ÇEVİRENİN ÖNSÖZÜ

 

 

 

Giriş

Hamd, ancak Allah içindir. O’na hamdeder, O’ndan yardım ve bağışlanma dileriz. Nefislerimizin şerrinden, amellerimizin kötülüğünden O’na sığınırız. Allah kimi hidâyete erdirirse onu saptıracak yoktur, kimi de saptırırsa onu hidâyete erdirecek yoktur.

Tek olan ve hiçbir ortağı bulunmayan Allah’tan başka ilah olmadığına şehâdet ederim. Ve şehâdet ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve Rasûlü’dür.

“Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)

“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini  yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riâyetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinize gözetleyicidir.” (Nisa, 1)

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin. Ki Allah işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah ve Rasûlü’ne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur.” (Ahzâb, 70-71)1

Bundan sonra:

Muhakkak ki, sözlerin en doğrusu Allah’ın Kelâm’ı, yolların en hayırlısı Muhammed -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in yoludur. İşlerin en kötüsü ise sonradan uydurulanlarıdır. Sonradan uydurulup dine sokulan her iş bir bid’at ve her bid’at bir sapıklıktır. Her sapıklık ta ateştedir.2

Azîz ve Rahîm olan Allah rahmeti gereği, kendini tanıtan, kendine davet edip çağıran, kendilerine icâbet edenlere müjde veren ve kendilerine muhalefet edenleri uyaran peygamberler yollamış, o peygamberlerin davetinin anahtarını ve peygamberliklerinin özünü kendisine ibadet (kulluk) edilen Allah Sübhâne’yi isimleri, sıfatları ve fiilleriyle bilip tanımak kılmıştır. Öyle ki peygamberliğin gereklerinin hepsi, başından sonuna kadar bu bilgi üzerine kuruludur.3

İşte bu peygamberlerin en sonuncusu ve efendisi olan Hz. Muhammed -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir hadisinde imanı “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve hayrı ve şerriyle kadere inanmak” 4 şeklinde tarif etmiş, Kur’ân’ın muhtelif surelerinde, aynı iman esaslarını ortaya koyan pek çok ayet yer almıştır. Hadiste de görüldüğü gibi Allah, bütün varlık ve fiillerin yaradanı olduğu için, iman esaslarının başında, iman her şeyden önce O’na tahsis edilmiş, bununla beraber, O’nun öz ve hakîkati, ne Kur’ân âyetiyle ne de Peygamberi diliyle insanlara bildirilmemiştir. Çünkü insan idraki, O’nun öz ve hakîkatini anlamaktan âcizdir; O, idrakin çok üstündedir. “Akılların tek başına Allah’ı, isimleri, sıfatları ve fiilleriyle ayrıntılı bir şekilde bilip kavraması imkansızdır.”5

Allah-u Teâlâ kendi öz ve hakîkatini bildirmiş olmamakla beraber, kendisine bazı isim ve sıfatlar izâfe etmiş, önce bir ve tek olduğunu, fiillerinde hiçbir ortağı bulunmadığını, ilim, kudret ve irade sâhibi olduğunu bildirmiş, sonra da bütün eksikliklerden tenzîh edilmesini emretmiştir.

O’nun, bir taraftan kendisine mahlûkâtın sâhip olduğu ilim, kudret, irade, görme, işitme, konuşma, el, yüz, göz vb. gibi bazı isim ve sıfatları izâfe etmesi, diğer taraftan her türlü eksikliklerden tenzîhini emretmesi, bu konularda gelen ayet ve hadislerin müslümanlar arasında çeşitli yönlerden anlaşılmasına yol açmış ve gruplaşmalar, isbat ve tenzîhin ifrat derecesine varan uçları üzerinde teşekkül ederken, bu iki zıt kutup arasında da Kitap ve Sünnet’e dayanan akâidin korunmasını üzerine alan Ehl-i Sünnet âlimleri orta yolu muhafaza etmişlerdir.

Zıt kutuplarda teşekkül eden bu gruplardan Cehmiyye-Mu’tezile, tenzîhte ifrata (aşırı) giderek, Allah-u Teâlâ’yı mahlûkattan herhangi bir şeye benzetmek endişesiyle bütün sıfatları, hatta bir kısmı daha da ileri giderek isimleri O’ndan nefyetmişler, bu konuda gelen ayetlere te’vîl yolu ile değişik anlamlar vermişler, hadisleri ise reddetmişlerdir. Bunların karşısında yer alan Müşebbihe-Mücessime gibi diğer gruplar ise, el, yüz, göz ve buna benzer isim ve sıfatlardan bahseden ayet ve hadislere dayanarak Allah-u Teâlâ’yı, eli, yüzü, gözü ve çeşitli sıfatları olan mahlûkâta benzetmişler ve ispatta ifrata gitmişlerdir. Bu sûretle gruplar arasında başlayan mücâdele, “kelâm” adı altında gün be gün şiddetini artırmış, müslümanların birliğini bozmuş, akâidinde derin yaralar açmıştır.

Aslında Hz. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- daha hayattayken ümmeti arasında bu tür kamplaşma ve gruplaşmaların baş göstereceğini haber vermiştir. Nitekim O şöyle buyurmuştur: “Yahûdiler 71 fırkaya, Hıristiyanlar da 72 fırkaya ayrıldılar. Ümmetim ise 73 fırkaya ayrılacaktır. Onlardan sadece biri dışında hepsi ateştedir.” 1 İbnu’l-Cevzî (öl.597 h.) bu hadisi açıklarken şöyle demiştir: “Biz fırkalara ayrılmanın ne olduğunu da, bu fırkaların asılları olan fırkaları da biliyoruz. Şöyle ki, bu fırkalardan her bir grup kendi içinde fırkalara ayrılmıştır. Velev ki biz bu fırkaların isimlerini ve görüşlerini tam olarak bilmesek bile. Bizim için fırkaların  asıllarından şunlar kesin olarak ortaya çıkmıştır: Harûriyye (Hâricîler), Kaderiyye, Cehmiyye (Mu’tezile), Mürcie, Râfıza ve Cebriyye. İlim ehlinin bir kısmı da şöyle demiştir: Sapık fırkaların aslı bu altı fırkadır. Bu fırkalardan her biri de kendi içinde 12 fırkaya ayrılmıştır. Böylece toplam 72 fırka olmuşlardır.”2

Ümmet arasındaki bütün bu kamplaşma ve gruplaşmalar yanında Hz. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- “ümmetinden hak üzere, aşağılayıp horlayanın veya karşı çıkanın onlara zarar veremeyeceği bir topluluğun, hiç değişmeden Allah’ın emri gelinceye kadar var olmaya devam edeceğini” 3 bildirmiş, bir rivâyette bu topluluğun “cemâat” 1, diğer bir rivâyette ise “bugün benim ve ashâbımın üzerinde bulunduğumuz yolun aynısı üzerinde olanlar” 2 olduğunu belirtmiştir.

İşte bütün bu hadisler bizlere, cehennem ateşinden kurtulmuş toplumun, orta yolu benimsemiş Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat olduğunu açıkça göstermektedir. Çünkü onlar Allah-u Teâlâ’nın öz ve hakîkatine taalluk eden meselelerle ilgili olarak çıkan bu ihtilaflarda orta yolu benimsemişler, Kitap ve Sünnet’in bildirdiği iman esasları dışında herhangi bir inanca yönelmemişler, insan için lüzumlu her şeyin bu iki kaynakta beyan edildiğine, beyan edilmeyen herhangi bir husus varsa, bunun akıl yolu ile idrak edilemiyeceğine ve ileri sürülecek her görüşün Allah-u Teâlâ hakkında zan ve tahminden ileri geçmiyeceğine inanmışlardır. Çünkü onlar Kitap ve Sünnet’e dayanmanın akılları sapıklıktan, nefisleri eğrilikten, kalpleri de doğru yoldan sapmaktan koruyacağını bilmişlerdir. Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye (öl.728h.) bu konuda şunları söyler: “Ehl-i Sünnet âlimleri bu yüzden ‘sünnete sarılmak kurtuluştur’ diyorlardı. Allah kendisine rahmet etsin Mâlik (öl.179h.) der ki: ‘Sünnet Nûh’un gemisi gibidir, binen kurtulur, arkada kalan helak olur’. İşte hak budur. Çünkü Nûh’un gemisine peygamberleri tasdik eden ve onlara tâbi olanlar binmişti. Ona binmeyenler ise peygamberleri yalanlamışlardı. Sünnet’e tâbi olmak demek Allah katından gelen risâlete tâbi olmak demektir. Dolayısıyla risâlete tâbi olan, maddesi ve mânâsıyla Nûh’la beraber gemiye binen kimse durumundadır. Risâlete tâbi olmaktan ayrılan kimse de Nûh aleyhi’s-selâm’a tâbi olmaktan ve Onunla beraber gemiye binmekten kaçınan kişi durumundadır.”3

Ehl-i Sünnet inancı, insan idrakinin kuvvet ve kudretinin sınırlı olduğunu kabul ile, Allah-u Teâlâ’nın emirleriyle amel etmek ve kendi mutluluğuna neden olan inanç ve akâidini korumak esası üzerine kurulmuştur. Onlar bu görüşleriyle aklı ve onun idrak kudretini küçültmüş değillerdir. Nitekim Hz. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir hadisinde “Hâkim hükmedeceği zaman ictihad ederde sonra ictihadında isabet ederse kendisine iki ecir vardır. Yine hükmedeceği vakit ictihadda bulunur, (fakat ictihadında) yanılırsa ona da bir ecir vardır” 4 diyerek fıkıh bablarına taalluk eden meselelerde aklın kullanılabileceğini, doğru kullanıldığı takdirde onda yalan ve yanlışlık olmadığını belirtmiş oluyordu. Ehl-i Sünnet âlimleri bu meselelerde aklı büyük bir güvenle kullanmışlar, ihtilâfa düşmekten ve şer’î ölçülerde birbirleriyle tartışmaya girmekten korkmamışlardır. Fakat Allah-u Teâlâ’nın birliği, âhiret, peygamberlik, ilâhî isim ve sıfatlar, kısaca Allah’ın öz ve hakîkatine taalluk eden meseleleri akılla ölçmek tamahına kapılmamışlardır. Sarrafın altın ölçmek için kullandığı âletle dağları ölçmeye kalkışmadığı gibi, onlar da aklı, Allah-u Teâlâ’nın özünü ölçmek için kullanmamışlar, onun da bir sınırı olduğunu ve bu sınırın ötesine geçilemeyeceğini kabul etmişlerdir. Aklın, kullanılması gereken meseleler dışında kullanılmasının yanlış neticeler doğuracağı bir gerçektir. Nitekim kelâmcılar, Allah-u Teâlâ’nın öz ve hakîkati ile ilgili nakli terkederek akla itimad etmişler ve hatalı neticelere varmışlardır. Sonradan üzerinde durdukları meselelerle ilgili nakli te’vîl ve tahrîf etmeleri, onları, ulaşmış oldukları neticelere uydurmak arzu ve gayretlerinden başka bir şey değildir. Bu sebepledir ki, aklın yanlış istikâmette bir ölçü olarak kullanılması neticesinde “kelâm” adı altında teşekkül eden ilim, Ehl-i Sünnet âlimleri nazarında zemme (kınama ve yermeye) lâyık bir bid’at olmuş, taraftarları da, en az uğraştıkları bu ilim kadar mezmûm ve merdûd sayılmıştır.

 

Allah’ın İsim ve Sıfatlarını Bilmenin Önemi

Muhakkak Allah’ın isim ve sıfatlarını bilmek, mânâsını iyice anlamak, gereğiyle amel etmek ve onlarla Allah’a dua edip O’ndan istemek, kulların kalplerinde; yaratıcıyı yüceltme, O’nu takdîs ederek her türlü eksiklik ve kusurdan tenzîh etme ve O’nu sevme, O’nu umut edip arzulama ve O’ndan korkma, O’na tevekkül etme (dayanma) ve O’na dönme hasletlerini oluşturur. Öyle ki yaratıcı onların kalplerinde, ne zâtında ne de sıfatlarında hiçbir ortağı bulunmayan en yüce örnek olur. Hiç kimsenin, onların kalplerindeki bu yer gibi bir yeri yoktur. İşte böylece kul kalbî tevhidi gerçekleştirmiş olur. Yine böylece Allah için kulluk gerçekleşmiş, kalpler O’nun büyüklüğüne boyun eğmiş ve nefisler O’nun azametinden durulmuş olur.1

İlimlerin en faziletlisi dînî ilimler olunca, bizim Allah’ı bilip tanımamızı sağlayan ilim, doğal olarak kendi dışındaki dînî ilimlerin en faziletlisi olmaktadır. Çünkü bu ilim bize Allah Azze ve Celle’yi tanıtmakta ve O’nun hakkında bilgi sâhibi olmamızı sağlamaktadır. “Üstelik kalplerin hayat bulmasının, nimet ve huzura kavuşmasının tek yolu, Rabbi, ma’bûdu ve yaradanını isimleri, sıfatları ve fiilleriyle bilip tanımasıdır.”1

İşte bu noktadan hareketle tevhidin iki rüknünden biri sayılan İsim ve Sıfat Tevhidini bilip tanımamız bizim için kaçınılmaz bir gerek olmaktadır.2 Çünkü peygamberlerin getirdiği tevhid iki çeşittir: İlimde ve i’tikâdda tevhid, irâde ve kasıtta (amaçta) tevhid. Bunlardan ilkine, haber verme ve marifetle (bilgi) olan ilgi ve alâkası nedeniyle ilmî tevhid, ikincisine kasıt ve iradeyle olan ilgi ve alâkası nedeniyle de kasdî-irâdî tevhid adı verilir. Tevhidin ilk çeşidi olan ilmî tevhidin dayanağı, âlemlerin Rabbi Allah’a âit kemâl (olgunluk) sıfatlarını ispat etmek, O’ndan teşbîh ve misâli nefyetmek ve O’nu bütün kusur ve eksikliklerden tenzîh etmektir.3

 

Bir İftira ve Cevabı

Son zamanlarda ülkemizde sünnet düşmanlığını körükleyen bazı grupların bu konudaki bâtıl çaba ve gayretlerini i’tikâdî alana kaydırma eğilimi içine girdiklerini ne yazık ki müşâhede etmekteyiz. Bunlar Muhammed Zâhid el-Kevserî (öl.1371/1952) gibi bazı son dönem ilim adamlarını kendilerine örnek almışlardır. Hatta bunlardan bazıları, başta İmam Ahmed (öl.241h.) olmak üzere Yahyâ b. Maîn (öl.233h.) ve İshâk b. Râhûye (öl.238h.) gibi pek çok Ehl-i Sünnet âlimini Haşevîlikle4 itham ederek onlara insafsızca iftira etmişlerdir.5 Aslında onların özellikle İmam Ahmed’i hedef tahtası haline getirmelerinin nedeni, O’nun sünnete olan sıkı bağlılığı ve Halku’l-Kur’ân olayında Mu’tezile ve Cehmiyye’ye karşı gösterdiği o üstün ve erişilmez mücâdeleci ruhtur. Allah O’ndan ve diğer bütün Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat âlimlerinden râzı olsun (Âmîn). Şurası muhakkak ki, onlar bu hususta hocaları Muhammed Zâhid el-Kevserî’nin yolunu izlemişlerdir. Nitekim Kevserî, Ehl-i Sünnet imamlarını putçuluk, küfür ve şirkle itham ederek onlara “putçular”, “putperestler”, “kökleri putperestlere uzanan Haşevîler”, “putperestlik çığırtkanları”, “tecsîm ve putçuluk hastalığına yakalanmış hastalar”, “ümmeti putperestlik çığırtkanlarından sakındırma” gibi asla haketmedikleri aşağılayıcı kötü lakaplar takmıştır.1 Bazen de onları câhillik, ahmaklık ve akıl ve din kıtlığıyla niteleyerek onlara “rezil câhil topluluk”, ”zelil ve alçak topluluk”, “kendilerine selefî diyenler”, “mezhepsizler”, “hiçbir şeyden anlamayan câhiller”, “aklı kıt Haşevîler”, “aklı kıt bunaklar”, “gâfiller”, “câhiller”, “cehâletinde ısrar eden câhille hakka karşı inatçı olan âlimler arasında olanlar”, “aklı evveller”, “anlayış ve akıl olmadan aklında ve dininde isâbet (yara) alanlar”, “anlayış kıtlığına din kıtlığı katanlar”, “akıllıların delileri”, “Allah’ın yarattıklarının, hâdiselere basîret ve nazarla bakmaktan en uzak olanları”, “akılsız ayak takımı” gibi gerçekle yakından uzaktan hiçbir ilgisi olmayan kötü lakaplar takmıştır.2 Biz gerek Kevserî’ye gerekse O’nun izinden giderek Ehl-i Sünnet imamlarına bu tür itham ve iftiralarda bulunan sünnet düşmanlarına, halen üzerinde çalıştığımız İşte Gerçek Haşevîler adlı kitabımızda cevap vereceğiz inşaallah. Ancak burada birkaç söz söylemeden geçemeyeceğim:

Evet kendilerini islama nispet eden gruplar içinde teşbîh ve temsîl fikrini hararetle savunanlar olmuştur. Kaynaklar teşbîhin ilk ortaya çıkışının Râfızîler’in aşırılarından kaynaklandığında hem fikirdir. Söylenildiğine göre Allah’ın cisim olduğunu söyleyen ilk kişi Râfızî Hişâm b. el-Hakem3 (öl.190h.)’dir. Daha sonra bu hastalık Hişâm’ın taraftarları tarafından müslümanlar arasında yayılmaya başlamıştır. Biz, Müşebbihe hakkında daha geniş bilgiyi 306 nolu dipnotta verdiğimizden burada bunları tekrarlamaya gerek görmüyoruz. İsteyenler oradan bakabilirler.

Şurası bir gerçektir ki, mâlesef gerek Ehl-i Hadîs’ten gerekse mezhep imamları Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfiî ve Ahmed’e tâbi olanlar arasında teşbîh hastalığından nasibini alanlar çıkmıştır. Ancak bunların sayısı hem çok azdır, hem de bizzat Ehl-i Hadîs ve dört mezhep imamı tarafından kendilerine gereken cevap süratle verilmiştir. Birkaç kendini bilmez yüzünden bütün Ehl-i Sünnet âlimlerini itham altında bırakmak ve onlara iftira atmak herhalde adaletten olmasa gerek! Allah-u Teâlâ şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şâhitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil olmamaya itmesin. Adaletli olun; (zira) bu takvâya daha yakındır. Allah’tan korkun. Hiç şüphesiz Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdârdır.” (Mâide, 8)

Zaten Makâlât kitaplarıyla Fırak veya Milel ve Nihal kitaplarını inceleyenler gerçekte kimlerin Müşebbihe veya Mücessime veya Mümessile’den olduğunu öğrenirler. Bunlar arasında bu ümmetin üzerinde ittifak ettiği hiçbir Ehl-i Sünnet âlimi yer almamaktadır. Örneğin Ebu’l-Hasen el-Eş’arî (öl.330h.) bunlar arasında Hişâm b. el-Hakem (öl.190h.), Hişâm b. Sâlim el-Cevâlîkî gibi Râfızîleri sayarken1 Ebû Mansûr el-Bağdâdî (öl.429 h.) Müşebbihe’nin yaradanı yaratılmışa benzetenler ve yaratılmışı yaradana benzetenler olmak üzere iki sınıf olduğunu, ilk sınıfın da kendi içinde Allah’ın zâtını, yaratılmışların zâtına benzetenler ve Allah’ın sıfatlarını yaratılmışların sıfatlarına benzetenler olmak üzere iki grup olduğunu söyler. Birinci sınıfın ilk grubu arasında, Sebeiyye, Beyâniyye, Muğîriyye, Mansûriyye, Hattâbiyye, Hulûliyye, Hulmâniyye, Mukannaiyye, Azâfira, Hişâmiyye, Dâvûd el-Cevâribî’ye mensup olan Müşebbihe, İbrâhimiyye, Hâbitıyye, Kerrâmiyye vb. başka kolları sayar. İkinci grup arasında ise Basra Mu’tezilesi, Kerrâmiyye’nin bir kolu, ez-Zürâriyye, Râfızîler’in bir bölümü vd. kolları sayar.2 Şehristânî (öl.548h.) ise bunlar arasında Hişâm b. el-Hakem ve Hişâm b. Sâlim el-Cevâlîkî gibi Şiîler’in aşırılarından bir cemâatle, Mudar, Kehmes (öl.149h.), Ahmed el-Huceymî (öl.200h.), Ka’bî (öl.349 h.), Dâvûd el-Cevâribî ve başkaları gibi Haşevî Ehl-i Hadîs’ten bir cemâati sayar.3 Fahreddîn er-Râzî (öl. 606h.) ise bunlar arasında Hişâm b. el-Hakem’e tâbi olan Hakemiyye, Hişâm b. Sâlim el-Cevâlîkî er-Râfızî’ye tâbi olan Cevâlîkıyye, Yûnus b. Abdurrahmân el-Kummî’ye (öl.208 h.) tâbi olan Yûnusiyye, Şeytânu’t-Tâk lakabı4 ile anılan Ebu Ca’fer el-Ahvel’e (Muhammed b. Nu’mân er-Râfızî) tâbi olan Şeytâniyye ve Dâvûd el-Havârî’ye tâbi olan el-Havâriyye gibi Râfızîler ile akledilebilir şeylerden nasibi olmayan bazı hadisçileri ve üçüncü bir fırka olarak da Sicistân yöresinin zâhidlerinden Ebû Abdillah Muhammed b. Kerrâm’a (öl.255 h.) tâbi olanları sayar.”5

Sonra şunu hatırlatmak gerekir ki, dört mezhep imamından herhangi birine tâbi olduğunu iddia eden kimsenin bu iddiası tek başına, onun bu imamlardan birine gerçekten tâbi olduğu sonucunu doğurmaz. Çünkü islam tarihi boyunca pek çok şahıs ve grup aslında hiç de öyle olmadığı halde kendilerinin bu imamlardan birine tâbi olduğunu ileri sürerek mensûbiyet iddiasında bulunmuşlar kısmen de olsa insanları buna inandırmayı başarmışlardır. Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye bu konuda şunları söyler:

“Söz İmam Eş’arî’nin (öl.330h.) söylediklerine gelince içlerinde önde gelen bir şeyhleri : ‘Hiç şüphesiz İmam Ahmed (öl.241 h.) hem kadri büyük bir imam hem de İslam imamlarının en büyüklerindendir! Ancak O’na bir çok bid’at çıkarmış kimseler mensûbiyet iddia etmişlerdir’ dedi.

Dedim ki: Evet bu doğru, ama yalnız İmam Ahmed’e hâs bir özellik değil. Belki hemen hemen hiçbir imam yok ki, kendisinin onlardan uzak (ber’î) olduğu topluluklar ona intisab etmiş olmasın. İmam Mâlik’in (öl.179h.) onlardan uzak olduğu bazı insanlar, kendilerini O’na nispet etmişlerdir. Şâfiî’nin (öl.204h.) onlardan uzak olduğu bazı insanlar, kendilerini O’na nispet etmişlerdir. Ebû Hanîfe’nin (öl.150h.) onlardan uzak olduğu bazı insanlar kendilerini O’na nispet etmişlerdir. Mûsâ aleyhis’s-selâm’ın onlardan uzak olduğu bazı insanlar, kendilerini O’na nispet etmişlerdir. İsâ aleyhi’s-selâm’ın onlardan uzak olduğu bazı insanlar, kendilerini O’na nispet etmişlerdir. Ali b. Ebî Tâlib’in (öl.40h.) onlardan uzak olduğu bazı insanlar, kendilerini O’na nispet etmişlerdir. Yine Hz. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in onlardan uzak olduğu Karâmita, Bâtıniyye ve başka fırkalardan nice mülhidler, nice münafıklar kendilerini O’na nispet etmişlerdir.

O önde gelen şeyh sözleri esnasında ‘Haşeviyye ve Müşebbihe’den bazı insanlar, kendilerini İmam Ahmed’e nispet etmişlerdir’ veya benzeri bir şey söyledi.

Dedim ki: Müşebbihe ve Mücessime’den olanlar, İmam Ahmed’in ashâbı dışında diğer mezhep ashâbı arasında İmam Ahmed’in ashâbında olduğundan daha çoktur. Nitekim şu Kürt boylarının hepsi Şâfiî’dir. Onlarda olan teşbîh ve tecsîm fikri başka hiçbir insan sınıfında yoktur. Ceylân halkı içinde Şâfiîler’de vardır, Hanbelîler de. Sonra dedim ki: Halis Hanbelîler’e gelince onlar arasında, kendilerinden başka mezheplerde olan bu tür fikirlerden hiçbiri yoktur. (Daha sonra) Mücessimî Kerrâmîler’in hepsi Hanefî’dir diyerek cevabı tamamladım.”1

İbn Ebi’l-’İzz el-Hanefî (öl.792h.) ise bu konuyla ilgili olarak, Ebû Hanîfe’nin, “Allah’ın gökte olduğunu inkar eden kâfir olmuştur” sözünü aktardıktan sonra şöyle demiştir: “Ebû Hanîfe’nin yoluna (mezhebine) intisâb edenlerden bunu inkar edenlere aldırılmaz. İnandıkları şeylerin çoğunda Ebû Hanîfe’ye muhâlif olan Mu’tezile ve başka gruplar, kendilerini O’na nispet etmişlerdir. İnandıkları şeylerin bir kısmında Mâlik, Şâfiî ve Ahmed’e muhalefet edenler de, kendilerini bazen bu imamlara nispet edebilmişlerdir.”2

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Başta İmam Ahmed olmak üzere Yahyâ b. Maîn ve İshâk b. Râhûye gibi hadisçilerle Ehl-İ Sünnet’in diğer âlimlerini Haşevîlik, teşbîh, tecsîm ve temsîlle itham edenlerin asıl niyeti, bu imamları zan altında bırakmak sûretiyle onların müslümanlar arasındaki saygınlıklarını azaltmak ve böylece onların inançlarının temelini teşkil eden hadisleri yok saymaktır. Ancak onların bu niyetlerinin farkına varan âlimler, onların Ehl-i Sünnet imamları hakkındaki bu itham ve iftiralarını şiddetle reddetmişler ve bu konuda birçok özlü sözler söylemişlerdir. Bunlardan bazıları şöyledir:

Şehristânî, İmam Ahmed b. Hanbel, Dâvûd b. Ali el-Esfehânî (öl. 270h.) ve Selef’ten bir topluluğun, kendilerinden önce gelen ve hadis ehlinden olan Mâlik b. Enes ve Mukâtil b. Süleymân (öl.150h.) gibi seleflerinin yolundan nasıl yürüdüklerini uzunca anlattıktan sonra şöyle söylemiştir: “İşte bu, selâmet (esenlik) yolunun ta kendisidir. Bu yolda hiçbir şekilde teşbîh yoktur.”1

Fahreddîn er-Râzî de şöyle demiştir: “Şunu bil ki, Mu’tezile’den bir topluluk İmam Ahmed -Allah-u Teâlâ kendisine rahmet etsin-, İshâk b. Râhûye ve Yahyâ b. Maîn’e teşbîh nispet ederler ki bu yanlıştır. Çünkü onlar i’tikâdlarında teşbîh ve ta’tîlden uzaktırlar (münezzehtirler). Ancak onlar müteşâbih ayetler hakkında konuşmaz, aksine (onlara) iman ettik ve (onları) tasdik ettik derlerdi. Bununla birlikte onlar Allah-u Teâlâ’nın hiçbir benzeri olmadığını, hiçbir şeyin de O’na benzemediğini kesin bir dille ifâde ederlerdi. Bilindiği üzere bu i’tikâd teşbîhten gerçekten çok uzaktır.”2

Şeyh Mer’î b. Yusuf el-Kermî el-Hanbelî (öl.1033h.) ise şöyle demiştir: “Ne gariptir ki, Hanbelî imamlarımız Selef’in görüşünü söyleyip kabul ettikleri ve Allah’ı hem Allah’ın kendi nefsini vasfettiği hem de Rasûlü’nün O’nu vasfettiği şeylerle, tahrîf ve ta’tîle, tekyîf ve temsîle kaçmadan vasfettikleri halde, dininde ihtiyatlı (tedbirli) davranmayan birini, onları tecsîm fikrine nispet ederken bulabiliyorsun. Halbuki imamlarımızın mezhebi (görüşü), Şâfiîler’in mezhebinin (görüşünün) tersine mücessim olan kişinin kâfir olduğudur. Çünkü Şâfiîler nezdinde mücessim, kâfir değildir. Buna göre Mücessime’yi tekfîr eden bir topluluk (yâni Hanbelîler) nasıl olur da tecsîm görüşünü söyler?!”3

Hatta bunlardan bir kısmı sadece imamları teşbîhle itham etmekle kalmamış peygamberleri bile bu tür kötü lakaplarla itham etmişlerdir. İbn Teymiyye şöyle demiştir: “Cehmiyye ve Mu’tezile, -yalan ve iftira olarak- bu güne kadar sıfatlardan bir şeyi ispat edene Müşebbihe adını verirler. Hatta onlardan öyle aşırı gidenler olmuştur ki, bunlar peygamberleri bile Müşebbihe olmakla itham ederler. Öyle ki Cehmiyye’nin ileri gelenlerinden Sümâme b. el-Eşres (öl.213h.)  şöyle demektedir: ‘Peygamberlerden üçü Müşebbihe’dendir: Hz. Mûsâ böyledir. Çünkü O: ‘“Bu iş, senin imtihanından başka bir şey değildir.” (A’râf, 155)’ demiştir. Hz. İsâ da böyledir. Çünkü O: ‘“Sen benim nefsimde olanı bilirsin, halbuki ben senin nefsinde olanı bilmem” (Mâide, 116)’ demiştir. Yine Hz. Muhammed -sallallâhu aleyhi ve sellem- de böyledir. Çünkü O: ‘“Rabbimiz iner”’ 4 demiştir. Hatta Mutezile’nin pek çoğu, İmâm Mâlik, Sevrî (öl.161h.), Evzâ’î (öl.157 h.), Şâfiî, Ahmed ve bunlara tâbi olanlarla, İshâk b. Râhûye, Ebû ‘Ubeyd (öl.224h.) ve başkaları gibi imamların çoğunu müşebbihe sınıfına sokarlar.

Şâfiî mezhebine mensup Ebû İshâk İbrâhim b. Osmân b. Dırbâs (öl. 622h.), “Tenzîhu Eimmeti’ş-Şerîa ani’l-Elkâbi’ş-Şenîa” adında bir eser yazmış, selefin ve diğerlerinin bu konudaki sözlerini ve görüşlerini nakletmiştir. Yine bu kitabında, müşriklerin Hz. Peygamber’e iftira ürünü lakaplar taktıkları gibi bid’at ehlinden her bir sınıfın da Ehl-i Sünnet’e -bozuk görüşleri üzerinde doğru olduklarını ileri sürerek- bu tür iftira ürünü lakaplar taktıklarını anlatır.”1

Aslında hadis ehline bu tür sözlerle sövmeyi maharet sayan bu bid’at ehli zındıkların en büyük alâmeti, Ehl-i Sünnet’e Haşeviyye, Müşebbihe ve Mücessime gibi asla haketmedikleri lakaplar takmalarıdır. Âlimlerin bu noktaya dikkat çeken sözlerinden birkaçı şöyledir:

İmam Tirmizî (öl. 279h.) “Hiç kimse iyi (helal) bir şeyden sadaka vermiş olmasın ki Rahmân onu sağ eliyle alıp kabul etmesin. Bu bir hurma bile olsa. Zaten Allah iyiden (helalden) başkasını da asla kabul etmez” hadisini2 zikrettikten sonra şöyle demiştir: “İlim ehlinden pek çok kimse bu hadis ve sıfatlarla ilgili buna benzeyen diğer rivâyetler hakkında ve Allah-u Telâlâ’nın her gece dünya göğüne inmesi hususunda gelen rivâyetler3 hakkında şöyle demişlerdir: ‘Bu sıfatlar hakkında gelen rivâyetler kesinlikle sâbittir. Bunlara olduğu gibi inanılır ve haklarında hiçbir vehme düşülmez. Bunların nasıl olduğu konusunda da hiçbir şey söylenilemez. Bunun gibi Mâlik, Süfyân b. ‘Uyeyne (öl. 198h.) ve Abdullah b. Mübârek’in (öl. 181h.) bu hadisler hakkında: ‘Onları nitelendirmeden (olduğu gibi) alıp kabul ediniz’4 dedikleri, rivâyet edilmiştir. İşte Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’in ilim ehlinin görüşü de böyledir. Cehmiyye ise bu rivâyetleri inkar ederek ‘bunlar birer teşbîhtir’ demişlerdir.”5

Abdurrahmân b. Ebî Hâtim (öl. 327h.) ise babası Ebû Hâtim er-Râzî’nin (öl. 277h.) şöyle dediğini nakleder: “Ehl-i Eser’e söven bid’at ehlinin alâmetiyle zındıkların alâmeti, Ehl-i Sünnet’e Haşeviyye ismini takmalarıdır ki, onlar bununla eserleri (hadisleri) ortadan kaldırmak istemektedirler. Cehmiyye’nin alâmeti ise Ehl-i Sünnet’e Müşebbihe adını takmalarıdır.”6

İbn Ebi’l-’İzz el-Hanefî (öl. 792h.) ise şöyle demiştir: “İshâk b. Râhûye (öl. 238h.) şöyle demiştir: ‘Cehm’in (öl. 128h.) ve ashâbı Cehmiyye’nin alâmeti, alışageldikleri şekilde ve yalan yere Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’in, müşebbihe olduklarını iddia etmektir. Oysa bilakis onlar (Cehm ve Cehmiyye), Muattıla’nın (Allah’ın sıfatlarını inkar edenlerin) kendileridir.’ Yine bunun gibi selef imamlarından pek çoğu da şöyle demişlerdir: Cehmiyye’nin alâmeti, Ehl-i Sünnet’e müşebbih (benzeticiler) adını takmalarıdır. İsim ve sıfatlardan herhangi bir şeyi reddedenlerden hiçbir kimse yoktur ki, bunları ispat edene müşebbih adını takmasın. Zındıkların aşırıları; Karmâtîler ve felsefecilerden Allah’ın isimlerini inkar eden ve Allah için: ‘O, âlimdir ve kâdirdir’ denemeyeceğini söyleyen kimse, Allah’ı bu isimlerle (âlim ve alîm, kâdir ve kadîr isimleriyle) isimlendiren kimsenin müşebbih olduğunu ileri sürer. Çünkü ona göre isimdeki ortaklık (ortak kullanım ve benzerlik), anlamdaki benzerliği gerektirir. Yine Cehmiyye’nin aşırıları gibi ismi ispat edipte ‘o mecazdır’ diyen kimse, ‘muhakkak Allah gerçekten âlimdir, gerçekten kâdirdir’ diyen kimsenin müşebbih olduğunu ileri sürer. Yine sıfatları inkar eden ve Allah’ın ilmi, kudreti, kelâmı, sevmesi ve irâdesi yoktur diyen kimse, sıfatları ispat eden kimse için müşebbih ve mücessim der. İşte bunun için Cehmiyye, Mu’tezile, Râfıza ve benzerlerinden sıfatları redden kimselerin kitapları; sıfatları ispat edenlere taktıkları müşebbihe ve mücessime adlarıyla doludur. Onlar kitaplarında şöyle derler: Mücessime’nin cümlesinden kendilerine Mâlikîler denilen bir topluluk vardır ki bunlar kendisine Mâlik b. Enes denen birine nispet edilirler. Yine bunlardan kendilerine Şâfiîler denilen bir topluluk vardır ki bunlar da kendisine Muhammed b. İdrîs! denilen birine nispet edilirler. Hatta bu sıfat inkarcılarından Kur’ân’ı tefsir eden Abdülcebbâr (öl. 415h.), Zemahşerî (öl. 538h.) ve diğerleri gibi müfessirler, sıfatlardan herhangi bir şeyi ispat eden ve Allah’ın (ahirette) görüleceğini söyleyen herkese müşebbih adını verirler. Öyle ki bu kullanım, grupların çoğunluğunun son dönem âlimlerinin nezdinde yaygın bir hal almıştır.

Ancak meşhûr Sünnet âlimleri nezdinde, bu lafzın (teşbîh) kullanımı hususunda yaygın olan görüş şudur: Onlar ne teşbîhi reddetmek sûretiyle sıfatları reddetmeyi kasdetmişlerdir ne de sıfatları ispat eden herkesi teşbîhçi olmakla nitelemişlerdir. Aksine onlar teşbîhi reddederek, Allah’ın isimlerinde, sıfatlarında ve fiillerinde yarattığı şeylerden hiçbirine benzemediğini kasdetmişlerdir. Tıpkı daha önce geçen Ebû Hânîfe’nin şu sözünde olduğu gibi: ‘Allah-u Teâlâ bilir ama bizim bilmemiz gibi değil, güç yetirir ama bizim güç yetirmemiz gibi değil, görür ama bizim görmemiz gibi değil’.1 İşte bu Allah-u Teâlâ’nın şu buyruğunun mânâsıdır: “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.O işitendir, görendir.” (Şûrâ, 11). Allah burada benzerliği reddetmiş ve sıfatı (işitme ve görme sıfatlarını) ispat etmiştir.

İleride Şeyh’in (Tahâvî’nin) sözleri içinde sıfatları ispat konusu, teşbîhi reddetmenin, sıfatları reddetmeyi gerektirmediği hususuna dikkat çekmek maksadıyla geçecek.”1

Molla Aliyyu’l-Kârî (öl. 1014h.) ise kendisi gibi Hanefî olan İmam Sadreddîn Konevî’nin (öl. 673h.) şöyle dediğini nakletmiştir: “Bu nedenle selef âlimlerinin çoğu şöyle söylemişlerdir: Cehmiyye’nin alâmeti, Ehl-i Sünnet’e müşebbih (benzeticiler) adını takmalarıdır. İsim ve sıfatlardan herhangi bir şeyi reddedenlerden hiçbir kimse yoktur ki bunları ispat edene müşebbih adını takmasın. Hatta Abdülcebbâr (öl. 415h.), Zemahşerî (öl. 538h.) gibi bazı tefsîr âlimleri ve bu ikisi dışındaki diğer Mu’tezilî ve Râfızî âlimler, sıfatlardan herhangi bir şeyi ispat edene, yahut Allah’ın zâtını (ahirette) görmenin mümkün olduğunu söyleyen âlimlere “müşebbih” adını verirler. Halbuki Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’in cumhurunun nezdindeki meşhûr olan görüş, onların, Allah’ın yaratıklara benzemesini reddetmek sûretiyle, Allah’ın sıfatlarını reddetmeyi kasdetmedikleri, aksine bununla, imamın da doyurucu bir anlatımla anlattığı gibi Allah’ın isimlerinde, sıfatlarında ve fiillerinde yarattığı şeylerden hiçbirine benzemediğini kasdettikleri yolundadır.”2 3

Kaldı ki Ehl-i Sünnet âlimleri Allah’ın isim ve sıfatlarında yapılabilecek teşbîh ve tecsîmi kesin ifadelerle yasaklamışlar, hatta bunun şirk ve küfür olduğunu söylemişlerdir. Onların bunu gösteren bazı sözleri şöyledir:

İmam Tahâvî (öl. 321h.), Ebû Hanîfe’nin (öl. 150h.) şöyle dediğini nakleder: “Kim Allah’ı insana özgü anlamlardan (sıfatlardan) bir anlam (sıfat) ile tanımlarsa, muhakkak küfre düşmüş olur. Bu gerçeği gören bir ibret alır da artık kâfirlerin dediklerine benzer bir sözü söylemekten kaçınır. Bunu yapınca da Allah-u Teâlâ’nın sıfatlarında beşer sıfatları gibi olmadığını anlar.”4

Rebî’ b. Süleymân (öl. 270h.), Allah’ın sıfatları hakkında İmam Şâfiî’ye (öl. 204h.) sorduğu bir soruya İmam Şâfiî’nin şöyle cevap verdiğini söylemiştir: “Akılların, Allah-u Teâla’yı temsîl ve teşbîh etmesi, tasavvurların O’nu sınırlaması, zanların kesin bilgi ortaya koyması, gönüllerin düşünüp anlaması, iç âlemdeki tefekkürlerin derinliklere dalması, zihinlerin ihata edip kuşatması ve akılların düşünüp kavraması haramdır, yasaktır; ancak Allah’ın bizzat kendisini tanımladığı, ya da Peygamberi sallallâhu aleyhi ve sellem’in diliyle açıkladığı bilgi ve sıfatlar müstesnâ!”5

Nuaym b. Hammâd el-Huzâ’î (öl. 228h.) ise şöyle demiştir: “Allah’ı yaratıklarına benzeten kâfir olur. Allah’ın kendisini nitelendirdiği şeyleri inkar eden de kâfir olur. Ne Allah’ın kendisini nitelendirdiği ne de Rasûlü’nün O’nu nitelendirdiği hiçbir şey teşbîh değildir.”1

İshâk b. Râhûye (öl. 238h.) de şöyle demiştir: “Kim Allah’ı nitelerken O’nun sıfatlarını, yarattığı şeylerden birinin sıfatlarına benzetirse o Azîm olan Allah’ı inkar etmiş olur.”2

Bu konuyla ilgili sözlerimize İbn Teymiyye ve Mer’î b. Yûsuf el-Kermî el-Hanbelî’nin (öl. 1033 h.) şu sözleriyle son veriyoruz:

“Allah Sübhânehu’nun ne isimleri ve sıfatlarıyla birlikte zikredilen mukaddes nefsinde ne de fiillerinde hiçbir benzeri yoktur. Yine yakînen biliriz ki, O’nun gerçekten bir zâtı, gerçekten fiilleri ve gerçekten sıfatları vardır. Bununla birlikte O’nun ne zâtında ne sıfatlarında ne de fiillerinde hiçbir benzeri yoktur. Allah eksikliği ve sonradan olmayı gerektiren herşeyden, gerçekten münezzehtir. Çünkü O Sübhânehu ve Teâlâ, üstünde hiçbir gayenin olmadığı en üstün kemâli (mükemmelliği) hakedendir. Yok olması imkansız olduğu için, sonradan olması da imkansızdır. Sonradan olmak, önce yok olmayı gerektirdiği, bir oldurucuya ihtiyaç duyduğu, kendisinin varlığı ise kendi başına bağımsız zorunlu varlık olduğu için Allah Sübhânehu ve Teâlâ sonradan var olmamıştır.”3

“Allah Sübhânehu sonradan olanların hepsinden farklıdır. O’nun zâtı (başka) zâtlara benzemediği gibi sıfatları da (mahlûkâtının) sıfatlarına benzemez. Yine Allah yarattıklarından hiçbir şeye benzemediği gibi sonradan olma şeylerden hiçbirine de benzemez. Aksine O yarattıklarının hepsinden farklı ve ayrıdır. Ne zâtında, ne sıfatlarında ne de fiillerinde O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. Mutlak varlık O’nun’dur. O ne bir zamanla sınırlanabilir ne de bir mekanla sınırlanabilir. Mutlak birlik, O’nun kendi nefsiyle kâim olması ve fiillerinin hepsinde bağımsız olması dolayısıyladır. Güzellik veya sevinmek veya şeref veya aydınlık veya cemâl veya benzer bir görüntü veya benzer bir şahıs gibi niteliklerden Allah’la ilgili olarak kalbinin zannettiği veya fikir alanında oluşan veya aklına gelen her ne varsa Allah-u Teâlâ ondan farklıdır. Böyle bir durumda “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur” (Şûrâ, 11) ayetini oku. Sen Allah dağa tecelli edince dağın O’nun heybetinin azametinden dolayı paramparça olduğunu görmüyor musun?! Nasıl ki Allah’ın tecelli ettiği bir şey paramparça oluyor, işte bunun gibi Allah hakkında zan ve tahminlerde bulunan kalp helak olup gider. Öyleyse tam anlamıyla teslim olmuş ve tasdik etmiş halde hem O’nun kendi nefsi için razı olduğu şeylerden razı ol hem de kendi nefsi hakkında bildirdiği haberlerin ötesine geçme.”4

Eş’arîler ve Mâturîdîler Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’ten midirler?

Nasıl ki, selefin i’tikâdi görüşlerine muhalif olanlar içinde Ehl-i Sünnet’in büyük imamlarını Haşevî ve Müşebbih olmakla itham edenler çıkmışsa yine aynı şekilde selefin i’tikadi görüşlerini benimsemiş kimseler arasında da Eş’arîler’i ve Mâturîdîler’i büsbütün Ehl-i Sünnet dışına çıkaranlar çıkmıştır. İlk grubun yaptığı ne kadar yanlışsa ikinci grubun yaptığı da o kadar yanlıştır. Olması gereken şahıslara ve gruplara hükmetme noktasında adaletten ayrılmamak, elden geldiğince âdil olmaktır. Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şâhitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil olmamaya itmesin. Adaletli olun; (zira) bu takvâya daha yakındır. Allah’tan korkun. Hiç şüphesiz Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdârdır.” (Mâide, 8), “Söz söylediğiniz zaman adaletli olun.” (En’âm, 152)

Allah’a hamdolsun ki elimizde, Ehl-i Sünnet âlimlerinin kendileri dışındaki gruplara hükmederken adaletten ayrılmadıklarını gösteren birçok örnek bulunmaktadır. Örneğin Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye Allah’ın tevhîdi, isimleri ve sıfatları konusunda Zâhirîlerle (imamları Dâvûd ez-Zâhirî ve O’na uyan küçük bir grup hariç) Eş’arîler’in sahip oldukları akîdeyi karşılaştırırken şunları söylemiştir: “Bilindiği üzere İmam Eş’arî ve Ashâbı bu konuda Selef’e, imamlara ve hadis ehlinin mezhebine, Zâhirîler’den çok daha fazla yakındır. Yine bunun gibi Zâhirîler, Kur’ân ve Sıfat meselelerinde Ahmed b. Hanbel ve O’nun dengi diğer imamlara muvâfık olduklarını iddia etmekle beraber bu hususta Eş’arî ve Ashabını tenkid edip ayıplarlar. Oysa Eş’arî ve Ashâbı, Kur’ân ve Sıfat meselelerinde Ahmed b. Hanbel ve O’nun dengi diğer imamlara tahkîk ve intisâb bakımından, Zâhirîler’den daha yakındırlar. Tahkîk bakımından diyoruz, çünkü sıfatlar konusunda İmam Eş’arî ve Ashâbının mezhebiyle İbn Hazm (öl. 456h.) ve Zâhirîler’den O’nun emsâli olanların mezhebini bilen kimseye şu açık-seçik belli olmakla beraber kendisi ve (bu) iki görüşü anlamış herkes şunu bilir ki: Bu Bâtınî Zâhirîler, Mu’tezile’ye, hatta felsefecilere Eş’arîler’den daha yakındırlar. Eş’arîler ise Selef’e, imamlara ve hadis ehline, Zâhirîler’den daha yakındırlar... İntisâb bakımından ise, Eş’arî ve Ashâbının kendilerini, özel olarak İmam Ahmed’e genel olarak da vesair hadis ehli imamlarına nispet etmeleri, kendilerine âit kitapların hepsinde açıktır, meşhûrdur.”1

Yine örneğin kitabımızın yazarı İbn ‘Useymîn kendisine yöneltilen “Faziletli Şeyh! Eş’arîler Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’ten midirler? Açıklamanızı rica ederiz” şeklindeki bir soruya şöyle cevap vermiştir: “Eş’arîler, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’e muvâfık oldukları meselelerde Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’tendirler. Ancak onlar sıfatlar konusunda Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’e muhaliftirler. Çünkü onlar sadece yedisi dışında Allah’ın sıfatlarından başka hiçbir sıfatı ispat etmezler. Öte yandan bunları da Ehl-i Sünnet’in ispat ettiği şekilde ispat da etmezler. Her yönüyle onlar Ehl-i Sünnet’tendirler dememiz icab etmediği gibi onların Ehl-i Sünnet’e mensup oluşlarını tamamen reddetmemiz de icab etmez. Biz deriz ki, onlar Ehl-i Sünnet’e muvâfık oldukları meselelerde Ehl-i Sünnet’tendirler. Ehl-i Sünnet’e muhalefet ettikleri meselelerde ise Ehl-i Sünnet’e muhaliftirler. İşte böylece tafsîle gitmek kendisi ile hakkın ve adaletin gerçekleşeceği yoldur. Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Söz söylediğiniz zaman adaletli olun.” (En’âm, 152). Sonuç olarak onların mutlak sûrette Ehl-i Sünnet dışına çıkartılmaları adaletten olmayacağı gibi tamamen Ehl-i Sünnet’e dahil edilmeleri de adaletten olmaz. Vâcib (gerekli) olan her hak sahibine hakkının verilmesidir.”1

Başka bir yerde ise “Eş’arî akîdesinin mahiyeti nedir ve İhvân-ı Müslimîn’in sâhip olduğu akide, Eş’arî akidesi midir?” şeklindeki soruya şöyle cevap vermiştir: “Allah şahit ki, bizler İhvân-ı Müslimîn’in akidesinin ne olduğunu bilmiyoruz. Fakat Eş’arîler hakkında yazılan kitaplar içinde gördüğüm en hayırlı kitap Şeyh Sefer el-Havâlî’ye âit olan küçük bir risâledir ki, O onda güzel sözler söylemiş ve Eş’arîler’in Allah’ın isimleri ve sıfatları meselesiyle, kelâm, iman, vaîd (azâb, cehennem) ve daha birçok meselede Ehl-i Sünnet’e olan muhalefetlerini açıklamıştır. Bu meselelere vâkıf olmak isteyenler bu kitaptan istifâde edebilirler.”2

Bir başka yerde ise Ehl-i Sünnet’in Selef’in ta kendisi olan Sahâbe, Tâbiîn ve onların izinden giden hidayet önderi imamlar olduğunu belirttikten sonra “Eş’arîler ve Mâturîdîler, Allah’ın İsimleri ve Sıfatları konusunda Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’ten sayılmazlar” demiş ve bunun neden böyle olduğunu uzunca bir şekilde anlatmıştır.3

Bir başka yerde ise Ehl-i Sünnet’i oluşturan âlimlerin şunlar olduğunu söylemiştir: “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat içinde müslümanların, doğru yol üzerinde oldukları hususunda birleştikleri din önderi imamlar vardır: Tıpkı İmam Ahmed, Şâfiî, Mâlik, Ebû Hanîfe, Süfyân es-Sevrî, Evzâ’î gibi. Yine Ehl-i Sünnet içinde bu imamlar dışında Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye ve Şeyhu’l-İslâm Muhammed Süleymân et-Temîmî (öl.1206h.) gibi meşhûr ve marûf imamlar da vardır.”4

Bu konuyla ilgili sözlerimize İbn Teymiyye’nin şu veciz ifadesiyle son veriyoruz:

“Selefin mezhebini (görüşlerini) ortaya koyan ve ona bağlı ve müntesip olduğunu söyleyen bir kimsenin ayıplanacak hiçbir tarafı yoktur. Aksine böyle bir tavrı ondan ittifakla kabul etmek gerekir. Çünkü selefin mezhebi haktan başkası değildir ki! Eğer bu tavrı ortaya koyan kişi zâhiren ve bâtınen selefin mezhebine muvâfık ise, o kişi zâhiren ve bâtınen hak üzere olan bir mü’min durumundadır. Yok eğer sadece zâhirde selefin mezhebine muvâfık, bâtınen muvâfık değilse o kişi de münâfık durumundadır. Açığa vurduğu kabul edilir (zâhirine göre hareket edilir), gizledikleri (içinde olanlar) Allah’a havale edilir. Çünkü biz insanların kalplerini yarıp içine bakmakla ve karınlarını deşmekle emrolunmadık.”1

 

Eserin Konusu:

Çevirisini sunduğumuz elinizdeki bu eser önsöz, yirmialtı bölüm ve bu bölümlere bağlı alt bölümlerden (fasıllardan) oluşmaktadır.

