soruların bir yanıtı olmalıdır. Ve yanıt da net olmalı, muğlâk olmamalıdır. 2x2=4 gibi basit bir önermenin yanıtı var da tüm kâinat için en önemli soruların bir ve genel ge­çer yanıtı olmayacak mı? Oysa Allah lafzının başındaki "El" harf-i tarifi yani belirlilik takısı dahi Allah için tüm be­lirsizlikleri yok eden bir kanıttır. Allah bir muamma değil­dir. O'nun için belirsizlik isnadı ise muhaldir. Yine bil ki "el hamdu lillah" ayetinin başındaki bu "el" harf-i tarifi dahi nimetin varlığın kime ait olduğu ve dolayısıyla teşekkürün kime ait olması gerektiği üzerinde de bir büyük delildir.

 

Teşekkür

 

294- Mutlak teşekkürün yapılacağı bir makam olmalıdır. Tüm varlıklar için bir hamd mevkiî olmalıdır. Olmalının aksine, olan varlığın varlığı da tam ve kesin olmalıdır. O kesin olan bizzat Allah'tır. "El" lafzının Kur'an'daki tekra­rı bize bunu açıkça kanıtlar. Yani bilinen kesinliği bize kav­ratır. Allah "İnne"(Muhakkak ki) lafzını binlerce defa tek­rarla bu kesinliği kavratır. Samuel M.Covert: "Bir tanrı ta­nımazın en kötü anı kendisini minnet altında hissetiğinde teşekkür edeceği bir makam bulamamasıdır" der. Evet, bir teşekkür etme makamı da olmalıdır. Serin bir rüzgârın te­ninizi okşadığı o anda kime teşekkür edeceksiniz?

 

İlahi Hükümet

 

295- Mademki her yerde bir hükümet ve otorite var. Biz ilahi bir hükümetin olduğunu söylesek yanlış olmaz. Zayifların otoritesi olur da güçlülerin olmaz mı? Demek en bü­yük otorite de var, ilahi bir hükümet de var.

 

İman Lezzettir

 

296- İman teslim olmaksa ve kabullenmekse, inkâr akan suya ters kulaç atmaktır. Allah'a iman rahatlık ve lezzettir. Oysa inkarcı ne kadar direnirse dirensin sonunda suda bo­ğulur ve inanmak zorunda kalır. Ama sınav sonrası yapılan imanlar kabul değildir.

 

En Üste Meyil

 

297- Bilinçli varlıkların en üste karşı bir fikir ve temayül­leri vardır. Allah var ki fikirleri kendine yani en üste mey­lettirir. Desen ki meyil eden biziz o ettirmiyor? Deriz ki: Ha­yır! Çünkü üste bakmak, en üstüne meyil etmek bize kayde­dilmiştir. Biz kayıtlı bilgiyi harekete geçiriyoruz.

 

İNSAN

 

298- Yaratılan en tehlikeli varlık, en önemli ve en zalim varlık insandır. Bunda tüm insanların ittifakı vardır, sanırım. İşte bu gücü durduracak bir zat olmalıdır. O da Allah'tır. İn­san tahripte sınırsızdır. Gazap anındaki birinin nasıl küçük bebeleri de öldürdüğüne biz şahidiz ve herkes de şahittir. İşte bu varlığı durduracak bir güç olmalıdır. Ve vardır.

 

En Çok Konuşulan Konu

 

299- Yeryüzünde Allah konusu kadar konuşulan başka bir konu yoktur. Hâlbuki yok olsaydı bu kadar konuşulmazdı.

Demek bir şeyler var ki bu kadar kıyametler var. Ateş olma­yan yerden duman çıkmaz..

 

Sonsuz Defa Sıfır

 

300- "Bin nefiyci-inkârcı bir hükmündedir. "(Bediüzza-. man) Çünkü söz ve fikir ayındır ve fikir de tektir. O halde in­karcılar da tek hükmündedir. Oysa tasdik ediş edicisi sayısın-dadır. Tasdikte onaylama ve destekleme, birleştirme ve kenet­leme vardır. Bu konuda yok demek zaten yokluktur. Yani bin tane sıfır yine sıfırdır. Çünkü yoktur. Trilyon defa yokluk yine yokluktur. Demek Allah konusu bu açıdan da öndedir.

 

Çirkinlik

 

301- Çirkinlik dahi Allah'ı ispatlar. Çirkin iyiliğin kıyme­tini, kadrini görüntü ve haşmetini arttırır. Gece olmazsa gündüzün kadri nasıl bilinirdi?  Demek çirkinlikler en ulu ve yüce olanın ışığını daha da arttırır. Madem çirkin var o zaman güzel var. Madem güzel var en güzel de vardır. En güzel elbet O'dur.

 

Tüm İşleri Yapan

 

302- Kâinatta her varlık bir iş yapar. Tüm canlılar iş üze­rinde ise demek ki tüm işleri yapan da olmalı. Tek emirde binler iş yapan, ilmi binler işe yeten gücü sonsuz defa son­suz meslek, deviren biri vardır. İnsan nasıl hayatında birçok iş görür, böylece de ilah olanın işleri vardır. Aslında her ça­lışan ona çalışıyordun "Bu bir delil olmaz" dersen; ben: "Niçin olmasın?" derim ve "ne için" sözünün cevabını ve­ren varsa biz de cevap veririz. Doğrusu üsluplar tek de olacak değildir. Allah'ı ispat konusunda caiz olmak şartıyla de­ğişik üsluplar gereklidir.

 

Varlıklardaki İki Hususiyet

 

303- Tüm görünen varlıklarda iki hususiyet vardır. Ken­di zatı ile var olanlar (Vacibu'l Vücut) ve varlığı başkalarına bağlı olanlar(Mümkünü'1 Vücut). Bu şu demektir:Vücut za­tı ile vardır. Hastalık ise vücuda bağlı bir arazdır. Yani zatı olan vücuttur. Başkasına yani vücuda bağlı olan da hastalık (Said Havva) ya da halı ve halıya bağlı renk gibi. Tüm araz­lar ve cevherler kâinatı doldurmuştur. Oysa mutlak olanın durumu sade cevherdir(Arazsız Cevher dense daha iyi olur) ve ondan araz olmamalıdır. Arazı düşünülemeyen tek varlık Allah'tır.

 

Nefsin Emrindeki Akıl

 

304- Allah konusunda nefsin emri ve egemenliği altında­ki aklı kullanırsan hiçbir zaman Allah'a inanmazsın. Çünkü nefis en yüce olmak ister. Çoğu zaman en yüceye düşman kesilir. Çünkü nefsin işi gücü istemektir. Nefsin bu hali de bir olan Allah'ı gösterir.

 

Filmin Sonu

 

305- Savaşları, hayır ve şer savaşlarını sonlandıran bir zat ve bu savaşın da neticeli bir sonu olmalı. Her filmin bir sonu olmak zorunda. İşte bu hayır ve şer savaşının so­nunu; ancak dövüş ya da yarış arenasının sahibi olan Al­İah yapabilir.

 

Alfabenin Başı

 

306- Tüm seslerin başı ve en çok kullanılanı "a,e "harfleri ya da sesleridir. Bu sesler Allah'ı gösterir. Eğer "ne alakası var." denirse, "çok alakası var" deriz. Bu "a" harfi alfabe- de en çok kullanılan sesli harftir. Hatta tüm harflerin anasıdır. Allah lafzı da bu en çok kullanılan harfin bir fihristesi ve göstergesidir. Mademki biz her şeyle alakalı bir varlığı konuşuyoruz. Niçin bu -a- harfi Allah'la alakalı olmasın? Ben 'yerdeki bir çöp Allah'ı gösterir' dersem bu dahi doğrudur. Amaç şu ki, bu ses en çok kullanılan sestir ve en çok, ancak en çok olanla ala­kalı olabilir.

 

Saflık, Katıksızlık

 

307- Tüm madde ve cisimler hem bileşik hem de saf değillerdir. Tamamen saf ve bileşik olmayan tek yapılı ve öz bir ilah olmalıdır.  Mutlak hüviyet olmak ancak mut­lak bir saf, bileşik olmamak anlamındadır. Onun için ilah görünmez ve tam bilinmez. Onun içindir ki o tam kavra­nılmaz. Onun için kelimeler onu anlatmaktan acizdir.

 

Havuz

 

308- Kâinat bir havuz gibidir. Tüm cisimler orada bu­luşmuşlardır. Oysaki havuz bir toplanma yeridir ve kay­nak değildir. O halde kaynak olmalıdır ve o kaynak da Allah'tır. Ve kaynakların ve havuzların sahipleri vardır. Elbet havuzda toplanan su misali tüm varlıklar bir gün toplanacaklardır. Toplantıyı elbet Allah yapacaktır.

 

Abese İrca

 

309-  Abese irca denen bir matematik ve mantık ispat ku­ralı vardır. Bu mantık kuralınca ispat şu şekildir: Karşı tez ve görüşlerin tümünün yanlışlığı yani doğru olmadıkları sergilenir. Geriye tek fikir kalır. İşte Allah konusunda tüm menfi fikirlerin yanlışlığını ispatla geriye sadece Allah'ın var olduğu fikrini bırakıyoruz,

 

Dua

 

310- Duanın Kabulü: Sıkıntıya düşenlerden dilediğini kurtarması, Allah'ın süregelen bir kanunudur. Kâfir de olsa, sıkıntıya düştüğünde kalbinden Allah'a yönelerek dua eden kişiye Allah yardım edebilir. Başından bu tür olaylar geçmiş kişilerin anlattıkları anılar, bu yardımı açıklar. Başından bu tür olaylar geçmemiş tek kişi göstermek zordur. Ben, sen, o... Her gün olagelen yüzlerce olaydan size birkaç tanesini örnek olarak anlatalım: Bunlar, kişinin yalnız olmadığını, korunmaya layık olduğunu ve sıkıntıda Allah'ın onu koru­duğunu gösterir. Elemli bir kalple Allah'a yönelenin ve O'ndan yardım isteyenin duasının kabul edildiğini gösterir. Allah'ın kişiyi yalnız bırakmasından daha büyük felaket olabilir mi? Bu tür olaylarda insan, Allah'ın kudretinin eser­lerini ve duasını kabul edişini müşahede eder. Bu tür olay­ların hepsi Allah'ın varlığına delildir... Bu konu ile ilgili bir­kaç olay :

a- 1 Ekim 1944 tarihli R.Digest adlı bağımsız dergide şu başlık vardır: "İbadet ve duaya inanmıyor musunuz?" "Du­anın etkisine ve inkâr edilmez gücüne bugün artık inaruyoruz. Sıkıntı ve dehşet karşısında insanların kendileri dışın­da yüce bir güce yönelmeleri garipsenemez. Asıl garipsene-cek şey, böyle bir durumun yadırganmasıdır. Korkunç bir anı gördüğümüzde biz de aynısını yaparız..." Majör Allan Landberg -New Jersey doğumlu- Avustralya civarında de­niz üzerinde dokuz arkadaşıyla birlikte-uçarken-düştükle-rini ve başlarına gelenleri şöyle anlatıyor: İki kauçuk sala binme ve kurtulma, ümidi arama ihtimalimiz vardı ama yapmadık. Çünkü yanımızda ne ekmek ne de su kalmamış­tı. Bütün havacılar endişe içindeydiler. Uçağın geri savun­macısı çavuş "Albert Herhander" dua ediyor ve biz de ona iştirak ediyorduk. Yakıcı güneş altında başımıza gelecekleri bekliyorduk. Dudaklarımız çatladı, dilimiz şişti. Duasına devam eden "Albert" ile duaya bile mecalimiz kalmadı. Üç gün sonra akşamüzeri bir karartı gördük. Sonra yaklaşınca gözlerimize inanamadık. Bunlar, çırılçıplak Avustralya yer­lileriydi. Siyah derili, kıvırcık saçlı bu adamlar, mercan av­lamak için geldiklerini, yollarının burası olmadığını, kendi­lerini bu yöne meçhul bir etkenin sevk ettiğini, buna da hayret ettiklerini söylediler. Böylece kurtulmuştuk.

b- Şam Radyosu, 10.1.1965 yılında öğleden sonra saat 14.45'te, İngiltere'de yayınlanan bir tıp dergisine dayanan bir yayın yapıyordu. Söz konusu dergi, olayı bizzat yaşayan doktorun imzasıyla hadiseyi yayınlamıştı. Müzmin bir has­talıktan dolayı hastanede tam 13 yıl yatan genç bir adam vardı.Bu süre içinde yapılan tüm tedaviİBg-sonuçsuz kaldı­ğı için doktorlar usanmışlardı. Olayı nakleden doktor, has­tayı son defa muayene etmiş, ümit olmadığım görmüştü.

