ÇEVİRENİN
ÖNSÖZÜ
Giriş
Hamd, ancak Allah içindir. O’na hamdeder, O’ndan
yardım ve bağışlanma dileriz. Nefislerimizin şerrinden, amellerimizin kötülüğünden
O’na sığınırız. Allah kimi hidâyete erdirirse onu saptıracak yoktur, kimi de
saptırırsa onu hidâyete erdirecek yoktur.
Tek olan ve hiçbir ortağı bulunmayan Allah’tan
başka ilah olmadığına şehâdet ederim. Ve şehâdet ederim ki, Muhammed O’nun kulu
ve Rasûlü’dür.
“Ey iman
edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can
verin.” (Âl-i İmrân, 102)
“Ey
insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar
üretip yayan Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte
bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riâyetsizlikten de sakının. Şüphesiz
Allah sizin üzerinize gözetleyicidir.” (Nisa, 1)
“Ey iman
edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin. Ki Allah işlerinizi düzeltsin
ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah ve Rasûlü’ne itaat ederse büyük bir
kurtuluşa ermiş olur.” (Ahzâb, 70-71)1
Bundan sonra:
Muhakkak
ki, sözlerin en doğrusu Allah’ın Kelâm’ı, yolların en hayırlısı Muhammed
-sallallâhu aleyhi ve sellem-’in yoludur. İşlerin en kötüsü ise sonradan
uydurulanlarıdır. Sonradan uydurulup dine sokulan her iş bir bid’at ve her
bid’at bir sapıklıktır. Her sapıklık ta ateştedir.2
Azîz ve Rahîm olan Allah rahmeti gereği, kendini
tanıtan, kendine davet edip çağıran, kendilerine icâbet edenlere müjde veren ve
kendilerine muhalefet edenleri uyaran peygamberler yollamış, o peygamberlerin
davetinin anahtarını ve peygamberliklerinin özünü kendisine ibadet (kulluk)
edilen Allah Sübhâne’yi isimleri, sıfatları ve fiilleriyle bilip tanımak kılmıştır.
Öyle ki peygamberliğin gereklerinin hepsi, başından sonuna kadar bu bilgi
üzerine kuruludur.3
İşte bu peygamberlerin en sonuncusu ve efendisi
olan Hz. Muhammed -sallallâhu aleyhi ve
sellem- bir hadisinde imanı “Allah’a,
meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve hayrı ve şerriyle
kadere inanmak” 4 şeklinde tarif etmiş, Kur’ân’ın muhtelif
surelerinde, aynı iman esaslarını ortaya koyan pek çok ayet yer almıştır.
Hadiste de görüldüğü gibi Allah, bütün varlık ve fiillerin yaradanı olduğu
için, iman esaslarının başında, iman her şeyden önce O’na tahsis edilmiş, bununla
beraber, O’nun öz ve hakîkati, ne Kur’ân âyetiyle ne de Peygamberi diliyle
insanlara bildirilmemiştir. Çünkü insan idraki, O’nun öz ve hakîkatini
anlamaktan âcizdir; O, idrakin çok üstündedir. “Akılların tek başına Allah’ı,
isimleri, sıfatları ve fiilleriyle ayrıntılı bir şekilde bilip kavraması imkansızdır.”5
Allah-u Teâlâ kendi öz ve hakîkatini bildirmiş
olmamakla beraber, kendisine bazı isim ve sıfatlar izâfe etmiş, önce bir ve tek
olduğunu, fiillerinde hiçbir ortağı bulunmadığını, ilim, kudret ve irade sâhibi
olduğunu bildirmiş, sonra da bütün eksikliklerden tenzîh edilmesini emretmiştir.
O’nun, bir taraftan kendisine mahlûkâtın sâhip
olduğu ilim, kudret, irade, görme, işitme, konuşma, el, yüz, göz vb. gibi bazı
isim ve sıfatları izâfe etmesi, diğer taraftan her türlü eksikliklerden
tenzîhini emretmesi, bu konularda gelen ayet ve hadislerin müslümanlar arasında
çeşitli yönlerden anlaşılmasına yol açmış ve gruplaşmalar, isbat ve tenzîhin
ifrat derecesine varan uçları üzerinde teşekkül ederken, bu iki zıt kutup arasında
da Kitap ve Sünnet’e dayanan akâidin korunmasını üzerine alan Ehl-i Sünnet
âlimleri orta yolu muhafaza etmişlerdir.
Zıt kutuplarda teşekkül eden bu gruplardan
Cehmiyye-Mu’tezile, tenzîhte ifrata (aşırı) giderek, Allah-u Teâlâ’yı mahlûkattan
herhangi bir şeye benzetmek endişesiyle bütün sıfatları, hatta bir kısmı daha
da ileri giderek isimleri O’ndan nefyetmişler, bu konuda gelen ayetlere te’vîl
yolu ile değişik anlamlar vermişler, hadisleri ise reddetmişlerdir. Bunların
karşısında yer alan Müşebbihe-Mücessime gibi diğer gruplar ise, el, yüz, göz ve
buna benzer isim ve sıfatlardan bahseden ayet ve hadislere dayanarak Allah-u
Teâlâ’yı, eli, yüzü, gözü ve çeşitli sıfatları olan mahlûkâta benzetmişler ve
ispatta ifrata gitmişlerdir. Bu sûretle gruplar arasında başlayan mücâdele,
“kelâm” adı altında gün be gün şiddetini artırmış, müslümanların birliğini
bozmuş, akâidinde derin yaralar açmıştır.
Aslında Hz. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- daha hayattayken ümmeti arasında bu
tür kamplaşma ve gruplaşmaların baş göstereceğini haber vermiştir. Nitekim O şöyle
buyurmuştur: “Yahûdiler 71 fırkaya, Hıristiyanlar
da 72 fırkaya ayrıldılar. Ümmetim ise 73 fırkaya ayrılacaktır. Onlardan sadece
biri dışında hepsi ateştedir.” 1 İbnu’l-Cevzî (öl.597 h.) bu
hadisi açıklarken şöyle demiştir: “Biz fırkalara ayrılmanın ne olduğunu da, bu
fırkaların asılları olan fırkaları da biliyoruz. Şöyle ki, bu fırkalardan her
bir grup kendi içinde fırkalara ayrılmıştır. Velev ki biz bu fırkaların
isimlerini ve görüşlerini tam olarak bilmesek bile. Bizim için fırkaların asıllarından şunlar kesin olarak ortaya çıkmıştır:
Harûriyye (Hâricîler), Kaderiyye, Cehmiyye (Mu’tezile), Mürcie, Râfıza ve
Cebriyye. İlim ehlinin bir kısmı da şöyle demiştir: Sapık fırkaların aslı bu altı
fırkadır. Bu fırkalardan her biri de kendi içinde 12 fırkaya ayrılmıştır.
Böylece toplam 72 fırka olmuşlardır.”2
Ümmet arasındaki bütün bu kamplaşma ve gruplaşmalar
yanında Hz. Peygamber -sallallâhu aleyhi
ve sellem- “ümmetinden hak üzere, aşağılayıp
horlayanın veya karşı çıkanın onlara zarar veremeyeceği bir topluluğun, hiç değişmeden
Allah’ın emri gelinceye kadar var olmaya devam edeceğini” 3
bildirmiş, bir rivâyette bu topluluğun “cemâat”
1, diğer bir rivâyette ise “bugün
benim ve ashâbımın üzerinde bulunduğumuz yolun aynısı üzerinde olanlar” 2
olduğunu belirtmiştir.
İşte bütün bu hadisler bizlere, cehennem ateşinden
kurtulmuş toplumun, orta yolu benimsemiş Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat olduğunu açıkça
göstermektedir. Çünkü onlar Allah-u Teâlâ’nın öz ve hakîkatine taalluk eden
meselelerle ilgili olarak çıkan bu ihtilaflarda orta yolu benimsemişler, Kitap
ve Sünnet’in bildirdiği iman esasları dışında herhangi bir inanca yönelmemişler,
insan için lüzumlu her şeyin bu iki kaynakta beyan edildiğine, beyan edilmeyen
herhangi bir husus varsa, bunun akıl yolu ile idrak edilemiyeceğine ve ileri
sürülecek her görüşün Allah-u Teâlâ hakkında zan ve tahminden ileri geçmiyeceğine
inanmışlardır. Çünkü onlar Kitap ve Sünnet’e dayanmanın akılları sapıklıktan,
nefisleri eğrilikten, kalpleri de doğru yoldan sapmaktan koruyacağını bilmişlerdir.
Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye (öl.728h.) bu konuda şunları söyler: “Ehl-i Sünnet
âlimleri bu yüzden ‘sünnete sarılmak kurtuluştur’ diyorlardı. Allah kendisine
rahmet etsin Mâlik (öl.179h.) der ki: ‘Sünnet Nûh’un gemisi gibidir, binen
kurtulur, arkada kalan helak olur’. İşte hak budur. Çünkü Nûh’un gemisine
peygamberleri tasdik eden ve onlara tâbi olanlar binmişti. Ona binmeyenler ise
peygamberleri yalanlamışlardı. Sünnet’e tâbi olmak demek Allah katından gelen
risâlete tâbi olmak demektir. Dolayısıyla risâlete tâbi olan, maddesi ve mânâsıyla
Nûh’la beraber gemiye binen kimse durumundadır. Risâlete tâbi olmaktan ayrılan
kimse de Nûh aleyhi’s-selâm’a tâbi olmaktan ve Onunla beraber gemiye binmekten
kaçınan kişi durumundadır.”3
Ehl-i Sünnet inancı, insan idrakinin kuvvet ve
kudretinin sınırlı olduğunu kabul ile, Allah-u Teâlâ’nın emirleriyle amel etmek
ve kendi mutluluğuna neden olan inanç ve akâidini korumak esası üzerine kurulmuştur.
Onlar bu görüşleriyle aklı ve onun idrak kudretini küçültmüş değillerdir.
Nitekim Hz. Peygamber -sallallâhu aleyhi
ve sellem- bir hadisinde “Hâkim
hükmedeceği zaman ictihad ederde sonra ictihadında isabet ederse kendisine iki
ecir vardır. Yine hükmedeceği vakit ictihadda bulunur, (fakat ictihadında) yanılırsa
ona da bir ecir vardır” 4 diyerek fıkıh bablarına taalluk eden
meselelerde aklın kullanılabileceğini, doğru kullanıldığı takdirde onda yalan
ve yanlışlık olmadığını belirtmiş oluyordu. Ehl-i Sünnet âlimleri bu meselelerde
aklı büyük bir güvenle kullanmışlar, ihtilâfa düşmekten ve şer’î ölçülerde
birbirleriyle tartışmaya girmekten korkmamışlardır. Fakat Allah-u Teâlâ’nın
birliği, âhiret, peygamberlik, ilâhî isim ve sıfatlar, kısaca Allah’ın öz ve
hakîkatine taalluk eden meseleleri akılla ölçmek tamahına kapılmamışlardır.
Sarrafın altın ölçmek için kullandığı âletle dağları ölçmeye kalkışmadığı gibi,
onlar da aklı, Allah-u Teâlâ’nın özünü ölçmek için kullanmamışlar, onun da bir
sınırı olduğunu ve bu sınırın ötesine geçilemeyeceğini kabul etmişlerdir. Aklın,
kullanılması gereken meseleler dışında kullanılmasının yanlış neticeler doğuracağı
bir gerçektir. Nitekim kelâmcılar, Allah-u Teâlâ’nın öz ve hakîkati ile ilgili
nakli terkederek akla itimad etmişler ve hatalı neticelere varmışlardır.
Sonradan üzerinde durdukları meselelerle ilgili nakli te’vîl ve tahrîf
etmeleri, onları, ulaşmış oldukları neticelere uydurmak arzu ve gayretlerinden
başka bir şey değildir. Bu sebepledir ki, aklın yanlış istikâmette bir ölçü
olarak kullanılması neticesinde “kelâm” adı altında teşekkül eden ilim, Ehl-i
Sünnet âlimleri nazarında zemme (kınama ve yermeye) lâyık bir bid’at olmuş,
taraftarları da, en az uğraştıkları bu ilim kadar mezmûm ve merdûd sayılmıştır.
Allah’ın İsim
ve Sıfatlarını Bilmenin Önemi
Muhakkak Allah’ın isim ve sıfatlarını bilmek,
mânâsını iyice anlamak, gereğiyle amel etmek ve onlarla Allah’a dua edip O’ndan
istemek, kulların kalplerinde; yaratıcıyı yüceltme, O’nu takdîs ederek her
türlü eksiklik ve kusurdan tenzîh etme ve O’nu sevme, O’nu umut edip arzulama
ve O’ndan korkma, O’na tevekkül etme (dayanma) ve O’na dönme hasletlerini oluşturur.
Öyle ki yaratıcı onların kalplerinde, ne zâtında ne de sıfatlarında hiçbir ortağı
bulunmayan en yüce örnek olur. Hiç kimsenin, onların kalplerindeki bu yer gibi
bir yeri yoktur. İşte böylece kul kalbî tevhidi gerçekleştirmiş olur. Yine
böylece Allah için kulluk gerçekleşmiş, kalpler O’nun büyüklüğüne boyun eğmiş
ve nefisler O’nun azametinden durulmuş olur.1
İlimlerin en faziletlisi dînî ilimler olunca,
bizim Allah’ı bilip tanımamızı sağlayan ilim, doğal olarak kendi dışındaki dînî
ilimlerin en faziletlisi olmaktadır. Çünkü bu ilim bize Allah Azze ve Celle’yi
tanıtmakta ve O’nun hakkında bilgi sâhibi olmamızı sağlamaktadır. “Üstelik kalplerin
hayat bulmasının, nimet ve huzura kavuşmasının tek yolu, Rabbi, ma’bûdu ve
yaradanını isimleri, sıfatları ve fiilleriyle bilip tanımasıdır.”1
İşte bu noktadan hareketle tevhidin iki
rüknünden biri sayılan İsim ve Sıfat Tevhidini bilip tanımamız bizim için kaçınılmaz
bir gerek olmaktadır.2 Çünkü peygamberlerin getirdiği tevhid iki çeşittir:
İlimde ve i’tikâdda tevhid, irâde ve kasıtta (amaçta) tevhid. Bunlardan ilkine,
haber verme ve marifetle (bilgi) olan ilgi ve alâkası nedeniyle ilmî tevhid,
ikincisine kasıt ve iradeyle olan ilgi ve alâkası nedeniyle de kasdî-irâdî
tevhid adı verilir. Tevhidin ilk çeşidi olan ilmî tevhidin dayanağı, âlemlerin
Rabbi Allah’a âit kemâl (olgunluk) sıfatlarını ispat etmek, O’ndan teşbîh ve
misâli nefyetmek ve O’nu bütün kusur ve eksikliklerden tenzîh etmektir.3
Bir İftira
ve Cevabı
Son zamanlarda ülkemizde sünnet düşmanlığını
körükleyen bazı grupların bu konudaki bâtıl çaba ve gayretlerini i’tikâdî alana
kaydırma eğilimi içine girdiklerini ne yazık ki müşâhede etmekteyiz. Bunlar
Muhammed Zâhid el-Kevserî (öl.1371/1952) gibi bazı son dönem ilim adamlarını
kendilerine örnek almışlardır. Hatta bunlardan bazıları, başta İmam Ahmed
(öl.241h.) olmak üzere Yahyâ b. Maîn (öl.233h.) ve İshâk b. Râhûye (öl.238h.)
gibi pek çok Ehl-i Sünnet âlimini Haşevîlikle4 itham ederek onlara
insafsızca iftira etmişlerdir.5 Aslında onların özellikle İmam
Ahmed’i hedef tahtası haline getirmelerinin nedeni, O’nun sünnete olan sıkı bağlılığı
ve Halku’l-Kur’ân olayında Mu’tezile ve Cehmiyye’ye karşı gösterdiği o üstün ve
erişilmez mücâdeleci ruhtur. Allah O’ndan ve diğer bütün Ehl-i Sünnet
ve’l-Cemâat âlimlerinden râzı olsun (Âmîn). Şurası muhakkak ki, onlar bu
hususta hocaları Muhammed Zâhid el-Kevserî’nin yolunu izlemişlerdir. Nitekim
Kevserî, Ehl-i Sünnet imamlarını putçuluk, küfür ve şirkle itham ederek onlara
“putçular”, “putperestler”, “kökleri putperestlere uzanan Haşevîler”,
“putperestlik çığırtkanları”, “tecsîm ve putçuluk hastalığına yakalanmış
hastalar”, “ümmeti putperestlik çığırtkanlarından sakındırma” gibi asla
haketmedikleri aşağılayıcı kötü lakaplar takmıştır.1 Bazen de onları
câhillik, ahmaklık ve akıl ve din kıtlığıyla niteleyerek onlara “rezil câhil
topluluk”, ”zelil ve alçak topluluk”, “kendilerine selefî diyenler”,
“mezhepsizler”, “hiçbir şeyden anlamayan câhiller”, “aklı kıt Haşevîler”, “aklı
kıt bunaklar”, “gâfiller”, “câhiller”, “cehâletinde ısrar eden câhille hakka
karşı inatçı olan âlimler arasında olanlar”, “aklı evveller”, “anlayış ve akıl
olmadan aklında ve dininde isâbet (yara) alanlar”, “anlayış kıtlığına din kıtlığı
katanlar”, “akıllıların delileri”, “Allah’ın yarattıklarının, hâdiselere
basîret ve nazarla bakmaktan en uzak olanları”, “akılsız ayak takımı” gibi
gerçekle yakından uzaktan hiçbir ilgisi olmayan kötü lakaplar takmıştır.2
Biz gerek Kevserî’ye gerekse O’nun izinden giderek Ehl-i Sünnet imamlarına bu
tür itham ve iftiralarda bulunan sünnet düşmanlarına, halen üzerinde çalıştığımız
İşte Gerçek Haşevîler adlı kitabımızda cevap vereceğiz inşaallah. Ancak burada
birkaç söz söylemeden geçemeyeceğim:
Evet kendilerini islama nispet eden gruplar
içinde teşbîh ve temsîl fikrini hararetle savunanlar olmuştur. Kaynaklar teşbîhin
ilk ortaya çıkışının Râfızîler’in aşırılarından kaynaklandığında hem fikirdir.
Söylenildiğine göre Allah’ın cisim olduğunu söyleyen ilk kişi Râfızî Hişâm b.
el-Hakem3 (öl.190h.)’dir. Daha sonra bu hastalık Hişâm’ın
taraftarları tarafından müslümanlar arasında yayılmaya başlamıştır. Biz, Müşebbihe
hakkında daha geniş bilgiyi 306 nolu dipnotta verdiğimizden burada bunları
tekrarlamaya gerek görmüyoruz. İsteyenler oradan bakabilirler.
Şurası bir gerçektir ki, mâlesef gerek Ehl-i
Hadîs’ten gerekse mezhep imamları Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfiî ve Ahmed’e tâbi
olanlar arasında teşbîh hastalığından nasibini alanlar çıkmıştır. Ancak bunların
sayısı hem çok azdır, hem de bizzat Ehl-i Hadîs ve dört mezhep imamı tarafından
kendilerine gereken cevap süratle verilmiştir. Birkaç kendini bilmez yüzünden
bütün Ehl-i Sünnet âlimlerini itham altında bırakmak ve onlara iftira atmak
herhalde adaletten olmasa gerek! Allah-u Teâlâ şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta
tutan, adaletle şâhitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi
âdil olmamaya itmesin. Adaletli olun; (zira) bu takvâya daha yakındır.
Allah’tan korkun. Hiç şüphesiz Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdârdır.”
(Mâide, 8)
Zaten Makâlât kitaplarıyla Fırak veya Milel ve
Nihal kitaplarını inceleyenler gerçekte kimlerin Müşebbihe veya Mücessime veya
Mümessile’den olduğunu öğrenirler. Bunlar arasında bu ümmetin üzerinde ittifak
ettiği hiçbir Ehl-i Sünnet âlimi yer almamaktadır. Örneğin Ebu’l-Hasen el-Eş’arî
(öl.330h.) bunlar arasında Hişâm b. el-Hakem (öl.190h.), Hişâm b. Sâlim
el-Cevâlîkî gibi Râfızîleri sayarken1 Ebû Mansûr el-Bağdâdî (öl.429
h.) Müşebbihe’nin yaradanı yaratılmışa benzetenler ve yaratılmışı yaradana
benzetenler olmak üzere iki sınıf olduğunu, ilk sınıfın da kendi içinde Allah’ın
zâtını, yaratılmışların zâtına benzetenler ve Allah’ın sıfatlarını yaratılmışların
sıfatlarına benzetenler olmak üzere iki grup olduğunu söyler. Birinci sınıfın
ilk grubu arasında, Sebeiyye, Beyâniyye, Muğîriyye, Mansûriyye, Hattâbiyye,
Hulûliyye, Hulmâniyye, Mukannaiyye, Azâfira, Hişâmiyye, Dâvûd el-Cevâribî’ye
mensup olan Müşebbihe, İbrâhimiyye, Hâbitıyye, Kerrâmiyye vb. başka kolları
sayar. İkinci grup arasında ise Basra Mu’tezilesi, Kerrâmiyye’nin bir kolu,
ez-Zürâriyye, Râfızîler’in bir bölümü vd. kolları sayar.2 Şehristânî
(öl.548h.) ise bunlar arasında Hişâm b. el-Hakem ve Hişâm b. Sâlim el-Cevâlîkî
gibi Şiîler’in aşırılarından bir cemâatle, Mudar, Kehmes (öl.149h.), Ahmed
el-Huceymî (öl.200h.), Ka’bî (öl.349 h.), Dâvûd el-Cevâribî ve başkaları gibi
Haşevî Ehl-i Hadîs’ten bir cemâati sayar.3 Fahreddîn er-Râzî (öl.
606h.) ise bunlar arasında Hişâm b. el-Hakem’e tâbi olan Hakemiyye, Hişâm b.
Sâlim el-Cevâlîkî er-Râfızî’ye tâbi olan Cevâlîkıyye, Yûnus b. Abdurrahmân
el-Kummî’ye (öl.208 h.) tâbi olan Yûnusiyye, Şeytânu’t-Tâk lakabı4
ile anılan Ebu Ca’fer el-Ahvel’e (Muhammed b. Nu’mân er-Râfızî) tâbi olan Şeytâniyye
ve Dâvûd el-Havârî’ye tâbi olan el-Havâriyye gibi Râfızîler ile akledilebilir şeylerden
nasibi olmayan bazı hadisçileri ve üçüncü bir fırka olarak da Sicistân
yöresinin zâhidlerinden Ebû Abdillah Muhammed b. Kerrâm’a (öl.255 h.) tâbi olanları
sayar.”5
Sonra şunu hatırlatmak gerekir ki, dört mezhep
imamından herhangi birine tâbi olduğunu iddia eden kimsenin bu iddiası tek başına,
onun bu imamlardan birine gerçekten tâbi olduğu sonucunu doğurmaz. Çünkü islam
tarihi boyunca pek çok şahıs ve grup aslında hiç de öyle olmadığı halde
kendilerinin bu imamlardan birine tâbi olduğunu ileri sürerek mensûbiyet iddiasında
bulunmuşlar kısmen de olsa insanları buna inandırmayı başarmışlardır. Şeyhu’l-İslam
İbn Teymiyye bu konuda şunları söyler:
“Söz İmam Eş’arî’nin (öl.330h.) söylediklerine
gelince içlerinde önde gelen bir şeyhleri : ‘Hiç şüphesiz İmam Ahmed (öl.241
h.) hem kadri büyük bir imam hem de İslam imamlarının en büyüklerindendir!
Ancak O’na bir çok bid’at çıkarmış kimseler mensûbiyet iddia etmişlerdir’ dedi.
Dedim ki: Evet bu doğru, ama yalnız İmam Ahmed’e
hâs bir özellik değil. Belki hemen hemen hiçbir imam yok ki, kendisinin
onlardan uzak (ber’î) olduğu topluluklar ona intisab etmiş olmasın. İmam
Mâlik’in (öl.179h.) onlardan uzak olduğu bazı insanlar, kendilerini O’na nispet
etmişlerdir. Şâfiî’nin (öl.204h.) onlardan uzak olduğu bazı insanlar,
kendilerini O’na nispet etmişlerdir. Ebû Hanîfe’nin (öl.150h.) onlardan uzak
olduğu bazı insanlar kendilerini O’na nispet etmişlerdir. Mûsâ aleyhis’s-selâm’ın
onlardan uzak olduğu bazı insanlar, kendilerini O’na nispet etmişlerdir. İsâ
aleyhi’s-selâm’ın onlardan uzak olduğu bazı insanlar, kendilerini O’na nispet
etmişlerdir. Ali b. Ebî Tâlib’in (öl.40h.) onlardan uzak olduğu bazı insanlar,
kendilerini O’na nispet etmişlerdir. Yine Hz. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in onlardan uzak olduğu Karâmita, Bâtıniyye
ve başka fırkalardan nice mülhidler, nice münafıklar kendilerini O’na nispet
etmişlerdir.
O önde gelen şeyh sözleri esnasında ‘Haşeviyye
ve Müşebbihe’den bazı insanlar, kendilerini İmam Ahmed’e nispet etmişlerdir’
veya benzeri bir şey söyledi.
Dedim ki: Müşebbihe ve Mücessime’den olanlar, İmam
Ahmed’in ashâbı dışında diğer mezhep ashâbı arasında İmam Ahmed’in ashâbında
olduğundan daha çoktur. Nitekim şu Kürt boylarının hepsi Şâfiî’dir. Onlarda
olan teşbîh ve tecsîm fikri başka hiçbir insan sınıfında yoktur. Ceylân halkı
içinde Şâfiîler’de vardır, Hanbelîler de. Sonra dedim ki: Halis Hanbelîler’e
gelince onlar arasında, kendilerinden başka mezheplerde olan bu tür fikirlerden
hiçbiri yoktur. (Daha sonra) Mücessimî Kerrâmîler’in hepsi Hanefî’dir diyerek
cevabı tamamladım.”1
İbn Ebi’l-’İzz el-Hanefî (öl.792h.) ise bu
konuyla ilgili olarak, Ebû Hanîfe’nin, “Allah’ın gökte olduğunu inkar eden
kâfir olmuştur” sözünü aktardıktan sonra şöyle demiştir: “Ebû Hanîfe’nin yoluna
(mezhebine) intisâb edenlerden bunu inkar edenlere aldırılmaz. İnandıkları şeylerin
çoğunda Ebû Hanîfe’ye muhâlif olan Mu’tezile ve başka gruplar, kendilerini O’na
nispet etmişlerdir. İnandıkları şeylerin bir kısmında Mâlik, Şâfiî ve Ahmed’e
muhalefet edenler de, kendilerini bazen bu imamlara nispet edebilmişlerdir.”2
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Başta İmam
Ahmed olmak üzere Yahyâ b. Maîn ve İshâk b. Râhûye gibi hadisçilerle Ehl-İ Sünnet’in
diğer âlimlerini Haşevîlik, teşbîh, tecsîm ve temsîlle itham edenlerin asıl
niyeti, bu imamları zan altında bırakmak sûretiyle onların müslümanlar arasındaki
saygınlıklarını azaltmak ve böylece onların inançlarının temelini teşkil eden
hadisleri yok saymaktır. Ancak onların bu niyetlerinin farkına varan âlimler,
onların Ehl-i Sünnet imamları hakkındaki bu itham ve iftiralarını şiddetle
reddetmişler ve bu konuda birçok özlü sözler söylemişlerdir. Bunlardan bazıları
şöyledir:
Şehristânî, İmam Ahmed b. Hanbel, Dâvûd b. Ali
el-Esfehânî (öl. 270h.) ve Selef’ten bir topluluğun, kendilerinden önce gelen
ve hadis ehlinden olan Mâlik b. Enes ve Mukâtil b. Süleymân (öl.150h.) gibi
seleflerinin yolundan nasıl yürüdüklerini uzunca anlattıktan sonra şöyle söylemiştir:
“İşte bu, selâmet (esenlik) yolunun ta kendisidir. Bu yolda hiçbir şekilde teşbîh
yoktur.”1
Fahreddîn er-Râzî de şöyle demiştir: “Şunu bil
ki, Mu’tezile’den bir topluluk İmam Ahmed -Allah-u Teâlâ kendisine rahmet
etsin-, İshâk b. Râhûye ve Yahyâ b. Maîn’e teşbîh nispet ederler ki bu yanlıştır.
Çünkü onlar i’tikâdlarında teşbîh ve ta’tîlden uzaktırlar (münezzehtirler).
Ancak onlar müteşâbih ayetler hakkında konuşmaz, aksine (onlara) iman ettik ve
(onları) tasdik ettik derlerdi. Bununla birlikte onlar Allah-u Teâlâ’nın hiçbir
benzeri olmadığını, hiçbir şeyin de O’na benzemediğini kesin bir dille ifâde
ederlerdi. Bilindiği üzere bu i’tikâd teşbîhten gerçekten çok uzaktır.”2
Şeyh Mer’î b. Yusuf el-Kermî el-Hanbelî
(öl.1033h.) ise şöyle demiştir: “Ne gariptir ki, Hanbelî imamlarımız Selef’in
görüşünü söyleyip kabul ettikleri ve Allah’ı hem Allah’ın kendi nefsini
vasfettiği hem de Rasûlü’nün O’nu vasfettiği şeylerle, tahrîf ve ta’tîle,
tekyîf ve temsîle kaçmadan vasfettikleri halde, dininde ihtiyatlı (tedbirli)
davranmayan birini, onları tecsîm fikrine nispet ederken bulabiliyorsun.
Halbuki imamlarımızın mezhebi (görüşü), Şâfiîler’in mezhebinin (görüşünün)
tersine mücessim olan kişinin kâfir olduğudur. Çünkü Şâfiîler nezdinde
mücessim, kâfir değildir. Buna göre Mücessime’yi tekfîr eden bir topluluk (yâni
Hanbelîler) nasıl olur da tecsîm görüşünü söyler?!”3
Hatta bunlardan bir kısmı sadece imamları teşbîhle
itham etmekle kalmamış peygamberleri bile bu tür kötü lakaplarla itham etmişlerdir.
İbn Teymiyye şöyle demiştir: “Cehmiyye ve Mu’tezile, -yalan ve iftira olarak-
bu güne kadar sıfatlardan bir şeyi ispat edene Müşebbihe adını verirler. Hatta
onlardan öyle aşırı gidenler olmuştur ki, bunlar peygamberleri bile Müşebbihe
olmakla itham ederler. Öyle ki Cehmiyye’nin ileri gelenlerinden Sümâme b. el-Eşres
(öl.213h.) şöyle demektedir:
‘Peygamberlerden üçü Müşebbihe’dendir: Hz. Mûsâ böyledir. Çünkü O: ‘“Bu iş, senin imtihanından başka bir şey değildir.”
(A’râf, 155)’ demiştir. Hz. İsâ da böyledir. Çünkü O: ‘“Sen benim nefsimde olanı bilirsin, halbuki ben senin nefsinde olanı
bilmem” (Mâide, 116)’ demiştir. Yine Hz. Muhammed -sallallâhu aleyhi ve sellem- de böyledir. Çünkü O: ‘“Rabbimiz iner”’ 4 demiştir.
Hatta Mutezile’nin pek çoğu, İmâm Mâlik, Sevrî (öl.161h.), Evzâ’î (öl.157 h.), Şâfiî,
Ahmed ve bunlara tâbi olanlarla, İshâk b. Râhûye, Ebû ‘Ubeyd (öl.224h.) ve başkaları
gibi imamların çoğunu müşebbihe sınıfına sokarlar.
Şâfiî mezhebine mensup Ebû İshâk İbrâhim b.
Osmân b. Dırbâs (öl. 622h.), “Tenzîhu Eimmeti’ş-Şerîa ani’l-Elkâbi’ş-Şenîa” adında
bir eser yazmış, selefin ve diğerlerinin bu konudaki sözlerini ve görüşlerini
nakletmiştir. Yine bu kitabında, müşriklerin Hz. Peygamber’e iftira ürünü
lakaplar taktıkları gibi bid’at ehlinden her bir sınıfın da Ehl-i Sünnet’e
-bozuk görüşleri üzerinde doğru olduklarını ileri sürerek- bu tür iftira ürünü
lakaplar taktıklarını anlatır.”1
Aslında hadis ehline bu tür sözlerle sövmeyi
maharet sayan bu bid’at ehli zındıkların en büyük alâmeti, Ehl-i Sünnet’e Haşeviyye,
Müşebbihe ve Mücessime gibi asla haketmedikleri lakaplar takmalarıdır.
Âlimlerin bu noktaya dikkat çeken sözlerinden birkaçı şöyledir:
İmam Tirmizî (öl. 279h.) “Hiç kimse iyi (helal) bir şeyden sadaka vermiş olmasın ki Rahmân onu
sağ eliyle alıp kabul etmesin. Bu bir hurma bile olsa. Zaten Allah iyiden
(helalden) başkasını da asla kabul etmez” hadisini2 zikrettikten
sonra şöyle demiştir: “İlim ehlinden pek çok kimse bu hadis ve sıfatlarla
ilgili buna benzeyen diğer rivâyetler hakkında ve Allah-u Telâlâ’nın her gece
dünya göğüne inmesi hususunda gelen rivâyetler3 hakkında şöyle demişlerdir:
‘Bu sıfatlar hakkında gelen rivâyetler kesinlikle sâbittir. Bunlara olduğu gibi
inanılır ve haklarında hiçbir vehme düşülmez. Bunların nasıl olduğu konusunda
da hiçbir şey söylenilemez. Bunun gibi Mâlik, Süfyân b. ‘Uyeyne (öl. 198h.) ve
Abdullah b. Mübârek’in (öl. 181h.) bu hadisler hakkında: ‘Onları
nitelendirmeden (olduğu gibi) alıp kabul ediniz’4 dedikleri, rivâyet
edilmiştir. İşte Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’in ilim ehlinin görüşü de böyledir.
Cehmiyye ise bu rivâyetleri inkar ederek ‘bunlar birer teşbîhtir’ demişlerdir.”5
Abdurrahmân b. Ebî Hâtim (öl. 327h.) ise babası
Ebû Hâtim er-Râzî’nin (öl. 277h.) şöyle dediğini nakleder: “Ehl-i Eser’e söven
bid’at ehlinin alâmetiyle zındıkların alâmeti, Ehl-i Sünnet’e Haşeviyye ismini
takmalarıdır ki, onlar bununla eserleri (hadisleri) ortadan kaldırmak
istemektedirler. Cehmiyye’nin alâmeti ise Ehl-i Sünnet’e Müşebbihe adını
takmalarıdır.”6
İbn Ebi’l-’İzz el-Hanefî (öl. 792h.) ise şöyle
demiştir: “İshâk b. Râhûye (öl. 238h.) şöyle demiştir: ‘Cehm’in (öl. 128h.) ve
ashâbı Cehmiyye’nin alâmeti, alışageldikleri şekilde ve yalan yere Ehl-i Sünnet
ve’l-Cemâat’in, müşebbihe olduklarını iddia etmektir. Oysa bilakis onlar (Cehm
ve Cehmiyye), Muattıla’nın (Allah’ın sıfatlarını inkar edenlerin)
kendileridir.’ Yine bunun gibi selef imamlarından pek çoğu da şöyle demişlerdir:
Cehmiyye’nin alâmeti, Ehl-i Sünnet’e müşebbih (benzeticiler) adını takmalarıdır.
İsim ve sıfatlardan herhangi bir şeyi reddedenlerden hiçbir kimse yoktur ki,
bunları ispat edene müşebbih adını takmasın. Zındıkların aşırıları; Karmâtîler
ve felsefecilerden Allah’ın isimlerini inkar eden ve Allah için: ‘O, âlimdir ve
kâdirdir’ denemeyeceğini söyleyen kimse, Allah’ı bu isimlerle (âlim ve alîm,
kâdir ve kadîr isimleriyle) isimlendiren kimsenin müşebbih olduğunu ileri
sürer. Çünkü ona göre isimdeki ortaklık (ortak kullanım ve benzerlik),
anlamdaki benzerliği gerektirir. Yine Cehmiyye’nin aşırıları gibi ismi ispat
edipte ‘o mecazdır’ diyen kimse, ‘muhakkak Allah gerçekten âlimdir, gerçekten
kâdirdir’ diyen kimsenin müşebbih olduğunu ileri sürer. Yine sıfatları inkar
eden ve Allah’ın ilmi, kudreti, kelâmı, sevmesi ve irâdesi yoktur diyen kimse,
sıfatları ispat eden kimse için müşebbih ve mücessim der. İşte bunun için
Cehmiyye, Mu’tezile, Râfıza ve benzerlerinden sıfatları redden kimselerin
kitapları; sıfatları ispat edenlere taktıkları müşebbihe ve mücessime adlarıyla
doludur. Onlar kitaplarında şöyle derler: Mücessime’nin cümlesinden kendilerine
Mâlikîler denilen bir topluluk vardır ki bunlar kendisine Mâlik b. Enes denen
birine nispet edilirler. Yine bunlardan kendilerine Şâfiîler denilen bir
topluluk vardır ki bunlar da kendisine Muhammed b. İdrîs! denilen birine nispet
edilirler. Hatta bu sıfat inkarcılarından Kur’ân’ı tefsir eden Abdülcebbâr (öl.
415h.), Zemahşerî (öl. 538h.) ve diğerleri gibi müfessirler, sıfatlardan
herhangi bir şeyi ispat eden ve Allah’ın (ahirette) görüleceğini söyleyen
herkese müşebbih adını verirler. Öyle ki bu kullanım, grupların çoğunluğunun
son dönem âlimlerinin nezdinde yaygın bir hal almıştır.
Ancak meşhûr Sünnet âlimleri nezdinde, bu lafzın
(teşbîh) kullanımı hususunda yaygın olan görüş şudur: Onlar ne teşbîhi
reddetmek sûretiyle sıfatları reddetmeyi kasdetmişlerdir ne de sıfatları ispat
eden herkesi teşbîhçi olmakla nitelemişlerdir. Aksine onlar teşbîhi reddederek,
Allah’ın isimlerinde, sıfatlarında ve fiillerinde yarattığı şeylerden hiçbirine
benzemediğini kasdetmişlerdir. Tıpkı daha önce geçen Ebû Hânîfe’nin şu sözünde
olduğu gibi: ‘Allah-u Teâlâ bilir ama bizim bilmemiz gibi değil, güç yetirir
ama bizim güç yetirmemiz gibi değil, görür ama bizim görmemiz gibi değil’.1
İşte bu Allah-u Teâlâ’nın şu buyruğunun mânâsıdır: “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.O işitendir, görendir.” (Şûrâ, 11).
Allah burada benzerliği reddetmiş ve sıfatı (işitme ve görme sıfatlarını) ispat
etmiştir.
İleride Şeyh’in (Tahâvî’nin) sözleri içinde sıfatları
ispat konusu, teşbîhi reddetmenin, sıfatları reddetmeyi gerektirmediği hususuna
dikkat çekmek maksadıyla geçecek.”1
Molla Aliyyu’l-Kârî (öl. 1014h.) ise kendisi
gibi Hanefî olan İmam Sadreddîn Konevî’nin (öl. 673h.) şöyle dediğini nakletmiştir:
“Bu nedenle selef âlimlerinin çoğu şöyle söylemişlerdir: Cehmiyye’nin alâmeti,
Ehl-i Sünnet’e müşebbih (benzeticiler) adını takmalarıdır. İsim ve sıfatlardan
herhangi bir şeyi reddedenlerden hiçbir kimse yoktur ki bunları ispat edene müşebbih
adını takmasın. Hatta Abdülcebbâr (öl. 415h.), Zemahşerî (öl. 538h.) gibi bazı
tefsîr âlimleri ve bu ikisi dışındaki diğer Mu’tezilî ve Râfızî âlimler, sıfatlardan
herhangi bir şeyi ispat edene, yahut Allah’ın zâtını (ahirette) görmenin mümkün
olduğunu söyleyen âlimlere “müşebbih” adını verirler. Halbuki Ehl-i Sünnet
ve’l-Cemâat’in cumhurunun nezdindeki meşhûr olan görüş, onların, Allah’ın yaratıklara
benzemesini reddetmek sûretiyle, Allah’ın sıfatlarını reddetmeyi
kasdetmedikleri, aksine bununla, imamın da doyurucu bir anlatımla anlattığı
gibi Allah’ın isimlerinde, sıfatlarında ve fiillerinde yarattığı şeylerden
hiçbirine benzemediğini kasdettikleri yolundadır.”2 3
Kaldı ki Ehl-i Sünnet âlimleri Allah’ın isim ve
sıfatlarında yapılabilecek teşbîh ve tecsîmi kesin ifadelerle yasaklamışlar,
hatta bunun şirk ve küfür olduğunu söylemişlerdir. Onların bunu gösteren bazı
sözleri şöyledir:
İmam Tahâvî (öl. 321h.), Ebû Hanîfe’nin (öl.
150h.) şöyle dediğini nakleder: “Kim Allah’ı insana özgü anlamlardan (sıfatlardan)
bir anlam (sıfat) ile tanımlarsa, muhakkak küfre düşmüş olur. Bu gerçeği gören
bir ibret alır da artık kâfirlerin dediklerine benzer bir sözü söylemekten kaçınır.
Bunu yapınca da Allah-u Teâlâ’nın sıfatlarında beşer sıfatları gibi olmadığını
anlar.”4
Rebî’ b. Süleymân (öl. 270h.), Allah’ın sıfatları
hakkında İmam Şâfiî’ye (öl. 204h.) sorduğu bir soruya İmam Şâfiî’nin şöyle
cevap verdiğini söylemiştir: “Akılların, Allah-u Teâla’yı temsîl ve teşbîh
etmesi, tasavvurların O’nu sınırlaması, zanların kesin bilgi ortaya koyması,
gönüllerin düşünüp anlaması, iç âlemdeki tefekkürlerin derinliklere dalması,
zihinlerin ihata edip kuşatması ve akılların düşünüp kavraması haramdır, yasaktır;
ancak Allah’ın bizzat kendisini tanımladığı, ya da Peygamberi sallallâhu aleyhi
ve sellem’in diliyle açıkladığı bilgi ve sıfatlar müstesnâ!”5
Nuaym b. Hammâd el-Huzâ’î (öl. 228h.) ise şöyle
demiştir: “Allah’ı yaratıklarına benzeten kâfir olur. Allah’ın kendisini
nitelendirdiği şeyleri inkar eden de kâfir olur. Ne Allah’ın kendisini
nitelendirdiği ne de Rasûlü’nün O’nu nitelendirdiği hiçbir şey teşbîh değildir.”1
İshâk b. Râhûye (öl. 238h.) de şöyle demiştir:
“Kim Allah’ı nitelerken O’nun sıfatlarını, yarattığı şeylerden birinin sıfatlarına
benzetirse o Azîm olan Allah’ı inkar etmiş olur.”2
Bu konuyla ilgili sözlerimize İbn Teymiyye ve
Mer’î b. Yûsuf el-Kermî el-Hanbelî’nin (öl. 1033 h.) şu sözleriyle son
veriyoruz:
“Allah Sübhânehu’nun ne isimleri ve sıfatlarıyla
birlikte zikredilen mukaddes nefsinde ne de fiillerinde hiçbir benzeri yoktur.
Yine yakînen biliriz ki, O’nun gerçekten bir zâtı, gerçekten fiilleri ve
gerçekten sıfatları vardır. Bununla birlikte O’nun ne zâtında ne sıfatlarında
ne de fiillerinde hiçbir benzeri yoktur. Allah eksikliği ve sonradan olmayı
gerektiren herşeyden, gerçekten münezzehtir. Çünkü O Sübhânehu ve Teâlâ,
üstünde hiçbir gayenin olmadığı en üstün kemâli (mükemmelliği) hakedendir. Yok
olması imkansız olduğu için, sonradan olması da imkansızdır. Sonradan olmak,
önce yok olmayı gerektirdiği, bir oldurucuya ihtiyaç duyduğu, kendisinin varlığı
ise kendi başına bağımsız zorunlu varlık olduğu için Allah Sübhânehu ve Teâlâ
sonradan var olmamıştır.”3
“Allah Sübhânehu sonradan olanların hepsinden
farklıdır. O’nun zâtı (başka) zâtlara benzemediği gibi sıfatları da (mahlûkâtının)
sıfatlarına benzemez. Yine Allah yarattıklarından hiçbir şeye benzemediği gibi
sonradan olma şeylerden hiçbirine de benzemez. Aksine O yarattıklarının
hepsinden farklı ve ayrıdır. Ne zâtında, ne sıfatlarında ne de fiillerinde
O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. Mutlak varlık O’nun’dur. O ne bir zamanla sınırlanabilir
ne de bir mekanla sınırlanabilir. Mutlak birlik, O’nun kendi nefsiyle kâim
olması ve fiillerinin hepsinde bağımsız olması dolayısıyladır. Güzellik veya
sevinmek veya şeref veya aydınlık veya cemâl veya benzer bir görüntü veya
benzer bir şahıs gibi niteliklerden Allah’la ilgili olarak kalbinin zannettiği
veya fikir alanında oluşan veya aklına gelen her ne varsa Allah-u Teâlâ ondan
farklıdır. Böyle bir durumda “O’nun
benzeri hiçbir şey yoktur” (Şûrâ, 11) ayetini oku. Sen Allah dağa tecelli
edince dağın O’nun heybetinin azametinden dolayı paramparça olduğunu görmüyor
musun?! Nasıl ki Allah’ın tecelli ettiği bir şey paramparça oluyor, işte bunun
gibi Allah hakkında zan ve tahminlerde bulunan kalp helak olup gider. Öyleyse
tam anlamıyla teslim olmuş ve tasdik etmiş halde hem O’nun kendi nefsi için razı
olduğu şeylerden razı ol hem de kendi nefsi hakkında bildirdiği haberlerin
ötesine geçme.”4
Eş’arîler
ve Mâturîdîler Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’ten midirler?
Nasıl ki, selefin i’tikâdi görüşlerine muhalif
olanlar içinde Ehl-i Sünnet’in büyük imamlarını Haşevî ve Müşebbih olmakla
itham edenler çıkmışsa yine aynı şekilde selefin i’tikadi görüşlerini benimsemiş
kimseler arasında da Eş’arîler’i ve Mâturîdîler’i büsbütün Ehl-i Sünnet dışına
çıkaranlar çıkmıştır. İlk grubun yaptığı ne kadar yanlışsa ikinci grubun yaptığı
da o kadar yanlıştır. Olması gereken şahıslara ve gruplara hükmetme noktasında
adaletten ayrılmamak, elden geldiğince âdil olmaktır. Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle
buyurur: “Ey iman edenler! Allah için
hakkı ayakta tutan, adaletle şâhitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz
kin, sizi âdil olmamaya itmesin. Adaletli olun; (zira) bu takvâya daha yakındır.
Allah’tan korkun. Hiç şüphesiz Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdârdır.”
(Mâide, 8), “Söz söylediğiniz zaman adaletli olun.” (En’âm, 152)
Allah’a hamdolsun ki elimizde, Ehl-i Sünnet
âlimlerinin kendileri dışındaki gruplara hükmederken adaletten ayrılmadıklarını
gösteren birçok örnek bulunmaktadır. Örneğin Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye Allah’ın
tevhîdi, isimleri ve sıfatları konusunda Zâhirîlerle (imamları Dâvûd ez-Zâhirî
ve O’na uyan küçük bir grup hariç) Eş’arîler’in sahip oldukları akîdeyi karşılaştırırken
şunları söylemiştir: “Bilindiği üzere İmam Eş’arî ve Ashâbı bu konuda Selef’e,
imamlara ve hadis ehlinin mezhebine, Zâhirîler’den çok daha fazla yakındır.
Yine bunun gibi Zâhirîler, Kur’ân ve Sıfat meselelerinde Ahmed b. Hanbel ve
O’nun dengi diğer imamlara muvâfık olduklarını iddia etmekle beraber bu hususta
Eş’arî ve Ashabını tenkid edip ayıplarlar. Oysa Eş’arî ve Ashâbı, Kur’ân ve Sıfat
meselelerinde Ahmed b. Hanbel ve O’nun dengi diğer imamlara tahkîk ve intisâb
bakımından, Zâhirîler’den daha yakındırlar. Tahkîk bakımından diyoruz, çünkü sıfatlar
konusunda İmam Eş’arî ve Ashâbının mezhebiyle İbn Hazm (öl. 456h.) ve
Zâhirîler’den O’nun emsâli olanların mezhebini bilen kimseye şu açık-seçik
belli olmakla beraber kendisi ve (bu) iki görüşü anlamış herkes şunu bilir ki:
Bu Bâtınî Zâhirîler, Mu’tezile’ye, hatta felsefecilere Eş’arîler’den daha yakındırlar.
Eş’arîler ise Selef’e, imamlara ve hadis ehline, Zâhirîler’den daha yakındırlar...