İlk yirmibeş bölümde ve bunlara bağlı alt bölümlerde; Ehl-i Sünnet’in Allah’ın isim ve sıfatları hakkında sâhip olduğu akîde, isim ve sıfat tevhidinde bilinmesi gereken temel kurallar, Ehl-i Sünnet dışı grupların Ehl-i Sünnet’e yönelttiği eleştiriler ve Ehl-i Sünnet’in bu eleştirilere aklî ve dinî bakımlardan verdiği cevaplar ve Bid’atçiler’in Ehl-i Sünnet’e yakıştırdıkları kötü lakaplar gibi isim ve sıfat tevhidini ilgilendiren daha pek çok meseleden delilleriyle birlikte söz edilmiştir.

Yirmialtıncı bölüm ve buna bağlı alt bölümlerde ise islam ve iman kelimelerinin tanımıyla bu iki kelime arasındaki ilişki, iman ve amel ilişkisi, imanın artması ve eksilmesiyle artma ve eksilmeye neden olan etkenler ve imanda istisnâ gibi imanı ilgilendiren meselelerden delilleriyle birlikte söz edilmiştir.

 

Eserin Elimizdeki Mevcut Baskıları:

İbn ‘Useymîn’in Fethu Rabbi’l-Beriyye bi Telhîsi’l-Hameviyye adlı eserinin çevirisinde asıl kabul ettiğimiz elimizdeki mevcut dört baskı şunlardır:

1- Mektebetü’l-Meârif tarafından Mecmûu Resâil fi’l-Akîde kitabının içinde, Riyad’da yapılan baskı. Kitap ilk kez bu yayınevi tarafından basılmıştır.

2- İmam Muhammed b. Suûd İslam Üniversitesi tarafından 1407/1986 yılında Riyad’da yapılan baskı.

3- Dâru Tayyibe tarafından Resâil fi’l-Akîde kitabının içinde (sh: 45-118), 1409/1989 yılında Riyad’da yapılan baskı.

4- Mektebetü Edvâi’s-Selef tarafından, Eşref b. Abdulmaksûd’un tertib ve tahkik ettiği el-Kavâidu’t-Tayyibât fi’l-Esmâi ve’s-Sıfât adlı kitabın içinde (sh:93-197), 1416/1995 yılında Riyad’da yapılan baskı.

Eserin aslı olan İbn Teymiyye’nin el-Fetvâ el-Hameviyye el-Kübrâ adlı kitabının elimizdeki mevcut üç baskısı ise şunlardır:

1- Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye tarafından, Beyrut’ta yapılan baskı.

2- Mektebetü’l-Hirâ’ tarafından Şerîf Muhammed Fuâd Hezzâ’ tahkikiyle 1411/1991 yılında Mekke-i Mükerreme’de yapılan baskı.

3- Dâru Âlemi’l-Kütüb tarafından Mecmûu’l-Fetâvâ içinde (5/5-121), 1412/1991 yılında Riyad’da yapılan baskı.

 

Elinizdeki Eserde Yaptığım İşler:

1- Çevirisini sunduğumuz bu eserin elimizdeki mevcut baskılarını birbirleriyle karşılaştırarak baskılar arasında farklılıklar olup olmadığını tespit etmeye çalıştım. Ayrıca Yazar İbn ‘Useymîn tarafından eserin aslı olan el-Fetvâ el-Hameviyye el-Kübrâ’dan yapılan harfî nakillerde, nakille naklin yapıldığı bölümü karşılaştırarak farklılıkları tespit etmeye çalıştım. Bunu yaparken eserin aslının elimizdeki mevcut üç baskısını da birbirleriyle karşılaştırdım. Her iki karşılaştırmada da tespit ettiğim oldukça az olan bu farklılıkları ilgili dipnotlarda belirttim.

2- Eseri gücümüz nispetinde günümüz Türkçesiyle Türkçe’ye çevirmeye çalıştım. Metindeki bazı Arapça kavramları önemine binâen olduğu gibi bırakmakla beraber cümle içindeki durumlarına göre anlamlarını parantez içinde belirttim. Eğer birden fazla anlam ifâde etmişse veya açıklanmaya gereksinim duymuşsa bunları da ilgili dipnotlarda açıkladım.

3- Eserin metnindeki ayetlerin Kur’ân-ı Kerim’deki yerlerini, sûre ismi ve ayet numarası belirtmek sûretiyle, yine metinde ayetlerin hemen ardından gösterdim.

4- Metinde geçen bütün hadis ve rivâyetlerin kaynaklarını ilgili dipnotlarda gösterdim. Hemen hemen kaynağını tespit edemediğim hiçbir hadis ve rivâyet bırakmadım.

Hadis ve rivâyetlerin kaynaklarını tespit ederken şu yolu izledim:

Öncelikle iki parantez arasında hadis veya rivâyetin sıhhat ya da zayıflık derecesini gösteren hükmü zikrettim.

Sonra İmam Mâlik ve İmam Ahmed ile başlayıp, arkasından Buhârî, Müslim ve Kütüb-i Sitte’nin geri kalan imamlarını, bunlardan sonra hadis veya eseri rivâyet eden diğer imamları ve eserlerini genelde kronolojik bir sıraya bağlı kalarak zikrettim. Cilt ve sayfa numarasını verdiğim Nesâî’nin Sünen’i ve birkaç eser dışında hadis ve rivâyetlerin ilgili kitaptaki numaralarını kaydettim.

Hadislerle ilgili hükümlere gelince, hadis sahihse “sahih hadis” tabirini, hasense “hasen hadis” tabirini, zayıfsa “zayıf hadis” tabirini kullandım. Bunu yaparken de bu dalın önde gelen âlimlerinden hadise kimlerin sahih, kimlerin hasen, kimlerin de zayıf dediğini belirttim. İbn Teymiyye, Zehebî, Heysemî, İbn Hacer, Suyûtî, Kettânî bazen de mesela Şuayb el-Arnavût, Abdülkâdir el-Arnavût ve Hüseyn Selîm Esed gibi son dönem ilim adamlarının adını verdim. Genelde ise çağımızın ünlü hadis âlimi Muhammed Nâsıruddîn el-Elbânî’nin (Allah kendisine rahmet etsin), hadis hakkındaki hükmünü vermekle yetindim. Kimi zaman hadis ilminin gerektirdiği kadarı ile senede  bazen de metne dâir açıklamalarda bulunarak sened ve metin kritiği yaptım ki, bu çok fazla değildir.

Elimizdeki rivâyet şayet hadis değil de eserse “sahih eser” ve “zayıf eser” tabirlerini kullandım ve hadislere hükmederken izlediğim metodun aynısını izledim.

Yeri gelmişken şöyle bir hatırlatma yapmayı kendime bir görev biliyorum. Kitabın çeviri ve tahkikinin müsvedde aşamasında henüz Muhammed Nâsıruddîn el-Elbânî hayattaydı. Ancak eserin müsveddesini gözden geçirip temize geçtiğim sıralarda -1 Ekim 1999 (22.6.1420) Cuma günü- kendisi aramızdan ayrıldı. Çağımızın hadis otoritelerinden, belki de en büyüğü sayılan el-Elbânî ardından kendi gibi birini daha bırakmadı. Allah kendisine gani gani rahmet etsin ve kendisini Firdevs cennetinde Hz. Peygamber’in komşusu yapsın. (Âmîn)

5- Yazarın birilerine nispeten kaydettiği sözlerin, o sözü söyleyenlerin kendi eserlerindeki ya da başkalarının eserlerindeki yerlerini ilgili dipnotlarda kaydettim. Şayet kaydedilen söz söyleyenlerin kendi eserlerinde değil de başkalarının eserlerinde ise sözün geçtiği eserleri elimden geldiği kadar çok tutmaya gayret ettim. Sened kritiği yapmak gerekmişse bir önceki şıkta zikrettiğim yolu izledim.

6- Metinde adları geçen sahâbe ve şahıs isimlerinin bazen kısa bazen de önemine binâen uzun biyografilerini ilgili dipnotlarda kaynaklarıyla beraber kaydettim.

7- Metinde söz konusu edilen bütün mezhep ve gruplar hakkında ilgili dipnotlarda bazen kısa bazen de önemine binâen uzun bilgiler verdim ve bunların geçtiği kaynakları kaydettim.

8- Metinde geçen önemli gördüğüm kavramları ilgili dipnotlarda açıkladım.

9- Metinde söz konusu edilen temel i’tikâdî konularda İmam Ebû Hanîfe’nin (öl.150h.)ne dediğini ve neye inandığını bizzat Ebû Hanîfe’nin kendisine nispet edilen beş eserden nakletmek sûretiyle ilgili dipnotlarda kaydettim. Ayrıca başta İmam Tahâvî (öl.321 h.) olmak üzere, İbn Ebi’l-’İzz el-Hanefî (öl.792 h.), Bedreddîn el-Aynî (öl.855 h.), Molla Aliyyu’l-Kârî (öl.1014 h.), dede Âlûsî (öl. 1270 h.), oğul Âlûsî (öl. 1317 h.), torun Âlûsî (öl. 1342 h.) ve diğer Hanefî âlimlerin bu konulardaki tespitlerini ve sözlerini de ilgili dipnotlarda kaydettim. Böylece okuyucunun metindeki bilgilerle dipnotlardaki bilgileri karşılaştırmasını, bunun sonucu olarak da İbn Teymiyye, İbn ‘Useymîn ve diğer selefi imamların sahip olduğu i’tikâdla Ebû Hanîfe ve yolundan giden Hanefî imamların sâhip olduğu i’tikâd arasında aslında pek de bir farkın olmadığını görmesini sağlamaya çalıştım. Şayet aralarında bir ihtilaf (anlaşmazlık) vâki olmuşsa bu ihtilafın nedenlerini ve varsa bu ihtilafı giderme yollarını uzun bir şekilde anlatmaya gayret ettim.

10- Metinde söz konusu edilen i’tikâdî konuların geneli hakkında İbn Teymiyye, İbnu’l-Kayyim ve İbn ‘Useymîn’in bazende Nevevî, Zehebî, İbn Hacer, İbnu’l-Mevsılî, el-Elbânî ve Dr. Humeyyis’in görüşlerinin geçtiği yerleri ilgili dipnotlarda ayrıca belirttim. Böylece bu konular hakkında daha geniş bilgi almak isteyenlerin bu yerlere kolayca dönmelerini sağladım.

11- Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye’nin -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- kısa bir biyografisini, öğrencisi Hâfız Zehebî’nin Tezkiretü’l-Huffâz adlı eserinde O’nun hakkında söylediklerinden aynen naklettim.

12- Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye’nin el-Fetvâ el-Hameviyye el-Kübrâ adındaki bu eseri nedeniyle Dımaşk’ta (Şam’da) maruz kaldığı mihnet hakkında bilgi verdim. Bu bilgiyi Şeyhu’l-İslâm’ın iki has öğrencisi İbn Abdilhâdî ve İbn Kesîr’in dilinden aynen aktardım.

13- Çağımızın büyük ilim adamlarından biri olan Muhammed b. Sâlih el-’Useymîn’in özlü bir biyografisini kaydettim.

14- Teknik bir takım indeksler (fihristler) yaptım. Bunlar aşağıdaki şekildedir:

1- Bibliyografya

2- Sahâbe ve Şahıs İsimleri İndeksi

3- Din, Mezhep ve Grup İsimleri İndeksi

4- Yer İsimleri İndeksi

5- Kavram İndeksi

6- Konu İndeksi (İçindekiler)

Önsözümüze el-Hatîb el-Bağdâdî’nin (öl.463 h.) sünnete bağlılığın lüzumundan bahseden şu mısralarıyla son veriyoruz:

“Hadis; tevhid usulleri ilmini,

Va’d, vaîd, Allah’ın sıfatları ile cennet ve cehennemin tavsîfi ve bunlara dâir haberleri,

Peygamberlerin kıssalarını,

Meleklerin zikrini,

Zâhidlerin ve Velîlerin haberlerini,

Bulegânın vaazlarını,

Fukahânın sözlerini,

Arap ve Acem meliklerinin siyerini,

Geçmiş ümmetlerin kıssalarını,

Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in gazalarını, siyerini, ahkam ve kazalarını, hutbelerini, nasihatlerini, mucizelerini, hanımları, çocukları, akraba ve ashâbının sayısını, faziletlerini, haberlerini, menkıbelerini, ömürlerini, neseblerini,

Kur’ân’ın tefsirini,

Ashâbın ahkâma dair sözlerini... ve diğer hususları kapsayıcıdır.”1

Büyük arşın Rabbi, Yüce ve Kerîm Allah’tan benim bu çalışmamı kıyamet günü hasenâtımın arasına katmasını, ilim adamları ve müslüman kardeşlerime bunu faydalı kılmasını dilerken, bu kitabın basımına olan katkılarından dolayı İhyâu’t-Türâsi’l-İslâmî Cemiyetine teşekkürü bir borç bilirim. Çünkü “insanlara şükretmeyen (teşekkür etmeyen) Allah’a şükretmez.” 2

Bu çalışma, kusurlu birisinin ortaya koyduğu bir gayrettir. “Tetkik edecek şahıslar bunu dikkatle tetkik etsin, alabildiğine bizi mazur görsün. Çünkü akıllı kişi başkasını mazur görebilendir. Allah ise kendi kitabından başkasını hatadan korumuş değildir. İnsaflı kişi başkasının birçok doğruları karşılığında az sayıdaki hatalarını bağışlayabilendir.”3

Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. Allah-u Teâlâ, Peygamberimiz Muhammed’e, O’nun aile halkına ve ashâbına salât ve selâm eylesin.

 

 

Necmi SARI

İstanbul, Ağustos 2000


 

Bir Kaç Satırda İbn Teymiyye

Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye’nin biyografisi pek çok kaynak eserde bulunabileceği gibi sadece İbn Teymiyye’yi konu alan özel biyografiler de mevcuttur.1 Biz burada Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye’nin seçkin öğrencilerinden biri olan Hâfız Zehebî’nin (öl.748 h.) Tezkiretü’l-Huffâz adlı eserinde hocası hakkında söylediklerini, olayları bizzat müşâhede eden birinci ağız olması nedeniyle olduğu gibi aktarmakla yetiniyoruz. Hâfız Zehebî şöyle demiştir:

“İbn Teymiyye; Şeyh, imam, büyük âlim, hâfız, tenkidçi, fakîh, müctehid, usta müfessir, Şeyhu’l-İslâm, zâhidlerin efendisi, çağının tek ve eşine nadir rastlanan âlimi, Takıyyuddîn Ebu’l-Abbâs Ahmed İbn el-Müftî Şihâbuddîn Abdulhalîm  İbn el-İmâm el-Müctehid Şeyhu’l-İslâm Mecduddîn Abdüsselâm b. Abdullah b. Ebi’l-Kâsım el-Harrânî.

Önder imamlardan biri olan Şeyhu’l-İslâm, 661 yılının Rebîu’l-Evvel ayında dünyaya geldi. Yedi yaşında ailesiyle birlikte (Şam’a) göçtü. İbn Abdiddâim, İbn Ebi’l-Yüsr, el-Kemâl b. Abd, İbnu’s-Sayrafî, İbn Ebi’l-Hayr ve daha pek çok âlimden ilim dinledi.

Hadise önem verdi, hadis cüzlerini nesh etti (olduğu gibi aktararak yazdı), şeyhleri dolaştı, hadis rivâyetiyle meşgul oldu, zayıf hadisleri sahih hadisler arasından ayıklayarak seçip çıkardı, ricâl ilmi, ilelü’l-hadîs ve fıkhu’l-hadîs yanında İslâmî ilimler, kelâm ilmi ve diğer ilimlerde ileri dereceye ulaştı.

Şeyhu’l-İslâm derin ilme sâhip âlimlerden, sayılı zeki kimselerden, eşsiz zâhidlerden, büyük yiğitlerden ve kerem sahibi cömertlerdendi. Onu, ondan taraf olan da Ona muhalif olan da övdü. İlim yolcuları 300 cilt kadar olan eserleriyle yollarını buldular.

Şam, Mısır ve es-Sağr’da hadis rivâyet etti. Defalarca fitnelere ve eziyetlere maruz kaldı. Mısır, Kâhire ve İskenderiyye kalelerinde hapsedildi. İki defa da Dımaşk (Şam) kalesinde hapsedildi. 728 yılının Zilka’de ayının 20’sinde, iki defa hapsedildiği Dımaşk (Şam) kalesinde, tutuklu olarak konduğu bir hücrede vefat etti. Sonra cenaze işlemlerinin tamamlanmasının ardından şehir (Dımaşk) câmisine çıkarıldı (getirildi). Cenaze namazına sayıları sayılamayacak kadar çok olan topluluklar katıldı. Bunlar toplam altmışbin kadar sayılmışlardır. Cenazesi, es-Sûfiyye mezarlığına, kardeşi Şerefuddîn Abdullah’ın hemen yanı başına defnedildi. Allah-u Teâlâ her ikisine de rahmet etsin.

(Ölümünden sonra) hakkında hem güzel rüyalar görüldü hem de pek çok kasideyle O’nun iyiliklerini ve üstün meziyetlerini anlatan mersiyeler düzüldü. Yalnız kendisinin verdiği fetvâlar dolayısıyla başına pek çok iş geldi. Bu fetvâlar O’nun ilim denizinde (ilminin derinliklerinde) kaybolup gitmişlerdir.1 Allahu-u Teâlâ O’nu bağışlasın ve O’ndan râzı olsun. Ben O’nun bir benzerini daha görmedim. Bu ümmetten herkesin sözü alınırda terkedilir de. Ya (başka) ne olacaktı ki?!”2
Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye’nin el-Fetvâ el-Hameviyye el-Kübrâ Adındaki Bu Eseri Nedeniyle Dımaşk’ta (Şam’da) Maruz Kaldığı Mihnet1

Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye hayatı boyunca inancından ötürü birtakım fitne ve musîbetlere maruz kalmış, gerek ölümünden önce gerekse ölümünden sonra hakkında birçok topluluk ileri geri konuşmuş ve O’nun tecsîm fikri başta olmak üzere daha başka sapık bid’at görüşlere sahip olduğunu iddia etmişlerdir. Oysa ki O, bütün bu iddia ve görüşlerden uzaktır.2 İşte O’nun inancı uğrunda maruz kaldığı mihnetlerden biri de bu kitapta özeti verilen el-Fetvâ el-Hameviyye el-Kübrâ adlı eseri nedeniyle Dımaşk’ta maruz kaldığı mihnettir Bu mihnet, Şeyhu’l-İslâm’ın iki has öğrencisi olan İbn Abdilhâdî (öl.744h.) ve İbn Kesîr’in (öl.774 h.) aktardıklarına göre aynen şöyle gerçekleşmiştir:

İbn Abdilhâdî (öl.744h.) şöyle demiştir:

“698 yılı Rebîu’l-Evvel ayında Şeyh İmam Takıyyuddîn b. Teymiyye Dımaşk’ta bir mihnete uğradı. Bu mihnet, Rebîu’l-Evvel ayının başında; bu ayın 5. günü başlamış ve sonuna kadar sürmüştür.

Bu mihnetin özeti şudur: Şeyh İbn Teymiyye (bu kitabı) Hama’da sıfatlar hakkında kendisine sorulan bir soruya cevap olarak yazmış ve bu kitapta hem selefin görüşünü anlatmış hem de onu kelâmcıların görüşüne tercih etmişti. Zaten bundan az bir süre önce de, müneccimlerin yaptıkları işi inkar etmişti. Daha sonra Dımaşk’ta Seyfuddîn Câğân (Kağan) ile sultanlığa vekalet ettiği ve yönetim işlerini yürüttüğü bir sırada bir araya gelmiş Seyfuddîn Kağan’da O’ndan taraf olarak O’na uymuş, söylediklerini kabul etmiş ve kendisiyle daha çok bir araya gelmeyi talep etmişti.

Böylece toplumun bir kesiminde, şeyhe karşı zaten daha önceden var olan hoşnutsuzluk, ortaya çıkışından ve hakkında söylenen güzel sözlerden dolayı duydukları rahatsızlık yanında ayrıca bir sıkıntı baş gösterdi.

Böylelikle zaten daha önceden var olan şeylere yeni bir tanesi daha eklenmiş oldu. Ancak İbn Teymiyye’nin zühdünden, dünyaya tamah etmeyişinden, makam ve mevkiye olan isteksizliğinden, ilminin çokluğu, cevap ve fetvâlarının doğruluğundan (kalitesinden) ve bu cevap ve fetvâlarda kendini gösteren ilim bolluğu ve anlayış kalitesinden dolayı hakkında olumsuz konuşmaya bir türlü yol bulamıyorlardı. Onlar da bunun üzerine, sıfatlar ve Kur’ân hususunda kelâmcıların görüşünü selefin görüşüne tercih ettiklerinden ve doğru olanın da bu olduğuna inandıklarından dolayı, akîde hakkında (inandıkları ve söyledikleri şeylerin doğruluğunu göstermek) için kelâm ilmine dayandılar. Yazdığı cevabı (kitabı) alıp ona sayfalarca reddiyeler düzdüler. Sonra da çok fazla bir çaba göstererek kadıları ve fıkıhçıları teker teker dolaştılar, onların akıllarını karıştırdılar ve    Şeyh’in sözlerini tahrîf ettiler. Bununla da yetinmeyerek alçakça yalan söylemek sûretiyle, O’nun tecsîm görüşünü savunduğunu -ki hâşâ o bundan uzaktır- ve arkadaşlarına da bu görüşü savunmalarını emrettiğini, böylece halkın akîdesinin bozulduğunu aslında hiç de öyle olmadığı halde iddia ettiller. Böyle görüş ve iddialardan Allah’a sığınırız.

Onlar bunun için, yağmur, çamur ve soğuğun çok şiddetli olduğu günlerde çok fazla çaba harcadılar. Öyle ki bu konudaki çabalarını en üst seviyeye çıkardılar.

O günlerde Hanefîler’in (Şam’daki) kadısı olan Celâluddîn el-Hanefî onlara bu hususta muvafakat ederek, onlarla beraber Dâru’l-Hadîs el-Eşrefiyye’ye gitti ve İbn Teymiyye’nin de oraya gelmesini istedi. Hatta oraya gelmesi için O’na haber bile yolladı. Ancak O (İbn Teymiyye) gelmedi. Bunun yerine kendisine bir cevap (mektup) yazarak onda: “Akideyle ilgili meseleler, sana sorulacak, seni doğrudan ilgilendirecek meselelerden değildir. Zaten sultan da seni bu göreve insanlar arasında hüküm vermen için getirmiştir. Yoksa kötülükleri inkar etmek kadıyı ilgilendiren şeylerden değildir” dedi.

Bu mektup kendisine ulaştığında etrafındakiler “işte bak gelmedi!” diyerek aklını karıştırdılar ve kalbini bozdular. O da İbn Teymiyye’ye cevap yazarak söylediklerini reddetti.

Daha sonra Celâluddîn el-Hanefî’den, İbn Teymiyye’nin akîdesinin bâtıl olduğu hususunda, şehirlerde duyuru yapılması için izin istendi, O da buna izin verdi. Bunun üzerine bazı şehirlerde bu duyuru hemen yapıldı. Ancak Seyfuddîn Kağan süratle harekete geçti ve adamlarından bir grubu (onların üzerine) göndererek, ilan edeni ve etrafında bulunanları dövdürterek korkutup sindirdi. Böylece hakir ve küçülmüş bir halde dayak yemiş olarak geri dönmek zorunda kaldılar.

Daha sonra Seyfuddîn Kağan bu işe kalkışanların ve bunun için çalışanların bulunmasını istedi. Elçiler ve yardımcılar (askerler) da bunun üzerine bu işi yapanları aramaya koyuldular. Ancak onlar saklandılar. Reisleri de Bedruddîn el-Atabekî’nin evine giderek O’na sığındı ve kendisini Seyfuddîn Kağan ve ordusundan korumasını istedi. O da onun bu durumu karşısında O’na acıdı ve Seyfuddîn Kağan’ın kızgınlığı geçinceye kadar evinde kalmasına izin verdi.

Sonra Şeyh adeti olduğu üzere, ayın 13. gününe rastlayan Cuma günü camide vaaz vererek “Şüphesiz sen büyük bir ahlak üzeresin” (Kalem, 4) ayetini tefsir etmiş, yumuşak huyluluktan ve bunun gereklerinden bahsetmişti. Öyle ki bu parlak bir dönüş olmuştu. Daha sonra Kadı ‘İmâduddîn eş-Şâfiî ile bir araya gelerek, kendi cevaplarını içeren ve el-Hameviyye olarak bilinen kitabını birlikte okumaya sözleştiler.

Ayın 14’ü -Cumartesi günü- günün erken satlerinden başlayan ve Pazar gecesinin yaklaşık son üçte birlik kesimine kadar devam eden bir birliktelik gerçekleştirdiler. Öyle ki bu uzun ve sürekli bir buluşma olmuştu. Bu sırada akîdenin tamamı okundu. Şeyh problem olan yerlerdeki murâdını açıkladı. Söylediklerine ne hakimden ne de mecliste hazır bulunanlardan hiçbirinden bir itiraz gelmedi. Hatta kadı: “Kim şeyhin aleyhinde konuşursa ta’zîr edilir” dedi. Böylece Şeyh orada bulunanlardan hoşnutlukla ayrıldı.

İnsanlar da O’nun hakkında işittikleri güzel haberleri bizzat müşâhede ederek (oradan) çıktılar. Şeyh kendinden dolayı sevinç ve mutluluk duyan büyük bir toplulukla beraber evine vardı. O bütün bu olaylar esnasında, yüreği sâbit, kalbi güçlü ve yaratılmışların yardımına iltifat etmeden ve ona ihtiyaç duymadan sadece ilahî yardıma güvenen bir haldeydi (yapıdaydı).

Muhaliflerinin Şeyh hakkındaki gayret ve çabaları, gayret ve çabaların en üst noktasında idi. Nitekim Şeyh’in aleyhine kendilerinden en ufacık bir yardımı esirgemeyeceklerine inandıkları kişilerin bile onunla bir araya gelmesine imkan bırakmadılar. Onun hakkında ellerinden gelen bütün eziyet çeşitleriyle ve insanın, onları uydurup düzmesi ve bâtılla karıştırıp süsleyip püslemesi bir yana, onları söylemekten dahi Allah’tan utanacağı birtakım işlerle konuştular. Güç ve Kuvvet ancak Allah’ındır.

Bu şekilde onun aleyhinde çalışanlar bizim ve bizim dışımızdaki herkes nezdinde bilinmektedirler. Bu çirkin ve iğrenç hareket onlardan şöhret bulmuştur. Yine bunun gibi, aleyhde söz söyleme veya yaygara çıkarmayla veya tahrik etme veya mektup ya da fetvâ gönderimiyle veya şahitlik ederek veya Şeyh’in bazı arkadaşlarına ve Şeyh’e sığınanlara eziyet ederek veya sövmeyle veya gıybetle veya da içten bozgunculuk yapmak sûretiyle onlara yardım eden de böyledir. Bu kötü meziyetlerden pek çok şey, birçok topluluktan sâdır olmuştur.

Salihlerden ve hayırlı seçkin kimselerden bir topluluk, bu olay sırasında ve sonrasında Şeyh hakkında çok güzel ve muhteşem rüyalar görmüşlerdir. Eğer bunların hepsini toplayıp yazmaya kalksaydım tam bir cilt (kitap) olurdu.”1

İbn Kesîr (öl.774 h.) ise bu olayı el-Bidaye ve’n-Nihâye adlı  muhteşem eserinde hicrî 698 yılında meydana gelen olayları anlatırken, Melik Mansûr Laçin’in öldürülmesi ve yerine Muhammed b. Kalavun’un tahta geçmesi hadisesini zikrettikten sonra şöyle anlatır:

“Kıpçak’ın, Dımaşk’tan çıkmasından sonra Laçin’in iktidarının son zamanlarında Şeyh Takıyyuddîn b. Teymiyye bir mihnete maruz kaldı. Fıkıhçılardan bir topluluk ona karşı harekete geçerek O’nu Kadı Celâluddîn el-Hanefî’nin meclisine getirmek istediler. Ancak O, bu meclise gitmedi. Bunun üzerine Hamalıların kendisinden (yazmasını) istedikleri ve el-Hameviyye olarak isimlendirilen akîde kitabının aleyhinde şehirde duyuru yapıldı. Ancak Emir Seyfuddîn Câğân (Kâğân) ondan taraf olunca, aleyhinde bulunanları aratmaya başladı. Çoğu gizlendi. O’nun akîde kitabının aleyhinde bulunanlardan bir kısmı dövüldü, geri kalanlar da sustular. Cuma günü olunca Şeyh Takıyyuddîn adeti olduğu üzere camide vaaz vermeye başladı ve Allah-u Teâlâ’nın “Şüphesiz sen büyük bir ahlak üzeresin” (Kalem 4) buyruğunu tefsir etti. Sonra Cumartesi günü Kadı ‘İmâduddîn (eş-Şâfiî) ile bir araya geldi. Faziletli kimselerden oluşan bir toplulukta orada hazır bulundular. el-Akîdetü’l-Hameviyye adlı kitabı incelemeye başladılar. Bazı noktalarını tartıştılar. İbn Teymiyye de geniş açıklamalar yaparak onları susturucu cevaplar verdi.  Sonra Dımaşk’tan ayrılıp gitti. İşler yoluna girdi ve durumlar sakinleşti. Kadı ‘İmâduddîn’in i’tikâdı güzel (düzgün), niyeti sâlihti.”1
İbn ‘Useymîn’in Hayatından Satır Başları

İsmi ve Nesebi:

Ebû Abdillah Muhammed b. Sâlih b. Muhammed b. ‘Useymîn el-Mukbil el-Vuheybî et-Temîmî.

 

Doğumu ve Yetişmesi:

İbn ‘Useymîn, 27 Ramazan 1347 hicri yılında, Kasîm bölgesi şehirlerinden biri olan ‘Uneyze şehrinde, dine olan bağlılıkları ve istikâmetleriyle bilinen bir âile yapısı içinde dünyaya geldi. Annesi tarafından dedesi olan Şeyh Abdurrahmân b. Süleymân Âl-i Dâmığ (Allah kendisine rahmet etsin) gibi bazı âile fertlerinden dersler aldı. Kur’ân-ı Kerîm kıraatini ve hıfzını Şeyh Abdurrahmân b. Süleymân’ın yanında tamamladı. Daha sonra ilim tahsiline yönelerek yazı yazma, hesap ve bazı edebî sanatları öğrendi.

İbn ‘Useymîn’e üstün ve keskin bir zeka, yüksek bir enerji ve âlimlerin meclislerine hiç aksatmadan katılmasını sağlayan ilim tahsili düşkünlüğü bahşedilmişti. Meclislerine katıldığı âlimlerin başında büyük tefsir ve fıkıh âlimi Şeyh Abdurrahmân b. Nâsır es-Sa’dî gelmektedir. Şeyh es-Sa’dî öğrencilerinden ikisini küçük çocuklara ders vermeleri için görevlendirmişti. Bu iki öğrenci Şeyh Ali es-Sâlihî ve Şeyh Muhammed b. Abdülazîz el-Mutavva’ idi. O yıllarda bu küçük çocuklardan biri olan İbn ‘Useymîn, Şeyh Abdurrahmân es-Sa’dî’nin Muhtasaru’l-Akîdeti’l-Vâsıtıyye ve Minhâcu’s-Sâlikîn fi’l-Fıkh adlı iki kitabıyla nahiv ve sarfla ilgili Âcrûmiyye ve Elfiyye metinlerini bu iki öğrenciye okudu. Ayrıca Şeyh Abdurrahmân b. Ali b. Avdân’a ferâiz (miras hukuku) ve fıkıhla ilgili bazı metinleri okudu. İşte Şeyh İbn ‘Useymîn, ilim talebeleri arasında böyle yetişip gelişti.

Okul yıllarında ilk hocası sayılan Şeyh Abdurrahmân b. Nâsır es-Sa’dî’nin derslerine devam ederek O’nda tevhid (akîde), tefsir, hadis, fıkıh, usûlü fıkıh, ferâiz, hadis usûlü, nahiv ve sarf okudu.

1371 yılında câmide dersler vermeye başladı. 1372 yılında ilmî enstitülerin açılması üzerine, ilim tahsili için gittiği Riyad’da bu enstitülerden birine birinci sınıfı sınavla geçmek suretiyle ikinci sınıftan itibaren kaydoldu. İlim tahsili için Riyad dışında başka bir şehre gitmedi. Riyad’daki günlerini, Şeyh Abdülazîz b. Bâz’dan aldığı derslerle değerlendirdi. Şeyh Abdülazîz b. Bâz’a Buhârî’nin Sahîh’iyle Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye’nin bazı risaleleri ve bazı fıkıh kitaplarını okudu. Bu itibarla Şeyh Abdülazîz b. Bâz O’nun ikinci hocası sayılır. 2 sene sonra bu enstitüden mezun olan İbn ‘Useymîn ‘Uneyze’deki ‘Uneyze İlmi Enstitüsüne öğretmen olarak atandı. Bu sırada kaydolduğu Şerîat (Hukuk) Fakültesi’ndeki tahsiline dışarıdan devam etti. Kısa sürede bu fakülteden de mezun oldu. Fakülte yıllarında, hocası Şeyh Abdurrahmân Sa’dî’nin derslerine hiç aksatmadan devam etti.

Hocası Abdurrahmân es-Sa’dî’nin hicri 1376 yılında ‘Uneyze’de 69 yaşına yaklaşmışken vefat etmesinden sonra bazı şeyhler, Şeyh Sa’dî’den boşalan büyük câmi imamlığı için onay aldılar. Ancak onlar bu göreve çok kısa bir süre devam ettiler. Onların hemen ardından Şeyh İbn ‘Useymîn bu göreve atandı. Bu görevle birlikte hocası Şeyh es-Sa’dî’den boşalan tedrîs vazifesini de üstlendi. Ayrıca bunlara ek olarak ‘Uneyze Ulusal Kütüphanesiyle ‘Uneyze İlmi Ensitisü’nde dersler vermeye devam etti. Daha sonra Muhammed b. Suûd İslâm Üniversitesi’nin Kasîm Şubesi Şerîat (Hukuk) ve Usûlü’d-Dîn fakültelerine öğretim görevlisi olarak atandı. Halen ilgili üniversitede öğretim görevlisi ve Akîde bölüm başkanı olan İbn ‘Useymîn ayrıca Suudi Arabistan büyük âlimler kurulunun da bir üyesidir.

Bir ara kendisine Suudi Arabistan Genel Müftüsü Muhammed b. İbrâhim Âl-i’ş-Şeyh (Allah kendisine rahmet etsin) kadılık görevi teklif eti. Hatta bu konuda çok ısrar ederek O’nun Ahsâ şehrine, şer’î mahkemenin reisi olarak tayin kararını bile çıkardı. Ancak İbn ‘Useymîn, kendisinin bu görevden affını diledi. Büyük uğraşılar ve yapılan resmi yazışmalar sonunda kadılık görevinden muafiyeti kabul edildi. Bu olay, O’nun makam ve mevki sevdalısı biri olmadığını aksine bütün hayatını ilim ve ilim ehli öğrencilere adadığını gösteren en güzel örneklerden sadece bir tanesidir.

Tek eşle evli ve 5’i erkek 3’ü kız olmak üzere toplam 8 çocuk babası olan İbn ‘Useymîn, İslâmî alandaki çalışmaları ve İslâmî ilimlerin ihyâsı hususunda gösterdiği üstün gayret ve çabaları nedeniyle 1414 h. yılında Uluslararası Kral Faysal ödülüne layık görülmüştür.

İbn ‘Useymîn, kitabımızın redakte aşamasında mâlesef 10 Ocak 2001 (15.10.1421) Çarşamba günü akşam namazının ardından Cidde’de tedavi gördüğü Kral Faysal Hastanesinde vefat etmiştir. Uzun süredir kolon kanseri tedavisi gören İbn ‘Useymîn, ertesi gün yarım milyonu aşkın bir insan topluluğunun katılımıyla Ka’be’de kılınan cenaze namazı sonrası Mekke’de hocası Abdülazîz b. Bâz’ın yanına defnedilmiştir. Allah-u Teâlâ her ikisine de rahmet etsin, mekanları cennet olsun. (Âmîn)

 

Hocaları:

İbn ‘Useymîn ilim tahsili boyunca gerek ‘Uneyze’de gerekse Riyad’da pek çok şeyhten dersler alarak onlardan istifade etmesini bildi. Bunlardan bazıları şunlardır:

1- Şeyh Abdurrahmân b. Nâsır es-Sa’dî. 1376 h. yılında vefat etmiştir.

2- Şeyh Abdülazîz b. Abdullah b. Bâz. 13 Mayıs 1999 (27.1.1420) Perşembe günü vefat etmiştir.

3- Şeyh Muhammed el-Emîn b. Muhammed el-Muhtâr el-Cenkî eş-Şankîtî. 1393 h. yılında vefat etmiştir.

4- Şeyh Ali b. Hamed es-Sâlihî. Halen hayattadır.

5- Şeyh Muhammed b. Abdülazîz el-Mutavva’. Vefat etmiştir.

6- Şeyh Abdurrahmân b. Ali b. Avdân. Vefat etmiştir.

7- Şeyh Abdurrahmân b. Süleymân Âl-i Dâmığ. İbn ‘Useymîn’in anne tarafından dedesi olup vefat etmiştir.

 

Öğrencileri:

İlmi Enstitü ve üniversitedeki öğrencileri yanında, gerek ‘Uneyze’de gerekse her sene Ramazan ayının son on gününü i’tikafta geçirmek için gittiği Mescid-i Harâm’da ilim halkalarına katılan sayısız öğrencisi vardır. Öyle ki bazı derslerinde ilim halkasına katılan öğrencilerin sayısı beşyüzü aşmaktadır.1

 

İlmî Metodu:

İbn ‘Useymîn, ilmî metodunu, hocası Abdurrahmân es-Sa’dî’nin ilmî metodundan etkileşimle aldığını şöyle ifâde eder: “Öğretim yöntemi, bilginin (ilmin) sunulması, örnekler ve anlamlarla bilginin öğrenciler tarafından kolayca anlaşılmasını sağlama hususlarında, hocam Abdurrahmân es-Sa’dî’den çok fazla etkilendim.” Ayrıca kendisi Şeyh Abdülazîz b. Bâz’dan nasıl etkilendiğini şöyle ifâde eder: “Şeyh Abdülazîz b. Bâz’dan (Allah kendisini korusun), hadislere verdiği önem, güzel ahlak ve insanlara karşı olan alçak günüllülüğü bakımlarından etkilendim.”

Sonuç olarak İbn ‘Useymîn’in fetvâlarında izlediği ilmî metodu inceleyenler, O’nun genelde Hanbelî mezhebine bağlı, ancak pek çok meselede bu mezhebe bağlı kalmadan delille birlikte hareket eden bir metod takip ettiğini görebilirler. Ayrıca Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye ve öğrencisi İbnu’l-Kayyim’in görüşlerine özel bir değer vermiş, ancak delille çatıştıklarını gördüğü an onları terketmeyi bilmiştir.2

 

Dersleri İşleyiş Şekli

İbn ‘Useymîn, ‘Uneyze büyük câmiinde 35 küsür yıldan beri hocası es-Sa’dî’den devraldığı tedrîs vazifesini, ülkesindeki âlimlerin çoğunluğundan farklı bir üslübla îfâ etmektedir. Bu uslüp, muhtelif ilim dallarında yazılmış ve Şeyh’in kendisi tarafından belirlenen nesir veya nazım şeklindeki Arapça metinlerin ezberlenmesi ve her derste bu metinlerin öğrenciler tarafından ezberden Şeyh’e sunulmasıdır. Dersini ezberlemeyenler bizzat Şeyh tarafından azarlanmaktadırlar. Bu metinlerden bazıları şunlardır:

1- Kur’ân-ı Kerîm.

2- Zâdu’l-Mustaknı’ fî Fıkhı’l-İmâm Ahmed.

3- Hâfız İbn Hacer, Bulûğu’l-Merâm min Edilleti’l-Ahkâm.

4- Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye, el-Akîdetü’l-Vâsıtıyye.

5- İbn Mâlik el-Endelusî, Elfiyetü İbn Mâlik fi’n-Nahv ve’s-Sarf.

6- İbn Hacer, Nüzhetü’n-Nazar fî Tevdîhi Nuhbeti’l-Fiker.1

 

İlmi Etkinlikleri ve Eserleri:

İbn ‘Useymîn’in yukarıda sözü edilen dersleri ve ilim halkaları yanında, ‘Uneyze büyük câmiindeki cuma hutbeleri, doğusuyla batısıyla dünyanın her yerinde yaşayan müslümanlar için; hac mevsiminde, değişik gazete ve dergilerde, nûrun ale’d-darb adlı radyo programında, ilim talebesi ve okuyuculardan pek çok kişiyle yaptığı yazışmalarda ve değişik zamanlarda katıldığı konferans ve seminerlerde verdiği sağlam fetvâlar gibi daha nice ilmî etkinlikleri vardır.     Şeyh’in ayrıca muhtelif konularda kaydedilmiş pek çok kaseti yanında, akîde, tefsîr, hadis, fıkıh, usûl, ahlak ve daha pek çok alanda derlediği irili ufaklı 55’i aşkın eseri vardır. Biz bunlardan sadece akîdeyle ilgili olanlarını vermekle yetiniyoruz:2

1- Fethu Rabbi’l-Beriyye bi Telhîsi’l-Hameviyye: Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye’nin el-Fetvâ el-Hameviyye el-Kübrâ adlı eserinin bir özeti olup elinizdeki çevirisi sunulmuş eserdir. Bu eser, yazarın ilk kitabı olup yazımını 8 Zilka’de 1380 h. yılında tamamlamıştır. İlk olarak Mektebetü’l-Meârif tarafından Mecmûu Resâil fi’l-Akîde kitabının içinde Riyad’da basılmıştır.

2- Nübze fi’l-Akîdeti’l-İslâmiyye: İlk kez adı geçen yayın evi tarafından ilgili kitabın içinde basılmıştır.

3- el-Kavâidu’l-Müslâ fî Sıfâtillâhi ve Esmâihi’l-Hüsnâ: Eşref b. Abdülmaksûd b. Abdürrahîm tahkikiyle Mektebetü’s-Sünne tarafından Kâhire’de basılmıştır.

4- İbn Kudâme el-Makdisî’nin (öl.620 h.) Lüm’atü’l-İ’tikâdi’l-Hâdî ilâ Sebîli’r-Reşâd adlı kitabının Şerhi: Eşref b. Abdulmaksûd b. Abdürrahîm tahkikiyle Mektebetü’l-İmâmi’l-Buhârî tarafından İsmâiliyye’de basılmıştır.

5- Akîdetü Ehli-’s-Sünne ve’l-Cemâa: Medine İslam Üniversitesi tarafından muhtelif baskıları yapılmıştır.

6- İbn Teymiyye’nin el-Akîdeti’l-Vâsıtıyye adlı kitabının Şerhi: Sa’d b. Fevvâz es-Sumeyl tahkikiyle, Dâru İbni’l-Cevzî tarafından Dammâm’da, Şerhu’l-Akîdeti’l-Vâsıtıyye li Şeyhi’l-İslâm İbn Teymiyye adıyla 2 cilt halinde basılmıştır.

7- Muhammed b. Abdülvehhâb’ın (öl.1206 h.) Kitâbu’t-Tevhîd adlı eserinin Şerhi: Dr. Süleymân b. Abdullah Eba’l-Hayl ve Dr. Hâlid b. Ali el-Muşeykıh tahkikiyle, Dâru İbni’l-Cevzî tarafından Dammâm’da, el-Kavlu’l-Müfîd alâ Kitâbi’t-Tevhîd adıyla 3 cilt halinde basılmıştır.

8- Şerhu Selâseti’l-Usûl: Muhammed b. Abdülvehhâb’ın (öl.1206) el-Usûlü’s-Selâse ve Edilletuhâ adlı eserinin şerhi olup pek çok baskısı yapılmıştır. Guraba Yayınları tarafından 1999 yılında Üç Esas ve Açıklaması adıyla Türkçe çevirisi yayımlanmıştır.

9- Şerhu Usûli’l-Îmân: Dâru’l-Vatan tarafından Riyad’da basılmıştır.

10- el-İbdâ’ fî Kemâli’ş-Şer’ ve Hataru’l-İbtidâ’: Bir hayır sahibi tarafından Riyad’da basılmıştır.

11- Tefsîru Âyete’l-Kürsî: Birçok yayınevi tarafından muhtelif baskıları yapılmıştır.

12- Risâletün fi’l-Vusûli ile’l-Kamer: İlk olarak Mektebetü’l-Meârif tarafından Mecmûu Resâil fi’l-Akîde kitabının içinde, Riyad’da basılmıştır.

13- Bütün bunlara ek olarak Şeyh’e ait fetvâ kitaplarında ve muhtelif gazete ve dergilerde yayımlanan i’tikâdî konular hakkındaki fetvâları.