Çaresizlik içindeki hasta doktora: - Ümit yok değil mi dok­tor? diye sordu. Doktor: - Ümit artık yalnızca göktedir. Du­ayı dene. Dua etmeyi biliyor musun? Hastalığı on üç yıl de­vam eden genç, ilk olarak dua ediyordu. Bir hafta sonra hastasını ziyaret eden doktor, onu rahat ve iyileşmiş olarak buldu. Doktorların bir türlü alt edemedikleri hastalığın geç­miş olduğunu hayretler içinde gördü.

c- 1951-1954 yılı Süveyş Kanalı gerilla saldırılarına katı­lan bir Mısırİı genç anlatıyonÜç gerilla olarak stratejik bir alandan geçen bir demiryolunu havaya uçurmak için yola çıkmışlardı. Gece aydınlıktı. Gökyüzü berraktı ve çok uzak­tan fark edilebilirlerdi. Düşman bunları görüp ateş açabilir­di. Arkadaşlarından biri ellerini açıp "Allah'ım, bize bulut gönder" deyince, biraz sonra nereden geldiği belli olmayan bir bulut gelip etrafı karanlığa boğdu ve ayın Önünü kapat­tı. Planladıkları harekâtı başarıp, sağ-salim geri döndüler. Üç düşman devletin Mısır'a hücumu sırasında olanları her birimiz İşitmişizdir. Portsaid kenti alevler içinde yanarken halk içten dua etmiş, bunun üzerine yağmur yağarak bütün yangınları söndürmüştü. Bütün bunlar halkın konuştuğu günlük meselelerdir.

Bu konuda başından bir olay geçmemiş tek Müslüman yoktur. Bütün imkânlar ortadan kalkınca, çaresiz olarak Al­lah'a sığınır. O zaman da dua kabul olunur ve sıkıntı gide­rilir. Bunun en belirgin örneği, kuraklık anında çıkılan yağ­mur duasıdır. Tabiîdir ki bunun tövbe, namaz ve dua gibi yapılması gerekli rükünleri de vardır. Resulullah(sav)'den günümüze kadar insanlar bu hususta birçok olay nakletmistir ve birçok kişi de kabul edilen dualarını anlatmakta­dırlar. Tarihçi eleştirmenlere rağmen bu tür olayların varlı­ğı ve devam etmekte oluşu sürekli olarak anlaüla gelmekte­dir. Duanın kabulü belgesi, şartları vuku buldukça sürekli bir biçimde olagelmektedir ve olacaktır. Bunların hepsi, dua edenlerin dualarını işiten ve kabul eden yüce bir varlığın bulunduğuna işaret eder. Bu varlık, Müslüman ya da kâfir, kim olursa dlsun, dua edenin duasını kabul eder. İhtiyaç ha­lindeki bir Müslüman'ın duası her türlü ahvalde kabul edi­lir. Ve tabii duanın kabulü onun hayrına idiyse... (İnancın Gölgesinde ve İslam'da Allah'a İnanmak)

 

İman

 

311- Tüm davranışların lezzeti ve esası o davranış ve dü­şünüşlerin bir iman eseri olmasıyladır. Ateist dahi şevkini imanına borçludur. O halde imanın en üst durağı Allah fik­ri ise Allah bu açıdan da vardır ve tüm fillerimizin yegâne lezzetidir.

 

Mistik Tecrübe

 

312- Binlerce yıldır inzivaya çıkan insanlar, zikre dalan zakirler, çöle düşen sofiler, Brahmanlar, Yogolar, haham ve keşişler ve daha nice mistik tecrübe erbaplarının bu konu­daki birikimleri de elbet Allah'ı bildirir. Çünkü nihayetinde onlar bu konuda ustadırlar, meslek erbapları ve ehildirler. Bu konuda Modern mistik merkezler de yok değildir. Üni­versitelerde parapsikoloji kürsüleri kurulmuştur. Londra Ruhiyat araştırmaları merkezinin ruh ve ölüm hakkındaki verileri oldukça önemlidir. Bilimin takip ettiği seyir bu ko­nuda hayranlık vermektedir.

 

Vazife

 

313- Tüm canlılar şu ve bu şekilde, farkında olsun veya olmasınlar bir iş yapmaktadırlar. Demek ki onlar da bir va­zife ve rütbe verilmiştir. Vazifeler üst makamdan ve bir yet­kiliden alınmalıdır. Demek o rütbeli dahi Allah'tır. Bizim işimiz; vazifemizi yapmamız ve itaattir.

 

Akis Ve Gölge

 

314- Her şeyin bir aksi, görüntüsü, belirtisi veya gölgesi vardır ve öyledir. Biz tüm kâinata Allah'ın bir varlık aksi dersek yanlış olmaz. Ama bu akis onun maddesel bir aksi değildir. Sıfatlarının ve iradesinin aksidir.

 

Harfler

 

315- Kâinat tamamen bilgi yığınıdır, dersek yanlış olmaz sanırım. Bilgi ise yazı ile İfade edilir. Bu yazı bizim şu an kullandığımız alfabe ile olmak zorunda da değildir. Mısır hiyeroglif yazısında harfler canlı hayvanlara benzetilirdi. Mademki kâinat bilgidir. Mademki bilgi yazıyladır. Yazı da şekildir. Şekil de her türlü olabilir. O halde şu sorulur: Yazı varsa yazan da yok mudur? Hat varsa, hattat da yok mu­dur? Yani bizim anlatmak istediğimiz şudur: Kedi bir harf­tir, köpek bir harftir, her şey harftir. Harf cansız olacak ve il­la bizim alfabemiz İle olacak diye bir kanun olmadığına gö­re demek bu yorumumuz batıl bir yorum olmasa gerektir.

 

İnkâr Modası

 

316- Esasta inkâr da bir moda türüdür. Bazı moda erbap­ları inkâr yönünde bazı ilginç beyanlar verdiklerinde kimi insanlar da bir elbise gibi o inkâr modasına katılmaktadır­lar. Hâlbuki inkâr ettikleri şeyi tam bilmedikleri gibi inkâr­ları da anlık arzular üstüne kuruludur. Allah inancı muha­taplarının bü düşüklüğü açısından da büyüktür.

 

Tartıcı

 

317- Adalet mefhumunun varlığı bir hassas teraziye işa­rettir. Terazi ise bir tartana işarettir. O tartan da Allah'tır. Çağ ve zaman olsun, mekân olmasın; mekân olsun mahkeme ol­masın; mahkeme olsun adaletin terazisi olmasın; terazi ol­sun, ama tutanı olmasın olur mu? Akıl; adil bir tartıcıyı ister.

 

İmanın Yararı

 

318- İnanmamanın yararı nedir? Bir yararı var mı? İma­nın ve inanmamanın yararları tartılsın. Allah varlığı bu

açı­dan da ispatlıdır. Çünkü yarar, yararlı olanı, yararlı olanda davanın sidkını gösterir.

 

Cansız Ve Ölü Madde

 

319- İlk yaratılanın hücre olup olmadığı tam bilinme­mektedir. Böyle olsa dahi donuk ve ölü madde bir hücre oluşturamaz. Cansızdan canlı çıktığı, düşünülemeyecek ka­dar gülünç bir vakadır. Oysa ateist felsefe bunu söylemek­tedir. Donuk madde canlı oluşturamaz. Canlı, ancak bir candan gelebilir; yani Allah'tan gelir.

 

Telepati

 

320- Hâlâ tam olarak ne olduğu ispatlanamayan, ama bir vaka olan telepati de ruhu gösterir. Ruh ise elbet ulu bir ha­kanı bildirir ve o ulu hakan, elbet Allah Tealadır.

 

İlk Hareket

 

Kâinatta ilk eylem dahi inanç için büyük bir delildir. Kâ­inatta ilk hareket atomda ve onun da içinde elektronda ol­muştur. O halde soralım; atomdaki elektrona ilk hareketi kim vermiştir? (Said Havva) Bu ilk dönme hızını kim ver­miştir? (Bu delili ilk muharrik delili adında bulan Fara-bi'dir, ama esasta bu delilin temelini Aristo atmıştır.) Her dönüşün ve hareketin bir sonu vardır. Çünkü dönmek ve hareket eylemlerinin bir başlangıcı da vardır. Her başlangıç, her bitişin bir nedenidir. Kâinat dönen ve hareket eden bir cisimdir ve yukarıdaki nedene bağlıdır. Mademki kâinat bi­ter ve söner. O halde "Ben batanı ilah kabul etmem." demek farzdır.

 

Amil

 

321- Kâinat amil (yapan) değildir. Mamul (yapüan)dür. Varlıkların yapıp ettikleri ise ameldir. Demek ki asıl iş amil­dedir ve o da Allah'tır. "Amil tabiattır" dersen yanılırsın. Çünkü iş akıl, güç, duyu ve liyakatle yapılır. Akılsız amilin akıllı iş yaptığı nerde görülmüştür?

 

Taraftarın Üstünlüğü

 

322- Kâinatta ateist tüm önderlerin meziyetlerini topla­yalım acaba bir Hz. İsa(a.s) kadar, bir Hz Muhammed(sav) kadar ya da diğer peygamberler kadar meziyet sahibi olan­ları var mıdır? Nietzsche ya da Freud, Darvin gibileri ne ka­dar Hz. Ali, ne kadar Hz. Ebu Bekir olabilirler. İyiliklerini hayatlarından bulup teraziye vuralım kim daha üstündür? Üstün elbette Allah'tır ve Allah'a dayananlardır, Allah ta­raftarlarıdır.

 

Araz-Cevher

 

323- Araz hiçbir zaman cevher olmaz. Araz sonradan olan, yapısı ve yapabilecekleri sınırlı olan varlıklardır. Kâ­inat arazdır. Demek cevher başkadır ve mutlak cevher, Al­lah'tır.

 

Asayiş

 

324- Kâinatta bir asayiş var. Bu bize asayiş amirinin de varlığını kanıtlar. Kâinatı koruyan her kanun ve her kabuk bir asayiş memurudur. Atmosferin her katmanı bir gümrük polisidir. Varlığı dağılmaktan koruyan bir çekim kanunu da aynen bir asayiş memurudur. Amir olmasa, memur nasıl olur? Amiri olmayan iş nasıl olur?

 

Enerji

 

325-  "Kâinat önce enerji olup sonra madde durumuna gelmiş ve en son yine enerji durumuna gelir" görüşü doğ­ru değildir. Çünkü enerji, enerji olarak bilinmesini madde­ye borçludur. Enerji, maddeye ve cisme ihtiyaç içindedir. Madde ve cisim olmadan bir enerjiyi düşünmek imkânsız­dır. Eski alimlerin tabiriyle; arazın (varlığı başka bir şeye bağlı olan) enerji olarak görünmesi için cevhere (Asıl) ihti­yacı vardır. Araz ve cevher birbirini tamamlayıcısıdır.(Said Havva İslam'da Allah inancı s.32) Bu enerji hadisesi böyley­se, demek enerjinin ötesinde ve maddeden bağımsız bir ve mutlak güç vardır.

 

Kahhar

 

326- Kahrolmak varsa, Kahhar yani kahredici de vardır. Çünkü tüm fiillerin failleri vardır. "Kahrolan biz, kahreden de biz" dersen yanılırsın. Çünkü bu duyguyu hiçbirimiz icat etmedik. Bu duygu zaten bizde vardı. Eğer yok olsaydı zaten biz onu var kılamazdık. Çünkü var olmayanın kulla­nılması da olmaz.

 

Şikâyet

 

327- Tüm sevgililerde şikâyet konusu durum ve nitelikler vardır. Asıl sevgili Allah'tır ki onda şikâyet konusu hiçbir du­rum yoktur." Allah'ın şu işi veya şu yönü iyi değil" diyen yok­tur. Eğer bazıları Allah'a dil uzatıyorsa bu çirkinlerin güzele/ci­ğere ulaşamayan kedi misali, ulaşamamasmdandır. Demek 'şi­kâyet edilmeyen bir varlık var' fikri dah,i Allah'ı bize ispatlar.

 

Tane Tek

 

328- "Aslında her şey tektir ve tek'den türemedir. 396 sa­yısı aslında 396 tane tek sayı demektir."(İbni Arabî) Bu bir yorum konusu dahi değildir. Gerçek olan da odur ki her şey tektir ve tekten türemedir. Diğer her şey izafi ve fanidir. Asıl olan "O"dur.