İntisâb bakımından ise, Eş’arî ve Ashâbının kendilerini, özel olarak İmam
Ahmed’e genel olarak da vesair hadis ehli imamlarına nispet etmeleri,
kendilerine âit kitapların hepsinde açıktır, meşhûrdur.”1
Yine örneğin kitabımızın yazarı İbn ‘Useymîn
kendisine yöneltilen “Faziletli Şeyh! Eş’arîler Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’ten
midirler? Açıklamanızı rica ederiz” şeklindeki bir soruya şöyle cevap vermiştir:
“Eş’arîler, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’e muvâfık oldukları meselelerde Ehl-i
Sünnet ve’l-Cemâat’tendirler. Ancak onlar sıfatlar konusunda Ehl-i Sünnet
ve’l-Cemâat’e muhaliftirler. Çünkü onlar sadece yedisi dışında Allah’ın sıfatlarından
başka hiçbir sıfatı ispat etmezler. Öte yandan bunları da Ehl-i Sünnet’in ispat
ettiği şekilde ispat da etmezler. Her yönüyle onlar Ehl-i Sünnet’tendirler
dememiz icab etmediği gibi onların Ehl-i Sünnet’e mensup oluşlarını tamamen
reddetmemiz de icab etmez. Biz deriz ki, onlar Ehl-i Sünnet’e muvâfık oldukları
meselelerde Ehl-i Sünnet’tendirler. Ehl-i Sünnet’e muhalefet ettikleri
meselelerde ise Ehl-i Sünnet’e muhaliftirler. İşte böylece tafsîle gitmek
kendisi ile hakkın ve adaletin gerçekleşeceği yoldur. Allah-u Teâlâ şöyle
buyurmuştur: “Söz söylediğiniz zaman
adaletli olun.” (En’âm, 152). Sonuç olarak onların mutlak sûrette Ehl-i
Sünnet dışına çıkartılmaları adaletten olmayacağı gibi tamamen Ehl-i Sünnet’e
dahil edilmeleri de adaletten olmaz. Vâcib (gerekli) olan her hak sahibine hakkının
verilmesidir.”1
Başka bir yerde ise “Eş’arî akîdesinin mahiyeti
nedir ve İhvân-ı Müslimîn’in sâhip olduğu akide, Eş’arî akidesi midir?” şeklindeki
soruya şöyle cevap vermiştir: “Allah şahit ki, bizler İhvân-ı Müslimîn’in
akidesinin ne olduğunu bilmiyoruz. Fakat Eş’arîler hakkında yazılan kitaplar
içinde gördüğüm en hayırlı kitap Şeyh Sefer el-Havâlî’ye âit olan küçük bir
risâledir ki, O onda güzel sözler söylemiş ve Eş’arîler’in Allah’ın isimleri ve
sıfatları meselesiyle, kelâm, iman, vaîd (azâb, cehennem) ve daha birçok
meselede Ehl-i Sünnet’e olan muhalefetlerini açıklamıştır. Bu meselelere vâkıf
olmak isteyenler bu kitaptan istifâde edebilirler.”2
Bir başka yerde ise Ehl-i Sünnet’in Selef’in ta
kendisi olan Sahâbe, Tâbiîn ve onların izinden giden hidayet önderi imamlar
olduğunu belirttikten sonra “Eş’arîler ve Mâturîdîler, Allah’ın İsimleri ve Sıfatları
konusunda Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’ten sayılmazlar” demiş ve bunun neden böyle
olduğunu uzunca bir şekilde anlatmıştır.3
Bir başka yerde ise Ehl-i Sünnet’i oluşturan
âlimlerin şunlar olduğunu söylemiştir: “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat içinde
müslümanların, doğru yol üzerinde oldukları hususunda birleştikleri din önderi
imamlar vardır: Tıpkı İmam Ahmed, Şâfiî, Mâlik, Ebû Hanîfe, Süfyân es-Sevrî,
Evzâ’î gibi. Yine Ehl-i Sünnet içinde bu imamlar dışında Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye
ve Şeyhu’l-İslâm Muhammed Süleymân et-Temîmî (öl.1206h.) gibi meşhûr ve marûf
imamlar da vardır.”4
Bu konuyla ilgili sözlerimize İbn Teymiyye’nin şu
veciz ifadesiyle son veriyoruz:
“Selefin mezhebini (görüşlerini) ortaya koyan ve
ona bağlı ve müntesip olduğunu söyleyen bir kimsenin ayıplanacak hiçbir tarafı
yoktur. Aksine böyle bir tavrı ondan ittifakla kabul etmek gerekir. Çünkü
selefin mezhebi haktan başkası değildir ki! Eğer bu tavrı ortaya koyan kişi
zâhiren ve bâtınen selefin mezhebine muvâfık ise, o kişi zâhiren ve bâtınen hak
üzere olan bir mü’min durumundadır. Yok eğer sadece zâhirde selefin mezhebine
muvâfık, bâtınen muvâfık değilse o kişi de münâfık durumundadır. Açığa vurduğu
kabul edilir (zâhirine göre hareket edilir), gizledikleri (içinde olanlar)
Allah’a havale edilir. Çünkü biz insanların kalplerini yarıp içine bakmakla ve
karınlarını deşmekle emrolunmadık.”1
Eserin
Konusu:
Çevirisini sunduğumuz elinizdeki bu eser önsöz,
yirmialtı bölüm ve bu bölümlere bağlı alt bölümlerden (fasıllardan) oluşmaktadır.
İlk yirmibeş bölümde ve bunlara bağlı alt
bölümlerde; Ehl-i Sünnet’in Allah’ın isim ve sıfatları hakkında sâhip olduğu
akîde, isim ve sıfat tevhidinde bilinmesi gereken temel kurallar, Ehl-i Sünnet
dışı grupların Ehl-i Sünnet’e yönelttiği eleştiriler ve Ehl-i Sünnet’in bu eleştirilere
aklî ve dinî bakımlardan verdiği cevaplar ve Bid’atçiler’in Ehl-i Sünnet’e yakıştırdıkları
kötü lakaplar gibi isim ve sıfat tevhidini ilgilendiren daha pek çok meseleden
delilleriyle birlikte söz edilmiştir.
Yirmialtıncı bölüm ve buna bağlı alt bölümlerde
ise islam ve iman kelimelerinin tanımıyla bu iki kelime arasındaki ilişki, iman
ve amel ilişkisi, imanın artması ve eksilmesiyle artma ve eksilmeye neden olan
etkenler ve imanda istisnâ gibi imanı ilgilendiren meselelerden delilleriyle
birlikte söz edilmiştir.
Eserin
Elimizdeki Mevcut Baskıları:
İbn ‘Useymîn’in Fethu Rabbi’l-Beriyye bi
Telhîsi’l-Hameviyye adlı eserinin çevirisinde asıl kabul ettiğimiz elimizdeki
mevcut dört baskı şunlardır:
1- Mektebetü’l-Meârif tarafından Mecmûu Resâil
fi’l-Akîde kitabının içinde, Riyad’da yapılan baskı. Kitap ilk kez bu yayınevi
tarafından basılmıştır.
2- İmam Muhammed b. Suûd İslam Üniversitesi
tarafından 1407/1986 yılında Riyad’da yapılan baskı.
3- Dâru Tayyibe tarafından Resâil fi’l-Akîde
kitabının içinde (sh: 45-118), 1409/1989 yılında Riyad’da yapılan baskı.
4- Mektebetü Edvâi’s-Selef tarafından, Eşref b.
Abdulmaksûd’un tertib ve tahkik ettiği el-Kavâidu’t-Tayyibât fi’l-Esmâi ve’s-Sıfât
adlı kitabın içinde (sh:93-197), 1416/1995 yılında Riyad’da yapılan baskı.
Eserin aslı olan İbn Teymiyye’nin el-Fetvâ
el-Hameviyye el-Kübrâ adlı kitabının elimizdeki mevcut üç baskısı ise şunlardır:
1- Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye tarafından, Beyrut’ta
yapılan baskı.
2- Mektebetü’l-Hirâ’ tarafından Şerîf Muhammed
Fuâd Hezzâ’ tahkikiyle 1411/1991 yılında Mekke-i Mükerreme’de yapılan baskı.
3- Dâru Âlemi’l-Kütüb tarafından Mecmûu’l-Fetâvâ
içinde (5/5-121), 1412/1991 yılında Riyad’da yapılan baskı.
Elinizdeki
Eserde Yaptığım İşler:
1- Çevirisini sunduğumuz bu eserin elimizdeki
mevcut baskılarını birbirleriyle karşılaştırarak baskılar arasında farklılıklar
olup olmadığını tespit etmeye çalıştım. Ayrıca Yazar İbn ‘Useymîn tarafından
eserin aslı olan el-Fetvâ el-Hameviyye el-Kübrâ’dan yapılan harfî nakillerde,
nakille naklin yapıldığı bölümü karşılaştırarak farklılıkları tespit etmeye çalıştım.
Bunu yaparken eserin aslının elimizdeki mevcut üç baskısını da birbirleriyle
karşılaştırdım. Her iki karşılaştırmada da tespit ettiğim oldukça az olan bu
farklılıkları ilgili dipnotlarda belirttim.
2- Eseri gücümüz nispetinde günümüz Türkçesiyle
Türkçe’ye çevirmeye çalıştım. Metindeki bazı Arapça kavramları önemine binâen
olduğu gibi bırakmakla beraber cümle içindeki durumlarına göre anlamlarını
parantez içinde belirttim. Eğer birden fazla anlam ifâde etmişse veya açıklanmaya
gereksinim duymuşsa bunları da ilgili dipnotlarda açıkladım.
3- Eserin metnindeki ayetlerin Kur’ân-ı
Kerim’deki yerlerini, sûre ismi ve ayet numarası belirtmek sûretiyle, yine
metinde ayetlerin hemen ardından gösterdim.
4- Metinde geçen bütün hadis ve rivâyetlerin
kaynaklarını ilgili dipnotlarda gösterdim. Hemen hemen kaynağını tespit edemediğim
hiçbir hadis ve rivâyet bırakmadım.
Hadis ve rivâyetlerin kaynaklarını tespit
ederken şu yolu izledim:
Öncelikle iki parantez arasında hadis veya
rivâyetin sıhhat ya da zayıflık derecesini gösteren hükmü zikrettim.
Sonra İmam Mâlik ve İmam Ahmed ile başlayıp,
arkasından Buhârî, Müslim ve Kütüb-i Sitte’nin geri kalan imamlarını, bunlardan
sonra hadis veya eseri rivâyet eden diğer imamları ve eserlerini genelde
kronolojik bir sıraya bağlı kalarak zikrettim. Cilt ve sayfa numarasını verdiğim
Nesâî’nin Sünen’i ve birkaç eser dışında hadis ve rivâyetlerin ilgili kitaptaki
numaralarını kaydettim.
Hadislerle ilgili hükümlere gelince, hadis
sahihse “sahih hadis” tabirini, hasense “hasen hadis” tabirini, zayıfsa “zayıf
hadis” tabirini kullandım. Bunu yaparken de bu dalın önde gelen âlimlerinden
hadise kimlerin sahih, kimlerin hasen, kimlerin de zayıf dediğini belirttim. İbn
Teymiyye, Zehebî, Heysemî, İbn Hacer, Suyûtî, Kettânî bazen de mesela Şuayb
el-Arnavût, Abdülkâdir el-Arnavût ve Hüseyn Selîm Esed gibi son dönem ilim
adamlarının adını verdim. Genelde ise çağımızın ünlü hadis âlimi Muhammed Nâsıruddîn
el-Elbânî’nin (Allah kendisine rahmet etsin), hadis hakkındaki hükmünü vermekle
yetindim. Kimi zaman hadis ilminin gerektirdiği kadarı ile senede bazen de metne dâir açıklamalarda bulunarak
sened ve metin kritiği yaptım ki, bu çok fazla değildir.
Elimizdeki rivâyet şayet hadis değil de eserse
“sahih eser” ve “zayıf eser” tabirlerini kullandım ve hadislere hükmederken
izlediğim metodun aynısını izledim.
Yeri gelmişken şöyle bir hatırlatma yapmayı
kendime bir görev biliyorum. Kitabın çeviri ve tahkikinin müsvedde aşamasında
henüz Muhammed Nâsıruddîn el-Elbânî hayattaydı. Ancak eserin müsveddesini
gözden geçirip temize geçtiğim sıralarda -1 Ekim 1999 (22.6.1420) Cuma günü-
kendisi aramızdan ayrıldı. Çağımızın hadis otoritelerinden, belki de en büyüğü
sayılan el-Elbânî ardından kendi gibi birini daha bırakmadı. Allah kendisine
gani gani rahmet etsin ve kendisini Firdevs cennetinde Hz. Peygamber’in komşusu
yapsın. (Âmîn)
5- Yazarın birilerine nispeten kaydettiği
sözlerin, o sözü söyleyenlerin kendi eserlerindeki ya da başkalarının
eserlerindeki yerlerini ilgili dipnotlarda kaydettim. Şayet kaydedilen söz
söyleyenlerin kendi eserlerinde değil de başkalarının eserlerinde ise sözün
geçtiği eserleri elimden geldiği kadar çok tutmaya gayret ettim. Sened kritiği
yapmak gerekmişse bir önceki şıkta zikrettiğim yolu izledim.
6- Metinde adları geçen sahâbe ve şahıs
isimlerinin bazen kısa bazen de önemine binâen uzun biyografilerini ilgili
dipnotlarda kaynaklarıyla beraber kaydettim.
7- Metinde söz konusu edilen bütün mezhep ve
gruplar hakkında ilgili dipnotlarda bazen kısa bazen de önemine binâen uzun
bilgiler verdim ve bunların geçtiği kaynakları kaydettim.
8- Metinde geçen önemli gördüğüm kavramları
ilgili dipnotlarda açıkladım.
9- Metinde söz konusu edilen temel i’tikâdî
konularda İmam Ebû Hanîfe’nin (öl.150h.)ne dediğini ve neye inandığını bizzat
Ebû Hanîfe’nin kendisine nispet edilen beş eserden nakletmek sûretiyle ilgili
dipnotlarda kaydettim. Ayrıca başta İmam Tahâvî (öl.321 h.) olmak üzere, İbn
Ebi’l-’İzz el-Hanefî (öl.792 h.), Bedreddîn el-Aynî (öl.855 h.), Molla
Aliyyu’l-Kârî (öl.1014 h.), dede Âlûsî (öl. 1270 h.), oğul Âlûsî (öl. 1317 h.),
torun Âlûsî (öl. 1342 h.) ve diğer Hanefî âlimlerin bu konulardaki tespitlerini
ve sözlerini de ilgili dipnotlarda kaydettim. Böylece okuyucunun metindeki
bilgilerle dipnotlardaki bilgileri karşılaştırmasını, bunun sonucu olarak da İbn
Teymiyye, İbn ‘Useymîn ve diğer selefi imamların sahip olduğu i’tikâdla Ebû
Hanîfe ve yolundan giden Hanefî imamların sâhip olduğu i’tikâd arasında aslında
pek de bir farkın olmadığını görmesini sağlamaya çalıştım. Şayet aralarında bir
ihtilaf (anlaşmazlık) vâki olmuşsa bu ihtilafın nedenlerini ve varsa bu ihtilafı
giderme yollarını uzun bir şekilde anlatmaya gayret ettim.
10- Metinde söz konusu edilen i’tikâdî konuların
geneli hakkında İbn Teymiyye, İbnu’l-Kayyim ve İbn ‘Useymîn’in bazende Nevevî,
Zehebî, İbn Hacer, İbnu’l-Mevsılî, el-Elbânî ve Dr. Humeyyis’in görüşlerinin
geçtiği yerleri ilgili dipnotlarda ayrıca belirttim. Böylece bu konular hakkında
daha geniş bilgi almak isteyenlerin bu yerlere kolayca dönmelerini sağladım.
11- Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye’nin -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- kısa bir biyografisini, öğrencisi Hâfız Zehebî’nin
Tezkiretü’l-Huffâz adlı eserinde O’nun hakkında söylediklerinden aynen
naklettim.
12- Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye’nin el-Fetvâ
el-Hameviyye el-Kübrâ adındaki bu eseri nedeniyle Dımaşk’ta (Şam’da) maruz kaldığı
mihnet hakkında bilgi verdim. Bu bilgiyi Şeyhu’l-İslâm’ın iki has öğrencisi İbn
Abdilhâdî ve İbn Kesîr’in dilinden aynen aktardım.
13- Çağımızın büyük ilim adamlarından biri olan
Muhammed b. Sâlih el-’Useymîn’in özlü bir biyografisini kaydettim.
14- Teknik bir takım indeksler (fihristler) yaptım.
Bunlar aşağıdaki şekildedir:
1- Bibliyografya
2- Sahâbe ve Şahıs İsimleri İndeksi
3- Din, Mezhep ve Grup İsimleri İndeksi
4- Yer İsimleri İndeksi
5- Kavram İndeksi
6- Konu İndeksi (İçindekiler)
Önsözümüze el-Hatîb el-Bağdâdî’nin (öl.463 h.)
sünnete bağlılığın lüzumundan bahseden şu mısralarıyla son veriyoruz:
“Hadis; tevhid usulleri ilmini,
Va’d, vaîd, Allah’ın sıfatları ile cennet ve
cehennemin tavsîfi ve bunlara dâir haberleri,
Peygamberlerin kıssalarını,
Meleklerin zikrini,
Zâhidlerin ve Velîlerin haberlerini,
Bulegânın vaazlarını,
Fukahânın sözlerini,
Arap ve Acem meliklerinin siyerini,
Geçmiş ümmetlerin kıssalarını,
Rasûlullah -sallallâhu
aleyhi ve sellem-’in gazalarını, siyerini, ahkam ve kazalarını,
hutbelerini, nasihatlerini, mucizelerini, hanımları, çocukları, akraba ve ashâbının
sayısını, faziletlerini, haberlerini, menkıbelerini, ömürlerini, neseblerini,
Kur’ân’ın tefsirini,
Ashâbın ahkâma dair sözlerini... ve diğer
hususları kapsayıcıdır.”1
Büyük arşın Rabbi, Yüce ve Kerîm Allah’tan benim
bu çalışmamı kıyamet günü hasenâtımın arasına katmasını, ilim adamları ve
müslüman kardeşlerime bunu faydalı kılmasını dilerken, bu kitabın basımına olan
katkılarından dolayı İhyâu’t-Türâsi’l-İslâmî Cemiyetine teşekkürü bir borç
bilirim. Çünkü “insanlara şükretmeyen (teşekkür
etmeyen) Allah’a şükretmez.” 2
Bu çalışma, kusurlu birisinin ortaya koyduğu bir
gayrettir. “Tetkik edecek şahıslar bunu dikkatle tetkik etsin, alabildiğine
bizi mazur görsün. Çünkü akıllı kişi başkasını mazur görebilendir. Allah ise
kendi kitabından başkasını hatadan korumuş değildir. İnsaflı kişi başkasının
birçok doğruları karşılığında az sayıdaki hatalarını bağışlayabilendir.”3
Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. Allah-u Teâlâ,
Peygamberimiz Muhammed’e, O’nun aile halkına ve ashâbına salât ve selâm
eylesin.
Necmi SARI
İstanbul, Ağustos 2000
Bir Kaç
Satırda İbn Teymiyye
Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye’nin biyografisi pek
çok kaynak eserde bulunabileceği gibi sadece İbn Teymiyye’yi konu alan özel
biyografiler de mevcuttur.1 Biz burada Şeyhu’l-İslâm İbn
Teymiyye’nin seçkin öğrencilerinden biri olan Hâfız Zehebî’nin (öl.748 h.)
Tezkiretü’l-Huffâz adlı eserinde hocası hakkında söylediklerini, olayları
bizzat müşâhede eden birinci ağız olması nedeniyle olduğu gibi aktarmakla
yetiniyoruz. Hâfız Zehebî şöyle demiştir:
“İbn Teymiyye; Şeyh, imam, büyük âlim, hâfız,
tenkidçi, fakîh, müctehid, usta müfessir, Şeyhu’l-İslâm, zâhidlerin efendisi,
çağının tek ve eşine nadir rastlanan âlimi, Takıyyuddîn Ebu’l-Abbâs Ahmed İbn
el-Müftî Şihâbuddîn Abdulhalîm İbn el-İmâm
el-Müctehid Şeyhu’l-İslâm Mecduddîn Abdüsselâm b. Abdullah b. Ebi’l-Kâsım
el-Harrânî.
Önder imamlardan biri olan Şeyhu’l-İslâm, 661 yılının
Rebîu’l-Evvel ayında dünyaya geldi. Yedi yaşında ailesiyle birlikte (Şam’a)
göçtü. İbn Abdiddâim, İbn Ebi’l-Yüsr, el-Kemâl b. Abd, İbnu’s-Sayrafî, İbn Ebi’l-Hayr
ve daha pek çok âlimden ilim dinledi.
Hadise önem verdi, hadis cüzlerini nesh etti
(olduğu gibi aktararak yazdı), şeyhleri dolaştı, hadis rivâyetiyle meşgul oldu,
zayıf hadisleri sahih hadisler arasından ayıklayarak seçip çıkardı, ricâl ilmi,
ilelü’l-hadîs ve fıkhu’l-hadîs yanında İslâmî ilimler, kelâm ilmi ve diğer
ilimlerde ileri dereceye ulaştı.
Şeyhu’l-İslâm derin ilme sâhip âlimlerden, sayılı
zeki kimselerden, eşsiz zâhidlerden, büyük yiğitlerden ve kerem sahibi
cömertlerdendi. Onu, ondan taraf olan da Ona muhalif olan da övdü. İlim
yolcuları 300 cilt kadar olan eserleriyle yollarını buldular.
Şam, Mısır ve es-Sağr’da hadis rivâyet etti.
Defalarca fitnelere ve eziyetlere maruz kaldı. Mısır, Kâhire ve İskenderiyye
kalelerinde hapsedildi. İki defa da Dımaşk (Şam) kalesinde hapsedildi. 728 yılının
Zilka’de ayının 20’sinde, iki defa hapsedildiği Dımaşk (Şam) kalesinde, tutuklu
olarak konduğu bir hücrede vefat etti. Sonra cenaze işlemlerinin tamamlanmasının
ardından şehir (Dımaşk) câmisine çıkarıldı (getirildi). Cenaze namazına sayıları
sayılamayacak kadar çok olan topluluklar katıldı. Bunlar toplam altmışbin kadar
sayılmışlardır. Cenazesi, es-Sûfiyye mezarlığına, kardeşi Şerefuddîn Abdullah’ın
hemen yanı başına defnedildi. Allah-u Teâlâ her ikisine de rahmet etsin.
(Ölümünden sonra) hakkında hem güzel rüyalar
görüldü hem de pek çok kasideyle O’nun iyiliklerini ve üstün meziyetlerini
anlatan mersiyeler düzüldü. Yalnız kendisinin verdiği fetvâlar dolayısıyla başına
pek çok iş geldi. Bu fetvâlar O’nun ilim denizinde (ilminin derinliklerinde)
kaybolup gitmişlerdir.1 Allahu-u Teâlâ O’nu bağışlasın ve O’ndan râzı
olsun. Ben O’nun bir benzerini daha görmedim. Bu ümmetten herkesin sözü alınırda
terkedilir de. Ya (başka) ne olacaktı ki?!”2
Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye’nin el-Fetvâ
el-Hameviyye el-Kübrâ Adındaki Bu Eseri Nedeniyle Dımaşk’ta (Şam’da) Maruz Kaldığı
Mihnet1
Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye hayatı boyunca inancından
ötürü birtakım fitne ve musîbetlere maruz kalmış, gerek ölümünden önce gerekse
ölümünden sonra hakkında birçok topluluk ileri geri konuşmuş ve O’nun tecsîm
fikri başta olmak üzere daha başka sapık bid’at görüşlere sahip olduğunu iddia
etmişlerdir. Oysa ki O, bütün bu iddia ve görüşlerden uzaktır.2 İşte
O’nun inancı uğrunda maruz kaldığı mihnetlerden biri de bu kitapta özeti
verilen el-Fetvâ el-Hameviyye el-Kübrâ adlı eseri nedeniyle Dımaşk’ta maruz
kaldığı mihnettir Bu mihnet, Şeyhu’l-İslâm’ın iki has öğrencisi olan İbn
Abdilhâdî (öl.744h.) ve İbn Kesîr’in (öl.774 h.) aktardıklarına göre aynen şöyle
gerçekleşmiştir:
İbn Abdilhâdî (öl.744h.) şöyle demiştir:
“698 yılı Rebîu’l-Evvel ayında Şeyh İmam Takıyyuddîn
b. Teymiyye Dımaşk’ta bir mihnete uğradı. Bu mihnet, Rebîu’l-Evvel ayının başında;
bu ayın 5. günü başlamış ve sonuna kadar sürmüştür.
Bu mihnetin özeti şudur: Şeyh İbn Teymiyye (bu
kitabı) Hama’da sıfatlar hakkında kendisine sorulan bir soruya cevap olarak
yazmış ve bu kitapta hem selefin görüşünü anlatmış hem de onu kelâmcıların görüşüne
tercih etmişti. Zaten bundan az bir süre önce de, müneccimlerin yaptıkları işi
inkar etmişti. Daha sonra Dımaşk’ta Seyfuddîn Câğân (Kağan) ile sultanlığa
vekalet ettiği ve yönetim işlerini yürüttüğü bir sırada bir araya gelmiş
Seyfuddîn Kağan’da O’ndan taraf olarak O’na uymuş, söylediklerini kabul etmiş
ve kendisiyle daha çok bir araya gelmeyi talep etmişti.
Böylece toplumun bir kesiminde, şeyhe karşı
zaten daha önceden var olan hoşnutsuzluk, ortaya çıkışından ve hakkında
söylenen güzel sözlerden dolayı duydukları rahatsızlık yanında ayrıca bir sıkıntı
baş gösterdi.
Böylelikle zaten daha önceden var olan şeylere
yeni bir tanesi daha eklenmiş oldu. Ancak İbn Teymiyye’nin zühdünden, dünyaya
tamah etmeyişinden, makam ve mevkiye olan isteksizliğinden, ilminin çokluğu,
cevap ve fetvâlarının doğruluğundan (kalitesinden) ve bu cevap ve fetvâlarda
kendini gösteren ilim bolluğu ve anlayış kalitesinden dolayı hakkında olumsuz
konuşmaya bir türlü yol bulamıyorlardı. Onlar da bunun üzerine, sıfatlar ve
Kur’ân hususunda kelâmcıların görüşünü selefin görüşüne tercih ettiklerinden ve
doğru olanın da bu olduğuna inandıklarından dolayı, akîde hakkında (inandıkları
ve söyledikleri şeylerin doğruluğunu göstermek) için kelâm ilmine dayandılar.
Yazdığı cevabı (kitabı) alıp ona sayfalarca reddiyeler düzdüler. Sonra da çok
fazla bir çaba göstererek kadıları ve fıkıhçıları teker teker dolaştılar, onların
akıllarını karıştırdılar ve Şeyh’in
sözlerini tahrîf ettiler. Bununla da yetinmeyerek alçakça yalan söylemek
sûretiyle, O’nun tecsîm görüşünü savunduğunu -ki hâşâ o bundan uzaktır- ve
arkadaşlarına da bu görüşü savunmalarını emrettiğini, böylece halkın akîdesinin
bozulduğunu aslında hiç de öyle olmadığı halde iddia ettiller. Böyle görüş ve
iddialardan Allah’a sığınırız.
Onlar bunun için, yağmur, çamur ve soğuğun çok şiddetli
olduğu günlerde çok fazla çaba harcadılar. Öyle ki bu konudaki çabalarını en
üst seviyeye çıkardılar.
O günlerde Hanefîler’in (Şam’daki) kadısı olan
Celâluddîn el-Hanefî onlara bu hususta muvafakat ederek, onlarla beraber
Dâru’l-Hadîs el-Eşrefiyye’ye gitti ve İbn Teymiyye’nin de oraya gelmesini
istedi. Hatta oraya gelmesi için O’na haber bile yolladı. Ancak O (İbn
Teymiyye) gelmedi. Bunun yerine kendisine bir cevap (mektup) yazarak onda:
“Akideyle ilgili meseleler, sana sorulacak, seni doğrudan ilgilendirecek meselelerden
değildir. Zaten sultan da seni bu göreve insanlar arasında hüküm vermen için
getirmiştir. Yoksa kötülükleri inkar etmek kadıyı ilgilendiren şeylerden değildir”
dedi.
Bu mektup kendisine ulaştığında etrafındakiler
“işte bak gelmedi!” diyerek aklını karıştırdılar ve kalbini bozdular. O da İbn
Teymiyye’ye cevap yazarak söylediklerini reddetti.
Daha sonra Celâluddîn el-Hanefî’den, İbn
Teymiyye’nin akîdesinin bâtıl olduğu hususunda, şehirlerde duyuru yapılması
için izin istendi, O da buna izin verdi. Bunun üzerine bazı şehirlerde bu
duyuru hemen yapıldı. Ancak Seyfuddîn Kağan süratle harekete geçti ve adamlarından
bir grubu (onların üzerine) göndererek, ilan edeni ve etrafında bulunanları
dövdürterek korkutup sindirdi. Böylece hakir ve küçülmüş bir halde dayak yemiş
olarak geri dönmek zorunda kaldılar.
Daha sonra Seyfuddîn Kağan bu işe kalkışanların
ve bunun için çalışanların bulunmasını istedi. Elçiler ve yardımcılar
(askerler) da bunun üzerine bu işi yapanları aramaya koyuldular. Ancak onlar
saklandılar. Reisleri de Bedruddîn el-Atabekî’nin evine giderek O’na sığındı ve
kendisini Seyfuddîn Kağan ve ordusundan korumasını istedi. O da onun bu durumu
karşısında O’na acıdı ve Seyfuddîn Kağan’ın kızgınlığı geçinceye kadar evinde
kalmasına izin verdi.
Sonra Şeyh adeti olduğu üzere, ayın 13. gününe
rastlayan Cuma günü camide vaaz vererek “Şüphesiz
sen büyük bir ahlak üzeresin” (Kalem, 4) ayetini tefsir etmiş, yumuşak
huyluluktan ve bunun gereklerinden bahsetmişti. Öyle ki bu parlak bir dönüş
olmuştu. Daha sonra Kadı ‘İmâduddîn eş-Şâfiî ile bir araya gelerek, kendi
cevaplarını içeren ve el-Hameviyye olarak bilinen kitabını birlikte okumaya
sözleştiler.
Ayın 14’ü -Cumartesi günü- günün erken
satlerinden başlayan ve Pazar gecesinin yaklaşık son üçte birlik kesimine kadar
devam eden bir birliktelik gerçekleştirdiler. Öyle ki bu uzun ve sürekli bir
buluşma olmuştu. Bu sırada akîdenin tamamı okundu. Şeyh problem olan yerlerdeki
murâdını açıkladı. Söylediklerine ne hakimden ne de mecliste hazır
bulunanlardan hiçbirinden bir itiraz gelmedi. Hatta kadı: “Kim şeyhin aleyhinde
konuşursa ta’zîr edilir” dedi. Böylece Şeyh orada bulunanlardan hoşnutlukla ayrıldı.
İnsanlar da O’nun hakkında işittikleri güzel
haberleri bizzat müşâhede ederek (oradan) çıktılar. Şeyh kendinden dolayı
sevinç ve mutluluk duyan büyük bir toplulukla beraber evine vardı. O bütün bu
olaylar esnasında, yüreği sâbit, kalbi güçlü ve yaratılmışların yardımına
iltifat etmeden ve ona ihtiyaç duymadan sadece ilahî yardıma güvenen bir
haldeydi (yapıdaydı).
Muhaliflerinin Şeyh hakkındaki gayret ve çabaları,
gayret ve çabaların en üst noktasında idi. Nitekim Şeyh’in aleyhine
kendilerinden en ufacık bir yardımı esirgemeyeceklerine inandıkları kişilerin
bile onunla bir araya gelmesine imkan bırakmadılar. Onun hakkında ellerinden
gelen bütün eziyet çeşitleriyle ve insanın, onları uydurup düzmesi ve bâtılla
karıştırıp süsleyip püslemesi bir yana, onları söylemekten dahi Allah’tan
utanacağı birtakım işlerle konuştular. Güç ve Kuvvet ancak Allah’ındır.
Bu şekilde onun aleyhinde çalışanlar bizim ve
bizim dışımızdaki herkes nezdinde bilinmektedirler. Bu çirkin ve iğrenç hareket
onlardan şöhret bulmuştur. Yine bunun gibi, aleyhde söz söyleme veya yaygara çıkarmayla
veya tahrik etme veya mektup ya da fetvâ gönderimiyle veya şahitlik ederek veya
Şeyh’in bazı arkadaşlarına ve Şeyh’e sığınanlara eziyet ederek veya sövmeyle
veya gıybetle veya da içten bozgunculuk yapmak sûretiyle onlara yardım eden de
böyledir. Bu kötü meziyetlerden pek çok şey, birçok topluluktan sâdır olmuştur.
Salihlerden ve hayırlı seçkin kimselerden bir
topluluk, bu olay sırasında ve sonrasında Şeyh hakkında çok güzel ve muhteşem
rüyalar görmüşlerdir. Eğer bunların hepsini toplayıp yazmaya kalksaydım tam bir
cilt (kitap) olurdu.”1
İbn Kesîr (öl.774 h.) ise bu olayı el-Bidaye
ve’n-Nihâye adlı muhteşem eserinde
hicrî 698 yılında meydana gelen olayları anlatırken, Melik Mansûr Laçin’in
öldürülmesi ve yerine Muhammed b. Kalavun’un tahta geçmesi hadisesini
zikrettikten sonra şöyle anlatır:
“Kıpçak’ın, Dımaşk’tan çıkmasından sonra
Laçin’in iktidarının son zamanlarında Şeyh Takıyyuddîn b. Teymiyye bir mihnete
maruz kaldı. Fıkıhçılardan bir topluluk ona karşı harekete geçerek O’nu Kadı
Celâluddîn el-Hanefî’nin meclisine getirmek istediler. Ancak O, bu meclise gitmedi.
Bunun üzerine Hamalıların kendisinden (yazmasını) istedikleri ve el-Hameviyye
olarak isimlendirilen akîde kitabının aleyhinde şehirde duyuru yapıldı. Ancak
Emir Seyfuddîn Câğân (Kâğân) ondan taraf olunca, aleyhinde bulunanları aratmaya
başladı. Çoğu gizlendi. O’nun akîde kitabının aleyhinde bulunanlardan bir kısmı
dövüldü, geri kalanlar da sustular. Cuma günü olunca Şeyh Takıyyuddîn adeti
olduğu üzere camide vaaz vermeye başladı ve Allah-u Teâlâ’nın “Şüphesiz sen büyük bir ahlak üzeresin”
(Kalem 4) buyruğunu tefsir etti. Sonra Cumartesi günü Kadı ‘İmâduddîn (eş-Şâfiî)
ile bir araya geldi. Faziletli kimselerden oluşan bir toplulukta orada hazır
bulundular. el-Akîdetü’l-Hameviyye adlı kitabı incelemeye başladılar. Bazı
noktalarını tartıştılar. İbn Teymiyye de geniş açıklamalar yaparak onları
susturucu cevaplar verdi. Sonra Dımaşk’tan
ayrılıp gitti. İşler yoluna girdi ve durumlar sakinleşti. Kadı ‘İmâduddîn’in
i’tikâdı güzel (düzgün), niyeti sâlihti.”1
İbn ‘Useymîn’in Hayatından Satır Başları
İsmi ve Nesebi:
Ebû Abdillah Muhammed b. Sâlih b. Muhammed b.
‘Useymîn el-Mukbil el-Vuheybî et-Temîmî.
Doğumu ve
Yetişmesi:
İbn ‘Useymîn, 27 Ramazan 1347 hicri yılında,
Kasîm bölgesi şehirlerinden biri olan ‘Uneyze şehrinde, dine olan bağlılıkları
ve istikâmetleriyle bilinen bir âile yapısı içinde dünyaya geldi. Annesi tarafından
dedesi olan Şeyh Abdurrahmân b. Süleymân Âl-i Dâmığ (Allah kendisine rahmet
etsin) gibi bazı âile fertlerinden dersler aldı. Kur’ân-ı Kerîm kıraatini ve hıfzını
Şeyh Abdurrahmân b. Süleymân’ın yanında tamamladı. Daha sonra ilim tahsiline
yönelerek yazı yazma, hesap ve bazı edebî sanatları öğrendi.
İbn ‘Useymîn’e üstün ve keskin bir zeka, yüksek
bir enerji ve âlimlerin meclislerine hiç aksatmadan katılmasını sağlayan ilim
tahsili düşkünlüğü bahşedilmişti. Meclislerine katıldığı âlimlerin başında
büyük tefsir ve fıkıh âlimi Şeyh Abdurrahmân b. Nâsır es-Sa’dî gelmektedir. Şeyh
es-Sa’dî öğrencilerinden ikisini küçük çocuklara ders vermeleri için
görevlendirmişti. Bu iki öğrenci Şeyh Ali es-Sâlihî ve Şeyh Muhammed b.
Abdülazîz el-Mutavva’ idi. O yıllarda bu küçük çocuklardan biri olan İbn
‘Useymîn, Şeyh Abdurrahmân es-Sa’dî’nin Muhtasaru’l-Akîdeti’l-Vâsıtıyye ve
Minhâcu’s-Sâlikîn fi’l-Fıkh adlı iki kitabıyla nahiv ve sarfla ilgili Âcrûmiyye
ve Elfiyye metinlerini bu iki öğrenciye okudu. Ayrıca Şeyh Abdurrahmân b. Ali
b. Avdân’a ferâiz (miras hukuku) ve fıkıhla ilgili bazı metinleri okudu. İşte Şeyh
İbn ‘Useymîn, ilim talebeleri arasında böyle yetişip gelişti.
Okul yıllarında ilk hocası sayılan Şeyh
Abdurrahmân b. Nâsır es-Sa’dî’nin derslerine devam ederek O’nda tevhid (akîde),
tefsir, hadis, fıkıh, usûlü fıkıh, ferâiz, hadis usûlü, nahiv ve sarf okudu.
1371 yılında câmide dersler vermeye başladı.
1372 yılında ilmî enstitülerin açılması üzerine, ilim tahsili için gittiği
Riyad’da bu enstitülerden birine birinci sınıfı sınavla geçmek suretiyle ikinci
sınıftan itibaren kaydoldu. İlim tahsili için Riyad dışında başka bir şehre
gitmedi. Riyad’daki günlerini, Şeyh Abdülazîz b. Bâz’dan aldığı derslerle değerlendirdi.
Şeyh Abdülazîz b. Bâz’a Buhârî’nin Sahîh’iyle Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye’nin
bazı risaleleri ve bazı fıkıh kitaplarını okudu. Bu itibarla Şeyh Abdülazîz b.
Bâz O’nun ikinci hocası sayılır. 2 sene sonra bu enstitüden mezun olan İbn
‘Useymîn ‘Uneyze’deki ‘Uneyze İlmi Enstitüsüne öğretmen olarak atandı. Bu sırada
kaydolduğu Şerîat (Hukuk) Fakültesi’ndeki tahsiline dışarıdan devam etti. Kısa
sürede bu fakülteden de mezun oldu. Fakülte yıllarında, hocası Şeyh Abdurrahmân
Sa’dî’nin derslerine hiç aksatmadan devam etti.
Hocası Abdurrahmân es-Sa’dî’nin hicri 1376 yılında
‘Uneyze’de 69 yaşına yaklaşmışken vefat etmesinden sonra bazı şeyhler, Şeyh
Sa’dî’den boşalan büyük câmi imamlığı için onay aldılar. Ancak onlar bu göreve
çok kısa bir süre devam ettiler. Onların hemen ardından Şeyh İbn ‘Useymîn bu
göreve atandı. Bu görevle birlikte hocası Şeyh es-Sa’dî’den boşalan tedrîs
vazifesini de üstlendi. Ayrıca bunlara ek olarak ‘Uneyze Ulusal Kütüphanesiyle
‘Uneyze İlmi Ensitisü’nde dersler vermeye devam etti. Daha sonra Muhammed b.
Suûd İslâm Üniversitesi’nin Kasîm Şubesi Şerîat (Hukuk) ve Usûlü’d-Dîn
fakültelerine öğretim görevlisi olarak atandı. Halen ilgili üniversitede öğretim
görevlisi ve Akîde bölüm başkanı olan İbn ‘Useymîn ayrıca Suudi Arabistan büyük
âlimler kurulunun da bir üyesidir.
Bir ara kendisine Suudi Arabistan Genel Müftüsü
Muhammed b. İbrâhim Âl-i’ş-Şeyh (Allah kendisine rahmet etsin) kadılık görevi
teklif eti. Hatta bu konuda çok ısrar ederek O’nun Ahsâ şehrine, şer’î
mahkemenin reisi olarak tayin kararını bile çıkardı. Ancak İbn ‘Useymîn,
kendisinin bu görevden affını diledi. Büyük uğraşılar ve yapılan resmi yazışmalar
sonunda kadılık görevinden muafiyeti kabul edildi. Bu olay, O’nun makam ve
mevki sevdalısı biri olmadığını aksine bütün hayatını ilim ve ilim ehli öğrencilere
adadığını gösteren en güzel örneklerden sadece bir tanesidir.
Tek eşle evli ve 5’i erkek 3’ü kız olmak üzere
toplam 8 çocuk babası olan İbn ‘Useymîn, İslâmî alandaki çalışmaları ve İslâmî
ilimlerin ihyâsı hususunda gösterdiği üstün gayret ve çabaları nedeniyle 1414
h. yılında Uluslararası Kral Faysal ödülüne layık görülmüştür.
İbn ‘Useymîn, kitabımızın redakte aşamasında
mâlesef 10 Ocak 2001 (15.10.1421) Çarşamba günü akşam namazının ardından
Cidde’de tedavi gördüğü Kral Faysal Hastanesinde vefat etmiştir. Uzun süredir
kolon kanseri tedavisi gören İbn ‘Useymîn, ertesi gün yarım milyonu aşkın bir
insan topluluğunun katılımıyla Ka’be’de kılınan cenaze namazı sonrası Mekke’de
hocası Abdülazîz b. Bâz’ın yanına defnedilmiştir. Allah-u Teâlâ her ikisine de
rahmet etsin, mekanları cennet olsun. (Âmîn)
Hocaları:
İbn ‘Useymîn ilim tahsili boyunca gerek
‘Uneyze’de gerekse Riyad’da pek çok şeyhten dersler alarak onlardan istifade
etmesini bildi. Bunlardan bazıları şunlardır:
1- Şeyh Abdurrahmân b. Nâsır es-Sa’dî. 1376 h. yılında
vefat etmiştir.
2- Şeyh Abdülazîz b. Abdullah b. Bâz. 13 Mayıs
1999 (27.1.1420) Perşembe günü vefat etmiştir.
3- Şeyh Muhammed el-Emîn b. Muhammed el-Muhtâr
el-Cenkî eş-Şankîtî. 1393 h. yılında vefat etmiştir.
4- Şeyh Ali b. Hamed es-Sâlihî. Halen hayattadır.
5- Şeyh Muhammed b. Abdülazîz el-Mutavva’. Vefat
etmiştir.
6- Şeyh Abdurrahmân b. Ali b. Avdân. Vefat etmiştir.
7- Şeyh Abdurrahmân b. Süleymân Âl-i Dâmığ. İbn
‘Useymîn’in anne tarafından dedesi olup vefat etmiştir.
Öğrencileri:
İlmi Enstitü ve üniversitedeki öğrencileri yanında,
gerek ‘Uneyze’de gerekse her sene Ramazan ayının son on gününü i’tikafta
geçirmek için gittiği Mescid-i Harâm’da ilim halkalarına katılan sayısız öğrencisi
vardır. Öyle ki bazı derslerinde ilim halkasına katılan öğrencilerin sayısı beşyüzü
aşmaktadır.1
İlmî
Metodu:
İbn ‘Useymîn, ilmî metodunu, hocası Abdurrahmân
es-Sa’dî’nin ilmî metodundan etkileşimle aldığını şöyle ifâde eder: “Öğretim
yöntemi, bilginin (ilmin) sunulması, örnekler ve anlamlarla bilginin öğrenciler
tarafından kolayca anlaşılmasını sağlama hususlarında, hocam Abdurrahmân
es-Sa’dî’den çok fazla etkilendim.” Ayrıca kendisi Şeyh Abdülazîz b. Bâz’dan
nasıl etkilendiğini şöyle ifâde eder: “Şeyh Abdülazîz b. Bâz’dan (Allah
kendisini korusun), hadislere verdiği önem, güzel ahlak ve insanlara karşı olan
alçak günüllülüğü bakımlarından etkilendim.”
Sonuç olarak İbn ‘Useymîn’in fetvâlarında izlediği
ilmî metodu inceleyenler, O’nun genelde Hanbelî mezhebine bağlı, ancak pek çok
meselede bu mezhebe bağlı kalmadan delille birlikte hareket eden bir metod
takip ettiğini görebilirler. Ayrıca Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye ve öğrencisi İbnu’l-Kayyim’in
görüşlerine özel bir değer vermiş, ancak delille çatıştıklarını gördüğü an onları
terketmeyi bilmiştir.2
Dersleri İşleyiş
Şekli
İbn ‘Useymîn, ‘Uneyze büyük câmiinde 35 küsür yıldan
beri hocası es-Sa’dî’den devraldığı tedrîs vazifesini, ülkesindeki âlimlerin çoğunluğundan
farklı bir üslübla îfâ etmektedir. Bu uslüp, muhtelif ilim dallarında yazılmış
ve Şeyh’in kendisi tarafından belirlenen nesir veya nazım şeklindeki Arapça
metinlerin ezberlenmesi ve her derste bu metinlerin öğrenciler tarafından
ezberden Şeyh’e sunulmasıdır. Dersini ezberlemeyenler bizzat Şeyh tarafından
azarlanmaktadırlar. Bu metinlerden bazıları şunlardır:
1- Kur’ân-ı Kerîm.
2- Zâdu’l-Mustaknı’ fî Fıkhı’l-İmâm Ahmed.
3- Hâfız İbn Hacer, Bulûğu’l-Merâm min
Edilleti’l-Ahkâm.
4- Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye, el-Akîdetü’l-Vâsıtıyye.
5- İbn Mâlik el-Endelusî, Elfiyetü İbn Mâlik
fi’n-Nahv ve’s-Sarf.
6- İbn Hacer, Nüzhetü’n-Nazar fî Tevdîhi
Nuhbeti’l-Fiker.1
İlmi
Etkinlikleri ve Eserleri:
İbn ‘Useymîn’in yukarıda sözü edilen dersleri ve
ilim halkaları yanında, ‘Uneyze büyük câmiindeki cuma hutbeleri, doğusuyla batısıyla
dünyanın her yerinde yaşayan müslümanlar için; hac mevsiminde, değişik gazete
ve dergilerde, nûrun ale’d-darb adlı radyo programında, ilim talebesi ve
okuyuculardan pek çok kişiyle yaptığı yazışmalarda ve değişik zamanlarda katıldığı
konferans ve seminerlerde verdiği sağlam fetvâlar gibi daha nice ilmî
etkinlikleri vardır. Şeyh’in ayrıca
muhtelif konularda kaydedilmiş pek çok kaseti yanında, akîde, tefsîr, hadis, fıkıh,
usûl, ahlak ve daha pek çok alanda derlediği irili ufaklı 55’i aşkın eseri vardır.
Biz bunlardan sadece akîdeyle ilgili olanlarını vermekle yetiniyoruz:2
1- Fethu Rabbi’l-Beriyye bi Telhîsi’l-Hameviyye:
Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye’nin el-Fetvâ el-Hameviyye el-Kübrâ adlı eserinin bir
özeti olup elinizdeki çevirisi sunulmuş eserdir. Bu eser, yazarın ilk kitabı
olup yazımını 8 Zilka’de 1380 h. yılında tamamlamıştır. İlk olarak
Mektebetü’l-Meârif tarafından Mecmûu Resâil fi’l-Akîde kitabının içinde
Riyad’da basılmıştır.
2- Nübze fi’l-Akîdeti’l-İslâmiyye: İlk kez adı
geçen yayın evi tarafından ilgili kitabın içinde basılmıştır.
3- el-Kavâidu’l-Müslâ fî Sıfâtillâhi ve
Esmâihi’l-Hüsnâ: Eşref b. Abdülmaksûd b. Abdürrahîm tahkikiyle
Mektebetü’s-Sünne tarafından Kâhire’de basılmıştır.
4- İbn Kudâme el-Makdisî’nin (öl.620 h.)
Lüm’atü’l-İ’tikâdi’l-Hâdî ilâ Sebîli’r-Reşâd adlı kitabının Şerhi: Eşref b.
Abdulmaksûd b. Abdürrahîm tahkikiyle Mektebetü’l-İmâmi’l-Buhârî tarafından İsmâiliyye’de
basılmıştır.
5- Akîdetü Ehli-’s-Sünne ve’l-Cemâa: Medine İslam
Üniversitesi tarafından muhtelif baskıları yapılmıştır.
6- İbn Teymiyye’nin el-Akîdeti’l-Vâsıtıyye adlı
kitabının Şerhi: Sa’d b. Fevvâz es-Sumeyl tahkikiyle, Dâru İbni’l-Cevzî tarafından
Dammâm’da, Şerhu’l-Akîdeti’l-Vâsıtıyye li Şeyhi’l-İslâm İbn Teymiyye adıyla 2
cilt halinde basılmıştır.
7- Muhammed b. Abdülvehhâb’ın (öl.1206 h.)
Kitâbu’t-Tevhîd adlı eserinin Şerhi: Dr. Süleymân b. Abdullah Eba’l-Hayl ve Dr.
Hâlid b. Ali el-Muşeykıh tahkikiyle, Dâru İbni’l-Cevzî tarafından Dammâm’da,
el-Kavlu’l-Müfîd alâ Kitâbi’t-Tevhîd adıyla 3 cilt halinde basılmıştır.
8- Şerhu Selâseti’l-Usûl: Muhammed b.
Abdülvehhâb’ın (öl.1206) el-Usûlü’s-Selâse ve Edilletuhâ adlı eserinin şerhi
olup pek çok baskısı yapılmıştır. Guraba Yayınları tarafından 1999 yılında Üç
Esas ve Açıklaması adıyla Türkçe çevirisi yayımlanmıştır.
9- Şerhu Usûli’l-Îmân: Dâru’l-Vatan tarafından
Riyad’da basılmıştır.
10- el-İbdâ’ fî Kemâli’ş-Şer’ ve Hataru’l-İbtidâ’:
Bir hayır sahibi tarafından Riyad’da basılmıştır.
11- Tefsîru Âyete’l-Kürsî: Birçok yayınevi tarafından
muhtelif baskıları yapılmıştır.
12- Risâletün fi’l-Vusûli ile’l-Kamer: İlk
olarak Mektebetü’l-Meârif tarafından Mecmûu Resâil fi’l-Akîde kitabının içinde,
Riyad’da basılmıştır.
13- Bütün bunlara ek olarak Şeyh’e ait fetvâ
kitaplarında ve muhtelif gazete ve dergilerde yayımlanan i’tikâdî konular hakkındaki
fetvâları.