Çok kısa bir süre de olsa bazı derslerine katılma şerefine nâil olduğum büyük âlim İbn ‘Useymîn hakkında aslında diyecek daha çok söz var. Ancak biz sözü daha fazla uzatmamak için bu kadarıyla yetiniyoruz. Şeyh’in daha geniş biyografisi için isteyenler şu kaynaklara bakabilirler:

1- Abdullah b. Abdurrahmân el-Bessâm, Ulemâu Necd Hilâle Sitteti Kurûn. İbn ‘Useymîn maddesi.

2- Fehd el-Bedrânî ve Fehd el-Berrâk, Ulemâunâ, sh: 42 ve sonrası.

3- Fehd b. Nâsır es-Süleymân’ın cem’ ve tertîb ettiği el-Mecmûu’s-Semîn min Fetâva’ş-Şeyh Muhammed b. Sâlih el-‘Useymîn adlı eserin önsözü.

4- Velîd b. Ahmed el-Hüseyn Ebû Abdillah ez-Zübeyrî, “Nübze an       Hayâti’ş-Şeyh Muhammed b. Sâlih el-‘Useymîn”, Mecelletü’l-Hikme, sy.2 (İngiltere/Leeds 16.2.1994), sh: 19-49.

5- Şâdî es-Seyyid Ahmed Abdullah, “Tezkîru’l-Müslimîn bi Tercemeti’ş-Şeyh İbn ‘Useymîn”, Mecelletü’t-Tevhîd, sy. 11 (özel sayı) (Mısır / Kâhire Zilka’de 1421), sh: 44-50.

6- Şerhu’l-Akîdeti’l-Vâsıtıyye, sh: 9-15.

7- Şerhu Lüm’atü’l-İ’tikâdi’l-Hâdî ilâ Sebîli’r-Reşâd, sh: 13-15.
İsim ve Sıfat Tevhidinde

EHL-İ SÜNNET’İN MUHALİFLERE CEVABI

 

 

Fethu Rabbi’l-Beriyye bi Telhîsi’l-Hameviyye

 

 

 

 

Çeviri Dipnot ve Tahkik

Necmi Sarı



 

 

İsim ve Sıfat Tevhidinde Ehl-i Sünnet’in Muhaliflere Cevabı

 

 

Muhammed b. Sâlih el-‘Useymîn



Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla

ÖNSÖZ

 

Hamd Allah içindir. O’na hamdeder, O’ndan yardım ve bağışlanma diler ve O’na tevbe ederiz. Nefislerimizin şerrinden, amellerimizin kötülüğünden O’na sığınırız. Allah kimi hidâyete erdirirse onu saptıracak yoktur, kimi de saptırırsa onu hidayete erdirecek yoktur.

Tek olan ve hiçbir ortağı bulunmayan Allah’tan başka ilah olmadığına tanıklık ederiz. Ve yine tanıklık ederiz ki, Muhammed O’nun kulu ve Rasûlü’dür. Allah, Muhammed’e, O’nun ailesi ve ashâbına çokça salât ve selâm eylesin.

Bundan sonra:

Allah-u Teâlâ, Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’i âlemlere rahmet, amel edenlere önder, kullara hüccet olarak hidâyet ve hak diniyle gönderdi. O sallallâhu aleyhi ve sellem, kendisine verilen emâneti yerine getirdi, risâleti teblîğ etti, ümmete öğüt verdi, dinin esâs ve ayrıntıları konusunda insanların gereksinim duydukları her şeyi açıkladı. Açıklamadığı bir şey, ümmetini teşvik etmediği bir hayır ve onları sakındırmadığı bir kötülük bırakmadı. Nihayet ümmetini, gecesi de gündüzü gibi aydınlık bir yola getirdikten1 sonra içlerinden ayrıldı. Sahâbîleri, O’nun aydınlık yolunda yürüdükleri gibi onları izleyen faziletli kuşaklar da onların yolunda yürüdüler. Nihayet hava, çeşitli bid’at karanlıklarıyla bulandı ki, bid’atleri uyduranlar İslamı ve müslümanları daralttılar. Müslümanlar da, gelişi güzel, cahilce ve bakmaksızın bid’atlerle hareket etmeye, inançlarını örümcek ağı, hatta daha da çürük şeyler üzerine kurmaya başladılar.

Oysa Allah-u Teâlâ dinini, kendilerine bahşettiği iman, ilim ve hikmet ile din düşmanlarının karşısına dikilen, onların tuzaklarını kendi boyunlarına dolayan dostlarıyla korur. Hamdolsun ki Allah, her bid’atçinin karşısına, bid’atini yok etmeye ve onu geçersiz kılmaya çalışan, sünnet ehlinden bir âlimi çıkarmıştır.

Bu bid’atçilerin karşısında duranların başında Şeyhu’l-İslam Takıyyuddîn Ahmed b. Abdülhalîm b. Abdüsselâm b. Teymiyye el-Harrânî sonra ed-Dımaşkî gelir. İbn Teymiyye, 661 hicri yılı Rebîu’l-Evvel ayının onuna rastlayan Pazartesi günü dünyaya gelmiş, 728 hicri yılı Zilka’de ayında, zulmen hapsedildiği Dımaşk (Şam) kalesinde dünyaya gözlerini yummuştur.

Sünneti açıklamak, esaslarını güçlendirmek ve bid’atleri yıkmak için pek çok eser yazan İbn Teymiyye’nin, bu konudaki eserlerinden biri de “el-Fetvâ el-Hameviyye” adlı risâlesidir. Bu kitabı, 698 hicri yılında, Şam bölgesi şehirlerinden biri olan Hamâ’da, sıfat ayetleri ve hadisleri üzerinde fıkıh âlimlerinin ve din önderlerinin (imamlarının) söyledikleri hakkında sorulan bir soruya cevap olarak yazdı. Seksen üç sayfa kadar tutan bu cevap yüzünden sıkıntılara ve belâlara uğradı. Allah kendisini, İslam’dan ve müslümanlardan yana en faziletli ödül ile mükafatlandırsın.

Okuyanların çoğunun, bu cevâbı her yönüyle anlamakta güçlük çektiklerini bildiğim için önemli kısımlarını özetlemek ve ihtiyaç duyulan bazı ilaveler de yapmak istedim ve kitaba “Fethu Rabbi’l-Beriyye bi Telhîsi’l-Hameviyye” adını verdim.

İlk kez 1380 hicri yılında bastırdığım bu kitabın, şimdi ikinci baskısını hazırlamış bulunuyorum. Bu baskıda, bazı ilaveler yaptığım gibi gereksiz gördüğüm bazı yerleri de çıkararak, bazı değişikliklerde bulundum.

Allah’tan, işimizi yüzüne (vechine) hâlis, kullarına yararlı kılmasını dilerim. Hiç şüphesiz O, çok cömerttir, kerem sahibidir.

 

 

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

Kulun, Dini Konusunda Uyması Gerekenler

Kula, dininde gerekli olan husus, Allah’ın dediğine, Rasûlü Muhammed -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in dediğine ve ondan sonra gelen doğru yoldaki hidâyet bulmuş halifelerin, sahâbîlerin ve onlara güzelce tâbi olan ilk asır müslümanlarının söylediklerine uymaktır. Çünkü Allah, Muhammed -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’i açık kanıtlarla ve hidâyetle göndermiş, ona inanmayı, açık ve gizli her şeyde ona uymayı bütün insanlara farz kılarak şöyle buyurmuştur: “De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim. O’ndan başka ilah yoktur. O, diriltir ve öldürür. Öyleyse Allah’a ve ümmî Paygamber olan Rasûlüne -ki O, Allah’a ve onun sözlerine inanır- iman edin ve O’na uyun ki doğru yolu bulasınız.” (A’râf, 158)

Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur: “Sizler, benim sünnetime ve benden sonra gelen doğru yoldaki hidâyet bulmuş halifelerin sünnetine uymaya bakınız. Sünnete sımsıkı sarılın ve onu azı dişlerinizle iyice kavrayın. Sonradan uydurulmuş işlerden (bid’atlerden) 2de sakının. Çünkü hiç şüphesiz sonradan uydurulmuş her iş bir bid’at ve her bid’at te bir sapıklıktır.” 3

Doğru yolda olan halifeler, faydalı ilim ve sâlih (yararlı) amelde, Allah Nebisi -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’i, peşinden izleyen kimselerdir. İnsanların bu niteliği en çok hak edenleri, Allah’ın onlardan râzı olduğu sahâbîlerdir. Çünkü Allah onları, peygamberine arkadaş olmak, dinini korumak için seçmiştir. İlim ve hikmet sahibi Allah-u Teâlâ, ancak imanca insanların en olgununu, akılca en ilerisini, amelce en sağlamını, irâdece en güçlüsünü ve yolca en doğrusunu Peygamberine arkadaş olarak seçer. Bundan dolayı insanların, peygamberleri -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’den sonra kendilerine uyulmayı en çok hak edenleri onlardır. Onlardan sonra da hidâyet ve sâlih kişilikleriyle bilinen din önderleri imamlardır.

 

 

 

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

Peygamber Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’in Risâletinin İçerdiği Dini Esaslar ve Ayrıntılar

Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in risâleti iki şeyi içerir: Faydalı ilim ve salih (yararlı) amel. Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: “O (Allah), müşrikler hoşlanmasalar da (kendi) dinini bütün dinlere üstün kılmak için Rasûlünü hidayet ve hak din ile gönderendir.” (Tevbe, 33)

-Hidayet, faydalı ilimdir.

-Hak din ise, yalnız Allah’a kulluğu ve O’nun Rasûlü -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’e uymayı içeren sâlih ameldir.

Faydalı ilim; gerek dünyada, gerek ahirette bu ümmete hayırlı ve yararlı olan her ilmi içine alır. Hiç şüphesiz ki, Allah’ın isimlerini, sıfatlarını ve fiillerini bilmek bu ilimlerin başında gelir. Çünkü bunları bilmek, ilimlerin en yararlısı, ilâhi risâletin özü, Peygamber davetinin özeti, söz, iş ve inanç bakımından dinin temelidir.

Bundan dolayı Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in bunu ihmal etmiş olması, kuşku ve şüpheleri açıkça ortadan kaldıracak biçimde bunu açıklamamış olması birkaç bakımdan imkansızdır:

Birincisi: Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in peygamberliği nûr ve hidayeti içerir. Çünkü Allah onu, bir müjdeleyici ve uyarıcı, Allah’ın izniyle Allah’a çağıran bir davetçi ve etrafına nûr saçan bir kandil olarak gönderdi.4 Nihayet O ümmetini, gecesi de gündüzü gibi olan, helâkı kaçınılmaz olandan başkasının sapmayacağı aydınlık bir yol üzerinde bıraktı.5

Nûrun en büyüğü ve en parlağı, Allah’ın isimlerini, sıfatlarını ve fiillerini bilmekten doğan kalp nûrudur. Elbette Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in bunu gayet açık olarak belirtmiş olması gerekir.

İkincisi: Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem- ümmetine, onların din ve dünya işlerinden gereksinim duydukları şeyleri, hatta yeme, içme, oturma, uyuma ve diğer şeylerin âdâbına varıncaya dek her şeyi öğretmiştir. Ebû Zerr6 -Radıyallâhu anh- şöyle demiştir: “Rasûlullah -Sallallâhu aleyhi ve sellem- vefat ettiği zaman, kanatlarını çırpan hiçbir kuş yoktu ki, onun hakkında bize bir bilgi vermiş olmasın.”7

Hiç şüphesiz Allah’ı, isimlerini, sıfatlarını ve fiillerini bilmek, bu genel cümleye (bilgiye) girmektedir. Daha da ötesi kendisine duyulan ihtiyacın fazlalığından ötürü bu cümleye girenlerin ilkidir.

Üçüncüsü: Allah-u Teâlâ’ya, isimlerine, sıfatlarına ve fiillerine iman etmek, dinin esası ve Peygamberlerin davetinin özeti olup kalplerin kazandığı, akılların idrak edip kavradığı bilgilerin en gereklisi ve en üstünüdür. Öyleyse Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem- önem ve fazilet bakımından bundan daha aşağı derecede olan bilgileri öğretirken bunu öğretmeyi ve açıklamayı nasıl ihmal    eder?!

Dördüncüsü: İnsanların içinde Rabbini en iyi bilen, onlara en çok öğüt veren, konuları en güzel açıklayan ve Arap dilini en açık bir şekilde kullanan hiç şüphesiz Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem- idi. Böyle iken O’nun, Allah’a, isim ve sıfatlarına ilişkin inanılması gereken hususları, karışık ve birbirine benzer bir biçimde bırakması mümkün değildir.

Beşincisi: Sahâbîlerin (Allah onlardan razı olsun), bu konuda gerçeği söylemiş olmaları gerekir. Çünkü bunun tersi, ya susmak, ya da bâtılı söylemektir ki her ikisi de onlar için imkansızdır (düşünülemez).

Susmanın İmkansızlığı: Ya Allah-u Teâlâ için gerekli, câiz ve imkansız olan isim ve sıfatları bilmedikleri için susmuşturlar, ya da bildikleri halde bunları gizlemiştirler. Onlar için bunların her ikisini de düşünmek imkansızdır.

Bilmemenin İmkansızlığı: Sahâbîlerin bu konuları bilmemesi imkansızdır. Çünkü içinde hayat, anlayış, ilim arzusu ve ibâdet gayreti bulunan her kulun amacı, Allah-u Teâlâ’ya inanmak, O’nu isim ve sıfatlarıyla bilme konusunda gerekli olan şeyleri araştırmak ve bu hususta tam ve kesin bilgiye ve inanca varmak olmuştur.

Şüphesiz nesillerin en hayırlısı ve faziletlileri sahâbîlerdir. Onlar, kalp yaşamında, hayrı sevmede ve faydalı ilimleri gerçekleştirmede insanların en üstünüdürler. Nitekim Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “İnsanların en hayırlısı benim çağdaşlarımdır. Sonra onlardan sonra gelenler, sonra onlardan sonra gelenler.” 8

Hadisteki bu hayırlılık; söz, iş ve inanç bakımından insanı Allah’a yaklaştıran her hususta onların üstünlüğünü kapsamaktadır.

Kaldı ki, bu konuda onların gerçeği bilmediklerini varsayarsak, onlardan sonrakilerin de bunu bilmemeleri gerekir. Çünkü Allah-u Teâlâ için ispat veya reddedilmesi gerekli olan isim ve sıfatlar, ancak peygamberlik yoluyla öğrenilebilir. Sahâbîler ise Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem- ile ümmet arasında bir vasıtadırlar. Bu varsayıma göre bu konuda hiç kimsenin bir şeyi bilmemesi gerekir ki, bunun doğru olmadığı da açıktır.

Hakkı Gizlemenin İmkansızlığı: Akıl sahibi her insaflı kişi, sahâbîlerin (Allah onlardan razı olsun) durumunu, faydalı ilmi yaymaya ve onu ümmete tebliğ etmeye olan tutkularını bilir, hakkı gizlemeyi onlara kesinlikle yakıştıramaz. Hele hele işlerin en gereklisi olan Allah’ı, isimlerini ve sıfatlarını bilmek gibi bir konuda bunu asla kabul edemez.

Kaldı ki bu konuda onlardan gerçeği açıklayan pek çok söz gelmiştir. İsteyenler ve araştıranlar bunları bilirler.

Sahâbîlerin Bâtıl Söz Söylemiş Olmalarının İmkansızlığı: Bu iki bakımdan imkansızdır:

Birincisi: Bâtıl söz üzerine doğru (sağlam) kanıt kurmak mümkün değildir. Sahâbîlerin ise özellikle Allâhu Teâlâ’ya iman ve gayb hususlarında sağlam delilin yerini tutmayacak sözler söylemekten uzak bulundukları bilinmektedir. Onlar, Allah-u Teâlâ’nın:

“Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme” (İsrâ, 36)

“De ki: Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı ve haksız yere sınırı aşmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi, Allah’a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.” (A’râf, 33)

buyruklarına en çok uyan kimselerdir.

İkincisi: Batıl söz söylemek, ya hakkı bilmemekten, ya da halkı şaşırtmak isteğinden ileri gelir. Sahâbîler hakkında bunların ikisi de düşünülemez.

- Hakkı bilmemelerinin imkansızlığını yukarıda açıklamıştık.

- Halkı şaşırtmak istemelerine gelince, bu kesinlikle mümkün değildir. Çünkü halkı şaşırtmak, kötü bir niyete dayanır. Ümmete hâlisane öğüt vermekle ve onların iyiliğini istemekle bilinen sahâbeden böyle bir şeyin çıkması mümkün değildir.

Kaldı ki, onların bu konuyla ilgili söylediklerinde kötü niyetin bulunduğu varsayılsa, ilim ve dinin diğer konularındaki sözlerinde de kötü niyetin bulunacağı caiz olur. Böylece artık bu konu ve diğer hiçbir konuda onların sözlerine ve haberlerine güven kalmaz. Bu ise sözlerin en bâtılıdır. Çünkü dini temelinden sarsar ve şüpheli hale getirir.

Açıkça görüldüğü gibi, sahâbîlerin (Allah onlardan razı olsun) bu konuda mutlaka gerçeği söylemiş olmaları gerekir. Bunu ya kendi akıllarıyla ya da vahye dayanarak söylemişlerdir. Birincisi olanaksızdır. Çünkü akıl, Allah-u Teâlâ için gerekli olan kemâl (olgunluk) sıfatlarını ayrıntılarıyla kavrayamaz. Bu sûretle ikincisi yani bu konudaki bilgileri, Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’e gelen vahiyden aldıkları ortaya çıkar. Demek ki Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-, Allah’ın isimleri ve sıfatları hakkında gerçeği açıklamıştır. İşte istenen de budur.

 

 

 

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

 

Allah’ın İsim ve Sıfatları Hakkında Ehl-i Sünnet’in Yolu

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat; Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in sünnetine (yoluna) sımsıkı sarılmanın, sözde, işte ve inançta açık ve gizli olarak O’nun sünnetiyle amel etmenin gereği üzerinde birleşmiş topluluktur.

Ehl-i Sünnet’in, Allah’ın isim ve sıfatları hakkındaki yolu şöyledir:9

1- İspat (Olumlu Sıfatlar) Hakkındaki Yolu: Allah’ın kendisi için kitabında ya da Rasûlü -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in dilinde O’nun hakkında bildirmiş olduğu sıfatları, ne herhangi bir tahrîf ve ta’tîle, ne de herhangi bir tekyîf ve temsîle10 kaçmaksızın olduğu gibi saptayarak kabul etmektir.11

2- Nefy (Olumsuz Sıfatlar) Hakkındaki Yolu: Allah’ın kendisi için kitabında veya Rasûlü -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in dilinde O’nun hakkında reddettiği sıfatları kabul etmemek ve Allah’ın, bunların karşıtı olan en mükemmel sıfatlarla niteliği olduğuna inanmaktır.

3- Cisim,12 yer tutma,13 yön14 ve benzerleri gibi insanların ayrılığa düştükleri, haklarında olumsuz ya da olumlu yönde bir kanıtın gelmediği sıfatlarda ise Ehl-i Sünnet’in yolu şudur:

Haklarında olumlu (ispat) ya da olumsuz (nefy) yönde bir kanıt gelmediği için bu tür sözler hakkında bir şey söylemeyerek ispat ve nefye kalkışmazlar. Bu tür sıfatların anlamlarına gelince, bunlar hakkında şöyle bir ayrıntılı açıklamada bulunurlar: Eğer bunlarla Allah’ın kendisini tenzîh ettiği bâtıl bir anlam kastedilmişse onu reddederler, yok eğer Allah hakkında imkansız olmayan hak (doğru) bir anlam kastedilmişse onu kabul ederler.

İşte uyulması gereken yol budur. Bu, ta’tîl ehli ile temsîl ehli arasındaki orta yoldur. Bu yolun gerekliliğini akıl ve nakil kanıtlamaktadır:

Aklın Kanıtı: Akıl, Allah-u Teâlâ için gerekli, câiz ve imkansız şeylerin ancak nakil yoluyla öğrenilebileceğini bilir. İşte bundan dolayı, bu konuda naklin; Allah için saptadığı sıfatları saptamak ve O’na uygun görmediği sıfatları reddetmek gerektiği gibi hakkında hiçbir şey söylemediği hususlarda da susarak nakle uymak gerekir.

Naklin Kanıtı: Bu konuda yalnız nakle başvurmanın zorunluluğunu Allah’ın şu buyrukları kanıtlamaktadır:

1- “En güzel isimler (el-esmâü’l-hüsnâ) Allah’ındır. O halde O’na o güzel isimlerle dua edin. Onun isimleri hakkında eğri yola (ilhâda) sapanları bırakın. Onlar yapmakta olduklarının (yâni ilhâdlarının) cezasına çarptırılacaklardır.” (A’râf, 180)

2- “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.” (Şûrâ, 11)

3- “Hakkında bilgin bulunmayan şeylerin ardına düşme.” (İsrâ, 36)

İlk ayet, tahrîf ve ta’tîle kaçmadan Allah’ın bildirdiği sıfatları kabul etmenin gereğini gösterir. Çünkü tahrîf ve ta’tîl, ilhâdın pek çok şeklinden yalnızca ikisidir.15

İkinci ayet, temsîli reddetmenin gerekliliğini gösterir.

Üçüncü ayet, tekyîfi reddetmenin gerekliliğiyle, hakkında olumlu ya da olumsuz bir şeyin gelmediği hususlarda susmanın gerekliliğini gösterir.

Allah hakkında sâbit olan tüm sıfatlar, kemâl (olgunluk) sıfatlarıdır. Allah’a bunlarla hamdedilir ve bunlarla Allah övülür. Hiçbir bakımdan bu sıfatlarda bir eksiklik yoktur. Allah-u Teâlâ hakkında sâbit olan tüm kemâl (olgunluk) sıfatları en olgun sıfatlardır.

Allah’ın kendisi hakkında reddettiği her sıfat, O’nun zorunlu olgunluğuna aykırı olan eksiklik sıfatıdır. Allah-u Teâlâ’nın kemâlinin gereği, eksiklik bildiren bütün sıfatlar O’nun hakkında imkansızdır.

Allah’ın, kendisi hakkında reddettiği sıfattan kastedilen, olumsuz anlam içeren o sıfatın reddedilerek onun en mükemmel karşıtının kabul edilmesidir. Çünkü olumsuzluk olgunluk göstermez ki olumlu bir övgü sıfatı içermiş olsun. Bir şeyin olmamasının (yâni olumsuz olmasının) nedeni acziyet (güç yetirememe) olabilir ki bu durumda bu olumsuzluk şâirin16 şu sözünde olduğu gibi, bir eksikliktir:

Anlaşmayı bozup hıyânet etmeyen ve insanlara hardal tanesi kadar zulmetmeyen bir kabilecik.17

Ya da “Duvar zulmetmez”18 şeklinde söylenen sözdeki gibi bir şey yeteneksizliğinden dolayı olumsuz yapılır ki bu takdirde övgüyü haketmez.

Bu husus iyice anlaşıldıysa deriz ki: Allah’ın kendisi hakkında reddettiği sıfatlardan biri de “zulüm” sıfatıdır. Bununla ilgili olarak bizden istenen Allah hakkında zulmetme sıfatının reddiyle beraber zulmetmenin en mükemmel karşıtının -ki o adaletli olma anlamında olan el-adl’dir- kabul edilmesidir.19

Yine Allah kendisi hakkında “el-lugûb” sıfatını reddetmiştir ki anlamı, yorulmak ve takatsiz düşmektir. O halde bizden istenen, Allah hakkında yorulma ve takatsiz düşme sıfatının reddiyle beraber onun en mükemmel karşıtının -ki o el-kuvve’dir, yâni kuvvetli olmak- kabul edilmesidir.20

Allah’ın kendisi hakkında reddettiği geri kalan sıfatlar da bunlar gibidir. Allah en doğrusunu bilir.

Tahrîf:21

Tahrîf dilde değiştirmek demektir. Terim olarak tahrîf, nassı (ayet veya hadisi) lafız veya anlam olarak değiştirmektir. Lafzı değiştirmeyle beraber anlam ya değişir ya da değişmez.

Tahrîf üç kısımdır:

1- Anlamı Değişen Lafız (Söz, Kelime) Tahrîfi: Bazılarının sırf konuşan Mû-

sâ Peygamber olsun diye  “Ve Allah Mûsâ ile konuştu” (Nisâ, 64) ayetinde Allah lafz-ı celâlini üstün okumaları  gibi.

2- Anlamı Değişmeyen Lafız (Söz, Kelime) Tahrîfi:  “Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur” (Fâtiha, 2) ayetinde dâl harfini üstün okumak  gibi. Bu tür hata, genellikle cahilden kaynaklanan hata olup kasıtlı olarak ard niyetle yapılan bir hata değildir.

3- Anlam Tahrîfi: Delilsiz olarak bir lafzı (sözü, kelimeyi) açık anlamı dışına çıkarmaktır. Allah’a izâfe (nispet) edilen “iki el”’in kuvvet, nimet ve benzeri sözlerle anlamını değiştirmek gibi.22

Ta’tîl:23

Dilde ta’tîl, boşaltmak (bir şeyin veya kavramın içini boşaltmak) ve terk etmek demektir. Terim olarak ise, Allah-u Teâlâ için gerekli olan isim ve sıfatların tamamını veya bir kısmını inkar etmektir. Buna göre ta’tîl iki kısımdır:

1- Tam (Küllî) Ta’tîl: Allah’ın sıfatlarını inkar eden Cehmiyye24 gibi. Bunların aşırıları, Allah’ın isimlerini de inkar ederler.

2- Kısmî (Cüzî) Ta’tîl: Allah’ın bazı sıfatlarını kabul edip bazılarını inkar eden Eş’ariyye25 gibi. Bu ümmet içinde ta’tîl fitnesi ile bilinen ilk kişi el-Ca’d b. Dirhem’26 dir.

Tekyîf:27

Tekyîf, bir sıfatın niteliğini (keyfiyetini) anlatmaktır. Allah’ın elinin ya da dünya göğüne inmesinin niteliği şöyle şöyledir, demek gibi.28

Temsîl29 ve Teşbîh:30

Temsîl, bir şeye örnek, teşbîh ise benzer vermektir.

Temsîl (iki şey arasında) her bakımdan eşitlik ve denklik bulunmasını, teşbih ise bir çok bakımdan eşitlik ve denklik bulunmasını gerektirir.31 Bunların biri diğeri yerinde de kullanılır.

Bunlar ile (temsîl ve teşbîh) tekyîf arasında iki bakımdan fark vardır:32

Birincisi: Tekyîf, bir şeyin niteliğini mutlak olarak veya bir benzerle kayıtlayarak anlatmaktır. Temsîl ve teşbîh ise, örnek ve benzerle kayıtlanmış bir niteliği gösterir. Bu bakımdan tekyîf daha geneldir. Çünkü her mümessil (temsil yapan) aynı zamanda mükeyyif (tekyif yapan)dir, tersi olamaz.33

İkincisi: Tekyîf sıfatlara özgüdür. Temsîl ise değerde (adet), sıfatta ve zâtta olabilir. Bu bakımdan yani temsîlin zât, sıfat ve değerle olan ilgisi bakımından temsîl daha geneldir.

Sonra insanlar içinde birçok kimsenin sapıtmasına neden olmuş teşbîh de iki kısma ayrılır:

Birincisi: Yaratılmışı yaradana benzetmek.

İkincisi: Yaradanı yaratılmışa benzetmek.

•Yaratılmışı Yaradana Benzetmek:34 Allah’a özgü fiiller, haklar ve sıfatlardan herhangi birini yaratılmışa da vermek demektir.

Birincinin yâni Allah’ın fiillerinden herhangi birini yaratılmışa vermenin örneği: Allah ile beraber başka bir yaratıcı bulunduğunu ileri süren kişinin Rubûbiyyet Tevhidinde Allah’a şirk koşması gibi.

İkincinin yani Allah’ın haklarından herhangi birini yaratılmışa vermenin örneği: Müşriklerin, putlarının ilahlık hakkı olduğunu ileri sürerek onlara tapıp kulluk etmeleri gibi.

Üçüncünün yâni Allah’ın sıfatlarından herhangi birini yaratılmışa vermenin örneği: Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’i övme veya diğer konularda aşırıya kaçanların yaptıkları şeyler gibi. Örneğin Abdullah b. Yahyâ el-Buhturî’35yi öven Mütenebbî’36nin:

Ey benzeri olmayan kimse, dilediğin gibi ol.

Ve nasıl istersen öyle ol. Sana benzer bir kimse yaratılmamıştır.

sözünde37 olduğu gibi.

•Yaradanı Yaratılmışa Benzetmek:38 Bu ise yaratılmışa ait olan bazı özellikleri Allah’ın zâtına ve sıfatlarına vermektir.

“Allah’ın iki eli yaratıkların elleri gibidir”, “Allah’ın arşına istiva etmesi yaratıkların tahtlarına oturup kurulmaları gibidir” ve benzeri sözler gibi.

Bu çeşit sözler söylemekle bilinen ilk kişinin, Râfızî39 olan Hişâm b. el-Hakem40 olduğu söylenir. Allah en doğrusunu bilir.

İlhâd:41

İlhâd, dilde eğilim, terim olarak da inanılması ya da yapılması gerekli olan şeyden başka yana sapmak demektir. İlhâd iki kısımdır:

Birincisi: Allah’ın İsimlerinde İlhâd

İkincisi: Allah’ın Ayetlerinde İlhâd

Allah’ın İsimlerinde İlhâd:42 Bu isimler için kaçınılmaz ve gerekli olan gerçekten sapmaktır. Bunun da dört çeşidi vardır:

1- Ta’tîlcilerin yaptıkları gibi isimlerden herhangi birini veya bunların gösterdiği sıfatları inkar etmek.

2- Teşbîhcilerin yaptıkları gibi isimleri, Allah’ı yaratıklarına benzetmek için bir kanıt (gösterge) olarak kullanmak.

3- Allah’ın kendisine vermediği bir takım isimlerle Allah’ı adlandırmak. Çünkü Allah’ın isimleri tevkîfîdir yâni delile dayalıdır. Bu çeşide örnek, Hıristiyanların Allah’ı “baba”, filozofların da “ille-i fâile=etkin güç” olarak isimlendirmeleri.

4- Allah’ın isimlerinden putlara isimler türetmek gibi. el-İlâh isminden “el-lât”, el-azîz isminden “el-uzzâ” adları türetmek gibi.

Allah’ın Ayetlerinde İlhâd:43 Bu, ya peygamberlerin getirdiği hükümler ve haberlerden oluşan şer’î ayetlerde ya da Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı ve yaratmakta olduğu varlıklar olan kevnî ayetlerde olur.

•Şer’î ayetlerdeki İlhâd, ya bu ayetleri tahrîf etmek, yahut bunların bildirdiği haberleri yalanlamak veya da hükümlerine karşı çıkmaktır.

•Kevnî ayetlerdeki ilhâd ise, bu ayetleri, Allah’tan başkasına nispet etmek veya bu ayetlerde bir ortağı ve yardımcısı olduğuna inanmaktır.

 

 

 

 

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

 

Selef Yolunun Doğruluğu, İlim ve Hikmet Bakımından Halef Yolunun Selefin Yolundan Üstün Olduğu İddiasının Geçersizliği

Yukarıda selef yolunun açıklaması ve bu yola uymanın gerekliliğini gösteren kanıtlardan bahsedilmişti. Burada ise biz, doğru yolun selef yolu olduğunu kanıtlarıyla belirtmek istiyoruz. Selefin yolu iki bakımdan doğrudur:

Birincisi: Selefin yolu, kitap ve sünnetin gösterdiği yoldur. İlim ve adaletle selefin yolunu araştıran herkes, o yolun, gerek bütün, gerekse ayrıntı olarak kitap ve sünnete uygun olduğunu bulur. Elbette böyle olması gerekir. Çünkü Allah, insanların ayetlerini düşünüp taşınmaları, eğer hüküm içermişlerse onları uygulamaları ve eğer haber bildirmişlerse onları doğrulamaları için kitabını indirmiştir. Şüphesiz insanların, bu ayetleri anlamaya, doğrulamaya ve hükümlerini uygulamaya en yakın olanları seleftir. Çünkü bu ayetler kendi dillerinde ve çağlarında inmiştir. O halde hiç şüphesiz onlar, insanların bu ayetleri anlayış olarak en iyi bilenleri, uygulayış olarak da en sağlam olanlarıdır.

İkincisi: Bu konuda gerçek, ya selefin ya da halefin dediği gibidir, demek gerekir. Cümlenin ikinci bölümü geçersizdir. Çünkü bu takdirde Allah’ın ve Rasûlü’nün ve islam dinine girme hususunda öne geçen ilk muhâcirler ve ensârın doğrudan veya açıkça bâtılı söylemiş, bir kez dahi olsun inanılması gereken gerçeği ne doğrudan ne de açıkça söylememiş olmaları gerekir. Böylece kitap ve sünnetin varlığı dinin esasına apaçık bir zarar verir ki, insanları kitap ve sünnetten yoksun bırakmak onlar için daha hayırlı ve daha doğru olur. Bunun bâtıllığı da açıktır.

Bazı geri zekalılar:44 “Selefin yolu daha sağlıklı, halefin yolu ise ilim ve hikmet bakımından daha üstündür”!! demişlerdir. Bu sözün kaynağı şu iki kanıdır:

Birincisi: Bunu söyleyenin, taşıdığı bozuk süpheler nedeniyle, Allah-u Teâlâ’nın, bu nasların (ayet ve hadislerin) gösterdiği gerçek bir sıfatı yoktur şeklindeki inancı.

İkincisi: Selefin yolunun, sıfatlarla ilgili nasların lafızlarına hiçbir anlam vermeden inanmak olduğunu sanması. Böylece iş dönüp dolaşarak şu iki şey arasında kalıverir:

Biz, ya anlamsız kupkuru boş sözlere inanmak durumundayız -ki onun kanısına göre- selefin yolu budur. Ya da nasların açık anlamlarının bizzat gösterdiği Allah’ın sıfatlarını saptarken, bu naslara açık anlamlarına ters anlamlar veririz. Halefin yolu da budur.

Hiç şüphesiz, nasların anlamlarını saptamak, onları büsbütün anlamsız boş laflar halinde bırakmaktan hem ilim hem de hikmet bakımından daha iyidir. İşte bundan dolayıdır ki bu geri zekalı, ilim ve hikmet bakımından halefin yolunu, selefin yolundan daha üstün tutmuştur.

Bu geri zekalının sözünün bir doğru bir de yanlış yanı vardır:

Doğru yanı “selefin yolunun daha sağlıklı olduğu” sözüdür.

Yanlış yanı ise “ilim ve hikmet bakımından halefin yolunun daha üstün olduğu” sözüdür. Bu söz (yanlış yanı içeren söz) birkaç bakımdan açıkça yanlıştır:

1- Bu söz, “selefin yolu daha sağlıklıdır” sözüyle çelişmektedir. Çünkü selefin yolunun daha sağlıklı olması, onun ilim ve hikmet bakımından daha üstün olmasının bir gereğidir. Şöyle ki, ilim ve hikmet olmadan selâmet (sağlık) olmaz. İlim, selâmet sebeplerindendir. Hikmet ise o sebeplere göre hareket etmektir. Böylece selefin yolunun daha sağlıklı, ilim ve hikmetçe de daha üstün olduğu anlaşılmış olur. İşte bu geri zekalının bu kaçınılmaz gerçeği bilmesi gerekir.

2- Allah’ın, bu nasların gösterdiği gerçek bir sıfatı yoktur şeklindeki inancı da bâtıldır. Çünkü bu ilk olarak bozuk şüpheler45 üzerine kurulmuş bir kanıdır. İkinci olarak da hem akıl, hem yaratılış (fıtrat) hem de dinin kendisi, Allah-u Teâlâ’nın en olgun sıfatlara sahip olduğunu göstermektedir. Bunları şöyle açıklayabiliriz:

Akıl, Allah’ın en olgun sıfatlara sahip olduğunu gösterir. Şöyle ki: Bu evrende fiilen var olan her şeyin bir sıfatı vardır. Bu sıfat ya olgunluk ya da eksiklik sıfatıdır. İkinci yâni eksiklik sıfatı, gerçek anlamda ibadet edilmeyi hak eden Rabb’e nispeti yönüyle bâtıldır. Bundan dolayı Allah-u Teâlâ, putların ilahlıklarının (tanrılıklarının) geçersizliğini ve bâtıllığını göstermek için, onları “işitmez, görmez, ne fayda ne de zarar vermez, yaratmaz ve yardım etmez” gibi eksiklik ve âcizlik belirten sıfatlarla nitelemiştir. İkincisi yâni Allah’ın eksiklik bildiren sıfatlarla nitelenmesi mümkün olmadığına göre, birincisi yâni O’nun için olgunluk sıfatlarının saptanmış olduğu kendiliğinden ortaya çıkmış oldu. Kaldı ki yaratıkların da olgunluk sıfatları bulunduğu, duyu ve gözlem ile saptanmıştır. Bu olgunluk sıfatlarını, onlara veren her türlü eksiklik ve kusurdan münezzeh olan Allah’tır. Elbette tüm bu olgunlukları veren onlara daha layıktır.

Fıtrat (yaratılış) kanunu da Allah’ın olgunluk sıfatlarına sahip olduğunu gösterir. Çünkü sağlıklı nefisler (canlar), Allah’ı sevmek, O’nu yüceltmek ve O’na kulluk etmek eğilimi ve doğasıyla yaratılmışlardır.46

Şimdi sen, tüm bunlardan sonra, rablığa ve ilahlığa lâyık, olgun sıfatlarla niteli olduğuna inandığından başka bir varlığı sever, onu yüceltir ve ona kulluk eder misin?!

Din ise, Allah’ın en olgun sıfatlara sahip olduğunu gösteren sayılmayacak kadar pek çok kanıtla doludur. Örneğin Allah’ın şu buyrukları bunlardan bazılarıdır:

“O, öyle Allah’tır ki, O’ndan başka ilah yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, esirgeyendir, bağışlayandır. O, öyle Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir ilah yoktur. O, mülkün sahibidir, mukaddestir (çok kutsaldır), selâmet verendir, emniyete eriştirendir, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah (müşriklerin) ortak koştukları şeylerden münezzehtir. O, yaratan, var eden, şekil veren Allah’tır. En güzel isimler (el-esmâü’l-hüsnâ) O’nundur. Göklerde ve yerde bulunan her şey O’nu tesbîh eder. O, azîzdir (gâliptir), hikmet sahibidir.” (Haşr, 22-24)

“Göklerde ve yerde en yüce sıfat(lar) O’nundur.” (Rûm, 27)

“Allah, (o Allah’dır ki) O’ndan başka ilah yoktur; O, diridir, zâtıyla ve kemâliyle kâimdir. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O’nundur. İzni olmadan O’nun katında kim şefaat edebilir ki? Onların önlerindekini ve arkalarındakini bilir. O’nun ilminden, yalnız kendisinin dilediği dışında hiçbir şeyi kavrayamazlar. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır, onları koruyup gözetmek kendisine ağır gelmez. O, zâtıyla yüksek olandır, çok büyüktür.” (Bakara, 255)

Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in de şu sözü bunun güzel bir örneğidir:

“Ey insanlar! Kendinize acıyınız. Çünkü siz, ne bir sağıra ne de bir gâibe dua ediyorsunuz. Tam tersine işiten, gören ve yakın olana dua ediyorsunuz. Hiç şüphesiz kendisine dua ettiğiniz sizden birinize bineğinin boynundan daha yakındır.” 47

Buna benzer daha pek çok ayet ve hadis, Allah’ın olgunluk sıfatlarıyla niteli olduğunu göstermektedir.

3- Selefin yolu, sıfatlarla ilgili nasların lafızlarına hiçbir anlam vermeden inanmaktır şeklindeki sanısı da hem bâtıldır hem de selefe atılan bir iftiradır.  Çünkü gerek lafız, gerekse anlam bakımından sıfat naslarını en iyi bilen, Allah ve Rasûlü’nün istekleri doğrultusunda bu nasların anlamlarını Allah-u Teâlâ’ya yaraşır biçimde en açık ve güzel şekilde saptayan seleftir.

4- Selef, nebîlerin ve rasûllerin mirasçılarıdırlar. Onlar bilgilerini ilâhî risâlet kaynağından ve iman gerçeklerinden almışlardır. Fakat şu halef ise, sahip oldukları bilgilerini, ateşe tapan mecûsilerden, müşriklerden, Yahûdi ve Yunan sapıklığından almışlardır.48 Şimdi nasıl oluyor da, mecûsilerin, müşriklerin, Yahûdilerin, Yunanlıların ve bunların yavrularının mirasçıları olanlar, Allah’ın isim ve sıfatları konusunda nebîlerin ve rasûllerin varislerinden daha bilgili ve daha hikmetli olabiliyorlar?!

5- Bu geri zekalının, ilim ve hikmetle ilgili metodlarını, selefin metodundan üstün tuttuğu halef, aslında Hz.Muhammed -Sallallâhu aleyhi ve sellem- ile gönderilen açık kanıtlar ve hidayetten yüz çevirdikleri ve Allâh-u Teâlâ’yı bilmeyi, Allah’ı bilmeyenlerden öğrenmek istedikleri için şaşırıp kalmışlardır. Bu şaşkınlıkları bizzat kendi itirafları ve ümmetin de aleyhlerine tanıklığı ile sâbittir. Nitekim bunların liderlerinden biri olan Râzî,49 sonunda vardığı kanaati şöyle ifade etmektedir:

Akılların gidişinin sonu bağlara takılmaktır.50

Akılla uğraşan âlimlerin çabasının çoğu sapıklıktır.

Ruhlarımız, bedenlerimizde yabancı kalmıştır.

Dünyamızın sonu eziyet ve vebaldir.

Ömrümüz boyunca araştırmalarımızdan istifâde etmedik.

Sadece onun bunun dediklerini toplamak dışında.51

“Ben kelâm yollarını ve felsefe metodlarını inceden inceye inceledim de bunları, ne bir hastaya şifa verecek ne de bir susamışı kandıracak nitelikte görmedim. (Allah’a ulaştıran) yolların en yakınının Kur’ân yolu olduğunu gördüm. Allah’ın sıfatlarını ispat hususunda:

“Rahman arşa istiva etti.” (Tâhâ, 5)

“Güzel söz ancak O’na yükselir (çıkar).” (Fâtır, 10)

ayetlerini, eksiklik ve kusur belirten sıfatları reddetme hususunda ise:

“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (Şûrâ, 11)

“Onlar O’nu ilmen (bilgice) kavrayamazlar.” (Tâhâ, 110)

ayetlerini oku.

Benim deneyimimi geçiren kimse, benim bildiğim gibi bilir.”52 Râzî’nin sözü burada bitti.

Şimdi nasıl oluyor da, kendilerinin sapıklık ve şaşkınlık içinde olduklarını itiraf eden bu şaşkınların yolu, Allah’ın kendilerine bahşettiği ilim ve hikmetle diğer peygamberlerin ümmetleri arasından sıyrılıp çıkarak onlara üstün gelen hidâyet önderleri ve gece karanlığının kandilleri olan selefin yolundan daha bilgili ve daha hikmetli olabiliyor?! Onlar öylesine, imân ve ilim gerçeklerini idrak etmişlerdi ki, başkalarının bütün bilgileri toplanıp onlarınkinin yanına konsa, başkalarını bunlarla karşılaştırmak isteyen bu yaptığından utanırdı. Öyleyse nasıl oluyor da başkalarının onlardan daha üstün olduğu hükmü verilebilmektedir?!

Böylece selefin yolunun daha sağlıklı, daha bilgili ve daha hikmetli olduğu ortaya çıkar.

 

 

 

 

BEŞİNCİ BÖLÜM

 

Sonradan Gelen Bazı Kimselerin Selefin Yolu Hakkındaki Kötü Niyetli Nakilleri

Sonradan gelenlerden bazıları şöyle demişlerdir: “Selefin sıfat nasları hakkındaki görüşü (yolu), sıfat naslarını (lafızlarını) geldiği gibi alıp açık anlamlarının (zâhirlerinin) kastedilmediğine inanmaktır.”

Doğal olarak, böyle bir sözü geneli itibarıyla olduğu gibi almak problem olabilmektedir. Çünkü “zâhir=açık anlam” sözü mücmel olup aşağıdaki şu ayrıntılı açıklamaya gereksinim duyar:

1- Eğer zâhir sözüyle, bu naslardan, teşbîhe (benzetmeye) kaçmaksızın Allah’ın, kemâline yaraşır sıfatları olduğu ortaya konmak istenmişse, bu kesinlikle kastedilen anlamdır. Kastedilen anlamın bu olmadığını söyleyen kimse şayet buna kendisi inanmışsa sapıtmış, yok bu sözü yâni kastedilen anlamın bu olmadığını selefe nispet etmişse yalancı veya hatalı olmuştur.

2- Yok eğer zâhir sözüyle, bazı insanlar için, “bu nasların zâhirleri (açık anlamları) Allah’ı yaratıklarına benzetmektir” gibi bir anlamın belirebileceği kastedilmek istenmişse, bu durumda kastedilen anlam kesinlikle bu değildir. Zaten nasların zâhiri (açık anlamı) de bu değildir. Çünkü Allah’ın yaratıklarına benzemesi olanaksız bir şeydir. Kitap ve sünnetin zâhirinin olanaksız bir şey olması mümkün değildir. Her kim nasların zâhirlerinin (açık anlamlarının) Allah’ı yaratıklarına benzetmek olduğunu sanarsa, ona bu sanısının yanlış olduğu ve bu nasların zâhirlerinin (açık anlamlarının), hatta bunun da ötesinde açık seçik dile getirdiklerinin: “Allah’a yaraşır ve O’na özgü sıfatların ispat edilmesi” gereği olduğu açıklanır.

Böylece bu ayrıntılı açıklamayla, hem lafız hem de anlam bakımından naslara hakkını vermiş olduk. Allah en doğrusunu bilir.

 

 

 

 

ALTINCI BÖLÜM

 

Sonradan Gelen Bazı Kimselerin Hakkı Bâtılla Karıştırmaları

Sonradan gelenlerden bazıları şöyle demişlerdir: “Sıfat nasları hakkında selefin yolu (görüşü) ile bu nasları te’vîl edenlerin yolu (görüşü) arasında bir fark yoktur. Çünkü bunların hepsi de ayet ve hadislerin Allah’ın sıfatlarını göstermediği hususunda birleşmişlerdir. Ancak te’vîl edenler, ihtiyaç duyulduğundan dolayı bunları te’vîl etmeyi yararlı görmüşler ve bunun sonucu olarak da kastedilen anlamı belirlemişlerdir. Selef ise te’vîlcilerin kastettikleri anlamdan başka bir anlamın da kastedilmiş olabileceği düşüncesiyle kesin bir anlam belirlemekten kaçınmışlardır.”

Bu söz, selefe atılan açık bir iftiradır. Selef arasında nasların, Allah’a yaraşan sıfatları göstermediğini söyleyen hiç kimse yoktur. Tam tersine onların sözleri, genel olarak sıfatların cinslerini kabul etmeyi, genelin dışında da sıfatları inkar eden ya da Allah’ı yaratıklarına benzetenleri reddetmeyi gösterir.

Nitekim İmam Buhârî’53 nin hocası Nuaym b. Hammâd el-Huzâ’î’54nin şu sözü bunun güzel bir örneğidir:

“Allah’ı yaratıklarına benzeten kâfir olur. Allah’ın, kendisini nitelendirdiği şeyleri inkar eden de kâfir olur. Ne Allah’ın kendisini nitelendirdiği ne de Rasûlü’nün O’nu nitelendirdiği hiçbir şey teşbîh değildir.”55 Selefin buna benzer sözleri daha pek çoktur.

Selefin bu te’vîlcilerle aynı düşüncede olmayıp, sıfatları olduğu gibi kabul ettiğinin kanıtlarından biri de bunların, sıfatları olduğu gibi kabul etmelerinden dolayı selefe düşman olmaları ve selefi teşbîh ve tecsîm (cisimlendirme)56 ile suçlamalarıdır.57 Eğer selef de bunlar gibi nasların, Allah’ın sıfatlarını göstermediği görüşünde olsaydı, onlara düşman olmaz ve onları teşbîh ve tecsîm ile suçlamazlardı.58 Allah’a hamdolsun ki bu durum açıkça görülebilmektedir.

 

 

 

 

YEDİNCİ BÖLÜM

 

Sıfatlar Hakkında Seleften Gelen Sözler

Sıfat ayetleri ve hadisleri hakkında seleften gelen ve bir kısmı genel, bir kısmı da özel anlamlar içeren bazı sözler şöhret bulmuştur.