 

Yüce Batın

 

329- Daima batın zahirden âli ve yücedir. Bir elmanın en yü­ce yeri onun batını yani içidir. Tüm kâinatı batın güçler ayakta tutar. Çekim gücü, enerji gibi. Tüm bunlar batında en büyük gücün varlığını düşünmemiz gereküğini kanıtlar.

 

Kur'an'ın Belagatı

 

330- Kui'an'm belagatı dahi birdelildir. Okuma yazması ol­mayan birinden (peygamberimiz) edebi bir harika, şairleri kıs­kandıran bir akıcılık, bıktırtmayan nakaratlar... sözler işitmek, bunların ancak bir ilah işi olduğunu kanıtlar.

 

İrade     

 

331- Varlıkların tümünde cüzi yani smırl^bir irade vardır. O halde sınırsız bir irade de olmalıdır. Yarıçap varsa çap ta vardır. Parça elbet tümü gösterir. İrademizin noksanlığı, kâmil bir ira­denin varlığını bize belirtir.

"Bir incir çekirdeğinden koca bir incir ağacım ve ince bir sapla koca bir kavunu bağlayıp çıkaran kudrete hiçbir şey ağır gelmez." (Mesnevî-i Nuriye sh: 94)

"Tabnyyunların, mevhum ve hakikatsiz, tabiat dedikleri şey, olsa olsa ve hakikat-i hariciye sahibi ise, ancak bir san'at olabilir, sâni' ola­maz. Bir nakıştır, nakkaş olamaz. Ahkâmdır, hâkim olamaz. Bir şeri-at-ı fıtriyedir, sâri' olamaz. Mahlûk bir perde-i izzettir, hâhk olamaz. Münfail bir fıtrattır, fâhr bir fail olamaz. Kanundur, kudret değildir, kadir olamaz. Mıstardır, masdar olamaz." (Lem'alar sh: 186)

"Gözü veren Zat, hem gözü görür, hem ince bir mânâ olan gözün gördüğünü görür, sonra verir. Evet, senin gözü­ne bîr gözlük yapan gözlükçü usta, göze gözlüğün yakıştı­ğım görür, sonra yapar. Hem kulağı veren Zat, elbette o  ku­lağın işittiklerini İşitir, sonra yapar, verir." (Şualar sh: 10)

 

Elektron

 

332- Elektron Hareketi: Hareket halindeki her şey bel­li bir zamanda ve mekanda başlayan hareketle bu eylemi­ne başlamıştır. Bütün elektron ve kütleler dairevi bir hare­ket halindedirler. Her elektron ve kütlenin de bu hareke­tinin belirli bir zamanda ve mekanda başlaması gerek­mektedir. O halde bu başlangıç noktası bize varlıkların başlangıç anını yani yaratılma zamanım verecektir. Bu düşünceden hareketle kâinatın bir yaratıcı tarafından bel­li bir zamanda yaratılmış olduğu sonucuna ulaşırız. Bu ise yoktan yaratmadır. Yoksa hiçbir şey kendiliğinden yoktan var olmaz. (İnancın Gölgesinde ve islam'da Al­lah'a İnanmak)

 

İltifat

 

333- Tüm varlıkların fani ve Ölümlü oluşu, o varlıkla­rın baki olana bir iltifatını doğurur. Bu iltifat dahi delildir.

 

Unutmamak

 

334- Her şey zıtlardan müteşekkildir. Unutmak varsa unutmamak da olmalıdır. Allah işte o unutmayandır. Hafiz olmak, unutmamaktır, muhafazadır ve korumaktır. Korun­muş kâinat, bir hafizi bir muhafazakârı bildirir.

 

İman Ve Fena

 

335- İnanç ve arzular varlıkların en büyük zenginlikleridir. En büyük dava inanmak davasıdır. En büyük dava olan iman fanilere bırakılamaz. Baki bu açıdan da olmalıdır. Ve vardır.

 

Sefer 

 

336- Dünyanın bir misafirhane olduğu gelip gidenler ile dolmasından aşikârdır. O halde biz bir seferdeyiz ve tüm sefer­ler de, bir: yerde biterler. O biten yer dahi Allah'ın makamıdır. Biz Allah katında daimi bir konukluğa tabi olacağız. Seferimiz bitecek, yollar bir nihayete varıp orada noktalanacak. Tüm se­ferler bir yerde başlayıp bir yerde bitmeli.

 

Bilinçli Patlama

 

337- Kâinatın büyük bir patlama ile oluştuğu şu an açık bi­linen bir hadisedir. Bir patlama sonucu bu muazzam düzen ve ihtişam var olmuştur. Ama şu soruyu sorarak zihinleri uyara­lım. Tüm patlamalarda düzensizlik, yıkım ve bozulma olduğu aşikârdır. Bilinçli bir varlığın elinden gerçekleşen patlamalar ancak amaca dönük olumlu neticeler verir. Peki, bu kâinatı do­ğuran patlamayı hangi varlık yönetmiş ve düzenlemiştir? (Ha­run Yahya) Tabi ki Alİah.

 

"Ben"

 

338- "Ben" tüm varlık âleminin ortaklarındandır. Yani tüm varlıklarda ben vardır. Mantık, evrensel ve evrensel bir ben'in olması gerektiğini bize anlatır ki bu doğrudur. Tüm bizleri oluşturan da bendir. Asıl olan "ben" ve sonradan olan da "biz"dir. "Ben" varlığın en özüdür ve aslıdır. Ben her şeyi oluşturan tek şeydir. Ben ilah olanın hükümranlığıdır, saltanatıdır. Tüm varlıklardaki ben, aslında o evrensel beni göstermek içindir. Ona aynadırlar. İçindeki "ben"i görenin yani kendini bilenin onu görmemesi imkânsızdır. Nitekim hadis: "Kendini bilen Alİah' ı da bilir." demektedir. Alİah in­sanda kendine benzer gölge nevinden bazı şeyler yarattı ve onlarla aslında kendini tanıttı. Benlik, sonsuz arzular bitmez tükenmez hayaller, istekler... gibi bizdeki olgular aslında ilahımız olan hakkında çok ince bilgiler vermektedir. Onun sonsuzluğunu bize sezdirtmektedir.

 

Her Şey İsim

 

339- Her şey isimlerden müteşekkildir. Bilgi dahi isimler topluluğudur. Allah isimleri Hz. Adem'e öğretti denince ilmi öğretti diye biz anlayabiliriz. Her şey isimlerden müteşekkil­dir denilince biz şunu anlatmak istiyoruz. Ör. 2x3-6 iki, bir isimdir. Çarpı da isimdir, eşittir de bir isimdir. Çıkan sonuç 6 da bir isimdir. Tüm varlıkla irtibatlı tek isim Allah'tır.

 

Yaşam

 

340- Yaşam: İnkarcılar şöyle derler: Hayatın oluşumu ba­sit olayların tesadüfi birleşimi sonucudur. Sonra bu basit bi­leşimler birbirleriyle birleşerek, evrimleşerek şu anda mev­cut bulunan hayatı oluşturmuştur. Fakat buna dair ellerin­de delil var mıdır? Bu konuda ortaya koymaları gereken en dur  büyük delil de şu olmalıdır: Hayatı oluşturan tüm element­ler, geçmişte olduğu gibi bugün de vardır ve onlar bunu kullanabilirler. Geçmişte tesadüflerin yaptığını söyledikleri şeyi bugün kendileri bilinçli olarak yapsınlar! Hayatı hangi elementlerin oluşturduğu biliniyor... Bunların birleşim oranları biliniyor... Haya tın oluşması için ne gibi ortamın gerektiği de biliniyor... O halde ilk oluştuğu gibi hayatı la­boratuarda yaratmaları gerekmez mi? Bunları bir araya ge­tirseler bile hayatın insan iradesiyle doğduğunu iddia ede­bilirler mi?

DNA: İnsanın genetik şifresini taşıyan bir DNA, her biri 24 cilt tutan 2500 ansiklopedinin kapsadığı bilgiyi kapsar... En il­kel elektronik beyinlerin dahi bir yapıcı olmadan oluşamaya­cağını kabul eden insan, nasıl bu kadar muazzam bir sistemin tesadüfen oluştuğunu söyleyebilir? Bütün feunlan, iradeden, düşünceden, akıldan yoksun, kör, sağır ve dahası canlı olma­yan maddenin yarattığını, oluşturduğunu iddia etmek hangi akla, hangi mantığa, hangi ilmi düşünceye sığar? Maddenin, kendi kendine göz, kulak ve kalp gibi oluşumlar göstermesi, aklın alacağını, izah edilebilecek bir durum değildir. Her biri belirli bir işlevi yüklenmiş olan bu organlar belli bir amaç için yaratılmışlardır. Bunlan kullandığımız aletlere benzetebiliriz. Kullandığımız basit aletlerin bir usta, bir yapıcı olmadan ya­pılamayacağını görürüz ve kabul ederiz de, bunlardan çok daha karmaşık yapı ye işlevler yüklenen organların tesadüfen oluştuğunu söyleriz. Onların şu ısı ve hareket kanunlarına gö­re faaliyet gördüklerini tespİf etmemiz yetmez. Acaba bunla­rı yapan ve belli kanunlara göre hareketlerini takdir ve tayin eden mühendis kimdir?  

Hayatın kökenini tesadüfe bağlayan kişi ile Allah'a bağ­layan kişi aklen eşit olabilir mi? Kâinat, yaratıcı değildir, an­cak yaratılmıştır. Kim kâinata ve doğaya yaratıcı sıfatı verir­se cahilce ve alçakça Allah'a ortak koşmuş olur. İnsanın ira­desi (dileme yeteneği), kudreti (gücü) ve ilmi (bilme yetene­ği) onu maddeden ayırıcı Özelliklerdir. Maddenin insana bilme, anlama yeteneği vermesi, onu güçlü kılması ve dile­me yeteneği ile donatması mümkün değildir. Bütün bunla­rı insana verebilecek tek merci Allah'tır.  "Kesin olarak ina­nanlara, yeryüzünde ve kendi içinde Allah'ın varlığına nice deliller vardır; görmez misiniz?" (Zariyat 20-21) İnsanın benliğinde de Allah'ın yaratıcı olduğuna dair birçok deliller mevcuttur. Benliğin (ve ruhun) varlığı bir delildir. İyilik ve kötülük etme yeteneğinin hepsi delildir. Yine evrende mev­cut olan benliğimizle ilgili acayip ve madde ile ilgisi olma­yan birçok olay da delildir. Gerçekten insan madde ötesi birçok garip şeyler yapmaktadır. Hipnotizma, ruh çağırma, telepati gibi olaylarda kişi vücudundaki maddi göz olma­dan bazı şeyleri görebilmektedir...

Bütün bunlar, bizde maddi olmayan bir şeyin var oldu­ğunu, varlığın sınırlarını aştığını, duyumların ve duyum­larla yapılan ölçümlerin onu ihata edemeyeceğini, bunların hepsinin insanın derinliklerine inmekle anlaşılabileceğini ve madde ya da hesaba sığdırılamayacağmı gösterir. Or­ganlarının çalışması duran ve ölen insanın sadece maddi varlığını kaybetmediğim, ölen insanda bunun ötesinde maddi olmayan bir parçanın da ayrıldığını, insanın maddî varlığı dışında başka bir şeye de sahip olduğunu gösterir.

Bu şey nedir? Elbette insanın nefsi ve ruhudur. Topraktan yaratılan ise yine toprağa döner...

Sonuç olarak: Hayatın başlangıcı, oluşumu Allah'ın var­lığına delildir. Hayatın çoğalması da yine Allah'a delildir. Hayatın türlere ayrılması, yayılması Allah'a delildir. Kâina­tın merkezi olan insan ve ondaki yüce sıfatlar, Allah'ın var­lığına delildir. İnsan ruhu, benliği -yaratılışı ve harikulade oluşu- Allah'ın varlığına delildir. Yalnız bu bile Allah'ı bil­mek için yeterlidir. (İnancın Gölgesinde ve İslam'da Allah'a İnanmak)  

 

Geçim Derdi

 

341- Geçim.derdi, rızk derdi tüm canlılarda ortaktır. Dert Varsa onun zıddı olan dertsizlik de olmalıdır. İşte o dertsiz­lik, Allah olacaktır. Aklen tüm dertlere karşı bir derman ol­malıdır. Tüm pozitif enerjiyi kendinde bulunduran bir güç vardır.