Çok kısa bir süre de olsa bazı derslerine katılma
şerefine nâil olduğum büyük âlim İbn ‘Useymîn hakkında aslında diyecek daha çok
söz var. Ancak biz sözü daha fazla uzatmamak için bu kadarıyla yetiniyoruz. Şeyh’in
daha geniş biyografisi için isteyenler şu kaynaklara bakabilirler:
1- Abdullah b. Abdurrahmân el-Bessâm, Ulemâu
Necd Hilâle Sitteti Kurûn. İbn ‘Useymîn maddesi.
2- Fehd el-Bedrânî ve Fehd el-Berrâk, Ulemâunâ,
sh: 42 ve sonrası.
3- Fehd b. Nâsır es-Süleymân’ın cem’ ve tertîb
ettiği el-Mecmûu’s-Semîn min Fetâva’ş-Şeyh Muhammed b. Sâlih el-‘Useymîn adlı
eserin önsözü.
4- Velîd b. Ahmed el-Hüseyn Ebû Abdillah
ez-Zübeyrî, “Nübze an Hayâti’ş-Şeyh
Muhammed b. Sâlih el-‘Useymîn”, Mecelletü’l-Hikme, sy.2 (İngiltere/Leeds
16.2.1994), sh: 19-49.
5- Şâdî es-Seyyid Ahmed Abdullah,
“Tezkîru’l-Müslimîn bi Tercemeti’ş-Şeyh İbn ‘Useymîn”, Mecelletü’t-Tevhîd, sy.
11 (özel sayı) (Mısır / Kâhire Zilka’de 1421), sh: 44-50.
6- Şerhu’l-Akîdeti’l-Vâsıtıyye, sh: 9-15.
7- Şerhu Lüm’atü’l-İ’tikâdi’l-Hâdî ilâ
Sebîli’r-Reşâd, sh: 13-15.
İsim
ve Sıfat Tevhidinde
EHL-İ
SÜNNET’İN MUHALİFLERE CEVABI
Fethu
Rabbi’l-Beriyye bi Telhîsi’l-Hameviyye
Çeviri
Dipnot ve Tahkik
Necmi Sarı
İsim ve Sıfat Tevhidinde Ehl-i Sünnet’in Muhaliflere Cevabı
Muhammed b. Sâlih el-‘Useymîn
Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla
ÖNSÖZ
Hamd Allah içindir. O’na hamdeder, O’ndan yardım
ve bağışlanma diler ve O’na tevbe ederiz. Nefislerimizin şerrinden,
amellerimizin kötülüğünden O’na sığınırız. Allah kimi hidâyete erdirirse onu
saptıracak yoktur, kimi de saptırırsa onu hidayete erdirecek yoktur.
Tek olan ve hiçbir ortağı bulunmayan Allah’tan
başka ilah olmadığına tanıklık ederiz. Ve yine tanıklık ederiz ki, Muhammed
O’nun kulu ve Rasûlü’dür. Allah, Muhammed’e, O’nun ailesi ve ashâbına çokça
salât ve selâm eylesin.
Bundan sonra:
Allah-u Teâlâ, Muhammed sallallâhu aleyhi ve
sellem’i âlemlere rahmet, amel edenlere önder, kullara hüccet olarak hidâyet ve
hak diniyle gönderdi. O sallallâhu aleyhi ve sellem, kendisine verilen emâneti
yerine getirdi, risâleti teblîğ etti, ümmete öğüt verdi, dinin esâs ve ayrıntıları
konusunda insanların gereksinim duydukları her şeyi açıkladı. Açıklamadığı bir şey,
ümmetini teşvik etmediği bir hayır ve onları sakındırmadığı bir kötülük bırakmadı.
Nihayet ümmetini, gecesi de gündüzü gibi aydınlık bir yola getirdikten1
sonra içlerinden ayrıldı. Sahâbîleri, O’nun aydınlık yolunda yürüdükleri gibi
onları izleyen faziletli kuşaklar da onların yolunda yürüdüler. Nihayet hava,
çeşitli bid’at karanlıklarıyla bulandı ki, bid’atleri uyduranlar İslamı ve
müslümanları daralttılar. Müslümanlar da, gelişi güzel, cahilce ve bakmaksızın
bid’atlerle hareket etmeye, inançlarını örümcek ağı, hatta daha da çürük şeyler
üzerine kurmaya başladılar.
Oysa Allah-u Teâlâ dinini, kendilerine bahşettiği
iman, ilim ve hikmet ile din düşmanlarının karşısına dikilen, onların tuzaklarını
kendi boyunlarına dolayan dostlarıyla korur. Hamdolsun ki Allah, her
bid’atçinin karşısına, bid’atini yok etmeye ve onu geçersiz kılmaya çalışan,
sünnet ehlinden bir âlimi çıkarmıştır.
Bu bid’atçilerin karşısında duranların başında Şeyhu’l-İslam
Takıyyuddîn Ahmed b. Abdülhalîm b. Abdüsselâm b. Teymiyye el-Harrânî sonra ed-Dımaşkî
gelir. İbn Teymiyye, 661 hicri yılı Rebîu’l-Evvel ayının onuna rastlayan
Pazartesi günü dünyaya gelmiş, 728 hicri yılı Zilka’de ayında, zulmen
hapsedildiği Dımaşk (Şam) kalesinde dünyaya gözlerini yummuştur.
Sünneti açıklamak, esaslarını güçlendirmek ve
bid’atleri yıkmak için pek çok eser yazan İbn Teymiyye’nin, bu konudaki
eserlerinden biri de “el-Fetvâ el-Hameviyye” adlı risâlesidir. Bu kitabı, 698
hicri yılında, Şam bölgesi şehirlerinden biri olan Hamâ’da, sıfat ayetleri ve
hadisleri üzerinde fıkıh âlimlerinin ve din önderlerinin (imamlarının)
söyledikleri hakkında sorulan bir soruya cevap olarak yazdı. Seksen üç sayfa
kadar tutan bu cevap yüzünden sıkıntılara ve belâlara uğradı. Allah kendisini, İslam’dan
ve müslümanlardan yana en faziletli ödül ile mükafatlandırsın.
Okuyanların çoğunun, bu cevâbı her yönüyle
anlamakta güçlük çektiklerini bildiğim için önemli kısımlarını özetlemek ve
ihtiyaç duyulan bazı ilaveler de yapmak istedim ve kitaba “Fethu
Rabbi’l-Beriyye bi Telhîsi’l-Hameviyye” adını verdim.
İlk kez 1380 hicri yılında bastırdığım bu kitabın,
şimdi ikinci baskısını hazırlamış bulunuyorum. Bu baskıda, bazı ilaveler yaptığım
gibi gereksiz gördüğüm bazı yerleri de çıkararak, bazı değişikliklerde
bulundum.
Allah’tan, işimizi yüzüne (vechine) hâlis,
kullarına yararlı kılmasını dilerim. Hiç şüphesiz O, çok cömerttir, kerem
sahibidir.
BİRİNCİ
BÖLÜM
Kulun,
Dini Konusunda Uyması Gerekenler
Kula, dininde gerekli olan husus, Allah’ın dediğine,
Rasûlü Muhammed -Sallallâhu aleyhi ve
sellem-’in dediğine ve ondan sonra gelen doğru yoldaki hidâyet bulmuş
halifelerin, sahâbîlerin ve onlara güzelce tâbi olan ilk asır müslümanlarının
söylediklerine uymaktır. Çünkü Allah, Muhammed -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’i açık kanıtlarla ve hidâyetle
göndermiş, ona inanmayı, açık ve gizli her şeyde ona uymayı bütün insanlara
farz kılarak şöyle buyurmuştur: “De ki:
Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın
elçisiyim. O’ndan başka ilah yoktur. O, diriltir ve öldürür. Öyleyse Allah’a ve
ümmî Paygamber olan Rasûlüne -ki O, Allah’a ve onun sözlerine inanır- iman edin
ve O’na uyun ki doğru yolu bulasınız.” (A’râf, 158)
Peygamber -Sallallâhu
aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur: “Sizler,
benim sünnetime ve benden sonra gelen doğru yoldaki hidâyet bulmuş halifelerin
sünnetine uymaya bakınız. Sünnete sımsıkı sarılın ve onu azı dişlerinizle iyice
kavrayın. Sonradan uydurulmuş işlerden (bid’atlerden) 2de sakının. Çünkü hiç şüphesiz sonradan
uydurulmuş her iş bir bid’at ve her bid’at te bir sapıklıktır.” 3
Doğru yolda olan halifeler, faydalı ilim ve
sâlih (yararlı) amelde, Allah Nebisi -Sallallâhu
aleyhi ve sellem-’i, peşinden izleyen kimselerdir. İnsanların bu niteliği
en çok hak edenleri, Allah’ın onlardan râzı olduğu sahâbîlerdir. Çünkü Allah
onları, peygamberine arkadaş olmak, dinini korumak için seçmiştir. İlim ve
hikmet sahibi Allah-u Teâlâ, ancak imanca insanların en olgununu, akılca en
ilerisini, amelce en sağlamını, irâdece en güçlüsünü ve yolca en doğrusunu
Peygamberine arkadaş olarak seçer. Bundan dolayı insanların, peygamberleri -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’den sonra
kendilerine uyulmayı en çok hak edenleri onlardır. Onlardan sonra da hidâyet ve
sâlih kişilikleriyle bilinen din önderleri imamlardır.
İKİNCİ
BÖLÜM
Peygamber
Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’in Risâletinin İçerdiği Dini Esaslar ve Ayrıntılar
Peygamber -Sallallâhu
aleyhi ve sellem-’in risâleti iki şeyi içerir: Faydalı ilim ve salih
(yararlı) amel. Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: “O (Allah), müşrikler hoşlanmasalar da (kendi) dinini bütün dinlere
üstün kılmak için Rasûlünü hidayet ve hak din ile gönderendir.” (Tevbe, 33)
-Hidayet, faydalı ilimdir.
-Hak din ise, yalnız Allah’a kulluğu ve O’nun
Rasûlü -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’e
uymayı içeren sâlih ameldir.
Faydalı ilim; gerek dünyada, gerek ahirette bu
ümmete hayırlı ve yararlı olan her ilmi içine alır. Hiç şüphesiz ki, Allah’ın
isimlerini, sıfatlarını ve fiillerini bilmek bu ilimlerin başında gelir. Çünkü
bunları bilmek, ilimlerin en yararlısı, ilâhi risâletin özü, Peygamber
davetinin özeti, söz, iş ve inanç bakımından dinin temelidir.
Bundan dolayı Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in bunu ihmal etmiş olması, kuşku ve şüpheleri
açıkça ortadan kaldıracak biçimde bunu açıklamamış olması birkaç bakımdan
imkansızdır:
Birincisi: Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in peygamberliği
nûr ve hidayeti içerir. Çünkü Allah onu, bir müjdeleyici ve uyarıcı, Allah’ın
izniyle Allah’a çağıran bir davetçi ve etrafına nûr saçan bir kandil olarak
gönderdi.4 Nihayet O ümmetini,
gecesi de gündüzü gibi olan, helâkı kaçınılmaz olandan başkasının sapmayacağı
aydınlık bir yol üzerinde bıraktı.5
Nûrun en büyüğü ve en parlağı, Allah’ın
isimlerini, sıfatlarını ve fiillerini bilmekten doğan kalp nûrudur. Elbette
Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in
bunu gayet açık olarak belirtmiş olması gerekir.
İkincisi: Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem- ümmetine,
onların din ve dünya işlerinden gereksinim duydukları şeyleri, hatta yeme,
içme, oturma, uyuma ve diğer şeylerin âdâbına varıncaya dek her şeyi öğretmiştir.
Ebû Zerr6 -Radıyallâhu anh-
şöyle demiştir: “Rasûlullah -Sallallâhu
aleyhi ve sellem- vefat ettiği zaman, kanatlarını çırpan hiçbir kuş yoktu
ki, onun hakkında bize bir bilgi vermiş olmasın.”7
Hiç şüphesiz Allah’ı, isimlerini, sıfatlarını ve
fiillerini bilmek, bu genel cümleye (bilgiye) girmektedir. Daha da ötesi
kendisine duyulan ihtiyacın fazlalığından ötürü bu cümleye girenlerin ilkidir.
Üçüncüsü: Allah-u Teâlâ’ya,
isimlerine, sıfatlarına ve fiillerine iman etmek, dinin esası ve Peygamberlerin
davetinin özeti olup kalplerin kazandığı, akılların idrak edip kavradığı
bilgilerin en gereklisi ve en üstünüdür. Öyleyse Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem- önem ve fazilet bakımından bundan
daha aşağı derecede olan bilgileri öğretirken bunu öğretmeyi ve açıklamayı nasıl
ihmal eder?!
Dördüncüsü: İnsanların içinde
Rabbini en iyi bilen, onlara en çok öğüt veren, konuları en güzel açıklayan ve
Arap dilini en açık bir şekilde kullanan hiç şüphesiz Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem- idi. Böyle
iken O’nun, Allah’a, isim ve sıfatlarına ilişkin inanılması gereken hususları,
karışık ve birbirine benzer bir biçimde bırakması mümkün değildir.
Beşincisi: Sahâbîlerin (Allah
onlardan razı olsun), bu konuda gerçeği söylemiş olmaları gerekir. Çünkü bunun
tersi, ya susmak, ya da bâtılı söylemektir ki her ikisi de onlar için imkansızdır
(düşünülemez).
Susmanın İmkansızlığı: Ya Allah-u Teâlâ için
gerekli, câiz ve imkansız olan isim ve sıfatları bilmedikleri için susmuşturlar,
ya da bildikleri halde bunları gizlemiştirler. Onlar için bunların her ikisini
de düşünmek imkansızdır.
Bilmemenin İmkansızlığı:
Sahâbîlerin bu konuları bilmemesi imkansızdır. Çünkü içinde hayat, anlayış,
ilim arzusu ve ibâdet gayreti bulunan her kulun amacı, Allah-u Teâlâ’ya
inanmak, O’nu isim ve sıfatlarıyla bilme konusunda gerekli olan şeyleri araştırmak
ve bu hususta tam ve kesin bilgiye ve inanca varmak olmuştur.
Şüphesiz nesillerin en hayırlısı ve
faziletlileri sahâbîlerdir. Onlar, kalp yaşamında, hayrı sevmede ve faydalı
ilimleri gerçekleştirmede insanların en üstünüdürler. Nitekim Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle
buyurmuştur: “İnsanların en hayırlısı
benim çağdaşlarımdır. Sonra onlardan sonra gelenler, sonra onlardan sonra
gelenler.” 8
Hadisteki bu hayırlılık; söz, iş ve inanç bakımından
insanı Allah’a yaklaştıran her hususta onların üstünlüğünü kapsamaktadır.
Kaldı ki, bu konuda onların gerçeği
bilmediklerini varsayarsak, onlardan sonrakilerin de bunu bilmemeleri gerekir.
Çünkü Allah-u Teâlâ için ispat veya reddedilmesi gerekli olan isim ve sıfatlar,
ancak peygamberlik yoluyla öğrenilebilir. Sahâbîler ise Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem- ile ümmet
arasında bir vasıtadırlar. Bu varsayıma göre bu konuda hiç kimsenin bir şeyi
bilmemesi gerekir ki, bunun doğru olmadığı da açıktır.
Hakkı Gizlemenin İmkansızlığı:
Akıl sahibi her insaflı kişi, sahâbîlerin (Allah onlardan razı olsun) durumunu,
faydalı ilmi yaymaya ve onu ümmete tebliğ etmeye olan tutkularını bilir, hakkı
gizlemeyi onlara kesinlikle yakıştıramaz. Hele hele işlerin en gereklisi olan
Allah’ı, isimlerini ve sıfatlarını bilmek gibi bir konuda bunu asla kabul
edemez.
Kaldı ki bu konuda onlardan gerçeği açıklayan
pek çok söz gelmiştir. İsteyenler ve araştıranlar bunları bilirler.
Sahâbîlerin
Bâtıl Söz Söylemiş Olmalarının İmkansızlığı: Bu iki bakımdan imkansızdır:
Birincisi: Bâtıl söz üzerine doğru
(sağlam) kanıt kurmak mümkün değildir. Sahâbîlerin ise özellikle Allâhu
Teâlâ’ya iman ve gayb hususlarında sağlam delilin yerini tutmayacak sözler
söylemekten uzak bulundukları bilinmektedir. Onlar, Allah-u Teâlâ’nın:
“Hakkında
bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme” (İsrâ, 36)
“De ki:
Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı ve haksız yere sınırı aşmayı,
hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi, Allah’a ortak koşmanızı ve Allah
hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.” (A’râf, 33)
buyruklarına en çok uyan kimselerdir.
İkincisi: Batıl söz söylemek, ya
hakkı bilmemekten, ya da halkı şaşırtmak isteğinden ileri gelir. Sahâbîler hakkında
bunların ikisi de düşünülemez.
- Hakkı bilmemelerinin imkansızlığını yukarıda
açıklamıştık.
- Halkı
şaşırtmak istemelerine gelince, bu kesinlikle mümkün değildir. Çünkü halkı şaşırtmak,
kötü bir niyete dayanır. Ümmete hâlisane öğüt vermekle ve onların iyiliğini
istemekle bilinen sahâbeden böyle bir şeyin çıkması mümkün değildir.
Kaldı ki, onların bu konuyla ilgili
söylediklerinde kötü niyetin bulunduğu varsayılsa, ilim ve dinin diğer konularındaki
sözlerinde de kötü niyetin bulunacağı caiz olur. Böylece artık bu konu ve diğer
hiçbir konuda onların sözlerine ve haberlerine güven kalmaz. Bu ise sözlerin en
bâtılıdır. Çünkü dini temelinden sarsar ve şüpheli hale getirir.
Açıkça görüldüğü gibi, sahâbîlerin (Allah
onlardan razı olsun) bu konuda mutlaka gerçeği söylemiş olmaları gerekir. Bunu
ya kendi akıllarıyla ya da vahye dayanarak söylemişlerdir. Birincisi olanaksızdır.
Çünkü akıl, Allah-u Teâlâ için gerekli olan kemâl (olgunluk) sıfatlarını ayrıntılarıyla
kavrayamaz. Bu sûretle ikincisi yani bu konudaki bilgileri, Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’e gelen
vahiyden aldıkları ortaya çıkar. Demek ki Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-, Allah’ın isimleri ve sıfatları hakkında
gerçeği açıklamıştır. İşte istenen de budur.
ÜÇÜNCÜ
BÖLÜM
Allah’ın İsim
ve Sıfatları Hakkında Ehl-i Sünnet’in Yolu
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat; Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in
sünnetine (yoluna) sımsıkı sarılmanın, sözde, işte ve inançta açık ve gizli
olarak O’nun sünnetiyle amel etmenin gereği üzerinde birleşmiş topluluktur.
Ehl-i Sünnet’in, Allah’ın isim ve sıfatları hakkındaki
yolu şöyledir:9
1- İspat
(Olumlu Sıfatlar) Hakkındaki Yolu: Allah’ın kendisi için kitabında ya da Rasûlü -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in dilinde
O’nun hakkında bildirmiş olduğu sıfatları, ne herhangi bir tahrîf ve ta’tîle,
ne de herhangi bir tekyîf ve temsîle10 kaçmaksızın olduğu gibi
saptayarak kabul etmektir.11
2- Nefy
(Olumsuz Sıfatlar) Hakkındaki Yolu: Allah’ın kendisi için kitabında veya Rasûlü -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in dilinde
O’nun hakkında reddettiği sıfatları kabul etmemek ve Allah’ın, bunların karşıtı
olan en mükemmel sıfatlarla niteliği olduğuna inanmaktır.
3- Cisim,12 yer tutma,13
yön14 ve benzerleri gibi insanların ayrılığa düştükleri, haklarında
olumsuz ya da olumlu yönde bir kanıtın gelmediği sıfatlarda ise Ehl-i Sünnet’in
yolu şudur:
Haklarında olumlu (ispat) ya da olumsuz (nefy)
yönde bir kanıt gelmediği için bu tür sözler hakkında bir şey söylemeyerek
ispat ve nefye kalkışmazlar. Bu tür sıfatların anlamlarına gelince, bunlar hakkında
şöyle bir ayrıntılı açıklamada bulunurlar: Eğer bunlarla Allah’ın kendisini
tenzîh ettiği bâtıl bir anlam kastedilmişse onu reddederler, yok eğer Allah
hakkında imkansız olmayan hak (doğru) bir anlam kastedilmişse onu kabul
ederler.
İşte uyulması gereken yol budur. Bu, ta’tîl ehli
ile temsîl ehli arasındaki orta yoldur. Bu yolun gerekliliğini akıl ve nakil kanıtlamaktadır:
Aklın Kanıtı: Akıl, Allah-u Teâlâ
için gerekli, câiz ve imkansız şeylerin ancak nakil yoluyla öğrenilebileceğini
bilir. İşte bundan dolayı, bu konuda naklin; Allah için saptadığı sıfatları
saptamak ve O’na uygun görmediği sıfatları reddetmek gerektiği gibi hakkında
hiçbir şey söylemediği hususlarda da susarak nakle uymak gerekir.
Naklin Kanıtı: Bu konuda yalnız nakle
başvurmanın zorunluluğunu Allah’ın şu buyrukları kanıtlamaktadır:
1- “En
güzel isimler (el-esmâü’l-hüsnâ) Allah’ındır. O halde O’na o güzel isimlerle
dua edin. Onun isimleri hakkında eğri yola (ilhâda) sapanları bırakın. Onlar
yapmakta olduklarının (yâni ilhâdlarının) cezasına çarptırılacaklardır.”
(A’râf, 180)
2- “O’nun
benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.” (Şûrâ, 11)
3- “Hakkında
bilgin bulunmayan şeylerin ardına düşme.” (İsrâ, 36)
İlk ayet, tahrîf ve ta’tîle kaçmadan Allah’ın
bildirdiği sıfatları kabul etmenin gereğini gösterir. Çünkü tahrîf ve ta’tîl, ilhâdın
pek çok şeklinden yalnızca ikisidir.15
İkinci ayet, temsîli reddetmenin gerekliliğini
gösterir.
Üçüncü ayet, tekyîfi reddetmenin gerekliliğiyle,
hakkında olumlu ya da olumsuz bir şeyin gelmediği hususlarda susmanın gerekliliğini
gösterir.
Allah hakkında sâbit olan tüm sıfatlar, kemâl
(olgunluk) sıfatlarıdır. Allah’a bunlarla hamdedilir ve bunlarla Allah övülür.
Hiçbir bakımdan bu sıfatlarda bir eksiklik yoktur. Allah-u Teâlâ hakkında sâbit
olan tüm kemâl (olgunluk) sıfatları en olgun sıfatlardır.
Allah’ın kendisi hakkında reddettiği her sıfat,
O’nun zorunlu olgunluğuna aykırı olan eksiklik sıfatıdır. Allah-u Teâlâ’nın
kemâlinin gereği, eksiklik bildiren bütün sıfatlar O’nun hakkında imkansızdır.
Allah’ın, kendisi hakkında reddettiği sıfattan
kastedilen, olumsuz anlam içeren o sıfatın reddedilerek onun en mükemmel karşıtının
kabul edilmesidir. Çünkü olumsuzluk olgunluk göstermez ki olumlu bir övgü sıfatı
içermiş olsun. Bir şeyin olmamasının (yâni olumsuz olmasının) nedeni acziyet
(güç yetirememe) olabilir ki bu durumda bu olumsuzluk şâirin16 şu
sözünde olduğu gibi, bir eksikliktir:
Anlaşmayı bozup hıyânet etmeyen ve insanlara
hardal tanesi kadar zulmetmeyen bir kabilecik.17
Ya da “Duvar zulmetmez”18 şeklinde
söylenen sözdeki gibi bir şey yeteneksizliğinden dolayı olumsuz yapılır ki bu
takdirde övgüyü haketmez.
Bu husus iyice anlaşıldıysa deriz ki: Allah’ın
kendisi hakkında reddettiği sıfatlardan biri de “zulüm” sıfatıdır. Bununla
ilgili olarak bizden istenen Allah hakkında zulmetme sıfatının reddiyle beraber
zulmetmenin en mükemmel karşıtının -ki o adaletli olma anlamında olan
el-adl’dir- kabul edilmesidir.19
Yine Allah kendisi hakkında “el-lugûb” sıfatını
reddetmiştir ki anlamı, yorulmak ve takatsiz düşmektir. O halde bizden istenen,
Allah hakkında yorulma ve takatsiz düşme sıfatının reddiyle beraber onun en
mükemmel karşıtının -ki o el-kuvve’dir, yâni kuvvetli olmak- kabul edilmesidir.20
Allah’ın kendisi hakkında reddettiği geri kalan
sıfatlar da bunlar gibidir. Allah en doğrusunu bilir.
Tahrîf:21
Tahrîf dilde değiştirmek demektir. Terim olarak
tahrîf, nassı (ayet veya hadisi) lafız veya anlam olarak değiştirmektir. Lafzı
değiştirmeyle beraber anlam ya değişir ya da değişmez.
Tahrîf üç kısımdır:
1- Anlamı Değişen Lafız (Söz, Kelime) Tahrîfi:
Bazılarının sırf konuşan Mû-
sâ Peygamber olsun diye “Ve Allah Mûsâ ile konuştu” (Nisâ, 64) ayetinde Allah lafz-ı
celâlini üstün okumaları
gibi.
2- Anlamı Değişmeyen Lafız (Söz, Kelime)
Tahrîfi: “Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur” (Fâtiha, 2) ayetinde dâl
harfini üstün okumak
gibi. Bu tür hata,
genellikle cahilden kaynaklanan hata olup kasıtlı olarak ard niyetle yapılan
bir hata değildir.
3- Anlam Tahrîfi: Delilsiz olarak bir lafzı
(sözü, kelimeyi) açık anlamı dışına çıkarmaktır. Allah’a izâfe (nispet) edilen
“iki el”’in kuvvet, nimet ve benzeri sözlerle anlamını değiştirmek gibi.22
Ta’tîl:23
Dilde ta’tîl, boşaltmak (bir şeyin veya kavramın
içini boşaltmak) ve terk etmek demektir. Terim olarak ise, Allah-u Teâlâ için
gerekli olan isim ve sıfatların tamamını veya bir kısmını inkar etmektir. Buna
göre ta’tîl iki kısımdır:
1- Tam (Küllî) Ta’tîl: Allah’ın sıfatlarını
inkar eden Cehmiyye24 gibi. Bunların aşırıları, Allah’ın isimlerini
de inkar ederler.
2- Kısmî (Cüzî) Ta’tîl: Allah’ın bazı sıfatlarını
kabul edip bazılarını inkar eden Eş’ariyye25 gibi. Bu ümmet içinde
ta’tîl fitnesi ile bilinen ilk kişi el-Ca’d b. Dirhem’26 dir.
Tekyîf:27
Tekyîf, bir sıfatın niteliğini (keyfiyetini)
anlatmaktır. Allah’ın elinin ya da dünya göğüne inmesinin niteliği şöyle şöyledir,
demek gibi.28
Temsîl29 ve Teşbîh:30
Temsîl, bir şeye örnek, teşbîh ise benzer
vermektir.
Temsîl (iki şey arasında) her bakımdan eşitlik
ve denklik bulunmasını, teşbih ise bir çok bakımdan eşitlik ve denklik bulunmasını
gerektirir.31 Bunların biri diğeri yerinde de kullanılır.
Bunlar ile (temsîl ve teşbîh) tekyîf arasında
iki bakımdan fark vardır:32
Birincisi: Tekyîf, bir şeyin niteliğini mutlak
olarak veya bir benzerle kayıtlayarak anlatmaktır. Temsîl ve teşbîh ise, örnek
ve benzerle kayıtlanmış bir niteliği gösterir. Bu bakımdan tekyîf daha
geneldir. Çünkü her mümessil (temsil yapan) aynı zamanda mükeyyif (tekyif
yapan)dir, tersi olamaz.33
İkincisi: Tekyîf sıfatlara özgüdür. Temsîl ise
değerde (adet), sıfatta ve zâtta olabilir. Bu bakımdan yani temsîlin zât, sıfat
ve değerle olan ilgisi bakımından temsîl daha geneldir.
Sonra insanlar içinde birçok kimsenin sapıtmasına
neden olmuş teşbîh de iki kısma ayrılır:
Birincisi: Yaratılmışı yaradana benzetmek.
İkincisi: Yaradanı yaratılmışa benzetmek.
•Yaratılmışı Yaradana Benzetmek:34
Allah’a özgü fiiller, haklar ve sıfatlardan herhangi birini yaratılmışa da
vermek demektir.
Birincinin yâni Allah’ın fiillerinden herhangi
birini yaratılmışa vermenin örneği: Allah ile beraber başka bir yaratıcı
bulunduğunu ileri süren kişinin Rubûbiyyet Tevhidinde Allah’a şirk koşması
gibi.
İkincinin yani Allah’ın haklarından herhangi
birini yaratılmışa vermenin örneği: Müşriklerin, putlarının ilahlık hakkı olduğunu
ileri sürerek onlara tapıp kulluk etmeleri gibi.
Üçüncünün yâni Allah’ın sıfatlarından herhangi
birini yaratılmışa vermenin örneği: Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’i övme veya diğer konularda aşırıya
kaçanların yaptıkları şeyler gibi. Örneğin Abdullah b. Yahyâ el-Buhturî’35yi
öven Mütenebbî’36nin:
Ey benzeri olmayan kimse, dilediğin gibi ol.
Ve nasıl istersen öyle ol. Sana benzer bir kimse
yaratılmamıştır.
sözünde37 olduğu gibi.
•Yaradanı Yaratılmışa Benzetmek:38 Bu
ise yaratılmışa ait olan bazı özellikleri Allah’ın zâtına ve sıfatlarına
vermektir.
“Allah’ın iki eli yaratıkların elleri gibidir”,
“Allah’ın arşına istiva etmesi yaratıkların tahtlarına oturup kurulmaları
gibidir” ve benzeri sözler gibi.
Bu çeşit sözler söylemekle bilinen ilk kişinin,
Râfızî39 olan Hişâm b. el-Hakem40 olduğu söylenir. Allah
en doğrusunu bilir.
İlhâd:41
İlhâd, dilde eğilim, terim olarak da inanılması
ya da yapılması gerekli olan şeyden başka yana sapmak demektir. İlhâd iki kısımdır:
Birincisi: Allah’ın İsimlerinde İlhâd
İkincisi: Allah’ın Ayetlerinde İlhâd
Allah’ın İsimlerinde
İlhâd:42 Bu isimler için kaçınılmaz
ve gerekli olan gerçekten sapmaktır. Bunun da dört çeşidi vardır:
1- Ta’tîlcilerin yaptıkları gibi isimlerden
herhangi birini veya bunların gösterdiği sıfatları inkar etmek.
2- Teşbîhcilerin yaptıkları gibi isimleri,
Allah’ı yaratıklarına benzetmek için bir kanıt (gösterge) olarak kullanmak.
3- Allah’ın kendisine vermediği bir takım
isimlerle Allah’ı adlandırmak. Çünkü Allah’ın isimleri tevkîfîdir yâni delile
dayalıdır. Bu çeşide örnek, Hıristiyanların Allah’ı “baba”, filozofların da
“ille-i fâile=etkin güç” olarak isimlendirmeleri.
4- Allah’ın isimlerinden putlara isimler
türetmek gibi. el-İlâh isminden “el-lât”, el-azîz isminden “el-uzzâ” adları
türetmek gibi.
Allah’ın
Ayetlerinde İlhâd:43 Bu, ya peygamberlerin getirdiği hükümler ve haberlerden oluşan
şer’î ayetlerde ya da Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı ve yaratmakta olduğu
varlıklar olan kevnî ayetlerde olur.
•Şer’î ayetlerdeki İlhâd, ya bu ayetleri tahrîf
etmek, yahut bunların bildirdiği haberleri yalanlamak veya da hükümlerine karşı
çıkmaktır.
•Kevnî ayetlerdeki ilhâd ise, bu ayetleri,
Allah’tan başkasına nispet etmek veya bu ayetlerde bir ortağı ve yardımcısı olduğuna
inanmaktır.
DÖRDÜNCÜ
BÖLÜM
Selef
Yolunun Doğruluğu, İlim ve Hikmet Bakımından Halef Yolunun Selefin Yolundan
Üstün Olduğu İddiasının Geçersizliği
Yukarıda selef yolunun açıklaması ve bu yola
uymanın gerekliliğini gösteren kanıtlardan bahsedilmişti. Burada ise biz, doğru
yolun selef yolu olduğunu kanıtlarıyla belirtmek istiyoruz. Selefin yolu iki
bakımdan doğrudur:
Birincisi: Selefin yolu, kitap ve sünnetin
gösterdiği yoldur. İlim ve adaletle selefin yolunu araştıran herkes, o yolun,
gerek bütün, gerekse ayrıntı olarak kitap ve sünnete uygun olduğunu bulur.
Elbette böyle olması gerekir. Çünkü Allah, insanların ayetlerini düşünüp taşınmaları,
eğer hüküm içermişlerse onları uygulamaları ve eğer haber bildirmişlerse onları
doğrulamaları için kitabını indirmiştir. Şüphesiz insanların, bu ayetleri
anlamaya, doğrulamaya ve hükümlerini uygulamaya en yakın olanları seleftir.
Çünkü bu ayetler kendi dillerinde ve çağlarında inmiştir. O halde hiç şüphesiz
onlar, insanların bu ayetleri anlayış olarak en iyi bilenleri, uygulayış olarak
da en sağlam olanlarıdır.
İkincisi: Bu konuda gerçek, ya selefin ya da
halefin dediği gibidir, demek gerekir. Cümlenin ikinci bölümü geçersizdir.
Çünkü bu takdirde Allah’ın ve Rasûlü’nün ve islam dinine girme hususunda öne geçen
ilk muhâcirler ve ensârın doğrudan veya açıkça bâtılı söylemiş, bir kez dahi
olsun inanılması gereken gerçeği ne doğrudan ne de açıkça söylememiş olmaları
gerekir. Böylece kitap ve sünnetin varlığı dinin esasına apaçık bir zarar verir
ki, insanları kitap ve sünnetten yoksun bırakmak onlar için daha hayırlı ve
daha doğru olur. Bunun bâtıllığı da açıktır.
Bazı geri zekalılar:44 “Selefin yolu
daha sağlıklı, halefin yolu ise ilim ve hikmet bakımından daha üstündür”!! demişlerdir.
Bu sözün kaynağı şu iki kanıdır:
Birincisi: Bunu söyleyenin, taşıdığı bozuk
süpheler nedeniyle, Allah-u Teâlâ’nın, bu nasların (ayet ve hadislerin)
gösterdiği gerçek bir sıfatı yoktur şeklindeki inancı.
İkincisi: Selefin yolunun, sıfatlarla ilgili
nasların lafızlarına hiçbir anlam vermeden inanmak olduğunu sanması. Böylece iş
dönüp dolaşarak şu iki şey arasında kalıverir:
Biz, ya anlamsız kupkuru boş sözlere inanmak
durumundayız -ki onun kanısına göre- selefin yolu budur. Ya da nasların açık
anlamlarının bizzat gösterdiği Allah’ın sıfatlarını saptarken, bu naslara açık
anlamlarına ters anlamlar veririz. Halefin yolu da budur.
Hiç şüphesiz, nasların anlamlarını saptamak,
onları büsbütün anlamsız boş laflar halinde bırakmaktan hem ilim hem de hikmet
bakımından daha iyidir. İşte bundan dolayıdır ki bu geri zekalı, ilim ve hikmet
bakımından halefin yolunu, selefin yolundan daha üstün tutmuştur.
Bu geri zekalının sözünün bir doğru bir de yanlış
yanı vardır:
Doğru yanı “selefin yolunun daha sağlıklı olduğu”
sözüdür.
Yanlış yanı ise “ilim ve hikmet bakımından
halefin yolunun daha üstün olduğu” sözüdür. Bu söz (yanlış yanı içeren söz)
birkaç bakımdan açıkça yanlıştır:
1- Bu söz, “selefin yolu daha sağlıklıdır”
sözüyle çelişmektedir. Çünkü selefin yolunun daha sağlıklı olması, onun ilim ve
hikmet bakımından daha üstün olmasının bir gereğidir. Şöyle ki, ilim ve hikmet
olmadan selâmet (sağlık) olmaz. İlim, selâmet sebeplerindendir. Hikmet ise o
sebeplere göre hareket etmektir. Böylece selefin yolunun daha sağlıklı, ilim ve
hikmetçe de daha üstün olduğu anlaşılmış olur. İşte bu geri zekalının bu kaçınılmaz
gerçeği bilmesi gerekir.
2- Allah’ın, bu nasların gösterdiği gerçek bir sıfatı
yoktur şeklindeki inancı da bâtıldır. Çünkü bu ilk olarak bozuk şüpheler45
üzerine kurulmuş bir kanıdır. İkinci olarak da hem akıl, hem yaratılış (fıtrat)
hem de dinin kendisi, Allah-u Teâlâ’nın en olgun sıfatlara sahip olduğunu
göstermektedir. Bunları şöyle açıklayabiliriz:
Akıl, Allah’ın en olgun sıfatlara
sahip olduğunu gösterir. Şöyle ki: Bu evrende fiilen var olan her şeyin bir sıfatı
vardır. Bu sıfat ya olgunluk ya da eksiklik sıfatıdır. İkinci yâni eksiklik sıfatı,
gerçek anlamda ibadet edilmeyi hak eden Rabb’e nispeti yönüyle bâtıldır. Bundan
dolayı Allah-u Teâlâ, putların ilahlıklarının (tanrılıklarının) geçersizliğini
ve bâtıllığını göstermek için, onları “işitmez, görmez, ne fayda ne de zarar
vermez, yaratmaz ve yardım etmez” gibi eksiklik ve âcizlik belirten sıfatlarla
nitelemiştir. İkincisi yâni Allah’ın eksiklik bildiren sıfatlarla nitelenmesi
mümkün olmadığına göre, birincisi yâni O’nun için olgunluk sıfatlarının saptanmış
olduğu kendiliğinden ortaya çıkmış oldu. Kaldı ki yaratıkların da olgunluk sıfatları
bulunduğu, duyu ve gözlem ile saptanmıştır. Bu olgunluk sıfatlarını, onlara
veren her türlü eksiklik ve kusurdan münezzeh olan Allah’tır. Elbette tüm bu
olgunlukları veren onlara daha layıktır.
Fıtrat
(yaratılış)
kanunu da Allah’ın olgunluk sıfatlarına sahip olduğunu gösterir. Çünkü sağlıklı
nefisler (canlar), Allah’ı sevmek, O’nu yüceltmek ve O’na kulluk etmek eğilimi
ve doğasıyla yaratılmışlardır.46
Şimdi sen, tüm bunlardan sonra, rablığa ve ilahlığa
lâyık, olgun sıfatlarla niteli olduğuna inandığından başka bir varlığı sever,
onu yüceltir ve ona kulluk eder misin?!
Din ise, Allah’ın en olgun
sıfatlara sahip olduğunu gösteren sayılmayacak kadar pek çok kanıtla doludur.
Örneğin Allah’ın şu buyrukları bunlardan bazılarıdır:
“O, öyle
Allah’tır ki, O’ndan başka ilah yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O,
esirgeyendir, bağışlayandır. O, öyle Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir
ilah yoktur. O, mülkün sahibidir, mukaddestir (çok kutsaldır), selâmet
verendir, emniyete eriştirendir, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla
yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah (müşriklerin) ortak koştukları şeylerden
münezzehtir. O, yaratan, var eden, şekil veren Allah’tır. En güzel isimler
(el-esmâü’l-hüsnâ) O’nundur. Göklerde ve yerde bulunan her şey O’nu tesbîh
eder. O, azîzdir (gâliptir), hikmet sahibidir.” (Haşr, 22-24)
“Göklerde
ve yerde en yüce sıfat(lar) O’nundur.” (Rûm, 27)
“Allah, (o
Allah’dır ki) O’ndan başka ilah yoktur; O, diridir, zâtıyla ve kemâliyle
kâimdir. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi
O’nundur. İzni olmadan O’nun katında kim şefaat edebilir ki? Onların önlerindekini
ve arkalarındakini bilir. O’nun ilminden, yalnız kendisinin dilediği dışında
hiçbir şeyi kavrayamazlar. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır, onları
koruyup gözetmek kendisine ağır gelmez. O, zâtıyla yüksek olandır, çok
büyüktür.” (Bakara, 255)
Peygamber -Sallallâhu
aleyhi ve sellem-’in de şu sözü bunun güzel bir örneğidir:
“Ey
insanlar! Kendinize acıyınız. Çünkü siz, ne bir sağıra ne de bir gâibe dua
ediyorsunuz. Tam tersine işiten, gören ve yakın olana dua ediyorsunuz. Hiç şüphesiz
kendisine dua ettiğiniz sizden birinize bineğinin boynundan daha yakındır.” 47
Buna benzer daha pek çok ayet ve hadis, Allah’ın
olgunluk sıfatlarıyla niteli olduğunu göstermektedir.
3- Selefin yolu, sıfatlarla ilgili nasların lafızlarına
hiçbir anlam vermeden inanmaktır şeklindeki sanısı da hem bâtıldır hem de
selefe atılan bir iftiradır. Çünkü
gerek lafız, gerekse anlam bakımından sıfat naslarını en iyi bilen, Allah ve
Rasûlü’nün istekleri doğrultusunda bu nasların anlamlarını Allah-u Teâlâ’ya
yaraşır biçimde en açık ve güzel şekilde saptayan seleftir.
4- Selef, nebîlerin ve rasûllerin mirasçılarıdırlar.
Onlar bilgilerini ilâhî risâlet kaynağından ve iman gerçeklerinden almışlardır.
Fakat şu halef ise, sahip oldukları bilgilerini, ateşe tapan mecûsilerden, müşriklerden,
Yahûdi ve Yunan sapıklığından almışlardır.48 Şimdi nasıl oluyor da,
mecûsilerin, müşriklerin, Yahûdilerin, Yunanlıların ve bunların yavrularının
mirasçıları olanlar, Allah’ın isim ve sıfatları konusunda nebîlerin ve
rasûllerin varislerinden daha bilgili ve daha hikmetli olabiliyorlar?!
5- Bu geri zekalının, ilim ve hikmetle ilgili
metodlarını, selefin metodundan üstün tuttuğu halef, aslında Hz.Muhammed -Sallallâhu aleyhi ve sellem- ile
gönderilen açık kanıtlar ve hidayetten yüz çevirdikleri ve Allâh-u Teâlâ’yı
bilmeyi, Allah’ı bilmeyenlerden öğrenmek istedikleri için şaşırıp kalmışlardır.
Bu şaşkınlıkları bizzat kendi itirafları ve ümmetin de aleyhlerine tanıklığı
ile sâbittir. Nitekim bunların liderlerinden biri olan Râzî,49
sonunda vardığı kanaati şöyle ifade etmektedir:
Akılların gidişinin sonu bağlara takılmaktır.50
Akılla uğraşan âlimlerin çabasının çoğu sapıklıktır.
Ruhlarımız, bedenlerimizde yabancı kalmıştır.
Dünyamızın sonu eziyet ve vebaldir.
Ömrümüz boyunca araştırmalarımızdan istifâde
etmedik.
Sadece onun bunun dediklerini toplamak dışında.51
“Ben kelâm yollarını ve felsefe metodlarını
inceden inceye inceledim de bunları, ne bir hastaya şifa verecek ne de bir
susamışı kandıracak nitelikte görmedim. (Allah’a ulaştıran) yolların en yakınının
Kur’ân yolu olduğunu gördüm. Allah’ın sıfatlarını ispat hususunda:
“Rahman arşa
istiva etti.” (Tâhâ, 5)
“Güzel söz
ancak O’na yükselir (çıkar).” (Fâtır, 10)
ayetlerini, eksiklik ve kusur belirten sıfatları
reddetme hususunda ise:
“O’nun
benzeri hiçbir şey yoktur.” (Şûrâ, 11)
“Onlar
O’nu ilmen (bilgice) kavrayamazlar.” (Tâhâ, 110)
ayetlerini oku.
Benim deneyimimi geçiren kimse, benim bildiğim
gibi bilir.”52 Râzî’nin sözü burada bitti.
Şimdi nasıl oluyor da, kendilerinin sapıklık ve şaşkınlık
içinde olduklarını itiraf eden bu şaşkınların yolu, Allah’ın kendilerine bahşettiği
ilim ve hikmetle diğer peygamberlerin ümmetleri arasından sıyrılıp çıkarak
onlara üstün gelen hidâyet önderleri ve gece karanlığının kandilleri olan
selefin yolundan daha bilgili ve daha hikmetli olabiliyor?! Onlar öylesine,
imân ve ilim gerçeklerini idrak etmişlerdi ki, başkalarının bütün bilgileri
toplanıp onlarınkinin yanına konsa, başkalarını bunlarla karşılaştırmak isteyen
bu yaptığından utanırdı. Öyleyse nasıl oluyor da başkalarının onlardan daha
üstün olduğu hükmü verilebilmektedir?!
Böylece selefin yolunun daha sağlıklı, daha
bilgili ve daha hikmetli olduğu ortaya çıkar.
BEŞİNCİ
BÖLÜM
Sonradan
Gelen Bazı Kimselerin Selefin Yolu Hakkındaki Kötü Niyetli Nakilleri
Sonradan gelenlerden bazıları şöyle demişlerdir:
“Selefin sıfat nasları hakkındaki görüşü (yolu), sıfat naslarını (lafızlarını)
geldiği gibi alıp açık anlamlarının (zâhirlerinin) kastedilmediğine inanmaktır.”
Doğal olarak, böyle bir sözü geneli itibarıyla
olduğu gibi almak problem olabilmektedir. Çünkü “zâhir=açık anlam” sözü mücmel
olup aşağıdaki şu ayrıntılı açıklamaya gereksinim duyar:
1- Eğer zâhir sözüyle, bu naslardan, teşbîhe
(benzetmeye) kaçmaksızın Allah’ın, kemâline yaraşır sıfatları olduğu ortaya
konmak istenmişse, bu kesinlikle kastedilen anlamdır. Kastedilen anlamın bu
olmadığını söyleyen kimse şayet buna kendisi inanmışsa sapıtmış, yok bu sözü
yâni kastedilen anlamın bu olmadığını selefe nispet etmişse yalancı veya hatalı
olmuştur.
2- Yok eğer zâhir sözüyle, bazı insanlar için,
“bu nasların zâhirleri (açık anlamları) Allah’ı yaratıklarına benzetmektir”
gibi bir anlamın belirebileceği kastedilmek istenmişse, bu durumda kastedilen
anlam kesinlikle bu değildir. Zaten nasların zâhiri (açık anlamı) de bu değildir.
Çünkü Allah’ın yaratıklarına benzemesi olanaksız bir şeydir. Kitap ve sünnetin
zâhirinin olanaksız bir şey olması mümkün değildir. Her kim nasların
zâhirlerinin (açık anlamlarının) Allah’ı yaratıklarına benzetmek olduğunu
sanarsa, ona bu sanısının yanlış olduğu ve bu nasların zâhirlerinin (açık
anlamlarının), hatta bunun da ötesinde açık seçik dile getirdiklerinin:
“Allah’a yaraşır ve O’na özgü sıfatların ispat edilmesi” gereği olduğu açıklanır.
Böylece bu ayrıntılı açıklamayla, hem lafız hem
de anlam bakımından naslara hakkını vermiş olduk. Allah en doğrusunu bilir.
ALTINCI
BÖLÜM
Sonradan
Gelen Bazı Kimselerin Hakkı Bâtılla Karıştırmaları
Sonradan gelenlerden bazıları şöyle demişlerdir:
“Sıfat nasları hakkında selefin yolu (görüşü) ile bu nasları te’vîl edenlerin
yolu (görüşü) arasında bir fark yoktur. Çünkü bunların hepsi de ayet ve
hadislerin Allah’ın sıfatlarını göstermediği hususunda birleşmişlerdir. Ancak
te’vîl edenler, ihtiyaç duyulduğundan dolayı bunları te’vîl etmeyi yararlı
görmüşler ve bunun sonucu olarak da kastedilen anlamı belirlemişlerdir. Selef
ise te’vîlcilerin kastettikleri anlamdan başka bir anlamın da kastedilmiş
olabileceği düşüncesiyle kesin bir anlam belirlemekten kaçınmışlardır.”
Bu söz, selefe atılan açık bir iftiradır. Selef
arasında nasların, Allah’a yaraşan sıfatları göstermediğini söyleyen hiç kimse
yoktur. Tam tersine onların sözleri, genel olarak sıfatların cinslerini kabul
etmeyi, genelin dışında da sıfatları inkar eden ya da Allah’ı yaratıklarına
benzetenleri reddetmeyi gösterir.
Nitekim İmam Buhârî’53 nin hocası
Nuaym b. Hammâd el-Huzâ’î’54nin şu sözü bunun güzel bir örneğidir:
“Allah’ı yaratıklarına benzeten kâfir olur.
Allah’ın, kendisini nitelendirdiği şeyleri inkar eden de kâfir olur. Ne Allah’ın
kendisini nitelendirdiği ne de Rasûlü’nün O’nu nitelendirdiği hiçbir şey teşbîh
değildir.”55 Selefin buna benzer sözleri daha pek çoktur.
Selefin bu te’vîlcilerle aynı düşüncede olmayıp,
sıfatları olduğu gibi kabul ettiğinin kanıtlarından biri de bunların, sıfatları
olduğu gibi kabul etmelerinden dolayı selefe düşman olmaları ve selefi teşbîh
ve tecsîm (cisimlendirme)56 ile suçlamalarıdır.57 Eğer
selef de bunlar gibi nasların, Allah’ın sıfatlarını göstermediği görüşünde
olsaydı, onlara düşman olmaz ve onları teşbîh ve tecsîm ile suçlamazlardı.58
Allah’a hamdolsun ki bu durum açıkça görülebilmektedir.
YEDİNCİ
BÖLÜM
Sıfatlar
Hakkında Seleften Gelen Sözler
Sıfat ayetleri ve hadisleri hakkında seleften
gelen ve bir kısmı genel, bir kısmı da özel anlamlar içeren bazı sözler şöhret
bulmuştur.
Genel anlamlı sözlerden biri, selefin şu
sözüdür:
“Onları (sıfat naslarını) geldikleri gibi
nitelendirmeden (niteliksiz) alınız.”