Genel anlamlı sözlerden biri, selefin şu sözüdür:

“Onları (sıfat naslarını) geldikleri gibi nitelendirmeden (niteliksiz) alınız.”

Bu söz; Mekhûl,59 Zührî,60 Mâlik b. Enes,61 Süfyân es-Sevrî,62 Leys b. Sa’d63 ve Evzâ’î’64den rivâyet edilmiştir.65

Bu sözde, ta’tîlcilere ve teşbîhcilere reddiye vardır. Şöyle ki:

- “Geldiği gibi alınız” sözünde ta’tîlcilere

- “Nitelendirmeden” sözünde ise teşbîhcilere red vardır.

Yine bu sözde, selefin; sıfat nasları için Allah’a yaraşır doğru anlamlar saptadıklarının bir kanıtı vardır. Bu kanıtı şu iki şey gösterir:

1- Selefin “geldiği gibi alınız” sözünün anlamı şudur: Sıfat naslarının gösterdiği anlamları, geldiği gibi bırakmak. Hiç şüphesiz bu naslar Allah-u Teâlâ’ya yaraşır anlamları ispat etmek için gelmiştir. Eğer selef, bu sıfat naslarının bir anlamı olduğuna inanmasalardı “bunların lafızlarını alınız ve anlamlarına takılmayınız (dokunmayınız)” derler veya buna benzer bir şey söylerlerdi.

2- Selefin “nitelendirmeden” sözü, onların; anlamın hakîkatini (gerçeğini) ispat ettikleri hususunda açık bir kanıttır. Çünkü eğer onlar, bu sözlerin anlamı olmadığına inanmış olsalardı, anlamın niteliğini inkar etmeye gerek duymazlardı. Zira olmayan bir şey, kendi başına var olamaz. O halde olmayan bir şeyin niteliğini inkar etmek, boş saçma bir söz olur.

• Eğer; Allah’ın dünya göğüne inmesi hadisi66 ve buna benzer diğer hadisler hakkında İmam Ahmed67’in söylediği “nitelendirmeden ve anlam vermeden bunlara inanır ve tasdik ederiz (doğrularız)”68 sözü hakındaki cevabınız nedir? denilirse,

Buna cevap olarak deriz ki:

İmam Ahmed’in sözünde reddettiği anlam, Cehmiyye’den ta’tîlcilerin ve başkalarının uydurarak ortaya attıkları ve onunla (bu anlamla) kitap ve sünnetin naslarını, açık anlamlarına ters düşen anlamlara çevirdikleri anlamdır.

Söylediğimizin doğruluğunu şu gösterir: İmam Ahmed anlam ve nitelemeyi, sözünün, şu iki bid’atçi gruba -Muattıla (ta’tîlci) grubu ve Müşebbihe (teşbîhci) grubu- reddiyeyi kapsaması için, inkar etmiştir.

Söylediğimizin doğruluğunu gösteren diğer bir kanıt ise Müellif’in (İbn Teymiyye) Muhammed b. el-Hasen’69in sözü hakkında söyledikleridir: “Batıdan doğuya kadar bütün fıkıhçılar, Kur’ân’a ve Rabb Azze ve Celle’nin sıfatları hakkında Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’den güvenilir kimselerin rivâyet ettikleri hadislere, hiçbir tefsîr (yorum), nitelendirme ve benzetme yapmaksızın iman etmenin gereği üzerinde birleşmişlerdir.”70

Müellif (İbn Teymiyye), Muhammed b. el-Hasen’in bu sözünü naklettikten sonra O’nun bu sözle; “sıfatları ispat hususunda sahâbe ve tâbiînin üzerinde birleştikleri görüşlere ters düşen birtakım tefsîrleri (yorumları) uydurarak ortaya atan ta’tîlci Cehmiyye’nin yorumunu kasdettiğini” söylemektedir.

Bu da gösterir ki sıfat ayetlerinin ve hadislerinin tefsîri iki çeşittir:

1- Makbûl (Kabul Edilen) Tefsîr: Bu, sıfatlara; Kitap ve Sünnet’in zâhirine (açık anlamına) uygun, Allah Azze ve Celle’ye yaraşır anlamlar veren sahâbenin ve tâbiînin üzerinde olduğu tefsîrdir.

2- Makbûl Olmayan Tefsîr: Bu da makbûl tefsîrin tersine, kabul edilmeyen tefsîrdir.

Yukarıda geçtiği üzere bu mânâların kabul edileni olduğu gibi kabul edilmeyeni de vardır.

•Peki “Allah’ın sıfatlarının niteliği var mıdır?” denilirse, cevap olarak deriz ki:

Evet onların niteliği vardır. Fakat bu nitelik bizim için bir bilinmezdir. Çünkü bir şeyin niteliği, ya bizzat o şeyin kendisini görerek, ya benzerini görerek ya da onun hakkında gelen doğru bir haberle bilinebilir. Bu yolların hiçbiri Allah’ın sıfatları hakkında mevcût değildir.

Böylece selefin “niteliksiz” sözünün anlamının “nitelendirmeden” olduğu bilinmiş oldu. Yoksa onlar mutlak anlamda niteliği reddetmeyi kasdetmemişlerdir. Çünkü bu katıksız bir ta’tîldir. Allah en doğrusunu bilir.

 

 

 

 

SEKİZİNCİ BÖLÜM

 

Allah-u Teâlâ’nın Uluvvu ve Bu Uluvvun Kanıtları

Allah-u Teâlâ’nın uluvvu O’nun zâtî sıfatlarından olup iki kısma ayrılır:

1- Sıfatlarının Uluvvu

2- Zâtının Uluvvu

1- Sıfatlarının Uluvvu: Bu, var olan her olgunluk (kemâl) sıfatının, her bakımdan en yücesinin ve en mükemmelinin sadece Allah’a ait olması demektir. İster bu sıfat mecd (şeref, ihtişam) ve kahr (kahretme) sıfatlarından, isterse cemâl (güzellik) ve kadr (şan, şeref, hürmet) sıfatlarından olsun hiç farketmez.

2- Zâtının Uluvvu: Bu ise Allah’ın zâtıyla bütün yaratıklarının üstünde olması demektir.71 Bunu, Kitap, Sünnet, icmâ, akıl ve fıtrat (yaratılış kanunu) kanıtlamaktadır:

- Kitap ve Sünnet, Allah-u Teâlâ’nın zâtıyla yaratıklarının üstünde olduğuna dair açıkça dile getirdiği veya genelde açık kanıtlarla doludur. Bu durumu da farklı biçimlerde ortaya koyarak bir çeşitlilik arzetmiştir. Şöyle ki, Allah’ın zâtî uluvvu:

• Bazen yüksek (yukarı) olmak (el-uluvv), üstte olmak (el-fevkıyye), Arş’a istivâ etmek ve gökte olmak gibi sözlerle anlatılmıştır. Allah’ın şu buyruklarında olduğu gibi:

“Ve O, zâtıyla yüksekte olandır, çok büyüktür.” (Bakara, 255)

“Zâtıyla yüksek olan Rabbinin adını tesbih et.” (el-A’lâ, 1)72

“Onlar, üstlerindeki Rablerinden korkarlar.” (Nahl, 50)73

“Rahman arşa istivâ etti.” (Tâhâ, 5)74

“Gökte olanın, sizi yere batırmayacağından emin misiniz?” (Mülk, 16)75

Ve Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in şu sözleri gibi:

“Arş suyun üstünde, Allah da arşın üstündedir.” 76

“Ben gökte olanın emîni (güvendiği) olduğum halde, hâlâ siz bana güvenmiyor musunuz?!” 77

• Bazen eşyanın O’na yükselmesi, çıkması ve yükseltilmesi (kaldırılması) gibi sözlerle anlatılmıştır. Allah-u Teâlâ’nın şu buyruklarında:

“Güzel söz ancak O’na yükselir.” (Fâtır, 10)

“Melekler ve Rûh (Cebrâil) O’na çıkar.” (Meâric, 4)

“Tam tersine Allah onu (İsa’yı) kendisine yükseltmiştir (kaldırmıştır).” (Nisâ, 158)78

ve Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in de şu sözlerinde olduğu gibi:

“Allah’a ancak güzel şey yükselir (çıkar).” 79

“Geceyi sizin aranızda geçiren melekler Rablerine çıkarlar.” 80

“Gündüzün amelinden önce gecenin ameli, gecenin amelinden önce de gündüzün ameli O’na (Allah’a) yükseltilir (kaldırılır).” 81

• Bazen de eşyanın O’ndan aşağı indirilmesi sözüyle anlatılmıştır. Şu iki ayet ve hadiste olduğu gibi:

“O (Kur’ân), âlemlerin Rabbinden indirilmiştir.” (Vâkıa, 80) (Hâkka, 43)

“De ki: Onu (Kur’ân’ı), Mukaddes (kutsal) Ruh (Cebrâil), Rabbinden indirdi.” (Nahl, 102)82

“Rabbimiz, (her) gecenin son üçte biri (yâni son üçte birlik kısmı) kaldığı zaman dünya göğüne iner.” 83

Daha bunlara benzer ayetler ve Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’den mütevâtir olarak aktarılan, Allah-u Teâlâ’nın yaratıklarının üstünde olduğunu anlatan hadisler, Hz. Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in bütün bunları, Rabbinden alarak söylediğini, ümmetinin de kendisinden aldığını kesin olarak göstermektedir.

- İcmâya gelince, sahâbîler ve onlara ihsanla (güzelce) uyan tâbiîn ve ehl-i sünnet imamları, Allah-u Teâlâ’nın göklerinin üstünde, arşının üzerinde olduğu inancında birleşmişlerdir. Sözleri bu anlamı açıkça ifade eden şeylerle doludur. Evzâ’î şöyle demiştir:

“Biz şöyle derdik -ki aramızda tâbiînden pek çok kimse vardı-: Zikri (anılması) çok yüksek (yüce) olan Allah, muhakkak ki arşının üstündedir ve biz sünnetin getirdiği bütün sıfatlara inanırız.”84

Evzâ’î bu sözü, Allah’ın sıfatlarını ve yüksekte olduğunu inkar eden Cehm’85in mezhebinin (Cehmiyye) ortaya çıkışından sonra söylemiştir ki, insanlar selefin görüşünün, Cehm’in görüşlerine aykırı olduğunu bilebilsinler.

Seleften hiç kimse, Allah’ın semâda olmadığını, O’nun zâtıyla her yerde olduğunu, bütün yerlerin O’nun için bir olduğunu, O’nun ne alemin içinde ne dışında, ne ona bitişik ne de ondan ayrı olduğunu ve hissi olarak (duyu organlarıyla) O’na işaret etmenin câiz olmadığını kesinlikle söylememiştir. Tam tersine yaratıkların Allah’ı en iyi bileni Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem- arefe günü veda haccında o büyük topluluğun içinde parmağını göğe kaldırarak Allah’a işaret etmiş ve “Ey Allahım! Şahit ol!” 86 diyerek ümmetinin, kendisine verilen görevi onlara bildirdiğine dair ikrarlarına (itiraflarına) Rabbini tanık tutmuştur. Allah’ın salât ve selâmı üzerine olsun.87

- Akla gelince, her sağlıklı akıl, Allah’ın zâtıyla yaratıklarının üstünde olması gerektiğini iki bakımdan gösterir:

1- Yükseklik bir olgunluk (kemâl) sıfatıdır. Zâtıyla yüksekte olan Allah, her bakımdan mutlak anlamda olgun olmayı kendisine farz kılmıştır. Öyleyse çok kutsal ve yüksek olan Allah’ın yüksekte olması gerekir.

2- Yükseklik, alçaklığın zıttıdır. Alçaklık da bir eksiklik sıfatıdır. Zâtıyla yüksekte olan Allah ise bütün eksik sıfatlardan münezzehtir. Öyleyse Allah’ın alçaklıktan tenzîhi ve onun karşıtı olan yükseklikle nitelendirilmesi gerekir.

- Fıtrata (Yaratılış Kanunu) gelince, Allah, arabıyla acemiyle bütün insanları ve hatta hayvanları dahi, hem kendisine, hem de kendisinin onların üzerinde olduğuna iman etmek üzere yaratmıştır.

Dua veya ibadetle Rabbine yönelen hiçbir kul yoktur ki, yüksekleri arzuladığına ve kalbinin sağa ve sola bakmadan sadece göğe yöneldiğine dair bu kaçınılmaz duyguyu içinden geçirmesin, onu kalbinin derinliklerinde duymasın. Şeytanların ve hevâsının ayartmış olduğu kimselerden başka hiç kimse bu fıtrat gereğinden vazgeçmez.

Ebu’l-Meâlî el-Cüveynî88 meclisinde şöyle derdi: “Başka hiçbir şey yok iken Allah vardı. Şimdi de O, o zaman olduğu şey üzeredir.”89 O bu sözüyle, Allah’ın arşına istivâ ettiğini inkar ettiğini açıklamak istiyordu.

Cüveynî’nin bu sözünden sonra Ebû Ca’fer el-Hemedânî90 de O’na şöyle demiştir:

“Sen arş hakkında konuşmayı bırak da -çünkü o nakille sâbittir- kalpleri-mizde duyduğumuz şu kaçınılmaz duygudan bize haber ver: Hiçbir ârif, sağa ve sola bakmadan sadece yüksekleri arzuladığına dair bu kaçınılmaz duyguyu kalbinde hissetmeden, kesinlikle “Yâ Allah” dememiştir. Öyleyse içimizde beliren bu kaçınılmaz duyguyu kalplerimizden nasıl kovabiliriz ki?!”

Bunun üzerine, feryadı basan Ebu’l-Meâlî eliyle başına vurarak: “Hemedânî beni şaşkına çevirdi. Hemedânî beni şaşkına çevirdi.” dedi.91

İşte bu beş kanıtın hepsi, Allah’ın zâtıyla yüksekte, yaratıklarının üstünde olduğu hususuyla uygunluk göstermektedir.

• Fakat, “O, göklerde de yerde de Allah’tır. Gizlinizi ve açığınızı bilir.” (En’âm, 3)

“Gökteki ilah da, yerdeki ilah da O’dur.” (Zuhruf, 84)

ayetleri, Allah’ın (zâtıyla) gökte olduğu gibi yerde de olduğu anlamına gelmezler. Bu ayetlerin anlamının bu olduğunu sanan ya da bunu seleften herhangi birinden nakleden kimse, sanısında hatalı, naklinde ise yalancıdır.

Birinci ayetin anlamı: Şüphesiz Allah göklerde de yerde de kendisine tapılan ilahtır. Göklerde ve yerde bulunan her şey ilah olarak Allah’a taparlar ve O’na kulluk ederler. Bir tefsire göre ise şöyle denmiştir: Bu ayetin ilk bölümü: “O, göklerde olan Allah’tır” cümlesiyle bitmekte, daha sonra “ve yerde sizin gizlinizi ve açığınızı bilir” cümlesiyle yeni bir cümle başlamaktadır. Bu ayetin ilk bölümü “Allah göklerdedir” anlamında olup daha sonra Allah, “ve yerde sizin gizlinizi ve açığınızı bilir” diyerek yeni bir cümleye başlamıştır. Buna göre bu yeni cümle “Muhakkak Allah yeryüzünde sizin gizlinizi de açığınızı da bilir” demektir. Öyleyse Allah’ın göklerin üstünde olması, O’nun sizin yeryüzündeki gizlinizi ve açığınızı bilmesine engel değildir.

İkinci ayetin anlamı da şudur: Allah gökte de ilahtır, yerde de ilahtır. Her ne kadar kendisi (zâtıyla) gökte ise de ilahlığı (tanrılığı) her ikisindedir.

Bunun benzeri tıpkı şu sözdür: “Falanca adam Mekke’de de emirdir, Medine’de de.” Yâni o, her ne kadar bunlardan birinde bulunuyorsa da emirliği her iki şehirde de geçerlidir. Dil ve örf bakımından bu doğru bir tabirdir (anlatım şeklidir). Allah en doğrusunu bilir.

 

 

 

 

DOKUZUNCU BÖLÜM

 

Cihet (Yön)92

Bu bölümde Allah-u Teâlâ için cihetin (yönün) olup olmadığını açıklamak istiyoruz. Doğrusu ne olumsuz ne de olumlu anlamda Allah-u Teâlâ’ya yön tayininde bulunmak mutlak sûrette doğru olmaz. Bunun için şu ayrıntılı açıklamanın bilinmesi gerekir:

- Eğer yön ile alçaklık yönü kastedilmişse, bu Allah için hem kabullenilemez hem de imkansızdır. Çünkü Allah-u Teâlâ zâtıyla ve sıfatlarıyla, mutlak uluvvu (yüksekliği) kendine gerekli (farz) kılmıştır.

- Eğer yön ile Allah’ı kuşatan yükseklik yönü kastedilmişse, bu Allah için kabullenilemez olduğu gibi imkansızdır da. Çünkü Allah, yaratıklarından hiçbir şey kendisini kuşatamayacak kadar büyüktür, yücedir. Kürsüsü gökleri ve yeri kaplamış iken yaratıkları O’nu nasıl kuşatabilir ki?!

“Kıyamet günü yeryüzü bütünüyle O’nun avucundadır, göklerde sağında (sağ elinde) dürülmüş olacaktır. Allah, onların şirk koştukları şeylerden münezzeh ve çok yüksektir.” (Zümer, 67)

- Yok eğer yön ile, Allah’ı kuşatma söz konusu olmadan, O’nun büyüklüğüne ve yüceliğine yaraşır yükseklik yönü kastedilmişse, bu hem Allah-u Teâlâ için var olan bir gerçektir hem de gereklidir.

Şeyh Ebû Muhammed Abdülkâdir el-Ceylânî,93 “el-Günye” adlı kitabında şöyle demiştir: “Her türlü eksiklikten ve kusurdan münezzeh olan Allah, yükseklik yönünde (yukarı tarafta) arşına istivâ edendir, mülkü kapsayandır.”94

“Mülkü kapsayandır” sözü, çok kutsal ve yüksek olan Allah mülkü kuşatmış, çepeçevre sarmıştır, demektir.

• Eğer, “siz Allah’ın yaratıklarından bir şeyin O’nu kuşatmış olabileceğini reddettiğinize göre, Allah’ın gerek kitabında, gerekse Peygamberi -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in diliyle kendisi hakkında saptadığı ve sahâbenin de üzerinde birleştikleri ‘Allah’ın gökte olduğu’ hususundaki cevabınız nedir?” denilirse, buna cevap olarak deriz ki:

Allah’ın gökte olması, göğün O’nu kuşatmasını gerektirmez. Allah’ın gökte olması göğün O’nu kuşatmasını gerektirir sözünü söyleyen kimse, eğer bunu kendinden söylemişse sapık, yok başkasına nispet ederek söylemişse o takdirde de yalancı veya hatalı olmuştur. Allah-u Teâlâ’nın büyüklüğünü,95 O’nun her şeyi kuşatmış olduğunu,96 kıyamet gününde yeryüzünün O’nun avucunda olacağını,97 göğü de kitap sayfasını (yazılı kağıt tomarını) dürer gibi düreceğini98 bilen hiç kimse, asla yaratıklarından herhangi bir şeyin O’nu kuşatabileceğini aklına bile getirmez.

Buna göre “Allah’ın gökte olması”, şu iki anlamdan birini taşır:

1- Burada gök ile yükseklik kastedilmiştir. Buna göre anlam: “Allah yüksektedir, yâni yükseklik yönündedir” olur.

Gök, Kur’ân’da sâbit olan yükseklik anlamındadır. Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ve üzerinize gökten su (yağmur) indirir.” (Enfâl, 11)99

Yâni, göğün kendisinden değil, yüksekten su indirir. Çünkü yağmur buluttan iner (yağar).

2- Ya da ayette geçen100  (yâni gökte) lafzındaki “” fî, “” alâ anlamındadır ki bu durumda da anlam “Allah göğün üstündedir” olur.

Kur’ân’ın pek çok yerinde ve başka yerlerde fî (de, da, içinde), alâ (üstte, üzerinde) anlamına gelmektedir.101 Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Yeryüzünde dolaşın” (Tevbe, 2). Yâni yerin üzerinde dolaşın, içinde değil.102

 

 

 

 

ONUNCU BÖLÜM

 

Allah’ın Arş’ı Üzerine İstivâ Etmesi103

Dilde olgunluk ve bitmek etrafında dönüp dolaşan anlamlar veren istivâ kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de üç şekilde kullanılmıştır:

1- Mutlak (yalın) olarak, yâni hiçbir eke bağlı olmayarak:

“Mûsâ güçlü (yiğitlik) çağına erip istivâ edince” (Kasas, 14) ayetinde olduğu gibi.104 Burada istivâ, olgunlaştı, olgunluğa kavuştu demektir. Buna göre ayetin anlamı “Mûsâ güçlü (yiğitlik) çağına erip olgunlaşınca” olmaktadır.

2- İlâ (yaklaşma eki) harf-i cerri ile kayıtlı (bağlı) olarak:

Allah-u Teâlâ’nın “Sonra göğe istivâ etti” (Bakara, 29) buyruğunda olduğu gibi.105 Burada istivâ, tam bir irâde ile göğe yöneldi, onu kasdetti, demektir.

3- Alâ (üzerlik zarfı) harf-i cerri ile kayıtlı (bağlı) olarak:

Allah-u Teâlâ’nın “Sırtlarına istivâ etmeniz için” (Zuhruf, 13) buyruğunda olduğu gibi.106 Burada istivâ, yükseklik ve istikrarı (yerleşme, karar bulma, durma) ifade etmektedir. Buna göre ayetin anlamı “Sırtlarına binip üzerlerine yerleşebilmeniz (üzerlerinde durabilmeniz) için” olmaktadır.

Allah’ın arşı üzerine istivâsı, O’nun büyüklüğüne ve yüceliğine yaraşır bir şekilde arşın üstünde olması, ona yerleşmesi demektir.

Allah’ın arşı üzerine istivâ etmesi, O’nun, kitap, sünnet ve icmânın kanıtladığı fiilî sıfatlarındandır.

Kitaptan Kanıt: Kitabın kanıtlarından biri Allah-u Teâlâ’nın şu buyruğudur: “Rahmân arşa (üzerine) istivâ etti” (Tâhâ, 5)107

Sünnetten kanıt: İmam Hallâl’108ın “Kitâbu’s-Sünne” adlı eserinde Buhârî’nin şartına uygun sahih bir senedle Katâde b. en-Nu’mân109 -Radiyallâhu anh-’den rivâyet ettiği şu hadistir: Katâde dedi ki: Rasûlullah -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle dediğini işittim: “Allah yaratmayı bitirince arşına (üzerine) istivâ etti.” 110

Şeyh Abdülkâdir el-Ceylânî hadiste anlatılan bu olay hakkında şöyle demiştir:

“Bu, Allah’ın her peygambere indirdiği her kitapta söylenegelmiştir.”111

Ehl-i Sünnet, Allah’ın arşının üstünde olduğu inancında birleşmiştir (icmâ etmiştir). Onlardan hiçbiri Allah’ın arşın üzerinde olmadığını söylememiştir. Hiç kimsenin onlardan bu anlamda, ne nass112 ne de zâhir113 olarak bir söz nakletmesi mümkün değildir.

Bir adam, İmâm Mâlik’e (Allah kendisine rahmet etsin) Ey Ebâ Abdillah (Abdullah’ın babası)! “Rahmân arşa istivâ etti” ayeti hakkında: ‘Peki nasıl istivâ etti?’ diye sordu. O da bunun üzerine başını öne eğdi, ta ki kendisini ter bastı ve sonrasında şu cevabı verdi: “İstivâ bir bilinmez değildir. Fakat niteliği akıl ile bilinemez. Ona inanmak gerekli (farz) onun hakkında soru sormak ise bid’attir.114 Ben senin ancak bid’atçi bir kimse olduğunu görüyorum” dedikten sonra adamın meclisten dışarıya çıkartılmasını emretti.”115

Buna benzer bir söz de Mâlik’in hocası Rebî’a b. Ebî Abdirrahmân’116dan rivâyet edilmiştir.117

• “İstivâ bir bilinmez değildir” sözü: Yâni dilde anlamı bilinmez değildir. Çünkü anlamı yükseklik ve istikrardır (yerleşme, karar bulma).

• “Fakat niteliği akıl ile bilinemez” sözü: Kendi akıllarımızla Allah’ın arşına istivâsının niteliğini (nasıllığını) anlamamız mümkün değildir, demektir. Bunun yolu ancak ve ancak naklî deliller olan Kur’ân ve hadislerdir. Kur’ân ve hadislerde Allah’ın arşına istivâsının niteliğini bildiren herhangi bir bilgi geçmemektedir. Aklî ve naklî kanıtlarda bununla ilgili bir bilgi olmayınca bir bilinemez olmakta ve bu konuda konuşmamak gerekmektedir.

• “Ona inanmak gereklidir (farzdır)” sözü: Bunun anlamı da şudur: Allah’ın, kendisine yaraşır bir biçimde arşının üzerine istivâ ettiğine inanmak gerekir. Çünkü Allah kendisini böyle tanıtmıştır. Durum böyle olunca da O’nun söylediğini doğrulamak ve ona inanmak gerekmektedir.

•“Onun hakkında soru sormak ise bid’attir” sözü: Bu ise, istivânın niteliği (nasıllığı) hakkında soru sormanın bid’at olduğu anlamına gelmektedir. Çünkü böyle bir soru, Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem- ve sahâbîleri zamanında bilinmemekteydi.

İmam Mâlik’in istivâ hakkında söylediği bu söz, Allah’ın gerek kitabında gerekse Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in diliyle kendisi hakkında saptadığı bütün sıfatlar için genel bir ölçüdür.

Buna göre bu sıfatların anlamları tarafımızdan bilinmektedir. Nitelikleri ise bizim için bir bilinemezdir. Çünkü Allah bize, bu sıfatların anlamlarını bildirmiş, niteliklerini ise bildirmemiştir.118 Sonra sıfatlar hakkındaki söz, zât hakkındaki sözün bir dalıdır. Biz Allah’ın zâtını nitelendirmeden kabul ettiğimize göre sıfatlarını da aynı onun gibi nitelendirmeden kabul etmeliyiz.

İlim ehlinden bazıları şöyle demiştir: Cehmî birisi sana: “Allah dünya göğüne iner, peki nasıl iner?” derse ona şöyle cevap ver: “Allah bize kendisinin indiğini bildirdi, fakat nasıl indiğini bildirmedi.”

Bir başkası da şöyle demiştir: Cehmî birisi sana Allah’ın sıfatlarından herhangi birinin nasıl olduğunu sorarsa ona şöyle de: Peki Allah zâtıyla nasıldır?

Tabi ki o Allah’ın zâtını niteliyemiyecektir. O zaman ona de ki: O’nun zâtını nitelendirmek mümkün olmadığı gibi O’nun sıfatlarını nitelendirmek de mümkün değildir. Çünkü sıfatlar tanımladıkları şeyin kendisine yâni zâta tâbidirler.

• Eğer biri kalkıp da: “Allah’ın arşına istivâsı, onun üzerinde, üstünde olması anlamındaysa, buna göre Allah’ın ya arştan büyük, ya ondan küçük ya da ona eşit olması gerekir ki bu Allah’ın cisim olmasını gerektirir. Oysa Allah’ın cisim olması imkansızdır” derse ona cevap olarak şunu deriz:

Hiç şüphesiz Allah, arştan da, herşeyden de daha büyüktür. Fakat bu sözümüzden, kendisini tenzîh ettiği birtakım bâtıl şeylerin Allah’ta var olması gerekmez.

“Allah’ın cisim olması imkansızdır” sözüne cevabımız da şudur: Cisim hakkında konuşmak ve Allah’ın cisim olup olmadığını söylemek kitap, sünnet ve selefin sözlerinde geçmeyen bid’atlerdendir. Cisim119 sözü, ayrıntılı açıklamaya gereksinim duyan mücmel sözlerdendir.120 Şöyle ki:

- Eğer cisim sözü ile her parçası diğerine muhtaç birtakım parçalardan oluşmuş, sonradan var olmuş bir şey kastedilmişse, bu diri ve kayyûm olan Rabb (Allah) hakkında imkansızdır.

-Yok eğer cisim sözü ile, kendi kendine kâim (var) olan ve kendisine yaraşır sıfatlarla niteli bulunan bir varlık kastedilmişse, bu Allah-u Teâlâ hakkında imkansız değildir. Çünkü Allah kendi kendine kâimdir121 ve kendisine yaraşır kemâl (olgun) sıfatlarla nitelidir.

Fakat cisim lafzı, Allah hakkında hak ve bâtıl anlamlar taşıyabileceğinden dolayı Allah’a cisimdir veya değildir demek imkansızdır.

Bid’at ehlinin Allah’ın kendisi için saptadığı olgunluk sıfatlarını reddetmek için söyledikleri gerekler (bu sıfatlara bağlı olan sonuçlar) iki türlüdür:

1- Allah’ın olgun sıfatlarına aykırı olmayan doğru gerekler (sonuçlar): Bunlar hak sıfatlar olup söylenmesi ve Allah hakkında imkansız olmadıklarının açıklanması gerekir.

2- Allah’ın olgun sıfatlarına aykırı olan bozuk gerekler (sonuçlar): Bunlar bâtıl olup reddedilmesi ve kitap ve sünnet nasları için gerekli olmadıklarının açıklanması gerekir. Çünkü hem kitap ve sünnet hak, hem de içerdikleri anlamlar haktır. Hakkın ise bâtılı gerektirmesi kesinlikle imkansızdır.

Yine biri derse ki: “Allah’ın arşına istivâsını, arşın üzerinde, üstünde olmasıyla açıklarsanız, bu açıklamanız, Allah’ın kendisini üstünde taşıyacak bir tahta (arşa) muhtaç olduğu sanısını uyandırır.” Buna cevap olarak şu söylenebilir: Allah-u Teâlâ’nın büyüklüğünü, kudret, kuvvet ve zenginliğinin mükemmelliğini bilen herkes, O’nun, kendisini üstünde taşıyacak bir tahta muhtaç olduğunu aklının ucundan bile geçirmez. Nasıl geçirsin ki? Arş ve diğer bütün yaratıklar Allah’a muhtaçtırlar ve O’na zorunludurlar. Bütün bu yaratıklar O olmadan ne var olabilirler ne de ayakta durabilirler. Nitekim göğün  ve yerin O’nun emri ile ayakta durması da O’nun (varlığının ve kudretinin) kanıtlarındandır.122

• Şayet “bu gereklerden (sonuçlardan) kaçmak için ta’tîlcilerin yaptıkları gibi Allah’ın arşına istivâsını, arşı istilâ etmesi şeklinde açıklamak doğru olur mu?” denilirse buna cevap olarak deriz ki:

Bu birkaç bakımdan doğru değildir:123

1- Eğer bu gerekler (sonuçlar) hak iseler, bunlar istivânın kendi hakîkî anlamıyla açıklanmasına engel değildirler. Yok eğer bâtıl iseler bunların, kitap ve sünnet naslarının sonuçları olmaları mümkün değildir. Bu gereklerin kitap ve sünnetin bir sonucu olduğunu sanan her kimse, o sapıktır.

2- İstivâyı, istilâ şeklinde açıklamak, savması mümkün olmayan birtakım bâtıl sonuçları zorunlu kılar:

-Önce bu, selefin icmâsına (oy birliğine) aykırıdır.

-Sonra bununla, Allah’ın yeryüzü ve benzeri şeylere124 istivâ ettiği gibi, kendisinin tenzîh edilmesi gereken şeyler söylenebilecek olmasının yanında gökleri ve yeri yarattığı zaman arşı istilâ etmemiş olmasının gerektiği de söylenebilir.125

3- İstivânın, istilâ ile açıklanması Arap dilinde bilinen bir şey değildir.126 Böyle bir açıklama Arapça’ya iftira etmektir. Hele hele söz konusu olan Kur’ân olunca bu iftiranın boyutu daha da büyümektedir. Çünkü Kur’ân Arapların diliyle inmiştir. Öyleyse Kur’ân’ı, Arapların kendi dillerinde bilmedikleri bir şeyle açıklamamız mümkün olamaz.

4- İstivâyı, istilâ ile açıklayanlar bunun bir mecâzî anlam olduğunu kabul etmekteydiler. Oysa dilde mecâzî anlam ancak şu dört şeyin tamamlanmasından sonra kabul edilebilir:127

1- Lafzı (sözü), gerçek anlamından mecâzî anlamına götürmeyi gerekli kılan doğru kanıt.

2- Lafzın dil bakımından, iddia edilen mecâzî anlamı taşıması.

3- Lafzın, o belli siyâkın (sözün cümle içindeki gelişi) içinde iddia edilen mecâzî anlamı taşıması. Kaldı ki lafzın, cümle bakımından içerebileceği anlamlardan herhangi birini taşıması, onun her siyakta olası anlamı (aynı anlamı) vermesini gerektirmez. Çünkü lafızlar ve durumlara ait karîneler (işaretler, belirtiler), cümle içindeki lafzın taşıdığı bazı anlamlara engel olabilir.

4- Kanıtın, mecâzî anlamlardan kastedilenin bizzat iddia edilen mecâzî anlamın kendisinin olduğunu açıkça ortaya koyması gereği. Çünkü başka bir anlam da kastedilmiş olabilir. Bu bakımdan kanıtın, lafız hakkında hangi mecâzî anlamı belirlediğini açıkça ortaya koyması gerekir. Allah en doğrusunu bilir.

 

 

 

 

FASIL

 

Arş ve Kürsü128

Dilde arş, kralın tahtıdır. Allah-u Teâlâ Yûsuf aleyhi’s-selâm hakkında şöyle buyurmuştur: “Ana babasını tahtına çıkartıp oturttu.” (Yûsuf, 100)

Sebe kraliçesi Belkıs hakkında da şöyle buyurmuştur: “Ve O’nun büyük bir tahtı vardır.” (Neml, 23)129

Rahmân’ın üzerine istivâ ettiği arş ise, yaratıkları kuşattığı gibi onların en yükseği ve en büyüğüdür.130 Nitekim Ebû Zerr -Radıyallâhu anh-’ın rivâyet ettiği bir hadiste Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

Yedi kat gök ve yedi kat yer, Allah’ın kürsüsü yanında, ancak geniş, çöl bir yere bırakılmış bir halka gibidir. Arşın kürsüye üstünlüğü ise geniş çölün bu halkaya üstünlüğü gibidir.” 131

Yazar (İbn Teymiyye) (Allah kendisine rahmet etsin) “er-Risâletü’l-Arşiyye” (Arş Risalesi) adlı eserinde şöyle demiştir:

“Hadis birkaç yoldan gelmiş olup, onu Ebû Hâtim (ve)132 İbn Hibbân133 Sahîh’inde, İmâm Ahmed Müsned’inde ve başkaları rivâyet etmişlerdir.”134

Kürsü’ye gelince, dilde; döşek ve üzerine oturulan her şeydir.135 Allah’ın kendisine izâfe (nispet) ettiği kürsü136 ise, O’nun iki ayağını koyduğu yerdir. İbn Abbâs137 -Radıyallâhu anhumâ- şöyle demiştir: “Kürsü iki ayağın konduğu yerdir. Arş ise, büyüklüğünü Allah Azze ve Celle’den başka hiç kimse takdir edemez.” Bu sözü Hâkim138 Müstedrek’inde rivâyet etmiş olup Buhârî ve Müslim’139in şartına göredir (uygundur) demiştir. Bu söz her ne kadar merfû’ yâni Peygamber sözü olarak rivâyet edilmişse de doğrusu onun mevkûf yâni sahâbî sözü olmasıdır.140

Ehl-i Sünnet arasında yaygın ve meşhûr olan da İbn Abbâs -Radıyallâhu anhumâ-’nın kürsü hakkında söylediği bu anlamdır yâni sözdür. Üstelik bu konuda İbn Abbas’tan gelen sözlerin doğrusu da budur. Yoksa Kürsü’nün ilim olduğuna dâir O’ndan rivâyet edilen şeyler doğru değildir.141

Yine Kürsü’nün arş olduğu hakkında Hasenü’l-Basrî’142den rivâyet edilen söz de143 İbn Kesîr’144in (Allah-u Teâlâ kendisine rahmet etsin) söylediği gibi  zayıf olup O’ndan sahih olarak gelmemiştir.145

 

 

 

 

ONBİRİNCİ BÖLÜM

 

Maiyyet (Beraberlik, Birliktelik)146

Allah, gerek kitabında gerekse Rasûlü -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in diliyle, kendisinin yaratıklarıyla beraber olduğunu açıkça ortaya koymuştur.

Kitap’tan bazı deliller Allah-u Teâlâ’nın şu buyruklarıdır:

“Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.”(Hadîd, 4)

“Allah, mutlaka mü’minlerle beraberdir.” (Enfâl, 19)

“Mutlaka ben sizinle beraberim.” (Tâhâ, 46)147

Sünnet’ten bazı deliller ise Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in:

“İmanın en üstünü nerede olursan ol, Allah’ın seninle beraber olduğunu bilmendir.” 148

sözüyle, her ikisinin de mağarada bulunduğu sırada arkadaşı Ebû Bekir149 -Radıyallâhu anh-’e söylediği: “Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir” (Tevbe, 40) sözüdür.150

Bu ümmetin selefi ve imamları da Allah’ın yaratıklarıyla beraber olduğu üzerinde icmâ etmişlerdir (birleşmişlerdir).

Maiyyet (Beraberlik) dilde, mutlak olarak bitişip yanaşma, yakınında ve yanında olmak demektir. Fakat maiyyetin gerektirdiği şeyler ve sonuçları, gerek izâfetin (tamlamanın) gerekse sözün siyak (gelişi) ve durumuna ilişkin karînelerin (belirtiler, izler) değişmesiyle değişiklik gösterir. Şöyle ki:

• Maiyyet (beraberlik), bazen “suyu süte koydum veya süte su kattım” sözünde olduğu gibi iki şeyin birbirine karışmasını gerektirir.

• Bazen, eğiticinin suçlu kimseye “git, nereye gidersen git, ben seninle beraberim” dediği gibi tehdit ve uyarı gerektirir (anlamı verir).

• Bazen de, herhangi bir kimsenin kendisinden yardım isteyen kişiye “haydi ben seninle beraberim, ben seninle beraberim” dediği gibi yardım ve destek gerektirir (anlamı verir).

Daha bunlardan başka, gerek izâfetin (tamlamanın) gerekse sözün siyak (gelişi) ve durumuna ilişkin karînelerin (belirtiler, izler) değişmesiyle değişen farklı gerekler ve sonuçlar vardır.

İnsanların bir bölümü, böyle kök anlamında birleşen, izâfetin (tamlamanın) ve karînelerin (belirtilerin) değişmesiyle gereği ve hükmü değişen lafzı (söz, kelime), “müşekkik” (kuşkuya düşüren) olarak isimlendirirler. Böyle kelimelere müşekkik denmesinin nedeni, bu tür kelimelerin; dinleyeni, acaba bunun, lafzı bir, fakat gereği ve hükmünün değişmesine göre anlamı değişen müşterek (ortak) cinsinden mi yoksa asıl (kök) anlama göre hem lafzı hem de anlamı bir olan mütevâtı’,151 cinsinden mi olduğu hususunda şüpheye düşürmesidir.

Gerçekte bu, mütevâtı’ lafızların bir çeşididir. Çünkü dili koyan, bu lafzı  ortak bir kadri (miktarı, ölçüyü) belirtmek için koymuştur. Hükmünün ve gereğinin değişmesi, asıl konumundan değil, izâfetlerin ve karînelerin değişmesinden dolayıdır. Fakat bu lafız (kelime) mütevâtı’ın özel bir türü olunca artık onu, bir başka kelimeyle tahsis etmekte (sınırlamakta) bir sakınca kalmamaktadır.

Bu husus iyice anlaşıldıysa, Allah’a izâfe (nispet) edilen beraberlik lafzının mecâzî değil, hakîkî anlamında kullanıldığı açıkça ortaya çıkmış oldu. Ancak Allah’ın yaratıklarıyla beraber olması kendine yaraşır bir beraberlik olup asla yaratıkların birbirleriyle olan beraberliği (birlikteliği) gibi değildir. Tam tersine çok daha yüce, çok daha mükümmel bir beraberlik olup yaratıkların birbirleriyle olan beraberliğinden doğan sonuçları ve özellikleri gerektirmez (doğurmaz).

Seleften bazı âlimler, Allah’ın yaratıklarıyla beraber olmasını, ilmiyle onlarla beraber olması şeklinde açıklamışlardır. Bu ise beraberliği, birtakım gerekleriyle açıklamaktır ki selefin bundan gayesi, maiyyet (beraberlik) naslarını kanıt getirerek Allah’ın zâtıyla her yerde olduğunu söyleyen hululcü (Hulûliyye)152 Cehmiyye’ye cevap vermektir.

Böylece selef âlimleri, maiyyetten (beraberlikten), “Allah’ın zâtıyla bizimle beraber olduğu” anlamının kastedilmediğini, bunun hem aklen hem de dinen olanaksız olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu Allah’ın uluvvuna aykırı olup yaratıklarının O’nu kuşatmasını gerektirir ki, bu da imkansızdır.

 

Allah’ın Yaratıklarıyla Beraber Olmasının Bölümleri:

Allah’ın yaratıklarıyla beraber olması, genel ve özel beraberlik olmak üzere iki bölüme ayrılır:

Genel Beraberlik: Allah’ın; ilim, kudret, tedbîr (işleri sevk ve idare), sultanlık ve bunların dışında Rabliğinin bir gereği olan diğer sıfatlarıyla mü’min ve kafir, iyi ve kötü bütün yaratıklarını kuşatmasını gerektiren beraberliktir. Bu beraberlik kendisine (beraberliğe) inanan kimsede, Allah Azze ve Celle’nin onu her yerde gözettiği inancının en olgun düzeye çıkmasını sağlar. Bunun içindir ki Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-: “İmanın en üstünü nerede olursan ol, Allah’ın seninle beraber olduğunu bilmendir153 buyurmuştur.

Bu beraberliğin örneklerinden bazıları şu ayetlerdir:

Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.” (Hadîd, 4)

“Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O’dur. İster bundan daha az, ister daha çok olsunlar ve nerede olurlarsa olsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir.” (Mücâdele, 7)

Özel Beraberlik: Bu ise, izâfe (tamlama) yapıldığı kimseye yardım ve desteği gerektiren beraberlik olup bunları hak eden peygamberlere ve onlara uyanlara özgüdür.

Bu beraberlik, kendisine inanan kimseye, sebat ve kuvvetin en olgun seviyesini kazandırır.

Allah-u Teâlâ’nın şu buyrukları, bu beraberliğin örneklerinden bazılarıdır:

“Allah, mutlaka mü’minlerle beraberdir.” (Enfâl, 19)

“Allah, şüphesiz sakınanlar ve ihsan sahibi olanlarla beraberdir.” (Nahl, 128)

“Şüphesiz ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm.” (Tâhâ, 46)

Ayrıca Allah’ın, Peygamberi -Sallallâhu aleyhi ve sellem- hakkında söylediği şu buyruk:

“Üzülme, Allah şüphesiz bizimle beraberdir.” (Tevbe, 40)

• Eğer “beraberlik Allah’ın zâtî sıfatlarından mıdır? Yoksa fiilî sıfatlarından mıdır?” denilirse buna cevabımız şu olur:

Genel beraberlik, Allah’ın zâtî sıfatlarındandır. Çünkü gerekleri, ezelden ebede Allah-u Teâlâ’da vardır.

Özel beraberlik ise, O’nun fiilî sıfatlarındandır. Çünkü gerekleri sebeplerine bağlıdır. Sebeplerin var olmasıyla, beraberlik var olur, yok olmasıyla da ortadan kalkar.

 

 

 

 

ONİKİNCİ BÖLÜM

 

Allah’ın Zâtıyla Uluvvu ve Yaratıklarıyla Beraberliği Hakkındaki Nasları Bağdaştırma

Söz konusu nasları bağdaştırmanın yollarını anlatmadan önce, burada yazarın (Allah kendisine rahmet etsin) “el-Aklu ve’n-Nakl” adlı kitabında (c.1, s.43-44) işaret ettiği yararlı bir kuralı okuyucuya sunmaktan hoşnutluk duyarız. Bu kuralın özü şudur: “İki delil arasıda çelişki olduğu söylenirse, bu delillerin ikisi birden ya kesin veya zannî ya da biri kesin diğeri zannîdir. Böylece üç türlü delil ortaya çıkmış olur:

• Birincisi: Delillerin ikisi de kesindir. Akıl, bunların gösterdiği anlamın var (gerçek) olduğunu kesinlikle kabul eder. Aralarında çelişki olması olanaksızdır. Çünkü bunların birbiriyle çelişik (çelişkili) olduğunu söylemek, ya birinin ortadan kalkmasını gerektirir ki bu imkansızdır. Çünkü kesin delil, kesinlikle var olan delildir. Ya da birbiriyle çelişkili olmakla beraber her ikisinin de varlığını gerektirir ki bu da diğeri gibi imkansızdır. Çünkü bu, birbirine zıt iki şeyi bir araya getirmektir.

Bu iki kesin delil arasında çelişki bulunduğu zannı:

- Ya her iki delilin de kesin olmamasından

- Ya da, birine bir anlamın, diğerine de başka bir anlamın yüklendiği bu iki delil arasında gerçekte bir çelişkinin olmamasından kaynaklanmıştır. Bu (kural) ise, kitap ve kesin sünnet naslarıyla neshi sabit olan yâni hükmü ortadan kalkmış şeyleri kapsamaz. Çünkü mensûh (hükmü ortadan kalkmış) delil, yok hükmünde olup nâsih (hükmü ortadan kaldıran) delil için bir çelişki oluşturmaz.

• İkincisi: Her iki delilde, ya delâlet (gösterdiği anlam) ya da sübût (var olma) bakımından zannîdir ki bu durumda aralarında önce tercih aranır sonra râcih olan ötekine yeğlenir.

• Üçüncüsü: İki delilden biri kesin, diğeri zannîdir ki, bu durumda akıllıların itifakıyla kesin olan, zannî olana yeğlenir. Çünkü yakîn (kesin olan) zanla bertaraf edilemez, kovulamaz.

Bütün bunlar iyice anlaşıldıysa biz deriz ki: Hiç şüphesiz naslar, Allah’ın hem zâtıyla yaratıklarının üstünde, hem de onlarla beraber olduğunu ifade etmektedir. Bunların her ikisinin de sübût ve delâleti kesindir. Allah-u Teâlâ şu buyruğunda bunların her ikisini de bir arada (birlikte) belirtmiştir:

“O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’ın üzerine istivâ edendir. Yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya (ona) çıkanı bilir. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah, yaptıklarınızı görendir.”(Hadîd, 4)

Bu ayette Allah-u Teâlâ, yaratıkların (mahlûkatın) en üstünde, en yükseğinde olan Arş’a istivâ ettiğini belirttiği gibi bizimle beraber olduğunu da belirtmiştir. Bunların ikisi arasında bir çelişki yoktur. Çünkü bunları birleştirmek ve aralarını bulmak mümkündür. Bu birleştirmenin ve ara bulmanın mümkün oluşu birkaç bakımdan açıklanabilir:154

• Birincisi: Bizzat naslar bunları birleştirmiştir. Birleşmelerinin olanaksızlığını söylemek ise imkansızdır. Çünkü naslar olanaksızı göstermez. Nasların olanaksızı gösterdiğini sanan kimse hata etmiştir. Bu kişi, hem Allah’tan yardım, hidâyet ve başarı dileyerek, hem de gayretini, hakkın ve gerçeğin bilgisine ulaşmaya harcayarak nasları birkaç kez daha gözden geçirsin. Gerçek kendisi için açıkça belli olduğunda da bundan dolayı Allah’a hamdetsin. Yok yine anlayamadıysa işi bilenine yâni Allah’a havâle etsin ve şöyle desin:

“Ona inandık; hepsi Rabbimizin katındandır.” (Âl-i İmrân, 7)

“(Rabbimiz!) Seni noksan sıfatlardan tenzîh ederiz; senin bize öğrettiğinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz bilen, hakîm olan ancak sensin.” (Bakara, 32)

• İkincisi: Yükseklikle beraberlik arasında bir aykırılık yoktur. Daha önce geçtiği üzere beraberlik; karışmayı ve bir mekana girmeyi gerektirmez. Bir şey hem zâtıyla yüksekte olabilir hem de ona beraberlik izâfe (nispet) edilebilir. Aynen şu örnekte söylendiği gibi: “Yürüyoruz, yürüyoruz (devamlı yürüdüğümüz halde) ay hâlâ bizimle beraber”.155 Halbuki ay göktedir ve bizimle beraber hareket etmemektedir. Bu söz ne lafız ne de anlam bakımından çelişki sayılmaz. Çünkü muhatab, buradaki beraberliğin anlamını ve bu beraberliğin ayın dünyada olmasını gerektirmediğini bilir. Yükseklik ve beraberliğin yaratıklar hakkında bir arada bulunması mümkün olduğuna göre yaratıcı hakkında da bulunması pekâlâ mümkündür.