 

Tüm Kâinat Hizmetçi

 

342- Dünya çalışma ve hizmet yeri. Biz de hizmetçiyiz. Kabul etsek ve ret etsek de bu böyledir. Ve tüm varlıklar ça­lışmalarıyla ve tabiat ta bu mevcut çalışmasıyla bunu yani hizmetkârlığını ispatlar. Tüm bunlar, bu hizmetçiler birine çalışırlar. Hizmet etmek ancak kullara özgüdür ve bu açı­dan hizmet etmeyen tek zat Allah'tır. Hizmet için onun üs­tünü olmalıdır.

 

Yaşam Projesi

 

343- Yaşam projesini çizen ve bu projeyi oluşturan biri olmalıdır. Bir mühendis tüm bu oluşumu planlamıştır ki o mühendis ancak Allah'tır.

 

Gerçek Manada Onu Tanımamak

 

344- İnsan bir hata içindedir. Allah'ı etrafıyla kıyaslıyor, etrafıyla düşünüyor. Bu kıyas batıl bir kıyastır. Allah bizim kıyaslamamızdan beridir ve yücedir. Biz işe bakarak rabbin ne olduğunu düşünemeyiz. Çünkü biz ne rabbin tüm işleri­ni gördük, ne rabbin yapabileceklerini, ne rabbin sonsuzlu­ğunu bildik. Tam manasıyla bilinmeyen bir şey nasıl ve ne türlü kıyaslanabilir. Bizim kıyaslarımız ancak gerçeklerin bir kısmını belirtebilir ve gerçekler ancak gerçek ve tam bir bilgi ile edinilir. Bacon: "Az ilim ateizme, çok ilim dine gö­türür." der.

 

İçgüdü

 

345- Tanrısal Yönlendirme, İçgüdü (Sevk-i İlahi) Bel­gesi: Yavru ördek, yumurtadan çıktığı anda yüzmesini be-cerebiliyor. Kozadan çıkan karıncalar, hemen dehliz kazma­ya başlıyor. Arı, çok kısa zamanda sanat harikası olan pete­ği, örümcek ise, gergef inceliğindeki ağını örebiliyor. Bütün bunlardan anlıyoruz ki, bunlar ve bunlar gibi olanlar başka bir âlemde öğretilen bilgiyle ve yaratılıştan gelen bir yete­nekle iş görüyorlar. Oysa insan, her şeyi bu dünyada öğren­mek zorundadır; hem de varlıklar arasında yeteneklilik ba­kımından en kusursuz yaratık olduğu halde. Demek oluyor ki, diğerlerine bu özellikleri veren doğrudan kendileri de­ğil, her yaptığını hikmetle yapan bir Zat'tır ki, onlara böyle bağışta bulunmuştur. Kilometrelerce ötede yumurtalarını bırakıp dönen yılan balıklarının yavruları, yumurtadan çıkar çıkmaz yola koyulur ve annelerini sanki elleriyle koy­muş gibi bulurlar. Bunu İlahi bir şevkten başka ne ile açık­layabiliriz? Hayvanlarda gördüğümüz bu olağanüstülük, ancak ve ancak Allah'ın bir vergisi olarak açıklanırsa, işte o zaman buria akli ve mantıki bir açıklama gözüyle bakılabilir. Yoksa başka her yorum, yalnızca bir safsatadan ileriye gidemez... (İnancın Gölgesinde ve İslam'da Allah'a İnanmak)

 

Bize Rağmen

 

346- Tüm ihsanlar konuşuyor yorum yapıyor, söylüyor ediyor. Ama şu bir gerçektir ki saat bizg rağmen işliyor, kainat tıkır tıkır çalışıyor. Demek asıl konuşan hakmış. Demek bizim atıp tutmalarımız, ancak bizimle sımrhymış. Demek bizim aklımız "kâinata mühendis" değilmiş. Demek biz kendimize tapıyormuşuz, kendimize âşık olmuşuz. Oy­sa Alİah, işini yapıyor, bizim sözlerimiz ise ancak hava ve hayal cinsindenmiş. Böyle olmasaydı kâinat bize ve yorum­larımıza ayak uydurmalıydı. Kâinat bizim yorumlarımızla şekillenmemektedir.

 

Tesadüf Tanrısı

 

347- İnsanın cebine koyduğu l'den 10'a kadarki mar­kalan cebinden sırayla çıkarma olasılığı on milyarda birdir. Bu kadar basit bir işlemle dahi yanılma payı on milyar olan bir tesadüf tanrısı, nasıl bu muazzam düzeni yapabilir.

(M.İslamoğlu,İman,s.l39)  Bilimsel manada, matematiksel manada en zor olan tesadüftür.

"Tahavviilât~ı zerrat, Nakkaş-ı Ezelînin kakm-i kudreti, kîtnb-ı kâinatta yazdığı âyât-ı tekvîniyenin heııgâmmdaki İJı-tizâzâtt ve cevelâındır. Yoksa, maddiyytın ve tabiiyi/unların tevehhüm ettikleri gibi tesadüf oyuncağı ve karışık, mânâsız bir hareket değildir." (Sözler sh: 547)

 

Zevale Mahkûm

 

348- Güzel, iyi, hoş ve daha niceleri vardır ki bunlar olumluluk ifadeleri veya halleridir. Ama madde aleminde bunların ortak bazı halleri de vardır ki bunların zevale yani yokluğa gitmeleridir. Oysaki gerçek güzel, gerçek iyi ve hoş, zevale mahkûm olamaz ve asıl gerçek olan da Allah'tır. Hz. İbrahim gibi yalancı ilahları zevale mahkûm etmek, tüm Müslümanların hatta insanlığın boyun borcu olmalıdır.

 

Nefsin Hatırı

 

349- İnkâr, bu kadar delilden sonra anlaşıldı ki ilimle değil, akılla değil ve mantıkla da uygun değildir. Öyleyse inkarcı, nefisle inkâr etmektedir. Hakkın hatırı için nefis­lerinin hatırını kırmak ise doğruyu ve Allah'ı araştıranlar için     şarttır.   Allah'ı  nefislerinin   hatırını   kırmayanlar bulamazlar.

 

Allah'ı Kimler İstemez

 

350- İyileri mükâfatlandıracak, kötüleri cezalandıracak, UU ahlm alacak' faizle toplumları sömürenleri yargılayacak, tüm iyiliklerin boşa gitmesini önleyip mükâfat verecek, kula kulluğu kaldıracak, namazı ikame edecek, aç-lıkla(oruç) zayıf ve açları hatırlatacak... bir Allah'ı, kimler istemez? Onu istemeyecek olanlar ancak zalimler, faizciler, ahlaksızlar, kısacası suçlulardır. (M.İslamoğlu, İman, s.133) Bu delillerin ortaya koyduğu iddialar bütünüyle ateizmi imkânsız kılmakta ve dayanaklarını yok etmektedir. Bir in­sanın bu kanıtları öğrendikten sonra ateist olması mümkün değildir. Her-şeye rağmen o kişi hâlâ ateizmine devam ediyorsa onda fikirden ziyade ideolojinin ağır bastığı görülecektir.

 

İktidarsız Bir Tanrı

 

351- İnançsızların  istediği   tanrı  onlara  karışmayan, kötülüklerini  görmeyen  ve  hesap  sormayan,  acıkınca yemek yiyen, zalimi cezalandırmayan, dünya işlerine karış­mayan hüküm koymayan... yani İktidarsız bir tanrı istiyor­lar. (M.İslamoğlu, İman, s.133) İktidarsız bir tanrı arama hükmü onlarda, hakka karşı bir kin ve düşmanlığa götür­mektedir. Onun için hakkın ve hakkı vaaz eden doğruların hukuk olmasını önlemeye çalışırlar. Onların bu batıl ve kötü zanları bize hakkın onlara rağmen var olduğunu kav­ratır. Mutlak iktidar onunsa, hukuku da iktidar olmalı ve ilahi hukukun bayrağı göndere çekilmelidir.

 

Muhabbetle Çıkmak

 

352- Ateist ya da teist tüm insanlar hakkı aramak diye bir dertleri varsa onların çıkış noktalan muhabbet yani olumluluk olmalıdır. Hakikat ancak muhabbet ile bulunur. İnançsızın çıkış noktası zaten husumet ve kin üzeredir. Çıkışı zaten gayri ciddi ve kasıtlıdır. O halde hak muhab­betle bulunur. Çıkışı kötü olanın iyiyi görmesi imkânsızdır. Çünkü o zaten kara gözlükler takarak yola koyulmuştur. Allah'ı kara gözlüklüler bulamaz. Onların bulacağı ancak kendi kalbindeki zulumat ve karanlıklardır. Mevlana'mn dediğini yapmak; "Susayan suyu, su da susayanı arar." misali hakka karşı susamalı ve kendini arayan suyu(hakkı) bulmalıdır.

"İşte, ey gafil insan! Bu Hâkim-i Hakem-i Uakîm-i Zül-celâli ve'l-Cemal, sana karşı kendisini her bir mahlûkuyla böyle hadsiz ve parlak tarzlarda tanıttırmak ve sevdirmek istediği halde, sen Onun tanıttırmasına karşı imanla tanımazsan ve Onun sevdirmesine mukabil ubudiyetinle kendini Ona sevdirmezsen, ne derece hadsiz muzaaf bir cehalet, bir hasâret olduğunu bil, aytl." (Lem'alar sh: 312)

 

Son Söz Allah'ın

 

353- Sözün en güzeli Alİah kelamıdır: "Allah ve var­lığının delillerinden sonra hangi söze inamlır?"Ayet:45/6

 

ALLAH NİÇİN GÖRÜNMEZ?

 

(Karşılıklı konuşma-tartışma Üslubunun konuya daha yararlı olacağını umarak bu şekilde yazdık.)

1- Allah niçin görünsün? Görünsün sen ona inanasın, görünsün kabul edesin değil mi? Görünene iman etmenin an­lamı nedir? Önemli olan görünmeyene inanmaktır. Görünene iman etmek, hayvanların da yapabileceği bir iştir. Gördüğüne inanmışsın, böyle iman neye yarar ki? 2. Allah görünsün, yine dersen eğer sana şu söylenir; iman illa gözle mi olur? İman il­la bakmakla mı olur? Aklın yerine gözü mü koyuyorsun? Kal­bin yerine bakışları mı seriyorsun? Göz mü önemli yoksa kalp ve akıl mı? Hâlbuki iman konusu, kalp ve aklın işidir. Göz iman edemez ki! İman, tasdik ve onaylamaktır. Gözle alakası bine nazaran bir gibidir.

2- Görünsün, tamam görünsün. Yani Hâkim olan Allah, kâinatın içine girecek ve biz mahkûmların yanında olacak. Hâkimin, mahkûmların arasında olduğunu kim görmüş sen göreceksin? Padişahın piyade askerlerle yaşadığına kim şahit olmuş sen şahit olasın?

3-  Görünsün, senin o azgın nefsin tatmin olsun diye görünsün. Nede değerli bir duyunu tatmin ediyorsun. Ne de hoş bir dava peşindesin. Başka değil de nefis davası, nefis için görmek davası, nefsi tatmin davası. Doyuracak akıl ve kalbin varken iş nefsi doyurmaya mı sıra geldi? Doyan bir nefsi kim görmüş?

4- Tamam, görünsün. Sen bir sınav/ imtihandasın. Ve sınavda;  "Hey!  Bana cevapları gösterin."  diye bir de bağırıyorsun. Cevaplan verilen bir sınav, nerde görül­müş? Böyle olan bir sınavın sonucu ne kadar değerlidir. Bu sınavın cevabı Allah değil mi? Allah kendini gos-terecekse niçin bu sınavı yapıyor? Sınavda cevapları alan bir insan nasıl "ben bir sınavdayım" diyebilir? Bu sınavın sonucu  acaba  ne  kadar  değerlidir?  Sınav  sorularının cevaplarını veren bir öğretmen, acaba çocuklara iyilik mi ediyor yoksa kötülük mü?

5- Görünsün. Öyle ya görünsün. Sınav da ne diyorsun. Dünya başıboşlar diyarı mı? Ne kadar değerli fikirler peşindesin. Kendini sınavda, imtihanda hissetmeyen; hayvan, ot ve taştır. Kendini onlardan mı onların cinsin­den mi sanıyorsun? Sınavdasın dedik sana, hala an­lamıyor musun? Sınav insanlar içindir. Hayvan ve otlara sınav yapılamaz. Yapılmadığı için onların değeri azdır. Sen değerlisin, hayvan değilsin! Gerçi azgm nefsin EVET der, ama dese bile sen o değilsin. Kendini şahin sanan kar­ga, sandı diye şahin mi oldu? "Ben sınav mınav tanımam" desen de demesen de sen imtihandasın!