Bu söz; Mekhûl,59 Zührî,60
Mâlik b. Enes,61 Süfyân es-Sevrî,62 Leys b. Sa’d63
ve Evzâ’î’64den rivâyet edilmiştir.65
Bu sözde, ta’tîlcilere ve teşbîhcilere reddiye
vardır. Şöyle ki:
- “Geldiği gibi alınız” sözünde ta’tîlcilere
- “Nitelendirmeden” sözünde ise teşbîhcilere red
vardır.
Yine bu sözde, selefin; sıfat nasları için
Allah’a yaraşır doğru anlamlar saptadıklarının bir kanıtı vardır. Bu kanıtı şu
iki şey gösterir:
1- Selefin “geldiği gibi alınız” sözünün anlamı şudur:
Sıfat naslarının gösterdiği anlamları, geldiği gibi bırakmak. Hiç şüphesiz bu
naslar Allah-u Teâlâ’ya yaraşır anlamları ispat etmek için gelmiştir. Eğer
selef, bu sıfat naslarının bir anlamı olduğuna inanmasalardı “bunların lafızlarını
alınız ve anlamlarına takılmayınız (dokunmayınız)” derler veya buna benzer bir şey
söylerlerdi.
2- Selefin “nitelendirmeden” sözü, onların;
anlamın hakîkatini (gerçeğini) ispat ettikleri hususunda açık bir kanıttır.
Çünkü eğer onlar, bu sözlerin anlamı olmadığına inanmış olsalardı, anlamın
niteliğini inkar etmeye gerek duymazlardı. Zira olmayan bir şey, kendi başına
var olamaz. O halde olmayan bir şeyin niteliğini inkar etmek, boş saçma bir söz
olur.
• Eğer; Allah’ın dünya göğüne inmesi hadisi66
ve buna benzer diğer hadisler hakkında İmam Ahmed67’in söylediği
“nitelendirmeden ve anlam vermeden bunlara inanır ve tasdik ederiz (doğrularız)”68
sözü hakındaki cevabınız nedir? denilirse,
Buna cevap olarak deriz ki:
İmam Ahmed’in sözünde reddettiği anlam,
Cehmiyye’den ta’tîlcilerin ve başkalarının uydurarak ortaya attıkları ve onunla
(bu anlamla) kitap ve sünnetin naslarını, açık anlamlarına ters düşen anlamlara
çevirdikleri anlamdır.
Söylediğimizin doğruluğunu şu gösterir: İmam
Ahmed anlam ve nitelemeyi, sözünün, şu iki bid’atçi gruba -Muattıla (ta’tîlci)
grubu ve Müşebbihe (teşbîhci) grubu- reddiyeyi kapsaması için, inkar etmiştir.
Söylediğimizin doğruluğunu gösteren diğer bir
kanıt ise Müellif’in (İbn Teymiyye) Muhammed b. el-Hasen’69in sözü
hakkında söyledikleridir: “Batıdan doğuya kadar bütün fıkıhçılar, Kur’ân’a ve
Rabb Azze ve Celle’nin sıfatları hakkında Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’den güvenilir kimselerin rivâyet
ettikleri hadislere, hiçbir tefsîr (yorum), nitelendirme ve benzetme yapmaksızın
iman etmenin gereği üzerinde birleşmişlerdir.”70
Müellif (İbn Teymiyye), Muhammed b. el-Hasen’in
bu sözünü naklettikten sonra O’nun bu sözle; “sıfatları ispat hususunda sahâbe
ve tâbiînin üzerinde birleştikleri görüşlere ters düşen birtakım tefsîrleri
(yorumları) uydurarak ortaya atan ta’tîlci Cehmiyye’nin yorumunu kasdettiğini”
söylemektedir.
Bu da gösterir ki sıfat ayetlerinin ve
hadislerinin tefsîri iki çeşittir:
1- Makbûl (Kabul Edilen) Tefsîr: Bu, sıfatlara;
Kitap ve Sünnet’in zâhirine (açık anlamına) uygun, Allah Azze ve Celle’ye yaraşır
anlamlar veren sahâbenin ve tâbiînin üzerinde olduğu tefsîrdir.
2- Makbûl Olmayan Tefsîr: Bu da makbûl tefsîrin
tersine, kabul edilmeyen tefsîrdir.
Yukarıda geçtiği üzere bu mânâların kabul
edileni olduğu gibi kabul edilmeyeni de vardır.
•Peki “Allah’ın sıfatlarının niteliği var mıdır?”
denilirse, cevap olarak deriz ki:
Evet onların niteliği vardır. Fakat bu nitelik
bizim için bir bilinmezdir. Çünkü bir şeyin niteliği, ya bizzat o şeyin
kendisini görerek, ya benzerini görerek ya da onun hakkında gelen doğru bir
haberle bilinebilir. Bu yolların hiçbiri Allah’ın sıfatları hakkında mevcût değildir.
Böylece selefin “niteliksiz” sözünün anlamının
“nitelendirmeden” olduğu bilinmiş oldu. Yoksa onlar mutlak anlamda niteliği
reddetmeyi kasdetmemişlerdir. Çünkü bu katıksız bir ta’tîldir. Allah en doğrusunu
bilir.
SEKİZİNCİ
BÖLÜM
Allah-u
Teâlâ’nın Uluvvu ve Bu Uluvvun Kanıtları
Allah-u Teâlâ’nın uluvvu O’nun zâtî sıfatlarından
olup iki kısma ayrılır:
1- Sıfatlarının Uluvvu
2- Zâtının Uluvvu
1- Sıfatlarının Uluvvu: Bu, var olan her
olgunluk (kemâl) sıfatının, her bakımdan en yücesinin ve en mükemmelinin sadece
Allah’a ait olması demektir. İster bu sıfat mecd (şeref, ihtişam) ve kahr
(kahretme) sıfatlarından, isterse cemâl (güzellik) ve kadr (şan, şeref, hürmet)
sıfatlarından olsun hiç farketmez.
2- Zâtının Uluvvu: Bu ise Allah’ın zâtıyla bütün
yaratıklarının üstünde olması demektir.71 Bunu, Kitap, Sünnet, icmâ,
akıl ve fıtrat (yaratılış kanunu) kanıtlamaktadır:
- Kitap ve Sünnet, Allah-u Teâlâ’nın zâtıyla
yaratıklarının üstünde olduğuna dair açıkça dile getirdiği veya genelde açık
kanıtlarla doludur. Bu durumu da farklı biçimlerde ortaya koyarak bir çeşitlilik
arzetmiştir. Şöyle ki, Allah’ın zâtî uluvvu:
• Bazen yüksek (yukarı) olmak (el-uluvv), üstte
olmak (el-fevkıyye), Arş’a istivâ etmek ve gökte olmak gibi sözlerle anlatılmıştır.
Allah’ın şu buyruklarında olduğu gibi:
“Ve O, zâtıyla
yüksekte olandır, çok büyüktür.” (Bakara, 255)
“Zâtıyla
yüksek olan Rabbinin adını tesbih et.” (el-A’lâ, 1)72
“Onlar,
üstlerindeki Rablerinden korkarlar.” (Nahl, 50)73
“Rahman arşa
istivâ etti.” (Tâhâ, 5)74
“Gökte
olanın, sizi yere batırmayacağından emin misiniz?” (Mülk, 16)75
Ve Peygamber -Sallallâhu
aleyhi ve sellem-’in şu sözleri gibi:
“Arş suyun
üstünde, Allah da arşın üstündedir.” 76
“Ben gökte
olanın emîni (güvendiği) olduğum halde, hâlâ siz bana güvenmiyor musunuz?!” 77
• Bazen eşyanın O’na yükselmesi, çıkması ve
yükseltilmesi (kaldırılması) gibi sözlerle anlatılmıştır. Allah-u Teâlâ’nın şu
buyruklarında:
“Güzel söz
ancak O’na yükselir.” (Fâtır, 10)
“Melekler
ve Rûh (Cebrâil) O’na çıkar.” (Meâric, 4)
“Tam
tersine Allah onu (İsa’yı) kendisine yükseltmiştir (kaldırmıştır).” (Nisâ, 158)78
ve Peygamber -Sallallâhu
aleyhi ve sellem-’in de şu sözlerinde olduğu gibi:
“Allah’a
ancak güzel şey yükselir (çıkar).” 79
“Geceyi
sizin aranızda geçiren melekler Rablerine çıkarlar.” 80
“Gündüzün
amelinden önce gecenin ameli, gecenin amelinden önce de gündüzün ameli O’na
(Allah’a) yükseltilir (kaldırılır).” 81
• Bazen de eşyanın O’ndan aşağı indirilmesi
sözüyle anlatılmıştır. Şu iki ayet ve hadiste olduğu gibi:
“O
(Kur’ân), âlemlerin Rabbinden indirilmiştir.” (Vâkıa, 80) (Hâkka, 43)
“De ki:
Onu (Kur’ân’ı), Mukaddes (kutsal) Ruh (Cebrâil), Rabbinden indirdi.” (Nahl,
102)82
“Rabbimiz,
(her) gecenin son üçte biri (yâni son üçte birlik kısmı) kaldığı zaman dünya göğüne
iner.” 83
Daha bunlara benzer ayetler ve Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’den
mütevâtir olarak aktarılan, Allah-u Teâlâ’nın yaratıklarının üstünde olduğunu
anlatan hadisler, Hz. Peygamber -Sallallâhu
aleyhi ve sellem-’in bütün bunları, Rabbinden alarak söylediğini, ümmetinin
de kendisinden aldığını kesin olarak göstermektedir.
- İcmâya gelince, sahâbîler ve onlara ihsanla
(güzelce) uyan tâbiîn ve ehl-i sünnet imamları, Allah-u Teâlâ’nın göklerinin
üstünde, arşının üzerinde olduğu inancında birleşmişlerdir. Sözleri bu anlamı
açıkça ifade eden şeylerle doludur. Evzâ’î şöyle demiştir:
“Biz şöyle derdik -ki aramızda tâbiînden pek çok
kimse vardı-: Zikri (anılması) çok yüksek (yüce) olan Allah, muhakkak ki arşının
üstündedir ve biz sünnetin getirdiği bütün sıfatlara inanırız.”84
Evzâ’î bu sözü, Allah’ın sıfatlarını ve yüksekte
olduğunu inkar eden Cehm’85in mezhebinin (Cehmiyye) ortaya çıkışından
sonra söylemiştir ki, insanlar selefin görüşünün, Cehm’in görüşlerine aykırı
olduğunu bilebilsinler.
Seleften hiç kimse, Allah’ın semâda olmadığını,
O’nun zâtıyla her yerde olduğunu, bütün yerlerin O’nun için bir olduğunu, O’nun
ne alemin içinde ne dışında, ne ona bitişik ne de ondan ayrı olduğunu ve hissi
olarak (duyu organlarıyla) O’na işaret etmenin câiz olmadığını kesinlikle
söylememiştir. Tam tersine yaratıkların Allah’ı en iyi bileni Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem- arefe günü
veda haccında o büyük topluluğun içinde parmağını göğe kaldırarak Allah’a işaret
etmiş ve “Ey Allahım! Şahit ol!” 86
diyerek ümmetinin, kendisine verilen görevi onlara bildirdiğine dair ikrarlarına
(itiraflarına) Rabbini tanık tutmuştur. Allah’ın salât ve selâmı üzerine olsun.87
- Akla gelince, her sağlıklı akıl, Allah’ın zâtıyla
yaratıklarının üstünde olması gerektiğini iki bakımdan gösterir:
1- Yükseklik bir olgunluk (kemâl) sıfatıdır. Zâtıyla
yüksekte olan Allah, her bakımdan mutlak anlamda olgun olmayı kendisine farz kılmıştır.
Öyleyse çok kutsal ve yüksek olan Allah’ın yüksekte olması gerekir.
2- Yükseklik, alçaklığın zıttıdır. Alçaklık da
bir eksiklik sıfatıdır. Zâtıyla yüksekte olan Allah ise bütün eksik sıfatlardan
münezzehtir. Öyleyse Allah’ın alçaklıktan tenzîhi ve onun karşıtı olan
yükseklikle nitelendirilmesi gerekir.
- Fıtrata (Yaratılış Kanunu) gelince, Allah,
arabıyla acemiyle bütün insanları ve hatta hayvanları dahi, hem kendisine, hem
de kendisinin onların üzerinde olduğuna iman etmek üzere yaratmıştır.
Dua veya ibadetle Rabbine yönelen hiçbir kul
yoktur ki, yüksekleri arzuladığına ve kalbinin sağa ve sola bakmadan sadece göğe
yöneldiğine dair bu kaçınılmaz duyguyu içinden geçirmesin, onu kalbinin
derinliklerinde duymasın. Şeytanların ve hevâsının ayartmış olduğu kimselerden
başka hiç kimse bu fıtrat gereğinden vazgeçmez.
Ebu’l-Meâlî el-Cüveynî88 meclisinde şöyle
derdi: “Başka hiçbir şey yok iken Allah vardı. Şimdi de O, o zaman olduğu şey
üzeredir.”89 O bu sözüyle, Allah’ın arşına istivâ ettiğini inkar
ettiğini açıklamak istiyordu.
Cüveynî’nin bu sözünden sonra Ebû Ca’fer
el-Hemedânî90 de O’na şöyle demiştir:
“Sen arş hakkında konuşmayı bırak da -çünkü o
nakille sâbittir- kalpleri-mizde duyduğumuz şu kaçınılmaz duygudan bize haber
ver: Hiçbir ârif, sağa ve sola bakmadan sadece yüksekleri arzuladığına dair bu
kaçınılmaz duyguyu kalbinde hissetmeden, kesinlikle “Yâ Allah” dememiştir.
Öyleyse içimizde beliren bu kaçınılmaz duyguyu kalplerimizden nasıl kovabiliriz
ki?!”
Bunun üzerine, feryadı basan Ebu’l-Meâlî eliyle
başına vurarak: “Hemedânî beni şaşkına çevirdi. Hemedânî beni şaşkına çevirdi.”
dedi.91
İşte bu beş kanıtın hepsi, Allah’ın zâtıyla
yüksekte, yaratıklarının üstünde olduğu hususuyla uygunluk göstermektedir.
• Fakat, “O,
göklerde de yerde de Allah’tır. Gizlinizi ve açığınızı bilir.” (En’âm, 3)
“Gökteki
ilah da, yerdeki ilah da O’dur.” (Zuhruf, 84)
ayetleri, Allah’ın (zâtıyla) gökte olduğu gibi
yerde de olduğu anlamına gelmezler. Bu ayetlerin anlamının bu olduğunu sanan ya
da bunu seleften herhangi birinden nakleden kimse, sanısında hatalı, naklinde
ise yalancıdır.
Birinci ayetin anlamı: Şüphesiz Allah göklerde
de yerde de kendisine tapılan ilahtır. Göklerde ve yerde bulunan her şey ilah
olarak Allah’a taparlar ve O’na kulluk ederler. Bir tefsire göre ise şöyle
denmiştir: Bu ayetin ilk bölümü: “O, göklerde olan Allah’tır” cümlesiyle
bitmekte, daha sonra “ve yerde sizin gizlinizi ve açığınızı bilir” cümlesiyle yeni
bir cümle başlamaktadır. Bu ayetin ilk bölümü “Allah göklerdedir” anlamında
olup daha sonra Allah, “ve yerde sizin gizlinizi ve açığınızı bilir” diyerek
yeni bir cümleye başlamıştır. Buna göre bu yeni cümle “Muhakkak Allah
yeryüzünde sizin gizlinizi de açığınızı da bilir” demektir. Öyleyse Allah’ın
göklerin üstünde olması, O’nun sizin yeryüzündeki gizlinizi ve açığınızı
bilmesine engel değildir.
İkinci ayetin anlamı da şudur: Allah gökte de
ilahtır, yerde de ilahtır. Her ne kadar kendisi (zâtıyla) gökte ise de ilahlığı
(tanrılığı) her ikisindedir.
Bunun benzeri tıpkı şu sözdür: “Falanca adam
Mekke’de de emirdir, Medine’de de.” Yâni o, her ne kadar bunlardan birinde
bulunuyorsa da emirliği her iki şehirde de geçerlidir. Dil ve örf bakımından bu
doğru bir tabirdir (anlatım şeklidir). Allah en doğrusunu bilir.
DOKUZUNCU
BÖLÜM
Cihet
(Yön)92
Bu bölümde Allah-u Teâlâ için cihetin (yönün)
olup olmadığını açıklamak istiyoruz. Doğrusu ne olumsuz ne de olumlu anlamda
Allah-u Teâlâ’ya yön tayininde bulunmak mutlak sûrette doğru olmaz. Bunun için şu
ayrıntılı açıklamanın bilinmesi gerekir:
- Eğer yön ile alçaklık yönü kastedilmişse, bu
Allah için hem kabullenilemez hem de imkansızdır. Çünkü Allah-u Teâlâ zâtıyla
ve sıfatlarıyla, mutlak uluvvu (yüksekliği) kendine gerekli (farz) kılmıştır.
- Eğer yön ile Allah’ı kuşatan yükseklik yönü
kastedilmişse, bu Allah için kabullenilemez olduğu gibi imkansızdır da. Çünkü
Allah, yaratıklarından hiçbir şey kendisini kuşatamayacak kadar büyüktür,
yücedir. Kürsüsü gökleri ve yeri kaplamış iken yaratıkları O’nu nasıl kuşatabilir
ki?!
“Kıyamet
günü yeryüzü bütünüyle O’nun avucundadır, göklerde sağında (sağ elinde) dürülmüş
olacaktır. Allah, onların şirk koştukları şeylerden münezzeh ve çok yüksektir.”
(Zümer, 67)
- Yok eğer yön ile, Allah’ı kuşatma söz konusu
olmadan, O’nun büyüklüğüne ve yüceliğine yaraşır yükseklik yönü kastedilmişse,
bu hem Allah-u Teâlâ için var olan bir gerçektir hem de gereklidir.
Şeyh Ebû Muhammed Abdülkâdir el-Ceylânî,93
“el-Günye” adlı kitabında şöyle demiştir: “Her türlü eksiklikten ve kusurdan
münezzeh olan Allah, yükseklik yönünde (yukarı tarafta) arşına istivâ edendir,
mülkü kapsayandır.”94
“Mülkü kapsayandır” sözü, çok kutsal ve yüksek
olan Allah mülkü kuşatmış, çepeçevre sarmıştır, demektir.
• Eğer, “siz Allah’ın yaratıklarından bir şeyin
O’nu kuşatmış olabileceğini reddettiğinize göre, Allah’ın gerek kitabında,
gerekse Peygamberi -Sallallâhu aleyhi ve
sellem-’in diliyle kendisi hakkında saptadığı ve sahâbenin de üzerinde
birleştikleri ‘Allah’ın gökte olduğu’ hususundaki cevabınız nedir?” denilirse,
buna cevap olarak deriz ki:
Allah’ın gökte olması, göğün O’nu kuşatmasını
gerektirmez. Allah’ın gökte olması göğün O’nu kuşatmasını gerektirir sözünü
söyleyen kimse, eğer bunu kendinden söylemişse sapık, yok başkasına nispet
ederek söylemişse o takdirde de yalancı veya hatalı olmuştur. Allah-u Teâlâ’nın
büyüklüğünü,95 O’nun her şeyi kuşatmış olduğunu,96 kıyamet
gününde yeryüzünün O’nun avucunda olacağını,97 göğü de kitap sayfasını
(yazılı kağıt tomarını) dürer gibi düreceğini98 bilen hiç kimse,
asla yaratıklarından herhangi bir şeyin O’nu kuşatabileceğini aklına bile
getirmez.
Buna göre “Allah’ın gökte olması”, şu iki
anlamdan birini taşır:
1- Burada gök ile yükseklik kastedilmiştir. Buna
göre anlam: “Allah yüksektedir, yâni yükseklik yönündedir” olur.
Gök, Kur’ân’da sâbit olan yükseklik anlamındadır.
Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ve
üzerinize gökten su (yağmur) indirir.” (Enfâl, 11)99
Yâni, göğün kendisinden değil, yüksekten su
indirir. Çünkü yağmur buluttan iner (yağar).
2- Ya da ayette geçen100 (yâni gökte) lafzındaki
“
” fî, “
” alâ anlamındadır ki bu durumda da anlam “Allah göğün
üstündedir” olur.
Kur’ân’ın pek çok yerinde ve başka yerlerde fî
(de, da, içinde), alâ (üstte, üzerinde) anlamına gelmektedir.101
Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Yeryüzünde
dolaşın” (Tevbe, 2).
Yâni yerin üzerinde dolaşın, içinde değil.102
ONUNCU
BÖLÜM
Allah’ın
Arş’ı Üzerine İstivâ Etmesi103
Dilde olgunluk ve bitmek etrafında dönüp dolaşan
anlamlar veren istivâ kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de üç şekilde kullanılmıştır:
1- Mutlak (yalın) olarak, yâni hiçbir eke bağlı
olmayarak:
“Mûsâ
güçlü (yiğitlik) çağına erip istivâ edince” (Kasas, 14) ayetinde olduğu gibi.104
Burada istivâ, olgunlaştı, olgunluğa kavuştu demektir. Buna göre ayetin anlamı
“Mûsâ güçlü (yiğitlik) çağına erip olgunlaşınca” olmaktadır.
2- İlâ (yaklaşma eki) harf-i cerri ile kayıtlı
(bağlı) olarak:
Allah-u Teâlâ’nın “Sonra göğe istivâ etti” (Bakara, 29) buyruğunda olduğu gibi.105
Burada istivâ, tam bir irâde ile göğe yöneldi, onu kasdetti, demektir.
3- Alâ (üzerlik zarfı) harf-i cerri ile kayıtlı
(bağlı) olarak:
Allah-u Teâlâ’nın “Sırtlarına istivâ etmeniz için” (Zuhruf, 13) buyruğunda olduğu
gibi.106 Burada istivâ, yükseklik ve istikrarı (yerleşme, karar
bulma, durma) ifade etmektedir. Buna göre ayetin anlamı “Sırtlarına binip
üzerlerine yerleşebilmeniz (üzerlerinde durabilmeniz) için” olmaktadır.
Allah’ın arşı üzerine istivâsı, O’nun büyüklüğüne
ve yüceliğine yaraşır bir şekilde arşın üstünde olması, ona yerleşmesi
demektir.
Allah’ın arşı üzerine istivâ etmesi, O’nun,
kitap, sünnet ve icmânın kanıtladığı fiilî sıfatlarındandır.
Kitaptan Kanıt: Kitabın kanıtlarından biri
Allah-u Teâlâ’nın şu buyruğudur: “Rahmân
arşa (üzerine) istivâ etti” (Tâhâ, 5)107
Sünnetten kanıt: İmam Hallâl’108ın
“Kitâbu’s-Sünne” adlı eserinde Buhârî’nin şartına uygun sahih bir senedle
Katâde b. en-Nu’mân109 -Radiyallâhu
anh-’den rivâyet ettiği şu hadistir: Katâde dedi ki: Rasûlullah -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle
dediğini işittim: “Allah yaratmayı
bitirince arşına (üzerine) istivâ etti.” 110
Şeyh Abdülkâdir el-Ceylânî hadiste anlatılan bu
olay hakkında şöyle demiştir:
“Bu, Allah’ın her peygambere indirdiği her
kitapta söylenegelmiştir.”111
Ehl-i Sünnet, Allah’ın arşının üstünde olduğu
inancında birleşmiştir (icmâ etmiştir). Onlardan hiçbiri Allah’ın arşın
üzerinde olmadığını söylememiştir. Hiç kimsenin onlardan bu anlamda, ne nass112
ne de zâhir113 olarak bir söz nakletmesi mümkün değildir.
Bir adam, İmâm Mâlik’e (Allah kendisine rahmet
etsin) Ey Ebâ Abdillah (Abdullah’ın babası)! “Rahmân arşa istivâ etti” ayeti
hakkında: ‘Peki nasıl istivâ etti?’ diye sordu. O da bunun üzerine başını öne eğdi,
ta ki kendisini ter bastı ve sonrasında şu cevabı verdi: “İstivâ bir bilinmez
değildir. Fakat niteliği akıl ile bilinemez. Ona inanmak gerekli (farz) onun
hakkında soru sormak ise bid’attir.114 Ben senin ancak bid’atçi bir
kimse olduğunu görüyorum” dedikten sonra adamın meclisten dışarıya çıkartılmasını
emretti.”115
Buna benzer bir söz de Mâlik’in hocası Rebî’a b.
Ebî Abdirrahmân’116dan rivâyet edilmiştir.117
• “İstivâ bir bilinmez değildir” sözü: Yâni
dilde anlamı bilinmez değildir. Çünkü anlamı yükseklik ve istikrardır (yerleşme,
karar bulma).
• “Fakat niteliği akıl ile bilinemez” sözü:
Kendi akıllarımızla Allah’ın arşına istivâsının niteliğini (nasıllığını)
anlamamız mümkün değildir, demektir. Bunun yolu ancak ve ancak naklî deliller
olan Kur’ân ve hadislerdir. Kur’ân ve hadislerde Allah’ın arşına istivâsının
niteliğini bildiren herhangi bir bilgi geçmemektedir. Aklî ve naklî kanıtlarda
bununla ilgili bir bilgi olmayınca bir bilinemez olmakta ve bu konuda konuşmamak
gerekmektedir.
• “Ona inanmak gereklidir (farzdır)” sözü: Bunun
anlamı da şudur: Allah’ın, kendisine yaraşır bir biçimde arşının üzerine istivâ
ettiğine inanmak gerekir. Çünkü Allah kendisini böyle tanıtmıştır. Durum böyle
olunca da O’nun söylediğini doğrulamak ve ona inanmak gerekmektedir.
•“Onun hakkında soru sormak ise bid’attir” sözü:
Bu ise, istivânın niteliği (nasıllığı) hakkında soru sormanın bid’at olduğu
anlamına gelmektedir. Çünkü böyle bir soru, Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem- ve sahâbîleri zamanında bilinmemekteydi.
İmam Mâlik’in istivâ hakkında söylediği bu söz,
Allah’ın gerek kitabında gerekse Peygamber -Sallallâhu
aleyhi ve sellem-’in diliyle kendisi hakkında saptadığı bütün sıfatlar için
genel bir ölçüdür.
Buna göre bu sıfatların anlamları tarafımızdan
bilinmektedir. Nitelikleri ise bizim için bir bilinemezdir. Çünkü Allah bize,
bu sıfatların anlamlarını bildirmiş, niteliklerini ise bildirmemiştir.118
Sonra sıfatlar hakkındaki söz, zât hakkındaki sözün bir dalıdır. Biz Allah’ın
zâtını nitelendirmeden kabul ettiğimize göre sıfatlarını da aynı onun gibi
nitelendirmeden kabul etmeliyiz.
İlim ehlinden bazıları şöyle demiştir: Cehmî
birisi sana: “Allah dünya göğüne iner, peki nasıl iner?” derse ona şöyle cevap
ver: “Allah bize kendisinin indiğini bildirdi, fakat nasıl indiğini
bildirmedi.”
Bir başkası da şöyle demiştir: Cehmî birisi sana
Allah’ın sıfatlarından herhangi birinin nasıl olduğunu sorarsa ona şöyle de:
Peki Allah zâtıyla nasıldır?
Tabi ki o Allah’ın zâtını niteliyemiyecektir. O
zaman ona de ki: O’nun zâtını nitelendirmek mümkün olmadığı gibi O’nun sıfatlarını
nitelendirmek de mümkün değildir. Çünkü sıfatlar tanımladıkları şeyin kendisine
yâni zâta tâbidirler.
• Eğer biri kalkıp da: “Allah’ın arşına istivâsı,
onun üzerinde, üstünde olması anlamındaysa, buna göre Allah’ın ya arştan büyük,
ya ondan küçük ya da ona eşit olması gerekir ki bu Allah’ın cisim olmasını
gerektirir. Oysa Allah’ın cisim olması imkansızdır” derse ona cevap olarak şunu
deriz:
Hiç şüphesiz Allah, arştan da, herşeyden de daha
büyüktür. Fakat bu sözümüzden, kendisini tenzîh ettiği birtakım bâtıl şeylerin
Allah’ta var olması gerekmez.
“Allah’ın cisim olması imkansızdır” sözüne cevabımız
da şudur: Cisim hakkında konuşmak ve Allah’ın cisim olup olmadığını söylemek
kitap, sünnet ve selefin sözlerinde geçmeyen bid’atlerdendir. Cisim119
sözü, ayrıntılı açıklamaya gereksinim duyan mücmel sözlerdendir.120 Şöyle
ki:
- Eğer cisim sözü ile her parçası diğerine
muhtaç birtakım parçalardan oluşmuş, sonradan var olmuş bir şey kastedilmişse,
bu diri ve kayyûm olan Rabb (Allah) hakkında imkansızdır.
-Yok eğer cisim sözü ile, kendi kendine kâim
(var) olan ve kendisine yaraşır sıfatlarla niteli bulunan bir varlık kastedilmişse,
bu Allah-u Teâlâ hakkında imkansız değildir. Çünkü Allah kendi kendine kâimdir121
ve kendisine yaraşır kemâl (olgun) sıfatlarla nitelidir.
Fakat cisim lafzı, Allah hakkında hak ve bâtıl
anlamlar taşıyabileceğinden dolayı Allah’a cisimdir veya değildir demek imkansızdır.
Bid’at ehlinin Allah’ın kendisi için saptadığı
olgunluk sıfatlarını reddetmek için söyledikleri gerekler (bu sıfatlara bağlı
olan sonuçlar) iki türlüdür:
1- Allah’ın olgun sıfatlarına aykırı olmayan doğru
gerekler (sonuçlar): Bunlar hak sıfatlar olup söylenmesi ve Allah hakkında
imkansız olmadıklarının açıklanması gerekir.
2- Allah’ın olgun sıfatlarına aykırı olan bozuk
gerekler (sonuçlar): Bunlar bâtıl olup reddedilmesi ve kitap ve sünnet nasları
için gerekli olmadıklarının açıklanması gerekir. Çünkü hem kitap ve sünnet hak,
hem de içerdikleri anlamlar haktır. Hakkın ise bâtılı gerektirmesi kesinlikle
imkansızdır.
Yine biri derse ki: “Allah’ın arşına istivâsını,
arşın üzerinde, üstünde olmasıyla açıklarsanız, bu açıklamanız, Allah’ın
kendisini üstünde taşıyacak bir tahta (arşa) muhtaç olduğu sanısını uyandırır.”
Buna cevap olarak şu söylenebilir: Allah-u Teâlâ’nın büyüklüğünü, kudret,
kuvvet ve zenginliğinin mükemmelliğini bilen herkes, O’nun, kendisini üstünde
taşıyacak bir tahta muhtaç olduğunu aklının ucundan bile geçirmez. Nasıl
geçirsin ki? Arş ve diğer bütün yaratıklar Allah’a muhtaçtırlar ve O’na
zorunludurlar. Bütün bu yaratıklar O olmadan ne var olabilirler ne de ayakta
durabilirler. Nitekim göğün ve yerin
O’nun emri ile ayakta durması da O’nun (varlığının ve kudretinin) kanıtlarındandır.122
• Şayet “bu gereklerden (sonuçlardan) kaçmak
için ta’tîlcilerin yaptıkları gibi Allah’ın arşına istivâsını, arşı istilâ
etmesi şeklinde açıklamak doğru olur mu?” denilirse buna cevap olarak deriz ki:
Bu birkaç bakımdan doğru değildir:123
1- Eğer bu gerekler (sonuçlar) hak iseler,
bunlar istivânın kendi hakîkî anlamıyla açıklanmasına engel değildirler. Yok eğer
bâtıl iseler bunların, kitap ve sünnet naslarının sonuçları olmaları mümkün değildir.
Bu gereklerin kitap ve sünnetin bir sonucu olduğunu sanan her kimse, o sapıktır.
2- İstivâyı, istilâ şeklinde açıklamak, savması
mümkün olmayan birtakım bâtıl sonuçları zorunlu kılar:
-Önce bu, selefin icmâsına (oy birliğine) aykırıdır.
-Sonra bununla, Allah’ın yeryüzü ve benzeri şeylere124
istivâ ettiği gibi, kendisinin tenzîh edilmesi gereken şeyler söylenebilecek
olmasının yanında gökleri ve yeri yarattığı zaman arşı istilâ etmemiş olmasının
gerektiği de söylenebilir.125
3- İstivânın, istilâ ile açıklanması Arap
dilinde bilinen bir şey değildir.126 Böyle bir açıklama Arapça’ya
iftira etmektir. Hele hele söz konusu olan Kur’ân olunca bu iftiranın boyutu
daha da büyümektedir. Çünkü Kur’ân Arapların diliyle inmiştir. Öyleyse Kur’ân’ı,
Arapların kendi dillerinde bilmedikleri bir şeyle açıklamamız mümkün olamaz.
4- İstivâyı, istilâ ile açıklayanlar bunun bir
mecâzî anlam olduğunu kabul etmekteydiler. Oysa dilde mecâzî anlam ancak şu
dört şeyin tamamlanmasından sonra kabul edilebilir:127
1- Lafzı (sözü), gerçek anlamından mecâzî anlamına
götürmeyi gerekli kılan doğru kanıt.
2- Lafzın dil bakımından, iddia edilen mecâzî
anlamı taşıması.
3- Lafzın, o belli siyâkın (sözün cümle içindeki
gelişi) içinde iddia edilen mecâzî anlamı taşıması. Kaldı ki lafzın, cümle bakımından
içerebileceği anlamlardan herhangi birini taşıması, onun her siyakta olası
anlamı (aynı anlamı) vermesini gerektirmez. Çünkü lafızlar ve durumlara ait
karîneler (işaretler, belirtiler), cümle içindeki lafzın taşıdığı bazı
anlamlara engel olabilir.
4- Kanıtın, mecâzî anlamlardan kastedilenin
bizzat iddia edilen mecâzî anlamın kendisinin olduğunu açıkça ortaya koyması
gereği. Çünkü başka bir anlam da kastedilmiş olabilir. Bu bakımdan kanıtın, lafız
hakkında hangi mecâzî anlamı belirlediğini açıkça ortaya koyması gerekir. Allah
en doğrusunu bilir.
FASIL
Arş ve
Kürsü128
Dilde arş, kralın tahtıdır. Allah-u Teâlâ Yûsuf
aleyhi’s-selâm hakkında şöyle buyurmuştur: “Ana
babasını tahtına çıkartıp oturttu.” (Yûsuf, 100)
Sebe kraliçesi Belkıs hakkında da şöyle buyurmuştur:
“Ve O’nun büyük bir tahtı vardır.” (Neml,
23)129
Rahmân’ın üzerine istivâ ettiği arş ise, yaratıkları
kuşattığı gibi onların en yükseği ve en büyüğüdür.130 Nitekim Ebû
Zerr -Radıyallâhu anh-’ın rivâyet
ettiği bir hadiste Peygamber -Sallallâhu
aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Yedi kat
gök ve yedi kat yer, Allah’ın kürsüsü yanında, ancak geniş, çöl bir yere bırakılmış
bir halka gibidir. Arşın kürsüye üstünlüğü ise geniş çölün bu halkaya üstünlüğü
gibidir.” 131
Yazar (İbn Teymiyye) (Allah kendisine rahmet
etsin) “er-Risâletü’l-Arşiyye” (Arş Risalesi) adlı eserinde şöyle demiştir:
“Hadis birkaç yoldan gelmiş olup, onu Ebû Hâtim
(ve)132 İbn Hibbân133 Sahîh’inde, İmâm Ahmed Müsned’inde
ve başkaları rivâyet etmişlerdir.”134
Kürsü’ye gelince, dilde; döşek ve üzerine
oturulan her şeydir.135 Allah’ın kendisine izâfe (nispet) ettiği
kürsü136 ise, O’nun iki ayağını koyduğu yerdir. İbn Abbâs137
-Radıyallâhu anhumâ- şöyle demiştir:
“Kürsü iki ayağın konduğu yerdir. Arş
ise, büyüklüğünü Allah Azze ve Celle’den başka hiç kimse takdir edemez.” Bu
sözü Hâkim138 Müstedrek’inde rivâyet etmiş olup Buhârî ve Müslim’139in
şartına göredir (uygundur) demiştir. Bu söz her ne kadar merfû’ yâni Peygamber
sözü olarak rivâyet edilmişse de doğrusu onun mevkûf yâni sahâbî sözü olmasıdır.140
Ehl-i Sünnet arasında yaygın ve meşhûr olan da İbn
Abbâs -Radıyallâhu anhumâ-’nın kürsü
hakkında söylediği bu anlamdır yâni sözdür. Üstelik bu konuda İbn Abbas’tan
gelen sözlerin doğrusu da budur. Yoksa Kürsü’nün ilim olduğuna dâir O’ndan
rivâyet edilen şeyler doğru değildir.141
Yine Kürsü’nün arş olduğu hakkında
Hasenü’l-Basrî’142den rivâyet edilen söz de143 İbn Kesîr’144in
(Allah-u Teâlâ kendisine rahmet etsin) söylediği gibi zayıf olup O’ndan sahih olarak gelmemiştir.145
ONBİRİNCİ
BÖLÜM
Maiyyet
(Beraberlik, Birliktelik)146
Allah, gerek kitabında gerekse Rasûlü -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in
diliyle, kendisinin yaratıklarıyla beraber olduğunu açıkça ortaya koymuştur.
Kitap’tan bazı deliller Allah-u Teâlâ’nın şu
buyruklarıdır:
“Nerede
olsanız, O sizinle beraberdir.”(Hadîd, 4)
“Allah,
mutlaka mü’minlerle beraberdir.” (Enfâl, 19)
“Mutlaka
ben sizinle beraberim.” (Tâhâ, 46)147
Sünnet’ten bazı deliller ise Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in:
“İmanın en
üstünü nerede olursan ol, Allah’ın seninle beraber olduğunu bilmendir.” 148
sözüyle, her ikisinin de mağarada bulunduğu sırada
arkadaşı Ebû Bekir149 -Radıyallâhu
anh-’e söylediği: “Üzülme, çünkü
Allah bizimle beraberdir” (Tevbe, 40) sözüdür.150
Bu ümmetin selefi ve imamları da Allah’ın yaratıklarıyla
beraber olduğu üzerinde icmâ etmişlerdir (birleşmişlerdir).
Maiyyet (Beraberlik) dilde, mutlak olarak bitişip
yanaşma, yakınında ve yanında olmak demektir. Fakat maiyyetin gerektirdiği şeyler
ve sonuçları, gerek izâfetin (tamlamanın) gerekse sözün siyak (gelişi) ve
durumuna ilişkin karînelerin (belirtiler, izler) değişmesiyle değişiklik
gösterir. Şöyle ki:
• Maiyyet (beraberlik), bazen “suyu süte koydum
veya süte su kattım” sözünde olduğu gibi iki şeyin birbirine karışmasını
gerektirir.
• Bazen, eğiticinin suçlu kimseye “git, nereye
gidersen git, ben seninle beraberim” dediği gibi tehdit ve uyarı gerektirir
(anlamı verir).
• Bazen de, herhangi bir kimsenin kendisinden
yardım isteyen kişiye “haydi ben seninle beraberim, ben seninle beraberim” dediği
gibi yardım ve destek gerektirir (anlamı verir).
Daha bunlardan başka, gerek izâfetin (tamlamanın)
gerekse sözün siyak (gelişi) ve durumuna ilişkin karînelerin (belirtiler,
izler) değişmesiyle değişen farklı gerekler ve sonuçlar vardır.
İnsanların bir bölümü, böyle kök anlamında birleşen,
izâfetin (tamlamanın) ve karînelerin (belirtilerin) değişmesiyle gereği ve
hükmü değişen lafzı (söz, kelime), “müşekkik” (kuşkuya düşüren) olarak
isimlendirirler. Böyle kelimelere müşekkik denmesinin nedeni, bu tür
kelimelerin; dinleyeni, acaba bunun, lafzı bir, fakat gereği ve hükmünün değişmesine
göre anlamı değişen müşterek (ortak) cinsinden mi yoksa asıl (kök) anlama göre
hem lafzı hem de anlamı bir olan mütevâtı’,151 cinsinden mi olduğu
hususunda şüpheye düşürmesidir.
Gerçekte bu, mütevâtı’ lafızların bir çeşididir.
Çünkü dili koyan, bu lafzı ortak bir
kadri (miktarı, ölçüyü) belirtmek için koymuştur. Hükmünün ve gereğinin değişmesi,
asıl konumundan değil, izâfetlerin ve karînelerin değişmesinden dolayıdır.
Fakat bu lafız (kelime) mütevâtı’ın özel bir türü olunca artık onu, bir başka
kelimeyle tahsis etmekte (sınırlamakta) bir sakınca kalmamaktadır.
Bu husus iyice anlaşıldıysa, Allah’a izâfe
(nispet) edilen beraberlik lafzının mecâzî değil, hakîkî anlamında kullanıldığı
açıkça ortaya çıkmış oldu. Ancak Allah’ın yaratıklarıyla beraber olması kendine
yaraşır bir beraberlik olup asla yaratıkların birbirleriyle olan beraberliği
(birlikteliği) gibi değildir. Tam tersine çok daha yüce, çok daha mükümmel bir
beraberlik olup yaratıkların birbirleriyle olan beraberliğinden doğan sonuçları
ve özellikleri gerektirmez (doğurmaz).
Seleften bazı âlimler, Allah’ın yaratıklarıyla
beraber olmasını, ilmiyle onlarla beraber olması şeklinde açıklamışlardır. Bu
ise beraberliği, birtakım gerekleriyle açıklamaktır ki selefin bundan gayesi,
maiyyet (beraberlik) naslarını kanıt getirerek Allah’ın zâtıyla her yerde olduğunu
söyleyen hululcü (Hulûliyye)152 Cehmiyye’ye cevap vermektir.
Böylece selef âlimleri, maiyyetten
(beraberlikten), “Allah’ın zâtıyla bizimle beraber olduğu” anlamının
kastedilmediğini, bunun hem aklen hem de dinen olanaksız olduğunu söylemişlerdir.
Çünkü bu Allah’ın uluvvuna aykırı olup yaratıklarının O’nu kuşatmasını
gerektirir ki, bu da imkansızdır.
Allah’ın
Yaratıklarıyla Beraber Olmasının Bölümleri:
Allah’ın yaratıklarıyla beraber olması, genel ve
özel beraberlik olmak üzere iki bölüme ayrılır:
Genel
Beraberlik:
Allah’ın; ilim, kudret, tedbîr (işleri sevk ve idare), sultanlık ve bunların dışında
Rabliğinin bir gereği olan diğer sıfatlarıyla mü’min ve kafir, iyi ve kötü
bütün yaratıklarını kuşatmasını gerektiren beraberliktir. Bu beraberlik
kendisine (beraberliğe) inanan kimsede, Allah Azze ve Celle’nin onu her yerde
gözettiği inancının en olgun düzeye çıkmasını sağlar. Bunun içindir ki
Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“İmanın en üstünü nerede olursan ol,
Allah’ın seninle beraber olduğunu bilmendir”153
buyurmuştur.
Bu beraberliğin örneklerinden bazıları şu
ayetlerdir:
“Nerede
olsanız, O sizinle beraberdir.” (Hadîd, 4)
“Üç kişinin
gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur. Beş kişinin gizli konuştuğu
yerde altıncısı mutlaka O’dur. İster bundan daha az, ister daha çok olsunlar ve
nerede olurlarsa olsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir.” (Mücâdele, 7)
Özel
Beraberlik:
Bu ise, izâfe (tamlama) yapıldığı kimseye yardım ve desteği gerektiren
beraberlik olup bunları hak eden peygamberlere ve onlara uyanlara özgüdür.
Bu beraberlik, kendisine inanan kimseye, sebat
ve kuvvetin en olgun seviyesini kazandırır.
Allah-u Teâlâ’nın şu buyrukları, bu beraberliğin
örneklerinden bazılarıdır:
“Allah,
mutlaka mü’minlerle beraberdir.” (Enfâl, 19)
“Allah, şüphesiz
sakınanlar ve ihsan sahibi olanlarla beraberdir.” (Nahl, 128)
“Şüphesiz
ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm.” (Tâhâ, 46)
Ayrıca Allah’ın, Peygamberi -Sallallâhu aleyhi ve sellem- hakkında söylediği şu buyruk:
“Üzülme,
Allah şüphesiz bizimle beraberdir.” (Tevbe, 40)
• Eğer “beraberlik Allah’ın zâtî sıfatlarından mıdır?
Yoksa fiilî sıfatlarından mıdır?” denilirse buna cevabımız şu olur:
Genel beraberlik, Allah’ın zâtî sıfatlarındandır.
Çünkü gerekleri, ezelden ebede Allah-u Teâlâ’da vardır.
Özel beraberlik ise, O’nun fiilî sıfatlarındandır.
Çünkü gerekleri sebeplerine bağlıdır. Sebeplerin var olmasıyla, beraberlik var
olur, yok olmasıyla da ortadan kalkar.
ONİKİNCİ
BÖLÜM
Allah’ın
Zâtıyla Uluvvu ve Yaratıklarıyla Beraberliği Hakkındaki Nasları Bağdaştırma
Söz konusu nasları bağdaştırmanın yollarını
anlatmadan önce, burada yazarın (Allah kendisine rahmet etsin) “el-Aklu
ve’n-Nakl” adlı kitabında (c.1, s.43-44) işaret ettiği yararlı bir kuralı
okuyucuya sunmaktan hoşnutluk duyarız. Bu kuralın özü şudur: “İki delil arasıda
çelişki olduğu söylenirse, bu delillerin ikisi birden ya kesin veya zannî ya da
biri kesin diğeri zannîdir. Böylece üç türlü delil ortaya çıkmış olur:
• Birincisi: Delillerin ikisi de kesindir. Akıl,
bunların gösterdiği anlamın var (gerçek) olduğunu kesinlikle kabul eder. Aralarında
çelişki olması olanaksızdır. Çünkü bunların birbiriyle çelişik (çelişkili) olduğunu
söylemek, ya birinin ortadan kalkmasını gerektirir ki bu imkansızdır. Çünkü
kesin delil, kesinlikle var olan delildir. Ya da birbiriyle çelişkili olmakla
beraber her ikisinin de varlığını gerektirir ki bu da diğeri gibi imkansızdır.
Çünkü bu, birbirine zıt iki şeyi bir araya getirmektir.
Bu iki kesin delil arasında çelişki bulunduğu
zannı:
- Ya her iki delilin de kesin olmamasından
- Ya da, birine bir anlamın, diğerine de başka
bir anlamın yüklendiği bu iki delil arasında gerçekte bir çelişkinin olmamasından
kaynaklanmıştır. Bu (kural) ise, kitap ve kesin sünnet naslarıyla neshi sabit
olan yâni hükmü ortadan kalkmış şeyleri kapsamaz. Çünkü mensûh (hükmü ortadan
kalkmış) delil, yok hükmünde olup nâsih (hükmü ortadan kaldıran) delil için bir
çelişki oluşturmaz.
• İkincisi: Her iki delilde, ya delâlet (gösterdiği
anlam) ya da sübût (var olma) bakımından zannîdir ki bu durumda aralarında önce
tercih aranır sonra râcih olan ötekine yeğlenir.
• Üçüncüsü: İki delilden biri kesin, diğeri
zannîdir ki, bu durumda akıllıların itifakıyla kesin olan, zannî olana yeğlenir.
Çünkü yakîn (kesin olan) zanla bertaraf edilemez, kovulamaz.
Bütün bunlar iyice anlaşıldıysa biz deriz ki:
Hiç şüphesiz naslar, Allah’ın hem zâtıyla yaratıklarının üstünde, hem de
onlarla beraber olduğunu ifade etmektedir. Bunların her ikisinin de sübût ve
delâleti kesindir. Allah-u Teâlâ şu buyruğunda bunların her ikisini de bir
arada (birlikte) belirtmiştir:
“O,
gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’ın üzerine istivâ edendir. Yere
gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya (ona) çıkanı bilir. Nerede olsanız,
O sizinle beraberdir. Allah, yaptıklarınızı görendir.”(Hadîd, 4)
Bu ayette Allah-u Teâlâ, yaratıkların (mahlûkatın)
en üstünde, en yükseğinde olan Arş’a istivâ ettiğini belirttiği gibi bizimle
beraber olduğunu da belirtmiştir. Bunların ikisi arasında bir çelişki yoktur.
Çünkü bunları birleştirmek ve aralarını bulmak mümkündür. Bu birleştirmenin ve
ara bulmanın mümkün oluşu birkaç bakımdan açıklanabilir:154
• Birincisi: Bizzat naslar bunları birleştirmiştir.
Birleşmelerinin olanaksızlığını söylemek ise imkansızdır. Çünkü naslar olanaksızı
göstermez. Nasların olanaksızı gösterdiğini sanan kimse hata etmiştir. Bu kişi,
hem Allah’tan yardım, hidâyet ve başarı dileyerek, hem de gayretini, hakkın ve
gerçeğin bilgisine ulaşmaya harcayarak nasları birkaç kez daha gözden geçirsin.
Gerçek kendisi için açıkça belli olduğunda da bundan dolayı Allah’a hamdetsin.
Yok yine anlayamadıysa işi bilenine yâni Allah’a havâle etsin ve şöyle desin:
“Ona inandık;
hepsi Rabbimizin katındandır.” (Âl-i İmrân, 7)
“(Rabbimiz!)
Seni noksan sıfatlardan tenzîh ederiz; senin bize öğrettiğinden başka bizim
bilgimiz yoktur. Şüphesiz bilen, hakîm olan ancak sensin.” (Bakara, 32)
• İkincisi: Yükseklikle beraberlik arasında bir
aykırılık yoktur. Daha önce geçtiği üzere beraberlik; karışmayı ve bir mekana
girmeyi gerektirmez. Bir şey hem zâtıyla yüksekte olabilir hem de ona
beraberlik izâfe (nispet) edilebilir. Aynen şu örnekte söylendiği gibi:
“Yürüyoruz, yürüyoruz (devamlı yürüdüğümüz halde) ay hâlâ bizimle beraber”.155
Halbuki ay göktedir ve bizimle beraber hareket etmemektedir. Bu söz ne lafız ne
de anlam bakımından çelişki sayılmaz. Çünkü muhatab, buradaki beraberliğin
anlamını ve bu beraberliğin ayın dünyada olmasını gerektirmediğini bilir.