• Üçüncüsü: Yaratıklar hakkında yükseklik ve beraberlik arasında çelişki bulunduğu varsayılsa bile bu çelişkinin Yaratıcı hakkında da bulunması gerekmez. Çünkü bütün sıfatlarında Allah-u Teâlâ’nın benzeri hiçbir şey yoktur. Allah’ın zâtıyla yüksekte olması gereğinden ötürü O’ nun beraberliği, yaratıklarının beraberliği ile mukâyese edilemeyeceği gibi O’nun yaratıklarıyla beraber olması, onlara karışmasını ve onların içine girmesini de gerektirmez. Çünkü yaratıklarından hiçbir şey O’nu kuşatamaz. Ama O, her şeyi kuşatmıştır.

Yine, Allah’ın zâtıyla yüksekte olmasıyla namaz kılanın karşısında (yüzü yönünde, önünde) bulunduğu156 hakkında gelen nasları da yukarıda geçen şekillerde bağdaştırmak mümkündür. Bu bağdaştırma hakkında ayrıca şu birkaç yön daha söylenebilir:157

1- Bizzat naslar, bunları birleştirmiştir. Naslar olanaksızı söylemezler.

2- Yükseklikle karşıda bulunmak arasında bir aykırılık yoktur. Bir şey hem yüksekte hem de karşıda olabilir. Çünkü karşıda olmak, aynı düzey ve yerde olmayı gerektirmez, Örneğin, doğan güneşe bakan kişi, onun yâni güneşin kendi karşısında olduğunu söyler. Oysa güneş göktedir. Bu, ne lafız ne de anlam bakımından çelişki sayılmaz. Şimdi yaratıklar hakkında bu olabildiğine göre yaratıcı hakkında da olması pekâlâ mümkündür.

3- Yaratıklar hakkında yükseklikle karşıda bulunmak arasında çelişki ve karşıtlık olduğu varsayılsa bile, bu çelişki ve karşıtlığın yaratıcı hakkında da bulunması gerekmez. Çünkü bütün sıfatlarında Allah-u Teâlâ’nın benzeri hiçbir şey yoktur. Allah’ın namaz kılanın karşısında olması, O’nun zâtıyla yüksekte olması gereğinden ötürü, O’nun bu yerde veya namaz kılanın karşısındaki duvarda olmasını gerektirmez.Çünkü yaratıklarından hiçbir şey O’nu kuşatamaz. Ama O, her şeyi kuşatmıştır.

 

 

 

 

ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM

 

Allah’ın Dünya Göğüne İnmesi158

Buhârî ve Müslim’in Sahîhlerinde Ebû Hureyre159 -Radıyallâhu anh-’den, Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle dediği rivâyet edilmiştir:

“Rabbimiz, (her) gecenin son üçte biri (son üçte birlik bölümü) kaldığı zaman dünya göğüne iner ve şöyle der: ‘Yok mu bana dua eden? Duasını kabul edeyim. Yok mu benden bir şey isteyen? İstediğini ona vereyim. Yok mu benden bağışlanma dileyen? Onu bağışlayayım.’” 160

Hz. Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’den yaklaşık 28 sahâbînin rivâyet ettiği bu hadisi Ehl-i Sünnet ittifakla kabul etmiştir.161 Allah-u Tebâreke ve Teâlâ’nın dünya göğüne inmesi, O’nun dilemesine ve hikmetine bağlı fiilî sıfatlarından olup yüceliğine ve büyüklüğüne yaraşır gerçek bir inmedir.162 Bunun anlamını, emrinin veya rahmetinin veya da meleklerinden birinin inmesi şeklinde tahrîf etmek (değiştirmek), birkaç bakımdan doğru değildir:163

1- Bu tahrîf, hadisin açık anlamına aykırıdır. Çünkü peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem- inmeyi, Allah’a izâfe (nispet) etmiştir ki, asıl olan işin, onu yapana ya da ondan kaynaklanana nispet edilmesidir. İşin bundan başkasına nispet edilmesi asla (açık anlama) aykırı bir tahrîftir.

2- İnmenin bu şekilde açıklanması, cümlede bazı kelimelerin kaldırılmış olmasını gerektirir ki, asıl olan cümleden bir şeyin kaldırılmamasıdır.

3- Allah’ın emrinin ya da rahmetinin inmesi, gecenin üçte birine özgü bir şey değildir. Tersine O’nun emri ve rahmeti her zaman iner.

Eğer “bundan maksat özel bir emrin ve özel bir rahmetin inmesidir ki, bunun da her zaman olması gerekmez” denirse, buna şöyle cevap verilir:

Bu takdir ve te’vîlin doğruluğu varsayılsa bile hadis, bu özel emir ve rahmetin indiği en son yerin dünya göğü olduğunu göstermektedir. O halde bu özel rahmetin dünya göğüne inmesinin bizim için ne yararı vardır ki Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem- bunu bize haber versin?

4- Hadis dünya göğüne inenin: “Yok mu bana dua eden? Duasını kabul edeyim. Yok mu benden bir şey isteyen? İstediğini ona vereyim. Yok mu benden bağışlanma dileyen? Onu bağışlayayım” dediğini göstermektedir. Allah-u Teâlâ’dan başkasının böyle söylemesi olanaksızdır.

 

 

 

 

FASIL

 

Allah-u Teâlâ’nın Zâtıyla Yüksekte Olması ve Dünya Göğüne İnmesine İlişkin Nasların Arasını Bulma

Allah’ın yüksekte olması, kendisinden ayrılması mümkün olmayan zâtî sıfatlarından olup, dünya göğüne indiğini bildiren naslara da aykırı değildir. Bunların arasını bulmak iki bakımdan mümkündür:164

1- Bizzat naslar bunları birleştirmiştir.165 Daha önce de geçtiği gibi naslar olanaksızı söylemez.

2- Sıfatlarının hepsinde Allah’ ın benzeri hiçbir şey yoktur. O’nun inmesi yaratıkların inmesi gibi değildir ki “inmesi, yüksekte olmasına aykırıdır ve onunla çelişmektedir” densin. Allah en doğrusunu bilir.

 

 

 

 

ONDÖRDÜNCÜ BÖLÜM

 

Allah-u Teâlâ’nın Yüzü166

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’in görüşüne göre Allah’ın kendisine yaraşır, celâl ve ikrâm ile niteli gerçek bir yüzü vardır.167

Allah’ın celâl ve ikrâm ile niteli bir yüzünün olduğunu Kitap ve Sünnet kesin olarak göstermektedir:

Kitabın kanıtlarından biri Allah-u Teâlâ’nın şu buyruğudur:

“... Ancak celâl ve ikrâm sahibi Rabbi’nin yüzü bâki kalacaktır.” (Rahmân,27)168

Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in şu sözü ise sünnetin kanıtlarından sadece biridir:

“(Allahım!) Senden, yüzüne bakma lezzetini ve seninle buluşma şevkini (arzusunu) bana lutfetmeni diliyorum.” 169

Allah-u Teâlâ’nın yüzü, O’nun sâbit zâtî sıfatlarından olup kendisine yaraşır gerçek bir yüzdür. Bunun anlamını sevap olarak tahrîf etmek birkaç bakımdan doğru değildir:170

1- Bu tahrîf nassın açık anlamına aykırıdır. Nassın açık anlamına aykırı olan tahrîf kanıta ihtiyaç duyar. Oysa bunu gösteren herhangi bir kanıt yoktur.

2- Bu yüz, naslarda Allah-u Teâlâ’ya izâfe (nispet) edilmiş olarak geçmektedir. Allah’a izâfe edilmiş bu yüz:

- Ya kendi başına varlığa sahip olan bir şeydir.

- Ya da kendi başına varlığa sahip olmayan bir şeydir.

• Eğer kendi başına varlığa sahipse yaratılmıştır ve Allah’ın sıfatlarından değildir.

“Allah’ın evi”171 ve “Allah’ın devesi”172 örneklerinde olduğu gibi. Bu iki kelime (ev ve deve) Allah’a, sadece yâ bir şeyi şereflendirmek ya da mülkün ve yaratığın, mal sahibine ve yaradanına izâfesi kabilinden izâfe (nispet) edilmiştir.

• Yok eğer kendi başına varlığa sahip değilse, Allah’ın sıfatlarındandır ve yaratılmamıştır. Allah’ın ilmi, kudreti, izzeti, kelâmı, eli, gözü ve benzeri örneklerde olduğu gibi. Şüphesiz yüz de bu türden olup Allah’a izâfesi, sıfatın mevsûfa (niteliğin nitelenene) izâfesi (tamlaması) kabilindendir.

3- Sevap yaratılmış olup Allah-u Teâlâ’dan ayrıdır. Yüz ise Allah’ın sıfatlarından olup yaratılmamıştır ve O’ndan ayrı değildir. Öyleyse nasıl oluyor da yüz, sevap anlamında tefsîr edilebiliyor?!

4- Bu yüz, naslarda celâl ve ikrâm173 ile, kendisine sığınılan bir nûru olmakla174ve Allah’ın yaratıklarından gözünün erdiği her şeyi yakan nûrları bulunmakla175 nitelendirilmiştir. Bütün bu nitelikler, yüz kelimesiyle sevâbın kastedilmesine engeldir. Allah en doğrusunu bilir.

 

 

 

 

ONBEŞİNCİ BÖLÜM

 

Allah Azze ve Celle’nin İki Eli176

Ehl-i Sünnet ve’l- Cemâat’in görüşüne göre Allah-u Teâlâ’nın bahşetme ve nimetle açılmış iki eli vardır. Allah’ın iki eli, O’nun sâbit zâtî sıfatlarından olup kendisine yaraşır gerçek iki eldir.177

Allah’ın iki elinin olduğunu Kitap ve Sünnet kesin olarak göstermektedir:178

Kitabın kanıtlarından biri Allah-u Teâlâ’nın şu buyruğudur:

“Allah iblise şöyle dedi: Ey İblis! İki elimle yarattığıma (insana) secde etmekten seni alıkoyan nedir?” (Sâd, 75)

Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in şu sözü ise sünnetin kanıtlarından sadece biridir:

“Allah’ın eli öyle doludur ki gece gündüz ondan (bağışlar ve nimetler) devamlı akar. Siz, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığından beri (eliyle) infak ettiği (verdiği) şeyleri gördünüz mü? (düşündünüz mü?) Çünkü bütün bu verdikleri bile O’nun sağ elindekileri179 hiçbir şekilde eksiltememiştir.” 180

Ehl-i Sünnet Allah’ın, yaratıkların ellerine benzemeyen gerçek iki eli olduğu inancında icmâ etmiştir. Bunların anlamını kuvvet, nimet veya benzer şeylerle tahrîf etmek (değiştirmek)181 birkaç bakımdan doğru değildir:182

1- Bu tahrîf, sözü hiçbir kanıt olmadan gerçek anlamından mecâzî anlamına çevirmektir.

2- Bu, Allah-u Teâlâ’ya izâfe edilerek kullanıldığı böyle bir siyakta (söz gelişinde) dilin kesinlikle kabul etmediği bir anlamdır. Çünkü Allah “iki elimle yarattığıma” buyurmuştur. Buna göre bu cümlenin “nimetimle veya kuvvetimle yarattığıma” anlamına gelmesi doğru olmaz.

3- Ellerin Allah’a izâfesi ikil bir kiple (sîgayla) geçmiştir. Oysa ne kitap ve sünnette ne de herhangi bir yerde nimet ve kuvvet ikil bir kiple Allah’a izâfe (nispet) edilmiş olarak geçmektedir. Öyleyse el, nasıl olurda nimet veya kuvvet ile açıklanır?!

4- Eğer iki el ile, kuvvet kastedilmiş olsaydı o zaman “Allah iblis’i eliyle yarattı” ve benzeri şeyler söylemek doğru olurdu ki bunları Allah hakkında söylemek olanaksızdır. Eğer böyle söylemek caiz olsaydı, Allah “İki elimle yarattığıma secde etmene engel olan nedir?” (Sâd, 75) dediği zaman iblis bunu delil olarak “beni de iki elinle yarattın” diye ileri sürebilirdi.

5- Allah’ın, kendisine izâfe ettiği el, bundan nimet veya kuvvetin kastedilmiş olmasını engelleyen değişik şekillerde geçmektedir. Öyle ki bazen el183 ve avuç184 lafzıyla, bazen Allah-u Teâlâ’nın kendine yaraşır parmakları185 olduğunun belirtilmesi şeklinde, bazen de Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in şu sözünde olduğu gibi gökleri ve yeri eliyle tutup silkelediği şeklinde geçmektedir: “Allah bir eliyle gökleri, diğer eliyle de yeri avuçlar sonra da onları silkeler ve ‘mülkün sâhibi melik (hükümdar) benim’ der.” 186

İşte bütün bu değişik kullanımlar, el ile nimet veya kuvvetin kastedilmiş olmasına engeldir.

 

 

 

 

ONALTINCI BÖLÜM

 

Allah-u Teâlâ’nın İki Gözü187

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’in görüşüne göre Allah’ın onlarla baktığı, kendisine yaraşır iki gerçek gözü vardır. Bunlar da Kitap ve Sünnet ile sâbit zâtî sıfatlarındandır.

Allah-u Teâlâ’nın şu buyruğu kitabın kanıtlarından sadece biridir:188

“Gemi gözlerimizin önünde akıp gider.” (Kamer, 14)

Sünnetten bazı kanıtlar ise Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in şu sözleridir:

“Hiç şüphesiz Rabbinizin bir gözü kör değildir (yâni şaşı değildir).” 189

“(Rabbimiz) daralmış, ümitsiz düşmüş halinize bakar (bakar da durmadan güler).” 190

“Allah’ın örtüsü (perdesi) nûrdur. Onu bir açıverse yüzünün nûrları, yaratıklarından gözünün erdiği (iliştiği) her şeyi yakar.191

Allah’ın gözleri yaratıkların gözlerine benzemeyen iki gerçek gözdür. Bunların anlamını ilim ve görme olarak tahrîf etmek (değiştirmek) birkaç bakımdan doğru değildir:192

1- Bu tahrîf, sözü hiçbir kanıt olmaksızın gerçek anlamından mecâzî anlamına çevirmektir.

2- Naslarda, aşağıdaki şu örneklerde olduğu gibi bu tahrîfi engelleyen ifadeler vardır:

“(Rabbimiz) size bakar.”

“... Yüzünün nûrları yaratıklarından gözünün erdiği (iliştiği) her şeyi yakar.”

“Şüphesiz Rabbinizin bir gözü kör (şaşı) değildir.”

 

 

 

 

ONYEDİNCİ BÖLÜM

 

İki El ve İki Göz Sıfatlarının Geçtiği Nasların Şekilleri193

İki el ve iki göz sıfatları, naslarda Allah-u Teâlâ’ya izâfe edilmiş olarak üç şekilde geçer: Tekil, ikil ve çoğul.

El ve gözün tekil olarak geçtiği örneklerden birkaçı Allah-u Teâlâ’nın şu buyruklarıdır:

“Mülk elinde bulunan Allah çok kutludur.” (Mülk, 1)194

“Benim gözümün önünde yetişesin (büyüyesin) diye...” (Tâhâ, 39)

Çoğul olarak geçtiği örneklerden birkaçı da Allah-u Teâlâ’nın şu buyruklarıdır:

“Onlar (müşrikler), ellerimizin yaptıklarından kendileri için yarattığımız hayvanları görmediler mi?” (Yâsîn, 71)

“Gemi, gözlerimizin önünde akıp gider.” (Kamer, 14)195

İkil olarak geçtiği örnekler ise şunlardır:

Allah-u Teâlâ’nın: “Tam tersine Allah’ın iki eli de apaçıktır.” (Mâide, 64)196 buyruğu elin,

Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in:

“Kul namaza durduğu zaman Rahmân’ın iki gözü önünde durur.” 197 sözü de gözün ikil olarak geçtiği örneklerdendir.

Bu hadis, “Muhtasaru’s-Savâık” adlı eserde, Atâ’ŞEbû Hureyre kanalıyla Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’den herhangi bir kaynak göstermeden, böylece geçmektedir.198

İki göz sıfatı, Kur’ân’da ikil bir sîgayla geçmemektedir.

İşte, iki el ve iki göz sıfatlarının geçtiği üç şekil bunlardan ibarettir.

Bu üç şekli bağdaştırmak, aralarını bulmak için şunlar söylenebilir:

- Tekil olma, ikil ve çoğul olmaya aykırı değildir. Çünkü muzaaf olan tekil, genellik ifade ederek el veya göz sıfatlarından ister tek olsun isterse daha çok, Allah hakkında sâbit olan her şeyi kapsamına alır.

- İkil ve çoğul lafızlarla geçen kelimelerin arasını bulma hakkında ise şunlar söylenilebilir:

• “En az çok; ikidir” dersek, gösterdikleri anlamın bir olması nedeniyle gerçekte ikil ile çoğul sîga arasında hiçbir aykırılık kalmaz.

• Yok eğer meşhur olduğu üzere “en az çoğul; üçtür” dersek, o zaman ikisinin arası şöyle bağdaştırılabilir:

Çoğul kipiyle, bu kipin gösterdiği anlam olan üç ve yukarısı kastedilmemiştir. Bu kiple -ki Allah en doğrusunu bilir- ta’zîm (yüceltme, ululama) ve münâsebet yâni muzaafın (tamlayanın) muzaaf-ı ileyhle (tamlananla) olan ilişkisi kastedilmiştir. Çünkü burada muzaaf-ı ileyh (tamlanan) -ki bizim anlamında olan “nâ”dır- ile kesinlikle ta’zîm (ululama) kastedilmiştir. Böylece muzaafın, muzaaf-ı ileyhe uyması için çoğul kiple gelmesi uygun olmuştur. Çünkü çoğul (kip), tekilden ve ikilden daha çok ta’zîm (ululuk) belirtir. Eğer hem muzaaf hem de muzaaf-ı ileyhten her biri tek başına ululuk bildirirse, doğal olarak bu ikisinin birleşiminden daha da büyük bir ululuk oluşur, meydana çıkar.

 

 

 

 

ONSEKİZİNCİ BÖLÜM

 

Ehl-i Sünnet’in Allah Subhânehu ve Teâlâ’nın Kelâmı (Konuşması) Hakkındaki Görüşü199

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’in üzerinde birleştiği görüşe göre Allah konuşur. Allah’ın konuşması (kelâmı), kendisine yaraşır bir biçimde O’nun hakkında sâbit olan gerçek bir sıfattır.200

Allah Subhânehu dilediği zaman, dilediği gibi, harf ve sesle konuşur.201

Allah’ın konuşması, konuşmanın cinsine göre bir zât sıfatı, ayrı ayrı sözler olarak da bir fiil sıfatıdır.

Bütün bu söylenenleri Kitap ve Sünnet açıkça göstermektedir.

Allah-u Teâlâ’nın şu buyrukları Kitabın kanıtlarından sadece birkaçıdır:

“Mûsâ belirlediğimiz vakitte (Tûr’a) gelip de Rabbi onunla konuşunca” (A’râf, 143)202

“Allah demişti ki: Ey İsa! Şüphesiz seni vefat ettireceğim ve kendime (katıma) yükselteceğim.” (Âl-i İmrân, 55)

“O’na (Mûsâ’ya), Tûr’un sağ tarafından seslendik ve onu, fısıldaşan kimse kadar (kendimize) yaklaştırdık.” (Meryem, 52)203

İlk ayette, konuşmanın Allah’ın dilemesine bağlı olduğunun ve ayrı ayrı sözler olarak sonradan oluştuğunun açık bir ispatı vardır.

İkinci ayette de konuşmanın harfle olduğunun açık bir kanıtı vardır. Çünkü sözün söylenmiş hali (şekli), harfleri içermektedir yâni harflerle mümkün olabilmektedir.

Üçüncü ayette ise konuşmanın sesle olduğu kanıtlanmıştır. Çünkü seslenme ve çağırma ses olmadan asla düşünülemez.

Sünnetin kanıtlarına gelince, Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in şu sözü onların sadece biridir:

“Allah-u Teâlâ: ‘Ey Adem!’ der. Âdem de: ‘Emir buyur hemen yerine getireyim’ diye cevap verir. Bunun üzerine Allah ona sesle şöyle seslenir: ‘Allah, soyundan cehenneme gidecekleri seçip çıkarmanı emrediyor’.” 204

Allah Subhânehu’nun konuşması (kelâmı) lafız (söz) ve anlam olarak bir bütündür. Yoksa tek başına lafız veya tek başına anlam değildir.

İşte Allah-u Teâlâ’nın kelâmı (konuşması) hakkında Ehl-i Sünnet’in görüşü budur.205 Bu konuda, Ehl-i Sünnet dışındakilerin görüşlerinin özetini de “Muhtasaru’s-Savâıkı’l-Mürsele”206 adlı eserden alalım:

1- Kerrâmiyye’207nin Görüşü: Ehl-i Sünnet’in görüşü gibidir. Ancak onlar, öncesi olmayan olayların varlığını ispat etmekten ve bunu söylemekten kaçınmak için “Allah’ın kelâmı vaktiyle yok iken sonra olmuş bir olaydır” demişlerdir.

2- Küllâbiyye’208nin Görüşü: Alah’ın kelâmı; kendi zâtıyla var olan, hayat ve ilim sıfatlarının gerekliliği gibi zâtı için kaçınılmaz olan bir anlamdır. O’nun dilemesine de bağlı değildir. Harfler ve sesler, Allah’ın kelâmının kendisi değil, onun bir hikâyesidir. Allah, kendi zâtıyla var olan bu anlamı göstermek için harfleri ve sesleri yaratmıştır. Allah’ın kelâmı dört anlam belirtir: Emir, nehiy (yasaklama), haber ve istihbâr.

3- Eş’ariyye’209nin Görüşü: Eş’arîlerin görüşü de Küllâbiyye’ninki gibidir. Yalnız Eş’arîler, Küllâbiyye’ye iki şeyde karşı çıkmışlardır:

Birincisi: Kelâmın anlamları hakkındadır ki, Küllâbiyye bunun dört anlam belirttiğini söylerler. Eş’arîler ise kelâmın tek bir anlam belirttiğini söylerler. Onlara göre haber, istihbâr, emir ve nehiyden her biri diğerinin aynıdır. Bunlar kelâmın çeşitleri değil, tersine sıfatlarıdır. Tevrat, İncil ve Kur’ân’ın her biri diğerinin aynıdır. Sadece ibâreleri (ifadeleri) değişmektedir.

İkincisi: Küllâbiyye, harflerin ve seslerin, Allah’ın kelâmının hikâyesi olduğunu söylemişlerdir. Eş’arîler ise harflerin ve seslerin Allah’ın kelâmından ibâret olduğunu yâni kelâmın kendisi olduğunu söylemişlerdir.

4- Sâlimiyye’210nin Görüşü: Allah’ın kelâmı, kendi zâtıyla var olan, hayat ve ilim sıfatlarının gerekliliği gibi zâtı için kaçınılmaz olan bir sıfattır. Dilemesine de bağlı değildir. Allah’ın kelâmı, bir kısmının diğer bir kısmını geçmediği, birbirleriyle birleşen harfler ve seslerdir. Örneğin besmeledeki bâ, sîn ve mîm harflerinden her biri aynı anda diğerine bitişiktir. Bununla beraber ezelden beri vardır ve var olacaktır.

5- Cehmiyye211 ve Mu’tezile’212nin Görüşü: Allah’ın kelâmı, diğer yaratıklar gibi yaratılmış olup, O’nun sıfatlarından değildir. Sonra Cehmiyye’den kimi Allah’ın kesinlikle konuşmadığını söylemiş kimi de konuştuğunu kabul etmekle beraber, bunun yaratılmış olduğunu söylemişlerdir.

6- Aristo213 Taraftarı Son Dönem Filozoflarının214 Görüşü: Allah’ın kelâmı, faâl (etkin) akıldan (yaratıcıdan), temiz, erdemli (üstün) ruhlara, her ruhun kapasite ve kabul gücüne göre taşan bir feyizdir. Faâl akıldan, kabul güçlerine göre ruhlara taşan bu feyiz (algı derecesine göre) ruhta birtakım tasavvurlar ve tasdikler (anlayış ve meseleler) doğurur. Hayaldeki bu tasavvurlar ve tasdikler güçlenerek düşünülen şeyleri nûrlu şekillere sokar ve kulakların duyacağı sözlerle anlatır.

7- İttihâdiyye’nin (Vahdet-i Vücûtçuların)215 Görüşü: Varlığın (vücûdun) birliğini, bir olduğunu söyleyen bu gruba göre varlıkta bulunan her kelâm (söz) Allah’ın kelâmıdır. Nitekim onlardan biri216 şöyle demiştir:

Varlık âlemindeki her söz, O’nun kelâmıdır.

Bizim için nazmı da, nesri de birdir.217

Bu sözlerin hepsi, Kitap, Sünnet ve Aklın gösterdiği kanıtlara aykırıdır. Allah’ın ilim ve hikmet lutfettiği kimse bunu anlar.

 

 

 

 

FASIL

 

Kur’ân, Allah’ın Kelâmıdır218

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’in görüşüne göre, Kur’ân, Allah’ın kelâmıdır, indirilmiştir, yaratılmamıştır.219 O’ndan başlamıştır ve O’na dönecektir. Allah, Kur’ânla gerçekten konuşmuş, onu Cebrâil’e iletmiş, Cebrâil’de onu Muhammed -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in kalbine indirmiştir.220 Bütün bu söylenenleri Kitap ve Sünnet kanıtlamaktadır:

Kitap’tan bazı kanıtlar, Allâh-u Teâlâ’nın şu buyruklarıdır:

“Ve eğer müşriklerden biri senden aman dilerse, Allah’ın kelâmını işitip dinleyinceye kadar ona aman ver.” (Tevbe, 6). Yâni Kur’ân’ı dinleyinceye kadar.

“Bu mübârek kitabı sana indirdik” (Sâd, 29)

“Onu (Kur’ân-ı), Rûhu’l-Emîn (Cebrâil) uyarıcılardan olasın diye, apaçık arap diliyle, senin kalbine indirmiştir.” (Şuarâ, 193-195) 221

Sünnet’ten bazı kanıtlar da şunlardır:

Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-, Mekke’de hac mevsiminde kendisini insanlara sunarken şöyle söylemişti: “Rabbimin kelâmını (sözünü) bildirebilmem için acaba beni kendi kavmine götürecek bir adam yok mu? Çünkü Kureyş, Rabbim Azze ve Celle’nin kelâmını bildirmemi önledi.” 222

Yine Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-, el-Berâ b. ‘Âzib223 -Radıyallâhu anh-’e  şöyle demiştir:

“Yatağına yatacağın zaman (namaz için abdest aldığın gibi abdest al. Sonra sağ yanın üzerine yat ve) şöyle de: Allahım! Nefsimi (canımı) sana teslim ettim, yüzümü sana döndüm, işimi sana havâle ettim ve sırtımı sana dayadım. Ümit ve korku sanadır. Sığınılacak ve dayanılacak, ancak sensin. İndirdiğin kitabına ve gönderdiğin peygamberine iman ettim.” 224

‘Amr b. Dînâr’225da şöyle demiştir:

“Yetmiş yıldan beri içinde bulunduğum insanların hep şunu söylediklerini duyarım: ‘Allah yaratandır. O’nun dışındaki herşey yaratılmıştır. Yalnız Kur’ân hariç. Çünkü Kur’ân, Allah’ın kelâmı olup yaratılmamıştır. O’ndan başlamış ve O’na dönecektir.”226

“O’ndan başlamıştır” sözünün anlamı şudur: Kur’ânla konuşmaya başlayan Allah’tır. Yâni onunla ilk ve başlangıç olarak konuşan O’dur. Bu sözde, Allah Kur’ân’ı kendi dışında yarattı diyen Cehmiyye’ye cevap (reddiye) vardır.

“O’na dönecektir” sözü ise, iki anlam taşıyabilir:

1- Kur’ânla konuşma sıfatı Allah’a döner. Buna göre Allah’tan başka hiç kimsenin Kur’ânla konuştuğu nitelendirilmesine kalkışılamaz.  Çünkü Kur’ânla konuşan Allah’tır. Konuşmak da konuşanın bir sıfatıdır.

2- Bazı eserlerde geldiği gibi Kur’ân Allah-u Teâlâ’ya kaldırılacaktır: “Muhakkak Kur’ân mushaflardan ve gönüllerden (silinip) kaldırılır.” 227 Bu da -ki Allah en doğrusunu bilir- insanlar Kur’ân ile ameli bırakıp ondan tamamen yüz çevirdikleri zaman olacak, şerefinin korunması için Kur’ân insanlardan Allah’ın katına kaldırılacaktır.228 Yardım istenecek ancak Allah’tır.

 

 

 

 

FASIL

 

Lafız ve Melfûz (Sözün Kendisi ve Söylenilen Şey)

Bu bölümde kelâm,229 Kur’ân ile ilgilidir. Daha önce Kur’ân’ın, Allah’ın kelâmı olup yaratılmamış olduğu geçmişti. Acaba Kur’ân’ın lafzı yaratılmıştır veya yaratılmamıştır dememiz doğru olur mu? Yoksa bu konuda susmak mı gerekir?

Bu soruya cevap olarak şunlar söylenilebilir:

Bu konuda olumlu ya da olumsuz bir söz genellemesinde bulunmak doğru değildir. Ancak bu konuda ayrıntılı bir açıklama yapmak gerekirse şunlar söylenilir:

- Eğer lafız ile kulun kendi fiili olan telaffuzu, konuşması kastedilmişse, bu yaratılmıştır. Çünkü hem kul, hem de fiili yaratılmıştır.230

- Yok eğer lafız ile söylenilenin kendi kastedilmişse, bu Allah’ın kelâmı olup yaratılmamıştır. Çünkü Allah’ın kelâmı O’nun kendi sıfatlarındandır. Sıfatları da yaratılmamıştır.231

İmam Ahmed’in (Allah kendisine rahmet etsin) şu sözü bu ayrıma işaret etmektedir: “Kim benim Kur’ân’ı telaffuz etmem yaratılmıştır der ve bununla Kur’ân’ı kastederse o Cehmî’dir.”232

İmam Ahmed’in “bununla Kur’ân’ı kastederse” sözü, o kişinin; bu sözüyle Kur’ân’ı değilde kendi fiili olan telaffuzunu kasdetmesi durumunda Cehmî olmayacağını gösterir.233 Allah en doğrusunu bilir.

 

 

 

 

ONDOKUZUNCU BÖLÜM

 

Ta’tîl Düşüncesinin Ortaya Çıkışı ve Bunun Kaynağı

Ta’tîl düşüncesinin kökü, her ne kadar tâbiîn döneminin sonlarında kendini göstermişse de, asıl bir akım olarak bu düşünce, ancak faziletli çağlar olan Sahâbe, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn’den sonra yayılmıştır.

Ta’tîl’den ilk söz eden el-Ca’d b. Dirhem234 olmuştur. O, “Allah İbrâhim’i dost edinmedi, Mûsâ ile de konuşmadı” dediği için Hişâm b. Abdülmelik’in235 Irak valisi olan Hâlid b. Abdullah el-Kasrî236 tarafından öldürülmüştür. Hâlid, Ca’d’ı bağlı olarak bayram namazının kılındığı yere götürmüş, sonra da halka hitaben şunları söylemiştir: “Ey İnsanlar! Kurbanlarınızı kesiniz. Allah kurbanlarınızı kabul etsin. Ben de Ca’d b. Dirhem’i kurban edeceğim. Çünkü O, Allah’ın İbrâhim’i dost edinmediğini, Mûsâ ile de konuşmadığını ileri sürmektedir.” Daha sonra minberden inmiş ve Ca’d’ı kesmiştir.237 Bu olay, hicrî 119 yılı, kurban bayramında olmuştur.238

İbnu’l-Kayyim239 (Allah kendisine rahmet etsin) “en-Nûniyye”240 adlı eserinde bu konuda şöyle diyor:

Bundan dolayı Ca’d’ı kurban etti,

Kurbanların kesildiği gün (Hâlid) el-Kasrî.

Çünkü O, demişti ki: İbrahim Allah’ın dostu değildir.

Hayır! Mûsâ’da Allah’ın kendisiyle konuşup O’na yaklaştığı değildir.

Her sünnet sahibi, bu kurbana teşekkür etti.

Senin ecrin Allah’a aittir ey kurban kardeşim!

Sonra bu düşünceyi Ca’d’dan kendisine Cehm b. Safvân241 denilen bir adam aldı. “el-Cehmiyyetü’l-Muattıla”242 mezhebi de zaten bu adama nispet edilir. Çünkü bu görüşü O yaymıştır. Cehm’i, hicrî 128 yılında Merv’de Nasr b. Seyyâr’ın243 güvenlik güçlerinin başı olan Sâlim b. Ahvez244 öldürmüştür.245

İkinci yüzyıl dolaylarında Yunanca ve Rumca kitaplar Arapça’ya çevrildi. Böylece bu düşünce müslümanların başına iyice belâ olmaya ve etki gücünü iyice arttırmaya başladı.246

Üçüncü yüzyıl dolaylarında ise Bişr b. Gıyâs el-Merîsî247 ve yandaşları tarafından Cehmiyye’nin görüşü yayıldı. Alimler Gıyâs ve yandaşlarının kınanması hususunda birleşmiş, çoğu da onların küfrüne ya da sapıklığına hükmetmiştir.

Osmân b. Saîd ed-Dârimî,248 Merîsî’ye  reddiye olarak “Nakzu Osmân b. Saîd ale’l-Kâfiri’l-Anîd fîme’fterâ alallâhi mine’t-Tevhîd” adında bir kitap yazmıştır. Bilgi ve adaletle bu kitabı okuyan, bu ta’tîlcilerin kanıtlarının ne kadar zayıf, hatta ne kadar bâtıl (geçersiz) olduğunu anlar. Râzî,249 Gazzâlî,250 İbn Akîl251 ve diğerleri gibi son dönem âlimlerinin  birçoğunun sözlerindeki te’vîller de Bişr’in te’vîllerinin aynısıdır.

• Ta’tîl düşüncesinin kaynağı, Yahûdiler, müşrikler, Sâbiîler252 ve filozofların sapıklarıdır. Söylendiğine göre, Ca’d b. Dirhem bu görüşünü Ebân b. Sem’ân’253dan, O da Tâlût’254tan, O’da Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’e büyü yapan Lebîd b. el-A’sam255 adlı bir Yahûdi’den almıştır.256

Yine söylendiğine göre Ca’d, Sabiîler ve filozoflardan pek çok kimsenin bulunduğu Harrân yöresinde yetişti.257Kuşkusuz çevrenin insanın inanç ve ahlakında güçlü bir etkisi vardır.

Yukarıda adları geçen sıfat inkarcılarının görüşüne göre Allah’ın subûtî (olumluluk bildiren) sıfatları yoktur. Çünkü onların sanısına göre olumluluk sıfatları, Allah’ın yaratıklarına benzemesini gerektirir. Onlar sadece Allah’ın, selbî (olumsuzluk) veya izâfet belirten veya da ikisinin (olumsuzluk ve izâfet belirten) birleşiminden oluşan sıfatlarını kabul ederler.

- Olumsuzluk Sıfatları, Allah Azze ve Celle’ye yaraşmayan işlerin olmadığını (yâni onların yokluğunu) gösteren sıfatlardır. Örneğin onlara göre “Allah birdir” sözü, hem sayısal bir değerle veya sözle Allah hakkında bir bölünme gerçekleşmesinin hem de O’nun bir ortağı bulunmasının olanaksızlığı anlamındadır.

-İzâfet Sıfatları ise, bunlar Allah’ın sâbit sıfatlarıdır şeklinde, Allah’ın bunlarla nitelendirilemeyeceği sıfatlardır. Fakat bunların başkalarına izâfetine göre Allah bunlarla nitelendirilebilir. Allah-u Teâlâ hakkında söyledikleri şu söz gibi: Allah, eşyanın O’ndan çıkmasına (vuku bulmasına) göre bir başlangıç ve güçtür. Yoksa O’nun sâbit bir sıfatı olmasına göre -ki bu, başlamak ve güçlü olmaktır- bir başlangıç ve güç değildir.

- Olumsuz ve izâfî sıfatların birleşiminden oluşan sıfatlar da bir bakımdan olumsuz, bir bakımdan da izâfet sıfatıdırlar. Allah-u Teâlâ hakkında söyledikleri şu söz gibi: Allah evveldir (öncesi olmayan ilktir). Evvel sıfatı, Allah’ın sonradan oluşunun imkansızlığına göre olumsuz, eşyanın O’ndan sonra var oluşuna göre de izâfîdir.

Bütün bunlar, sıfat inkarcılarının düşünce ve görüşlerinin kaynağı olduğu halde nasıl oluyor da bir mü’minin veya aklı başında birinin nefsi, bunları olduğu gibi almayı ve Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerin yolunu258 bırakmayı güzel ve hoş görebiliyor? Anlamak mümkün değil.

 

 

 

 

YİRMİNCİ BÖLÜM

 

Allah’ın Sıfatlarını Kabul Edip Etmeme Konusunda Sıfat İnkarcılarının Metodu (Yolu)

Sıfat inkarcıları, Kitap ve Sünnet’e uygun olup olmadığına bakmadan Allah’ın sıfatlarından akıllarının; ispatını gerekli gördüklerini kabul etme, inkarını gerekli gördüklerini de reddetme konusunda birleşmişlerdir. Onların Allah’ın sıfatlarını kabul etme ya da reddetmelerinin yolu akıldır.

Sonra onlar, aklın kabulünü ya da reddini gerekli görmediği sıfatlarda ayrılığa düşmüşlerdir. Çoğu bu sıfatları kabul etmeyerek bunlara mecâzî anlam vermeyi uygun görmüş kimileri de bunlar hakkında hiçbir şey söylemeden bunların ilmini Allah’a bırakmışlar, ancak bunu yaparlarken bunların sıfatlardan herhangi bir şeyi gösterebileceğini (belirtebileceğini) de kabul etmemişlerdir.

Onlar bu yolla, aklî delillerle naklî delillerin arasını bulduklarını ileri sürmüşlerdir. Fakat onlar bu hususta yalan söylemişlerdir. Çünkü aklî ve naklî deliller Allah’ın kemâl (olgunluk) sıfatlarını ispat etmede ittifak halindedirler. Allah’ın sıfatlarından Kitap ve Sünnet’te gelenlerden hiçbiri, her ne kadar akıl bunların ayrıntılarını idrak edip kavramaktan âciz kalmış olsa bile kesinlikle akla aykırı değildir.

Bu sıfat inkarcılarının izledikleri metod (yol), Allah’ın haklarında şöyle buyurduğu kimselerin metoduna (yoluna) ne kadar da benzemektedir:

“Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Aslında tâğûtu inkar etmekle emrolundukları halde, yine de onun önünde muhakeme olunmak (onu hakem tutmak) istiyorlar. Oysa şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor. Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasûl’e gelin’ denildiği zaman, o münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün. Elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir felaket gelince hemen, biz yalnızca iyilik etmek ve arayı bulmak istedik diye yemin ederek sana nasıl gelirler?!” (Nisâ, 60-62)

Sıfat inkarcıları birkaç bakımdan ayette nitelenen kimselere benzerler:

1- Her iki grupta Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in getirdiklerinin hepsini kabul etmedikleri halde O’na indirilene iman ettiklerini ileri sürerler.

2- Bu sıfat inkarcıları, Allah’ın kemâl (olgunluk) sıfatlarının ispatına ilişkin Kitap ve Sünnet’in getirdiği şeyleri kabule davet edilseler yüz çevirir ve sakınırlar. Tıpkı Allah’ın indirdiğine ve Peygamberin buyruğuna gelin dendiği zaman yan çizen, yüz çeviren o münafıklar gibi.

3- Bu sıfat inkarcılarının, onları taklid ettikleri ve peygamberlerin getirdiklerinden üstün tuttukları tâgûtları vardır. Anlaşmazlık durumunda Kitap ve Sünnet’i değil, onları hakem tutmak isterler. Tıpkı tâğûtu inkar etmekle emrolundukları halde, yine de onu hakem tutmak isteyen o münafıklar gibi.

4- Bu sıfat inkarcıları izledikleri bu yolla güzel bir iş yapmak ve akıl ile nakli bağdaştırmak istediklerini ileri sürmüşlerdir. Tıpkı sadece iyilik ve uzlaşma istediklerinden dolayı yemin eden o münafıklar gibi.259

Sıfatları iptal eden yâni anlamlarını boşaltan herkes, bâtılı içinde gizlenir, hakkın yanında görünür. Üstelik bâtılını, onlarla süsleyerek gizlediği bâtıl davalar ileri sürer. Fakat Allah’ın kendisine ilim, anlayış, hikmet ve iyi niyet bahşettiği kimseye, ne bâtıl karışık gelir ne de yalancı davalar ona gizli kalır. Yardım istenecek ancak Allah’tır.

 

 

 

 

FASIL

 

Sıfat İnkarcılarının Metodundan Doğan Bâtıl Sonuçlar

Sıfat inkarcılarının metodundan şöyle birtakım bâtıl sonuçlar doğar:

1- Bu metoda göre Kitap ve Sünnet küfür söylemiş ve açıkça bu küfre insanları davet etmiştir. Çünkü Kitap ve Sünnet, bu inkarcıların ispatını teşbîh ve küfür saydıkları Allah’ın sıfatlarının ispatıyla doludur.

2- Kitap ve Sünnet hakkı açıklamamıştır. Çünkü sıfat inkarcılarına göre hak, bu sıfatları reddetmektir (kabul etmemektir). Kitap ve Sünnet’te ise Allah’ın olgunluk sıfatlarının reddedilmesini (kabul edilmemesini) gösteren ne nassen260 ne de zâhiren261 bir hüküm vardır.

İşin garibi, bu akıllı görünüp bilgiçlik taslayanların, bu bâtıl iddialarını:262

“Hiç O’nun bir adaşı (benzeri) olduğunu biliyor musun?” (Meryem, 65)

“O’nun hiçbir dengi yoktur.” (İhlâs, 4) gibi ayetlerden çıkarmaya çalışmalarıdır.

Aklı başında olan herkes bilir ki, bu tür naslardan kastedilen, Allah-u Teâlâ’nın kemâlini (mükemmelliğini) ve sıfatlarının benzersizliğini ispatlamaktır. Bunlarla, Allah’ın sıfatlarının olmadığının kastedilmiş olması imkansızdır. Çünkü kuşkusuz bu tür sözlerle, Allah’ın sıfatlarının olmadığını insanlara göstermeye çalışan kimse, ya kasdını gizlemek için sözünü üstü kapalı söylemiştir yahut yalan söylemiştir ya da gerçeği açıklamaktan âciz kalmıştır. Bütün bu işler, Allah’ın ve Rasûlü -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in sözleri hakkında olanaksızdır. Çünkü onların sözleri, anlatım ve kasdetmenin en mükemmel biçimini içermektedir. Bu sözlerle kastedilen, asla kulların haktan sapmalarını ve gerçekleri görmelerini engellemeyi istemek değildir. Allah ve Rasûlü’nün sözlerinde, anlatım ve dilin en iyi biçimde kullanılması bakımından hiçbir eksiklik yoktur.

3- İslama girmede öne geçen ilk muhacirler ve ensâr ile onlara güzelce uyanlar ya bâtılı söylemiş ve hakkı gizlemişlerdir ya da bu hususta câhildirler. Çünkü bu sıfat inkarcılarının bâtıl saydıkları Allah’ın kemâl (olgunluk) sıfatlarının ispatına ilişkin pek çok nass onlardan tevâtüren nakledilmiştir. Onlar, bu sıfat inkarcılarının hak saydıkları sıfatları reddetmeye ilişkin herhangi bir şeyi bir kez dahi olsun söylememişlerdir. Öyleyse çağların en hayırlısı ve ümmetin en üstünü olan kimseler hakkında bunları söylemek mümkün değildir.

4- Kemâl (olgunluk) sıfatları Allah’tan kaldırılınca O’nun, eksik sıfatlarla nitelendirilmiş olması gerekir. Çünkü dış evrende var olan her şeyin muhakkak bir sıfatının olması gerekir. Eğer ondan kemâl sıfatları kaldırılırsa onun eksik sıfatlarla nitelendirilmiş olması gerekir. Böylece iş dönüp dolaşarak sıfat inkarcılarının tersine döner ve kaçtıkları şerrin içine düşüverirler.

 

 

 

 

FASIL

 

Sıfat İnkarcılarının Dayandıkları Şüpheler

Sıfat inkarcıları, birtakım bâtıl şüphelere263 dayanırlar. Bu şüphelerin geçersizliğini, Allah’ın doğru ilim ve sağlıklı anlayış bahşettiği herkes bilir.

Sıfat inkarcılarının genel olarak dayandıkları şüpheler şunlardır:

1- Yalan dâvâ: Kişinin sözüyle ilgili icmâ iddiasında bulunması veya kendi sözünün; gerçeğin ta kendisi olduğunu veyahut araştırmacıların sözleriyle tam bir uygunluk gösterdiğini ya da hasmının sözünün icmâya aykırı olduğunu vb. şeyleri ileri sürmesi gibi.

2- Fâsid (Bozuk) kıyastan oluşan şüphe: Sıfat inkarcılarının; “Allah’ın sıfatlarını ispat etmenin teşbîhi gerektireceğini, çünkü sıfatların birer âraz264 olduklarını, ârazlarında ancak cisimle var olabileceğini, cisimlerin ise birbirlerine benzediklerini” söylemeleri gibi.

3- Allah-u Teâlâ’ya nispeti doğru olanla olmayan anlamlar arasındaki birtakım ortak kelimelere takılmak: Cisim,265 yer tutma266 ve cihet (yön)267 gibi. Onlar bu mücmel kelimelerin268 Allah’tan nefyini (reddini) mümkün kılmak için Allah’ın sıfatlarını inkara varırlar.

Sonra onlar bu şüpheleri öyle süslü, öyle uzun, öyle garip ibarelerle insanların önüne sürerler ki, câhil kimse; süslere bürünmüş sözler nedeniyle bu şüphelerin gerçek olduğunu sanar. Oysa bu kimse konuyu iyice incelemiş olsaydı, bütün bunların kendisi için birer bâtıl şüphe olduğunu anlardı. Nitekim bir şiirde şöyle denmiştir:

“Birbiriyle çelişen saçma sapan deliller,

Tıpkı (kırılmaya mahkum) cam gibi aynen.

Gerçek (hak) sanırsın onları sen,

Oysa kırılacaktır elbet,

Her kırılmaya elverişli olan.”269

Bu sıfat inkarcılarına birkaç bakımdan cevap vermek mümkündür:

1- Şüphe ve delillerinin çelişikliği: Öyle ki, ispat ettikleri her şeyde, reddettikleriyle ilgili olarak kaçtıkları şeyin eşini, benzerini getirmeleri gerekir.

2- Sözlerinin çelişiklik ve karışıklığının açıklanması: Öyle ki, sıfat inkarcılarından bir grubun aklın yasak olarak gördüğü bir şeyi, öteki grup, aklın bir gereği olarak görür. Daha buna benzer başka örnekler de vardır. Hatta bunun daha da ötesinde, sıfat inkarcılarından biri, aklın bir gereği olduğunu ileri sürdüğü bir sözün, daha sonra başka bir yerde tersini söyleyebilmektedir.

Sözlerin kendi içindeki çelişikliği, onların bozukluğunu gösteren en güçlü kanıtlardandır.

3- Sıfat inkarcılarının inkarının birtakım bâtıl sonuçlar (gerekler) gerektirdiğinin açıklanması. Çünkü sonucun bozukluğu sebebin de bozukluğunu gösterir.

4- Sıfatlar hakkında gelen naslar, te’vîl anlamı taşımaz. Eğer bunlardan bir kısmı te’vîl anlamı taşımış olsa bile bu, açık anlamın kastedilmiş olmasına engel değildir. Böylece sözün açık anlamına yönelme gereği belirlenmiş oldu.