6-  İlla da göreceğim diyorsun. Senin gözlerin her şeyi görüyor mu ki Allah'ı da göresin? Sen cevap ver?

7- Tamam. Ama bil ki bir şeyin görünmesi için bizim gözlerimizin görme eşiği ve frekansları arasına girmesi lazım. Yani biz ne çok küçük frekansları ne de çok büyük frekansları görebiliriz. Ancak bir orta ve küçük mıntıkada görmemiz mümkündür. Bizim frekanslarımız düşük. Sen teleskoptan da daha iyi bir görme istiyorsun. îstemesen de sen busun, sen her şeyi göremezsin ve göremeyeceksin, sen maddesin.

8- Acaba kâinatları da mı gezdin? Süper novalan mı dolaştın? ^800 milyon  galaksinin  tümünü mü  gezdin? Dolaştın da mı görmedin? Gezdin de mi şahit olmadın. Yani çok mu araştırdın?                       

9-  Sen 25 saniye güneşe bakamazken, hatta kör olacak­ken o güçsüz ve basit gözlerin, tüm kâinatın rabbini göre­cek, öyle mİ? Sen karıncadan bir ton yük yüklenmesini bekliyorsun. Senin gözlerin o yükü taşımaz, bunu benden iyi   biliyorsun.   Hz.   Musa'nın   göremediğini   sen   mi göreceksin? Dağların dayanamadığı yüke (Allah'ı görme yüküne) sen ve senin gözlerin mi dayanacak? Nitekim Hz. Musa'nın da dağı dayanamamıştı, un ufak olmuştu.

10- Bir şeyin görünmesi için onun zıddı olmalı. Yani beyazı,  ancak  siyahı  gördüğünde  anlar ve görürsün. Karanlıklar içinde yıldızların görünmesi, ancak renklerin­den, zıtlıklarından Ötürüdür. Onlar da siyah olsalardı, hiç yıldızlar görünür müydü? Alİah da böyledir. Zıddı yok ki görünsün, rakibi yok ki kıyaslıyasm, rengi yok ki renkli gözlerin onu müşahede etsin.

11- Resmin içinde ressamı gören olmuş mu? Ressam, resmin içine sığar mı? "Resmin içine portresini koysun" dersen O da olmaz. Cansız portre neye yarar? O cansız değil ki cansız portresini oraya koysun.

12- Alİah senin gördüğün varlıklardan değildir. Sen et­raftaki varlıklara benzeyen bir ilah düşünüyorsun. Oysa etrafta görünen hiçbir şey ilah olmaya layık değildir. Ben­zersiz olan bir varlık sana görünürse onun çevrendeki varlıklara ya da başka varlıklara benzemesi gerekir. Oysa biz dedik ya O benzersizdir.

13- Hz. Ali, bak ne diyor: "Allah,   •vatlığının zuhuru­nun şiddetinden görünmez." Demek ki o güneş gibidir. Işığı   var,   yarattıkları   var.   O   güneş   gibidir   ışığına dayanamazsın. O hava gibi her yerde, ama sen göremez­sin. O ilim, ama sen ilmi eline alamazsın. O rahmet hazi­nesi, rahmet hazineleri para hazinelerine benzemez. Rah­met görünmez. Rahmet sadece sezilir, sadece bilinir.

14- Allah sondur. Sonun başlangıcıdır. Dünyada onu görmekle sen, mahsul istiyorsun, ilkbaharda buğday biç­mek istiyorsun, oysa mahsul ahirettir. Dünyada bu tip is­tekler gerçekçi olamaz. Gerçek mahsul Allah'tır. Dünya da mahsul biçme yeri değildir. Ekmek yeme ve şerbet iç­me mekânı hiç değildir.

15- Allah'ı yanlış yerde arıyoruz. Cisim olsaydı bura­da aramaya hakkımız vardı. Sen onu bulmak istiyorsan kalbinde ara. Hem orası kâinattan daha geniştir. Ancak orası onu alabilir. Çevre dardır. Dar çevrede uçsuz bucak­sız Allah olmaz.

16- Dikkat etmişsen en üstün varlıklar görünmeyenler­dir. Akıl, ruh, sevgi ve daha nice en önemli şey görünmez. Hem bunlar maddeden daha kıymetlidir.  Bu varlıklar görünmez, çünkü onlar enerjidir, onlar ışıktır ve onlar nurdur. Allah ise en yüce olandır. Önemliler görünmüyor­sa en önemli: olan Allah nasıl görünsün? Sözün anlamını artık sen tamamlarsın.

17- Sen görünmemeyi bir suç sanıyorsun. Oysa görün­memek suÇ değildir. İsteyen için, bir haktır. Allah görün­müyorsa demek ki istememiştir. Hem Allah görünmek zorunda da değildir. Hak görünmemek fstiyorsa bundan doğal bir hak var mıdır?

18- Bil ki ilim artmada, yeni canlılar ve olgular bulun­mada ve arayış devam etmede. Biz insanlar, sonsuz bil­giye ulaştık da mı göremedik? Her şeyi bildik de mi onu kavrayamadık?

19- Yine dikkat edersen, insan ya dengini ya kendi cin­sine yakın  olanı  görür.  Etrafta  gördüklerimizin  tümü bizim gibi maddedir. Madde de, mekân da ve zaman da bizim akrabamızdır; ağaç, toz ya da hayvan fark etmez. Allah nasıl görünsün! Görünmez, çünkü o bizim cinsimiz­den değildir, zamanımızdan değildir ve akrabamız değil­dir.

20- Hem insanlık tarihi nice mucizeleri görüp de inanmay anlarla doludur. Ateşi gören Hz.İbrahim'in kavmi inanmadı. Ad, Semud ve Medyen kavmi de inanmadı. Demek görmek her şeyi çözmüyor ki bu işi çözsün.

21- İnsan üç şeyi göremez. Çok küçük olanı, çok büyük olanı ve şeffaf fhava- enerji-ruh-akıl...) olanı. Hâl böyley­ken O'ndan daha şeffaf bir nur mu var? O'ndan daha büyüğü mü var?

22- Hem kâinatta en fazla iki şık vardır: Ya doğru ya yanlış; sen bunları kendi iradenle yapmalı onaylamalısın. Allah görünürse zorla doğruyu işaretlemiş olmaz mısın? Doğru  şıkkı  gören  kaç   öğrenci   o  doğru  şıkkı  işaret-lememiştir. Ebu Bekir ile Ebu Cehil nasıl bilinirdi. İkisi de doğruyu İşaretleseydi değerleri nasıl belli olurdu? Nasıl biri siddık diğeri cehaletin babası olurdu?

23- Hissetmek de görmekle eşdeğerdir. Bazı şeyler his­sedilir. Akıl, mantık... gibi. Allah'ı bir de hissetmeye çalış bakalım ne olacak?

24- Hem akıl daha değerlidir. Bir de aklınla ve gönlün­le bak hâlâ görmedin mi?

25- Hem bizim önümüzde perdeler çok. Bundan ötürü çok şeyi idrak edemeyiz. Cehalet perdesi, azgınlığımız, duygu perdemiz, egomuz, arzın katmanları... Biz tüm bu perdeleri yırttık da mı o görünmedi?

26- Bazen de görmek istediğin zat, kendini göstermeli. O kendini göstermek istemiyorsa sen ne yapacaksın, ben ne yapayım?

27- Yine sen de bilirsin ki varlıklar çeşit çeşit. Kimi sadece hisseder, toprak kurdu gibi; kimi duymaz ama görür yılan gibi, kimi de bizim gibidir. İlla da göreceğim dersen bu diğer yaratıklara hakaret olmaz mı?

28- O en iyidir. Biz ise en iyi olmayanlarla kuşatılmışız. En iyi, nasıl kötü ya da eksik yerlerde görünsün? Çöplük­te kral ne arar? Kutupta çiçek ne arar, ya da ateşte su ne arar?

29- Görmek istersin. Hâlbuki gözü olmayan ve duy­mayan insanlar çok. Ne yani "onlar görmüyoruz" desel­er haklı mı olurlar? Bunu da sen gör.

30- İnsan çok inatçıdır. Gördüğünü İnatla inkâr eden de çoktuk , Verdiğin parayı afop, inkâr eden de çoktur. Bunu da etraftan hatırla.

31- Görmek bir aşamadır. Duymaktan üstün olduğu hakikat. Ama ondan daha büyük aşamalar var( duyu ve duyguların tümüyle kavrama, en büyük aşamamızdır). Bir de bulunduğumuz aşamayı görelim. Birinci kattan çatıyı göremezsin.

32- Her şeyi dışarıda ulu orta gördün de mi onun da görünmesini arzularsın? Göremediklerin, gördüklerinden çok daha fazladır. Gördüğümüz bir, görmediğimiz ise bindir.

33- Gören esasta göz mü? Oysa ilim, şu an görenin göz­den ziyade beyin olduğunu söylemekte. Göz bir kapıdır. Eğer esasta gören göz olsaydı, biz rüya da görmezdik. Rüyanın görme, duyma vb. hallerde normal yaşantıdan farkı yoktur. Hâlbuki orada akıl ve ruh görmektedir, göz değil. Rüyada gören, kalp ve akıldır.

34- İnsanda gözler çoktur. Kalp gözü, akıl gözü, man­tık gözü gibi. Aslında Allah görünür; ama bu son say­dığım gözlerle görünür. Bunlara göz değiller diyemezsin. Çünkü tüm insanlar onlara inanır. Aşık olanlar yoksa hangi gözle âşık olmuşlar. Merhamet eden hangi gözle merhamet eder. Bunu, bir araştır da göresin.

35- Aslında "her şey gözümün önünde olsun elle tutul­sun" mantığı çocuk mantığıdır. Çocuklara soyut şeyler anlatılmaz, onların anlaması için anlatacağın şeyin somut yani elle tutulur ve gözle görülür olması lazımdır. Bunu söyleyenler  aslında  çocuk gibi bir arayış  içindedirler. Çocuk gibi yapıp edecekleri sonra da yiyecekleri hel­vadan bir ilah istiyorlar.

36- Dikkat edin en değerli şeyler renkli olanlar mı yok­sa renksiz ve şeffaf olanlar mıdır? Rahat görünenler mi yoksa görünmesi zor alanlar mı? İnsan için en değerli şey­ler; su ve hava değil midir? Bunlar renksizdir. Akıl çok değerlidir o da görünmez.

37- Varlıklar çoğu zaman en değerli şeylerini saklarlar. Gül, diken arasında saklıdır. Tohum, meyvenin en orta karanlık bölmesindedir. Aile halimiz mahremimizdir, onu saklarız. Hazinesini  ulu  orta gösterenimiz var mıdır? Hayır, öyleyse Allah niçin kendini saklamasın? Yoksa on­dan daha muhteşem ve mahrem hazine mi vardır?

38-  Kişi olmayanı da göremez mi? Göremez diyemez­sin. Çölde serap gören, rüya gören, sanrı içinde olanı, ya da delinin gördüklerini düşün. Acaba millet bunları gör­müş diye doğru mu addedeceğiz?

39-  Şu da olamaz mı? O belki çok yakındır da ondan göremiyoruz. Sen kaşını görüyor musun? "Hayır. Ama ben aynayla görürüm" dersen şöyle deriz: Demek ki bazı şeyler için araç lazımdır. Allah için de belki o da bir araç verir de görürsün. Ama Allah, senin sana olan yakınlığın­dan daha yakındır. Yüzündeki 'kaşı gördün. İçindeki Al­lah'ı hangi aynayla görürsün.

40- Bu tür istekler nefse tapmaktır.   Oysa nefis zaten kördür. Kör nefis senden "Allah görünsün" diye istekte bulunamaz. Eğer kör olmasaydı, 10 lira için 10 yıl senin vasıtanla kendini hapis yatırır mıydı? Nefis kör olmasay­dı bir anlık öfke ile adam vurup yirmi s£ne sürünmezdi.

41- Sen desen ki "Bu Ayasofya Cami'nin Ustasını gör­mesem, ben buranın bir yapıcısı olduğuna inanmam." Akıl bu sözü caiz bilir mi? Oysa kâinat sarayı Ayasof-ya'dan çok daha mükemmeldir. Kaldı ki herkes yaptığı yapıtın yanında gece gündüz nöbet de tutmamaktadır. Herkes yaptığının yanında durmak zorunda değildir. Sen ustaların tümünü göremezsin.