Yükseklik ve beraberliğin yaratıklar hakkında bir arada bulunması mümkün olduğuna
göre yaratıcı hakkında da bulunması pekâlâ mümkündür.
• Üçüncüsü: Yaratıklar hakkında yükseklik ve
beraberlik arasında çelişki bulunduğu varsayılsa bile bu çelişkinin Yaratıcı
hakkında da bulunması gerekmez. Çünkü bütün sıfatlarında Allah-u Teâlâ’nın
benzeri hiçbir şey yoktur. Allah’ın zâtıyla yüksekte olması gereğinden ötürü O’
nun beraberliği, yaratıklarının beraberliği ile mukâyese edilemeyeceği gibi
O’nun yaratıklarıyla beraber olması, onlara karışmasını ve onların içine
girmesini de gerektirmez. Çünkü yaratıklarından hiçbir şey O’nu kuşatamaz. Ama
O, her şeyi kuşatmıştır.
Yine, Allah’ın zâtıyla yüksekte olmasıyla namaz kılanın karşısında (yüzü yönünde,
önünde) bulunduğu156 hakkında gelen nasları da yukarıda geçen şekillerde
bağdaştırmak mümkündür. Bu bağdaştırma hakkında ayrıca şu birkaç yön daha
söylenebilir:157
1- Bizzat naslar, bunları birleştirmiştir.
Naslar olanaksızı söylemezler.
2- Yükseklikle karşıda bulunmak arasında bir aykırılık
yoktur. Bir şey hem yüksekte hem de karşıda olabilir. Çünkü karşıda olmak, aynı
düzey ve yerde olmayı gerektirmez, Örneğin, doğan güneşe bakan kişi, onun yâni
güneşin kendi karşısında olduğunu söyler. Oysa güneş göktedir. Bu, ne lafız ne
de anlam bakımından çelişki sayılmaz. Şimdi yaratıklar hakkında bu olabildiğine
göre yaratıcı hakkında da olması pekâlâ mümkündür.
3- Yaratıklar hakkında yükseklikle karşıda
bulunmak arasında çelişki ve karşıtlık olduğu varsayılsa bile, bu çelişki ve
karşıtlığın yaratıcı hakkında da bulunması gerekmez. Çünkü bütün sıfatlarında
Allah-u Teâlâ’nın benzeri hiçbir şey yoktur. Allah’ın namaz kılanın karşısında
olması, O’nun zâtıyla yüksekte olması gereğinden ötürü, O’nun bu yerde veya
namaz kılanın karşısındaki duvarda olmasını gerektirmez.Çünkü yaratıklarından
hiçbir şey O’nu kuşatamaz. Ama O, her şeyi kuşatmıştır.
ONÜÇÜNCÜ
BÖLÜM
Allah’ın
Dünya Göğüne İnmesi158
Buhârî ve Müslim’in Sahîhlerinde Ebû Hureyre159
-Radıyallâhu anh-’den, Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle
dediği rivâyet edilmiştir:
“Rabbimiz,
(her) gecenin son üçte biri (son üçte birlik bölümü) kaldığı zaman dünya göğüne
iner ve şöyle der: ‘Yok mu bana dua eden? Duasını kabul edeyim. Yok mu benden
bir şey isteyen? İstediğini ona vereyim. Yok mu benden bağışlanma dileyen? Onu
bağışlayayım.’” 160
Hz. Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’den yaklaşık 28 sahâbînin rivâyet
ettiği bu hadisi Ehl-i Sünnet ittifakla kabul etmiştir.161 Allah-u
Tebâreke ve Teâlâ’nın dünya göğüne inmesi, O’nun dilemesine ve hikmetine bağlı
fiilî sıfatlarından olup yüceliğine ve büyüklüğüne yaraşır gerçek bir inmedir.162
Bunun anlamını, emrinin veya rahmetinin veya da meleklerinden birinin inmesi şeklinde
tahrîf etmek (değiştirmek), birkaç bakımdan doğru değildir:163
1- Bu tahrîf, hadisin açık anlamına aykırıdır.
Çünkü peygamber -Sallallâhu aleyhi ve
sellem- inmeyi, Allah’a izâfe (nispet) etmiştir ki, asıl olan işin, onu
yapana ya da ondan kaynaklanana nispet edilmesidir. İşin bundan başkasına
nispet edilmesi asla (açık anlama) aykırı bir tahrîftir.
2- İnmenin bu şekilde açıklanması, cümlede bazı
kelimelerin kaldırılmış olmasını gerektirir ki, asıl olan cümleden bir şeyin
kaldırılmamasıdır.
3- Allah’ın emrinin ya da rahmetinin inmesi,
gecenin üçte birine özgü bir şey değildir. Tersine O’nun emri ve rahmeti her
zaman iner.
Eğer “bundan maksat özel bir emrin ve özel bir
rahmetin inmesidir ki, bunun da her zaman olması gerekmez” denirse, buna şöyle
cevap verilir:
Bu takdir ve te’vîlin doğruluğu varsayılsa bile
hadis, bu özel emir ve rahmetin indiği en son yerin dünya göğü olduğunu
göstermektedir. O halde bu özel rahmetin dünya göğüne inmesinin bizim için ne
yararı vardır ki Peygamber -Sallallâhu
aleyhi ve sellem- bunu bize haber versin?
4- Hadis dünya göğüne inenin: “Yok mu bana dua
eden? Duasını kabul edeyim. Yok mu benden bir şey isteyen? İstediğini ona
vereyim. Yok mu benden bağışlanma dileyen? Onu bağışlayayım” dediğini
göstermektedir. Allah-u Teâlâ’dan başkasının böyle söylemesi olanaksızdır.
FASIL
Allah-u
Teâlâ’nın Zâtıyla Yüksekte Olması ve Dünya Göğüne İnmesine İlişkin Nasların
Arasını Bulma
Allah’ın yüksekte olması, kendisinden ayrılması
mümkün olmayan zâtî sıfatlarından olup, dünya göğüne indiğini bildiren naslara
da aykırı değildir. Bunların arasını bulmak iki bakımdan mümkündür:164
1- Bizzat naslar bunları birleştirmiştir.165
Daha önce de geçtiği gibi naslar olanaksızı söylemez.
2- Sıfatlarının hepsinde Allah’ ın benzeri
hiçbir şey yoktur. O’nun inmesi yaratıkların inmesi gibi değildir ki “inmesi,
yüksekte olmasına aykırıdır ve onunla çelişmektedir” densin. Allah en doğrusunu
bilir.
ONDÖRDÜNCÜ
BÖLÜM
Allah-u
Teâlâ’nın Yüzü166
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’in görüşüne göre Allah’ın
kendisine yaraşır, celâl ve ikrâm ile niteli gerçek bir yüzü vardır.167
Allah’ın celâl ve ikrâm ile niteli bir yüzünün
olduğunu Kitap ve Sünnet kesin olarak göstermektedir:
Kitabın kanıtlarından biri Allah-u Teâlâ’nın şu
buyruğudur:
“... Ancak
celâl ve ikrâm sahibi Rabbi’nin yüzü bâki kalacaktır.” (Rahmân,27)168
Peygamber -Sallallâhu
aleyhi ve sellem-’in şu sözü ise sünnetin kanıtlarından sadece biridir:
“(Allahım!)
Senden, yüzüne bakma lezzetini ve seninle buluşma şevkini (arzusunu) bana
lutfetmeni diliyorum.” 169
Allah-u Teâlâ’nın yüzü, O’nun sâbit zâtî sıfatlarından
olup kendisine yaraşır gerçek bir yüzdür. Bunun anlamını sevap olarak tahrîf
etmek birkaç bakımdan doğru değildir:170
1- Bu tahrîf nassın açık anlamına aykırıdır.
Nassın açık anlamına aykırı olan tahrîf kanıta ihtiyaç duyar. Oysa bunu
gösteren herhangi bir kanıt yoktur.
2- Bu yüz, naslarda Allah-u Teâlâ’ya izâfe
(nispet) edilmiş olarak geçmektedir. Allah’a izâfe edilmiş bu yüz:
- Ya kendi başına varlığa sahip olan bir şeydir.
- Ya da kendi başına varlığa sahip olmayan bir şeydir.
• Eğer kendi başına varlığa sahipse yaratılmıştır
ve Allah’ın sıfatlarından değildir.
“Allah’ın evi”171 ve “Allah’ın
devesi”172 örneklerinde olduğu gibi. Bu iki kelime (ev ve deve)
Allah’a, sadece yâ bir şeyi şereflendirmek ya da mülkün ve yaratığın, mal
sahibine ve yaradanına izâfesi kabilinden izâfe (nispet) edilmiştir.
• Yok eğer kendi başına varlığa sahip değilse,
Allah’ın sıfatlarındandır ve yaratılmamıştır. Allah’ın ilmi, kudreti, izzeti,
kelâmı, eli, gözü ve benzeri örneklerde olduğu gibi. Şüphesiz yüz de bu türden
olup Allah’a izâfesi, sıfatın mevsûfa (niteliğin nitelenene) izâfesi (tamlaması)
kabilindendir.
3- Sevap yaratılmış olup Allah-u Teâlâ’dan ayrıdır.
Yüz ise Allah’ın sıfatlarından olup yaratılmamıştır ve O’ndan ayrı değildir.
Öyleyse nasıl oluyor da yüz, sevap anlamında tefsîr edilebiliyor?!
4- Bu yüz, naslarda celâl ve ikrâm173
ile, kendisine sığınılan bir nûru olmakla174ve Allah’ın yaratıklarından
gözünün erdiği her şeyi yakan nûrları bulunmakla175 nitelendirilmiştir.
Bütün bu nitelikler, yüz kelimesiyle sevâbın kastedilmesine engeldir. Allah en
doğrusunu bilir.
ONBEŞİNCİ
BÖLÜM
Allah Azze
ve Celle’nin İki Eli176
Ehl-i Sünnet ve’l- Cemâat’in görüşüne göre
Allah-u Teâlâ’nın bahşetme ve nimetle açılmış iki eli vardır. Allah’ın iki eli,
O’nun sâbit zâtî sıfatlarından olup kendisine yaraşır gerçek iki eldir.177
Allah’ın iki elinin olduğunu Kitap ve Sünnet
kesin olarak göstermektedir:178
Kitabın kanıtlarından biri Allah-u Teâlâ’nın şu
buyruğudur:
“Allah
iblise şöyle dedi: Ey İblis! İki elimle yarattığıma (insana) secde etmekten
seni alıkoyan nedir?” (Sâd, 75)
Peygamber -Sallallâhu
aleyhi ve sellem-’in şu sözü ise sünnetin kanıtlarından sadece biridir:
“Allah’ın
eli öyle doludur ki gece gündüz ondan (bağışlar ve nimetler) devamlı akar. Siz,
Allah’ın gökleri ve yeri yarattığından beri (eliyle) infak ettiği (verdiği) şeyleri
gördünüz mü? (düşündünüz mü?) Çünkü bütün bu verdikleri bile O’nun sağ
elindekileri179 hiçbir şekilde eksiltememiştir.” 180
Ehl-i Sünnet Allah’ın, yaratıkların ellerine
benzemeyen gerçek iki eli olduğu inancında icmâ etmiştir. Bunların anlamını
kuvvet, nimet veya benzer şeylerle tahrîf etmek (değiştirmek)181
birkaç bakımdan doğru değildir:182
1- Bu tahrîf, sözü hiçbir kanıt olmadan gerçek
anlamından mecâzî anlamına çevirmektir.
2- Bu, Allah-u Teâlâ’ya izâfe edilerek kullanıldığı
böyle bir siyakta (söz gelişinde) dilin kesinlikle kabul etmediği bir anlamdır.
Çünkü Allah “iki elimle yarattığıma” buyurmuştur. Buna göre bu cümlenin
“nimetimle veya kuvvetimle yarattığıma” anlamına gelmesi doğru olmaz.
3- Ellerin Allah’a izâfesi ikil bir kiple
(sîgayla) geçmiştir. Oysa ne kitap ve sünnette ne de herhangi bir yerde nimet
ve kuvvet ikil bir kiple Allah’a izâfe (nispet) edilmiş olarak geçmektedir.
Öyleyse el, nasıl olurda nimet veya kuvvet ile açıklanır?!
4- Eğer iki el ile, kuvvet kastedilmiş olsaydı o
zaman “Allah iblis’i eliyle yarattı” ve benzeri şeyler söylemek doğru olurdu ki
bunları Allah hakkında söylemek olanaksızdır. Eğer böyle söylemek caiz olsaydı,
Allah “İki elimle yarattığıma secde
etmene engel olan nedir?” (Sâd, 75) dediği zaman iblis bunu delil olarak
“beni de iki elinle yarattın” diye ileri sürebilirdi.
5- Allah’ın, kendisine izâfe ettiği el, bundan
nimet veya kuvvetin kastedilmiş olmasını engelleyen değişik şekillerde
geçmektedir. Öyle ki bazen el183 ve avuç184 lafzıyla,
bazen Allah-u Teâlâ’nın kendine yaraşır parmakları185 olduğunun
belirtilmesi şeklinde, bazen de Peygamber -Sallallâhu
aleyhi ve sellem-’in şu sözünde olduğu gibi gökleri ve yeri eliyle tutup
silkelediği şeklinde geçmektedir: “Allah
bir eliyle gökleri, diğer eliyle de yeri avuçlar sonra da onları silkeler ve
‘mülkün sâhibi melik (hükümdar) benim’ der.” 186
İşte bütün bu değişik kullanımlar, el ile nimet
veya kuvvetin kastedilmiş olmasına engeldir.
ONALTINCI
BÖLÜM
Allah-u
Teâlâ’nın İki Gözü187
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’in görüşüne göre Allah’ın
onlarla baktığı, kendisine yaraşır iki gerçek gözü vardır. Bunlar da Kitap ve
Sünnet ile sâbit zâtî sıfatlarındandır.
Allah-u Teâlâ’nın şu buyruğu kitabın kanıtlarından
sadece biridir:188
“Gemi
gözlerimizin önünde akıp gider.” (Kamer, 14)
Sünnetten bazı kanıtlar ise Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in şu
sözleridir:
“Hiç şüphesiz
Rabbinizin bir gözü kör değildir (yâni şaşı değildir).” 189
“(Rabbimiz)
daralmış, ümitsiz düşmüş halinize bakar (bakar da durmadan güler).” 190
“Allah’ın
örtüsü (perdesi) nûrdur. Onu bir açıverse yüzünün nûrları, yaratıklarından
gözünün erdiği (iliştiği) her şeyi yakar.”191
Allah’ın gözleri yaratıkların gözlerine
benzemeyen iki gerçek gözdür. Bunların anlamını ilim ve görme olarak tahrîf etmek
(değiştirmek) birkaç bakımdan doğru değildir:192
1- Bu tahrîf, sözü hiçbir kanıt olmaksızın
gerçek anlamından mecâzî anlamına çevirmektir.
2- Naslarda, aşağıdaki şu örneklerde olduğu gibi
bu tahrîfi engelleyen ifadeler vardır:
“(Rabbimiz)
size bakar.”
“...
Yüzünün nûrları yaratıklarından gözünün erdiği (iliştiği) her şeyi yakar.”
“Şüphesiz
Rabbinizin bir gözü kör (şaşı) değildir.”
ONYEDİNCİ
BÖLÜM
İki El ve İki
Göz Sıfatlarının Geçtiği Nasların Şekilleri193
İki el ve iki göz sıfatları, naslarda Allah-u
Teâlâ’ya izâfe edilmiş olarak üç şekilde geçer: Tekil, ikil ve çoğul.
El ve gözün tekil olarak geçtiği örneklerden
birkaçı Allah-u Teâlâ’nın şu buyruklarıdır:
“Mülk
elinde bulunan Allah çok kutludur.” (Mülk, 1)194
“Benim
gözümün önünde yetişesin (büyüyesin) diye...” (Tâhâ, 39)
Çoğul olarak geçtiği örneklerden birkaçı da
Allah-u Teâlâ’nın şu buyruklarıdır:
“Onlar (müşrikler),
ellerimizin yaptıklarından kendileri için yarattığımız hayvanları görmediler
mi?” (Yâsîn, 71)
“Gemi,
gözlerimizin önünde akıp gider.” (Kamer, 14)195
İkil olarak geçtiği örnekler ise şunlardır:
Allah-u Teâlâ’nın: “Tam tersine Allah’ın iki eli de apaçıktır.” (Mâide, 64)196
buyruğu elin,
Peygamber -Sallallâhu
aleyhi ve sellem-’in:
“Kul
namaza durduğu zaman Rahmân’ın iki gözü önünde durur.” 197 sözü de gözün ikil
olarak geçtiği örneklerdendir.
Bu hadis, “Muhtasaru’s-Savâık” adlı eserde, Atâ’ŞEbû
Hureyre kanalıyla Peygamber -Sallallâhu
aleyhi ve sellem-’den herhangi bir kaynak göstermeden, böylece geçmektedir.198
İki göz sıfatı, Kur’ân’da ikil bir sîgayla
geçmemektedir.
İşte, iki el ve iki göz sıfatlarının geçtiği üç şekil
bunlardan ibarettir.
Bu üç şekli bağdaştırmak, aralarını bulmak için şunlar
söylenebilir:
- Tekil olma, ikil ve çoğul olmaya aykırı değildir.
Çünkü muzaaf olan tekil, genellik ifade ederek el veya göz sıfatlarından ister
tek olsun isterse daha çok, Allah hakkında sâbit olan her şeyi kapsamına alır.
- İkil ve çoğul lafızlarla geçen kelimelerin
arasını bulma hakkında ise şunlar söylenilebilir:
• “En az çok; ikidir” dersek, gösterdikleri
anlamın bir olması nedeniyle gerçekte ikil ile çoğul sîga arasında hiçbir aykırılık
kalmaz.
• Yok eğer meşhur olduğu üzere “en az çoğul;
üçtür” dersek, o zaman ikisinin arası şöyle bağdaştırılabilir:
Çoğul kipiyle, bu kipin gösterdiği anlam olan üç
ve yukarısı kastedilmemiştir. Bu kiple -ki Allah en doğrusunu bilir- ta’zîm
(yüceltme, ululama) ve münâsebet yâni muzaafın (tamlayanın) muzaaf-ı ileyhle
(tamlananla) olan ilişkisi kastedilmiştir. Çünkü burada muzaaf-ı ileyh
(tamlanan) -ki bizim anlamında olan “nâ”dır- ile kesinlikle ta’zîm (ululama)
kastedilmiştir. Böylece muzaafın, muzaaf-ı ileyhe uyması için çoğul kiple
gelmesi uygun olmuştur. Çünkü çoğul (kip), tekilden ve ikilden daha çok ta’zîm
(ululuk) belirtir. Eğer hem muzaaf hem de muzaaf-ı ileyhten her biri tek başına
ululuk bildirirse, doğal olarak bu ikisinin birleşiminden daha da büyük bir
ululuk oluşur, meydana çıkar.
ONSEKİZİNCİ
BÖLÜM
Ehl-i
Sünnet’in Allah Subhânehu ve Teâlâ’nın Kelâmı (Konuşması) Hakkındaki Görüşü199
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’in üzerinde birleştiği
görüşe göre Allah konuşur. Allah’ın konuşması (kelâmı), kendisine yaraşır bir
biçimde O’nun hakkında sâbit olan gerçek bir sıfattır.200
Allah Subhânehu dilediği zaman, dilediği gibi,
harf ve sesle konuşur.201
Allah’ın konuşması, konuşmanın cinsine göre bir
zât sıfatı, ayrı ayrı sözler olarak da bir fiil sıfatıdır.
Bütün bu söylenenleri Kitap ve Sünnet açıkça
göstermektedir.
Allah-u Teâlâ’nın şu buyrukları Kitabın kanıtlarından
sadece birkaçıdır:
“Mûsâ
belirlediğimiz vakitte (Tûr’a) gelip de Rabbi onunla konuşunca” (A’râf, 143)202
“Allah
demişti ki: Ey İsa! Şüphesiz seni vefat ettireceğim ve kendime (katıma)
yükselteceğim.” (Âl-i İmrân, 55)
“O’na
(Mûsâ’ya), Tûr’un sağ tarafından seslendik ve onu, fısıldaşan kimse kadar
(kendimize) yaklaştırdık.” (Meryem, 52)203
İlk ayette, konuşmanın Allah’ın dilemesine bağlı
olduğunun ve ayrı ayrı sözler olarak sonradan oluştuğunun açık bir ispatı vardır.
İkinci ayette de konuşmanın harfle olduğunun açık
bir kanıtı vardır. Çünkü sözün söylenmiş hali (şekli), harfleri içermektedir
yâni harflerle mümkün olabilmektedir.
Üçüncü ayette ise konuşmanın sesle olduğu kanıtlanmıştır.
Çünkü seslenme ve çağırma ses olmadan asla düşünülemez.
Sünnetin kanıtlarına gelince, Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in şu sözü
onların sadece biridir:
“Allah-u
Teâlâ: ‘Ey Adem!’ der. Âdem de: ‘Emir buyur hemen yerine getireyim’ diye cevap
verir. Bunun üzerine Allah ona sesle şöyle seslenir: ‘Allah, soyundan cehenneme
gidecekleri seçip çıkarmanı emrediyor’.” 204
Allah Subhânehu’nun konuşması (kelâmı) lafız
(söz) ve anlam olarak bir bütündür. Yoksa tek başına lafız veya tek başına
anlam değildir.
İşte Allah-u Teâlâ’nın kelâmı (konuşması) hakkında
Ehl-i Sünnet’in görüşü budur.205 Bu konuda, Ehl-i Sünnet dışındakilerin
görüşlerinin özetini de “Muhtasaru’s-Savâıkı’l-Mürsele”206 adlı
eserden alalım:
1- Kerrâmiyye’207nin Görüşü: Ehl-i
Sünnet’in görüşü gibidir. Ancak onlar, öncesi olmayan olayların varlığını ispat
etmekten ve bunu söylemekten kaçınmak için “Allah’ın kelâmı vaktiyle yok iken
sonra olmuş bir olaydır” demişlerdir.
2- Küllâbiyye’208nin Görüşü: Alah’ın
kelâmı; kendi zâtıyla var olan, hayat ve ilim sıfatlarının gerekliliği gibi zâtı
için kaçınılmaz olan bir anlamdır. O’nun dilemesine de bağlı değildir. Harfler
ve sesler, Allah’ın kelâmının kendisi değil, onun bir hikâyesidir. Allah, kendi
zâtıyla var olan bu anlamı göstermek için harfleri ve sesleri yaratmıştır.
Allah’ın kelâmı dört anlam belirtir: Emir, nehiy (yasaklama), haber ve
istihbâr.
3- Eş’ariyye’209nin Görüşü: Eş’arîlerin
görüşü de Küllâbiyye’ninki gibidir. Yalnız Eş’arîler, Küllâbiyye’ye iki şeyde
karşı çıkmışlardır:
Birincisi: Kelâmın anlamları hakkındadır ki,
Küllâbiyye bunun dört anlam belirttiğini söylerler. Eş’arîler ise kelâmın tek
bir anlam belirttiğini söylerler. Onlara göre haber, istihbâr, emir ve nehiyden
her biri diğerinin aynıdır. Bunlar kelâmın çeşitleri değil, tersine sıfatlarıdır.
Tevrat, İncil ve Kur’ân’ın her biri diğerinin aynıdır. Sadece ibâreleri
(ifadeleri) değişmektedir.
İkincisi: Küllâbiyye, harflerin ve seslerin,
Allah’ın kelâmının hikâyesi olduğunu söylemişlerdir. Eş’arîler ise harflerin ve
seslerin Allah’ın kelâmından ibâret olduğunu yâni kelâmın kendisi olduğunu
söylemişlerdir.
4- Sâlimiyye’210nin Görüşü: Allah’ın
kelâmı, kendi zâtıyla var olan, hayat ve ilim sıfatlarının gerekliliği gibi zâtı
için kaçınılmaz olan bir sıfattır. Dilemesine de bağlı değildir. Allah’ın kelâmı,
bir kısmının diğer bir kısmını geçmediği, birbirleriyle birleşen harfler ve
seslerdir. Örneğin besmeledeki bâ, sîn ve mîm harflerinden her biri aynı anda
diğerine bitişiktir. Bununla beraber ezelden beri vardır ve var olacaktır.
5- Cehmiyye211 ve Mu’tezile’212nin
Görüşü: Allah’ın kelâmı, diğer yaratıklar gibi yaratılmış olup, O’nun sıfatlarından
değildir. Sonra Cehmiyye’den kimi Allah’ın kesinlikle konuşmadığını söylemiş
kimi de konuştuğunu kabul etmekle beraber, bunun yaratılmış olduğunu söylemişlerdir.
6- Aristo213 Taraftarı Son Dönem
Filozoflarının214 Görüşü: Allah’ın kelâmı, faâl (etkin) akıldan
(yaratıcıdan), temiz, erdemli (üstün) ruhlara, her ruhun kapasite ve kabul
gücüne göre taşan bir feyizdir. Faâl akıldan, kabul güçlerine göre ruhlara taşan
bu feyiz (algı derecesine göre) ruhta birtakım tasavvurlar ve tasdikler (anlayış
ve meseleler) doğurur. Hayaldeki bu tasavvurlar ve tasdikler güçlenerek düşünülen
şeyleri nûrlu şekillere sokar ve kulakların duyacağı sözlerle anlatır.
7- İttihâdiyye’nin (Vahdet-i Vücûtçuların)215
Görüşü: Varlığın (vücûdun) birliğini, bir olduğunu söyleyen bu gruba göre varlıkta
bulunan her kelâm (söz) Allah’ın kelâmıdır. Nitekim onlardan biri216
şöyle demiştir:
Varlık âlemindeki her söz, O’nun kelâmıdır.
Bizim için nazmı da, nesri de birdir.217
Bu sözlerin hepsi, Kitap, Sünnet ve Aklın
gösterdiği kanıtlara aykırıdır. Allah’ın ilim ve hikmet lutfettiği kimse bunu
anlar.
FASIL
Kur’ân,
Allah’ın Kelâmıdır218
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’in görüşüne göre,
Kur’ân, Allah’ın kelâmıdır, indirilmiştir, yaratılmamıştır.219
O’ndan başlamıştır ve O’na dönecektir. Allah, Kur’ânla gerçekten konuşmuş, onu
Cebrâil’e iletmiş, Cebrâil’de onu Muhammed -Sallallâhu
aleyhi ve sellem-’in kalbine indirmiştir.220 Bütün bu
söylenenleri Kitap ve Sünnet kanıtlamaktadır:
Kitap’tan bazı kanıtlar, Allâh-u Teâlâ’nın şu
buyruklarıdır:
“Ve eğer
müşriklerden biri senden aman dilerse, Allah’ın kelâmını işitip dinleyinceye
kadar ona aman ver.” (Tevbe, 6). Yâni Kur’ân’ı dinleyinceye kadar.
“Bu
mübârek kitabı sana indirdik” (Sâd, 29)
“Onu
(Kur’ân-ı), Rûhu’l-Emîn (Cebrâil) uyarıcılardan olasın diye, apaçık arap
diliyle, senin kalbine indirmiştir.” (Şuarâ, 193-195) 221
Sünnet’ten bazı kanıtlar da şunlardır:
Peygamber -Sallallâhu
aleyhi ve sellem-, Mekke’de hac mevsiminde kendisini insanlara sunarken şöyle
söylemişti: “Rabbimin kelâmını (sözünü)
bildirebilmem için acaba beni kendi kavmine götürecek bir adam yok mu? Çünkü
Kureyş, Rabbim Azze ve Celle’nin kelâmını bildirmemi önledi.” 222
Yine Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-, el-Berâ b. ‘Âzib223 -Radıyallâhu anh-’e şöyle demiştir:
“Yatağına
yatacağın zaman (namaz için abdest aldığın gibi abdest al. Sonra sağ yanın
üzerine yat ve) şöyle de: Allahım! Nefsimi (canımı) sana teslim ettim, yüzümü
sana döndüm, işimi sana havâle ettim ve sırtımı sana dayadım. Ümit ve korku
sanadır. Sığınılacak ve dayanılacak, ancak sensin. İndirdiğin kitabına ve
gönderdiğin peygamberine iman ettim.” 224
‘Amr b. Dînâr’225da şöyle demiştir:
“Yetmiş yıldan beri içinde bulunduğum insanların
hep şunu söylediklerini duyarım: ‘Allah yaratandır. O’nun dışındaki herşey
yaratılmıştır. Yalnız Kur’ân hariç. Çünkü Kur’ân, Allah’ın kelâmı olup yaratılmamıştır.
O’ndan başlamış ve O’na dönecektir.”226
“O’ndan başlamıştır” sözünün anlamı şudur:
Kur’ânla konuşmaya başlayan Allah’tır. Yâni onunla ilk ve başlangıç olarak konuşan
O’dur. Bu sözde, Allah Kur’ân’ı kendi dışında yarattı diyen Cehmiyye’ye cevap
(reddiye) vardır.
“O’na dönecektir” sözü ise, iki anlam taşıyabilir:
1- Kur’ânla konuşma sıfatı Allah’a döner. Buna
göre Allah’tan başka hiç kimsenin Kur’ânla konuştuğu nitelendirilmesine kalkışılamaz. Çünkü Kur’ânla konuşan Allah’tır. Konuşmak
da konuşanın bir sıfatıdır.
2- Bazı eserlerde geldiği gibi Kur’ân Allah-u
Teâlâ’ya kaldırılacaktır: “Muhakkak
Kur’ân mushaflardan ve gönüllerden (silinip) kaldırılır.” 227 Bu
da -ki Allah en doğrusunu bilir- insanlar Kur’ân ile ameli bırakıp ondan
tamamen yüz çevirdikleri zaman olacak, şerefinin korunması için Kur’ân
insanlardan Allah’ın katına kaldırılacaktır.228 Yardım istenecek
ancak Allah’tır.
FASIL
Lafız ve
Melfûz (Sözün Kendisi ve Söylenilen Şey)
Bu bölümde kelâm,229 Kur’ân ile
ilgilidir. Daha önce Kur’ân’ın, Allah’ın kelâmı olup yaratılmamış olduğu geçmişti.
Acaba Kur’ân’ın lafzı yaratılmıştır veya yaratılmamıştır dememiz doğru olur mu?
Yoksa bu konuda susmak mı gerekir?
Bu soruya cevap olarak şunlar söylenilebilir:
Bu konuda olumlu ya da olumsuz bir söz
genellemesinde bulunmak doğru değildir. Ancak bu konuda ayrıntılı bir açıklama
yapmak gerekirse şunlar söylenilir:
- Eğer lafız ile kulun kendi fiili olan
telaffuzu, konuşması kastedilmişse, bu yaratılmıştır. Çünkü hem kul, hem de
fiili yaratılmıştır.230
- Yok eğer lafız ile söylenilenin kendi
kastedilmişse, bu Allah’ın kelâmı olup yaratılmamıştır. Çünkü Allah’ın kelâmı
O’nun kendi sıfatlarındandır. Sıfatları da yaratılmamıştır.231
İmam Ahmed’in (Allah kendisine rahmet etsin) şu
sözü bu ayrıma işaret etmektedir: “Kim benim Kur’ân’ı telaffuz etmem yaratılmıştır
der ve bununla Kur’ân’ı kastederse o Cehmî’dir.”232
İmam Ahmed’in “bununla Kur’ân’ı kastederse”
sözü, o kişinin; bu sözüyle Kur’ân’ı değilde kendi fiili olan telaffuzunu
kasdetmesi durumunda Cehmî olmayacağını gösterir.233 Allah en doğrusunu
bilir.
ONDOKUZUNCU
BÖLÜM
Ta’tîl Düşüncesinin
Ortaya Çıkışı ve Bunun Kaynağı
Ta’tîl düşüncesinin kökü, her ne kadar tâbiîn
döneminin sonlarında kendini göstermişse de, asıl bir akım olarak bu düşünce,
ancak faziletli çağlar olan Sahâbe, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn’den sonra yayılmıştır.
Ta’tîl’den ilk söz eden el-Ca’d b. Dirhem234
olmuştur. O, “Allah İbrâhim’i dost edinmedi, Mûsâ ile de konuşmadı” dediği için
Hişâm b. Abdülmelik’in235 Irak valisi olan Hâlid b. Abdullah
el-Kasrî236 tarafından öldürülmüştür. Hâlid, Ca’d’ı bağlı olarak
bayram namazının kılındığı yere götürmüş, sonra da halka hitaben şunları
söylemiştir: “Ey İnsanlar! Kurbanlarınızı kesiniz. Allah kurbanlarınızı kabul
etsin. Ben de Ca’d b. Dirhem’i kurban edeceğim. Çünkü O, Allah’ın İbrâhim’i
dost edinmediğini, Mûsâ ile de konuşmadığını ileri sürmektedir.” Daha sonra
minberden inmiş ve Ca’d’ı kesmiştir.237 Bu olay, hicrî 119 yılı,
kurban bayramında olmuştur.238
İbnu’l-Kayyim239 (Allah kendisine
rahmet etsin) “en-Nûniyye”240 adlı eserinde bu konuda şöyle diyor:
Bundan dolayı Ca’d’ı kurban etti,
Kurbanların kesildiği gün (Hâlid) el-Kasrî.
Çünkü O, demişti ki: İbrahim Allah’ın dostu değildir.
Hayır! Mûsâ’da Allah’ın kendisiyle konuşup O’na
yaklaştığı değildir.
Her sünnet sahibi, bu kurbana teşekkür etti.
Senin ecrin Allah’a aittir ey kurban kardeşim!
Sonra bu düşünceyi Ca’d’dan kendisine Cehm b.
Safvân241 denilen bir adam aldı. “el-Cehmiyyetü’l-Muattıla”242
mezhebi de zaten bu adama nispet edilir. Çünkü bu görüşü O yaymıştır. Cehm’i,
hicrî 128 yılında Merv’de Nasr b. Seyyâr’ın243 güvenlik güçlerinin
başı olan Sâlim b. Ahvez244 öldürmüştür.245
İkinci yüzyıl dolaylarında Yunanca ve Rumca
kitaplar Arapça’ya çevrildi. Böylece bu düşünce müslümanların başına iyice belâ
olmaya ve etki gücünü iyice arttırmaya başladı.246
Üçüncü yüzyıl dolaylarında ise Bişr b. Gıyâs
el-Merîsî247 ve yandaşları tarafından Cehmiyye’nin görüşü yayıldı.
Alimler Gıyâs ve yandaşlarının kınanması hususunda birleşmiş, çoğu da onların
küfrüne ya da sapıklığına hükmetmiştir.
Osmân b. Saîd ed-Dârimî,248
Merîsî’ye reddiye olarak “Nakzu Osmân
b. Saîd ale’l-Kâfiri’l-Anîd fîme’fterâ alallâhi mine’t-Tevhîd” adında bir kitap
yazmıştır. Bilgi ve adaletle bu kitabı okuyan, bu ta’tîlcilerin kanıtlarının ne
kadar zayıf, hatta ne kadar bâtıl (geçersiz) olduğunu anlar. Râzî,249
Gazzâlî,250 İbn Akîl251 ve diğerleri gibi son dönem
âlimlerinin birçoğunun sözlerindeki
te’vîller de Bişr’in te’vîllerinin aynısıdır.
• Ta’tîl düşüncesinin kaynağı, Yahûdiler, müşrikler,
Sâbiîler252 ve filozofların sapıklarıdır. Söylendiğine göre, Ca’d b.
Dirhem bu görüşünü Ebân b. Sem’ân’253dan, O da Tâlût’254tan,
O’da Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve
sellem-’e büyü yapan Lebîd b. el-A’sam255 adlı bir Yahûdi’den
almıştır.256
Yine söylendiğine göre Ca’d, Sabiîler ve
filozoflardan pek çok kimsenin bulunduğu Harrân yöresinde yetişti.257Kuşkusuz
çevrenin insanın inanç ve ahlakında güçlü bir etkisi vardır.
Yukarıda adları geçen sıfat inkarcılarının görüşüne
göre Allah’ın subûtî (olumluluk bildiren) sıfatları yoktur. Çünkü onların sanısına
göre olumluluk sıfatları, Allah’ın yaratıklarına benzemesini gerektirir. Onlar
sadece Allah’ın, selbî (olumsuzluk) veya izâfet belirten veya da ikisinin
(olumsuzluk ve izâfet belirten) birleşiminden oluşan sıfatlarını kabul ederler.
- Olumsuzluk Sıfatları, Allah Azze ve Celle’ye
yaraşmayan işlerin olmadığını (yâni onların yokluğunu) gösteren sıfatlardır.
Örneğin onlara göre “Allah birdir” sözü, hem sayısal bir değerle veya sözle
Allah hakkında bir bölünme gerçekleşmesinin hem de O’nun bir ortağı bulunmasının
olanaksızlığı anlamındadır.
-İzâfet Sıfatları ise, bunlar Allah’ın sâbit sıfatlarıdır
şeklinde, Allah’ın bunlarla nitelendirilemeyeceği sıfatlardır. Fakat bunların
başkalarına izâfetine göre Allah bunlarla nitelendirilebilir. Allah-u Teâlâ
hakkında söyledikleri şu söz gibi: Allah, eşyanın O’ndan çıkmasına (vuku bulmasına)
göre bir başlangıç ve güçtür. Yoksa O’nun sâbit bir sıfatı olmasına göre -ki
bu, başlamak ve güçlü olmaktır- bir başlangıç ve güç değildir.
- Olumsuz ve izâfî sıfatların birleşiminden oluşan
sıfatlar da bir bakımdan olumsuz, bir bakımdan da izâfet sıfatıdırlar. Allah-u
Teâlâ hakkında söyledikleri şu söz gibi: Allah evveldir (öncesi olmayan
ilktir). Evvel sıfatı, Allah’ın sonradan oluşunun imkansızlığına göre olumsuz,
eşyanın O’ndan sonra var oluşuna göre de izâfîdir.
Bütün bunlar, sıfat inkarcılarının düşünce ve
görüşlerinin kaynağı olduğu halde nasıl oluyor da bir mü’minin veya aklı başında
birinin nefsi, bunları olduğu gibi almayı ve Allah’ın kendilerine lütuflarda
bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerin yolunu258
bırakmayı güzel ve hoş görebiliyor? Anlamak mümkün değil.
YİRMİNCİ
BÖLÜM
Allah’ın Sıfatlarını
Kabul Edip Etmeme Konusunda Sıfat İnkarcılarının Metodu (Yolu)
Sıfat inkarcıları, Kitap ve Sünnet’e uygun olup
olmadığına bakmadan Allah’ın sıfatlarından akıllarının; ispatını gerekli
gördüklerini kabul etme, inkarını gerekli gördüklerini de reddetme konusunda
birleşmişlerdir. Onların Allah’ın sıfatlarını kabul etme ya da reddetmelerinin
yolu akıldır.
Sonra onlar, aklın kabulünü ya da reddini
gerekli görmediği sıfatlarda ayrılığa düşmüşlerdir. Çoğu bu sıfatları kabul
etmeyerek bunlara mecâzî anlam vermeyi uygun görmüş kimileri de bunlar hakkında
hiçbir şey söylemeden bunların ilmini Allah’a bırakmışlar, ancak bunu
yaparlarken bunların sıfatlardan herhangi bir şeyi gösterebileceğini
(belirtebileceğini) de kabul etmemişlerdir.
Onlar bu yolla, aklî delillerle naklî delillerin
arasını bulduklarını ileri sürmüşlerdir. Fakat onlar bu hususta yalan söylemişlerdir.
Çünkü aklî ve naklî deliller Allah’ın kemâl (olgunluk) sıfatlarını ispat etmede
ittifak halindedirler. Allah’ın sıfatlarından Kitap ve Sünnet’te gelenlerden
hiçbiri, her ne kadar akıl bunların ayrıntılarını idrak edip kavramaktan âciz
kalmış olsa bile kesinlikle akla aykırı değildir.
Bu sıfat inkarcılarının izledikleri metod (yol),
Allah’ın haklarında şöyle buyurduğu kimselerin metoduna (yoluna) ne kadar da
benzemektedir:
“Sana
indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin
mi? Aslında tâğûtu inkar etmekle emrolundukları halde, yine de onun önünde
muhakeme olunmak (onu hakem tutmak) istiyorlar. Oysa şeytan onları büsbütün
saptırmak istiyor. Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasûl’e gelin’ denildiği
zaman, o münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün. Elleriyle yaptıkları
yüzünden başlarına bir felaket gelince hemen, biz yalnızca iyilik etmek ve arayı
bulmak istedik diye yemin ederek sana nasıl gelirler?!” (Nisâ, 60-62)
Sıfat inkarcıları birkaç bakımdan ayette
nitelenen kimselere benzerler:
1- Her iki grupta Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in getirdiklerinin hepsini kabul
etmedikleri halde O’na indirilene iman ettiklerini ileri sürerler.
2- Bu sıfat inkarcıları, Allah’ın kemâl
(olgunluk) sıfatlarının ispatına ilişkin Kitap ve Sünnet’in getirdiği şeyleri
kabule davet edilseler yüz çevirir ve sakınırlar. Tıpkı Allah’ın indirdiğine ve
Peygamberin buyruğuna gelin dendiği zaman yan çizen, yüz çeviren o münafıklar
gibi.
3- Bu sıfat inkarcılarının, onları taklid
ettikleri ve peygamberlerin getirdiklerinden üstün tuttukları tâgûtları vardır.
Anlaşmazlık durumunda Kitap ve Sünnet’i değil, onları hakem tutmak isterler. Tıpkı
tâğûtu inkar etmekle emrolundukları halde, yine de onu hakem tutmak isteyen o
münafıklar gibi.
4- Bu sıfat inkarcıları izledikleri bu yolla
güzel bir iş yapmak ve akıl ile nakli bağdaştırmak istediklerini ileri sürmüşlerdir.
Tıpkı sadece iyilik ve uzlaşma istediklerinden dolayı yemin eden o münafıklar
gibi.259
Sıfatları iptal eden yâni anlamlarını boşaltan
herkes, bâtılı içinde gizlenir, hakkın yanında görünür. Üstelik bâtılını,
onlarla süsleyerek gizlediği bâtıl davalar ileri sürer. Fakat Allah’ın kendisine
ilim, anlayış, hikmet ve iyi niyet bahşettiği kimseye, ne bâtıl karışık gelir
ne de yalancı davalar ona gizli kalır. Yardım istenecek ancak Allah’tır.
FASIL
Sıfat İnkarcılarının
Metodundan Doğan Bâtıl Sonuçlar
Sıfat inkarcılarının metodundan şöyle birtakım
bâtıl sonuçlar doğar:
1- Bu metoda göre Kitap ve Sünnet küfür söylemiş
ve açıkça bu küfre insanları davet etmiştir. Çünkü Kitap ve Sünnet, bu inkarcıların
ispatını teşbîh ve küfür saydıkları Allah’ın sıfatlarının ispatıyla doludur.
2- Kitap ve Sünnet hakkı açıklamamıştır. Çünkü sıfat
inkarcılarına göre hak, bu sıfatları reddetmektir (kabul etmemektir). Kitap ve
Sünnet’te ise Allah’ın olgunluk sıfatlarının reddedilmesini (kabul
edilmemesini) gösteren ne nassen260 ne de zâhiren261 bir
hüküm vardır.
İşin garibi, bu akıllı görünüp bilgiçlik
taslayanların, bu bâtıl iddialarını:262
“Hiç O’nun
bir adaşı (benzeri) olduğunu biliyor musun?” (Meryem, 65)
“O’nun
hiçbir dengi yoktur.” (İhlâs, 4) gibi ayetlerden çıkarmaya çalışmalarıdır.
Aklı başında olan herkes bilir ki, bu tür
naslardan kastedilen, Allah-u Teâlâ’nın kemâlini (mükemmelliğini) ve sıfatlarının
benzersizliğini ispatlamaktır. Bunlarla, Allah’ın sıfatlarının olmadığının
kastedilmiş olması imkansızdır. Çünkü kuşkusuz bu tür sözlerle, Allah’ın sıfatlarının
olmadığını insanlara göstermeye çalışan kimse, ya kasdını gizlemek için sözünü
üstü kapalı söylemiştir yahut yalan söylemiştir ya da gerçeği açıklamaktan âciz
kalmıştır. Bütün bu işler, Allah’ın ve Rasûlü -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in sözleri hakkında olanaksızdır.
Çünkü onların sözleri, anlatım ve kasdetmenin en mükemmel biçimini
içermektedir. Bu sözlerle kastedilen, asla kulların haktan sapmalarını ve
gerçekleri görmelerini engellemeyi istemek değildir. Allah ve Rasûlü’nün
sözlerinde, anlatım ve dilin en iyi biçimde kullanılması bakımından hiçbir
eksiklik yoktur.
3- İslama girmede öne geçen ilk muhacirler ve
ensâr ile onlara güzelce uyanlar ya bâtılı söylemiş ve hakkı gizlemişlerdir ya
da bu hususta câhildirler. Çünkü bu sıfat inkarcılarının bâtıl saydıkları
Allah’ın kemâl (olgunluk) sıfatlarının ispatına ilişkin pek çok nass onlardan
tevâtüren nakledilmiştir. Onlar, bu sıfat inkarcılarının hak saydıkları sıfatları
reddetmeye ilişkin herhangi bir şeyi bir kez dahi olsun söylememişlerdir. Öyleyse
çağların en hayırlısı ve ümmetin en üstünü olan kimseler hakkında bunları
söylemek mümkün değildir.
4- Kemâl (olgunluk) sıfatları Allah’tan kaldırılınca
O’nun, eksik sıfatlarla nitelendirilmiş olması gerekir. Çünkü dış evrende var
olan her şeyin muhakkak bir sıfatının olması gerekir. Eğer ondan kemâl sıfatları
kaldırılırsa onun eksik sıfatlarla nitelendirilmiş olması gerekir. Böylece iş
dönüp dolaşarak sıfat inkarcılarının tersine döner ve kaçtıkları şerrin içine
düşüverirler.
FASIL
Sıfat İnkarcılarının
Dayandıkları Şüpheler
Sıfat inkarcıları, birtakım bâtıl şüphelere263
dayanırlar. Bu şüphelerin geçersizliğini, Allah’ın doğru ilim ve sağlıklı anlayış
bahşettiği herkes bilir.
Sıfat inkarcılarının genel olarak dayandıkları şüpheler
şunlardır:
1- Yalan dâvâ: Kişinin sözüyle ilgili icmâ
iddiasında bulunması veya kendi sözünün; gerçeğin ta kendisi olduğunu veyahut
araştırmacıların sözleriyle tam bir uygunluk gösterdiğini ya da hasmının
sözünün icmâya aykırı olduğunu vb. şeyleri ileri sürmesi gibi.
2- Fâsid (Bozuk) kıyastan oluşan şüphe: Sıfat
inkarcılarının; “Allah’ın sıfatlarını ispat etmenin teşbîhi gerektireceğini,
çünkü sıfatların birer âraz264 olduklarını, ârazlarında ancak
cisimle var olabileceğini, cisimlerin ise birbirlerine benzediklerini”
söylemeleri gibi.
3- Allah-u Teâlâ’ya nispeti doğru olanla olmayan
anlamlar arasındaki birtakım ortak kelimelere takılmak: Cisim,265
yer tutma266 ve cihet (yön)267 gibi. Onlar bu mücmel
kelimelerin268 Allah’tan nefyini (reddini) mümkün kılmak için Allah’ın
sıfatlarını inkara varırlar.
Sonra onlar bu şüpheleri öyle süslü, öyle uzun,
öyle garip ibarelerle insanların önüne sürerler ki, câhil kimse; süslere
bürünmüş sözler nedeniyle bu şüphelerin gerçek olduğunu sanar. Oysa bu kimse
konuyu iyice incelemiş olsaydı, bütün bunların kendisi için birer bâtıl şüphe
olduğunu anlardı. Nitekim bir şiirde şöyle denmiştir:
“Birbiriyle çelişen saçma sapan deliller,
Tıpkı (kırılmaya mahkum) cam gibi aynen.
Gerçek (hak) sanırsın onları sen,
Oysa kırılacaktır elbet,
Her kırılmaya elverişli olan.”269
Bu sıfat inkarcılarına birkaç bakımdan cevap
vermek mümkündür:
1- Şüphe ve delillerinin çelişikliği: Öyle ki,
ispat ettikleri her şeyde, reddettikleriyle ilgili olarak kaçtıkları şeyin eşini,
benzerini getirmeleri gerekir.
2- Sözlerinin çelişiklik ve karışıklığının açıklanması:
Öyle ki, sıfat inkarcılarından bir grubun aklın yasak olarak gördüğü bir şeyi,
öteki grup, aklın bir gereği olarak görür. Daha buna benzer başka örnekler de
vardır. Hatta bunun daha da ötesinde, sıfat inkarcılarından biri, aklın bir
gereği olduğunu ileri sürdüğü bir sözün, daha sonra başka bir yerde tersini
söyleyebilmektedir.
Sözlerin kendi içindeki çelişikliği, onların
bozukluğunu gösteren en güçlü kanıtlardandır.
3- Sıfat inkarcılarının inkarının birtakım bâtıl
sonuçlar (gerekler) gerektirdiğinin açıklanması. Çünkü sonucun bozukluğu
sebebin de bozukluğunu gösterir.
4- Sıfatlar hakkında gelen naslar, te’vîl anlamı
taşımaz. Eğer bunlardan bir kısmı te’vîl anlamı taşımış olsa bile bu, açık
anlamın kastedilmiş olmasına engel değildir. Böylece sözün açık anlamına
yönelme gereği belirlenmiş oldu.
5- Sıfatlarla ilgili bu meselelerin geneli, İslam
dininden zorunlu olarak bilindiği gibi bizzat Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem- tarafından getirilmiştir. Bunların
te’vîl edilmesi, Karâmita270 ve Bâtıniyye’271nin namaz,
oruç, hac v.b. ibadetleri te’vîl etmeleriyle aynı konum ve eş değerdedir.272
6- Kuşku ve şehvetlerden uzak olan sarîh akıl
(sağduyu), nasların getirdiği Allah’ın sıfatlarını imkansız görmez. Tersine,
her ne kadar naslarda akılların anlamaktan ve etraflıca kavramaktan âciz kaldığı
bazı ayrıntılar varsa da sağduyu, ayrıntılara girmeden genel olarak Allah’ın
kemâl sıfatları olduğunu gösterir.