5- Sıfatlarla ilgili bu meselelerin geneli, İslam dininden zorunlu olarak bilindiği gibi bizzat Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem- tarafından getirilmiştir. Bunların te’vîl edilmesi, Karâmita270 ve Bâtıniyye’271nin namaz, oruç, hac v.b. ibadetleri te’vîl etmeleriyle aynı konum ve eş değerdedir.272

6- Kuşku ve şehvetlerden uzak olan sarîh akıl (sağduyu), nasların getirdiği Allah’ın sıfatlarını imkansız görmez. Tersine, her ne kadar naslarda akılların anlamaktan ve etraflıca kavramaktan âciz kaldığı bazı ayrıntılar varsa da sağduyu, ayrıntılara girmeden genel olarak Allah’ın kemâl sıfatları olduğunu gösterir.

Sıfat inkarcılarının en büyük düşünürleri, aklın; ilâhî konuların genelinde kesin ilme ulaşmasının mümkün olmadığını itiraf etmişlerdir. Buna göre bu konuları peygamberlik pınarından herhangi bir tahrîfe (değiştirmeye, çarpıtmaya) kaçmadan olduğu gibi alıp kabul etmek gerekir. Allah en doğrusunu bilir.

 

 

 

 

YİRMİBİRİNCİ BÖLÜM

 

Ta’tîlci ve Temsîlci Gruplardan Her Biri Ta’tîl ve Temsîli Bir Arada Toplamışlardır

Ta’tîlci (Muattıl): Cehmiyye, Mu’tezile, Eş’ariyye ve benzerleri gibi Allah’ın isim ya da sıfatlarından herhangi bir şeyi reddedendir.

Temsîlci (Mümessil): İlk Râfızîler ve benzerleri gibi Allah’ı yaratıklarına her bakımdan benzetmek sûretiyle O’nun hakkında sıfatlar saptayandır.

İşin doğrusu her ta’tîlci aynı zamanda temsîlcidir. Her temsîlci de aynı zamanda ta’tîlcidir.

• Ta’tîlcilerin ta’tîli açıktır. Temsîli de şöyledir: O, sıfatları ispat etmenin teşbîhi gerektireceğine inandığından dolayı sıfatları ta’tîl etmiştir. İşte bundan kaçmak için sıfatları inkar etmeye başlamıştır. O halde önce temsîl etmiştir sonrada ta’tîl.

• Temsîlciye gelince bunun temsîli açıktır. Ta’tîli de üç bakımdandır:

1- Nassı, gösterdiği anlamdan başka bir anlama çevirmek sûretiyle, onunla sıfatı ispat ettiği nassın kendisini ta’tîl etmiştir.  Çünkü nass, Allah’ın yaratıklarına benzediğini değil, kendisine yaraşır sıfatı olduğunu gösterir.

2- Allah’ı yaratıklarına her bakımdan benzettiği zaman “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur” (Şûrâ, 11), “O’nun hiçbir dengi yoktur” (İhlâs, 4) gibi Allah’ın yaratıklarına benzemediğini gösteren her nassı ta’tîl etmiş olur.

3- Allah’ı yaratıklarına benzettiği zaman, her bakımdan mükemmel olan Rabbi, eksik yaratıklara benzeterek Allah için gerekli olan kemâli (mükemmelliği) ta’tîl etmiş olur.

 

 

 

 

YİRMİİKİNCİ BÖLÜM

 

Selefin Kelâm İlminden Sakındırması273

Kelâm ilmi; kelâmcıların bulup geliştirdikleri, Kitap ve Sünnet’in getirdiklerinden yüz çevirmelerine neden olan yöntemlerle dinin inanç esaslarına ilişkin sonradan uydurdukları her şeydir.

Şüphe ve kuşkulara neden olduğu için, selefin kelâm ilminden ve kelâmcılardan sakındıran sözleri çeşitlilik göstermektedir:

-Nitekim İmam Ahmed şöyle demiştir:

“Kelâmcı (kelâm ilmiyle uğraşan) asla kurtuluşa ermez.”274

- İmam Şâfiî275 ise şöyle demiştir:

“Kelâmcılar hakkındaki hükmüm şudur: Hurma dallarından yapılmış çubuklarla ve terliklerle dövülmeli, sonra da aşiret aşiret, kabile kabile dolaştırılıp: ‘İşte Kitap ve Sünnet’i bırakıp da kelâm ilmine yönelenin cezası budur’ denilir.”276 277

Aslında kelâmcılar, bir yandan Allah’a tevbe etmeleri ve başkalarının onların görüşlerine uymalarını önlemek için, İmam Şâfiî’nin söylediği bu cezayı gerçekten haketmektedirler. Öte yandan da kendilerini, şaşkınlık kapladığından ve şeytan ayarttığından dolayı onlara rahmet ediyor ve acıyoruz. Bununla beraber onları sınadığı belâdan bizi koruyan Allah’a hamdediyoruz.

Öyleyse onlara iki açıdan bakmaktayız:

• Din açısından bakış: Bu açıdan baktığımız da onları terbiye ediyor ve görüşlerini yaymalarını önlüyoruz.

• Kader açısından bakış: Bu açıdan baktığımızda da onlara acıyor, onlar için Allah’tan kurtuluş diliyor ve bizi onların durumundan koruyan Allah’a hamdediyoruz.

Sapıtmalarından en çok korkulan kişiler, kelâm ilmine girip sonuna kadar varamayan yâni bu ilmin içyüzünü tam öğrenemeyenlerdir. Öyle ki, kelâm ilmine hiç girmeyen selâmettedir. Sonuna kadar varıp içyüzünü iyice öğrenen de, daha önce bazı büyüklerinin278 de başından geçtiği gibi sırf kelâm ilminin bozukluğunu anladığı için Kitap ve Sünnet’e döner. Asıl tehlike de doğru yoldan çıkıp işin gerçeğini (kelâm ilminin içyüzünü) anlayamayan kimse üzerinde kalır.

Yazar İbn Teymiyye (Allah kendisine rahmet etsin) bu fetvâsında (kitabında) kelâmcılardan bu konuyla ilgili olarak konuşanlardan pek çok söz naklettikten sonra şunu söylemiştir: “Gerçi Kitap, Sünnet ve selefin sözleri yanında başka sözlere ihtiyacımız yoktur. Fakat insanların pek çoğu; bazı kelâmcı gruplara mensup oldukları, başkalarına değil sadece onlara iyi niyet besledikleri ve bu konuda başkalarının eremedikleri gerçeklere onların erdiklerini sandıkları için, getirdikleri her ayetin ardından mutlaka onların sözlerinden bir şey de nakletmeyi gerekli görmüşlerdir.”279

Daha sonra şöyle demiştir: “Sözlerini naklettiğimiz kelâmcıların ve başkalarının, bu konu ve başka konularda dediklerinin hepsini söylüyor (kabul ediyor) değiliz. Fakat gerçek onu söyleyen herkesten kabul edilir.”280

Yazar (Allah kendisine rahmet etsin) bu sözleri nakletmesindeki amacını, kimden gelirse gelsin hakkın beyânı ve bu gruplara kendi önderlerinin sözlerinden delil getirilmesi olarak açıklamıştır. Allah en doğrusunu bilir.

 

 

 

 

YİRMİÜÇÜNCÜ BÖLÜM

 

Allah’a ve Ahiret Gününe İman Konusunda Doğru Yoldan Sapan Gruplar

Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in, sahâbîlerinin ve onlara güzelce (ihsanla) uyan tâbiîn’in yolu, ilim ve amel bakımından dosdoğru yol üzeredir. Bunun böyle olduğunu ilim ve adaletle araştıran herkes bilir. Onlar Allah’a ve ahiret gününe (metafizik konulara) imanı en güzel şekilde gerçekleştirmişler ve bu yolun gerçekten hak bir yol olduğunu ikrar etmişlerdir. Onlar, işlerinde Allah için samimi oldukları gibi O’nun şerîatine (yoluna) de kesinkez uymuşlardır. Asla şirke, bid’ate, tahrîfe ve yalanlamaya sapmamışlardır.

Ancak onların yollarından sapanlar üç grupturlar: Tahyîl ehli (tahyîlciler), te’vîl ehli (te’vîlciler) ve techîl ehli (techîlciler).

• Tahyîl Ehli (Sembolistler: Hayallendirmeciler, Canlandırmacılar): Bunlar, filozoflar, Bâtınîler ve onların yolundan giden kelâmcılar ve başkalarıdır.

Bunların görüşlerinin gerçeği, Allah’a ve ahiret gününe imanla ilgili konularda peygamberlerin getirdikleri şeylerin, aslında fiilen gerçeği olmayan birtakım semboller (örnekler) ve hayallendirmeler (canlandırmalar) olmasıdır. Bu naslarla kastedilen sadece genelin ve insanların çoğunluğunun bunlardan faydalanmasıdır. Çünkü insanlara “sizin, büyük, güçlü, merhametli, kahredici bir Rabbiniz vardır, önünüzde de dirileceğiniz, dünyadayken yaptığınız işlerin karşılığını göreceğiniz bir gün vardır” vb. şeyler dendiği zaman, onlar arzu edilen yol üzerinde dosdoğru olurlar. Onlara göre bu inancın bir gerçeği olmasa bile yine de insanlara yararı vardır.

Sonra bunlar da (tahyîl ehli) yine kendi aralarında Aşırılar ve Aşırı Olmayanlar olmak üzere ikiye ayrılmışlardır:

Aşırılar, peygamberlerin Allah’a ve ahiret gününe imanla ilgili işlerin hakîkatlerini bilmediklerini, ilahiyat filozoflarından ve evliyâ sandıkları kişilerden bazılarının ise bu hakîkatleri bildiklerini ileri sürmüşlerdir. Yine bunlar, filozofların içinde, Allah’ı ve ahiret gününü, insanların en iyi bilenleri peygamberler olduğu halde, peygamberlerden daha iyi bilenlerin bulunduğunu ileri sürmüşlerdir.

Aşırı Olmayanlar ise, peygamberlerin, Allah’a ve ahiret gününe imanla ilgili işlerin hakîkatlerini bildiklerini (yâni bunların olmadığını) ancak insanların yararının gözetilmesi için gerçeği olmayan birtakım hayâli canlandırmalarda bulunduklarını ileri sürerler. Bunlar çoğunlukla en büyük ve en önemli konularda peygamberlerin yalanlarını içeren bir yolla insanların yararının gözetilip sağlanabileceği iddiasında bulunmuşlardır.

Buna göre birinci grup (aşırılar), Peygamberleri câhillikle, ikinci grup (aşırı olmayanlar) ise hainlik ve yalancılıkla suçlamışlardır.

İşte bu, tahyîlcilerin Allah’a ve ahiret gününe imanla ilgili konulardaki görüşleridir.

Amellere ilişkin görüşlerine gelince: Bunlardan kimi amelleri, herkesin (yapmakla) emredildiği gerçekler olarak kabul eder. Kimileri de amelleri seçkinlerin (hassanın) değil genelin (ammenin) emredildiği birtakım hayâli canlandırmalar ve semboller olarak görür. Nitekim namazı, kendi sırlarını bilmek, orucu kendi sırlarını gizlemek, haccı şeyhlerine sefer etmek (gitmek) v.b. şeklinde te’vîl ederler. Bu sapıklar, İsmâiliyye281 ve Bâtıniyye gibi sapık fırkalara mensupturlar.

Bunların görüşlerinin (ve sözlerinin) bozukluğu, duyu, akıl ve şerîat (din) yoluyla zorunlu olarak bilinmektedir. Bizler Allah’ın varlığı ve sıfatlarının mükemmelliğini gösteren sayısız ayetlere (deliller, belgeler, ibretler) tanık olmaktayız. Nitekim bir şiirde şöyle denilmiştir:

Her bir şeyde vardır, O’na bir ayet

O’nun (varlık) ve birliğine eder delâlet.282

Kâinatta cereyan eden bu düzenli olayların, hikmet sahibi, herşeye güç yetiren ve onları idare eden bir varlık olmadan meydana gelmesi mümkün değildir.

Bütün dinler ahiret gününe imanın gereğini söylemiştir. Allah’ın apaçık hikmeti de bunu gerektirir. Ahiret gününe imanı, büyüklük taslayan veya deliden başkası inkar etmez.

Tahyîlcilere cevap (reddiye) vermek için fazla bir söze ihtiyaç yoktur. Zaten insanların onlara karşı olan nefretleri açıkça bilinmektedir.

• Te’vîl Ehli (Te’vîlciler): Bunlar da Cehmiyye, Mu’tezile ve onların taraftarlarından oluşan kelâmcılardır. Görüşlerinin gerçeği (esası) şudur:

Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in bildirdiği sıfat naslarının açık anlamı kastedilmemiştir. Tersine bunlardan asıl kastedilen, peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in bildiği ancak akıllarıyla düşünüp bulsunlar diye insanlara bıraktığı açık anlamlara aykırı (mecâzî) anlamlardır. Onlar böylece nasların açık anlamlarını, açık anlamlarına aykırı (mecâzî) anlamlara çevirmeye uğraşırlar. Onların bundan amacı, akıllarını sınamak, sözü açık anlamından çevirerek dilin ender görülen şekillerine (şâz) ve garip anlamlarına indirgemek için harcadıkları çabadan dolayı çektikleri zahmetin karşılığında daha çok sevap alacaklarına olan inançlarıdır.

Oysa ki onlar, insanların en çok karışıklığa, en çok çelişkiye düşenleridir. Çünkü onların, te’vîli mümkün olan sözle, olmayan sözü ayırdedecek ve bununla kastedilen asıl anlamı belirleyecek sâbit bir kuralları yoktur.

Sonra onların ileri sürdükleri anlamların çoğu, konuşanın durumundan ve sözünün gelişinden, onun bu anlamı, onların te’vîl ederek belirledikleri anlamda kullanmadığı anlaşılır.

Bunlar kendilerini sünnetin yardımcıları olarak gösterir, Allah’ı eksikliklerden tenzîh perdesi arkasına gizlenirler. Oysa ki Allah-u Teâlâ, şüphelerini reddetmek ve delillerini suratlarına çarpmak sûretiyle onların perdelerini yırtmıştır.

Te’vîlcileri reddetmek için herkesten çok Şeyhu’l-İslâm (İbn Teymiyye) ve başkaları uğraş göstermişlerdir.283 Çünkü te’vîlciler, Sünnet yardımcıları olarak göründüklerinden dolayı doğal olarak insan, başkalarından çok onların sözlerine aldanabilir.

 

 

 

 

BÖLÜM

 

Te’vîlcilerin Ahirete ilişkin Naslar Hakkındaki Görüşleri

Onların bu konudaki görüşü, ahiretle ilgili naslara, herhangi bir te’vîle kaçmadan gerçeği üzere olduğu gibi iman etmektir.

Sıfatlara ilişkin naslarda te’vîlcilerin görüşü nasları gerçek anlamlarından, açık anlamlarına aykırı mecâzî anlamlara çevirmek olduğu için tahyîlciler onların üstüne üstüne gitmiş ve onları sıfat naslarında yaptıkları gibi ahiret hakkındaki nasları da te’vîl etmeye zorlamışlardır. Buna karşılık te’vîlciler de onlara şöyle cevap vermişlerdir: “Biz zorunlu olarak biliyoruz ki, Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-, ahiretin varlığını bildirmiştir. Üstelik biz ahiretin varlığına engel olan şüphenin bozukluğunu da biliyoruz. Buna göre ahiretin varlığını söylemek kaçınılmazdır.”

Te’vîlcilerin bu cevâbı, doğru bir cevap ve kesin bir kanıttır. Üstelik bu kanıt içerik olarak, te’vîlcilerin; ahiretle ilgili nasları te’vîl etmedikleri, tahyîlcileri de ahiretin varlığını ve onunla ilgili nasları gerçek anlamlarıyla ispat etmeye ve bunu söylemeye itip zorladıkları için onları savunmak gerektiğini gösterir. Çünkü kanıt bulunduğu, engel ortadan kalktığı zaman, kanıtın gösterdiği gerçek anlamın tespit edilip ortaya konması gerekir.

Ehl-i Sünnet, sıfatların varlığını ve onlarla ilgili nasların gerçek anlamlarıyla kabul edilmesi gereğini söylemeleri için, te’vîlcilere karşı, onların kendi kanıtı olan bu kanıtı kullanarak onlara şöyle demiştir: “Biz zorunlu olarak biliyoruz ki Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-, Allah’ın sıfatları olduğunu bildirmiştir. Üstelik biz Allah’ın sıfatları olmasına engel olan şüphenin bozukluğunu da biliyoruz. Buna göre Allah’ın sıfatları olduğunu söylemek kaçınılmazdır.”

Bu doğru bir zorunlu kılma, te’vîlcilerin ondan kaçmalarının mümkün olamayacağı kesin bir kanıttır. Çünkü ahiretle ilgili naslarda sözü gerçek anlamından çevirmeye engel olan kimsenin, ilâhî kitaplarda ahiretle ilgili naslara göre daha çok ve daha önemli olan sıfat naslarında da sözü gerçek anlamından çevirmeye engel olması gerekir. Eğer bunu yapmazsa, çelişkisi ve aklının bozukluğu açıkça ortaya çıkmış olur.

 

 

 

 

FASIL

• Techîl Ehline284 (Techîlciler: Câhil Görenler) gelince, sünnete ve selefe müntesip olduğunu söyleyenler arasında birçok techîlci vardır.

Bunların görüşlerinin hakîkati şudur: Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in sıfat naslarıyla ilgili bildirdikleri, anlamını peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in bile bilmediği bilinmez şeylerdir. Buna göre peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem- sıfatlar hakkında, anlamını bilmediği sözler söylemiştir. Bununla beraber onlara göre akıl, sıfatlar hakkında hüküm vermez. Onların bu sözleri, peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in, ashâbının ve selef imamların sıfatlar hakkında, aklî ve naklî hiçbir ilme sâhip olmamalarını gerektirir ki, bu sözlerin en bâtılıdır.

Techîlcilerin sıfat nasları hakkındaki yöntemi; bu nasların lafızlarını, olduğu gibi kabul edip anlamlarını Allah’a havale etmektir (bırakmaktır). Onların kimileri de çelişkiye düşerek şöyle derler: Sıfatlar açık anlamları üzere bırakılır. Ancak bununla beraber bunların açık anlamlarına aykırı olan, yalnız Allah’ın bildiği te’vîlleri (yorumları) de vardır.

Bu söz açık bir çelişkidir. Eğer bu naslarla kastedilen, açık anlamlara aykırı olan te’vîller ise ve bu te’vîlleri de sadece Allah biliyorsa, bunların açık anlamlarında bırakılıp kabul edilmesi nasıl mümkün olabilir ki?!

Şeyh (İbn Teymiyye) “el-Aklu ve’n-Nakl” adlı eserinde (c.1, s.121) tefvîzcilerin yöntemiyle ilgili olarak şunları söylemektedir:

“Böylece kendilerinin sünnete ve selefe uyduklarını ileri süren bu tefvîzcilerin (sıfatların anlamlarını Allah’a bırakıp, bunların anlamını yalnız Allah’ın bileceğini söyleyenler) sözlerinin, bid’atçilerin ve doğru yoldan sapanların sözlerinden daha kötü olduğu anlaşıldı.”285

Techîlcilerin kanıt olarak kullandıkları şüphe; selefin pek çoğunun Allah-u Teâlâ’nın: “Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve (kendilerine göre) onu te’vîl etmek için ondaki müteşâbih ayetlerin peşine düşerler. Halbuki onun te’vîlini Allah’tan başkası bilmez. İlimde yüksek dereceye erişenler ise, ‘biz ona inandık; hepsi Rabbimizin katındandır, derler’” (Âl-i İmrân, 7) ayetinde Allah lafz-ı celâli üzerinde durmaları olmuştur.

Ayete göre techîlciler, şüphelerini iki önerme üzerine kurmuşlardır:

1- Sıfat ayetleri müteşâbih286 ayetlerdendir.

2- Ayette söz edilen te’vîl, sözü (kelimeyi) açık anlamından, bu anlama aykırı olan anlama çevirmektir.

Buna göre sonuç şu olur: Sıfat ayetlerinin; açık anlamlarına aykırı, yalnız Allah’ın bildiği anlamları vardır.

Techîlcilere birkaç bakımdan cevap (reddiye) verilebilir:

1- Onlara şunu sorarız: Sıfat ayetlerine müteşâbih ayetler derken teşâbüh kelimesiyle neyi kastediyorlar?

- Acaba anlam benzeşikliğini, karışıklığını ve gizli kalışını mı kasdediyorlar?

- Yoksa hakîkat benzeşikliğini, karışıklığını ve gizli kalışını mı kasdediyorlar?

• Eğer ilk anlamı kasdetmişlerse -ki onu kasdetmişlerdir- bu durumda sıfat ayetleri bu gruptan değildir. Çünkü sıfat ayetlerinin anlamı açıktır.

• Yok eğer ikinci anlamı kasdetmişlerse, bu durumda sıfat ayetleri bu ikinci gruptandır. Çünkü sıfat ayetlerinin hakîkatini ve niteliğini Allah-u Teâlâ’dan başkası bilemez.

Buna göre sıfat ayetlerinin müteşâbih ayetlerden olduğu şeklinde bir söz genellemesinde bulunmak doğru değildir. Yukarıda da geçtiği gibi bu konuda ayrıntılı bir açıklama yapmak gerekir.

2- Onların “ayette söz edilen te’vîl, sözü açık anlamından, bu anlama aykırı olan anlama çevirmektir” şeklindeki sözleri doğru değildir. Ayetteki te’vîle verilen bu anlam, sonradan ortaya çıkmış yeni bir ıstılah (terim) olup, Kur’ân’ın kendi dilleriyle indiği Arapların ve sahâbenin bile bilmediği bir anlamdır. Onların bildiği şey, te’vîl kelimesinin iki anlama gelebileceğidir:

• Ya tefsîr demektir. Buna göre te’vîl ilim sahipleri tarafından bilinmektedir. Nitekim İbn Abbâs radiyallâhu anhumâ şöyle demiştir:

“Ben onun te’vîlini bilen ilimde yüksek dereceye erişmiş kimselerdenim.”287

İşte seleften birçoğunun, geçen ayette “ve’r-râsihûne fi’l-ilmi: ve ilimde yüksek dereceye erişenler” lafzı üzerinde durması (duraklaması) buna bağlıdır.288

• Ya da bir şeyin hakîkati, âkıbet ve sonucu demektir. Buna göre Allah’ın kendiyle ve ahiret günüyle ilgili haber verdiği şeylerin te’vîli bizim için bir bilinmezdir. Çünkü bu te’vîl, hakîkat ve nitelikle ilgilidir. Bu ise bizim için bir bilinmezdir. Nitekim İmâm Mâlik ve diğerlerinin istivâ ve başka sıfatlar hakkında söylediği sözler bu anlamı doğrulamaktadır. İşte selefin çoğunluğunun, geçen ayette “Allah” lafz-ı celâli üzerinde durmaları (duraklamaları) da buna bağlanır.289 290

3- Allah, Kur’ân’ı düşünüp anlamak için indirmiştir. Bizi de Kur’ân’ın tamamını düşünüp anlamaya teşvik etmiş, sıfat ayetlerini istisnâ etmemiştir. Bir şeyi düşünüp anlamaya teşvik ise, o şeyin anlamına ulaşmanın mümkün olduğunu gösterir. Yoksa düşünüp anlamaya teşviğin bir anlamı kalmaz. Çünkü anlamına ulaşmanın mümkün olmadığı bir şeyi düşünüp anlamaya teşvik etmek boş ve anlamsız bir söz olur ki, Allah ve Rasûlü -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in sözleri bundan münezzehtir (uzaktır).

İşte istisnâsız Kur’ân’ın bütün ayetlerini düşünüp anlamaya teşvik, düşünmeyle sıfat ayetlerinin anlamına ulaşmanın mümkün olduğunu gösterir.

İnsanlar içinde bu anlamı anlamaya en yakın olan, Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem- ve sahâbîleridir. Çünkü hem Kur’ân onların diliyle inmiştir, hem de özellikle dini konuların en önemlisi olan böyle bir konuda düşünüp anlamaya teşvik emrine en hızlı uyan insanlar onlar olmuştur. Nitekim Ebû Abdirrahmân es-Sülemî291 şöyle demiştir: “Bize Kur’ân okutan Osmân b. Affân,292 Abdullah b. Mes’ûd293 ve diğerleri: ‘Kendilerinin peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’den on ayet öğrendikleri zaman onlarda ilim ve amele dâir ne varsa hepsini öğrenmeden başka ayetlere geçmediklerini’ bize anlattılar.” Devamında Ebû Abdirrahmân şöyle demiştir:294 “Hem Kur’ân’ı hem de ondaki ilim ve ameli bir arada beraberce öğrendik.”295

Bununla beraber onların, dinin en önemli konusu olan sıfat naslarının anlamlarını bilmemeleri nasıl mümkün olabilir ki?!

4- Techîlcilerin sözleri, Allah’ın apaçık kitabı olan Kur’ân’da, onlarla gerçeği açıklamadığı içi boş, sadece hece ve ebced harfleri konumunda olan sözler indirmiş olmasını gerektirir. Bu ise Allah’ın, ondan dolayı kitap indirdiği ve peygamber gönderdiği hikmetine aykırıdır.

 

 

 

 

BİR UYARI

 

Yukarıda geçen açıklamalardan te’vîlin üç anlama geldiği anlaşılır:296

1- Tefsîr: Anlamın izah edilmesi ve açıklanması demektir. Bu yâni tefsîr anlamındaki te’vîl, tefsîr âlimlerinin çoğunluğunun kullandığı ıstılahtır (terimdir). Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in İbn Abbâs hakkında söylediği şu söz bu türdendir, yâni bu anlamda kullanılmıştır: “Allahım! Onu (İbn Abbâs’ı) dinde fakîh (anlayışlı) kıl ve te’vîli O’na öğret.”297

Zaten gerek sıfat ayetlerinde, gerekse diğer ayetlerde, bu anlam yâni te’vîlin tefsîr anlamında kullanılması, âlimler tarafından bilinen bir şeydir.

2- Bir şeyin varacağı hakîkat: Bu, te’vîlin, Kitap ve Sünnet’te bilinen meşhûr anlamıdır. Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Onlar sadece onun (Kur’ân’ın) te’vîlini bekliyorlar.” (A’râf, 53)

“Bu hem daha hayırlı hem de te’vîl bakımından daha güzeldir.” (Nisâ, 59)298

Bu anlama göre sıfat ayetlerinin te’vîli, bu ayetlerin özü, içyüzü ve üzerinde olduğu hakîkat (gerçek) demektir ki, bunu Allah’tan başkası bilmez.299

3- Sözü açık anlamından, bu anlama aykırı (ters) bir anlama çevirmek: Bu, kelâmcılardan ve diğerlerinden geç dönem âlimlerinin kullandığı ıstılahtır (terimdir).

Bu anlamı taşıyan te’vîl, doğru ve bozuk olmak üzere iki çeşittir:300

• Doğru olan te’vîl, bir delile dayanan te’vîldir. Allah-u Teâlâ’nın “Kur’ân okuduğun zaman, kovulmuş (taşlanmış) şeytandan Allah’a sığın.” (Nahl, 98) buyruğunun: “Kur’ân okumak istediğin zaman...” anlamında te’vîl edilmesi gibi.

• Bozuk olan te’vîl ise delilsiz yapılan te’vîldir. Allah’ın arşına istivâsını; arşı istilâ etmesi, elini; kuvveti ve nimeti vb. şeylerle te’vîl etmek gibi.

 

 

 

 

FASIL

 

İbn Abbâs -Radıyallâhu anhumâ-’nın şöyle dediği rivâyet edilmiştir:

“Kur’ân’ın tefsîri dört çeşittir: Arabın, dili nedeniyle bildiği tefsîr, hiç kimsenin bilmemesinden ötürü mazûr görülemeyeceği tefsîr, âlimlerin bildiği tefsîr ve Allah’tan başkasının bilmediği tefsîrdir ki, bunu bildiğini iddia eden yalan söylemiş olur.”301

Arabın, dili nedeniyle bildiği tefsîr: Bu, dildeki kelimelerin tefsîridir (açıklamasıdır). “Kur’”302, “nemârik”,303 “kehf”304 ve benzeri kelimelerin anlamlarını bilmek gibi.

Hiç kimsenin bilmemesinden ötürü mazûr görülemeyeceği tefsîr: Kulun inanç ya da amelle ilgili yapmakla yükümlü olduğu ayetlerin tefsîridir. İsim ve sıfatlarıyla Allah’ı bilmek, ahiret gününü, tahâret (temizlik), namaz, zekât vb. şeyleri bilmek gibi.

Âlimlerin bildiği tefsîr: Bilgisine ulaşmanın mümkün olduğu hükümlerin, âlimlerden başkasına gizli kalanlarıdır. Ayetlerin inme (nüzûl) sebeplerini, nâsih ve mensûhu, âmm ve hâssı, muhkem ve müteşâbihi vb. şeyleri bilmek gibi.

Allah’tan başkasının bilmediği tefsîr: Bu, Allah’ın kendi nefsine ve ahiret gününe dâir haber verdiği şeylerin hakîkatleri ve içyüzleridir. Çünkü bunların anlamını anlarız, ancak gerçek durumlarıyla ilgili hakîkati idrak edemeyiz. Örneğin biz, Allah’ın arşına istivâsının anlamını anlarız, ancak istivânın gerçek durumuyla ilgili hakîkati olan niteliğini (nasıl olduğunu) bilemeyiz. Yine bunun gibi, Allah’ın cennette bulunduğunu haber verdiği meyvelerin, balın, suyun, sütün ve öteki cennet nimetlerinin anlamını anlarız. Ancak bunların gerçek durumlarıyla ilgili hakîkati bilemeyiz. Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Yaptıklarınıza karşılık olarak, onlar için hoşlanacakları ne nimetler (mutluluklar) saklandığını hiç kimse bilemez.” (Secde, 17)

İbn Abbâs -Radıyallâhu anhumâ-’da şöyle demiştir: “İsimleri dışında, cennette bulunan şeylerin (nimetlerin) hiçbiri dünyada yoktur.”305 Yâni cennette bulunan şeylerin dünyada sadece isimleri vardır.

Böylece, Allah’ın isim ve sıfatlarının ve ahiret gününe dâir haber verdiği şeylerin hakîkatleri gibi Kur’ân’da te’vîlini Allah’tan başkasının bilemeyeceği ayetlerin (sözlerin) bulunduğu anlaşılmış oldu. Bu sözlerin (ayetlerin) anlamları ise bizce bilinmektedir. Yoksa bunları söylemenin hiçbir yararı olmazdı. Allah en doğrusunu bilir.

 

 

 

 

YİRMİDÖRDÜNCÜ BÖLÜM

 

Sıfat Ayetleri ve Hadisleri Hakkında Kıble Ehlinin Bölünmesi

Kıble ehliyle anlatılmak istenen kıbleye yönelip namaz kılan her müslümandır.

Kıble ehli, sıfat ayetleri ve hadisleri hakkında altı gruba bölünmüştür:

- İki grup, sıfat ayet ve hadislerini açık anlamlarıyla alıp kabul ederler.

- İki grup, bunları açık anlamlarına ters (mecâzî) anlamlara çekerler.

- İki grup da bu konuda susarlar.

• Sıfat ayet ve hadislerini açık anlamlarıyla alıp kabul eden iki grup şunlardır:

1- Müşebbihe306 Grubu: Allah’ın sıfatlarını, yaratıkların sıfatları cinsinden görürler. Yâni Allah’ın sıfatlarını, yaratıkların sıfatlarıyla özdeştirirler. Onların bu görüşleri bâtıl olup, selef tarafından reddedilmiştir.

2- Selef307 Grubu: Bu sıfatları, Allah Azze ve Celle’nin kendisine yaraşan açık anlamlarıyla alıp kabul ederler. Onların bu görüşleri kesinkez doğrudur. Çünkü Kitap, Sünnet ve akıl, kesin ya da zannî olarak onların görüşlerinin doğruluğunu açık bir biçimde göstermektedir. Nitekim daha önce üçüncü ve dördüncü bölümlerde onların bu görüşlerinin gerekliliği ve doğruluğundan söz edilmişti.

Bu iki grup arasındaki fark: İlk grup Allah’ı yaratıklarına benzetmiş, ikinci grup ise bunu reddetmiştir.

Eğer teşbîhçi, Allah’ın ilmi (bilmesi), dünya göğüne inmesi ve eli hakkında örneğin “ben bunlardan sadece yaratıklarda da bulunan ilim, inme ve elin aynısını düşünürüm” derse ona birkaç bakımdan cevap verilebilir:

1- Akıl ve naklin her biri yaratıcının bütün sıfatlarında, yaratıklardan ayrıldığını, onlara benzemediğini gösterir. Yaratıcının sıfatları kendisine yaraşır sıfatlar, yaratılanın sıfatları da kendisine yaraşır sıfatlardır.

Yaratıcının yaratılandan ayrıldığını, ona benzemediğini gösteren naklî kanıtlardan biri Allah-u Teâlâ’nın şu buyruğudur: “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (Şûrâ, 11)

Aklî kanıtlara gelince, bunlardan biri şöyledir: Bu sözü söyleyen teşbîhçiye şöyle söylenir: Olgunluk, zâtının gereklerinden olan, her bakımdan olgun ve başkalarına olgunluk veren Yaratıcı, nasıl olur da, eksiklik zâtının gereklerinden olan ve kendisini olgunlaştırana ihtiyaç duyan yaratılmışa benzer tutulabilmektedir?!

2- Teşbîhçiye: “Sen Allah’ın, yaratıkların zâtına benzemeyen bir zâtı olduğunu düşünemiyor musun?” denilince “Evet, düşünüyorum” diyecektir. O zaman ona şöyle söylenir: Öyleyse Allah’ın, yaratıkların sıfatlarına benzemeyen sıfatları bulunduğunu da düşün. Çünkü sıfatlar hakkındaki söz, zât hakkındaki söz gibidir. Bunları birbirinden ayıran, kesinlikle çelişkiye düşer.

3- Ayrıca teşbîhçiye şöyle denir: Biz yaratıkların sıfatları içinde isimleri bir, fakat nitelikleri ayrı olan sıfatlar görmekteyiz. Örneğin insanın eli hayvanların eli gibi değildir. Yaratıkların sıfatlarında isim birliği olmasına rağmen nitelik ayrılığı caiz olduğuna göre böyle bir ayrılığın yaradanla yaratılanın sıfatları arasında olması da pekâlâ câiz olmaktadır. Üstelik yaradanla yaratılanın sıfatları arasında ayrılık olması daha önce de geçtiği gibi kaçınılmazdır.

• Sıfat ayet ve hadislerini açık anlamlarına aykırı (ters) (mecâzî) anlamlara çeken iki grup ise, Allah’ın olumlu (subûtî) sıfatlarının olmasını veya bazı sıfatlarının saptanmasını inkar edenler veyahut da sıfatlar olmaksızın sadece halleri (durumları) saptayanlardır. Bu iki grup şunlardır:

1- Cehmiyye’nin te’vîlcileri ve başkaları: Bunlar sıfat naslarını, kendi belirledikleri anlamlara çevirip te’vîl ederler. Eli nimet, istivâyı istilâ anlamlarıyla te’vîl etmek gibi.308

2- İşi Allah’a bırakan tefvîzci techîlciler: Bunlar: “Sıfat naslarından ne kasdettiğini yalnız Allah’ın kendisi bilir. Ancak biz, bu sıfat naslarıyla Allah-u Teâlâ’nın kendi zâtı dışında hâricî bir sıfatı olduğunu kasdetmediğini biliriz” demişlerdir.

Bu söz kendi içinde çelişiktir. Çünkü onların “biz, bu sıfat naslarıyla Allah’ın kendi zâtı dışında hâricî bir sıfatı olduğunu kasdetmediğini, biliriz” sözü, bunların anlamını Allah’a bırakan tefvîz görüşüyle çelişir. Çünkü tefvîz görüşünün hakîkati, tefvîzcinin sıfat nasları hakkında olumlu-olumsuz hiçbir hüküm vermemesini gerektirir. Öyleyse bu tefvîzcilerin içine düştüğü çelişki apaçıktır.309

Bu iki grup arasındaki fark: İlk grup sıfat naslarına, bunların açık anlamlarına aykırı anlamlar vermiştir. İkinci grup ise herhangi bir anlam vermeden bunları Allah’a havale etmiştir (bırakmıştır). Bunu yaparken de, bu naslarla, Allah Azze ve Celle için herhangi bir sıfatın ispatının kastedilmediğini söylemişlerdir.

• Sıfat ayet ve hadisleri hakkında susan iki gruba gelince, bunlar şunlardır:

1- Bir grup, sıfat naslarıyla, Allah’a yaraşır sıfatların ispatı kastedilmiş olabilir de, olmayabilir de, demiştir. Fakîhler (fıkıh âlimleri) ve başkaları arasında böyle düşünenler çoktur.

2- Diğer bir grup ise, kalpleri ve dilleriyle bu tür sözlerin hepsinden yüz çevirmişler ve Kur’ân ve hadis okumak gereğinden başka hiçbir şey söylememişlerdir.

Bu iki grup arasındaki fark: İlk grup olumlu ve olumsuz yönde iki olasılığın da olabileceği hükmünü vermiş, ikinci grup ise bu konuda (ne olumlu ne de olumsuz yönde) hiçbir hüküm vermemiştir. Allah en doğrusunu bilir.

 

 

 

 

YİRMİBEŞİNCİ BÖLÜM

 

Bid’atçilerin Ehl-i Sünnet’e Yakıştırdıkları Kötü Lakaplar

Hikmeti gereği Allah-u Teâlâ, her peygamberin karşısına, ellerinden gelen her türlü söz ve işle, tuzak, şüphe ve bâtıl dâvâların her türlüsünü kullanarak hak yolundan alıkoymaya çalışan suçlu bir düşman güruhu çıkarmıştır ki böylece hak açık-seçik ortaya çıksın, belli olsun ve bâtıla üstün gelsin.

Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbı da hak düşmanlarının birçok eziyet, tuzak vb. şeyleriyle karşı karşıya kalmıştır. Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden muhakkak birçok eziyet verici (üzücü) sözler işiteceksiniz.” (Âl-i İmrân, 186)

Bu zâlim müşrikler, peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’e ve ashâbına büyücü, deli, kâhin, yalancı ve benzerleri gibi aşağılayıcı ve alaycı lakaplar takmışlardır.

İlim ve iman erbabı, peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in vârisleri oldukları için, nasıl peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem- ve sahâbîleri, o müşriklerden çeşitli eziyet ve cefalar çekmişlerse, bunlar da kelâmcılardan ve bid’atçilerden onların çektiklerine benzer eziyetler ve cefalar çekmişlerdir. Bu gruplardan her biri Ehl-i Sünnet’e, Allah’ın kendilerini uzak kıldığı aşağılayıcı ve alaycı lakaplar taktılar. Ya gerçeği bilmediklerinden kendilerinin doğru, Ehl-i Sünnet’in yanlış yolda olduğunu sandıkları için, ya da kötü niyetten dolayı, görüşlerinin yanlış olduğunu bile bile sırf taassupları yüzünden insanların Ehl-i Sünnet ve yolundan nefret edip uzak kalmalarını sağlamak istedikleri için böyle yapmışlardır.

• Cehmiyye (cehmiyyeciler) ve Muattıla’dan310 (ta’tîlcilerden) onlara uyanlar, sıfatları ispat etmenin teşbîhi gerektireceğini sandıkları için Ehl-i Sünnet’e “Müşebbihe=Benzeticiler” adını takmışlardır.

• Râfızîler (Revâfız), Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in aile halkını dost edinip sevdikleri gibi Ebû Bekir ve Ömer’i de dost edinip sevdikleri için Ehl-i Sünnet’e “Nevâsıb”311 adını takmışlardır. Râfızîler, Ebû Bekir ve Ömer’i dost edinip seven kimsenin Ehl-i Beyt’e karşı düşmanlık bayrağını diktiğini ileri sürerler. İşte bunun için “berâ olmadan velâ olmaz” yâni Ebû Bekir ve Ömer’den uzaklaşmadıkça Ehl-i Beyt dost edinilip sevilemez demişlerdir.

• Kaderi inkar eden el-Kaderiyyetü’n-Nüfâh312 ise kaderi kabul ettikleri için Ehl-i Sünnet’e “Mücbire”313 demişlerdir. Çünkü bunlara göre kaderi kabul etmek bir cebirdir yâni mecbur kılmadır, zorlamadır.

• İmanda istisnâ kabul etmeyen Mürcie’314 de Ehl-i Sünnet’i “Şekkâk=Şüpheci” diye adlandırmışlardır. Çünkü onlara göre iman kalbin ikrarıdır. İstisnâ (inşaallah inanıyorum demek) ise imanda şüphe belirtir. (Bu da onlara göre câiz değildir.)

• Kelâmcılar ve Mantıkçılar ise Ehl-i Sünnet’e değişik lakaplar takmışlardır:

- Haşv kelimesinin bir türevi olan “Haşeviyye”315: Haşv, içinde hayrın olmadığı, işe yaramayan şeydir.

- “Nevâbit”: Ekinle beraber biten, işe yaramayan otlardır.

- “⁄üsâ”: Vadilerdeki suların taşıdığı çerçöptür.

Çünkü bu kelâmcılar ve mantıkçılar, mantık ilmini iyice kavramayanın bilgide yakîn derecesine ulaşamayacağını ve hatta kendisinde hiçbir hayrın olmadığı ayak takımından biri olacağını ileri sürmüşlerdir.

Gerçekte bunların bilmekle gurur duydukları bu ilim, Şeyhu’l-İslam’ın (Allah kendisine rahmet etsin) da dediği gibi haktan hiçbir şeyin yerini tutmaz. O, “er-Redd ale’l-Mantıkıyyîn”316 adlı kitabında şöyle der: “Ben daima Yunan mantığının, zekâlının gereksinim duymadığı ve aptala da yarar sağlamayan bir şey olduğunu bilmişimdir”.

 

 

 

 

YİRMİALTINCI BÖLÜM

 

İslam ve İman317

• İslam, Arap diline göre boyun eğmek anlamındadır. Dini bir terim olarak ise kulun; Allah’ın emirlerini yapıp yasaklarından kaçınmak sûretiyle, açık ve gizli olarak O’na teslim olması demektir. Buna göre islam, dinin tamamını içerir.

Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Ve ben sizin için din olarak İslam’dan râzı oldum.” (Mâide, 3)

“Allah katında din, şüphesiz İslam’dır.” (Âl-i İmrân, 19)

“Kim İslam’dan başka bir din ararsa, (bilsin ki) kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecektir.” (Âl-i İmrân, 85)

• İman ise, Arap dilinde tasdik etmek (doğrulamak) anlamındadır. Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Sen (Ya’kûb) bizi tasdik edecek (bize inanacak) değilsin.” (Yûsuf, 17)

Dini bir terim olarak ise iman; söz ve ameli (eylemi) gerektiren kalp ikrarıdır. Buna göre iman; inanç, söz ve ameldir. Kalbin inanması, dilin söylemesi, kalp ve azaların amelidir (eylemidir). Bunların hepsinin imanın içine girdiğinin kanıtları Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in şu sözleridir:

“İman; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve hayrı ve şerriyle kadere inanmandır.” 318

“İman, yetmiş küsür şubedir (bölümdür). En yükseği lâ ilâhe illallah sözü, en aşağısı da (insanlara) eziyet veren şeyi yoldan kaldırmaktır. Haya (utanma arlanma) da imandan bir bölümdür.” 319 320

Bu hadislere göre:

- Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve hayrı ve şerriyle kadere iman, kalbin inanması,

- Lâ ilâhe illallâh sözü, dilin söylemesi,

- Eziyet veren şeyi yoldan kaldırmak, azaların ameli,

- Hayâ da kalbin amelidir.

Böylece imanın, dinin bütününü içerdiği bilinmiş oldu.321 Öyleyse iman ile islam arasında bir fark yoktur. Yalnız bu, ikisinin ayrı ayrı kullanılması halinde böyledir.322 Ancak ikisi bir arada kullanıldığı zaman islam, gözüken teslimiyet (bağlılık) olarak açıklanır ki bu da dilin söylemesi ve uzuvların amelidir. Bu islam, inancı kâmil (olgun) olan mü’minden de sâdır olabileceği (çıkabileceği, vuku bulabileceği) gibi, imanı zayıf olan mü’minden de sâdır olabilir. Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Bedevî Araplar ‘iman ettik’ dediler. De ki: Siz iman etmediniz, fakat ‘İslam olduk’ deyin. Henüz iman kalplerinize girmedi (yerleşmedi).” (Hucurât, 14)323

Münafık da görünürde müslüman olarak isimlendirilir. Ancak gerçekte gizli bir kâfirdir.

İman ise, içten teslimiyet olarak açıklanır ki, bu da kalbin ikrarı ve amelidir. Gerçek mü’minden başkasından çıkmaz. Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman, kalpleri ürperir, kendilerine O’nun ayetleri okunduğu zaman da imanları artar ve yalnız rabblerine dayanıp güvenirler. Namazlarını dosdoğru kılar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden (Allah yolunda) harcarlar. İşte gerçek mü’minler bunlardır.” (Enfâl, 2-4)

Bu anlamıyla iman en yüksek iman olmaktadır ki buna göre her mü’min müslüman olmakta ama her müslüman mü’min olmamaktadır.324 325

 

 

 

 

FASIL

 

İmanın Artması ve Eksilmesi

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’in temel görüşlerinden biri de imanın artıp eksilebileceğidir.326

Kitap ve Sünnet bunu kanıtlamaktadır.

Kitab’ın kanıtlarından biri Allah-u Teâlâ’nın şu buyruğudur: “İmanlarını bir kat daha arttırsınlar diye mü’minlerin kalplerine güven indiren O’dur.” (Fetih, 4)327

Sünnet’in kanıtlarından biri ise Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’in kadınlar hakkındaki şu sözüdür: “Sizin gibi aklı ve dini eksik kimseler kadar sağlam (azimkâr) erkeklerin aklını kolayca çalan birini görmedim.” 328 329

Ayette imanın artabileceğinin, hadiste de eksilebileceğinin ispatı vardır. İmanın artacağını gösteren her nass, aynı zamanda eksilebileceğini de içerik olarak gösterir. Tersi de böyledir.330 Çünkü artma ve eksilme birbirinin ayrılmaz gerekleridir ve biri olmadan öteki düşünülemez.

İmanın artıp eksilmesi sözü sahâbîlerden de gelmiştir.331 Öyle ki onların içinde buna karşı olan hiç kimse bilinmemektedir. Selefin çoğunluğu da bu görüştedir:332

Nitekim İbn Abdilberr333 şöyle demiştir:

“Hadisçilerden ve şehirlerdeki fetvâ sahibi fakîhlerden oluşan cemâat imanın artıp eksileceği görüşündedirler.”334 Daha sonra  İbn Abdilberr, imanın eksilmesi hususunda ilki bu konuda bir şey söylememek, ikincisi cemâate uymak335 olmak üzere Mâlik’den iki rivâyet336 zikretmiştir.

Bu temel görüşe (imanın artıp eksilebileceği görüşüne) iki grup karşı çıkmıştır:

1- Gerçek Mürcie: Bunlar imanın, kalbin ikrarından ibaret olduğunu söylerler. Kalbin ikrarının da değişiklik ve farklılık göstermediğini yâni hep aynı seviyede kaldığını ileri sürmüşlerdir. Onlara göre iman bakımından kötü (fâsık) ve iyi (âdil), birdir.

2- Mu’tezile ve Haricîlerin Vaîdiyye337 Kolu: Bunlar, büyük günah işleyenleri iman dairesinden çıkarmışlar, iman ya hepten vardır ya da hepten yoktur demişler ve imanın birbirinden üstün olmasını kabul etmemişlerdir.

Nakil (Kitap ve Sünnet) ve akıl bu her iki grubu da reddetmektedir:

Nakil (Kitap ve Sünnet): İmanın artıp eksileceğini gösteren kanıtların bir kısmı yukarıda geçmişti.

Akla gelince, akıl şöyle der:

• Mürcie’ye deriz ki: “İman; kalbin ikrarından ibaret olup değişiklik göstermez” sözünüzün içerdiği iki önerme de kesin olarak yanlıştır:

Birinci önermede imanı yalnız kalbin ikrarına özgü kılmanız, söz ve amelin de imanın kapsamına girdiğini gösteren Kitap ve Sünnet’e aykırıdır.