42- Alİah görünmüyorsa birde Allah'ın bakış şekline bak. Allah nasıl işleri düşünür bunu bir hesapla. Onun nazarında  soruna  yaklaşahm.  Allah  kimseye  muhtaç değil.  Görünmek diye bir derdi ya da arzusu yok.  O "benim yaptığım işler ortada; onlar zaten beni gösteriyor, derse sen ne dersin?

43- Sen onu (Allah'ı)seviyorsun ve görmek istiyorsun. Eğer derdin artık bu olduysa kim bilir belki diğer tarafta görürsün.

 

GÜZEL BİR EKLEME

 

(Bazı kimseler "Biz niçin Allah'ı görmüyoruz?" diyor­lar. Buna nasıl karşılık verilmelidir?)

Görme, ihata meselesidir. Meselâ: İnsanın vücudunda mikroplar var, hatta bir dişin dibinde b^lki bir kaç mil­yon bakteri bulunur. Bunlar kendi ellerindeki imkân ve edevatla, insanın dişini yontmaya, yıpratmaya, aşındır­maya çalışırlar. Hâlbuki insan, ne bunların gürültüsünü duyar, ne de mevcudiyetlerinden haberdardır. Onlar da tamamıyla insanı göremez ve hele katiyen ihata edemez­ler. Esasen, insanı görüp tam ihata edebilmeleri için, onun dışında ve tamamen müstakil olmaları ve aynı zamanda onu görebilecekleri teleskop gibi bir göze sahip bulunmaları lâzımdır. Demek ki, ihata edemeyişleri gör­melerine mâni oluyor. Onlar ise, o anda neyin karşısında bulunuyorlarsa ancak onu görüyorlar...

Mikro âlemdeki bu misale benzer bir misal de, makro âlemden arz edelim; meselâ: Büyük bir teleskopun başına oturduğumuzu düşünelim ki; bu  teleskop, ışık yılıyla dört milyar sene ötesini gösteriyor. Yine de, bütün kâinat ve mekânlar hakkındaki bilgimiz "deryada katre". Belki, sadece o teleskopla gördüğümüz saha hakkında, bulanık faraziyeler nevinden bir kısım malûmata sahip olabiliyoruz. Bu faraziyeler ile de yeni faraziyelere ulaşarak başka malûmatlar elde etmeye çalışıyoruz.

Biz burada da, kâinatın idaresini, umumî şeklini, muhtevasını ve mahiyetini göremeyecek ve idrak edemeyeceğiz. Çünkü mikro âlemde olduğu gibi, makro âlemde de tam bir ihataya sahip değiliz.

Görülüyor ki, elimizde mikroskop veya X ışınlan, mikro varlıklar karşısında ihatasızlık içinde olduğumuz gibi, makro âlemde de aynı ihatasızlık içinde bulunuy­oruz. Şimdi bir de, Allah'ı (C.C) düşünelim: Peygamber Efendimiz (S.A.V) buyuruyor ki: "Allah'ın kürsüsüne nis­peten, bütün kevn ü mekânlar" yani ışık hızıyla trilyon defa trilyon derinlikleri bulunan kevn ü mekânlar, çöle atılmış bir halka gibidir. "O'nun arşına nispeten de kürsü, çöle atılmış bir halka gibidir". Kemiyet ve keyfiyet öl­çüleri içinde, arş ve kürsü ele alınırken ortaya konan nis­petlerle bu ne müthiş azamet!.. Allah-u Teâlâ ve Tekad-des Hazretleri, emir ve iradesini bu arş ve kürsüden ten-fiz ve hükmünü oradan icra ediyor...

Şimdi, kâinatlara nispeten mikroskobik bir hüviyette olan sizlerin, bütün kevn-ü mekânları anlayabilme id­dianız, nasıl abes bir iş ise, öyle de bütün mekânlar O'na nispeten mikroskobik bir varlık hâline gelen; Arş-ı Azam'ı anlama gayretiniz de o derece abes bir iştir. Kaldı ki, Arş-ı Azam da ancak, Allah'ın emirlerinin tenfîz ve ic­ra mahallîdir. Böyle olunca, Allah nasıl ihata edilip kav­ranacak ki?..

Onun için Kur'ân-ı Kerim'de "O'nu gözler ihata ede­mez; O (nun ilmi) ise bütün gözleri ihata eder" buyrul-maktadır. (En'am, 103)

Evet, o basar ve basiretler O'nu idrak ve ihata edemez. Görmek için ihata lâzımdır. O, .bütün basar ve basiretleri idrak buyurur, ihata buyurur da, gözler O'nu ihata ede­mez. Mevzuun aydınlığa kavuşması için, bu cihetin de böylece bilinmesi şarttır.

Bir diğer yönüyle; Nur, Allah'ın (C.C) hicâb'dır (per­de) . Biz, nuru bile ihata edemiyoruz. Efendimize (S.A.V) Mirac'dan dönüşte, sahabe sordu: "Rabbini gördün mü?" Bir defa şöyle buyurdular: (Ebu Zer naklediyor) "O bir Nur; nasıl görürüm O'nu". Başka bir yerde buyururlar ki: "Ben bir nur gördüm." Hâlbuki nur, mahlûktur. Allah, Münevviru'n Nur'dur. Nur'a şekil veren, biçim veren, tasvirîni yapan Allah'tır (C.C). Nur, Allah değildir; O'nun mahlûkudur. Başka bir hadiste tavzih buyururlar: "Al-lah'in hicabı nurdur." Yani sizinle O'nun arasında bir nur vardır. Siz, nur ile muhatsınız. Burada da ayrı bir derin­lik var! Yine muhat diyoruz; ama. sıfatları ile başkası ile değil. Sıfatları ne gayri, ne de aynı...

Netice olarak diyebiliriz ki: Allah (C.C) görülmez. Hicabı, nurdur O'nun. Siz, görseniz görseniz ancak nur görürsünüz. Meselâ: Nefs-i emmâre sırrını aşmağa çalış­tığınız  zaman,  kızıl  bir  nur  görürsünüz;  Nefs-i  îev- vâmeye geldiğiniz zaman mavi; Nefs-i mütmainneye gel­diğiniz zaman da yeşil bir nur görürsünüz. Sonra bir seviyeye gelirsiniz ki, orada gördüğünüz nurun rengini tayin ve tespit edemezsiniz. Bunlar, ehlullahm müşahedesidir ve ancak vicdanî tecrübelerle inkişaf eder.

Bir fikir verebilmek için, mevzua bu renklerle girdim ve arz etmeye çalıştım. Binaenaleyh, sizin de göreceğiniz sadece, Cenab-ı Hakk'm nurunun gölgesinin gölgesin­den ibaret olacaktır. Bu itibarla da yine görmüş sayılmayacaksınız.

Şimdi de, mevzuu bir üçüncü yönüyle ele alalım: İb­rahim Hakkı Hazretleri der ki:

"Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi, misli, âlemde ve suretten münezzehtir, mukaddestir, Taâlallah"

Evvelâ, Rabbimizin zıddı yoktur. Bu çok mühim bir husustur. Bir şeyin zıddı olacak ki, görülebilsin. Yani sen ışığı görüyorsun; çünkü onun karşısında karanlık var. Keza, bir kısım uzunluklar hakkında fikrini söylüyor­sun; Meselâ: Bu iki metre diğeri üç ilh... Zıddı olduğun­dan dolayı, bunlar tertibe girebiliyorlar.

Allah'ın ne zıddı, ne de niddi vardır ki karanlık ışığı gösterdiği gibi, O da, zıddıyla görünsün.

Bir de bu meseleyi fizik açısından ele alalım. Acaba insan, şu önüne serilip teşhir edilen kevn-ü mekânın kaçta kaçını görüyor. Evet, gördüğünüz şeyler hakkında bir rakam verebilir misiniz? Meselâ, düşünelim ki, görülebilecek şeylerden milyar kere milyar eşya şu kâi­nat   meşherinde   bizim   nazarımıza   arz   edilmiş   ve "Buyurun, görün, ibret alın; Yaradanı alkışlayın!" den­miş. Hâlbuki nazarımıza arz edilen bu şeylerin ancak milyonda beşini görebiliyor, geri kalanları ise tanımıyoruz bile. Evet, sadece belli bir boyda, belli ışık dalgaları içinde olanları görüyoruz. O hâlde dikkat buyurun: "Ben niye Allah'ı görmüyorum?" diyen bir in­san, milyon'da beş gördüğü daracık kâinatın içine, bütün kevn-ü mekânı elinde tutan AUah'ı da sokmak istiyor!.. Âh, sefil düşünce!..

Evet, âyât-i .tekvîniyye (kâinat kitabının mevzu ve meseleleri) karşısında bin türlü kafa sancısı çeken O'nu görecektir.Büyük Nebi Hz. Musa ve Nebilerin efendisi Hz. Muhammed (S.A.V) kendi durumlarına göre mut­laka O'nu göreceklerdir. Diğerleri de kendi çaplarına göre... Ve burada araştırma, tefekkür etme hususuna büyük bir teşvik vardır. Ahirette bey ve sultan olmak is­teyenler, dünyada, kafa ve kalb yapılarını yenilemeye çalışacak, daha doğrusu, orada, fikren ve ruhen yüksel­miş kimselere yakışır şekilde Allah'ı görmek ve duymak için burada, kalb ve ruhlarını yaşayacak, hürmetlerini âli tutacak; bir kova su ile oraya gitmeyecek, bir umman taşıyacaklar ötelere... Tabii istidatlarınca. Zayıf bir hadiste -bazıları mevzu da diyor- İbrahim Hakkı, zayıf olduğuna bakmadan tercüme etmiştir.

"Sığmam dedi Hak, arz-u semaya Kenzen bilindi, dil ma'deninden. "

Cihanlar, azameti yanında zerreler kadar dahi ol­mayan O yüce varlık, ne iütûfkârdır ki; her mü'minin kalbinde     "kenzen"  bilinir ve O'nun duygularının it­minanına vesile olur!..

Her şeyin doğrusunu O bilir.

 

EK:

NİÇİN ALLAH BAZI KULLARINA SONSUZ AZAP VERİR CEHENNEME ATAR; BU ADALET Mİ?

 

1- Bil ki Allah adaletin kendisidir. Adildir, yaptığına sorgu

sual olunmaz. Yargılanmak kullarına özgüçKir. O ise yargıçtır. Azabı da adil olmasının bir göstergesidir. Hak edene azap et­memek en büyük adaletsizliktir.

2- Gör ki sevgiyi kim paylaşmış Allah paylaşsın. Sen Al­lah'ın en sevdiği varlıksın sonra da kendini başka ilahlara, sevgini de putlara verirsin. Senin için kâinatı yaratsın hiçbir varlığa vermediğini sana versin, hem de sana sonsuz cenneti vaat etsin sen de tüm bunlara nankör kal. Olacak iş değil.

3- Anla ki suça göre ceza verilir. Bazı suçlar sonsuz zulüm­dür. Tamamen inkârdır. Tamamen bozgunculuktur. Sonsuz kötülüğe sonsuz azap etmek mi suçtur? Sonsuz suçun kar­şılığı olsa olsa sonsuz azap olur. Allah'ı inkâr ve şirk suçun en büyüğüdür.

4- Dünyada 1 dakikada bir adam öldürene 5.000.000 mil­yon dakika ceza verirler. Sen bu dengesizdir, adaletsizdir, diyemezsin. Hal böyle iken 60 yıllık günahlarımızın karşılığı 31.536.000 milyon dakika azapta kalmak mı adaletsizliktir?

5- Kaldı ki biz cennete nasıl insanlar giderler, sonsuz orada kalırlar bu adalet mi diye sorgulanmıyoruz. Sence azap bize hoş gelmiyor da onun için öyle konuşuyoruz olmaz mı?

6- Sonsuz azabı hala anlamadmsa şunu misal verelim: Sen bir öğrencisin ve sınavda hiçbir soruyu cevaplamadın. Hem cevaplamadın hem de öğretmene şöyle dedin; "Öğretmenim, ben seni kabul etmiyorum." Öğretmeni de sınavı da sınav mekânını yani smıfı da inkâr ettin. Şimdi kendi notunu ken­din ver. Sen sınıfta kesin kalırsın, disipline de gönderilirsin, hem de okuldan atılırsın okul yaşantın kesin biter. Oysa senin öğretmenin 45 notunu alanları zaten kurtarıyor. Hatta sıfır al­mış , ama öğretmeni ve okulu inkâr etmemişleri de kur­tarabileceğini de söylüyor ve hatta acıyıp onları da sınıf geçiriyor. Şimdi sormak lazım bu öğretmene adil değil denir mi? Bu öğretmen "beni, okulu ve düzeni inkâr etme. Onun haricindekileri kurtarırım." diyor. Bu öğretmen hala  "iyi değil" denir mi? Şirk ve Allah'ı inkâr eden aynen o inkarcı ve okuldan atılmış gençtir. Sıfır alanlar Allah'ı inkâr etmeyen ama tembellik yapan ve derslerine çalışmayanlardır. O okul kâinat, sınıf ise dünyadır. Biz de sınav talebeleriyiz. Allah ise öğretmendir. Okuldan atılmak ise cehenneme gitmektir.