Sıfat inkarcılarının en büyük düşünürleri, aklın;
ilâhî konuların genelinde kesin ilme ulaşmasının mümkün olmadığını itiraf etmişlerdir.
Buna göre bu konuları peygamberlik pınarından herhangi bir tahrîfe (değiştirmeye,
çarpıtmaya) kaçmadan olduğu gibi alıp kabul etmek gerekir. Allah en doğrusunu
bilir.
YİRMİBİRİNCİ
BÖLÜM
Ta’tîlci
ve Temsîlci Gruplardan Her Biri Ta’tîl ve Temsîli Bir Arada Toplamışlardır
Ta’tîlci (Muattıl): Cehmiyye, Mu’tezile, Eş’ariyye
ve benzerleri gibi Allah’ın isim ya da sıfatlarından herhangi bir şeyi
reddedendir.
Temsîlci (Mümessil): İlk Râfızîler ve benzerleri
gibi Allah’ı yaratıklarına her bakımdan benzetmek sûretiyle O’nun hakkında sıfatlar
saptayandır.
İşin doğrusu her ta’tîlci aynı zamanda
temsîlcidir. Her temsîlci de aynı zamanda ta’tîlcidir.
• Ta’tîlcilerin ta’tîli açıktır. Temsîli de şöyledir:
O, sıfatları ispat etmenin teşbîhi gerektireceğine inandığından dolayı sıfatları
ta’tîl etmiştir. İşte bundan kaçmak için sıfatları inkar etmeye başlamıştır. O
halde önce temsîl etmiştir sonrada ta’tîl.
• Temsîlciye gelince bunun temsîli açıktır.
Ta’tîli de üç bakımdandır:
1- Nassı, gösterdiği anlamdan başka bir anlama
çevirmek sûretiyle, onunla sıfatı ispat ettiği nassın kendisini ta’tîl etmiştir. Çünkü nass, Allah’ın yaratıklarına benzediğini
değil, kendisine yaraşır sıfatı olduğunu gösterir.
2- Allah’ı yaratıklarına her bakımdan benzettiği
zaman “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur” (Şûrâ,
11), “O’nun hiçbir dengi yoktur” (İhlâs, 4) gibi Allah’ın yaratıklarına
benzemediğini gösteren her nassı ta’tîl etmiş olur.
3- Allah’ı yaratıklarına benzettiği zaman, her
bakımdan mükemmel olan Rabbi, eksik yaratıklara benzeterek Allah için gerekli
olan kemâli (mükemmelliği) ta’tîl etmiş olur.
YİRMİİKİNCİ
BÖLÜM
Selefin
Kelâm İlminden Sakındırması273
Kelâm ilmi; kelâmcıların bulup geliştirdikleri,
Kitap ve Sünnet’in getirdiklerinden yüz çevirmelerine neden olan yöntemlerle
dinin inanç esaslarına ilişkin sonradan uydurdukları her şeydir.
Şüphe ve kuşkulara neden olduğu için, selefin
kelâm ilminden ve kelâmcılardan sakındıran sözleri çeşitlilik göstermektedir:
-Nitekim İmam Ahmed şöyle demiştir:
“Kelâmcı (kelâm ilmiyle uğraşan) asla kurtuluşa
ermez.”274
- İmam Şâfiî275 ise şöyle demiştir:
“Kelâmcılar hakkındaki hükmüm şudur: Hurma
dallarından yapılmış çubuklarla ve terliklerle dövülmeli, sonra da aşiret aşiret,
kabile kabile dolaştırılıp: ‘İşte Kitap ve Sünnet’i bırakıp da kelâm ilmine
yönelenin cezası budur’ denilir.”276 277
Aslında kelâmcılar, bir yandan Allah’a tevbe
etmeleri ve başkalarının onların görüşlerine uymalarını önlemek için, İmam Şâfiî’nin
söylediği bu cezayı gerçekten haketmektedirler. Öte yandan da kendilerini, şaşkınlık
kapladığından ve şeytan ayarttığından dolayı onlara rahmet ediyor ve acıyoruz.
Bununla beraber onları sınadığı belâdan bizi koruyan Allah’a hamdediyoruz.
Öyleyse onlara iki açıdan bakmaktayız:
• Din açısından bakış: Bu açıdan baktığımız da
onları terbiye ediyor ve görüşlerini yaymalarını önlüyoruz.
• Kader açısından bakış: Bu açıdan baktığımızda
da onlara acıyor, onlar için Allah’tan kurtuluş diliyor ve bizi onların durumundan
koruyan Allah’a hamdediyoruz.
Sapıtmalarından en çok korkulan kişiler, kelâm
ilmine girip sonuna kadar varamayan yâni bu ilmin içyüzünü tam öğrenemeyenlerdir.
Öyle ki, kelâm ilmine hiç girmeyen selâmettedir. Sonuna kadar varıp içyüzünü
iyice öğrenen de, daha önce bazı büyüklerinin278 de başından geçtiği
gibi sırf kelâm ilminin bozukluğunu anladığı için Kitap ve Sünnet’e döner. Asıl
tehlike de doğru yoldan çıkıp işin gerçeğini (kelâm ilminin içyüzünü)
anlayamayan kimse üzerinde kalır.
Yazar İbn Teymiyye (Allah kendisine rahmet
etsin) bu fetvâsında (kitabında) kelâmcılardan bu konuyla ilgili olarak konuşanlardan
pek çok söz naklettikten sonra şunu söylemiştir: “Gerçi Kitap, Sünnet ve
selefin sözleri yanında başka sözlere ihtiyacımız yoktur. Fakat insanların pek
çoğu; bazı kelâmcı gruplara mensup oldukları, başkalarına değil sadece onlara
iyi niyet besledikleri ve bu konuda başkalarının eremedikleri gerçeklere onların
erdiklerini sandıkları için, getirdikleri her ayetin ardından mutlaka onların
sözlerinden bir şey de nakletmeyi gerekli görmüşlerdir.”279
Daha sonra şöyle demiştir: “Sözlerini naklettiğimiz
kelâmcıların ve başkalarının, bu konu ve başka konularda dediklerinin hepsini
söylüyor (kabul ediyor) değiliz. Fakat gerçek onu söyleyen herkesten kabul
edilir.”280
Yazar (Allah kendisine rahmet etsin) bu sözleri
nakletmesindeki amacını, kimden gelirse gelsin hakkın beyânı ve bu gruplara
kendi önderlerinin sözlerinden delil getirilmesi olarak açıklamıştır. Allah en
doğrusunu bilir.
YİRMİÜÇÜNCÜ
BÖLÜM
Allah’a ve
Ahiret Gününe İman Konusunda Doğru Yoldan Sapan Gruplar
Peygamber -Sallallâhu
aleyhi ve sellem-’in, sahâbîlerinin ve onlara güzelce (ihsanla) uyan
tâbiîn’in yolu, ilim ve amel bakımından dosdoğru yol üzeredir. Bunun böyle olduğunu
ilim ve adaletle araştıran herkes bilir. Onlar Allah’a ve ahiret gününe
(metafizik konulara) imanı en güzel şekilde gerçekleştirmişler ve bu yolun
gerçekten hak bir yol olduğunu ikrar etmişlerdir. Onlar, işlerinde Allah için
samimi oldukları gibi O’nun şerîatine (yoluna) de kesinkez uymuşlardır. Asla şirke,
bid’ate, tahrîfe ve yalanlamaya sapmamışlardır.
Ancak onların yollarından sapanlar üç
grupturlar: Tahyîl ehli (tahyîlciler), te’vîl ehli (te’vîlciler) ve techîl ehli
(techîlciler).
• Tahyîl Ehli (Sembolistler: Hayallendirmeciler,
Canlandırmacılar): Bunlar, filozoflar, Bâtınîler ve onların yolundan giden
kelâmcılar ve başkalarıdır.
Bunların görüşlerinin gerçeği, Allah’a ve ahiret
gününe imanla ilgili konularda peygamberlerin getirdikleri şeylerin, aslında
fiilen gerçeği olmayan birtakım semboller (örnekler) ve hayallendirmeler
(canlandırmalar) olmasıdır. Bu naslarla kastedilen sadece genelin ve insanların
çoğunluğunun bunlardan faydalanmasıdır. Çünkü insanlara “sizin, büyük, güçlü,
merhametli, kahredici bir Rabbiniz vardır, önünüzde de dirileceğiniz,
dünyadayken yaptığınız işlerin karşılığını göreceğiniz bir gün vardır” vb. şeyler
dendiği zaman, onlar arzu edilen yol üzerinde dosdoğru olurlar. Onlara göre bu
inancın bir gerçeği olmasa bile yine de insanlara yararı vardır.
Sonra bunlar da (tahyîl ehli) yine kendi aralarında
Aşırılar ve Aşırı Olmayanlar olmak üzere ikiye ayrılmışlardır:
Aşırılar, peygamberlerin Allah’a ve ahiret
gününe imanla ilgili işlerin hakîkatlerini bilmediklerini, ilahiyat filozoflarından
ve evliyâ sandıkları kişilerden bazılarının ise bu hakîkatleri bildiklerini
ileri sürmüşlerdir. Yine bunlar, filozofların içinde, Allah’ı ve ahiret gününü,
insanların en iyi bilenleri peygamberler olduğu halde, peygamberlerden daha iyi
bilenlerin bulunduğunu ileri sürmüşlerdir.
Aşırı Olmayanlar ise, peygamberlerin, Allah’a ve
ahiret gününe imanla ilgili işlerin hakîkatlerini bildiklerini (yâni bunların
olmadığını) ancak insanların yararının gözetilmesi için gerçeği olmayan birtakım
hayâli canlandırmalarda bulunduklarını ileri sürerler. Bunlar çoğunlukla en
büyük ve en önemli konularda peygamberlerin yalanlarını içeren bir yolla
insanların yararının gözetilip sağlanabileceği iddiasında bulunmuşlardır.
Buna göre birinci grup (aşırılar), Peygamberleri
câhillikle, ikinci grup (aşırı olmayanlar) ise hainlik ve yalancılıkla suçlamışlardır.
İşte bu, tahyîlcilerin Allah’a ve ahiret gününe
imanla ilgili konulardaki görüşleridir.
Amellere ilişkin görüşlerine gelince: Bunlardan
kimi amelleri, herkesin (yapmakla) emredildiği gerçekler olarak kabul eder.
Kimileri de amelleri seçkinlerin (hassanın) değil genelin (ammenin) emredildiği
birtakım hayâli canlandırmalar ve semboller olarak görür. Nitekim namazı, kendi
sırlarını bilmek, orucu kendi sırlarını gizlemek, haccı şeyhlerine sefer etmek
(gitmek) v.b. şeklinde te’vîl ederler. Bu sapıklar, İsmâiliyye281 ve
Bâtıniyye gibi sapık fırkalara mensupturlar.
Bunların görüşlerinin (ve sözlerinin) bozukluğu,
duyu, akıl ve şerîat (din) yoluyla zorunlu olarak bilinmektedir. Bizler Allah’ın
varlığı ve sıfatlarının mükemmelliğini gösteren sayısız ayetlere (deliller,
belgeler, ibretler) tanık olmaktayız. Nitekim bir şiirde şöyle denilmiştir:
Her bir şeyde vardır, O’na bir ayet
O’nun (varlık) ve birliğine eder delâlet.282
Kâinatta cereyan eden bu düzenli olayların,
hikmet sahibi, herşeye güç yetiren ve onları idare eden bir varlık olmadan
meydana gelmesi mümkün değildir.
Bütün dinler ahiret gününe imanın gereğini
söylemiştir. Allah’ın apaçık hikmeti de bunu gerektirir. Ahiret gününe imanı, büyüklük
taslayan veya deliden başkası inkar etmez.
Tahyîlcilere cevap (reddiye) vermek için fazla
bir söze ihtiyaç yoktur. Zaten insanların onlara karşı olan nefretleri açıkça
bilinmektedir.
• Te’vîl Ehli (Te’vîlciler): Bunlar da Cehmiyye,
Mu’tezile ve onların taraftarlarından oluşan kelâmcılardır. Görüşlerinin gerçeği
(esası) şudur:
Peygamber -Sallallâhu
aleyhi ve sellem-’in bildirdiği sıfat naslarının açık anlamı kastedilmemiştir.
Tersine bunlardan asıl kastedilen, peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in bildiği ancak akıllarıyla düşünüp
bulsunlar diye insanlara bıraktığı açık anlamlara aykırı (mecâzî) anlamlardır.
Onlar böylece nasların açık anlamlarını, açık anlamlarına aykırı (mecâzî)
anlamlara çevirmeye uğraşırlar. Onların bundan amacı, akıllarını sınamak, sözü
açık anlamından çevirerek dilin ender görülen şekillerine (şâz) ve garip
anlamlarına indirgemek için harcadıkları çabadan dolayı çektikleri zahmetin karşılığında
daha çok sevap alacaklarına olan inançlarıdır.
Oysa ki onlar, insanların en çok karışıklığa, en
çok çelişkiye düşenleridir. Çünkü onların, te’vîli mümkün olan sözle, olmayan
sözü ayırdedecek ve bununla kastedilen asıl anlamı belirleyecek sâbit bir
kuralları yoktur.
Sonra onların ileri sürdükleri anlamların çoğu,
konuşanın durumundan ve sözünün gelişinden, onun bu anlamı, onların te’vîl
ederek belirledikleri anlamda kullanmadığı anlaşılır.
Bunlar kendilerini sünnetin yardımcıları olarak
gösterir, Allah’ı eksikliklerden tenzîh perdesi arkasına gizlenirler. Oysa ki
Allah-u Teâlâ, şüphelerini reddetmek ve delillerini suratlarına çarpmak
sûretiyle onların perdelerini yırtmıştır.
Te’vîlcileri reddetmek için herkesten çok Şeyhu’l-İslâm
(İbn Teymiyye) ve başkaları uğraş göstermişlerdir.283 Çünkü
te’vîlciler, Sünnet yardımcıları olarak göründüklerinden dolayı doğal olarak
insan, başkalarından çok onların sözlerine aldanabilir.
BÖLÜM
Te’vîlcilerin
Ahirete ilişkin Naslar Hakkındaki Görüşleri
Onların bu konudaki görüşü, ahiretle ilgili
naslara, herhangi bir te’vîle kaçmadan gerçeği üzere olduğu gibi iman etmektir.
Sıfatlara ilişkin naslarda te’vîlcilerin görüşü
nasları gerçek anlamlarından, açık anlamlarına aykırı mecâzî anlamlara çevirmek
olduğu için tahyîlciler onların üstüne üstüne gitmiş ve onları sıfat naslarında
yaptıkları gibi ahiret hakkındaki nasları da te’vîl etmeye zorlamışlardır. Buna
karşılık te’vîlciler de onlara şöyle cevap vermişlerdir: “Biz zorunlu olarak
biliyoruz ki, Peygamber -Sallallâhu
aleyhi ve sellem-, ahiretin varlığını bildirmiştir. Üstelik biz ahiretin
varlığına engel olan şüphenin bozukluğunu da biliyoruz. Buna göre ahiretin varlığını
söylemek kaçınılmazdır.”
Te’vîlcilerin bu cevâbı, doğru bir cevap ve
kesin bir kanıttır. Üstelik bu kanıt içerik olarak, te’vîlcilerin; ahiretle
ilgili nasları te’vîl etmedikleri, tahyîlcileri de ahiretin varlığını ve onunla
ilgili nasları gerçek anlamlarıyla ispat etmeye ve bunu söylemeye itip zorladıkları
için onları savunmak gerektiğini gösterir. Çünkü kanıt bulunduğu, engel ortadan
kalktığı zaman, kanıtın gösterdiği gerçek anlamın tespit edilip ortaya konması
gerekir.
Ehl-i Sünnet, sıfatların varlığını ve onlarla
ilgili nasların gerçek anlamlarıyla kabul edilmesi gereğini söylemeleri için,
te’vîlcilere karşı, onların kendi kanıtı olan bu kanıtı kullanarak onlara şöyle
demiştir: “Biz zorunlu olarak biliyoruz ki Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-, Allah’ın sıfatları olduğunu bildirmiştir.
Üstelik biz Allah’ın sıfatları olmasına engel olan şüphenin bozukluğunu da
biliyoruz. Buna göre Allah’ın sıfatları olduğunu söylemek kaçınılmazdır.”
Bu doğru bir zorunlu kılma, te’vîlcilerin ondan
kaçmalarının mümkün olamayacağı kesin bir kanıttır. Çünkü ahiretle ilgili
naslarda sözü gerçek anlamından çevirmeye engel olan kimsenin, ilâhî kitaplarda
ahiretle ilgili naslara göre daha çok ve daha önemli olan sıfat naslarında da
sözü gerçek anlamından çevirmeye engel olması gerekir. Eğer bunu yapmazsa, çelişkisi
ve aklının bozukluğu açıkça ortaya çıkmış olur.
FASIL
• Techîl Ehline284 (Techîlciler:
Câhil Görenler) gelince, sünnete ve selefe müntesip olduğunu söyleyenler arasında
birçok techîlci vardır.
Bunların görüşlerinin hakîkati şudur: Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in sıfat
naslarıyla ilgili bildirdikleri, anlamını peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in bile bilmediği bilinmez şeylerdir.
Buna göre peygamber -Sallallâhu aleyhi ve
sellem- sıfatlar hakkında, anlamını bilmediği sözler söylemiştir. Bununla
beraber onlara göre akıl, sıfatlar hakkında hüküm vermez. Onların bu sözleri,
peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in,
ashâbının ve selef imamların sıfatlar hakkında, aklî ve naklî hiçbir ilme sâhip
olmamalarını gerektirir ki, bu sözlerin en bâtılıdır.
Techîlcilerin sıfat nasları hakkındaki yöntemi;
bu nasların lafızlarını, olduğu gibi kabul edip anlamlarını Allah’a havale etmektir
(bırakmaktır). Onların kimileri de çelişkiye düşerek şöyle derler: Sıfatlar açık
anlamları üzere bırakılır. Ancak bununla beraber bunların açık anlamlarına aykırı
olan, yalnız Allah’ın bildiği te’vîlleri (yorumları) de vardır.
Bu söz açık bir çelişkidir. Eğer bu naslarla
kastedilen, açık anlamlara aykırı olan te’vîller ise ve bu te’vîlleri de sadece
Allah biliyorsa, bunların açık anlamlarında bırakılıp kabul edilmesi nasıl
mümkün olabilir ki?!
Şeyh (İbn Teymiyye) “el-Aklu ve’n-Nakl” adlı
eserinde (c.1, s.121) tefvîzcilerin yöntemiyle ilgili olarak şunları
söylemektedir:
“Böylece kendilerinin sünnete ve selefe uyduklarını
ileri süren bu tefvîzcilerin (sıfatların anlamlarını Allah’a bırakıp, bunların
anlamını yalnız Allah’ın bileceğini söyleyenler) sözlerinin, bid’atçilerin ve
doğru yoldan sapanların sözlerinden daha kötü olduğu anlaşıldı.”285
Techîlcilerin kanıt olarak kullandıkları şüphe;
selefin pek çoğunun Allah-u Teâlâ’nın: “Kalplerinde
eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve (kendilerine göre) onu te’vîl etmek için
ondaki müteşâbih ayetlerin peşine düşerler. Halbuki onun te’vîlini Allah’tan başkası
bilmez. İlimde yüksek dereceye erişenler ise, ‘biz ona inandık; hepsi
Rabbimizin katındandır, derler’” (Âl-i İmrân, 7) ayetinde Allah lafz-ı
celâli üzerinde durmaları olmuştur.
Ayete göre techîlciler, şüphelerini iki önerme
üzerine kurmuşlardır:
1- Sıfat ayetleri müteşâbih286
ayetlerdendir.
2- Ayette söz edilen te’vîl, sözü (kelimeyi) açık
anlamından, bu anlama aykırı olan anlama çevirmektir.
Buna göre sonuç şu olur: Sıfat ayetlerinin; açık
anlamlarına aykırı, yalnız Allah’ın bildiği anlamları vardır.
Techîlcilere birkaç bakımdan cevap (reddiye)
verilebilir:
1- Onlara şunu sorarız: Sıfat ayetlerine müteşâbih
ayetler derken teşâbüh kelimesiyle neyi kastediyorlar?
- Acaba anlam benzeşikliğini, karışıklığını ve
gizli kalışını mı kasdediyorlar?
- Yoksa hakîkat benzeşikliğini, karışıklığını ve
gizli kalışını mı kasdediyorlar?
• Eğer ilk anlamı kasdetmişlerse -ki onu
kasdetmişlerdir- bu durumda sıfat ayetleri bu gruptan değildir. Çünkü sıfat
ayetlerinin anlamı açıktır.
• Yok eğer ikinci anlamı kasdetmişlerse, bu
durumda sıfat ayetleri bu ikinci gruptandır. Çünkü sıfat ayetlerinin hakîkatini
ve niteliğini Allah-u Teâlâ’dan başkası bilemez.
Buna göre sıfat ayetlerinin müteşâbih ayetlerden
olduğu şeklinde bir söz genellemesinde bulunmak doğru değildir. Yukarıda da
geçtiği gibi bu konuda ayrıntılı bir açıklama yapmak gerekir.
2- Onların “ayette söz edilen te’vîl, sözü açık
anlamından, bu anlama aykırı olan anlama çevirmektir” şeklindeki sözleri doğru
değildir. Ayetteki te’vîle verilen bu anlam, sonradan ortaya çıkmış yeni bir ıstılah
(terim) olup, Kur’ân’ın kendi dilleriyle indiği Arapların ve sahâbenin bile
bilmediği bir anlamdır. Onların bildiği şey, te’vîl kelimesinin iki anlama
gelebileceğidir:
• Ya tefsîr demektir. Buna göre te’vîl ilim
sahipleri tarafından bilinmektedir. Nitekim İbn Abbâs radiyallâhu anhumâ şöyle
demiştir:
“Ben onun te’vîlini bilen ilimde yüksek dereceye
erişmiş kimselerdenim.”287
İşte seleften birçoğunun, geçen ayette
“ve’r-râsihûne fi’l-ilmi: ve ilimde yüksek dereceye erişenler” lafzı üzerinde
durması (duraklaması) buna bağlıdır.288
• Ya da bir şeyin hakîkati, âkıbet ve sonucu
demektir. Buna göre Allah’ın kendiyle ve ahiret günüyle ilgili haber verdiği şeylerin
te’vîli bizim için bir bilinmezdir. Çünkü bu te’vîl, hakîkat ve nitelikle
ilgilidir. Bu ise bizim için bir bilinmezdir. Nitekim İmâm Mâlik ve diğerlerinin
istivâ ve başka sıfatlar hakkında söylediği sözler bu anlamı doğrulamaktadır. İşte
selefin çoğunluğunun, geçen ayette “Allah” lafz-ı celâli üzerinde durmaları
(duraklamaları) da buna bağlanır.289 290
3- Allah, Kur’ân’ı düşünüp anlamak için indirmiştir.
Bizi de Kur’ân’ın tamamını düşünüp anlamaya teşvik etmiş, sıfat ayetlerini
istisnâ etmemiştir. Bir şeyi düşünüp anlamaya teşvik ise, o şeyin anlamına ulaşmanın
mümkün olduğunu gösterir. Yoksa düşünüp anlamaya teşviğin bir anlamı kalmaz.
Çünkü anlamına ulaşmanın mümkün olmadığı bir şeyi düşünüp anlamaya teşvik etmek
boş ve anlamsız bir söz olur ki, Allah ve Rasûlü -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in sözleri bundan münezzehtir (uzaktır).
İşte istisnâsız Kur’ân’ın bütün ayetlerini düşünüp
anlamaya teşvik, düşünmeyle sıfat ayetlerinin anlamına ulaşmanın mümkün olduğunu
gösterir.
İnsanlar içinde bu anlamı anlamaya en yakın
olan, Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve
sellem- ve sahâbîleridir. Çünkü hem Kur’ân onların diliyle inmiştir, hem de
özellikle dini konuların en önemlisi olan böyle bir konuda düşünüp anlamaya teşvik
emrine en hızlı uyan insanlar onlar olmuştur. Nitekim Ebû Abdirrahmân es-Sülemî291
şöyle demiştir: “Bize Kur’ân okutan Osmân b. Affân,292 Abdullah b.
Mes’ûd293 ve diğerleri: ‘Kendilerinin peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’den on ayet öğrendikleri zaman
onlarda ilim ve amele dâir ne varsa hepsini öğrenmeden başka ayetlere
geçmediklerini’ bize anlattılar.” Devamında Ebû Abdirrahmân şöyle demiştir:294
“Hem Kur’ân’ı hem de ondaki ilim ve ameli bir arada beraberce öğrendik.”295
Bununla beraber onların, dinin en önemli konusu
olan sıfat naslarının anlamlarını bilmemeleri nasıl mümkün olabilir ki?!
4- Techîlcilerin sözleri, Allah’ın apaçık kitabı
olan Kur’ân’da, onlarla gerçeği açıklamadığı içi boş, sadece hece ve ebced
harfleri konumunda olan sözler indirmiş olmasını gerektirir. Bu ise Allah’ın,
ondan dolayı kitap indirdiği ve peygamber gönderdiği hikmetine aykırıdır.
BİR UYARI
Yukarıda geçen açıklamalardan te’vîlin üç anlama
geldiği anlaşılır:296
1- Tefsîr: Anlamın izah edilmesi ve açıklanması
demektir. Bu yâni tefsîr anlamındaki te’vîl, tefsîr âlimlerinin çoğunluğunun
kullandığı ıstılahtır (terimdir). Peygamber -Sallallâhu
aleyhi ve sellem-’in İbn Abbâs hakkında söylediği şu söz bu türdendir, yâni
bu anlamda kullanılmıştır: “Allahım! Onu
(İbn Abbâs’ı) dinde fakîh (anlayışlı) kıl ve te’vîli O’na öğret.”297
Zaten gerek sıfat ayetlerinde, gerekse diğer
ayetlerde, bu anlam yâni te’vîlin tefsîr anlamında kullanılması, âlimler tarafından
bilinen bir şeydir.
2- Bir şeyin varacağı hakîkat: Bu, te’vîlin,
Kitap ve Sünnet’te bilinen meşhûr anlamıdır. Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle
buyurmuştur:
“Onlar
sadece onun (Kur’ân’ın) te’vîlini bekliyorlar.” (A’râf, 53)
“Bu hem
daha hayırlı hem de te’vîl bakımından daha güzeldir.” (Nisâ, 59)298
Bu anlama göre sıfat ayetlerinin te’vîli, bu
ayetlerin özü, içyüzü ve üzerinde olduğu hakîkat (gerçek) demektir ki, bunu
Allah’tan başkası bilmez.299
3- Sözü açık anlamından, bu anlama aykırı (ters)
bir anlama çevirmek: Bu, kelâmcılardan ve diğerlerinden geç dönem âlimlerinin
kullandığı ıstılahtır (terimdir).
Bu anlamı taşıyan te’vîl, doğru ve bozuk olmak
üzere iki çeşittir:300
• Doğru olan te’vîl, bir delile dayanan
te’vîldir. Allah-u Teâlâ’nın “Kur’ân
okuduğun zaman, kovulmuş (taşlanmış) şeytandan Allah’a sığın.” (Nahl, 98) buyruğunun:
“Kur’ân okumak istediğin zaman...” anlamında te’vîl edilmesi gibi.
• Bozuk olan te’vîl ise delilsiz yapılan
te’vîldir. Allah’ın arşına istivâsını; arşı istilâ etmesi, elini; kuvveti ve
nimeti vb. şeylerle te’vîl etmek gibi.
FASIL
İbn Abbâs -Radıyallâhu
anhumâ-’nın şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
“Kur’ân’ın tefsîri dört çeşittir: Arabın, dili
nedeniyle bildiği tefsîr, hiç kimsenin bilmemesinden ötürü mazûr görülemeyeceği
tefsîr, âlimlerin bildiği tefsîr ve Allah’tan başkasının bilmediği tefsîrdir
ki, bunu bildiğini iddia eden yalan söylemiş olur.”301
Arabın, dili nedeniyle bildiği tefsîr: Bu,
dildeki kelimelerin tefsîridir (açıklamasıdır). “Kur’”302,
“nemârik”,303 “kehf”304 ve benzeri kelimelerin anlamlarını
bilmek gibi.
Hiç kimsenin bilmemesinden ötürü mazûr
görülemeyeceği tefsîr: Kulun inanç ya da amelle ilgili yapmakla yükümlü olduğu
ayetlerin tefsîridir. İsim ve sıfatlarıyla Allah’ı bilmek, ahiret gününü,
tahâret (temizlik), namaz, zekât vb. şeyleri bilmek gibi.
Âlimlerin bildiği tefsîr: Bilgisine ulaşmanın
mümkün olduğu hükümlerin, âlimlerden başkasına gizli kalanlarıdır. Ayetlerin
inme (nüzûl) sebeplerini, nâsih ve mensûhu, âmm ve hâssı, muhkem ve müteşâbihi
vb. şeyleri bilmek gibi.
Allah’tan başkasının bilmediği tefsîr: Bu,
Allah’ın kendi nefsine ve ahiret gününe dâir haber verdiği şeylerin hakîkatleri
ve içyüzleridir. Çünkü bunların anlamını anlarız, ancak gerçek durumlarıyla
ilgili hakîkati idrak edemeyiz. Örneğin biz, Allah’ın arşına istivâsının anlamını
anlarız, ancak istivânın gerçek durumuyla ilgili hakîkati olan niteliğini (nasıl
olduğunu) bilemeyiz. Yine bunun gibi, Allah’ın cennette bulunduğunu haber verdiği
meyvelerin, balın, suyun, sütün ve öteki cennet nimetlerinin anlamını anlarız.
Ancak bunların gerçek durumlarıyla ilgili hakîkati bilemeyiz. Nitekim Allah-u
Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Yaptıklarınıza
karşılık olarak, onlar için hoşlanacakları ne nimetler (mutluluklar) saklandığını
hiç kimse bilemez.” (Secde, 17)
İbn Abbâs -Radıyallâhu
anhumâ-’da şöyle demiştir: “İsimleri dışında, cennette bulunan şeylerin
(nimetlerin) hiçbiri dünyada yoktur.”305 Yâni cennette bulunan şeylerin
dünyada sadece isimleri vardır.
Böylece, Allah’ın isim ve sıfatlarının ve ahiret
gününe dâir haber verdiği şeylerin hakîkatleri gibi Kur’ân’da te’vîlini
Allah’tan başkasının bilemeyeceği ayetlerin (sözlerin) bulunduğu anlaşılmış
oldu. Bu sözlerin (ayetlerin) anlamları ise bizce bilinmektedir. Yoksa bunları
söylemenin hiçbir yararı olmazdı. Allah en doğrusunu bilir.
YİRMİDÖRDÜNCÜ
BÖLÜM
Sıfat
Ayetleri ve Hadisleri Hakkında Kıble Ehlinin Bölünmesi
Kıble ehliyle anlatılmak istenen kıbleye yönelip
namaz kılan her müslümandır.
Kıble ehli, sıfat ayetleri ve hadisleri hakkında
altı gruba bölünmüştür:
- İki grup, sıfat ayet ve hadislerini açık
anlamlarıyla alıp kabul ederler.
- İki grup, bunları açık anlamlarına ters
(mecâzî) anlamlara çekerler.
- İki grup da bu konuda susarlar.
• Sıfat ayet ve hadislerini açık anlamlarıyla alıp
kabul eden iki grup şunlardır:
1- Müşebbihe306 Grubu: Allah’ın sıfatlarını,
yaratıkların sıfatları cinsinden görürler. Yâni Allah’ın sıfatlarını, yaratıkların
sıfatlarıyla özdeştirirler. Onların bu görüşleri bâtıl olup, selef tarafından
reddedilmiştir.
2- Selef307 Grubu: Bu sıfatları,
Allah Azze ve Celle’nin kendisine yaraşan açık anlamlarıyla alıp kabul ederler.
Onların bu görüşleri kesinkez doğrudur. Çünkü Kitap, Sünnet ve akıl, kesin ya
da zannî olarak onların görüşlerinin doğruluğunu açık bir biçimde
göstermektedir. Nitekim daha önce üçüncü ve dördüncü bölümlerde onların bu görüşlerinin
gerekliliği ve doğruluğundan söz edilmişti.
Bu iki grup arasındaki fark: İlk grup Allah’ı
yaratıklarına benzetmiş, ikinci grup ise bunu reddetmiştir.
Eğer teşbîhçi, Allah’ın ilmi (bilmesi), dünya göğüne
inmesi ve eli hakkında örneğin “ben bunlardan sadece yaratıklarda da bulunan
ilim, inme ve elin aynısını düşünürüm” derse ona birkaç bakımdan cevap
verilebilir:
1- Akıl ve naklin her biri yaratıcının bütün sıfatlarında,
yaratıklardan ayrıldığını, onlara benzemediğini gösterir. Yaratıcının sıfatları
kendisine yaraşır sıfatlar, yaratılanın sıfatları da kendisine yaraşır sıfatlardır.
Yaratıcının yaratılandan ayrıldığını, ona
benzemediğini gösteren naklî kanıtlardan biri Allah-u Teâlâ’nın şu buyruğudur: “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (Şûrâ,
11)
Aklî kanıtlara gelince, bunlardan biri şöyledir:
Bu sözü söyleyen teşbîhçiye şöyle söylenir: Olgunluk, zâtının gereklerinden
olan, her bakımdan olgun ve başkalarına olgunluk veren Yaratıcı, nasıl olur da,
eksiklik zâtının gereklerinden olan ve kendisini olgunlaştırana ihtiyaç duyan
yaratılmışa benzer tutulabilmektedir?!
2- Teşbîhçiye: “Sen Allah’ın, yaratıkların zâtına
benzemeyen bir zâtı olduğunu düşünemiyor musun?” denilince “Evet, düşünüyorum”
diyecektir. O zaman ona şöyle söylenir: Öyleyse Allah’ın, yaratıkların sıfatlarına
benzemeyen sıfatları bulunduğunu da düşün. Çünkü sıfatlar hakkındaki söz, zât
hakkındaki söz gibidir. Bunları birbirinden ayıran, kesinlikle çelişkiye düşer.
3- Ayrıca teşbîhçiye şöyle denir: Biz yaratıkların
sıfatları içinde isimleri bir, fakat nitelikleri ayrı olan sıfatlar görmekteyiz.
Örneğin insanın eli hayvanların eli gibi değildir. Yaratıkların sıfatlarında
isim birliği olmasına rağmen nitelik ayrılığı caiz olduğuna göre böyle bir ayrılığın
yaradanla yaratılanın sıfatları arasında olması da pekâlâ câiz olmaktadır.
Üstelik yaradanla yaratılanın sıfatları arasında ayrılık olması daha önce de
geçtiği gibi kaçınılmazdır.
• Sıfat ayet ve hadislerini açık anlamlarına aykırı
(ters) (mecâzî) anlamlara çeken iki grup ise, Allah’ın olumlu (subûtî) sıfatlarının
olmasını veya bazı sıfatlarının saptanmasını inkar edenler veyahut da sıfatlar
olmaksızın sadece halleri (durumları) saptayanlardır. Bu iki grup şunlardır:
1- Cehmiyye’nin te’vîlcileri ve başkaları:
Bunlar sıfat naslarını, kendi belirledikleri anlamlara çevirip te’vîl ederler.
Eli nimet, istivâyı istilâ anlamlarıyla te’vîl etmek gibi.308
2- İşi Allah’a bırakan tefvîzci techîlciler:
Bunlar: “Sıfat naslarından ne kasdettiğini yalnız Allah’ın kendisi bilir. Ancak
biz, bu sıfat naslarıyla Allah-u Teâlâ’nın kendi zâtı dışında hâricî bir sıfatı
olduğunu kasdetmediğini biliriz” demişlerdir.
Bu söz kendi içinde çelişiktir. Çünkü onların
“biz, bu sıfat naslarıyla Allah’ın kendi zâtı dışında hâricî bir sıfatı olduğunu
kasdetmediğini, biliriz” sözü, bunların anlamını Allah’a bırakan tefvîz görüşüyle
çelişir. Çünkü tefvîz görüşünün hakîkati, tefvîzcinin sıfat nasları hakkında
olumlu-olumsuz hiçbir hüküm vermemesini gerektirir. Öyleyse bu tefvîzcilerin
içine düştüğü çelişki apaçıktır.309
Bu iki grup arasındaki fark: İlk grup sıfat
naslarına, bunların açık anlamlarına aykırı anlamlar vermiştir. İkinci grup ise
herhangi bir anlam vermeden bunları Allah’a havale etmiştir (bırakmıştır). Bunu
yaparken de, bu naslarla, Allah Azze ve Celle için herhangi bir sıfatın ispatının
kastedilmediğini söylemişlerdir.
• Sıfat ayet ve hadisleri hakkında susan iki
gruba gelince, bunlar şunlardır:
1- Bir grup, sıfat naslarıyla, Allah’a yaraşır sıfatların
ispatı kastedilmiş olabilir de, olmayabilir de, demiştir. Fakîhler (fıkıh
âlimleri) ve başkaları arasında böyle düşünenler çoktur.
2- Diğer bir grup ise, kalpleri ve dilleriyle bu
tür sözlerin hepsinden yüz çevirmişler ve Kur’ân ve hadis okumak gereğinden başka
hiçbir şey söylememişlerdir.
Bu iki grup arasındaki fark: İlk grup olumlu ve
olumsuz yönde iki olasılığın da olabileceği hükmünü vermiş, ikinci grup ise bu
konuda (ne olumlu ne de olumsuz yönde) hiçbir hüküm vermemiştir. Allah en doğrusunu
bilir.
YİRMİBEŞİNCİ
BÖLÜM
Bid’atçilerin
Ehl-i Sünnet’e Yakıştırdıkları Kötü Lakaplar
Hikmeti gereği Allah-u Teâlâ, her peygamberin
karşısına, ellerinden gelen her türlü söz ve işle, tuzak, şüphe ve bâtıl
dâvâların her türlüsünü kullanarak hak yolundan alıkoymaya çalışan suçlu bir düşman
güruhu çıkarmıştır ki böylece hak açık-seçik ortaya çıksın, belli olsun ve bâtıla
üstün gelsin.
Peygamber -Sallallâhu
aleyhi ve sellem- ve ashâbı da hak düşmanlarının birçok eziyet, tuzak vb. şeyleriyle
karşı karşıya kalmıştır. Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden
ve müşriklerden muhakkak birçok eziyet verici (üzücü) sözler işiteceksiniz.”
(Âl-i İmrân, 186)
Bu zâlim müşrikler, peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’e ve ashâbına
büyücü, deli, kâhin, yalancı ve benzerleri gibi aşağılayıcı ve alaycı lakaplar
takmışlardır.
İlim ve iman erbabı, peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in
vârisleri oldukları için, nasıl peygamber -Sallallâhu
aleyhi ve sellem- ve sahâbîleri, o müşriklerden çeşitli eziyet ve cefalar
çekmişlerse, bunlar da kelâmcılardan ve bid’atçilerden onların çektiklerine
benzer eziyetler ve cefalar çekmişlerdir. Bu gruplardan her biri Ehl-i
Sünnet’e, Allah’ın kendilerini uzak kıldığı aşağılayıcı ve alaycı lakaplar taktılar.
Ya gerçeği bilmediklerinden kendilerinin doğru, Ehl-i Sünnet’in yanlış yolda
olduğunu sandıkları için, ya da kötü niyetten dolayı, görüşlerinin yanlış olduğunu
bile bile sırf taassupları yüzünden insanların Ehl-i Sünnet ve yolundan nefret
edip uzak kalmalarını sağlamak istedikleri için böyle yapmışlardır.
• Cehmiyye (cehmiyyeciler) ve Muattıla’dan310
(ta’tîlcilerden) onlara uyanlar, sıfatları ispat etmenin teşbîhi gerektireceğini
sandıkları için Ehl-i Sünnet’e “Müşebbihe=Benzeticiler” adını takmışlardır.
• Râfızîler (Revâfız), Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in aile
halkını dost edinip sevdikleri gibi Ebû Bekir ve Ömer’i de dost edinip
sevdikleri için Ehl-i Sünnet’e “Nevâsıb”311 adını takmışlardır. Râfızîler,
Ebû Bekir ve Ömer’i dost edinip seven kimsenin Ehl-i Beyt’e karşı düşmanlık
bayrağını diktiğini ileri sürerler. İşte bunun için “berâ olmadan velâ olmaz”
yâni Ebû Bekir ve Ömer’den uzaklaşmadıkça Ehl-i Beyt dost edinilip sevilemez
demişlerdir.
• Kaderi inkar eden el-Kaderiyyetü’n-Nüfâh312
ise kaderi kabul ettikleri için Ehl-i Sünnet’e “Mücbire”313 demişlerdir.
Çünkü bunlara göre kaderi kabul etmek bir cebirdir yâni mecbur kılmadır,
zorlamadır.
• İmanda istisnâ kabul etmeyen Mürcie’314
de Ehl-i Sünnet’i “Şekkâk=Şüpheci” diye adlandırmışlardır. Çünkü onlara göre
iman kalbin ikrarıdır. İstisnâ (inşaallah inanıyorum demek) ise imanda şüphe
belirtir. (Bu da onlara göre câiz değildir.)
• Kelâmcılar ve Mantıkçılar ise Ehl-i Sünnet’e
değişik lakaplar takmışlardır:
- Haşv kelimesinin bir türevi olan “Haşeviyye”315:
Haşv, içinde hayrın olmadığı, işe yaramayan şeydir.
- “Nevâbit”: Ekinle beraber biten, işe yaramayan
otlardır.
- “⁄üsâ”: Vadilerdeki suların taşıdığı
çerçöptür.
Çünkü bu kelâmcılar ve mantıkçılar, mantık
ilmini iyice kavramayanın bilgide yakîn derecesine ulaşamayacağını ve hatta
kendisinde hiçbir hayrın olmadığı ayak takımından biri olacağını ileri sürmüşlerdir.
Gerçekte bunların bilmekle gurur duydukları bu
ilim, Şeyhu’l-İslam’ın (Allah kendisine rahmet etsin) da dediği gibi haktan
hiçbir şeyin yerini tutmaz. O, “er-Redd ale’l-Mantıkıyyîn”316 adlı
kitabında şöyle der: “Ben daima Yunan mantığının, zekâlının gereksinim duymadığı
ve aptala da yarar sağlamayan bir şey olduğunu bilmişimdir”.
YİRMİALTINCI
BÖLÜM
İslam ve İman317
• İslam, Arap diline göre boyun eğmek anlamındadır.
Dini bir terim olarak ise kulun; Allah’ın emirlerini yapıp yasaklarından kaçınmak
sûretiyle, açık ve gizli olarak O’na teslim olması demektir. Buna göre islam,
dinin tamamını içerir.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Ve ben
sizin için din olarak İslam’dan râzı oldum.” (Mâide, 3)
“Allah katında
din, şüphesiz İslam’dır.” (Âl-i İmrân, 19)
“Kim İslam’dan
başka bir din ararsa, (bilsin ki) kendisinden (böyle bir din) asla kabul
edilmeyecektir.” (Âl-i İmrân, 85)
• İman ise, Arap dilinde tasdik etmek (doğrulamak)
anlamındadır. Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Sen
(Ya’kûb) bizi tasdik edecek (bize inanacak) değilsin.” (Yûsuf, 17)
Dini bir terim olarak ise iman; söz ve ameli
(eylemi) gerektiren kalp ikrarıdır. Buna göre iman; inanç, söz ve ameldir.
Kalbin inanması, dilin söylemesi, kalp ve azaların amelidir (eylemidir). Bunların
hepsinin imanın içine girdiğinin kanıtları Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in şu sözleridir:
“İman;
Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve hayrı ve şerriyle
kadere inanmandır.” 318
“İman,
yetmiş küsür şubedir (bölümdür). En yükseği lâ ilâhe illallah sözü, en aşağısı
da (insanlara) eziyet veren şeyi yoldan kaldırmaktır. Haya (utanma arlanma) da
imandan bir bölümdür.” 319 320
Bu hadislere göre:
- Allah’a, meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine, ahiret gününe ve hayrı ve şerriyle kadere iman, kalbin inanması,
- Lâ ilâhe illallâh sözü, dilin söylemesi,
- Eziyet veren şeyi yoldan kaldırmak, azaların
ameli,
- Hayâ da kalbin amelidir.
Böylece imanın, dinin bütününü içerdiği bilinmiş
oldu.321 Öyleyse iman ile islam arasında bir fark yoktur. Yalnız bu,
ikisinin ayrı ayrı kullanılması halinde böyledir.322 Ancak ikisi bir
arada kullanıldığı zaman islam, gözüken teslimiyet (bağlılık) olarak açıklanır
ki bu da dilin söylemesi ve uzuvların amelidir. Bu islam, inancı kâmil (olgun)
olan mü’minden de sâdır olabileceği (çıkabileceği, vuku bulabileceği) gibi,
imanı zayıf olan mü’minden de sâdır olabilir. Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle
buyurmuştur: “Bedevî Araplar ‘iman ettik’
dediler. De ki: Siz iman etmediniz, fakat ‘İslam olduk’ deyin. Henüz iman
kalplerinize girmedi (yerleşmedi).” (Hucurât, 14)323
Münafık da görünürde müslüman olarak
isimlendirilir. Ancak gerçekte gizli bir kâfirdir.
İman ise, içten teslimiyet olarak açıklanır ki,
bu da kalbin ikrarı ve amelidir. Gerçek mü’minden başkasından çıkmaz. Nitekim
Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Mü’minler
ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman, kalpleri ürperir, kendilerine
O’nun ayetleri okunduğu zaman da imanları artar ve yalnız rabblerine dayanıp
güvenirler. Namazlarını dosdoğru kılar ve kendilerine rızık olarak
verdiklerimizden (Allah yolunda) harcarlar. İşte gerçek mü’minler bunlardır.”
(Enfâl, 2-4)
Bu anlamıyla iman en yüksek iman olmaktadır ki
buna göre her mü’min müslüman olmakta ama her müslüman mü’min olmamaktadır.324
325
FASIL
İmanın
Artması ve Eksilmesi
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’in temel görüşlerinden
biri de imanın artıp eksilebileceğidir.326
Kitap ve Sünnet bunu kanıtlamaktadır.
Kitab’ın kanıtlarından biri Allah-u Teâlâ’nın şu
buyruğudur: “İmanlarını bir kat daha arttırsınlar
diye mü’minlerin kalplerine güven indiren O’dur.” (Fetih, 4)327
Sünnet’in kanıtlarından biri ise Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in kadınlar
hakkındaki şu sözüdür: “Sizin gibi aklı
ve dini eksik kimseler kadar sağlam (azimkâr) erkeklerin aklını kolayca çalan
birini görmedim.” 328 329
Ayette imanın artabileceğinin, hadiste de
eksilebileceğinin ispatı vardır. İmanın artacağını gösteren her nass, aynı
zamanda eksilebileceğini de içerik olarak gösterir. Tersi de böyledir.330
Çünkü artma ve eksilme birbirinin ayrılmaz gerekleridir ve biri olmadan öteki
düşünülemez.
İmanın artıp eksilmesi sözü sahâbîlerden de
gelmiştir.331 Öyle ki onların içinde buna karşı olan hiç kimse
bilinmemektedir. Selefin çoğunluğu da bu görüştedir:332
Nitekim İbn Abdilberr333 şöyle demiştir:
“Hadisçilerden ve şehirlerdeki fetvâ sahibi
fakîhlerden oluşan cemâat imanın artıp eksileceği görüşündedirler.”334
Daha sonra İbn Abdilberr, imanın
eksilmesi hususunda ilki bu konuda bir şey söylememek, ikincisi cemâate uymak335
olmak üzere Mâlik’den iki rivâyet336 zikretmiştir.
Bu temel görüşe (imanın artıp eksilebileceği
görüşüne) iki grup karşı çıkmıştır:
1- Gerçek Mürcie: Bunlar imanın, kalbin ikrarından
ibaret olduğunu söylerler. Kalbin ikrarının da değişiklik ve farklılık
göstermediğini yâni hep aynı seviyede kaldığını ileri sürmüşlerdir. Onlara göre
iman bakımından kötü (fâsık) ve iyi (âdil), birdir.
2- Mu’tezile ve Haricîlerin Vaîdiyye337
Kolu: Bunlar, büyük günah işleyenleri iman dairesinden çıkarmışlar, iman ya
hepten vardır ya da hepten yoktur demişler ve imanın birbirinden üstün olmasını
kabul etmemişlerdir.
Nakil (Kitap ve Sünnet) ve akıl bu her iki grubu
da reddetmektedir:
Nakil (Kitap ve Sünnet): İmanın artıp eksileceğini
gösteren kanıtların bir kısmı yukarıda geçmişti.
Akla gelince, akıl şöyle der:
• Mürcie’ye deriz ki: “İman; kalbin ikrarından
ibaret olup değişiklik göstermez” sözünüzün içerdiği iki önerme de kesin olarak
yanlıştır:
Birinci önermede imanı yalnız kalbin ikrarına
özgü kılmanız, söz ve amelin de imanın kapsamına girdiğini gösteren Kitap ve
Sünnet’e aykırıdır.
“Kalbin ikrarı, değişiklik ve farklılık
göstermez” sözünüzle ilgili olan ikinci önerme de, duyuların verilerine aykırıdır.