“Kalbin ikrarı, değişiklik ve farklılık göstermez” sözünüzle ilgili olan ikinci önerme de, duyuların verilerine aykırıdır. Çünkü herkes bilir ki kalbin ikrarı ancak ilme tâbidir. Kuşkusuz bilgi yollarının değişmesiyle bilgi de değişir. Örneğin bir kişinin haberi, iki kişinin haberinin verdiği ilmi ve doğruluğu vermez. Diğer konularda böyledir. Yine insanın duyarak öğrendiği de, görerek öğrendiğine denk olmaz. Yakînin (kesin olanın) değişik dereceleri vardır. İnsanların yakînde birbirlerinden farklı oldukları bilinen bir gerçektir. Hatta insanın kendisi bazı zaman ve durumlarda, başka zaman ve durumlardan daha çok yakîn sahibi olduğunu farkeder.338

Yine deriz ki: Akıllı bir insan, biri Allah-u Teâlâ’ya farzlarıyla ve nafileleriyle son derece itâatkâr, Allah’ın yasaklarından kaçınan ve bir günaha düşmüş olsa bile hemen bundan vazgeçip tevbeye koşan bir kişiyle, öteki Allah’ın üzerine farz kıldığı şeyleri zâyi eden (kaçıran), yasaklarını çiğneyen fakat kendisini küfre düşürecek bir şey de yapmamış kişinin imanlarının bir olduğu hükmünü nasıl verebilir ki?! (Anlamak mümkün değil.)

• Vaîdiyye’ye de şöyle deriz: “Büyük günah işleyen imandan çıkar” sözünüz, Kitap ve Sünnet’in bildirdiklerine aykırıdır.

Büyük günah işleyenin imandan çıkmadığı anlaşıldığına göre, farzları yapan ve haramlardan kaçınan bir kişiyle, nefsine zulmederek Allah’ın yasakladıklarını yapan ve farz kıldıklarını çiğneyen fakat kendisini küfre düşürecek bir şey de yapmayan kişinin imanlarının bir olduğu hükmünü nasıl verebiliriz ki?!

Sonra ikinci olarak şunu da söyleyebiliriz: Haydi büyük günah işleyeni imandan çıkardık diyelim. Peki biri muktesid (orta derecede amel işleyen) öteki Allah’ın izniyle hayır işlerinde sâbık (öne geçmek için yarışmış) olan339 iki kişinin imanlarının bir olduğu hükmünü nasıl verebiliriz?!

 

 

 

 

FASIL

 

İmanın Artıp Eksilmesinin Nedenleri

• İmanın Artmasının Nedenleri vardır. Bunların bazıları şunlardır:

1- Allah’ın isim ve sıfatlarını bilmek: Kulun, Allah’ın isim ve sıfatları ve bunların gerekleri ve etkileri hakkındaki bilgisi arttıkça Rabbine karşı imanı, sevgisi ve saygısı da artar.

2- Allah’ın kevnî ve şer’î ayetlerine340 bakarak bunlar üzerinde düşünmek: Kul, bu ayetlere bakıp bunlardaki göz kamaştırıcı kudreti ve açık hikmeti düşündükçe hiç kuşkusuz iman ve yakîni artar.

3- Allah’a ibâdet ve tâat etmek: İman, yapılan işin güzelliğine, cinsine (türüne) ve çokluğuna göre artar. Yapılan iş ne kadar güzel olursa  imandaki artış o oranda büyük olur. Amelin güzelliği, samimiyete (ihlasa), kitap ve sünnete uygunluğuna bağlıdır.

Amelin (yapılan işin) cinsine (türüne) gelince, bu şöyle açıklanabilir: Farz, sünnetten daha üstündür. Bazı ibadetler de diğerlerinden daha kuvvetli, daha kesin ve daha üstündür. İbadet ne kadar üstün olursa ona imandaki artış da o oranda büyük olur.

Amelin (yapılan işin) çokluğu ise, iman; amelin çokluğuyla orantılı olarak artar. Çünkü amel imandandır. Kuşkusuz amelin artmasıyla iman da artmaktadır.

4- Allah Azze ve Celle’den korkarak günahlardan vazgeçmek: Günaha iten etken ne kadar güçlü olursa o günahı bırakmakla iman da o kadar artar. Çünkü etkeni güçlü olduğu halde kulun günahı bırakması, imanının kuvvetini ve Allah sevgisini, nefsinin arzusuna üstün tuttuğunu gösterir.341

• İmanın Eksilmesinin Sebeplerine gelince, bunlardan bazıları şunlardır:

1- Allah-u Teâlâ’yı, isim ve sıfatlarını bilmemek.

2- Allah’ın kevnî ve şer’î ayetleri ve hükümlerine bakmamak, bunları düşünmemek ve bunlardan yüz çevirmek. Çünkü bunlardan gâfil kalmak, arzu ve şüphelerin kalbi sarmasıyla, mânen kalbin hastalanmasına veya ölmesine yol açar.

3- Günah İşlemek: İman; işlenen günahın cinsine (türüne), miktarına (oranına), onu küçümsemeye ve ona iten etkenin kuvvet ve zayıflığına göre eksilir.

Günahın cins (tür) ve miktarı (oranı): Büyük günahlar nedeniyle imanın eksilmesi, küçük günahlar nedeniyle eksilmesinden daha fazla olmaktadır. Örneğin, Allah’ın öldürülmesini yasakladığı birini öldürmek, haram malı almaktan daha fazla iman eksilmesine neden olur. Yine iki günah işlemekten doğacak iman eksikliği, bir günah işlemekten doğacak iman eksikliğinden daha fazladır. Diğer günahlarda böyledir.

Günahı küçümsemek: Kendisine isyan ettiği zâtı (Allah’ı) önemsemeyen, O’ndan az korkan ve işlediği günahı küçümseyen kalpten kaynaklanan günah, Allah-u Teâlâ’ya çok saygılı, O’ndan çok korkan, fakat itâatte kusur eden kalpten kaynaklanan günahtan daha fazla, iman eksilmesine neden olur.

Günaha iten etkenin kuvvet derecesi: Günah etkeni zayıf olan bir kimseden çıkan günah, günah etkeni güçlü olan kimseden çıkan günahtan daha fazla iman eksikliğine neden olur. Bundan dolayıdır ki, hadiste fakirin böbürlenmesi ve yaşlının zina etmesi, zenginin böbürlenmesinden ve gencin zina etmesinden daha büyük günah sayılmıştır. Nitekim:

“Üç kişi vardır ki, Allah kıyamet gününde ne onlarla konuşur, ne onların yüzüne bakar ne de onları temizler (arındırır). Onlar için acı bir azap vardır” diyen Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-, bunları günaha iten etkenlerin zayıflığı nedeniyle “zina eden yaşlıyla böbürlenen fakiri” 342 bu üç kişiden saymıştır.343

4- İbâdet ve tâatı bırakmak: İbadet ve tâat bırakılınca iman azalır. Bununla imanın azalması da ibadetin kuvvet derecesine göre değişir. İbadet ne kadar kuvvetli olursa onun terkiyle doğacak iman eksikliği de o kadar çok olur. Öyle ki namazı terketmek gibi belki de imanın tamamen kaybolmasına neden olur.344 345

• Sonra ibadeti bırakmak dolayısıyla imanın eksilmesi de iki çeşittir:

1- (Dünyevî ve Uhrevî) Cezayı Gerektiren Çeşit: Özürsüz namazı terketmek gibi.

2- (Dünyevî ve Uhrevî) Cezayı Gerektirmeyen Çeşit: Bu da ikiye ayrılır:

a- Şer’î veya bedenî bir özürden dolayı farzı bırakmak: Kadının adet günlerinde namazı bırakması gibi.346

b) Müstehab bir ameli bırakmak: Duhâ (kuşluk) namazını347 bırakmak gibi. Allah en doğrusunu bilir.

 

 

 

 

FASIL

 

İmanda İstisnâ

İmanda istisnâ; “İnşaallah ben mü’minim” demektir. İnsanlar bu konuda üç görüşe ayrılmışlardır:348

1- İstisnânın haram olduğu görüşü: Bu, Mürcie, Cehmiyye ve benzerlerinin görüşüdür. Bunlar şuna dayanırlar: İman, tek bir şey olup insan bunun olup olmadığını kendi başına bilir. İman kalpteki tasdiktir (doğrulamadır). İmanda istisnâ kabulü imanın kuşkulu olduğunu gösterir. İşte bundan dolayı bu görüşün sahipleri, imanda istisnâ edene “şekkâk= şüpheci” adını verirlerdi.349

2- İstisnânın gerekli (vâcib) olduğu görüşü:350 Bunun da iki dayanağı vardır:

a- İman, insanın onunla öldüğü, ölürken taşıdığı imandır. Ölüm anındaki durumuna göre insan ya mü’min olur, ya da kâfir. Bu ise gelecekte olan, şimdiden bilinmeyen bir durumdur. İnsanın şimdiden mü’min veya kâfir olduğunu söylemek câiz değildir.

Küllâbiyye ve başkaları gibi sonra gelenlerden birçoğu bu gerekçeye dayanmışlardır. Fakat selef içinde bu gerekçeye dayanarak imanın istisnâ edileceğini söyleyen hiç kimse bilinmemektedir. Ancak onlar şu gerekçeye dayanarak imanın istisnâ edileceğini söylemişlerdir:

b- Mutlak iman, emredilen her şeyi yapmayı, yasaklanan her şeyi de bırakmayı içerir. İnsan kendisinin mutlaka böyle yaptığını kesin olarak söyleyemez. Şayet söylerse kendini övmüş yâni kendini temize çıkarmış ve kendisinin Allah’tan hakkıyla korkan iyi kimselerden olduğuna tanıklık etmiş olur. Böylece kendisinin cennet ehlinden olduğuna tanıklık etmesi gerekir. Bu ise mümkün değildir.351

3- Ayrıntılı Açıklama Görüşü:352

-Eğer istisnâ, imanın aslının varlığıyla ilgili bir şüpheden dolayı kaynaklanmışsa, bu söylenmesi haram olan bir görüştür, hatta bunun da ötesinde küfrün kendisidir. Çünkü iman kesindir ve şüphe ona aykırıdır.

- Yok eğer istisnâ, kendini övmek yâni kendini temize çıkarmak ve kendisinin söz, eylem ve inanç bakımından gerçek imana erdiği hakkında nefsi lehine tanıklık etme korkusundan kaynaklanmışsa, bu böyle bir sakıncalı duruma düşmekten korkulduğu için söylenmesi gereken bir istisnâ olur.

- Eğer istisnâdan kastedilen, Allah’ın dilemesini belirtmenin veya kalbinde oluşan imanın Allah’ın dilemesiyle oluştuğunu anlatmanın kutsallığını göstermekse, bu caizdir.

İmanı bu şekilde Allah’ın dilemesine bağlamak -yâni kalpte oluşan imanın Allah’ın dilemesiyle oluştuğunu belirtmek- bağlanan şeyin yâni insanın gerçek imana ermesinin gerçekleşmesine aykırı değildir. Çünkü Kur’ân’da, kesin olarak gerçekleşmiş bazı işlerin, bu amaçla Allah’ın dilemesine bağlanarak ifade edildiği olmuştur.353 Nitekim Allah-u Teâlâ’nın şu buyruğunda, bu açıkça görülmektedir:

“Allah dilerse siz güven içinde (kiminiz) başlarınızı tıraş etmiş ve (kiminiz) kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram’a muhakkak gireceksiniz.” (Fetih, 27)354 355

Böylece istisnâ hakkında mutlak hüküm vermenin doğru olmadığı, aksine yukarıda geçtiği gibi istisnânın nedenlerini açıklamak ve ona göre istisnâyı değerlendirmek gerektiği anlaşılmış oldu. Allah en doğrusunu bilir.

Allah, peygamberimiz Muhammed’e, O’nun ailesi ve ashâbına salât ve selâm eylesin.

Bu kitabın yazımı 1380 hicrî yılı, Zilka’de ayının sekizinde tamamlandı. Nimetiyle iyi işlerin tamamlanacağı Allah’a hamdolsun.
BİBLİYOGRAFYA

 

Kur’ân-ı Kerîm.

Abdullah b. Abdurrahmân el-Bessâm, Ulemâu Necd Hilâle Sitteti Kurûn, Mektebetü’n-Nahda, Mekke-i Mükerreme, 1398h.

Abdullah b. Ahmed, Ebû Abdirrahmân Abdullah b. Ahmed b. Muhammed b. Hanbel eş-Şeybânî (öl. 290h.), es-Sünne, (thk. Dr. Muhammed b. Saîd b. Sâlim el-Kahtânî), I-II, Remâdî li’n-Neşr, Dammâm, 1416/1995.

Abdullah el-Cudey’, Abdullah b. Yûsuf el-Cudey’, el-Akîdetü’s-Selefiyye fî Kelâmi Rabbi’l-Beriyye, Kuveyt, 1408h., Birinci Baskı.

Abdurrahmân Abdülhâlik, el-Fikru’s-Sûfî, Mektebetü Dâri’l-Fîha, Dımaşk ve Mektebetü Dâri’s-Selâm, Riyad, 1414/1994.

––––––– Fadâihu’s-Sûfiyye, Cem’iyyetü İhyâi’t-Türâsi’l-İslâmî, Kuveyt, ts.

Abdurrahmân Dımaşkıyye, en-Nakşibendiyye Arz ve Tahlîl, Dâru Tayyibe, Riyad, 1409/1988.

Abdurrahmân el-Vekîl, Hâzihi Hiye’s-Sûfiyye, Dârül-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1984.

Abdülbâkî, Muhammed Fuâd, el-Mu’cemu’l-Müfehres li Elfâzi’l-Kur’âni’l-Kerîm, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, 1412/1992.

––––––– el-Lü’lüü ve’l-Mercân fîme’t-Tefeka aleyhi’ş-Şeyhân, I-II, Mektebetü Dâri’l-Fîha, Dımaşk ve Mektebetü Dâri’s-Selâm, Riyad, 1414/1994.

Abdürrezzâk el-Abbâd, Abdürrezzak b. Abdulmuhsin el-Abbâd el-Bedr, Esbâbu Ziyâdeti’l-Îmân ve Nuksânih, Mektebetü Dâri’l-Kalem ve’l-Kitâb, Riyad, 1414/1994.

Abdürrezzâk es-San’ânî, Ebû Bekr Abdürrezzâk b. Hemmâm (öl.211h.), el-Musannef, (thk. Habîbu’r-Rahmân el-A’zamî), I-XII, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1403/1983.

––––––– el-Emâlî, Yazma eser, el-Elbânî’nin Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha adlı eseri (1/1/80)’den naklen.

Âcurrî, Ebû Bekr Muhammed b. el-Hüseyn (öl. 360h.), eş-Şerîa, (thk. Muhammed Hâmid el-Fakî), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1403/1983.

Ahmed b. Hanbel, Ebû Abdillah Ahmed b. Muhammed b. Hanbel b. Hilâl eş-Şeybânî (öl. 241h.), el-Müsned, I-VI, Dâru Sâdır, Beyrut, 1398h.; ve (thk. Ahmed Muhammed Şâkir), I-XX, Dâru’l-Meârif, Mısır, 1377/1958.

––––––– el-Îmân, (Ebû Bekr el-Hallâl’ın (öl. 311h.), Câmi’, (Müsned min Mesâil adlı eserin v. 91b-144b/sh: 221-290 arasında, Biritish Museum, Or: 2675).

––––––– es-Sünne, Kâhire, ts.; Mekke 1349h.

––––––– ez-Zühd, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1403h.

Ahmed Şâkir, Ahmed Muhammed Şâkir (öl.1377/1958), ‘Umdetü’t-Tefsîr ani’l-Hâfız İbn Kesîr, Dâru’I-Meârif, Mısır, 1376-1377h.

Alevî es-Sekkâf, Alevî b. Abdülkâdir es-Sekkâf, Sıfâtullâhi Azze ve Celle el-Vâridetü fi’l-Kitâbi ve’s-Sünne, Dâru’l-Hicre, Riyad, 1414/1994.

Ali Hasen Ali Abdülhamîd, İhyâu Ulûmi’d-Dîn fî Mîzâni’l-Ulemâi ve’l-Müerrihîn, Dâru İbni’l-Cevzî, Dammâm, 1413/1992.

––––––– Abdurrahmân b. Nâsır es-Sa’dî’nin (öl.1376h), et-Tenbîhâtü’l-Vâsıtıyye mine’l-Mebâhisi’l-Münîfe adlı eserinin tahkiki, Dâru İbni’l-Kayyim, Dammâm, 1409/1989.

––––––– Cüzün fîhi Akîdetü İbn Arabî ve Hayâtuhu ve Mâ Kâlehu’l-Müerrihûn ve’l-Ulemâu fîh, Daru İbni’l-Cevzî, Dammâm, 1413/1992.

––––––– el-Münteka’n-Nefîs min Telbîsi İblîs, Dâru İbni’l-Cevzî, Dammâm, 1410/1990.

Âlûsî, Ebu’l-Berekât Hayruddîn Nu’mân b. Mahmûd el-Âlûsî (öl. 1317h.), Cilâu’l-‘Ayneyn fî Muhâkemeti’l-Ahmedeyn, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut,1961.

Âlûsî, Ebu’l-Meâlî Cemâlüddîn Mahmûd Şükrî b. Abdillah b. Mahmûd el-Âlûsî (öl. 1342h.), Gâyetü’l-Emânî fî’r-Reddi ‘ale’n-Nebhânî, I-II, Dâru İhyâi’s-Sünneti’l-Muhammediyye, İskenderiye, 1391h., İkinci Baskı.

Âlûsî, Ebu’s-Senâ Şihâbuddîn Mahmûd b. Abdillah b. Mahmûd el-Hüseynî el-Âlûsî (öl. 1270h.), Rûhu’l-Meânî fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Azîm ve’s-Seb‘i’l-Mesânî, I-XXX, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, ts.

Atâ’ b. Abdüllatîf b. Ahmed, Fethun mine’l-Azîzi’l-⁄affâr bi İsbâti Enne Târike’s-Salâti Leyse mine’l-Küffâr, Mektebetü’l-İlm, Kâhire, 1409h.

Aynî, Ebû Muhammed Mahmûd b. Ahmed b. Mûsâ b. Ahmed b. Hüseyn b. Yûsuf b. Mahmûd el-Kâdî Bedrüddîn el-Aynî (öl.855h.), ‘Umdetü’l-Kârî fî Şerhi Sahîhi’l-Buhârî, I-XXV, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, ts.

Beğavî, Ebû Muhammed el-Hüseyn b. Mes’ûd el-Ferrâ (öl. 516h.), Şerhu’s-Sünne, (thk. Züheyr eş-Şâvîş ve Şuayb el-Arnavût), I-XVI, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1403/1983.

Beyazîzade, Ahmed b. Hasen b. Sinanüddîn Beyazîzade el-Bosnevî (öl.1098/1687), el-Usûlü’l-Münîfe li’l-İmâmi Ebî Hanîfe, (thk. Dr. İlyas Çelebî), (İmam Azam Ebû Hanîfe’nin İtikâdî Görüşleri adıyla Türkçe’ye çeviri ve tahkîk, Dr. ilyas Çelebî), Marmara Üniversitesi İlahiyat Vakfı Yayınları, No: 114, İstanbul, 1996.

––––––– İşârâtü’l-Merâm min İbârâti’l-İmâm (nşr. Yûsuf Abdürrezzâk), Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Kâhire, 1949.

Beyhakî, Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyn b. Ali (öl. 458h.), es-Sünenü’l-Kübrâ, I-X, Dâru’l-Fikr, Beyrut, ts.

––––––– el-Ba’su ve’n-Nüşûr, (thk. Muhammed Saîd Besyûnî Zağlûl), Müessesetü’l-Kütübi’s-Selefiyye, Beyrut, 1408h.

––––––– el-Esmâ ve’s-Sıfât, (thk. Muhammed Zâhid el-Kevserî), Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, 1358 h.; ve (thk. ‘İmâduddîn Ahmed Haydar), I-II, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, 1415/1994.

––––––– el-İ’tikâdu ve’l-Hidayetü ilâ Sebîli’r-Reşâd, (thk. Ahmed Âsım el-Kâtib), Dâru’l-Âfâki’l-Cedîde, Beyrut, 1401h.

––––––– Ma’rifetü’s-Sünen ve’l-Âsâr, (thk. Seyyid Hasen), I-VII, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1412/1991.

–––––––  Menâkıbu’ş-Şâfiî, (thk. es-Seyyid Ahmed Sakr), Dâru’t-Türâs, Mısır, 1391h.

––––––– Şuabu’l-Îmân, (thk. Muhammed Saîd Zağlûl), I-IX, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1410 h.; ve Dâru’s-Selefiyye Baskısı, Hindistan, ts.

Bezzâr, Ahmed b. Amr b. Abdülhâlik el-Atekî el-Basrî (öl. 292h.), el-Müsned (bk. Heysemî, Keşfu’l-Estâr an Zevâidi’l-Bezzâr ale’l-Kütübi’s-Sitte).

Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmâil b. İbrâhîm (öl. 256h.), el-Câmiu’s-Sahîh (İbn Hacer’in Fethu’l-Bârî Şerhi ile birlikte).

––––––– el-Edebü’l-Müfred, (thk. Muhammed Fuâd Abdülbâkî), el-Matba’atü’s-Selefiyye, Kâhire, 1375; ve Dâru’l-Beşâiri’l-İslâmiyye, Beyrut, 1417/1997.

––––––– et-Târîhu’l-Kebîr, (thk. Abdurrahmân el-Muallimî el-Yemânî), I-IX, Dâru’l-Meârifi’l-Osmâniyye, Hindistan, 1362-1380h.

––––––– Halku Ef’âli’l-‘İbâd, (thk. Bedru’l-Bedr), ed-Dâru’s-Selefiyye, Kuveyt, Birinci Baskı, ts.

Ceylânî, Ebû Muhammed Abdülkâdir b. Ebî Sâlih Abdullah b. Cenkî Dûst (Dost) el-Ceylî el-Hanbelî (öl.561h.), el-Günye li Tâlibî Tarîki’l-Hakk Azze ve Celle, ys. 1956, Üçüncü Baskı.

––––––– Tuhfetü’l-Muttakîn ve Sebîlu’l-Ârifîn (İbnu’l-Kayyim’in, İctimâu’l-Cuyûşi’l-İslâmiyye kitabı vasıtasıyla).

Cüveynî, İmâmu’l-Haremeyn Ebu’l-Meâlî Abdülmelik b. Abdullah el-Cüveynî en-Nisâbûrî (öl.478h.), el-Burhân fî Usûli’l-Fıkh, (thk. Dr. Abdülazîm ed-Dîb), I-II, Kâhire, 1400h.

––––––– el-Akîdetü’n-Nizâmiyye, Marmara Üniversitesi İlahiyat Vakfı Yayınları, No: 41, İstanbul, ts.

––––––– İsbâtu’l-İstivâ ve’l-Fevkıyye (Mecmûatü’r-Resâili’l-Münîriyye İçinde), I-III, İdâretü’t-Tıbâ’ati’l-Münîriyye, ys. 1346h., Dağıtım: Mektebetü Tayyibe, Riyad, Dâru’l-Kelimeti’t-Tayyibe, Kâhire.

Dârekutnî, Ebu’l-Hasen Ali b. Ömer ed-Dârekutnî, (öl.385h), es-Sünen, (thk. Mecdî b. Mansûr b. Seyyid eş-Şûrî), I-IV, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1417/1996.

––––––– en-Nüzûl, (thk. Dr. Ali b. Muhammed b. Nâsır el-Fakîhî), ys., 1403/1983.

––––––– es-Sıfât (thk. Dr. Ali b. Muhammed b. Nâsır el-Fakîhî), ys., 1403/1983.

Dârimî, Ebû Muhammed Abdullah b. Abdurrahmân b. el-Fadl b. Behrâm (öl. 255h.), es-Sünen, (thk. Fevvâz Ahmed Zemerlî ve Hâlid es-Sebbe’ el-Alemî), I-II, Dâru’l-Kütübi’l-Arabî, Beyrut, 1407/1987.

Dârimî, Ebû Saîd Osmân b. Saîd b. Hâlid b. Saîd et-Temîmî es-Sicistânî (öl. 280h.), er-Reddu ale’l-Cehmiyye, (thk. el-Elbânî ve Züheyr eş-Şâvîş), el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1402/1982; ve (thk. Bedru’l-Bedr), ed-Dâru’s-Selefiyye, Kuveyt, 1405h.

––––––– er-Reddu alâ Bişri’l-Merîsi’l-Anîd, (thk. Muhammed Hâmid el-Fakî), Matba’atü Ensâri’s-Sünneti’l-Muhammediyye, Mısır, ts.; ve Matbaa’tü’l-Eşref, Lahor, 1402h.

Deylemî, Şîreveyh b. Şehredâr b. Şîreveyh (öl. 509h.), Müsnedü’l-Firdevs, (thk. es-Saîd Zağlûl), I-VI, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.

Ebû ‘Ubeyd, el-Kâsım b. Sellâm b. Abdullah (öl. 224h.), el-Îmân, (thk el-Elbânî), Matba’atü’l-Umûmiyye, Dımaşk, 1385h.

Ebû Dâvûd, Süleymân b. el-Eş’as es-Sicistânî el-Ezdî (öl. 275h.), es-Sünen, (thk. İzzet ‘Ubeyd ed-De’âs), I-V, Dâru’l-Hadîs, Hıms, 1969-1970.

––––––– Mesâilu’l-İmâm Ahmed, Mektebetü’l-Meârif, Riyad ve Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, ts.

Ebû Hanîfe, Nu’mân b. Sâbit el-Bağdâdî (öl.150/767), el-Fıkhu’l-Ebsat, İstanbul, 1989.

––––––– el-Âlim ve’l-Müteallim, İstanbul, 1989.

––––––– el-Fıkhu’l-Ekber, İstanbul, 1989.

––––––– el-Vasıyye, İstanbul, 1989.

––––––– Risâletü Ebî Hanîfe ilâ Osmân el-Bettî, İstanbul, 1989.

Ebû Nuaym, Ahmed b. Abdullah b. Ahmed el-Esbehânî (el-Isfahânî) (öl. 430h.), Hilyetü’l-Evliyâ ve Tabakâtü’l-Asfıyâ, I-X, Dâru’l-Kitabi’l-Arabî, Beyrut, 1387/1967.

––––––– Sıfatü’l-Cenne, (thk. Ali Rıza b. Abdullah b. Ali Rıza), I-III, Dâru’l-Me’mûn li’t-Türâs, Dımaşk, 1415/1995.

––––––– Zikru Ahbâri Esbehân (Isfahân), Matba’atü Birîl, Liyon, 1934.

Ebû Ya’lâ, Ahmed b. Ali b. el-Müsennâ et-Temîmî el-Mevsılî (öl.307h.), el-Müsned, (thk. Hüseyn Selîm Esed), I-XIV, Dâru’l-Me’mûn li’t-Türâs, Dımaşk, 1393/1973h.

Ebû Ya’lâ, Muhammed b. el-Hüseyn b. Muhammed b. el-Ferrâ (öl. 458h.), İbtâlu’t-Te’vîlât li Ahbâri’s-Sıfât, (thk. Ebû Abdillah Muhammed b. Hamed el-Hamûd en-Necdî), I-II, Mektebetü Dâri’l-İmâmi’z-Zehebî, Beyân, 1410h.

Ebû Ya’lâ, Muhammed b. Muhammed b. Ebî Ya’lâ el-Hanbelî (öl. 526h.), Tabakâtü’l-Hanâbile, (thk. Muhammed Hâmid el-Fakî), I-II, Matba’atü’s-Sünneti’l-Muhammediyye, Kâhire, ts.; ve Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, ts.

Ebu’l-Ferec el-Esbehânî (el-İsfahânî), Ali b. el-Hüseyn b. Muhammed el-Kureşî el-Emevî (öl. 356h.), el-Eğânî, I-XI, Dâru’l-Kütübi’l-Mısrıyye, Kâhire, 1927-1929.

Ebu’l-Hasen el-Eş’arî, Ali b. İsmâil el-Eş’arî (öl. 330h.), Makâlâtu’l-İslâmiyyîn ve İhtilâfu’l-Musallîn, (thk. Muhammed Muhyiddîn Abdulhamîd), I-II, el-Mektebetü’l-Asriyye, Beyrut, 1416/1995.

––––––– el-İbâne an Usûli’d-Diyâne, (Hammâd b. Muhammed el-Ensârî’nin takdimiyle), Medine İslam Üniversitesi Baskısı, 1409h.

Ebu’l-Kâsım el-Esbehânî (el-İsfahânî), İsmâil b. Muhammed b. el-Fadl et-Teymî (öl.535h.), el-Hucce fî Beyâni’l-Mehacce ve Şerhu Akîdeti Ehli’s-Sünne, (thk. I. cilt Muhammed b. Rebî’ b. Hâdî ‘Umeyr el-Madhalî, II. cilt Muhammed b. Mahmûd Ebû Ruhayyim), I-II, Dâru’r-Râye, Riyad, 1411/1990.

Ebû’l-Mansûr el-Bağdâdî, Abdulkâhir b. Tâhir b. Muhammed (öl. 429h.), el-Fark Beyne’l-Fırak ve Beyânü’l-Fırakı’n-Nâciye Minhum, (Mehzepler Arasındaki Farklar adıyla Türkçe’ye çeviri ve dipnot ilavesi, Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı), Türkiye Diyânet Vakfı Yayınları/73, Ankara, 1991.

Ebu’ş-Şeyh, Ebû Muhammed Abdullah b. Muhammed b. Ca’fer b. Hayyân el-Esbehânî (el-Isfahânî) (öl.369h), Kitâbu’l-Azame, (thk. Rızâullâh b. Muhammed el-Mübârekfûrî), I-V, Dâru’l-Âsıme, Riyâd, 1408h.

ed-Düveyş, Mûsâ b. Süleymân, Resâil ve Fetâvâ fî Zemmi İbn Arabi’s-Sûfî, (İbn Teymiyye (öl.729) “Risâletün fi’r-Reddi alâ İbn Arabî fî Da’vâ İmâni Fir’avn”; Abdullatîf b. Abdullah es-Suûdî (öl.736h.) “Fetâvâ’s-Suûdî”; Bedrân b. Ahmed el-Halîlî “Netîcetü’t-Tevfîk ve’l-‘Avn fi’r-Reddi ale’l-Kâilîne bi Sıhhati Îmâni Fir’avn”; Sa’dullah (veya Sa’duddîn) b. Îsâ b. Emîr Hân (öl.945h.) “Fetvâ Sa’d Efendi fi’l-Fusûs”), Medine-i Münevvere, 1410h.

el-Ahmedî, Abdulilâh b. Selmân b. Sâlim, el-Mesâil ve’r-Resâilu’l-Merviyye ani’l-İmâmi Ahmed b. Hanbel fi’l-Akîde, I-II, Dâru Tayyibe, Riyad, 1412/1991.

el-Buhârî, Alâuddîn Abdülazîz b. Ahmed b. Muhammed (öl. 730h.), Keşfu’l-Esrâr an (alâ) Usûli’l-Pezdevî, I-IV, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, 1394h.

el-Elbânî, Muhammed Nâsıruddîn (öl. 1420/1999), Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha, I-VI, Mektebetü’l-Meârif, Riyad, 1415/1995.

––––––– Ahkâmu’l-Cenâiz ve Bidauhâ, Mektebetü’l-Meârif, Riyad, 1412/1992.

––––––– Daîfu Süneni Ebî Dâvûd, (işrâf ve baskı, Züheyr eş-Şâvîş), el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1412/1991.

––––––– Daîfu Süneni İbn Mâce, (işrâf ve baskı, Züheyr eş-Şâvîş), el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1408/1998.

––––––– Daîfu Süneni’n-Nesaî, (işrâf ve baskı, Züheyr eş-Şâvîş), el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1411/1990.

––––––– Daîfu Süneni’t-Tirmizî, (işrâf ve baskı, Züheyr eş-Şâvîş), el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1411/1991.

––––––– Daîfu’l-Câmii’s-Sağîr ve Ziyâdetuh, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1410/1990.

––––––– Daîfu’l-Edebi’l-Müfred li’l-İmâmi’l-Buhârî, Dârû’s-Sıddîk, el-Cübeyl (Suudi Arabistan), 1414/1994.

––––––– Daîfu’t-Terğîb ve’t-Terhîb, I-II, Mektebetü’l-Meârif, Riyad, 1421/2000.

––––––– Ebû ‘Ubeyd el-Kâsım b. Sellâm’ın (öl. 224h.) el-Îmân Tahkiki, el-Matba’atü’l-Umûmiyye, Dımaşk, 1385h.

––––––– er-Ravdu’n-Nadîr fî Tertîbi Mu’cemi’t-Taberâniyyi’s-Sağîr, Yazma Eser.

––––––– Gâyetü’l-Merâm fî Tahrîci Ehâdîsi’l-Helâli ve’l-Harâm, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1414/1994.

––––––– Haccetü’n-Nebî Kemâ Revâhâ Anhu Câbir, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1405/1985.

––––––– Hâfız Münzirî’nin (öl. 656h.) Muhtasaru Sahîhi Müslim Tahkiki, el-Mektebetü’l-İslamiyye, Ammân ve Mektebetü’l-Meârif, Riyad, 1412h.

––––––– Hutbetü’l-Hâce Elletî Kâne Rasûlullâhi Sallallâhu aleyhi ve selleme Yuallimuhâ Ashâbehu, el-Mektebetu’l-İslâmî, Beyrut, 1400h.

––––––– Hükmü Târiki’s-Salâh, (neşre hazırlayan, Ali Hasen Abdülhâmîd), Dâru’l-Celâleyn, Riyad, 1412/1992.

––––––– İbn Ebî Şeybe’nin (öl. 235h.) el-Îmân Tahkiki, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1403/1983.

––––––– İbn Ebi’l-’İzz el-Hanefî’nin (öl. 792h.) Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye Tahkiki, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1404/1984.

––––––– İbn Teymiyye’nin (öl. 728h.) el-Kelimu’t-Tayyib Tahkiki, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1405/1985.

––––––– İrvâu’l-Galîl fî Tahrîci Ehâdîsi Menâri’s-Sebîl, I-IX, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1402/1985.

––––––– Muhammed el-Gazâlî’nin Fıkhu’s-Sîre Tahkiki, Dâru’r-Reyyân li’t-Türâs, Kâhire, 1407/1987.

––––––– Muhtasaru Sahîhi’l-Buhârî, I. Cild, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1406/1986; II. Cild, Dâru İbni’l-Kayyim, Dammâm (Suudi Arabistan), 1411h.

––––––– Muhtasaru’l-Uluvv li’l-Aliyyi’l-Gaffâr, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1412/1991.

––––––– Nevevî’nin (öl. 676h.) Riyâzu’s-Sâlihîn Tahrici (thk. Alimlerden oluşan bir topluluk), el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1412/1992.

––––––– Sahîhu Süneni Ebî Dâvûd, I-III, Mektebu’t-Terbiyeti’l-Arabî li Düveli’l-Halîc (dağıtım, el-Mektebu’l-İslâmî), 1409h.

––––––– Sahîhu Süneni İbn Mâce, I-III, Mektebu’t-Terbiyeti’l-Arabî li Düveli’l-Halîc (dağıtım, el-Mektebu’l-İslâmî), 1408h.

––––––– Sahîhu Süneni’n-Nesâî, I-III, Mektebu’t-Terbiyeti’l-Arabî li Düveli’l-Halîc (dağıtım, el-Mektebu’l-İslâmî), 1409h.

––––––– Sahîhu Süneni’t-Tirmizî, I-III, Mektebu’t-Terbiyeti’l-Arabî li Düveli’l-Halîc (dağıtım, el-Mektebu’l-İslâmî), 1408h.

––––––– Sahîhu’l-Câmii’s-Sağîr ve Ziyâdetuh, I-II, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1408/1988.

––––––– Sahîhu’l-Edebi’l-Müfred li’l-İmâmi’l-Buhârî, Dâru’s-Sıddîk, el-Cübeyl (Suudi Arabistan), 1415/1994.

––––––– Sahîhu’l-Kelimi’t-Tayyib, Mektebetü’l-Meârif, Riyad, 1407/1987.

––––––– Sahîhu’t-Terğîb ve’t-Terhîb, I-III Mektebetü’l-Meârif, Riyad, 1409/1988.

––––––– Salâtu’l-‘Îdeyn fi’l-Musallâ Hiye’s-Sünne, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1406/1986, İkinci baskı.

––––––– Sıfatü Salâti’n-Nebî Sallallâhu aleyhi ve sellem mine’t-Tekbîri ile’t-Teslîmi Keenneke Terâhâ, Mektebetü’l-Meârif, Riyad, 1411/1991.

––––––– Silsiletü’l-Ehâdîsi’d-Daîfe ve’l-Mevdûa ve Eseruhâ’s-Seyyi’ fi’l-Ümme, I-VII, Mektebetü’l-Meârif, Riyad, 1412/1992.

––––––– Ta’lîku’t-Tenkîl bimâ fî Te’nîbi’l-Kevserî mine’l-Ebâtîl, I-II, Mektebetü’l-Meârif, Riyad, 1406h.

––––––– Tamâmu’l-Minne fi’t-Ta’lîki alâ Fıkhı’s-Sünne, Dâru’r-Râye, Riyad, 1409h.

––––––– Tebrîzî’nin (öl. 737h.) Mişkâtü’l-Mesâbîh Tahkiki, I-III, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1405/1985.

––––––– Zılâlu’l-Cenne fî Tahrîci’s-Sünne, I-II, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1413/1993.

el-Ensârî, Hammâd b. Muhammed, Ebu’l-Hasen el-Eş’arî ve Akîdetuh, Medine-i Münevvere, 1395/1975.

el-Eşkar, Ömer Süleymân, el-Esmâu ve’s-Sıfât fî Mu’tekadi Ehli’s-Sünneti ve’l-Cemâa, Dâru’n-Nefâis, Ammân, 1413/1993.

el-Guneymân, Abdullah b. Muhammed, Şerhu Kitâbi’t-Tevhîd min Sahîhi’l-Buhârî, I-II, Mektebetü Lîne, Damnahûr, 1413/1993.

––––––– Muhtasaru Minhâci’s-Sünne, I-II, Mektebetü Lîne, Damnahûr, 1415h.

el-Hakîm et-Tirmizî, Ebû Abdillah Muhammed b. Alî (öl.295 h.), er-Redd ale’l-Muatıla, 3282 no ile Dâru’l-Kütübi’l-Mısrıyye’de kayıtlı olan yazma nüshadan tasvir.

el-Hallâl, Ebû Bekr Ahmed b. Muhammed b. Hârûn b. Yezîd (öl. 311h.), es-Sünne, (thk. Dr. Atıyye ez-Zehrânî), I-V, Dâru’r-Râye, Riyad, 1410/1989.

el-Hatîb el-Bağdâdî, Ebû Bekr Ahmed b. Ali b. Sâbit (öl. 463h.), Târîhu Bağdâd, I-XVIII, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, ts.

–––––––  Şerefü Ashâbi’l-Hadîs, (thk. Muhammed Saîd Hatiboğlu), Diyânet İşleri Başkanlığı, Ankara, 1971; ve Dâru İhyâi’s-Sünneti’n-Nebeviyye, Beyrut, ts.

el-Hilâlî, Selîm b. ‘Îd, Nushu’l-Ümme fî Fehmî Ehâdîsi İftirâki Hâzihi’l-Ümme, Dâru’l-Edhâ, 1409h.

––––––– Mühezzebu İctimâi’l-Cuyûşi’l-İslâmiyye alâ Gazvi’l-Muattılati ve’l-Cehmiyye, ed-Dâru’s-Selefiyye, Kuveyt, 1408/1988.

el-Humeydî, Ebû Bekr, Abdullah b. ez-Zübeyr b. Îsâ b. Ubeydullah el-Kureşî el-Esedî el-Mekkî (öl.219h.), el-Müsned, (thk. Habîbu’r-Rahmân el-A’zamî), I-II, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts. ve Hindistan 1381h.

el-Humeyyis, Muhammed b. Abdurrahmân, Usûlu’d-Dîn İnde’l-İmâm Ebî Hanîfe, Dâru’s-Sumeyyi’, Riyad, 1416/1996.

––––––– Beyânu Muhâlefeti’l-Kevserî li İ’tikâdi’s-Selef, Dâru’l-Feth, Şârka, 1415/1994.

––––––– Menhecu’l-Mâturîdiyye fi’l-Akîde, Dâru’l-Vatan, Riyad, 1413h.

––––––– Tevdîhu Mekâsıdi’l-Mustalahâti’l-İlmiyye fi’r-Risâleti’t-Tedmuriyye, Mektebetü’l-Furkân, ‘Acmân (Birleşik Arap Emirlikleri), 1419/1998.

el-Kafârî, Nâsır b. Abdullah b. Ali, Usûlü Mezhebi’ş-Şîati’l-İmâmiyyeti’l-İsney Aşeriyye, I-III, ys., 1415/1994.

el-Kevserî, Muhammed Zâhid (öl.1371/1952), Makâlâtu’l-Kevserî, (thk. Muhammed Yûsuf), Matba’atü’l-Envâr Baskısı, Kâhire, 1372h.

––––––– Tebdîdu’z-Zalâm, (Dr. Humeyyis’in Beyânu Muhâlefeti’l-Kevserî li İ’tikâdi’s-Selef kitabı aracılığıyla).

el-Kudâî, Ebû Abdillah Muhammed b. Selâme b. Ca’fer b. Ali el-Kudâî el-Mısrî eş-Şâfiî (öl. 454h), Müsnedü’ş-Şihâb, (thk. Hamdî es-Silefî), I-III, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, ts.

el-Lâlekâî, Ebu’l-Kâsım Hibetullah b. el-Hasen b. Mansûr et-Taberî (öl. 418h.), Şerhu Usûli İ’tikâdi Ehli’s-Sünneti ve’l-Cemâa, (thk. Dr. Ahmed Sa’d Hamdân), I-IX, Dâru Tayyibe, Riyad, ts.

el-Lüheybî, Ahmed b. Avazullah b. Dahîl el-Lüheybî el-Harbî, el-Mâturîdiyye, Dâru’l-Âsıme, Riyad, 1413h.

el-Lüheydân, Muhammed b. İbrâhîm, Tebrietü’s-Selef min Tefvîzi’l-Halef, Dâru’l-Hımîdî, Riyad, 1413/1992.

el-Mervezî, Ebû Abdillah Muhammed b. Nasr b. el-Haccâc (öl. 294h.), Ta’zîmu Kadri’s-Salâh, (thk. Dr. Abdurrahmân  b. Abdülcebbâr el-Ferîvâî), I-II, Mektebetü’d-Dâr, Medine-i Münevvere, 1406h.

––––––– es-Sünne, Dâru’s-Sekâfeti’l-İslâmiyye, Riyad, ts.

––––––– Kıyâmu’l-Leyl ve Kitâbu’l-Vitr, Âlemü’l-Kütüb, Beyrut, ts.

el-Mervezî, Ebû Bekr Ahmed b. Ali b. Saîd b. İbrâhîm el-Emevî (öl. 292h.), el-Müsned, Yazma eser, Medine İslam Üniversitesi kütüphanesi.

el-Mübârekfûrî, Ebu’l-Hasen Ubeydullah b. Muhammed Abdüsselâm, Mir’âtü’l-Mefâtîh Şerhu Mişkâti’l-Mesâbîh, I-IX el-Mektebetü’l-Eseriyye, Pakistan, ts.

el-Mübârekfûrî, Ebu’l-Ulâ Muhammed Abdurrahmân b. Abdürrahîm (öl.1353), Tuhfetü’l-Ahvezî bi Şerhi Câmii’’t-Tirmizî, I-X, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1410/1990.

Elmalılı Hamdi Yazır, M.Hamdi Yazır (öl.1942), Hak Dini Kur’ân Dili, I-IX, Eser Neşriyat ve Dağıtım, İstanbul, 1979.

er-Râzî, Fahruddîn Muhammed b. Ömer b. el-Hüseyn el-Kureşî et-Taberistânî (öl. 606h.), İ’tikâdâtu Fıraki’l-Müslimîn ve’l-Müşrikîn, (thk. Dr. Ali Sâmî en-Neşşâr), Mektebetü’n-Nehdati’l-Mısrıyye, Kâhire, 1356/1938.

eş-Şankîtî, Muhammed el-Emîn b. Muhammed el-Muhtâr b. Abdülkâdir el-Cenkî (öl. 1393h.), Menhec ve Dırâsât li Âyâti’l-Esmâi ve’s-Sıfât, (Eşref b. Abdulmaksûd’un el-Kavâidu’t-Tayyibât fi’l-Esmâi ve’s-Sıfât adlı kitabının içinde); ve Medine İslam Üniversitesi Baskısı, 1410h.

Eşref b. Abdulmaksûd, Ebû Muhammed Eşref b. Abdulmaksûd b. Abdürrahîm, el-Kavâidu’t-Tayyibât fi’l-Esmâi ve’s-Sıfât, Mektebetü Edvâi’s-Selef, Riyad, 1416/1995.

Fesevî, Ebû Yûsuf Ya’kûb b. Süfyân b. Cuvân el-Fârisî el-Fesevî (öl. 277h.), el-Ma’rife ve’t-Târîh, (thk. Dr. Ekrem Ziyâ el-Ömerî), Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1981.

Gazzâlî, Zeynuddîn Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Ahmed et-Tûsî eş-Şâfiî (öl. 505h.), İhyâu Ulûmi’d-Dîn, (Hâfız ‘Irâkî’nin (öl.806h.), el-Muğnî an Hamli’l-Esfâr fi’l-Esfâr fî Tahrîci Mâfi’l-İhyâi mine’l-Ahbâr kitabıyla birlikte), I-V, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.

––––––– el-Munkiz mine’d-Dalâl, (thk. Ahmed Şemsuddîn), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1418/1997.

––––––– Faysalu’t-Tefrika Beyne’l-İslâm ve’z-Zendeka, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1414/1994.

––––––– Kânûnu’t-Te’vîl, (thk. Ahmed Şemsuddîn), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1418/1997.

––––––– Mişkâtü’l-Envâr, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1414/1994.

––––––– Tehâfütü’l-Felâsife, (thk. Süleymân Dünya), Dâru’l-Meârif, Mısır, ts.

Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1996.

Haddâd, Ebû Abdillah Mahmud b. Muhammed el-Haddâd, Tahrîcu Ehâdîsi İhyâi Ulûmi’d-Dîn, I-VII, Dâru’l-Âsıme, Riyad, 1408/1987.

Hâkim, Ebû Abdillah Muhammed b. Abdullah b. Muhammed b. Hamduveyh en-Nisâbûrî (öl. 405h.), el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn, (Zehebî’nin Telhîsu’l-Müstedrek’i ile birlikte), (thk. Mustafa Abdülkâdir Atâ’), I-IV, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1411/1990.

Harizmî, Ebu’l-Müeyyed Muhammed b. Mahmûd el-Harizmî (öl.665h.), Câmiu’l-Mesânîd (Câmiu Mesânîdi’l-İmâmi’l-A’zam), I-II, Dâiretü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.

Hattâbî, Ebû Süleymân Hamd b. Muhammed b. İbrâhîm b. el-Hattâb el-Hattâbî el-Bustî (öl.388h.), Meâlimu’s-Sünen, (thk. Ahmed Şâkir ve Muhammed Hâmid el-Fakî), I-VIII, Matba’atü Ensâri’s-Sünneti’l-Muhammediyye, Mısır, 1379/1948-49.

Herevî, Ebû İsmâîl Abdullah b. Muhammed b. Ali el-Ensârî el-Herevî (öl. 481h.), Zemmu’l-Kelâm, Yazma eser, Medine İslam Üniversitesi Kütüphanesi; ve Ankara İlahiyat Fakültesi Kütüphanesi.

Herrâs, Muhammed Halîl (öl.1975 m.), İbn Huzeyme’nin et-Tevhîd ve İsbâtu Sıfâti’r-Rabbi Azze ve Celle adlı kitabına yaptığı Tahkik, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1398h.

––––––– el-Akîdetü’l-Vâsıtıyye ve Şerhi, (çev. M. Beşir Eryarsoy), Guraba Yayınları, İstanbul, 2000.

––––––– Şerhu’l-Akîdeti’l-Vâsıtıyye, (thk. Alevî Abdülkâdir es-Sekkâf), Dâru’l-Hicre, Riyad, 1414/1993.

Heysemî, Ebu’l-Hasen Nûruddîn Ali b. Ebî Bekr (öl. 807h.), Keşfu’l-Estâr an Zevâidi’l-Bezzâr ale’l-Kütübi’s-Sitte, (thk. Habîburrahmân el-A’zamî), I-IV, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1405/1985.