7- Cehennem aynen bir hapis gibidir. Bazı mahkûmların suçlarının çokluğu ve büyüklüğü yüzünden onları ömür boyu hapse atarız. Bu gayette adildir. Şimdi sen söyle, beş çocuğa tecavüz edip onları işkence ile öldürene sonsuz hapis vermek mi adaletsizliktir yoksa o suçluyu birkaç yıl sonra salıvermek mi?

8- Bil ki insan kâinatın en değerli ve yüce varlığıdır. Yücelere ve alçaklara aynı cezalar verilmez. Malı zimmetine geçiren memur çok çok sürgün edilir. Ama bu işi yapan bir başbakansa makamından atılır, yüce divana gönderilir. Hem de ağır cezalan da alır. Şimdi bu adil değil herkese aynı ceza verilmeli denir mi? Denemez. İşte o kâinatın başbakanları in­sanlardır. Yüce divanda Mahkerne-i Kübra'dır. Başbakanlık­tan atılmada cehenneme gitmedir. Değerlilerin suçlan değer­lerine göre verilir.

9- Bazı işlere yapılan yatırımlar çoktur. Harcanan emek de, para da, malzeme de ve zaman da çoktur. O iş insanın ken­disidir. Onun'için kâinat 15 milyar yıldır yaratılmış, emekler verilmiş, malzeme harcanmış. Ve insan da tjim bunları yapanı inkâr etmiş ya da yeni yeni kendi kafasından ilahlar türetmiş. Var bu insanın suçu ne olmalı diye sen düşün? Düşün bu kadar yatırımın hesabının ne kadar çetin olduğunu.

10- Anla ki sonsuz nimetin karşılığı inkâr olursa, şirk olursa ceza da sonsuz azap olur.

11- Gör ki kullarını seven bir Allah'a sen, sevgi ve teşekkür değil de inkâr ve şirki sunuyorsan sen azabın en çetinini hak edersin demektir.

12- Yine Allah'ın sonsuz azabı herkes için değildir. Saf imansızlar, saf inkarcılar, saf müşrikler içindir. Kalbinde zerre kadar iman olanlar Allah dilerse kurtulurlar.

13- Anla ki sen uçurumun kenarındasm ve bir el sana kur­tulman için uzandı. Sen eli ters teptin ve el uzatana karşı bir de tükürdün. İşte insanı kurtarmak isteyen el, Allah'tır. O uçurumdaki de sensin. Onu inkâr etmek ve küfretmek onun yardım elini ters çevirmektir. Senin küfredişin de ona karşı terbiyesizliktir. Şimdi Allah seni kurtarmasa temelli o uçurumdan düşsen hak etmez misin?

14- İnkâr ve küfür tüm kâinatı tahkir etmektir. Tüm varlık âlemine karşı bir başkaldırıdır. Tüm kâinat bilinçli ama bilinç­siz rabbine itaattedir. Oysa kâfir, kâinata ve tüm canlılar âlem­ine karşı bilinçli bir muhalefettedir. Yani suç tüm varlık âlem­ine ve yaratanına karşıdır. Şüphesiz böyle bir muhalifin var olması, tüm âleme karşı bir hakarettir. O, azabın sonsuz­luğunu hak etmektedir.

15- İnsan çok lakayt ve vurdumduymazdır. Allah'ı dahi dinlemez ve itaat etmez. İnsanın dizginlerinin tutulması şart­tır. En büyük ikaz ve azapla korkutulmahdır. Çünkü daima iyi sözden anlamaz. İşte en büyük azap, azapta sonsuz kal­maktır. Allah kullarını bu büyük halin varlığına karşı uyar­maktadır.

16- Allah'ın insanların bazılarını sonsuz azaba koyması, Allah'ın insanlar hakkında azabı sevdiğini göstermez. O bizi cehenneme gitmememiz için uyarmakta, elçi ve kitaplar gön­dermektedir. O bizi sevmeseydi bunları yapmazdı ve uyar­madan bizi azaplandınrdı.

17- Zalimin cennete gitmesi, mazlumların gözlerinin içine baka baka gezmesi, mazlumlara hakarettir. Allah bu hakareti 'elbet kabul etmez. "Yaşasın zalimler için cehennem" diyen ne kadar doğru söylemiş.

 

HÂŞÂ ALLAH'I KİM YARATTI?

 

(Deniliyor ki; Allah her şeyi yarattı, (hâşâ) O'nu kim yarattı?)   

Bu soru da çok sorulan sorulardan biridir. Ben bu so­ruyu, Resul-i Ekrem (S.A.V)'in peygamberliğinin bir alâ­meti olarak görüyor ve verdiği gaybî ihbarın tahakkuku karşısında boynumu büküp "Eşhedü enne Muharn-med'er-Resulullah" diyerek şehâdet ediyorum. Evet, Re­sul-i Ekrem (S.A.V) Allah'ın şerefli elçisidir. Kıyamete ka­dar olup bitecek her şeyi, bir televizyon ekranından gö­rüyor gibi seyretmiş ve söylediği her şeyi dosdoğru söy­lemiştir. Daha sonra meydana gelecek hâdiseler hakkın­da verdiği hükümler, söylediği şeyler o kadar isabetlidir ki; yeri geldiği zaman hepsi de aynen doğru çıkmıştır. İş­te, bu da onlardan bir tanesidir. Buyurur ki: (Sahabenin aklından böyle bir şey geçmez) vBir gün gelecek ayağını ayağının üstüne atarak -gurur, kibir, enâniyet içinde ve her meseleyi halletmiş gibi- bunu Allah yarattı, şunu Al­lah yarattı, Allah'ı kimi yarattı?" diyecekler. Ben, bu soru tevcih edildiği zaman kendi kendime düşündüm ve "Eş-hedü enne Muhammed-er Resulullah" dedim. Nasıl da görmüşsün ve nasıl da doğru söylüyorsun!... Şu, nefisle­ri ve enâniyetleri firavunlaşan, sebeplere ulühiyet isnad eden ve her şeyi sebepler içinde izaha kalkışan insanların idraksizliğini, düşünce sefaletini bundan daha güzel ifade mümkün olamazdı...

Asıl meseleye gelince, bu da, inkarcıların ortaya attık­ları sorulardan biridir. Çok defa, körpe dimağlar, bu tür­lü soruların altında kalır ve ezilirler. Evet, onlar, namüte-nahiliği anlayamaz; sebeplerin zincirleme uzayıp git­mesini ve böyle bir aldatmacanın bir şey ifade edip et­memesini katiyen değerlendiremezler.

Bundan ötürü tereddüde düşer de, zanneder ki; Allah da bir sebeptir; tıpkı herhangi bir sebep gibi... Ve Allah'ı, meydana getiren bir sebep vardır ki, Allah, ona göre müsebbibdir (sonuçtur). Bu, bir yanlış kanaatin netice­sidir. Ve temelinde de Yaratanın bilinmemesi vardır. Al­lah, müsebbib-ül-esbâbdır ve varlığının evveli yoktur.

Bugüne kadar kelâmcilar, sebeplerin, böyle zincirleme devam edip gidemeyeceğini belli usullerle ortaya koyarak "Müsebbib'ül-esbâb" olan Allah'ın varlığını is­pata çalışmışlardır. Onların, bu husustaki düşüncelerinin hülasasını, bir iki misalle anlatmakta fâide mülâhaza ediyoruz. Kelâmcılar derler ki: Sebeplerin zincirleme (teselsül) devam edip gideceğini düşünmek, o sebeplerin mahiyetini bilmemenin ve Yaratıcıdan gaflet etmenin ifadesidir. Evet, eşyanın sonsuzdan beri süregelen bir Dun » fikir kısım sebepler zincirinden ibaret olduğuna ihtimal ver­mek doğru değildir. Böyle bir şeyi mümkün görüp ih­timal vermek sırf bir aldanmişhktır. Meselâ: Yeryüzünün yeşermesi, hava, su ve güneşe bağlı olsun; hava, su güneş de bir kısım madde parçacıklarına; Oksijen, hidrojen, karbon, azot... vs. gibi... Bu madde parçaları da daha küçüklere ve onlar da kendilerinden küçüklere... Bunun böyle uzayıp gitmesine ihtimal vermek ve eşyanın bu yolla izah edileceğine inanmak bir aldanma ve mugalâ­tadır. Hele, bir yerde, bunun karşısına anti-madde, anti-atomla çıkılıyor ve metafizik fiziğe galebe çalıyorsa... Ve hele, ilk ve son bütün sebepler fevkalâde ahenk içinde birer kanun, birer memur gibi hareket ediyorlarsa!..

Evet, "Şu şundan, şu şundan, şu da şundan... " demek, herhangi bir meseleyi halletmesi şöyle dursun, bilakis, her şeyi içinden çıkılmaz hâle getirmektedir. Zira böyle bir meseleyi mümkün görmek, tıpkı "Yumurta tavuktan, tavuk yumurtadan "... düşüncesinin ilelebet sürüp gideceğine ihtimal verme gibi bir safsataya benzer ki; bunlardan tavuk veya yumurtayı, Kudreti Sonsuz, Ezelî bir Zata vereceğimiz ana kadar, iddialar hep mesnetsiz sayılır. Aksine, bunlar varlığı kendinden olan Yüce Yaratıcıya isnâd edilince mesele birden aydınlığa kavuşur. Ondan sonra, tek bir hücre olarak yumurtanın yaratılmış olması veya kendi neslini devam ettirmek için tavuğun yaratılmış bulunması ve yumurtanın ondan çık­ması arasında fark yoktur.

Bunu böyle kabul etmeyip de "o ondan, o da ondan "... Demekle hiçbir şeye aydınlık getirilemeyeceği gibi, cevaplandırılan her soruyla beraber birkaç tane de istif­ham ortaya çıkacaktır. Meselâ: Yağmur, buluta bağlı, bulut, zait-nakıs (artı-eksi) habbeciklere, onlar buharlaş­ma hâdisesine. O da suların mevcudiyetine ve nihayet o da suyu meydana getiren unsurlara... Böylece sebepler zinciri, belki birkaç adım daha ilerleyerek devam eder durur; ama durduğu yerde yine "şöyle de olabilir, böyle de" diyerek insan kendini faraziyelerin kucağında his­seder ve onlarla tatmin olmaya çalışır. Bu ise, fevkalâde bir nizam; bir ahenk ve birbiriyle münasebet içinde, bir hikmet eliyle meydana geldiği sezilen bütün eşyayı çocuk hezeyanlarıyla izah etmeye yeltenmekten başka, bir de ilimlerin ufkunu ve hedefini karartmak demektir. Oysaki her netice için mutlaka makul bir sebebe ihtiyaç vardır. Gayr-i makul ve gayr-i mantıkî sebeplerin uzayıp gitmesi, uzayıp gitmenin kerameti olarak makul hâle geleceğini düşünmek, imkânsızı mümkün görmek gibi bir hezeyandır.

Şimdi bir misalle bu hususu aydınlatmaya çalışalım. Meselâ: Ben, arka ayakları olmayan bir sandalye üzerin­de oturuyorum. Sandalye, düşmemesi için, kendisi gibi bir diğer sandalyeye dayandırılmış, o da bir başkasına... İlâ nihâye devam edip gidiyor. Bu hâl, zaman ve mekân­lara sığmayan rakamlarla sürüp gitse de, arka ayaklan olan ve yere tam oturan bir mesnede dayandırılmadıktan sonra, işi zincirleme uzatıp durmak, sandalyeye arka ayak olamayacaktır.