Çünkü herkes bilir ki kalbin ikrarı ancak ilme tâbidir. Kuşkusuz bilgi yollarının
değişmesiyle bilgi de değişir. Örneğin bir kişinin haberi, iki kişinin
haberinin verdiği ilmi ve doğruluğu vermez. Diğer konularda böyledir. Yine
insanın duyarak öğrendiği de, görerek öğrendiğine denk olmaz. Yakînin (kesin
olanın) değişik dereceleri vardır. İnsanların yakînde birbirlerinden farklı
oldukları bilinen bir gerçektir. Hatta insanın kendisi bazı zaman ve
durumlarda, başka zaman ve durumlardan daha çok yakîn sahibi olduğunu farkeder.338
Yine deriz ki: Akıllı bir insan, biri Allah-u
Teâlâ’ya farzlarıyla ve nafileleriyle son derece itâatkâr, Allah’ın yasaklarından
kaçınan ve bir günaha düşmüş olsa bile hemen bundan vazgeçip tevbeye koşan bir
kişiyle, öteki Allah’ın üzerine farz kıldığı şeyleri zâyi eden (kaçıran),
yasaklarını çiğneyen fakat kendisini küfre düşürecek bir şey de yapmamış kişinin
imanlarının bir olduğu hükmünü nasıl verebilir ki?! (Anlamak mümkün değil.)
• Vaîdiyye’ye de şöyle deriz: “Büyük günah işleyen
imandan çıkar” sözünüz, Kitap ve Sünnet’in bildirdiklerine aykırıdır.
Büyük günah işleyenin imandan çıkmadığı anlaşıldığına
göre, farzları yapan ve haramlardan kaçınan bir kişiyle, nefsine zulmederek
Allah’ın yasakladıklarını yapan ve farz kıldıklarını çiğneyen fakat kendisini
küfre düşürecek bir şey de yapmayan kişinin imanlarının bir olduğu hükmünü nasıl
verebiliriz ki?!
Sonra ikinci olarak şunu da söyleyebiliriz:
Haydi büyük günah işleyeni imandan çıkardık diyelim. Peki biri muktesid (orta
derecede amel işleyen) öteki Allah’ın izniyle hayır işlerinde sâbık (öne geçmek
için yarışmış) olan339 iki kişinin imanlarının bir olduğu hükmünü
nasıl verebiliriz?!
FASIL
İmanın Artıp
Eksilmesinin Nedenleri
• İmanın Artmasının Nedenleri vardır. Bunların
bazıları şunlardır:
1- Allah’ın isim ve sıfatlarını bilmek: Kulun,
Allah’ın isim ve sıfatları ve bunların gerekleri ve etkileri hakkındaki bilgisi
arttıkça Rabbine karşı imanı, sevgisi ve saygısı da artar.
2- Allah’ın kevnî ve şer’î ayetlerine340
bakarak bunlar üzerinde düşünmek: Kul, bu ayetlere bakıp bunlardaki göz kamaştırıcı
kudreti ve açık hikmeti düşündükçe hiç kuşkusuz iman ve yakîni artar.
3- Allah’a ibâdet ve tâat etmek: İman, yapılan işin
güzelliğine, cinsine (türüne) ve çokluğuna göre artar. Yapılan iş ne kadar
güzel olursa imandaki artış o oranda
büyük olur. Amelin güzelliği, samimiyete (ihlasa), kitap ve sünnete uygunluğuna
bağlıdır.
Amelin (yapılan işin) cinsine (türüne) gelince,
bu şöyle açıklanabilir: Farz, sünnetten daha üstündür. Bazı ibadetler de diğerlerinden
daha kuvvetli, daha kesin ve daha üstündür. İbadet ne kadar üstün olursa ona
imandaki artış da o oranda büyük olur.
Amelin (yapılan işin) çokluğu ise, iman; amelin
çokluğuyla orantılı olarak artar. Çünkü amel imandandır. Kuşkusuz amelin artmasıyla
iman da artmaktadır.
4- Allah Azze ve Celle’den korkarak günahlardan
vazgeçmek: Günaha iten etken ne kadar güçlü olursa o günahı bırakmakla iman da
o kadar artar. Çünkü etkeni güçlü olduğu halde kulun günahı bırakması, imanının
kuvvetini ve Allah sevgisini, nefsinin arzusuna üstün tuttuğunu gösterir.341
• İmanın Eksilmesinin Sebeplerine gelince,
bunlardan bazıları şunlardır:
1- Allah-u Teâlâ’yı, isim ve sıfatlarını
bilmemek.
2- Allah’ın
kevnî ve şer’î ayetleri ve hükümlerine bakmamak, bunları düşünmemek ve
bunlardan yüz çevirmek. Çünkü bunlardan gâfil kalmak, arzu ve şüphelerin kalbi
sarmasıyla, mânen kalbin hastalanmasına veya ölmesine yol açar.
3- Günah İşlemek: İman; işlenen günahın cinsine
(türüne), miktarına (oranına), onu küçümsemeye ve ona iten etkenin kuvvet ve
zayıflığına göre eksilir.
Günahın cins (tür) ve miktarı (oranı): Büyük
günahlar nedeniyle imanın eksilmesi, küçük günahlar nedeniyle eksilmesinden
daha fazla olmaktadır. Örneğin, Allah’ın öldürülmesini yasakladığı birini
öldürmek, haram malı almaktan daha fazla iman eksilmesine neden olur. Yine iki
günah işlemekten doğacak iman eksikliği, bir günah işlemekten doğacak iman
eksikliğinden daha fazladır. Diğer günahlarda böyledir.
Günahı küçümsemek: Kendisine isyan ettiği zâtı
(Allah’ı) önemsemeyen, O’ndan az korkan ve işlediği günahı küçümseyen kalpten
kaynaklanan günah, Allah-u Teâlâ’ya çok saygılı, O’ndan çok korkan, fakat
itâatte kusur eden kalpten kaynaklanan günahtan daha fazla, iman eksilmesine
neden olur.
Günaha iten etkenin kuvvet derecesi: Günah
etkeni zayıf olan bir kimseden çıkan günah, günah etkeni güçlü olan kimseden çıkan
günahtan daha fazla iman eksikliğine neden olur. Bundan dolayıdır ki, hadiste
fakirin böbürlenmesi ve yaşlının zina etmesi, zenginin böbürlenmesinden ve
gencin zina etmesinden daha büyük günah sayılmıştır. Nitekim:
“Üç kişi
vardır ki, Allah kıyamet gününde ne onlarla konuşur, ne onların yüzüne bakar ne
de onları temizler (arındırır). Onlar için acı bir azap vardır” diyen Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-, bunları
günaha iten etkenlerin zayıflığı nedeniyle “zina
eden yaşlıyla böbürlenen fakiri” 342 bu üç kişiden saymıştır.343
4- İbâdet ve tâatı bırakmak: İbadet ve tâat bırakılınca
iman azalır. Bununla imanın azalması da ibadetin kuvvet derecesine göre değişir.
İbadet ne kadar kuvvetli olursa onun terkiyle doğacak iman eksikliği de o kadar
çok olur. Öyle ki namazı terketmek gibi belki de imanın tamamen kaybolmasına
neden olur.344 345
• Sonra ibadeti bırakmak dolayısıyla imanın
eksilmesi de iki çeşittir:
1- (Dünyevî ve Uhrevî) Cezayı Gerektiren Çeşit:
Özürsüz namazı terketmek gibi.
2- (Dünyevî ve Uhrevî) Cezayı Gerektirmeyen Çeşit:
Bu da ikiye ayrılır:
a- Şer’î veya bedenî bir özürden dolayı farzı bırakmak:
Kadının adet günlerinde namazı bırakması gibi.346
b) Müstehab bir ameli bırakmak: Duhâ (kuşluk)
namazını347 bırakmak gibi. Allah en doğrusunu bilir.
FASIL
İmanda İstisnâ
İmanda istisnâ; “İnşaallah ben mü’minim”
demektir. İnsanlar bu konuda üç görüşe ayrılmışlardır:348
1- İstisnânın haram olduğu görüşü: Bu, Mürcie,
Cehmiyye ve benzerlerinin görüşüdür. Bunlar şuna dayanırlar: İman, tek bir şey
olup insan bunun olup olmadığını kendi başına bilir. İman kalpteki tasdiktir
(doğrulamadır). İmanda istisnâ kabulü imanın kuşkulu olduğunu gösterir. İşte
bundan dolayı bu görüşün sahipleri, imanda istisnâ edene “şekkâk= şüpheci” adını
verirlerdi.349
2- İstisnânın gerekli (vâcib) olduğu görüşü:350
Bunun da iki dayanağı vardır:
a- İman, insanın onunla öldüğü, ölürken taşıdığı
imandır. Ölüm anındaki durumuna göre insan ya mü’min olur, ya da kâfir. Bu ise
gelecekte olan, şimdiden bilinmeyen bir durumdur. İnsanın şimdiden mü’min veya
kâfir olduğunu söylemek câiz değildir.
Küllâbiyye ve başkaları gibi sonra gelenlerden
birçoğu bu gerekçeye dayanmışlardır. Fakat selef içinde bu gerekçeye dayanarak
imanın istisnâ edileceğini söyleyen hiç kimse bilinmemektedir. Ancak onlar şu
gerekçeye dayanarak imanın istisnâ edileceğini söylemişlerdir:
b- Mutlak iman, emredilen her şeyi yapmayı,
yasaklanan her şeyi de bırakmayı içerir. İnsan kendisinin mutlaka böyle yaptığını
kesin olarak söyleyemez. Şayet söylerse kendini övmüş yâni kendini temize çıkarmış
ve kendisinin Allah’tan hakkıyla korkan iyi kimselerden olduğuna tanıklık etmiş
olur. Böylece kendisinin cennet ehlinden olduğuna tanıklık etmesi gerekir. Bu
ise mümkün değildir.351
3- Ayrıntılı Açıklama Görüşü:352
-Eğer istisnâ, imanın aslının varlığıyla ilgili
bir şüpheden dolayı kaynaklanmışsa, bu söylenmesi haram olan bir görüştür,
hatta bunun da ötesinde küfrün kendisidir. Çünkü iman kesindir ve şüphe ona aykırıdır.
- Yok eğer istisnâ, kendini övmek yâni kendini temize
çıkarmak ve kendisinin söz, eylem ve inanç bakımından gerçek imana erdiği hakkında
nefsi lehine tanıklık etme korkusundan kaynaklanmışsa, bu böyle bir sakıncalı
duruma düşmekten korkulduğu için söylenmesi gereken bir istisnâ olur.
- Eğer istisnâdan kastedilen, Allah’ın
dilemesini belirtmenin veya kalbinde oluşan imanın Allah’ın dilemesiyle oluştuğunu
anlatmanın kutsallığını göstermekse, bu caizdir.
İmanı bu şekilde Allah’ın dilemesine bağlamak
-yâni kalpte oluşan imanın Allah’ın dilemesiyle oluştuğunu belirtmek- bağlanan şeyin
yâni insanın gerçek imana ermesinin gerçekleşmesine aykırı değildir. Çünkü
Kur’ân’da, kesin olarak gerçekleşmiş bazı işlerin, bu amaçla Allah’ın
dilemesine bağlanarak ifade edildiği olmuştur.353 Nitekim Allah-u
Teâlâ’nın şu buyruğunda, bu açıkça görülmektedir:
“Allah
dilerse siz güven içinde (kiminiz) başlarınızı tıraş etmiş ve (kiminiz) kısaltmış
olarak, korkmadan Mescid-i Haram’a muhakkak gireceksiniz.” (Fetih, 27)354 355
Böylece istisnâ hakkında mutlak hüküm vermenin
doğru olmadığı, aksine yukarıda geçtiği gibi istisnânın nedenlerini açıklamak
ve ona göre istisnâyı değerlendirmek gerektiği anlaşılmış oldu. Allah en doğrusunu
bilir.
Allah, peygamberimiz Muhammed’e, O’nun ailesi ve
ashâbına salât ve selâm eylesin.
Bu kitabın yazımı 1380 hicrî yılı, Zilka’de ayının
sekizinde tamamlandı. Nimetiyle iyi işlerin tamamlanacağı Allah’a hamdolsun.
BİBLİYOGRAFYA
Kur’ân-ı Kerîm.
Abdullah b. Abdurrahmân el-Bessâm, Ulemâu Necd Hilâle Sitteti Kurûn,
Mektebetü’n-Nahda, Mekke-i Mükerreme, 1398h.
Abdullah b. Ahmed, Ebû Abdirrahmân Abdullah b.
Ahmed b. Muhammed b. Hanbel eş-Şeybânî (öl. 290h.), es-Sünne, (thk. Dr. Muhammed b. Saîd b. Sâlim el-Kahtânî), I-II,
Remâdî li’n-Neşr, Dammâm, 1416/1995.
Abdullah el-Cudey’, Abdullah b. Yûsuf el-Cudey’,
el-Akîdetü’s-Selefiyye fî Kelâmi
Rabbi’l-Beriyye, Kuveyt, 1408h., Birinci Baskı.
Abdurrahmân Abdülhâlik, el-Fikru’s-Sûfî, Mektebetü Dâri’l-Fîha, Dımaşk ve Mektebetü
Dâri’s-Selâm, Riyad, 1414/1994.
––––––– Fadâihu’s-Sûfiyye,
Cem’iyyetü İhyâi’t-Türâsi’l-İslâmî, Kuveyt, ts.
Abdurrahmân Dımaşkıyye, en-Nakşibendiyye Arz ve Tahlîl, Dâru Tayyibe, Riyad, 1409/1988.
Abdurrahmân el-Vekîl, Hâzihi Hiye’s-Sûfiyye, Dârül-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1984.
Abdülbâkî, Muhammed Fuâd, el-Mu’cemu’l-Müfehres li Elfâzi’l-Kur’âni’l-Kerîm, Dâru’l-Ma’rife,
Beyrut, 1412/1992.
––––––– el-Lü’lüü
ve’l-Mercân fîme’t-Tefeka aleyhi’ş-Şeyhân, I-II, Mektebetü Dâri’l-Fîha, Dımaşk
ve Mektebetü Dâri’s-Selâm, Riyad, 1414/1994.
Abdürrezzâk el-Abbâd, Abdürrezzak b. Abdulmuhsin
el-Abbâd el-Bedr, Esbâbu Ziyâdeti’l-Îmân
ve Nuksânih, Mektebetü Dâri’l-Kalem ve’l-Kitâb, Riyad, 1414/1994.
Abdürrezzâk es-San’ânî, Ebû Bekr Abdürrezzâk b.
Hemmâm (öl.211h.), el-Musannef, (thk.
Habîbu’r-Rahmân el-A’zamî), I-XII, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1403/1983.
––––––– el-Emâlî,
Yazma eser, el-Elbânî’nin Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha adlı eseri (1/1/80)’den
naklen.
Âcurrî, Ebû Bekr Muhammed b. el-Hüseyn (öl.
360h.), eş-Şerîa, (thk. Muhammed
Hâmid el-Fakî), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1403/1983.
Ahmed b. Hanbel, Ebû Abdillah Ahmed b. Muhammed
b. Hanbel b. Hilâl eş-Şeybânî (öl. 241h.), el-Müsned,
I-VI, Dâru Sâdır, Beyrut, 1398h.; ve (thk. Ahmed Muhammed Şâkir), I-XX,
Dâru’l-Meârif, Mısır, 1377/1958.
––––––– el-Îmân,
(Ebû Bekr el-Hallâl’ın (öl. 311h.), Câmi’, (Müsned min Mesâil adlı eserin v.
91b-144b/sh: 221-290 arasında, Biritish Museum, Or: 2675).
––––––– es-Sünne, Kâhire, ts.; Mekke 1349h.
––––––– ez-Zühd,
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1403h.
Ahmed Şâkir, Ahmed Muhammed Şâkir
(öl.1377/1958), ‘Umdetü’t-Tefsîr ani’l-Hâfız
İbn Kesîr, Dâru’I-Meârif, Mısır, 1376-1377h.
Alevî es-Sekkâf, Alevî b. Abdülkâdir es-Sekkâf, Sıfâtullâhi Azze ve Celle el-Vâridetü
fi’l-Kitâbi ve’s-Sünne, Dâru’l-Hicre, Riyad, 1414/1994.
Ali Hasen Ali Abdülhamîd, İhyâu Ulûmi’d-Dîn fî Mîzâni’l-Ulemâi ve’l-Müerrihîn, Dâru İbni’l-Cevzî,
Dammâm, 1413/1992.
––––––– Abdurrahmân b. Nâsır es-Sa’dî’nin
(öl.1376h), et-Tenbîhâtü’l-Vâsıtıyye
mine’l-Mebâhisi’l-Münîfe adlı eserinin tahkiki, Dâru İbni’l-Kayyim, Dammâm,
1409/1989.
––––––– Cüzün
fîhi Akîdetü İbn Arabî ve Hayâtuhu ve Mâ Kâlehu’l-Müerrihûn ve’l-Ulemâu fîh,
Daru İbni’l-Cevzî, Dammâm, 1413/1992.
––––––– el-Münteka’n-Nefîs
min Telbîsi İblîs, Dâru İbni’l-Cevzî, Dammâm, 1410/1990.
Âlûsî, Ebu’l-Berekât Hayruddîn Nu’mân b. Mahmûd
el-Âlûsî (öl. 1317h.), Cilâu’l-‘Ayneyn fî
Muhâkemeti’l-Ahmedeyn, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut,1961.
Âlûsî, Ebu’l-Meâlî Cemâlüddîn Mahmûd Şükrî b.
Abdillah b. Mahmûd el-Âlûsî (öl. 1342h.), Gâyetü’l-Emânî
fî’r-Reddi ‘ale’n-Nebhânî, I-II, Dâru İhyâi’s-Sünneti’l-Muhammediyye, İskenderiye,
1391h., İkinci Baskı.
Âlûsî, Ebu’s-Senâ Şihâbuddîn Mahmûd b. Abdillah
b. Mahmûd el-Hüseynî el-Âlûsî (öl. 1270h.), Rûhu’l-Meânî
fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Azîm ve’s-Seb‘i’l-Mesânî, I-XXX, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî,
Beyrut, ts.
Atâ’ b. Abdüllatîf b. Ahmed, Fethun mine’l-Azîzi’l-⁄affâr bi İsbâti
Enne Târike’s-Salâti Leyse mine’l-Küffâr, Mektebetü’l-İlm, Kâhire, 1409h.
Aynî, Ebû Muhammed Mahmûd b. Ahmed b. Mûsâ b.
Ahmed b. Hüseyn b. Yûsuf b. Mahmûd el-Kâdî Bedrüddîn el-Aynî (öl.855h.), ‘Umdetü’l-Kârî fî Şerhi Sahîhi’l-Buhârî,
I-XXV, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, ts.
Beğavî, Ebû Muhammed el-Hüseyn b. Mes’ûd
el-Ferrâ (öl. 516h.), Şerhu’s-Sünne,
(thk. Züheyr eş-Şâvîş ve Şuayb el-Arnavût), I-XVI, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut,
1403/1983.
Beyazîzade, Ahmed b. Hasen b. Sinanüddîn
Beyazîzade el-Bosnevî (öl.1098/1687), el-Usûlü’l-Münîfe
li’l-İmâmi Ebî Hanîfe, (thk. Dr. İlyas Çelebî), (İmam Azam Ebû Hanîfe’nin İtikâdî
Görüşleri adıyla Türkçe’ye çeviri ve tahkîk, Dr. ilyas Çelebî), Marmara
Üniversitesi İlahiyat Vakfı Yayınları, No: 114, İstanbul, 1996.
––––––– İşârâtü’l-Merâm
min İbârâti’l-İmâm (nşr. Yûsuf Abdürrezzâk), Mustafa el-Bâbî el-Halebî,
Kâhire, 1949.
Beyhakî, Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyn b. Ali (öl.
458h.), es-Sünenü’l-Kübrâ, I-X,
Dâru’l-Fikr, Beyrut, ts.
––––––– el-Ba’su
ve’n-Nüşûr, (thk. Muhammed Saîd Besyûnî Zağlûl),
Müessesetü’l-Kütübi’s-Selefiyye, Beyrut, 1408h.
––––––– el-Esmâ
ve’s-Sıfât, (thk. Muhammed Zâhid el-Kevserî), Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî,
Beyrut, 1358 h.; ve (thk. ‘İmâduddîn Ahmed Haydar), I-II,
Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, 1415/1994.
––––––– el-İ’tikâdu
ve’l-Hidayetü ilâ Sebîli’r-Reşâd, (thk. Ahmed Âsım el-Kâtib),
Dâru’l-Âfâki’l-Cedîde, Beyrut, 1401h.
––––––– Ma’rifetü’s-Sünen
ve’l-Âsâr, (thk. Seyyid Hasen), I-VII, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut,
1412/1991.
––––––– Menâkıbu’ş-Şâfiî, (thk. es-Seyyid Ahmed
Sakr), Dâru’t-Türâs, Mısır, 1391h.
––––––– Şuabu’l-Îmân,
(thk. Muhammed Saîd Zağlûl), I-IX, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1410 h.; ve
Dâru’s-Selefiyye Baskısı, Hindistan, ts.
Bezzâr, Ahmed b. Amr b. Abdülhâlik el-Atekî
el-Basrî (öl. 292h.), el-Müsned (bk.
Heysemî, Keşfu’l-Estâr an Zevâidi’l-Bezzâr ale’l-Kütübi’s-Sitte).
Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmâil b. İbrâhîm
(öl. 256h.), el-Câmiu’s-Sahîh (İbn
Hacer’in Fethu’l-Bârî Şerhi ile birlikte).
––––––– el-Edebü’l-Müfred,
(thk. Muhammed Fuâd Abdülbâkî), el-Matba’atü’s-Selefiyye, Kâhire, 1375; ve
Dâru’l-Beşâiri’l-İslâmiyye, Beyrut, 1417/1997.
––––––– et-Târîhu’l-Kebîr,
(thk. Abdurrahmân el-Muallimî el-Yemânî), I-IX, Dâru’l-Meârifi’l-Osmâniyye,
Hindistan, 1362-1380h.
––––––– Halku
Ef’âli’l-‘İbâd, (thk. Bedru’l-Bedr), ed-Dâru’s-Selefiyye, Kuveyt, Birinci
Baskı, ts.
Ceylânî, Ebû Muhammed Abdülkâdir b. Ebî Sâlih
Abdullah b. Cenkî Dûst (Dost) el-Ceylî el-Hanbelî (öl.561h.), el-Günye li Tâlibî Tarîki’l-Hakk Azze ve
Celle, ys. 1956, Üçüncü Baskı.
––––––– Tuhfetü’l-Muttakîn
ve Sebîlu’l-Ârifîn (İbnu’l-Kayyim’in, İctimâu’l-Cuyûşi’l-İslâmiyye kitabı
vasıtasıyla).
Cüveynî, İmâmu’l-Haremeyn Ebu’l-Meâlî Abdülmelik
b. Abdullah el-Cüveynî en-Nisâbûrî (öl.478h.), el-Burhân fî Usûli’l-Fıkh, (thk. Dr. Abdülazîm ed-Dîb), I-II,
Kâhire, 1400h.
––––––– el-Akîdetü’n-Nizâmiyye,
Marmara Üniversitesi İlahiyat Vakfı Yayınları, No: 41, İstanbul, ts.
––––––– İsbâtu’l-İstivâ
ve’l-Fevkıyye (Mecmûatü’r-Resâili’l-Münîriyye İçinde), I-III, İdâretü’t-Tıbâ’ati’l-Münîriyye,
ys. 1346h., Dağıtım: Mektebetü Tayyibe, Riyad, Dâru’l-Kelimeti’t-Tayyibe,
Kâhire.
Dârekutnî, Ebu’l-Hasen Ali b. Ömer ed-Dârekutnî,
(öl.385h), es-Sünen, (thk. Mecdî b.
Mansûr b. Seyyid eş-Şûrî), I-IV, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1417/1996.
––––––– en-Nüzûl,
(thk. Dr. Ali b. Muhammed b. Nâsır el-Fakîhî), ys., 1403/1983.
––––––– es-Sıfât
(thk. Dr. Ali b. Muhammed b. Nâsır el-Fakîhî), ys., 1403/1983.
Dârimî, Ebû Muhammed Abdullah b. Abdurrahmân b.
el-Fadl b. Behrâm (öl. 255h.), es-Sünen,
(thk. Fevvâz Ahmed Zemerlî ve Hâlid es-Sebbe’ el-Alemî), I-II,
Dâru’l-Kütübi’l-Arabî, Beyrut, 1407/1987.
Dârimî, Ebû Saîd Osmân b. Saîd b. Hâlid b. Saîd
et-Temîmî es-Sicistânî (öl. 280h.), er-Reddu
ale’l-Cehmiyye, (thk. el-Elbânî ve Züheyr eş-Şâvîş), el-Mektebu’l-İslâmî,
Beyrut, 1402/1982; ve (thk. Bedru’l-Bedr), ed-Dâru’s-Selefiyye, Kuveyt, 1405h.
––––––– er-Reddu
alâ Bişri’l-Merîsi’l-Anîd, (thk. Muhammed Hâmid el-Fakî), Matba’atü
Ensâri’s-Sünneti’l-Muhammediyye, Mısır, ts.; ve Matbaa’tü’l-Eşref, Lahor,
1402h.
Deylemî, Şîreveyh b. Şehredâr b. Şîreveyh (öl.
509h.), Müsnedü’l-Firdevs, (thk.
es-Saîd Zağlûl), I-VI, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.
Ebû ‘Ubeyd, el-Kâsım b. Sellâm b. Abdullah (öl.
224h.), el-Îmân, (thk el-Elbânî),
Matba’atü’l-Umûmiyye, Dımaşk, 1385h.
Ebû Dâvûd, Süleymân b. el-Eş’as es-Sicistânî
el-Ezdî (öl. 275h.), es-Sünen, (thk. İzzet
‘Ubeyd ed-De’âs), I-V, Dâru’l-Hadîs, Hıms, 1969-1970.
––––––– Mesâilu’l-İmâm
Ahmed, Mektebetü’l-Meârif, Riyad ve Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, ts.
Ebû Hanîfe, Nu’mân b. Sâbit el-Bağdâdî
(öl.150/767), el-Fıkhu’l-Ebsat, İstanbul,
1989.
––––––– el-Âlim
ve’l-Müteallim, İstanbul, 1989.
––––––– el-Fıkhu’l-Ekber,
İstanbul, 1989.
––––––– el-Vasıyye,
İstanbul, 1989.
––––––– Risâletü
Ebî Hanîfe ilâ Osmân el-Bettî, İstanbul, 1989.
Ebû Nuaym, Ahmed b. Abdullah b. Ahmed
el-Esbehânî (el-Isfahânî) (öl. 430h.), Hilyetü’l-Evliyâ
ve Tabakâtü’l-Asfıyâ, I-X, Dâru’l-Kitabi’l-Arabî, Beyrut, 1387/1967.
––––––– Sıfatü’l-Cenne,
(thk. Ali Rıza b. Abdullah b. Ali Rıza), I-III, Dâru’l-Me’mûn li’t-Türâs, Dımaşk,
1415/1995.
––––––– Zikru
Ahbâri Esbehân (Isfahân), Matba’atü Birîl, Liyon, 1934.
Ebû Ya’lâ, Ahmed b. Ali b. el-Müsennâ et-Temîmî
el-Mevsılî (öl.307h.), el-Müsned,
(thk. Hüseyn Selîm Esed), I-XIV, Dâru’l-Me’mûn li’t-Türâs, Dımaşk, 1393/1973h.
Ebû Ya’lâ, Muhammed b. el-Hüseyn b. Muhammed b.
el-Ferrâ (öl. 458h.), İbtâlu’t-Te’vîlât
li Ahbâri’s-Sıfât, (thk. Ebû Abdillah Muhammed b. Hamed el-Hamûd en-Necdî),
I-II, Mektebetü Dâri’l-İmâmi’z-Zehebî, Beyân, 1410h.
Ebû Ya’lâ, Muhammed b. Muhammed b. Ebî Ya’lâ
el-Hanbelî (öl. 526h.), Tabakâtü’l-Hanâbile,
(thk. Muhammed Hâmid el-Fakî), I-II, Matba’atü’s-Sünneti’l-Muhammediyye,
Kâhire, ts.; ve Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, ts.
Ebu’l-Ferec el-Esbehânî (el-İsfahânî), Ali b.
el-Hüseyn b. Muhammed el-Kureşî el-Emevî (öl. 356h.), el-Eğânî, I-XI, Dâru’l-Kütübi’l-Mısrıyye, Kâhire, 1927-1929.
Ebu’l-Hasen el-Eş’arî, Ali b. İsmâil el-Eş’arî
(öl. 330h.), Makâlâtu’l-İslâmiyyîn ve İhtilâfu’l-Musallîn,
(thk. Muhammed Muhyiddîn Abdulhamîd), I-II, el-Mektebetü’l-Asriyye, Beyrut,
1416/1995.
––––––– el-İbâne
an Usûli’d-Diyâne, (Hammâd b. Muhammed el-Ensârî’nin takdimiyle), Medine İslam
Üniversitesi Baskısı, 1409h.
Ebu’l-Kâsım el-Esbehânî (el-İsfahânî), İsmâil b.
Muhammed b. el-Fadl et-Teymî (öl.535h.), el-Hucce
fî Beyâni’l-Mehacce ve Şerhu Akîdeti Ehli’s-Sünne, (thk. I. cilt Muhammed
b. Rebî’ b. Hâdî ‘Umeyr el-Madhalî, II. cilt Muhammed b. Mahmûd Ebû Ruhayyim),
I-II, Dâru’r-Râye, Riyad, 1411/1990.
Ebû’l-Mansûr el-Bağdâdî, Abdulkâhir b. Tâhir b.
Muhammed (öl. 429h.), el-Fark Beyne’l-Fırak
ve Beyânü’l-Fırakı’n-Nâciye Minhum, (Mehzepler Arasındaki Farklar adıyla
Türkçe’ye çeviri ve dipnot ilavesi, Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı), Türkiye
Diyânet Vakfı Yayınları/73, Ankara, 1991.
Ebu’ş-Şeyh, Ebû Muhammed Abdullah b. Muhammed b.
Ca’fer b. Hayyân el-Esbehânî (el-Isfahânî) (öl.369h), Kitâbu’l-Azame, (thk. Rızâullâh b. Muhammed el-Mübârekfûrî), I-V,
Dâru’l-Âsıme, Riyâd, 1408h.
ed-Düveyş, Mûsâ b. Süleymân, Resâil ve Fetâvâ fî Zemmi İbn Arabi’s-Sûfî,
(İbn Teymiyye (öl.729) “Risâletün fi’r-Reddi alâ İbn Arabî fî Da’vâ İmâni
Fir’avn”; Abdullatîf b. Abdullah es-Suûdî (öl.736h.) “Fetâvâ’s-Suûdî”; Bedrân
b. Ahmed el-Halîlî “Netîcetü’t-Tevfîk ve’l-‘Avn fi’r-Reddi ale’l-Kâilîne bi Sıhhati
Îmâni Fir’avn”; Sa’dullah (veya Sa’duddîn) b. Îsâ b. Emîr Hân (öl.945h.) “Fetvâ
Sa’d Efendi fi’l-Fusûs”), Medine-i Münevvere, 1410h.
el-Ahmedî, Abdulilâh b. Selmân b. Sâlim, el-Mesâil ve’r-Resâilu’l-Merviyye ani’l-İmâmi
Ahmed b. Hanbel fi’l-Akîde, I-II, Dâru Tayyibe, Riyad, 1412/1991.
el-Buhârî, Alâuddîn Abdülazîz b. Ahmed b.
Muhammed (öl. 730h.), Keşfu’l-Esrâr an
(alâ) Usûli’l-Pezdevî, I-IV, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, 1394h.
el-Elbânî, Muhammed Nâsıruddîn (öl. 1420/1999), Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha, I-VI,
Mektebetü’l-Meârif, Riyad, 1415/1995.
––––––– Ahkâmu’l-Cenâiz
ve Bidauhâ, Mektebetü’l-Meârif, Riyad, 1412/1992.
––––––– Daîfu
Süneni Ebî Dâvûd, (işrâf ve baskı, Züheyr eş-Şâvîş), el-Mektebu’l-İslâmî,
Beyrut, 1412/1991.
––––––– Daîfu
Süneni İbn Mâce, (işrâf ve baskı, Züheyr eş-Şâvîş), el-Mektebu’l-İslâmî,
Beyrut, 1408/1998.
––––––– Daîfu
Süneni’n-Nesaî, (işrâf ve baskı, Züheyr eş-Şâvîş), el-Mektebu’l-İslâmî,
Beyrut, 1411/1990.
––––––– Daîfu
Süneni’t-Tirmizî, (işrâf ve baskı, Züheyr eş-Şâvîş), el-Mektebu’l-İslâmî,
Beyrut, 1411/1991.
––––––– Daîfu’l-Câmii’s-Sağîr
ve Ziyâdetuh, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1410/1990.
––––––– Daîfu’l-Edebi’l-Müfred
li’l-İmâmi’l-Buhârî, Dârû’s-Sıddîk, el-Cübeyl (Suudi Arabistan), 1414/1994.
––––––– Daîfu’t-Terğîb
ve’t-Terhîb, I-II, Mektebetü’l-Meârif, Riyad, 1421/2000.
––––––– Ebû ‘Ubeyd el-Kâsım b. Sellâm’ın (öl.
224h.) el-Îmân Tahkiki,
el-Matba’atü’l-Umûmiyye, Dımaşk, 1385h.
––––––– er-Ravdu’n-Nadîr
fî Tertîbi Mu’cemi’t-Taberâniyyi’s-Sağîr, Yazma Eser.
––––––– Gâyetü’l-Merâm
fî Tahrîci Ehâdîsi’l-Helâli ve’l-Harâm, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut,
1414/1994.
––––––– Haccetü’n-Nebî Kemâ Revâhâ Anhu Câbir, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut,
1405/1985.
––––––– Hâfız Münzirî’nin (öl. 656h.) Muhtasaru Sahîhi Müslim Tahkiki,
el-Mektebetü’l-İslamiyye, Ammân ve Mektebetü’l-Meârif, Riyad, 1412h.
––––––– Hutbetü’l-Hâce
Elletî Kâne Rasûlullâhi Sallallâhu aleyhi ve selleme Yuallimuhâ Ashâbehu,
el-Mektebetu’l-İslâmî, Beyrut, 1400h.
––––––– Hükmü
Târiki’s-Salâh, (neşre hazırlayan, Ali Hasen Abdülhâmîd), Dâru’l-Celâleyn,
Riyad, 1412/1992.
––––––– İbn Ebî Şeybe’nin (öl. 235h.) el-Îmân Tahkiki, el-Mektebu’l-İslâmî,
Beyrut, 1403/1983.
––––––– İbn Ebi’l-’İzz el-Hanefî’nin (öl. 792h.)
Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye Tahkiki,
el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1404/1984.
––––––– İbn Teymiyye’nin (öl. 728h.) el-Kelimu’t-Tayyib Tahkiki,
el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1405/1985.
––––––– İrvâu’l-Galîl
fî Tahrîci Ehâdîsi Menâri’s-Sebîl, I-IX, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut,
1402/1985.
––––––– Muhammed el-Gazâlî’nin Fıkhu’s-Sîre Tahkiki, Dâru’r-Reyyân
li’t-Türâs, Kâhire, 1407/1987.
––––––– Muhtasaru
Sahîhi’l-Buhârî, I. Cild, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1406/1986; II. Cild,
Dâru İbni’l-Kayyim, Dammâm (Suudi Arabistan), 1411h.
––––––– Muhtasaru’l-Uluvv
li’l-Aliyyi’l-Gaffâr, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1412/1991.
––––––– Nevevî’nin (öl. 676h.) Riyâzu’s-Sâlihîn Tahrici (thk.
Alimlerden oluşan bir topluluk), el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1412/1992.
––––––– Sahîhu
Süneni Ebî Dâvûd, I-III, Mektebu’t-Terbiyeti’l-Arabî li Düveli’l-Halîc (dağıtım,
el-Mektebu’l-İslâmî), 1409h.
––––––– Sahîhu
Süneni İbn Mâce, I-III, Mektebu’t-Terbiyeti’l-Arabî li Düveli’l-Halîc (dağıtım,
el-Mektebu’l-İslâmî), 1408h.
––––––– Sahîhu
Süneni’n-Nesâî, I-III, Mektebu’t-Terbiyeti’l-Arabî li Düveli’l-Halîc (dağıtım,
el-Mektebu’l-İslâmî), 1409h.
––––––– Sahîhu
Süneni’t-Tirmizî, I-III, Mektebu’t-Terbiyeti’l-Arabî li Düveli’l-Halîc (dağıtım,
el-Mektebu’l-İslâmî), 1408h.
––––––– Sahîhu’l-Câmii’s-Sağîr ve Ziyâdetuh, I-II, el-Mektebu’l-İslâmî,
Beyrut, 1408/1988.
––––––– Sahîhu’l-Edebi’l-Müfred
li’l-İmâmi’l-Buhârî, Dâru’s-Sıddîk, el-Cübeyl (Suudi Arabistan), 1415/1994.
––––––– Sahîhu’l-Kelimi’t-Tayyib,
Mektebetü’l-Meârif, Riyad, 1407/1987.
––––––– Sahîhu’t-Terğîb
ve’t-Terhîb, I-III Mektebetü’l-Meârif, Riyad, 1409/1988.
––––––– Salâtu’l-‘Îdeyn
fi’l-Musallâ Hiye’s-Sünne, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1406/1986, İkinci
baskı.
––––––– Sıfatü
Salâti’n-Nebî Sallallâhu aleyhi ve sellem mine’t-Tekbîri ile’t-Teslîmi Keenneke
Terâhâ, Mektebetü’l-Meârif, Riyad, 1411/1991.
––––––– Silsiletü’l-Ehâdîsi’d-Daîfe
ve’l-Mevdûa ve Eseruhâ’s-Seyyi’ fi’l-Ümme, I-VII, Mektebetü’l-Meârif,
Riyad, 1412/1992.
––––––– Ta’lîku’t-Tenkîl
bimâ fî Te’nîbi’l-Kevserî mine’l-Ebâtîl, I-II, Mektebetü’l-Meârif, Riyad,
1406h.
––––––– Tamâmu’l-Minne
fi’t-Ta’lîki alâ Fıkhı’s-Sünne, Dâru’r-Râye, Riyad, 1409h.
––––––– Tebrîzî’nin (öl. 737h.) Mişkâtü’l-Mesâbîh Tahkiki, I-III,
el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1405/1985.
––––––– Zılâlu’l-Cenne
fî Tahrîci’s-Sünne, I-II, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1413/1993.
el-Ensârî, Hammâd b. Muhammed, Ebu’l-Hasen el-Eş’arî ve Akîdetuh,
Medine-i Münevvere, 1395/1975.
el-Eşkar, Ömer Süleymân, el-Esmâu ve’s-Sıfât fî Mu’tekadi Ehli’s-Sünneti ve’l-Cemâa,
Dâru’n-Nefâis, Ammân, 1413/1993.
el-Guneymân, Abdullah b. Muhammed, Şerhu Kitâbi’t-Tevhîd min Sahîhi’l-Buhârî,
I-II, Mektebetü Lîne, Damnahûr, 1413/1993.
––––––– Muhtasaru
Minhâci’s-Sünne, I-II, Mektebetü Lîne, Damnahûr, 1415h.
el-Hakîm et-Tirmizî, Ebû Abdillah Muhammed b.
Alî (öl.295 h.), er-Redd ale’l-Muatıla,
3282 no ile Dâru’l-Kütübi’l-Mısrıyye’de kayıtlı olan yazma nüshadan tasvir.
el-Hallâl, Ebû Bekr Ahmed b. Muhammed b. Hârûn
b. Yezîd (öl. 311h.), es-Sünne, (thk.
Dr. Atıyye ez-Zehrânî), I-V, Dâru’r-Râye, Riyad, 1410/1989.
el-Hatîb el-Bağdâdî, Ebû Bekr Ahmed b. Ali b.
Sâbit (öl. 463h.), Târîhu Bağdâd,
I-XVIII, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, ts.
––––––– Şerefü Ashâbi’l-Hadîs, (thk. Muhammed
Saîd Hatiboğlu), Diyânet İşleri Başkanlığı, Ankara, 1971; ve Dâru İhyâi’s-Sünneti’n-Nebeviyye,
Beyrut, ts.
el-Hilâlî, Selîm b. ‘Îd, Nushu’l-Ümme fî Fehmî Ehâdîsi İftirâki Hâzihi’l-Ümme, Dâru’l-Edhâ,
1409h.
––––––– Mühezzebu
İctimâi’l-Cuyûşi’l-İslâmiyye alâ Gazvi’l-Muattılati ve’l-Cehmiyye,
ed-Dâru’s-Selefiyye, Kuveyt, 1408/1988.
el-Humeydî, Ebû Bekr, Abdullah b. ez-Zübeyr b.
Îsâ b. Ubeydullah el-Kureşî el-Esedî el-Mekkî (öl.219h.), el-Müsned, (thk. Habîbu’r-Rahmân el-A’zamî), I-II, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye,
Beyrut, ts. ve Hindistan 1381h.
el-Humeyyis, Muhammed b. Abdurrahmân, Usûlu’d-Dîn İnde’l-İmâm Ebî Hanîfe,
Dâru’s-Sumeyyi’, Riyad, 1416/1996.
––––––– Beyânu
Muhâlefeti’l-Kevserî li İ’tikâdi’s-Selef, Dâru’l-Feth, Şârka, 1415/1994.
––––––– Menhecu’l-Mâturîdiyye
fi’l-Akîde, Dâru’l-Vatan, Riyad, 1413h.
––––––– Tevdîhu
Mekâsıdi’l-Mustalahâti’l-İlmiyye fi’r-Risâleti’t-Tedmuriyye,
Mektebetü’l-Furkân, ‘Acmân (Birleşik Arap Emirlikleri), 1419/1998.
el-Kafârî, Nâsır b. Abdullah b. Ali, Usûlü Mezhebi’ş-Şîati’l-İmâmiyyeti’l-İsney Aşeriyye,
I-III, ys., 1415/1994.
el-Kevserî, Muhammed Zâhid (öl.1371/1952), Makâlâtu’l-Kevserî, (thk. Muhammed
Yûsuf), Matba’atü’l-Envâr Baskısı, Kâhire, 1372h.
––––––– Tebdîdu’z-Zalâm,
(Dr. Humeyyis’in Beyânu Muhâlefeti’l-Kevserî li İ’tikâdi’s-Selef kitabı aracılığıyla).
el-Kudâî, Ebû Abdillah Muhammed b. Selâme b.
Ca’fer b. Ali el-Kudâî el-Mısrî eş-Şâfiî (öl. 454h), Müsnedü’ş-Şihâb, (thk. Hamdî es-Silefî), I-III,
Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, ts.
el-Lâlekâî, Ebu’l-Kâsım Hibetullah b. el-Hasen
b. Mansûr et-Taberî (öl. 418h.), Şerhu
Usûli İ’tikâdi Ehli’s-Sünneti ve’l-Cemâa, (thk. Dr. Ahmed Sa’d Hamdân),
I-IX, Dâru Tayyibe, Riyad, ts.
el-Lüheybî, Ahmed b. Avazullah b. Dahîl
el-Lüheybî el-Harbî, el-Mâturîdiyye,
Dâru’l-Âsıme, Riyad, 1413h.
el-Lüheydân, Muhammed b. İbrâhîm, Tebrietü’s-Selef min Tefvîzi’l-Halef,
Dâru’l-Hımîdî, Riyad, 1413/1992.
el-Mervezî, Ebû Abdillah Muhammed b. Nasr b.
el-Haccâc (öl. 294h.), Ta’zîmu
Kadri’s-Salâh, (thk. Dr. Abdurrahmân
b. Abdülcebbâr el-Ferîvâî), I-II, Mektebetü’d-Dâr, Medine-i Münevvere,
1406h.
––––––– es-Sünne,
Dâru’s-Sekâfeti’l-İslâmiyye, Riyad, ts.
––––––– Kıyâmu’l-Leyl
ve Kitâbu’l-Vitr, Âlemü’l-Kütüb, Beyrut, ts.
el-Mervezî, Ebû Bekr Ahmed b. Ali b. Saîd b. İbrâhîm
el-Emevî (öl. 292h.), el-Müsned,
Yazma eser, Medine İslam Üniversitesi kütüphanesi.
el-Mübârekfûrî, Ebu’l-Hasen Ubeydullah b.
Muhammed Abdüsselâm, Mir’âtü’l-Mefâtîh Şerhu
Mişkâti’l-Mesâbîh, I-IX el-Mektebetü’l-Eseriyye, Pakistan, ts.
el-Mübârekfûrî, Ebu’l-Ulâ Muhammed Abdurrahmân
b. Abdürrahîm (öl.1353), Tuhfetü’l-Ahvezî
bi Şerhi Câmii’’t-Tirmizî, I-X, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1410/1990.
Elmalılı Hamdi Yazır, M.Hamdi Yazır (öl.1942), Hak Dini Kur’ân Dili, I-IX, Eser Neşriyat
ve Dağıtım, İstanbul, 1979.
er-Râzî, Fahruddîn Muhammed b. Ömer b. el-Hüseyn
el-Kureşî et-Taberistânî (öl. 606h.), İ’tikâdâtu
Fıraki’l-Müslimîn ve’l-Müşrikîn, (thk. Dr. Ali Sâmî en-Neşşâr),
Mektebetü’n-Nehdati’l-Mısrıyye, Kâhire, 1356/1938.
eş-Şankîtî, Muhammed el-Emîn b. Muhammed
el-Muhtâr b. Abdülkâdir el-Cenkî (öl. 1393h.), Menhec ve Dırâsât li Âyâti’l-Esmâi ve’s-Sıfât, (Eşref b.
Abdulmaksûd’un el-Kavâidu’t-Tayyibât fi’l-Esmâi ve’s-Sıfât adlı kitabının
içinde); ve Medine İslam Üniversitesi Baskısı, 1410h.
Eşref b. Abdulmaksûd, Ebû Muhammed Eşref b.
Abdulmaksûd b. Abdürrahîm, el-Kavâidu’t-Tayyibât
fi’l-Esmâi ve’s-Sıfât, Mektebetü Edvâi’s-Selef, Riyad, 1416/1995.
Fesevî, Ebû Yûsuf Ya’kûb b. Süfyân b. Cuvân
el-Fârisî el-Fesevî (öl. 277h.), el-Ma’rife
ve’t-Târîh, (thk. Dr. Ekrem Ziyâ el-Ömerî), Müessesetü’r-Risâle, Beyrut,
1981.
Gazzâlî, Zeynuddîn Ebû Hâmid Muhammed b.
Muhammed b. Muhammed b. Ahmed et-Tûsî eş-Şâfiî (öl. 505h.), İhyâu Ulûmi’d-Dîn, (Hâfız ‘Irâkî’nin
(öl.806h.), el-Muğnî an Hamli’l-Esfâr fi’l-Esfâr fî Tahrîci Mâfi’l-İhyâi
mine’l-Ahbâr kitabıyla birlikte), I-V, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.
––––––– el-Munkiz
mine’d-Dalâl, (thk. Ahmed Şemsuddîn), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut,
1418/1997.
––––––– Faysalu’t-Tefrika
Beyne’l-İslâm ve’z-Zendeka, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1414/1994.
––––––– Kânûnu’t-Te’vîl,
(thk. Ahmed Şemsuddîn), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1418/1997.
––––––– Mişkâtü’l-Envâr,
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1414/1994.
––––––– Tehâfütü’l-Felâsife,
(thk. Süleymân Dünya), Dâru’l-Meârif, Mısır, ts.
Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1996.
Haddâd, Ebû Abdillah Mahmud b. Muhammed
el-Haddâd, Tahrîcu Ehâdîsi İhyâi
Ulûmi’d-Dîn, I-VII, Dâru’l-Âsıme, Riyad, 1408/1987.
Hâkim, Ebû Abdillah Muhammed b. Abdullah b. Muhammed
b. Hamduveyh en-Nisâbûrî (öl. 405h.), el-Müstedrek
ale’s-Sahîhayn, (Zehebî’nin Telhîsu’l-Müstedrek’i ile birlikte), (thk.
Mustafa Abdülkâdir Atâ’), I-IV, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1411/1990.
Harizmî, Ebu’l-Müeyyed Muhammed b. Mahmûd
el-Harizmî (öl.665h.), Câmiu’l-Mesânîd
(Câmiu Mesânîdi’l-İmâmi’l-A’zam), I-II, Dâiretü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut,
ts.
Hattâbî, Ebû Süleymân Hamd b. Muhammed b. İbrâhîm
b. el-Hattâb el-Hattâbî el-Bustî (öl.388h.), Meâlimu’s-Sünen, (thk. Ahmed Şâkir ve Muhammed Hâmid el-Fakî),
I-VIII, Matba’atü Ensâri’s-Sünneti’l-Muhammediyye, Mısır, 1379/1948-49.
Herevî, Ebû İsmâîl Abdullah b. Muhammed b. Ali
el-Ensârî el-Herevî (öl. 481h.), Zemmu’l-Kelâm,
Yazma eser, Medine İslam Üniversitesi Kütüphanesi; ve Ankara İlahiyat Fakültesi
Kütüphanesi.
Herrâs, Muhammed Halîl (öl.1975 m.), İbn Huzeyme’nin et-Tevhîd ve İsbâtu Sıfâti’r-Rabbi
Azze ve Celle adlı kitabına yaptığı Tahkik, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye,
Beyrut, 1398h.
––––––– el-Akîdetü’l-Vâsıtıyye
ve Şerhi, (çev. M. Beşir Eryarsoy), Guraba Yayınları, İstanbul, 2000.
––––––– Şerhu’l-Akîdeti’l-Vâsıtıyye,
(thk. Alevî Abdülkâdir es-Sekkâf), Dâru’l-Hicre, Riyad, 1414/1993.
Heysemî, Ebu’l-Hasen Nûruddîn Ali b. Ebî Bekr
(öl. 807h.), Keşfu’l-Estâr an
Zevâidi’l-Bezzâr ale’l-Kütübi’s-Sitte, (thk. Habîburrahmân el-A’zamî),
I-IV, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1405/1985.
––––––– Mecmau’l-Bahreyn
fî Zevâidi’l-Mu’cemeyn, (thk. Abdulkuddûs b. Muhammed Nezîr), I-IX,
Mektebetü’r-Rüşd, Riyad, 1413/1992.
––––––– Mecmau’z-Zevâid
ve Menbau’l-Fevâid, I-X, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1408/1988.