––––––– Mecmau’l-Bahreyn fî Zevâidi’l-Mu’cemeyn, (thk. Abdulkuddûs b. Muhammed Nezîr), I-IX, Mektebetü’r-Rüşd, Riyad, 1413/1992.

––––––– Mecmau’z-Zevâid ve Menbau’l-Fevâid, I-X, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1408/1988.

‘Irakî, Ebu’l-Fadl Zeynuddîn Abdurrahîm b. el-Hüseyn b. Abdurrahmân b. Ebî Bekr b. İbrâhîm el-‘Irakî (öl. 806h.), el-Muğnî an Hamli’l-Esfâr fi’l-Esfâr fî Tahrîci Mâ fi’l-İhyâi mine’l-Ahbâr, Gazzâlî’nin İhyâu Ulûmi’d-Dîn adlı eserinin Zeylinde, IV, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.

Işıcık, Yusuf, Kur’ânı Anlamada Temel Bir Problem TE’VÎL, Esra Yayınları, İstanbul, 1997.

İbn ‘Useymîn, Ebû Abdillah Muhammed b. Sâlih b. Muhammed b. Useymîn el-Vüheybî et-Temîmî (öl.1421/2001), Şerhu’l-Akîdeti’l-Vâsıtıyye, (thr. Sa’d b. Fevvâz es-Sumeyl), I-II, Dâru İbni’l-Cevzî, Dammâm, 1415h.

––––––– Akîdetü Ehli’s-Sünne ve’l-Cemâa, Medine İslam Üniversitesi Baskısı, 1411h.

––––––– el-Kavâidü’l-Müslâ fî Sıfâtillâhi ve Esmâihi’l-Hüsnâ, (thk. Eşref b. Abdulmaksûd b. Abdurrahîm), Mektebetü’s-Sünne, Kâhire, 1414/1994.

––––––– el-Kavlu’l-Müfîd alâ Kitâbi’t-Tevhîd, (thr. Dr. Süleymân b. Abdullah Ebâ’l-Hayl ve Dr. Hâlid b. Ali el-Müşeykıh), I-III, Dâru İbni’l-Cevzî, Dammâm, 1418/1997.

––––––– el-Mecmûu’s-Semîn min Fetâva’ş-Şeyh Muhammed b. Sâlih el-‘Useymîn, (Cem’ ve Tertîb: Fehd b. Nâsır es-Süleymân), Dâru’l-Vatan, Riyad, 1411h.

––––––– el-Usûl min İlmi’l-Usûl, (Min Resâili’d-Da’veti’s-Selefiyye’nin içinde, 2/307-373), Cem’iyyetü İhyâi’t-Türâsi’l-İslâmî, ed-Dâhiyye (Kuveyt), 1418/1997.

––––––– Hükmü Târiki’s-Salâh, Dâru’l-Vatan, Riyad, 1411h.

––––––– Likâu’l-Bâbi’l-Meftûh, I-X, Dâru’l-Vatan, Riyad, 1414/1994.

––––––– Şerhu Lüm’atü’l-İ’tikâd, (thk. Eşref b. Abdulmaksûd b. Abdürrahîm), Mektebetü’l-İmâmi’l-Buhârî, el-İsmâiliyye (Mısır), 1412/1992.

––––––– Takrîbu’t-Tedmuriyye, Dâru’l-Vatan, Riyad, 1412h.

İbn Abdilberr, Ebû Amr Yûsuf b. Abdullah b. Muhammed en-Nemerî el-Kurtubî (öl. 463h.), el-İstî’âb fî Ma’rifeti’l-Ashâb, (thk. Ali Muhammed Muavvaz ve Âdil Ahmed Abdülmevcûd), I-IV, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1415/1995.

––––––– Câmiu Beyâni’l-İlmi ve Fadlih, (thk. Ebu’l-Eşbâl ez-Züheyrî), I-II, Dâru İbni’l-Cevzî, Dammâm, 1419/1998.

––––––– el-İntikâ’ fî Fedâili’s-Selâseti’l-Eimmeti’l-Fukahâ, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.

––––––– et-Temhîd limâ fi’l-Muvatta’ mine’l-Meânî ve’l-Esânîd, (thk. Mustafa b. Ahmed el-Alevî ve Muhammed b. Abdülkebîr el-Bekrî), I-XVIII, Matba’atü Fudâle, 1402/1982.

İbn Abdilhâdî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed b. Abdilhâdî el-Hanbelî el-Makdisî (öl. 744h), es-Sârımu’l-Menkî fi’r-Reddi ale’s-Subkî, (dpn. İsmâîl b. Muhammed el-Ensârî), Mektebetü İbn Teymiyye, Kâhire, ts.; ve er-Riâsetü’l-Âmme li İdârâti’l-Buhûsi’l-İlmiyye ve’l-İftâ, Riyad, 1403h.

––––––– el-Ukûdu’d-Dürriyye min Menâkıbi Şeyhi’l-İslâm İbn Teymiyye, (thk. Muhammed Hâmid el-Fakî), Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, ts.

İbn Âbidîn, Muhammed Emîn b. Ömer b. Abdülazîz ed-Dımaşkî el-Hanefî (öl.1252h), Reddü’l-Muhtâr ale’d-Dürri’l-Muhtâr, I-V, Bulak, 1272h.; ve (thk. Âdil Ahmed Abdülmevcûd ve Ali Muhammed Muavvaz), I-XII, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1415/1994.

İbn Adiyy, Ebû Ahmed Abdullah b. Adiyy el-Cürcânî (öl. 365h.), el-Kâmil fî Duafâi’r-Ricâl, (thk. Kurul), I-VII, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1405/1985.

İbn Arabî, Muhyiddîn Ebû Bekr Muhammed b Ali b. Muhammed et-Tâî (öl. 638h.), Fusûsu’l-Hikem, (nşr. Ebu’l-Alâ Afîfî), I-II, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, ts.; ve Fusûsu’l-Hikem, (çev. M. Nuri Gençosman), İstanbul, 1971.

––––––– el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, (nşr. Osmân Yahyâ), I-V, Kâhire, 1972.

İbn Batta, Ebû Abdillah Ubeydullah b. Muhammed b. Muhammed b. Hamdân el-‘Ukberî el-Hanbelî (öl. 387h.), el-İbâne an Şerîati’l-Fırkati’n-Nâciye ve Mücânebeti’l-Fıraki’l-Mezmûme (el-İbânetü’-Kübrâ), (thk. Dr. Rıza Mu’tî), Dâru’r-Râye, Riyad, 1409h.

İbn Dırbâs, Ebu’l-Kâsım Abdülmelik b. Îsâ b. Dırbâs el-Mısrî eş-Şâfiî (öl. 659h.), Risâletün fi’z-Zebbi an Ebi’l-Haseni’l-Eş’arî, (thk. Dr. Ali b. Muhammed b. Nâsır el-Fakîhî), Medine-i Münevvere, 1404/1984.

İbn Ebî Âsım, Ebû Bekr Amr b. İbn Ebî Âsım ed-Dahhâk b. Muhalled eş-Şeybânî (öl. 287h.), es-Sünne, (thk. Muhammed Nâsıruddîn el-Elbânî), I-II, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1413/1993.

İbn Ebî Hâtim, Ebû Muhammed Abdurrahmân b. Ebî Hâtim Muhammed b. İdrîs b. el-Münzir et-Temîmî el-Hanzalî er-Râzî (öl. 327h.), ‘İlelü’l-Hadîs, I-II, Mektebetü’l-Müsennâ, Bağdat, ts.; ve Beyrut 1405/1985.

––––––– Aslu’s-Sünne ve İ’tikâdu’d-Dîn, Sa’dî el-Hâşimî’nin Ebû Zür’atü’r-Râzî ve Cuhûduhu fi’s-Sünne adlı eseriyle birlikte Medine İslam Üniversitesi tarafından basılmıştır. ts.

––––––– Kitâbu’l-Cerhi ve’t-Ta’dîl, I-IX, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1975.

–––––––Âdâbu’ş-Şâfiî ve Menâkıbuh, (thk. Abdulğanî Abdülhâlık), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.

İbn Ebî Şeybe, Ebû Bekr Abdullah b. Muhammed b. Ebî Şeybe (öl.235h.), el-Musannef, (thk. Muhammed Abdüsselâm Şâhîn ), I-IX, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1416/1995.

––––––– el-Îmân, (thk. Muhammed Nâsıruddîn el-Elbânî), el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1403/1983.

İbn Ebî Şeybe, Ebû Ca’fer Muhammed b. Osmân b. Ebî Şeybe el-‘Absî el-Kûfî (öl.297h.), el-Arşu ve Mâ Verede Fîh, Yazma, Medine İslam Üniversitesi Kütüphanesi, No: 559; ve (thk. Muhammed Hamed el-Hamûd), Mektebetü’l-Muallâ, Kuveyt, 1406/1986.

İbn Ebi’l-’İzz el-Hanefî, Ebu’l-Hasen Ali b. Alâuddîn Ali b. Şemsuddîn ed-Dımaşkî (öl. 792h.), Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye, (thk. el-Elbânî ve bir cemâat), el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1404/1983; ve (thk. Dr. Abdullah b. Abdulmuhsin et-Türkî ve Şuayb el-Arnavût), I-II, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1412/1991.

İbn Hacer el-Heytemî (el-Heysemî’de denir), Şihâbuddîn Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Muhammed b. Ali b. Hacer el-Mekkî eş-Şâfiî (öl. 974h.), el-Fetâva’l-Hadîsiyye, Mısır, 1329h.

 ––––––– el-Hayrâtu’l-Hisân fî Menâkıbi’l-İmâmi’l-A’zam Ebî Hanîfete’n-Nu’mân, (Menâkıbu İmâm-ı Azam adıyla Türkçe’ye çeviri ve dipnot ilavesi, Ahmed Karadut), Akçağ Yayınları, Ankara, 1983; ve (thk. eş-Şeyh Halîl el-Mîs), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1983.

İbn Hacer, Şihâbuddîn Ebu’l-Fadl Ahmed b. Alî el-Askalânî (öl. 852h.), el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe, (thk. Âdil Ahmed Abdülmevcûd ve Ali Muhammed Muavvaz), I-VIII, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1415/1995.

––––-–– Fethu’l-Bârî bi Şerhi Sahîhi’l-Buhârî (dipnot, Abdülazîz b. Abdullah b. Bâz), I-XIII, Dâru’r-Reyyân li’t-Türâs, Kâhire, 1407/1986.

––––––– ed-Dürerü’l-Kâmine fî A’yâni’l-Mieti’s-Sâmine, I-IV, Dâru’l-Cîl, Beyrut, ts.

––––––– el-Kâfu’ş-Şâf fî Tahrîci Ehâdîsi’l-Keşşâf, (Tefsîru’l-Keşşâf’ın Sonunda), Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, ts.

––––––– Hedyu’s-Sârî Mukaddimetü Fethi’l-Bârî, Dâru’r-Reyyân li’t-Türâs, Kâhire, 1407/1986.

––––––– Lisânu’l-Mîzân, I-VII, Dâru’l-Kitâbi’l-İslâmî, Kâhire, Birinci Baskı, ts.

––––––– Takrîbu’t-Tehzîb, (thk. Ebu’l-Eşbâl Sağîr Ahmed Şâğıf el-Pâkistânî), Dâru’l-Âsıme, Riyad, 1416h.

––––––– Tehzîbu’t-Tehzîb, (thk. Mustafa Abdülkâdir Atâ’), I-XII, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1415/1994.

––––––– Telhîsu’l-Habîr fî Tahrîci Ehâdisi’r-Râfiiyyi’l-Kebîr, (thk. Ebû Âsım Hasen b. Abbâs b. Kutb), I-IV, Müessesetü Kurtuba, Mekke, 1416/1995.

––––––– Zevâidu Müsnedi’l-Bezzâr alâ Müsnedi Ahmed ve’l-Kütübi’s-Sitte, Yazma, Medine İslam Üniversitesi Kütüphanesi, No: 816.

İbn Hallikân, Ebu’l-Abbâs Şemsuddîn Ahmed b. Muhammed (öl. 681h.), Vefayâtu’l-A’yân ve Enbâu Ebnâi’z-Zamân, (thk. Dr. İhsân Abbâs), I-VIII, Dâru Sâdır, Beyrut, 1978.

İbn Hazm, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Saîd ez-Zâhirî el-Endelûsî (öl.456h.), Esmâu’s-Sahâbeti’r-Ruvât ve mâ li Külli Vâhidin mine’l-Aded, (thk. Seyyid Hasen), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1412/1992.

––––––– el-Faslu fi’l-Mileli ve’l-Ehvâi ve’n-Nihal, (thk. Dr. Muhammed İbrâhîm Nasr ve Abdurrahmân Umeyre), I-V, Dâru Ukâz, 1402h.; ve Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, 1395h.

İbn Hibbân, Ebû Hâtim Muhammed b. Hibbân el-Bustî (öl. 354h.), el-Müsnedü’s-Sahîh ale’t-Tekâsîmi ve’l-Envâi min Gayri Vucûdi Kat’in fî Senedihâ ve lâ Subûti Cerhin fî Nâkilihâ, (Emîr Alâuddîn Ali b. Belbân el-Fârisî’nin (öl.739h.), el-İhsân fî Takrîbi Sahîhi İbn Hibbân tertibiyle), (thk., Şuayb el-Arnavût), I-XVIII, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1408/1988.

––––––– Ravdatu’l-‘Ukalâ’ ve Nüzhetü’l-Fudalâ’, (thk. Muhammed Abdürrezzâk Hamza ve Muhammed Hâmid el-Fakî), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1397h.

İbn Hişâm, Ebû Muhammed Abdülmelik b. Hişâm b. Eyyûb el-Himyerî (öl.218h.), es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa es-Sakkâ ve Arkadaşları), I-IV, Dâru’l-Künûzi’l-Edebiyye Kâhire, 1955.

İbn Huzeyme, Ebû Bekr Muhammed b. İshâk b. Huzeyme es-Sülemî en-Nisâbûrî (öl. 311h.), es-Sahîh, (thk. Dr. Muhammed Mustafa el-A’zamî), I-IV, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1395/1975.

––––––– et-Tevhîd ve İsbâtu Sıfâti’r-Rabbi Azze ve Celle, (thk. Muhammed Halîl Herrâs), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1403h.; ve (thk. Dr. Abdülazîz b. İbrâhîm eş-Şehevân), Dâru’r-Rüşd, Riyad, 1408h.

İbn Kâdı Şehbe, Takıyuddîn Ebû Bekr b. Ahmed (öl. 851h.), Tabakâtü’ş-Şâfiiyye, (thk. Dr. el-Hâfız Abdülalîm Hân), Haydarâbad, 1398/1978.

İbn Kesîr, İmâduddîn Ebu’l-Fidâ İsmâîl b. Ömer b. Kesîr el-Kureşî ed-Dımaşkî (öl. 774h.), Tefsîrul-Kur’âni’l-Azîm, I-IV, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, 1408/1988.

––––––– el-Bidâye ve’n-Nihâye, (thk. 5 kişiden oluşan bir heyet), I-VIII, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.

İbn Kudâme, Muvaffakuddîn Ebû Muhammed Abdullah b. Ahmed b. Muhammed b. Kudâme el-Makdisî (öl. 620h.), İsbâtu Sıfati’l-Uluvv, (thk. Bedru’l-Bedr), ed-Dâru’s-Selefiyye, Kuveyt, 1406h.

İbn Kuteybe, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim ed-Dîneverî (öl. 276h.), Te’vîlu Müşkili’l-Kur’ân, (Şerh ve neşir es-Seyyid Ahmed Sakr), el-Mektebetü’l-İlmiyye, Kâhire, 1954.

––––––– eş-Şi’ri ve’ş-Şuarâ, (thk. Ahmed Şâkir), Kâhire, 1966.

İbn Mâce, Ebû Abdillah Muhammed b. Yezîd  el-Kazvînî (öl. 275h.), es-Sünen, (thk. Muhammed Fuâd Abdülbâkî), I-II, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.

İbn Manzûr, Ebu’l-Fadl Cemâluddîn Muhammed b. Mükerrem b. Manzûr el-Ifrîkî el-Mısrî (öl. 711h.), Lisânü’l-Arab, I-XV, Dâru Sâdır, Beyrut, 1410/1990.

İbn Mende, Ebû Abdillah Muhammed b. İshâk b. Muhammed b. Yahyâ b. Mende (öl.395h), el-Îmân, (thk. Dr. Ali b. Muhammed b. Nâsır el-Fakîhî), I-II, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1407/1987.

––––––– er-Reddu ale’l-Cehmiyye, (thk. Dr. Ali b. Muhammed b. Nâsır el-Fakîhî), Mektebetü’l-Gurabâi’l-Eseriyye, Medine-i Münevvere, 1414/1994.

––––––– et-Tevhîd, (thk. Dr. Ali b. Muhammed b. Nâsır el-Fakîhî), I-III, Medine İslam Üniversitesi Baskısı, 1413, Birinci Baskı.

İbn Receb, Zeynuddîn Ebu’l-Ferec Abdurrahmân b. Şihâbuddîn el-Bağdâdî (öl. 795h.), Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem, (thk. Şuayb el-Arnavût ve İbrâhim Bâcis), I-II, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1413/1993.

––––––– el-Kavâidu’l-Fıkhiyye, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, 1972.

––––––– ez-Zeylu alâ Tabakâti’l-Hanâbile, (thk. Muhammed Hâmid el-Fakî), I-II, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, 1953.

İbn Sa’d, Ebû Abdillah Muhammed b. Sa’d b. Menî’ el-Hâşimî el-Basrî (öl. 230h.), et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I-IX, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1410/1990.

İbn Tağriberdî, Ebû’l-Mehâsin Cemâluddîn Yûsuf b. Tağriberdî (öl. 874h.), en-Nucûmu’z-Zâhire fî Mülûki Mısr ve’l-Kâhire, Dâru’l-Kütübi’l-Mısriyye, I-XVI, Kâhire, 1929-1956.

İbn Teymiyye, Takıyyuddîn Ahmed b. Abdülhalîm b. Abdüsselâm b. Teymiyye el-Harrânî (öl. 728h.), Mecmûu’l-Fetâvâ, (Cem’ ve Tertîb: Abdurrahmân b. Muhammed b. Kâsım el-‘Âsımî en-Necdî el-Hanbelî) I-XXXVII, Dâru ‘Âlemi’l-Kütüb, Riyad, 1412/1991.

––––––– Câmiu’r-Resâil, (thk. Dr. Muhammed Reşâd Sâlim), el-Mecmûatü’l-Ûlâ, Dâru’l-Medenî, Cidde, 1389/1969; el-Mecmûatü’s-Sâniye, 1405/1984.

––––––– Deru Teâruzi’l-Akli ve’n-Nakl, (thk. Dr. Muhammed Reşâd Sâlim), I-XI, el-İmam Muhammed b. Suûd el-İslâmiyye Üniversitesi Baskısı, Riyad, 1403/1983.

––––––– el-Akîdetü’l-Vâsıtıyye, (İbn ‘Useymîn’in Şerhi ile birlikte), (Mecmûu’l-Fetâvâ içinde, 3/129-159).

––––––– el-Fetvâ el-Hameviyye el-Kübrâ, (thk. Şerîf Muhammed Fuâd Hezzâ’), Mektebetü Hirâ, Mekke, 1411/1991; ve Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts. (Mecmûu’l-Fetâvâ içinde, 5/5-121).

––––––– el-Îmân, (dpn. Kurul), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1412/1991. (Mecmûu’l-Fetâvâ içinde, 7/4-461).

––––––– el-Îmânu’l-Evsat, Mektebetü’l-Furkân ve Mektebetü’l-Îmân, ys. ts. (Mecmûu’l-Fetâvâ içinde, 7/461-641).

––––––– er-Redd ale’l-Mantıkıyyîn, İdâretü Tercemâni’s-Sünne, Lahor /Pakistan, 1396/1976. (Mecmûu’l-Fetâvâ içinde, 9/82-254).

––––––– er-Reddü’l-Akvam alâ mâ fî Fusûsi’l-Hikem, (Mecmûu’l-Fetâvâ içinde, 2/362-451).

––––––– er-Risâletü’l-Arşiyye, (er-Resâilu’l-Kübrâ’nın içinde), Mektebetü Muhammed Ali Subeyh ve Çocukları, Mısır, ts. (Mecmûu’l-Fetâvâ içinde, 6/545-584).

––––––– er-Risâletü’t-Tedmuriyye, (Fâlih b. Mehdî Âl-i Mehdî’nin et-Tuhfetü’l-Mehdiyye adlı Şerhi ile birlikte), I-II, Medine İslam Üniversitesi Baskısı, 1413h. (Mecmûu’l-Fetâvâ içinde, 3/1-128).

––––––– Hakîkatü Mezhebi’l-İttihâdiyyîn ev Vahdeti’l-Vücûd, (Mecmûu’l-Fetâvâ içinde, 2/134-285).

––––––– Minhâcü’s-Sünneti’n-Nebeviyye, (thk. Dr. Muhammed Reşâd Sâlim), I-IX, Mektebetü İbn Teymiyye, Kâhire, 1409/1989.

––––––– Nakdu’l-Mantık, (nşr. Muhammed Hâmid el-Fakî), Mektebetü’s-Sünneti’l-Muhammediyye, Kâhire, ts. (Mecmûu’l-Fetâvâ içinde, 9/5-81).

––––––– Risâletün fi’r-Reddi alâ Fusûsi’l-Hikem, (Mecmûu’l-Fetâvâ içinde, 2/121-133, ayrıca bk. 11/239-242).

––––––– Risâletün fi’r-Reddi alâ İbn Arabî fî Da’vâ Îmânı Fir’avn, (ed-Düveyş’in Resâil ve Fetâvâ fî Zemmi İbn Arabî’s-Sûfî adlı kitabının içinde, sh: 53-68).

––––––– Şerhu Hadîsi’n-Nüzûl, el-Mektubu’l-İslâmî, Beyrut, Birinci Baskı, ts. (Mecmûu’l-Fetâvâ içinde, 5/321-585).

––––––– Şerhu’l-Akîdeti’l-Esfehâniyye, Mektebetü’r-Rüşd, Riyad, 1415/1995.

İbn Vaddâh, Ebû Abdillah Muhammed b. Vaddâh b. Bezî’ el-Mervânî el-Kurtubî (öl. 287h.), el-Bidau ve’n-Nehyu Anhâ, (thk Muhammed Ahmed Dehmân), Dâru’l-Basâir, Dımaşk, 1400 h.; ve Dâru’r-Râidi’l-Arabî, Beyrut, 1402h.

İbnu’l-’İmâd, Ebu’l-Felâh Abdülhayy b. el-’İmâd el-Hanbelî (öl. 1089h.), Şezerâtü’z-Zeheb fî Ahbâri men Zeheb, I-VIII, Dâru’l-Mesîre, Beyrut, 1399h.

İbnu’l-Cârûd, Abdullah b. Alî (öl.307h.), el-Müntekâ mine’s-Süneni’l-Müsnede an Rasûlillâh, (thk. es-Seyyid Abdullah Hâşim el-Yemânî), Kâhire, 1382/1963.

İbnu’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec Cemâluddîn Abdurrahmân b. Ali b. el-Cevzî (öl.597h.), Menâkıbu’l-İmam Ahmed b. Hanbel, (thk. Dr. Abdullah b. Abdulmuhsin et-Türkî), Mektebetü’l-Hâncî, Mısır, 1399/1979.

––––––– el-‘İlelü’l-Mütenâhiye fi’l-Ehâdîsi’l-Vâhiye, (thk. Halîl el-Mîs), I-II, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1983.

––––––– Telbîsu İblîs, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.

İbnu’l-Esîr, İzzuddîn Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed eş-Şeybânî (öl. 630h.), el-Kâmil fi’t-Târîh, I-XIII, Dâru Sâdır, Beyrut, 1385/1965.

İbnu’l-Esîr, Mecdüddîn Ebu’s-Saadât el-Mübârek b. Muhammed (öl. 606h.), Câmiu’l-Usûl fî Ehâdîsi’r-Rasûl, (thk. Abdülkâdir el-Arnavût), I-XI, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1403h.

İbnu’l-Kayyim, Şemsuddîn Ebû Abdillah Muhammed b. Ebî Bekr ez-Zer’î ed-Dımaşkî (öl. 751h.), Zâdü’l-Meâd fî Hedyi Hayri’l-‘İbâd, (thk. Şuayb el-Arnâvût ve Abdulkâdir el-Arnavût), I-V, Müessesetü’-Risâle, Beyrut, 1412/1992.

––––––– Bedâiu’l-Fevâid, (thk. Ahmed Abdüsselâm), I-IV, Dâru’l-Kütübi’l İlmiyye, Beyrut, 1414/1994.

––––––– el-Kasîdetü’n-Nûniyye, (Dr. Muhammed Halîl Herrâs’ın Şerhi ile birlikte), Mektebetü İbn Teymiyye, Kâhire, 1407h.

––––––– es-Savâıku’l-Mürsele ale’l-Cehmiyye ve’l-Muattıla, (thk. Ali b. Muhammed ed-Dahîlullah), I-III, Dâru’l-Âsıme, Riyad, 1408h.

––––––– et-Tefsîru’l-Kayyim, (thk. Muhammed Hâmid el-Fakî), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.

––––––– İctimâu’l-Cuyûşi’l-İslâmiyye alâ Gazvi’l-Muattılati ve’l-Cehmiyye, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1404/1984.

––––––– Kitâbu’s-Salâh ve Hükmü Târikihâ, (thk. Muhammed Nizâmuddîn el-Futeyyih), Mektebetü Dâri’t-Türâs, Medine-i Münevvere, 1412/1992.

––––––– Medâricu’s-Sâlikîn Beyne Menâzili İyyâke Na’budu ve İyyâke Nestaîn, (thk. Muhammed Hâmid el-Fakî, I-III, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, 1392h.

––––––– Tehzîbu’s-Sünen li Ebî Dâvûd, (thk. Muhammed Hâmid el-Fakî), I-VIII, Matba’atü’s-Sünneti’l-Muhammediyye, Kâhire, 1368.

İbnu’l-Mevsılî, Muhammed b. Mûsa el-Mevsılî, Muhtasaru’s-Savâıkı’l-Mürsele ale’l-Cehmiyyeti ve’l-Muattıla, Dâru’n-Nedveti’l-Cedîde, Beyrut, 1405/1985; ve (thk. Seyyid İbrâhîm), I-II, Dâru’l-Hadîs, Kâhire, 1412/1992.

İbnu’s-Sünnî, Ebû Bekr Ahmed b. Muhammed b. İshâk ed-Dîneverî eş-Şâfiî (öl.364h.), Amelü’l-Yevm ve’l-Leyle, (thk. Ebû Muhammed Abdurrahmân Kevser el-Berunî), Dâru’l-Kıble li’s-Sekâfeti’l-İslâmiyye, Cidde ve Müessesetü Ulûmi’l-Kur’ân, Beyrut, ts.

İsmâil Paşa, İsmâil b. Muhammed Emîn Bâbanzade el-Bağdâdî (öl. 1339h.), Hediyyetü’l-Ârifîn Esmâu’l-Müellifîn ve Âsâru’l-Musannifîn, I-II, Milli Eğitim Basımevi, Ankara, 1951; ve Mektebetü’l-Müsennâ, Bağdat, ts.

Kâsımî, Muhammed Cemâluddîn el-Kâsımî (öl.1914 m.), Târîhu’l-Cehmiyye ve’l-Mu’tezile, Kâhire, 1321h.

Kerderî, Hâfızuddîn Muhammed b. Muhammed b. Şihâh el-Kerderî el-Harizmî el-Bezzâzî (öl.809h.), Menâkıbu Ebî Hanîfe, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, 1401/1981; ve Meclisu Dâireti’l-Meârifi’n-Nizâmiyye baskısı, Haydarâbâd, ts.

Keşmîrî, Muhammed Enver b. Muazzam Şâh el-Keşmîrî (öl. 1352/1933), Feyzu’l-Bârî alâ Sahîhi’l-Buhârî, I-V, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, ts.

Kettânî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ca’fer el-Kettânî el-Fâsî (öl.1345h.), Nazmu’l-Mütenâsir mine’l-Hadîsi’l-Mütevâtir, Fas, 1328h.; ve Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1400h.

Koçyiğit, Talat, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Türkiye Diyânet Vakfı Yayınları, Ankara, 1988.

Kummî, Sa’d b. Abdillah Ebî Halef el-Eş’arî el-Kummî (öl.301h.), Kitâbu’l-Makâlât ve’l-Fırak, (nşr. Dr. Muhammed Cevâd Meşkûr), Tahran, 1963.

Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed b. Ebî Bekr b. Ferh el-Ensârî el-Hazrecî el-Kurtubî (öl. 671h.), el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, I-XX, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1413/1993.

Mâlik, Mâlik b. Enes b. Mâlik b. Ebî Âmir el-Medenî (öl. 179h.), el-Muvatta’, (thk. Muhammed Fuâd Abdülbâkî), I-II, Dâru’l-Hadîs, Kâhire, ts.

Mer’î b. Yûsuf el-Kermî el-Makdisî el-Hanbelî (öl.1033h.), Ekâvîlu’s-Sikât fî Te’vîli’l-Esmâi ve’s-Sıfât, (thk. Şuayb el-Arnavût), Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1406/1985.

Mevlânâ, Celâluddîn Rûmî (öl.672h.), Mesnevî, (Türkçe’ye çeviri Veled İzbulak), I-VI, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, No:770, İstanbul, 1990.

Mizzî, Cemâluddîn Ebu’l-Haccâc Yûsuf b. ez-Zekî Abdurrahmân b. Yûsuf (öl. 742h.), Tuhfetü’l-Eşrâf bi Ma’rifeti’l-Etrâf, (İbn Hacer’in (öl. 852h.) en-Nüketü’z-Zirâf ale’l-Etrâf ta’likiyle birlikte), (thk. Abdussamed Şerefuddîn, işraf: Züheyr eş-Şâvîş), I-XIV, ed-Dâru’l-Kayyime, Hindistan ve el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1403/1983.

Molla Aliyyu’l-Kârî, Ebu’l-Hasen Nûruddîn Ali b. Sultân Muhammed (öl. 1014h.), Şerhu’l-Fıkhı’l-Ekber, Dâru’l-Kitâbi’l-İslâmî, İstanbul, 1375/1955.

––––––– Mirkâtü’l-Mefâtîh Şerhu Mişkâti’l-Mesâbîh, I-V, el-Mektebetü’l-İmdâdiyye Baskısı, Pakistan, ts.

––––––– Risâletü Vahdeti’l-Vücûd, (thk. Ali Rıza b. Abdullah b. Ali Rıza), (Vahdet-i Vücûd Risalesi adıyla Türkçe’ye çeviri, Harun Ünal), İnanlar Şirketi Kültür Hizmeti, İst. 1995.

––––––– Şerhu Müsnedi Ebî Hanîfe, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1405/1985.

Muhammed b. Halîfe et-Temîmî, Mu’tekadu Ehli’s-Sünneti ve’l-Cemâa fî Tevhîdi’l-Esmâi ve’s-Sıfât, Dâru Îlâfi’d-Düveliyye, el-Cehrâ’ (Kuveyt), 1417/1996.

Muhammed Bâzmûl, Muhammed b. Ömer b. Sâlim Bâzmûl, Buğyetü’l-Mütetavvı’ fî Salâti’t-Tetavvu’, Dâru’l-Hicre, Riyad, 1414/1994.

Muhammed Cemîl Zeyno, es-Sûfiyye fî Mîzâni’l-Kitâbi ve’s-Sünne, Dâru’l-Muhammedî, Cidde, 1415h.

Muhammed es-Sâlihî, Ebû Abdillah Muhammed b. Yûsuf es-Sâlihî ed-Dımaşkî eş-Şâfiî (öl. 942h.), Ukûdu’l-Cumân fî Menâkıbi’l-İmâmi’l-A’zam Ebî Hanîfete’n-Nu’mân, dağıtım: Mektebetü’l-Îmâni’s-Süleymâniyye, Medine-i Münevvere, ts.; ve (thk. Ebu’l-Vefâ el-Afgânî), Haydarâbâd, 1974.

Murâd Şükrî, Defu’ş-Şubehi’l-Gaviyye an Şeyhi’l-İslâm İbn Teymiyye, ys., 1415/1994.

Muvaffak el-Mekkî, Muvaffakuddîn b. Ahmed el-Mekkî el-Harizmî (öl. 568h.), Menâkıbu Ebî Hanîfe, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, 1401/1981; ve Meclisu Dâireti’l-Meârifi’n-Nizâmiyye baskısı, Haydarâbâd, ts.

Münzirî, Zekiyyuddîn Ebû Muhammed Abdülazîm b. Abdulkaviyy b. Abdullah b. Selâme b. Sa’d el-Münzirî eş-Şâmî (öl. 656h.), et-Terğîb ve’t-Terhîb mine’l-Hadîsi’ş-Şerîf, (thk. Mustafa Muhammed Amâre), I-IV, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1401h.; ve Dâru’t-Türâs, Kâhire, ts.

Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim b. Haccâc el-Kuşeyrî en-Nisâbûrî (öl. 261h.), Sahîhu Müslim, (thk. Muhammed Fuâd Abdülbâkî), I-III, Dâru İhyâi’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1374h.

Neccâr, Muhammed b. Abdülazîz en-Neccâr, Dıyâu’s-Sâlik ilâ Evdahi’l-Mesâlik, I-IV, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.

Nesâî, Ebû Abdirrahman Ahmed b. Şuayb b. Ali b. Bahr b. Sinân b. Dînâr (öl. 303h.), es-Sünen, (el-Müctebâ), (Suyûtî’nin (öl. 911h.) Zehru’r-Rubâ ale’l-Müctebâ Şerhi ve Sindî’nin (öl. 1138h.) Hâşiyesiyle birlikte), I-VIII, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1348/1930.

––––––– Amelü’l-Yevm ve’l-Leyle, (thk. Dr. Fârûk Hamâde), Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1406h.

Nevbahtî, Ebû Muhammed el-Hasen b. Mûsâ en-Nevbahtî (öl.?), Fıraku’ş-Şîa, (nşr. Seyyid Muhammed Sâdık), Necef, 1355/1936.

Nevevî, Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Şeref (öl. 676h.), el-Minhâc fî Şerhi Sahîhi Müslim İbni’l-Haccâc, I-XVIII, Dâru’r-Reyyân li’t-Türâs, Kâhire, 1407/1987.

Ömerî, Ekrem Ziyâ el-Ömerî, es-Sîretü’n-Nebeviyyetü’s-Sahîha, I-II, Mektebetü’l-İlim ve’l-Hikem, Medine-i Münevvere, 1413/1993.

Öz, Mustafa, İmam-ı Azamın Beş Eseri, Marmara Üniversitesi İlahiyat Vakfı Yayınları, No: 49, İstanbul, 1992.

Pezdevî, Ebu’l-Yüsr Muhammed b. Muhammed b. el-Hüseyn (öl. 493h.), Usûlu’d-Dîn, (thk. Dr. Hans Peterlans), Dâru İhyâi’l-Kütübi’l-Arabiyye, Îsâ el-Bâbî ve ortakları, Kâhire, 1388h.

Rızâ b. Na’sân Mu’tî, Alâkatü’l-İsbâti ve’t-Tefvîz bi Sıfâti Rabbi’l-Âlemîn, Dâru’l-Hicre, Riyad, 1416/1995.

Sâbûnî, Ebû Osmân İsmâil b. Abdurrahmân es-Sâbûnî (öl.449h), Akîdetü’s-Selef Ashâbi’l-Hadîs, (thk. Bedr b. Abdullah el-Bedr), Mektebetü’l-Gurabâi’l-Eseriyye, Medine-i Münevvere, 1415/1994.

Sadreddîn Konevî, Muhammed b. İshâk (öl.673h.), Vasiyyet-Nâme, Yazma eser, Şehit Ali Paşa Kütüphanesi, No: 21810, İstanbul.

Safedî, Salâhuddîn Halîl b. Aybek b. Abdullah es-Safedî (öl. 764h.), el-Vâfî bi’l-Vefeyât, I-XXII, Dâru’n-Neşr Franz Seteıner Werlag, Almanya (Wıesbaden), 1394h.; ve Cem’iyyetü’l-Müsteşrikîne’l-Almâniyye, Beyrut, 1962-1983.

Sehmî, Hamza b. Yûsuf es-Sehmî (öl. 427h.), Târîhu Curcân, (thk. Abdurrahmân b. Yahyâ el-Muallimî el-Yemânî), Âlemü’l-Kütüb, Beyrut, 1401h.

Sem’ânî, Ebû Sa’d Abdülkerîm b. Muhammed b. Mansûr et-Temîmî el-Horasânî (öl. 562h.), el-Ensâb, (thk. Abdurrahmân b. Yahyâ el-Muallimî), I-XII, Matba’atü Meclisi Dâireti’l-Meârifi’l-Osmâniyye, Haydarâbâd, 1382/1962; ve Beyrut, 1980.

Sıddîk Hasen Hân, Muhammed Sıddîk b. Hasen Hân el-Hüseynî el-Buhârî el-Kanûcî (öl.1307h.), Katfu’s-Semer fî Beyâni Akîdeti Ehli’l-Eser, (thk. Dr. Âsım b. Muhammed b. Abdullah el-Karyûtî), Şeriketü’ş-Şarki’l-Evsat, Ammân, 1404/1984.

Subkî, Tâcuddîn Ebû Nasr Abdülvehhâb b. Alî (öl. 771h.), Tabakâtu’ş-Şâfiiyyeti’l-Kübrâ, (thk. Abdülfettâh el-Hulv ve Mahmûd et-Tannâhî), I-X, Matba’atü Îsâ el-Bâbi’l-Halebî, Kâhire, 1383, (1964-1976).

Suyûtî, Celâluddîn Abdurrahmân b. Ebî Bekr b. Muhammed (öl. 911h.), ed-Dürrü’l-Mensûr fi’t-Tefsîri bi’l-Me’sûr, I-VI, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1411/1990.

––––––– Buğyetü’l-Vuât fî Tabakâti’l-Luğaviyyîn ve’n-Nühât, (thk. Muhammed Ebu’l-Fadl), Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1399h.

––––––– el-Câmiu’l-Kebîr (Cem’u’l-Cevâmi’), el-Hey’etü’l-Mısriyyetü’l-Âmme li’l-Kitâb Baskısı, Kâhire, ts.

––––––– el-Câmiu’s-Sağîr min Ehâdîsi’l-Beşîri’n-Nezîr, Mustafa el-Halebî Baskısı, Kâhire, 1358/1939.

––––––– el-Ezhârü’l-Mütenâsire fi’l-Ahbâri’l-Mütevâtire, (thk. Abdulazîz el-Gumârî), Dâru’t-Te’lîf, Kâhire, ts.

––––––– Katfu’l-Ezhâri’l-Mütenâsire fi’l-Ahbari’l-Mütevâtire, (thk. Halîl Muhyiddîn el-Mîs), el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1405/1985.

Süleymân et-Temîmî, Muhammed b. Abdülvehhâb (öl.1206h.), Kitâbu’t-Tevhîd, (Abdurrahmân b. Nâsır b. Sa’dî’nin (öl. 1376h.) Kitâbu’l-Kavli’s-Sedîd fî Mekâsıdi’t-Tevhîd Kitabıyla birlikte), (thk. Dr. el-Murtezâ ez-Zeyn Ahmed), Mecmûatü’t-Tühafi’n-Nefâisi’d-Devliyye, Riyad, 1416/1996.

Şâdî es-Seyyid Ahmed Abdullah, “Tezkîru’l-Müslimîn bi Tercemeti’ş-Şeyh İbn ‘Useymîn”, Mecelletü’t-Tevhîd, sy. 11 (Özel Sayı) (Mısır/Kâhire Zilka’de 1421).

Şâfiî, Muhammed b. İdrîs (öl. 204h.), er-Risâle, (thk. Ahmed Muhammed Şâkir), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.

––––––– el-Müsned, (tertîb: Ahmed Abdurrahmân el-Bennâ), I-II, Kâhire, 1950.

––––––– el-Ümm, (thk. Muhammed Zührî en-Neccâr), I-VIII, Dâru’l-Mâ’rife, Beyrut, 1393/1973.

Şehristânî, Ebu’l-Feth Muhammed b. Abdülkerîm (öl. 548h.), el-Milel ve’n-Nihal, (thk. Ebû Abdillah es-Saîd el-Mendûh), I-II, Müessesetü’l-Kütübi’s-Sekâfiyye, Beyrut, 1415/1994.

Şemsu’l-Hakk el-Azîm Âbâdî, Ebu’t-Tayyib Muhammed, Avnu’l-Ma’bûd Şerhu Süneni Ebî Dâvûd, I-XIV, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1410/1990.

Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed b. Abdullah es-San’ânî eş-Şevkânî (öl. 1250h), Fethu’l-Kadîr el-Câmi’ Beyne Fenneyi’r-Rivâyeti ve’d-Dirâyeti fî İlmi’t-Tefsîr, I-V, Dâru’l-Hayr, Beyrut, 1412/1991.

––––––– Neylu’l-Evtâr Şerhu’l-Münteka’l-Ahbâr, I-VIII, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.

Taberânî, Ebu’l-Kâsım Süleymân b. Ahmed (öl. 360h.), el-Mu’cemu’l-Kebîr, (thk. Hamdî Abdülmecîd es-Silefî), I-XXV, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, İkinci Baskı, ts.

––––––– el-Mu’cemu’l-Evsat, (thk. Târık b. ‘Ivazullâh b. Muhammed ve Abdulmuhsin b. İbrâhim el-Hüseynî), I-X, Dâru’l-Haremeyn, Kâhire, 1415/1995.

––––––– el-Mu’cemu’s-Sâğîr (er-Ravdu’d-Dânî ile’l-Mu’cemi’s-Sağîr li’t-Taberânî), (thk. Muhammed Şükür Mahmûd el-Hâcc), I-II, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut ve Dâru Ammâr, Ammân, 1405/1985.

––––––– Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, (thk. Hamdî Abdülmecîd es-Silefî), I-IV, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1409/1989.

Taberî, Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr et-Taberî (öl.310h.), Câmiu’l-Beyân an (fî) Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, I-XII, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1412/1992; ve (thk. Ahmed Muhammed Şâkir), I-XVI, Dâru’l-Meârif, Mısır, ts., İkinci Baskı.

––––––– Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, I-VI, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1411/1991.

––––––– Tehzîbu’l-Âsâr, (thk. Mahmûd Şâkir), Matba’atü’l-Medenî, Kâhire, ts.

Tahâvî, Ebû Ca’fer Ahmed b. Muhammed b. Selâme (öl. 321h.), el-Akîdetü’t-Tahâviyye, (İbn Ebi’l-’İzz el-Hanefî’nin Şerhi ile birlikte).

––––––– Şerhu Müşkili’l-Âsâr, (thk. Şuayb el-Arnavût), I-XVI, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1415/1994.

Takıyuddîn el-Fâsî, Muhammed b. Ahmed b. Ali (öl. 832h.), el-’lkdu’s-Semîn fî Târîhi’l-Beledi’l-Emîn adlı eserin İbn Arabî’nin hal tercemesinden bahseden bölümü (2/160-199), (thk. Fuâd Seyyid), Matba’atü’s-Sünneti’l-Muhammediyye, Mısır, 1385h.. Bu bölüm Ali Hasen Abdülhamîd tarafından “Cüzün fîhi Akîdetü İbn Arabî ve Hayâtuhu ve Mâ Kâlehu’l-Müerrihûn ve’l-Ulemâu fîh” adıyla ayrı bir risâle olarak yayımlanmıştır. Dâru İbni’l-Cevzî, Dammâm, 1413/1992.

Tayâlisî, Süleymân b. Dâvûd b. el-Cârûd (öl. 204h.), el-Müsned, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, ts.

Tirmizî, Ebû Îsâ Muhammed b. Îsâ b. Sevre (öl. 279h.), el-Câmiu’s-Sahîh, (thk. Ahmed Muhammed Şâkir), I-V, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.

‘Ukaylî, Muhammed b. Amr el-‘Ukaylî el-Mekkî (öl.322h.), ed-Duafâu’l-Kebîr, (thk. Abdulmu’tî Emîn Kal’acî), I-IV, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1404/1984.

Vâhidî, Ebu’l-Hasen Ali b. Ahmed b. Muhammed b. Ali el-Vâhidî en-Nisâbûrî (öl.468h.), el-Vasît, Yazma eser, el-Elbânî’nin Silsiletü’l-Ehâdîsi’d-Daîfe adlı eseri (3/93)’den naklen.

Velîd b. Ahmed el-Hüseyn, Ebû Abdillah ez-Zübeyrî, “Nübze an Hayâti’ş-Şeyh Muhammed b. Sâlih el-‘Useymîn”, Mecelletü’l-Hikme, sy. 2 (İnglitere/Leeds 16.2.1994).

Vüheybî, Muhammed b. Abdullah b. Ali el-Vübeybî, Nevâkıdu’l-Îmâni’l-İ’tikâdiyye ve Davâbıtu’t-Tekfîr İnde’s-Selef, I-II, Dâru’l-Müslim, Riyad, 1416/1996.

Yılmaz, H. Kâmil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1997.

Zebîdî, Ebu’l-Feyz Murtazâ Muhammed b. Muhammed ez-Zebîdî (öl. 1205h.), İthâfu’s-Sâdeti’l-Muttakîn bi Şerhi Esrâri İhyâi Ulûmi’d-Dîn, I-X, Dâru İhyâi’t-Türasi’l-Arabî, Beyrut, ts.; ve Dâru’l-Fikr, Beyrut, ts.

––––––– Laktu’l-Leâli’l-Mütenâsire, (thk. Muhammed Abdülkâdir Atâ’), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.

Zehebî, Şemsuddîn Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed b. Osmân b. Kaymaz et-Türkmânî (öl. 748h.), Mîzânu’l-İ’tidâl fî Nakdi’r-Ricâl, (thk. Ali Muhammed el-Becâvî), I-IV, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, ts.

––––––– el-‘İber fî Haberi Men ⁄aber, (thk. I, IV ve V. ciltler Salâhuddîn el-Müncid, II ve III. ciltler E. Fuâd es-Seyyid), I-V, Dâiretü’l-Matbûât ve’n-Neşr, Kuveyt, 1960-1969.

––––––– el-Kâşif fî Ma’rifeti Men lehu Rivâyetün fi’l-Kütübi’s-Sitte, (thk. Muhammed Avvâme ve Ahmed Muhammed el-Hatîb), I-II, Dâru’l-Kıble li’s-Sekâfeti’l-İslâmiyye ve Müessesetü Ulûmi’l-Kur’ân, Cidde, 1413/1992.

––––––– el-Müntekâ min Minhâci’s-Sünne, Kâhire, 1374, (Şiilik ve Mâhiyeti adıyla Türkçe’ye çeviri, Cemaleddin Sancar), İstanbul, 1986.

––––––– el-Uluvv li’l-Aliyyi’l-Gaffâr fî Sahîhi’l-Ahbâri ve Sakîmihâ, (thk. Dr. Abdurrahmân Muhammed Osmân), el-Mektebetü’s-Selefiyye, Medine-i Münevvere, 1388/1968.

––––––– Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, (thk. Şuayb el-Arnavût ve Hüseyn el-Esed), I-XXV, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1412/1992.

––––––– Târîhu’l-İslâm, (thk. Şuayb el-Arnavût ve Dr. Beşşâr Avvâd Ma’rûf), I-XXV, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1408/1988.

––––––– Telhîsu’l-Müstedrek, Hâkim’in (öl. 405) el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn Zeylinde, (thk. Mustafa Abdülkâdir Atâ’), I-IV, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1411/1990.

––––––– Tezkiretü’l-Huffâz, I-V, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.

Ziriklî, Hayruddîn (öl. 1396h.), el-A’lâm Kâmûsu Terâcim li Eşheri’r-Ricâl ve’n-Nisâ mine’l-Arabi ve’l-Musta’rabîn ve’l-Müsteşrikîn, I-XIII, Dâru’l-İlmi li’l-Melâyîn, Beyrut, 1980.

Ziyâ el-Makdisî, Ebu Abdillah Muhammed b. Abdülvâhid b. Ahmed b. Abdirrahmân b. İsmâîl b. Mansûr es-Sa’dî ed-Dımaşkî el-Hanbelî (öl.643h.), el-Ehâdîsu’l-Muhtâre, (thk. Abdülmelik Düheyş), ys., 1412h., Birinci Baskı.

Zuhaylî, Vehbe, Usûlu’l-Fıkhi’l-İslâmî, I-II, Dâru’l-Fikr, Dımaşk, 1406/1986.