Bir başka numune, meselâ: Önümüzde bir sıfır ol­duğunu düşünelim. Bu sıfır, solundaki bir rakamla omuz omuza gelmedikten sonra, mücerret sıfırların çoğaltıl­ması katiyen ona bir değer kazandırmayacaktır. Trilyon defa trilyon sıfırlar art arda sıralansa dahi, kıymet yine sıfır olacaktır. Ne vakit soluna bir rakam konulacak, işte o zaman sıfır da solundaki rakama göre bir kıymet alacaktır. Bü, şunu ifade etmektedir: Bir şeyin müstakilen varlığı yok ye kendi kendine kaim değilse, kendisi gibi muhtaçların ona varlık bahşetmelerine ve esas ol­malarına imkân yoktur. Hep aynı şeye muhtaç ve aynı hususta aciz olanların bir araya gelmesi, ihtiyacı çoğalt­ma ve aczi arttırmadan başka bir işe yaramaz. Kaldı ki -muhal farz- sebeplerin müdahalesi kajbul edilse bile, fiziğin sarsılmaz kanunlarından "tenâsüb-ü illiyet" pren­sibine göre, sebeple netice arasında makul bir münase­betin bulunması şarttır. Buna göre, meselâ; yer kürenin hayata müsait hâle gelmesinden, insanın düşünür bir varlık olmasına kadar, her şeye bir sebep bulmak, hem de makul ve o neticeyi hâsıl etmeye gücü yetebilecek bir sebep bulmak lâzım gelir.

Oysa ki, küre-i arzın hâlihazırdaki durumundan; yani, hızı, güneşe olan mesafesi, atmosfer tabakası, periyodiği, hikmetli meyli; atmosferi teşkil eden gazların ihtiva ettiği maslahatlar., gibi hususlardan tutun da, onun toprak ve nebat örtüsüne; denizlere ve onlarda cereyan eden esrar­lı kanunlara, rüzgârlar ve onların yüklendikleri vaz­ifelere kadar binlerce, yüz binlerce hâdise, öyle bir ahenk içinde cereyan etmektedir ki; bütün bunları kor-sağır sebeplere ve serseri tesadüflere havale etmek, aklın ken­di kendini nakz etmesi ve çürütmesi demektir.

Vakıa, bu hususta, kelâmcıların "devir ve teselsül" yoluyla bütün sebepleri kesip biçtikten sonra, işi müseb-bib'ül esbâb olan Allah'a ulaştırıp sonra da her şeye "mümküıV'ü! vücûd' demelerine karşılık, bütün sebep­lerin, bütün illetlerin gidip O'na dayandığı zata "Vâcib-ül-vücûd" diyerek tevhide menfezler açmışlar ise de, on­ların elde ettikleri ne-ticeyi daha selâmetli bir yolda elde etmek de mümkündür. Evet, yüce Yaratıcının her eserin­de kendine ait mühürlerin, sikkelerin bulunması, O'nun varlığına bir değil, binlerce delillerdir. Bilimlerin, kâi­natın sırlarına ışık tutmaya başladığı günümüzde, her fen kendine has diliyle O'nun varlığını ilân etmekte ve O'nu haykırmaktadır.

Bu mevzuda pek çok kimsenin yazdığı çok kıymetli eserlerle iktifa ederek sadede dönüyorum.

Evet, her şey sonradan var olmuştur. Var edense Al­lah'tır. Alİah, Allah olduğu için, yaratılmamıştır. Yaratılan her şey mahlûk ve muhtaçtır. O ise, varlığı ken­dinden ve kimseye muhtaç olmayan bir Ganiyy-i ale'l-ıt-lak'tır. Her şey gidip O'na dayanmakta, bütün karanlıklar izah edilemeyecek gibi görünen şeyler, O'nunla aydınlığa kavuşmaktadır. Var eden O, varlığı sürdüren O, çeken O, iten O ve bir hedefe götüren de O'dur. Artık, O'ndan öte bir şey yoktur ki, O'na da bir sebep aransın!..

Bunu   da   yine   bir-iki   basit   misalle   izah   etmeye çalışalım: Meselâ; Vücudumu ayaklarım taşıyor, ayaklarımı da zemin. Artık böyle makul bir taşıyıcı bulduktan sonra bunun ötesinde yeni sebepler aramaya hiç de gerek yoktur. Hem meselâ: Diyelim ki, trenin en arkadaki vago­nunu onun önündeki hareket ettiriyor; onu da bir diğeri; onu da bir başkası; nihayet gelip lokomotife dayanınca; onun için kendine has gücü, kuvveti, yapısı ve işleyişiy­le "kendi kendine hareket ediyor" deriz. Verilen bu misal­ler. Allah'ın yarattığı eşyadan ve aldanmış akılların yeni yeni sebeplerle lokomotif değiştirmeleri mümkün olacak cinsten misallerdir. Ne var ki, durmadan, lokomotif değiştirseler bile, tıkanıp kaldıkları noktaya "işte sebep­lerin bitişi" deyip suratlarına çarpacağız.

Burada zihinleri bulandıran diğer bir nıesele de, sınır­lı düşünen insanoğlunun, ezel mefhumunu kav-rayamayarak, maddeyi ezelî görmesi, daha sonra da, rakamlarla izah edilmeyecek bir geçmiş içinde, hiç ol­mayacak bazı şeylere olabilir ihtimalini vermesidir.

Bir kere ezel gelmiş zamanın sonu değil, o bir zaman­sızlıktır. Zamanlar, katrilyon defa "katrilyon" seneleriyîe, ezel karşısında bir âşire bile olamazlar. Oysaki sebeplerin teselsülünde bir esas olan maddenin bir başlangıcının bulunması bugün hemen herkes tarafından bilinip kabul edilen bir mevzudur. Elektronların hareketi, çekirdek fiziğindeki sır, devamlı radyasyon neşreden güneşteki esrarlı işleyiş ve termodinamik kanununun kâinat çapın­daki geçerliliği, her şeyin bir sonu olacağına dair yıldız­lar cesametinde ve güneşler parlaklığında bin bir mesajdır. Sonu olan her şeyin bir başlangıcının bulunması ise, üzerinde münakaşa yapılmayacak kadar açık ve bedihîdir.

Binaenaleyh her şey, başlangıçta varlığa mazhariyetiy-le, Yaratandan bahsettiği gibi, sönüp gitmesiyle de O'nun evvel ve ahiri olmadığına delâlet etmektedir. Zira başlan­gıcı olanın bir gün sonunun geleceği tabiî olduğu gibi, evveli olmayanın, ahiri olmayacağı da zarurîdir. Onun içindir ki bizler madde ve maddeden meydana gelen her şeye, bugün var olsa dahi, yarın yok olacağı nazariyle bakmaktayız. Ancak, kâinatların tedrici olarak eriyip git­mesi, maddenin yavaş yavaş tükenmesi, çoklarım al­databilecek mahiyette ve oldukça ahestedir. Ne var ki, yavaş da olsa, uzun bir geçmişten bu yana gelişip geniş­leyen dünyalar bir gün büzülecekler mutlaka silinip gideceklerdir. Evet, madde bugün var ise de, bir kısım pozitif neticelerin ışığı altında, başkalaşmaya doğru git­tiğinden kimsenin kuşkusu yoktur. Şimdi bunu size, yine bir tren misaliyle anlatmaya çalışalım:

Farz ediniz ki, izmir'den kalkan bir tren, "50-55" km. Ötede bulunan Turgutlu istikametine hareket etti. Hareket esnasında trenin hızı saatte "55" km.dir. Buna göre, trenimiz bu mesafeyi ancak bir saatte alabilecektir. Bu hızla yarım saat kadar giden tren, yolun geriye kalan kısmında hızını tam yarıya düşürür. Buna göre, yolun henüz kat edilmedik "27,5" km.lik mesafesi kalmıştır ki, hızını yarıya düşüren tren bu 27,5 km'nin ancak yansını, yarım saatte alabilecektir. Bu tempoyla hareket eden tren yarım saat gittikten sonra yine hızını yarıya indirdiğini düşünelim; geriye kalan kısmın yansını da yarım saatte kat edebilecektir. Böylece her yarım saatte bir hızım yarıya düşüren tren, âdeta hiç bir zaman Turgutlu'ya ulaşamayacaktır: Aslında mesafeler bitecek ve varılması gerekli olan yere mutlaka varılacaktır. Ancak, bu tempo ile hareket edildiği sürece, insan hiçbir zaman oraya varamayacağını zannedecektir.

Bunun gibi, madde de bir çözülme ve inhilâle doğru gitmektedir. Bu birkaç milyon sene sonra dahi olsa mut­laka tahakkuk edecektir. Ve varlığı kendinden olanın dışında her şey fena ve zeval bulup gidecek, sadece O kalacaktır.

Netice, Allah bizzat var ve her şeyin yaratıcısıdır. O'na yaratılmışlık isnadı, yaratıcıyı yaratılandan ayıramama gibi bir düşünce sefaletidir. Bu türlü ürpertici bir tasav­vuru ortaya atan zavallı münkirler, akıllı görüneyim der­ken, akılla nasıl bir tenakuza düştüklerinin farkında bile değillerdir. Evet, bugün artık, birinin kalkıp maddeye, ezeîiyet kesip biçmesi ve Zat-ı Ulûhiyeti inkâr etmesi ol­dukça garip ve garip olduğu kadar da bağnazca bir id­diadır.

Ne var ki, eşya ve hâdiselere gerektiği gibi nüfuz ede­meyen bir kısım materyalistler, maddenin ense köküne inen çözülüp dağılmayı, atomun karşısına dikilen tükenişi, mana ve neticeleriyle sezip idrak edecekleri güne kadar düşüncelerinde hakikatsiz, beyanlarında yalancı olmalarına rağmen bir kısım safderun kimseleri aldatmaya devam edeceklerdir.

İşin doğrusunu, ilmi bütün eşyayı ihata eden Zât-ı Uluhiyet bilir.{İkra İslam Ansiklopedisinden)

 

"ALLAH GÖKLERDEDİR" DEMEK CAİZ MİDİR?

 

Cenab-ı Alİah ezeli olduğu ve mücessem olmadığı için, hadis olan gökte olması mümkün değildir. Cenab-ı Allah mekân ve yönden münezzehtir. Mekân ve yön olmadan O var idi.

Bunun için mekân ve yön şaibesini veren ayet ve hadis­leri te'vil etmek gerekir.

Allah'a mekân ve yön ispat eden kimsenin kâfir olup ol­madığı hususunda ihtilaf vardır. Âlimlerin çoğu kafir ol­madığına hükmediyorlar (el-Fetava'l Hadisiyye). Çünkü mesela, "er-Rahmanü alel arşi's-teva" gibi ayetlerin zahiri, bu manayı ifade ediyor. Hatta Şa'bi, İbnü'I Müeyyeb ve Süf-yan gibi zevatlar da "te'vil etmeden bu tip ayet ve hadislere iman etmek gerekir" diyorlar(İslam Fıkhı Ansiklopedisi)

 

Sonsöz

 

Allah'ın varlık delillerine dair piyasada bir hayli kitap var. Eğer aynı türden bir kitabı biz de çıkarırsak bu şüphe­siz ya gereksiz'bir çaba ya gösteriş ya da nafile türünden bir iş olurdu. Orijinal söylemi ya da kendine ait olmasa da güzel bir rivayet sistemi oluşturmayanların kitap yazması sanırım iyi olmasa gerektir. Bu açıdan hem güzel ve farklı olacağını düşündüğümüz bir dirayet, hem el altında rahat bakılabilecek zahmetsiz bir rivayet sistematiği ve de kelam ilminin bir kısmına dair kuşatıcı bir çalışma sunmaya çalış­tık. Konunun çok zor ve tehlikeli olduğu malumunuzdur. İlmimizin azlığını, konulan iyi sistematikleştiremediğimizi görüyor, diğer bazı eksikliklerimizin de tarafınızdan mazur görülmesini istiyoruz. Hatalarımızın (varsa eğer } düzeltil­mesi gerektiğine inanıyor, görüş ve eleştirilerinize açık olduğumuzu belirtiyoruz.

Bu kadar çok delil oluşturmakta ve bulmaktaki amaç el­bette rıza-i ilahi olmalıdır. Ama bunun haricinde bir amacı­mız vardır ki o da şudur: Bu konuda yani Allah'ın varlığı konusunda en fazla delili bulmak ve karışık bilgileri topla­yıp yararlı olmaktır. Bu bahiste en fazla delili bulmak çaba­sı, bir şeref ve onurdur. Asıl onur ve şeref elbette Allah'a ve Resulüne aittir. Tembihimiz şudur ki "Hiç kimse imamnı beğenmesin, imanım yeter ve tam düzgün demesin."

Ya Rabbil Seni yanlış tarif etmekten yine sana sığınırız. Bizİ ve tüm inananları bağışla. Şüphesiz Sen, bağışlamayı seversin. Sözün başı gibi sonu da Allah'a hamd etmektir.