‘Irakî, Ebu’l-Fadl Zeynuddîn Abdurrahîm b.
el-Hüseyn b. Abdurrahmân b. Ebî Bekr b. İbrâhîm el-‘Irakî (öl. 806h.), el-Muğnî an Hamli’l-Esfâr fi’l-Esfâr fî
Tahrîci Mâ fi’l-İhyâi mine’l-Ahbâr, Gazzâlî’nin İhyâu Ulûmi’d-Dîn adlı
eserinin Zeylinde, IV, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.
Işıcık, Yusuf, Kur’ânı Anlamada Temel Bir Problem TE’VÎL, Esra Yayınları, İstanbul,
1997.
İbn ‘Useymîn, Ebû Abdillah Muhammed b. Sâlih b.
Muhammed b. Useymîn el-Vüheybî et-Temîmî (öl.1421/2001), Şerhu’l-Akîdeti’l-Vâsıtıyye, (thr. Sa’d b. Fevvâz es-Sumeyl), I-II,
Dâru İbni’l-Cevzî, Dammâm, 1415h.
––––––– Akîdetü
Ehli’s-Sünne ve’l-Cemâa, Medine İslam Üniversitesi Baskısı, 1411h.
––––––– el-Kavâidü’l-Müslâ
fî Sıfâtillâhi ve Esmâihi’l-Hüsnâ, (thk. Eşref b. Abdulmaksûd b.
Abdurrahîm), Mektebetü’s-Sünne, Kâhire, 1414/1994.
––––––– el-Kavlu’l-Müfîd
alâ Kitâbi’t-Tevhîd, (thr. Dr. Süleymân b. Abdullah Ebâ’l-Hayl ve Dr. Hâlid
b. Ali el-Müşeykıh), I-III, Dâru İbni’l-Cevzî, Dammâm, 1418/1997.
––––––– el-Mecmûu’s-Semîn
min Fetâva’ş-Şeyh Muhammed b. Sâlih el-‘Useymîn, (Cem’ ve Tertîb: Fehd b.
Nâsır es-Süleymân), Dâru’l-Vatan, Riyad, 1411h.
––––––– el-Usûl
min İlmi’l-Usûl, (Min Resâili’d-Da’veti’s-Selefiyye’nin içinde, 2/307-373),
Cem’iyyetü İhyâi’t-Türâsi’l-İslâmî, ed-Dâhiyye (Kuveyt), 1418/1997.
––––––– Hükmü
Târiki’s-Salâh, Dâru’l-Vatan, Riyad, 1411h.
––––––– Likâu’l-Bâbi’l-Meftûh,
I-X, Dâru’l-Vatan, Riyad, 1414/1994.
––––––– Şerhu
Lüm’atü’l-İ’tikâd, (thk. Eşref b. Abdulmaksûd b. Abdürrahîm), Mektebetü’l-İmâmi’l-Buhârî,
el-İsmâiliyye (Mısır), 1412/1992.
––––––– Takrîbu’t-Tedmuriyye,
Dâru’l-Vatan, Riyad, 1412h.
İbn Abdilberr, Ebû Amr Yûsuf b. Abdullah b.
Muhammed en-Nemerî el-Kurtubî (öl. 463h.), el-İstî’âb
fî Ma’rifeti’l-Ashâb, (thk. Ali Muhammed Muavvaz ve Âdil Ahmed
Abdülmevcûd), I-IV, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1415/1995.
––––––– Câmiu
Beyâni’l-İlmi ve Fadlih, (thk. Ebu’l-Eşbâl ez-Züheyrî), I-II, Dâru İbni’l-Cevzî,
Dammâm, 1419/1998.
––––––– el-İntikâ’
fî Fedâili’s-Selâseti’l-Eimmeti’l-Fukahâ, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut,
ts.
––––––– et-Temhîd
limâ fi’l-Muvatta’ mine’l-Meânî ve’l-Esânîd, (thk. Mustafa b. Ahmed
el-Alevî ve Muhammed b. Abdülkebîr el-Bekrî), I-XVIII, Matba’atü Fudâle,
1402/1982.
İbn Abdilhâdî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed b.
Abdilhâdî el-Hanbelî el-Makdisî (öl. 744h), es-Sârımu’l-Menkî
fi’r-Reddi ale’s-Subkî, (dpn. İsmâîl b. Muhammed el-Ensârî), Mektebetü İbn
Teymiyye, Kâhire, ts.; ve er-Riâsetü’l-Âmme li İdârâti’l-Buhûsi’l-İlmiyye ve’l-İftâ,
Riyad, 1403h.
––––––– el-Ukûdu’d-Dürriyye min Menâkıbi Şeyhi’l-İslâm İbn Teymiyye, (thk.
Muhammed Hâmid el-Fakî), Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, ts.
İbn Âbidîn, Muhammed Emîn b. Ömer b. Abdülazîz
ed-Dımaşkî el-Hanefî (öl.1252h), Reddü’l-Muhtâr
ale’d-Dürri’l-Muhtâr, I-V, Bulak, 1272h.; ve (thk. Âdil Ahmed Abdülmevcûd
ve Ali Muhammed Muavvaz), I-XII, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1415/1994.
İbn Adiyy, Ebû Ahmed Abdullah b. Adiyy
el-Cürcânî (öl. 365h.), el-Kâmil fî
Duafâi’r-Ricâl, (thk. Kurul), I-VII, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1405/1985.
İbn Arabî, Muhyiddîn Ebû Bekr Muhammed b Ali b.
Muhammed et-Tâî (öl. 638h.), Fusûsu’l-Hikem,
(nşr. Ebu’l-Alâ Afîfî), I-II, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, ts.; ve
Fusûsu’l-Hikem, (çev. M. Nuri Gençosman), İstanbul, 1971.
––––––– el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye,
(nşr. Osmân Yahyâ), I-V, Kâhire, 1972.
İbn Batta, Ebû Abdillah Ubeydullah b. Muhammed
b. Muhammed b. Hamdân el-‘Ukberî el-Hanbelî (öl. 387h.), el-İbâne an Şerîati’l-Fırkati’n-Nâciye ve Mücânebeti’l-Fıraki’l-Mezmûme
(el-İbânetü’-Kübrâ), (thk. Dr. Rıza Mu’tî), Dâru’r-Râye, Riyad, 1409h.
İbn Dırbâs, Ebu’l-Kâsım Abdülmelik b. Îsâ b. Dırbâs
el-Mısrî eş-Şâfiî (öl. 659h.), Risâletün
fi’z-Zebbi an Ebi’l-Haseni’l-Eş’arî, (thk. Dr. Ali b. Muhammed b. Nâsır
el-Fakîhî), Medine-i Münevvere, 1404/1984.
İbn Ebî Âsım, Ebû Bekr Amr b. İbn Ebî Âsım
ed-Dahhâk b. Muhalled eş-Şeybânî (öl. 287h.), es-Sünne, (thk. Muhammed Nâsıruddîn el-Elbânî), I-II, el-Mektebu’l-İslâmî,
Beyrut, 1413/1993.
İbn Ebî Hâtim, Ebû Muhammed Abdurrahmân b. Ebî
Hâtim Muhammed b. İdrîs b. el-Münzir et-Temîmî el-Hanzalî er-Râzî (öl. 327h.), ‘İlelü’l-Hadîs, I-II,
Mektebetü’l-Müsennâ, Bağdat, ts.; ve Beyrut 1405/1985.
––––––– Aslu’s-Sünne
ve İ’tikâdu’d-Dîn, Sa’dî el-Hâşimî’nin Ebû Zür’atü’r-Râzî ve Cuhûduhu
fi’s-Sünne adlı eseriyle birlikte Medine İslam Üniversitesi tarafından basılmıştır.
ts.
––––––– Kitâbu’l-Cerhi
ve’t-Ta’dîl, I-IX, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1975.
–––––––Âdâbu’ş-Şâfiî
ve Menâkıbuh, (thk. Abdulğanî Abdülhâlık), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut,
ts.
İbn Ebî Şeybe, Ebû Bekr Abdullah b. Muhammed b. Ebî
Şeybe (öl.235h.), el-Musannef, (thk.
Muhammed Abdüsselâm Şâhîn ), I-IX, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1416/1995.
––––––– el-Îmân,
(thk. Muhammed Nâsıruddîn el-Elbânî), el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1403/1983.
İbn Ebî Şeybe, Ebû Ca’fer Muhammed b. Osmân b.
Ebî Şeybe el-‘Absî el-Kûfî (öl.297h.), el-Arşu
ve Mâ Verede Fîh, Yazma, Medine İslam Üniversitesi Kütüphanesi, No: 559; ve
(thk. Muhammed Hamed el-Hamûd), Mektebetü’l-Muallâ, Kuveyt, 1406/1986.
İbn Ebi’l-’İzz el-Hanefî, Ebu’l-Hasen Ali b.
Alâuddîn Ali b. Şemsuddîn ed-Dımaşkî (öl. 792h.), Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye, (thk. el-Elbânî ve bir cemâat),
el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1404/1983; ve (thk. Dr. Abdullah b. Abdulmuhsin
et-Türkî ve Şuayb el-Arnavût), I-II, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1412/1991.
İbn Hacer el-Heytemî (el-Heysemî’de denir), Şihâbuddîn
Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Muhammed b. Ali b. Hacer el-Mekkî eş-Şâfiî (öl. 974h.), el-Fetâva’l-Hadîsiyye, Mısır, 1329h.
––––––– el-Hayrâtu’l-Hisân
fî Menâkıbi’l-İmâmi’l-A’zam Ebî Hanîfete’n-Nu’mân, (Menâkıbu İmâm-ı Azam adıyla
Türkçe’ye çeviri ve dipnot ilavesi, Ahmed Karadut), Akçağ Yayınları, Ankara,
1983; ve (thk. eş-Şeyh Halîl el-Mîs), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1983.
İbn Hacer, Şihâbuddîn Ebu’l-Fadl Ahmed b. Alî
el-Askalânî (öl. 852h.), el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe,
(thk. Âdil Ahmed Abdülmevcûd ve Ali Muhammed Muavvaz), I-VIII, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye,
Beyrut, 1415/1995.
––––-–– Fethu’l-Bârî
bi Şerhi Sahîhi’l-Buhârî (dipnot, Abdülazîz b. Abdullah b. Bâz), I-XIII,
Dâru’r-Reyyân li’t-Türâs, Kâhire, 1407/1986.
––––––– ed-Dürerü’l-Kâmine
fî A’yâni’l-Mieti’s-Sâmine, I-IV, Dâru’l-Cîl, Beyrut, ts.
––––––– el-Kâfu’ş-Şâf
fî Tahrîci Ehâdîsi’l-Keşşâf, (Tefsîru’l-Keşşâf’ın Sonunda), Dâru’l-Ma’rife,
Beyrut, ts.
––––––– Hedyu’s-Sârî
Mukaddimetü Fethi’l-Bârî, Dâru’r-Reyyân li’t-Türâs, Kâhire, 1407/1986.
––––––– Lisânu’l-Mîzân,
I-VII, Dâru’l-Kitâbi’l-İslâmî, Kâhire, Birinci Baskı, ts.
––––––– Takrîbu’t-Tehzîb,
(thk. Ebu’l-Eşbâl Sağîr Ahmed Şâğıf el-Pâkistânî), Dâru’l-Âsıme, Riyad, 1416h.
––––––– Tehzîbu’t-Tehzîb,
(thk. Mustafa Abdülkâdir Atâ’), I-XII, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut,
1415/1994.
––––––– Telhîsu’l-Habîr
fî Tahrîci Ehâdisi’r-Râfiiyyi’l-Kebîr, (thk. Ebû Âsım Hasen b. Abbâs b.
Kutb), I-IV, Müessesetü Kurtuba, Mekke, 1416/1995.
––––––– Zevâidu
Müsnedi’l-Bezzâr alâ Müsnedi Ahmed ve’l-Kütübi’s-Sitte, Yazma, Medine İslam
Üniversitesi Kütüphanesi, No: 816.
İbn Hallikân, Ebu’l-Abbâs Şemsuddîn Ahmed b.
Muhammed (öl. 681h.), Vefayâtu’l-A’yân ve
Enbâu Ebnâi’z-Zamân, (thk. Dr. İhsân Abbâs), I-VIII, Dâru Sâdır, Beyrut,
1978.
İbn Hazm, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Saîd
ez-Zâhirî el-Endelûsî (öl.456h.), Esmâu’s-Sahâbeti’r-Ruvât
ve mâ li Külli Vâhidin mine’l-Aded, (thk. Seyyid Hasen), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye,
Beyrut, 1412/1992.
––––––– el-Faslu
fi’l-Mileli ve’l-Ehvâi ve’n-Nihal, (thk. Dr. Muhammed İbrâhîm Nasr ve
Abdurrahmân Umeyre), I-V, Dâru Ukâz, 1402h.; ve Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, 1395h.
İbn Hibbân, Ebû Hâtim Muhammed b. Hibbân
el-Bustî (öl. 354h.), el-Müsnedü’s-Sahîh
ale’t-Tekâsîmi ve’l-Envâi min Gayri Vucûdi Kat’in fî Senedihâ ve lâ Subûti
Cerhin fî Nâkilihâ, (Emîr Alâuddîn Ali b. Belbân el-Fârisî’nin (öl.739h.),
el-İhsân fî Takrîbi Sahîhi İbn Hibbân tertibiyle), (thk., Şuayb el-Arnavût),
I-XVIII, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1408/1988.
––––––– Ravdatu’l-‘Ukalâ’
ve Nüzhetü’l-Fudalâ’, (thk. Muhammed Abdürrezzâk Hamza ve Muhammed Hâmid
el-Fakî), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1397h.
İbn Hişâm, Ebû Muhammed Abdülmelik b. Hişâm b.
Eyyûb el-Himyerî (öl.218h.), es-Sîretü’n-Nebeviyye,
(thk. Mustafa es-Sakkâ ve Arkadaşları), I-IV, Dâru’l-Künûzi’l-Edebiyye Kâhire,
1955.
İbn Huzeyme, Ebû Bekr Muhammed b. İshâk b.
Huzeyme es-Sülemî en-Nisâbûrî (öl. 311h.), es-Sahîh,
(thk. Dr. Muhammed Mustafa el-A’zamî), I-IV, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut,
1395/1975.
––––––– et-Tevhîd
ve İsbâtu Sıfâti’r-Rabbi Azze ve Celle, (thk. Muhammed Halîl Herrâs),
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1403h.; ve (thk. Dr. Abdülazîz b. İbrâhîm eş-Şehevân),
Dâru’r-Rüşd, Riyad, 1408h.
İbn Kâdı Şehbe, Takıyuddîn Ebû Bekr b. Ahmed
(öl. 851h.), Tabakâtü’ş-Şâfiiyye,
(thk. Dr. el-Hâfız Abdülalîm Hân), Haydarâbad, 1398/1978.
İbn Kesîr, İmâduddîn Ebu’l-Fidâ İsmâîl b. Ömer
b. Kesîr el-Kureşî ed-Dımaşkî (öl. 774h.), Tefsîrul-Kur’âni’l-Azîm,
I-IV, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, 1408/1988.
––––––– el-Bidâye
ve’n-Nihâye, (thk. 5 kişiden oluşan bir heyet), I-VIII, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye,
Beyrut, ts.
İbn Kudâme, Muvaffakuddîn Ebû Muhammed Abdullah
b. Ahmed b. Muhammed b. Kudâme el-Makdisî (öl. 620h.), İsbâtu Sıfati’l-Uluvv, (thk. Bedru’l-Bedr), ed-Dâru’s-Selefiyye,
Kuveyt, 1406h.
İbn Kuteybe, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim
ed-Dîneverî (öl. 276h.), Te’vîlu Müşkili’l-Kur’ân,
(Şerh ve neşir es-Seyyid Ahmed Sakr), el-Mektebetü’l-İlmiyye, Kâhire, 1954.
––––––– eş-Şi’ri
ve’ş-Şuarâ, (thk. Ahmed Şâkir), Kâhire, 1966.
İbn Mâce, Ebû Abdillah Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî (öl. 275h.), es-Sünen, (thk. Muhammed Fuâd Abdülbâkî), I-II, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye,
Beyrut, ts.
İbn Manzûr, Ebu’l-Fadl Cemâluddîn Muhammed b.
Mükerrem b. Manzûr el-Ifrîkî el-Mısrî (öl. 711h.), Lisânü’l-Arab, I-XV, Dâru Sâdır, Beyrut, 1410/1990.
İbn Mende, Ebû Abdillah Muhammed b. İshâk b.
Muhammed b. Yahyâ b. Mende (öl.395h), el-Îmân,
(thk. Dr. Ali b. Muhammed b. Nâsır el-Fakîhî), I-II, Müessesetü’r-Risâle,
Beyrut, 1407/1987.
––––––– er-Reddu
ale’l-Cehmiyye, (thk. Dr. Ali b. Muhammed b. Nâsır el-Fakîhî),
Mektebetü’l-Gurabâi’l-Eseriyye, Medine-i Münevvere, 1414/1994.
––––––– et-Tevhîd,
(thk. Dr. Ali b. Muhammed b. Nâsır el-Fakîhî), I-III, Medine İslam Üniversitesi
Baskısı, 1413, Birinci Baskı.
İbn Receb, Zeynuddîn Ebu’l-Ferec Abdurrahmân b. Şihâbuddîn
el-Bağdâdî (öl. 795h.), Câmiu’l-Ulûm
ve’l-Hikem, (thk. Şuayb el-Arnavût ve İbrâhim Bâcis), I-II,
Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1413/1993.
––––––– el-Kavâidu’l-Fıkhiyye,
Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, 1972.
––––––– ez-Zeylu
alâ Tabakâti’l-Hanâbile, (thk. Muhammed Hâmid el-Fakî), I-II,
Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, 1953.
İbn Sa’d, Ebû Abdillah Muhammed b. Sa’d b. Menî’
el-Hâşimî el-Basrî (öl. 230h.), et-Tabakâtü’l-Kübrâ,
I-IX, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1410/1990.
İbn Tağriberdî, Ebû’l-Mehâsin Cemâluddîn Yûsuf
b. Tağriberdî (öl. 874h.), en-Nucûmu’z-Zâhire
fî Mülûki Mısr ve’l-Kâhire, Dâru’l-Kütübi’l-Mısriyye, I-XVI, Kâhire,
1929-1956.
İbn Teymiyye, Takıyyuddîn Ahmed b. Abdülhalîm b.
Abdüsselâm b. Teymiyye el-Harrânî (öl. 728h.), Mecmûu’l-Fetâvâ, (Cem’ ve Tertîb: Abdurrahmân b. Muhammed b. Kâsım
el-‘Âsımî en-Necdî el-Hanbelî) I-XXXVII, Dâru ‘Âlemi’l-Kütüb, Riyad, 1412/1991.
––––––– Câmiu’r-Resâil,
(thk. Dr. Muhammed Reşâd Sâlim), el-Mecmûatü’l-Ûlâ, Dâru’l-Medenî, Cidde,
1389/1969; el-Mecmûatü’s-Sâniye, 1405/1984.
––––––– Deru
Teâruzi’l-Akli ve’n-Nakl, (thk. Dr. Muhammed Reşâd Sâlim), I-XI, el-İmam
Muhammed b. Suûd el-İslâmiyye Üniversitesi Baskısı, Riyad, 1403/1983.
––––––– el-Akîdetü’l-Vâsıtıyye,
(İbn ‘Useymîn’in Şerhi ile birlikte), (Mecmûu’l-Fetâvâ içinde, 3/129-159).
––––––– el-Fetvâ
el-Hameviyye el-Kübrâ, (thk. Şerîf Muhammed Fuâd Hezzâ’), Mektebetü Hirâ,
Mekke, 1411/1991; ve Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts. (Mecmûu’l-Fetâvâ
içinde, 5/5-121).
––––––– el-Îmân,
(dpn. Kurul), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1412/1991. (Mecmûu’l-Fetâvâ
içinde, 7/4-461).
––––––– el-Îmânu’l-Evsat,
Mektebetü’l-Furkân ve Mektebetü’l-Îmân, ys. ts. (Mecmûu’l-Fetâvâ içinde,
7/461-641).
––––––– er-Redd ale’l-Mantıkıyyîn, İdâretü Tercemâni’s-Sünne, Lahor
/Pakistan, 1396/1976. (Mecmûu’l-Fetâvâ içinde, 9/82-254).
––––––– er-Reddü’l-Akvam
alâ mâ fî Fusûsi’l-Hikem, (Mecmûu’l-Fetâvâ içinde, 2/362-451).
––––––– er-Risâletü’l-Arşiyye,
(er-Resâilu’l-Kübrâ’nın içinde), Mektebetü Muhammed Ali Subeyh ve Çocukları, Mısır,
ts. (Mecmûu’l-Fetâvâ içinde, 6/545-584).
––––––– er-Risâletü’t-Tedmuriyye,
(Fâlih b. Mehdî Âl-i Mehdî’nin et-Tuhfetü’l-Mehdiyye adlı Şerhi ile birlikte),
I-II, Medine İslam Üniversitesi Baskısı, 1413h. (Mecmûu’l-Fetâvâ içinde,
3/1-128).
––––––– Hakîkatü
Mezhebi’l-İttihâdiyyîn ev Vahdeti’l-Vücûd, (Mecmûu’l-Fetâvâ içinde,
2/134-285).
––––––– Minhâcü’s-Sünneti’n-Nebeviyye,
(thk. Dr. Muhammed Reşâd Sâlim), I-IX, Mektebetü İbn Teymiyye, Kâhire,
1409/1989.
––––––– Nakdu’l-Mantık, (nşr. Muhammed Hâmid el-Fakî), Mektebetü’s-Sünneti’l-Muhammediyye,
Kâhire, ts. (Mecmûu’l-Fetâvâ içinde, 9/5-81).
––––––– Risâletün
fi’r-Reddi alâ Fusûsi’l-Hikem, (Mecmûu’l-Fetâvâ içinde, 2/121-133, ayrıca
bk. 11/239-242).
––––––– Risâletün
fi’r-Reddi alâ İbn Arabî fî Da’vâ Îmânı Fir’avn, (ed-Düveyş’in Resâil ve
Fetâvâ fî Zemmi İbn Arabî’s-Sûfî adlı kitabının içinde, sh: 53-68).
––––––– Şerhu
Hadîsi’n-Nüzûl, el-Mektubu’l-İslâmî, Beyrut, Birinci Baskı, ts.
(Mecmûu’l-Fetâvâ içinde, 5/321-585).
––––––– Şerhu’l-Akîdeti’l-Esfehâniyye,
Mektebetü’r-Rüşd, Riyad, 1415/1995.
İbn Vaddâh, Ebû Abdillah Muhammed b. Vaddâh b.
Bezî’ el-Mervânî el-Kurtubî (öl. 287h.), el-Bidau
ve’n-Nehyu Anhâ, (thk Muhammed Ahmed Dehmân), Dâru’l-Basâir, Dımaşk, 1400
h.; ve Dâru’r-Râidi’l-Arabî, Beyrut, 1402h.
İbnu’l-’İmâd, Ebu’l-Felâh Abdülhayy b. el-’İmâd
el-Hanbelî (öl. 1089h.), Şezerâtü’z-Zeheb
fî Ahbâri men Zeheb, I-VIII, Dâru’l-Mesîre, Beyrut, 1399h.
İbnu’l-Cârûd, Abdullah b. Alî (öl.307h.), el-Müntekâ mine’s-Süneni’l-Müsnede an Rasûlillâh, (thk. es-Seyyid Abdullah Hâşim
el-Yemânî), Kâhire, 1382/1963.
İbnu’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec Cemâluddîn Abdurrahmân
b. Ali b. el-Cevzî (öl.597h.), Menâkıbu’l-İmam
Ahmed b. Hanbel, (thk. Dr. Abdullah b. Abdulmuhsin et-Türkî),
Mektebetü’l-Hâncî, Mısır, 1399/1979.
––––––– el-‘İlelü’l-Mütenâhiye
fi’l-Ehâdîsi’l-Vâhiye, (thk. Halîl el-Mîs), I-II, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye,
Beyrut, 1983.
––––––– Telbîsu
İblîs, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.
İbnu’l-Esîr, İzzuddîn Ebu’l-Hasen Ali b.
Muhammed eş-Şeybânî (öl. 630h.), el-Kâmil
fi’t-Târîh, I-XIII, Dâru Sâdır, Beyrut, 1385/1965.
İbnu’l-Esîr, Mecdüddîn Ebu’s-Saadât el-Mübârek
b. Muhammed (öl. 606h.), Câmiu’l-Usûl fî
Ehâdîsi’r-Rasûl, (thk. Abdülkâdir el-Arnavût), I-XI, Dâru’l-Fikr, Beyrut,
1403h.
İbnu’l-Kayyim, Şemsuddîn Ebû Abdillah Muhammed
b. Ebî Bekr ez-Zer’î ed-Dımaşkî (öl. 751h.), Zâdü’l-Meâd fî Hedyi Hayri’l-‘İbâd, (thk. Şuayb el-Arnâvût ve
Abdulkâdir el-Arnavût), I-V, Müessesetü’-Risâle, Beyrut, 1412/1992.
––––––– Bedâiu’l-Fevâid,
(thk. Ahmed Abdüsselâm), I-IV, Dâru’l-Kütübi’l İlmiyye, Beyrut, 1414/1994.
––––––– el-Kasîdetü’n-Nûniyye,
(Dr. Muhammed Halîl Herrâs’ın Şerhi ile birlikte), Mektebetü İbn Teymiyye,
Kâhire, 1407h.
––––––– es-Savâıku’l-Mürsele
ale’l-Cehmiyye ve’l-Muattıla, (thk. Ali b. Muhammed ed-Dahîlullah), I-III,
Dâru’l-Âsıme, Riyad, 1408h.
––––––– et-Tefsîru’l-Kayyim,
(thk. Muhammed Hâmid el-Fakî), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.
––––––– İctimâu’l-Cuyûşi’l-İslâmiyye
alâ Gazvi’l-Muattılati ve’l-Cehmiyye, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut,
1404/1984.
––––––– Kitâbu’s-Salâh
ve Hükmü Târikihâ, (thk. Muhammed Nizâmuddîn el-Futeyyih), Mektebetü
Dâri’t-Türâs, Medine-i Münevvere, 1412/1992.
––––––– Medâricu’s-Sâlikîn
Beyne Menâzili İyyâke Na’budu ve İyyâke Nestaîn, (thk. Muhammed Hâmid
el-Fakî, I-III, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, 1392h.
––––––– Tehzîbu’s-Sünen
li Ebî Dâvûd, (thk. Muhammed Hâmid el-Fakî), I-VIII,
Matba’atü’s-Sünneti’l-Muhammediyye, Kâhire, 1368.
İbnu’l-Mevsılî, Muhammed b. Mûsa el-Mevsılî, Muhtasaru’s-Savâıkı’l-Mürsele
ale’l-Cehmiyyeti ve’l-Muattıla, Dâru’n-Nedveti’l-Cedîde, Beyrut, 1405/1985;
ve (thk. Seyyid İbrâhîm), I-II, Dâru’l-Hadîs, Kâhire, 1412/1992.
İbnu’s-Sünnî, Ebû Bekr Ahmed b. Muhammed b. İshâk
ed-Dîneverî eş-Şâfiî (öl.364h.), Amelü’l-Yevm
ve’l-Leyle, (thk. Ebû Muhammed Abdurrahmân Kevser el-Berunî), Dâru’l-Kıble
li’s-Sekâfeti’l-İslâmiyye, Cidde ve Müessesetü Ulûmi’l-Kur’ân, Beyrut, ts.
İsmâil Paşa, İsmâil b. Muhammed Emîn Bâbanzade
el-Bağdâdî (öl. 1339h.), Hediyyetü’l-Ârifîn
Esmâu’l-Müellifîn ve Âsâru’l-Musannifîn, I-II, Milli Eğitim Basımevi,
Ankara, 1951; ve Mektebetü’l-Müsennâ, Bağdat, ts.
Kâsımî, Muhammed Cemâluddîn el-Kâsımî (öl.1914
m.), Târîhu’l-Cehmiyye ve’l-Mu’tezile,
Kâhire, 1321h.
Kerderî, Hâfızuddîn Muhammed b. Muhammed b. Şihâh
el-Kerderî el-Harizmî el-Bezzâzî (öl.809h.), Menâkıbu Ebî Hanîfe, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, 1401/1981; ve
Meclisu Dâireti’l-Meârifi’n-Nizâmiyye baskısı, Haydarâbâd, ts.
Keşmîrî, Muhammed Enver b. Muazzam Şâh el-Keşmîrî
(öl. 1352/1933), Feyzu’l-Bârî alâ
Sahîhi’l-Buhârî, I-V, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, ts.
Kettânî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ca’fer
el-Kettânî el-Fâsî (öl.1345h.), Nazmu’l-Mütenâsir
mine’l-Hadîsi’l-Mütevâtir, Fas, 1328h.; ve Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut,
1400h.
Koçyiğit, Talat, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Türkiye Diyânet
Vakfı Yayınları, Ankara, 1988.
Kummî, Sa’d b. Abdillah Ebî Halef el-Eş’arî
el-Kummî (öl.301h.), Kitâbu’l-Makâlât
ve’l-Fırak, (nşr. Dr. Muhammed Cevâd Meşkûr), Tahran, 1963.
Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed b. Ebî
Bekr b. Ferh el-Ensârî el-Hazrecî el-Kurtubî (öl. 671h.), el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, I-XX, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut,
1413/1993.
Mâlik, Mâlik b. Enes b. Mâlik b. Ebî Âmir
el-Medenî (öl. 179h.), el-Muvatta’,
(thk. Muhammed Fuâd Abdülbâkî), I-II, Dâru’l-Hadîs, Kâhire, ts.
Mer’î b. Yûsuf el-Kermî el-Makdisî el-Hanbelî
(öl.1033h.), Ekâvîlu’s-Sikât fî
Te’vîli’l-Esmâi ve’s-Sıfât, (thk. Şuayb el-Arnavût), Müessesetü’r-Risâle,
Beyrut, 1406/1985.
Mevlânâ, Celâluddîn Rûmî (öl.672h.), Mesnevî, (Türkçe’ye çeviri Veled İzbulak),
I-VI, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, No:770, İstanbul, 1990.
Mizzî, Cemâluddîn Ebu’l-Haccâc Yûsuf b. ez-Zekî
Abdurrahmân b. Yûsuf (öl. 742h.), Tuhfetü’l-Eşrâf
bi Ma’rifeti’l-Etrâf, (İbn Hacer’in (öl. 852h.) en-Nüketü’z-Zirâf
ale’l-Etrâf ta’likiyle birlikte), (thk. Abdussamed Şerefuddîn, işraf: Züheyr eş-Şâvîş),
I-XIV, ed-Dâru’l-Kayyime, Hindistan ve el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1403/1983.
Molla Aliyyu’l-Kârî, Ebu’l-Hasen Nûruddîn Ali b.
Sultân Muhammed (öl. 1014h.), Şerhu’l-Fıkhı’l-Ekber,
Dâru’l-Kitâbi’l-İslâmî, İstanbul, 1375/1955.
––––––– Mirkâtü’l-Mefâtîh
Şerhu Mişkâti’l-Mesâbîh, I-V, el-Mektebetü’l-İmdâdiyye Baskısı, Pakistan,
ts.
––––––– Risâletü
Vahdeti’l-Vücûd, (thk. Ali Rıza b. Abdullah b. Ali Rıza), (Vahdet-i Vücûd
Risalesi adıyla Türkçe’ye çeviri, Harun Ünal), İnanlar Şirketi Kültür Hizmeti, İst.
1995.
––––––– Şerhu
Müsnedi Ebî Hanîfe, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1405/1985.
Muhammed b. Halîfe et-Temîmî, Mu’tekadu Ehli’s-Sünneti ve’l-Cemâa fî
Tevhîdi’l-Esmâi ve’s-Sıfât, Dâru Îlâfi’d-Düveliyye, el-Cehrâ’ (Kuveyt),
1417/1996.
Muhammed Bâzmûl, Muhammed b. Ömer b. Sâlim
Bâzmûl, Buğyetü’l-Mütetavvı’ fî
Salâti’t-Tetavvu’, Dâru’l-Hicre, Riyad, 1414/1994.
Muhammed Cemîl Zeyno, es-Sûfiyye fî Mîzâni’l-Kitâbi ve’s-Sünne, Dâru’l-Muhammedî, Cidde,
1415h.
Muhammed es-Sâlihî, Ebû Abdillah Muhammed b.
Yûsuf es-Sâlihî ed-Dımaşkî eş-Şâfiî (öl. 942h.), Ukûdu’l-Cumân fî Menâkıbi’l-İmâmi’l-A’zam Ebî Hanîfete’n-Nu’mân, dağıtım:
Mektebetü’l-Îmâni’s-Süleymâniyye, Medine-i Münevvere, ts.; ve (thk. Ebu’l-Vefâ
el-Afgânî), Haydarâbâd, 1974.
Murâd Şükrî, Defu’ş-Şubehi’l-Gaviyye
an Şeyhi’l-İslâm İbn Teymiyye, ys., 1415/1994.
Muvaffak el-Mekkî, Muvaffakuddîn b. Ahmed
el-Mekkî el-Harizmî (öl. 568h.), Menâkıbu
Ebî Hanîfe, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, 1401/1981; ve Meclisu
Dâireti’l-Meârifi’n-Nizâmiyye baskısı, Haydarâbâd, ts.
Münzirî, Zekiyyuddîn Ebû Muhammed Abdülazîm b.
Abdulkaviyy b. Abdullah b. Selâme b. Sa’d el-Münzirî eş-Şâmî (öl. 656h.), et-Terğîb ve’t-Terhîb mine’l-Hadîsi’ş-Şerîf,
(thk. Mustafa Muhammed Amâre), I-IV, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1401h.; ve
Dâru’t-Türâs, Kâhire, ts.
Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim b. Haccâc el-Kuşeyrî
en-Nisâbûrî (öl. 261h.), Sahîhu Müslim,
(thk. Muhammed Fuâd Abdülbâkî), I-III, Dâru İhyâi’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut,
1374h.
Neccâr, Muhammed b. Abdülazîz en-Neccâr, Dıyâu’s-Sâlik ilâ Evdahi’l-Mesâlik,
I-IV, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.
Nesâî, Ebû Abdirrahman Ahmed b. Şuayb b. Ali b.
Bahr b. Sinân b. Dînâr (öl. 303h.), es-Sünen,
(el-Müctebâ), (Suyûtî’nin (öl. 911h.) Zehru’r-Rubâ ale’l-Müctebâ Şerhi ve
Sindî’nin (öl. 1138h.) Hâşiyesiyle birlikte), I-VIII, Dâru’l-Fikr, Beyrut,
1348/1930.
––––––– Amelü’l-Yevm
ve’l-Leyle, (thk. Dr. Fârûk Hamâde), Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1406h.
Nevbahtî, Ebû Muhammed el-Hasen b. Mûsâ
en-Nevbahtî (öl.?), Fıraku’ş-Şîa, (nşr.
Seyyid Muhammed Sâdık), Necef, 1355/1936.
Nevevî, Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Şeref (öl.
676h.), el-Minhâc fî Şerhi Sahîhi Müslim İbni’l-Haccâc,
I-XVIII, Dâru’r-Reyyân li’t-Türâs, Kâhire, 1407/1987.
Ömerî, Ekrem Ziyâ el-Ömerî, es-Sîretü’n-Nebeviyyetü’s-Sahîha, I-II, Mektebetü’l-İlim
ve’l-Hikem, Medine-i Münevvere, 1413/1993.
Öz, Mustafa, İmam-ı
Azamın Beş Eseri, Marmara Üniversitesi İlahiyat Vakfı Yayınları, No: 49, İstanbul,
1992.
Pezdevî, Ebu’l-Yüsr Muhammed b. Muhammed b.
el-Hüseyn (öl. 493h.), Usûlu’d-Dîn,
(thk. Dr. Hans Peterlans), Dâru İhyâi’l-Kütübi’l-Arabiyye, Îsâ el-Bâbî ve
ortakları, Kâhire, 1388h.
Rızâ b. Na’sân Mu’tî, Alâkatü’l-İsbâti ve’t-Tefvîz bi Sıfâti Rabbi’l-Âlemîn,
Dâru’l-Hicre, Riyad, 1416/1995.
Sâbûnî, Ebû Osmân İsmâil b. Abdurrahmân
es-Sâbûnî (öl.449h), Akîdetü’s-Selef
Ashâbi’l-Hadîs, (thk. Bedr b. Abdullah el-Bedr),
Mektebetü’l-Gurabâi’l-Eseriyye, Medine-i Münevvere, 1415/1994.
Sadreddîn Konevî, Muhammed b. İshâk (öl.673h.), Vasiyyet-Nâme, Yazma eser, Şehit Ali Paşa
Kütüphanesi, No: 21810, İstanbul.
Safedî, Salâhuddîn Halîl b. Aybek b. Abdullah
es-Safedî (öl. 764h.), el-Vâfî
bi’l-Vefeyât, I-XXII, Dâru’n-Neşr Franz Seteıner Werlag, Almanya (Wıesbaden),
1394h.; ve Cem’iyyetü’l-Müsteşrikîne’l-Almâniyye, Beyrut, 1962-1983.
Sehmî, Hamza b. Yûsuf es-Sehmî (öl. 427h.), Târîhu Curcân, (thk. Abdurrahmân b.
Yahyâ el-Muallimî el-Yemânî), Âlemü’l-Kütüb, Beyrut, 1401h.
Sem’ânî, Ebû Sa’d Abdülkerîm b. Muhammed b.
Mansûr et-Temîmî el-Horasânî (öl. 562h.),
el-Ensâb, (thk. Abdurrahmân b. Yahyâ el-Muallimî), I-XII, Matba’atü Meclisi
Dâireti’l-Meârifi’l-Osmâniyye, Haydarâbâd, 1382/1962; ve Beyrut, 1980.
Sıddîk Hasen Hân, Muhammed Sıddîk b. Hasen Hân
el-Hüseynî el-Buhârî el-Kanûcî (öl.1307h.), Katfu’s-Semer
fî Beyâni Akîdeti Ehli’l-Eser, (thk. Dr. Âsım b. Muhammed b. Abdullah
el-Karyûtî), Şeriketü’ş-Şarki’l-Evsat, Ammân, 1404/1984.
Subkî, Tâcuddîn Ebû Nasr Abdülvehhâb b. Alî (öl.
771h.), Tabakâtu’ş-Şâfiiyyeti’l-Kübrâ,
(thk. Abdülfettâh el-Hulv ve Mahmûd et-Tannâhî), I-X, Matba’atü Îsâ
el-Bâbi’l-Halebî, Kâhire, 1383, (1964-1976).
Suyûtî, Celâluddîn Abdurrahmân b. Ebî Bekr b.
Muhammed (öl. 911h.), ed-Dürrü’l-Mensûr
fi’t-Tefsîri bi’l-Me’sûr, I-VI, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1411/1990.
––––––– Buğyetü’l-Vuât
fî Tabakâti’l-Luğaviyyîn ve’n-Nühât, (thk. Muhammed Ebu’l-Fadl),
Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1399h.
––––––– el-Câmiu’l-Kebîr
(Cem’u’l-Cevâmi’), el-Hey’etü’l-Mısriyyetü’l-Âmme li’l-Kitâb Baskısı,
Kâhire, ts.
––––––– el-Câmiu’s-Sağîr
min Ehâdîsi’l-Beşîri’n-Nezîr, Mustafa el-Halebî Baskısı, Kâhire, 1358/1939.
––––––– el-Ezhârü’l-Mütenâsire
fi’l-Ahbâri’l-Mütevâtire, (thk. Abdulazîz el-Gumârî), Dâru’t-Te’lîf,
Kâhire, ts.
––––––– Katfu’l-Ezhâri’l-Mütenâsire
fi’l-Ahbari’l-Mütevâtire, (thk. Halîl Muhyiddîn el-Mîs), el-Mektebu’l-İslâmî,
Beyrut, 1405/1985.
Süleymân et-Temîmî, Muhammed b. Abdülvehhâb
(öl.1206h.), Kitâbu’t-Tevhîd,
(Abdurrahmân b. Nâsır b. Sa’dî’nin (öl. 1376h.) Kitâbu’l-Kavli’s-Sedîd fî Mekâsıdi’t-Tevhîd
Kitabıyla birlikte), (thk. Dr. el-Murtezâ ez-Zeyn Ahmed),
Mecmûatü’t-Tühafi’n-Nefâisi’d-Devliyye, Riyad, 1416/1996.
Şâdî es-Seyyid Ahmed Abdullah, “Tezkîru’l-Müslimîn bi Tercemeti’ş-Şeyh İbn
‘Useymîn”, Mecelletü’t-Tevhîd, sy. 11 (Özel Sayı) (Mısır/Kâhire Zilka’de
1421).
Şâfiî, Muhammed b. İdrîs (öl. 204h.), er-Risâle, (thk. Ahmed Muhammed Şâkir),
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.
––––––– el-Müsned,
(tertîb: Ahmed Abdurrahmân el-Bennâ), I-II, Kâhire, 1950.
––––––– el-Ümm,
(thk. Muhammed Zührî en-Neccâr), I-VIII, Dâru’l-Mâ’rife, Beyrut, 1393/1973.
Şehristânî, Ebu’l-Feth Muhammed b. Abdülkerîm
(öl. 548h.), el-Milel ve’n-Nihal,
(thk. Ebû Abdillah es-Saîd el-Mendûh), I-II, Müessesetü’l-Kütübi’s-Sekâfiyye,
Beyrut, 1415/1994.
Şemsu’l-Hakk el-Azîm Âbâdî, Ebu’t-Tayyib
Muhammed, Avnu’l-Ma’bûd Şerhu Süneni Ebî
Dâvûd, I-XIV, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1410/1990.
Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed b. Abdullah
es-San’ânî eş-Şevkânî (öl. 1250h), Fethu’l-Kadîr
el-Câmi’ Beyne Fenneyi’r-Rivâyeti ve’d-Dirâyeti fî İlmi’t-Tefsîr, I-V,
Dâru’l-Hayr, Beyrut, 1412/1991.
––––––– Neylu’l-Evtâr
Şerhu’l-Münteka’l-Ahbâr, I-VIII, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.
Taberânî, Ebu’l-Kâsım Süleymân b. Ahmed (öl.
360h.), el-Mu’cemu’l-Kebîr, (thk.
Hamdî Abdülmecîd es-Silefî), I-XXV, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, İkinci Baskı,
ts.
––––––– el-Mu’cemu’l-Evsat,
(thk. Târık b. ‘Ivazullâh b. Muhammed ve Abdulmuhsin b. İbrâhim el-Hüseynî),
I-X, Dâru’l-Haremeyn, Kâhire, 1415/1995.
––––––– el-Mu’cemu’s-Sâğîr
(er-Ravdu’d-Dânî ile’l-Mu’cemi’s-Sağîr li’t-Taberânî), (thk. Muhammed Şükür
Mahmûd el-Hâcc), I-II, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut ve Dâru Ammâr, Ammân,
1405/1985.
––––––– Müsnedü’ş-Şâmiyyîn,
(thk. Hamdî Abdülmecîd es-Silefî), I-IV, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut,
1409/1989.
Taberî, Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr et-Taberî
(öl.310h.), Câmiu’l-Beyân an (fî) Te’vîli
Âyi’l-Kur’ân, I-XII, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1412/1992; ve (thk.
Ahmed Muhammed Şâkir), I-XVI, Dâru’l-Meârif, Mısır, ts., İkinci Baskı.
––––––– Târîhu’l-Ümem
ve’l-Mülûk, I-VI, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1411/1991.
––––––– Tehzîbu’l-Âsâr,
(thk. Mahmûd Şâkir), Matba’atü’l-Medenî, Kâhire, ts.
Tahâvî, Ebû Ca’fer Ahmed b. Muhammed b. Selâme
(öl. 321h.), el-Akîdetü’t-Tahâviyye,
(İbn Ebi’l-’İzz el-Hanefî’nin Şerhi ile birlikte).
––––––– Şerhu
Müşkili’l-Âsâr, (thk. Şuayb el-Arnavût), I-XVI, Müessesetü’r-Risâle,
Beyrut, 1415/1994.
Takıyuddîn el-Fâsî, Muhammed b. Ahmed b. Ali
(öl. 832h.), el-’lkdu’s-Semîn fî
Târîhi’l-Beledi’l-Emîn adlı eserin İbn Arabî’nin hal tercemesinden bahseden
bölümü (2/160-199), (thk. Fuâd Seyyid), Matba’atü’s-Sünneti’l-Muhammediyye,
Mısır, 1385h.. Bu bölüm Ali Hasen Abdülhamîd tarafından “Cüzün fîhi Akîdetü İbn
Arabî ve Hayâtuhu ve Mâ Kâlehu’l-Müerrihûn ve’l-Ulemâu fîh” adıyla ayrı bir
risâle olarak yayımlanmıştır. Dâru İbni’l-Cevzî, Dammâm, 1413/1992.
Tayâlisî, Süleymân b. Dâvûd b. el-Cârûd (öl.
204h.), el-Müsned, Dâru’l-Ma’rife,
Beyrut, ts.
Tirmizî, Ebû Îsâ Muhammed b. Îsâ b. Sevre (öl.
279h.), el-Câmiu’s-Sahîh, (thk. Ahmed
Muhammed Şâkir), I-V, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.
‘Ukaylî, Muhammed b. Amr el-‘Ukaylî el-Mekkî
(öl.322h.), ed-Duafâu’l-Kebîr, (thk.
Abdulmu’tî Emîn Kal’acî), I-IV, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1404/1984.
Vâhidî, Ebu’l-Hasen Ali b. Ahmed b. Muhammed b.
Ali el-Vâhidî en-Nisâbûrî (öl.468h.), el-Vasît,
Yazma eser, el-Elbânî’nin Silsiletü’l-Ehâdîsi’d-Daîfe adlı eseri (3/93)’den
naklen.
Velîd b. Ahmed el-Hüseyn, Ebû Abdillah
ez-Zübeyrî, “Nübze an Hayâti’ş-Şeyh
Muhammed b. Sâlih el-‘Useymîn”, Mecelletü’l-Hikme, sy. 2 (İnglitere/Leeds
16.2.1994).
Vüheybî, Muhammed b. Abdullah b. Ali el-Vübeybî,
Nevâkıdu’l-Îmâni’l-İ’tikâdiyye ve Davâbıtu’t-Tekfîr
İnde’s-Selef, I-II, Dâru’l-Müslim, Riyad, 1416/1996.
Yılmaz, H. Kâmil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul,
1997.
Zebîdî, Ebu’l-Feyz Murtazâ Muhammed b. Muhammed
ez-Zebîdî (öl. 1205h.), İthâfu’s-Sâdeti’l-Muttakîn
bi Şerhi Esrâri İhyâi Ulûmi’d-Dîn, I-X, Dâru İhyâi’t-Türasi’l-Arabî,
Beyrut, ts.; ve Dâru’l-Fikr, Beyrut, ts.
––––––– Laktu’l-Leâli’l-Mütenâsire,
(thk. Muhammed Abdülkâdir Atâ’), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.
Zehebî, Şemsuddîn Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed
b. Osmân b. Kaymaz et-Türkmânî (öl. 748h.), Mîzânu’l-İ’tidâl
fî Nakdi’r-Ricâl, (thk. Ali Muhammed el-Becâvî), I-IV, Dâru’l-Ma’rife,
Beyrut, ts.
––––––– el-‘İber
fî Haberi Men ⁄aber, (thk. I, IV ve V. ciltler Salâhuddîn el-Müncid,
II ve III. ciltler E. Fuâd es-Seyyid), I-V, Dâiretü’l-Matbûât ve’n-Neşr,
Kuveyt, 1960-1969.
––––––– el-Kâşif
fî Ma’rifeti Men lehu Rivâyetün fi’l-Kütübi’s-Sitte, (thk. Muhammed Avvâme
ve Ahmed Muhammed el-Hatîb), I-II, Dâru’l-Kıble li’s-Sekâfeti’l-İslâmiyye ve
Müessesetü Ulûmi’l-Kur’ân, Cidde, 1413/1992.
––––––– el-Müntekâ
min Minhâci’s-Sünne, Kâhire, 1374, (Şiilik ve Mâhiyeti adıyla Türkçe’ye
çeviri, Cemaleddin Sancar), İstanbul, 1986.
––––––– el-Uluvv
li’l-Aliyyi’l-Gaffâr fî Sahîhi’l-Ahbâri ve Sakîmihâ, (thk. Dr. Abdurrahmân
Muhammed Osmân), el-Mektebetü’s-Selefiyye, Medine-i Münevvere, 1388/1968.
––––––– Siyeru
A’lâmi’n-Nübelâ, (thk. Şuayb el-Arnavût ve Hüseyn el-Esed), I-XXV,
Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1412/1992.
––––––– Târîhu’l-İslâm,
(thk. Şuayb el-Arnavût ve Dr. Beşşâr Avvâd Ma’rûf), I-XXV, Müessesetü’r-Risâle,
Beyrut, 1408/1988.
––––––– Telhîsu’l-Müstedrek,
Hâkim’in (öl. 405) el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn Zeylinde, (thk. Mustafa
Abdülkâdir Atâ’), I-IV, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1411/1990.
––––––– Tezkiretü’l-Huffâz,
I-V, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.
Ziriklî, Hayruddîn (öl. 1396h.), el-A’lâm Kâmûsu Terâcim li Eşheri’r-Ricâl
ve’n-Nisâ mine’l-Arabi ve’l-Musta’rabîn ve’l-Müsteşrikîn, I-XIII, Dâru’l-İlmi
li’l-Melâyîn, Beyrut, 1980.
Ziyâ el-Makdisî, Ebu Abdillah Muhammed b.
Abdülvâhid b. Ahmed b. Abdirrahmân b. İsmâîl b. Mansûr es-Sa’dî ed-Dımaşkî
el-Hanbelî (öl.643h.), el-Ehâdîsu’l-Muhtâre,
(thk. Abdülmelik Düheyş), ys., 1412h., Birinci Baskı.
Zuhaylî, Vehbe, Usûlu’l-Fıkhi’l-İslâmî, I-II, Dâru’l-Fikr, Dımaşk, 1406/1986.